Yazılmışlar 5
YÜZYILLIK UNUTULMUŞ DAVANIN TEKRARI “İTTİHÂDI İSLÂM”
Ülkemizin garip insanları fikir adamı mukallitlerinin kucağında ve çok
yoruldular. Hangi dala konacağını bırakın ağacını kaybetmiş çöl akbabasına
döndüler. Semaya çıktılar, fakat inecek bir ağaç veya su birikintisi bulmakta
çok zorlanıyorlar. Bir zamanlar Avrupa Birliği dalgasını göğüsleyip hazmetmeye
çalışırken şimdilerde günün modası “İttihâd-ı İslâm Davası” çıktı.
Alnı secde görmemiş, ömründe camiden çok kiliseye gitmiş, Kur’ân-ı Kerim’den
çok Tevrat ve İncil okumuşların ağzında bu dava pelesenk durumunda.
“İttihâd-ı İslâm Davası” nedir diye sormaya gerek yok. Kimine göre
mezhepler birliği, kimine göre Müslüman devletler birliği, Müslüman finans
birliği, daha da ileri gidersek mevcut dinlerin mosonik düzlemde
diyaloğu….Ancak genel görüş teatisi bir hilafet sistemi içerisinde kontrol
altına alınmış İslam devletler birliği düşünülmektedir.
Niçin?
Emperyalist güçler bir zamanlar Osmanlı hâkimiyetinde olan İslam Dünyası’nı
parçalamanın ve bu şekilde yok edilme görüşüne bağlı olarak işgal ve yok etme
planları parçalandılar. Ancak ihtiyarlar meclisi ve üst komitenin düşündükleri
plan yeterli ve olumlu sonuç vermediği için yakın zamanlarda ikinci, üçüncü
bilmem kaçıncı plan uygulamaya sokuldu. Bunun yanısıra İslâm Dünyasında
mehdiliğe soyunan onlarca liderlerde çıkınca kontrol altına alınamayan kaos
içindeki İslâm Dünyası için yeniden yapılanma gerekli olduğu anlaşıldı.
İşte Osmanlının yıkılışında baş gösteren “İttahad-ı İslâmî” hareketler,
tekraren Müslümanlar üzerinde uygulamaya sokuldu. Güçlü bir “İslâmî
Devletler Birliği” bütün Müslümanların ideâl hedefidir. Ancak bu
İttihâd sevdasının organizatörleri “ötekiler” olunca bir
hinliğin olduğunu düşünmemek elden gelmiyor. Komünizm sözde öldürüldükten sonra
dünya dengesini yitirdiğinden yeni bir karşıt kutbun sistematik olarak etken
bir güç haline getirilmesi gerekmekte olunca Müslümanları zıt kutba hapsetmek
gerekli oldu. Yüzyıllar önce parçalanma ve asimilasyon gibi hain planların
tutmadığı görülünce Müslümanlar üzerinde ne yapmak gerekiyor, düşüncesi hasıl
oldu. O da “Dünya Müslümanlarını seküler çizgide tekrar birleştirmek,
tekleştirmek” olduğunu anladıklarında emperyalist güçler finans
kaynaklarıyla, dönmeyen dönmeleriyle, yardım etme sevdasına düştüler. Peyderpey
gizlice yapılan eylemeler açıktan yapılmaya dönüştü. “Arap Baharı” dalgasıyla
son viraja girildi. İlk başta diktatörlerini deviren Müslüman devletler
hepimizin hoşuna gideceği bir birlik rüzgarı estirdi. Ancak görünen tablonun o
kadar şahane olmadığı kısa zamanda açığa çıktı.
Neden Müslümanlar kendi içlerinde bir kaynama noktasında ve değişime
uğramak istiyorlar. Neden mi derseniz bunun cevabını Ünlü ateist Richard
Dawkins söylüyor.
“Elbette, 1930′larda, Katolik Kilisesinin en ölümcül örgüt olduğu
söylenebilirdi. Faşizmle olan çok açık, belirgin ve sefil ittifakı
nedeniyle en tehlikeli cemaat oldukları söylenebilirdi. Ama şu an için
papanın en tehlikeli dini otorite olduğunu söyleyemem.
ŞÜPHE YOK Kİ, EN TEHLİKELİ DİN İSLAM. VE BUNUN DA NEDENİ KISMEN,
BAŞINDA BÖYLE TEK BİR OTORİTESİNİN BULUNMAMASI. BİR FERMAN ÇIKARIP DURMALARI
İSTENEMİYOR. ŞÜPHESİZ Kİ ÖYLE. [1]
Bu sözler iki taşın arasında kalmış buğdayın unlaşıp nasıl fırınlamaya
doğru gittiği anlatıyor. Televizyonda bir söyleşi programında birçok zevat-ı
kiram hatırlayabildiğim kadar şunları aktarıyorlar,
“2006 yılında İngilizlerle yapılan gizli görüşmemelerde, Türkiye’nin bir
halife arkasında toplanma zamanının geldiği, İslam Dünyasının kurtuluşa bu
şekilde kavuşacağı için hilafetin tekrar gündeme getirilmesi.”
Bu meyanda bir bilgi insanların tüylerini ürpertecek cinsten bir şey.
Sömürü uzmanı İngiltere bu dileği niçin talep etme ihtiyacı duyuyor, diye
sormak gerekiyor. Yüzyıl önceki İngilizlerin ajanı olan Derviş Vahdetî’nin
temiz Müslümanları kandırarak kurdurduğu İttihâd-ı Muhammedi Cemiyeti [2] ni hatırlamak yerinde olur.
İttihat, cemaatleşmek İslâm’ın emridir. Fakat İslâm dünyası ihtilaflar içindedir. Bu
kötümü yoksa iyi midir noktasında düşününce bize göre İslâm Dünyası içlerindeki
ihtilafla bir koruma kalkanının himayesine girmiştir demek gerekiyor.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin buyurduğu “Ümmetimin
ihtilafında hayır vardır” [3] hadis-i şerifin hikmetlerinin bir
cephesi de bu olaylar ile daha bariz olmuştur. Bu nasıl diye sorusuna şu cevab
verilebilir. Bu hadise bazıları zayıftır, der kabul etmezler. Bazıları
tarafından da kabul edilir. Onlarda buradaki “ihtilaf”ı tarafgirlik anlamında
değil de, müspet ihtilaf olarak görmüşlerdir. Yani, İslamî hakikatleri
insanlığa bildirmede, tebliğ vazifesinde farklı yollar izlenilmesi, mezhebi
farklılıklar olarak görmüşlerdir. Aslında bu hadisi şerif günümüze şu şekilde
bakıyor. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, ümmetimin bir zamanı gelecek
ki onların ihtilafta olmaları onları muhafaza edecek, koruyacaktır. “Hep
birlikte Allah’ın ipine sarılın ve tefrikaya düşmeyin.” (Âl-i İmran,
203) ayetine ters gibi gelen bir düşünce tarzı olarak görünse de bu ümmetin
parçalanması kendi elleri ile olmadığından ve “ötekiler”in hain
emelleri ile tekrar bağlanmanın ve birleşmenin, ümmeti hain çukura düşmelerine
engel olacak bir hareket olacak demektir.
Her zaman unuttuğumuz bir konu olan “İslâm’ın kula ihtiyacının
olmadığı, kulun İslâm’a muhtaçlığıdır.” Bu nedenle dünyevi menfaatler
üzerine kurulacak birlikteliklerin İslâm’a bir getirisi olmayacağından bu ince
çizgide yürürken, ayağı kayanların nihai hedeflerini çok iyi görmek
gerekir. Dost ve düşmanın renginin bulanık olduğu çağlarda meseleleri
irdelerken şüpheciliği kapasitesi yüksek olanların zaviyesinde hep açık tutmak
gerekir. İslâm hakkında hain bir akım kuvvetli olarak kalamamıştır. Dininin
kavi olduğunu bilen Müslümana düşen arkasına düştüğü ekolün, liderin
arkaplanını görmekte mahir olmaya çalışmasıdır.
Dünya son yüzyılda insan haklarında belirli bir mesafe kat etti
denilebilir. Fakat hükümran olmak ve ideolojik vasıflı emellerininin sevdaları
içinde boğulmaları olmasa belki dünya daha güzel olacaktı. Ancak “Tek
dünya devleti” projesini hedef alanlar için en büyük engel önceden
paramparça ettikleri İslâm dünyasını birleştirmekten başka çarelerinin
kalmadığıdır. Bu nedenle günümüzde parlayan Müslümanlar birleşelim,
dağınıklıktan kurtulalım, çaremiz yok, türünden haince bir tezgah ürünü
piyasaya sürüldüğünü anlamakta zorlanmayacağınızı umarım. Mesela yakın zamanda
kaç tane temiz, bulaşık olmayan kişi, bir şekilde kazaya kurban gitmiş. İşine,
fikrine pranga vurulmuş binlerce temiz adam kaybolmuş aç kalmış, unutulmuş,
düşünebiliyor musunuz? O kadar çok ki, temizsin ya emekli olacaksın, ya da
…bilmem ne tehditleri ile kaliteli keyfiyet, kemiyet sahibi insanlar S. Freud
tezli sömürü tezgahında elimine olmuşlar.
Müslüman kendi dünyasında dini yaşamayı başardığı zaman, fıtratı gereği
diğer insanlar ve mahlûkatta dine otomatikman ona ve dine iltica eder. Bu
silsile kelebek çırpınışı gibi büyür gider. Unutmayın ki, Allah
Teâlâ’nın bu dini koruyacağı taahhüdü vardır. Birçok kişinin soyunduğu
din havariliği karşısında çok ta etkilenmeye gerek olmadığını bilerek, alt kademedeki
insanın diğer üst kademedeki insana minnet duymayacağını bilmek gerekir. İnsan
bu dünyaya geldi mi sorumluluk almıştır. Kimse yüklenmediği şeyden
sorumlu değildir. Herkes kendi sorumluluk çevresi kadar etkin
ve sorumludur. Yoksa bulanık denizlerde fitne rüzgârları karşısında
çok dayanaklı kalınmayacağı gibi insanın siyaset gereği hayatını ikame ederken
aptalları oynaması da çok gerekli değildir. “Bireysel bütünlüğü” sağlamadan “çevresel
bütünlük” hayallerine dalmak ancak İngilizlerle içilen beş çayındaki
sonu gülüşmelerle biten fıkra konusu olmaktan başka durum meydana getirmez.
Sonuçta hiç kimse kendisini bir kurtarıcı rolünde görmemeli sadece üstüne
düşen maddî ve manevî görevini vicdanın muhasebesi altında Allah Teâlâ’dan
korkarak yapmalıdır.
Sizler için Rahmetli Nezih Uzel Beyin “Kanatsız uçan hukukçular” makalesini
buraya ekleyeceğim. Okuduğunuzda garip bir hisse kapılacağınızı şimdiden
söyleyebilirim.
Bir zamanlar Üsküdar’da sulh ceza hâkimi olan Eleşkirtli
Cevdet Akpınar’ın oğlu Duray asker arkadaşımdır. 1967
yazında Edremit’te Yedek Subay eğitim tugayında
beraberdik. Aradan pek çok yıllar geçtiği halde arkadaşlığımız sürdü
gitti, ara sıra buluşur yarenlik ederiz. Duray bir
gün şunları anlattı:
“1961 yılında bir akşam babam eve geldi. Sert mizaçlı adamdı,
az gülerdi, yine yüzü asıktı. Alışkın olduğumuza pek üstelemedik. Babam
bir süre sonra önemli bir haber verdi: Yassıada
Mahkemelerine üye seçilmişti. O sırada ülkede gerçekleşen 27
Mayıs askerî darbesinden sonra başta devrin ünlü başbakanı rahmetli Adnan
Menderes olmak üzeri ülkeyi on yıl süre ile yönetmiş
olan siyasi kadro yerinden sökülmüş ve Marmara Denizindeki Yassıada askeri
üssünde hapse kapatılmıştı.
Bu kadro mahkeme edilecek, cezası kesilecek mahkûm olanlar
layik oldukları cezalara uğrayacaklardı. Ülkede büyük
bir değişme olmuş, o günlerin anlayışı ile zalim bir
iktidar alaşağı edilmiş, halk kendi askeri aracılığıyla
yönetime el koymuş, her şey yeni baştan ele
alınmıştı. Bozulan ekonomi düzelecek, tıkanan adliye açılacak,
insanlar mutlu bir geleceğe doğru sağlam adımlarla
yürüyeceklerdi. Gelecek ümitliydi. Herkes neş’eli,
herkes şen ve şakraktı. Acaba babamın yüzü,
alışılmıştan öteye neden asıktı? Hain iktidarı
mahkeme edecek hey’ette bulunmak o günlerde ömrünü devlet ve adalet hizmetine
adamış bir yargıç için şereflerin en
büyüğüydü.
Ailece sevinç içindeydik. Gururlu ve azametliydik.
Ancak babamda hiç hareket yoktu. Ne bir sevinç işareti,
ne bir onur göstergesi ne de bir kararlılık alâmeti Hiçbir şey…
Ortalık yatıştıktan sonra rahmetli peder ağır ağır söze
başladı, dedi ki :
“Bakınız evlatlarım, hanım sen de dinle… ben şimdi
bu mahkemeye seçilirim, kalkıp görevime giderim,
bu adamları topluca mahkeme eden hâkimler hey’etinde yerimi
alırım. Bunları aylarca yargılarız, suç derecelerine göre ayırırız,
kimi beraat eder, kimini hapse, kimini idama mahkum ederiz.
Sonra verdiğimiz idam kararları infaz edilir.
Aradan otuz yıl geçer, arkadan başta Adnan Menderes olmak
üzere asılanları mezarlarından çıkarırlar, geriye kalan kemiklerini tabutlara
koyarlar, üzerlerine Türk bayrağı sarar ve top
arabalarına yerleştirirler. Devlet töreni ile
getirir İstanbul’da Vatan Caddesine yeniden
gömerler, üzerlerine de anıt mezarlar yaparlar. İşte o gün
bizim adımız kötüye çıkar… Ben evlatlarıma böyle
bir isim bırakmak istemem, bu vazifeyi kabul
etmiyorum… Benden başka kimi isterlerse onu yargıçlar hey’etine
seçsinler, kararımı verdim, ben bu göreve gitmiyorum…?
Hepimiz donup kalmıştık. Evde kimsenin ağzını bıçak açmıyordu.
Neden sonra rahmeti anam konuştu? Haklısın bey…
biz de seninle beraberiz. Nasıl istersen öyle olsun….?
Yassıada mahkemeleri yargıçlar hey’etine dahil olma şerefini reddeden ve olacakları
bir kâhin edası ile bir bir sayıp döken Yargıc’ın
oğlu Duray, bunları anlattıktan sonra gözleri dolu dolu “Babam Vatan
caddesindeki devlet törenini göremedi, Hayatta olsaydı
görmesini çok isterdim? demişti. Mahkemelerin üzerindenotuz
yıl geçtikten sonra…
Bir ömür boyu şerefli insanlar adına “suçluları
cezalandırma? görevi yürüten Üsküdar Sulh Ceza yargıcı
Cevdet Akpınar’ın anısı önünde hörmetle eğilirim. Kendisine
cenabı Hakk’tan rahmetler dilerim. Bir “Hukuk evliyası?
karakteri taşıyan bu insanın pek çok hukukçuya örnek olmasını
dilerim. Yeryüzünde hiçbir hukukçunun haksız rejim ve
dibi boşalmış siyasi sistemleri ayakta tutmaya yarayacak ölü
kanunlar için imza atmaması yegane dileğimdir.
Yeryüzünde hiçbir hukukçunun yasa dışı siyasi
kanunların girdabına kapılmamasını temenni ederim.
Kanun, yasa ve yönetmelik toplum vicdanından çıkmadıkça kanatsız uçmaya
çalışan sürüngenlere benzer. [4]
Bu yazıya ilaveten başka bir yazısında şu eklemeler bulunmaktadır.
TAHA YASİN
Bağdat‘ta iki senede 300 bin kişiyi öldürenler 148 kişinin ölümüne
neden olan Taha Yasin Ramazan‘ı ölüme mahkûm ettiler.
Bir idam mahkûmunun ruh halini merak edenlerin, Taha
Yasin‘in mahkemede “Allah biliyor… hiçbir kötü iş yapmadım…” dediği
an, saptanan görüntüde, gözlerinin içine bakmalarını tavsiye ederim. Yeryüzünde hiçbir
yaşayan canlının, diğer bir canlıya böyle bir zulüm yapmaya
hakkı yoktur. Hayvanat bile bu derecede gaddar olamaz.
Şu hayal âleminde kim kimin hayatını söndürmeye yetkilidir
ki…
Siz kamu görevi yapan, suçlu veya suçsuz bir
insana, bu gün ceza verebilirsiniz ama o ceza bu gün
için olur. bunun bir de “yarını” var. Suç görecelidir.
Siyasette bir devrin suçlusu, bir başka devrin suçsuzu,
bir devrin suçsuzu, bir başka devrin suçlusu’dur
SUÇLU “İNSAN” YOK, SUÇLU “DEVİR” VARDIR. Neye yarar ki devirleri insanlar çekip
çevirdiği için, suçlar yeryüzünde salınan insan bedenlerinde odaklaşıyor.
Devirlerin suçu insanlara yükleniyor. Devrin suçu insan
aynasında yansıyor. Devri yakalayıp suçlayamadığınıza göre,
birini yakalayıp toplumun suçunu onun boynuna asıyorsunuz.
Bu siyasettir.
SİYASET KENDİ SUÇUNU BAŞKASINA YÜKLEME SAN’ATIDIR.
Yüz binlerle ölüyü ve insan kanını Irak topraklarına
saçtıktan sonra şaibeli bir mahkeme kurup işgalci
güçlerin zorladığı uydurma yasalarla insan
asmanın da bir cezası olmalıdır. Bu gün veya yarın o ceza haksız
olanların boynuna mutlaka dolanır. Akıllı insanlar
olacakları herkesten önce bilirler. Saddam’ın, Taha
Yasin’in bir gün mezarından çıkarılıp Bağdad‘ın orta
yerinde anıt mezarlara gömülmeyeceğini kim iddia edebilir?
Bu ülkede siyaset ölü eliyle mezarlarda oluşuyor.
Bunun için hâkim Cevdet olmak da gerekmez… Artık bu işler
öylesine ayan beyan ki… Geleceği bu
günden gazete havadisi gibi yazabilirsiniz.
İnsanları değil, devirleri suçlayıp asmanın bir yolunu
bulmalı… Irak‘ı yeryüzünün kan çanağına çeviren ABD
yönetimi ve ona belâdan uzak durmak için “vizyonumuz aynı”
diyerek iştirak eden Türk yönetimini Tarih, yedi
asır önce aynı ülkede altı milyon insanı telef eden Moğol kumandanı Hülagû gibi mahkûm edecektir.
Kuşkusuz… Arada hiçbir fark yok… Buradayız.
Bekleriz. [5]
Yapanlar ve yapılanlar her zaman bir süzgeçten ve hesaptan geçer. “Dün
dündür, bugün bugündür ” diye bir düşünce Müslüman kişi için geçerli
değildir. İnsan yaptığının vebalini bir gün ödeyeceğini bilmelidir. EĞER
İNSANIN BÖYLE BİR KORKUSU YOKSA HANGİ TAPINAKTA KULLUK EDERSE ETSİN, ALLAH
TEÂLÂ ONU AFFETMEYECEKTİR.
İhramcızâde İsmail Hakkı
[1] Discussions With Richard Dawkins,
Episode 1: The Four Horsemen (Video 2008)
[2] İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti’nin resmi
kuruluşu 16 Mart 1909 olarak alınmıştır. Derviş Vahdetî, Volkan Gazetesi’nin 16
Mart tarihli nüshasında İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti’nin nizamnamesi
yayımlanmıştır. Nizamnamede Cemiyet’in başkanı, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi
ve sellem olarak gösterilmiştir. Cemiyet, 26 kisilik bir kurucu heyet
tarafından kurulmuştur. Nizamnamenin 3. Maddesi’nde Cemiyetin amacı
açıklanmıştır.
3 Nisan 1909’da, yani 31 Mart (13Nisan 1909) vakasından on gün önce,
Ayasofya Camiinde çok kalabalık bir cemaatin iştirakiyle okunan mevlidden sonra
İttihat-ı Muhammedî Cemiyeti resmen halka açıldı. Derviş Vahdeti “İttihad-ı
Muhammedi” adı altında kurduğu derneğe, birçok softaları ve mutaassıp
dindarları üye yazdırdı. İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne bağlı kimseleri
dinsizlikle suçlamış, ağır saldırılarda bulunmuştur. Dernek askerin içine
soktuğu bazı kişiler aracılığıyla kışkırtmalara girişti. Sonuçta, 31 Mart 1909
günü askerler “şeriat isteriz” bağrışmalarıyla ayaklandılar.
Olayları başlatan askerlerin, İttihat-ı Muhammedi Cemiyeti’nin açıldığı gün
dağıtılan küçük bayrakları taşıması dikkatleri Vahdetî’nin üzerine çekti.
Volkan’da yayımlanan yazılar ve özellikle Vahdeti’nin 14 Nisan 1909’da II.
Abdülhamit’e yazdığı açık mektup, halkı ve askerleri tahrik edici nitelikte
bulundu.
Ayrıca meşrutiyet anlayışıve adem-i merkeziyetçi fikirleriyle İngilizlere ve
Prens Sabahaddin’in başında bulunduğu Ahrar Fırkası’na yakın olan Kamil Paşa
ile oğlu Said Paşa’ya yakınlığı ile tanınan, hatta bu yüzden 31 Mart vakası ile
ilgili olarak yeni yayımlanan belgelere dayanan bazı araştırıcılar tarafından
Derviş Vahdeti’nin İngilizlerin emrinde çalışan bir ajan olduğu ileri sürülmektedir.
Derviş Vahdeti 17 Nisan’da sorgulanmak üzere mahkemeye çağrıldı. Derviş Vahdeti
ittihatçıların adaletine güvenmediği için 18 Nisan’da İstanbul’dan kaçtı.
Beykoz, Gebze, Hereke ve Sapanca’da gizlendi. Son olarak gittiği İzmir’de
Abdullah Nadiri tarafından ihbar edilince 25 Mayıs’ta tutuklandı. İstanbul’a
getirilip, Divan-ı Harp’te yargılandı. Görünüşte “Abdülhamit’e Açık
Mektup” adlı makalesinden dolayı hakkında dava açılan Vahdeti, 31 Mart
Olayı’nın müsebbibi olarak idama mahkûm edildi ve karar 19 Temmuz 1909
tarihinde Sultanahmet Meydanı’nda infaz edildi.
[3] Sehavi, el-Makasıdü’l-Hasene adli
eserinde, Beyhaki’nin bu hadisi munkati bir senetle naklettiğini söyler. Yine
Beyhaki, ayni rivayeti Risaletul Esariye adli kitabında senetsiz olarak da
nakletmiştir.
İmam Suyuti, Camius Sagyir’de bunu senetsiz olarak nakletmiştir. Hadisin yaygın
olması hasebi ile İmam Suyuti, önceki hadis âlimlerinin eserlerinde senedli
olarak yazılmış olabileceğini, ancak -sahih ya da uydurma olarak- senedinin
kendisine ulaşmadığını söyler. Ayrıca hadisi Deylemi, Es Sahavi, El Acluni,
Makdisi ve Taberani’nin de senetsiz olarak eserlerine aldıkları söylenmiştir.
Es Subki ise, “Muhaddislere göre bu, bilinen bir hadis değildir; ne zayıf, ne
de uydurma bir senetle onu bulamadım, aslının olduğunu zannetmiyorum. Ancak bir
kimsenin sözü olabilir. Belki de birisi ümmetimin ihtilafı rahmettir deyip,
bazıları da onu alarak, hadis zannetmiş ve peygamberin sözü saymıştır. Hala
inanıyorum ki, bu hadisin aslı yoktur.” demiştir. Hafiz el Iraki de hadisin
senedinin zayıf olduğunu söyler… Sonuc olarak “Ãmmetimin ihtilafı rahmettir”
sözü; Hadiste birinci derece kaynak olarak kabul ettigimiz Kutub-u Sitte
kitapları içinde bulunmamaktadır. İkincil derecedeki hadis kitaplarında sahih
bir senedi yoktur. Hatta birçok muhaddise göre zayıf bir senedi de
bulunmamaktadır. Hadisin en meşhur rivayeti dahi munkati bir senetle gelmiştir.
Munkati hadis ise, doğrudan referans olarak alınmaz.
[4]http://nezihuzel.com/index.php/2008/03/17/kanatsiz-ucan-hukukcular/
[5] http://nezihuzel.com/index.php/2007/02/13/zamanin-yarini-var/
KEŞİF TAMAMLANMADAN MEHDİ ALEYHİSSELÂM VEYA İSÂ
ALEYHİSSELÂM GELEMEZ
“Mehdi/lik” fikri, Türkiye Müslümanları geneline bakılınca biraz
fantastik gelse de, Şia inancında çok önemli bir yer tutar. Öyle ki, İran’da 14
Haziran 2013 tarihinde gerçekleşecek Cumhurbaşkanlığı seçimleri yaklaşırken
yüzü yeşil bir örtüyle kapatılmış erkek fotoğrafları, ‘Mehdi yakında
yüzünü gösterecek’ cümleleriyle yerel medyasında büyük yer
tutmaktadır.” (Haber Ajansları)
İlk Helâk Olacak Kavimler
Sh: 161/2.
“İnsanlardan ilk önce helâk olacak olan
Faris'tir. (İran) Sonra onların arkasından Arab gelir.
Hz. Ebu Hüreyre radiyallâhü anh
**
Sh: 448/4.
“Arabın helâk olması kıyamet alâmetidir.”
Hz. Talha ibn-i Mâlik radiyallâhü anh
**
Sh: 474/11.
“Bu günden sonra kıyamete kadar Mekke harp
görmez. (Yâni onun üzerine harp olmaz.)
Hz. Hars ibn-i Mâlik radiyallâhü anh
Kaynak:
Ramuz El-Ehadis - Ahmed Ziyauddin Gümüşhanevî
Kıyametin zuhura gelmesi ile Mehdi aleyhisselâm veya İsâ aleyhisselâm
beklentisiyle ilgili yanlışı bol bir literatür bulunmaktadır. Bu beklentinin
arka planında insanları dehşetengiz hadislere gömmek, kaos çıkarmak için yanlış
bilgiler doğruluk cephesinden angaje edilerek sunulmaktadır. Bu eylem tarzı
rastgele seçilmeyip psiko-sosyolojik gerçeklere dayanmaktadır.
İnsanlığın hayatında “beklenti unsuru”, yapılanma ve
hareket kabiliyetini artırmada genellikle kullanılmaktadır. Toplum Mühendisleri
tarafından, ispatlanması ve doğrulanması zor olan gelecek bilgilerinin servis
edilmesi, bir senede bağlanmasında, çaresizlik var olduğu için
fanatik değerleri düşünceleri kullanmaktadırlar.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ile sonlanmış “nübüvvet” meselesinin
açmazlarını çözmek ve insanları kullanabilmenin kolay yollarından biri olan
Mehdi aleyhisselâm veya İsâ aleyhisselâm gelişi dezenformasyona uğratılmış
mevzulardandır. Unutulmamalıdır ki, bahsedilen kişilerin gelmesi bir gerçek
inançlı Müslümanın veya ehl-i kitabın inancında bir artırım oluşturamayacağı
gibi ekstradan zararların oluşumuna sebep olduğu insanlık tarihi
gerçeklerindendir.
Allah Teâlâ’nın İslâm’ın asıl koruyucusu olduğunu hepimiz biliyoruz.
Öyleyse “sahte Mehdi veya İsâ” lar konusundaki hikmeti nedir?
diye düşündüğümüzde, kanaatimizce görünen manzara şudur.
Dinin zayıfladığı dönemlerde bu türlü ifrat ehli kişiler veya
hareketler, inanca karşı samimi olan kişilerin yaptığı hizmetten daha fazla
faydalı olduklarıdır. Bu Allah Teâlâ’nın temiz insanlara nevrotik hasta
insanlar ile yardım etmesidir. Kişilik bakımından bu çeşit hasta fikriyatta
olanların kudret ve kuvvetleri normal insanlardan fazla ve yaratıcı olduğu
kadar emperyalist çevrelerin “hain emelleri için kullanma güdüleri” durumu da
olunca, engelsiz faaliyetleri ile değişimin/başkalaşımın temsilcisi olurlar. Bu
kişilere tabi olanlar, çeşitli fikri değişim değirmeninin eleğinden
geçtiklerinde ki “ayıklanma” pozisyonlarında ikinci veya üçüncü aşama olan
“eylem menzili”ne gelince, fıtratı gereği yanlış yolunu terk eder. Düşünürseniz
dünyevi emellerin kazanımları için oluşmuş bu kapasitenin verdiği sonuçlarla
bilmediği veya ilgi duymadığı alanda, insanlar fikir sahibi olmuş ve ferdi
bazda “iç çatışması”na düşmüştür. Tabiki olumlu söylenen bu hususun yanında
kendini yok eden ve telef eden insanların var olduğunu da unutmamakta gerekir.
Bahsettiğimiz bu durum “Allah Teâlâ’nın şerri hayra nasıl dönüştürür” sorusuna
veya “Sizin şer gördüğünüz şeylerde hayır vardır” a cevapta olmaktadır.
Her köşede çıkan Mehdi bozuntularına aldanmamak, temkinli ve
duyarlı olmak isteyenler için Muhyiddin İbn Arabî kaddesellâhü
sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde buyurduğu kelâmları burada zikredelim.
“Makamlardaki terazinin dönüşü Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin
gönderilmesiyle sona erdi. Bugün O rasülün (sallallâhü aleyhi ve
sellem) otoritesi altındayız. Bu nedenle bilgi, keşif ve
adalet bu ümmette diğerlerine göre daha çoktur.
(Ümmeti Muhammedin) Hayatı (süresi) ne kadar sürerse, terazinin otoritesi
güçlenerek keşif artar. Bu durum, insanların genelinde ve özel insanlarda
ortaya çıkar. Artık bir insan kırbacıyla konuşur, ayakkabısının bağı evde
ailesinin yaptıklarını ona söyler. (teknoloji artar)
Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
‘Zaman Allah’ın kendisini yarattığı ilk hale döndü.’
Allah Teala rükünleri yarattığında, onlardan bir buhar yaratmış,
yedi göğü hareketsiz-sakin bir halde o dumanda var
etmiştir. Her göğe onun için felekler yaratacağı şekilde bir emir vahyetmiş,
gökleri civarü’lkünnes ve’l-hunnes’in yüzdüğü bir yer yapmıştır.[1]
İmam Abbülvehhâb Eş-Şa’rânî Kibrît-i
Ahmer’inde Şeyhul-Ekber’den rivayetle dedi ki:
‘Kıyamet, keşf-i husûsî ve umûmî’nin bütün insanlıkta zâhir oluncaya kadar
kopmayacaktır. Kıyâmet her yaklaştıkça, keşif insanlarda en olgun ve noksansız
olur.’
Netice olarak bütün insanlığın keşfi nihâi kemâlâtını görmeleri gerekiyor
ve bu durumun bütün dünya genelinde zuhur etmediğini de bildiğimize
göre; Mehdi aleyhisselâm veya İsâ aleyhisselâm beklentisi içinde olanlara söylenecek
bir söz vardır.
“ Daha gelmediler” “Bütün dünya geneline göre yüzyılların geçmesi
gerekiyor.”
Hayır, yanlış biliyorsunuz diyenler varsa, onlara sözümüz “Komploya
kurban gidiyorlar” demektir.
İhramcızâde İsmail Hakkı
Kaynak:
· Muhyiddin
İbn Arabî-Futuhât-ı Mekkiyye [ÜÇ YÜZ KIRK SEKİZİNCİ BÖLÜM- Cem' ve Vücud
Kalbinin Sırlarından İki Sırrın Bilinmesi ]. hzl:Ekrem Demirli, 2011,İstanbul
· El-İmâm
El-Ârif Er-Rabbânî Abbülvehhâb Eş-Şa’rânî Kibrît-i Ahmer Fütûhât-ı Mekkiyye’den
Seçmeler, Şubat 2006, Hatay/İZMİR, sh: 20
BÜTÜN DÜNYANIN MÜSLÜMAN OLMASI
“Ümmetimden bir grup, kıyamet kopuncaya kadar, Allah Teâlâ'nın yardımına
mazhar olmaya devam edecek, onları mahrum bırakanlar onlara zarar
veremeyecekler.”[Tirmizi, Fiten 27, (2193)]
Müslümanların kıyamet telakkilerinde bütün dünyanın bir dönem zarfında
Müslüman olması kabulü vardır. Bu konudaki ayet ve hadis-i şeriflerin
yorumlarında âlimler bu sonuçları çıkarır. Ancak İnsanlık Tarihi gerçeklerine
bakılınca “tümel kabullenme”lerin az olduğu görülmekte olunca şu
şekilde fehmetmek gerektiğini varsayıyoruz.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin döneminde bir ehl-i kitabın imâni
konuda mecburiyete tabi tutulmadığını gördüğümüzden, başka dönemlerde (Mehdi
zamanı) de olmayacağı kesindir, denilebilir. Sözü uzatmadan bu meyanda akla
sirayet eden düşünce, İslâm’ın bütün dünya insanları tarafından bilinmesi,
duyulması vb.. gerçeğine ulaşırız. Yani, kıyamet kopmadan önce Allah Teâlâ
göndermiş olduğu hak din olan İslâmı, kısmîlik vasfından çıkararak, cihanşümul
kılacağına işaret ediyor demektir.
Allah Teâlâ " Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk
etsinler diye yarattım." (Zâriyât Sûresi, 51/56) buyurmaktadır. İbn
Abbas radiyallâhü anh bu ayetteki “bana
kulluk etsinler” sözünü "Beni
bilsinler" diye açıklamıştır. İslâm âlemindeki dünyevi
yetersizliklerimizi de varsayarsak, Müslümanların bunu başarması nasıl
olacaktır, denilebilir. Burada Allah Teâlâ’nın yardımının geliş
cephelerinden en hikmetlisini izah edelim. Desiseler ve komplolar
dünyasında Allah Teâlâ, kâfir kullarını nasıl kullandığına en çarpıcı misal
olarak “yeni dünya düzenciler”inin 11 Eylül 2001 saldırılarını
müstevli emelleri için dizayn ederken bütün dünyadaki insanlara İslâm’ın
varlığından olumlu/olumsuz şekilde haberdar etmeleridir.
Görünüşte bu olay İslâm âlemi üzerinde ağır sorumluluklar veya terörist
damgasını kazandırsa da yapılması yıllar alacak bir tebliği başarmış
olmalarıdır. Belki buraya uygun düşmese de “reklamın kötüsü olmaz” sınıfından
bu olay, insanlık için bir irkilme ve arayışın kapısını aralamış ve uyanışın
başlangıcı olmuştur.
11 Eylül 2001 olayları geçen zaman zarfında, sonuçlarıyla
uygulayıcıların hedeflediği neticeye doğru gitmeyip İslâm âleminde
“yeni uyanış çağını” başlatmıştır.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;
مَنْ يُرِدُ اللهُ بِهِ خيْراً يُصِيبُ مِنْهُ
“Allah Teâlâ kime bir hayır vermeyi dilerse imtihan
için başına belâ verir” (Tac: 3 cilt 644)
Bu hadis-i şerifinde Efendimiz buyuruyor ki “Allah Teâlâ’nın mümin kuluna
şer veya hayır cinsinden her ne var ki, dönüşü hayır olacaktır.”
Öyle ise; bütün dünyanın Müslüman olması demek insanlığın İslam’dan
haberdar olması demektir. Bu nedenle Müslüman kardeşlerimizin her alanda ve her
yerde İslâm’ın temsilcisi olup Allah Teâlâ’nın kullarına örnek olmalıdır.
Yoksa “herkesi Müslüman etmek” kavramı fıtraten yanlış ve
hataların ve sıkıntıların doğuşuna işarettir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellemin hayatını düşününce o dönem insanlarının çok şanslı olduklarını
görebiliyorum. O’nun varlığı gerçekten rahmetin ta kendisiydi. O münafıklara
dahi merhamet göstermişti. Onun düşüncesinde “Hesap görücü olarak yalnız Allah
Teâlâ vardı.” İnsanları hiçbir şekilde cezalandırma yoluna gitmemiş “Adalet”in
en yüce temsilcisi ve örneği olmuştur.
Ya Rabbî Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellemin ümmeti olmaktan
şeref duyar ve zatına şükrederiz.
Konuyla ilgi olabilecek ayet açıklamaları
ve Hz. Mûsa aleyhisselâm ile sözü bitirelim.
Kıssa
Hz. Mûsa aleyhisselâm zamanında Firavun’un yardakçılarından biri (Haman),
Hz. Mûsa aleyhisselâmı taklit ederdi. Malum, Hz. Mûsâ aleyhisselâm vücudu
kıllı, göbekli, başı dazlak bir zât-ı şerif idi. Hamanâ bu nedenle, başına
işkembe geçirir, karnına bir yastık koyar, elinde asayla Hz. Mûsa aleyhisselâmı
taklit ederdi. Niye, çünkü Firavun’u güldürecekti. Hz. Mûsâ aleyhisselâm bu
durumdan haberdâr olup Allah Teâlâ ile konuşması sırasında,
“Yâ Rabbî ! Bunu kahret” dedi.. Cenâb-ı Allah Teâlâ hitap
etti ki;
“Kahretmem” “O, Firavun’u değil, seni taklit ediyor.” [1]
*****
Ayet
"Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik birbirinden
ayrılmıştır. O halde kim tâğutu reddedip Allah'a inanırsa, kopmayan sağlam
kulpa yapışmıştır. Allah işitir ve bilir." (Bakara Sûresi, 256. Âyet)
Bu ayetin Tefsirinde
İbn Cerir Et-Taberî: İslâmda dine girmek için zorlama yoktur. (Tefsîr-i
Taberî, Câmiu'l-Beyân, Mısır 1388/1968, III, 141. Cüz)
İbn Kesîr : Yani, kimseyi İslam dinine girmeye zorlamayın. Çünkü onun delilleri
ve burhanları açıktır. Hiç kimsenin, kendisinin kabule zorlanmasına ihtiyacı
yoktur. Allah Teâlâ, kimi İslam'a ulaştırır, kalbine genişlik verir, basiretini
aydınlatırsa; o kimse bilerek, şuurla onu kabul eder. Allah Teâlâ kimin de
kalbini kör eder, kulağını ve gözünü mühürlerse, dine zorla sokulması ona bir
yarar sağlamaz. (Tefsîru'l-Kur'âni'l-Azîm, I, 310)
Fahreddîn er-Râzî : Allah Teâlâ iman işini zorlama ve ikrah
üzerine değil, benimseme ve tercih esası üzerine kurmuştur. (Tefsîr-i Kebîr)
Görüldüğü gibi âlimlerimiz bu konuda hep "Dine girmede
zorlama yoktur" demiştir.
İhramcızâde İsmail Hakkı
-----
[1] (İNANÇER, Ö. Tuğrul,
Gönül Sohbetleri, İst, 2005, s. 13)
EVVELİ ŞAM- AHİRİ ŞAM
Kaynak olarak baş vurduğumuz “Uluslararası Mevlâna Günleri :::23 -
27 Mart 2007 Halep/ Suriye, ” isimli eserden gözümüze takılan bazı
hususların “Şam” veya eski deyimle “Şâm-ı Şerif” in
kutsiyetini ve tarihteki yeri görünce, “Arap Baharı” diye
adlandırılan emperyalist oyunun son perdesine gelindiği anlaşılmaktadır.
“Şam tarih boyunca doğuşların ve batışların merkezi olmuştur.” Bu minval üzere Türkiye’nin “Şam” ve dış
siyasetinde daha dikkatli olması gerektiğini fehmediyoruz.
Şam bir kuyu gibidir, iyi ve kötü demeden birçok insan ve milletleri
yutmuştur.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin sevgili damadı olan Hz. Ali
kerremallâhü veche Efendimiz dahi buradaki valinin entrikaları ile tarihe veda
etmiştir. Hz. Hüseyin aleyhisselâm yine Şam entrikaları ile ümmetin ve
kendisinin acı günlerini yaşamıştır.
Haçlı zihniyeti, Romanın Ortadoğu’ya veda edişi, Osmanlının Veda ettiği
yer…. vb şeyler Şam topraklarında gerçekleşmiştir.
Şam yok edici bir merkez gibi olduğu kadar doğuşların da yeri olmuş,
Hristiyanlığın yeşerdiği yer olduğu gibi kıyametin Ak Minaresine sahip bir
mekân olunca, “Şam” herkesin atını rastgele süreceği bir yer
olmadığı ve yanlışa düşülecek bir yer olarak kendini muhafaza
etmektedir.
Eski kelâm olan “EVVELİ ŞAM- AHİRİ ŞAM” boşuna söylenmiş değildir. Ledünnî boyutta ise “Şam”ın
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemi ilk bilen yer (Rahip Bahira
Hadisesi) olduğunu düşünürsek, Türkiye’nin bazı hususlarda fevri
davranmaması ve ihtiyatı elden bırakmaması gerektiğini “yurtta sulh
cihanda sulh” periyoduna acilen geçmesi gerektiğini söylemek
zorundayız. Bahse konu 2008 yılındaki bu kitaptaki şu anekdot birçok şeyin
habercisi olduğu halde, gözden kaçırılması ve dikkate alınmaması bizlerin
hatası olsa gerekir.[“Diğer yandan Suriye Cumhurbaşkanı Beşar Esad ile Türkiye
Başbakanı R. Tayip Erdoğan arasında varılan mutabakatla Hatay meselesi resmî
gündemden çıkartılmış olmasına karşılık, halen birçok haritada ve Suriye Turizm
Bakanlığının yayınladığı tanıtım broşürlerinde “LİVA EL- ÎSKENDERÛN” adıyla
Dörtyol’a kadar sahil şeridinin Suriye toprakları içinde gösterilmesi ve bu
dokümanların Şam’da heyetimize dağıtılmak istenmesi; son yıllarda iki ülke
arasında esen bahar rüzgârlarına rağmen, Türkiye Suriye ilişkilerinin henüz
kontrollü iyimserlikten öteye geçemediğini göstermektedir.Kardeşler arasında
cereyan eden takım/sınır mızıkçılığına benzeyen bu ve benzeri kimi
tatsızlıklara rağmen, Arap devletleri arasında Suriye her bakımdan bize en
yakın ülkedir. Sınırlar, menfaatler, tehlikeler ve duygular ortaktır.
Şamlıların ifadesiyle “eskiden bir ailenin fertleriydik; şimdi yan yana
yaşayan komşularız”Hiç kimsenin şüphesi olmasın ki, Suriye’yi yakacak ateşin
dumanı, kesinlikle İstanbul’da tütecektir; Türkiye’de alevlenen
ateşin kıvılcımı ise, Suriye’yi yakacaktır. Akıllı olmak bir olmak ve
diri olmak mecburiyetindeyiz.Yabancıların çizdiği yapay sınırlara rağmen
halklar arasında hiçbir zaman eksilmeyen iyi niyet ve muhabbetin; son senelerde
aydınlar ve devlet yöneticileri arasında da gerçekleştiğini görmek, yarınlara
umutla bakmamızı sağlamaktadır. Unutmayalım ki, tarihe not düşenler,
plan ve program sahibi akıllı insanlardır.] Sh.117
Suriye, skandal haritayı 26.03.2011 tarihinde kaldırdı
Aşağıda aktaracağım kısmî bilgilerin
sizlere ışık tutacağını tahmin ediyorum.
İhramcızâde İsmail Hakkı
KIYAMETİN MANZARASI GERÇEKTE BİLİNEN GİBİ Mİ
OLACAKTIR?
Kıyamet manzaraları Kur’ân-ı Kerim’de en bariz şekilde Kuvvirat Sûresinde
anlatılır. Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Kuran'ı Kerim Tefsirinde
İmam Ahmed, Tirmizî ve Hâkim'in İbnü Ömer (radiyallâhü anh)'den rivayet
ettiklerine göre Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
"Her kim Kıyamet gününe gözüyle görüyormuş gibi bakmayı arzu ederse ve
sûrelerini okusun."
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin kıyamet için bildirdiği haberlerin
gerçek manasını anlayabilmek için peygamberler dilini bilmek
gerekir. Mesela Kuvvirat Sûresinde bahsedilen olayların siyak ve sebak
ilişkisine baktığımızda olayların birbiriyle tam bir örtüşme sağlayamadığını
görürüz. Zahiren olaylar anlatılan şekilde olabilir. Fakat bilim ve teknoloji
geliştikçe bu bilgilerin muhteviyatına yeni yorumlar getirmek gerekir, diye
düşünüyoruz. “Güneşin Dürülmesi İle Yıldızların Bulanması (dökülmesi) ayetleri
ile mallar ve Vahşi Hayvanların Toplanması arasındaki bağıntıda alakasız bir
durum görünebiliyor. Kur’ân-ı Kerim’de boş ve manasız sözler
bulunmadığına göre, bu ayetleri okuyunca ve tevil manaları artırınca bir çok
farklı durum akla gelebilir. Kıyamet olarak hayal ettiğimiz şey, bir felaket
zincirinden çok, olası bir değişimin temelini ortaya koymak olacağıdır. Allah
Teâlâ’nın Âdem aleyhisselâmı 7000 yıl önce yarattığı rivayetini, 5 milyarlık
dünya yaşı ile birleştirmek istediğimizde, birçok zorlamalı manalar vermek
zorunda kalıyoruz. Bu meyanda aşağıda sizlere aktaracağım metinler, bu konuda
düşüncenizde çığır açacağını gösteriyor, diyebiliriz.
Felaket senaryoları ile süslediğimiz kıyamet olgusu, İnsan hırsının
ulaşabileceği en son noktaya bir örnektir. Bu yazı, ateistlerin hoşunda gitmese
de zalim ve kötü olanın insanoğlu olduğunu bir kez daha gösterecektir. İnsanoğlu
Allah Teâlâ’yı gazaplandırıp günahına bedel ve ortak olsun diye, neden bütün
kainatın kendisiyle beraber yok olması, fikri ile beslenir ki?
İnsanoğlu kötü oynadığı filmin finalini muhteşem mi istiyor?
Allah Teâlâ aldanmayacağına göre, insanoğlu bir yerde hata yapıyor. Onu
bulmamız gerekmektedir.
İhramcızâde İsmail Hakkı
TÜRK KELİMESİNDEN NİYE RAHATSIZ OLUYORLAR?
Günümüzde “Türk” mefhumu karşısında bazı insanların antipati duyuyor
olmasının arkaplanı nedir? Diye bir soru ile karşılaşırız.
Cevabı Avrupa(lı) dır.
Gençliğini görür mü bilemeyiz, yeni teşekkül ettirilen Avrupa Birliği
denilen büyük organizasyona Türkiye’ninde girmek için verilen sözleri
taahhütleri vardı. Bazılarını umum olarak duyduk. bazılarının ise
sır şeklinde muhafaza ediliyor zannediyoruz. Bu sırlardan biri de olsa olsa
“Türk” kelimesinin devlet yapısından ihraç edilmesidir.
Niçin?
Avrupa, tarihi ve düşüncesi itibarıyla kültüründe daha önce nefret
duyduğu, nefretini bir türlü gidemediği, bu devlete nasıl
barışık olabilir. Onu nasıl sindirebilir.
Avrupa Birliği’nin, “Hristiyan Birliği” olduğunu hepimiz biliriz. İçlerine
Türk gelirse eski kabus günlerini nasıl unutabilecek?
Zor bir meseledir.
Bu nedenle Türkiye’nin Türklükten vazgeçmesini sağlamalı ve bu şekilde açık
saha oyuncusu yapmalıdır. Bazıları zannediyor ki Türk kelimesi
Türkiye devleti içerisinde bulunan azınlıkların istekleridir. Onlarda
isteklerimiz kabul ediliyor vehmine kapılıyorlar. Bu duruma bu
yönden bakanlar aldanıyor demek lazımdır .
Türk kelimesini kaldırmak yapılan en büyük yanlıştır. Ne
yaparsak yapalım Avrupalı Türk kelimesine karşı her zaman teyakkuzda olmuş,
sevmediği gibi ayrıca nefret etmiştir.
Öyleyse sorun nerede?
Sorun Türk kelimesinin karşılığının bizdeki gibi Avrupa’da da aynı şeyi mi
karşılıyor olduğuna bakmak gerekir. Durum ise çok
farklıdır.
“Türk” kelimesi Avrupa’da eşittir “İslâm” demektir. “Arap” millet ve ferd
olarak Avrupa’da İslâm’ı temsil edememiştir. (Endülüs Devleti dahi izini
istenilen manada Avrupa’da bırakamadı.) Yani İslâm’ın temsilcisi
olmak başarısı yalnızca “Türkler”e verilmiş bir luffu ilâhidir. Bugünde hala bu
mevzun geçerlidir.
Prof. Dr. Hüseyin YAŞAR Beyefendi eserinde Avrupa kültüründe Kur’ân-ı Kerim
yargısı için şu notu düşmesi Türk kelimesinin haiz olduğunu önemin
göstergesidir.
Almancaya Kur'ân'ın ilk çevirisi Salomon Schweigger tarafından
yapıldı. "Muhammed'in Kur'ân'ı, bu Türk Kur'ân'dır" 1 anlamına
gelen tercüme Nürnberg'de 17. yüzyılın başlarında basılmıştır. Kadınlar
kilisesi vaizi olan Schweigger, Avusturya'nın Habsburg hanedanı yönetiminde
İstanbul'a atanan ilk büyükelçilik kafilesine görevli vaiz olarak katılmış,
İstanbul'da üç yıl ikamet etmiştir. Bu esnada İtalyanca bir tercümeye muttali
olan Schweiggerki bu çeviri ilk Latince Kur'ân çevirisinden İtalyancaya adapte
edilmişti, sonra onu Almancaya çevirmiştir. 2 İlk
Almanca çevrinin farklı versiyonu da Johann Andreas Endter - Wolfgang Endter3 kardeşler
tarafından piyasaya sürülmüştür. 17. yüzyılın önemli Kur'ân çevirilerinden
biri de Fransız Andre Du Ryer'in 4 tercümesidir. 5(sh.26)
18. asrın son çeyreğinde piyasaya çıkan Almanca çeviri M. David
Friedrich-Megerlin'e aittir. "Türk Kutsal Kitabı veya Türk Kur'ân'ı" 6 adındaki
bu eserin çevirmeni Stuttgart doğumlu doğu bilimci Megerlin, yirmi yıl
îlâhiyat eğitimi görmüş, doğu dillerini öğrenmiş, 1152/1739'da doktorasını verdikten
sonra, önce Baden-Würtemberg'te, sonra da Maul bronn'da profesör olarak çalıştıktan
sonra bu görevini Frankfurt/am Main'da devam ettirmiş, 1192/1778'de aynı
şehirde ölmüştür. 7 Almanca orijinal Kur'ân metninden ilk
çeviri olan bu çalışmanın amacı Türkleri Avrupa'dan, Balkanlardan kovmaktır.8 (sh:29)
Dipnotlar
[1] Alcoranus Malıometicus, Das İst der Türken
Alcoran, Nürnberg, 1616.
2 Hüseyin Yaşar, Avrupa
ve Kur'ân, 170-173.
3 al-Koranum Mohamedanum, Nürnberg,
1659.
4 l’Alcoran de Mahomet, Paris, 1647.
5 Hüseyin Yaşar, Avrupa
ve Kur'ân, 297-298.
6 Die türkische Bibel oder des Korans, Frankfurt
a/M, 1772.
7 Enay, 116; Pfannmülle,
122.
8 Hüseyin Yaşar, Avrupa
ve Kur'ân, 183-188.
Kaynak: Prof. Dr. HÜSEYİN YAŞAR, Hıristiyan Dünyasında Kur'ân Karşıtı
Söylemin Tarihsel Kökleri, İz.Yay., 2010, İstanbul
Avrupalı her zaman Türk’ten korkmuştur ve hala korkar. Çünkü
onların genlerinde yüzyılların yeleştirdiği kültürel korku çıkacak gibi
değildir. Onlar Darwin’e inanırlar. Evrimin korkusunu yenmek çok ta
kolay değildir. Onlar bu konuda hastadırlar.
Bu baskıyı hisseden bir garip düşünce yapısı Avrupalıyı memnun edebilmek
için nerde bir “Türk” kelimesi varsa kaldırmak istiyor. Ancak
yapılan yanlışların faturası ağır olabileceğini unutmamak gerekir.
Peki ne oluyor?
Olan bir şey yok. Aslında olan insanların aldatılması belli bir müddet
oyalanmasıdır. Kısa bir zaman önce haberlerde cumhuriyet
nişanından T.C. ve Gazi Mustafa Kemal
Atatürk’ün kaldırılmasıdır. Bunun devamında gelecek
olan belki devletin adının değiştirilmesi olabilir. O
zamanda “Anadolu” diyerek devletin adını mı değiştirecekler………….
Türkiye Cumhuriyeti adından vazgeçilmesi demek ileride devlet sisteminde
İslâm dininden ileride vazgeçileceğinin de işareti olabilir.
Tekrar edecek olursak Laik bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti, Avrupa’yı niçin
bu kadar rahatsız ediyor? Çünkü Avrupa’nın geninde Türk’e karşı duyduğu Bin
yıllık bir dehşetin indirdiği korkuyu korkuyu yenemeyişidir. Günümüzde
milletlerin bireyselleşmesi ve bağımsızlaşması sorunları ve projeleri
bitmiştir. Milletlerin asıl sorunu refah seviyesini yüksek seviye
çıkarmaktır. Refah seviyesi düşük düzeyde kalan devletler bu komplo
uygulamalar ile kendilerini meşgul ederek zaman kaybediyorlar. Sonuç olarak
geçmişini unutanın geleceğini yoktur. Aşağıda konuya ışık tutacak alıntıları
veriyorum.
MAİDE’DE OTURANLAR DEĞİŞECEK Mİ?
Allah Teâlâ dinini muhafaza eder. Kuluna muhtaç değildir. Bu hususta
zatındaki samedâniyetinden neşet eden mekrin cilvesiyle aldananlar, kendilerine
çıkarttıkları vazife-i vehmiye, sukuta uğrayınca, niye böyle oldu diye pişman
olsalar da, iş işten geçmiş olur. Kullar kendilerini gurur, kibir gibi habis
sıfatlara büründürdüğünde, onları değiştirmek Allah Teâlâ için çok
kolaydır. İrade-i külliyenin emrine mutî olmaktan başka çaresi
olmayan kulun, varlığının vazgeçilmez olduğu zannına düştüğünde, onun
yerine daha hayırlısını getirmek Allah Teâlâ’nın kaderî muradıdır. Çünkü Allah
Teâlâ sameddir. Allah Teâlâ kaderinde acele etmez. Bu hikmeti anlamayanlar
sahib-i ruhsat olduklarını sanırlar. Bilmezler ki, Allah Teâlâ, “
O küfre sapanlar, kendilerine tanıdığımız süreyi sakın kendileri için hayırlı
sanmasınlar, biz onlara, ancak günahları daha da artsın, diye süre vermekteyiz.
Onlar için aşağılatıcı bir azab vardır.” [Kur’ân-ı Kerim, Âl’i
İmran-178] diye elim kazaya uğratır .
54. Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği
ve kendisini seven müminlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı
onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler
ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına
aldırmazlar). Bu, Allah’ın, dilediğine verdiği lütfudur. Allah’ın lütfu ve ilmi
geniştir.
55. Sizin dostunuz (veliniz) ancak Allah’tır, Resulüdür, iman edenlerdir;
onlar ki Allah’ın emirlerine boyun eğerek namazı kılar, zekâtı verirler.
56. Kim Allah’ı, Resûlünü ve iman edenleri dost edinirse (bilsin ki) üstün
gelecek olanlar şüphesiz Allah’ın tarafını tutanlardır.[Kur’ân-ı Kerim-Mâide
Süresi -54-56]
Şeyhülislâm ibn-i Kemâl kaddese’llâhü
sırrahu’l azîz buyurdu ki;
Şeriat kim, saray-ı Kibriya’dır
Hakikât mülküdür, muhkem binadır
Anın bir taşını her kim koparırsa
Yoluna başını koymak revâdır.
Bu hikmet anlayana kolay gelse de, kudretliyim zannedenlerin inkâr
ettikleri bir husustur.
“Allah insanlara zerre kadar zulmetmez, haksızlık etmez. Fakat
insanlar birbirlerine zulmediyorlar, kendilerine yazık ediyorlar. “[Kur’ân-ı Kerim, Yunus, 44]
Naklolunur ki: Abdülkadir Geylânî
kaddesellâhü sırrahu’l azîz kendi gibi büyük bir velî ile birlikte
başlarını göğe kaldırdılar, semâ’ya yaklaşıp tekrar yere indirdiler ve
başlarını peş tahtasının altına sakladılar.
Peş tahtası: Gölge oyununda, gerginin arkasında, çerçeveye iplerle
tutturulmuş raf. Buraya gergiyi ve tasvirleri aydınlatan mum, çıra ya da ışıtaç
konulur. Buna destgah da denir.
Bir derviş bu hali gördü ve sebebini sordu. Dediler ki;
“Zamanın kutublarından biri ahirete irtihal eyledi ve tâcını semâ’ya
astılar. Olabilir ki başımıza giydirirler kuruntusuyla başlarımızı kaldırdık ve
gördük ki, o tâcı Frenk diyandaki’da bir kâfirin başına giydirdiler ve onun
şapkasını astılar.”
Meleklerin birbirlerine, “Bu tâc mukarreblerden (büyük derecelere ulaşmış)
birinin başına giydirilecektir”, duyunca bizim (meleklerin) başımıza
giydirilmesinden korkup, Allah Teâlâ’ya sığınıp yeryüzüne inip, başımızı
sakladık.” demişler.
Yine kitablarda zikrolunur ki, Hz. Mevlâna kaddesellâhü sırrahu’l azîz,
kibir olur diye mum yakmayıp bezir yakarmış. İblis ve benzerleri,
kibir, kendini beğenme, gurur ve başkasının iyiliğini istememekle dergâhı
İlahîden kovulmaya ve lânete lâyık oldular.
(Kaynak:Bor’lu Mer’aşî-zâde AHMED KUDDÛSÎ
Pendnâme-Nasihatnâme-İcâzetnâme-Vasiyetnâme-Mektuplar, Tarihsiz, İstanbul,
sh:43) İhramcızâde İsmail Hakkı
SALTANAT KAYIĞIMIZ: HAYAL ÂLEMİ
İnsan ruh, akıl ve nefsin üçlemi arasında hayatını idâme ederken beslendiği
kaynaklardan biri “hayal âlemi” dir.
Hayaller, ulaşılmayan yücelere çıkar, girilemez denilen her
noktaya nüfuz eder. Hayaller insanın bir kurtarıcısıdır. Hayatın/ecelin en
yakın arkadaşı hayallerden başka ne olabilir ki?
Hayal, vasfında zarar verici bir özellik taşımaz. Ancak nefis tarafından
gelirse üzüntüye akıl tarafından gelirse iktidara, ruh tarafından gelirse
sevince sebep olabilmektedir.
Nefsin hayalleri umumiyetle çoğalmanın cinselliğin/yaratıcılığın kucağında
olurken, ruhun bu türlü bir iştiyakı yoktur. Ruh, ana kaynağa yakınlığı yani
ilâhî yönü ağır bastığından bir yaratıcı ve ilâh olma düşüncesinden uzaktır.
Akıl ise beden devletinin lideri olmak gayretiyle daha sakin ve usturuplu bir
çizgide hareket eder. En salim yurt hayali akıldadır. Aklın korkulardan ve ayak
kaymalarından emin olması budur.
Hayal âleminin kurtarıcısı olması, dara düşmüş olmanın umutlarını taşır.
İnsan bu şekilde noksanını ikmâl eder.
Hayaller varlık bedenin çocukluk, gençlik ve ihtiyarlığında farklılık
göstermesi, kazanılan/tecrübe edilen terbiyenin varlığı iledir. Genel mürebbi
olarak varlığı korumayı ele almış olan akıl nefse doğru yolları tarif edecek,
selâmet yurduna ulaşırken, ruhun yıpranmasına engel olmaya
çalışacaktır. Ancak insanın en büyük sorunu olan varlık ve uzantısı olan
yaratıcıya özenme duygusu onu cinsellik vadisinde çok yer gezmesine sebep
olur. Bu nedenle korkunç ve zahmetli olan karanlık vadilerin ışığı olacak
ruhânî enerjisini, buralarda çok zaman kaybeder. Bulduğu izlerin doğruluğu ve
eğriliğini tam kestiremeden birçok denemelere başvurur.
Allah, göklerin ve yerin nûrudur. O'nun nûrunun temsili, içinde lamba
bulunan bir kandillik gibidir. O lamba kristal bir fanus içindedir; o fanus da
sanki inciye benzer bir yıldız gibidir ki, doğuya da, batıya da nisbet
edilemeyen mübarek bir ağaçtan, yani zeytinden (çıkan yağdan) tutuşturulur.
Onun yağı, neredeyse, kendisine ateş değmese dahi ışık verir. (Bu,) nûr üstüne
nûrdur. Allah dilediği kimseyi nûruna eriştirir. Allah insanlara (işte böyle)
temsiller getirir. Allah her şeyi bilir. (Nur, 35.)
İnsanın doğuştan kabiliyet olarak getirdiği üreme duygusunun arayışı karşı
cinsine olan tutkunluğunu engelleyemez ve dolayısıyla şehveti hakiki aşka
dönüşen bir hal alır. Bu aşkı bazen yerilmesine bazen yüceliğe benzer. Ne var
ki, her iki halinde de ruhuna elem çektirir. Vuslat ve ayrılık demlerinde
coşkulu olarak hissettiği her hazzın bir hayal olduğunu anlar. Vazgeçer. Çünkü
vazgeçmek mecburiyeti vardır. Kiminde bulduğu/duyduğu günah bilgisinin verdiği
sıkıntı, bazende bedenin kara kılamadığı geçici olan zevki. Her hâlükârda bir
ayrılık.
Ayrılık, yaman ayrılık, hayal âlemini idam sehpasında kılıcıyla acımasızca
keser bırakır.
Yaratılmış olmanın gerçeğinde bulunan iyi ve kötü/sevap ve günah ikilemi,
her insan için ayrı bir yüzle tecelli ederken, ölüm koçunun tosladığı an,
gerçek âlem diye bahsedilen yurda gideceğini bilse de, fâni dediği dünyayı
terkte çektiği acıyı ruhunun derinlerinde hissedecektir. Gerçek ve
en yüce hayali olan yaratma duyusu olan cinselliğini, her şeyini kaybedecektir.
İlâhî metinlerin bahsettiği cennet ve cehennem yurdu olması onu
üzmesinden/sevindirmesinden çok, mahluk olduğunu anlayacaktır. Bilecek ki ben
bir ilâh değilmişim. Sonsuz bir yurtta kalacağımı anladım, fakat hayal kayığım
olmayacak. Mutlu/mutsuz olacağım. Dönüşü olmayan yolda bir menzilde
kalacağım. Üzüntü ve keder çizgimde bir değişiklik olmayacak. O zaman neyin
iştiyakını çekeceğim.
Bu düşünce ile sonsuz güce karşı içinde bir çekim hissedecek, varlığından
soyularak ilâhi varlığa yönelecektir. ilâhının veçhine nazır olmadıkça bu
iştiyak son bulmayacaktır. Cennette Cehennemde kendi tanrısı ile yüzleşmesi
olacaktır. Yüz gösteren ayinenin farkındalığında ilâhı ile bir olduğunu
bilecektir.
Bu âlemde insanın dünyaya duyduğu özlem gider diyorlar. Özlem gider mi? Bulduğunu
dünyada iken buldu, kaybettiğini dünyada iken kaybetti. Dünyası sonsuz aşkı,
yüce bir hatırası olarak kalacaktır.
Ey sevgili dünya sen yerilirken dahi çok güzelsin. Aşklarınla,
kederlerinle, sürurunla ve her şeyinle en güzel yurtsun. Eğer sen olmasaydın
hangi isteğimizle ilâhi yurdun kapılarını bize açarlardı ki? Hayal âlemi
seninle vücut bulmaktadır.
Dünya hayatı ne kadar dalgalı ve canavarlar ile dolu olsa da insan ebediyet
yurduna olan yolculuğunun sonu ve başlangıcı buradadır. Karşılaşacağı her ne
şey olursa olsun dünya yolculuğundan vazgeçmez. Menzilinin cennet ve cehennem
olması düşüncesini çok önemsemez. Çünkü iki yolun kılavuzluğundadır;
doğruluğunu, ebedî yurduna varınca anlayacağından, insanın çok şanslı olduğunu
düşünmemek gerekir. Burada cân ve cânanın cilvesi vardır. Ki, söz
kendini yitirir.
Şeytanın adımlarını takip etmeyin. Kim şeytanın adımlarını takip ederse,
muhakkak ki o, edepsizliği (yüzkızartıcı suçları) ve kötülüğü emreder. Eğer
üstünüzde Allah'ın lütuf ve merhameti olmasaydı, içinizden hiçbir kimse asla
temize çıkamazdı. Fakat Allah dilediğini arındırır. Allah işitir ve
bilir. (Nur, 21)
YÖNETİMDE ERKEK VE KADIN NE DEMEKTİR?
Devlet ve millet menfaatlerinde erkeklerimiz duyarsız mı oldular?
Kadınlarla yönetilmemizin zamanı mı geldi?
Türk Milleti kendi içinde huzursuz olduğundan bir annenin şefkatine mi
ihtiyaç duyuyor?.
Unutmayalım ki, Türk milleti içinde bir erkekten daha erkek ve
cesur kadınlarımız vardır. Günümüzde nice insanımızın kimlik
karmaşası içinde cinsiyet sorgulamasına düştüğünü görmekteyiz. Erkeklerimiz
erkek gibi davranmıyor. Bu nedenle sağlam karakter gösteremeyenleri
tercih etmek yerine kadınlarımız üzerinde yoğunlaşmamız gerekiyor. Yani,
seçimlerimizde kadınlarımızı öne çıkarma zamanının geldiğini
söyleyebilirim. Bir yöneticinin kadın veya erkek olması meselesinden
duruma bakılırsa, meclisi olan ve kararlarına saygılı olan biri için cinsiyet
sorun teşkil etmez. Sonuçta Türk Milletinin şefkat edenleri
beklemesi bir haktır, diyoruz.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz buyurdu ki; “Merhamet
edin ki, merhamet olunasınız.”
“Kırklar kaç erdir? Diye zâtın birine sormuşlar.
“Kırk nüfustur”, demiş.
“Niçin er demediniz de nüfus dediniz?” Diye tekrar sorunca:
“İçlerinde kadın da vardır da onun için...” Buyurmuş. (Ken’an Rifâî,
Sohbetler . s. 340)
Tezkire-i Evliya adlı kitapta, Feridüddin Attar kuddise sırruhu’l aziz
buyurur ki;
“Hususi bir mahremiyet perdesi altında saklı ve ihlâs örtüsü ile gizli
olan, aşk ve iştiyakla tutuşan, yakîn ve yanık olmaya vurulan, Meryem-i Safiye
aleyhisselâma nâib bulunan, erenler nezdinde kabul gören Râbiatu’l-Adeviye
radiyallâhü anha’dır. (h.y.t. 185)
Biri çıkıp onu; “Niçin erkekler safında zikr ettin,” diye sorarsa bana,
derim ki; Hâce’-i Enbiya Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem “Allah Teâlâ
sizin suretinize bakmaz...” buyurmuşlardır.
Şimdi amel, surete göre olmayıp iyi niyete göredir. Şayet dinimizin üçte
birini Aişe-i Sıddîka radiyallâhü anhadan almak caiz ise, aynı şekilde onun
cariyelerinden, (yâni halefleri olan veliye hanımlardan) dinimizi öğrenmek (ve
feyz) almak da caizdir.
Bir kadın, Allah Tealâ’nın yolunda er olursa, artık ona kadın denilmez. Nitekim Abbase-i Tusî: “Yarın Arasat
meydanında, “Ey erler!” diye nida edildiği vakit, rical (erkekler) safına ilk
önce ayağını basacak olan Hz. Meryem’dir,” demiştir.
Bir şahıs (Râbiatu’l-Adeviye radiyallâhü anha) ki, o mecliste hazır
olmayınca Hasan Basri radiyallâhü anh konuşmazdı. Öyle bir şahsın mutlaka erkekler
safında yâd edilmesi lazım gelir. Belki hakikat açısından bakılınca, görülür
ki, bu zümrenin bulunduğu makamda herkes tevhidde yok, (İlahî Vahdette fâni)
olmuştur. Şu halde tevhidde: “Ben” ve “sen” namına
bir şey kalmamış, olduğundan : “Erkek” ve “kadın” ayrımından
söz edilemez.
Nitekim Ebu Ali Fârmedî (h.y.t. 477) nübüvvet, izzet ve şerefin
ta kendisidir, “orada büyüklükten-küçüklükten söz edilemez,” demiştir.
İmdi velayet de aynen öyledir, bahis konusu olan Râbiatu’l-Adeviye radiyallâhü
anha olursa. Zira muamele ve marifet itibarı ile çağında onun bir eşi daha
yoktu. O zamandaki büyükler ne ise; muteber olup çağdaşlarına karşı sözü kat’î
bir hüccet idi.” (Tezkiretü’l-Evliya, s. 111–112)
Ahmed Âmiş kuddise sırruhu’l-azîz Hazretleri buyurdu ki;
“Kadınlara dikkat ediyor musun? Onların içinde erkekleri
vardır. Onlara iyi dikkat et.”
Kaynak: ALTUNTAŞ, İ. H. (2007). Gavs-ül Âzam İhramcızâde İsmail Hakkı
Toprak Sivasî Nakşi Haki Tarikati İlm-i Ledün Sırları. İstanbul: Gözde Matbaa.
İhramcızâde İsmail Hakkı
YAZIN GERÇEKLERİNDEN GELECEĞE UZANMAK
“Bizim köprüye girme, ucu hep aynı yere varıyor.”
Çok okuyan birimisiniz?
Okuduğunuzu neden ekseri olarak anlayamıyorsunuz?
Nedir diye sordunuz mu?
Ne olabilir?
Yazınlar gariplik çağına girdi. Ya fikri, ya da zikri.
Tek kelimede bir cümledir ama gruplaşınca kelâm oluyorlar. Ancak
harften cümleler vardır. Bir kısmı kutsal kitaplara yerleştirilmiştir. Kaf’ın
ömrüne 91 sene Tı ya da sen bul der gibi. Bunlar cifre gire. Asıl bahsettiğimiz
harfler ilmini bilmek için, eskilerin dediği gibi bebek olmak lazım. Bebekler
her bir harften bile mana çıkarırlar. Çünkü onların ruhlar âlemindeki alakaları
bir dönem daha devam etmektedir. E… e…. Demenin manasını
bebeklere sormak gerekir. Eski Süryanice’ye meleklerin kelamıdır denildiğini
biliriz. Bugün bu gerçek melek dili Süryanilerde bilemez; bu da işin başka
tarafı.
Konuya dönecek olursak kafası kolu kırık birçok cümle var.
Bizimkilerde ondan aşağı değildir. Hangi sakat kelam ebedi kalabilir ki;
Zamanımızda bir metin gördüğünüz zaman hemen ilham mı alıyorlar zannettiniz.
Hayır. İlham çağı geçti. İlham sessizlikte ve yükseklerde doğar. Rezidanslarda
değil. Şehrin modern hapishanelerinde ne yaşanır pek bilemiyoruz.
Hadi oradan diyelim ama onu da diyemiyoruz. Bir çığlık furyası aldı
gidiyor. Mekân sessiz çığlıklar doldu.. Aman Ya Rabbi!! Yapacağım bir şey
kalmadı bu dünyada bir de sapık mı olsam diyenler var.
İşte; her gün yeni bir narsist kurmacası bir fenomenle karşılaşmak olağan
olunca basitlik kavramına uyan bir umde nasıl bulunur demek gerekiyor. Her şeyin
bir kılıfı, o da olmasa illüzyonu var. İçine biri koy kapat. Nasıl olsa dışı
bizi ilgilendirir. İçindeki Schrödinger'in Kedisi .
Bütün düşünceleriniz maddeseldir. Ancak biz hep arkaplandan sakalın ne
kadar uzun ve kısa olacağını düşünüyoruz. Kullar ilişkisini bir tarafa
bırakacak olursak, Allah Teâlâ ile pazarlıktayız. Öyle ki yazındakilerin mana
taşımaması daha önemli, eğer bir mana taşırsa bitmişsin demektir. Modern
resimde soyut mu, somut mu derken yazında da ne dediğim anlaşılmaz olamalı.
Yoksa bitirirler mi diyoruz.
http://neselibeyin.com/wp-content/uploads/2009/12/sistine-sapeli-resimleri1.jpg
Basitlik, gerçek basitlik her zaman zordur. İşçinin köylünün anlayacağı
seviyede, mektepli, okumuş sözünü söylemek artık zor. İnsanlar,
bilirlerse, beni anlarlar veya aşarlar. Bu nedenle berrak yoldan uzak durmalı.
Birilerine bir yazını göster, güzel olmuş der, üstüne bir paket tütün kokusu
salar, o kadar. Sonra, niye birkaç söz söyleyemezler ki. Çünkü okumazlar,
okutmazlar…
Hayat zordur, deriz. Onu ifade etmekte mi zordur? Bilemiyorum. Cem Karaca
gibi tutturduk bir yol, gidiyoruz kıyamete. Kimin kıyametine orası meçhul.
Kendimizin ötekileri var mı, yok mu?
Her neyse hepsi bir yerde muallakta;
Bu kadar sözden sonra sonuç Allah Teâlâ’ya şükretme makamına geldi. Eğer
Allah Teâlâ bizi biraz kayırmış, derin bulanık ırmakları boy boy geçmek için
her an Deli Dumrul’a haraç vermek zorunda kalacaktık.
Herşey arıyor. Bizde arıyoruz. En güzeli yine Yunus’un dizelerinde
bulduğumuzda kaldı. “Bir siz dahi sizde bulun. Benim bende bulduğumu?”
Mülkünün oyuncakları arasında kuvvetini yitirmeden durabilmek, hükmetmek,
sevebilmek, sevilebilmek. Doğru söze ne hacet yorulduk kaldık, bir sonuçta yok
gibi.
Ey ölüm seni biz Allah Teâlâ’dan bekleriz. Ancak maddeci kafa, derin
kuyularına su yerine taş doldurduklarından onlar son çarelerini ölüm
mastürbasyonu yaparak buluyorlar.
Düşünün her görüngü bir yalana ittiba etmiş. Kimlikler yok, duygular
ensest. Uzlaşmasız klonlar gibi. Herkesin bir tavsiyesi var, Al Capone gibi
günah işle, akşam tanrıya sırıtarak tövbe et.
Ya da Siyaset uzmanı Niccolò Machiavelli den aldığın tiyoları egona uydur,
için kurt dışın kuzu olsun; yemeğin dostlar ile dahi olsa, hesabın kanlı pazar
olsun.
Oh be, ne güzel hayat.
Kıyamet mi geldi. Yoksa her zaman dünya böyle mi idi?
Evet dünya hep böyle idi ve böyle kalacak. Neden sırtımıza az vebal yükü
vurmak gerektiğini düşünmüyoruz? Yoksa yükümüzü sırtımıza biz mi vurmuyoruz? Ah
vuranları da bir görebilsek;
Eskiden vatan sevgisinden bahsederlerdi. Şimdi vatan mı kaldı. Ülkeler mi
kaldı. Kafasını kaldıran fikrinin/gücünün yetiştiği yere uzanıyor. Hangi
vatanın sevgini işleyeceğiz ki. Ruhların vatanı mı yoksa dünyayı mı? Anlaşılan
gerçek vatan yaşadığımız değilmiş. Ruhlarınkine Lamekân diyorlar,
haber verenlerde tam bir şey anlatamıyorlar. Yeni yeteme kalemşörlerde, görmüş
gibi birşeyler aktarıyorlar. Uyduruğun da dâhisi olmak gerek, onu da
beceremiyorlar.
Sözün özü yazınlar uydurma olunca hayat bayatlamış kokmuş bir hal aldı.
Eğer duygunuz da sadece dünya varsa sözüm size değil. Ya da öteki dünyadan,
ister cennet ister cehennem olsun büyük parseller almak umuduyla doluysanız
yine sözüm size değil. Ben varlık çölünde garib olarak ruhunu teslim edenlere
söylüyorum. Onlar hem yalnız hem de yalnız değiller. Onlara selam olsun. Onları
takip eden yeni nesiller gelecektir. Biz göremezsek te çocuklarımız
görecektir. Zamanı önceden yaşamak, yazında önce gelebilir.
Bakın söz nereden nereye geldi, biraz daha devam edebilsek nereye varacak.
Tezlerin her zaman anti tezi sonra sentezi olabilir. Her sentez de tekrar
döngüsüne varıp, tekrar tez olabilir. Ancak bizim son sözümüz yine Allah
Teâlâ ve Rasûlüllâh sallallâhü aleyhi ve sellem dir. Başka teati-i
efkârımız da olmaz. İnananda tez/mez kalmaz ki, sentez bulunsun.
İhramcızâde İsmail Hakkı
PSİKO-ANALİTİK ALDATMANIN BİR
ÇEŞİDİ “YÜZÜK/KÜPE SEMBOLÜ”
Günümüzde insanların manevî kabiliyetleri azaldığından kişiliklerindeki
özelliklerini pozitivist [ teoloji ve metafizik içermeyen, sadece fiziksel veya
maddi dünyanın gerçeklerine dayanan bilim anlayışı] ile
karşıya/ötekiye duyurabilmenin amacını gütmeleri nedeniyle, fizikî
eylemler/sembollere ihtiyaç duymaktadırlar.
Dikkat edilirse son dönem firma isimlerinde “ X ” harfli kelime
gruplarının kullanımında aşırı bir artış olmuştur.
“ X ” harfinin yazılımı logolarda haç işaretini andıran
haliyle sanki Hristiyanlığın propagandasının yapılması gibi..
Yüzükler, küpeler hakkında milletler/cemaatler/ dini inançlar da bir
sınırlama altında tutulurken, şimdi kaosvâri bir etki altında
kalmaktadır. Konu hakkındaki gerçek kültür ve bilginin içeriği o
şekilde deforme ki, neyin ne olduğu hakkında birçok yorum yapılması gerekiyor.
Mesela, günümüzde insanlar tarihi dizilerde kullanılan karakterlerin üzerindeki
kostümleri sanki o dönemde, gerçekten de o şekilde kullanıldığını zannediyor.
Aslında aldatılıyoruz. Geçenlerde “Nuh” filmini seyretmiştim. Filme konu olan o
zamana göre bu kadar saçma bir uyarlama olamaz demişimdir. Sonuçta
film bir kurgu.
Eğer kültürümüzün yozlaştığını daha iyi anlamak istiyorsanız, yani küpe ve
yüzük takmaların ne manaya geldiğini anlamak isterseniz, ihtiyar annelerinize
sorun. Onlar size saf halleriyle her şeyin doğrusunu söyleyeceklerdir. Ben bu
sene tatilde kayınvalideye sormuştum. Başparmağa eskiden kimler yüzük takardı?
O da Ermeniler takardı demişti. Şimdilerde ise Müslümanlar takıyor.
Kulağa küpe takmak kadın için tarihi geçmişi var olan bir olgudur. Fakat
son yirmi yıldır erkeklerde kulaklarına küpe takmanın zevkine varıyorlar. Ona
da erkek timsali olan Yavuz’u örnek gösteriyorlar. [Piyasada yavuz diye bilinen
Şah İsmail fotoğrafı olması da işin başka tarafı.] Yazarken hatırladım, eskiden
evlerin duvar süslemelerinde kullanılan duvar halılarında
Yezidiler/Ezdilerin sembolü tavus kuşu çok olurdu. Şimdilerde
ise unutuldu. [Yakın zamanda bir kanalda bir dizide tekrar kullanılmaya
başlandı.] Konuya dönelim; bu takmanın nedeni erkeklerin kadınlara karşı kimlik
sorunu yaşadıklarının ispatından başka ne olabilir ki? Kadın için
süslenmek ona üstünlük getirirken, erkek için bir zafiyettir. Erkeğin
güzelleşmeye ihtiyacı olduğunu hissetmeye başladığı zaman kendini sorgulamaya
başlamasının gerektiğini vurgulayabiliriz.
“Ben varım” çağında insanlar yalnızlıklarını gidermek için pasif iletişimin
unsurlarını kullanırken yüzükler için birçok manalar olduğunu
görebilirsiniz.
Baş Parmak :
*Boşum ama kimseyle işim olmaz.
*Kölelik, Lezbiyenlik, Sekste sınır tanımam.
*Ben ateistim veya bu konuda hoşgörülüyüm.
*Ben homophile [eşcinsel] veya lezbiyenim. Ya sen; veya bu konuda açık
olabilirim. [Bunun nedeni de homophile ve lezbiyenler nişanlandığında veya
evlendiğinde yüzüklerin baş parmağa takıyor olması.]
*Başıma buyruk biriyim. [Baş parmağa takılan yüzük, yunan mitolojisinde
Poseidon u temsil eder. Poseidon, Zeus'un kardeşidir. Olympos dağında yaşayan
başına buyruk, kuralları takmayan Denizler tanrısıdır.
Rivayete göre bu parmağa yüzük takanlar, başkalarının trendlerine uymayan,
kendi doğrularıyla yaşayan başına buyruk insanlardır.]
* Erkekte, “Ben kadın düşkünüyüm.” [ "Başparmak, asında erkekliğin, 4
parmak da kadınlığı simgeler" Diğer 4 parmak ise 4 kadını temsil eder
"Ben tutmaya yararım, tutucuyum açlıktan hoşlanmam demeye getirir"
Başparmak, her parmağın ucuna dokunabilir. Yani onları öper
"çapkınım" demek ister.]
İşaret Parmağı/ Şehadet parmağı
*Bir bayan işaret parmağına yüzük takıyorsa her türlü ilişkiye açığım demek
istiyor.
Fanatiğim.
Orta Parmak :
Doluyum ama arayıştayım
Yüzük Parmağı :
Takmak Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin sünnetidir.
Sağ Nişanlı Sol Evli anlamına geliyor.
Serçe Parmağı :
Kararsızım/depresif takılıyorum. Sana yaramam, benden uzak dur.
Sonuç olarak yüzüklerinizle/küpelerinizle karşımızdakine mesaj vermek
yerine kendi varlığımızı bir şekilde karizmatik kılarak etrafımızdakilere daha
büyük etki yapabilirsiniz.
Şöyle ki insanlar bildiği ve özüne vakıf olduğu unsurları bırakmada aceleci
davranırlar. Bir yere konduramadığı veya tanımakta taaccübe uğradığı zaman
kendini o varlıktan uzaklaştırmadığı gibi “belki” leriyle daha çok
istenilen/çekici olurlar. Allah Teâlâ’nın varlığını gizli tutmasının en önemli
sebeplerinden biride budur.
Her zaman açık olmak iyidir, denilir. Ancak kişiliğinizin çözümlemesinde
karşınızdakine ima edecek her türlü unsurdan uzak durmak, susmak gibi hepimiz
için daha faydalıdır. Bu konuda ince düşünüş kadınlar için bu daha önemlidir.
Allah Teâlâ’nın kadınların tesettür konusunda hassas davranmasını da
bir nebze açıklamış oluyoruz.
Kendinizi elinizle ifşa etmeyin.
Allah Teâlâ ifşa edenleri pek sevmez. İsterse bu ifşa sevap konusunda
olsun.
İhramcızâde İsmail Hakkı
[1] 81 - Tekvîr Sûresi 15-)
Fela uksimu Bilhunnesi; (İse) kasem ederim (B sırrınca)
el-Hünnes’e (geri kalıp (dönüp) pusup kaybolanlara; gezegenlere?),
Not: Hz.Ali kerremallâhü veche “el-Hünnes”i şöyle tefsir
eder: “Bunlar gündüzün sinen-görünmeyen, geceleyin zahir olan-çıkan
yıldızlardır (gezegenlerdir)... Battıkları vakit ise gizlendiği için görünmeyen
yıldızlardır (gezegenlerdir)”...
16-) Elcevarilkünnesi;
El-Cevar’e (yörüngelerinde akıp gidenlere, peryodlarını devredenlere), el-Künnes’e (yuvalarına
(burçlarına) girenlere; gezegenlere?),
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar