Print Friendly and PDF

Yazılmışlar 5



 

YÜZYILLIK UNUTULMUŞ DAVANIN TEKRARI “İTTİHÂDI İSLÂM”

Ülkemizin garip insanları fikir adamı mukallitlerinin kucağında ve çok yoruldular. Hangi dala konacağını bırakın ağacını kaybetmiş çöl akbabasına döndüler. Semaya çıktılar, fakat inecek bir ağaç veya su birikintisi bulmakta çok zorlanıyorlar. Bir zamanlar Avrupa Birliği dalgasını göğüsleyip hazmetmeye çalışırken şimdilerde günün modası “İttihâd-ı İslâm Davası” çıktı. Alnı secde görmemiş, ömründe camiden çok kiliseye gitmiş, Kur’ân-ı Kerim’den çok Tevrat ve İncil okumuşların ağzında bu dava pelesenk durumunda.

“İttihâd-ı İslâm Davası” nedir diye sormaya gerek yok. Kimine göre mezhepler birliği, kimine göre Müslüman devletler birliği, Müslüman finans birliği, daha da ileri gidersek mevcut dinlerin mosonik düzlemde diyaloğu….Ancak genel görüş teatisi bir hilafet sistemi içerisinde kontrol altına alınmış İslam devletler birliği düşünülmektedir.

Niçin?

Emperyalist güçler bir zamanlar Osmanlı hâkimiyetinde olan İslam Dünyası’nı parçalamanın ve bu şekilde yok edilme görüşüne bağlı olarak işgal ve yok etme planları parçalandılar. Ancak ihtiyarlar meclisi ve üst komitenin düşündükleri plan yeterli ve olumlu sonuç vermediği için yakın zamanlarda ikinci, üçüncü bilmem kaçıncı plan uygulamaya sokuldu. Bunun yanısıra İslâm Dünyasında mehdiliğe soyunan onlarca liderlerde çıkınca kontrol altına alınamayan kaos içindeki İslâm Dünyası için yeniden yapılanma gerekli olduğu anlaşıldı.

İşte Osmanlının yıkılışında baş gösteren “İttahad-ı İslâmî” hareketler, tekraren Müslümanlar üzerinde uygulamaya sokuldu. Güçlü bir “İslâmî Devletler Birliği” bütün Müslümanların ideâl hedefidir. Ancak bu İttihâd sevdasının organizatörleri “ötekiler” olunca bir hinliğin olduğunu düşünmemek elden gelmiyor. Komünizm sözde öldürüldükten sonra dünya dengesini yitirdiğinden yeni bir karşıt kutbun sistematik olarak etken bir güç haline getirilmesi gerekmekte olunca Müslümanları zıt kutba hapsetmek gerekli oldu. Yüzyıllar önce parçalanma ve asimilasyon gibi hain planların tutmadığı görülünce Müslümanlar üzerinde ne yapmak gerekiyor, düşüncesi hasıl oldu. O da “Dünya Müslümanlarını seküler çizgide tekrar birleştirmek, tekleştirmek” olduğunu anladıklarında emperyalist güçler finans kaynaklarıyla, dönmeyen dönmeleriyle, yardım etme sevdasına düştüler. Peyderpey gizlice yapılan eylemeler açıktan yapılmaya dönüştü. “Arap Baharı” dalgasıyla son viraja girildi. İlk başta diktatörlerini deviren Müslüman devletler hepimizin hoşuna gideceği bir birlik rüzgarı estirdi. Ancak görünen tablonun o kadar şahane olmadığı kısa zamanda açığa çıktı.

Neden Müslümanlar kendi içlerinde bir kaynama noktasında ve değişime uğramak istiyorlar. Neden mi derseniz bunun cevabını Ünlü ateist Richard Dawkins söylüyor.

Elbette, 1930′larda, Katolik Kilisesinin en ölümcül örgüt olduğu söylenebilirdi.  Faşizmle olan çok açık, belirgin ve sefil ittifakı nedeniyle en tehlikeli cemaat oldukları söylenebilirdi.  Ama şu an için papanın en tehlikeli dini otorite olduğunu söyleyemem.

ŞÜPHE YOK Kİ, EN TEHLİKELİ DİN İSLAM.  VE BUNUN DA NEDENİ KISMEN, BAŞINDA BÖYLE TEK BİR OTORİTESİNİN BULUNMAMASI.  BİR FERMAN ÇIKARIP DURMALARI İSTENEMİYOR. ŞÜPHESİZ Kİ ÖYLE.  [1]

Bu sözler iki taşın arasında kalmış buğdayın unlaşıp nasıl fırınlamaya doğru gittiği anlatıyor. Televizyonda bir söyleşi programında birçok zevat-ı kiram hatırlayabildiğim kadar şunları aktarıyorlar,

“2006 yılında İngilizlerle yapılan gizli görüşmemelerde, Türkiye’nin bir halife arkasında toplanma zamanının geldiği, İslam Dünyasının kurtuluşa bu şekilde kavuşacağı için hilafetin tekrar gündeme getirilmesi.”

Bu meyanda bir bilgi insanların tüylerini ürpertecek cinsten bir şey. Sömürü uzmanı İngiltere bu dileği niçin talep etme ihtiyacı duyuyor, diye sormak gerekiyor. Yüzyıl önceki İngilizlerin ajanı olan Derviş Vahdetî’nin temiz Müslümanları kandırarak kurdurduğu İttihâd-ı Muhammedi Cemiyeti [2] ni hatırlamak yerinde olur.

İttihat, cemaatleşmek İslâm’ın emridir. Fakat İslâm dünyası ihtilaflar içindedir. Bu kötümü yoksa iyi midir noktasında düşününce bize göre İslâm Dünyası içlerindeki ihtilafla bir koruma kalkanının himayesine girmiştir demek gerekiyor. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin buyurduğu “Ümmetimin ihtilafında hayır vardır” [3] hadis-i şerifin hikmetlerinin bir cephesi de bu olaylar ile daha bariz olmuştur. Bu nasıl diye sorusuna şu cevab verilebilir. Bu hadise bazıları zayıftır, der kabul etmezler. Bazıları tarafından da kabul edilir. Onlarda buradaki “ihtilaf”ı tarafgirlik anlamında değil de, müspet ihtilaf olarak görmüşlerdir. Yani, İslamî hakikatleri insanlığa bildirmede, tebliğ vazifesinde farklı yollar izlenilmesi, mezhebi farklılıklar olarak görmüşlerdir. Aslında bu hadisi şerif günümüze şu şekilde bakıyor. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, ümmetimin bir zamanı gelecek ki onların ihtilafta olmaları onları muhafaza edecek, koruyacaktır. “Hep birlikte Allah’ın ipine sarılın ve tefrikaya düşmeyin.” (Âl-i İmran, 203) ayetine ters gibi gelen bir düşünce tarzı olarak görünse de bu ümmetin parçalanması kendi elleri ile olmadığından ve “ötekiler”in hain emelleri ile tekrar bağlanmanın ve birleşmenin, ümmeti hain çukura düşmelerine engel olacak bir hareket olacak demektir.

Her zaman unuttuğumuz bir konu olan “İslâm’ın kula ihtiyacının olmadığı, kulun İslâm’a muhtaçlığıdır.” Bu nedenle dünyevi menfaatler üzerine kurulacak birlikteliklerin İslâm’a bir getirisi olmayacağından bu ince çizgide yürürken, ayağı kayanların nihai hedeflerini çok iyi görmek gerekir.  Dost ve düşmanın renginin bulanık olduğu çağlarda meseleleri irdelerken şüpheciliği kapasitesi yüksek olanların zaviyesinde hep açık tutmak gerekir. İslâm hakkında hain bir akım kuvvetli olarak kalamamıştır. Dininin kavi olduğunu bilen Müslümana düşen arkasına düştüğü ekolün, liderin arkaplanını görmekte mahir olmaya çalışmasıdır.

Dünya son yüzyılda insan haklarında belirli bir mesafe kat etti denilebilir. Fakat hükümran olmak ve ideolojik vasıflı emellerininin sevdaları içinde boğulmaları olmasa belki dünya daha güzel olacaktı. Ancak “Tek dünya devleti” projesini hedef alanlar için en büyük engel önceden paramparça ettikleri İslâm dünyasını birleştirmekten başka çarelerinin kalmadığıdır. Bu nedenle günümüzde parlayan Müslümanlar birleşelim, dağınıklıktan kurtulalım, çaremiz yok, türünden haince bir tezgah ürünü piyasaya sürüldüğünü anlamakta zorlanmayacağınızı umarım. Mesela yakın zamanda kaç tane temiz, bulaşık olmayan kişi, bir şekilde kazaya kurban gitmiş. İşine, fikrine pranga vurulmuş binlerce temiz adam kaybolmuş aç kalmış, unutulmuş, düşünebiliyor musunuz? O kadar çok ki, temizsin ya emekli olacaksın, ya da …bilmem ne tehditleri ile kaliteli keyfiyet, kemiyet sahibi insanlar S. Freud tezli sömürü tezgahında elimine olmuşlar.

Müslüman kendi dünyasında dini yaşamayı başardığı zaman, fıtratı gereği diğer insanlar ve mahlûkatta dine otomatikman ona ve dine iltica eder. Bu silsile kelebek çırpınışı gibi büyür gider. Unutmayın ki, Allah Teâlâ’nın bu dini koruyacağı taahhüdü vardır. Birçok kişinin soyunduğu din havariliği karşısında çok ta etkilenmeye gerek olmadığını bilerek, alt kademedeki insanın diğer üst kademedeki insana minnet duymayacağını bilmek gerekir. İnsan bu dünyaya geldi mi sorumluluk almıştır. Kimse yüklenmediği şeyden sorumlu değildir.  Herkes kendi sorumluluk çevresi kadar etkin ve sorumludur. Yoksa bulanık denizlerde fitne rüzgârları karşısında çok dayanaklı kalınmayacağı gibi insanın siyaset gereği hayatını ikame ederken aptalları oynaması da çok gerekli değildir. “Bireysel bütünlüğü” sağlamadan “çevresel bütünlük” hayallerine dalmak ancak İngilizlerle içilen beş çayındaki sonu gülüşmelerle biten fıkra konusu olmaktan başka durum meydana getirmez.

Sonuçta hiç kimse kendisini bir kurtarıcı rolünde görmemeli sadece üstüne düşen maddî ve manevî görevini vicdanın muhasebesi altında Allah Teâlâ’dan korkarak yapmalıdır.

Sizler için Rahmetli Nezih Uzel Beyin “Kanatsız uçan hukukçular” makalesini buraya ekleyeceğim. Okuduğunuzda garip bir hisse kapılacağınızı şimdiden söyleyebilirim.

Bir zamanlar Üsküdar’da sulh ceza hâkimi olan Eleşkirtli Cevdet Akpınar’ın oğlu Duray asker arkadaşımdır. 1967 yazında Edremit’te Yedek Subay eğitim tugayında  beraberdik. Aradan pek çok yıllar geçtiği halde arkadaşlığımız sürdü gitti, ara sıra buluşur yarenlik ederiz. Duray bir gün şunları anlattı:

“1961 yılında bir akşam babam eve geldi. Sert mizaçlı adamdı, az gülerdi, yine yüzü asıktı. Alışkın olduğumuza pek üstelemedik. Babam bir süre sonra önemli bir haber verdi: Yassıada Mahkemelerine üye seçilmişti. O sırada ülkede gerçekleşen 27 Mayıs askerî darbesinden sonra başta devrin ünlü başbakanı rahmetli Adnan Menderes olmak üzeri ülkeyi on yıl süre ile yönetmiş olan siyasi kadro yerinden sökülmüş ve Marmara Denizindeki Yassıada askeri üssünde hapse kapatılmıştı.

Bu kadro mahkeme edilecek, cezası kesilecek mahkûm olanlar layik oldukları cezalara uğrayacaklardı. Ülkede büyük bir değişme olmuş, o günlerin anlayışı ile zalim bir iktidar alaşağı edilmiş, halk kendi askeri aracılığıyla yönetime el koymuş, her şey yeni baştan ele alınmıştı. Bozulan ekonomi düzelecek, tıkanan adliye açılacak, insanlar mutlu bir geleceğe doğru sağlam adımlarla yürüyeceklerdi. Gelecek ümitliydi. Herkes neş’eli, herkes şen ve şakraktı. Acaba babamın yüzü, alışılmıştan öteye neden asıktıHain iktidarı mahkeme edecek hey’ette bulunmak  o günlerde ömrünü devlet ve adalet hizmetine adamış bir yargıç için şereflerin en büyüğüydü.

Ailece sevinç içindeydik. Gururlu ve azametliydik. Ancak babamda hiç hareket yoktu. Ne bir sevinç işareti, ne bir onur göstergesi ne de bir kararlılık alâmeti Hiçbir şey… Ortalık yatıştıktan sonra rahmetli peder ağır ağır söze başladı, dedi ki :

“Bakınız evlatlarım, hanım sen de dinle… ben şimdi bu mahkemeye seçilirim, kalkıp görevime giderim, bu adamları topluca mahkeme eden hâkimler hey’etinde yerimi alırım. Bunları aylarca yargılarız, suç derecelerine göre ayırırız, kimi beraat eder, kimini hapse, kimini idama mahkum ederiz. Sonra verdiğimiz idam kararları infaz edilir. Aradan otuz yıl geçer, arkadan başta Adnan Menderes olmak üzere asılanları mezarlarından çıkarırlar, geriye kalan kemiklerini tabutlara koyarlar, üzerlerine Türk bayrağı sarar ve top arabalarına yerleştirirler. Devlet töreni ile getirir İstanbul’da Vatan Caddesine yeniden gömerler, üzerlerine de anıt mezarlar yaparlar. İşte o gün bizim adımız kötüye çıkar… Ben evlatlarıma böyle bir isim bırakmak istemem, bu vazifeyi kabul etmiyorum… Benden başka kimi isterlerse onu yargıçlar hey’etine seçsinler, kararımı verdim, ben bu göreve gitmiyorum…?

Hepimiz donup kalmıştık. Evde kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Neden sonra rahmeti anam konuştu? Haklısın bey… biz de seninle beraberiz. Nasıl istersen öyle olsun….?

Yassıada mahkemeleri yargıçlar hey’etine dahil olma şerefini reddeden ve olacakları bir kâhin edası ile bir bir sayıp döken Yargıc’ın oğlu Duray,  bunları anlattıktan sonra gözleri dolu dolu “Babam Vatan caddesindeki devlet törenini göremedi, Hayatta olsaydı görmesini çok isterdim? demişti. Mahkemelerin üzerindenotuz yıl geçtikten sonra…

Bir ömür boyu şerefli insanlar adına “suçluları cezalandırma? görevi yürüten Üsküdar Sulh Ceza yargıcı Cevdet Akpınar’ın anısı önünde hörmetle eğilirim. Kendisine cenabı Hakk’tan rahmetler dilerim. Bir “Hukuk evliyası? karakteri taşıyan bu insanın pek çok hukukçuya örnek olmasını dilerim. Yeryüzünde hiçbir hukukçunun haksız rejim ve dibi boşalmış siyasi sistemleri ayakta tutmaya yarayacak ölü kanunlar için imza atmaması yegane dileğimdir. Yeryüzünde hiçbir hukukçunun yasa dışı siyasi kanunların  girdabına kapılmamasını temenni ederim.

Kanun, yasa ve yönetmelik toplum vicdanından çıkmadıkça kanatsız uçmaya çalışan sürüngenlere benzer. [4]

Bu yazıya ilaveten başka bir yazısında şu eklemeler bulunmaktadır.

TAHA YASİN

Bağdat‘ta iki senede 300 bin kişiyi öldürenler 148 kişinin ölümüne neden olan Taha Yasin Ramazan‘ı ölüme mahkûm ettiler. Bir idam mahkûmunun ruh halini merak edenlerin, Taha Yasin‘in mahkemede “Allah biliyor… hiçbir kötü iş yapmadım…” dediği an, saptanan görüntüde, gözlerinin içine bakmalarını tavsiye ederim. Yeryüzünde hiçbir yaşayan canlının, diğer bir canlıya böyle bir zulüm yapmaya hakkı yoktur. Hayvanat bile bu derecede gaddar olamaz. Şu hayal âleminde kim kimin hayatını söndürmeye yetkilidir ki…

Siz kamu görevi yapan, suçlu veya suçsuz bir insana, bu gün ceza verebilirsiniz ama o ceza bu gün için olur. bunun bir de “yarını” var. Suç görecelidir. Siyasette bir devrin suçlusu, bir başka devrin suçsuzu, bir devrin suçsuzu, bir başka devrin suçlusu’dur   SUÇLU “İNSAN” YOK, SUÇLU “DEVİR” VARDIR. Neye yarar ki devirleri insanlar çekip çevirdiği için, suçlar yeryüzünde salınan insan bedenlerinde odaklaşıyor. Devirlerin suçu insanlara yükleniyor. Devrin suçu insan aynasında yansıyor. Devri yakalayıp suçlayamadığınıza göre, birini yakalayıp toplumun suçunu onun boynuna asıyorsunuz. Bu siyasettir.

 

SİYASET KENDİ SUÇUNU BAŞKASINA YÜKLEME SAN’ATIDIR.

 

Yüz binlerle ölüyü ve insan kanını Irak topraklarına saçtıktan sonra şaibeli bir mahkeme kurup işgalci güçlerin zorladığı uydurma   yasalarla insan asmanın da bir cezası olmalıdır. Bu gün veya yarın o ceza haksız olanların boynuna mutlaka dolanır. Akıllı insanlar olacakları herkesten önce bilirler. Saddam’ın, Taha Yasin’in bir gün mezarından çıkarılıp Bağdad‘ın orta yerinde anıt mezarlara gömülmeyeceğini kim iddia edebilir?   Bu ülkede siyaset ölü eliyle mezarlarda oluşuyor.   Bunun için hâkim Cevdet olmak da gerekmez… Artık bu işler öylesine ayan     beyan ki… Geleceği bu günden gazete havadisi gibi yazabilirsiniz.

İnsanları değil, devirleri suçlayıp asmanın bir yolunu bulmalı… Irak‘ı yeryüzünün kan çanağına çeviren ABD yönetimi ve ona belâdan uzak durmak için “vizyonumuz aynı” diyerek iştirak eden Türk yönetimini Tarih, yedi asır önce aynı ülkede altı milyon insanı telef eden Moğol kumandanı Hülagû gibi mahkûm edecektir. Kuşkusuz… Arada hiçbir fark yok… Buradayız. Bekleriz. [5]

Yapanlar ve yapılanlar her zaman bir süzgeçten ve hesaptan geçer. “Dün dündür, bugün bugündür ” diye bir düşünce Müslüman kişi için geçerli değildir. İnsan yaptığının vebalini bir gün ödeyeceğini bilmelidir. EĞER İNSANIN BÖYLE BİR KORKUSU YOKSA HANGİ TAPINAKTA KULLUK EDERSE ETSİN, ALLAH TEÂLÂ ONU AFFETMEYECEKTİR.

İhramcızâde İsmail Hakkı


[1] Discussions With Richard Dawkins, Episode 1: The Four Horsemen (Video 2008)

[2] İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti’nin resmi kuruluşu 16 Mart 1909 olarak alınmıştır. Derviş Vahdetî, Volkan Gazetesi’nin 16 Mart tarihli nüshasında İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti’nin nizamnamesi yayımlanmıştır. Nizamnamede Cemiyet’in başkanı, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem olarak gösterilmiştir. Cemiyet, 26 kisilik bir kurucu heyet tarafından kurulmuştur. Nizamnamenin 3. Maddesi’nde Cemiyetin amacı açıklanmıştır.

3 Nisan 1909’da, yani 31 Mart (13Nisan 1909) vakasından on gün önce, Ayasofya Camiinde çok kalabalık bir cemaatin iştirakiyle okunan mevlidden sonra İttihat-ı Muhammedî Cemiyeti resmen halka açıldı. Derviş Vahdeti “İttihad-ı Muhammedi” adı altında kurduğu derneğe, birçok softaları ve mutaassıp dindarları üye yazdırdı. İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne bağlı kimseleri dinsizlikle suçlamış, ağır saldırılarda bulunmuştur. Dernek askerin içine soktuğu bazı kişiler aracılığıyla kışkırtmalara girişti. Sonuçta, 31 Mart 1909 günü askerler “şeriat isteriz” bağrışmalarıyla ayaklandılar. Olayları başlatan askerlerin, İttihat-ı Muhammedi Cemiyeti’nin açıldığı gün dağıtılan küçük bayrakları taşıması dikkatleri Vahdetî’nin üzerine çekti. Volkan’da yayımlanan yazılar ve özellikle Vahdeti’nin 14 Nisan 1909’da II. Abdülhamit’e yazdığı açık mektup, halkı ve askerleri tahrik edici nitelikte bulundu.
Ayrıca meşrutiyet anlayışıve adem-i merkeziyetçi fikirleriyle İngilizlere ve Prens Sabahaddin’in başında bulunduğu Ahrar Fırkası’na yakın olan Kamil Paşa ile oğlu Said Paşa’ya yakınlığı ile tanınan, hatta bu yüzden 31 Mart vakası ile ilgili olarak yeni yayımlanan belgelere dayanan bazı araştırıcılar tarafından Derviş Vahdeti’nin İngilizlerin emrinde çalışan bir ajan olduğu ileri sürülmektedir.
Derviş Vahdeti 17 Nisan’da sorgulanmak üzere mahkemeye çağrıldı. Derviş Vahdeti ittihatçıların adaletine güvenmediği için 18 Nisan’da İstanbul’dan kaçtı. Beykoz, Gebze, Hereke ve Sapanca’da gizlendi. Son olarak gittiği İzmir’de Abdullah Nadiri tarafından ihbar edilince 25 Mayıs’ta tutuklandı. İstanbul’a getirilip, Divan-ı Harp’te yargılandı. Görünüşte “Abdülhamit’e Açık Mektup” adlı makalesinden dolayı hakkında dava açılan Vahdeti, 31 Mart Olayı’nın müsebbibi olarak idama mahkûm edildi ve karar 19 Temmuz 1909 tarihinde Sultanahmet Meydanı’nda infaz edildi.

[3] Sehavi, el-Makasıdü’l-Hasene adli eserinde, Beyhaki’nin bu hadisi munkati bir senetle naklettiğini söyler. Yine Beyhaki, ayni rivayeti Risaletul Esariye adli kitabında senetsiz olarak da nakletmiştir.
İmam Suyuti, Camius Sagyir’de bunu senetsiz olarak nakletmiştir. Hadisin yaygın olması hasebi ile İmam Suyuti, önceki hadis âlimlerinin eserlerinde senedli olarak yazılmış olabileceğini, ancak -sahih ya da uydurma olarak- senedinin kendisine ulaşmadığını söyler. Ayrıca hadisi Deylemi, Es Sahavi, El Acluni, Makdisi ve Taberani’nin de senetsiz olarak eserlerine aldıkları söylenmiştir. Es Subki ise, “Muhaddislere göre bu, bilinen bir hadis değildir; ne zayıf, ne de uydurma bir senetle onu bulamadım, aslının olduğunu zannetmiyorum. Ancak bir kimsenin sözü olabilir. Belki de birisi ümmetimin ihtilafı rahmettir deyip, bazıları da onu alarak, hadis zannetmişŸ ve peygamberin sözü saymıştır. Hala inanıyorum ki, bu hadisin aslı yoktur.” demiştir. Hafiz el Iraki de hadisin senedinin zayıf olduğunu söyler… Sonuc olarak “Ãmmetimin ihtilafı rahmettir” sözü; Hadiste birinci derece kaynak olarak kabul ettigimiz Kutub-u Sitte kitapları içinde bulunmamaktadır. İkincil derecedeki hadis kitaplarında sahih bir senedi yoktur. Hatta birçok muhaddise göre zayıf bir senedi de bulunmamaktadır. Hadisin en meşhur rivayeti dahi munkati bir senetle gelmiştir. Munkati hadis ise, doğrudan referans olarak alınmaz.

[4]http://nezihuzel.com/index.php/2008/03/17/kanatsiz-ucan-hukukcular/

[5] http://nezihuzel.com/index.php/2007/02/13/zamanin-yarini-var/

 


KEŞİF TAMAMLANMADAN MEHDİ ALEYHİSSELÂM VEYA İSÂ ALEYHİSSELÂM GELEMEZ

“Mehdi/lik”  fikri, Türkiye Müslümanları geneline bakılınca biraz fantastik gelse de, Şia inancında çok önemli bir yer tutar. Öyle ki, İran’da 14 Haziran 2013 tarihinde gerçekleşecek Cumhurbaşkanlığı seçimleri yaklaşırken yüzü yeşil bir örtüyle kapatılmış erkek fotoğrafları, ‘Mehdi yakında yüzünü gösterecek’ cümleleriyle yerel medyasında büyük yer tutmaktadır.” (Haber Ajansları)

İlk Helâk Olacak Kavimler

Sh: 161/2.

“İnsanlardan ilk önce helâk olacak olan Faris'tir. (İran) Sonra onların arkasından Arab gelir.

Hz. Ebu Hüreyre radiyallâhü anh

**

Sh: 448/4.

“Arabın helâk olması kıyamet alâmetidir.”

Hz. Talha ibn-i Mâlik radiyallâhü anh

**

Sh: 474/11.

“Bu günden sonra kıyamete kadar Mekke harp görmez. (Yâni onun üzerine harp olmaz.)

Hz. Hars ibn-i Mâlik radiyallâhü anh

Kaynak:

Ramuz El-Ehadis - Ahmed Ziyauddin Gümüşhanevî

 

Kıyametin zuhura gelmesi ile Mehdi aleyhisselâm veya İsâ aleyhisselâm beklentisiyle ilgili yanlışı bol bir literatür bulunmaktadır. Bu beklentinin arka planında insanları dehşetengiz hadislere gömmek, kaos çıkarmak için yanlış bilgiler doğruluk cephesinden angaje edilerek sunulmaktadır. Bu eylem tarzı rastgele seçilmeyip  psiko-sosyolojik gerçeklere dayanmaktadır.

İnsanlığın hayatında “beklenti unsuru”,  yapılanma ve hareket kabiliyetini artırmada genellikle kullanılmaktadır. Toplum Mühendisleri tarafından, ispatlanması ve doğrulanması zor olan gelecek bilgilerinin servis edilmesi,  bir senede bağlanmasında, çaresizlik var olduğu için fanatik değerleri düşünceleri  kullanmaktadırlar. 

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ile sonlanmış “nübüvvet” meselesinin açmazlarını çözmek ve insanları kullanabilmenin kolay yollarından biri olan Mehdi aleyhisselâm veya İsâ aleyhisselâm gelişi dezenformasyona uğratılmış mevzulardandır. Unutulmamalıdır ki, bahsedilen kişilerin gelmesi bir gerçek inançlı Müslümanın veya ehl-i kitabın inancında bir artırım oluşturamayacağı gibi ekstradan  zararların oluşumuna sebep olduğu insanlık tarihi gerçeklerindendir.

Allah Teâlâ’nın İslâm’ın asıl koruyucusu olduğunu hepimiz biliyoruz. Öyleyse “sahte Mehdi veya İsâ” lar konusundaki hikmeti nedir? diye düşündüğümüzde, kanaatimizce görünen manzara şudur.

Dinin zayıfladığı dönemlerde  bu türlü ifrat ehli kişiler veya hareketler, inanca karşı samimi olan kişilerin yaptığı hizmetten daha fazla faydalı olduklarıdır. Bu Allah Teâlâ’nın temiz insanlara nevrotik hasta insanlar ile yardım etmesidir. Kişilik bakımından bu çeşit hasta fikriyatta olanların kudret ve kuvvetleri normal insanlardan fazla ve yaratıcı olduğu kadar emperyalist çevrelerin “hain emelleri için kullanma güdüleri” durumu da olunca, engelsiz faaliyetleri ile değişimin/başkalaşımın temsilcisi olurlar. Bu kişilere tabi olanlar, çeşitli fikri değişim değirmeninin eleğinden geçtiklerinde ki “ayıklanma” pozisyonlarında ikinci veya üçüncü aşama olan “eylem menzili”ne gelince, fıtratı gereği yanlış yolunu terk eder. Düşünürseniz dünyevi emellerin kazanımları için oluşmuş bu kapasitenin verdiği sonuçlarla bilmediği veya ilgi duymadığı alanda, insanlar fikir sahibi olmuş ve ferdi bazda “iç çatışması”na düşmüştür. Tabiki olumlu söylenen bu hususun yanında kendini yok eden ve telef eden insanların var olduğunu da unutmamakta gerekir. Bahsettiğimiz bu durum “Allah Teâlâ’nın şerri hayra nasıl dönüştürür” sorusuna veya “Sizin şer gördüğünüz şeylerde hayır vardır” a cevapta olmaktadır.

Her köşede çıkan Mehdi bozuntularına  aldanmamak, temkinli ve duyarlı olmak isteyenler için  Muhyiddin İbn Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde buyurduğu kelâmları burada zikredelim.

“Makamlardaki terazinin dönüşü Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin gönderilmesiyle sona erdi. Bugün O rasülün (sallallâhü aleyhi ve sellem) otoritesi  altındayız. Bu nedenle bilgi, keşif ve adalet bu ümmette diğerlerine göre daha çoktur.

(Ümmeti Muhammedin) Hayatı (süresi) ne kadar sürerse, terazinin otoritesi güçlenerek keşif artar. Bu durum, insanların genelinde ve özel insanlarda ortaya çıkar. Artık bir insan kırbacıyla konuşur, ayakkabısının bağı evde ailesinin yaptıklarını ona söyler. (teknoloji artar)

Hz.  Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

‘Zaman Allah’ın kendisini yarattığı ilk hale döndü.’

Allah  Teala rükünleri yarattığında, onlardan bir buhar yaratmış, yedi göğü hareketsiz-sakin bir  halde o  dumanda var etmiştir. Her göğe onun için felekler yaratacağı şekilde bir emir vahyetmiş, gökleri civarü’lkünnes ve’l-hunnes’in yüzdüğü bir yer yapmıştır.[1]

İmam Abbülvehhâb Eş-Şa’rânî Kibrît-i Ahmer’inde   Şeyhul-Ekber’den rivayetle  dedi ki:

‘Kıyamet, keşf-i husûsî ve umûmî’nin bütün insanlıkta zâhir oluncaya kadar kopmayacaktır. Kıyâmet her yaklaştıkça, keşif insanlarda en olgun ve noksansız olur.’

 

Netice olarak bütün insanlığın keşfi nihâi kemâlâtını görmeleri gerekiyor ve bu durumun bütün dünya genelinde zuhur etmediğini de  bildiğimize göre; Mehdi aleyhisselâm veya İsâ aleyhisselâm beklentisi içinde olanlara söylenecek bir söz vardır.

“ Daha gelmediler” “Bütün dünya geneline göre yüzyılların geçmesi gerekiyor.”

Hayır, yanlış biliyorsunuz diyenler varsa, onlara sözümüz “Komploya kurban gidiyorlar” demektir.

İhramcızâde İsmail Hakkı

Kaynak:

·       Muhyiddin İbn Arabî-Futuhât-ı Mekkiyye [ÜÇ YÜZ KIRK SEKİZİNCİ BÖLÜM- Cem' ve Vücud Kalbinin Sırlarından İki Sırrın Bilinmesi ]. hzl:Ekrem Demirli, 2011,İstanbul

·       El-İmâm El-Ârif Er-Rabbânî Abbülvehhâb Eş-Şa’rânî Kibrît-i Ahmer Fütûhât-ı Mekkiyye’den Seçmeler, Şubat 2006, Hatay/İZMİR, sh: 20


BÜTÜN DÜNYANIN MÜSLÜMAN OLMASI

“Ümmetimden bir grup, kıyamet kopuncaya kadar, Allah Teâlâ'nın yardımına mazhar olmaya devam edecek, onları mahrum bırakanlar onlara zarar veremeyecekler.”[Tirmizi, Fiten 27, (2193)] 

 

Müslümanların kıyamet telakkilerinde bütün dünyanın bir dönem zarfında Müslüman olması kabulü vardır. Bu konudaki ayet ve hadis-i şeriflerin yorumlarında âlimler bu sonuçları çıkarır. Ancak İnsanlık Tarihi gerçeklerine bakılınca “tümel kabullenme”lerin az olduğu görülmekte olunca şu şekilde fehmetmek gerektiğini varsayıyoruz.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin döneminde bir ehl-i kitabın imâni konuda mecburiyete tabi tutulmadığını gördüğümüzden, başka dönemlerde (Mehdi zamanı) de olmayacağı kesindir, denilebilir. Sözü uzatmadan bu meyanda akla sirayet eden düşünce, İslâm’ın bütün dünya insanları tarafından bilinmesi, duyulması vb.. gerçeğine ulaşırız. Yani, kıyamet kopmadan önce Allah Teâlâ göndermiş olduğu hak din olan İslâmı, kısmîlik vasfından çıkararak, cihanşümul kılacağına işaret ediyor demektir.

Allah Teâlâ " Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım." (Zâriyât Sûresi, 51/56) buyurmaktadır.   İbn Abbas  radiyallâhü anh bu ayetteki  “bana kulluk  etsinler”  sözünü "Beni bilsinler"  diye açıklamıştır. İslâm âlemindeki dünyevi yetersizliklerimizi de varsayarsak, Müslümanların bunu başarması nasıl olacaktır, denilebilir.  Burada Allah Teâlâ’nın yardımının geliş cephelerinden en hikmetlisini izah edelim.  Desiseler ve komplolar dünyasında Allah Teâlâ, kâfir kullarını nasıl kullandığına en çarpıcı misal olarak  “yeni dünya düzenciler”inin 11 Eylül 2001 saldırılarını müstevli emelleri için dizayn ederken bütün dünyadaki insanlara İslâm’ın varlığından olumlu/olumsuz şekilde haberdar etmeleridir.

Görünüşte bu olay İslâm âlemi üzerinde ağır sorumluluklar veya terörist damgasını kazandırsa da yapılması yıllar alacak bir tebliği başarmış olmalarıdır. Belki buraya uygun düşmese de “reklamın kötüsü olmaz” sınıfından bu olay, insanlık için bir irkilme ve arayışın kapısını aralamış ve uyanışın başlangıcı olmuştur.

11 Eylül 2001  olayları geçen zaman zarfında, sonuçlarıyla uygulayıcıların hedeflediği neticeye doğru gitmeyip  İslâm âleminde “yeni uyanış çağını” başlatmıştır.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;

مَنْ يُرِدُ اللهُ بِهِ خيْراً يُصِيبُ مِنْهُ

“Allah Teâlâ kime bir hayır vermeyi dilerse imtihan için başına belâ verir” (Tac: 3 cilt 644)

Bu hadis-i şerifinde Efendimiz buyuruyor ki “Allah Teâlâ’nın mümin kuluna şer veya hayır cinsinden her ne var ki, dönüşü hayır olacaktır.”

Öyle ise; bütün dünyanın Müslüman olması demek insanlığın İslam’dan haberdar olması demektir. Bu nedenle Müslüman kardeşlerimizin her alanda ve her yerde İslâm’ın temsilcisi olup Allah Teâlâ’nın kullarına örnek olmalıdır. Yoksa “herkesi Müslüman etmek” kavramı fıtraten yanlış ve hataların ve sıkıntıların doğuşuna işarettir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin hayatını düşününce o dönem insanlarının çok şanslı olduklarını görebiliyorum. O’nun varlığı gerçekten rahmetin ta kendisiydi. O münafıklara dahi merhamet göstermişti. Onun düşüncesinde “Hesap görücü olarak yalnız Allah Teâlâ vardı.” İnsanları hiçbir şekilde cezalandırma yoluna gitmemiş “Adalet”in en yüce temsilcisi ve örneği olmuştur.

Ya Rabbî Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellemin ümmeti olmaktan şeref duyar ve zatına şükrederiz.

Konuyla ilgi olabilecek ayet açıklamaları ve Hz. Mûsa aleyhisselâm ile sözü bitirelim.

Kıssa

Hz. Mûsa aleyhisselâm zamanında Firavun’un yardakçıların­dan biri (Haman), Hz. Mûsa aleyhisselâmı taklit ederdi. Malum, Hz. Mûsâ aleyhisselâm vücudu kıllı, gö­bekli, başı dazlak bir zât-ı şerif idi. Hamanâ bu nedenle, başına işkembe geçirir, karnına bir yastık koyar, elinde asayla Hz. Mûsa aleyhisselâmı taklit ederdi. Niye, çünkü Firavun’u güldürecekti. Hz. Mûsâ aleyhisselâm bu durumdan  haberdâr olup Allah Teâlâ ile konuşması sırasında,

“Yâ Rabbî ! Bunu kahret” dedi.. Cenâb-ı Allah Teâlâ hitap etti ki;

“Kahretmem” “O, Firavun’u değil, seni taklit ediyor.” [1]

*****

Ayet

"Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır. O halde kim tâğutu reddedip Allah'a inanırsa, kopmayan sağlam kulpa yapışmıştır. Allah işitir ve bilir." (Bakara Sûresi, 256. Âyet)

Bu ayetin Tefsirinde

İbn Cerir Et-Taberî: İslâmda dine girmek için zorlama yoktur. (Tefsîr-i Taberî, Câmiu'l-Beyân, Mısır 1388/1968, III, 141. Cüz)

İbn Kesîr : Yani, kimseyi İslam dinine girmeye zorlamayın. Çünkü onun delilleri ve burhanları açıktır. Hiç kimsenin, kendisinin kabule zorlanmasına ihtiyacı yoktur. Allah Teâlâ, kimi İslam'a ulaştırır, kalbine genişlik verir, basiretini aydınlatırsa; o kimse bilerek, şuurla onu kabul eder. Allah Teâlâ kimin de kalbini kör eder, kulağını ve gözünü mühürlerse, dine zorla sokulması ona bir yarar sağlamaz. (Tefsîru'l-Kur'âni'l-Azîm, I, 310)

Fahreddîn er-Râzî : Allah Teâlâ iman işini zorlama ve ikrah üzerine değil, benimseme ve tercih esası üzerine kurmuştur. (Tefsîr-i Kebîr)

Görüldüğü gibi âlimlerimiz bu konuda hep "Dine girmede zorlama yoktur" demiştir.

İhramcızâde İsmail Hakkı

-----

[1] (İNANÇER, Ö. Tuğrul, Gönül Sohbetleri, İst, 2005, s. 13)

 

 


EVVELİ ŞAM- AHİRİ ŞAM

Kaynak olarak baş vurduğumuz “Uluslararası Mevlâna Günleri :::23 - 27 Mart 2007 Halep/ Suriye, ” isimli eserden gözümüze takılan bazı hususların “Şam” veya eski deyimle “Şâm-ı Şerif” in kutsiyetini ve tarihteki yeri görünce, “Arap Baharı” diye adlandırılan emperyalist oyunun son perdesine gelindiği anlaşılmaktadır.

“Şam tarih boyunca doğuşların ve batışların merkezi olmuştur.” Bu minval üzere Türkiye’nin “Şam” ve dış siyasetinde daha dikkatli olması gerektiğini fehmediyoruz.

 Şam bir kuyu gibidir, iyi ve kötü demeden birçok insan ve milletleri yutmuştur.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin sevgili damadı olan Hz. Ali kerremallâhü veche Efendimiz dahi buradaki valinin entrikaları ile tarihe veda etmiştir. Hz. Hüseyin aleyhisselâm yine Şam entrikaları ile ümmetin ve kendisinin acı günlerini yaşamıştır.

Haçlı zihniyeti, Romanın Ortadoğu’ya veda edişi, Osmanlının Veda ettiği yer…. vb şeyler Şam topraklarında gerçekleşmiştir.

Şam yok edici bir merkez gibi olduğu kadar doğuşların da yeri olmuş, Hristiyanlığın yeşerdiği yer olduğu gibi kıyametin Ak Minaresine sahip bir mekân olunca, “Şam” herkesin  atını rastgele süreceği bir yer olmadığı ve yanlışa düşülecek bir yer olarak kendini muhafaza etmektedir.  

Eski kelâm olan “EVVELİ ŞAM- AHİRİ ŞAM” boşuna söylenmiş değildir. Ledünnî boyutta ise “Şam”ın Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemi ilk bilen yer (Rahip Bahira Hadisesi) olduğunu düşünürsek, Türkiye’nin bazı hususlarda fevri davranmaması ve ihtiyatı elden bırakmaması gerektiğini “yurtta sulh cihanda sulh” periyoduna acilen geçmesi gerektiğini söylemek zorundayız. Bahse konu 2008 yılındaki bu kitaptaki şu anekdot birçok şeyin habercisi olduğu halde, gözden kaçırılması ve dikkate alınmaması bizlerin hatası olsa gerekir.[“Diğer yandan Suriye Cumhurbaşkanı Beşar Esad ile Türkiye Başbakanı R. Tayip Erdoğan arasında varılan mutabakatla Hatay meselesi resmî gündemden çıkartılmış olmasına karşılık, halen birçok haritada ve Suriye Turizm Bakanlığının yayınladığı tanıtım broşürlerinde “LİVA EL- ÎSKENDERÛN” adıyla Dörtyol’a kadar sahil şeridinin Suriye toprakları içinde gösterilmesi ve bu dokümanların Şam’da heyetimize dağıtılmak istenmesi; son yıllarda iki ülke arasında esen bahar rüzgârlarına rağmen, Türkiye Suriye ilişkilerinin henüz kontrollü iyimserlikten öteye geçemediğini göstermektedir.Kardeşler arasında cereyan eden takım/sınır mızıkçılığına benzeyen bu ve benzeri kimi tatsızlıklara rağmen, Arap devletleri arasında Suriye her bakımdan bize en yakın ülkedir. Sınırlar, menfaatler, tehlikeler ve duygular ortaktır. Şamlıların ifadesiyle “eskiden bir ailenin fertleriydik; şimdi yan yana yaşayan komşularız”Hiç kimsenin şüphesi olmasın ki, Suriye’yi yakacak ateşin dumanı, kesinlikle İstanbul’da tütecektir; Türkiye’de alevlenen ateşin kıvılcımı ise, Suriye’yi yakacaktır. Akıllı olmak bir olmak ve diri olmak mecburiyetindeyiz.Yabancıların çizdiği yapay sınırlara rağmen halklar arasında hiçbir zaman eksilmeyen iyi niyet ve muhabbetin; son senelerde aydınlar ve devlet yöneticileri arasında da gerçekleştiğini görmek, yarınlara umutla bakmamızı sağlamaktadır. Unutmayalım ki, tarihe not düşenler, plan ve program sahibi akıllı insanlardır.] Sh.117

Suriye, skandal haritayı 26.03.2011 tarihinde kaldırdı

Aşağıda aktaracağım kısmî bilgilerin sizlere ışık tutacağını tahmin ediyorum.

İhramcızâde İsmail Hakkı


KIYAMETİN MANZARASI GERÇEKTE BİLİNEN GİBİ Mİ OLACAKTIR?

Kıyamet manzaraları Kur’ân-ı Kerim’de en bariz şekilde Kuvvirat Sûresinde anlatılır.  Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Kuran'ı Kerim Tefsirinde İmam Ahmed, Tirmizî ve Hâkim'in İbnü Ömer (radiyallâhü anh)'den rivayet ettiklerine göre Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

"Her kim Kıyamet gününe gözüyle görüyormuş gibi bakmayı arzu ederse ve sûrelerini okusun."

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin kıyamet için bildirdiği haberlerin gerçek manasını anlayabilmek için peygamberler dilini bilmek gerekir. Mesela Kuvvirat Sûresinde bahsedilen olayların siyak ve sebak ilişkisine baktığımızda olayların birbiriyle tam bir örtüşme sağlayamadığını görürüz. Zahiren olaylar anlatılan şekilde olabilir. Fakat bilim ve teknoloji geliştikçe bu bilgilerin muhteviyatına yeni yorumlar getirmek gerekir, diye düşünüyoruz. “Güneşin Dürülmesi İle Yıldızların Bulanması (dökülmesi) ayetleri ile mallar ve Vahşi Hayvanların Toplanması arasındaki bağıntıda alakasız bir durum görünebiliyor.  Kur’ân-ı Kerim’de boş ve manasız sözler bulunmadığına göre, bu ayetleri okuyunca ve tevil manaları artırınca bir çok farklı durum akla gelebilir. Kıyamet olarak hayal ettiğimiz şey, bir felaket zincirinden çok, olası bir değişimin temelini ortaya koymak olacağıdır. Allah Teâlâ’nın Âdem aleyhisselâmı 7000 yıl önce yarattığı rivayetini, 5 milyarlık dünya yaşı ile birleştirmek istediğimizde, birçok zorlamalı manalar vermek zorunda kalıyoruz. Bu meyanda aşağıda sizlere aktaracağım metinler, bu konuda düşüncenizde çığır açacağını gösteriyor, diyebiliriz.

Felaket senaryoları ile süslediğimiz kıyamet olgusu, İnsan hırsının ulaşabileceği en son noktaya bir örnektir. Bu yazı, ateistlerin hoşunda gitmese de zalim ve kötü olanın  insanoğlu olduğunu bir kez daha gösterecektir.  İnsanoğlu Allah Teâlâ’yı gazaplandırıp günahına bedel ve ortak olsun diye, neden bütün kainatın kendisiyle beraber yok olması, fikri ile beslenir ki?

İnsanoğlu kötü oynadığı filmin finalini muhteşem mi istiyor?

Allah Teâlâ aldanmayacağına göre, insanoğlu bir yerde hata yapıyor. Onu bulmamız gerekmektedir.

İhramcızâde İsmail Hakkı


TÜRK KELİMESİNDEN NİYE RAHATSIZ OLUYORLAR?

Günümüzde “Türk” mefhumu karşısında bazı insanların antipati duyuyor olmasının arkaplanı nedir? Diye bir soru ile karşılaşırız.

Cevabı Avrupa(lı) dır.

Gençliğini görür mü bilemeyiz, yeni teşekkül ettirilen Avrupa Birliği denilen büyük organizasyona Türkiye’ninde girmek için verilen sözleri taahhütleri vardı. Bazılarını umum olarak duyduk.  bazılarının ise sır şeklinde muhafaza ediliyor zannediyoruz. Bu sırlardan biri de olsa olsa “Türk” kelimesinin devlet yapısından ihraç edilmesidir.

Niçin?

 Avrupa, tarihi ve düşüncesi itibarıyla kültüründe daha önce nefret duyduğu,  nefretini bir türlü gidemediği,  bu devlete nasıl barışık olabilir. Onu nasıl sindirebilir.

Avrupa Birliği’nin, “Hristiyan Birliği” olduğunu hepimiz biliriz. İçlerine Türk gelirse eski kabus günlerini nasıl unutabilecek?

Zor bir meseledir.

Bu nedenle Türkiye’nin Türklükten vazgeçmesini sağlamalı ve bu şekilde açık saha oyuncusu yapmalıdır.  Bazıları zannediyor ki Türk kelimesi Türkiye devleti içerisinde bulunan azınlıkların istekleridir. Onlarda isteklerimiz kabul ediliyor vehmine kapılıyorlar.  Bu duruma bu yönden bakanlar aldanıyor demek lazımdır .

Türk kelimesini kaldırmak yapılan  en büyük yanlıştır. Ne yaparsak yapalım Avrupalı Türk kelimesine karşı her zaman teyakkuzda olmuş, sevmediği gibi ayrıca nefret etmiştir.

Öyleyse sorun nerede?

Sorun Türk kelimesinin karşılığının bizdeki gibi Avrupa’da da aynı şeyi mi karşılıyor olduğuna bakmak gerekir.  Durum  ise çok farklıdır.

“Türk” kelimesi Avrupa’da eşittir “İslâm” demektir.  “Arap” millet ve ferd olarak Avrupa’da İslâm’ı temsil edememiştir. (Endülüs Devleti dahi izini istenilen manada Avrupa’da bırakamadı.)  Yani İslâm’ın temsilcisi olmak başarısı yalnızca “Türkler”e verilmiş bir luffu ilâhidir. Bugünde hala bu mevzun geçerlidir.

Prof. Dr. Hüseyin YAŞAR Beyefendi eserinde Avrupa kültüründe Kur’ân-ı Kerim yargısı için şu notu düşmesi Türk kelimesinin haiz olduğunu önemin göstergesidir.

Almancaya Kur'ân'ın ilk çevirisi Salomon Schweigger tara­fından yapıldı. "Muhammed'in Kur'ân'ı, bu Türk Kur'ân'dır" 1 anlamına gelen tercüme Nürnberg'de 17. yüzyılın başlarında basılmıştır. Kadınlar kilisesi vaizi olan Schweigger, Avustur­ya'nın Habsburg hanedanı yönetiminde İstanbul'a atanan ilk büyükelçilik kafilesine görevli vaiz olarak katılmış, İstanbul'da üç yıl ikamet etmiştir. Bu esnada İtalyanca bir tercümeye mut­tali olan Schweiggerki bu çeviri ilk Latince Kur'ân çevirisinden İtalyancaya adapte edilmişti, sonra onu Almancaya çevirmiş­tir.  2 İlk Almanca çevrinin farklı versiyonu da Johann Andreas Endter - Wolfgang Endter3 kardeşler tarafından piyasaya sü­rülmüştür. 17. yüzyılın önemli Kur'ân çevirilerinden biri de Fransız Andre Du Ryer'in 4 tercümesidir. 5(sh.26)

18. asrın son çeyreğinde piyasaya çıkan Almanca çeviri M. David Friedrich-Megerlin'e aittir. "Türk Kutsal Kitabı veya Türk Kur'ân'ı" 6 adındaki bu eserin çevirmeni Stuttgart do­ğumlu doğu bilimci Megerlin, yirmi yıl îlâhiyat eğitimi gör­müş, doğu dillerini öğrenmiş, 1152/1739'da doktorasını ver­dikten sonra, önce Baden-Würtemberg'te, sonra da Maul bronn'da profesör olarak çalıştıktan sonra bu görevini Frankfurt/am Main'da devam ettirmiş, 1192/1778'de aynı şehirde ölmüştür. 7 Almanca orijinal Kur'ân metninden ilk çeviri olan bu çalışmanın amacı Türkleri Avrupa'dan, Balkanlardan kovmaktır.8 (sh:29)

Dipnotlar

[1]       Alcoranus Malıometicus, Das İst der Türken Alcoran, Nürnberg, 1616.

2        Hüseyin Yaşar, Avrupa ve Kur'ân, 170-173.

3       al-Koranum Mohamedanum, Nürnberg, 1659.

4       l’Alcoran de Mahomet, Paris, 1647.

5        Hüseyin Yaşar, Avrupa ve Kur'ân, 297-298.

6       Die türkische Bibel oder des Korans, Frankfurt a/M, 1772.

7        Enay, 116; Pfannmülle, 122.

8        Hüseyin Yaşar, Avrupa ve Kur'ân, 183-188.

Kaynak: Prof. Dr. HÜSEYİN YAŞAR, Hıristiyan Dünyasında Kur'ân Karşıtı Söylemin Tarihsel Kökleri, İz.Yay., 2010, İstanbul

Avrupalı her zaman Türk’ten korkmuştur ve hala korkar.  Çünkü onların genlerinde yüzyılların yeleştirdiği kültürel korku çıkacak gibi değildir.  Onlar Darwin’e inanırlar. Evrimin korkusunu yenmek çok ta kolay değildir.  Onlar bu konuda hastadırlar.

Bu baskıyı hisseden bir garip düşünce yapısı Avrupalıyı memnun edebilmek için nerde bir “Türk” kelimesi varsa kaldırmak istiyor.  Ancak yapılan yanlışların faturası ağır olabileceğini unutmamak gerekir.

Peki ne oluyor?

Olan bir şey yok. Aslında olan insanların aldatılması belli bir müddet oyalanmasıdır.  Kısa bir zaman önce haberlerde cumhuriyet nişanından T.C. ve Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün  kaldırılmasıdır.  Bunun devamında gelecek olan belki devletin adının değiştirilmesi olabilir.  O zamanda  “Anadolu” diyerek devletin adını mı değiştirecekler………….

Türkiye Cumhuriyeti adından vazgeçilmesi demek ileride devlet sisteminde İslâm dininden ileride vazgeçileceğinin de işareti olabilir.

Tekrar edecek olursak Laik bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti, Avrupa’yı  niçin bu kadar rahatsız ediyor? Çünkü Avrupa’nın geninde Türk’e karşı duyduğu Bin yıllık bir dehşetin indirdiği korkuyu korkuyu yenemeyişidir. Günümüzde milletlerin bireyselleşmesi ve bağımsızlaşması sorunları ve projeleri bitmiştir.  Milletlerin asıl sorunu refah seviyesini yüksek seviye çıkarmaktır.  Refah seviyesi düşük düzeyde kalan devletler bu komplo uygulamalar ile kendilerini meşgul ederek zaman kaybediyorlar. Sonuç olarak geçmişini unutanın geleceğini yoktur. Aşağıda konuya ışık tutacak alıntıları veriyorum.

MAİDE’DE OTURANLAR DEĞİŞECEK Mİ?

Allah Teâlâ dinini muhafaza eder.  Kuluna muhtaç değildir. Bu hususta zatındaki samedâniyetinden neşet eden mekrin cilvesiyle aldananlar, kendilerine çıkarttıkları vazife-i vehmiye, sukuta uğrayınca, niye böyle oldu diye pişman olsalar da, iş işten geçmiş olur. Kullar kendilerini gurur, kibir gibi habis sıfatlara büründürdüğünde, onları değiştirmek Allah Teâlâ için çok kolaydır.  İrade-i külliyenin emrine mutî olmaktan başka çaresi olmayan kulun, varlığının  vazgeçilmez olduğu zannına düştüğünde, onun yerine daha hayırlısını getirmek Allah Teâlâ’nın kaderî muradıdır. Çünkü Allah Teâlâ sameddir. Allah Teâlâ kaderinde acele etmez. Bu hikmeti anlamayanlar sahib-i ruhsat  olduklarını sanırlar. Bilmezler ki, Allah Teâlâ, “ O küfre sapanlar, kendilerine tanıdığımız süreyi sakın kendileri için hayırlı sanmasınlar, biz onlara, ancak günahları daha da artsın, diye süre vermekteyiz. Onlar için aşağılatıcı bir azab vardır.” [Kur’ân-ı Kerim, Âl’i İmran-178]  diye elim kazaya uğratır .

54. Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven müminlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah’ın, dilediğine verdiği lütfudur. Allah’ın lütfu ve ilmi geniştir.

55. Sizin dostunuz (veliniz) ancak Allah’tır, Resulüdür, iman edenlerdir; onlar ki Allah’ın emirlerine boyun eğerek namazı kılar, zekâtı verirler.

56. Kim Allah’ı, Resûlünü ve iman edenleri dost edinirse (bilsin ki) üstün gelecek olanlar şüphesiz Allah’ın tarafını tutanlardır.[Kur’ân-ı Kerim-Mâide Süresi -54-56]

Şeyhülislâm ibn-i Kemâl kaddese’llâhü sırrahu’l azîz buyurdu ki;

Şeriat kim, saray-ı Kibriya’dır

Hakikât mülküdür, muhkem binadır

Anın bir taşını her kim koparırsa

Yoluna başını koymak revâdır.

Bu hikmet anlayana kolay gelse de, kudretliyim zannedenlerin inkâr ettikleri bir husustur.

 “Allah insanlara zerre kadar zulmetmez, haksızlık etmez. Fakat insanlar birbirlerine zulmediyorlar, kendilerine yazık ediyorlar. “[Kur’ân-ı Kerim, Yunus, 44]

Naklolunur ki: Abdülkadir Geylânî  kaddesellâhü sırrahu’l azîz kendi gibi büyük bir velî ile birlikte başlarını göğe kaldırdılar, semâ’ya yaklaşıp tekrar yere indirdiler ve başlarını peş tahtasının altına sakladılar.

Peş tahtası: Gölge oyununda, gerginin arkasında, çerçeveye iplerle tutturulmuş raf. Buraya gergiyi ve tasvirleri aydınlatan mum, çıra ya da ışıtaç konulur. Buna destgah da denir.

Bir derviş bu hali gördü ve sebebini sordu. Dediler ki;

“Zamanın kutublarından biri ahirete irtihal eyledi ve tâcını semâ’ya astılar. Olabilir ki başımıza giydirirler kuruntusuyla başlarımızı kaldırdık ve gördük ki, o tâcı Frenk diyandaki’da bir kâfirin başına giydirdiler ve onun şapkasını astılar.”

Meleklerin birbirlerine, “Bu tâc mukarreblerden (büyük derecelere ulaşmış) birinin başına giydirilecektir”, duyunca bizim (meleklerin) başımıza giydirilmesinden korkup, Allah Teâlâ’ya sığınıp yeryüzüne inip, başımızı sakladık.” demişler.

Yine kitablarda zikrolunur ki, Hz. Mevlâna kaddesellâhü sırrahu’l azîz, kibir olur diye mum yakmayıp bezir yakarmış.  İblis ve benzerleri, kibir, kendini beğenme, gurur ve başkasının iyiliğini istememekle dergâhı İlahîden kovulmaya ve lânete lâyık oldular.

(Kaynak:Bor’lu Mer’aşî-zâde AHMED KUDDÛSÎ Pendnâme-Nasihatnâme-İcâzetnâme-Vasiyetnâme-Mektuplar, Tarihsiz, İstanbul, sh:43) İhramcızâde İsmail Hakkı


SALTANAT KAYIĞIMIZ: HAYAL ÂLEMİ

İnsan ruh, akıl ve nefsin üçlemi arasında hayatını idâme ederken beslendiği kaynaklardan biri “hayal âlemi” dir.

Hayaller, ulaşılmayan yücelere çıkar,  girilemez denilen her noktaya nüfuz eder. Hayaller insanın bir kurtarıcısıdır. Hayatın/ecelin en yakın arkadaşı hayallerden başka ne olabilir ki?

Hayal, vasfında zarar verici bir özellik taşımaz. Ancak nefis tarafından gelirse üzüntüye akıl tarafından gelirse iktidara, ruh tarafından gelirse sevince sebep olabilmektedir.

Nefsin hayalleri umumiyetle çoğalmanın cinselliğin/yaratıcılığın kucağında olurken, ruhun bu türlü bir iştiyakı yoktur. Ruh, ana kaynağa yakınlığı yani ilâhî yönü ağır bastığından bir yaratıcı ve ilâh olma düşüncesinden uzaktır. Akıl ise beden devletinin lideri olmak gayretiyle daha sakin ve usturuplu bir çizgide hareket eder. En salim yurt hayali akıldadır. Aklın korkulardan ve ayak kaymalarından emin olması budur.

Hayal âleminin kurtarıcısı olması, dara düşmüş olmanın umutlarını taşır. İnsan bu şekilde noksanını ikmâl eder.

Hayaller varlık bedenin çocukluk, gençlik ve ihtiyarlığında farklılık göstermesi, kazanılan/tecrübe edilen terbiyenin varlığı iledir. Genel mürebbi olarak varlığı korumayı ele almış olan akıl nefse doğru yolları tarif edecek, selâmet yurduna ulaşırken, ruhun yıpranmasına engel olmaya çalışacaktır. Ancak insanın en büyük sorunu olan varlık ve uzantısı olan yaratıcıya özenme duygusu onu cinsellik vadisinde çok yer gezmesine sebep olur. Bu nedenle korkunç ve zahmetli olan karanlık vadilerin ışığı olacak ruhânî enerjisini, buralarda çok zaman kaybeder. Bulduğu izlerin doğruluğu ve eğriliğini tam kestiremeden birçok denemelere başvurur.

Allah, göklerin ve yerin nûrudur. O'nun nûrunun temsili, içinde lamba bulunan bir kandillik gibidir. O lamba kristal bir fanus içindedir; o fanus da sanki inciye benzer bir yıldız gibidir ki, doğuya da, batıya da nisbet edilemeyen mübarek bir ağaçtan, yani zeytinden (çıkan yağdan) tutuşturulur. Onun yağı, neredeyse, kendisine ateş değmese dahi ışık verir. (Bu,) nûr üstüne nûrdur. Allah dilediği kimseyi nûruna eriştirir. Allah insanlara (işte böyle) temsiller getirir. Allah her şeyi bilir. (Nur, 35.)

İnsanın doğuştan kabiliyet olarak getirdiği üreme duygusunun arayışı karşı cinsine olan tutkunluğunu engelleyemez ve dolayısıyla şehveti hakiki aşka dönüşen bir hal alır. Bu aşkı bazen yerilmesine bazen yüceliğe benzer. Ne var ki, her iki halinde de ruhuna elem çektirir. Vuslat ve ayrılık demlerinde coşkulu olarak hissettiği her hazzın bir hayal olduğunu anlar. Vazgeçer. Çünkü vazgeçmek mecburiyeti vardır. Kiminde bulduğu/duyduğu günah bilgisinin verdiği sıkıntı, bazende bedenin kara kılamadığı geçici olan zevki. Her hâlükârda bir ayrılık.

Ayrılık, yaman ayrılık, hayal âlemini idam sehpasında kılıcıyla acımasızca keser bırakır.

Yaratılmış olmanın gerçeğinde bulunan iyi ve kötü/sevap ve günah ikilemi, her insan için ayrı bir yüzle tecelli ederken, ölüm koçunun tosladığı an, gerçek âlem diye bahsedilen yurda gideceğini bilse de, fâni dediği dünyayı terkte çektiği acıyı ruhunun derinlerinde hissedecektir.  Gerçek ve en yüce hayali olan yaratma duyusu olan cinselliğini, her şeyini kaybedecektir.

İlâhî metinlerin bahsettiği cennet ve cehennem yurdu olması onu üzmesinden/sevindirmesinden çok, mahluk olduğunu anlayacaktır. Bilecek ki ben bir ilâh değilmişim. Sonsuz bir yurtta kalacağımı anladım, fakat hayal kayığım olmayacak. Mutlu/mutsuz olacağım.  Dönüşü olmayan yolda bir menzilde kalacağım. Üzüntü ve keder çizgimde bir değişiklik olmayacak. O zaman neyin iştiyakını çekeceğim.

Bu düşünce ile sonsuz güce karşı içinde bir çekim hissedecek, varlığından soyularak ilâhi varlığa yönelecektir. ilâhının veçhine nazır olmadıkça bu iştiyak son bulmayacaktır. Cennette Cehennemde kendi tanrısı ile yüzleşmesi olacaktır. Yüz gösteren ayinenin farkındalığında ilâhı ile bir olduğunu bilecektir.

Bu âlemde insanın dünyaya duyduğu özlem gider diyorlar. Özlem gider mi? Bulduğunu dünyada iken buldu, kaybettiğini dünyada iken kaybetti. Dünyası sonsuz aşkı, yüce bir hatırası olarak kalacaktır.

Ey sevgili dünya sen yerilirken dahi çok güzelsin. Aşklarınla, kederlerinle, sürurunla ve her şeyinle en güzel yurtsun. Eğer sen olmasaydın hangi isteğimizle ilâhi yurdun kapılarını bize açarlardı ki? Hayal âlemi seninle vücut bulmaktadır.

Dünya hayatı ne kadar dalgalı ve canavarlar ile dolu olsa da insan ebediyet yurduna olan yolculuğunun sonu ve başlangıcı buradadır. Karşılaşacağı her ne şey olursa olsun dünya yolculuğundan vazgeçmez. Menzilinin cennet ve cehennem olması düşüncesini çok önemsemez. Çünkü iki yolun kılavuzluğundadır; doğruluğunu, ebedî yurduna varınca anlayacağından, insanın çok şanslı olduğunu düşünmemek gerekir. Burada cân ve cânanın cilvesi vardır.  Ki, söz kendini yitirir. 

Şeytanın adımlarını takip etmeyin. Kim şeytanın adımlarını takip ederse, muhakkak ki o, edepsizliği (yüzkızartıcı suçları) ve kötülüğü emreder. Eğer üstünüzde Allah'ın lütuf ve merhameti olmasaydı, içinizden hiçbir kimse asla temize çıkamazdı. Fakat Allah dilediğini arındırır. Allah işitir ve bilir.  (Nur, 21)


YÖNETİMDE ERKEK VE KADIN NE DEMEKTİR?

Devlet ve millet menfaatlerinde erkeklerimiz duyarsız mı oldular?

Kadınlarla yönetilmemizin zamanı mı geldi?

Türk Milleti kendi içinde huzursuz olduğundan bir annenin şefkatine mi ihtiyaç duyuyor?.

Unutmayalım ki,  Türk milleti içinde bir erkekten daha erkek ve cesur kadınlarımız vardır.  Günümüzde nice insanımızın kimlik karmaşası içinde cinsiyet sorgulamasına düştüğünü görmekteyiz. Erkeklerimiz erkek gibi davranmıyor.  Bu nedenle sağlam karakter gösteremeyenleri tercih etmek yerine kadınlarımız üzerinde yoğunlaşmamız gerekiyor. Yani, seçimlerimizde kadınlarımızı öne çıkarma zamanının geldiğini söyleyebilirim.  Bir yöneticinin kadın veya erkek olması meselesinden duruma bakılırsa, meclisi olan ve kararlarına saygılı olan biri için cinsiyet sorun teşkil etmez.  Sonuçta Türk Milletinin şefkat edenleri beklemesi bir haktır, diyoruz.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz buyurdu ki; “Merhamet edin ki, merhamet olunasınız.”

“Kırklar kaç erdir? Diye zâtın birine sormuşlar.

“Kırk nüfustur”, demiş.

“Niçin er demediniz de nüfus dediniz?” Diye tekrar sorunca:

“İçle­rinde kadın da vardır da onun için...” Buyurmuş. (Ken’an Rifâî, Sohbetler . s. 340)

 

Tezkire-i Evliya adlı kitapta, Feridüddin Attar kuddise sırruhu’l aziz buyurur ki;

“Hususi bir mahremiyet perdesi altında saklı ve ihlâs örtüsü ile gizli olan, aşk ve iştiyakla tutuşan, yakîn ve yanık olmaya vurulan, Meryem-i Safiye aleyhisselâma nâib bulunan, erenler nezdinde kabul gören Râbiatu’l-Adeviye radiyallâhü anha’dır. (h.y.t. 185)

Biri çıkıp onu; “Niçin erkekler safında zikr ettin,” diye sorarsa bana, derim ki; Hâce’-i Enbiya Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem “Allah Teâlâ sizin suretinize bakmaz...” buyurmuşlardır.

Şimdi amel, surete göre olmayıp iyi niyete göredir. Şayet dinimi­zin üçte birini Aişe-i Sıddîka radiyallâhü anhadan almak caiz ise, aynı şekilde onun cariyelerinden, (yâni halefleri olan veliye hanımlardan) dini­mizi öğrenmek (ve feyz) almak da caizdir.

Bir kadın, Allah Tealâ’nın yolunda er olursa, artık ona kadın de­nilmez. Nitekim Abbase-i Tusî: “Yarın Arasat meydanında, “Ey erler!” diye nida edildiği vakit, rical (erkekler) safına ilk önce ayağını basacak olan Hz. Meryem’dir,” demiştir.

Bir şahıs (Râbiatu’l-Adeviye radiyallâhü anha) ki, o mecliste ha­zır olmayınca Hasan Basri radiyallâhü anh konuşmazdı. Öyle bir şahsın mutlaka er­kekler safında yâd edilmesi lazım gelir. Belki hakikat açısından ba­kılınca, görülür ki, bu zümrenin bulunduğu makamda herkes tevhidde yok, (İlahî Vahdette fâni) olmuştur. Şu halde tevhidde: “Ben” ve “sen” namına bir şey kalmamış,  olduğundan :  “Erkek” ve “kadın” ayrımından söz edilemez.

Nitekim Ebu Ali Fârmedî  (h.y.t. 477) nübüvvet, izzet ve şerefin ta kendisidir, “orada büyüklükten-küçüklükten söz edilemez,” demiştir. İmdi velayet de aynen öyledir, bahis konusu olan Râbiatu’l-Adeviye radiyallâhü anha olursa. Zira muamele ve marifet itibarı ile çağında onun bir eşi daha yoktu. O zamandaki büyükler ne ise; muteber olup çağdaşlarına karşı sözü kat’î bir hüccet idi.” (Tezkiretü’l-Evliya, s. 111–112)

Ahmed Âmiş kuddise sırruhu’l-azîz Hazretleri buyurdu ki;

“Kadınlara dikkat ediyor musun? Onların içinde erkekleri vardır. Onlara iyi dikkat et.”

 

Kaynak: ALTUNTAŞ, İ. H. (2007). Gavs-ül Âzam İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak Sivasî Nakşi Haki Tarikati İlm-i Ledün Sırları. İstanbul: Gözde Matbaa.

İhramcızâde İsmail Hakkı


YAZIN GERÇEKLERİNDEN GELECEĞE UZANMAK

“Bizim köprüye girme, ucu hep aynı yere varıyor.”

Çok okuyan birimisiniz?

Okuduğunuzu neden ekseri olarak anlayamıyorsunuz?

Nedir diye sordunuz mu?

Ne olabilir?

Yazınlar gariplik çağına girdi. Ya fikri, ya da zikri.

Tek kelimede bir cümledir ama gruplaşınca kelâm oluyorlar.  Ancak harften cümleler vardır. Bir kısmı kutsal kitaplara yerleştirilmiştir. Kaf’ın ömrüne 91 sene Tı ya da sen bul der gibi. Bunlar cifre gire. Asıl bahsettiğimiz harfler ilmini bilmek için, eskilerin dediği gibi bebek olmak lazım. Bebekler her bir harften bile mana çıkarırlar. Çünkü onların ruhlar âlemindeki alakaları bir dönem daha devam etmektedir. E… e…. Demenin manasını bebeklere sormak gerekir. Eski Süryanice’ye meleklerin kelamıdır denildiğini biliriz. Bugün bu gerçek melek dili Süryanilerde bilemez; bu da işin başka tarafı.

 Konuya dönecek olursak kafası kolu kırık birçok cümle var. Bizimkilerde ondan aşağı değildir. Hangi sakat kelam ebedi kalabilir ki; Zamanımızda bir metin gördüğünüz zaman hemen ilham mı alıyorlar zannettiniz. Hayır. İlham çağı geçti. İlham sessizlikte ve yükseklerde doğar. Rezidanslarda değil.  Şehrin modern hapishanelerinde ne yaşanır pek bilemiyoruz. Hadi oradan diyelim ama onu da diyemiyoruz.  Bir çığlık furyası aldı gidiyor. Mekân sessiz çığlıklar doldu.. Aman Ya Rabbi!! Yapacağım bir şey kalmadı bu dünyada bir de sapık mı olsam diyenler var.

İşte; her gün yeni bir narsist kurmacası bir fenomenle karşılaşmak olağan olunca basitlik kavramına uyan bir umde nasıl bulunur demek gerekiyor. Her şeyin bir kılıfı, o da olmasa illüzyonu var. İçine biri koy kapat. Nasıl olsa dışı bizi ilgilendirir. İçindeki Schrödinger'in Kedisi .

 

Bütün düşünceleriniz maddeseldir. Ancak biz hep arkaplandan sakalın ne kadar uzun ve kısa olacağını düşünüyoruz. Kullar ilişkisini bir tarafa bırakacak olursak, Allah Teâlâ ile pazarlıktayız. Öyle ki yazındakilerin mana taşımaması daha önemli, eğer bir mana taşırsa bitmişsin demektir. Modern resimde soyut mu, somut mu derken yazında da ne dediğim anlaşılmaz olamalı. Yoksa bitirirler mi diyoruz.

 

http://neselibeyin.com/wp-content/uploads/2009/12/sistine-sapeli-resimleri1.jpg

Basitlik, gerçek basitlik her zaman zordur. İşçinin köylünün anlayacağı seviyede,  mektepli, okumuş sözünü söylemek artık zor. İnsanlar, bilirlerse, beni anlarlar veya aşarlar. Bu nedenle berrak yoldan uzak durmalı. Birilerine bir yazını göster, güzel olmuş der, üstüne bir paket tütün kokusu salar, o kadar. Sonra, niye birkaç söz söyleyemezler ki. Çünkü okumazlar, okutmazlar…

Hayat zordur, deriz. Onu ifade etmekte mi zordur? Bilemiyorum. Cem Karaca gibi tutturduk bir yol, gidiyoruz kıyamete. Kimin kıyametine orası meçhul.

Kendimizin ötekileri var mı, yok mu?

Her neyse hepsi bir yerde muallakta;

Bu kadar sözden sonra sonuç Allah Teâlâ’ya şükretme makamına geldi. Eğer Allah Teâlâ bizi biraz kayırmış, derin bulanık ırmakları boy boy geçmek için her an Deli Dumrul’a haraç vermek zorunda kalacaktık.

Herşey arıyor. Bizde arıyoruz. En güzeli yine Yunus’un dizelerinde bulduğumuzda kaldı. “Bir siz dahi sizde bulun. Benim bende bulduğumu?”

Mülkünün oyuncakları arasında kuvvetini yitirmeden durabilmek, hükmetmek, sevebilmek, sevilebilmek. Doğru söze ne hacet yorulduk kaldık, bir sonuçta yok gibi.

Ey ölüm seni biz Allah Teâlâ’dan bekleriz. Ancak maddeci kafa, derin kuyularına su yerine taş doldurduklarından onlar son çarelerini ölüm mastürbasyonu yaparak buluyorlar.

Düşünün her görüngü bir yalana ittiba etmiş. Kimlikler yok, duygular ensest. Uzlaşmasız klonlar gibi. Herkesin bir tavsiyesi var, Al Capone gibi günah işle, akşam tanrıya sırıtarak tövbe et.

 

Ya da Siyaset uzmanı Niccolò Machiavelli den aldığın tiyoları egona uydur, için kurt dışın kuzu olsun; yemeğin dostlar ile dahi olsa, hesabın kanlı pazar olsun.

Oh be, ne güzel hayat.

Kıyamet mi geldi. Yoksa her zaman dünya böyle mi idi?

Evet dünya hep böyle idi ve böyle kalacak. Neden sırtımıza az vebal yükü vurmak gerektiğini düşünmüyoruz? Yoksa yükümüzü sırtımıza biz mi vurmuyoruz? Ah vuranları da bir görebilsek;

Eskiden vatan sevgisinden bahsederlerdi. Şimdi vatan mı kaldı. Ülkeler mi kaldı. Kafasını kaldıran fikrinin/gücünün yetiştiği yere uzanıyor. Hangi vatanın sevgini işleyeceğiz ki. Ruhların vatanı mı yoksa dünyayı mı? Anlaşılan gerçek vatan yaşadığımız değilmiş.  Ruhlarınkine Lamekân diyorlar, haber verenlerde tam bir şey anlatamıyorlar. Yeni yeteme kalemşörlerde, görmüş gibi birşeyler aktarıyorlar. Uyduruğun da dâhisi olmak gerek, onu da beceremiyorlar. 

Sözün özü yazınlar uydurma olunca hayat bayatlamış kokmuş bir hal aldı. Eğer duygunuz da sadece dünya varsa sözüm size değil. Ya da öteki dünyadan, ister cennet ister cehennem olsun büyük parseller almak umuduyla doluysanız yine sözüm size değil. Ben varlık çölünde garib olarak ruhunu teslim edenlere söylüyorum. Onlar hem yalnız hem de yalnız değiller. Onlara selam olsun. Onları takip eden yeni nesiller gelecektir. Biz göremezsek te çocuklarımız görecektir.  Zamanı önceden yaşamak, yazında önce gelebilir.

Bakın söz nereden nereye geldi, biraz daha devam edebilsek nereye varacak. Tezlerin her zaman anti tezi sonra sentezi olabilir. Her sentez de tekrar döngüsüne varıp, tekrar tez olabilir. Ancak bizim son sözümüz yine Allah Teâlâ  ve Rasûlüllâh sallallâhü aleyhi ve sellem dir. Başka teati-i efkârımız da olmaz. İnananda tez/mez kalmaz ki, sentez bulunsun. 

İhramcızâde İsmail Hakkı


PSİKO-ANALİTİK ALDATMANIN BİR ÇEŞİDİ  “YÜZÜK/KÜPE SEMBOLÜ”

Günümüzde insanların manevî kabiliyetleri azaldığından kişiliklerindeki özelliklerini pozitivist [ teoloji ve metafizik içermeyen, sadece fiziksel veya maddi dünyanın gerçeklerine dayanan bilim anlayışı]  ile karşıya/ötekiye duyurabilmenin amacını gütmeleri nedeniyle, fizikî eylemler/sembollere ihtiyaç duymaktadırlar.

Dikkat edilirse son dönem firma isimlerinde “ X ” harfli kelime gruplarının kullanımında aşırı bir artış olmuştur. “ X ”  harfinin yazılımı logolarda haç işaretini andıran haliyle sanki Hristiyanlığın propagandasının yapılması gibi..

Yüzükler, küpeler hakkında milletler/cemaatler/ dini inançlar da bir sınırlama altında tutulurken, şimdi kaosvâri bir etki altında kalmaktadır.  Konu hakkındaki gerçek kültür ve bilginin içeriği o şekilde deforme ki, neyin ne olduğu hakkında birçok yorum yapılması gerekiyor. Mesela, günümüzde insanlar tarihi dizilerde kullanılan karakterlerin üzerindeki kostümleri sanki o dönemde, gerçekten de o şekilde kullanıldığını zannediyor. Aslında aldatılıyoruz. Geçenlerde “Nuh” filmini seyretmiştim. Filme konu olan o zamana göre bu  kadar saçma bir uyarlama olamaz demişimdir. Sonuçta film bir kurgu.

Eğer kültürümüzün yozlaştığını daha iyi anlamak istiyorsanız, yani küpe ve yüzük takmaların ne manaya geldiğini anlamak isterseniz, ihtiyar annelerinize sorun. Onlar size saf halleriyle her şeyin doğrusunu söyleyeceklerdir. Ben bu sene tatilde kayınvalideye sormuştum. Başparmağa eskiden kimler yüzük takardı? O da Ermeniler takardı demişti. Şimdilerde ise Müslümanlar takıyor.

Kulağa küpe takmak kadın için tarihi geçmişi var olan bir olgudur. Fakat son yirmi yıldır erkeklerde kulaklarına küpe takmanın zevkine varıyorlar. Ona da erkek timsali olan Yavuz’u örnek gösteriyorlar. [Piyasada yavuz diye bilinen Şah İsmail fotoğrafı olması da işin başka tarafı.] Yazarken hatırladım, eskiden evlerin duvar süslemelerinde kullanılan duvar halılarında Yezidiler/Ezdilerin sembolü tavus kuşu çok olurdu. Şimdilerde ise unutuldu. [Yakın zamanda bir kanalda bir dizide tekrar kullanılmaya başlandı.] Konuya dönelim; bu takmanın nedeni erkeklerin kadınlara karşı kimlik sorunu yaşadıklarının ispatından başka ne olabilir ki? Kadın için süslenmek ona üstünlük getirirken, erkek için bir zafiyettir. Erkeğin güzelleşmeye ihtiyacı olduğunu hissetmeye başladığı zaman kendini sorgulamaya başlamasının gerektiğini vurgulayabiliriz.

“Ben varım” çağında insanlar yalnızlıklarını gidermek için pasif iletişimin unsurlarını kullanırken yüzükler için birçok manalar olduğunu görebilirsiniz.

Baş Parmak :

*Boşum ama kimseyle işim olmaz.

*Kölelik, Lezbiyenlik, Sekste sınır tanımam.

*Ben ateistim veya bu konuda hoşgörülüyüm.

*Ben homophile [eşcinsel] veya lezbiyenim. Ya sen; veya bu konuda açık olabilirim. [Bunun nedeni de homophile ve lezbiyenler nişanlandığında veya evlendiğinde yüzüklerin baş parmağa takıyor olması.]

*Başıma buyruk biriyim. [Baş parmağa takılan yüzük, yunan mitolojisinde Poseidon u temsil eder. Poseidon, Zeus'un kardeşidir. Olympos dağında yaşayan başına buyruk, kuralları takmayan Denizler tanrısıdır.

Rivayete göre bu parmağa yüzük takanlar, başkalarının trendlerine uymayan, kendi doğrularıyla yaşayan başına buyruk insanlardır.]

* Erkekte, “Ben kadın düşkünüyüm.” [ "Başparmak, asında erkekliğin, 4 parmak da kadınlığı simgeler" Diğer 4 parmak ise 4 kadını temsil eder "Ben tutmaya yararım, tutucuyum açlıktan hoşlanmam demeye getirir" Başparmak, her parmağın ucuna dokunabilir. Yani onları öper "çapkınım" demek ister.]

İşaret Parmağı/ Şehadet parmağı

*Bir bayan işaret parmağına yüzük takıyorsa her türlü ilişkiye açığım demek istiyor.

Fanatiğim.

Orta Parmak :

Doluyum ama arayıştayım

Yüzük Parmağı :

Takmak Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin sünnetidir.

Sağ Nişanlı Sol Evli anlamına geliyor.

Serçe Parmağı :

Kararsızım/depresif takılıyorum. Sana yaramam, benden uzak dur.

Sonuç olarak yüzüklerinizle/küpelerinizle karşımızdakine mesaj vermek yerine kendi varlığımızı bir şekilde karizmatik kılarak etrafımızdakilere daha büyük etki yapabilirsiniz.

Şöyle ki insanlar bildiği ve özüne vakıf olduğu unsurları bırakmada aceleci davranırlar. Bir yere konduramadığı veya tanımakta taaccübe uğradığı zaman kendini o varlıktan uzaklaştırmadığı gibi “belki” leriyle daha çok istenilen/çekici olurlar. Allah Teâlâ’nın varlığını gizli tutmasının en önemli sebeplerinden biride budur.

Her zaman açık olmak iyidir, denilir. Ancak kişiliğinizin çözümlemesinde karşınızdakine ima edecek her türlü unsurdan uzak durmak, susmak gibi hepimiz için daha faydalıdır. Bu konuda ince düşünüş kadınlar için bu daha önemlidir. Allah Teâlâ’nın kadınların  tesettür konusunda hassas davranmasını da bir nebze açıklamış oluyoruz.

Kendinizi elinizle ifşa etmeyin.

Allah Teâlâ ifşa edenleri pek sevmez. İsterse bu ifşa sevap konusunda olsun.

İhramcızâde İsmail Hakkı



[1] 81 - Tekvîr Sûresi 15-) Fela uksimu Bilhunnesi; (İse) kasem ederim (B sırrınca) el-Hünnes’e (geri kalıp (dönüp) pusup kaybolanlara; gezegenlere?),

Not: Hz.Ali kerremallâhü veche  “el-Hünnes”i şöyle tefsir eder: “Bunlar gündüzün sinen-görünmeyen, geceleyin zahir olan-çıkan yıldızlardır (gezegenlerdir)... Battıkları vakit ise gizlendiği için görünmeyen yıldızlardır (gezegenlerdir)”...

16-) Elcevarilkünnesi;

El-Cevar’e (yörüngelerinde akıp gidenlere, peryodlarını devredenlere), el-Künnes’e (yuvalarına (burçlarına) girenlere; gezegenlere?),

 

 



Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar