ABBÂSÎLER DÖNEMİNDE İLMÎ HAYATTA SÜRYÂNÎLER
(132-656/750-1258)
(Doktora Tezi)
AHMET YASİN TOMAKİN
T.C.
MARMARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
İSLAM TARİHİ VE SANATLARI ANABİLİM DALI
İSLAM TARİHİ BİLİM DALI
Danışmanı:
PROF. DR. NUH ARSLANTAŞ
ÖZET
ABBÂSÎLER DÖNEMİNDE İLMÎ HAYATTA SÜRYÂNÎLER
(132-656/750-1258)
Türkiye
’de Süryânîler üzerine yapılan araştırmalar son yıllarda yoğunluk kazanmıştır.
Bugün nüfusları oldukça azalmış olan Süryânîler; uzun zaman bölgedeki baskın
unsur olmuşlardır. Özellikle de Abbâsîler döneminin bilimsel hayatında çok
aktif rol almışlar, tıp ve tercüme alanında iz bırakan çalışmalar ortaya
koymuşlardır. Ülkemizde bugüne kadar bilim tarihi ve tercüme hareketi konusunda
pek çok çalışma yapılmış olmakla birlikte, Süryânîler özelinde konu çok az
incelenmiştir. Araştırmada Abbâsîler döneminde yaşamış Süryânî bilginler ve
bilimsel çalışmaları tanıtılmaktadır. Konu incelenirken klasik kaynakların
verileri ve yakın dönemde yapılmış araştırmaların bulgularından istifade edilmiştir.
Abbâsîler dönemi, halifelerin bilimsel hayattaki katkıları ve Süryânî
bilginlerin etkinlikleri göz önüne alınarak üç döneme ayrılmıştır. Araştırmada
her bir dönem ayrı ayrı ele alınmakta ve siyasî, toplumsal ve bilimsel
gelişmeler iç içe irdelenmektedir. Birinci dönemde Süryânî bilginlerin Müslüman
bilim çevrelerine yeni yeni girmeye başladıkları, ikinci dönemde tam manasıyla
etkin bir konum elde ettikleri ve üçüncü dönemde yavaş yavaş bu etkinliklerini
yitirdikleri görülmektedir. Ayrıca Türkiye’de genel anlamda Süryânîler hakkında
literatür ve bilginin sınırlı olması dikkate alınarak, giriş bölümünde milattan
önceye dayanan geçmişleri ile Süryânîler tanıtılmıştır.
Name and Surname |
: Ahmet Yasin Tomakin |
Field |
: Islamic History |
Programme |
: Divinity |
Supervisor |
: Professor Nuh Arslantaş |
Degree Awarded and Date |
: PhD - January 2017 |
Keywords |
: Abbasids, Syriac People, Scholars, |
Translators, Biography
THE
SYRIAC PEOPLE’S INTELLECTUAL LIFE UNDER THE ABBASIDS
(132-656/750-1258)
Researches
on the Syriac people in Turkey have been increased in recent years. The
Syriacs, whose population in Syria-Mesopotamia region today are rather
decreased, were the dominant element for a long time in the region. The Syriacs
took a very active role in the scientific circles of the Abbasids period and
put forth works that left a mark in the fields of medicine and translation.
Although a significant number of studies have been done on the history of
science and the translation movement in our country up to now, the studies on
the subject specific to the Syriacs are limited. In this research the Syriac
scholars who lived in the period of Abbasids and their scientific studies are
introduced. The subject is examined using data from classical sources and findings
from recent researches. Considering the scientific contributions of the
caliphs, and the activities of the Syriac scholars, the Abbasid period was
divided into three terms. Each term is studied separately in the research and
the political, social and scientific developments are examined all together. It
is seen that in the first term the Syriac scholars started to enter the Muslim
scientific circles, in the second one they had a substantial influence in the
strict sense and in the third they gradually lost this influence. Moreover,
taking into account the limited literature and knowledge on the Syriac people
in general manner in Turkey, the Syriacs were presented with their history,
dating back to B.C. in the introduction.
Süryânîler,
birlikte yaşadığımız halde yıllarca varlıklarından neredeyse haberdar
olmadığımız ve itiraf etmek gerekirse hiç tanımadığımız bir halktır. Hâlbuki
İslâm tarihi boyunca Müslümanlar ve Süryânîler arasında oldukça olumlu
ilişkiler kurulmuş, özellikle İslâm bilim ve düşünce hayatının gelişmesinde
Süryânîler’in önemli katkıları olmuştur. Batıda XVIII. asırdan itibaren
Süryânîler ve Süryânîlik üzerine araştırmalar yapılırken, maalesef ülkemizde
konu üzerine yapılan çalışmalar çok yenidir. Bütün bir İslâm tarihi göz önüne alındığında
Süryânîler’in Müslüman toplumdaki en etkin ve verimli çağları Abbâsîler
dönemine denk gelmektedir. Bu araştırmada; Abbâsîler döneminde yaşamış Süryânî
bilginler, bilimsel etkinlikleri ve İslâm bilim hayatındaki konumları ile derli
toplu bir biçimde ortaya konmaya çalışılmıştır. Ayrıca Süryânîler ve Süryânîlik
konusunda çalışmaların çok yeni olmasından dolayı ülkemizdeki mevcut literatür
eksikliğine katkı sağlama ihtiyacı hissedilmiş, İslâmî döneme kadar
Süryânîler’in siyasî, dinî, sosyal ve kültürel tarihleri; hem genel manada konu
ile ilgilenenlere faydalı olması hem de bu araştırma özelinde bir altyapı
oluşturması gayesiyle giriş bölümünde özetlenmiştir. Bu çalışmayı
sonuçlandırmamda yönlendirme ve görüşleri ile önemli katkılarda bulunan değerli
hocam Prof. Dr. Nuh Arslantaş’a, yine çalışma süresince görüş ve tavsiyelerini
esirgemeyen kıymetli hocalarım Prof. Dr. İsmail Safa Üstün ve Prof. Dr. İsmail
Taşpınar’a, Süryânîce öğrenimi konusunda yardımını gördüğüm Yrd. Doç. Dr. Kutlu
Akalın’a, Süryânîler ve Süryânîlik konusundaki birikiminden faydalandığım
Abdullah Dilek’e, tezi baştan sona okuyarak değerli katkılar sağlayan İsmet
Tunç’a, ilk evresinden son evresine kadar çalışmada az ya da çok katkısı
bulunan bütün dostlara ve her daim desteğini hissettiğim eşim Pınar’a içten
teşekkürlerimi sunar, çalışmamın konu ile ilgilenenlere yararlı olmasını
temenni ederim.
Şırnak,
2017 Ahmet
Yasin Tomakin
İÇİNDEKİLER
Sayfa No.
KISALTMALAR ................................................................................................. vii
AMAÇ, KAPSAM ve YÖNTEM ........................................................................ ix
KAYNAKLAR VE ARAŞTIRMALAR ........................................................ xvii
GİRİŞ ...................................................................................................................... 1
I.
İslâm Hâkimiyetinden Önce
Süryânîler ................................................... 4
1.
Süryânîler’in Kökeni........................................................................
4
2.
Hıristiyanlığın Süryânîler
Arasında Yayılması ............................. 12
3.
Teolojik Tartışmalar ve
Bölünme ................................................. 25
a.
Doğu Süryânîleri (Doğu
Kilisesi) ....................................... 30
b.
Batı Süryânîleri ................................................................... 34
b.1. Antakya Süryânî Ortodoks Kilisesi............................ 34
b.2. Melkit Kilisesi............................................................ 43
b.3. Mârûnî Kilisesi........................................................... 44
II.
İslâm Hâkimiyetinde
Süryânîler.............................................................. 47
1.
Siyasî ve Sosyal Statüleri................................................................. 51
2.
Kiliseler........................................................................................... 58
3.
İslâmlaşma ve Araplaşma
Süreci.................................................... 66
BİRİNCİ BÖLÜM
ABBÂSÎ DÖNEMİ ÖNCESİNDE SÜRYÂNÎLER’DE BİLİM ve BİLİMSEL
ORTAM
I.
Süryânîce’nin Gelişimi ........................................................................... 72
1.
Süryânîce’nin Kökeni Olarak
Ârâmîce..........................................
73
2.
Geç Dönem Ârâmîce Lehçeleri
ve Süryânîce................................
82
II.
Abbâsîler’e Kadar
Süryânîler ve Bilim ................................................. 89
III.
Abbâsîler Öncesi Bilimsel
Ortam.........................................................
99
1.
Emevîler Döneminde Bilim ......................................................... 101
2.
Bilim ve Hikmetin İntikali:
Bizans ve Sâsânî Bilim Havzası ..... 106
3.
Abbâsîler’in Tevarüs Ettiği
Çeviri Kültürü ................................. 111
İKİNCİ BÖLÜM
SÜRYÂNÎLER’İN ABBÂSÎ BİLİM ÇEVRELERİNE GİRİŞİ
(II/VIII. ASIR)
I.
Dönemin Bilimsel Ortamı ..................................................................... 114
II.
Dönemin Süryânî Bilginleri.................................................................
127
1.
Curcîs ve Ailesi.............................................................................
130
2.
Piskopos Kufriyanus .................................................................... 136
3.
Hasîb ............................................................................................ 137
4.
Rahip Lo‘ozar .............................................................................. 137
5.
İbnü’l-Leclâc................................................................................
138
6.
Şem‘ûn b. Tabbahe ...................................................................... 139
7.
II. Hananişû‘ ................................................................................ 139
8.
Teofil b. Tuma ............................................................................. 140
9.
Serâbiyûn ve Ailesi ..................................................................... 140
10.
Buhtîşû‘ b. Curcîs ...................................................................... 141
11.
Ebû Nûh el-Enbârî ..................................................................... 147
12.
Teodor b. Kuni .......................................................................... 148
13.
Ebû Hilâl el-Hımsî ve
Ailesi ..................................................... 148
14.
Mâserceveyh ve Ailesi .............................................................. 149
15.
Sahârbuht b. Mâserceveyh ........................................................ 150
16.
Îsâ b. Mâserceveyh.....................................................................
150
17.
Dâvûd b. Pavlus ........................................................................ 151
18.
I. Timaseus ................................................................................ 152
19.
Cibrâîl b. Buhtîşû‘ ..................................................................... 154
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
SÜRYÂNÎLER’İN ABBÂSÎ BİLİM ÇEVRELERİNDE ETKİNLİKLERİNİN
ARTMASI
(m-IV/IX-X. ASIRLAR)
I.
Dönemin Bilimsel Ortamı....................................................................... 164
II.
Dönemin Süryânî Bilginleri................................................................... 184
1.
Haccâc b. Yûsuf b. Matar.............................................................. 184
2.
Îşû‘ b. Nûn.................................................................................... 185
3.
Sehl el-Kevsec ve Ailesi............................................................... 186
4.
Yuhannâ b. Mâseveyh.................................................................. 187
5.
Eyyûb er-Ruhâvî el-Abraş............................................................ 191
6.
Fesyûn........................................................................................... 193
7.
Selmeveyh b. Bünân..................................................................... 193
8.
Diyonisyus et-Telmahrî .............................................................. 195
9.
Hilâl b. Ebû Hilâl el-Hımsî
......................................................... 196
10.
Îsâ b. Hakem ed-Dımaşkî .......................................................... 197
11.
Yuhannâ b. Serâbiyûn ............................................................... 198
12.
Sâbûr b. Sehl ............................................................................. 200
13.
Ali b. Rabben et-Taberî..............................................................
201
14.
Îsâ b. Sahârbuht..........................................................................
205
15.
Yûsuf en-Nâkil...........................................................................
205
16.
Buhtîşû‘ b. Cibrâîl ..................................................................... 206
17.
Îsâ b. Mâsse................................................................................
209
18.
Îsâ b. Yahyâ b. İbrâhîm ............................................................. 210
19.
Kaydâ er-Ruhâvî ....................................................................... 210
20.
Mansûr b. Bânâs........................................................................
211
21.
Piskopos Teodoros .................................................................... 211
22.
Sahda el-Kerhî ve Ailesi ........................................................... 211
23.
İbn Sahda el-Kerhî .................................................................... 212
24.
İbn Nâ‘ime el-Hımsî ................................................................. 212
25.
İbrâhîm b. es-Salt ...................................................................... 213
26.
Tuma b. Ya‘kûb ........................................................................ 213
27.
Hubeyş b. Hasan ....................................................................... 214
28.
Yeşu‘dnah d-Kasra....................................................................
216
29.
Ebû Yahyâ el-Mervezî .............................................................. 217
30.
İshâk b. Ali er-Ruhâvî................................................................
217
31.
Îsâ b. Ali.....................................................................................
218
32.
Îsâ b. Üseyyid............................................................................
219
33.
Yuhannâ b. Buhtîşû‘ ................................................................. 219
34.
Mûsâ b. Kifo ............................................................................. 220
35.
Hallâcî ....................................................................................... 221
36.
Abdûs b. Zeyd............................................................................
221
37.
Yâ‘kûb b. Mâhân ...................................................................... 222
38.
Yûsuf es-Sâhir...........................................................................
222
39.
İbnü’s-Salt el-Kâtib...................................................................
223
40.
Hasan b. Behlûl ......................................................................... 223
41.
Ebü’l-Husayn b. Keşkerâyâ ...................................................... 225
42.
İbrâhîm b. Beks ve Ailesi..........................................................
226
43.
Ali b. İbrâhîm b. Beks ............................................................... 227
44.
Îsâ en-Nefîsî er-Rakkî................................................................. 227
45.
Cibrâîl b. Ubeydullah.................................................................. 228
46.
İbnü’l-Hammâr........................................................................... 231
47.
Îsâ b. Zür’a.................................................................................. 234
48.
İbnü’s-Semh................................................................................ 236
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
SÜRYÂNÎLER’İN ABBÂSÎ BİLİM ÇEVRELERİNDE ETKİNLİKLERİNİN
AZALMASI
(v-vn/xı-xm. asirlar)
I.
Dönemin Bilimsel Ortamı....................................................................... 237
II.
Dönemin Süryânî Bilginleri................................................................... 242
1.
Yahyâ b. Cerîr et-Tikrîtî
ve Ailesi .............................................. 244
2.
Fazl b. Cerîr et-Tikrîtî ................................................................. 245
3.
Yuhannâ b. Abdülmesîh...............................................................
245
4.
Cûrcis el-Yebrûdî.........................................................................
245
5.
Ubeydullah b. Cibrâîl...................................................................
247
6.
Zâhidü’l-‘Ulemâ ......................................................................... 248
7.
Patrik Mihâîl ............................................................................... 249
SONUÇ ................................................................................................................ 253
EKLER ................................................................................................................ 258
EK 1: Haritalar ........................................................................................... 265
EK 2: Tablolar ............................................................................................ 265
EK 3: Süryânîce Yazı ................................................................................. 274
BİBLİYOGRAFYA ............................................................................................ 278
ABD : Anchor Bible Dictionary.
age. : Adı geçen eser.
Arp. : Arapça/Arapçası.
as. : Aleyhisselâm.
AÜİFD :
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi.
AÜSBE :
Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
b.
: bin, ibn, bar.
BA : The Biblical Archaeologist.
bkz. : Bakınız.
BO : Biblioteca Orientalis.
c.
: cilt.
CBÜSBD : Celal
Bayar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi.
CE : The Catholic Encyclopedia.
çev. : Çeviri, çeviren.
ÇÜİFD : Çukurova
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi.
DBAAD :
Din Bilimleri Akademik Araştırma Dergisi.
der. :
Derleyen.
DEÜİFD :
Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi.
DİA :
Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi.
DİD :
Diyanet İlmi Dergi (Diyanet Dergisi).
DÜİFD : Dicle
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi.
ed. : Editör.
EI2 : Encyclopedia of Islam.
EJd2 : Encyclopaedia Judaica.
EMP : Encyclopedia of Medieval Philosophy.
ER : Encyclopedia of Religion.
ERE : Encyclopedia of Religion and Ethics.
etk. : Etkin yılları.
Fars. : Farsça/Farsçası.
FÜİFD : Fırat
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi.
GAL : Geschichte
der Arabischen Litteratur.
GAS : Geschichte des Arabischen Schrifttums.
GEDSH :
Gorgias Encyclopedic Dictionary of the Syriac Heritage.
GSL : Geschichte der Syrischen Literatur.
Grek. : Grekçesi.
h. : Hicrî.
haz. : Hazırlayan.
HÜİFD :
Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi.
IJH : International Journal of History.
İA : Milli Eğitim Bakanlığı İslâm Ansiklopedisi.
İbr. : İbrânîce/İbrânîcesi.
İng. : İngilizce/İngilizcesi.
İSTEM |
: İslâm San’at, Tarih, Edebiyat ve Mûsikîsi Dergisi. |
İTED |
: İslâm Tetkikleri Enstitüsü Dergisi. |
İÜSBE |
: İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. |
JAOS |
: Journal of the American Oriental Society. |
JBL |
: Journal of Biblical Literature. |
JCSSS |
: Journal of the Canadian Society for Syriac Studies. |
JE |
: The Jewish Encyclopedia. |
JHMAS |
: Journal of the History of Medicine and Allied Sciences. |
JIASC |
: Journal of the Iraqi Academy, Syriac Corporation |
JNES |
: Journal of Near Eastern Studies. |
JRASGBI |
: The Journal of the Royal Asiatic Society of Great Britain
and Ireland |
km |
: kilometre. |
krş. |
: Karşılaştırınız. |
LM |
Le Museon |
m. |
Milâdî. |
M.Ö. |
Milâttan Önce. |
M.S. |
Milâttan Sonra. |
MD |
Muhafazakâr Düşünce. |
MN |
Milel ve Nihal. |
MÜİFD |
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi. |
NCE |
New Catholic Encyclopedia. |
OC |
Oriens Christianus. |
ö. |
Ölüm tarihi. |
red. |
Redaksiyon/Redakte eden. |
RQ |
Revue de Qumrân |
s. |
: sayfa. |
sad. |
: Sadeleştiren. |
SAÜİFD |
: Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi. |
SEÜİFD |
: Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi. |
St. |
: Saint/Aziz |
Sür. |
: Süryânîce/Süryânîcesi. |
TDV |
: Türkiye Diyanet Vakfı. |
thk. |
: Tahkik eden. |
thr. |
: Tahric yapan. |
TKSAD |
: Tarih Kültür ve Sanat Araştırmaları Dergisi. |
TTK |
: Türk Tarih Kurumu |
Tür. |
: Türkçe/Türkçesi. |
[ty] |
: Tarih yok/tarihsiz. |
UÜİFD |
: Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi |
vb. |
: ve benzeri. |
ve dğr. |
: ve diğerleri/ve diğer yerler. |
VT |
: Vetus Testamentum. |
vs. |
: ve saire. |
y. |
: Yaklaşık tarihi. |
[yy] |
: Yayın yeri yok. |
ZDMG |
Zeitschrift der Deutschen Morgenlandischen Gesellschaft. |
Tarihin
bilinen en eski uygarlıklarından olan Sümerler ve Akadlar’dan bu yana, Fırat ve
Dicle nehirleri boyunca uzanan Mezopotamya’da yaşayan çok çeşitli halklar;
kültür, medeniyet ve bilhassa bilimin gelişmesine büyük katkı sağlamışlardır.
Doğal olarak bu coğrafya, medeniyetin beşiği olarak anılagelmiştir. Mezopotamya
kavimlerinden biri olarak bilim ve düşünce hayatına yapmış oldukları büyük
katkılarla hatırlanan Süryânîler de asırlar boyunca bu topraklarda
yaşamışlardır. Hıristiyanlığı benimsemiş Sâmî bir kavim olan Süryânîler’in
kökeni; Suriye-Mezopotamya coğrafyasına daha önceden gelmiş ve yerleşmiş
kavimlerle, milattan önceki ikinci binyıl boyunca bölgeye girmiş olan
Ârâmîler’e dayanmaktadır. Dolayısıyla Süryânîler; çağlar boyu süren
etkileşimleri sonucunda, büyük ölçüde Ârâmîleşmiş olan Asurlular ve
Babillilerin de mirasçıları olarak değerlendirilmelidir. Bu doğrultuda,
araştırma içerisinde Süryânîler dendiğinde; belli bir dinî mezhep veya
mezheplerin müntesipleri değil bir kavim, bir millet kastedilmiş olacaktır.
Süryânîler’in konuştuğu dil ise, orta dönem Ârâmîcesi’nin bir lehçesi olan
Süryânîce’dir.
Bir millet
olarak tarih sahnesine çıkmaları milattan sonraya denk gelen Süryânîler
tarihleri boyunca merkezi bir devlete sahip olamamışlardır. İslâm hâkimiyetine
kadar daha çok Bizans ve Pers devletlerinin İslâm’dan sonra ise önce Müslüman
Araplar’ın, ilerleyen dönemlerde de bölgede kurulan çeşitli Müslüman
devletlerin, bir dönem de kısmen Haçlıların ve Moğolların egemenlik sahası
içinde yaşamışlardır. Yaşamış oldukları coğrafyanın İslâm öncesi çağlardan
itibaren büyük savaşlara sahne olması, dahası Hıristiyanlık bünyesinde ortaya
çıkan ve yer yer katliamlara kadar varan teolojik tartışmalar neticesinde
Süryânîler; genel olarak hâkim devletlerin sosyal, ekonomik ve dinî baskısı
altında kalmışlardır. Bununla birlikte Süryânîler, özellikle teolojik
tartışmaların tetiklemesi sonucunda kendilerine ait bağımsız kiliseler
bünyesinde örgütlenmiş ve yetişmiş din adamı ihtiyacını karşılamak için
eğitim-öğretime önem vermişlerdir. Ayrıca hâkimiyeti altında yaşadıkları
devletlerin dilleri olan Grekçe ve Farsça’yı bilmeleri de Süryânî bilginlerin
bu dillerde yazılmış olan bilimsel eserlere kolayca ulaşmalarını sağlamıştır.
Bu özellikleri sayesinde, daha çok din adamı sınıfından olan Süryânî bilginler;
bilime önem veren krallar tarafından saygı ve destek görmüşlerdir.
Süryânîler’in bilime karşı bu olumlu tavırlarının İslâmî döneme de taşınmış
olduğu bilim çevrelerince genel kabul görmüş bir olgudur. Araştırma esnasında
ayrıntılarıyla üzerinde durulacağı üzere, Süryânî bilginler ile İslâm bilim
çevreleri arasındaki en sıkı ve verimli ilişki Abbâsîler’in de varlıklarını
sürdürmüş oldukları II-VII/VIII-XIII. asırlar arasında kurulmuştur. Bu nedenle
konu Abbâsîler dönemiyle sınırlı tutulmuştur.
Araştırmanın
amacı, sınırları çizilen dönemde yaşamış olan Süryânî bilginleri bilimsel
çalışmalarıyla birlikte tespit etmek ve bu dönemde Süryânîler’in bilimsel
ilgilerinin durumunu ortaya koymaktır. Süryânîler devletin hâkimiyet merkezi
olan Irak ve onu çevreleyen Yukarı Mezopotamya, Suriye ve İran’ın kuzybatısındaki
bölgede kalabalık nüfuslar halinde yaşamakta; daha çok manastırlar, teoloji
okulları ve kiliselerin bünyesinde bulunan din adamları belli oranlarda bilimle
meşgul olmaktaydılar. Zira onlar, asırlardan beri Greklerin, Perslerin ve
Mısırlıların egemenliği altında yaşamışlar, onlar tarafından geliştirilen
felsefe ve bilimi tahsil etmişler ve belli ölçüde geliştirmişlerdi. Tarihi
süreç bu şekilde devam ederken; Müslümanların - özellikle de Abbâsîlerin-
bölgeye hâkim olması, acaba Süryânî bilim adamlarının çalışmalarını nasıl
etkilemiştir? Daha önceden aşina olmadıkları farklı bir dinî ve kültürel
atmosfer içinde bilimsel faaliyetlerini sonlandırmışlar veya azaltmışlar mıdır,
yoksa yeni otoritenin destek ve himayesi sayesinde çalışmalarını ilerletme
imkânı mı bulmuşlardır? Bu bağlamda, sözü edilen dönemdeki bilim merkezleri ve
bilim geleneği göz önüne alındığında, Abbâsî hâkimiyetiyle birlikte yıldızı
parlayan Bağdat’ın bu bilimsel geleneğe müspet veya menfi herhangi bir etkisi
olmuş mudur? Abbâsîler dönemi boyunca, Bağdat başta olmak üzere bölgede yaşamış
olup isimleri tespit edilebilen Süryânî bilim adamları kimlerdir ve bunların
bilimsel ilgi alanları ve faaliyetleri nelerdir? Araştırmanın genelinde bu tür
soruların yanıtları bulunmaya çalışılacaktır.
Amaç bu
şekilde belirlenmiş olmakla birlikte, araştırmanın henüz başlangıç
aşamasındayken daha büyük bir problemle karşılaşılmıştır. Elbette Süryânî
bilginlerin sağlıklı ve doğru bir şekilde ele alınabilmesi için herşeyden önce
Süryânîler’in kim olduğu ve Süryânîliğin ne olduğu hakkındaki soru
işaretlerinin giderilmesi gerekmekteydi. Hızlı bir literatür taramasının
ardından Türkiye’de Süryânîler ve Süryânîlik konusundaki bilimsel
araştırmaların sayıca çok az olduğu, sayıca daha fazla olmakla birlikte akademik
nitelik taşımayan yazıların ise okuyucuya doyurucu ve derli toplu bilgi verme
konusundaki yetersizliği dikkati çekmiştir. Daha çok geçmişten günümüze
Süryânîler, tüm yönleriyle Süryânîler, dünden bugüne Süryânîler gibi genel
başlıklar taşıyan bu eserlerin; içerik olarak belli konular etrafında döndüğü
ve konu hakkında sistemli bir bilgi sunamadığı görülmüştür. Dışarıdan bir bakış
açısıyla konuyu ele alan eserlerde önemli bilgi eksikliklerine ve bundan doğan
bir karışıklığa rastlanırken, Süryânîliğin farklı mezheplerine mensup yazarlar
tarafından kaleme alınan eserlerin ise meseleyi tek yönlü ele aldığı ve bu
yönüyle objektiflikten uzak olduğu tespit edilmiştir. Dolayısıyla okuyucu bu
eserlerden, Süryânîler hakkında derli toplu bir bilgi almak yerine; kendisini
tam bir kavram kargaşasının içinde bulmaktadır. Kimdir bu Süryânîler? Ârâmîler,
Keldânîler veya Asurîlerle Süryânîler’in ilişkisi nedir? Süryânîce ve Ârâmîce
aynı dil midir, yoksa farklı diller midir? Doğu Süryânîleri, Batı Süryânîleri,
Yakûbîler, Nestûriler, Mârûnîler, Melkitler, monofizitler, miyafizitler,
diyofizitler... Bütün bu kavramlar tam olarak neyi ifade etmektedir ve
birbiriyle alâkası nedir? Ne yazık ki kütüphanelerimizde konuyla ilgili mevcut
Türkçe eser, makale ve ansiklopediler gözden geçirildiğinde, araştırmamız için
altyapı oluşturacak doyurucu bilgiye ulaşmak mümkün olmamıştır. Bu nedenle
araştırmanın başlangıç aşamasında yabancı kaynaklar üzerinden kapsamlı bir
araştırma yapılarak; Süryânîler kimdir, kim değildir, kökenleri nereye
dayanmaktadır, dilleri nedir, Hıristiyanlık’tan sonra ve İslâmî dönemde genel
olarak durumları ne olmuştur. gibi soruların yanıtları aranmıştır. Bu esnada
farklı Süryânî topluluklarının, başkalarının onları tanımladıkları gibi değil
onların kendilerini tanımladıkları gibi anlaşılmasına özen gösterilmiş;
araştırma sonucunda elde edilmiş tespitleri giriş bölümünde sistemli ve özet
bir şekilde sunmanın faydalı olacağı düşünülmüştür. Bu bakımdan giriş
bölümünde; Süryânîler’in kökeni hakkında verilen bilgilerin ardından Süryânîler
arasında Hıristiyanlığın yayılması, teolojik tartışmalar sonucu Süryânîler’in
farklı kiliseler bünyesinde örgütlenmesi, İslâm hâkimiyetindeki durumları ve
son olarak İslâmlaşma ve Araplaşma süreci incelenmiştir. Bu sayede Süryânîler’in
kim olduğu konusunda okuyucunun zihnindeki muhtemel muğlaklığın giderilmesi ve
Süryânîler’in çeşitli şekillerde isimlendirilmelerinden doğan kavram
kargaşasının da önüne geçilmesi umulmaktadır.
Bu
araştırma, her ne kadar birçok yerde zorunlu olarak iç içe geçmiş olsa da, bir
bilim tarihi veya düşünce tarihi araştırması değildir. Bu bakımdan çalışma
içerisinde Süryânî düşüncesinin İslâm düşüncesine etkileri, Müslümanların
yabancı bilimler ve tercümeler karşısındaki tutumları, dışarıdan alınan yabancı
bilimlerin İslâm biliminin gelişimine katkıları gibi konuların -genel bilgiler
dışında- ayrıntılarına girilmeyecektir. Zira böyle bir inceleme ayrı uzmanlık
alanlarında hâkim olmayı ve farklı bağlamda daha kapsamlı okumalar yapmayı
gerektirmektedir. Araştırma içerisinde bu tür konulara sadece işaret edilip
konunun ayrıntısının ehline bırakılması tercih edilmiştir. Diğer taraftan
-araştırmanın alanı İslâm tarihi olmasından dolayı- konuları, siyasal ve
toplumsal gelişmeler ile Süryânî bilginler ve bilim dünyası arasındaki
etkileşimi göz önüne alarak incelenmenin daha doğru bir yaklaşım olacağı
düşünülmüştür. Bu bakımdan konu bölümlere ayrılırken Süryânîler’in İslâm bilim
dünyası ile ilişkisi ve bilim alanındaki etkinliklerini öne çıkaran bir
perspektif ortaya konmuştur.
Süryânîler’in
bilim konusundaki etkinliklerinin Abbâsîler dönemi ile başladığını düşünmek
büyük bir yanlışlık olur. Onlar milâdî ilk yüzyıllardan itibaren şöyle veya
böyle bilimsel bazı etkinliklerin içine girmişlerdi. Benzer şekilde Abbâsîler
döneminde büyük gelişmelerin yaşandığı bilimler de daha eskiye dayanan bir
geçmişten yoksun değildi. Bu bakımdan hem Süryânîler’in bilimsel gelenekleri
hem de dönemin bilimsel atmosferini tanımak amacıyla birinci bölümde; bir din
ve bilim dili olarak gelişen Süryânîce, Süryânîerin bilim ile ilgileri ve
Abbâsîler’den önceki bilimsel ortam incelenecektir.
Çalışma
bölümlere ayrılırken; Süryânî bilginlerin Abbâsî hilâfeti ve dönemin bilim
çevreleri ile ilişkileri ve etkinlikleri dikkate alınmıştır. Bu doğrultuda Süryânîler’in
Abbâsîler dönemi bilim hayatında üç farklı evreden geçtikleri görülmektedir.
Birinci evrede Süryânîler Abbâsî sarayı ve bilim hayatında yeni yeni görülmeye
başlamışlar, ikinci evrede tercüme faaliyetlerinin de yoğunlaşmasıyla
etkinliklerini hissettirmişler, üçüncü evrede ise giderek etkinliklerini
kaybetmişlerdir. Yine de ifade etmek gerekir ki, bu üç evreyi birbirinden kesin
çizgilerle ayırmak mümkün değildir. Bununla birlikte Süryânî bilginler ilk defa
Halife Mansûr (hilâfeti: 136-158/754-775) döneminde Bağdat çevrelerinde
görülmeye başlamıştır. Bu dönemde Süryânî bilginlerle kurulan ilişliler daha
çok tıp ve kâtiplik gibi pratik bazı ihtiyaçlardan kaynaklanmaktaydı. Bu evre
ikinci bölümde ele alınacaktır. Halife Hârûnürreşîd (hilâfeti: 170-193/786-809)
döneminden itibaren Grekçe bilimsel eserlerin Arapça’ya tercümesinin gündeme
gelmesi ve bu yöndeki talebin artması Grekçe bilen Süryânî bilginlere duyulan
ihtiyacı artırmıştır. Yaklaşık iki asır devam eden bu tercüme hareketi
süresince Süryânîler Bağdat bilim çevrelerinde etkin olmuşlardır. Bu nedenle
III-IV/IX- X. asırlar Abbâsîler dönemi bilim hayatında Süryânîler’in ikinci
evresi olarak tespit edilecek ve üçüncü bölümde incelenecektir. IV/X. asırdan
itibaren ise Süryânîler giderek bilimsel etkinliklerini yitirmişlerdir.
Abbâsîler’in yıkılışına kadar devam eden bu süre, Süryânî biliminin gerileme
evresi olarak kabul edilebilir. Bu dönem de dördüncü bölümde ele alınacaktır.
Her bölümün girişinde; o bölüm için sınırları belirlenmiş dönemin bilimsel
ortamı, siyasî ve toplumsal gelişmeler bağlamında açıklanmaya çalışılmıştır.
Her biri ayrı bir başlık altında incelenen bilginlerin ise önce kaynaklarda
tespit edilebildiği kadarıyla biyografilerine ve ardından bilimsel
çalışmalarına yer verilecektir.
Bölümler bu
şekilde belirlendikten sonra tespit edilen Süryânî bilginler, yaşamış oldukları
döneme göre kronolojik bir sıra dahilinde incelenmiştir. Elbette, bazı
şahsiyetlerin hayatını tek bir dönemin tarih aralığına yerleştirmek mümkün
olamayacaktır. Böyle durumlarda bilginlere, daha etkin oldukları dönem içinde
yer verilecektir. Burada karşılaşılan daha büyük bir problem ise kaynaklarda
geçen isimlerin Süryânî olup olmadığının tespiti noktasında olmuştur. Bu
aşamada öncelikle, tabakât kitapları başta olmak üzere kaynaklarda ve modern
araştırmalarda Süryânî olduğu açık bir şekilde ifade edilen isimler tespit
edilmiştir. Bu anlamda kaynakların Süryânî, Ya‘kûbî, Nestûrî
ve Melkî gibi ifadeleri referans kabul edilmiştir. Ancak belirtmek
gerekir ki, hakkında özellikle son üç ifadenin kullanıldığı kişilerin kesin
olarak Süryânî olduğunu söylemek mümkün değildir. Zira bu ifadeler bir
milletten daha çok dinî bir mezhebi ifade etmekte, bu mezheplerin bünyesinde
ise Süryânîler’den başka milletler de bulunabilmekteydi. Yine de bu durumdaki
isimler, şayet haklarında kaynaklarda veya modern araştırmalarda aksine
herhangi bir kayıt bulunmuyorsa, Süryânî kabul edilmiş ve çalışmanın kapsamına
alınmıştır. Bu kişilere örnek olarak Süryânî kiliselerine mensup din adamları
gösterilebilir. Tabakât kitaplarında adı geçen çoğu bilgin hakkında ise sadece
Hıristiyan olduğu kaydı bulunmaktadır. Araştırma sürecinde bu durumda olanların
isimleri tespit edilmiş olmakla birlikte; bu kişiler, ancak başka bir kaynakta
veya modern bir çalışmada Süryânî olduğu belirtilmiş veya kendisiyle ilgili
bilgiler içinde Süryânî olduğuna dair bir işaret bulunabilmişse Süryânî
bilginler arasına dahil edilmiştir. Bu anlamda isim, künye, doğum yeri gibi
bilgiler zaman zaman bazı ipuçları sağlamış olsa da her zaman böyle bir tespiti
yapmak mümkün olmamıştır. Zira İslâmî dönemde pek çok gayr-i müslim, Müslüman
isimlerini rahatlıkla kullanabilmiştir. Bu durumda hakkında küçük de olsa
Süryânî olduğuna dair bir işaret bulunabilenler çalışma kapsamına alınırken, diğerleri
çalışma dışında bırakılmıştır.
Süryânî
bilginlerin tespitinde karşılaşılmış olan bir diğer problem ise; kaynaklarda
Süryânî olduğu ifade edilen bazı isimlerin, sonraki çalışmalar sonucunda
Süryânî asıllı olmadığının ortaya çıkmış olmasıdır. Bunlar arasında Huneyn b.
İshâk ve oğlu İshâk b. Huneyn, Yahyâ b. Adî ve Metta b. Yûnus gibi isimler
zikredilebilir. Dahası bu şahsiyetlerin Ya ‘kûbî veya Nestûrî
oldukları da kaynaklarda açık bir şekilde ifade edilmektedir. Ne var ki
bunlardan ilk üçü Arap asıllı iken sonuncusu Grek asıllıdır. Anlaşıldığı
kadarıyla bu ve benzeri isimlerin Süryânîce bilmeleri, tercüme yapmaları,
Süryânîce yazmaları veya bir Süryânî kilisesine mensup olmaları Süryânî olarak
anılmalarına sebep olmuştur. Doğrusu bu kimseler; Suriye-Mezopotamya
coğrafyasının, kökleri İslâm öncesine dayanan kadim Ârâmî/Süryânî
şehirlerinde yetişmiş, bu şehirlerin baskın motifi olan Ârâmî/Süryânî
kültürünün etkisinde kalmış ve anadilleriyle birlikte hâkim dil olan Ârâmîce
lehçelerini de konuşabilen kimselerdir. Hiç şüphesiz bu isimler de kolaylıkla
çalışmanın kapsamına dahil edilebilirdi. Zira İslâm kültürünün hâkim olduğu
dönemlerde yaşamış Süryânîler ve Yahudiler gibi gayr-i müslim topluluklara
mensup bilginler ne kadar İslâm bilim ve düşünce hayatının birer parçası ise,
aslen Süryânî olmayan bu kimseler de aynı ölçüde Süryânî bilim ve düşünce
hayatının birer parçası durumunda idiler. Bununla birlikte araştırma, elbette
imkânlar elverdiği ölçüde, Süryânî toplumuna mensup olduğu tespit edilebilen
bilginleri inceleme amacındadır. Bu nedenle adı yukarıda geçen kişilerle durumu
onlar gibi olanlar, araştırmanın kapsamı dışında bırakılmıştır. Aynı sebeple,
sonradan Müslüman olmuş olmalarına rağmen Süryânî asıllı Ali b. Rabben
et-Taberî ve İbnü’l-Hammâr ise Süryânî bilginler arasında incelenmiştir. Ayrıca
ifade etmek gerekir ki araştırma esnasında, bilimsel herhangi bir çalışması
bulunmamakla birlikte kaynaklarda adı geçen pek çok Süryânî isim tespit
edilmiştir. Bunlar arasında özellikle meslek olarak hekimlikle uğraşanlar ve
kilise bünyesinde görev yapan din adamları sayılabilir. Bu durumdaki isimler
de, Süryânîler’in bilimsel yönlerini incelemeyi konu edinmiş olan bu
araştırmaya dahil edilmemiştir. Bu sebeple, farklı dönemlerde halifelerin
hizmetinde bulunmuş; Ebû Kureyş Îsâ, Îsâ b. Şühlâf, Ebû Yuhannâ Mâseveyh,
Mihâîl b. Mâseveyh gibi Süryânîler’den daha pek çok meşhur isme araştırmada yer
verilmemiştir.
Metin
içinde adı geçen idareci ve kilise yöneticilerinin görev yaptıkları yıllar
parantez içinde verilmiştir. Bu iki grup dışında adı geçenlerin ise ölüm
tarihleri yine parantez içinde gösterilmiştir. İslâmî dönemdeki
tarihlendirmelerde hicrî ve milâdî seneler yan yana yazılmıştır. Arapça
ifadelerin yazılışında Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA)
tarafından benimsenen kurallar takip edilmiştir. Çalışmada başlık olarak
incelenmiş isimler metin içinde geçtikleri yerlerde bold karakterle
gösterilmiştir.
Süryânîce
isimlerin Türkçe yazılışlarından kaynaklanabilecek yanlışlıkların önüne geçmek
için çoğu yerde Arapça, Süryânîce ve İngilizce yazılışları da gösterilmiştir.
Metin içerisinde şahıs isimleri dışında pek çok kitap ve yer ismi de
geçmektedir. Bu ifadelerin yazılışında sade bir yöntem tercih edilmiş olup
Süryânîce alfabedeki yirmi iki harf genel karşılıklarıyla verilmiştir. Bu
harflarden altısı; yani b- bh/v (^),
g-gh/ğ (^), d-dh/z (ג), k-kh (^), p-ph/f (^) ve t-th/s
(^) harfleri, kelime içindeki durumuna
göre bazen sert bazen de yumuşak okunabilmektedir. Bununla birlikte ifadeler
yazılırken yumuşama durumu dikkate alınmaksızın her yerde, yukarıda kalın
puntoyla gösterilmiş olan sert harf karşılıkları tercih edilmiştir. Böylelikle
Süryânîce bilmeyenlerin ifadeyi daha kolay bir şekilde okuyabilmesi
amaçlanmıştır. Diğer taraftan ifadelerin Süryânîce yazılışları da mümkün
mertebe verilmiştir. Bu konu ile ilgili dikkat çekilmesi gereken bir diğer
nokta da Doğu Süryânîleri ile Batı Süryânîleri arasındaki telaffuzunda
farklılık gösteren zkofo (06 [^^o\|) harekesinin yazımı hususudur. Bu
noktada söz konusu ifade hangi gelenekle ilgili ise o gelenekteki
seslendirilişi esas alınarak yazılmıştır. Mesela, Barsavma/o (^ס?סמ)
ismi, şayet Doğu Süryânîleri’nden birine ait ise Barsavma, Batı
Süryânîleri’nden birine ait ise Barsavmo şeklinde latinize edilmiştir.
Araştırma
süresince farklı türlerde yazılmış pek çok tarihi kaynaktan istifade
edilmiştir. Bunlar arasında genel tarihler, şehir ve bölge tarihleri, coğrafya
eserleri, tabakât eserleri, kilise tarihleri, bilim tarihine dair eserlerle
dinler ve mezhepler tarihine dair eserler bulunmaktadır. Ancak çalışmanın
Abbâsîler döneminde ilmî hayatta Süryânîler gibi sınırları pek geniş olmayan
bir konu olması, bazı kaynak türleri üzerinde yoğunlaşmayı zorunlu kılmıştır.
Bundan dolayı istifade edilen kaynak türleri ve eserler hakkında, araştırma
esnasındaki kullanım sıklıklarını göz önüne alarak bilgi vermek daha isabetli
olacaktır.
Bilim
adamlarını konu edinmesinden dolayı araştırmada, en fazla müracaat edilen
kaynak türü; özellikle bilgin, hekim ve filozofların biyografilerini konu
edinen tabakât eserleri olmuştur. Herhangi bir milliyet ayrımı yapılmaksızın bu
eserler, Müslüman olsun veya olmasın İslâm toplumunun bir parçası kabul edilen
bütün bilginlerin hayatlarını ve bilimsel çalışmalarını içerecek şekilde kaleme
alınmıştır. Dolayısıyla bu eserlerde, Abbâsîler döneminde yaşamış Süryânî
bilginler hakkında tatmin edici miktarda malzemeye ulaşmak mümkün olmuştur.
Tabakât eserlerinde söz konusu edilen şahısların genel olarak; ismi, dini,
hayatı boyunca yaşadığı yerler ve başından geçen olaylar, irtibat kurduğu
kişiler, ilmî kariyeri, varsa eserleri ve bilimsel görüşleri hakkında bilgiler
sunulmaktadır. Bu eserlerin genelinde şahısların -tespit edilebilmişse- doğum
ve ölüm tarihlerinin gün, ay ve yıl olarak verilmesine özen gösterilmiştir.
Her ne
kadar İshâk b. Huneyn (ö. 298/910), Grek hekim ve filozofların hayatlarını
inceleyen bir tıp ve felsefe tarihi[2] kaleme almışsa da; Endülüslü
hekim, tıp ve felsefe tarihçisi İbn Cülcül’ün (ö. 384/994?) eseri, İslâm
dünyasındaki hekim ve filozofları konu edinmesi bakımından bu alanda ilk olma
özelliğini taşımaktadır. Müellif, Tabakâtü’l-etıbbâ ve’l-hükemâ adlı
eserini yazma amacının isimleri ve eserleri unutulmuş olan eski bilginleri
tanıtmak olduğunu ifade eder. Dokuz tabaka halinde düzenlenmiş olan eserin
yedinci tabakası Abbâsi coğrafyasında yaşamış bilginlere ayrılmıştır. Ancak
burada yer alan bilginler hakkında sunulan bilgiler oldukça muhtasar olmakla
birlikte önemli sayılabilecek pek çok isimden ise hiç bahsedilmemiştir. Diğer
taraftan biyografisine yer verilen isimler hakkında da yanlış tarihlendirme ve
bilgilere sıkça rastlanmaktadır. Söz gelimi, Buhtîşû‘ ailesinden bazı isimler
kitapta yer almamakta; esere alınan Buhtîşû‘ ve Cibrâîl hakkındaki bilgilerde
ise bazı eksiklik ve karışıklıkların olduğu dikkati çekmektedir. Buna karşılık
Mağrib ve Endülüslü bilim adamları hakkında düzenlenmiş olan sekizinci ve
dokuzuncu tabakaların daha muhtevalı olduğu göze çarpmaktadır.
Endülüslü
diğer bir kaynak müellifi de Sâid el-Endelüsî’dir (ö. 462/1070). Hayatı boyunca
Endülüs’ün çeşitli bölgelerini gezen Sâid, görüştüğü bilim adamları ve
incelediği kitaplardan birçok bilgi toplamıştır. Ölümünden birkaç yıl önce
tamamladığı ve Tabakâtü’l-ümem diye meşhur olan eserinin asıl adı Kitâbü’t-Tâ’rîf
bi-tabakâti’l- ümem’dir.2 Eser özellikle Endülüslü bilim
adamları hakkında verdiği bilgiler bakımından oldukça zengindir. Sâid kitabını
dört bâba ayırmış, dördüncü bâbda bilimle ilgilenen milletleri farklı
tabakalarda incelemiştir. Bu bâbın Romalılarda ilim ve Araplar’da ilim
başlıkları, çalışmamıza kaynaklık etmesi bakımından önemlidir. Sâid el-
Endelüsî’nin Abbâsî coğrafyasında yaşamış Süryânî bilginler hakkında vermiş
olduğu bilgilerin, kendisinden yaklaşık yüz yıl önce vefat etmiş olan İbn
Cülcül’den daha muhtevalı olduğu söylenemez. Tıpkı İbn Cülcül gibi o da söz
konusu şahsiyetler hakkındaki bölümleri özet bırakmış, dönemin meşhur birçok
ismini de eserinde hiç zikretmemiştir. Tabi ki, Endülüslü bu iki müellifin
Abbâsî coğrafyasına uzaklıklarının, bu konuda daha doyurucu bilgiye
ulaşmalarına imkân vermediği düşünülebilir.
Konuyla
ilgili çalışma yapan bir diğer âlim, Sicistânî’nin (IV/X. asır) Grek
filozoflarını konu edinen Sıvânü’l-hikme’sine zeyl olarak, Tetimmetü
Sıvâni’l-hikme adlı eseri kaleme alan Ali b. Zeyd el-Beyhâkî’dir (ö.
565/1169). Eser aynı zamanda Târîhu
Sâid el-Endelüsî, Tabakâtü’l-ümem, nşr. P. Louis Cheikho, Beyrut:
1912. hükemâ’i’l-İslâm adıyla da bilinmektedir.[3] Biyografilerini pek uzun
tutmayan müellifin eserinden, ancak sınırlı sayıda Süryânî bilgin hakkında
istifade edilebilmiştir. Beyhakî’nin eseri, bilginlerin bazı bilimsel
görüşlerini ve özlü sözlerini vermesi bakımından orijinaldir.
Eserleri araştırmamıza kaynaklık etmesi bakımından tabakât müellifleri
arasında zikredilmesi gereken en önemli kişiler ise İbnü’l-Kıftî (ö. 646/1248)
ve İbn Ebû Usaybia’dır (ö. 668/1270).
İhbâru’l-‘ulemâ bi-ahbâri’l-hükemâ adlı eserinde
İbnü’l-Kıftî;
mantık, felsefe, astronomi, tıp, botanik gibi bilimlerde antik çağlardan beri
tanınmış olan pek çok bilginin biyografisine yer vermiştir.[4]
Eser, Abbâsîler döneminde gerçekleşen tercüme hareketi boyunca hangi kitapların
tercüme edildiği ve bu tercümelerin kimler tarafından yapıldığı konusunda da
kapsamlı bilgiler sunmaktadır. Bu bakımdan İhbâru’l-ulemâ, hem Süryânî
bilginler hem de Süryânî tercümanlar konusunda bilgi elde edilen en önemli
kaynaklardan birisi olmuştur. İbn Cülcül, Sâid el- Endelüsî ve İbnü’n-Nedîm
gibi kaynaklardan da istifade edilmiş olan eserin dikkat çekici özelliklerinden
biri de, diğer tabakât kitaplarının aksine isimleri herhangi bir tabakaya
ayırmadan alfabetik olarak incelemesidir.
İbn Ebû
Usaybia ise daha çok tıp bilginlerine tahsis etmiş olduğu ‘Uyûnü’l- enbâ fî
tabakâti’l-etibbâ adlı eserinde, yine antik çağdan itibaren yaşamış olan
meşhur hekimlerin hayatlarına yer vermiştir.[5]
Hekimlere tahsis edilmiş olmasına rağmen eserde pek çok filozof ve düşünür
hakkında da bilgi bulunmaktadır. Bu durum elbette, o dönemde hekim ve filozof
arasındaki ayrımın çok belirgin olmamasından kaynaklanmaktadır. Çeşitli ortak
özelliklerini dikkate alarak bilginleri on beş tabakada ele alan İbn Ebû
Usaybia, Abbâsîler’in özellikle ilk döneminde yaşamış Süryânî bilginlerden ayrı
bir tabaka oluşturmuş ve sekizinci tabakayı onlara ayırmıştır. Değişik
dillerden Arapça’ya tercüme yapanlara ayrılan dokuzuncu tabakadakilerin de
büyük bir kısmı Süryânîdir. Müellifin Süryânî bilginler başlığı altında ayrı
bir tabaka oluşturmuş olması araştırmamız açısından büyük önem arz etmektedir.
Zira araştırma esnasında başka herhangi bir yerde Süryânî olduğu açık bir
şekilde ifade edilmemiş bazı bilginlerin Süryânî olduğuna dair bilgiler, bu
eserin sekizinci tabakasına dayandırılmıştır.
Felsefe,
tıp, matematik, astronomi gibi bilimlerle uğraşan bilginlerin biyografilerine
yönelmiş olan tabakât eserlerinden başka, farklı ilgi alanlarına göre
oluşturulmuş tabakât eserleri de araştırmanın kaynakları arasında yer
almaktadır. Zira bu eserler her ne kadar doğrudan doğruya Süryânî bilginleri
ele almıyorsa da; konu edindikleri şahsiyetle ilişkisi bakımından, bir Süryânî
bilginden dolaylı olarak bahsedebilmektedir.[6]
Şehirlerin
demografik yapısı ve bu şehirlerle bağlantılı isimler hakkında verdikleri
bilgiler dolayısıyla şehir tarihlerini de araştırmanın kaynakları arasında
zikretmek gerekir.[7] Ancak konu Süryânî bilginler
gibi sınırlı bir alan olduğundan bu tür kaynaklardan çok fazla istifade
edilemediği söylenmelidir. Fetihler esnasında gayr-i müslimlerin durumu ve
onlarla kurulan sosyal, hukuki ve ekonomik ilişkiler hakkında fütûh eserleri ve
bölge tarihlerinin sunduğu bilgiler önemlidir.[8]
Bu tür eserleri de araştırmanın giriş bölümünün kaynakları arasında zikretmek
gerekir.
Tabakât
türü eserler dışında Süryânî bilginler ve bilimsel çalışmaları hakkında bilgi
sunan en önemli eser hiç şüphesiz, biyo-bibliyografik bir çalışma olan el-
Fihrist’tir.[9] İbnü’n-Nedîm bu eserinde, İslâm
dünyasında öne çıkan bilginler ve bilimsel çalışmalarını derlemek suretiyle,
İslâm bilim tarihinin ilk dört asrına ışık tutmaktadır.[10]
[11] Bu dönemin son iki buçuk asrı
aynı zamanda Süryânî bilginlerin de İslâm bilim hayatındaki en aktif
dönemlerine denk gelmektedir. İbnü’n-Nedîm’in bu eserinden, özellikle
bilginlerin ilmî çalışmaları hakkında değerli bilgiler elde edilmiştir. Onun bu
çalışmasını örnek alan Süryânî yazar ‘Abdişu‘ b. Brika (ö. 1318) da Doğu
Süryânî bilginlerini ve eserlerini ihtiva eden bir çalışma kaleme almıştır.
Batı dünyasında Catalogue olarak anılan bu eseri Assemani, Biblioteca
Orientalis (BO) isimli çalışmasında yayınlamıştır.11 Bar
Brika’nın bu çalışması sayesinde pek çok Süryânî bilginin bugüne ulaşmamış olan
eserlerinden de haberdar olunabilmektedir. Bununla birlikte müellif, adı geçen
şahsiyetlerin hayatlarıyla ilgili herhangi bir bilgiye yer vermez. Daha çok
bilginlerin tespiti, eserleri ve isimlerinin Süryânîce yazılışı noktasında
eserden faydalanılmıştır.
Araştırmanın
kaynakları arasında kültür tarihine dair eserler kaleme alan Câhiz (ö. 255/869)
ve Ya‘kûbî’yi (ö. 292/905) de zikretmek gerekir.[12]
Zira bu eserler incelenen dönemin bilimsel atmosferi, ilmî tartışmaların seyri,
döneme hâkim olan görüşler, entelektüel sınıfın birbirleriyle ve idarecilerle
ilişkileri gibi konularda başka kaynaklarda rastlanmayan bilgiler sunmaktadır.
Araştırmanın önemli kaynaklarından biri de Huneyn b. İshâk’ın (ö. 260/873)
Galen’in eserlerinden tercüme edilenler hakkında bilgi verdiği risalesidir.[13] Tercüme hareketinin en yoğun
olduğu dönemde yaşamış, ilk elden bir aktarıcı olan Huneyn’in ifadeleri; bu
hareketin özellikleri ve işleyişi hakkında önemli veriler sunmaktadır. Huneyn,
kendi zamanında mevcut tercümelerin kimin talebi üzerine ve kim tarafından
yapıldığını tek tek belirtmekte, hatta bazen eserin ne kadar ücret karşılığında
tercüme edildiğini de söylemektedir. Huneyn’in risalesindeki en dikkat çekici
nokta, tercüme hareketinin kurumsal yapısı hakkında en küçük bir imada bile
bulunulmamış olmasıdır. Halbuki onun yaşadığı dönemde tercüme hareketinin,
halifelerin desteğiyle oluşturulan yapı sayesinde kurumsal bir hal kazanmış
olduğu, araştırmacılar tarafından sıklıkla vurgulanan bir husustur. Bunun
aksine risalenin geneline bakıldığında tercüme hareketinin; konuya ilgi duyan
belli şahısların siparişleri üzerine, bireysel veya Huneyn ve ekibi gibi
birlikte çalışan tercüman gruplarının bağımsız çalışmalarıyla sürdürüldüğü
izlenimi doğmaktadır. Konunun ayrıntılarına araştırma içerisinde de
değinilecektir.
Genel tarih
kitaplarında haklarında pek bilgi bulunmayan, İslâm dünyasının farklı
yerlerinde yaşayan halkların sosyo-kültürel ve ekonomik durumlarını öğrenmenin
en kolay yolu ise coğrafya kitaplarına bakmaktır.[14]
Bu kaynakların içerdiği çoğu konu araştırmamızla ilgili değilse de bir şehir
veya bölgenin nüfus yapısı ve burada yaşayan insanların dilleri ve dinleri
hakkında verilen bilgiler; araştırma esnasında karşılaşılan şahsiyetlerin millî
ve dinî aidiyetlerini tespit etme konusunda yardımcı olmuştur. Bunlar
içerisinde, aslen bir tarih ve coğrafya eseri olmakla birlikte İbn Fazlullâh
el-Ömerî’nin (ö. 749/1349) Mesâlikü’l-ebsâr fî memâliki’l-emsâr adlı eserini
özellikle zikretmek gerekir. İbn Fazlullâh çalışmasının “Meşâhîru’l-hükemâ
ve’l-etıbbâ ve’l-felâsife” başlıklı dokuzuncu bölümünde, İslâm dünyasında
yaşamış pek çok bilginin biyografisine yer vermiştir.[15]
Manastırlar üzerine yazılmış olan kaynaklar da yer yer bu kurumlarla ilgisi
olan din adamları ve bilginler hakkında tamamlayıcı bilgiler sunmuştur.[16]
Genel tarih
kaynakları genellikle siyasî konuları ele aldığından bu tür kaynaklarda,
incelenen dönemdeki bilim hayatı ve Süryânî bilginlerle ilgili derli toplu
bilgi bulmak pek mümkün değildir. Bununla birlikte genel tarih içerikli
kaynaklara daha çok İslâm tarihindeki olayların seyrini takip etmek gayesiyle
müracaat edilmiştir.[17] Diğer yandan bu
kaynakların; halifeler, idareciler ve devlet adamlarıyla kurdukları ilişkiler
sebebiyle zaman zaman dönemin Süryânî bilginlerinden de bahsetmiş olduğu ifade
edilmelidir. Yukarıda bahsi geçen tabakât kitaplarında mevcut olanlardan daha
farklı bilgilere çok az rastlanabiliyor olmasına karşılık, araştırma sürecinde bu
kaynaklar da ihmal edilmemiş, dikkatli şekilde taranmıştır. Müracaat edilen
genel tarih kitapları içinde Süryânîler tarafından kaleme alınmış olanlarsa,
çalışmamız için çok özel bir öneme sahiptir.[18]
Bununla birlikte içerdikleri bilgiler bakımından bu eserlerin, Müslüman
tarihçilerin kaleme aldıkları eserlerden çok farklı olmadığı ifade edilmelidir.
Diğer taraftan kilise tarihleri, özellikle din bilginleri ve Hıristiyanlığın
bölgede yayılışı hakkında verdikleri bilgilerle öne çıkmaktadır.[19] Bu eserlerde özellikle
patriklik ve piskoposluk yapmış olan Süryânî bilginler hakkında ayrıntılı bilgi
bulmak mümkündür.
Araştırmanın
konusuyla doğrudan ilgili olmamakla birlikte, giriş bölümünde İslâm hâkimiyeti
altında Süryânilerin durumu incelenirken ahkâm, harâc ve emvâl
türü kitaplardan da istifade edilmiştir. Bu kaynaklarda gayr-i müslimlerin
İslâm idaresi altındaki hukukî statüleri, ödemekle yükümlü oldukları vergiler,
gayr-i müslimlerin
yargılanması
gibi konular işlenmektedir. Bu bağlamda istifade edilen kaynaklar arasında Ebû
Yûsuf’un (ö. 182/798) Kitâbü’l-Harâc’ı,[20]
Ebû Ubeyd’in (ö. 224/838) Kitâbü’l-Emvâl’i,[21]
Mâverdî’nin (ö. 450/1058)
el-Ahkâmü’s-sultâniyye’si[22] ve İbn
Kayyım’ın (ö.
751/1350) Ahkâmü ehli’z-zimme’si[23]
bulunmaktadır.
İslâmiyet
içinde ortaya çıkan fırkaların yanında diğer din ve mezhepleri de konu edinen,
genel olarak milel ve nihal literatürü şeklinde
sınıflandırılabilecek eserler de araştırmanın kaynakları arasındadır.[24] Zira Hıristiyanlık içinde
ortaya çıkan teolojik tartışmalar sonucunda Süryânîler bağımsız kilise ve
mezheplerini oluşturmuşlardır. İncelenen dönemde Süryânî kiliselerinin durumunu
anlamaya yardımcı olması bakımından bu tür kaynakların verdiği bilgiler oldukça
önemlidir. Dönemin Müslümanları tarafından Hıristiyanlara yazılan reddiyeler de
araştırmaya konu olan dönemde, entelektüel dünyadaki Müslüman-Hıristiyan
ilişkisini yansıtmaktadır.[25] Araştırma esnasında
gerekli durumlarda Arapça ve Süryânîce sözlüklere de başvurulmuştur.[26]
Süryânî
bilginlerin hayatları ve Süryânî literatürü ile ilgili klasik Süryânî
kaynaklarının yetersiz olması ve mevcut bilginin de dağınık halde bulunmasına
karşılık, XVIII. asırdan itibaren Süryânî literatürü üzerine çok kapsamlı
araştırmalar yapılmıştır. Bu araştırmaların ilki, Batıdaki Süryânî araştırmalarının
da öncüsü kabul edilen Assemani’nin, Biblioteca Orientalis (BO) isimli
çalışmasıdır.[27] Aslen Lübnanlı Mârûnî bir din
adamı olan Assemani, sonradan Roma’ya yerleşmiş; burada Süryânî elyazmaları
üzerine yaptığı uzun süreli çalışmalarından sonra adı geçen eserini dört cilt
olarak kaleme almıştır. Eserin birinci cildi Mârûnî ve Melkit Kiliseleri,
ikinci cildi Süryânî Ortodoks Kilisesi, üç ve dördüncü ciltleri de Doğu
Kilisesi mensubu Süryânî bilginlere ayrılmıştır. Dili Latince olduğundan
eserden yeterince faydalanılamamış olmakla birlikte, araştırma esnasında
karşılaşılan şahsiyetlerin Süryânî olup olmadıkları ve hangi kiliseye mensup
oldukları konusunda çalışmadan bolca istifade edilmiştir. Ayrıca Assemani
çalışmasında, sıklıkla Süryânîce kaynak eserlerden alıntılarda bulunmuştur. Yer
yer şahıs ve eser isimlerini de içeren bu kısa metinler, isimlerin Süryânîce
yazılışları noktasında faydalı olmuştur. Süryânî literatürü üzerine yapılmış
bir diğer köşebaşı eser ise Baumstark’ın Geschichte der Syrischen Literatür
(GSL) isimli çalışmasıdır.[28] Araştırmasını İslâm öncesi ve
İslâmî dönem olarak iki kısma ayırmış olan Baumstark, İslâmî dönemdeki Süryânî
bilginleri de belli dönemlere ve mezheplere göre kabaca tasnif etmiştir.
Araştırma içerisinde yine Süryânî bilginlerin tespiti noktasında eserden önemli
ölçüde faydalanılmıştır.
Bu iki
kapsamlı eser dışında Süryânî düşüncesi ve literatürü üzerine daha derli toplu
ve genel bakış sağlayacak çalışmalar da yapılmıştır. Bu eserlerin bazıları
Latince olduğundan faydalanmak mümkün olmamıştır. Bununla birlikte özellikle
İngilizce ve Arapça kaleme alınmış olan eserlere ise araştırma içerisinde
sıklıkla başvurulmuştur. Bu eserlerden telif tarihi olarak en erken yazılmış
olanı, Wright’ın A Short History of Syriac Literature adlı eseridir.[29] Wright, kronolojik bir düzen
içerisinde Süryânî bilginler ve Süryânî düşüncesini incelemiştir. Abûnâ’nın
konuyla ilgili çalışması da Süryânî literatürü hakkında Arapça kaleme alınmış
bir eserdir.[30] İslâmî dönemde yaşamış Süryânî
bilginler için ayrı bölümlerin oluşturulduğu eser, bu bilginleri farklı
dönemlerde ve kendilerine ait mezhep başlıkları altında incelemektedir.
Abûnâ’nın çalışması yakın dönemde Ortadoğu’da yaşamış Süryânî bilginler
hakkında sunduğu bilgiler bakımından daha değerlidir. Zira Abûnâ bu bölgedeki
kaynaklar üzerinde çalışmıştır. Arapça kaleme alınmış bir diğer önemli çalışma
da Efrem Barsavm’ın kısaca el-Lü’lü’ü’l-mensûr ismiyle bilinen eseridir.[31] Çalışma bütün Süryânîler’i
değil, yalnızca Süryânî Ortodoks Kilisesi mensubu din ve bilim adamlarını
içermektedir. Yine Süryânî literatürü üzerine genel bir bakış açısı sunan
Duval,[32] Bettiolo,[33]
Chabot[34] ve Brock’un[35] çalışmalarından da araştırma
süresince istifade edilmiştir. Bunlar dışında Yusif’in; biri Süryânî
tarihçileri, diğeri Süryânî tercüman ve filozofları incelemek üzere kaleme
almış olduğu iki eseri de araştırma esnasında başvurulan önemli
kaynaklardandır.[36]
Süryânî
bilim tarihi üzerine yoğunlaşmış olan bu araştırmalardan başka, İslâm bilim
tarihi üzerine çalışma yapan araştırmacıların eserlerinden de büyük ölçüde
istifade edilmiştir. Zira İslâmî dönemde Süryânî literatürü, İslâm bilim
dünyasıyla yakın bir etkileşim içinde gelişimini sürdürmüştür. Din dışı
bilimler alanında, hatta reddiye literatürü ve teolojik konular çerçevesinde
gelişen dinî ilimler alanında dahi, Süryânî bilginlerin aynı zamanda İslâm
bilim hayatının bir parçası olduğunu söylemek hiç de yanlış olmaz. Bu sebeple
özellikle din dışı bilimlerde çalışma yapan Süryânî bilginler, İslâm bilim
tarihi araştırmalarının da kapsamı içinde ele alınmış ve değerlendirilmiştir.
Bu anlamda araştırmada, Brockelmann’ın Geschichte der Arabischen Litteratur
(GAL)[37] ve Sezgin’in Geschichte
des Arabischen Schrifttums (GAS) [38]
adlı çalışmalarının Arapça çevirilerinden büyük ölçüde istifade edilmiştir.
Bilginlerin hayatları ve bilimsel çalışmaları dışında, İslâm dünyasında
bilimlerin gelişimi ve bilimsel ortam hakkında da Sezgin’in çalışmasında
değerli tespitler bulunmaktadır. Yine İslâm dünyasındaki bilimsel ortamın
anlaşılabilmesi için Sezgin’in İslam’da Bilim ve Teknik ile Nasr’ın İslâm’da
Bilim ve Medeniyet isimli çalışmalarından istifade edilmiştir.[39] [40]
[41]
Abbâsîler
döneminde İslâm dünyasında yaşanan bilimsel gelişmelerin sürükleyici unsuru
içinde en dikkat çekici olanı hiç şüphesiz tercüme hareketi olmuştur. İlk başta
daha çok Farsça üzerinden gerçekleşmesine rağmen tercüme hareketi kısa süre
içinde Grekçe eserleri merkeze alacak şekle evrilmiştir. Oluşan bu yeni durum
ise Abbâsîler’in egemenliğinde yaşayan ve Grek bilimlerine ve Grekçeye şöyle
veya böyle aşina olan Süryânî bilim çevrelerinin önemini artırmıştır. Gerçekten
de Süryânî bilginler, beklendiği gibi bu süreçte çok etkin bir rol
oynamışlardır. Bu bakımdan araştırmaya konu olan dönemde yaşanan tercüme
hareketini çeşitli boyutlarıyla değerlendirebilmek için konu üzerine yapılmış
çalışmalara başvurulmuştur. Bu çalışmalar arasında; Gutas’ın Yunanca Düşünce
Arapça Kültür ,40 O’leary’nin
‘Ulûmü’-- Yûnân ve sübülü intikâlihâ ile’l-’Arab,41 Demirci’nin Beytü’l-hikme[42] adlı eserleriyle Şeşen[43] ve Karlığa’nın[44] konuyla ilgili makaleleri
sayılabilir.
Araştırmanın
başlangıç aşamasında, Süryânîler’in kim oldukları ve Süryânîliğin ne olduğu
konusunda netliğe ulaşmak gayesiyle mevcut Türkçe eserler gözden geçirilmiş;
ancak sayıca az olan bu çalışmaların okuyucuya Süryânîler hakkında güvenilir ve
derli toplu bir bilgi sunmaktan uzak olduğu görülmüştür.[45]
Süryânîler’in tarihi üzerine Türkiye’de yapılan araştırmalar incelendiğinde
sistemsiz bir içerik göze çarpmakta, araştırmacıların da genellikle konunun
ayrıntılarına hâkim olmadan yazdıkları anlaşılmaktadır. Bu da hem ortaya konan
çalışmalarda hem de okuyucunun zihninde Süryânîler ile ilgili bir kavram
kargaşasına yol açmaktadır. Bizzat Türkiyeli Süryânîler tarafından kaleme
alınmış olan eserlerde ise temel bir yaklaşım problemi bulunmaktadır. Zira
mensubu oldukları Süryânî mezhebinin penceresinden konuya bakan bu
araştırmacıların, eserlerini bütüncül ve objektif bir yaklaşımla kaleme
alamamış oldukları görülmektedir. Türkçe literatürdeki bu tür problemlerden
dolayı araştırmanın asıl konusuna geçmeden önce; Süryânîler’i tarihsel,
bilimsel ve kültürel açılardan tanımak ve okuyucuya tanıtmak adeta bir
zorunluluk olmuştur. Bu bakımdan araştımanın giriş bölümünde Süryânîler
hakkında genel bir bilgi sunmak amacıyla; Süryânîler’in milattan önceye dayanan
geçmişleri, Hıristiyanlaşmaları, kendi aralarında bölünmeleri ve İslâmî
dönemdeki dinî-sosyal-hukukî durumları hakkında bilgiler sunulmuştur.
Böylelikle Süryânîler ile ilgili zihinlerdeki belirsizliğin giderilmesi ve
muhtemel soruların da cevaplanmış olması hedeflenmiştir. Diğer taraftan
araştırmaya konu olan Süryânîler’in kökeni, nasıl bir kültürel geçmişe sahip
oldukları, kendi içlerinde yaşadıkları teolojik temelli düşünsel ayrılıklar
gibi hususlar; onların Abbâsîler dönemindeki bilimsel yönelişlerini de anlamak
açısından önem arzetmektedir.
Süryânîler’in
milattan önceye dayanan geçmişleri ve tarihleri konusunda yürütülen araştırma
kapsamında; Hitti’nin Suriye tarihi üzerine kaleme almış olduğu kitapları,[46] Günaltay’ın yakın doğu üzerine
yazmış olduğu kapsamlı eseri,[47] Brock ve arkadaşları
tarafından hazırlanan Saklı İnci isimli çalışma[48]
ve Bowman’ın konuyla ilgili makalesinden[49]
büyük ölçüde faydalanılmıştır. Bu çalışmalarda antik dönemde Süryânîler’in
durumuyla ilgili önemli ve derli toplu bilgiler sunulmaktadır.
Süryânîler’in
tarihine farklı yönlerden bakabilmek açısından bizzat Süryânîler tarafından
kaleme alınmış eserler de incelenmiştir. Bunlar arasında öne çıkanlar ise Malik[50] ve Aksoy’un[51] çalışmalarıdır. Süryânîler’in
Hıristiyanlık dönemindeki tarihleri hakkındaysa Rüstem’in, Kenisetü
medinetillahi Antakiyeti’l-uzma 34-634,[52]
Saka’nın Kenisetî’s-Süryânîyye,[53]
Abûnâ’nın Târîhu’l-Kenîseti’ş-Şarkiyye,[54]
Çelik’in Süryânî Tarihi,[55] Fortescue’nun The Orthodox
Eastern Church,[56] Yetim’in Tarihu’l-Keniseti’ş-
Şarkiyye,[57] Atiya’nın Doğu
Hıristiyanlığı Tarihi[58] ve Dolabani’nin Antakya
Süryânî Kadim (Ortodoks) Kilisesi Patriklerinin Özgeçmişi[59] adlı eserlerinden istifade
edilmiştir. Ayrıca, İslâm öncesi devirler incelenirken antik çağ ve dünya
tarihi,[60] Bizans tarihi,[61] İslâm öncesi Arap tarihi,[62] dinler tarihi ve Hıristiyanlık
tarihi[63] eserlerine de sıklıkla
müracaat edilmiştir.
İslâmî
dönemde Süryânîler incelenirken Süryânîler’in hukukî statüleri, kiliselerin
durumu ve Süryânîler’in İslâm kültürünün baskın atmosferi altında zamanla
Müslümanlaşmaları ve Araplaşmaları üzerinde durulmuştur. Bu başlık altında da
daha çok yine Hitti’nin yukarıda zikri geçen eseriyle birlikte Siyâsî ve
Kültürel İslam Tarihi adlı çalışmasından,63 [64]
bunun dışında Öztürk’ün İslam Toplumunda Hristiyanlar,[65] Abduh’un es-Sûriyyûn
ve’l-hadâratü’s-Süryâniyye[66] ve Lewis’in The Arabs in
History[67] adlı eserlerinden
çokça faydalanılmıştır. Özellikle hukukî konularla ilgili yerlerde ise Tritton,[68] Harbutlî,[69]
Fayda[70] ve Hamidullah’ın[71] çalışmalarından istifade
edilmiştir. Yine bu konularda tamamlayıcı bilgiler sağlaması amacıyla genel
tarih ve İslâm tarihi kaynakları ile kültür ve medeniyet tarihi eserlerine de
başvurulmuştur.[72] Ayrıca Süryânî düşünce ve
felsefesinin gelişimi ve özellikleri konusunda Doru’nun eserlerinden
faydalanılmış,[73] gerek İslâm felsefesi gerekse
genel felsefe tarihiyle ilgili ihtiyaç duyulan yerlerde de felsefe tarihi
eserlerine başvurulmuştur.[74] Araştırmaya konu olan
dönemlerin bilimsel ortamı incelenirken yine; hadis,[75]
tefsir,[76] fıkıh[77]
ve kelâm[78] tarihi eserlerinden istifade
edilmiştir.
Araştırma
esnasında ansiklopedi maddelerine de sıkça başvurulmuştur. Bu bağlamda en sık
müracaat edilen kaynak, Süryânîlik çalışmalarında bir el kitabı niteliğinde
olan Gorgias Encyclopedic Dictionary of the Syriac Heritage (GEDSH) isimli
çalışma olmuştur.[79] Süryânîler ve Süryânîlik
üzerine uzman olan dünya çapındaki pek çok akademisyenin katkısı bulunan
çalışma, New Jersey’de Süryânîlik üzerine kapsamlı araştırmalar yapan Beth Mardutho:
The Syriac Institute öncülüğünde hazırlanmıştır. Bu ansiklopedik sözlük dışında
araştırma esnasında müracaat edilen kaynaklar arasında ERE, ER, CE, NCE, JE,
EJd2, EI2,
İA, DİA bulunmaktadır.[80]
Catholic Encyclopedia, I-XV, ed. Thomas Carson,
Joann Cerrito, USA: Thomson Gale, 2013; JE: The Jewish Encyclopedia,
I-XII, ed. Isaac K. Funk ve dğr., New York ve Londra: 1901-1906; EJd2:
Encyclopaedia Judaica, I-XXII, 2. baskı, ed. Fred Skolnik, USA: Thomson Gale,
2007; EI2: The Encyclopedia of Islam, I-XII, Leiden: E. J.
Brill, 1960-2005; İA: Milli Eğitim Bakanlığı İslam Ansiklopedisi,
I-XIII, İstanbul: Milli Eğitim Basımevi, 1940-1988; DİA: Türkiye Diyanet
Vakfı İslâm Ansiklopedisi, I-XLIV, Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı,
1988-2013.
Tarih boyu
yoğun olarak yaşadıkları bölgeler genel hatlarıyla Suriye’nin orta ve kuzey
kesimleriyle Tur ‘ Abdin (Sür. ^כג^ îa^, Tür. Kullar Dağı)[81] ve Mezopotamya olan
Süryânîler, yaklaşık aynı bölgelerde kadim zamanlardan beri var olagelen Sâmî
kavimlerden[82] biridir. Süryânîler, VII.
asırda bölgede tesis edilen İslâm hâkimiyetinden çok daha önce bilim, felsefe
ve sanat alanında güçlü bir birikim elde etmişlerdi. Birçok lehçesi arasında
Süryânîce’nin de bulunduğu Ârâmîce; İslâm’ın doğuşundan önceki yaklaşık bin yıl
boyunca, bölgeye hükmeden devletlerin dilleri olan Grekçe ve Farsça ile
birlikte Akdeniz’den Orta Asya’ya kadar kullanılan yaygın bir dil olmuştur.
Ârâmîce’nin bu yaygınlığı aslında sadece Süryânîler’in veya Ârâmîler’in değil,
asırlar boyu Mezopotamya ve Suriye’nin kaderini belirlemiş olan kadim Sâmî
kavim ve devletlerinin de katkısıyla gerçekleşmiştir. Bu sebeple Pers ve Grek
egemenliğinden önceki iki bin yıl boyunca bu coğrafyayı şekillendirmiş, burada
devletler ve medeniyetler kurmuş olan Sâmî kavimler göz ardı edilerek
Süryânîler’in elde etmiş oldukları kültürel ve dilsel birikimi açıklamak mümkün
görünmemektedir.
Süryânîler’in
öz ataları, bir tasnife göre Kuzey Sâmîlerinden olan Ârâmîler olmakla birlikte;[83] sahip oldukları kültür
birikimi sadece Ârâmîler’e ait değildir. Ârâmîler’den başka Süryânîler; Sümer
medeniyetinin[84] tesirinde gelişmiş Akad medeniyeti[85] ile onların bakiyesini
devralan Asur, Babil ve Kalde medeniyetlerinin de mirasçısı konumundadırlar. Bu
medeniyetlerden Sümerler hariç hepsi Sâmî kökenlidir. M.Ö. birinci binyılın
ortalarından itibaren Sâmî kavimler, bölge üzerindeki siyasî üstünlüklerini
doğudan gelen Perslerle batıdan gelen Greklere kaptırmış olsalar da kendi
kültür birikimlerini kaybetmeden yaşamaya devam edebilmişlerdir. Yabancı
hâkimiyeti döneminde bütün bölgede yayılmaya başlayan, Kuzey-Batı Sâmîce
lehçelerinden[86] Ârâmîce; M.Ö.
birinci binyılın ortalarında Asur ve Babil (Kalde) devletlerinin tarih
sahnesinden tamamen çekilmesiyle iyice zayıflayan Doğu Sâmîce lehçelerinin de
yerini doldurmuştur.
Ârâmîce
bölgedeki etkinliğini öylesine artırmıştı ki istilâcı Pers devletleri bile
devlet işlerinde bu dili kullanmaya başlamışlardı. Yerli idarelerin son bulduğu
bu dönemden itibaren, birbirlerine karşı artık siyasî bir dava gütmeyen
bölgenin Sâmî kavimleri [Asurlular, Bâbilliler, Ârâmîler, Kaldeliler[87] ve diğer daha küçük Sâmî
toplulukları] birbirleriyle daha yakın ilişkiler kurma şansı bulmuşlardı.
Sonuçta hepsinin, ortak dil olan Ârâmîce’nin şemsiyesi altında, ortak bir
kültür potasında kaynaşmaları pek de zor olmadı.[88]
Böylece Ârâmîler; Suriye, Mezopotamya ve daha doğuda yaşayan bütün Sâmîlerin
mirasına sahip oldular. İşte bu şekliyle Ârâmîler, Hıristiyanlaşmalarından
sonra genel olarak Süryânîler denen milletin atalarıdır.[89]
Konuyla
ilgili ülkemizde yazılan eserler incelendiğinde ister Hıristiyanlık öncesi
dönemle ilgili olsun ister Hıristiyanlık sonrası; Ârâmî, Süryânî, Nestûrî,
Ya‘kûbî gibi isimlendirmelerin kullanımında var olan belirsizlik ve kafa
karışıklığına daha önce dikkat çekilmişti. Aynı kafa karışıklığı dil olarak
Ârâmîce ve Süryânîce arasındaki ilişki konusunda da mevcuttur. Yapmış olduğumuz
detaylı okumalar doğrultusunda mevcut boşluğu doldurmak ve yaşanan kavram
kargaşasını bir nebze olsun netleştirmek adına bu konu üzerinde durmanın
gerekli olduğu düşünülmüştür. Ayrıca söz konusu toplumu genel hatlarıyla
tanımanın, konumuz olan Abbâsîler döneminde yaşamış Süryânî bilim adamlarının
mensubu oldukları kültürel birikimi anlamada da bize yardımcı olacağını
düşünmekteyiz.
I. İSLÂM HÂKİMİYETİNDEN
ÖNCE SÜRYÂNÎLER
Hem dil hem
de ırk bakımından Süryânîler ile Ârâmîler arasında yakın bir
Köken
olarak Süryânîler, Ârâmîler ile daha yakın bir ilişki içerisinde bulunduğundan
konuyu Ârâmîler ekseninde incelemek; tarihi süreci takip etme açısından daha
kolay ve anlaşılır olacaktır. Yine de Süryânîler’in, millet olarak sadece
Ârâmîler’in bir devamı olarak tanımlanamayacağını tekrar hatırlamakta fayda
görüyoruz. Devam eden paragraflar takip edilirken bu durum göz ardı
edilmemelidir.
Tevrat’ın
ifadesine göre Nuh’un oğullarından birinin adı Sam’dır.[90] Sam’ın
oğullarından
birinin adı ise Aram’dır.[91] Tevrat’tan yola çıkan bir
görüşe göre diğer kardeşler, kabilenin ilk yerleşim yerinden ayrılıp farklı
bölgelere göç ettiğinde, Aram da Mezopotamya’ya yerleşmiş ve bu coğrafya ona
nispetle Aram olarak isimlendirilmiştir.[92]
Tevrat’ın Yaratılış bölümünde, İshâk ve Ya‘kûb peygamberlerin bahislerinde de
Suriye dolaylarında Aram denen bir yurttan ve Aramlılardan söz
edilmektedir.[93] Diğer taraftan modern çağdaki
araştırmalar da M.Ö. üçüncü binyılın sonlarında, Akad Kralı Naram-Sin’in
(krallığı: M.Ö. y. 2254-2218) yazıtlarında bir yer ismi olarak Aram
isminin varlığını tespit etmiştir. Mari metinlerinde (M.Ö. 1700’lü yıllar) ve
Ugarit’te ortaya çıkarılan yazıtlarda (M.Ö. 1300’lü yıllar), yine bir yer adı
olarak Aram kelimesine rastlanmıştır. M.Ö. birinci binyılın bazı Ârâmî
kralları da kendilerini Aram Kralı olarak ifade etmişlerdir. Bununla
birlikte ifade etmek gerekir ki; yukarıda ifade edildiği şekliyle tarihi bazı
belgelere yansımış olan Aram ismiyle; Kutsal Kitap ve Asur kayıtlarında
azılı düşmanlar olarak bahsedilen ve M.Ö. 1150-700 yılları arasında kabaca
Suriye-Mezopotamya coğrafyasında yaşayan Ârâmîler arasında bir ilişki bulunup
bulunmadığı konusu net bir şekilde tespit edilebilmiş değildir. Dolayısıyla bu
kayıtlar, aynı erken dönemlerde bağımsız bir etnik grup olarak Ârâmîler
’in varlığını kanıtlamak için yeterli değildir.[94]
Bir halk
olarak Ârâmîler ilk defa M.Ö. 1150-700 yılları arasında kayda geçirilmiş
Asur[95] yıllıklarında görülmektedir.
Yıllıklardaki kayıtlara göre Ârâmîler bu dönemde, Bereketli Hilâl’in[96] her yerinde kalabalık veya
küçük gruplar halinde bulunmaktaydılar.[97]
Ârâmîler’in bu dönemde artık yerleşik durumda bulunmaları, daha önceden bölgeye
göç etmiş olduklarını açık bir şekilde göstermektedir. Daha önceki yüzyıllara
ait kayıtlarda Ârâmî isminin geçmemesinin sebebi ise bu dönemde onlara Ahlamu
denmesidir. Bu isim M.Ö. XIV. asra tarihlenen bazı kayıtlarda geçmektedir ve
daha sonraki bir dönemde hüküm sürmüş olan I. Tiglat-Pileser (krallığı: M.Ö.
11141076), Ahlamiler ile Ârâmîler’i eş tutmuştur. Bununla
birlikte Ârâmîler’in daha önce de başka kabile isimleri altında anılmış
olmaları kuvvetle muhtemeldir.[98] Nitekim Ahlamilerden çok daha
önce Birinci Hanedan (M.Ö. y. 3100) zamanında, Mısırlıların kaynaklarında S(e)tiu
şeklinde geçen göçebe Sâmî kavminin, göç eden ilk Ârâmîler’den olduğu
düşünülmektedir. Aynı kavimden, M.Ö. y. 2700 yılına tarihlenen Akad yazıtlarında
da Sutiu şeklinde bahsedilmektedir. Yazıtlardan, Sutilerin bu tarihte
Orta Fırat bölgesinde çoktan yerleşmiş oldukları anlaşılmaktadır. Sutilerin
Mısır bölgesinde daha önce zikredilmiş olmaları ise, Arabistan çöllerini
geçtikten sonra önce batıya daha sonra da Suriye ve Mezopotamya’ya göç
ettiklerinin bir göstergesi olarak düşünülmektedir.[99]
Bununla
birlikte Ârâmîler’in Sutilerle bağlantısı ve Suriye-Mezopotamya bölgesine
nereden gelip yerleştikleri hakkında kesin delillere dayanan bilgi yoktur.[100]
Bilim adamlarının
sahip olduğu yaygın kanaat ise Sâmî dilleri üzerinde yapılan araştırmalara
dayanmaktadır. Buna göre Sâmîler, daha elverişli bir yaşam alanı arayışı içinde
ana yurtları olan Arabistan’dan, Bereketli Hilâl’e doğru asırlar boyu devam
eden bir süreç halinde parça parça göç etmişler; buradan da değişik bölgelere
yayılmışlardır.[101] Ârâmîler de daha önce
Asur-Babil Sâmîleri ve Kenan Sâmîlerinin (Amurrular) gittiği yoldan gitmiş ve
birbiri ardınca Arabistan dışına göç etmeye
başlamışlardı.[102] Yukarıda ifade edildiği
şekilde Ârâmîler’in öncüleri olduğu düşünülen Ahlamilerin,[103]
Orta Asur Dönemi (M.Ö. 1370-XI.
asrın ortaları) krallarından I.
Salmanasar
(krallığı: M.Ö. 1274-1245) zamanında dahi Mezopotamya şehirlerini zorladıkları
ve yerli halk için büyük bir problem haline geldikleri kaydedilmektedir. I.
Tiglat-Pileser’in (krallığı: M.Ö. 1114-1076) yıllıklarında ise Ârâmîler
ismi ilk kez kullanılarak onlara karşı kazanılan zaferler anlatılmaktadır.[104]
Suriye
topraklarına yerleşen Ârâmîler, hem doğu hem de batı yönünde yayılmalarını
sürdürdüler. Kuzey Suriye’de Harran çevresinde hâkim olan Mitanni Devleti’nin
Hititler tarafından sonlandırılmış olması, Ârâmîler’in bu bölgeye yerleşmesini
kolaylaştırmıştı.[105] Ârâmîler ile birlikte
anayurttan göç eden yakın soydaşları Kaidelilerse (Keldânîler) doğuya yönelmiş
ve Babil diyarına geçmişlerdi.[106] Kuzey Suriye’de
çoğalan Ârâmîler, M.Ö. 1300 ve 1200’lü yıllarda Orontes (Asi Nehri) vadisinde
yerleşmiş bulunan Amurrular ile Sâmî olmayan Mitanni halkı (Hurriler) ve
Hititlerin yurtlarını ele geçirdiler. Bununla birlikte Lübnan Dağları
Ârâmîler’in daha ileriye gitmesini engelledi.[107]
Dolayısıyla kıyı bölgelerinde yaşayan Amurrularla
Hititler,
Ârâmî istilâsından etkilenmediler. Diğer taraftan Kuzey Suriye Ârâmîleri, Hitit
ve Asur kültürlerinin etkisinde kalırken; M.Ö. 1200 yılından önce daha güneyde
Dımaşk çevresine yerleşmiş olan Ârâmîler ise, Amurrularla diğer Kenanlıların
kültürlerini benimsediler. Yine de Ârâmîler, yaşanan bu kültürel etkileşime
rağmen kendi dillerini yaşatmayı başarabilmişlerdir.[108]
Hatta Kuzey Suriye’de resmi iletişimde Hitit dili kullanılmaya devam etmesine
rağmen halk arasında Ârâmîce yaygınlaşmış ve bölgenin diğer halkları hızlı bir
şekilde Ârâmîleşmeye başlamıştı. Böylece M.Ö. birinci binyıla doğru bütün
Suriye, Ârâmîler’in yerleşim yeri haline geldi.[109]
Devam eden
süreçte yaşanan Bronz (Tunç) Çağı Çöküşü de yarı göçebe tarzda yaşayan
Ârâmîler’in, bölgedeki etkinliklerini artırmalarında olumlu katkı yaptı. Bu
dönemde güçlü saray ekonomileri zayıflamış, bunların yerini köy tipi örgütlenen
küçük topluluklar almıştı. Ârâmîler’in göç hareketinin bu döneme denk gelmesi
onlar için bir şans oldu ve daha rahat yayılma imkânı buldular. Diğer taraftan
umumiyetle hayvan yetiştiriciliği yapan göçebe bir topluluk olmalarına
karşılık, bölge toplumlarıyla karıştıktan sonra bile dillerini koruyabilmeleri;
hatta bölgede hâkim bir konum elde etmeleri yine Bronz Çağı Çöküşünün doğurduğu
bir sonuç olmuştur. Çünkü bu çağın çöküşüyle birlikte kent yaşamı kültürü
zayıflamış, kırsal yaşam tarzı baskın konuma geçmişti.[110]
[111]
Bu dönemden
itibaren Suriye coğrafyasında egemen olan ve ticaret yollarını kontrolleri
altına alan Ârâmîler, bölgede pek çok şehir devleti kurmuşlardır. Zaman zaman
zayıf da olsa bir konfederasyon kurdukları anlaşılan Ârâmîler’in egemenlik
alanı, Fırat Nehri’nin doğusundaki bölgelere kadar uzanmıştır.111
Bölgedeki Ârâmî devletlerinden, Yahudilerle olan bazı mücadeleleri sebebiyle
Eski Ahit’te de bahsedilmektedir. Buradaki bilgilerde Dâvûd Peygamber’in,
Hadadezer[112] ve ona yardıma gelen Dımaşk
Ârâmîleri’ni yendiği;[113] yine başka bir sefer
Ürdünötesi’nde[114] hâkim olan Ammon
ile Ârâmîler’in oluşturduğu müttefik orduyu da mağlup ettiği anlatılmaktadır.[115] M.Ö. ikinci binyılın sonu ve
birinci binyılın başlangıcına denk gelen dönemde kurulan bu bağımsız
devletlerden Suriye’de bulunanlar, Eski Ahit dışında Ârâmî ve Asurî
kaynaklarında da yer alırken; Mezopotamya’da kurulanlar sadece Asur
kaynaklarında zikredilmektedir.[116] Yapılan arkeolojik çalışmalar
sonucu bugünkü Suriye sınırları içerisinde ele geçirilen ve bu devletlere ait
olduğu anlaşılan kitabelerden yola çıkıldığında, bu dönemde kurulan Ârâmî
devletlerinin kendi dilleri olan Ârâmîce’yi kullandıkları görülmektedir.[117]
Bronz Çağı
Çöküşü döneminde Mitanni ve Hitit gibi kuzeyin güçlü devletleri yıkılmış,
Asurlular eski güçlerini kaybetmiş, Babil Devleti içine düştüğü kaos nedeniyle
kral dahi seçemez hale gelmişti. Mısır da güçlü idarenin bulunmadığı bir ara
döneme girmişti. Büyük güçlerin sahneden çekildiği bu dönemde Ârâmî şehir
devletleri ise altın devrini yaşamış; Suriye ve Mezopotamya’nın ticaretine
hâkim duruma gelmişlerdi. Dahası siyasî ve askerî olarak, Asur ve Babil
krallıklarını da ciddi şekilde sıkıştırıyorlardı.[118]
Yaşanan bu sürece paralel olarak Ârâmîce’nin yaygınlığı da artmıştır. Ancak M.Ö.
X. asrın sonlarından itibaren başlayan Demir Çağı’na geçiş sürecinde, eski
güçlerin tekrar toparlanmasıyla Ârâmî devletleri zayıflamaya başladı. İlk
olarak Asur Kralı II. Adad-Nirari (krallığı: M.Ö. 911-892) büyük bir istilâ
hareketine girişti. Hedefinde Suriye ve Mezopotamya’da ticareti ellerinde tutan
ve kendi iktidarları için de tehdit oluşturan Ârâmî devletleri vardı. II.
Adad-Nirari kısa bir sürede Orta Fırat’taki Ârâmîler’e karşı üstünlük kazandı.
Daha sonra II. Aşurnasirpal (krallığı: M.Ö. 883-859) ve bilhassa III.
Salmanasar (krallığı: M.Ö. 858-824) Ârâmîler’e güçlü darbeler indirmeye devam
ettiler. Kuzey Mezopotamya’ya defalarca düzenlenen seferler sonucunda Habur ile
Fırat arasındaki Ârâmî devletleri birer birer Asur hâkimiyetine girdi. III. Salmanasar’dan
sonra yaşanan kısa bir duraklama döneminden sonra Asurlular, III.
Tiglat-Pileser (krallığı: M.Ö. 744-727) ile birlikte yeniden harekete geçti.
III. Tiglat-Pileser, Urartular ve Babilliler üzerinde hâkimiyet sağladıktan
sonra Suriye üzerine yürüdü ve Ârâmîler’e karşı kesin bir üstünlük sağladı.
Dımaşk merkezli güçlü Ârâmî devletini de kendisine bağladı. Böylece Mezopotamya
ve Suriye’de Ârâmîler’in siyasî varlığı son buldu.[119]
Bu tarihten
sonra yeni bir devlet kuramayan Ârâmîler büyük bir sürgün politikasına tabi
tutulmuşlardır. Ârâmî devletlerine karşı zaferi nihai noktasına ulaştıran III.
Tiglat-Pileser itaat etmeyen toplulukların yerini değiştirmeyi öngören bir
politik tedbir almıştı. Kuzey Suriye’de yaşayan 40.000’den fazla kişinin
krallığın uzak diyarlarına sürgün edilmesi, batıda boşalan topraklara doğudan
insanların yerleştirilmesi, Dicle’nin doğusundaki Zap bölgesinde yaşayan
Ârâmîler’in Suriye’ye gönderilmesi gibi Asur kayıtlarında geçen anlatımlar,
Ârâmîler’in tabi tutulduğu bu sürgün hareketini açık bir şekilde
göstermektedir. Bununla birlikte devam eden süreçte; Asur-Babil toplumlarının
temelini oluşturan Akadlarla, zorunlu göçler sonucu buralara yerleşen Ârâmîler
etnik olarak karışmışlardır.[120] Bu karışımın etkisi kültür,
inanç, adet ve kimliğe de yansımış; siyasî açıdan önceki kimliklerini kaybeden
Ârâmîler, Asur- Babil toplumuna tamamen entegre olmuşlardır. Dil bakımından ise
tam tersi bir durum gerçekleşmiş ve Ârâmîce Asur-Babil devletlerinde ortak
dil (lingua franca) olmuştur. Perslerin egemenliği altında da devam eden bu
süreçte Asur-Babil toplumu, Akadcadan etkilenmiş bir Ârâmîce lehçesini
konuşmaya başlamıştır.[121] Devam eden süreçte ise siyasî
güçten yoksun bu topluluklar, tamamıyla Ârâmîleşmiştir.[122]
Müslümanların VII. yüzyıldaki fetihlerine kadar Ârâmîler,
yabancı devletlerin hâkimiyeti altında kalmakla birlikte bölgenin hâkim nüfusu
ve baskın kültürü olmaya devam etmişlerdir. Bu dönemde Ârâmîler’in yaşadığı
coğrafyada Nabatî,[123] Tedmür (İng. Palmyra),[124] ve Osrhoene[125] krallıkları gibi birkaç devlet kurulmuşsa da bu siyasî oluşumlar
daha çok Arap karakterli idi. Dolayısıyla Ârâmîler’in bu dönemde bölge siyaseti
üzerinde pek fazla etkili olduğu söylenemez.
2.
Hıristiyanlığın Süryânîler
Arasında Yayılması
^Hıristiyanlığa geçmeden önce Süryânîler’in daha
önceki dinî inançları ve yaşantıları üzerinde kısaca durmak yerinde olacaktır.
Daha önce de ifade edildiği üzere Süryânîler’in kökeni Ârâmîler ile birlikte
bölgede asırlar boyunca varlığını sürdürmüş olan çok çeşitli kavimlere
dayanmaktadır. Bunlardan Ârâmîler’in, Suriye-Mezopotamya bölgesine yerleşmeden
önceki inançları hakkında bilgi bulunmamaktadır. Bu bölgeye göç etmeye
başladıkları M.Ö. III. binyılın sonlarından itibaren ise yerli milletlerin
dinlerinden bariz bir şekilde etkilenmiş oldukları görülür. Bu nedenle onların panteonunda[126] hem Asur-Babil ilahları hem
de Kenan (Fenike, Ugarit) ilahları bulunmaktaydı.[127]
Ârâmîler’in inancıyla ilgili bize bilgi veren kaynaklar ise, en erken M.Ö. IX.
asra ait yazıtlarla başlayıp çeşitli yazılı belgeler halinde M.S. III. yüzyıla
kadar gelmektedir.[128] Bu kaynaklar genel olarak
incelendiğinde Ârâmî ilahlarının gerek isim gerekse konumlarının zaman içinde
değişiklik gösterdiği ve etkileşim içinde bulundukları toplumlarla uyumluluk
arz ettiği görülmektedir.
Kayıtlar
Ârâmîler’in en büyük ilahının Hadad olduğunu göstermektedir.[129] Bu, Asurlular tarafından Adad
olarak anılan İşkur adlı Sümer ilahı idi.[130]
Sümer ve Babil panteonunda önemsiz bir pozisyonda bulunan yağmur ve gök
gürültüsü ilahı İşkur’un mertebesi Asur panteonunda yükselmeye başlamıştır.
Yine de onun buradaki konumu Ârâmîler içinde kazandığı konumla kıyaslanamaz.
Tel-Halaf[131] yakınında bulunan M.Ö. IX.
asra ait yazıtta Hadad’ın, yağmuru ve bereketi getiren ilah olarak
tanımlanması,[132] onun neden Kuzey
Suriye ve Mezopotamya’da öne çıkan ilah olduğunu da açıklamaktadır. Zira
Babilliler Fırat ve Dicle boyunda oluşturdukları kanallı sulama sistemi
sayesinde, Mısırlılar ise geniş Nil deltasında tarım yaparken; yukarı
Mezopotamya’da
bulunan Asurlular ve bilhassa daha çok Suriye’nin kuzeyinde yerleşmiş olan
Ârâmîler tarım için yağmura muhtaçtılar.[133]
Aynı zamanda Ramân veya Rammân (esip gürleyen) da denen Hadad’ın en büyük
tapınağı Fırat Nehri yakınındaki Hierapolis (Menbic) şehrindeydi.[134] Hadad’ın eşi olan Atargatis
de Ârâmîler’in büyük ilahesiydi. Üreme ve bereket ilahesi olan Atargatis tipik
bir Sâmî toprak-anadır. Allat[135]
veya Venüs olarak da bilinirdi. Başının çevresindeki ışınlarla
gösterilirdi ve sembolü birbirine birleşik şekilde resmedilen hilâl ve güneşti.
Hadad ve Atargatis’in isimleri M.Ö. 3000 yılına kadar gitmektedir. Bu ikisinin
oğlu ya da kızı olan diğer bir ilahla birlikte oluşan üçlü, Ârâmîler’in büyük
ilahlarıydı.[136]
Bunlar
dışında Ârâmîler’in panteonunda daha alt rütbeli pek çok ilah bulunmaktaydı.
Bunların bazıları yerel karaktere sahip iken bazıları da komşu milletlerden
uyarlanmıştı.[137] Bunlar arasında El, Reşef
(veya Raşuf), Rakib-El, Şamaş sayılabilir.[138]
Ay ilahı ve güneş ilahı kültü de Sümer ilahlarının Sâmî adlarla yaşatıldığı
Mezopotamya’dan alınmıştır.[139] M.Ö. I. asırda, daha önce
Batı Sâmîleri tarafından kullanılan Ba‘l (efendi) isminin Suriye
bölgesinde yayıldığı ve en büyük ilah için kullanıldığı görülür.[140] Bu dönemde Harranlılar da ay
ilahı Sin ’i Ba‘l ismiyle anmaya başlamışlar; merkezi Harran olan
ay kültü zamanla, Harran ile birlikte bütün Suriye- Mezopotamya bölgesinde öne
çıkmıştı. Yine de bu döneme ait gün yüzüne çıkarılan Ârâmî yazıtları, çeşitli
ve karmaşık bir dinî yaşam portresi çizmektedir. Farklı isimlendirmeler
kullanılmış olmasına karşın bu dönemden itibaren ay kültünün önemi Ârâmîler
arasında da artmıştır. Yerel olarak karşılaşılan bu farklılıklara rağmen Hadad,
bir boğa şeklinde tasvir edilmesi ve eşi Atargatis ile birlikte anılması
sebebiyle daima tanınabilmektedir.[141]
Zaman içinde Göklerin ilahı (İng. god of the heavens) anlayışının
benimsenmesi, Suriye-Fenike inanç sisteminin değişmesine neden olmuş ve bu
dönemden sonra yıldızlarla bağlantılı olan ilahlar (ay ilahı, güneş ilahı) evrensel
ilahın (İng. cosmic deity) gerisinde tasvir edilmiştir.[142]
Milattan sonra Ârâmîler hızlı bir şekilde Hıristiyanlaşmış olsa bile, Tedmür ve
Urfa gibi pagan inancının bir süre daha varlığını sürdürdüğü yerler de
olmuştur.
Yazıtlarda
krallar ve ilahlar hakkında bol miktarda bilgi bulunmakla birlikte Ârâmî
halkının inancı, dinî yaşantısı ve tapınakların toplum içindeki fonksiyonu
hakkında yeterli bilgi mevcut değildir. Bununla birlikte Ârâmîler, tıpkı ilah
inancında olduğu gibi, doğuda Asur-Babil kültünden etkilenirken batıda Fenike
(Kenan) kültüyle sürekli ilişki içinde olmuşlardır. Bundan başka yerel tarım
kültlerinin Ârâmîler üzerinde etkisi vardı. Yüksek veya sivri dağ zirvelerini
ilahların meskeni olarak görüyor, kutsal ağaç ve bitkilere tapınıyorlardı. Yine
su kaynaklarını kutsuyorlar, belli ırmaklara mucizevi güçler atfediyorlardı. En
fazla saygı gösterilen nesneler arasında kutsal taşları da saymak gerekir.
Kutsal bölgeye yerleştirilen taş ile ilahın mevcudiyeti somutlaştırılırdı.
Yazıtlar da Ârâmîler’in ‘yontulmuş taş veya heykel’ anlamındaki nesibe[143] tazim ettiklerini
göstermektedir. Tedmür’deki yazıtlar dikili taş anlamında massebhah
kelimesini kullanır ve cenaze taşları ile adak taşlarını da birbirinden ayırır.
Piramit şeklinde yontulan cenaze taşına nafşa denirken adak taşı mesgida
şeklinde kaydedilmiştir. Diğer Sâmîlerde olduğu gibi Ârâmîler’in inancında da haram
denen kutsal bölgeler vardı. Bu bölgenin sınırları dikili taşlarla (İng.
stelae) tespit edilirdi. Toplum içinde dinî ritüelleri icra eden ve onlara
yardımcı olan görevliler de bulunmaktaydı.[144]
Mezopotamya’da
yaygın olduğu şekliyle kurban edilen hayvanın iç organlarına bakarak tabiatüstü
güçlerle iletişime geçme ve kehanette bulunma işi, Suriye ve Filistin’de de
yaygındı. Diğer taraftan mesaj içeren rüyalar ve ilhamlar Ârâmî dinî hayatının
temel unsurlarındandı. Çeşitli yazıtlarda tapınakların ve heykellerin ilahların
isteği üzerine yapıldığının ifade edilmesi, doğaüstü güçlerle kurulduğuna
inanılan bu iletişimin açık göstergesidir.[145]
Genelde
Sâmîlerin ve özelde Ârâmîler’in yaşam sonrası ile ilgili inançları hakkında çok
az bilgi bulunmaktadır. Antik İbrânîlerde olduğu gibi muhtemelen onların da ölümden
sonraki krallık şeklinde bir anlayışları vardı. Cenaze ile ilgili önemli
metinler içeren Zincirli ve Neirab[146]
yazıtlarından Ârâmîler’in, insanın nefeş (ruh) denen bir parçasının
öldükten sonra yaşadığına inandıkları anlaşılmaktadır. Diğer taraftan Urfa’da
pagan döneminden kalma Süryânîce mezar kitabeleri de bölge halkında bir ahiret
inancının var olduğunu açık bir şekilde göstermektedir.[147]
Bununla birlikte mezarlık gibi yerler dışında ele geçirilen yazıtlarda ölümden
sonraki hayatla ilgili pek bilgi bulunmamaktadır. Bu da tarihçileri,
Ârâmîler’in ölümden sonra ne olduğuyla pek ilgilenmedikleri kanısına sevk
etmiştir.[148]
Miladi
birinci yüzyıldan itibaren putperest Süryânîler’in yaşamakta olduğu coğrafyada
yeni bir dinî hareketliliğe şahit olunmuştur. Îsâ-Mesîh’in mesajının kısa
sürede Filistin sınırlarını aşması sonucunda Hıristiyanlık, Yahudi olmayan
milletler arasında da yayılmaya başlamıştı. Hıristiyanlığı kabul eden bu
insanlar çoğunlukla Filistin-Suriye-Mezopotamya bölgesinde yaşayan Grekler,
Yahudiler ve Ârâmîler’dendi. Tedmür, Urfa,[149]
Harran[150] gibi Ârâmî putperestliğinin
güçlü merkezleri hâlâ hayatta olmasına rağmen yeni din, Ârâmîler arasında hızla
yayıldı. Bu dönemde Süryânî (Sür. suryaya/suryoyo [^.îa^]) ifadesinin de yaygınlaştığı
görülür. Genel olarak; Suriye-Filistin bölgesinde Hıristiyanlığı kabul eden
Ârâmîler’in, kendilerini putperest soydaşlarından ayırmak için bu ismi
kullandıkları kabul edilmektedir.[151]
Diğer taraftan erken dönem kaynaklarda Aramaya/Oromoyo ([^s^w] Tür.
Ârâmî, Ârâmîce) ve Suryaya/Suryoyo (Tür. Süryânî, Süryânîce)
kelimelerinin aynı anlamda kullanıldığını gösteren kayıtlar mevcuttur. Grek
kilise tarihi yazarı Eusebius (ö. 339/40), Süryânî bilgin Bardaysan’dan (ö.
222?) ayrı ayrı yerlerde hem Süryânî hem de Ârâmî olarak söz
eder.[152] Dünya tarihi yazarı Patrik
Mihâîl ise Süryânîler ile Ârâmîler’in aslında aynı millet olduklarını ve
tarihsel olarak aynı köke dayandıklarını daha açık ifadelerle ortaya koymaya
çalışmıştır.[153]
Süryânîler’in
Hıristiyanlığa geçişleri konusuna geldiğimizde; bunun kısa sürede ve toplu
olarak gerçekleşmiş bir olay olmayıp asırlara yayılan bir süreç olduğu ifade
edilmelidir. Diğer taraftan ilk dönemlerde, Süryânîler arasında Hıristiyanlığın
yayılma süreciyle ilgili gerçekler efsanelerle karışmış durumdadır. Bu durum da
Suriye, Mezopotamya ve daha doğuya Hıristiyanlığın ne zaman geldiği ve
kim/kimler tarafından ulaştırıldığı konusunda kesin bilgiler vermeyi
imkânsızlaştırmaktadır. Bununla birlikte hiç şüphesiz, bölge daha ilk
dönemlerden itibaren Hıristiyanlaşmaya başlamıştır.[154]
Süryânîler’in
Hıristiyanlıkla ilk bağlantı kurduğu şehirlerden birisi Antakya oldu.
Hıristiyanlık öncesi putperest Ârâmîler Antakya şehrinde Grekler, Yahudiler ve
Araplar’la birlikte yaşıyorlardı.[155]
Bununla birlikte şehrin merkezinde Grekler nüfus bakımından kalabalıkken kırsal
bölgelerde Sâmî halkların nüfusu daha yoğundu. Dolayısıyla merkezde Grekçe
konuşulurken yerel dil Ârâmîce ve Arapça’ydı.[156]
M.Ö. III. asrın başlarında I. Selevkos (krallığı: M.Ö. 305-M.Ö. 281) tarafından
kurulan şehir doğudan batıya giden yolların kesişim noktasında olmanın verdiği
avantajla kısa sürede gelişmiş ve Selevkos Krallığı’nın[157]
başkenti olmuştu (M.Ö. 240-M.Ö. 64).[158]
Daha sonra Romalıların eline geçen şehir, gelişimini sürdürmüş; Doğu’nun en
büyük şehri olmanın yanı sıra, Roma ve İskenderiye’nin arkasından
imparatorluğun da en büyük üçüncü şehri olmuştu.[159]
Ayrıca Antakya, Îsâ-Mesîh’in mesajını insanlara ulaştırdığı yer olan Kudüs’e de
en yakın büyük şehirdi. Bununla beraber onun yaşamı esnasında kendisinin veya
Havârilerinin Antakya’ya uğradığı konusunda herhangi bir bilgi yoktur.
Antakya’nın
Hıristiyanlık açısından önemi, Îsâ-Mesîh’ten sonra Havârilerin misyon
çalışmaları döneminde artmıştır.[160]
Daha sonrasında ise; önce Yahudilerin Kudüs’te Îsâ takipçilerine yönelik
baskıları (M.S. 35-36), sonra da Romalıların Süleyman Mabedi’ni yıkması (M.S.
70) neticesinde Kudüs’teki Îsâ cemaati büyük ölçüde dağılacak ve Antakya,
Hıristiyanlar için bir bakıma Kudüs’ün yerini alacaktır.[161]
İlk olarak
Kudüs Yahudileri arasında yayılmaya başlayan Îsâ-Mesîh’in mesajı bir süre sonra
Filistin dışında yaşayan Helenleşmiş (Grekçe konuşan) Yahudiler arasında da
yayılmaya başlamış,[162] Kudüs’teki baskı ortamından kaçan
bu Yahudilerin bir kısmı da Antakya’ya gelmişti. Onların misyon çalışmaları
sonucunda burada ilk defa Yahudi asıllı olmayan, Helen kültürünü benimsemiş
putperest Grek ve Ârâmîler’den bazıları Îsâ-Mesîh’in mesajına inanmaya
başladılar. Antakya’da yaşanan bu gelişme Kudüs’te kalmaya devam eden Havâriler
tarafından da desteklendi. Antakya’ya gönderilen Havârilerin öğrencisi Barnaba,
burada putperest asıllı Pavlus ile birlikte misyon çalışmalarını yürüttü. Bu
dönemde Antakya’da ilk kez Îsâ’nın kurtarıcı olduğuna inanan putperest
asıllılar için mesîhî anlamında Hıristiyan (Grek. Christianos) tabiri
kullanılmıştır.[163]
Antakya’nın
eskiden beri kozmopolit bir Helen şehri olmasından dolayı burada yaşayan Grek,
Ârâmî, Arap gibi putperest milletler sinagoglarda Grekçe okunan Tevrat’a aşina
idiler.[164] Dolayısıyla ilk başta
Yahudilerle sınırlı tutulan mesaj, bölgede yaşayan putperestler arasında da
olumlu bir karşılık buldu. Hıristiyanlığın şehirde ve bölgede yayılmasından
sonra ise Havâri Petrus’un, buradaki inananları örgütlemek
suretiyle
Antakya Kilisesi’ni kurduğu kabul edilir. Dolayısıyla Petrus[165] Antakya Kilisesi’nin ilk
ruhani lideri, yani piskoposu sayılır.[166]
Misyon çalışmaları için Kudüs’ten ayrılan Petrus, Pavlus’un da etkisiyle
putperest asıllı Hıristiyanların liderliğine Evodyus’u (ö. 68) getirdi. Evodyus,
Ârâmî asıllı bir Hıristiyandı ve
Petrus’tan
sonra piskoposluk görevini sürdürmüştü.[167]
Bu durum bize putperest Ârâmîler’in ne kadar erken bir dönemde Hıristiyan
oldukları konusunda bir ipucu vermektedir. Yine Evodyus’tan sonraki beş Antakya
piskoposu Yahudi iken sonrakiler putperest asıllı Hıristiyanlardan seçilmişti.[168] Dolayısıyla zaman içerisinde
Antakya’daki putperest asıllı Hıristiyanların Yahudi asıllı Hıristiyanlara
karşı bir üstünlük sağladığı açıkça görülmektedir.
Merkezi
Antakya olan ve Fırat Nehri’nden Kilikya’ya kadar uzanan Suriye bölgesi de eş
zamanlı bir şekilde Hıristiyanlaşmıştı. Kudüs’ten Antakya’ya giden yol üzerinde
bulunan Dımaşk ve Humus, kuzeye seyahat eden Havârilerin ve misyon faaliyetinde
bulunan Îsâ-Mesîh takipçilerinin uğrak noktalarıydı. Dımaşk’ta henüz Pavlus
hayattayken Îsâ-Mesîh takipçileri bulunmaktaydı. Roma piskoposu Anicetus’un
(piskoposluğu: y. 154-166) Humus’ta doğmuş olması da şehrin ne kadar erken bir
dönemde Hıristiyanlaşmaya başladığının göstergesidir.[169]
Suriye bölgesinin bir diğer büyük şehri olan Halep’in ise bilinen en eski
piskoposu, daha sonra Antakya piskoposluğu da yapıp İznik Konsili’ne (325)
katılmış olan Eustathius’tur.[170] Bu tarihte piskoposun başını
çektiği kilise örgütünün kurulmuş olması tabi ki daha erken bir devirde şehirde
Hıristiyan nüfusun artmaya başladığının göstergesidir.
Suriye
eyaletinde Hıristiyanlaşan nüfus içinde bulunan Süryânîler, çoğunluk itibariyle
Grekçe bilmekteydiler. Dolayısıyla ifade edilmelidir ki; bu bölgenin misyon
dili Süryânîce değil, Grekçe idi. Antakya İlahiyat Okulu, açık bir şekilde Grek
okulu olduğu gibi; daha sonra eserleri Süryânî kiliselerinde yaygınlık
kazanacak olan Tarsus Piskoposu Diodorus (IV. asrın sonları), Misisli[171] Theodore (ö. 428),
Altınağızlı Yuhannâ (Sür. Yuhanan Famdahba |^ג^כ^^
^!"^], İng. John Chrysostom. ö. 407) ve Cyrrhus[172]
Piskoposu Theodoret (ö. 466) gibi IV-V. asırlarda yaşamış olan din adamı ve
yazarlar da, hitap ettikleri kitle Grek olsun veya olmasın, Grekçeyi kullanmışlardır.[173]
Antakya
merkezli Suriye bölgesinin Hıristiyanlaşması hakkında mevcut olan verilere
kıyasla, daha doğuda yaşayan Süryânîler’in Hıristiyanlaşması hakkında yeterli
tarihi kaynak mevcut değildir. Kilise geleneğinde anlatılagelen rivayetler ise
efsanelerle karışık durumdadır.[174] Genel olarak araştırmacılar
Hıristiyanlığın Antakya’dan Urfa’ya oradan da tüm doğuya yayıldığı
kanısındadır. Hıristiyanlığın doğuya yayılma sürecinde gerçekleşen dikkat
çekici bir gelişme, Urfa halkının dili olan Ârâmîce lehçesinin (Süryânîce) de
doğuda yaygınlık kazanması ve bölge Hıristiyanlığının dili olmasıdır.[175] Zira Suriye’nin
aksine bu bölgenin yaygın dili, çeşitli lehçeleriyle birlikte Ârâmîce idi.
Urfa’nın
Hıristiyanlaşması ile ilgili anlatılan Abgar öğretisinin gerçekliği
tartışmalıdır. Kaynaklarda putperest Osrhoene kralı V. Abgar’ın Îsâ-Mesîh ile
mektuplaştığı ve onun göğe yükselişinden sonra, yetmişlerden biri olduğu
nakledilen Aday’ın Havâriler tarafından krala gönderildiği bilgisi geçer.
Anlatıma göre Aday, hastalığından kurtardığı kralla birlikte Urfa halkının da
Hıristiyanlaşmasını sağlar ve kendisinden sonra misyon faaliyetlerine devam
etmek üzere haleflerini yetiştirir.[176]
Araştırmacılar Aday öğretisinin II. ve III. yüzyılda Urfa’da yaygın olan
ve kendi davalarına haklılık kazandırmak isteyen Ortodoksluk öncesi akımlar
(Markion, Bardaysan ve Mari taraftarları)[177]
tarafından uydurulduğu kanaatini taşımaktadır. Daha sonra ise rivayet, Süryânî
Hıristiyanlığının kökeninin Havâriler aracılığıyla Îsâ-Mesîh’e dayandığını ispat
etmek için kullanılan bir argüman olarak yaygınlık kazanmıştır.[178] Muhtemelen
efsanenin gerçekliğe dayanan bir temeli bulunmakla birlikte bugün artık neyin
gerçek neyin uydurma olduğunu ayırt etmek imkânsız hale gelmiştir.
V. asra
kadar Ufa’nın önde gelen şahsiyetleri arasında Gnostik sayılan Bardaysan (ö.
222?) ile Süryânîler’in en büyük şairi kabul edilen Efrem (ö. 373) sayılabilir.
Rütbe olarak ilerlemeyi reddetmiş olan Efrem; Bardaysancılar, Markioncular ve
Ordodokslara karşı kendi okulunu kurmuştu. Ölümünden sonra da takipçileri devam
etmiş olmakla birlikte, Urfa Piskoposu Rabbula (piskoposluğu: 411-435)
tarafından ordodoks inanca çevrildikleri söylenir.[179]
V. asırda öne çıkan şahsiyetler arasında da İskenderiyeli Cyril’in arkadaşı
olan ve Nestoryus’a karşı çıkan Rabbula ile onun halefi ve Nestoryus takipçisi
Hiba (piskoposluğu: 435-457) sayılabilir.[180]
Doğudaki
Ârâmî topluluklar arasında hızlı bir şekilde yayılan Hıristiyanlık kısa zamanda
Roma sınırlarını aşmıştı. Genel olarak Nusaybin’den itibaren Mezopotamya
bölgesi ve daha doğusu Perslerin hâkimiyet alanıydı. Kilise geleneğinde, Hadyab[181] başta olmak üzere
bölgenin Hıristiyanlaşması da yine Aday öğretisinin devamı olarak anlatılır.
Rivayetlerde bazen Aday bazen de öğrencisi Mari etkin rol üstlenir. [182] Bir diğer rivayette ise
doğudan gelen bir din adamının Antakya veya Kudüs’te kutsandığı ve aldığı
yetkiyle Pers diyarında kilise örgütlenmesini gerçekleştirdiği ifade edilir. Bu
rivayetin uydurma olduğu çok açıktır. Zira Antakya Kilisesi’nin yetki alanının Pers
diyarına kadar ulaştığı ile ilgili hiçbir tarihi kanıt yoktur. Bununla birlikte
II. asırda Hıristiyanlığın bölgeye ulaşmış olması kuvvetle muhtemeldir. Zira
Diatessaron yazarı Tatyan (y. 120-y. 180), Asur diyarında doğduğunu ifade
etmektedir. Pers bölgesinin en büyük şehri olan Selevkia-Ktesifon’da ise III.
asrın sonuna kadar piskopos bulunmuyordu. 280’de kutsanan Papa, şehrin bilinen
ilk piskoposudur. 325’te beş Pers şehrinin (Nusaybin de dahil) Roma’ya geçmesi,
doğu ve batı kiliseleri arasındaki bağların kuvvetlenmesini sağlamışsa da bu
durum uzun sürmemiştir. Zira Persler 352’de bölgeye tekrar hâkim olmuşlardı.
Diğer taraftan Pers hükümdarları, kendi topraklarında yaşayan Hıristiyanları,
Roma bölgesinde yaşayanlardan koparmak için destekliyor olsalar da
Hıristiyanlığa genel olarak karşıydılar ve zaman zaman onlara baskı
uyguluyorlardı.[183]
Hıristiyanlığın
doğuşundan itibaren geçen birkaç yüzyıl içinde Suriye- Mezopotamya
coğrafyasında yaşayan Ârâmî toplulukların büyük bir kısmı Hıristiyanlığı
benimsedi. Bu süreçte Ârâmîce’nin Urfa’da konuşulan lehçesi Süryânîce de misyon
faaliyetlerinde ve dinî literatürde etkin bir şekilde kullanıldığından, diğer
Ârâmîce lehçeleri arasından sıyrılıp hâkim bir konum elde etti. Bundan dolayı,
din dili olarak yaygınlık kazanan Süryânîce’yi konuşan bütün Hıristiyan Ârâmî
toplulukların hepsine birden Süryânîler dendiği görülür. Bunun tek istisnası
ise Harran halkıdır. Piskoposu (Bilinen en eski piskoposu 361’de Urfa
metropoliti olan Barses’tir.) ve kilisesi bulunmakla birlikte halkının geneli
pagan inancında kalmaya devam eden Harran, muhtemelen Hıristiyan olmayıp
Süryânîce konuşmaya devam eden en son topluluktu. Süryânîce konuşmaya devam
etmekle birlikte sonraları pagan inancını terk etmiş ve İslâmî dönemde Sâbiîler
olarak bilinmişlerdir.[184]
Hıristiyanlaşma
sürecinin tamamlanmasından itibaren Suriye-Mezopotamya bölgesinde yaşayan
Süryânîler’in kimlik olarak Hıristiyanlıkla tamamen bütünleşmeleri ve bir
siyasî tarihlerinin olmaması, Hıristiyanlık sonrası tarihlerinin dinî gelişmelerle
paralel incelenmesini zorunlu kılmaktadır. Bu zorunluluk nedeniyle farklı
Süryânî grupların kimliklerini çok daha net bir şekilde anlayabilmek için ilk
dönemden itibaren kiliseler arasında yaşanan tartışmaları ve bunun sonucunda
Süryânîler’e ait bağımsız kiliselerin oluşum sürecini özet bir şekilde sunmak
faydalı olacaktır.
3.
Teolojik Tartışmalar ve
Bölünme
Süryânîler’in
de mensubu oldukları Doğu Kiliselerinin[185]
ayrılığına giden süreç, Baba-Oğul-Kutsal Ruh arasındaki ilişki üzerine
temelleri II. asır veya biraz daha öncesinde atılmış olan tartışmalara
dayanmaktadır.[186] Bu dönemde Hıristiyanlar
üzerinde yetki sahibi ve birbirlerine karşı sınırları belirlenmiş üç kilise
mevcuttu. Bunlar Roma, İskenderiye ve Antakya Kiliseleridir.[187] Anadolu, Mezopotamya, Suriye ve
Filistin bölgesinde yaşayan Hıristiyanlar Antakya Kilisesi’ne bağlıydılar.
Bunların çoğu ise Grek, Yahudi, Arap veya Ârâmî (Süryânî) asıllıydı. Din
adamları arasında çok erken dönemlerde başlayan kristolojik[188] tartışmalara rağmen, Yahudi
asıllı piskoposlarının tutumları sayesinde Antakya Kilisesi II. asrın sonuna
kadar bu tartışmaların bir miktar dışında kalmayı başarmıştı. Ancak bu durum
uzun sürmedi. II. asrın sonu ve III. asrın başında, her ikisi de Süryânî asıllı
Tatyan (Sür. r^.\\״ İng. Tatian. y. 120-y.
185) ve Bardaysan’ın (Sür. .^כגג, İng. Bardaisan. 154-222) konu üzerine
kafa yordukları görülmektedir. Ne var ki gnostik[189]
eğilimleri olduğu gerekçesiyle bu iki şahsiyet kilise tarafından aforoz
edilmiştir.[190]
Hıristiyan
dünyasında II. asrın sonundan itibaren IV. asra kadar, çoğunluğun anlayışına
muhalif olan belli başlı akımlar Monarkianizm, Ariusçuluk ve Apollonarizm idi.
Bu akım temsilcilerinin kristoloji üzerine yaptıkları yorumlar tartışmaların
daha da alevlenmesine sebep oldu. II. asırda ortaya çıkan Monarkianistler,
Tanrı’nın konumunu merkeze alıp Îsâ-Mesîh’i daha alt bir konuma yerleştirdiler.[191] Kendi içlerinde Modalist
(Şekilci) ve Dinamik olarak iki akıma ayrılmışlardı. Modalist Monarkianizm’in
en etkin şahsiyeti olan Sabellius’a (III. asır) göre Baba-Oğul-Kutsal Ruh, tek
bir Tanrı’nın aldığı formlardı. Dolayısıyla hepsi de Tanrı’nın farklı
görünüşlerinden ibaretti ve bu durumda Îsâ-Mesîh ayrı bir tanrı değildi. Bu
görüşleri nedeniyle Sabellius Roma Piskoposu tarafından aforoz edilmiştir.[192] Dinamik Monarkianizm’in
karakteristik temsilcisi olan Antakya Piskoposu Samsatlı Pavlus (patrikliği:
260-272) ise Îsâ-Mesîh’in ilahlığını tamamen reddetti. Ona göre, Îsâ-Mesîh
bakire Meryem’den Kutsal Ruh’un müdahalesi ile mucizevî şekilde doğan bir
insandı. Vahiy almış bir peygamber olmakla birlikte diğer peygamberlerden üstün
konumdaydı. Görüşlerinin taraftar bulması sonucunda 264-268/9 yıllarında
toplanan üç ayrı sinod sonucunda aforoz edildi ve Antakya Piskoposluğu’ndan da
azledildi.[193]
Temelleri milattan önceye dayanan
İskenderiye Okulu ile M.S. III. yüzyılda Lukian (ö. 312) tarafından kurulmuş
olan Antakya Okulu da ilâhiyat çalışmalarıyla tartışmalara müdahil oldu.[194] Ayrüsçülüğün kurucusu sayılan
Arius (ö. 336) Antakya İlahiyat Okulu’nda Lukian’dan ders almıştı. Ona göre
Îsâ-Mesîh, Tanrı tarafından yaratılan ilk varlıktı. Bir başlangıcı olmasından
dolayı da onun cevheri ile Tanrı’nın cevheri birbirinden farklıydı. Bu nedenle
Îsâ-Mesîh, diğer yaratılmışlardan üstün olmakla birlikte mutlak anlamda Tanrı
değildi.[195] Fikirlerinin kısa zamanda
yayılması üzerine İskenderiye ve Antakya’da toplanan sinodlarda Arius’un
görüşleri reddedilmiş olmasına karşılık yayılmaya devam etti. Bu süreçte, 313
yılında Roma İmparatorluğu tarafından ilan edilen Milan Fermanı ile Hıristiyanlığın
ve dolaylı olarak kristolojik tartışmaların seyri de değişmeye başladı. Çünkü
bu ferman ile Hıristiyanlık artık devlet tarafından meşru bir din olarak kabul
edilmiş ve sistemin içine alınmış oldu. Bu yeni durum ise imparatora, kiliseler
arasında yaşanan problemlere müdahil olma hakkı vermekteydi.[196] Tam da
beklendiği gibi “devletin dinî birliği”
politikası gereği
İmparator
Konstantin (ö. 337) Ariusçular ile kiliseler arasında cereyan eden tartışmaya
dahil oldu ve onun başkanlığında, 325 yılındaki ilk
ökümenik konsil İznik’te
toplandı.[197] Konsil’de Arius’un görüşleri
reddedilerek Tanrı ile Îsâ-Mesîh’in aynı özden olduğu kararlaştırıldı.[198]
İznik
Konsili’nde Îsâ-Mesîh’in ilahlığı kabul edilmiş olmakla birlikte teoloji ve
kristoloji ihtilafları devam etti. Ariusçuluk akımından etkilenen İstanbul
piskoposu Makedonyus (y. ö. 364), Yeni Ahit üzerine yaptığı incelemelerde
Kutsal Ruh’un ilah olmadığı sonucuna ulaştı ve sadece Baba ile Oğul’un
ilahlığına dayanan bir inanç sistemini savundu.[199]
Ayrıca bu dönemde Lazkiye[200] piskoposu Apollinaryus (ö.
390) Ariusçuluğa tepki olarak Îsâ’nın insânî yönünü inkâr eden ve onun tamamen
tanrı olduğunu iddia eden görüşlerini dile getirdi.[201]
İhtilafların yeniden baş göstermesi İmparator I. Theodosius’u (ö. 395) geniş
katılımlı bir konsil toplamaya sevk etti. Onun girişimiyle 381 yılında
İstanbul’da ikinci ökümenik konsil toplandı. Bu konsilde Îsâ’nın ilâhî ve
insânî tabiata sahip olduğu kararlaştırılarak Apollinaryus ve görüşleri; Kutsal
Ruh’un, teslisin üçüncü unsuru olup tanrılığı kararlaştırılarak da Makedonyus
ve görüşleri aforoz edildi.[202]
İsâ-Mesîh’ten
sonraki üç asır içerisinde yaşanan ihtilaflara rağmen kiliseler arasında bir
bölünme olmadı. Çelik’e göre bunun sebeplerinden biri, kiliselerin henüz çok
fazla kurumsallaşmamış olması ve görüş ayrılıklarının daha çok piskoposların
kendi aralarındaki tartışmalar şeklinde cereyan etmesidir. Bu dönemde inanç ile
ilgili tartışmalardan daha büyük bir sorun ise Hıristiyanların devlet
tarafından sürekli baskı altında tutuluyor olmalarıydı.[203]
Milan Fermanı’nın ilanına kadar devam eden bu “ölüm- kalım” mücadelesi üç asır
boyunca onların birincil gündemi olmuştu.[204]
Dolayısıyla bu dönem içerisinde bölgede yaşayan Greklerle birlikte Antakya
Kilisesi’ne bağlı olan Süryânîler’in, ayrı bir Süryânî kilisesi oluşturdukları
söylenemez. Bu durum esasında o dönemdeki diğer bütün Hıristiyan topluluklar
için de geçerlidir.
İznik ve
İstanbul Konsilleri ile Îsâ-Mesîh’in ilâhî veya insânî doğasını reddedenlerin
görüşleri aforoz edilmiş ve Îsâ-Mesîh’in iki doğaya da sahip olduğu
kararlaştırılmış oldu. Diğer taraftan Kutsal Ruh’un ilahlığının da tespit
edilmesiyle teslisin üç unsuru tamamlanmıştı. Ancak mesele burada bitmedi. Bu
sefer de tartışmaların odağına Îsâ-Mesîh’in ilahlığı ve insanlığı arasındaki
ilişkinin durumu oturdu. Diğer taraftan IV. asrın sonlarından itibaren
imparatorluk idaresinin, kilise tarafından genel kabul görmüş dogmaları
tanımayanlara yönelik baskı politikasını benimsemesi de doğudaki Hıristiyanlar
üzerinde olumsuz sonuçlar doğurdu. Zira bu dönemde İstanbul ile rekabet halinde
olan İskenderiye kilisesi merkezli, Îsâ-Mesîh’in tek doğaya sahip olduğu görüşü
doğuda yayılmakta idi.[205] Doğu kiliselerini ve aynı
zamanda Süryânîler’i ayrılığa götüren süreç işte tam da bu konu üzerinde
cereyan eden tartışmalara dayanmaktadır.
Tartışmanın
odak noktası Îsâ-Mesîh’in iki tabiatlı mı (diyofizit, hem ilâhî hem insanî)
yoksa tek tabiatlı mı (monofizit, sadece ilâhî) olduğu konusu idi. Bu
tartışmanın başını o dönemde doğu dünyasında öne çıkmış olan iki teoloji okulu
çekiyordu. Bunlardan İskenderiye Okulu, Îsâ-Mesîh’in ilâhî tabiatı konusunda
ısrar edip iki tabiatın tam olarak birleşmiş olduğunu savunurken; Antakya
Okulu, insanî tabiatın ilâhî tabiat içinde yok olması fikrine karşı çıkıyordu.
Bu tartışamanın doğal bir uzantısı olarak da Meryem; İskenderiye Okulu’na göre tansı-anası,
Antakya Okulu’na göre ise insan- anası olarak tanımlanıyordu.[206] Bu tartışmanın çözümü için
ilk olarak 431 yılında toplanan Efes Konsili’nde diyofizit görüşün mahkûm
edilmesi üzerine bu görüşe bağlı kalan Doğu Süryânîleri kendi bağımsız
kiliselerini oluşturdular. İkinci olarak 451 yılındaki Kadıköy Konsili’nde tek
doğa görüşü aforoz edildi ve ilerleyen süreçte bu
a.
Doğu Süryânîleri
(Doğu Kilisesi)
Hıristiyanlığın
Mezopotamya’ya girişinden yukarıda bahsedilmişti. Doğu Süryânîleri’nin daha
önceden bağlı oldukları Antakya Kilisesi’nden ayrı, bağımsız bir kilise
etrafında örgütlenmelerine giden süreç; II. asırdan itibaren bölgede yayılan
Hıristiyanlığın beslenme kaynaklarıyla doğrudan ilgilidir.[207]
Bu dönemde idari bakımdan zayıflamış durumda olan Partların[208]egemenliği
altında Hıristiyanlar, görece rahat bir dönem geçirmişlerdi.[209] Buna karşılık Sâsânîler,[210] Hıristiyanlığın hızlı bir
şekilde yayılması ve IV. asırda Bizans tarafından devlet dini olarak kabul
edilmesi üzerine Hıristiyanlara karşı politikasını sertleştirdi. Pers
coğrafyasında teoloji okulu kurulamadığı için din adamı bulmakta da zorluk
çekiliyordu. Antakya, İskenderiye ve İstanbul’daki okullar ise çok uzaktaydı.
Bu problem 325 İznik Konsili’nden dönen Nusaybin[211]
piskoposunun, Pers sınırının yakınında bulunan Nusaybin’de bir ilâhiyat okulu
açmasıyla aşılmıştı. Okul 363 yılında şehir Sâsânîlerin eline geçene kadar[212] gelişmiş, bu
tarihte ise Urfa’ya taşınmıştı. Buradaki okul, Aristoteles felsefesini
teolojiye uygulaması ve Grekçe’den Süryânîce’ye yapılan tercümelerle
ünlenmişti.[213] Din adamı
ihtiyacını bu okuldan sağlayan Selevkia-Ktesifon Katolikosluğu[214] ve Pers bölgesi kiliseleri,
zaman içinde buradan gelen inançla ilgili öğretilere de açık duruma geldiler.
Nusaybin’de kurulup daha sonra Urfa’ya taşınan bu okul ise diyofizitizmin[215] yaygın olduğu
Antakya okulunun etkisi altındaydı. Bununla birlikte Hıristiyanlığın ilk dört
asrında Süryânîler arasında herhangi bir ayrılıktan söz edilemez. Bu dönemde
ister doğuda ister batıda bulunsun, ister Bizans ister Sâsânî hâkimiyetinde
yaşasın bütün Süryânîler aynı azizleri benimsiyor, aynı litürjiyi kullanıyor ve
Süryânîce aynı kutsal kitabı okuyorlardı.[216]
Doğuda,
özellikle de Sâsânî coğrafyasında yaşayan Süryânîler’in Bizans egemenliği
altındaki Hıristiyanlardan ayrılışına yönelik ilk emareler V. asrın başında gün
yüzüne çıkmıştır. 410’da Selevkia-Ktesifon’da[217]
toplanan sinodda İznik inanç ilkeleri kabul edilmiş olmakla birlikte, 424’te
Katolikos Dadişo başkanlığında toplanan sinod, Pers Katolikosu’nun sadece
Îsâ-Mesîh’e karşı sorumlu olduğu kararını aldı. Bu, üstü kapalı da olsa batı
kiliselerine karşı bir bağımsızlık ifadesi idi.[218]
Bu ayrılık daha sonra Misisli Theodore[219]
ve Nestoryus’un,[220] 431 Efes Konsili’nde[221] aforoz edilen diyofizit
kristolojilerinin benimsenmesiyle daha da arttı. Diyofizit inancın Pers
coğrafyasında yayılmasında Urfa Okulu’nun başkanı olan ve daha sonra Urfa
piskoposluğu da yapan Hiba (Sür. ^n,m, İng. Ibas, piskoposluğu: y.
435-457) ve ondan sonra okulun başına geçip tek doğa yanlıları tarafından
şehirden kovulması üzerine, Nusaybin metropoliti Barsavma (Sür. ^כג?סמ İng. Barsawma, piskoposluğu: 459?-
y. 491) tarafından himaye edilip burada yeni bir ilâhiyat okulu açan Narsay’ın
(veya Narses. Sür. ,»u İng. Narsai. ö. y.
500) büyük katkısı oldu.[222] Suriye ve Mozopotamya
halkının çoğunluğunu oluşturan Süryânîler’in bir kısmı Nestoryus’un kristoloji
ve mariolojisini[223] benimsedi. Ancak az sayıda
olan bu din adamları sınıfını bertaraf etmek pek de zor olmadı. Zaten Bizans
topraklarındaki sayıları günden güne azalmış olan diyofizit Süryânîler; nihayet
484 yılında Roma İmparatoru Zeno’nun (imparatorluğu: 474-491) Nestoryus
takipçilerinin sınır dışı edilmesini emretmesi üzerine, Sâsânî topraklarına
geçtiler ve buradaki Hıristiyanların çoğunluğunu oluşturdular.[224] 484-486 yılları arasında
Selevkia-Ktesifon’da toplanan konsillerde Antakyalı ilâhiyatçıların formüle
ettiği diyofizit görüş, Pers kiliselerinin inanç ilkesi olarak resmen kabul
edildi. Aynı konsillerde Bizans coğrafyasındaki kiliselerin doktrinleri mahkum
edilirken Sâsânî coğrafyasında bulunan ve Antakya’ya bağlılıklarını sürdüren
tek doğa yanlıları ise baskı altına alındı.[225]
Diğer taraftan kilisenin Aday ve öğrencisi Mari tarafından kurulduğu iddia
edilerek bağımsızlık iddiası kuvvetlendirilmeye çalışıldı.[226]
498’de toplanan bir konsilde de Antakya Kilisesi ile bağlar tamamen koparıldı
ve katolikosluk, patriklik seviyesine yükseltildi. Böylece “Doğu Katolikosu”
olan Selevkia-Ktesifon piskoposu “Doğu Kilisesi Patriği” oldu. Ancak bu
kilisenin patrikleri yine de katolikos unvanını kullanmaya devam etmişlerdir.[227]
Efes
Konsili kararlarını kabul etmeyip Misisli Theodore ve Nestoryus’un görüşlerini
takip eden bu Süryânîler’e muhalifleri tarafından, Nestoryus’un arkasından
gidenler anlamında, Nestûrîler denmiştir. Muhaliflerin buradaki vurgusu;
kilisenin, kökeni havarilere dayanmayan ayrılıkçı ve heretik
bir kilise olduğu kabulüne dayanmaktadır. Mezhebin ayrılıkçı olup olmadığı
noktasında herhangi bir kaygı gütmemekle birlikte Arapça kaynaklar da kilise
için en-Nestûriyye (SjA-□Jl), müntesipleri için nestûrî (^jj^j)
ifadesini kullanmıştır.[228] Buna karşılık Havârilere dayandığı iddiasını taşıyan kilise,
Nestûrî isimlendirmesini kabul etmemektedir. Bunun yerine onlar kendilerini,
Roma sınırının doğusunda bulundukları için Doğu Süryânîleri,
kiliselerini de Doğu Kilisesi olarak tanımlamaktadırlar. XX. yüzyılda
ise kilise iki kola ayrılmış durumdadır. ABD merkezli kilise Asurî Doğu
Kilisesi adını kullanırken Irak merkezli kilise ise Kadîm Doğu Kilisesi
adını kullanmaktadır.[229]
b.
Batı Süryânîleri
c.
1. Antakya Süryânî
Ortodoks Kilisesi
Doğu
Süryânîleri’nden başka Antakya Kilisesi’ne bağlı olan Süryânîler’in hemen hepsi
tek doğa yanlısı[230] idi. Tek doğa görüşü,
İskenderiye İlahiyat Okulu’nda geliştirilip yaygınlaşmıştır. Bu düşüncenin
ileri gelenlerinden İskenderiye Piskoposu Cyrill (patrikliği: 412-444) Efes
Konsili’nde (431) diyofizit düşünceyi mahkûm ettirmeyi başarmış, böylece tek
doğa kristolojisi imparatorlukta resmi olarak yürürlüğe sokulmuştu. Ancak konu
üzerine tartışmalar devam etti ve durumdan rahatsız olan İmparator II.
Theodosius (imparatorluğu: 408-450) 433’te bir uzlaşma metni hazırladı. Bu
metin ile Cyrill’in görüşlerinden vazgeçilmiş ve Antakya’nın diyofizit
kristolojisi kabul edilmişti.[231] Kiliseler arasında sağlanan
bu anlaşmadan sonra İstanbul’da bir manastırın başrahibi olan Eutyches (ö. y.
454), Cyrill’in tek doğa görüşünün uç bir formülünü savunmaya başladı. Buna
göre, Îsâ-Mesîh’in tabiatında asıl olan tanrısallıktır. İnsânî tabiat, Tanrı
Îsâ içinde erimiştir. Yani Îsâ, Baba ile aynı özü taşımaktadır ve insanlar ile
herhangi bir ortaklığı yoktur.[232]
Tartışmaların
büyümesi üzerine İmparator Markianos’un (imparatorluğu: 450457) davetiyle
451’de Kadıköy Konsili toplandı. Roma Kilisesi, İstanbul Kilisesi ve diyofizit
düşünceye sahip olan imparatorun etkisiyle konsilde, tek doğa kristolojisi
aforoz edilip bu düşünceye sahip olanların heretik olduğu ilan edildi.[233] Yaşanan bu süreç doğu
kiliselerinde ciddi tartışmalara ve kargaşalara sebep oldu. Din adamları,
Kadıköy
Konsili’ni kabul edenler ve etmeyenler şeklinde ikiye ayrıldı. Yerli halk
Kadıköy yanlısı piskoposlara tepki gösterdi.[234]
Kadıköy
Konsili sonrasında Antakya Kilisesi içinde de tartışmalar alevlendi. Efes
Konsili’nden beri var olan tek doğa-iki doğa mücadelesi, Kadıköy Konsili’ni
kabul edenler ve etmeyenler şekline dönüşmüştü. Aslında ayrımın temeline
bakıldığında bunun sadece dinî değil, aynı zamanda siyasî ve kültürel arka
plana da dayandığı görülmektedir.[235]
Çünkü Kadıköy karşıtı olanlar, Suriye ve Mezopotamya’da çoğunluk olan tek doğa
yanlısı Süryânîler iken; Kadıköy taraftarı olanlar ise azınlık durumunda olan
diyofizit Greklerdi. Yine devlet otoritesinin güçlü olduğu Suriye’nin sahil
bölgelerinde yaşayan halk Kadıköy’e taraftar olurken, otoritenin zayıf olduğu
kırsal bölgelerde yaşayanlar Kadıköy’e karşıydılar.[236]
İki taraf arasında V ve VI. asırlar boyunca devam edecek ve sonunda bağımsız
Antakya Süryânî Ortodoks Kilisesi’nin kuruluşuna varacak olan süreç işte bu
şekilde başlamış; çoğu zaman bu sürece siyasî otorite de müdahil olmuştur.
Süryânîler’in
Kadıköy karşıtı bir pozisyon almalarında, bazı din adamlarının faaliyetlerinin
de etkisi olduğu görülmektedir. Bu din adamlarının başında Süryânî (Malatyalı)
Barsavmo (ö. y. 458) gelmekte idi. Barsavmo doğudaki manastırların başrahibi
sıfatıyla Kadıköy Konsili’ne katılmış, konsilin kararlarını benimsemediği için
geri dönmüş ve görev yaptığı Tur ‘Abdin bölgesinde Kadıköy karşıtı propagandaya
başlamıştı. Bu dönemden itibaren Tur ‘Abdin’in Kadıköy karşıtlarının merkezi
konumunda olduğu görülmektedir.[237] Diğer taraftan, Kadıköy
Konsili sonrasında
Antakya’ya
çoğunlukla diyofizit düşünceye sahip piskoposların atanmasına karşılık;[238] tek doğa görüşünü
savunan ve yaymaya çalışan iki Antakya piskoposu Petrus Kassâr ve Büyük
Severus’tan bahsetmek gerekir.
Kadıköy
Konsili sonrasında Antakya’nın ilk tek doğa yanlısı piskoposu olan Petrus
Kassâr, 468-488 yılları arasında aralıklarla görevini sürdürmüş ve tek doğa
görüşünü yaymaya çalışırken Kadıköy yanlısı din adamlarını kiliseden
uzaklaştırmaya başlamıştı.[239] Faaliyetlerinin tehlikeli
görülmesi üzerine ise 471’de toplanan bir sinodda görevinden azledilip sürgüne
gönderilmişti.[240] Ancak sürgünde bulunduğu 482
yılında dinî birliği sağlamak isteyen İmparator Zeno’nun (imparatorluğu:
474-491) Henotikon’u[241] ilan etmesinden sonra görevine
iade edilmiştir.[242] Süryânî Ortodoks Kilisesi’nin
oluşumunda önemli bir role sahip olan Büyük Severus (Severus Rabo) ise 508-511
yılları arasında Kadıköy karşıtı çalışmalara katılmak için İstanbul’da
bulunmuş, hemen ardından 512 yılında Antakya piskoposu olarak atanmıştı.[243] Diyofizitlere
karşı mücadelesini güçlendirmek için Antakya’da “daimî sinod” kuran Büyük
Severus, bir taraftan da teolojik fikirlerini temellendirmek için yazılar
kaleme alıp kendisine bağlı kiliselere mektuplar gönderdi.[244]
Onun ve en büyük yardımcısı Menbic[245]
Piskoposu Filüksinos’un (ö. 523) gayretleri sonucunda tek doğa görüşü bölgede
oldukça kuvvetlendi.[246] Diğer taraftan bu gayretleri
sonucunda Severus, Süryânî dünyasında dinî ve ulusal bir önder haline
gelmiştir.[247]
Ancak tek
doğa yanlılarının hâkimiyet tesis ettikleri bu dönem uzun sürmedi. 518’de tahta
çıkan imparator I. Justin (imparatorluğu: 518-527) imparatorluğun batı kısmına
ve Roma Kilisesi ile İstanbul Kilisesi arasındaki birliğe daha fazla önem
verdiği için Henotikon’u iptal ederek Kadıköy Konsili taraftarlarını
destekledi.[248] İmparatorun emri
doğrultusunda tek doğa yanlısı piskoposların takibata uğrayacağını anlayan
Büyük Severus derhal Antakya’yı terk etti ve İskenderiye’ye sığındı. Onun
ardından da II. Pavlus (patrikliği: 518-521) imparator tarafından Antakya
piskoposluğuna getirildi.[249] İşte Antakya Kilisesi
içindeki hiyerarşik ve teolojik ikilik bu olay ile başlamıştır. Zira imparator
tarafından atanan piskoposa rağmen tek doğa yanlısı Hıristiyanlar arasında
Severus, meşru Antakya Piskoposu olarak görülmeye devam etmiştir.[250] Onun İskenderiye’de bulunduğu
sırada Viranşehir (Sür. Tella [^X^])
Piskoposu
Yuhannâ’nın (piskoposluğu: 519-521. ö. 538) resmî Antakya Piskoposu II.
Pavlus’tan bağımsız bir şekilde tek doğa yanlısı piskopos ataması ve rahip
takdis etmesi ile de alternatif bir kilise hiyerarşisi oluşmuştur.[251] Yaşanan bu ayrışmadan sonra
İskenderiye’de bulunan Severus’a bağlı Hıristiyanlar “tek doğa yanlıları”
olarak adlandırılırken, imparator tarafından atanan ve Antakya’da ikamet etmeye
devam eden piskoposlara bağlı Hıristiyanlara da Kadıköy taraftarları (İng.
Chalcedonians) ya da “kralcılar” anlamında Melkitler denmiştir.[252]
I.
Justin ve arkasından
gelen I. Justinianus (imparatorluğu: 527-565) tek doğa karşıtı politikalarını
sürdürdüler ve imparatorluk içindeki tüm tek doğa yanlısı piskoposları takip
ettiler. Böylece tek doğa yanlılarının yeni piskoposlar atamaları engellenecek
ve imparatorluk içindeki dinî birlik sağlanmış olacaktı.[253]
Gerçekten de 538 yılında hem Severus’un İskenderiye’de hem de Viranşehir
Piskoposu Yuhanna’nın Antakya’da ölmesi üzerine, bütün tek doğa yanlısı
piskoposların tutuklu bulunmalarından dolayı bağımsız Antakya Kilisesi’ne tek
doğa yanlısı yeni bir piskopos atanamadı.[254]
Yine Mısır’daki tek doğa yanlısı Kıptîlerin dinî lideri İskenderiye Piskoposu
Theodosius’un (piskoposluğu: 535-566) da İstanbul’da tutuklu bulunması tek doğa
yanlısı kiliseyi yok olma tehlikesi ile karşı karşıya bırakmıştı.[255] Tam bu sırada doğuda baş
gösteren Sâsânî tehlikesi tek doğa yanlıları için yeni bir umut doğurdu.[256] Çünkü Sâsânîlere karşı
Bizans’ın müttefiki olan Gassânîler[257]
ve diğer Arap kabileleri arasında tek doğa inancı yaygındı. 542 yılında
Gassânîlerin Meliki II. Haris b. Cebele (krallığı: 529-569), tek doğa yanlısı
piskopos bulunmadığı için halktan yükselen şikâyetleri İmparator I.
Justinianus’a iletti. İmpatorun bu işi eşi Theodora’ya (ö. 548)[258] [259]
havale etmesinden sonra tutuklu bulunan İskenderiye Piskoposu Theodosius
ile görüşüldü ve sonunda yine İstanbul’da tutuklu bulunan Ya‘kûb Burd‘oyo (veya
Burd’ono. Sür. ^!^״^ כ^וגn^., İng. Jacob Baradaeus, piskoposluğu:
542-578)259 ve Theodore
adlı iki Süryânî rahip piskopos olarak atandılar.[260]
Ya‘kûb,
Severus’un ölümü ve piskoposların bir şekilde etkisizleştirilmesinden sonra yok
olmanın eşiğine gelmiş olan tek doğa yanlısı Antakya Kilisesi’ni tekrar
örgütlemekle görevlendirilmişti. Gerçekten de bitmek bilmez bir enerji ile
seyahatler gerçekleştiren Ya‘kûb;[261]
tek doğa yanlısı cemaatlerin başına din adamı ataması yaparak Kadıköy yanlısı
Antakya Kilisesi’nden ayrı, ama yine de Antakya adını kullanan alternatif
kilise hiyerarşisini yeniden hayata geçirmiştir.[262]
Zira Ya‘kûb, arkadaşı Viranşehirli Sergius’u (patrikliği: 557-560) Antakya
Süryânî Ortodoks Patriği[263] olarak atamıştı. Böylece tek
doğa yanlısı Süryânîler, imparatorluk tarafından tanınan resmi Antakya
Kilisesi’nden ayrı olarak kendi bağımsız kiliseleri bünyesinde toplanmışlardır.[264] Ancak Süryânî Ortodoks
Kilisesi hiçbir zaman patriklik kürsüsünü Antakya’ya taşıma imkânı bulamamış,
patrikler daima daha doğudaki değişik yerlerde ikâmet etmek durumunda
kalmışlardır. İmparator I. Justinianus’un tek doğa yanlılarının bu şekilde
örgütlenmesine, doğudaki Sâsânî ve diyofizit Doğu Kilisesi tehlikesini göz
önüne alarak ses çıkarmadığı anlaşılmaktadır. Hatta imparator zaman içinde
baskı politikasına son vermiş, imparatorluk içindeki dinî birliği sağlama adına
tekrar girişimlerde bulunmuş ve 553’te İstanbul’da bir konsil toplanmasını
sağlamak suretiyle somut neticeler elde etmeyi ummuştur. Ne var ki Ya‘kûb Burd‘oyo
tarafından da desteklenen bu girişimler, genel kamuoyunun Bizans idaresi
hakkındaki olumsuz tutumu nedeniyle başarısız olmuştur.[265]
Pek çok
kaynak ve araştırmada, Antakya kilisesine bağlı tek doğa yanlısı Süryânîler’den
“Ya‘kûbîler” diye bahsedildiği görülür. Tarihte iki defa bu isimlendirme ile
karşılaşılmaktadır. İlk olarak bu ifade, Ya‘kûb Burd‘oyo ile 560 yılında ölen
Patrik Viranşehirli Sergius’un halefi II. Pavlus (patrikliği: 564-578) arasında
yaşanan anlaşmazlık sonucunda Pavlus’u destekleyenler tarafından, Ya’kûb’un
yanında duranlar için kullanılmıştır.[266]
Ancak kilise içindeki bu kullanım kısa sürmüş ve “Ya‘kûbî” nitelemesi son
bulmuştur. 787 yılında gerçekleşen II. İznik Konsili’nde ise bu kullanım ikinci
kez gündeme gelmiştir. Ya‘kûb Burd‘oyo’nun Süryânî Ortodoks Kilisesi’nin
hayatta kalmasında oynadığı kritik rolden ötürü, Kadıköy yanlısı İstanbul
Ortodoks Kilisesi ve Antakya Melkit Kilisesi bu kilise mensuplarından
“Ya‘kûbîler” şeklinde bahsetmişlerdir. Burada ayrıca, kilisenin VI. yüzyılda
Ya‘kûb Burd‘oyo isimli ayrılıkçıya bağlı oluşmuş; tarihi Havârilere ulaşmayan,
heretik bir mezhep olduğunu da vurgulamayı amaçlamışlardır.[267]
Arapça kaynaklar ise Süryânî Ortodokslar için el- Ya’kûbiyye (2-^jW'),
müntesipleri için de ya’kûbî (^j*״) ifadelerini
kullanmıştır.[268] Bununla birlikte
Süryânî Ortodoks Kilisesi bu kullanımı kabul etmemektedir. Çünkü onlara göre,
kilisenin yeniden örgütlenmesinde büyük katkı sağlamış olsa da, Süryânî
Ortodoks Kilisesi Ya‘kûb Burd‘oyo ile başlamış değildir. Aksine
kilise, Havâri Petrus’un Antakya’da kurduğu ilk Hıristiyan kilisesinin
devamıdır.[269]
b.2.
Melkit Kilisesi
451 Kadıköy
Konsili’nde tanrının tek doğalı mı iki doğalı mı olduğu ve Meryem’in
tanrı-anası mı mesih-anası mı olduğu üzerine yapılan teolojik tartışmalardan ve
sonrasında tek doğa yanlısı kiliselerin (Antakya Süryânî Ortodoks Kilisesi ve
İskenderiye Kıptî Ortodoks Kilisesi) kendilerine ait hiyerarşilerini oluşturup
bağımsız hareket etmelerinden, önceki başlıkta bahsedilmişti. Bağımsız
kiliselerin oluştuğu bu süreçte Kadıköy yanlısı ortodoks diyofizit[270] görüşü savunan din adamları
ise devlet tarafından destekli bir şekilde mevcut Antakya, İskenderiye ve yeni
kurulan Kudüs kiliselerinde zaman içinde hâkimiyetlerini tesis ettiler. Tek
doğa yanlısı din adamları ise, devletin de desteği ile şehirlerden
uzaklaştırıldılar. Bu süreçte, Suriye ve Tur ‘Abdin’de yaşayan Süryânîler’in
ezici çoğunluğu Antakya Süryânî Ortodoks Kilisesi’ne tâbî oldu. İmparatorluk
tarafından desteklenen Antakya Kilisesi’nin mensupları ise çoğunlukla Romalı
askerler ve idarecilerle birlikte Grek asıllı halktı. Bununla birlikte
Suriye’nin sahil bölgelerinde ve büyük şehirlerinde yaşayan, ayrıca
kırsaldakilere göre Helenizm kültüründen daha fazla etkilenmiş olan
Süryânîler de Kadıköy yanlısı kiliseye tabi olmuşlardı.[271]
Bununla birlikte Süryânîler’in kilise içindeki etkinlikleri fazla değildi.
Zaman içinde bu kilise Antakya Rum Ortodoks Kilisesi’ne dönüşmüştür.
İmparatorluğun desteklediği Kadıköy Konsili kararlarını savunan
bu kiliseler için Melkit Kiliseler, müntesiplerine de Melkitler denmiştir.
Onlara Süryânî Ortodokslar tarafından yakıştırılan bu ifade; kralcılar, kralın
yanında duranlar anlamında Süryânîce malkoye (*\k\^>)
kelimesinden gelmektedir. O da Süryânîce kral anlamına gelen malko (^s\•^) kelimesinden türetilmiştir. Arapça
kaynaklarda bu mezhebin adı el-Melkâniyye (<jjlSUl) şeklinde
geçmekte, müntesiplerine ise melkî (^^) denmektedir.[272] Bu kullanım, Grekçe üzerinden İngilizceye melkites şeklinde
geçmiştir.[273]
b.3.
Mârûnî Kilisesi
Aslen
Melkit Batı Süryânîleri’nden olmakla birlikte Mârûnî denen topluluğun
kökeni, dördüncü yüzyılın sonu ile beşinci yüzyılın başında yaşamış olan Mor
Mârûn[274] isimli keşiş ve
onun etrafında toplanan cemaate dayanır. Bir pagan tapınağını kiliseye çeviren
bu keşiş; Asi Nehri üzerindeki Efâmiye[275]
şehrinin dağlık arazilerinde, etrafında toplanan öğrencileriyle birlikte
münzevi bir hayat yaşamıştır. Ölümünün ardından ise öğrencileri, kabrinin
çevresinde bir manastır (Aziz Mârûn Manasırı) kurarak bu topluluğun varlığını
sürdürmüşlerdir.[276] Mârûnîler doğal olarak
Antakya Kilisesi’ne bağlı idiler ve 451’de alınan Kadıköy Konsili kararlarını
şiddetle savunmuşlardı. V. asrın başlarında yaşanan çatışmalarda, tek doğa
yanlıları tarafından Mârûnîlerin pek çok din adamı öldürülmüş, manastırları
yakılmıştı. Bununla birlikte Aziz Mârûn Manastırı VII. asrın ortalarına kadar
Kuzey Suriye’deki Kadıköy taraftarlarının (Melkitler) ve çevre köylerde
gerçekleştirilen misyon faaliyetlerinin merkezi olma niteliğini sürdürmüştür.
Grekçe’yi kullanan diğer Melkit grupların aksine Mârûnîler arasında konuşma ve
ibadet dili olarak Süryânîce’nin kullanılması, yerli halk arasında da
manastırın popülerliğini artırmış ve cemaat günden güne büyümüştür. Bununla
birlikte bölgede yaygın olan diğer kiliseler ile kıyaslandığında zayıf
kalmaları ve İslâm idaresi altında da -inanç bakımından Bizans’a bağlılıkları
sebebiyle- her zaman dikkatlerin üzerlerinde olması nedeniyle cemaat,
erişilmesi kolay olmayan dağlık bölgelerde yerleşmiştir. Bu durum da onları
dışa kapalı bir toplum haline getirmiştir. Böylece, Mârûnî Patrikliği şeklinde
bir kurum henüz oluşmadan önce, manastırın hem idarî hem de dinî merkez olarak
işlev gördüğü bir toplum yapısı zaten oluşmuştu.[277]
Ayrıca Mârûnîler bu sayede Grekçe konuşan ve Bizans etkisi altında kimliklerini
kaybeden diğer Melkit Süryânîler’in aksine, Süryânîce’yi kullanmaya devam
etmişler ve kimliklerini korumayı başarmışlardır.[278]
Bizans
idaresine ve Antakya Kilisesi’ne sadık olmakla birlikte VII. asırda yaşanan
bazı gelişmeler, Mârûnîlerin merkezden kopmasına neden olmuştur. İslâm
hâkimiyetinin hemen öncesinde tek doğa yanlıları baskı altına alınmış ve
sindirilmiş olsa da, doğuda önce Sâsânîler sonrasında ise Müslümanlar
tarafından oluşturulan tehdit ve tek doğa yanlılarının imparatorluktan kopmanın
eşiğinde bulunmaları Heraklius’u (imparatorluğu: 610-641) acil bir birlik
arayışına sevk etmişti. Bu noktada İstanbul Patriği I. Sergis’in (patrikliği:
610-638) tek doğa yanlısı bağımsız kiliseler ile Kadıköy yanlısı diyofizit
kiliseler arasında uzlaşı sağlayacağını düşündüğü monotelit inanç
öğretisi imparator tarafından kabul edilmiştir.[279]
Patrik
Sergis’in teklifi tek doğa yanlısı kiliseler tarafından ciddiye alınmamış olsa
da, 633 yılında imparatorluk tarafından İskenderiye’de düzenlenen “İttifak
Hareketi” toplantısında monotelitist kristoloji açıkça ilan edilmişti. Papa
Honorius’tan (patrikliği: 625-638) da olumlu yaklaşım alınınca Sergis bu görüşü
yaymaya başladı. 638’de Heraklius tarafından, monotelitizmin imparatorluğun
resmi teolojisi olarak ilan edildiği Ecthesis[280]
yayımlandı.[281] İstanbul, Antakya ve Roma
kiliselerinde bir süreliğine kabul edilmiş olmakla birlikte kısa zamanda bu
kristolojiye patriklik merkezlerinden itirazlar yükseldi. Bunun üzerine
İmparator IV. Konstantin (imparatorluğu: 668-685) teolojik ihtilafı çözmek için
680 yılında İstanbul’da yeni bir konsilin toplanmasını sağladı. Konsilde
monotelitizm mahkûm edildi ve I. Sergis ile I. Honorius suçlu bulundu.[282]
Bu süreçte
Kadıköy’deki taraftarlığın bir devamı mahiyetinde Mârûnîler, Heraklius ve
halefleri tarafından yerleştirilmeye çalışılan Monotelitizm görüşünü de
sadık bir şekilde benimsemişlerdi. Ancak 680-681 İstanbul Konsili kararları,[283] Mârûnîlere
ulaştırılamadı. Zira onların bu dönemde Bizans ile bağlantıları tamamen kopmuş;
İslâm hâkimiyeti altında sıkıştıkları terk edilmiş dağlık bölgelerde, hemen
hemen dışa tamamen kapalı bir toplum haline gelmişlerdi.[284]
Böylece Mârûnîlere ait manastır ve çevresindekiler imparatorluk kiliselerinden
ayrı düşmüş oldular.[285] Böylece Mârûnîler, dışta
gelişen şartların bir sonucu olarak bağımsız kiliselerini kurmuş oldular.
Antakya ve Tüm Doğu Süryânî Mârûnî Patriği ünvanını taşıyan ilk patrik ise Aziz
Yuhanon Mârûn (patrikliği: 685-707) idi.[286] Mârûnîlerin kendi içlerinden bir patrik seçmelerinin sebebi,
teolojik bir ihtilaf değil; Antakya patriklerinin daha çok İstanbul’da ikamet
etmeleri ve yaşanan iletişim sorunlarından kaynaklanmıştır.[287]
II.
İSLÂM HÂKİMİYETİNDE
SÜRYÂNÎLER
Yukarıda
özetlendiği şekliyle Hıristiyan Süryânîler, V. asırdan itibaren; büyük oranda
Roma ve Bizans Kiliseleri tarafından temsil edilen, bir bakıma resmî
denebilecek Hıristiyanlıktan ayrılmışlardır. Bununla birlikte, nüfuz ve etki
alanı azalmış olmasına karşılık, özellikle Bizans yönetimi ve kilisesinin
doğuda oluşan bağımsız Süryânî kiliseleri üzerindeki emelleri son bulmamıştır.
Yukarıda da değinildiği üzere; İslâm hâkimiyetinin bölgede tesis edildiği VII.
asra kadar pek çok imparator, doğudaki kiliseler ile anlaşma yolları aramış ise
de girişimler ayrılıkları derinleştirmek ve artırmaktan başka bir işe
yaramamıştır. Esasında Doğu Kilisesi ve Süryânî Ortodoks Kilisesi’nin, Suriye
dini olan Hıristiyanlığı Greko-Romen bir kuruma çevirmeye çalışan Roma ve
Bizans’ın Helenleştirici çabalarına tepki olarak oluştukları da ifade
edilmektedir.[288] Her ne kadar Grekçe öğreniyor
ve eserlerini bu dilde yazıyorlarsa da onlar, efendilerinden farklı
olduklarının bilincinde idiler. Büyük İskender’in (krallığı: M.Ö. 336-323)
istilasıyla birlikte bölgede hâkim olan Helen kültürü ise sadece şehirlerde
etkisini göstermiş; kırsalda yaşayan halk, kültür ve ırk olarak geleneksel
yapısını korumuştu.[289] Bu sebeple bölgedeki Sâmî
kavimlerin ayrı kiliseler geliştirmelerinin altında, belli belirsiz bir
milliyet duygusunun da varlığı hissedilmektedir.[290]
İslâmîyetin
doğuşu esnasında Doğu Süryânîleri daha çok Pers coğrafyasında bulunurken,
Bizans coğrafyasında çoğunluğu Batı Süryânîleri oluşturuyordu. Bunların bir
kısmı Melkit olmakla birlikte büyük kısmı Süryânî Ortodoks idi. Bağımsız
kiliselerin oluşmasından sonra kendi rüştlerini ispat etmek durumunda kalan
Süryânî din adamları ve entelektüeller; Grekçe din, bilim ve felsefe eserleri
ile yoğun şekilde meşgul oldular. Grekçe’den tercümede ise Doğu Süryânîleri
daha önde idi. Zaman içinde Süryânî coğrafyasında, bu türden bilimsel faaliyetlerin
sürdürüldüğü çeşitli merkezler ortaya çıkmıştı.[291]
Bizans’ın bütün engellemelerine rağmen Süryânî kiliselerinin inanç sistemi,
İslâmîyet’in doğuşundan önce Arap kabileleri arasında da yaygınlık kazanmıştı.
Sözgelimi Gassânîler, Süryânî Ortodoks inancını benimserken;[292] Hîreliler,[293] Doğu Kilisesi’ne tabi
olmuşlardı.[294]
İslâmîyet’in
henüz yayılmaya başladığı yıllarda, Suriye-Mezopotamya bölgesinin yabancı
hükümranları olan Bizans ve Sâsânî İmparatorlukları yeni bir hâkimiyet
mücadelesine girişmişlerdi. Zaten asırlardan beri bölge, adeta bu iki gücün
savaş meydanı durumunda idi.[295] [296]
Önce Sâsânîler Suriye, Filistin, Mısır ve Libya’yı içine alan bölgeyi ele
geçirmiş (611-619), sonra da Bizans kaybettiği toprakları geri almıştı (622) 296 Bu esnada savaşın getirdiği
yıkım ve masraflar yüzünden halka yüklenen ağır vergiler ise bölgeyi yaşanmaz
bir hale getirmişti.[297] Diğer taraftan, doğuşundan
kısa bir süre sonra Arabistan Yarımadası’nda İslâm’ın hâkimiyeti sağlanmış ve
Müslüman Arap kabileleri arasında güçlü bir birlik tesis edilmişti. Bunu takip
eden fetih hareketi ise baş döndürücü bir hızda ilerledi. Henüz ikinci halife
Hz. Ömer (hilâfeti: 634-644) döneminde Müslüman Araplar’ın hâkimiyeti Filistin,
Suriye ve Mezopotamya’yı aşıp doğuda Belûcistan’a kadar vardı. Bu sınırlar
hemen hemen Süryânîler’in yaşadıkları bütün yerleşim yerlerini içine
almaktadır. Sınırların dışında kalanlar ise Hz. Osman (hilâfeti: 644-656)
zamanında gerçekleşen fetihler ile birlikte İslâm devletinin idaresi altına
girmiştir.[298]
Müslümanların
bu hızlı ilerleyişinin sebepleri hakkında araştırmacılar tarafından çeşitli
açıklamalar yapılmaktadır. Yer yer tartışmalı meselelerin de bulunduğu bu geniş
muhtevalı konu mevcut araştırmanın sınırlarını aşmaktadır.[299]
Bununla birlikte yapmış olduğumuz araştırma perspektifinde,
Suriye-Mezopotamya- İran bölgesinde yoğun olarak yaşayan Süryânî nüfus ile
fetihler arasındaki ilişki açısından konuyu ele almak yerinde olacaktır.
Sıklıkla değişen Bizans-Sâsânî sınırının her iki tarafında yaşayan Süryânîler,
yukarıda da ifade edildiği gibi, uzun süren savaşlardan ve yüklenen ağır
vergilerden mustarip bir durumda idi. Dahası inanç bakımından da devlet
otoritesi ile sık sık sorun yaşıyorlardı. Süryânî Ortodokslar, Bizans
Kilisesi’ne tabi imparatorların zaman zaman yoğunlaşan baskılarına maruz
kalırlarken; Bizans tarafından tamamen dışlanmış olan Doğu Süryânîleri,
Zerdüştçülüğe bağlı olan Sâsânî idaresince de makbul bir tebea kabul edilmiyor
ve yine belli aralıklarla idarenin takibatına maruz kalıyorlardı.[300] Diğer taraftan Rumlar ve
Persler bölgenin yerel unsurları değillerdi ve işgalci bir konumdaydılar. Yerli
halklar da az veya çok bu durumun idrakinde idi. Süryânîler ile Araplar
arasında ise, dil ve kültür bakımından daha yakın bağlar bulunmakta idi.
İslâmiyet’in doğuşundan çok daha önce bazı Arap kabilelerinin bölgeye gelip
yerleşmesi, iki Sâmî kavim arasındaki ilişkilerin gelişmesine yardımcı olmuştu.
Böylece Müslüman fatihler bölgeye geldiklerinde yerli halk tarafından -önceki
idarecilere kıyasla- daha yerel, kültürel olarak da kendilerine daha yakın
algılandılar.[301] Bereketli Hilâl’in kuzey ve
doğusunda, Sâmî dillerinin konuşulmadığı bölgelerde, fatihlerin daha fazla
dirençle karşılaşmış ve fetihlerin çok daha yavaş gerçekleşmiş olması da belli
bir ölçüde bu durumu teyit etmektedir.[302]
Bu duruma; yeni vergilerin öncekilerden daha az olması, dinî özgürlük ve tek
parça haline gelen bölgede başlayan istikrar ortamı da eklenince[303] Süryânîler, Müslüman
Araplar’ın fetihlerini genel olarak olumlu karşılamışlar ve hatta zaman zaman
fatihlere yardımcı bile olmuşlardır.[304]
Diğer bir açıdan ise Süryânîler için İslâm fetihleri, Bâbil Devleti’nin
yıkılmasından sonraki bin yıl boyunca batıdan ve doğudan gelen istilâcıların
egemenliği altında kalmış olan coğrafyanın, yerel
dinamiklerle yeniden kendi hâkimiyetini eline almış olması anlamına geliyordu.[305]
Daha çok
Hz. Ömer zamanında İslâm toplumuna katılmaya başlayan Süryânîler’e, diğer
Hıristiyanlar gibi zimme[306] statüsü verilmişti. Anlaşma
yoluyla ele geçen şehirlerin halkı gibi savaşla ele geçirilen şehirlerde
yaşayan Süryânîler de bu statüye dahil edilmişlerdi. Çünkü Hz. Ömer, savaşla
ele geçen toprakların mücahitler arasında dağıtılmasını ve üzerinde
yaşayanların da köleleştirilmesini yasaklamıştı.[307]
Diğer zimme statüsüne sahip ehl-i kitap gibi Süryânîler’in de ödemekle
yükümlü oldukları vergilerin başında cizye[308]
[309] gelmekte idi. Bunun dışında
toprağı olanlar haraç309,
ticaretle uğraşanlarsa uşûr[310]
ödüyorlardı.
Elde
ettikleri zimme statüsü sonucunda, diğer ehl-i kitap gibi Süryânîler de bazı
haklar elde etmiş ve belli yükümlülüklerin altına girmişlerdir. Elde edilen
haklardan en önemlisi İslâm devleti tarafından tebea olarak kabul edilen
zimmîlerin himaye altına alınmış ve bunun sonucunda can, mal ve nesil
güvenliklerinin sağlanmış olması idi.[311]
Bunun arkasından ise inanç ve ibadet hürriyeti gelmekte idi.[312] Bir tarafta Mecûsî Pers
yöneticilerinin, diğer tarafta da inançlarındaki mezhepsel farklılıklardan
dolayı Bizans yöneticilerinin devamlı baskısına maruz kalan Süryânîler, İslâm idaresi
ile birlikte bu baskılardan kurtulmuşlardı. Müslüman idareciler prensip olarak
herhangi bir mezhebi veya dini diğerinden üstün tutmadan hepsine eşit mesafede
duruyor, inançla ilgili tartışmalara da hiçbir şekilde müdahil olmuyorlardı.[313] Böylece bütün Süryânî
mezhepleri, kendi kilise ve manastırlarında istedikleri gibi ibadet etme
özgürlüğünü elde etmişlerdi. Haç, heykel, çan, ikon gibi dinî materyallerini de
istedikleri gibi kullanabiliyorlardı.[314]
Zimmîlere
getirilen yükümlülükler ve bu doğrultuda konan yasaklarla ilgili kaynaklarda
çok çeşitli konular mevcuttur. Şüphesiz Süryânîler de bu yükümlülük ve
yasakların muhatabı olduğundan, tartışmalara girmeksizin konuya kısaca değinmek
yerinde olacaktır. Öncelikle ifade etmek gerekirse ilk dönemde, ödenmesi
gereken cizyenin yanında zimmîlere yüklenen sorumluluklar çok sınırlı
idi. Bunlar; İslâmî değerlere saygısızlıkta bulunmama, Müslümanlara karşı
düşmanlarına yardım etmeme, Müslümanlar içinde misyonerlik faaliyeti yapmama ve
bir Müslümanın canına, malına, ırzına el uzatmama gibi genel hususlardı.[315] Zaman içinde ise daha başka
yasak ve sınırlamaların zimmîlere yüklendiği görülmüştür. Bu yasakların
kapsamına; kilise inşasının yasaklanması,[316]
kıyafet sınırlaması,[317] dinî sembollerin teşhirinin
yasaklanması,[318] zimmîleri devlet işlerinden
uzaklaştırma, Müslüman yapılarına göre hıristiyan yapılarının daha gösterişsiz
ve alçak inşa edilmesi, silah taşıma ve ata binme yasağı,[319]
Müslümanların aleyhine şehadetlerinin kabul edilmemesi gibi hususlar
girmektedir. Başlangıçta var olmayan ve sonradan gündeme gelen bu yasakların,
zamanla değişen toplum yapısından kaynaklandığını söylemek mümkündür. Zira
fetihlerden sonra Müslümanlarla gayr-i müslimler aynı şehirlerde yaşamaya
başlamışlardı ve bu durum idarenin bazı tedbirler almasını gerektirmişti.[320] Diğer taraftan Müslüman
halkın zimmîlere karşı çeşitli sebeplerle zaman zaman yükselen tepkisi de
halifelerin bu tip uygulamalarda sertleşmelerine sebep olabilmekte idi.[321] Bununla birlikte
kaynaklarda geçen bilgiler, zimmîlere getirilen yasakların takibatının pek de
sıkı yapılmadığını göstermektedir.[322]
Denebilir ki idareciler, halka nazaran zimmîlere karşı çok daha müsamahakâr
davranmışlardır.[323]
Zimmîlerin
toplum içindeki etkinliklerine karşı alınan tedbirlere rağmen, özellikle
Hıristiyanlar ilk dönemlerden itibaren devlet kademelerindeki ağırlıklarını
korumuşlardır. Zira Müslüman Araplar’ın genel olarak ümmî olması ve yeni
fethedilen bölgelerde önceden beri var olan devlet sisteminin kargaşaya
düşmeden, bir şekilde devam ettirilme zorunluluğu yerel memurların istihdamını
zorunlu kılmıştı.[324] Zimmîlerin devlet işlerinde
istihdamı yoğun şekilde Emevîler (41-132/661-750) döneminde başlamış,[325] Abbâsîler döneminde bu durum
artarak devam etmişti. Genel kanaat hukukî açıdan zimmîlerin istihdamının önünde
bir engel bulunmadığı yönünde olmakla birlikte aksi görüşü savunanlar da
vardır.[326] Emevî ve Abbâsî dönemlerinde
bazı halifelerin, gayr-i müslimleri devlet işlerinden uzaklaştırdığı ve
çalıştırılmalarını yasaklayan emirler çıkardığı da vakidir. Gayr-i müslim memur
ve idarecilerin görevlerini kötüye kullanmaları, haksız yere zenginleşmeleri,
Müslüman halka zulmetmeleri gibi gerekçeler ile halktan ve İslâm âlimlerinden
yükselen tepkilerin bu minvalde çıkan emirlerde payı olduğu görülmektedir.[327] Her şeye rağmen halifeler ve
Müslüman idareciler gayr-i müslimlerin devlet işlerinde istihdamını çeşitli
açılardan işlevsel bulmuşlar ve siyasî manevralarla halktan zaman zaman
yükselen bu tepkilerin üstesinden gelmeyi bilmişlerdir.[328]
Süryânî
Hıristiyanların İslâm toplumu içindeki etkinlikleri, idarî görevlerden daha çok
bilim ve kültür hayatında hissedilmiştir. Fetihlerin tamamlanması ile birlikte
fizikî çatışma ortamı son bulmuş; dinî, etnik, kültürel, dilsel vb. konularda
yeni çatışma ve tartışma alanları ortaya çıkmıştı.[329]
Kur’an-ı Kerim, Yahudi veya Hıristiyanları düşmanlaştırmamakla birlikte; inanç
konularında onlara ciddi eleştiriler yöneltmekte idi.[330]
Teoloji, felsefe, mantık, dil gibi bilimlerde köklü bir birikim ve tecrübeye
sahip olan Süryânî din adamları ise, bu yeni din tarafından getirilen
eleştirilere karşı savunu ve tenkit türü çalışmalar yapmaya başlamışlardı.[331] Emevîler döneminden itibaren
halifeler de Müslüman ve Hıristiyan âlimler arasındaki tartışmaların özgür bir
ortamda gerçekleşmesi için katkıda bulunmuş; bizzat saray, tartışma
meclislerinin kurulmasına öncülük etmişti.[332]
Bu ortamda Müslümanların haberdar olmayıp Süryânîler’in etkin bir şekilde
kullandıkları eski bilimlerin Arapça’ya tercüme edilme ihtiyacı doğmuştu. Emevî
ailesinden Halid b. Yezid’in (ö. 85/704?) tercüme işini en çok destekleyenlerin
ilki olduğu ifade edilmektedir.[333] Zaman içinde tercüme
faaliyetinin çapı genişlemiş ve hızı da artmıştır. Yahudi, Hıristiyan, Mecûsî
ve Harranlı bilginlerden pek çok zimmînin katkı sağladığı tercüme faaliyetleri
süresince; Grek, İran ve Hint kültürüne ait astronomi, tıp, kimya, felsefe,
matematik gibi çeşitli bilimlere dair pek çok eser Arapça’ya kazandırılmıştır.[334] Süryânîler tercüme işine
yoğunlaşmanın yanı sıra bu bilimlerde telif eserler de vermişlerdir. En etkin
oldukları alan ise tıp idi. Tıp konusundaki maharetleri halifeler ve devlet
ileri gelenleri nezdinde çok saygın konumlar elde etmelerini ve
zenginleşmelerini sağlamıştır.[335] Dönemin en yaygın
sahnelerinden biri ise Müslümanlarla Hıristiyanların aynı ortamda öğrenim
görmeleri idi. Tıp ve felsefe gibi alanlarda otorite olan Süryânî âlimlerin
derslerinde Müslüman öğrenciler bulunurken, Süryânîler özellikle Arap diliyle
ilgili derslerde Müslüman âlimlerin ders halkalarına katılmaktaydılar.[336] Süryânîler’in bilimsel
faaliyetleri ve Süryânî bilim adamları bu çalışmanın esas konusunu teşkil
ettiğinden, şimdilik bu bilgi ile iktifa edilecektir.
Süryânî
halk genel olarak tarımla uğraşmakta idi. Hz. Ömer’in uygulaması sonucunda
Süryânîler, ödedikleri haraç karşılığında memleketlerinde kalma ve eski
hayatlarını sürdürme imkânı bulmuşlardır.[337]
Yahudilere nazaran Süryânîler, ticaretle daha az meşguldü.[338]
Bununla birlikte şarap imalatı onlar için önemli bir gelir kaynağı idi.
Süryânîler arasında çok yaygın bir meslek ise tabiplikti. Kilise ve
manastırlardaki din adamları umumiyetle tıp ilminden haberdardılar ve hasta
olanlar onlara müracaat ederdi. Bunun dışında imkân bulanlar ise devlet
bünyesinde görev almakta; vergi memurluğu, kâtiplik gibi işlerde
çalışmaktaydılar.[339]
Fetihler
esnasında ele geçirilen şehirlere Müslümanlar yerleştirildiği gibi, kimi zaman
da mevcut şehirlerin yakınına yeni şehirler kurulmuştur. Basra, Kûfe, Vâsıt
gibi yerler yeni kurulan bu şehirlerdendir. İlk etapta buralarda Müslümanların
yaşaması planlanmış ve prensip olarak gayr-i müslimlerin yerleşimine kapalı
tutulmuştu. Ancak şehirlerin hızlı bir şekilde büyümesi ve duyulan ihtiyaç
sebebiyle gayr-i müslimlerin de bu şehirlere yerleşmesinin önü alınamamıştır.[340] Neticede fethedilen
bölgelerin hemen her yerinde Müslümanlarla gayr-i müslimlerin bir arada
yaşadığı şehirler oluşmuştur. Bu şehirlerde Müslümanlar umumiyetle yerli halkla
bütünleşmekte ve ortak bir sosyal hayatı başarılı bir şekilde
paylaşmaktaydılar. Süryânîler’in yaşadıkları şehirlerde de durum benzerdi. Bir
arada yaşayan toplumun farklı kesimleri birbirlerinin bayramlarına katılmaktan
dahi geri kalmıyorlardı.[341] Gayr-i müslim halk, adalet
arayışı içinde sıklıkla İslâm mahkemelerine başvurmakta idi.[342]
Müslüman halk ve idarecilerin diğer yerel unsurlar ile birlikte
Süryânîler tarafından da benimsendiğini gösteren en açık husus ise, devlet
yönetiminin zafiyete düştüğü zamanlarda bile ayrılıkçı hareketlere
kalkışılmaması idi. Gerçekten de Emevî ve Abbâsî dönemleri incelendiğinde genel
olarak Hıristiyanların ve özelde Süryânîler’in idareye karşı uzun süreli ve
ciddi isyan hareketlerine kalkışmadıkları görülür. Birkaç lokal hadise ise
vergi konusundaki anlaşmazlıklardan kaynaklanmıştır.[343] Bununla birlikte Emevî ve Abbâsî dönemlerinde yaşanan iç
savaşlarda ve çöküş dönemlerinde ise Müslüman halk ile birlikte Hıristiyanlar
ve Süryânîler de benzer zorluklar yaşamışlardır.[344]
Kısa sürede
gerçekleşen İslâm fetihleri sonucunda; 325 İznik Konsili’nde yetki ve bölgeleri
tanınmış üç büyük kiliseden ikisi olan İskenderiye ve Antakya kiliseleri ile
(Bu kiliselerin üçüncüsü Roma Kilisesi idi.) 451 Kadıköy Konsili’nde yetkileri
tanınan Kudüs Kilisesi ve Bizans’ın egemenlik alanı dışında örgütlenen Süryânî
Doğu Kilisesi İslâm idaresi altına girmişti. Bu dönemde Doğu Süryânîleri, Doğu
Kilisesi’nin öğretileri etrafında yekvücut halde bulunuyorlardı. Batı
Süryânîleri ise Kadıköy Konsili sonrasında bölünmüşlerdi. Ana kitle Büyük
Severus’un açtığı yolda, tek doğa inancını sürdürmüş ve ayrı bir kilise
hiyerarşisi (Antakya Süryânî Ortodoks Kilisesi) altında örgütlenmişti. Daha çok
şehir merkezlerinde yaşayan Helenleşmiş Süryânîler, Kadıköy Konsili kararlarını
benimsemişler ve Bizans Kilisesi ile aynı çizgide devam eden Antakya
Kilisesi’ne bağlılıklarını sürdürmüşlerdi. İster Süryânî ister Grek ya da başka
bir milletten olsun bu kilisenin mensuplarına Melkit, kiliseye de Melkit
Kilisesi dendiği daha önce ifade edilmişti. Yine az sayıda olmakla birlikte
İskenderiye Melkit ve İskenderiye Kıptî Ortodoks kiliselerine mensup Süryânîler’in
varlığından da söz edilebilir. Ancak bunların varlığını ve sayısını tespit
etmek neredeyse imkânsızdır. İşte farklı mezheplere mensup Süryânîler’in tabi
oldukları bütün bu kiliseler, İslâm fetihleriyle birlikte Müslüman
coğrafyasının sınırları içinde kalmışlardır. İslâm’ın ilk asrında bu
kiliselere; Batı Süryânîleri’nden bir topluluk olan Mârûnîlerin Antakya’dan
kopması sonucunda, Süryânî Mârûnî Kilisesi de eklenmiştir.
İslâm
hâkimiyetinden önce bölgede hâkim olan Bizans idaresi, Süryânî ve Kıptî
Ortodokslara karşı kendi çizgisinde bulunan Melkitleri desteklemişti. Bu
bakımdan Süryanî Ortodokslar Antakya’da bulunmak şöyle dursun, çoğu bölgedeki
kiliselerinden bile çıkmak zorunda kalmışlar; boşalan bu kiliselere ise
Melkitler yerleşmişlerdi. Pers coğrafyasında ise Doğu Kilisesi, diğer
mezheplere göre idareye daha yakın ve daha avantajlı bir konumda idi. Ayrıca
Kadıköy Konsili sonrasında yaşanan tartışma ve kavgalara da karışmadığından
nispeten daha istikrarlı bir yapı kazanmıştı.[345]
İslâm
idaresi geldiğinde Hıristiyan mezhepleri arasında teoloji ve gasp edilen dinî
yapıların mülkiyeti ile ilgili tartışmalar devam etmekteydi. Ancak Müslüman
idare; Bizans’ın veya Sâsânîlerin uygulamalarının aksine, bir kiliseyi
destekleyip diğerlerini yok etme politikasını takip etmemiştir. Aksine
hiçbirinin teolojik görüşü diğerine üstün tutulmadan bütün kiliseler eşit kabul
edilmiş ve hepsine inancını yaşama hakkı tanınmıştır.[346]
Kilise ve manastır gibi dinî yapılar da fetih esnasında kimin elinde ise onda
bırakılmıştır.[347]
Hz.
Peygamber (as.) ve ilk halifelerden itibaren idareciler, prensip olarak
kiliselerin iç işlerine ve patrik seçimlerine karışmamışlardır.[348] Bununla birlikte seçilen
patriğin halife tarafından onaylanması zorunlu idi. Bu şekilde o, halife
nezdinde dinî olduğu kadar siyasî olarak da cemaatinin temsilcisi olma hakkını
elde etmekte idi. Arkalarına aldıkları devlet gücü sayesinde patrikler;
cemaatleri üzerinde dinî hukuku icra edebilmiş, vergi toplayabilmiş, hatta
zaman zaman muhaliflerini sindirebilmişlerdir. Diğer taraftan patrikler,
cemaatlerinin fertlerinden de sorumlu idiler. Cemaatin herhangi bir üyesi
toplum içinde sorun çıkardığında halife bunun hesabını patrikten sormaktaydı.[349]
Prensip
olarak Müslüman idarecilerin patriklik seçimlerine müdahil olmadıkları ifade
edilmişti. Ancak fiiliyatta her zaman bu şekilde olmamıştır. Patriklik
seçimleri cemaatlerin içinde çoğu zaman ciddi bir rekabet ortamı doğurur,
taraflar birbirlerine üstün gelmek için -halifeye yakın devlet adamlarına
rüşvet vermek de dahil- her türlü yola başvururlardı. Sarayda mevki sahibi olan
şahıslar ve özellikle halifelerin doktorları da çoğunlukla bu mücadelelerin
tarafı olurlardı. Durum böyle olduğunda halifelerin de seçime müdahil olması
kaçınılmaz olmaktaydı.[350]
İslâm’ın
yükselişi ve yayılışı esnasında Mısır’dan Pers coğrafyasına kadar uzanan
bölgedeki en güçlü kilise Doğu Kilisesi idi. Hz. Peygamber’in (as.), dönemin katolikosu[351] İşû‘yahb (Sür. ^™^nr., Arp. ^■^jA
İng. Isho‘yahb, patrikliği: 628-645) ile mektuplaştığı yönünde bilgiler
mevcuttur.[352] Hulefâ-yi Râşidîn döneminde
de Kilise ile ilişkiler olumlu iken Emevîler döneminde durum biraz değişmiştir.
Zaman zaman katolikosluk seçimleri engellenirken kimi zaman da katolikosun
Medâin’de ikâmet etmesine izin verilmediği olmuştur.[353]
Emevîler döneminde Doğu Kilisesi’ne karşı tutunulan sert tavrın arkasında
devletin Şam merkezli yapısının da etkisi olduğu düşünülmektedir.[354] Zira bu dönemde idareciler,
daha çok Suriyeli Hıristiyanlar ile işbirliği içindeydiler. Abbâsîler’in
iktidarı ise Doğu Kilisesi’ne, doğu Hıristiyan dünyası üzerindeki etkinliğini
iyiden iyiye artırma fırsatı vermiştir.[355]
Bu dönemde katolikosluk, artık harabe bir şehir haline gelmiş olan Medâin’den
Bağdat’a taşınmış ve katolikos, halifeler nezdinde diğer bütün Hıristiyanların
temsilcisi konumunu elde etmiştir.[356]
I.
Timaseus’un (Sür. ^מ^^ס^,
Arp. ^J.jUjL İng. Timothy,
patrikliği: 780823) 43 yıl süren katolikosluk dönemi müstesna,[357] Abbâsîler döneminde de kilise
istikrarlı bir yapıya kavuşamamıştır. İçte yaşanan iktidar mücadeleleri kilisenin
güç kaybına sebep olurken, aynı zamanda toplum içindeki saygınlığını da
zedelemekteydi.[358] Bununla birlikte kilise,
dönemin misyon faaliyeti yapan tek kilisesi idi. İslâm hâkimiyeti süresince
doğuda sürdürülen faaliyetlerle önemli mesafeler kat edilmiş, Horasan ve
Mâverâünnehr’deki piskoposluk ve metropolitliklerin sayısı hızlı
bir şekilde
artmıştı.[359] Misyonerler güneyde
Hindistan’ın batı sahillerine ulaşırken doğuda Çin’e kadar varmışlardı. Bu
süreçte Çinlilerle birlikte Türk, Tatar ve Moğol kabileleri arasında
Hıristiyanlık yayılmıştı.[360] Çin’de yedi asır (635-1367)
varlığını sürdüren kilise, İslâm hâkimiyetinin bölgede zayıflaması neticesinde
ana kilise ile bağlantısını devam ettirememiş ve yerel dinlerin arasında yok
olup gitmiştir.[361] Bu dönemde Uygurlar,
misyonerlerin kullandığı Süryânî alfabesinden geliştirilmiş Soğd[362] alfabesini esas
alan, kendilerine özgü bir alfabe oluşturmuşlardı.[363]
Aynı şekilde Moğol alfabesinin kökeninin de bu alfabeye dayandığı
düşünülmektedir.[364] Yine Mısır’a özgü kitap
süsleme ve ciltleme sanatlarının Türkistan’a bu Süryânî misyonerler tarafından
taşındığı tahmin edilmektedir.[365]
İslâm
fetihlerinden önce en zor durumda bulunan Süryânîler, Süryânî Ortodoks Kilisesi
mensupları idi. Bizans’ın bitmek bilmeyen baskısı sebebiyle Süryânî Ortodokslar
şehirlerden kırsala çekilmişler, kilise ve diğer mülklerini terk edip
merkezlerini kırsal bölgelerde kurulmuş manastırlara taşımışlardı. Bu sebeple
en fazla onlar Müslümanları kurtarıcı olarak görmüşlerdir. Gerçekten de İslâm
hâkimiyeti altında kilise kendisini toparlamış, patriklerle halifeler arasında
iyi ilişkiler tesis edilmiştir. Dahası Sâsânî İmparatorluğu’nun yıkılmış olması
ve Suriye ile Mezopotamya bölgelerinin tamamen birleşmesi onlar için yeni
misyon sahalarının açılmış olması demekti. Kilise, İslâm hâkimiyetinin
yayılması ile doğru orantılı olarak etki alanını batıda Tarsus’tan doğuda
Herat’a kadar genişletmiştir.[366]
Müslüman
idarecilerin uyguladıkları tarafsızlık politikası sebebiyle, Bizans döneminde
ellerinden alınan kilise ve mülkler Süryânî Ortodokslara geri verilememiştir.
Dolayısıyla, elde ettikleri inanç ve örgütlenme hürriyetine karşın yine de
patriklik makamı, Melkitlerin elinde bulunan Antakya’ya taşınamamıştır.
Patrikler daha önce olduğu gibi manastırlarda ikâmet etmeye devam etmişlerdir.
Değişik zamanlarda Halep, Harran, Rakka, Urfa, Kınneşre,[367]
Malatya ve Diyarbakır şehirlerinde patrikler faaliyetlerini sürdürmüşlerdir.[368] Abbâsîler döneminde
merkezlerini Bağdat’a taşımak için girişimde bulunmuşlarsa da halife nezdindeki
konumunu kullanan Doğu Kilisesi Katolikosu, Süryânî Ortodoksların Bizans’a
sempati duyduklarını iddia ederek buna engel olmuştur (912-913). Bununla
birlikte kilise, Bağdat’ta bir manastıra ve Bağdat’a yakın bir mesafede bulunan
Tikrit’te de bir merkeze sahipti.[369]
Zaman zaman
patriklik seçimlerinde yaşanan müdahalelere rağmen[370]
Süryânî Ortodoks Kilisesi İslâm hâkimiyeti altında huzurlu bir dönem
geçirmiştir. Müslümanlarla kurulan bu iyi ilişkiler, Abbâsîler’in son
dönemlerine kadar devam etmiştir. XII. asrın önde gelen Süryânî yazarlarından Patrik
Mihâîl de Müslümanlardan olumlu söz etmekte ve Süryânîler’i Bizans’ın
baskısından kurtardıklarını ifade etmektedir.[371]
XIII. asırda yaşamış Süryânî Ortodoks Kilisesi Doğu Mafiryanı Bar Hebraeus ise
Doğu ve Batı Süryânî kiliseleri arasında iyi ilişkilerin kurulmasına öncülük
etmiştir.[372]
Batı
Süryânîleri’nin mensup olduğu bir diğer kilise olan Antakya Melkit Kilisesi de
İslâm’ın bölgedeki hâkimiyetinden önce oluşmuştu. Bizans ile arasında var olan
doğal bağa rağmen Müslüman idareciler Melkit Kilisesi’nin varlığına karşı
çıkmadılar. Bununla beraber İslâm hâkimiyeti altında yaşamak istemeyen Melkit
halk ve din adamlarından bir kısmı yine de Bizans yönetimindeki bölgelere göç
etmeyi tercih etmişlerdir.[373] Diğer taraftan Şam gibi,
Melkit din adamlarının şehri barışçıl yollarla Müslümanlara teslim ettikleri ve
yeni idareciler ile olumlu ilişkiler kurdukları yerler de mevcuttu.[374] Dahası yönetim merkezi Suriye
olan Emevîler döneminde Melkitler, konumlarını güçlendirmeyi başarmışlardı.
Yine de Bizans tarafından atanan Antakya ve Kudüs patrikleri çoğunlukla
İstanbul’da ikâmet etmekte idiler. Abbâsîler döneminden itibaren ise kilisenin
etkinliği azalmaya başlamıştır. Zira Bizans ile inanç konusundaki ortaklığı
sebebiyle kendilerine güvenilmemekteydi. X. asrın sonlarına doğru Bizans’ın
Kuzey Suriye’de yeniden hâkimiyet tesis etmesi ise İslâm toplumunda Melkitlere
olan düşmanlığı daha da artırmıştır. Bu sebeple Müslümanlar bölgeyi tekrar
idareleri altına aldıklarında Melkitlere karşı tutum pek de olumlu olmamıştır.[375]
Bu başlığı,
diğer kiliselere nazaran daha sınırlı bir alanda varlığını sürdürmüş olan
Mârûnî Kilisesi ile ilişkilere değinerek noktalamak istiyoruz. Koyu Kadıköy
taraftarı olan Mârûnîlerin, monotelit inancın aforoz edildiği 680-81 İstanbul Konsili’nde
yaşanan iletişim eksikliği sebebiyle Bizans ve Melkit kiliselerinden ayrı
düşmüş olduğu daha önce ifade edilmişti. Kadıköy yanlısı ve aşırı kral
destekçisi olmaları sebebiyle hem Emevîler hem de Abbâsîler döneminde
Mârûnîlerle ilişkiler olumsuz gelişmiştir. Müslüman idarecilerin takibatına
maruz kalan kilise mensupları, II/VIII. asrın başlarından itibaren Suriye
coğrafyasından çekilip Lübnan’ın ulaşılması zor dağlarına yerleşmeye
başlamışlardı.[376] Bu durum Abbâsîler döneminde
de artarak devam etmiştir. Yeni iktidar, Tenûhîler[377] başta olmak üzere
devlete sadık Arap kabilelerini kullanmak suretiyle Suriye’deki otoriteyi
artırmaya çalışmaktaydı. Zira devletin merkezinin Irak’a kaydırılmış olması
Suriye’yi Bizans tehlikesi veya yerel isyanlara açık bir duruma getirmekteydi.
Planlandığı gibi bu kabileler bölgedeki, Mârûnîler gibi devlete muhalif
grupları kontrol altında tutmayı başardılar ve hilafetin ilk yıllarında
gerçekleşen birkaç isyan dışında Suriye-Lübnan bölgesi Abbâsîler’i pek meşgul
etmedi.[378] Böylece dağlara çekilmiş ve
bölgede yalnızlaşmış olan Mârûnîlerin, İstanbul ve Roma ile bağlantısı
kesilmiş; batıda da onların varlığı tamamen unutulmuştu. Zaman içinde topluluk
kendi içinde, patriğin hem dinî hem de sivil lider olduğu feodal bir yönetim sistemi
inşa etmiştir.[379] Haçlıların bölgeye gelmesi
ise Mârûnîler açısından oldukça olumlu bir durum olmuş ve Haçlı hâkimiyeti
süresince onlarla ve Roma Kilisesi ile sıkı ilişkiler içinde bulunmuşlardır.[380]
Sonuç olarak ifade etmek gerekirse, İslâm hâkimiyetinin ilk
asırlarında Süryânî kiliseleri ile ilişkiler olumlu bir seyir takip etmiştir.
Bu dönemin toplumunda yaygın bir Hıristiyan düşmanlığından söz edilemez. Genel
olarak denebilir ki, bir arada yaşayan Müslüman ve Hıristiyan topluluklar
arasındaki karşılıklı iyi niyet havası, Haçlı Seferleri’nin Orta Doğu’daki
barış dengesini bozmasına kadar devam etmiştir. Bundan sonra ise, Mârûnîler
hariç, hem Haçlılarla hem de Müslüman toplumlarla ters düşen Süryânî
kiliselerinin istikrarlı yapısı giderek bozulmuştur.[381]
3.
İslâmlaşma ve Araplaşma
Süreci
Fetih
süreci ile birlikte Arabistan’ın dışına çıkan Müslüman Araplar, karşılaştıkları
farklı kültür ve medeniyet ortamlarına hızlı bir şekilde uyum sağlamışlardı. Bu
süreçte kendilerine has alışkanlık ve yaşam tarzlarının birçoğunu terk etmiş ve
yeni yaşam tarzlarına da ayak uydurmuşlardır.[382]
Bununla birlikte Müslüman Araplar iki şeyden asla kopmamışlardır: İslâm dini ve
Kur’an’ın dili olması dolayısıyla İslâm’ın ayrılmaz bir parçası olarak kabul
edilebilecek Arap dili.[383] Aynı zamanda şunu da ifade
etmek gerekir ki, askerî olarak fethedilen bölgelerde yaşanan bu etkileşim
karşılıklı olmuştu. Araplar’ın yerli unsurlardan etkilendiği kadar, hatta daha
fazla, yerli unsurlar da Müslüman Araplar’dan etkilenmişlerdi. Hitti, İslâm
hâkimiyetinin tesisi ve bölge halkları üzerindeki tesirini üç aşamada
açıklamaktadır: Birinci aşama askerî harekât sonucunda İslâm hâkimiyetinin
tesisi, ikinci aşama İslâm hâkimiyeti altındaki çeşitli toplulukların
Müslümanlaşması, üçüncü aşama ise Arapça’nın yaygınlık kazanması ve Pers
diyarından Endülüs’e kadar konuşulan ortak dil haline gelmesi. Bu sürecin
sonunda İslâm topraklarında yaşayan pek çok kavim, özellikle de Sâmî kökenli
olanlar, kendi dil ve kültürlerini unutarak Araplaşmışlardır.[384] Bu etkileşim ve dönüşümü en
yoğun şekilde yaşayanlar ise Sâmî bir topluluk olmalarından dolayı
Süryânîler’di. Çok kısa bir süre içinde Süryânîler’in yaşadığı bütün coğrafya
İslâm hâkimiyeti altına alınmıştı. Bununla birlikte, özelde Süryânîler genelde
ise diğer gayr-i müslim unsurlara İslâm dini dayatılmamıştır.[385]
Zorlama
yoluna başvurulmamakla birlikte ilk İslâm fetihlerinden itibaren ihtida
konusunda hareketlenmeler görülmeye başlamıştır. Ancak bu ihtidaların çok da
yaygın bir durum olmadığını ifade etmek gerekir. Süryânîler’in yaşadıkları
bölgelerin nüfusu, Emevî hâkimiyeti boyunca ve Abbâsîler’in ilk dönemlerinde
hâlâ baskın bir şekilde Hıristiyandı.[386]
IX. asrın ikinci yarısından itibaren ise Suriye ve Irak’ta yaşayan Süryânîler
arasında hızlı bir İslâmlaşma süreci başladı.[387]
Araştırmacılar yaşanan bu İslâmlaşma sürecinin sebepleriyle ilgili çok çeşitli
görüşler ileri sürmektedirler. Sosyal hareketlerin tek bir sebebi olamayacağına
göre yapılan açıklamalarda az ya da çok haklılık payı olduğunu kabul etmek
gerekir. Bununla birlikte bizce en başta ifade edilmesi gereken şey; antik
çağlardan beri bölgede yaşayan Sâmî kavimlerin, birbirlerinin din ve dillerine
çok çabuk uyum sağlamaları gerçeğidir. Bu tutum Bâbillilerin ilahlarını
benimseyen Asurlularda,[388] bölgeye sonradan yerleşip
Asurlular ve Fenikelilerin ilahlarını benimseyen Ârâmîler’de, İbrânîlerin
içinden çıkan Hz. Îsâ’nın dinini benimseyen Süryânîler’de ve komşuları olan
Süryânîler’in dinine tabi olan İslâm öncesi çeşitli Arap kabilelerinde[389] açık bir şekilde
gözlenmektedir. Bu nedenle Süryânîler’in, akraba bir topluluk olması ve III.
asırdan beri bölgeye göç eden çeşitli kabileler vasıtasıyla yüzyıllardan beri
ilişki içinde bulunmaları sebebiyle, Araplar içinden çıkmış olan bir peygamber
ve onun getirdiği dini kabullenmeleri görece kolay bir sosyal süreçti.
Bundan
başka, fetihler esnasında pek çok din adamının yerini terk edip Bizans
hâkimiyetindeki bölgelere geçmiş olması, halkın İslâm’a geçişini kolaylaştıran
bir unsur olmuştur.[390] Zira insanlar, baskın İslâm
kültürü karşısında imanlarını takviye edecek din adamlarından yoksun
kalmışlardı. Diğer taraftan Hıristiyan akidesinin karmaşıklığı ve tartışmalı
konularına karşın İslâm akidesinin en basit insanlar tarafından dahi
anlaşılabilecek sadelikte olması da yeni dinin halka ulaşmasını
kolaylaştırmıştır.[391] Bunun paralelinde,
fatihlerin ve bölgeye göç eden Müslümanların iyi örnekliğini de İslâmlaşmayı
olumlu yönde etkileyen bir faktör olarak zikretmek gerekir.[392]
Aynı zamanda inanç ve ritüeller bakımından Hıristiyanlıkla İslâm arasında
benzeşen pek çok nokta vardı.[393] Bu da İslâm’a geçişi
kolaylaştıran başka bir unsurdu. Diğer taraftan cizye vergisinden muaf olma,
devlet kademelerinde kolay ilerleme, devletin aslî unsurunu oluşturan bir
vatandaş olarak topluma tam entegre olma gibi sâiklerle de Müslüman olanların
varlığı inkâr edilemez.[394] Bu anlamda, Halife Mütevekkil
(232- 247/847-861) zamanında olduğu gibi idare tarafından Hıristiyan halka
getirilen kısıtlamaların da İslâmlaşma hızını artırdığı söylenebilir. Bütün bu
etkenler neticesinde, X. asra gelindiğinde, daha önce siyasî olarak bölgedeki
üstünlüğünü sağlamış olan İslâm, dinî olarak da hâkimiyetini tesis etmişti.
Bununla birlikte, hâkim sınıf arasındaki yaygınlığı bir tarafa, Müslümanların
Arap Yarımadası dışındaki yerlerde çoğunluğu oluşturduğuna dair kesin bilgi
bulunmamaktadır.[395]
İslâm’ın bu
şekilde yaygınlık kazanması Arapça’nın zaman içinde bölgedeki ağırlığını
artırmasına yol açmıştır.[396] Aynı süreçte, fetihler
esnasında karargâh olarak kurulan ve Arap iskânına açılan şehirlerin de Arap
dili ve kültürünün yayılmasında önemli bir fonksiyon icra ettiği yadsınamaz.
Yeni devletin idare merkezleri olmalarından başka, zaman içinde ticarî ve ilmî
faaliyetlerin merkezi durumuna gelmeleri; yerel halkın da emsâr[397] denen bu şehirlerin etrafında
yerleşmesine neden olmuştu. Bu şehirlerin ortak konuşma dili Arapça olmuş ve
buralardan fethedilen bölgelere yayılma imkânı bulmuştur.[398]
Emevîler döneminde devlet dilinin Arapçalaştırılması da Hıristiyan devlet
memurlarının Arapça’yı öğrenmelerini zorunlu hale getirmiştir.[399]
Arapça,
İslâm hâkimiyeti altında yaşayan toplumda, öncelikle edebiyat dili olarak
kendisini kabul ettirmiştir.[400] Süryânî yazarlar eserlerini
ilk defa IX. asırda Arapça kaleme almış; Müslüman olan Süryânîler ise kendi
dillerini terk edip Arapça konuşmaya başlamışlardı.[401]
Arapça, İran’da fetihlerden sonra bir dönem ilim çevrelerinde ve halk arasında
yaygınlık kazanmışsa da hiçbir zaman yerel dilin yerine geçememiştir.[402] Ancak söz konusu
Suriye-Mezopotamya bölgesi olunca, bir Sâmî dilden diğerine geçmek pek de zor
olmamıştır. Tıpkı daha önce kendi dillerini terk edip Ârâmîce konuşmaya
başlayan Asur ve Bâbil halklarının zaman içinde Ârâmîleşmesi[403] gibi, bu dönemde
de yukarıda sözü edilen çeşitli etkenlerle kendi dillerini konuşmayı bırakan
Süryânîler Araplaşmışlardır. Böylece XIII. asra gelindiğinde Arapça zaferini
kazanmış ve Müslüman olan bütün Süryânîler Araplaşmıştır [404]
Diğer
taraftan Arapça, Hıristiyan olarak varlığını sürdürmeyi başaran Süryânîler
arasında da yayılmış; bilimsel eserler Arapça yazılır, kiliselerde İncil Arapça
okunur, ayinler Arapça icra edilir hale gelmiştir.[405]
Kendi dillerini tamamen terk edip Arapça konuşan bazı Süryânî topluluklar ise
ancak inançları sayesinde kimliklerini korumayı başarmışlardır. Bununla
birlikte Mârûnîlerin yoğun olarak yaşadığı Lübnan gibi, Süryânîce’nin Arapça’ya
karşı, hem konuşma hem de din dili olarak, çok daha uzun zamanlar direndiği
yerler de mevcuttur.[406]
BİRİNCİ BÖLÜM
ABBÂSÎLER DÖNEMİ ÖNCESİNDE SÜRYÂNÎLER’DE
BİLİM ve
BİLİMSEL ORTAM
Süryânîler’in
köken olarak Ârâmîler’e yakınlığı ile kıyaslandığında, dil olarak Süryânîce’nin
Ârâmîce’ye yakınlığı çok daha barizdir ve ikisi arasında sıkı bir devamlılık
zinciri vardır. Hatta bu dil yakınlığı, düşünceyi; millet olarak Süryânîler’in,
basitçe Ârâmîler’in bir devamı olduğu kolay yargısına da götürebilir. Ancak
durumun tam olarak böyle olmadığı ve Süryânîler’in aslında Suriye-Mezopotamya
bölgesinde süreç içinde Ârâmîleşmiş toplulukların bir devamı olduğu daha önce
ifade edilmişti. Tekrar Süryânîce’ye gelirsek; köken olarak bu dil, tarihî
süreç içerisinde belli bir dönem Mısır’dan Orta Asya’ya kadar yaygın bir
kullanım alanı kazanmış olan Ârâmîce’ye dayanmakta olup yaklaşık 3000 yıllık
tarihi boyunca Ârâmîce’den türemiş olan pek çok farklı lehçeden biridir. Urfa
ve çevresinde ortaya çıkmış olan bu lehçe, daha çok Hıristiyanlıkla birlikte
yaygınlaşmış ve diğer Ârâmîce lehçeleri içinde öne çıkmıştır. Aynı zamanda
Ârâmîce lehçeleri içinde açık ara en fazla yazılı kaynakla günümüze ulaşan lehçe
de Süryânîce’dir. Bununla birlikte onu, Ârâmîce’den tamamen ayrı bir dil olarak değerlendirmek mümkün değildir. Bu bakımdan Süryânicenin
tarihini Ârâmîce ile başlatmak yerinde olacaktır.
1.
Süryânîce’nin Kökeni Olarak
Ârâmîce
Ugaritçe,
Fenikece ve İbrânîce ile birlikte Ârâmîce; kuzeybatı Sâmîce alt-dil ailesinin
bir üyesidir.[407] Ârâmîce ilk olarak Suriye ve
Mezopotamya’da, Bereketli Hilâl’in çeşitli yerlerinde kullanılmaya başlamış;
Buradan Orta Doğu ve Orta Asya’nın hemen her yerine yayılmıştır. M.Ö. VI ile
M.S. VI. yüzyıllar arasında değişik lehçeleriyle birlikte Ârâmîce, bölgenin en
yaygın dili olmuştur. Ardı ardına yaşanan Pers ve Grek hegomonyaları da bu
durumu pek değiştirmemiş; Ârmâmîce, Perslerin hâkimiyetinde Persçe, Greklerin
hâkimiyetinde ise Grekçe ile aynı anda yaygınlığını sürdürmeyi başarmıştır.
İslâm’ın yayılıp Arapça’nın hâkim olduğu dönemle birlikte zayıflamaya başlayan
Ârâmîce, bu dönemden sonra ancak çeşitli dinî gruplar tarafından kullanılan bir
dil konumunda kalmıştır. Bu grupların en öne çıkanı ise Süryânî
Hıristiyanlardır.[408]
^Giriş mahiyetindeki bu bilgiden sonra ifade etmek
gerekir ki, Ârâmîce’nin tarihi boyunca tek bir millet veya etnik guruba bağımlı
şekilde gelişmiş olmaması bu dil üzerine yapılacak çalışmaları
zorlaştırmaktadır. Zira bugün mevcut olan Ârâmîce metinlerin büyük kısmı
Ârâmîler ya da daha önce sözü edilen Ârâmî devletleri tarafından yazılmış
değildir. Ârâmîce, bu yerel Ârâmî devletlerinin politik sınırlarının çok daha
ötesinde etkinlik göstermiş ve kadim dünyanın hemen her yerinde iletişim,
kültür ve ticaret dili olarak kullanılmıştır.[409]
Daha önce de değinildiği üzere Arabistan’dan çıkıp Bereketli Hilâl’in çeşitli
yerlerine yerleştikleri düşünülen göçebe Ârâmîler’in ilk-Ârâmîce (İng.
proto-Aramaic) denebilecek olan dilleri hakkında, sonraki yüzyıllarda da
kullanılmaya devam eden kabile isimlerinden başka veri bulunmamaktadır. Bu
isimler üzerine yapılan araştırmalar ise, göçebelerin kullandığı bu eski
konuşma dilinin daha çok Arapça’ya yakın olduğunu göstermiştir. Doğal olarak
Ârâmîce, göçlerin başladığı M.Ö. III. binyılın sonundan II. binyılın sonuna
kadar geçen bin yıllık süre boyunca bölgenin diğer dilleriyle yoğun bir
etkileşim içine girmiş ve dönüşmüştür. Ârâmîce’nin yazıya geçirilmesi ise ancak
bu dönemin sonuna doğru gerçekleşmiştir. Ârâmîce yazmak için ilk önce Fenike
alfabesi kullanılmış olmakla birlikte bunun ilk ne zaman ve nasıl olduğu konusu
net değildir. İhtimaller ise Fenike harflerinin ya Kuzey Suriye bölgesinde
alınıp doğuya doğru yayıldığı ya da ticari faaliyetler esnasında öğrenilip Asur
diyarına götürüldüğü şeklindedir.[410]
Ârâmîce yazımı için kullanılan Fenike harfleri az da olsa dönüştürülmüş ve
kendine has bir biçime sokulmuştu. Ârâmîce’nin yazıya geçirilmesinde ayrıca
çivi yazısı sisteminin ve Mısır hiyerogliflerinden türeme bir yazı sisteminin
de uygulandığı, bugüne ulaşan sınırlı belgelerden anlaşılmaktadır.[411]
Bazı bilim
adamları, yazılı belgeleri en erken M.Ö. X. asra kadar giden[412] Ârâmîce’nin
tarihsel dönemlerini sınıflandırmaya çalışmışlardır. Bunlardan en yaygını;
Fitzmyer tarafından ortaya atılan ve Kaufman’ın küçük bazı değişiklerle
uyarladığı, Ârâmîce’yi beş tarihsel dönemde sınıflandıran görüştür. Bu tasnife
göre dönemler; Kadim Ârâmîce (M.Ö. X-M.Ö. VIII. asır), İmparatorluk Ârâmîcesi
veya Resmi Ârâmîce (M.Ö. VII-M.Ö. IV. asır), Orta Dönem Ârâmîce (M.Ö. III-M.S.
III. asır), Geç Dönem Ârâmîce (M.S. III-XIII. asır), Modern Ârâmîce veya
Neo-Ârâmîce (XIII. asırdan günümüze kadar) şeklinde birbirinden ayrılır.[413]
Kadim
(Eski) Ârâmîce (M.Ö. y. 900-600) Suriye, Filistin ve Mezopotamya’da yarı otonom
Ârâmî kabilelerinin kullandığı dildir. Bu döneme ait çok az sayıda yazılı belge
mevcuttur. Son yıllarda Türkiye’nin doğusu, Suriye, İsrail, Irak ve İran’ın
kuzeybatısında sıklıkla ortaya çıkarılan yazıtlar; bu dilin en erken M.Ö. X.
asra kadar gittiğini göstermektedir.[414]
Ârâmîce’nin bu dönemde kendi içinde bir birlik kazandığı, Fenike etkisindeki
Halep ve Asur etkisindeki Tel Fehâriye’de[415]
ortaya çıkarılan yazıtlardan anlaşılmaktadır. Bu yazıtlarda kullanılan
karakterler arasında çok az fark tespit edilmiştir.[416]
Batıda bir kraliyet dili olarak kullanılmaya başlayan ve Suriye bölgesini
etkisi altına alan Kadim Ârâmîce’nin, zaman içinde Asur topraklarına doğru
yayıldığı anlaşılmaktadır. İlk başta resmi yazıtlarda görülmemekle birlikte
etkileyici çoklukta dayanıklı malzeme üzerine yazılmış olması, Asur
coğrafyasında da Ârâmîce’nin geniş kullanım alanı kazandığını göstermektedir.
Bir zaman sonra Ârâmîce, Asur resmi makamları tarafından da kullanılmaya
başlamıştır. İlk olarak M.Ö. VIII. asra ait çivi yazısıyla yazılmış bazı kil
tabletlerin içeriğinin ne olduğu hakkında, tabletin kenarına düşülen isim veya
notların (İng. dockets veya Aramaic reference notes) Ârâmîce
yazıldığı görülmüş ve yıllar içinde bu uygulama yaygınlaşmıştır. Bunun sebebi
olarak, Asur-Bâbil halkının çoğunun artık Asurcayı anlamayıp Ârâmîce’yi
kullandığı ya da daha yüksek ihtimalle bazı Asurluların iki dili de bildikleri,
ancak yazımı daha kolay ve daha sade bir dil olan Ârâmîce’yi daha karmaşık çivi
yazısı sistemiyle yazılan Asurcaya tercih ettikleri düşünülmektedir.[417]
Çivi yazısı
ile yazılmış Asurca tabletlerin kenarına düşülen notlardan başka, M.Ö. VII.
asırda tamamen Ârâmîce yazılmış tabletlere de rastlanmıştır. Bu tabletler daha
çok ticari hayatla ilgilidir. Bu dönemde Fenikelilerin deniz ticaretinde
kazandıkları etkinliğe benzer bir seviyeyi Ârâmîler’in kara ticaretinde
yakaladıkları görülmektedir. Onların kazandığı bu etkinlik sayesinde ticari
hayatın vazgeçilmez bir vasıtası haline gelen Ârâmîce, bütün Asur coğrafyasında
yaygınlık kazanmıştır. Öyle ki bu dil artık ticari hayatın dışına taşmış,
günlük hayatta da kullanım alanını genişletmişti. Bu döneme ait çok sayıda
bronz kaplar, mühürler gibi dayanıklı maddeler üzerinde Ârâmîce notlara
rastlanmış, bunların büyük kısmının ise Ârâmî olmayanlar tarafından yazıldığı
tespit edilmiştir.[418] III. Tiglat-Pileser’den
(krallığı: M.Ö. 744-727) sonra Ârâmîce’nin resmi kullanımını gösteren belgeler
de mevcuttur. Bu döneme ait bir kabartmada (rölyef), elde edilen zaferi kayda
geçiren yazıcılardan biri kil tablet üzerine çivi yazısı yazarken diğerinin
parşömen üzerine Ârâmîce yazdığı görülmektedir.[419]
Ârâmîce’nin resmi statüde kullanımının bir başka göstergesi ise Kutsal
Kitap’ta geçen bir anlatıdır. Asur Kralı Sanherib (krallığı: M.Ö. 705-681)
701’de Kudüs önlerine geldiğinde[420]
başkomutanını şehrin yöneticilerine mesaj iletmek üzere göndermiş; konuşmaların
yakında bulunan halk tarafından anlaşılmasını istemeyen Kudüslü yöneticiler
ise, kendileriyle İbrânîce konuşan Asur komutanından Ârâmîce konuşmasını rica
etmişlerdi. Komutan teklifi reddetmiş ve halkın da kralın mesajını duyması için
İbrânîce konuşmaya devam etmişse de bu olay Ârâmîce’nin resmi ilişkiler
düzeyinde kazanmış olduğu konumu açık bir şekilde göstermektedir.[421] Bununla birlikte Asur
coğrafyasının aksine, Filistin coğrafyasındaki sıradan halkın bu dönemde
Ârâmîce’yi anlamadığı anlaşılmaktadır. Kadim Ârâmîce döneminin sonuna doğru
Ârâmî devletleri, Asurlular tarafından tamamen ortadan kaldırılmış ve Ârâmîler
zorunlu sürgünlere tabi tutulmuşlardı. Yaşanan bu sürgünler Ârâmîce’nin
krallığın en uzak diyarlarına kadar taşınmasına neden olmuştur. Bu dönemden
itibaren Ârâmîler’in siyasal hayatı hemen hemen sona ermiş olmakla birlikte,
dil olarak Ârâmîce’nin egemenlik sahası genişlemeye devam etmiştir.[422]
Asur
İmparatorluğu’nun son dönemlerinde (M.Ö. VII. asrın ikinci yarısı) ticaret ve
iletişim dili olarak yaygınlaşmaya başlayan Ârâmîce, imparatorluğun
yıkılışından[423] sonra önemini kaybetmemiş ve
Yeni Babil (Kalde)[424] İmparatorluğu (M.Ö. 620-M.Ö.
539) döneminde de yaygınlaşmaya devam etmiştir. Ahamenî Pers İmparatorluğu’nun
(M.Ö. 550-M.Ö. 330)[425] Bâbil idaresine son
vermesinin ardından ise[426] Ârâmîce, Persçe ve Elamca ile
birlikte resmi dil statüsü kazanarak zirve dönemini yaşamıştır.[427] Zira bu dönemde Pers
hâkimiyeti her nereye ulaşmışsa Ârâmîce de oraya ulaşmıştır.[428] Afganistan ve Kürdistan’da
Ârâmîce karakterleriyle yazılmış bu döneme ait yazıtlar bulunduğu gibi, Ural
Dağları ve Kafkas Dağları gibi daha uzak bölgelerde de üzerinde Ârâmîce karakterler
bulunan Ahamenî dönemi eşyalarına rastlanmıştır.[429]
İmparatorluğun batısında yer alan Mısır’da ise, daha önce kullanılmayan
Ârâmîce yaygın bir kullanım alanı kazanmıştır. Öyle ki, bu dönemden kalan
Ârâmîce metinlerin büyük bir çoğunluğu Mısır’da bulunmuştur.[430] Bu yüzyıllarda Ârâmîce’nin
imparatorluklar tarafından benimsenmiş ve kullanılmış olması; dil kuralları ve
yazım şekli bakımından ortak bir kullanımın oluşmasını kolaylaştırmış, neticede
şahsi kullanımlarda dahi kendisini hissettiren bir standart oluşmuştu. Bundan
dolayı M.Ö. 600-M.Ö. 200 yılları içinde gelişen bu dönemin Ârâmîcesi’ne,
İmparatorluk Ârâmîcesi (Resmî Ârâmîce) dendiği gibi Standart Edebî Ârâmîce
(İng. Standard Literary Aramaic) de denmektedir.[431]
Eski Ahit’in Ezra kitabının bazı bölümleri ve Daniel kitabı ile[432] birlikte Ârâmî
Bilge Ahikar’ın ünlü öyküsü[433] bu dönemden günümüze ulaşan
edebî metinler arasındadır.[434] Bu dönemin Pers belgelerinde
kullanılan Ârâmîce’nin dil yapısı ve anlatım tarzı Ezra’nın yazımında
kullanılan Ârâmîce ile benzerlik gösterdiği gibi[435]
M.Ö. V. asra ait Mısır papirüslerinde yazılı Ârâmîce ile de arasında
-yerel dillerden geçmiş olan kelimeler dışında- büyük bir fark yoktur.[436] Parşömen ve Papirüs gibi
çabuk bozulan maddelerin bile sağlam olarak günümüze ulaşabildiği Mısır’da,
Resmi Ârâmîce dönemine ait çok sayıda yazılı belge bulunmuştur.[437] Başta Memfis olmak üzere
dönemin birçok şehrinde yapılan çalışmalar sonucu yüklü miktarda papirüs
belgesi gün yüzüne çıkarılmıştır. Asvan[438]
yakınında, Nil Nehri üstünde bulunan Elefantin adasından[439] çıkarılan belgelerdeki şahıs
isimleri ise burada kozmopolit bir toplumun oluştuğunu göstermektedir.
Yahudiler, Ârâmîler, Asurlular, Mısırlılar, Persler ve daha uzak diyarlardan
gelmiş olan topluluklar burada bir arada yaşamakta ve ortak dil olarak
Ârâmîce’yi kullanmaktaydılar.[440]
Ârâmîce
alfabenin Sâmî olmayan dillerin yazımında kullanılması da bu dönemde yaygınlık
kazanmıştır. Hindistan’ın kuzeybatısında kullanılmış olan Karoşti[441] alfabesi Ârâmîce
alfabeden geliştirildiği gibi; Çin Seddi ve Hindistan’ın çeşitli yerlerindeki
yazıtlarda, Ârâmîce harflerin kendisine veya ondan türetilmiş alfabelerin
harflerine rastlanmıştır.[442] Batıda da Ârâmîce metin,
kelime ya da başka dillerin yazımında kullanılmış Ârâmîce harflere çok çeşitli
yerlerde rastlanmıştır. Bunlar arasında Filistin, Suriye, Kilikya ve Lidya
bölgelerinin yanında Pers hâkimiyetinde çok kısa bir süre kalmış olmasına
rağmen Likya ile Anadolu ve Grek topraklarının daha pek çok bölgesi
sayılabilir.[443] Ârâmîce’nin bu kadar geniş
bir coğrafyada kabul görmesinin sebebini sadece Pers hâkimiyeti ile açıklamak
yanlış olur. Her şeyden önce, çivi yazısı ile kıyaslandığında kullanılan
yazının basitliği ve benzer dil kuralları sayesinde diğer Semitik dilleri
konuşanlar tarafından da kolayca öğrenilebilmesi, Ârâmîce’nin yayılmasını
kolaylaştıran en önemli unsur olmuştur. Ayrıca Perslerin olumlu katkısından
önce Ârâmîce zaten Suriye ve Mezopotamya bölgesinde etkin dil pozisyonunu elde
etmişti. Perslerin katkısı ise Ârâmîce’nin semitik dillerin konuşulduğu coğrafyanın
dışına taşınması ve standartlaşması noktasında olmuştur.[444]
Büyük
İskender’in (krallığı: M.Ö. 336-323) doğu seferi esnasında Ahamenî
İmparatorluğu’nun yıkılması, Ârâmîce’nin de kaderini etkilemiştir. Daha önce
standartlaşmış olan yaygın kullanım bir süre daha devam etmiş olmakla birlikte;[445] İskender’in doğu
ve batı milletlerinin karışımıyla ortak bir kültür oluşturma çalışmaları
neticesinde, Grekçe yavaş yavaş Ârâmîce’nin yerini almıştır.[446] Bununla birlikte Helen
kültürü ve Grekçe’nin merkezî noktalar dışındaki nüfuz alanının ne kadar geniş
ve kalıcı olduğunu kestirmek zordur. Ancak şehirlerde, diplomatik ve ticari
ilişkilerde Grekçe kullanılıyor olsa da kırsalda yaşayan yerli halkın
Ârâmîce’yi kullanmaya devam ettiğini ifade etmek gerekir.[447]
Orta Dönem Ârâmîce (M.Ö. y. 200-M.S. y. 250) olarak tasnif edilen bu dönemde
resmi kullanımın sona ermesi, yerel kullanımların ve farklılaşmaların doğmasına
zemin hazırlamıştır.[448] Bunun sonucu olarak M.Ö. I.
asırda, her biri kendi yazısını geliştirmiş olan iki farklı Ârâmîce lehçesi
ortaya çıkmıştır. Bunlardan ilki Nabatî Ârâmîcesi iken, diğeri yüzyılın
ortalarında kendini belli eden Palmira Ârâmîcesi’dir.[449]
Orta
Dönem’e ait Mısır papirüslerinde Ârâmîce kullanımının bir süre daha devam
ettiği, ancak metinlerin içindeki Grekçe kelimelerin arttığı görülmektedir.
Ârâmîce’nin önceden de pek yaygın olmadığı Küçük Asya’da, Pers tarzı bir
türbede bulunan çift dilli (Grekçe ve Ârâmîce) yazıt ise şaşırtıcıdır.[450] Ârâmîce’nin yerli halkın dili
olduğu Suriye-Mezopotamya bölgesinin durumu ise daha farklıydı. Ârâmîler ile
Asurlular devrinden beri yakın ilişki içinde bulunan ve M.Ö. IV. asırda
Filistin’in güneyindeki Petra’ya yerleşen Arap asıllı Nabatîler, Grek ve Roma
hâkimiyeti dışında kalan kendi bölgelerinde Ârâmîce’nin aktarılmasında önemli
bir rol oynamışlardır. Nabatîlerin M.Ö. 312’de üzerlerine ordu gönderen
Antigonus’a yazdıkları mektup,[451] Ârâmî kültürünün
üzerlerindeki baskın etkisini göstermektedir. Yaklaşık M.Ö. 100 yılından kalma
Nabatî yazıtlarında, Ârâmîce alfabeden geliştirilmiş ve bitişik yazılan farklı
bir yazı stili görülür.[452] Nabatîlerin şehir merkezleri
ve ticaret yolları boyunca rastlanan bu yazıtların dili Ârâmîce olmakla
birlikte Arapça’dan da izler taşımaktaydı.[453]
Nabatîlerle (M.Ö. 168-M.S. 106) birlikte Suriye ve Mezopotamya’nın sınırlı
bölgelerinde kısa süreli hüküm süren Yahuda (M.Ö. 164-M.Ö. 63), Hatra (M.S. y.
I. asır-241), Tedmür (260-273) ve Urfa (M.Ö. 132-M.S. 244) şehir devletlerinden
kalma, Orta Dönem Ârâmîcesi’ni temsil eden çok sayıda Ârâmîce yazılı eser bulunmuştur.[454] Bu devletlerin hepsinin
kullandığı dil Pers döneminde standartlaşmış olan Ârâmîce olmakla birlikte,
zaman içinde dil yapısı ve yazı stili olarak her biri diğerinden küçük
farklarla ayrılmıştır.[455]
Dönemin
yazılı belgeleri arasında, Ölü Deniz Tomarları[456]
içinden çıkan Ârâmîce metinler[457] ile İbrânîce Kutsal Kitap’tan
yapılan tercümeler bulunmaktadır.[458]
Hıristiyanlığın ilk çağlarından kalma Yahudi458 [459]
ve Hıristiyan kaynakları da bu dönemde Filistin ve Mısır’da Ârâmîce’nin
kullanılmakta olduğunu göstermektedir. Yeni Ahit’teki bazı bilgiler de bu
durumu teyit etmekte ve İnciller’in yazıldığı dönemde Filistin’deki hâkim dilin
Ârâmîce olduğunu göstermektedir.[460] Hatta ilerleyen asırlarda Yahudi din adamlarının İbrânîce’yi
teşvik etmeleri ve Ârâmîce yapılan duaların kabul olunmadığını iddia etmelerine
rağmen; İslâmî döneme gelindiğinde bile Ârâmîce, Yahudiler arasında ibadet ve
din dili olarak kullanılmaya devam etmekteydi. [461]
2.
Geç Dönem Ârâmîce Lehçeleri
ve Süryânîce
Yukarıda
geçtiği şekliyle bu dili kullanan bölgesel devletlerin yıkılması sonucunda
Ârâmîce, sadece belli dinî topluluklar tarafından kullanılan yerel bir hüviyet
kazanmıştı. Geç Dönem Ârâmîce (M.S. y. 250-1200) olarak sınıflandırılan bu
dönemde Ârâmîce; daha önceki yüzyıllarda başlayan farklılaşmaların derinleşmesi
sonucunda, Batı ve Doğu lehçesi olarak ikiye ayrıldı. Batı lehçesi daha çok
Filistin bölgesinde yaşayan Yahudi, Sâmirî ve Hıristiyanlar tarafından
kullanılmıştır. Bu lehçede yazılan belgeler arasında Filistin Yahudilerine ait
geniş literatür,[462] Sâmirîlere ait Targumlar,
ilâhîler ve diğer metinler[463] ile Filistin Hıristiyanlarına
ait metinler[464] sayılmaktadır.
Suriye-Mezopotamya bölgesinde konuşulan Doğu lehçesi ise bu bölgede yaşayan
Yahudiler, Süryânî Hıristiyanlar ve Mandenler’in konuştuğu dildi. Lehçenin
kaynakları arasında Bâbil Talmudu’nun parçaları, Gaonik literatür,[465] klasik Manden literatürü,[466] Maniheist
literatür[467] ve Süryânî Hıristiyanlar
tarafından bu dönemde ortaya konan geniş literatür sayılmaktadır.[468] Dolayısıyla günümüze ulaşmış
bulunan Ârâmîce edebiyata dair eserlerin büyük çoğunluğu bu dönemde
yazılmıştır. İslâmî dönemi de içine alan bu dönemde Ârâmîce, Yahudiler
sayesinde İspanya’dan Aziz Toma Hıristiyanları sayesinde Hindistan’ın güneyine
ve Süryânî Doğu Kilisesi sayesinde Çin’in batısına kadar yayılmıştır.[469]
Şunu da
ifade etmek gerekir ki Süryânî Hıristiyanların konuştuğu lehçe olan
Süryânîce’nin bu tasnifteki durumu tartışmalıdır. Geleneksel olarak Doğu
Ârâmîcesi’nin uzak batı kolu olarak düşünülmesine karşılık son dönemdeki bazı
bilim adamları bu lehçeyi Geç Dönem Ârâmîcesi’nin ayrı bir kolu olarak
sınıflandırma eğilimindedirler.[470] Buradan, Hıristiyanlık ile
birlikte soydaşlarından ayrılan Süryânîler’in, zaman içerisinde Doğu
Ârâmîcesi’nin bir parçası durumundaki kendi dillerinin bağımsızlığını
sağladıkları anlaşılabilir.
Geç Ârâmîce
döneminde yazı stillerindeki farklılık da artmıştı. Yahudilerin yazdığı Ârâmîce
metinler erken dönem Ârâmîce yazısından uyarlanan İbrânîce kare yazısıyla
yazılmıştır. Sâmirîler erken dönem İbrânî yazısını geliştirmişlerdir.[471] Hıristiyan
Filistin Ârâmîcesi Estrangela’ya yakın bir yazı ile yazılmıştır. Mandenler,
Pers yazısından geliştirdikleri bir yazı stilini kullanırken Süryânîler ise
Estrangela’dan geliştirdikleri yazıları (Serto ve Madnhaya) kullanmışlardır.[472]
Süryânîce’nin,
Ârâmîce ile ilişkisi ve Geç Dönem Ârâmîcesi’nin lehçeleri arasındaki konumu bu
şekilde açıklığa kavuştuktan sonra, şimdi müstakil olarak Süryânîce lehçesi ve
bu dilin gelişimi üzerinde durulabilir. Birinci yüzyıldan beri kullanıldığı görülen
bu lehçe kendi içinde suryaya/suryoyo
(^סו®).
aramaya/oromoyo (^s^w) veya urhaya/urhoyo l^mWI şeklinde
isimlendirilmiştir. Diğer Ârâmîce lehçeleri ile karşılaştırıldığında
Süryânîce’nin, daha önceki Standart Edebi Ârâmîce’nin birçok özelliğini bünyesinde
barındırdığı görülür. Diğer taraftan Süryânîce, bugüne uzak ara en fazla yazılı
dökümanı gelen Geç Dönem Ârâmîce lehçesidir.[473]
Yazılı belgelerde kullanılan dil özellikleri dikkate alındığında Süryânîce’nin,
Suriye bölgesinde konuşulan Ârâmîce lehçelerinden türemiş bir dil olmadığı açık
bir şekilde görülmektedir.[474] Urhaya/Urhoyo
isimlendirmesinin de işaret ettiği gibi, bu lehçenin Urfa (Sür. Urhay/Urhoy [,™סו^]) ve çevresinde oluşmuş olma
ihtimali yüksektir.[475] Selevkosların
Fırat’ın doğusundan çekildikleri süreçte Süryânîce, Urfa’da kurulan Osrhoene
Krallığı’nın dili olmuştur. Şehrin, bölgenin dinî ve bilimsel merkezi olması
ise Süryânîce’nin, Hıristiyanlığın ortaya çıkışından daha önce gelişmesine
büyük katkı sağlamıştır.[476] Ayrıca bu dönemde Süryânîce,
Fırat vadisinde ticaret aracı haline gelmişti ve geniş bir bölgede yazı için
kullanılmaktaydı.[477] Süryânîce’ye ilk defa M.S. I.
asır ile III. asır arasına tarihlenen ve Hıristiyanlık dönemine ait olmayan
mezar yazıtlarında rastlanmıştır.[478]
Buradaki yazılarda, Kadim Süryânîce’nin standartlaşması sürecinde kaybolmuş
olan ve daha eski el yazmalarında görülen bazı dil özelliklerine rastlanmıştır.[479] Adiyaben Kraliçesi Helena’nın
(kraliçeliği: M.S. 50-y.60) lahitinde kare temelli Ârâmîce yazısı ile birlikte
bitişik yazılan Süryânîce karakterlerin de bulunması, Süryânî yazısının çok
erken dönemlerde oluştuğunu göstermektedir.[480]
Erken dönemlerde kullanılan yazı Estrangela yazısının pek de
estetik olmayan eski bir biçimiydi[481]
ve bu dönemde kullanılan Ârâmîce lehçesi, ilk-Süryânîce olarak
tanımlanmaktadır.[482]
Mîlâdî I.
asırdan itibaren putperest Ârâmîler’in Hıristiyanlaşmaya başlaması, o ana kadar
bölgesel bir gelişme göstermiş olan Süryânîce’nin de seyrini değiştirmiştir.
Hıristiyanlığın ilk yüzyıllarında yazı dili baskın bir şekilde Grekçe’ydi. Buna
karşılık Süryânîce, yerel halk ve bazı din adamları tarafından konuşma dili
olarak kullanılmaktaydı. II. asırdan itibaren ise Mezopotamya ve Kuzey
Suriye’de ortaya çıkan Süryânî Hıristiyanlar, Süryânîce’yi yazı dili olarak
kullanmaya başlamışlardır.[483] Kısa bir süre içinde bölge
Hıristiyanlığının liturji (ayin) ve edebiyat dili haline gelen Süryânîce büyük
bir gelişme kaydetmiştir. Zira Akdeniz kıyılarından Pers coğrafyasının içlerine
kadar yayılmış olan kiliseler bu dili kullanmaya başlamışlardı. Süryânîce,
Hıristiyanlığın ortaya koyduğu yeni fikirleri bu topraklarda anlatmak için
Grekçe’den çok daha uygun bir dil olmuştu. Çünkü Orta Asya’dan Mısır ve
Arabistan’a kadar uzanan bölgede, Süryânîce’nin kardeşleri konumunda olan
Ârâmîce’nin değişik lehçeleri konuşulup anlaşılmaktaydı. Ayrıca Süryânîce sahip
olduğu esneklik sayesinde karşılaştığı farklı dil yapılarına da kolay bir
şekilde uyum sağlamaktaydı.[484]
Bölge
kiliselerinin kurumsallaşması ve çeşitli şehirlerde kurulan ilâhiyat okulları sayesinde
gelişmeye devam eden Süryânîce, ilk zamanlar Grekçe ile birlikte kullanılıyor
olsa da; yavaş yavaş öne çıkmış ve IV. asırdan VII. asra kadar devam eden zaman
diliminde altın çağını yaşamıştır. Süryânî Hıristiyanların birincil dili olması
sebebiyle de; Mezopotamya ve Suriye’nin çoğu bölgesi dışında Etiyopya,
Hindistan ve Orta Asya’ya kadar yayılmıştır.[485]
Bu dönemde Kutsal Kitap çeviri ve yorumlarını, kilise babalarının hayatlarını,
ilâhî ve şiirleri kapsayan büyük bir dinî edebiyat ortaya çıkmıştır. Buna ek
olarak, teolojik tartışmaların tetiklemesi sonucu Grek bilim ve felsefe
eserlerinden yapılan tercümeler ve bunlar üzerine yapılan çalışmalarla da
Süryânîce büyük bir külliyat oluşmuştur.[486]
Süryânî Hıristiyanlar tarafından ilk yüzyıllardan itibaren din ve bilim dili
olarak geliştirilen Süryânîce dilinde yazılmış literatür hakkında ayrıntılı
bilgi sonraki başlıkta sunulacaktır.
Diğer
taraftan aynı dönemde yaşanan kristolojik tartışmalar ve kilise içindeki
bölünmeler neticesinde, Doğu Süryânîce ve Batı Süryânîce gelenekleri ortaya
çıkmıştı.[487] Bitişik Palmira yazısından
türetildiği anlaşılan klasik Estrangela (^I^jT^^)[488]
yazısı iki gelenekte de kullanılmaya devam etmiş; bunun yanında Doğu
Süryânîleri
arasında madnhaya (jx;״i Tür. doğulu, doğuya ait)[489]
yazısı gelişirken Batı Süryânîleri arasında serto (J,^ Tür. çizgi, hat)[490] yazısı gelişmiştir.[491] Doğu Süryânîce geleneği her
ne kadar İbrânîce, Arapça, Farsça ve Türkçe’den kelimeler içerse de
Süryânîce’nin özgün yapısını daha fazla korumuştur. Buna karşılık Batı Süryânîce
geleneği morfoloji, sentaks, fonetik, üslup ve ifade biçimi açısından
Grekçe’nin etkisinde kalmıştır. Bu iki gelenek arasındaki en bariz ayrım yazı
ve fonetikte görülmektedir. Buna bağlı olarak Doğu Süryânîce geleneğinde
Ârâmîce’nin eski dönemlerinden beri var olan “yedi sesli harfli (harekeli)
sistem” kullanılmaya devam ederken Batı Süryânîce’de bazı sesli harfler
dönüşmüştür.[492]
Süryânîce
ile birlikte Geç Dönem Ârâmîcesi’nin lehçeleri olan çeşitli dillerin[493] hepsi de İslâm
öncesi dönemde altın devirlerini yaşamışlardı. Bu dönemde edebiyat dili geniş
ölçüde konuşma dilini yansıtmakta ve ondan beslenmekte idi. VII. asırda
başlayan İslâm fetihleri ve Arapça’nın yaygın kullanım alanı elde etmesi ise,
diğer lehçelerle birlikte Süryânîce’nin de durumunu olumsuz etkilemiştir.
Arapça hızlı bir şekilde genel kabul görmüş ve kısa zaman içinde Süryânîce,
halk tarafından konuşulmayan ve anlaşılamayan bir dil haline gelmiştir. Bununla
birlikte belli çevrelerde edebiyat ve ayin dili olarak kullanılmaya devam etmiştir.[494] XII ve XIII. asırlarda
Süryânî bilginlerin edebi faaliyetleri sayesinde kısa bir Rönesans[495] dönemi yaşamış olsa da
Süryânîce, bu dönemin ardından günlük yaşamdan tamamen çekilmiştir.
Aynı
dönemde Arapça’nın etkisi diğer Ârâmîce lehçeleri üzerinde de görülmüş, edebî
Ârâmîce ile günlük konuşma dili arasındaki bağlantı kopmuştur.[496] Bunun sonucunda
bütün lehçeleri ile birlikte Ârâmîce, yaklaşık olarak XIII. asırdan sonra edebî
ürün verilmeyen ve sadece çok sınırlı bölgelerde konuşulan bir dil konumuna
gerilemiştir. İlk defa XVII. asırda Kuzey Irak’taki birkaç yerde, konuşma
Ârâmîcesi’ni tekrar yazıya geçirme çalışmaları yapılmıştır. Konuşma dili olarak
gelişen bu dönemdeki dil, Modern Ârâmîce (veya Neo-Ârâmîce) olarak tasnif
edilmiş ve dört ana guruba ayrılmıştır. Bunlar; Batı Neo-Ârâmîcesi, Merkez
(İng. Central) Neo- Ârâmîcesi, Kuzeydoğu Neo-Ârâmîcesi ve Güneydoğu
Neo-Ârâmîcesi’dir.[497] III. binyıla gelindiğinde
Ârâmîce, artık sadece birkaç milyon insan (Bunların içinde Hıristiyanlar,
Yahudiler, Sâmirîler ve Mandenler vardır) tarafından din, edebiyat ve konuşma
dili olarak kullanılmaktadır. Bu dilin konuşulduğu yerler ise genel olarak Orta
Doğu ve Güney Hindistan’dır.[498] Bununla birlikte dünyanın
çeşitli yerlerine bu bölgeden dağılmış olanlar da Modern Ârâmîce’nin lehçelerini
konuşmaya devam etmektedirler.[499]
Geç Dönem
Ârâmîce’nin günlük konuşma dili olarak artık kullanılmayan bir lehçesi olan
Süryânîce ise günümüzde, hem Orta Doğu’da hem de diasporada sadece ayin ve
edebiyat dili olarak kullanılmaya devam etmektedir.[500]
Bugün Süryânîler arasındaki konuşma dili ise Süryânîce değil, Neo-Ârâmîce’nin
farklı lehçeleridir (Turoyo, Mlahso ve dğr.). Bu lehçeleri
hâlâ doğal bir şekilde kullananlar; Doğu Süryânîleri, Keldânîler, Tur ‘Abdin
Ortodoks Süryânîleri ve Şam yakınındaki birkaç köyde yaşayan Ma‘lûla halkıdır.[501] Diğer Ortodoks Süryânîler ile Mârûnîler artık anadil olarak
Arapça’yı kullanmaktadırlar.[502] Bunun dışında İran, Hazar ötesi, Hindistan ve Çin’e kadar uzanan
bölgede Doğu Kilisesi misyonerleri tarafından Hıristiyanlaştırılan insanlar da
kiliselerinde ayin dili olarak Süryânîce’yi kullanmaktadırlar.[503] Bugün halk tarafından anlaşılmayan bir dil olan Süryânîce’yi
iletişim dili olarak geliştirme çabaları, Süryânî elitler tarafından
sürdürülmektedir.[504]
II.
ABBÂSÎLER’E KADAR SÜRYÂNÎLER ve BİLİM
Süryânîler’in
milâdî ilk yüzyıllardaki (I-III. asırlar) bilimsel çalışmaları hakkında çok az
bilgi mevcuttur. Bu döneme ait yazılı kaynakların çoğu ise, tarihi ve kaynağı
belli olmayan anonim eserlerdir.[505]
Hristiyanlaşmaları ile birlikte Süryânîler, pagan döneminden kalma çoğu eseri
yok etmişler; aynı şekilde Süryânî kültür ve düşüncesine zarar vereceği
kaygısıyla Helenistik düşünce ve doğudan gelen düşüncelere karşı da tepkisel
bir tutum benimsemişlerdi. Bu sebeplerle ilk dönemde Süryânî Hristiyanlar
arasında felsefe ve bilim rağbet görmemiştir.[506]
Buna
karşılık Süryânîler’in bu dönemde hiçbir şekilde bilimsel çalışmalarla meşgul
olmadıkları söylenemez. Hıristiyanlığı en doğru şekilde öğrenme ve halka
aktarma gayreti içinde olan din adamları, m. II. asırdan itibaren dinî
konularla ilgili çalışmalar yapmaya başlamışlardı. Doğal olarak ilk çalışmalar
Kutsal Kitap üzerine oldu. Farklı zamanlarda farklı kişiler tarafından -bunlar
arasında Yahudiler ve Yahudi asıllı Hıristiyanlar da vardı- İbrânîce’den
Süryânîce’ye çevrildiği anlaşılan Eski Ahit Peşitta,[507]
II. asrın sonuna kadar tamamlandı.[508]
II. asırda gerçekleştirilen bir diğer önemli çalışma da Diatessaron
olarak bilinen Yeni Ahit tercümesidir.[509]
Yazarının yüksek ihtimalle Tatyan (Sür. ^'W
İng. Tatian. y. 120- y. 185)[510]
olduğu tahmin edilen eser, dört ayrı İncil’deki bilgilerin derlenip tek bir
eser halinde yazılması suretiyle meydana getirilmiştir. Diatessaron[511] Süryânîler’in yaşadığı
coğrafyada, V. asra kadar etkin ve yaygın bir şekilde kullanılmıştır.[512] Diatessaron’un yaygın şekilde
kullanıldığı bu dönemde, Süryânîce ayrı İnciller’in tercümesi üzerine de
çalışılmakta idi. Yazılış tarihi kesin olmamakla birlikte; günümüzde Eski
Süryânîce İnciller (İng. Old Syriac Gospels/Version) olarak adlandırılan bu
tercümenin, III. asırda yazıldığı tahmin edilmektedir. Bununla birlikte
Diatessaron’un şöhreti ve yaygınlığı nedeniyle V. asra kadar yaygın kullanım
alanı kazanamamıştır.[513] II-III. asırların Süryânîce
yazarları arasında, felsefe ile ilgilenen ve gnostik fikirleri olan Bardaysan
(Sür. .^כגג,
İng. Bardaisan. 154-222) ve gnostik bir din olan Maniheizm’in kurucusu Mani’yi
de (Sür. u^^. 216- y. 276) zikretmek gerekir.
Tatyan eserlerini Grekçe yazarken, bu iki isim Süryânîce’yi etkin bir şekilde
kullanmışlardır. Bardaysan’ın yazmış olduğu şiirlerde, pagan kültüründen
Hıristiyan kültürüne geçişin izlerine de rastlanmaktadır.[514]
Adı geçen şahıslar ve düşüncelerinin, kilise tarafından dönemin Ortodoks
inancının dışında tutuldukları ifade edilmelidir.[515]
IV.
asırdan itibaren Süryânîler’in
düşünce hayatında, bölgede kurulan okulların etkisi hissedilmeye başlamıştır.
İskenderiye ve Antakya’daki ilahiyat okulları daha eskiye dayanmakla birlikte
bunların Süryânî okulları olduğu söylenemez. Aksine bunlar Grek okulları idi.
Bununla birlikte daha doğuda açılan okullar üzerinde belli bir etkileri
olmuştu. Süryânîler’in kurdukları okullardan en meşhurları ise Nusaybin[516] ve Urfa[517]
okullarıdır. Bu dönemde, Pers Bilgesi lakaplı Afrahat (Sür. ^mt^^, Arp. .LUIjâl, İng. Aphrahat. etk.
IV. asrın ilk yarısı) ve önce Nusaybin sonra Urfa okulunda idarecilik yapmış
olan Mar Efrem’in (Sür. >.2ג^ >i^, Arp. ^'j^l ^>11צג, İng. St. Ephrem. ö. 373) çalışmaları büyük ölçüde günümüze
ulaşmıştır.[518] Afrahat’ın Tahviyata kk.aA, İng.
Demonstrations)
adlı eseri Hıristiyanlık ile ilgili çeşitli konuları içermektedir ve Süryânîce
literatürün bugün mevcut ilk kapsamlı eseridir.[519]
Bir şair ve teolog olan Mar Efrem ise çeşitli konularda teolojik yazılar ve Diatessaron
yorumu yazmıştır. Süryânîler’in en büyük şairi kabul edilir ve fikirlerini daha
çok şiirle ifade etmiştir.[520] Afrahat ve Mar
Efrem de dahil olmak üzere bu dönemde Süryânî bilginlerin düşünce dünyası;
antik Mezopotamya kültür birikimi, Kutsal Kitap öğretileri ve Yahudi yazarların
etkisi altında kalmıştır. Bu bakımdan V. asırdan itibaren giderek artacak olan
Bizans etkisi ile kıyaslandığında, bu dönemin ürünlerinin daha özgün olduğu ve
Suriye- Mezopotamya Hıristiyanlığının karakterini taşıdığı ifade edilmektedir.[521]
V.
asırdan itibaren Bizans
Hıristiyanlığının etkisi Suriye-Mezopotamya Hıristiyanlığı üzerinde hissedilir
derecede artmaya başlamıştır. Bunun en büyük sebebi, Grekçe patristik’[522]
eserlerin Süryânî yazarlar tarafından özverili bir şekilde tercüme edilmesidir.
Öyle ki, hemen hemen Grekçe hiçbir eser Süryânî bilginlerin dikkatinden
kaçmamış ve hepsi Süryânîce’ye çevrilmiştir. Teolojik tartışmaların ve
ayrışmaların da yaşandığı bu yüzyılda; Doğu Kilisesi, Misisli Theodore’nin
yorumları çerçevesinde çalışmalar yaparken, Süryânî Ortodokslar da
İskenderiyeli Cyrill ve Severus’un eserleri üzerine çalışmalara başlamışlardı.[523] Bu süreçte Süryânî edebiyatı
kendine özgü hususiyetlerini giderek kaybetmiş ve gelişimini Grek edebiyatının
etkisinde sürdürmüştür. Bununla birlikte diğer edebî türlere kıyasla Süryânî
şiiri Bizans etkisine daha az maruz kalmıştır. Narsay (Sür. »_mû, Arp. ^1^>,
İng. Narsai. ö. y. 500)[524] ve
Suruç
Piskoposu Ya’kûb (Sür. ^ג^גס ^nn^., Arp. ^jj—J' ^j2*j, İng. Ya‘qub/Jacob of Serugh. y. 451-521,
piskoposluğu: 519-521.)[525] bu dönemin şiirini temsil
eden en önemli şair-teologlardı.[526]
VI.
asırda yaşanan teolojik
tartışmalar ve devamında bağımsız Süryânî kiliselerinin oluşumuna giden süreç,
Süryânî dünyasındaki bilimsel faaliyetleri hızlandıran bir etki yapmıştır. Ayrı
İnciller üzerine yapılan çeviriler gözden geçirilerek geliştirilmiş ve sonunda
bugün, Süryânîce İnciller’in Yeni Ahit Peşitta olarak bilinen son şekli
ortaya çıkmıştır. Eser kısa sürede, o zamana kadar kullanımda olan Diatessaron
ve Eski Süryânîce İnciller’in yerini almıştır.[527]
Bu dönemde
iki doğa yanlısı Doğu Süryânîleri teolojik görüşlerini temellendirmek için Grek
felsefesi ve mantığını kullanmaya başlamışlar; bu da konu ile ilgili eserlerin
tercümesini zorunlu kılmıştı. İlk etapta çevrilen eserler arasında; Plutark,
Lukian ve Temistius’un mevcut eserleri ile Furfûriyûs’un İsagoji adlı
eseri ve Aristoteles’in mantık eserleri göze çarpmaktadır.[528]
Tek doğa yanlısı Batı Süryânîleri ise ilk başta felsefe ve mantık eserlerine
mesafeli durmuşlar ve teolojik fikirlerini savunmada dinsel bir dil
geliştirmişlerdir. Ancak ilerleyen yıllarda; İskenderiyeli filozof ve teolog
Yahyâ en-Nahvî’nin (İng. John Philoponos. ö. y. 575)[529]
diyofizitlere karşı felsefî ve mantıkî argümanlar geliştirmesi, Süryânî
Ortodoksların da felsefe ve mantık eserlerine ilgi duymalarını sağlamış; onun
sayesinde Süryânîler Yeni-Platoncu felsefe ile tanışmışlardır. Bununla birlikte
felsefî bilimlere bakış açısında, Doğu Süryânîleri ve Ortodoks Batı Süryânîleri
arasında temel farkların olduğunu ifade etmek gerekir. Doğu Süryânîleri;
felsefe ve dinin, özünde bir olduğunu düşünmekte ve Aristoteles mantığını
inançları ile
uzlaştıracak şekilde yorumlamakta idiler. Onlar için din ve felsefî düşünce,
birbiriyle çatışması imkânsız olan iki alandı ve hakikatin gereği olarak
ikisinin birlikte olması ve uzlaştırılması gerekiyordu. Süryânî Ortodokslar ise
din ve felsefenin iki ayrı yol olduğunu, kilise gerçeklerinin felsefî
gerçeklerden üstün tutulması gerektiğini savunuyorlardı. Bu doğrultuda
felsefeye dinî inançlarını destekleyen bir malzeme olarak bakmışlardı. Onlar
için felsfe ve mantık; dinî inançlarını destekleyen bir argüman sunduğunda
doğru, dinî doğrularla çeliştiğinde ise yanlıştı.[530]
IV. asırda
başlayıp VII. asrın ortalarına kadar devam eden tercüme, şerh ve telif
çalışmalarının yapıldığı aktif dönem, Süryânî edebiyatının altın çağı[531] olarak tanımlanmaktadır.
Burada ifade etmek gerekir ki; esin kaynağı ve içerik olarak Süryânî edebiyatı,
büyük ölçüde dinî ve kilise ile ilgiliydi. Hatta yazarların da büyük çoğunluğu
kilise mensubu idi.[532] Dolayısıyla konular daha çok
patristik literatür, kilise edebiyatı ve teolojik tartışmalarla ilgiliydi.
Teolojik fikirleri savunmada diyalektik usullerine nüfuz etme ihtiyacı da
mantık eserlerinin tercüme edilmesine sebep olmuştu. Bu anlamda
Yunanca-Süryânîce ilk çevirileri yapanlar, teolojik tartışmalarda görüşlerini
savunmak için Aristoteles mantığına ihtiyaç duyan Doğu Süryânîleri olmuştur.
İlk olarak V. asrın ortalarında Urfa Okulu’nda yapılmış olan bu çeviriler
Furfûriyûs’un Îsâgucî’si ve Aristo mantık külliyatının I. Analitikler’inden
öteye geçmiyordu.[533] Bununla birlikte çok sınırlı
da olsa dinî kapsamın dışında tercüme ve ilmî çalışmalar yapan bilim adamları
vardı. Bunlardan biri olan Süryânî Ortodoks din adamı Re’sül‘aynlı Sergius
(Sür. ^^^ tV.'.^Y.y Arp. ^-i^'J' ״-^>“, İng. Sergios of Resh‘ayna. ö.
536), ilk defa Galen’in tıp ile ilgili çalışmalarını Süryânîce’ye çevirmiştir.
Bundan başka astronomi ve felsefe alanında da çeviriler yapmıştır.[534] Sergius kendisi için,
Aristoteles felsefesinin tamamını bir dizi kitap halinde yazma gibi bir hedef
koymuşsa da bunu gerçekleştirememiştir.[535]
VII. asırda
bölgede sağlanan İslâm hâkimiyetinden sonra da Süryânîler ilmî çalışmalarına
devam etmişlerdir. Çünkü Müslüman idare, Süryânîler’in ilim merkezlerine
herhangi bir şekilde müdahale etmemiştir.[536]
Bu asırda bir taraftan önceki yüzyıla ait çeviriler tashih edilirken diğer
taraftan mevcut eserlere yenileri eklenmiştir. Dönemin pozitif bilimlerde öne
çıkan ilk şahsiyeti ise Kınneşre Piskoposu Severus Seboht (Sür. ^רס.^ mma®,
Arp. ^jA״ Iju1״,
İng. Severos Sebokht. ö. 666/7) idi. Dinî ilimler üzerine yaptığı çalışmalardan
başka astronomi, felsefe ve matematik alanlarında da eserler vermiştir.[537] Sergius’un öğrencisi olan
Patrik Baladlı II. Atanasyus,[538] Edessa Piskoposu Ya‘kûb[539] ve Arap kabilelerinin
piskoposu Givargi[540] dönemin önde gelen
bilgin ve tercümanları arasında sayılmaktadır. Burada dikkat çeken husus,
Severus’tan itibaren ismi geçenlerin hepsinin Kınneşre Manastırı[541] çevresinde yetişmiş,
birbiriyle bağlantılı olan bilgin ve din adamları olmasıdır. Ancak adı geçen
bilginlerin bireysel ilgilerinden kaynaklanan bu tercüme ve bilim çalışmaları,
İslâmî dönemde yaşanan tercüme ve bilim hareketi ile kıyaslanacak düzeye
erişmemiştir. Diğer taraftan VI-VII. asırlarda, dinî literatür ile ilgili
çalışmalar da devam etmiştir. Süryânî bilginler ve din adamları, daha önce
Grekçe’den tercüme edilmiş olan dinî eserleri yeniden ele almışlar ve gözden
geçirip aslına daha uygun bir hale getirmişlerdir.[542]
Dönemin en önemli çalışmalarından biri ise Grekçe Eski Ahit’in
(Septuagint) Viranşehirli (Telia) Pavlus (Sür. !<\^ג ^o\a^,
İng. Pawlos of Telia. etk. VII. asrın ilk yarısı) tarafından Süryânîce’ye
çevrilmesidir.[543] Eski Ahit’in tamamının
tercüme edildiği eser Syro-Hexapla olarak bilinmektedir. Ancak bazı
parçaları sonradan kaybolmuştur.[544]
VI-VII.
asırlarda bilimsel çalışmaların artmasıyla, Süryânîler’in yaşadığı birçok
şehirde ilâhiyat okullarının açılması paralel bir seyir takip etmiştir. Urfa ve
Nusaybin’den başka; Suruç (Serugh), Diyarbakır,[545]
Menbic (Mabbug), Selevkia- Ktesifon, Erbil,[546]
Kerkük,[547] Cündişâpûr gibi şehirler bu
merkezlerden en meşhurlarıdır. Bunlar dışında Süryânîler’e ait irili ufaklı
elli civarında okulun bulunduğu ifade edilmektedir.547 [548] Okullarda sadece dinî
bilimler değil, Aristoteles ve Furfûriyûs başta olmak üzere birçok filozof ile
Galen ve Hipokrat gibi tıp bilginlerinin eserleri üzerine de çalışmalar
yapılmaktaydı. Aynı yüzyıllarda bölgede açılan sayısız manastırda[549] da dinî ilimlerin yanında
felsefî ve bilimsel çalışmalar yapılmaktaydı. Ancak her ne kadar felsefe ve
mantık, bu öğretim kurumlarında bir dereceye kadar değer görmüş olsa da;
onların birer felsefe okulu olduklarını söylemek imkânsızdır. Her şeyden önce
bu okullar birer teoloji okullarıydı ve birincil hedefleri, kutsal metinlerin
doğru ve sağlam bir şekilde yorumlanmasıydı. Felsefe ve mantık ise ancak bu
amaca hizmet eden bir araç konumundaydı.[550]
Diğer taraftan bu dönemde, okullar ve manastırlar Doğu Süryânîleri ile Batı
Süryânîleri arasında teoloji üzerine devam eden tartışmalara da sık sık sahne
olmaktaydı. Felsefî düşünce konusunda Doğu Süryânîleri daha dinamik
olduklarından çoğunlukla okullarda bir süre sonra hâkim pozisyonu elde ediyor
ve Süryânî Ortodokslara üstün geliyorlardı. Onlar da görüşlerini yaymak üzere
derhal farklı merkezler buluyor ve ilmî faaliyetlerini buralarda
sürdürüyorlardı.[551] Sâsânî
hükümdarlarının desteği sayesinde bir tıp okulu ve hastaneye sahip olan
Cündişâpûr’u[552] ise ayrıca zikretmek gerekir.
VI. asırda kraliyet ailesine ev sahipliği yapan şehir; Pers, Hıristiyan, Grek,
Hint ve Suriye gibi farklı pek çok bilim geleneğinin etkileşim içine girdiği
bir nokta olmuştu. 489’da Urfa’daki merkezleri kapatıldığında Doğu Süryânîleri
de Sâsânî coğrafyasına geçmiş, antik bilime dair sahip oldukları birikimle
Cündişâpûr’daki bilimsel etkinlikleri zenginleştirmişlerdir. 529’da Atina
Okulu’nun kapatılmasıyla da bunlara Yeni-Platoncu filozoflar katılmıştır.
Grekçe metinler buradaki merkezde Süryânîce’ye aktarılmıştır. Çeviri yapılan
eserler daha çok tıp ve mantığa dair olanlardı. Bunun yanında çeviri için
seçilen eserler arasında yararlı olduğu düşünülen matematik ve astronomi
eserleri de yer almaktaydı. Birçok bölgeden gelen tıp bilginlerinin bulunduğu
şehirde, Doğu Süryânîleri daha etkin konumdaydılar. İslâmî dönemde de Cündişâpûr
Okulu bir bilim merkezi olma hüviyetini korumuş, V/XI. asra kadar
faaliyetlerini sürdürmüştür.[553]
Süryânîler’in
asırlar boyunca oluşturdukları büyük külliyata rağmen, eserlerinin çok az bir
kısmı günümüze ulaşmıştır. Bununla birlikte Süryânîler’in oldukça erken bir
dönemde Hıristiyanlaşmış olmaları, yaşadıkları doğal ortamın Hıristiyanlığın
kaynağına yakın olması, ilk dönemde yaşanan teolojik tartışma ve bölünmelerde
aktif rol almaları ve kilisenin kurumsallaşmasında sağladıkları önemli katkılar
sebebiyle Süryânî yazını, kilise tarihi açısından araştırmacılara çok önemli
veriler sunmaktadır. Çünkü Süryânîce, Hıristiyanlığın entelektüel üretiminde
kullanılan üç önemli dilinden biridir (diğerleri Latince ve
Yunanca).[554] Ayrıca, Ermeni ve Gürcü Hıristiyanlığının da
Süryânî Hıristiyanlığının etkisinde gelişmiş olması, onlar açısından Süryânî
edebiyatını önemli hale getirmektedir.[555] Bunun yanında bulundukları coğrafi konum Süryânîler’i; Bizans,
Pers, Arap ve diğer milletlerin tarihleri ile bağlantılı kılmaktaydı. Bundan
dolayı genel tarih açısından da Süryânî yazarların sağladığı bilgi ve belgeler,
ayrı bir önem kazanmaktadır. Diğer taraftan yüzyıllar boyu yapılan Süryânîce
tercümeler, orijinali kaybolmuş pek çok Grekçe eserin günümüze ulaşmasını
sağlamıştır. Bunlar arasında Bizans Kilisesi tarafından dışlanan yazarların
(Misisli Theodore, Antakya Piskoposu Severus ve dğr.) eserleri olduğu gibi,
kilise tarafından kutsanan yazarların (Kayseriyeli Eusebius’un Theophania
’sı ve İskenderiyeli Cyrill’in Homilies on Luke’u gibi) da eserleri
bulunmaktadır. Yine Süryânîce tercümesi sayesinde günümüze ulaşmış olan din
dışı eserler mevcuttur (Themistius’un On Virtue, İskender Afrodisî’nin Kosmos
adlı eserleri gibi). Aynı zamanda, Grekçesi mevcut olan eserler için de
Süryânîce tercümeler önemini korumakta ve elyazmaları arasında kıyaslama
yapabilmeyi sağlamaktadır. Hatta bazı durumlarda; eserin en eski kopyasından
daha eski olan Süryânîce tercüme, orijinal metne daha fazla yaklaşma imkânı
vermektedir.[556]
III.
ABBÂSÎLER ÖNCESİ BİLİMSEL ORTAM
Abbâsîler’in
ilk yıllarından itibaren ulûmü’l-evâil denen ve İslâm öncesi döneme
dayanan bilimlere duyulan ilgi, bu alanlarda yaşanan bilimsel gelişmeler ve
Süryânîler’in süreçteki etkin rolleri fazladan açıklamaya gerek duyulmayacak
kadar iyi bilinmektedir. Bununla birlikte yaşanan bu gelişmeleri, geçmiş
milletlerin birikimleri ve alışkanlıkları ile Müslüman toplumun içinde
bulunduğu şartlardan bağımsız bir şekilde izah etmek mümkün değildir. Bu
bakımdan aşağıda, Abbâsîler öncesinde Müslümanların bilimsel ilgileri ve yine
Müslümanların hâkim oldukları coğrafyadan tevarüs ettikleri bilimsel birikim ve
gelenekler irdelenmeye çalışılacaktır. Bu inceleme Erken Abbâsî döneminin
bilimsel tutumlarını yönlendiren dinamikleri tespit etme açısından veriler sağlayacak,
ayrıca bu tabloda Süryânî bilginlerin yeri de netleşmiş olacaktır.
İncelemeye
II/VIII. asırda başlayan bilimsel etkinliğin sürükleyici unsuru olan Müslüman
Araplar’ın durumu ile başlamak isabetli olacaktır. İslâmiyet öncesinde ve hemen
sonrasında genel olarak Araplar, ilimle meşgul olan bir topluluk değildi. Onlar
daha çok yıldızların hareketleri, doğuş ve batış zamanları, yağmurlar gibi
konularda; uzun gözlemlerin imkân verdiği ölçüde bir bilgiye sahiptiler.[557] Sahip olunan bu bilgilerin
amacı hakikat arzusu veya ilimde derinleşme değil, sadece yaşamı
kolaylaştırmaktı.[558] Bu dönemde çağın bilimleri
ile temas kurulan hemen tek alanın ise tıp olduğu görülmektedir. Bu dönemde,
Cündişâpûr gibi tıp merkezlerine gidip gelenlerin varlığı bilinmektedir.[559] Ancak yine de Araplar
arasında uygulanan tıp, çoğunlukla geleneksel tercübelere dayanmaktaydı.[560] Araplar dış dünya konusunda
da hemen hemen bilgisiz durumda idiler. Sahip olunan bilgiler; çeşitli
beldelere giden tüccarların anlattıkları ve farklı coğrafyalarda yerleşmiş olan
kabilelerin, komşuluk yaptıkları milletler hakkında aktardıkları malumattan
ibaretti.[561] İslâmiyetten hemen sonra da
bu durumda pek bir değişiklik olduğu söylenemez. Tabiî olarak Müslüman Araplar,
ilgilerini başlangıçta Kur’ân’a yöneltmişlerdi. Bunun sonucu olarak, Hulefâ-yi
Râşidîn ve Emevîler dönemi boyunca İslâmî ilimlerde büyük bir mesafe
katedilmişti. Bu dönemde İslâmî ilimlerde en önde gelen merkezler ise Medine,
Basra ve Kûfe şehirleri idi. Daha çok bu şehirlerde yaşayan âlimlerin Kur’an’ı
ve Hz. Peygamber’in
(as.) sünnetini anlama, siyasî ve toplumsal hayatta
karşılaşılan problemleri çözme gayretleri sonucunda tefsir, hadis ve fıkıh
ilimleri ortaya çıkmıştır.[562]
Emevîler
döneminin ilk zamanlarında ilim, hadis faaliyetleri anlamına gelmekteydi.
Hadisler ilk defa Ömer b. Abdülaziz’in (hilâfeti: 99-101/717-720) yönlendirmesi
neticesinde sistemli bir şekilde yazıya geçirilmeye (tedvin) başladı. Bu
anlamda ilk çalışmayı yapan kişi ise İbn Şihâb ez-Zührî (ö. 124/742) olmuştur.[563] Zührî bu konuda Ömer b.
Abdülaziz’den başka Hişâm b. Abdülmelik’in (hilâfeti: 105- 125/724-743) de
desteğini görmüştür. Âlimlere karşı büyük saygı besleyen Hişâm’ın tedvin
sürecine önemli katkıları olmuştur.[564]
Daha çok tâbiîn neslinden olan âlimlerin çalışmaları neticesinde tedvin süreci,
hemen hemen Abbâsîler’in iktidarından önce tamamlanmıştır.[565]
Başlangıçta hadis ilminin bir dalı olarak kabul edilen tefsir, din âlimlerinin
ilgisi ile hızlı bir gelişme kaydetmiş ve müstakil bir ilim haline gelmiştir.
Emevîler döneminde ilk tefsir yazan kimsenin sahabeden İbn ‘Abbâs’ın (ö.
68/688) talebesi Saîd b. Cübeyr (ö. 94/713?) olduğu ifade edilir.[566] Tefsir çalışmalarının
başlaması ile birlikte Kur’an’ın mana ve lafızlarının nasıl anlaşılacağı konusu
gündeme gelmiş, Arapça’yı daha iyi anlama hususunda yardımcı olacağı
düşüncesiyle cahiliye dönemi şiir ve edebiyatını inceleme ihtiyacı doğmuştur.
Bu doğrultuda yürütülen çalışmalar sözlük çalışmalarının da temelini
oluşturmuştur.[567] Yine geniş İslâm
coğrafyasının farklı yerlerinde gün yüzüne çıkan problemlerin İslâm’a uygun
şekilde çözülmesi ihtiyacı doğmuştu. Bu konudaki başvuru kaynağı ise Kur’an ve
hadisti. Müslüman âlimler bu konular üzerine de eğilmişler ve fıkıh ilminin
doğmasına zemin hazırlamışlardır.[568]
İslâm’ın ilk döneminde dinî ilimler, daha çok mevâlîden[569] olan âlimlerin çalışmaları
sonucunda hızlı bir şekilde gelişmiştir. Kültür birikimleri açısında
Araplar’dan farklı olan bu âlimlerin düşüce yapısındaki farklılıklar
neticesinde; dinî ilimlerde Mekke, Medine ve Irak (Kûfe) ekolleri ortaya
çıkmıştır.[570]
İslâm
tarihçiliğinin temelleri de yine bu dönemde atılmıştır. Hadislerin yazıya
geçirilmesi ile birlikte Siyer-meğazi ilminin materyalleri oluşmaya başlamıştı.
Hz. Peygamber (as.) zamanında yaşananlara şahit olanların anlattıkları da tarih
malzemesini artırmaktaydı.[571] Bu alanda bilimsel tasnife
uygun eser yazanların ilki Medineli hadis âlimleri İbn Şihâb ez-Zührî (ö.
124/742) ve İbn İshâk (ö. 150/767) idi. Onların başlattığı bu gelenek Medine
tarih ekolü olarak isimlendirilmiştir. Yakın bir süreçte Irak’ta da hadis, dil
ve şiir çalışmaları ile meşgul olan âlimler, Arap kabileleri arasında yazılı ve
sözlü olarak dolaşan haberleri kayda geçirme işine girişmişlerdi. Bunlar da
Irak haber ekolü olarak tanımlanmışlardır. Bu okulun en erken temsilcisi ise
Kûfe’de doğmuş olan Şa‘bî’dir (ö. 110/728).[572]
Yine İslâm tarihçiliğinin bir malzemesi olarak Arap tarihi ve ensabına dair
bilgiler, Hişâm b. Abdülmelik’in özel ilgisi ve teşviki ile yazıya
geçirilmişti.[573] Bütün bunlar, İslâm dünyasında
tarihçilik alanında yapılmış olan ilk sistematik çalışmalardır.
Aynı
süreçte yaşanan iç karışıklıklar ve siyasal bazı problemler neticesinde
Hâricîlik ve Şîa mezhepleri ortaya çıkmıştı. Onların geliştirdikleri iman
anlayışları, diğer taraftan zulümle iktidarda bulunduğuna inanılan Emevîler’in
durumu; Müslüman ilim çevrelerinde bir kısım tartışmalara sebep oldu. Bu
süreçte Cebriyye[574] ve Kaderiyye[575] düşünceleri oluştu. Ma’bed
el-Cühenî (ö. 83/702?), Gaylân ed-Dımaşkî (ö. y. 120/738), Ca‘d b. Dirhem (ö.
124/742?), Cehm b. Safvân (ö. 128/745-46), Hasan-ı Basrî (ö. 110/728) ve Ebû
Hanîfe (ö. 150/767) gibi şahsiyetler, bu dönemde ortaya çıkan tartışma
konularında fikir yürüten ve kendilerinden sonrakilere etki eden şahıslar
arasındadır. Emevîler döneminde yaşanan bu gelişmeler, daha sonraları çok daha
farklı konuları kapsayacak olan kelâm ilminin temeli olarak kabul edilmektedir.[576]
Hz.
Peygamber (as.) ve Hulefâ-yi Râşidîn dönemlerinde yabancı bilimler ile herhangi
bir temas kurulmamıştı. Yunanca konuşan Hıristiyanların yoğun olarak yaşadığı
Dımaşk merkezli Emevîler’in (41-132/661-750) işbaşına geçmesi, çevre
kültürlerle daha yoğun bir etkileşimin kapılarını araladı. Bu dönemde yerli
halklara mensup kişiler sıklıkla idarî görevlerde istihdam edilirken, Muâviye’nin
(hilâfeti: 41- 60/661-680) sarayında da İbn Asâl[577]
ve Ebü’l-Hakem[578] gibi Hıristiyan hekimler
bulunmaktaydı.[579] Emevîler’in Arapça’yı
kullanmasına rağmen ilk dönemde Grekçe, resmi işlerde ve günlük hayatta
geçerliliğini korumaya devam etti. Bu ise, yöneticilerle yönetilenler
arasındaki iletişimin sağlanabilmesi, toplumsal ve ticari ilişkilerin
sürdürülebilmesi için Grekçe-Arapça çeviriyi zorunlu kılan bir durumdu. VII ve
VIII. asır Mısır’ına ait; Grekçe ve Arapça olarak iki dilde, papirüs üzerine
yazılmış senetler ve sözleşmeler de bu olguyu doğrulamaktadır.[580] Bu dönemde idarî amaçlarla
gerçekleşen bir diğer Grekçe-Arapça çeviri örneği ise dîvânlardı. Abdülmelik b.
Mervân (hilâfeti: 65-86/685-705) döneminden itibaren dîvânlar, idarecilerin
dili olan Arapça’ya aktarılmıştı.[581]
Ancak bütün bunlar bilimsel bir kaygıdan ziyade günlük ve idarî ihtiyaçların
doğurduğu sonuçlardı. Hatta Hişam b. Abdülmelik (hilâfeti: 105-125/724-
743) için,
hükümdarların davranışları hakkında Aristoteles’in Büyük İskender’e yazmış
olduğu ifade edilen mektupların tercümesi ile[582]
Mervan b. Hakem (hilâfeti: 64-65/683- 685) zamanında tercüme edilip Ömer b.
Abdülaziz (hilâfeti: 99-101/717-720) zamanında halkın istifadesine sunulan,
İskenderiyeli hekim Ahrun’un tıp kitabının tercüme edilmesi[583]
bile ilk etapta idarî ve toplumsal bir kaygı taşımaktaydı.
Diğer
taraftan kaynaklar, bu dönemde ilmî kaygılarla gerçekleştirilen bazı
faaliyetlere de yer vermektedir. Bunlar arasında, Emevî ailesinden Hâlid b.
Yezîd’in (ö. 85/704 veya 90/708) çalışmaları en kayda değer olanlarıdır.
İbnü’n-Nedîm onun bilimi seven bir kişi olduğunu; İskenderiye’den iki tercüman
getirip tıp, astronomi ve kimya ile ilgili bazı eserleri Arapça’ya tercüme
ettirdiğini ifade etmektedir.[584] Sezgin, onun telif eser de
kaleme aldığını kaydeder.[585] Buna karşılık, Hâlid b. Yezîd
üzerine araştırma yapmış olan Ullmann ve onun bulguları doğrultusunda Gutas;
Hâlid b. Yezid’in tercüme yaptırması ile ilgili bilgilerin sonradan uydurulmuş
olmasını daha muhtemel görürler. [586]
Bu bakımdan hiçbir bilimsel etkinliğinin olmadığını iddia edemesek de, Halid b.
Yezid’e atfedilen bilimsel çalışmalara ihtiyatla yaklaşılması gerektiği ifade
edilmelidir. Emevîler döneminde gerçekleşmiş olan başka tercümeler de vardı.
Bunlar arasında; Grek simyacı Zosimos’un (350-420) 38/658 senesinde Arapça’ya
tercüme edilmiş bir risalesi, Hişam b. Abdülmelik döneminde tercüme edilen
Aristoteles’in Kosmos Üzerine adlı eseri[587]
ve yine hanedanlığın son yıllarında Arapça’ya tercüme edilmiş
olup biri Hermes’e diğeri de Zerdüşt’e nisbet edilen iki astroloji eseri[588] bulunmaktadır. Ancak bu tercümelerin Emevî idarecileri
tarafından desteklenip desteklenmediği hususunda bilgi mevcut değildir. Aksine
bu çevirilerin, hanedanlığın kontrolü dışında gerçekleşmiş olma ihtimali daha
yüksektir. Zira bu dönemde; daha önce Sâsânîlerin hâkimiyetinde bulunan,
Süryânîler’in ve Perslerin yaşadığı bu coğrafyada bir süreden beri devam eden
bir çeviri kültürü zaten vardı. Aşağıda bu konu üzerinde ayrıntıları ile
durulacaktır.
2.
Bilim ve Hikmetin İntikali:
Bizans ve Sâsânî Bilim Havzası
Buraya
kadar anlatılanlardan, Müslüman Araplar’ın geçmişlerinden gelen önemli bir
bilimsel birikime sahip olmadıkları anlaşılmaktadır. Bu bakımdan, daha çok
Abbâsîler döneminde ortaya çıkan bilimsel yönelişin kökleri; Müslümanların fetihler
sonucu hâkim oldukları geniş coğrafyada aranmalıdır. Bu coğrafya, Bizans
diyarından Hindistan ve Orta Asya sınırlarına kadar uzanan bir sahada yayılmış
bilim merkezlerini de içine almaktaydı. İslâmiyet’in doğuşundan önceki asırlar,
bilimsel çalışmaların tedrici bir şekilde doğuya kaymasına sahne olmuştu. Hepsi
aynı anda olmamakla birlikte kendi dönemlerinin parlak ilim merkezleri olan
Atina, İskenderiye, Antakya gibi şehirler; kilise ve idarecilerin baskıcı
tutumları sonucunda bilim ve felsefeye yavaş yavaş kapılarını kapatmışlardı.[589] Antik din dışı felsefenin
yerini artık Hıristiyan ilahiyatının çeşitli konularında sürdürülen tartışmalar
almıştı. Tevarüs edilen bilim gelenekleri ise teolojik konulara sadece katkıda
bulunuyordu. Bu durum antik bilimlerin pagan geleneğinin bir uzantısı olarak
görülmesinden kaynaklanmıştır. Paganizme karşı kazandığı mutlak zaferinden
sonra kilise, bu geleneğin kurumlarına da yaşam hakkı tanımadı. Meşhur
İskenderiye Kütüphanesi, Piskopos Teofilus’un (piskoposluğu: 384412) emri ile
yıkıldı. Aynı sürecin devamında pagan İskenderiye Okulu’nun da faaliyetine son
verildi. Yine İmparator I. Justinianus (imparatorluğu: 527-565) pagan
geleneğinin bir temsilcisi olan Atina Akademisi’ni kapattı (529). Pagan
inancına sahip olan bilginler ise hapse atılıp düşünce ve inançlarını
değiştirmeye zorlandılar.[590] Bunlardan Bizans
kilisesinin öğretilerine boyun eğmek istemeyenler, önce Bizans’ın doğu
sınırında bulunan Urfa, Nusaybin gibi merkezlere; buralarda da barınamayınca
daha doğuya gidip Sâsânî hâkimiyetindeki şehirlere yerleşmişlerdir.[591] Yaşanan bu sürecin ardından
Bizans, tarihçiler tarafından Karanlık Çağ[592]
olarak adlandırılan bir döneme girmiştir. Aynı süreçte bilim ve felsefe,
dolaylı olarak da Helenizm kültürü Sâsânî coğrafyasında kendisine daha
elverişli bir ortam bulmuştu. Tabi ki bu durum bir tesadüf eseri olarak veya
sadece bilim adamlarının Bizans şehirlerinden kovulması suretiyle
gerçekleşmemişti. Kuruluşundan itibaren Sâsânî hükümdarları bilginlere
kapılarını açmışlar; onlar için Cündişâpûr ve Merv gibi şehirlerde bilim
merkezleri kurmuşlardır.[593] Sâsânîlerin bilginlere
gösterdikleri bu ilgi de tesadüfi değildi.
İran’da
Partların egemenliğine son verip iktidarlarını tesis eden Sâsânîler (M.S.
224-651), kendilerini Perslerin şanlı uygarlığı Ahamenî İmparatorluğu’nun (M.Ö.
550- M.Ö. 330) mirasçısı olarak görüp meşruiyetlerini bunun üzerine inşa
etmişlerdi. Bu da onların, Pers coğrafyasında siyasî iktidar ile iç içe geçmiş Zerdüştçülük[594] dinini/geleneğini
benimsemeleri demekti.[595] Zerdüştçülüğe göre yeryüzünde
mevcut olan bütün bilimler, Zerdüşt kutsal kitabı Avesta’dan doğmuştu. Ahamenî
İmparatorluğu’nun kütüphanelerinde bu bilgilerin hepsi mevcut iken,
imparatorluğa son veren Büyük İskender bütün kitapları önce Grekçe’ye tercüme
ettirmiş ve sonra da asıllarını yaktırmıştı.[596]
Zerdüştçülüğü benimseyen Sâsânî imparatorları ise dağılmış halde bulunan bu
uygarlığın dinî/bilimsel metinlerini yeniden derleyip kayıt altına almak için
büyük gayret göstermişlerdir. Bu aynı zamada Hintçe, Grekçe gibi çeşitli
dillerden yapılan bir çeviri kültürünün de İran coğrafyasında gelişmesini
sağlamıştır. Sâsânî kralları Erdeşir (krallığı: 226-241) ve I. Şâpûr (krallığı:
241-271) bu doğrultuda çok gayret sarf ederken, Hüsrev Enûşirvân (krallığı:
531-578) toplanmış olan kayıtlara en son şeklini vermiştir.[597]
Bu yeniden derleme döneminde İranlı, Hintli, Süryânî ve Grek pek çok bilgin;
Sâsânî coğrafyasının çeşitli yerlerindeki bilim merkezlerinde himâye
görmüşlerdir. Bu süreçte; çeşitli dillerden Pehlevîceye (Orta Dönem Farsçası)
tercümeler yapılmış, batı ve doğu bilimleri yeni bir etkileşim süreci
yaşamıştır.[598] Yine de Sâsânî döneminde,
bilim alanlarında ciddi bir gelişme kaydedildiğini söylemek mümkün değildir. Bu
dönemde sürdürülen çalışmalar ancak bir derleme ve harmanlama faaliyeti olarak
nitelendirilebilmektedir. Bununla birlikte yaşanan bu sürecin bilim adına
olumlu yansımaları, Abbâsîler döneminde kendisini hissettirecektir.[599]
Bilim ve
felsefenin Bizans coğrafyasında dışlanıp Sâsânî coğrafyasına doğru kaydığı bu
sürecin ilerleyen döneminde, hızlı bir şekilde ilerleyen İslâm fetihleri
gerçekleşmişti. VII. asrın ortalarına denk gelen bu fetihler sonucunda,
Mısır’dan Orta Asya’ya kadar yayılan coğrafya, İskender’in kısa süreli fetih
hareketinin üzerinden bin yıl geçtikten sonra ilk kez ve bu sefer daha uzun
süreliğine birleşmişti. Bizans ve Sâsâni mücadelesinin son bulması ve bölgenin
birleşmesinin etkileri en fazla ekonomik alanda hissedilmiş,[600] bununla birlikte yeni
konjonktürün bir diğer olumlu yansıması ise bilimsel ve kültürel alanda
yaşanmıştır. Zira bütün bölgedeki bilim merkezleri siyasî ve idarî olarak
birleşmiş, bilgi ve fikirler hiçbir engelle karşılaşmadan serbestçe dolaşmaya
başlamıştı. Müslümanların bu hamlesi sayesinde tarihte ilk defa gerçek anlamda
uluslararası bir bilim toplumu oluşmuştur. Bu dönemde pek çok dil bilen ve
çeşitli dillerde kaydedilmiş olan bilgiye kolayca ulaşma imkânı olan çok yönlü
bilginler de ortaya çıkmıştı.[601] Daha önce bahsi geçen Severus
Seboht, Urfalı Yakub[602] gibi Süryânî bilginler bunlar
arasında sayılabilir. Abbâsîler’in ilk yıllarında saray çevrelerinde görülecek
olan Cûrcîs, Urfalı Teofil b. Tuma gibi bilginler de
bunlardandır. Fetihlerin dinî anlamda da bölge halkı için olumlu yansımaları
olmuştu. Daha önce Bizans ortodoksluğunun ve Zerdüştlerin baskısı altında kalan
Hıristiyan Süryânî kiliseleri, bu baskı ortamlarından kurtulmuşlar ve çeşitli
mezhepler arasındaki kültürel etkileşim artmıştır.[603]
Pers
coğrafyasında bilimlerin değer gördüğü aynı yüzyıllarda kilise bağnazlığının
etkisinde kalan Bizans ilim çevreleri, her geçen gün bilim ve felsefeye
yabancılaşmış; VII. ve VIII. asra gelindiğinde bu yabancılaşma bir düşmanlığa
varmıştı. Pagan döneminin eseri sayılan Helen kültürü ve Helenizme, kilise
karşısında yenilmiş bir düşman gözüyle bakılmaktaydı. Artık Bizans ülkesinde
kimse bu bilimlerle meşgul olmaya cesaret bile edemiyordu ve bu bilimlere dair
eserler kilitli kapılar ardında kendi haline terk edilmişti.[604] İbnü’n-Nedîm, Bizans’ın
Hıristiyanlığı kabul edişinden beri kapalı olan ve idarecilerin bile içine
girmeye cesaret edemediği bir pagan mabedinin varlığından söz eder. Abbâsîler
döneminde yapının içine girmeye muvaffak olan İshak b. Şehram’ın anlattığına
göre; bilimsel amaçlar için de kullanıldığı anlaşılan yapının içinde, kimisi kurtlar
tarafından yenmiş pek çok eski kitap bulunmaktaydı.[605]
Şüphesiz Bizans coğrafyasının daha pek çok yerinde böyle yerler mevcuttu.
Abbâsîler döneminde Bizans üzerine sefere giden fatihlerin, çeşitli yerlerde
ele geçirdikleri antik kitaplar da bu durumu doğrulamaktadır. VII. asırdan
itibaren Bizans’ın içine düştüğü bu karanlık dönemin etkileri Suriye’deki
Melkit kiliseler üzerinde de etkili olmuştu. Hatta Bizans Kilisesi karşıtı
olmalarına rağmen Süryânî Ortodoks Kilisesi mensubu Suriyeli Hıristiyan Araplar
bile belli ölçüde bu etkiyi yaşamakta idiler. Bizans coğrafyası ve Suriye başta
olmak üzere, Bizans’ın kültürel nüfuz alanının içinde bulunduğu bu şartlar;
fetihlerden sonra Suriye merkezli kurulan Emevî iktidarının da bilimsel
ilgisini yönlendiren en temel nokta olmuştur.[606]
Bilindiği üzere Emevîler’in yönetimine yardımcı olan yerel unsurlar, daha çok
Melkit ve Arap Hıristiyanlar idi.[607]
Bizans kültürünün etkisi altında bulunan bu Hıristiyanların ise, halifeleri
antik bilim eserlerine ve onlardan yapılacak tercümelere yönlendirmiş olmaları
elbette düşünülemez. Bu sebeple ifade etmek gerekir ki, Abbâsîler döneminde
yaşanmış olan bilinçli ve sistemli tercüme ve bilim hareketinin başlangıcını
Emevî dönemine götürmek beyhude bir uğraş olacaktır.[608]
Emevî döneminde yapılmış birkaç tercüme ve bilimsel etkinlik varsa da bunların
bireysel ilgilerle, idarî ve günlük bazı ihtiyaçlardan kaynaklandığı çok
açıktır.
Suriye coğrafyasında, Bizans etkisinde kalan bölgelerde durum
bu şekilde iken; doğuya gittikçe bilimsel ilgi daha canlı bir hal almakta idi.
Süryânîce konuşmakla birlikte çevresindeki bütün coğrafyanın aksine
Hıristiyanlaşmayı reddetmiş olan pagan bir topluluğun yaşadığı Harran’da
bilimsel ilgi, İslâmî döneme kadar varlığını sürdürmüştü. Harranlı bilginler
daha çok astronomi ve matamatik alanlarında ilerlemişlerdi.[609] Abbâsîler döneminde başta Sâbit b. Kurre ve ailesi olmak üzere pek
çok Harranlı bilgin, tercüme ve bilim faaliyetlerine katkıda bulunacaktır.
Çoğunluk itibariyle Bizans kültürel havzasının içinde kalan Süryânî
Ortodokslara kıyasla Doğu Süryânîleri, antik bilim ve felsefeye daha ilgili
idiler. Felsefe karşısında iki gelenek arasındaki tutum farkından daha önce
bahsedilmişti.[610] Pers coğrafyasında ise bilimlerin, yukarıda da ifade edildiği
üzere, zaten resmi din olan Zerdüştlükten doğduğu kabul ediliyor ve bir ibadet
neşvesi içinde bu ilimlerle meşgul olunuyordu. Bu bakımdan Irak merkezli
kurulan Abbâsîler, Emevîler’e nazaran bilimsel etkinliğe çok daha açık bir
konumda idiler.
3.
Abbâsîler’in Tevarüs Ettiği
Çeviri Kültürü
Halife
Mansûr’un etkisinde gelişen ve Abbâsî halifelerinin samimi bir şekilde
benimsedikleri bilimsel etkinliklere geçmeden önce, sözü edilen coğrafyadaki
tercüme kültüründen de kısaca bahsetmek yerinde olacaktır. Suriye, Mezopotamya
ve İran’ın belli bölgelerinde yaşamakta olan Süryânîler, II-III. asırlardan
itibaren şöyle veya böyle bir tercüme olgusunun içinde idiler. Grekçe ve
İbraniceden Süryânîce’ye yapılan kutsal kitap tercümeleri ve Grekçe-Süryânîce
dinî literatür tercümelerinden yukarıda bahsedilmişti. Ancak Süryânîler’in bu
ilgileri bilimsel olmaktan ziyade dinî bazı ihtiyaçlara yönelikti. Diğer
bilimlere nazaran daha çok mantık eserlerinin tercüme edilmesi bile teolojik
konularda süregiden tartışmalar ile ilgiliydi. Bununla birlikte Re’sül‘aynlı
Sergius gibi bilimsel bir merakla antik bilimleri tercüme etme gayretinde
olanlar varsa da bunların sayısı fazla değildi ve çalışmaları da sınırlı
kalmıştı.[611] Yine de belirtmek gerekir ki
bu durum, Abbâsî öncesi dönemde Süryânîler arasında bir çeviri kültürünün
gelişmiş olduğunu göstermesi açısından büyük önem arz etmektedir.
Abbâsîler’in
bilimsel ilgileri üzerinde ilk etapta daha fazla etkin olan unsur, Sâsânî
coğrafyasında devam etmekte olan bilimsel etkinlik ve tercümelerdi.[612] Yukarıda ifade edildiği
şekilde, Zerdüştüçü geleneği benimseyen Sâsânîler; İskender’in faaliyetlerinden
sonra dağılmış olan metinleri çok çeşitli yerlerden toplama, çeşitli dillerden
tercüme etme ve yeniden inşa etme işine girişmişlerdi. Bu süreçte
gerçekleştirdikleri Grekçe-Süryânîce çevirilerle Süryânî bilginler de Sâsânî
sarayının vaz geçilmez unsurlarından olmuşlardı.[613]
Bu çeviri ve derleme faaliyeti Hüsrev Enûşirvân döneminde tamamlanmış olmakla
birlikte, onun ölümünden kısa bir süre sonra Müslümanların Sâsânîlerin egemenliğine
son vermiş olması farklı bir sürece girilmesine neden olmuştur. VII. asrın
ortalarına denk gelen bu dönemde, Zerdüşt geleneğini canlı tutmak isteyen
toplum önderleri tarafından yeni bir tercüme hareketi başlatılmış ve bu sefer
de bütün Zerdüşt metinleri Pehlevîce’den (Orta Dönem Farsça) Yeni Farsça’ya
tercüme edilmiştir. Zira bu dönemde Pehlevîce artık halk arasında anlaşılmaz
bir dil olmuştu.[614] Daha önce metinlerin Yeni
Farsça’ya çevrilmesine karşı çıkan otoriteler ise İslâm hâkimiyeti ile birlikte
ortadan kalkmıştı. Bununla birlikte aradan geçen yüz yılın sonunda Arapça’nın
İran’da da konuşma dili olarak yaygınlaşmış olduğu kısa dönem içerisinde,[615] yeni tercümelere ihtiyaç
duyuldu. Bu sefer de İran merkezli Emevî iktidarı muhalifleri, taraftarlarının
fikirlerini canlı tutmak için
Zerdüştçü
eserleri Yeni Farsça’dan Arapça’ya tercüme etmek zorunda kalmışlardı.[616] Bu bağlamda Abbâsî
devrimi öncesinde çeşitli alanlarda ve farklı amaçlarla gerçekleştirilen Yeni
Farsça-Arapça çevirilerden bahsetmek mümkündür. Bunlar arasında; idarî
kaygılarla gerçekleştirilen divan tercümelerini, Arapça’nın yaygınlaşması
dolayısıyla edebî ve tarihî eserleri ve özellikle Zerdüştçü geleneği
destekleyen astroloji konulu metinleri saymak mümkündür. Bu astrolojik
metinler; Merv merkezli, Sâsânî geçmişe dönmeyi amaçlayan Zerdüştçü muhalefet
için hayati bir öneme sahipti. Aynı zamanda Merv, bu tercüme hareketinin de
merkezi idi.[617] Elbette Merv’den yola çıkan
Abbâsî devrimcileri ile Zerdüştçü Emevî muhalifleri arasında yakın bir ilişki mevcuttu
ve bunun Abbâsî dönemindeki bilimsel faaliyetlere de doğrudan bir yansıması
olmuştu.
İKİNCİ BÖLÜM
SÜRYÂNÎLER’İN ABBÂSÎ BİLİM ÇEVRELERİNE
GİRİŞİ
(II/VIII. ASIR)
II/VIII.
asrın ikinci yarısına denk gelen Abbâsîler’in erken dönemi, hem daha önce
branşlaşmaya başlamış olan İslâmî ilimlerin çeşitli dallarında yoğun
çalışmaların yapıldığı ve önemli eserlerin verildiği hem de yeni tanışılan
yabancı bilimlere duyulan ilgi ve ihtiyacın hızlıca arttığı bir dönemdir.
İslâmiyetten önce -yukarıda da değinildiği üzere- önemli bir bilimsel birikime
sahip olmayan Araplar, İslâm ile birlikte dinamik bir düşünsel etkinliğin içine
girmişlerdi. Dil ve okuryazarlık artık önem kazanmıştı. II/VIII. asrın ikinci
yarısına kadar, henüz Abbâsîler iktidara gelmeden önce İslâmî ilimlerin tedvin
süreci büyük ölçüde tamamlanmıştı.[618]
Tebe-i tâbiîn neslinden olan ilim adamlarının yaşadığı
Abbâsîler’in erken dönemi, İslâmî ilimlerde branşlaşmanın yanında farklı
ekollerin de ortaya çıkmasına sahne olmuştur. Dil ve edebiyat alanında Basra ve
Kûfe ekolleri oluşmuş,[619] bu durum Kur’an ve tefsir
çalışmalarını etkilemiş ve Kur’an’ı dil merkezli açıklama çalışmaları ortaya
çıkmıştı.[620] Fıkıh alanında ehl-i hadis ve
ehl-i rey ekolleri belirginleşmiş ve devamında fıkhî mezheplerin teşekkülüne
giden süreç başlamıştı.[621] Aynı dönemde nasların nasıl
anlaşılacağı konusunda sürdürülen tartışmalar da konunun sistemleşmesini ve
fıkıh usulü ilminin doğmasını sağlamıştır.[622]
Yine Abbâsîler’in bu erken döneminde, siyer-meğazi çalışmaları gelişerek devam
etmiştir. Bu dönemde yaşamış olan Vâkıdî (ö. 207/823) ile siyer-meğazi
yazarlığı gerçek bir tarihçiliğe dönüşmüştü. Irak tarih ekolünden öne çıkanlar
ise Avâne b. Hakem (ö. 158/775), Ebû Mihnef (ö. 157/774),
Seyf b. Ömer (ö. 180/796) gibi
isimlerdi.[623] Erken Abbâsî
Dönemi’nde
daha önce başlamış olan kelâmî tartışmalar da gündemdeki ağırlığını korumaya
devam etmiştir. Bu dönemde mu’tezilîler olarak isimlendirilen Basra
merkezli bazı âlimler, tartışmalara farklı bir boyut kazandırmışlardı. Bu
kişiler tevhid, büyük günah işleyenin durumu ve insanın kendi fiillerinin
yaratıcısı olması gibi konularda aklı ön plana çıkaran açıklamalar
yapıyorlardı. Hârûnürreşîd (hilâfeti: 170- 193/786-809) döneminde, Ebü’l-Hüzeyl
el-Allâf (ö. 235/849-50) ve Bişr b. Mu‘temir
(ö. 210/825)
ile gerçek bir mezhep haline dönüşecek olan Mu‘tezile mezhebi, bu dönemde
oluşum sürecini tamamlamıştır.[624]
İslâmî
ilimlerde devam eden bu çalışmalar dışında[625]
döneme damgasını vuran bir diğer bilimsel gelişme; astronomi, mantık, tıp,
matematik ve fizik başta olmak üzere yabancı bilimler üzerine yapılan
çalışmalarda yaşanmıştır. Halife Mansûr (hilâfeti: 136- 158/754-775) döneminden
itibaren sözü geçen bilimlere dair eserler çeşitli dillerden Arapça’ya tercüme
edilmeye başlamıştı. Abbâsîler’in ilk döneminden itibaren yabancı bilimlere
duyulan bu ilgi ve onun zorunlu bir şekilde gerektirdiği tercüme hareketinin
ortaya çıkış sebebi olarak pek çok açıklama yapılmaktadır. Doğal olarak,
yaklaşık iki buçuk asır devam eden bu yabancı bilimleri alma sürecinin belli
birkaç sebebe bağlanması da mümkün görünmemektedir. Aksine böyle kapsamlı bir
hareketin arka planında siyasî, toplumsal, dinî, ekonomik, kültürel vs. pek çok
sebep mevcut olmalıdır. Burada, Abbâsîler’in erken döneminde gerçekleşen bu
bilimsel ve kültürel hamlenin doğuşunda etkisi bulunan çeşitli sebepler
incelenerek dönemin bilimsel ortamı yansıtılmaya çalışılacaktır.
Yabancı
bilimlerin Müslümanlar tarafından benimsenmesinde etkin olan unsurların
başında, İslâm dininin Müslümanlara kazandırdığı dünyaya bakış açısını
zikretmek gerekir. Zira bu yeni din; nereden alındığına bakılmaksızın bilgi ve
bilime değer vermekte,[626] farklı milletlerin tanışıp
bir arada yaşamasını teşvik etmekte idi.[627]
Fetihlerle birlikte farklı milletlerle tanışan ve onları idare etmeye başlayan
Müslüman Araplar’ın tutumu da genel olarak bu doğrultuda gelişmiştir.[628] Fâtihler, yeni fethedilen
bölgelerin halklarına iyi davranmışlar ve yeni yerler fethetme, elde tutulan
yerleri de idare etme konusunda tesis edilen işbirliği ile onların
birikimlerinden faydalanmışlardı.[629]
Bu durum, ilk Müslümanların bile farklı kültür çevreleri ile etkileşime açık
olduklarını göstermektedir. Bu düşünce yapısının, Abbâsîler döneminde yoğunluk
kazanan bilimsel etkileşime de olumlu yansıdığını söylemek mümkündür. Şayet
İslâm dini, yabancı bilime ve kültürlerarası etkileşime karşı katı bir tutum
benimsemiş olsaydı; kuvvetle muhtemeldir ki, Abbâsîler döneminde yaşandığı
şekliyle kapsamlı bir bilimsel etkinliğe şahit olunamayacaktı.
Diğer
taraftan Abbâsîler döneminde yabancı bilimlerin benimsenmesi ve tercüme
edilmesi, medeniyetler arasında gerçekleşmesi kaçınılmaz olan etkileşimin bir
parçası olarak değerlendirilmelidir. Fetihlerden önce Araplar’ın bilim adına
pek fazla birikimleri yoktu. Bizans ve Sâsânî gibi güçlü devletlerin
topraklarında hükümranlığın sürdürülebilmesi içinse belli gereksinimlere
ihtiyaç vardı. Bunlar daha çok gündelik hayatta karşılığı olan pratik
ihtiyaçlara yönelikti. Böylece hâkimiyeti pekiştirme ve idareyi etkin bir
şekilde sürdürme ihtiyacı, eski medeniyetlerin birikimlerini öğrenmeyi zorunlu
kılmıştı. Yine fetihler sonucu farklı milletler ile bir arada yaşamaya başlayan
Müslümanlar; onların kültürlerini, yaşam tarzlarını, düşünce yapılarını da
tanımaya çalışmaktaydılar.[630]
Yine de
buraya kadar zikredilen şartlar, Müslümanların diğer kültürler ile etkileşimine
imkân veren ve esasında Abbâsîler öncesi dönemi de kapsayan genel şartlar
olarak değerlendirilmelidir. Zira bu şartları, uygun bir zemin oluşturmaktan
öte, kendi başına Abbâsîler döneminde yaşanmış bilimsel etkinliklerin sebebi
olarak göstermek eksiklik olur. Bu bilimsel etkinliklerin arka planında
Abbâsîler dönemine mahsus daha özel sebepler bulunmaktadır ve bunlar aslında
önceki başlıkta değinilen konularla da bağlantılıdır. Daha açık söylemek
gerekirse, uzun bir sürecin ardından ve farklı toplum kesimlerinin desteği ile
başarıya ulaşan Abbâsî devriminden sonra; yeni oluşan Abbâsî toplumunun içinde
bulunduğu sosyo-politik ve jeo-politik şartlar, söz konusu bilimsel
etkinliklerin hem toplum içinde hem de idareciler nezdinde benimsenmesini
sağlamıştı. Buradaki en büyük pay ise Halife Mansûr’a aittir. Yabancı
bilimlerin tercümesini ferdi çabaların ötesine geçirip bir devlet politikası
haline getiren kişi odur.[631] Bununla birlikte onun bu
yöndeki faaliyetlerini, klasik kaynaklarda geçtiği üzere, sadece onun ilim
sevgisi[632] ile açıklamak ise çok gerçekçi
durmamaktadır.
Her şeyden
önce Halife Mansûr yeni kurulmuş olan bir devletin idarecisi idi ve devleti
sağlam temeller üzerine oturtmak durumundaydı. Abbâsî devrimi, gayeleri farklı
olan ama Emevîler’e karşıtlıkta birleşen çeşitli grupların desteği ile gerçekleşmişti.
Bu gruplardan en güçlüleri ise Hz. Ali taraftarları ve İranlı unsurdu.
Abbâsîler peygamber soyundan olmalarını öne çıkararak, Hz. Ali taraftarlarını
da kapsayacak şekilde Müslüman toplum nezdine meşruiyetlerini sağlamaya
çalışmışlardı.[633] Diğer taraftan, bu dönemde
büyük çoğunluğu hâlâ Zerdüştçülüğe bağlı olan ve Sâsânî geçmişe dönmeyi
arzulayan İranlıların da yeni devlet ile uzlaştırılmaları gerekiyordu.[634] Halife Mansûr bu sorunun
üstesinden gelmek adına bir takım girişimlerde bulunmuştur. Her şeyden önce
İranlı unsura devlet kademelerinde önemli görevler verilmişti.[635] Ancak tabanda karşılık bulan
muhalif hareketlere karşı askerî müdahaleden[636]
daha farklı yollara da başvurmak gerektiğini farkeden Mansûr, çeşitli
propaganda araçlarına yönelmiştir. Devletin milattan önceki çağlardan beri
bölgede hükümranlık kurmuş olan imparatorlukların devamı olarak sunulması, bu
propaganda araçlarından en önemlisi ve İranlı unsur nezdinde en etkilisi
olmuştur. Bu doğrultuda, Zerdüştçü geleneğe bağlı olanların muhalefetinin
engellenmesi için onların dünya görüşü bir anlamda Abbâsî iktidarı tarafından
kullanılmıştır. Bu ise, yukarıda ifade edildiği şekliyle, İran coğrafyasında
Zerdüşt kutsal kitabından doğduğuna inanılan bilimlerin ve bilimsel
etkinliklerin Abbâsîler tarafından da desteklenmesini sağlamıştır. Bu aynı
zamanda Zerdüşt geleneğinin ayrılmaz unsuru olan tercüme kültürünün de Abbâsî
toplumuna taşınmasını sağlamıştır.[637]
İranlı muhaliflere karşı yürütülen bu politika ile uyum içerisinde Halife
Mansûr ve halefleri, yabancı bilimlerin Arapça’ya tercümesini
desteklemişlerdir.
İran
coğrafyasına ait geleneklerin Abbâsîler tarafından bu şekilde benimsenmesi,
doğal olarak toplumun ve bilim dünyasının buradan gelecek etkilere açık hale
gelmesine yol açmıştı. Hatta ifade etmek gerekir ki, İslâm dünyasında yabancı
bilimler ile ilk etkileşim doğrudan Grekçe üzerinden gerçekleşmemişti. İlk
bilimsel çevirilerin Hintçe ve Farçadan yapılmasının yanında, aslı Grekçe olan
eserlerin bile ilk olarak Farsça’dan Arapça’ya tercüme edilmiş olması; erken
dönem Abbâsî bilim dünyasındaki İran etkisini açık bir şekilde göstermektedir.[638] İran edebiyatı ile
etkileşimde, erken dönemin İran asıllı mühtedi yazar ve mütercimi Abdullah
ibnü’l- Mukaffa‘ (ö. 140/757) önemli katkılar sağlamıştır. Abbâsîler’den önce
de döneminin en büyük edebiyatçılarından biri olan İbnü’l-Mukaffa‘,[639] İran krallarının tarihini
ihtiva eden Hüdâyînâme adlı Farsça eseri Siyeru mülûki’l-‘Acem
ismiyle Arapça’ya çevirmişti. Yine Pendnâme, Kelîle ve Dimne gibi
tarihi menkıbeler ve idareciler için nasihatler içeren eserler de onun
tarafından Arapça’ya tercüme edilmiştir. Bu eserler bir taraftan İran devlet
geleneği, tarih ve kültürünün Abbâsîler tarafından benimsenmesine hizmet
ederken diğer taraftan da Arap nesri için bir örneklik teşkil etmiş ve Arapça
tarih yazıcılığı ve edebiyatının gelişmesini sağlamıştır.[640]
Zira Kelîle ve Dimne tercümesi, üslup açısından bir sanat eseri
değerinde idi ve İran nesrinin özelliklerini taşıyordu.[641]
İbnü’l-Mukaffa‘ ayrıca Aristoteles’in mantık külliyatının ilk üç kitabı (Kategoriler,
Peri Hermeneias/Kitâbü’l-ibâre, Birinci Analitikler) ile
Furfûriyûs’un Îsâğûcî’sini de Farsça tercümelerden Arapça’ya
nakletmiştir.[642] Telif eseri de bulunan
İbnü’l-Mukaffa‘, Halife Mansûr için Risâletü’s-Sahâbe isimli bir eser
kaleme almış; bu eserinde İran’da geliştirilmiş otoriter yönetim biçimini
halifelik sistemine uyarlamayı denemiştir.[643]
Halife
Mansûr’un teşviki ile üzerinde çalışılan bilimler arasında, tıp ve astronomi de
bulunmaktaydı. Kaynaklarda halifenin, Cündişâpûr’dan Bağdat’a getirilen Süryânî
hekim ve bilgin Curcîs’e bazı tıp eserlerini tercüme ettirdiği
nakledilmektedir. Ancak bu eserlerin mahiyeti ve hangi dilden yapıldığı
konusunda bilgi mevcut değildir. Curcîs bu tercümeleri Grekçe, Süryânîce veya
Farsça’dan yapmış olabilir. Çünkü o her üç dili de bilmekte ve kaynaklara
ulaşabilmekte idi.[644] Yine Halife Mansûr’un,
Suriyeli bilgin Yuhannâ b. Bıtrîk’ten (ö. 200/815?) de tıpla ilgili bazı
eserleri tercüme etmesini istediği nakledilmektedir.[645]
Astronomi-coğrafya çalışmalarının seyrini ise 770’li
yıllarda
Hindistan’dan Bağdat’a getirilen ve Siddhanta diye bilinen Sanskritçe
eserin Sindhind adıyla Arapça’ya çevrilmesi etkilemiştir.[646] Muhammed b. İbrâhim el-Fezârî
(ö. 190/806) ve Yakub b. Tarık (ö. 180/796) bu alandaki çalışmalara
öncülük
etmişlerdi.[647] Ayrıca Sindhind ile
birlikte Bağdat’a getirilen bir aritmetik eseri sayesinde bugün kullanılan
rakamların temeli olan Hint rakamları ile tanışılmıştır.[648]
Henüz birbirinden tam olarak ayrılmamış olan bu iki bilim dalı ile ilgili
çalışmalar, yüzyılın sonuna doğru Batlamyus’un el-Mecistî diye bilinen
eserinin Arapça’ya tercüme edilmesi ile yeni bir boyut kazanmış; bu dönemden
itibaren Müslüman bilginler, doğu ve batı kaynaklarındaki astronomi ve coğrafya
bilgilerini karşılaştırarak eklektik bir sistem oluşturmaya çalışmışlardır.[649]
Halife
Mansûr’un astrolojiye ilgisi ve bu doğrultudaki çalışmalara verdiği destek de
bilinen bir husustur. Gutas’a göre bu durum da onun, İranlı muhalifleri
sindirme politikasına matuf amaçlar taşımakta idi.[650]
Zira Araplar arasında bir anlam ifade etmemekle birlikte astroloji ve ilgili
konular İranlıların adeta yaşam tarzı ve kültürel kodlarının birer parçası
durumdaydı. Muhalif hareketlere karşı bunu değerlendirmek isteyen Halife
Mansûr, kendinden öncekilerde hiç görülmediği şekilde astroloji ile yakından
ilgilenmiştir.[651] Bağdat’ın temellerini
Nevbaht, Mâşâ’allah, el- Fezârî gibi saray müneccimlerinin belirledikleri
tarihte atan halife, müneccimleri yanından hiç ayırmamış ve onların
tavsiyelerine önem vermiştir.[652] Astrolojiye pratik hayatında
bu şekilde yer veren Mansûr, İranlı muhaliflere karşı da astrolojik tarih
konulu eserler yazdırmıştır. Bu eserlerin özelliği, Allah’ın buyruğu ve
yıldızların takdiri ile Abbâsîler’in egemenlik döngüsünün başlamakta olduğu
konusunu işlemeleri idi. Bu şekilde Mansûr; dinlerinin bir uzantısı şeklinde
astrolojiye bağlı olan İranlı muhaliflere, Abbâsîler’e karşı girişilecek
herhangi bir siyasî hareketin daha baştan başarısızlığa mahkûm olduğu mesajını
vermek istiyordu.[653] Bu amaçla yazılmış eserlere
en güzel örnek Ebû Sehl b. Nevbaht’ın Kitâbü’n-Nahmutân fi’l-mevâlîd
adlı eseridir.[654] İran asıllı bir bilgin olan
Ebû Sehl eserinde, Zerdüşt geleneğine ait olan unsurları İslâmîleştirmiş,
bilimleri canlandırma ve iktidar sırasının Sâsânîlerden sonra şimdi de
Abbâsîler’de olduğu fikrini işlemiştir. Bu aynı zamanda Abbâsîler’in, geçmiş
dönem imparatorluklarının ve özellikle de Sâsânîlerin meşru varisi olduğu
iddiasını da kuvvetlendirmekte idi.[655]
Bâbillilerden
itibaren bölgede hâkim olan eski imparatorlukların vârisliğine soyunan Halife
Mansûr’un, bilimi ve onun bir uzantısı şeklinde tercüme hareketini desteklemesi
toplumun farklı katmanlarında genel olarak olumlu bir etki bırakmıştı. Müslüman
olmuş olanlar da dahil İran asıllılar, tıpkı eski imparatorluklar zamanında
olduğu gibi, bu faaliyetleri kendi kültürlerinin araştırılması olarak görmüş ve
benimsemişlerdi. Bâbilliler ile akraba olan ve Pers imparatorluklarının idaresi
altında yaşamaya alışmış olan Ârâmî halkların da halifenin bu yöndeki
politikasından hoşnut olmamaları için herhangi bir sebep bulunmamaktadır.
Aksine, Bizans etkisindeki Emevîler’den sonra, Bâbillilerin de ana yurdu olan
Irak’ın Abbâsîler’in merkezi olarak seçilmesi[656]
ve kaynağı Bâbil’e dayandırılan bilimlerin değer görmesi onlar için de önemli
idi. Eski geleneklerle pek bir ilgisi bulunmayan Müslüman Araplar ise, bilimsel
etkinliklere özü gereği saygıyla bakmaktaydılar.[657]
Böylece bir devlet politikası olarak Halife Mansûr tarafından yürürlüğe sokulan
bilim ve tercüme hareketi, hem onun halefleri hem devlet adamları hem de Abbâsî
toplumu tarafından benimsenmiştir.
Gördüğü
hüsnükabul sayesinde yabancı bilimlerin Abbâsî toplumundaki değeri Halife
Mansûr’dan sonra azalmak bir tarafa, her geçen gün artmaya devam etmiş; sosyal
hayatta karşılaşılan yeni problemler yeni ihtiyaçlar doğurmuştur. Bu dönemde,
Abbâsî idarecilerinin de teşviki ile toplumun farklı dinî gruplarından
insanların Müslüman olmaları yeni gerilim alanları oluşturmuştu. Bu da İslâm
ile diğer din mensupları arasında ortaya çıkacak tartışmaları kaçınılmaz
kılmaktaydı. Yaptırım gücünü dinden alan Abbâsî yönetimi ise diğer dinler
karşısında İslâm’ın savunulmasını önemsemek durumunda idi. Dahası, diğer İslâmî
görüşlere karşı Abbâsîler’in İslâm anlayışı da savunulmalıydı.[658] Hilafeti esnasında bu tip
problemlerle karşı karşıya kalan Halife Mehdî’nin (hilâfeti: 158-169/775-785);
Müslüman âlimleri, diğer dinlere karşı İslâm’ı savunma hususunda teşvik ettiği
bilinmektedir.[659] Hatta hilafetinin ilk
yıllarında mu‘tezilî fikirler taşıyan âlimlere karşı bakışı olumsuz olan Mehdî,
ilerleyen süreçte bu tutumunu da değiştirmiştir.[660]
Bu amaca yönelik olarak Mehdî ayrıca, Doğu Kilisesi Katolikosu I. Timaseus’tan
Aristoteles’in Topika isimli eserini tercüme etmesini de istemiştir.[661] Arapça’ya Kitâbü’l-Cedel
ismiyle tercüme edilen Topika, tartışma sanatını öğretmek için yazılmış
bir kitaptı ve Mehdî’nin onu tercüme ettirmekteki amacı, Müslüman bilginlerin
tartışma alanlarında Hıristiyanlar ve Yahudilerle Manicilik, Bardaysancılık
gibi İran’da yaygın olan dinî akımların mensuplarına karşı daha etkin
olmalarını sağlamaktı. Böylece devlet otoritesini tehdit eden dine dayalı
muhalefetin engellenmesi, dinî hayatın devletin öngördüğü şekilde düzenlenmesi
ve isyancı karaktere sahip din dışı hareketlerin de kontrol altına alınması
hedeflenmiştir.[662] Bu sürecin devamında, Abbâsî
toplumunda yer alan çeşitli dinî grupların diğerlerine karşı yazdığı savunu ve
reddiye türü eserlerin sayısında ciddi bir artış yaşanmıştır. Müslümanlar da bu
alanda önemli eserler vermişlerdir.[663]
Tartışma kültürünün bu şekilde benimsenmesi ve İslâm’ı savunma çabaları da
çeviri eserlere olan ihtiyacı beraberinde getirmiştir.[664]
Yine teolojik konularda gündeme gelen tartışmalar neticesinde, kozmoloji
üzerine yazılmış eserlerin tercümesine ihtiyaç duyulmuştu. Hârûnürreşîd
döneminde (170-193/786-809) Aristoteles’in Fizik kitabının bu ihtiyaç
ile bağlantılı olarak tercüme edildiği anlaşılmaktadır.[665]
Bu dönemin halifeleri de, bizatihi tartışma kültürünün birer parçası
konumundaydılar. Halife Mehdî’nin I. Timaseus ile Hıristiyanlık teolojisi
üzerine tartıştığı bilinmektedir. Hârûnürreşîd de hilafeti esnasında bilimsel
toplantılara ve tartışmalara öncülük etmiştir. Onun döneminde mu‘tezile
kelâmcıları ile diğer fırka mensupları bu tip toplantılarda sık sık bir araya
gelir ve dinî konular etrafında tartışırlardı.[666]
Mu‘tezile âlimleri cedel konusundaki maharetleri sayesinde ilmî tartışmalarda
üstün gelirlerdi. Bu durum Hârûnürreşîd’in iktidarının ilerleyen yıllarında
devlet idaresi ile mu‘tezile mezhebinin belli konularda yakınlaşmasını
sağlamıştır.[667] Hârûnürreşîd döneminde,
Yuhannâ b. Bıtîk (ö. 200/815?) ile ilk defa felsefî eserler de tercüme edilmeye
başlamıştır. Daha çok Aristoteles’in eserlerini kapsayan Yuhannâ’nın
tercümeleri, her ne kadar yeterli düzeyde olmasa da felsefî eserlere ilgiyi
artırmış ve bu alanda yeni tercümelerin yapılmasına zemin hazırlamıştır.[668]
Yukarıda
belli birkaç bilim dalı ile ilgili sıralanan örnekler, şüphesiz diğer bilim
dalları için de geçerlidir. Bununla birlikte ifade etmek gerekir ki; bilimsel
ilginin kapsamı, genel olarak en tepeden en aşağıya kadar toplumdaki farklı
kesimlerin ihtiyaçları doğrultusunda genişlemekteydi. Halifelerin ilk etapta
siyasî amaçlarla benimsedikleri tutumlar kadar, bilimle ilgilenenlerin artan
teorik bilgi ihtiyacı ve toplumdaki pratik bazı gereksinimler de yabancı
bilimlerin benimsenmesinde etkili olmuştu. Arapça’ya tercüme edilmiş ilk
eserler üzerine yapılan çalışmaların ardından, Arapça orijinal eserler kaleme
alınmaya başlamış; bu çalışmaların belli bir seviyeye ulaşması ise ilk
tercümelerin yeniden gözden geçirilmesi ve yeni eserlerin çevrilmesi ihtiyacını
doğurmuştu.[669] Bilime verilen destek sonucu,
kısa sürede Bağdat’taki bilim adamlarının sayısı artmış ve çeşitli bilim
dalları ile ilgilenen bu bilginler, siyasî iradeden bağımsız olarak kendi
bilimsel gündemlerini, araştırma ve tartışma alanlarını oluşturmayı
başarmışlardı. Diğer taraftan hekimlik, kâtiplik gibi mesleklerin yaygınlaşması
ve duyulan pratik ihtiyaçlar da yabancı bilimlere talebi artıran bir unsurdu.
Özellikle Abbâsî sarayında görev yapan hekimler bilimsel yetkinliklerini
korumak ve artırmak için tıp ile ilgili araştırmalar yapıyor ve ihtiyaçlarını
karşılamak üzere alanla ilgili sık sık çeviri yaptırıyorlardı.[670] Yine kâtiplik mesleğinin
gereksinimleri; şehir planlama, sağlık, ticarî hayat gibi alanlarda
karşılaşılan problemler de pratik bilgi ihtiyacını doğurmaktaydı. Sosyal,
ticarî ve idarî alanlarda oluşan bu tür gündelik ihtiyaçlar nedeniyle de
Abbâsîler’in ilk zamanlarından itibaren; aritmetik, geometri, trigonometri,
astronomi, tıp, coğrafya bilimleri ilgi odağı olmuş ve bu bilimlere ait eserler
yoğun şekilde Arapça’ya tercüme edilmiştir.[671]
Herşeye
rağmen bu dönemi yabancı bilimler konusunda bir emekleme dönemi olarak
değerlendirmek yanlış olmaz. Her ne kadar Farsça’dan yapılan ilk dönem
tercümeleri içinde yetkin örnekler bulunsa da -çünkü Nevbaht ailesi ve
İbnü’l-Mukaffa‘
gibi bilginler
Abbâsîler’den önce de bilim ve çeviri konusunda uzman idiler- Bağdat’taki bilim
çevrelerinin ilgisi kısa bir sürede eserlerin Grekçe asıllarına yönelmiştir.[672] Mezopotamya ve Suriye
bölgesinde, Süryânîler başta olmak üzere Grekçe bilen bilginler bulunsa da;
bunların donanımı ihtiyaç duyulan çok çeşitli bilimleri Arapça’ya tercüme etme
noktasında yetersizdi. Çünkü Süryânîler’in Abbâsîler öncesi dönemden tevarüs
ettikleri çeviri kültürü, kilisenin ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde
gelişmişti. Bu yüzden Grekçe-Arapça çeviri hareketinin; Abbâsîler öncesi
Süryânî bilim merkezlerinde, zaten mevcut olan bilgi ve birikim üzerinde
yükseldiğini ifade etmek büyük bir yanlış olur.[673]
Aksine, erken Abbâsî toplumu içinde oluşan yeni şartların, Grekçe bilen
Süryânîler’in bilim ve tercüme işine yönelmelerine sebep olduğu ifade
edilmelidir. Yukarıda sayılan etkenler doğrultusunda, Grekçe-Arapça çevirilere
yönelik talep arttıkça çevirmenlerin de sayı ve nitelikleri artmakta idi. Bilim
adamları çalışmalarını yaptıkça karşılaşılan problemlerin çözülebilmesi için
yeni tercümelere ihtiyaç duyuluyordu. Böylece çeviri hareketi, Abbâsî
toplumundaki bilimsel etkinliğin bir parçası haline gelmiştir.
Aynı
nedenlerle erken dönemde yapılan Grekçe-Arapça çeviriler, çoğunlukla
mükemmellik derecesinde değildi. Zira mütercimler teknik donanımdan yoksundu ve
ellerinde kapsamlı sözlükler de bulunmuyordu. Tercüme işi sadece mütercimin
dağarcığında bulunan bilgilere dayanmak durumunda idi.[674]
Dolayısıyla ortaya konan eserler belli bir seviyenin üstüne çıkamıyordu.
Bununla birlikte daha iyi bir çevirinin elde edilebilmesi için aynı eserin
tekrar tekrar çevrildiğine de şahit olunmaktaydı. Batlamyus’un el-Mecistî’sinin
ilk çevirisinden memnun kalmayan Yahyâ el- Bermekî’nin, aynı eserin farklı
bilim adamları tarafından yeniden çevrilmesini istemesi buna güzel bir
örnektir.[675] Yine bu dönemin Arapça yazan
bilginleri, daha çok tercüme eserlerin çerçevesi içinde kalıyor, orijinal
eserler ortaya koyamıyorlardı. Bu sebeple II/VIII. asrın ikinci yarısına denk
gelen Abbâsîler’in erken dönemini, yabancı bilimleri özümseme
ve ardından orijinal eserler ortaya koyma sürecinin başlangıcı olarak görmek
gerekir.[676]
II.
DÖNEMİN SÜRYÂNÎ BİLGİNLERİ
Bilim ile
şöyle veya böyle ilk asırlardan beri ilgilenmeleri ve kilise içinde yaşanan
teolojik tartışmalar nedeniyle Grekçe patristik literatürden yapılan tercümeler
sayesinde çeviri kültürüne aşina olan Süryânî bilginler, bu süreçte Abbâsî
idarecilerinin dikkatinden kaçmamıştır. Daha önce de ifade edildiği üzere,
özellikle İran coğrafyasında yaşayan Doğu Süryânîleri’nin bilimsel ilgileri
daha fazla idi. Bunda İran’da birkaç yüzyıldır devam eden bilimsel
hareketliliğin de payı olduğunu ifade etmek yanlış olmaz. İlk defa Halife
Mansûr (136-158/754-775) döneminde Bağdat’ın dikkatini çeken Curcîs ve
ailesi, Abbâsîler döneminin ilk Süryânî bilginleri arasında öne çıkmaktadır. Teofil
b. Tuma ve Katolikos I. Timaseus gibi hilâfet makamı ile olumlu
ilişkiler kuran Süryânî bilginlerin yanında, kendi köşesinde veya kilise
bünyesinde çalışmalarını sürdüren bilginler de mevcuttu. Efrem İsa Yusif,
II/VIII. asrın sonu ile III/IX. asrın başında Bağdat’ta sayıları elliyi bulan
Süryânî mütercimin varlığından söz etmektedir.[677]
Bugün bu isimlerin çok azı tespit edilebilmiş durumdadır. Ayrıca kaynaklarda
geçen pek çok ismin aslen hangi milletten olduğunu tespit edebilme imkânından
da yoksunuz. Bu sebeple aşağıda Süryânî olduğu hemen hemen kesin olarak tespit
edilebilen isimlere yer verilmiştir. Araştırma esnasında Süryânî olduğu
bilinmekle birlikte bilimsel ilgileri bulunmamasından dolayı çalışmaya dahil
edilmeyen isimler de olmuştur. Bu isimleri toplu olarak görmek açısından, bütün
Abbâsîler dönemini kapsayacak şekilde, şöyle sıralayabiliriz: Îsâ b. Şühlâf
(veya Şehlâ),[678] Cündişâpûrlu
İbrahim[679] Abd-yeşû‘ b. Nasr,[680] Ebû Kureyş İsâ,[681] Abdullah et- Tayfûrî,682
Zekeriyyâ et-Tayfûrî,683 İsrâ’îl b. Zekeriyyâ et-Tayfûrî,684
Dâvûd b.
Serâbiyûn,685
İbn Dâvûd b. Serâbiyûn,686 Ebû Yuhannâ Mâseveyh,687
Mîhâîl b. Mâseveyh,688 Pavlus b. Hanun,689 Cibrâîl
el-Kehhâl,690 Mûsâ b. İsrâ’îl el-Kûfî,691
mevcut ise de, kaynaklarda İbrahim hakkında
pek fazla bilgi bulunmamaktadır. Bkz. İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s.
185-186.
680
Kaynaklarda geçen
bilgiden, Halife Mehdî (158-169/775-785) döneminde, Bağdat’a yakın bir yerde
yaşadığı anlaşılmaktadır. Halifenin ölüm hastalığında Bağdat’a getirilmiş ve
halifeyi tedavi etmesi istenmiş ise de o, halifenin kısa bir süre içinde
öleceğini öngörmüş ve öngörüsünde haklı çıkmıştır. Bkz. İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ,
s. 431; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 186.
681
Bir eczacı olan Ebû
Kureyş, cariyeliği esnasında Hayzürân’ın (ö. 173/789) bir erkek çocuğa hamile
olduğunu haber vermesi ve bunun doğru çıkması üzerine, Hayzürân ve Halife Mehdî
(158-169/775- 785) tarafından himaye görmüştür. Daha sonrasında Halife
Hârûnürreşîd (hilâfeti: 170-193/786- 809), onun tedavisine güvenmemiştir. Bkz.
İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 430-435; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûlnü’--enbâ,
s. 215-219.
682
Abbâsî halifelerinden
Mehdî-Billâh’ın (hilâfeti: 158-169/775-785) hanımı, Mûsâ el-Hâdî (hilâfeti:
169-170/785-786) ile Hârûnürreşîd’in (hilâfeti: 170-193/786-809) annesi
Hayzüran’ın (ö. 173/789) himayesini görmüş ve Bağdat sarayında hekimlik
yapmıştır. Tayfûrî hekim ailesinin en büyük ferdidir. Kendisinden sonra oğlu
Zekeriyyâ ve torunu İsrâ’îl de Bağdat saray çevrelerinde hekimlik yapmıştır.
Bkz. İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 218-219; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’--enbâ,
s. 220224; İbn Fazlullâh el-Ömerî, Mesâlikü ’--ebsâr, IX, 374-376.
683
Me’mûn
(198-218/813-833) ve Mu‘tasım (218-227/833-842) dönemlerinde halifelerin
hizmetinde bulunmuş meşhur Türk kumandanı Afşin’e (ö. 226/841) yakın hekimlerdendi.
Kaynaklarda geçen bilgiye göre, İsrâ’îl b. Zekeriyyâ et-Tayfûrî’nin babasıdır.
Bkz. İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 187; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’--enbâ,
s. 224-225.
684
Abbâsî devlet adamı
Feth b. Hâkân’ın (ö. 247/861) hekimidir. Halife Mütevekkil’e (hilâfeti: 232-
247/847-861) de hizmet etmiştir. Zekeriyyâ et-Tayfûrî’nin oğludur. İbn Ebû
Usaybia ona ve ailesine, Süryânî hekimler başlığı altında yer vermiştir. Bkz. ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 225. Ayrıca bkz. İbn Fazlullâh el-Ömerî, Mesâlikü’l-ebsâr, IX, 203.
685
Halife Hâdî’nin
(hilâfeti: 169-170/785-786) rahatsızlığında ve Hârûnürreşîd’in (hilâfeti: 170-
193/786-809) Buhtîşû‘ b. Curcîs’i Bağdat’a getirttiğinde (171/787) saray
çevrelerinde ileri gelen hekimlerden biri idi. Bkz. İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 186-187.
686
Cibrâîl b. Buhtîşû‘un
(ö. 213/828) tercrübeli bir hekim olarak saygı gördüğü yıllarda bilimsel
toplantılara katılan genç bir hekim idi. Bkz. İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ,
s. 144-145.
687
Cündişâpûrlu
hekimlerdendir. Halife Hârûnürreşîd (170-193/786-809) zamanında Bağdat’a gelmiş
ve halifenin hizmetinde bulunmuştur. Oğulları Mikâîl ve Yuhannâ da (bkz.
“Yuhannâ b. Mâseveyh” başlığı) hekimlik mesleğinde ilerlemişlerdir. Bu ailenin
hem Cündişâpûr’da hem de Bağdat’ta, Buhtîşû‘ ailesi üyeleri ile yakın
ilişkileri olmuştur. Bkz. İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 242246;
İbn Fazlullâh el-Ömerî, Mesâlikü’l-ebsâr, IX, 391-393.
688
Mâseveyh’in
oğullarından biridir. Hekimlik mesleğinde ilerlemiş ve Halife Me’mûn’un
(hilâfeti: 198-218/813-833) hizmetinde bulunmuştur. Bkz. İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ,
s. 328-330; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 255-257; İbn Fazlullâh
el-Ömerî, Mesâlikü’l-ebsâr, IX, 408.
689
Filistin bölgesinde
hekimlik yapan biridir. Selmeveyh b. Bünân’ın aktardığı bir rivayetten onun
Halife Emîn (193-198/809-813) döneminde bir süre Bağdat’ta bulunduğu
anlaşılmaktadır. Bkz. İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 238.
690
Kendisine takılan
“Kehhâl” lakabından da anlaşılacağı üzere Cibrâîl, göz hekimidir. Bir süre
Halife Me’mûn’un (hilâfeti: 198-218/813-833) gözlerinin bakımını yapmış,
tedbirsiz bir davranışı yüzünden ise hizmetten uzaklaştırılmıştır. Bkz.
İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 152; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 241-242.
İbrâhîm b.
Fezârûn,692 Yezîd b. Zeyd,693 İsrâ’îl b. Sehl,694
Ubeydullah b. Buhtîşû‘,695 Buhtîşû‘ b. Yahyâ,696
Buhtîşû‘,697 Ebu Mahled b. Buhtîşû‘.698 Bu isimler
dışında, Abbâsîler döneminde yaşamış olmakla birlikte, Süryânî olup olmadığı
konusunda kesin bir yargıya varmanın mümkün olmadığı pek çok isim de tespit
edilmiştir.699
691
İbn Ebû Usaybia’nın
Süryânî hekimler arasında zikrettiği Mûsâ b. İsrâ’îl (ö. 222 [837]), Kûfeli bir
hekimdir. Tıp konusundaki bilgisi az olmasına rağmen, oturaklı davranışları
sayesinde devrin önde gelen hekimleri ile oturup kalkmış; hatta Abbâsî ailesinin
önemli isimlerinden Ebû İshâk İbrâhîm b. el-Mehdî’nin (ö. 224/839) hizmetinde
bulunmuştur. Bkz. İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 316-317; İbn Ebû
Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 230-232.
692
Kendi döneminin
tanınmış hekimlerindendir. Halife Me’mûn’un (hilâfeti: 198-218/813-833) devlet
adamlarından Ğassân b. Abbâd’ın (ö. 216/831) yakınında bulunmuştur. ‘Uyûmü’--enbâ’da
Süryânî hekimler arasında zikredilmektedir. Hakında bkz. İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ,
s. 74-75; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’--enbâ, s. 240-241.
693
Halife Me’mûn’un
(hilâfeti: 198-218/813-833) hizmetinde bulunmuş hekimlerdendir. İbn Ebû Usaybia
onu Süryânî hekimler arasında zikretmektedir. Bkz. ‘Uyûnü ’--enbâ, s.
226-227.
694
İsrâ’îl b. Sehl ile
ilgili tek kaynak İbn Ebû Usaybia’dır. Onu Süryânî hekimler arasında
zikretmiştir. Bkz. ‘Uyûnü ’l-enbâ, s. 230.
695
Daha sonra bahsi
geçecek olan Buhtîşû‘ ailesinden; Buhtîşû‘ b. Cibrâîl’in oğlu, Cibrâîl b.
Ubeydullah’ın babasıdır. Maliye memuru olarak uzun müddet Halife Muktedir’in
(hilâfeti: 295- 320/908-932) hizmetinde bulunmuştur. Bkz. İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ,
s. 146-147; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’--enbâ, s. 210.
696
Halife Muktedir’e
(hilâfeti: 295-320/908-932) hizmet etmiştir. Sinân b. Sâbit b. Kurre (ö.
331/943) ile ikisi, halifenin en güvendiği hekimler olmuşlardır. Kaynaklarda,
ileride bahsi geçecek olan Buhtîşû‘ ailesinden bir hekim olduğu ifade edilir.
Bkz. İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 104; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 277.
697
Kendi zamanının önde
gelen hekimlerindendir. Halife Müttakî’nin (hilâfeti: 329-333/940-944)
hizmetinde bulunmuştur. Bkz. İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 104.
698
İbnü’l-Kıftî,
Buhtîşû‘ ailesinden bir hekim olduğunu ifade etmektedir. H. 417 [1026]
senesinde Cemâziyelevvel ayının ortalarında ölmüştür. Bkz. İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ,
s. 435.
699
Bu isimler şunlardır:
Astâs (İbnü’l-Kıftî, s. 42; İbn Ebû Usaybia, s. 281), İstefan b. Basîl (İbnü’l-
Kıftî, s. 74, 130-131; İbn Ebû Usaybia, s. 281), İshâk b. Şlîta (İbn Ebû
Usaybia, s. 321), Basîl el- Matrân (İbn Ebû Usaybia, s. 281), Teodoros es-Senkal
(İbn Ebû Usaybia, s. 281), Sâbit en-Nâkil (İbn Ebû Usaybia, s. 282), Antakyalı
Cercîs el-Feylesof (İbnü’l-Kıftî, s. 157), Cüreyş (İbn Ebû Usaybia, s. 250),
Hasnûn/Hassûn/Hanûn (İbnü’l-Kıftî, s. 177), Hayrûn b. Râbita (İbn Ebû Usaybia,
s. 281), Zerûbâ (İbn Ebû Usaybia, s. 280), Sâid b. Bişr b. Abdûs (İbn Ebû
Usaybia, s. 313-315), Sâid b. Yahya b. Hibetullah b. Tuma en-Nasrânî
(İbnü’l-Kıftî, s. 212-214; İbn Ebû Usaybia, s. 405), Sâid b. Hibetullah
el-Müemmel en-Nasrânî (İbnü’l-Kıftî, s. 214; İbn Ebû Usaybia, s. 406), Şîrşû‘
b. Kutrub (İbn Ebû Usaybia, s. 283), Abdullah b. Mesrûr en-Nasrânî
(İbnü’l-Kıftî, s. 220), Abdullah b. Ali en- Nasrânî (İbnü’l-Kıftî, s. 221),
İbnü’l-Müneccim Ali b. Yahya (İbn Ebû Usaybia, s. 283), Ali b. er- Râhibe
(İbnü’l-Kıftî, s. 235), Halife Kâhir’in hekimi Îsâ (İbn Ebû Usaybia, s. 320),
Ketîfât (İbnü’l- Kıftî, s. 267), Ebû Sehl Keysan b. Osman b. Keysan
(İbnü’l-Kıftî, s. 267-268), Mahfûz b. Îsâ (İbnü’l- Kıftî, s. 327-328), Mübârek
b. Şerâre (İbnü’l-Kıftî, s. 330-331), Mesîhî b. Ebu’l-Bikâ İbnü’l-Attâr
(İbnü’l-Kıftî, s. 332-333), Ebû Ali b. Ebü’l-Hayr (İbnü’l-Kıftî, s. 412-413),
Mansûr b. Mukaşşer (İbnü’l-Kıftî, s. 334-335), Mûsâ b. Hâlid et-Tercümân (İbn
Ebû Usaybia, s. 281), Ebü’l-Ferec Yahyâ b. et-Tilmîz (İbnü’l-Kıftî, s. 364-365),
Yahyâ b. İsâ b. Cezle (İbnü’l-Kıftî, s. 365-366; İbn Ebû Usaybia, s. 343),
Yakûb b. Saklân (İbnü’l-Kıftî, s. 378-379), Yuhannâ el-Kass (İbnü’l-Kıftî, s.
380), Ebü’l-Hayr b. Ebü’l-Ferec (İbnü’l-Kıftî, s. 407), Ebû Sehl el-Mesîhî
(İbnü’l-Kıftî, s. 408-409; İbn Ebû Usaybia, s. 436-437), Ebû Osman Sa‘îd b.
Ya‘kûb ed-Dımaşkî (İbnü’l-Kıftî, s. 37, 40, 64; İbn
Süryânîler’in bu dönemde daha çok tıp ve dinî ilimlerle meşgul
oldukları görülmektedir. Ayrıca Süryânîler, bu dönemde yaygınlaşmaya başlayan
reddiye yazınında da öncü konumda idiler.[682] [683]
Bu dönemde Süryânî bilginler arasında, özellikle din dışı bilimlerde Arapça
kullanımının da başladığı görülür.[684] Aşağıda mümkün olduğunca kronolojik bir sıra gözetilerek, bu
dönemde yaşamış Süryânî bilginlerin hayatları ve bilimsel çalışmaları
incelenecektir.
İlk defa
Cündişâpûrlu hekim Curcîs’in Bağdat’ta Halife Mansûr’u (hilâfeti:
136-158/754-775) tedavi etmesinin ardından, soyundan gelen hekimler de
yüzyıllar boyu saray çevrelerinde hizmet vermişlerdir. Bu durumun adeta bir
gelenek halinde devam etmesi, aile üyesi hekimlerin Buhtîşû‘ Ailesi[685] şeklinde anılmasına sebep
olmuştur. Hekimlik geleneği İslâm öncesi döneme dayanan ailenin üyeleri; I.
Hüsrev Enûşirvân (krallığı: 531-579) tarafından Cündişâpûr’da kurulan tıp
okulunda öğrenim görmüşler ve İslâmî dönemde de bir süre etkinliğini sürdürecek
olan Cündişâpûr Bîmâristanı’nda görev ve idarecilik yapmışlardır.[686]
Curcîs’in
babası Cibrâîl ve dedesi Buhtîşû‘un Müslüman idareciler ile ilişki kurduğuna
dair kaynaklarda herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Ancak kendilerinden sonra
ailelerinden gelen hekimlerin saygınlıkları ve tıp konusundaki uzmanlıkları
dikkate alındığında, bu isimlerin de tıp ilminde ileri seviyede bilgi ve
tecrübe sahibi kişiler oldukları tahmin edilebilir. Doğu Süryânîleri’nden olan
ailenin, Bağdat’a gelen ve halifeye hizmet eden ilk üyesi Curcîs’tir. Onun
ardından, Abbâsî coğrafyasında tıp üzerine şöhret bulmuş Buhtîşû‘ Ailesi
hekimlerini şu şekilde sıralayabiliriz: Curcîs’in oğlu Buhtîşû‘ (b. Curcîs),
onun oğlu Cibrâîl (b. Buhtîşû‘), onun oğlu Buhtîşû‘ (b. Cibrâîl),
onun torunu Cibrâîl (b. Ubeydullah), onun oğlu Ubeydullah (b.
Cibrâîl) ile haklarında fazla bilgi bulunmayan ancak bu aileye mensup
oldukları anlaşılan Yuhannâ (Yahyâ) b. Buhtîşû‘ ve oğlu Buhtîşû‘ b.
Yuhannâ. Bilimsel bir çalışması olmayan son isim hariç diğerlerine, kendilerine
ait başlıklarda yer verilecektir. Bu başlıkta sadece ailenin en büyüğü Curcîs
b. Cibrâîl’den bahsedilecektir.
Süryânî
Hıristiyan[687] bir hekim olan Curcîs’in (Sür.
^x^îax^, Arp. ^^jj^,
İng. Juıjis/George)[688] Bağdat’a gelmeden önceki
hayatı hakkında kaynaklar, tıpkı babası ve dedesi hakkında olduğu gibi,
herhangi bir bilgi nakletmemektedir. Sadece Cündişâpûr tıp okulunda hocalık
yaptığı ve Cündişâpûr Bîmâristanı’nda idarecilik görevini sürdürdüğü
bilinmektedir. Bağdat’a gelirken bîmâristanı oğlu Buhtîşû‘ b. Curcîs’e
emanet etmesinden[689] anlaşılmaktadır ki Curcîs,
burada bugünkü anlamda başhekim diyebileceğimiz idarî bir konumda idi.[690] Curcîs hakkında kaynaklarda
aktarılan rivayetlerin tamamı onun Bağdat’a gelmesi ve burada başından geçenler
ile ilgilidir. Mevcut bilgiler doğrultusunda, 148/765 senesinde Bağdat’a gelip
152/769 senesinde Cündişâpûr’a geri döndüğü dikkate alınırsa burada kaldığı
süre de toplam dört seneden ibarettir.[691]
Dahası Curcîs bu yıllarda artık ihtiyarlık dönemine erişmiş ve ömrünün son
senelerini yaşamakta idi.
148/765 senesinde tutulduğu mide rahatsızlığı saraydaki hekimler
tarafından tedavi edilemeyince Halife Mansûr (hilâfeti: 136-158/754-775), veziri
Ebü’l-Fazl Rebî‘den (ö. 169/785?)[692] başka beldelerden hastalığını
iyileştirebilecek bir hekim
araştırmasını
istemişti. Saraydaki hekimler vezir ve halifeye, Cündişâpûr hekimlerinin başı
olan Curcîs’in tıp ilmindeki yeteneğinden ve yazmış olduğu eserlerden
bahsedince Mansûr, hemen Curcîs’i Bağdat’a getirmek üzere elçi gönderdi. İlk
başta halifenin çağrısına olumsuz cevap veren Curcîs; elçi ve şehrin âmilinin
ısrarı, şehrin metropoliti[693]
ve ileri gelenlerinin de teşviki ile Bağdat’a gitmeyi kabul etti. Curcîs’in
şehirden ayrılma konusunda isteksiz olduğu anlaşılmaktadır. Bunda artık
yaşlılık döneminde olmasının ve kaynaklarda belirtildiği üzere, eşinin yatağa
bağımlı[694] durumda
bulunmasının etkisi olmalıdır.
Bîmâristandaki
görevini ve şahsi işlerini oğlu Buhtîşû‘a devreden Curcîs, kendisine yardımcı
olmaları için yanına iki talebesi İbrahim ve Îsâ b. Şühlâf’ı (Şehlâ) da alarak
Bağdat’a gelmiştir.[695] Halifenin huzuruna çıkan
yaşlı hekimin Farsça ve Arapça iltifatlarıyla güzel giyimi ve hoş konuşmasından
çok memnun kalan halife, onu hemen karşısına oturtmuş ve değişik sorular
sormaya başlamıştı. Aldığı yerinde ve oturaklı cevaplardan tatmin olduğunda da,
“Sende istediğim ve aradığım şeyi buldum.” diyerek kendi hastalığını
tarif etmişti. Hastalığın durumunu ve başından beri hangi tedavilerin
uygulandığını öğrendikten sonra Curcîs, Allah’ın izniyle onu iyileştireceği
konusunda halifeye moral verdi. Halife de veziri Rebî‘e, onu saraydaki güzel
bir yere yerleştirmesini ve en güzel şekilde ağırlamasını emretti. Bağdat’a gelişinin
hemen ertesi günü işe koyulan Curcîs’in dikkatli tedavisi sonucu sağlığına
kavuşan halife çok memnun kalmış ve tecrübeli hekime istediği her şeyin
verilmesini emretmiştir. Curcîs, bu başarısından dolayı kendisine ihsan edilen
saray hekimliği teklifini de geri çevirmemiştir [696]
Halife Mansûr’un, Curcîs’in içkisine bile itina göstermesinden, ona duyduğu
saygı ve hürmetin ne denli yüksek olduğu tahmin edilebilir. İbn Ebû Usaybia’da
geçen rivayete göre Bağdat’a gelişinden bir süre sonra Curcîs’in mutsuz olduğunu
gören halife, durumu veziri Rebî‘e sormuştu. Halifenin sarayında içki içmesine
müsaade etmediklerini söyleyince halife bu duruma kızmış ve “Bizzat senin
gidip istediği her içkiyi ona getirmen gerekir. ” diyerek vezirine
çıkışmıştı. Kaynağın ifadesine göre bu olaydan sonra Rebî‘, Curcîs için
içkileriyle ünlü Kutrabbul ’a[697]
gidip en iyi içkilerden imkânı ölçüsünde getirmeye başlamıştır.[698]
Curcîs’in
Bağdat’a gelişinden iki sene sonra, hekimin Cündişâpûr’da kalan oğlu Buhtîşû‘un
tıp konusundaki ününü duyan halife; yaşlı hekimden oğlunu da Bağdat’a
çağırmasını istemişti. Cündişâpûr’daki bîmâristanın ve insanların ona ihtiyacı
olduğunu, eğer buraya gelirse oradaki düzenin bozulacağını ifade eden Curcîs;
onun yerine yanındaki talebelerini halifeye arz etmiştir. Ertesi gün halife,
Îsâ b. Şühlâf ile konuştuktan sonra yetiştirdiği kabiliyetli talebelerinden
dolayı Curcîs’i tebrik etmiştir.[699]
Öyle görünüyor ki Mansûr, sağlığı konusundaki tedbirlerinden çok memnun kaldığı
Curcîs’in Bağdat’ta çok fazla kalamayacağını tahmin etmekte ve onun yerine oğlu
Buhtîşû‘u Bağdat’a getirmeyi planlamakta idi. Ancak, Curcîs’in bu konudaki
isteksizliği ve Îsâ’nın da tıp konusunda bilgili olduğunu görmesi neticesinde
halifenin, bu isteğinde fazla ısrar etmediği anlaşılmaktadır.
Bağdat’taki
son zamanlarında, Curcîs’in karısının hasta olup Cündişâpûr’da kaldığını ve
yanında hizmetini görecek talebelerinden başka kimsesinin de bulunmadığını
öğrenen halife; güzellerinden üç Rum cariye ile üç bin altının, hekimin
gıyabında evine gönderilmesini emretmişti. Eve döndüğünde içeride cariyelerle
karşılaşan Curcîs, durumdan hiç hoşlanmamış ve iade etmek üzere cariyeleri
saraya götürmüştü. Halife kendisine neden hediyesini kabul etmediğini sorunca
da Curcîs, eşleri hayatta olduğu müddetçe Hıristiyanların başka bir kadınla
evlenemeyeceklerini söyledi. Bunun üzerine hekime duyduğu saygı ve güveni daha
da artan halife; Curcîs’in tedavi amacı ile eş, cariye ve kızlarının yanına
serbestçe girmesine de izin vermiştir.[700]
Bu olay üzerinden fazla geçmeden Curcîs ağır bir hastalığa yakalandı.
Halife durumunu öğrenmek için her gün ya hizmetçilerini gönderir ya da kendisi
onun yanına giderdi. Curcîs, iyileşmeden ümidini kesince halifeden memleketine
gitmek üzere müsaade etmesini istedi ve ölecekse orada ölmeyi temenni ettiğini
ifade etti. Bu esnada halife, kendisini İslâm’a davet etmişse de Curcîs kabul
etmemiş, atalarının dini üzere ölmeyi arzu ettiğini söylemiştir. Halifenin,
yanına verdiği hizmetçi ve on bin dinar ile Bağdat’tan ayrılan hekim
memleketine sağ salim varmıştır (152/769).[701]
Curcîs’in
ayrılmasından sonra halifenin özel hekimliğine getirilen İsâ b. Şühlâf, sarayda
elde ettiği konumu çevredeki Hıristiyan din adamları üzerinde baskı unsuru
olarak kullanmaya kalkışınca çok geçmeden sürgün edilmiş ve mallarına el
konmuştu. Bunun akabinde halife, veziri Rebî‘e Curcîs’i soruşturmasını; eğer
yaşıyorsa onu, ölmüşse oğlunu getirmek üzere Cündişâpûr’a birini göndermesini
emretti. Rebî‘ derhal Cündişâpûr âmiline durumu yazdı. Tesadüf ki, o
günlerde Curcîs damdan düşmüş ve hasta bir durumda idi. Bağdat’a gitmek için
iyileşmesi gerektiğini ifade eden yaşlı hekim, kendisi gidene kadar halifenin
hizmetini görmek üzere -daha önce de onunla birlikte Bağdat’a gidip sonra geri
döndüğü anlaşılan- İbrahim’i uygun bulmuş ve Rebî‘e hitaben durumu açıklar
mahiyette yazdığı bir mektupla birlikte onu Bağdat’a göndermişti. Âmil
ile aralarında geçen konuşmadan kendisinin de tekrar Bağdat’a dönmeyi düşündüğü
anlaşılan Curcîs, muhtemelen hastalığından kurtulamamış ve Cündişâpûr’a döndüğü
yıl içinde ölmüştür (152/769).[702]
Curcîs,
Halife Mansûr’un çok saygı duyduğu bir kimse idi. Bundan dolayı Bağdat’ta
bulunduğu süre zarfında saray çevrelerinde de yüksek itibar görmüştür. İbn Ebû
Usaybia, Curcîs’in Mansûr’un ihsanları sayesinde çok para kazandığını da
nakleder.[703] Yine eserinin başka bir
yerinde, kendisinden bolca nakillerde bulunduğu Fesyûn’un Curcîs ve
ailesinden gelen hekimlerin saygınlığı hakkındaki yorumuna da yer verir. Fesyûn
onlardan, “Curcîs ve onun soyundan gelenler kendi zamanlarının en güzel
insanlarıydılar. Çünkü Allah onlara bir şeref, soyluluk, fazilet ve cömertlik
bahşetmişti. Fakir ve ihtiyaç sahiplerinden hasta olanları tedavi eder,
felakete uğrayanların ve yolcuların elinden tutarlardı. Bu konudaki hallerini
sözle ifade etmek mümkün değildir.”[704]
şeklinde bahseder.
Eserleri:
İbn Ebi Usaybia; Curcîs’in tıp konusunda uzman olduğunu, tedavi
yöntemlerini ve ilaç çeşitlerini iyi bildiğini söyler.[705]
Kaynaklarda verilen bilgilerden onun sadece hekimlik yapmadığı, aynı zamanda bu
ilmin teorisine de hâkim olduğu anlaşılmaktadır. Zira Halife Mansûr’un
hastalığında, Curcîs’i tavsiye eden hekimlerin sözlerinden, onun tıp alanında
çok sayıda ve önemli sayılabilecek kıymette eserinin olduğu anlaşılmaktadır.[706] Bilinen en meşhur eseri
Süryânîce kaleme aldığı
Künnâş’tır.[707] Bu eser, daha sonra Huneyn b.
İshâk (ö. 260/873) tarafından Arapça’ya nakledilmiş;[708]
aynı zamanda bir filozof olan hekim Ebu Bekir er-Râzî (ö. 313/925), tıp
ansiklopedisi mahiyetindeki el-Hâvî fi’t-tıb adlı eserinde ondan
atıflarda bulunmuştur. Bundan başka el-Hâvî’de Curcîs’e ait olduğu
anlaşılan Kitâbü’l-Ahlât ve diyabita adlı eserlere de atıflar
vardır.[709] Râzî, daha pek çok yerde
hangi eserinden olduğunu zikretmeksizin Curcîs’ten alıntı yapmıştır.
Bağdat’ta bulunduğu süre içinde Curcîs’in, Halife Mansûr’un
isteği doğrultusunda Grekçe’den Arapça’ya tıp ile ilgili birçok kitap çevirdiği
ve tıp kitaplarını Arapça’ya çeviren ilk kişilerden biri olduğu
belirtilmektedir.[710] Öztürk, Curcîs’in Farsça’dan da tıp ile ilgili eserler naklettiğini
ifade eder.[711] Kaynaklarda böyle bir bilgiye ulaşamamış olmakla birlikte
Farsça’yı da bildiği düşünülürse, verilen bilginin doğru olması kuvvetle
muhtemeldir. Ancak yapmış olduğu tercümelerin neler olduğu konusunda
kaynaklarda herhangi bir kayıt bulunmamaktadır.[712] Sezgin, Arapça’ya tercüme yapmakla birlikte, Curcîs’in telif
eserlerini kendi dilinde yazdığını ifade eder.[713]
741-767
yılları arasında Nusaybin piskoposluğu yapmış olan Kufriyanus’un (Sür. ^!^.^גנ ^oA^Â^on, İng. Cyprian of Nisibis) hayatı
hakkında pek bilgi bulunmamaktadır. Aziz Nenizili Gregor’un (İng. Gregory of
Nazianzus, ö. 390) teolojik yazılarını tefsir etmiştir. Din
adamı atama törenleri (İng. ordination) üzerine de bir derlemesinin bulunduğu
belirtilmektedir.[714]
‘Uyûnü’--enbâ’da Süryânî tabipler arasında zikredilen
Hasîb (Arp. ı.U“^), Basralıdır ve bu sebeple Basralı Hasîb olarak
ünlenmiştir.[715] Bununla birlikte Bağdat’a sık sık gidip gelen hekim, Taberî’de
geçen rivayete göre bir dönem Halife Mansûr (hilâfeti: 136-158/754-775) ile
yakınlaşmış ve halifenin yeğeni Muhammed b. Ebü’l- ‘Abbâs’ı zehirlemek üzere
görevlendirilmiştir. Basra valiliği de yapmış olan Muhammed’in Bağdat’a geri
dönmesinden sonra Halife, onun ortadan kaldırılması için Hasîb’den bir çözüm
bulmasını istemişti. Bunun üzerine öldürücü bir zehir hazırlayan Hasîb,
Muhammed’in hastalanmasını beklemiş ve ilaç ile birlikte hazırlamış olduğu
zehri de ona içirmişti. Muhammed’in ölümünden sonra Hasîb onu zehirlemekle
suçlanınca halife, ortalığın yatışması için hekimin otuz değnek ve hapis cezası
ile cezalandırılmasını emretmek zorunda kalmıştır. Bir süre hapiste kalan
Hasîb’e, çıktıktan sonra halife tarafından üç yüz dirhem verildiği nakledilir.[716] Başka bir rivayete göre ise Hasîb, hapiste ölmüştür.[717] Hasîb, tıp konusunda bilgili ve tedavide yetenekli idi.[718] Galen’in eserleri üzerine çalışmış ve uzmanlaşmıştı.[719] Ancak eser kaleme alıp almadığı konusunda kaynaklarda herhangi bir
bilgi mevcut değildir.
Bet
Kandasalı Lo‘ozar (Sür. >^^ו ג^!^ ס!ג^\ Arp.
1צג1<״ J
jjUJ, İng. Lazarus of Beth Qandasa), Kutsal Urfa Dağı’nda yaşamış Süryânî
Ortodoks bir din adamı idi. Hayatı hakkında bilgi bulunmamakla birlikte,
öğrencilerinden biri olan Bet Nakeli Gevargis’in ifadelerinden onun teoloji
dersleri verdiği anlaşılmaktadır. Halife Mehdî
(hilâfeti:
158-169/775-785) dönemine kadar getirdiği kronolojik çalışması onun bu dönemde
yaşamış olduğunu göstermektedir.[720]
Eserleri: Pavlus’un mektupları üzerine tefsir yazmıştır.
Dört bölüm olarak düzenlenen çalışmanın sadece üç ve dördüncü bölümleri
günümüze ulaşmıştır. Tefsirin bu iki parçasının arasına, Halife Mehdî’nin
iktidarına kadar getirilen kronolojik bir çalışma eklenmiştir. Wright ve Duval,
Lo‘zar’ın ayrıca İncil’in Yuhannâ ve Markos bölümlerine tefsir yazdığını ifade
etmiş olsalar da[721] Baumstark ve Barsavm bunu kabul etmemektedirler. Onlara göre sözü
edilen bu çalışma, Harranlı bir melkit olan Hâris b. Sisin’e aittir.[722]
Halife
Mansûr’un (hilâfeti: 136-158/754-775) özel doktorlarından biri olan
İbnü’l-Leclâc (Arp. t7^W jj),
halifenin hastalanıp öldüğü hac yolunda ona eşlik eden hekimlerin içinde idi. Uyûnü’--enbâ’da
Süryânî tabipler arasında zikredilen İbnü’l- Leclâc hac yolculuğu esnasında
halifede rahatsızlık emaresi görülünce; arkadaşlık ettiği İranlı bilgin Ebû Sehl
b. Nevbaht’a, kullandığı ilaçlarla ilgili verdiği tavsiyelere uymadığı için
hastalığının yolda artacağını ve Mekke’ye varmadan da öleceğini söylemiş ve
öngördüğü gibi de olmuştur.[723]
Eserleri: el-Hâvî’de yapılan atıflardan bir Künnâş sahibi
olduğu
anlaşılmaktadır.[724]
Halife Mansûr’un (hilâfeti: 136-158/754-775) hazinedarlığını
yapmış olan Şem’ûn b. Tabbahe (Sür. ג^^ג r£»^\, t=> ^o^^^,
İng. Simeon of Kashkar), Keskerli[725] bir Süryânî idi. Bar Brika’nın kaydettiği tek eseri
olan Ktaba de-Klesastiki ( r>^ r^mm'.n^yl, kilise tarihi üzerine
kaleme alınmış bir eserdir.[726] Bar Brika’nın eserinde zikredilmiş olması Doğu Süryânîleri’nden
olduğunu göstermektedir.
775/6
senesinde Doğu Kilisesi Katolikosu olarak kutsanan Hananişû‘ (Sür. ^.ג^ו ^ot,"v, Arp. ^jIjİI
^jAjU^, İng. Henanisho’ II), dört yıl boyunca bu makamda kalmış ve
779/80 senesinde zehirlenerek ölmüştür. Hayatı hakkında, katolikos seçiminde
yaşanan olaylar dışında, pek fazla bilgi bulunmamaktadır. Ölümünden birkaç ay
sonra (Şubat, 781), Doğu Kilisesi misyonerlerinin faaliyetleri sonucu Çin’in
Sian-fu bölgesinde dikilen Çince-Süryânîce anıtta[727]
onun da adı bulunmaktadır.[728]
Eserleri:
1. Egrata (^'^^). Yazmış
olduğu mektuplardan oluşan bir eserdir. 2. Buya’e (^^.â=>). Cenaze konuşmaları hakkında
yazılmış bir eserdir. 3. Turgame 1r^wM Beş ciltlik bir ilahi kitabıdır.
4. Mimre (^מ^מו). Yazmış olduğu şiirlerden oluşmaktadır.
5. ‘Esra şu’ale (rV0₺ r^tm^).
Eserde kilise kanunu ile ilgili bazı konular ele alınmıştır. Bar Brika
sayesinde eserlerinden haberdar olunan Hananişû‘un, edebî yönünün çağdaşlarının
ilerisinde olduğu ifade edilmektedir.[729]
Bağdat’ta,
Halife Mehdî’nin (hilâfeti: 158-169/775-785) müneccimlerinin başkanlığını
yapmış olan Teofil b. Tuma (Arp. "'צ’-*>' ’-*>
ûJ Jâ>, İng. Theophilos b.
Thomas of Edessa), aynı zamanda bir tarihçi ve tercüman idi. Patrik Mihâîl ve
Bar Hebraeus gibi Süryânî tarihçilerin, Kadıköy yanlısı ve Mârûnî olduğunu
ifade ettikleri Teofil, Urfalı bir Süryânîdir. Astroloji ilminde oldukça
bilgili olduğu ve geleceğe dair öngörülerinde şaşılacak derecede isabet ettiği
belirtilen Teofil b. Tuma, doksan yıla yakın bir ömür sürdükten sonra 785
senesinde ölmüştür.[730]
Eserleri: Teofil b. Tuma, Astroloji üzerine Arapça
çeşitli eserler yazmıştır. Askerî amaçlarla yazmış olduğu bir eseri, III/IX.
asrın ortalarında Grekçe’ye kısmen tercüme edilmiştir. Süryânî tarihçilerin
yaptığı atıflardan onun günümüze ulaşmayan bir tarih kitabı da yazdığı
anlaşılmaktadır. Bu eserin, İslâm’ın doğuşundan II/VIII. asrın ortalarına kadar
geçen dönemi ele aldığı sanılmaktadır. Aynı zamanda bir tercüman olduğu bilinen
Teofil; Aristoteles, Galen ve Homer’in eserlerinden Süryânîce’ye tercümeler
yapmıştır. Onun bilinen en meşhur tercümesi Homer’in İliada adlı
eseridir. Sonraki dönemde yaşamış bazı yazarların, bu Süryânîce tercümeyi
kaynak olarak kullandıkları tespit edilmiştir. Ancak Teofil’in diğer
tercümeleri hakkında net bilgi mevcut değildir.[731]
Kendisinden
başka iki oğlu Dâvûd ve Yuhannâ ile adı İbn Dâvûd b. Serâbiyûn olarak geçen
torunu da hekim olan Serâbiyûn (veya Serâfiyûn. Sür. ^cv^w Arp. jj4âlj^/jj4jlj^, İng. Serapion), aslen Bâcermâlı[732] bir Süryânî idi.[733] Hayatı hakkında pek fazla
bilgi bulunmamakla birlikte aile fertleri hakkında kaynaklarda geçen
rivayetler, yaşadığı dönemle ilgili genel bir kanaat vermektedir. Oğlu Dâvûd,
Halife Hâdî’nin (hilâfeti: 169-170/785-786) rahatsızlığında ve Hârûnürreşîd’in
(hilâfeti: 170- 193/786-809) Buhtîşû‘ b. Curcîs’i Bağdat’a getirttiğinde
(171/787) saray çevrelerinde ileri gelen hekimlerden biri idi.750 [734] Bağdat’a sonradan gelen
Cündişâpûrlu Mâseveyh, Dâvûd’un cariyelerinden birine âşık olunca, hemşehrisi Cibrâîl
b. Buhtîşû‘ onu satın alıp Mâseveyh ile evlendirmişti.[735]
Serâbiyûn’un torunu İbn Dâvûd, Cibrâîl b. Buhtîşû‘un (ö. 213/828)[736] tercrübeli bir hekim olarak
saygı gördüğü yıllarda bilimsel toplantılara katılan genç bir hekim idi.[737] Serâbiyûn’un kendisi ile
karıştırılan diğer oğlu Yuhannâ’nın, eserleri üzerine yapılan araştırmalar ise
onun en fazla III/IX. asrın ortalarına kadar yaşamış olduğunu göstermektedir.[738] Buna göre -net bir zaman
dilimi vermek imkânsız olmakla birlikte- Serâbiyûn, en azından Abbâsîler’in ilk
yıllarını görmüş olmalıdır. Ayrıca, XI. asırda yaşamış Serâbiyûn isimli diğer
bir hekimle karıştırılmamalıdır. Kendisine yapılan atıflardan Serâbiyûn’un eser
sahibi olduğu anlaşılmaktadır. Oğlu Yuhannâ b. Serâbiyûn’un da eserleri
bulunmasından dolayı, karışıklıktan sakınmak isteyen yazarlar baba ve oğuldan;
Serâbiyûn ve İbn Serâbiyûn diyerek bahsetmişlerdir. [739]
Râzî, Serâbiyûn’a elliden fazla yerde atıf yapmıştır.
Eserleri:
Künnâş. Râzî eserin adını zikretmektedir.[740]
Tıpkı
babası gibi Cündişâpûr’daki hayatı hakkında fazla bir şey bilinmeyen Buhtîşû‘
(Sür. o^k■^ כך ^nr,^A^, Arp. ^^jj^ J tjAnAJ), orada doğup
yetişmiş olmalıdır. Babasının gözetiminde öğrenim gördüğünü, Halife
Hârûnürreşîd’in (hilâfeti: 170-193/786-809) daveti ile Bağdat’a geldiğinde
sorulan soru üzerine kendisi ifade etmektedir.[741]
Hayatı hakkındaki en erken bilgiye, babası Curcîs’in Bağdat’a gitmek
üzere Cündişâpûr’dan ayrılması vesilesi ile rastlanmaktadır. Curcîs yola
çıkmadan önce kendi sorumluluğunda olan bîmâristanı ve şahsi işlerini Buhtîşû‘a
devretmişti.[742] Bundan sonra
bîmâristanın idareciliğini yaptığı anlaşılan Buhtîşû‘un da Bağdat’a getirilmesi
konusunda Halife Mansûr (hilâfeti: 136-158/754-775) ayrı ayrı iki sefer
Curcîs’ten talepte bulunmuş ise de Curcîs, bîmâristanın ona ihtiyacı olduğunu
ifade ederek bu talepleri geri çevirmişti.[743]
[744]
Buhtîşû‘un
Bağdat’a ilk ne zaman geldiği ya da halifeler ile ilk ne zaman ilişki kurduğu
konusunda kaynaklarda bazı farklı rivayetler bulunmaktadır. Taberî 147 [7634]
senesi olayları içinde; Halife Mansûr tarafından dışlanan veliaht Îsâ b.
Mûsâ’nın (ö. 167/783)761 hastalandığını
ve hekim Buhtîşû‘un halifenin gazabına uğramaktan çekindiği için veliahtı
tedavi etmekten sakındığını nakleder. Rivayete göre Buhtîşû‘, ancak halifenin
özel izni sonucunda veliahtı tedavi edebilmişti.[745]
Taberî’den sonra gelen çeşitli tarih yazarlarının da aynı bilgiyi aktardıkları görülür.[746] Şu halde, diğerleri Buhtîşû‘
şeklinde kaydederken Taberî’nin daha net bir şekilde Ebû Cibrâîl Buhtîşû‘
diyerek kasdettiği kişi Curcîs’in Cündişâpûr’da yerine bıraktığı oğlu Buhtîşû‘
olmaktadır. Ancak Curcîs’in bile Bağdat’a geliş yılının 148/765 olduğu
düşünüldüğünde, bu kişinin Buhtîşû‘ b. Curcîs olma olasılığı söz konusu
değildir.
Ayrıca hekim
Buhtîşû‘, Halife Mansûr’un hizmetinde hiç bulunmamıştır ve aşağıda da
değinileceği üzere Bağdat’a gelişi onun hilafetinden sonraya rastlamaktadır.
Muhtemelen burada sözü edilen şahıs, Curcîs’in kendisidir ve bu olay Bağdat’a
yeni geldiği sıralarda yaşanmış olmalıdır.
İbnü’l-Kıftî
ise Buhtîşû‘un halifelerle ilişkisini daha önceye götüren bir bilgi paylaşır ve
onun Ebü’l-‘Abbâs Seffâh’ı (hilâfeti: 132-136/750-754) iyileştirip ona
arkadaşlık ettiğini söyler.[747] Onun dışında başka hiçbir
kaynakta bunu destekleyen bir bilgi mevcut değildir. Ayrıca Buhtîşû‘un VIII.
asrın sonu veya IX. asrın hemen başında öldüğü düşünülürse Halife Seffâh
zamanında çok genç bir yaşta olduğu ortaya çıkar. İbnü’l-Kıftî bu bilgiyi bir
hata eseri olarak kayda geçirmiş olmalıdır. Zira konunun devamında kendisi de
onun ne Seffâh’ı ne de Mansûr’u gördüğü bilgisini paylaşmıştır.[748] Yine Taberî’de geçen diğer
bir rivayet Buhtîşû‘un, Halife Mansûr’un ölümünden bir yıl önce 157 (m. 774)
senesinde, Cündişâpûr’dan Bağdat’a gelip sarayda ağırlanmasından bahseder.[749] Diğer kaynaklarda bu rivayeti
destekleyen ya da Buhtîşû‘un Halife Mansûr döneminde, kısa bir süreliğine de
olsa, Bağdat’ta bulunduğunu düşündürecek herhangi bir kayıt bulunmamaktadır.
Şayet Taberî’nin verdiği tarihte bir hata yoksa, bu kişinin Curcîs olduğunu
söylemek de imkânsızdır. Diğer taraftan Buhtîşû‘un Hûzistan’daki başka bir
şehir olan Sûs’tan Bağdat’a geldiğinin ifade edilmesi, Cündişâpûr’da yaşamaya
devam eden hekimin bir seyahate çıkmış olabileceğini akla getirmektedir. Sonuç
olarak Cündişâpûr Bîmâristanı’nın başhekimi Buhtîşû‘un bu tarihte bir Bağdat
ziyareti gerçekleştirmiş olması ihtimal dahilinde değerlendirilebilir.
Söz konusu
rivayet sarayda hekimlere gösterilen müsamaha konusunda da bize bir işaret
sunmaktadır. Rivayete göre Buhtîşû‘ Bağdat’a varınca, Bâbü’z-zeheb’deki
kasrında bulunan halifenin yanına götürülmüş ve kendisine yemek ikram
edilmişti. Sofra önüne getirilince şarap bulunmadığını fark eden Buhtîşû‘,
hizmetçilerden şarap istemiş; ancak kendisine, müminlerin emirinin sofrasında
şarap içilemeyeceği söylenmişti. Buhtîşû‘, şarapsız yemek yemeyeceği hususunda
ısrarcı olunca durum halifeye iletilmiş; akşam yemeği vakti geldiğinde
Buhtîşû‘un yine şarap istemesi üzerine kendisine tekrar halifenin sofrasında
şarap içilemeyeceği söylenip şarap yerine Dicle Suyu denerek bir içecek ikram
edilmişti. Ertesi gün Buhtîşû‘: “Ben şarabın yerini tutacak bir şeyin
bulunduğunu sanmıyordum. Ama bu Dicle Suyu şarabın yerini tutuyormuş.”
diyerek memnuniyetini izhar etmiştir.[750]
Anlaşılıyor ki kendisine Dicle Suyu denerek ikram edilen şey aslında bir
şaraptı. Bu konuda kendisine bir ayrıcalık tanınmakla birlikte, halifenin
sofrasında şarap içildiği şeklinde bir haberin yayılması da istenmemekteydi.
Buhtîşû‘
Bağdat’a kısa süreli bir ziyarette bulunmuş olsun veya olmasın onun babasından
sonra Cündişâpûr’da kalmaya devam ettiği ve bîmâristanın başında bulunduğu
düşünülmelidir. Bu durum Mehdî’nin (hilâfeti: 158-169/775-785) hilafeti
esnasında oğlu Mûsâ’nın (el-Hâdî) hastalanmasına kadar devam etmiştir. Mûsâ’yı
tedavi etmesi için halife tarafından Bağdat’a çağrılan Buhtîşû‘, genç veliahtın
tedavisinde başarılı olmuştu.[751] Rivayetlerden, veliaht
iyileştikten sonra da Buhtîşû‘un bir süre sarayda kalmaya devam ettiği
anlaşılmaktadır. Ancak tedavi için, kendi himayesinde olan doktoru Ebû Kureyş’e
güvenilmeyip Buhtîşû‘un çağrılmasına gücenen Mehdî’nin karısı Hayzürân; Ebû
Kureyş ile birlikte, Cündişâpûrlu hekime adeta savaş açmışlar ve onu kötülemeye
başlamışlardı. Durumu fark eden halife de kıskançlığın ilerlememesi için
Buhtîşû‘a ihsanlarda bulunmuş ve onu memleketine geri göndermişti. Kısa süreli
Bağdat macerasından sonra yine Cundişâpûr’a dönen Buhtîşû‘, Mehdî ve Hâdî’nin
hilafeti boyunca burada bîmâristan ile meşgul olmaya devam etmiştir.[752] Mûsâ Hâdî (hilâfeti:
169-170/785-786) kısa süren hilafetinin sonunda hastalanınca Buhtîşû‘a yine
Bağdat yolu görünmüştü. Ancak hekim Bağdat’a varmadan halife ölünce yarı yoldan
geri dönmek durumunda kalmıştır.[753]
Bununla birlikte Bağdat’a tekrar çağrılacağı zamana kadar uzun bir süre
geçmeyecektir ve Buhtîşû‘un Bağdat’ta geçen parlak günleri bundan sonradır.
Halife
Hârûnürreşîd’e (hilâfeti: 170-193/786-809) henüz hilafetinin ilk yılında iken
bir baş ağrısı musallat olmuştu. Bağdat’ta bulunan hekimler ağrıyı tedavi
edemeyince Yahyâ b. Hâlid (ö. 190/805)[754]
halifeye, kardeşi Mûsâ’yı iyileştirmiş olan Buhtîşû‘u hatırlatmış; halife de
eğer hayatta ise derhal Bağdat’a çağrılmasını emretmişti.[755]
Kendisine haber gönderilmesinden uzun bir süre sonra Buhtîşû‘ Bağdat’a gelmiş
ve hemen halifenin huzuruna çıkarılmıştır. Tıpkı babasının Halife Mansûr’u
selamlaması gibi, o da Arapça ve Farsça sözlerle halifeyi selamlayınca
Hârûnürreşîd bundan hoşlanmıştı. Mansûr’un hizmetine alacağı hekimlerle
konuştuğu gibi o da önce Buhtîşû‘ ile konuşmak ve bilgisini tartmak istemişti.
Bunun için mantık ilmiyle ilgilenen Yahyâ’dan onunla ilmî bazı konular
konuşmasını istedi ise de Yahyâ hekimlerin çağrılmasını teklif etmişti. Gelen
hekimler arasında Ebû Kureyş Îsâ, Abdullah et-Tayfûrî, Dâvûd b. Serâbiyûn ve
Sercis bulunmakta idi. Buhtîşû‘ ile hiç münazaraya girmek istemeyen Ebû Kureyş:
“Ey müminlerin emiri! Burada bulunanlar arasında onunla konuşabilecek kudrette
kimse yoktur. Çünkü o ve babası sözün üstadıdırlar. Soyları da hep filozoftur.
” diyerek kenara çekilmişti.[756] Tecrübeli hekimle kimsenin
konuşmaya cesaret edememesi üzerine halife, onu sınayacak başka bir yol
düşünmüş ve hizmetçilerden birine gizlice gidip bir binek hayvanının[757] idrarından getirmesini
söylemişti. Buhtîşû‘, hizmetçinin şişe içinde getirdiği idrarı inceledikten
sonra bunun bir insana ait olmadığını söyleyince, Ebû Kureyş lafa girmiş ve
yanıldığını söyleyerek bunun halifenin cariyelerinden birinin idrarı olduğunu
iddia etmişti. Bu sefer Buhtîşû‘ ona dönmüş ve “Tekrar söylüyorum ihtiyar!
Bunu kesinlikle bir insan yapmamıştır. Eğer senin dediğin gibi ise, belki de
bunu yapan kişi artık bir hayvan olmuştur.” diyerek tespitinde şüpheye yer
olmadığını vurgulamıştı. Halifenin bunun bir insan idrarı olmadığını nereden
anladığını sorduğunda da; kıvam, renk ve koku bakımından insan idrarından
farklı olduğunu söylemişti. Sonra da halife kimin yanında ilim öğrendiğini
sormuş; babası Curcîs’in yanında öğrendiğini ifade edince, orada bulunan
hekimler Curcîs’in tıp konusundaki üstünlüğünden ve Halife Mansûr’un kendisine
ihsanlarının çokluğundan bahsetmişlerdir. Ardından halife tekrar Buhtîşû‘a
dönmüş ve bu idrarın sahibine ne verilmesini tavsiye ettiğini sormuştu.
Buhtîşû‘ bu soruya, “İyi arpa!” diye cevap verince Hârûnürreşîd kuvvetli
bir kahkaha atmış ve çok memnun kalmıştı.[758]
Kendisine bol ikram ve ihsanda bulunduktan sonra halife, orada bulunanların
huzurunda Buhtîşû‘un saraydaki hekimlerin başı olacağını söylemiş ve herkesin
ona itaat etmesini emretmiştir.[759] Böylece Buhtîşû‘ Bağdat
sarayındaki konumunu sağlamlaştırmıştır.
Buhtîşû’un
Bağdat’taki günleri hakkında, hastalandığında Ca’fer b. Yahyâ’yı (ö. 187/803)
iyileştirmesi ve ona özel doktoru olarak oğlu Cibrâîl b. Buhtîşû’u
tavsiye etmesi[760] dışında herhangi bir haber
bulunmamaktadır. Ömrünün sonuna kadar Bağdat’ta yaşayan Buhtîşû‘un ölüm tarihi
konusunda da değişik tarihler verilmektedir. İbnü’n-Nedîm kitabında, Buhtîşû‘un
Hârûnürreşîd’den sonra Emîn, Me’mûn, Mu‘tasım, Vâsik ve Mütevekkil’e de hizmet
etmiş olduğunu ifade eder.[761] İbnü’l-Kıftî, İbnü’n-
Nedîm’in vermiş olduğu bilgiyi naklederken[762]
İbn Ebû Usaybia, Buhtîşû‘un ömrü ile ilgili herhangi bir bilgi vermemektedir.
XIV. asır tarihçilerinden Zehebî ise ölüm yılını 191 ile 200[763] hicri yılları arasında
gösterir. Ayrıca onun, Hârûnürreşîd’in ölümünü gördüğünü de ifade eder. Ziriklî
184/800[764] yılını verir. Brockelmann ve
Kaya ise yazmış oldukları ansiklopedi maddelerinde Buhtîşû‘un ölüm tarihi
olarak 185/801[765] senesini
göstermektedirler. İbnü’n-Nedîm’in ifadelerinin gerçekle bağdaşmadığı açıktır.
Onun iki ayrı hekim olan Buhtîşû‘ b. Curcîs ile torunu Buhtîşû‘ b. Cibrâîl’i
aynı kişi olarak değerlendirdiği anlaşılmaktadır. Kitabında ayrıca Buhtîşû‘ b.
Cibrâîl’den bahsetmemiş olması da bu kanaatimizi kuvvetlendirir mahiyettedir.
Yine kaynaklarda Buhtîşû‘ hakkındaki en son bilginin m. 791 yılına ait olması o
yıldan sonra fazla yaşamamış olduğunu düşündürmektedir. Şayet yaşamış olsaydı,
oğlu Cibrâîl hakkında müellifler değişik pek çok haber naklederken onun
hakkında da bazı rivayetlerin gelmiş olması gerekirdi. Şu halde Buhtîşû‘un m.
VIII. asrın son on yılı içinde veya en geç IX. asrın hemen başında ölmüş
olduğunu söylemek en doğrusu olacaktır.
Eserleri: Künnâş (Künnâşü’l-muhtasar). 2. Kitâbü’t-Tezkire.
Oğlu Cibrâîl b. Buhtîşû‘ için yazdığı ifade edilir.[766] Râzî, el-Hâvî’nin çeşitli yerlerinde eser adı vermeksizin
Buhtîşû‘un tedavi yöntemlerinden alıntı yapmıştır. İbn Ebû Usaybia Buhtîşû’un
tıp ilmindeki bilgi ve pratiğinin babasına erişmiş olduğunu söyler.[767]
Enbârlı olduğu ifade edilen Ebû Nûh (Sür. ^’>w «כסנס^, Arp. £> jjI
II/VIII.
asrın sonunda yaşamış ve Musul valisinin hizmetinde kâtiplik görevi yapmıştır.
Katolikos I. Timaseus’un öğrencilik yıllarından itibaren arkadaşı olan
Ebû Nûh,[768] Doğu Kilisesi’ne bağlı idi.
Eserleri:
1. Şraya d-Kuran (^^גס^ג rd>\₺). Kur’an’a reddiye olarak
yazılmış bir eserdir. 2. Draşa d-lukbal heretike (**n.^™
•!^ן rd₺™). Diğer Hıristiyanlık mezheplerinin
inanç sistemlerine reddiye olarak yazılmıştır. Bar Brika, Ebû Nûh’un başka
konularda da eser yazdığını ifade eder.[769]
Bunlardan başka, Deylemli Yuhannâ’nın (ö. 738)[770]
hayatı üzerine yazmış olduğu bir eseri daha bulunmaktadır.[771]
Etkin
yılları II/VIII. asrın sonlarına denk gelen Teodor b. Kuni’nin (Sür. ,30^ סגסךס^ כך^^,
İng. Theodoros bar Koni) hayatı hakkında pek fazla şey bilinmemektedir.
Kesker’de bulunan, Doğu Kilisesi’ne bağlı tefsir okulunda öğrenim görmüştür.[772]
Eserleri: 1. Ktaba d-Eskuliyon (^0\0^^כ^ ג^ [Tür.
İzah, İng. Scholion]). 2. Klesastiki (^*V cnra\כ). Kilise tarihidir.
3. Malfanvata (*%a\׳*\^>) Monofizitlere ve Ariusçulara karşı
yazılmış makalelerden oluşmaktadır. 4. Buya’e (^^.כס).
Cenaze konuşmalarında kullanılmak üzere hazırlanmış bir eserdir.[773] Bar Brika’nın adını verdiği bu eserlerden sadece ilki günümüze
ulaşmıştır. Birkaç farklı yazma nüshası mevcut olan Ktaba d-Eskuliyon,
Doğu Kilisesi teolojisinin el kitabı ya da ders kitabı olarak
nitelendirilebilir. Genel olarak soru-cevap tarzında yazılmış olan eser, Kutsal
Kitap’ın hem bir tefsiri hem de bir özeti mahiyetindedir. On bir bölümden
oluşan eserin onuncu bölümü, İslâm’a karşı bir Hıristiyanlık savunusudur.
Hıristiyan bir hoca ile Müslüman bir öğrenci arasında geçen diyalog şeklinde
kaleme alınmıştır.[774]
13.
Ebû Hilâl el-Hımsî ve
Ailesi
Biyografi
eserlerinde adı geçmeyen Ebû Hilâl’den (Arp. ^»^1 J^a jJ), ancak el-Hâvî’de yapılan
atıflar sebebiyle haberdar olabilmekteyiz.[775]
Bununla birlikte, tıpla meşgul olduğu anlaşılan Ebû Hilâl’in eserinin adından
bahsedilmez. Ebû Hilâl’in oğlu Hilâl b. Ebû Hilâl el-Hımsî de bilimle
iştigal eden biriydi. Oğlunun, Ahmed b. Mûsâ[776]
için tercüme yapanlardan biri olması,[777]
Ebû Hilâl’in II/VIII. asrın ikinci yarısı ile III/IX. asrın
başlarında yaşamış olmasını muhtemel kılmaktadır.[778] Hımıslı olan ailenin, kesin olmamakla birlikte Süryânî olma
ihtimali söz konusudur.
Kaynaklarda, Mervan b. Hakem (hilâfeti: Muharrem 65-Ramazan
65/684-685) döneminde yaşamış olup İskenderiyeli Ehrun el-Kass’ın Künnâş’ını
Arapça’ya tercüme eden Basralı Yahudi tabip Mâserceveyh ile karıştırıldığı ve
ikisi hakkındaki bilgilerin aynı başlık altında verildiği görülmektedir.[779] Mâserceveyh (veya Mâsercis.
Arp. aj^j^U/^^j^U)
hakkındaki rivayetlerden, onun şair Ebû Nüvâs’ın (ö. 198/813?)
çağdaşı olduğu
açık bir şekilde anlaşılmaktadır.[780]
Bu da II/VIII. asrın sonu ile III/IX. asrın başında yaşamış olan Mâserceveyh’in
Emevî döneminde yaşamış olan Yahudi bilgin ile aynı kişi olmasını imkânsız
kılmaktadır. Sahârbuht b. Mâsercis (veya Mâserceveyh) ve Îsâ b.
Mâsercis (veya Mâserceveyh)’in, onun oğulları olması kuvvetle muhtemeldir.
Kaynaklarda Îsâ b. Sahârbuht diye geçen kişi de aynı ailenin mensubudur.
Aile fertleri hakkındaki rivayetlerden Cündişâpûrlu ve Hıristiyan oldukları
anlaşılmaktadır. Mâserceveyh tıp ilmi ile meşgul olmuş ve Süryânîce’den
Arapça’ya tercümeler yapmıştır.[781]
Eserleri:
1. Risâletün fî ebdâli’l-edviye ve mâ yekûmü makâme ğayrihâ. 2. Kitâbün
fi’l-Ğızâ. 3. Kitâbün fi’l-‘Ayn. 4. Kitâbün fi’ş-Şarâb.[782] 5. Kitâbü Kuva’l-et‘ime ve
menâfi‘ihâ ve mazârrihâ. 6. Kitâbü Kuva’l-‘akâkîr ve menâfi‘ihâ ve
mazârrihâ.[783]
Sadece kaynaklarda adı geçen son ikisi günümüze ulaşmamıştır.[784] Câhiz, Râzî, Bîrûnî gibi yazarlar kitap ismi belirtmeden
Mâserceveyh’ten atıf yapmışlardır.[785]
Kaynaklarda
adı geçmemekle birlikte, günümüze ulaşan bir yazma eserinde ismi Sahârbuht b.
Mâsercis (Arp. ״-^j■“’■*
û ^*j1-^) olarak
geçmektedir. Yüksek ihtimalle Sahârbuht; bahsi geçen Mâserceveyh’in
oğlu, Îsâ b. Sahârbuht’un da babasıdır. Oğlu Îsâ, Huneyn b. İshâk’ın (ö.
260/873) çağdaşı olduğuna göre Sahârbuht II/VIII. asrın sonu ile III/IX. asrın
ilk yarısında yaşamış olmalıdır.[786]
Eserleri: Şerhu'l-künnâş. Daha önce bahsi geçen Curcîs’in
Künnaş ’ını şerh edip tamamlamış ve oğlu Îsâ’ya hediye etmiştir.
Eserden, Siczî (ö. 399/1009) ve Bîrûnî (ö. 453/1061?) istifade etmiştir.[787]
Kaynaklarda
hekim ve tercüman olarak geçen Îsâ b. Mâsercis (veya Mâserceveyh. Arp. ״-^j■“’-* û ^y^) büyük ihtimalle,
bahsi geçen Mâserceveyh’in oğlu, Sahârbuht b. Mâserceveyh’in de
kardeşidir. Arslantaş, Îsâ’nın Basralı Yahudi hekim Mâserceveyh’in oğlu
olduğunu ifade etmektedir.[788] Ancak ismi, onun
Hıristiyanlığına dair açık bir işarettir. Şu halde onun Hıristiyan
Mâserceveyh’in oğlu olması daha muhtemeldir. Sezgin de Îsâ b. Mâserceveyh’in
Hıristiyan olduğu kanaatindedir.[789]
Bu durumda Îsâ’nın, IX. asrın başında hayatta olduğu varsayılabilir.
Eserleri: 1. Kitâbü’l-Elvân. 2. Kitâbü’r-Ravâ’ih
ve’t-tu‘ûm. Kaynaklarda adı geçen bu eserler hakkında herhangi bir bilgi
mevcut değildir.[790]
Ninova
bölgesindeki Beyt Şahak (Arp. 0İ*^ ^“) köyünde dünyaya gelen Dâvûd, ilimle
meşgul olan saygın bir aileye mensuptu. Bu yüzden Dâvûd b. Pavlus d- Bet Raban
(Sür. ^ג
<°ס\ס^ ג^!^ וב=> :uch, Arp. jIjj J' ö*
(b* û* ■j'■, İng. Dawid bar Pawlos of Rabban Family) diye meşhur olmuştur.
Ömrünün ilk yıllarında, Bet Şahak’ın büyük kilisesinde ders veren Mûsâ b.
Kifo’nun dedesi Mûsâ’nın yanında, daha sonra ise Sincar[791]
bölgesindeki manastır ve kiliselerde öğrenim gören Dâvûd; Süryânî dili ve dinî
ilimlerde derinleşmiş, aynı zamanda Grekçe öğrenmiş ve kilisede rahiplik
derecesine kadar yükselmişti. İlerleyen yıllarda, yine Sincar bölgesindeki Mor
Sercis Manastırı’nda idarecilik yapmıştır. Dâvûd’un 780 yılı civarında,
yanındaki diğer din adamları ile birlikte Fırat’ın batısındaki bazı
manastırları ziyaret edip geri döndüğü ifade edilir. Bu ziyaret esnasında
topladığı, Büyük Severus’a ait 170 kadar ilahiyi (Sür. ma’nyoto [^^!כ^ב>])
de doğuya getirip kilisenin kullanımına sokmuştur. Süryânî Ortodoks olan Dâvûd
b. Pavlus, 810’lu yıllarda ölmüştür.[792]
Eserleri:
1. Mimre ‘al muşhoto da-klime (d^Ain
^k״t<?^ A^ ^מ^גכו). Yedi iklim üzerine yazılmış bir şiirdir.
2. Mimre ‘al şuhlofo d-imome v-laylavoto (^aLAo
d^w:! rd^Lü^ A^ !<מ^^ו). Gece ve gündüzün dönüşümü üzerine yazılmış
bir şiirdir.[793] Bar Brika bu ikisinden başka
eserini zikretmez. Ancak sonraki araştırmalar Dâvûd b. Pavlus’a ait başka
eserlerin de gün yüzüne çıkmasını sağlamıştır. Bunlar arasında; Süryânîce
grameri üzerine yapılmış çeşitli çalışmalar, Tevrat’ın Tekvin kitabının onuncu
bâbı üzerine yazılmış bir tefsir, ağaç ve bitkilerle bunların sembolizmleri üzerine yazılmış uzun bir şiir ile Trisagion[794] üzerine bir Melkit ile gerçekleştirilen diyalog bulunmaktadır.[795] Ayrıca Dâvûd b. Pavlus’un çeşitli konularda yazmış olduğu pek çok
mektup da günümüze ulaşmış ve basılmıştır.[796]
Bugünkü
Erbil yakınlarında bir köyde dünyaya gelen Timaseus (Sür. ^סגמ »a^a^^,
Arp. JjVl ^J.jUjL İng.
Timothy/Timotheos I), piskopos olan amcası tarafından öğrenim görmeye yönlendirilmişti.
Kutsal kitap ve Aristoteles felsefesi üzerine uzman olan İbrâhîm b.
Daşandad’dan (Sür. כג ג.־!גג ^mW, İng.
Abraham bar Dashandad)[797] dersler almıştır. Tercüman
İbrâhîm de denen bu kişi, Grekçe’den Süryânîce’ye tercüme konusunda yetkin bir
bilgindi. Timaseus; aldığı dinî eğitimden ayrı olarak kendi çabasıyla Arapça ve
Grekçe’yi de öğrenmiştir. Kilise babalarının eserlerini okuyup onlardan
tercümeler yapmış, ilme yatkınlığını farkeden hocasının teşviki ile de
Aristoteles felsefesi ve mantığına yönelmiştir. Bu şekilde uzun yıllar
İbrâhîm’in yanında öğrenim gören Timaseus; dostu Ebû Nûh el-Enbârî aracılığı
ile, kâtip olarak Musul valisinin hizmetine girmiştir. Kısa zamanda valinin
ilgisine mazhar olan Timaseus; amcasının ölümü üzerine, onun yerine piskopos
olarak atanmıştır. Mari b. Süleyman, valinin adını Ebû Mûsâ b. Mus‘ab[798] olarak verir ve Timaseus ile
arasındaki muhabbetten dolayı onun piskoposluğunu vergiden muaf tuttuğunu ifade
eder.[799] 779/780’de II. Hananişû‘un
ölümü üzerine katolikosluğa adaylığını koyan
Timaseus; yine
Musul valisinin girişimlerinin de etkisi ile, çekişmeli geçen seçimden Doğu
Kilisesi Katolikosu olarak çıkmayı başarmıştır (m. 780).[800]
Beş ayrı halifenin dönemini gördüğü 780-823 yılları arasında,
katolikosluk görevini başarılı bir şekilde sürdüren Timaseus; halifeler
nezdinde de saygın bir konum elde etmişti. Halife Mehdî’nin (hilâfeti: 158-169/775-785)
sarayının
müdavimlerindendi.
Halife, Hıristiyanlıkla ilgili sorduğu sorularla onu köşeye sıkıştırmaya
çalışır o da ustalıkla bunlara cevap verirdi. Halife Mehdî’ye karşı
Hıristiyanlığı savunduğu böyle bir diyalog hem Süryânîce hem de Arapça olarak
kaynaklara geçmiştir.[801] Timaseus’un Halife
Hârûnürreşîd’den (hilâfeti: 170-193/786- 809) de büyük saygı gördüğü ve
Anadolu’ya yaptığı bazı seferlerde halifenin yanında bulunduğu nakledilir.[802] Diplomatik ilişkileri
sayesinde Doğu Kilisesi, onun döneminde istikrarlı ve parlak bir devir
geçirmiştir. Yine onun zamanında, merkezi Bağdat’a taşınarak Halifelik
sınırları içindeki etkinliğini artıran Kilise; aynı zamanda sınırların dışında
yürüttüğü misyonerlik faaliyetleri sonucunda Ortadoğu, Hindistan ve Asya’da
kalabalık toplulukların Hıristiyanlaşmasını sağlamıştır. Hem ruhban sınıfının
hem de halkın eğitimine önem veren Timaseus, kilise örgütünü de revizyondan
geçirip sağlam temellere oturmasını sağlamıştır. Kendisi Grekçe eserlerden
tercüme yaptığı gibi, başkalarını da bu konuda teşvik etmiştir.[803] Timaseus’un Hârûnürreşîd’in
hekimi Cibrâîl b. Buhtîşû‘ ile yakın bir arkadaşlığı vardı. Bir
mektubunda Cibrâîl için dualar etmiş ve onun hem kendisinin hem de kilisesinin,
halifenin huzurundaki eli ve dili olduğunu ifade etmiştir. [804]
Bazı kaynaklarda ölüm tarihi 823 (h. 207) olarak verilen
Timaseus’un,
Halife Me’mûn’un Bağdat’a girdiği sene öldüğü de ifade edilmektedir (204/819).[805]
Eserleri: 1. Ktaba d-Kavkbe (^ג^ס^כ r«s^) (Tür. Yıldızlar Kitabı, İng. Book on the
Stars) diye bilinen eser astronomi üzerine yazılmış bir risaledir. 2. Draşa
d- Mahdi (,גד₺^
גג^^ג). Halife Mehdî’nin huzurunda yapmış olduğu Hıristiyanlık savunusudur.
3. Aziz Nenizili Gregor’un (İng. Gregory of Nazianzus, ö. 390) eserleri üzerine
yaptığı tefsirler. 4. Mateyn Egran
«'■t^^ ^^^). Çeşitli konularda yazdığı iki yüzü aşkın mektuptan oluşan
iki ciltlik bir eserdir. 5. Dayne ‘idtanaye (^■ג^ז ^ג^ג). Kilise ile ilgili
konuları açıklayan soru-cevap tarzı hazırlanmış bir eserdir. 6. Ktaba ‘al
rişe d-‘am taş’ita (^^■vv.^ —^ו^>ז
ג A^ r«s^). Tarihî bazı konuları
aydınlatmak
üzere yazılmış bir eserdir.[806] Timaseus ayrıca kilise kararları ve kendi zamanına kadar yapılmış
olan sinodların kayıtlarının derlenip bir araya getirilmesini sağlamıştır. Synodicon
Orientale diye bilinen bu eser, 410-775 seneleri arasında Doğu Kilisesi
bünyesinde toplanan 13 sinodun görüşme ve kararlarını içermektedir.[807] Tercüme konusunda da teşvik edici bir rol oynayan Timaseus’un,
kendisinin de Aristoteles’in Topica adlı eserini tercüme ettiği ifade
edilmektedir.[808]
Buhtîşû‘
ailesinin en meşhur ferdi olan Cibrâîl’in (Sür. ^.â^^, Arp. Jp'j?^, İng. Gabriel/Jibrîl),[809]
babası Buhtîşû‘ b. Curcîs Halife Hârunürreşîd’in (hilâfeti: 170-
193/786-809) tedavisi amacı ile Bağdat’a geldiğinde onunla birlikte olduğu
düşünülebilir.
Muhtemelen Bağdat’taki ilk yıllarında öğrenimi ile meşgul olup babasına
yardımcı olan Cibrâîl, çevrede fazla tanınmamıştı. Saray çevrelerine ilk girişi
de babası Buhtîşû‘ sayesinde olmuştur. Bağdat’a gelişlerinin üzerinden dört
sene geçtikten sonra (175/791) Ca‘fer b. Yahyâ (ö. 187/803)[810] hastalanmıştı. Halife
Hârunürreşîd’in
(hilâfeti:
170-193/786-809) müsaadesi üzerine Buhtîşû‘ -halifenin özel hekiminin, müsaade
olmadıkça başkalarını tedavi etmesi yasaktı- tedavide başarılı olunca Ca‘fer,
ondan kendisi için bir hekim tavsiyesinde bulunmasını rica etmişti. Buhtîşû‘
oğlu Cibrâîl’in hekimlik konusundaki yeteneğinden bahsedince de Ca‘fer onunla
tanışmayı istemiş ve onu sınamak için saklamakta olduğu bir hastalığından
şikâyet etmişti. Cibrâîl onu üç gün tedavi ettikten sonra iyileştirmeye
muvaffak olunca Cafer’in özel hekimliğine alınmıştır. Kaynaklar bundan sonra ikisi
arasındaki dostluğun çok arttığını ve Cafer’in Cibrâîl olmadan yemek bile
yemediğini nakleder.[811]
Cafer ile
tanışması Cibrâîl’e halifenin özel hekimliğine giden yolu da açmıştır. Cafer’i
tedavisinden kısa bir süre sonra Hârûnürreşîd’in sevdiği cariyelerinden biri
hastalanmış, kolları açık vaziyette kasılıp kalmıştı. Hekimlerin değişik yağ ve
merhemlerle uyguladıkları tedaviler hiçbir fayda sağlamayınca Cafer, belki
elinden bir şey gelir ümidi ile halifeye kendi yetenekli hekimi Cibrâîl’den söz
etmişti. Cibrâîl huzura geldiğinde halife ona tıpla ilgili bazı sorular sorup
verdiği cevaplardan memnun kalınca cariyenin durumunu anlatmış; Cibrâîl de onu
tedavi edebileceğini söylemiş ve cariyenin huzura getirilmesini istemişti.
Cariye topluluğun karşısına çıkar çıkmaz Cibrâîl üzerine doğru koştu ve cariye
ile boğuşmaya başlamıştı. Biraz boğuştuktan sonra da sanki onu soymak istiyor
gibi elbisesinin eteklerini çekiştirdi. Utanç ve tedirginlikten ne yapacağını
bilemeyen cariye sonunda eteği açılmasın diye kollarını aşağıya uzatınca halife
ile birlikte salonda bulunanlar şaşkınlık içinde kaldılar. Bu olay üzerine
Cibrâîl’e beş yüz bin dirhem verilmesini emreden halife, ondan hoşlanmış ve onu
hekimbaşılığa getirmiştir.[812] Devam eden yıllarda yıldızı
parlayan Cibrâîl, halifenin özel hekimliğini yapmış ve ondan sürekli ihsan
görmüştür. Halifenin kendisine duyduğu hüsnüzan o kadar ileri derecedeydi ki, “Kimin
benden isteği varsa onu Cibrâîl’e söyletsin. Çünkü onun benden istediği her
şeyi yaparım.” derdi. Kaynaklarda kumandan ve devlet adamlarının bile
halledilmesi gereken bazı işlerinde ona gittikleri rivayet edilir.[813] Hatta bir gün halife, Cibrâîl
için hacda çok dua ettiğini söyleyince yanındakiler şaşırıp onun zimmî olduğunu
söylemişler; bunun üzerine halife de: “Evet, fakat bedenimin iyiliği ve
düzeni ona bağlıdır. Müslümanların iyiliği de bana... Dolayısıyla Müslümanların
da iyiliği Cibrâîl’in iyiliği ve bekasına bağlıdır.” demiştir. Orada
bulunanlar da halifenin bu sözünü tasdik etmişlerdir.[814]
Cibrâîl özel hekimi sıfatıyla sürekli halifenin yanında bulunur ve onu takip
ederdi. Sağlığı ile ilgili en ufak bir durum olduğunda anında müdahale etmesi
gerekirdi. Halifenin de, sağlığı ile ilgili konuları koşulsuz bir şekilde ona
emanet ettiği anlaşılmaktadır. Cibrâîl’in yemek esnasında hazır bulunmasına o
derece önem verirdi ki o gelmeden asla yemeğe başlamazdı.[815]
Rivayette, Cibrâîl’in hizmet etmeye başladığı tarihten sonraki on beş yıl
boyunca Hârûnürreşîd’in hiç hastalanmadığı belirtilir.[816]
Bu durum hiç şüphesiz hekimin, halife katındaki değerinin had safhaya
ulaşmasında etkili olmuştu.
Geçen uzun
ikballi yıllardan sonra Halife Hârûnürreşîd’in ölüm hastalığının gelmesi,
Cibrâîl için zor zamanların başlaması anlamına gelmekte idi. Horasanda çıkan
karışıklıklar üzerine 192/808 yılında sefere çıkan halife, Tus şehrine
geldiğinde burada rahatsızlandı. Cibrâîl’in tedavi etme çabasına rağmen
hastalıkta bir düzelme olmayınca halife Cibrâîl’e kızdı ve hapsedilmesini
emretti[817] Halifenin hastalıktan
kurtulamayacağını ve kısa bir müddet sonra öleceğini anlayan Cibrâîl, bu
durumdan
Fazl b. Rebî‘e[818] de bahsetmişti.[819] Diğer yandan hastalıktan
kurtulamayan halifenin tedavisi için Fâris’ten, tıptan anlayan bir piskopos
getirilmişti. Hastalığın durumunu inceleyen piskopos, “Seni tedavi eden kişi
tıptan hiçbir şey anlamıyormuş.” deyip durum kötüleştikçe suçu Cibrâîl’in
yanlış tedavisine bağlayınca halifenin Cibrâîl’e duyduğu öfke daha da arttı ve
tecrübeli hekimin idam edilmesini emretti. Halifenin fazla yaşayamayacağını
bilen Fazl ise emri uygulamayıp Cibrâîl’i saklamış, birkaç gün sonra halifenin
ölmesi üzerine de Cibrâîl ölümden kurtulmuştur.[820]
Fazl’ın Cibrâîl’i kurtarma gayretinin arkasında ona duyduğu muhabbet olmalıdır.
Zira aynı günlerde o da hekimlerin iyileşmesinden ümitlerini kestikleri ağır
bir kulunç hastalığına yakalanmış ve Cibrâîl kendisini güzel bir şekilde tedavi
etmişti. Bunun üzerine Fazl’ın hekime duyduğu muhabbet de artmıştı.[821] Diğer bazı kaynaklarda
halifenin, hatalı ilaç kullanması ve yanlış tedavi uygulamasından dolayı
Cibrâîl’e kızdığı ve bir gece onu öldürmek için yanına çağırdığı nakledilir.
Cibrâîl halifeden yarına kadar müsaade etmesini istirham eder ve sabaha
iyileşmiş olacağını söyler. Bunun üzerine halife o gece onu öldürmez, ancak o
gece kendisi ölür (193/809).[822]
Hârûnürreşîd’in
kaynaklara da yansıyan bir ifadesinden, Cibrâîl’in Me’mûn’dan çok Emîn’e yakın
olduğu anlaşılmaktadır.[823] Gerçekten de halifenin
ölümünden sonra Emîn ile Me’mûn arasındaki mücadele başlayınca Cibrâîl, Emîn’in
(hilâfeti: 193-198/809-813) yanına gitmiş ve hakkında idam hükmü olmasına
rağmen Bağdat’ın yeni halifesi onu kabul edip bol ikram ve ihsanda bulunmuştu.
Ona yaptığı ihsanlarda babasını aştığı söylenen halife, hilafeti süresince
Cibrâîl’i hiç yanından
ayırmamış ve
daima onun gözetimi altında yiyip içmişti. Ne var ki onun hilafeti uzun sürmedi
ve bu, Cibrâîl için zor yılların başlaması anlamına gelmekte idi. İktidarı ele
geçirdikten sonra Merv’de kalmaya devam eden Me’mûn (hilâfeti:
198-218/813-833), Bağdat’ta Hasan b. Sehl’i[824]
yetkili kılmış ve yazdığı mektuplardan birinde Cibrâîl’in de tutuklanıp
hapsedilmesini emretmişti. Cibrâîl’den hoşnutsuzluğunun, onun Emîn’e
yakınlığından kaynaklandığını anlamak hiç de zor değildir. Babasının
hastalığında Cibrâîl’in yanlış tedavi uygulamış olduğu düşüncesi ve hakkında
verilmiş olan idam hükmü de bunda etkili olmuş olabilir. Bununla birlikte
202/818 yılında Hasan b. Sehl’in hastalanması Cibrâîl için bir fırsat
doğurmuştu. Hekimlerin iyileştiremediği hastalığı, hapisten çıkarılan Cibrâîl
birkaç gün içinde iyileştirince Hasan b. Sehl durumu halifeye yazmış, halifenin
onu affettiğini bildirmesi üzerine de Cibrâîl hapisten kurtulmuş ve itibarı
iade edilmişti. Ancak bu durum da fazla uzun sürmemiş, Me’mûn 204/819 senesinde
Bağdat’a gelince Cibrâîl’e duyduğu kızgınlıktan dolayı onun yine hapsedilmesini
ve hizmetten uzaklaştırılmasını emretmişti. Üstelik Me’mûn, Cibrâîl’e acı
çektirmek amacıyla olsa gerek, damadı Mîkâîl’i onun yerine getirmiş ve ona bol
ihsanlarda bulunmuştur.[825]
Bu durum,
210/826 yılında halife hastalanıncaya kadar böyle devam etmiştir. Halifenin
hastalığı hekimlerin tedavi yöntemleri sonucu daha da kötüleşince kendisine,
küçüklük yıllarından beri mizacını tanıdığı gerekçesiyle, Cibrâîl
hatırlatılmıştı. Başta bunu kabul etmeyen halife, gücünün iyice azalması üzerine
Cibrâîl’in getirilmesine izin vermek durumunda kalmıştır. Halifeyi muayene eden
Cibrâîl tedavi yöntemini tamamen değiştirmiş, bir gün sonra tedavinin etkisi
belli olmuş ve üçüncü gün halife tamamen iyileşmişti. Cibrâîl’in yeme içme
konusunda kendisine müsaade etmesiyle de herşey normale dönmüştü. Bu olaydan
sonra Me’mûn, Cibrâîl’e bir milyon dirhem verilmesini, ayrıca mülk ve
arazilerinden el konulanların da iade edilmesini emretmiştir. Kendisini bu zor
hastalıktan kurtaran Cibrâîl’e duyduğu öfkeyi unuttuğu anlaşılan Me’mûn’un, ona
babasından daha fazla ihsanda bulunduğu nakledilir. Cibrâîl bu olaydan sonra
eski itibarına kavuşmuş ve yine sarayda herkes tarafından saygı duyulan bir
kişi haline gelmiştir. O derece ki, yeni bir makam elde eden herkes onunla
görüşüp ona ikramda bulunmadan görevinin başına geçmezdi.[826]
Cibrâîl bu
son yaşananlardan sonra her ne kadar eski ikbaline, hatta daha fazlasına
ulaşmış ise de bu hali fazla uzun sürmemiş, Me’mûn’un 213/828 senesinde Rum
diyarına sefere çıkmaya hazırlandığı esnada rahatsızlanmıştır. Seferde halifeye
eşlik edemeyeceği anlaşılınca yerine, yine bir hekim olan oğlu Buhtîşû‘ b.
Cibrâîl gitmiştir. Hastalıktan kurtulamayan Cibrâîl ise, halife seferden
dönmeden önce ölmüştür. Kaynaklar emsaline az rastlanır derecede kalabalık bir
cenaze töreni olduğunu ifade eder. İbn Ebû Usaybia’nın kendisinden nakilde
bulunduğu Fesyûn bunu, Cibrâîl’in hayatta iken yaptığı hayırlı ve güzel
işlere bağlamaktadır. Cibrâîl, Medâin’deki Mar Sercis Manastırı’na
defnedilmiştir.[827]
İbnü’l-Kıftî
ve İbn Ebû Usaybia Cibrâîl’in serveti konusunda rakamlar vermektedir. Bu
rakamların kaynağı Buhtîşû‘ b. Cibrâîl’in kütüphanesinde bulunan bir defterdi.
Anlaşıldığına göre Cibrâîl, çeşitli yerlerden elde ettiği gelirleri bu deftere
kaydettirmiş ve kendisi de üzerinde bazı düzeltmeler yapmıştı.[828] İbn Ebû Usaybia; Cibrâîl’in
Halife Hârunürreşîd’den, onun yakınlarından, Bermekîlerden, arazilerinden ve
diğer devlet büyüklerinden elde ettiği miktarları ayrı ayrı vermektedir.[829] İbnü’l-Kıftî ve İbn Ebû
Usaybia’nın Hârûnürreşîd’e yirmi üç, Bermekîler’e de on üç senelik hizmet
dönemini kapsadığını ifade ettikleri defterde geçen bilgilere göre, Cibrâîl’in
bu dönemdeki toplam geliri yaklaşık doksan milyon dirhem ya da dokuz yüz bin
dinardır.[830] Öztürk, Cibrâîl’in en erken
-babasının muhtemel ölüm yılı olan- 185/801’de Hârûnürreşîd’in hizmetine girmiş
bile olsa, ona en fazla sekiz sene hizmet etmiş olabileceğini söylemekte;
dolayısıyla kaynakların yirmi üç senelik Hârunürreşîd dönemine ait
gösterdikleri kayıtların, Cibrâîl’in ölümüne kadarki bütün hizmet yıllarını
kapsaması gerektiğini ifade etmektedir.[831]
Ancak, daha önce de yer verilen bilgilerden hareket edildiğinde, babasının
ölümünden çok daha önce Cibrâîl’in halifenin hizmetine girmiş olduğu
anlaşılmaktadır. Zira hilafetinin birinci yılında hastalanan Hârûnürreşîd
Buhtîşû‘u Bağdat’a getirtmiş (171/787),[832]
gelişinin dördüncü yılında hastalanan Ca‘fer’i tedavi ettikten sonra Buhtîşû‘
ona oğlu Cibrâîl’i hekim olarak tavsiye etmiş (175/791),[833]
-kaynakların ifadesine göre- bundan kısa bir süre sonra da[834]
halifenin cariyesini iyileştiren Cibrâîl onun hizmetine girmiştir. Bu durumda
Cibrâîl, Hârûnürreşîd’in halife olmasının üzerinden en fazla beş-altı yıl
geçtikten sonra onun hizmetine girmiş olmalıdır. Babası Buhtîşû’un 800 yılından
önce öldüğüne dair bir kayıt bulunmasa da, bu döneme ait hakkında hiçbir
rivayet bulunmaması, onun 790’lı yılların başında hastalık veya yaşlılık gibi
herhangi bir sebeple kendi köşesine çekilip saray hizmetinden ayrılmış olduğunu
düşündürmektedir. Sonuç olarak Öztürk’ün, kaynaklarda yirmi üç sene olarak
verilen hizmet yılına itirazına katılmakla birlikte; Cibrâîl’in Hârûnürreşîd’e
en fazla sekiz sene hizmet etmiş olabileceğini ifade etmenin de yanlış olacağı
kanaatindeyiz. Kaynaklarda sunulan ve yukarıda serd edilen veriler ise bize
sadece, Cibrâil’in halifeye on sekiz seneden fazla hizmet etmiş olmadığını
söyleme imkânı vermektedir. Bununla birlikte Ca‘fer ile tanışmasından kısa bir
süre sonra halifenin hizmetine girdiği bilgisi dikkate alınırsa; on sekiz
sayısını ancak birkaç yıl aşağı çekebiliriz. Bunun dışında defterde tutulan
yirmi üç senelik kaydın bir kısmı, Öztürk’ün ifade ettiği gibi Hârûnürreşîd’den
sonraki halifelere hizmetinden elde ettiği gelirleri de kapsıyor olabilir.
Burada Cibrâîl’in Emîn’e beş yıl, Me’mûn’a ise ömrünün sonunda ancak iki yıl
hizmet ettiğini hatırlatmakta fayda var. Şu durumda yirmi üç yıllık kayıt, üç
halifenin döneminde sunulan hizmetin karşılığında elde edilen gelirleri
kapsayabileceği gibi; sadece Hârûnürreşîd ve Emîn dönemlerine de ait olabilir.
Cibrâîl
ölmeden önce, seferden döndüğünde halifenin onayına sunulmak üzere vasiyetini
yazmış ve damadı Mîkâîl’e teslim etmişti. Bağdat’a dönen Me’mûn, emektar
hekimin vasiyetine uymuş ve dokuz yüz bin dinarlık[835]
servetten hiçbir şeye itiraz etmeden tamamını Buhtîşû‘a vermiştir. Buhtîşû‘ ilk
iş olarak babasının defnedildiği Mar Sercis Manastırı’na gidip orayı imar
ettikten sonra, manastır için din adamları toplamış ve onların masraflarını
kendi üzerine almıştır.[836]
Buraya
kadar anlatılanlardan Cibrâîl’in hayatının inişli çıkışlı bir seyir takip
ettiği anlaşılmaktadır. Aslında bu, hükümdarlara hizmet eden hekimler için
sürekli karşılaşılan olağan bir durumdu. Yetenekli bir hekim hükümdarın veya
yakınlarının hastalığını iyileştirdiğinde hızlı bir şekilde yükselir, tedavi
edemediği bir hastalıktan dolayı da bir anda her şeyini kaybedebilirdi. İyi ve
kötü günler geçiren hekim Cibrâîl, her ne kadar dönem dönem halifelerin
gazabına uğramışsa da sahip olduğu yeteneği sayesinde, sonunda başvurulan kişi
olmayı başarmıştır. Halifeler nezdinde elde ettiği konumun onun diğer hanedan
üyeleri ile ilişkilerine de yansıdığı görülür. Sahip olduğu itibar sayesinde
onlardan da saygı gören Cibrâîl, bu kişilerle kimi zaman samimi kimi zaman
şakacı tavırlar içine gimiş, zaman zaman da onlara küçük oyunlar oynamaktan
geri durmamıştır. Kaynaklarda Cibrâîl’in başından geçen çeşitli ve ilginç
olaylar ile ilgili oldukça fazla malumat bulunmaktadır. Çalışmamızın kapsamını
aştığı için bu konuya girmeyeceğiz.[837]
Döneminin
tıp bilgisine hâkim, seçkin bir tabip olduğu kaynakların verdiği bilgilerden
anlaşılan Cibrâîl, İbn Ebû Usaybia’nın ifadesine göre gayretli ve azimli
biriydi.[838] Bununla birlikte seleflerini
saygı ile yâd edecek kadar da geniş gönüllü idi. Kendisinin Galen ile
kıyaslanmasına itiraz eden Cibrâîl, tıp ilminin kendi zamanına onun sayesinde
ulaştığını ve babası bir çiftçi olan Galen’in nesiller boyu ataları tıp ile
meşgul olan kendisiyle kıyas edilemeyeceğini ifade ederken; hem Galen’i
kendisinden üstün tutumuş hem de sahip olduğu birikimi ailesine borçlu olduğunu
vurgulamıştır.[839] Kaynaklar
Cibrâîl’in genç bilim adamlarına verdiği desteklerden de bahseder. Bunlardan
birisi Mâseveyh idi. Cibrâîl aslen bir tıp tahsili görmemiş olan ve sadece
hastalıkların ilaçlarını şifahi ve tecrübi yolla öğrenmiş, hekim olmaktan
ziyade bir eczacı diyebileceğimiz Mâseveyh’i Cündişâpûr’dan getirip ona sahip
çıkmış ve onu evlendirmişti. Bu evlilikten daha sonraları sarayda hekim olarak
hizmet verecek olan Mîkâîl ve Yuhannâ isimli çocuklar dünyaya gelmiştir.[840] Cibrâîl bu iki kardeşi de
desteklemiş ve onlara tıp konusundaki bilgilerini aktarmıştır.[841] Yine Cibrâîl’in, henüz çok
genç bir yaşta bulunan ve hocası Yuhannâ b. Mâseveyh (ö. 243/857)
tarafından ders halkasından kovulan Huneyn b. İshâk’a (ö. 260/873) sahip çıkıp
ona Grekçe’den tercümeler yaptırdığı da bilinmektedir.[842]
Kaynaklar, “Bu genç, eğer ömrü uzun olursa Re’sül’aynlı mütercim Sergius’u[843] [844]
bile geçecektir.”861 diyerek
Huneyn’i methettiğini nakleder. Nitekim zaman, onun bu tespitinde haklı
olduğunu göstermiştir. Huneyn Risâle ’de, Cibrâîl için tercüme yaptığı
sırada yaklaşık on yedi yaşında olduğunu ifade eder.[845]
Huneyn’in 194/810 senesinde doğduğu düşünülürse, 213/828 senesinde ölen Cibrâîl
bu sırada ömrünün son yıllarını yaşıyor olmalıdır.
Eserleri:
1. Sıfâtün nâfi‘a. Halife Me’mûn için yazmıştır. 2. Kitâbün fî
Veremi’l-hısâ. Râzî, el-Hâvî’de kitaba atıf yapmaktadır.[846] 3. Risâletün fi’l-met‘am
ve’l- meşrab. Halife Me’mûn için yazmıştır. 4. Kitâbün fi’l-Bâh.
Cinsel ilişki ile ilgili konuları incelemiştir. 5. Kitâbü’l-Medhal ilâ
sınâ‘ati’l-mantık. Cibrâîl’in sadece tıp ile değil, felsefe ve mantık ile
de ilgilendiğini göstermektedir. Cibrâîl’in babası Buhtîşû‘ b. Curcîs Hârûnürreşîd
zamanında Bağdat’a geldiğinde, Ebû Kureyş İsâ’nın daha önce bahsi geçen
sözlerinden; sadece onun değil, önceden beri ailesinden gelen bilginlerin de
felsefe ve mantık ile ilgilendikleri anlaşılmaktadır. 6. Risâle muhtasara
fi’t-tıbb. 7. Kitâbün fî San‘atil’l-buhûr. İbn Ebû Usaybia eserin
Halife Me’mûn için yazıldığını kaydeder. 8. Künnâş. Tıp konusundaki
tecrübe ve birikimini kayda geçirdiği eseridir.[847]
Râzî’nin Cibrâîl’den yaptığı atıflar yüksek ihtimalle bu eserdendi.[848] 9. Makâle fi’l- ‘ayn.[849] Cibrâîl’in ismi, sözlük
yazarı Hasan b. Behlûl’ün eserinde birkaç yerde anılmaktadır. Buradan
yola çıkan Assemani ve Baumstark, Cibrâîl’in aynı zamanda bir sözlük yazarı
olduğu kanaatine varmışlardır.[850] Ancak onun, Hasan b.
Behlûl’ün kaynaklarından biri olması daha muhtemeldir.[851]
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
SÜRYÂNÎLER’İN ABBÂSÎ BİLİM ÇEVRELERİNDE
ETKİNLİKLERİNİN ARTMASI
(III-IV/IX-X. ASIRLAR)
Bu dönemde; İslâmî ilimlerden olan hadis, tefsir, fıkıh, kelâm
ve dil bilim çalışmalarında önemli gelişmeler yaşanmıştır. Aynı zamanda bir
hadis âlimi olan Ahmed b. Hanbel’in (ö. 241/855) Müsned adlı eseri bu
dönemde yazılmış olmakla birlikte,[852]
daha sonra eserleri en güvenilir hadis kaynakları içinde yer alacak olan Buhârî
(ö. 256/870) ve
Müslim (ö. 261/875) de
çalışmalarını bu dönemde
sürdürmüşlerdir.[853] Yine bugün Kütüb-i Sitte
olarak bilinen külliyatta eserleri bulunan İbn Mâce (ö. 273/886), Ebû Dâvûd (ö.
275/888), Tirmizî (ö. 279/892) ve Nesâî (ö. 303/915) bu dönemde yaşamışlardır.[854] Ayrıca Şiî dünyasında muteber
hadis kaynaklarından kabul edilen Küleynî’nin (ö. 329/941) el-Kâfî’si de bu dönemin
eseridir.[855] Tefsir alanında Kur’ân
ayetlerinin baştan sona açıklandığı sistematik tefsirler ortaya çıkmıştır. Bu
tefsirlerin ilk örneğini İbn Cerîr et-Taberî (ö. 310/923) yazmıştır.[856] Fıkıh alanında
kökleri daha eskiye dayanan Hanefîlik ve Mâlikîlik ile birlikte daha çok bu
dönemde ortaya çıkıp yaygınlık kazanmaya başlayan Şâfiîlik ve Hanbelîlik
mezheplerinin görüşleri etrafında eserler yazılmıştır.[857]
Bu dönemde zirve noktasına ulaşan şuûbiyye[858]
hareketine karşı Arap dili üzerine yapılan çalışmalarda artış gözlenmiştir. Bu
çalışmalar hem Farsça eserlerin daha mükemmel bir şekilde Arapça kaleme alınması
hem de filoloji çalışmaları üzerinde yoğunlaşmıştı.[859]
Bu dönemde
Ezrakî (ö. 223/838), Medâinî (ö. 225/840), İbn Habîb (ö. 245/859) ve Câhiz (ö.
256/869) gibi bilginler de tarih alanında eserler vermişlerdir. Vâkıdî
(207/823) ve öğrencisi İbn Sa‘d’ın (ö. 230/845) çalışmalarından sonra Medine
tarih ekolü ile Irak tarih ekolü birleşmiştir. Bundan sonra eser kaleme alan
yazarlar daha geniş bir tarih görüşüne sahip olmuşlardır. Bunlardan en erken
eser vermiş olanlar arasında Kurtubî (ö. 238/853), Halife b. Hayyât (ö.
240/854) ve İbn Abdülhakem (ö. 257/870) sayılabilir. Bu isimler, İslâm
dünyasında büyük tarih kitapları yazanların ilkleridir.[860]
Devam eden yıllar tarihçilik alanında önemli gelişmelere sahne olmuştur. İlk
dönemlerde tarih yazıcılığı ile ilgilenenler sadece din âlimleri ve dilcilerden
ibaret iken git gide tarih yazarları içinde kâtiplik mesleği ile edebiyat,
matematik ve tabiî bilimlerle uğraşanlar da yer almıştır. III/IX. asrın
ortalarından itibaren tarih yazıcılığında daha geniş bir bakış açısı zaten
yakalanmıştı. Bu anlayış devam etmiş ve Ya‘kûbî’nin (ö. 292/905), eserinin
başına İslâm’dan önceki bütün milletlerden bahseden
bir
giriş koyması ile bir dünya tarihi ortaya çıkmıştır.[861]
Daha önceki geleneğin de bir temsilcisi olarak Belâzurî’nin (ö. 279/982) Fütûh’u[862] bu alandaki son çalışma
olmuştur. Dünya tarihlerinden en önemlisi ise hiç şüphesiz Taberî’nin (ö. 310/922), ilk
dönemlerden
beri ilmî bir usûl olarak benimsenmiş olan kaynak verme metodunu kullanarak
kaleme almış olduğu Târîhu’r-rusül ve’l-mülûk[863]
adlı eseri idi.[864] IV/X. asrın ortalarından
itibaren ise tarihçilik anlayışı biraz daha değişmişti. Bu devrin tarihçileri
geçmiş olayların kısa bir özetini verdikten sonra kendi dönemindeki olaylardan
bahsetmişlerdir. Bu dönemde senet anlayışı ortadan kalkmış, tarihçilik tamamen
din dışı bir alana taşınmıştır. Tarihçilerin büyük bir kısmı da kâtipler ve
saray çalışanları arasından çıkmıştır.[865]
Bu dönemin en büyük yazarlarından Mes’ûdî (ö. 345/956) senelere göre değil
konulara göre tertip ettiği otuz ciltlik eseri ile tarihçilik alanında farklı
bir çığır açmış, bu yönüyle kendisinden sonra gelen bazı tarihçilere örnek
olmuştur.[866]
Döneme
damgasını vuran bir diğer İslâmî ilim ise, mu‘tezilenin öncülüğünde gelişen
kelâm ilmi idi.[867] Bu dönemde başta Me’mûn (hilâfeti:
198-218/813-833) olmak üzere halifelerin teşviki ile farklı Müslüman fırkalar
arasındaki imanla ilgili tartışmalı konular, düzenlenen ilmî meclislerde
gündeme getirilmiş; her fırka kendi düşüncesini ispatlamak için deliller ortaya
koyarken diğer fırkaların delillerini de çürütmeye çalışmıştır.[868] Yerleştirilmeye çalışılan
tartışma kültürüne karşılık aynı dönemde mu‘tezile âlimleri desteklenmiş,
halifeler tarafından da desteklenen görüşlere muhalefet edenler ise baskı
görmüştür. Özellikle Halku’l-Kur’ân[869]
konusunun din âlimlerine dayatıldığı bu baskı sürecine mihne[870] denmiştir. Siyasî gücün de
desteğiyle mu‘tezile düşüncesinin hâkim olduğu bu dönem, Halife Mütevekkil’in
(hilâfeti: 232-247/847-861) iş başına gelmesiyle son bulmuş; bu dönemden
itibaren de daha çok mu‘tezile âlimlerinin baskı altında kaldığı bir süreç
başlamıştır.[871] Aynı dönemde Abdullah b.
Küllâb el-Basrî (ö. 240/854?), Hâris el-Muhâsibî (ö. 243/857) ve Ebü’l-‘Abbâs
el- Kalânisî (ö. IV/X. asır başları?) gibi âlimler, yaklaşık bir asır sonra
mu‘tezileye tepki olarak ortaya çıkacak olan ehl-i sünnet mezhebinin zeminini
oluşturmuşlardır. Bu âlimler, kelâm ilminin metotlarını öğrenmişler ve selef
akidesine yöneltilen eleştirileri delillerle cevaplamaya çalışmışlardır.[872] Halife Mütevekkil (hilâfeti:
232-247/847-861) döneminde mu‘tezile mezhebinin gözden düşmesi sonucunda, Kelâm
ilmindeki üstünlükleri de azalmaya başlamıştır. Devam eden süreçte mu‘tezile
düşüncesinden ayrılan Ebü’l-Hasan el-Eş‘arî (ö. 330/941), selef düşüncesi ile
mu‘tezile düşüncesi arasında bir yol benimsemiştir.[873]
İmam Eş‘arî’nin görüşleri Irak’ta yayılırken Mâverâünnehir’de de İmam Mâtürîdî
(ö. 333/944) paralel bir akımın kurulmasına öncülük etmiştir.[874] Mu‘tezilenin zayıflaması ve
Ehl-i Sünnet olarak tanımlanan bu iki akımın etkinliği sayesinde kelâm ilmi,
IV/X. asrın başlarından itibaren büsbütün Ehl-i Sünnet’in eline geçmiştir.[875] Bu akımların genel yaklaşımı,
naklin yanında akla da yer vermek şeklindeydi. Naslara yaklaşımda selefin
yolundan giderlerken uyguladıkları metot bakımından mu‘tezilenin yolundan
gitmekteydiler.[876]
Yine bu
dönemin Arap edebiyatının önemli yapıtları arasında Binbir Gece Masalları’nı
saymak gerekir. Hint ve İran menşeli hikâyelerin Arapça’daki ilk taslağı,
Cehşiyârî (ö. 331/942-43) tarafından oluşturulmuştur. Zamanla Hint, Grek,
İbrânî gibi farklı kültürlerden hikâyelerin de eklenmesiyle eser, sürekli
gelişme kaydetmiştir.[877]
Yabancı
bilimler söz konusu olduğunda da bu dönem, daha önce başlamış olan çalışmaların
sürdüğü ve kapsam olarak genişlediği bir dönem olmuştur. III/IX. asrın
ortasından itibaren yabancı bilimlerde orijinallik ve yaratıcılık artmaya
başlamıştır. Özellikle V/XI. asrın ortasına kadar devam eden iki yüz yıllık
süreç içinde her bilim dalında büyük şahsiyetler yetişmiş ve başyapıt
denebilecek eserler yazılmıştır.[878]
Bu eserlerin temel özelliği, daha önce Grekçe’den tercüme edilmiş olan ana
kaynakları da birçok yönden aşmış olmalarıydı.[879]
Tercümeler
ve bilimsel çalışmaların sürdürülmesinde dönemin başında hilâfet makamında
bulunan Halife Me’mûn’un önemli katkısı olmuştur. Me’mûn, yabancı bilimlerin
büyük değer gördüğü bir ortamda yetişmişti.[880]
Bu yüzden onun bilime değer vermesi kaçınılmaz bir durumdur. Bununla birlikte
onun bilim alanındaki politikalarını etkileyen birkaç unsurun varlığını da
ifade etmek gerekir. Her şeyden önce Halife Me’mûn; bir iç savaş sonucunda, hem
de halife olan kardeşi Emîn’in (hilâfeti: 193- 198/809-813) öldürülmesi üzerine
iktidara gelmişti ve bu süreçte zayıflayan merkezî otoriteyi güçlendirmek
zorundaydı.[881] Bu işi Merv’de İranlı unsurun
etkisi altındayken başaramayacağını fark edince de Bağdat’a yerleşmeye karar
vermişti. Esasında ilk dönemde olduğu gibi, devlet idaresinde artık İranlı
unsurun baskın desteğine de ihtiyaç kalmamıştı. Zira bu yönden gelen tehditler
büyük ölçüde bertaraf edilmiş, Hârûnürreşîd (170-193/786-809) döneminden beri
de zaten bu unsura yönelik bir tasfiye süreci işleme sokulmuştu.[882]
Me’mûn
Bağdat’a geldikten sonra, merkezî otoriteyi yeniden sağlama politikasına
yönelik olarak biri siyasî biri dinî alanda olmak üzere iki tutumu
benimsemişti. Buna göre; İslâm’ın siyasî alandaki tek savunucusu kendisi
olmalı, dinî alanda da İslâm’ın doğru yorumunda son karar ona ait olmalıydı. Bu
politikasının yansıması olarak Me’mûn, hem İslâm’ın hem de bilimin düşmanı olan
Bizans’a karşı seferlere başlamıştı.[883]
Çünkü Bizans hem Hıristiyan idi hem de Grek bilimlerini dışlamıştı.[884] Bu şekilde tanımlanan Bizans
düşmanlığı, aynı zamanda Me’mûn’un yabancı bilimlere ve bu bilimlerden
yapılacak tercümelere de destek vermesini zorunlu olarak netice veren bir durum
olmuştu. Me’mûn’un merkezîleşme politikasının ikinci yansıması ise dinî alanda
yaşandı. Bu döneme kadar dinî ilimlerle ilgili çalışmalar, iktidar ile herhangi
bir bağlantısı olmayan bağımsız ulemâ tarafından yürütülmüş; bu da zaman içinde
yerel dinî otoritelerin (daha çok hadisçiler) ortaya çıkmasına neden olmuştu.
Me’mûn bu otoritelerin varlığını ve bağımsızlığını kendi iktidarı için bir
tehdit olarak algılamaktaydı.[885] Aynı zamanda değişik fırkalar
tarafından dinî konularda ortaya atılan çok çeşitli görüşlerin de bir noktada
uzlaştırılması gerektiğini düşünüyordu. Bu amacına ulaşmak için Me’mûn,
kendisinin de desteklediği entelektüel bir âlimler sınıfı oluşturmaya çalıştı.
Bu âlimler ise mevâlî tabana dayalı mu‘tezile mezhebine mensup kişilerdi. Zira
diyalektik ve cedel yöntemlerini etkin bir şekilde kullanarak tartışmalarda
üstün gelmeleri sebebiyle Me’mûn’un amacına hizmet edebilecek yegâne grup
onlardı.[886] Aynı amaca ulaşmak için
halife, farklı görüşlerden âlimlerin katıldığı tartışma meclisleri tertip
etmekteydi. Bu meclislerde katılımcılar, delile dayanmak kaydıyla her türlü
görüşü savunabilmekteydiler. Toplantıların nihai amacı ise tartışma ve
diyalektik yöntemler kullanılarak dinî konularda ortaya atılan çeşitli görüşler
arasında uzlaşmayı sağlamak ve nihayetinde en doğru görüşü ortaya çıkarmaktı.
Böylece din konusunda çok seslilik önlenmiş ve birlik sağlanmış olacaktı.[887] Halife Mu‘tasım
(hilâfeti: 218-227/833-842) ve Halife Vâsik (hilâfeti: 227-232/842- 847)
dönemlerinde de tertiplenmeye devam eden bu toplantılar Mütevekkil dönemi ile
birlikte görkemini kaybetmiştir.[888]
Me’mûn döneminden itibaren sürdürülen bu tartışmalarda diyalektik ve cedel
yöntemlerinin kullanılması; mantık, felsefe ve teoloji eserlerine duyulan
ihtiyacı artırmıştı. Bu durum da yine daha önce başlamış olan yabancı
bilimlerin alınmasını sürecini teşvik eden bir diğer unsur olmuştur.
Bu dönemin
başlarından itibaren daha önce tercümelerle elde edilen yabancı bilimlerin
özümsenme süreci hemen hemen tamamlanmış ve artık bilimler geliştirilmeye
başlamıştı. Bu geçiş döneminin yabancı bilimlerde öne çıkan ilk müellifi Câbir
b. Hayyân (ö. 200/815) idi. O ilk başta tercüme eserlerin etkisinde bilimsel
çalışmalarını yürüten bir kimyacı iken, ilerleyen yıllarda cesur ve yaratıcı
bir doğa filozofu olmuştu. Onun eserleri kronolojik sıraya göre incelendiğinde,
kaydetmiş olduğu bilimsel gelişme de açığa çıkmaktadır.[889]
Aynı süreci dönemin diğer bilim dalları ile meşgul olan bilginlerinde de görmek
mümkündür. Halife Me’mûn’un da desteğini gören Hârizmî’nin (ö. 232/847’den
sonra) özgün çalışmaları neticesinde cebir, müstakil bir ilim haline gelmiş;
onun Kitâbü’l-Cebr ve’l-mukâbele adlı eseri, bu konuda devrim
yaratmıştır.[890] Diğer bilim dallarında olduğu
gibi cebir de III/IX. asrın ikinci yarısından itibaren büyük bir gelişme
kaydetmiştir. Bu yıllarda Ebû Kâmil Şücâ‘ b. Eslem’in (III- IV/IX-X. asır)
çalışmaları incelendiğinde daha önceki çalışmalara kıyasla katedilen mesafe
ortaya çıkmaktadır.[891]
Yine
Hârizmî’nin de içinde bulunduğu bir heyet, Halife Me’mûn’un teşviki ile
coğrafya ve haritacılık üzerine çalışmalar yürütmüş; tercüme eserleri temel
almakla birlikte, gerçekleştirilen gözlemlerle de geliştirilmiş olan bir dünya
haritası çizmişlerdir.[892] Yine Halife Me’mûn’un
öncülüğünde bu dönemde; yeryüzü ölçümü, dünyanın yarıçapının hesaplanması,
kıblenin tespit edilmesi konularında da önemli çalışmalar gerçekleştirilmiştir.[893] Coğrafya çalışmalarıda Halife
Me’mûn döneminden itibaren artarak devam etmiştir. Daha önce coğrafyaya dair
bilgiler, şehir tarihleri ve fütûh eserleri içinde bulunurken; III/IX. asrın
ikinci yarısından itibaren sadece beşeri coğrafyaya hasredilmiş eserler
yazılmaya başlamıştır. Coğrafya çalışmalarının müstakilleşmesinde Batlamyus’un
birkaç kez Arapça’ya tercüme edilmiş olan Geography adlı eseri ile
Hârizmî’nin bu eser örnekliğinde kaleme almış olduğu Sûretü’l-arz adlı
eserinin etkisi olduğunu ifade etmek gerekir. Geç Abbâsî Dönemi’nde yazılmış
beşeri coğrafya türünün ilk örnekleri arasında Câhiz’in (ö. 255/868) el-Emsâr
ve ‘acâibü’l-büldân’ı, İbn Hurdâzbih’in (ö. 289/902) Kitâbü’l-Mesâlik
ve’l-memâlik’i ve Ya‘kûbî’nin (ö. 300/913) Kitâbü’l-Büldân’ı
sayılabilir. IV/X. asrın ortalarından itibaren; hepsi de aynı coğrafya ekolünün
temsilcileri olan İstahrî (ö. 340/951-52’den sonra), İbn Havkal (IV./X. yüzyıl)
ve Makdisî’nin (ö. 390/1000 civarı) çalışmaları neticesinde daha sistematik
coğrafya eserleri kaleme alınmıştır. III/IX ve IV/X. asırlar İslâm coğrafya
edebiyatının en parlak devirleri olmuştur.
Astronomi
ile ilgili çalışmalar ise Halife Me’mûn’un emriyle kurulan rasathaneler
sayesinde farklı bir boyut kazanmıştır. Bu rasathanelerden ilki Bağdat’ın Şemmâsiye
mahallesinde kurulan rasathane idi. Oradaki gözlemlerin çok sağlıklı olmaması
üzerine de Şam yakınındaki Kâsiyûn tepesinde yeni bir rasathane
kurulmuştu. Rasathanelerin kurulmasındaki amaç, Batlamyus’un eserlerindeki
verilerin sağlamasını yapmak ve hatta daha kesin ölçümlere ulaşmaktı.[894] Gözlemler sonucu elde edilen
yeni ve daha kesin veriler, rasathanelerde görev yapan Hârizmî, Yahyâ b. Ebû
Mansûr (ö. 215/830’dan sonra) ve Sind b. Ali (ö. 250/864) gibi astronomi
bilginleri tarafından kayda geçirilmiş ve kitaplaştırılmıştır.[895] Devam eden yıllarda da
astronomiye ilgi sürmüştür. IV/X. asırda astronomi alanında dikkati çeken bilginlerden
ilki Bettânî’dir (ö. 317/929). Rakka’da 877-919 seneleri arasında gözlemler
yapmış olan Harranlı bilgin, daha önce Batlamyus’un ulaşmış olduğu sonuçlarda
düzeltmeler yapmıştır.[896] Onunla aynı
dönemde yaşamış olan Neyrîzî (ö. 310/922?) de Batlamyus ve Öklid’in eserleri
üzerine yapmış olduğu çalışmaları ile, bu eserlerin daha iyi anlaşılması ve
yaygınlaşmasına hizmet etmiştir.[897]
İslâm dünyasında daha III/IX. asırda; Batlamyus’un savunduğu dünya merkezli
sistemin aksine, güneş merkezli sistemin tartışılmaya başladığı görülür. Yine
dünyanın kendi ekseninde döndüğü fikri de Siczî ve Ca‘fer b. Muhammed b. Cerîr
tarafından savunulmuştur. Aynı dönemde astronomik araç-gereç icadı da başlamış
ve zamanla yaygınlaşmıştır.[898]
Bu dönemde
yine tercümelerin desteğiyle üzerinde yoğun çalışmalar yapılan diğer bir bilim
dalı da tıp idi. Dönemin Süryânî asıllı Müslüman bilgini Ali b. Rabben
et-Taberî, İslâm dünyasındaki ilk büyük tıp eseri sayılan Firdevsü’l-hikme’sini
kaleme almıştı. Hipokrat ve Galen ile birlikte Yuhannâ b. Mâseveyh ve
Huneyn b. İshâk’ın öğretilerine dayanan eserde Hint tıbbına da yer verilmiş;
patoloji, farmakoloji ve beslenme ile ilgili konular derlenmiştir.[899] Ali b. Rabben et-Taberî’den
sonra tıp alanında öne çıkan ilk bilgin, Ebûbekir er-Râzî (ö. 313/925)
olmuştur. Yüzün üzerinde büyük çaplı eser yazdığı nakledilir.[900] Tıp alanında yazdığı en
önemli eser ise el-Hâvî fi’t-tıb’dır. Eser mevcut Grek, Hint ve İran’da
sahip olunan tıp bilgisini kapsamaktan başka, İslâm dünyasında bu bilime
kazandırılmış olan yeni bilgileri de içermektedir.[901]
Ayrıca Câbir b. Hayyân’dan sonra Galen tıbbını eleştiren ikinci kişi
olarak Râzî’nin kaleme aldığı Kitâbü’ş-Şükûk da Müslüman bilginlerin bu
alanda katettiği mesafe ve sahip oldukları özgüveni göstermesi açısından
önemlidir.[902] Bu dönemde adı anılması
gereken bir diğer kişi de Ali b. ‘Abbâs el-Mecûsî’dir (ö. 385/995). Tıp
alanında kaleme almış olduğu, zikri geçen el-Hâvî ’ye göre daha özlü
olan, Kâmilü’s-smâ’ati’t-tıbbiyye adlı eseri İbn Sînâ’nın el-Kânûn’unu
yazmasına kadar el üstünde tutulmuştur.[903]
Bu dönemde ayrıca Müslüman tıpçıların öne çıkmış olması ve daha önce
Müslümanlar tarafından ilgi gösterilmeyen tıp ilminin gayr-i müslimlerin
tekelinden alınmış olması da dikkat çeken bir durumdur.[904]
Çok çeşitli
konularda eser vermiş olan Câhiz’in Kitâbü’l-Hayevân adlı eseriyle
zooloji literatürüne bir eser kazandırmış olması, bu dönemde İslâm dünyasında
başlayan bilimsel üretkenliği göstermesi açısından kayda değerdir.[905] Dönemin bilimsel gelişmelere
orijinal ve önemli katkıları bulunan bilginleri arasında, Me’mûn’un himayesi
altında yetişmiş olan ve Benû Mûsâ diye bilinen üç kardeşi de zikretmek
gerekir. Bu kardeşler, özellikle geometri ve astronomi alanlarında
yaptırdıkları tercümeler, bu eserler üzerine yaptıkları çalışmalar ve ortaya koydukları
yeni bulgularla bilim dünyasında haklı bir şöhrete kavuşmuşlardı.[906]
Hiç
şüphesiz bu dönemde İslâm dünyasında etkisini en fazla hissettiren yabancı
bilim felsefe olmuştur. Belki de bu büyük etkinin, felsefenin gerekli/faydalı
olup olmadığı üzerine yürütülen uzun tartışmalardan kaynaklanmış olduğunu ifade
etmek gerekir. Zira ilk baştan itibaren felsefe ile dini uzlaştırma gayreti
içinde olanlar olduğu gibi, felsefeye temelden karşı duranlar da vardı. Yine de
İslâm dünyasında felsefeye karşı genel tavrın, materyalist-ateist felsefe ile
teorik felsefenin dinle çelişen bazı problemlerinden kaynaklandığı
söylenmelidir. Buna karşılık özellikle ahlak ve siyaset gibi konuları içine
alan pratik felsefenin görüşleri bütün çevreler tarafından kabul görmüştür.[907] Toplumun çeşitli kesimlerinde
felsefeye karşı tutum ne olursa olsun, bu bilim dalı III/IX. asrın ilk
yarısından itibaren, tercüme ve teliflerle hızlı bir gelişme kaydetmiştir.[908] Dahası Müslümanlar bu konuda
öncüleri olan Hıristiyan bilginleri de kısa bir sürede aşmışlardır. İslâm
hâkimiyetinden çok daha önce Bizans idaresi, felsefî bilimlerin okutulmasını
yasaklamıştı. Her şeye rağmen bu bilimin okutulmaya devam ettiği İskenderiye
gibi yerlerde ise, kilisenin baskısı nedeniyle sadece Hıristiyanlıkla uygun olduğu
düşünülen kısımlar ilgi görmekteydi. Her ne kadar III/IX. asırdan önce de
Aristoteles’in mantık külliyatı başta olmak üzere bazı eserler Arapça’ya
tercüme edilmiş olsa da, Me’mûn dönemine kadar Abbâsî bilim çevrelerinde
felsefeye dair pek fazla eser bulunmamaktaydı. Halife Me’mûn’un öncülüğünde
mu‘tezile âlimlerinin etkisiyle tartışma konularının çeşitlenmesi, bu konudaki
ihtiyacı da artırmış ve bu dönemden itibaren felsefî eserler hızlı bir şekilde
Arapça’ya tercüme edilmeye başlamıştır.[909]
Felsefî çalışmalara verilen destek sayesinde bu dönemden itibaren, felsefenin
sadece belli bir alanı değil, elde edilebilen bütün felsefî eserler inceleme
konusu olmuştur. Dolayısıyla daha önce Grek felsefesini Platon ve Plotinus
üzerinden tanıyan Hıristiyanların aksine Müslümanlar, Grek felsefesinin
tamamına ilgi göstermişlerdir. Bu yüzden tercüme edilen eserler arasında,
Aristoteles ve Pisagor’un eserleri ile birlikte atomcu ve materyalist
filozoflara ait eserler de bulunmaktaydı.[910]
Yine sadece Antik Grek felsefesinden beslenen Hıristiyanların aksine
Müslümanlar; Hindistan, İran, Mezopotamya ve Mısır düşüncelerinden de istifade
etmekteydiler.[911] İlk dönemlerde daha çok
Yeni-Platonculuğun etkisinde bir seyir takip eden İslâm felsefesi kısmi olarak
İran ve Hint düşüncesinden de etkilenmiştir.[912]
III/IX.
asırda, Me’mûn’un da saygısını kazanmış olan Kindî (ö. 256/870), hem etnik hem
de kültürel manada ilk Arap filozofu olarak kabul edilir.[913]
Kendisinden sonrakiler üzerinde tesir icra edecek felsefî eserler telif etmiş
olmanın yanında Kindî, Grek felsefesinden yapılan tercümelerin düzeltilmesi ve
Arapça felsefe terminolojisinin oluşturulması noktasında da İslâm felsefesine
büyük katkılar sağlamıştır.[914] Bu dönemde Teologia ve
Liber de Causis (ft’l-Hayri ’--mahz) gibi eserlerin etkisi ile İslâm
felsefesinin temelleri Yeni-Platoncu bir karakterde şekillenmiştir.[915] Felsefî eserler üzerine
yürütülen çalışmaların etkisinde bu dönemde, temel iki öğretinin İslâm
dünyasında etkili olduğu görülmüştür. Bunlardan ilki olan ve metafizikçi bir
yaklaşımı benimseyen Hermetik-Pisagoryen öğretiyi takip edenler, tabiat
ilimlerinde de sembolik yorumlara dayanmaktaydılar. Onlara göre her bilim en
başta ilâhî bilgiye dayanmaktadır. IV/X. asrın ikinci yarısında ortaya çıkmış
olan İhvân-ı Safâ topluluğu, bu öğretinin güçlü bir temsilcisidir. Bu
topluluğun amacı batıl düşüncelerin kirletmiş olduğu dini temizlemek, İslâm
şeriatını Grek felsefesi ile uzlaştırmaktı. Bâtınî-İsmâilî eğilimler de taşıyan
bu akım mensupları, görüşlerini Resâilü İhvâni’s-Safâ adlı ansiklopedik
çalışma ile ortaya koymuşlardır.[916]
Aristotelesçiliğin baskın olarak hissedildiği diğer öğreti ise metafizik
olmaktan çok akılcı idi. Bu öğretiyi benimseyenler; görünüşlerin aslında nasıl
bir öze sahip olduklarını açıklama amacı değil, nesnelerin rasyonel bir sistem
içinde yerlerini tespit etme amacı gütmüşler ve aklın sınırları içinde düşünce
üretmeye çalışmışlardır.[917] Bu ikinci öğretinin en güçlü
temsilcisi, İslâm dünyasında III/IX. asırdan itibaren varlığını hissettiren
Meşşâî felsefedir. Bu felsefe ile batıdaki son büyük temsilcisi Proklus (ö.
485) olan Yeni- Platonizm İslâm dünyasında ve bu sefer Arapça olarak yeniden
ifade edilmiştir.[918] Fârâbî (ö.
339/950), bu akımın sistemleştiricisi olarak görülmüş ve Muallim-i Sânî olarak
anılmıştır. Meşşâî felsefeyi doruk noktasına ulaştıracak isim ise bu dönemin
sonlarında yaşamış olan İbn Sînâ’dır (ö. 428/1037).[919]
Bu ana akımlar dışında gelenek oluşturamamakla birlikte İslâm dünyasında ortaya
çıkmış olan felsefî akımlar arasında Tabîiyyûn ve Dehriyyûn’u da zikretmek
gerekir. Tabiatçıların en tanınmış filozofu, aynı zamanda bir hekim olan
Ebûbekir er-Râzî (ö. 313/925) idi.[920]
Yaratıcının varlığını reddeden dehrîlerin önde gelen düşünürü ise
İbnü’r-Râvendî’dir (ö. 301/913-14?).[921]
Bu asırlar
boyunca bilimler hızla gelişirken, yeni tercümelere duyulan ihtiyaç da aynı
oranda artmaktaydı. Seleflerinin başlattığı tercüme hareketini, biraz da
yukarıda sunulan sebeplerle devam ettiren Halife Me’mûn; Grek bilimine ait
eserlerin temini için Rum diyarı ve Bizans kralına heyetler göndermiştir.[922] Rum diyarındaki eserlerin
edinilmesi süreci Halife Mu‘tasım döneminde de devam etmiştir. Bu dönemde
Ankara ve Ammûriye’nin (Amorion)[923]
fethi esnasında ele geçirilen antik kitaplar Bağdat’a gönderilmiştir.[924] III/IX. asrın ilk yarısında
tercümelerin kapsamının genişleyerek devam etmesindeki en önemli etkenin
halifelerin olumlu teşvikleri olduğu görülmektedir. Bunun yanında gelişme
kaydeden ilmî çalışmalar ve eski tercümelerin yeniden gözden geçirilme ihtiyacı
da tercüme hareketini kamçılayan etkenlerdendi. Tercüme hareketinin son hızıyla
devam etmesi ve bu işin artık kârlı bir iş haline gelmesi tercümanların da
kendilerini geliştirmelerini ve profesyonelleşmelerini sağlamıştı. Bunun sonucu
olarak Kindî, Huneyn b. İshâk (ö. 260/873) gibi bilginler ortaya çıkmış ve
bunlar daha önce yapılmış olan tercümeleri gözden geçirip tashih etmenin
yanında yeni pek çok çalışmanın altına da imza atmışlardır. Bu dönemde ilginin
büyük oranda Grekçe eserlere çevrilmiş olması, Süryânî bilginlerin önemini bir
kat daha artırmıştı. Onlar da bu ihtiyacı karşılayabilmek için Grekçe ve Arapça
bilgilerini geliştirmişlerdi. Öyle ki, onların bu dönemde ulaşmış oldukları
çeviri yeteneğinin daha önce eğitim görmüş oldukları manastırlarda bir
karşılığı bulunmamaktaydı. Dolayısıyla ifade edilmesi gerekir ki, bu yetenekli
tercüman sınıfı bizzat çeviri hareketi tarafından ortaya çıkarılmıştı.[925]
Devam eden süreçte halifelerinin çeviriyi destekleyip
desteklemedikleri konusunda net bilgiler bulunmamaktadır. Bununla birlikte
halifelerin özel desteğine ihtiyaç bırakmayacak şekilde, çeşitli bilim
dallarının toplum tarafından benimsenmiş olması ve devam eden ihtiyaç, bu
dönemde çeviri hareketinin de bir süre devam etmesini sağlamıştı. Bu dönemin
önde gelen tercümanlarının başında Huneyn b. İshâk’ın (ö. 260/873) ekibinde
bulunup onu takip eden oğlu İshâk b. Huneyn (ö. 298/910), Hubeyş b. Hasan (III/IX.
asrın ikinci yarısı), Îsâ b. Ali gibi isimler gelmektedir.[926] Aynı dönemde tercüme
hareketinde isminden bahsettiren diğer bir ekip de Harranlı Sâbit b. Kurre (ö. 288/901)
ve onun çevresinde toplanan kişilerdi.
Matematik,
astronomi, tıp gibi bilimlerle meşgul olan Sâbit, Süryânî dili üzerine de
çalışmalar yapmıştır.[927] Yine Grek asıllı Kusta b.
Luka ve Arap asıllı Yahyâ b. Adî[928]
de bu dönemin önde gelen mütercimleri arasında sayılmaktadır. Süryânî bilginler
İbn Zür‘a ve İbnü’l-Hammâr ise tercüme hareketinin son
temsilcilerindendir.[929] Çünkü onların yaşamış olduğu
dönem olan IV/X. asrın sonlarına gelindiğinde, tercüme hareketi büyük ölçüde
son bulmuştu. Bunun en birincil sebebi, artık gelişmiş ve kendi ayakları
üstünde durabilen İslâm felsefesi ve bilimine çeviri eserlerin sunabileceği
yeni şeylerin kalmamış olmasıdır. Hâlihazırda çevrilmemiş Grekçe eserler mevcut
olsa da İslâm dünyasındaki bilimsel seviye ile kıyaslandığında bu eserler
güncelliklerini kaybetmişlerdir. Bundan dolayı da bilim destekçileri ve hâmîler
bu dönemden itibaren tercüme eser yerine Arapça telif eser siparişi vermeye
başlamışlardı.[930]
Yaklaşık
250 yıl süren tercüme hareketi süresince Grek literatürünün neredeyse tamamı
Arapça’ya çevrilmişti.[931] Öyle ki, Aristotelesçi
eserlerden yapılan Arapça tercümelerin sayısının bugün bile herhangi bir Avrupa
dilinde mevcut olanlardan daha fazla olduğu ifade edilmektedir.[932] Diğer taraftan Müslümanların özellikle
Grekçe’den tercüme yaparken seçici davrandıkları ve dram, şiir ve tarih türü
eserleri çevirmedikleri görülür. Müslümanlar Greklerin tamamen bilimsel ve
felsefî eserlerine ilgi duymuşlardır. Öyle ki, Grekçe ile en küçük bir ünsiyet
kurmayan Müslümanlar, onların bilim ve felsefe konusundaki birikimini tamamıyla
elde etmeyi başarmışlardı. Bu sayede daha önce Helenizm ile karşılaşmalarında
onun büyük tesiri altında kalan Yahudi ve Hıristiyan kültürünün aksine, İslâm
kültürü Helenizm ile karşılaşmasında baskın çıkan taraf olmuştu.[933] İki buçuk asır boyunca etkin
şekilde devam eden bu haraketin toplumun farklı kesimleri tarafından destek
gördüğünü tekrar vurgulamak gerekir. Bütün bir toplumun siyasî, idarî, sosyal,
ekonomik, bilimsel vs. ihtiyaçları göz ardı edilerek tercüme hareketinin
toplumdaki belli bazı kesimlerin desteği ile yürütüldüğünü düşünmek sağlıklı
bir yaklaşım olmaz. Hele de bu hareketi, olumlu katkılarını göz ardı etmemekle
birlikte, bazı halifelerin bilim sevgisi veya Süryânîler arasında önceden beri
var olan tercüme geleneği ile açıklamak tümüyle imkânsızdır.[934]
Bu dönemde
Grekçe eserler büyük çoğunlukla önce Süryânîce’ye, ardından da Süryânîce’den
Arapça’ya tercüme edilmekteydi. Bizzat Huneyn b. İshâk da tercümelerini
öncelikle Süryânîce’ye yapar, bu tercümeler de çevresinde bulunan ekibi
tarafından Arapça’ya çevrilirdi.[935]
Bunun sebebi olarak, uzun bir geçmişe dayanan Grekçe-Süryânîce çeviri
geleneğinin varlığı gösterilmektedir. Bu gelenek içinde yetişmiş olanlar için
herhalde Grekçe’den doğrudan Arapça’ya çeviri yapmak daha yorucu bir mesai
gerektirmekteydi. Buna karşılık ikisi de Sâmî diller olan Süryânîce’den
Arapça’ya tercüme yapmak ise daha kolaydı.[936]
Bununla birlikte süreç içerisinde Grekçe’den doğrudan Arapça’ya da tercümeler
yapılmıştır.[937] Huneyn tercüme çalışmalarıyla
ilgili kaleme aldığı Risâle’sinde, bu çalışmaların nasıl yürütüldüğüne
dair bazı ayrıntıları da paylaşmıştır. Burada Huneyn, bir eseri tercüme etmeden
önce farklı nüshalarını elde etmeye çalıştığını ve bu nüshaları karşılaştırarak
tercüme yaptığını söylemektedir. Bazen de aynı kitabı defalarca tercüme ve
tashih etmek zorunda kaldığı, bu sebeple de piyasada aynı eserin kendisine ait
farklı tercümelerinin bulunduğunu ifade eder.[938]
Huneyn’in bu ifadeleri de tercümenin artık profesyonel bir iş haline geldiğinin
birinci elden bir göstergesidir.
Kaynaklarlardaki
bilgiler bu dönemde, tercüme talebinin halifelerin inisiyatifi dışına çıktığını
ve pek çok insanın tercüme eser siparişi vermekte olduğunu göstermektedir. Bu
işle ilgilenenlerin en başında yukarıda bahsi geçen Benû Mûsâ kardeşler
gelmekteydi. Onların tercüme işine ayda yaklaşık 500 dinar harcadıkları
nakledilir.[939] Huneyn de Risâle’sinde
kendisinden tercüme isteyenlerden bahseder. Hatta bir keresinde tercüme ile
ilgilenenlerden biri olan Ahmed b. Muhammed el- Müdebbir, Hipokrat’a ait bir
eserin ilk makalesinin tercümesini istemiş, makaleyi okuduktan sonra ise geri
kalan kısmını tercüme ettirmekten vazgeçmiştir.[940]
Bu durum farklı bilimlere ilgi duyan kimselerin, işine yarayacağını düşündüğü
eserleri elde etmeye çalıştığını ve tercüme hareketinin sadece halifeler değil,
bilim meraklıları tarafından da desteklendiğini göstermektedir.[941] İbn Ebû Usaybia da tercümeye
yüklü miktarda para harcayan pek çok kişinin ismini vermektedir.[942]
Abbâsîler
döneminde gerçekleşen tercüme hareketi hakkında değinilmesi gereken bir husus
da hareketin maruz kaldığı tenkitçi bakış açısıdır. İslâm öncesi dönemde
gerçekleşen tercümeler için böyle bir durum söz konusu olmamıştır. Bu dönemde
yapılmış olan tercümeler kilise cemaatine hitap etmekte ve savunulan dinî
görüşü desteklemeye matuf yapılmakta idi. İslâmî dönemde ise bilimsel kaygıları
olan çevreler bu harekete karşı sert eleştiriler yöneltmişlerdir. Bunlardan
biri III/IX. asrın en verimli yazarlarından olan Câhiz idi. Câhiz, tercüme
edilecek eserlerin müellifleri ile mütercimlerin aynı birikime sahip
olmalarının imkânsız olduğu gerekçesi ile doğru ve verimli bir tercüme yapmanın
imkânsızlığına dikkat çekmekte ve birçok tercümanı yaptığı iş konusunda eleştirmekteydi.
Huneyn b. İshâk başta olmak üzere pek çok mütercim onun eleştirilerinin hedefi
olmuştu.[943] Bununla birlikte yapılan
eleştiriler hiçbir şekilde tercüme hareketinin hızını kesmemiştir. Zira
Abbâsîler’in erken dönemlerinden itibaren tercüme hareketi durdurulamaz bir
ivme kazanmıştı. Toplumun pek çok kesimi tarafından da tercümelerin faydalı
olduğuna inanılıyordu. Eleştirilerin ise tercümelerin nitelik bakımından
gelişmesine olumlu katkı yaptığı düşünülmelidir.
Bu dönem
içinde tercüme hareketi ve Halife Me’mûn dendiğinde hemen akla gelen bir kurum
olarak Beytülhikme’den de bahsetmek gerekmektedir. Öncelikle söylemek gerekir
ki, Beytülhikme’nin varlığı ve fonksiyonu üzerinde çalışma yapan araştırmacılar
arasında ciddi bir fikir ayrılığı mevcuttur. Bu da büyük ölçüde ana kaynakların
bu konudaki sessizliği ve ileri sürülen görüşlerin bazı varsayımlara
dayandırılmasından kaynaklanmaktadır. Genel kanaate göre, Bağdat’ta toplanan
kaynak ve tercüme eserlerin muhafaza edildiği bir kütüphane şeklinde
Beytülhikme’nin başlangıcı Halife Mansûr dönemine kadar gitmektedir ve Halife
Me’mûn tarafından 830 senesi civarında işlevselliği artırılarak
kurumsallaştırılmıştır. Böylece önceleri Hizânetü’l-hikme, daha sonra ise
Beytülhikme şeklinde isimlendirilen bu kurum bir kütüphane olmaktan öte;
Farsça, Grekçe, Süryânîce, Hintçe başta olmak üzere çok çeşitli dillerden
tercümelerin yapıldığı, çeşitli bilim dallarında araştırmaların sürdürüldüğü,
yazılan eserlerin çoğaltılıp ciltlendiği, bilimsel toplantıların yapıldığı bir
kütüphane, akademi ve öğrenim merkezi haline gelmiştir. Hatta Bağdat’ta kurulan
rasathane ve hastanenin de bu kuruma bağlı olarak faaliyetlerini sürdürdüğü
iddia edilmektedir.[944] Bu yöndeki görüşleri abartılı
ve temelsiz bulan Dimitri Gutas ise, bu kurumun ancak Halife Mansûr döneminde
Sâsânî kurumlarının benimsenmesi esnasında oluşmuş, aynı zamanda kraliyet
arşivi görevi de gören bir kütüphane olabileceği kanaatindedir. Ayrıca tercüme
faaliyetlerini destekleme gibi temel bir fonksiyonu bulunmadığını ifade ettiği kurumun,
kaynaklarda da sadece birkaç Farsça-Arapça çeviri ile ilişkilendirilmiş
olduğunu vurgulamaktadır. Bu doğrultuda Gutas, Grekçe-Arapça çeviri hareketi
ile Beytülhikme arasında hiçbir ilişki bulunmadığını iddia etmekte ve bu
kurumun Grekçe-Arapça tercüme hareketinin görkemli bir kurumu olarak
sunulmasına karşı çıkmaktadır. Ona göre ise tercüme hareketi, bir kurum
bünyesinde yürütülmekten daha çok ferdi girişimler ve faaliyetler çerçevesi
içinde devam etmiştir.[945] Ayrıca burada; İslâm
Uygarlıkları Tarihi adlı eserini XX. asrın başlarında kalem almış olan
Zeydân’ın bir tercüme kurumu olarak Beytülhikme’den hiç bahsetmediğini ve İslâm
bilim tarihi üzerine kapsamlı çalışmalar yapmış olan Sezgin’in de bu kurumun
çeviri etkinlikleri üzerindeki katkısına çok hafif bir vurgu yapmış olduğunu
ifade etmek yerinde olacaktır.[946]
Gerçekten
de temel kaynakların Beytülhikme gibi dönemine damga vurmuş olduğu düşünülen
bir kurum hakkında sessiz kalmış olması, araştırmacılar tarafından bu kuruma
biçilen rol hakkında şüphe uyandırmakta ve bu kurum hakkındaki bilgilerin,
belli birkaç rivayet üzerinde sonradan inşa edilmiş olduğu düşüncesini akla
getirmektedir. Esasında, Beytülhikme üzerine araştırma yapmış olan Demirci de
dönemin tarihçileri olan Vakidî (ö. 207/823), Belazurî (ö. 284/897), Câhiz (ö.
255/868- 9) ve İbn Kuteybe (ö. 276/889-90) gibi isimlerin bu kurumdan hiç
bahsetmemiş olmalarına şaşırmakta; Beytülhikme hakkındaki bilgilere ulaşırken,
çeşitli kaynaklarda başka konular vesilesiyle geçen veriler arasındaki
analojilerden hareketle bazı varsayımlar kullanmak zorunda kaldığını ifade
etmektedir.[947] Buna karşılık Demirci,
Beytülhikme’nin varlığı, tercüme hareketindeki rolü ve etkinliği konusunda
herhangi bir şüphe duymamaktadır. Kaynaklardaki bilginin yetersizliği ve
konunun uzmanlarının net bir sonuca varamamış olmaları, bu konuda kesin bir
yargıya varmanın mümkün olmadığını göstermektedir. Bununla birlikte dönemin
bilimsel faaliyetlerine katkıda bulunmuş olan bilginlerin kendi bilimsel
eserlerinde, sıkı ilişki içinde oldukları varsayılan bu kurumdan bir vesileyle
bahsetmiş olmaları gerekmektedir. Söz gelimi, Huneyn b. İshak’ın uzun uzun
yapılan tercümelerden bahsettiği risalesinde böyle bir kurumun adını bile
anmamış olması dikkat çekici bir durumdur. Dolayısıyla ancak bu eserlerin
kapsamlı bir şekilde taranmasından sonra, Beytülhikme üzerine anlamlı
tartışmalar yürütülebileceği kanaatini taşımaktayız.
Beytülhikme
bir öğrenim yeri olsun veya olmasın, burası Orta Abbâsî Dönem’inde bilim
öğreniminin sürdürüldüğü tek yer değildi. Daha çok İslâmî ilimlerin anlatıldığı
cami ve mescitlerde, ilahiyat ve felsefe konularında ders veren bilginler de
halkalar oluşturabilmekteydiler.[948]
Bunun dışında hastane ve rasathaneler tıp ve astronomi öğrenmek isteyenlere bu
imkânı sağlamaktaydı.[949] Ayrıca ilk başta ticari bir
amaçla kurulan kitap satış yerleri de zamanla bilimsel ilgileri olan insanların
bir buluşma ve tartışma mekânı haline gelmişti.[950]
II.
DÖNEMİN SÜRYÂNÎ BİLGİNLERİ
İslâm
hâkimiyetinden önce Süryânîler arasında bilimle ilgilenenlerin hemen hepsi din
adamı idi. İslâmiyet’in bölgeye hâkim olmasından sonra da bu durumda uzunca bir
süre değişiklik olmadı. Hatta Abbâsîler’in erken dönemlerinde bazı din
adamlarına tercüme eser siparişi verildiği önceki bölümde söz konusu edilmişti.
Buna karşılık III/IX. asırdan itibaren kilise mensubu olmayan pek çok Süryânî
bilgin yetişmeye başlamıştır. Dînî vasıfları olmayan bu kişiler, daha çok
tercüme ile meşgul oluyor ve bu işten para kazanıyorlardı. Bu bakımdan onların
tercümeye ilgileri, bu işi dinî bir boyutta değerlendiren kilise mensuplarından
çok farklı idi. Bu durum da süreç içerisinde tercümanlık işinin daha nitelikli
seviyelere ulaşmasını sağlamıştır. Diğer taraftan bu dönemde Arapça ile birlike
Süryânî edebiyatının da gelişme kaydettiğini ifade etmek gerekir. Zira Grekçe
eserler öncelikle Süryânîce’ye çevrilmekteydi. Ayrıca çoğu Süryânî bilgin
Arapça’nın yanında Süryânîce eserler de vermeye devam etmekteydi. Bu dönemin
başlarında Süryânî bilginler, yabancı bilimler konusunda daha ileri ve
Müslümanlara karşı öğretici bir konumda idiler.
İbnü’l-Kıftî’nin
kaydettiği el-Kûfî nisbesinden Kûfeli olduğu anlaşılan Haccâc b. Yûsuf b. Matar
(Arp. j^* J ^“jj J ^t^^U),
Öklid’in Arapça’da Usûlü’l-hendese adı ile bilinen Elementler’ini
ilk defa tercüme eden kişidir. Bu yönüyle, Arapça matematik istilâhlarının
oluşmasında çok önemli katkıları olmuştur. Kaynaklar Haccâc’ın Elementler’i
iki defa tercüme ettiğini nakleder. Halife Hârûnürreşîd (hilâfeti: 170-
193/786-809) için yaptığı ilk tercüme Hârûnî, Halife Me’mûn (hilâfeti:
198-218/813- 833) için yaptığı ikinci tercüme ise Me’mûnî diye bilinmektedir.
İkincisinin daha iyi bir tercüme olduğu ifade edilmektedir.[951]
Ayrıca Haccâc b. Yûsuf’un, Grekçe ilmî ve felsefî eserlerden temin etmek üzere
Me’mûn tarafından Bizans diyarına gönderdiği heyette de yer aldığı
zikredilmektedir.[952] Me’mûn dönemindeki bu
etkinliği sebebiyle, ikinci bölümde yer vermeyi uygun gördüğümüz Haccâc b.
Yûsuf, esasında Abbâsîler’in ilk yıllarından itibaren ilim çevrelerinde
bulunmuş birisi idi. Bağdat şehrinin kurulduğu yıllarda Bağdat’ta bulunduğu
nakledilmektedir (145/762).[953]
Sezgin’in, h. 120 (m. 737) senesi civarında doğmuş olmasını
muhtemel gördüğü Haccâc, uzun bir ömür sürmüştür. Kaya, onun Halife Mu‘tasım
(218-227/833- 842) devrini de gördüğünü ifade eder.[954] Haccâc’ın Süryânî olup Süryânîce’den eserler tercüme etme
meselesi, tartışma konusu olmakla birlikte; genel kanaat Süryânî olduğu ve
Süryânîce’den tercümeler yaptığı yönündedir.[955] Batlamyus’un (İng. Ptolemy) el- Mecistî (Arp. ^k»1>Jl)
adlı eserini de Arapça’ya ilk tercüme edenler arasında zikredilen[956] Haccâc’ın, ayrıca Halife Me’mûn için bazı bilimsel eselere şerh
yazdığından da söz edilir.[957] Ancak hangi eser/eserlerin şerhini yaptığından söz edilmez.
^Îşû‘ b. Nûn (Sür. ^כך נס ^nr., Arp. jjj jj £jA!', İng. Isho‘ bar Nun), 745 yılı civarında, Musul
yakınlarında Dicle Nehri kıyısında bulunan bir köyde dünyaya gelmiştir. Daha
önce bahsi geçen Katolikos I. Timaseus ile birlikte İbrâhîm b.
Daşandad’ın yanında öğrenim görmüş, kısa bir süre Selevkia-Ktesifon’da öğrenim
gördükten sonra da İzla Dağı[958] üzerinde bulunan Büyük
Manastır’da din adamı olmuştur. İlerleyen yıllarda Bağdat ve Musul’da bulunmuş
olan Îşû‘ b. Nûn’un hayatı
hakkındaki
kesitler ve ne zaman nerede bulunduğu konusu çok net değildir. Bununla birlikte
ilerleyen yaşında, I. Timaseus’un (ö. 823) ardından Doğu Kilisesi
Katolikosluğuna
seçilmiş ve yaklaşık beş yıl sürdürdüğü görevinin ardından ölmüştür (m. 828).[959]
Misisli Theodore’nin yolundan gitmekle birlikte, Kutsal Kitap
yorumculuğunda
özgün bir üslup geliştiren Îşû‘ b. Nûn’un; derûnî ve kinayeli bir dil
kullandığı, bu yönüyle kendisinden sonrakileri de etkilediği ifade
edilmektedir.[960]
Eserleri: 1. Şu’ale mgabbayya (>.^\^> !<\^0x.). Kaybolmuş
olan daha
kapsamlı bir eserden yapılmış seçmeler olduğu tahmin edilen
eserde, Kutsal Kitap üzerine bazı meseleler soru-cevap tarzında işlenmiştir.
Günümüze ulaşan eser, kısmen basılmıştır. Bundan başka Îşû‘ b. Nûn’un eserleri
arasında; evlilik ve miras hukuku ile ilgili koyduğu bazı kanunlar, eşsesli
sözcükler üzerine bir çalışma, cenaze konuşmaları ve yazmış olduğu mektuplar
sayılmaktadır.[961]
Asıl adı
Sehl b. Sâbûr el-Kevsec (Arp. j“j^' jjI^
Jj J^) olan hekimin oğlu Sâbûr b. Sehl de tıp ile meşgul olup
şöhret bulmuş, halifelere hizmet etmiş ve eserler kaleme almıştır. Sehl uzun
sakallı olmasına rağmen kendisine, köse anlamında el- Kevsec lakabı
takılmıştı. Ehvâzlı olması ve yerel dili konuşması sebebiyle Arapça’sı iyi
değildi. Kaynaklardan mizahsever bir karaktere sahip olduğu anlaşılan Sehl’in
ciddi olduğu nadiren görülür, etrafındakilere karşı alaycı bir tavır takınırdı.
Yuhannâ b. Mâseveyh, Îsâ b. Hakem ed-Dımaşkî, Zekeriyyâ
et-Tayfûrî gibi zamanının hekimleri ile kıyaslandığında, teorik bilgi
bakımından onlardan geri olmasına rağmen pratikte onlarla eş olduğu ifade
edilmektedir. Diğerlerinin kötü sözlerinden çekindiği Sehl, yaş olarak da
onlardan büyüktü.[962] Yaşının büyüklüğü ve Herseme
b. A‘yen’in[963] yakın hizmetinde bulunmuş
olması onun Halife Hârûnürreşîd (hilâfeti: 170-193/786-809) zamanında da
tanınan bir hekim olduğunu göstermektedir. Ancak o, asıl ününe Halife Me’mûn
(hilâfeti: 198-218/813-833) döneminde kavuşmuştur.[964]
Alaycılığı hakkındaki bir rivayette, 209 (m. 825) senesinde rahatsızlandığı ve
vasiyetini yazmak için kâğıt- kalem istediği nakledilir.[965]
Bu olaydan sonra Sehl’in iyileşip iyileşmediği bilinmemektedir. Ancak
Me’mûn’dan sonra da halifelere hizmet ettiğini ifade eden İbnü’l-Kıftî, aynı
yerde Me’mûn’dan önce öldüğünü kaydeder.[966]
Onun, oğlu ile babası hakkındaki bilgileri karıştırdığı düşünülebilir. Me’mûn
döneminde zaten yaşlı olan hekim kısa bir süre içinde ölmüş olmalıdır. Ziriklî
de ölüm tarihini 218/833 olarak vermektedir.[967]
[968]
Eserleri: el-Akrâbâzîn.985
Adından anlaşıldığı üzere kitap, ilaç yapımında kullanılan formülleri
içermektedir.[969]
Rivayetlerden,
Hârûnürreşîd (170-193/786-809) döneminde Cündişâpûr’dan Bağdat’a geldiği
anlaşılan Mâseveyh’in oğludur. Aslen bir eczacı olan Mâseveyh, otuz yıl boyunca
Cündişâpûr Bîmâristanı’nda hizmet etmiş ve okuma yazma bilmemesine rağmen tıbbî
tedavi konusunda tecrübe kazanmıştı. Halife Hârûnürreşîd tarafından bir
bîmâristan kurmakla görevlendirilen Cibrâîl b. Buhtîşû‘ onu
Cündişâpûr’dan getirmiş, himayesine almış, hekim Dâvûd b. Serâbiyûn’un
cariyesine âşık olunca da cariyeyi satın alıp ikisini evlendirmişti. Kaynaklar
meşhur hekimler Yuhannâ ve Mîhâîl’in bu evlilikten dünyaya geldiğini nakleder.
Cibrâîl, onlara tıp konusunda ders vermiş, iyi bir eğitim almalarına da ön ayak
olmuştur.[970] Bunlardan Yuhannâ tıbbın
bilimsel alanında çalışmalar yapmış, Mîhâîl ise sadece meslek olarak hekimlik
icra etmiş ve halifelere de hizmet etmiştir. Bilimsel etkinliklerle meşgul
olmadıklarından dolayı baba Mâseveyh ve Mihâîl çalışmaya dahil edilmemiştir.[971]
Ebû
Zekeriyyâ Yuhannâ b. Mâseveyh’in (veya Yahyâ. Arp. ûJ ’-^jj Lj£j jj| 4jj1״U) doğum tarihi ve yeri hakkındaki genel
kanı; Hârûnürreşîd döneminde (hilâfeti: 170-193/786-809), babasının Bağdat’a
gelmesinden sonra doğduğu yönünde olsa da[972]
konuyla ilgili birbiriyle çelişen bilgiler bulunmaktadır. Bazı
rivayetlerde Maseveyh’in, Bağdat’taki konumunu sağlamlaştırdıktan sonra
ailesini Cündişâpûr’dan getirdiği ve bu sırada Yuhannâ’nın çocuk yaşta olduğu
ifade edilmektedir.[973] Sezgin ise h. 160 (m. y. 776)
yılı civarında Cündişâpûr’da doğmuş olduğu kanaatindedir.[974]
İbn Cülcül, Sâid el- Endelüsî ve İbnü’l-Kıftî onun Hârûnürreşîd’e hizmet
ettiğini söylüyorlarsa da[975] bu pek mümkün
görünmemektedir. Kaynaklarda ayrıca onun, Hârûnürreşîd döneminde gerçekleştiği
söylenen Ankara, Ammûriye ve diğer Anadolu şehirlerinin fethinde ele geçen
kitapların tercümesi ile de görevlendirildiği söylenir.[976]
Ancak bu şehirler Halife Mu‘tasım (218-227/833-842) zamanında fethedilmiştir
(223/838). Burada da Yuhannâ ile ilgili bazı bilgilerin yanlış aktarıldığı
görülmektedir. Nitekim İbnü’n-Nedîm ve Yuhannâ’nın aynı zamanda Hârûnürreşîd
tarafından tercüme işiyle görevlendirildiğini söyleyen İbn Ebû Usaybia; onun
sadece Me’mûn (hilâfeti: 198-218/813-833), Mu‘tasım, Vâsik (hilâfeti:
227-232/842-847) ve Mütevekkil’e (hilâfeti: 232-247/847-
861) hizmet
ettiğini kaydederler.[977] Bu doğrultuda onun tercüme
yaptığı ve Beytülhikme’nin ilk başkanı olduğu yönündeki bilgiler de kaynaklar
tarafından desteklenmemektedir.[978] Sadece Huneyn b. İshâk, onun
isteği ile Galen’e ait bazı eserlerin, kendisi ya da yeğeni Hubeyş b. Hasan tarafından
tercüme veya tashih edildiğini ifade eder.[979]
Ayrıca Yuhannâ’nın, eski eserlerden edinmek üzere Me’mûn tarafından Bizans
diyarına gönderilen heyetin içinde olduğu da nakledilir.[980]
Bu durumdan ise ancak onun, tercüme işinde olmasa bile; tıp alanında tercüme
edilecek eserlerin toplanması ve seçilmesi konusunda görev almış olabileceği
sonucu çıkarılabilir.
Yuhannâ
kaynaklarda; dinî emirleri hafife alan, alaycı[981]
ve karakteri zayıf bir insan olarak gösterilmektedir. Aynı zamanda küçük
rütbeli bir din adamı olduğu halde ve dînen yasak olmasına rağmen Yuhannâ
birden fazla eşle evli idi. Bu konuda çevresindeki Hıristiyanların onu
kınamasına da aldırış etmezdi.[982] Cibrâîl, ömrünün son
senelerinde, Mâseveyh ve ailesini himaye etmekle hata ettiğini; soylu bir
geçmişe dayanmayan bu ailenin fertlerinin ilmin ağırlığını taşıyamadıklarını
ifade eder.[983] Me’mûn’un ölüm
hastalığını bilerek iyileştirmediği iddia edilen[984]
Yuhannâ, zihinsel engelli olan oğlunun ölümünden de sorumlu tutulmuştu. Hatta
oğlu hayatta iken; böyle bir insanın yaşamaması gerektiğini, halife karşı
çıkmasa onu öldürüp cesedini incelemenin tıp için büyük bir hizmet olacağını
söylemişti.[985] Aynı dönemde yaşamış olan Selmeveyh
b. Bünân, onun hekimliğini eleştirmiş ve Halife Mu‘tasım’ı ona karşı
uyarmıştı.[986] Bütün bunlara karşılık
Yuhannâ, uzun yıllar halifelerin hizmetinde
kalmayı
başarmış, tıp alanında da birçok eser kaleme almıştır. Ders halkasına katılan
çok kalabalık bir öğrenci gurubu olduğu nakledilir.[987]
Bunların içinde meşhur Huneyn b. İshâk da vardı ve bir gün çok soru sorması
sebebiyle Yuhannâ tarafından dersten kovulmuştu.[988]
Yuhannâ, bir maymunun cesedini açıp inceleyerek elde ettiği bulgularla
anatomiye dair önemli bir kitap kaleme almıştır. Günümüze ulaşmayan eser Halife
Mu‘tasım’a sunulduğunda, Yuhannâ sadece dostları tarafından değil düşmanları
tarafından da takdir edilmiştir.[989]
Yuhannâ; 243/857 senesinde Sâmerrâ’da, Halife Mütevekkil’in hizmetinde
bulunduğu sırada ölmüştür.[990] Huneyn, Yuhannâ için
tercümeler yapmıştır. Aynı zamanda Yuhannâ’nın anlaşılır ifadeleri sevdiğini
söyleyen Huneyn, onun için yaptığı tercümelerde çok uğraştığını ifade eder.[991] Ayrıca Hubeyş b. Hasan da
Yuhannâ için Arapça’dan Süryânîce’ye tercüme yapmıştır.[992]
Eserleri: 1. Nevâdiru
’-~tibb veya el-Füsûlü’l-hikemiyye ve 'n-nevddıru ’--
tıbbiyye
elletî ketebehâ Yahyâ b. Mâseveyh ilâ tilmîzihî Huneyn b. İshâk. Tıp ve
felsefe ile ilgili konuları içeren bu derlemeyi, adından da anlaşıldığı gibi
öğrencisi Huneyn için hazırlamıştır. 2. Kitâbü’l-Hummeyât. 3. Değalü’l-‘ayn.
4. Ma’rifetü mihneti’l-kehhâlîn. 5. el-Künnâşü’l-müşeccer. 6. Kitâbün fî Cevâhiri’t-tıbbi’l-müfrede
bi-esmâihâ ve
sıfâtihâ
ve me‘âdinihâ. 7. Kitâbü İslâhi’l-edviyeti’l-müfrede. 8. Kitâbü
Havâssi’l-ağziye ve’l-bukûl ve’l-fevâkih ve’l-luhûm ve’l-elbân ve
a‘zâ’i’l-hayevân ve’l-ebâzîr ve’l-efâvîh. 9. Kitâbü Mâ’i’ş-şa‘îr.
Adı geçen son iki eser, aynı zamanda botanik ilmi açısından da önemlidir. Bunun
yanında, hekimin diğer eserlerinde de yer yer bitkilerle ilgili bilgiler bulmak
mümkündür.[993] 10. Kitâbü’l-Ezmine. 11. Kitâbü’l-Cevâhir ve sifâtühâ ve
sifâtü’l-ğavvâsîn
ve’t-tüccâr. 12. Zikru havâssi’l-muhtebir alâ tertîbi’l-‘ilel. 13. el-
Mirrâtü’s-sevdâ. 14. el-Müncih fi’t-tedâvî min sunûfi’l-emrâzi
ve’ş-şekâvâ. 15. Nebzetün latîfe. 16. el-Büstân ve
kâ‘idetü’l-hikme ve şemsü’l-âdâb. 17. Muhtasar fî
ma‘rifeti
ecnâsi’t-tıbb ve zikru me‘âdinihî. 18. Kitâbü Terkîbi’l-‘ayn ve ‘ilelühâ
ve edviyetühâ. 19. Risâletün fi’l-‘ayn. 20. Kitâbün fi’l-Ağziye.
21. Kitâbün fi’l-Eşribe. 22. Kitâbün fi’l-Fasdi ve’l-hicâme. 23. Kitâbün
fi’l-Cüzzâm. 24. Kitâbün fi’l-Balğam. 25. Kitâbü ‘İlâci’n-nisâ
ellevâtî lâ yehbelne. 26. Kitâbü’l-Malihulya ve esbâbühâ ve ‘alâmâtühâ
ve ‘ilâcühâ. 27. Kitâbün fi’s-Sudâ ve ‘ilelühû ve ‘alâmâtühû ve
edviyetühû. 28. Kitâbü’s-Sümûm ve ‘ilâcühâ. 29. Kitâbü’t-Teşrîh.
30. Kitâbü’s-Savt ve’l-bühha. 31. Kitâbü Def’i mazârri’l-edviye.
32. el-Câmi‘ veya el-Câmi‘u’t-tıb mimmâ icteme‘a aleyhi etibbâ’ü
Fâris ve’r-Rûm. 33. Kitâbü’l-Kemâl ve’t-temâm. 34. el-Kâmil fi’l-
edviyeti’l-münkiye. 35. Kitâbü’l-İshâl. 36. Kitâbü’s-Seder
ve’d-düvâr. 37. Kitâbün fî Zarari’l-ağziye. 38. Kitâbün f
Şerâbi’l-fâkihe. 39. Kitâbü’r-Rahim. 40. Kitâbün f Vece’i’l-mefâsil. 41. Kitâbü
Mihneti’l-etibbâ. 42. el-Mesâ’il. 43. Kitâbü İbdâli’l-
edviye
.[994] Kaynaklarda Yuhannâ’ya ayrıca
bugüne ulaşmamış olan şu eserler de izafe edilmektedir: 44. Kitâbü’l-Bürhân. 45. Kitâbü’l-Basîre. 46. Kitâbü’l-Cevher. 47.
Kitâbü’r-Rüchân. 48. Kitâbü’s-Sirri’l-kâmil. 49.
Kitâbü’d-Dîbâc. 50. Kitâbü’t-Tabîh. 51. Kitâbün limâ
İmtene’a’l-etibbâ min ‘ilâci’--havâmil fî ba’zi şuhûrı hamlihin. 52. Kitâbü
Micesseti’l-’urûk. 53. Kitâbü’l-Kûlunc. 54. Kitâbün fî Tertîbi
sakyi’l-edviyeti’l- müshile bi-hisâbi’l-ezmine ve bi-hisâbi’l-emzice. 55. Kitâbün
fî Dühûli’l-hammâm. 56. Kitâbün fi’s-sivâk ve’s-sünûnât.[995]
İbn Ebû
Usaybia sadece tercümanlar arasına aldığı Eyyûb er-Ruhâvî[996]
ile hekim ve tercüman olarak zikrettiği Eyyûb el-Abraş’ın[997]
farklı kişiler olduğunu ifade etmektedir. Ancak Eyyûb’un çağdaşı olan Huneyn b.
İshâk’ın, Galen bibliyografisi üzerine kaleme aldığı Risâle’sinde geçen
ifade; bu ikisinin aynı kişi olduğunu açık bir şekilde göstermektedir. Burada
geçen ifadeden Eyyûb er-Ruhâvî’nin, el-Abraş lakabı ile
tanındığı
anlaşılmaktadır.[998] Halife Me’mûn’un (hilâfeti: 198-218/813-833)
himayesinde
tercüme yapanlar arasında Eyyûb er-Ruhâvî’nin (Arp. ^jiVl ^jUjlI ^jjI) de ismi geçmektedir.[999] Ayrıca Îsâ b. Hakem
ed-Dımaşkî’nin babası Hakem 210 (m. 825) senesinde Dımaşk’ta öldüğünde,
Abdullah b. Tâhir’in[1000] hizmetinde orada bulunduğu
ve cenazeye katıldığı nakledilen Eyyûb adlı hekim[1001] de yüksek ihtimalle Eyyûb er-Ruhâvî
idi. Kaynaklara oğlu olarak geçen İbrâhîm b. Eyyûb el-Abraş ise Halife
Mütevekkil (hilâfeti: 232-247/847-861) ve Mu‘tez (hilâfeti: 252-255/866-869)
dönemlerinde sarayda hekim olarak hizmet vermiştir. Kaynaklar, hekimliği meslek
olarak icra etmesi dışında bilimsel bir faaliyetinden söz etmez.[1002] Şu durumda Eyyûb
er-Ruhâvî’nin III/IX. asrın ilk yarısında yaşamış olduğunu söylemek mümkündür.
Eyyûb, hem tıp konusunda bilgili hem de tercümede yetenekli idi. Süryânîce’ye
ve Arapça’ya nakiller yaptığını söyleyen İbn Ebû Usaybia; ömrünün ilerleyen
yıllarında yaptığı tercümelerin daha nitelikli olduğunu, hatta Huneyn’inkilerle
bile yarışabileceğini ifade etmektedir.[1003]
Huneyn, onun Galen’in eserlerinden yaptığı tercümelerden bahseder.[1004]
1015
Eserleri:
1. Kitâbü’t-Tefsîr fi’l-bevl. 2. Kitâbü’l-Beyân limâ yûcibühû
tağyîru’l-bevl. Ebü’l-Hasen et-Taberî, fî Zikri’l-kârûra adlı
risalesinde Eyyûb’un eserlerinin ismini verir. Ayrıca birinci eser, Hârizmî’nin
Kitâbü Mefâtîhu’l-‘ulûm’unun kaynakları arasında zikredilir.[1005] Râzî de Eyyûb’dan nakillerde
bulunmuştur.[1006]
Fesyûn (Sür. ^cv.^, Arp. ûj£) hakkında kaynaklarda pek bilgi bulunmamaktadır.
Kaynaklarda Fesyûn et-Tercümân, Fesyûn el-Mütetabbib ve Fesyûn en-Nasrânî diye
geçen isimlerin aynı kişi olduğu tahmin edilmektedir. İbn Ebû Usaybia ve başka
birkaç müellifin, VIII. asrın sonu ile IX. asrın başında yaşamış Cündişâpûrlu
hekimler hakkında kendisinden nakillerde bulunmaları[1007] onun bu konuda bir kitap yazmış olduğunu
göstermektedir. Ancak bu kitap hakkında mevcut bir bilgi yoktur. İbnü’n-Nedîm
onu mütercimler arasında saymaktadır.[1008] Ancak İbn Ebû Usaybia, tercümelerinde çok
hata bulunduğunu ve Arapça’yı iyi bilmediğini ifade eder.[1009] Bağdat’ta ikamet eden ve İbn
Küllâb[1010] ile çağdaş olduğu anlaşılan Fesyûn, III/IX.
asrın ortalarında yaşamış olmalıdır.[1011] Bağdat’ta yaşamış olması ve Cündişâpûrlu
hekimlerle ilgili pek çok bilgi nakletmiş olması, Süryânî olma ihtimalini
kuvvetlendirmektedir.
^Halife olmasıyla birlikte Mu‘tasım’ın (hilâfeti:
218-227/833-842) özel hekimliğine getirilen ve Huneyn b. İshâk tarafından
zamanının en bilge hekimi olarak tavsif edilen[1012]
Selmeveyh (Arp. j^ û S>^M,[1013]0 İbn Ebû Usaybia tarafından Süryânî hekimler arasında
zikredilmektedir. Önceki yaşamı hakkında pek bilgi bulunmamakla birlikte, Huneyn’in
bir ifadesinden onun Halife Me’mûn’un (hilâfeti: 198-218/813-833) maiyetindeki
hekimler arasında da bulunduğu anlaşılmaktadır.[1014]
Ancak gerçek şöhretine Halife Mu‘tasım zamanında kavuşan Selmeveyh, bizzat
halife tarafından özel hekimliğe getirilmişti ve onun katında eşsiz bir konumu
vardı. Mu‘tasım, onu Kâdı’l- kudât’tan bile üstün tuttuğunu kendisi
söylemiştir. Nitekim halifeden gelen her resmi yazıda Selmeveyh’in hattının
görülmesi de onun halifeye ne derece yakın olduğunu göstermektedir.[1015] Kaynaklardaki rivayetlerden
Selmeveyh’in görüşüne sıklıkla başvurulan bir kimse olduğu da anlaşılmaktadır.
Buna göre yakınındaki devlet adamları onun görüşlerine önem verir ve
tavsiyelerini tutarlardı.[1016] Hatta halifenin amcası Ebû
İshâk İbrâhîm b. el-Mehdî bile halifeye bir konuyu açmadan önce tecrübeli
hekimin görüşünü alır, onun görüşünün olumsuz olması durumunda konuyu halifeye
arz etmekten vaz geçerdi.[1017]
Mu’tasım
döneminde yaşının ilerlemiş olduğu anlaşılan Selmeveyh, 225/840 senesinde
hastalanmış ve ölmüştür.[1018] Tecrübeli hekimin ölümü
üzerine, sağlığını ona bağımlı gören halife çok üzülmüş, yemeden içmeden
kesilmiş ve Selmeveyh’in Hıristiyan usulüne göre düzenlenen cenaze işlemlerini
yakından takip etmiştir. Selmeveyh’in ölümünden sonra halifenin etrafındakilere
artık fazla yaşayamayacağını söylediği nakledilir.[1019] Ayrıca Selmeveyh ölüm
döşeğinde iken halifenin ona, sağlığı hususunda nelere dikkat etmesi
gerektiğini sorduğu, onun da Yuhannâ b. Mâseveyh’in tedavisine temkinle
yaklaşmasını ve önerdiği ilaç miktarlarının çok azını almasını tavsiye ettiği
de nakledilir. Gerçekten de, Yuhannâ’nın yanlış tedavisi yüzünden halifenin
Selmeveyh’ten yirmi ay sonra öldüğü ifade edilmektedir.[1020]
Rivayetlerden,
hastalıklar karşısında klasik yöntemlerin dışına çıkıp kendi tedavi yöntemlerini
geliştirebilen bir hekim olduğu anlaşılan[1021]
Selmeveyh, yakalanmış olduğu verem hastalığından da kendini tedavi etmek
suretiyle kurtulmuştu.[1022] Selmeveyh, hastalık için
gereken ilacı bilmenin bir hekim için yeterli olmadığını, verilecek ilacın
miktarını bilmenin daha önemli olduğunu düşünürdü. Ayrıca koruyucu hekimliğin
öneminin de farkındaydı. Ona göre; bir kimsenin kendisi için özel hekim
tutması, sadece hastalandığında doğru bir tedavi yöntemi uygulaması için değil;
ayrıca sağlıklı günlerinde de sağlığını koruyacak tedbirleri alması ve tavsiye
etmesi içindir.[1023] Huneyn, tıp
eserlerine ilgi duyan birisi olarak ifade ettiği Selmeveyh için, Grekçe’den
Süryânîce’ye tercümeler yaptığını ifade eder.[1024]
Eserleri: 1. Muhtasar fi’t-tıb. 2. Tedbîru’s-sıhha.
Eserin koruyucu hekimlik üzerine olduğu adından da anlaşılmaktadır. Ayrıca
Bîrûnî, Râzî, Ebû Sehl el-Mesîhî ve İbnü’l-Baytâr eser ismi vermeden
Selmeveyh’ten nakilde bulunmuşlardır.[1025]
Urfa
yakınlarındaki Tel Mahre isimli köyde dünyaya gelen Diyonisyus (Sür. ^.ג«^\^ momiM,
Arp. ^j^-JjİI 3-״^>y-,
İng. Dionysios of Tel Mahre), önce Kınneşre’de[1026]
daha sonra da Kaysum’da[1027] manastırlarda rahip olarak
görev yapmış; 818 senesinde toplanan sinodda Süryânî Ortodoks Kilisesi
patrikliğine seçilmiştir. Bir süre muhaliflerle mücadele etmek zorunda kalan
Diyonisyus, halifeler ve Müslüman idareciler ile kurduğu iyi ilişkiler
sayesinde kilise içi karışıklıkların üstesinden gelmeyi başarmıştır. Patriğin,
birkaç kez Halife Me’mûn, bir kez de Halife Mu‘tasım ile yüzyüze görüştüğü
nakledilmektedir. 845 senesinde ölen patrik, daha önce görev yaptığı Kınneşre
Manastırı’na defnedilmiştir.[1028] Dil, hukuk, felsefe ve
ilahiyat ilimlerinde derinleşmiş olan[1029]
Tel Mahreli Diyonisyus, daha çok yazmış olduğu tarih eseri ile tanınmıştır.
Eserleri: 1. Tarih. Patrik Diyonisyus, kilise
tarihi ve genel tarih üzerine iki parçalık bir eser kaleme almıştır. Her bir
parçası sekiz bölüme ayrılmış olan eserin tamamı on altı bölümden oluşmaktadır.
Patrik eserinde, 582 ila 842 yılları arasındaki olaylara yer vermiştir.
Günümüze ulaşmayan eserin sadece bazı parçaları mevcuttur. Eser daha çok,
kendisinden yapılan atıflar sayesinde bilinmektedir. Ondan en fazla alıntı
yapanlardan biri, Süryânî tarihçi Patrik Mihâîl’dir (ö. 1199).[1030] 2. Patrikliği süresince yayınladığı, kilise
işlerini düzenleyici kanunlar. Söz konusu metinler, Synodicon of the Syrian
Orthodox Church (ed. Vööbus) içinde mevcuttur. 3. İman beyanı metni. Arapça
olarak kaleme alınmıştır.[1031] Assemani, yazarı belli olmayan ve Zuknin
Tarihi olarak bilinen eserin de Diyonisyus’a ait olduğunu ifade etmiştir.[1032] Ancak son dönemde yapılan araştırmalar
neticesinde eserin ona ait olmadığı anlaşılmıştır.[1033]
9.
Hilâl b. Ebû Hilâl el-Hımsî
Daha önce bahsi geçen Ebû Hilâl el-Hımsî’nin oğludur. İbn Ebû
Usaybia ve İbnü’n-Nedîm’in tercümanlar arasında saydığı Hilâl b. Ebû Hilâl’in
(Arp. d^ û J^A
^«^l),
Ahmed b. Mûsa (etk. III/IX. asrın ortaları) için tercüme yaptığı nakledilir.[1034] Bu da onun,
III/IX. asrın ortalarında yaşamış olduğunu göstermektedir. İbn Ebû
Usaybia, tercümelerinin doğruluğuna karşılık ifadelerinin
bozuk olduğunu söyler.[1035] Bu bilgiden Hilâl’in Arapça’ya tam
vâkıf olmadığı anlaşılmaktadır. Diğer taraftan Hilâl’e hem tabipler hem de
matematikçiler arasında yer veren Sezgin, onu seçkin bir tercüman olarak nitelemektedir.
Zira her iki alanda da tercümeleri vardır.[1036] Kaynaklarda herhangi bir eserinin
varlığından söz edilmez.
Dedesi Ebü’l-Hakem,[1037] Muâviye ve Yezîd’in
doktorluğunu yapmış olan Îsâ’nın (veya Mesîh. Arp. ^■^11 jj ^6״״) babası Hakem[1038] de tabip idi. İbn Ebû
Usaybia, ona
ve ailesine Süryânî hekimler arasında yer vermemiştir. Dımaşk, Antakya gibi
büyük Suriye şehirleri ile Filistin ve Mısır bölgelerinde yaşamış olan
kimselerin - eğer haklarında özel bir kayıt yoksa- Süryânî, Rum ya da Kıpti
olduklarını söylemek tamamıyla imkânsızdır. Bu bölgelerde yaşamış bir kimse
hakkında melkî veya ya ‘kûbî gibi bir kaydın bulunması da kesin
bir karara varma imkânı tanımaz. Îsâ ve ailesinin biyografilerini veren
eserler, kimlikleri hakkında Dımaşklı ve Hıristiyan olmalarından başka bilgi
sunmazken, konu ile ilgili tek bilgi Yâkût el-Hamevî’nin Mu’cemü’l-üdebâ adlı
eserinde yer almaktadır. Yâkût, başka bir münasebetle adını zikrettiği Îsâ’nın Nestûrî
olduğu kaydını düşmüştür.[1039] Bu bilgiye itimaden, Doğu
Süryânîleri’nden olduğu anlaşılan ve tıp konusunda da eserler vermiş olan Îsâ,
çalışmaya dahil edilmiştir.
Emevîler
döneminden itibaren Dımaşk’ta bulunan ve yüz yıldan fazla yaşadıkları
nakledilen dedesi ile babası gibi Îsâ da ömrü boyunca Dımaşak’ta yaşamıştır.
Doğum veya ölüm tarihi ile ilgili bilgi bulunmamakta, sadece babası Hakem’in
210/825 senesinde 105 yaşındayken öldüğü ifade edilmektedir. Bununla birlikte
kaynaklarda geçen bilgilerden Îsâ’nın, en erken Halife Hârûnürreşîd (170-
193/786-809)
ve en geç Halife Mu‘tasım (218-227/833-842) dönemlerini gördüğü
anlaşılmaktadır. Bilginlerle sık sık görüşen Ebû İshâk İbrâhim b. el-Mehdî (ö.
224/839),[1040] Dımaşk’taki evinde kendisini
ziyaret etmiş ve bu ziyaretin ayrıntıları Ebû İshâk’ın dilinden kaynaklara yansımıştır.[1041] İbnü’l-Kıftî; Îsâ’nın tıp
konusunda bilgili, tedavide ve ilaç tatbikinde de maharetli olduğunu söyler.[1042] Kitapları olduğunu ifade
eden İbnü’n-Nedîm, herhangi bir eserinin adını vermemiştir.[1043]
Eserleri: 1. er-Risâletü’l-keyfiyyetü’l-hârûniyye.
2. Risâletün fi’l-a‘şâb ve’l- akâkîr.[1044] 3. Künnâş. Büyük bir eser olduğu
kaynaklarda geçen ifadelerden anlaşılan Künnâş sayesinde Îsâ tıp
çevrelerinde şöhret bulmuş ve bu eseri ile anılmıştır.[1045] el- Hâvî ’de esere yapılmış atıflar
bulunmaktadır.[1046] 4. Bilinmeyen bir kitap. Râzî, nakilde
bulunduğu kitabın Mesîh ed-Dımaşkî’ye ait olduğunu ifade etmekle birlikte adını
zikretmez.[1047]
Daha önce,
Abbâsîler’in ilk döneminde yaşamış olması kuvvetle muhtemel olan hekim Serâbiyûn
ve ailesinden bahsedilmişti. Serâbiyûn’dan sonra hekimlikle ilgilenen başka
fertleri de bulunan aileden sadece Yuhannâ’nın (veya Yahyâ. Sür.
^caM» כך,
Arp. jjJâlj^/jjjjlj^ □ג ^j/U^jj, İng. Johannan Serapion)
bilimsel çalışmalarla meşgul olduğu ve tıp üzerine eserler kaleme aldığı
bilinmektedir. İbnü’n- Nedîm ve İbnü’l-Kıftî, Yuhannâ’nın Abbâsîler’in ilk
yıllarında yaşadığını ifade etseler de[1048]
-Serâbiyûn ile ilgili daha önce değinildiği üzere- bu mümkün görünmemekte ve
Yuhannâ ile babasının karıştırıldığı anlaşılmaktadır.[1049] Ayrıca Yuhannâ’nın
eserlerinde; Cibrâîl b. Buhtîşû‘, Yuhannâ b. Mâseveyh ve Huneyn
b. İshâk’a yapılan atıflar onun en azından III/IX. asrın ortalarına kadar
yaşadığı yönünde kanaat oluşturmaktadır. Sezgin de Yuhannâ’nın h. 250 (m. y.
864) yılı civarında ölmüş olduğu kanaatini taşımaktadır.[1050] Diğer taraftan onun,
kaynaklarda ifade edildiği üzere, Abbâsîler’in ilk döneminde yaşamış olduğunu
düşünen araştırmacıların bulunduğunu da ifade etmek gerekir.[1051]
Ali b.
‘Abbâs el-Mecûsî (ö. IV/X. asrın son çeyreği), Kâmilüs’s-sınâ‘ati’t-
tıbbiyye adlı eserinin mukaddimesinde, Yuhannâ’nın tıp konusundaki
eserlerini ve pratiğini yetersiz bulduğunu ifade eder.[1052] Eserlerinin tamamını
Süryânîce yazdığı bilinmekle birlikte[1053]
bugün asılları mevcut değildir.[1054]
Râzî, yüzden fazla yerde Yuhannâ’ya atıfta bulunmuş ve Künnaş adlı
eserinden bahsetmiştir.[1055]
Eserleri: 1. el-Künnâşü’l-kebîr. On iki makaleden oluşan
eser, daha sonra Ebü’l-Hasan Sâbit b. İbrâhîm b. Zehrûn el-Harrânî (ö. 396/980) tarafından
düzeltilmiştir.
2. el-Künnâşü’s-sağîr. Yedi makaleden oluşan eser ilkinden daha fazla
şöhret bulmuştur.[1056] İbn Ebû Usaybia’dan
öğrendiğimize göre; Ebû Bişr Mettâ b. Yûnus (ö. 328/940), Hasan b. Behlûl (IV/X.
asır) ve 318 (m. 930) senesinde de Ebü’l- Hasan b. Nefîs’in kâtibi el-Hadîsî
eseri Arapça’ya tercüme etmiştir.[1057]
3. Kitâbün fî ‘Aşri makâlât li-Câlinus. Ebû Sehl Bişr b. Ya‘kûb, er-Resâilü’t-tıbbiyye
adlı eserinde kitaptan nakillerde bulunmuştur. 4. el-Akrâbâzîn. el-Hâvî’de
eserden nakiller yapılmıştır.[1058]
Daha önce
zikri geçen Ehvâzlı hekim Sehl el-Kevsec’in oğlu Sâbûr (Arp. jjA“ J^“ û), babasından daha fazla
şöhret bulmuştur. Ayrı ayrı ilaçlar ve bunların terkibi üzerine uzmanlaşmıştı.
Bir süre Cündişâpûr’daki bîmâristanın idareciliğini yapmış, daha sonra Halife
Mütevekkil (hilâfeti: 232-247/847-861) döneminde Bağdat’a gelmiş ve onun özel
hekimliğini yapmıştır. Mütevekkil’den sonra da halifelerin hizmetinde kalan
Sâbûr, 255/869 senesinde ölmüştür.[1059]
Eserleri:
1. Kitâbü’l-Akrâbâzîn el-Kebîr. Eser, bîmâristanlarda ve eczacılarda
müracaat kitabı olarak uzun süre kullanılmış ve bilgilerine itimat edilmiştir.
Ancak asırlar sonra İbnü’t-Tilmîz Emînüddevle’nin (ö. 549-1154) Kitâbü’l-Akrâbâzîniyyât
’ı bu eserin yerini alabilmiştir. el-Hâvî’nin çeşitli yerlerinde atıflar
yapılan eser,[1060] aynı zamanda İbnü’t-Tilmîz
Emînüddevle’nin adı geçen eseri ile İbn Butlân’a ait Kitâbü Takvîmi’s-sıhha’nın
da temel kaynakları arasındadır. 2. Kitâbü Kuva’l-et‘ime ve mezârrihâ ve
menâfi‘ihâ. 3. Kitâbü’l-Eşribe ve mezârrihâ ve menâfi‘ihâ. 4. Kitâbü’r-
Red alâ Huneyn. Huneyn’in fi’l-Fark beyne’l-ğızâ ve’d-devâ’i’l-müshil
adlı eseri hakkında yazılmıştır. 5. el-Kavl fi’n-nevm ve’l-yakaza. 6. Kitâbü
ibdâli’l-edviye. Son üçünün ismini sadece İbn Ebû Usaybia vermektedir.
Sâbûr ayrıca yazarı meçhul olan, Kitâbü San‘ati’l-edviyeti’l-mürekkebe[1061] isimli Süryânîce tıp eserini
de Arapça’ya tercüme etmiştir.[1062]
Râzî’nin el-Hâvî adlı eserinin tek bir yerinde İbn
Sâbûr şeklinde yaptığı atıf, Sâbûr’un tıp ile iştigal eden bir oğlunun olduğunu
düşündürmektedir ki, Sezgin de bu kanaattedir.[1063] Başka bir yerde rastlanmayan bu isme Râzî, el-Akrâbâzînü’l-evsat
adında bir eser de atfeder.[1064] Bununla birlikte diğer iki yerde aynı eserin
Sâbûr’a atfedilmesi,[1065] bu durumun bir yazım hatasından da
kaynaklanmış olabileceğini akla getirmektedir. Şu halde İbn Sâbûr diye bir
kimse yok ise, Sâbûr’un el-Akrâbâzînü’l- evsat adında bir eserinin daha
olduğunu ifade etmek gerekir.
İsmi; Ali
b. Zeyd, Ali b. Zeyl[1066] ve Ali b. Zeyn (Rezîn)[1067] olarak da kaynaklarda geçen
Ebü’l-Hasen Ali b. Sehl Rabben et-Taberî’nin, babası için kullanılan lakaptan
dolayı Yahudi asıllı olduğu düşünülmüştür. Bu düşünceyi ilk defa ortaya atan
yazar İbnü’l-Kıftî, er-rabben, er-rabin ve er-râb
lakaplarının Yahudilikte önde gelen kimseler için kullanıldığını ifade etmiş;
Rabben ve oğlunun da Yahudi bilginleri olduğunu öne sürmüştür.[1068] Hâlbuki tarihçi Taberî’nin,
ismi Ali b. Rabben en-Nasrânî şeklinde doğru olarak kaydetmiş olduğu
görülmektedir.[1069] Bugün yayınlanmış olan
eserlerindeki mevcut bilgiler, bu konudaki şüpheleri gidermiştir. Zira İbn
Rabben eserlerinin çeşitli yerlerinde babası ve kendisinin Hıristiyan olduğunu
açık bir şekilde ifade etmektedir.[1070]
Firdevsü’l-hikme adlı eserinde ayrıca, ilmî ve manevî yönünden dolayı
babasına; büyüğümüz, üstadımız anlamında rabben[1071] lakabının verildiğini de
söylemektedir.[1072]
Ali b.
Rabben’in doğum zamanı hakkında da çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Firdevsü’l-hikme
adlı eseri 1928 yılında neşreden Sıddîkî, Ali b. Rabben’in çocukluğuna dair bir
anı ve bundan kısa bir süre sonra da yaşadıkları bölge olan Taberistan’ın
hükümdarının topraklarının bir kısmını kaybettiğine dair verdiği bilgiden; onun
157/775 yılı civarında doğmuş olması gerektiği sonucunu çıkarmıştır. Zira
kaynakların ifade ettiğine göre İslâm orduları h. 167 (m. 783/4) senesinde Taberistan
hükümdarları Vandad Hürmüz ve Şervîn’in üzerine yürümüştür.1089 [1073] Sıddîkî’ye göre, babası ile
dua edecek ve olayları hatırlayacak yaşta olan İbn Rabben de bu sırada en
azından sekiz-on yaşlarında olmalıdır. Bu bilgiye itimad etmeyen Meyerhof ise,
Ali b. Rabben’in 214/830 yılında Taberistan’ın idarecisi olan Mazyar b.
Kârin’in hizmetinde kâtip olarak çalışması gibi gerekçeler sunarak; 193/809
yılında doğmuş olduğunu iddia eder. Ali b. Rabben’in, Firdevsü’l-hikme
adlı eserini çok uzun bir araştırma sonucunda Mazyar b. Kârin’in himayesinde
yazmaya başladığı ve onun isyan edip bertaraf edilmesinden sonra da (225/840)
Sâmerrâ’ya gelip eseri burada bitirdiği bilinmektedir. Buradan hareketle,
eserini yazmaya başladığında müellifin çok genç yaşta olmasını mümkün görmeyen
Sezgin; bu sırada en azından 50-55 yaşlarına erişmiş olması gerektiği ve h.
180-185 (m. 790’lı yılların sonu) yılları civarında doğmuş olduğu kanaatini
ifade eder.[1074] İbn Rabben’in Halife
Mütevekkil (232-247/847-861) döneminde, yetmiş yaşında Müslüman olduğu bilgisi
de mevcut olduğuna göre -bunu er-Redd ale’n-nasârâ adlı eserinde kendisi
ifade eder- onun 790 yılı civarında, hatta daha önce doğmuş olması kuvvetle
muhtemeldir.
Ömrünün ilk
yıllarında babasının yanında öğrenim gördüğü anlaşılan Ali b. Rabben, bir
müddet Taberistan’ın idarecisi Mazyar b. Kârin’in yanında çalışmış ve onun
kâtipliğini yapmıştı. Mazyâr’ın 225/840’ta isyan etmesi ve sonucunda bertaraf
edilmesi üzerine[1075] hâmîsiz kalan hekim ve
filozof, Sâmerrâ’ya gitmiş ve Halife Mu‘tasım’ın (hilâfeti: 218-227/833-842)
kendisini kabul etmesi üzerine onun hizmetine girmiştir. İbnü’l-Kıftî ve İbn
Ebû Usaybia, Irak’a varmadan önce bir müddet Rey’de kaldığını ve burada
bulunduğu sırada Râzî’nin kendisinden ders aldığını naklederler.[1076] Ancak 251/865
senesinde doğan Râzî’nin ondan ders almış olması mümkün değildir.[1077] Sezgin’e göre bu
bilgi, Ali b. Rabben’in eserlerinin Râzî üzerinde büyük tesir bıraktığı
şeklinde anlaşılmalıdır.[1078] Gerçek şöhretine Halife
Mütevekkil zamanında ulaşan ve halifenin özel hekimliğini yapan Ali b. Rabben,
onun teşviki ile de Müslüman olmuştur. İbnü’n-Nedîm onun Halife Mu‘tasım
aracılığıyla Müslüman olduğunu ifade etse de[1079]
İbn Rabben, ed-Dîn ve ’d-devee adlı eserinde; Müslüman olmasına
vesile olan Mütevekkil’e dua etmektedir. Ölümü hakkında kaynaklarda herhangi
bir bilgi mevcut olmayan İbn Rabben, Mütevekkil’den sonra da eser kaleme
almıştır. Ancak bu sırada ileri bir yaşta bulunduğuna göre, 247/861’den sonraki
birkaç yıl içinde vefat etmiş olmalıdır.[1080]
Meyerhof,
İbn Rabben ve eserleri üzerine araştırmalar yapmış ve tespitlerini
paylaşmıştır.[1081] Süryânîce, Arapça, Farsça
ile belli ölçüde İbrânîce ve Grekçe bildiği eserlerinden anlaşılan İbn Rabben,
başta tıp ve felsefe olmak üzere çok çeşitli bilim dallarıyla ilgilenmiştir.
Bunlar arasında; astronomi, iklimler, tabiat ilimleri, medeniyet tarihi, beden
ve sağlıkla ilgili çeşitli konular sayılabilir. Bununla birlikte, uzun yılların
birikimiyle yazılmış ve içerik bakımından çok zengin olmasına karşılık Firdevsü’l-
hikme; tıp çevrelerinde Huneyn b. İshâk, Ebûbekir er-Râzî ve yakın
dönemdeki diğer bazı müelliflere ait eserler kadar şöhret bulmamış, yaygın bir
kullanım alanı elde edememiştir. Çalışmalarında genel olarak Grek felsefesi ve
tıbbından istifade eden İbn Rabben, yer yer Hint tıbbından da faydalanmıştır.[1082] Tıptan başka; botanik,
felsefe ve astronomi ile ilgilenmiştir.[1083]
Eserleri:
1. Firdevsü’l-hikme. Telifi uzun yıllar süren eseri İbn Rabben daha
sonra Süryânîce’ye de çevirmiştir. Yedi nev’, yedi nev’in altında toplam otuz
makale, makalelerin altında da toplam 360 bâbdan oluşan eser; Hint, İran, Yunan
ve Arap tıbbına ait bol malzeme içermektedir. Kendisinden sonra gelen Râzî ve
İbn Sînâ gibi birçok hekim ve kültür tarihçisi eseri kaynak olarak
kullanmıştır. Eser, sadece tıp alanında değil; çeşitli bitkiler hakkında
verdiği bilgilerden dolayı, botanik alanında da önemli bir kaynaktır.[1084] Kaynaklar İbn Rabben’in Künnâşü’l-hadra
isimli başka bir eserinden daha bahsediyor olsalar da bunun aynı eser olma
ihtimali yüksektir. 2. Kitâbü’r-Red ale’n-nasârâ. Eserde yetmiş yıl
Hıristiyan yaşadıktan sonra Müslüman olduğunu söyleyen müellif, Allah’ın
rızasını kazanmak ve Hıristiyanları uyarmak için bu eseri kaleme aldığını ifade
eder. Aynı zamanda Hıristiyan teolojisine vakıf olması dolayısıyla diğer kutsal
metinler ile Kur’ân arasında kapsamlı bir mukayese yapma imkânına sahip olan
İbn Rabben’in bu eseri, diğer reddiyelerden daha başarılı görülmüştür. 3. Kitâbü’d-Dîn
ve’d-devle. Müslüman olduktan sonra müellif; İslâm’ın hak din, Kur’ân’ın
Allah kelâmı ve Hz. Muhammed’in (as.) son peygamber olduğunu, onun
peygamberliğine dair Tevrat ve İncillerde de sarâhat derecesinde işaretlerin
bulunduğunu ispat etmek üzere eseri kaleme almıştır. Eser, konu ve muhteva
açısından er-Red ale’n-nasârâ’dan daha mükemmeldir. 4. Kitâbü’l-Îzâh
mine’s-simen ve’l-hüzâl ve teheyyücü’l-bâh ve ibtâlühû. 5. Kitâbü’l-Cevhere.
6. Kitâbün fi’l-Hacâme. 7. Kitâbü Menâfi’i’l-edviye ve’l-et‘ime
ve’l-‘akâkîr. 8. Kitâbü’l-Lü’lü’e. 9. Kitâbü Hifzi’s-sıhha.
10. Kitâbün fi’l-Emsâl ve’l-âdâb alâ mezâhibi’l-Farsi ve’r-Rûmi ve’l-‘Arab.[1085]
Bunlardan
başka İbnü’n-Nedîm, İbnü’l-Kıftî ve İbn Ebû Usaybia’da şu eserlerin de ismi
verilmektedir: 11. Tühfetü’l-mülûk. 12.
‘İrfânü’l-hayât. 13. Kitâbün
fi’r-Rukâ. 14.
Kitâbün fî Tertîbi’l-ağziye.[1086]
Kaynaklarda İbn Sahârbuht ve Îsâ b. Sahârbuht (Arp. ^jjU^ Jj ^y^) olarak geçmektedir. Büyük
olasılıkla daha önce bahsi geçen Mâserceveyh’in torunu, Sahârbuht b.
Mâserceveyh’in oğlu ve Îsâ b. Mâserceveyh’in de yeğenidir. Huneyn b.
İshâk’ın (ö. 260/873) Seb‘u makâlat fî fusûli Bukrat adlı eserinin son
üç makalesini Süryânîce’den Arapça’ya çevirmiş olması, onun en azından Huneyn
ile çağdaş olduğunu göstermektedir. İbnü’l-Kıftî, Îsâ’nın Curcîs’in Cündişâpûr’daki
talebelerinden
biri olduğunu ifade etse de; onun, Curcîs’ten sonra Bağdat’ta Halife Mansûr’a
(hilâfeti: 136-158/754-775) bir süre hizmet etmiş olan Îsâ b. Şehlâ ile ikisini
karıştırdığı anlaşılmaktadır.
Eserleri:
Kitâbü Kuva’l-edviyeti ’--müfrede 'ale ’--hurûf.[1087]
Bir hekim
ve tercüman olan Ebû Ya‘kûb Yûsuf b. Îsâ en-Nâkil (Arp. ^j*y jjl JMI ^^jc jj ^jj), Îsâ b. Sahârbuht’un
öğrencisi idi. Bu durumda III/IX. asrın ortalarında yaşamış olduğu
söylenebilir. İbn Ebû Usaybia tercümelerinin güzel olmadığını, Arapça
kullanımının da hatalı olduğunu ifade eder. Buhtîşû‘, Mâserceveyh ve Mâseveyh
aileleri gibi Hûzistanlı olan Yûsuf’un, Süryânî olma ihtimali yüksektir.[1088]
Daha önce
bahsi geçen Buhtîşû‘ ailesinin üyelerindendir ve Cibrâîl b. Buhtîşû‘un[1089] oğludur. Gençlik yılları ve
eğitimi hakkında bilgi bulunmayan Buhtîşû‘, Bağdat’ta babasının yanında
yetişmiş olmalıdır. 213/828 yılında Halife Me’mûn (hilâfeti: 198-218/813-833)
Bizans üzerine sefere çıkmadan önce rahatsızlanan Cibrâîl, halifeye oğlu
Buhtîşû‘u tavsiye etmişti. Halife seferde kendisine eşlik eden Buhtîşû‘un
hizmetinden memnun kalmış olmalı ki; onlar dönmeden önce ölmüş olan Cibrâîl’in
vasiyetini onaylamış, hiçbir şeye itiraz etmeden tüm servetinin oğluna
verilmesini kabul etmiştir. O sene Me’mûn ile birlikte sefere çıkan hekimin
daha sonra da halifenin hizmetinde kalmış olması kuvvetle muhtemeldir. Zira
Halife Me’mûn Tarsus’ta ölüm hastalığına yakalandığında, Yuhannâ b. Mâseveyh
ile birlikte halifenin yanında bulunduğu nakledilmektedir.[1090] Kaynakların sessizliğinden
onun Halife Mu‘tasım’a (hilâfeti: 218-227/833-842) hizmet etmediği
anlaşılmaktadır ki, onun özel hekimi Selmeveyh b. Bünân idi.[1091] Ancak daha sonraki
halifeler; Vâsik (hilâfeti: 227- 232/842-847), Mütevekkil (hilâfeti:
232-247/847-861), Müstaîn (hilâfeti: 248-252/862- 866), Mu‘tez (hilâfeti:
252-255/866-869) ve Mühtedî’nin (hilâfeti: 255-256/869-870) hizmetinde
bulunmuştur.[1092]
Buhtîşû‘un,
saraydaki saygın konumu ve zenginliğini kıskanan bazı devlet adamlarının
aleyhine tutumları sonucunda, Halife Vâsik tarafından mallarına el konup
Cündişâpûr’a sürgün edildiği nakledilir (230/845). Vâsik ölüm hastalığına
yakalandığında geri çağrılmışsa da, hekim Sâmerrâ’ya ulaşmadan önce halife
ölmüştür.[1093] Halife Mütevekkil’in tekrar
hizmete aldığı Buhtîşû‘, yine büyük bir ikbale kavuşmuştur. Onun halife
nezdindeki konumu, zenginliği ve debdebesi dillere destandı.[1094] Halifenin yanına rahat bir
şekilde girip çıkabilen ve onunla çekinmeden şakalaşabilen Buhtîşû‘ hakkında
halife; “Onun nezdimizdeki konumu, ruhumuzun bedenimize göre konumu gibidir.”
derdi.[1095] Ancak bu durum hep böyle
devam etmemiştir. Rivayet edildiğine göre bir gün Buhtîşû‘, Halife Mütevekkil’i
evinde ağırladığında; onun bu derecedeki zenginlik ve refahından rahatsız olan
halife, mallarının müsadere edilip Bahreyn’e sürgüne gönderilmesini emretmişti.[1096] Buhtîşû‘un bu
olaydan sonra sürgün edilmeyip hapsedildiği, halifenin yakalandığı bir
hastalığı tedavi etmesinden sonra da affedildiği bilgisini paylaşan İbn Ebû
Usaybia; onun Halife Mütevekkil tarafından sürgün edilmesine sebep olan başka
bir olayı daha nakleder. Buna göre; halifeye suikast planlayanlar, plandan
haberdar olduğunu düşündükleri Buhtîşû‘u uzaklaştırmak gayesiyle ona komplo
kurmuşlar ve halifenin onu Basra’ya sürmesini sağlamışlardı.[1097] İbn Ebû Usaybia aynı yerde,
Buhtîşû’un gönderilmesinden sonra halifenin katledildiğini de yazar. Ancak çoğu
kaynakta Buhtîşû’un sürgün yılı 244 (m. 858) olarak verilir.[1098] Bu tarih, halifenin
katlinden üç yıl öncedir. Dolayısıyla onun, suikast planlayanların
girişimleriyle gönderilmiş olma ihtimali uzak görünmektedir. Ayrıca Taberî, 245
senesi olayları içinde, Buhtîşû‘a yüz elli kırbaç cezası verildiğini ve yeraltı
zindanına hapsedildiğini yazar. Şu halde Buhtîşû‘ kısa bir süre sonra sürgünden
geri getirilmiş ve kırbaç cezasıyla cezalandırılmış olmalıdır.[1099] Buhtîşû‘ ayrıca, babası
Mütevekkil’in ardından halife olup altı ay hilafet makamında kalan Halife
Müntasır’ın (hilâfeti: 247-248/861-862) ölümü ile ilişkilendirilmektedir.
Rivayete göre; bazı devlet adamlarının para teklifi üzerine Buhtîşû‘, hacamat
esnasında zehirli neşter kullanmak suretiyle halifenin ölümüne sebep olmuştu.[1100] Bu olay da onun sürgünden
dönmüş olduğunu ve Sâmarrâ’da bulunduğunu göstermektedir. Müstaîn (hilâfeti:
248-252/862-866) halife olduğunda Buhtîşû‘u hizmetine kabul etmiş ve ona
ihsanda bulunmuştur.[1101] Mu‘tez (hilâfeti:
252-255/866- 869) zamanında Buhtîşû‘, halifenin gazabından kurtulmak isteyen
devlet adamlarının sığınabileceği bir kimse konumundaydı.[1102] Halife Mühtedî’nin
(hilâfeti: 255-256/869- 870) de Buhtîşû‘a büyük saygı duyduğunu ve sorunlarıyla
yakından ilgilendiğini gösteren rivayetler mevcuttur.[1103]
İnişli
çıkışlı bir hayattan sonra Buhtîşû‘ 256/870 senesinde öldüğünde, geride büyük
bir servet bırakmıştı. Hayattayken onun servetinin peşinde olan bazı devlet
adamları öldükten sonra da bu emellerinden vaz geçmemişlerdi. Öyle ki, kısa bir
süre içinde hekimin geriye bıraktığı büyük servetten geriye hiçbir iz kalmamış,
çocukları da dağılıp gitmişlerdi.[1104]
Kaynaklar, Halife Muktedir (hilâfeti: 295-320/908-932) zamanında bile topraklarının
ucuz fiyata satıldığını kaydeder.[1105]
Yine kaynaklardan onun, devlet memurluğu yapan Ubeydullah adında bir oğlunun
olduğu öğrenilmektedir. Hekimlikle meşgul olmayan Ubeydullah da çevresindeki
komplocularla uğraşmış ve en sonunda bütün mal varlığını kaybetmiştir. Bu kişi
ileride bahsi geçecek olan, Buhtîşû‘ ailesinin bir diğer ünlü hekimi Cibrâîl
b. Ubeydullah’ın babasıdır.
Çeşitli
rivayetlerden konforuna düşkün olduğu anlaşılan Buhtîşû‘,[1106] tütsü yapımında uzmandı.
Bunun için özel bitkiler ve kokularla kömür elde eder ve onu tütsü için
kullanırdı. Onun yapmış olduğu bu karışım “Buhtîşû‘ işi” olarak tanınır
ve bilinirdi.[1107] İbn Ebû Usaybia, Buhtîşû‘un
tercüme yaptığından da bahseder,[1108]
ancak onun para karşılığı tercüme yaptırmış olma ihtimali daha yüksektir.
Nitekim Huneyn b. İshâk, Galen’in pek çok kitabını Buhtişû‘un isteğiyle
Arapça’ya tercüme ettiğini ifade eder.[1109]
Buhtîşû‘un özlü sözlerinden bazıları; “Açken su içmek kötüdür, tokken yemek
ise daha kötüdür.”, “Zararlı şeyden az yemek, faydalı şeyden çok yemekten
evlâdır.” şeklinde kaynaklara geçmiştir.[1110]
Eserleri: 1. Risâletühû elletî ‘amilehâ ile’l-Me’mûn
fî tedbîri’l-beden cevâben ‘an kitâbihî yes’elü zâlike. 2. Nesâ’ihu’r-ruhbân
fi’l-edviyeti’l-mürekkebe. 3. Muhtasar bihasebi’l-imkân fî ‘ilmi’l-ezmân
ve’l-ebdân. 4. Risâletün fîhâ nüket min mahfiyyâti’r- rumûz fi’t-tıb.
5. Nebzetün fi’t-tıb.[1111] 6. Kitâbün fi’l-Hacâme ‘alâ
tarîki’l-mes’ele ve’l- cevâb. Bu sonuncusu sadece İbn Ebû Usaybia’da
geçmektedir.[1112]
Hayatı
hakkında pek fazla bilgi bulunmayan hekim Îsâ b. Mâsse’nin (Arp. ^■^ 4—-^ û),
hastaların tedavisinde başarılı olduğu konusunda kaynaklar hemfikirdir.[1113] İbn Ebû Usaybia ona Süryânî
hekimler arasında yer verir. İshâk b. Ali er-Ruhâvî’nin Kitâbü
Edebi’t-tabîb adlı eserinde Îsâ b. Mâsse’den aktardığı bilgilerden onun; Yuhannâ
b. Mâseveyh, Buhtîşû‘ b. Cibrâîl ve Halife Mütevekkil ile çağdaş
olduğu anlaşılmaktadır.[1114] Brockelmann, İbn Mâsse’nin
Merv’deki bîmâristanda hekimlik yaptığını ifade eder.[1115] Ancak bu bilgi kaynaklardan
teyit edilememektedir. Sezgin; III/IX. asrın ikinci yarısının başlarında
hayatta olduğu kesin olan hekimin, h. 275 (m. 888) yılı civarında ölmüş
olmasını muhtemel görmektedir.[1116]
Eserleri:
1. Kitâbü’l-Cimâ‘ veya Mesâil fi’n-nesl ve’z-zürriyyât ve’l-cimâ‘.
2. Risâletün fi’sti‘mâli’l-hammâm. 3. Kitâbün fi’l-Fasd ve’l-hacâme.
4. Kitâbü’t-Tedbîr veya Tedbîru’l-esinne. 5. Kitâbü
Kuva’l-ağziye.[1117] el-Hâvî’de geçen seksen
kadar atfın, bu eserden yapıldığı sanılmaktadır. Sadece birkaç yerde “Kâle
fi’t-Tedbîr” denerek önceki esere işaret edilmiştir.[1118] 6. Kitâbü mâ lâ Yezurruhu’t-tabîb. 7. Kitâbü’r-Ru’yâ.
8. Kitâbün fî Tulû‘i’l-kevâkib. Son üç eserin ismi, sadece klasik
kaynaklarda geçmektedir.[1119]
Bir hekim
ve aynı zamanda bir tercüman olan Îsâ b. Yahyâ b. İbrâhîm (Arp. f*'j*' û* ^^ û*
v״^),
Huneyn b. İshâk’ın yanında öğrenim görmüştür. İbnü’l-Kıftî ve İbn Ebû Usaybia,
onun Süryânî olduğu konusunda hemfikirdirler.[1120]
Îsâ, Hipokrat ve Galen’in eserlerinden bir kısmını Arapça’ya tercüme etmiştir.[1121] Tercümelerini beğenen
Huneyn, onu bu işle görevlendirmişti.[1122]
Eserleri:
1. Makâletün fi ’-- ‘ayn. 2. Makâletün fi ’--üzün.[1123]0
Huneyn b.
İshâk’ın yoğun olduğu dönemlerde, Kaydâ er-Ruhâvî’ye (Arp. ’-^5 ^j/*jJ', İng.
Qyda) tercüme yaptırdığı ve sonra bu tercümeleri kendisinin gözden geçirdiği
İbn Ebû Usaybia tarafından ifade edilmektedir.[1124]
Huneyn’in çağdaşı olması, III/IX. asrın ortalarında yaşamış olduğunu
göstermektedir. Urfalı Süryânîler’den olması muhtemel olan Kaydâ’yı, Doru da
Süryânî tercümanlar arasında zikreder.[1125]
Hakkında başka bir bilgi bulunmamaktadır.
İbn Ebû Usaybia, tercüme konusunda Kaydâ er-Ruhâvî ile
benzer durumda olduğunu ifade etmektedir. Burada ne kastedildiği net olmamakla
birlikte, Mansûr b. Bânâs’ın da (Arp. ^1* û jj^^)
Huneyn için tercümeler yaptığı ve orta seviye bir tercüman olduğu
anlaşılabilir. Ayrıca Süryânîcesinin Arapçasından daha iyi olduğu ifade edilen
Mansûr’un Süryânî olma ihtimali yüksektir. Kaydâ gibi, III/IX. asrın
ortalarında yaşamış olmalıdır.[1126]
Bağdat’ın
Kerh bölgesinin piskoposu olan Teodoros’un (Arp. ^j-/״-j-■^
^2^V1), tıp ilmine ve kitaplara aşk derecesinde bağlı biri olduğu;
tercüme edilen kitaplardan kendisi için edinmeye çalıştığı ifade edilir. İbn
Ebû Usaybia, onu tercümanlar arasında saymaktadır. Sezgin, III/IX. asırda
yaşadığı kanaatindedir. Kesin olmamakla birlikte Süryânî olması kuvvetle
muhtemeldir.[1127]
Eserleri: Klâsik kaynaklar herhangi bir eserinden söz
etmezken, sonradan kendisine ait iki eserin varlığı tespit edilmiştir. 1. Muhtasar
fi’t-tıb. 2. Makâletün fi’l- ‘ayn.[1128]
Bağdat’ın
Kerh bölgesinde yaşayan Süryânîler’den olduğu anlaşılmaktadır. Arapça
kaynaklarda şehdâ/î (^■^) şeklinde geçen isminin aslı, Süryânîce şehit
anlamında sahda olmalıdır (^^mm).
İbn Ebû Usaybia tercümelerinin iyi olmadığını ifade eder. Kendisi gibi bir
tercüman olan İbn Sahda el-Kerhî’nin babasıdır.[1129] İbnü’n-Nedîm’in
de tercümanlar arasında saydığı Sahda ailesi, yüksek ihtimalle tercümelerin
yoğun olduğu III/IX. asrın ortalarında yaşamıştı.[1130]
Süryânîce’den Arapça’ya nakiller yapmış olan İbn Sahda
el-Kerhî’nin (Sür. â=> ^1m&,
Arp. ^j^Jl ^■^ û*l) tercüme konusundaki durumu babası gibiydi. Ömrünün
ilerleyen yıllarında kendisini geliştirmişse de orta seviye bir tercüman olarak
kalmıştır.[1131]
III/IX.
asırdaki yoğun tercüme döneminin mütercimlerinden biri olduğu anlaşılan
Abdülmesîh b. Abdullah b. Nâ‘ime el-Hımsî’nin (Arp. û* ^ ■^ û* ^“^' ■^ ^■^Jl
2^ob), Kindî’nin (ö. 252/866?) yakın çevresinde bulunan bir kimse olduğu ve
Halife Mu‘tasım (hilâfeti: 218-227/833-842) için tercüme yaptığı ifade
edilmektedir.[1132] Daha çok felsefe
ile meşgul olduğu anlaşılmaktadır. Tercüme ve telifleriyle ilgili pek fazla
bilgi bulunmamakla birlikte onun, Aristoteles’in Sofistika’sını
Süryânîce’ye tercüme ettiği bilinmektedir. Ayrıca yine Aristoteles’e ait es-Semâ’ü’t-tabî‘î
’nin de bir kısmını tercüme ettiği nakledilir.[1133]
Yine yazarı belli olmayan ve çevrildiği dönemde Aristoteles’e nispet edilen Teologia
adlı Yeni-Platoncu eseri, Kindî için tercüme etmiştir.[1134] İbn Ebû Usaybia, İbn
Nâ‘ime’nin orta seviyenin üstünde bir tercüman olduğunu ifade eder.[1135] es-Semâ’ü’t-tabî‘î
tercümesi ve İbn Ebû Usaybia’nın yorumu, onun Arapça’ya da tercüme yaptığına
dair bir işaret olarak kabul edilebilir.
İbn Ebû Usaybia’nın orta seviye bir tercüman olarak
nitelendirdiği[1136] İbrâhîm b. es-Salt; Aristoteles, Batlamyus ve
Galen’in çeşitli eserlerinden tercümeler yapmıştır.[1137] Huneyn’in onun tercümesini tashih etmiş
olması[1138] III/IX. asrın ortalarında yaşamış olduğunu göstermektedir.
Hakkında net bir bilgi olmamakla birlikte, Süryânîce’ye de tercüme yapan[1139] İbnü’s-Salt’ın Süryânî olması muhtemeldir.
Yusif de onun Süryânî olduğu kanaatindedir.[1140]
810 yılı
civarında, Hadyab[1141] bölgesindeki bir köyde
dünyaya gelen Tuma b. Ya’kûb’un (Sür. ^nn^, כך r^o^, Arp. ^j2«j Jj Ujî, İng. Toma bar Ya’qub) hayatı hakkında fazla
bilgi yoktur. 832 senesinde, bünyesinden pek çok piskopos, metropolit ve
katolikos çıkarmış olan Bet ‘Abe Manasıtırı’nda[1142]
rahip olduğu bilinen Tuma; 837’de manastırın idarecisi İbrahim’in (Sür. ^.כך^^
ג^ו^, İng. Abraham II,
patrikliği: 837-850) katolikos seçilmesi ile onun kâtipliğine getirilmiştir.
840 senesinde de katolikos tarafından Marga[1143]
piskoposluğuna atanmıştır. Bunun dışında, Marga Piskoposu Tuma’nın hayatı ve
ölüm tarihiyle ilgili bilgi mevcut değildir. Doğu Kilisesi mensubu olan
müellif, Manastır tarihi üzerine eserler yazmıştır.[1144]
Eserleri: 1. Ktaba d-Rişane (dı^u d=>^). Batı
bilim çevrelerinde Historia Monastica olarak bilinen eserin tam isminin
tercümesi, “Nesiller boyu Kutsal Bet ‘Abe Manastırı’nda yaşamış kutsal
şahsiyet ve rahiplerin hikâyeleri” şeklindedir. Marga Piskoposu Tuma’nın en
son ve en kapsamlı eseridir. 850 yılı civarında yazılmış olan eser, adı geçen
manastır çevresindeki din adamlarının hikâyelerinden başka; katolikoslar,
metropolitler, piskoposlar, çeşitli yerlerde kurulmuş olan okullar, teolojik
tartışmalar, diğer manastırlar, Doğu Kilisesi’nde manastır hayatının gelişmesi
vs. hakkında da bilgiler sunmaktadır. Ayrıca eserde; Güney Arabistan ve doğu
ülkelerinde yürütülen misyonerlik faaliyetleri, önce Sâsânîler daha sonra da
Müslüman idareciler ile Hıristiyanların ilişkileri ve İslâm hâkimiyetinin
yayılışı gibi manastır tarihi dışında kalan konulara da rastlamak mümkündür.
Eserin baskısı mevcuttur.[1145] 2. Taş’iyata v- şarbe mavtrane d- ‘al naşa
kadişe v-ihidaye ( d₺.:u> !diג^2 ^׳
dn&a^ rdot^o ^■<• *.^ ^ג■"^). Müellifin Ktaba
d-Rişane adlı eserinin içerisinde adını zikrettiği bu eser, günümüze
ulaşmamıştır. Ancak müellifin, yine manastır tarihi ile ilgili daha erken bir
dönemde yazmış olduğu bu eserinin notlarından daha sonra faydalanmış olduğu
tahmin edilmektedir. 3. Marga bölgesinde bulunan Raban Kufriyanus Manastırı din
adamlarından bahseden bir eser. Daha önce müstakil yazılan bu eser, sonradan Ktaba
d- Rişane’nin altıncı bölümü olmuştur.[1146]
Huneyn b.
İshâk’ın (ö. 260/873) en yakınındaki talebelerinden biri olan Hubeyş b.
el-Hasan el-A‘sem ed-Dımaşkî (Arp. ^2^21 ^Vl j״>aJl
Jj ^h*), aynı zamanda onun kız
kardeşinin oğludur. Dımaşklı Süryânîler’den olduğu anlaşılmaktadır. Hubeyş, tıp
ve tercüme konusundaki bütün birikimini hocası ve dayısı Huneyn’in yanında elde
etmişti. Huneyn b. İshâk’ın yeğeni olmasından başka; Benû Mûsâ kardeşler
(III/IX. asır), Yuhannâ b. Mâseveyh (ö. 243/857) ve Buhtîşû‘ b.
Cibrâîl (ö. 256/870) gibi dönemin önde gelen bilim adamlarıyla kurduğu
ilişkiler onun III/IX. asrın ortası ve ikinci yarısında yaşamış olduğunu
göstermektedir.[1147] Huneyn Risâle’de, çok
zeki olduğunu ifade ettiği Hubeyş’in aynı ölçüde çalışkan olmadığını söyler.[1148] Ancak kendisinin de ifadesi
doğrultusunda bu çalışmayı 48 yaşında kaleme aldığı[1149] göz önüne alınırsa, bu
sözlerin Hubeyş’in gençlik dönemiyle ilgili olduğu düşünülebilir. Zira Hubeyş,
ilerleyen dönemdeki verimliliği ile neredeyse hocasına yetişmişti. Tıp
alanındaki eserlerin tercümesiyle yoğun şekilde meşgul olan Hubeyş; Grekçe ve
Süryânîce’den Arapça’ya, Arapça’dan da Süryânîce’ye tercümeler yapmıştır.
Yaygın kanaat Hubeyş’in sadece, Huneyn’in Grekçe’den Süryânîce’ye tercüme ettiği
eserleri Arapça’ya çevirdiği ve Grekçe bilmediği yönünde ise de; İbnü’l-Kıfî
onun Grekçe ve Süryânîce’den Arapça’ya nakiller yaptığını ifade etmektedir.[1150] Meyerhof da onun sadece
Süryânîce’den tercüme yapmış olduğu düşüncesinin yanlış olduğu kanaatindedir.
Ona göre Hubeyş, sadece Süryânîce tercümelerden nakillerde bulunmamış, De
Tumoribus gibi o dönemde Süryânîce tercümesi bulunmayan eserlerden de
Arapça’ya tercümeler yapmıştır.[1151]
İbnü’n-Nedîm
ve İbnü’l-Kıftî ayrıca; Hubeyş’e ait birçok tercümenin, şöhretinden dolayı
Huneyn’e isnat edildiği bilgisini paylaşırlar. Bu karışıklığın ise Hubeyş
(^??^) ve Huneyn (û?^) isimlerinin noktasız yazılışındaki
benzerlikten kaynaklandığı tahmin edilmektedir. İbnü’l-Kıftî’nin iddiasına göre
işin ehli olmayan müstensihler, Hubeyş ismini düzgün bir şekilde
okuyamayınca yanlış yazıldığını düşünmüşler ve ismi Huneyn şeklinde
değiştirmişlerdi.[1152] Huneyn’in Galen
bibliyografisi üzerine kaleme aldığı Risâle’sinde verilen bilgilere
göre; Hubeyş Arapça’ya otuz beş, Süryânîce’ye de üç adet tercüme yapmıştır.
Aynı eserden, bu tercümelerin daha çok Benû Mûsâ kardeşlerin siparişi üzerine
yapıldığı anlaşılmaktadır. Hubeyş’in onlardan aylık beş yüz dinar gelir elde
ettiği ifade edilir. Bununla birlikte
Hubeyş, gerek
Müslüman gerekse Hıristiyan bilim meraklıları için de tercümeler yapmıştır.
Arapça’dan Süryânîce’ye yaptığı üç adet tercümeyi ise Yuhannâ b. Mâseveyh
sipariş etmişti.[1153] Tercümeyle yoğun şekilde
meşgul olmasının yanında Hubeyş, telif eserler de vermiştir.
Eserleri: 1. Ziyâdât. Huneyn’in Kitâbü’l-Mesâil
adlı eserini tamamlaması ile oluşmuştur. 2. Risâletü
islâhi’l-edviyeti’l-müshile. 3. Kitâbü’l-Ağziye. Râzî’nin esere bir
yerde atfı bulunmaktadır.[1154] 4. Kitâbün fi’l-İstiskâ. 5. Makâletün
fi’n-nabz. 6. el- Akrâbâzîn. Râzî, birkaç yerde esere atıfta
bulunmaktadır.[1155] 7. Ta‘rîf fî emrâzi’l-‘ayn. Bunlardan
başka; Râzî, Hubeyş’e nipet edilen bir kitaptan[1156] ve İbn Ebû Usaybia da, Kitâbü’l-Edviyeti
’--müfrede adında bir kitaptan[1157] bahseder.[1158]
Basra
şehrini de içine alan Meysân metropolitlik bölgesinin metropoliti olan
Yeşu’dnah (Sür. ^״ גט^י!â^nr.,
İng. Isho’dnah the Fuller), III/IX. asrın ortalarında yaşamıştır (etk. y. 860).
Hayatı hakkında fazla bilgi bulunmamaktadır.[1159]
Çamaşır yıkayıcısı anlamına gelen kasra (Sür. ט^ו^ז, Arp.
kassâr [J^]) ismi onun daha önce böyle bir meslekte çalışmış olma ihtimalini
akla getirmektedir. Bar Brika, eserine aldığı Yeşu‘dnah’ın ilmî çalışmalarından
bahseder.
Eserleri:
1. Klesastiki (^.\v^^M Üç ciltlik bir kilise
tarihidir. 2. Puşaka da- mliluta (^^ג^\!!ס ^mcM Mantık üzerine yazılmış bir şerhtir.
3. Buya’e ‘am turgame (^^^־ ^סדn^ ^.טס), Cenaze konuşmaları ve ilahilerden
oluşan bir eserdir. 4. Mimre (^מ^מו). Vezinli şiirlerinin toplandığı bir
eserdir. 5. Ktaba d-nakputa ( ^=>^ ^a^n).
Manastır kurumu üzerine derlenmiş bir eserdir.[1160] Eser, manastır şahsiyetleri hakkında
derlenmiş yaklaşık 140 hikâyeden oluşmaktadır. Bu hikâyelerin çoğu IV. asırla
IX. asır arasında, manastır kurmuş olan din adamları hakkındadır. Yeşu‘dnah’ın
aynı zamanda, günümüze sadece Arapçası ulaşmış olan ve yazarı belli olmayan Siirt
Vakayinamesi’nin de yazarı olduğu ileri sürülmektedir. Ancak, imkânsız
olmamakla birlikte, bunun kesinliği yoktur. Siirt Vakayinamesi hâriç
tutulursa, müellifin Ktaba d- nakputa ve Enbar şehri yakınındaki bir
manastrırın kurucusu olan Mar Yavnan hakkındaki uzun şiiri dışındaki eserleri
günümüze ulaşmamıştır.[1161]
el-Merveırûzî nisbesiyle de bilinen Ebû Yahyâ el-Mervezî (Arp.
^^ jjî ^jjJ'jj^'/^jjj^'), III/IX. asrın sonu ile IV/X. asrın başlarında
Bağdat’ın önde gelen hekim ve filozoflarındandı. Hendese ilmiyle meşgul olan
Ebû Yahyâ el-Mervezî ile karıştırılmamalıdır.[1162] Fârâbî’nin (ö. 339/950) de hocası olan Ebû
Bişr Mettâ b. Yûnus (veya Yûnân. ö. 328/940) kendisinden ders almıştır.
Kaynaklarda Süryânî olduğu ifade edilen Ebû Yahyâ; Bağdat ilim muhitlerinde
erdemli bir kimse olarak bilinirdi. Mantık ve diğer alanlarda yazdığı
eserlerini daima Süryânîce kaleme almıştır.[1163] Ancak Aristoteles’in İkinci Analitikler’ine
yazdığı şerh dışında, kaynaklarda Ebû Yahyâ’nın herhangi bir eserinin adı
nakledilmez.[1164]
Hayatı hakkında pek fazla bilgi bulunmamaktadır. Bununla birlikte Edebü’t-
tabîb adlı eserinde Îsâ b. Mâsse’den yaptığı rivayetler, İshâk b.
Ali’nin III/IX. asrın ikinci yarısında yaşamış olduğunu göstermektedir. Urfalı
olması Süryânî olma ihtimalini mümkün kılsa da, İshâk b. Ali’nin (Arp. ^J-*J' Jj 01^1) Yahudi mi
yoksa
Hıristiyan mı olduğu konusu net değildir. Galen üzerine uzmanlaşmış olan İshâk
b. Ali’nin yazmış olduğu eserler, onun eski tıp kitaplarının bilgisine hâkim
olduğunu göstermektedir.[1165]
Eserleri: 1. Edebü’t-tabîb.[1166] 2. el-Künnaş. Galen’in, Arapça’ya el-Miyâmir
fî terkîbi’l-edviye bi-hasebi emrâz mine’r-re’s ile’l-kadem ismiyle tercüme
edilen ‘Aşr makâlât’ından derlenmiştir. 3. Cevâmi‘.
İskenderâniyyûn olarak isimlendirilen İskenderiyeli Galen şârihlerinin,
tertiplerinde ilk dört sıraya yerleştirdikleri Galen kitaplarından derlenmiş
bir çalışmadır.[1167] 4. Keyfe yenbeğî en-yümtehane’t-tabîb.
Hekimlerin imtihanı konusunda olduğu isminden anlaşılmaktadır. 5. el-Medhal
ilâ ‘ilmi’l-cedel. Son ikisinden, Edebü’t-tabîb adlı eserinin içinde
müellif kendisi bahsetmektedir.[1168]
Huneyn’in
yanında tıp eğitimi aldığı ifade edilen Îsâ b. Ali, İbn Ebû Usaybia’da Süryânî
hekimler arasında sayılır. Sadece tıp ile değil felsefe, astronomi, fizik,
matematik ve ilmü’l-hayevân ile de meşgul olmuş ve eserler kaleme almıştır.
Biyografi kaynaklarında tercüme yaptığına dair herhangi bir kayıt bulunmamakla
birlikte; Huneyn, Risâle’sinde onun Arapça’ya tercüme yaptığını ifade
eder.[1169] Şehzadeliğinden
itibaren Halife Mu‘temid’in (hilâfeti: 256-279/870-892) hizmetinde bulunan Îsâ,
ondan bol ihsan görmüştür. Ölüm tarihi hakkında herhangi bir bilgi
bulunmamaktadır.[1170]
Eserleri: 1. Kitâbü’s-Sümûm. 2. Kitâbü’l-Hayevân. Eserin ismi; Kitâbü
Menâfi‘i’l-hayevân,
Kitâbü Menâfi‘i a‘zâ’i’l-hayevân veya Kitâbü’l-Havâs min a‘zâ’i’l- hayevân
şekillerinde de bilinmektedir.[1171] 3. Süryânîce-Arapça Sözlük. Çok ciltli
bir çalışmadır.[1172] İbnü’l-Kıftî, Kitâbü Tezkireti’l-kehhâlîn
adında bir eserinden daha söz etse de, onun Ali b. Îsâ el-Kehhâl ile ikisini
karıştırdığı anlaşılmaktadır.
Sâbiî
bilgin Sâbit b. Kurre’nin (ö. 288/901) öğrencisi olan Îsâ b. Üseyyid en-
Nasrânî el-Irâkî (Arp. ^b*J' ^2'j■^' ^' û ^y^), genellikle hocasının
yanında bulunmuş ve ilimle meşgul olmuştur. Aynı zamanda tercüme yapan Îsâ’nın
Süryânîce’den Arapça’ya nakilde iyi olduğu ifade edilir. Sâbit b. Kurre ona
tercüme işi verir, daha sonra kendisi bu tercümeleri tashih ederdi.[1173] Ayrıca İbnü’n-Nedîm’in,
telif eser de kaleme aldığını ifade ettiği Îsâ b. Üseyyid; III/IX. asrın ikinci
yarısında yaşamıştır.[1174] Süryânî olup olmadığı
konusunda kaynaklarda herhangi bir kayıt bulunmamaktadır. Bununla birlikte
kaynakların, Süryânîce’den tercüme yaptığını ifade etmesi ve Iraklı olması
Süryânî olmasını muhtemel kılmaktadır.
Eserleri: Cevâbâtü Sâbit li-mesâ’ili Îsâ. Îsâ b.
Üseyyid’in çeşitli konularda hocası Sâbit b. Kurre’ye sorduğu sorular ve aldığı
cevaplardan oluşmaktadır.[1175]
Buhtîşû‘ ailesinden
bir hekim olması kuvvetle muhtemeldir. Sezgin onun, Buhtîşû‘ b. Cibrâîl’in
gayrımeşru oğlu olduğunu ifade eder. Zamanının seçkin bir hekimi olan Yuhannâ
b. Buhtîşû‘ (Arp. £jAnAJ û 1־*•ja), Halife Mütevekkil’in (hilâfeti:
232-247/847-861) oğlu ve Halife Mu‘temid’in (hilâfeti: 256-279/870-892) kardeşi
Tâhâ Muvaffak’ın (ö. 278/891) hizmetine girmiştir. Kardeşinin hilafetinde bir
halife gibi davranan Muvaffak, Yuhannâ’yı çok sever, ona karşı özel muamelede
bulunur ve her isteğinin karşılanmasını sağlardı. Muhtemelen h. 300 (m. 912)
yılı civarında, Bağdat’ta ölmüş olan Yuhannâ; tercüme ile de meşgul olmuştu.
Huneyn; Galen’in bir eserini Süryânîce’ye tercüme eden Yuhannâ’nın, kendisinden
de yardım istediğini ifade eder.[1176]
Arapça’ya tercüme yapmadığı sanılan hekim, daha çok Grekçe’den Süryânîce’ye
tercümeler yapmıştır.[1177] Yuhannâ’nın oğlu Buhtîşû‘ da
(ö. 329/941) halifelere hizmet eden bir hekimdi.[1178]
Ancak kaynaklar onun herhangi bir bilimsel faaliyetinden bahsetmez. Bu nedenle
kendisine ayrı bir başlık altında yer vermedik.
Eserleri: 1. Takvîmü’l-edviye fîma’ştehera
mine’l-a‘şâb ve’l-‘akâkîr ve’l- ağziye. 2. Kitâb fîmâ Yahtâcü
ileyhi’t-tabîb min ‘ilmi’n-nücûm.[1179] İbn Ebû Usaybia’da sadece ikinci eserin adı
geçmektedir.[1180]
Asıl adı
Mûsâ b. Şem’ûn olmakla birlikte babasının lakabından dolayı Mûsâ b. Kifo (Sür. r^ כך r₺a^, Arp. 4£י Jj ^“>a
İng. Moses bar Kepha) olarak şöhret bulmuştur. Kuzey Irak’taki Balad[1181] kasabasında doğmuş olan
Mûsâ, yine bu bölgede bulunan Mor Sercis Manastırı’nda felsefe, teoloji, Kutsal
Kitap ve Süryânî dili üzerine öğrenim görmüştür. Mûsâ b. Kifo yirmi yaşında din
adamı olmuş, bundan on sene sonra da piskopos olarak takdis edilmiştir. 12
Şubat 903 tarihinde yetmiş yaşında iken ölmüştür. Mûsâ b. Kifo, Süryânî
Ortodoks Kilisesi’nin en büyük bilgin ve din adamlarından biri olarak görülmüş;
çalışmaları kendi dönemindekiler ve sonrakiler tarafından örnek alınmıştır.[1182]
Eserleri: Mûsâ b. Kifo’nun Kutsal Kitap tefsiri,
teoloji ve litürji alanlarında pek çok eseri bulunmaktadır. Onun eserlerindeki
ana amacın İslâm dünyası içinde Hıristiyanlığı savunmak ve bu inancı
desteklemek olduğu ifade edilmektedir.[1183]
Yahyâ b.
Ebû Hakîm el-Hallâcî (Arp. ^■^J' f^ ^' û ^M diye bilinir. İbn Ebû Usaybia,
Hallâcî’yi Süryânî tabipler arasında sayar. Halife Mu‘tazıd’ın (hilâfeti:
279-289/892-902) özel hekimliğini yapmıştır.[1184]
Eserleri: İbnü’n-Nedîm ve İbn Ebû Usaybia’da
kaydedildiği kadarıyla, Tedbîru lebdân’’n-nahîfe elletî kad ğalebet
aleyh’’s-safrâ adlı bir eserinin olduğu bilinmektedir. Halife Mu’tazıd için
kaleme alınmış olan eserin yazması mevcut değildir.[1185]
İbn Ebû
Usaybia’nın Süryânî tabipler arasında zikrettiği Abdûs b. Zeyd (Arp. AÜ û ^2H
yaşadığı dönemde Bağdat’taki meşhur hekimlerden biriydi. Hastalıkların
belirtilerini iyi bilir ve önceden tedbir alırdı. İbn Ebû Usaybia’da Iraklı
hekimler arasında sayılan Abdûs ile aynı kişi olması kuvvetle muhtemeldir.[1186] Ubeydullah b. Süleyman’ın
vezirlik döneminde (vezirliği: 891-901) oğlu Kâsım’ı iyileştirmesi ve ölüm
hastalığında Halife Mu‘tazıd’ın (hilâfeti: 279-289/892-902) yanında bulunması,
onun III/IX. asrın ikinci yarısı ile IV/X. asrın başında yaşamış olduğunu
göstermektedir.[1187] Ziriklî ölüm
tarihini yaklaşık h. 300 (m. 912) olarak verir.[1188]
Abdûs ile aynı dönemde
yaşamış, Abdûs
b. Hakîm adlı bir hekimden daha bahsedilse de; Risâle fi’t-tahliye adlı
eserin sahibi olan bu hekimin Süryânî olup olmadığı konusunda herhangi bir
bilgi mevcut değildir.[1189]
Eserleri: Kitâbü’t-Tezkire fi’t-tıb. Râzî ve
Bîrûnî eserlerinde, kitaba atıfta bulunmuşlardır.[1190]
İbn Ebû Usaybia, Ya’kûb b. Mâhân es-Sîrâfî’yi (Arp. ^'j■^'
û■*^ û ^j^) Süryânî hekimler
arasında zikretmektedir. Bunun dışında hayatı ve yaşadığı dönem ile ilgili
herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Kaynaklarda, Kitâbü’s-Sefer ve '1-hıadar
fi ’-- tıb adlı güzel bir eserinin varlığından söz edilir.[1191]
İbn Ebû
Usaybia’da Süryânî tabipler arasında sayılan Yûsuf es-Sâhir, el-Kass diye de
bilinir (Arp. ^' j^O u״£)
Aynı zamanda matematikçi ve mütercimdir. Matematik üzerine bazı kitapları Süryânîce’den
Arapça’ya çevirmiştir. Kaynaklarda geçen bilgilerden, Halife Müktefî (hilâfeti:
289-295/902-908) döneminin önde gelen bilim adamlarından biri olduğu
anlaşılmaktadır. Meyerhof, onun mütercim Yûsuf el- Hûrî ile aynı kişi olduğunu[1192] ifade etse de; Huneyn’in
el-Hûrî hakkında verdiği bilgi, onun Me’mûn (hilâfeti: 198-218/813-833)
döneminde tercüme yapan Eyyûb er-Ruhâvî ile çağdaş olduğunu açık bir
şekilde göstermektedir.[1193] Dolayısıyla bu ikisinin aynı
şahıs olma ihtimali bulunmamaktadır. İbnü’l-Kıftî’de geçen anlatıma göre; ilme
çok düşkün olan Yûsuf, gece uykusunu ölüme benzetir ve çok az uyurdu. Gecenin
geri kalan kısmını ise ilimle meşgul olarak geçirirdi. Bu yüzden kendisine
uyanık anlamında sâhir lakabı verilmişti. Diğer bir anlatımda ise, gece
fazla uyuyamamasının sebebi olarak başının ön tarafında bulunan ur/tümör (Arp.
seratân [j^j-]) gösterilir. Künnâş adlı eserinde
verdiği bilgiler de onda bu hastalığın bulunduğunu doğrulamaktadır.[1194]
Eserleri: 1. el-Künnâş.[1195] Yûsuf’un, hayatı boyunca gözlemlemiş olduğu
tecrübelerinden oluşmuştur. Kendisi bu eserle bilinir ve tanınırdı. Çağdaşı
Râzî de eserden pek çok atıfta bulunmuştur. 2. Risâle fî marazi’s-seratân.[1196]
İbnü’n-Nedîm’de
geçen tam adı, Ebû Zekeriyyâ Hayyûn (veya Hânûn) b. Amr b. Yuhannâ b. es-Salt
(Arp. ol^ll Jj ’-^j jj jj^o jj
jjjMjj^■ Lj£j jjl) şeklindedir. Sezgin; geride bıraktığı yazılarından, onun
III/ IX. asrın sonu ile IV/X. asrın başında yaşamış bir Nestûrî olduğu
kanaatine varmıştır. Şu halde Doğu Süryânîleri’nden olduğu anlaşılan
İbnü’s-Salt’ın ifadelerinin düzgünlüğü, ayrıca ona el-Kâtib lakabının
verilmesinin sebebi olarak düşünülebilir. Bugün mevcut olan tek eserinden, onun
astronomik tıp ile ilgilendiği anlaşılmaktadır.[1197]
Eserleri: el-Künnâş (et-Tıbbü’n-nücûmî). İbnü’n-Nedîm’de eserin adı,
Kitâbü’l-İhticâc fî sıhhati ’n-nücûm ve ’--ahkâm fîhâ
şeklindedir.[1198]
Bir sözlük
yazarı olarak şöhret bulmuş olan el-Hasen b. Behlûl el-Evânî et- Tirhânî[1199] (Sür. Aa\m=> â=> ^m«, Arp. Jjİ^J' jj j^l), IV/X. asrın başlarında Irak’ın Tirhan[1200] bölgesinde bulunan Evana[1201] köyünde doğmuştur. Bar
Behlûl hayatının büyük bir kısmını Bağdat’ta, Hıristiyan entelektüel
çevrelerinin bir mensubu olarak geçirmiş; bu asrın Müslüman bilginleri ile de
etkileşim içinde olmuştur. İki dil bilen sözlük yazarı, eserlerinde hem
Süryânîce hem de Arapça’yı kullanmıştır. İbn Ebû Usaybia onun, Yuhannâ b.
Serâbiyûn’un Künnâşü’s-sağîr’ini tercüme ettiğini ifade eder.1218
[1202] Sadece bu kayıtta tercüme
yaptığına dair bir bilgi bulunan Bar Behlûl’ün başka eserler de çevirmiş olması
muhtemeldir. Ancak konuyla ilgili daha fazla veri bulunmamaktadır. Doğu
Süryânîleri’nden olan müellifin ismi, 963 senesinde Doğu Kilisesi bünyesinde
gerçekleşen patriklik seçimine müdahil olanlar arasında da yer almaktadır. Bu
seçimde diğer patrik adayına karşı I. Abdişû‘u (patrikliği: 963-986)
desteklemiştir. Bu da onun yaşamış olduğu dönemle ilgili kesin bir veri
sunmaktadır.[1203]
Eserleri:
1. Leksikûn (^n™.^\)
Süryânîce bir sözlüktür. Bar Behlûl eserine sadece dönemin bilimsel ve teknik terminolojisine
ait Süryânîce kelimeleri almıştır. Kelimeler daha çok teolojik, felsefî ve
bilimsel eserlerden seçilmiştir. Doğal olarak eserde günlük kullanıma ait
kelimeler yer almamaktadır. Alfabetik bir sıra dahilinde tertip edilen
maddelerin açıklamaları Süryânîce yapılmıştır. Bununla birlikte metinde yer yer
Arapça notlar da bulunmaktadır. Leksikûn ile Süryânîce sözlük yazma
geleneği mükemmellik seviyesine ulaşmıştır. Bar Behlûl eserini kaleme alırken
Huneyn b. İshâk (ö. 873) ve Henanîşû‘ b. Seroşvay’ın (ö. 900) sözlük
çalışmalarından istifade etmiştir. Rubens Duval tarafından yayına hazırlanan
eser, 1888-1901 yılları arasında iki büyük cilt halinde basılmıştır. Buna
eklenen ve eserin aslından olmayan üçüncü bir cilt ise, Duval tarafından
yazılan bir mukaddimeyi ve sözlük içindeki kelimelerin açıklamasını
içermektedir. Çalışma, 1970 yılında yeniden basılmıştır.[1204] 2. Kitâbü’d-Delâ’il.
Bar Behlûl’ün yakın zamanda ortaya çıkmış olan bir diğer ansiklopedik eseridir.
942 ile 968 yılları arasında Arapça olarak kaleme
alınmıştır. Eserin içeriğinde pek çok konu hakkında bilgi bulunmasının yanında
en dikkat çekici olanlar, takvimle ilgili başlıklar ile farklı dinî grupların
(bunlar arasında Süryânîler, Müslümanlar, Yahudiler, Ermeniler, Kıptiler,
Harranlılar ve Mandenler bulunmaktadır) bayramları ve özel günleriyle ilgili
verilen bilgilerdir. Bu özelliğiyle eserin gezginler için bir el kitabı
niteliğinde hazırlanmış olduğu tahmin edilmektedir. Diğer kısımlardan farklı
olarak eserin son bölümü ise rüya yorumuna ayrılmıştır. Bu kısım, Müslüman
müellif İbn Kuteybe’nin (ö. 276/889) ‘İbâretü’r-rü’yâ adlı eserinin
özetlenmesi suretiyle oluşturulmuştur. Yûsuf Habbî tarafından tahkik edilen
eser, 1987 yılında yayınlanmıştır.[1205]
Sinân b.
Sâbit’in (ö. 365/975-76) talebesi olarak meşhur olmuştur. Kaynakların Süryânî
olup olmadığı konusunda bilgi vermediği Ebü’l-Husayn’ın (Arp. j■^' jjî)
babasının nisbesi, onun Süryânî olduğuna dair bir işaret sunmaktadır. Zirâ
kaynakların; Arap harfleri ile aslına uygun bir şekilde kaydetmiş oldukları keşkerâyâ
(Arp. Mj£^) nisbesi, Süryânîce’de Kaşkarlı (Sür. Kaşkaraya [^.^i^r^]) anlamına gelmektedir.
Buranın da Arapça kaynaklarda geçtiği şekli ile Irak’ta bulunan Kesker[1206] şehri olduğu ilk bakışta
anlaşılmaktadır.[1207] İbn Ebû Usaybia’nın Iraklı
tabipler arasında yer verdiği Ebü’l-Husayn’ın ailesi bu şehirden Bağdat’a
gelmiş ve burada Süryânîce nisbe ile anılmış olmalıdır. Ayrıca kardeşinin de
rahip olduğu ifade edilmektedir. Tıp konusunda bilgili ve kabiliyetli olan
Ebü’l-Husayn, Bağdat’ta Adudüddevle Bîmâristanı’nın kurulmasından sonra burada
çalışmaya başladı (370/981). Daha öncesinde ise Seyfüddevle b. Hamdân’ın
(emîrliği: 333-356/944-967) hizmetinde bulunmuştu. Çok konuşmayı seven
Ebü’l-Husayn, ilginç sorularıyla sık sık hekimleri mahcup ederdi. Tıbbî
işlemlerinde sıklıkla şırınga kullanmasından dolayı da şırıngalı (Arp.
sâhibü’l- hukne [2-^י ^^’-^|)
diye anılmakta idi. Ölümü hakkında herhangi bir bilgi bulunmamakla birlikte;
kaynaklarda hakkında paylaşılan ve yukarıda yer verilen bilgilerden, onun IV/X.
asrın ikinci yarısında yaşamış olduğu açık bir şekilde anlaşılmaktadır.[1208]
Eserleri: el-Künnâş fi’t-tıb.[1209] Biyografi eserleri müellife ait iki adet Künnâş’ın
bulunduğunu ve birinin el-Hâvî diye bilindiğini kaydeder.[1210]
Adudüddevle
Bîmâristanı’nda tıp üzerine dersler veren Ebû İshâk İbrâhîm b. Beks (Arp. ^e
de ^'je) 0^>,' jel), aynı zamanda bir tercümandı ve Arapça’ya birçok
eser çevirmişti. İbn Ebû Usaybia, tercümelerinin rağbet gördüğünü de kaydeder.[1211] Sonradan
gözlerini kaybetmiş olmasına rağmen İbrâhîm b. Beks, durumunun imkân verdiği
ölçüde, tıp ilmiyle meşgul olmaya ve dersler vermeye devam etmiştir.[1212] Îsâ b. Zür’a (331-398/943-1008)
ve Ebü’l-Husayn b. Keşkerâyâ ile çağdaştır.[1213] Kendisi gibi oğlu Ali b.
İbrâhîm b. Beks de hekim ve tercümandı. Süryânî olduğu tahmin edilen
ailenin[1214] kanaatimizce Ermeni asıllı
olma ihtimali de söz konusudur. Zira ailenin künyesinde geçen ve bazı yerlerde Bekûs
(Arp. ^j^e)[1215] şeklinde yazılan isim,
Ermeniler arasında çok sık kullanılan Boğos ismini çağrıştırmaktadır.
Eserleri: 1. Künnâş. 2. Kitâbü’l-Akrâbâzîn. Künnâş’a
eklenmiştir. 3.
Makâletün
bi-enne’l-mâe’l-karâh ebred min mâi’ş-şa‘îr. 4. Makâletün fi’l-cüderî.
Ebü’l-Hasen Ali b. İbrâhîm b. Beks (Arp. ^1 û* f^'ji'
û* û״^' j*l), babası gibi maharetli bir hekim ve
iyi bir tercümandı. İbn Ebû Usaybia, Arapça’ya birçok eser tercüme ettiğini
ifade eder.[1216] Ali b. İbrâhîm’in, Adudüddevle Bîmâristanı
açıldığında (370/981) burada görev verilen yirmi dört hekimden biri olduğu
nakledilir.[1217] Bu durumda, IV/X. asrın ikinci yarısı ile
V/XI. asrın başlarında yaşamış olmalıdır.
İbnü’l-Kıftî’nin
Îsâ en-Nefîsî ile İbn Ebû Usaybia’nın Îsâ er-Rakkî olarak eserlerine aldıkları
bilginlerin haklarında verilen bilgiler karşılaştırıldığında, aynı kişi
oldukları anlaşılmaktadır. et-Tiflîsî (Arp. ^״jJâ^JI ^Sjl ^״yijll ^״») diye
de bilinen hekim Seyfüddevle b. Hamdân’ın (emirliği: 333-356/944-967)
doktorlarından biridir. Yemeğe oturduğunda sofrasında yirmi dört hekim
bulundurduğu belirtilen Seyfüddevle’nin; onlara sahip oldukları ilimlerin
sayısına göre maaş verdiği nakledilir. Kaynakların ifadesine göre
Seyfüddevle’den üç ya da dört maaş alan Îsâ en-Nefîsî’ye de Süryânîce’den
Arapça’ya tercüme yaptığı için bir maaş, tıp ilmi için bir maaş, meşgul olduğu
diğer bir veya iki ilim için de ayrıca maaş tahsis edilmişti.[1218] Ancak tıptan başka hangi
ilim/ilimlerle meşgul olduğu konusunda bilgi bulunmamaktadır. Bununla birlikte
İbn Ebû Usaybia, eser ismi zikretmeksizin çeşitli konularda telifatının
bulunduğunu ifade eder.[1219] Süryânîce’den tercümeler
yapmış olması onun Süryânî olduğuna dair kuvvetli bir işarettir. Çünkü bu
yüzyılda Arapça oldukça yaygınlaşmış, daha önce çeşitli milletlere mensup
insanlar tarafından kullanılan Grekçe ve Süryânîce’nin yerini almıştı.
Dolayısıyla bu asırda Süryânîce bilen birinin başka bir milletten olma ihtimali
daha azdır.
Buhtîşû‘
ailesinin meşhur hekimlerindendir. Babası Ubeydullah, daha önce bahsi geçen Buhtîşû‘
b. Cibrâîl’in oğludur. Cibrâîl’in yine bir hekim olan oğlu Ubeydullah b.
Cibrâîl’in Kitâbü Menâkıbi’l-etıbbâ adlı eserinden yapılan nakiller
sayesinde, dedesi ve babasının hayatı hakkında ayrıntılı bilgilere sahip
bulunmaktayız. Maliye memuru olarak Halife Muktedir’in (hilâfeti:
295-320/908-932) hizmetinde uzun müddet bulunmuş olan Ubeydullah’ın, ölümünden
sonra bütün mal varlığı halifenin emriyle müsadere edilmişti. Onun arkasından
iki çocuğuyla birlikte ortada kalan eşi ise, bir işçi olan babasına sığınmıştı.
Ancak halifenin adamları ailenin peşini bırakmamış ve Ubeydullah’ın borçlarının
kapatılması için yaşlı adamın da mallarına el koymuşlardı. Buna dayanamayan
adamın ölmesi üzerine ise aile, halifenin adamlarının takibinden kurtulmak için
gizli bir şekilde Bağdat’ı terk edip Ukberâ’ya[1220]
yerleşmişti. Cibrâîl’in annesi burada bir hekimle evlenmiş ve Cibrâîl tıp
üzerine ilk bilgilerini ondan öğrenmiştir. Ancak Cibrâîl’in hayatındaki
zorluklar bununla son bulmamıştır. Uzun bir müddet Ukberâ’da yaşadıktan sonra
annesinin ölümü üzerine Cibrâîl, üvey babasının yanından ayrılmak zorunda
kalmış; her şeyini kaybetmiş bir şekilde Bağdat’a dönmüş ve Rum mahallesindeki
dayılarının yanına sığınmıştır. Burada Cibrâîl, tıp tahsili için bîmâristana
gidip gelmeye başlamış; halifenin doktorlarından Hürmüz ve bîmâristanın
hekimlerinden İbn Yûsuf el-Vâsıtî’den dersler almıştır. Tıp konusunda oldukça
gayretli olan Cibrâîl, dedelerini kendisine örnek almıştı. Dayıları ve
çevresindeki insanlar bu konuda kendisini küçümseseler de o buna aldırış
etmemiş ve çalışmaya devam etmiştir.[1221]
Büveyhî Muizzüddevle’nin
(hükümdarlığı: 334-356/945-967) iktidarı döneminde; Kirmân’dan Bağdat’a gelen
bir elçinin, başka hiçbir yerde tedavi edilememiş olan cariyesini iyileştirmesi
üzerine Cibrâîl’in ikbal günleri başlamıştır. Elçi’nin haberi yayması üzerine Fâris
ve Kirmân’da ünü yayılınca, henüz Büveyhî hükümdarı olmadan önce Adudüddevle
(hükümdarlığı: 367-372/978-983) kendisini Şîrâz’a davet etmiştir. Buradaki
hizmetleri ve tıp konusundaki bilgisi ona büyük saygı kazandırmış ve
Adudüddevle’nin himayesine girmiştir. Onun himayesinde bulunduğu h. 357 (m.
968) senesinde Adudüddevle’nin bir akrabasını da tedavi etmiş ve büyük ihsan
görmüştü. Adudüddevle Bağdat’a girdiğinde (367/978) Cibrâîl, onun maiyyetinde
bulunan hekimlerden biriydi. Adudüddevle Bîmâristanı’nın kurulmasından
(370/981) sonra burada da hizmet vermeye başlamıştır. Hem sarayda hem
bîmâristanda çalıştığı, her iki işinden de ayrı ayrı maaş aldığı nakledilir.[1222] Bir keresinde Rey’de bulunan
Sâhib b. Abbâd[1223] hastalanınca, Adudüddevle
hangi hekimin gönderilmesinin uygun olacağı hususunda çevresindeki hekimlere
danışmıştı. İçlerinde Ebü’l-Husayn b. Keşkerâyâ’nın da bulunduğu,
Cibrâîl’i kıskanan hekimler; biraz da Bağdat’tan uzak kalmasını umarak,
Cibrâîl’in en uygun kişi olduğunu ifade etmişlerdi. Bilginleri seven Sâhib b.
Abbâd tarafından Rey’de çok güzel bir şekilde karşılanan Cibrâîl, tedavide
başarılı olmuştu. Burada kaldığı süre içinde; Sâhib’in isteği ile sadece baş ve
ayak hastalıklarından bahseden küçük bir Künnâş yazmış,[1224] aynı zamanda şehirde bir tıp
merkezinin açılmasına da ön ayak olmuştur.[1225]
Rey’de
geçirdiği birkaç yılın ardından Bağdat’a dönen Cibrâîl; üç yıl sonra Sâhib’in
tavsiyesi üzerine, Deylem Meliki Hüsrev Şâh’ın tedavisi için Deyleman’a
gönderilmiş ve birkaç yıl da ona hizmet etmiştir. Melikin arzusu üzerine
hastalığı ile ilgili bir eser yazan Cibrâîl, buradan tekrar Rey’e geçmiştir.
Sâhib’in isteği üzerine vücuttaki en üstün madde olarak savunduğu kan üzerine
bir makale yazmış, aynı yıllarda Büyük Künnâş ile ilgili çalışmalarına
da başlamıştır.[1226] Cibrâîl Rey’den Bağdat’a
döndüğünde Adudüddevle ölmüştü. Bu tarihten itibaren birkaç yıl Bağdat’ta kalan
hekim, eser yazmakla meşgul olmuş ve tamamladığı Büyük Künnâş’a; Sâhib
b.
Abbâd’a
duyduğu muhabbetten dolayı, onun lakabı olan el-Kâfî ismini vermiştir.[1227] Dinî gayelerle
gerçekleştirdiği Kudüs ve Şam ziyareti esnasında bölgede bulunduğunu haber alan
Fâtımî Halifesi Azîz Billah (hilâfeti: 365-386/976-996) onu Mısır’a davet
etmişse de Cibrâîl, münasip bir dille gelemeyeceğini ifade etmiştir.[1228] Geri kalan yıllarda da
tedavi amaçlı çeşitli seyahatlerde bulunan[1229]
ve eser yazmakla meşgul olan Cibrâîl en son, Mervânîlerden Mümehhidüddevle’nin
(emîrliği: 387-401/997-1011) daveti üzerine Meyyâfârikîn’e[1230] gitmiştir. 311/923 senesinde
Bağdat’ta doğan Cibrâîl, Mümehhidüddevle’ye üç yıl hizmet ettikten sonra h. 396
(m. 1006) senesinde seksen beş yaşındayken ölmüş ve şehrin dışında Musallâ
denen yere defnedilmiştir.[1231] Meyyâfârikîn’e
ilk geldiğinde Mümehhidüddevle’nin kendisini sınamaya kalkışması üzerine
bozulan Cibrâîl’in, şöhreti her yere yayılmış kendisi gibi birinin sınanmaya
ihtiyacı olmadığını ifade ederek meliğe tavır koyduğu nakledilir. Bunun üzerine
tecrübeli hekimin gönlünü almak isteyen melik, ona büyük ihsanlarda
bulunmuştur.[1232]
Sıfırdan
başladığı hayatı tam bir başarı öyküsü olan Cibrâîl, tıp ilminde mükemmel
seviyede bilgili olduğu gibi tedavide de vukufiyet sahibi idi. Ayrıca kaleme
almış olduğu eserler; onun sadece tıp ile değil, felsefe ve dinî ilimlerle de
meşgul olduğunu göstermektedir.[1233]
Eserleri: Tıp: 1. el-Künnâşü’l-kebîr.
Cibrâîl tarafından el-Kâfî diye
isimlendirilmiş
olan eser, beş ciltten oluşup soru-cevap tarzında tertip edilmiştir.
Adudüddevle’nin ölümünden sonra Bağdat’ta tamamlanmıştır. Bîmâristan’da bu
kitaba göre amel edilirdi. Bu eserinden dolayı Cibrâîl’e, Ebû Îsâ
Sâhibü’l-Künnâş denmiştir.[1234] 2. el-Künnâşü’s-sağîr.
Eser 200 varaktan oluşmaktadır. 3. fî ‘Asbi’l-‘ayn.
Göz
sinirlerini konu alır. 4. Makâletün fî enne efdale ustukussâti’l-beden
hüve’d- dem.[1235] Sâhib b. Abbâd’ın bedendeki
en üstün unsuru sorması ve Cibrâîl’in kan olduğunu ifade etmesi üzerine; Sâhib,
kendisinden bunu delilleri ile gösteren bir eser yazmasını istemiş, o da bu
eseri kaleme alınmıştır.[1236] 5. Makâletün fî
elemi’d-dimâğ bi- müşâreketi’l-mi‘de ve’l-hicâbi’l-fâsıl beyne âlâti’l-ğızâ ve
âlâti’n-nefes el-müsemmâ diyafrağma. Deylem Meliki Hüsrev Şâh’ın,
Cibrâîl’den hastalıklar ve bakımı üzerine müracaat edilebilecek bir kitap
yazmasını istemesi üzerine kaleme alınmıştır.[1237]
Eser Hüsrev Şâh’a ithaf edilmiştir.
Dinî Konular: 6. Kitâbü’l-Mutâbaka beyne kavli’l-enbiyâ
ve’l-felâsife. Dinî eserler içinde benzeri olmayan çalışma, çeşitli
konularda felsefecilere ve dinî metinlere dayanan birçok sözü içermektedir.
Eserde; sözleri anlaşılmaz olduğundan felsefecilerden daha fazla alıntı
yapıldığı, buna karşılık sözleri açık ve anlaşılır olduğundan dinî metinlerden
daha az alıntı yapıldığı ifade edilir.[1238] 7. Makâletün fi’r- red ‘ale’--Yahûd.
Çeşitli konuların işlendiği makalede, peygamberlere ait neshin cevazına işaret
eden sözler, Mesîh’in gelişi ile ilgili deliller ve Mesîh’in gelmiş olması,
dolayısıyla Yahudilerin Mesîh beklentilerinin boş olması gibi konulardan
bahsedilir.[1239] 8. Makâletün fî ennehû lime
cü‘ile mine’l-hamr kurbânün ve aslühû muharrem. Aslen haram olan şarabın
niçin Allah’a yaklaşma vesilesi kılındığını irdeleyen makalede, şarabın helal
ve haram oluşunun illetleri açıklanmıştır.[1240]
Kaynaklarda
tam adı Ebü’l-Hayr el-Hasen b. Süvâr b. Bâbâ b. Behr(n)âm ibnü’l-Hammâr (Arp.
j’-^J' û■) flWf'j« û■ M■ û■ j'j^
û■ û■^' jA" j*1) diye
geçmektedir. Daha çok felsefe ve mantık ilimlerinde kendisini geliştirmiş olan
İbnü’l-Hammâr, aynı zamanda bir hekim ve tercümandı. Yahyâ b. Adî’nin
öğrencilerinden biri olup IV/X. asrın önde gelen Süryânî bilginlerindi.[1241] İsmi, 372/982’de kurulan
Adudüddevle Bîmâristanı’nda görev yapan cerrahlar arasında geçmektedir.
Rivayete göre; Gazneli Mahmud’un bağışladığı Humârû (Arp. ;j’-^) ismindeki bir
araziye atfen kendisine İbnü’l-Hammâr denmiştir. Böylelikle Ebü’l-Hayr
İbnü’l-Hammâr ile Ebü’l-Hayr Sâhibü’l-Berîd’in birbirinden ayrıldığı ifade
edilir.[1242]
Kaynaklarda 331/942 senesinde doğduğu ifade edilen İbnü’l-Hammâr’ın,[1243] hakkında
aktarılan rivayetler ışığında, bu tarihten daha önce doğmuş olması da ihtimal
dahilinde değerlendirilmektedir.[1244]
Uzun yıllar Bağdat’ta felsefe ve tıp ile meşgul olduktan sonra İbnü’l-Hammâr,
Hârizm bölgesinde hüküm süren Me’mûnî Hanedânı’nın kurucusu Ebü’l-’Abbâs Me’mûn
b. Muhammed’in (hükümdarlığı: 385- 387/995-997) himayesine girmiştir. Me’mûn’un
oğulları Ebü’l-Hasan Ali b. Me’mûn (hükümdarlığı: 387-399/997-1008) ve Ebü’l-‘Abbâs Me’mûn
b. Me’mûn’un
(hükümdarlığı:
399-407/1008-1017) iktidarları süresince de Hârizm’de bulunan filozof ve hekim;
Hârizmşah Me’mûn b. Me’mûn için Makâletün fî imtihâni’l-etıbbâ adlı
eserini kaleme almıştır.[1245] 408/1017 senesinde Gazneli
Mahmûd’un (hükümdarlığı: 388-421/998-1030) hanedanlığı ortadan kaldırmasından
sonray ise, Bîrûnî ve daha birçok bilginle birlikte Gazne’ye götürülmüştür.
İbnü’l-Hammâr’ın bu sırada yüz yaşını aşmış olduğu ifade edilir. Sultan Mahmûd’un
kendisini İslâm’a davetini kabul etmemişse de, daha sonra gördüğü bir rüya ve
ertesi gün duyduğu bir Kur’ân tilaveti vesilesiyle Müslüman olmuştur.[1246] Müslüman olduktan sonra
Kur’ân’ı ezberleyen ve fıkıh ilmi ile de meşgul olan İbnü’l-Hammâr’ın, ölüm
tarihiyle ilgili net bir bilgi bulunmamaktadır. Bununla birlikte, h. 410 (m.
1019) yılı veya bundan sonraki birkaç yıl içinde öldüğü tahmin edilmektedir.[1247]
Klasik
kaynakların daha çok mantıkçı olarak gösterdiği İbnü’l-Hammâr, meşşâî filozof
Yahyâ b. Adî’nin çizgisini takip etmiştir.[1248]
Eski filozofların tanrı anlayışı ile semâvî dinleri karşılaştırmış, din ile
felsefe arasında tam bir uzlaşma olduğunu savunmuştur. Tıp konusunda İbn Hindû
ve Ebü’l-Ferec ibnü’t-Tayyib’e hocalık yapmış olan İbnü’l-Hammâr,[1249] klasik kaynaklarda iyi bir
hekim olarak tanıtılır. Galen’in düşüncelerine paralel şekilde İbnü’l-Hammâr,
bir hekimin aynı zamanda filozof olması gerektiğini savunmuştur.[1250] İbn Sînâ’nın onun ilmî
otoritesini takdir ettiği ve onunla fikir alışverişinde bulunmayı arzu ettiğini
bizzat ifade ettiği nakledilir.[1251]
Eserleri: 1. Makâletün fî enne delîle Yahyâ
en-Nahvî ‘ala hadesi’l- ‘âlem evlâ bi’l-kabûl min delîli’l-mütekellimîn aslen.
2. Mekûlât. Adı geçen iki eser neşredilmiştir.[1252] Müellifin günümüze ulaşan
diğer eseleri şu şekildedir: 3. Kitâbü’t- Tevfîk beyne ârâ’i’l-felâsife
ve’n-nasârâ. 4. Makâletün
fi’t-tevhîd ve’t-teslîs. 5.
Makâletün
fi’s-sadîk ve’s-sadâka. 6. Makâletün fi’s-sa‘âde. 7. Makâletün
fi’l-ahlâk. 8. el-Âsâr elletî tazharu fi 1-cevvi ve ‘ilelühâ mine 1-hâle
ve kavs kûzah ve emsâli zâlik. 9. Makâletün fî
sıfâti’r-racüli’l-feylesûf.[1253]
Günümüze ulaşmayıp kaynaklarda adı zikredilen eserleri ise şu şekildedir: 10. Kitâbü
İmtihâni’l-etıbbâ. 11. Kitâbü Atyûs el- Âmidî. 12. Kitâbü’l-Ağziye.
13. Havâşî Bavlus. 14. Kitâbü’l-Heyûlâ. 15. Tefsîru Îsâğûcî
meşrûh. 16. Tefsîru Îsâğûcî muhtasar. 17. Sîretü’l-feylesûf.
18. Makâletün fi’l-ifsâh ‘an ra’yi’l-kudemâ fi’l-bârî te‘âlâ ve fi’ş-şerâi‘
ve mevridîhâ. 19. Kitâbü Tedbîri’l-meşâyih. 20. Kitâbü Tasaffuhi
mâ cerâ beyne Ebî Zekeriyyâ Yahyâ b. Adî ve beyne Ebî İshak
İbrâhîm b. Beks fî sûreti’n-nâr. 21. Makâletün
fî’l-marazi’l-ma‘rûf bi’l-kâhinî ve hüve’s-sar‘. 22. Kitâbü’l-Havâmil.
23. Kitâbün fî Halki’l-insân ve terkîbi a‘zâ’ih.[1254]
Meşşâî felsefenin takipçilerinden biri olan Ebû Ali Îsâ b. İshâk b.
Zür‘a el- Ya’kûbî (Arp. j*tM' ^jj
û* ö^' û* j^ j*1); İbnü’l-Hammâr ve İbnü’s-Semh
gibi Süryânî
bilginlerle birlikte Bağdat’ta, Fârâbî’nin en başarılı öğrencisi olarak kabul
edilen Yahyâ b. Adî’nin yanında yetişmiş bir mantıkçı ve tercümandı. Mantık,
felsefe ve Hıristiyan ilahiyatı konularında uzmanlaşan Îsâ b. Zür‘a, aynı
zamanda tıp ve astronomi[1255] ile de ilgilenirdi. İbn
Zür’a, 331/943 senesinde Bağdat’ta doğup 398/1008 senesinde yine Bağdat’ta
ölmüştür.[1256] İbn Ebû Usaybia, 371’de
doğup 448’de öldüğünü ifade etse de[1257]
bunun doğru olması mümkün değildir. Zira ilk tarihleri verenlerden biri olan
İbnü’n-Nedîm (ö. 385/995?), İbn Zür‘a ile çağdaş olduğunu bizzat ifade
etmektedir.[1258] Diğer taraftan İbnü’n-Nedîm,
bilgiyi paylaştığı el-Fihrist adlı eserini de 377/987’de[1259] tamamlamıştır. Doğal olarak
eserde yer alan İbn Zür‘a’nın, bu tarihe kadar yetişkinlik çağına erişmiş
olması gerekir. Bizans diyarında ticârî bağlantıları da bulunan İbn Zür‘a’nın,
hem ticârî hayatla ilgili bazı sıkıntıları hem de ilmî çalışmalarındaki yüksek
temposu nedeniyle ömrünün sonuna doğru felç olduğu nakledilir. İçlerinde Ebü’l-Husayn
b. Keşkerâyâ ve İbrâhîm b. Beks’in de bulunduğu Bağdatlı hekimler,
uyguladıkları sıradışı yöntemlerle hastalığı tedavi etmişlerse de İbn Zür‘a bu
hastalıktan sonra fazla yaşamamıştır.[1260]
Kaynaklarda sadece Ya‘kûbî (Süryânî Ortodoks Kilisesi müntesibi) olduğu
ifade edilen İbn Zür‘a’nın, Yahyâ b. Adî gibi Arap asıllı olma ihtimali de söz
konusu olmakla birlikte, Süryânî olması daha muhtemeldir.[1261] IV/X. asrın ilmî/fikrî
hareketlerinin çarpışma alanı olan Bağdat’ta ömrünü sürdürmüş olan İbn
Zür‘a’nın felsefesinde; mu‘tezile kelâmcıları, İslâm filozofları ve Yeni
Platonculuğun etkileri görülmektedir.[1262]
Eserleri: Felsefe: 1. Kitâbü’l-Hayevân li-Aristotâlis. 2. Kitâbü Menâfi‘i
a‘zâ’i’l-hayevân
bi-tefsîri Yahyâ en-Nahvî. 3. Şerhu me‘ânî kıt‘a mine’l-makâleti’s-
sâlise min kitâbi’s-semâ. 4. Risâle fî ‘illeti istinâreti’l-kevâkib me‘a
ennehâ ve’l-kürât el-hâmile lehâ min cevherin vâhid. Son iki eser aynı
zamanda astronomi ile de ilgilidir.[1263]
5. Makâletün fi’l-ahlâk. Adı geçen eserler Aristoteles felsefesi üzerine
yapılmış olan tercüme ve incelemelerdir. 6. Risâletü Dâmistiyûs fi’s-siyâse.
7. Risâletün fi ’d-difâ ‘ ani’l-müştağilîne bi’l-mantık ve ’l-felsefe.
8. Risâle fî enne ‘ilme ’l-hikmee akvâ devâ’î ilâ mütâba‘ati’ş-şerâ’i ‘.
Eserde felsefe ile dinin birbiriyle uyum içinde olduğu savunulmuştur.
Mantık: 9. Kitâbü
Bariminyas li-Aristotâlis el-Hakîm. 10. Kitâbü’l-Kıyâs li- Aristotâlis
el-Hakîm. 11. Kitâbü’l-Bürhân li-Aristotâlis el-Hakîm. Adı geçen
mantık eserleri Aristoteles mantığı üzerine yapılmış incelemelerdir. 12. Ağrâzu
kütübi Aristotâlis el-mantıkiyye. 13. Kitâbü Me ‘anî Îsâğûcî.
Hıristiyan
İlahiyatı: 14. Risâletün fî emri’l-‘akl ve temsîli’l-Eb ve’l-İbn ve’r-
Rûhi’l-Kuds bi’l-‘akl ve’l-‘âkil ve’l-ma‘kûl. Eserde teslis inancı, Yeni
Eflatuncu terimlerle açıklanmaya çalışılmıştır. 15. Risâletün ilâ sadîkin
müslim. İbn Zür‘a eseri, Müslüman bir arkadaşı için ilahî sıfatlar hakkında
yazmıştır. 16. er-Red ‘alâ evâ’ili’l- edille fî usûli’d-dîn. Ebü’l-Kâsım
el-Belhî’nin Hıristiyanlığı eleştiren eserine reddiye olarak yazılmıştır. 17. Risâletün
ile’l-Yehûdî Bişr b. Finhâs (Şu‘ayb b. el-Hâsib). 18.
Risâletün
fi’t-tevhîd. 19. fi’d-Difâ‘ ‘ani’l-‘akîdeti’l-Ya‘kûbiyye.[1264] Eser, İbn Zür‘a’nın Süryânî
Ortodoks Kilisesi’ne bağlı olduğunu açık bir şekilde göstermektedir.
Tıp: 20. Cevâmi‘u’l-İskenderâniyyîn adlı tıp
külliyatından Cevâmi‘u’l- ustukussât ve Cevâmi‘u’l-mizâc üzerine
incelemeler yapmıştır.[1265]
İbnü’l-Hammâr
ve İbn Zür‘a gibi Süryânî bilginlerle birlikte Yahyâ b. Adî’den ders
alan Ebû Ali ibnü’s-Semh (Arp. ^—1' Jj
jj!) de, IV/X. asır Bağdat ilim çevrelerinin önde gelen bir mantıkçı ve
tercümanı idi. Bağdat’ta bir kitap satış yeri olduğu nakledilir. Aristoteles’in
Retorik ve Fizik ’i üzerine çalışan İbnü’s-Semh, İbnü’l- Kıftî’nin
ifadesine göre mantık ilminde yetkin bir kimse idi. Meramını güzel bir şekilde
ifade eder, mantık ile ilgili kapalı konuları açıklardı. Aristoteles’in
eserlerinden tercümeler yapan İbnü’s-Semh, aynı zamanda telif eser de
vermiştir. İbnü’l-Kıftî, h. 418 (m. 1027) senesinde öldüğünü kaydetmiştir.[1266]
Eserleri:
Cevâbün ‘an’’s-su’âl ma’l-ğâye elletî yehhu’l-insân nahvehâ bi’t-
tefelsüf.[1267] Günümüze ulaşan eser,
1977’de neşredilmiştir.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
SÜRYÂNÎLER’İN ABBÂSÎ BİLİM ÇEVRELERİNDE
ETKİNLİKLERİNİN AZALMASI
(V-VII/XI-XIII. ASIRLAR)
V/XI.
asırdan itibaren Süryânîler’in bilimsel etkinlikleri hemen hemen bitme
noktasına gelmiştir. Bu durumun aynı zamanda tercüme hareketinin de son bulduğu
döneme denk gelmesi dikkat çekici bir durumdur. Bu dönemden sonra Patrik
Mihâîl ve Bar Hebraeus gibi birkaç isim dışında, bilim dünyasında öne
çıkmış Süryânî bilginlerden bahsetmek neredeyse imkânsızdır. Bu sebeple
V-VII/XI-X1n. asırlarda yaşamış çok az Süryânî bilgin tespit edilebilmiştir.
V/XI. asra gelinceye kadar büyük oranda branşlaşmış olan İslâmî
ilimler bu dönemde de gelişimini sürdürmüştür. En göze çarpan gelişme ise
tefsir alanında görülmüş, devam eden asırlarda rivayet türü tefsirlerden
dirayet türü tefsir yazma anlayışına doğru bir yönelme görülmüştür.[1268] Dirayet tefsirinin en göze
çarpan örnekleri Zemahşerî’nin (ö. 538/1144)
el-Keşşâf’ı ile Fahreddin er-Râzî’nin (ö.
606/1210) Mefâtîhu’l-ğayb’ıdır.[1269]
Kelâm
ilminde Ehl-i Sünnet uleması telif eser vermeye devam etmiştir. İlerleyen
yüzyıllarda Bâkıllânî (ö. 403 / 1013), Abdülkâhir el-Bağdâdî (ö. 429/1037-38)
ve Cüveynî (ö. 478/1085) gibi âlimler Eş‘arî kelâmını; Hakîm es-Semerkandî (ö.
342/953), Ebü’l-Yüsr Pezdevî (ö. 493/1100) ve Ebü’l-Mu‘în en-Nesefî (ö.
508/1115) gibi âlimler de Mâtürîdî kelâmını sistemleştirmişlerdir.[1270] Böylece kelâm ilmi V/XI.
asrın sonuna kadar gelişmeye devam etmiştir. Kelâm ilminde buraya kadarki
döneme mütekaddimîn dönemi, İmam Gazzâlî (ö. 505/1111) ile başlayan sonraki
döneme ise müteahhirîn dönemi denmiştir. Mütekaddimîn döneminde kelâmcılar daha
çok sapık görüşlü mezhepler ile mücadele ederlerken, Gazzâlî’den itibaren
mücadele ve tartışmalar felsefecilere karşı yapılmıştır.[1271] Şehristânî, Fahreddin Râzî
ve Kadı Beyzâvî gibi âlimlerle temsil edilen bu dönemde, kelâm ile felsefenin
mezc edildiği görülür. Öyle ki, nakle dayalı sem’iyyât bahisleri çıkarılsa bu
dönemde yazılmış kelâm eserlerini felsefe eserlerinden ayırmak mümkün değildir.[1272]
IV/X.
asırda zirve dönemini yaşayan İslâm tarihçiliği İbn Miskeveyh’ten (ö. 421/1030)
sonra gerilemeye başlamıştır.[1273] VI/XII. asırdan itibaren ise
tarih yazıcılığı tekrar dinî bir hüviyet kazanmıştır. Bu sebeple tarih
yazarlarının ana konusu yeniden İslâm cemaati olmuş, yine büyük dünya tarihleri
yazılmaya başlamıştır.[1274] Dönemin tarihçileri
arasında; Taberî’nin çalışmasını özetleyen ve olayları kendi dönemine kadar
getiren İbnü’l-Esîr (ö. 630/1233) dikkati çekmektedir.[1275] IV/X. asırdan itibaren din
âlimleri siyasî ve beşerî tarihle ilgilenmeyi bırakmışlarsa da, tarihçiliğin
bir kolu sayılan biyografi (tabakât) çalışmalarına devam etmişlerdir. Zira bu
dönemde yaşamış Müslüman bilginlerin görüşüne göre siyasî kuruluşlar ve
gelişmeler değil, peygamberin varisleri olan ulemanın hayatı İslâm ümmetinin
gerçek tarihini temsil etmekte idi. Bu anlamda hadisçilerin, dilcilerin,
şairlerin, ediplerin, fakihlerin, tabiplerin, felsefecilerin hayatlarından
bahseden eserler yazılmıştır. Yine şehir tarihi yazma geleneği yaygınlaşmış,
ilim tarihine dair eserler telif edilmiştir. İslâm tarihinin sosyo-kültürel
yönüne ışık tutan bu eserlerde, siyasî tarihlerde ihmal edilmiş olan pek çok
konuyu bulmak mümkündür.[1276]
V/XI. asırdan itibaren İslâm dünyasında bilimsel hayat, yavaş yavaş
duraklama evresine geçmiştir. İbn Sînâ’nın (ö. 428/1037) el-Kânûn fi’t-tıb
adlı eseri, İslâm tıp müdevvenatının adeta nihâî noktasını temsil etmektedir.[1277] Zira kendisinden sonra
gelenler onu aşamamışlardır. Abbâsîler’in sonuna kadar İslâm dünyasında tıp
üzerine bin civarında eser yazılmış olduğu tahmin edilmektedir.[1278] X-XI. asırdan itibaren
astronomi biliminin Abbâsîler’den bağımsız siyasî otoriteler tarafından da
desteklendiği görülür. Abbâsî hâkimiyeti dışındaki coğrafyada yetişen
astronomlar içinde en fazla öne çıkanlar ise Bîrûnî (ö. 440/1048),
İbnü’l-Heysem (ö. 432/1040?) ve Ömer Hayyam’dır (ö. 526/1132?). VI/XII. asırdan itibaren ise Müslüman bilginler,
Batlamyus’un
düşüncelerini
eleştirmeye ve terk etmeye başlamışlardır. Bu astronomlar arasında da İbn Bâcce
(ö. 533/1139), Câbir b. Eflah (ö. VI/XII. asır), İbn Tufeyl (ö. 581/1185) ve
öğrencisi Bitrûcî (VI/XII. asır) saylabilir.[1279]
VI/XII. asır gibi ilerleyen dönemlerde astronominin tefsir gibi dinî bir ilim
üzerinde de etki bıraktığı görülür. Bu asrın müferssirlerinden Râzî, çeşitli
kevnî ayetleri tefsir ederken Batlamyus âlem modelinden faydalanmıştır.[1280]
Yâkût
el-Hamevî’dir (ö. 1229), Mu’cemü’l-büldân adlı eseri ile İslâmî dönem
coğrafya biliminin zirve noktasına ulaşmıştır. Yer ve şehir isimlerinin
alfabetik bir sıra içinde verildiği eser, coğrafya ile ilgili mevcut malumatın
yanında tarih, etnografya ve tabiî ilimler konusunda da önemli bilgiler
sunmaktadır.[1281]
Cebir,
Kerecî’nin (ö. 410/1029) Kitâbü’l-Fahrî fî sınâ‘ati’l-cebr adlı
eserindeki çalışmaları sayesinde aritmetikleşmeye başlamıştır. Böylece cebir
ilmi, Öklid geometrisinden bağımsız hale getirilmiştir.[1282] Aynı ekolü benimseyen Yahudi
mühtedi Semev’el b. Yahyâ el-Mağribî (ö. 570/1175) de cebirin
aritmetikleştirilmesi çalışmalarını sürdürmüş, el-Bahrî fi’l-cebr adlı
eserinde ilk defa Hint rakamlarını kullanmıştır. Onun eseri İslâm dünyasında
cebir üzerine yazılıp günümüze ulaşmış en mükemmel eserdir.[1283] Diğer matematik bilimlerde
de benzer gelişmeler yaşanmış, tercüme eserlerin yanlışlıkları tespit edilip
eksiklikleri tamamlanmıştır. Bu dönemde Siczî (ö. 415/1024), İbnü’l-Heysem (ö.
432/1041) ve özellikle trigonometride Ebü’l- Vefâ Bûzcânî’nin (ö. 388/998)
çalışmaları ilk akla gelenlerdir.[1284]
Bu dönemin hemen başlarında Meşşâî felsefe, İbn Sînâ (ö. 428/1037) ile
doruk noktasına ulaşmıştır.[1285] Gazzâlî’nin (ö. 505/1111) felsefe eleştirisinden sonra
ise
Meşşâîlik
zayıflamaya başlamış ve gitgite popülerliğini yitirmiştir.[1286] İslâm dünyasında bu dönemde
ortaya çıkmış ve gelenek oluşturmuş bir diğer felsefî akım, Sühreverdî’nin (ö.
587/1191) öncülüğünü yaptığı İşrâkî felsefedir. VI/XII. asırda ortaya çıkan bu
akım, Meşşâî felsefenin akılcılığına karşı ilham ve sezgiyi öne çıkarmıştır.[1287] Meşşâî felsefe
VII/XIII.
asırda tabanını kayberken İşrâkî felsefe günümüze kadar varlığını sürdürmeyi
başarmıştır.[1288]
Bu dönemde
bilimsel faaliyetlerin Bağdat dışına taştığı ve büyük bir hızla yaygınlaştığı
görülür. Bundaki en büyük etken ise İslâm coğrafyasının pek çok yerinde kurulan
siyasî iktidarların, Bağdat’ta oluşan bilim geleneğini benimsemiş olmaları ve
Bağdat halifelerinin örnekliğinde bilim adamlarına kapılarını açmalarıydı. Bu
sayede bilim adamları Bağdat dışındaki pek çok şehirde yeni ve sayıca daha
fazla hâmînin yanında çalışmalarını sürdürme imkânı bulmuşlardır.[1289] Öte yandan bu dönem, günlük
hayatta olduğu gibi bilimsel hayatta da Arapça’nın hâkimiyetinin hissedildiği
bir dönem olmuştu.[1290] İslâmiyetten önce bir şiir
dili olan Arapça, İslâm ile birlikte din dili olma hüviyeti kazanmış; IV/X.
asra gelindiğinde ise bu dil, her alanda bilimsel eserler yazmaya ve yüksek
seviye felsefî düşünceleri ifade etmeye elverişli bir medeniyet dili haline
gelmişti.[1291] Bundan dolayı her nerede ve
hangi millete mensup olurlarsa olsunlar bu dönemin bilginleri eserlerini büyük
ölçüde Arapça kaleme almışlardır. Bilimsel araştırma yapmak isteyen birinin ise
mutlak surette Arapça’yı bilmesi gerekmekteydi. Bunun doğal bir sonucu olarak
Arap edebiyatının gelişmesinde Arap olmayan unsurun da hissedilir derecede
katkı sağladığını ifade etmek gerekir.[1292]
Bu dönemde
kütüphane, rasathane ve hastaneler aynı zamanda bir öğrenim merkezi olma
hüviyetlerini devam ettirmişlerdir. Dahası bu kurumları artık İslâm
coğrafyasının her yerinde görmek mümkündü. Bu kurumlar artık birbirinden
bağımsız hükümdarlar tarafından destekleniyordu. Rasathaneler içinde, 404/1023
senesinde İbn Sînâ için kurulan Hemedan Rasathanesi ve bundan yaklaşık yüz yıl
sonra Sultan Melikşah tarafındandan kurulan rasathane adı ilk akla gelenlerdir.[1293] Sayı olarak
bundan
çok daha yaygın olan hastanelerin ise bazılarında tıp üzerine kütüphaneler
bulunuyor ve tıp öğrenimi veriliyordu.[1294]
Cami, hastane, rasathane gibi kurumların müştemilatı içinde bulunan
kütüphanelerdeki kitapların sayısı yüz binleri bulmaktaydı.[1295] Aynı dönemde Paris
Üniversitesi ve Vatikan kitaplığı gibi Avrupa’nın en büyük kütüphanelerindeki
kitapların sayısının sadece birkaç bin olduğu ifade edilir.[1296] Bu dönemde öğrenim alanında
atılmış en büyük adımlardan biri ise, 459/1067 senesinde Bağdat’ta Selçuklu
veziri Nizâmülmülk’ün (ö. 485/1092)
girişimi ile
Nizamiye Medresesi’nin kurulmasıdır. Bu ilk örneğinin ardından
medrese kurumu kısa sürede yaygınlaşmış ve İslâm coğrafyasında eğitim-öğretimin
vazgeçilmez bir unsuru haline gelmiştir. Halife Müstansır (hilâfeti:
623-640/1226-1242) tarafından Bağdat’ta kurulmuş olan Müstansıriye Medresesi
ise bu kurumun Abbâsîler dönemindeki en güzel ve en gelişmiş örneklerinden
biridir.[1297]
II.
DÖNEMİN SÜRYÂNÎ BİLGİNLERİ
IV/X. asrın
sonlarına kadar İslâm düşüncesi ile etkileşim ve yer yer meydan okuma içinde eş
zamanlı bir gelişim kaydeden Süryânî düşüncesi, yüzyılın sonunda Bizans’ın
Kuzey Suriye’de hâkimiyet kurması üzerine yine Bizans Kilisesi’nin etkisine
maruz kalmıştır. Melkit Süryânîler bu yeni durumdan daha fazla etkilenirken,
Süryânî Ortodokslar bu etkiyi belli bir oranda hissetmişlerdi. Bu dönemde
özellikle Bizans Kilisesi’ne ait dinî literatürden çeviriler yapılmıştır.[1298] Aynı dönemde Îsâ b. Zür‘a
ve İbnü’l-Hammâr gibi tercüme ve felsefe alanında önemli işler
yapmış olan Süryânî bilginlerden sonra genel olarak Süryânîler’in bilime ilgisi
azalmıştır. Bu yüzden IV/X. asır, Süryânî literatüründe gerilemenin başladığı
dönem olarak tespit edilmiştir. Aynı zamanda bu dönemden itibaren Süryânîler
büyük ölçüde Arapça yazmaya başlamışlardı.[1299]
Dahası V/XI. asırdan VII/XIII. asra kadar devam eden dönemde Süryânî bilim
çevrelerinde yeni bir tercüme hareketliliğine de şahit olunmuştur. İslâm
kültürünün baskın karakterinin etkisi ile Süryânîler bu dönemde, Müslüman
düşünür ve bilim adamlarından istifade etmek için onların eserlerini
Süryânîce’ye çevirmek durumunda kalmışlardır.[1300]
Bu dönemde, Süryânî düşüncesinin tamamen İslâm kültürünün tesiri altında
şekillendiğini söylemek mümkündür. Büyük bir reddiye literatürünün oluşmasını
sağlamış olan daha önceki bilginlerle kıyaslandığında bu dönemin Süryânî
bilginleri, İslâm filozofları ve düşünürleri ile tartışmaya girebilecek bir
düzeyde değillerdi.[1301]
VII/XIII.
asra gelindiğinde Süryânî edebiyatı Patrik Mihâîl ve Bar Hebraeus gibi
yeni bir canlanma döneminin altına imza atan birkaç bilginin de sahneden
çekilmesi ile birlikte hemen hemen bitme noktasına gelmiştir. Son dönemin bu
yazarları hem Arapça’yı hem de Süryânîce’yi etkin bir şekilde kullanma
yetkinliğine sahiplerdi. Ancak devam eden yüzyıldan itibaren Süryânîler
bilimsel etkinlikleri tamamen terk etmişlerdir.[1302]
Bu aynı zamanda bir bilim dili olarak gelişen Süryânîce’nin de son yüzyılı
olmuştu. Zira bu dönemden itibaren Süryânîce sadece ayin dili olarak
kullanılmaya devam etmiştir.
1.
Yahyâ b. Cerîr et-Tikrîtî
ve Ailesi
İbn Ebû
Usaybia, Ebû Nasr Yahyâ b. Cerîr et-Tikrîtî (Arp. j^j^ û ^^ j^5 j*l
^yj£>l') ile Fazl b. Cerîr et-Tikrîtî’nin kardeş olduklarını ifade
eder. İki kardeşten hangisinin büyük olduğu belli değildir.[1303] Süryânî olmaları kuvvetle
muhtemeldir.[1304] Tikrit’in bir
Süryânî yerleşim yeri olmasından başka, Yâkût el-Hamevî de Yahyâ’nın Hıristiyan
olduğunu açık bir şekilde ifade etmektedir.[1305]
Yine Yâkût’un eserinde; Selevkosların kurdukları şehirlerle ilgili Yahyâ’dan
yapılan alıntılar, onların Süryânî olduklarına dair bir işaret sunmaktadır.[1306] Zira Müslüman bilim çevrelerine
kıyasla Süryânî bilim çevreleri, İslâm öncesi dönemde kurulmuş devletlerin
tarihi ile çok daha fazla ilgilenmişlerdir. Bu da iki kardeşin, içinde
yetiştikleri kültürel ortama dair kuvvetli bir ipucu vermektedir.
İbn Ebû Usaybia, tıp konusunda bilgili ve maharetli olduğunu
ifade ettiği Yahyâ b. Cerîr’in, h. 472 (m. 1079/80) senesinde hayatta olduğu bilgisini
vermektedir.[1307] Ayrıca, kendisiyle ilgili
başlıkta hiç söz etmezken başka bir münasebetle, İbn Mervân’ın hekimi
olduğunu da ifade eder.[1308] Yaşamış olduğu dönem dikkate
alınırsa bu kişi, Mervânî Emîri Mümehhidüddevle’nin (emîrliği: 387-401/997-
1011) kardeşi ve halefi Nasruddevle b. Mervân (emîrliği: 401-453/1011-1061)
olmalıdır. İbn Ebû Usaybia onu, Nasruddevle’nin hizmetinde bulunmuş olan
kardeşiyle karıştırmış olabileceği gibi; her iki kardeşin de emîre hizmet etmiş
olması mümkündür. Başka kaynakta bu konuyu teyit edecek bir bilgi
bulunamamıştır.
Eserleri: 1. Kitâbü’l-İhtibârât fî ‘ilmi’n-nücûm. 2. Kitâbün fi’l-Bâh ve
menâfi‘i’l-cimâ‘
ve mezârrihî. 3. Riyâzet hakkında yazmış olduğu bir risâle.
Kardeşi
gibi tıp konusunda bilgi ve maharet sahibi olan Ebû Sa‘d el-Fazl b. Cerîr
et-Tikrîtî’nin (Arp. ^yj^' j^j^ û*
J^J' 2^ j*l) Nasruddevle b. Mervân’a (emîrliği: 401-453/1011-1061)
hizmet ettiği nakledilir.[1309] Kardeşi ile birlikte Süryânî
Hıristiyan oldukları konusunda yukarıda bilgi verilmişti.[1310]
Eserleri:
Makâle fî esmâ’i’l-emrâz ve iştikâkâtihâ.
Kaynaklarda müstakil bir şekilde adına yer verilmeyen Ebû Ali Yuhannâ
b. Abdülmesîh (Arp. ç■^' 2jo û*
l^j j*l); İbn Ebû Usaybia
tarafından, yukarıda bahsi
geçen Fazl
b. Cerîr et-Tikrîtî’nin kardeşi (Arp. <j'j^)) olarak nitelendirilir. Bu
da Yuhannâ’nın, Fazl ile aynı milletten ve mezhepten olduğunu göstermektedir.
Fazl’ın çağdaşı olması onun, V/XI. asrın ortalarında yaşamış olduğunu da
göstermektedir.[1311]
Eserleri: ez-Zübedü 'l-lıbbıyye. Hastalıkların
sebepleri, emareleri ve tedavi şekillerinden bahseder. Kaynaklarda adı geçmeyen
eserin tek yazması Manisa’da bulunmaktadır.[1312]
Süryânîler’in
yoğun olarak yaşadıkları Yebrûd[1313]
isimli yerde doğup büyümüş olan Ebü’l-Ferec Cûrcis b. Yuhannâ b. Sehl b.
İbrâhîm (Arp. û* û* ״-^;^
£>J' j*l ^jjyJ' e^'j*' û* J^^), bu yere nisbetle el-Yebrûdî olarak
anılmaktadır. Yebrûd’da yaşayan herkes gibi babası bir çiftçi olan ve kendisi
de bu işle uğraşan Yebrûdî, sonradan tıp ilmine merak salmıştır. Onun ilme
yönelmesinde başından geçen bir olayın etkisi olduğu nakledilir.
Rivayete
göre; kırlardan topladığı bazı bitkileri satmak için Dımaşk’a gittiği bir
seferde, şehirde hasta bir adamın başında toplanmış insan kalabalığı dikkatini
çeker. Kalabalığın ortasında çok kan kaybeden bir hasta ve onun kanamasını
durdurmak için uğraş veren hekimi izler. Hekimin kanamayı bir türlü
durduramadığını farkedince de Yebrûdî, adamın başka bir yerinden kan alınmasını
tavsiye eder. Tavsiyeye uyup adamın kolundan kan almaya başlayan hekim
gerçekten de diğer kanamanın kesildiğini görünce şaşırır ve hastayı tedavi
ettikten sonra Yebrûdî’ye bunu nereden öğrendiğini sorar. O da; “Biz köyde,
akan ırmağa set yapmak istediğimizde önce ona başka bir yerden yol açar, ana
yatakta su azalınca da orada set yaparız. Böylece suyu tutarız.” diye cevap
verir. Bunun üzerine Dımaşklı hekim; “Şayet sen tıp ile ilgilenseydin iyi
bir hekim olurdun.” diyerek kendisini över.[1314]
Başından
geçen bu olaydan sonra Yebrûdî, tıp ile ilgilenmeye başlamış, bir süre tıp
tahsili için Dımaşk’a gidip geldikten sonra köyünden tamamen ayrılmış ve
Dımaşk’a yerleşmişti. Tıp ilminde ilerleme kaydeden Yebrûdî, kısa bir sürede
hastaları tedavi edebilecek seviyeye ulaşmıştı. Bir ara zamanının tıp
konusundaki en büyük bilginlerinden biri olan Ebü’l-Ferec İbnü’t-Tayyib’den
ders almak için Bağdat’a gittiği nakledilir. Burada tıp, fesefe ve mantık
alanlarında kendisini geliştirmiştir. Daha sonra tekrar Dımaşk’a dönen Yebrûdî,
hayatını burada ilimle meşgul olarak geçirmiştir. İçlerinde İbn Rıdvân’ın da
bulunduğu Mısırlı hekimler ile ilmî yazışmalar yapmıştır. İbn Ebû Usaybia,
Ebü’l-Ferec el-Yebrûdî’nin ilmi seven, çok çalışan, faziletli bir kimse
olduğunu ifade eder. Onun sürekli kitaplarla meşgul olduğu ve hemen her zaman
yanında incelemekte olduğu bir kitap bulunduğu nakledilir. 426/1035 senesinde
ölen Yebrûdî, Dımaşk’taki bir Süryânî Ortodoks Kilisesi’ne defnedilmiştir. Tıp
üzerine birçok eser yazdığı nakledilen Yebrûdî’nin, daha çok Galen’in eserleri
üzerine çalışıp şerh ve haşiyelerle meşgul olduğu ifade edilir.[1315] Ancak çalışmaları hakkında
pek fazla bilgi bulunmamaktadır.
Eserleri: 1. Makâletün fî enne’l-ferh ebred
mine’l-ferrûc. 2. Nakzu kelâmi İbni’l-Muvaffakî fî mesâ’il teraddedet
fîmâ beynehüm fi’n-nabz.[1316]
Kendisinden
önce yaşamış olan hekimlerin hayatları hakkında Menâkibü’l- etıbbâ adlı
eserini kaleme almış olmasına rağmen, kendi hayatı hakkında pek fazla bilgi
bulunmamaktadır. Buhtîşû‘ ailesinden bir hekim olan Ebû Sa‘îd Ubeydullah b.
Cibrâîl b. Ubeydullah b. Buhtîşû‘ (Arp. ^j^j־־^* û* ^ ■^
û* Jp'j^ û* ^ ■^ ■y«^ j*l); Halife
Muktedir’in (hilâfeti: 295-320/908-932) hizmetinde maliye memurluğu yapmış olan
Ubeydullah b. Buhtîşû’dan dedesi olarak bahsetmektedir.[1317] Hekimlerin hayatları
hakkında, Menâkibü’l-etıbbâ’dan birçok yerde nakilde bulunan İbn Ebû
Usaybia; Ubeydullah’ın tıp ilmindeki üstün birikiminden de sitayişle bahseder.
Tıp ilminin usûl ve füru‘una mükemmel derecede hâkim olan Ubeydullah, aynı
zamanda Hıristiyan ilahiyatını da çok iyi bilen bir teolog idi. Babası Cibrâîl
b. Ubeydullah’ın, Mümehhidüddevle b. Mervân’ın (emirliği: 387-401/997-1011)
hizmeti için geldiği ve orada defnedildiği Meyyâfârikîn’de yaşamış olan
Ubeydullah; Hıristiyan bilgin İbn Butlân (ö. 458/1066) ile çağdaştı ve
aralarında samimi bir ilişki vardı. İbn Ebû Usaybia; Süryânî bilginin, h.
450’li (m. 1058’den sonra) yıllarda öldüğünü kaydeder.[1318]
Eserleri:
1. er-Ravzatü’t-tıbbiyye. Ebü’l-Hasan Muhammed b. Ali için
yazmıştır. 2. Vücûbü’n-nazar ‘ale’t-tabîb fi’l-ahdâsi’n-nefsâniyye ve fî
kevni’l-‘ışkı maradan. 1037 yılında Basra’da tabipler ile felsefeciler
arasında, felsefeden bağımsız bir tıp ilmi olup olamayacağı üzerine cereyan
eden bir tartışma üzerine kaleme alınmıştır. Ubeydullah eserinde, tıbbın
bağımsız bir bilim olduğunu ispata çalışmıştır. 3. Kitâbü tabâ’i‘i’l-hayevân
ve havâssihâ ve menâfi‘i a‘zâ’ihâ. Nasruddevle b. Mervân (emirliği:
401-453/1011-1061) için kaleme alınmıştır. 4. Kitâbü’l-Hâs fî ‘ilmi’l-havâs.
5. Kitâbü Tahrîmi defni’l-ahyâ.[1319]
Bugüne ulaşmayıp kaynaklarda adı geçen eserleri ise şunlardır:
6. Kitâbü Menâkibi’l-etıbbâ. Hekimlerden ve başarılarından bahsettiği
eserini h. 423 (m. 1032) senesinde yazmıştır. İbnü’l-Kıftî ve İbn Ebû Usaybia
bu eserden birçok nakilde bulunurlar.[1320] 7. Makâletün fi’l-ihtilâf beyne’l-elbân.
H. 447 (m. 1055) senesinde bazı arkadaşları için kaleme almıştır. 8. Kitâbü’t-Tevâsül
ilâ hıfzi’t-tenâsül. H. 441 (m. 1049) senesinde yazmıştır. 9. Risâletün
ile’l-Üstâz Ebî Tâhir b. Abdi’l-bâkî. Adı geçen kişinin taharet ve
gerekliliği hakkındaki sorularına cevap olarak yazmıştır. 10. Risâletün fî
beyâni vücûbi hareketi’n-nefs. 11. Kitâbü Nevâdiru’l-mesâ’il. Tıbba
giriş mahiyetinde yazmış olduğu kısa bir çalışmadır. 12. Kitâbü
Tezkireti’l-hâzır ve zâdü’l-müsâfir. En başta adı geçen er-Ravzatü’t-tıbbiyye,
bu eserin muhtasarı olarak kaleme alınmıştır.[1321]
Kaynaklarda
Nestûrî Hıristiyan (Doğu Kilisesi müntesibi) olduğu ifade edilen
Zâhidü’l-’Ulemâ Ebû Sa‘îd Mansûr b. Îsâ (Arp. ^^ û jj^* ^“ j*î *tJJl jaIj) tıp ilminde eserler de vermiş olan
bir hekimdi. Kardeşinin Nusaybin metropoliti olması, ailenin Süryânî asıllı
olduğuna dair bir işaret olarak kabul edilebilir. Hayatı hakkında fazla bilgi
bulunmayan Ebû Sa‘îd’in, Meyyâfârikîn’de Mervânîlerden Nasruddevle b. Mervân’a
(emîrliği: 401-453/1011-1061) hekim olarak hizmet ettiği bilinmektedir. Hekime
çok büyük bir saygı ve güven duyan Nasruddevle, onun yönlendirmesi ile
Meyyâfârikîn’de tam teşekküllü bir bîmâristan kurmuştur. Ebû Sa‘îd’in doğum ve
ölüm tarihi bilinmemekle birlikte onun, V/XI. asrın ilk yarısında yaşamış
olduğu açıktır.[1322]
Eserleri:
1. Kitâbü’l-Bîmâristânât. 2. Kitâbün fi’l-Menâmât ve’r-ru’yâ.
3. Kitâbün fîmâ Yecib ‘ale’l-müte‘allimîne li-sınâ‘ati’t-tıb. 4. Kitâbün
fî Emrâzi’l-‘ayn ve müdâvâtihâ.[1323]
Süryânî
Ortodoks Kilisesi patriklerinin en seçkinlerinden biri olan Mihâîl, yazmış
olduğu vakayiname ile de tanınmaktadır. Süryânî Mihâîl veya Büyük Mihâîl olarak
da bilinir (Sür. ^ך, מ^^.1 וכ^,
Arp. jj£1I ^Au■^' J^’■^). Mihâîl
1126’da Malatya’da, din adamları sınıfına mensup üyeleri bulunan bir ailede
dünyaya gelmiştir. Babası İlyas papaz olduğu gibi, amcası Atanasyus Zakay da
Anazarva[1324] Metropoliti idi. Bar
Hebraeus’un ifadesine göre sülale, Kindasi Ailesi (Sür. ,®■^:ı ^^כ;!, Arp. J ^“'—) olarak
bilinmektedir.[1325] Aile geleneğine uygun
şekilde Mihâîl, öğrenim görmek üzere Mor Barsavmo Manastırı’na[1326] verilmiş; daha sonra burada
din adamı olarak kalmış ve henüz otuz yaşına gelmeden manastırın idareciliğine
getirilmiştir. İdealist bir kişiliğe sahip olduğu anlaşılan Mihâîl, 1165’te
dönemin patriği kendisini Diyarbakır metropolitliğine atadığında görevi kabul
etmediği gibi, 1166’da patrik seçildiği halde bu görevi de ancak piskoposların
kilise kanununa harfiyen uyacaklarına dair yazılı teminat aldıktan sonra kabul
etmiştir. Kilisedeki reformcu kanadın desteğini arkasına alan Mihâîl; kilise
işlerini düzenlemeye girişmiş, kendisinden önce göz yumulan bazı konularda sert
bir tutum benimsemiştir. Faaliyetleri sonucu kendi kilisesi dışında, Kadıköy
karşıtı diğer kiliselerin de saygısını kazanan Mihâîl, farklı zamanlarda
Antakya ve Kudüs’e ziyaretlerde bulunmuştur. Mihâîl, 518’de tek doğa yanlısı
Antakya Piskoposu Büyük Severus’un sürgün edilmesinden sonra şehre giren ilk
Süryânî Ortodoks patriğidir. Bu ziyaretleri esnasında hem Haçlı idarecileri hem
de latin patrikleri tarafından saygıyla karşılanmıştır. Karşılıklı saygı
çerçevesinde Bizans ve
Haçlılarla
olumlu ilişkiler kuran Patrik Mihâîl, inanç ve doktrin bahsine gelindiğinde
katî sınırlara sahip olduğunu göstermiş; kiliseler arasında yürütülecek
herhangi bir uzlaşma çabasına en baştan karşı çıkmıştır. Bu yönüyle onun
Süryânî Ortodoks Kilisesi’nin bağımsızlığına büyük katkı sağladığı söylenebilir.
Bununla birlikte Mihâîl’in başarılı ve saygın patriklik dönemi, 1180’de kendi
öğrencisi Teodor b. Vehbûn’un karşı-patrik seçilmesi ile gölgelenmiştir. Bar
Vehbûn, Latin kiliseleri ve Haçlı devletleri tarafından desteklendiği gibi
Ermeni Kilisesi Patriği’nden de destek görmüştür. Selçuklu Sultanı II.
Kılıçarslan (saltanatı: 1155-1192) ile kurduğu olumlu ilişkiler dışında
Mihâîl’in bölgede politik olarak dışlandığı ve tecrit edildiği bu dönem,
1193’te Bar Vehbûn’un ölümüne kadar devam etmiştir. Bundan sonra kilise
bünyesindeki otoritesini tekrar tesis eden Mihâîl, 1199 senesinde ölmüş ve Mor
Barsavmo Manastırı’nda yeni inşa edilen kiliseye defnedilmiştir.[1327]
Patrik
Mihâîl, kilise yapısı ve işleyişi ile ilgili ses getiren çalışmalarının
yanında, XII. asır Süryânî Ortodoks ilim çevrelerinin de en önemli karakteri
olmuştur. Onun ilmî çalışmaları da büyük ölçüde reform çalışmalarının bir
uzantısı mahiyetindeydi. Bu anlamda patrikliği süresince teoloji ve tarih
içerikli elyazmalarının toplanmasına, hagiografi[1328]
ve litürji üzerine yazılmış eserlerin gözden geçirilerek yeniden derlenmesine
gayret etmiştir.[1329]
Eserleri:
1. Ktobo d-Maktbonut zabne (^!גגכ^כגס^ כ r^=>^).
Patrik Mihâîl’in en meşhur eseridir ve daha çok Süryânî Mihâîl Vakayinamesi
olarak bilinir. Bir dünya tarihi olan eser, dünyanın yaratılışından 1195 yılına
kadarki olayları içerir. Mihâîl eserini kaleme alırken kilise tarihlerinden ve
genel tarihlerden yararlanmış, bunlara yeni bilgiler eklemiştir. Kaynakları
arasında Süryânîce, Grekçe ve Arapça eserler bulunmaktadır. Eser hem kilise
tarihini hem de genel tarihi içerir. Her sayfayı üç sütun halinde tertip eden
Mihâîl; birinci sütunu kilise tarihine, ikinci sütunu siyasî tarihe, üçüncü
sütunu da diğer olaylara ayırmıştır. Özellikle kendi dönemi ile ilgili
konularda bilgi bakımından donanımlı ve tarafsız bir bakış açısına sahip olduğu
görülür. Kaynak tenkidi ve evrensel bakış açısı ile Süryânî Mihâîl
Vakayinamesi, Süryânî Ortodoks tarih yazıcılığının zirve eseri kabul
edilir. Metnin Süryânîce aslı bugün mevcut değildir. Kopyalama esnasında eserin
bazı özelliklerinin yok olduğu tespit edilmiştir. Eserin tıpkıbasımı ilk olarak
Chabot tarafından Fransızca tercümesi ile birlikte neşredilmiştir.[1330] Çalışma, Urfa’da bulunan
esere ait bir kopyanın çoğaltılması suretiyle yapılmıştır. Ancak gerek içerik
gerekse tertip açısından nüshanın eksikleri bulunmaktadır. Daha yakın bir
zamanda eserin 1598 tarihli bir nüshası da Halep’te bulunmuştur. Yetkin bir
müstensihin elinden çıktığı anlaşılan yazma, Mihâîl’in çalışmasının
hususiyetlerini daha net bir şekilde ortaya koymaktadır. Gorgias Press
Yayınevi, bu yazmanın tıpkıbasımı ile birlikte daha önce Chabot’un elde ettiği
nüsha ve Fransızca tercümesini, bugüne kadar elde edilmiş olan üç Arapça
nüshayı, XIII. asırda yapılmış olan Ermenice özetin iki nüshasını ve bu özetin
Fransızca tercümesini içeren çalışmayı on büyük cilt halinde yayınlamıştır.[1331] Saliba Şem‘ûn, Chabot
tarafından yayınlanan Süryânîce metni üç cilt halinde Arapça’ya tercüme
etmiştir.[1332] Eserin Ermenice bir nüshasından,
Türk tarihi ile ilgili olan kısımlar ise Hrand Andreasyan tarafından Türkçe’ye
çevrilmiştir.[1333] 2. Litürji üzerine bir eser.
Alfabenin harflerine göre düzenlenmiş 16 sayfalık bir çalışmadır. 3. Vaazlardan
oluşan bir eser. Mihâîl, bütün yıla ait vaazlar içeren bir eseri kendi el
yazısıyla kopyalamış; bayramlar ve Pazar günleri için esere kendi vaazlarını
eklemiştir. 4. Mor Abhay’ın hayat hikâyesine dair bir eser. Mihâîl, IV. asırda
yaşamış ve İznik Konsili’ne katılmış olduğuna inanılan münzevi piskopos Mor
Abhay’ın hayat hikâyesini gözden geçirip düzeltmiştir. Ancak gerçeğe
dayanmadığı ifade edilen bu hayat hikâyesinin en erken VIII. asırda
oluşturulmuş olduğu tahmin edilmektedir. Eserin, biri Britanya Müzesi (nr.
12174) diğeri Vatikan Kütüphanesi’nde (nr. 1071/15) mevcut iki nüshası
bulunmaktadır. 5. Mihâîl’in patriklik görevi süresince çıkarmış olduğu kilise
kanunlarından oluşan bir eser. Eserin aslı bulunmamakla birlikte bazı bölümleri
sonraki yazarlar tarafından alıntılanmıştır. Bunlardan başka Patrik Mihâîl’in
çeşitli vesilelerle kaleme almış olduğu bazı yazıları bulunmaktadır. Bu yazılar
daha çok kendi gününün tartışma konusu olan teolojik meselelerle ilgilidir.
Mihâîl ayrıca şiir de yazmıştır. Ancak düz yazısına göre şiiri vasattır.[1334]
Fırat ve Dicle
nehirleri boyunca uzanan ve medeniyetin beşiği olarak anılagelmiş Mezopotamya
kavimlerinden biri olan Süryânîler bugün, bilim ve düşünce hayatına yapmış
oldukları büyük katkılarla hatırlanmaktadır. Hıristiyanlığı benimsemiş Sâmî bir
kavim olan Süryânîler’in kökeni, milattan önceki ikinci binyıl boyunca
Suriye-Mezopotamya coğrafyasına göç etmiş olan Ârâmîler’e dayanmaktadır.
Bununla birlikte Süryânîler; çağlar boyu süren etkileşimleri sonucunda, büyük
ölçüde Ârâmîleşmiş olan Asurlular, Bâbilliler ve diğer daha küçük toplulukların
da mirasçıları olarak değerlendirilmelidir. Süryânîler’in konuştuğu dil ise,
orta dönem Ârâmîcesi’nin bir lehçesi olan Süryânîce’dir.
Süryânîler
tarih boyu merkezî bir devlet kuramamış ve çeşitli devletlerin egemenliği
altında yaşamışlardır. Diğer taraftan Hıristiyanlık bünyesinde yaşanan teolojik
tartışmalar sonucunda kendi kiliselerini oluşturmuşlardır. Aynı süreçte
Süryânîler, Doğu Kilisesi bünyesinde örgütlenen Doğu Süryânîleri, Süryânî
Ortodoks Kilisesi’ne mensup Batı Süryânîleri ve Mârûnî Süryânîleri şeklinde
bölünmüşlerdir. Bizans kilisesine tabi olan Melkit Süryânîler’in ayrı bir
cemaat teşkil ettiklerini söylemek pek de doğru olmaz. Onlar, devlet otoritesi
ile uyum içinde hareket etmişlerdir. Süryânî toplumunda yaşanan bu ayrışmalar;
dinî, kültürel, sosyal ve bilimsel alanlarda birbirinden tamamen kopuk
olmamakla birlikte farklı geleneklerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. İnanç,
dil ve yazı gibi konularda bu ayrılıklar açık bir şekilde görülmektedir. Bilim
ve felsefe alanlarında Doğu Süryânîleri diğerlerine göre daha dinamik bir
görünüm arz etmektedir. Diğerleri dinî konuları desteklediği sürece
bilime/felsefeye değer verirken onlar, bilimsel/felsefî konularla dinî konuları
birbiriyle çatışmayan iki alan olarak değerlendirmişlerdir. Abbâsîler öncesi
dönemde Süryânîler’in daha çok teoloji, tıp ve mantık konularında çalışmalar
yaptıkları ve derinleştirkleri görülmektedir.
Süryânîler
arasında bilginin aktarıldığı öğretim merkezleri daha çok manastırlar, teoloji
okulları ve kiliseler olmuştur. Bu kurumların birincil amacı, dinî bilgiyi
doğru anlamak ve aktarmak olarak tanımlanabilir. Dolayısıyla Süryânîler
arasında bilim ve felsefe ile meşgul olanların hemen hepsi din adamı sınıfından
çıkmış
kimselerdir.
Bu bakımdan Abbâsîler öncesinde Süryânîler’in bilimsel çalışmalarının dinî bir
karaktere sahip olduğu ifade edilmelidir.
İslâm
fetihleri esnasında da Süryânîler, Suriye-Mezopotamya bölgesinin genelinde ve
İran coğrafyasının belli kesimlerinde varlıklarını sürdürmekteydiler. İslâm
fetihleriyle birlikte, diğer bölge Hıristiyanları gibi Süryânîler de idarî bazı
gereksinimlerle devlet işlerinde istihdam edilmişlerdi. Ancak onların İslâm
dünyasındaki asıl etkinlikleri Abbâsîler döneminde artmaya başlamıştır. Bu
dönemde Süryânîler’in bilim hayatındaki etkinliği üç evrede değerledirilebilir.
Diğerlerine göre daha kısa bir zaman aralığını kapsayan ilk evrede Süryânî
bilginler Bağdat çevrelerinde ilk defa görülmeye başlamıştır. Abbâsî halifeleri
başlangıçta tıp, eczacılık ve kâtiplik gibi işlerde Süryânîler’in sahip olduğu
tecrübe ve birikimden faydalanma yoluna gitmişlerdir. Bu dönemde Süryânî
bilginlerle kurulan ilişkinin pratik hayatta karşılaşılan bazı problemlere
yönelik olduğu görülmektedir. Bu dönem aynı zamanda bilimsel, siyasal ve
toplumsal bazı ihtiyaçların tetiklemesiyle tercüme hareketinin de başladığı
dönemdir. Ancak ilk zamanlar tercümelerin daha çok Farsça eserlerden yapılıyor
olması nedeniyle Süryânîler’e bu konuda pek ihtiyaç duyulmamışıtr. Dolayısıyla
bu ilk dönemde Süryânîler’in Abbâsîler dönemi bilim hayatında pek de etkili
olduğu söylenemez. Yine bu dönemde kilise mensubu bazı din adamları tarafından
İslâm’a yönelik ilk reddiyeler yazılmıştır.
Halife
Hârûnürreşîd (hilâfeti: 170-193/786-809) döneminden itibaren Grekçe bilimsel ve
felsefî eserlerin tercüme edilmeye başlamasıyla Süryânî bilginlere duyulan
ihtiyaç da artmaya başlamıştır. Devam eden iki asır, Süryânîler’in Abbâsî bilim
çevrelerinde en etkin oldukları dönem olmuştur. Diğer taraftan bilimde hızlı
gelişmelerin yaşandığı bu dönem (III-IV/IX-X. asırlar), aynı zamanda Süryânî
bilimi için de yeni bir dönem olmuştur. Süryânîler bu dönemde de, yukarıda sözü
geçen dinî kurumların bünyesinde ilmî çalışmalarını sürdürmeye devam
etmişlerdir. Ancak zaman içinde Abbâsî toplumunda oluşan şartlar, kilise
mensubu olmayan Süryânîler arasından yeni bir bilginler sınıfının çıkmasını
sağlamıştır. Daha çok tıp biliminde ve tercüme konusunda öne çıkan bu
bilginler, idarecilerle iyi ilişkiler kurmuş; onlardan büyük destek
görmüşlerdir. Vakıa, bu bilginlerin de büyük çoğunluğu manastır ve okullarda
öğrenim görmüşlerdir. Ancak onlar, kendi çabaları sayesinde bu okullarda
öğretilen bilim ve düşüncenin sınırlarını aşmış; içinde yaşadıkları Abbâsî
toplumunun bilimsel ortam ve ihtiyaçlarına ayak uydurmayı başarmışlardır. Bu
bakımdan Abbâsîler dönemi Süryânî bilimi; manastır ve okullarda süregiden bilim
ve düşünce geleneğinin parçası olmaktan daha çok, İslâm bilim ve düşünce
hayatının parçası olarak değerlendirilmelidir.
Araştırma
esnasında isimleri tespit edilmiş olan Süryânîler’in büyük kısmı bu iki asırlık
dönemde yaşamıştır. Bu bilginlerin biyografileri ve bilimsel çalışmaları gözden
geçirildiğinde, daha çok tıp ve dinî ilimlerle meşgul oldukları; daha az oranda
da başta mantık ve felsefe olmak üzere diğer bilimlere ilgi duydukları
görülmüştür. Ancak bilimsel etkinlikle az veya çok meşgul olan bu bilginlerin
sayısının tespit edilemeyecek kadar fazla olduğunu ve bunların hepsinin ismine
ulaşmanın imkân sınırlarını aştığını da ifade etmek gerekir. Bununla birlikte
kaynaklardan, araştırmaya konu olan dönemde yaşamış Süryânî bilginler ve
bilimsel faaliyetleri hakkında önemli derecede bilgi elde etmek mümkün
olmuştur.
Abbâsîler
döneminde Süryânî bilginlerin öne çıkmasını sağlayan en önemli gelişme bu
dönemde aktif şekilde devam eden tercüme hareketi olmuştur. İlk başta Farsça
üzerinden yapılmakla birlikte kısa süre içinde ilginin Grekçe kaynak eserlere
yönelmesi sonucunda Süryânîler, bilim çevrelerinin aranan adamları haline
gelmişlerdir. Bununla birlikte onların erken dönemlerde tercüme konusunda
gereken yeterliklere tam sahip olmadıkları anlaşılmaktadır. Yapılan
tercümelerin sürekli gözden geçirilmesi ve bazı eserlerin yeniden çevrilmesi de
tercüme konusundaki birikimin ve tecrübenin zaman içinde arttığını
göstermektedir. Süryânîler’in önceki yüzyıllardan itibaren Grekçe-Süryânîce
tercümelerle meşgul oldukları bir gerçektir. Ancak bu tercümelerin alan, hedef
ve nitelik olarak çok farklı özellikler taşıdığı belirtilmelidir. En başta,
Abbâsîler döneminden önce gerçekleştirilen bu tercümelerin dinî literatür ile
sınırlı olduğunu ifade etmek gerekir. Çalışmaların motivasyonu ise bilimsel bir
kaygıdan değil, savunulan dinî görüşü destekleme amacından kaynaklanmakta idi.
Ayrıca daha çok kilise cemaatine hitap eden bu tercümeler, tenkitçi bir bakışa
da maruz kalmamıştı. Hâlbuki Abbâsîler döneminde gerçekleştirilen tercümeler
bilimin çok farklı konularını kapsıyor, bilimsel kaygıları olan bir okuyucu
kitlesine hitap ediyor ve zaman zaman da sert tenkitlere hedef oluyordu. Yine
de şunu açıklıkla ifade etmek gerekir ki Süryânî bilginler, Abbâsîler döneminde
hız kazanmış olan bilimsel gelişmeye ayak uydurmayı başarmışlar ve gelişen
süreçte tercüme konusundaki niteliklerini artırmışlardır.
İslâm
dünyasında IV/X. asrın sonuna kadar gerçekleştirilen tercümeler ve telifler
sayesinde Süryânîce yazın da gelişme göstermiştir. Zira tercümesi yapılan
Grekçe eserlerin büyük çoğunluğu önce Süryânîce’ye tercüme edilmiş,
Süryânîce’den de Arapça’ya çevrilmiştir. Ancak Süryânîce bu tercümelerin çok
azı günümüze ulaşabilmiştir. Bazı tercümelerden ise dönemin Süryânî
bilginlerinin yaptığı atıflar sayesinde haberdar olunabilmektedir. Arapça’nın
gelişmesi ve bilim dili haline gelmesi sonucunda Süryânîce eserlerin çok
sınırlı bir kitleye hitap eder hâl alması, bu eserlerin zaman içinde
kaybolmasına yol açmış olmalıdır. Esasında yapılan Süryânîce tercümelerin büyük
kısmının da bir talebi karşılamak için değil, doğrudan Grekçe- Arapça çeviride
tercümanların yaşadığı zorluğu aşmak için gerçekleştirildiği ifade edilmelidir.
Yine de özellikle erken dönemlerde Yuhannâ b. Mâseveyh (ö. 243/857) gibi,
Süryânîce tercüme siparişi veren birkaç bilginin varlığı da inkâr edilemez. Bu
bilginlerin telif eserlerini de Süryânîce kaleme aldıkları ve bazılarının hiç
Arapça yazmadıkları dikkati çekmektedir.
IV/X.
asırdan itibaren sosyo-kültürel hayatta yaşanan İslâmlaşma ve Araplaşma
süreciyle paralellik içinde, İslâm dünyasındaki Süryânî nüfus yoğunluğu büyük
oranda erimiştir. Bu süreçle orantılı olarak Süryânîler’in bilimsel
etkinliklerinde de bir düşüş yaşanmıştır. Ancak din adamları sınıfından bazı
bilginlerin, bu dönemde de özellikle dinî konularda çalışmaya ve eser vermeye
devam ettikleri ifade edilebilir. Bu dönem Süryânî biliminin üçüncü evresi
olarak değerlendirilebilir. Bu dönemin bilginleri eserlerini hem Arapça hem de
Süryânîce yazmışlardır. Ancak onların İslâm bilim hayatına katkı yaptıklarını
düşünmek neredeyse imkânsızdır. Zira bu dönemde Süryânî düşüncesi, İslâm
düşüncesinin etkisi altında kalmış ve hatta Arapça felsefî eserlerden
Süryânîce’ye tercümeler dahi gerçekleştirilmiştir. Birkaç istisna dışında bu
dönemde Süryânîler tarafından yazılmış olan eserlerin ise hemen hepsinin,
kilise cemaatine hitap edecek nitelikte olduğu belirtilmelidir. Neticede bu
dönemde yaşamış olduğu tespit edilebilen Süryânî bilginlerin sayısı çok az
olmuştur.
Abbâsîler’in
son asrı olan VII/XIII. asır, ilginç şekilde Süryânî entelektüel hayatının da
son asrı olmuştur. Bu dönemden itibaren, bölgedeki nüfusları iyice azalan
Süryânîler, kilise ve manastırlarında kendi içlerine kapanmışlardır. VIII/XIV.
asrın başında eser kaleme almış olan Bar Brika ile klasik Süryânîce yazınının
sona erdiği ve bu dilin sadece ayinlerde kullanılan bir ibadet dili haline
geldiği kabul edilmektedir. Dolayısıyla bu dönemden itibaren literatür dili
olarak kullanımdan kalkan Süryânîce, bugün yarı ölü bir dil olarak
nitelendirilmektedir.
EK 1: Haritalar (Bereketli Hilal)
Kaynak:
https://tr.wikipedia.org/wiki/Bereketli_Hilal#/media/File:Fertile_Crescent_map.png
(Erişim tarihi: 14/08/2016). Not: Harita kısmen
Türkçeleştirilmiştir.
EK 1: Devam (Ârâmî Devletleri)
M.Ö. y. XV. asırda Ârâmîler’in yaşadığı bölgeler ve şehirler.
Kaynak: Malamat, “Aram, Arameans”, EJd2, II, 338.
EK 1: Devam (Arkeolojik Yerler-1)
—
EK 1: Devam (Arkeolojik Yerler-2)
Ârâmîce yazıtların bulunduğu
noktalar. Kaynak: Brock-Taylor, Saklı İnci, I, 26.
EK 1: Devam (İslâmî Dönemde Süryânîler’in
Merkezleri)
Akhlat/Khilat
AZERBAYCAN
Urmia
HAKKARİ
•Mor Gabnı
Zakho
ADIABENE/HADYAB
Arbela/Erbil
Karka d־Beth
Slokh
IRAQ
Lashom
GARMAI
Hııhvan
dıdad
al-Anbâr
jphotı
ıcıa
Beth Lapat
Kashkar
llirta/al-llira
150 Mil
210 Kilometre
Basra
FARS
BETH HUZAYE
BASRA KÖRFEZİ
fNisîbis
^Qamishli
HAZAR DENİZİ
1 laşankesd
Hah
BETH QATRAYE
Daha fazla yer için bkz. R. J. A. Talbert, Barrington Ati'as
of t he Greek and Roman World (Princelon and Oxford: Princeton University
Press, 2000).
BETH NUHADRA
Gazarta/Gozarto
BETH HUZAYE b0ige
• Edessa şehir
• Qenneshre manastır
BETH ZABDAl
Siirt
ııoıiıı , S gölü Maraaha
ABDIN Rııbban HofbUfdi ‘ r
Sinjar• •Ba|ad *M
BETH ARBAYEM<\'
Kaynak: Gorgias Encyclopedic Dictionary of the Syriac
Heritage (GEDSH), s. 476-477. Not: Harita kısmen
Türkçeleştirilmiştir.
Kaynak: Lebendiges
Kulturerbe - Living Cultural Heritage - Canlı Kültür Mirası:
Turabdin, s. 56-57.
681
638
518
498
431
ANTAKYA KİLİSESİ
M.s. Abbâsîlcr devrinde mevcut Süryânî kiliseleri, V-VII. 400
asırda Antakya Kilisesi'nden doğdu.
Bölünmeden önce Antakya
Teolojik
Bağımsız Süryânî Doğu Kilisesi tartışma ve
ayrılma süreci
Kilisesi
Teolojik tartışma ve kilise içi mücadele dönemi
Bağımsız Süryânî Ortodoks Kilisesi
Kadıköy
Yanlısı Melkit
Kilisesi
Moııotelitist
Öğreti Dönemi
İmparatorluğa Bağlı Melkit Kilisesi Bağımsız Süryânî Mârûnî
Kilisesi
Kadıköy Konsili'nde monofızitizm mahkum edildi. 451
Sonrasında Antakya Kilisesi, Kadıköy yanlıları ve karşıtları olarak ikiye
ayrıldı.
750|Abbâsî Halifeliği kuruldu.
EK 2: Tablolar (Süryânî Kiliselerinin Oluşum Süreci)
Efes
Konsili'nde Nestoryus ve diyofizitizm mahkum edildi. Ancak doğudaki, özellikle de
Sâsânî bölgesindeki
Süryânîler, bu öğretiye bağlı kaldılar.
Doğu
Katolikosluğu, kendi bünyesinde topladığı
bir konsilde Antakya Kilisesi'ne karşı
bağımsızlığını ilan etti. Böylece bağımsız Doğu Kilisesi kurulmuş oldu. İmparatorluk tarafından Antakya Kilisesi’nin başına Kadıköy yanlısı piskopos
atamasına karşılık Büyük Severus, tek doğa yanlıları tarafından meşru patrik olarak görülmeye
devam etti. Viranşehir piskoposu Yuhannâ'nın resmî Antakya kürsüsünden bağımsız olarak
piskopos ataması yapmasıyla da alternatif bir kilise hiyerarşisi oluştu. Böylece Antakya Kilisesi ikiye
ayrılmış oldu: İmparatorluğa
bağlı Melkit Kilisesi, bağımsız Süryânî
Ortodoks Kilisesi.
Doğudaki
kiliselerin birliğini sağlamak isteyen Heraklius,
Monotelitizm'i imparatorluğun resmi
teolojisi ilan etti. Teoloji, Melkitler tarafından benimsenirken Süryânî Ortodokslar bu öğretiye sıcak bakmadı. İmparatorluk
sınırları dışında kalan Doğu Kilisesi ise; ne Kadıköy
kararları ile
ilgili tartışmalara ne de sonrasındaki gelişmelere müdâhil oldu.
Monotelitizm'in
beklenen birliği sağlamadığını, hatta yeni anlaşmazlıklara
zamin hazırladığını gören IV. Konstantin; 680 yılında İstanbul’da bir konsil toplanmasını sağladı.
681'de sonuçlanan konsil, monotelitizmi mahkûm etti. İmparatorluk, bu öğretiyi yürürlükten kaldırdı. Ancak İslâm hâkimiyeti altındaki Lübnan'ın
dağlarında, dışarıyla
bağlantısı büyük ölçüde kopmuş olan Mârûnî topluluğu
bu konsilin kararlarından
haberdar edilemedi. Böylece monotelitizm'c
bağlılığını sürdüren Mârûnîlerin kilisesi, bağımsız bir kilise haline geldi.
EK 2: Devam (Abbâsîler Dönemi Süryânî Bilim Çevreleri)
Cündişâpûr Tıp Çevresi
|
Yaşadığı Dönem/Yer |
Tahsil/Kariyer |
Curcîs b.
Buhtîşû‘ (0.152/769) |
Halife
Mansûr (hilâfeti: 136-158/754- 775) dönemi / Bağdat |
Cündişâpûr
Bîmâristanı’nda idarecilik ve hocalık / Hekim, tıp bilgini |
Îsâ b.
Şühlâf |
Halife
Mansûr dönemi / Cündişâpûr, Bağdat |
Curcîs’in
öğrencisi / hekim |
İbrâhîm |
Halife
Mansûr dönemi / Cündişâpûr, Bağdat |
Curcîs’in
öğrencisi / hekim |
Sergis |
II/VIII
asrın ikinci yarısı |
Curcîs’in
öğrencisi / hekim |
Buhtîşû‘
b. Curcîs (0.185/801?) |
Halife Mehdî
(hilâfeti: 158-169/775-785) ve Hârûnürreşîd (hilâfeti: 170-193/786- 809)
dönemleri / Cündişâpûr, Bağdat. |
Curcîs’in
oğlu ve öğrencisi / hekim, tıp bilgini |
Mâseveyh |
Halife
Hârûnürreşîd dönemi / Bağdat |
Cündişâpûr’da
yetişti / eczacı |
Sehl
el-Kevsec (ö.209/825’ten sonra) |
Halife
Hârûnürreşîd ve Me’mûn (hilâfeti: 198-218/813-833) dönemleri / Bağdat. |
Cündişâpûr’da
öğrenim gördü / hekim, tıp bilgini |
Sâbûr b.
Sehl (Ö.255/869) |
Halife
Mütevekkil (hilâfeti: 232-247/847- 861) dönemi / Bağdat |
Cündişâpûr’da
öğrenim gördü, idarecilik yaptı / hekim, tıp bilgini |
Dımaşk Tıp Çevresi
|
Yaşadığı Dönem/Yer |
Tahsil/Kariyer |
Ebü’l-Hakem |
Emevîler-Abbâsîler
dönemi / Dımaşk |
Hekim |
Hakem
(Ö.210/825) |
Dımaşk |
Hekim |
Îsâ b.
Hakem ed-Dımaşkî |
Hârûnürreşîd
ve Mu‘tasım (hilâfeti: 218- 227/833-842) dönemleri / Dımaşk |
Hekim, tıp bilgini |
Cûrcis
el-Yebrûdî (Ö.426/1035) |
Dımaşk,
Bağdat |
Dımaşk’ta
tıp öğrendi, Bağdat’ta Ebü’l- Ferec İbnü’t-Tayyib’den ders aldı / hekim, tıp
bilgini |
Basra Tıp Çevresi
|
Yaşadığı Dönem/Yer |
Tahsil/Kariyer |
Hasîb |
Halife
Mansûr dönemi / Basra, Bağdat |
Basra’da
öğrenim gördü / hekim, tıp bilgini |
Bağdat Tıp Çevresi
|
Yaşadığı Dönem/Yer |
Tahsil/Kariyer |
İbnü’l-Leclâc |
Halife
Mansûr (hilâfeti: 136-158/754- 775) dönemi / Bağdat |
Hekim |
Ebû
Kureyş Îsâ |
Halife Mehdî
(hilâfeti: 158-169/775-785) ve Hârûnürreşîd (hilâfeti: 170-193/786- 809)
dönemleri / Bağdat |
Hekim,
eczacı |
Abdullah
et-Tayfûrî |
Halife Mehdî
dönemi / Bağdat |
Hekim |
Abd-yeşû‘
b. Nasr |
Halife Mehdî
dönemi / Bağdat civarı |
Hekim |
Cibrâîl
b. Buhtîşû‘ (Ö.213/828) |
Hârûnürreşîd
ve Me’mûn (hilâfeti: 198- 218/813-833) dönemleri / Cündişâpûr, Bağdat |
Cündişâpûr
ve Bağdat’ta öğrenim gördü / Hekim, tıp bilgini |
Yuhannâ b.
Mâseveyh (Ö.243/857) |
Hârûnürreşîd
ve Mütevekkil (hilâfeti: 232-247/847-861) dönemleri / Bağdat. |
Bağdat’ta
öğrenim gördü / hekim, tıp bilgini |
Mihâîl b.
Mâseveyh |
Me’mûn
dönemi / Bağdat |
Bağdat’ta
öğrenim gördü / hekim |
Pavlus b.
Hanun |
Emîn (hilâfeti:
193-198/809-813) dönemi / Filistin, Bağdat |
Hekim |
Cibrâîl
el-Kehhâl |
Me’mûn
dönemi / Bağdat |
Göz hekimi |
Zekeriyyâ
et-Tayfûrî |
Me’mûn ve
Mu‘tasım (hilâfeti: 218- 227/833-842) dönemleri / Bağdat |
Hekim |
Yezîd b.
Zeyd |
Me’mûn
dönemi / Bağdat |
Hekim |
İbrâhîm
b. Fezârûn |
Me’mûn
dönemi / Bağdat |
Hekim |
Mûsâ b. İsrâ’îl
el-Kûfî |
Abbâsî
ailesinden İbrâhîm b. el- Mehdî’nin (ö. 224/839) hizmetinde / Bağdat |
Hekim |
Buhtîşû‘
b. Cibrâîl (Ö.256/870) |
Me’mûn ve
Mühtedî (hilâfeti: 255- 256/869-870) dönemleri / Bağdat, Sâmerrâ. |
Bağdat’ta
öğrenim gördü / hekim, tıp bilgini |
İsrâ’îl b.
Zekeriyyâ et-Tayfûrî |
Halife
Mütevekkil dönemi / Sâmerrâ |
Hekim |
Serâbiyûn |
II/VIII.
asrın ikinci yarısı |
Hekim, tıp
bilgini |
Dâvûd b.
Serâbiyûn |
Halife Hâdî
ve Hârûnürreşîd dönemleri / Bağdat |
Hekim |
Yuhannâ
b. Serâbiyûn |
ö.250/864
yılı civarı |
Hekim, tıp
bilgini |
İbn Dâvûd
b. Serâbiyûn |
Halife
dönemi / Bağdat |
Bağdat’ta
öğrenim gördü / hekim |
Ebû Hilâl
el-Hımsî |
II/VIII.
asrın ikinci yarısı ile III/IX. asrın başı / Bağdat |
Hekim, tıp
bilgini |
Hilâl b.
Ebû Hilâl el-Hımsî |
III/IX.
asrın ortaları / Bağdat |
Hekim, tıp
ve matematik bilgini, tercüman |
Mâserceveyh |
II/VIII.
asrın sonu ile III/IX. asrın başı / Bağdat |
Hekim, tıp
bilgini |
Sahârbuht
b. Mâserceveyh |
III/IX.
asrın ilk yarısı |
Tıp bilgini |
Îsâ b. Mâserceveyh |
III/IX.
asrın ilk yarısı |
Tıp bilgini,
tercüman |
Îsâ b.
Sahârbuht |
III/IX.
asrın ortaları |
Hekim, tıp
bilgini, tercüman |
Ali b.
Rabben et-Taberî (ö.247/861’den sonra) |
Mu‘tasım
(hilâfeti: 218-227/833-842 ve Mütevekkil (hilâfeti: 232-247/847-861)
devirleri / Taberistan, Sâmerrâ |
Taberistan’da
öğrenim gördü / hekim, tıp ve ilahiyat bilgini |
Yûsuf
en-Nâkil |
III/IX.
asrın ortası ve ikinci yarısı |
Îsâ b.
Sahârbuht’un yanında öğrenim gördü / hekim, tercüman |
Eyyûb
er-Ruhâvî |
Me’mûn
(hilâfeti: 198-218/813-833) ve Vâsik (hilâfeti: 227-232/842-847) dönemleri /
Bağdat |
Hekim, tıp
bilgini, tercüman |
Fesyûn |
III/IX.
asrın ortası / Bağdat |
Hekim,
tercüman |
Selmeveyh
b. Bünân (Ö.225/840) |
Me’mûn ve
Mu‘tasım dönemleri / Bağdat |
Hekim, tıp
bilgini |
Îsâ b.
Mâsse (Ö.275/888 yılı civarı) |
Bağdat |
Hekim, tıp
bilgini |
İshâk b.
Ali er-Ruhâvî |
III/IX.
asrın ikinci yarısı / Bağdat |
Hekim, tıp
bilgini |
Piskopos Teodoros |
III/IX. asır
/ Bağdat |
Hekim, tıp
bilgini, piskopos |
Hallâcî |
Mu‘tazıd
(hilâfeti: 279-289/892-902) dönemi / Bağdat |
Hekim, tıp
bilgini |
Yuhannâ
b. Buhtîşû‘ (Ö.300/912 yılı civarı) |
Bağdat |
Hekim, tıp
bilgini |
Abdûs b.
Zeyd (Ö.300/912) |
Mu‘tazıd
dönemi / Bağdat |
Hekim, tıp
bilgini |
Yûsuf
es-Sâhir |
Müktefî
(hilâfeti: 289-295/902-908) dönemi / Bağdat |
Hekim, tıp
ve matematik bilgini, tercüman |
Buhtîşû‘
b. Yahyâ |
Muktedir
(hilâfeti: 295-320/908-932) dönemi / Bağdat |
Hekim |
Buhtîşû‘ |
Müttakî
(hilâfeti: 329-333/940-944) dönemi |
Hekim |
Bağdat (Huneyn b. İshâk) Tıp ve
Tercüme Çevresi
|
Yaşadığı Dönem/Yer |
Tahsil/Kariyer |
Îsâ b.
Yahyâ b. İbrâhîm |
III/IX.
asrın ikinci yarısı / Bağdat |
Huneyn b. İshâk’ın yanında öğrenim
gördü / hekim, tıp bilgini, tercüman |
Kaydâ
er-Ruhâvî |
III/IX.
asrın ortası |
Tercüman |
Mansûr b.
Bânâs |
III/IX.
asrın ortası |
Tercüman |
Hubeyş b.
Hasan |
III/IX.
asrın ortası ve ikinci yarısı / Bağdat |
Huneyn b.
İshâk’ın yanında öğrenim gördü / hekim, tıp bilgini, tercüman |
Îsâ b.
Ali |
Halife
Mu‘temid (hilâfeti: 256-279/870- 892) dönemi / Bağdat, Sâmerrâ |
Huneyn b.
İshâk’ın yanında öğrenim gördü / hekim; tıp, felsefe, astronomi, fizik ve
matematik bilgini, tercüman |
Bağdat (Sâbit b. Kurre) Bilim ve
Tercüme Çevresi
|
Yaşadığı Dönem/Yer |
Tahsil/Kariyer |
Îsâ b.
Üseyyid |
III/IX.
asrın ikinci yarısı / Bağdat |
Sâbit b.
Kurre’nin (ö. 288/901) yanında öğrenim gördü / tercüman |
Bağdat Tercüme Çevresi (Münferit
Mütercimler)
|
Yaşadığı Dönem/Yer |
Tahsil/Kariyer |
Haccâc b.
Yûsuf |
Hârûnürreşîd
(hilâfeti: 170-193/786-809) ve Me’mûn (hilâfeti: 198-218/813-833) dönemleri /
Bağdat |
Tercüman |
Sahda
el-Kerhî |
III/IX. asır
/ Bağdat |
Tercüman |
İbn Sahda
el-Kerhî |
III/IX. asır
/ Bağdat |
Tercüman |
İbrâhîm
b. es-Salt |
III/IX.
asrın ortası / Bağdat |
Tercüman |
Hasan b.
Behûl |
IV/X. asır /
Bağdat |
Tercüman,
sözlük yazarı |
Bağdat (Adudüddevle Bîmâristanı) Tıp
Çevresi
|
Yaşadığı Dönem/Yer |
Tahsil/Kariyer |
Ebü’l-Husayn
b. Keşkerâyâ |
IV/X. asrın
ortası ve ikinci yarısı / Bağdat |
Sinân b.
Sâbit’in (ö. 365/975-76) yanında öğrenim gördü / hekim, tıp bilgini |
İbrâhîm
b. Beks |
IV/X. asrın
ortası ve ikinci yarısı / Bağdat |
Hekim, tıp
bilgini, tercüman |
Ali b.
İbrâhîm b. Beks |
IV/X. asrın
ikinci yarısı / Bağdat |
Hekim, tercüman |
Cibrâîl
b. Ubeydullah (Ö.396/1006) |
Bağdat,
Meyyâfârikîn |
Hekim, tıp
ve dinî ilimler bilgini |
Ebu
Mahled b. Buhtîşû‘ (Ö.417/1026) |
Bağdat |
Hekim |
Bağdat Felsefe ve Tercüme Çevresi
|
Yaşadığı Dönem/Yer |
Tahsil/Kariyer |
İbn
Nâ‘ime el-Hımsî |
Mu‘tasım
(hilâfeti: 218-227/833-842) dönemi / Bağdat |
Felsefe
bilgini, tercüman |
Ebû Yahyâ
el-Mervezî |
III/IX.
asrın sonu ve IV/X. asrın başı / Bağdat |
Tıp ve
felsefe bilgini |
İbnü’l-
Hammâr (Ö.410/1019) |
Bağdat |
Yahyâ b.
Adî’nin yanında öğrenim gördü / hekim; felsefe, mantık ve tıp bilgini,
tercüman |
İbn Zür‘a |
IV/X. asrın
ikinci yarısı / Bağdat |
Yahyâ b.
Adî’nin yanında öğrenim gördü / felsefe, mantık, Hıristiyan ilahiyatı,
astronomi ve tıp bilgini, tercüman |
İbnü’s-Semh
(Ö.418/1027) |
Bağdat |
Yahyâ b.
Adî’nin yanında öğrenim gördü / Felsefe ve mantık bilgini, tercüman |
Kesker Teoloji Okulu Çevresi
|
Yaşadığı Dönem/Yer |
Tahsil/Kariyer |
Şem‘ûn b.
Tabbahe |
Halife
Mansûr (hilâfeti: 136-158/754- 775) dönemi / Bağdat |
Kesker
Okulu’nda öğrenim gördü / Hazinedar, kilise tarihi yazarı |
Teodor b.
Kuni |
II/VIII.
asrın sonları / Kesker |
Kesker
Okulu’nda öğrenim gördü / Dinî ilimler bilgini |
Hadyab Dinî İlimler Çevresi (Doğu
Kilisesi Manastırları)
|
Yaşadığı Dönem/Yer |
Tahsil/Kariyer |
I.
Timaseus (Ö.823) |
Bağdat |
Bölgedeki
manastırlarda öğrenim gördü / felsefe, mantık ve dinî ilimler bilgini,
tercüman |
Ebû Nûh
el-Enbârî |
II/VIII.
asrın ikinci yarısı |
Bölgedeki
manastırlarda öğrenim gördü / dinî ilimler bilgini |
İşû‘ b.
Nûn (Ö.828) |
Bağdat |
Hadyab ve
Selevkia-Ktesifon’da öğrenim gördü / dinî ilimler bilgini |
Tuma b.
Ya‘kûb |
III/IX. asır |
Bölgedeki
manastırlarda öğrenim gördü / dinî ilimler bilgini |
Kuzey Irak Dinî İlimler Çevresi
(Süryânî Ortodoks Manastırları)
|
Yaşadığı Dönem/Yer |
Tahsil/Kariyer |
Dâvûd b.
Pavlus |
810 yılından
biraz sonra öldü. |
Sincar
bölgesindeki kilise ve manastırlarda öğrenim gördü / dinî ilimler bilgini |
Mûsâ b.
Kifo (Ö.903) |
Musul civarı |
Mor Sercis
Manastırı’nda öğrenim gördü / felsefe, teoloji, kutsal kitap ve Süryânî dili
üzerine dersler verdi / dinî ilimler bilgini |
Meyyâfârikîn Tıp Çevresi
|
Yaşadığı Dönem/Yer |
Tahsil/Kariyer |
Îsâ
en-Nefîsî er-Rakkî |
Seyfüddevle
b. Hamdân (emîrliği: 333- 356/944-967) dönemi |
Tıp bilgini,
tercüman |
Zâhidü’l-
‘Ulemâ |
Nasruddevle
b. Mervân (emîrliği: 401- 453/1011-1061) dönemi / Meyyâfârikîn |
Hekim, tıp
bilgini |
Yahyâ b.
Cerîr et-Tikrîtî |
Nasruddevle
b. Mervân dönemi (ö. 472/1079’dan sonra) / Meyyâfârikîn |
Hekim, tıp
bilgini |
Fazl b.
Cerîr et-Tikrîtî |
Nasruddevle
b. Mervân dönemi / Meyyâfârikîn |
Hekim, tıp
bilgini |
Ubeydullah
b. Cibrâîl |
450’li (m.
1058’den sonra) yıllarda öldü / Meyyâfârikîn |
Cibrâîl b.
Ubeydullah’ın yanında öğrenim gördü / hekim, tıp bilgini |
Malatya Dinî İlimler Çevresi (Mor
Barsavmo Süryânî Ortodoks Manastırı)
|
Yaşadığı Dönem/Yer |
Tahsil/Kariyer |
Patrik
Mihâîl (ö.1199) |
Malatya |
Mor Barsavmo Manastırı’nda öğrenim
gördü / Tarihçi ve dinî ilimler bilgini |
Harf İsimleri |
Harf Sembolleri |
Arapça Karşılıklar |
||
Estrangela |
Madnhaya |
Serto |
||
Alaf/Olaf (^) |
rt |
2 |
l |
l |
Bet (k=) |
^ |
d |
o |
^ |
Gamal/Gomal (A^^) |
^ |
A |
^ |
t |
Dalat/Dolat (k\y) |
ג |
3 |
? |
ג> ג |
He (^m) |
m |
d |
» |
0 |
Vav (oo) |
o |
0 |
o |
J |
Zayn (v') |
1 |
י |
f |
j |
Het (k.») |
jj |
<M |
^ |
C |
Tet (k\>) |
^ |
5 |
r |
■k |
Yud (סג) |
» |
u> |
M |
^ |
Kaf/Kof (^) |
^ |
5 |
r |
1^״ ^ |
Lamad/Lomad (w\) |
A |
A |
^ |
J |
Mim (^מ) |
^ |
? |
^ |
e |
Nun (^נס) |
^ |
\ |
\ |
j |
Semkat (k^^^) |
» |
J3 |
^ |
^ |
E («M |
^ |
X |
^ |
t |
Pe («a) |
^ |
4 |
& |
Uı |
Sade/Sode (^גs) |
^ |
£ |
J |
^ |
Kuf (aao) |
& |
^ |
כג> |
0 |
Reş (r.y) |
ר |
3 |
♦ » |
J |
Şin G~) |
»z. |
X |
^ |
^ |
Tav (ok) |
k |
fc |
l |
^״ & |
EK 3: Devam (Yazı Örnekleri)
IX. asrın sonu X. asrın başı gibi yazıldığı tahmin edilen, Estrangela
Yeni Ahit
Peşitta’dan bir parça. Kaynak: http://www.schoyencollection.com/bible-collection- foreword/other-bible-translation/syriac-bible/syriac-new-testament-ms-2080
(03.12.2016)
EK 3: Devam (Yazı Örnekleri)
'İ\a-ÎG1,İA 1ל
X3a.< ־’ ?י?־ז 23X30
?İşdjŞ’İ.
352^ כג**£ 30\ר£ ?7®3-X5
<^*İ :J.A52 Xk3 tA
כבאכ£ ckva £x &3O3A po.3 :kqXj^ סגנצא 3'2k« İşix
£0013 der Z30Xx3 כנ3^ .ס3ל 3~. £3x5xi כ.נ*6^ צג»: 2אכג". 3®
,99 £$*,? X*3<r uöckaİ*א* 0^®?®א* סג^ ^א?* 2 ^<umŞנצג: כ33^ כאב aS003 ^kx t*xxx>> ^כסר, 2?:?cmS p
ס*\כא< 2âS^< ס3אב kx (.A..) A3lx^ לן7>כ*\». סכא^ב -.«u.
2d-->o ?32ב u070Sa 0X32ס2א :
Xk3c1S ^Lö Xş^b ^kx סא^א
53.x«, ^->00 .^kx İ230 אסכ^ 2cuX pp2: ס^כא 4^20
X.3X סצאסכ״סם^: כאר א^א?ז (■\•) lâS 3X02^Ş3â ,30 0da£U3 ^îx^ .Ji0Ab2
:2>> kö ~33X.jp ,aş) ^אן7>. סכאכ א^א^ 2^בג^ 3X02 23oax) 23caX ak X*3aX) ^אןס. סגג, 2*אסי0- M,מ כב «22 סא׳^א^ צ3^ 2אט^אל X«acr: סכג סגןא^ל) סא׳לא^ -X»3X
3X02
Bar Hebraeus’un Madnhaya yazısı ile yazılmış
vakayinamesinin birinci sayfası. Bkz.
Bar Hebraeus, Ktobo d-Maktbonut zabne [Zamanların
Tarihi], haz. Paul Bedjan, Paris: 1890, s. 3.
Patrik Mihâîl’in Serto yazısı ile yazılmış
vakayinamesinin birinci sayfasından. Bkz. Mihâîl, Ktobo d-Maktbonut zabne
[Zamanların Tarihi], haz. J. B. Chabot, Brüksel: 1963, s. 1.
Ali et-Taberî, Ebü’l-Hasen Ali b. Sehl Rabben (ö. 247/861), Firdevsü’l-hikme,
nşr. M. Zübeyr es-Sıddîkî, Berlin: 1928.
_____ , ed-Dîn ve’d-devle, nşr.
Âdil Nüveyhiz, Beyrut: 1973.
Bahşel, Ebü’l-Hasan er-Rezzâz Eslem b. Sehl b. Eslem el-Vâsıti
(ö. 292/905), Târîhu Vâsıt, thk. Korkîs Avvâd, Beyrut: Âlemü’l-Kütüb,
1986.
Bağdâdî, Ebû Mansûr Abdülkâhir b. Tahir b. Muhammed Temîmî (ö.
429/1037-38), el- Fark beyne’l-firak (Mezhepler Arasındaki Farklar),
çev. Ethem Ruhi Fığlalı, Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı, 1991.
Bar Brika, ‘Abdişû‘ (ö. 1318), Catalogue of Syriac Books,
Bibliotheca Orientalis (BO), cilt III içinde, Roma: 1725, s. 5-362.
Bar Behlûl, el-Evânî et-Tirhânî Hasan (ö. IV/X. asrın ikinci
yarısı), Kitâbü’d-Delâ’il, thk. Yûsuf Habbî, Kuveyt: 1987.
, Lexicon Syriacum Auctore Hassano bar Bahlule, I-III, haz.
Rubens Duval, Paris: 1888-1901.
Bar Hebraeus, Mor Grigoryus Ebü’l-Ferec
İbnü’l-‘İbrî (ö. 685/1286), Ktobo da- Klesyastiki ,n.\v^.^\^ ^s^
[Kilise Tarihi], Latince çevirisiyle birlikte haz.
Joannes
Baptista Abbeloos, Thomas Josephus Lamy, Leuven: 1872.
, Târîhu muhtasari’d-düvel, thk. Anton Sâlihânî el-Yesû‘î,
Beyrut: Dâru’ş-Şark, 1992.
, Ktobo d-Maktbonut zabne
כ^ ג^^כבס^ ץכ!>ז^ [Zamanların Tarihi], haz. Paul
Bedjan, Paris: 1890; İngilizceden çev. Abu’l-Farac Tarihi, I-II, çev.
Ömer Rıza Doğrul, Ankara: TTK Yayınları, 1999.
Bekrî, Ebû Ubeyd Abdullah b. Abdülazîz b. Muhammed el-Endelüsî
(ö. 487/1094), Mu‘cemu me’sta‘cem min esmâi’l-bilâd ve’l-mevâzi‘, thk.
Mustafa es-Sekkâ, I- IV, Beyrut: Âlemü’l-Kütüb, 1403 (m. 1982-1983).
Belâzurî, Ahmed b. Yahyâ b. Câbir (ö. 279/892), Ensâbü’l-eşrâf,
I-XIII, thk. Riyâd ez- Ziriklî, Süheyl Zekkâr, Beyrut: Daru’l-Fikr, 1996.
_____ ,
Fütûhu’l-büldân: Ülkelerin Fetihleri, çev. Mustafa Fayda, İstanbul:
Siyer Yayınları, 2013.
Beyhakî, Ebü’l-Hasan Zâhirüddin Ali b. Zeyd b. Muhammed (ö.
565/1169), Târîhu hükemâi’l-İslâm (Tetimmetü Sıvâni’l-hikme), thk.
Memdûh Hasan Muhammed, Kahire: Mektebetü’s-Sekâfeti’d-Dîniyye, 1996.
Bîrûnî, Ebü’r-Reyhân Muhammed b. Ahmed el-Hârizmî (ö.
453/1061), Kitâbü’l- Cemâhir fî ma‘rifeti’l-cevâhir, Beyrut: 1984.
_____ ,
Maziden Kalanlar: el-Âsâr el-bâkiye, çev. Ahsen Batur, İstanbul: Selenge
Yayınları, 2011.
Câhiz, Ebû Osman ‘Amr b. Bahr (ö. 255/869), el-Muhtâr
fî’r-red ale’n-Nasârâ, thk. Muhammed Abdullah Şerkavî, Beyrut: Dârü’l-Cîl,
1991.
_____ , el-Beyân ve’t-tebyîn,
I-III, Beyrut: Dâr ve Mektebetü’l-Hilâl, 1423 [2002-3].
_____ ,
Kitâbü’l-Hayevân, I-VII, thk. Abdüsselâm Muhammed Harun, Beyrut: Dâru’l-
Kütübi’l-‘İlmiyye, 1424 [2003-4].
Cehşiyârî, Ebû Abdullah Muhammed b. Abdus b. Abdullah el-Kûfî
(ö. 331/942), el- Vüzerâ ve’l-küttâb, thk. Mustafa Sakkâ, Kahire:
Mustafa el-Bâbî el-Halebî, 1980.
Dîneverî, Ebû Hanîfe Ahmed b. Dâvud (ö. 282/895), el-Ahbâru’t-tıvâl,
thk. Abdü’l- mün‘im Âmir, Kahire: Dâru İhyâi’l-Kütübi’l-‘Arabî, 1960.
Ebû Ubeyd, el-Kâsım b. Sellâm el-Herevî (ö. 224/838), Kitâbü’l-Emvâl,
thk. Halil Muhammed Harrâs, Beyrut: Dârü’l-Fikr, [ty].
Ebû
Ya’lâ, Muhammed b. el-Hüseyin ibnü’l-Ferrâ (ö. 458/1066), el-Ahkâmü’s-
sultâniyye, thk. Muhammed Hâmid el-Fıkî, Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-’İlmiyye,
2000.
Ebû
Yûsuf, Ya’kûb b. İbrahim el-Kûfî (ö. 182/798),
Kitâbü’l-Harâc, thk. Tâhâ
Abdurraûf Sa‘d, Sa‘d Hasan Muhammed, Kâhire: el-Mektebetü’l-Ezheriyye
li’t-Türâs, [ty].
Ebü’l-Fida, İmadüddin İsmâîl b. Ali (ö. 732/1331), el-Muhtasar
fî ahbâri’l-beşer, I-IV, Mısır: [ty].
Efrem, Mar, Kilise Ataları Tarafından “Kutsal Ruh’un Kavalı”
Olarak Adlandırılan Süryani Mor Efrem’in Şiirleri: Duboko Kadmoyo Dmimre
Dkadişo Mor Efrem Süryoyo hav dethkani men Abohotho Abubo druho Kadişo,
der. Hanna Dolabani, Tür. çev. Gabriyel Akyüz, Ankara: Kültür ve Turizm
Bakanlığı, 2012.
Eusebius, Kayserili, Eklesyastiki Avkit Taş ‘iyoto d- ‘İHo ^^ *.^
^^o^ ^n־\
tv>«^>\ r>^ ך^ג^>ז [Kilise
Tarihi], thk. William Wright, Norman McLean, Cambridge: 1898.
Fîrûzâbâdî, Ebü’t-Tâhir Mecdüddin Muhammed b. Ya‘kûb b.
Muhammed (ö. 817/1415), el-Kâmûsü’l-muhît, Beyrut: Müessesetü’r-Risâle,
2005.
Hatîb el-Bağdâdî, Ebû Bekr Ahmed b. Ali (ö. 463/1071), Târîhu
Bağdâd, I-XIV, Beyrut: Dârü’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, [ty].
Hârizmî,
Ebû Abdullah el-Kâtib Muhammed b. Ahmed b. Yûsuf (ö. 387/997),
Mefâtîhu’l-‘ulûm,
thk. İbrahim el-Ebyârî, Beyrut: 1989.
Huneyn b. İshak, Ebû Zeyd el-‘İbâdî (ö. 260/873), Hunain ibn
Ishaq: Uber die syrischen und arabischen Galen-Ubersetzungen (Risâletü Huneyn
b. İshak ilâ ‘Alî b. Yahyâ fî zikri mâ türcime min kütübi Câlînûs bi-‘ilmihî ve
ba‘zi mâ lem yütercem), haz. G. Bergstrasser, Leipzig: 1925.
İbn Abdülhakem, Ebü’l-Kâsım Abdurrahman b. Abdullah (ö.
257/871), Fütûhu Mısr ve ahbâruhâ, ed. Fuat Sezgin, Frankfurt am Main:
Institut für Geschichte der Arabisch-Islamischen Wissenschaften, 2008.
İbn Asâkir, Ebü’l-Kâsım Sikatüddin Ali b. Hasan b. Hibetullah
(ö. 571/1176), Târîhu medîneti Dimeşk, I-LXXX, thk. Amr b. Garâme
el-Umravî, Beyrut: Dârü’l- Fikr, 1995.
İbn Cülcül, Ebû Dâvûd Süleyman b. Hasan el-Endelüsî (ö.
384/994), Tabakâtü’l-etıbbâ ve’l-hükemâ, thk. Fuâd Seyyid, Beyrut:
Müessesetü’r-Risâle, 1985.
İbn Ebû Usaybia, Ebü’l-‘Abbâs Ahmed b. el-Kâsım (ö. 668/1270), ‘Uyûnü’l-enbâ
fî tabakâti’l-etıbbâ, thk. Dr. Nizâr Rızâ, Beyrut: [ty].
İbn Fazlullâh el-Ömerî, Ebü’l-‘Abbâs Şehabeddin Ahmed b. Yayhâ
(ö. 749/1349), Mesâlikü’l-ebsâr fî memâliki’l-emsâr, I-XXVII, thk.
Bessam Muhammed Barud, Abudabi: el-Mecma‘u’s-Sekafî, 2003.
İbn Haldûn, Ebû Zeyd Veliyyüddin Abdurrahman b. Muhammed (ö.
808/1406), Mukaddime, I-II, çev. Süleyman Uludağ, İstanbul: Dergah
Yayınları, 19821983.
İbn
Hallikân, Ebü’l-‘Abbâs Şemseddin Ahmed b. Muhammed (ö. 681/1282),
Vefeyâtü’l-a’yân, I-VIII, thk.
İhsan ‘Abbâs, Beyrut: Dâru Sâdır, 1978.
İbn Havkal, Ebü’l-Kâsım Muhammed b. Alî (ö. 367/977), Kitâbü
Sûretı'l-arz, I-II, Beyrut: Dârü Sâdır, 1938.
İbn Hişâm, Ebû Muhammed Cemâlüddîn Abdülmelik (ö. 218/833), es-Sîretü’n-
nebeviyye, I-IV, thk. Velîd b. Muhammed b. Selâme, Hâlid b. Muhammed b.
Osman, Kahire: Mektebetü’s-Safâ, 2001.
İbn Hurdâzbih, Ebü’l-Kâsım Ubeydullah b. Abdullah (ö.
300/912-13), el-Mesâlık ve’l- memâlik, Beyrut: Dârü Sâdır, 1889.
İbn Kayyım, Ebû Abdullah Muhammed b. Ebû Bekr el-Cevziyye (ö.
751/1350), Ahkâmü ehlı’z-zimme, I-III, thk. Yûsuf b. Ahmed, Şâkir b. Tevfîk,
Demmam: 1997.
İbn Kesîr, Ebü’l-Fidâ İmâdüddin
İsmâîl b. Ömer (ö. 774/1373), el-Bıdâye ve’n-nihâye,
I-XXI, thk. Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî, Cîze: Dârü Hicr, 2003.
İbn Kuteybe, Ebû Muhammed Abdullah b. Müslim ed-Dîneverî (ö.
276/889), el- Ma‘ârıf, thk. Servet ‘Ukkâşe, Kahire:
el-Hey’etü’l-Mısriyyetü’l-‘Âmme li’l- Kitâb, 1992.
İbn Mâce, Ebû Abdullâh Muhammed b. Yezîd el-Kazvînî (ö.
273/887), Sünenü İbn Mâce, I-II, İstanbul: Çağrı Yayınları, 1992.
İbn Manzûr, Ebü’l-Fazl Muhammed b. Mükerrem b. Ali el-Ensârî
(ö. 711/1311), Lısânü’l-‘Arab, I-XV, Beyrut: Dâru Sâdır, 1414 [1992-3].
İbn Miskeveyh, Ebû Ali Ahmed b. Muhammed b. Ya‘kûb (ö.
421/1030), Tecârıbü’l- ümem ve te‘âkubü’l-himem, I-VII, thk. Ebü’l-Kâsım
İmâmî, Tahran: 2000.
İbn Sa‘d, Ebû Abdullâh Muhammed b. Sa‘d b. Menî‘ el-Kâtib
el-Hâşimî el-Basrî el- Bağdâdî (ö. 230/845), Tabakâtü’l-kübrâ, I-VIII,
thk. Muhammed Abdülkâdir Atâ, Beyrut: Dârü’l-Kütübi’l-‘İlmiye, 1990.
İbn Tağriberdî, Ebü’l-Mehâsin Cemâlüddin Yûsuf (ö. 874/1469), en-Nücûmü’z-zâhire
fî mülûki Mısr ve’l-Kâhire, I-XVI, Kahire: Vizaretü’s-Sekâfe ve’l-İrşad,
[ty].
İbn Tayfûr, Ebü’l-Fazl Ahmed b. Ebî Tâhir el-Mervezî
el-Horasânî (ö. 280/893), Kitâbü Bağdâd, thk. es-Seyyid İzzet el-Attâr
el Hüseynî, Kahire: Mektebetü’l- Hancî, 2002.
İbnü’l-Adîm, Ebü’l-Kâsım Kemâleddin Ömer b. Ahmed (ö.
660/1262), Buğyetü’t-taleb fî târîhi Haleb, thk. Süheyl Zekkâr, Beyrut:
Dârü’l-Fikr, [ty].
İbnü’l-Baytâr, Ebû Muhammed Ziyaeddin Abdullah b. Ahmed (ö.
646/1248), el-Câmi‘ li-müfredâti’l-edviye ve’l-ağziye, I-IV, Beyrut:
Dâru’l-Mektebeti’l-‘İlmiyye, 2001.
İbnü’l-Cevzî, Ebü’l-Ferec Cemâleddîn Abdurrahmân b. Alî b.
Muhammed Bağdâdî (ö. 597/1201), el-Muntazam fî târîhi’l-mülûki ve’l-ümem,
I-XIX, thk. Muhammed Abdülkâdir Atâ, Mustafa Abdülkâdir Atâ, Beyrut: Dârü’l-Kütübi’l-’İlmiyye,
1992.
İbnü’l-Esîr, Ebü’l-Hasan ‘İzzeddin Ali b. Muhammed b.
Abdülkerim (ö. 630/1233), el- Kâmil fi’t-târîh, I-X, thk. Ömer
Abdüsselam Tedmürî, Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l- ‘Arabî, 1997.
İbnü’l-Fakîh, Ebû Abdullah Ahmed b. Muhammed (ö. 289/902), Kitâbü’l-Büldân,
thk. ■ ^Yûsuf
el-Hâdî, Beyrut: ‘Âlemü’l-Kütüb, 1996.
İbnü’l-‘İmrânî, Muhammed b. Ali b. Muhammed (ö. 580-1184), el-İnbâ
fî târîhi’l- hulefâ, thk. Kâsım es-Sâmerrâî, Kahire:
Dârü’l-Âfâki’l-‘Arabiyye, 2001.
İbnü’l-Kıftî, Ebü’l-Hasen Cemâleddîn Ali (ö. 646/1248), İhbâru’l-‘ulemâ
bi-ahbâri’l- hükemâ (Târîhu’l-hükemâ), haz. Julius Lippert, Leipzig: 1903.
İbnü’n-Nedîm, Ebü’l-Ferec Muhammed b. İshak (ö. 385/995), el-Fihrist,
thk. İbrahim Ramazan, Beyrut: Dâru’l-Ma‘rife, 1997.
İsfahânî, Ali b. Hüseyin b. Muhammed Ebü’l-Ferec (ö. 357/967), ed-Diyârât,
thk. Celîl el-‘Atiyye, Londra: 1991.
İshak b. Huneyn, Ebû Ya‘kûb b. Huneyn b. İshâk el-‘İbâdî (ö.
298/910), Târîhu’l- etıbbâ ve’l-felâsife, thk. Fuâd Seyyid, Kahire:
1985.
İstahrî, Ebû İshâk İbrâhîm b. Muhammed (ö. 340/951-52’den
sonra), Mesâlikü’l- memâlik, Beyrut: Dârü’s-Sâdır, 2004.
Makdisî, Ebû Nasr el-Mutahhar b. Tâhir (ö. 355/966’dan sonra), el-Bed’
ve’t-târîh, I- VI, Port Said: Mektebetü’s-Sekâfeti’d-Dîniyye, [ty].
Makdisî (Mukaddesî), Şemsüddîn Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed
(ö. 390/1000 civarı), Ahsenü’t-tekâsîm fî ma‘rifeti’l-ekâlîm, Beyrut:
Dârü Sâdır, 1991.
Makrizî, Ebü’l-‘Abbâs Ahmed b. Ali (ö. 845/1441), el-Hıtatu’l-Makriziyye
(Kitâbü’l- Mevâ‘iz ve’l-i‘tibâr bi zikri’l-hıtat ve’l-âsâr), I-V, ed. M.
Gaston Wiet, Fuat Sezgin, Frankfurt am Main: Institut für Geschichte der
Arabisch-Islamischen Wissenschaften, 1995.
Mari b. Süleyman (VI/XII. Yüzyıl), Ahbâru fetâriketi
kürsiyyi’l-meşrik, haz. Henricus Gismondi, Roma: Mektebetü’l-Müsennâ, 1899.
Mâverdî, Ebü’l-Hasen Alî b. Muhammed b. Habîb (ö. 450/1058), el-Ahkâmü’s-
sultâniyye, Kahire: Dârü’l-Hadîs, [ty].
Mecûsî, Ali b. el-‘Abbâs (ö. 384/994?), Kâmilü’s-sınâ‘ati’t-tıbbiyye,
I-II, ed. Fuat Sezgin, Frankfurt am Main: Institut für Geschichte der Arabisch-Islamischen
Wissenschaften, 1996.
Mes‘ûdî,
Ebü’l-Hasan Ali b. Hüseyin b. Ali (ö. 345/956),
Mürûcü’z-zeheb ve
me‘âdinü’l-cevher, I-IV, thk. Kemâl Hasan Mer‘â, Beyrut:
el-Mektebetü’t- ‘Asriyye, 2005.
, et-Tenbîh
ve ’l-irrâf, thk. Abdullah İsmâil es-Sâvî, Kahire: Dârü’s-Sâvî, [ty].
Mihâîl,
Patrik Büyük (Rabo) (ö. 1199), Ktobo d-Maktbonut zabne ^ג^^כס ^s^
rd!r^ [Zamanların Tarihi], haz. J. B. Chabot, Brüksel: 1963; Arapça’ya
çev. Târîhu Mar Mihâ’îl es-Süryânî el-Kebîr, I-III, çev. Saliba Şem‘ûn,
Halep: 1996.
Râzî, Ebû Bekr Muhammed b. Zekeriyyâ (ö. 313/925), el-Hâvî
fî’t-tıb, I-VII, thk. Heysem Halife Ta‘îmî, Beyrut: Dâru
İhyâi’t-Türâsi’l-‘Arabî, 2002.
Sâbî, Ebü’l-Hüseyin el-Hilâl b. el-Muhassin b. İbrâhim
el-Harrânî (ö. 448/1056), TUnietüiı'l-merra f târîhi ’--vüzerâ, thk.
Abdüssettâr Ahmed Ferrâc, [yy], [ty].
Safedî, Selahaddin Halîl b. Aybek b. Abdullah (ö. 764/1363), el-Vâf
bi’l-vefeyât, I- XXIX, thk. Ahmed el-Arnavûd, Türkî Mustafa, Beyrut: Daru
İhyâi’t-Türâs, 2000.
Sâid
el-Endelüsî, Ebü’l-Kâsım Sâid b. Ahmed b. Abdurrahman (ö. 462/1070),
Tabakâtü’l-ümem,
haz. P. Louis Cheikho, Beyrut: 1912.
Siirt Vakayinamesi: Doğu Süryânî Nasturi Kilisesi Tarihi, haz.
Adday Şer, çev. Celal Kabadayı, İstanbul: Yaba Yayınları, 2010.
Suyûtî, Ebü’l-Fazl Celâleddin Abdurrahman b. Ebû Bekr (ö.
911/1505), Târîhu’l- hulefâ, thk. Hamdi ed-Damardaş, [yy], 2004.
Şâbüştî, Ebü’l-Hasan Ali b. Muhammed (ö. 388/998), ed-Diyârât,
thk. Korkîs Avvâd, Beyrut: Dârü’r-Râidi’l-‘Arabî, 1986.
Şehristânî, Ebü’l-Feth Muhammed b. Abdülkerim (ö. 548/1153), el-Milel
ve’n-nihal, I- III, Kahire: Müessesetü’l-Halebî, 1968.
Taberî, Ebû Ca‘fer İbn Cerîr Muhammed b. Cerîr b. Yezîd (ö.
310/923), Târîhu’t- Taberî: Târîhu’r-rusül ve’l-mülûk, I-XI, thk.
Muhammed Ebü’l-Fazl İbrâhim, Kahire: Dârü’l-Ma‘ârif, [ty].
Tevhîdî, Ali b. Muhammed b. ‘Abbâs Ebû Hayyân (ö. 414/1023), el-Mukâbesât,
thk. Hasan es-Sendûbî, Kuveyt: Dârü Su‘âdi’s-Sabâh, 1992.
Timaseus, Katolikos II. (ö. 207/823), Sekizinci Asırda
Gerçekleşen Dinler Arası İlk Diyalog, çev. ve kritik: Süleyman Koyuncu,
İstanbul: Özgü Yayınları, 2007.
Tirmizî, Ebû Îsâ Muhammed b. Îsâ b. Sevre (ö. 279/892), Sünenü’t-Tirmizi,
I-V, İstanbul: Çağrı Yayınları, 1992.
Ya‘kûbî, İbn Vazih Ahmed b. İshâk b. Ca’fer (ö. 292/905), Müşâkeletü’n-nâs
li- zamânihim, thk. William C. Millward, Beyrut: Dârü’l-Kitâbi’l-Cedid,
1980.
_____ , el-Büldân, Beyrut:
Dârü’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, 1422 [2002].
_____ , Târîhu’l-Ya‘kûbî, I-II,
Beyrut: Daru Sâdır: [ty].
Yâkût el-Hamevî, Ebû Abdullah Şihâbeddin b. Abdullah (ö.
626/1229), Mu‘cemü’l- üdebâ: İrşâdü’l-erîb ilâ ma‘rifeti’l-edîb, I-VII,
thk. İhsan ‘Abbâs, Beyrut: Dâru’l-Ğarbi’l-İslâmî, 1993.
, Mu’cemü’l-büldân, I-VII, Beyrut: 1995.
Zehebî, Ebû Abdullah Şemseddin Muhammed b. Ahmed b. Osman (ö.
748/1348), Siyeru a’lâmi’n-nübelâ, I-XXIII, thk. Şuayb el-Arnaut ve
dğr., Beyrut: Müessesetü’r-Risâle, 1985.
_____ ,
Târîhu’l-İslâm ve vefeyâtü’l-meşahîri ve’l-a‘lâm, I-XV, thk. Beşşar
‘Avvâd Ma‘ruf, Beyrut: Dârü’l-Ğarbi’l-İslâmî, 2003.
Zka, Mşiha, Erbil Vakayinamesi, çev. Erol Sever,
İstanbul: Yaba Yayınları, 2002.
Abduh, Semîr, es-Sûriyyûn ve 1-haâratü’s-Süryâniyye,
Dımaşk: 1998.
_____ ,
es-Süryâniyye-el-Arabiyye: el-Cüzûr ve’l-imtidâd, Dimaşk: Dâru
‘Alâeddîn, 2002.
Abûnâ, Albert,
Târîhu’l-kenîseti’ş-şarkiyye, Bağdat: 1985.
_____ , Âdâbü’l-lüğati’l-Ârâmiyye,
Beyrut: Dârü’l-Meşrik, 1996.
Akdemir, Samuel, “Geçmişte ve Günümüzde Türkiye’deki Süryani
Kilisesi”, Dinler Tarihi Araştırmaları Sempozyumu - III, (9-10 Haziran
2001), Ankara: 2002, s. 9-12.
Akoğlu, Muharrem, Mihne Sürecinde Mu’tezile,
İstanbul: İz Yayıncılık, 2006.
_____ ,
“Mu‘tezile’nin Tarihsel Seyrinde Mihne”, Mihne Süreci ve İslami İlimlere
Etkisi, ed. M. Mahfuz Söylemez, Ankara: Ankara Okulu Yayınları, 2016, s. 2771.
Aksoy, Suphi-Tuma Çelik, Mezopotamya Uygarlığında Süryânî
Tarihi, Ankara: Nika Yayınevi, 2013.
Akyüz, Gabriyel, Diyarbakır’daki Meryem Ana Kilisesinin
Tarihçesi M.S. 3. Yüzyıl, Diyarbakır: 1999.
_____ , Tüm Yönleriyle Süryânîler,
Mardin: Kırklar Kilisesi, 2005.
Albayrak, Kadir, Keldaniler ve Nasturiler, haz. Ercan
Hamzaoğlu, Ankara: Vadi Yayınları, 1997.
_____ , “Geçmişte ve Günümüzde Keldani
Kilisesi”, ÇÜİFD, 1 (2001), s. 107-124.
Alıcı, Mehmet, “Mecûsîlik”, Dinler Tarihi El Kitabı, ed.
Baki Adam, Ankara: Grafiker Yayınları, 2015, s. 243-267.
Ali, Cevâd,
el-Mufassal fî târîhi’l-‘Arab kable’l-İslâm, I-X, Bağdat: 1993.
Alper, Ömer Mahir, “İslâm Felsefesine Giriş”, İslâm
Felsefesi Tarihi, ed. Bayram Ali Çetinkaya, Ankara: Grafiker Yayınları,
2012, I, 13-51.
Altınışık, Kenan, 5500 Yılın Tanıkları Süryânîler,
İstanbul: Süryânî Kadim Metropolitliği, 2004.
Anawati, Georges C., “Factors and Effects of Arabization and
Islamization in Medieval Egypt and Syria”, İslam and Cultural Change in the
Middle Ages (Fourth Giorgio Levi Della Vida Biennial Conference), ed.
Speros Vryonis Jr., Wiesbaden: 1975, s. 17-41.
_____ ,
“Bilim”, çev. Turan Koç, İslâm Tarihi Kültür ve Medeniyeti, ed. İsmail
Kıllıoğlu, İstanbul: Kitabevi, 1997, IV, 315-352.
Apak, Adem,
Anahatlarıylaİslâm Tarihi, I-IV, İstanbul: Ensar Neşriyat, 2010.
Arslantaş, Nuh, İslâm Dünyasında Sâmirîler: Osmanlı Dönemine
Kadar, İstanbul: İz Yayıncılık, 2008.
_____ ,
İslâm Dünyasında İktisadi ve İlmi Hayatta Yahudiler, İstanbul: Marmara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 2009.
_____ , İslâm Toplumunda Yahudiler,
İstanbul: İz Yayıncılık, 2011.
_____ , Emeviler Döneminde İslâm
Dünyasında Yahudiler, İstanbul: 2016.
_____ ,
“Abbâsîler ve Fâtımîler Döneminde Yahudilerin Cemaat Mahkemeleri”, TTK
Belleten, 265 (2008), s. 747-803.
Assemani, Guiseppe Simone, Bibliotheca Orientalis
Clementino-Vaticana (BO), I-IV, Roma: 1719-1728.
Atçeken, İsmail Hakkı, Devlet Geleneği Açısından Hişâm b.
Abdülmelik, Ankara: Ankara Okulu Yayınları, 2001.
Athamina, Khalil, “Emevî Hilafeti Döneminde Arap İskanı”, çev.
Saim Yılmaz, SÜİFD, 2 (2000), s. 203-226.
Atiya, Aziz Suryal (1898-1988), Doğu Hıristiyanlığı Tarihi,
çev. Nurettin Hiçyılmaz, İstanbul: Doz Yayıncılık, 2005.
Avcı, Casim,
İslâm-Bizans İlişkileri, İstanbul: Klasik, 2003.
Aycan, İrfan-Mahfuz Söylemez ve dğr., Emeviler Döneminde
Bilim, Kültür ve Sanat Hayatı, Ankara: İlâhyât, 2003.
Aydın, Mehmet, Hristiyan Genel Konsilleri ve II. Vatikan
Konsili, Konya: Selçuk Üniversitesi, 1991.
_____ ,
Müslümanların Hıristiyanlara Karşı Yazdığı Reddiyeler ve Tartışma Konuları,
Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 1998.
_____ ,
Dinler Tarihine Giriş: Dinler - Mezhepler - Yeni Dini Hareketler,
İstanbul: Literatürk, 2015.
Aydın, Mehmet,
“İslam’a Göre İlim”, DEÜİFD, 3 (1986), s. 1-18.
_____ ,
“İlim - İslam Münasebeti”, Bilgi, Bilim ve İslam, haz. Ahmet Tabakoğlu,
Sadık Çelenk, İstanbul: Ensar Neşriyat, 2005, I, 79-98.
Azimli, Mehmet, “Hulefâ-i Râşidîn Döneminde Gerçekleşen İlk
Fetihlerin Sebepleri Üzerine Bazı Değerlendirmeler”, İSTEM, 6 (2005), s.
177-194.
Azzawi, Subhi, “Symbolism in the Planning of the Round City of
al-Mansur (Madinat al-Salam) in Baghdad”, İslam Medeniyetinde Bağdat (Medînetü’s-Selâm)
Uluslararası Sempozyum, (7-8-9 Kasım 2008), İstanbul: 2011, I, 75-123.
Badawi, Abdurrahman, “Helenleştirenlerin Yolu: Yunan
Felsefesinin İslâm Medeniyetine Nakli”, çev. Osman Baş, İslam Kültürü
(Çeşitli Konuları ile): İslam’da Kültür ve Bilgi, ed. Ekmeleddin İhsanoğlu,
Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı, 2008, s. 439-456.
Badger, George
Percy, The Nestorians and Their Rituals, II, London: 1852.
Bahar, Hasan,
Eskiçağ Uygarlıkları, Konya: Kömer Yayınları, 2015.
Bakkal, Ali,
“İslâm’ın Doğuşundan Artuklular Döneminin Sonuna Kadar Mezopotamya’da Tıp
Eğitimi ve Hastaneler”, I. Uluslararası Artuklu s semppoyummu Bildirileri: Artuklular, (25-26-27 Ekim
2007), Mardin: 2008, s. 425-454.
_____ ,
“İslam Tarihinde Rasathaneler ve Cacabey Medresesi”, I. Uluslararası Ahilik
Kültürü ve Kırşehir Sempozyumu, (15-17 Ekim 2008), Kırşehir: Kırşehir
Belediyesi, 2011, III, 1291-1334.
_____ ,
“İslâm Tarihinde Tıbbın Gelişmesi ve Silvan’da Tıp”, HÜİFD, 30 (2013),
s. 943.
Baltacı, Cahit, İslâm Medeniyeti Tarihi, İstanbul:
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 2007.
Barsavm, İğnatyus Efrem I (1887-1957), el-Lü’lü’ü’l-mensûr
fî târîhi’l-‘ulûm ve’l- âdâbi’s-Süruâniuue, Halep: 1987; Türkçe’ye çev. Saçılmış
İnciler: Süryânîlerin Yazınsal Tarihi, çev. Zeki Demir, İstanbul: 2005.
Baş, Bilal, Bir Hıristiyan Mezhebi Olarak Aryüsçülük,
İstanbul: Arkeoloji ve Sanat Yayınları, 2016.
_____ ,
“Monoteist Bir Hıristiyanlık Yorumu: Aryüsçülük Mezhebi”, Dîvân, 2
(2000), s. 167-200.
Bauer, Susan W., Antik Dünya: İlk Kayıtlardan Roma’nın
Dağılmasına, çev. Mehmet Moralı, İstanbul: Alfa, 2015.
Baumstark, Anton
(1872-1948), Geschichte derSurischen Literatur, Bonn: 1922.
Bayram, Enver, “Râzî’nin, Kur’an’daki Yeryüzü (Arz) Ayetleriyle
İlgili Tefsir-i Kebir’deki Yorumları: Modern Jeoloji Biliminin Verileriyle Kısa
Bir Mukayese”, TKSAD, 1 (2012), s. 149-165.
Beardsley, Monroe C., Bardaisan of Edessa, İngilizceye
çev. G. E. van Baaren-Pape, Groningen: Rijkssuniversiteit te Groningen, 1966.
Bergstrasser, Gotthelf, Sâmî Dilleri Tarihi, çev. Hulusi
Kılıç, Eyüp Tanrıverdi, İstanbul: Anka Yayınları, 2006.
Bettiolo, Paolo, “Syriac Literature”, Patrology, ed.
Angelo di Berardino, Cambridge: James Clarke & Co, 2006, s. 407-490.
Bilge, Yakup,
Geçmişten Günümüze Süryânîler, İstanbul: Zvi-Geyik Yayınları, 2001.
Bowman, Raymond
A., “Arameans, Aramaic and the Bible”, JNES, 2 (1948), s. 65-90.
Bozkurt, Nahide,
Abbasiler, İstanbul: İSAM Yayınları, 2014.
, “Mihne’nin Tarihsel Arka Planı ve Analizi”, Mihne Süreci ve
İslami İlimlere Etkisi, ed. M. Mahfuz Söylemez, Ankara: Ankara Okulu
Yayınları, 2016, s. 1125.
Brock, Sebastian P., A Brief Outline of Syriac Literatüre,
Inida: St. Ephrem Ecumenical Research Institute, 1997.
, “Syriac Historical Writing: A Survey of the Main Sources”, JIASC,
5 (19791980), s. 1-30.
Brock, Sebastian P.-David G. K. Taylor ve dğr., Saklı İnci,
I-III, çev. ve haz. Gabriel Rabo, Roma: Trans World Film Italia, 2006.
Brockelmann,
Carl (ö. 1956), Târîhu’l-edebi’l-‘Arabî,
I-VI, çev. Abdülhalîm en-
Neccâr,
Ramazan Abdüttevvâb, Kâhire: Dâru’l-Ma‘rife, 1977.
Bulliet, Richard W., Conversion to Islam in the Medieval
Period, Cambridge: Harvard University, 1979.
Campanini, Massimo, “Gazali”, İslâm Felsefesi Tarihi,
ed. Seyyid Hüseyin Nasr, Oliver Leaman, çev. Şamil Öçal, Hasan Tuncay Başoğlu,
İstanbul: Açılım Kitap, 2011, I, 307-324.
Canan, İbrahim,
“İslam Nazarında İlim ve Teknik”, DİD, 4 (1988), s. 3-16.
Cerrahoğlu,
İsmail, Tefsir Tarihi, Ankara: Fecr Yayınları, 2015.
_____ , “Kur’ân-ı Kerîm ve Sâbiîler”, AÜİFD,
1 (1962), s. 103-116.
Cevizci, Ahmet,
Felsefe Tarihi, İstanbul: Say Yayınları, 2009.
Chabot, J.
B., Litterature Syriaque, [yy], [ty].
Cheikho (Şeyho), Luvis Rızkullah b. Yusuf b. Abdülmesih
el-Yesû‘î (1859-1927), Ulemâü’n-Nasrâniyye fî’l-İslâm: 622-1300, Roma:
el-Ma‘hedü’l-Babeva eş- Şarki, 1983.
Cilâcı, Osman,
Dinler Tarihi, Konya: Mimoza Yayınları, 1994.
_____ , Dinler ve İnançlar
Terminolojisi, İstanbul: Damla Yayınevi, 2001.
Cooke, George A., A Text-Book of North Semitic Inscriptions:
Moabite, Hebrew, Phoenician, Aramic, Nabataean, Palmyrene, Jewish, Londra:
Oxford at the
Clarendon
Press, 1903.
Cowley, A. E., Aramaic Papyri of the Fifth Century B.C.,
İngiltere: Oxford University Press, 1923.
Çağatay, Neş’et, “Samiler-Araplar ve Güney Arabistan
Devletleri”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 3-4 (1955),
s. 44-67.
Çakan, İsmail
L., Ana Hatlarıyla Hadis: Bilgisi-Tarihi-Dindeki yeri ve Okuma-Okutma
Yöntemi,
İstanbul: Ensar Neşriyat, 2015.
Çelik, Mehmet,
Süryânî Tarihi I, Ankara: Ayraç Yayınevi, 1996.
Çelik, Mehmet-Mehmet S. Toprak, Leşono Suryoyo Süryanca
Dilbilgisi, Ankara: Atılım Üniversitesi, 2011.
Çoban, Bekir
Zakir, “Doğu Kiliseleri ve Monofizitizm”, MN, 2 (2013), s. 13-27.
, “Anadolu, Mezopotamya ve Mısır Dinleri”, Dinler Tarihi, ed.
Baki Adam, Ankara: Grafiker Yayınları, 2015, s. 504-524.
Çubukçu, İbrahim
Agâh, “İlim, Çalışma ve İslam”, DİD, 6-7 (1964), s. 169-171.
Demircan, Andan, Abbasilerin Sonuna Kadar İslâm Tarihi
Literatürü, İstanbul: Beyan Yayınları, 2016.
Demirci, Muhsin, Tefsir Tarihi, İstanbul: Marmara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 2003.
, Tefsire
Giriş, İstanbul: İSAM Yayınları, 2013.
Demirci, Mustafa,
Beytü’l-hikme: Kuruluşu, İşleyişi ve Etkileri, İstanbul: İnsan
Yayınları,
1996.
_____ ,
“Emevîlerden Abbâsilere Geçiş Sürecinin Bir Tanığı: Abdullah İbnü’l-Mukaffâ ve
“Risâletü’s-Sahâbe”si”, DEÜİFD, 21 (2005), s. 117-148.
_____ ,
“Helen Bilim ve Felsefesinin İslam Dünyasına İntikalinde / Tercümesinde
Harranlı Sâbiîlerin Rolü”, I. Uluslararası Katılımlı Bilim Din ve Felsefe
Tarihinde Harran Okulu Sempozyumu, (28-30 Nisan 2006), Şanlıurfa: 2006, I,
200-214.
_____ ,
“Abdullah İbnü’l-Mukaffâ’nın “Risâletü’s-Sahabe” Adlı Risâlesi: Takdim ve
Tercüme”, İSTEM, 12 (2008), s. 217-240.
_____ ,
“Antik Bilim ve Düşünce Mirasının İslam Dünyasına Tercümesinde Abbasilerin
Kurduğu Beytü’l-Hikme’nin Rolü”, MD, 44 (2015), s. 99-119.
Diehl, Charles, Bizans İmparatorluğunun Tarihi, çev. A.
Gökçe Bozkurt, İstanbul: İlgi Kültür Sanat Yayıncılık, 2014.
Dikici, Radi, Bizans İmparatorluğu Tarihi: Byzantium
330-1453, İstanbul: Remzi Kitabevi, 2015.
Din ve Siyasal Söylem: Abbasî Devleti’nin Meşruiyet Kavgası,
der. Cem Zorlu, İstanbul: 2006.
Dilek, Abdullah, Antakya ve Tüm Doğu Süryânî Ortodoks
Patrikliği: Tarihsel Gelişimi ve Günümüzdeki Durumu, [Basılmamış Yüksek
Lisans Tezi], İÜSBE, İstanbul: 2013.
Dîvecî, Saîd,
Beytü’l-hikme, Musul: 1972.
Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, I-XV, ed. Kenan
Seyithanoğlu, İstanbul: Çağ Yayınları, 1992.
Dolabani (Dolapönü), F. Hanna, Antakya Süryânî Kadim
(Ortodoks) Kilisesi Patriklerinin Özgeçmişi, çev. Gabriel Akyüz, İstanbul:
2006.
Doru, Nesim M., Doğu’dan Batı’ya Köprü Süryânîler: Felsefe
ve Çeviri Geleneği, Ankara: Dipnot Yayınları, 2007.
_____ , Süryânîlerde Felsefe,
İstanbul: Yaba Yayınları, 2012.
, “İslam Felsefesinin Kaynaklarından Biri Olarak Harran Akademisi ve
Süryani Felsefesi”, I. Uluslararası Katılımlı Bilim Din ve Felsefe Tarihinde
Harran Okulu Sempozyumu, (28-30 Nisan 2006), 2006, II, s. 81-91.
, “13. Yüzyıl Süryânî Düşüncesinin Gelişmesinde
İbn Sînâ ve Gazâlî’nin
Etkileri”, Uluslararası 13. Yüzyılda Felsefe Sempozyumu Bildirileri,
2014, s. 507-520.
Dûrî, Abdülaziz, “İbn Şihâb ez-Zührî ve İslâm Tarih
Yazıcılığının Başlamasındaki Rolü”, çev. Casim Avcı, SAÜİFD, 6 (2002),
s. 57-76.
_____ ,
“İslâm’da Tarih Yazıcılığının Ortaya Çıkışı Üzerine Bir İnceleme: ez-Zührî”, ■ zçev.
H. İbrahim Gök, SEÜİFD, 22 (2006), s. 161-177.
Durusoy, Ali, “Mantık Tarihinde Bir Dönüm Noktası: Bağdat”, İslam
Medeniyetinde Bağdat (Medînetü’s-Selâm) Uluslararası Sempozyum, (7-8-9
Kasım 2008), İstanbul: 2011, II, 9-16.
Duval, Rubens, Anciennes Litteratures Chretiennes II: La
Litterature Syriaque, Paris: 1907.
Duygu, Zafer, “Zuknin Manastırı Süryani Kroniği (775) Özelinde
İslam İdâresi Altındaki Hıristiyanlarda ‘Din Değiştirme’ Meselesi”, MN,
2 (2013), s. 173201.
Dvornik, Francis, Konsiller Tarihi: İznik’ten II. Vatikan’a,
çev. Mehmet Aydın, Ankara: TTK Yayınları, 1990.
Eliade, Mircea, Dinler Tarihine Giriş, çev. Lale Arslan
Özcan, İstanbul: Kabalcı Yayıncılık, 2014.
Eliade, Mircea-Ioan P. Couliano, Dinler Tarihi Sözlüğü,
çev. Ali Erbaş, İstanbul: İnsan Yayınları, 1997.
Emîn, Ahmed, Fecru’l-İslâm, Kahire: Müessesetü Hindâvî
li’t-Ta‘lîm ve’s-Sekâfe, 2012.
Erdem, Mustafa, “Kıpti Kilsesi Üzerine Bir Araştırma”, AÜİFD,
1 (1997), s. 143-178.
Erdim, Enes, “Basra ve Kûfe Arap Dili Ekollerinin Amiller
Özelinde İhtilafları”, FÜİFD, 1 (2011), s. 85-112.
Ergin, M. Cevat, “Basra ve Kûfe Ekollerinin Kullandıkları
Farklı Nahiv Terimleri”, DÜİFD, 1 (2003), s. 39-66.
Eroğlu, Ahmet Hikmet, “Hıristiyanlık”, Dinler Tarihi El
Kitabı, ed. Baki Adam, Ankara: Grafiker Yayınları, 2015, s. 133-194.
Ertaş, Kasım, Osmanlı İmparatorluğu’nda Diyarbakır
Ermenileri, İstanbul: Rağbet Yayınları, 2015.
Fahri, Macit, İslam Felsefesi Tarihi, çev. Kasım Turhan,
İstanbul: Birleşik Yayıncılık, 2000.
_____ ,
İslâm Felsefesi Kelâmı ve Tasavvufuna Giriş, çev. Şahin Filiz, İstanbul:
İnsan Yayınları, 2014.
Faruqi, Nisar Ahmed, “İlk Dönem Müslüman Tarih Yazıcılığı
Hakkında Bazı Metodolojik Görüşler”, çev. Muhittin Kapanşahin, Bilimname,
1 (2006), s. 183-190.
Fayda, Mustafa, Hz. Ömer Zamanında Gayr-ı Müslimler, İstanbul:
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 2006.
, Allah 'm Kılıcı Halid b. Velid, İstanbul: Marmara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 2013.
, “Hz. Ömer ve
Ticaret Malları Vergisi veya Uşûr”, AÜİFD, 1 (1981), s. 169-178.
, “Hz. Ömer ve Ticaret Malları Vergisi veya Uşûr II”, AÜİFD, 1
(1983), s. 327334.
_____ ,
“Siyer Sahasındaki İlk Telif Çalışmaları”, Uluslararası Birinci İslam
Araştırmaları Sempozyumu Tebliğ ve Müzakereler, (16-18 Eylül 1985), İzmir:
1985, s. 357-367.
Fiey, Jean Maurice, Ahvâlü'n-Nasârâ fî hilâfeti
beni'l-‘Abbâs, çev. Hüsnî Zîne, Beyrut: Dârü’l-Meşrik, 1990.
Filiz, Şahin, “Yahyâ İbn ‘Adi”, Süryaniler ve Süryanilik,
ed. Ahmet Taşğın, Eyyüp Tanrıverdi, Canan Seyfeli, Ankara: Orient Yayınları,
2005, IV, 193-208.
Fitzmyer, Joseph A., “The Phases of the Aramaic Language”, A
Wandering Aramean: Collected Aramaic Essays, Montana: 1979, s. 57-84.
_____ ,
“The Aramaic Language and the Study of the New Testament”, JBL, 1
(1980), s. 5-21.
Fortescue, Adrian, The Orthodox Eastern Church, Londra:
Catholic Trueth Society, 1908.
Ginkel, J. van, “Michael the Syrian and his Sources:
Reflections on the Methodology of Michael the Great as a Historiographer and
its Implications for Modern Historians”, JCSSS, 6 (2006), s. 53-60.
Goodman, Lenn E., “Muhammed b. Zekeriyyâ er-Râzî”, İslâm
Felsefesi Tarihi, ed. Seyyid Hüseyin Nasr, Oliver Leaman, çev. Şamil Öçal,
Hasan Tuncay Başoğlu, İstanbul: Açılım Kitap, 2011, I, 237-252.
Gölcük, Şerafeddin, Kelâm Tarihi, Konya: Kitap
Dünyası Yayınları, 2012.
Göze, Ergun, “İslâm’da Müsbet İlim”, İslâm
Medeniyeti, 22 (1969), s. 12-18.
Gözütok, Şakir, “İslâm ve İlim”, Dinî Araştırmalar,
22 (2005), s. 75-90.
Greenfield, Jonas C., “The Dialects of Early Aramaic”, JNES,
2 (1978), s. 93-99.
Gregory, Timothy E., Bizans Tarihi, çev. Esra Ermert,
İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2016.
Grintz, Jehoshua M., “Samilerin Anavatanı Üzerine”, çev. Ömer
Acar, AÜİFD, 1 (2010), s. 415-444.
Gutas, Dimitri, Yunanca Düşünce Arapça Kültür: Bağdat’ta
Yunanca-Arapça Çeviri Hareketi ve Erken Abbasi Toplumu, çev. Lütfü Şimşek,
İstanbul: Kitap Yayınevi, 2015.
Günaltay, M.
Şemsettin (ö. 1961), Yakın Şark, I-IV, Ankara: TTK Yayınları, 1987.
, İslam Tarihinin Kaynakları: Tarih ve Müverrihler, İstanbul:
Endülüs Yayınları, 1991.
, İslâm Öncesi Arap Tarihi, Ankara: Ankara Okulu
Yayınları, 2015.
Gündüz, Şinasi, Sâbiîler: Son Gnostikler,
Ankara: Vadi Yayınları, 1995.
, Din ve İnanç Sözlüğü, Ankara: Vadi Yayınları, 1998.
_____ ,
Anadolu’da Paganizm: Antik Dönemde Harran ve Urfa, Ankara: Ankara Okulu
Yayınları, 2014.
_____ ,
Hıristiyanlık, İstanbul: İSAM Yayınları, 2015.
_____ ,
“Kur’an’daki Sâbiîlerin Kimliği Üzerine Bir Tahlil ve Değerlendirme”, Türkiye
1. Dinler Tarihi Araştırmaları Sempozyumu, (24-25 Eylül 1992), Samsun:
1992, s. 43-81.
_____ ,
“Mecusilik”, Yaşayan Dünya Dinleri, İstanbul: Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları, 2007, s. 508-527.
_____ , “Gnostik Dinler”, Başlangıçtan Günümüze Dinler
Tarihi, ed. Ekram
Sarıkçıoğlu, Isparta: Fakülte Kitabevi, 2011.
Günel, Aziz, Türk Süryânîler Tarihi, Diyarbakır:
1970.
Güner, Ahmet, “Büveyhîler Dönemi ve Çok Seslilik”, DEÜİFD,
12 (1999), s. 47-72.
_____ ,
“Şiî Yüzyılında Yahut Büveyhîler Devrinde Bağdat’tan Bazı Yansımalar”, İslam
Medeniyetinde Bağdat (Medînetü’s-Selâm) Uluslararası Sempozyum, (7-8-9
Kasım 2008), İstanbul: 2011, I, 151-170.
Gürbüz, Osman, “Bizans ve Sâsânilerdeki Dini Baskıların İlk
Dönem İslam Fetihlerine Etkileri”, DBAAD, 1 (2007), s. 159-177.
Habbî, Yûsuf, “Le Livre des Signes de al-Hasan b.
Bahlûl”, OC, 68 (1984), s. 210-212.
Hamarneh, Sami,
“Development of Hospitals in Islam”, JHMAS, 3 (1962), s. 366-384.
Hamidullah, Muhammed, İslâm’a Giriş, çev. İbrahim Arif
Koytak, Veysel Uysal, İstanbul: 2003.
_____ , İslâm Peygamberi, I-II,
çev. Mehmet Yazgan, İstanbul: Beyan Yayınları, 2008.
_____ , İslâm’da Devlet İdâresi,
çev. Hamdi Aktaş, İstanbul: Beyan Yayınları, 2012.
_____ , İslâm Müesseselerine Giriş,
çev. İhsan Süreyya Sırma, İstanbul: 2013.
Hançerlioğlu,
Orhan, Dünya İnançları Sözlüğü, İstanbul: Remzi Kitabevi, 2004.
Harbutlî, Ali
Hüsnî, el-İslâm ve ehlü’z-zimme, Kahire: 1969.
Harman, Chris, Halkların Dünya Tarihi: Taş Devrinden Yeni
Binyıla, çev. Uygur Kocabaşoğlu, İstanbul: Yordam Kitap, 2016.
Harputî, Abdullatif, Kelâm Tarihi, sad. Muammer Esen,
Ankara: Ankara Okulu Yayınları, 2012.
Hasan, Hasan İbrahim, Siyasî - Dinî - Kültürel - Sosyal
İslâm Tarihi, I-XIV, çev. İsmail Yiğit, Sadreddin Gümüş ve dğr., İstanbul:
Kayıhan Yayınları, 1987.
Hassan, Ahmed, İslâm Hukukunun Doğuşu ve Gelişimi, çev.
Ali Hakan Çavuşoğlu, Hüseyin Esen, İstanbul: İz Yayıncılık, 1999.
Hayes, E.
R., Urfa Akademisi, çev. Yaşar Gönenç, İstanbul: Yaba Yayınları, 2002.
Healey, John, “Süryanca Elyazısının Erken Tarihi”, çev. Mehmet
S. Toprak, DBAAD, 4 (2005), s. 315-329.
Heinen, Anton M., “İslâm Rehberliğinde Coğrafî Keşifler”, çev.
Nuh Arslantaş, İslâm Kültürü (Çeşitli Konuları İle): İslâm’da Kültür ve
Bilgi, s. 521-555.
Hitti, Philip K., History of Syria: Including Lebanon and
Palastine, London: The Macmillan Co., 1951.
_____ ,
Syria: a Short History (Being a Condensation of the Author’s History of
Syria, Including Lebanon and Palestine), New York: The Macmillan Company,
1959.
_____ ,
Siyâsî ve Kültürel İslam Tarihi, I-IV, çev. Salih TUĞ, İstanbul:
Boğaziçi Yayınları, 1980.
Honigmann, Ernst, Bizans Devletinin Doğu Sınırı: Grekçe,
Arapça, Süryanice ve Ermenice Kaynaklara Göre 363’ten 1071’e Kadar, çev.
Fikret Işıltan, İstanbul: 1970.
Hourani, Albert,
Arap Halkları Tarihi, İstanbul: İletişim Yayınları, 2014.
İğdi, Ahmet, “Hz. Ömer Döneminde Yapılan Bazı İdari
Faaliyetlerin İslam Tarih Yazıcılığına Etkisi”, II. Türkiye Lisansüstü
Çalışmalar Kongresi Bildiriler Kitabı - III, (6-8 Mayıs 2013), Bursa: 2013,
s. 637-646.
İris, Muzaffer,
Bütün Yönleriyle Süryânîler, İstanbul: Ekol Yayımcılık, 2003.
İvas, İğnatiyus I. Zakka, Buhûs târîhiyye dîniyye edebiyye,
I, Atşane: Menşûratü Deyr Mor Ya‘kubü’l-Barada‘i, 1998.
Kaçar, Turhan, Geç Antikçağ’da Hıristiyanlık: Doğu’da İsa
Doktrininin Siyasi ve Entelektüel Tarihi, İstanbul: Arkeoloji ve Sanat
Yayınları, 2009.
Kara, Cahid, İslam Coğrafyasında Mecûsîler (Emevîler’in
Sonuna Kadar), İstanbul: Hikmetevi Yayınları, 2015.
Karadaş, Cağfer,
Ana Hatlarıyla Kelâm Tarihi, İstanbul: Ensar Neşriyat, 2014.
Karaman, Hüseyin, “Dehriyyûn ve Tâbiiyyûn Ekolleri”, İslâm
Felsefesi Tarihi, ed. Bayram Ali Çetinkaya, Ankara: Grafiker Yayınları,
2012, I, 55-74.
Karlığa, Bekir, “İslam’da Tercüme Hareketleri”, II.
Uluslararası İslam Düşüncesi Konferansı, (25-27 Nisan 1997), İstanbul:
1997, s. 84-98.
Kazıcı, Ziya, Anahatlarıyla İslâm Eğitim Tarihi,
İstanbul: Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 1995.
_____ ,
İslâm Medeniyeti ve Müesseseleri Tarihi, İstanbul: Marmara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 2003.
Kehhâle, Ömer Rıza (1905-1987), Mu‘cemü’l-müellifm,
I-XIII, Beyrut: Mektebetü’l- Müsennâ, [ty].
Kılavuz, A. Saim, Anahatlarıyla İslâm Akaidi ve Kelâm’a
Giriş, İstanbul: Ensar Neşriyat, 1993.
Kitapçı, Zekeriya, Emeviler Dönemi Arap Irkçılığı Orta
Asya’da İslamiyet ve Türkler, Konya: Yedikubbe Yayınları, 2015.
, Yeni İslâm Tarihi ve Türkler I: İslâmî Türk Tarihine Giriş,
Konya: Yedikubbe Yayınları, 2015.
Klamroth, Dr.,
“Ueber den arabischen Euklid”, ZDMG, 3 (1881), s. 270-326.
Klein-Franke, Felix, “Kindî”, İslâm Felsefesi Tarihi,
ed. Seyyid Hüseyin Nasr, Oliver Leaman, çev. Şamil Öçal, Hasan Tuncay Başoğlu,
İstanbul: Açılım Kitap, 2011, I, 201-214.
Koloğlu, Orhan
Şener, Kelâm Tarihine Giriş, Bursa: Emin Yayınları, 2016.
Koluman, Aziz, Ortadoğu’da Süryânîler: Dini-Sosyal-Kültürel
Hayat, Ankara: Avrasya-Bir Vakfı Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi
(ASAM), 2001.
Küçük, Abdurrahman, “Gregoryan Ermeni Kilisesinin Oluşması ve
Konsil Kararları Karşısındaki Tutumu”, AÜİFD, 1 (1996), s. 117-154.
Lamoreaux, John C., The Early Muslim Tradition of Dream
Interpretation, New York: 2002.
_____ ,
“New Light on the Textual Tradition of Bar Bahlûl’s Book of Signs”, LM,
112 (1999), s. 187-190.
Lebendiges Kulturerbe - Living Cultural Heritage - Canlı Kültür
Mirası: Turabdin (Wo die Sprache Jesu Gesprochen Wird - Where Jesus’ Language
is Spoken - İsa Mesih Dilinin Konuşulduğu Yer), ed. Hans Hollerweger, İng.
çev. Andrew Palmer, Tür. çev. Sevil Gülçur, Linz: Freunde des Turabdin -
Friends of Turabdin - Turabdin Dostları, 1999.
Lemerle, Paul,
Bizans Tarihi, çev. Galip Üstün, İstanbul: İletişim Yayınları, 2016.
Levçenko, Mitrofan V., Kuruluşundan Yıkılışın Kadar Bizans
Tarihi, çev. Maide Selen, haz. Yaşar Selçuk, İstanbul: Özne Yayınları,
1999.
Lewis, Bernard,
The Arabs in History, Oxford: Oxford University Press, 1993.
Machiela, Daniel, “Who is the Aramean in ‘Deut’ 26:5 and What
is He Doing? Evidence of a Minority View From Qumran Cave 1 (‘1QapGen’ 19.8)”, RQ,
3 (2008), s. 395-403.
Macit, Muhittin, “Dokuz ve Onuncu Asır Bağdat Hıristiyan
Mütercimleri”, İslam Medeniyetinde Bağdat (Medînetü’s-Selâm) Uluslararası
Sempozyum, (7-8-9 Kasım 2011), İstanbul: 2011, I, 347-356.
Mahmûd, Mahmûd Arafe, el-‘Arab kable’l-İslâm: Ahvâlühüm
es-siyâsiyye ve’d-dîniyye ve ehemmü mezâhiri hadâretihim, Kahire: ‘Ayn
li’d-Dirâsât ve’l-Buhûsi’l- İnsâniyye ve’l-İctimâyiyye, 1995.
Malik, Gorgis David, Süryânîlerin Tarihi: İlk
Hıristiyanlıktan Kadim Doğu Süryânî Müjdeci-Havari Kilisesi, çev. Vedii
İlmen, İstanbul: Yaba Yayınları, 2012.
Mazar, Benjamin, “The Aramean Empire and Its Relations with
Israel”, BA, 4 (1962), s. 97-120.
McCellan III, James E.-Harold Dorn, Dünya Tarihinde Bilim ve
Teknoloji, çev. Haydar Yalçın, Ankara: Arkadaş Yayınevi, 2006.
McNeill, William
H., Dünya Tarihi, çev. Alâeddin Şenel, Ankara: İmge Kitabevi, 2002.
Mehiri, Abdelkader, “Arap Dili Linguistik ve Filoloji”, çev.
Hüseyin Yazıcı, İslam Kültürü (Çeşitli Konuları ile): İslam'da Kültür ve
Bilgi, ed. Ekmeleddin İhsanoğlu, Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı, 2008.
Meyerhof, Max, “New Light on Hunain Ibn Ishâq and His Period”, Isis,
4 (1926), s. 685-724.
_____ ,
“Ali at-Tabari’s ‘Paradise of Wisdom’: One of the Oldest Arabic Compendiums of
Medicine”, Isis, 1 (1931), s. 6-54.
_____ ,
“Ali ibn Rabban at-Tabari: Ein Persischer Arzt des 9. Jahrhunderts”, ZDMG,
1 (1931), s. 38-68.
Millard, A.
R., “Assyrians and Arameans”, Iraq, 1 (1983), s. 101-108.
Mottahedeh, Roy, “The Abbasid Caliphate in Iran”, The
Cambridge History of Iran, I- VII, ed. W. B. Fisher ve dğr., İngiltere:
Cambridge University Press, 19681991, IV, 57-89.
Muhallisi, Y. eş-Şemmas, Hülâsatü
târîhi’l-Kenîseti’l-Melikiyye, haz. İlyas Kuveytir el-Muhallisi, Cuneyh:
el-Matba‘atü’l-Buvlusiyye, 2002.
Muhammed, Mahir Abdülkadir, Huneyn b. İshak:
el-Asru’z-zehebî li’t-tercüme, Beyrut: Dârü’n-Nehdati'l-Arabiyye, [ty].
Nasr, Seyyid Hüseyin, İslâm’da Bilim ve Medeniyet, çev.
Nabi Avcı, Ahmet Ünal, Kasım Turhan, İstanbul: İnsan Yayınları, 2015.
_____ ,
“Giriş”, İslâm Felsefesi Tarihi, ed. Seyyid Hüseyin Nasr, Oliver Leaman,
çev. Şamil Öçal, Hasan Tuncay Başoğlu, İstanbul: Açılım Kitap, 2011, I, 29-37.
Netton, Ian Richard, “İhvân-ı Safâ”, İslâm Felsefesi Tarihi,
ed. Seyyid Hüseyin Nasr, Oliver Leaman, çev. Şamil Öçal, Hasan Tuncay Başoğlu,
İstanbul: Açılım Kitap, 2011, I, 267-275
Numânu’l-Hak, Seyyid, “Hint ve Fârisî Arkaplan”, İslâm
Felsefesi Tarihi, ed. Seyyid Hüseyin Nasr, Oliver Leaman, çev. Şamil Öçal,
Hasan Tuncay Başoğlu, İstanbul: Açılım Kitap, 2011, I, 77-97.
O’leary, de Lacy, ‘Ulûmü’l-Yûnân ve sübülü intikâlihâ
ile’l-‘Arab, Arp. çev. Vehîb Kâmil, Zeki Ali, Kahire:
Mektebetü’n-Nehdati’l-Mısriyye, 1962.
_____ ,
İslâm Düşüncesi ve Tarihteki Yeri, çev. Yaşar Kutluay, Hüseyin
Yurdaydın, İstanbul: Pınar Yayınları, 2003.
Olgun, Hakan,
“Asurî Göçleri ve Kimlik Arayışı”, MN, 3 (2008), s. 269-301.
Ostrogorsky, Georg (1902-1976), Bizans Devleti Tarihi,
çev. Fikret Işıltan, Ankara: TTK Yayınları, 2015.
Özbay, Kemal, Süryânîler, Kadim Süryânîler ve Türkiye’deki
Durumları, İstanbul: İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi, 1975.
Özemre, Ahmet Yüksel, “İslamiyet’te İlim”, Bilgi, Bilim ve
İslam, haz. Ahmet Tabakoğlu, Sadık Çelenk, İstanbul: Ensar Neşriyat, 2005,
I, 53-64.
Öztemiz, Mutay,
Süryaniler, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2012.
Öztürk, Levent,
İslam ToplumundaHristiyanlar. İstanbul: Ensar, 2012.
_____ , İslam Tıp Tarihi Üzerine
İncelemeler, İstanbul: Ensar Neşriyat, 2013.
Ponting, Clive, Yeni Bir Bakış Açısıyla Dünya Tarihi,
çev. Eşref Bengi Özbilen, İstanbul: Alfa, 2015.
Porten, Bezalel, “The Religion of the Jews of Elephantine in
Light of the Hermopolis Papyri”, JNES, 2 (1969), s. 116-121.
Rençber, Fevzi, Hakk Muhammed Ali Aşkı: Adıyaman Alevileri,
Ankara: Gece Kitaplığı, 2014.
Roberts, J. M., Dünya Tarihi I: Tarihöncesi Çağlardan 18.
Yüzyıla..., İstanbul: İnkılâp, 2015.
Runciman, Steven, Haçlı Seferleri Tarihi, I-III, çev.
Fikret Işıltan, Ankara: TTK Yayınları, 1998.
Rüstem, Esed, Kenîsetü medînetillâhi Antâkiyyeti’l-‘uzmâ,
I-III, Beyrut: Menşuratü’l- Mektebeti’l-Buvlusiyye, 1988.
Rüşdî, Zekiye Muhammed-Murâd Kâmil ve dğr., Târîhu’l-edebi’s-Süryânî
min neş’etihî ilâ ‘asri’l-hâzır, Kahire: Dâru’s-Sekâfe li’n-Neşr
ve’t-Tevzî‘, 1987.
Sabra, A. I., “The Scientific Enterprise”, The World of
Islam, ed. Berdard Lewis, Londra: Thames and Hudson, 1976, s. 181-200.
Saka, İshak,
Kenîsetî’s-Süryâniyye, Erbil: 2007.
Sarıçam, İbrahim, Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı,
Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 2007.
Sarıçam, İbrahim-Seyfettin Erşahin, İslâm Medeniyeti Tarihi,
Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 2016.
Sarıkçıoğlu, Ekrem, Başlangıçtan Günümüze Dinler Tarihi,
Isparta: Fakülte Kitabevi, 2011.
Sarton, George, Antik Bilim Modern Uygarlık, çev. Melek
Dosay, Remzi Demir, İstanbul: Gündoğan Yayınları, 2010.
Schimmel, Annemarie, Dinler Tarihine Giriş, haz. Recep
Kibar, İstanbul: Külliyat Yayınları, 1016.
Sezgin, Fuat, Târîhu’t-türâsi’l-’Arabî, I-VIII, çev.
Mahmûd Fehmi Hicâzî, Arafe Mustafa, Abdullah b. Abdullah Hicâzî ve dğr., Riyad:
1983-1988.
_____ ,
İslam’da Bilim ve Teknik, I-V, çev. Abdurrahman Aliy, haz. Hayri Kaplan,
Abdurrahman Aliy, Ankara: Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA), 2007.
Sıddîkî, M.
Zübeyr, Hadis Edebiyatı Tarihi, İstanbul: Yeni Zamanlar Yayınları, 2004.
Silverman, Michael H., “Aramean Name-Types in the Elephantine
Documents”, JAOS, 4 (1969), s. 691-709.
Söylemez, M. Mahfuz, Bilimin Yitik Şehri Cündişapur,
Ankara: Araştırma Yayınları, 2003.
Stevenson, James H., Assyrian and Babylonian Contracts with
Aramaic Reference Notes, ABD: 1902.
Şa‘bân, Zekiyyüddîn, İslâm Hukuk İlminin Esasları (Usûlü’l
Fıkh), çev. İbrahim Kâfi Dönmez, Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları,
2001.
Şeker, Mehmet,
“İslam'da Astronomi ve Rasathaneler”, DİD, 4 (1979), s. 243-248.
Şeşen, Ramazan, Müslümanlarda Tarih-Coğrafya Yazıcılığı:
Başlangıçtan XIX. Yüzyılın Sonuna Kadar, İstanbul: İslam Tarih, Sanat ve
Kültürünü Araştırma Vakfı (İSAR), 1998.
_____ ,
“İslâm Dünyasındaki İlk Tercüme Faaliyetlerine Umûmî Bir Bakış (Başlangıcından
h. IV./m. X. Asrın Sonlarına Kadar)”, İTED, 3-4 (1979), s. 329.
Şeyh, Hüseyin, el-‘Arab kable’l-İslâm, İskenderiye:
Dârü’l-Ma‘rifeti’l-Câmi‘iyye, 1993.
Şimşek, Mehmet,
Süryânîler ve Diyarbakır, Ankara: Chiviyazıları, 2003.
Tahincioğlu, Yakup, Tarihleri Kültürleri ve İnançlarıyla
5500 Yıldır Bu Topraklarda Yaşayan Süryânîler, İstanbul: Butik Yayıncılık,
2011.
Tarakçı, Muhammed,
“Nestorius ve Kristolojisi”, UÜİFD, 1 (2010), s. 215-241.
Tarrazzi, Philip de, ‘Asru’s-Süryân ez-zehebî: Bahsün ‘ilmî,
târîhî, eserî, Kahire: Müessesetü Hindâvî li’t-Ta‘lîm ve’s-Sekâfe, 2014.
Taş, Fatma Betül, Samuel b. Yahya el-Mağribî, İfhâmu’l-Yehûd
Adlı Eseri ve Reddiye Geleneğindeki Yeri, [Basılmamış Yüksek Lisans Tezi],
AÜSBE, Ankara: 2014.
Taşpınar, İsmail, “I. İznik Konsili (325) ve İslâm
Kaynaklarındaki Yeri”, MÜİFD, 1 (2004), s. 23-44.
Terzi, Mustafa Z., “İslam Tarih Yazıcılığının Doğuşunda İbn
Şihâb-ez-Zührî’nin Yeri ve Önemi”, DİD, 2 (1985), s. 56-64.
Terzioğlu, Arslan, Yeni Araştırmalar Işığında Büyük
Türk-İslam Bilim Adamı İbn Sina (Avicenna) ve Tababet, İstanbul: 1998.
Tokarev, Sergei Aleksandrovich (1899-1985), Dünya
Halklarının Dinler Tarihi, çev. Rauf Aksungur, İstanbul: Ozan Yayıncılık,
2006.
Topaloğlu, Bekir, Kelâm İlmine Giriş, İstanbul:
Damla Yayınevi, 2016.
Tritton, Arthur Stanley, The Caliphs and Their Non-Muslim
Subjects: A Critical Study of the Covenant of Umar׳, London: Oxford University Press,
1930.
, “Non-Muslim Subjects of the Muslim State”, JRASGBI, 1
(1942), s. 36-40.
Ullmann, M., “Hâlid ibn Yezid und Die Alchemie: Eine Legende”, Der
İslam, (1978), s. 181-218.
Uludağ, Mehmet Bülent, Dünya Siyasi Tarihi,
İstanbul: Kriter Yayınlar, 2011.
Uncu, Ebru, “Mezopotamya, Anadolu ve Mısır Medeniyetlerinde
Güneş Kültü”, IJH, 1 (2013), s. 349-366.
Üçok, Bahriye, İslam Târihi: Emevîler-Abbasîler, Ankara:
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, 1968.
Ünal, Mustafa, “Nasturilik ve Türkler”, Dinler Tarihi
Araştırmaları Sempozyumu - III, (9-10 Haziran 2001), Ankara: 2002, s.
529-539.
Wells, Herbert G., A Short History of the World, New
York: The Macmillan Company, 1922.
Wright, William, A Short History of Syriac
Literature, London: 1894.
Yakan, François, “Doğu Kilisesi Tarihi Üzerine Toplu Bir Bakış
Türkiye’de Keldaniler”, Dinler Tarihi Araştırmaları Sempozyumu - III,
(9-10 Haziran 2001), Ankara: 2002, s. 13-19.
Yardım, Ali, Hadîs, I-II, İstanbul: Damla
Yayınevi, 2000.
Yaşar, Şükran, “Edessa Mezar Kitabe ve Mozaiklerine Göre Urfa
Paganlarında Ahiret İnancı”, CBÜSBD, 1 (2013), s. 111-122.
Yazıcı, Eyüp Bekir, “İslâm Düşüncesinde Felsefî Ekoller”, İslâm
Felsefesi Tarihi, ed. Bayram Ali Çetinkaya, Ankara: Grafiker Yayınları,
2012, I, 83-87.
Yetim, Mişel-İğnatiyus Dîk, Târîhu’l-Kenîseti’ş-Şarkiyye ve
ehemmü ahdâsi Kenîseti’l- Ğarbiyye, Beyrut:
Menşûrâtü’l-Mektebeti’l-Buvlusiyye, 1999.
Yıldırım, Münir, “Afrika’da Kadim Bir Kilise: Etiyopya Ortodoks
Kilisesi”, MN, 2 (2013), 113-131.
Yılmaz, Deniz, Kadim Bir Halk Süryânîler,
İstanbul: Asi Kitap, [ty].
Yiğit, İsmail, “Bağdat’ın Kuruluşuyla İlgili Rivayetler Üzerine
Bir Değerlendirme”, İslam Medeniyetinde Bağdat (Medînetü’s-Selâm)
Uluslararası Sempozyum, (78-9 Kasım 2008), İstanbul: 2011, I, 39-54.
Yûsif, Efrem İsa, Mezopotamya’nın Bilim Öncüleri Süryânî
Tercüman ve Filozofları, çev. Mustafa Arslan, İstanbul: Doz Yayıncılık,
2007.
_____ ,
Süryani Vakanüvisler, çev. Mustafa Aslan, İstanbul: Doz Yayıncılık,
2008.
Yücel, Ahmet, Hadis Tarihi, İstanbul: Marmara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 2016.
Yüksel, Ahmet Turan, “Bazı Batılı Araştırmacılara Göre İlk
İslam Fetihleri”, SÜİFD, 6 (1996), s. 169-196.
Zeydân, Corcî b. Habîb (ö. 1914), el-‘Arab kable’l-İslâm,
Mısır: Matba‘atü’l-Hilâl, 1922.
, İslâm Uygarlıkları Tarihi, I-II, İstanbul: İletişim
Yayınları, 2013-2015.
Zeyyât, Habib, ed-Diyârâtü’n-Nasrâniyye fî’l-İslâm,
Beyrut: Dârü’l-Meşrik, 1999. Ziriklî, Hayreddin (ö. 1976), el-A ‘âm,
I-VIII, Beyrut: Dârü’l-‘İlm li’l-Melâyîn, 2002. Ziyâî, Hüseyin,
“Şihâbuddin Sühreverdî: İşrâkî Okulu’nun Kurucusu”, İslâm Felsefesi TTahihi,
ed. Seyyid Hüseyin Nasr, Oliver Leaman, çev. Şamil Öçal, Hasan Tuncay Başoğlu,
İstanbul: Açılım Kitap, 2011, II, 83-115.
_____ ,
“İşrâkî Gelenek”, İslâm Felsefesi Tarihi, ed. Seyyid Hüseyin Nasr,
Oliver Leaman, çev. Şamil Öçal, Hasan Tuncay Başoğlu, İstanbul: Açılım Kitap,
2011, II, 117-150.
Zorlu, Cem, Abbasilere Yönelik Dinî ve Siyasî İsyanlar,
Ankara: Ankara Okulu Yayınları, 2001.
Abdülhamid, İrfan, “Cebriyye”, DİA, VII,
205-208.
_____ ,
“Eş‘arî, Ebü’l-Hasan”, DİA, XI, 444-447.
Ağarı, Murat, “Ya‘kûbî”, DİA, XLIII, 287-288.
Ağırakça, Ahmet, “Gassânîler”, DİA, XIII,
397-398.
_____ ,
“Nabatîler”, DİA, XXXII, 257-258.
_____ ,
“Tedmür”, DİA, XL, 264-265.
Ahmad, S. Maqbul, “Coğrafya”, DİA, VIII, 50-62.
_____ ,
“Harita”, DİA, XVI, 205-210.
Albayrak, Kadir, “Nestûrîlik”, DİA, XXXIII,
15-17.
Alper, Ömer Mahir, “İbn Sînâ”, DİA, XX, 319-322.
Altıntaş, Hayrani, “Dehriyye”, DİA, IX, 107-109.
Amar, Joseph P., “Ephrem, Life of”, GEDSH, s.
147.
_____ ,
“Maronite Church”, GEDSH, s. 270-271.
Arslantaş,Nuh, “Zûnüvâs”, DİA, XLIV, 511-512.
Ashtor, Eliyahu-Moshe Beer, “Nisibis”, EJd2,
XV, 276.
Avcı, Casim, “Medâin”, DİA, XXVIII, 289-291.
_____ ,
“Mes‘ûdî, Ali b. Hüseyin”, DİA, XXIX, 353-355.
_____ ,
“Tağlib (Benî Tağlib)”, DİA, XXXIX, 374-375.
Avi-Yonah, Michael-Joseph Nevo, “Transjordan”, EJd2,
XX, 92-94.
Aydın, Cengiz, “Ebû Kâmil”, DİA, X, 172-174.
, “Ebû Sehl b. Nevbaht”, DİA, X, 227-228.
Aydın, Cengiz-Gülseren Aydın, “Batlamyus”, DİA,
V, 196-199.
Aydın, Mahmut, “Patrik”, DİA, XXXIV, 188-189.
Aydüz, Salim, “Rasathane”, DİA, XXXIV, 456-458.
A’zamî, M. Mustafa, “Buhârî, Muhammed b. İsmâil”, DİA,
VI, 368-372.
Azizova, Elnure, “Tenûh”, DİA, XL, 468-469.
Barton, George A., “Semitic Languages”, JE, XI,
187-192.
Bayat, Ali Haydar, “Buhtişû‘ (Buhtişû‘ b. Cibrâîl)”, DİA,
VI, 379.
Baytop, Turhan, “Akrâbâzîn”, DİA, II, 287-288.
_____ ,
“Eczacılık”, DİA, X, 386-388.
Bevan, George A., “Nestorius”, GEDSH, s.
306-307.
Bilge, Mustafa L., “Necran”, DİA, XXXII,
507-508.
Birışık, Abdülhamit, “Tefsir”, DİA, XL, 281-290.
Bonadeo, Cecilia M., “Ibn al-Samh”, EMP, I, 514.
Bozkurt, Nahide, “Hasan b. Sehl”, DİA, XVI, 351.
_____ ,
“Herseme b. A‘yen”, DİA, XVII, 239-240.
_____ ,
“Mansûr”, DİA, XXVIII, 5-6.
_____ ,
“Medrese”, DİA, XXVIII, 323-327.
_____ ,
“Me’mûn”, DİA, XXIX, 101-104.
Brock, Sebastian P., “Ahiqar”, GEDSH, s. 11-12.
_____ ,
“Aphrahat”, GEDSH, s. 24-25.
_____ ,
“Beth Lapat”, GEDSH, s. 72.
_____ ,
“Church of the East”, GEDSH, s. 99-100.
_____ ,
“Ephrem”, GEDSH, s. 145-147.
_____ ,
“Eutyches”, GEDSH, s. 155-156.
_____ ,
“Giwargi, bp. of the Arap tribes”, GEDSH, s. 177-178.
_____ ,
“Greek, Syriac Translation From”, GEDSH, 180-181.
_____ ,
“John Philoponos”, GEDSH, s. 231.
_____ ,
“Nestorianism”, GEDSH, s. 306.
_____ ,
“Sergios of Resh‘ayna”, GEDSH, s. 366.
_____ ,
“Severus of Antioch”, GEDSH, s. 368-369.
_____ ,
“Ya‘qub Burd‘oyo”, GEDSH, s. 431-432.
Brock, S. P.-J. F. Coakley, “Arameans”, GEDSH,
s. 30-31.
Brockelmann, Carl, “Bahtişû”, İA, II, 239-240.
Bruce, Frederick F., “Dead Sea
Scrolls (A Brief History of Research)”, EJd2, V, 501505.
Butts, A. M., “Syriac Language”, GEDSH, s.
390-391.
Buzpınar, Ş. Tufan, “Lazkiye”, DİA, XXVII,
117-118.
Cahen, C., “Zimme”, İA, XIII, 566-571.
Camelot, P. T., “Chalcedon, Council of’, NCE,
III, 363-366.
_____ ,
“Ephesus, Council of”, NCE, V, 273-275.
Cerrahoğlu, İsmail, “Câmiu’l-beyân an te’vîli
âyi’l-Kur’ân”, DİA, VII, 105-107.
Chabot, J. B., “Syriac Lenguage and Literature”, CE,
XIV, 408-413.
Childers, J. W., “Mani”, GEDSH, s. 261.
Chiovaro, F., “Apollinarianism”, NCE, I,
559-560.
Choksy, Jamsheed K., “Zoroastrianizm”, ER, XIV,
9988-10008.
Coakley, J. F., “Mushe bar Kipho”, GEDSH, s.
300.
Costelloe, M. J., “Assyrian Church Of The East”, NCE,
I, 805-808.
Çağrıcı, Mustafa, “Gazzâlî”, DİA, XIII, 489-505.
Çandarlıoğlu, Gülçin, “Uygurlar”, DİA, XLII,
242-244.
Çeçen, Kâzım, Atilla Bir, “Benî Mûsâ”, DİA, V,
450-451.
Çelebi, İlyas, “Mu‘tezile”, DİA, XXXI, 391-401.
_____ ,
“Sâhib b. Abbâd”, DİA, XXXV, 512-515.
Çelebi, Muharrem, “Envâ’”, DİA, XI, 257-258.
Çetin, Nihad M., “Arap (Yazı, Dil ve Edebiyat)”, DİA,
III, 276-309.
Daley, Brian E., “Christian Councils”, ER, III,
2039-2046.
Darkot, Besim-Mükrimin H. Yınanç, “Diyarbekir”, İA,
III, 601-626.
Demircan, Adnan, “Sâmîler”, DİA, XXXVI, 74-76.
Demirkent, Işın, “Bizans”, DİA, VI, 232.
_____ ,
“Menbic”, DİA, XXIX, 123-124.
_____ ,
“Misis”, DİA, XXX, 178-181.
Dennis, G. T., “Nisibis, School of”, NCE, X,
400-401.
Des Places, E., “Ephrem The Syrian, St.”, NCE,
V, 277-278.
DİA, “Ammûriye”, DİA, III, 79.
_____ ,
“Gümrük”, DİA, XIV, 260-263.
, “Kıptîler”, DİA, XXV, 424-426.
Dinçol, Ali M., “Ârâmîce”, DİA, III, 267-268.
, “Ârâmîler”, DİA, III, 268-270.
Doğruyol, Hasan. “Buhtîşû‘”, DİA, VI, 378.
, “Buhtîşû‘ (Cibrâîl b. Buhtîşû‘)”, DİA, VI, 379.
, “Buhtîşû‘ (Cibrâîl b. Ubeydullah)”, DİA, VI, 379-380.
Downey, G., “Alexandria”, NCE, I, 268-270.
, “Antioch”, NCE, I, 521-524.
Draguet, R., “Syriac Lenguage and Literature”, NCE,
XIII, 700-702.
Dûrî, Abdülaziz, “Bağdat (Genel Bakış)”, DİA,
IV, 425-433.
_____ , “Divan (Hulefâ-yi Râşidîn,
Emevîler, Abbâsîler ve Fâtımîler’de Divan)”, DİA, IX, 377-381.
Durmuş, İsmail, “Sözlük”, DİA, XXXVII, 398-401.
Durusoy, Ali, “İbn Sînâ (Felsefesi)”, DİA, XX,
322-331.
Efendioğlu, Mehmet, “Saîd b. Cübeyr”, DİA, XXXV,
552-554.
_____ ,
“Tedvîn”, DİA, XL, 267-269.
Erdem, Sargon, “Bâbil”, DİA, IV, 392.
Erdemir, Ayşegül Demirhan, “Ali b. Abbas el-Mecûsî”, DİA,
II, 379-380.
Erkal, Mehmet, “Cizye”, DİA, VIII, 42-45.
Erünsal, İsmail E., “Kütüphane”, DİA, XXVII,
11-32.
Fayda, Mustafa, “Belâzürî”, DİA, V, 392-393.
_____ ,
“Fetih”, DİA, XII, 467-470.
_____ ,
“Fütûhu’l-Büldân”, DİA, XIII, 258-259.
_____ ,
“Hulefâ-yi Râşidîn”, DİA, XVIII, 324-338.
_____ ,
“Siyer ve Megâzî”, DİA, XXXVII, 319-324.
_____ ,
“Taberî, Muhammed b. Cerîr”, DİA, XXXIX, 314-318.
_____ ,
“Tarih”, DİA, XL, 30-36.
_____ ,
“Târîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk”, DİA, XL, 92-94.
_____ ,
“Zimmî”, DİA, XLIV, 428-434.
Fazlıoğlu, İhsan, “Cebir”, DİA, VII, 195-201.
_____ ,
“Hârizmî”, DİA, XVI, 224-227.
_____ ,
“Neyrîzî”, DİA, XXXIII, 71-72.
_____ ,
“Sâbit b. Kurre”, DİA, XXXV, 353-356.
, “Semev’el el-Mağribî”, DİA, XXXVI, 488-489.
Fehd, Tevfik, “İlm-i Felek”, DİA, XXII, 126-129.
Fitzgerald, Thomas E., “Eastern Christianity”, ER,
IV, 2580-2595.
Freedman, Harry, “Patriarchs, The”, EJd2,
XV, 689-691.
Frend, W. H. C., “Monophysitism”, ER, IX,
6153-6155.
Frymer-Kensky, Tikva-Pietro Mander, “Utu”, ER,
XIV, 9494-9495.
Gafni, Isaiah, “Apamea”, EJd2, II,
254.
Gallardo, G. D., “Melkite Greek Catholic Church”, NCE,
IX, 479-481.
Ginsberg, Harold L., “Daniel, Book of”, EJd2,
V, 419-425.
Gökdoğan, Melek Dosay, “Kerecî”, DİA, XXV,
277-278.
_____ ,
“Sayı”, DİA, XXXVI, 212-213.
Görgün, Tahsin, “Kitâbü’l-Hayevân”, DİA, XXVI,
106-108.
Göyünç, Nejat, “Diyarbakır”, DİA, IX, 464-469
Gratsch, E. J., “Trisgion”, NCE, XIV, 209.
Greenberg, Moshe, “Semites”, EJd2,
XVIII, 280.
Grossfeld, Bernard-S. David Sperling, “Bible
(Translations)”, EJd2, III, 588-595.
Gündüz, Ahmet, “Kerkük”, DİA, XXV, 290-292
Gündüz, Şinasi, “Harrânîler”, DİA, XVI, 240-242.
_____ ,
“Mecûsîlik”, DİA, XXVIII, 279-284.
_____ ,
“Sâbiîlik”, DİA, XXXV, 341-344.
Güner, Ahmet, “Mâzyâr b. Kârin”, DİA, XXVIII,
198-199.
Gür, Mehmet Sadık, “Süryânîce”, DİA, XXXVIII,
174-175.
Hallo, William W., “Haran”, EJd2,
VIII, 343-344.
Harrak, Amir, “Edessa”, GEDSH, s. 138-139.
_____ ,
“Karka d-Beth Slokh”, GEDSH, s. 242.
_____ ,
“Zuqnin, Chronicle of”, GEDSH, s. 450.
Hartmann, R., “Erbil”, İA, IV, 285.
Hauser, F., “Pneumatechians”, NCE, XI, 432.
Hayek, E., S. Beggiani, “Maronite Church”, NCE,
IX, 192-201.
Horowitz, Yehoshua, “Geonic Literature”, EJd2,
VII, 492-494.
Huart, C., “Cindişâpûr”, İA, III, 239.
Hureysât, Muhammed A., “Hâlid b. Yezîd b. Muâviye”, DİA,
XV, 292-293.
Işıltan, Fikret, “Me’mun”, İA, VII, 693-700.
, “Muktedi”, İA, VIII, 573-575.
Joukowsky, Martha S., “Nabateans”, EJd2,
XIV, 716-718.
Juckel, A., “Old Syriac Version”, GEDSH, s.
317-318.
Kallek, Cengiz, “Haraç”, DİA, XVI, 71-88.
Kandemir, M. Yaşar, “Ahmed b. Hanbel (Hayatı)”, DİA,
II, 75-80.
, “Kütüb-i Sitte”, DİA, XXVII, 6-8.
, “Müslim b. Haccâc”, DİA, XXXII, 93-94.
Kapar, Mehmet Ali, “Lahmîler”, DİA, XXVII,
54-55.
Karaarslan, Nasuhi Ünal, “İbnü’n-Nedîm”, DİA,
XXI, 171-173.
Karaismailoğlu, Adnan, “Kelîle ve Dimne”, DİA,
XXV, 210-211.
Karaman, Hayreddin, “Fıkıh”, DİA, XIII, 1-14.
Katipoğlu, Hasan, “Huneyn b. İshak”, DİA, XVIII,
377-380.
Katipoğlu, Hasan-Mustafa Çağrıcı, “İshak b. Huneyn”, DİA,
XXII, 534.
Kaya, M. Cüneyt, “Yuhannâ b. Bıtrîk”, DİA,
XLIII, 579-580.
_____ ,
“Yuhannâ b. Mâseveyh”, DİA, XLIII, 582.
Kaya, Mahmut, “Beytülhikme”, DİA, VI, 88-90.
_____ ,
“Buhtişû‘ (Buhtişû b. Curcîs)”, DİA, VI, 378.
_____ ,
“Buhtişû‘ (Ubeydullah b. Cibrâîl)”, DİA, VI, 380.
_____ ,
“Câbir b. Hayyân”, DİA, VI, 533-537.
_____ ,
“Fârâbî”, DİA, XII, 145-162.
_____ ,
“Felsefe”, DİA, XII, 311-319.
_____ ,
“Haccâc b. Yûsuf b. Matar”, DİA, XIV, 427.
_____ ,
“Kindî, Ya‘kûb b. İshâk (Hayatı ve Şahsiyeti)”, DİA, XXVI, 41-58.
_____ ,
“Meşşâiyye”, DİA, XXIX, 393-396.
_____ ,
“Râzî, Ebû Bekir”, DİA, XXXIV, 479-485.
_____ ,
“Sâbit b. Sinân”, DİA, XXXV, 356.
_____ ,
“Sinân b. Sâbit”, DİA, XXXVII, 239-240.
Khouri-Sarkis, G., “Syrian Christianity”, NCE,
XIII, 705-710.
Kiraz, George A., “Syriac Orthodox Church”, GEDSH,
s. 393-394.
Kramers, J. H., “Kerkük”, İA, VI, 589-591.
Kreilkamp, H. D., “Constantinople I, Council of”, NCE,
IV, 190.
Kutluer, İlhan, “Câlînus”, DİA, VII, 32-34.
_____ ,
“İbnü’r-Râvendî”, DİA, XXI, 179-184.
, “İlim”, DİA, XXII, 109-114.
, “Kustâ b. Lûka”, DİA, XXVI, 465-467.
, “Sühreverdî, Maktûl”, DİA, XXXVIII, 36-40.
Kutscher, Eduard Y., “Aramaic”, EJd2,
II, 342-359.
Küçükaşçı, Mustafa S., “Tarih (Irak, Arabistan)”, DİA,
XL, 36-40.
Laurent, V., “Constantinople III, Council of’, NCE,
IV, 193-194.
Lebeau, P., “Paul of Samosata”, NCE, XI, 34.
Licht, Jacob, “Dead Sea Scrolls (The Qumran
Discoveries)”, EJd2, V, 498-499.
Lipinski, Edward, “Adad”, ER, I, 27-29.
Lippert, J., “Akrabâzîn”, İA, I, 271-272.
Loewenstamm, Ayala, “Samaritans (Language and
Literature)”, EJd2, XVII, 735-738.
Mâcid, Abdülmün’im, “Îsâ b. Mûsâ”, DİA, XXII,
482.
Macit, Muhittin, “Tercüme Hareketleri”, DİA, XL,
498-504.
Maclean, A. J., “Syrian Christians”, ERE, XII,
167-181.
Macler, Frederic, “Syrians (Arameans)”, ERE,
XII, 164-167.
Macrae, G. W., “Bardesanes (Bar-Daisan)”, NCE,
II, 97-98.
Malamat, Abraham, “Aram, Arameans”, EJd2,
II, 337-339.
Maloney, G. A., “Antioch, Patriarchate Of”, NCE,
I, 525-526.
_____ ,
“Eastern Churches”, NCE, V, 17-21.
_____ ,
“Orthodox and Oriental Orthodox Churches”, NCE, X, 679-681.
Marcus, David, “Ezra and Nehemiah, Books of”, EJd2,
VI, 656-662.
_____ ,
“Nanna”, ER, IX, 6414-6415.
Mathews, Edward G., “Arbela”, GEDSH, s. 31.
McGrath, J. J., “Patriarchate”, NCE, X, 944-945.
McKenna, S. J., “Adoptionism”, NCE, I, 119-120.
Menze, Volker L., “Yuhanon of Tella”, GEDSH, s.
447-448.
Merçil, Erdoğan, “Büveyhîler”, DİA, VI, 496-500.
Michelson, David A., “Philoxenos of Mabbug”, GEDSH,
s. 332-333.
Momigliano, Arnaldo Dante, “Hellenism”, EJd2,
VIII, s. 784-786.
Moosa, Matti, “Nestorian Church”, ER, X,
6479-6482.
Morony, M., “Sasanids”, EI2, IX,
70-83.
Murphy, F. X., “Constantinople III, Council of”, NCE,
IV, 193-194.
_____ ,
“Edessa, School of”, NCE, V, 83.
, “Monophysitism”, NCE, IX, 814-816.
Müftüoğlu, Ferruh, “Bettânî”, DİA, VI, 9-10.
Naskali, Esko, “Sâsânîler”, DİA, XXXVI, 174-176.
Nikitine, B., “Nestûrîler”, İA, IX, 207-212.
Owens, G., “Monothelitism”, NCE, IX, 816-817.
Öz, Mustafa, “Ca‘d b. Dirhem”, DİA, VI, 542-543.
, “Küleynî”, DİA, XXVI, 538-539.
Özaydın, Abdülkerim, “Fazl b. Rebi‘”, DİA, XII,
274-275.
_____ ,
“İbnü’l-Esîr, İzzeddin”, DİA, XXI, 26-27.
Özel, Ahmet, “Fıkıh (Literatür / Klasik Dönem)”, DİA,
XIII, 14-22.
Özen, Şükrü, “Mâtürîdî”, DİA, XXVIII, 146-151.
Özkan, Halit, “Zührî”, DİA, XLIV, 544-549.
Özkuyumcu, Nadir, “Hişâm b. Abdülmelik”, DİA,
XVIII, 148-150.
Pacini, Andrea, “Christianity: Christianity in the
Middle East”, ER, III, 1672-1677.
Petersen, W. L., “Diatessaron”, GEDSH, 122-124.
_____ ,
“Tatian”, GEDSH, s. 396-397.
Piras, Andrea, “Mani”, ER, VIII, 5646-5650.
Porphyrios, Logothetes, “Eastern Church”, ERE,
V, 134-136.
Rabin, Chaim M., “Semitic Languages”, EJd2,
XVIII, 280-286.
Rainey, Anson, “Chaldea, Chaldeans”, EJd2,
IV, 561-562.
Rappaport, Uriel, “Laodicea”, EJd2,
XII, 487-488.
Râşid, Rüşdî, “Matematik”, DİA, XXVIII, 129-137.
Reinsick, G. J., “Severos Sebokht”, GEDSH, s.
368.
Roberson, Ronald G., “Syriac Orthodox Church of
Antioch”, ER, XIII, 8938-8941.
Romeny, R. B. ter Haar-C. E. Morrison, “Peshitta”, GEDSH,
s. 326-331.
Roth, Lea, “Hierapolis”, EJd2, IX,
97-98.
Sahillioğlu, Halil, “Antakya”, DİA, III,
228-232.
Sakkâr, Sâmî, “Erbil”, DİA, XI, 272-273.
Salvesen, A. G., “Syro-Hexapla”, GEDHS, s.
394-395.
_____ ,
“Ya‘qub of Edessa”, GEDSH, s. 432-433.
Sarna, Nahum M., “Shem”, EJd2, XVIII,
453.
Schalit, Abraham, “Ctesiphon”, EJd2,
V, 316.
Schalit, Abraham-Lidia Matassa, “Elephantine”, EJd2,
VI, 311-314.
Schülein, Franz X., “Semites”, CE, XIII,
706-709.
Streck, M., “Medâin”, İA, VI, 448-456.
, “Vâsıt”, İA, XIII, 222-226.
Sullivan, F. A., “Theodore of Mopsuestia”, NCE,
XIII, 874-876.
Sinanoğlu, Mustafa, “Melkâiyye”, DİA, XXIX,
84-85.
, “Reddiye”, DİA, XXXIV, 516-521.
, “Yahyâ en-Nahvî”, DİA, XLIII, 258-261.
Şeşen, Ramazan, “Câhiz”, DİA, VII, 20-24.
_____ ,
“Harran”, DİA, XVI, 237-240.
Takahashi, Hidemi, “Amid”, GEDSH, s. 18-20.
_____ ,
“Bar ‘Ebroyo, Grigorios”, GEDSH, s. 54-56.
_____ ,
“China, Syriac Christianity in”, GEDSH, s. 94-96.
_____ ,
“Harran”, GEDSH, s. 191-192.
_____ ,
“Nisibis”, GEDSH, s. 310-311.
Taşpınar, İsmail, “Mârûnîler”, DİA, XXVIII,
71-72.
Taylor, D. G. K., “Syriac Lexicography”, GEDSH,
391.
Teixidor, Javier, “Aramean Religion”, ER, I,
446-451.
Tezioğlu, Arslan, “Bîmâristan”, DİA, VI,
163-178.
_____ ,
“İbn Sînâ (Tıp)”, DİA, XX, 331-336.
Tritton, Arthur Stanley, “Nasârâ”, İA, IX,
77-81.
Tuncel, Metin, “Nusaybin”, DİA, XXXIII, 269-270.
Turan, Ahmet Nezihi, “Şanlıurfa”, DİA, XXXVIII,
s. 336-341.
Unat, Yavuz, “Yahyâ b. Ebû Mansûr el-Müneccim”, DİA,
XLIII, 242.
_____ ,
“Zîc”, DİA, XLIV, 397-398.
_____ ,
“ez-Zîcü’l-Mümtehan”, DİA, XLIV, 401-402.
Urbina, I. Ortiz De, “Nicaea I, Council of”, NCE,
X, 346-348.
Uslu, Recep. “Cündişâpûr”, DİA, VIII, 117-118.
Uysal, Enver, “İhvân-ı Safâ”, DİA, XX, 1-6.
_____ ,
“Resâilü İhvâni’s-Safâ”, DİA, XXXIV, 576-579.
Üzüm, İlyas, “Kaderiyye”, DİA, XXIV, 64-65.
Van Paasen, J., “Henoticon”, NCE, VI, 734-735.
Van Roey, A., “Antioch, School of”, NCE, I,
526-527.
Van Rompay, Lucas, “Apamea”, GEDSH, s. 23-24.
, “Aramaic”, GEDSH, s. 28-30.
, “Bar Bahlul, Hasan”, GEDSH, s. 54.
, “Lo’ozar of Beth Qandasa”, GEDSH, s. 252.
, “Pawlos of Beth Ukome”, GEDSH, s. 322-323.
, “Theodore of Mopsuestia”, GEDSH, s. 401-402.
, “Theodosius of Alexandria”, GEDSH, s. 407-408.
Wald, Stephen G., “Talmud, Babylonian”, EJd2,
XIX, 470-481.
Walsh, J. J.-P. Loewe, “Christology”, NCE, III,
559-560.
Wardle, Timothy S., “Abgarids of Edessa”, GEDSH,
s. 5-7.
Whittaker, M., “Tatian”, NCE, XIII, 764-765.
Witakowski, W., “Toma of Marga”, GEDSH, s. 417.
Yavuz, Yusuf Şevki, “Ehl-i Sünnet”, DİA, X,
525-530.
_____ ,
“Eş‘ariyye”, DİA, XI, 447-455.
_____ ,
“Halku’l-Kur’ân”, DİA, XV, 371-375.
_____ ,
“İbn Küllâb”, DİA, XX, 156-157.
_____ ,
“Kelâm”, DİA, XXV, 196-203.
_____ ,
“Mâtürîdiyye”, DİA, XXVIII, 165-175.
Yazıcı, Tahsin-Mürsel Öztürk,
“İran (Kültür ve Medeniyet / Dil ve Edebiyat / Dil ve Lehçeler -Fars Dili-), DİA,
XXII, 413-416.
Yıldırım, Suat, “Ba‘l”, DİA, IV, 553-554.
Yıldız, Hakkı Dursun, “Abbâsîler (Siyasî Tarih,
Medeniyet Tarihi)”, DİA, I, 31-48.
_____ ,
“Abdullah b. Tâhir”, DİA, I, 137-138.
_____ ,
“Avâsım”, DİA, IV, 111-112.
_____ ,
“Bermekîler”, DİA, V, 517-520.
_____ ,
“Ca‘fer b. Yahyâ el-Bermekî”, DİA, VII, 4.
Yılmaz, Saim, “Yahyâ b. Hâlid el-Bermekî”, DİA,
XLIII, 251-253.
Yiğit, İsmail, “Emeviler (Siyasî Tarih, Medeniyet
Tarihi)”, DİA, XI, 87-104.
_____ ,
“Mevâlî”, DİA, XXIX, 424-426.
Yüce, Nuri, “Türk (Kültür ve Medeniyet / Yazı)”, DİA,
XLI, 493-497.
Yücesoy, Hayrettin, “Mihne”, DİA, XXX, 26-28.
http://www.syriacstudies.com/
http://www.csc.org.il/
https://tr.wikipedia.0rg/wiki/Bereketli
Hilal#/media/File:Fertile Crescent map.png (Erişim tarihi:
14/08/2016)
http://www.malatya.bel.tr/yayin/Malatya
Envanteri/HTML/files/assets/basic- html/page467.html (Erişim tarihi:
07.10.2016)
https://en.wikipedia.org/wiki/Cyrrhus (Erişim tarihi: 22.10.2016)
http://www.schoyencollection.com/bible-collection-foreword/other-bible-
translation/syriac-bible/syriac-new-testament-ms-2080 (Erişim tarihi:
j03.12.2016)
https://en.wikipedia.org/wiki/Mount Izla (Erişim tarihi: 05.12.2016)
[2]
İshak b. Huneyn, Târîhu’l-etıbbâ ve’l-felâsife, thk. Fuâd Seyyid, Kahire:
1985.
Beyhaki, Târîhu hükemâi’l-İslâm
(Tetimmetü Sıvâni’l-hikme), thk. Memduh Hasan Muhammed, Kahire: 1996.
[6] Araştırmada istifade edilen bu
tür tabakât eserleri şunlardır: Belâzurî, Ensâbü’l-eşrâf, thk. Riyâd ez-
Ziriklî, Süheyl Zekkâr, Beyrut: 1996; Cehşiyârî, el-Vüzerâ ve’l-küttâb,
thk. Mustafa es-Sekka, Kahire: 1980; Sâbî, el-Vüzerâ: Tuhfetü’l-ümerâ fî
târîhi’l-vüzerâ, Beyrut: 1990; İbn Hallikân, Vefeyâtü’l-a‘yân, thk.
İhsan ‘Abbâs, Beyrut: 1994; Zehebî, Siyeru a‘lâmi’nübelâ, thk. Şuayb el-
Arnaut ve dğr., Beyrut: 1985; a.mlf., Târîhu’l-İslâm ve vefeyâtü’l-meşahîri
ve’l-a‘lâm, thk. Beşşar Avvâd Ma‘ruf, Beyrut: 2003; Safedî, el-Vâfî
bi’l-vefeyât, thk. Ahmed el-Arnavûd, Türkî Mustafa, Beyrut: 2000.
[7] Bkz. Bahşel, Târîhu Vâsıt,
thk. Korkîs Avvâd, Beyrut: 1986; Hatîb el-Bağdâdî, Târîhu Bağdâd,
Beyrut: [ty]; İbn Asâkir, Târîhu medîneti Dimaşk, thk. Amr b. Garâme
el-Umravî, Beyrut: 1995; İbnü’l-Adîm, Buğyetü’t-taleb fî târîhi Haleb,
thk. Süheyl Zekkâr, Beyrut: [ty].
[8] Araştırmada faydalanılan fütûh
eserleri ve bölge tarihleri şunlardır: Belâzurî, Fütûhu’l-büldân, çev.
Mustafa Fayda, İstanbul: 2013; İbn Abdülhakem, Fütûhu Mısr ve ahbâruhâ,
ed. Fuat Sezgin, Frankfurt am Main: 2008; Makrizî, el-Hıtatu’l-Makriziyye,
I-V, ed. M. Gaston Wiet, Fuat Sezgin, Frankfurt am Main: 1995.
[9]
İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist, thk. İbrahim Ramazan, Beyrut: 1997.
[10]
Bkz. Nasuhi Ünal Karaarslan, “İbnü’n-Nedîm”, DİA, XXI, 172.
[11] Bar Brika, Catalogue of
Syriac Books, Bibliotheca Orientalis (BO) cilt III içinde, Roma:
1725, s. 5362. Eserin Süryânîce ismi Mimra d-it beh menyana da-ktabe
kaldaye ‘idtanaye v-nukraye ( ^ia^^ «s^a2a «^h^ ^üs «ג.סגב «'.'a ^כ k^ü şeklindedir
ve “Doğu Kilisesi kitaplarının sayımına dair risale” anlamına gelmektedir.
Eserin Süryânîce ismi için bkz. Guiseppe Simone Assemani, Bibliotheca
Orientalis (BO), III, Roma: 1725, s. 3.
[12] Câhiz, Kitâbü’l-Hayevân,
thk. Abdüsselam Muhammed Harun, Beyrut: 1424 [2003-04]; a.mlf., el- Beyân
ve’t-tebyîn, Beyrut: 1423 [2002-03]; Ya‘kûbî, Müşâkeletü’n-nâs
li-zamânihim, thk. William C. Millward, Beyrut: 1980.
[13]
Huneyn b. İshâk, Risâletü Huneyn b. İshâk, haz. G. Bergstrasser,
Leipzig: 1925.
[14] Çalışmada faydalanılan
coğrafya kitapları şunlardır: Ya‘kûbî, el-Büldân, Beyrut: 1422 [2002];
İstahrî, Mesâlikü’l-Memâlik, Beyrut: 2004; İbn Hurdâzbih, el-Mesâlik
ve’l-memâlik, Beyrut: 1889; İbnü’l-Fakîh, Kitâbü’l-Büldân, thk.
Yûsuf el-Hâdî, Beyrut: 1996; İbn Havkal, Kitâbü Sûreti’l-arz, Beyrut:
1938; Makdisî, Ahsenü’t-tekâsîm fî ma‘rifeti’l-ekâlîm, Beyrut: 1991;
Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemü’l-büldân, Beyrut: 1995; el-Bekrî, Mu‘cemu
me’sta‘cem min esmai’l-biladi ve’l-mevazi‘, thk. Mustafa es-Sekkâ, Beyrut:
1403 [1982-83].
[15] İbn Fazlullâh el-Ömerî, Mesâlikü’l-ebsâr
fî memâliki’l-emsâr, thk. Bessam Muhammed Barud, Ebûzabî (Abudabi): 2003.
[16] İsfahânî, ed-Diyârât,
thk. Celîl el-Atiyye, Londra: 1991; Şâbüştî, ed-Diyârât, thk. Korkîs
Avvâd, Beyrut: 1986.
[17] Başvurulan genel tarih
kitapları şunlardır: Taberî, Târîhu’t-Taberî, thk. Muhammed Ebü’l-Fazl
İbrâhim, Kahire; [ty]; Dîneverî, el-Ahbâru’t-tıvâl, thk. Abdü’l-mün’im
Âmir, Kahire: 1960; Ya‘kûbî, Târîhu’l-Ya‘kûbî, Leiden: 1883; Mes‘ûdî, Mürûcü’z-zeheb
ve me‘âdinü’l-cevher, thk. Kemâl Hasan Mer‘â, Beyrut: 2005; a.mlf., et-Tenbîh
ve’l-işrâf, thk. Abdullah İsmâil es-Sâvî, Kahire: [ty]; İbn Miskeveyh, Tecâribü’l-ümem
ve te‘âkubü’l-himem, thk. Ebü’l-Kâsım İmâmî, Tahran: 2000; İbnü’l- Cevzî, el-Muntazam
fî târîhi’l-mülûki ve’l-ümem, thk. Muhammed Abdülkâdir Atâ, Mustafa
Abdülkâdir Atâ, Beyrut: 1992; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-târîh, thk.
Ömer Abdüsselam Tedmürî, Beyrut: 1997; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihaye,
thk. Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî, Cîze: 2003; İbn Haldûn, Mukaddime,
çev. Süleyman Uludağ, İstanbul: 1982-1983; İbn Tağriberdi, en-Nücûmü’z-
zâhire fî mülûki Mısr ve’l-Kâhire, Kahire: [ty].
[18] Süryânîler’ce yazılmış genel
tarih kitaplarından istifade edilenler şunlardır: Patrik Mihâîl, Ktobo d-
Maktbonut zabne [Zamanların Tarihi], haz. J. B. Chabot, Brüksel: 1963;
Arapça’ya çev. Târîhu Mar Mihâ’il es-Süryânî el-Kebîr, çev. Saliba
Şem’ûn, Halep: 1996; Bar Hebraeus, Ktobo d-Maktbonut zabne [Zamanların
Tarihi], haz. Paul Bedjan, Paris: 1890; İngilizceden çev., Abu’l-Farac
Tarihi, çev. Ömer Rıza Doğrul, Ankara: 1999; a.mlf., Târîhu
muhtasari’d-düvel, thk. Anton Sâlihânî el- Yesû’î, Beyrut: 1992.
[19] İstifade edilen kaynaklar
şunlardır: Kayserili Eusebius, Eklesyastiki Avkit Taş’iyoto d-‘İtto
[Kilise Tarihi], thk. William Wright, Norman McLean, Cambridge: 1898; Siirt
Vakayinamesi: Doğu Süryânî Nasturi Kilisesi Tarihi, haz. Adday Şer, çev.
Celal Kabadayı, İstanbul: 2010; Mşiha Zka, Erbil Vakayinamesi, çev. Erol
Sever, İstanbul: 2002; Mari b. Süleyman, Ahbâru fetâriketi Kürsiyyi’l-
Meşrık, haz. Henricus Gismondi, Roma: 1899; Bar Hebraeus, Ktobo
da-Klesyastiki [Kilise Tarihi], Latince çevirisiyle birlikte haz. Joannes
Baptista Abbeloos ve dğr., Leuven: 1872.
[20]
Ebû Yûsuf, Kitâbü’l-Harâc, thk. Tâhâ Abdurraûf Sa’d, Kâhire: [ty].
[21] Ebu Ubeyd, Kitabü’l-Emvâl, thk. Halil Muhammed Harrâs,
Beyrut: [ty].
[22]
Mâverdî, el-Ahkâmü’s-sultaniyye, Kahire: [ty].
[23]
İbn Kayyım, Ahkâmü ehli’z-zimme, thk. Yûsuf b. Ahmed, Şâkir b. Tevfîk,
Demmam: 1997.
[24] Bu tür kaynaklar içerisinde
şunlar bulunmaktadır: Makdisî, el-Bed’ ve’t-târîh, Port Said: [ty];
Bağdâdî, el-Fark beyne’l-Firak (Mezhepler Arasındaki Farklar), çev.
Ethem Ruhi Fığlalı, Ankara: 1991; Şehristânî, el-Milel ve’n-nihal,
Kahire: 1968.
[25] Câhiz, el-Muhtâr fî’r-Red
ale’n-Nasârâ, thk. Muhammed Abdullah Şerkavî, Beyrut: 1991; Ali b. Rabben
et-Taberî, ed-Dîn ve’d-devle, haz. Âdil Nüveyhiz, Beyrut: 1973.
[26] Başvurulan sözlükler arasında
şunlar bulunmaktadır: Bar Behlûl, Lexicon Syriacum Auctore Hassano bar
Bahlule, haz. Rubens Duval, Paris: 1888-1901; İbn Manzûr, Lisânü’l-‘Arab,
Beyrut: 1414 [1992-93]; Fîrûzâbâdî, el-Kâmûsü’l-muhît, Beyrut: 2005.
[27]
Guiseppe S. Assemani, Bibliotheca Orientalis, I-IV, Roma: 1719-1728.
[28] Anton Baumstark, Geschichte
der Syrischen Literatur (GSL), Bonn: 1922.
[29]
William Wright, A Short History of Syriac Literature, London: 1894.
[30] Albert Abûnâ, Âdâbü’l-lüğati’l-Ârâmiyye,
Beyrut: 1996.
[31] İğnatyus Efrem I. Barsavm, el-Lü’lü’ü’l-mensûr
fî târîhi’l-‘ulûm ve’l-âdâbi’s-Süryâniyye, Halep: 1987; Türkçe’ye çev. Saçılmış
İnciler: Süryânîlerin Yazınsal Tarihi, çev. Zeki Demir, İstanbul: 2005.
[32]
Rubens Duval, Anciennes Litteratures Chretiennes II: La Litterature Syriaque,
Paris: 1907.
[33] Paolo Bettiolo, “Syriac
Literature”, Patrology, ed. Angelo di Berardino, Cambridge: 2006, s. 407490.
[34]
J. B. Chabot, “Syriac Lenguage and Literature”, CE, XIV, 408-413.
[35]
Sebastian P. Brock, A Brief Outline of Syriac Literature, Inida: 1997.
[36] Efrem İsa Yusif, Mezopotamya’nın
Bilim Öncüleri Süryânî Tercüman ve Filozofları, çev. Mustafa Arslan,
İstanbul: 2007; a.mlf., Süryânî Vakanüvisler, çev. Mustafa Aslan,
İstanbul: 2008.
[37] Carl Brockelmann, Târîhu’l-edebi’l-‘Arabî,
çev. Abdülhalîm en-Neccâr, Ramazan Abdüttevvâb, Kâhire: 1977.
[38] Fuat Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî,
çev. Mahmûd Fehmi Hicâzî, Arafe Mustafa, Abdullah b. Abdullah Hicâzî ve dğr.,
Riyad: 1983-1988.
[39] Fuat Sezgin, İslam’da Bilim
ve Teknik, çev. Abdurrahman Aliy, haz. Hayri Kaplan, Abdurrahman Aliy,
Ankara: 2007; Seyyid Hüseyin Nasr, İslâm’da Bilim ve Medeniyet, çev.
Nabi Avcı ve dğr., İstanbul: 2015.
[40] Dimitri Gutas, Yunanca
Düşünce Arapça Kültür: Bağdat’ta Yunanca-Arapça Çeviri Hareketi ve Erken Abbasi
Toplumu, çev. Lütfü Şimşek, İstanbul: 2015.
[41] De Lacy O’leary, ‘Ulûmü’l-Yûnân
ve sübülü intikâlihâ ile’l-‘Arab, Arp. çev. Vehîb Kâmil, Zeki Ali, Kahire:
1962.
[42]
Mustafa Demirci, Beytü’l-Hikme: Kuruluşu, İşleyişi ve Etkileri,
İstanbul: 1996.
[43] Ramazan Şeşen, “İslâm
Dünyasındaki ilk Tercüme Faaliyetlerine Umûmî Bir Bakış (Başlangıcından h.
IV./m. X. Asrın Sonlarına Kadar)”, İTED, 3-4 (1979), s. 3-29.
[44] Bekir Karlığa, “İslam’da
Tercüme Hareketleri”, II. Uluslararası İslam Düşüncesi Konferansı (25-27
Nisan 1997), İstanbul: 1997, s. 84-98.
[45] Süryânîler hakkında yazılmış
Türkçe eserler arasında şunlar sayılabilir: Aziz Günel, Türk Süryânîler
Tarihi, Diyarbakır: 1970; Kemal Özbay, Süryânîler, Kadim Süryânîler ve
Türkiye’deki Durumları, İstanbul: 1975; Yakup Bilge, Geçmişten Günümüze
Süryânîler, İstanbul: 2001; Aziz Koluman, Ortadoğu’da Süryânîler:
Dini-Sosyal-Kültürel Hayat, Ankara: 2001; Mehmet Şimşek, Süryânîler ve
Diyarbakır, Ankara: 2003; Muzaffer İris, Bütün Yönleriyle Süryânîler,
İstanbul: 2003; Kenan Altınışık, 5500 yılın tanıkları Süryânîler,
İstanbul: 2004; Gabriyel Akyüz, Tüm yönleriyle Süryânîler, Mardin: 2005;
Deniz Yılmaz, Kadim Bir Halk Süryânîler, İstanbul: [ty]; Yakup
Tahincioğlu, Tarihleri Kültürleri ve İnançlarıyla 5500 Yıldır Bu Topraklarda
Yaşayan Süryânîler, İstanbul: 2011.
[46] Philip K. Hitti, History of
Syria: Including Lebanon and Palastine, London: 1951; a.mlf., Syria: a Short
History (Being a Condensation of the Author’s History of Syria, Including
Lebanon and Palestine), New York: The Macmillan Company, 1959.
[47]
M. Şemsettin Günaltay, Yakın Şark, Ankara: TTK Yayınları, 1987.
[48]
Sebastian P. Brock-David G. K. Taylor ve dğr., Saklı İnci, çev. ve haz.
Gabriel Rabo, Roma: 2006.
[49]
Raymond. A. Bowman, “Arameans, Aramaic and the Bible”, JNES, 2 (1948),
s. 65-90.
[50] Gorgis David Malik, Süryânîlerin
Tarihi: İlk Hıristiyanlıktan Kadim Doğu Süryânî Müjdeci-Havari Kilisesi,
çev. Vedii İlmen, İstanbul: 2012.
[51]
Suphi Aksoy-Tuma Çelik, Mezopotamya Uygarlığında Süryânî Tarihi, Ankara:
2013.
[52]
Esed Rüstem, Kenisetü medinetillahi Antakiyeti’l-uzma 34-634, Beyrut:
1988.
[53]
İshak Saka, Kenisetî’s-Süryâniyye, Erbil: 2007.
[54]
Albert Abûnâ, Târîhu H-Kenîseti’ş-Şarkiyye, Bağdat: 1985.
[55]
Mehmet Çelik, Süryânî Tarihi I, Ankara: 1996.
[56]
Adrian Fortescue, The Orthodox Eastern Church, Londra: 1908.
[57] Mişel Yetim-İğnatiyus Dîk, Tarihu’l-Keniseti’ş-Şarkiyye
ve ehemmu ahdâsi Keniseti’l-Ğarbiyye, Beyrut: 1999.
[58]
Aziz S. Atiya, Doğu Hıristiyanlığı Tarihi, çev. Nurettin Hiçyılmaz,
İstanbul: 2005.
[59] Hanna Dolabani (Dolapönü), Antakya
Süryânî Kadim (Ortodoks) Kilisesi Patriklerinin Özgeçmişi, çev. Gabriel
Akyüz, İstanbul: 2006.
[60] İstifade edilen antik çağ ve
dünya tarihi kitapları şunlardır: Herbert G. Wells, A Short History of the
World, New York: 1922; William H. McNeill, Dünya Tarihi, çev.
Alâeddin Şenel, Ankara: 2002; Hasan Bahar, Eskiçağ Uygarlıkları, Konya:
2015; Susan W. Bauer, Antik Dünya: İlk Kayıtlardan Roma’nın Dağılmasına,
çev. Mehmet Moralı, İstanbul: 2015; Clive Ponting, Yeni Bir Bakış Açısıyla
Dünya Tarihi, çev. Eşref Bengi Özbilen, İstanbul: 2015; J. M. Roberts, Dünya
Tarihi I: Tarihöncesi Çağlardan 18. Yüzyıla..., İstanbul: 2015; Chris
Harman, Halkların Dünya Tarihi: Taş Devrinden Yeni Binyıla, çev. Uygur
Kocabaşoğlu, İstanbul: 2016.
[61] İstifade edilen Bizans tarihi
kaynakları şunlardır: Georg Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi, çev.
Fikret Işıltan, Ankara: 2015; Mitrofan V. Levçenko, Kuruluşundan Yıkılışın
Kadar Bizans Tarihi, çev. Maide Selen, haz. Yaşar Selçuk, İstanbul: 1999;
Charles Diehl, Bizans İmparatorluğunun Tarihi, çev. A. Gökçe Bozkurt,
İstanbul: 2014; Radi Dikici, Bizans İmparatorluğu Tarihi: Byzantium 330-1453,
İstanbul: 2015; Timothy E. Gregory, Bizans Tarihi, çev. Esra Ermert,
İstanbul: 2016; Paul Lemerle, Bizans Tarihi, çev. Galip Üstün, İstanbul:
2016.
[62] İstifade edilen İslâm öncesi
Arap tarihi eserleri şunlardır: Cevâd Ali, el-Mufassal fî târîhi’l-‘Arab
kable’l-İslâm, Bağdat: 1993; Corcî Zeydân, el-‘Arab kable’l-İslâm,
Mısır: 1922; Günaltay, İslâm Öncesi Arap Tarihi, Ankara: 2015; Hüseyin
eş-Şeyh, el-‘Arab kable’l-İslâm, İskenderiye: 1993;
Mahmûd Arafe Mahmûd, el- Arab
kable’l-İslâm: Ahvâlühüm es-siyâsiyye ve ’d-dîniyye ve ehemmü mezâhiri
hadâretihim, Kahire: 1995.
[63] İstifade edilen dinler tarihi
ve Hıristiyanlık tarihi eserleri şunlardır: Sergei A. Tokarev, Dünya
Halklarının Dinler Tarihi, çev. Rauf Aksungur, İstanbul: 2006; Annemarie
Schimmel, Dinler Tarihine Giriş, haz. Recep Kibar, İstanbul: 2016; Ekrem
Sarıkçıoğlu, Başlangıçtan Günümüze Dinler Tarihi, Isparta: 2011; Mircea
Eliade, Dinler Tarihine Giriş, çev. Lale Arslan Özcan, İstanbul: 2014; Dinler
Tarihi, ed. Baki Adam, Ankara: 2015; Mehmet Aydın, Dinler Tarihine
Giriş: Dinler - Mezhepler - Yeni Dini Hareketler, İstanbul: 2015; Osman
Cilâcı, Dinler Tarihi, Konya: 1994; Turhan Kaçar, Geç Antikçağ’da
Hıristiyanlık: Doğu’da İsa Doktrininin Siyasi ve Entelektüel Tarihi,
İstanbul: 2009; Şinasi Gündüz, Hıristiyanlık, İstanbul: 2015.
[64] Philip K. Hitti, Siyâsî ve Kültürel İslam Tarihi, çev.
Salih Tuğ, İstanbul: 1980.
[65] Levent Öztürk, İslam Toplumunda Hristiyanlar, İstanbul:
2012.
[66]
Semîr Abduh, es-Sûriyyûn ve’l-hadâratü’s-Süryâniyye, Dımaşk: 1998.
[67]
Bernard Lewis, The Arabs in History, Oxford: 1993.
[68] Arthur S. Tritton, The
Caliphs and Their Non-Muslim Subjects: A Critical Study of the Covenant of
‘Umar, London: 1930.
[69]
Ali Hüsnî el-Harbutlî, el-İslâm ve ehlü’z-zimme, Kahire: 1969.
[70]
Mustafa Fayda, Hz. Ömer Zamanında Gayr-ı Müslimler, İstanbul: 2006.
[71] Muhammed Hamidullah, İslâm’a
Giriş, çev. İbrahim Arif Koytak, Veysel Uysal, İstanbul: 2003; a.mlf., İslâm’da
Devlet İdaresi, çev. Hamdi Aktaş, İstanbul: 2012; a.mlf., İslâm
Müesseselerine Giriş, çev. İhsan Süreyya Sırma, İstanbul: 2013; a.mlf. İslâm
Peygamberi, çev. Mehmet Yazgan, İstanbul: 2008.
[72] İstifade edilen kaynaklar
arasında şunlar bulunmaktadır: Zeydân, İslâm Uygarlıkları Tarihi,
İstanbul: 2013-2015; Hasan İbrahim Hasan, Siyasî - Dinî - Kültürel - Sosyal
İslâm Tarihi, çev. İsmail Yiğit, Sadreddin Gümüş ve dğr., İstanbul: 1987; İslâm
Tarihi Kültür ve Medeniyeti, ed. İsmail Kıllıoğlu, İstanbul: 1997; The
Cambridge History of Iran, ed. W. B. Fisher, I. Gershewitch ve dğr.,
İngiltere: 1968-1991; Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, ed. Kenan Seyithanoğlu,
İstanbul: 1992; Steven Runciman, Haçlı Seferleri Tarihi, çev. Fikret
Işıltan, Ankara: 1987; İbrahim Sarıçam, Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı,
Ankara: 2007; Zekeriya Kitapçı, Emeviler Dönemi Arap Irkçılığı Orta Asya’da
İslamiyet ve Türkler, Konya: 2015; a.mlf., Yeni İslâm Tarihi ve Türkler
I: İslâmî Türk Tarihine Giriş, Konya: 2015.
[73] Nesim Doru, Doğu ’dan
Batı’ya Köprü Süryaniler: Felsefe ve Çeviri Geleneği, Ankara: 2007; a.mlf.,
Süryanilerde Felsefe, İstanbul: 2012.
[74] İstifade edilen felsefe tarihi
eserleri şunlardır: Macit Fahri, İslam Felsefesi Tarihi, çev. Kasım
Turhan, İstanbul: 2000; a.mlf., İslâm Felsefesi Kelâmı ve Tasavvufuna Giriş,
çev. Şahin Filiz, İstanbul: 2014; Ahmet Cevizci, Felsefe Tarihi,
İstanbul: 2009; Necip Taylan, Ana Hatlarıyla İslâm Felsefesi, İstanbul:
2014; İslâm Felsefesi Tarihi, ed. Seyyid Hüseyin Nasr, Oliver Leaman,
çev. Şamil Öçal, Hasan Tuncay Başoğlu, İstanbul: 2011; İslâm Felsefesi
Tarihi, ed. Bayram Ali Çetinkaya, Ankara: 2012.
[75]
İstifade edilen hadis tarihi eserleri şunlardır: Ali Yardım, Hadîs,
İstanbul: 2000; İsmail L. Çakan, Ana Hatlarıyla Hadis:
Bilgisi-Tarihi-Dindeki yeri ve Okuma-Okutma Yöntemi, İstanbul: 2015; Ahmet
Yücel, Hadis Tarihi, İstanbul: 2016; M. Zübeyr Sıddîkî, Hadis
Edebiyatı Tarihi, İstanbul: 2004.
[76] İstifade edilen tefsir tarihi
eserleri şunlardır: İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, Ankara: 2015;
Muhsin Demirci, Tefsir Tarihi, İstanbul: 2003; a.mlf., Tefsire Giriş,
İstanbul: 2013.
[77] Fıkıh ilminin gelişimi
hakkında istifade edilen kaynaklar şunlardır: Ahmed Hassan, İslâm Hukukunun
Doğuşu ve Gelişimi, çev. Ali Hakan Çavuşoğlu, Hüseyin Esen, İstanbul: 1999;
Zekiyyüddîn Şa‘bân, İslâm Hukuk İlminin Esasları (Usûlü’l Fıkh), çev.
İbrahim Kâfi Dönmez, Ankara: 2001.
[78] İstifade edilen kelam tarihi
eserleri şunlardır: Bekir Topaloğlu, Kelâm İlmine Giriş, İstanbul: 2016;
Şerafeddin Gölcük, Kelâm Tarihi, Konya: 2012; A. Saim Kılavuz, Anahatlarıyla
İslâm Akaidi ve Kelâm’a Giriş, İstanbul: 1993; Cağfer Karadaş, Ana
Hatlarıyla Kelâm Tarihi, İstanbul: 2014; Abdullatif Harputî, Kelâm
Tarihi, sad. Muammer Esen, Ankara: 2012; Orhan Şener Koloğlu, Kelâm
Tarihine Giriş, Bursa: 2016.
[79] GEDSH: Gorgias Encyclopedic
Dictionary of the Syriac Heritage, ed. Sebastian P. Brock, Aaron M. Butts,
George A. Kiraz, Lucas Van Rompay, New Jersey: Gorgias Press, 2011.
[80] Ansiklopediler için bkz. ERE:
Encyclopedia of Religion and Ethics, I-XII, ed. James Hasting, Edinburg: T.
T. Clark, 1908-1922; ER: Encyclopedia of Religion, I-XV, ed. Lindsay
Jones, New York: Thomson Gale, 2005; CE: The Catholic Encyclopedia,
I-XVII, ed. Charles G. Herbermann ve dğr., New York: The Knights of Columbus
Catholic Truth Committee, 1913-1922; NCE: New
[81]
Bkz. EK 1: Haritalar (Tur ‘Abdin).
[82] M.Ö. üçüncü binyıl boyunca
Sümerlerle birlikte Mezopotamya’da var oldukları tahmin edilen ve Süryânîler
ile birlikte Araplar ve İbraniler gibi Ortadoğu milletlerinin ataları konumunda
olan Sâmîler, M.Ö. 2350 yılında Mezopotamya’da kurulan Akad Devleti’yle ilk kez
siyasal bir güç haline gelmişlerdi. Bkz. Susan W. Bauer, Antik Dünya: İlk
Kayıtlardan Roma’nın Dağılmasına, çev. Mehmet Moralı, İstanbul: 2015, s.
26, 116-123; Hasan Bahar, Eskiçağ Uygarlıkları, Konya: 2015, s. 44-46;
Suphi Aksoy-Tuma Çelik, Mezopotamya Uygarlığında Süryânî Tarihi, Ankara:
2013, s. 21.
[83]
Bkz. Franz X. Schülein, “Semites”, CE, XIII, 707.
[84] Son zamanlarda yapılan
arkeolojik kazılardaki bulgular doğrultusunda Sümerlerin, Orta Asya veya
Kafkasya menşeli bir kavim oldukları tahmin edilmektedir. M.Ö. dördüncü
binyılda bölgeye gelmiş olmakla birlikte ilk defa M.Ö. üçüncü binyılda
(2900-2350) şehir devletleri olarak örgütlenen Sümerler’in siyasî gücü M.Ö.
2100-2004 yılları arasında iktidarını sürdüren III. Ur Hanedanlığı döneminde
zirveye çıkmıştır. Bu hanedanlığın ortadan kaldırılmasından sonra Sümerlerin Mezopotamya’daki
siyasî güçleri sona ermiştir. Bkz. M. Şemsettin Günaltay, Yakın Şark,
Ankara: 1987, I, 200-202, 242-278, 332-342; J. M. Roberts, Dünya Tarihi I:
Tarihöncesi Çağlardan 18. Yüzyıla..., İstanbul: 2015, s. 58-59; Bahar, Eskiçağ
Uygarlıkları, s. 40-49.
[85] Sâmî bir kavim olan Akadların
Mezopotamya’ya M.Ö. üçüncü binyılın ortalarında geldiği tahmin edilmektedir.
Kabaca M.Ö. 2350-2150 yılları arasında siyasi olarak bölgede hâkimiyet tesis
eden Akadlar, giriştikleri istila hareketi sonucunda büyük bir coğrafyayı
egemenlikleri altına almışlardır. Bu yönüyle onlar, tarihin bilinen ilk
imparatorluğunun kurucusudur. Bkz. Günaltay, Yakın Şark, I, 293; Bauer, Antik
Dünya, s. 121; Bahar, Eskiçağ Uygarlıkları, s. 44-46. Akadların
Sümer kültüründen etkilenmeleri hakkında bkz. Günaltay, Yakın Şark, I,
307; Roberts, Dünya Tarihi I, s. 68.
[86] Bkz. Gotthelf Bergstrasser, Sâmî
Dilleri Tarihi, çev. Hulusi Kılıç, Eyüp Tanrıverdi, İstanbul: 2006, s. 15;
Chaim M. Rabin, “Semitic Languages”, EJd2, XVIII, 281-282;
Lucas Van Rompay, “Aramaic”, GEDSH, s. 28. Ayrıca bkz. “Süryânîce’nin
Gelişimi” başlığı.
[87] Keldânîler de denir.
Kelimenin etimolojisi için bkz. Kadir Albayrak, “Geçmişte ve Günümüzde Keldani
Kilisesi”, ÇÜİFD, 1 (2001), s. 107-110.
[88] Gorgis D. Malik, aynı atadan
gelip yakın topraklara yerleşen Ârâmîler, Asurlular ve Keldânîlerin aslında tek
bir millet olarak değerlendirilmesi gerektiği kanısındadır. Bkz. Gorgis D.
Malik, Süryânîlerin Tarihi: İlk Hıristiyanlıktan Kadim Doğu Süryani
Müjdeci-Havari Kilisesi, çev. Vedii İlmen, İstanbul: 2012, s. 18. Ancak
bilimsel araştırmalar bu kanaati desteklememiştir. Birbirlerine karşı konumları
kardeş veya amca çocuğu mesabesinde olan bu Sâmî kavimlerin her biri zaman
içerisinde kendi medeniyetlerini inşa etmişlerdir. Bununla birlikte Sâmî
kökenli devletlerin tarih sahnesinden silinmesinden sonra bu devletlerin geride
kalan halkları, dil olarak Ârâmîce çatısı altında birleşmişler ve yarı göçebe
Suriye Ârâmîleri ile de kaynaşarak bugüne Süryânîler adıyla gelen toplumun
temellerini oluşturmuşlardır. Ayrıntılı bilgi için bkz. “Süryânîler’in Kökeni”
başlığı.
[89] Mehmet Çelik, M.S. V. asırdaki
teolojik tartışmalardan sonra birbirinden ayrılan Doğu Süryânîleri’nin
(Nestûrîler) Asurlulardan, Batı Süryânîleri’nin de Ârâmîler’den geldiğini ifade
eder. Bkz. Mehmet Çelik, Süryânî Tarihi I, Ankara: 1996, s. 17. Bu
görüşe kısmen katılmakla birlikte, bir önceki dipnotla da bağlantılı bir
şekilde düzeltilmesi gereken noktaların olduğunu düşünüyoruz. Tarih boyu
milletlerin diğer milletlerle etkileşim içinde oldukları ve sürekli bir dönüşüm
halinde bulundukları inkâr edilemez bir gerçekliktir. M.Ö. ikinci bin yılın
ikinci yarısında Suriye ve Mezopotamya’ya göç etmeye başladıkları arkeolojik
çalışmalardan anlaşılan Ârâmîler’in de yeni yaşadıkları coğrafyalarda göçten
önceki safiyetlerini aynen sürdürdükleri söylenemez. Bu bakımdan Suriye ve Tur
‘Abdin bölgesinde yaşayan Batı Süryânîleri’nin milattan önceki asırlarda bu
bölgeye göç etmiş olan Ârâmîler’den geldiğini söylemek doğal olarak mümkündür.
Ancak burada yaşamış olan Ârâmîler’in, bölgede daha önceden var olan
Kenanlılar, Hurriler (Sâmî olmayan Mitanni Krallığı halkı) ve Hititlerle
kaynaşıp yeni bir kültür ortamı oluşturduklarını göz ardı etmemek gerekir. Doğu
Süryânîleri’ne gelince; onların Asurluların devamı olduğunu söylemek
kanaatimizce, tarihi süreci göz ardı eden çok genelleyici bir yaklaşım olur.
Doğu Süryânîleri’nin yaşam alanı olan Mezopotamya’nın M.Ö. Akad, Asur ve Babil
halklarının yerleşim yeri olması bizi kolay bir yargıya gitmeye sevk etmemelidir.
Ancak Ârâmîler’in ve onlarla aynı dönemde göç eden kardeş kabile Kaldelilerin
(Keldaniler) bölgeye yoğun göçleri ve Asur-Babil devletlerinin yıkılmasından
sonra yabancı hâkimiyetinde şekillenen yeni toplumsal ve kültürel ortam iyi
değerlendirilmelidir. Araştırmacılar, M.Ö. birinci binyılın ikinci yarısından
itibaren Suriye’den Mezopotamya’ya kadar bütün bölgede Ârâmîler’in baskın
kültür haline geldikleri ve dillerinin de bütün Sami milletlerce hatta
yabancılar tarafından da benimsendiği konusunda hemfikirdirler. Dolayısıyla,
önceleri farklı medeniyetleri temsil etmekle birlikte bölgenin kadim halkları,
yerli siyasî otoritelerin bulunmadığı milattan önceki son yüzyıllarda
Ârâmîler’le kaynaşmış ve ortak bir medeniyet inşa etme sürecinde
Ârâmîleşmişlerdir. Zira akraba kavimler olmaları dolayısıyla
kültürleri-inançları-dilleri arasında büyük bir mesafe yoktu ve zaten belli
ölçüde iç içe yaşıyorlardı. Sonuç olarak diyebiliriz ki; Suriye ve
Mezopotamya’daki kadim halkların mirası, Ârâmîleşmiş
bir biçimde milattan sonraya
aktarılmıştır. Bu durumda Süryânîler’in doğrudan doğruya
Asurlulardan veya Ârâmîler’den değil; ama Asur, Babil, Ârâmî, Keldânî ve hatta
bölgede yaşayıp Sâmî olmayan diğer kavimlerin katkısıyla oluşan, Ârâmîleşmiş
ortak bir kültür ve nesilden geldiğini söylemek daha doğru olacaktır.
Süryânîler’in kökeni ile ilgili olarak ortaya atılan iddialar hakkında bkz.
Mehmet Şimşek, Süryânîler ve Diyarbakır, Ankara: 2003, s. 29; Mutay
Öztemiz, Süryaniler, İstanbul: 2012, s. 7-9; Hakan Olgun, “Asurî Göçleri
ve Kimlik Arayışı”, Milel ve Nihal, 3 (2008), s. 270-277.
[90] Arp. fi״,
İbr. שם.
Bkz. Yaratılış, 9/18; Nahum M. Sarna, “Shem”, EJd2, XVIII,
453. Sâmî (Arp. ^>1״, İng. Semite)
ifadesi ilk defa, Tevrat’taki bu bilgi temelinde, İbrânîce’yle bağlantılı
dilleri ifade etmek için Ludwig Schlözer tarafından 1781’de kullanılmıştır.
Kullanım zamanla daha da benimsenmiş ve modern zamanlarda, aslen Sâmî dili
konuşan ve aynı zamanda bu dili konuşanların kültürüne tamamen uyum sağlamış
olan toplulukların hepsine birden Sâmîler denmiştir. Bkz. Schülein, “Semites”, CE,
XIII, 706-707; Moshe Greenberg, “Semites”, EJd2, XVIII, 280.
Hz. Peygamber (as.) bir hadisinde Araplar’ın atasının Sâm olduğunu söyler. Bkz.
Tirmizî, “Tefsîr”, 37/3, 4; “Menâkıb”, 69. İslâmî kaynaklarda da Sâm, Araplar’ın
atası olarak gösterilir. Bkz. İbn Sa‘d, Tabakâtü’l-Kübrâ, thk. Muhammed
Abdülkâdir Atâ, Beyrut: 1990, I, 38-46; Belâzurî, Ensâbü’l- eşrâf, thk.
Riyâd ez-Ziriklî, Süheyl Zekkâr, Beyrut: 1996, I, 3-5.
[91] Bkz. Yaratılış, 10/22; Abraham
Malamat, “Aram, Arameans”, EJd2, II, 337.
[92]
Bkz. Malik, Süryanilerin Tarihi, s. 18.
[93]
Bkz. Yaratılış, 24/10; 25/20; 31/18. Yaratılış 24/10’da bir bölge adı olarak Aram-Naharaim
(Tür. İki nehrin Aram’ı) ifadesi kullanılmaktadır. Bölgenin, arasında bulunduğu
bu iki nehrin hangi nehirler olduğu net değildir. Bunlar Fırat ile Habur, Habur
ile Dicle veya Fırat ile Dicle olabilir. M.Ö. XI. asra ait asur yıllıklarında
da mat Arimi (Tür. Aram diyarı) denen bir coğrafyadan bahsedilmektedir.
Bu ifadenin de Fırat’ın doğusunda en azından Habur Nehri’ne kadar uzanan
topraklar için kullanıldığı anlaşılmaktadır. Aram coğrafyası hakkındaki bu iki
bilgi hemen hemen örtüşmektedir. Bkz. Sebastian P. Brock-David G. K. Taylor, Saklı
İnci, çev. ve haz. Gabriel Rabo, İstanbul: 2006, I, 7.
[94] Bkz. Brock-Taylor, Saklı
İnci, I, 7; Malamat, “Aram, Arameans”, EJd2, II, 337;
Javier Teixidor, “Aramean Religion”, ER, I, 446.
[95] Bölgede daha önceden var olan
yerli halklarla Sâmî kökenli Akad ve Amurru halklarının karışımından ortaya
çıkmış olan Asurlular, M.Ö. y. 2100’den itibaren ticaret yollarının kesişim
noktasında bulunan Assur şehri sayesinde zenginleşmişler ve özellikle
XIX ve XVIII. asırlarda bölgede siyasî bir güç olarak varlık göstermişlerdir.
M.Ö. y. 1750’de sona eren bu dönem Eski Asur Dönemi olarak tespit edilmiştir.
Bundan sonra uzun süre bölgede siyasî bir varlık gösteremeyen Asurlular, M.Ö.
XIV. asırdan itibaren tekrar güç kazanmışlardır. I. Tiglat-Pileser (krallığı:
M.Ö. 1114-1076) ile en parlak dönemini yaşayan Asurlular, onun ardından bölgedeki
siyasî nüfuzlarını kaybetmişlerdir. Bu dönem Orta Asur Dönemi (M.Ö. 1370-XI.
asrın ortaları) olarak adlandırılır. Asurluların M.Ö. X. asrın sonlarından
itibaren girmiş oldukları yeni yükseliş devresi de Yeni Asur Dönemi (M.Ö.
934-612) olarak tanımlanır. Bu dönemin M.Ö. 612 senesinde son bulmasıyla
Asurlular siyasî bakımdan tarihe karışmışlardır. Bkz. Günaltay, Yakın Şark,
I, 552-573; Clive Ponting, Yeni Bir Bakış Açısıyla Dünya Tarihi, çev.
Eşref Bengi Özbilen, İstanbul: 2015, s. 140-141; Bahar, Eskiçağ Uygarlıkları,
s. 52, 56-62.
[96]
Mısır’daki Nil Deltası’ndan başlamak üzere Akdeniz’in doğu kıyısı boyunca
uzanıp Fırat’a ulaşan, Anadolu’nun güneydoğusunu da içine aldıktan sonra Fırat
ve Dicle nehirleri boyunca ilerleyip Basra körfezine varan ve adeta Arabistan
Yarımadası’nın kuzeyinde ters duran bir hilali andıran hat, yaygın şekilde
Bereketli Hilal olarak isimlendirilmektedir. Zira elverişli sulama imkânları ve
iklim koşulları sayesinde tarım ilk defa bu bölgelerde yapılmıştır. Bkz. Chris
Harman, Halkların Dünya Tarihi: Taş Devrinden Yeni Binyıla, çev. Uygur
Kocabaşoğlu, İstanbul: 2016, s. 24; Bauer, Antik Dünya, s. 16-17. Ayrıca
bkz. EK 1: Haritalar (Bereketli Hilal).
[97]
Brock-Taylor, Saklı İnci, I, 7-8; S. P. Brock-J. F. Coakley, “Arameans”,
GEDSH, s. 30.
[98]
Ârâmî ismiyle Ârâmîler denen bu Sâmî topluluğu arasındaki bağlantı net bir
şekilde ortaya konulabilmiş değildir. Dahası bu kelimenin semitik etimolojiyle
tatmin edici bir açıklaması da yapılamamaktadır. En erken Naram-Sin (M.Ö. y.
2557-2520) döneminde rastlanan Aram kelimesinin ise Suriye’nin kuzeydoğusundaki
bölge için kullanıldığı açıktır. Muhtemeldir ki daha sonra bu bölgeye yerleşen
göçebe kabileler, Asurlular tarafından bu şekilde isimlendirilmişlerdir.
Ayrıntılı bilgi için Bkz. Raymond A. Bowman, “Arameans, Aramaic and the Bible”,
JNES, 2 (1948), s. 66.
[99]
Sutiler ve Ârâmîler’in öncüleri olduğu düşünülen diğer kabileler hakkında bkz.
Günaltay, Yakın Şark, III, 134-141; Bowman, “Arameans, Aramaic and the Bible”, JNES,
2 (1948), s. 66, 69; Malamat, “Aram, Arameans”, EJd2, II,
337.
[100] Kutsal Kitap ve bilimsel
verileri karşılaştıran bilim adamları İbrânî Babaları denen ve M.Ö. 1800 yılı
dolaylarında yaşamış olan İbrâhîm, İshâk ve Ya’kûb peygamberlerin de bu Suti
topluluğundan olduğu kanısını taşımaktadırlar. M.Ö. II. binyılın başlarında
başlayıp doğuya ve daha çok batıya doğru gerçekleşen Suti göçleri sırasında
Filistin’e geldikleri tahmin edilmektedir. Tesniye, 26/5’te geçen “Atam göçebe
bir Ârâmî idi” ifadesi bağlamında konu üzerine yapılan tartışmalar hakkında
bkz. Bowman, “Arameans, Aramaic and the Bible”, JNES, 2 (1948), s.
67-69; Benjamin Mazar, “The Aramean Empire and Its Relations with Israel”, BA,
4 (1962), s. 98; Alan R. Millard, “A Wandering Aramean”, JNES, 2 (1980),
s. 153-155; J. Gerald Janzen, “The ‘Wandering Aramean’ Reconsidered”, VT,
3 (1994), s. 359-375; Daniel Machiela, “Who is the Aramean in ‘Deut’ 26:5 and
What is He Doing? Evidence of a Minority View From Qumran Cave 1 (‘1QapGen’
19.8)”, RQ, 3 (2008), s. 395-403; Malamat, “Aram, Arameans”, EJd2,
II, 337; Harry Freedman, “Patriarchs, The”, EJd2, XV,
689-691.
[101] Son dönemde yapılmış olan
araştırmalar doğrultusunda Sâmîlerin anayurdunun Arabistan Yarımadası olduğunu
tahmin edilmektedir. İklim şartlarının giderek elverişsizleşmesi ve nüfusun
hızlı bir şekilde artması nedeniyle Sâmîler; M.Ö. IV. binyılın sonlarından
itibaren, hemen hemen her binyılda bir yarımadanın dışına doğru göç hareketi
gerçekleştirmişlerdir. M.Ö. IV. binyılın sonlarından III. binyılın ortalarına
kadar devam eden süreçte Arabistan dışına göç eden ilk Sâmîler Mezopotamya
coğrafyasına yerleşmişlerdir. Yerleşmiş oldukları bölgeden dolayı Akadlar
denen bu topluluk, Asur ve Babil halklarının da temelini oluşturmuştur.
Sâmîlerin ikinci büyük göç dalgası Kuzeybatıya doğru gerçekleşmiştir. Amurrular
(veya Amunler. İng. Amorites) denen bu Sâmîler, M.Ö. III. binyıl içerisinde
Suriye ve Filistin bölgelerine yerleşmiş ve Orta Asya kökenli yerli halklarla
karışmışlardır. M.Ö. II. binyıl boyunca gerçekleşen üçüncü göç dalgasıyla
birlikte Suriye ve Mezopotamyanın sınırlarına yerleşen Sâmîler ise daha sonra Ârâmîler
olarak adlandırılmışlardır. Yarımadanın dışına gerçekleştirilen dördüncü ve
sonuncu göç hareketi ise MS. VII. asırda başlayan Müslüman Arap fetihleri
esnasında vuku bulmuş, bu Sâmîler Orta Asya sınırlarından İber Yarımadasına
kadar yayılmışlardır. Sâmîlerin anayurdu ve göçleri hakkında bkz. Günaltay, Yakın
Şark, I, 283-289; Philip K. Hitti, Syria: a Short History (Being a
Condensation of the Author’s History of Syria, Including Lebanon and Palestine),
New York: 1959, s. 31; Herbert G. Wells, A Short History of the World,
New York: 1922, s. 88-90; Hourani, Arap Halkları Tarihi, s. 33; Neş’et
Çağatay, “Samiler-Araplar ve Güney Arabistan Devletleri”, AÜİFD, 3-4
(1955), s. 45; Adnan Demircan, “Sâmîler”, DİA, XXXVI, 76. Sâmîlerin
anavatınının Arabistan olduğu teorisine karşı çıkan ve Tevrat’taki bilgilerle
uyumlu bir şekilde Sâmîlerin anavatanının kuzeyde yer alan Ermenistan
coğrafyası olduğunu savunan görüş için bkz. Jehoshua M. Grintz, “Samilerin
Anavatanı Üzerine”, çev. Ömer Acar, AÜİFD, 1 (2010), s. 415-444. Anadolu
dışındaki Batı Asya’nın tamamına yayılmalarını netice veren göç hareketiyle
paralel şekilde, filolojik bakımdan da incelendiğinde Sâmîlerin dört ana guruba
ayrıldıkları tespit edilmiştir: Babil-Asur Sâmîleri (Doğu Sâmîleri), Kenan
Sâmîleri (Batı Sâmîleri), Arap Sâmîleri (Güney Sâmîleri) ve Ârâmî Sâmîleri
(Kuzey Sâmîleri). Akdeniz’e yakın Toroslardan başlayıp İran körfezine kadar
devam eden sıradağlar Sâmîlerin yurdunu diğer Asya topluluklarından ayırıyordu.
Bu bölge güneyden ve batıdan ise denizle çevriliydi. Doğu’da Fırat ve Dicle’nin
şekillendirdiği Mezopotamya, ilk devletleşen Sâmî kavmi Akadların mirasını
devralan Babil-Asur Sâmîlerinin yurduydu. Batıda Lübnan’dan başlayıp Filistin’e
doğru uzanan kıyı bölgesinde Kenan Sâmîleri yerleşmişti. Arabistan’dan başlayıp
Sinâ yarımadasına kadar uzanan bölge Arap Sâmîlerinin toprağıydı. Kuzey Suriye,
Lübnan dağları, Dımaşk Ovası, çölün ortasındaki Palmira (Tedmür) Vahası ise genel
olarak Ârâmîler tarafından ele geçirilmişti. Bkz. Schühlein, “Semites”, CE,
XIII, 707; George A. Barton, “Semitic Languages”, JE, XI, 187-192;
Rabin, “Semitic Languages”, EJd2, XVIII, 280-286; Demircan,
“Sâmîler”, DİA, XXXVI, 75-76.
[102] Asurluların M.Ö. X. asrın
sonlarında başlayan son egemenlik döneminde karşılaşılan elliden fazla Ârâmî
kabilesinin isimleri incelendiğinde, kelimelerin ancak Arapça ile en iyi
şekilde açıklanabildiği görülmüştür. Dolayısıyla, onlara Arap denemese bile bu,
onların Arabistan’dan çıktıklarının ve Sâmî kavimlerinden biri olduklarının
açık göstergesi kabul edilmiştir. Diğer taraftan bu kabile isimleri,
Ârâmîce’nin Bereketli Hilâl’de gelişip dönüşmesinden önce göçebeler tarafından
konuşulan ve Arapça’yla daha yakın bir ilişki içinde bulunan yalın halinin de
bir göstergesidir. Bkz. Bowman, “Arameans, Aramaic and the Bible”, JNES,
2 (1948), s. 66-67.
[103] Ahlamiler bölgede güçlenmeye
başladıklarında Sutilerin zayıfladığı görülmektedir. Her ikisi de Amarna
yazıtlarında bazen ayrı ayrı bazen de birlikte yer almışlardır. Yazıtlardan
Sutilerin daha yerleşik oldukları ve göçebe Ahlamilerin istilalarına karşı
Kenanlılarla birlikte hareket ettikleri anlaşılmaktadır. M.Ö. XII. yüzyıldan
sonraki Asur kayıtlarında Sutilere rastlanmamaktadır. Ahlame adı ise Ârâmî
göçebeler için bir süre daha kullanılmaya devam etmiştir. Ayrıntılı bilgi için
Bkz. Bowman, “Arameans, Aramaic and the Bible”, JNES, 2 (1948), s.
69-70.
[104] Brock-Taylor, Saklı İnci,
I, 61-62; Mazar, “The Aramean Empire and Its Relations with Israel”, BA,
4 (1962), s. 101; Schühlein, “Semites”, CE, XIII, 708.
[105] Mitanni Devleti, M.Ö. üçüncü
binyılın sonlarından itibaren Mezopotamya’nın yukarı kesimlerine yerleşmiş olan
Hurri kabilelerinin, XVI. asırda siyasî olarak bir beyin etrafında toplanmalarıyla
kurulmuş olan bir devlettir. Hititler ve Asurlularla mücadele etmişlerdir. M.Ö.
XIV. asırda Mitanni Devleti’ne Hititler tarafından son verilmesinden sonra
bölgede otorite boşluğu meydana gelmiştir. Bkz. Bahar, Eskiçağ Uygarlıkları, s.
55-56.
[106] Ârâmîler’le Keldânîlerin
yakın soydaş oldukları genel kabul gören bir görüş ise de bu tartışmalı bir
konudur. Batıdaki soydaşlarından ayrılıp Bâbil diyarına geçtikten sonra burada
siyasî oluşumların içine giren Ârâmîler hakkında bkz. Günaltay, Yakın Şark,
I, 536; III, 138; Bauer, Antik Dünya, s. 373; Anson Rainey, “Chaldea,
Chaldeans”, EJd2, IV, 561-562.
[107]
Bauer, Antik Dünya, s. 317.
[108] Hitti, Syria: A Short
History, s. 43; Bahar, Eskiçağ Uygarlıkları, s. 116-117.
[109]
Schühlein, “Semites”, CE, XIII, 708.
[110] M.Ö. 1200’lerden itibaren
yaklaşık 400 yıl boyunca devam eden dönem, Bronz Çağı Çöküşü (İng. Bronze Age
Collapse) olarak adlandırılmıştır. Erken Demir Çağı’na geçilmesiyle birlikte
dönem sona erer. Bronz Çağı Çöküşünün etkileri hakkında bkz. William H.
McNeill, Dünya Tarihi, çev. Alâeddin Şenel, Ankara: İmge Kitabevi, 2002,
s. 88-93; Harman, Halkların Dünya Tarihi, s. 55-57.
[111] Hitti, Syria: A Short
History, s. 43; Mazar, “The Aramean Empire and Its Relations with Israel”, BA,
4 (1962), s. 102; Teixidor, “Aramean Religion”, ER, I, 446; Dinçol,
“Ârâmîler”, DİA, III, 269; Sebastian P. Brock, “Arameans”, GEDSH,
s. 30.
[112] Hadadezer (M.Ö. 880-842),
bugünkü Hama yakınlarında kurulmuş olan Ârâmî devletlerinden Aram- Sova’nın
kralıydı. Bkz. Teixidor, “Aramean Religion”, ER, I, 446.
[113] 2. Samuel, 8/3-8.
[114] İng. Transjordan. Ürdün
Nehri’nin doğduğu yerden başlayıp nehir boyunca Ölü Deniz’e kadar ulaşan ve
buradan da Kızıldeniz’e varan hattın (Bugünkü Ürdün’ün batı sınırını oluşturan
hat) doğusunda kalan bölgeye denir. Bkz. Michael Avi-Yonah-Joseph Nevo,
“Transjordan”, EJd2, XX, 92.
[115] 2. Samuel, 10/1-18. Ayrıca Dâvûd Peygamber zamanında İsrailliler
ve Hadadezer idaresindeki
Aram-Sova Ârâmîleri arasında vuku bulan iktidar mücadelesi ve
savaşlar için bkz. Mazar, “The Aramean Empire and Its Relations with Israel”, BA,
4 (1962), s. 102-104.
[116] Bu dönemde Suriye’de kurulan
bağımsız Ârâmî devletlerinden bazıları -Tevrat’ta da adı geçen- Aram-Sova, Aram
Bet-Rehob, Aram Maaka ve bunlardan biraz daha sora kurulan Aram- Damaskus’tur.
Mezopotamya’dakilerden bazıları ise Fırat’ın yukarı kesimlerinde yer alan
Bît-Adini (Tevrat’ta Bet-Eden), Bît-Bahiâni; Fırat’ın orta kesimlerinde bulunan
Bît Halupe, Hindân ve Suhu; Dicle’nin yukarı kesiminde Bît-Zamâni ile Basra
Körfezi’ne daha yakın bölgelerde Bît-Dakuri ve Bît Lakin idi. Bunlar dışında
bölgede siyasî oluşum içinde olan irili ufaklı pek çok Ârâmî kabilesi mevcuttu.
Bu dönemde bölgede siyasî varlık gösteren Ârâmî devletleri hakkında bkz.
Malamat, “Aram, Arameans”, EJd2, II, 338; Ali M. Dinçok,
“Ârâmîler”, DİA, III, 269. Ayrıca bkz. EK 1: Haritalar (Ârâmî
Devletleri).
[117]
Brock, “Arameans”, GEDSH, s. 30-31.
[118] Ârâmîler’in bölgedeki
hegomonyaları siyasî ve askerî olmaktan daha çok ticarî ve ekonomik bir temele
dayanmıştır. Ârâmîler’in bölgenin ticaretini kontrolleri altına almaları
hakkında bkz. Bkz. Günaltay, Yakın Şark, III, 141; Mazar, “The Aramean
Empire and Its Relations with Israel”, BA, 4 (1962), s. 101.
[119] Önde gelen Ârâmî krallıkları
ve Asur hâkimiyetine girmeleri hakkında bkz. Brock-Taylor, Saklı İnci,
I, 65-71; Günaltay, Yakın Şark, I, 555-557; Dinçok, “Ârâmîler”, DİA,
III, 269; Brock, “Arameans”, GEDSH, s. 31; Çelik, Süryânî Tarihi,
s. 17-18.
[120]
Bu etnik karışım sadece halk arasında değil kraliyet ailesi düzeyinde de
gerçekleşmişti. Sanherib’in (krallığı: M.Ö. 705-681) karısı ve aynı zamanda
halefi Esarhaddon’un (krallığı: M.Ö. 681-669) annesi bir Ârâmî idi. Daha önce
Batı-Sâmî bir kelime olan Nakî‘a adıyla bilinirken kralla evlendikten sonra
aynı anlama (pak, temiz) gelen Asurca Zakûtu ismini almıştır. Bkz.
Brock-Taylor, Saklı İnci, I, 89; Bowman, “Arameans, Aramaic and the
Bible”, JNES, 2 (1948), s. 75.
[121] Bowman, “Arameans, Aramaic and the Bible”, JNES,
2 (1948), s. 71-72.
[122] Brock-Taylor, Saklı İnci, I, 89; Olgun, “Asurî Göçleri ve
Kimlik Arayışı”, Milel ve Nihal, 3 (2008),
s. 269-270.
[123]
Araplar tarafından kurulan Nabatî Krallığı’nın (M.Ö. IV. asrın sonları-M.S.
106) bölgedeki etkinliği hakkında bkz. Corcî Zeydân, el-‘Arab kable’l-İslâm,
Mısır: 1922, s. 68-83; Hüseyin eş-Şeyh, el- ‘Arab kable’l-İslâm,
İskenderiye: 1993, s. 117-141; Ahmet Ağırakça, “Nabatîler”, DİA, XXXII,
257258.
[124]
M.S. 260-273 yılları arasında bağımsız hareket etmiş olan Tedmür şehrinin,
milattan önceye dayanan ekonomik gücü ve burada Araplar tarafından kurulan
krallık hakkında bkz. Zeydân, el-‘Arab kable’l- İslâm, s. 83-93; Şeyh, el-‘Arab
kable’l-İslâm, s. 143-156; Ağırakça, “Tedmür”, DİA, XL, 264-265.
[125] M.Ö. 132-M.S. 244 yılları
arasında, bugünkü Şanlıurfa merkezli kurulmuş olan krallık hakkında bkz.
Timothy S. Wardle, “Abgarids of Edessa”, GEDSH, s. 5-7.
[126]
Aslı Yunanca olan kelime “bütün ilahlar” anlamına gelmektedir. Bir dinler
tarihi terimi olarak ise ifade ilahlar hiyerarşisi veya ilahlar
silsilesi anlamındadır. Özellikle çok tanrılı dinsel geleneklerde, ilahlar
arasındaki hiyerarşik ilişkiye dair kurgulanmış düzen için kullanılır. Roma
döneminde bu adı taşıyan tapınaklar da inşa edilmiştir. Bkz. Orhan
Hançerlioğlu, “Panteon”, Dünya İnançları Sözlüğü, İstanbul: 2004, s.
397; Şinasi Gündüz, “Panteon”, Din ve İnanç Sözlüğü, Ankara: 1998, s.
300-301; Osman Cilacı, “Panteon”, Dinler ve İnançlar Terminolojisi,
İstanbul: 2001, s. 283-284.
[127] Sergei Aleksandrovich
Tokarev, Dünya Halklarının Dinler Tarihi, çev. Rauf Aksungur, İstanbul:
2006, s. 378-380; Brock-Taylor, Saklı İnci, I, 95; Ali M. Dinçol,
“Ârâmîler”, DİA, III, 270.
[128]
Teixidor, “Aramean Religion”, ER, I, 447.
[129]
Brock-Taylor, Saklı İnci, I, 93.
[130]
Mircea Eliade-Ioan P. Couliano, Dinler Tarihi Sözlüğü, çev. Ali Erbaş,
İstanbul: 1997, s. 216; Gündüz, “Adad”, Din ve İnanç Sözlüğü, s. 15; age.,
“Hadad”, s. 152; age., “İşkur”, s. 196; Edward Lipinski, “Adad”, ER,
I, 27.
[131]
Arp. Tel Halaf (^^ J□). Günümüzde, Şanlıurfa’nın Ceylanpınar ilçesinin hemen
karşısında bulunan Resulayn’ın yaklaşık 2 km batısında yer alan bir kasaba.
Ârâmî krallıklarından Bît Bahiâni’nin merkezi olan şehrin antik ismi Guzana
(Kutsal Kitap’ta Gozan. Bkz. 2. Krallar, 17/6) idi. Bkz. Brock-Taylor, Saklı
İnci, I, 65. Ayrıca bkz. EK 1: Haritalar (Arkeolojik Yerler-2).
[132]
Brock-Taylor, Saklı İnci, I, 95; Teixidor, “Aramean Religion”, ER,
I, 447; Frederic Macler, “Syrians (Arameans)”, ERE, XII, 165.
[133] Lipinski, “Adad”, ER,
I, 27.
[134] Hitti, History of Syria:
Including Lebanon and Palastine, London: 1951, s. 172; Macler, “Syrians
(Arameans)”, ERE, XII, 165; Lipinski, “Adad”, ER, I, 27.
[135] Allat isminin cahiliye
Arapları’nın en büyük ilahlarından olan Lât ile ilişkisi hakkında bkz. Tevfik
Fehd, “Lât”, DİA, XXVII, 107.
[136]
Brock-Taylor, Saklı İnci, I, 93-94; Macler, “Syrians (Arameans)”, ERE,
XII, 165.
[137]
Hitti, Syria: A Short History, s. 45.
[138]
Teixidor, “Aramean Religion”, ER, I, 447.
[139]
Sümer panteonunda birinci derecede bulunan ilahlar gök, yer, deniz ve havayı
kontrol eden dört büyük doğa ilahıydı. En çok tazim gören ilahlar bunlardı. Ay,
Güneş ve Venüs yıldız ilahları ise daha alt mertebede bulunuyorlardı.
Sümerlerin inanç sistemi Ortadoğu’daki diğer kavimler üzerinde etkili olmuş,
Sümer ilahları farklı adlarla yaşamaya devam etmişlerdir. Örnek olarak,
Sümerlerde Ay ilahının adı Nanna, güneş ilahının adı Utu idi.
Asurlular bu isimleri Suen/Sin ve Şamaş olarak
değiştirmişlerdir. Sümer inancı ve diğer eskiçağ milletleri üzerindeki etkisi
hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Eliade-Couliano, Dinler Tarihi Sözlüğü,
s. 216; Ekrem Sarıkçıoğlu, Başlangıçtan Günümüze Dinler Tarihi, Isparta:
2011, s. 16-18; Bekir Zakir Çoban, “Anadolu, Mezopotamya ve Mısır Dinleri”, Dinler
Tarihi El Kitabı, ed. Baki Adam, Ankara: 2015, s. 515-519; Ebru Uncu,
“Mezopotamya, Anadolu ve Mısır Medeniyetlerinde Güneş Kültü”, IJH, 1
(2013), s. 350-351; Jakobsen, “Mesopotamian Religions”, ER, IX,
5955-5956; David Marcus, “Nanna”, ER, IX, 64146415; Tikva Frymer
Kensky-Pietro Mander, “Utu”, ER, XIV, 9494-9495.
[140]
Bkz. Sarıkçıoğlu, Dinler Tarihi, s. 49; Eliade-Couliano, Dinler
Tarihi Sözlüğü, s. 196; Gündüz, “Baal”, Din ve İnanç Sözlüğü, s.
53-54; Uncu, “Mezopotamya, Anadolu ve Mısır Medeniyetlerinde Güneş Kültü”, IJH,
1 (2013), s. 352-353; Walls, “Baal”, ER, II, 723; Suat Yıldırım, “Ba‘l”,
DİA, IV, 553.
[141] Yaratıcı bir Fırtına ilahı
olarak Hadad’ın özellikleri hakkında bkz. Eliade, Dinler Tarihine Giriş,
çev. Lale Arslan Özcan, İstanbul: 2014, s. 100; Macler, “Syrians (Arameans)”, ERE,
XII, 165.
[142]
Teixidor, “Aramean Religion”, ER, I, 449.
[143]
Krş. Arp. Put anlamına gelen ensâb (^l^l). Dikmek, ikame etmek
anlamındaki aynı kelime kökü nsb (Arp. m^,
Sür. ^^j), Süryânîce’de de bulunmakla
birlikte ondan put anlamına gelen bir kelime türetilmemiştir. Bkz. Hasan b.
Behlûl, Lexicon, haz. Rubens Duval, Paris: 1901, s. 1267-1268.
[144] Komerler, berberler, yazıcılar, kutsal fahişeler ve hizmetçiler
gibi dinî görevi bulunan gruplar
hakkında bkz.
Macler, “Syrians (Arameans)”, ERE, XII, 166.
[145]
Teixidor, “Aramean Religion”, ER, I, 450.
[146] Zincirli ve Neirab için bkz.
Bkz. EK 1: Haritalar (Arkeolojik Yerler-2)
[147]
Bu kitabelerde ölülere ve kabirlere saygı gösterilmesi istenmekte, saygısızlık
yapanların ilahlar tarafından cezalandırılması için beddualar edilmektedir.
Kitabeler için bkz. Şükran Yaşar, “Edessa Mezar Kitabe ve Mozaiklerine Göre
Urfa Paganlarında Ahiret İnancı”, CBÜSBD, 1 (2013), s. 117.
[148]
Macler, “Syrians (Arameans)”, ERE, XII, 166; Teixidor, “Aramean
Religion”, ER, I, 450.
[149]
Grek egemenliği döneminde Edessa olarak isimlendirilen şehrin Süryânîce
ismi Urhay/Urhoy (,mîo^)
şeklindedir. Arapça’daki er-Ruhâ (»IajİI)
ismi de yüksek olasılıkla buradan gelmiştir. Bkz. Yâkût el-Hamevî, Mu’cemü’l-büldân,
III, 106-107; Albert Abûnâ, Âdâbü’l-lüğati’l-Ârâmiyye, Beyrut: 1996, s.
25-26; Ahmet Nezihi Turan, “Şanlıurfa”, DİA, XXXVIII, s. 337; Amir
Harrak, “Edessa”, GEDSH, s. 138.
[150] İbrânîce ve Süryanice’de Haran
(İbr. חו־ן , Sür. ^.t״) olarak bilinen
isim, Arapça’ya Harrân (jlj^) şeklinde geçmiştir. Bugünkü kullanımda da
Arapça’nın etkisi görülmektedir. Bkz. Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemü’l-büldân,
II, 235-236; William W. Hallo, “Haran”, EJd2, VIII, 343;
Ramazan Şeşen, “Harran”, DİA, XVI, 237; Hidemi Takahashi, “Harran”, GEDSH,
s. 191.
[151]
Aziz Günel, Türk Süryânîler Tarihi, Diyarbakır: 1970, s. 30; Çelik, Süryânî
Tarihi, s. 16. Süryânî kelimesinin kökeni ile ilgili çeşitli açıklamalar
yapılsa da bu konuda net bir bilgi yoktur. Kelimenin kökeni ile ilgili öne
sürülen iddialar hakkında Bkz. Çelik, Süryânî Tarihi, s. 15; Şimşek, Süryânîler
ve Diyarbakır, s. 22-25; Nesim Doru, Süryânîlerde Felsefe, İstanbul:
2012, s. 13-14; Nihat Durak, “Süryani Ortodoks Kilisesi” , Süryaniler ve
Süryanilik, ed. Ahmet Taşğın, Eyyüp Tanrıverdi, Canan Seyfeli, Ankara:
2005, I, 155-156; Arthur J. Maclean, “Syrian Christians”, ERE, XII, 167.
[152] Bkz. Kayserili Eusebius, Eklesyastiki
Avkit Taş‘iyoto d-‘İtto [Kilise Tarihi], thk. William Wright, Norman
McLean, Cambridge: 1898, s. 183, 243.
[153]
Patrik Mihâîl, Ktobo d-Maktbonut zabne [Zamanların Tarihi], haz. J. B.
Chabot, Brüksel: 1963, s. 748-751; Arp. çev., Târîhu Mar Mihâ’il es-Süryânî
el-Kebîr, çev. Saliba Şem’ûn, Halep: 1996, III, 382-387. Süryânîler bugün
bir kimlik tartışmasının içerisindedir ve Asurî kimliğini benimseyen Doğu
Süryânîleri’ne karşı Batı Süryânîleri Ârâmî kimliğini öne çıkarmaktadır. Anlamı
veya kökeni ne olursa olsun şurası gerçektir ki, zaman içerisinde Süryânî
ismi bir kavim adı olmaktan çıkıp belli mezhep ya da kiliselerin kimliği haline
gelmiştir. Bu bakımdan Süryânî isminin kapsamına, dinî törenlerinde veya anadil
olarak Süryânîce dilini kullanan veya kullanmış olanlar da girmektedir. Böyle
olduğunda Süryânî ifadesi; Mezopotamya’da yaşayan Ortodoks Süryânîler’i, Doğu
Süryânîleri’ni, Lübnan’da yaşayan Mârûnîleri, Süryânî ve Keldânî Uniatları ve
Malabar’daki St. Thomas Hıristiyanlarını da içine almaktadır. Süryânîler’in
kimlik tartışması hakkında bkz. Çelik,
Süryânî Tarihi, s. 16; Doru, Süryânîlerde Felsefe,
s. 14-15; Öztemiz, Süryaniler, s. 9-13; Olgun, “Asurî Göçleri ve Kimlik
Arayışı”, Milel ve Nihal, 3 (2008),
s. 270-277; Maclean, “Syrian
Christians”, ERE,
XII, 167; Brock, “Arameans”, GEDSH, s. 31.
[154]
Brock-Taylor, Saklı İnci, II, 125; Maclean, “Syrian Christians”, ERE,
XII, 168.
[155] Esed Rüstem, Kenisetü
medinetillahi Antakiyeti’l-uzma 34-634, Beyrut: 1988, I, 15-16; Halil
Sahillioğlu, “Antakya”, DİA, III, 228-229.
[156]
Brock-Taylor, Saklı İnci, II, 185.
[157]
Büyük İskender’in M.Ö. 323’te ölmesinin ardından imparatorluk komutanlar
arasında paylaşılmış ve Selevkos, Ege Denizi’nden İndus Nehri’ne kadar uzanan
toprakları elinde tutmuştur. M.Ö. 281’de kurulmuş olan krallığın merkezi Suriye
bölgesiydi. Gittikçe zayıflayan krallık M.Ö. 63 yılında, Suriye eyaleti olarak
Roma’ya ilhak olmuştur. Bkz. Bahar, Eskiçağ Uygarlıkları, s. 349-350.
[158]
Bauer, Antik Dünya, s. 651.
[159]
Ponting, Dünya Tarihi, s. 231-232, 241; İshak Saka, Kenisetî’s-Süryâniyye,
Erbil: 2007, s. 17.
[160] Yeni Ahit kitaplarında Antakya’nın
geçtiği yerler için Bkz. Resullerin İşleri, 11/19-27; 13/1; 14/19- 28; 15/1,
22-35; 18/18-22; Galatyalılar, 2/11.
[161]
Aziz S. Atiya, Doğu Hıristiyanlığı Tarihi, çev. Nurettin Hiçyılmaz,
İstanbul: 2005, s. 192; Saka, Kenisetî’s-Süryânîyye, s. 17-18, 50; G.
Downey, “Antioch”, NCE, I, 521; Sahillioğlu, “Antakya”, DİA, III,
229; Takahashi, “Antioch”, GEDSH, s. 22.
[162]
Resullerin İşleri, 6/1.
[163]
Resullerin İşleri, 11/19-26; Osman Cilâcı, Dinler Tarihi, Konya: 1994,
s. 139.
[164]
Downey, “Antioch”, NCE, I, 521. Tevrat M.Ö. III. asırda İskenderiye’de
Grekçe’ye tercüme edilmiştir. Tercüme heyetinde görev almış 72 Yahudi din
adamından dolayı Yetmişler Tercümesi (Grek. Septuagint) olarak şöhret
bulmuştur. Konuyla ilgili bkz. Nuh Arslantaş, İslam Dünyasında İktisadi ve İlmi
Hayatta Yahudiler, İstanbul: 2009, s. 357-358.
[165]
Geleneğe göre Havari Petrus, 33-40 yılları arasındaki yedi yıl süresince yeni
kurulan Antakya Kilisesi’ne başkanlık yapmış; yerine Evodyus’u bıraktıktan daha
sonra Roma’ya geçmiş ve burada 64-67 yılları arasında çarmıha gerilerek
öldürülmüştür. Bkz. Atiya, Doğu Hıristiyanlığı, s. 192.
[166]
Süreç içinde bağımsız örgütlenmelerini oluşturan kiliselerin hepsi, kendi
kilise teşkilatını Havarilere dayandırma eğiliminde olmuştur. Ne var ki,
Hıristiyanlığın bu erken döneminde bir kilise teşkilatının kurulmuş olduğunu
düşünmek pek doğru olmaz. Bununla birlikte ifade etmek gerekirse, ilk
dönemlerde din hizmetleri gezici vaizler ve öğretmenler tarafından
verilmekteydi. Bu kimseler resmi bir statüde bulunmuyorlardı. Zamanla
Hıristiyan nüfusun bulunduğu yerlerde devamlı ve resmi görevliler görülmeye
başladı. Bu görevliler önceleri sadece diyakoz (Grekçe hizmetçi
anlamında ‘diakonos’tan) ve piskoposlardan (Grekçe gözlemci anlamında
‘episkopos’tan) ibaretti. Daha sonraları ise metropolitlik ve patriklik
gibi diğer hiyerarşik makamlar ihdas edilmiştir. Kilise teşkilatının
şekillenmesi hakkında bkz. Tokarev, Dünya Halklarının Dinler Tarihi, s.
546-547.
[167] Geleneğe göre Petrus’un
halefi sayılan Evodyus İmparator Neron (imparatorluğu: 54-68) döneminde
öldürülmüştür. Bkz. Atiya, Doğu Hıristiyanlığı, s. 193; Çelik, Süryânî
Tarihi, s. 51-53.
[168]
Atiya, Doğu Hıristiyanlığı, s. 193; Çelik, Süryânî Tarihi, s. 82.
[169]
Takahashi, “Damascus”, GEDSH, s. 111; Takahashi, “Hims”, GEDSH,
s. 196-197.
[170]
Takahashi, “Aleppo”, GEDSH, s. 15.
[171]
Arp. el-Massîsa (4^.!^'l). Mopsuestia olarak da bilinen antik
şehir, Kilikya bölgesinin büyük şehirlerindendi. Ceyhan Nehri’nin sağ
kıyısında, Adana’ya 27 km mesafede yer almaktadır. Bugünkü adı Yakapınar’dır.
Misis hakkında bkz. Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemü’l-büldân, V, 144-145; Işın
Demirkent, “Misis”, DİA, XXX, 178.
[172] Kilis şehrinin 24 km
batısında, sınırın Suriye tarafında yer alan antik bir şehir. Bugün
kalıntıların bulunduğu yerin adı Arapça’da en-Nebî Hûrî (^jj* <^l) olarak
geçmektedir. Bkz.
https://en.wikipedia.org/wiki/Cyrrhus (22.10.2016)
[173] Bkz. Maclean, “Syrian
Christians”, ERE, XII, 168-169.
[174]
Kilise geleneğinde Urfa ve Mezopotamya’nın Hıristiyanlaşmasını sağlayan dört
kişinin ismi geçer. Bunlar; Tuma, Aday, Agay ve Mari’dir. Bkz. Abûnâ, Târîhu’l-Kenîseti’ş-Şarkiyye,
Bağdat: 1985, s. 6.
[175]
Brock-Taylor, Saklı İnci, II, 185; Harrak, “Edessa”, GEDHS, s.
138.
[176]
Efsaneye göre Urfa birinci yüzyılın ortalarında Hıristiyanlaşmıştır. Putperest
bir şehir olan Urfa kralı Abgar, Îsâ-Mesîh’e elçi gönderir ve ikisi arasında
mektuplaşma devam eder. Îsâ-Mesîh’in göğe yükselmesinin ardından Havâri Judas
Thomas, Aday’ı (Eusebius yetmişlerden biri olduğunu söyler) Abgar’a gönderir.
Aday Urfa’da çok büyük işler yapar. Hıristiyanlaştırdığı kişilerden biri olan
Agay’ı da piskopos olarak takdis eder ve halef tayin eder. Aday normal bir
ölümle öldükten sonra Agay onun yerine geçer. Ancak Abgar’ın oğlu tarafından
öldürülür. Ani ölümü sebebiyle halefi olan Palut’u kutsamamıştır. Bu yüzden
Palut Antakya’ya gönderilir ve piskopos Serapion tarafından kutsanır. Efsane bu
şekildedir. Rivayeti ilk nakleden kişi olan Eusebius, IV. asırda yaşamıştır ve
bunu daha eski Süryânîce bir kaynaktan aktardığını söyler. Araştırmacılar
Îsâ-Mesîh ile Abgar arasında vuku bulduğu söylenen mektuplaşmanın y. 200
yıllarında uydurulduğu kanısındadır. Serapion’un (patrikliği: 190-210)
zikredilmesi ise Palut’un zamanı ile ilgili bir işaret vermektedir. Her ne
kadar Palut’un, Urfa’nın tarihteki ilk piskoposu olduğu kaydedilse de Aday’ı
tamamen efsanelere mal etmek yanlış olur. Muhtemelen Yahudi asıllı biri olan
Aday, Edessa’da İncil üzerine vaazlar veren ilk kişiydi ve ikinci yüzyılın başı
veya ortalarında yaşamıştı. Hıristiyanlığı kabul eden ilk Abgar ise Edessa’nın
son bağımsız kralı olan IX. Abgar olmalıdır. Palut’un Serapion tarafından
kutsanması ile batıdaki Hıristiyanlıkla birlikteliğin ve Urfa’daki piskoposluk
zincirinde yaşanmış muhtemel bir fasılanın göstergesi olabilir. Bkz. Öztemiz, Süryaniler,
s. 14-15; Maclean, “Syrian Christians”, ERE, XII, 169. Ayrıca Aday
öğretisi, Îsâ-Mesîh’in kutsal haçının bulunması, yüzünü sürdüğünde resmi çıkan
mendili Urfa’ya göndermesi ve Urfa şehrini kutsaması ile ilgili kilise geleneğinde
anlatılagelen hadiseler hakkında ayrıntılı bilgi için Bkz. Abûnâ, Târîhu’l-kenîseti’ş-
şarkiyye, s. 9-16; Brock-Taylor, Saklı İnci, II, 103-124.
[177]
Temel olarak gnostik bir anlayışa sahip olan bu akımlar hakkında bkz. Annemarie
Schimmel, Dinler Tarihine Giriş, haz. Recep Kibar, İstanbul: 1016, s.
171-173; Sarıkçıoğlu, Dinler Tarihi, s. 115-117, 130-140, 279; Gündüz, Hıristiyanlık,
s. 36-37; Eliade-Couliano, Dinler Tarihi Sözlüğü, s. 86-87;
Hançerlioğlu, “Manişeizm”, Dünya İnançları Sözlüğü, s. 301; age.,
“Markion’culuk”, s. 305; Gündüz, Hıristiyanlık, İstanbul: 2015, s.
36-37; a.mlf., “Bar Daisan”, Din ve İnanç Sözlüğü, s. 58; age.,
“Mani”, s. 245; age., “Marcion”, s. 247.
[178] Wardle, “Addai, Teaching of”,
GEDHS, s. 9-10.
[179]
Bkz. Öztemiz, Süryaniler, s. 15-16.
[180] Maclean, “Syrian Christians”,
ERE, XII, 169-170.
[181]
Sür. Hadyab (^.ג«), İng. Adiabene.
Yukarı ve aşağı Zap ile batıda Dicle ve doğuda Salahaddin Dağı’nın arasında
kalan bölgedir. Merkezi Erbil (Sür. Arbela) olan bölge hızlı bir şekilde
Hıristiyanlaşmıştı ve 310 yılında bölgede metopolit olan Papa’nın, buranın ilk
metropoliti olduğu tahmin edilmektedir. Bkz. Harrak, “Adiabene”, GEDSH,
s. 10-11.
[182]
Efsaneye göre Aday’ın öğrencisi Mari, Urfa’dan yola çıkmış ve Pers diyarına
gelip burayı Hıristiyanlaştırmıştır. Aday öğretisinde Mari’den bahsedilmemekle
birlikte Hıristiyanlığın Pers diyarına Urfa üzerinden geçtiğine dair işaret
vardır. Hadyab bölgesinde geçen olaylar hakkında VI. asırda yazılmış değerli
bir eser olan Mşiha Zka’nın eserinde ise, Pkida’nın buranın ilk
piskoposu olduğu ve Aday tarafından kutsandığı yazılıdır. Aday’ın Hadyab’da
bulunmuş olması, açık bir şekilde onun Urfa’da öldüğünü söyleyen Aday
öğretisine aykırıdır. Bkz. Mşiha Zka, Erbil Vakayinamesi, çev. Erol
Sever, İstanbul: 2002, s. 67-68; Maclean, “Syrian Christians”, ERE, XII,
170; Edward G. Mathews, “Arbela”, GEDSH, s. 31; Ayrıca Aday ile
öğrencileri Agay ve Mari’nin faaliyetleri hakkında ayrıntılı bilgi için Bkz.
Abûnâ, Târîhu’l-kenîseti’ş-şarkiyye, s. 16-19.
[183]
Pers coğrafyasında yaşayan Süryânîler’in Hıristiyanlaşması ve özellikle
Bizans’ın Hıristiyanlığı resmi din olarak kabul etmesinden sonra Sâsânî idaresi
tarafından doğudaki Hıristiyanlara uygulanan baskılar hakkında bkz.
Brock-Taylor, Saklı İnci, II, 190-191; Maclean, “Syrian Christians”, ERE,
XII, 170.
[184]
İslâmî dönemde zimme statüsü kazanmak için kendilerini Sâbiî
olarak tanımlamışlarsa da aslen Sâbiî değillerdir. Kur’ân-ı Kerîm’de bahsi
geçen asıl Sâbiîler, Filistin menşeli bir topluluk olup daha sonra
buradan göç etmiş ve Güney Mezopotamya’ya yerleşmiş olan Mandenlerdir.
Harranlı paganlar ve Sâbiîler/Mandenler hakkında kaynaklarda mevcut karışıklık
hakkında kapsamlı inceleme için bkz. Gündüz, Sâbiîler: Son Gnostikler,
Ankara: 1995, s. 23-34; a.mlf., “Kur’an’daki Sâbiîlerin Kimliği Üzerine Bir
Tahlil ve Değerlendirme”, Türkiye 1. Dinler Tarihi Araştırmaları Sempozyumu,
(24-25 Eylül 1992), Samsun: 1992, s. 43-81; a.mlf., “Sâbiîlik”, DİA,
XXXV, 341-344; İsmail Cerrahoğlu, “Kur’ân-ı Kerîm ve Sâbiîler”, AÜİFD, 1
(1962), s. 103-116.
[185] Doğu Kilisesi veya Doğu
Hıristiyanlığı kavramı, Doğu Roma İmparatorluğu’nun sınırları içinde veya daha
doğuda gelişen kiliseler için kullanılan bir ifadedir. “Doğu” nitelemesi Roma
İmparatorluğu’nun idarî sınırlarıyla ilgili bir isimlendirmedir. Bu isimlendirmenin
kapsamına imparatorluğun sınırları içinde bulunan İskenderiye, Antakya,
İstanbul ve Kudüs Kiliseleriyle; dışında bulunan Ermeni Kilisesi ve Asûrî Doğu
Kilisesi dâhildir. Ayrıntılı bilgi için Bkz. Adrian Fortescue, The Orthodox
Eastern Church, Londra: 1908, s. 22-23; G. A. Maloney, “Eastern Churches”, NCE,
V, 17-18; J. J. McGrath, “Patriarchate”, NCE, X, 944-945; Logothetes
Porphyrios, “Eastern Church”, ERE, V, 134; Thomas E. Fitzgerald,
“Eastern Christianity”, ER, IV, 2580-2581.
[186] Turhan Kaçar, Geç
Antikçağ’da Hıristiyanlık: Doğu’da İsa Doktrininin Siyasi ve Entelektüel Tarihi,
İstanbul: 2009, s. 34-35.
[187] Bu ilk kiliselerin oluşumu
Roma imparatorluğunun eyalet sistemiyle ilintilidir. İlk dönemde Hıristiyanlığı
yayma amacını güden misyonerler; eyaletlerdeki büyük şehirleri merkez edinmiş,
diğer bölgelerde bulunanlar da yeni dini öğrenmek için bu merkezlere
gelmişlerdir. Böylece zaman içinde eyaletlerin başşehirlerinde ikamet eden
piskoposlar, diğer bölgelerden gelen piskoposlara göre üstünlük kazanmışlardır.
İlk önce Roma, İskenderiye ve Antakya piskoposları kendi bölgelerinde
hâkimiyetlerini tesis etmişler ve bu durum İznik Konsili’nde de onanmıştır.
Daha sonraki konsillerde bu üç ana kiliseye İstanbul ve Kudüs piskoposlukları
da eklenmiştir. Bkz. Francis Dvornik, Konsiller Tarihi: İznik’ten II.
Vatikan’a, çev. Mehmet Aydın, Ankara: 1990, s. 3, 7.
[188] Hıristiyan teolojisinde
Îsâ-Mesîh’in niteliği hakkında yapılan çalışmalara kristoloji denir.
Özellikle ilâhî ve insânî tabiatın onda nasıl birleştiği konusu üzerinde
yoğunlaşır ve bir insan olarak Mesîh’e tapmakla tek tanrı inancının nasıl
çelişmediğini açıklamaya çalışır. Bkz. Sarıkçıoğlu, Dinler Tarihi, s.
260; Gündüz, Hıristiyanlık, s. 37-39; a.mlf., “Kristoloji”, Din ve
İnanç Sözlüğü, s. 224; J. J. Walsh-W. P. Loewe, “Christology”, NCE,
III, 559.
[189] Kelime, Grekçe hikmet,
marifet gibi anlamlara gelen gnosis kelimesinden türetilmiştir.
Gnostikler tanrı, âlem, insan ve kurtuluşa dair ezoterik ve mistik kutsal
bilgiye sahip olduklarını iddia ederler. Bu açıklama tarzını ilke edinen dinî
felsefî geleneğe ise Gnostisizm denir. Bkz. Schimmel, Dinler Tarihine
Giriş, s. 245-246; Gündüz, “Gnostik Dinler”, Başlangıçtan Günümüze
Dinler Tarihi, s. 115-117; a.mlf., “Gnostik”, Din ve İnanç Sözlüğü,
s. 143.
[190] Çelik, Süryânî Tarihi,
s. 82-83. Hıristiyanlığın gnostik öğretilerin zemininde yükselip yükselmediği
uzun bir tartışma konusudur. Buna karşılık genel olarak Gnostisizm ile
Hıristiyanlık arasındaki etkileşimin varlığı kabul edilmekle birlikte; II.
asrın ortalarından itibaren Gnostiklere, gerçek Hıristiyanlıktan sapanlar
gözüyle bakılmıştır. Bkz. Tokarev, Dünya Halklarının Dinler Tarihi, s.
548-549; Ahmet Hikmet Eroğlu, “Hıristiyanlık”, Dinler Tarihi El Kitabı,
s. 143.
[191] Bkz. Gündüz, “Monarkianizm”, Din
ve İnanç Sözlüğü, s. 265-266.
[192]
Kaçar, Geç Antikçağ’da Hıristiyanlık, s. 30, 42-43; Hamell,
“Monarchianism”, NCE, IX, 780.
[193] Dinamik Monarkianizm ve
Samsatlı Pavlus hakkında bkz. Kaçar, Geç Antikçağ’da Hıristiyanlık, s.
42-51; Gündüz, Hıristiyanlık, s. 37-38; Eroğlu, “Hıristiyanlık”, Dinler
Tarihi El Kitabı, s. 143-144; P. Lebeau, “Paul of Samosata”, NCE,
XI, 34; S. J. McKenna, “Adoptionism”, NCE, I, 119; Çelik, Süryânî
Tarihi, s. 86-91.
[194] İskenderiye ve Antakya
Okulları hakkında bkz. Doru, Doğu’dan Batı’ya Köprü Süryaniler: Felsefe ve
Çeviri Geleneği, Ankara: 2007, s. 34-52; a.mlf. Süryanilerde Felsefe,
s. 72-90; Downey, “Alexandria”, NCE, I, 269; Harkins, “Lucian of
Antioch, St.”, NCE, VIII, 844; Downey, “Antioch”, NCE, I, 524.
[195] Arius’un görüşleri ve
Ariusçuluk (Arianizm) hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Kaçar, Geç
Antikçağ’da Hıristiyanlık, s. 52-68; Tokarev, Dünya Halklarının Dinler
Tarihi, s. 551; Gündüz, Hıristiyanlık, s. 38; Bilal Baş, Bir Hıristiyan
Mezhebi Olarak Aryüsçülük, İstanbul: 2016; a.mlf., “Monoteist Bir Hıristiyanlık
Yorumu: Aryüsçülük Mezhebi”, Divan, 9 (2000), s. 167-200.
[196] Hıristiyanlığın devlet
tarafından tanınması her iki taraf için de fayda sağlayan bir durumdu.
Kiliselerin devlete bağlanması ile Roma İmparatorluğu, güçlü bir müttefik ve
destekçiye sahip olmuş; kilse ise devletin geniş imkânlarından faydalanma şansı
bulmuştur. Bkz. Mitrofan V. Levçenko, Kuruluşundan Yıkılışın Kadar Bizans
Tarihi, çev. Maide Selen, haz. Yaşar Selçuk, İstanbul: 1999., s. 24; Georg
Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi, çev. Fikret Işıltan, Ankara: 2015,
s. 44.
[197] Konsil veya sinod toplama
geleneği, daha önce de kilise bünyesinde uygulanan bir pratikti. Büyük
şehirlerde gerçekleştirilen bu tür toplantıların işleyiş biçimi, Roma
senatosunun işleyiş biçimi örnekliğinde zaman içinde şekillenmiştir. Bu doğal
bir durumdu, zira Roma vatandaşları bu tür toplantılara alışıktılar. Bkz.
Dvornik, Konsiller Tarihi, s. 3-4.
[198] I. İznik Konsili’nin
toplanması, konsil görüşmeleri ve sonuçları hakkında ayrıntılı bilgi için bkz.
Dvornik, Konsiller Tarihi, s. 5-10; Mehmet Aydın, Hristiyan Genel
Konsilleri ve II. Vatikan Konsili,
Konya: Selçuk Üniversitesi, 1991,
s. 13-14; Kaçar, Geç Antikçağ’da Hıristiyanlık, s. 69-90; I. Ortiz de
Urbina, “Nicaea I, Council of”, NCE, X, 346-348;
Çelik, Süryânî Tarihi, s. 98-123; İsmail Taşpınar, “I. İznik
Konsili (325) ve İslâm Kaynaklarındaki Yeri”, MÜİFD, 1 (2004), s. 23-44.
[199] Kutsal Ruh’un düşmanları
anlamında “Pneumatechians” denen bu akımın savunucuları hakkında ayrıntılı
bilgi için Bkz. Gündüz, “Makedonyus”, Din ve İnanç Sözlüğü, s. 243; F.
Hauser, “Pneumatechians”, NCE, XI, 432.
[200] Arp. el-Lâzikiyye (^£^1).
İng. Laodicea. Suriye topraklarının Akdeniz kıyısında bulunan şehir, eski
çağlardan beri büyük bir liman şehri olarak bölge ticaretinde önemli bir konuma
sahip olmuştur. Bkz. Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemü’l-büldân, V, 5-7; Uriel
Rappaport, “Laodicea”, EJd2, XII, 487-488; Ş. Tufan Buzpınar,
“Lazkiye”, DİA, XXVII, 117.
[201] Bkz. Gündüz, “Apollinarius”, Din
ve İnanç Sözlüğü, s. 38; F. Chiovaro, “Apollinarianism”, NCE, I,
559-560.
[202] I. İstanbul Konsili’nin
toplanması, konsil görüşmeleri ve sonuçları hakkında ayrıntılı bilgi için bkz.
Dvornik, Konsiller Tarihi, s. 10-12; Aydın, Hristiyan Genel
Konsilleri, s. 14-15; H. D. Kreilkamp, “Constantinople I, Council of”, NCE,
IV, 190; Çelik, Süryânî Tarihi, s. 131-140.
[203] Roma idaresinin ilk dönem
Hıristiyan cemaatine karşı sert tutumu ve bunun sebepleri hakkında bkz. Kaçar, Geç
Antikçağ’da Hıristiyanlık, s. 30-32.
[204]
Bkz. Çelik, Süryânî Tarihi, s. 95-97.
[205]
Levçenko, Bizas Tarihi, s. 25.
[206]
Aydın, Hristiyan Genel Konsilleri, s. 16;
[207]
Atiya, Doğu Hıristiyanlığı, s. 265.
[208] Fars. Eşkâniyân (jdjK^l),
İng. Arsacid Empire (M.Ö. 247-M.S. 224). Eşkânîler ve Arşaklılar da
denmektedir. Mezopotamya merkezli kurulan Pers imparatorluklarından birisi.
[209] Kara, Mecûsîler, s.
55; J. P. Asmussen, “Christians in Iran”, The Cambridge History of Iran,
W. B. Fisher, I. Gershewitch ve dğr., İngiltere: 1968-1991, III, 928.
[210] Fars. Sâsâniyân (jUjl^), İng.
Sasanid Empire (M.S. 224-651). Mezopotamya merkezli kurulan Pers
imparatorluklarından birisi.
[211] Sür. Nsibin (en^), Arp.
Nasîbîn (jjjj^j). Tarihi Asurlular
dönemine kadar giden Nusaybin, Hıristiyanlığın yayıldığı çağlarda Roma ve Pers
sınırında yer alan büyük bir şehirdi. İznik Konsili’ne katılmış olan Nusaybinli
Ya‘kûb (piskoposluğu: 308/9-338’den sonra) şehrin bilinen ilk piskoposudur.
Nusaybin hakkında bkz. Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemü’l-büldân, V, 288-289;
Ebü’l- ‘Abbâs Şihâbüddîn İbn Fazlullâh el-Ömerî, Mesâlikü’l-ebsâr fî
memâliki’l-emsâr, thk. Bessam Muhammed Barud, Ebûzabî (Abudabi): 2003, III,
1374; Eliyahu Ashtor-Moshe Beer, “Nisibis”, EJd2, XV, 276;
Metin Tuncel, “Nusaybin”, DİA, XXXIII, 269-270; Takahashi, “Nisibis”, GEDSH,
s. 310-311.
[212] 363 senesinde Nusaybin ve kuzeyinde sınırın
yeniden çizilmesi neticesinde şehir Sâsânî bölgesinde
kalmıştır. Bu dönemde sınır çizgisi Nusaybin şehrinin yaklaşık
13 km. batısından geçmekte idi. Bkz. Ernst Honigmann, Bizans Devletinin Doğu
Sınırı: Grekçe, Arapça, Süryanice ve Ermenice Kaynaklara Göre 363’ten 1071’e
Kadar, çev. Fikret Işıltan, İstanbul: 1970, s. 4-5.
[213]
M. J. Costelloe, “Assyrian Church of The East”, NCE, I, 805.
[214] II ve III. asırlarda
Hıristiyanlığın doğuda çok geniş bir alana yayılması üzerine
Selevkia-Ktesifon’da bir piskoposluk kuruldu. Daha sonra metropolitlik statüsü
kazanan piskoposluk, Antakya Kilisesi’nin yetki alanı içindeydi. 410’da
toplanan sinodda imparator ve Antakya Piskoposluğu’nun oluru ile metropolite katolikos
ünvanı verildi. Katolikosluk, metropolitlikten daha yüksek bir makam olmakla
birlikte hiyerarşik olarak Antakya piskoposundan sonra gelmekteydi.
Katolikoslar, Antakya Kilisesi adına kendi bölgesinde piskopos atama yetkisine
sahipti. Bu yetki sayesinde Selevkia-Ktesifon Katolikosluğu, doğudaki bütün
piskoposluk bölgelerini kendi yetki ve otoritesi altında toplamayı başarmıştır.
Zaman içinde katolikos unvanı, Doğu Kilisesi ve Ermeni Kilisesi patrikleri için
kullanılır olmuştur. Bkz. Durak, “Süryani Ortodoks Kilisesi”, Süryaniler ve
Süryanilik, I, 162; Matti Moosa, “Nestorian Church”, ER, X, 6479;
Gündüz, “Katolikos”, Din ve İnanç Sözlüğü, s. 216.İki tabiatçılık
anlamına gelen diyofizitizm; Îsâ-Mesîh’in şahsında birbiriyle birleşmez,
birbirine karışmaz ve birbirinden ayrılmaz, ilâhî ve insânî olmak üzere iki
tabiatın bulunduğu iddiasını dile getirir. Yani “cisimleşmiş Tanrı oğlu ile
Meryem’in oğlu” iki ayrı özneyi temsil etmektedir. Bkz. Gündüz, “Diyofizitizm”,
Din ve İnanç Sözlüğü, s. 98; Brock, “Nestorianism”, GEDSH, s.
306.
[215] İki tabiatçılık anlamına
gelen diyofizitizm; Îsâ-Mesîh’in şahsında birbiriyle birleşmez, birbirine
karışmaz ve birbirinden ayrılmaz, ilâhî ve insânî olmak üzere iki tabiatın
bulunduğu iddiasını dile getirir. Yani “cisimleşmiş Tanrı oğlu ile Meryem’in
oğlu” iki ayrı özneyi temsil etmektedir. Bkz. Gündüz, “Diyofizitizm”, Din ve
İnanç Sözlüğü, s. 98; Brock, “Nestorianism”, GEDSH, s. 306.
[216]
Atiya, Doğu Hıristiyanlığı, s. 268, 273.
[217] Şehrin adı İslâm
kaynaklarında el-Medâ ’in (JjIJ^İI,
Tür. Şehirler) şeklinde geçer. Bağdat’ın 30 km güneyinde Dicle Nehri kenarında,
farklı zamanlarda birbirine yakın kurulmuş şehirlerden oluştuğu için Araplar
şehre bu ismi vermişlerdir. En büyük şehirleri Selevkoslar tarafından kurulan Selevkia
ile Pers imparatorlukları tarafından uzun yıllar başkent olarak kullanılmış
olan Ktesifon ’dur (Fars. Tispon/Tisfûn [jj^!X]). Bkz. Yâkût el-Hamevî, Mu’cemü’l-büldân,
V, 74-75; R. N. Frye, “The Political History of Iran Under the Sasanians”, The
Cambridge History of Iran, III, 120; Abraham Schalit, “Ctesiphon”, EJd2,
V, 316; Casim Avcı, “Medâin”, DİA, XXVIII, 289.
[218] Bu kararın alınmasının, Roma
İmparatorluğunun bir vatandaşı olan Antakya piskoposuna bağlı olmanın Pers
idaresi nezdinde oluşturduğu sakıncalardan kaynaklandığı tahmin edilmektedir.
Bkz. Brock-Taylor, Saklı İnci, II, 191.
[219] Temelleri daha eskiye dayanmakla
birlikte diyofizit görüşün ilk temsilcisi, Antakya İlahiyat Okulu’nda yetişmiş
olan Misisli Theodore’dir (ö. 428). Îsâ-Mesîh’in ilâhî ve insânî tabiatı
arasında kesin bir ayrım yapan Theodore; tanrı kelâmının ona nüfuz etmesi
sonucunda, kutsal bir vazife için tanrılık ve insanlığın kendisinde
toplandığını ifade etmiştir. Bkz. F. A. Sullivan, “Theodore of Mopsuestia”, NCE,
XIII, 874-876; Van Rompay, “Theodore of Mopsuestia”, GEDSH, s. 401-402.
[220] Theodore’den sonra diyofizit
kristolojiyi yine Antakya ekolünden olan Nestoryus (ö. 450) devam ettirmiştir.
428’de Nestoryus’un İstanbul piskoposu olması ve diyofizit kristolojisi yanında
ayrıca, bu inancın bir uzantısı şeklinde Meryem’in teotokos (Tanrı’yı
doğuran/ Tanrı Anası) değil de kristotokos (Mesîh’i doğuran) olduğunu
iddia eden bir mariolojiyi savunması İstanbul, İskenderiye ve Antakya
Kiliseleri arasında önemli tartışmalara sebep olmuştur. 381 İstanbul
Konsili’nde İstanbul’un patriklik statüsüne getirilmesi ve hiyerarşide
İskenderiye ve Antakya’nın önüne geçirilmesi ise tartışmalara ayrı bir boyut
kazandırıyordu. Bu tartışmaları bir çözüme kavuşturmak isteyen İmparator II.
Theodosius (ö. 450) 431’de Efes Konsili’nin toplanmasını sağladı. İskenderiye
Piskoposu Cyrill (ö. 444) başkanlığında toplanan konsil, Mısırlı ve Efesli
piskoposların desteğiyle Nestoryus’u İstanbul piskoposluğundan azletti.
Konsilde Meryem için teotokos ünvanı kabul edilirken, Nestoryus’un diyofizit
fikirleri reddedildi ve Cyrill’in monofizit kristolojisi, yani Îsâ- Mesîh’in
ilâhî ve insânî tabiatının tek kişide birleştiği anlayışı, onaylandı. Konsilin
akabinde Nestoryus, Antakya dışında bulunan eski manastırına gönderildi ve 435
yılına kadar burada kaldı. Daha sonra ise Doğu Ürdün’deki Petra’ya, buradan da
Mısır’daki Oasis’e sürgün edilen Nestoryus, 450 yılında Panopolis’te öldü. Bkz.
Atiya, Doğu Hıristiyanlığı, s. 277-278; Kaçar, Geç Antikçağ’da
Hıristiyanlık, s. 124-145; Sarıkçıoğlu, Dinler Tairhi, s. 331;
Daley, “Christian Councils”, ER, III, 2040; Albayrak, “Nestûrîlik”, DİA,
XXXIII, 15; Bevan, “Nestorius”, GEDSH, s. 306-307.
[221] I. Efes Konsilinin toplanma
sebepleri, tartışmaların gelişimi ve konsillerin sonuçları hakkında ayrıntılı
bilgi için bkz. Dvornik, Konsiller Tarihi, s. 12-14; Aydın, Hristiyan
Genel Konsilleri, s. 1618; Çelik, Süryânî Tarihi, s. 145-168;
Muhammed Tarakçı, “Nestorius ve Kristolojisi”, UÜİFD, 1 (2010), s.
215-241; P. T. Camelot, “Ephesus, Council of”, NCE, V, 273-274.
[222] Abûnâ, Âdâbü’l-lüğati’l-Ârâmiyye,
s. 111; Costelloe, “Assyrian Church of The East”, NCE, I, 805806.
[223] Îsâ-Mesîh’in annesi Meryem
üzerine yapılan araştırmalara Hıristiyan ilâhiyatında verilen isim. Bkz.
Gündüz, “Marioloji”, Din ve İnanç Sözlüğü, s. 248; Cilacı, “Marioloji”, Dinler
ve İnançlar Terminolojisi, s. 231.
[224]
Atiya, Doğu Hıristiyanlığı, s. 279; Levçenko, Bizans Tarihi, s.
40.
[225] Atiya, Doğu Hıristiyanlığı,
s. 280; Mişel Yetim-İğnatiyus Dîk, Tarihu’l-Keniseti’ş-Şarkiyye ve ehemmu
ahdâsi Keniseti’l-Ğarbiyye, Beyrut: 1999, s. 97-98.
[226] Albayrak, “Geçmişte ve
Günümüzde Keldani Kilisesi”, ÇÜİFD, 1 (2001), s. 110; François Yakan,
“Doğu Kilisesi Tarihi Üzerine Toplu Bir Bakış Türkiye’de Keldaniler”, Dinler
Tarihi Araştırmaları Sempozyumu -III, ( 9-10 Haziran 2001), Ankara: 2002,
s. 13.
[227] Doğu Patriği ünvanını alan
ilk piskopos, Babai’dir (patrikliği: 497-502/3). Bkz. Atiya, Doğu
Hıristiyanlığı, s. 281; Moosa, “Nestorian Church”, ER, X, 6480.
[228] Meselâ bkz. Makdisî, el-Bed’
ve’t-târîh, Port Said: [ty], IV, 42; Şehristânî, el-Milel ve’n-nihal,
Kahire: 1968, II, 29-30; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-târîh, thk. Ömer
Abdüsselam Tedmürî, Beyrut: 1997, I, 301; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihaye,
thk. Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî, Cîze: 2003, II, 510; III, 88.
[229]
Brock, “Church of the East”, GEDSH, s. 99-100.
[230] Monofizit yerine genel
anlamda tek doğa yanlısı ifadesini kullanmayı tercih edeceğiz. Zira
genel olarak monofizit şeklinde ifade edilseler de Süryânî Ortodoks Kilisesi bu
isimlendirmeyi kabul etmemektedir. Çünkü diyofizitizmi reddetmekle beraber monofizitizmin kurucusu sayılan
Eutyches’in (ö. y. 456) görüşlerini de kabul etmemektedirler.
Eutyches’e göre Îsâ-Mesîh’in insânî tabiatı ilâhî tabiatı içinde tamamen
kaybolmuş ve onda tek ilâhî tabiat kalmıştır. Süryânî Ortodokslara göre ise
Îsâ-Mesîh’in, ikisi de mükemmellik seviyesinde bulunan, ilâhî ve insânî tabiatı
birbirinden ayrılmaz ve birbirine karışmaz şekilde tek ilâhî-insânî tabiatta
birleşmiştir. Onlar ilâhî- insânî tabiatın tekliğini değil birliğini
savunmaktadırlar. Bu nedenle kilise, monofizit anlayış ile arasındaki farkı
vurgulamak için kendisini daha çok Miafizit (İng. miaphysite) olarak
tanımlamayı tercih etmektedir. Biz tek doğa yanlısı ifadesini
kullanırken her ikisini de kastetmiş olacağız. Çünkü bu ayrım çalışmamız
açısından kritik bir önem arz etmemektedir. Antakya Süryânî Ortodoks Kilisesi’nin
kendisini isimlendirmesi hakkında bkz. Brock-Taylor, Saklı İnci, III,
26; Atiya, Doğu Hıristiyanlığı, s. 201; Ronald G. Roberson, “Syriac
Orthodox Church of Antioch”, ER, XIII, 8938; George A. Kiraz, “Syriac
Orthodox Church”, GEDSH, s. 393-394. Ayrıca monofizitizmin farklı
yorumları için bkz. Atiya, Doğu Hıristiyanlığı, s. 88-90; W. H. C.
Frend, “Monophysitism”, ER, IX, 6153-6155; F. X. Murphy,
“Monophysitism”, NCE, IX, 814-816.
[231] Brian E. Daley, “Christian
Councils”, ER, III, 2040; Camelot, “Ephesus, Council of”, NCE,
273; Tarakçı, “Nestorius ve Kristolojisi”, UÜİFD, 1 (2010), s. 222.
[232] Brock, “Eutyches”, GEDSH,
s. 155.
[233] Kadıköy Konsilinin toplanma
sebepleri, tartışmaların gelişimi ve konsillerin sonuçları hakkında ayrıntılı
bilgi için bkz. Dvornik, Konsiller Tarihi, s. 16-18; Aydın, Hristiyan
Genel Konsilleri, s. 1819; a.mlf., Dinler Tarihine Giriş: Dinler -
Mezhepler - Yeni Dini Hareketler, İstanbul: 2015, s. 251252; Schimmel, Dinler
Tarihine Giriş, s. 176-177; Çelik, Süryânî Tarihi, s. 191-220; Camelot,
“Chalcedon, Council of”, NCE, III, 363-365; Daley, “Christian Councils”,
ER, III, 2040. Kadıköy Konsili kararları sonucunda paradoksal bir durum
ortaya çıkmıştır. Buna göre İskenderiye Eski Patriği Cyrill kutsanırken Efes’te
kabul edilen teolojisi reddedilmiş, Nestoryus mahkûm edilirken de yine onun
Efes’te reddedilen teolojisi kabul edilmiştir (Bkz. Atiya, Doğu
Hıristiyanlığı, s. 200; Çelik, Süryânî Tarihi, s. 219). Bununla
birlikte Kadıköy kararları sonucunda diyofizitizmi benimseyen ve imparatorluğa
bağlı kalan kiliseler, imparatorluktan daha önce kopmuş olan diyofizit Doğu
Kilisesi ile tekrar aynı çizgiye gelmiş değillerdi. Onlara göre hem tek doğa
yanlısı doğu kiliseleri hem de diyofizit Doğu Kilisesi iki aşırı ucu temsil
etmekteydi. Kendilerini ise orta yerde konumlandırmaktaydılar. İnanç olarak ise
Kadıköy yanlısı kiliseler, Meryem için teotokos ünvanını kullanarak diyofizit
Doğu Kilisesi’nden, Îsâ-Mesîh’in tabiatı hakkında da diyofizitizmi benimseyerek
tek doğa yanlılarından ayrılmış oluyorlardı. Kadıköy yanlılarına göre tek doğa
yanlıları ve diyofizitlerin konumu hakkında bkz. Çoban, “Doğu Kiliseleri ve
Monofizitizm”, Milel ve Nihal, 2 (2013), s. 20; Maloney, “Orthodox and
Oriental Orthodox Churches”, NCE, X, 679-681.
[234] Kadıköy Konsili sonrasında
Kudüs ve İskenderiye’de çıkan karışıklıklar ve halk ayaklanmaları hakkında bkz.
Levçenko, Bizans Tarihi, s. 42.
[235] Meselâ Mısırlı Kıptîler
açısından, kilise yapısı içinde İstanbul Kilisesi’nin ve Rumların üstünlük
kazanmış olması kolay kabul edilebilecek bir durum değildi. Bu yüzden Kıptîler,
tek doğa inancını adeta millî bir din olarak telakki etmişler ve savunmuşlardı.
Bkz. Atiya, Doğu Hıristiyanlığı, s. 8790; Dvornik, Konsiller Tarihi,
s. 18; Levçenko, Bizans Tarihi, s. 41-42; Mustafa Erdem, “Kıpti Kilsesi
Üzerine Bir Araştırma”, AÜİFD, 1 (1997), s. 157.
[236]
Bkz. G. Khoury-Sarkis, “Syrian Christianity”, NCE, XIII, 706.
[237] Andrew Palmer, “The 1600-year
History of the Monastery of Qartmin (Mor Gabriel)”, Lebendiges Kulturerbe -
Living Cultural Heritage - Canlı Kültür Mirası: Turabdin (Wo die Sprache Jesu
Gesprochen Wird - Where Jesus' Language is Spoken - İsa Mesih Dilinin
Konuşulduğu Yer), ed. Hans Hollerweger, İng. çev. Andrew Palmer, Tür. çev.
Sevil Gülçur, Linz: 1999, s. 47; Çelik, Süryânî Tarihi, s. 248; Van
Rompay, “Barsawmo”, GEDSH, s. 59.
[238] Kadıköy Konsili sonrasında
Antakya’ya atanan piskoposlar için bkz. Dolabani, Antakya Süryânî Kadim
(Ortodoks) Kilisesi Patriklerinin Özgeçmişi, s. 28-31; Rüstem, Kenisetü
medinetillah, I, 446447.
[239]
Maloney, “Antioch, Patriarchate of”, NCE, I, 525.
[240]
Levçenko, Bizans Tarihi, s. 46-47; Çelik, Süryânî Tarihi, s. 253.
[241] “Birlik Andı” anlamına
gelmektedir. Henotikon’un hazırlanmasının sebebi; Kadıköy’de yasaklanmasına
rağmen doğu bölgelerinde tek doğa görüşünün yayılmaya devam etmesi ve Sâsânî
tehdidine karşı buradaki insanların desteğinin kaybedilme tehlikesidir.
Henotikon’da Kadıköy Konsili’nden hiç söz edilmeden, ilk üç konsilde belirlenen
teolojiye vurgu yapılmıştır. Bir anlamda Henotikon ile Îsâ-Mesîh’in tabiatının
tek doğalı mı yoksa iki doğalı mı olduğu tartışma konusu yapılmaktan çıkarılmış
ve imparatorluk içindeki Hıristiyanların ortak bir inanç etrafında toplanmaları
hedeflenmiştir. Zeno’nun halefi İmparator Anastasius’un da (imparatorluğu:
491-518) Henotikon’u devam ettirmesi, Antakya ve Mısır’da tek doğa görüşünün
güçlenmesine yardım etmiştir. Ayrıntılı bilgi için bkz. Ostrogorsky, Bizans
Devleti Tarihi, s. 59; Timothy E. Gregory, Bizans Tarihi, çev. Esra
Ermert, İstanbul: 2016, s. 130; Charles Diehl, Bizans İmparatorluğunun
Tarihi, çev. A. Gökçe Bozkurt, İstanbul: 2014, s. 28; Atiya, Doğu
Hıristiyanlığı, s. 90-94; Dvornik, Konsiller Tarihi, s. 19; Van
Paasen, “Henoticon”, NCE, VI, 734.
[242]
Atiya, Doğu Hıristiyanlığı, s. 200-201; Çelik, Süryânî Tarihi, s.
262-263.
[243] Büyük Severus’un İstanbul’da
bulunduğu sırada kendisi ile iyi ilişkiler kurduğu İmparator I. Anastasius
(imparatorluğu: 491-518) görünürde Henotikon’a bağlı idi. Buna karşılık
imparatorluğun doğu bölgelerinin istikrarına daha fazla önem vermesinden dolayı
dinî konularda tek doğa yanlılarından yana tavır koyuyordu. Bu tutumu
İstanbul’da halk ayaklanmalarının dahi yaşanmasına sebep olmuşsa da o, tek doğa
yanlılarını desteklemeyi sürdürmüştür. I. Anastasius döneminde tek doğa
yanlılarının durumu hakkında bkz. Levçenko, Bizans Tarihi, s. 51-53;
Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi, s. 60-61.
[244]
Brock, “Severus of Antioch”, GEDSH, s. 368-369.
[245] Sür. Mabbug (^&ב^), Arp. Menbic fe^). Tarihi Asurlulara kadar giden şehir; Fırat
Nehri üzerindeki geçitlere hâkim bir noktada, Urfa-Halep (Kuzey-Güney) ile
Bâbil-Antakya (Doğu-Batı) arasındaki işlek yolların üzerinde kurulmuştur.
Fırat’ın batı yakasında, nehirden yaklaşık 30 km içeride yer almaktadır.
Hıristiyanlık önceci dönemde Ârâmîler için kutsal bir şehir olan Hierapolis,
daha sonra hızlı bir şekilde Hıristiyanlaşmış ve yine dindarlar için bir cazibe
merkezi olma özelliğini sürdürmüştür. V. asırda yaşanan teolojik ayrılıklardan
sonra şehir, daha çok Süryânî Ortodoksların merkezi olmuştur. İslâmî dönemde
ise özellikle Bizans’a karşı yapılacak seferler için bir merkez haline
getirilmiş olan Menbic, Hârûnürreşîd’in (hilâfeti: 170-193/786-809) tesis etmiş
olduğu Avâsım bölgesinin de merkeziydi. X. asırda ise onun yerini Antakya almış
ve bu tarihten itibaren Menbic, önemini yitirmeye başlamıştır. Bkz. Belâzurî, Fütûhu’l-büldân,
çev. Mustafa Fayda, İstanbul: 2013, s. 155; Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemü’l-büldân,
Beyrut: 1995, V, 205-207; Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, ed.
Kenan Seyithanoğlu, red. Hakkı Dursun Yıldız, İstanbul: 1992, III, 139-140; Lea
Roth, “Hierapolis”, EJd2, IX, 97-98; Hakkı Dursun Yıldız,
“Avâsım”, DİA, IV, 112; Işın Demirkent, “Menbic”, DİA, XXIX, 123.
[246] Severus ve Filüksinos’un
faaliyetleri hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. İğnatyus Efrem I. Barsavm, Saçılmış
İnciler: Süryânîlerin Yazınsal Tarihi, çev. Zeki Demir, İstanbul: 2005 s.
246-247, 259-260; Çelik, Süryânî Tarihi, s. 277, 280-282; Michelson,
“Philoxenos of Mabbug”, GEDSH, s. 332-333.
[247]
Çelik, Süryânî Tarihi, s. 282-284.
[248] I. Justin’in batı yanlısı siyaseti
ve tek doğa yanlılarına karşı sert tutumu hakkında bkz. Levçenko, Bizans
Tarihi, s. 56-57; Radi Dikici, Bizans İmparatorluğu Tarihi: Byzantium
330-1453, İstanbul: 2015, s. 127-128.
[249]
Rüstem, Kenisetü medinetillah, I, 363; Çelik, Süryânî Tarihi, s.
284-286.
[250]
Atiya, Doğu Hıristiyanlığı, s. 201.
[251] Saka, Kenisetî’s-Süryâniyye,
s. 155-156; Volker L. Menze, “Yuhanon of Tella”, GEDSH, s. 447448.
[252] Gregory, Bizans Tarihi,
s. 141; Gündüz, “Melkitler”, Din ve İnanç Sözlüğü, s. 255; Frend,
“Monophysitism”, ER, IX, 6154.
[253] Kendi inancını tek gerçek ve
mecburi din sayan I. Justinianus sadece Hıristiyan ayrılıkçılara değil,
Samiriler, Yahudiler gibi imparatorluk içinde yaşayan diğer din mensuplarına da
yaşam hakkı tanımayan bir politika benimsedi. Sapkınların hak yoluna dönmesi
için üç aylık mühlet verdi. Yahudiler kalabalık nüfusları sayesinde bu
politikadan pek etkilenmediler. Buna karşılık Samiriler ve Suriye’deki tek doğa
yanlıları büyük zulümlere maruz kaldılar. Bkz. Levçenko, Bizans Tarihi,
s. 59-60; Arslantaş, İslâm Dünyasında Sâmirîler: Osmanlı Dönemine Kadar,
İstanbul: 2008, s. 45-46.
[254] Dinî birliği sağlama
amacındaki imparatorluğun, 518’den Severus’un öldüğü yıl olan 538’ kadar tek
doğa yanlısı Süryânîler’e uyguladığı baskı ve sürgünler hakkında ayrıntılı
bilgi için bkz. Çelik, Süryânî Tarihi, s. 288-295.
[255]
Atiya, Doğu Hıristiyanlığı, s. 203; Van Rompay, “Theodosius of
Alexandria”, GEDSH, s. 407-408.
[256] I. Justinianus benimsediği
savunma stratejisi gereği imparatorluğun askerî birliklerini devletin her tarafına
dağıtmıştı. 540 yılına kadar batıdaki kavimlere karşı düzenlediği harekatlarda
da başarılar elde etti. Ancak imparatorluğun Fırat bölgesindeki askerî
yoğunluğunun azalmasını fırsat bilen Sâsâni Kralı Hüsrev, aynı yıl Bizans
üzerine sefere çıktı. Zorlanmadan ilerleyen Sâsânî ordusu, doğunun en büyük
ikinci şehri olan Antakya’yı ele geçirdi. 541 yılı başında imparatorluk
ordusunun büyük kısmı Fırat bölgesinde toplanmışsa da Sâsânîlere karşı başarı
elde edilememiştir. Bkz. Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi, s. 64-66;
Levçenko, Bizans Tarihi, s. 77-78.
[257] Arp. el-Ğassâniyyûn (jİP^I).
M.S. 200-636 yılları arasında Suriye’de hüküm sürmüş olan bir Arap henedanıdır.
Soyları Yemen’deki Me’rib Seddi’nin yıkılmasında sonra, m. III. asırda
Suriye’ye göç etmiş olan Kâhtânîlere dayanmaktadır. Suriye bölgesinin yerli
halkı olan Süryânîler’in etkisinde kalan Gassânîler, kendi dillerini korumakla
birlikte Süryânîce öğrenmişler ve Hıristiyanlaşmışlardır. Bu nedenle onlar; V.
asırda yaşanan teolojik bölünmeler sonrasında, Süryânî Ortodoksların inancını
benimsemişler ve onların kilisesine tabi olmuşlardır. Buna rağmen, VI. asırda
II. Hâris b. Cebele (Arp. 2d? û 1^cM. Krallığı: 529-569)
ile Suriye’de elde etmiş oldukları siyasi güç sayesinde, tek doğa inancını yok
etmeye çalışan Bizans idaresinin vazgeçilmez bir müttefiki konumuna
gelmişlerdir. Bkz. Zeydân, el-‘Arab kable’l-İslâm, s. 184-194; Günaltay,
İslâm Öncesi Arap Tarihi, Ankara: 2015, s. 185-197; Mahmûd Arafe Mahmûd,
el-‘Arab kable’l-İslâm: Ahvâlühüm es-siyâsiyye ve’d-dîniyye ve ehemmü
mezâhiri hadâretihim, Kahire: 1995, s. 98-104; Ağırakça, “Gassânîler”, DİA,
XIII, 397-398.
[258] Güzelliğiyle ün salmış olan
Theodora, İmparator Justinianus üzerinde nüfuz sahibiydi. Ölümüne kadar pek çok
din ve devlet adamının göreve atanıp görevden alınmasında etkili olmuştur.
Theodora, tek doğa yanlılarına karşı olumlu bir bakış açısına sahipti. Onun bu
tutumunun Süryânî bir papazın kızı olmasından kaynaklandığı söylenir (Bkz.
Atiya, Doğu Hıristiyanlığı, s. 203). Diğer taraftan Bizans yönetimi uzun
zamandan beri bir ikilem içinde idi. Doğu kiliseleriyle uzlaşma arandığında
Roma ile ters düşülüyor, batıyla birlik arayışına girildiğinde de doğudaki tek
doğa yanlıları ile çatışma yaşanıyordu. Daha önceki imparatorlar Zenon ve I.
Anastasius doğudaki birliğe daha fazla önem vermişlerdi. Her ne kadar I.
Justinianus ilk yıllarında batı ile ilişkilerine önem vermiş ise de gelişen
şartlar onu doğu halkları ile uzlaşma arayışına sevk etmiş; ancak bu yöndeki
çabaları olumlu herhangi bir netice doğurmamıştır. Bkz. Ostrogorsky, Bizans
Devleti Tarihi, s. 71-72; Levçenko, Bizans Tarihi, s. 58, 80.
[259] Süryânîce Burd‘oyo
veya Burd‘ono ifadeleri, binek hayvanı eyeri anlamına gelen barda ‘to
(^^כ1ג) kelimesinden türetilmiştir ve eyerli, eyer (bezi) giyinmiş
anlamlarına gelmektedir. Eskimiş eyerden bozma hırpani bir elbise giydiği için
Ya‘kûb’a bu lakap takılmıştır. Onun sadece çilecilikten ötürü değil,
imparatorluk görevlilerine yakalanmamak için de bu şekilde giyindiği ifade
edilir. Bkz. Atiya, Doğu Hıristiyanlığı, s. 204; Brock, “Ya‘qub
Burd‘oyo”, GEDSH, s. 431.
[260] Haris b. Cebele’nin talebine
uygun olarak Theodore Busra’ya (Bustra) Yakub Burd‘oyo ise Urfa’ya piskopos
olarak atanmıştır. Bkz. Cevâd Ali, el-Mufassal fî târîhi’l-‘Arab
kable’l-İslâm, Bağdat: 1993, III, 408-409; Atiya, Doğu Hıristiyanlığı,
s. 203; Saka, Kenîsetî’s-Süryâniyye, s. 155-156; Çelik, Süryânî
Tarihi, s. 296-301; Avcı, İslâm-Bizans İlişkileri, İstanbul: 2003,
s. 26; Brock, “Ya‘qub Burd‘oyo”, GEDSH, s. 431-432.
[261] Yürüyerek seyahat eden
Ya‘kûb’un Batı Asya ve Mısır’da diyardan diyara yaptığı geziler sıradan bir
insan için imkân haricinde görünür. Suriye, Mezopotamya’nın tümü, Sina
Yarımadası, Mısır, Ermenistan, Kapdokya, Kilikya ve Küçük Asya’da sürekli
dolaştığı; bunun yanında Kıbrıs, Rodos, İstanköy ve Midilli adalarına da
geçtiği söylenir. Bkz. Atiya, Doğu Hıristiyanlığı, s. 204-205.
[262]
Barsavm, Saçılmış İnciler, s. 279-280; Kaçar, Geç Antikçağ’da
Hıristiyanlık, s. 155-165.
[263] Burada kullanılan “Antakya
Patriği” ifadesi ile Süryânî Ortodoksların başpiskoposu kastedilmektedir.
Nitekim bir kilisenin başpiskoposunun patrik veya papa olarak
isimlendirilmesi VI. asırda imparator I. Justinianus (imparatorluğu: 527-565)
zamanında başlayan bir uygulamadır (Bkz. Mahmut Aydın, “Patrik”, DİA,
XXXIV, 188). Bu nedenle çalışma içerisinde, VI. yüzyıla kadar kiliselerin
başında bulunan kimseler için “patrik” yerine “piskopos” unvanı kullanılmıştır.
[264] Mısırdaki Kıptîler de Antakya
Kilisesi’ne bağlı Süryânîler gibi Kadıköy Konsili’ni kabul etmemiş ve
imparatorluk ile bağını koparıp bağımsız kiliselerini kurmuşlardır (Atiya, Doğu
Hıristiyanlığı, s. 8788; Erdem, “Kıpti Kilsesi Üzerine Bir Araştırma”, AÜİFD,
1 (1997), s. 156; DİA “Kıptîler”, DİA, XXV, 425). Bu süreçte
Habeşistan’daki Hıristiyanlar da Kıptîler ile birlikte hareket etmişlerdir.
Bununla birlikte XX. asra kadar bağımsız bir Habeş Kilisesi olmamıştır (Münir
Yıldırım, “Afrika’da Kadim Bir Kilise: Etiyopya Ortodoks Kilisesi”, Milel ve
Nihal, 2 (2013), s. 113, 116). Diğer taraftan imparatorluğun doğu
sınırındaki Ermeniler de hem Sâsânîlere hem de Romalılara muhalefetlerinden
dolayı tek doğa inancını benimsemişler ve 491’de bağımsız kiliselerini
kurmuşlardır (Kasım Ertaş, Osmanlı İmparatorluğu’nda Diyarbakır Ermenileri,
İstanbul: 2015, s. 198-200; Abdurrahman Küçük, “Gregoryan Ermeni Kilisesinin
Oluşması ve Konsil Kararları Karşısındaki Tutumu”, AÜİFD, 1 (1996), s.
132). Tek doğa inancını günümüze kadar taşımış olan bu kiliseler, sadece ilk üç
konsili kabul etmekte ve inançlarını Ortodoks olarak nitelemektedirler.
Günümüzde bu kilise topluluğu kendisini tanımlarken Oryantal Ortodoks Kiliseler
tabirini kullanmaktadır. “Oryantal (İng. oriental) Ortodoks” ifadesi, tek
doğa yanlısı kiliseleri; Kadıköy yanlısı “Doğu (İng. eastern)
Ortodoks” kiliselerden ayırmak için, Ortadoğu Kiliseler Konsili (İng. Middle
East Council of Churches) tarafından kullanılmıştır. Buradaki fark sadece
literaldir, çünkü “oriental” ve “eastern” terimlerinden her ikisi de
“doğu/doğulu” anlamına gelmektedir. İsimlendirmeler için Bkz. Fitzgerald, “Eastern
Christianity”, ER, IV, 2584-2585; Maloney, “Orthodox and Oriental
Orthodox Churches”, NCE, X, 681.
[265] İmparator I. Justinianus
(imparatorluğu: 527-565) ve halefi II. Justin’in (imparatorluğu: 565-578) tek
doğa yanlısı kiliselerle barış girişimleri ve II. İstanbul Konsili (553)
hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi,
s. 71-72; Gregory, Bizans Tarihi, s. 156-157; Çelik, Süryânî Tarihi,
s. 304-314; Murphy, “Constantinople III, Council of”, NCE, IV, 193-194.
[266] Ancak bu gruplaşma uzun
sürmemiştir. Ya‘kûb Burd‘oyo’nun 578 yılında İskenderiye yolunda, azledilmiş
patrik konumundaki II. Pavlus’un da 591 yılında İstanbul’da ölmesi sonucunda
Süryânîler içindeki bu ayrılık sona ermiştir. Bkz. Van Rompay, “Pawlos of Beth
Ukome”, GEDSH, s. 322.
[267]
Brock-Taylor, Saklı İnci, III, 26; Brock, “Ya‘qub Burd‘oyo”, GEDSH,
s. 431.
[268] Meselâ bkz. Makdisî, el-Bed’
ve’t-târîh, IV, 42; Şehristânî, el-Milel ve’n-nihal, II, 30-33;
İbnü’l- Esîr, el-Kâmil fi’t-târîh, I, 301-302; VI, 307, 368, 441; İbn Kesîr,
, el-Bidâye ve’n-nihaye, II, 509; XVIII, 566.
[269] Gerçekte de; 578 yılında ölen
Ya‘kûb Burd‘oyo, Süryânî Ortodoks Kilisesi’nin teolojisini oluşturan ve
sistemleştiren bir kişi değildi. Onun yaptığı iş, yok olmanın eşiğine gelmiş
olan kiliseyi örgütlemek ve bağımsız bir hiyerarşi ile tekrar canlandırmaktı.
Böylece dağınık halde bulunan tek doğa yanlısı Süryânîler’i birbirine bağlayıp
bir bütün haline getirmiştir. İki patrik ve sayısız din adamı atayan Ya‘kûb,
kilise örgütünü Roma-Sâsânî sınırına konuşlandırarak Süryânî Kilisesi’ni
Kadıköy yanlısı siyasîler ve din adamlarının saldırılarından uzak tutmayı
başarmıştır. Diğer taraftan Antakya Süryânî Ortodoks Kilisesi’nin kuruluş
zamanı taraflar açısından farklılık göstermektedir. Süryânî Ortodoks Kilisesi mensubu
yazarlar, kiliselerini Antakya Kilisesi’nin gerçek/meşru takipçisi olarak
gördüklerinden, kuruluşunu Havâri Petrus’a -en erken M.S. 34 yılı-
dayandırırlar. Bkz. İğnatiyus I. Zakka İvas, Buhus tarihiyye dîniyye
edebiyye I, Atşane: 1998, s. 7; Saka, Kenîsetî’s- Süryâniyye, s. 29;
Samuel Akdemir, “Geçmişte ve Günümüzde Türkiye’deki Süryani Kilisesi”, Dinler
Tarihi Araştırmaları Sempozyumu - III, s. 9. Kadıköy Konsili taraftarı
kiliselere mensup yazarlar ise, Ya‘kûb’u “ayrılıkçı” ve “tek doğa heretikliğine”
bulaşmış bir kişi olarak kabul ettiklerinden, Süryânî Ortodoks Kilisesi’nin
onun tarafından 543’te kurulduğunu ileri sürerler. Bkz. Y. eş-Şemmas Muhallisi,
Hülasatü tarihi’l-Keniseti’l-Melikiyye, haz. İlyas Kuveytir
el-Muhallisi, Cuneyh: 2002, s. 146.
[270] Ortodoks diyofizit öğretiye
göre İsa’daki insanlık ve ilahlık unsurları birbirine denktir. Bu anlamda
ortodoks öğreti Doğu Kilisesi’nin savunduğu diyofizit öğretiden de farklıdır.
Zira onlara göre İsa’nın insânî doğası önceliklidir ve ulûhiyet sonradan onun
bedenine hulûl etmiştir. Bkz. Mustafa Sinanoğlu, “Melkâiyye”, DİA, XXIX,
84.
[271]
Maloney, “Antioch, Patriarchate Of”, NCE, I, 525.
[272]
Meselâ bkz. Makdisî, el-Bed’ ve’t-târîh, IV, 42; Şehristânî, el-Milel
ve’n-nihal, II, 27-29.
[273] Bugün Melkit ifadesi; daha çok
İskenderiye, Antakya ve Kudüs kiliselerinde Papa’nın ruhânî liderliğini kabul
eden Rum Katolikler için kullanılmaktadır. Bkz. G. D. Gallardo, “Melkite Greek
Catholic Church”, NCE, IX, 479.
[274] Atiya, kesin olmamakla
birlikte Mor Mârûn’un 350-433 yılları arasında yaşamış olduğunu kaydetmektedir.
Çağdaşı olan yazar ve belgeler sayesinde keşişin yaşamış olduğu dönem hakkında
bir kuşku bulunmamakla birlikte onun ölüm tarihi hakkında net bir bilgi yoktur.
Çağdaşlarının keşişin yaşamış olduğu döneme tanıklığı ile ilgili bkz. Doğu
Hıristiyanlığı, s. 421-422.
[275] Arp. Efâmiye (Mâl), İng.
Apamea. M.Ö. III. asırda Grekler tarafından kurulmuş olan antik şehir, bugün
Suriye’nin Hama şehri sınırları içinde yer almaktadır. Bkz. Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemü’l-
büldân, I, 227; Isaiah Gafni, “Apamea”, EJd2, II, 254;
Van Rompay, “Apamea”, GEDSH, s. 23-24.
[276] Atiya, Doğu Hıristiyanlığı,
s. 421-422; E. el-Hayek-S. Beggiani, “Maronite Church”, NCE, IX, 192;
Taşpınar, “Mârûnîler”, DİA, XXVIII, 71.
[277]
Atiya, Doğu Hıristiyanlığı, s. 422-423; Hayek-Beggiani, “Maronite
Church”, NCE, IX, 193-194.
[278]
Joseph P. Amar, “Maronite Church”, GEDSH, s. 271.
[279] Levçenko, Bizans Tarihi,
s. 111-112; Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi, s. 101. 622 yılında
ileri sürülen bu görüşe göre Îsâ-Mesîh’te ilâhî ve insânî iki tabiat bulunmakla
birlikte tek irade ya da tek enerji vardı. Bu yüzden bu anlayışa monothelitizm
veya monoenerjizm denmektedir. Bkz. Atiya, Doğu Hıristiyanlığı,
s. 95; Owens, “Monothelitism”, NCE, IX, 816.
[280] İnanç Beyannamesi. İlan
edilişinin üzerinden on yıl geçtikten sonra beyannamenin öngördüğü politika,
İtalya üzerindeki Bizans etkisini güçlendirmek isteyen ve bunun için Roma’nın
desteğine ihtiyaç duyan II. Konstans (imparatorluğu: 641-668) tarafından
değiştirilmiştir. 648’de ilan ettiği Typos ile imparator, dinî konularda
yürütülecek tartışmaları yasaklamayı ve böylece ihtilafları ortadan kaldırmayı
amaçlamıştır. Ancak bu tedbir de sorunu çözmemiştir. Bkz. Gregory, Bizans
Tarihi, s. 191.
[281] Ostrogorsky, Bizans
Devleti Tarihi, s. 102; Frend, “Monophysitism”, ER, IX, 6155; Owens,
“Monothelitism”, NCE, IX, 817.
[282] III. İstanbul konsili
hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Dvornik, Konsiller Tarihi, s. 21-23;
Aydın, Hristiyan Genel Konsilleri, s. 20-22; Çelik, Süryânî Tarihi,
s. 321-327; Laurent, “Constantinople III, Council of”, NCE, IV, 193.
[283] Konsil, Kasım 680’de toplanıp
Eylül 681’de son bulmuştur. Bkz. Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi, s.
119; Dvornik, Konsiller Tarihi, s. 23.
[284] Emevî-Bizans sınırında kalan
Mârûnîlerin durumu hakkında bkz. Honigmann, Bizans Devletinin Doğu Sınırı,
s. 37-38.
[285] Ancak XII. yüzyılda
Antakya’da bulunan Haçlılara yakınlaşmaları sonucunda Mârûnîler, batı ile
tekrar iletişime geçecek ve bundan sonra yaşanan süreçte monotelitizmden
vazgeçerek Katolik Kilisesi’nin inancını benimseyeceklerdir. Böylece
monotelitizmi benimseyen herhangi bir grup kalmayacaktır. Bilgi için bkz.
Hourani, Arap Halkları Tarihi, s. 128; Amar, “Maronite Church”, GEDSH,
s. 271; Taşpınar, “Mârûnîler”, DİA, XXVIII, 71.
[286]
Atiya, Doğu Hıristiyanlığı, s. 423; Amar, “Maronite Church”, GEDSH,
s. 271.
[287]
Hayek-Baggiani, “Maronite Church”, NCE, IX, 194.
[288] Levçenko, Bizans Tarihi,
s. 25-26; Hitti, History of Syria, s. 520; Atiya, Doğu Hıristiyanlığı,
s. 8790.
[289]
Ponting, Dünya Tarihi, s. 205-206; Arnaldo Dante Momigliano,
“Hellenism”, EJd2, VIII, s. 785.
[290] Hitti, Siyâsî ve Kültürel
İslam Tarihi, çev. Salih TUĞ, İstanbul: 1980, I, 232-233; Atiya, Doğu
Hıristiyanlığı, s. 200.
[291] Süryânîler’in bilimsel
faaliyetleri hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. “Abbâsîler’e Kadar Süryânîler
ve Bilim” başlığı.
[292] Bkz. Cevâd Ali, el-Mufassal.fîTârîhi’l-Arab,
III, 409; Mahmûd, el- Arab kable’l-İslâm, s. 101, 199; Ağırakça,
“Gassânîler”, DİA, XIII, 397.
[293] Veya Lahmîler. Arp.
el-Lahmiyyûn (jjd^l). III-VII asırlar arasında Irak’ta hüküm süren Lahmîler’in
başşehri; Irak’ın güney kesiminde, Kûfe’ye 7 km mesafede bulunan antik Hîre
(Sür. Hira [^■u.״],
Arp. el-Hîra p>^']) şehridir (Yâkût el-Hamevî, Mu’cemü’l-büldân, II,
328-331). Bu yüzden onlara Hîreliler de denmiştir. Sâsânîlere tabi olan
Lahmîler, özellikle IV-VI. asırlarda onların safında, Bizans ve müttefiki
Gassânîlere karşı mücadele vermişlerdir. Sâsânî idaresinin Zerdüştlüğü yayma
gibi bir politikasının olmaması, diğer taraftan Doğu Süryânî Kilisesi’nin Irak
ve İran coğrafyasındaki etkinliğinin bir sonucu olarak Lahmîler,
Hıristiyanlığın bu mezhebini benimsemişlerdir. Bkz. Zeydân, el-‘Arab
kable’l-İslâm, s. 197-214; Günaltay, İslâm Öncesi Arap Tarihi, s.
197-222; Mehmet Ali Kapar, “Lahmîler”, DİA, XXVII, 54-55.
[294] Bkz. Hitti, History of Syria,
s. 520; Hourani, Arap Halkları Tarihi, s. 33; Mahmûd, el-‘Arab
kable’l- İslâm, s. 199; Kapar, “Lahmîler”, DİA, XXVII, 55.
[295] İslâm hâkimiyeti öncesinde
Bizans’ın doğu sınırı, Sâsânîler ile çok sık girişilen savaşlara sahne
olmuştur. Öyle ki, birkaç on yıl süren barış dönemleri çok istisnâî durumlardı.
Bunun sonucu olarak doğudaki sınırlar sürekli değişmekte idi. Bununla birlikte
bölgede herhangi bir taraf diğerine karşı mutlak bir üstünlük elde edememiş,
her iki taraf da belirli sınır hatlarında tutunmayı tercih etmiştir. Bkz.
Honigmann, Bizans Devletinin Doğu Sınırı, s. 1.
[296] Levçenko, Bizans Tarihi,
s. 110-111, Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi, s. 88-89, 94; Mehmet
Bülent Uludağ, Dünya Siyasi Tarihi, İstanbul: 2011, s. 37. İki taraf
arasındaki bu mücadele Kur’an’ın bir suresine de konu olmuştur (er-Rûm,
30/1-5). Mekkeli müşriklerin, Sâsânîlerin kitap ehli olan Bizans’ı mağlup
ettiği gibi kendilerinin de Müslümanlara üstün geleceklerini dillendirmeleri
üzerine; ilgili ayetler vahyedilmiş ve birkaç sene içinde Bizans’ın tekrar
üstün geleceği ifade edilmiştir. Hatta bu ayet üzerine Hz. Ebûbekir,
müşriklerden Übey b. Halef ile iddiaya girmiş; Medine döneminde Bizans’ın
üstünlüğü kesinleştiğinde de Übey’in hayatta olmaması nedeniyle bahsin bedeli
olan yüz deveyi varislerinden alıp Hz. Peygamber’in (as.) emriyle fakirlere
dağıtmışır. Bkz. İbrahim Sarıçam, Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı,
Ankara: 2007, s. 236-237.
[297] Hitti, İslâm Tarihi,
I, 215; Hourani, Arap Halkları Tarihi, s. 32; Mustafa Fayda, Allah’ın
Kılıcı Halid b. Velid, İstanbul: 2013, s. 141.
[298] Hulefâ-yi Râşidîn döneminde
gerçekleşen İslâm fetihleri hakkında bkz. Hasan İbrahim Hasan, Siyasî - Dinî
- Kültürel - Sosyal İslâm Tarihi, çev. İsmail Yiğit, Sadreddin Gümüş ve
dğr., İstanbul: 1987, I, 281-309, 330-335; Doğuştan Günümüze Büyük İslâm
Tarihi, II, 44-56, 66-106, 197-200; Adem Apak, Anahatlarıyla İslâm
Tarihi, İstanbul: 2010, II, 76-90; 121-165; 208-222; Fayda, “Hulefâ-yi
Râşidîn”, DİA, XVIII, 328-330.
[299] İslâm fetihlerini
kolaylaştıran sebepler ve bu konuda yapılan tartışmalar hakkında detaylı bilgi
için bkz. Zeydân, İslâm Uygarlıkları Tarihi, İstanbul: 2013, I, 105-112;
Hitti, History of Syria, s. 417421; a.mlf., İslâm Tarihi, I,
218-222; Hasan, İslâm Tarihi, I, 276-281; Doğuştan Günümüze Büyük
İslâm Tarihi, II, 56-59; Fayda, Halid b. Velid, s. 291-311; Ahmet
Turan Yüksel, “Bazı Batılı Araştırmacılara Göre İlk İslam Fetihleri”, SEÜİFD,
6 (1996), s. 169-196; Mehmet Azimli, “Hulefâ-i Râşidîn Döneminde Gerçekleşen
İlk Fetihlerin Sebepleri Üzerine Bazı Değerlendirmeler”, İSTEM, 6
(2005), s. 177-194; Fayda, “Fetih”, DİA, XII, 467-470.
[300] Sâsânî idaresi altındaki Doğu
Süryânîleri’nin durumu hakkında bkz. Hitti, İslâm Tarihi, I, 236; Ali
Hüsnî el-Harbutlî, el-İslâm ve ehlü’z-zimme, Kahire: 1969, s. 101-102;
Levent Öztürk, İslam Toplumunda Hristiyanlar, İstanbul: 2012, s. 73-74;
Aksoy-Çelik, Süryânî Tarihi, s. 246; Osman Gürbüz, “Bizans ve
Sâsânilerdeki Dini Baskıların İlk Dönem İslam Fetihlerine Etkileri”, DBAAD,
1 (2007), s. 159-177; Esko Naskali, “Sâsânîler”, DİA, XXXVI, 176.
[301] Albert Hourani, Arap
Halkları Tarihi, İstanbul: 2014, s. 47; Hitti, History of Syria, s.
417. Anlatımlarında Sâmî milliyetçiliğinin izleri hissedilmekle birlikte Semir
Abduh, Araplar ile Süryânîler’in durumunu tamamen özdeşleştirir. Abduh, Emevî
ve Abbâsî dönemleri de dâhil olmak üzere, Araplar’ın idaresi kuvvetlendiğinde
Süryânîler’in kuvvetlendiğini, Araplar zayıfladığında ise durumlarının
kötüleştiğini ifade eder. Bkz. es-Sûriyyûn ve’l-hadâratü’s-Süryâniyye,
Dımaşk: 1998, s. 27. Diğer taraftan Arslantaş’ın İslâm toplumu içindeki
Yahudiler hakkında yapmış olduğu tespitler, benzer durumun diğer gayr-i müslim
tebea için de geçerli olduğunu göstermektedir. Bkz. İslâm Dünyasında
Yahudiler, s. 318-319.
[302] Hitti, İslâm Tarihi,
I, 240; Lewis, The Arabs in History, s. 53-54.
[303] İslâm fetihlerinden sonra
Bizans’ın doğu sınırı Torosların kuzeyine çekilmiş ve ordular arasındaki
mücadele bu bölgelerde gerçekleşmiştir. Bu sebeple İslâmî dönemde Süryânîler,
Bizans ile sürdürülen savaşlardan çok fazla etkilenmemişlerdir. Fetihlerden
sonra Bizans ile Müslüman ordular arasında devam eden mücadeleler hakkında bkz.
Honigmann, Bizans Devletinin Doğu Sınırı, s. 3638.
[304] Levçenko, Bizans Tarihi, s.
112; Lewis, The Arabs in History, s. 57-58; Fayda, Gayr-ı Müslimler,
s. 185.
[305] Hitti, İslâm Tarihi,
I, 218; Roberts, Dünya Tarihi, s. 121-122. Yahudi ve Süryânî yazarların
eserlerinde fatihlere bağlanan umudun izleri mevcuttur. Konuyla ilgili örnekler
için bkz. Lewis, The Arabs in History, s. 57-58; Harbutlî, el-İslâm ve
ehlü’z-zimme, s. 104; Arslantaş, İslâm Toplamanda Yahudiler,
İstanbul: 2011, s. 89, 93;
Öztürk, “İslamiyet’in Yayıldığı Coğrafyada Yaşayan
Hıristiyanlar”, Süryaniler
ve Süryanilik, I, 26-28.
[306]
Genel manada “koruma” anlamına gelen zimme statüsündeki kişilere “zimmî” veya
“ehlü’z-zimme” denmektedir. Bu statü İslâmî idareye tabi olan ehl-i kitap için
ihdas edilmiştir. Hıristiyan, Yahudi, Sabiî ve Mecusîleri kapsamaktadır.
Müşrikler bu statüye dahil edilmemişlerdir. Zimme kelimesinin anlamı, statünün
hukuki dayanağı ve sonuçları hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Arthur S.
Tritton, The Caliphs and Their Non-Muslim Subjects: A Critical Study of the
Covenant of ‘Umar, London: 1930, s. 5; Hitti, History of Syria, s.
485; Harbutlî, el-İslâm ve ehlü’z-zimme, s. 65; Öztürk, Hristiyanlar,
s. 275-276; Tritton, “Non-Muslim Subjects of the Muslim State”, JRASGBI,
1 (1942), s. 36-40; a.mlf., “Nasârâ”, İA, IX, 79; Fayda, “Zimmî”, DİA,
XLIV, 428-429; C. Cahen, “Zimme”, İA, XIII, 566; Andrea Pacini,
“Christianity: Christianity in the Middle East”, ER, III, 1673.
[307] Cari uygulama savaşla ele
geçirilen toprakların gaziler arasında bölüştürülmesi ve üzerinde yaşayan
insanların köleleştirilmesi şeklinde iken, Hz. Ömer çeşitli maslahatlar
gözeterek bu uygulamayı yürürlüğe koymamış ve toprakları sahiplerinde bırakıp
buna karşılık onlara haraç vergisi yüklemiştir. Hz. Ömer’in bu uygulaması
hakkındaki tartışmalara ayrıntılı şekilde yer veren bir araştırma için bkz.
Fayda, Gayr-ı Müslimler, s. 15-46, 51-52.
[308] Arp. el-cizye (3_jJ^Jl). Genel
anlamda İslâm devletinde yaşayan gayr-i Müslimlerden alınan baş vergisine
denir. Bkz. Mehmet Erkal, “Cizye”, DİA, VIII, 42-45. Süryânîler’in
çoğunlukla yaşadıkları bölgeler olan Irak, Suriye ve Cezire bölgelerinin fethi
esnasında şehir şehir yapılan anlaşmalar, belirlenen cizye miktarları ve
anlaşmalara konan diğer maddeler hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Fayda, Gayr-ı
Müslimler, s. 140-168; a.mlf., “Hulefâ-yi Râşidîn”, DİA, XVIII, 328-330.
[309] Arp. el-harâc (^Ij^Jl). Genel
olarak vergi ya da devlet gelirleri anlamına gelmekle birlikte buradaki anlamı
hususîdir ve toprak vergisi demektir. Bkz. Cengiz Kallek, “Haraç”, DİA,
XVI, 71-88. Hz. Ömer zamanında Irak, Suriye ve Cezire bölgelerinde belirlenen
haraç miktarları ve hangi ürünlerden ne kadar alındığı hakkında ayrıntılı bilgi
için bkz. Fayda, Gayr-ı Müslimler, s. 51-74.
[310] Arp. ‘uşûr (jjmo). Vergi ıstılahında ticaret
vergisi anlamında kullanılmaktadır. Uşûr hakkında bkz. Fayda, Gayr-ı
Müslimler, s. 203-219; a.mlf., “Hz. Ömer ve Ticaret Malları Vergisi veya
Uşûr”, AÜİFD, 1 (1981), s. 169-178; a.mlf., “Hz. Ömer ve Ticaret Malları
Vergisi veya Uşûr II”, AÜİFD, 1 (1983), s. 327-334; Arslantaş, İslâm
Dünyasında Yahudiler, s. 307-313; DİA, “Gümrük”, DİA, XIV, 260-263.
[311] Bu himayenin
sağlanamayacağının düşünüldüğü durumlarda toplanmış olan cizyenin halka geri
ödendiğine dair örnekler mevcuttur. Bkz. Ebû Yûsuf, Kitâbü’l-Harâc, thk.
Tâhâ Abdurraûf Sa‘d, Kâhire: [ty], s. 152-153; Belâzurî, Füthûhu’l-büldân,
s. 160; Fayda, “Zimmî”, DİA, XLIV, 429. Diğer taraftan kaynaklarda bu
himaye hakkının bir sonucu olarak, Bizans ile yapılan esir değişimlerinde karşı
tarafın elinde esir bulunan zimmîlerin de takasa dâhil edildiği görülmektedir.
Konuyla ilgili örnekler için bkz. Öztürk, Hristiyanlar, s. 483-488.
[312] Hitti, İslâm Tarihi,
I, 218; Harbutlî, el-İslâm ve ehlü’z-zimme, s. 67; Aksoy-Çelik, Süryânî
Tarihi, s. 248.
[313]
Atiya, Doğu Hıristiyanlığı, s. 217.
[314] Hıristiyanların kiliselerinde
çan çalınması, boyundaki haçla dışarıda gezilmesi, alenen şarap içilmesi gibi
durumlar ilk dönemlerde yasak
olmamakla birlikte, sonraki yıllarda Müslümanlarla
Hıristiyanların aynı şehirlerde yaşamaya
başlamaları bazı düzenlemelerin getirilmesine sebep olmuştur. Söz gelimi sokakta haçın teşhir edilmesi
yasaklanırken mabette çıkarılmasına
karışılmamış, genel olarak çanın namaz vakitlerinde
çalınmasına engel olunmuştur. Çan ve haçların hangi durumlarda yasaklandığı ile
ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Öztürk, Hristiyanlar, s. 219-230, 230234.
[315] Zimmîlerin bu
sorumluluklarına dair detaylı bilgi için bkz. Mâverdî, el-Ahkâmü
’s-suttaniyye, Kahire: [ty], s. 225; Hitti, History of Syria, s.
544; Harbutlî, el-İslâm ve ehlü ’z-zimme, s. 66; Arslantaş, İslâm
Toplumunda Yahuditer, s. 104-105; Fayda, “Zimmî”, DİA, XLIV, 429.
[316] Fetihler esnasında imzalanan
anlaşmalarda kiliselerin yıkılması gibi bir madde söz konusu olmamış, aksine
zimmîlerin ibadethanelerinin yıkılmayacağı özellikle belirtilmiştir. Diğer
taraftan yeni kiliselerin inşa edilmesi ve eski kiliselerin tamiri meselesi
tartışmalara sebep olmuştur. İslâm âlimleri bu konuda olumsuz görüş
bildirmelerine rağmen idareciler genel olarak yeni kilise inşasına ses
çıkarmamışlardır. Bununla birlikte bazı idarecilerin fetihlerden sonra inşa
edilen kiliselerin yıkılması yönünde talimat verdikleri de olmuştur. Yeni
kiliselerin inşası ve eskilerin tamiri hususunda din adamları ve cemaat ileri
gelenlerinin idare ile kurdukları iyi ilişkilerin payı olduğu gibi, kiliselerin
yıktırılmasına da Hıristiyanlara karşı zaman zaman oluşan toplumsal tepkiler ve
idarecilerle din adamları arasında vuku bulan anlaşmazlıkların sebep olduğu
söylenebilir. İlk dönemden itibaren gerçekleşen fetihler esnasında mabetlerle
ilgili çeşitli şehir halklarıyla yapılan anlaşmaların içeriği, Hulefa-i
Râşidîn, Emevîler ve Abbâsîler döneminde hıristiyan mabetlerinin durumu
hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Öztürk, Hristiyanlar, s. 160-202.
Mezhep imamlarının kilise inşası ve tamiri hakkındaki hükümleri ve Hulefâ-yi
Râşidîn, Emevîler ve Abbâsîler dönemlerinde idareciden idareciye değişen
müsamahalı tutum hakkında bkz. Harbutlî, el-İslâm ve ehlü’z-zimme, s.
138-143; Fayda, “Zimmî”, DİA, XLIV, 430-431. Aksoy ve Çelik, Hıristiyan
olup sonradan İslâmiyete girmiş olan yerel idarecilerin Hıristiyanlığa ve
Hıristiyanlara karşı sempatilerini koruduklarını; kiliselerin inşası ve tamiri
hususunda da kolaylaştırıcı bir tutum sergilediklerini ifade ederler. bkz. Süryânî
Tarihi, s. 249.
[317] Kur’an veya sünnet zimmîlerin
kıyafetleriyle ilgili herhangi bir düzenleme getirmemiştir. Bu konudaki
uygulamalar tamamen siyasî ve sosyal hadiselere bağlı bir şekilde gelişmiştir.
Çoğunlukla aynı kıyafetlerin giyilmesi dolayısıyla, toplum fertlerinin
kimliğinin tespit edilememesi gibi durumlardan kaynaklanan düzenlemeler; bazen
de devlet görevlilerinin kıyafetlerinin giyilmesinin yasaklanması şeklinde
yürürlüğe konmuştur. Kıyafetlerle ilgili kısıtlamaların nüfus cüzdanı, pasaport
gibi belgelerin bulunmamasından dolayı kimlik belirleyici tedbirler
çerçevesinde uygulandığı düşünülebilir. Diğer taraftan gayr-i müslim cemaat
liderlerinin de geleneksel kıyafetlerin korunması ve hakim kültürü temsil eden
Müslümanlarla benzeşilmemesi yönünde çaba sarf ettikleri görülmektedir. Kılık
kıyafet konusunda Hıristiyanlara getirilen sınırlandırmalar ve bunun arka planı
hakkında değerlendirmeler için bkz. Muhammed Hamidullah, İslâm’a Giriş,
çev. İbrahim Arif Koytak, Veysel Uysal, İstanbul: 2003, s. 236; Harbutlî, el-İslâm
ve ehlü’z-zimme, s. 84-87; Öztürk, Hristiyanlar, s. 323-391;
Arslantaş, İslâm Toplumunda Yahudiler, s. 207-221; Fayda, “Zimmî”, DİA,
XLIV, 430-431. Cahen, idarî bazı gayelerle konan zünnar takma zorunluluğu gibi
yasakların daha sonra toplum içinde bir tahkir aracına dönüştüğünü ifade eder.
Bkz. “Zimme”, İA, XIII, 567-568.
[318] Konu ile ilgili bkz. Öztürk, Hristiyanlar,
s. 136.
[319] Bu yasakların dinî olmaktan
daha çok askerî ve idarî bazı sebeplerinin olduğu düşünülebilir. Konu ile
ilgili bkz. Arslantaş, İslâm Toplumunda Yahudiler, s. 217-218.
[320] Siyasî ve dinî gelişmeler
neticesinde Emevîler ve bilhassa Abbâsîler döneminde zimmîlere getirilen
yasakların “eş-Şurûtü’l-Ömeriyye” metninden dolayı Hz. Ömer’e nispet edildiği
görülür. Tritton bu metnin Hz. Ömer’e değil Ömer b. Abdülaziz’e ait olduğunu
ifade etse de Fayda, bu yargının da hatalı olduğu kanaatindedir. Görüşler için
bkz. Tritton, The Caliphs and Their Non-Muslim Subjects, s. 10-11,
230-231; Fayda, Gayr-ı Müslimler, s. 188-201; Harbutlî, el-İslâm ve
ehlü’z-zimme, s. 7884.
[321] Zaman içerisinde zimmîlerin
toplumda saygın konumlar elde etmeleri ve zenginleşmeleri Müslüman âlimlerin ve
halkın tepkisini çekmiş, halktaki rahatsızlığın idareciler üzerinde baskı
oluşturması sonucunda da zimmîlerin aleyhinde bazı kararlar alınabilmiştir.
Bkz. Hitti, İslâm Tarihi, II, 541-542; Öztürk, Hristiyanlar, s.
136. Ayrıca Hârûnürreşîd (hilâfeti: 170-193/786-809), Mütevekkil (hilâfeti:
232-247/847-861) ve Kâim (hilâfeti: 422-467/1031-1075) gibi halifeler
tarafından zimmîlere getirilen yasaklar hakkında bkz. Hitti, History of
Syria, s. 543-544; Tritton, “Nasârâ”, İA, IX, 79.
[322] Halifelerin emirlerinin
devlet adamları tarafından sümenaltı edilmesine dair örnekler için bkz. Öztürk,
Hristiyanlar, s. 422, 424; Arslantaş, İslâm Toplumunda Yahudiler,
s. 218-219.
[323]
Tritton, “Nasârâ”, İA, IX, 79.
[324]
Gayr-i müslimlere ilk olarak yeni fethedilen bölgelerin vergi düzenlemesi
yapılırken ihtiyaç duyulmuştu. Hz. Ömer’in prensip olarak gayr-i müslim
istihdamına karşı çıkmasına ve Müslümanları bu işleri öğrenmeye teşvik
etmesine, daha sonra ise Abdülmelik b. Mervan’ın (hilâfeti: 65-86/685-705)
devlet idaresinde Arapça’yı zorunlu kılmasına rağmen Müslümanlar kâtiplik
işlerine pek ilgi göstermemişler; aksine gayr-i
müslimler Arapça’yı öğrenmeye
başlamışlardı. Dolayısıyla devletin
kurumsallaşması ile orantılı şekilde artan divanlar ve devlet kurumları tamamen
gayr-i müslimlerin tekelinde kalmıştı. Diğer taraftan genel olarak idarecilerin
de mevcut düzeni devam ettirmeyi daha kolay buldukları söylenebilir. Bkz.
Hitti, İslâm Tarihi, II, 341343; Harbutlî, el-İslâm ve ehlü’z-zimme,
s. 118; Arslantaş, İslâm Toplumunda Yahudiler, s. 222-224; Öztürk, Hristiyanlar,
s. 569-571, 589-590. Ayrıca gayr-i
müslimlerin vergi memuru olarak
görevlendirilmesi ve bu konuda zaman zaman yaşanan
problemler hakkında bkz. age., s. 582-593.
Emevî ve Abbâsî dönemlerinde
kâtiplerle ilgili uygulamalar ve kâtiplerin devlet sistemindeki etkinliği
hakkında bkz. age., s. 593-610.
[325] Emevîler döneminde gayr-i
müslimlerle ilişkilerin yoğunlaşması hakkında bkz. Harbutlî, el-İslâm ve
ehlü’z-zimme, s. 128-132; Abduh, es-Sûriyyûn, s. 27; Azimli,
“Müslüman-Süryânî İlişkilerine Giriş”, Süryaniler ve Süryanilik, I,
37-40; Tritton, “Nasârâ”, İA, IX, 78.
[326] Farklı görüşler için bkz.
Hamidullah, İslâm’da Devlet İdaresi, çev. Hamdi Aktaş, İstanbul: 2012,
405-406; a.mlf., İslâm Peygamberi, çev. Mehmet Yazgan, İstanbul: 2008,
II, 745-746; Öztürk, Hristiyanlar, s. 593-596.
[327] Emevîler’den Ömer b.
Abdülaziz (hilâfeti: 99-101/717-720) ile Abbâsîler’den Mütevekkil (hilâfeti:
232-247/847-861) ve Muktedir (hilâfeti: 295-320/908-932) dönemlerinde, gayr-i
müslim devlet memurlarının işlerine son verilmesi yönünde girişimler olmuştur.
Konu ile ilgili bkz. Arslantaş, İslâm Toplumunda Yahudiler, s. 248-250.
[328] Halife ve idarecilerin bu
yöndeki tutumları hakkında bkz. Öztürk, Hristiyanlar, s. 572-575.
Abbâsîler döneminde gayr-i müslimlerin verzirlik makamına dahi getirildikleri
olmuştur. Örnekler için bkz. Harbutlî, el-İslâm ve ehlü’z-zimme, s.
143-147; Öztürk, Hristiyanlar, s. 576-582; Hitti, İslâm Tarihi,
II, 544.
[329] Hitti, History of Syria,
s. 484-485; Gustave E. Von Grunebaum, “İslâm Medeniyetinin Kaynakları”, çev.
İlhan Kutluer, İslâm Tarihi Kültür ve Medeniyeti, ed. İsmail Kıllıoğlu,
İstanbul: 1997, IV, 2728.
[330] Aydın, Müslümanların
Hıristiyanlara Karşı Yazdığı Reddiyeler ve Tartışma Konuları, Ankara: 1998,
s. 5-16.
[331] Hicri üçüncü asırdan itibaren
bu çalışmaların bir devamı niteliğinde reddiye türü eserler ortaya çıkmıştır.
Müslümanlarla Hıristiyanlar arasındaki tartışma konuları ve bu türden yapılan
çalışmalar hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Aydın, Müslümanların
Hıristiyanlara Karşı Yazdığı Reddiyeler, s. 95-195; Öztürk, Hristiyanlar,
s. 392-395.
[332] Doğuştan Günümüze Büyük
İslam Tarihi, III, 166, Cahit Baltacı, İslâm Medeniyeti Tarihi,
İstanbul: 2007, s. 122-123; Nahide Bozkurt, Abbasiler, İstanbul: 2014,
s. 226-233.
[333] İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist,
thk. İbrahim Ramazan, Beyrut: 1997, s. 300; Hasan, İslâm Tarihi, II,
226; Fuat Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî, çev. Mahmûd Fehmi Hicâzî,
Arafe Mustafa, Abdullah b. Abdullah Hicâzî ve dğr., Riyad: 1983-1988, IV, 180;
a.mlf., İslam’da Bilim ve Teknik, çev. Abdurrahman Aliy, haz. Hayri
Kaplan, Abdurrahman Aliy, Ankara: 2007, IV, 97; 7.
[334] Tercüme faaliyetleri
süresince ilgi gören ilimler ve tercüme edilen eserler hakkında genel bilgi
için bkz. Şeşen,“İslâm Dünyasındaki ilk Tercüme Faaliyetlerine Umûmî Bir
Bakış”, İTED, 3-4 (1979), s. 3-29; Bekir Karlığa, “İslam’da Tercüme
Hareketleri”, II. Uluslararası İslam Düşüncesi Konferansı, (İstanbul,
25-27 Nisan 1997), İstanbul: 1997, s. 84-98; Muhittin Macit, “Tercüme
Hareketleri”, DİA, XL, 501-502.
[335] Süryânî bilginlerin aşırı
zenginlikleri ile ilgili bilgilere, araştırma içerisinde ele alınan şahıslar
bağlamında yer verilmiştir. Meselâ bkz. “Cibrâîl b. Buhtîşû‘”, “Buhtîşû‘ b.
Cibrâîl” başlıkları.
[336]
Bkz. Öztürk, Hristiyanlar, s. 438-440.
[337]
Hitti, İslâm Tarihi, II, 541; Harbutlî, el-İslâm ve ehlü’z-zimme,
s. 127; Öztürk, Hristiyanlar, s. 517.
[338] İslâm dünyasında Yahudilerin
ticarî faaliyetleri için bkz. Arslantaş, İslâm Dünyasında Yahudiler, s.
116-161.
[339]
Harbutlî, el-İslâm ve ehlü’z-zimme, s. 127-128; Öztürk, Hristiyanlar,
s. 518-519, 524.
[340] Fetihler esnasında kurulan
yeni şehirlere Araplar’ın iskânı ve bu şehirlere sonradan Hıristiyanların da
yerleşmesi konusunda bkz. Öztürk, Hristiyanlar, s. 293-308, 309-311;
Khalil Athamina, “Emevî Hilafeti Döneminde Arap İskanı”, çev. Saim Yılmaz, SAÜİFD,
2 (2000), s. 203-226.
[341]
Harbutlî, el-İslâm ve ehlü’z-zimme, s. 121.
[342] Hitti, İslâm Tarihi,
II, 355; Hamidullah, İslâm’da Devlet İdaresi, s. 404; Öztürk, Hristiyanlar,
s. 279-280. Zimmîlerin davalarına bakılması konusunda Kur’an ve sünnetteki
uygulama ve davanın hangi hukuka göre bakılacağı konusundaki fıkhî tartışma
hakkında bkz. Arslantaş, İslâm Toplumunda Yahudiler, s. 172, 184-186;
a.mlf., “Abbâsîler ve Fâtımîler Döneminde Yahudilerin Cemaat Mahkemeleri”, TTK
Belleten, 265 (2008), s. 747-758.
[343] Öztürk, Hristiyanlar,
s. 462-463. 759-760 yılında Lüban, Halife Mütevekkil döneminde (232/847-
247/861) Humus’ta çıkan isyanlar hakkında bkz. Hitti, History of Syria,
s. 542-543, 544.
[344] Abbâsîler döneminde
Hıristiyan halkın başına gelen çeşitli zorluklar için bkz. Öztürk, Hristiyanlar,
s. 470-478.
[345] Atiya, Doğu Hıristiyanlığı,
s. 284; Öztürk, “İslamiyet’in Yayıldığı Coğrafyada Yaşayan Hıristiyanlar”, Süryaniler
ve Süryanilik, I, 25.
[346] Atiya, Doğu Hıristiyanlığı,
s. 102; Durak, “Süryani Ortodoks Kilisesi”, Süryaniler ve Süryanilik, I,
162.
[347]
Aksoy-Çelik, Bizans idaresi altındayken Süryânî Ortodoksların elinden zorla
alınıp Melkitlere verilmiş olan manastır ve kiliselerin İslâmî dönemde de iade
edilmemesinden hareketle, Süryânî Ortodokslara haksızlık yapıldığı görüşünü
dile getirir (Süryânî Tarihi, s. 249-250). Ancak bu durumu, tarafsız
tutumun bir gereği olarak düşünmek daha doğru olur. İslâm öncesi dönemde
manastır ve kiliseler, farklı mezhepler arasında sıklıkla el değiştirmekte idi.
Bundan hareketle her bir dinî kurumun ilk veya gerçek sahibini tespit edip
iadesini yapmak, elbette tarafsızlığı benimsemiş olan Müslüman idarenin bir
görevi olamazdı.
[348] Hz. Peygamber’in (as.)
Necranlılara yazdığı mektuplar çerçevesinde, kiliseye iç işlerinde tanınan serbestlik
hakkında bkz. Siirt Vakayinamesi: Doğu Süryani Nasturi Kilisesi Tarihi,
haz. Adday Şer, çev. Celal Kabadayı, İstanbul: 2010, s. 421-433; Hamidullah, İslâm
Peygamberi, s. 515-520.
[349]
Aksoy-Çelik, Süryânî Tarihi, s. 249.
[350] Öztürk, Hristiyanlar,
s. 664; Aksoy-Çelik, Süryânî Tarihi, s. 249.
[351] Arp. câselîk [jA>]. Daha önce de ifade edildiği
üzere katolikos, Doğu Kilisesi patriklerinin kullandığı bir unvandır. Bu
sebeple Doğu Kilisesi patriklerinden bahsederken patrik yerine katolikos
unvanını kullanmak daha doğru olacaktır.
[352] Bkz. Mari b. Süleyman, Ahbâru
fetâriketi Kürsiyyi’l-Meşrik, haz. Henricus Gismondi, Roma: 1899, s. 62.
Öztürk, Patrik ile Hz. Peygamber (as.) arasında gerçekleşen yazışmaların,
Necranlılarla yapılan anlaşmaya olumlu katkı yaptığı kanaatindedir. Bkz. Hristiyanlar,
s. 94-95. Bu durumda
Necranlıların Doğu Kilisesine tabi
olmaları gerekir. Bununla birlikte Necranlıların tek bir dine sahip olmadıkları
tarihî verilerden anlaşılmaktadır. Himyerlilerin (M.Ö. 115-M.S. 525) kralı
Zûnüvâs’ın (krallığı: 522-525) Necranlılara yaptığı zulüm sonrasında (523)
Bizans’tan yardım istenmesi ve çağrıya Habeşliler aracılığıyla karşılık
verilmesi de bölge halkının en azından bir kısmının, melkit olduğunu
göstermektedir. Bu olaydan sonra Bizans yönetimi bölgede tahrip olmuş olan
kilise ve manastırların inşasına da yardımcı olmuştur. Diğer taraftan İmparator
I. Justinianus (imparatorluğu: 527-565) döneminde tek doğa yanlılarına yönelik
zulümden kaçanların bazıları da bu bölgeye yerleşmişlerdi. Ayrıca Hz. Peygamber
zamanında putperest Necranlıların varlığı da bilinmektedir. Bkz. Hamidullah, İslâm
Peygamberi, s. 515-516; Mustafa L. Bilge, “Necrân”, DİA, XXXII, 507;
Arslantaş, “Zûnüvâs”, DİA, XLIV, 511-512. Zûnüvâs’ın Necranlılara
zulmünden Kur’ân’da da bahsedilir. Bkz. el-Burûc 85/4-10.
[353] Atiya, Doğu Hıristiyanlığı,
s. 296. Emevî idarecilerinin Doğu Kilisesi Patrikliği ile ilişkileri ve patrik
seçimlerine yapılan müdahaleler hakkında bkz. Öztürk, Hristiyanlar, s.
97-100, 101, 103.
[354] Aksoy-Çelik, Süryânî
Tarihi, s. 255.
[355]
Atiya, Doğu Hıristiyanlığı, s. 218, 295.
[356] Hitti, History of Syria,
s. 517-518; Öztürk, Hristiyanlar, s. 93; Aksoy-Çelik, Süryânî Tarihi,
s. 255256; Costelloe, “Assyrian Church of The East”, NCE, I, 807.
[357] Buhtîşû‘ ailesinden
hekimlerin de Bağdat’ta şöhret bulduğu yıllara denk gelen Timaseus’un
katolikosluk döneminde Süryânî Hıristiyanlar toplum içinde saygın bir konum
elde etmişlerdir. Bkz. Abûnâ, Âdâbü’l-lüğati’l-Ârâmiyye, s. 303; Atiya, Doğu
Hıristiyanlığı, s. 300-301.
[358] Saray doktorlarının da müdâhil
olduğu, kilise içinde istikrarsızlık ve kargaşa yaratan katolikosluk seçimleri
hakkında bkz. Öztürk, Hristiyanlar, s. 108-113.
[359] Sâsânîler döneminde beş
metropolitlik ve yirmi piskoposluktan oluşan kilise teşkilatı, Abbâsîler’in ilk
döneminde metropolitlik sayısını on beşe, piskoposluk sayısını da elliye
çıkarmıştır. XII-XIII. asırda ise Doğu Kilisesi’ne ait piskoposlukların sayısı
iki yüzü geçmiştir. Bkz. Öztürk, Hristiyanlar, s. 93; Yakan, “Doğu
Kilisesi Tarihi Üzerine Toplu Bir Bakış Türkiye’de Keldaniler”, Dinler
Tarihi Araştırmaları Sempozyumu - III, s. 14.
[360] Doğu Kilisesi’nin misyon
faaliyetleri sonucunda Hıristiyanlığın Hindistan, Orta Asya ve Çin’de yayılması
hakkında bkz. Brock-Taylor, Saklı İnci, II, 192-198; Zekeriya Kitapçı, Emeviler
Dönemi Arap Irkçılığı Orta Asya’da İslamiyet ve Türkler, Konya: 2015, s.
28-30; Mustafa Ünal, “Naturilik ve Türkler”, Dinler Tarihi Araştırmaları
Sempozyumu - III, s. 533-537. Abbasîler döneminin ilk yüzyılında ortaya
konan misyon faaliyetleri sonucunda, Doğu Kilisesi’ne mensup olanların
sayısının dönemin diğer bütün kiliselerine mensup olan Hıristiyanların sayısını
geçtiği ifade edilir. Ancak bu dönemde Asya milletleri içinde yayılan
Hıristiyanlık kalıcı olamamıştır. Bkz. Atiya, Doğu Hıristiyanlığı, s.
267; Aksoy-Çelik, Süryânî Tarihi, s. 257-258.
[361] Çin’in kuzeyinde yer alan Sian
Fu bölgesinde sonradan Tao tapınağına çevrilen bir manastır ile bölgeye
gelen misyonerlerin anısına 781’de dikilen bir anıt; Doğu Süryânîleri’nin
buradaki varlığını açık bir şekilde göstermektedir. Anıtta misyonerlerin isim
ve faaliyetlerinin Çince ve Süryânîce yazıldığı görülür. Bkz. Malik, Süryanilerin
Tarihi, s. 274-287; Atiya, Doğu Hıristiyanlığı, s. 290;
Brock-Taylor, Saklı İnci, II, 196; Takahashi, “China, Syriac
Christianity in”, GEDSH, s. 94.
[362] Doğu Süryânî Kilisesi’ne
mensup misyonerlerin Asya’daki faaliyetleri esnasında Süryânîce alfabenin
Soğdlular tarafından alınması hakkında bkz. Brock-Taylor, Saklı İnci, I,
39.
[363] Nuri Yüce, “Türk (Kültür ve
Medeniyet / Yazı)”, DİA, XLI, 494; Gülçin Çandarlıoğlu, “Uygurlar”, DİA,
XLII, 243.
[364]
Brock-Taylor, Saklı İnci, I, 39.
[365]
Hitti, History of Syria, s. 518.
[366] Atiya, Doğu Hıristiyanlığı,
s. 217-218; Aksoy-Çelik, Süryânî Tarihi, s. 252. Abbâsîler döneminde
Süryânî Ortodoks Kilisesi’nin sahip olduğu metropolitlikler ve önemli merkezler
hakkında bilgi için bkz. Durak, “Süryani Ortodoks Kilisesi”, Süryaniler ve
Süryanilik, I, 166; Akdemir, “Geçmişte ve Günümüzde Türkiye’deki Süryani
Kilisesi”, Dinler Tarihi Araştırmaları Sempozyumu - III, s. 10.
[367] Sür. Kınneşre (^׳inn),
Arp. Kınnisrî (^j^jâ). VI. asırda Süryânî Ortodokslar tarafından kurulan
Kınneşre Manastırı zaman içinde önemini artırmış ve en az yedi patriğe ev
sahipliği yapmıştır. Kınneşre ismi; Halep yakınında, Fırat’ın batısında bulunan
ve İslâm tarihinde adı sıklıkla geçen Kınnesrin ile karıştırılmamalıdır. Yâkût
el-Hamevî Kınneşre Manastırı’ndan söz eder. Buradaki bilgiye göre; Fırat’ın
doğu yakasında yer alan manastırın, Suruç ile arasında 7, Menbic ile 4 fersah
mesafe vardır. Manastır, Fırat’ın batısında bulunan bugünkü Cerablus şehrinin
karşı tarafında yer almaktaydı. Kınneşre Manastırı hakkında bkz. Yâkût
el-Hamevî, Mu‘cemü’l-büldân, II, 529; Brock- Taylor, Saklı İnci,
II, 161-162; Tannous, “Qenneshre, Monastery of”, GEDSH, 345-346.
[368] Abbâsîler döneminde Süryânî
Ortodoksların patriklik merkezleri hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Durak,
“Süryani Ortodoks Kilisesi” , Süryaniler ve Süryanilik, s. 167; Abdullah
Dilek, Antakya ve Tüm Doğu Süryânî Ortodoks Patrikliği: Tarihsel Gelişimi ve
Günümüzdeki Durumu, [Basılmamış Yüksek Lisans Tezi], İÜSBE, İstanbul: 2013,
s. 52-89; Kiraz, “Syriac Orthodox Church”, GEDSH, s. 393.
[369] Hitti, İslâm Tarihi,
II, 545; Abûnâ, Târîhu’l-Kenîseti’ş-Şarkiyye, s. 195.
[370] Konu ile ilgili ayrıntılı
bilgi için bkz. Öztürk, Hristiyanlar, s. 114-115; Aksoy-Çelik, Süryânî
Tarihi, s. 253.
[371] Bkz. Patrik Mihâîl, Târîhu
Mar Mihâ’il, II, 313.
[372] Barsavm, Saçılmış İnciler, s. 418; Takahashi, “Bar ‘Ebroyo,
Grigorios”, GEDSH, s. 55.
[373] Fetihler esnasında İslâm hâkimiyetinde
yaşamak istemeyen melkitlerin yurtlarını terk edip Bizans
topraklarına göç etmesi, kalmak isteyenlerin ise cizyelerini
ödedikleri takdirde dinî işlerinde serbest bırakılmaları hakkında bkz. Rüstem, Kenisetü
medinetillah, II, 25-29; Maloney, “Antioch, Patriarchate Of”, NCE,
I, 525.
[374] Belâzurî, Fütûhu’l-büldân, s. 144.
[375]
Aksoy-Çelik, Süryânî Tarihi, s. 250-251.
[376]
Hayek-Beggiani, “Maronite Church”, NCE, IX, 195; Taşpınar, “Mârûnîler”, DİA,
XXVIII, 71.
[377] Neseb olarak sonradan
birleşen kabilelere Tenûh (c^21־)
denirdi. İslâm’dan önce bir kısmı Suriye’ye yerleşmiş olan bu kabileler,
Hıristiyanlığı benimsemişlerdi. Bir kısmı fetihler esnasında Müslüman olmakla
birlikte, Abbâsîler döneminde hâlâ Müslüman olmamış kollar vardı (Azizova,
“Tenûh”, DİA, XL, 468-469). Halife Mehdî (hilâfeti: 158-169/775-785)
bazı Hıristiyan Tenûhîleri Müslüman olmaya zorlamış ve bölgede bir güç unsuru
olarak kullanmıştır. Bkz. Bar Hebraeus, Ktobo d- Maktbonut zabne [Zamanların
Tarihi], haz. Paul Bedjan, Paris: 1890, s. 127-128; İngilizceden çev., Abu’l-Farac
Tarihi, çev. Ömer Rıza Doğrul, Ankara: 1999, I, 204; Hitti, History of
Syria, s. 545.
[378] Cem Zorlu, Abbasilere
Yönelik Dinî ve Siyasî İsyanlar, Ankara: 2001, s. 289-290; Bozkurt, Abbasiler,
s. 76; Apak, Anahatlarıyla İslâm Tarihi, IV, 52.
[379]
Atiya, Doğu Hıristiyanlığı, s. 424-425.
[380] Bkz. Steven Runciman, Haçlı
Seferleri Tarihi, çev. Fikret Işıltan, Ankara: 1987, II, 269; Taşpınar,
“Mârûnîler”, DİA, XXVIII, 71. Haçlı Seferleri esnasında Lübnan’daki
dağları ve geçitleri çok iyi bilen Mârûnîler; Haçlı ordularına kılavuzluk
yapmış, ilerleyen dönemde oluşturdukları askerî birliklerle de Haçlıların
yanında savaşa katılmışlardır. Bu dönemde onların, kaderlerini Haçlıların
zaferine bağladıkları rahatlıkla ifade edilebilir. İnanç bakımından ise kilise,
1182’de monotelit öğretiyi terketmiş ve Roma Kilisesi’ne tabi olmuştur. Ancak
monotelit inanç halk arasında bir süre daha varlığını sürdürmüşür. Bkz. Atiya, Doğu
Hıristiyanlığı, s. 425-427; Hayek- Beggiani, “Maronite Church”, NCE,
IX, 195.
[381]
Atiya, Doğu Hıristiyanlığı, s. 218.
[382] Meselâ fetihlerden önce
Müslüman Araplar, güzel sanatlar konusunda önemsenebilecek bir birikime sahip
değillerdi. Bununla birlikte fetihlerle birlikte karşılaşmış oldukları yeni
milletlerden farklı sanat biçimlerini öğrendiler ve bunlara kendi dinlerinin
damgasını vurdular. Böylece Müslümanlar taklit etmenin ötesinde, özgün sanat
eserleri ortaya koymaya muvaffak olmuşlardır. Bkz. Hasan, İslâm Tarihi,
II, 231.
[383] Roberts, Dünya Tarihi,
s. 338-339; Hitti, İslâm Tarihi, II, 452; Louis Gardet, “Din ve Kültür”,
çev. İlhan Kutluer, İslâm Tarihi Kültür ve Medeniyeti, IV, 113-117.
[384] Bkz. Hitti, İslâm Tarihi,
II, 552. Honigmann da fetihlerden sonra Suriye ve Mezopotamya’da yaşayan Ârâmî
halkların yeni duruma hızlı bir şekilde ayak uydurmalarından ve devam eden
süreçte Araplaşmalarından bahseder. Bu esnada Bizanslılar tarafından kullanılan
yer isimleri derhal terk edilmiş, Sâmîler arasında kullanılan isimler hızlı bir
şekilde yaygınlık kazanmıştır. Bkz. Bizans Devletinin Doğu Sınırı, s.
36.
[385] Fetihler esnasında
Müslümanlar insanlara, İslâm’ı din olarak kabul etmeyi teklif ediyorlardı.
Ancak bu konuda zorlamaya başvurulmazdı. Çünkü Kur’ân ve Sünnet bu konuda
izlenecek tutumu belirlemiştir. “Dinde baskı ve zorlama yoktur.” ayeti (Bakara,
2/256), Necranlılarla yapılan anlaşma ve Yemen valilerine gönderilen talimat;
İslâm’ın bu konudaki yaklaşımını açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Bkz. İbn
Hişam, es-Sîretü’n-nebeviyye, thk. Velîd b. Muhammed b. Selâme, Hâlid b.
Muhammed b. Osman, Kahire: 2001, IV, 162; Belâzurî, Fütûhu’l-büldân, s.
73-75; Fayda, Halid b. Velid, s. 297-298. Durum böyle olmakla birlikte,
daha çok siyasî sebeplerle bazı Hıristiyan Arap kabilelerinin İslâm’ı kabul
etmeye zorlandığı da olmuştur. Müslüman olması yönünde baskı yapılan Hıristiyan
Arap kabileleri için bkz. Hitti, History of Syria, s. 545; Öztürk, Hristiyanlar,
s. 498-500.
[386] Emevîler döneminde Müslüman
olan zimmîlerden vergi alınmaya devam edilmesi ve bu uygulamanın ilk fetihler
esnasında başlayan yaygın İslâmlaşma hızını kesmesi hakkında bkz. Zeydân, İslâm
Uygarlıkları, I, 285; Hasan, İslâm Tarihi, I, 432-433; Hourani, Arap
Halkları Tarihi, s. 25; Kitapçı, Yeni İslâm Tarihi ve Türkler I: İslâmî
Türk Tarihine Giriş, Konya: 2015, s. 99-103; a.mlf., Emeviler Dönemi
Arap Irkçılığı, s. 47-48; Öztürk, Hristiyanlar, s. 492.
[387] Hitti, History of Syria,
s. 545; Aksoy-Çelik, Süryânî Tarihi, s. 258.
[388]
Arabistan yarımadası dışına
gerçekleştirilen ilk göçler esnasında
bazı Sâmîler Güney
Mezopotamya’da Sümerlerin medeni şehirlerine yakın yerlere,
bazıları ise daha kuzeydeki bölgelere yerleşmişlerdir. Bunun bir sonucu olarak
güney bölgelere yerleşmiş olan Bâbilliler, Sümer medeniyetinin gerçek
mirasçıları ve geliştiricileri olmuşlardır. Daha kuzey kesimlerde yerleşmiş
olan Asurlular ise, siyasî olarak bölgede mutlak hâkimiyet tesis ettikleri
dönemlerde bile Bâbil din, bilim ve kültürünün etkisinde kalmıştır. Bkz.
Cilâcı, Dinler Tarihi, s. 47.
[389] Milâdî III. asırdan itibaren
pek çok Arap kabilesi Süryânîler vasıtasıyla Hıristiyanlığı kabul etmişti.
Suriye’de Gassânîler ve Benî Tağlib tek doğa inancını benimsemişlerdi. Güney
Mezopotamya’daki Hireliler genel olarak iki doğa inancını benimsemiş olsalar da
içlerinde tek doğa inancına mensup olanlar da vardı. Roma ve Perslerin nüfuz
alanlarının dışında kalan Arabistan yarımadası ise iki Süryânî mezhebine de
açık durumdaydı. Hıristiyan Arap kabileleri ve bunların Süryânî kiliseleri ile
ilişkileri hakkında bkz. Zeydân, el-‘Arab kable’l-İslâm, s. 184-194,
197-214; Günaltay, İslâm Öncesi Arap Tarihi, Ankara: 2015, s. 185-197,
197-222; Mahmûd, el-‘Arab kable’l-İslâm, s. 98-104, 197204;
Brock-Taylor, Saklı İnci, II, 187-189; Aksoy-Çelik, Süryânî Tarihi,
s. 245-246; Ağırakça, “Gassânîler”, DİA, XIII, 397-398; Kapar,
“Lahmîler”, DİA, XXVII, 54-55; Avcı, “Tağlib (Benî Tağlib)”, DİA,
XXXIX, 374.
[390]
Hitti, History of Syria, s. 545.
[391] Harbutlî, el-İslâm ve
ehlü’z-zimme, s. 111-113.
[392] Fayda, Halid b. Velid,
s. 298-299; Öztürk, Hristiyanlar, s. 76, 489-491; a.mlf., “İslamiyet’in
Yayıldığı Coğrafyada Yaşayan Hıristiyanlar”, Süryaniler ve Süryanilik,
I, 29.
[393] Tek tanrı inancı, ahiret
inancı, namaz ibadeti gibi örnekler için bkz. Hitti, History of Syria,
s. 524525.
[394] Hitti, İslâm Tarihi,
II, 552-553; Öztürk, Hristiyanlar, s. 492-492; Aksoy-Çelik, Süryânî
Tarihi, s. 248-249, 258.
[395] Hourani, Arap Halkları
Tarihi, s. 73, 127. Orta Çağda İslâmlaşma olgusu ile ilgili ayrıntılı bir
araştırma için bkz. Richard W. Bulliet, Conversion to Islam in the Medieval
Period, Cambridge: 1979.
[396] İslâm fetihlerinden önce de
Arapça Suriye içlerinde ve Batı Irak’ta konuşulmaktaydı. Bkz. Hourani, Arap
Halkları Tarihi, s. 74.
[397] Bu şehirlerden en önemlileri
Basra, Kûfe, Kınnesrîn ve Fustat gibi şehirlerdi. Bununla birlikte daha çok
Süryânîler’in yaşadığı Suriye-Mezopotamya bölgesinin hemen her yerinde Araplar’ın
yerleştirildiği şehirler bulunmaktaydı. Emsâr ve Suriye-Mezopotamya bölgesinde
Araplar’ın iskânı hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Belâzurî, Fütûhu’l-büldân,
s. 169-177, 313-328, 396-427; Apak, Anahatlarıyla İslâm Tarihi, II,
178-185; Athamina, “Emevî Hilafeti Döneminde Arap İskanı”, çev. Saim Yılmaz, SAÜİFD,
2 (2000), s. 206-208; 211-213.
[398]
Lewis, The Arabs in History, s. 54-55; Hourani, Arap Halkları Tarihi,
s. 73.
[399] Hasan, İslâm Tarihi,
II, 147-149; Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, II, 379-380; Öztürk, Hristiyanlar,
s. 139-140.
[400]
Hourani, Arap Halkları Tarihi, s. 75.
[401] Aksoy-Çelik, Süryânî
Tarihi, s. 247; R. Draguet, “Syriac Lenguage and Literature”, NCE,
XIII, 702; Nihad M. Çetin, “Arap (Yazı, Dil ve Edebiyat)”, DİA, III,
283.
[402]
Hourani, Arap Halkları Tarihi, s. 74.
[403]
Konu ile ilgili bkz. “Süryânîler’in Kökeni” başlığı.
[404] Hitti, İslâm Tarihi,
II, 554; a.mlf., History of Syria, s. 545-547; Lewis, The Arabs in
History, s. 143144. Diğer taraftan bu Araplaşma keyfiyeti, Sâmî bir ırk
olmaları dolayısıyla, sadece Süryânîler’e özgü değildi. Abbâsîler’in Sâmerrâ
döneminden itibaren, doğusundan batısına kadar İslâm coğrafyasının her yerine
yayılmış ve süreç içinde devletler kurmuş olan Türkler de belli bir zaman sonra
kendi dillerini konuşmayı bırakmışlar ve neticede Arap-İslâm toplumu içinde
kaybolup Araplaşmışlardır. Bkz. Günaltay, Yakın Şark, I, 290.
[405] Atiya, Doğu Hıristiyanlığı,
s. 229; Aksoy-Çelik, Süryânî Tarihi, s. 247; Mehmet Sadık Gür,
“Süryânîce”, DİA, XXXVIII, 175.
[406] Hitti, History of Syria,
s. 546; Atiya, Doğu Hıristiyanlığı, s. 431; Taşpınar, “Mârûnîler”, DİA,
XXVIII, 72.
[407] Bergstrasser, Sâmî Dilleri
Tarihi, s. 15; Zekiye Muhammed Rüşdî-Murâd Kâmil ve dğr., Târîhu’l-
edebi’s-Süryânî min neş’etihî ilâ asri’l-hâzır, Kahire: 1987, s. 11; Mehmet
Çelik-Mehmet S. Toprak, Leşono Suryoyo Süryanca Dilbilgisi, Ankara:
2011, s. 4; Rabin, “Semitic Languages”, EJd2, XVIII, 281-282.
Yakın zamanda gerçekleştirilen araştırmalar neticesinde, daha önce Güney Sami
dillerinden sayılan Arapça ile Kuzey-Batı (Suriye-Filistin) Sami dilleri
arasında daha yakın bir ilişki olduğu ortaya çıkarılmıştır. Bundan dolayı son
dönemde bu dilleri, Merkez Sami dilleri olarak sınıflandırma eğilimi doğmuştur.
Bkz. Brock-Taylor, Saklı İnci, I, 13-14.
[408] Abduh, es-Sûriyyûn, s.
18; Dinçok, “Ârâmîce”, DİA, III, 267-268; Van Rompay, “Aramaic”, GEDSH,
s. 28.
[409]
Brock-Taylor, Saklı İnci, I, 5; Eduard Y. Kutscher, “Aramaic”, EJd2,
II, 343.
[410] Abûnâ, Âdâbü’l-lüğati’l-Ârâmiyye,
s. 17; Bowman, “Arameans, Aramaic and the Bible”, JNES, 2 (1948), s.
66-67, 72-73.
[411]
Brock-Taylor, Saklı İnci, I, 30-31; Dinçol, “Ârâmîce”, DİA, III,
267.
[412]
Çelik-Toprak, Süryanca Dilbilgisi, s. 4.
[413] Joseph A. Fitzmyer, “The
Phases of the Aramaic Language”, A Wandering Aramean: Collected Aramaic
Essays, Montana: 1979, s. 57-84; a.mlf., “The Aramaic Language and the
Study of the New Testament”, JBL, 1 (1980), s. 7; S. A. Kaufman,
“Aramaic”, ABD, IV, 173-178; Brock-Taylor, Saklı İnci, I, 14-16;
Van Rompay, “Aramaic”, GEDSH, s. 28. Daha çok dil yapısındaki
farklılaşmaları öne çıkardığı anlaşılan ve Eski Ârâmî Dili, Resmî Ârâmî Dili,
Batı Ârâmî Dili, Doğu Ârâmî Dili şeklinde dört ana grup şeklinde düzenlenen
farklı bir tasnif için Bkz. Abûnâ, Âdâbü’l-lüğati’l- Ârâmiyye, s. 17;
Dinçol, “Ârâmîce”, DİA, III, 267-268.
[414] Jonas C. Greenfield, “Aramaic
in the Achaemenian Empire”, The Cambridge History of Iran, II, 698;
Brock-Taylor, Saklı İnci, I, 14; Fitzmyer, “The Aramaic Language and the
Study of the New Testament”, JBL, 1 (1980), s. 7-9; Millard, “Assyrians
and Arameans”, Iraq, 1 (1983), s. 101-102; Kutscher, “Aramaic”, EJd2,
II, 343.
[415] Arp. Tel Fehâriye (^ol^ Jj), Daha önce adı geçen Tel-Halaf
(Guzana) yakınında bulunmaktadır. Ârâmî krallıklarından Bit Bahiani’nin
iki büyük yerleşim yerinden biri olan şehrin ismi Sikanu idi. Bkz. Brock-Taylor,
Saklı İnci, I, 65. Ayrıca bkz. EK 1: Haritalar (Arkeolojik Yerler-2).
[416] Dinçol, “Ârâmîce”, DİA,
III, 267; Van Rompay, “Aramaic”, GEDSH, s. 29. Bununla birlikte aynı
erken döneme ait yazıtlar incelendiğinde Ârâmîce’nin farklı lehçelere sahip olduğu
da görülmektedir. Bkz. Greenfield, “The Dialects of Early Aramaic”, JNES,
2 (1978), s. 93-94.
[417] James H. Stevenson, Assyrian
and Babylonian Contracts with Aramaic Reference Notes, ABD: 1902, s. 9-28;
Brock-Taylor, Saklı İnci, I, 89. Ârâmîce’nin Asurlular arasında
yaygınlaşmasının aşamaları hakkında bkz. Millard, “Assyrians and Arameans”, Iraq,
1 (1983), s. 101-108.
[418] Rüşdî-Kâmil ve dğr., Târîhu’l-edebi’s-Süryânî,
s. 13-14; Bowman, “Arameans, Aramaic and the Bible”, JNES, 2 (1948), s.
74-75.
[419]
Brock-Taylor, Saklı İnci, I, 89.
[420] Sanherib’in seferleri
hakkında bkz. Günaltay, Yakın Şark, I, 563.
[421] Bkz. II. Krallar, 18/26;
Yeşaya, 36/11; Bauer, Antik Dünya Tarihi, s. 412; Kutscher, “Aramaic”, EJd2,
II, 343.
[422] Abduh, es-Süryâniyye-el-Arabiyye:
el-cüzûr ve ’--imtidâd, Dimaşk: 2002, s. 47; Rüşdî-Kâmil ve dğr., Târîhu’l-edebi’s-Süryânî,
s. 13; Bowman, “Arameans, Aramaic and the Bible”, JNES, 2 (1948),
s. 71-72.
[423] Başkent Ninova’nın;
Bâbilliler, Medler ve bölgedeki Asur zulmünden usanmış pek çok kavmin bir araya
gelmesi ile oluşan müttefik ordu tarafından M.Ö. 612’de ele geçirilmesiyle Asur
İmparatorluğu’nun son bulduğu kabul edilir. Mısırlıların desteğiyle Harran’da
birkaç yıllık bir yönetim kurulmuşsa da herhangi bir varlık gösteremeyip kısa
zamanda son bulmuştur. Bkz. Günaltay, Yakın Şark, I, 571-573, 585-586;
Bahar, Eskiçağ Uygarlıkları, s. 61-62.
[424] Kaldeliler, Arabistan’dan
Ârâmîler’le birlikte çıkmış olup onlarla yakın akraba olan bir topluluktur.
Ârâmîler Suriye tarafına yerleşirken Kaldeliler daha çok Bâbil topraklarına
yerleşmişler ve zamanla buradaki etkinliklerini artırmışlardır. Bkz. Günaltay, Yakın
Şark, III, 138; Brock-Taylor, Saklı İnci, I, 91.
[425]
Fars. Hahamenişiyân (jU»'*!^), İng. Achaemenids. Mezopotamya merkezli
kurulan Pers
imparatorluklarından birisi. Ahamenî dönemi hakkında ayrıntılı
bilgi için bkz. The Cambridge History of Iran II: The Median and Achaemenian
Periods, ed. Ilya Gershewitch, İngiltere: 1985; Günaltay, Yakın Şark,
IV, 1-54; McNeill, Dünya Tarihi, s. 97-98; Bauer, Antik Dünya Tarihi,
s. 481493.
[426] Pers İmparatoru Kurus’un M.Ö.
539’da Bâbil’e girmesiyle birlikte Yeni Bâbil İmparatorluğu sona ermiştir. Bkz.
Wells, A History of the World, s. 111-112; Günaltay, Yakın Şark,
I, 592-593; Sargon Erdem, “Bâbil”, DİA, IV, 392.
[427] Ahamenîlerin hem Mezopotamya
ve Suriye hem de Mısır topraklarını egemenliği altına almış olması, yönetimi
kolaylaştıracak ortak dil ihtiyacını da beraberinde getirmişti. Bunun için en
uygun dil ise bölgenin genelinde zaten yaygınlaşmış durumda olan Ârâmîce idi.
Bkz. Brock-Taylor, Saklı İnci, I, 97; Dinçol, “Ârâmîce”, DİA,
III, 267; Van Rompay, “Aramaic”, GEDSH, s. 29.
[428]
Çelik-Toprak, Süryanca Dilbilgisi, s. 4.
[429] Bowman, “Arameans, Aramaic
and the Bible”, JNES, 2 (1948), s. 76-78; Dinçol, “Ârâmîce”, DİA,
III, 267.
[430] Resmi Ârâmîce dönemine ait
Mısır’da ele geçirilen en önemli metinler, Mısır Valisi Arşam’ın yazışmaları,
Elefantin adasında yaşayan Yahudi toplumuna ait belge koleksiyonu ve Memfis’te
yazılıp Hermopolis’te bulunmuş olan özel mektuplardan müteşekkil küçük bir koleksiyondur.
Mısır’da bulunan metinler hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. A. E. Cowley, Aramaic
Papyri of the Fifth Century B.C., İngiltere: 1923; Brock-Taylor, Saklı
İnci, I, 97-103; Fitzmyer, “The Aramaic Language and the Study of the New
Testament”, JBL, 1 (1980), s. 9-11.
[431] Abûnâ, Âdâbü’l-lüğati’l-Ârâmiyye,
s. 17; Greenfield, “Aramaic in the Achaemenian Empire”, The Cambridge
History of Iran, II, 706-707; Fitzmyer, “The Phases of the Aramaic
Language”, A Wandering Aramean, s. 59; Kutscher, “Aramaic”, EJd2,
II, 346; Van Rompay, “Aramaic”, GEDSH, s. 28.
[432] Ezra kitabının 4/8-6/18, 7/11-26 arasındaki
bölümleri; Daniel kitabının ise 1/1-2/4a ile 8-12
dışındaki kısımları Ârâmîce yazılmıştır. Ârâmîce yazılmış
ilgili bölümler hakkında bkz. Brock- Taylor, Saklı İnci, I, 166-167;
Arslantaş, İslâm Dünyasında Yahudiler, s. 532; Marcus, “Ezra and
Nehemiah, Books of”, EJd2, VI, 656; Harold L. Ginsberg,
“Daniel, Book of”, EJd2, V, 424.
[433] Ahikar ve öyküsü hakkında
bkz. Abûnâ, Âdâbü’l-lüğati’l-Ârâmiyye, s. 31-35; Brock-Taylor, Saklı
İnci, I, 162-165; Brock, “Ahiqar”, GEDSH, s. 11.
[434]
Brock-Taylor, Saklı İnci, I, 14.
[435]
Van Rompay, “Aramaic”, GEDSH, s. 29.
[436] Greenfield, “Aramaic in the
Achaemenian Empire”, The Cambridge History of Iran, II, 699, 703704.
[437]
Rüşdî-Kâmil ve dğr., Târîhu’l-edebi’s-Süryânî, s. 14.
[438] Usvân şeklinde de
okunmaktadır (Arp. j^î). Mısır’da, Kahire’nin yaklaşık 900 km güneyinde, Nil
Nehri’nin doğu kıyısında yer alan tarihi bir şehir. Bkz. Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemü’l-büldân,
I, 191192; İdris Bostan, “Asvan”, DİA, III, 506.
[439]
Bkz. EK 1: Haritalar (Arkeolojik Yerler-1).
[440] Bu dönemde Elefantin’de
oluşan kozmopolit kültür hakkında bkz. Cowley, Aramaic Papyri, s. xiii-
xxxii; Rüşdî-Kâmil ve dğr., Târîhu’l-edebi’s-Süryânî, s. 15-16;
Greenfield, “Aramaic in the Achaemenian Empire”, The Cambridge History of
Iran, II, 700-701; Bowman, “Arameans, Aramaic and the Bible”, JNES,
2 (1948), s. 78-81; Bezalel Porten, “The Religion of the Jews of Elephantine in
Light of the Hermopolis Papyri”, JNES, 2 (1969), s. 116-121; Michael H.
Silverman, “Aramean Name-Types in the Elephantine Documents”, JAOS, 4
(1969), s. 691-709; Fitzmyer, “The Aramaic Language and the Study of the New
Testament”, JBL, 1 (1980), s. 9-11; Abraham Schalit-Lidia Matassa,
“Elephantine”, EJd2, VI, 311; Teixidor, “Aramean Religion”, ER,
I, 448-449; Dinçol, “Ârâmîler”, DİA, III, 270.
[441] Karoşti, M.Ö. V. asırda
Hindistan’ın kuzeybatısında ortaya çıkmış ve M.S. V. asra kadar yaygın şekilde
kullanılmış olan antik bir Hint yazısıdır. Karoşti yazısı ve Ârâmîce yazının Hindistan
ve ötesine yayılması hakkında bkz. Brock-Taylor, Saklı İnci, I, 34-36.
[442]
Bowman, “Arameans, Aramaic and the Bible”, JNES, 2 (1948), s. 78-79.
[443] Adı geçen bölgelerde bulunan
Ârâmîce metinler hakkında bkz. Greenfield, “Aramaic in the Achaemenian Empire”,
The Cambridge History of Iran, II, 702; Brock-Taylor, Saklı İnci,
I, 104-124; Bowman, “Arameans, Aramaic and the Bible”, JNES, 2 (1948),
s. 82-84.
[444] Greenfield, “Aramaic in the
Achaemenian Empire”, The Cambridge History of Iran, II, 698-700; Fitzmyer,
“The Phases of the Aramaic Language”, A Wandering Aramean, s. 59.
[445] Brock-Taylor, Saklı İnci,
I, 14; Van Rompay, “Aramaic”, GEDSH, s. 29.
[446] Günaltay, Yakın Şark,
IV, s. 57-59; Bahar, Eskiçağ Uygarlıkları, s. 360.
[447] Helenizm döneminde Filistin,
Arabistan, Suriye, Mezopotamya, Afganistan, Türkmenistan, Ermenistan ve
Gürcistan bölgelerinde ele geçirilen Ârâmîce metinler ve Ârâmîce’nin kullanımı
hakkında bkz. Brock-Taylor, Saklı İnci, I, 125-160.
[448]
Çelik-Toprak, Süryanca Dilbilgisi, s. 5.
[449] Brok-Taylor, Saklı İnci,
I, 36; Fitzmyer, “The Phases of the Aramaic Language”, A Wandering Aramean,
s. 61-62; Kutscher, “Aramaic”, EJd2, II, 342-343; Van Rompay,
“Aramaic”, GEDSH, s. 28.
[450] Bowman, “Arameans, Aramaic
and the Bible”, JNES, 2 (1948), s. 85.
[451] Zeydân, el-‘Arab
kable’l-İslâm, s. 72; Günaltay, Yakın Şark, IV, s. 174; Martha S.
Joukowsky, “Nabateans”, EJd2, XIV, 716; Ağırakça,
“Nabatîler”, DİA, XXXII, 257.
[452] Bu alfabeden daha sonra Arap
alfabesi oluşturulmuştur. Harflerin ayrı yazıldığı Ârâmîce’den farklı bir biçimde
bitişik yazılan Nabatî harflerinin Araplar tarafından benimsenip geliştirilmesi
hakkında ayrıntılı bilgi için Bkz. Brock-Taylor, Saklı İnci, I, 37;
Dinçol, “Ârâmîce”, DİA, III, 267; Çetin, “Arab”, DİA, III, 276.
[453] Bowman, “Arameans, Aramaic
and the Bible”, JNES, 2 (1948), s. 87.
[454] Bu bölgelerden kalan Ârâmîce
metinler hakkında bkz. George A. Cooke, A Text-Book of North Semitic
Inscriptions: Moabite, Hebrew, Phoenician, Aramic, Nabataean, Palmyrene, Jewish,
Londra: 1903, s. 214-359; Bergstrasser, Sâmî Dilleri Tarihi, s. 66-68;
Günaltay, Yakın Şark, IV, s. 181; Brock-Taylor, Saklı İnci, I,
130-154; Kutscher, “Aramaic”, EJd2, II, 348.
[455] Brock-Taylor, Saklı İnci,
I, 15; Van Rompay, “Aramaic”, GEDSH, s. 29.
[456] M.Ö. II. asır ile M.S. I.
asır arasında yazılmış olan ve yaklaşık 600 antik İbranice ve Ârâmîce el
yazmasını kapsayan Ölü Deniz Tomarları; 1947-1956 yılları arasında Ölü Deniz’in
batı kıyısında, Eriha’nın yaklaşık 12 km güneyinde Kirbet Kumran denen yerdeki
tepelere oyulmuş mağaraların keşfedilmesiyle ortaya çıkmıştır. Bkz. Gündüz,
“Kumran Metinleri”, Din ve İnanç Sözlüğü, s. 225226; Jacob Licht, “Dead
Sea Scrolls (The Qumran Discoveries)”, EJd2, V, 498.
[457] Ölü Deniz Tomarları içindeki
Ârâmîce kısımlar hakkında bkz. Brock-Taylor, Saklı İnci, I, 189-193; Frederick
F. Bruce, “Dead Sea Scrolls (A Brief History of Research)”, EJd2,
V, 501-505.
[458] Kutsal Kitap’ın Arâmîce
tercümeleri hakkında bkz. Arslantaş, İslâm Dünyasında Yahudiler, s. 357;
Bernard Grossfeld-S. David Sperling, “Bible (Translations)”, EJd2,
III, 588-595; Van Rompay, “Aramaic”, GEDSH, s. 29.
[459] Bu dönemde Filistin ve
Mısır’da yaşayan Yahudilerden kalma Ârâmîce metinler hakkında bkz.
Brock-Taylor, Saklı İnci, II, 27-31.
[460] Îsâ-Mesîh’in yaşadığı dönemde
Filistin’de Ârâmîce’nin durumu ve Îsâ-Mesîh’in konşma dili hakkında bkz.
Brock-Taylor, Saklı İnci, II, 11-26; Bowman, “Arameans, Aramaic and the
Bible”, JNES, 2 (1948), s. 88-89.
[461] Arslantaş, İslâm
Dünyasında Yahudiler, s. 360. İslâm tarihçisi Mes‘ûdî de Irak Yahudileri
özelinde, Ârâmîce’nin yaygınlığından söz etmektedir. Bkz. et-Tenbîh
ve’l-işrâf, thk. Abdullah İsmâil es-Sâvî, Kahire: [ty], s. 69.
[462] Asur-Bâbil döneminde Filistin’de sadece
kültür seviyesi yüksek, eğitim almış kişiler Ârâmîce’yi
anlarken Pers, Grek ve Roma dönemlerinde Ârâmîce’nin yaygınlaşması
karşısında anayurttaki Yahudi halk dahi Ârâmîce konuşur hale gelmiş ve İbrânîce
neredeyse unutulmuştu. Anlaşılması güçleşen Tevrat’ın Ârâmîce’ye tercüme
edilmesi bir zorunluluk haline gelmişti. Bu çeviriler Targum olarak
bilinmektedir. Yine Yahudi dinî metinleri olan Talmudlar, halaha, agada ve
midraşlar ise tamamen Ârâmîce yazılmıştır. Batı Ârâmîcesi ile yazılmış Yahudi
literatürü hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Arslantaş, İslâm Dünyasında
İktisadi ve İlmi Hayatta Yahudiler, İstanbul: 2009, s. 353-542. Batı
lehçesinin Yahudiler tarafından kullanılan koluna Celîle Ârâmîcesi (İng.
Galilean Aramaic) denmektedir. Bkz. Kutscher, “Aramaic”, EJd2,
II, 349.
[463] Sâmirî Ârâmîcesi ve
Sâmirîlerin ortaya koymuş olduğu Ârâmîce edebiyat için bkz. Bergstrasser, Sâmî
Dilleri Tarihi, s. 73; Brock-Taylor, Saklı İnci, II, 62-64; Ayala
Loewenstamm, “Samaritans (Language and Literature)”, EJd2,
XVII, 735-738; Kutscher, “Aramaic”, EJd2, II, 352.
[464] Hıristiyan Filistin Ârâmîcesi
ve bu lehçede yazılmış edebi metinler hakkında ayrıntılı bilgi için bkz.
Bergstrasser, Sâmî Dilleri Tarihi, s. 75; Brock-Taylor, Saklı İnci,
II, 95-98; Brock, “Christian Palestinian Aramaic”, GEDSH, s. 96-97;
Kutscher, “Aramaic”, EJd2, II, 351-352.
[465] Bâbil Ârâmîcesi de denen ve
Mezopotamya Yahudileri tarafından kullanılan Doğu Ârâmîce lehçesi ve bu lehçede
yazılmış metinler hakkında bkz. Kutscher, “Aramaic”, EJd2,
II, 353-356; Stephen G. Wald, “Talmud, Babylonian”, EJd2,
XIX, 470-481; Yehoshua Horowitz, “Geonic Literature”, EJd2,
VII, 492-494.
[466] Mandenlerin ortaya koymuş
oldukları literatür için bkz. Gündüz, Sâbiîler, s. 74-88; Bergstrasser, Sâmî
Dilleri Tarihi, s. 81; Brock-Taylor, Saklı İnci, II, 64-67.
[467] Maniheist literatürün Ârâmîce
yazılması ve Maniheist edebiyat hakkında bkz. Brock-Taylor, Saklı İnci,
II, 89-91; J. W. Childers, “Mani”, GEDSH, s. 261.
[468] Bkz. Bergstrasser, Sâmî
Dilleri Tarihi, s. 69; Fitzmyer, “The Phases of the Aramaic Language”, A
Wandering Aramean, s. 62; Dinçol, “Ârâmîce”, DİA, III, 267-268; Van
Rompay, “Aramaic”, GEDSH, s. 29. Abbâsîler öncesinde Süryânîler
tarafından ortaya konmuş olan geniş literatür hakkında ayrıntılı bilgi bir
sonraki başlıkta verilecektir. Bkz. “Abbâsîler’e Kadar Süryânîler ve Bilim”
başlığı.
[469] Barsavm, Saçılmış İnciler,
s. 32; Brock-Taylor, Saklı İnci, I, 15.
[470]
Bkz. Van Rompay, “Aramaic”, GEDSH, s. 29.
[471]
Arslantaş, İslâm Dünyasında Sâmirîler: Osmanlı Dönemine Kadar, İstanbul:
2008, s. 167-168.
[472] Brock-Taylor, Saklı İnci,
I, 31; Van Rompay, “Aramaic”, GEDSH, s. 29.
[473]
Butts, “Syriac Language”, GEDSH, s. 390; Gür, “Süryânîce”, DİA,
XXXVIII, 174.
[474]
Chabot, “Syriac Lenguage and Literature”, CE, XIV, 408.
[475] Barsavm, Saçılmış İnciler,
s. 33; Brock-Taylor, Saklı İnci, I, 14; II, 31-32; Çelik-Toprak, Süryanca
Dilbilgisi, s. 3; Butts, “Syriac Language”, GEDSH, s. 390.
[476] Abûnâ, Âdâbü’l-lüğati’l-Ârâmiyye,
s. 29-30; Çelik-Toprak, Süryanca Dilbilgisi, s. 5; Chabot, “Syriac
Lenguage and Literature”, CE, XIV, 408.
[477]
Maclean, “Syrian Christians”, ERE, XII, 168.
[478] Urfa ve çevresinde bulunup
putperestlik dönemine ait olan metinler hakkında bkz. Brock-Taylor, Saklı
İnci, I, 154-160; Yaşar, “Edessa Mezar Kitabe ve Mozaiklerine Göre Urfa
Paganlarında Ahiret İnancı”, CBÜSBD, 1 (2013), s. 111-122.
[479]
Brock-Taylor, Saklı İnci, I, 38; Butts, “Syriac Language”, GEDSH,
s. 390.
[480] Bowman, “Arameans, Aramaic
and the Bible”, JNES, 2 (1948), s. 88.
[481]
Çelik-Toprak, Süryanca Dilbilgisi, s. 6.
[482]
Brock-Taylor, Saklı İnci, I, 154.
[483] Maclean, “Syrian Christians”, ERE, XII, 168; Butts, “Syriac
Language”, GEDSH, s. 390.
[484] Maclean, “Syrian Christians”,
ERE, XII, 168; Chabot, “Syriac Lenguage and Literature”, CE, XIV,
408.
[485]
Butts, “Syriac Language”, GEDSH, s. 390.
[486] Gür, “Süryânîce”, DİA,
XXXVIII, 174; Butts, “Syriac Language”, GEDSH, s. 390. Bugüne ulaşan
Süryânîce literatürün hemen hepsi Hıristiyan kaynaklıdır. IV. asırdan XIII.
asra kadar yaklaşık 150 yazar Süryânî Hıristiyan literatürüne katkı yapmıştır.
Avrupa kütüphaneleri ile bazı doğu manastırlarında bu döneme ait 3000 kadar el
yazması tespit edilmiştir. Pagan edebiyatına ait ise mîlâdî ilk asırlardan
kalma bazı cenaze yazıtları ile birkaç mektup mevcuttur. Bunlar dışında
Süryânîce’ye; büyü kâseleri, muskalar, yazıtlar ile papirüs ve parşömen
kâğıtları üzerinde de rastlanmıştır. Bkz. Chabot, “Syriac Lenguage and
Literature”, CE, XIV, 409; Butts, “Syriac Language”, GEDSH, s.
390.
[487]
Barsavm, Saçılmış İnciler, s. 33.
[488] Bir görüşe göre kelime “incil
yazısı” anlamına gelen serta evangelaya («sk^o^
^\im) ifadesinin bozulmuş şeklidir. Diğer bir yaklaşıma göre ise sözcük,
“yuvarlak” anlamına gelen Yunanca “strongulos” kelimesinden gelmektedir. Ayrıca
Nabat yazısının geliştirilmesi ile oluşturulduğu bilimsel olarak tespit edilmiş
olan Arap yazısının da bu yazı stili ile yakın bir ilişkisi bulunmaktadır.
Diğer Sâmî yazılarında harflerin ayrı yazılmasına karşılık Süryânîce ve
Arapça’nın bitişik yazılmasının ötesinde; İslâm’ın ilk dönemlerinde kullanılan
Kûfî yazı ile karşılaştırıldığında, iki yazı arasındaki benzerlik hemen dikkati
çekmektedir. Bkz. Barsavm, Saçılmış İnciler, s. 43; Brock- Taylor, Saklı
İnci, I, 38; John F. Healey, “Süryanca Elyazısının Erken Tarihi”, çev.
Mehmet S. Toprak, DBAAD, 4 (2005), s. 326-327; Gür, “Süryânîce”, DİA,
XXXVIII, 175; Çetin, “Arap (Yazı, Dil ve Edebiyat)”, DİA, III, 276.
[489] Bu yazıya yaygın şekilde nestûrî
yazısı denmektedir. Tıpkı Doğu Süryânîleri’ne yakıştırılan Nestûrî isminin
hatalı olması gibi, madnhaya yazısına yakıştırılan bu isimlendirme de
hatalıdır.
[490] Bu yazı karakterine de zaman
zaman ya‘kûbî yazısı dendiği görülür. Nestûrî yazısı isimlendirmesinde
olduğu gibi bu isimlendirme de yanlıştır.
[491] Estrangela, Madnhaya ve Serto
yazıları ve bu yazıların gelişimi hakkında bkz. Brock-Taylor, Saklı İnci,
I, 39; Healey, “Süryanca Elyazısının Erken Tarihi”, DBAAD, 4 (2005), s.
315-325. Süryânîce alfabe ve yazı örnekleri için ayrıca bkz. EK 3: Süryânîce
Yazı.
[492]
Gür, “Süryânîce”, DİA, XXXVIII, 174-175; Butts, “Syriac Language”, GEDSH,
s. 390.
[493] Geç Dönem Ârâmîce lehçeleri
şunlardır: Süryânîce, Yahudi Filistin (Celîle) Ârâmîcesi, Hıristiyan Filistin
Ârâmîcesi, Sâmirî Ârâmîcesi, Mandence, Yahudi Bâbil Ârâmîcesi ve Maniheist
Süryânîcesi. Bkz. Brock-Taylor, Saklı İnci, I, 15; II, 39-40.
[494] Maclean, “Syrian Christians”,
ERE, XII, 168; Chabot, “Syriac Lenguage and Literature”, CE, XIV,
408; Butts, “Syriac Language”, GEDSH, s. 390.
[495] Süryânîce Rönesansı hakkında
ayrıntılı bilgi için bkz. Teule, “Syriac Renaissance”, GEDSH, s. 350351.
[496]
Van Rompay, “Aramaic”, GEDSH, s. 29.
[497] Batı Neo-Ârâmîcesi,
Suriye’deki birkaç köyde konuşulmaktadır. Bu köylerden ikisinin (Bak‘a ve
Cub‘addin) nüfusu Müslüman iken birinin (Ma‘lûla) nüfusu daha çok
Hıristiyandır. Merkez Neo- Ârâmîcesi’nin ana lehçesi, Türkiye’nin
güneydoğusundaki Tur ‘Abdin’de Süryânî Ortodokslar tarafından konuşulan
Turoyodur. Diasporadaki Süryânî Ortodokslar da yaygın bir şekilde bu dili kullanmaktadırlar.
Konuşma dili olmasının yanında son yıllarda yazı dili olarak da kullanılmaya
başlamıştır. Yine batıda bu dili Latin harfleriyle yazma girişimleri olmuştur.
Kuzeydoğu Neo- Ârâmîcesi; Türkiye’nin doğusundaki dağlık alanlarda, İran’ın
batısı ve Kuzey Irak’ta hem Hıristiyanlar hem de Yahudiler tarafından
konuşulmaktadır. Güneydoğu Neo-Ârâmîcesi ise Güney Irak ve Batı İran’da yaşayan
Mandenlerin dilidir. Bkz. Brock-Taylor, Saklı İnci, I, 16; Fitzmyer,
“The Phases of the Aramaic Language”, A Wandering Aramean, s. 62-63; Van
Rompay, “Aramaic”, GEDSH, s. 30.
[498] Güney Hindistan’da Süryânîce
konuşan Malabar halkı (Aziz Toma Hıristiyanları) hakkında ayrıntılı bilgi için
bkz. Atiya, Doğu Hıristiyanlığı, s.387-417.
[499]
Van Rompay, “Aramaic”, GEDSH, s. 28.
[500] Butts, “Syriac Language”, GEDSH,
s. 390. Ayrıca Bkz. Kiraz, “Kthobonoyo Syriac”, GEDSH, s. 244-245. Bugün
Süryânîler tarafından, Klasik Süryânîce veya Kitâbî Süryânîce olarak ifade
edilen bu dili tekrar yazı dili olarak hayata geçirme çalışmaları yürütülmektedir.
Konuyla ilgili bkz. Brock- Taylor, Saklı İnci, III, 129-131.
[501] Günümüzde varlığını sürdüren
Neo-Ârâmîce lehçeler ve bu dilleri kullananlar hakkında ayrıntılı bilgi için
bkz. Brock-Taylor, Saklı İnci, III, 5-10.
[502] Maclean, “Syrian Christians”,
ERE, XII, 168; Butts, “Syriac Language”, GEDSH, s. 390.
[503]
Gür, “Süryânîce”, DİA, XXXVIII, 175.
[504]
Şimşek, Süryânîler ve Diyarbakır, s. 37.
[505]
Brock, A Brief Outline of Syriac Literature, Inida: 1997, s. 13.
[506] Saka, Kenisetî’s-Süryânîyye,
s. 50; Doru, Doğu’dan Batı’ya Köprü, s. 15; a.mlf., Süryânîlerde
Felsefe, s. 17.
[507] Basit, sade gibi
anlamlara gelen peşitta (Sür. ^^.t°0
ifadesi; İbrânîce’den yapılan bu tercümeyi, VII. asırda Grekçe’den yapılan
diğer bir tercümeden (Syro-hexapla) ayırmak için sonradan kullanılmaya
başlamıştır. Bkz. Brock, A Brief Outline, s. 13.
[508] Brock, A Brief Outline,
s. 13; Brock-Taylor, Saklı İnci, III, 221; Romeny ve dğr., “Peshitta”, GEDSH,
s. 326-327; Draguet, “Syriac Lenguage and Literature”, NCE, XIII, 701.
[509]
Brock-Taylor, Saklı İnci, III, 223.
[510] Tatyan hakkında bkz. Abûnâ, Âdâbü’l-lüğati’l-Ârâmiyye,
s. 41-42; M. Whittaker, “Tatian”, NCE, XIII, 764-765; W. L. Petersen,
“Tatian”, GEDSH, s. 396-397.
[511] Grekçe bir kelime olan Diatessaron,
“dört [İncil] üzerinden” anlamına gelmektedir. Süryânîler arasında diyatessaron
veya evangeliyon da-mhallte (^ü.^■. ^&*!^סג^, Tür. Karışık İnciller)
şeklinde isimlendirilmekte idi. Bu ifade; İncillerin ayrı ayrı
tercüme edilmesi ile oluşturulan evangeliyon da-mparrşe (^!ısa! KaA^»ı< Tür. Ayrı İnciller)
ile arasında ayrım yapmak için kullanılmıştır. Bkz. William Wright, A Short
History of Syriac Literature, London: 1894, s. 7-10; Petersen,
“Diatessaron”, GEDSH, s. 122.
[512] Anton Baumstark, Geschichte
der Syrischen Literatur (GSL), Bonn: 1922, s. 19-21; Brock, A Brief
Outline, s. 14; Petersen, “Diatessaron”, GEDSH, s. 122; Brock,
“Greek, Syriac Translation from”, GEDSH, s. 180; Draguet, “Syriac
Lenguage and Literature”, NCE, XIII, 701.
[513] Brock, A Brief Outline,
s. 14; Brock-Taylor, Saklı İnci, III, 223; Juckel, “Old Syriac Version”,
GEDSH, s. 317-318.
[514]
Chabot, “Syriac Lenguage and Literature”, CE, XIV, 409.
[515] Bardaysan ve Mani hakkında
bkz. Monroe C. Beardsley, Bardaisan of Edessa, İngilizceye çev. G. E.
van Baaren-Pape, Groningen: 1966; Wright, A Short History, s. 28-30;
Baumstark, GSL, s. 12-14; Barsavm, Saçılmış İnciler, s. 210-211;
Efrem İsa Yusif, Mezopotamya’nın Bilim Öncüleri Süryânî Tercüman ve
Filozofları, çev. Mustafa Arslan, İstanbul: 2007, s. 34-45; Draguet,
“Syriac Lenguage and Literature”, NCE, XIII, 701; G. W. Macrae,
“Bardesanes (Bar-Daisan)”, NCE, II, 97-98; Andrea Piras, “Mani”, ER,
VIII, 5646-5650; Brock, “Bardaisan”, GEDSH, s. 56-57; Childers, “Mani”, GEDSH,
s. 261.
[516] Nusaybin Hıristiyanlıktan
önce de bölgede önemli bir bilim ve kültür merkezi idi. Hristiyan ilahiyatı
üzerine ise ilk defa IV. asrın başlarında bir okul kuruldu. Okul 363 yılına
kadar etkin bir şekilde faaliyetlerini sürdürdü ve şehrin Sâsânî hâkimiyetine
geçmesi üzerine kapandı. 489 yılında Bizans imparatoru tarafından Urfa Okulu’nun
kapatılması üzerine ise; Nusaybin Piskoposu Barsavma, Urfalı bilginleri himaye
etti ve şehirde yeni bir okul açıldı. Urfa Okulu’nun devamı niteliğindeki yeni
okulda dinî ilimlerin yanı sıra mantık ve felsefeye de ağırlık verildi.
Nusaybin Okulu hakkında bkz. Adday Şer, Nusaybin Akademisi, çev. Nesim
Doru, İstanbul: 2006; De Lacy O’leary, ‘Ulûmü’l- Yûnân ve sübülü intikâlihâ
ile’l-‘Arab, Arp. çev. Vehîb Kâmil, Zeki Ali, Kahire: 1962, s. 62-66;
Philip de Tarrazzi, Asru’s-Süryân ez-zehebî: Bahsün ‘ilmî, târîhî, eserî,
Kahire: 2014, s. 16; Doru, Süryânîlerde Felsefe, s. 93-102;
Brock-Taylor, Saklı İnci, II, 126-128; G. T. Dennis, “Nisibis, School
of”, NCE, X, 400-401; Becker, “Nisibis, School of”, GEDSH,
311-312.
[517] İlk defa Urfa kralları
tarafından kurulan okul II-IV. asırlar arasında ünlendi. Bu dönemde okuldan
Bardaysan ve filozof Vafa gibi önemli isimler yetişti. Daha sonra ise, 363
yılında Roma ve Sâsânî devletleri arasında yapılan anlaşma gereği Nusaybin Pers
hâkimiyetine geçince, buradan ayrılan Süryânî bilginler Urfa’ya geldiler ve
burada öncekinden ayrı yeni bir okul açtılar. Bu dönemde Urfa Okulu’nda;
Grekçe’den Süryânîce’ye, daha çok mantık eserlerini kapsayan tercümeler
yapıldı. Zamanla Doğu Kilisesi’nin öğretilerinin hakim olması üzerine okul, 489
yılında Bizans idaresi tarafından kapatılmıştır. Urfa Okulu hakkında bkz. E. R.
Hayes, Urfa Akademisi, çev. Yaşar Gönenç, İstanbul: 2002; O’leary, ‘Ulûmü’l-Yûnân,
s. 66-69; de Tarrazzi, Asru’s-Süryân, s. 16; Doru, Süryânîlerde
Felsefe, s. 91-93; Brock-Taylor, Saklı İnci, II, 125-126; Murphy,
“Edessa, School of”, NCE, V, 83; Becker, “Edessa, School of”, GEDSH,
139.
[518] Mar Efrem’in, Hanna Dolabani
tarafından derlenmiş ve Gabriyel Akyüz tarafından da Türkçe çevirisi ile
birlikte yayınlanmış olan şiirleri için bkz. Mar Efrem, Kilise Ataları
Tarafından “Kutsal Ruh’un Kavalı” Olarak Adlandırılan Süryani Mor Efrem’in
Şiirleri, der. Hanna Dolabani, Tür. çev. Gabriyel Akyüz, Ankara: 2012.
[519] Afrahat ve eseri hakkında
bkz. Baumstark, GSL, s. 30-31; Abûnâ, Âdâbü’l-lüğati’l-Ârâmiyye,
s. 6469; Barsavm, Saçılmış İnciler, s. 214; Brock, A Brief Outline,
s. 19-22; a.mlf., “Aphrahat”, GEDSH, s. 24-25.
[520] Mor Efrem ve eserleri
hakkında bkz. Wright, A Short History, s. 33-37; Baumstark, GSL,
s. 31-52, 62 ve dğr.; Abûnâ, Âdâbü’l-lüğati’l-Ârâmiyye, s. 70-84;
Barsavm, Saçılmış İnciler, s. 215-222; Brock, A Brief Outline, s.
22-28; a.mlf., “Ephrem”, GEDSH, s. 145-147; E. Des Places, “Ephrem The
Syrian, St.”, NCE, V, 277-278; Amar, “Ephrem, Life of”, GEDSH, s.
147.
[521]
Brock, A Brief Outline, s. 9; Draguet, “Syriac Lenguage and Literature”,
NCE, XIII, 701.
[522] Hıristiyan ilahiyatında;
Kilise Babalarının eserleri ile ilgilenen bilim dalına patristik, bu
eserlerle ilgili yapılan alt çalışmalardan oluşan külliyata da patristik
literatür denir. Bkz. Gündüz, “Patristik (Patristics), Din ve İnanç
Sözlüğü, s. 302.
[523]
Brock, A Brief Outline, s. 9-10; Draguet, “Syriac Lenguage and
Literature”, NCE, XIII, 701.
[524] Narsay ve eserleri hakkında
bkz. Wright, A Short History, s. 58-59; Baumstark, GSL, s.
109-113; Abûnâ, Âdâbü’l-lüğati’l-Ârâmiyye, s. 117-125; Yusif, Süryânî
Tercüman ve Filozofları, s. 65-71; Van Rompay, “Narsai”, GEDSH, s.
303-304.
[525] Suruçlu Ya‘kûb ve eserleri
hakkında bkz. Wright, A Short History, s. 67-72; Abûnâ, Âdâbü’l-
lüğati’l-Ârâmiyye, s. 192-198; Barsavm, Saçılmış İnciler, s.
239-245; Brock, “Ya‘qub of Serugh”, GEDSH, s. 433-435.
[526]
Draguet, “Syriac Lenguage and Literature”, NCE, XIII, 701.
[527] Brock-Taylor, Saklı İnci,
III, 223; Romeny, “Peshitta”, GEDSH, s. 328; Brock, “Greek, Syriac
Translation From”, GEDSH, s. 180.
[528] Yusif, Süryânî Tercüman ve
Filozofları, s. 68-70, 75-81; Doru, Doğu’dan Batı’ya Köprü, s. 17;
Brock, “Greek, Syriac Translation From”, GEDSH, s. 181.
[529] Yahyâ en-Nahvî, Grek asıllı
olmakla birlikte tek doğa yanlısıdır. Bu sebeple görüşleri, Süryânî Ortodokslar
tarafından benimsenmiştir. Yahyâ en-Nahvî hakkında bkz. Sinanoğlu, “Yahyâ en-
Nahvî”, DİA, XLIII, 258-261; Brock, “John Philoponos”, GEDSH, s. 231.
[530]
Doru, Süryânîlerde Felsefe, s. 30-31; a.mlf., Süryânîlerde Felsefe,
s. 19, 27-28.
[531] Yaklaşık 2 bin yıllık
Süryânîce edebiyat, genel olarak beş döneme ayrılmaktadır. Bu dönemler; I-III.
asırlar arası erken dönem, IV-VII. asırlar arası altın çağ, VIII-XIII. asırlar
arası takviye dönemi, XIV-XIX. asırlar arası gerileme ve düzelme dönemi, X.
asırdan itibaren yeni dönem şeklindedir. Konuyla ilgili bkz. Brock-Taylor, Saklı
İnci, II, 98-102; de Tarrazzi, Asru’s-Süryân, s. 13.
[532]
Draguet, “Syriac Lenguage an Literature”, NCE, XIII, 701-702.
[533] Macit Fahri, İslam
Felsefesi Tarihi, çev. Kasım Turhan, İstanbul: 2000 s. 26; Doru, Doğu’dan
Batı’ya Köprü, s. 94-95; a.mlf., Süryânîlerde Felsefe, s. 40-41.
[534] Re’sül‘aynlı Sergius ve
bilimsel çalışmaları hakkında bkz. Wright, A Short History, s. 88-93;
Baumstark, GSL, s. 167-169; Abûnâ, Âdâbü’l-lüğati’l-Ârâmiyye, s.
213-215; Barsavm, Saçılmış İnciler, s. 256-257; Doru, Süryânîlerde
Felsefe, s. 90-91; Brock, A Brief Outline, s. 43; a.mlf., “Sergios
of Resh‘ayna”, GEDSH, 366; Chabot, “Syriac Lenguage and Literature”, CE,
XIV, 410; Brock, “Greek, Syriac Translation From”, GEDSH, s. 181.
[535] Bkz. Dimitri Gutas, Yunanca
Düşünce Arapça Kültür: Bağdat’ta Yunanca-Arapça Çeviri Hareketi ve Erken Abbasi
Toplumu, çev. Lütfü Şimşek, İstanbul: 2015, s. 32.
[536]
Fahri, İslam Felsefesi Tarihi, s. 26-27.
[537] Severus Seboht ve bilimsel
çalışmaları hakkında bkz. Wright, A Short History, s. 137-139;
Baumstark, GSL, s. 246; Abûnâ, Âdâbü’l-lüğati’l-Ârâmiyye, s.
330-332; Barsavm, Saçılmış İnciler, s. 300-303; Brock-Taylor, Saklı
İnci, II, 132-133; Doru, Süryânîlerde Felsefe, s. 103-104; Brock, A
Brief Outline, s. 53; a.mlf., “Greek, Syriac Translation From”, GEDSH,
s. 181; G. J. Reinsick, “Severos Sebokht”, GEDSH, s. 368.
[538]
Sür. ^.ס® ג^ו.^ כ1ך^«*.?, Arp. ^^JLJl
^jljll ^jj^ljj'î, İng. Athanasios II of Balad. ö. 687, patrikliği: 684-687.
Hakkında bkz. Wright, A Short History, s. 154-156; Baumstark, GSL,
s. 256; Abûnâ, Âdâbü’l-lüğati’l-Ârâmiyye, s. 332-333; Barsavm, Saçılmış
İnciler, s. 306-308; Kiraz, “Athanasios II of Balad”, GEDSH, s. 46.
[539]
Sür. ,mıo^j ^an^., Arp. ^jl^jll ■^Â*;,
İng. Jacob/Ya‘qub of Edessa. 630-708, piskoposluğu: y. 6849, 708. Hakkında
bkz. Wright, A Short History, s. 141-154; Baumstark, GSL, s.
248-256; Abûnâ, Âdâbü’l-lüğati’l-Ârâmiyye, s. 334-340; Barsavm, Saçılmış
İnciler, s. 309-322; Brock, A Brief Outline, s. 57-59; Doru, Süryânîlerde
Felsefe, s. 104-105; A. G. Salvesen, “Ya‘qub of Edessa”, GEDSH, s.
432-433.
[540]
Sür. ^ג^^מ ^aonm.^
h\'o!\, Arp. ^jdl ^״ 1״■j*■, İng. George/Giwargi bishop of the Arab tribes. ö. 724.
Hakkında bkz. Wright, A Short History, s. 156-159; Baumstark, GSL,
s. 257; Abûnâ, Âdâbü’l-lüğati’l-Ârâmiyye, s. 341-342; Barsavm, Saçılmış
İnciler, s. 325-328; Brock, A Brief Outline, s. 59-60; Doru, Süryânîlerde
Felsefe, s. 105-106; Brock, “Giwargi, bp. of the Arap tribes”, GEDSH,
s. 177-178.
[541] VI. asırda Bizans idaresinin
baskılarından kaçan Süryânî Ortodokslar tarafından kurulan manastır, Grek
biliminin Süryânîce’ye naklinde önemli bir merkez olmuştur. Manastırın
faaliyetleri IX. asra kadar sürmüştür. Bkz. Doru, Süryânîlerde Felsefe,
s. 102; Tannous, “Qenneshre, Monastery of”, GEDSH, 345-346.
[542]
Brock, “Greek, Syriac Translation From”, GEDSH, s. 180-181.
[543] Pavlus ve bilimsel
çalışmaları hakkında bkz. Wright, A Short History, s. 14-16; Baumstark, GSL,
s. 186-188; Barsavm, Saçılmış İnciler, s. 290-292; Van Rompay, “Pawlos
of Tella”, GEDSH, s. 325326.
[544]
Salvesen, “Syro-Hexapla”, GEDHS, s. 394-395.
[545] Sür. Amid (כ»ג><), Arp.
Diyâru Bekr (j$! jlp). Erken
dönemlerde Hıristiyanlaşmış olan şehirde, V. asırda beş manastır bulunuyordu.
Bunlardan biri Zuknin Manastırı idi ki, II/VIII. asırda yazılmış yazarı belli
olmayan Zuknin Tarihi burada kaleme alınmıştır. Tek doğa inancının
yaygın olduğu şehir, V/XI. asırda kısa bir süre Süryânî Ortodoks Patrikliğine
de ev sahipliği yapmıştır. Bkz. Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemü’l-büldân, II,
494; Gabriyel Akyüz, Diyarbakır’daki Meryem Ana Kilisesinin Tarihçesi M.S.
3. Yüzyıl, Diyarbakır: 1999; Zafer Duygu, “Zuknin Manastırı Süryani Kroniği
(775) Özelinde İslam İdâresi Altındaki Hıristiyanlarda ‘Din Değiştirme’
Meselesi”, Milel ve Nihal, 2 (2013), s. 181-182; Besim Darkot-Mükrimin
H. Yınanç, “Diyarbekir”, İA, III, 601-626; Nejat Göyünç, “Diyarbakır”, DİA,
IX, 464-469; Takahashi, “Amid”, GEDSH, s. 18-20; Harrak, “Zuqnin,
Chronicle of”, GEDSH, s. 450.
[546] Sür. Arbil (Aa=>w), Arp. İrbil (djj), İng. Arbela.
Bugünkü Bölgesel Kürt Yönetiminin başkenti olan şehrin tarihi M.Ö. dördüncü
binyıla kadar gitmektedir. M.Ö. birinci binyılın ortalarında önemi artan Erbil,
doğuda Ahamenîlerin (M.Ö. 550-M.Ö. 330) başkenti Persepolis’ten batıda
Lidyalılara (M.Ö. XIII. asır-M.Ö. 546) da başkentlik yapmış büyük bir şehir
olan Sardes’e kadar uzanan Kral Yolu’nun üzerinde, önemli bir durak yeri
idi. Erken dönemlerde Hıristiyanlaşmış olan şehir, Hadyab metropolitlik
bölgesinin merkezi olmuş; metropolitler bu şehirde ikamet etmiştir. Mşiha Zka,
Erbil’in Hıristiyanlaşmasından ve ilk piskopolarından bahseden önemli bir
kaynaktır. Erbil hakkında bkz. Zka, Erbil Vakayinamesi, s. 65-148; Yâkût
el-Hamevî, Mu‘cemü’l-büldân, I, 137-140; R. Hartmann, “Erbil”, İA,
IV, 285; Sâmî es-Sakkâr, “Erbil”, DİA, XI, 272-273; Mathews, “Arbela”, GEDSH,
s. 31.
[547] Sür. Karka d-Bet Sluk (^al^ ^!גב «s^), Arp. Kirkûk (4jSjS). Şehir Süryânîler arasıdan Kark
Sluk veya Bet Sluk olarak da bilinmektedir. Bu ifadeler Selevkos
kalesi ve Selevkos yurdu anlamlarına gelmektedir. İslâm’ın ilk
dönemlerinde Müslümanlar tarafından bu şehrin nasıl isimlendirildiği
bilinmemektedir. Zira İslâm kaynaklarında şehrin ismi belirsizdir. Kaynaklar
şehrin, içinde bulunduğu Bâcermâ (Sür. Bet Garma [«^!\ ^|)
bölgesinden bahsetmekle birlikte; burada
zikredilen şehirlerin hiçbirisi Kerkük ile
ilişkilendirilememektedir. Kerkük, V-IX. asırlar arasında Bâcermâ
metropolitlik bölgesinin merkezi olmuştur. Kerkük ve Bâcermâ hakkında bkz.
Belâzurî, Fütûhu’l-büldân, s. 379; İbn Hurdâzbih, el-Mesâlik
ve’l-memâlik, Beyrut: 1889, s. 94; Bekrî, Mu‘cemü me’sta‘cem min
esmai’l-biladi ve’l-mevazi‘, thk. Mustafa es-Sekkâ, Beyrut: 1403 [1982-
83|, I, 220; J. H. Kramers, “Kerkük”, İA, VI, 589-591; Ahmet Gündüz,
“Kerkük”, DİA, XXV, 290292; Harrak, “Beth Garmai”, GEDSH, 71; a.mlf.,
“Karka d-Beth Slokh”, GEDSH, s. 242.
[548] de Tarrazzi, Asru’s-Süryân,
s. 15-19; Brock, A Brief Outline, s. 9; Doru, Doğu’dan Batı’ya Köprü,
s. 33.
[549] Süryânî coğrafyasında
manastır yaşamını başlatan kişi Mar Evgin (ö. y. 363) olmuştur. Onun Kuzey
Mezopotamya’da bir manastır kurmasının ardından geçen iki asırlık süre içinde
Süryânî coğrafyasında tam teşekküllü en az otuz beş manastırın kurulduğu
kesindir. Çok özel durumlar dışında ilk dönem manastırlarında mezhepsel bir ayrımdan
söz edilemez. Tek doğa ve iki doğa mücadelesi manastırlara V. asrın sonlarına
doğru girmiştir. Bundan sonraki süreç içerisinde manastırlar Doğu
Süryânîleri’ne ait olanlar ve Batı Süryânîleri’ne ait olanlar şeklinde
ayrılmıştır. Bkz. Atiya, Doğu Hıristiyanlığı, s. 207-208, 320-321.
[550]
Levçenko, Bizans Tarihi, s. 91; Doru, Süryânîlerde Felsefe, s.
70-71.
[551]
Doru, Süryânîlerde Felsefe, s. 31.
[552] Fars. Gondeşapur (jj.l^^),
Sür. Bet Lapat (\^\ k.=), Arp. Cündeysâbûr (jj^.^). Sâsânîlerin
kurucusu Erdeşir’in oğlu ve ikinci hükümdarı olan Şâpûr (krallığı: 240-272)
tarafından İran’ın Hûzistan (Sür. Bet Huzaye [^i»a״ ^|) bölgesinde
kurulmuş ve tarihte bu bölgenin merkezi olan şehirdir. Hıristiyanlık döneminde
de şehir, bölge metropolitliğinin merkezi idi ve bu bölgenin metropoliti, Doğu
Kilisesi hiyerarşisinde Slevkia-Ktesifon katolikosunun hemen ardından gelirdi.
Cündişâpûr hakkında bkz. Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemü’l-büldân, II, 170-171;
M. Mahfuz Söylemez, Bilimin Yitik Şehri Cündişapur, Ankara: 2003;C.
Huart, “Cündişâpûr”, İA, III, 239; Recep Uslu, “Cündişâpûr”, DİA,
VIII, 117-118; Brock, “Beth Lapat”, GEDSH, s. 72.
[553] İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ
bi-ahbâri’l-hükemâ, haz. Julius Lippert, Leipzig: 1903, s. 133; McCellan
III-Dorn, Dünya Tarihinde Bilim ve Teknoloji, s. 123; Öztürk, Hristiyanlar,
s. 620-621; İbrahim Sarıçam-Seyfettin Erşahin, İslâm Medeniyeti Tarihi,
Ankara: 2016, s. 31-32; Doru, Süryânîlerde Felsefe, s. 111-113; G.
Anawati, “Bilim”, İslâm Tarihi Kültür ve Medeniyeti, s. 339.
[554]
Kaçar, Geç Antikçağ’da Hıristiyanlık, s. 24.
[555] Ermenistan ve Gürcistan’da
Süryânî Hıristiyanlığının etkisi hakkında bkz. Brock-Taylor, Saklı İnci,
II, 186; Atiya, Doğu Hıristiyanlığı, s. 335, 355-356; Ertaş, Diyarbakır
Ermenileri, s. 195-198.
[556] Draguet, “Syriac Lenguage and
Literature”, NCE, XIII, 702; Brock, “Greek, Syriac Translation From”, GEDSH,
s. 180.
[557] Araplar’ın tecrübeye
dayanarak geliştirdikleri bu ilme envâ’ ilmi denmekte idi. Envâ’,
astronomi ve meteoroloji karışımı ilkel bir kozmolojik öğretidir. Yıldızların
ulûhiyeti de bu öğretiye dâhildir. Bkz. Muharrem Çelebi, “Envâ’”, DİA,
XI, 257-258.
[558]
Sâid el-Endelüsî, Tabakâtü’l-ümem, haz. P. Louis Cheikho, Beyrut: 1912,
s. 45.
[559] Hamidullah, İslâm
Peygamberi, s. 53, 403; Uslu, “Cündişâpûr”, DİA, VIII, 118. İslâm’ın
ortaya çıktığı dönemde Mekke’de yaşayan Hâris b. Kelede bunlardan biridir. Bkz.
İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l- ‘ulemâ, s. 161-162; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ
fî tabakâti’l-etibbâ, thk. Nizâr Rızâ, Beyrut: [ty], s. 161-167.
[560] Sâid el-Endelüsî, Tabakâtü’l-ümem,
s. 47; Hamidullah, İslâm Peygamberi, s. 661-665; Seyyid Hüseyin Nasr, İslâm’da
Bilim ve Medeniyet, çev. Nabi Avcı ve dğr., İstanbul: 2015, s. 190; Öztürk,
Hristiyanlar, s. 621.
[561]
Sâid el-Endelüsî, Tabakâtü’l-ümem, s. 44-45.
[562] Şeşen, Müslümanlarda
Tarih-Coğrafya Yazıcılığı: Başlangıçtan XIX. Yüzyılın Sonuna Kadar,
İstanbul: 1998, s. 19; İrfan Aycan-Mahfuz Söylemez ve dğr., Emeviler
Döneminde Bilim, Kültür ve Sanat Hayatı, Ankara: 2003, s. 30; Gardet, “Din
ve Kültür”, İslâm Tarihi Kültür ve Medeniyeti, IV, 129; İsmail Yiğit,
“Emeviler (Siyasî Tarih, Medeniyet Tarihi)”, DİA, XI, 96.
[563] Hadislerin tedvini ve dönemin
âlimleri hakkında bkz. M. Zübeyr Sıddîkî, Hadis Edebiyatı Tarihi,
İstanbul: 2004, s. 53-60; Ali Yardım, Hadîs, İstanbul: 2000, II, 33-35;
İsmail L. Çakan, Ana Hatlarıyla Hadis: Bilgisi-Tarihi-Dindeki yeri ve
Okuma-Okutma Yöntemi, İstanbul: 2015, s. 96; Ahmet Yücel, Hadis Tarihi,
İstanbul: 2016, s. 44; Aycan-Söylemez ve dğr., Emeviler, s. 35; Yiğit,
“Emeviler (Siyasî Tarih, Medeniyet Tarihi)”, DİA, XI, 98; Halit Özkan,
“Zührî”, DİA, XLIV, 546.
[564] İsmail Hakkı Atçeken, Devlet
Geleneği Açısından Hişâm b. Abdülmelik, Ankara: 2001, s. 245-246; Nadir
Özkuyumcu, “Hişâm b. Abdülmelik”, DİA, XVIII, 150.
[565] Çakan, Ana Hatlarıyla
Hadis, s.100-101; Yücel, Hadis Tarihi, s. 49; Bozkurt, Abbasiler,
s. 201; Mehmet Efendioğlu, “Tedvîn”, DİA, XL, 267-269.
[566] Saîd b. Cübeyr ve müstakil
tefsir kaleme alan ilk müfessirler hakkında bkz. Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi,
Ankara: 2015, s. 113-136; Muhsin Demirci, Tefsir Tarihi, İstanbul: 2003,
s. 108-116; Efendioğlu, “Saîd b. Cübeyr”, DİA, XXXV, 553; Abdülhamit
Birışık, “Tefsir”, DİA, XL, 284-285.
[567] Sezgin, İslam’da Bilim,
I, 9; Aycan-Söylemez ve dğr., Emeviler, s. 92; Abdelkader Mehiri, “Arap
Dili Linguistik ve Filoloji”, çev. Hüseyin Yazıcı, İslam Kültürü (Çeşitli
Konuları ile): İslam'da Kültür ve Bilgi, c. V, ed. Ekmeleddin İhsanoğlu,
Ankara: 2008, s. 46; İsmail Durmuş, “Sözlük”, DİA, XXXVII, 398-399.
[568] İslâm dünyasında fıkıh
ilminin ortaya çıkışı ve bu konuda çalışma yapan ilk âlimler hakkında bkz. Ahmed
Hassan, İslâm Hukukunun Doğuşu ve Gelişimi, çev. Ali Hakan Çavuşoğlu,
Hüseyin Esen, İstanbul: 1999, s. 37-55; Aycan-Söylemez ve dğr., Emeviler,
s. 42-46; Hayreddin Karaman, “Fıkıh”, DİA, XIII, 4-6.
[569] Emevîler döneminde yaşamış
müfessirlerin çoğu tâbiîn neslinden mevâlîlerdi. Çünkü Araplar daha çok idarî
ve askerî işlerle meşgul oluyorlardı. Araplar’a göre daha düşük derecede
görülen mevâlînin yönetimden uzak tutulması, onların özgür bir alan olması
dolayısıyla ilme yönelmelerine sebep olmuştur. Mevâlîden tefsir ile ilk meşgul
olanlar için bkz. Demirci, Tefsir Tarihi, s. 100; Aycan- Söylemez ve
dğr., Emeviler, s. 33; Yiğit, “Mevâlî”, DİA, XXIX, 426.
[570] Bu ekoller arasındaki en
bariz fark rey ve kıyas konusundaki yaklaşımlarıdır. Mekke ve Medine ekolleri rey
ve kıyasa fazla itibar etmezken, Irak ekolü rey ve kıyasa önem vermiştir.
Ortaya çıkan bu genel yakşlaşım tarzı, ayrı ayrı bilimlerde de etkisini
göstermiştir. İslâm’ın erken dönemlerinde ortaya çıkan bu ekoller hakkında bkz.
Ahmed Emîn, Fecru’l-İslâm, Kahire: 2012, s. 189-210; Zeydân, İslâm
Uygarlıkları, I, 668-671; Yardım, Hadis, I, 134-137, 138-140; Yücel,
Hadis Tarihi, s. 49-61; Hassan, İslâm Hukukunun Doğuşu, s. 44-49;
Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, s. 111-113; Demirci, Tefsir Tarihi, s.
95-101; a.mlf., Tefsire Giriş, İstanbul: 2013, s. 64-67; Aycan-Söylemez
ve dğr., Emeviler, s. 33.
[571] Demircan, Abbasilerin
Sonuna Kadar İslâm Tarihi Literatürü, İstanbul: 2016, s. 30-31; Aycan-
Söylemez ve dğr., Emeviler, s. 36-37; Fayda, “Siyer Sahasındaki İlk
Telif Çalışmaları”, Uluslararası Birinci İslam Araştırmaları Sempozyumu
Tebliğ ve Müzakereler, (16-18 Eylül 1985), İzmir: 1985, s. 357-358; a.mlf.,
“Siyer ve Megâzî”, DİA, XXXVII, 320.
[572] Medine tarih ekolü, Irak
tarih ekolü, bu ekollerin mensupları ve İslâm tarihçiliğinin gelişmesi hakkında
bkz. Ahmed Emîn, Fecru’l-İslâm, Kahire: 2012, s. 176-182; Günaltay, İslam
Tarihinin Kaynakları: Tarih ve Müverrihler, İstanbul: 1991, s. 17-22;
Şeşen, Müslümlarda Tarih-Coğrafya Yazıcılığı, s. 16-43; Demircan, İslâm
Tarihi Literatürü, s. 27-34, 42, 44-45, 50-53 ve dğr.; Mustafa Z. Terzi,
“İslam Tarih Yazıcılığının Doğuşunda İbn Şihâb-ez-Zührî'nin Yeri ve Önemi”, DİD,
2 (1985), s. 56-64; Abdülaziz ed-Dûrî, “İbn Şihâb ez-Zührî ve İslâm Tarih
Yazıcılığının Başlamısndaki Rolü”, çev. Casim Avcı, SAÜİFD, 6 (2002), s.
57-76; a.mlf., “İslâm’da Tarih Yazıcılığının Ortaya Çıkışı Üzerine Bir
İnceleme: ez-Zührî”, çev. H. İbrahim Gök, SEÜİFD, 22 (2006), s. 161-177;
Nisar Ahmed Faruqi, “İlk Dönem Müslüman Tarih Yazıcılığı Hakkında Bazı
Metodolojik Görüşler”, çev. Muhittin Kapanşahin, Bilimname, 1 (2006), s.
183-190; Ahmet İğdi, “Hz. Ömer Döneminde Yapılan Bazı İdari Faaliyetlerin İslam
Tarih Yazıcılığına Etkisi”, II. Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
Bildiriler Kitabı - III, (6-8 Mayıs 2013), Bursa: 2013, s. 637-646; Fayda,
“Tarih”, DİA, XL, 30-36; Mustafa S. Küçükaşçı, “Tarih (Irak,
Arabistan)”, DİA, XL, 36-40.
[573]
Bkz. Atçeken, Hişâm b. Abdülmelik, s. 248.
[574] Arp. el-Cebriyye (^jjj^İI). Bu düşünceye göre insan,
ihtiyarî fiillerinde ilahî irade ve kudretin zorlayıcı tesiri altındadır. Bu
durumda insan fiillerinde özgür değil, mecburdur. Bu düşüncenin önde gelen
temsilcisi Cehm b. Safvân’dır (ö. 128/745-46). Bkz. Şerafeddin Gölcük, Kelâm
Tarihi, Konya: 2012, s. 49-50; Abdullatif Harputî, Kelâm Tarihi,
sad. Muammer Esen, Ankara: 2012, s. 28; Gündüz, “Cebriyye”, Din ve İnanç
Sözlüğü, s.78; İrfan Abdülhamid, “Cebriyye”, DİA, VII, 205-208.
[575] Arp. el-Kaderiyye (^j^û3JI). Bu düşüncenin temeli, kaderin
inkârına ve insanın sorumluluk doğuran fiillerinin, sadece onu işleyenin
iradesine bağlı gerçekleştiği inancına dayanır. Bu düşünceyi ilk defa gündeme
getirenler Ma‘bed el-Cühenî (ö. 83/702?) ve Gaylân ed-Dımaşkî’dir (ö. y.
120/738). Bkz. Gölcük, Kelâm Tarihi, s. 49-50; Harputî, Kelâm Tarihi,
s. 28; Gündüz, “Kaderiyye”, Din ve İnanç Sözlüğü, s. 208; İlyas Üzüm,
“Kaderiyye”, DİA, XXIV, 64-65.
[576] Kelâm ilminin doğuşu ve bu
alanda öne çıkan âlimler hakkında bkz. Bekir Topaloğlu, Kelâm İlmine Giriş,
İstanbul: 2016, s. 25-28; Gölcük, Kelâm Tarihi, s. 17-22; Fahri, İslâm
Felsefesi Kelâmı ve Tasavvufuna Giriş, çev. Şahin Filiz, İstanbul: 2014, s.
31-36; Cağfer Karadaş, Ana Hatlarıyla Kelâm Tarihi, İstanbul: 2014, s.
22-64; Orhan Şener Koloğlu, Kelâm Tarihine Giriş, Bursa: 2016, s. 39-70;
Aycan-Söylemez ve dğr., Emeviler, s. 46-51; Yusuf Şevki Yavuz, “Kelâm”, DİA,
XXV, 198-199.
[577] İbn Asâl (Arp. J^'î 1>I),
Muâviye’nin sarayında onun güvenini kazanmış bir hekimdi. Muâviyenin, kurtulmak
istediği bazı kişilerin zehirlenmesinde onun tıp bilgisini kullandığı
nakledilir. Bkz. İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 171-175; Zeydân, İslâm
Uygarlıkları, II, 314-315; Sezgin, Târîhu’t- türâsi’l-‘Arabî, III,
315-316.
[578] Muâviye’nin tedavisine
güvendiği bir hekimdi. Ölüm yılı bilinmemekle birlikte yüz yıldan fazla
yaşadığı nakledilir. Bkz. İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 178-180,
404; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l- enbâ, s. 175-176; Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî,
III, 316. Ebü’l-Hakem ileride, Abbâsîler döneminde yaşamış Süryânî bilginler
arasında bahsi geçecek olan Îsâ b. Hakem’in de dedesidir. Bkz. “Îsâ b. Hakem
ed-Dımaşkî” başlığı.
[579]
O’leary, ‘Ulûmü’l-Yûnân, s. 187; Sezgin, İslam’da Bilim, I, 3;
Öztürk, Hristiyanlar, s. 622-624.
[580]
Bkz. Gutas, Yunanca Düşünce, s. 34.
[581] Bahriye Üçok, İslam
Târihi: Emevîler-Abbasîler, Ankara: 1968, s. 47, 128; Ziya Kazıcı, İslâm
Medeniyeti ve Müesseseleri Tarihi, İstanbul: 2003, s. 168-169; Doğuştan
Günümüze Büyük İslâm Tarihi, II, 379-380; Sarıçam-Erşahin, İslâm
Medeniyeti Tarihi, s. 37; Dûrî, “Divan (Hulefâ-yi Râşidîn, Emevîler,
Abbâsîler ve Fâtımîler’de Divan)”, DİA, IX, 378-379.
[582] Sezgin, İslam’da Bilim,
I, 5; Öztürk, Hristiyanlar, s. 675; Şeşen, “İslâm Dünyasındaki ilk
Tercüme Faaliyetlerine Umûmî Bir Bakış (Başlangıcından h. IV./m. X. Asrın
Sonlarına Kadar)”, İTED, 3-4 (1979), s. 8.
[583] Eser, Basralı bir Yahudi olan
Mâserceveyh tarafından tercüme edilmiştir. Konu ile ilgili bkz. İbn Cülcül, Tabakâtü’l-etıbbâ
ve’l-hükemâ, thk. Fuâd Seyyid, Beyrut: 1985, s. 61; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 232; Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî, III, 317; Arslantaş, İslâm
Dünyasında Yahudiler, s. 50, 323-324; Şeşen, “İslâm Dünyasındaki ilk
Tercüme Faaliyetlerine Umûmî Bir Bakış (Başlangıcından h. IV./m. X. Asrın
Sonlarına Kadar)”, İTED, 3-4 (1979), s. 7.
[584]
Bkz. İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist, s. 300, 434.
[585] Sezgin çalışmasında, Hâlid b.
Yezîd’e ait on beş eser kaydetmiştir. Bkz. Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî, IV,
186-189. Ayrıca Hâlid b. Yezîd hakkında bkz. Câhiz, Kitâbü’l-hayevân,
thk. Abdüsselam Muhammed Harun, Beyrut: 1424 [2003-2004], VII, 452; İbn
Kuteybe, el-Ma‘ârif, thk. Servet Ukkâşe, Kahire: 1992, s. 352; Belâzurî,
Ensâbü’l-eşrâf, V, 359-367; Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l- ‘Arabî,
IV, 179-186; Muhammed A. Hureysât, “Hâlid b. Yezîd b. Muâviye”, DİA, XV,
292-293.
[586] Ullmann, “Hâlid ibn Yezid und
Die Alchemie: Eine Legende”, Der Islam, (1978), s. 181-218; Gutas, Yunanca
Düşünce, s. 34.
[587]
Eserler hakkında bkz. Sezgin, İslam’da Bilim, I, 3, 5.
[588] Hermes’e ait olan eserin
ismi, Kitâbü Münkaleb sini’l-‘Âlem ve mâ fîhi mine’l-kazâ; Zerdüşt’ün
eserinin ismi de Kitâbü Zerâdüşt fi’n-nücûm ve te’sîrâtühâ ve’l-hükm
‘ale’l-mevâlîd (Kitâbü Zerâdüşt fî süveri dereci’l-felek)
şeklindedir. Bkz. Fehd, “İlm-i Felek”, DİA, XXII, 127.
[589] İslâm’ın doğuşundan önce
Bizans coğrafyasında bulunan bilim merkezleri için bkz. O’leary, İslâm
Düşüncesi ve Tarihteki Yeri, çev. Yaşar Kutluay, Hüseyin Yurdaydın,
İstanbul: 2003, s. 17-61; Hourani, Arap Halkları Tarihi, s. 28; Nasr, İslâm’da
Bilim, s. 29, 189-190; Öztürk, Hristiyanlar, s. 621, 670; Mustafa
Demirci, Beytü’l-Hikme: Kuruluşu, İşleyişi ve Etkileri, İstanbul: 1996,
s. 29-33; Doru, Süryânîlerde Felsefe, s. 32; Bozkurt, Abbasiler,
s. 219; Macit, “Tercüme Hareketleri”, DİA, XI, 499.
[590] George Sarton, Antik Bilim
Modern Uygarlık, çev. Melek Dosay, Remzi Demir, İstanbul: 2010, s. 133-134;
Levçenko, Bizans Tarihi, s. 91; Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi,
s. 71; McCellan III- Dorn, Dünya Tarihinde Bilim ve Teknoloji, s. 123;
O’leary, ‘Ulûmü’l-Yûnân, s. 36; Anawati, “Bilim”, İslâm Tarihi Kültür
ve Medeniyeti, s. 339.
[591] O’leary, İslâm Düşüncesi,
s. 43, 51; Fahri, İslam Felsefesi Tarihi, s. 28; Hourani, Arap
Halkları Tarihi, s. 30.
[592] Bizans Karanlık Çağı, VII.
asrın ortalarında başlayıp IX. asrın sonuna kadar sürer. Bu dönemde Bizans
toplumunda, edebiyat ve düşünce başta olmak üzere tüm yaratıcı etkinliklerde
bir düşüş ve gerileme görülmüştür. Bkz. Levçenko, Bizans Tarihi, s. 135.
Ancak bu dönemde Bizans dünyasında bilimin tamamen dışlandığını söylemek yanlış
olur. Özellikle tıp, çiftçilik gibi pratik ihtiyaçlara cevap veren alanlarda
bilimsel çalışmalar devam etmiştir. Bkz. McCellan III-Dorn, Dünya Tarihinde
Bilim ve Teknoloji, s. 119-122. Ayrıca dönemin, istikrarsızlık içindeki
siyasi durumu için bkz. Gregory, Bizans Tarihi, s. 166-202.
[593] İslâm öncesi dönemde Sâsânî
coğrafyasındaki bilim merkezleri için bkz. O’leary, ‘Ulûmü’l-Yûnân, s.
19-21, 159-163; Nasr, İslâm’da Bilim, s. 29-30, 187-189; Öztürk, Hristiyanlar,
s. 670; Arslantaş, İslâm Dünyasında Yahudiler, s. 320-321; Doru, Süryânîlerde
Felsefe, s. 31-32; Bozkurt, Abbasiler, s. 219; Macit, “Tercüme
Hareketleri”, DİA, XI, 499.
[594] Kurucusu, M.Ö. VII-VI.
asırlarda yaşamış olduğu tahmin edilen Zerdüşt’tür. Zerdüşt’ün öğretileri ile
eski İran inanç ve geleneklerinin karışımından Zerdüştçülük olarak bilinen din
ortaya çıkmıştır. Zerdüştçülük, antik çağın Pers İmparatorlukları (Ahamenîler,
Partlar ve Sâsânîler) tarafından benimsenmiş ve resmî din olarak kabul
edilmiştir. İslâm kaynaklarında daha çok Mecûsîlik şeklinde
isimlendirilmektedir. Zerdüşt, Zerdüştçülüğün doğuşu ve gelişimi hakkında bkz.
Sarıkçıoğlu, Dinler Tarihi, s. 105-114; Mehmet Alıcı, “Mecûsîlik”, Dinler
Tarihi El Kitabı, s. 243-267; Kara, Mecûsîler, s. 48-56, 71-79;
Gündüz, “Mecusilik”, Yaşayan Dünya Dinleri, İstanbul: 2007, s. 508-527;
a.mlf., “Mecûsîlik”, DİA, XXVIII, 279-284; Jamsheed K. Choksy,
“Zoroastrianizm”, ER, XIV, 998810008.
[595] O’leary, ‘Ulûmü’l-Yûnân,
s. 162; Hourani, Arap Halkları Tarihi, s. 30; Kara, Mecûsîler, s.
71-72; J. Duchesne-Guillemin, “Zoroastrian Religion”, The Cambridge History
of Iran, III, 874-897; Bauer, Antik Dünya, s. 790-792; Gutas, Yunanca
Düşünce, s. 43-44; Naskali, “Sâsânîler”, DİA, XXXVI, 176.
[596] İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist,
s. 295-297; İbn Miskeveyh, Tecâribü’l-ümem ve te‘âkubü’l-himem, thk.
Ebü’l-Kâsım İmâmî, Tahran: 2000, I, 99-100; Sezgin, GAS, Leiden:
1967-1984, VII, 85-86; Gutas, Yunanca Düşünce, s. 43-48.
[597] Kara, Mecûsîler, s.
72-73; Guillemin, “Zoroastrian Religion”, The Cambridge History of Iran,
III, 877-878; M. Morony, “Sasanids”, EI, IX, 71-72, 78.
[598] İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist,
s. 297; Gutas, Yunanca Düşünce, s. 35-36; Gündüz, “Mecûsîlik”, DİA,
XXVIII, 281. Sâsânîlerin bilimleri toplama adına girişmiş oldukları faaliyetler
ve bu kapsamda yapılan tercümeler hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî,
VI, 132-139.
[599]
McCellan III-Dorn, Dünya Tarihinde Bilim ve Teknoloji, s. 123; Sezgin, İslam’da
Bilim, I, 8.
[600] İslâm fetihlerinin dönemin
ekonomisine etkisi hakkında bkz. Murat Öztürk, “İslam Fetihlerinin Küresel
Ekonomiye Etkileri”, Beşinci Uluslar Arası Orta Doğu Semineri: İslamiyet’in
Doğuşundan Osmanlı İdaresine Kadar Orta Doğu (Şam, 2-4 Kasım 2010), ed.
Mustafa Öztürk, Enver Çakar, Elazığ: 2012, s. 197-203.
[601] Hourani, Arap Halkları
Tarihi, s. 107; McCellan-Dorn, Dünya Tarihinde Bilim ve Teknoloji,
s. 126; Gutas, Yunanca Düşünce, s. 23-24; 26-28; A. I. Sabra, “The
Scientific Enterprise”, The World of Islam, ed. Berdard Lewis, Londra:
1976, s. 182.
[602] Bu iki isim hakkında daha
önce bilgi verilmişti. Bkz. “Abbâsîler’e Kadar Süryânîler ve Bilim” başlığı.
[603] Doğu ve Batı Süryânîleri’nin
Bizans ve Sâsânî idareleri altındaki durumları hakkında bkz. “Teolojik
Tartışmalar ve Süryânîlerin Bölünmesi” başlığı. Ayrıca bkz. Hitti, İslâm
Tarihi, I, 236; Harbutlî, el- İslâm ve ehlü’z-zimme, s. 101-102;
Hourani, Arap Halkları Tarihi, s. 231; Öztürk, Hristiyanlar, s.
73-74; Gutas, Yunanca Düşünce, s. 25; Aksoy-Çelik, Süryânî Tarihi,
s. 246; Osman Gürbüz, “Bizans ve Sâsânilerdeki Dini Baskıların İlk Dönem İslam
Fetihlerine Etkileri”, DBAAD, 1 (2007), s. 159177; Demirkent, “Bizans”,
DİA, VI, 232; Naskali, “Sâsânîler”, DİA, XXXVI, 176.
[604] Levçenko, Bizans Tarihi,
s. 135; McCellan III-Dorn, Dünya Tarihinde Bilim ve Teknoloji, s. 119122;
O’leary, İslâm Düşüncesi, s. 18; Gutas, Yunanca Düşünce, s.
29-30.
[605] İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist,
s. 302. Demirci, İbnü’n-Nedîm’in metninde İstanbul’a üç günlük mesafede
bulunduğu ve girişinin renkli mermerler ile büyük taşlardan yapıldığı ifade
edilen bu yapının, bugünkü İzmir şehri sınırları içinde yer alan Efes
Kütüphanesi olduğu kanaatindedir. Bkz. Beytü’l- hikme, s. 57.
[606]
Bkz. Gutas, Yunanca Düşünce, s. 30.
[607] Hourani, Arap Halkları
Tarihi, s. 50; O’leary, İslâm Düşüncesi, s. 73; Yiğit, “Emeviler
(Siyasî Tarih, Medeniyet Tarihi)”, DİA, XI, 101.
[608] İslâm dünyasında Halife
Mansûr dönemine (136-158/754-775) kadar, ilmî ve felsefî eserlerin tercümesi
konusunda ciddi ve sistemli bir girişimin olmadığını ifade eden Fahri de, bu
yöndeki kanaatimizi desteklemektedir. Bkz. İslam Felsefesi Tarihi, s.
30-31.
[609] Nasr, İslâm’da Bilim,
s. 29-30; Gündüz, Anadolu’da Paganizm: Antik Dönemde Harran ve Urfa,
Ankara: 2014, s. 32-37; a.mlf., “Harrânîler”, DİA, XVI, 242; Macit,
“Tercüme Hareketleri”, DİA, XI, 499; Demirci, “Helen Bilim ve
Felsefesinin İslam Dünyasına İntikalinde / Tercümesinde Harranlı Sâbiîlerin
Rolü”, I. Uluslararası Katılımlı Bilim Din ve Felsefe Tarihinde Harran Okulu
Sempozyumu (28-30 Nisan 2006), Şanlıurfa: 2006, I, 202-204.
[610]
Bkz. “Abbâsîler’e Kadar Süryânîler ve Bilim” başlığı.
[611] Abbâsiler öncesinde
Süryânîler’in bilimsel faaliyetleri hakkında ayrıntılı bilgi yukarıda
sunulmuştu. Bkz. “Abbâsîler’e Kadar Süryânîler ve Bilim” başlığı.
[612] Hourani, Arap Halkları
Tarihi, s. 105-106; McCellan-Dorn, Dünya Tarihinde Bilim ve Teknoloji,
s. 127.
[613]
Öztürk, Hristiyanlar, s. 671; Gutas, Yunanca Düşünce, s. 52.
[614] Fars dilinin evreleri
hakkında bkz. Tahsin Yazıcı-Mürsel Öztürk, “İran (Kültür ve Medeniyet / Dil ve
Edebiyat / Dil ve Lehçeler -Fars Dili-), DİA, XXII, 413-416.
[615]
Hourani, Arap Halkları Tarihi, s. 74; Çetin, “Arap (Yazı, Dil ve
Edebiyat), DİA, III, 293.
[616]
Bkz. Gutas, Yunanca Düşünce, s. 52, 55.
[617]
O’leary, ‘Ulûmü’l-Yûnân, s. 159-163; Gutas, Yunanca Düşünce, s.
36-37, 57.
[618] Çakan, Ana Hatlarıyla
Hadis, s. 99-101; Demirci, Tefsir Tarihi, s. 105; Efendioğlu,
“Tedvîn”, DİA, XL, 267.
[619] Basra ve Kûfe Arap dili
ekollerinin gelişimi ve ihtilaf ettikleri konular hakkında bkz. Zeydân, İslâm
Uygarlıkları, I, 680-683; M. Cevat Ergin, “Basra ve Kûfe Ekollerinin
Kullandıkları Farklı Nahiv Terimleri”, DÜİFD, 1 (2003), s. 41-51; Enes
Erdim, “Basra ve Kûfe Arap Dili Ekollerinin Amiller Özelinde İhtilafları”, FÜİFD,
1 (2011), s. 86.
[620] Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi,
s. 211; Birışık, “Tefsir”, DİA, XL, 285.
[621] Hassan, İslam Hukukunun
Doğuşu, s. 45; Hasan Hacak, “Fıkıh İlminin Ortaya Çıkışı ve Diğer İslâmî
İlimlerle İlişkisi”, İslâmî İlimlerde Metodoloji / Usûl-V: Temel İslâm
İlimlerinin Ortaya Çıkışı ve Birbirleriyle İlişkileri - Tartışmalı İlmî İhtisas
Toplantısı, (18-19 Ocak 2014), İstanbul: 2014, s. 515522; Karaman,
“Fıkıh”, DİA, XIII, 6.
[622] Zekiyyüddîn Şa’bân, İslâm
Hukuk İlminin Esasları (Usûlü’l Fıkh), çev. İbrahim Kâfi Dönmez, Ankara:
2001, s. 33-34; Karaman, “Fıkıh”, DİA, XIII, 7.
[623] Abbâsîler’in erken döneminde
İslâm tarihçiliğinin durumu hakkında bkz. Günaltay, İslam Tarihinin
Kaynakları, s. 17-31; Şeşen, Müslümlarda Tarih-Coğrafya Yazıcılığı,
s. 20, 28, 33-34; Demircan, İslâm Tarihi Literatürü, s. 53-55, 63, 70-72
ve dğr.; Fayda, “Siyer ve Megâzi”, DİA, XXXVII, 322; a.mlf., “Tarih”, DİA,
XL, 33.
[624] Topaloğlu, Kelâm, s.
27-28; Kılavuz, Anahatlarıyla İslâm Akâidi, s. 264; Karadaş, Ana
Hatlarıyla Kelâm Tarihi, s. 78-81; Koloğlu, Kelâm Tarihine Giriş, s.
71-73; Akoğlu, Mihne Sürecinde Mu’tezile, s. 35-36, 39. İlyas Çelebi,
Mu‘tezile, DİA, XXXI, 391-392.
[625] Abbâsîler döneminde İslâmî
ilimlerin genel durumu hakkında bkz. Zeydân, İslâm Uygarlıkları, I,
607-758; Hitti, İslam Tarihi, II, 601-626; Hasan, İslâm Tarihi,
II, 210-226; Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, III, 377-452;
Bozkurt, Abbasiler, s. 195-212; Gardet, “Din ve Kültür”, İslâm Tarihi
Kültür ve Medeniyeti, IV, 111-143.
[626] İlmin mü’münin yitik malı
olduğu ve onu nerede bulursa almaya hakkı bulunduğunu ifade eden hadis için
bkz. Tirmizî, “İlim”, 19; İbn Mâce, “Zühd”, 15. Ayrıca hadislerde ilim; nafile
ibadetten üstün tutulmuş (Tirmizî, “‘İlim”, 19; İbn Mâce, “Mukaddime”, 19),
âlimler peygamberlerin gerçek varisleri sayılmıştır (Buhârî, “‘İlim”, 10; İbn
Mâce, “Mukaddime”, 17).
[627] “Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir
erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi
boylara ve kabilelere ayırdık.” (el-Hucurât, 9/13).
İslâm’da ilme verilen değer hakkında ayrıca bkz. Hasan, İslâm Tarihi,
II, 207-210; Nasr, İslâm’da Bilim, s. 19-38; İbrahim Agâh Çubukçu,
“İlim, Çalışma ve İslam”, DİD, 6-7 (1964), s. 169-171; Ergun Göze,
“İslâm’da Müsbet İlim”, İslâm Medeniyeti, 22 (1969), s. 12-18; Aydın,
“İlim - İslam Münasebeti”, Bilgi, Bilim ve İslam, haz. Ahmet Tabakoğlu,
Sadık Çelenk, İstanbul: 2005, I, 79-98; a.mlf., “İslam’a Göre İlim”, DEÜİFD,
3 (1986), s. 1-18; İbrahim Canan, “İslam Nazarında İlim ve Teknik”, DİD,
4 (1988), s. 3-16; Şakir Gözütok, “İslâm ve İlim”, Dinî Araştırmalar, 22
(2005), s. 75-90; Ahmet Yüksel Özemre, “İslamiyet’te İlim”, Bilgi Bilim ve
İslam, I, 53-64; İlhan Kutluer, “İlim”, DİA, XXII, 110-111.
[628] Araplar, yaklaşık aynı
dönemlerde Avrupa’da önlerine çıkan yüksek uygarlıkları yok eden göçebe
kavimlerin tersine; rastladıkları yüksek kültürleri korumuş ve özümsemeye
çalışmıştır. Bkz. McCellan-Dorn, Dünya Tarihinde Bilim ve Teknoloji, s.
125; Atiya, Doğu Hıristiyanlığı, s. 296-297; Sarıçam-Erşahin, İslâm
Medeniyeti Tarihi, s. 184.
[629]
Sezgin, İslam’da Bilim, I, 2-3.
[630] Öztürk, Hristiyanlar,
s. 683; Bozkurt, Abbasiler, s. 219-220; Macit, “Tercüme Hareketleri”, DİA,
XL, 500-501.
[631] Macit, “Dokuz ve Onuncu Asır
Bağdat Hıristiyan Mütercimleri”, İslam Medeniyetinde Bağdat
(Medînetü’s-Selâm) Uluslararası Sempozyum, (7-8-9 Kasım 2008) , İstanbul:
2011, I, 348.
[632]
Sâid el-Endelüsî, Tabakâtü’l-ümem, s. 48.
[633] Erken dönem Abbâsî
halifelerinin Müslüman halk nezdinde meşruiyetlerini sağlama çabaları hakkında
bkz. Din ve Siyasal Söylem: Abbasî Devleti’nin Meşruiyet Kavgası, der.
Cem Zorlu, İstanbul: 2006; Bozkurt, Abbasiler, s. 41-49; Roy Mottahedeh,
“The Abbasid Caliphate in Iran”, The Cambridge History of Iran, IV, 58.
[634] Uzun yıllar Pers
imparatorluklarının egemenliği altında yaşamış olan İranlılar, ne Araplar’ın
hâkimiyetini ne de İslâm dinini kolay benimseyebilmişlerdir. Bkz. Apak, Anahatlarıyla
İslâm Tarihi, II, 247.
[635] Erken Abbâsî döneminde,
devlet idaresinde İranlı unsur ile kurulan yakın ilişki ve işbirliği hakkında
bkz. Zeydân, İslâm Uygarlıkları, I, 140; II, 402-405; Hasan, İslam
Tarihi, III, 225-226; Bozkurt, Abbasiler, s. 53-56.
[636] Abbâsîler döneminde
gerçekleşen İran kökenli isyanlar hakkında bkz. Zorlu, Abbasilere Yönelik
İsyanlar, s. 123-166.
[637]
Bkz. Gutas, Yunanca Düşünce, s. 38-39, 53, 56.
[638]
McCellan-Dorn, Dünya Tarihinde Bilim ve Teknoloji, s. 127; Gutas, Yunanca
Düşünce, s. 57.
[639] Abdullah b. Mukaffa‘ın hayatı
hakkında bkz. Demirci, “Emevîlerden Abbâsilere Geçiş Sürecinin Bir Tanığı:
Abdullah İbnü’l-Mukaffâ ve “Risâletü’s-Sahâbe”si”, DEÜİFD, 21 (2005), s.
118-122; a.mlf., “Abdullah İbnü’l-Mukaffâ’nın “Risâletü’s-Sahabe” Adlı
Risâlesi: Takdim ve Tercüme”, İSTEM, 12 (2008), s. 219-222; Durmuş,
“İbnü’l-Mukaffa‘”, DİA, XXI, 130-134.
[640] Hitti, İslam Tarihi,
II, 594; Hourani, Arap Halkları Tarihi, s. 78; Şeşen, Müslümanlarda
Tarih- Coğrafya Yazıcılığı, s. 41-42.
[641]
Hitti, İslam Tarihi, II, 474-475; Adnan Karaismailoğlu, “Kelîle ve
Dimne”, DİA, XXV, 210-211.
[642] İbnü’l-Mukaffa‘ın tercümeleri
hakkında bkz. İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist, s. 150; Sezgin, İslam’da
Bilim, I, 8; Hasan, İslam Tarihi, III, 173; Sarıçam-Erşahin, İslâm
Medeniyeti Tarihi, s. 37; Bozkurt, Abbasiler, s. 195-196, 210, 220;
Şeşen, “İslâm Dünyasındaki ilk Tercüme Faaliyetlerine Umûmî Bir Bakış”, İTED,
3-4 (1979), s. 9-10; Demirci, “Emevîlerden Abbâsilere Geçiş Sürecinin Bir Tanığı:
Abdullah İbnü’l-Mukaffâ ve “Risâletü’s-Sahâbe”si”, DEÜİFD, 21 (2005), s.
122-125; Mahmut Kaya, “Felsefe”, DİA, XII, 312; Durmuş,
“İbnü’l-Mukaffa‘”, DİA, XXI, 132-133; Macit, “Tercüme Hareketleri”, DİA,
XL, 501.
[643] İbnü’l-Mukaffa‘ın Risâletü’s-sahâbe’si
ve diğer telif eserleri hakkında bkz. Bozkurt, Abbasiler, s. 196;
Demirci, “Emevîlerden Abbâsilere Geçiş Sürecinin Bir Tanığı: Abdullah
İbnü’l-Mukaffâ ve “Risâletü’s-Sahâbe”si”, DEÜİFD, 21 (2005), s. 117-148;
a.mlf., “Abdullah İbnü’l-Mukaffâ’nın “Risâletü’s-Sahabe” Adlı Risâlesi: Takdim
ve Tercüme”, İSTEM, 12(2008), s. 217-240; Durmuş, “İbnü’l-Mukaffa‘”, DİA,
XXI, 133-134.
[644] İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist,
s. 358; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 183, 279; Sezgin, İslam’da
Bilim, I, 9; Öztürk, Hristiyanlar, s. 676.
[645] Bkz. İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 282; Bozkurt, “Mansûr”, DİA, XXVIII, 6; M. Cüneyt Kaya, “Yuhannâ b.
Bıtrîk”, DİA, XLIII, 579.
[646] Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî,
VI, 153-154; Hasan, İslâm Tarihi, III, 173; Şeşen, “İslâm Dünyasındaki
ilk Tercüme Faaliyetlerine Umûmî Bir Bakış”, İTED, 3-4 (1979), s. 11; S.
Maqbul Ahmad, “Coğrafya”, DİA, VIII, 50; Fehd, “İlm-i Felek”, DİA,
XXII, 127.
[647] Fezârî hakkında bkz.
Brockelmann, Târîhu’l-edebi’l-‘Arabî, IV, 199-200; Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-
‘Arabî, V, 264-265; VI, 153-156; GAS, VII, 101; Güleç, “Fezârî”, DİA,
XII, 540-541. Ya‘kûb b. Târık hakkında bkz. Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî,
V, 266; GAS, VII, 139; Na’sân, “Ya’kûb b. Târık”, DİA, XLIII,
286-287.
[648] Hitti, İslam Tarihi,
II, 472, 578; Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, III, 527; Melek
Dosay Gökdoğan, “Sayı”, DİA, XXXVI, 213.
[649] İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist,
s. 329; Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî, VI, 107-108; Cengiz Aydın-
Gülseren Aydın, “Batlamyus”, DİA, V, 197; Ahmad, “Coğrafya”, DİA,
VIII, 50-51.
[650]
Bkz. Gutas, Yunanca Düşünce, s. 53.
[651] Mes‘ûdî, Mürûcü’z-zeheb ve meâdinü’l-cevher, thk. Kemâl
Hasan Mer‘â, Beyrut: 2005, IV, 250;
Zeydân, İslâm
Uygarlıkları, II, 67-68.
[652] Ya‘kûbî, el-Büldân, s.
25; İbnü’l-Fakîh, Kitâbü’l-büldân, thk. Yûsuf el-Hâdî, Beyrut: 1996,
290; Hasan, İslâm Tarihi, III, 180; Yiğit, “Bağdat’ın Kuruluşuyla İlgili
Rivayetler Üzerine Bir Değerlendirme”, İslam Medeniyetinde Bağdat
(Medînetü’s-Selâm) Uluslararası Sempozyum, I, 48.
[653]
Gutas, Yunanca Düşünce, s. 54.
[654] Ebû Sehl b. Nevbaht ve
eserleri hakkında bkz. İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist, s. 335; Sezgin, GAS,
VII, 114; Cengiz Aydın, “Ebû Sehl b. Nevbaht”, DİA, X, 227-228.
[655] Fahri, İslam Felsefesi
Tarihi, s. 33; Gutas, Yunanca Düşünce, s. 53-54; Macit, “Dokuz ve
Onuncu Asır Bağdat Hıristiyan Mütercimleri”, İslam Medeniyetinde Bağdat
(Medînetü’s-Selâm) Uluslararası Sempozyum, I, 348.
[656] Abbâsîler’in devletin merkezi
olarak Irak’ı seçmelerinin arka planında yatan siyasî nedenler hakkında bkz.
Zeydân, İslâm Uygarlıkları, s. 141; Subhi al-Azzawi, “Symbolism in the
Planning of the Round City of al-Mansur (Madinat al-Salam) in Baghdad”, İslam
Medeniyetinde Bağdat (Medînetü’s-Selâm) Uluslararası Sempozyum, I, 80;
Yıldız, “Abbâsîler (Siyasî Tarih, Medeniyet Tarihi)”, DİA, I, 34; Dûrî,
“Bağdat”, DİA, IV, 426.
[657]
Gutas, Yunanca Düşünce, s. 50-51.
[658]
Nasr, İslâm’da Bilim, s. 70-71.
[659] Mes‘ûdî, Mürûcü’z-zeheb,
IV, 251; Suyûtî, Târîhu’l-hulefâ, s. 202; Zeydân, İslâm Uygarlıkları,
II, 71.
[660]
Akoğlu, Mihne Sürecinde Mu’tezile, s. 66-67.
[661]
Macit, “Tercüme Hareketleri”, DİA, XL, 501; Bundy, “Timotheos I”, GEDSH,
s. 414.
[662] Bkz. Gutas, Yunanca
Düşünce, s. 69-71; Akoğlu, Mihne Sürecinde Mu’tezile, s. 66-67;
Demirci, “Antik Bilim ve Düşünce Mirasının İslâm Dünyasına Tercümesinde
Abbasilerin Kurduğu Beytü’l- Hikme’nin Rolü”, Muhafazakâr Düşünce, 44
(2015), s. 104-105.
[663] Müslümanlar tarafından
oluşturulan reddiye literatürü hakkına bkzz. Aydın, Müslümanların
Hıristiyanlara Karşı Yazdığı Reddiyeler ve Tartışma Konuları, Ankara: 1998;
Sinanoğlu, “Reddiye”, DİA, XXXIV, 516-521.
[664] Nasr, İslâm’da Bilim,
s. 70-71; Cevizci, Felsefe Tarihi, s. 225; McCellan-Dorn, Dünya
Tarihinde Bilim ve Teknoloji, s. 125; Sarıçam-Erşahin, İslâm Medeniyeti
Tarihi, s. 37; Kaya, “Felsefe”, DİA, XII, 312.
[665]
Gutas, Yunanca Düşünce, s. 73-77; Macit, “Tercüme Hareketleri”, DİA,
XL, 500.
[666]
Bozkurt, Abbasiler, s. 227.
[667] Hârûnürreşîd dönemi devlet
idaresi ile mu‘tezile mezhebi arasındaki yakınlaşmanın arka planı hakkında bkz.
Akoğlu, Mihne Sürecinde Mu’tezile, s. 69-75; Bozkurt, “Mihne’nin
Tarihsel Arka Planı ve Analizi”, Mihne Süreci ve İslami İlimlere Etkisi,
ed. M. Mahfuz Söylemez, s. 11-25; Çelebi, “Mu‘tezile”, DİA, XXXI, 392.
[668] İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist,
s. 302; İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 379; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-
enbâ, s. 182; Fahri, İslam Felsefesi Tairhi, s. 33-34; Şeşen, “İslâm
Dünyasındaki ilk Tercüme Faaliyetlerine Umûmî Bir Bakış”, İTED, 3-4
(1979), s. 11; Kaya, “Yuhannâ b. Bıtrîk”, DİA, XLIII, 579.
[669]
Gutas, Yunanca Düşünce, s. 111; Macit, “Tercüme Hareketleri”, DİA,
XL, 500.
[670] Abbâsî sarayında görev yapıp
tıp eserleri tercüme ettiren hekimler hakkında bkz. Huneyn b. İshak,
Risâle, s. 1-53; Gutas, Yunanca Düşünce, s.
117-118. Bağdat’ta tıp üzerine tercüme
yaptıran
hekimler ile ilgili
daha fazla bilgi ilgili başlıklarda verilecektir.
[671] Gutas, Yunanca Düşünce,
s. 111, 115; Demirci, “Antik Bilim
ve Düşünce Mirasının İslam
Dünyasına Tercümesinde Abbasilerin Kurduğu Beytü’l-Hikme’nin
Rolü”, Muhafazakâr Düşünce, sy. 44, Ankara: 2015, s. 104.
[672]
McCellan-Dorn, Dünya Tarihinde Bilim ve Teknoloji, s. 127.
[673]
Bkz. Gutas, Yunanca Düşünce, s. 135.
[674]
Doru, Süryânîlerde Felsefe, s. 52.
[675]
Hitti, İslam Tarihi, II, 479-480; Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî,
VI, 103-104.
[676]
Sezgin, İslam’da Bilim, I, 9-10.
[677]
Bkz. Yusif, Süryânî Tercüman ve Filozofları, s. 117.
[678] Cündişâpûrlu Süryânî hekim
Curcîs’in talebelerindendir. Halife Mansûr (136-158/754-775) döneminde onunla
birlikte Bağdat’a gelmiş ve onun Cündişâpûr’a geri dönmesinin ardından
halifenin hizmetine girmiştir. Ancak halifenin yanındaki konumunu kullanarak
kilise örgütü içinde nüfuz elde etmeye çalışınca, halife tarafından mallarına
el konmuş ve hizmetten uzaklaştırılmıştır. Bkz. İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ,
s. 248; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 185.
[679]
İbrahim de Cündişâpûrlu hekim Curcîs’in talebelerindendir. Halife Mansûr
(136-158/754-775)
Ebû Usaybia, s. 282), Ebû Nasr
b. el-Mesîhî (İbn Ebû Usaybia, s. 403-405), Ebû Yûsuf el-Kâtib (İbn Ebû
Usaybia, s. 282), Ebû Nasr b. Nârî b. Eyyûb (İbn Ebû Usaybia, s. 281), Dâvûd b.
Deylem (İbnü’l-Kıftî, s. 439; İbn Ebû Usaybia, s. 315-316), İbrahim b. Abdullah
en-Nasrânî (İbnü’l-Kıftî, s. 36-37; İbn Ebû Usaybia, s. 106), Tuma
(İbnü’l-Kıftî, s. 131), Abdülmesîh b. Abdullah İbn Nâ‘ime el-Hımsî
(İbnü’l-Kıftî, s. 37, 38; İbn Ebû Usaybia, s. 280).
[683]
Doru, Süryânîlerde Felsefe, s. 34-35.
[684]
Brock, A Brief Outline, s. 10.
[685] Buhtîşû‘ ailesinin bilinen en
eski üyesi sözü geçen Curcîs’in dedesi Buhtîşû‘dur. Ona atfen aile bu adla
anılmış olabileceği gibi, Buhtîşû‘ isminin aile üyeleri arasında sıkça
kullanılmasından dolayı da isim aileye sonradan yakıştırılmış olabilir.
Buhtîşû‘ isminin anlamı ve yazılışı hakkında bkz. İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 186; Bar Hebraeus, Târîhu muhtasari’d-düvel, thk. Anton Sâlihânî el-
Yesû’î, Beyrut: 1992, s. 130; Hasan Doğruyol, “Buhtîşû”, DİA, VI, 378;
Kaya, “Buhtişû‘ (Buhtişû‘ b. Curcîs)”, DİA, VI, 378; Bayat, “Buhtişû‘
(Buhtişû‘ b. Cibrâîl)”, DİA, VI, 379. Kelimenin Süryânîce yazılışı için
bkz. Bar Hebraeus, Maktbonut zabne, s. 125.
[686]
Bkz. Brockelmann, Târîhu’l-edebi’l-‘Arabî, IV, 261; Doğruyol, “Buhtîşû”,
DİA, VI, 378.
[687] İbn Cülcül, Tabakâtü’l-Etibbâ,
s. 63; Sâid el-Endelüsî, Tabakâtü’l-ümem, s. 36; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 183; Hayreddin ez-Ziriklî, el-A‘lâm, Beyrut: 2002, II, 146.
[688] İsmin Arapça kaynaklarda
birkaç farklı şekilde yazılmış olduğu görülür. İbnü’l-Kıftî ismi Cûrcîs (^■jj■) şeklinde yazarken İbn Ebû
Usaybia başlıkta Cûrciyûs (^^■jj■)
şeklinde verdiği ismi metin içinde Cûrcis (^■jj■) olarak yazmıştır. Süryânî tarihçi Bar Hebraeus ise
Arapça kaleme aldığı tarihinde Süryânîce imlâya sadık kalarak ismi Civarcis (^■jj■) şeklinde kaydetmiştir. Bunun
dışında ismin daha sonra gelen bazı yazarlar tarafından Cercis/Curcis (^■j■) veya Cercîs/Curcîs (^■j■) şeklinde yazıldığı da
görülmektedir. Süryânîce’de ise isim Givargis (^!a^l şeklinde yazılmaktadır. Arapça’daki “cîm” harfinin
Süryânîce’deki karşılığı “gomel” olduğundan, Süryânîce üzerinden
Arapça’ya geçen kelimelerdeki “g” sesi Arapça’da her zaman “c” sesiyle
okunmuştur. Biz karışıklığa meydan vermemek için, DİA’daki şekli ile Curcîs
yazılışını tercih ettik. İlgili yerler için bkz. Bar Hebraeus, Maktbonut
zabne, s. 125; a.mlf., Târîhu muhtasari’d-düvel, s. 124, 138; İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ,
s. 158-160; İbn Ebû Usaybia,
‘Uyûnü’l-enbâ, s. 183-186; Zehebî, Târîhu’l-İslâm ve
vefeyâtü’l-meşahîri ve’l-a‘lâm, thk. Beşşar Avvâd Ma’ruf, Beyrut: 2003, IV,
1078; Safedî, el-Vâfî bi’l-vefeyât, thk. Ahmed el-Arnavûd, Türkî
Mustafa, Beyrut: 2000, X, 55; Ziriklî, el-A‘lâm, II, 44, 111; Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî,
III, 322; Doğruyol, “Buhtîşû”, DİA, VI, 378.
[689] İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ,
s. 158; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 184; Bar Hebraeus, Târîhu
muhtasari’d-düvel, s. 124.
[690]
Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî, III, 322.
[691] Endülüslü tabakat yazarları
İbn Cülcül ve Kadı Sâid, Curcîs’ten Buhtîşû‘ diye bahsedip onun Halife
Ebü’l-‘Abbâs es-Seffâh’a, sonra da Halife Mansûr’a hizmet ettiğini ifade
etmişler ise de bu bilgiler yanlıştır. Ebü’l-‘Abbâs’ın hilafeti zamanında
yaşamış olduğu bilgisi doğru olmakla birlikte, Curcîs’in Bağdat’a gelmesi
Halife Mansûr zamanındadır. Bkz. İbn Cülcül, Tabakâtü’l-Etibbâ, s. 63;
Sâid el-Endelüsî, Tabakâtü’l-ümem, s. 36.
[692]
Ebü’l-Fazl er-Rebî‘ b. Yûnus b. Muhammed b. Abdillâh b. Ebî Ferve (ö. 169/785?). Halife
Mansûr’un güvenini kazanmış ve vezirlik yapmış Arap asıllı
devlet adamı. Hakkında bkz. Cehşiyârî, el-Vüzerâ ve’l-küttâb, thk.
Mustafa es-Sekka, Kahire: 1980, 151-152; İbn Hallikân, Vefeyâtü’l-a‘yân,
thk. İhsan ‘Abbâs, Beyrut: 1994, II, 294-299; Ağırakça, “Rebî‘ b. Yûnus”, DİA,
XXXIV, 497-498.
[693] Sür. matran (^..י^)
veya mitran (^מ^י), Arp. matrân (j/j^), İng. metropolitan. Şehir idaresinde
bulunan kişi anlamındaki Grekçe metropolitan kelimesinden geçmiştir.
Matranlık/metropolitlik, Doğu Roma İmparatorluğu’nun idarî sisteminin etkisinde
ortaya çıkmış bir rütbedir ve metropol denen şehirlerdeki piskoposları
tanımlamak için kullanılır. İdaresi altındaki bölgenin sorumluluğunu üstlenen
Matran; o bölge içindeki kilise, manastır ve Hıristiyanlar ile ilgili işlere
bakar. Bkz. Gündüz, “Metropolitan”, Din ve İnanç Sözlüğü, s. 259.
[694] Bkz. İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ,
s. 159; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 184; Bar Hebraeus, Maktbonut
zabne, s. 126; a.mlf., Târîhu muhtasari’d-düvel, s. 124.
[695] Curcîs, önce İbrahim ve
Sercîs’i götürmeye niyetlenmiş ise de oğlu Buhtîşû‘, Îsâ’nın bîmâristandaki
geçimsiz tavırlarından şikâyet edince Sercîs’i bırakıp Îsâ’yı götürmüştür. Bkz.
İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-
‘ulemâ, s. 158; İbn Ebû
Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 184; Bar Hebraeus, Târîhu
muhtasari’d-düvel, s. 124.
[696] İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ,
s. 158-159; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 184; Bar Hebraeus,
Maktbonut zabne, s. 125; a.mlf., Târîhu muhtasari’d-düvel, s.
124; Öztürk, Hristiyanlar, s. 625.
[697] Arp. Jjj^s. Irak’ta, Bağdat ve Ukberâ arasında bulunan, içkisinin
güzelliği ile şöhret bulmuş bir yer. Bkz. Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemü’l-büldân,
IV, 371-372.
[698]
İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 184.
[699]
İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 184.
[700] İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ,
s. 159; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 184-185; Bar Hebraeus, Maktbonut
zabne, s. 125-126; a.mlf., Târîhu muhtasari’d-düvel, s. 124.
[701] İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ,
s. 159-160; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 185; Bar Hebraeus, Târîhu
muhtasari’d-düvel, s. 124-125; Öztürk, Hristiyanlar, s. 626.
[702] Curcîs’in ölüm tarihi
hakkında bkz. İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 185; Brockelmann, Târîhu’l-edebi’l-‘Arabî,
IV, 261.
[703]
Bkz. İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 183.
[704]
İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 198.
[705]
Bkz. İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 183.
[706] Halife Mansûr, hastalığını
tedavi edebilecek birini sorduğunda hekimler; “Şu zamanda, Cündişâpûr
hekimlerinin başı Cûrcis’ten daha üstün bir kimse yoktur. O tıp konusunda
yeteneklidir ve önemli eserleri vardır.” şeklinde karşılık vermişlerdir.
Bkz. İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 157.
[707] Künnâş, farmakolojiye (eczabilim) dair
yazılan kitaplar için Ortaçağda kullanılan yaygın bir isimdir.
Hekimler tedavide kullanılan yöntem ve ilaç terkiplerini,
bunların nasıl uygulanacağı ile ilgili hususları bu tür kitaplara
kaydederlerdi. Künnâşlar her hekimin olmazsa olmaz el kitapları mahiyetinde
idi. Süryânîce bir kelime olarak künnâş; toplamak, bir araya
getirmek gibi anlamlara gelen knaş (^) fiilinden türetilmiştir. Bkz.
Bar Behlûl, Lexicon, s. 908. Arapça kitap isimlerinde sıkça görülen câmî‘
kelimesi ile benzer şekilde kullanılmış olduğu düşünülebilir.
[708] İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist,
s. 358; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 186; Brockelmann, Târîhu’l-
edebi’l-‘Arabî, IV, 261.
[709] Bkz. Râzî, el-Hâvî
fi’t-tıb, thk. Heysem Halife Ta’îmî, Beyrut: 2002 I, 77; III, 341, 524 ve
muhtelif yerler. Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî, III, 323.
[710]
İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 183, 279.
[711]
Bkz. Öztürk, Hristiyanlar, s. 676.
[712]
İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist, s. 358.
[713]
Bkz. Sezgin, İslam’da Bilim, I, 9.
[714] Hakkında bkz. Assemani, BO,
III, 111-113; Badger, The Nestorians, II, 371; Baumstark, GSL, s.
213; Chabot, “Syriac Lenguage and Literature”, CE, XIV, 411.
[715]
İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’--enbâ, s. 214.
[716] Taberî, Târîh, VIII,
86. Taberî olayın zamanını zikretmez, ancak başka bir yerde Muhammed b. Ebü’l-‘Abbâs’ın
ölümünü 147 (m. 764) senesi olayları içinde vermiştir. Bkz. Târîh, VIII,
25.
[717]
Bkz. İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’--enbâ, s. 215.
[718]
İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’--enbâ, s. 214.
[719]
Sezgin, Târîhu’t-türâsi’--‘Arabî, III, 324.
[720] Rahip Lo‘ozar hakkında bkz.
Wright, A Short History of Syriac Literature, s. 162-163; Baumstark, GSL,
s. 271; Duval, La Litterature Syriaque, s. 383; Barsavm, el-Lü’lü’ü’l-mensûr,
s. 319-320; Türkçe’ye çev., s. 333-334; Abûnâ, Âdâbü’l-lüğati’l-Ârâmiyye,
s. 346-347; Van Rompay, “Lo‘ozar of Beth Qandasa”, GEDSH, s. 252;
Chabot, “Syriac Lenguage and Literature”, CE, XIV, 411.
[721]
Wright, A Short History of Syriac Literature, s. 162-163; Duval, La
Litterature Syriaque, s. 383.
[722]
Baumstark, GSL, s. 271; Barsavm, el-Lü’lü’ü’l-mensûr, s. 319-320;
Türkçe’ye çev., s. 333-334.
[723] İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ,
s. 439; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 219; Sezgin, Târîhu’t-
türâsi’l-‘Arabî, III, 324.
[724]
Bkz. Râzî, el-Hâvî fi’t-tıb, I, 165; II, 13; Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî,
III, 325.
[725] Sür. Kaşkar (\^t^), Arp. Kesker (jS■^), İng. Kashkar.
Kesker, Güney Mezopotamya’da Dicle nehri kenarında bulunmaktadır. İslâm
fetihlerinden sonra Kesker’in karşısında, Basra ile Kûfe’nin tam ortasında
bulunan Vâsıt şehri kurulmuştur. Şehrin Bağdat’a uzaklığı 180 km’dir. Bkz.
Yâkût el- Hamevî, Mu‘cemü’l-büldân, IV, 461; Söylemez, “Vâsıt”, DİA,
XLII, 541-542.
[726] Assemani, BO, III,
215; Badger, The Nestorians, II, 376; Baumstark, GSL, s. 214;
Chabot, “Syriac Lenguage and Literature”, CE, XIV, 411.
[727]
Doğu Kilsesi’nin misyonerlik faaliyetleri ve Çince-Süryânîce anıt hakkında bkz.
“Kiliseler” başlığı.
[728] Hananişû‘un katolikos
seçilmesi ve biyografisi hakkında bkz. Assemani, BO, III, 155-157;
Baumstark, GSL, s. 215; Rompay, “Henanisho‘ II”, GEDSH, s. 195.
[729] Eserleri için bkz. Assemani, BO,
III, s. 155, 157; Badger, The Nestorians, II, 372; Baumstark, GSL,
s. 215; Chabot, “Syriac Lenguage and Literature”, CE, XIV, 411; Rompay,
“Henanisho‘ II”, GEDSH, s. 195.
[730] Biyografisi için bkz.
İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 109; Baumstark, GSL, s. 341;
Hitti, History of the Arabs, s. 311; Yusif, Süryânî Tercüman ve
Filozofları, s. 117; Van Rompay, “Theophilos of Edessa”, GEDSH, s.
409.
[731] Bilimsel çalışmaları hakkında
bkz. İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 109; Bar Hebraeus, Târîhu
muhtasari’d-düvel, s. 24; Baumstark, GSL, s. 341-342; Chabot,
“Syriac Lenguage and Literature”, CE, XIV, 411; Van Rompay, “Theophilos
of Edessa”, GEDSH, s. 409.
[732] Sür. Bet Garma («1־כ^ i.□),
Arp. Bâcermâ (<^.»W), İng. Beth Garmai. Kuzeyde Aşağı Zap, batıda Dicle,
güneyde Diyala nehirleri ile doğudaki dağlar arasında kalan, merkezi bugünkü
Kerkük olan bölge. Bkz. Bekrî, Mu‘cemü me’sta‘cem, I, 220; Harrak, “Beth
Garmai”, GEDSH, 71.
[733] İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ,
s. 431; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 158; Brockelmann, Târîhu’l-edebi’l-‘Arabî,
IV, 269.
[734]
İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 186, 187.
[735]
İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 329, 384; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 242, 245.
[736]
Bkz. “Cibrâîl b. Buhtîşû‘” başlığı.
[737]
İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 144-145.
[738]
Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî, III, 348.
[739] Bkz. Râzî, el-Hâvî
fi’t-tıb, I, 97, 367; II, 45, 127, ve dğr.; İbnü’l-Baytâr, el-Câmi‘
li-müfredâti’l- edviye ve’l-ağziye, Beyrut: 2001, II, 464; III, 25; Sezgin,
Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî, III, 348.
[740]
Râzî, el-Hâvî fi’t-tıb, I, 367.
[741]
İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 187.
[742] İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ,
s. 158; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 184; Bar Hebraeus, Târîhu
muhtasari’d-düvel, s. 124.
[743] İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ,
s. 160; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 184, 185; Bar Hebraeus, Târîhu
muhtasari’d-düvel, s. 124.
[744] Ebü’l-‘Abbâs Seffah ve Ebû
Ca‘fer Mansûr’un kardeşi Mûsâ’nın oğludur. Ebü’l-‘Abbâs, hilafeti sırasında
kardeşi Ebû Ca‘fer’i birinci veliaht, Îsâ’yı da ikinci veliaht tayin etmişti.
Ancak kendi oğlunu veliaht yapmayı isteyen Halife Mansûr, tatlı dille kendisini
veliahtlıktan çekilmeye ikna etmeye çalışmışsa da Îsâ buna yanaşmamıştı.
Sonrasında ise halifenin baskısı, küçük düşürücü davranışları ve karşılığında
verilen yüklü miktarda parayı kabul etmesi sonucunda Mehdî’nin arkasında ikinci
veliaht olmayı kabul etmiştir. Daha sonra Mehdî tarafından da veliahtlık
hakkından vazgeçmeye zorlanan Îsâ, yine yüklü miktarda para karşılığında Hâdî
ve Hârûnürreşîd lehine bu hakkından feragat etmiştir. Bkz. Ya‘kûbî, Târîhu’l-Ya‘kûbî,
Leiden: Brill, 1883, II, 457, 476; Suyûtî, Târîhu’l-hulefâ, s. 195;
Hasan, İslâm Tarihi, II, 318-320; Doğuştan Günümüze Büyük İslâm
Tarihi, III, 96-97, 116; Abdülmün’im Mâcid, “Îsâ b. Mûsâ”, DİA,
XXII, 482.
[745]
Taberî, Târîh, VIII, 11.
[746] Bkz. İbn Miskeveyh, Tecâribü’l-ümem,
III, 438; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, VIII, 104; Zehebî, Târîhu’l-İslâm,
III, 802.
[747] İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ,
s. 100.
[748] İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ,
s. 101.
[749] Taberî, Târîh, VIII,
87.
[750] Bkz. Taberî, Târîh,
VIII, 87.
[751]
İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 101.
[752]
İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 101; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 187.
[753]
İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 186.
[754]
Ebû Alî (Ebü’l-Fazl) Yahyâ b. Hâlid el-Bermekî. Halife Hârûnürreşîd’in “baba”
diye hitap ettiği Yahyâ, Bermekî ailesinin ilk temsilcisi olan Hâlid b.
Bermek’in oğludur. Bermekîlerin Abbâsî siyasetindeki etkin yılları Yahyâ b.
Hâlid ile başlamıştır. Hakkında bkz. İbn Hallikân, Vefeyâtü’l- a’yân,
VI, 219-229; Hasan, İslâm Tarihi, II, 347-350; Doğuştan Günümüze
Büyük İslâm Tarihi, III, 143-144; Apak, Anahatlarıyla İslâm Tarihi,
IV, 145-147; Yıldız, “Bermekîler”, DİA, V, 517-520; Saim Yılmaz, “Yahyâ
b. Hâlid el-Bermekî”, DİA, XLIII, 251-253.
[755] İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 101; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 186-187; Bar Hebraeus,
Maktbonut zabne,
s. 133; a.mlf., Târîhu muhtasari’d-düvel, s. 130.
[756]
İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 187.
[757]
Zehebî bu hayvanın eşek olduğunu ifade eder. Bkz. Târîhu’l-İslâm, IV,
1078.
[758]
İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 187; Bar Hebraeus, Maktbonut zabne,
s. 133-134.
[759] İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ,
s. 101; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 187; Bar Hebraeus, Maktbonut
zabne, s. 134; a.mlf., Târîhu muhtasari’d-düvel, s. 130.
[760]
İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 134; Bar Hebraeus, Târîhu
muhtasari’d-düvel, s. 130-131.
[761]
İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist, s. 358.
[762]
İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 100-101.
[763]
Zehebî, Târîhu’l-İslâm, IV, 1078-1079.
[764]
Ziriklî, el-A‘lâm, II, 44.
[765]
Brockelmann, “Bahtişû”, İA, II, 239-240; Kaya, “Buhtişû‘ (Buhtişû‘ b.
Curcîs)”, DİA, VI, 378.
[766] İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist,
s. 358; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 187; Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-
‘Arabî, III, 325.
[767]
İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 186.
[768]
Bkz. Yusif, Süryânî Tercüman ve Filozofları, s. 119-120.
[769]
Bkz. Assemani, BO, III, 212; Badger, The Nestorians, II, 375.
[770] Yuhannâ, yaşadığı süre
boyunca birçok kişinin Hıristiyan olmasını sağlamış olan Doğu Kilisesi mensubu
bir din adamı ve misyonerdi. Deylemli Yuhannâ hakkında bkz. Brock, “Yohanna of
Dailam”, GEDSH, s. 441.
[771]
Baumstark, GSL, s. 218; Chabot, “Syriac Lenguage and Literature”, CE,
XIV, 411.
[772] Chabot, “Syriac Lenguage and
Literature”, CE, XIV, 411; Butts, “Theodoros bar Koni”, GEDSH, s.
405.
[773]
Assemani, BO, III, 198-199; Badger, The Nestorians, II, 375;
Baumstark, GSL, s. 218-219.
[774] Brock, A Brief Outline,
s. 62-63; Butts, “Theodoros bar Koni”, GEDSH, s. 405-406.
[775]
Atıflar için bkz. Râzî, el-Hâvî fi’t-tıb, II, 159, 288; III, 378; IV,
31, 352, 428, 532; V, 38; VII, 335.
[776] Muhammed, Ahmed ve Hasan
isimli Benî Mûsâ kardeşlerden biridir. Halife Me’mûn (198-218/813-
833) döneminden itibaren bilimle meşgul olmuşlardır. III/IX.
asrın ortalarında yaşamışlardır. Ahmed’in ölüm tarihi bilinmemekle birlikte,
Muhammed 259/873 senesinde vefat etmiştir. Bkz. Kâzım Çeçen-Atilla Bir, “Benî
Mûsâ”, DİA, V, 450-451.
[777]
Bkz. “Hilâl b. Ebû Hilâl el-Hımsî” başlığı.
[778]
Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî, III, 339.
[779] Bkz. İbn Cülcül, Tabakâtü’l-Etibbâ,
s. 61; İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 324-326; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 232-234; Bar Hebraeus, Târîhu muhtasari’d-düvel, s. 111-112. Yahudi
tabip Mâserceveyh için bkz. Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî, III,
317-319; Arslantaş, İslâm Dünyasında Yahudiler, s. 50, 338, 340, 348-349;
a.mlf., Emeviler Döneminde İslâm Dünyasında Yahudiler, İstanbul: 2016,
s. 133, 191, 193-194.
[780]
İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 325; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 233.
[781]
İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 280.
[782]
Eserler hakkında bkz. Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî, III, 340-341.
[783] İbnü’l-Kıftî ve İbn Ebû
Usaybia’nın verdikleri bilgilere (İhbâru’l-‘ulemâ, s. 325; ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 234) itimaden Arslantaş; 2, 3, 5 ve 6 numaralı eserleri Yahudi tabip
Mâserceveyh’in eserleri olarak zikretmiştir (İslam Dünyasında Yahudiler,
s. 340; Emeviler Döneminde Yahudiler, s. 194). Sezgin ise bu eserlerin
Hıristiyan Mâserceveyh’e ait olduğu kanaatindedir (Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî,
III, 341). Kaynaklarda iki ismin birbirine karıştırılmış olduğu yukarıda ifade
edilmişti.
[784] İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist,
s. 358; İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 325; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-
enbâ, s. 280.
[785]
Mâserceveyh’ten yapılan atıflar için bkz. Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî,
III, 341-342.
[786] Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî,
III, 340, 370.
[787]
Bkz. Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî, III, 370-371.
[788] Bkz. Arslantaş, Emeviler
Döneminde Yahudiler, s. 194.
[789] Bkz. Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî,
III, 371.
[790] Biyografi ve eserler için
bkz. İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist, s. 359; İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ,
s. 247; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 280; Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî,
III, 371.
[791] Irak bölgesinin yukarı
kesiminde bulunan bir şehirdir. Yâkût’un bildirdiğine göre Musul’a üç günlük
mesafededir. Bkz. Mu‘cemü’l-büldân, III, 262-263.
[792] Baumstark, GSL, s.
272; Barsavm, el-Lü’lü’ü’l-mensûr, s. 325-326; Türkçe’ye çev. s.
339-340; Brock, “Dawid bar Pawlos”, GEDSH, s. 116.
[793] Assemani, BO, III, 255-256; Badger, The Nestorians,
II, 378.
[794] Trisagion, ilk defa V. asırda
doğu kiliselerinde kullanılmış olan bir dua ifadesidir. İlerleyen yüzyıllarda
batı kiliselerinde de yaygınlık kazanmıştır. Kutsal metinleri okumaya
başlarken, bitirirken veya bazen de ayine başlarken okunmuştur. Kelime anlamı
“kutsal üç” olan Trisagion, Grekçe bir duadır. Tercümesi, “Kutsal Tanrı,
kutsal ve kudretli, kutsal ve ölümsüz, bize merhamet et!” şeklindedir. Bkz.
E. J. Gratsch, “Trisgion”, NCE, XIV, 209.
[795] Baumstark, GSL, s.
272-273; Chabot, “Syriac Lenguage and Literature”, CE, XIV, 411;
Barsavm, el- Lü’lü’ü’l-mensûr, s. 327-329; Türkçe’ye çev. s. 340-342;
Brock, “Dawid bar Pawlos”, GEDSH, s. 116-117.
[796] Dâvûd b. Pavlus, Egroteh
d-David bar Pavlus d-metida‘ d-Bet Raban [Bet Rabanlı Olarak Bilinen
Dâvûd b. Pavlus’un Mektupları], haz. F. Hanna Dolabani, [yy], 1953.
[797] VIII. asırda yaşamış olduğu
kesin olmakla birlikte ölüm tarihi net değildir. Abbâsîler’in ilk dönemine
yetişmiş olması muhtemeldir. İbrâhîm b. Daşandad için bkz. Teule, “Abraham bar
Dashandad”, GEDSH, s. 7.
[798]
İsim, İslâm tarihi kaynaklarından teyit edilememiştir.
[799]
Bkz. Mari b. Süleyman, Ahbâru Fetârike, s. 71.
[800] Assemani, BO, III,
158-162; Yusif, Süryânî Tercüman ve Filozofları, s. 119-124; Brock, A
Brief Outline, s. 63; Chabot, “Syriac Lenguage and Literature”, CE,
XIV, 411; Bundy, “Timotheos I”, GEDSH, s. 414-415.
[801] Halife Mehdî ile Katolikos
Timaseus arasında cereyan eden tartışma için bkz. Katolikos II. Timaseus, Sekizinci
Asırda Gerçekleşen Dinler Arası İlk Diyalog, çev. ve kritik: Süleyman
Koyuncu, İstanbul: 2007.
[802] Yusif, Süryânî Tercüman ve
Filozofları, s. 123.
[803]
Bundy, “Timotheos I”, GEDSH, s. 414-415.
[804] Yusif, Süryânî Tercüman ve
Filozofları, s. 124.
[805] Yusif, Süryânî Tercüman ve
Filozofları, s. 130; Chabot, “Syriac Lenguage and Literature”, CE,
XIV, 411; Bundy, “Timotheos I”, GEDSH, s. 414.
[806]
Eserleri için bkz. Assemani, BO, III, 162-163; Badger, The Nestorians,
II, 372; Baumstark, GSL, s. 217-218; Chabot, “Syriac Lenguage and
Literature”, CE, XIV, 411; Yusif, Süryânî Tercüman ve Filozofları,
s. 124-128; Brock, A Brief Outline, s. 63-64.
[807] Bkz. Chabot, “Syriac Lenguage
and Literature”, CE, XIV, 411; Rompay, “Synodicon Orientale”, GEDSH,
s. 387-389; Bundy, “Timotheos I”, GEDSH, s. 414.
[808]
Bundy, “Timotheos I”, GEDSH, s. 414.
[809]
Arapça kaynaklarda ismin üç farklı şekilde yazıldığı görülür. Bunlardan en
yaygın olanı Cibrâîl (Jplj?■), diğerleri ise Cibraîl (dpj^) ve Cibrîl
(Jj^) şeklindedir. Süryânîce isim, Gabriyel şeklinde okunmakla birlikte;
karışıklıktan sakınmak için DİA’nın kullanımı benimsenmiştir. İsmin
Arapça yazılışları için bkz. İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 187;
İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 132; Bar Hebraeus, Târîhu
muhtasari’d-düvel, s. 131; Zirikî, el-A‘lâm, II, 111. İsmin
Süryânîce yazılışı için bkz. Bar Hebraeus, Maktbonut zabne, s. 134;
Assemani, BO, III, 258.
[810]
Ebü’l-Fazl Ca‘fer b. Yahyâ b. Hâlid el-Bermekî: Halife Hârunürreşîd’e yakınlığı
ile bilinen ve aynı zamanda halife tarafından idam ettirilen Bermekî ailesine
mensup devlet adamı. Hakkında bkz. İbn Hallikân, Vefeyâtü’l-a‘yân, I,
328-346; Ziriklî, el-A‘lâm, II, 130-131; Hasan, İslâm Tarihi, II,
351355; Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, III, 144-155; Apak, Anahatlarıyla
İslâm Tarihi, IV, 147-153; Yıldız, “Bermekîler”, DİA, V, 517-520;
a.mlf., “Ca‘fer b. Yahyâ el-Bermekî”, DİA, VII, 4.
[811] İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ,
s. 134, İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 188; Bar Hebraeus, Târîhu
muhtasari’d-düvel, s . 130-131.
[812]
Daha sonra kendisine hastalığın sebebi sorulduğunda; cinsel ilişkinin harareti
esnasında vücuda yayılan ince bir sıvının donup kalmış olduğunu ve cariyenin
hareketini engellediğini, onunla boğuşması esnasında vücut hararetinin tekrar
yükselmesi ile de donmuş maddenin çözüldüğünü ifade etmiştir. Bkz.
İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 134-135; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 188; Bar Hebraeus, Maktbonut zabne, s. 134; a.mlf., Târîhu
muhtasari’d-düvel, s. 131.
[813] İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 135; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 188.
[814] İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s.
190-192.
[815] İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 191; Zehebî, Târîhu’l-İslâm,
IV, 575-576.
[816] İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 135; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 188.
[817] İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 140; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 188-189.
[818]
Ebü’l-‘Abbâs el-Fazl b. er-Rebî‘ b. Yûnus (ö. 208/823-24?). Babası Rebî‘ b.
Yûnus da Halife Mansûr’un hâcibliğini yapmış olan Arap asıllı Abbâsî veziri.
Fazl, ilk defa Halife Hâdî tarafından hâcib tayin edilmişti. Hârûnürreşîd’in de
beğenisini kazanmakla birlikte saraydaki İranlı unsur ve Bermekîlerin
etkisinden dolayı kendisine idarî görev verilmemiş; ancak 187/803 yılında
Bermekîlerin tasfiye edilmesinden sonra Fazl, sınırlı yetkilerle vezir tayin
edilmiştir. Hakkında bkz. İbn Hallikân, Vefeyâtü’l-a‘yân, IV, 37-40;
Ziriklî, el-A‘lâm, V, 148; Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi,
III, 63; Apak, Anahatlarıyla İslâm Tarihi, IV, 147; Abdülkerim Özaydın,
“Fazl b. Rebi‘”, DİA, XII, 274-275.
[819]
İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 141.
[820]
İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 140-141; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 189.
[821]
İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 141; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 189.
[822] Taberî, Târîh, VIII,
344; Zehebî, Târîhu’l-İslâm, IV, 1030; İbn Tağriberdî, en-Nücûmü’z-zâhire,
II, 142.
[823] İbnü’l-Esîr, el-Kâmil,
V, 383; Zehebî, Târîhu’l-İslâm, IV, 1028.
[824]
Ebû Muhammed el-Hasen b. Sehl es-Serahsî (ö. 236/851). Me’mûn’un valilerinden
biri olan Hasan, İran asıllı mecûsî bir aileden gelmekte idi. Vezir Fazl b.
Sehl’in kardeşidir. Hakkında bkz. İbn Hallikân, Vefeyâtü’l-a‘yân, II,
120-123; Ziriklî, el-A‘lâm, II, 192; Doğuştan Günümüze Büyük İslâm
Tarihi, III, 175; Apak, Anahatlarıyla İslâm Tarihi, IV, 176-177;
Bozkurt, “Hasan b. Sehl”, DİA, XVI, 351.
[825]
İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 141; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 189.
[826]
İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 141-142; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 190.
[827]
İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 142; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 198.
[828] Doğruyol, “Buhtîşû‘ (Cibrâîl
b. Buhtîşû‘), DİA, VI, 379.
[829] Cibrâîl’in kimlerden ne kadar
para kazandığı hakkında bkz. İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 198200.
[830]
İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 142-143; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 200.
[831]
Bkz. Öztürk, Hristiyanlar, s. 634-635.
[832] İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ,
s. 101; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 186-187; Bar Hebraeus, Maktbonut
zabne, s. 133; a.mlf., Târîhu muhtasari’d-düvel, s. 130.
[833] İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ,
s. 134, İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 188; Bar Hebraeus, Târîhu
muhtasari’d-düvel, s. 130-131.
[834] İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ,
s. 134; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 188; Bar Hebraeus, Târîhu
muhtasari’d-düvel, s. 131.
[835]
Durant, bu miktarın yaklaşık 7 milyon 100 bin Amerikan Doları yaptığını
hesaplamıştır. Bkz. Durant, Kıssatü’l-hadare, XIII, 190. Durant’ın
hesabı doğru ise bu miktar şimdiki kura göre (Aralık, 2016) yaklaşık 25 milyon
Türk Lirası yapmaktadır. Bu da Cibrâîl’in ne kadar büyük bir servet biriktirmiş
olduğunu açık bir şekilde göstermektedir.
[836]
İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 142; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 142-143.
[837] Konu ile ilgili rivayetler
için bkz. İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s.143-144; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 194-195, 195, 197, 198.
[838]
İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 187.
[839]
İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 135-140.
[840]
İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 328-329.
[841]
Kaya, “Yuhannâ b. Mâseveyh”, DİA, XLIII, 582.
[842]
Huneyn b. İshâk, Risâle, s. 11, 15, 25-26, 46.
[843]
Daha önce hakkında bilgi verilmişti. Bkz. “Abbâsîler’e Kadar Süryânîler ve
Bilim” başlığı.
[844] İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ,
s. 174-175; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 258-259; Bar Hebraeus, Târîhu
muhtasari’d-düvel, s. 144.
[845]
Huneyn b. İshâk, Risâle, s. 11.
[846]
Râzî, el-Hâvî fi’t-tıb, III, 357.
[847] Ziriklî, el-A‘lâm, II,
111.
[848]
Râzî, el-Hâvî fi’t-tıb, II, 586; III, 321.
[849] Cibrâîl’in eserleri için bkz.
İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 201; Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-
‘Arabî, III, 344-345; Doğruyol, “Buhtîşû‘ (Cibrâîl b. Buhtîşû‘)”, DİA,
VI, 379.
[850] Assemani, BO, III, 258; Baumstark, GSL,
s. 227.
[851] Butts, “Gabriel bar Bokhtisho’”, GEDSH,
s. 170.
[852] Ahmed b. Hanbel ve Müsned’i
hakkında bkz. Yardım, Hadis, II, 73; Sıddîkî, Hadis Edebiyatı Tarihi,
s. 142-155; M. Yaşar Kandemir, “Ahmed b. Hanbel (Hayatı)”, DİA, II,
75-80.
[853]
Buhârî, Müslim ve eserleri hakkında bkz. Yardım, Hadis, II, 84; Sıddîkî,
Hadis Edebiyatı Tarihi, s. 157-172; Yücel, Hadis Tarihi, s. 85;
M. Mustafa el-A’zamî, “Buhârî, Muhammed b. İsmâil”, DİA, VI, 368-372;
Kandemir, “Müslim b. Haccâc”, DİA, XXXII, 93-94; a.mlf., “Kütüb-i
Sitte”, DİA, XXVII, 6-8.
[854] Bu dönemde ortaya konmuş
hadis literatürü hakkında bkz. Yardım, Hadîs, II, 80-93; Çakan, Ana
Hatlarıyla Hadis, s. 106-115; Yücel, Hadis Tarihi, s. 83-87.
[855] Bkz. Brockelmann, Târîhu’l-edebi’l-‘Arabî,
III, 339-341; Bozkurt, Abbasiler, s. 202; Mustafa Öz, “Küleynî”, DİA,
XXVI, 538-539.
[856]
Taberî ve tefsiri hakkında bkz. Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, s. 528-545;
a.mlf., “Câmiu’l-beyân an te’vîli âyi’l-Kur’ân”, DİA, VII, 105-107;
Demirci, Tefsir Tarihi, s. 139-145; Fayda, “Taberî, Muhammed b. Cerîr”, DİA,
XXXIX, 314-318.
[857]
İlgili literatür için bkz. Ahmet Özel, “Fıkıh (Literatür / Klasik Dönem)”, DİA,
XIII, 14-22.
[858]
Özellikle Emevîler döneminde, devlet yönetiminde Arap ırkçılığının benimsenmesi
ve Müslüman olmalarına rağmen gayr-i Arap unsura ikinci sınıf vatandaş
muamelesi yapılması sonucunda bu unsurlar Araplar’a karşı bilenmiş; Müslüman olan
gayr-i Arap unsurların Araplar’dan daha üstün olduğu düşüncesini işlemeye
başlamışlardır. Hareketin hem siyasî hem de ilmî tezahürleri olmuştur. Şuûbiyye
hakkında bkz. Apak, “Şuûbiyye”, DİA, XXXIX, 244-246.
[859] Hourani, Arap Halkları
Tarihi, s. 76; Bozkurt, Abbasiler, s. 197; Apak, “Şuûbiyye”, DİA,
XXXIX, 245.
[860] Bkz. Şeşen, Müslümanlarda
Tarih-Coğrafya Yazıcılığı, s. 31, 38-40, 43-45; Demircan, İslâm Tarihi
Literatürü, s. 83, 89-90 ve dğr.; Fayda, “Tarih”, DİA, XL, 33-34.
[861]
Ya‘kûbî ve tarihi hakkında bkz. Brockelmann, Târîhu’l-edebi’l-‘Arabî, IV, 236; Şeşen,
Müslümanlarda Tarih-Coğrafya Yazıcılığı, s. 51-52;
Demircan, İslâm Tarihi Literatürü, s. 105; Murat Ağarı, “Ya‘kûbî”, DİA,
XLIII, 287-288.
[862]
Belâzurî ve Fütûhu’l-büldân adlı eseri hakkında bkz. Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî,
I/2, 152-154; Belâzurî, Fütûhu’l-büldân, (çevirenin mukaddimesi), s.
IX-XXI; Demircan, İslâm Tarihi Literatürü, s. 99-101; Fayda, “Belâzürî”,
DİA, V, 392-393; a.mlf., “Fütûhu’l-Büldân”, DİA, XIII, 258-259.
[863] Taberî ve tarihi hakkında
bkz. Brockelmann, Târîhu’l-edebi’l-‘Arabî, III, 45-51; Günaltay, Tarih
ve Müverrihler, s. 34-50; Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî, I/2,
159-168; Şeşen, Müslümanlarda Tarih- Coğrafya Yazıcılığı, s. 52-60;
Demircan, İslâm Tarihi Literatürü, s. 117-121; Fayda, “Taberî, Muhammed
b. Cerîr”, DİA, XXXIX, 314-318; a.mlf., “Târîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk”, DİA,
XL, 9294.
[864]
Sezgin, İslam’da Bilim, I, 18-19; Şeşen, Müslümanlarda Tarih-Coğrafya
Yazıcılığı, s. 43.
[865] Şeşen, Müslümanlarda
Tarih-Coğrafya Yazıcılığı, s. 59; Mustafa Sabri Küçükaşçı, “Tarih (Irak,
Arabistan)”, DİA, XL, 36.
[866]
Mes‘ûdî ve eserleri hakkında bkz. Brockelmann, Târîhu’l-edebi’l-‘Arabî,
III, 56-60; Günaltay, Tarih ve Müverrihler, s. 68-80; Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî,
I/2, 177-184; Şeşen, Müslümanlarda Tarih-Coğrafya Yazıcılığı, s. 60-61;
Demircan, İslâm Tarihi Literatürü, s. 135-137; Avcı, “Mes‘ûdî, Ali b.
Hüseyin”, DİA, XXIX, 353-355.
[867]
Nasr, İslâm’da Bilim, s. 285.
[868]
Bozkurt, Abbasiler, s. 227-229.
[869]
Kur’ân’ın yaratılmış olup olmadığı konusundaki tartışmayı ifade eden bir kelâm
terimidir. Mu ‘tezile âlimleri Kur’ân’ın yaratılmış olduğunu iddia ederken,
ehl-i sünnet âlimleri bu düşünceye karşı çıkmışlardır. Konu hakkında bkz. Apak,
Anahatlarıyla İslâm Tarihi, IV, 197-203; Yavuz, “Halku’l- Kur’ân”, DİA,
XV, 371-375.
[870] Mihne kelimesi
sınamak, denemek, bir şeyin hakikatini araştırmak, soruşturmak, boyun eğdirmek,
eziyet etmek gibi anlamlara gelmektedir. Bkz. İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab,
XIII, 401; Fîrûzâbâdî, el- Kâmûsü’l-muhît, s. 1236. Toplumda veya bireyin
hayatında karşılaşılan sıkıntılı durumları ifade etmek için de kullanılmakla
birlikte burada mihne kelimesi, Halife Me’mûn döneminde başlayıp
(218/833) Halife Mütevekkil’in inisiyatifi ile (237/851) son bulmuş olan,
âlimler üzerindeki sorgulama ve baskı sürecini ifade etmektedir. Mihne
kavramı ve mihne süreci hakkında bkz. Hitti, İslam Tarihi, II,
661; Akoğlu, Mihne Sürecinde Mu’tezile, s. 53-54, 99-124; Karadaş, Ana
Hatlarıyla Kelâm Tarihi, s. 81-83; Bozkurt, “Mihne’nin Tarihsel Arka Planı
ve Analizi”, Mihne Süreci ve İslami İlimlere Etkisi, s. 11-25; Muharrem
Akoğlu, “Mu’tezile’nin Tarihsel Seyrinde Mihne”, Mihne Süreci ve İslami
İlimlere Etkisi, s. 27-71; Hayrettin Yücesoy, “Mihne”, DİA, XXX,
26-28.
[871]
Topaloğlu, Kelâm İlmine Giriş, s. 181; Çelebi, “Mu‘tezile”, DİA,
XXXI, 392.
[872] Kılavuz, Anahatlarıyla
İslâm Akâidi, s. 264-265; Koloğlu, Kelâm Tarihine Giriş, s. 93-94;
Yavuz, “Ehl-i Sünnet”, DİA, X, 526-527.
[873] İmam Eş‘arî ve Eş‘arîlik
hakkında bkz. Topaloğlu, Kelâm İlmine Giriş, s. 133-139; Karadaş, Ana
Hatlarıyla Kelâm Tarihi, s. 135-188; Abdülhamid, “Eş‘arî, Ebü’l-Hasan”, DİA,
XI, 444-447; Yavuz, “Eş‘ariyye”, DİA, XI, 447-455.
[874]
İmam Mâtürîdî ve Mâtürîdîlik hakkında bkz. Topaloğlu, Kelâm İlmine Giriş,
s. 121-132; Karadaş, Ana Hatlarıyla Kelâm Tarihi, s. 191-273; Şükrü
Özen, “Mâtürîdî”, DİA, XXVIII, 146-151; Yavuz, “Mâtürîdiyye”, DİA,
XXVIII, 165-175.
[875] Karadaş, Ana Hatlarıyla
Kelâm Tarihi, s. 87-88.
[876]
Kılavuz, Anahatlarıyla İslâm Akâidi, s. 265-267; Nasr, İslâm’da Bilim,
s. 27.
[877]
Hitti, İslam Tarihi, II, 621.
[878]
Bu dönemde Müslümanlar, bilim dünyasının tam manasıyla önderi poszisyonuna
gelmişlerdir. Hz. Peygamber’den (as.) sonraki dört asır içinde yaşamış müslüman
bilginlerin sayısının, Thales’ten (ö. 546) sonraki dört asırda yaşamış Yunan
bilginlerinin sayısına eşit olduğu tespiti; İslâm bilim dünyasındaki bu
etkinliği göstermesi bakımından ilgi çekici bir noktadır. Bkz. McCellan-Dorn, Dünya
Tarihinde Bilim ve Teknoloji, s. 126.
[879] Hitti, İslam Tarihi,
II, 535; Lewis, The Arabs in History, s. 148-149; Sezgin, İslam’da
Bilim, I, 15; Gutas, Yunanca Düşünce, s. 148.
[880] Gutas, Yunanca Düşünce,
s. 81; Apak, Anahatlarıyla İslâm Tarihi, s. 176; Bozkurt, “Mihne’nin
Tarihsel Arka Planı ve Analizi”, Mihne Süreci ve İslami İlimlere Etkisi,
s. 15; a.mlf., “Me’mûn”, DİA, XXIX, 101.
[881]
Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, III, 175-176; Bozkurt, Abbasiler,
s. 58-59;
[882]
Gutas, Yunanca Düşünce, s. 81-82.
[883] Halife Me’mûn döneminde
İslâm-Bizans ilişkileri ve Me’mûn’un Bizans seferleri hakkında bkz. Avcı, İslâm-Bizans
İlişkileri, s. 96-100; Apak, Anahatlarıyla İslâm Tarihi, s. 194-196.
[884] Bilginlerin Bizans
topraklarından ayrılmaları ve Bizans’ın içinde düştüğü Karanlık Çağ’a daha önce
vurgu yapılmıştı. Bkz. “Abbâsîler’den Önce Bilimsel Ortam” başlığı.
[885]
Akoğlu, Mihne Sürecinde Mu’tezile, s. 122-123.
[886] Gutas, Yunanca Düşünce,
s. 82-85, 97; Akoğlu, Mihne Sürecinde Mu’tezile, s. 83, 128-129;
Bozkurt, “Mihne’nin Tarihsel Arka Planı ve Analizi”, Mihne Süreci ve İslami
İlimlere Etkisi, s. 15.
[887]
Me’mûn’un bu tartışmalarda İslâm dünyasındaki farklı mezhepler arasında dinî
bir birlik sağlama amacı güttüğü kendi ifadeleri ile de nakledilir. Bkz. İbn
Tayfûr, Kitâbü Bağdâd, thk. es-Seyyid İzzet el-Attâr el Hüseynî, Kahire:
2002, s. 45-46.
[888] Me’mûn’un öncülük ettiği
bilimsel toplantıların gayesi, toplantılardaki tartışma konuları ve tartışma
adabı hakkında bkz. Bozkurt, Abbasiler, s. 227-230.
[889] Bkz. Sezgin, İslam’da
Bilim, I, 9-10; Bozkurt, Abbasiler, s. 216.
[890] Fazlıoğlu, “Cebir”, DİA,
VII, 196; a.mlf., “Hârizmî”, DİA, XVI, 224-225.
[891] Bkz. Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî,
V, 343-349; a.mlf., İslam’da Bilim, I, 17; Aydın, “Ebû Kâmil”, DİA,
X, 172-174.
[892] Mes‘ûdî, et-Tenbîh
ve’l-işrâf, s. 30, 40; Sezgin, İslam’da Bilim, I, 11-13; Ahmad,
“Coğrafya”, DİA, VIII, 51; a.mlf., “Harita”, DİA, XVI, 206.
[893]
Sezgin, İslam’da Bilim, I, 11; Süveysî, “Hendese”, DİA, XVII,
198.
[894]
Hitti, İslam Tarihi, II, 571; Sezgin, İslam’da Bilim, I, 11;
Nasr, İslâm’da Bilim, s. 80; Sarıçam- Erşahin, İslâm Medeniyeti
Tarihi, s. 167; Baltacı, İslâm Medeniyeti Tarihi, s. 304; Bozkurt, Abbasiler,
s. 217; Aydüz, “Rasathane”, DİA, XXXIV, 456.
[895] Sâid el-Endelüsî, Tabakâtü’l-ümem,
s. 50-51; Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî, VI, 171-174; Fehd, “İlm-i
Felek”, DİA, XXII, 127-128; Unat, “Yahyâ b. Ebû Mansûr el-Müneccim”, DİA,
XLIII, 242.
[896]
Bettânî ve çalışmaları hakkında bkz. İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist, s. 340;
Beyhakî, Târîhu hükemâi’l- İslâm, s. 40; Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî,
V, 356-358; Ferruh Müftüoğlu, “Bettânî”, DİA, VI, 910; Fehd, “İlm-i
Felek”, DİA, XXII, 128.
[897] Neyrîzî ve çalışmaları
hakkında bkz. İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist, s. 339-340; Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-
‘Arabî, V, 350-354; Fazlıoğlu, “Neyrîzî”, DİA, XXXIII, 71.
[898]
Sezgin, İslam’da Bilim, I, 16, 20.
[899] Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî,
IV, 501; Nasr, İslâm’da Bilim, s. 193-194.
[900] İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist,
s. 360.
[901] Râzî ve tıp alanında yazmış
olduğu eserleri hakkında bkz. Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî, III, 274294;
Kaya, “Râzî, Ebû Bekir”, DİA, XXXIV, 479-485.
[902]
Hitti, İslam Tarihi, II, 559-561; Sezgin, İslam’da Bilim, I,
17-18.
[903]
Hitti, İslam Tarihi, II, 561; Nasr, İslâm’da Bilim, s. 200.
Ayrıca el-Mecûsî ve Kâmilüs’s-sınâ‘a adlı eseri hakkında bkz. Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî,
III, 510-515; Ayşegül Demirhan Erdemir, “Ali b. Abbas el-Mecûsî”, DİA,
II, 379-380.
[904]
Öztürk, Hristiyanlar, s. 648, 668.
[905] Bozkurt, Abbasiler, s.
216; Şeşen, “Câhiz”, DİA, VII, 22-23; Tahsin Görgün, “Kitâbü’l-Hayevân”,
DİA, XXVI, 106-108.
[906] Fahri, İslam Felsefesi
Tarihi, s. 35; Sezgin, İslam’da Bilim, I, 13-14; Çeçen, “Benî Mûsâ”,
DİA, V, 450.
[907]
Nasr, “Giriş”, İslâm Felsefesi Tarihi, s. 29-30; Kaya, “Felsefe”, DİA,
XII, 316.
[908]
Bu dönemde felsefî eserlerin tercümesi hakkında bkz. Taylan, Ana Hatlarıyla
İslâm Felsefesi, s. 126-129; Alper, “İslâm Felsefesine Giriş”, İslâm
Felsefesi Tarihi, I, 45-49; Şeşen, “İslâm Dünyasındaki ilk Tercüme
Faaliyetlerine Umûmî Bir Bakış”, İTED, 3-4 (1979), s. 15-17; Macit,
“Dokuz ve Onuncu Asır Bağdat Hıristiyan Mütercimleri”, İslam Medeniyetinde
Bağdat (Medînetü’s- Selâm) Uluslararası Sempozyum, I, 347-356; a.mlf.,
“Tercüme Hareketleri”, DİA, XL, 501-502.
[909]
Hitti, İslam Tarihi, II, 477; Zeydân, İslâm Uygarlıkları Tarihi,
II, 73; Fahri, İslâm Felsefesi, Kelâmı ve Tasavvuvuna Giriş, s. 45; Ömer
Mahir Alper, “İslâm Felsefesine Giriş”, İslâm Felsefesi Tarihi, ed.
Bayram Ali Çetinkaya, Ankara: 2012, I, 44-45.
[910]
İlk defa Fârâbî ile birlikte mantık çevirileri Aristoteles’in I.
Analitikler’inden öteye geçmiştir. Bu zamana kadar, Hıristiyan teologların
etkisi doğrultusunda, Aristo mantık külliyatının diğer eserlerinde itikâdî
açıdan bazı sakıncaların bulunduğuna inanılmıştır. Bkz. İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 604-605; Fahri, İslam Felsefesi Tarihi, s. 26; Ali Durusoy, “Mantık
Tarihinde Bir Dönüm Noktası: Bağdat”, İslam Medeniyetinde Bağdat
(Medînetü’s-Selâm) Uluslararası Sempozyum, II, 9-16.
[911]
Fahri, İslâm Felsefesi Kelâmı ve Tasavvufuna Giriş, s. 26-28; Cevizci, Felsfe
Tarihi, 226-227; Seyyid Numânu’l-Hak, “Hint ve Fârisî Arkaplan”, İslâm
Felsefesi Tarihi, I, 77-97; Karlığa, “İslam’da Tercüme Hareketleri”, II.
Uluslararası İslam Düşüncesi Konferansı, (25-27 Nisan 1997), İstanbul:
1997, s. 85-89.
[912] İslâm Felsefesi üzerinde İran ve Hint etkisi için bkz. Fahri, İslam
Felsefesi Tarihi, s. 58-63.
[913] Mu‘tezilî kelamcılar da felsefî konularda
bazı malumata sahip olmakla beraber, onlar ilgi sahaları
dışında kaldığı için bu alanda bir sistem
kurma ihtiyacı hissetmemişlerdir. Bu hedefi ilk güden kişi Kindî olduğu için
İslâm dünyasındaki ilk filozof olarak nitelendirilmiştir. Bkz. Fahri, İslam
Felsefesi Tarihi, s. 102; Felix Klein-Franke, “Kindî”, İslâm Felsefesi
Tarihi, ed. Seyyid Hüseyin Nasr, Oliver Leaman, çev. Şamil Öçal, Hasan
Tuncay Başoğlu, İstanbul: 2011, I, 201; Kaya, “Kindî, Ya‘kûb b. İshâk (Hayatı
ve Şahsiyeti)”, DİA, XXVI, 42.
[914]
Nasr, İslâm’da Bilim, s. 227; Cevizci, Felsefe Tarihi, s. 229;
Doru, Süryânîlerde Felsefe, s. 42.
[915]
Fahri, İslam Felsefesi Tarihi, s. 57.
[916]
İhvân-ı Safâ ve felsefesi hakkında bkz. Fahri, İslam Felsefesi Tarihi,
s. 211-230; a.mlf., İslâm Felsefesi Kelâmı ve Tasavvufuna Giriş, s.
86-92; Taylan, Ana Hatlarıyla İslâm Felsefesi, s. 138-144; Ian Richard
Netton, “İhvân-ı Safâ”, İslâm Felsefesi Tarihi, I, 267-275; Enver Uysal,
“İhvân-ı Safâ”, DİA, XX, 1-6; a.mlf., “Resâilü İhvâni’s-Safâ”, DİA,
XXXIV, 576-579.
[917]
Nasr, İslâm’da Bilim, s. 31.
[918]
Meşşâîler hakkında bkz. Taylan, Ana Hatlarıyla İslâm Felsefesi, s.
144-147; Eyüp Bekir Yazıcı, “İslâm Düşüncesinde Felsefî Ekoller”, İslâm
Felsefesi Tarihi, I, 83-87; Kaya, “Meşşâiyye”, DİA, XXIX, 393-396.
[919]
Fahri, İslam Felsefesi Tarihi, s. 148, 170; Hitti, İslam Tarihi,
II, 567-568; Nasr, İslâm’da Bilim, s. 302; Bozurt, Abbasiler, s.
212-213. Ayrıca Fârâbî ve İbn Sînâ’nın felsefi görüşleri için bkz. Fahri, İslam
Felsefesi Tarihi, s. 147-207; Taylan, Ana Hatlarıyla İslâm Felsefesi,
s. 153-210; Kaya, “Fârâbî”, DİA, XII, 147-157; Durusoy, “İbn Sînâ
(Felsefesi)”, DİA, XX, 322-331.
[920]
Râzî ve Tabîiyyûn hakkında bkz. Fahri, İslam Felsefesi Tarihi, s.
135-144; Taylan, Ana Hatlarıyla İslâm Felsefesi, s. 13-132; Lenn E.
Goodman, “Muhammed b. Zekeriyyâ er-Râzî”, İslâm Felsefesi Tarihi, I,
237-252; Hüseyin Karaman, “Dehriyyûn ve Tâbiiyyûn Ekolleri”, İslâm Felsefesi
Tarihi, I, 59-72; Kaya, “Râzî, Ebû Bekir”, DİA, XXXIV, 479-484.
[921]
İbnü’r-Râvendî ve dehriyyûn hakkında bkz. Fahri, İslam Felsefesi Tarihi,
s. 134; Taylan, Ana Hatlarıyla İslâm Felsefesi, s. 133; Karaman,
“Dehriyyûn ve Tâbiiyyûn Ekolleri”, İslâm Felsefesi Tarihi, I, 55-59;
Hayrani Altıntaş, “Dehriyye”, DİA, IX, 107-109; Kutluer,
“İbnü’r-Râvendî”, DİA, XXI, 179-184.
[922]
İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist, s. 301; Sâid el-Endelüsî, Tabakâtü’l-ümem,
s. 48; Macit, “Tercüme Hareketleri”, DİA, XL, 501.
[923]
Bugüne ancak harabeleri ulaşmış olan şehir, Afyonkarahisar’a bağlı bir ilçe
olan Emirdağ sınırları içinde yer almaktadır. Bizans döneminde şehir,
Anatolikon idari bölgesinin merkezi konumundaydı. Bu önemli Bizans müstahken
şehrinin Müslümanların eline geçmesi (848), Bizans’ta moral yıkıcı bir etki
yapmıştır. Halife Mu‘tasım’ın 837’de çıktığı Bizans seferi ve sefer esnasında
gerçekleşen fetihler hakkında bkz. Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi, s.
195; Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, III, 221-222; Apak, Anahatlarıyla
İslâm Tarihi, IV, 235-238; DİA, “Ammûriye”, DİA, III, 79.
[924]
Bazı kaynaklarda söz konusu şehirlerin fethi ve kitap temininin Hârûnürreşîd
döneminde gerçekleşmiş olduğu ifade edilse de, bu fetihlerin Halife Mu‘tasım
döneminde gerçekleşmiş olduğu kesin olarak bilinmektedir. Ayrıca kaynaklar,
Grekçe eserlerin toplanmasında Süryânî bilgin Yuhannâ b. Mâseveyh’in de
görevlendirildiği bilgisini verir. O ise ancak Halife Mu‘tasım döneminde bu iş
ile görevlendirilebilecek bir yaşa erişmişti. Ayrıntılı bilgi için bkz.
“Yuhannâ b. Mâseveyh” başlığı.
[925]
Bkz. Gutas, Yunanca Düşünce, s. 138.
[926] Fahri, İslam Felsefesi
Tarihi, s. 39-40; Hasan Katipoğlu, “Huneyn b. İshak”, DİA, XVIII,
377-380; Katipoğlu-Çağrıcı, “İshak b. Huneyn”, DİA, XXII, 534.
[927]
Hitti, İslam Tarihi, II, 483-484; Fazlıoğlu, “Sâbit b. Kurre”, DİA,
XXXV, 355.
[928]
Bir tercüman olmasının yanında Yahyâ’nın esas ilgi alanı felsefe idi.
Bağdat’taki Meşşâî Okulu’nun bir temsilcisidir. Felsefede Ebû Bişr Mettâ ve
Fârâbî’den ders almıştır. Yahyâ b. Adî ve felsefesi için bkz. Fahri, İslam
Felsefesi Tarihi, s. 244-25; Şahin Filiz, “Yahyâ İbn ‘Adi”, Süryaniler
ve Süryanilik, IV, 193-208; Macit, “Dokuz ve Onuncu Asır Bağdat
Mütercimleri”, İslam Medeniyetinde Bağdat (Medînetü’s-Selâm) Uluslararası
Sempozyum, I, 347-356.
[929]
Hitti, İslam Tarihi, II, 484-485; Fahri, İslam Felsefesi Tarihi,
s. 42-43. Tercüme hareketi süresince Grekçe, Farsça ve diğer dillerden tercüme
yapanların isimleri için bkz. Şeşen, “İslâm Dünyasındaki ilk Tercüme
Faaliyetlerine Umûmî Bir Bakış”, İTED, 3-4 (1979), s. 5-15; Macit,
“Tercüme Hareketleri”, DİA, XL, 501.
[930]
Bkz. Gutas, Yunanca Düşünce, s. 122, 148.
[931]
Tercüme hareketi süresince yapılmış olan çeviriler için bkz. Abdurrahman Badawi,
“Helenleştirenlerin Yolu: Yunan Felsefesinin İslâm Medeniyetine Nakli”, çev.
Osman Baş, İslam Kültürü (Çeşitli Konuları ile): İslam'da Kültür ve Bilgi,
ed. Ekmeleddin İhsanoğlu, s. 446-456; Şeşen, “İslâm Dünyasındaki ilk Tercüme
Faaliyetlerine Umûmî Bir Bakış”, İTED, 3-4 (1979), s. 1529. Ayrıca
Arapça’ya çevrilen Grekçe eserleri görmeye yardımcı olacak şekilde, konularına
göre hazırlanmış bir kaynakça kılavuzu için bkz. Gutas, Yunanca Düşünce,
s. 185-188.
[932]
Bkz. McCellan-Dorn, Dünya Tarihinde Bilim ve Teknoloji, s. 127; Nasr, İslâm’da
Bilim, s. 70.
[933]
Cevizci, Felsfe Tarihi, s. 229.
[934] Konu hakkında bkz. Gutas, Yunanca
Düşünce, s. 16-18.
[935]
Nasr, İslâm’da Bilim, s. 193; Macit, “Tercüme Hareketleri”, DİA,
XL, 502.
[936]
Brock, A Brief Outline, s. 11.
[937]
Doru, Süryânîlerde Felsefe, s. 41; Bozkurt, Abbasiler, s. 221.
[938]
Bkz. Huneyn b. İshâk, Risâle, s. 5, 11.
[939]
Benû Mûsâ’nın tercüme konusundaki destekleri hakkında bkz. İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ,
s. 3031; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’--enbâ, s. 260, 283; Zeydân, İslâm
Uygarlıkları Tarihi, II, 88-91; Fahri, İslam Felsefesi Tarihi, s.
35; Bozkurt, Abbasiler, s. 221.
[940]
Huneyn b. İshâk, Risâle, s. 40.
[941] Sarıçam-Erşahin, İslâm
Medeniyeti Tarihi, s. 38.
[942]
Bkz. İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 283-284.
[943]
Bkz. Câhiz, Kitâbü’l-Hayevân, I, 53-55; Macit, “Tercüme Hareketleri”, DİA,
XL, 502.
[944]
Bkz. Dîvecî, Beytü’l-hikme, s. 31-39; Hitti, İslam Tarihi, II,
477-478; Nasr, İslâm’da Bilim, s. 69-70; Kazıcı, İslâm Medeniyeti,
s. 335; Baltacı, İslâm Medeniyeti Tairhi, s. 113; Öztürk, Hristiyanlar,
s. 678; Bozkurt, Abbasiler, s. 222-225; Demirci, “Antik Bilim ve Düşünce
Mirasının İslâm Dünyasına Tercümesinde Abbasilerin Kurduğu Beytü’l-Hikme’nin
Rolü”, MD, 44 (2015), s. 106-113; Kaya, “Beytülhikme”, DİA, VI,
88-90; a.mlf., “Felsefe”, DİA, XII, 312-313; Macit, “Tercüme
Hareketleri”, DİA, XL, 501.
[945]
Bkz. Gutas, Yunanca Düşünce, s. 60-65.
[946]
Bkz. Zeydân, İslâm Kurumları Tarihi, II, 77-110; Sezgin, İslam’da
Bilim, I, 10.
[947]
Bkz. Demirci, Beytü’l-hikme, s. 20-21, 44.
[948]
Baltacı, İslâm Medeniyeti Tairhi, s. 111; Bozkurt, Abbasiler, s.
225.
[949] Hitti, İslam Tarihi,
II, 630; Zeydân, İslâm Uygarlıkları Tarihi, II, 150-154; 159-160;
Kazıcı, İslâm Medeniyeti, s. 319.
[950] Hitti, İslam Tarihi,
II, 636-637; Zeydân, İslâm Uygarlıkları Tarihi, II, 78; Kazıcı, İslâm
Eğitim Tarihi, s. 30-31; Baltacı, İslâm Medeniyeti Tairhi, s.
119-120.
[951]
İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist, s. 327; İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ,
s. 64.
[952]
İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist, s. 301; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 260.
[953]
Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî, V, 275.
[954]
Haccâc b. Yûsuf hakkında bkz. İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist, s. 302, 312,
329; İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l- ‘ulemâ, s. 98; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 260; Brockelmann, Târîhu’l-edebi’l-‘Arabî, IV, 92-93; Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî,
V, 275; Kaya, “Haccâc b. Yûsuf b. Matar”, DİA, XIV, 427.
[955] Klamroth’un konu ile ilgili
tespitleri için bkz. Klamroth, “Ueber den arabischen Euklid”, ZDMG, 3
(1881), s. 303; Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî, V, 97.
[956]
İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist, s. 302, 329; İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ,
s. 98.
[957]
İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist, s. 302.
[958]
Sür. Tur İzla (^u^1 ׳a^),
Arp. Cibâl-i Kâşyârî (^jU^ J^). Mardin’in Nusaybin ilçesinin, eteklerinde
kurulu olduğu dağ. Bugün Dibek Dağı olarak bilinmektedir. Her ne kadar dağ
denmiş olsa da esasında, kuzeyinde bir plato bulunan ve hemen güney
eteklerinden itibaren geniş Mezopotamya ovasının başladığı, doğu-batı yönünde
uzanan yaklaşık 75 kilometrelik bir sırttan ibarettir. Bkz. https://en.wikipedia.org/wiki/Mount Izla (05.12.2016)
[959] Mari b. Süleyman, Ahbâru
Fetârike, s. 75-76; Baumstark, GSL, s. 219; Brock, A Brief
Outline, s. 6465; Van Rompay, “ Isho’ bar Nun”, GEDSH, s. 215.
[960]
Van Rompay, “ Isho’ bar Nun”, GEDSH, s. 215.
[961] Eserleri için bkz. Assemani, BO,
III, 165-166; Badger, The Nestorians, II, 372; Baumstark, GSL, s.
219-220; Chabot, “Syriac Lenguage and Literature”, CE, XIV, 412; Brock, A
Brief Outline, s. 65; Van Rompay, “ Isho’ bar Nun”, GEDSH, s. 215.
[962]
İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 196; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 228-229.
[963]
Aslen Horasanlı olan Herseme b. A‘yen (ö. 200/816), Abbâsîler’in önde gelen
kumandan ve valilerinden biridir. Halife Hârûnürreşîd tarafından önemli
görevlere getirilmiş, Emîn-Me’mûn mücadelesinde Me’mûn’un tarafında yer
almıştı. Me’mûn döneminde de önemli işler yapan Herseme, Me’mûn üzerinde büyük
etkisi olan vezir Fazl b. Sehl’e karşı halifeyi uyarmaya kalkışınca çok
geçmeden idam edilmiştir. Bkz. Ya‘kûbî, Târîhu’l-hulefâ, II, 542-543,
546; Zehebî, Siyeru a‘lâmi’nübelâ, thk. Şuayb el-Arnaut ve dğr., Beyrut:
1985, X, 283; Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, III, 176 ; Apak, Anahatlarıyla
İslâm Tarihi, IV, 177-178; Bozkurt, “Herseme b. A‘yen”, DİA, XVII,
239-240.
[964] Bar Hebraeus, Târîhu
muhtasari’d-düvel, s. 138.
[965]
Rivayet hakkında bkz. İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 196; İbn Ebû
Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 229.
[966]
İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 196.
[967]
Ziriklî, el-A‘lâm, III, 143.
[968] Eser hakkında bkz. İbn Ebû
Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 228; Ziriklî, el-A‘lâm, III, 143;
Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî, III, 350.
[969] el-Akrâbâzîn (Arp.
j^pİJİjaVI), İslâm tıbbında ilaç formüllerini ihtiva eden el kitapları için
kullanılan bir isimdir. Grekçe “kitapçık” anlamına gelen grafidion
kelimesi, Süryânîce üzerinden Arapça’ya bu şekilde geçmiştir. Hekimlerin
devamlı surette başvurdukları eserler olması dolayısıyla, umumiyetle küçük
boyutlarda yazılmışlardır. Bkz. J. Lippert, “Akrabâzîn”, İA, I, 271-272;
Turhan Baytop, “Akrâbâzîn”, DİA, II, 287-288.
[970] Mâseveyh hakkında bilgi için
bkz. İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 242-246; İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ,
s. 328-329; Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî, III, 349; Kaya, “Yuhannâ
b. Mâseveyh”, DİA, XLIII, 582.
[971] Mihâîl b. Mâseveyh hakkında
bkz. İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 328-329; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 255-256.
[972] İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ,
s. 284; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 242, 245; Kaya, “Yuhannâ b.
Mâseveyh”, DİA, XLIII, 582.
[973]
İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 243.
[974]
Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî, III, 352.
[975]
İbn Cülcül, Tabakâtü’l-Etibbâ, s. 65; İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ,
s. 380.
[976]
İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 380; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 246.
[977] İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist,
s. 357; Sâid el-Endelüsî, Tabakâtü’l-ümem, s. 36; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 246.
[978]
Brockelmann, Yuhannâ’nın tercüme yaptığı kanaatindedir. Bkz. Târîhu’l-edebi’l-‘Arabî,
IV, 264.
[979] Huneyn ve ekibi tarafından,
Galen’in eserlerinden Yuhannâ için tercüme edilenler hakkında bkz. Huneyn b.
İshâk, Risâle, s. 8, 15, 20, 21, 23, 30, 36, 37.
[980]
İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist, s. 301.
[981] Alaycılığı hakkındaki
rivayetler için bkz. İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 385-386; İbn Ebû
Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 247-248, 253.
[982]
İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 387; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 248.
[983]
İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 382-384; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 244-246.
[984]
İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 254.
[985]
İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 390-391; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 252.
[986]
İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 385; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 237.
[987]
İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 381-382.
[988] Bkz. İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ,
s. 174; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 257-258; Bar Hebraeus, Târîhu
muhtasari’d-düvel, s. 144.
[989]
İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 250.
[990] Bkz. İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 255; Brockelmann, Târîhu’l-edebi’l-‘Arabî, IV, 264; Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî,
III, 353; Kaya, “Yuhannâ b. Mâseveyh”, DİA, XLIII, 582.
[991]
Huneyn b. İshâk, Risâle, s. 8.
[992]
Huneyn b. İshâk, Risâle, s. 24, 49.
[993]
Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî, IV, 502.
[994] Eserler ve yazmaları için
bkz. Brockelmann, Târîhu’l-edebi’l-‘Arabî, IV, 265-266; Sezgin, Târîhu’t-
türâsi’l-‘Arabî, III, 354-360.
[995] Yuhannâ’nın klasik
kaynaklarda adı geçen eserleri için bkz. İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist, s.
357; İbn Cülcül, Tabakâtü’l-etıbbâ, s. 65-66; Sâid el-Endelüsî, Tabakâtü’l-ümem,
s. 36; İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 381; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 255.
[996]
İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 281.
[997]
İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 241, 280.
[999]
İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist, s. 302.
[1000] Ebü’l-‘Abbâs Abdullah b.
Tâhir b. el-Hüseyin (ö. 230/844). Bir dönem Mısır ve Rakka arasındaki bölgede
idarecilik yapmış, Abbâsîler devrinin önemli devlet adamı ve kumandanlarından
biriydi. Aynı zamanda Tâhirîlerin kurucusu Tâhir b. Hüseyin’in oğludur. Bkz.
İbn Hallikân, Vefeyâtü’l- a‘yân, III, 83-89; Hasan, İslâm Tarihi, II,
365; Yıldız, “Abdullah b. Tâhir”, DİA, I, 137-138.
[1001] İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ,
s. 179; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 176.
[1002] İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 241.
[1003] İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 241, 280, 281.
[1004] Huneyn b. İshâk, Risâle,
s. 3, 6, 15, 20, 21, 22, 23, 24, 26, 27, 29, 30, 31, 32, 34, 39, 40, 41, 42,
44, 46, 47, 49.
[1005] Eserler ve yazmaları için
bkz. Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî, III, 350-351.
[1006] Râzî, el-Hâvî fi’t-tıb,
IV, 371; V, 213, 269 ve dğr.
[1007] İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 183-185, 186, 188-198, 201, 206, 242; İbn Fazlullâh el-Ömerî, Mesâlikü’l-ebsâr,
IX, 337, 341.
[1008] İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist,
s. 302.
[1009] İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 280.
[1010] Ebû Muhammed Abdullah b.
Saîd b. Küllâb el-Kattân el-Basrî (ö. 240/854?). Sünnî kelâm hareketinin
doğuşuna zemin hazırlayan âlim, ilâhî kelâmın zâttan ayrı olmadığını
savunduğundan Hıristiyanlar ile aynı inancı paylaşmakla itham edilmişti.
İbnü’n-Nedîm, onun Fesyûn en-Nasrânî ile birlikte hareket edip Müslümanları
Hıristiyanlaştırmaya çalıştığını öne süren rivayetlere yer verir. Bkz. el-Fihrist,
s. 224; Yavuz, “İbn Küllâb”, DİA, XX, 156.
[1011] Fesyûn hakkında bkz. Sezgin,
Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî, III, 351.
[1012] İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 234.
[1013] Selmûye şeklinde de
telaffuz edilmektedir.
[1014] Huneyn b. İshâk, Risâle,
s. 17-18.
[1015] İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 234.
[1016] İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ,
s. 208; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 234; Ziriklî, el-A‘lâm,
III, 114.
[1017] İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 237.
[1018] İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ,
s. 207; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 234.
[1019] İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 234.
[1020] İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ,
s. 207-208; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 234-235.
[1021] İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 237-238.
[1022] İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ,
s. 208; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 239-240.
[1023] İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 237.
[1024] Huneyn b. İshâk, Risâle,
s. 6, 7, 17-18, 25, 26, 28, 30, 32, 35, 40, 43, 50.
[1025] Râzî, el-Hâvî fi’t-tıb,
V, 314; VI, 27, 46; VII, 343 ve dğr.; İbnü’l-Baytâr, el-Câmi‘
li-müfredâti’l- edviye ve’l-ağziye, II, 269; Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî,
III, 345.
[1026] Kınneşre, İslâm fetihleri
esnasında ordugâh haline getirilmiş, Halep yakınındaki Kınnesrin ile
karıştırılmamalıdır. Burada Süryânî Ortodokslar için önemli bir din ve bilim
merkezi bulunmakta idi. Kınneşre Manastırı hakkında daha önce bilgi verilmişti.
Bkz. “Abbâsîler’e Kadar Süryânîler ve Bilim” başlığı.
[1027] Arp. Keysûm (?3^). Fırat’ın
batısında, bugün Adıyaman’ın Besni İlçesi’nin sınırları içinde yer alan bir
ovadır. Yâkût el-Hamevî bu ovada bulunan bir tepe üzerinde büyük bir kale
bulunduğunu ifade eder. (Mu‘cemü’l-büldân, IV, 497). Honigmann da Me’mûn
dönemi ve sonrasında güçlendirilmiş olan, beş kademeli sura sahip bu kalenin
sağlamlığına işaret etmektedir (Bizans Develtinin Doğu Sınırı, s. 39).
Kale artık yerinde yoktur. Bugünkü Çakırhüyük Köyü, bu ovanın ortasında yer
almaktadır. Adıyaman ve çevresindeki antik yerleşim yerleri hakkında bkz. Fevzi
Rençber, Hakk Muhammed Ali Aşkı: Adıyaman Alevileri, Ankara: 2014, s.
40-51.
[1028] Biyografisi için bkz.
Assemani, BO, II, 98; Baumstark, GSL, s. 275; Chabot, “Syriac
Lenguage and Literature”, CE, XIV, 412; Barsavm, el-Lü’lü’ü’l-mensûr,
s. 338-339; Türkçe’ye çev. s. 350; Witakowski, “Dionysios of Tel Mahre”, GEDSH,
s. 127-128.
[1029] Barsavm, el-Lü’lü’ü’l-mensûr,
s. 338; Türkçe’ye çev. s. 350.
[1030] Patrik Mihâîl,
vakayinamesinin 10. kitabının sonundan 12. kitabının sonuna kadar bu
vakayinameden esinlenmiştir. Bu kitaplar, Bizans İmparatoru Mavrikios’un
(imparatorluğu: 582602) tahta çıkışından başlayıp Halife Mu‘tasım’ın
(hilâfeti: 218-227/833-842) ölümüne kadar geçen dönemdeki olayları
içermektedir. Bkz. Mihâîl, Maktbonut zabne, s. 379-544; Arp. çev., II,
248-464; III, 1-78; Yusif, Süryânî Vakanüvisler, çev. Mustafa Aslan,
İstanbul: 2008, s. 155-156.
[1031] Eserleri için bkz. Assemani,
BO, II, 98-118; Baumstark, GSL, s. 275; Chabot, “Syriac Lenguage
and Literature”, CE, XIV, 412; Barsavm, el-Lü’lü’ü’l-mensûr, s.
339-340; Türkçe’ye çev. s. 350-351; Witakowski, “Dionysios of Tel Mahre”, GEDSH,
s. 128.
[1032] Assemani, BO, II, 98.
[1033] Chabot, “Syriac Lenguage and
Literature”, CE, XIV, 412; Barsavm, el-Lü’lü’ü’l-mensûr, s. 339;
Türkçe’ye çev. s. 350; Witakowski, “Dionysios of Tel Mahre”, GEDSH, s.
128.
[1034] İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist,
s. 302, 328; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 280.
[1035] Bkz. İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 280.
[1036] Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî,
III, 339; V, 307.
[1037] Hakkında bkz. İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ,
s. 178-180, 404; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 175-176.
[1038] Hakkında bkz. İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ,
s. 178-180; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 176177.
[1039] Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemü’l-üdebâ:
İrşâdü’l-erîb ilâ ma‘rifeti’l-edîb, I-VII, thk. İhsan Abbas, Beyrut: 1993,
II, 558.
[1040] İbrâhim b. el-Mehdî, Halife
Hâdî ve Hârûnürreşîd’in küçük kardeşleridir. Aslen bir şair ve muğanni olan
İbrâhîm, 817’de Bağdat’ta bulunmayan Me’mûn’a karşı halife ilan edilmişse de,
bir süre sonra kendi isteği ile çekilmiş ve okuduğu şiir sayesinde Me’mûn
tarafından affedilmiştir. Daha sonra da saraya sık sık gidip gelmeye devam eden
ve bilginlerle yakın arkadaş olan İbrâhim b. el-Mehdî hakkında ayrıntılı bilgi
için bkz. İbrahim Sarıçam, “İbrâhim b. Mehdî”, DİA, XXI, s. 320-321.
[1041] İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ,
s. 249-250; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 177-178.
[1042] İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ,
s. 249.
[1043] İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist,
s. 358.
[1044] Eserler ve yazmaları için
bkz. Brockelmann, Târîhu’l-edebi’l-‘Arabî, IV, 267; Sezgin, Târîhu’t-
türâsi’l-‘Arabî, III, 346-347.
[1045] Sâid el-Endelüsî, Tabakâtü’l-ümem,
s. 37; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 177.
[1046] Bkz. Râzî, el-Hâvî
fi’t-tıb, I, 209, 247, 273, 305; V, 212.
[1047] Râzî, el-Hâvî fi’t-tıb,
III, 462.
[1048] Bkz. İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist,
s. 358; İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 380.
[1049] Bkz. “Serâbiyûn ve Ailesi”
başlığı.
[1050] Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî,
III, 367.
[1051] Yuhannâ’nın yaşadığı dönemle
ilgili görüşler için bkz. Kaya, “Yuhannâ b. Serâbiyûn”, DİA, XLIII, 583;
Brock, “Yohannan bar Sarapion”, GEDSH, s. 440.
[1052] Bkz. Mecûsî, Kâmilü’s-sınâ‘ati’t-tıbbiyye,
ed. Fuat Sezgin, Frankfurt am Main: 1996, I, 4; Kaya, “Yuhannâ b. Serâbiyûn”, DİA,
XLIII, 583.
[1053] İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist,
s. 358; İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 380; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-
enbâ, s. 158; Brockelmann, Târîhu’l-edebi’l-‘Arabî, IV, 269.
[1054] Brock, “Yohannan bar
Sarapion”, GEDSH, s. 440.
[1055] Râzî, el-Hâvî fi’t-tıb,
I, 40, 72, 158; II, 13, 127, 201; III, 58, 117, 308; IV, 10, 291; V, 40, 237;
VII, 479 ve dğr.
[1056] İki eserin yazmaları
hakkında bkz. Brockelmann, Târîhu’l-edebi’l-‘Arabî, IV, 269; Sezgin, Târîhu’t-
türâsi’l-‘Arabî, III, 368-369; Kaya, “Yuhannâ b. Serâbiyûn”, DİA,
XLIII, 583.
[1057] İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 158.
[1058] Râzî, el-Hâvî fi’t-tıb,
II, 319, 422, 436; III, 58, 443; IV, 507.
[1059] Sâbûr’un biyografisi için
bkz. İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist, s. 358-359; İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ,
s. 207; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 230; Bar Hebraeus, Târîhu
muhtasari’d-düvel, s. 147; Ziriklî, el-A‘lâm, III, 69; Brockelmann, Târîhu’l-edebi’l-‘Arabî,
IV, 267; Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l- ‘Arabî, III, 373.
[1060] Bkz. Râzî, el-Hâvî
fi’t-tıb, III, 50, 160; IV, 19 ve dğr.
[1061] Eser hakkında bkz. Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî,
III, 289.
[1062] Eserler hakkında bkz.
İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist, s. 358-359; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 230; Brockelmann, Târîhu’l-edebi’l-‘Arabî, IV, 267; Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî,
III, 373-374.
[1063] Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî,
III, 374.
[1064] Râzî, el-Hâvî fi’t-tıb,
II, 544.
[1065] Râzî, el-Hâvî fi’t-tıb,
II, 558; III, 416.
[1066] İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist,
s. 358.
[1067] Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemü’l-büldân,
II, 476; IV, 16.
[1068] İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ,
s. 231.
[1069] Bkz. Taberî, Târîh,
IX, 85, 90, 96.
[1070] İbn Rabben et-Taberî, ed-Dîn
ve’d-devle, s. 98.
[1071] Sür. Raban (^כ!). Süryânîce’de raba/rabo («sı) kelimesi, büyük anlamına gelmektedir (Bkz. Bar Behlûl, Lexicon,
s. 1863). İfadenin, Arapça’daki rabbün (Çj) kelimesinin etkisi ile rabben
şeklinde okunduğu anlaşılmaktadır. Kelimenin doğru okunuşu “raban” şeklinde
olmalıdır. Unvan sadece Yahudiler tarafından değil, Süryânîler tarafından da
büyük şahsiyetleri tazim amacıyla kullanılagelmiştir. Aynı ifadenin yukarıda,
Dâvûd b. Pavlus’un ailesi için de kullanıldığı görülmüştü. Bkz. “Dâvûd b.
Pavlus” başlığı.
[1072] İbn Rabben et-Taberî, Firdevsü’l-hikme,
s. 1; Taylan, “Ali b. Rabben et-Taberî”, DİA, II, 434-435.
[1073] İbnü’l-Esîr, el-Kâmil,
V, 247; İbn Kesîr, el-Bidâye, XIII, 532.
[1074] İbn Rabben’in doğum zamanı
ile ilgili görüşler için bkz. Brockelmann, Târîhu’l-edebi’l-‘Arabî, IV,
261; Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî, III, 361-362; Taylan, “Ali b.
Rabben et-Taberî”, DİA, II, 435.
[1075] Mazyâr ve isyanı hakkında
bkz. Ya‘kûbî, Târîh, II, 582-583; Hasan, İslâm Tarihi, II,
414-417; Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, III, 211-212; Ahmet
Güner, “Mâzyâr b. Kârin”, DİA, XXVIII, 198-199.
[1076] İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ,
s. 231; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 414.
[1077] Bkz. Brockelmann, Târîhu’l-edebi’l-‘Arabî,
IV, 262.
[1078] Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî,
III, 362. Râzî, çeşitli yerlerde Ali b. Rabben’e atıfta bulunmaktadır. Bkz.
Râzî, ee-Hâvî fi’t-tıb, II, 157; III, 210, 397 ve dğr.
[1079] İbnü’n-Nedîm, ee-Fihrist,
s. 358.
[1080] İbn Rabben’in biyografisi
için bkz. İbnü’n-Nedîm, ee-Fihrist, s. 358; Beyhakî, Târîhu
hükemâi’l- İslâm, s. 32; İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 231; İbn
Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 414; Brockelmann, Târîhu’l-edebi’l-‘Arabî,
IV, 261-262; Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî, III, 361-364; Taylan,
“Ali b. Rabben et-Taberî”, DİA, II, 434-435.
[1081] Meyerhof, “Ali ibn Rabban
at-Tabari: Ein Persischer Arzt des 9. Jahrhunderts”, ZDMG, 1 (1931), s. 36-68;
a.mlf., “Ali at-Tabari’s ‘Paradise of Wisdom’: One of the Oldest Arabic
Compendiums of Medicine”, Isis, 1 (1931), s. 6-54.
[1082] Taylan, “Ali b. Rabben
et-Taberî”, DİA, II, 435.
[1083] Bkz. Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî,
IV, 501; VI, 184-186.
[1084] Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî,
IV, 501.
[1085]
Eser adları, yazmaları, baskıları ve eserlere yapılan atıflar için bkz.
Brockelmann, Târîhu’l-edebi’l- ‘Arabî, IV, 262-263; Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî,
III, 365-367; Taylan, “Ali b. Rabben et- Taberî”, DİA, II, 435-436.
[1086] İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist,
s. 358; İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-'ulemâ, s. 231; İbn Ebû Usaybia, 'Uyûnü’l-
enbâ, s. 414.
[1087] İbn Sahârbuht hakkında bkz.
İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist, s. 359; İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-'ulemâ,
s. 247248; İbn Ebû Usaybia, 'Uyûnü’l-enbâ, s. 278; Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-'Arabî,
III, 371-372.
[1088] Hakkında bkz. İbn Ebû
Usaybia, 'Uyûnü’l-enbâ, s. 281.
[1089] Bkz. “Cibrâîl b. Buhtîşû‘”
başlığı.
[1090] Zehebî, Târîhu’l-İslâm,
V, 359-360.
[1091] Bkz. “Selmeveyh b. Bünân”
başlığı.
[1092] Ziriklî, el-A‘lâm,
II, 44.
[1093] İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ,
s. 102; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 201-202.
[1094] İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ,
s. 102, 103; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 201.
[1095] Halife Mütevekkil ile
Buhtîşû‘un yakınlığı hakkındaki rivayetleri için bkz. İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-
‘ulemâ, s. 102-103; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 206-208; Bar
Hebraeus, Târîhu muhtasari’d-düvel, s. 143-144.
[1096] Buhtîşû‘un, Halife
Mütevekkil’i evinde ağırlaması ve halifenin şaşkınlığına sebep olan konfor
hakkındaki rivayet için bkz. İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 103-104;
İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l- enbâ, s. 204-206; Bar Hebraeus, Târîhu
muhtasari’d-düvel, s. 144.
[1097] İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 202.
[1098] Taberî, Târîh, IX,
211; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, XI, 323; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil,
VI, 160; Bar Hebraeus, Târîhu muhtasari’d-düvel, s. 144; Ebü’l-Fidâ, el-Muhtasar,
II, 40; İbn Kesîr, el-Bidâye, XIV, 438; Zehebî, Târîhu’l-İslâm,
V, 987; İbn Tağriberdî, en-Nücûmü’z-zâhire, II, 318.
[1099] Taberî, Târîh, IX,
218. Zehebî de onun sürgünden getirilip cezaya çarptırıldığını ifade eder. Bkz.
Zehebî, Târîhu’l-İslâm, VI, 56.
[1100] İbnü’l-‘İmrânî, el-İnbâ
fî tarihi’l-hulefa, thk. Kâsım es-Samerrâî, Kahire: 2001, s. 122.
[1101] İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 202.
[1102] İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam,
XII, 73.
[1103] İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 202-203.
[1104] İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ,
s. 104; Bar Hebraeus, Târîhu muhtasari’d-düvel, s. 144.
[1105] Taberî, Târîh, XI,
263; İbn Miskeveyh, Tecâribü’l-ümem, V, 278-279; Zehebî, Târîhu’l-İslâm,
VII, 219.
[1106] Konu hakkında bkz. İbn Ebû
Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 203-204.
[1107] İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ,
s. 103; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 204.
[1108] İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 284.
[1109] Huneyn b. İshâk, Risâle,
s. 10, 12, 18, 30-31, 36, 38, 39, 46; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s.
201.
[1110] İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 209.
[1111] Eserler ve yazmaları için
bkz. Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî, III, 372-373.
[1112] İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 209.
[1113] İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ,
s. 246; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 257.
[1114] İshâk b. Ali er-Ruhâvî’nin,
Îsâ b. Mâsse’den yaptığı nakiller için bkz. İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l- enbâ,
s. 191, 207, 234, 241, 242, 346.
[1115] Brockelmann, Târîhu’l-edebi’l-‘Arabî,
IV, 268.
[1116] Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî,
III, 399.
[1117] Eserler ve yazmaları için
bkz. Brockelmann, Târîhu’l-edebi’l-‘Arabî, IV, 268-269; Sezgin, Târîhu’t-
türâsi’l-‘Arabî, III, 399.
[1118] Atıflar için bkz. Râzî, el-Hâvî
fi’t-tıb, II, 319, 342; III, 82; VI, 28, 110; VII, 14, 482; Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî,
III, 399-400.
[1119] Îsâ b. Mâsse’nin klasik
kaynaklarda geçen eserleri için bkz. İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist, s. 358;
İbnü’l- Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 246; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 257.
[1120] İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ,
s. 74; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 277.
[1121] Îsâ’nın yapmış olduğu
tercümeler için bkz. Huneyn b. İshâk, Risâle, s. 23, 26, 34, 36, 38, 40,
41, 42, 44, 47, 48, 51; İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 74, 94-95,
128, 131; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l- enbâ, s. 147.
[1122] Îsâ b. Yahyâ’nın biyografisi
için bkz. İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 247; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 277, 279; Brockelmann, Târîhu’l-edebi’l-‘Arabî, IV, 118; Sezgin, Târîhu’t-
türâsi’l-‘Arabî, III, 398.
[1123] Eserlerin yazmaları için
bkz. Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî, III, 398.
[1124] İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 282.
[1125] Doru, Süryânîlerde
Felsefe, s. 51.
[1126] İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 282; Doru, Süryânîlerde Felsefe, s. 51.
[1127] İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 283; Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî, III, 417.
[1128] Eserlerin yazmaları için
bkz. Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî, III, 418.
[1129] İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 280; Doru, Süryânîlerde Felsefe, s. 51.
[1130] İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist,
s. 302-303.
[1131] Hakkında bkz. İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist,
s. 302-303; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 280; Brockelmann, Târîhu’l-edebi’l-‘Arabî,
IV, 123.
[1132] Bkz. Brockelmann, Târîhu’l-edebi’l-‘Arabî,
IV, 95; Yusif, Süryânî Tercüman ve Filozofları, s. 139.
[1133] İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist,
s. 302, 309, 310; İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 37, 38. İbn Nâ‘ime
hakkında ayrıca bkz. Brockelmann, Târîhu’l-edebi’l-‘Arabî, IV, 95-97;
Doru, Süryânîlerde Felsefe, s. 49.
[1134] Fahri, İslam Felsefesi
Tarihi, s. 45.
[1135] İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’--enbâ,
s. 280.
[1136] İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 282.
[1137] İbnü’s-Salt’ın yaptığı
tercümeler için bkz. İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist, s. 310, 329, 352;
İbnü’l-Kıfti,
İhbâru’l-‘ulemâ, s. 39, 98, 130, 131. Ayrıca bkz. Brockelmann, Târîhu’l-edebi’l-‘Arabî,
IV, 123.
[1138] İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist,
s. 329.
[1139] İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist,
s. 352; İbnü’l-Kıfti, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 131.
[1140] Yusif, Süryânî Tercüman
ve Filozofları, s. 117.
[1141] Sür. Hadyab (^.ג«), İng. Adiabene. Yukarı ve aşağı Zap ile batıda Dicle ve doğuda
Salahaddin Dağı’nın arasında kalan bölgedir. Merkezi Erbil (Sür. Arbela) olan bölge
hızlı bir şekilde Hıristiyanlaşmıştı ve 310 yılında bölgede metopolit olan
Papa’nın, buranın ilk metropoliti olduğu tahmin edilmektedir. Bkz. Harrak,
“Adiabene”, GEDSH, s. 10-11.
[1142] 595/6’da kurulmuş olan manastır, bugünkü Musul’un 100 km.
kuzeydoğusunda yer almaktadır. Bkz.
Brock, “Beth ‘Abe,
Monastery of”, GEDSH, s. 70.
[1143] Sür. Marga (r^T^־). Hadyab
metropolitliğine bağlı, zikri geçen Beth ‘Abe Manasıtırı’nın da sınırları
içinde bulunduğu piskoposluk bölgesi. Musul’un kuzeydoğusuna düşmektedir. Bkz.
Witakowski, “Toma of Marga”, GEDSH, s. 417.
[1144] Baumstark, GSL, s.
233-234; Witakowski, “Toma of Marga”, GEDSH, s. 417.
[1145]
Eserin Süryânîce metni için bkz. Assemani, BO, III, 464-501; Budge, The
Book of Governers: th Historia Monastica of Thomas Bishop of Marga, [yy],
1893; Bedjan, Liber Superiorum seu Historia Monastica Auctore Thoma Episcopo
Margensi, [yy], 1901. Budge, metni İngilizce tercümesi ile birlikte
yayınlamıştır.
[1146]
Eserler hakkında bkz. Assemani, BO, III, 463-464; Baumstark, GSL,
s. 233-234; Chabot, “Syriac Lenguage and Literature”, CE, XIV, 412;
Brock, A Birief Outline, s. 68; Witakowski, “Toma of Marga”, GEDSH,
s. 417.
[1147]
Hubeyş’in biyografisi için bkz. İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist, s. 359;
İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 177; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 276; Brockelmann, Târîhu’l-edebi’l-‘Arabî, IV, 117; Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî,
III, 412.
[1148] Huneyn b. İshâk, Risâle,
s. 15.
[1149] Bkz. Huneyn b. İshâk, Risâle,
s. 52. Huneyn, m. 810 yılında doğduğuna göre, bu risaleyi 850’li yılların
sonunda yazmış olmaktadır.
[1150] İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ,
s. 177.
[1151] Meyerhof, “New Light on
Hunain Ibn Ishâq and His Period”, Isis, 4 (1926), s. 708-709.
[1152] İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist,
s. 351; İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 128, 177.
[1153]
Hubeyş’in yapmış olduğu tercümeler için bkz. Huneyn b. İshâk, Risâle, s.
12, 13, 15, 21, 22, 24, 26, 27, 28, 29, 30, 31, 35, 36, 37, 39, 40, 43, 46, 47,
49, 50, 51; İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist, s. 349, 351352; İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ,
s. 129-131.
[1154] Bkz. Râzî, el-Hâvî
fi’t-tıb, VI, 327.
[1155] Bkz. Râzî, el-Hâvî
fi’t-tıb, I, 41; III, 27, 179, 479.
[1156] Râzî, el-Hâvî fi’t-tıb,
VI, 231.
[1157] İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 276.
[1158] Eserlere yapılan atıflar ve
yazmaları için bkz. Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî, III, 412-413.
[1159] Assemani, BO, III,
195; Baumstark, GSL, s. 234; Brock, A Brief Outline, s. 68;
Brock, “Isho’dnah”, GEDSH, s. 217.
[1160] Assemani, BO, III,
195-196; Badger, The Nestorians, II, 375.
[1161] Baumstark, GSL, s.
234; Brock, “Isho’dnah”, GEDSH, s. 217.
[1162] Bkz. İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist,
s. 308, 323; İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 435.
[1163] Ebû Yahyâ el-Mervezî’nin
biyografisi için bkz. İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist, s. 323; İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ,
s. 435; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 317.
[1164] İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist,
s. 308; İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 36.
[1165] İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 342; Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî, III, 410.
[1166] Yazması için bkz. Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî,
III, 410.
[1167] Bu iki eserin ismi sadece
İbn Ebû Usaybia’da geçmektedir. Bkz. İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s.
342.
[1168] Bkz. Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî,
III, 410-411.
[1169] Huneyn b. İshâk, Risâle,
s. 30.
[1170]
Îsâ b. Ali’nin biyografisi için bkz. İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist, s. 359;
İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 247; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 277; Brockelmann, Târîhu’l-edebi’l-‘Arabî, IV, 270; Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî,
III, 401, 592.
[1171] İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist,
s. 359; İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 247; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-
enbâ, s. 277. Ayrıca eserlerin yazmaları için bkz. Brockelmann, Târîhu’l-edebi’l-‘Arabî,
IV, 270; Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî, III, 401, 593.
[1172] Assemani, BO, III,
257; Baumstark, GSL, s. 241; Chabot, “Syriac Lenguage and Literature”, CE,
XIV, 412.
[1173] İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ,
s. 116.
[1174] Îsâ b. Üseyyid’in
biyografisi için bkz. İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist, s. 333; İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-
‘ulemâ, s. 246; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 298.
[1175] İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist,
s. 333; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 298-299.
[1176] Huneyn b. İshâk, Risâle,
s. 38.
[1177] Yuhannâ’nın biyografisi için
bkz. İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 276-277, 282; Brockelmann, Târîhu’l-edebi’l-‘Arabî,
IV, 267; Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî, III, 400.
[1178] Buhtîşû‘ b. Yuhannâ için
bkz. İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 104; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-
enbâ, s. 277.
[1179] Eserlerin yazmaları için
bkz. Brockelmann, Târîhu’l-edebi’l-‘Arabî, IV, 267; Sezgin, Târîhu’t-
türâsi’l-‘Arabî, III, 401.
[1180] İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 277.
[1181] Bugün Eski Musul olarak
bilinen bu yerleşim yeri, Musul’un yaklaşık 40 km. kuzeybatısında, Dicle’nin
batı yakasında yer almaktadır. Bkz. Harrak, “Balad”, GEDSH, s. 52.
[1182] Mûsâ b. Kifo hakkında bkz.
Assemani, BO, II, 127-131; Wright, A Short History of Syriac
Literatüre, s. 207-211; Baumstark, GSL, s. 281-282; Duval, La
Litterature Syriaque, s. 391-392;
Barsavm, el-Lü’lü’ü’l-mensûr,
s. 350-355; Türkçe’ye çev., s. 360-365; Abûnâ, Âdâbü’l-lüğati’l- Ârâmiyye,
s. 362-365; Brock, A Brief Outline, s. 69-70; Coakley, “Mushe bar
Kipho”, GEDSH, s. 300; Chabot, “Syriac Lenguage and Literature”, CE,
XIV, 412.
[1183] Mûsâ b. Kifo’nun sayısı
yirmiyi aşan eserleri hakkında bkz. Brock, A Brief Outline, s. 69-70;
Barsavm, el-Lü’lü’ü’l-mensûr, s. 350-355; Türkçe’ye çev., s. 360-365.
[1184] İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist,
s. 359; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 278.
[1185] İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist,
s. 359; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 278; Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-
‘Arabî, III, 409.
[1186] İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 312-313.
[1187] İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ,
s. 251; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 228, 312-313.
[1188] Ziriklî, el-A‘lâm,
IV, 179.
[1189] Abdûs b. Zeyd ve Abdûs b.
Hakîm hakkında bkz. Sezgin, Târîhu’t-türâsi’--‘Arabî, III, 411, 412.
[1190] Eser hakkında bkz. İbn Ebû
Usaybia, ‘Uyûnü’--enbâ, s. 228, 313; Sezgin, Târîhu’t-türâsi’--‘Arabî,
III, 411.
[1191] Bkz. İbnü’n-Nedîm,
el-Fihrist, s. 359; İbnü’l-Kıftî, İhbâru’--‘u-emâ, s. 378; İbn Ebû
Usaybia, ‘Uyûnü’--enbâ, s. 278.
[1192] Meyerhof, “New Light on
Hunain Ibn Ishâq and His Period”, Isis, 4 (1926), s. 704.
[1193] Huneyn b. İshâk, Risâle,
s. 30.
[1194] Yûsuf’un biyografisi için
bkz. İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist, s. 360; İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ,
s. 392; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 278; Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî,
III, 418.
[1195] İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist,
s. 360; İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 392; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-
enbâ, s. 278.
[1196] Eserler ve yazmaları için
bkz. Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî, III, 418-419.
[1197] İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist,
s. 340; Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî, III, 419.
[1198] İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist,
s. 340. Ayrıca eserin yazması için bkz. Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî,
III, 419-420.
[1199] İbn Ebû Usaybia müellifin
künyesini bu şekilde vermektedir. Bkz. ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 158.
[1200] Arp. et-Tîrhân (jUjjLJl),
Sür. Tirhana (^mu\). Bağdat’ın
kuzeyinde, Sâmarrâ şehrinin de içinde bulunduğu bölgenin ismidir. Bkz. Ya‘kûbî,
el-Büldân, s. 54, 57. IV/X. asırda Tirhan, aynı zamanda bir piskoposluk
bölgesiydi. Bkz. Atiya, Doğu Hıristiyanlığı, s. 293.
[1201] Arp. Evânâ (üU). Yâkût’un
ifadesine göre; Tikrit yönünde Bağdat’ın 10 fersah (y. 58 km) kuzeyinde
bulunan, bağ ve bahçelerinin çokluğu ile bilinen ve sıklıkla şairlerin
şiirlerine konu olan bir köydür. Bkz. Mu‘cemü’l-büldân, I, 274-275.
[1202] İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 158.
[1203] Bar Behlûl’ün biyografisi
için bkz. Wright, A Short History of Syriac Literature, s. 228; Duval, La
Litterature Syriaque, s. 298-299; Baumstark, GSL, s. 241; Chabot, Litterature
Syriaque, s. 116; Abûnâ, Âdâbü’l-lüğati’l-Ârâmiyye, s. 371; Van
Rompay, “Bar Bahlul, Hasan”, GEDSH, s. 54.
[1204] Eser hakkında bkz. Duval, Lexicon
Syriacum Auctore Hassano bar Bahlule, Paris: 1888-1901; Assemani, BO,
III, 257; Badger, The Nestorians, II, 378; Baumstark, GSL, s.
241-242; Abûnâ, Âdâbü’l-lüğati’l-Ârâmiyye, s. 371; Barsavm, Saçılmış
İnciler, s. 50; Chabot, “Syriac Lenguage and Literature”, CE, XIV,
412; Van Rompay, “Bar Bahlul, Hasan”, GEDSH, s. 54.
[1205] Eser hakkında bkz. Bar
Behlûl, Kitâbü’d-Delâ’il, thk. Yûsuf Habbî, Kuveyt: 1987; Habbî, “Le
Livre des Signes de al-Hasan b. Bahlûl”, OC, 68 (1984), s. 210-212;
Lamoreaux, The Early Muslim Tradition of Dream Interpretation, New York:
2002, s. 154-168; a.mlf., “New Light on the Textual Tradition of Bar Bahlûl’s
Book of Signs”, LM, 112 (1999), s. 187-190; Van Rompay, “Bar Bahlul,
Hasan”, GEDSH, s. 54.
[1206] Kesker için bkz. Yâkût
el-Hamevî, Mu‘cemü’l-büldân, IV, 461.
[1207] Aynı kelimelerin Süryânîce
ve Arapça ifadelerinde, sîn/semkat ve şîn harfleri arasındaki değişikliğe
sıklıkla rastlanmaktadır. Kınnesrîn (״:;^)/Kınneşrin (^ir^n), semâ (‘1■^)/şmayya (^!^^), se’ele (jL)/şel (A^₺)
kelimelerinde olduğu gibi.
[1208] Ebü’l-Husayn’ın biyografisi
için bkz. İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 403; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 321-322; Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî, III, 492.
[1209] Eser ve yazmaları için bkz.
Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî, III, 492.
[1210] İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ,
s. 403; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 322.
[1211] İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 262,
283.
[1212] İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 329.
[1213] İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 319.
[1214] Doru, Süryânîlerde Felsefe, s. 51.
[1215] İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist,
s. 309, 310, 312, 385; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 429.
[1216] İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 283, 329.
[1217] İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 415.
[1218] İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ,
s. 250; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 609-610.
[1219] İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 610.
[1220] Arp. ‘Ukberâ (*lj£i).
Bağdat’ın doğusunda Dicle kenarında bulunan bir kasabadır. Bağdat’a 10
fersah (y. 57 km) mesafede bulunmaktadır. Bkz. Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemü’l-büldân,
IV, 142.
[1221] İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ,
s. 146-147; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 210.
[1222] İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ,
s. 147-148; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 210-211, 415-416.
[1223] es-Sâhib Ebü’l-Kâsım İsmâîl
b. Abbâd (326-385/938-995). Büveyhî döneminin önde gelen ilim adamlarından olup
muhaddis, edip ve şairdir. Ayrıca vezirlik yapmıştır. Hakkında bilgi için bkz.
İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist, s. 167; Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemü’l-üdebâ,
II, 663-721; İbn Hallikân, Vefeyâtü’l-A‘yân, I, 228-233; Doğuştan Günümüze
Büyük İslâm Tarihi, V, 547-553; Çelebi, “Sâhib b. Abbâd”, DİA, XXXV,
512-515.
[1224] İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ,
s. 148-149; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 211-212.
[1225] Doğruyol, “Buhtîşû‘ (Cibrâîl
b. Ubeydullah)”, DİA, VI, 379.
[1226] İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ,
s. 149-150; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 212.
[1227] İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 212-213.
[1228] İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ,
s. 150; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 213.
[1229] İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 213.
[1230] Bugünkü Şanlıurfa’nın ilçesi
Silvan.
[1231] İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ,
s. 151; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 213-214; Ziriklî, el-A‘lâm,
II, 111; Doğruyol, “Buhtîşû‘ (Cibrâîl b. Ubeydullah)”, DİA, VI, 379.
[1232] İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ,
s. 151.
[1233] İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 209-210; Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî, III, 499; Doğruyol,
“Buhtîşû‘ (Cibrâîl b. Ubeydullah)”, DİA, VI, 380.
[1234] İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ,
s. 150; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 214.
[1235] Adı geçen dört eser ve
yazmaları için bkz. Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî, III, 499-500.
[1236] İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 150.
[1237] İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 150.
[1238] İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 150; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 212.
[1239] İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 150; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 212-213.
[1240] İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 213.
[1241] Doru, Süryânîlerde
Felsefe, s. 32; Halîfât, “İbnü’l-Hammâr”, DİA, XXI, 65; Doru, “Yahyâ
b. Adî”, DİA, XLIII, 237.
[1242] Beyhakî, Târîhu
hükemâi’l-İslâm, s. 37.
[1243] İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist,
s. 325; İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 164; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-
enbâ, s. 428.
[1244] İbnü’l-Hammâr’ın doğum yılı
ile ilgili görüşler için bkz. Halîfât, “İbnü’l-Hammâr”, DİA, XXI, 65.
[1245] İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 429.
[1246] Beyhakî, Târîhu
hükemâi’l-İslâm, s. 36; Halîfât, “İbnü’l-Hammâr”, DİA, XXI, 65-66.
[1247] Halîfât, “İbnü’l-Hammâr”, DİA,
XXI, 66.
[1248] İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist,
s. 325; İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 164; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-
enbâ, s. 428.
[1249] İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 324; 430.
[1250] İbnü’l-Hammâr’ın felsefî
görüşleri için bkz. Halîfât, “İbnü’l-Hammâr”, DİA, XXI, 66.
[1251] Beyhakî, Târîhu
hükemâi’l-İslâm, s. 36.
[1252] Eserlerin neşri için bkz.
Halîfât, “İbnü’l-Hammâr”, DİA, XXI, 66.
[1253] Eserlerin yazmaları için
bkz. Halîfât, “İbnü’l-Hammâr”, DİA, XXI, 66.
[1254]
Klasik kaynaklarda adı geçen eserleri için bkz. İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist,
s. 325; Bîrûnî, Kitâbü’l- Cemâhir fî ma‘rifeti’l-cevâhir, Beyrut; 1984,
s. 100; İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 164; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 429; Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî, III, 515-516.
[1255] Sezgin onu astronomlar
arasında da sayar. Bkz. Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî, VI, 318-319.
[1256] İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist,
s. 325; İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 245.
[1257] İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 318-319.
[1258] İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist,
s. 325.
[1259] Karaarslan, “İbnü’n-Nedîm”, DİA,
XXI, 172.
[1260] İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 318-319.
[1261]
Doru, İbn Zür‘a’dan Süryânî olarak bahseder. Bkz. Süryânîlerde Felsefe,
s. 32, 50; a.mlf., “Yahyâ b. Adî”, DİA, XLIII, 237.
[1262] İbn Zür‘a’nın felsefî görüşleri
için bkz. Halîfât, “İbn Zür’a”, DİA, XX, 476.
[1263] Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî,
VI, 319.
[1264] Eserler için bkz.
İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist, s. 325; İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ,
s. 245-246; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 319; Brockelmann, Târîhu’l-edebi’l-‘Arabî,
IV, 123. Ayrıca baskısı yapılan eserler ve yazması mevcut olanlar için bkz.
Halîfât, “İbn Zür’a”, DİA, XX, 476-477.
[1265] Bu iki eser hakkında bkz.
Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî, III, 232-233; Halîfât, “İbn Zür’a”, DİA,
XX, 477.
[1266] Tevhîdî, el-Mukâbesât,
thk. Hasan es-Sendûbî, Kuveyt: 1992, s. 160; İbnü’s-Semh için bkz. İbnü’l-
Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 411-412; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 561; Cecilia M. Bonadeo, “Ibn al-Samh”, EMP, I, 514; Doru, “Yahyâ b.
Adî”, DİA, XLIII, 237.
[1267] Bonadeo, “Ibn al-Samh”, EMP,
I, 514.
[1268] Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi,
s. 601-602; Demirci, Tefsir Tarihi, s. 159-162; Birışık, “Tefsir”, DİA,
XL, 286.
[1269] Abbâsîler devrinde yazılmış
önde gelen dirayet tefsirleri hakkında bkz. Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi,
s. 601-660; Demirci, Tefsir Tarihi, s. 168-178.
[1270] Bkz. Koloğlu, Kelâm
Tarihine Giriş, s. 94; Yavuz, “Ehl-i Sünnet”, DİA, X, 527.
[1271] Topaloğlu, Kelâm İlmine
Giriş, s. 33; Kılavuz, Anahatlarıyla İslâm Akâidi, s. 268-269.
[1272] Kılavuz, Anahatlarıyla
İslâm Akâidi, s. 272.
[1273] Hitti, İslam Tarihi,
II, 595-599; Hourani, Arap Halkları Tarihi, s. 80-81; Küçükaşçı, “Tarih
(Irak, Arabistan)”, DİA, XL, 36.
[1274] Şeşen, Müslümanlarda
Tarih-Coğrafya Yazıcılığı, s. 111.
[1275] İbnü’l-Esîr ve eseri
hakkında bkz. Brockelmann, Târîhu’l-edebi’l-‘Arabî, VI, 135-138; Şeşen, Müslümanlarda
Tarih-Coğrafya Yazıcılığı, s. 137-139; Abdülkerim Özaydın, “İbnü’l-Esîr,
İzzeddin”, DİA,
XXI, 26-27.
[1276] Biyografi kitapları ve ilim
tarihine dair eserler ve bu alanda eser vermiş olanlar hakkında bkz. Şeşen, Müslümanlarda
Tarih-Coğrafya Yazıcılığı, s. 82-93.
[1277] İbn Sînâ ve tıp alanındaki
çalışmaları hakkında bkz. Sezgin, İslam’da Bilim, I, 31; Nasr, İslâm’da
Bilim, s. 201-203; Arslan Terzioğlu, Yeni Araştırmalar Işığında Büyük
Türk-İslam Bilim Adamı İbn Sina (Avicenna) ve Tababet, İstanbul: 1998;
a.mlf., “İbn Sînâ (Tıp)”, DİA, XX, 331-336; Alper, “İbn Sînâ”, DİA,
XX, 319-322;
[1278] Bkz. Ali Bakkal, “İslâm’ın
Doğuşundan Artuklular Döneminin Sonuna Kadar Mezopotamya’da Tıp Eğitimi ve
Hastaneler”, I. Uluslararası Artuklu Sempozyumu Bildirileri: Artuklular,
(25-26-27 Ekim 2007), Mardin: 2008, s. 437.
[1279] Bkz. Hitti, İslam Tarihi,
II, 575-576; Sezgin, İslam’da Bilim, I, 20, 24-25, 34-35; Fehd, “İlm-i
Felek”, DİA, XXII, 128; Aydın, “Batlamyus”, DİA, V, 197.
[1280] Bkz. Cerrahoğlu, Tefsir
Tarihi, s. 627-629; Enver Bayram, “Râzî’nin, Kur’an’daki Yeryüzü (Arz)
Ayetleriyle İlgili Tefsir-i Kebir’deki Yorumları: Modern Jeoloji Biliminin
Verileriyle Kısa Bir Mukayese”, TKSAD, 1 (2012), s. 149-165; Aydın,
“Batlamyus”, DİA, V, 197.
[1281] Müslümanlarda coğrafya
yazıcılığının gelişmesi ve seyri hakkında bkz. Hitti, İslam Tarihi, II,
586591; Sezgin, İslam’da Bilim, I, 18, 23, 32-33, 37-38, 49-50; Hasan, İslâm
Tarihi, III, 178-179; Şeşen, Müslümanlarda Tarih-Coğrafya Yazıcılığı,
s. 95-96; Ahmad, “Coğrafya”, DİA, VIII, 50-62. Ayrıca Orta Çağda,
Müslüman coğrafyacıların ilgi alanları ve yazılmış olan coğrafî eserlerin
niteliği hakkında bir araştırma için bkz. Anton M. Heinen, “İslâm Rehberliğinde
Coğrafî Keşifler”, çev. Nuh Arslantaş, İslâm Kültürü (Çeşitli Konuları İle):
İslâm’da Kültür ve Bilgi, s. 521-555.
[1282] Bkz. Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî,
V, 411-417; Gökdoğan, “Kerecî”, DİA, XXV, 277-278.
[1283] Bkz. Fatma Betül Taş, Samuel
b. Yahya el-Mağribî, İfhâmu’l-Yehûd Adlı Eseri ve Reddiye Geleneğindeki Yeri,
[Basılmamış Yüksek Lisans Tezi], AÜSBE, Ankara: 2014, s. 22-30; Fazlıoğlu,
“Cebir”, DİA, VII, 197; a.mlf., “Semev’el el-Mağribî”, DİA,
XXXVI, 488-489.
[1284] Bkz. Nasr, İslâm’da Bilim,
s. 145-166; Anawati, “Bilim”, çev. Turan Koç, İslâm Tarihi Kültür ve
Medeniyeti, IV, 324-328; Süveysî, “Hendese”, DİA, XVII, 196-198;
Râşid, “Matematik”, DİA, XXVIII, 130.
[1285]
Fahri, İslam Felsefesi Tarihi, s. 148, 170; Hitti, İslam Tarihi,
II, 567-568; Nasr, İslâm’da Bilim, s. 302; Bozurt, Abbasiler, s.
212-213. Ayrıca Fârâbî ve İbn Sînâ’nın felsefi görüşleri için bkz. Fahri, İslam
Felsefesi Tarihi, s. 147-207; Taylan, Ana Hatlarıyla İslâm Felsefesi,
s. 153-210; Kaya, “Fârâbî”, DİA, XII, 147-157; Durusoy, “İbn Sînâ
(Felsefesi)”, DİA, XX, 322-331.
[1286] Gazzâlî ve İslâm
düşüncesindeki etkisi hakkında bkz. Fahri, İslam Felsefesi Tarihi, s.
274-292; Taylan, Ana Hatlarıyla İslâm Felsefesi, s. 243-274; Nasr, İslâm’da
Bilim, s. 278; Massimo Campanini, “Gazali”, İslâm Felsefesi Tarihi,
I, 307-324; Mustafa Çağrıcı, “Gazzâlî”, DİA, XIII, 489505.
[1287] Sühreverdî ve İşrâkî felsefe
hakkında bkz. Fahri, İslam Felsefesi Tarihi, s. 365-385; Taylan, Ana
Hatlarıyla İslâm Felsefesi, s. 211-219; Hüseyin Ziyâî, “Şihâbuddin
Sühreverdî: İşrâkî Okulu’nun Kurucusu”, İslâm Felsefesi Tarihi, II,
83-107; a.mlf., “İşrâkî Gelenek”, İslâm Felsefesi Tarihi, II, 117-145; Kutluer,
“Sühreverdî, Maktûl”, DİA, XXXVIII, 36-40.
[1288] Nasr, İslâm’da Bilim,
s. 278, 308; Kaya, “Felsefe”, DİA, XII, 315.
[1289] Gutas, Yunanca Düşünce,
s. 150.
[1290] Süryânîler arasında Arapça
kullanımının yaygınlaşması hakkında bkz. “İslâmlaşma ve Araplaşma Süreci”
başlığı.
[1291] Hitti, İslam Tarihi,
II, 486, 569-570.
[1292] Hitti, İslam Tarihi,
II, 617-618.
[1293] Bu dönemde İslâm dünyasının
çeşitli yerlerinde kurulan rasathaneler için bkz. Nasr, İslâm’da Bilim,
s. 80; Sarıçam-Erşahin, İslâm Medeniyeti Tarihi, s. 167-168; Baltacı, İslâm
Medeniyeti Tarihi, s. 303-306; Mehmet Şeker, “İslam'da Astronomi ve
Rasathaneler”, DİD, 4 (1979), s. 243-248; Ali
Bakkal, “İslam Tarihinde Rasathaneler ve Cacabey Medresesi”, I.
Uluslararası Ahilik Kültürü ve Kırşehir Sempozyumu, (15-17 Ekim 2008), Kırşehir: 2011, III, 1291-1334; Salim Aydüz,
“Rasathâne”, DİA,
XXXIV, 456-458.
[1294] Bu dönemde İslâm dünyasının
çeşitli yerlerinde kurulan hastaneler için bkz. Hitti, İslam Tarihi, II,
558; Kazıcı, İslâm Medeniyeti, s. 318-320; Sarıçam-Erşahin, İslâm
Medeniyeti Tarihi, s. 179-183; Baltacı, İslâm Medeniyeti Tarihi, s.
151-153; Sami Hamarneh, “Development of Hospitals in Islam”, JHMAS, 3
(1962), s. 366-384; Bakkal, “İslâm’ın Doğuşundan Artuklular Döneminin Sonuna Kadar
Mezopotamya’da Tıp Eğitimi ve Hastaneler”, I. Uluslararası Artuklu
Sempozyumu Bildirileri: Artuklular, s. 425-454; Terzioğlu, “Bîmâristan”, DİA,
VI, 163-178.
[1295] Kütüphaneler hakkında bkz.
Sarıçam-Erşahin, İslâm Medeniyeti Tarihi, s. 184-190; Baltacı, İslâm
Medeniyeti Tarihi, s. 299-302; İsmail E. Erunsal, “Kütüphane”, DİA,
XXVII, 12-22.
[1296] IV/X. asırda Kâhire’deki
Dârü’l-‘ilm’in kütüphanesinde yaklaşık 2 milyon kitap bulunuyordu. VII/XIII.
asırda Bağdat’ta kendine ait kitaplığı bulunan otuz medrese, sonraki asrın
Şam’ında ise 150 medrese vardı. Merağa Rasathanesi’nin kitaplığında 400.000
cilt eserin varlığından söz edilir. Buna karşılık aynı dönemde Paris
Üniversitesi’nde 2000, Vatikan kitaplığında bundan biraz daha fazla kitap
bulunmaktaydı. Bkz. McCellan-Dorn, Dünya Tarihinde Bilim ve Teknoloji,
s. 130-131; Kazıcı, İslâm Eğitim Tarihi, s. 61-62.
[1297] Medrese kurumunun ortaya
çıkışı ve gelişimi hakkında bkz. Kazıcı, İslâm Medeniyeti, s. 345-366;
a.mlf., İslâm Eğitim Tarihi, s. 43-44; Baltacı, İslâm Medeniyeti
Tarihi, s. 142-153; Bozkurt, “Medrese”, DİA, XXVIII, 323-327.
[1298] Brock, A Brief Outline,
s. 11; Brock, “Greek, Syriac Translation from”, GEDSH, s. 181.
[1299] Fahri, İslam Felsefesi
Tarihi, s. 149; Draguet, “Syriac Lenguage and Literature”, NCE,
XIII, 702.
[1300] Doru, Süryânîlerde
Felsefe, s. 55.
[1301] Doru, Süryânîlerde
Felsefe, s. 58.
[1302] Doru, Süryânîlerde
Felsefe, s. 58; Chabot, “Syriac Lenguage and Literature”, CE, XIV,
413;
Draguet, “Syriac
Lenguage and Literature”, NCE, XIII, 702.
[1303] İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 328.
[1304] Doru da iki kardeşi Süryânî
bilginler arasında sayar. Bkz. Doru, Süryânîlerde Felsefe, s. 32.
[1305] Bkz. Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemü’l-büldân,
I, 128; II, 282.
[1306] Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemü’l-büldân,
I, 128, 266; II, 38, 282.
[1307] İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 328.
[1308] İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 399.
[1309] İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 328; Doru, Süryânîlerde Felsefe, s. 32.
[1310] Bkz. “Yahyâ b. Cerîr
et-Tikrîtî” başlığı.
[1311] İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 328; Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî, III, 539.
[1312] Eser ve yazması için bkz.
Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-‘Arabî, III, 539.
[1313] Suriye’de, Hımıs ve Ba‘lebek
şehirleri arasında bulunan bir yerleşim yeri. Bkz. Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemü’l-büldân,
V, 427.
[1314] İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 610-611.
[1315]
Ebü’l-Ferec el-Yebrûdî için bkz. İbnü’l-Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 39,
245; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 610-613; Ziriklî, el-A‘lâm,
II, 146; Kehhâle, Mu‘cemü’l-müellifîn, Beyrut: [ty], III, 123, 171.
[1316] İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 613.
[1317] İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 210.
[1318] Ubeydullah b. Cibrâil’in
biyografisi için bkz. İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 214; Ziriklî, el-
A‘lâm, IV, 192; Kaya, “Buhtişû‘ (Ubeydullah b. Cibrâil)”, DİA, VI,
380.
[1319] Eserler ve yazmaları için
bkz. Kaya, “Buhtişû‘ (Ubeydullah b. Cibrâil)”, DİA, VI, 380.
[1320] İbnü’l-Kıftî ve İbn Ebû
Usaybia’nın, Ubeydullah b. Cibrâîl’den yaptıkları nakiller için bkz. İbnü’l-
Kıftî, İhbâru’l-‘ulemâ, s. 126-127, 356; İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 111, 112, 115, 152, 207, 210, 261, 278, 308, 309, 316, 320, 321, 330, 331,
415, 420, 436, 550, 609.
[1321] Eserleri için bkz. İbn Ebû
Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ, s. 214.
[1322] İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 341.
[1323] İbn Ebû Usaybia, ‘Uyûnü’l-enbâ,
s. 341, 414.
[1324] Sür. Ayn-zarbo («r=>u ^),
Arp. Aynü zerbâ (^jj û■). Kilikya bölgesinde, bugün Adana’nın Kozan ilçesinin
sınırları içinde bulunan antik kent. Anazarva hakkında bkz. Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemü’l-
büldân, IV, 177-178.
[1325] Bar Hebraeus, Ktobo
da-Klesyastiki [Kilise Tarihi], Latince çevirisiyle birlikte haz. Joannes
Baptista Abbeloos ve dğr., Leuven: 1872, II, 537.
[1326] Mor Barsavmo Manastırı,
Malatya’nın güney doğusunda kalan dağlık alanda, bugünkü Pötürge İlçesi’ne
bağlı Uzuntaş Köyü’nün sınırları içinde 1600 m rakımda yer almaktadır. Manastır
ve çevresine ait kalıntıların bulunduğu bölge bugün halk arasında Dilber veya
Peraş Kalesi olarak bilinmektedir. V.
asırda kurulduğu tahmin edilen manastır değişik dönemlerde Süryânî
Ortodoksların
Patriklik merkezi olmuştur. En parlak dönemini ise XI-XIII. asırlar arasında
geçirmiştir. Ayrıntılı bilgi için bkz. Barsavm, Saçılmış İnciler, s. 38,
42; Takahashi, “Barsawmo, Dayro d-Mor”, GEDSH, s. 60-61; Dilek, Antakya
ve Tüm Doğu Süryânî Ortodoks Patrikliği, [Basılmamış Yüksek Lisans Tezi], İÜSBE, İstanbul: 2013, s. 72;
http://www.malatya.bel.tr/yayin/Malatya_Envanteri/HTML/files/assets/basic-html/page467.html
(07.10.2016)
[1327] Patrik Mihâîl’in biyografisi
için bkz. Mihâîl, Ktobo d-Maktbonut zabne, s. 767-768; Arp. çev., III,
462-465; Bar Hebraeus, Ktobo da-Klesyastiki, II, 535-605; Assemani, BO,
II, 154-156; Wright, A Short History of Syriac Literatüre, s. 250-253;
Duval, La Litterature Syriaque, s. 401; Baumstark, GSL, s. 298-300;
Chabot, Litterature Syriaque, s. 125-127; Barsavm, Saçılmış İnciler,
s. 400; Abûnâ, Âdâbü’l-lüğati’l-Ârâmiyye, s. 433-435; Yousif, Süryânî
Vakanüvisler, s. 151-155; Brock, A Brief Outline, s. 73; Chabot,
“Syriac Lenguage and Literature”, CE, XIV, 413; Weltecke, “Michael I
Rabo”, GEDSH, 287-288.
[1328] Azizlerin yaşam öyküleri
üzerine kaleme alınan eserlerin genel adıdır. Bkz. Gündüz, “Hagiografi”, Din
ve İnanç Sözlüğü, s. 153; Cilacı, “Hagiografi”, Dinler ve İnançlar
Terminolojisi, s. 146.
[1329] Weltecke, “Michael I Rabo”, GEDSH,
288.
[1330] Chronique de Michel le
Syrien, I-V, Paris: 1899-1910.
[1331] Texts and Translations of
the Chronicle of Michael the Great, ed. George A. Kiraz, New Jersey:
Gorgias Press, 2009-2011. Vakayiname hakkında bkz. Wright, A Short
History of Syriac Literature, s. 252; Chabot, Litterature Syriaque,
s. 125-127; Baumstark, GSL, s. 298-300; Barsavm, Saçılmış İnciler,
s. 400-401; Abûnâ, Âdâbü’l-lüğati’l-Ârâmiyye, s. 437-439; Yousif, Süryânî
Vakanüvisler, s. 155-239; Brock, A Brief Outline, s. 73; a.mlf.,
“Syriac Historical Writing: A Survey of the Main Sources”, JIASC, 5
(1979-1980), s. 15-17; J. van Ginkel, “Michael the Syrian and his Sources:
Reflections on the Methodology of Michael the Great as a Historiographer and
its Implications for Modern Historians”, JCSSS, 6 (2006), s. 53-60;
Weltecke, “Michael I Rabo”, GEDSH, 288.
[1332] Târîhu Mar Mihâ’îl
es-Süryânî el-Kebîr, çev. Saliba Şem‘ûn, Halep: 1996.
[1333] Süryânî Patrik Mihail’in
Vakainamesi: 2. kısım: 1042-1195, çev. Hrand D. Andreasyan, [yy], 1944.
[1334] Patrik Mihâîl’in eserleri,
şiirleri ve çeşitli konularda kaleme almış olduğu yazıları hakkında bkz.
Barsavm, Saçılmış İnciler, s. 401-402; Abûnâ, Âdâbü’l-lüğati’l-Ârâmiyye,
s. 435-437; Weltecke, “Michael I Rabo”, GEDSH, 288.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar