ANTİKÇAĞ’DA AKIL HASTALIKLARI, MELANKOLİ VE FARKLILIKLARIN KAVRANIŞI
Hazırlayan:
Haydar Akın
II. ANTİKÇAĞDA TIP VE BEDEN ALGISI[1]
2.1. HİPPOKRATES ÖNCESİ DÖNEM[2]
Eskiçağlardan beri, zaman içinde
değişen yaşam ve çevre koşullarına paralel biçimde İnsanoğlunun da bedensel ve
ruhsal düzlemde değişime uğradığını biliyoruz. Ancak bu değişim insanlara
hastalıklara karşı bağışıklık sağlamamıştır. Günümüzden yaklaşık on bir bin yıl
önce Neolitik Kültür Devrimi ile göçebelikten yerleşik düzene geçilerek tarım
yapılmaya başlanması, hayvanların evcilleştirilmesi ve nihayet çanak çömlek
yapımı, insanı mikrobik hastalıklarla giderek daha fazla yüz yüze bırakacaktır:[3] “Bu devirlerde çobanlık
faaliyetlerinden dolayı da daha önce hayvanlara adapte olan parazitlerin çoğu
insan patojenleri olmuşlardır. Nüfus yoğunluğunun artması bulaşıcı
hastalıkların yayılmasını hızlandırdığından çocuk ölümleri artmıştır.”(Bayat,
2003, s. 23)
Tarih öncesi dönemden günümüze
intikal eden iskelet kalıntılarındaki patolojik lezyonların çoğunluğunu
yaralanmalar oluşturmaktadır. Bunların önemli bir bölümünün de, avlanma sırasında
oluştuğu anlaşılmaktadır. Günümüzün fiziksel, iklimsel ve biyolojik
koşullarının oluştuğu Neolitik çağda, hastalıklara karşı verilen mücadelede
kullanılan teşhis ve tedavi yöntemleri hakkında, yazısız dönem söz konusu
olduğundan, maalesef çok az bilgiye sahibiz. Bu dönemde çoğunlukla
hastalıkların, giderek bedeni etkileyen tüm ‘olağan dışı’ durumların, nedeni
olarak kötü ruhların insanı tutsak etmesi görülüyordu. Gündelik yaşam
koşullarına göre gelişen sıradan hastalıkların nedenleri mevsim değişimlerine,
ayın, güneşin durumuna bağlanırken, demonların,[4]
kötü ruhların, doğa dışı kimi kötücül güçlerin bu rahatsızlıkların taşınmasına,
yayılmasına aracılık ettiğine inanılırdı. Şayet kabilenin veya ülkenin putu,
tanrılarından biri memnun değilse, herhangi bir nedenle (tanrı/lar adına
yeterli adak adanmamış veya şenlik düzenlenmemiş olması ve benzeri durumlar)
tebaasına kızgınsa, kötücül güçler bu hoşnutsuzluktan yararlanarak, artık korunma
imkânı kalmamış savunmasız insanlara büyü yoluyla zarar verirlerdi. Kabileye
‘hastalık gönderme’, kabilenin düşmanı kötücül tanrıların verebileceği çok
sayıda zarardan sadece biriydi. Dolu yağışları, sel felâketleri, kuraklık,
deprem benzeri doğal felâketler ve takip eden açlık, sefalet ya ‘iyi’
tanrılarla ‘kötü’ tanrıların mücadelesi sonunda ortaya çıkan hiddetin bir
sonucu ya da korunması kalmamış, zayıflamış kabilenin kötücül güçlerin hedefi
haline geldiğinin bir göstergesiydi.
Anılan nedenlere bağlı olarak geldiğine
inanılan hastalıklarla mücadele, kabilenin hekimlik görevini üstlenmiş bilge
kişileri tarafından yürütülüyordu.[5] Yaşadıkları topluluk içinde
kehanette bulunabilme, şifa verebilme güçleriyle saygınlık kazanmış bilgelerin
bir diğer özelliği, hastalığa neden olan kötücül ruhları -güçleri- bedenden kovabilme,
yani bir tür hekimlik yeteneğine sahip olmalarıydı. Hastalığa neden olan
demonun bedenden kovulması karşı büyü ritüelleriyle başarılabildiği gibi,
yeterli olmaması durumunda, cerrahî mücadele de başvurulan bir yöntemdi.
Nitekim başa uygulanan trepanasyon da bu inanış bağlamında gelişti. Ruhun
yürekte, can ve yaşam gücünün ise kafada yerleştiğine inanıldığı için hastanın
büyüyle gelen rahatsızlıktan ancak beyne[6]
dışarıdan yapılacak bir müdahaleyle iyileşebileceğine inanılırdı. Eskiçağlar’da
sıkça başvurulan bu uygulamaya, “Tedavi veya büyüsel amaçlarla canlı bir
insanın kafatasında keskinleştirilmiş bir aletle delik açma, kafatasından bir
kemik parçası çıkarma işlemine trepanasyon[7]“ denir. (Bayat, 2003,
s. 27)
E. Gurlt Prehistorik trepanasyonun bilinen en
eski cerrahî operasyon olduğunu ve biri insan yaşarken diğeri de öldükten sonra
yapılan olmak üzere ikiye ayrıldığını belirtiyor. Birinci grupta akıl
hastalıkları, budalalık, epilepsi ve beyindeki bir rahatsızlık sonucunda ortaya
çıkan kasılma nöbetleri veya yaralanmalar nedeniyle doğrudan şifa amaçlı
cerrahî operasyonlar yer alır. İkinci grup terpanasyon (trepanation
posthume), yaşamında büyücü-cerrah olarak çalışmış veya kutsal sayılan bir
kimliğe sahip, ancak ölmüş bir kişinin henüz defnedilmeden kafatasından kemik
parçaları kesilmesi amacıyla yapılır. Kesilen kemik parçaları bazen işlenerek,
bazen aynen korunarak, sağlık ve şans getirmesi amacıyla amulet veya talisman
olarak boyuna asılır veya cepte taşınır. Gurlt, bu amaçla hazırlanmış çok
sayıda kafatası kemik parçasının, Fransa başta olmak üzere, orta Almanya,
Bohemya, Danimarka, Polonya, Rusya, Cezayir, Kuzey Amerika ve Peru’da
bulunduğunu belirtiyor. (Gurlt, 1898, s. 3-4)
Bu noktadan hareketle animizmin[8] hüküm sürdüğü anılan dönemlerde
bedensel ve ruhsal hastalık arasında ayrım yapabilmenin ne denli
zor olduğunu söyleyebiliriz. Kuşkusuz söz konusu çıkarım, Eskiçağ insanlarının
akıl hastalıklarını tanımadığı anlamına gelmez;[9]
çılgınlık ve epilepsi nöbetleri bilinen ve kısmen tedavi edilebilen
rahatsızlıklardır.[10] Ancak tarih öncesi dönemde,
beyine ‘hastalık’ nedeniyle yapılan her türlü cerrahî müdahalenin büyük ölçüde
büyünün etkisinden kurtarma amaçlı olduğunu söyleyebiliriz.[11]
2.1.2.
Homeros’un Dünyası’nda Yaşam, Hastalıklar ve
Ölüm
Antikçağ’ın erken dönemlerinde
sağlık, akıl yürütme veya doğa bilgisinden çok doğaüstü alana ait bir olgu
olarak karşımıza çıkar. Geç Antikçağ’da iyice belirginleşen Helen hâkimiyetine
kadar Eski Mısır,[12] Mezopotamya[13] ve İran[14]
gibi kadim medeniyetlerin tedavi alanındaki öncü konumu Avrupa kültürleri için
büyük önem taşıyacaktır. Yeniçağ’a kadar Avrupa tıbbında belirleyici konumda
olan Yunan tedavi sanatı en az yukarıda anılanlar kadar, Çin,[15] Japon[16]
ve Hint[17] tıp kültürünün inanç ve tedavi
yaklaşımlarından etkilenmiştir. (Bergdolt, 199, s. 917; Uzluk, 1958, s. 35)
Antikçağ’ın[18]
İÖ 9. ve 6. yüzyıllarını kapsayan döneminde, Eski Mısır ve Mezopotamya
uygarlıklarında olduğu üzere, hastalıkların ve sağlığın tümüyle tanrıların,
doğaüstü (tanrısal) güçlerin etkisinde gerçekleştiğine inanılmıştır. Apollon,
Artemis, Athena gibi tanrı(ça)lar özellikle hastalıklar ve sağlık alanında
yetkindirler. Ancak bu alanda muhtemeldir ki en köklü geçmişi olan tanrı,
‘tanrıların hekimi’ unvanını da almış olan Paian’dır.[19]
Yunan tıbbının mitolojik[20] dönemi olarak da adlandırılan
bu dönemine tanıklık eden en önemli yapıtlar Homeros’un (İÖ. 9. yy.) îlyada
ve Odysseia adlı destanlarıdır.[21]
Antik Yunan dünyasının ‘Kahramanlık Çağı’nın bu yapıtlarında hastalıklar ve
salgınlar üzerine anlatılanlar, hastalıkların nedeni olarak doğaüstü güçleri ve
tedavisi için farklı büyü pratikleri kullanan Eski Mısır ve Mezopotamya
hekimlerinin teşhis ve tedavi usullerinden çok farklı değildir. (Longrigg,
2003, s. 11) îlyada’nın I. bölümünde, Tanrı Apollon’nun öfkesiyle[22] gelen savaş ile salgın karşısında
Akhalıların çaresizliği, bilicilerden, düş yorumcularından medet ummaları (îlyada
I, 43- 67),[23] Odysseia’da yaban
domuzunun saldırdığı Odysseus’dan akan kara kanı durdurmak ve yarayı tedavi
etmek için dedesi Autolykos’un oğullarının uyguladıkları büyü, bu konuya örnek
teşkil eder. (Odysseia, XIX, 455-458) Aşağıda ayrıntılı biçimde
inceleyeceğimiz Antik dünyanın sağlık tanrısı Asklepios[24]
Homeros’da henüz tanrısal bir kimliğe sahip değildir.[25]
Tesalya’lı bir hükümdar olarak karşımıza çıkar. Ancak Homeros, Asklepios’un
kusursuz hekimliğinden ve Troya savaşına katılan hekim oğulları Podaleirios ve
Machaon’dan övgüyle söz eder. (İlyada II, 729-732; IV, 192219; XI,
514-518)
Destanlarda savaş alanlarında ok
veya mızrakla yaralanmış kahramanın yaralarının tedavisi, akan kanın
dindirilmesi için uygulanan tedavinin yanı sıra, ağrı kesici, yatıştırıcı
ilâçlar ve kuvvet veren karışımlar hakkında bilgiler yer alır.[26] Tedavi sanatı[27] bütünüyle savaşlar
ve avlanma sırasında oluşan yaralanmaların tedavisine yönelik olup, hastalıklar
üzerine hiçbir bilgi yer almadığı gibi, herhangi bir hastanın tedavisi
anlatılmaz.[28] (Krug, 1993, s. 9)[29] Kuşkusuz bu tespit anılan
dönemde biyolojik hastalıklar olmadığı anlamına gelmez; paleopatolojik81 [30] araştırmalar cüzzam, veba ve
frengi gibi hastalıkların varlığını teyit etmektedir.
Homeros’un eserlerinde yer alan bilgilerden
hareketle Antik dünyada ölüm tipleri üzerine ayrıntılı bir tasnifin
yapılabileceğini belirten M. D. Grmek, ‘ölüm’leri dört başlık altında
gruplandırır:[31] (1) savaş, yaralama veya kurban etme gibi
şiddet
uygulanması nedeniyle ölümler,
(2) vücudu zayıf düşüren bir hastalık sonucunda ölümler, (3) anî, beklenmedik
ölümler, (4) büyük bir üzüntü veya tutulan yas sonucunda ölüm.
Birinci
grupta yer alanlar, en kanlı ölümler olarak destanlarında şiirsel
biçimde tasvir edilen, Antik dünyanın tarihsel metinlerde de izleri
sürülebilenler olarak en fazla yer tutanlardır. Bu grupta yer almakla birlikte
avlanırken veya çalışırken meydana gelen kazaların bu kadar az anlatılması
nedeni kuşkusuz, nadir yaşanmasından değil, dönemin insanı için sıradanlığı
nedeniyle monoton olmasıdır. Daha önce belirtildiği gibi, ikinci grupta yer
alan ve tanrılar tarafından insanlara ceza olarak gönderildiğine inanılan
salgın ve bulaşıcı hastalıklar ender olarak anıldığı gibi, tedavi yöntemleri
hakkında da bilgi verilmez.[32] Beklenmedik ölümler tanrıların
öfkesinin bir işareti olarak, şiddet uygulanması sonucunda ortaya çıkan ölümle,
bir hastalık sonucunda oluşan doğal (naturel) ölüm arasında yer alır.
Son grupta yer alan ölümün nedeni ise karşılıksız sevgi, hasret duyma, terk
edilme gibi farklı duygulara eşlik eden büyük bir üzüntüdür. Homeros’un Odysseia"da
Autolykos’un kızı ve Odysseus’un annesi Antikleia’nın ruhuna söylettikleri bu
türden bir ölüme güzel bir örnek teşkil eder. (Grmek, 1991, s. 21-22)
Ben de
kaderime boyun eğmiş de ölmüş değilim: Konağıma gelip tatlı oklarıyla öldürmüş
değil beni ok saçan keskin gözlü tanrıça, bir hastalık da çökmüş değil benim
üstüme, bedeni kemire kemire insanın canını alan, senin yüzünden öldüm ben,
şanlı Odysseus, senin hasretinden, senin sevgindir beni bal gibi canımdan eden.
(Odysseia, XI. 198-202)[33]
Hekimlik sanatı üzerine ilk
önemli bilgileri yine Homeros’un Odysseia’’ sından ediniriz. Odysseia’
da şarkıcılık, falcılık, yapı ustalığı gibi hekimlik de para karşılığı
olarak icra edilen bir meslek olarak yer alır. (Neuburger, 1906, s. 135)
Dönemin rahipleri ve hekimleri tanrıların gazabı olarak gördükleri salgınlar ve
melankoli gibi bireysel rahatsızlıklar için özellikle tanrılarından yardım
isterler; tedavi son tahlilde bizzat tanrılar tarafından ya da tanrıların
yardım ve hoşgörüsüyle icra edilen bir sanattır.[34]
Bunun en güzel örneklerinden biri Odysseia’nın IV. kitabında
anlatılır. Zeus’un kızı Helena, nestor’un oğlu Antilokhos’un ölümüyle ortaya
çıkan yası, öfkeyi dindirmek için misafirlerinin şarabına, Mısır’dan gelen
bitkilerden hazırladığı ilacı (pharmakon, Yun.) katar:
O sıra Zeus’un
kızı Helene bir şeyler tasarladı, / bir ilaç attı içtikleri şaraba, / yası,
öfkeyi dindiren bir ilaçtı bu, / tekmil acıları unutturan bir ilaçtı. /
Katıldığı sağraktan şarap içen / gözyaşı dökmezdi bütün bir gün, / anası babası
ölmüş olsa bile. / Ya kardaşını ya sevgili oğlunu / gözünün önünde tunçla
kesseler, / gözleriyle görse nasıl can verdiklerini, / bir damla gözyaşı
dökmezdi gene de. / Böyle erdemli, iyi ilaçları vardı Zeus kızının, / Mısırlı
Polydamma vermişti onları, Thon’un eşi, / bu ilaçlar Mısır’ın bereketli
toprağından fışkırırdı, / birçoğu şifalıydı, birçoğu da zehirli, / hekimleri de
çok bilgili, üstün hekimlerdi, / hepsi de Paian tanrının soyundandılar. [yazım
aynı] (Odysseia, IV, 219-232)
Kuşkusuz Homeros ilk kez şifa
veren bir terkibi, ilâç, tanımlamıştır bu metinde. Starobinski metindeki bir
başka önemli hususa dikkatimizi çeker: Homeros tanrılar tarafından yanlızlığa,
acıya mahkûm edilmiş bir kahramandan ziyade, daha sıradan, insanî, bir
kayıp nedeniyle duyulan acıyı, umutsuzluğu ve boşluğu betimler. Nihayet derdin
tedavisi, doğaüstü güçlerden, tanrılardan rica-minnetle talep edilecek büyülü
bir af veya icazet değildir. İnsanlar tarafından yetiştirilmiş şifalı ve
zehirli bitkilerden yapılmış karışım, yani birphârmakoridur.
(Starobinski, 2011, s. 39-40)
Doğaüstü güçlerin kontrolünde
uygulanan tedavi Eskiçağlar’ın büyüsel veya demonik tedavi pratiklerinden büyük
ölçüde farklıdır. Neolotik’ten itibaren binlerce yıllık süreçte ortaya çıkan
farklılaşmanın temelini hastalıkları doğaüstü güçlerin yardımıyla tedaviye
çalışan sihirbaz-büyücü hekimlerin yerini giderek, gücünü tanrılardan aldığına
inanılan, ancak tedaviyi bedenden hareketle yine insanda arayan hekimlik
anlayışına olan yönelim oluşturur.
Anılan bu süreçte her ne kadar
hastalıkların tanrıların yardımıyla tedavi edildiğine dair bir inanç yerleşmiş
olsa da, teşhisten çok hastalıkların tedavisinde uygulanan yöntemlerin,
şaşırtıcı biçimde, Hippokrates tıbbıyla benzerlik gösterdiği görülmektedir.[35] Diğer bir ifadeyle bu dönemin
Eski Yunanistan’da tıp alanında birkaç yüzyıl sonra yaşanacak Hippokrates
devrimine önemli ölçüde bilgi birikimi sağlayarak alt yapı oluşturduğu
görülmektedir. Homeros metinlerinden anlaşıldığı kadarıyla, eski Yunanlıların
yaralanmalar üzerine engin bir tecrübeye sahip olduğu anlaşılmaktadır. Bu da
bize Yunanistan’da tedavi sanatının geçmişinin ne denli eskiye dayandığını
göstermektedir. (Kudlien, 1967, s. 32)[36]
2.1.3.
Antik Dünya’da Tanrısal Şifa ve Asklepios
Kültü
Yunan tıbbında tanrısal güçlerin
yardımıyla iyileştirme geleneğinin başlangıcında Asklepios (Aesculapius,
Lat.) kültü yer almaktadır.[37] Yaşayıp yaşamadığı tam olarak
bilinmeyen Antik Yunan tedavi sanatının kurucusu Asklepios zaman içinde
tanrılaştırılmıştır. Yunan mitolojisinde tıp, tedavi ve sağlık tanrısı olarak
tanınan, Apollon ve Koronis’in oğlu[38]
Asklepios,[39] genellikle olgun yaşta, sık
saçlı, gür sakallı, bedenin sol tarafını örten harmanisi, sol elindeki yılanlı
asasıyla (Eskülap asası)[40] sakallı bir adam
olarak betimlenir. (Krug, 1993, s. 126 vd.; Lurker, 1989, s. 46; Bayat, 2003,
s. 84)
Kültün kökeni İÖ 7. yüzyıla
kadar gitmekle birlikte,[41] Yunanistan’da yayılışı 5. ve
3. yüzyıllar arasına; Batı Anadolu’ya ulaşması ve Bergama’da tapınak inşa
edilmesi ise 4. yüzyıla denk düşer. İlk Asklepieion tapınağının,
Homeros’un Ilyada Destanı’nında (Ilyada, II, 729-733) Asklepios’a
yaptığı gönderme ve Antikçağ’ın ünlü coğrafyacısı Strabon’un yazdıkları (The
Geography, IX, 5,17) göz önüne alındığında, Trikka’da (Tesalya) kurulduğu
sanılıyor.[42] Roma İmparatorluğu döneminde
ise özellikle külte ev sahipliği yapan Bergama’nın yıldızı parlayacaktır.
(Bergdolt, 1999, s. 63; Neuburger, 1906, s. 140) Yunan dünyası dışındaki Asklepieion
tapınaklarından biri, ilk Yunanlı hekimin imparatorluk topraklarında çalışmaya
başlamasından (İÖ 219) önce, İÖ 293 yılında, Roma’da kurulur. (Krug, 1993, s.
163; Steger, 2004, s. 23)
Asklepios’un izini başta İÖ 4. ve 3. yüzyıllarda en
görkemli dönemini yaşayan Epidauros’daki[43]
(Mora Yarımadası) büyük mabet olmak üzere, Rodos, Kos (İstanköy), Knidos
(Datça), Bergama, Milet, Trikka (Tesalya), Atina, İzmir ve Kyrene’de (Kuzey
Afrika) tedavi merkezi amaçlı kullanılan altmış üç tapınakta sürmek mümkündür.[44] [45]
Asklepios adına kurulan ve Asklepieion olarak adlandırılan han,
hamam, sunak ve sağlık ^\97
birimlerinin toplamı üç yüzden fazladır. (Bayat, 2003, s. 85)
O dönemde inşa edilen tüm
tapınakların yer seçiminde gösterilen hassasiyet dikkat çekicidir.[46] Hemen hepsi temiz ve şifalı
olarak bilinen su kaynaklarına yakın,[47]
sırtını ormana vermiş, mezarlıktan ve kötü ünden uzak, mümkünse kutsal olarak
bilinen merkezlere sınırı olan, çeşitli Akdeniz bitkileriyle zengin mükemmel
bahçeleriyle, iklimi ılıman bölgelerde kurulmuştur. Mabetlerin yakınında yer
alan mineral oranı yüksek termal su kaynakları içme dışında, merhem
hazırlanmasında ve hidroterapi tedavilerinde de kullanılmıştır. Tapınakların
yer seçiminde gösterilen bu özenin başlıca amacı, morali bozulmuş olarak Asklepieionlara
gelen hastanın, hangi ortam ve koşullarda sağlığını geri kazanabileceğini ona
göstermesi ve aşağıda göreceğimiz gibi, onu kür merkezinden ayrılırken,
sağlıklı olacağına inandırmasıdır.[48]
Asklepieionlara kabul de bazı kurallara bağlanmıştı; örneğin ölümcül
hasta[49] ve hamileler tedaviye kabul
edilmediği gibi, mabetlerin yakınlarına dahi sokulmazdı. (Neuburger, 1906, s.
140; Pagel, 1915, s. 43; Krug, 1993, s. 131)
Asklepios kültünün en önemli tedavi
yöntemi ‘tedavi eden tapınak uykusu’dur.[50]
İnanışa göre Abaton[51]
veya Enkoimeterion adı verilen her tarafı açık uzun sütunlu uyku
odalarında tapınak uykusuna yatmadan önce hazırlık sürecinden geçerler. Bu süre
zarfında, hastalara iyileşebileceklerine inanmaları için psikoterapi yapılmış
olur. (Krug, 1993, s. 136) Bedensel temizliği ve ruhsal arınmayı amaçlayan,
oruç tutularak, cinsel ilişkiden kaçınarak, tütsü yakılarak, hoş kokularla
beden ovularak geçirilen bu hazırlık dönemi bazen günlerce sürebilir. Nihayet
kurban adamış, bedenen ve ruhen temizlendiğini düşünerek “[...] düşlerin
taşıyıcısı toprağa dokunacak şekilde yere uzanan” (Bonnefoy, 2000, s. 79)
hastalar, bizzat tanrı veya çocukları tarafından tedavi edileceklerine,
rüyalarında önemli şifa öğütleri alacaklarına inanırlar.[52]
Şayet hasta mabet uykusundan sağlığına kavuşmuş olarak uyanmazsa,
mabette görevli rahip-hekimler veya zaman zaman meslekten hekim olan Asklepiadlar,[53]
tedavinin sonuçlanması için hastanın rüyalarını yorumlar[54]
ve şifa bulması için yapılması gerekenleri söylerler. Öğütler genellikle diyet
önerileri, şifalı su banyoları, hava değişikliği, hareket, kitap okuma,
tiyatro, müzik gibi zihni oyalayacak farklı yöntemler üzerine yoğunlaşır.
İlâçlı tedavi istisnaî durumlarda uygulanır ve basittir: “Meselâ sindirim
bozukluğu şikâyetiyle Epidauros Asklepieiorina başvuran bir hastaya
ekmek, peynir, maydanoz, marul ve ballı sütten oluşan bir diyet verilmiş,[55] çıplak ayakla dolaşması, her
gün koşması, çamur banyosu yapması, sıcak banyo almadan önce vücudunu şarap ile
ovması tavsiye edilmiştir.” (Bayat, 2003, s. 85)
Uygulanan ‘tedavi kürü’nün
başarıya ulaşmasıyla kültün inananlar için önemi ve değeri teyit edilmiş olur.
(Meyer-Steineg ve Sudhoff, 2006, s. 30-31; Bayat, 2003, s. 84-87) Asklepios
kültü, tedavide ruh ve beden (psyche-soma) birlikteliğini amaçlar;
şifalı banyolar, şifalı otlarla yağlanma, dualar ve Asklepios için adak adamak
yoluyla bu beraberlik sağlanır. (Eckart, 2005, s. 6; Karger-Decker, 2001, s.
374)
Asklepieionlarda
uygulanan tedavinin başarı şansı hakkında sağlam verilere dayalı bir yorum
yapabilmek, kanımızca mümkün değildir. Yine de Asklepieionlara tedavi
şansı yüksek, ağır olmayan vakaların kabul edildiği göz önünde bulundurularak, yüksek
bir tedavi oranından söz edebilmek olasıdır.[56]
Ancak F. N. Uzluk’un haklı olarak vurguladığı gibi: “Bütün vak’alar
-istisnasız- iyi olmaktadır, şifa bulmaz diye düşünülen birçoklarında şifa
mucize kabilinden denecek haldedir. Başarısızlıklar asla kayıt edilmemiş,
ölümler ise hiç söylenmemiştir.” (Uzluk, 1958, s. 40) Bu noktadan hareketle
“Bergama Asklepionu’ndaki uyku odalarının çevresinde çıkarılan basit
mezarların, ölenlerin çevrece bilinmemesi için hemen orada gömüldüğünü akla
getirmektedir”(Bayat, 2003, s. 86)
Kuşkusuz Asklepion kültünün,
başta ‘tedavi eden mabet uykusu’ olmak üzere, tüm unsurları şifa dağıtma
amacına aracılık eder. Ancak hastaya mabede kabul edilmeden ve daha sonra
uygulanan arındırma seansları son tahlilde bir tedavidir. Bu tedavinin çağına
göre çok ileri olduğu bile söylenebilir. Sağlıklı bir beslenme rejimi, sportif
aktiviteler, şifalı sularla yapılan sıcak su ve buhar banyoları, hacamat,[57] müshil alımı gibi bedenin
zehirlerden arındırılmasının yanında doğal bir ortamda yapılan gezintiler,
müzik terapilerine ilâveten, hastanın rahatlamasına imkân sağlayan kremlerle
ovulması, teskin edici otlardan hazırlanmış ilâçlarla yatılan uzun uykular.
Mabede gelen hastalara uygulanan tüm bu yoğun tedavi sürecinde, mabet uykusu
büyük ölçüde hastanın sağlığına kavuşacağına olan inancını pekiştirmek üzere
tasarlanmış, psikolojik ikna yöntemi olarak belirmektedir. Kuşkusuz ‘tapınak
uykusu’nun bu sembolik yönü, Asklepios Kültü’nün tıp tarihindeki önemini
azaltmaz.[58]
Yüzlerce yıl boyunca önemli
birer tedavi merkezi olmanın yanında spor müsabakaları ve festivallere de ev
sahipliği yapan Asklepieionlar, Hıristiyanlığın yayılmaya başladığı
bölgelerde putperestlerin tapınakları olarak görülecek ve rekabet
nedeniyle tahrip edilecektir.
Asklepion kültünü bütünüyle dinî
bir kurumlaşma olgusu olarak görmek mümkün değildir. Kült, din ile gerçeklik
(bilim) arasındaki ayrımın anlaşılabilmesine olanak vermesi açısından
önemlidir. Tanrı Asklepion ile ‘hekim’ arasında ne bir rekabet ne de bir
düşmanlık söz konusudur. Tersine Asklepion, birçok durumda hekimin sonuçlandıramadığı,
eksik kaldığı tedaviyi, tamamlama görevini üstlenir. Bu görüş, Asklepios’un,
Tanrı olmadan önce hekimlerin koruyucu meleği olduğu şeklindeki efsaneyi
doğrular, ancak Yunan tıbbının din dışı karakterine de aykırılık teşkil etmez.
Diğer yandan Asklepionları sadece yoksulları tedaviye yönelik, ‘sosyal’ bir
amaçla kurulmuş merkezler olarak görmek de mümkün değildir.[59]
Hasta ne kadar yoksul olursa olsun, şifa veren tanrılara (Heilgötter),
dolayısıyla tapınağa yapılan bağışlar ve adanan adaklar son tahlilde verilen
hizmetin bedelidir. (Temkin, 1971a, s. 7; Kudlien, 1979, s. 12 vd.)
2.1.4.
Felsefenin Işığında Tıpta İlk Bilimsel
Yaklaşımlar
Antikçağ’a damgasını vuran Atina
İÖ 5. yüzyılda sadece tıp alanında değil, yaşamın hemen tüm alanlarında çağının
en parlak medeniyeti olacaktır. Atina Devleti’nin en
başarılı dönemi olarak
tanımlanan bu elli yıllık süreye (İÖ 480-430) olağanüstü bir devlet adamı,
sanatçı olan Perikles damgasını vurmuştur ve tarih yazıcılığında “Perikles
Çağı” olarak adlandırılır. Perikles’in yönetimi altındaki (İÖ 460-430) Atina,
bilimden sanata, tıptan mimariye, felsefeden edebiyata sahip olduğu deha
kişiliklerle altın çağını yaşamıştır. Bu dönem Perikles’in İÖ 429’da ölümü,
Spartalılar ile İÖ 431’de başlayan ve onlarca yıl sürecek olan Pelepones
Savaşları ile sona erecektir. (Bayat, 2003, s. 81- 82)[60]
Eski İyon doğa filozofları, diğer bir değişle Sokrates’i (İÖ 470-399)
önceleyen düşünürler (ön-Sokratikler), bilimsel tıbbın temelini atan çalışmalar
yapmışlardır. Hepsi olağanüstü birer doğa gözlemcisi, fizikçi olmanın yanı sıra
yetkin birer hekim olarak da dikkat çekerler. Ancak bu dönemde kaleme alınan
metinlerin orijinallerinin büyük bölümü, I. Ptolemaios (Ptolemaios Sotar)
tarafından kurulan[61] İskenderiye Kütüphanesi’nde İÖ
48 yılında çıkan yangında ve daha sonraki yüzyıllarda kentte çıkan isyan, işgal
ve karışıklıklarda yok olmuştur.[62] Tahminlere göre İskenderiye geçirdiği
641 yılında yaktırdığı iddiaları, 13. yüzyıldan itibaren farklı tarihçi ve
bilim adamları tarafından kaleme alınan kitap ve makalelerde ayrıntılı biçimde
yanıtlanmış ve çürütülmüştür. Bu tartışmalara İslam kaynaklarında ilk kez Abd
el-Latif (1162-1231), Inb el-Kıfti (1173-1248) ve Ebu’l Ferec’in (1125-1286)
yer verdiğini görüyoruz. Bu üç yazar İskenderiye Kütüphanesi’nin Mısır’ın fethi
sırasında Müslümanlar tarafından yakıldığı yolundaki asılsız söylemin yazında
yerleşmesinde önemli katkıda bulunmuşlardır. (Adıvar, 2000, s. 74-75) 13.
yüzyıldan itibaren İslam dünyasından başlayarak yayılan bu görüş, her ne kadar
Batı Dünyası’nda yaygın kabul görmese de, taraftar bulmuştur. Yanlış ve
tarafgir bilgi gelecek yüzyıllarda bizzat Müslüman yazarlar tarafından gelecek
nesillere aktarılmaya devam etmiştir. Konu 14. yüzyılda yaşamış ünlü düşünür
İbn Haldun’un da gündemine girecektir. İbn Haldun Mukaddimenin I.
kitabında (s. 130), kitap yakma olayına ‘kaybolan bilimsel ve kültürel eserler’
bağlamında değinir: “İnsan toplumları içinde çok sayıda, bilgiler, bilginler
gelip geçmiştir. Bize ulaşamayan bilimler, bize ulaşanlardan çok daha kabarıktır.
Tanrı hoşnut olsun Ömer’in ‘"fetih”’ sırasında [özellikle İskenderiye ele
geçirildiğinde] yokedilmesini buyurduğu o bilim belgeleri nerede, var mı şimdi?
Kaldelilerin, Süryanların, Babillilerin bilimleri, o çağda ortaya konan
yapıtlar, belgeler, çalışma ürünleri nerede?“ Kitap yakılma olayının bir diğer
kaynağı ise 17. yüzyılda yaşamış Kâtip Çelebi’dir (1609-1657). K. Çelebi (1972,
s. 8), Mîzanü ’l Hakk Fi İhtiyari’l-Ahakk adlı eserinde olayı şöyle
aktarır: “Hattâ Hazret-i Ömer -Tanrı kendisinden razı olsun- Mısır ve
İskenderiye’yi aldığı zaman orada bulunan nice bin cilt kitapların hepsini
orada yandırdı. Zira, öyle olmasa halk Allahın kitabını ve Tanrı elçisinin
sünnetini korumaktan kalkıp bu yakılan kitaplarla uğraşırlardı. Ve İslâmlığın
temelleri bu derece yerleşip pekişmezdi. İslamlığın ilk başlangıç yıllarında
onlar bu işi gördüler.”
Sözde yakılma olayından (7. yy.) bahseden eserlerin en
erken 12. yüzyıla ait olduğu düşünüldüğünde, tarihsel açıdan güvenilirlikleri
bütünüyle tartışmalıdır. Nuran Yıldız (1985, s. 91-92) yerinde bir saptamayla,
yukarıda anılan üç yazar tarafından ilki 12. yüzyılda kaleme alınan eserlere
gelinceye kadar aradan geçen yaklaşık beş yüz yıl süresince, hiçbir Hıristiyan
veya Müslüman yazarın kütüphanenin Müslümanlar tarafından yakılması olayından
söz etmediklerini belirtir: “Bunlar arasında IX. yüzyılda yaşayan Belazurî,
Yakubî, Taberî ve daha sonra X. yüzyılda Mes’ûdî bir Mısır tarihi yazmış olan
el-Kindi ve gene X. yüzyılda yaşamış olan İskenderiye patriği Eutychius İskenderiye’nin
fethini anlattıkları halde bu yangından hiç söz etmezler. Orosius da V.
yüzyılda kütüphanenin raflarının boş olduğunu söylediğine göre, zaten
kütüphanenin Müslümanların burayı fethinden önce kitaplarını kaybetmiş olduğu
anlaşılmaktadır. İster Mousaion ister Serapeion Kütüphanesi söz konusu edilmiş
olsun, Müslümanların fethinden önce, yani 391 yılında kütüphanenin
Hıristiyanlar tarafından tahrip edildiği anlaşılmaktadır.” Diğer yandan
İbnü’l-Âs yaklaşık yedi yüzyıl (641) sonra şehre girdiğinde, en büyük tahribatı
İÖ 1. yüzyılda yaşayan görkemli İskenderiye Kütüphanesi’nden geriye ne kaldığı
sorusu önem kazanmaktadır. (Ülken 2011, s. 25; Mansur 1995, s. 41; Apak, 2003,
s. 183)
İskenderiye Kütüphanesi’nin Hz. Ömer’in emriyle yakıldığına
dair iddianın geçtiğimiz yüzyılda yayılmasında etkili olan bir diğer isim,
İslam uygarlığı üzerine kapsamlı bir çalışma kaleme almış olan tarihçi-yazar
Corcî Zeydân’dır (1861-1914). Zeydân kitabının (2004), “İskenderiye vs.
Kütüphânelerin Yakılması Tartışması” başlıklı bölümünde kendisinin de, daha
önce kaleme aldığı metinler incelendiğinde görüleceği üzere, İskenderiye
Kütüphanesi’nin Müslümanlar tarafından yakıldığı iddialarına katılmadığını,
ancak daha sonra devam eden incelemelerinin sonucunda fikrinin değiştiğini
belirtir. Bu yeni iddiasını desteklemek üzere yukarıda değindiğimiz hususlardan
farklı olmayan altı neden sıralar (s. 613-623), ve vardığı sonucu şöyle
özetler: “Yukarıdaki açıklamalara dayanarak Arapların İslâm’ın ilk yıllarında
karşılaştıkları eski bilimsel kitapları İslâmiyet’in güçlendirilmesi amacıyla
yaktıklarını kabul etmeyi tercih ediyoruz. Ancak zamanla egemenlikleri ve
güçleri iyice artınca, ilim ve kültüre daha fazla ağırlık vermeye
başlamışlardır. Bunun sonucu olarak, -ileride görüleceği üzere- yaktıkları
kitapların birkaç katını ilim ve irfan âlemine hediye ederek, bu konudaki
kayıpları kat kat fazlasıyla telafi etmişlerdir.” (Zeydân, 2004, s. 623)
Yapılan bu alıntıdan da anlaşılacağı üzere, yazarın konuyu ir delemek adına
çıkış noktası ile vardığı sonuç arasındaki farkın, metodolojik olarak sorunlu
olduğu görülmektedir. Aşağıda anlatılacağı üzere, yakılma iddialarına temel
olan belgenin düzmece olduğu ortaya çıkmış olsa da, Zeydân’ın yazdıkları
araştırmacılar ve tarihçiler üzerinde uzun bir süre etkili olmuştur.
Kanımızca tartışma, M. Çelik’in (2000) yaptığı ayrım
(Hıristiyanlıktan önceki ve sonraki dönem) çerçevesinde ele alınmalı ve
değerlendirilmelidir. Kaldı ki, 7. yüzyıla gelindiğinde İskenderiye
Kütüphanesi’nden geriye ne kaldığı sorusuna verilecek yanıtlar, en az
suçlamanın kendisi kadar önemlidir. Çelik’in metni en az Terzioğlu’nun ve
Krehl’in makaleleri (1971), Ülken (2011, s. 23 -29) ve Mansur’un (1995, s. 41
vd.) tesbitleri kadar inandırıcı kaynak ve tezlerle konuyu ele almaktadır.
Çağdaş batılı
kaynaklara baktığımızda farklı yorumlarla karşılaşıyoruz. Bu konuda Nuray
Yıldız’ın çalışmasında (1985) ayrıntılı bilgiler yer almakla birlikte önemli
olduğuna inandığımız bir konuya dikkat Kütüphanesi’nde
çoğunluğu orijinal yedi yüz bin papirüs rulosu yanmıştır. (Eckart, 2005, s. 8)[63]
Erken Yunan
felsefesini karakterize eden iki önemli unsurdan biri, araştırma sonuçlarının
birleştirilmesi, diğeri ise doğaüstü inançlar ve mistik kabullerin karşısına
gözlem ve deneye dayalı doğabilimsel araştırma yöntemlerinin konulmasıdır.
Böylece doğa filozoflarının başlıca amacının, doğayı anlayabilmek ve giderek
insan bedeninin gizemlerini çözmek olduğu söylenebilir. Bu bağlamda kültürel
bir varlık olarak bedenin oluşumu ve zaman içinde bedende ortaya çıkan değişimleri
anlayabilmek, büyük önem taşır.[64] İnsanın doğasını, onu
oluşturan elementlerin şifrelerini ve evren ile ilişkisini, çözmeden tıp
alanında yol alabilmek mümkün değildir. Burada öncelik, evreni oluşturan
elementlerin insan bedeni üzerindeki karşılıklarını bulabilmek ve işlevlerini
anlayabilmektir. Mikro bir kosmos olan bedende, makrokosmos
gibi kusursuz işleyen bir sistemin yapı taşları olan temel elementlerin
karşılıkları mevcuttur. Öncelik, bu paralelliği doğru kurabilmek, evrenin doğa
(hava, su, doğal ortam ve çevre koşulları) aracılığıyla bedene sunduğu
imkânların beden ile uyumunu sağlayabilmektir. Doğa filozoflarının da
katkılarıyla bir öykünme modeli olarak tanımlanabilecek bu kabulün,
Avrupa’da tıp alanında, yaklaşık iki bin yıllık bir sürece temel oluşturduğunu
söyleyebiliriz.[65]
Miletli Thales’in (İÖ yak. 625-545) henüz olgunlaşmamış, erken dönem
elementler öğretisi (Schumacher, 1963, s. 18 vd.), Samoslu Pythagoras’ın (İÖ
580-500) adıyla anılan Pythagorasçı Okul’un üyeleri tarafından geliştirilecektir.[66] Ancak “Batı düşüncesinin
tarihinde bildiğimiz kadarıyla bütün varlığı kendine özgü biçimde dört temel
elemente indirgeyen ilk kişi Empedokles’dir.” (Kingsley, 2002, s. 23)[67] Empedokles’e göre
evren dört kurucu (temel) elementin uyum ve dengeleri üzerine inşa edilmiştir.
Beden de kurucu elementlerin karşılığı olan beden sıvılarının karışımından
oluşmuştur ve hastalık bu dengenin bozulmasına neden olur. (Ferngren, 2009, s.
18; Krug, 1993, s. 25)
Öğretide makrokosmos
olarak tanımlanan ‘evren’, dört temel elementin (ateş, su, hava ve toprak)[68] uygun koşullarda ve
niteliklerde karışımıyla ortaya çıkmıştır. İnsan bedenini de evrenin minik bir
örneği (mikrokosmos) olarak gören doğa filozofları, evrende temel
elementlerin üstlendiği işlevi, insanda dört beden sıvısının (kan, sarı safra,
balgam, kara safra) yerine getirdiğine inanırlar. Evren ve insan bedenine
ilişkin çok önemli olguların açıklanmasında kullanılan ‘dört’ sayısı
Pythagorasçılar için özel öneme sahiptir.[69]
Antikçağ’ın ‘erken dönem’ düşünürleri arasında hiçbirinin tıp alanında
yaptığı katkılar, Pythagoras’ın çalışmalarıyla boy ölçüşemez.[70] Bir rahip olarak yaşamının
yaklaşık yirmi yılını Mısır ve Babil Ülkesi’nde geçiren Pythagoras, sadece
matematik, astronomi ve akustik alanında kendini geliştirmekle kalmamış,
bedenin yapısı, üreme ve büyüme süreçlerinin yanı sıra insan duyularını ve
aklın fonksiyonlarını incelemiş, hastalıkların teşhis ve tedavisi üzerinde
çalışmıştır. Pythagoras, Rönesans boyunca ve takip eden yüzyıllarda, özellikle
16. yüzyıl hekim ve düşünürleri tarafından, gizli bilimlere olan sıra dışı
ilgisi nedeniyle, filozof kimliğinden çok büyücülüğü ile anılır olmuştur.
Robert Burton 17. yüzyılın ilk yarısında kaleme aldığı, Melankoli’nin
Anatomisi başlıklı çalışmasının ‘Giriş’ bölümünde (Democritus Junior to
The Reader) Pythagoras’ı 123
kısmen filozof, kısmen büyücü veya cadı olarak tanımlar.[71]
Evrenin temel ilkesinin sayı
olduğuna inanan Pythagorascı öğretinin[72]
sağlık anlayışı, sayıların yaşamdaki belirleyici konumunun, sayıların kusursuz
düzeniyle (harmonie)[73] birleştirilmek suretiyle
oluşturulmuştur. (Biraben, 1996, s. 363; Schumacher, 1963, s. 63) Öğreti
hastalıkların tedavisinde cerrahî müdahalelerin yerine, şifalı bitkileri,
merhemleri, dinsel müziği, terkibi gizemli iksirleri ve büyü pratiklerini,
sağlıklı bir beslenme düzenini125 [74]
ve bedensel hareketle, ruh dinginliğiyle yaşam tarzının değiştirilerek bedenin
yeniden inşasını kabul eder. Tüm bu öneriler, kesinlikle uyulması gereken
kurallar manzumesi, matematiksel bir doğrulukta, yani uygun oranda, tartışmasız
bir disiplinle uygulanırsa ancak başarıya ulaşabilir. (Neuburger, 1906, s. 154)
Pythagorascı tıp temizlik,
giysiler, spor, uyku düzeni, gündelik alışkanlıklar gibi yaşama dair her alanda
aşırılığın, düzenleyici prensip olan uyumu bozacağına inanır. Gündelik yaşamın
düzenini, yaşam tarzı (Diaf) belirler. Hastalık bu beden, ruh ve evrende
(kosmos) oluşan bu dengenin bozulması anlamına gelir. Hasta olan bir
insan önce yaşam tarzını sorgulamalı ve düzenlemelidir. İlâçlar ancak ciddî durumlarda
alınmalıdır. Pythagorasçı görüşler takip eden yüzyıllarda birçok sağlık
öğretisinin ilham kaynağı olacaktır. (Krug, 1993, s. 26)
Kuşkusuz temel elementlerden
beden sıvılarına geçiş kolay olmamıştır. Beden sıvılarının gerçek anlamda
ortaya çıkması için üç koşulun öncelikle oluşması gerekecektir: Pythagorasçılar
tarafından mükemmelliğin sayısı olarak kabul edilen 4 sayısına açıklanabilir
bir içerik kazandırılması, ancak sayı sembolizmiyle evreni oluşturan kozmik
elementlerin örtüştürülmesiyle mümkün olur. İkincisi, dört temel elementten her
birine atfedilen niteliklerin insan bedenindeki karşılığı toprağın, suyun ve
diğer elementlerin en saf anlamlarıyla tanımlanan durumlarından farklı
olacaktır; her temel element ile insan vücudunun ilgili kısmı arasında illiyet
bağı kurulacaktır. Nihayet insan bedeninde bulunan temel elementler, ancak doğa
felsefesi tartışmaları ile deneysel tıbbî araştırmaların birbirini tamamlaması,
giderek birleştirilmesiyle ortaya çıkar. (Klibansky vb., 1992, s. 42)
Temel Elementler Öğretisi olsun,
ona paralel biçimde, ondan hareketle, geliştirilen Beden Sıvıları Öğretisi
olsun, zirve noktasına İÖ 400 yılından önce ulaşmıştır. Böylece artık sağlığın
ne olduğundan hareketle hastalıkların nedenleri, beden sıvılarının nitelik ve
miktarıyla açıklanabilmektedir.[75] Pythagorasçılar[76] için ‘sağlık’, beden ile
yaşamın birbiriyle uyumu (Harmonie); ‘hastalık’ ise tersine
uyumsuzluğunun (Disharmonie) sonucudur. Tedavi olarak adlandırılan süreç
son tahlilde, uyumun yeniden sağlanması için gösterilen çabadan başka bir şey
değildir. Birçok etmenle birlikte sıcaklık düzeyi ve beden sıvıları (safra,
kan, balgam) hastalık oluşumunda belirleyicidir.
Diğer yandan Diogenes
Laertios’dan,[77] Pythagoras’ın derslerini
dinlediğini öğrendiğimiz Krotonlu Alkmaion[78]
(İÖ 6 .-5. yy.), dört temel element (ateş, su, hava, toprak) ile niteliklerinin
(sıcak, nemli, soğuk, kuru) uyumsuzluğunda oluşacak karasızlığı ortaya
koymuştur. Alkmaion demonların hastalıkların nedeni olarak gören inanışı
reddedip ilk kez ‘doğal hastalık’ tanımı yapar. O da hocası Pythagoras gibi,
karşıt (zıt) çiftler[79] arasında var olan evrensel
uyumdan hareket eder (Magner, 2005, s. 92). Sağlık nemli-kuru, soğuk-sıcak,
tatlı-ekşi ve benzeri karşıtlık oluşturan çiftlerin dengesinden (isonomia)
oluşur. Alkmaion’a göre karşıt çiftlerden birinin eksikliği, diğerinin tek
başına hâkimiyeti (monarchia) hastalık nedenidir. (Schipperges, 1999a,
s. 27-28; Schneider ve Lang, 1977, s. 17; Bergdolt, 1999, s. 29 vd.; Porter,
2007, s. 55;
Longrigg, 2003, s. 52)[80] Beslenme tarzında yapılacak
değişimle uygulanacak tedavi, bedenin tekrar denge haline geçmesine yardımcı
olur. (Ferngren, 2009, s. 18) Alkmaion’un tezi aynı zamanda statik-ontolojik
bir hastalık algısından dinamik bir kabule geçişin işaretidir. Ancak Alkmaion’un
tıp alanındaki bu katkıları Empedokles tarafından temel elementlerle
birleştirilmek suretiyle önem kazanacak ve beden sıvıları öğretisine geçişe
zemin oluşturacaktır.
Dört temel elementi
niteliklerine göre beden sıvılarıyla karşılaştırarak yorumlayan[81] ve ilk kez sağlık (synkrasie)
ile hastalık (dyskrasie) arasındaki farkı bütünüyle bu uyum
(eudaimonia) üzerine inşa eden şair, devlet adamı, felsefeci gibi unvanları
olan Empedokles[82] olmuştur. (Eckart, 2005, s. 9
vd.; Schipperges, 1999a, s. 28) Empedokles’den önce bu konuda kafa yoran
filozofların farkı, değişmezlerin (temel elementler) dörtlü birliğini kuramamış
olmalarıdır. Thales her şeyin temeli olarak suyu, Miletli Anaximenes (İÖ yak.
580-524) havayı, Heraklitos (İÖ 535-475) ise ateşi kabul etmişlerdir. (Schipperges,
1999a, s. 28) Bu nedenle Aristoteles, Metafizik adlı eserinin farklı
yerlerinde, Empedokles’in yeri (toprak) dördüncü element olarak sisteme
kattığından bahseder. (Böhme ve Böhme, 2004, s. 94)[83]
Kuşkusuz dörtlü birliğin yerine
farklı elementleri öne çıkaran bu anlayışın temelinde hava, su ve ateşe
atfedilen özel önem yatmaktadır. Her şeyin temeli olarak suyu gören Thales’e
göre, bitkiler, hayvanlar, doğadaki tüm canlılar varlıklarını suya borçludur.
Su, Nil nehri örneğinde olduğu gibi, oluşturduğu nem ile iklimleri değiştirir,
toprağı üretken kılar. Yaşamın kaynağı olarak havayı temel alan Miletli
Anaximenes’e göre yaşam için vazgeçilemez tek şey havadır; soluduğumuz hava
buna en iyi örnektir. Rüzgârla hareketlenen hava beden ısısı, büyüme ve sağlık
üzerinde olumlu etkiye sahiptir. Efesli Heraklitos’a göre doğadaki her şeyin
oluşumu ve yok oluşu ateşin etkisiyle gerçekleşir.
Doğada her şey hareket
halindedir; ateşin etkisiyle sıvı, gaz veya katı halden (eriyerek, buharlaşarak
ve kül haline gelerek) başka bir şeye dönüşür. Diğer yandan ateş yeryüzündeki
yaşamın sürdürülebilmesi için en önemli kaynaktır. (Neuburger, 1906, s. 153)
Sokarates öncesi doğa
filozofları tarafından ilk adımları atılan bilimsel tıp anlayışının en önemli
iki sonucundan biri, hastalıkların nedeni olarak artık demonların, kötü
ruhların görülmemesidir. Bu geçmişi binlerce yıl eskiye giden demon inancının
ve hastalıklara olan etkisinin anılan dönemde bütünüyle ortadan kalktığı
anlamına gelmez kuşkusuz. En azından sağlık alanında doğa üstünlüğünü kabul
ettirmiş gibi görünmektedir. Hastalıkların kötü ruhlardan gelmediği kadar,
şifanın da gökyüzünden beklendiği dönem sorgulanmaya başlamıştır.
Diğer önemli bir sonuç, temel
elementler (makrokosmos) ile beden sıvıları (mikrokosmos) arasında
kurulan ilişki ve uyumun (Harmonie) sağlıkla, uyumsuzluğun (Disharmonie)
hastalık ile açıklanabilir hale gelmesidir. Daha sonraki bölümlerde göreceğimiz
gibi bu ayırım, yaklaşık iki bin beş yüz yıl boyunca Avrupa tarihinde sadece
sağlık değil, yaşamın birçok alanında belirleyici olgulardan biri olacaktır.
Empedokles’den yaklaşık yarım
yüzyıl sonra doğan Plâton da evrenin kurucu maddeleri olarak dört temel
elementi saymış, ancak düzenleyici olarak da Tanrı’yı adres
göstermiştir:
Tanrı ateşle
toprağın arasına su ile havayı koymuş, onları birbirine mümkün olduğu kadar
aynı orantı ile birleştirmiştir. Öyle ki havaya göre ateş ne ise, suya göre
hava o olmuş, suya göre hava ne ise, toprağa göre su da o olmuş, bu birleşme
sayesinde gözle görülür, elle duyulur bir gök vücuda getirmiştir. İşte evrenin
gövdesi böylece, bu dört öğeden yaratılmıştır; ahengi orantıdan alan evren
dostluğu da yaradılışındaki bu şartlardan almıştır; o kadar ki tam bir
bütünlüğe kavuştuktan sonra artık kendisini birleştiren kuvvetten gayrı hiçbir
kuvvetle bölünmez olmuştur.
Evren
kurulurken bu dört öğenin dördünü de tamamıyla içine almıştır, çünkü kurucusu
onu var olan bütün ateşle, bütün su ile, bütün hava ile ve bütün toprakla
kurmuş, öğelerin bir tek parçasını, bir tek vasfını bile açıkta bırakmamıştır. (Timaios,
32,b-c )
Timaios’dan (1989)
yukarıda yaptığımız alıntıdan da görüleceği gibi Plâton, kavranması bu zor
yapıtında kendi felsefesi bağlamında çok önem verdiği ‘ahenk’ ve ‘orantı’
kavramlarını öne çıkarmaktadır. Daha sonraki bölümlerde Plâton’un felsefesinde
sınırlı yer verdiği tıp alanındaki görüşlerine ayrıntılı biçimde eğilme imkânı
bulacağız.
Yunanlı doğa filozoflarının
sağlık ve hastalık ile felsefî düşünce arasında oluşturabildikleri diyalog ve
tartışma ortamı, tıbbın ilerlemesi açısından çok verimli sonuçlar doğurmuştur.
Doğu Akdeniz ve Ortadoğu’nun dış dünyaya kapalı rahipleri eliyle yürütülen
teşhis ve tedavi kültürüne karşın, Antikçağ’ın seçkin Yunan tıbbı, eleştiri ve
tartışmaya açık tavrıyla farklılık yaratabilmiştir. Bu esneklik sayesinde
dıştan gelen farklı etkilere ve yeniliklere açık hale gelebilmiş, bu durum
zengin bir tıp bilgisinin ve geleneğinin oluşmasına imkân sağlamıştır. (Porter,
2007, s. 55)
2.2.
HİPPOKRATES[84]
VE TIP TARİHİNİN BAŞLANGICI
2.2.1.
Kos Tıp Okulu ve Corpus Hippocraticum
Perikles’in
(İÖ yak. 495-429) dönemine kadar olan süreçte ister filozof olsun, ister hekim
ya da ozan, tüm Yunanlılar, beden ve tin sağlığını felsefî bir sorun olarak
görüyorlardı. Bu nedenle beden ile tin arasında uyum sağlamak, hekimler ve
rahipler için her şeyden önce ahlâkî bir sorumluluktu. (Bergdolt, 1999, s. 35)
Yukarıda gördüğümüz gibi, bedenin bu ahlâkî kavranışı, doğa
filozoflarının katkılarıyla, zaman içinde yerini rasyonel bir beden, giderek
gözleme dayalı bir sağlık algısına bırakacak, bilimsel tıbbın ortaya çıkışı,
ancak Kos Tıp Okulu çevresinde gelişen verimli düşünce ortamının varlığıyla
mümkün olacaktır. Kos, Knidos ve İskenderiye gibi ünlü tıp okullarını gölgede
bırakan şöhretini kuşkusuz Hippokrates’e borçludur.[85]
Günümüz tarihçileri modern
anlamdaki bilimsel bir tıbbın İÖ 5. yüzyılın ikinci yarısında Hippokrates ile
başladığını kabul ediyor.[86] Bu kabul sadece günümüzle
sınırlı kalmıyor, Romalı Celsus, Koslu Hippokrates’i tedavi sanatını felsefeden
(sapientia) ayıran ilk kişi olduğunu belirterek onu över. (Über die
Arzneiwissenschaft in acht Büchern, I,21) Yine Sevillalı Isidorus tedavi
sanatının yaratıcıları olarak gördüğü Apollon ve oğlu Asklepios’un yanında
geleneği[87] devam ettiren üçüncü kişi
olarak Hippokrates’in ismini anar:
Yunanlılar
tarafından tedavi sanatının aslî sahibi ya da kâşifi olarak Apollon görülür.
Liyakat ve çabaları sayesinde bunu oğlu Asklepios ilerletmiştir. Ancak
Asklepios bir yıldırım çarpması sonucunda ölünce, tıbbın icrası yasaklanmış ve
böylece yaratıcısıyla birlikte aynı zamanda ortadan kaybolan sanat, Pers Kralı
Artaxerxes dönmemine kadar yaklaşık 500 yıl boyunca karanlığa gömüldü. Sanat
daha sonra bir Asklepios oğlu Koslu Hippokrates tarafından tekrar gün ışığına
çıkarıldı.[88]
Tüm bu benzeri övgüler Hippokrates’i sadece Antikçağ’ın değil, tüm tıp
tarihinin en önemli kişiliklerinden biri yapmaktadır. Bu bağlamda nasıl birçok
yazar tarih yazımının ‘babası’ olarak Herodotos’u kabul ediyorsa,
Hippokrates’in de ‘tıbbın babası’ olarak
kabul görmesi aşikârdır. (Jouanna,
1996, s. 28) Ancak bu denli önemli bir kişilik hakkında bilgilerimiz oldukça
sınırlıdır. Hippokrates’in ismine tarihte ilk defa Plâton’un metinlerinde
rastlıyoruz.[89]
Ünlü hekim üzerine ayrıntılı
biyografik bilgiler Helenistik Dönem’de artmakla birlikte, elimizdeki en
ayrıntılı kaynak Efesli hekim Soranos’un (2. yy. başı) yazdıklarıdır. Yaşlı
Plinius (23/24-79) Doğa
Tarihinde Hippokrates’i, Asklepios soyundan Koslu bir hekim olarak tanıtır.
(Die Naturgeschichte, XXIX 2,4) Dolaylı yollardan kimliği ve yaşamı
hakkında edinilmiş bilgiler, varsayımlar Hippokrates’i tam anlamıyla bir efsane
haline getirmiştir. (Porter, 2007, s. 56; Eckart, 2005, s. 11; Schneider ve
Lang, 1977, s. 20; Hippokrates, 1994, s. 325; Krug, 1993, 44)
Hippokrates İÖ 459/460 yılında, Asklepios soyundan gelen hekim
Herakleides’in oğlu olarak Kos (İstanköy) Adası’nda doğmuştur. Babasının da
yönlendirmesiyle, Kos’da İÖ 4. yüzyılın ilk yarısında faaliyete geçmiş ünlü tıp
okulunda öğrenim görmüş ve daha sonra gezgin hekim olarak Yunanistan’ın farklı
bölgelerinde çalışmıştır.[90] Efesli Soranos’un yazdıklarına
göre Hippokrates’in gezileri Mısır’ın kuzeyine, hatta Pers Ülkesi’ne kadar
uzanmış, Kral I. Artaxerxes’in sarayında hekimlik yapmıştır. Yine Atina’da uzun
süre kalmış ve veba salgınına (İÖ 430-425) tanıklık etmiştir. Ancak yaşarken
gezgin bir şifacı olarak bilinen ve fazla tanınmayan Hippokrates öldükten
yıllar sonra ünlü bir hekim olarak anılmaya başlayacaktır.[91]
İÖ 375/377 civarlarında, Tesalya bölgesindeki Larissa’da yaklaşık seksen beş
yaşındayken ölen Hippokrates hakkındaki tüm bilgiler nihayet Soranos’un Vita’
sına dayandığı için, doğruluğu konusunda önemli soru işaretleri mevcuttur.[92] (Eckart, 2005, s. 11;
Meyer-Steineg ve Sudhoff, 2006, s. 39; Pagel, 1915, s. 52-53; Jouanna, 1996, s.
31-33)
Hippokrates’e atfedilen eser bir
derlemeler bütünü olan ünlü Corpus Hippocraticum’dur.145
İyonca diyalektle yazılmış elli dokuz kitapçıktan146 oluşan ve
alınmıştır. (Hippokrates, 2008, s. 72) Aynı konuda bkz.
Starobinski, 2011, s. 72-73; Klibanski vb., 1992, s. 19-20.
Yapılan araştırmalar, Hippokrates’in Abdera’yı ziyaretine
konu, mektupların kesinlikle orijinal olmadığını, Hippokrates’in elinden
çıkmadığını, ünlü hekimin ölümünden sonra yazıldığını ortaya koymakla birlikte,
tarihçiler tarafından Hippokratesçi metinler olarak kabul edilmiş ve
yorumlanmıştır. Bu kabulün, mektupların Antikçağ’ın mektup-roman türünün iyi
birer örneği ve anlattığı konuların cazibesinden kaynaklandığı düşünülmektedir.
(Starobinski, 2011, s. 72)
Hippokrates’in Demokritos’u ‘tedavisi’ farklı edebiyat ve
görsel sanat eserlerinde işlenmiştir. Bunlardan önemli gördüğümüz biri, Jean de
La Fontaine’nin (1621-1695) Demokritos ve Abderalılar isimli fablı (Samtliche
Fabeln, VIII,26), diğeri ise Aydınlanmacı Alman ozanı Christoph Martin Wieland’ın
(17331813) Abderalıların Tarihi (Geschichte der Abderiten, 1987) isimli
satirik romanıdır.
145
Corpus Hippocraticum'u
oluşturan metinlerin-kitapların sayısı, yazılma, derlenme tarihleri ve
yazarları üzerine araştırmacıların yaklaşık iki bin yıldır yaptığı
çalışmalardan bir uzlaşmanın çıktığı söylenemez. Hippokrates’e ait olduğu
kesinleşen metinlerden hareketle, şüpheli metinlerin üslup (içerik) ve dil (Dor
diyalekti) açısından ne kadar Hippokrates’e uygun düştüğü, Corpus
üzerine yapılan araştırmaların temelini oluşturmaktadır. Kökleri Galenos’a
kadar uzanan bu çalışmaların bize gösterdiği kesin sonuç, tanımlanmış elli
dokuz kitaptan oluşan Corpus’un Hippokrates’in elinden çıkma veya en
azından Hippokratesçi (Hippokrates geleneğinden gelen hekimler) metinler
olduğudur.
Max Neuburger, Corpus'a dâhil olduğu iddia olunan
kitapların sayısının 53-72 arasında değiştiğini belirtiyor.
Corpus'u oluşturan
metinlerin Hippokrates’e ait olup olmadığı, Kos Okulu hekimlik geleneğine
uygunluğu ve gerçekliği hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Joly, 1971, s.
52-82; Neuburger, 1906, s. 174182; Pagel, 1915, s. 54-59; Hippokrates, 1994,
s. 326-337 (Diller’in Corpus’tan seçilmiş metinler çevirisi);
Hippocrates, 1957 I. cilt (W. H. S. Jones’in kapsamlı ‘Genel Giriş’i); Neuburger
ve Pagel (Ed.), 1902, s. 206-211(R. Fuchs tarafından kaleme alınmıştır); Krug,
1993, s. 43-46; Diller, 1971, s. 29-51.
146
Hippokrates’in toplu eserlerinin (Hippokrates 1895, 1897,
1900) günümüz Batı dillerine yapılmış en nitelikli çevrilerinden biri, Robert
Fuchs’un Almanca’ya yaptığı çeviridir (Neuburger, 1906, s. 174). Corpus’u
oluşturan kitapçıklara zamanı geldikçe metin içinde atıf yapılacaktır. Biz
aşağıda konu başlıkları itibariyle değinmeyi uygun gördük. Diğer yandan Corpus’un
ilk baskısı 1923-31 yılları arasında yapılan İngilizce (Loeb)
Edisyon’undan bazı kavramların karşılaştırılması bağlamında yararlandığımızı
belirtelim.
Kitapçıkların konularına göre dağılımı başlıklar itibariyle
aynı olmakla birlikte araştırmacılar {Neuburger 1906; Pagel 1915; Neuburger ve
Pagel (Ed.), 1902, içinde Robert Fuchs tarafından hazırlanmış bölüm} arasında
metinlerin tasnif ve numaralandırmasından kaynaklanan farklılıklar
olabilmektedir. Biz aşağıda Neuburger’in (1906) yaptığı sıralamayı esas aldık,
Hippokrates 1895, 1897,1900 ve Neuburger ve Pagel (Ed.), 1902 içinde 211-268,
Fuchs ile karşılaştırdık.
Genel İçerikli
Kitapçıklar: 1. Yemin, 2. Yasa, 3. Sanat
Üzerine (hekimlik sanatının düşmanlara - muhaliflerine- karşı savunulması
gerekir), 4. Eski Tıp, 5. Hekim, 6. Edep Üzerine (Hekimlik Etiği), 7. Kurallar
(Hekimlik Etiği), 8. Aforizmalar, Anatomi ve Fizyoloji Üzerine Kitapçıklar:
9. Anatomi, 10. Kalp, 11. Et, 12. Bezler, 13. Kemiklerin Doğası, 14. İnsanın
Doğası, 15. Sperm, 16. Çocuğun Oluşumu, 17. Hastalıklar IV (temel elementler
ışığında hastalıkların oluşumu ve gelişimi - krizler ve kritik günler
öğretisi), 18. Beslenme (beslenme ve insanların gelişimi üzerine aforizmalar), Diyet
Üzerine Kitapçıklar: 19. Diyet ve Bedensel Hareket üzerine üç kitapçık ve
Rüyalar Üzerine bir kitapçık, 20. Yaşam Tarzı’nın Hijyeni (her mevsime, yaşam
dönemine, vücut tipine göre yemekler, içecekler, giysiler ve hareketler), Genel
Patoloji Üzerine Kitapçıklar: 21. Hava, Su ve Yerler Üzerine (Meteoroloji,
Klimatoloji ve Astronomi’nin tıpta kullanılışı), 22. Sıvılar (hastalıkların
oluşmasının, belirtilerinin ortaya çıkmasının ve teşhis sürecinin Humoral
Patolojik açıdan kavranışı üzerine notlar), 23. Krizler, 24. Kritik Günler, 25.
Haftalar (7 sayısı üzerine), 26. Rüzgarlar, 27. Teşhisler Kitabı, 28. Tahminler
I, 29. Tahminler II, 30. Kos Teşhisleri, Özel Patoloji Üzerine Kitapçıklar:
31. Salgın Hastalıklar I-VII (belirli hava koşullarında ve seçilmiş bazı
yerlerde -Larissa, Kranon, Propontis gibi- ortamlarda hastalıkların seyri), 32.
Hastalıklar (hastalık nedeni olarak salya ve sarı safra), 33. Hastalıklar I,
34. Hastalıklar II, 35. Hastalıklar III (Hastalıklara ayrılmış bu üç kitap
önemli hastalıkların ortaya çıkışı ve seyrinde doktorların görevlerini
inceler), 36. İç Hastalıklar (sık görülen akciğer rahatsızlıkları, bazı verem
türleri, böbrek hastalıkları, yazarlarının isminin
yer almadığı metinlerin bir bölümünün bizzat Hippokrates tarafından kaleme
alındığına inanılmakla birlikte, bazılarının kaynağının Kos Tıp Okulu’na[93] [94]
mensup hekimler olduğu ve İÖ 400 ile 100 yılları arasında yazıldığı tahmin
edilmektedir.[95]
Metinler üzerinde ilk çalışmanın, İÖ 3. yüzyılın başlarında İskenderiyeli
âlimlerden kurulmuş bir komisyon tarafından yapıldığı ve böylece Corpus’u
oluşturacak kitapçıkların büyük bir yığın oluşturan ders notları, konuşma
metinleri, tamamlanamamış hastalık gözlem raporları ve bilimsel çalışmalar
arasından derlenerek redaksiyon edildiği tahmin ediliyor. (Neuburger, 1906, s.
174; Krug, 1993, s. 54; Diller, 1971, s. 29-51)[96]
Kitapçıkların orijinalleri İÖ 48
yılında İskenderiye Kütüphanesi’nde çıkan büyük yangında yok olduğu için
günümüze ulaşan metinler 2. yüzyıldan kopyalardır. Corpus’un bütünü göz
önünde bulundurulduğunda, bu olağanüstü derlemeler bütününün göz kamaştıran bir
teşhis (Prognosis) katalogu olduğunu söyleyebiliriz.[97]
Corpus'da çok sayıda örnek vakadan derlenmiş farklı hastalık tanıları
yer alır.[98] Eserin tedaviye ayrılan bölümü
birebir hastalıklara çözüm önermekten çok, sağlıklı bir yaşam üzerine
reçeteler, öğütler içerir. Corpus’u oluşturan kitapçıklar tümü
itibariyle değerlendirildiğinde, hastalıkların şematik bir sınıflandırılmasının
yapıldığı ve belirtiler üzerinden teşhis ve tedavi yöntemlerinin geliştirildiği
bir derleme karşımıza çıkar.
Yaklaşık altmış farklı
hastalığın, başka bir ifadeyle beden sıvılarındaki dengesizlikten kaynaklanan
sorunun, anlatıldığı Corpus Hippocraticum, sanat üzerine felsefî
düşüncelerin dile getirildiği yazılar da içerir.[99]
Ancak son tahlilde, kaleme alınan metinlerin tümünün ana teması ‘beden’,
‘hastalık’[100] ve ‘sağlık’ üzerinedir.
Yukarıda değinildiği gibi, bu kitapçıklardan bazıları büyük olasılıkla
Hippokrates tarafından yazılmış veya en azından derlenmesine katkıda
bulunmuştur. Bunlar salgın hastalıklar,[101]
cerrahî (şirüıji) müdahaleler ve hastalığın seyri üzerine gözlemler ile tıbbî
aforizmalar toplamıdır. Yine Corpus u oluşturan derlemelerden Kutsal
Hastalık (epilepsi) üzerine olan ile çevrenin (hava, su ve toprak) sağlık
üzerine etkilerinin araştırıldığı metinler büyük olasılıkla Hippokrates
ekolünden-çevresinden gelen Koslu hekimler tarafından derlenmiştir. (Eckart,
2005, s. 12; Meyer-Steineg ve Sudhoff, 2006, s. 39; Porter, 2007, s. 57; Krug,
1993, s. 46 vd.)
Corpus Hippocraticum’un
aradan geçen iki bini aşkın yıla rağmen değerinden bir şey yitirmemesi,
kuşkusuz sadece hastalıkların teşhis ve tedavisi alanında, hastaya yaklaşımında
getirdiği yeniliklere, diğer bir ifadeyle kullandığı bilimsel üsluba
bağlanamaz. Corpus'\a gelecek kuşaklara kalan en önemli miras,
bilgeliğin yolunu açan nesnel ve öğrenilmiş bir tıbbî bilginin varlığıdır.[102] Diğer yandan Corpus,
hekimliğin bağımsız bir meslek olarak kabulünü, kalıcı bir
biçimde kuşaktan kuşağa aktaracak bir metinler toplamı olarak da çok büyük
öneme sahiptir. Daha önce içeriğini oluşturan kitapçıkları sıralarken
gördüğümüz gibi, hekimlik yemini, Asklepiade geleneğinden gelen hekimlerin,
mesleklerini icra ederken uymaları gereken ilkeler, ‘yasal’ bir düzenlemeden
çok, vicdan ve onura hitap eden etik kurallara bağlanmıştır.
Corpus ta, sanatlarını[103] icra eden hekimlerin,[104] hastalarına olduğu kadar
mesleklerine karşı da sorumlu oldukları hatırlatılır. Böylece sadece hekimler,
hastalar değil, bütünüyle teşhis ve tedavi süreci de bireyselleşmiş
(kişiye özel) olacaktır. Hastalıktan çok, fiziksel özelliklerini, yaşam tarzını,
yaşadığı çevreyi, özcümle bireyi önde tutan bu yaklaşım tıp tarihinde
ilk kez yaşanmaktadır. Son tahlilde Corpus Hippocraticum, İÖ 5.
yüzyıldan başlamak üzere Helen Dünyası’nda bilim, sanat ve edebiyatta yaşanan
uyanışın en önemli tanıklıklarından biridir.[105]
Bu bağlamda, Corpus’un 5. yüzyılda yazılmış tragedya ve retorik
metinleriyle birlikte okunmaması halinde değerinin anlaşılabilmesi mümkün
değildir.
Tedavi sanatını hastalık, hekim
ve hastalar olmak üzere üç kavram üzerine inşa eden Hippokratesçi tıbbın en
önemli özelliği hastalığa değil, gözlem ve tecrübeyi öne çıkarmak suretiyle
hastaya odaklanmasıdır.[106] Kuşkusuz bu kabulün
oluşmasında, Sofistlerin[107] etkisiyle insanı gözlem nesnesi
haline getiren sürecin önemli etkisi olmuştur. Hippokratesçi hekimler tüm
fonksiyonlarını araştırarak zaman içinde beden, özellikle de iskelet ve eklem
yapısı[108] hakkında ayrıntılı bilgi
sahibi olmuşlardır. Ancak teşrih[109]
Antikçağ’da yasaklandığı için sahip oldukları bilgi, bedene dışarıdan yapılan
gözlemlere dayanmaktadır. (Porter, 2007, s. 57)[110]
Büyük
olasılıkla teşrih yasağının[111] da etkisiyle başlangıçta
cerrahlık,[112] Hippokratesçi hekimler
tarafından niteliksiz bir iş olarak görülmüş, akıl (kafa) yerine elle
yapılan işin (cerrahî) değerli olmadığı kabul edilmiştir. Yunanca cheir
(el) ve ergon (iş) kelimelerinin birleşmesinden oluşan cerrahî (şirürji)
kelimesi bu durumu teyit eder. Bu yaklaşım Hippokrates Yemini’ne[113] de yansımıştır; metinde
hekimin, hasta taş acısı çeken biri olsa bile, bıçak kullanmayacağına ilişkin
bir ifade yer alır. (Hippokrates, 1895, s. 2)[114]
Yukarıda anlatılanlardan
hareketle Hippokratesçi tıbbın dört temel unsurunu şu şekilde sıralayabiliriz:
Hekimler tarafından ampirik yollarla elde edilen bilginin yazılı olarak
derlenmesi; hasta üzerinde yapılmış ayrıntılı gözlemler; teşhis konulması ve
nihayet başta diyet[115] olmak üzere ilâç veya cerrahî
yöntemlerinden biri veya birkaçıyla yapılan tedavi. Antikçağ gibi sözlü
kültürün yaşamın tüm alanlarına hâkim olduğu bir dünyada gözlem yoluyla
edinilen bilgilerin derlenip saklanması, gelenek oluşturulması anlamında çok
önemli bir adımdır kuşkusuz. Diğer yandan hastaların hastalık süreçlerinin
incelenmesi, yaşam tarzlarının, iklim koşullarının teşhis sürecine dâhil
edilmesiyle, binlerce yıldır hastalıkların nedeni olarak görülen ‘büyü’ olgusu
tedricî biçimde ortadan kalkacaktır. Böylece Hippokratesçi tıbbın rasyonel bir
etiyoloji[116] oluşturma çabası
içinde olduğu söylenebilir. (Eckart, 2005, s. 13-14) Hippokrates’in döneminde
‘Kutsal Hastalık’ olarak tanınan epilepsi üzerine görüşleri bu konuya iyi bir
örnek teşkil eder:
Bana göre bu hastalık tanrısallıkla veya kutsallıkla ilişkilendirilemez,
doğal nedenlerden
kaynaklanan diğer hastalıklar gibi bu da doğal nedenlerle ortaya çıkar.
İnsanların,
görünümü nedeniyle diğer hastalıklarla kıyaslanamayan bu hastalığa Tanrısal bir
anlam
(tanrı tarafından bahşedilmiş)
yüklemeleri cahillik, çaresizlik ve şaşkınlıktan kaynaklanır.
(Hippokrates,
1897, s. 547; Kollesch ve Nickel, 2007, s. 157)[117]
Bu rasyonel yaklaşımın benzeri,
Kutsal Hastalık’da (epilepsi) olduğu kadar kesin olarak ifade edilmese de,
‘Hava, Su ve Yer/ler Üzerine’[118] kaleme alınan metinlerde de
rastlanır. Çevre koşullarında yaşanan değişimden kaynaklanan etkenlerin, (iklim
şartları, suların niteliği, yaşanan bölgenin coğrafî konumu ve benzeri) yaşam
tarzı da göz önünde bulundurulmak suretiyle, insan sağlığına olan etkileri
inanç (tanrısallık) boyutu dikkate alınmaksızın değerlendirilir. Ancak
hastalıkların seyri konusunda günleri esas alan yaklaşım son tahlilde
nümerolojik[119] bir içeriğe sahiptir.
Hastalığın doğanın tedavi eden gücü ya da hekimin yardımıyla iyileşmesi veya
daha da kötüleşmesinde bazı günler kritik önem taşır. Hippokratesçi hekimler
için hastalığın 4., 7., 11., 14.,17., 20., 34., 40. ve 60. günlerinin prognoz[120] açısından kritik önemi
vardır. (Eckart, 2005, s. 16)
Hippokratesçi
tıbbın hastalıktan çok hasta üzerine yoğunlaştığını daha önce vurgulamıştık. Bu
yaklaşım 19. yüzyıla kadar batı dünyasında tedavi kültürünün özünü oluşturacak
ve değişmeyecektir. (Bergdolt, 1999, s. 36) Corpus Hippocraticum’da en
basit tanımıyla hastalık, sağlıktan hareketle tanımlanır. Sağlık bedenin denge
(uyum) haliyken, dengesizlik (uyumsuzluk) durumunda hastalık ortaya çıkar;
vücudun dengesini sağlayan ise beden sıvılarıdır (humores}. Ancak sağlıklı
beden için sıvılarının dengeli karışımı (synkrasie) önkoşuldur. (Eckart,
2005, s. 15) Daha önce doğa filozoflarından, özellikle Empedokles’den,
bildiğimiz humores, sarı safra, kan, balgam ve kara safra bedende mevcut
olup, dengeli olmaları durumunda bedensel bir Harmonie, birinin fazla
olması durumunda ise bozulma, Disharmonie, ortaya çıkar.
Hippokratesçi anlayışta
hastalıkların (beden sıvıları dengesinde bozulma) nedenini yanlış beslenme,
iklimsel değişiklikler, hareketsizlik, olumsuz çalışma koşulları, kötü hava
solunması veya sağlıksız su kullanımı gibi dışsal (doğal) koşullar
oluşturur. Tedavi için öncelikle bozulmaya neden olan koşullar
bilinmelidir. Bu bağlamda yaralanmalar, dışarıdan uygulanan aşırı güç
ile ortaya çıkan kemik kırılması, doku parçalanması gibi kanamalı bir durumken,
hastalık başlangıçta ve belki uzun bir süre nedeni içerde -bilinemez/görünemez-
kalan bir olgudur. îlkinde kırık veya yaralı dokunun tedavisi ile kanama
dururken, ikincisinde içten içe (görünmeden) bozulma sürer. (Krug, 1993,
s. 51)
Hippokrates tıbbında
hastalıklarla mücadele son tahlilde, bozulan vücut dengesinin yeniden
sağlanmasından başka bir şey değildir. Tedavi, bedende zaten mevcut olan doğal
gücün ortaya çıkarılması, devreye sokulmasıdır; tedavi süreci sadece bu amaca
yönelik olarak uygulanmalıdır. (Meyer-Steineg ve Sudhoff, 2006, s. 41)
Hippokrates tıbbına göre genel
olarak hastalıklar üç aşamadan geçer. Birinci aşama (Apepsie) hastalık
yaratan patojenlerin vücuda girdiği andaki, hastalığın henüz olgunlaşmamış halidir.
İkinci aşama (Pepsis) hastalığın olgunluk dönemi olup, yükselen ateşle
hastalığın zararlı etkilerinin vücutta bertaraf edilmeye çalışıldığı dönemdir.
Son aşama (Krisis') hasta organın yıkımı ya hızlı biçimde gerçekleşir ya
da tedricî bir seyir izler (Lysis). Ancak akut hastalıkların seyri
farklıdır; ‘kritik günler’ tanımı akut hastalıklar için yedi gün ile
sınırlıdır. Kuşkusuz burada bahsi geçen yedi gün sınırlaması akut hastalıkların
doğal olarak gözlemlenmesi sonucu ulaşılmış, bilimsel bir saptama olmaktan çok,
kökleri Pythagoras’a uzanan sayılar (nümeroloji) öğretisinin bir sonucudur.
(Pagel, 1915, s. 65-66)
Vücutta doğal olarak mevcut olan
(sarı) safra (chole) ve salya (phlegma)[121]
hastalık sırasında fazlalaşır; soğuk algınlıklarında balgam-salya, ishal ve
yazın ortaya çıkan kusma vakalarında sarı safra, yine mani halinde beyindeki
sarı safra üretimi artar; diğer bir ifadeyle bu sıvı artışı bahsi geçen
hastalıklara neden olur. Homeros’dan beri yaşamla özdeşleştirilen kan,
kadınların adet dönemlerinden, burun kanamaları, yaralanmalar ve hacamat
dolayısıyla tanıdık bir beden sıvısıdır. Hippokratesçi hekimler tarafından
hastalık nedeni olarak görülen kan fazlalılığını vücuttan atmak üzere uygulanan
hacamat, Galenos tarafından da benimsenmiş ve yüzlerce yıl boyunca en önemli
tedavi yöntemlerinden biri olarak hemen her hastalıkta uygulanmıştır
Son beden sıvısı kara safra (melaina
chole) hastalık teorisinde yerini ilk üç beden sıvısına göre daha geç
almıştır. Vücuttaki kara safra miktarının artmasının, insanları düşünceli,
karamsar, üzgün, içekapanık, umutsuz, bezgin karakter özelliklerine sahip bir
kişiliğe dönüştürdüğüne inanılmaya başlamasıyla, ‘melankoli’ kültürel bir
fenomen haline dönüşecektir. Kara safra sıvısının bedendeki artışıyla ortaya
çıkan hastalıkların en önemlisi melankoli halidir. Hippokrates tıbbına göre,
melankoli tedavisinde vücutta fazla biriken kara safra sıvısının atılması
gereklidir. Vücutta herhangi bir nedenle kara safra seviyesi yükselerek beyinde
basınç yoluyla hastalığı ortaya çıkarıyorsa, bu dengesizlik ancak fazla
(birikmiş) sıvının bedenden atılmasıyla giderilebilecektir. Zararlı sıvının
bedenden atılmasının en etkili yolu ise bağırsaklar yoluyla tahliye
edilmesidir. Antikçağ tıbbı sadece hasta olunduğunda değil, bedenin zararlı unsurlardan
temizlenmesi için yılda bir kaç kere müshil kullanımını gerekli görür. Ancak
kara safra sıvısının artarak melankoli nedeni haline geldiği durumlarda,
bedenin temizlenmesi (evacuation) için müshil kullanımı zorunlu hale
gelir.
Daha önce belirtildiği gibi,
beden sıvılarının denge durumundan uzaklaşmasında (dyskrasie) hava, su
ve toprak dışında çok sayıda unsur rol oynar; yanlış beslenme, uykusuzluk,
dışkılama, çalışma koşullarından kaynaklanan sorunlar, yaş, hareketsizlik,
topraktaki zararlı maddeler, mevsimine göre yanlış giysi seçimi temiz olmayan
sular ve benzeri birçok etken, beden sıvılarının dengesini bozarak hastalık
nedeni olabilir. (Meyer-Steineg ve Sudhoff, 2006, s. 40; Horstmann, 2010, s. 9)
Hekimin görevi, bozulan sıvı dengesini, neden kaynaklandığını çözerek, yeniden
denge durumuna getirmektir. Yukarıda sayılanlar kadar önemli olan bir diğer
konu da cinsiyet farklılıklarıdır; erkekler sıcak ve kuru, kadınlar ise soğuk
ve nemli beden özellikleriyle tanımlanırlar. Bu konuya aşağıda, beden sıvıları
öğretisine ayrılan bölümde yeniden değinilecektir.
Hippokratesçiler için sağlık her
durum ve zamanda sahip olunabilecek bir şey değildir, bilâkis sadece bireyin
kendine uygun koşullarda yaşamasıyla kavuşulabilir. (Bergdolt, 1999, s. 35) Bu
bağlamda Antikçağ’ın ‘diyet’[122] anlayışını, düzenli bir yaşam
için belirlenmiş kurallar manzumesi olarak da kabul etmek mümkündür.
Hippokratesçi tıp ile beden sağlığının anahtarı haline gelen diyet
kavramı, gelecek yüzyıllarda Bergamalı hekim Galenos tarafından tekrar ele
alınarak geliştirilecektir. (Eckart, 2005, s. 16)
Hippokrates tıbbının bir başka
önemli özelliği, bedende hiçbir olgunun nedensiz ortaya çıkmayacağına dair
kabuldür. Corpus’un Sanat Üzerine başlıklı bölümünde yer alan ifadeler
bu görüşü teyit eder; “Tesadüf hiçbir şey değildir, çünkü her olayın bir nedeni
vardır. Tesadüfler ile içeriği olmayan tanımlar bir mevcudiyet oluşturmaz: ama
hekimlik sanatında teşhisler ‘Neden’lerle vücut bulur.” (Hippokrates, 1895, 1.
c. , s. 10) Bu düşünce, daha sonra her olayın maddî veya manevî nedenlerin
sonucu olduğunu savunan determinist[123]
prensibi oluşturacaktır. Bu metnin kaleme alındığı 5. yüzyılda, Demokritos’un
hocası ve Atom Kuramı’nın babası olan Leukippos’da ‘Akıl Üzerine’ başlıklı
metinde benzer bir yargıda bulunur: “Hiçbir şey nedensiz oluşmaz, bilâkis her
şey belirli nedenlerden ve gereklilikten doğar.” (Diels, 1903, s. 365)
Kuşkusuz Corpus’da yer
alan ifade Aristoteles’i önceleyen anlamıyla büyük bir öneme sahiptir. Bu yargı
aynı zamanda tüm Antikçağ’ın beden algısının temelinde yatan anlayışı bize
özetler: İnsan bedenine ilişkin soruların yanıtları mutlaka doğada aranmalıdır.
Her şey evrene öykünen plan çerçevesinde gelişir. Bu bağlamda ister
fiziksel, ister ruhsal olsun, hastalıkların nedenleri tesadüflerle açıklanamaz,
doğa böyle bir plansızlığı kabul etmez. Hastalık önceden planlanmış
duruma göre bir sapmaya işaret eder ve bedenin dengesini oluşturan sıvıların,
temel elementlerle olan ilişkisi bozulduğunda ortaya çıkar. Bu da bize başta
Hippokrates tıbbı olmak üzere Antikçağ boyunca çevre koşulları olarak
tanımlanan dışsallıkların neden çok önemli olduğunu açıklar. Son tahlilde hava,
su, ateş ve toprak olarak gruplanan temel elementler insan bedenini doğrudan
etkileyen tüm dışsal koşulların genel bir ifadesidir. Bu dışsallıklar iyi
yönetilmedikleri durumlarda beden sıvılarının dengesini ve kalitesini bozarlar,
böylece ‘hastalık’ olarak tanımlanan istisnaî hal ortaya çıkar.
Hastalıkların nedenleri ve
tedavi yollarının üzerine inşa edildiği kozmoloji kuramının baş aktörleri daha
önce de belirtildiği gibi ‘temel elementler ve beden sıvıları’ kuramlarıdır.
Batı dünyasındaki etkisi yüzyıllar boyunca etkili olacak bu öğretilerin önemine
yeri geldikçe yeniden değinilecektir.
2.2.2.
Hippokrates Tıbbı ve Beden Sıvıları
Yukarıda değinildiği gibi,
doğayı oluşturan temel elementler ile beden sıvıları arasında başlangıçta paralellik,
daha sonra beraberlik oluşturulması düşüncesi Hippokrates öncesi doğa
filozoflarının başat ilgi alanlarından biri olmuştur. Kuşkusuz beden sıvıları
sadece Yunanlı hekim ve filozoflara özgü bir ilgi alanı değildi. Örneğin Eski
Mısır kültürüne ilişkin ayrıntılı tıbbî bilgilerin yer aldığı Ebers ve Edwin
Smith Papirüsleri’ndephlegma (salya) sıvısından bahsedilmektedir.
(Longrigg, 2003, s. 92)
Analoji yapılarak temel
elementlerden hareketle evreni (makrokosmos), beden sıvılarından
hareketle insanı (mikrokosmos), giderek ortak bir varoluşu açıklama
çabaları, İÖ 7. yüzyıldan itibaren Antik dünyada en çok tartışılan, çalışılan
konuların başında gelmiştir. Çalışmalar başlangıçta doğa filozoflarının
kontrolünde gelişirken, hekim-filozofların katkıları giderek artacaktır. Bu
değişimde, Geç Antikçağ’da insan bedenini tanıma çabaları ve hekimliğin bir
meslek, sanat, olarak görülmeye başlaması, önemli etken olmuştur.
Çoğunluğu İÖ 5. ve 4. yüzyılda
derlenmiş tıbbî metinlerden oluşan Corpus"a hâkim olan ruhun,
rasyonel-bilimsel bir bakış açısını yansıttığını söyleyebiliriz. Kuşkusuz
dönemin tıbbî metinlerinde bu denli kendini belli eden bu sistematik ve
bilimsel düşünce biçimi, büyük ölçüde Plâton ve özellikle Aristoteles
felsefesinin etkisinden kaynaklanmaktadır. Ancak Beden Sıvıları Öğretisi’nin
altyapısını ön-Sokratik filozofların doğa bilimleri alanındaki arayışları ve
daha da önemlisi Empedoklesçi bilimsel geleneğin insan bedeniyle temel
elementler arasında kurduğu ilişkinin oluşturduğunu söyleyebiliriz.
Hippokrates ve Hippokratesçi
geleneğe mensup hekimler temel sıvıların varlığını tartışmaktan çok, ki bu
tartışma doğa filozofları tarafından büyük ölçüde sonuçlandırılmıştır, beden
üzerindeki etkilerini inceleyerek, yaşamsal öneminin ortaya çıkarılmasıyla
meşgul olmuşlardır. Ancak humoral[124]
patoloji alanındaki bu hızlı gelişme Hippokrates sonrası dönemde önemli ölçüde
yavaşlayacak ve Galenos’a (130200) kadar yaklaşık beşyüz yıl boyunca fazla yol
kat edilemeyecektir.
Hippokrates öncesi doğa
filozofları, bedenlerin evren gibi elementlerden (toprak, su, ateş ve hava)
oluştuğunu kabul eder. Her temel elementin nitelikleri farklıdır; hava soğuk,
ateş sıcak, toprak kuru ve su nemli bir karaktere sahiptir. Hippokrates tıbbı
doğa filozoflarının bu kabulünü elementlerin niteliklerinden hareketle insanı
oluşturan dört beden sıvısıyla (kan, salya, sarı safra, kara safra)[125] karşılaştırarak eşleştirir.
İnsan bedenini oluşturduğu kabul edilen beden sıvılarının, evreni var eden
temel elementlerle niteliklerine (sıcak, soğuk, nemli ve kuru) uygun şartlarda
uzlaştırılması suretiyle, doğal çevreyle uyumlu bir yaşam tarzı
amaçlanır. Burada nihaî hedef, evrende zaten var olduğu peşinen kabul edilen
uyumun bedende de sağlanması, ancak bunun doğal çevre koşullarıyla karşılıklı
bir denge içinde yapılandırılmasıdır. (Magner, 2005, 98 vd.)
Koslu hekim Corpus’un
Anatomi ve Fizyoloji’ye ayrılmış bölümünün ‘İnsan’ın Doğası’[126] başlıklı alt bölümünü beden
sıvılarına ayırmıştır.[127] Buna göre her beden sıvısının
vücutta bir kaynağı mevcuttur; sıcak karakterli kanın kaynağı kalp, soğuk
karakterli salyanınki baş, kuru karakterli sarı safranınki karaciğer, nemli
karakterli kara safranınki ise dalaktır. Böylelikle her beden sıvısı
niteliklerine uygun temel elementle eşleşme imkânına sahip olurken, kanın
elementi ateş, salyanın elementi hava, sarı safranın elementi toprak ve kara
safranın elementi su olacaktır. Dört beden sıvısının doğru oranda karışımı
durumunda, yani bir beden sıvısının diğerine göre fazlalığı/azlığı, diğer bir
ifadeyle etkisi, söz konusu olmadığında, o beden için sağlıklı
denir.[128]
Sıvıların karışımında ortaya
çıkacak bir dengesizlik, hastalık (dyscrasia) nedenidir. Hippokrates
tıbbına göre tüm hastalıklar beden sıvılarının vücutta dengeli bir karışım oluşturmamasından
kaynaklanır. Her sıvının niteliği ve işlevi farklı olduğu için, dengeli
karışımdan (altın oran) eşit oranda salgılanma (karışım) sonucu çıkarılamaz.
Özellikle salya ve sarı safranın fazlalığı[129]
farklı hastalıklara neden olacaktır. (Hippokrates, 1895, s. 195; Pagel, 1915,
s. 64-65; Neuburger, 1906, s. 205; Jouanna, 1996, s. 68)
Sıvıların kalitelerine göre
ayrımıyla, her birine uygun düşen karakter özelliği de ortaya çıkarılmış olur:
Bedenlerinde salya üretimi fazla olan flegmatikler sakin ve tembel, kanı fazla
olan sanguinikler sıcakkanlı, kara safra üretimi fazla olan melankolikler
karamsar, içe dönük ve sarı safra üretimi fazla kolerikler öfkeli bir mizaca
sahip olurlar. Her mizaca (beden sıvısına) uygun düşen bir mevsim, bir metal ve
mineral, bir yaşam dönemi,[130] bir renk, gün saati, tedavi
şekli, beslenme tarzı, 9. yüzyıldan itibaren geçerli olmak üzere ise, bir
gezegen söz konusudur. (Földenyi, 2004. s. 65) Böylelikle beden sıvılarından
hareketle, dört temel karaktere atfedilecek sonsuz sayıda özelliğin yer
aldığı bir yelpaze oluşturulabilir.
Hippokratesçi hekimler için
özellikle mevsimlerin beden sıvıları üzerindeki etkisi çok önemlidir; her
mevsim bir beden sıvısına hükmeder. Kış mevsiminde bedendeki en soğuk
karakterli sıvı olan salyanın miktarı artarak soğuk algınlıkları, bronşit,
akciğer iltihabı gibi hastalıklara zemin hazırlar. İlkbahar’da salya bedende
hâlâ yoğun biçimde var olmasına karşın, yağmurların artması, havaların ısınmaya
başlamasıyla kan miktarı artarak bahar yorgunluğu, dizanteri ve burun
kanamalarına neden olur. Sıcak ve kuru yaz aylarına gelindiğinde kan hâlâ
bedende fazlasıyla mevcuttur, ancak bu kez sarı safra sıvısının sonbahar
aylarına kadar sürecek hâkimiyeti başlar. Bu dönemde sarı safra sıvısındaki
artışla yüksek ateşin görüldüğü tropikal Malarya hastalığı bedeni etkiler. Yaz
sonunda havaların serinlemesiyle birlikte ateşli vaka azalır, ancak yine de
birçok insan tekrarlayan ateş nöbetlerine maruz kalırken, ciltleri kara sarı
bir renk alır ve dalakları büyür. Hippokratesçi hekimlere göre kuru sonbahar
ayları soğuyan insan bedeninde kan seviyesinin en düşük olduğu dönemdir. Bu
dönemde ateşin düşmesi, sarı safranın azalmasından kaynaklanır ancak, bu kez
kara safra yükselmeye başlar. Sonbahar mevsiminde kara safra bedende en yüksek
seviyesine ulaşır. (Neuburger, 1906, s. 206; Porter, 2005, s. 30; 2007, s. 61)
Yine hastalıklarla hava şartları
arasındaki ilişki ve hastalıkların mevsimsel şartlara göre farklılık göstermesi
üzerine tespitler Aforizmalar'ın III. bölümünde ayrıntılı biçimde
sayılır. Örneğin sonbaharda seyreden hastalıklar ölümcül iken, ilkbahar ölüm
oranın en düşük olduğu en sağlıklı mevsimdir. Yine sonbahar melankolikler için
tehlikelidir. (Fuchs, 1895, s. 85-91)
Yukarıda Hippokrates tıbbında
hastalığın nasıl tanımlandığını gördük; hastalık son tahlilde normalden
ayrılış, farklılık yaratan bir durumdur ve bu yeni durum, nedeni
ne olursa olsun, denge halinden uzaklaşılmasını, var olan mevcut
bedensel uyumun (Harmonie) bozulmasını beraberinde getirir.
Hippokratesçi tıbbın dayandığı mantık, yeni durumda, yani hastalık (Disharmonie)
halinde, denge oluşabileceğini kabul etmez. Bedenin içine düştüğü dengesizlik
(hastalık) halinden tek kurtuluş yolu, öngörülen tedaviye (hekim tavsiyesine)
uyarak, yeniden denge (sağlık) konumuna geçebilmektir. Tedavi, yani diyet,
önceden tanımlanmış sağlıklı olma halini garanti eden yaşam tarzına,
uyuma, kesin dönüşü ifade eder.
Antikçağ Yunan Dünyası’nda
yaratılan hekimlik mucizesinin ahlâkî temelini, dyscrasia (hastalık)
durumunda öngörülen tedavinin, yaşam tarzı olarak kabul edilmesi
oluşturmaktadır. Böylece insanın sağlıklı -uyumlu- olma halini daimî
kılmayı amaçlayan ‘yaşam tarzı’ bir ideale dönüştürülmüş olur; beslenmeden uyku
düzenine, egzersizden dışkılamaya, banyo alışkanlıklarından cinsel yaşama,
nefes alıp vermeden çalışma koşullarına, hatta düşünsel işlevlere kadar her şey
bir ‘düzen’e konur. Bu nedenledir ki, Plâton’un diyaloglarında sağlığın
bedendeki organların tabiata uygun bir düzenle sıraya girmesinden,[131] hastalıkların ise tam
tersine, tabiata aykırı bir sıra oluşmasından kaynaklandığı ifadesi yer alır.
Diğer yandan Plâton için düzen sadece bedenin sağlığı değil, aynı zamanda
güzelliğidir de.[132]
Bu noktada ön-Sokratiklerin
evren algısını anımsamakta fayda görüyoruz. Doğa filozofları evreni mükemmel
bir uyuma göre kurgulanmış mekanik bir yapı olarak tasarlamışlardır. Değişmez
elementlere atfedilen önem, bu uyumun vazgeçilmezliğini ispat içindir.
Karışımların, değişmezlerin düzenli birliği ilk elde akla evren (kozmik düzen)
veya insanı getirse de, ölçü, simetri, uyum ve düzen, kentlerin planlanmasından
yönetim şekline, varlıkların tasnifinden estetiğe kadar her şeyde mevcuttur.[133]
Avrupa kültürlerinde yaklaşık
iki bin yediyüz yıldır temel elementlerle kozmik düzene, beden sıvılarıyla
insan sağlığına temel oluşturan denge durumunun, son tahlilde bir ‘uyum
arayışı’ olduğunu söyleyebiliriz. Uyumsuzluk ne evren ne de beden için arzu
edilen bir şeydir; Erken Ortaçağ’dan itibaren yükselen Hıristiyanlığın da
etkisiyle evrensel bağlamda düzensizlik, giderek kaosun, insan özelinde
ise uyumsuzluk ötekileşmenin hazırlayıcı, giderek belirleyici unsuru
haline gelecektir. Bu bağlamda uyumsuzluk halinin, aykırılığın ortaya çıkışına
olanak sağlayan ara bir durum olduğu söylenebilir. Tüm mücadele kaosun
karşıtı olarak uyumun varlığını sürdürebilmesi için verilir. Kosmos
tanımı gereği ilahî anlamından uzaklaştıkça kaos, içine hapsedildiği
dar anlamından çıkarak yaygınlaşmaya, giderek kabul görmeye başlar. Uyumlu
beden nasıl düzenli bir Polis[134] için örnek olursa,
hastalıkla uyumsuz hale gelen beden, Polis için Disharmonie
demektir. Benzer şekilde Polisin örnek yapılanmasından hareketle uyumlu
beden tasarlanabilir.
2.2.3.
İskenderiye Kenti’nde Ortaya Çıkan Tıp
Ekolleri[135]
Yunanistan yarımadasında ve
Anadolu’nun Ege Denizi kıyılarından İÖ 7. yüzyıldan başlamak üzere düşünce,
sanat ve bilim alanlarında yaşanan ihtişamlı süreç siyasî alanda yaşanan
çalkantılar nedeniyle yavaşlayacak, giderek bir gerileme dönemine girilecektir.
Büyük İskender tarafından kurulan dev imparatorluk İÖ 323 yılındaki ölümünden
sonra üç bölgeye ayrılmıştır: “Yunanistan ve Makedonya, Antigonos ve sülâlesine
(Antigonidler) kalırken, Pers ve Babil ülkeleri Selefkos ve sülâlesine
(Selefkoslar veya Selefkiler); Mısır ise Ptoleme sülâlesini kuran Ptolemeus
Soter’e verildi.” [yazım aynı] (Ronan, 2003, s. 118)
Bu ortamda başta Hippokrates ile
başlayan bilimsel tıp geleneği olmak üzere bilim, felsefe, hitabet ve drama
sanatı alanlarında İÖ 3. yüzyıldan itibaren belirgin bir gerilemenin
yaşandığını söyleyebiliriz. Ancak her çağda farklı coğrafyalarda örnekleri
görüleceği üzere, düşünsel alanda üretim hiçbir zaman durmaz, yaratıcılık
kesintiye uğramaz. Bazı merkezler farklı nedenlerle çekiciliklerini yitirirken,
başka merkezler coğrafî konumları, ekonomik şartları ve siyasî istikrarın
sağladığı huzurla bilimsel alanda üretim yapacak olanlara kapılarını açar. İşte
İÖ 331 yılında Büyük İskender tarafından kurulan, ancak Ptolemaios Soter
tarafından imar edilen İskenderiye[136]
kenti de döneminin farklı alanlardan entelektüellerine böyle bir olanak
sunmuştur. Kuşkusuz İskenderiye kenti coğrafî konumu itibariyle de, Helen bilim
ve dilinin Doğu’ya açılan kapısı olarak ayrıcalıklı bir konumdadır. Daha sonra
göreceğimiz gibi İskenderiye kentinde konuşulan Yunanca, yüzyıllar boyunca
geniş bir coğrafyanın bilim ve düşün alanında vazgeçilmez ortak dili (linguafranca)
olacaktır.[137]
Hippokrates bilimsel tıbbın
ortaya çıkmasına çok önemli katkı yapmış olmakla birlikte, Galenos ile başlayan
ikinci büyük dalgaya kadar geçen yaklaşık beş yüz yıllık sürede farklı düşünce
akımlarına mensup filozoflar, hekimler sağlık alanında düşünmeyi sürdürecek,
teşhis ve tedavi sanatına katkıda bulunacaklardır. Ancak bu dönemde ortaya
çıkan irili ufaklı birçok tıp okulunun tarikat benzeri bir yapıya sahip
oldukları söylenebilir. Sınırlı sayıda üye ve yerel kimlik bu okulların
belirgin özelliği olacaktır. Anılan döneme damgasını vuran İskenderiye merkezli
tıp okullarının en önemlileri, İnsan Anatomisi ve Fizyoloji[138]
Okulu,[139] Deneyciler, Dogmatikler ve pneumacı
Tıp Okulu’dur.[140] Aşağıda kısaca bu okulların
tıp tarihindeki konumlarına ve önemli temsilcilerine değinmek istiyoruz.[141]
Büyük İskender (İÖ 356-323)
tarafından kurulan, ölümünden sonra generallerinden Ptolemaios ve ardıllarının
egemenliğinde idare edilen Mısır’ın kuzeyindeki sahil kenti İskenderiye[142] İÖ 3. yüzyıldan 1. yüzyıla
kadar sadece tıp alanında değil, doğa ve insan bilimleri alanında da köklü bir
düşünce geleneğine sahipti.[143] Kuşkusuz bu birikimin en iyi
örneği yangında yok olduğu tahmin olunan ünlü İskenderiye Kütüphanesi’dir. Bu
önemli kentin tıp ekolüne mensup hekimleri özellikle insan anatomisi[144] ve fizyolojisi üzerine
uzmanlaşmışlardı. İskenderiye’de ortaya çıkan bu uzmanlık, insan bedeni üzerinde
otopsi yapılmasını engelleyen dogma ve yasakların ortadan kalkmasıyla
sağlanmıştır. Antik Yunan dünyasında tıbbın ve hekimlik sanatının tüm
gelişmişliğine karşın, anatomi[145] ve cerrahî[146] alanındaki geri kalmışlık
böylece telafi edilmiş olacaktır.
Bergamalı
Galenos’un yazdıklarından öğrendiğimize göre bu okulun en önemli temsilcileri
Kadıköylü (Khalkedon) Herophilos (İÖ yak. 330-260) ile Koslu Erasistratos’dur.
(İÖ yak. 310-250) Hekimlik sanatını Kos Adası’ndaki tıp bilgini Praksagoras’dan
öğrenen ve anatominin babası[147] olarak kabul edilen
Herophilos’un özellikle beyin ve sinir sistemi üzerine yaptığı çalışmalar
önemlidir. Beynin sinir sisteminin merkezi olduğunu savunan Herophilos,
Tertullianus’un (160-220) yazdıklarına bakılırsa, yaşamı boyunca altı yüzden
fazla cesede otopsi yapmıştır. Bu bağlamda İskenderiyeli hekimlerin uzmanlık
alanları ayrıntılı biçimde incelendiğinde, en çok birikimin ve ilerlemenin
cerrahî alanında sağlandığı görülecektir. Herophilos ilk kez sinirleri duyu ve
hareket, damarları atar ve toplardamar olmak üzere ikiye ayırmış, on iki parmak
bağırsağını, yumurtalıkları tarif etmiş, karaciğer ve tükürük bezleri üzerinde
çalışmıştır. Galenos’un “Antikite’nin Vesalius’u”[148]
[149] olarak tanımladığı
Herophilos, ölümünden yüzyıllar sonra bile Celsus, Soranos ve Galenos gibi ünlü
isimlerin övgüsüne mazhar olabilmiş ender hekimlerden biridir. (Magner, 2005,
s. 109 vd.; Meyer-Steineg ve Sudhoff 2006, s. 58 vd.; Bayat, 2003, s. 95; Krug,
1993, s. 61- 63)202
Antikçağ’ın diğer tüm hekimleri
gibi Herophilos da, dört sayısının büyülü gücüne inanmış ve bedenin
temel fonksiyonlarının dört organ tarafından belirlendiğine inanmıştır; buna
göre beynin gücü düşünce, karaciğerin gücü beslenme, kalbin gücü beden ısısı ve
sinirlerin gücü duyusal fonksiyonları düzenler. (Bergdolt, 1999, s. 57)
Herophilos’un farmakoloji ve jinekoloji alanındaki çalışmaları ve dersleri,
yaşadığı dönemde ününü pekiştirmiştir.
Atina’da
Aristoteles’in yanında ve Kos’ta tıp eğitimi alan İskenderiye Tıp Okulu’nun
diğer bir önemli hekimi Erasistratos (İÖ 310-250) Kos Adası’nda doğmuştur.
Fizyolojinin kurucularından sayılan Erasistratos daha çok dolaşım ve sinir
sistemi üzerindeki çalışmalarıyla bilinir. Erasistratos’a göre hastalanmadan
yaşamak ancak sağlıklı bir yaşam sürdürmekle, yani diyetle mümkündür. Romalı
Ansiklopedisi Celsus’un[150] aktardığına göre
Erasistratos, hocası Herophilos’la birlikte, ölüme mahkûm edilmiş suçlu ve
kölelerin canlı bedenleri üzerinde çalışan ilk hekimlerdir. (Über die
Arzneiwissenschaft in acht Büchern, I,4)
Galenos, Herophilos ve
Erasistratos’un, Hippokratesçi tıptan farklı olarak, bedenin sağlıklı ve hasta
hallerine ilâve ettikleri üçüncü bir ‘hal’e dikkat çeker. Buna göre bedenin üç
hali sağlıklı, hasta ve ne hasta ne de sağlıklı olma halleridir. İnsanların
çoğunluğu, bu ne - ne de (ne-utrum) olarak tanımlanan, ara
durumda yer alır. Her türlü endişeden, üzüntüden ve bedensel sorundan arınmış
sağlıklı olma ve hastalık halleri toplumda azınlığı oluşturur. Herophilosçu
anlayışa göre, yüksek ateşi atlattıktan sonra nekahet döneminde olanlar ve
yaşlılar bu üçüncü halde yer alanlara örnek oluşturur. (Bergdolt, 1999, s.
57-58)
Galenos’un, Herophilos ve
Erasistratos’a atfen aktardıklarından anlaşıldığı kadarıyla Araf’ta olma
hali olarak tanımlanabilecek bu durum, yukarıda anlatılanlardan anımsanacağı
gibi, Hippokratesçi tıbbın, bedenin ideal hali olarak tanımladığı sağlık
(denge) tanımına uymaz. Burada dikkat çeken husus, hastalık (yüksek ateş)
sonrasında, nekahet dönemini yaşayanların,yeniden ‘sağlıklı’ azınlığa
katılamayacaklarıdır, kaldı ki ne - ne de grubunun bir bölümü bu
kesimden oluşmuştur. Diğer yandan yaşlıların bu grupta yer alması, bizi
İskenderiye Tıp Okulu’nun saf sağlık tanımını yaşamın gençlik çağıyla
ilişkilendirdiği sonucuna götürür. Ancak ileride göreceğimiz gibi, Batı
Dünyası’nın hastalık algısında, Herophilos’un ‘bedenin üçüncü hali’ tanımının,
Hipokratesçi hastalık-sağlık düalizmi karşısında şansı olmayacaktır.
İskenderiye’de İÖ 3. yüzyılda
etkin olan bir diğer tıp ekolü Deneyciliktir. Tıpta Dogmatizm’e karşı
İskenderiyeli Serapion tarafından kurulan bu ekole göre insan sağlığı alanında
en önemli konunun, tedavi yöntemlerinin, özellikle de ilâçla tedavi yönteminin
geliştirilmesi olduğu savunulur ve teorik tıbba şüpheyle yaklaşılır.
Deneyciler zihinde canlandırılabilecek
olan yaygın teori (theoria) fikrini benimsemez, gerçek teorinin sadece
gözlemle elde edilebileceğine inanır. [Macleod (Ed.), 2006, s. 135] Bu nedenle
özellikle tecrübeye, dışarıdan yapılan gözleme ve analojiye[151]
özel önem verilir. Hastalık yerine teşhisi öne çıkaran Deneycilere göre
hastalığı yaratan sebeplerden çok, hastalığı herhangi bir nedenle ortadan
kaldırmak, önlemek esastır. (Neuburger, 1906, s. 277 vd.) Tıbbî Deneyciliğin en
önemli temsilcileri İskenderiyeli Serapion (İÖ 2. yy.), Kition’lu Apollonios
(İÖ 1.yy.), Tarent’li Glaucias (İÖ yak. 170) ve Koslu Philinos’dur (İÖ 3. yy.)
Deneyciler Hippokrates’in de
deneyci ekole mensup olduğunu savunmuşlardır. Kuşkusuz deneycilik düşüncesinin
İskenderiye’de başladığını söyleyebilmek mümkün değildir. Gerçekten de
Hippokrates tıbbî hastalıkların teşhis ve tedavisinde tecrübeye büyük önem
vermiş ve daima hastanın özel gerekliliklerinden hareket etmiştir. Bunun sonucu
olarak da, aynı hastalıktan muzdarip, farklı hastalara uygulanabilecek genel
hastalık teorileri üretmekten kaçınmıştır. Bu bağlamda teker teker her hastanın
gözlenmesinden elde edilen tecrübeler, her hastaya farklı reçete yazılması
gerekliğini ortaya koyar; bu da Hippokrates tıbbının temelini oluşturur.
(Edelstein, 1971, s. 296 vd.)
Rasyonalistler olarak da
adlandırılan Dogmatiklerin[152] Hippokrates tıbbının gerçek
mirasçısı olduğuna inanılır. Dogmatiklerin başlıca amacı öncelikle hastalığı
anlamaktır. Bu ekol mensubu hekimler için anatomi ve fizyoloji bilgisi
önemlidir. Karystoslu Diokles (İÖ 4. yy.) tarafından kurulan bu ekolün üyeleri
arasında Koslu Praxagoras (İÖ 4. yy.) ve Xenophon’u sayılabilir. Özellikle
Diokles ve Praxagoras, Hippokrates Tıbbı’nın en sadık takipçileri olarak ayrı
bir öneme sahiptirler. Praxagoras’ın anatomi, hastalıklar ve tedavi yöntemleri
üzerine olan eserlerinden, Galenos sayesinde haberdar olduğumuz parçalar,
gelecek yüzyıllara intikal etmiştir. Yine Atinalıların ‘Genç Hippokrates’
olarak adlandırdığı Diokles,[153] Empedokles’e olan
yakınlığıyla da tanınır. Hava’yı (pneuma) sadece alınan bir nefesten öte
kurucu bir element olarak görür ve tüm organlar üzerindeki yaşamsal önemine
dikkat çeker. Jinekoloji alanında gözlemlerde bulunan Diokles’in kimi
noktalarda, Pythagorasçıların sayı ve yön sembolizminin etkisinde kalarak,
aşırı yorumlar yaptığı görülmektedir. (Krug, 1993, s. 58-60)
Antikçağ’ın son önemli tıp
ekolü, İÖ 1. yüzyılda ortaya çıkan Pnömatizm (pneuma) Ekolüdür.
Dogmatiklerden ayrılarak pneuma ve Beden Sıvıları Öğretisi’ne dönen
hekimler tarafından kurulan Pnömatizm’in en önemli temsilcileri Attaleialı
Atheniaos (İÖ 1. yy.) Kapadokyalı Aretaios[154]
(1. yy.) ve Apameialı Archigenes’dir (2. yy.). Pneumacılara göre hava
her şeyin kaynağıdır ve sağlık, yaşam soluğu (pneuma) tarafından
sağlanır. Hava akciğerlerden bedene girip, kalp tarafından oluşturulan
sıcaklığı azaltır, kalp ve karaciğerde oluşan kanla bütün bedene yayılıp, tüm
organizmanın çalışmasını sağlar. Havanın yaşam bağışlayan özelliği çok
Eskiçağlar’dan beri kabul edilmekle birlikte, pneuma"nın yaşam,
zekâ, kutsallık olduğunu ilk ileri süren Diogones (İÖ 440) olacaktır. Dört
temel elementten biri olan havayı teorilerine çıkış noktası olarak çeken pneumacı
Okul’un prensiplerinde Stoacılar[155]
ile yakınlaştıkları görülmektedir. (Eckart, 2005, s. 20 vd.; Meyer-Steineg ve
Sudhoff 2006, s. 63 vd.; Jackson, 1999, s. 11)
İskenderiye’de ortaya çıkan,
Herophilos ve Erasistratos ile zirveye ulaşan tıp araştırmaları zamanla giderek
yavaşlamış ve eski önemini kaybetmiştir. Ralph Jackson’a göre bu sürecin
belirleyici unsurlarından biri, canlı teşrihe (viviseksiyon)[156]
karşı takınılan tutum olabilir:
Herophilos ve
Erasistratos’un çalışmaları, önemli sonuçları olan büyük adımlardı. Buna
dayanarak onların açtıkları yolda başka araştırmacıların önemli buluşlar
yapmaya devam etmeleri beklenirdi. Ancak, o zamandan sonra İskenderiye’de tıp
araştırmaları hızını yitirdi. Nedeni kesin olarak belli değilse de, birçok
etkene bağlı olması muhtemeldir. Sıklıkla olduğu gibi, hızlı bir gelişme ve
ilerleme dönemini, pekişme dönemi izledi; mevcut bilgiler şekillendirilip yeni
görüş ve bilgilere dönüştürüldü. Yeni verilerin yorumu üzerine birçok farklı
görüş ortaya çıktı ve tıp kuramı hakkındaki tartışmalar, uygulamalı
araştırmaların yerini aldı. Yunan anti-dissektion kulisleri de tekrar ön plana
çıktılar. İlk Ptolemaios Kralları, tıp araştırmacılarını, bu eleştiriden
korumakla kalmamış onları bu yönde cesaretlendirmişlerdi de. Ancak daha sonra
gelen ve politik açıdan güçsüz krallar, disseksiyon konusunda tartışmalara
girmekten şiddetle kaçındılar. Belirleyici bir faktör de, büyük olasılıkla,
Celsus’un disseksiyonla bir arada anlattığı, İskenderiye’de yapılan etkileyici
bir insan viviseksiyonudur. Eğer bu iki uygulama arasındaki ayrım belirgin
olarak ortaya konmadıysa, viviseksiyona karşı gelişen düşmanlık disseksiyonun
da ölümüne yol açmış olabilir. (Jackson, 1999, s. 22)
Yıllara, çağlara damgasını vuran
her parlak dönem bir şekilde sona ermektedir. Birinci yüzyıla gelindiğinde
İskenderiye’nin tıp sanatındaki yıldızı sönmeye yüz tutmuştur. Artık her yerde
aranan Yunan hekimlerinin yeni çalışma merkezi imparatorluk başkenti Roma’dır.
Ancak aşağıda göreceğimiz gibi Romalılar uzun süre Yunanlı hekimlerin tıp
sanatındaki uzmanlıklarını kabul etmekte direnmişlerdir.
2.2.4.
Roma İmparatorluğu’nda[157] Tıp ve Sağlıklı Yaşam Anlayışı
Antik Yunan
dünyasının kökleri Hippokrates’e uzanan görkemli tıp geleneğine karşın,
Romalıların sağlık alanında, özellikle Antikçağ’da belirleyici konumda
oldukları söylenemez.[158] Helen dünyasında büyük saygı
uyandıran hekimlik mesleğine, medicus[159] kelimesinin latince
kökene sahip olmasına rağmen, Romalılar tarafından önem verilmemesi, bu yargıyı
teyit eder. (Bergdolt, 1999, s. 76) Ancak bu tespit Romalılar ile Yunanlılar
arasında sağlık alanında bir rekabet olmadığı anlamına gelmez.[160] Romalılar başlangıçta
küçümsedikleri Helenlerin tıp alanındaki ustalıklarını zamanla kabul etmek
zorunda kalmışlardır. Bunun somut örneği, Yunan tıbbının Latince konuşan dünya
tarafından asimilasyonunda merkez ülkenin İtalya olması, sürecin ilerleyen
yüzyıllarda bu ülkeden Batı ve Alplerin kuzeyindeki orta Avrupa’ya
yayılmasıdır. (Nutton, 2004, s. 157)
İ.Ö. 295’te
Roma’da veba salgını ortaya çıktığında dışarıdan yardım alınması gerekmişti.
Ancak yardıma çağrılan Yunan hekimleri değil, Yunan tanrısı Asklepios idi.
Roma’da onun adına bir tapınak yapılmıştı, ama bilinen şüphelerden ötürü bu
tapınak şehir dışına, Tiber Nehri üzerindeki bir adaya inşa edilmişti. Salgın
geriledi ve bu ufak dayanak noktası, Yunan hekimlerine olan direncin bir derece
azalmasını sağladı. (Jackson, 1999, s. 4)[161]
Bu bağlamda Roma
İmparatorluğu’nun, Yunanlılarla kıyaslandığında özgün ve bilimsel bir tıp
anlayışı inşa edemediklerini ve 1. yüzyıla kadar çok az yol kat ettiklerini
söyleyebiliriz. İmparatorluk’ta göçmen hekimlerin tartışmasız hâkimiyeti söz
konusudur: 1. yüzyılda hekimlerin % 90’ı, 2. yüzyılda % 75’i ve 3. yüzyılda %
66’sı Yunanlıdır. (Ferngren, 2009, s. 22)
İ.Ö. 46’da
Iulius Ceasar, Roma’da çalışan yabancı doktorlara vatandaşlık hakkı tanıdı. Bu
arada Ephesos’da doktorlar vergiden muaf tutulmuşlardı. Bu tür yasalar
hekimlere verilen önemin artmaya başladığını göstermektedir. Tüm Batı Roma
İmparatorluğu’nda ve özellikle de Roma’da hekimlerin çoğu Yunan ya da Yunan
kökenliydi. İ.Ö. 1. yüzyılda tıbbı evlere sokanlar genellikle köleler, özgür bırakılmış
köleler ve köle çocuklarıydı. Birçoğunun büstü, dönemin heykel tarzına uygun
olarak mezar taşlarına oyulmuştur. Bunlardan bazıları, aile reisinden köleye
dek tüm aileye hizmet götüren kişilerdi. Bazıları ise, felsefeden tıbba dek
geniş bir yelpazede derin bilgiye sahip âlimlerdi. (Jackson, 1999, s. 51)[162]
Roma’ya ilk gelen (İÖ 219)
Yunanlı hekim Lakonialı (Peloponnes Yarımadası) Archagathus’dur. Yaşlı
Plinius’dan öğrendiğimize göre cerrah olarak çalışmaya başlayan ve gördüğü
saygıdan ötürü Roma vatandaşlığı elde eden Archagathus, zamanla hastalarını
acımasızca kesip biçmesi nedeniyle cellât (carnifex, Lat.) olarak
adlandırılmış ve diğer hekimler tarafından sanatı lânetlenmiştir.[163] (Die
Naturgeschichte,
XXIX, 6.12-13)[164]
Roma’ya gelen göçmen hekimlerden
en ünlüsü Hippokrates’in beden sıvıları öğretisine karşı çıkan (İÖ 124-40)
Bitinyalı[165] Asklepiades’dir. Erken
yaşlarda retorik, felsefe ve tıp eğitimi alan Asklepiades, Atina ve büyük
olasılıkla İskenderiye’de meslekî tecrübesini arttıracak çalışmalar yapmış ve
kendisine meslekî gelecek gördüğü Roma’ya İÖ 91 yılında yerleşmiştir. (Steger,
2004, s. 24) Asıl şöhreti Roma’da yarattığı bir mucize[166] ile yakalamış,
böylece Cicero, Marcus Antonius (İÖ 82-30) gibi ünlü kişilerin güvenini
kazanarak geniş bir çevre edinmiştir. Bitinyalı Asklepiades diyeti ilâçla
tedaviye tercih etmekle birlikte, doğanın tedavi eden gücüne Hippokratesçiler
kadar inanmamış, tedavide hekimlerin müdahalesini her koşulda önemli görmüştür.[167] Kronik ve akut
hastalıklar arasındaki farkı ortaya koyan ilk hekim olmanın yanı sıra teşhis ve
tedavi sanatındaki başarısı nedeniyle Yunanlı hekimlerin Roma İmparatorluğu’nda
mesleklerini icra ederek yaşayabilmelerinin ve saygınlık kazanmalarının yolunu
açmıştır. Asklepiades sadece bir hekim olmakla kalmamış, Laodikeialı Themison,
Augustus’un özel hekimi Antonius Musa[168]
gibi çok sayıda hekimi tecrübeleri, tedavide uyguladığı yöntemlerle etkileyerek
örnek olmuştur. (Pagel, 1915, s. 89-91; Neuburger, 1906, s. 294-302)
Ancak Yunan göçmen hekimlerin
Roma İmparatorluğu topraklarında kalıcı hale gelebilmesi uzun süren mücadelenin
sonunda başarılabilmiştir. Romalılar M. P. Cato (İÖ 234-149) örneğinde olduğu
üzere,[169] haklı bir üne sahip Yunan
hekimlerini küçük görmüş ve onlara düşmanlık beslemişlerdir. (Magner, 2005, s.114;
Jackson, 1999 s. 2; Porter 2007, s. 70; Bayat, 2003, s. 107) Buna karşın
Romalıların teşhis yöntemleri genellikle ilkel ve tedavi yöntemleri ise
çoğunlukla büyü pratikleridir; hurafeler ve büyü formülleriyle hazırlanan
iksirler ve tiryaklardan şifa umulmaktadır.[170]
Tanrılar ve
ruhlar, doğanın kişileştirilmiş ve gizemli güçleriydi ve hem hastalıklara yol
açar, hem de onları iyileştirirlerdi. Bu nedenle, erken dönem İtalik tıbbının
esas amacı hastalıkların belirtilerini tedavi etmekti, çünkü hastalığın önlenmesi,
tanısı ve seyri tamamen tanrılar tarafından kontrol edilirdi, insanın burada
bir etkisi olamazdı. Bir hastalık, özellikle de remittan[171] ise, rastlantısal olarak, bir
ilacın uygulanması sırasında düzelebiliyor veya hafifleyebiliyordu. Bu tip
durumlar, genellikle basit bir yiyecek veya ilacı, karmaşık ayinler ve ritmik
şarkılardan oluşan büyülü güçlerle bir araya getiren ilkel tedavilere olan
inancın uzun süre devam etmesine yol açmıştı. Bu iyileştirme sisteminde
doktorun yeri yoktu. Şifanın tamamen ilacın gücünden geldiğine inanılırdı ve
ilacı veren kişinin de uzman olması gerekmezdi. (Jackson, 1999, s. 3-4)
Yukarıda yaptığımız alıntı, her ne kadar İÖ 3. yüzyılda Roma
İmparatorluğu’ndaki uygulamaları anlatıyorsa da, anılan dönemde Yunanistan
dışında kalan yakın coğrafyada, teşhis ve tedavide kullanılan yöntemlerin
önemli bir farklılık arz etmediğini belirtmeliyiz. Ciddîye alınabilecek bir
istisnayı Mısır oluşturmaktadır. İÖ 8. yüzyılda yazılan ve Yunan yaşamını
anlatan Odysseia’da Homeros tarafından Mısırlı hekimlere
ve Mısır’ın verimli topraklarına
övgüler düzülmüştür:
Böyle erdemli, iyi ilaçları vardı Zeus kızının, Mısırlı
Polydamma vermişti onları, Thon’un eşi, bu ilaçlar Mısır’ın bereketli
toprağından fışkırırdı, birçoğu şifalıydı, birçoğu da zehirli, hekimleri de çok
bilgili, üstün hekimlerdi, hepsi de Paian tanrının soyundandılar. (Odysseia, IV,229-232)
Romalılar hekimlere rağbet
etmezken, sağlıklı yaşama konusunda ise, şaşırtıcı bir biçimde, gelenek
oluşturmayı başarmışlardır. Aslen hekim olmayan, hukuk ve hitabet sanatı tahsil
etmiş olan Cato tarım üzerine kaleme aldığı De agricultura adlı
yapıtında kırsal kesime özgü doğal tıbbın ayrıcalıklarını ve doğal yaşam
tarzıyla gelen sağlığın nimetlerini anlatır. Doğaya dönük bir yaşam tarzının
eski Romalıların sağlığını güçlendirdiği ve dönemin kimi ‘medeniyet
hastalıkları’na engel olduğu söylenebilir.[172]
Büyük olasılıkla eski Roma tıbbı ev yapımı ilâçlar, basit cerrahî
müdahaleler ve dinsel- büyüsel pratiklerle sınırlı kalmıştır. (Bergdolt, 1999,
s. 76-77) Bu durum tabiatıyla Roma tıbbını kendi kendine yeterli, ancak
yeniliklere kapalı bir yapı haline getirmiştir.
Bu dönemde doğaya yüzü dönük
sağlıklı bir yaşam idealinin Roma’nın soyluları arasında adeta bir moda haline
geldiğini görüyoruz. Tipik bir Roma soylusu olan Celsus’un, De Medicina’da
ayrıntılı biçimde ele aldığı diyet anlayışının ana başlıklarını beslenme,
egzersiz ve öz disiplin oluşturuyordu. Eser aşırı yorulmamak, sabahları
uyandığında yatakta dinlenmek, yemekten önce banyo yapmak, aşırı yememek,
yürüyüş yapmak gibi tümüyle ‘soylu beden’lere hitap eden önerilerle doluydu.
Celsus sağlıklı bir yaşam sürebilmek için aşırılıklardan kaçınılması ve her
şeyde ‘dengeli’ olmak gerektiğini savunur; ona göre öz disiplin, sağlığın
anahtarıdır. (Jackson, 1999, s. 26 vd.)
Ancak Romalıların sağlık
alanında bu kapalı, içedönük tavırları sürdürülebilir bir yapıda olmaktan
uzaktır. Yunan tıbbı ve hekimlik sanatına karşı duyulan güvensizlik, ilerleyen
yüzyıllarda terk edilmek zorunda kalınacaktır. 1. yüzyıla gelindiğinde tüm Batı
Roma İmparatorluğu’nda ve özellikle Roma’da hekimlerin çoğu Yunan ya da Yunan
kökenlidir. (Jackson, 1999, s. 51)
Romalıların ‘eski’ olarak
nitelendirdikleri Hippokrates tıbbına yaklaşımda tutucu tavırlarına karşın,
çevre koşullarının sağlık ve beden üzerinde olan etkilerine olan hassasiyetleri
ise şaşırtıcıdır. Sağlıklı bir yaşam için taşrada yaşam, iklim ve doğa
şartlarına uyumlu evlerin inşası, temizlik ve diyet konusunda gösterilen
hassasiyet, gelecek yüzyıllarda Rönesans yazarlarını bile etkileyecek
düzeydedir. (Bergdolt, 1999, s. 78)
Bu dönemde (1. yy.) kentlerin
insan sağlığına olan olumsuz etkileri ve kötü beslenmeyle ortaya çıkan
rahatsızlıklar üzerine çok sayıda eser kaleme alınacaktır.[173]
Taşrada doğayla başbaşa bir yaşam sürmenin erdemleri, evlerin beden ve
ruh sağlığına uygun olarak inşa edilmesi, çağın üzerinde en çok kafa yorulan
konuların başında gelmektedir. Sağlıklı bir beden ve akıl uğruna doğallık ve
basitlik, soylu Romalılar için adeta bir ülkü haline gelmiştir. Sağlık üzerine
düşünen ve yazan ünlü Romalılar’a örnek olarak Seneca, Cicero,[174] Cato, Vergilius, Celsus ve
Lucretius sayılabilir.
Meslekten hekim olmayan[175] büyük toprak sahibi A. C.
Celsus (1. yy.) kendisinden önce yaşamış iki ünlü ansiklopedist Marcus Portius
Cato ve Marcus Terentius Varro’nun (İÖ 116-27) izinden giderek tıp, tarım,
savaş sanatı, retorik, felsefe ve hukuk alanında kapsamlı bilgilerin yer aldığı
yirmi kitaplık bir ansiklopedi yazmıştır. 25 ile 35 yılları arasında yazıldığı
tahmin olunan bu dev yapıttan günümüze tıbbî bilgilerin yer aldığı sekiz
bölümlü De Medicina kalmıştır. (Celsus, 1906)[176]
De Medicina Latince
olarak kaleme alınan ve matbaanın icadından sonra basılan ilk tıp eseri olma
özelliğine sahiptir. (Bayat, 2003, s. 113) İskenderiye Okulu’nu oluşturan
farklı hekimlik geleneklerinin bir karması olarak kaleme alınan eserin, Yunanlı
hekimler arasında hemen hiç tanınmamasının nedeni olarak Latince yazılmış
olması gösterilmektedir. Duru dili ve herkesin anlayabileceği ifadelerle
yazılan eserin Ortaçağ’da keşfedilmesi uzun sürmüş, ilk baskısı 1478 yılında
Floransa’da yapılmıştır. (Ilberg, 1971a, s. 311; Uzluk, 1958, s. 66)[177]
Eserin 1. kitabında hijyen,
diyet konuları ele alınmış ve hekimlik sanatının teorik tartışmalarına yer
verilmiştir. 2. kitabında hastalıklar hakkında genel bilgiler yer alır. 3.
kitabında ayrıntılı hastalık tarifleri (hummalar, delilik, epilepsi, verem,
sarılık ve benzerleri) bulunur. 4. kitabında boğazdan başlamak üzere aşağıya
doğru iç organların hastalıkları anlatılır; 5. kitap yaraların bakımı ve
ayrıntılı reçetelerin verildiği farmakoloji üzerinedir. 6. kitapta deri, göz,
diş, kulak ve zührevi hastalıklar anlatılır. Son iki kitap cerrahiye
ayrılmıştır ve çok ayrıntılı biçimde farklı organlara yapılan cerrahî
müdahaleler ayrıntılarıyla anlatılır. Bu denli ayrıntılı tasvirlerin yazarının
hekim olmayışı, günümüz insanının uzmanlık anlayışla bağdaştırılamamakla
birlikte, bir gerçektir.[178] Tıp tarihçisi Feridun Nazif
Uzluk’un da belirttiği üzere, “Celsus’un "De Medicina’’ kitabı
modern çeşitte bir Tıp klasiğidir.” (Uzluk, 1958, s. 68)[179]
Yine 1. yüzyıldan, Celsus’un
yapıtı benzeri çok önemli bir başka başvuru kaynağı, bu kez Kilikya’dan
Anazarbalı (Adana civarı) Dioskorides’den (60 dolayları) gelecektir. Roma
ordusunda hekim olarak görev yapmış Dioskorides’in De Materia Medica[180]
adlı kitabı Antikçağ’ın farmakoloji[181]
alanında verilmiş en önemli eserlerinden biridir ve etkisi yaklaşık bin beş yüz
yıl boyunca sürmüştür. Beş kitaptan oluşan De Materia Medica’da
bitkiler, yağlar, mineraller, tohumlar, sebzeler ve meyvelerden elde edilmiş
sekiz yüzden fazla bitkisel, yüz kadar hayvansal ve madensel hammaddenin (drog)
yanı sıra, şifa verdiğine inanılan büyülü terkipler ve nazara karşı muska
tarifleri yer alır. (Eckart, 2005, s. 25-26; Krug, 1993, s. 106-107)
Roma dünyasında Cato ile
başlayan Ansiklopediciler geleneğinin diğer önemli bir ismi Yaşlı (Büyük)
Plinius olarak anılan Caius Plinius Secundus’tur (23/24-79). Plinius’u üne
kavuşturan eseri Doğa Tarihi (Naturalis Historia)225 otuz
yedi kitaptan oluşan bir doğal bilimler ansiklopedisi niteliğindedir. Plinius
bu çalışmasında antropolojiden farmakolojiye, coğrafyadan kozmolojiye, sanat
tarihinden tıbba, zoolojiden güzel sanatlara, sanat tarihinden insan
fizyolojisine birçok konuyu ayrıntılı biçimde maddeleştirmiştir. Doğa
Tarihi, Celsus’un De Medicina’sı benzeri bir derinliğe sahip
değildir. Eser, sözlük anlamında bir ansiklopedidir. Bu yönü kuşkusuz eseri
zayıf kılmaz, aradan geçen ikibin yıllık sürede Doğa Tarihi, De Medicina’
dan daha fazla tanınmış ve yaygınlık kazanmıştır. Plinius, Vezüv Yanardağı’nın
İÖ 22 Ağustos 79 yılında patlamasıyla Stabiae’de ölmüştür.
Plinius da, Cato gibi Yunan tıp
geleneğini küçümsemiş, Yunanlı hekimlerin başarılarını göz ardı etmiştir. Büyük
olasılıkla tepeden bakış Plinius’u bu denli büyük çalışma yapmaya itmiştir. Naturalis
Historia, Antikçağ’ın destanlar, batıl itikatlar, dinsel kültler,
hurafeler, büyü-sihir formülleri, otacı reçeteleri ve benzeri farklı
kanallardan beslenmiş zengin halk tıbbı geleneğinin bir sentezi niteliğindedir.
Mükemmel bir Latince ile kaleme alınmış olan eser uzun bir hazırlık devresinden
sonra iki yıl içinde yazılmıştır. Yeğeni Genç Plinius’un (61-113)
yazdıklarından öğrendiğimize göre, okumayı ve araştırmayı çok seven Yaşlı
Plinius tam bir kitap kurdudur. (Neuburger, 1906, s. 319321)
Her toplumda olduğu gibi,
Romalıların da beden ve akıl sağlığına bakışını büyük ölçüde koşullar
belirlemiştir. Romalı soylular için beden ve akıl sağlığı, gençlik, sportmenlik
ve güzellikle gelen bir şey olarak görülür. Genç olmak, sağlıklı bir yaşam için
[182] önkoşuldur. Roma yazınında
sıkça rastlandığı gibi, yaşlılıkta ortaya çıkan sağlık sorunlarından büyük
endişe duyulur. (Bergdolt, 1999, s. 81)
Ancak tüm Antikçağ’da olduğu
gibi Romalılar arasında da yaşlanmak günümüzden farklı bir anlam
taşımaktadır. Ortalama yaşam beklentisi yirmi üç yıl olup, bu rakam şehirde
yaşayan köleler arasında daha düşüktür. Nüfusun ancak %6’sı kırk yaşın
üzerindekiler oluşturmaktadır. (Bergdolt, 1999, s. 86) Roma İmparatorluğu’nda,
veba salgınları dışında, yaşamı tehdit eden en önemli hastalıklar olarak
tüberküloz, gut, tetanos ve cüzzam sayılabilir. Bunların dışında çok az
hastalık tam anlamıyla tedavi edilebildiğinden çok sayıda insan yaşamını
kısıtlayan, ağrılı hastalıklardan muzdariptir. (Jackson, 1999, s. 169 vd.)
Yukarıda kısaca açıklanmaya
çalışıldığı gibi, Roma İmparatorluğu’nun özellikle batı kesiminde sağlık
anlayışı, hekimlik sanatı ve tedavi yöntemleri Antik Yunan dünyasından
bütünüyle farklıydı. Sağlıklı yaşam üzerine çok düşünüp, çok şey yazan Romalı
düşünürlerin genel bir tıp kodeksi oluşturmaktan çok, bireysel sağlık projeleri
geliştirdikleri ve bu nedenle küçümsedikleri Hippokratesçi tıbbın uzunca bir
süre gerisinde kaldıklarını söyleyebiliriz. Ancak Roma İmparatorluğu sınırları içindeki
Bergama’da doğan ve tıp tarihinin Hippokrates’den sonraki en büyük hekimi
olarak tanınan Galenos (129-216) ile Roma tıbbı önemli bir zihniyet değişimi
yaşayacaktır.
2.3.
GALENOS VE BİLİMSEL
TIBBIN BAŞLANGICI
2.3.1.
Yaşamı ve Eserleri[183]
İnsanlık tarihinin yetiştirdiği
en büyük hekimlerden biri olan Yunanlı Galenos 129 yılında, döneminin önemli
kültür merkezlerinden biri olan Bergama’da doğmuştur. Bu dönemde kültürel[184] anlamda zenginliğiyle öne
çıkan Bergama aynı zamanda Roma İmparatorluğu’nun, Küçük Asya’nın Ege Denizi
kıyılarına bakan, en zengin bölgesinde yer almaktadır.
Galenos’un teorik ve uygulamalı
tıp alanında yaptığı çalışmalar sadece Avrupa’da Ortaçağ ve Rönesans boyunca
etkili olmakla kalmamış, yüzyıllar boyunca Müslüman dünyası ve Bizans
İmparatorluğu’nda ona haklı bir ün sağlamıştır. Bu büyük hekim ile Antikçağ
tıbbının devrini tamamladığını ve yeni bir tıp anlayışının ortaya çıktığını
söyleyebiliriz. (Temkin, 1971a, s. 2) “Galen kendi çağına dek gelen birbirine
zıt yaklaşımları birleştirerek anatomi çalışmalarıyla tıp dünyasına büyük katkı
sağlamıştır.” (Dols, 2013, s. 35)
Bir hekim ve bilim adamı olarak
çalışmalarının ona sağladığı haklı ünle Yeniçağ’a kadar sürecek bir ‘Galenizm’
etkisi söz konusu olmakla birlikte, yöntemlerinin bir ekol haline geldiğini
söyleyebilmek, takipçilerinin varlığından söz edebilmek ise mümkün değildir. Bu
bağlamda Galenos ile başlayan ve onunla biten tek kişilik bir tıp ekolünün söz
konusu olduğunu söyleyebiliriz. (Krug, 1993, s. 213)
Mimar ve matematikçi bir babanın
oğlu olan Galenos ilk gençlik yıllarında babasından aldığı matematik eğitiminin
yanında, çağının felsefî akımlarını inceleme olanağı bulmuştur. On altı on yedi
yaşlarında tıp öğrenimine başlayan Galenos önce Bergama’da seçkin bir hekim
olan Satyros ile çalışır, daha sonra Symrna’ da (İzmir) anatomi öğrenir.
Takip eden yıllarda İskenderiye’ye giden Galenos’un tıp eğitiminin, döneminde
pek alışık olunmadığı üzere on iki yıl sürdüğü bilinmektedir. (Jackson, 1999,
s. 56)
Uzun ve verimli bir tıp
eğitiminin ardından yirmi sekiz yaşında başladığı gladyatör hekimliği mesleğini
önce Bergama’da, sonraki yıllarda Roma’da icra etme imkânı bulacaktır.
Gladyatör hekimliği deneyi ona, anatomi bilgisini geliştirme imkânı vermesinin
yanı sıra, sağlam bir kafaya ancak sürekli hareket eden, idmanlı bir bedenle
kavuşulacağını öğretmiştir.[185] Sağlık Bilgisi isimli
yapıtında topla oynanan oyunların yararları üzerinde durur. (Bergdolt, 1999, s.
104)
Galenos’un bu dönemde özellikle
yaralanmalar, giderek cerrahî ve iç hastalıklar üzerine deneyim kazandığı
anlaşılıyor. Genç bir hekim olarak imparatorluk başkenti Roma’daki ilk yılları
161/162-166 yılları arasına denk düşer. Ancak veba salgını[186]
nedeniyle 166 yılında doğduğu kente geri dönmek zorunda kalan Galenos, burada
uzun süre kalamaz ve yaşamının kalan kısmını geçireceği Roma’ya 169 yılında
geri döner.[187] Başkent’e döndüğünde
İmparator Marcus Aurelius ve Lucius Versus’un özel doktoru olarak görev yapar.
Bu ayrıcalıklı konum ona maddî açıdan rahat ve sorunsuz bir yaşam sürme olanağı
sağlayacaktır. (Krug, 1993, s. 64 vd.)
Galenos yaşamı boyunca ruh
sağlığından hacamat tekniklerine kadar bizzat kaleme aldığı, derlediği 350’den
fazla eserle Antikçağ’ın en verimli yazarı olacaktır. “Galenos’un yazdığı
eserlerden günümüze kadar gelebilen yirmi bir cilt, bütün yazdıklarının üçte
biridir ve yanlızca bunlar, Hippokrates’in Corpus’unun iki katı
uzunluktadır.” (Jackson, 1999, s. 56) Tıp alanında kaleme aldığı en önemli
çalışmalardan biri olan altı ciltlik Sağlık Bilgisi (Hygieina) iki
önemli konuya, sağlığın korunması ve hastalıkların tedavi edilmesine
ayrılmıştır. Daha önce Hippokrates’in çalışmalarını incelerken değindiğimiz
gibi, sağlıklı bir bedene sahip olmak için gereken unsurlar, yaşam tarzı,
Galenos için de aynı derecede öneme sahiptir. (Bergdolt, 1999, s. 103)
Tıp dışı alanlara olan ilgisi
onun ‘evrensel âlim’ olarak tanınmasına katkı sağlar. Galenos’a göre felsefe
tıbbı desteklemeli, her hekim mutlaka felsefe bilmelidir: “Galenos’un
eserlerinin felsefî yönü Aristoteles ve Plâton’un izlerini yoğun olarak taşısa
da çok kuvvetlidir. Eğer Hippokrates’in tıbbı felsefeden ayırdığını söylemek
doğru ise, Galenos’un da onları tekrar birleştirdiği tekrar söylenebilir.”
(Jackson, 1999, s. 56)
Galenos’a göre düşünmenin
disiplini olarak mantık, doğanın bilimi olarak fizik ve davranış bilimi olarak
etik bu bağlamda hekimlik mesleği için çok önemlidir. En iyi hekim aynı zamanda
filozof olanıdır: Felsefe bilgisinden yoksun olan bir hekim, planı olmadan
inşaata başlayan mimara benzer. (Porter, 2007, s. 74 vd.)
Eserlerindeki bilimsel içerik ve
özen onun çok okuyan, farklı kaynaklardan beslenen, eleştirel ve araştırmacı
kimliğine delalet eder. Aynı zamanda doğanın tedavi gücüne olan inancını her
fırsatta yineleyen Galenos, Hippokrates gibi, iyi bir hekimin doğanın hizmetinde
(minister naturae) olması gerektiğine inanır. (Bergdolt, 1999, s. 108)
Galenos,
ona miras yoluyla kalan servetin büyük kısmını kitaplarına ve yazmalarına
harcamıştır. Galenos’un kayıp yapıtları büyük oranda yazma yöntemi ile
ilgilidir. O, çalışmalarını kendisi yazmaz, yazdırırdı. Yapıtlarının belli bir
kısmında araştırmalarının kaynaklandığı ve geliştiği başka tıp otoritelerinin
fikirleri bulunur, daha sonra da kendi kuramı yer alırdı. Geniş özel
kütüphanesi için ödünç aldığı tıp kitaplarını kopyalattığı da olurdu. (Jackson,
1999, s. 60)
Eserlerine yansıdığı iddia
olunan ve sıkça tenkit edilen kendini beğenmişlik duygusunun,[188] büyük ölçüde kendine olan
güveni ve çalışkanlığından kaynaklandığı söylenebilir. En önemli eserlerinden
bir olan Sağlık Bilgisinin döneminin ruhbandan olmayan eğitimli kesimine
(gebildete Laien) yönelik olarak hazırlamış olması bu duruma örnek
teşkil eder. (Bergdolt, 1999, s. 107)
Eleştirenler
arasında en lafını esirgemeyen Galenos’du. Ona göre, kendisinin yüksek
standartlarına erişebilen çok az sayıda tıp otoritesi vardı ve çalışmakta olan
hekimlerin çoğu mesleğinde yetersizdi. Hiç şüphe yok ki, onun izinden gitmek
için gereken azim ve olanaklar, doğal yeteneği olanlar dışında çok az kişide
vardı. Roma İmparatorluğu’nda yaşamasına karşın ana dili Yunancaydı. Yunan-Roma
tıbbının sonraki elli yıl boyunca Avrupa tıbbına yön vermiş olmasının nedeni,
onun yazdığı çok sayıda önemli eserlerdir. (Jackson, 1999, s. 55)
Farklı alanlarda Yunanca kaleme
aldığı çok sayıda eserden içerikleri itibariyle öne çıkanları, Anatomik
Araştırmalar,[189] Organların Yararları
Hakkında, Hippokrates ve Plâton’un Doktrinleri Üzerine, Bedenin Hastalıklı
Organları Hakkında, Sağlık Bilgisi, İlâç Bilgisi’dir. (Meyer-Steineg ve
Sudhoff, 2006, s. 87)
Galenos bazı yönlerden
Hippokratesçi tıp geleneğinden ayrılır; öncelikle insan iskeletinin anatomik
yapısını çok iyi tanır ancak, fazla teşrih tecrübesi olmadığı için anatomi
bilgisi zayıftır. Bu eksikliğinin farkında olduğu için ‘insana yakın’ bulduğu
hayvan türleri olan maymun, koyun, domuz, köpek ve keçi gibi hayvanların
bedenleri üzerinde çalışır; hatta bir filin kalbini incelediği bile
bilinmektedir. Galenos sadece iyi bir klinisyenden daha fazlası olduğunun
farkındadır ve bundan da gurur duyar. Sürekli araştıran, meraklı kimliği ona
hekimlik sanatında elde ettiği ölümsüzlüğü getirecektir. Tahminen 210 yılında[190] yaşama veda eden Galenos’un
tarihin ilk tıp bilimcisi olduğunu söyleyebiliriz. (Porter, 2007, s. 76;
Jackson, 1999, s. 57; Eckart, 2005, s. 32)
2.3.2.
Galenos Tıbbı ve Beden Sıvıları Öğretisi
Hippokrates
tıbbının inceliklerine hâkim olmakla birlikte, teşhis ve tedavi yöntemlerine
temkinli yaklaşan Galenos, Plâton’dan önemli ölçüde etkilenmiştir. Büyük
düşünürün insan bedeninin evren (makrokosmos) örnek alınarak
modellenmesi fikrini kabul eder; böylece bedenin her bölümü, temel elementlere
uygunluğu ölçüsünde doğru çalışır ve hastalıklar, fonksiyonel bozukluklar[191] engellenmiş olur. Galenos
tıbbın hastaların tedavisine hizmet eden farklı alanları arasında mantıklı bir
birlik oluşturmak suretiyle yeni alanların tesis edilebileceğine, böylelikle
hastalıkların varlık ve nedenlerinin r»r»\245 açıklanabileceğine inanır.
(Meyer-Steineg ve Sudhoff, 2006, s. 88)
Galenos tıp alanındaki tüm
araştırmalarında Aristoteles’in “doğa amaçsız bir şey yapmaz.” (Meyer-Steineg
ve Sudhoff, 2006, s. 88) ilkesini kendisine şiar edinmiştir. Karşılaştığı
problemlerin çözümünde yaşamın ‘niçin’ ve ‘nasıl’larından çok amacına uygun
olacak ‘neden’lerin yanıtını arar. Plâton’un insan bedeninin kafa (beyin), göğüs
(kalp) ve karında (karaciğer) üçe bölünmüş halde bulunan bir tin tarafından
kontrol ve idare edildiğine dair görüşüne bağlı kalır; bedende farklı amaçlara
hizmet etmek amacıyla bulunan güçlerden nefesin taşıyıcı fonksiyonu
aracılığıyla faydalanılır. Ancak bu yargı onun, her ne kadar dolaşım sistemini
anlayamamış olsa da, arterlerin[192] [193]
ve venlerin[194] hava (pneuma) değil,
kan damarları olduğunu gösteren ilk kişi olmasına engel değildir.
Galenos’a göre pneuma,
insanların kalbinde yaşam soluğu (Lebenspneuma), beyninde tinsel hava (psyhisches
Pneuma) ve karaciğerinde bedensel hava (physisches Pneuma) olmak
üzere üçlü bir fonksiyona sahiptir. Karaciğerden sağlanan kan akışıyla bedenin
beslenme ve büyüme fonksiyonu yerine getirilirken, yaşam soluğunun merkezî organı
kalp hayatî öneme sahiptir. Akciğer venleriyle kalbe gelen hava, arterler
aracılığıyla tüm bedene yayılır. Ruhun merkezi olan beyinde oluşan hava,
sinirler aracılığıyla vücudun farklı yerlerine ve organlara dağılır.
Bu üç ayrı temel fonksiyon,
işlevleriyle beden bütünlüğü açısından birlik arz eder. Farklı niteliklere
sahip olan dört beden sıvısı, kan, balgam, sarı ve kara safra, dört hayatî
organ kalp, beyin, karaciğer ve dalak tarafından işlenir. Sağlık, organizmanın
anılan organları tarafından, temel sıvıların katkısıyla yerine getirilen
fonksiyonların nitelik (soğuk, kuru, nemli) ve nicelik (az veya çok) olarak
dengede olmasıyla sağlanır. Denge hali, yani sağlık, her insanda aynı şekilde
tanımlanamaz; cinsiyete, yaşa, yaşam tarzına, kişisel özelliklere bağlı olarak
değişir. Her insan için tanımlanabilecek bir ara durum (ne sağlıklı ne de hasta
olma durumu) söz konusu olmakla birlikte, belirli hastalıklara yatkınlık söz
konusu olabilir. Hastalık, bedeni oluşturan organlardan biri veya birkaçının
temel fonsiyonlarındaki değişimden (bozulmadan) başka bir şey değildir. Galenos
tıbbında hastalıkların nedenleri ve seyri şu şekilde açıklanır: Belirli
yatkınlıklar öncelikle bazı hastalıkların ortaya çıkmasına imkân hazırlar; bu
yatkınlıklar giderek gerçek hastalık nedeni haline gelir. Hastalık sürecinin
başlangıcında öncelikle organların fonksiyonlarının/işlevlerinin bozulması söz
konusudur; fonksiyon bozukluğu, gerçek hastalıklı olma durumuyla sonuçlanır.
Diğer yandan beden sıvıları hastalıkların kronik veya akut seyretmesinde etkili
olur: Kan ve sarı safra dengesizlikleri hastalıkların akut, salya ve kara safra
dengesizlikleri hastalıkların kronik seyretmesinin nedenidir. (Jackson, 1986,
s. 42; Meyer-Steineg ve Sudhoff, 2006, s. 89-90)
Galenos, Hippokrates’in beden
sıvılarının birleşim, güç ve miktarlarının doğru oranda karışması durumunda
sağlıklı olunacağı, birinin eksik, fazla veya diğer sıvılara karışmadan
yalıtılmış kalması durumunda hastalıkların baş göstereceği yönündeki tespitine
bütünüyle katılır:
Tıp ilmi
hakkında bilgisi olan herkes Hippokrates’in bu noktada[195] haklı olduğunu kabul
edecektir, çünkü bu sıvılar birbirleriyle doğru oranlarda bulunuyorsa vücut
gerçekten de sağlıklı demektir fakat sıvılardan biri vücutta, yani damarlarda
veya vücudun belirli bir bölümünde tek başına, aşırı miktarda bulunuyorsa vücut
hastalanır. (Kara Safra Hakkında, s. 133)
Galenos sağlık için beden
sıvılarının dengeli karışımı kadar niteliklerinin de (soğuk, sıcak, nemli ve
kuru) önemli olduğuna inanıyordu. Uygun niteliklere sahip beden sıvılarının her
organa, vücudun en ücra köşelerine kadar, dengeli biçimde dağılması
gerekiyordu. Bergamalı hekimin temel elementler ile beden sıvıları arasında
kurduğu ilişkinin değişmez (statik) olmadığı görülür; onun için, bu noktada
Yunanlı meslektaşlarından farklı düşünür, sağlıkta denge -mükemmellik-
arayışları durağan değil, yıllar içinde yaşla birlikte sürekli gelişen, dinamik
bir kavramdır. Galenos’a göre sağlık ancak bir bütün olarak kavranabildiği
zaman anlaşılabileceği için tıp onun için ansiklopedik bir bilimdir. Kaldı ki
felsefeden doğa bilimlerine, tıptan mantığa ilgi alanı onun ‘evrensel âlim’
kimliğini teyit eder.
Galenos, Hippokratesçi tıp
geleneğinin temel unsurlarından olan beden sıvılarının (kan, salya, sarı safra,
kara safra) niteliklerinden (sıcak, soğuk, nemli, kuru) hareketle başat
organlar, ten renkleri, beden ısıları, mevsimler, yaşam dönemleri ve gündelik
aktiviteler arasında, hem stoacılardan hem de pneumacı Okul’un
mensuplarından daha ayrıntılı ilişkiler ve bağlar kurar. (Jackson, 1986, s.
42-43; Bergdolt, 1999, s. 107)
Zamanla
sıvılar yılın mevsimleriyle, insan yaşamının evreleriyle ve insanın hâlet-i
ruhiyesiyle ilişkilendirildi. Bizatihi her sıvı iki özellikten oluşmaktaydı;
kan nemli ve sıcak, kara safra kuru ve soğuk, sarı safra sıcak ve kuru, balgam
ise soğuk ve nemliydi. Hekimden, sağlığı ifade eden sıvı dengesini muhafaza
etmesi için çeşitli yollarla bu sıvıların özelliklerini yönlendirmesi ya da
hastalığı ifade eden dengesizliği düzeltmesi beklenirdi. Sıvı dengesizliği,
vücudun içindeki ya da dışındaki doğal etkenlerden kaynaklanırdı. Bu etkenler
sıvı fazlalığına, eksikliğine veya vücudun tamamında ya da parçalardan birinde
niteliksel değişime yol açardı. Hastalığın doğası, zarar görmüş sıvıyla
doğrudan ilgiliydi. Etik anlamdaysa her şeyde denge ve ölçülülük düşüncesinden
türeyen dört unsur teorisi, bir tıp ilkesinden çok daha fazlasıydı; dönemin
yaygın dünya görüşünün bir parçasıydı. (Dols, 2013, s. 36-37)
Yukarıda M. W. Dols’dan
yaptığımız alıntının son bölümünde belirtildiği gibi, Antikçağ’da denge ve uyum
arayışı üzerine inşa olunmuş ve temel elementler ile ilişkilendirilmiş beden
sıvıları öğretisi, bir tıp ilkesi olmasının ötesinde, dönemin genel kabul
görmüş evren algısına temel oluşturur.
Galenos’un yaşadığı dönemde,
kendisi de dâhil olmak üzere, hekimlerin uyguladığı tedavi yöntemleri büyük
ölçüde beden sıvıları öğretisi tarafından belirleniyordu. Sağlıklı bir yaşamın
ancak vücut sıvıları arasındaki denge kurulmakla sağlanabileceğine inanıldığı
için bu amaca yönelik yöntemler uygulanıyordu. En sık başvurulanları ise müshil
ve hacamat yoluyla bedenin zararlı maddelerden temizlenmesiydi. ‘Kötü kan’dan
kurtuluş sadece damar açılmasıyla değil, kuru-kan çekme yöntemi olarak
adlandırılan sülükle de olabilirdi:[196]
Galen ruhsal
bozuklukları izah ederken dört unsur teorisine yaslanmıştı; akli dengesizlikler
çoğunlukla beynin işlevini bozan dört unsur arasındaki dengesizlikten
kaynaklanmaktaydı.
Tıbbi tedavi,
öncelikle zıtlık ilkesiyle vücut sıvılarının dengesini yeniden sağlamayı veya
özellikle boşaltım ve ilaçlarla fiziksel sebeblerin sonuçlarını ortadan
kaldırmayı ya da azaltmayı amaçlıyordu. (Dols, 2013, s. 43)
Galenos’un nöroloji açısından en
önemli keşfi, konuşmayı yöneten organın beyin olduğunu kanıtlayan, gırtlağın
ses çıkarma ve konuşmada görevli sinirini bulması, tıp tarihine yaptığı en
önemli katkı ise, kliniği (bulguları) öne çıkaran Hippokratesçi tıbbı,
anatomik-fizyolojik bir çerçeveye oturtması, böylelikle sadece
bulgulardan hareketle teşhis ve tedavinin yetersizliğini ortaya koymuş
olmasıdır.
2.3.3.
Galenos Tıbbında Melankoli ve Psikopatolojik
Hastalıklar
Daha önceki bölümlerde
Galenos’un bedensel hastalıkların teşhis ve tedavisi konusunda çığır aşan
yaklaşımlarının, sadece Batı dünyası açısından değil, insanlık tarihi için de
ne kadar önemli ve vazgeçilmez olduğunu vurgulamıştık. Bergamalı hekimin,
bedensel hastalıklarda olduğu gibi, melankoliden deliliğe akıl hastalıklarının
patolojisi üzerine yazdıklarının gelecek yüzyıllarda yapılacak çalışmalara
önemli etkisi olacaktır. Ortaçağ, Rönesans ve Barok dönemi boyunca yazılanlar
onun çalışmalarının genişletilerek yapılan tekrarından başka bir yenilik
getirmez. Galenos’un etkisi Ortaçağ boyunca ve Yeniçağ’a uzanan süreçte, tıbbın
her alanında olduğu gibi, psikopatoloji ve psikoloji alanlarında da yapılan
çalışmalarda kendini hissettirecektir. Galenos’un akıl hastalıkları nozolojisi
özgün olmakla birlikte, başta akut ve kronik ayrımı olmak üzere Hippokrates’e
dayanır.
Galenos’un, akıl hastalıklarını
bütünüyle beyinden kaynaklanan rahatsızlıklar olarak tanımlaması tıp tarihi
açısından kuşkusuz çok önemlidir. İlk defa akıl sağlığı bozuklukları olarak
ortaya çıkan durumların kaynağı olarak beyin gösterilmektedir. Aslında tüm
Antikçağ tıbbında olduğu gibi, Galenos tarafından da phrenitis, lethargus gibi
psikopatolojik hastalıklar hastalık olarak tanımlanmaz; bunlar daha çok
hastalık süreci sonucunda ortaya çıkan psikolojik anomalilerdir. Galenos
tarafından zikredilen yüksek ateş, sanrı görme, kramplar, düşük nabız, bilinç
kaybı gibi belirtiler son tahlilde farklı hastalıklarda ortaya çıkar.
(Neuburger, 1906, s. 391)
Aşağıda görüleceği gibi, Corpus
Hippocraticum"da akıl hastalıkları ayrıntılı olarak tanımlanmış,
hastalıkların kaynaklandığı organ ve nedenler genel hatlarıyla açıklanmıştır.
Galenos’un önemli gördüğü akıl hastalıkları Corpus ta sayılanlar ile
örtüşür, ancak beyinin hastalıklara kaynaklık eden organ olması nedeniyle
psikopatolojik yaklaşım daha ön plandadır. Biz burada Galenos’un phrenitis
ve melankoli üzerine görüşlerine yer vermek istiyoruz.
Galenos’un psikopatolojik
hastalıklar arasında saydığı phrenitis (frenitis) beyinde sarı safra
veya sümüksü sıvının fazlalığı sonucunda ortaya çıkar. Sarı safranın yoğun
olması durumunda hastalık ağır, daha akışkan, seyrelmiş olması durumunda ise
hafif seyreder. Yüksek ateşin baskın olduğu hastalık döneminde hasta anlamsız
el kol hareketleri yapar ve kendinden geçer. Hastada şaşkınlık hali ve sanrılar
görme gibi psikolojik belirtiler tedricî biçimde ortaya çıkar, ancak ateşin düşmesiyle
birdenbire yok olmaz. Hastalığın ileri aşamalarında hasta nefes almakta
zorlanır, burun kanaması, gözlerde yaşarma ve nihayet bilinç kaybı görülür;
kafasının arkasındaki ağrı hissizlik yaratır. Galenos, phrenitis"den
kaynaklanan yüksek ateş sonucunda ortaya çıkan hezeyanların, diğer yüksek
ateşli vakalar ile karıştırılmaması gerektiğini belirtir. Bu hastalıkta
hezeyanlar yüksek ateşe bağlı olarak seyreder, ateş düşünce hasta sakinleşir.
Yüksek ateşte hezeyanlar gören hasta çoğu zaman gerçeklik duygusunu kaybeder
(Leibbrand ve Wettley, 2005, s. 118-119)
Galenos, phrenitis’de
ortaya çıkan hezeyanları yüksek ateş eşliğinde fazla safra sıvısının beyindeki
tahribatıyla açıklar. Gaz yağı lambasından çıkan is misali, aşırı ısınan safra
sıvısı göz damarlarına baskı yaparak sanrılara neden olur. Sürekli yinelenen
hezeyanlar aşırı ısınmış safranın beyin üzerindeki baskısının bir sonucudur.
Galenos için ateş hayatî anlamdaki beden sıvısının (burada sarı safra)
terkibini bozduğu için iltihaplanma veya çürüme ile aynı anlamda zararlıdır.
Ateşle gelen ve sıklıkla karşılaşılan hezeyanlar en güvenilir hastalık
belirtisi olarak kabul edilir (Leibbrand ve Wettley, 2005, s. 120)
Galenos’un ne Kara Safra
Üzerine25 ne de Mizaçlar Üzerine[197] başlıklı metinlerinde
ayrıntılı biçimde melankoli ve melankolikler bahis konusu edilirken, sadece
III. kitapta, [198] epilepsinin yanında
beslenmeye bağlı olarak kanın kara safralaşmasıyla ortaya çıkan melankoli hali
anlatılır. (Flashar, 1966, s. 105) Galenos melankoli üzerine bildiklerini bir yandan
İÖ 4. yüzyılda yaşamış Yunanlı hekim Karystoslu Diokles’e dayandırır, ancak
onun, hastalığın belirtilerini saymakla birlikte teşhis koyamadığına inanır.
Diğer yandan melankoli üzerine düşüncelerinin temelini büyük ölçüde Efesli
Rufus’un yazdıkları oluşturur. Sokrates’in ‘üstün yetenekli melankolikler’
kuramına hiçbir şekilde girmez, yorum yapmaz. Galenos için en yalın tanımıyla
melankoli,251 [199] kara safra artışından
kaynaklanan bir hastalıktır ve endişeli ve hüzünlü ruh halinin uzun süre devam
etmesiyle teşhis edilebilir. (Leibbrand ve Wettley, 2005, s. 122; Dols, 2013,
s. 46; 51; Flashar, 1966, s. 105 vd.)
Galenos
melankoli hastalığının üç farklı türü olduğunu belirtir; birinci türde (melancholia
hypochondriaca) hastalık midenin rahatsızlanması (daha genel anlamda
sindirim bozukluğu) sonucunda beyinin etkilenmesiyle ortaya çıkar. Örneğin
midenin herhangi bir yerinde ortaya çıkan iltihaplanma veya sindirim bozukluğu
sonucunda koyulaşan ve kan ile taşınan kara safranın aşırı ısınmasıyla bir
buhar (vapor)[200] oluşur. Bu ısınmış, buhar
yüklü, kara safra beyine ulaşınca düşünce gücü etkilenerek melankoli
belirtileri ortaya çıkar. Karın bölgesinden sıvı toplanmasından kaynaklanması
nedeniyle Galenos bu hastalığı hypochondrie olarak tanımlamıştır. Ancak
burada bahis konusu olan sıradan bir hypochondrie vakasından çok,
melankoliye neden olan aşırı ısınmış sıvı (melancholia adusta)
birikimidir. İkinci ve üçüncü türlerde melankoli doğrudan beyinde kara safra
sıvısındaki artıştan kaynaklanabildiği gibi, bedende herhangi bir nedenle
melankoli sıvısındaki (kara safra) artıştan da ortaya çıkabilir. Bu iki gruba
giren melankoliklerde hastalık, kara safranın bütünüyle beyinde toplanmasından
veya bedende yaygın olarak bulunmasından kaynaklanır. Galenos’a göre
melankolinin nedeni, kara safranın tüm bedendeki veya sadece beyindeki
fazlalığı olmakla birlikte, hastalık son tahlilde bir beyin
hastalığıdır. Üçüncü türe giren melankolide beden fizyolojisi, hastalık
hakkında ön fikir verebilir; ince ve beyaz tenli, şişman insanların bedenlerinde
daha az melankoli sıvısı varken, kuvvetli, koyu tenli, kıllı insanların geniş
venleri (toplardamarlar) sıvının üretimine uygun düşer. Bunların dışında yaşam
tarzları, özellikle bazı gıdalar gibi kimi dışsal koşullar melankoli
hastalığına yatkınlık sağlayan bir kan tablosu oluşturabilir. (Jackson, 1986,
s. 44; Starobinski, 2011, s. 67-69; Leibbrand ve Wettley, 2005, s. 122)[201]
Galenos, melankoli hastasının
psikopatolojisinin çok yönlü karakterine dikkat çekmekle birlikte, kaygılı ve
endişeli (Angst) ruh halinin tüm melankoli hastalarında ortak özellik
olduğunu belirtir. Ancak hastaların endişeleri de kendi içinde önemli ölçüde
farklılık gösterir.[202] Bazıları yaşamı lanetlerken
bazıları ölümden korkar, kimileri ise ölümden korktuğu için hemen ölmek ister.
Galenos’a göre melankoli hastasını tanımak için iki önemli belirtiden biri
endişe (Angst) diğeri ise can sıkıntısıdır (Verstimmung). Melankolik
can sıkıntısı halinde iken her şeyden ve herkesten nefret eder. Endişe halinde
ise, karanlıkta kalan bir çocuk misali, korkunun egemenliği altına girer.
Galenos’a göre nasıl karanlık, cesur ve zeki olanların dışında tüm insanlarda
endişeye neden olursa, kara safranın rengi de bazı insanların içlerini
karartarak endişeli bir ruh haline neden olur; tüm hekim ve düşünürlerin
hemfikir olduğu üzere, bedeni oluşturan sıvılar insanın ruh halini
değiştirebilir. (Leibbrand ve Wettley, 2005, s. 123; Starobinski, 2011, s.
68-69)
Galenos melankoli hastalığının
tedavisi söz konusu olduğunda yeni bir şey söylemez.[203]
Yazdıklarının 18. yüzyıla kadar melankoli tedavisinde vazgeçilmez
olmasının nedeni ise, o güne kadar yazılanlardan farklı olmaktan çok, hepsini
kapsayan bir bütünlüğe sahip olmasıdır. Melankoli hastalığının üç farklı
nedenle ortaya çıktığına ilişkin ayrımı, 1621 yılına gelindiğinde hâlâ Robert
Burton ve birçok çağdaşı tarafından kullanılabilmektedir. Diğer yandan
Burton’ın sevgi melankolisi (Galenos tarafından da bilinmektedir) veya dinsel
melankoli gibi ayrımları modern hastalık olarak tanımlanabilir. (Starobinski, 2011,
s. 69)
Kuşkusuz melankolinin tedavisi
de bu üçlü ayrıma uygun olmalıdır. Semptomların midede (veya başka bir bölgede,
söz gelimi bağırsaklarda) oluşması, ancak hastalığın sonuçlarının beyinde
görülmesi, hacamat ve şifalı banyolar gibi tedavi yöntemlerinden uzak
durulmasına olanak verir mi? Hastalığın ilerlediği durumlarda tedavi de
zorlaşmaktadır: Örneğin hasta siyah et yememelidir. Diyet siyah etle sınırlı
değildir; hasta karalâhana, siyah mercimek, kepekli ekmek, koyu ve ağır kırmızı
şarap, olgun peynirden uzak durmalıdır. Burada besinlerin Beden Sıvıları
Öğretisi ve Hippokrates Tıbbı’na uygun düşen bir niteliksel ayrıma tabi
tutulduklarını görmek mümkündür. Kara (siyah) ve acı besinler sağlığa zarar
veren özellikleriyle sakıncalıdırlar. Koyu renkli ve kuvvetli gıdalar
çıkardıkları kara buharlar nedeniyle aklımızı karartırlar. Bu besinlerin
ağırlıklı olduğu bir beslenme düzeni hüzün ve endişeye davetiye çıkarır. En
iyisi besinlerin eğlenceli/neşeli, parlak, taze, yumuşak, olgun ve sulu
olmalarıdır.[204] Kuşkusuz sadece
‘siyah-kara yoksun’ bir diyet ile baş edilecek bir hastalık değildir patolojik
melankoli. Temel sorun kara safranın ısınmasıyla ortaya çıkan katran
kıvamındaki zehirli artık bir maddedir. Melankoli hali bedeni ve beyni
zehirleyen bu yanıcı ve zehirli maddenin patolojik olarak yaptığı hasarın bir
sonucudur. (Starobinski, 2011, s. 70)
Yukarıda anlatılanlardan
anlaşılacağı gibi metinlerinde sıkça Hippokrates’e atıf yapan Galenos’un
melankoli üzerine düşünceleri ünlü hekimden izler taşır. Galenos’un mani ve
melankoli karşıtlığında, Aretaeus benzeri bir yaklaşım görülmezken,
Hippokrates’in melankoli-epilepsi ilişkisine benzer bir yaklaşım dikkat çeker.
Bergamalı hekimin önem verdiği
diğer psikopatolojik bozukluklardan biri olan epilepsinin de, melankoli gibi üç
farklı türü olup hastalık bütünüyle beyini etkilemektedir:
Soğuk
sıvıların, yani kara safra ve balgamın durağanlaşması ya da vücutta birikmesi,
beynin ana damarlarına giden pneumanın akışını engelleyerek saraya yol
açıyordu. Galen, Hipokrat’ın Salgın Hastalıklar VI adlı eserinde yer
alan melankolinin saraya, saranın da melankoliye yol açabileceği düşüncesine
katılır. (Dols, 2013, s. 50)
Kudurmuş bir köpek tarafından
ısırılmış insanın titreme nöbetleri, uykusuzluk, hıçkırık, sudan korkma ve nihayet
kudurma sonucunda ölümü, Hydrophobie (su korkusu) hastalığı olarak
tanımlanır.
Diğer yandan psikopatolojik
hastalıklar olarak tanımladığı mani[205]
ve histeri üzerine düşünceleri, Hippokrates’in yazdıklarından farklı, yeni bir
söylem içermez. (Leibbrand ve Wettley, 2005, s. 123-127; Dols, 2013, s. 50-51)
Sonuç itibariyle büyük bir hekim
ve doğa filozofu olarak Galenos’un ruh hastalıkları üzerine kaleme aldığı
metinlerin, tüm eserleri içinde çok küçük bir paya sahip olduğunu
söyleyebiliriz. Galenos tıp alanında birçok ilke imza atmasının yanında,
kendisinden önceki geleneksel söylemden farklı şekilde, akıl hastalıklarının
tümüyle beyinden kaynaklanan rahatsızlıklar olduğunu savunmasıyla,
psikopatoloji ve nörobiyolojinin kurucusu sayılabilir. Ancak yine de, Dols’un
(2013, s. 38) yerinde ifadesiyle, “Mevcut bu tıp teorisiyle Galen’in delilik ve
ruhsal bozukluklara dair çok az şey söylemiş olduğunu öğrenmek şaşırtıcıdır.”
III.
BÖLÜM: ANTİKÇAĞ’DA AKIL HASTALIKLARI,
MELANKOLİ VE FARKLILIKLARIN KAVRANIŞI
3.1.
ANTİK DÜNYADA MARJİNALLER VE FARKLILIK ALGISI[206]
Antikçağ’daki toplumsal yapı ve
bu yapıyı oluşturan katmanlar üzerine bilgilerimiz özellikle 19. yüzyılın
ikinci yarısından sonra ulaşılan yeni bulgularla önemli ölçüde zenginleşmiştir.
Kuşkusuz elde edilen veriler Ortaçağ ile karşılaştırıldığında yetersiz olsa da,
Antikçağ’da insanın gündelik yaşamına ışık tutacak bilgilere sahibiz. Özellikle
Helenistik dönemde bedensel sakatlıkların tasvir edildiği sanatsal üretimdeki
artış dikkat çekicidir. (Neumann, 2005, s. 27 vd.; Lorenz, 1988, s. 349-355;
Krierer, 1988, s. 339-348)[207]
Antikçağ toplumlarında da,
Ortaçağ ve Yeniçağ’da olduğu üzere, marjinal olarak tanımlanan kişi ve
grupların varlığı söz konusudur. Antikçağ’da marjinal kimliğinin, Ortaçağ ve
Erken Yeniçağ ile karşılaştırıldığında, farklı mesleklerden çok fiziksel
özellikler ve toplum içindeki sosyal statüye göre şekillendiğini görüyoruz.[208] Bu bağlamda fiziksel
güçsüzlük önemli bir dışlanma nedeni olarak karşımıza çıkıyor. Erken döneme
ilişkin en çarpıcı marjinal kimlik örneklerini Homeros’un destanlarında
buluyoruz. Başta Homeros’un eserleri olmak üzere, Antikçağ’ın diğer epik
metinleri fiziksel eksiklik ve güçsüzlüklerin ne denli küçültücü ve aşağılayıcı
sonuçlar doğurduğunu anlatan örneklerle doludur.[209]
Yine toplumsal yaşamda sakıncalı
görülenlere karşı damgalama Antik dünyada yaygın görülen bir dışlama
yöntemidir. Çoğunlukla köleleri tanımlamak için kullanılan kızgın demirle
dağlama/damgalama yönteminden, azılı soyguncuları ve katilleri de belirlemek
için de sıklıkla yararlanılır. Ancak, dağlama dışında, tek tip giysi giymeye,
belirli semboller taşımaya zorlama şeklinde ortaya çıkan farklı damgalama
şekilleri, daha sonraki yüzyıllardaki uygulamalarda göreceğimiz gibi, görünür
birer simge olmaktan çok daha fazla bir anlama sahip olacaktır. Bu bağlamda
Antikçağ için de ‘damgalama’, fiziksel yoksunlukları yansıtmak kadar, mevcut
değerler sistemine karşı düşünce ve duruşları deşifre etmek, dışlamak ve
nihayet ‘aykırı’ olanı ilân etmek görevini üstlenmiştir.
Daha sonraki bölümlerde Erken
Yeniçağ’da marjinal grupları incelerken göreceğimiz gibi, dışlanmaya temel
oluşturan unsurlardan bir diğeri de gezgin kimliğinde bilinçli veya bilinçsiz
etrafa korku salmaktır. Ancak sorun marijinal gruplar bağlamında incelendiğinde
güvenlik kaygısıyla dışlanmanın öne çıktığı görülür. Antik Yunan’da ve Roma’da
toplumun üst tabakalarında yer alanların farklı meslek gruplarını dışlama ve
marjinalleştirme çabalarında bu güvenlik kaygısı ve korunma içgüdüsünün, önemli
bir payı vardır. Filozoflardan astrologlara, büyücülerden gezgin oyunculara,
haydutlardan şarlatanlara birçok meslek grubundan duyulan endişenin temelinde
eleştirel dil, sürekli yer değiştirme, dolayısıyla kontrol edilebilir
olamamaktan kaynaklanan sıkıntı yer alır. İmparatorluk dönemi Roma’sında
filozofların sivri dillerinin yaşamlarına malolacak denli başlarına dert açtığı
bilinmektedir.[210]
Antikçağ’da marjinal olarak
tanımlanan gruplar, kendi içlerinde de çeşitlilik göstermektedir. Çocuklar,
gençler, çok çocuklu aileler, yanlız yaşıyanlar, fiziksel engelliler, hastalar,
yaşlılar, fakirler, çalışan kadınlar, işsizler, eğitimsiz işçiler, yaşlı
işçiler, yabancı işçiler, evsizler, göçmenler, sürgüne gönderilenler, savaş ve
felâket mağdurları, uyuştucu bağımlıları, yerleşik olmayanlar, psikiyatrik tedavi
görmüş olanlar. (Bellebaum, 1988, s. 51) Bu gruplara toplumun diğer bireyleri
tarafından yaklaşım tarzı dönemler itibariyle farklılık arz etse de, akıl
hastaları ve doğuştan ağır sakatlığı olanlara karşı hoşgörünün olmadığını
söyleyebiliriz.
Antik dünyada akıl hastasının
kaderi tümüyle ailesinin elindedir. Kaldı ki, akıl hastalarının bakımı Oniki
Levha Yasası[211] ile ailelerin sorumluluğuna
bırakılmıştır.[212] Diğer yandan hasta
ailesinin ve akrabalarının sorumluluklarını yerine getirememelerinden
kaynaklanan durumlarda bir yaptırım öngörülmez, çünkü hasta onlar için
yeterli bir cezadır.[213] Antik Yunan ve Roma’da
devletin akıl hastalarına karşı sorumluluğu,[214]
bu kısa düzenlemeler ve medenî hakları kullanma ehliyetinin hastanın (miras,
tanıklık, satım sözleşmesi yapamama gibi medenî haklar) elinden alınmış
olmasıyla sınırlıdır. Atina’da aile bireyleri arasında akıl hastası olduğunu Polis"e
bildirme zorunluluğu, ailenin sağlıklı bireylerinin, hasta tarafından
yapılabilecek haksız tasarruflardan korunması için zorunlu hale getirilmiştir.
Bu düzenlemelerin temelinde mal paylaşımı ve miras hakkının korunması yattığı
anlaşılmaktadır. Akıl hastalarının tedavi edilmesi mümkün görülmediği için,
aileler hastayı çevresine zarar vermemesi için çoğunlukla bağlama veya zincire vurma
yolunu seçmektedir. Her ne kadar aralarında Asklepiades, Celsus, Soranos ve
Aretaeus gibi ünlü isimlerin de bulunduğu Antikçağ hekimleri bu gibi aşırı
tedbirleri benimsemese de, ailelerin akıl hastalarını evde hapsetme yöntemin
yaygın bir uygulama olduğu biliniyor. (GraBl, 1988, s. 110111)
Ruh hastalıklarının insanları
yoldan çıkaran kötü ruhlar, demonlar gibi doğaüstü güçlerin etkisinde
geliştiğine inanılması, delilerden uzak durulması, araya mesafe konulması
gerekliliğini beraberinde getirmektedir. Kendi aile mensubu olmayan başka bir
ruh hastası yanına yaklaştığı zaman, dokunmadan, taş atarak uzaklaştırma
geleneği bu inancı desteklemekle kalmaz, aynı zamanda giderek taş atma stiline
göre hastayı tedavi edeceğine inanılan bir ritüele dönüşür. Antikçağ’ın komedi
yapıtlarında örnekleri görülen bir bu sıradışı ‘tedavi yöntemi’nde amaç, ruh
hastasını yaralamak veya öldürmek, değil onu tedavi etmektir. Ancak son
tahlilde ‘deli’ye taş atarak onu kendinden uzak tutmak, ilâhi düzene karşı
gelmiş, adeta suç işlemiş bu varlığa bir karşı duruş, nihayet onu bir tür
reddediştir.[215]
Her ne kadar Antik dünyada
toplumdan dışlanma ölçütleri Ortaçağ ve Yeniçağ’dan farklı olsa da, sadece akıl
hastaları ve bedensel engelliler değil, bazı meslekler ve felsefe okulları da,
marjinal olarak tanımlanmaktan kurtulamamıştır. Örneğin kaynaklar, yaşam
tarzları önemli ölçüde Erken Hıristiyanlığın inzivaya çekilmiş Kilise
Babaları’nı ve Erken Ortaçağ’ın gezgin keşiş vaizlerini anımsatan Kinik
filozofların toplum tarafından dışlandıklarını ortaya koyuyor. Dağınık, makas
değmemiş saç ve sakalları, elbise niyetine örtündükleri çuvallar ve çıplak
ayaklarıyla dış görünüşleri dilenciyi andıran Kiniklerin, bu tarz bir yaşamı, ait
oldukları topluma, onun dayattığı düzene ve yerleşik inançlara tepki olarak
seçtiği söylenebilir. (Weiler, 1988, s. 178 vd.)
En ünlü Kinik filozoflardan biri
olan Diogenes, felsefî söylemi ve yaşam tarzıyla yukarıda anlatılanlara en
uygun düşen kişiliktir. Diogenes Laertios’un[216]
yaşamı üzerine anlattıklarından anladığımız kadarıyla, Antikçağ’daki diğer
yoksul-felsefeci ve dinî hareketlere örnek olduğu anlaşılan Sinop’lu Diogenes,
diğer Kinikler gibi yaşadığı dönemde ‘meczup’[217]
olarak görülmüştür.
Bu kısa girişten anlaşılacağı
üzere düşünsel birikimi ve sunduğu özgürlükler ile gıpta edilen Antik dünya,
sanıldığı gibi azınlıklar, marjinaller ve bedensel-zihinsel engelliler için bir
‘cennet’ değildir. Dışlanma ve damgalanma süreçleri, marjinalin aleyhine olmak
üzere, diğer ‘karanlık’ ve ‘aydınlık’ ‘Çağlar’da olduğu gibi acımasız bir
şekilde aynen işler. Antikçağ’da kölelik, dışlama ve kurumlaşmış
‘ötekileştirme’nin çarpıcı örneklerinden sadece biridir. Antik dünya
yazarlarının ruh hastaları ve bedensel özürlüler konusundaki tavrı
ikirciklidir: bir yandan farklılık yaratan bu gibi unsurlar, toplumun geri
kalan sağlıklı kesimi için bir yük olarak görülür, tasviyesi ve/veya en
azından gözden uzak tutulması için fikir üretilirken, diğer yandan böyle bir
sorun hiç yokmuşçasına davranılır.
Sonuç itibariyle toplumsal
düzeyde gelişmiş bir patolojinin dışa vurumu olan belirli kişi veya grupların
damgalanması, dışlanması ve marjinalleştirilmesi sürecinin Antik dünyada da
yoğun biçimde yaşandığını söyleyebiliriz.
3.2.
ANTİK DÜNYADA RUH HASTALIKLARI
Başta Hippokrates olmak üzere
Antikçağ’ın hekim ve düşünürleri ‘ruh/akıl hastalığı’[218]
olarak tanımladıkları durumların somatik nedenlerle açıklama yoluna
seçmiş ve beden sıvılarının dengesizliği sonucunda ortaya çıktığına
inanmışlardır. Çalışma boyunca sıkça değindiğimiz gibi, evreni model alan insan
bedeninin sağlıklı olabilmesi, ancak onu oluşturan sıvıların dengeli ve önceden
tanımlanmış koşullardaki ideal niteliklerine göre akışkanlığı ile mümkündür.
Her ne kadar akıl
hastalıklarının doğrudan beyinle ilişkilendirilmesi hususu Corpus
Hippocraticum’da yer alsa da, bu konuda en ayrıntılı ve kalıcı yorumları
Bergamalı hekim Galenos yapacaktır. Anılan dönemdeki inanışa göre vücuttaki
kara safra fazlalığı özel bir duruma, melankoli haline, işaret etmekle
birlikte, genel olarak akıl hastalıklarının nedeni kalitesi bozulan ve
çoğalarak beyine baskı yapan beden sıvılarıdır. Aristoteles’in Problemata"da
kara safralıların (melankoliklerin) ayrıcalıklı konumuna dikkat çekmesiyle kara
safra ve akıl hastalığı, giderek melankoli arasındaki ilişki güçlenecek, diğer sıvıların
akıl sağlığı üzerindeki etkisine olan inanç zaman içinde önemini yitirecektir.
İlk kez Hippokrates, Corpus"
da, beyni entelektüel düşünce ve duygusal davranışların merkezi olarak
göstermiştir. Böylece binlerce yıldır başta delilik-cinlenme olmak üzere akıl
hastalıklarına beden dışından, inanç-büyü ekseninde, çare arama yerini, ilk kez
konuyu bilimsel temelde açıklama çabalarına bırakır. İÖ 5. yüzyılda Hippokrates
tarafından başlatılan bu değişimin tıp tarihinde ne denli önemli bir adım
olduğu, bugün, iki bin beşyüz yıl sonra, çok daha iyi anlaşılmaktadır.
3.2.1.
Corpus Hippocraticum ve Akıl
Hastalıkları
Buraya kadar Antikçağ’da oluşan
beden algısı ve bedensel hastalıklara uygulanan tedavi (korunma) yöntemlerini
açıklamaya çalıştık. Akıl hastalığıyla ortaya çıkan farklılık hallerinin tüm
boyutlarıyla incelenmesi bu çalışmanın temel amaçlarından birini oluşturmakla
birlikte beyinden kaynaklanan bozuklukların tanımlanmaya çalışıldığı, ancak
kişiler üzerinde yarattığı farklılıkların henüz sosyal ilişkilerde ve toplumsal
boyutta ortaya çıkmadığı bu dönemde, hastalık olgusunu bir bütün olarak
ele almak, zorunluluk arz ediyordu.[219]
Kaldı ki tarihin her döneminde akıl sağlığının tanımlanmasında bedenin önemli
bir referans noktası oluşturduğunu gözden uzak tutamayız. Bu bağlamda, yukarıda
anlatılanlardan çalışmamız açısından önem arz eden hususlar, beden sıvıları,
sıvıların nitelikleri üzerinden kişilik özelliklerinin tanımlanması ve genel
olarak hastalığın bir farklılaşma-dengesizlik hali olarak algılanmasıdır. Bu iki
husus Hippokrates’ten başlamak üzere yüzlerce yıl boyunca akıl sağlığının
tanımlanmasına temel oluşturacaktır.
Tarihin Eskiçağlar’ından beri
hastalığa neden olarak, büyünün veya kötücül güçlerin insan bedenine yaptıkları
saldırının görüldüğünü daha önce belirtmiştik. Bu bağlamda geçmişi, büyük
olasılıkla insanlık tarihi kadar eski olan (Porter, 2007, s. 16) akıl
hastalıklarının da tanımı farklı olmayacaktır; delilik binlerce yıl boyunca
kişilere tanrılar veya doğaüstü güçler tarafından verilmiş bir ceza veya
kaderin bir cilvesi olarak görülmüştür.[220]
Tarihsel süreç içinde bedenin bir bütün olarak algılanması ve ‘beden’de
veya ‘bedene ait’ bir kimliğin (Person veya Selbst) ortaya çıkışı
uzun zaman alacaktır.
Bunda kuşkusuz ‘normal’ veya ‘anormal’ olma halinin doğaüstü
güçler tarafından insana verildiğinin kabul edilmesi önemli bir etken
olmuştur. Yaklaşık İÖ 700 yılında kaleme alınan Homeros’un destanlarındaki
kahramanlarda ‘ben’ bilinci olmaması, bedenin henüz oluşmamış ‘bütünlük’
anlamına örnek oluşturur. Başka bir ifadeyle Homeros’un kahramanlarının bedeni
henüz bütünlük ve birlik arz etmez, bilâkis tek tek organların ve parçaların
toplamından oluşur.[221] Tüm bunlara karşın Homeros’un
destanlarındaki kahramanlar tarihin ilk melankolik kişilikleri olarak
boy gösterirler.[222] Destanlarda
genellikle tanrısal gazaba uğramış insanlarda ‘mitolojik melankoli’ örnekleri
görülür.[223] Ancak gerçek anlamda psyche
ile soma’yı birbirinden ilk kez 277 ayıran Pythagoras olacaktır.[224]
Kutsal
Hastalık (epilepsi) örneğinden anımsanacağı gibi, ilk kez bilimsel bağlamda
tıbbı devreye sokarak akıl sağlığı bozukluklarının beyinden kaynaklandığını
savunanlar Hippokrates ve Kos Tıp Okulu geleneğine bağlı hekimlerdir. (Porter,
2007, s. 21) Hippokrates akıl hastalıkları için genel olarak delirium (Lat.)
kavramını kullanır ve Corpus" a aldığı örnek olgularda birçok
hastasında şahit olduğu hastalık belirtilerini aktarır. Bedenin önceden
tanımlanmış (sağlıklı) durumundan uzaklaşması (delirare, Lat.) olan
çılgınlık haline bazı durumlarda yükselen vücut ısısı da eşlik edebilir.
Hippokratesçi tıpta delirium (sayıklama) genellikle akıl hastalığı
dışındaki fiziksel bir rahatsızlığın seyrine eşlik eden bir belirti (ruh hali)
olarak karşımıza çıkar.
Yine Corpus
Hippocraticum"da sıkça kullanılan Mânia belirli bir hastalığa
işaret etmez. Genel olarak akıl hastalıklarına ve delilik haline hükmeder.
(Leibbrand ve Wettley, 2005, s. 31) Epilepsi üzerine kaleme alınan metinde
yazıldığına göre zihin bulanıklığına beden sıvılarından balgam ve safra (kara
ve sarı safra) neden olur. Sadece zihin bulanıklığı değil, Hippokrates tıbbında
tüm hastalıkların nedeni olarak, dışsal faktörlerle miktarı (artan veya azalan)
ve niteliği değişen (kuruyan, sulanan, ısınan, soğuyan) safra ve balgam
görülür. Safra ve balgam sıvılarının miktar ve niteliği, dışsal faktörler
olarak tanımlanan, beslenme ve içeceklerden, yaşanan sıkıntılardan, cinsel
sorunlardan ya da hava şartlarından dolayı bozulabilir. Sıcak ve soğuk burada
özel bir öneme sahiptir, özellikle soğuk, kemikler, dişler ve beyinin
sinirlerle kaplı bölgesi ve omurilik için zararlı, sıcak ise yararlıdır.
(Leibbrand ve Wettley, 2005, s. 28)
Kronik beyin rahatsızlığı,
saldırgan olmayan akıl hastalarında ve saralılarda olduğu gibi, balgam sıvısı
dengesizliğinin beyinde yarattığı etkiden kaynaklanır. Diğer yandan beyinde
aşırı miktarda artan balgam sıvısı ise akıl hastalarının saldırganlaşmasına ve
kuduza neden olur. Melankoli ve kuduz (Hippokrates’e göre kuduz, Hydrophobe,
akıl hastalığıdır) gibi akut akıl hastalıklarının nedenini safra sıvısındaki
dengesizlik oluşturur, (Leibbrand ve Wettley, 2005, s. 27) Bu yaklaşımda beden
sıvılarının hastalık teşhisinde taşıdığı hayatî önem görülmektedir. Daha
sonraki yüzyıllarda Kapadokya’lı Aretaeus (140) ve Bergama’lı Galenos
tarafından geliştirilecek beden sıvıları (Humores) öğretisinde hastalık
yaratan unsur, vücudun fazla kara safra üretmesi (melaina chole) olarak
öne çıkacaktır.
İnsanların fizyonomilerinden
hareketle mizaçlarına ilişkin çıkarımlarda bulunmak, Antikçağ’da sıkça
başvurulan bir karakter tahlil yöntemidir. 19. yüzyılın sonlarına kadar etkin tıbbî
bir yöntem olarak kullanılan fizyoloji kaynaklı kişilik tahlillerinin etkileri
günümüze kadar uzanmıştır. Bu yöntemin beraberinde getirdiği etik
soru(n)lar bu çalışmanın ilgi alanına girmekle birlikte, bu aşamada Corpus"
da yer aldığı şekliyle hızlı konuşan, kekeleyen, kara safrası fazla olan,
göz kırpmayanların ateşli, koca kafalı, küçük gözlü kekemelerin haris bir
kişiliğe sahip oldukları, uzun süre yaşayanların ağzında çok dişi olması gibi
bir-iki örnekle yetinebiliriz. (Hippokrates, 1897, s. 187)
Aşağıya aldığımız örneklerin
günümüzde ne denli ‘akıl hastalığı’ olarak tanımlanacağı tartışmalı olmakla
birlikte Hippokrates tıbbında birer akıl zafiyeti olarak görüldükleri ve ona
göre tedavi uygulandığı kesindir.
3.2.1.1, Phrenitis[225]
Corpus Hippocraticum'da
net bir tanımı yapılmamış olmakla birlikte kısaca, ateşin eşlik ettiği delilik
hali olarak tanımlanabilecek phrenitis'in, (frenitis)[226] Antik dünyada sık rastlanan
bir hastalık olduğu biliniyor. Sağ karında, karaciğerin yer aldığı bölgede
(diyafram), ağrı ve hafif ateşle belli eden hastalığın dördüncü, beşinci
gününde deride hafif sararma ve çılgınlık hali ortaya çıkar.
Sık rastlanması ve yaygın
belirtileri nedeniyle, tek bir hastalıktan çok, farklı hastalıkların bu adla
tanımlandığı sonucunu çıkartabiliriz. Kuru ve pürtüklü bir dil phrenitis'e
işaret eder. Kanın terkibinin kara safra ve sümük sıvısı tarafından bozulmuş
olması nedeniyle daha çok karasafralılarda görülen phrenitis'in kronik
hale dönüşmesiyle kalıcı delilik ortaya çıkabilir. Safra sıvısı miktarı ne
kadar düşükse zihin bulanıklığı ve çılgınlığın görülmesi de o derece
seyrekleşir.
Hastalığın tedavisinde, sıvı
tüketmek istemeyen hastanın su, bal, sirke gibi sıvıları alması yararlı olmakla
birlikte, şarap kesinlikle tavsiye edilmez. Şarap sadece bu hastalıkta değil,
hiçbir akıl hastalığında hastaya önerilmez. Sık sık gelen titreme nöbetleri
ölüme neden olabilir. Corpus'da ilk belirtilerle yatağa düşen bir
hastanın yüksek ateş, aşırı terleme, kramplar ve nihayet bilinç kaybıyla
dördünce günde kaybedildiği anlatılır.
Her ne kadar Celsus, phrenitis
ile lethargus (letarji)257 arasında yakın ilişki
bulunduğuna inansa da, Corpus Hippocraticum'da bu yönde bir bilgi yer
almaz. lethargus orta yaşlarda ortaya çıkan ve çoğunlukla ateşin eşlik
ettiği bir tür uyuşukluk hastalığıdır. Hasta yeme içmeden kesilir, hep uyumak
ister, elleri titrer, nabzı düşer, sürekli uyku halindedir. İdrarını, dışkısını
tutamaz. Bilinci yerine geldiği zamanlarda boyun ağrısından ve kulak
çınlamasından şikâyet eder. Lethargus’u atlatabilen hastaların büyük
çoğunluğunda akciğer zarı iltihabı (irinli ampiyem) görülür.
3.2.1.3. Koma[229]
Koma hali, Corpus’’
da lethargus’ a benzerliğiyle ateşin eşlik ettiği derin bir uyku hali
(ölüm uykusu) olarak tanımlanır. Koma hali, phrenitis’de olduğu gibi
ateşle seyreden başka hastalıklarda da görülebilir. Koma hali ve bedende soğuma
hastanın tehlikede olduğuna işaret eder.
3.2.1.4. Katochus[230]
Kendisini kramp ve takip eden
kasılmalarla gösteren katochus hali hastada baş ağrısı ve çehrede vahşî
bir bakışa neden olur. Ancak katalepsi[231]
kelime veya kavramına henüz Corpus’da rastlanmaz.
3.2.1.5. Epilepsi[232]
Hippokrates Corpus’ta,[233] hidrofobi ile birlikte
üzerinde en çok durulmuş ‘akıl hastalıkları’ndan biri olan ve ‘Kutsal Hastalık’
olarak tanımlanan epilepsinin (sara) diğer hastalıklardan daha fazla
tanrısallık içermediğine inandığını belirterek başlar sözlerine. Hastalığın
kaynağı olarak, diğer akıl hastalıklarında olduğu gibi, beyin gösterilir.[234]
Epilepsi dört beden sıvısından
biri olan balgamın beyinde fazla olması sonucunda ortaya çıkar. Hastalığa neden
olan balgam fazlalığının kalıtımsal olduğuna dair kuvvetli bir inanç söz
konusudur. Epilepsi nöbetlerinin bedenin anatomik-fizyolojik yapısına bağlı
olarak, özelikle beyinin hava taşıyan damarlarından kaynaklandığına inanılır.
Antikçağ boyunca epilepsi, yukarıda sayılan akıl hastalıkları içinde en çok
önemsenenidir.
Antikçağ’dan başlamak üzere
yüzyıllar boyunca epilepsi ile melankoli arasında neden- sonuç ilişkisine
dayalı bir bağ olduğuna inanılmıştır. Melankoli kavramının epilepsiye göre daha
genel, giderek soyut bir anlamı olmasına karşın, bu iki illetten birinin
belirtilerine sahip olan hastanın değerine de yakalanmış olması kaçınılmazdır.
Burada hekimler tarafından çözülmesi gereken asıl sorun hangi hastalığın
diğerinden önce (baskın) ortaya çıktığının tesbit edilebilmesidir. Corpus
Hippocraticum’a göre epilepsi hastaları melankolik bir karaktere sahipken,
melankolikler de aynı zamanda epilepsi hastasıdırlar. Bu iki illetten
hangisinin baskın olacağı, bünyenin iki hastalığa olan eğilimine bağlı olarak,
ortaya çıkar.[235]
Diğer yandan epilepsi
hastalığına getirilen yeni tanım, Hippokrates rasyonalizmine en iyi örnektir.
Bu rasyonel algının temelini, iklim ve çevre koşullarının beden üzerinde
doğrudan etkili olduğu, birçok bedensel ve ruhsal hastalığın bu koşullardaki
bozulmadan kaynaklandığına olan inanç oluşturur. Hippokrates’e kadar tanrıların
lütfu olarak ‘kutsal’ görülen epilepsinin, bedenin işleyişinden kaynaklanan
sıradan, insana özgü, bir hastalık olduğunun anlaşılması, tıbbın artık doğanın
yasalarına göre işleyeceğine işaret eder.
Epilepsi hastalarının nöbetleri
tarih boyunca en etkileyici tasvirlere konu olmuştur. Bunlardan biri de Herodotos
Tarihînde yer alan tasvirdir.
Kambyses yakınlarına böyle eziyet
ediyordu işte. Ya Apis öç alıyordu, ya da bir hastalığı vardı, insanlara
musallat olan birçok felaket gibi: Gerçekten Kambyses’in doğuştan ağır bir
hastalığı olduğu söylenir, buna kutsal hastalık diyenler vardır. Vücuttaki bir
sakatlığın insanın kafa sağlığını da bozması olağandır. (Herodot Tarihi,
III,33)
Melankolikler ile epilepsi
hastalarının fizyolojileri üzerinden iki hastalık arasında Corpus’ta
kurulan bu ilişki daha sonra Galenos tarafından geliştirilecek ve 17. yüzyıla
kadar geçerliliğini koruyacaktır.[236]
3.2.1.6. Melankoli[237]
Helmut Flashar (1966, s. 21)
melankoli kelimesinin (melaina chole, Yun.) ilk kez, Corpus
Hippocraticum’un en erken derlendiği tahmin olunan (5. yüzyılın son otuz
yılı) ‘Hava, Su ve Yerler Üzerine’ (De aeribus aquis locis) başlıklı
kitapçığında karşımıza çıktığını belirtiyor. Daha önceki bölümlerden
anımsanacağı gibi Corpus’un bu kitapçığında, iklim değişikliklerinin
sağlık üzerindeki etkileri ve hastalık yapıcı yönünün anlatıldığını
belirtmiştik. Flashar (1966, s. 22-24), anılan kitapçık üzerine yaptığı
analizde hava şartlarının etkilediği beden sıvıları (safra ve balgam) üzerine
üç önemli tespitte bulunuyor: Birincisi, melankoli belirli şartlar altında
belirli bir tipi[238] etkiler ancak bu bir
zorunluluk değildir. İkincisi, bu tipin ‘kara safralı’[239]
değil, ‘safralı’ olarak tanımlanacağı ve üçüncü olarak, her ne kadar metinde
hastalık hakkında bilgi verilmese de, nedenlerine uzun uzun yer verildiğini
belirtiyor. Buna göre hastalık safranın içindeki sulu/sıvı maddenin
buharlaşması sonucunda koyulaşması[240]
neticesinde, yani somatik bir nedenle ortaya çıkar.
Bu noktada metin bize
hastalığın, ruh hastalığı olup olmadığına dair bir ipucu vermez, ancak safranın
koyulaşması nedeniyle dışkılama ve idrarda görülen koyulaşma ‘karasafralılık’
(melankoli) teşhisine olanak sağlar. Dönemin tüm hastalıklarında bedende
(özellikle ciltte görülen) veya sıvılardaki renk değişimi (koyulaşma, kararma)
teşhis açısından büyük önem taşımaktadır. Böylece sanıldığı gibi vücutta beden
sıvısı olarak ‘kara safra’nın varlığı ve hastalık nedeni olarak görülmesi
yerine; safra sıvısının koyulaşmasıyla yaşanan sürecin sonucunda, hastalık
belirtisi olarak kabul edilmesi söz konusu olacaktır.
Bu tesbitler bize safra ve
balgam sıvılarının hastalık yapıcı özelliklerini anlamamıza da ışık tutar. De
aeribus aquis locis’ da safra ve balgam sıvılarının farklı iklim
koşullarında değişime uğrayarak safra ve balgam tipinin bedenindeki hastalık
yapıcı etkileri nasıl ortaya çıkardığı anlatılır. Aynı yaklaşım, Corpus’un
epilepsi hastalığının anlatıldığı ‘Kutsal Hastalık Üzerine’ başlıklı
kitapçığında da görülür. Safra ve balgam farklı hastalık yapıcı özelliklere
sahiptir. Epilepsi sadece balgam tiplilerde görülür, safra tiplilerde ise bu
hastalığa yakalanana hiç rastlanmaz.[241]
Görüldüğü gibi henüz gerçek anlamda flegmatikler veya koleriklerden söz
edebilmek mümkün değildir, bahis konusu olan sadece safra ve balgam sıvılarının
neden olduğu akıl hastalıklarıdır. Diğer bir ifadeyle beden sıvılarından
hareketle mizaçlar henüz ortaya çıkmamıştır. (Flashar, 1966, s. 24-30)
Sonuç itibariyle Corpus
Hippocraticum"da melankoli safra sıvısındaki ‘kararma’nın neden olduğu
bir hastalık olarak görülür. Daha sonra doğası safranın etkisinde ortaya çıkan
‘safra tipi’ne ve aynı yolu takip eden, ancak safralı tipin karşısında yer alan
‘balgam tipi’ ortaya konur. Kara safranın bağımsız bir beden sıvısı olarak
ortaya çıkışı ise en erken İÖ 400 dolaylarında kaleme alındığı düşünülen
‘İnsanların Doğası Üzerine’ başlıklı Corpus kitapçığında yer alır.
(Flashar, 1966, s. 39)
Yukarıda yaptığımız kısa girişin
ışığında, şimdi ayrıntılı biçimde Corpus" da melankoli hastalığının
nasıl değerlendirildiğine bakabiliriz. Corpus Hippocraticum’u oluşturan
metinlerin farklı bölümlerinde yeralan melankoli tanımlarından en basiti şu
şekilde yapılmıştır; “Şayet endişe (korku) ve hüzün hali uzun sürüyorsa
melankoli hastalığı söz konusudur.” (Hippokrates, 1895, s. 123)[242] Yine bir akıl hastalığı
olarak melankoli (karasafralılık), artan kara safraya (melaina chole)
bağlı olarak, endişe ve keyifsizlikle kendini gösteren, özel bir durum olarak
tanımlanır.[243] Ancak kara safranın neden
olduğu endişe ve hüzün halinin uzun sürmesi halinde melankoli hastalığından söz
etmek mümkün olacaktır.
Her ne kadar Flashar bu
etkileşimin başlangıçta söz konusu olmadığını, ‘Kutsal Hastalık Üzerine’
başlıklı kitapçıkta, epilepsinin sadece balgamdan kaynaklandığının yer aldığını
belirtse de, kara safranın artışıyla ortaya çıkan hastalıklar melankoli ile
sınırlı değildir. Örneğin epilepsi,[244]
kudurma, depresyon, cilt lezyonları, mani hali, inme, spazmlar, dilsizlik,
körlük gibi birçok hastalık kara safra fazlalığı sonucunda ortaya çıkar. Zaman
zaman, bir belirti olarak melankoli, farklı hastalıkların teşhis edilmesinde
önemli bir yere sahiptir. Corpus Hippocraticum"da sayılan endişe,
depresyon, yanlızlığa eğilim ve intihara yatkınlık, hastalık hastalığının (Hypochondrie')
tanımına uygun belirtilerdir. Hastanın melankoli nöbetlerine titreme de eşlik
ediyorsa hastalığın ileri boyutlarda olduğu söylenebilir.
Mevsim koşullarına göre beden
sıvılarının artış veya azalışı kara safralılıktan kaynaklanan rahatsızlıkları,
balgamdan kaynaklanan diğer ruh hastalıklarında olduğu gibi, önemli ölçüde
etkiler. Bedendeki kara safra miktarının sonbahar aylarında artış göstermesi bu
duruma örnektir.
Antikçağ’da melankoli
hastalığının teşhisinde farklı yöntemler kullanılır. Öncelikle hastaların ruh
hallerinde yaşanan değişimin davranışlarına olan etkisi sonucunda ortaya çıkan
yeni (farklı) kişilik hali, hastalığın teşhisini kolaylaştıran en önemli
ipuçlarından biridir. Melankoli hastalığına yakalanan kişi artık eski (normal)
halinden çok uzaktadır: hasta sürekli kara kara düşünür; kederli, endişeli,
terk edilmiş, koyu bir yanlızlıkla[245]
bezeli bir ruh halinin izleri yüzüne sinmiş olarak, hiçbir şey yapmadan
miskin miskin oturur. Arada bir manik bir ruh halini temsil eden aşırı
hareketlenme ve taşkınlık görülse de, depresyon hali baskındır. Bir melankoli
hastasının yaşadığı çöküntüyü özetleyen, ruh halini en iyi ifade eden iki
kavram ‘endişe’ ve ‘hüzün’dür. Hastanın tepki ve davranışlardan hareketle,
melankoli hastalığının belirtilerinin tesbiti ilerleyen yüzyıllarda
geliştirilerek, 17. yüzyılda, dev boyutlu bir ‘teşhis kataloğu’ haline
dönüşecektir.[246]
Melankoli hastalığının teşhisinde
uygulanan bir diğer yöntem ise, kara safra aşırılığının bedendeki izlerini
sürebilmektir. Yunanlı hekimlerin hastalarının kusmuklarını veya rengi
koyulaşan dışkılarını görerek kara safra fazlalığından kaynaklanan bir
hastalığı (melankoli) teşhis etmiş olmaları muhtemeldir. Yine dalağı, koyu
renginden hareketle, kara safra sıvısının üretildiği organ olarak düşünmüş
olmaları mümkündür. (Starobinski, 2011, s. 40-41)
Melankoli tedavisi için,
Antikçağ’da hemen tüm hastalıkların tedavisinde sıkça başvurulan bir yönteme,
bedenden zararlı (aşırı) maddelerin (sıvıların) atılması yoluna başvurulur.
Aslında tüm Antikçağ tıbbının hastalıkların tedavisinde tartışmasız kabul
ettiği, hastanın bedeninden fazlalıkların atılması-tahliyesi (evacuations)
ilkesi, hastalık yapıcı unsurların bedenin doğasından kaynaklandığı kabulüne
dayanır. Kuşkusuz zararlı maddelerin tahliyesi öncelikli olmakla biricik tedavi
yöntemi değildir; beden sıvılarının hastalık yaratan (aşırı) artışına neden
olan unsurların normalleştirilmesi de gerekir. Bunun için hastaya beslenme
düzenini değiştirmesi, beden hareketleri ve su tedavisi önerilir. Beden
sıvılarının nitelikleri hastalıkların gelişimde belirleyici olduğu için, kimi
hastalara iklim koşullarının daha uygun olacağı yerlere gitmeleri önerilir.
Corpus Hippocraticum’da,
genel olarak hastalıkların ve melankolinin somatik nedenlerden kaynaklandığına
inanıldığı için hastalar tedavinin önemli bir parçası olarak görülür. Tedavi
son tahlilde bütünüyle hastanın niyet ve akıl gücüyle üstesinden gelinebilecek
bir süreçtir. Kara safra fazlalığı ile ortaya çıkan, hastalık yaratan, nicel
dengesizlik evacuation ile giderilebilir. Bedende kara safra artışı
sonucunda ortaya çıkan hastalığın yaşam koşullarında değişikliğe gidilerek,
gerekirse yeniden düzenlenerek, yenilmesi de pekâlâ mümkündür. Bu bağlamda
Werner Jaeger’in Antik Yunan tıbbını, insanın kendi kendini tanıma ve tedavi
edebilmesini tanımlayan bir eğitim (paideia)[247]
süreci olarak tanımlaması, çok yerinde bir yaklaşımdır.[248]
Corpus’da, melankoli teşhisi
konan bir hasta için önerilen tedavi yönteminin, bedende biriken kara safra
sıvısının atılması olduğunu belirtmiştik. Birikmiş kara safranın bedenden
atılmasında genellikle düğün çiçeğigiller ailesinden kara çöpleme (Helleborus
niger)[249] kullanılır. Kara çöplemenin
önerilen başlangıç dozunda alınmasından kısa bir süre sonra yoğun bir ishal
başlar ve hasta artan dozlarla adeta şoka sokulur. Kullanılan bitki özünün
verdiği renk ve bağırsak mukozasında yaptığı tahribat nedeniyle kanlı veya
koyulaşmış dışkı, kara safranın bedenden atıldığı ve böylece hastanın içinin
temizlendiği, şifa bulduğu yönünde bir yanılsmaya neden olur. Helleborus
yüzyılar boyunca kara safra fazlalığından kaynaklandığına inanılan çılgınlık,
melankoli gibi akıl hastalıklarının tedavisinde en önemli ilâç olarak
kullanılmıştır.
Sağlıklı bir ruh ve beden için kirlilik yaratan sıvıların
tahliyesinin bu denli önemli olması, Hippokratesçi hekimlerin doğal nedenlerle
bedenden atılan sıvıların melankoli krizlerini sonlandıran sonuçlarını irdelemesine
neden olacaktır. [250] Bu bağlamda kadınların adet
kanamaları, hemoroid kanamaları ve irinli, kanamalı cilt yaralarından
kaynaklanan doğal yollarla beden sıvısı kayıplarının melankoli krizlerini
kesmesi olumlu telakki edilerek tedavi eden gücü öne çıkarılacaktır. Şayet bir
melankoli hastası hemoroid olursa, bu, hasta açısından olumlu bir gelişme
olarak görülecektir. (Starobinski, 2011, s. 46-51)
Corpus Hippocraticum"da
melankoli tedavisi için adı geçen bir başka bitki ise Adam Otu’dur (Mandragora).[251] Hülyalara dalmış hastalar ve
intihara niyetlenenlere adamotu köklerinin karıştıldığı şurup aç karnına
içirilerek sakinleşmeleri sağlanır.[252]
Adamotu’nun, vücutta artan kara safra sıvısını tahliye ederek melankoli
hastalığını tedavi eden Kara Çöpleme’den farkı, hastayı rahatlatan, sedatif,
etkileriyle sakinleştirici özelliğidir.
Antikçağ’da ve Hippokrates
tıbbında yer aldığı haliyle melankolinin çağımızda ‘depresyon’ olarak
tanımlanan ruh haline benzediğini biliyoruz. Buna karşın adamotu gibi sedatif
özelliği öne çıkan bir bitkinin melankoli hastalarında kullanılmasının nedeni
kuşkusuz Aristoteles kadar Hippokrates için de melankoli ile mani halinin
ayrılmaz bir bütün oluşturduğuna dair, daha sonra yanlışlığı anlaşılacak
inançtır.
Hippokrates tıbbında kara safra
dengesizliğinden kaynaklanan ve somatik bulgularla desteklenen melankoli
hastalığı, çalışma boyunca sık değineceğimiz gibi, bir başka boyutuyla da öne
çıkar. Hippokrates’e göre melankoli tutsak ettiği insanı yoldan çıkaran ve
evrensel uyumu bozan karakteriyle tanınır; melankolinin boyunduruğuna girmiş
insan evrenin tartışılmaz yasalarına ve kendi kaderine boyun eğecek konumda
değildir artık. (Földenyi, 2004, s. 19)
Buraya kadar anlatılanlardan hareketle, Antikçağ’dan Ortaçağ sonlarına
kadar melankoli hastalığının teşhis ve tedavi sürecinin, birbirini tamamlar
nitelikte bir bütünlük içinde, uzun süre değişmeden aynı kaldığını
söylebiliriz. Jean Starobinski Melankoli Tedavisi’nin Tarihi (2011)
başlıklı çalışmasında, melankoli hastalığının tedavisinde Hippokrates öncesinde
başlayan somatik müdahale ve tedavi yöntemlerinin, Oreibasios (4. yy.), Aetios
(6. yy.) ve Aeginalı Paulus (7. yy.) gibi Galenos sonrası isimleri de
kapsayacak şekilde, yüzlerce yıl değişmeden aynen devam ettiğini belirtiyor.
Starobinski’ye göre bu uzun dönem boyunca melankoli hiçbir zaman ruhsal
boyutuyla ele alınmamıştır. Her hekim için ortam değişikliğinin temel alındığı,
sınanmış bir fizyolojik tedavi yöntemi vazgeçilmez öneme sahiptir.
Melankoli hastasının içine düştüğü sıkıntılı, içine kapanmış, hüzünlü ve
endişeli ruh halinden kurtulabilmesi ancak ortam değiştirmesiyle
gerçekleşecektir. Yeni ortam aynı zamanda hastalığın nedeni olabilecek sosyal
çevreden de ayrılmayı beraberinde getireceği için yararlıdır. Kuşkusuz bedende
somut belirtileriyle teşhis edilebilen melankolinin tedavisi de, bedendeki
huzursuzluğu ortadan kaldırmak yoluyla sağlanabilecektir. Hekimlerin melankoli
teşhisinde ancak ilerlemiş vakalarda başarılı olabildiklerini belirten
Starobinski, şüpheli vakalarda, günümüzde bir dâhiliye doktorunun hastasını
çaresiz kaldığı zaman psikiatra veya rahibe yönlendirmesi misali, o dönmede de
şüpheli durumlarda Asklepios kültünü veya bir filozofu ziyaret ederek tedavi
önerilebildiğini belirtir. Starobinski bu konuda verilebilecek en güzel örneğin,
“yıllarca deli gözüyle bakılan Demokritos”u (Seneca, 1999a, 79,14) tedavi için
Abdera’ya giden, ancak Demokritos’dan çok hemşerilerinin
aklını
yitirdiğine hükmeden Hippokrates’in mektuplarından306 hareketle
oluşturulan öykü olduğunu belirtiyor.307 (Starobinski, 2001, s. 71
vd.)[256]
306
Robert Philippson, Hippokrates’e Atfedilen Mektupların
Yazarı ve Oluştukları Dönem (1928, s. 293328) üzerine kaleme aldığı
kapsamlı incelemesinde, Hippokrates’e atfedilen yirmi dört civarında mektup
olduğunu, 10.-17. mektupların, Hippokrates’in Abderalı Demokritos’un melankolik
gülüşü üzerine yurttaşlarından aldığı daveti ve Abdera’ya yaptığı geziyi
anlattığını belirtiyor. Mektupların gerçekliğini farklı kaynaklarla sorgulayan
Philippson, Cicero, Horatius, Seneca, Plutarkhos, Laertios ve Juvenal gibi
düşünür ve yazarların Demokritos’un kişliği ve ünlü melankolik gülüşü üzerine
yazdıklarına dikkatimizi çekiyor. Demokritos’un yüzündeki sürekli gülümseme
ifadesinin yerel bir hastalık veya fizyolojik sorunlar gibi farklı nedenlerden
kaynaklanıp kaynaklanmadığını tartışıyor. Hippokrates’in ziyareti ve
Demokritos’un sıradaşı bir melankolik olarak tahlili için bkz. Flashar, 1966,
s. 68-71. Mektuplar ve Corpus ilişkisi üzerine bir tahlil için bkz
Rütten, 1992, s. 133-134.
307
Her ne kadar anılan öykünün Hippokrates elinden çıkma,
orijinal, bir mektupta yer almadığı bilinse de, çalışma boyunca zaman zaman
döndüğümüz bu öykünün, Antikçağ’ın düşünce dünyası ve değerler dizgesine daha
yakından bakabilme olanağı sunduğu için kayda değer görüyoruz. Abdera Antikçağ
Trakyası’nın Ege denizi kıyısında kurulmuş (İÖ 656) bir Roma kentidir. Halkının
‘aptallığıyla ünlü’ olması gibi bir söylencenin varlığı, öykünün gücünü
kuvvetlendirmektedir. Yukarıda Starobinski’ye atfen değinildiği üzere,
Antikçağ’da, melankoli veya benzeri akıl hastalıklarından muzdarip olanların
hekimler tarafından dertlerine çare bulunamadığı veya hastalıkları tam olarak
teşhis edilemediği durumlarda, şifa bulmaları için filozoflara gönderilmeleri
olağan bir uygulamaydı. Ancak başlangıçta Hippokrates’in Abdera’ya bir hekim
olarak, aklını yitirmişcesine sürekli gülen Demokritos’u tedavi etmek üzere
davet edildiğine kuşku yoktur. Diğer yandan Hippokrates tarafından yolculuk
öncesi Demkoritos’un yurttaşlarına yazılanlardan, geleneksel bir melankoli
(çılgınlık) tedavisi için, başta bedeni temizleyen helleborus niger
(kara çöpleme) olmak üzere, gereken şifalı otlardan toplanarak hazırlık
yapılmasını istemesi bu durumu teyid ediyor. Abdera’ya gelen Hippokrates,
Demokritos gördükten ve onunla konuşmaya başladıktan sonra, hekim
kimliğini bir yana bırakıp düşünür ile ruh hali üzerine felsefî bir
sohbet yapar. Demokritos ünlü hekime, çehresine adeta asılı kalan ifadenin sadece
bir gülümseme olmadığını, çevresinde olup biten onca tahammül edilmesi imkânsız
şeye karşın, ‘kendi akıl bozukluğuna gülen tek bir insan bile’ olmadığından
yakınır. Sohbetin sonunda Hippokrates mutlu bir çehreyle Demokrites’e şöyle
seslenir: “Kos’a dönerken çok değerli konukseverlik armağanları götüreceğim;
çünkü bilgeliğinle içimi çok büyük bir hayranlıkla doldurdun; evime geri
dönerken, senin insan doğasının hakikatini katettiğini ve keşfettiğini ilân
edeceğim. Sen bana düşüncemi tedavi etme olanağını sağladın.” (Hippokrates,
2008, s. 72)
Kişiliği üzerine
fazla bir şey bilinmemekle birlikte, Diogenes Laertios (2010, s. 436-436),
çocuk yaşında tanrıbilim ve yıldızbilim öğrenen Demokritos’un içine kapanık bir
yapıda olduğunu ve “zaman zaman kendi başına kalıp mezarlıklarda gezinerek,
zihninde canlanan imgeleri türlü yollardan sınamaya” çalıştığını belirtiyor.
Ancak Demokritos üzerine en övgülü ifadeleri kullanan Melankoli’nin
Anatomisi (The Anatomy of Melancholy) isimli çalışmanın yazarı Robert
Burton’dur. Burton Democritus junior to the reader başlığını verdiği
uzun bir ‘Giriş’ ile başlar çalışmasına. İlk satırlardan itibaren Laertius ve
Hippokrates’e atfen, Demokritos’u melankolik bir yapıya sahip ufak tefek, zayıf
bir adam olarak tanımlar. Ancak hemen onun bu çelimsiz görünen haline karşın
evrensel âlim ve büyük bir araştırmacı olduğunu ilâve eder. Daha sonra
Hippokrates’in Abdera’ya gelişi, Demokritos ile karşılaşmaları ve mutlu bir
şekilde ayrılışı ayrıntılı biçimde anlatılır. Sayfalar arasına dağıtılmış bu
ifadelerden Burton’un çalışmasının merkezine Demokritos’un ‘melankolik
gülüşü’nü yerleştirdiği anlaşılır. Uzun ‘Giriş’in diğer sayfalarında ise,
yaşadığı çağın şifa bulmaz illeti melankolinin insanları nasıl ele geçirdiğini
anlatır. Bunu yaparken kendi dönemi (17. yy.) ile Demokritos’un yaşadığı dönemi
(İÖ 5. yy.) bireysel ve toplumsal ilişkiler bağlamında karşılaştırır. Yüzlerce
yıldır ün ve güç elde etmek uğruna yapılan yağma, talan ve savaşlardan yakınır;
insanları mutsuz, hırslı, açgözlü, tatminsiz, dalkavuk giderek melankolik yapan
insanlık durumundan örnekler verir. Burton sık sık yaşadığı çağda gördüğü,
işittiği insanî zaaflara, tüm yaşadıklarına karşı yüzündeki gülen
ifadeyle adeta karşı koyan, tavır alan ‘melankolik’ Demokritos’un 17. yüzyılda
yaşasaydı ne yapacağını, onca dalkavukluk, kötülük, bencillik karşısında nasıl
çaresiz kalacağını sorgular. Burton’a göre, yaşadığı dönemde Demokritos’u
melankolik yapan her şey 17. yüzyılda fazlasıyla mevcuttur; hiçbir zaman
olmadığı kadar deli ve çılgın her yerdedir. Sonuç itibariyle Burton Melankoli’nin
Anatomisi ’ne yazdığı uzun ‘Giriş’te, Hippokrates’in, mektuplara konu
Demokritos ziyareti üzerinden, dilin verdiği imkânları da sonuna kadar
kullanarak, melankolik bireyin, görkemli bir Abderalı
Demokritos’un öyküsünü önemli kılan sadece Hippokrates ile karşılaşması
değildir kuşkusuz. Mektuplarda çizilen ‘melankolik’ filozof portresi,
Aristoteles’in ünlü metni Problemata XXX’da ilk kez ortaya konan ‘üstün
yetenekli melankolik’lerin adeta habericisi niteliğindedir. Daha sonraki
bölümlerde göreceğimiz gibi Corpus Hippocraticum"da melankoliklere
atfedilen olumsuz özelliklerin bir yana bırakılarak üstün kişiliklere özgü
vasıflar ile kara safra sıvısı arasında ilişki olduğu, ilk kez Aristoteles’in
anılan metninde dile getirilmiştir.
Sonuç itibariyle Corpus"ta
bedende herhangi bir nedenle kara safra artışının beyinde yarattığı baskı
sonucunda ortaya çıkan melankoli hastalığının, Aristoteles’den Galenos’a uzanan
süreçte olgunlaşan, giderek sadece fiziksel bir olgu olmaktan çıkıp kültürel
bir fenomen haline dönüşen melankoli kavrayışına temel oluşturduğunu
söyleyebiliriz. Ancak kavramın Ortaçağ’ın acedia" sına dönüşmesi,
yeni içeriğine kavuşması için beş yüzyıldan fazla zaman geçmesi gerekecektir.
Yukarıda anlatılanlardan
anlaşılacağı gibi Corpus Hippocraticum"da mani, dar anlamda
delilik, aşırı öfkelilik ve kara safralılıktan kaynaklanan hastalıkları
kapsayacak şekilde kullanılmaktadır. Ancak Corpus’ta ateşin eşlik
etmediği mani veya melankoli henüz hastalık olarak kabul edilmez; mani halinde
akut[259] bir hastalıktan kaynaklanan ateş,
teşhisi zorlaştıracaktır. Bu durumda akut bir hastalıkla, akıl bozukluğu gibi
kronik[260] bir hastalığı birbirinden
sistematik olarak ayırt edilebilmesi mümkün olmayacaktır.
Mânia"nın bu geniş
kapsamlı, muğlâk tanımı, onu daha sonraki yüzyıllarda melankoliden
farklılaştıracak unsurlarının Corpus" da ortaya konmasına engel
oluşturacaktır.
3.2.I.8. Hydrophobie[261]
Corpus’ta yer alan
epilepsi metninde, akıl hastalıklarının nedeni olarak balgam ve safranın
beyindeki artışı gösterilir. Safranın neden olduğu hastalıklar üzerine
görüşlere ‘Hippokrates’in Mektupları’nda da yer verilmiştir. On dokuz numaralı
mektupta ayrıntılı biçimde safra artışından kaynaklanan akıl hastalıkları
yeralır. Bu mektupta insanlar ve hayvanlarda yaş sınırlaması olmaksızın çok
yaygın görülen Hidrofobi[262] (kuduzun önemli
belirtisi) adında bir hastalık anlatılır. Bulaşıcı olan kuduz hastalığında
beyindeki kan ve safra miktarında artış olur; hastanın ısınan safrası,
damarlarda ısı artışına neden olur ve kaynayan kan beyine zarar verir, vücut
fonksiyonlarını bozar.
İnsanlara hasta hayvanların
ısırmasıyla bulaşan hastalığın ilk belirtileri, görülen hezeyanlar, yüzde
kızarıklık, gözlerde kanlanma, aşırı endişe ve anlamsız konuşmalardır. Bir
sonraki aşamada seste titreme, dilde kuruma, gözlerin umutsuz âşıklar gibi
dalgın dalgın bakması, saç dökülmesi, renkte solgunlaşma, ayaklarda istem dışı
hareketler başlar. Buraya kadar sayılanlara ilâveten aşırı huysuzluk hali,
haykırışlar, kramplar ve saldırganlık hali kuduz vakasının varlığını teyit
eder. Bunlar kuduz nedeniyle kudurma öncesi en önemli belirtilerdir. Nihayet
hastanın su görmeye dayanamaması, sudan kaçması, hastalığın kesin olarak teşhis
edilmesine imkân sağlar.
Hidrofobi (kuduzun belirtisi) Corpus
dışında Antik dünyada çok merak edilen ve üzerine yazılan hastalıklardan biri
olmuştur. Hayvanlarda kuduz üzerine ilk bilgilerin Aristoteles’in yazılarında
yer aldığı, daha sonraki yüzyıllarda Celsus, Yaşlı Plinius gibi yazarların
kuduz belirtileri ve hastalığı üzerine metinler kaleme aldıkları biliniyor.
Hastalığın nedeni olarak, hayvanların salgıladığı bir zehirin (virus,
Lat.), ısırık yoluyla insan bedenine geçmesi olduğuna dair inanç uzun süre
geçerliliğini koruyacaktır. (Leven, (2005a), 871.
Eski Yunanca rahim (ıCCpa )3I5 kelimesinden türetilmiş
histeri hastalığı, Corpus Hippocraticum"un ‘Bakire Hastalığı’
başlıklı bölümünde, bakirelere özgü bir patolojik bir duygulanım bozukluğu
olarak tarif edilmiştir.[263] [264]
[265] Genç kızlarda buluğ çağıyla
başlayan adet dönemi, hezeyanlar, çılgınlık, intihar ve ölüm arzusu gibi ağır
psikosomatik[266] sorunlara yol açar. Yine Corpus’ta,
rahim kaynaklı boğulma (pniges hysterikai) kadınlarda en sık görülen
hastalıklardan biri olarak tanımlanır. Hastalığın temel nedeni olarak rahimde
sıvı eksikliği ve adet görme nedeniyle ortaya çıkan değişimdir. Hippokrates
tıbbı rahmin karın bölgesinde hareket edebilen bir yapı olarak tanımlar.
Kuruluk nedeniyle ortaya çıkan kasılmalarla rahim başta batın bölgesindeki
organlar olmak üzere baskı yaparak ağrıya neden olur. Baskının etkisi sadece
batın bölgesinde (karaciğer, bağırsaklar) hissedilmez, kalpte ve kafada ağrı ve
baskıyla kendini hissettirir.
Corpus’ta sayılan,
‘kutsal hastalık’ epilepsi ile histerinin klinik belirtileri büyük ölçüde
benzerlik gösterir. Rahim kuruluğu kaynaklı histerinin tipik belirtileri anî
ses kaybı, bacakların ve ellerin buz kesmesi, çarpıntı, dişlerin birbirine
çarpması, anî ter boşanması, sağırlık, körlük, geçici felç hali ve bedende
katılık gibi ortak belirtiler iki hastalığın birbirine karıştırılmasına neden
olabilir. Bu iki hastalık sadece belirtiler düzeyinde değil, hastalığın
seyrinde de benzeşir. Histeri’nin tıbbî olarak kavranışı ve belirtileri
hakkında Corpus Hippocraticum"da yazılanlardan sonra yüzyıllar
boyunca anlamlı bir katkı yapılamamıştır. Son tahlilde pniges hysterikai
belli bir cinsiyete, kadınlara, göre tanımlanmış bir hastalıktır.
3.2.2.
Melankoli Hastalığına Bilimsel Açıklama
Arayışları
3.2.2.I. A. C. Celsus (İÖ 10-50)[267]
Hippokrates’ten Galenos’a kadar
olan dönemde akıl hastalıklarının teşhis ve tedavisi yönünde yapılan çalışmalar
dikkate değer olmakla birlikte, tıbbın diğer alanlarında kat edilen yolla
karşılaştırıldığında, yetersiz kaldığı görülecektir. Bu dönemde ilk kez akıl
sağlığı bozuklukları tanımlanarak, ortaya çıkış nedenleri ve hastalığın seyri
konusunda edinilen bilgiler yorumlanabilir hale getirilmiştir. Ancak daha önce
de belirtildiği gibi başlangıçta özellikle felsefenin çok fazla tıbbın içinde
olması, doğa bilimlerine yönelişi engelleyerek bedenin anatomik kavrayışını
geciktirmiştir. Bu durum akıl hastalıklarının tanım, teşhis ve tedavisi için de
geçerlidir. Özellikle melankoli söz konusu olduğunda Aristoteles’den Celsus’a
kadar olan dönemde gerçek bir kopuştan söz edilebilir. Bu durum bazı
araştırmacılar tarafından İskenderiye’de yapılan çalışmaların kaybolmasına
bağlansa da, gerçek olan uzun bir sessizlik dönemidir. Erasistratos gibi,
Hippokratesçi humoral patolojiye dönüş yapan bir hekimin, bir iki sınırlı
değinme[268] dışında, melankoli konusuna
yazılarında hiç değinmemiş olması dikkat çekicidir. (Flashar, 1966, s. 73)
Ancak yine de Galenos öncesinde
akıl hastalıklarına bilimsel bir çerçevede değerlendirme yolunda gösterilen
çabaların varlığı yadsınamaz. Bu bağlamda önemli bir katkı 1. yüzyılın ikinci
çeyreğinde Romalı soylu Cornelius Celsus’dan gelir. Meslekten hekim olmayan
Celsus’un eseri De Medicina, Antikçağ’da kaleme alınmış en iyi Latince
tıp kitabı olmasının yanında, Cato ve Varro gibi yazarların yazacağı eserlerin
öncüsü olmuştur. Celsus De Medicina"nın 3. kitabının 18. (III,18)
bölümünü akıl hastalıklarına ayırmıştır.[269]
Hippokratesçi tıbbın hastalık tanımından farklı olarak Celsus hastalıkları
akut, kronik, hem akut hem de kronik seyreden ve akut olmakla birlikte ölümcül
olmayan, tedavi edilebildiği için kronik hale gelmeyenler olmak üzere dört
bölümde inceler.
Celsus’a göre akıl hastalıkları
beyinden kaynaklanmaz; üç tür delilik hali söz konusudur. İlki Yunanlı
hekimlerin Phrenitis olarak adlandırdığı ve akut bir şekilde ateşle
kendini gösteren rahatsızlıktır. Hastalar nöbetler sırasında zaman zaman deli gibi
hareketler yapıp anlamsız şekilde konuşurlar. Celsus ikinci grupta tanımlanan
akıl hastalığı, kelimenin bugünkü anlamıyla melankoliyi çağrıştırmaktadır.
Başlangıçta ateşin eşlik etmediği, ancak ilerleyen aşamalarda hafif bir ateşle
seyreden hastalıkta, kara safranın neden olduğu ağır bir hüzün kendini
gösterir. Üçüncü grupta yer alan mani hali, en uzun süren ve hastanın yaşamını
tehlikeye atacak olandır. Celsus, kişiliği kuvvetli şahıslarda ortaya çıkan bu
türün de iki alt gruba ayrıldığını yazar; sanrılarla gelen hezeyanların eşlik
ettiği delilik hali, diğeri ise katıksız bir delilik hali.[270]
Birinci grubu oluşturan insanlar, örneğin ozanların bize sözünü ettiği Ajax ve
Orestes gibi mitolojik kahramanlarda, hezeyana kapılmadan sanrı görebilirler.
İkinci grubu oluşturanlar tam anlamıyla deli olup ancak zor kullanılarak
kontrol altında tutulabilirler. (Über die Arzneiwissenschaft in acht
Büchern, 1906, III,18 s. 137-143; Flashar, 1966, s. 74; Leibbrand ve
Wettley, 2005, s. 108-109; Klibansky vb., 1992, s. 97-98)
Yukarıda sayılan rahatsızlıklar
ilk bakışta bedensel bir hastalık görüntüsü vermekle birlikte, aşırı bir hüzün
veya taşkınlık düzeyinde neşenin eşlik ettiği psikopatolojik belirtileriyle
aslında birer delilik halidir. Celsus’a göre, melankolikler ve genellikle
ateşle ortaya çıkan davranış bozukluklarından muzdarip olanlar, kendilerinden
başka kimseye zarar vermedikleri için kontrol edilmelerine, baskı altında
tutulmalarına gerek yoktur. L. F. Földenyi, Celsus’un melankolikler için
psikiyatrik tedavi öneren ilk hekim olduğunu savunur. (Földenyi, 2004, s. 62,
dipnot 4)[271]
Celsus melankoli tedavisinde
hacamat, beslenme kalitesi ve düzeninde değişiklik, su terapisi, şarap perhizi
ve bedenden kara safranın atılabilmesi için müsil (kara çöpleme) alınmasını tavsiye
eder. (Über die Arzneiwissenschaft in acht Büchern, 1906, III,18, s.
141-142)[272] Diğer yandan melankoli
hastalarının çektiği uykusuzluğa doğal yöntemlerle çözümler önerir. Celsus,
tedaviye, gücünü bilmekle birlikte, doğrudan afyon ruhu ile başlanmasına karşıdır;
rahatlatıcı masaj veya bedeni ovmanın yanında, yemekten sonra veya gece hafif
hareket, adamotu elmasını yastık altına koymak, bir su kaynağı ya da çeşmesinin
yakınında, su şırıltısını dinlemek gibi olabildiğince doğal yöntemlerle uyku
düzeninin sağlanabileceğine inanır. Tüm bu yöntemler melankoli hastasının
uyumasına yardım etmiyorsa son çare olarak haşhaş bitkisinden yardım
alınabilir. (Über die Arzneiwissenschaft in acht Büchern, 1906, III,18,
s. 140)
Azılı delilerin çevrelerine
zarar vermemesi için Celsus aralarında aç bırakma, bağlama, sopayla dize
getirme gibi bir dizi yöntem dile getirir. Her ne kadar bunların iyileşme
umutları olmasa da, hastayı aniden korkutmak, endişelendirmek gibi psikolojik
şok yöntemlerinin yararlı olacağını düşünür. Akıl hastalarının içine düştükleri
açmaz, yolunu kaybetmiş yolcuların yaşadıklarına benzer. Hastaları doğru yola
döndürmek, yaşadıkları karabasandan uyandırmak için onları sarsmamız,
kendilerine gelmelerini sağlamamız gerekir. (Über die Arzneiwissenschaft in
acht Büchern, 1906, III,18 s. 142) Celsus letarji, epilepsi ve beyin
kanaması sonrasında ortaya çıkan felçleri delilik hali olarak kabul etmez.
Celsus eserlerinde bir kez kederli duyguların melankoli üzerindeki etkilerine
yer vermişken, Kapadokyalı Aretaeus (80-138) bir adım daha ileriye giderek
melankoli ile mani halini tek bir hastalık olarak tanımlamıştır. (Leibbrand ve
Wettley, 2005, s. 110)
Sonuç olarak, bundan böyle
melankoli, mani, epilepsi, Phrenitis ve benzerleri ile aynı
sınıflandırmaya tabi tutlmuş, hekimler tarafından belirtileri, teşhis ve tedavi
yöntemleri tartışılır bir akıl hastalığı haline gelmiştir. (Flashar, 1966, s.
75; Dols, 2013, s. 38)
3.2.2.2. Kapadokyalı Aretaeus (1.-2. yy.)
Döneminin Roma vilayeti
Kapadokya’nın yerlisi olduğu dışında yaşamı hakkında hemen hiçbir bilgiye sahip
olmadığımız Aretaeus’un, Akut-Kronik Hastalıklar ve Tedavi Yöntemleri
Üzerine başlıklı, İonya lehçesiyle yazdığı dört kitap elimize ulaşan en
önemli eseridir. (Atabek, 1973, s. 4; Flashar, 1966, s.76 )
Aretaeus nozolojisinde tüm hastalıklar akut veya
kronik olarak ikiye ayrılır; en önemli akıl hastalıkları olarak kabul edilen
mani ve melankoli kronik bir hastalık olarak tanımlanır.[273]
Celsus kara safrayı hastalık nedeni olarak görmekle birlikte akıl sağlığı
üzerindeki etkilerinden çok emin değildir. Yine de Aretaeus, kara safraya
insanlarda ve özelikle melankolik kişiliklerde öfke, giderek vahşî bir tabiyata
neden olabileceğinden bahisle büyük önem verir. Aretaeus’un bu yaklaşımı bize,
Hippokrates tıbbının hastalıkları tek boyutlu açıklama çabalarından giderek
uzaklaşılmaya başladığını da göstermektedir. Aretaeus’a göre mani ile melankoli
halleri arasındaki fark kendini aşırı duygulanım ve davranışlardaki taşkınlıkla
kendini belli eder. Melankoli hastası üzerine çöken hüzünle atimi[274] halinde iken, mani hastası
çabuk sinirlenen aşırı neşeli bir haldedir. Kapadokyalı hekim psikopatolojik
bağlamda sadece melankoli hastalığının depresif karakterini değil, maninin
dengesizliğe varan aşırı neşeli haline de dikkat çeken ilk hekimdir.[275] Böylece tıp tarihinde ilk kez
melankoli ile mani arasındaki ilişkinin varlığı; melankolinin bütünüyle
psikolojik nedenlerden kaynaklanan, ateşle seyretmeyen bir hastalık olduğu
ortaya konmuştur. (Die auf uns gekommenen Schriften des Kappadocier
Aretaeus, 1858, Kronik
Hastalıklar, I,5 s. 48-51; Leibbrand ve
Wettley, 2005, s. 111; Flashar,
1966, s. 77; Jackson, 1986, s. 39-41)
Melankoli
hastalığı her hastada faklı belirtiler gösterir; hasta kendini zehirlenmiş gibi
hisseder, insanlarla ilişkiye girmekten çekinir, yanlız kalmaya çaba gösterir,
yaşamdan nefret eder veya demonların tutsağı olmuş gibi davranır. Aretaeus’a
göre hastalığın 327 başlangıcında
melankolikler aşırı derecede sakin, yorgun, bitkin ve yavaştırlar.
Hastalık ilerledikçe ruh halleri
ve davranışları değişmeye başlar; çirkinleşir, hasisleşir, bayağı bir insan
haline gelirler. Ancak bu değişim ruhlarının derinliklerinden ortaya çıkan
yapısal bir değişim olmaktan çok, hastalığın doğal sonucudur. Giderek hasta
insanlardan kaçmaya, çevresinden nefret etmeye başlar. Tüm bunlar yaşamdan
kaçış, ölüme yöneliş sürecinin belirtileridir.
Karasafralılık kaynaklı
melankoli bir erişkin hastalığıdır. Ancak sanguik melankolikler olarak
adlandırılan tiplerde, melankoli ve mani birbirini izleyen süreçlerde ortaya
çıkar; mani hali, melankolinin çok farklı türlerine karşın tek bir şekilde
kendini gösterir. Mani halindeki insanın enerjisi sınırsızdır; gece gündüz
sürekli güler, oynar, dans eder. Herkesin önündeki davranışları sanki hep bir
zafer kazanmış gibidir. Bu tip maniklerin çevresine zararı yoktur, ama diğer
bir grubu oluşturanlar çılgınlığa daha yatkındır; çabucak parlar, elbiselerini
parçalar, hizmetçisini öldürebilir ve hatta intihar edebilirler (Die auf uns
gekommenen Schriften des Kappadocier Aretaeus, 1858, s. 51-54; 205209;
Leibbrand ve Wettley, 2005, s. 112-113)
İlerlemiş melankoli vakalarında
hastalığın kara çöpleme tedavisi gibi geleneksel yöntemlerle alt edilmesi
mümkün değildir Aretaeus’a göre. Her hastanın da tedavisi mümkün olmadığı için,
hekimin görevi bu durumdaki melankoli hastalarının sıkıntılarının en aza
indirilmesi, acılarının hafifletilmesidir. Bu bağlamda safra ve bağırsakların
temizlenmesi, vücudu kuvvetlendiren takviyeler alma ve kükürt, şap yönünden
zengin termal banyolar tedavi olarak önerilir. (Die auf uns gekommenen
Schriften des Kappadocier Aretaeus, 1858, s. 208)
Starobinski yerinde bir
yaklaşımla, Aretaeus’un melankolikler için sık sık yinelediği termal
kaplıcalarındaki su terapisinin, sadece beden için değil oyalayan, eğlendiren ve
kafa dağıtan yönüyle akıl için faydalı bir tedavi yöntemi olduğunu ve özellikle
18. ve 19. yüzyıllarda sıklıkla uygulandığını belirtiyor. (Starobinski, 2011,
s. 62; Flashar, 1966, s. 78-79) [276]
Aretaeus, manik kişiliklerde
dizginlenemeyen tutkuların giderek nasıl ‘saplantı’ya dönüştüğünü ilk keşfeden
hekimdir. Herhangi bir şeye saplantıya varan inanç veya düşkünlüğün diğer
bedensel ve akıl fonksiyonları sağlıklı iken ortaya çıkmasının, mani halinin
özel bir durumu olduğuna inanır. Tanrılara olan inançlarını ispat etmek için
uzuvlarını kesenleri, saplantılı manik kişiliğe örnek olarak gösterir.
Manik-melankolik kişilik travmalarını keskin bir gözlem gücüyle, ayrıntılı
biçimde ortaya koyan Aretaeus’un çağdaşı Sidonlu Marcellus ilk kez
Likantropi’yi[277] tanımlamakla kalmamış ve
melankolinin bir türü olduğunu savunmuştur. Aynı şekilde Likantropi’yi
melankolinin bir türü olarak gören Aretaeus da,[278]
rahatsızlığın ayrıntılı bir tanımını yapar:
Her kim Kynanthrophie
veya Lykanthropie'ye yakalanmış ise geceleri dışarı çıkar, kurtları ve
köpekleri taklit ederek gün ağırana kadar mezarlıklarda dolaşır. Bu hastalığa
yakalanmış olanlar şu belirtileri gösterirler: Renkleri solgun, dikkatleri
zayıf, gözleri kurumuştur; ağlayamazlar. Gözleri çukuruna kaçmış, dilleri
kurumuştur ve tükürük salgıları yoktur. Derileri saydamlaşmış, bacaklarında
köpek ısırıkları nedeniyle zor tedavi edilebilecek yaralar vardır. Böyle
belirtileri olan hastalığın bir tür melankoli olduğu bilinmelidir. (Leibbrand
ve Wettley, 2005, s. 114)[279]
Aretaeus melankoli-mani
ikilisine karşın, Letarji ve Phrenitis’i akut hastalıklar sınıfına
koyarken, epilepsiyi orta bir konuma (ne akut ne de kronik) yerleştirir. Mani
haliyle, ateşle seyreden Phrenitis’i karşılaştırdığında, ikincisinin
akut olması ve beyinde gerçekleşmesi dışında bir şey söylemez. Phrenitis
hastaları, muhtemeldir ki, yüksek ateşin de etkisiyle, hiç var olmamış şeyleri
sanki gerçekmiş gibi algılarlar. Aretaeus’un histeri hakkında ise sahip olduğu
bilgilerin kaynağı Hippokrates’tir ve hastalığın psikopatolojik boyutu hakkında
bir şey yazmamıştır. (Leibbrand ve Wettley, 2005, s. 115-116)
Sonuç itibariyle Aretaeus’un
melankoli teorisinin geleneksel beden sıvıları öğretisine dayanmakla birlikte
(Flashar, 1966, s. 78), birçok yeniliği de içinde barındırdığını ve tıp
tarihinde özel bir yeri olduğunu söyleyebiliriz.
3.2.2.3. Efesli Soranos (2. yy.)
Metodik ekole mensup Efesli
hekim Soranos’un öğretileri üzerine ayrıntılı bilgileri Caelius Aurelianus’un
(5.-6. yy.) Akut ve Kronik Hastalıklar Üzerine[280] adıyla Latince’ye
uyarlanan[281] eserinden öğreniyoruz.
Soranos bir metodik olarak, melankoli hastalığını doğrudan beden sıvılarına
bağlayan görüşlere karşı çıkıyordu.[282]
Endişe ve depresyon; suskunluğun eşlik ettiği hüzün ve insanlara karşı öfkeyi
önemli hastalık belirtileri olarak gören Soranos, melankolinin kadınlardan çok
orta yaştaki erkekleri etkilediğine inanıyordu.[283]
Efesli hekim her ne kadar melankoliklerin davranışlarında endişe ve
kederden, öfke krizleri ve taşkınlığa varan anî değişikliklere dikkatimizi
çekse de, çağdaşı yazarların benimsediği, manik halden melankoliye geçiş
kuramına sıcak bakmamıştır. Melankoli ile mani hali arasına bir çizgi çekerek
birbirinden ayıran Soranos, melankolinin midede, maninin ise kafada oluştuğunu
belirterek öncekilerden ve çağdaşlarından farklı bir 335 yaklaşım benimseyecektir.[284]
Buna karşın melankolik ve manik
ruh hali için benzer tedaviler önermiş ve her türlü sakinleştirici,
uyuşturucuyu, şarabı tedavide tehlikeli görmüştür. Melankoli tedavisinde
hastaların aç bırakılmasını, sessiz ortamları gereksiz bulmuş ve müzik
terapisini soytarılık olarak tanımlayarak eleştirmiştir. (Starobinski, 2011, s.
59-61; Flashar, 1966, s. 79-83; Jackson, 1986, s. 35)
3.2.2.4. Efesli Rufus (1.-2. yy.)[285]
Hippokrates’den Galenos’a kadar
olan dönemde melankoli hastalığı ve tedavisi üzerine en özgün düşünce ve
katkılar Efesli Rufus’dan gelecektir. Galenos’un melankoli kuramını
oluştururken Rufus’un düşüncelerinden önemli ölçüde faydalandığı, kaleme aldığı
metinlerin incelenmesinden anlaşılmaktadır. (Dols, 2013, s. 46) Galenos Kara
Safra Üzerine başlıklı metninin girişinde Rufus’tan övgü dolu sözlerle
bahseder.[286] Onun çağdaşı
Celsus, Aretaeus ve Soranos gibi yazarlardan farkı, anılan yazarlar melankoli
konusunu eserlerinde birer bölüm olarak ele almışken, Rufus Melankoli
Üzerine adını taşıyan müstakil iki kitap yazmıştır. (Flashar, 1966, s. 84)
Efesli zengin bir ailenin çocuğu
olarak dünyaya gelen Rufus, İmparator Traianus döneminde (98-117) yaşamış ve
Galenos’un doğduğu yıllarda (129?) hayatını kaybetmiştir. Rufus’un tıp
eğitimini doğduğu kentte ve dönemin yıldızı İskenderiye’de aldığı
sanılmaktadır. Galenos’dan sonra Roma İmparatorluğu’ndaki en etkili Yunanlı
anatomist ve hekim olarak anılan Rufus’un, Aristoteles’in felsefî
düşüncelerinden, İskenderiyeli cerrahlar Herophilos ve Erasistratos’un anatomi
alanındaki çalışmalarından önemli ölçüde etkilendiği anlaşılmaktadır. (Pormann,
2008a, s. 4)[287]
Çalışmamız açısından Efesli
Rufus’u önemli kılan husus, melankoli üzerine yazdığı iki cilt hacmindeki
eserdir. Yunanca orijinali kayıp olan (Ullmann, 1978, s. 37) Melankoli
Üzerine[288]
başlıklı eserin, Ortaçağ Arapçasıyla kaleme alınmış tercümesinden parçalar
günümüze kadar ulaşmıştır. Ancak ilk kez 6. yüzyılda yaşamış Amidalı Aetius’un Tıp
Kitapları (latricorum libri vi) isimli ansiklopedik derlemesinin, Galenos,
Rufus ve Poseidnios’un Eserlerinde Melankoli başlıklı altıncı kitabında
Rufus’un eserinden parçalar yer alır. Aetius’un melankoli üzerine kendi
düşüncelerini de metine dâhil etmesi nedeniyle Rufus ve diğer hekimlerin özgün
düşüncelerine ilişkin bölümlerin çözümlenmesi zorlaşmaktadır. Altıncı kitabın
birinci bölümünde yer alan ve Rufus’a ait olduğu kesin olan parçalarda,[289] Efesli hekimin bir dizi
belirtiyi Problemata benzeri bir yaklaşımla, sorular ve bu soruların
bazılarına verilen yanıtlarla çözümlemeye çalıştığı görülür.[290] Daha sonra melankoliklerin
olumlu kişilik özellikleri üzerine bilgiler veren Rufus, melankoliyi doğal ve
yanlış yaşam tarzından kaynaklanan olmak üzere ikiye ayırır.[291] Aetius’un melankolinin
tedavisine ayırdığı ikinci bölümde, Rufus’tan, hastayı rahatlatmak üzere
‘kusturma’ tedavisini içeren iki küçük parça yer alır.[292]
Sonuç itibariyle Amidalı Aetius’un kitabında yer alan Fragmenflefin,
Rufus’un melankoli kavrayışına ilişkin çok fazla bilgi verdiği söylenemez.
(Flashar, 1966, s. 85-87; Pormann, 2008, s. 13)
Efesli Rufus’un melankoli
kitaplarına ilişkin ikinci kaynak er-Râzi’in Kitâb el-HâvT adlı eserinde
yer alan kısa parçalardır. Ancak bu metinlerin Rufus’un Yunanca orijinal
metninden, yazarı bilinmeyen Arapça bir metin veya metinlerden derlenmiş olduğu
anlaşılmaktadır. Bu bağlamda parçaların güvenilirlikleri tartışmalıdır.[293] 10. yüzyıldan bir başka isim
İshak b. İmrân, Kitâb fi’l-mâlîhulyâ (Melankoli Üzerine') isimli
eserinde: “Eskilerden Efesli Rufus isimli bir şahsın yazdığı memnuniyet verici
kitap dışında, Antikçağ yazarlarının hiçbirinin melankoli üzerine yazdıklarını
okumadığını”[294] dile getirir. Bu övgüye
karşın İmrân kitabında, Rufus’un melankoli üzerine görüşlerine sınırlı şekilde
değinir (tüm kitapta altı alıntı) ve diğer türleri es geçerek sadece epigastrik
melankoli üzerine düşüncelerine yer verir.[295]
Ancak Flashar (1966, s. 89), İmrân’ın bu yaklaşımına, Rufus’un tüm melankoli
türlerinin belirti ve tedavi yöntemlerinin aynı görmesinin neden olmuş
olabileceğinden hareketle, sadece bir tür (Form) melankolinin ayrıntılı
biçimde ele almasının bu görüşü teyit ettiğini belirtiyor.
Efesli Rufus’un kitaplarına
ulaşmamıza olanak veren son isim 11. yüzyılda yaşamış Salerno tıp okulunun
önemli ismi Constantinus Africanus’tur. Benedikten rahibin, De melancholia
isimli kitabında Rufus’dan dört alıntı mevcuttur.[296]
Ancak bu alıntılar hacim itibariyle az görünmekle birlikte içerik itibariyle
yoğun metinler olup, Rufus’un melankoli kavrayışına önemli açılımlar
getirmektedir. Africanus, İmrân’ın Kitâb fi’l- mâlîhulyâ’ sında olduğu
üzere melankoli incelemesini ikiye ayırır; birinci bölümde hastalığın
belirtileri ve ortaya çıkışı, ikinci bölümde ise melankolinin tedavisi yer
alır. Rufus’un melankolinin epigastrik diğer bir ifadeyle hipokondrik türü
üzerine yoğunlaşmakla birlikte diğer türlerini bildiği yazdıklarından
anlaşılıyor. Ancak başlangıçta aynı türü ifade etmek üzere kullanılan
epigastrik-hipokondrik melankoliyi iki farklı tür gibi değerlendirdiği
görülüyor. Üçüncü bir tür olarak, tüm vücudu ve beyni tutsak eden kara safranın
neden olduğu bildik melankoliyi tanımlamıştır. (Flashar, 1966, s. 92-93)
Africanus’un Rufus metinlerine
yaptığı referanslarda hastalık belirtileri ayrıntılı biçimde yer almaktadır:
korkaklık, kararsızlık, nedensiz kuruntuya kapılma, bazı yemek ve içeceklerden
iğrenme, bazı hayvan türlerinden nefret etmek, ölümden konuşmayı saplantı
haline getirmek, yanlız kalmaya çaba göstermek.[297]
Ancak Rufus melankolinin başlangıcında öfke, hüzün, sevinç ve endişe gibi
hallerin sağlıklı insandan daha hızlı gelişmesini hastalığın tanınmasını
kolaylaştıracağını belirtir. Rufus hekimlerin melankoliği kolay teşhis
edilmesine olanak vermek üzere hastalığın somatik belirtilerini ise şöyle
sıralar: sadece kırpılan ancak dik dik bakan gözler, çatlamış dudaklar,
kahvereni bir cilt rengi, ince vücut kılları, yumuşak bir ses, konuşurken dilin
ağız içinde hızla hareket etmesi ve bundan dolayı yine konuşurken ‘t’
kullanılması gereken yerde ‘s’ harfini kullanmak, büyük bir göğüs ama ince bir
beden, zayıf kol ve bacaklar, hızlı ve güçlü hareketler.[298]
Psikolojik belirtiler de
Rufus’un gündemindedir; örneğin doğal ölçülerde sabırsızlık, vesvese ve
endişeli olmak, sıra dışı rüyalar görmek, ama tehlike anında da ortalama üstü
akıllı davranmak. Flashar (1966, s. 96-97), Rufus’un saydığı bu olumlu
yeteneğin, Problemata’da yeralan Aristotelesçi melankoli kavrayışıyla
benzeştiğini belirtiyor.[299] Diğer yandan Rufus
melankoliklere atfen bir diğer olumlu meziyet olarak geleceği okuma (görü)
yeteneğine sahip olduklarından bahseder. Kuşkusuz Efesli hekimin melankoliklere
atfedilen olumsuzluklara karşı, olumlu yetenekleri ne denli öne çıkardığını
değerlendirebilecek durumda değiliz. Ancak yine de mevcut metinler üzerinden, Problemata’nın
gölgesinin Rufus’un üzerine kadar uzandığını söyleyebiliriz.
Rufus melankolikler üzerinde
daha fazla etkili olduğuna inandığı insanın yaşam çağları ve mevsimler gibi
unsurları, melankoli teşhisini kolaylaştırmak için kullanır. Ama cinsiyet de
önemli bir unsurdur; melankoli erkeklerde kadınlardan daha sık görülür, ancak
kadınlarda daha ağır seyreder. Melankolikler için yaşamın tehlikeli çağlarını
araştıran Rufus’a göre melankoli çocuklarda hiç görülmezken, gençlerde nadiren,
olgunluk döneminde ve ihtiyarlıkta çok sık rastlanır. Yaşlıların yaşamdan
beklentilerinin az olması, umutsuz ve bezgin olmaları melankoliyi körükler.
Rufus mevsimler ile melankoli arasında ilişkiyi sindirim sorunlarını da katarak
açıklar; kışın sindirim genel olarak iyi olduğu için, yine yaz aylarında,
sıcaklar hazmı kolaylaştırdığı için melankoli daha az görülür. Flashar (1966,
s. 97-98), Rufus’un bu ayrımının, Hippokrates ve Galenos tıbbında, bedendeki
kara safra sıvısının sonbahar aylarında arttığı savını desteklediğini
belirtiyor.
Galenos ve sonrası tıbbın
belirleyici unsurlarından biri olan beslenme-sağlık ilişkisi, Rufus
metinlerinde de en çok dikkat edilmesi gereken unsurlardan biri olarak ortaya
çıkar. Melankoli söz konusu olduğunda, hafif ve açık renkli gıdalardan oluşan
bir beslenme önerilir; ağır ve koyu renkli gıdaların melankoliyi tetikleyen
etkisine dikkat çekilir.
Melankoli hastalığının
tedavisinde kara safra artışını dengeye getirmek amacıyla uygulanan hacamat ve
kusturma gibi vücudu temizleme yöntemleri uygulanır. Rufus’a göre hacamat
sadece hastalığın başladığı dönemde, kusturma ise uzun aralıklıklarla tekrar
edilmelidir; kuvvetli söktürüclerin melankoli hastalığında istenmeyen ağır
sonuçları olabilir. (Flashar, 1966, s. 101)
Rufus melankoli
tedavisinde doğanın tedavi eden mucizevî gücüne inanmakla birlikte kendine özgü
tedaviler önermekten geri durmaz; örneğin cinsel ilişkinin melankoliklerin
azıngınlıklarını dizginleyerek, onları rahatlatacağını örneklerle açıklar;
nasıl vahşî hayvanlar çiftleştikten sonra sakinleşiyorlarsa, aynı durum
melankolikler için de söz konusudur.[300]
Efesli hekim şarabın melankoli hastalığının tedavi edilebilmesinin de gerekli
tüm eczayı içinde barındırdığını savunur. Tek zorunluluk ölçülü içmektir. Ama
bir düğüne davetli olan, yavaş yavaş koşuluyla, daha fazla şarap içebilir.
Şayet şarap 352 önerilen
dozlarda alınırsa depresyonu tedavi eder, akli melekeleri harekete geçirir.[301] (Flashar, 1966, s.
102)
3.2.2.5. Yaşlı Plinius (23-79)
Pythagoras’ın yaşadığı dönemden
(İÖ 7. yy.) itibaren oluşmaya başlayan birikim meyvelerini, akıl hastalıklarına
bilimsel bir açıklama getirme çabalarının yoğunlaştığı 1. ve 2. yüzyıllarda
vermeye başlayacaktır. Erken Antik dönemden itibaren doğa bilimleri ve tıp
alanlarında biriken bilginin derlenerek tasnif edilmesiyle ortaya çıkan bu
sürecin mimarları ilginç bir biçimde, meslekten hekim olmayan, çoğunluğu
Romalı, entelektüel soylular olacaktır. Başta Celsus, Cato, Varro, Plinius,
Diskorides olmak üzere birçok yazar etkileri Yeniçağ’a kadar sürecek eserler
kaleme almışlardır.
Günümüzün başvuru kaynakları
ansiklopedilere örnek oluşturacak bu çalışmalardan en ünlüsü. Yaşlı Plinius
olarak anılan, Gaius Plinius Secundus Maior (23-79) tarafından yazılmıştır
Meslekten hekim olmayan Plinius daha çok araştırmacı ve derlemeci kimliğiyle
tanınmıştır. Otuz yedi kitaptan oluşan ve günümüze intikal edebilen tek eseri Naturalis
Historia (Doğa Tarihi)153 doğadaki taşlardan metallere,
insanlardan hayvanlara, bitki türlerinden kozmolojiye, coğrafyadan
antropolojiye tüm varlıklar hakkında ayrıntılı bilgiler içeren ansiklopedik bir
yapıttır. 18. yüzyıla kadar doğa bilimleri alanında en önemli referans kaynak
olma özelliğini koruyan eser, yüz kırk altısı Romalı, üç yüz yirmiyedisi
yabancı olmak üzere dört yüz yetmiş üç yazara referans yapar ve yirmi bin olgu
içerir.[302] [303]
Yaşlı Plinius‘a göre kara safra insanlarda deliliğe, hatta fazlası
ölüme neden olur (XI, Böcekler, 75). Ödem çözücü, felci iyileştiren
düğünçiçeğigillerden zehirli bir ot olan kara çöplemenin delilik tedavisinde de
kullanılabileceğini yazan Plinius (XXV, Şifa Veren Bitkiler, 21-22), melankoli
tedavisinde şarapta pişirilmiş buzağı gübresini önerir (XXVII, Şifa Veren
Bitkiler, 67). Plinius’un melankoli dışında aşırı alkol tüketimi üzerine
yazdıkları, günümüzün bir kavramı olan bağımlılık ile önemli ölçüde örtüşür.
Yazar olağanüstü gözlem yeteneği sayesinde alkol bağımlılarının davranışlarını
renkli bir şekilde betimler. (XIV, Asmalar ve Şaraplar Üzerine, 28)[304]
Kuşkusuz Yaşlı Plinius’un Naturalis
Historia’da kaleme aldığı binlerce madde içinde geleneksel halk tıbbından
esinlenmiş çok sayıda unsur yer alır. Henüz Hippokrates hekimliğinin rüzgârında
gelişen bilimsel tıp anlayışının etkisinin sürdüğü dönem (1. yüzyıl) için arkaik
olan bu unsurlar, Eskiçağlar’dan beri süregelen büyücü-şaman-rahip tedavi
geleneğinin devamıdır.
3.3.
PLATON’UN ESERLERİNDE SAĞLIK VE HASTALIKLAR
3.3.1.
Sağlıklı Yaşamın Felsefesi[305]
Antikçağ felsefecileri arasında
ilk kez Plâton, Hippokrates’i ve tıp alanındaki görüşlerini eserlerinde konu
eder. (Porter, 2007, s. 64) Tıp üzerine doğrudan metinler kaleme almadığı halde
Plâton’un sağlık üzerine düşünceleri çok sayıda hekim ve düşünürü
etkilemiştir. (Bergdolt, 1999, s. 49)[306]
Ancak Plâton’un Devlet adlı eserinde ortaya koyduğu sağlık modeli,
hiçbir biçimde Antik Yunan dünyasının gerçeğiyle örtüşmez. (Labisch, 1992, s.
25)[307] [308]
Plâton’un kurgusunda kosmos, iyi (Tanrı) tarafından yaratıldığından
hareketle
1 1 1 1 , /1 X 1 •• • . 359
kuralsızlıktan (kaos) düzene geçiş esastır:
Gerçekten,
tanrı her şeyin elden geldiği kadar iyi olmasını, kötü olmamasını, istediğinden
hareketsiz olmayan, kuralsız düzensiz bir hareket içinde olan, gözle görünen
şeylerin bütününü aldı; düzenin her bakımdan daha iyi olduğunu düşünerek onu
düzensizlikten düzene soktu. (Timaios, 29e-30)[309]
Beden ve ruh sağlığına
yaklaşımının temelinde toplumsal huzuru gözeten, bütünsel bir denge
arayışı yatar.[310] Bireyin sağlıklı olması, yaşadığı topluma uyum
sağlayabilmesi için ön şarttır. Plâton’un ideal toplumunda aşırılıklara
yer yoktur. Doğaya aykırılık teşkil eden aşırlıklara sahip bir ruh, sağlıklı
bir bedene hükmedemez. Plâton ideal toplumsal düzeni anlattığı Devlet[311]
isimli eserinde sık sık ölçülü, kararlı ve dengeli olmanın erdeminden bahseder,
sadece devlet adamlarının bu yetenekleri haiz olmasının ideal toplum için
yeterli olmadığını savunur. Kişi, duygularını kontrol altında tutmalı,
aşırılıktan kaçınmalıdır; her türlü aşırılık denetim yitimine yol açar.
Plâton’un aşırılığa kaçılmaması
için uyarıda bulunduğu insan davranışlarından biri olarak gülme[312] bu konuya anlamlı bir örnek
teşkil eder. “Erdemli yurttaşlar ve Devlet’in muhafızları ağırbaşlılığın
uygulayıcısıdırlar, gülme insanları her tür aşırılığa yöneltebildiği -öncelikle
zevk vaadiyle- için de, Plâton liderlerinin gülmeye doğrudan ilgi duymalarını
yasaklar. Aşırı gülmenin sanat yoluyla temsil edilmesini bile itici bulur.”
(Sanders, 2001, s. 113) İdeal Devlet’te her türlü aşırıya kaçan davranış
karşısında takınılan net tavır, gülmeye de ölçü koyar. Özellikle hal ve
davranışlarıyla örnek alınacak yöneticiler bu konuda dikkatli olmak
zorundadırlar:
-Sonra bekçilerimiz, pek öyle gülmeye de düşkün olmamalı.
Aşırı bir gülme insanın içinde aşırı tepkiler yaratır.
-Öyledir.
-Öyleyse,
sözünü dinletecek kimseleri, hele Tanrıları kahkahalarla güler göstermek doğru
değildir. (Devlet, 388e)
Plâton’un
hastalık, sağlık ve tedavi sanatı üzerine düşüncelerini ayrıntılı biçimde
Timaios"
da dillendirilir:
Hastalıklar
nerden geliyor, bunu sanırım, herkes bilebilir. Vücudun kuruluşuna giren dört
öğe vardır: toprak, ateş, su ve hava. Bu öğeler tabiata aykırı olarak çok veya
az olursa, kendilerine ait yerlerden kendilerine ait olmayan yabancı yerlere
geçerlerse, ateşle öteki öğeler çeşit çeşit olduğundan, bunlardan biri kendine
uygun olmayan türü alırsa, yahut da buna benzer bir kaza olursa işte
karışıklıklar, hastalıklar o zaman baş gösterir. (Timaios, 82a )[313]
Yukarıdaki alıntıdan da görüleceği üzere düşünür, hastalıkların nedeni
olarak Hippokratesçi humoral patolojik yaklaşımı kabul eder. Yine metinde temel
elementlerin niteliklerinin (soğuk, sıcak, kuru ve benzerleri) tabiata aykırı
biçimde değişmesi durumunda hastalıkların, bozuklukların ve çöküntülerin ortaya
çıkacağını belirtir.
(Timaios, 82b)
Ancak Plâton’un dört beden
sıvısı (hıltlar) konusundaki düşünceleri, Hippokratesçiler kadar net değildir.
Bütün beden sıvılarını safra çeşitleri olarak tanımlar ve farklı
hastalıklarla ilişkilendirir. (Timaios, 83e-84e) Ruh hastalıkları olarak tanımlanan
durumlar da
bunlara dâhildir:
Meselâ, ekşi
ve tuzlu yahut da acı ve safralı sümüğün "hılf'ları. bir insanın vücudunda
dolaştıktan sonra, dışarı çıkacak bir delik bulamayarak içerde tıkanır kalırsa
buharlarını ruhun hareketlerine karıştırırlar. Onunla birleşirler. Ruhta her
çeşit hastalıklar yaratırlar; bu hastalıklar bazen daha ağır bazen daha hafif;
bazen çok bazen az olurlar. Kendilerine, ruhun bulunduğu yerlerin ucuna doğru
bir yol açarlar ve hücum ettikleri yere göre, sıkıntının, bitkinliğin,
ataklığın, korkaklığın, nihayet utangaçlığın ve kafa tembelliğinin bütün
çeşitlerini meydana getirirler. (Timaios, 87b)[314]
Plâton’un bütünü ele alındığında
çok kapsamlı, anlaşılması da o denli güç olan bu yapıtında[315]
epilepsiden, beyaz balgamın kara safraya karışarak, kutsal saydığı organ
kafada, sorunlara neden olduğu için ‘kutsal hastalık’ olarak bahsedilir.[316] Plâton’a göre temel olarak
akıl hastalığı, akıl noksanlığıdır ve delilik veya cahillik olmak üzere iki
farklı nedenden kaynaklanır.[317] Ruh vücut yüzünden hasta
olur; ruhun çektiği tüm acıların, sıkıntıların nedeni bedendir.[318] Örneğin vücudunda fazla sperm
bulunan bir insan, aşırı istekleri nedeniyle aşırı hazlar kadar aşırı acılar da
çekecektir:
Böyle bir
insan, hayatının çoğu zamanını, duyduğu hadden aşırı hazlarla acılar yüzünden
delilikler geçirir. Ruhu, vücudunun yüzünden hastadır, çılgındır; ona bir hasta
gözüyle değil, bile bile ahlâksızlık eden biri gözüyle bakılır. (Timaios,
86c-d)
Plâton’a göre ‘kötüler’
vücutları kötü yaratıldığı, kötü eğitildikleri için kötü olurlar. Bu duruma
düşen insanların istemleri dışında gerçekleşen bir durum söz konusudur. Çekilen
acılar, yapılan kötülükler son tahlilde insanoğlunun aldığı yetersiz eğitimden
kaynaklanır. (Timaios, 86e-87b) Kötülüğün aksi olan iyilik güzeldir.
Güzellik de sonuçta bir orantı işidir ve “bir canlı güzel olabilmek için tam
orantı içinde olmalıdır (...) meselâ, sıhhatle hastalıklar, erdemle kötülük
için ruhla vücut arasındaki orantı veya orantısızlıklardan daha önemlisi
yoktur.” (Timaios, 87c-d)
Plâton ruh ile vücut arasındaki
en ideal oranın bilgili (eğitilmiş) bir kafa ile hareketle dinginleşmiş bir
beden arasında kurulabileceğine inanır. Beden sağlığının vazgeçilmez koşulu
spordur. Plâton’un Antikçağ’ın gözde diyetinin diğer unsurları olan mekân
seçimi, beslenme, giyim gibi konulardan, bu eserinde, hemen hiç söz etmemiş
olması şaşırtıcıdır. Düşünürün, beden sağlığı -yaşam tarzı- dendiğinde anladığı
en önemli (tek) şey harekettir. Diğer yandan sporun son tahlilde bir eylem
olduğundan hareketle analoji yapmak suretiyle, ruhun da çalıştırılması
durumunda diri kalacağına savunur:
Demek oluyor
ki matematikle uğraşan yahut kendilerini herhangi bir kafa işine bağlayanlar
vücutlarını da idmanla işletmelidirler, öte yandan vücuduna dikkatle bakan
kimse, musiki ile, felsefenin bütün kollarıyla uğraşarak ruhunu da
çalıştırmalıdır; ancak bu şartla onların ikisi de iyi ve güzel adına hak
kazanırlar. (Timaios, 88c)[319]
Yukarıda Timaios’dan
örnekler vererek açıklamaya çalıştığımız üzere Plâton, doğru kurgulandığında,
tıp sanatını etik soruların çözülmesine uygun bir model olarak görür. Etiğin
amacı tinin sağlığını ve erdemini korumak, sürdürmek olmalıdır. Nasıl makrokosmos
yaratıcısı tarafından kusursuz bir biçimde tasarlanmış ise, aynı şekilde küçük
bir modeli olan insan bedeni de kusursuz işleyen bir yapı olarak
kurgulanabilir. Plâton’a göre ruh beden karşısında kutsallığı ve akla hizmet
etmesi nedeniyle tartışmasız üstündür ve vasıflarıyla bu kurguda anahtar
konumdadır:
(...)
Tanrı ruhu vücuttan önce, yaş ve erdem bakımından da ona üstün yaratmıştır.
Çünkü ruh, hükmetmek, emretmek için, vücut ta boyun eğmek için meydana
getirilmiştir. (Timaios, 34c-35)
Bedeni yaratanlar alt tarafı oburluğa, kötülüğe, tembelliğe
doymayacak insanoğlunun bu basit ihtiyaçlarına yanıt vermek üzere
tasarlamışlardır. Karın bölgesindeki gemlenemez bedensel isteklerin kontrolü
daima felsefe ve sanatla meşgul olan tin
\371
tarafından
yapılır. (Timaios, 72e-73a)
Plâton için tedavi son tahlilde,
sağlıklı olmayı bilme sanatı, uyumlu bireye ulaşma yoludur. İdeal hekim ise
hastasına bu bilgiyi aşılayan, onu yönlendirendir. Bu nedenle Phaidros
da hekimlik sanatı ile hitabet sanatı karşılaştırılır. (Phaidros, 270b)[320] [321]
Plâton’un ideal toplum
düzeninde ağır hastaların hekimler tarafından yaşatılmaya çaba harcanmayacağı
için yaşama şansı yoktur. Kaldı ki hekimlerin görevi, hastalıklara karşı önlem
almaktan çok, sağlığın yeniden tesisidir. Ağır hastaların tedavisi, uzun
yaşatılmasının Devlef e hiçbir katkısı olmayacağı gibi, arzu da edilmez.
(Labisch, 1992, s. 23)
Bu düşüncelerini Asklepios’dan
destek alarak açıklar:
İşte Asklepios
bu gerçeği biliyordu. Onun için de, hekimliği yalnız bedenleri doğuştan sağlam
olup da, geçici bir hastalığa tutulmuş insanlar için kullandı. Bu hastaları
ilâçla, bıçakla iyi ederken, onları gündelik işlerinden, yaşayışlarından
ayırmıyordu. İçini hastalık sarmış olan bedenleri kan alma, kusturma, içini
temizleme gibi yollarla iyi edeceğim diye, kötü bir hayatı uzatmaya uğraşmazdı.
Böylelerinin kendilerine benzeyecek çocuklar yapmalarını doğru bulmazdı.
Tabiatın verdiği ömrü yaşamaya gücü yetmeyen adamı, iyileştirmenin, ne o adama,
ne de topluma fayda vermeyeceğine inanıyordu. (Devlet, 407d- e)
Kuşkusuz yukarıda Devlet’ten
yapılan alıntı, Plâton’un özlemini çektiği ruhen ve bedenen sağlıklı, sportmen,
çalışkan, erdemli, uyumlu, itaatkâr, sabırlı, huzurlu ve nihayet dengeli
insanların oluşturduğu bir toplum için kusursuz bir düzen arayışına örnek
oluşturması kadar, Antik dünyanın insana, ona tanınan sınırların dışında ortaya
çıkacak, bedensel ve/veya ruhsal bir farklılık haline ne kadar tahammül
gösterebildiğine işaret etmesi bakımından da önemlidir.
Diğer yandan Timaios" da
soyun düzenlenmesine ilişkin doğrudan öneriler getirir Plâton:
Sokrates - Çocukların daha doğarken mümkün olduğu kadar iyi
bir mizaçla dünyaya gelmeleri için de, kadın ve erkek, amirlerin, bir takım
kur’alar hazırlayarak evlenmelerinin uygunluğunu gizlice sağlamaları gerektiğinde
uyuştuğumuzu hatırlıyor muyuz? Öyle ki iyi, kötü herkes kendisine benzer bir
kadınla birleşmiş olsun; aynı zamanda da bu birleşmeleri tesadüfe vererek hiç
kimse onlara kin beslemesin.
Timaios
- Hatırlıyoruz.
Sokrates
- Bundan başka yalnız iyilerin çocuklarını yetiştirmek, kötülerini de daha
aşağı tabakalar arasına serpiştirmek lazım geldiğini; sonra, bu çocuklar
büyüdükçe, onları her zaman gözaltında bulundurmaktan geri kalmayarak, layık
olanları yükseltmek ve iyilerle kalamaya layık olanları da onların yerine
göndermek gerektiğini söylememiş mi idik? (Timaios, 18d-e;19)
Sonuç itibariyle, doğrudan
hekimlik deneyimi ve tecrübesi olmayan Plâton’un tıp alanındaki görüşlerinin
sadece çağdaşı Antikçağ hekimlerin değil, aynı zamanda fizik ve doğa bilimleri
alanlarında yetkinleşmiş erken dönem filozofların düşüncelerinin etkisinde
şekillendiğini söyleyebiliriz. (Longrigg, 2003, s. 146)
3.3.2.
Mânia: Tanrı’nın Bir Lütfu Olarak
Delilik
Plâton’da öncelikle mani (Mânia)
saf delilik değil, akıl ve iradeyi karartan, zayıflatan ahlâkî bir
çılgınlıktır. Plâton’un delilik (mani) üzerine Phaidros"da
yazdıkları, ilk bakışta Aristoteles’in melankoliyi bireysel bir erdem olarak
kabulüne yakın gibi görünse de, ayrıntılarına inildiğinde iki kavrayış arasında
önemli farklar olduğu görülür. Ancak Plâton’daki tanrılar tarafından
bahşedilmiş, yine tanrıların kontrolünde gelişen ilâhî bir iyilik olarak
delilik, Aristoteles’te yerini doğanın kontrolündeki melankoliye bırakır.
Plâtoncu dünyada[322] Tanrı vergisi delilik en
azından kazanılma biçimi nedeniyle bir lütuftur, giderek insanın kendi
bilgeliğine üstün gelir.[323] Aristoteles’in, Plâton’un Phaidros’unda
dillendirdiği farklılık yaratan mani durumundan daha öteye geçmesi,
ancak mânia kavramının dinselliğini (tanrısal boyutunu) dışlayarak ve doğaya
mal ederek gerçekleşecektir.
Plâton’un Phaidros'da
Sokrates’e söylettikleri ‘ilâhı delilik’ üzerine en iyi örneklerden biridir:
Hayır,
dediklerim doğru değildir. Hayır, insanın bir âşıkı oldu mu, bu sapıtmıştır
ötekinin aklı başındadır diye, aşksız bir adamı âşıka üstün tutmamalıdır.
Sapıtmanın kötülük olduğu apaçık bilinseydi böyle konuşmaya hak verilirdi.
Hâlbuki en büyük iyilikler bize muhakkak bir Tanrı vergisi olan sapıtmanın
aracılığı ile gelir. Delphosi’nin kadın bilicisi, Dodone’nin kendi kadın
rahipleri, Hellas’ı devlet işlerinde olsun birçok önemli hizmetleri sapıtma
halinde iken gördüler; akılları başlarında olduğunda zaman ya pek az şey
yapabiliyorlardı yahut hiçbir şey. Tanrı vergisi bir seziş sayesinde Sybilla ve
daha nice kimseler birçok insanlara birçok defalar gelecekte tutacakları doğru
yolu önceden göstermişlerdir. (...) Kelimeleri yaratmış olan eskiler mâniayı
çirkin ve ayıp bir şey anlamında kullanmadılar. Böyle olsaydı, sanatların en
güzeline geleceği öğreten sanata, o kelime ile ilgili olarak manike derler
miydi? Ona bu adı verdiler, çünkü mânia’nın, bir Tanrı vergisi olarak,
gerçekten güzel bir şey olduğunu kabul ediyorlardı. (Phaidros, 244a3-c5)
Plâton’a
göre Tanrı’dan kaynaklanan ilâhîi delilik kutsaldır ve sakınmak gerekmez:
(...)
bize Tanrılardan gelen sapıtmanın bütün güzel neticeleri işte bunlardır.
Öyleyse, sapıtmadan dehşet duymaktan sakınalım ve kendini tutabilen aşığı
sapıtmış aşığa üstün tutmak gerektiğini iddia edenler karşısında korkuya,
şaşkınlığa düşmeyelim. (Phaidros, 245b)
Plâton metnin devamında (265a-b) deliliği hastalık kaynaklı
ve tanrılar (Apollon, Dionysos, Musalar, Afrodit - Eros) tarafından bahşedilmiş
olarak ikiye ayıracaktır.
Her ne kadar Plâton mânia
ile saf delilik arasında ayrıma gitmiş gibi gözükse de, eserlerindeki delilik (mânia)
son tahlilde Tanrı tarafından bahşedilmiş bir lütuf, bir güzelliktir. Saf
-hastalıklı- deliliği herhangi bir yerde tanımlamaz. Sadece Yasalardın XI.
kitabında delilerin kapatılması gerektiğini belirten bir ifadesine şahit oluruz:
Akıl hastalarının toplum içine
çıkmasına izin verilmemeli; akrabaları onları kendi bildikleri gibi evde
tutmalıdır; yoksa para cezası ödeyeceklerdir. (Yasalar, 934c)
Yukarıda
anlatılanlardan anlaşılacağı üzere, Plâton için delilik Tanrı tarafından
bahşedilmiş olması kaydıyla değerlidir. Sıradan insanların deliliği, Polis
için kapatılmayı gerektirecek kadar uyumsuzluk yaratan bir sorun iken, özelikle
yönetici eliti için bahşedilmiş bir meziyettir.
Çalışma
boyunca farklı bölümlerde dile getirileceği üzere, son tahlilde delilik,
üstünlük veya hastalık, kişiyi farklılaştıran, öteki yapan bir meziyet
veya illettir. Burada Tanrı tarafından bahşedilmiş bir meziyet olarak
deliliğe nasıl olup da farklılık yaratıcı (olumsuz) bir anlam yüklendiği sorusu
akla gelebilir. Plâton ve sonrası yazarların ütopyaları bir bütün olarak
incelendiğinde, sorunun yanıtı kendiliğinden ortaya çıkacaktır; ister yönetici
eliti, ister bilim adamları için olsun, bir meziyet olarak sunulan Tanrısal
deliliğin ‘ütopya ideali’ne özgülüğü, ütopya olmaksızın varolabilme şansının
olmaması, onu başkalaştıran en önemli unsurdur.
3.3.3.
Ütopya Geleneği:
Plâton’un Devlet’i ve Antikçağ’da Farklılıkların 375
Dışsallaştırılması
3.3.3.1. Antikçağ’dan Yeniçağ’a Ütopya Geleneği
Antikçağ’dan günümüze insanoğlu,
hayalinde yarattığı ve giderek varlığına inandığı ütopyaların peşinden
koşmuştur. Yeryüzünde cennet yaratma fikri sadece tek tanrılı dinlere
özgü bir ideal olmayıp, her dönemde ve neredeyse her kültürde farklı
boyutlarıyla entelektüel bir fenomen olarak işlenmiştir.[324]
[325] Krishan Kumar (2005, s. 9)
Ütopya’yı, “Hem hiçbir yerdir (outopia) hem de iyi bir yerdir (eutopia).
Mümkün olmayan olmayan, ancak insanın bulunmak için heves ettiği bir dünyada
yaşamak” arzusu olarak tanımlamaktadır.
Antikçağ’dan 20. yüzyıla tarihsel
bir süreç içinde ele alındığında, ütopya kavramının kendi içinde evrildiğini ve
giderek farklılaşarak ayrıştığını söyleyebiliriz. Antikçağ’dan itibaren
evrensel-ideal düzene öykünerek kurgulanan olumlu ütopyalar (Eutopie)
zaman içinde yerini bilinçli seçilmiş negatif kurgulara (distopya, antiütopya),
yani karşı- ütopyalara bırakacaktır. Kumar bu süreci şöyle açıklıyor:
“Ütopyanın hicveden damarı zamanla ayrı bir alt türün doğmasına neden oldu ve
distopia ya da antiütopia oluştu.” (Kumar, 2005, s. 47)
Ortaçağ’da, ana ütopya izleğine
paralel olmakla birlikte alternatif olarak gelişen Tembeller Ülkesi
ideali, en basit anlamıyla gündelik yaşamın dertleriyle uğraşılmayan dünya
üzerindeki ‘kayıp cennet’i betimler.[326]
Rüya ülkesi Cocagne (Schlaraffenland, Alm.; cockaigne - cockayne,
İng.) ırmaklarından ballı sütün aktığı, ağaçlarında her türden yiyeceğin
toplanabildiği, hiç çalışmadan yan gelip yatıldığı bir yeryüzü cennetidir.[327]
Ancak gerçek anlamda ütopya kültürünü başlatan, İngiliz Sir Thomas More
olacaktır.
More tarafından
uydurulan Utopia sözcüğü ilk defa 1516 yılında Belçika’da Latince olarak
yayımlanan aynı isimli kitabında kullanılmıştır.[328]
Ancak sözcük zaman içinde bir eserin adı olmaktan çıkarak edebî bir türü
tanımlamak için kullanılır hale gelir:
(...)
1551’de Ralph Robinson İngilizceye çevirinceye kadar ‘Utopia’ tam anlamıyla
Latince bir sözcüktü. More’un yeni uydurduğu Latince utopia sözcüğü,
yakın dönem Yunancasından örnek alınarak yaygın bilimsel sözcükler olarak
kullanılan çeşitli terimlerin bir araya gelip kaynaşmasından meydana gelmişti: au
- olmayan; eu - iyi; topos - bir yer; ia, bölge anlamı
türeten bir sonek. (Kumar, 2005, s. 9, dipnot 1)
More’un açtığı yoldan giden çok
sayıda yazarın katkılarıyla, zaman içinde ortaya zengin bir ütopya yazını çıkar.
Bir edebî tür olmanın ötesine geçen ütopya yazının son tahlilde okuyucusuna, farklı
bir dünya-düzeni önerisi adı altında, bu dünyadan kaçışı formüle ettiğini
söyleyebiliriz. Stiblin (1554), Andreae (1619), Campanella (1623) ve Bacon
(1627) gibi yazarlar tarafından yazılan ve örnekleri çoğaltılabilecek
eserlerin, bu ideali anlatan örnekler olduğunu söyleyebiliriz.
Özellikle 18. yüzyıldan itibaren
yazın alanında çok sayıda örneğine rastlayacağımız anti-ütopya geleneğinin, en
yalın ifadeyle, giderek büyüyen ve totaliter bir kimliğe dönüşen devlet ve
seçkinler çarkına, hızla gelişen bilimsel keşiflerin erk sahibi kesimler
tarafından çıkar amaçlı kullanılmasına, baskıcı siyasal düzenlere karşı
düşünsel düzlemde bir karşı duruş olarak ortaya çıktığı söylenebilir. Kara
ütopya olarak da adlandırılan bu geleneğin en ünlü örneklerden bazıları
Kaynakça’da zikredilmiştir.[329]
Ütopya konusuna ve bu alandaki
yazına ilerleyen bölümlerde konumuz bağlamında yeniden değinme olanağı
bulacağımız için, şimdi ütopya geleneğinin babası sayılan Plâton’un görüşlerine
yer vermek istiyoruz.
3.3.3.2. Plâton’un Eserlerinde Ütopya
Antikçağ ütopya geleneğinin en
önemli ismi Plâton’dur.[330] Ünlü düşünürün üçlü olarak
tasarladığı Timaios,[331]
Kritias,[332]
Devlet[333]
ve hiçbir zaman yazılamayan Hemokrates, bu alandaki eserleridir.
Görkemli ada krallığı Atlantis’in Atina’yı fethetme çabasının anlatıldığı kısa
metin Kritias, başta Thomas More’un Utopia’sı,[334] [335]
Tommaso Campanella’nın Güneş Ülkesi36 ve Francis Bacon’ın Yeni
Atlantis’i[336] olmak üzere ütopya
geleneğinin birçok örneğine kaynaklık edecektir.
Ütopyaların en belirgin
özelliği, yaşanılan-gerçek dünyaya naif bir alternatif oluşturma çabası
olarak tanımlanabilir. Bu bağlamda “Ütopyanın değeri güncel
uygulanabilirliğinde değil, olası bir gelecekle olan ilişkisindedir.
(...) Ütopyayı güçlü kılan, hayali ve ‘uygulanamaz’ niteliğinin ta kendisidir.”
(Kumar, 2005, s. 12) Amaçlanan ütopik toplumsal düzende doğumdan ölüme her şey
bir düzene bağlanmıştır. Devlet örneğinde görüldüğü üzere mutlu, uyumlu
ve huzurlu bir yaşama ulaşma yolunda biçimsel güzellik (kusursuzluk) bir araç
olmaktan öte nihaî amaç halini alır. Bedensel eksiklikler, fiziksel kusurlar,
biçim bozuklukları ve nihayet ucubeler, toplumun huzurlu-uyumlu beraberliği
önünde engel oluşturur. Bu bağlamda yöneticilerin birincil görevi, ütopyanın
sürdürülebilirliğini teminen, bedenen ve ruhen uyumlu bireyler
yetiştirmek olacaktır.
Kuşkusuz ütopya yazarlarının
Antik Yunan’da ortaya çıkan sağlık algısından etkilenmemiş olduğu düşünülemez.
Ünlü hekimler yetiştirmiş Antikçağ’da hastalığın mükemmel kurgulanmış bedenin istisnaî
bir hali olarak tanımlandığını; kendisiyle ve kosmos ile uyum halindeki
bedene yapılan bir saldırı olarak kabullenildiğini daha önce
belirtmiştik. Bu bağlamda sağlığın Antikçağ’da, farklıların ortaya konması
bağlamında adeta bir turnusol kâğıdı görevi gördüğünü söyleyebiliriz.
Plâton’un Politeia’sı[337] Antikçağ’da devlet ve yönetim
ilkelerini temel alarak yazılmış ne ilk ne de tek kitaptır. Başta şair ve
devlet adamı Solon’un (İÖ 640-560) yasaları olmak üzere çok sayıda filozof,
şair ve devlet adamı siyaset felsefesinden sosyolojisine Devlet üzerinde
düşünmüş ve eserler vermişlerdir. Ancak Plâton’un yapıtı kendisinden önce ve
sonra yazılanlar arasında ayrıcalıklı bir yere sahiptir. Farkı dili, kurgusu,
yöntemi kadar, kendi içinde tutarlı içeriğinden[338]
kaynaklanmaktadır. (Salin, 1924, s. 12)
Plâton Devlet adlı
yapıtında ideal bir toplumun ihtiyaç duyduğu şeylerin başında, doğru, güzel,
ahlâklı ve sağlıklı bir nesil yetiştirilmesi yattığını her fırsatta dile getirir.
Bu bağlamda müzik ve beden eğitimi “içi dışı birbirine uyan düzenli kişileri
sevecek, düzensiz insanları sevmeyecek” (Devlet, 402d), gençlerin
yetiştirilmesi için birebirdir. Plâton’un ‘düzensiz/uyumsuz insan’ tanımı
bedensel kusurları içine alacak denli esnektir:
-İşte müzik eğitimi gören de, böylesine içi dışı birbirine
uyan düzenli kişileri sevecek. Düzensiz insanları sevmeyecek.
- İçinde bir bozukluk olan insanı sevmeyecek, ama bedendeki
bir eksikliğe katlanabilir.
-Anlıyorum,
senin kusurlu bir sevgilin var, ya da oldu da ondan böyle söylüyorsun. Bir
diyeceğim yok. (Devlet, 402d-e)
Antikçağ’da mutluluk ve huzurun
kaynağını zihinsel, dolayısıyla bedensel uyum oluşturuyordu. İleri derecede
bedensel-zihinsel engelliler, diğer bir ifadeyle hilkat garibeleri (missgebildete
Menschen) toplum içinde dışlanmış bir konumdaydı. Kamburluk, tek gözlülük,
kısa bacaklılık, devlik veya cücelik gibi bedensel kusurlara sahip insanlar,
uğursuzluk getirdiklerine inanıldığı için, damgalanarak dışlanır ya da alay ve
eğlence konusu olurlardı. (Thommen, 2007, s. 83)
Plâton ideal toplumunda
bedensel-zihinsel kusurlu olanlar kadar, yukarıda aktarılan Asklepios’a atfen
yaptığı yorumdan da anımsayacağımız üzere, ağır hastalara da yaşama şansı
vermez. İdeal Ülke’de “seçkin olmayan yurttaşların ve daha başkalarının
doğuştan bir eksikliği olan çocukları da gözden uzak uygun bir yerde“ (Devlet,
460c) bakılacaktır.[339] Böylece zaman içinde,
doğuştan eksikliği olanlar yaşama şansı bulmayacağı için sokakta kusurlu
yurttaşlara rastlanılmayacağı da kesindir. Plâton ideal ülkesinde âri
bir ırka ulaşmanın mümkün olduğuna inanır;
(...) her iki
cinsin de en iyilerinin en fazla, en kötülerinin de en az çiftleşmeleri
gerekir. Ayrıca en kötülerin değil, en iyilerin çocuklarını büyütmeliyiz ki, sürünün
cinsi bozulmasın. (Devlet, 459d-e)
Yine Gündelik yaşamın her
alanında aşırılıkların peşinde koşan, farklılık yaratma çabası içinde olanların
dışlanmasını öngören bir modelin içinde çeşitliliğe de yer yoktur. İyi savaşçı
yetiştirmenin kurallarını anlatırken yemekte çeşitliliğin zararlarına müzikte
sadelikten örnek vererek açıklık getirir: “Çeşitlilik insanın içinde
düzensizliğe, bedeninde bozukluğa yol açar. Oysaki müzikte sadelik, kişinin
içine düzen, bedenine sağlık verir.”(Devlet, 404e)
Bizce Plâton’un evren, devlet ve
insanı ortak paydasına alarak kurguladığı ütopik Devlet’i, bireyde
olduğu kadar toplumsal düzende de kusursuzluğu temel alan, aşırılık altında
tanımlanan her türden farklılıklara kapalı, yabancı olanı dışlayan bir model
olarak kurgulanmıştır. Bu modelin en önemli ayağını bedenen ve ruhen kusursuz, sağlıklı
bir nesil yaratmak ideali oluşturmaktadır. Batı dünyasında ilk kez Plâton
insanın beden ve akıl sağlığında ortaya çıkan uyumsuzlukların, Devlet
gibi büyük bir toplumsal organizasyonda dışsallaştırılabileceğine ilişkin
kuramsal bir model oluşturmuştur. Böylelikle bedende (bireysel düzlem) ortaya
çıkan hastalık emareleri ve devamında oluşan kişilik deformasyonlarının
etik bir problem olarak yorumlanması, toplumsal bağlamda farklılıkların
ıslahına, giderek yok sayılmasına zemin oluşturacaktır. Bu bağlamda
ötekileştirme sürecinin başlangıcında, tanımlanmış özneye göre muğlâk,
giderek ay(kı)rı düşen deforme birey algısı yer almaktadır.
Plâton, Tanrı tarafından
bahşedildiği ölçüde, mânia ile sıradan delilik arasındaki tarafgir
düşünceleriyle, Antik dünyada dışlamadan ayrıştırmaya ‘öteki’nin zihinlere
yerleşmesine önemli katkıda bulunmuştur.
3.4. ARİSTOTELES VE MELANKOLİ
3.4.1.
Aristoteles’in[340] Tıp tarihindeki Yeri ve Önemi
Antikçağ’ın en büyük düşünürlerinden
biri olan Aristoteles’in (İÖ 384-322) doğa bilimlerinde çığır açan düşünceleri
yanında, tıp alanındaki katkıları da son derece önemlidir. Konumuz açısından
bunun somut örneği aşağıda inceleyeceğimiz melankoli üzerine düşünceleridir.
Antikçağ’ın bu ünlü filozofunu çağdaşlarından farklı kılan fizik, kozmoloji,
meteoroloji, fizyoloji, antropoloji, zooloji, anatomi, botanik, matematik ve
mekanik alanlarındaki gözleme dayalı özgün düşünceleri nedeniyle evrensel âlim
olarak tanımlanmasıdır. Owsei Temkin, Aristoteles’in tıp alanındaki çalışmaları
göz önünde bulundurulduğunda geleneksel bir hekim olarak tanımlanamayacağını
belirtiyor. Aristoteles’in yaşadığı dönemde ve takip eden yüzyıllarda, tıp
meseleğinin ya meslekten hekimler ya da filozoflar tarafından icra olunmakla
birlikte, gündelik yaşamda çalışmalar pratisyen (cerrahlar) ve uzman hekimler
tarafından yürtülmektedir. Aristoteles, Celsus gibi örneklerden görüleceği
üzere, tıbbı, esas uzmanlık alanının bir parçası olarak icra eden, üçüncü bir
grubun daha ortaya çıktığını belirtiyor. (Temkin, 1971a, s. 3)
Hem annesi, hem de hekim olan
babası Nikomakhos’un Asklepiad bir aileden geldiği bilinen Aristoteles, tıp
eğitimi[341] de almış olmakla birlikte
hekimlik yapmamış, insan anatomisi üzerinde doğrudan çalışma imkânı olmamıştır.
(Pagel, 1915, s. 80) Diogenes Laertios (V,1) tarafından, ‘Plâton’un en has
öğrencisi’ olarak tanımlanan Aristoteles’i farklı kılan araştırmacı kimliğinin
değeri, sistematik düşünce biçimi ve gözlemci kişiliğiyle birleştiğinde ortaya
çıkar. Doğa bilimleri alanındaki başarısının temelini çok iyi kullandığı
olağanüstü gözlem yeteneği oluşturur.
Aristoteles, Empedokles’in temel
elementlerini niteliklerine göre gruplandırır; ateş sıcak ve kuru, hava sıcak
ve nemli, su soğuk ve nemli, toprak soğuk ve kuru olarak tanımlanır. Mizaçlar (Temperamente)
Öğretisi’ne göre karakterlerin farklı ısı ve dengesiz karışımlar sonucunda
vücutlarında oluşabilecek riskleri ortaya koyar. Ölümden yaşama, uykudan
uyanıklığa, gelişmeden çürümeye, hastalıktan sağlığa her şeyi temel
elementlerin sahip oldukları nitelikler belirler. Antikçağ boyunca sıkça
duyacağımız yaşam dönemleri ve mevsimler ile nitelikler arasındaki ilişki
Aristoteles tarafından da kurulur; yaşlılar kuru ve soğuk, çocuklar ise nemli
bir kafaya sahiptir ve bu mevsimden mevsime değişir. Gelecek yüzyıllarda
Yunanistan Yarımadası’nda ve Roma İmparatorluğu’nda özellikle seçkinler
arasında sağlıkla, giderek bedensel güzellikle eşdeğer görülen ve bedensel
hareket sonucunda vücuttan atılan ‘zararlı yabancı maddeler’ Aristoteles
tıbbında da önemli bir yer tutar.
Etik ve politika gibi pratik bir
sanat olan Aristoteles tıbbında ruhun ve iskelet sisteminin merkezi olan kalp,
embriyoda oluşan ilk organ olarak yaşamsal öneme sahiptir. Hayvanlar üzerinde
yaptığı deneylerle dokubilimin (Schneider ve Lang, 1977, s. 28 vd.), daha sonra
Galenos tarafından geliştirilecek olan fizyoloji ve iskelet sistemi üzerine
yaptığı çalışmalarla Genel Anatomi’nin kurucusu olarak kabul edilir. (Pagel,
1915, s. 81)
Aristoteles tıp tarihinde, Problemata
adlı metinle, ilk kez melankoliklerin sağlık durumları, karakter yapıları ve
zekâlarından hareketle tipolojisini çıkarır. Böylece metin melankoli
üzerine yaklaşık iki bin yıldır süregelen verimli bir tartışmanın çıkış
noktasını oluşturur. Aşağıda melankoli haline övgü niteliğinde kaleme
alınmış bu önemli metni incelemeye çalışacağız.
3.4.2.
Antikçağ’ın Bir Erdemi Olarak Melankoli
Aristoteles’in tıp eğitimi de
aldığı göz önünde bulundurulduğunda ‘melankoli’ ile olan ilişkisi daha ilginç
bir hale gelir: Aristoteles için melankoli yoktur, sadece melankolik vardır.
Melankoli hastalığından çok, değişen doğası ile patolojik bir obje haline gelen
‘melankolik’i, tıbbî düşünce temelinde ele alır. Bir bütün olarak Aristoteles
külliyatına bakıldığında istisnalar dışında melankolikler üzerinde ayrıntılı
analizlere girmediğini söyleyebiliriz. (Flashar, 1966, s. 60)
Antikçağ’ın İÖ 4. yüzyılından
itibaren melankoli kabulünde yaşanan dönüşümde özellikle tragedyalarda ortaya
çıkan mânia33 tasvirinin önemli bir yeri vardır: zayıflamış
bir bilinç, kaygı-öfke dolu bakışlar, melankolik bir ifade, bitmek bilmeyen
kuruntular ve nihayet karanlık çöktüğünde uluyan, saldırmaya hazır kurtların
verdiği tedirginlik (Likantropi). Antikçağ kahramanlarının davranışlarında
görülen değişiklikler sonu deliliğe varan gidişin somut belirtileri olarak
görülecektir.
Tragedyalarda tasvir edilen bu
çalkantılı ruh haline karşın Aristoteles’in melankoli kabulü Hippokrates ile
Plâton arasında bir noktada yer alır. Bir yandan Hippokrates’in beden
sıvılarının işlevlerinden hareketle kara safraya atfettiği önemi, fazlalığı
durumunda ortaya çıkacak anomalileri kabul ederken, diğer yandan Plâton’un
Tanrı’nın bir lütfu olarak gördüğü mani halini, destansı kimliğinden ayırarak
tıbbî bir çerçevede yeniden yorumlar.
Bu noktada Plâton’un, genel
olarak delilik anlamında kullandığı mânia[342] [343] haliyle,
Aristoteles’in kaygılı, endişeli, bezgin ‘melankolik’ tanımının örtüşmediğini,
konuya tekrar döneceğimizi anımsatarak, belirtelim.
3.4.3.
ProblemataXXX: Kara Safra’nın Gücü
Aristoteles’in Sorular
(Problemata)'"9
adlı yapıtının XXX. bölümü ilginç bir soruyla başlar: “Neden felsefede,
siyasette, şiirde, sanatlarda bütün sıra dışı adamlar bariz karasafralı?“
(Aristoteles, 2007, s. 108) Kuşkusuz bu soru birçok ilki beraberinde
getirmektedir. Corpus Hippocraticum'un en eski metinlerinde hastalık
yapıcı özellikleriyle öne çıkan, ‘İnsanların Doğası Üzerine’ başlıklı Corpus
kitapçığında dört beden sıvısından biri ve insanın bedenin temeli olarak kabul
edilen kara safranın aşırılığı ilk kez olumlu olarak değerlendirilmekte ve
melankolikler üstün vasıflarıyla övülmektedirler. (Flashar, 1966, s. 62)
Diğer yandan soru karasafralılara mükemmellik[344] [345] atfettiği için aynı
zamanda bir yargı da içermektedir. Karasafralılara bu olumlu yaklaşım
kişiler kadar, Antikçağ’da bahse konu uğraşlara atfedilen önemle de
ilintilidir. Savaş ve hitabet sanatının tüm inceliklerini bünyesinde barındıran
devlet adamlığı, en az felsefe ve şiir kadar saygın bir konumdadır. Kuşkusuz bu
temsilin temelini olağanüstü yaşamlarıyla Antik Yunan
397
trajedilerinde başrol oynayan çılgın melankolik kahramanlar
oluşturur.
Bellerophontes,[346] [347]
Aias,[348] Herakles[349]
ve Agamemnon’un[350] davranışlarındaki hezeyanlar,
aşırılıklar, öfke ve tutarsızlıklar ruhlarındaki kararma ve çalkantının dışa
vurumudur adeta. (Klibansky vb., 1992, s. 56; Teber, 2004, s. 79 vd.)
Daha önce değindiğimiz gibi, her ne kadar Homeros’un destanlarında
melankoli sözcük olarak henüz yer almasa da, safra sıvısıyla heyecanlı/taşkın
mizaç arasında ilişki kurulurken, siyah (kara) renk duyuların kararmasını
anlatmak için kullanılır, ancak ‘safra’ kavramıyla ilişkilendirilmez. (İlyada,
I,101-104)[351] Jean Starobinski bu bağlamda
‘karasafra’nın olağandışı bileşimine dikkatimizi çeker: karanın, gece ve ölümü
çağrıştıran tekinsiz karanlığı ile safranın aşındıran, meydan okuyan, acı
doğasının birleşmesi sonucunda ortaya güçlü bir karışım çıkar. (Starobinski,
2011, s. 43) Raymond Klibansky ‘melankoli’[352]
veya ‘kara safra’ kavramlarının Homeros’dan başlamak üzere Antikçağ’da izi sürüldüğünde,
ölümle, kötücül güçlerle özdeşleşen tekinsiz ‘siyah renk’in yazında ne denli
önemli bir yer tuttuğunu vurgular (Klibansky vb., 1992, s. 15-16) Diğer yandan
Hippokrates öncesi dönemde sağlık dışı yazında ‘safra’ ile ‘kara’[353] kelimeleri ilk kez anlam
bütünlüğü içinde bir sıfat olarak
(melancholos) bir arada
Sofokles’in Trakyalı Kadınlar[354] isimli tragedyasında
görülür. (Flashar, 1966, s. 37)
Aristoteles’in metni öncelikle Plâton tarafından deliliğe (mani)
atfedilen tanrısallığa karşı alınan bir tavır, giderek bir reddiye olarak
okunabilir. Diğer yandan metnin ana izleği Hippokrates tıbbındaki beden
sıvıları öğretisinden hareketle geliştirilen tıbbî- bilimsel melankoli
kavramına daha yakındır. Son tahlilde metnin bu iki görüşün doğa felsefesi
bağlamında sentezi olduğu söylenebilir. Aristoteles melankolik mizaca verdiği
kahramanlık mertebesini Plâton’dan ödünç alırken, kara safranın bedende
aşırılığı/eksikliği sonucunda ortaya çıkan fiziksel durumu (hastalığı)
açıklamak için
Hippokrates’den yardım alır.
Diğer bir ifadeyle melankoliklerin doğaüstü yönlerine karşın etten kemikten bir
varlık, insan, olarak kavranmasına olanak veren bir tanım yapar. Metinin
üzerine inşa edildiği en önemli iki düşünceden birisinin, kara safranın miktar
ve ısısından hareketle ulaşılan ‘üstün vasıflı’ tanımı diğeri ise şarabın insan
psikolojisi üzerindeki etkileri ve kara safra ile şarap, kara safra ile hava
arasında kurulan ilişkilerdir. (Flashar, 1966, s. 64 vd.)
Aristoteles Problemata’nın
(953a10-955a40) son cümlesinde yer alan “o zaman bütün karasafralıların sıra
dışı olmasının nedeni hastalık değil, doğa” ifadesindeki ‘sıra dışı’ ve
‘hastalık’ kelimeleriyle Plâton ve Hippokrates’i referans gösterirken, ‘Soru/n/larıri
nedenlerinin ‘doğa’da aranması gerektiğine olan inancını ifade eder.
Aristoteles kara safra illetinden muzdarip olanların kervanına[355] Aias, Bellerophontes,
Herakles gibi destan kahramanlarına ilâveten, (kendi ifadesiyle) yenilerden
Empedokles,[356] Plâton[357]
ve Sokrates’i de[358] katarak ozanların mizaç
itibariyle ne denli melankoliye yatkın olduğuna dikkat çeker. Ancak destan
kahramanlarının öfke dolu çılgınlıkları bilinen bir gerçek iken, üstün
yetenekleriyle öne çıkan sıra dışı adamlara atfedilen melankolik mizaç yenidir.[359] (Aristoteles, 2007, s. 110;
Klibansky vb., 1992, s. 60; Flashar, 1966, s. 63 vd.) Böylece hepsini
karasafralı (schwarzgallig) olarak tanımlar. (Leibbrand ve Wettley,
2005, s. 81)
Metin kara safra ile şarap
arasında benzerlik kurularak başlar: Şarap kısa süreli kişilik değişimlerine
neden olur. Şarabın fazlası insanları karasafralılara benzetir: Kimi öfkeli
olur, kimi insan canlısı, bir diğeri yufka yürekli. Şarap gündelik yaşamlarında
soğuk ve suskun olanların dilini çözer, o kadar ki, nutuk atabilecek hale
gelirler. Daha da içerlerse küstahlaşır, deliye dönerler. Her türlü sınırın
aşıldığı, aptallaşmış suratlardan, pelte haline gelmiş bedenlerden anlaşılır.
Bu son aşamadakilerin hali saralı ya da kara safra hastalığından muzdarip
olanlarla benzeşir; birisi şarapla o hale gelmişken diğerinin doğal halidir bu
(Aristoteles, 2007, s. 110; Klibansky vb., 1992, s. 61-62; Müri, 1971, s. 168
vd.)
Şarabın karakter üzerindeki
geçici etkisine karşın, doğadan edinilen (kara safra fazlalılığı) süresizdir,
insan yaşadığı sürece ona eşlik eder. Aristoteles şarabın kısa süreli de olsa
şekillendirdiği değişimlerin veya doğal yollardan edinilen kişiliklerin
sıcaklığın denetiminde işlediğini belirtir. Diğer yandan ikinci nitelik hava,
hem şarapta hem de kara safranın karışımında yer aldığı için bir benzerlik söz
konusudur aralarında. Kara safralı doğası gereği sıcak ve soğuğun karışmasıyla
ortaya çıksa da son tahlilde soğuk mizaçlıdır. Doğa gereği bedendeki fazlalığı
soğukla birleşince ahmaklık ve salaklığa neden olurken, sıcakla birleşen fazla
kara safra kimilerini fevrî, kimilerini sevdalı, kimilerini ise yetenekli
yapar. Ancak bu sıcaklık akılla ilgili yere[360]
yakın olduğundan delilik hastalığına neden olur (Aristoteles, 2007, s. 112-116;
Klibansky vb., 1992, s. 6368)
Kendi içinde tutarlı olmayan
adeta bir su gibi bir sıcak bir soğuk olan kara safra, hastalık çeken insanları
tutarsızlaştırır, farklı görünmelerine neden olur: kimi zaman ödlek kimi zaman
umursamaz olurlar. Kara safra her bedende mevcut olduğu için bu belirtiler az
veya çok herkeste görülür. Ancak bu etkilerin (kabiliyetlerin) derinlere
gitmesiyle karakter etkilenir. Kara safra karışımı yoğun olanlar karasafralı
(melankolik), az olanlar ise sıra dışı ve itibarlı olurlar. Ancak kendilerine
dikkat etmezler ise, ki bu insandan insana değişir, vücutlarının neresinde
çıkacağı belli olmayan kara safra hastalıklarına yakalanmaya yatkın hale
gelirler: kimilerinde epilepsi, ötekilerinde inme, bir başkasında ağır
depresyon veya korku, nihayet Makedonya Kralı Arkhelaos örneğinde görüldüğü
gibi düşüncesiz bir cesaret olarak ortaya çıkar. (Aristoteles, 2007, s.
116-118; Klibansky vb., 1992, s. 70-72)
Daha önce belirttiğimiz gibi,
önemli olan bu değişliklere neden olan gücün kaynağı ve soğuk sıcak ile nasıl
bir ilişki kurduğudur. Aşırı soğuk karışım depresyona neden olur; özellikle
gençler ve zaman zaman yaşlılar da kendilerini asarak intihar ederler. Sarhoş
olunca intihar edenlere de rastlanır. Şarap iç sıcaklığı artırıp kara safrayı
ısıttığı için, gençler ve çocuklar gibi, kişiyi mutlu kılar. Aslında bir soğuma
olan yaşlılıkta giderek yok olan sıcaklık nedeniyle yaşlılar çocuklara göre
kendilerini daha çok mutsuz hisseder. Daha önce belirtildiği gibi, bedende
karasafralı karışım soğuksa farklı depresyonlar ortaya çıkar, ancak sıcak
olunca canlılık, neşe gelir. Çocukların canlı ve rahat, yaşlıların bezgin
olmasının nedeni budur. Melankoliklerin tutarsız olması, kara safranın ya çok
sıcak ya da çok soğuk, yani kararsız, olmasından kaynaklanır. Ancak bu
kararsızlık halinde bile elverişli karışımın olanaklı olması bizi, melankoliklerin
hastalık nedeniyle değil, yaradılışları itibariyle sıra dışı insanlar oldukları
sonucuna götürür. (Aristoteles, 2007, s. 118-122; Klibansky vb., 1992, s.
72-76)
Yukarıda kısaca Problemata’’nın anılan çevirilerinden
faydalanarak, Aristoteles’in farklılık yaratan bir durum olarak melankoli
halini tanımlama çabasını özetlemeye çalıştık. Metinde hastalık olarak
melankoli ile doğanın sunduğu mizaç olarak melankolinin birbirinden
farklı şeyler olduğu önemle vurgulanır ve öncelikle diğer beden sıvılarına
karşın kara safranın, bedende dengesizlik yaratarak sağlığı bozan gücü 412
ortaya konur.
Üstün
yetenekli kişiler kara safranın birbirine tamamen zıt iki farklı etkisinden
yararlı ve değerli olanına sahip olarak yaratılırlar. Metinde kara safranın
karakter üzerindeki etkileri şarabın etkileriyle karşılaştırılır. Şarabın da
başlangıçta insanlar üzerinde olumlu etkileri görülür: tutukluklar
gider, dil çözülür, rahatlanır ve içende insan canlısı bir tavır gözlenir.
Ancak doz arttıkça bu etkiler olumsuza döner kişi ya aşırı sinirli, saldırgan
olur ya da intihar edecek denli hüzünlenir. Sonuçta şarabın etkisi geçince eski
haline döner. Başlangıçta olumlu görülen özellikler birdenbire ortadan kalkar,
kalıcı hiçbir şey elde edilemez. Son tahlilde bu bir mizaç özelliği (Temperament)
değil, dışarıdan etkiyle uygun koşullarda ortaya çıkan arızi bir
durumdur. Ama uygun sıcaklığın eşlik ettiği gerçek karışım (kara safra)
etkisini bir yaşam boyu sürdürür, kalıcıdır. Kişinin doğasından kaynaklanan
kara safranın bedendeki miktarı ve niteliği dengelidir. Doğanın bahşettiği
farklılık yaratan yücelik ile şarapla taklit edilmeye çalışılan hal arasında
çok fark vardır. Ulrich Horstmann’ın (2010, s. 11), yerinde tesbitiyle, metni
bu denli eşsiz kılan melankoliyi patolojik olmaktan çıkarıp onu doğal olarak
kabul etmesidir. [361]
Problemata" da yer
alan düşünceleri bu denli önemli kılan özelliklerinden biri, kara safranın
sıcaklık, hava benzeri uygun koşullar (nitelikler) sağlandığında, soğuk ve kuru
gibi olumsuz niteliklerinin nasıl olumluya çevrilebileceğine dair inançtır:
Metnin baş aktörü doğadır. Hippokrates tıbbında her beden sıvısına özgü farklı
niteliklerin uygun koşullardaki en uygun paylaşımı olarak tanımlanabilecek
denge hali son tahlilde sağlıklı olmakla eşdeğerdir. Bu bağlamda safra
sıvısının (kara) aşırı salgılanmasından kaynaklanan melankoli bir hastalıktır.
Diğer yandan metinde Antikçağ boyunca çoğu kez birbiriyle örtüşen iki kavram mânia
ve melankoli arasındaki ayrım, yeni melankoli tanımından hareketle açık
biçimde ortaya konur.
Sonuç itibariyle Aristoteles’e
atfedilen Problemata"yı bu denli önemli kılan unsurların başında,
başta Hippokrates ve Euripides olmak üzere, faklı Antikçağ yazarları tarafından
çılgınlık, deha, delilik melankoli üzerine kaleme alınan metinlerde olmadığı
kadar yeni algıyı tartışmaya açmış olmasıdır. (Müri, 1971, s. 169-170)
3.4.4.
Plâton ve Aristoteles’de Melankoli Kavrayışı:
Benzerlikler-Farklılıklar
Buraya kadar anlatılanlardan
anlaşılacağı gibi, Plâton ile Aristoteles arasında melankoli konusunda önemli görüş
ayrılıkları vardır. Kuşkusuz bu farklılığı yaratan, melankolik kişiliği
doğabilimsel ve tıbbı bir çerçevede yeniden tanımlayan ve kavrama yeni bir
soluk getiren Aristoteles’tir. Biz bu bölümde Aristoteles’in metnine biraz daha
yaklaşmayı amaçlıyoruz. Öncelikle Lâszlo F. Földenyi’nin Problemata"yı
çözümleme yöntemini kendimize esas aldığımızı ve açıklamalarımızı bu çalışmaya
dayandıracağımızı belirtelim.[362]
Aristoteles, Hippokrates’in
melankoliyi hastalık olarak kabul eden yaklaşımına prensip olarak bağlıdır.
Diğer yandan mizaç üzerindeki belirleyici gücü nedeniyle kara safranın diğer
beden sıvılarına göre fazlalılığının sağlık için zararlı olacağını peşinen
kabul eder. Aristoteles’e göre melankolikler mizaçlarını ölçülü (orta
karar)[363] kara safranın şekillendirdiği
kişiliklerdir. Melankolik kişilikte kara safra sadece miktar olarak değil, ısı
olarak da en uygun düzeydedir: Ne sıcak ne de soğuktur. Politikadan sanata,
felsefeden edebiyata yetenekleriyle öne çıkan bu kişilikler, kara safranın
olası aşırı ısınması veya soğuması durumda risk altındadırlar. O halde
melankolikler için yaşam boyu süren bir sıradışılık hali bahis konusudur: bir
yandan diğer beden sıvılarına oranla kara safranın fazlalılığı hastalık işareti
iken, diğer yandan bu fazlalık bir kararlılık (ölçülülük) halini beraberinde
getirir, yani melankoliklere sağlık verir. Bu durum bize, beden sıvıları
açısından kötü olan bir karışımın, mizaç için en uygun karışım olabileceğini,
melankoliğin ölçülü ve sıra dışı kimliğini ortaya çıkarabileceğini gösteriyor.
(Földenyi, 2004, s. 20-21) Bu bağlamda, Hippokrates tıbbında öne çıkmakla
birlikte tüm Antikçağ’a hâkim olan ve makrokosmos örnek alınarak bedende
modellenmeye çalışılan denge, uyum, ölçü ve kararlılık arayışlarının,
Aristoteles tarafından sürdürüldüğünü görüyoruz.
Melankoliklerin vasıflarından
dolayı ortalama (sıradan) olmaması, onların sıra dışı kişilikleri
nedeniyle hasta oldukları anlamına gelmez, tersine ortalamanın üzerinde
sağlıklı bir yaşama sahiptirler. Kuşkusuz üstün vasıflara haiz sağlığın
ölçütleri, ortalama tarafından temsil edilen sağlıktan farklı olacaktır.
Melankoliye neden olan kara safra köken itibariyle bir beden salgısıdır ancak
üstün vasıflı kişiliklerde hem beden hem de ruh üzerinde etkili olur. Kaldı ki
bedensel bir değişimin ruh halinde yaratacağı etki göz önünde bulundurulduğunda
ayrım yapabilmenin zorluğu ortaya çıkar. Problemata’da adı geçenler,
üstün vasıflara sahip melankolik kişiliklerde değişimin sadece akılda değil
bedendeki sonuçlarına dikkatimizi çeker. Bir yanda Herakles’in fiziksel gücünü
üstün kılarken beraberinde onu çılgınlığa sürükler; Empedokles’i, Plâton’u ise
sıra dışı parlak beyinlerle ödüllendirir.
Aristoteles melankoliklerin
bedenen ve/veya akıl düzleminde fevkalade müstesna kişilikler olduğunu kabul
eder ancak bu farklılığın kazanılmasında Plâton’dan farklı düşünür. Ancak
Aristoteles bu fevkalâde müstesna (aufierordentlich) melankolik
kişilikler hakkında bize ipucu vermez, sadece yakın çevresinden bazı isimleri
ve mitolojik kahramanları sayar. Özellikle Herakles,[364]
Aias,[365] Bellerophontes[366] gibi kahramanların ruh
halleri çılgınlığa417 [367] varan bir devinim halindedir.
Bu kahramanların davranışları iki ayrı uçta duruyor gibi gözükse de birbirine
akraba olan iki ruh hali, çılgınlık ve melankoli arasında salınır. Sınırsız
gücün Herakles’te yarattığı çılgınlık hali giderek tarifsiz bir yanlızlığa
dönüşür. İtildiği bu yanlızlıkta ortaya çıkan melankolik - çöküntüye uğramış-
ruh hali, aynı zamanda sahip olduğu yetenekler için ödemek zorunda kaldığı bir
bedeldir adeta. Mitoloji kahramanlarının müstesna çılgınlıkları dünyevî
özelikler taşımadığı için, dünyevî yöntemlerle tedavi edilemez. Kaldı ki böyle
bir imkân olsaydı yok edilmeleri de o derece kolay olurdu. (Földenyi, 2004, s.
25)
Aşağıda Plâton’un melankoli
kavrayışına değinirken belirteceğimiz üzere, Aristoteles’in çılgın bir ruh hali
ile melankolik çöküş arasında kalan kahramanları, günümüzdeki tanımıyla,
manik-depresif bir gelgit yaşarlar. Soylu duruşları, korkusuzca katıldıkları
savaşlardaki yiğitlikleri manik bir hali betimlerken, onları yanlızlaştıran
müstesna kişiliklerinin ağırlığı, nihayet bu yükün taşınamayacak hale gelmesi
depresif bir sürecin başlangıcı olacaktır. Kara safranın aşırı ısınması mânia,
soğuması melankoliye neden olmakla birlikte, bu durumda ortaya çıkan melankoli
ölçülü/kararlı bir karaktere sahip değildir, dolayısıyla beraberinde
üstünlük/farklılık getirmez. Bu kahramanların yaşadıkları melankoli,
dolayısıyla melankolik kişilikleri, yenilerden farklıdır. Onlar
sonunda insanlardan kaçıp, birer mecnun gibi yanlızlıklarına sığınırken,
Sokrates, Plâton, Empedokles için durum bütünüyle farklıdır. Ancak bu farkın ve
atfedilen üstünlüğün nedenleri hakkında Problemata"da bilgi yoktur.
Bildiğimiz beden-ruh, madde-akıl ayrımının henüz olmadığı iki bin yıl öncesinin
Antik Yunan dünyasında kara safra sıvısının niceliği ve kalitesi üzerinden
ortaya çıkan sonuçların ruh-akıl dünyasına ait olduğuna kesin gözüyle
bakılmaktadır.
Bu noktada
tekrar Plâton’un melankoli kavrayışına dönmek istiyoruz. Düşünür Tanrı vergisi
çılgınlık ile melankoli arasında kesin bir ayrım yapar; melankoliyi dünyevî bir
rahatsızlık olarak görür ve sıradan deliliğe benzer bir yaklaşımla
değerlendirir. Plâton’da genel olarak delilik olarak belirlenen mânia
hali, günümdeki tanımıyla bipolar bozukluklarla (manik-depresif hal) bütünüyle
örtüşür. Bilindiği üzere duygu ve davranışlardaki aşırı istekli, canlı,
dizginlenemez coşkulu bir evre olan ‘manik hal’i, aşırı durgun, isteksiz,
endişeli, kaygılı ‘depreşir evre takip eder. Plâton, yukarıda belirtildiği
üzere, Tanrı vergisi çılgınlığın karşısına, tıbbî bağlamı muğlâk, içeriği net
anlaşılamayan bir sıradan delilik yerleştirir. Timaios" da
yaptığı ruh hastalığı tanımını yeniden anımsayalım:
Şimdi de,
vücudumuzun yaradılışına göre, ruh hastalıklarının nasıl meydana geldiğini
görelim. Başlıca ruh hastalığının akıl noksanlığı olduğunu kabul etmek
lazımdır. Fakat akıl noksanlığı iki türlü olur: biri delilikten, öbürü
cahillikten. (Timaios, 86b)
Akıl hastalığı önce akıl
noksanlığı olarak tanımlanmakta, daha sonra delilik ve cahillik olarak iki türü
olduğu ifade edilmektedir. Bu noktada akıl noksanlığı[368] hastalıktan öte, daha
genel, giderek etik bir kavrayışı ifade eder. Nedenlerden biri olan cahillik,
tanımı gereği, Plâton felsefesine, akıl noksanlığı olarak anılan nihaî duruma
daha çok uygun düşen etik bir kavramdır. Eğitimli olmayanın cahilliği,
akıl noksanlığı kaçınılmazdır; cahillik bir eksikliktir ancak bir hastalık
değildir. Ancak ikinci neden, yukarıda da belirtildiği üzere, Plâton tarafından
netliğe kavuşturulamamış sıradan (dünyevî) deliliktir. Sıradan delilik,
delilerin (evlerde) kapatılması dışında gündeminde yer tutmaz. Kaldı ki bu
yargıya delilik hastalığının patolojisinden çıkarak ulaştığı da
söylenemez. Onun için önemli olan farklılığı üstünlüğe, olağandışının erdemine,
tahvil eden ilâhi bir kavrayışı öne çıkarmaktır.
Plâton’un bu bütüncül metafizik
yaklaşımına karşın Aristoteles, Hippokrates’in de etkisiyle, sıvıların
niteliklerin etkisiyle bedende ve davranışlarda ortaya çıkardığı yeni durumu inceler.
Yaşlılarda ve bazı gençlerde görüldüğü üzere (aşırı) soğuk karışımın depresyon
nedeni olarak gösterilmesiyle sıradan melankoli hastası tanımlanmış
olur. Fazla şarap içilmesi veya başka bir nedenle kara safranın (aşırı)
ısınması sonucunda ortaya çıkan aşırı neşe, çene düşüklüğü, taşkın tavırlar,
giderek saldırgan davranışlarla manik ruh hali betimlenir. Nihayet aşırı şarap
veya kara safranın fazla ısınmasına neden olan (başka bir hastalık ve benzeri)
başka olumsuz bir neden olmaksızın doğaları gereği karışımı sıcak
olanlar ise, Aristoteles’in bize saydığı üstün nitelikli kişiliklerdir.
Aristoteles’in son tahlilde
Plâton’un metafiziksel unsurlarıyla tanımlanan mânia halini doğabilimsel
bir çerçevede ele alan, deliliğin fiziksel belirtilerini göz ardı etmeyen
bütünüyle yeni bir melankoli tarifi yaptığı söylenebilir.
Buraya kadar anlatılanlardan
anlıyoruz ki, Aristoteles için melankolikler bedenlerinde kara safranın ideal
koşullarda (ne çok sıcak ne çok soğuk) ve ölçüde (kararlı) daimî bulunduğu
insanlardır. Ancak devlet adamlarından, şairlerden, düşünürlerden verdiği
olağanüstü yetenek örnekleri de hastalık riski altındadır: kara safranın aşırı
ısınması veya soğuması nedeniyle onların da sağlıkları bozulabilir. Bir yandan
kara safra sıvısının fazlası diğer beden sıvılarının dengeli karışmış olması
durumu sağlıksız olarak tanımlanırken, diğer yandan ortalama ölçüyü aşan sıvı
sağlık getirebilmektedir: sıvılar için kötü karışım belirleyici olurken, mizaç
için doğru, uygun miktardır belirleyici olan.
Son tahlilde melankolik kişiliği, ortalamanın ölçüsü ve sıradışı
karakterin varlığı belirler. Aristoteles’e göre melankolikler kesinlikle
ortalama insanlar değillerdir. Ancak bu ortalamanın üzerinde olma hali
(sıradışılık) melankoliklerin hasta olduğu anlamına gelmez. Tersine onların
sağlıklı bir yaşam sürebilme yetileri ortalama insandan daha fazladır. Sıra
dışı insanların melankolik karakterde olduğunu savunan Aristoteles, farklılık
yaratan kişilik unsurlarına ilişkin bir ipucu vermez. Sadece mitolojiden örnekler
verir ve kendi bildiği, duyduğu ünlü melankolikleri saymakla yetinir.
Metinde sıra dışı ve ortalamanın üzerinde olana ilişkin bir bilgi yer almaz.
(Földenyi, 2004, s. 2022)
Daha önce değinildiği gibi
Antikçağ’da, çalkantılı bir ruh haline sahip mitolojik kahramanları başta olmak
üzere, melankolik kişilik ile delilik arasında ilişki kurulması geleneği
yaygındır. Yukarıda sayılan Bellerophontes, Aias, Herakles gibi mitolojik
kahramanların tümünde görülen ve sonu deliliğe varan taşkınlık hallerinin
nedeni melankolik kişilikleridir. Tüm kahramanların olağanüstü güç ve
kabiliyetlerinin kaynağında melankoli yatar. Nihayet delilik kaynağını
melankoliden alan bir aykırılık halidir.
IV.
BÖLÜM: ERKEN HIRİSTİYANLIĞA ÖZGÜ BİR MELANKOLİ
TASARIMI OLARAK ACEDIA GÜNAHI
4.1.
UNUTULAN ANTİKÇAĞ MELANKOLİSİ
Bilindiği gibi insanlık
tarihinde Antikçağ’dan Ortaçağ’a geçiş çok sayıda farklı olgunun bir araya
gelmesiyle yaşanmış karmaşık bir süreçtir. Aslında bir geçişten çok dönüşümden,
yaşamın her alanında farklı değerler üzerine temellenmiş yeni bir inşa
sürecinden söz etmek daha doğrudur. 6. yüzyıldan itibaren, başta Antik dünyanın
düşünce sistemi ve yarattığı kurumlar olmak üzere her şey, 12. yüzyıldan
itibaren yeniden anımsanmak üzere hızla bir unutuluş sürecine girecektir. Bu
dönem aynı zamanda akıl hastalıkları, melankoli ve cinlenme gibi insanlık
hallerine ilişkin tasavvurların yeniden şekillendiği ve tanımlandığı bir
başlangıcı ifade eder.
Anımsanacağı gibi daha önceki
bölümlerde Antikçağ’da ‘çılgınlık’ tanımına paralel oluşmuş bir melankoli
algısından hareketle, yazında melankolik kişilikleri yücelten tavrın nasıl
şekillendiği üzerinde durulmuştu. Antikçağ hekimi bedenin çektiği acılara çare
ararken, felsefeciler ‘aklın hastalıkları’ üzerine kafa yoruyordu. Ancak
Hıristiyanlık inancının hayata girmesiyle bu yaklaşım değişecek, hasta aklı
‘beden’den ayırmak daha önemli hale gelecektir. Çünkü aklın hastalığı
bedeninkine benzemez; Tanrı tarafından, işlenmiş bir günahın bedeli olarak,
verilmiş ceza olarak görülür. Aklı yoldan çıkaran, hasta eden ise günah
işlemeye her daim yatkın olan bedendir. Tenin bitmez tükenmez istekleri ceza
(günah) olarak insana geri döner. Et değersiz bir posa olarak,
insanoğlunu idare etme gücünden yoksun olduğu için işlenen günahlar,
hastalık olarak akıl sağlığını bozar ve giderek irade gücünün tümden
yitirilerek demonların esiri, giderek şeytanın kölesi olunmasıyla sonuçlanacak
süreci başlatır; bedenin işlediği günahların bedelini üstüne çöken hastalıkla,
demonların işgaliyle ruh öder.
Aristoteles sonrası dönemde, Geç
Antikçağ’dan itibaren melankoli üzerine Problemata XXX’da yer
alan kabullerin geçerliliğini büyük ölçüde yitirdiği görüyoruz. Ortaçağ insanı
artık aklı ve kişisel yetenekleri kadar, dinî inancının ondan hak etmesini
beklediği erdemleriyle, Tanrı katında edindiği yer ölçüsünde, değerli
olacaktır. Bu süreçte melankoliklere atfedilen ‘üstün yetenekli’ sıfatı, 13.
yüzyıla kadar bütünüyle unutulacaktır. Problemata’’nın Latince’ye
eksiksiz ilk çevrisinin ancak 1258-1266 yılları arasında Messinalı Bartholomaeus
tarafından yapılması, bu unutuluşu teyit eder.
Kuşkusuz unutulanlar sadece
Aristoteles’in melankoli ve melankolik kişilikler üzerine tezleriyle sınırlı
değildir; doğa bilimleri alanında yazdıklarının da akıbeti benzer olmuştur.
Batı dünyasını bu uzun uykudan uyandıran isimlerin başında İngiliz eğitmen
Alexander Neckam (1157-1217) gelir. Neckam sadece Aristoteles’in tezlerini
anarak onları gün ışığına çıkarmakla kalmamış, Antik dünyanın Ortaçağ’da adeta yeniden
keşfedilmesinde büyük rol oynamış ilk yazarlardan biridir. (Klibanski vb.,
1992, s. 127)[369]
Bu dönemde Aristoteles’in
metninin Skolastik Felsefe’nin ışığında yorumlama çabalarının öne çıktığı
görüyoruz. Özellikle Skolastiğin yükseliş döneminde Albertus Magnus (1193-1280)
ve Auvergneli Guillaume (1180-1249) melankolik mizacı, Aristoteles’e atfen,
beden sıvılarından kaynaklanan insana özgü bir olgu olarak kabul etmekle
birlikte, münzevî-tevekkül bir ideale uygun hale getirmeye çabalamışlardır.
Çoğu ruhban sınıfı mensuplarından gelen bu yeniden yorumlama çabalarında,
doğanın sadece uygun koşullar sunabileceği, ancak insanın erdemi ve daha da
önemlisi, Tanrı’nın lütfu olmadan, üstün yetenekli olmaktan söz edilmesinin
mümkün olmadığı savunulacaktır.
Kuşkusuz tüm bu ve benzeri
yaklaşımlar Aristotelesçi melankoli kavrayışından uzaklaşmayı giderek
psikopatolojinin alanına zorunlu bir yönelişi beraberinde getirmektedir. Bu
yeni kavrayışın doğrudan tıbbî bir bağlamdan çok, Hıristiyan etiğine uygun teolojik
bir ‘akıl hastalığı’ tanımlama çabasına uygun düştüğünü söyleyebiliriz.
Melankoli hastalığına Skolastik akıl yürütme çabalarına paralel olarak gelişen
diğer bir önemli yaklaşım 12. yüzyılda yaşamış bir Alman Benedikten rahibesi
Bingenli Hildegard’dan gelir. Hildegard’ın melankoliyi inanç ekseninde
tanımlamaya çalışan, ancak tedavisinde çağına göre ileri tıbbî metotlar
kullanan yaklaşımı 17. yüzyıla kadar önemini koruyacaktır.
Sonuç itibariyle Ortaçağ’ın
melankoli kavrayışının dönemler itibariyle kendi içinde önemli farklılıklar
gösterdiğini ve kavramın bu süreçten farklı çevrelerden gelen katkılarla
zenginleşerek çıktığını söyleyebiliriz.
4.2.
KEŞİŞ MELANKOLİSİ: Acedia
Hıristiyanlığın erken
dönemlerinden itibaren gezgin vaizler, keşişler ve rahipler arasında adeta bir
salgın haline gelen melankoli hastalığına, Hıristiyanlık etiğine uygun bir
açıklama getirme çabaları zaman içinde önem kazanacaktır. Bu bağlamda, her
şeyde olduğu gibi, hastalık ve sağlığın da Tanrı’nın bir lütfu olduğu
anımsatılarak, zaman zaman kullarını sınamak[370]
amacıyla ruhun şeytanın kontrolü altına girmesine izin verdiği kabul edilir.
Ancak bu durum istisnadır ve ruhun kontrolünün bilinçli kaybedilmesi, şeytanla
işbirliği yapıldığı anlamına gelmesi nedeniyle günah olarak görülürken, bedenin
hastalığı genellikle ödüllendirici bir sınav olarak kabul edilir.
Diğer yandan ruhun kurtuluşu
için şeytana karşı verilen mücadele, Tanrı inancının gücünü göstermesi,
sınanması, bakımından da yararlıdır. Ruhun ‘melankoli günahı’ altında acı
çekmesi onu daha kuvvetlendirecek, giderek daha büyük acılara karşı bileyecektir.
Lütuf veya sınanma her ne şekilde tanımlanırsa tanımlansın, melankoli, son
tahlilde, inancın gücüyle yenilmesi mümkün olan bir illettir.
Ancak aşağıda ayrıntılı biçimde
incelendiği üzere, çileci keşiş melankolisi olarak tanımlanan acedia,
melankoliden oldukça farklı bir ruh halini tanımlamak için kullanılmıştır. Bu hastalık
nedeniyle sorumluluklarından vazgeçen, dünyadan elini ayağını çekerek hiçbir
şey yapmama kararlılığını, sözde kendi iradesiyle, gösteren kişi aslında
şeytanın emrine girmiş olur. Diğer yandan miskin miskin oturup düşünmek, ibadet
yapmaya dahi mecali olmamak, umudun bütünüyle yitirildiği anlamına gelir. Acedia'nın
en tipik özelliği kişinin üstüne çöken kayıtsızlık halidir. Hastanın çevresine
ilgisizliği, giderek kendisine, varlığına kayıtsızlığı o denli ileri boyutlara
ulaşır ki, uyanıkken adeta derin bir uykudaymışçasına donuklaşır. Sessizleşen,
giderek konuşmayı tümüyle bırakan kişi Tanrı’ya yakarmayı, af dilemeyi de
unutacaktır. Hıristiyan etiğinde miskinlik hiçbir durumuda kabul edilebilir bir
şey olmadığı için, Yedi Ölümcül Günah’tan biri tembellik (acedia) olarak
tanımlanmıştır.[371]
Latince’de acedia
kavramının yerleşmesi ve yaygınlık kazanması 4. yüzyılın ikinci yarısından
itibaren gerçekleşmiş olmakla birlikte, aynı anlama gelmek üzere daha önce kimi
tanımların kullanıldığını biliyoruz. İç sıkıntısından hüzne, tembellikten
kayıtsızlığa, endişeden bıkkınlığa uzanan çok geniş bir anlam bütünlüğüne sahip
acedia’nın, Ortaçağ boyunca ruhban kesiminin yaşadığı bunalımları
açıklamak için kullanılan anahtar bir kavram olduğunu söyleyebiliriz.
4.2.1.
Antakyalı Aziz Chrysostomos ve Ümitsizlik
Hastalığı
Hıristiyanlığın erken
dönemlerinden itibaren inzivada yaşayan münzevîlere[372]
musallat olan ‘ümitsizlik’ hastalığına kapılan keşiş Stagirius’un yaşadıkları
bilinen ilk melankoli vakalarından biridir.[373]
Antakyalı Aziz Chrysostomos 380 (381?) yıllında ümitsizlik hastalığına kapılan
Stagirius’a teselli bulması amacıyla bir cesaretlendirme mektubu (Ermutigungsepistel)
kaleme alır. Ancak ne metinin içinde ne de başlığında ‘melankoli’
ifadesi yer
almaktadır. Kullanılan terim ise melankoliden çok ümitsizlik425
(d9up.ta)
halini tanımlar.
Bu ifadeden ve başka
örneklerden, anılan dönemde ümitsizliğin, melankoli hastalığının en önemli
belirtisi olarak görüldüğü anlaşılmaktadır. 16. yüzyılda Alman hümanisti
Johannes Trithemius, Chrysostomos’un mektubunu Yunanca’dan Almanca’ya
çevirirken[374] [375]
ümitsizlik (uOuuıa) yerine melancolische Traurigkait^21
ifadesini kullanmıştır. Aynı dönemde yazılmış metinlerde keşiş Stagirius’un
hastalığı doğrudan ‘melankoli’ olarak adlandırılmış olmakla birlikte, Aziz
Chrysostomos’un mektubunda kullandığı ‘ümitsizlik’ ve Trithemius’un Almanca
çevirisindeki ‘melankolik hüzün’ karşılığı, dönemin moda hastalığı
‘keşiş melankolisi’ni çok iyi tarif etmesi bakımından önemlidir. Talihsiz
Stagirius’un hastalığı korkunç karabasanlar, konuşma bozuklukları, kramplar ve
baygınlıklarla kendini göstermektedir. En önemlisi, o ruhun kurtuluşundan şüphe
duymakta ve karşı konulamaz bir intihar baskısı altında ezilmektedir.
(Klibanski vb., 1992, s. 136-138)
Keşiş birader Stagirius’un içine
düştüğü ümitsizlik hali, daha sonraki yüzyıllarda sıkça rastlanan ve ‘keşiş
melankolisi’ (acedia) olarak tanımlanan vakalardan biridir. Bu illet
sadece ümitsizlik değil, kayıtsızlık, bezginlik, tembellik, mutsuzluk,
uyuşukluk, endişe,[376] keder ve intihara meyletme
gibi belirtilerle ortaya çıkar. Stagirius’da görülen belirtiler ise hastalığın
ilerlemiş olduğuna delâlet etmektedir. Melanokoli hali benzeri duygulanım
halleri zaman zaman vecd içindeki keşişlerde görüldüğü için teşhis koymak; en
azından ilk belirtilerden hareketle hastlağın varlığına hükmetmek, her zaman
kolay olmamaktadır.
Antikçağ’ın
gözde ruh hali melankolinin, Yunanistan Yarımadası’ndan binlerce kilometre
uzaktaki Mısır çöllerinde keşişler arasında yeniden ortaya çıkması kuşkusuz
şaşırtıcıdır. Ancak gezgin vaizler, inzivaya çekilmiş keşişler, manastır
rahiplerinde sıkça rastlanan yeni hastalık, birçok açıdan antik yazında
tanımlanmış melankoliden farklıdır. Aşağıda göreceğimiz üzere bu farklılığın, acedia’nın
melankoliye göre daha olumsuz olan karakterinden kaynaklandığı söylenebilir.
Diğer yandan melankoli hali, acedia’ yı tanımlamak için kullanılan bir
dizi sıfattan sadece birisidir. Bu bağlamda acedia’nın Ortaçağ’ın
melankoli kavramından daha zengin bir içeriğe sahip olduğunu söyleyebiliriz.
Keşiş
Stagirius’un yukarıda bahsi geçen öyküsünde içinde bulunduğu durum, her ne
kadar ‘ümitsizlik’ halinden hareketle acedia olarak tanımlanan ‘keşiş
hastalığına’na hükmetse de, yaşadığı karabasanlar, konuşma bozuklukları,
kramplar ve baygınlıklar, daha sonra göreceğimiz üzere, gelişkin bir melankoli
tanımına uygun düşen genel belirtilerdir. Bu bağlamda rahiplerin içine
düştükleri melankoli halini tanımlamak için kullanılan acedia’nın,
Hıristiyanlık doktrinine Antikçağ melankolisinden daha uygun bir tasarım
olduğunu söyleyebiliriz.
Latince acedia kavramı
Eski Yunanca, kayıtsızlık, duyarsızlık, özensizlik, önemsemezlik anlamlarını
taşıyan akedia’dan (dK^bta) gelmektedir.[377]Kavramın
Latinceye uyarlanmış hali olan acedia da orijinali gibi, olumsuz bir
anlama sahiptir.[378] Akedia,
Eski Yunanca kedos (endişe) kelimesinin olumsuzlanmış, a-kedia,
halidir.[379] Bu bağlamda kavram, hiçbir
endişesi olmayan, kayıtsız, düşüncesiz, umarsız ve nihayet ihmalkâr bir
kişiliği tanımlar.
Diğer yandan B. T. Geger,
kavramın etimolojisi üzerine önemli noktalara dikkatimizi çekiyor: acedia'nın
modern yazarlar tarafından sıkça hüzün/dert/sıkıntı (sadness) veya
melankoli olarak tanımlandığını belirten Geger, sadness’in karşılığı
olarak Evagrios’un Eski Yunanca ve Cassianus’un Latince metinlerinde farklı
kelimeler (kbnn, tristitia) kullandığını belirtiyor. Yine vülger
Yunanca’da acedia’nın sadness’den bütünüyle farklı, kayıtsızlık (indzfference)[380] anlamına geldiğini, Cassianus
ise kavramı Latince’ye anxietas (sıkıntı/endişe), anxietas cordis
(kalbin sıkıntısı/endişesi) veya daha kuvvetlendirerek taedium cordis
(kalbin varoluştan dolayı duyduğu sıkıntı) olarak çevirdiğini belirtiyor.[381]
Diğer
yandan Post, herhangi bir dilde yaratılmış kavramın farklı dillere
çevrilmesinde/aktarılmasında yaşanan anlam değişimi ve kaymalarının, aslı
Yunanca olan akedia kavramının Latinceleştirilmesinde yaşandığını
belirtiyor. Kavramı ilk kez Latinceleştiren Cassianus’un da benzer biçimde
Yunanca kavramın anlam bütünlüğüne anxietas sive taedium cordis[382]
(korku veya yüreğin bıkkınlığı) ile sadece yaklaşabildiğine dikkat çekiyor.
(Post, 2011, s. 29) Tüm bu etimolojik arayışlara uygun düşen bir yaklaşımla
Starobinski acedia’yı kısaca ‘kurtuluş umudunun olmadığı, ağır
seyreden bir uyuşukluk, rehavet ve sıkıntı hali’ olarak tanımlıyor.
(Starobisnki, 2011, s. 77)435
Erken Hıristiyanlığın Kilise
Pederleri bizzat şahit oldukları acedia'nın bu baskın özelliğini, en
başından itibaren ruhban kesiminin ruh sağlığını tehdit eden önemli bir tehlike
olarak görmüşlerdir. Kayıtsızlık (umursamazlık, bıkkınlık) son tahlilde yanlız [383] yaşayan münzevîler kadar, ama
belki de daha çok, ilâhi bir amaçla bir araya gelmiş keşilerin
tembelleşmelerine, hiçbir şeyi umursamaz hale gelerek kendilerini salmalarına
ve giderek inançlarını kaybetmelerine neden olmaktadır. Burada Kilise
Pederlerini endişeye düşüren asıl etken tek tek çileci münzevîlerde görülen bu
atalet hastalığının yayılarak disciplina (eğitim) zaafiyetine neden
olması ve tüm manastırlarda Hıristiyanlık etiğine uygun olarak tasarlanan ortak
yaşamın en önemli unsuru olan ordo’yu (düzen, nizam) tehdit eder hale
gelmesidir. Bu noktada kişisel yükümlülüklerini yerine getir/e/meyen
keşişlerin, diğer biraderlerine de kötü örnek oluşturacağı ve ordo’nun
birleştirici unsuru olan ortak ibadetlerin sekteye uğrayabileceği endişesi
doğar.
İlk Hıristiyan çilecileri
pençesine alan atalet (acedia), sıradan fiziksel bir durgunluk olmaktan
öte bir anlam taşımakta ve ordo’yu tehdit eden önemli bir tehlike olarak
görülmektedir. Tabiyatıyla ilâcının da, 6. yüzyılda Aziz Benedictus’un
tanımladığı üzere, fiziksel bağlamda kol emeğiyle çalışmak (laborare),
tinsel bağlamda ibadet etmek (orare) olarak formülleştirilmesi ussal bir
çözüm olarak ortaya çıkmıştır. (Loos, 1975, s. 161)[384]
Acedia illetine tutulan
bir keşişin ruhsal ve fiziksel olarak yaşadığı ağır çöküşün belirtileri
dışarıdan rahatlıkla izlenebilir. Hücrelerinde, özellikle güneşin yükseldiği
öğlen saatlerinde, sabit bir noktaya dikili donuklaşmış, boş bakan gözleriyle
hareketsizleşen keşişlerin yaşamla olan ilişkileri kesilmekte ve sinsi bir
atalet duygusu ruhlarını işgal etmektedir. İbadet etmeye, yemek yemeğe, temel
ihtiyaçlarını gidermeye mecali kalmamış zavallı keşilerin sonunun, ancak
günahkârlara yaraşan bir ölüm olması kaçınılmazdır. Yaşamsal olan her şeye
karşı ortaya çıkan bu kayıtsızlık hali, keşişleri adeta bir demon gibi
pençesine almakta ve sonlarını hazırlamaktadır.
Evagrios Ponticus (4. yy.) çileci münzevîlerin güneşin
yükseldiği öğle saatlerinde içine düştükleri acedia halinden, başlarına
musallat olan ‘öğle demonu’nu (daimonion
mesembrinon)[385]
sorumlu tutar. Aşağıda göreceğimiz üzere bu ifade Hıristiyan Dünyası’nda kabul
görecek ve 4. yüzyıldan itibaren teolojik literatürde ‘acedia demonu’
veya ‘öğle demonu’ kavramı yerleşecektir:
Peki ama
iblisler, genelde insanları ayartırken kullandıkları araçlardan çölde yoksun
olmalarına karşın, bu kusurlara nasıl yol açarlar? “Düşünceleri,” demek ki
“elle tutulur nesnelerin tasarımlarını” kullanarak hareket ederler. Aslında,
Evagrius’a göre, anlık, doğası gereği, vücudumuzu araç olarak kullanarak, tüm
elle tutulur nesnelerin tasarımlarını alıp onlara uygun bir kalıp çıkarır.” Ve
“tutkular doğal olarak duyumlar tarafından“ harekete geçirildiğinden, tasarım,
demek ki imgenin yeniden canlanması tutkunun dirilmesi için yeterli olur.
Böylece
duyumların imge biçiminde belleğe kazındığına yönelik antik kuram yeniden açığa
çıkar. Evagrius’un betimlediği iblise özgü mekanizma aslında Aristoteles’in
tanımladığı melankoliye uymaktadır: bellekte saklanan imgeler kışkırtılırsa,
imgelemi uyandırırlar; imgelem de bu noktadan sonra, belleğindeki imgelerin
yarattığı hayranlığa kapılan bireyin, kendi adına yeni imgeler yaratarak buna karşılık
verdiği hareket olarak anlaşılır.“ (Prigent, 2009, s. 25-26)
Starobinski ise öğle saatinde azgınlığının zirvesine ulaşan acedia’yı şu şekilde
tanımlıyor:
Öğlen saati
demonun ve azmış acedia’nın saatidir. Apaçık bir zafer kazanmış ışığın
düşmanına meydan okuduğu saattir; akıldan hiç çıkmayan teyakkuz halinin uykuya
yenilip tehlikeye düştüğü saat. Melankolik kişi tamamen durağan olmadığında,
yavaştır, ağırdır, bunlar onun daimi sıfatlandır. Daha önceki çok sayıda
metinde, ağır adımlar melankolik habitus’un büyük göstergelerinden biridir.[386]
Acedia'nın Theabais
Çölü’nde inzivaya çekilmiş ilk çileci Hıristiyanlar arasında başlayan öyküsü,
4. yüzyıldan itibaren Avrupa topraklarında inşa edilen manastırlar ile yerleşik
yaşama geçen keşişler arasında yayılarak sürecektir. Bu süreçte acedia’nın
Latinleştirilmesinde, Romalılara özgü taedium vitae[387] ile anlamdaşlık
kurulmasının, kavramın yaygınlık kazanmasında önemli etkisi olduğunu
söyleyebiliriz. Latince taedium vitae, yaşamaktan duyulan bıkkınlığın
zaman içinde yerini ‘yaşamaktan iğrenmeye’, varoluşun (Dasein)
sorgulanmasına bırakması gibi geniş bir anlama sahiptir. Kavram Seneca
tarafından Mektupları’nda (epistulae morales), yaşamaktan duyulan
yorgunluk, bıkkınlık anlamında kullanılmıştır: “Çünkü, kimi vardır, bilirsin,
ağır esen yellerin oyuncağı, tutsağı olur, boğucu bir dinginlikten bıkar,
yorulur [... ]”[388]
Akedia'nın kurbanları
arasında özellikle gezgin keşişler, inançlarının gereğini yerine getirebilmek
manastıra kapanmış erkekler ve kadınlar önemli bir yer tutar. Tüm benlikleriyle
kendilerini “tinsel iyiliğe” adamaları gereken bu insanlar için idealleri
ulaşılamaz hale gelecektir. (Starobinski, 2011, s. 79)
Kavramın yaygınlık kazanarak
yerleşmesinde Pontuslu Evagrios (345-399) kadar Johannes Cassianus’un (360-435)
da önemli etkisi vardır.[389] Ancak Katolik Kilisesi, ana
günahların doktrinde yerleşmesine en büyük payeyi Cassianus ile daha sonra
listeyi yedi günahla sınırlayan Büyük Gregorius’a verecektir:
1866
Kötülükler ters düştükleri erdemlere göre,
ya da Hıristiyanlığın A. Yuhanna Cassian ile A. Büyük Gregorios’tan sonra kabul
ettiği ana günahlara bağlı olarak sıralanabilir. Bunlara ana günahlar
denilmesinin nedeni başka günahların, başka kötülüklerin üretecisi
olduklarındandır. Bu günahlar şunlardır: Gurur, cimrilik, çekemezlik, öfke,
iffetsizlik, oburluk, tembellik ya da bezginlik (acedia). (Katolik Kilisesi
Din ve Ahlâk İlkeleri)
Yaklaşık 13. yüzyıla kadar acedia
olgusunun doktrinde, genel olarak iki farklı unsurunun öne çıkarılarak
tartışıldığını görüyoruz: kavramın ölümcül günahlar hiyerarşisi içindeki konumu
ve hüzün/keder (tristitia) ile olan ilişkisi. Bu bağlamda bir sıfat
olarak acedia’nın, Aristoteles ve diğer Antikçağ düşünürlerince, ‘üstün
bir vasıf olarak melankoli’ yaklaşımından önemli ölçüde ayrıldığını
söyleyebiliriz. Diğer yandan kavramın ölümcül günahlar içinde sayılması onun
Hıristiyanlık inancı için ne denli ciddî bir tehlike oluşturduğuna işaret eder.
Aşağıda göreceğimiz üzere Pontuslu Evagrios ve Cassianus[390]
tarafından sekiz kötü ruh (düşünce) arasında müstakil olarak tanımlanan acedia,
Büyük Gregorius tarafından tristitia (hüzün, dert, keder) ile
birleştirilmesiyle, Antikçağ’daki kimliğine bir nebze daha yaklaşacak ve
Hıristiyanlık doktrinindeki Yedi Ölümcül Günah’tan biri haline gelecektir:
Hıristiyanlıkta bu denli önemli bir yere sahip olan
acedia inancı, şaşırtıcı bir biçimde, Rönesans ile birlikte, 14.
yüzyıldan itibaren, önemini yitirecek ve bu uzun uyku dönemi Romantik dönemin
sonlarına, 19. yüzyıla kadar kesintisiz sürecektir. Acedia, 19.
yüzyıldan itibaren yazarların,
felsefecilerin, tarihçilerin farklı nedenlerle Ortaçağ’ı yeniden keşfetme
serüveninde hak ettiği yere kavuşacaktır.
4.2.3.
Pontuslu Evagrios ve Öğle Demonu
Erken Hıristiyanlığın mütevazı
yaşamlarıyla tanınan çileci münzevîlerini kıskacına alan acedia
illetinin nedenleri üzerine ilk bilgilerimizin kaynağını, 4. yüzyılda yaşamış
Konstantinapolis diyakonu Pontuslu Evagrios’un (345-399)[391]
çöldeki inzivasında yazdıkları oluşturuyor. Her ne kadar acedia kavramı
ilk kez Evagrios tarafından sistematize edilerek tanımlanmış olsa da, öncesinde
Hermetik, Gnostik, Yahudi öğretilerinde benzer inançlara özgü tanımların
varlığı bilinmektedir. (Post, 2011, s. 18)
Evagrios’un yaşadığı dönemde
henüz ‘ölümcül günahlar’ın günümüze kadar geçerliliğini koruyacak olan
sınıflandırılması yapılmamıştır. Başka bir ifadeyle 4. yüzyılın Suriye ve Mısır
çöllerinde ‘günah’lardan çok insanların zaaflarını (günahlar) ortaya çıkaran
kötülüklere (düşünceler) daha büyük önem atfedilmektedir. Aşağıda göreceğimiz
üzere, günahlar ile kötülüklere kaynaklık eden ‘düşünceler’ arasındaki bu ayrım
kavramsal olmaktan öte bir anlam ve öneme sahiptir.
Evagrios’un sekiz başlık altında
topladığı ‘kötü düşünceler’i kaleme alırken Helenistik dönemin Yahudi
inançlarından etkilenmiş olma ihtimali yüksektir. Bunlar arasında İÖ 109-106
yılları arasında anonim bir yazar tarafından Yunanca olarak derlenen ve
‘Ruben’in Vasiyeti’ olarak anılan bir metnin özel önemi vardır. Yahudi
Peygamberi Yakub’un on iki oğlundan en büyüğü olan Ruben’in adıyla anılan
metinde aldatıcı ruhlar (spirits of deceit) sekiz tanedir ve içlerinden
altı tanesi Evagrios’un ‘kötü düşünceler’ listesiyle eşleşir. Ancak Ruben
listesinde hüzün ve acedia yer almaz. (McAvoy, 2011, s. 76-78; Prigent,
2009, s. 28)
Pontuslu Evagrios çölde
geçirdiği inziva yıllarında çileci münzevîlere musallat olan illeti tanımlamak
üzere, günah yerine, ‘tüm kötülüklerin kaynağını oluşturan temel düşünceler’
anlamına gelecek Yunanca logismoi[392] kelimesini
kullanmıştır. Kavramın özünü demonlar tarafından yürütülen bir (doğru) ‘yoldan
çıkarma’ faaliyeti (Versuchung) oluşturur. Bu süreç şu şekilde işler:
Demonlar huzur ve sükûnet arayan çilecilerin zihninde anılarını canlandırır,
arzularını harekete geçirir, gördürdükleri seraplarla onları sapkın düşüncelere
(logismoi) iterek yoldan çıkarırlar. Demonlarca çilecilerin zihninde
yaratılan herşey aslında birer sanrıdan ibarettir, ancak duyuları gerçekleri
göremeyecek derecede köreltilen zavallılar, bu sanrılara karşı koyacak gücü
kendisinde göremez ve çaresiz kabullenir. Diğer bir ifadeyle keşiş, dış dünyayı
terk ederek inzivaya çekildiği zaman, geçmişinde onu yoldan çıkaran şeylerden
uzaklaşmış olur, ancak bu ‘şeyler’in imgeleri onun zihnini işgal etmeye,
giderek tacize devam eder. Başlangıçta bunlar normal düşünceler olmakla
birlikte, demonların etkisiyle zaman içinde olumsuz anlamlara (logismoı)
kavuşurlar. Bu düşünceler adeta bağımsız bir kişilikmişcesine keşişin kafasında
canlanır ve onunla diyaloğa girişir; nihayet keşiş demonlarla sohbet eder hale
gelir. Böylece demonların düşüncelere, düşüncelerin ‘fena huylar’a dönüştüğü
bir sarmal yaşanır. Bu gibi durumlarda keşiş inancına sarılarak tefekkür
etmekle, işine sadık kalmakla ve kutsal metinleri tekrar okumakla bu
saldırıları savuşturabilir. Diğer yandan her fena düşüncenin arkasında farklı
bir demonun olduğunun kabulü, mücadele stratejisi açısından büyük önem taşır.
Her demon temsil ettiği kötü düşünce/fena huy için kendi özgün yoldan/baştan
çıkarma yöntemini kullanır. Bu farklılaşma, keşişlerin farklı demonların baştan
çıkarma yöntemini hızla tanıması açısından bir avantaj teşkil eder. (Grosinger,
1994, s. 31-34)
Evagrios münzevîleri tehdit eden
farklı farklı demonların varlığını kabul etmekle birlikte bunlar içinde en
tehlikeli olanı acedia’yı, ‘öğle demonu’[393]
olarak, tanımlamıştır. Acedia demonunun pençesine düşen bir münzevînin
kurtuluşu yoktur, ya üzerine çöken ağırlığın altında ezilerek[394] tüm yetilerini kaybedecek ya
da sorumluluklarından kurtulmanın arayışı içinde bir an önce hücresini ve
manastırı terk etmenin yollarını arayacaktır.
Origenes’in yeni-Plâtoncu
öğretisinin sıkı bir takipçisi olan Evagrios demonların münzevîler üzerindeki
hâkimiyetini açıklamak için öncelikle, yeni-Plâtoncu bir yaklaşımla, tin-ruh
birlikteliğini (Geist und Seele) üçe ayırır: akıl (novs), ruhun
öfke bölümü (thymös) ve arzu-istekler (epithymia). Bu bölümlerden
her biri özel olarak sürekli demonların saldırı hedefidir. Ancak acedia
söz konusu olduğunda durum daha da vahimdir, ruhun bu üç bölümünden biri değil
hepsi aynı anda demonlar tarafından ele geçirilebilir, yani insan tümüyle
tutsak olabilir. (Post, 2011, s. 20)
Evagrios’un Praktikos'da sekiz başlık[395] altında yer alan ‘kötü
düşünceler’ (logismoı) listesinde öğle demonu (acedia), kendisine
altıncı sırada yer bulmuştur.
(12) Öğle
demonu olarak da adlandırılan acedia demonu demonların en belâlısıdır.
[...] (1) Önce güneşi duruyormuş veya yavaş hareket ediyormuş gibi gösterir,
öyle ki gün sanki elli saatmış gibi gelir çileci münzevîye. (2) Sonra onu
sürekli olarak pencereden dışarı baktırır; saat 3’e daha ne kadar kaldığını
anlamak amacıyla güneşi incelemek ve etrafta biraderlerinden birisi var mı diye
her tarafa bakınmak için hücresinden dışarı çıkmaya zorlar. (3) Ayrıca keşişi
yaşadığı ortamdan, yaşam şeklinden ve elemeğinden tiksindirir. Onu biraderler
arasında iyilik kalmadığına ve artık kendisini kimsenin ziyaret etmeyeceğine
inandırır. (4) Şayet birisi münzevîyi yakın zamanlarda biraz kızdırmışsa, demon
ondaki nefreti arttırmak için bunu da kullanır. (5) Onu, aradığı her şeyi
kolaylıkla bulabileceği diğer ortamlara isteklendirir [...] (6) Bunun üstüne,
ailesine ve daha önceki yaşam şekline dair anıları koyar ve münzevîye daha
önünde uzun bir ömür olduğunu söyleyip, çile çekme hayatının ne kadar zor
olduğunu gösterir. Böylece, söylendiği gibi, münzevînin hücresini terk etmesi
ve yarışı bırakması için (mümkün olan) her yolu dener. [396]
Evagrios’un metninde demonların
oyununa gelerek sapkın düşüncelere yenik düşenlerin, ıssız bucaksız çöllerde
mağaralarda, derme çatma kulübelerde, kaya kovuklarında yarattıkları
‘hücre’lerde yanlız yaşayan ilk Kilise Pederleri ve çileci münzevîler olduğunu
göz önünde bulundurmamız gerekiyor.
Yukarıdaki alıntıdan da
anlaşılacağı üzere, Evagrios’un kullandığı bağlamda acedia’nın (logismoı),
şeytana uyma (Versuchung; temptation) kavramıyla örtüşmesi, öğle demonu
üzerinden tanımladığı halin günahtan çok günahkârlığa, iptilâya, fena huyluluğa
eğilim (Laster, Alm.) olarak tanımlanabilmesine olanak vermektedir.[397] Böylece, Hıristiyan bir
varoluşa karşı şeytanî bir saldırı olarak acedia ile mücadele edebilmek
ve hatta sağlam bir duruşla onu altedebilmenin mümkün olduğuna dair inanca
vurgu yapabilmek mümkün hale gelir. Buradan acedia’nın (logismoi),
güçlükler (kötülükler) karşısında verilmesi gereken bir tür sınav (sınanma)
olduğu ve Antikçağ melankolisinden farkı net bir biçimde ortaya çıkmaktadır.
Doğu Hıristiyanlığı aracılığıyla
doktrinde yerleşecek olan acedia kavramının bir başka önemi inzivaya
çekilerek tefekküre dalan ilk Hıristiyanların yaşamlarında o güne kadar
tanımlanamamış yurt hasretine[398]
dikkat çekmesidir. En başından itibaren, çöllerde koyu bir yanlızlık[399] çeken münzevîlerin içine
düştükleri boşluk duygusunun tefekkürden kaynaklanan bir trans hali
sanılması bu tesbîti teyit eder.
Evagrios’a göre münzevîlere
musallat olan logismoi sonuçları ağır olan bir iptila olmakla birlikte
altedilebilir. Acedia nöbetlerine karşı uygulanacak en iyi tedavi
yöntemi sabır göstermek, metanetli olmak ve hücreyi terk etmeyerek gündelik
yaşamın zorluklarına katlanmaktır. Yine kuşatılmış münzevînin ezberinden
Mezmurları tekrar etmesi, Kutsal Kitap’tan yazılar ve özellikle ‘yoldan
çıkarılma’, ‘sınanma’ üzerine bölümler okuması, dua etmesi ve gözyaşlarının
akmasına engel olmaması tavsiye olunur. Diğer yandan bu nöbetlerin geldiği
dönemlerde uyumak tehlikelidir; uyanık kalmak, mücadele etmek anlamına geleceği
için, tercih edilmelidir. [400] Evagrios, acedia nöbetlerine
karşı önerilen tüm bu tinsel mücadele yöntemlerinin gücünü artırmanın ancak kol
gücünü kullanarak, bedensel çalışma yapılmasıyla mümkün olabileceğini ifade
eder. (Post, 2011, s. 24)
Ancak bir bütün olarak ele
alındığında Evagrios’un logismoi kavramının acedia karşısında
daha zayıf kaldığı görülüyor. Corrigan yerinde bir saptamayla acedia’ın
Evagrios’un logismoi kavramına göre, ölümcül bir can sıkıntısı,
donuklaşma, tembellik, atalet, cesaretsizlik ve iğrenme gibi tüm unsurları
kavrayan yönüyle dönemin çileci yaşam tarzına ve keşişlerin ruh haline daha
uygun düşen yaratıcı bir kavram olduğuna dikkat çekiyor ve eski dilde akedia'nın
ilgisizlik veya bir şeyden endişe duyma anlamına geldiğine işaret ediyor.[401]
4.2.4.
J. Cassianus ve Acedia’nın Hüzün ile
İlişkilendirilmesi
Erken Hıristiyanlıkta Pontuslu
Evagrios ile birlikte acedia üzerine kafa yormuş başka bir Kilise Pederi
Johannes Cassianus’dur.[402] Çağdaş olan bu iki Kilise
büyüğünün acedia üzerine kaleme aldıkları metinler birbirlerini tamamlar
niteliktedir. Acedia’’nın Pontuslu Evagrios ile Mısır çöllerinde
başlayan öyküsü, Cassianus ile Latin (Batı) Dünyası’na taşınacak ve çileci münzevîlere
göre tanımlanmış acedia kavramı henüz inşa aşamasında olan manastır
yaşamına uygun olarak yeniden düzenlenecektir. Çünkü acedia artık çölde
yanlız yaşayan münzevîlere özgü bir sorun olmaktan çıkmış, manastır yaşamına
geçen keşişleri de tehdit etmeye başlamıştır.(Wenzel, 1967, s. 18-19)[403]
Bethlehem’de aldığı din eğitimi
ve Mısır çöllerinde geçirdiği uzun yıllar nedeniyle Doğu Hıristiyanlığı ve
münzevî kültürü üzerine deneyim sahibi olan Johannes Cassianus’un önemi doğuya
özgü ilk Hıristiyanların münzevî yaşam tarzını Latin dünyasına çeviri ve özgün
yapıtlar yoluyla taşımasından kaynaklanmaktadır. Cassianus’un manastırların
kuruluşu ve keşişlerin gündelik yaşamını düzenleyen kurallar üzerine
yazdıklarının yanı sıra, sekiz fena huy[404]
(günah) ve tedavi yolları gibi konuları ele alan metinleri Latin Dünyası’nda
büyük kabul görmüştür.
Johannes Cassianus Tanrı’ya daha
fazla yakınlaşabilmek uğruna inzivaya çekilmenin, insanlardan kaçmanın ilk
çileci münzevîlerin yaşamlarında beklenmedik olumsuzluklara neden olduğuna
inanıyordu; acedia illeti bunlardan sadece birisi, ancak en önemlisiydi.
Diğer yandan münzevî yaşamın bütünüyle gereksiz olduğunu savunmuyor ve hatta
manastır yaşamına geçiş için iyi bir hazırlık süreci olduğunu düşünüyordu.
Cassianus, Evagrios’un logismoi (kötü düşünceler) kavramını
daha çok fenalık, iptila ve illet bağlamında yorumlayarak acedia’yı
kalbin sıkıntısı/endişesi (taedium cordis)[405]
olarak tanımlamıştır. Cassianus’un acedia’ya yüklediği bitkinlik,
öfkelilik, çılgınlık, umitsizlik halleri birbirini takip eden hem manik ve hem
de depresif süreçlerdir. Ancak son tahlilde Cassianus’un acedia’yı,
aşırı bir trıstıtıa nın (dert, hüzün, keder) sonucunda ortaya çıkan bir
ruh hali olarak gördüğü söylenebilir. (Hersant, 2006, s. 55; Post 2011, s. 28)
Her ne kadar Cassianus, acedia
illetinin iki önemli belirtisi olarak, sürekli uyku ihtiyacı[406] ve bir türlü yenilemeyen
manastırdan firar duygusunu (horror loci, Lat.)[407]
görse de, acedia’ın belirtileri ve kökeni üzerine ayrıntıya
girmez.[408]
Johannes Cassanius on iki
kitaptan oluşan Institutiones’in[409]
onuncu kitabını acedia’ya ayırmıştır. Aslında üzüntü ve kederin
zararlarının işlendiği dokuzuncu kitap (Von dem Geiste der Lauheirf62
içeriği itibariyle, can sıkıntısına ayrılan 10. kitabı (Von dem Geiste der
BetrübmJj)[410]
[411]"'
tamamlar niteliktedir.
Altıncı
mücadelemiz, Yunalıların ÜK^Sia (acedia) olarak tanımladığı, bizim
sıkıntı (bıkkınlık) veya ‘kalbin endişesi/sıkıntısı’ olarak tercüme
edebileceğimiz günaha karşıdır. O hüzün (gam) ile akraba olup esas olarak daha
fazla gezgin keşişler ve çileci münzevîlerde görülür. Acedia çölde
yaşayanlar için oldukça şiddetli ve sık olarak ortaya çıkan bir düşmandır.
Özellikle önceden bilinen bir zamanda, altıncı saatte, keşişleri yükselen ateş
ve bu kavuran ateşe eşlik eden baygınlık halleri, belirli saatlerde hasta
ruhları yerden yere vurur. Evet, bazı yaşlıların söylediği gibi bu, 90.
Mezmurda bahsi geçen, öğle demonu olsa gerektir. 4"4
Yukarıdaki alıntıda Cassianus’un
atıf yaptığı Mezmur’da (91,6)4"[412] [413]
bahsi geçen ifade “Ne de öğleyin yok eden kırgından”4"" olup, Cassianus
metninde ‘öğle demonunu’ (meridianum damonem)4"[414]
haline dönüşmüştür.4"[415]
Daha önce değindiğimiz üzere,
Cassianus 6. yüzyılın ilk yarısından itibaren Latin Dünyası’nda başlayacak
manastırlaşma hareketi öncesinde kavrama yeni bir içerik kazandırılmasında çok
önemli bir görev üstlenmiştir. Kuşkusuz Cassianus’un şansı kavramın doğudan
Latin Batı’ya yaptığı yolculuk ve çeviri yoluyla da olsa yeniden tanımlanma
gerekliliğinin ortaya çıkmış olmasıdır. Ancak Cassianus’un asıl katkısı acedia’nın
tanımlanmasından çok tedavisinde uygulanacak yöntemler üzerine yazdıklarında
ortaya çıkar. Cassianus, çölde yaşayan münzevîlerin acı tecrübelerinden
hareketle kaleme aldığı Institutiones’m X. kitabında (Liber decimus:
De spiritu Acedia; 7-25) ve Collationes patrum'un V. kitabında (V,
14) manastır keşişlerini bekleyen acedia tehlikesine karşı uygulanması
gereken tedavi yöntemleri (remedia) üzerine bilgiler verir.
Cassianus keşişleri bekleyen en
büyük tehlikenin gevşeklik, başıbozukluk ve aylaklık olduğuna inanır. Bu
tehlikelere karşı, kendisinden önceki Kilise Büyükleri gibi sadece tinsel
müdaafa önlemleri önermekle kalmaz, bedensel çalışma ve kol emeğinin acedia illetiyle
ortaya çıkan tüm dertlere deva olacağını savunur: Çalışmak birçok günahın alt
edilmesi için tek çaredir. Cassianus’un keşişlere musallat olan derdi ve
çaresini dünyevileştirme çabaları, yaklaşık iki yüzyıl sonra Aziz Benedictus’un
‘ibadet et ve çalış’ ifadesiyle şekillenecek yeni manastır etiğinin habercisi
niteliğindedir.[416]
Cassianus ‘fena huylar’ olarak
tanımladığı günahların sayısını Evagrios gibi sekiz ile sınırlamıştır. Institutiones’in
V. kitabında sekiz fena huyu şöyle sıralar: Oburluk, zina, açgözlülük, öfke,
keder/hüzün, acedia, nafile şan/şeref hırsı, kibir.[417]
Cassianus fena huyu (vitium)[418],
daha sonraki yüzyıllarda Hıristiyanlığa özgü etik anlayışında yer aldığı
anlamında değil, daha çok tutkuların itkisiyle ortaya çıkan, günaha eğilim (passiones
animae)[419], anlamında kullanmıştır.
(Post, 2011, s. 29)
Buraya kadar anlatılanlardan
anlaşılacağı üzere acedia kavramına yüklenen anlam zaman içinde değişime
uğrayacaktır. Başlangıçta münzevîlere musallat olan bu illete demonların neden
olduğu ve tedavisinin ise ancak daha fazla ibadet yapmakla sağlanabileceğine
inanılmıştır. Kavramın kayıtsızlık halinden, gevşeklik
(başıboşluk) haline evrilmesi, Batı’da yeniden tanımlanma çabalarına denk
düşer. Acedia’nın musallat olduğu münzevîleri kendilerine ve çevrelerine
karşı kayıtsız bırakan bir illet olarak tanımlanması ruhanî karakterini öne
çıkarırken, manastırlarda ortak yaşama geçen keşişler arasında hızla yayılan
gevşeklik ve başıboşluk salgını ise dünyevî karakterine işaret etmektedir.
İlletin tedavisi için önerilen tedavi reçeteleri bu değişimi teyid eder: Çileci
münzevîlere demonların saldırısından korunmak için daha fazla ibadet yaparak
Tanrı’ya sığınmaları önerilirken, keşiş biraderler onları yoldan çıkaran
düşüncelere karşı, bedenleriyle çalışarak karşı koyabilirler.
Bedensel çalışma son tahlilde,
tinsel bir disiplini de gerekli kıldığı için keşişin başıboş kalarak fena
huyların esiri olmasına engel olur. Acedia nedeniyle çalışma yetisini
kaybeden bir keşiş, başka fiziksel bir hastalık nedeniyle yatağa düşen
biraderinden farklı bir konumdadır. Birincisinde alabildiğince bir
başıbozukluk, kendini fena huylara karşı bilinçli bir biçimde savunmasız
bırakma söz konusu iken, ikincisinde istem dışı gelişen geçici bir güçsüzlük
hali, yani hastalık söz konusudur.
Kuşkusuz Cassianus’un acedia
kavramına kazandırdığı dünyevî kimlik, onun başat bir ruhban hastalığı olma
özelliğini değiştirmez. Ancak Cassianus’un kavramı yeniden tanımlama çabası,
Avrupa topraklarında 6. yüzyıldan itibaren manastırlaşma hareketiyle başlayan
sürecin önemli unsurlarından birisi olan, ordo kültürünün kol emeği
olmadan var olamayacağına dair inancı pekiştirmesi açısından büyük önem taşır.
Özellikle Benedikten Tarikatı manastırlarında başlayan ve 11. yüzyıldan
itibaren hem tüm tarikatlarda uygulama imkânı bulan ‘bahçe inşası’ fikri,
gevşekliğe karşı kol emeğini yüceltmenin sonuçlarından biridir.
473
4.2.5.
Azız Antonius’un Çilesi, acedia ve
Demonlar
Daha önceki bölümde
anlatılanlardan anımsanacağı üzere, Hıristiyanlığın erken dönemlerinde[420] [421]
münzevî bir yaşam sürmek için Mısır ve Libya çöllerinde inzivaya çekilen, aralarında
Kilise Büyükleri’nin de olduğu, ilk Hıristiyanları tehdit eden acedia illetine
güneşin yükseldiği saatlerde ortaya çıkan ‘öğle demonu’nun (meridianum
dtzmonem) neden olduğuna inanıldığını belirtmiştik.
Öğle Demonu kavramı kayıtsızlık,
bıkkınlık, durgunluk, hüzün ve benzeri belirtilerle kendini gösteren,
münzevîlere özgü, acedia’yı tanımlamak için kullanılmıştır. Öğle demonu
Tanrı’ya yakınlaşabilmek amacıyla dünyadan elini ayağını çekerek saltık bir
yanlızlık süren çileci münzevîleri doğru yoldan çıkarmak için tehdit eden çok
sayıda demondan sadece birisidir. Acedia günahına uygun olarak
tasarlanmış Öğle Demonu’nun en belirgin özelliği, güneşin tepe noktasına
ulaştığı, günün en dingin saatlerinde münzevîlere musallat olması ve adeta
onları tutsak alarak, belirli bir süre için de olsa, yaşamdan koparmasıdır.
Bu bölümde Hıristiyanlık
âleminin en büyük münzevîlerinden biri olan çileci Antonius’un yaşamı ve
inzivaya çekildiği Libya çöllerinde demonlara karşı verdiği mücadeleye farklı
bir bağlamda yaklaşmaya çalışacağız.[422]
[423] Münzevî Antonius’un kendisini
yoldan çıkarmak için saldıran demonlara karşı yaşamı boyunca verdiği mücadele,
İsa Mesih’in kırk günlük inzivasıdan (Tanrı tarafından sınanması) sonra,
Hıristiyan dünyasınca tanınmış en ünlü igvâ4,16 öyküsüdür.[424]
Soylu bir ailenin mensubu olarak
251 yılında Orta Mısır’daki Kome’de (Herakleopolis) doğan Antonius yirmi
yaşında anne ve babasını kaybeder. Kısa bir süre sonra tüm mal varlığını
yoksullara dağıtarak yaşamının geri kalan kısmını çileci bir münzevî olarak
geçirmek üzere batıdaki Libya çöllerine doğru yola çıkar.[425]
Sade yaşamı ve belagatiyle gezgin vaizlerin, inziva arayışındaki münzevîlerin
takdirini kazanan Antonius’un çevresinde toplananlardan ruhanî bir cemaat
oluşur. Mütevazı bir yaşam süren ve tüm ihtiyaçlarını kendileri karşılayan bu
küçük topluluğun varlığı kısa sürede çevrede duyulur. Felçliler, cüzzam
hastaları, demonların ruhlarını tutsak ettiğine inanılan her yaştan kadın,
erkek, çocuk şifa bulabilmek için Antonius’un inzivaya çekildiği köye akın eder.[426] Takip eden yıllarda Antonius
kısa bir süre İskenderiye’de ikamet eder, çöle tekrar döndüğünde ünü
İmparatorluk sarayına kadar ulaşmıştır; Roma İmparatoru I. Konstantin ve
oğullarıyla mektuplaşır.[427] Antonius’un yaşlılık
yıllarında İskenderiye piskoposu Athanasius onu Ariusçulara vaaz vermesi için
İskenderiye’ye davet eder. Antonius İskenderiye günlerinden sonra tekrar
çöldeki münzevî yaşamına geri döner ve 356 yılında yüz beş yaşında ölür.
(Grabner-Haider, 2007, s. 24-25; Fichtinger, 1995, s. 42)
Antonius’un ölümünden bir yıl sonra (357) öğrecisi ve sadık dostu
İskenderiye piskoposu Athanasius, münzevî Antonius’un hayatını anlatan Bios
Antoniou"yu (Vita Antonii Lat.)[428]
yazar. Athanasius münzevîlerin, Libya’nın, Mısır’ın uçsuz bucaksız çöllerinde
kaya kovuklarında, sazdan inşa edilmiş derme çatma kulübelerde Tanrı’ya adanmış
çile dolu yaşamlarına büyük bir hayranlık duyar. Kitabın amacı Antonius’un
yaşamını kayıt altına almak kadar, münzevî yaşam ülküsünü yüceltmektir.
Tarihsel hatalar içermekle birlikte Athanasius’un yapıtı Antonius ve münzevî (asetik)
yaşam tarzı üzerine en önemli kaynaklardan biridir.
Athanasius Vita Antonii'de,
keşişlerin babası olarak da anılan münzevî Antonius’un gündelik yaşamını ve
demonlara karşı verdiği amansız mücadeleyi canlı ve ayrıntılı bir biçimde
tasvir etmiştir. Antonius’un her günü, başta kendi nefsi olmak üzere, onu
yoldan çıkarmaya kararlı demonlarla yaptığı mücadeleyle geçer. Aziz şeytanın ve
işbirlikçilerinin uykudaki bedenleri daha rahat ele geçirdiklerini bildiği için
bazen geceler boyu uyku uyumadan günün ağarmasını bekler. Açlığını gidermek
için biraz ekmek ve tuz yeter, ancak bedenini ayakta tutabilecek kadar su içer.
Ama bu kısıtlı tayını da her gün değil, iki günde hatta dört günde bir yer;
kaldı ki günlerinin çoğunu oruç tutarak geçirir. Genellikle yatak yerine
toprağın üzerinde uyur, bazen örülmüş ince bir hasır, ona şilte vazifesi görür.
Bedenini suya hemen hiç değdirmez.[429]
Yaşamının sonuna kadar üstündeki çulu çıkarmadan yaşamıştır. Bedeniyle
çalışmasının gerekmediği zamanların tamamını ibadete ayırır; Havari Aziz
Paulus’un Kutsal Görev Gezilerini ve Mektuplarını, İncilleri ve Mezmurları
tekrar tekrar okur, yüksek sesle tekrar eder.
Athanasius’a
göre Antonius’un insanlardan uzakta, çekildiği ucsuz bucaksız çölde, bu denli
disiplinli ve yalın bir yaşam sürmesi, kendi bilinçli seçimidir. Antonius,
demonların onu Tanrı yolundan döndürmek için yaptıkları saldırılara karşı
koyabilmesi için sağlam bir iradeye, inanmış bir ruha sahip olmasının
gerektiğinin farkındadır. Antonius’un otuz beş yaşlarında iken demonların
saldırısına uğramış ve büyük bir direnç göstererek, yaşamının sonuna kadar sık
sık karşılaşacağı diğer saldırılarda olduğu gibi, Tanrı’ya olan bağlılığı ve
inancı sayesinde kurtulmayı başarmıştır. Athanasius bu saldırıyı ayrıntılı ve
renkli bir şekilde şöyle tasvir eder: Antonius bir gün yaşadığı köyün
çevresindeki kaya mezarlıkta inzivaya çekilmeye karar verir. Çömezlerinden
birine kendisine arada bir parça ekmek getirmesi dileğinde bulunarak yola
çıkar. Mezarlıktaki odalardan birine kendini kapatarak tefekküre dalar. Ancak
demonlar hemen Antonius’a hücum ederek onu taciz etmeye başlarlar. Sonraki gün
ona ekmek bırakmak için uğrayan çömezi onu, kapısı kapatılmış mezar odalarından
birinde, demonlar tarafından hırpalanmış ve bilincini kaybetmiş olduğu halde,
yerde yatarken bulur. Baygın halde kulübesine getirilir, ancak uzun süre
kendine gelemediği için yaşamından ümit kesilir. Gece yarısı kendine gelen
Antonius çömezlerinden birine, mezarlıkta baygın biçimde bulduğu odaya tekar
götürülmesini ister. Athanasius’a göre burada yeniden demonlar ile Antonius
arasında büyük bir mücadele yaşanır. Demonların aslanlar, ayılar, leoparlar,
yılanlar, kurtlar, akrepler şekline bürünmüş görüntüleri kendilerine has
hareketler ve sesler çıkararak Antonius’un üzerine çullanırlar. Her tarafını
ısırıp, tekmelemeye, çiğnemeye başlarlar. Antonius hayvan kılığındaki
demonların bu saldırısından fiziksel olarak büyük acı çekmekle birlikte kararlı
ve dingin bir ruh haliyle sabreder. Demonlar bedenine acı vererek onu alt
edemiyeceklerini anlasalar da, saldırmaya devam ederler. Antonius demonlara
şöyle seslenir: “Sizin gerçekten gücünüz olsaydı içinizden sadece birinin beni
altetmek için gelmesi yeterdi, birlikte gelmeniz zayıflığınızı, acizliğinizi
göstermektedir.”
Antonius’un sarsılmaz Tanrı
inancının demonların saldırılarına karşı onu koruyan bir sur görevi gördüğüne
inanan Athanasius, daha sonra şöyle devam eder:
Ancak Tanrı
burada da onun mücadelesini unutmadı, bilâkis yardıma geldi. Çünkü Antonius
damın açık olduğunu ve bir ışık huzmesinin ona uzandığını gördü. Demonlar
aniden görünmez oldular, [Antonius’un] bedenindeki ısdırap derhal kesildi ve ev
öncesinde olduğu gibi, zarar görmemiş haldeydi. Ama Antonius yardımı fark etti,
nefes aldı, acıları azalmıştı ve görünüme sordu: “Neredeydin? Neden daha önce,
benim acılarımı sona erdirmek için, gelmedin? Ve bir ses ona şöyle dedi:
“Antonius, ben buradaydım, ancak senin mücadeleni [savaşını] görmek için
bekledim. Sen yenilmeden mücadeleyi kazandığın için sana daima yardımcı
olacağım ve seni her yerde tanınan biri kılacağım.” [Antonius] bunu duyduğunda
ayağa kalktı ve dua etti. O kadar çok güçlendi ki; şimdi öncesinden daha fazla
güce sahip olduğunu fark etti. O zaman yaklaşık otuzbeş yaşındaydı.[430]
Münzevî Antonius’un, demonlarla
giriştiği mücadele sadece kendisini yoldan çıkarma (ayartma) çabalarına karşı
verdiği sınavla sınırlı değildir. Aziz demonlar tarafından tutsak edilmiş
bedenleri de kurtarır. Athanasius, Antonius’un çabalarıyla tutsaklıktan
kurtulan çok sayıda kurbanın hayata dönüşünden örnekler verir.
Bu noktada Antonius’a musallat
olan demonlar ile acedia demonu arasında bazı farklılıkların varlığına
dikkat çekmek istiyoruz. Öncelikle Aziz’in demonların tutsak ettiği kurbanları
kurtarma yönteminin, büyük ölçüde İsa’nın kullandıklarıyla benzer olduğunu
söyleyebiliriz. Antonius da İsa Mesih gibi karizmatik bir egzorsisttir; daha
sonraki bölümlerde İsa örneğinde anlatılacağı üzere, demonları kovma yeteneği
kendisine Tanrı tarafından verilmiş güç ve izinden kaynaklanır. Antonius Tanrı
tarafından, denendiği sınavlardan başarıyla geçmiş olmanın verdiği rahatlıkla,
her fırsatta vahşî hayvan ve cazibeli kadın kılığında üzerine çullanan
demonları sergilediği kararlı duruşla savuşturur. Bu nedenledir ki Antonius
vaazlarından birinde, “iğva olmadan selâmet yok” der.[431] Yine demonlar ki, aslında
tamamıyla görüntüler (serap) olarak mevcutturlar, sağlam bir inanç veya haç
çıkartıldığında hemen ortadan yok olurlar.
Evagrios ve Cassianus’un
münzevîleri ise acedia demonuna karşı Aziz kadar dayanıklı değillerdir;
kolaylıkla teslim olurlar. Diğer taraftan acedia demonu hakkında hiçbir
yerde ayrıntılı bir tasvire rastlanmaz; hangi hayvan veya mitolojik (efsanevî)
yaratıklara benzediğini bilemeyiz. Bu noktada acedia demonu,
münzevîlerin ve keşişlerin üzerine çöken bir ağırlık, onları yavaş yavaş
yoldan çıkaran, farklı bir ruh hali olarak tanımlanabilir. Sinsi
karakterli acedia demonu gözle görülmediği gibi fiziksel olarak
mücadeleye de girmez, tek hedefi keşişin ruhunun adım adım ele geçirilmesi ve
nihayet Tanrı yolundan tamamıyla uzaklaştırılmasıdır. O da, Antonius’a musallat
olan demonlar gibi insanî zaaflardan medet umar, ancak bunu yavaş yavaş ve
gürültüsüzce yapar.
Buraya kadar anlatılanlardan
anlaşılacağı üzere, Hıristiyanlık inancında insanları Tanrı yolundan döndürmek
için şeytan ve işbirlikçileri demonlar tarafından yürütülen saldırılara karşı
verilen mücadele Aziz Antonius’un kişiliğinde ve yaşamında
sembolleştirilmiştir. Buna karşın acedia (öğle demonu), Hıristiyanlık
doktrininde tanımlandığı şekliyle demon kültünden çok daha farklı bir
mecrada, uzak durulması gereken kötü huylar-fenalıklar arasında tanımlanmıştır.
Son tahlilde acedia umarsızlıktan hüzne giderek tembellik batağında
sapkınlaşan bir ruhun düştüğü biçare hal olarak da tanımlanabilir.
4.2.6.
Erken Ortaçağ’da Başlayan Değişim;
Dünyevileşen Günah acedia
Erken Hıristiyanlığın münzevî
çilecilerine (anachoreta, Lat.) musallat olan acedia illetinin
ilâcının, sanıldığı gibi, manastır hayatı olmadığı kısa sürede anlaşılacaktır. Acedia
artık sadece münzevîlere özgü bir hastalık olmaktan çıkmış, boyut değiştirerek
manastırların korunaklı duvarları arasında gruplar halinde yaşayan keşişleri
etkilemeye başlamıştır. Ancak durum sanıldığından daha vahimdir; hüzünlü bir
tembelliğin eşlik ettiği kayıtsızlık ve umarsızlık hali manastırların dışına
taşmıştır bir kere. Bu durum acedia’nın sınırlı hedef kitlesinde yaşanan
önemli değişime, yani artık sadece ruhban kesimini etkileyen bir tehdit
olmaktan çıktığına da, işaret etmektedir.
Bu değişimde, münzevîler ile
sınırlı bir acedia algısının, Avrupa topraklarında başlayan
manastırlaşma hareketiyle giderek önemini yitirmesi önemli bir rol oynamıştır.
İnsanlardan kaçarak bireysel nedamet getirme ve kefaret ödeme yerine, dünyevî kaygılar
(kötülükler) ile daha etkin mücadele edebilecek, direnç gösterebilecek
erdemlerin öne çıkarıldığı bir döneme girilmiştir. Ancak acedia’nın
bütünüyle dünyevî bir karaktere bürünmesi 13. yüzyılda başlar.[432]
Latin Dünyası’nda 7. yüzyıldan
itibaren acedia’nın yerine tristitia’’yı (hüzün, dert, keder)
koyma çabaları ağırlık kazanır. Bu yeni kavrayışı kurala bağlama arayışlarının
ilk adımı Büyük Gregorius (540-604)[433]
tarafından atılacaktır. Gregorius ilk kez Cassianus’un tanımladığı Sekiz Büyük
Fenalık ile rekabet edebilecek ‘Yedi Büyük Günah’ı listeler. Yaklaşık iki
yüzyıl arayla hazırlanan bu iki liste arasındaki en temel fark, Cassianus’un
listesinde acedia olarak tanımlanan fenalığın, Büyük Gregorius’un
listesinde tristitia günahı içinde erimesidir. Gregorius’un acedia’yı
önemli görmemesinin nedenlerini tahmin edebilmek güç olmakla birlikte, aslı
Yunanca olan kavramı Latin dünyasına yabancı bulması, acedia’yı
patolojisi ile öne çıkan doğal bir fenomen olarak gördüğü için etik olarak
önemsememesi veya sayı sembolizmi bağlamında yedi sayısına atfettiği değer gibi
farklı nedenler öne sürülmüştür. (Post, 2011, s. 35; Wenzel, 1967, s. 24-26)
Kuşkusuz Büyük Gregorius’un
yaklaşımından hareketle Cassianus’un acedia tanımının tristitia’dan
bütünüyle bağımsız olduğunu söyleyebilmek mümkün değildir. Ancak acedia
kültünün yeşerdiği ve kabul gördüğü coğrafyadaki değerler dizgesinin, taşındığı
6. yüzyılın Latin dünyasında önemini koruyabilmesi artık mümkün değildir. Bu
bağlamda Gregorius’un yeni listesinde acedia yerine tristitia’ya
yer vermesi, değişen yaşam koşullarının dayattığı gerçeklere daha uygun düşen
bir tanım yapma amacının yanında, yedi büyük (ölümcül) günahın tanımlandığı
listenin Hıristiyanlık dünyasında, Kilise nezdinde, gördüğü saygınlık ve
kabulün sonucudur.[434] [435]
Diğer yandan Büyük Gregorius’un temel günahlar listesinde acedia’nın
yer bulamaması, yukarıda anılan nedenler yanında, etimolojik kaygılardan da
kaynaklanmış olabilir. Cassanius tarafından acedia sözcüğüne karşılık
olarak Latince’de karşılık arama çabalarının (anxietas, taedium cordis
veya tristitia) son tahlilde kavramın içeriğini karşılamaktan uzak
olduğunu söyleyebiliriz. Bu nedenledir ki, Augustinus ve Ambrosius gibi Kilise
Pederleri tarafından yazılan metinlerde acedia sözcüğü kullanılmamış,
Hieronymus tarafından Yunanca’dan Latince’ye yapılan İncil 488
çevirisinde (Vulgata) acedia yerine taedium tercih
olunmuştur. (Post, 2011, s. 38)
Büyük
Gregorius gibi çağdaşı Sevillalı Isidorus’un da (560-636) büyük günahları
katagorize etme çabası içinde olduğunu görüyoruz. Isidorus’un, Cassanius’un
sekizli ve Büyük Gregorius’un yedili ayrımlarına ilâveten acedia’nın tristitia
yanında ilâve temel günah olarak yer aldığı bir liste yaptığını biliyoruz.
(Post, 2011, s. 37) Isidorus’un listesini takip eden yüzyıllarda ortadan
kaybolan acedia günahı, 12. yüzyılda bu kez Saint Victorlu Hugo’nun
(1096-1141) temel günahlar listesindeki yedi günahından biri olarak karşımıza
çıksa da, eski önemine hiçbir zaman kavuşamadığı görülüyor.[436]
[1]Çalışmamız
Avrupa coğrafyasını kapsadığı için bu bölümdeki yaklaşımlar Antik Yunan ve
kısmen Roma medeniyetleriyle sınırlı olacaktır. Eski Mısır, İran, Hint, Çin ve
Mezopotamya’nın köklü ve zeng in tıbbî geleneklere sahip medeniyetlerine yeri
geldikçe sadece referans düzeyinde değinilecektir.
[2]
Akademik dünyada bilimsel tıbbın tarihini Hippokrates ile İÖ 5. yüzyıldan başlatmak
gelenek haline gelmiş olmakla birlikte, Antik dünyada İÖ 7. ve 5. yüzyıllar
arasında yaşamış çok sayıda doğa filozofu tıbbın gelişmesine önemli katkıda
bulunmuştur. Bu bağlamda Helenistik kültürün hekimlik mesleğinin de doğuşuna
kaynaklık ettiği söylenebilir. Aşağıda verilen kaynaklar sadece Antik Yunan
tıbbı üzerine olmayıp, Mezopotamya, İran, Mısır, Çin ve Neolotik Çağ
medeniyetlerini de kapsamaktadır. Yunan ve Roma öncesi/dışındaki kültürlerin
tıbbı konusunda özellikle, Bartels (1893), Neuburger (1906), Longrigg (2003),
Pagel (1915), Meyer-Steineg ve Sudhoff (2006), Kudlien, (1967; 1979), Uzluk
(1958), Bayat (2003), Biraben (1996), Porter (2007), Nutton (2004) ve
Schipperges’in (1985) çalışmalarından çok yararlandığımızı belirtelim.
Hippokrates öncesinden Ortaçağ’a
kadar olan dönemde, farklı kültürlerin tıp geleneği üzerine ayrıntılı bilgi
için bkz. Uzluk, 1958, s. 3-45; Schneider-Lang, 1977, s. 1-19; Meyer-Steineg ve
Sudhoff, 2006, s. 338; Eckart, 2005, s. 4-8; Jackson, 1999, s. 1-12;
Karger-Decker, 2001, s. 14-21; Özbek, 2007a, s. 487532; Babaoğlu, 2002, s. 12
ve 20 vd.; Haas, 2002, s. 21-48; Porter, 2007, s. 14-20 ve 44-56; Daniel, 2002,
s. 89-100; Bayat, 2003, s. 22-89; Biraben, 1996, s. 356-387; Bergdolt, 1999, s.
17-35; Geçtan, 1978, s. 13-14; Neuburger, 1906, s. 3-124; Pagel, 1915, s. 1-40;
Leitz, 2000a, s. 17-34; Schenke, 2002, 101-117; Scurlock, 2006; Seidler-Leven,
2003, s. 19-86; Ackerknecht, 1989, s. 13-73; Maul, 2002, s. 3-19; Leitz, 2002,
s. 49-73; Hesberg, 2002, s. 119-152; Weiher, 2000, s. 3-16; Schipperges, 1999a,
s. 5-38; 1985, s. 19-123.
Görsel açıdan çok zengin, sanat ve
tıp tarihi açısından referans bir çalışma için bkz. Lyons ve Petrucelli II,
2003, s. 18-149.
[3]“Avcı-toplayıcı
grupların hastalık modelleri yerleşik toplumlarından çok farklıydı ve küçük,
hareketli toplumlardan büyük ve yerleşik toplumlara geçiş, insanların
karşılaştığı hastalıkların sayısını ve türünü değiştirdi. Hayvanların
evcilleştirilmesi de insan hastalıklarının yapısındaki değişimlerde büyük rol
oynadı.”(Ponting, 2000, s. 197)
Metin
Özbek, Eskiçağlar’da görülen hastalıkları yedi ana başlık altında topluyor: 1.
Doğumsal hastalıklar,
2.
Yaralanmalar, 3.
Metabolizmayı ilgilendiren hastalıklar, 4. Enfeksiyonel hastalıklar, 5. Dolaşım
bozuklukları, 6. Eklem rahatsızlıkları, 7. Kanser. (Özbek, 2007a, s. 493) Bu
tasniften de görüleceği üzere insanoğlunun yaşamını sadece enfeksiyon
hastalıkları tehdit etmemiş, birçok farklı rahatsızlık yaşam süresinin
uzamasını engellemiştir.
[4] Hastalık
getiren ve bedenden kovulmadan hastanın sağlığına kavuşamadığı demonlara halk
arasında Hastalık Demonu (Krankheitsdamon) denirdi. (Karger-Decker,
2001, s. 14) Geleneksel toplumlarda hastalık kaynağı olarak demon kültünün
ayrıntılı bir analizi için bkz. Bartels, 1893. Tüm dönemlerde insanlara korku
saçan kült bir figür olarak demon hakkında bkz. Biedermann, 1993, s. 69-74.
[5] Batı’da
yapılan araştırmalarda, dönem ayrımı gözetmeksizin, tarih öncesinden Antikçağ’a
kadar olan süreçte tedavi işini üstlenmiş kabile/topluluk üyeleri için,
çoğunlukla archaisme bir istençle ‘şaman’ tanımı yapıldığını görüyoruz.
Kanımızca Şamanizm’in kendine özgü koşulları, doğası ve yayıldığı coğrafya göz
önünde bulundurulduğunda, bu yaklaşımın yanlışlığı ortaya çıkacaktır. Yine
benzer bir şekilde kullanılan ‘rahip’ tanımının da monoteist çağrışımları
nedeniyle ve en azından anılan dönemde bilge kişilere atfedilen çok yönlü (bir
yandan din adamı, diğer yandan hekim), kimlikle örtüşmediği için
kullanılmasının anlamlı olmadığı kanısındayız.
[6]“Ne
olursa olsun beynin taş çağı insanları için önemli ve anlamlı bir organ olduğu,
kanibalizm olaylarında çok sık olarak kafatasının açılıp beynin yenmesinde de
görülebilmektedir.” (Babaoğlu, 2002, s. 16)
[7] Yunanca treypanan kelimesinden
türetilmiş trepenasyon kelimesi delik, delgi, burgu anlamalarına gelmektedir.
Eskiçağlar’dan günümüze kafatası
delgi ameliyatları üzerine Türkçe bir çalışma için bkz. Özbek, 1983. Yine
beyine uygulanan tıbbî müdahalelerden biri olan dağlama (cauterization)
üzerine bkz. Özbek, 2007b.
Prehistorik ve ilkel kültürlerde
trepanasyon hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Özbek, 1988; Özbek, 2007a, s.
511 vd.; Krug, 1993, s. 13 ve 97-99; Heidecker, 2009, s. 259-279; Uzluk, 1958,
s. 7-11; Bayat, 2003, s. 27-29; Neuburger, 1906, s. 3-16; Bartels, 1893, s.
300-305; Meyer-Steineg ve Sudhoff, 2006, s. 5-7 ve Grmek, 1991, s. 63-65.
[8] Animizm: Doğada canlı cansız her şeyin ruhu
olduğunu kabul eden inanç sistemi.
[9] “Ruhsal
hastalıkların tedavisi ile ilgili olarak tarihte bilinen en eski yöntemler
yaklaşık yarım milyon yıl önce Taş Devrinin mağara adamları tarafından
uygulanmıştır. Baş ağrılarından yakındıkları ya da epilepsi krizleri
geçirdikleri sanılan bazı hastaların tedavisi için ilk tıp adamları günümüzde Trepanasyon
denilen cerrahî işlemi kullanmışlardır. Bu işlemle, o günlerde taştan
yapılma araçlarla kafatasında yuvarlak bir delik açarak bu delikten kişide
rahatsızlık yaratmakta olan kötü ruhun çıkabileceğine inanılıyordu.” (Geçtan,
1978, s. 13)
[10]Bu konuda ayrıntılı bilgi için
bkz. Babaoğlu, 2002, s. 16 vd.
[11]“Günümüz
ilkel topluluklarında olduğu gibi eski çağlarda da beyin ameliyatlarını yapan
kişiler büyücü- cerrahlardı. Kafatası delgi ameliyatını gerektiren davranışın
temelinde tıbbi nedenler olmakla beraber, ritüel, büyüsel ya da dinsel
gerekçeler de bulunmaktaydı. Tarihöncesi çağlarda beyine yapılan müdahale daha
ziyade büyüsel amaçlıydı.”[yazım aynı] (Özbek, 2007a, s. 511)
“Tıp papirüslerinde birinde
‘başında açık ve büyük bir yara bulunan’ bir insanın tanımı verilmektedir. Bu
tanımın ayrıntıları, hekimin beyni çevreleyen zarı, beynin kıvrımlarını ve
etrafındaki sıvıyı dikkatle gözlediğine işaret etmektedir. Ayrıca, papirüsün
yazarının beyni vücudun kontrol merkezi olarak düşündüğü açıktır.” (Ronan,
2003, s. 27)
Tarihöncesi dönemde yapılan beyin
ameliyatları hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Özbek, 2007a, s. 511 - 519;
Babaoğlu, 2002, s. 13 vd. Biraben, 1996, s. 358.
[12]
Eski Mısır medeniyetinde sağlık ve beden kültürü, hekimlik sanatı, teşhis ve
tedavi hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Bayat, 2003, s. 46-58; Uzluk, 1958,
s. 23-27; Neuburger, 1906, s. 33-53; Meyer-Steineg ve Sudhoff, 2006, s. 16-24;
Pagel, 1915, s. 28-37; Magner, 2005, s. 32-51; Watts, 2003, s. 15-25; Seidler-
Leven, 2003, s. 22-27.
[13]Sümer,
Babil ve Asur tıbbı hakkında bkz. Neuburger, 1906, s. 19-32; Meyer-Steineg ve
Sudhoff, 2006, s. 11-15; Pagel, 1915, s. 21-28; Magner, 2005, s. 26-31;
Longring, 2003, s. 6 vd.
A. H. Bayat (2003, s. 37), Önasya
medeniyetleri tıbbının üç ana başlık altında incelenebileceğini belirtiyor; “a-
Din ve dolayısıyla rahiplerin hâkim olduğu toplumlarda, büyüyle tedavi; b -
Savaşçı toplumlarda bıçakla, cerrahî tedavi; c- Tarım toplumlarında şifalı
bitkilerle tedavi.”
Takdir edileceği üzere yukarıdaki
sınıflama, anılan medeniyetlerde çok gelişmiş bir tıp kültürüne işaret etmektedir.
[14] Eski İran’da tıp ve hekimlik kültürü hakkında
bkz. Neuburger, 1906, s. 54-60.
[15] Çin tıbbı hakkında bkz. Bayat, 2003, s. 68-74; Magner, 2005, s.
66-88; Uzluk, 1958, s. 31-34; Neuburger, 1906, s. 92-115; Porter, 2007, s.
148-163; Pagel, 1915, s. 10-13; Seidler-Leven, 2003, s. 3235.
[16] Japon tıbbı hakkında bkz. Neuburger, 1906, s.
116-120; Pagel, 1915, s. 13-14.
[17] Hint tıbbı hakkında bkz. Bayat, 2003, s.
75-80; Uzluk, 1958, s. 29-31; Magner, 2005, s. 53-66; Neuburger, 1906, s.
66-91; Porter, 2007, s. 137-147; Pagel, 1915, s. 16-20; Seidler-Leven, 2003, s.
27-31.
[18] Antikçağ olarak
adlandırılan dönem İÖ 1100’den başlamak üzere Batı Roma İmparatorluğu’nun
yıkılışı (476) veya İmparator Justinianus’un ölümüne (565) kadar olan süreci
tanımlar. Tarihçiler tarafından kendi içinde genellikle altı döneme ayrılarak
incelenir: Karanlık Dönem (İÖ 11. - 9. yy.), Arkaik Dönem (İÖ 8.-5.yy.), Klasik
Dönem (İÖ 5.- 4. yy.), Helenistik Dönem (İÖ 4. - 1. yy.), Roma Dönemi (İÖ 1.-
3.
yy.) ve Geç Antikite (3.-
5./6. yy.). Ayrıntılı bilgi için bkz. Levi, 1987, s. 6-7.
[19] Paian (Payan) için bkz. îlyada, V.
899-904; V. 401-402 ve Odysseia, IV. 227-232.
[20] A. H. Bayat (2003, s. 83), Yunan Tıbbı’nı İÖ 9.
yüzyıldan başlamak üzere mitolojik dönem, filozof hekimler dönemi ve
Hippokratik anlayışın hâkim olduğu dönem olmak üzere üçe ayırmaktadır.
[21] Neuburger, Yunan tıbbı üzerine ilk bilgileri Homeros aracılığıyla
elde ettiğimizi belirtiyor. (Neuburger, 1906, s. 135)
îlyada’nın farklı
bölümlerinde 147/150 adet savaş yarası ve dolayısıyla insan bedeninin anatomisi
üzerine tespit yer alır. (Frölich, 1879, s. 65; Neuburger 1906, s. 136; Porter,
2007, s. 52; Bayat, 2003, s. 83)
[22] Harris (2004, s. 15), Yunalılar ve Romalılar için öfke (anger)
üzerine yazma ve konuşmanın büyük önem taşıdığını, ilginin sadece felsefî,
edebî veya tedavi metinleriyle sınırlı olmadığını belirtiyor. (2004, s. 15)
[23] Antikçağ mitolojisinde öfkelenen tanrıların gazaba gelerek etrafa
dehşet saçmalarının çok sayıda örneği vardır (Werke und Tage, 238-245; Odysseia
IX, 411 vd.). Tanrısal öfkenin (divine anger) belirtisi yeryüzüne
gönderilen hastalıklar, açlık, yokluk, savaşlar ile gelen ölümdür. Genellikle
tannlann öfkesinin dinmesi zaman alsa da, bu dertlerden kurulmanın yolu
tanrıları öfkelendiren nedenleri biliciler, falcılar ve rüya tabircilerinin
yardımıyla iyi okuyabilmek ve bağlılığı teyit eden şölenler düzenleyip,
kurbanlar sunmaktır.
Antik dünyada (mitolojide) ‘öfke’
nin ayrıntılı tahlili için Harris (2004); Braund ve Most (Ed.) (2004)’ün 1. ve
2. bölümlerine bakılabilir.
[24] Asklepios, (ÂGK/.nnıoç) sıklıkla yanlış kullanımıyla dikkat çeken
bir özel isimdir. Latince Aesculapius olarak yazılmakla birlikte günümüz
batı dillerinde kabul görmüş yazılımı Asklepios, Asclepius veya Âskulap’dır.
[25] E. Treptow, Asklepios’un, Hesiodos Fragmanları’nda ve Pindar’ın
lirik dörtlüklerinde (Odes, 3. Pythia) yazıldığı üzere, erken dönemdeki
yarı Tanrısal (Heros: anne veya baba tarafından bir ölümlü ile tanrı
veya tanrıçadan olma çocuk) kimliğine dikkatimizi çeker ve Klasik dönemde
Asklepios’un böyle anıldığını belirtir.
http://www.philosophie.unimuenchen.de/lehreinheiten/philosophie_1/personen/treptow/veroeffentlichung
enZasklepios_1.pdf (Erişim: 03 Ocak 2012)
[26] H. Frölich, İlyada’yı derleyen kişinin, yani Homeros’un,
savaş alanındaki gözlemlerin gerçekliği ve tıbbî bilgilerin yetkinliğinden
hareketle askerî bir hekim olabileceğini belirtiyor. (Frölich, 1879, s. 65) İlyada
’yı oluşturan metinler incelendiğinde Frölich’in bu yorumunda haklı olduğu
ortaya çıkar. Gerçekten de İlyada içeriği itibariyle sıradan bir okura,
insan anatomisi üzerine çok ayrıntılı bilgiler verir. Savaş araç ve
gereçlerinin bedenle temasında hangi hallerde öldürücü olabildiğine ilişkin bu
denli ayrıntılı bilgiye ancak bir hekimin sahip olabileceği malumlarıdır. Diğer
yandan eserde dikkat çeken bir başka husus, savaş alanında topuz, ok, kılıç,
kargı ve benzeri silahlarla yaralananların çoğunlukla tedavi edilme şansları
olmayan ölümcül yaralar almış olmalarıdır.
[27] Özellikle İlyada Destanı’nında tıbbî
tedavi usulleri büyü pratiklerinden bağımsız olarak yer almakla birlikte,
hekimin başarısız olduğu yerde büyülü formüller ve muskalar devreye girer.
(Magner, 2005, s.
90)
[28] A. C. Celsus, Sekiz Kitapta Tıp Bilimi
adlı eserinin 1. kitabının Giriş Bölümü’nde tıbbın birkaç yüzyıl önce Asklepios
gibi bir bilge ile başladığını, Homeros’un eserlerinde salgınların veya farklı
(iç) hastalıkların tedavi edildiğine ilişkin bir bilginin yer almadığını,
sadece yaralanmış bedenler anlatıldığını; yine hastalıkların nedenlerinin
ölümsüz tanrıların öfkesine bağladığını, iyileşmenin de ancak onların
yardımıyla olabileceğinin kabul edildiğini yazar. (Celsus, 1906, s. 20)
F. Kudlien, (1967, s. 34) anılan
dönemde sıradan insanlar için normal yaşamda ve savaştaki yaralanmalar dışında
hastalıkların teşhis ve tedavi edilemez olduğunu belirtiyor.
[29] A. Krug, cerrahîi müdahalelerde kullanılan aletlerden ulaşılabilen
en eski örneklerinin İÖ 15. yüzyıldan kalmakla birlikte, Homeros’un
Destanları’nda tek bir hekimlik araç gerecinin isminin geçmediğine dikkat
çekiyor. (Krug, 1993, s. 15) Krug’un, Tedavi Sanatı ve Selâmet Kültü -
Antikçağ’da Tıp (Heilkunst und Heilkult - Medizin in der Antike)
çalışmasında ‘Malzemeler ve İlaçlar’ başlığı altında Antikçağ’da hekimlerin
kullandıkları tıbbî araç, gereç ve ecza hakkında ayrıntılı bilgilerin yer
aldığı bölüm için bkz. Krug, 1993, s. 70-119.
[30] Paleopatoloji “ (...)
eskiden yaşamış olan insanların günümüze ulaşan iskelet kalıntılarından,
bıraktıkları kap kacak gibi
ürünlerin üzerine çizdikleri resimlerden, mumyalardan ya da heykelciklerden
elde ettiği bilgilere dayanarak hastalıkları inceleyen bilim dalıdır.” (Özbek,
2007a, s. 488)
[31] “The Homeric world clearly distinguishes four types-namely,
death by overt violence (combat, accident, sacrifice), death as the result of
debilitating, disease, sudden death without apparent external cause, and death
from griefA (Grmek, 1991, s. 21)
[32] Aynı konuda bkz. Biraben, 1996, s. 362.
[33] Metin, kuşkusuz yukarıda saydığımız, destanlara
konu farklı ölüm tiplerine değinmesi açısından da ilginçtir.
[34] Tarihin en eski dönemlerinden beri kadınların, istisnasız tüm
toplumlarda, şifacı, bilge, otacı, büyücü ve benzeri kimlikleriyle üstlendikleri
rol, tıbbın ve hekimlik sanatının gelişmesinde çok etkili olmuştur. Antik Yunan
dünyasında da şifalı otların kadınlar tarafından ecza olarak kullanımı, tedavi
alanında görülen ilerlemenin motörü olmuştur.
Mezopotamya kültürlerinde sağlık
alanında rahipler arasında ilginç bir uzmanlaşma/işbölümü söz konusudur;
gelecekten haber veren, hastalığın sonucunu öngörebilmek için karaciğer falı,
zeytinyağı falı gibi yöntemler kullananlar, bitki, hayvan ve maden kaynaklı
ilâçlarla hastalıkları tedavi edenler ve hastalığın nedeni olarak görülen,
cinlerin ve kötücül güçlerin bedenden kovulması için üfürükçülük, büyücülük
yöntemlerini kullananlar. (Bayat, 2003, s. 37)
Mezopotamya tıbbında kehanetin
önemi hakkında bkz. Ronan, 2003, s. 36.
Mezopotamya’ya benzer şekilde Eski
Mısır’da hastalıkların tedavisini yüklenen üç sınıf hakkında bkz. Bayat, 2003,
s. 52 vd.
[35] Greko-Romen Antik dünyada yararlı/zararlı
büyünün gündelik yaşamdaki önemi ve çok tanrılı dinlerde bir varoluş sorunu
olarak ‘büyü’ konusunda yapılmış ayrıntılı bir çalışma için bkz. Graf, 1996.
[36] F. Kudlien (1967, s. 50-51) Homeros döneminde yaralanma ve kırıklar (traumatische
Erkrankungen) konusunda sağlanan nesnel-deneysel birikime karşın, travmatik
olmayan hastalıkların (nichttraumatischen Erkrankungen) hâlâ, birçok
başka kültürde örneği görülebilecek olan, eski dinsel yöntemlerle tedavi
edilmeye çalışıldığını belirtiyor. Kudlien, yaralanmalar ve kırıklar konusunda
Homeros’dan beri süre gelen nesnel-deneysel tıbbî yöntemlere karşın, travmatik
olmayan hastalıklarda hekimlerin tümüyle yeni tedaviler üzerine kafa yormakla
birlikte çok eskiden kalma, temizlenme -arınma (Reinigung) gibi bir
yönteme başvurduklarına dikkat çekiyor. Doğaüstü güçlerden kaynaklandığına
inanılan hastalıkların tedavisinde dinsel, psikolojik veya somatik olarak
uygulanabilen bu yönteme yararlı olduğuna inanıldığı için başvurulduğunu ancak
daha sonra yaklaşık İÖ 5. yüzyılda başlayan bilimsel tıp dönemi ile hastalığın
doğal nedenlerden kaynaklanan bir olgu olduğunun kabul edildiğini belirtiyor.
[37] Aşağıda Asklepios kültü hakkında bilgi alınabilecek
eserler verilmiştir. Özellikle Antje Krug’un (1993) çalışmasının çok ayrıntılı
ve titiz hazırlanmış olduğunu söyleyebiliriz: Krug, 1993, s. 120-187; Peterich
ve Grimal, 2000, s. 24; Bandini 2000, s. 32-33; Eckart, 2005, s. 5 vd.;
Cotterel, 1990, s. 65; Lurker, 1989, s. 46; Bellinger, 1989, s. 52; Bayat,
2003, s. 84-87; Bonnefoy, 2000, s. 78-80; Neuburger, 1906, s. 138149; Hansen,
2004, s. 120-121; Pagel, 1915, s. 42-44; Stamer ve Zingsem, 2001, s. 143-148;
Uzluk, 1958, s. 38-41; Meyer-Steineg ve Sudhoff, 2006, s. 27-37; Biedermann,
1989, s. 37-38; Bergdolt, 1999, s. 5967; Magner, 2005, s. 103-106; Biraben,
1996, s. 360 vd.; Longring, 2003, s. 17-25; Dignas, 2007, s. 163177; Arıhan,
2003, s. 53-93; Leven (Ed.), 2005a, s. 108-114; Nutton, 2004, s. 103-114; 273
vd.; Kollmann, 2011, s. 30-35; Seidler-Leven, 2003, s. 40-43; Steger, 2004, s.
77-164; Schafer, 2000, s. 259274.
[38] Asklepios’un farklı söylencelere göre doğumu,
yaşamı ve akrabaları hakkında bkz. Krug, 1993, s.121- 128; Neuburger, 1906, s.
139.
[39] Sevillalı Isidorus, Apollon ve oğlu
Asklepios’u tedavi sanatının yaratıcıları olarak tanımlar. (Etymologiae,
IV, III,1-2)
[40] Eskülap asasının yılan figürü ile birleştirilmesi İÖ 4. yüzyılın ilk
yarısında gerçekleşir. Eskülap asasının ortaya çıkışı ve bir kült haline
dönüşmesi hakkında bkz. Karger-Decker, 2001, s. 348-349; Leven (Ed.), 2005a, s.
113-114.
“Bir görüşe göre bu inanışın ilk
dönemlerinde Akslepios’tan değil, yılandan medet umuluyordu. Yunanca Askalabos
demek olan yılan, sağlık tanrısının kişiselleştirilmesiyle ismini Asklepios’a
vermiş ve tanrının şifa verici gücünü temsil eden, asasına sarılı olarak
sembolize edilmeye devam etmiştir.” (Bayat, 2003, s. 84-85)
“Asklepios’a göre hekim, yılan gibi
dilsiz olmalı, kimsenin sırrını başkasına söylememeli, sabır ve sükûnet içinde
çalışmalıdır. Asa (sopa, baston) ile temsil edilmesi, tababet tahsilinin kısa
sürede öğrenilemeyip, ihtiyarlayıp bastona dayanıncaya kadar hekimin öğrenmeye
ve tecrübe kazanmaya ihtiyaç duyduğunu belirtmek içindir. Diğer yandan asa,
iyilik tanrılarının sembolüdür. Yılan ise, kötülük tanrılannın alametidir.
Asaya sarılmış yılan, iyilik ve kötülük ilahlarının bir araya gelmesi
demektir.” (Yöndemli, 2004, s. 70)
[41] Kültün kökeninin en fazla İÖ 6/5. yüzyıllara
götürülebileceği üzerine bkz. Krug, 1993, s. 121.
[42] Aynı konuda bkz. Leven, 2005a, s.108; Nutton,
2004, s. 104.
[43] Feridun N. Uzluk, uyku tedavisi hakkında bildiklerimizin çoğunun
Epidauros’da bulunmuş Stel veya taşlardaki yazılara dayalı olduğunu belirterek
tarif edilmiş kırk dört (Pagel, 1915, s. 42) olaydan bazı örnekler vermektedir.
(Uzluk, 1958, s. 39-40; Pagel, 1915, s. 44)
Yunan gezgin ve coğrafyacı
Pausanias (2. yy.) Yunanistan ’ın Tasviri (Description of Greece, Argolis
2, XXVII; 2-3) başlıklı eserinde, Epidauros Asklepieion ’un büyüklüğü,
mimarisi, süsleme sanatı ve içinde yer alan görkemli Asklepios heykeli hakkında
önemli bilgiler verir.
[44] Kuşkusuz Epidauros ile birlikte döneminin en ünlü Asklepios
tapınaklarından biri Kos Adası’ndaydı. Yaşlı Plinius (Naturgeschichte,
XXIX, 2,4), Hippokrates’in ünlü ve güçlü Asklepios tarafından kutsanmış Kos
Adası’nda doğduğunu belirtir.
[45] J. Longring (2003, s. 21), Asklepieionların
toplam sayısının dört yüzün üzerinde olduğunu belirtmektedir.
[46] Başta Epidauros olmak üzere farklı Asklepios tapınaklarının planları
ve coğrafî konumları hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Krug, 1993, s. 128 vd.
[47] Burada bahsi geçen şifalı su kaynakları, özellikle volkanik
bölgelerde yer alan, Ren Vadisi, Orta İtalya, Batı ve güneybatı Anadolu
hattında yoğunlaşan, çoğunlukla ılık-sıcak olup, mineral yönünden zengindirler.
(Krug, 1993, s. 172-173) Ancak, Hippokrates’in Corpus’unda yer alan (Die
Diât 2,57) ve Antikçağ tıbbında büyük önem taşıyan tedavi banyolarında sıcak
ve mineralli sular tercih nedeni değildir, hatta hastaya zarar verebilir.
Özellikle su tedavisi söz konusuysa, soğuk ve özellikle deniz suyu tercih
edilmelidir. Yaşlı Plinius da (Die Naturgeschichte, XXIX 5,10), kış
aylarında uygulanan soğuk su tedavisinden bahseder.
Yaşlı Plinius Doğa Tarihinin
‘Suyun Şifa Veren Gücü’ne ayırdığı XXXI. Kitabında (Naturgeschichte, XXXI
32,59), uzun uzun şifalı su kaynaklarının, durgun suların, nehirlerin,
göllerin, denizlerin bulundukları bölgeleri, coğrafî konumlarını, şifa veren
niteliklerini veya zararlarını anlatır. Bu arada Homeros’un şifalı kaplıca
sularından hiç bahsetmediğini, yıkanma amacıyla sık sık sıcak (ıstılmış) sudan
söz ettiğine şaşırdığını belirtir. Bu durumu, tıbbın bu kolunun, mineralli
sularla tedavi sanatı, o dönemde henüz bilinmediğine bağlamayı da ihmal etmez.
[48] Asklepieionların yer seçimi konusunda gösterilen hassasiyete
Romalı mimar-mühendis Vitruvius (İÖ 90-20) Mimarlık Üzerine On Kitap (The
Ten Books on Architecture, I 2,15) adlı eserinde değinmiştir. Vitruvius, Asklepieionların
şifalı su kaynaklarına, temiz hava ve çevre koşullarına sahip bölgelerde inşa
edildiklerini böylece gelen hastaların uygun çevre koşullarında sağlıklarına
kavuşma şanslarının arttığına işaret eder. (The Ten Books on Architecture,
I 2,15)
[49] Tedavi imkânı bulunmayan ağır hastalar için Plâton, Devlette
(407d-e) benzer bir yaklaşımda bulunur.
[50] Heilender Tempelschlaf/Heilschlaf/Heiltraumschlaf Alm. (enkoimesis
Yun., incubatio Lat., temple sleep-İng.) (Leven, 2005a, s.
845-846; Eckart, 2005, s. 6; Bergdolt, 1999, s. 61; Neuburger, 1906, s. 141;
Magner, 2005, s. 105)
Tempel kelimesinin, tapınak,
mabet, ibadethane karşılıklarından burada bizce kavramın arkaik karakterini
daha iyi yansıttığı için ‘tapınak’ kelimesi seçilmiştir.
Bayat (2003, s. 85), ‘tedavi eden
tapınak uykusu’nun Yunanistan’a, İsis kültünden (Eski Mısır) geçtiğini ifade
eder. Aynı konuda bkz. Ronan, 2003, s. 94.
Mabet uykusuna ilişkin bir başka
kaynak, Aristofanes’in Ploutos (zenginlik/servet) adlı komedisinde anlatılanlardır.
Yaşlı ve Zeus tarafından kör edilmiş olan Ploutos, Chremylos ve kölesi Karion
tarafından tedavi için Asklepios mabedine götürülür. Burada gece beklenen
mucize gerçekleşir ve Asklepios’un kutsal yılanlarından ikisi Ploutos’un
gözlerini yalayarak tedavi ederler. Komedi’den başka önemli bilgiler de
ediniriz; hasta mabede girmeden önce denizde yıkanır, arınır. Daha sonra adak
olarak getirdikleri ekmek ve çörekleri Altar’a bırakırlar. (Komödien,
Plutos, 596-751)
[51] Bonnefoy sözlüğündeki (2000, s. 79) Asklepios
maddesinde abaton, ‘abanton’ (yasak yer) olarak tanımlanıyor.
[52] Geç dönemlerde kültün etkisini artıracak bazı
önlemlerin rahipler tarafından alındığı anlaşılmaktadır. Geceleri maske
takmış Tanrı Asklepion ve çocukları kılığındaki mabet rahipleri uykusuz geceler
sonunda yorgun düşmüş, hastaya görünürler. Hastaya sağlığının doğrudan
Tanrı tarafından bahşedilmesi anlamına gelen bu uygulamaya tedavide kullanılan
ve hastaya rahatlık veren ecza karışımlarının etkisi olduğu sanılmaktadır.
(Neuburger, 1906, s. 141; Meyer-Steineg ve Sudhoff, 2006, s. 30)
[53] Hippokrates’in Trikka (Tesalya), Galenos’un
da gençlik yıllarında Bergama Asklepionu’nda çalıştığı bilinmektedir.
(Bergdolt, 1999, s. 104; 63; Bayat, 2003, s. 86; 90; Meyer-Steineg ve Sudhoff,
2006, s. 86)
[54] Babaoğlu, Asklepiadların (Asklepios kültüne mensup
rahipler) tanı ve tedavi yöntemlerinde rüya yorumunun en başta yer aldığını
belirterek Asklepios tapınaklarının ne bir hastane, ne de bir tıp okulu
olduğunu belirtiyor: “Zavallı dertliler buraya Tanrı’ya yakarmak için gelirler.
Her tapıda olduğu gibi, burada da Tanrı kimi yakarışları kabul eder, kimilerini
etmez ve ‘onun hikmetinden de elbette sual sorulmaz’. O tapınaklardaki Asklepiadlar
yalnızca Tanrı’nın hizmetkârlarıdır ve yakaranların dileklerinin Tanrı’ya
ulaşmasını sağlamaya ve aynı zamanda Tanrı’dan gelebilecek işaretleri hasta
için yorumlamaya çalışırlar. Bu bakımdan şimdiki imam ya da papazlardan
farkları yoktur.” (Babaoğlu, 2002, s. 44) Babaoğlu’nun kimi saptamalarına
katılmak mümkün gözükmüyor. Asklepios tapınakları bir ibadet merkezi olmanın
yanında, aynı zamanda hastane veya tedavi merkezi olarak görev yapıyordu.
Pausanias’ın, tapınakların da yer aldığı külliyelerde tedaviye ayrılan
bölümlerin mimarî hacimleri üzerine tanıklıkları, ne denli büyük yapılarla
karşı karşıya olduğumuzu, bunların Romalıların askerî revirlerinin (valetudinarium)
ve Ortaçağ’daki tedavi evlerinin (hospitale) ilk örnekleri olduğu
konusunda kanıyı güçlendirmektedir. Diğer yandan bu merkezlerde görev yapan
rahipler kadar meslekten hekimler de tedavi sürecine katılıyor, kendileri için
bu merkezleri okul olarak görüyorlardı. Bu merkezlere sağlığına kavuşmak için
gelen çok sayıda hasta, hekimlere zengin bir deneyim sağlayarak tecrübe
edinmelerine katkı sağlıyordu. Diğer yandan Kos, Knidos ve Rodos’daki
tapınaklarda zengin kütüphanelerin varlığının yanı sıra, yine bu merkezlerde
teşhis ve tedavi alanında çok önemli yeniliklerin keşfedildiği de biliniyor.
Hippokrates’in de, ailesindeki Asklepiadlar gibi, Asklepios tapınaklarında
hekim olarak çalışması ve bundan gurur duyması, bu konuda örnektir. Ayrıntılı
bilgi için bkz. Neuburger, 1906, s. 145-149.
Doğu’nun eski kültürlerinde bilim
ve tedavi amaçlı rüya yorumları için bkz. Sommerfeld, 2000, s. 201219. Eski
Mısır’ da rüya yorumları üzerine bkz. Leitz, 2000b, s. 221-246.
[55] Zeytinyağı, bal, süt ve otlardan oluşan
beslenme diyeti halk hekimlerinin tavsiyeleriyle örtüşür. (Krug, 1993, s. 139).
[56] J.-N. Biraben (1996, s. 362), Homeros Destanları’nda anlatılan
savaşlarda kahramanların yaralanma öykülerinin sıklığına vurgu yaparak, Asklepieionların
sadece yaralı olarak tapınağa gelen hastaları kabul ettiklerini, tanrılar
tarafından gönderilmiş dertlerden muzdarip olanlara kapılarının kapalı olduğunu
belirtiyor.
[57] Hacamat-damar açma (Phlebotomia, Yun.; venaesectio,
Lat.) hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Leven, 2005a, s. 8-10.
[58] Hekimliği aşk ile ilgili bir bilim olarak tanımlayan Plâton, Symposion'da
(186c-e), Asklepios ve Hippokrates’e övgülerini Eryksimakhos’a söyletir: “Çünkü
hekimlik, özet söylemek gerekirse, dolma ve boşalmayla ilgisi bakımından
bedenin aşkla ilgili bilimidir ve aşkın güzelini çirkininden ayırt edebilendir
en marifetli hekim. Bir aşkın yerini diğeri alacak şekilde değişiklik yaratan
ve içlerinde aşk olmayıp da olması gereken bedenlere onu aşılamayı, olup da
olmaması gereken bedenlerden de sürüp çıkarmayı bilen kişi de usta bir
zanaatkâr olabilir ancak. Zira gerçek şu ki bedendeki en uzlaşmaz şeyleri dost
kılabilmeli o, hatta birbirlerine âşık edebilmeli. Herhalde en uzlaşmaz şeyler
taban tabana zıt şeylerdir; sıcakla soğuk, tatlıyla acı, yaşla kuru ve bu
türden her şey. Bunlara aşk ve uyuşma aşılamayı becerdiği içindir ki pirimiz
Asklepios, şu şairlerin dediği ve benim de inandığım gibi, bizim sanatımızın
temellerini attı. Dolayısıyla ileri sürdüğüm gibi, hekimliğin tümü tamamı bu
tanrı sayesinde yönetilir (...).”
[59] Kudlien (1979, s. 12), Askleipios’ların
tümüyle insan sevgisinden (philantropie) hareket eden concern for the
poor’lar olarak görülmemesi gerektiğini belirtiyor.
[60] Yukarıda yazılanlardan, Antikçağ’da düşünsel alanda yaşanan
görkemi, Perikles Dönemi ile sınırlandırmak gibi bir sonuç çıkarılmamalıdır. Bu
parlak dönem Perikles’in iktidarında zirvesine ulaşmakla birlikte “entelektüel
alanda bir devrim” (Longring, 2003, s. 28) olarak tanımlanan sürecin İÖ 6.
yüzyılda Anadolu topraklarındaki Milet’te başladığını söyleyebiliriz.
Yaşlı Plinius (Die
Naturgeschichte, XXIX 2,4), düşün alanında yaşanan bu görkeme karşın,
Pelepones Savaşlarına (İÖ 431- 404) kadar olan dönemin tedavi sanatının
karanlık çağı olduğunu, ancak bu dönemin Hippokrates’in ismiyle aydınladığını
yazar.
[61] “Büyük İskender’in ölümünden sonra, onun babasından devraldığı ve
bizzat kendisinin fethetmiş olduğu memleketler, komutanları arasında
paylaşılmıştı. Mısır’ı zapt ve tassaruf eden Ptolemaios Soter adlı
hükümdar, ilimleri ve fenleri seven birisi idi. Bu yüzden, Yunanistan’da gerek
ilimlerin ve fenlerin ve gerek medeniyetin diğer sebeblerinin yok olması
dolayısıyla civar memleketlere dağılmış bulunan Yunan filozoflarını yanına
getirmiş, aynı zamanda toplayıp tedârik edebildiği çeşitli eserleri yerleştirip
korumak maksadıyla İskenderiye şehrinin ortasında, yüz adım yüksekliğinde sun’î
bir dağın tepesinde bulunan Serapium adlı güzel mâbedin bitişiğinde bir
kütüphâne yaptırmıştır.” (Mansur, 1995, s. 5.) İskenderiye Kütüphanesi’ni
Ptolemaios Soter’in mi, yoksa Ptolemaios II Philadelphos’un mu kurduğu üzerine
tartışmalar için bkz. Yıldız, 1985, s. 71-80.
[62] İskenderiye kenti ve kütüphanesinin bu çalışma açısından önemi
sadece Geç Antikçağ’ın bir ilim ve irfan merkezi olmasından
kaynaklanmamaktadır. Daha sonra ayrıntılı biçimde anlatılacağı üzere,
İskenderiye kenti, kütüphanesi ve kültürel çevresiyle, 8.-10. yüzyıllar
arasında gerçekleşen Yunanca- Arapça çeviri hareketine olan doğrudan ve dolayı
etkileri bağlamında büyük önem taşımaktadır. H. Z. Ülken (2011, s. 25), bu
konuya dikkatimizi şu tespitleriyle çekiyor: “Araplar Mısır’ı zapt etmiş
oldukları zaman, orada ekserisini dini kitaplar teşkil eden bir kütüphane
buldular. Eski Yunan felsefe ve ilmiyle İskenderiye Mektebi’ne ait bazı eserler
de bu arada idi. Fakat bu mahdut eserler bile, İslam felsefesinin doğması için
ilk temel vazifesini gören tercüme faaliyetine esas olmuştur.” Ülken, yine
anılan çalışmasında ‘İskenderiye Mektebi’nin Yerini Değiştirmesi’ başlığı
altında (s. 51-55), İskenderiye’de yeşeren ve gelişen Yunan dünyasının felsefe,
tıp ve diğer bilim ekollerinin zaman içinde Antakya ve Harran üzerinden
Bağdat’a yaptığı yolculuğu ayrıntılı biçimde değerlendiriyor.
İskenderiye Kütüphanesi’nin İÖ 48
yılındaki yangında yok olduğu tahmin edilse de, kütüphanenin takip eden
yüzyıllarda azalarak da olsa süren fiziksel varlığı üzerine yapılan tartışmalar
günümüze kadar sürmüştür. Literatürde Emir Amr İbnü’l-Âs’ın, Hz. Ömer’in
emriyle kütüphaneyi, İskenderiye şehrini ele
çekmek istiyoruz. R. Macleod
(2006a), Luciano Canfora’ya atfen (La Biblioteca Scomparsa, Palermo,
1986), İskenderiye kütüphanesinin Müslümanlar tarafından yakıldığı iddialarına
daha ortalama bir yorumla karşımıza çıkıyor: Emir’in şehre girdiğinde
kütüphanede bulunan kitapların, Arapların anılan dönemde ilgisini çeken
matematik, astronomi, coğrafya gibi konulardan çok Yunanca dinî eserler olduğu
ve Halife Ömer’in yok etme emri vermiş olabileceğini belirtiyor. Ancak A.
Apak’ın da (2003) değindiği üzere, L. Canfora’nın en önemli kaynağı olan
Aristeas’ın mektubunun kurmaca (kalpazanlık ürünü) bir metin olduğunu Anthony
Grafton (1998, s. 22-23) tartışmaya yer vermeyecek şekilde ortaya koymuştur.
İlginç olan husus, Canfora’nın (1990, s. 98) kitabı alanında yapılmış en önemli
(referans) çalışmalardan biri olarak kabul edilmektedir. Ancak anılan hata,
kitabın sıkça referans gösterilmesi nedeniyle yanlışın yayılmasına ve
yinelenmesine olanak sağlamıştır.
Yine Batı’dan bir bilim adamı,
İngiliz Bilimler Akademisi üyesi, Colin Ronan (1920-1995), bizce, konuya
gerçeğe uygun düşecek bir sağduyu ile yaklaşmaktadır. Colin, kuruluşundan 7.
yüzyılın ortalarına kadar geçirdiği badirelerden sonra İskenderiye’nin bilim merkezi
olma statüsünü yeniden kazanamadığını belirterek, kütüphanenin durumunu şöyle
özetliyor: “MS 640’ta, Müslümanların Mısır’ı fethi sırasında vuku bulan
yangından sonra tamamen unutuldu. Ancak bu yangından çok önce, bilim adamları
değerli el yazmalarını alarak İskenderiye’yi terk etmişlerdi.” (Ronan, 2003, s.
136)
İskenderiye Kütüphanesi’nin tahrip
edilmesi üzerine verdiği bilgileri Canfora’ya dayandıran Alberto Manguel ise
kütüphanenin kuruluşu hakkında şu bilgileri veriyor: “İskenderiye Kütüphanesi
İÖ 3. yüzyılda Ptolemaios sülâlesi krallarının Aristoteles’in öğretilerini daha
iyi takip edebilmek için kurdukları bir bilim merkeziydi. İÖ 1. yüzyılda
yaşayan Yunan coğrafyacısı Strabon’a göre, kütüphanede Aristoteles’in
çömezlerinden Theophrastos’a bıraktığı, onun da kütüphanenin kurulmasında görev
alan Skepsisli Neleos’a devrettiği kendi kitapları bulunuyordu.” (Manguel,
2008, s. 26)
İskenderiye Kütüphanesi’nin 641
yılında, Hz. Ömer’in emirleriyle Emir Amr İbnü’l-Âs’ın tarafından yakıldığı
iddialarıyla ilgili olarak yukarıda anılan eserler içinde son yıllarda yapılmış
en kapsamlı Türkçe çalışmanın Nuray Yıldız’ın yayınlanmış doktara tezi olduğunu
söyleyebiliriz. (Yıldız, 1985, s. 80-96) İskenderiye Kütüphanesi ve Antikçağ’ın
önemli merkezlerinde kütüphaneler ve kütüphane kültürü üzerine ayrıntılı bilgi
için bkz. Yıldız, 1985; Blanck 2000, s. 148 vd.; Manguel 2000, s. 219 vd.;
Macleod (Ed.) 2006; Mansur, 1995, s. 5-9; Ülken, 2011, s. 23-29; Canfora, 1990;
Balcızade, 1931; Greenblatt, 2013, s. 81-86; Manguel, 2000, s. 219-233; 2008,
s. 26-39;
Özellikle Macleod (2006)
derlemesinde, John Vallence tarafından kaleme alınan “Kütüphanedeki Doktorlar:
Kitapkurdu Apollonios’un Tuhaf Öyküsü ve Diğer Öyküler” (123-144) başlıklı
metin, konumuzla ilgisi nedeniyle önemlidir.
115
İskenderiye
Kütüphanesi’ndeki malzeme sayısına ilişkin tartışmalarda kavram kargaşası
nedeniyle çoğu kez yanlış sonuçlara varılmaktadır. Öncelikle anılan kütüphanede
günümüzdeki anlamıyla ‘kitap’tan söz edebilmek mümkün değildir. Bahis konusu
olan ‘rulo’lar ise hacim olarak kitaba tekabül etmez. Horst Blanck (2000, s.
156), yaptığı analizde, dört yüz doksan bin ‘kitap rulosu’na sahip olduğunu
tahmin ettiği İskenderiye Kütüphanesi’nde, günümüzdeki anlamında, seksen bin
cilt civarında kitap olduğu sonucuna varıyor. Benzer biçimde Sevillalı Isidorus
Etymologiae"de, Ptolemaios Soter’in oğlu Ptolemaios Philadelphos
(İÖ 309-247) döneminde İskenderiye Kütüphanesi’nde yetmiş bin kitap
olduğunu belirtiyor. Yine anılan kütüphanenin, iddia olunduğu üzere yedi yüz
bin papirüs rulosına sahip olmadığı hakkında bkz. Yıldız, 1985, s. 96-102;
Mansur, 1995, s. 7-9; Ülken 2011, s. 24.
[64] Ön-Sokratikler hakkında ayrıntılı bilgi için
bkz. Pagel, 1915, s. 45-47.
[65] Antik Yunan’da doğa filozoflarının tıp biliminin öncüleri olduklarına
dair tezi bugün çok sayıda tarihçi kabul etmekle birlikte, tartışmalar daha çok
katkılarının hangi düzeyde olduğu ve Corpus Hippokraticum'un
şekillenmesindeki etkileri üzerinde yoğunlaşmaktadır. Bu konuda yapılmış çok
sayıda çalışma içinde, bizim de faydalandığımız Joseph Schumacher’e ait iki
(1963; 1965) metine bakılabilir.
[66] Temel Elementler hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Böhme ve Böhme,
2004.
Temel Elementlerin antropolojik ve
kültürel bağlamı için, Hartmut Böhme tarafından hazırlanmış iki makaleye
bakılabilir: Die vier Elemente: Feuer, Wasser, Erde, Luft (1996). http://www.culture.hu-
berlin.de/hb/static/archiv/volltexte/pdf/Elemente.pdf (Erişim: 12
Aralık 2009)
Antropologie der Vier Elemente
(2009).
http://www.culture.hu-berlin.de/hb/static/archiv/volltexte/pdf/Anthopologie.pdf
(Erişim: 12 Aralık 2009).
[67] Empedokles’in, Doğa Üzerine 111 Parça’sının Herman Diels
tarafından yapılan çevirisinde kurucu elementler, 20. parçada (Fragment)
Güneş, Yer, Gökyüzü ve Deniz olarak da yer alır. (Diels, 1903, s. 190)
Empedokles’in (İÖ 483/82-424/23)
yaşamı, bilim anlayışı ve öğretileri hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Böhme
ve Böhme, 2004, s. 93-100; Neuburger, 1906, s. 153-154; Schneider ve Lang,
1977, s. 17; Laertios, 2010, s. 398-407; Schumacher, 1963, s. 105-125; 1965, s.
76-88.
[68] Ateş, su, toprak ve hava olarak adlandırılan temel
değişmezler, evreni oluşturan güneş, deniz, yer ve gökyüzünün daha genel ve
soyut ifade edilmiş şeklidir.
İnsanın yaratılış tarihinde yaşamı
başlatan temel değişmezlerden yer ve hava önemli bir işleve sahiptir: “Rab
Tanrı Âdem’i topraktan yarattı ve burnuna yaşam soluğunu üfledi. Böylece Âdem
yaşayan varlık oldu.” (Yar. 2,7) Böylece topraktan şekillenen insanın bedenine
akıl formunda hava üflenir. (Böhme, 1996, s. 9)
[69]Tüm kültürlerde dört sayısının
önemi hakkında bkz. Schimmel, 2000, s. 98-117.
Avrupa kültürlerinde dört sayısının yardımıyla, dörde bölerek,
evreni açıklama çabalarına verilen örnekler için bkz. Böhme, 1996, s. 18 vd.
[70] Pyhtagoras’ın, Iamblichus,
Porphry ve Laertius tarafından yazılmış biyografileri ve eserlerinden
parçaların yer aldığı bir çalışma için Patrick Rousell’in (Ed.) derlemesine
bakılabilir.
“Pythagoras was part
philosopher, part magician, or part witch. ” (Erişim: 17 Şubat 2012).
[72] ‘Sayı’ kavrayışlarından hareketle Krotonlu
Pythagorascıların analizi için bkz. Thomson, 1997, s. 275298.
[73] Aristoteles, Pythagorasçılar için tüm evrenin, ‘uyum ve
sayılar’dan oluştuğunu ifade eder; “(...) die Elemente der Zahlen seien Elemente
aller Dinge, und der ganze Himmel sei Harmonie und ZahlZ (Metaphysik, A5,
986a)
[74] Beslenme düzeni oldukça mistik-büyüsel bir karakter içerir;
örneğin fasulye, balık, yürek, beyin yemek yasaktır. Diğer yandan
Pythagorasçılar önce sağ ayağa ayakkabı giymek, asla yüzük takmamak, altın takı
taşıyan kadından çocuk sahibi olmamak, lamba ışığının aynadaki aksine bakmamak
gibi batıl itikatlara sahiptiler. (Bergdolt, 1999, s. 34) Laertios,
Pythagorasçıların bu düsturlarının birer anlamı olduğundan hareketle bazılarını
açıklama yoluna gider. (Ünlü Filozofların Yaşamları ve Öğretileri, s.
387-388)
[75] Beden sıvılarını dengede tutmanın sağlık üzerinde olumlu etkisi
olduğu inancı Antik Yunan’dan önce Eski Mısır’da mevcuttu: “Gıda artıklarının
vücut sıvıları arasındaki dengeyi bozup hastalığa sebep olduğu gerekçesiyle
tedavide, kan alma, vantuz çekme, dağlama, masaj, lavman, kusturma gibi
vasıtalarla vücut sıvı dengesini sağlamaya çalışılırdı ki, bu düşünce sistemi
daha sonra antik Yunan’da Humoral Patoloji Teorisi’nin oluşumuna yardımcı
olmuştur.” (Bayat, 2003, s. 55)
[76] Pythagorasçılar hakkında ayrıntılı bilgi için
bkz. Schumacher, 1963, s. 34-66; 1965, s. 38-63.
[77] D. Laertios, Arelateli Favorinus’a atfen, Alkmaion’un ‘doğa
üzerine bir eser yazan ilk düşünür’ olduğunu belirtiyor. (Ünlü Filozofların
Yaşamları ve Öğretileri, VIII,83) Yine Aristoteles, Metafizik adlı
yapıtında (A5, 986a), Krotonlu Alkmaion’dan ‘Pythagoras’ın genç çağdaşı’ olarak
söz eder.
[78] İÖ 5. yüzyılda felsefe-tıp ilişkisini, Krotonlu Alkmaion ve ön-Sokratik
filozoflar üzerinden inceleyen kapsamlı bir çalışma için Longrigg (2003) içinde
‘Philosophy and medicine in the fifth century I: Alcmaeon and the
pre-Socratic philosophers'’ bölümüne (s. 47-81) bakılabilir.
[79] Aristoteles, Metafizik’de (A5. 986a), Pythagorasçıların
tanıdığı on çift zıtlığı sayar: sınır-sınırsız, eğri- düz, bir-birçok, sağ-sol,
erkek-dişi, hareketsiz-hareketli, düz-eğri (çarpık), aydınlık-karanlık,
iyi-kötü, kare-dikdörtgen.
[80] Alkmaion’un eserlerinde geçen isonomia
kavramı faydalandığımız Almanca metinlerde das Gleichgewicht, die
Ausgewogenheit, das Gleichmafi, İngilizce metinlerde equilibrium;
monarchia kavramı ise Almanca metinlerde die Alleinherschaft, das
Vorherrschen, İngilizce metinlerde supremacy ile karşılanmıştır.
[81]“Dört
mizaç da Empedokles’e dayanır: Öfke ateşe, sıcakkanlılık havaya, hüzün toprağa,
uyuşukluk da suya dayandırılmıştır.” (Friedel, 1999, s. 226)
[82] Yunanlı Galenos, Empedokles’ten Sicilya tıp
ekolünün kurucusu olarak söz etmiştir. (Ronan, 2003, s. 85)
[83] Aristoteles’in Empedokles’e saygısı dördüncü
elementi dâhil ederek öğretiyi olgunlaştırmasıyla sınırlı değildir. Aynı
zamanda Empedokles’i retoriğin kurucusu sıfatıyla onurlandırmıştır. (Ronan,
2003, s. 85)
[84] Corpus Hippocraticum’un ayrıntılı analizinin yanında,
Hippokrates’in yaşamı ve hekimlik sanatına olan katkıları hakkında bilgi için
şu çalışmalara başvurulabilir: Kudlien, 1967; Gurlt, 1898, s. 246 -293;
Neuburger, 1906, s. 174-235; Pagel, 1915, s. 52-76; Neuburger ve Pagel (Ed.),
1902, s. 196-201; 201-206 (R. Fuchs tarafından kaleme alınmıştır); Matentzoglu,
2011; Magner, 2005, s. 93-98; Nutton, 2004, s. 53102; Bergdolt, 1999, s.
35-41; Biraben, 1996, s. 364 vd.; Bayat, 2003, s. 90-93; Eckart, 2005, s.
11-18; Temkin, 1977b, s. 167-177; Schneider ve Lang, 1977, s. 19-28; Porter,
2007, s. 56-64; Karger-Decker, 2001, s. 38-41; Meyer-Steineg ve Sudhoff, 2006,
s. 39-50; Kollesch ve Nickel, 2007, s. 9-49; French, 2003, s. 9-33; Hell, 2010,
s. 30-41; Babaoğlu, 2002, s. 47 vd.; Jouanna, 1996 s. 34-80; Krug, 1993, s. 3958;
Starobinski, 2011, s. 40-56; Schumacher, 1963, s. 175-211; 1965, s. 108-133.
[85] Perikles döneminin (460-430) tarih açısından önemi birçok alanda
rasyonel düşüncenin akıl dışı karşısında kazandığı zaferden kaynaklanmaktadır.
Hippokrates tıbbının önceki dönemler ile mukayese edilmeyecek denli
bilimsel-rasyonel bir taban üzerine inşa edilmesine benzer bir örneği tarih
yazımı alanından verebiliriz. Herodotos’u (İÖ 490-425) tüm tarihi olay ve
olguları tanrısal güçlerin etkisiyle açıklayan anlayışı, Thukydides’de (İÖ
460-395) yerini insan faktörünü öne çıkaran tarih yazımına bırakacaktır.
[86] Tıp Tarihi çalışmalarında İÖ 5. yüzyılda Hippokrates ile başlayan
dönemi tanımlamak için kullanılan terim genellikle ‘tıp yazının ve sanatının
doğumu’ dur. Hippokrates öncesi dönemin düşünsel birikimi göz önünde
bulundurulduğunda, tıp yazını ve sanatının ‘doğum’dan çok, en göz alıcı
(mükemmel) dönemin varlığından söz etmenin daha anlamlı olduğu konusundaki
görüş için bkz. Jouanna, 1996, s. 28.
Hippokrates’in eserlerinde kullandığı
tıbbî terimlerin birçoğu günümüz tıbbında da kullanılmaktadır; Astma, Difteri,
Epilepsi, Hidrosel Histeri, Kistitis, Malarya, Melankoli, Orşit, Paralizi,
Pnömoni, İskorbüt, Tetanoz, Varikosel gibi. (Bayat, 2003, s. 92)
[87] Isidorus, Appolon, Asklepios ve Hippokrates’i birçok tıp
ekolünün/okulunun (haeresis) yaratıcısı olarak görür. (Etymologiae,
IV,IV)
[88] “Als Urheber bzw. Entdecker der Heilkunst wird von den Griechen
Apollo angegeben. Durch Verdienst und Mühe förderte sie dessen Sohn Aeskulap. 2.
Nachdem aber Aeskulap durch einen Blitzschlag gestorben war, soll die
Pflege der Medizin verboten sein, und die Kunst verschwand zugleich mit ihrem
Erfinder und blieb etwa 500 Jahre hindurch verborgen, bis zur Zeit des
Perserkönig Artaxerxes. Dann holte sie Hippokrates, ein Sohn des Asklepios von
der Insel Kos wieder ans Licht.” (Etymologiae, IV,III)
[89] Platon, Protagoras, 311, a-d; Phaidros,
270, b-d.
[90] Hippokrates’in yaşadığı dönemden hareketle, Antikçağ’da en basit
tanımıyla iki tür hekimin olduğunu
söyleyebiliriz: Hekim (physician) ve pratisyen. Physician
kelimesi physicus’dan (doğa
bilimcisi/felsefecisi)
türetildiği için hekim kelimesinin araştırmacı doğasına ışık tutar. (Temkin,
1971a, s. 5)
Fridolf Kudlien, (1967, s. 17)
Antik Yunan’da genel anlamıyla hekim (iatros, Yun.) denildiğinde,
yaralanma ve sakatlanmalar konusunda uzmanlaşmış cerrahların anlaşıldığını,
hekimliğin gezgin hekimler, kamu yararı için çalışan halk hekimleri ve rahip
hekimler olmak üzere üç farklı grup tarafından icra edildiğini belirtiyor.
[91] Metinlerinde Hippokrates’e atıfta bulunan
Aristoteles onu ‘büyük’ olarak tanımlar. (Jouanna, 1996, s.
31)
[92] Hippokrates’in kişiliği üzerinde oluşan sis perdesinin
aydınlatılmasına yararı olacağı ve melankoli yazınının en tanınmış
örneklerinden biri olması nedeniyle, aşağıda kısaca anlatılan öyküye daha
sonraki bölümlerde tekrar dönme imkânı bulacağız. Bu öykü, Hippokrates’in,
Abderalı hemşerilerinin ifadesiyle, ‘delirmiş’ Demokritos’a yaptığı ziyaret
üzerinedir. Abderalılar, sürekli gülen, aklını yitirmiş, hemşerilerini tedavi
etmesi için Hippokrates’i davet ederler. Demokritos’a yapılan bu ziyaret
Hippokrates’i kara safra, melankoli ve delilik üzerine yeniden düşünmeye sevk
eder. Abderalılann ‘gülen delisi’ Demokritos’un ‘Kendi akıl bozukluğuna gülen
tek bir insan bile yok’ ifadesi bile onun akıl sağlığı hakkında hüküm vermeye
yetecektir. Hippokrates yaptığı görüşmeden memnun, Abderalılara şu ifadeyle
veda eder: “Beni yurdunuza elçi olarak davet ettiğiniz için size çok şey
borçluyum; çünkü bilgeler bilgesi, insanları yola getirecek tek kişi olan
Demokritos’u gördüm”. Yaptığımız kısa alıntı, Hippokrates’in Demokritos’un
delirdiğinden şüphe eden hemşerileri tarafından davet edilmesi ve ünlü hekimin
verdiği yanıtlara konu mektuplar üzerine, Yves Hersant (önsöz ve notlar)
tarafından hazırlanan kitapçıktan
karaciğer ve dalak hastalıkları),
37. Kutsal Hastalık (Epilepsi), 38. İnsan Bedeni (hastalıklar bedenin kuru
bölgelerinden başlayarak yayılır), Tedavi Üzerine Kitapçıklar: 39. Akut
Hastalıklarda Diyet, 40. Sıvıların Kullanımı (su, tuzlu ve deniz suyu, şarap,
sirkenin soğuk ve sıcak kullanımı üzerine notlar), Anatomi Üzerine
Kitapçıklar: 41. Hekimlik Muayenehanesi (acil durum hekimlerinin kullandığı
ekipman hakkında), 42. Yaralanmalar ve Yaralar, 43. Hemoroiter, 44. Fistüller,
45. Kafa Yaralanmaları, 46. Kemik Kırılmaları, 47. Eklemlerin Düzeltilmesi, 48.
Kaldıraç Üzerine, Göz Sağlığı Üzerine Kitapçık: 49. Görmek, Jinekoloji,
Doğum ve Çocuk Sağlığı üzerine Kitapçıklar: 50. Bakirelerin Hastalıkları
(histeri ve benzeri psikolojik rahatsızlıklar), 51 Kadının Doğası, 52. Kadın
Hastalıkları I, 53. Kadın Hastalıkları II, 54. Kadınların Kısırlığı, 55.
Doğurganlık, 56. Yedi Aylık Çocuk, 57. Sekiz Aylık Çocuk, 58. Anne Karnında
Bebeğin Parçalanması, 59. Dişler Üzerine (çocuk hastalıkları üzerine
aforizmalar, dişlerin çıkma süreci). {Neuburger, 1906, 177-182’den derlenmiş ve
Neuburger ve Pagel (Ed.), 1902 içinde s. 211-268, Fuchs ile
karşılaştırılmıştır}
[94] Kuşkusuz anılan dönemde sözlük anlamında bir ‘okul’ veya
‘akademi’den söz etmek mümkün değildir. Burada bahis konusu olan bir yerleşim
merkezindeki hekim veya hekimlerin çevresinde oluşmuş, öğretilerini sürdürmeyi
amaçlayan hekimler grubudur. Sürekliliği tanımlamak için ‘ekol’ veya ‘öğreti’
de kullanılabilir.
[95] Owsei Temkin (1971a, s. 1), Corpus’u
oluşturan kitapçıkların, İÖ 450-350 yılları arasında derlendiğini belirtiyor.
[96] Corpus’un derlendiği dönemi takip eden yaklaşık dört yüz
yıllık dönemin yazılı tıbbî birikimi büyük ölçüde kayıptır. Bu döneme ilişkin
bilgilerimizin tümü, sınırlı sayıda orijinal fragmandan ve daha sonraki
yüzyıllarda farklı yazarların orijinallerine atfen kaleme aldıkları
metinlerden oluşmaktadır. (Temkin, 1971a, s. 1)
[97] Aynı konuda bkz. French, 2003, s. 11 vd.
[98] Magner, Corpus’ta adı geçen
karışımlarda önemli ölçüde yerel bitkilerin kullanıldığını, ancak tarçın,
kakule, safran gibi bazılarının Mısır ve Hindistan kaynaklı olduğunu
belirtiyor. (Magner, 2005, s. 101)
[99] Metinlerde yapılan atıflar nedeniyle yaklaşık seksen dokuz veya
daha fazla kitaptan oluştuğu tahmin olunan Corpus’un, yetmiş iki
tanesinin günümüze intikal ettiği düşünüldüğünde, tanımlanan hastalık sayısının
daha çok olduğu kabul edilebilir (Biraben, 1996, s. 365)
[100] Antik (Klasik) dünya’da hastalıkların tedavisinde diyet (regimen),
farmakoloji ve cerrahiyi içeren bütünsel bir yaklaşım söz konusuydu. (Ferngren,
2009, s. 20) Burada tedavinin en kapsamlı ve önemli unsurunun yaşam tarzı
(diyet) olduğunu söyleyebiliriz. Tedavide başarıya ulaşabilmek, ancak bedende
hastalığa neden olan dışsal koşulların, yani yaşam tarzının, değiştirilmesiyle
söz konusu olabilirdi.
[101] A. Krug, Corpus'ta Epidemiai başlığı altında yer alan
hastalıkların, günümüzdeki tanımına uygun, salgın hastalık (epidemik) olma
ihtimalinin düşük olduğunu, bu başlık altında gündelik hayatta halkın
karşılaştığı hastalıkların derlendiğini belirtiyor. (Krug, 1993, s. 44)
[102] R. French Corpus’da tıbbî bilgeliğin (medical
wisdom) tüm unsurlarının Aforizmlar’da yer aldığını belirtir. (French,
2003, s. 10)
[103] Corpus Hippocraticum"da genel içerikli kitapçıklar
başlığı altında gruplandırılan ‘Sanat’ metninde hekimlik sanatı, bu mesleğin
karşıtlarına (muhaliflerine) karşı savunulur. Hippokrates tıbbında geçen
‘sanat’ kavramı hastanın, hastalığın seyrinde, gözlemlenmesini ifade eden bir
kavramdır. Hastalar teşhis ve tedavi sürecinde sürekli izlenmeli ve tedavinin
yönü gerektiği takdirde değiştirilebilmelidir. Kuşkusuz hekim açısından
zahmetli olduğu kadar ona tecrübe ve birikim sağlayacak bu yöntem, aynı zamanda
hekime gözlem yapabilme, bunları değerlendirme ve doğru tedaviyi uygulama
anlamında ‘sanatını konuşturma’ imkânını sağlayacaktır. Bu bağlamda Hippokrates
tıbbında hekimliğin bir sanat olarak kabulü, Hippokrates’in ‘hastalık yoktur
hasta vardır’ tezine uygun düşmektedir. (Neuburger, 1906, s. 195; Meyer-Steineg
ve Sudhoff, 2006 s. 39)
[104] Asklepios’un soyundan gelen Hippokrates’in ve Corpus’un
yazarı hekimlerin temsil ettiği geleneğin karşısında yer alan şarlatan (Quacksalber)
hekimlerin icraatları, Antikçağ boyunca önemli bir tartışma konusu olmuştur.
Sözde hızlı teşhis ve tedavileriyle insanların gözünü boyayan şarlatanlar genel
olarak, dinî bir gelenekten gelip gelmediklerine göre ikiye ayrılırlar. Her iki
grup da, bilimsel olmayan yöntemler kullanarak elde ettikleri tiryaklar,
iksirler, üfürük duaları ve benzeri usullerle insanların gözünü boyar.
Hippokrates ve ardılları özellikle meslek itibarlarım zedelediği için bu kesime
karşı mücadele içinde olmuşlardır. Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. Kudlien,
1988, s. 137-163.
[105] Corpus ile ön-Sokratik filozofların doğa
felsefesi bağlamındaki etkileşimi üzerine Longrigg’in (2003) ‘Pre-Socraticphilosophy
and the Hippocratic Corpus" (s. 82-103) başlıklı bölüme bakılabilir.
[106]“Hippokratesçi
doktor yaptığı işi, elişi veya sanat ve yapabilmek anlamlarına gelen techne
kelimesiyle açıklardı.” (Hell, 2010, s. 30)
Yunanca techne (Kunstfertigkeit,
Alm.) kelimesinin anılan dönemde ‘sanat’ ve ‘bilim’ olmak üzere iki farklı
anlamı barındırması dikkat çekicidir. (Jouanna, 1996, s. 29)
[107]Sofist
kelimesi Yunanca bilen, bilgili kişi anlamlarına gelmektedir.‘Öğren ve öğret’
ilkesini şiar edinmiş İÖ 5. yüzyılın gezgin felsefecileri olan Sofistler,
insanı ve doğayı her şeyden üstün tutan düşünceleriyle dikkat çekerler. Ancak
Plâton, Sokrates ve Aristoteles gibi dönemin ünlü isimleri, parayla ders
vermeleri ve başka nedenlerle sofistleri küçümserler. Eserlerinde ‘sofist’
kelimesini genellikle olumsuz bağlamda kullanmışlardır.
[108]
Ölü beden üzerinde anatomik çalışmanın dinsel nedenlerle yasak olması,
hekimleri daha kolay bulabildikleri insan iskeletleri üzerinde çalışmaya
yöneltmiştir. Böylece, eklemler, kemikler ve iskelet yapısı hakkında ayrıntılı
bilgi sahibi olunmuştur. (Meyer-Steineg ve Sudhoff, 2006, s. 40)
[109]Teşrih: Ölü bir bedenini
parçalama ve bu suretle insan veya hayvan bedeni hakkında fikir sahibi
olunması.
[110]Roy
Porter yasağı gerekçelendirmemiştir. Kökeni Eskiçağlar’a giden bu yasak birkaç
farklı nedenden kaynaklanmaktadır. Öncelikle insanların ölümden sonra
bedenlerini parçalamak, ölümden sonraki yaşamı engellediği, öteki dünya-ölümsüzlük-
idealine zarar verdiği için eski kültürlerde yasaklanmıştır. Diğer yandan bazı
dönemlerde hayvan veya insan iç organlarının falcılık ve büyücülük gibi zararlı
amaçlarla kullanmasını engellemek amacıyla bu yasak konulmuştur. Özellikle
Erken ve Yüksek Ortaçağ’da teşrih yasağının Katolik Kilisesi tarafından
hararetle savunulması, yukarıda belirtilen her iki nedenin yanısıra,
Hıristiyanlık etiğine aykırılık teşkil etmesinden kaynaklanmaktadır.
Antikçağ’da teşrih hakkında bkz.
Karger-Decker, 2001, s. 116.
[111] Papa VIII. Bonifacius her ne kadar 1299 yılında yayımladığı bir
fermanla insan bedeninin parçalanmasını ve kemiklerinin alınmasını yasaklamış
olsa da, Haçlı Seferler döneminde ölmüş önemli kişilerin kemiklerinin
temizlenerek Avrupa’ya geri götürülmesi, bir gelenek haline gelecektir. Bu
noktada ferman ile getirilen genel yasağın eğitim amaçlı teşrihten çok, farklı
amaçlarla beden parçalanmasını ve ceset hırsızlığını önlemeye yönelik olduğu
biliniyor. VIII. Bonifacius’un yasak getiren fermanı, Papa IV. Sixtus
(1471-1484) tarafından kaldırılacak ve özellikle eğitim amaçlı teşrih önünde,
18. yüzyılın ortalarında yaşandığı üzere Kilise’nin zaman zaman muhalefetine
rağmen, engel kalmayacaktır.
13. yüzyılın sonundan başlamak
üzere Geç Ortaçağ’da teşrih konusu hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Siraisi,
1990, s. 86-90.
Diğer yandan Erken Yeniçağ’da zirve
noktasına ulaşan cadı avları döneminde, cadı kremi veya iksiri hazırlamak
amacıyla, hastalık ve benzeri bir nedenle hayatını kaybetmiş çocuk bedenlerinin
veya ölü doğmuş ceninlerin mezardan çalınma vakalarında büyük artış olduğu
gözlenmiştir. Ayrıntılı bilgi için bkz. Akın, 2010, s. 141-156.
[112] Bu konuda Engin Geçtan farklı bir yaklaşımda bulunuyor: “Ne var ki
eski Yunanlılar insan bedenini tanrılaştırdıkları için onu parçalamak
yürekliliğini gösterememişler ve bu nedenle anatomi bilgileri yetersiz
kalmıştı.” (Geçtan, 1978, s. 14). Ancak Geçtan’ın yorumuna özellikle eklenmesi
gereken husus, Hippokrates tıbbı söz konusu olduğunda sıkça yinelenen
‘cerrahî’(şiruji) alanında görülen yetersizliğin, Corpus’u oluşturan
diğer alan bilgileriyle karşılaştırıldığında, göreli olduğudur. Buna karşılık
nöroloji- nörobiyoloji Hippokratesçi hekimlerin hiç bilgi sahibi olmadığı bir
alandır. Destekleyen görüş için bkz. Pagel, 1915, s. 69 vd.
[113] Günümüzde ‘Hippokrates Yemini’ olarak anılan etik metnin ortaya
çıktığı dönemde (İÖ 5. yüzyıl) para karşılığında hekimlik eğitimi henüz
başlamıştır. Bu bağlamda ‘yemin’i Asklepios soyundan geldiklerine inanılan,
köklü bir hekimlik geleneğine sahip Hippokrates ailesinin sanatlarını icra eden
üyelerinin uymakla zorunlu oldukları etik kuralları belirleyen aile içi
bir metin olarak anlamak gerekir. Bu metin aynı zamanda ‘aile’nin hekimlik
geleneğinin bir sanat (meslek) olarak korunmasına ve tescil edilmesine örnek
teşkil etmesi bakımından değerli bir belgedir. Bu noktadan hareketle
Hippokrates Yemini’nin gerçek Asklepiad aile bireylerine yönelik olarak
hazırlanmış, sanıldığının aksine, herhangi meslekî bir örgütün (lonca benzeri)
etik kurallarını dikte amacı gütmeyen bir metin olduğunu söyleyebiliriz.
(Jouanna, 1996, s. 35-37)
O. Temkin (1971a, s. 13), Antikçağ
hekimliğinde, Ortaçağ’da yaygınlık kazanan, usta-çırak ilişkisine dayalı, lonca
benzeri meslekî bir örgütlenmenin olduğunu savunuyor. Aynı konuda bkz. Kudlien,
1967, s. 18-19.
Yeminin hekimlik etiği açısından
bir değerlendirmesi için bkz. Deichgrâber, 1971, s. 94-120. Daha geleneksel bir
yorum için bkz. Krug, 1993, s. 188-190.
[114] Corpus Hippocraticum’da yer alan tüm
metinlerde cerrahî müdahale konusundaki temkinli yaklaşım dikkat çeker.
Hekimlerin öncelikle diyet önlemleriyle hastalığı tedavi etmeleri beklenir.
Şayet sonuç alınamıyorsa ilâç tedavisi düşünülebilir. Cerrahî müdahale ancak
son aşamada devreye girmelidir. Hem Hippokrates hem de Galenos kanser
vakalarında bile cerrahî müdahalenin gerekliliğine şüpheyle yaklaşırlar.
(Porter, 2007, s. 60)
[115]“Diyet,
bugünkünden daha geniş anlam taşıyor ve sadece yeme-içme düzenini değil,
egzersiz, banyo, gevşeme ve ilâçları da kapsıyordu. Yunanistan’da oyunlar için
çalışan atletlerin gereksinimlerine yanıt olmak üzere ortaya çıkmıştı. Ancak
kısa sürede, hastaların tedavisinde önemli bir yöntem haline geldi ve ardından
da hastalıklardan korunmak için sağlıklılara uyarlandı.” (Jackson, 1999, s. 26)
[116]Etiyoloji (aitiologia,
Yun.): Tıp alanında hastalık ve patolojilerin neden ve değişkenlerini araştırma
anlamında kullanılır.
[117]İki
farklı çeviri esas alınmıştır.
Corpus içinde ‘Kutsal
Hastalık’ başlığı altında yer alan metindeki bazı ifadeler hastalıkların nedeni
olarak tanrıların gösterilmesine ilginç bir yanıt oluşturmaktadır: “Yine ben
burada, kimsenin kutsal olarak kabul etmediği ancak ondan (Kutsal Hastalıktan)
hiç de geri kalmayacak kadar şaşırtıcı ve harika hastalıklardan bahsetmek
itiyorum.“ (Hippokrates, 1994, s. 165)
[118] Bölüm başlığı Almanca
çevrilerde ‘Über Luft, Wasser und Ortslagen’ (Flashar, 1966), ‘Über
Luft, Wasser und Örtlichkeif (Neuburger, 1906) olarak yer almaktadır.
[119]Nümeroloji (Sayıbilimi):
Geleceği okumak veya karakter çözümlemesi gibi amaçlarla sayıların
kullanılması.
[120]Prognoz: Bir hastalığın
süresi, seyri ve sonucunun tahmini.
[121]
Phlegma (Lat.) kelimesi (bedendeki) balgam, salya, sümük, sümüksü sıvı
anlamlarına gelmektedir. Biz Plegma'ya karşılık olarak, metindeki
anlamına uygun düşecek şekilde, yerine göre balgam, yerine göre salya
kelimelerini kullandık. Diğer yandan, A. Sait Aykut’un îbn Sina (2007)
çevrisindeki Phlegma'tanımını açıklama gücüne binaen buraya alıyoruz:
“Balgam eski tıpta sadece bildik anlamda balgam değil, vücudun sağlığını korumasında
etkili olan tüm katı ağır salgılardır.” Melankolinin Teşhis ve Tedavisi.
Çev. A. Sait Aykut, Dip not 21, s. 36.
[122]Antikçağ
hekimleri, özellikle Hippokratesçiler, her türlü hastalığın, dengeli (sağlıklı)
yaşam tarzından bir sapma, bozulma olarak gördükleri için, tedavi amacıyla
mutlaka uygun bir diyet önerirler. Yunanca ‘diaita’ kelimesinin ‘yaşam
tarzı’ anlamına gelmesi (Porter, 2007, s. 69; Thommen, 2007, s. 43) anılan
dönemde sağlıklı beden için yaşam tarzına ne denli önem verildiğini açıklar.
[123] Determinizm (gerekircilik-belirlenimcilik): Her
olayın başka olayların gerekli ve kaçınılmaz sonucu olduğunu ileri süren
öğreti.
[124] Biz bu metinde kan, salya, sarı safra ve kara
safradan oluşan dörtlüyü ‘Beden Sıvıları’ olarak anacağız. Türkçe metinlerde beden
sıvısı (humor) anlamında salgı, (Ar.) hılt ve suyuk kullanılmaktadır.
[125] Kuşkusuz kara safra ile kan Antikçağ’dan Hıristiyanlığa en çok ilgi
çeken iki beden sıvısıdır. Bedenin temel yapı taşı özelliğindeki kan çok sayıda
incelemeye konu olmuştur. Biz burada çalışmanın tümünü kapsayan boyutta önemli
gördüğümüz bazı çalışmaları vermekle yetineceğiz. Tıp tarihinde kan için bkz.
Badur, 2003, s. 85-107; beden sıvıları ve temel elementler bağlamında kan için
bkz. Conticelli ve Gabriele, 2003, s. 108-132; Ortadoğu ve Arap-İslam
kültüründe kanın önemi için bkz. Aykut, 2003, s. 162-180; kan ve büyü ilişkisi
üzerine bkz. Camporesi, 2004; kan-kalp anatomisi hakkındaki bilgilerin tarihi
üzerine bir giriş için bkz. Young, 2004, s. 29-80; etnisite ve kan ilişkisi üzerine
bkz. Ökten, 2003, s. 133-161.
[126] Corpus’un bu bölümünün (De natura hominis)
Hippokrates’in damadı Polybos tarafından kaleme alındığı tahmin olunmaktadır.
(Krug, 1993, s. 47)
De natura hominis (İnsanın
Doğasına Dair) üzerine ayrınlı bir çözümleme için bkz. Matentzoglu, 2011, s.
63 vd.
[127] Ana başlıklar ve bölüm başlıkları bağlamındaki sınıflandırmanın
referansı bizim bu çalışmada esas aldığımız üç ciltlik edisyondur.
[128] Corpus’un ‘İnsan’ın Doğası’ başlığı altındaki bölümünde (IV
§8) beden sıvılarına ilişkin şu ifade yer almaktadır; “İnsan vücudu kan, balgam
ve iki ayrı tür olmak üzere, sarı ve kara safraya sahiptir. Bunlar insan
vücudunun doğasını oluşturur; bu sıvılardan dolayı sağlıklı veya hasta olur.
Anılan sıvıların bedende karışım, etki ve miktar olarak doğru oranlarda ve
karşılıklı olarak uygun ilişkide bulunması durumunda sağlıklı olunur.”
(Hippokrates, 1895, s. 194-195) Aynı bölümün başka bir çevirisi için bkz.
Galenos, 2007, s. 133.
[129] Sarı safra ve salyanın neden olduğu rahatsızlıklar, Hastalıklar
II (32) kitapçığında farklı örneklerle anlatılmaktadır. Özellikle salya (burun
ve geniz akıntıları) mevsim değişikliklerine bağlı olduğu için farklı organları
(beyin, akciğerler, kulak, burun) etkilediği için çok sayıda farklı örnek
verilmektedir. Ancak sarı safra fazlalığından rahatsızlıklar için XIX. (s. 419)
ve XL. (s. 430-431) başlıklara bakılabilir. (Hippokrates, 1897, s. 406-461)
[130] Hippokrates Tıbbı’nda sıcak ve nemli (kan)
çocukluk/ilkbahar dönemine, sıcak ve kuru (sarı safra) gençlik/yaz dönemine, kuru
ve soğuk (kara safra) olgunluk/sonbahar dönemine, soğuk ve nemli (salya)
yaşlılık/kış dönemine tekabül eder. (Böhme, 1996, s. 19)
[131] “(...)bu
bileşimler tabiata aykırı bir düzenle meydana gelirlerse bozulurlar.” (Timaios,
82c)
[132]“-Sağlık
nereden gelir? Bedenimizdeki örgenlerin tabiata uygun bir düzenle sıraya
girmesinden, birbirine bağlanmasından değil mi? Hastalıksa bu örgenlerin
tabiata aykırı bir sıraya girmesi, birbirine bağlanmamasıdır.
-Öyle.
-Onun gibi, doğruluğu yapan da
içimizdeki bölümlerin tabiata uygun bir düzenle sıralanıp bağlanışı; eğriliği
yapan da, bu bağlanıp sıralanmanın tabiata aykırı oluşudur.
-Doğru.
-Öyleyse, iyilik içimizin sağlığı,
güzelliği, düzeni; kötülükse, hastalığı, çirkinliği, çürüklüğüdür.” (Devlet,
444d-e)
[133] İnsan bedeninin devlet teorisine model
oluşturması üzerine bir inceleme için Klaus Bergdolt’un (2005, s. 131-144) Mikrokosmos
und Makrokosmos - Der menschliche Körper als Staatstheoretisches Modeli başlıklı
makalesine bakılabilir. İnsan bedeni ve devlet aygıtı üzerinden yapılan
analojiyi, yüzyıllar sonra (1651) siyaset teorisinin temeline oturtacak olan
kişi İngiliz felsefeci ve siyaset bilimcisi Thomas Hobbes’dur. ‘Politik beden’
üzerine görüşleri için bkz. Leviathan, 1993, s. 17-19.
[134] Antik Yunan’da şehir, şehir devleti.
[135] Danielle Gourevitch (1996, s. 114-117), Hippokrates’in takipçileri
tarafından, (İÖ 3. yüzyıl) tıbbın gizin bilimi (episteme) olarak
görüldüğünü, bu bağlamda tıbbı bilginin kazanılması, korunması ve aktarılması
konusunda tarikat ilişkilerinin varlığından hareketle, tıp okulu, ekolü yerine
‘tıbbî tarikatlar’ın kullanılmasının daha doğru olduğunu savunuyor. Gary B.
Ferngren’in İskenderiye Tıp Okulları’na atfen medical sects (haireseis)
üzerine Gourevitch’in anılan makalesine referansı için bkz. Ferngren, 2009, s.
19-20. Tıp okulu-ekolü ve tarikatı (secta) tanımlarına geleneksel bir
yaklaşım için bkz. Steger, 2004, s. 25.
[136] Bir Antikçağ metropolü olarak İskenderiye
kentinde, başta tıp alanında olmak üzere, yeşeren bilimsel ve düşünsel ortamın
ayrıntılı tasviri için bkz. Neuburger, 1906, s. 253-262; Freely, 2010, s.
44-66.
[137] Dimitri Gutas (2003, s. 28), Yunanca’nın hâkimiyeti üzerine şu
değerlendirmede bulunuyor: “Yunanca, “Arap fetihlerinden sonra Emeviler dönemi
boyunca (661-750), hatta muhtemelen 8. yüzyılın ikinci yarısından sonra hemen
hemen her yerde kullanılmaya devam etti.”
H. Z. Ülken (2011, s. 41), Yunan
bilminin yöredeki varlığının ne kadar eskiye dayandığı üzerine şu tesbitte
bulunuyor: “Yunan ilmi İslam medeniyetine girmezden epeyce zaman önce birçok
yollardan Yakınşark’a girmiş ve yerleşmiş bulunuyordu.”
[138] Fizyoloji: Canlıların hücre, doku ve
organlarının görevlerini ve bu görevlerin nasıl yerine geldiklerini inceleyen
bilim dalı.
[139] İskenderiye’de insan anatomisi üzerine uzmanlaşan Herophilos ve Erasistratos
üzerine genel bilgi için bkz. Nutton, 2004, s. 128-139.
[140] Pheuma kavramı hava anlamına
gelmekle birlikte, yerine göre nefes, soluk anlamlarında da kullanılır.
[141] Antikçağ’da İskenderiye kentinin önemi ve bu kentte faaliyet
gösteren tıp ekolleri üzerine bilgi için bkz. Nutton, 2008, s. 143-157.
Helenistik dönemde Yunan hekimlerin (uzman hekimler, pratisyenler-
cerrahlar-gezgin hekimler), toplumsal statüleri, çalışma koşulları ve ekonomik
durumları üzerine ayrıntılı bilgi için bkz. Kudlien, 1979.
[142] “Herodotos’un da beşinci yüzyılda gözlemlediği gibi, Mısır doktor
kaynıyordu. Kendi ziyaretinden iki yüzyıl sonra, Yunan doktorlar güçlü bir
şekilde gelmişti; İÖ ikinci ve üçüncü yüzyıllarda İskenderiye’yi ziyaret eden
veya İskenderiye’de yaşayan ünlü doktorların listesi öyle uzundur ki,
Aristoteles ve Galenos arasında kalan dönemdeki tıptan çoğunlukla ‘İskenderiye
tıbbı’ diye söz edilir.” [Macleod (Ed.), 2006, s. 124]
[143] 1. ve 2. yüzyıllarda İskenderiye ve Anadolu’da yetişen hekim ve
düşünürlerin geride bıraktığı yazınsal birikim, tarihin çok az döneminde
rastlanılabilecek denli zengindir. Dioscorides, Efesli Rufus, Soranos, Arateos
ve Galenos gibi isimler bu verimli dönemde ürün vermiş çok sayıda isimden
bazılarıdır. (Temkin, 1971a, s. 2)
[144] Her ne kadar doğrudan tedavi amaçlı olmasa da, ilk anatomi
çalışmalarının İÖ 3500 yıl önce Sümerler ve Babilliler tarafından yapıldığını
biliyoruz. Daha çok kâhinlerin geleceği okumak amacıyla hayvanları parçalayıp
karaciger, yürek gibi organlarını çıkardıkları, aynı amaçla bazı kemikleri
kullandıkları biliniyor. Yine Eski Mısırlılar’ın gelişmiş mumyalama sanatı
nedeniyle insan anatomisi hakkında üst düzeyde bilgi sahibi olduklarını
söyleyebiliriz.
[145] Anatomi (Teşrih, Osm.) kelimesi Eski
Yunanca kesmek, parçalamak anlamında kullanılan Anatemnien ’den
gelmektedir.
[146] Cerrahî (Chirurgie, Alm.; surgey,
İng.), vücutta hastalık veya yaralanma sonucunda ortaya çıkan herhangi bir
bozukluğun el ve alet kullanılarak yapılan tedavisi.
[147] Pagel, 1915, s. 83; Magner, 2005, s. 108.
“Herophilos, mantıklı düşünce
yöntemini doğrudan araştırmalara uyarlayarak çok önemli anatomik keşifler
yapmıştır. Özellikle göz, karaciğer, beyin, genital organlar, damarlar ve sinir
sistemi üzerine kayda değer araştırmaları vardır. Onları pneuma ’nın
kanalları olarak görmekle birlikte, duyusal ve motor sinirleri ayrı ayrı
tanımlamış, beynin dördüncü ventrikülünden çıktıklarını ve omurilik boyunca
gittiklerini fark etmiş, beyni zekânın merkezi olarak kabul etmiş ve aynı
zamanda sinir sisteminin de merkezi olduğunu söylemiştir.” (Jackson, 1999, s.
21)
[148] ‘Vesalius of antiquity' (Magner, 2005, s. 110)
Andreas Vesalius (1514-1564) insan
anatomisi üzerine yaptığı çalışmalarla ünlenmiş Brüksel doğumlu ünlü hekim.
1543 yılında yayımlanan eseri De Humani Corporis Fabrica uzun yıllar
insan anatomisi üzerine en önemli başvuru kaynaklarından biri olacaktır.
Vesalius’un yaşamı ve çalışmaları üzerine ayrıntılı bilgiler (s. 9-40) ve De
Humani Corporis Fabrica'nın tıpkıbasımı için bkz. Saunder-O’Malley, 1973.
[149] Tıp alanında şüpheciliğin (skeptizm)
Herophilos ile başladığı tezini tartışan bir makale için bkz. Kudlien, 1971, s.
280-295.
[150] Celsus (İÖ 10-50), Herophilos ve
Erasistratos’un canlı teşrih yapmasına tıp biliminin gelişimi açısından
yaklaşır ve sakınca görmez. [Eckart, 2005, s. 18-19; Macleod (Ed.) 2006, s.
125]
Buna karşılık aynı konuda görüş
belirten Tertullianus (2. yy.) uygulamayı tiksindirici bulur ve Herophilos’u
insan kasabı olarak tanımlar. (Longrigg, 2003, s. 188; Bayat, 2003, s. 97)
[151] Analoji: İki farklı şey arasında benzerlik
kurma, örnekseme.
[152] Dogmatik Tıp Okulu hakkında ayrıntılı bilgi
için bkz. Neuburger, 1906, s. 236-252; Gourevitch, 1996, s. 117-120.
[153] Yaşlı Plinius Doğa Tarihinde
Hippokrates’in en değerli takipçileri olarak başta Karystoslu Diokles olmak üzere
Praxagoras ve Erasistratos’u sayar. (Die Naturgeschichte, XXVI 10)
[154] Kapadokyalı Aretaeus’un yaşamı ve görüşleri
hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Atabek, 1973.
[155] Stoacılık Helenistik Çağ’ın en önemli felsefî
öğretisidir.
[156]Viviseksiyon
(canlı teşrih): insan ya da hayvanların bilimsel gözlem amacıyla canlı olarak
kesilmesi.
[157] Burada konumuz gereği Roma İmparatorluğu ve bölünme sonrası Batı
Roma İmparatorluğu’nun inceleme konusu yapıldığını belirtelim.
[158] Bu saptama sadece tıp disiplini ile sınırlı değildir. Romalılar
karşısında felsefeden sanata, doğa bilimlerinden mimariye, hukuktan matematiğe
birçok alanda Yunan kültürünün üstünlüğü söz konusudur. Tıp alanında yaşananlar
ise, Romalıların görece daha geri oldukları bir alan olması nedeniyle daha
fazla dikkat çekmiştir. Son tahlilde Hippokrates ile başlayan Antikçağ Yunan
hekimlik ve tedavi geleneği İskenderiye ile gelişerek sürecek, nihayet Roma’ya
taşınacaktır. Bu konuda Max Neuburger’in Tıp Tarihi (1906) isimli
çalışmasındaki ‘Yunan Tedavi Sanatı’nın Roma’da Yeşermesi” (s. 285-293)
başlıklı bölüme bakılabilir. Yine aynı konuda bkz. Gökçe ve Üvey, 1998.
[159] Medicus (Lat.): Hekim.
Medicus hakkında etimolojik bir açıklama için bkz.
Neuburger, 1906, s. 290.
[160] Yaşanan rekabetin farklı bir boyutu dilde izlenebilir. Bilindiği
üzere anatomi terminolojisinde eski dönemden kalma gerçek Latince kavram ve
kelimelerin tartışılmaz bir üstünlüğü vardır. Buradan belirli bir döneme kadar
anatomi bilgisinin Yunan etkisinden bağımsız Roma topraklarında geliştiği
sonucuna ulaşılabilir. Buna karşılık patolojik durumların tanımlanmasında
Latince’de bir eksiklik söz konusudur. Tıp alanında bedendeki sorunları
dışarıdan tanımlayan kelimelerin hepsi Latincedir. Yine başta Cato olmak üzere
birçok yazar Yunanca hastalık isimleri kullanmaktadır. (Neuburger, 1906, s.
290)
[161] Aynı konuda bkz. Magner, 2005, s. 114; Nutton,
2004, s. 159 vd.
Salgın altında inleyen çaresiz
Roma’nın, Epidauros’dan, uzun sakalları ve değneğine dolanmış yılanıyla Tanrı
Asklepios’u davetinin, en güzel tasvir edildiği metinlerden biri Ovidius’un (İÖ
43-17) ‘Dönüşümleridir. (Metamorphosen, 15, 622-744)
Asklepios kültünün Roma’da yaşama
geçmesi uzun zaman almayacaktır: İÖ 1. yüzyılda külte ait ritüellerden ‘tedavi
eden mabet uykusu’ ve ‘rüya yorumları’nın Roma’daki varlığı kesinlik kazanmamış
olmakla birlikte, başta yılanlı asa sembolü olmak üzere, kültün tüm diğer
unsurlarının Yunanistan’dan alındığı anlaşılıyor. (Bergdolt, 1999, s. 77) Aynı
konuda bkz. Bayat, 2003, s. 109.
[162] Kuşkusuz bütün Yunan hekimleri köle ya da eski
köle değildi. Marcus Aurelius’un özel hekimi ve tüm Yunan ve Roma hekimlerinin
en ünlüsü Galenos ve İmparator Claudius’un saray hekimi C. S. Xenophon (İ.Ö 10
- 54) Roma vatandaşıydı. (Jackson, 1999, s. 51 vd.) Ünlü hekim Praxagoras’ın
öğrencisi olan C. S. Xenophon, Asklepios soyundan gelen Koslu bir aileye
mensuptu. Roma’da yaşadığı süre içinde en çok para kazanan hekim unvanını
elinde bulundurdu. Kos Adası’nda harap hale gelmiş Asklepiade Tapınağı’nın
onarımına ve ilâve yapılar kazandırılması için çok çaba sarf etti. (Krug, 1993,
s. 210) Her ne kadar Romalı tarihçi Tacitus Annalen’de (XII,67),
Xenophon’u İmparator Claudius’un ölümüne karışmakla suçlarsa da, kariyeri
bundan zarar görmedi.
Köle hekimler üzerine Plâton’un
görüşleri için bkz. Yasalar, IV 720; IX 857c-d.
O. Temkin, Antikçağ’da köle
hekimlerin sundukları hizmetlerin kurumsallaştığına dikkatimizi çekiyor.
(Temkin, 1971a, s. 4)
[163] Kuşkusuz Yaşlı Plinius yazdıkları Roma’da Yunanlı hekimlerin nasıl
görüldüğüne iyi bir örnek teşkil ediyor. Ancak Klaus Bergdolt, Yaşlı Plinius’un
şifa dağıtandan çok bir kasap tasviri yaptığına inanıyo r. (Bergdolt, 1999, s.
88)
Diğer yandan Theodor Meyer-Steineg,
Yaşlı Plinius’un Archagathus üzerine yazdığı ifadelerdeki ironiye değinerek,
Roma’da çalışmaya başladığında baş tacı edilen ve ödüllendirilen bir Yunanlı
hekimi bekleyen zorluklara ve mücadele etmesi gereken önyargılara dikkatimizi
çekiyor. (Meyer-Steineg ve Sudhoff, 2006, s. 66)
[164] Aynı konuda bkz. Nutton, 2004, s. 161;
Neuburger, 1906, s. 291-292.
[165] Bitinya: Bugünkü Kuzey batı Anadolu’nun Karadeniz’e kıyısı olan
kentlerinin oluşturduğu bölgenin Antikçağ’daki isimi. İ.Ö. 74 yıllında bu
bölgedeki krallık Roma İmparatorluğu egemenliği altına girmiştir. Bitinya
eyaletinin merkezi Bursa’dır.
[166] Rivayete göre Roma’da sokakta bir cenaze törenine şahit olan
Asklepiades cenazede yaşam belirtileri görmesi üzerine, cenaze sahiplerini ikna
ederek müdahalede bulunmuş, ölüyü diriltmiştir. Mucize Roma’da kısa
sürede duyulmuş, Asklepiades’in şöhreti bir anda artmıştır. (Neuburger, 1906,
s. 294 -295)
[167] Asklepiades’in yaşadığı dönemde bir tür
melankoli hastalığı olan Phrenttis'm teşhis ve tedavisi konusundaki
başarısına Celsus’un tanıklığı için bkz. Celsus, 1906, s. 138-140.
[168] Bitinyalı Asklepiades’in öğrencisi olan Antonius Musa’nın kardeşi
Euphorbos da ünlü bir hekimdi. İki kardeş birlikte soğuk su kullanarak yeni bir
tedavi yöntemi geliştirdiler. Botanik alanında da çalışmalar yapan Musa, ağır
hasta olan İmparator Augustus’u tedavi ederek saray doktoru unvanını aldı.
(Krug, 1993, s. 208; Jackson; 1999, s. 51) Yaşlı Plinius Doğa Tarihi’nde
(XXV, 38,77) eskiden, Homeros döneminde, sadece sıcak su banyolarının
bilindiğinden bahisle çok soğuk su ile tedavi yöntemini hekim kardeşlere borçlu
olduğumuzu belirtir. Yine Plinius (XIX, 38,128), uyguladığı tedaviyle İmparator
Augustus’un hayatını kurtaran A. Musa’nın kardeşi Euphorbos’un yetenekli bir
hekim olduğundan söz eder. Doğa bilimlerindeki yetkinliği ve sanat sevgisiyle
ünlü Moritanya Kralı (İÖ 25-23) II. Juba’nın keşfettiği yeni bir şifalı bitkiye
özel hekimi Euphorbos’un ismini (Euphorbia) vererek onu onurlandığını yazar
(XXV 38,77). Bitinyalı Asklepiades için ayrıca bkz. Leven, 2005a, s. 107-108.
[169]“Cato’nun
Yunanlı hekimleri ve sağlık teorilerini reddetmesi, tutucu Romalılar arasında
çok yaygın olan Yunan kültürü karşıtlığının bir sonucuydu [...] Roma halk
tıbbında önemli rol oynayan geleneksel diyet ve tutucu tedavi yöntemlerini çok
az eleştirirken, para karşılığında hizmet veren profesyonelleşmiş hekimleri
polemik konusu yapmıştır.” (Bergdolt, 1999, s. 78)
Yaşlı Plinius Doğa Tarihi'nde
(XXIX, 7,14), Cato’nun Yunan hekimler ve Yunan halkı üzerine sahip olduğu
olumsuz görüşlerine yer vermiştir.
Aynı konuda bkz. Bayat, 2003, s.
108.
Seneca’nın ‘eski tıp’ üzerine
Cato’ya benzer görüşleri için bkz. Bergdolt, 1999, s. 78.
[170] Bu durum Romalıların gündelik hayatında da kendini gösterir. Halkın
çoğunluğu hastalıklarla mücadelede büyüden ve halk tıbbının arkaik
yöntemlerinden medet umar. Evlerin çoğunda ibadet için özel bir mabet (shrine)
bölümü ve kutsal sayılan şifalı bitkiler bulunur. (Magner, 2005, s. 115)
[171] Dönemsel iyileşmelerle giden.
[172] L. N. Magner, favori yiyeceği lâhana olan
Cato’nun, ortalama yaşam süresinin 25 yıl olduğu İÖ 3. yüzyıl Roma’sında, 85
yıl yaşadığına dikkat çekiyor. (Magner, 2005, s. 115)
[173] Romalıların şehircilik alanındaki başarıları bilinmektedir. Yapımı
İÖ 600’lere kadar giden dünyanın en eski yeraltı su ve kanalizasyon şebekesi
buna bir örnektir. Yine şehirlerde insan sağlığına uygun koşulların yaratılması
için yapılan hukukî düzenlemeler her dönemde dikkat çeker. Örneğin Oniki Levha
Yasası (İÖ 450), hijyen amaçlı olmak üzere şehirlerde ölü yakılmasını ve
gömülmesini yasaklar: Hominem mortum in urbe ne sepelito neve urito.
(Tabula, X) Aynı konuda bkz. Meyer-Steineg ve Sudhoff, 2006, s. 65.
[174] Romalı düşünür, felsefeci, devlet adamı, yazar ve hatip Marcus
Tullius Cicero (İÖ 106-43) meslekten
bir hekim
olmamakla beraber hastalık, sağlık, beden ve akıl üzerine düşünmüştür. Tıp ve
hekimlik sanatı üzerine düşüncelerini en iyi ifade ettiği metinler Tuskulum
Konuşmaları’rnn III. ve IV. kitaplarında yer alır. (Gesprâche in
Tusculum, 139-174; 175-210) Cicero’nun sağlık, hastalık ve
hekimler üzerine
görüşleri ve eserlerinde yer alan
bölümler üzerine ayrıntılı bilgi için bkz. Wöhrle, 2010.
[175] J. L. Pagel (1915, s. 95), bugün elimizde somut veriler olmamakla
birlikte Celsus’un neden hekim olmayacağını dört gerekçeden hareketle
açıklıyor. Buna karşılık Max Neuburger (1906, s. 312), De Medicina’nın
iyi incelendiğinde mutlaka teorik bilgilere hâkim bir hekimin elinden çıkma
olduğunu savunuyor. Literatürde genel eğilim, Celsus’u meslekten hekim olmayan,
ancak kendini yetiştirmiş, okumaya meraklı bir Roma soylusu olduğu yönündedir.
[176] Celsus ve De Medicina hakkında
aydınlatıcı bir ‘Giriş’ için, eserin Almanca baskısına (Braunschweig, 1906), R.
Kobert tarafından yazılan önsöze (V-XXI) ve Pagel, 1915, s. 94-97’ye
bakılabilir.
[177] Rönesans’ta hümanistler, Ortaçağ “keşiş
Latincesi”nden klasik Latince’ye tekrar ulaşma gayreti içinde olmuşlardır.
[178] Pagel (1915, s. 95), Celsus’un Hippokrates’in
hekimlik anlayışına çok bağlı olduğunu, o kadar ki De Mediciana nın bazı
yerlerinin kelimesi kelimesine Hippokrates’den çeviri olduğunu belirtiyor.
[179] Neuburger (1906, s. 312), de Medicina'nın
(Hippocrates latinus) Corpus Hippocraticum ve Galenos metinleriyle birlikte
Antikçağ tıbbının abidevî yapıtları olduğunu belirtiyor.
[180] Dioskorides, 1902.
[181] Farmakoloji: Genel anlamda ilâç bilimi
demektir. İlâçlara ilişkin her türlü bilgiyi kapsar.
[182] Bu çalışma boyunca sık sık eserine atıf
yapacağımız Yaşlı Plinius, Antik dünyanın büyük ustaları Hippokrates,
Aristoteles, Galenos gibi uzman, bilim adamı kimliğine sahip değildir.
Plinius’un bu ünlü eseri, gelecek bölümlerde göreceğimiz üzere, verdiği
ansiklopedik bilgiler kadar, Antikçağ yazarlarının uzak meçhul diyarlar üzerine
kafalarında yarattıktıkları fantastik tasarımlara iyi bir örnek oluşturması
bakımından da önemlidir.
[183] Galenos’un yaşamı, eserleri, tıbbın bilimsel bir nitelik kazanması
yolundaki çabaları hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Ilberg, 1971b, s.
361-416; Eckart, 2005, s. 26-32; Porter, 2007, s. 74-79; Bergdolt, 1999, s.
103-109; Meyer-Steineg ve Sudhoff, 2006, s. 86-94; Jackson, 1999, s. 56 vd.;
Grant, 2001, 1-13; Radden (Ed.), (2000), s. 61-68; Nutton, 2004, s. 216-229; s.
230-247.
[184] Araştırmacılara göre Antikçağ’da, İskenderiye’den sonra en önemli
kütüphane Bergama Kütüphanesi’dir. (Blank, 2000, s. 163)
[185] Galenos örneğinde olduğu üzere, Roma’da gladyatör hekimliği insan
bedeni üzerine bilgi sahibi olmak isteyen hekimlere çok büyük olanaklar
sunmuştur. Diğer yandan sürekli savaşan, ve lojistik altyapısıyla ünlenmiş
büyük İmparatorluk ordusunun, cerrahî ve farmakoloji alanlarında çalışanlar
için cazibe merkezi olduğunu, söyleyebiliriz. Bu konuda ayrıntılı bilgi için
bkz. Nutton, 2004, s. 171 -186.
[186] 165-167 yılları arasında Roma’yı da etkileyen
veba salgını.
[187] R. Jackson, Galenos’un 166 yılında doğduğu kente geri dönmesinde
Roma’da başlayan veba salgının tek neden olmadığını belirtiyor. Jackson’a göre
Galenos, Roma’daki ilk döneminde filozof Eudemus’dan Flavius Boethus’un
karısına çok sayıda kritik durumdaki hastayı tedavi etmesi ve meslektaşlarına
karşı alaycı, saldırgan tutumu nedeniyle antipati toplamıştı. Salgın ona bu
durumdan kısa süreli kurtulma ve tazelenme imkânı verecekti. Üç yıl sonra
Marcus Aurelius ve Lucius Verus’un özel çabalarıyla Roma’ya dönecek ve saray
hekimi olacaktır. (Jackson, 1999, s. 56).
Boethus’un karısının tedavisi ve
ünlenmesi üzerine bkz. Ilberg, 1971b, s. 382-384.
[188] “Polemikçi bir yazar olan Galen, kendi
eklektik tıp sistemini savunarak diğer hekimlere ve tıp felsefelerine karşı
çıkmıştır. Sert üslubu, çoğu muhalifini bastırmada başarılı olmuştur ki bu
durum tuhaf bir şekilde Hıristiyanlığın Grekoromen dünyasındaki dinî
çoğulculuğu aynı dönemde ortadan kaldırmasıyla benzerlik taşır.” (Dols, 2013,
s. 35) Dols’dan yaptığımız alıntının ikinci bölümünde yer alan görüşlerin
tartışmaya açık olduğunu düşünüyoruz. Yaşamının önemli bir bölümünü ikinci
yüzyılda geçirmiş Galenos’un, tarihçilerce bütünüyle kişiliğinden kaynaklandığı
düşünülen ‘ego’sorunlarıyla, 2. yüzyıl Roma’sındaki ‘Hıristiyanlık tahakkümü’
arasında bağlantı kurulmasını anlamlı bulmadığımızı belirtmek istiyoruz. Kaldı
ki, “Hıristiyanlığın Grekoromen dünyasındaki dinî çoğulculuğu (...) ortadan
kaldırması”dan söz edebilmek için (2. yy.) henüz çok erkendir.
[189] Her ne kadar başlığı anatomiyle ilgili olsa da, Galenos’un doğrudan
kendi deneyim ve çalışmalarını esas alan, birkaç kitabında kan almayla ilgili
metinlerin varlığına karşın, kapsamlı bir anatomi kitabı yazmadığı biliniyor.
Ancak birçok kitabında cerrahî alanında yaptığı çalışmalarla ilgili bilgiler
yer almaktadır. Yukarıda yer alan, Anatomik Araştırmalar’ başlıklı yapıtı
mevcut bilgilerin toparlanmasıyla hazırlanmış bir derlemedir. (Jackson, 1999,
s. 59) Galenos’un tıp tarihindeki öneminin insan anatomis i ve fizyolojisi
üzerinde yaptığı çalışmalardan kaynaklandığı söylenebilir. (Krug, 1993, s. 67)
[190] Ralph Jackson, Vivien Nutton’a atfen, son yapılan araştırmalardan,
Galenos’un bugüne kadar kabul edildiği üzere 199 veya 200 yılında değil, daha
geç bir tarihte büyük olasılıkla 210 yılında öldüğünü belirtiyor. (Jackson,
1999, s. 189)
[191] Bedendeki bir organın fonksiyonlarını zaman
zaman ya da sürekli yerine getirememesinden kaynaklanan rahatsızlıklar.
[192] Galenos tıbbını farklı boyutlarıyla kavramayı
amaçlayan bir makaleler derlemesi için bkz. Hankinson, (Ed.), 2008.
[193] Arter (Atardamar): Kanı kalpten vücudun diğer
bölümlerine taşıyan kan damarlarına verilen ad.
[194] Ven (Toplardamar): Vücudun çeşitli
bölgelerindeki kanı kalbe taşıyan damarlara verilen ad.
[195] Galenos ‘Kara Safra Hakkında’ başlıklı
metinde, Corpus'dan (İnsanın Doğası Hakkında - IV §8) yaptığı alıntıya
binaen bu göndermeyi yapıyor.
Tedavi amacıyla kan
alma yöntemi Avrupa tıbbında 19. yüzyıla kadar kullanılmıştır.
[197] Grant, 2001, s. 14-18 (on the Humours)
[198] Grant, 2001, s. 19-36 (on Black Bile)
[199] Diğer
bir ifadeyle “melankoli ya doğal kara safranın ifratıydı, ya da bizhati vücutta
doğal olmayan bir şekilde, yanmış hâlde bulunan kara safraydı. Bu kara safra
ortaçağ Latin hekimlerince melancholia adusta (yanık melankoli) olarak
bilinmekteydi.” (Dols, 2013, s. 37)
[200] Starobinski, Galenos’un büyük bir belâgatla vapor teorisini
savunduğunu belirtiyor. Galenos’a göre midede oluşan buhar (vapeurs)
beyinde sadece kederli düşüncelere değil, aniden gelişen çılgınca sanrılara ve
delice hayallere de neden olur. (Starobinski, 2011, s. 68)
[201] Dols (2013, s. 49), Galenos tarafından tanımlanan melankolinin üç
türünü, beyinsel, epigastrik ve bedensel olarak adlandırmıştır.
[202] Galenos’a göre melankoli hastalarının endişe ve korkularında sınır
yoktur. Bu konudaki çarpıcı örneklerden biri, dünya küresini taşıyan (mitolojik
kahraman) Atlas’ın yorularak küreyi sarsacağı ve üzerindekileri düşüreceği
endişesini yaşayan hastanın öyküsüdür. (Leibbrand ve Wettley, 2005, s. 123;
Dols, 2013, s. 56-58)
[203] “Galen delilik için tıbbi bir tedavi de önermez. Delilik fizyolojik
olarak açıklanabilse de hastalığa dair etkin bir prognoz veya tedavi yöntemi
olmadığından bu açıklama hiçbir işe yaramıyordu. Tedaviye kayıtsız kalışıyla
Galen, deliliği yetersizlik ya da sadece aklın yitirildiği bir durum olarak
gören Roma kanunlarına yakınlaşmışa benziyor. Bu, ne ahlâki ne de tıbbi
tedaviyle ilgili bir meseleydi.” (Dols, 2013, s. 59-60)
[204] Alıntı yapılan Almanca metinde yer alan ifade;
“Besser sind Nahrungsmittel, die fröhlich, hell, jung, zart und reich an
wohltâtiger Feuchtigkeit sind.” (Starobinski, 2011, s. 70)
[205] “(...) mani kronik, ateşsiz bir beyin
hastalığıydı. Bu durum, beynin ısınması ya da safranın artmasından
kaynaklanmaktaydı. Hafızayla beraber akıl kaybı görülür ve hasta davranışı
patolojik çoşku ve halüsinasyonla tanımlanırdı.” (Dols, 2013, s. 50)
[206] Bu bölümde, marjinal kişi ve gruplar üzerine,
Antikçağ özelinde anlatılanlar, takip eden bölümlerde Ortaçağ ve Erken Yeniçağ
bağlamında ayrıntılı biçimde incelenecektir.
[207] Roma İmparatorluğu’nda beden algısı üzerine
bkz. Galsterer, s. 31-45.
[208] Antikçağ’da cellâtlar, gladyatörler ve meslekten sporcuların
toplumsal statüsü ve dışlanmaları üzerine ayrıntılı bilgi için bkz. Aiger,
1988, s. 201-220.
[209] Özellikle Homeros Destanları’nda marjinalleştirme, damgala/n/ma
üzerine ayrıntılı bilgi için bkz. Wickert-Micknat, 1988, s. 59-71; Ulf, 1988,
s. 73-79. Yine Homeros’da beden algısı üzerine bkz. Thomen, 2007, s. 17-22.
[210] İmparatorluk Roması’nda, seçkin ve saygın
kesimlerin güvenliğini (securitas) tehlikeye düşüren girişimler
bağlamında filozoflar, astrologlar, büyücüler, oyuncular ve haydutların konumu
üzerine bir inceleme için bkz. Kneppe, 1988, s. 165-176.
[211] Söz konusu madde, Oniki Levha Yasası’nın (İÖ 450 dolayları) “Aile
Hukuku” başlıklı V,7a maddesinin altında yer alır. Maddenin Latince ve
Almancası için bkz. http://www.imperium-
romanum.info/wiki/index.php?title=Hauptseite Erişim: 12 Kasım 2011.
[212] “Yine de antik dönemde akıl hastası bireyler mevcuttu ve bunların
sorumluluğu diğer hastalıklardan muzdarip bireylerde olduğu gibi ailelerine
aitti. Ailenin yükümlülüğü gerçekten de çok ağırdı ve ortaçağda hastanelerin
açılmasına rağmen antik dönemden modern zamanlara değin Akdeniz dünyasında bu
yükümlülük, tedavinin değişmez bir özelliği olarak kalmıştı. Bu yüzden genel
beklenti zihinsel özürlülerin bakımının evde yapılmasıydı.” (Dols, 2013, s.
40-41)
[213] Marcus Aurelius (Dig. 1,18,14)’den aktaran
GraBl, 1988, s. 110.
[214] “Diğer yandan akıl hastalıklarının dağılımına yönelik modern
çalışmalar doğruysa ruhsal bozukluklar ve bu tip hastalıkların en ağır türleri,
pahalı tıbbi bakıma gücü yetmeyen yoksullar arasında etkindi ve antik dönemde
devletin, maddi gücü yetersiz hastalara karşı hiçbir yükümlülüğü yoktu.” (Dols,
2 013, s. 41)
[215] Taş atmaya benzer bir tedavi yöntemi olarak ruh
hastası yaklaşınca ‘tükürme’ eylemi için bkz. Grabl, 1988, s. 112.
[216] Ünlü Filozofların Yaşamları ve Öğretileri,
VI, 20-81.
[217] Ünlü Filozofların Yaşamları ve Öğretileri (VI,54), Plâton’un
Diogenes’i, “Sokrates’in delirmiş hali” olarak tanımladığını belirtiyor.
[218] Türkçe’de fiziksel hastalıklar dışında kalan
anomalileri tanımlamak için genellikle “ruh hastalıkları” veya “akıl
hastalıkları” tabirleri kullanılmaktadır. Kuşkusuz ‘ruh’ ve ‘akıl’ farklı
anlamlara sahip olsa da, bu ikili gösterimin Türkçe’de kabul gördüğünü
söyleyebiliriz. Biz de çalışmamızda, herhangi bir ayrıma gitmeden, iki kelimeyi
de kullandık.
[219]Babaoğlu
Yunan Mitolojisi’nden örnekler vererek tıp alanında bilinenlerin psikoterapötik
uygulamalarla desteklendiğini belirtiyor ve ekliyor “Ama ruh ve akıl kavramları
henüz ortada yoktur. O çağ insanlarının daha çok hastanın sübjektif duygu ve
yakınmalarıyla ilgilendikleri, bu yakınmaların ötesinde objektif ve kişiyi
kendisine yabancılaştıran bulgular ve tedavi ilgi göstermedikleri açıkça
görülmektedir.” (Babaoğlu, 2002, s. 43)
[220]
Arkeologlar yedi bin yıllık kafataslarında çakıl taşlarıyla muntazam açılmış
küçük delikler tespit etmişlerdir. Bu delikler, büyük olasılıkla, cinler
tarafından ele geçirildiğine inanılan kişinin kurtarılmasına, açılan
deliklerden demonların kaçmasına olanak sağlamak üzere açılmıştır. (Porter,
2007, s. 16)
[221] Thomen, 2007, s. 17. Aynı
konuda bkz. Porter, 2007, s. 18 vd.
275“Melankolik insan mizacının
anlatılma ve anlaşılma serüveni de Homeros destanlarına kadar uzanır. Daha
somut söylersek, melankolik insan mizacının yazılı kültürde betimlenişi ilk kez
Homeros destanlarında görülür. Homeros destanlarında melankoli sözcüğü/tanımı
henüz kullanılmaz/yapılmaz. Ama Homeros’un bazı kahramanlarındaki melankolik
davranışlar ve melankolik mizaç, olağanüstü bir yetkinlikle sergilenir.” (Teber,
2004, s. 79-80)
[223] Yunan Mitolojisi’nde delilik üzerine ayrıntılı
bilgi için bkz. Leibbrand ve Wettley, 2005, s. 7-15; Babaoğlu, 2002, s. 35 vd.
[224] Sokrates öncesi doğa filozoflarının akıl ve
akıl sağlığı bozuklukları hakkında görüşleri üzerine bkz. Porter, 2005, s.
15-23.
[225]Hippokrates,
1897, s. 13 vd; 149. Leibbrand ve Wettley, 2005, s. 35-37; Leven, (2005a),
700-701. ‘Diyafram İltihabı’ tanımıyla bkz Dols, 2013, s. 51-53.
[226] Frenitis Yunanca diyafram
(göğüs ve karın boşluklarını birbirinden ayıran ince ve geniş kas) anlamına
gelenphren'den türetilmiş olup Corpus'da hastalık tanımı olarak
yirmi beş yerde anılır.
[227]Hippokrates, 1897, s. 19;
Leibbrand ve Wettley, 2005, s. 37-38; Leven, (2005a), 567-568.
[228] Letarji (lethargos, Yun.): Derin ve
sürekli patolojik uyku durumu.
[229] Hippokrates, 1897, s. 26; Leibbrand ve Wettley,
2005, s. 38.
[230] Leibbrand ve Wettley, 2005, s. 39.
[231] Katalepsi: Kaslarda görülen gerginlik,
sertleşme hali. Tipik olarak katatonik şizofreni hastalarında görülür.
[232] Hippokrates, 1897, s. 547-565; Leibbrand ve
Wettley, 2005, s. 39-43; Jouanna, 1996, s. 46-49; Schneble, 2003, s. 21-27;
Magiorkinis vb., 2011, s. 132-133; Leven, (2005a), 260-262.
[233] Corpus’da epilepsiye (epilepsia, Yun.), “Kutsal
hastalığa dair” (de morbo sacro) başlığı altında geniş yer ayrılmıştır
(21. bölüm). Bu ilgiden hareketle hastalığın anılan dönemde çok yaygın
görüldüğü sonucuna varabiliriz. (Hippokrates, 1897, s. 547-565)
[234] Hippokrates, 1897, VI, s. 553.
[235] Hippokrates, “Das sechste Buch von den
Landseuchen”, VIII, in. “Unechte hippokratische Schriften”, in: ders., Hippokrates
Werke, aus dem Griechischen übers. U. Mit Erlâuterungen v. Johann Friedrich
Karl Grimm, 4 Bde., Bd. I, Altenburg: Richter 1781-1792, 1781, s. 306’den
aktaran, Starobinski, 2011, s. 44.
[236] Tarih boyunca epilepsi hastalarını tedavi etmek
için önerilen tedaviler geleneksel halk tıbbından batıl itikatlara uzanan
yelpazede çok geniş bir katolog oluşturur. Antikçağ’da gladyatörlerin veya
dövüşçülerin taze kanının içilmesinin epilepsiyi tedavi ettiğine inanılmıştır.
Celsus, De Medicina'da (III, 23,7) sıcak gladyatör kanı içenlerin
epilepsi illetinden kurtulduğunu yazar. Yine Yaşlı Plinius Naturalis
Ilistoria'da (XXVIII, 4) bazılarının epilepsiye iyi geldiği için, vahşî
hayvanlar gibi, dövüşçülerin (Fechter, Alm.) kanını sıcak sıcak
içtiklerinden bahseder. Aretaeus ise gladyatör, dövüşçü gibi ayrımlara girmez;
aslolan taze kan içmektir. (Moog, 2002, s. 158)
Kilise Pederi Tertullianus
(160-220) Oyunlar Üzerine (De Spectaculis, 12) adlı eserinde gladyatör
kanı tedavisini, kökleri putperstliğe dayanan insan kurban etme ritüeline
dayandığı gerekçesiyle, Hıristiyan etiği çerçevesinde eleştirir. Gladyatör
kanının şifa verme gücünün kökeninde, yenilen ve ölmek üzere olan gladyatörün
bedeninde son anda yaşanan titreme ve irkilmelerin epilepsi krizini anımsatması
yatar. Bu bağlamda similia-similibus curentur (benzeri benzeriyle tedavi
etme) ilkesinden hareketle ölen gladyatörün kanının hastalıklı (epilepsili)
kanı tedavi edeceğine inanılır. Yine dövüşte yenilen gladyatör, ‘kurban’
sıfatında olduğu için kanı da, kutsallığı nedeniyle, iyileştiren ve mucizeler
yaratan bir özelliğe sahiptir. (Moog, 2002, s. 162; 166-169)
[237]Hippokrates,
1897, s. 13; Leibbrand ve Wettley, 2005, s. 43-45; Starobinski, 2011, s. 40-56;
Kudlien, 1967, s. 77-88; Leven, (2005a), 601-603.
Bu çalışma boyunca ‘melankoli’
kavramını farklı dönemler itibariyle ele alan kaynak ve çalışmaya atıf
yapılacaktır. Bu bağlamda toplu bir melankoli kaynakçası için Bibliyografya’nın
ilgili bölümüne bakılabilir. Diğer yandan kısa ve öz bir melankoli tarihi
için R. Burton’ın Anatomy of Melancholy’sini Almanca’ya çeviren (1991)
Ulrich Horstmann’ın (2010) çalışmasına bakılabilir.
[238] Flashar’ın Eski Yunanca metinden hareketle
kaleme aldığı Almanca metinde, yer alan Typ (tekil) kelimesi Türkçe,
tip, tarz, suret, şekil, örnek, nevi, cins anlamlarına gelmektedir. Biz metnin
içeriğine en uygun karşılığın ‘tip’olacağını düşündük.
[239] Flashar (1966, s. 38), melankolik kişilik anlamında ‘safra’ ismi ile
‘kara’ (schwarz) sıfatının ilk kez İÖ 4. yüzyılda yaşamış Yunanlı oyun
yazarı Menandros’un Epitrepontes adlı oyununda bir araya geldiğini
belirtiyor.
[240] Flashar Almanca metinde ‘Eindickung der Galle' ifadesini
kullanıyor. Bu ifadeyle safranın, akışkan özelliğini yitirmesi anlamında,
koyulaşması, katılaşması (kalınlaşması), ağırlaşmasının anlatılmak istendiğini
söyleyebiliriz.
[241] “Diese Krankheit also befallt die Schleimigen,
nicht aber die Galligen.” Über die Heilige Krankheit, 5. (1994, s. 171)
[242] Bu sade tanım [Aforizmalar VI, 23]’de yer almaktadır.
[243] Starobinski yerinde bir saptamayla ‘melankoli’nin farklı iki
anlamına dikkat çekiyor: kara safra bedende üretilen doğal bir sıvı olarak
hastalık nedeni değildir. Ancak aynı kelime sıvının aşınlığı/fazlalığı veya
denatürasyonu (bozulması) durumunda, akıl hastalığı (maladie mentale)
olarak da kullanılmaktadır. (Starobinski, 2011, s. 44)
[244] Başlangıçta olmayan bu ilişkinin, daha sonra melankolinin bir mizaç
özelliği olarak yerleşmesinden sonra kurulmaya başladığını söyleyebiliriz. Bu
bağlamda Flashar’ın Corpus'u oluşturan metinleri melankoli bağlamında
incelerken izlediği kronolojik sıra konunun anlaşılabilmesi açısından büyük
önem taşımaktadır.
[245] Bu çalışma boyunca sık sık döneceğimiz ‘yanlızlık’ kavramı
içeriğinin zenginliği nedeniyle farklı kullanımlarıyla karşımıza çıkacaktır.
Eugenio Borgna’nın, Ruhun Yalnızlığı başlıklı kitabında hedeflediği
“içsel yalnızlık, ruhun yalnızlığı, yaratıcı yalnızlık ile acılı yalnızlık,
olumsuz yalnızlık, tecrit-yalnızlığı” (Borgna, 2013, 13) ayrımın yol gösterici
bir ayrım olduğunu, bizim çalışmamızda da, kavramın farklı boyutları göz önünde
bulundurularak, benzer bir ayrımın yapıldığını söyleyebiliriz.
[246] Daha sonra göreceğimiz üzere Robert Burton’ın kitabı The Anatomy
of Melancholy (1621) bu alandaki en iyi örnektir. Kuşkusuz Antikçağ
hekimlerinin yanında, Burton’ın melankoli hastalığının belirtileri listesi
okuyucuya olağandışı bir zenginlik sunar.
[247] Paideia (Yun.): Eğitim
[248] W. Jaeger (1954), Paideia. Die Formung des griechischen Menschen,
3 c. Berlin: Gruyter Verlag. Aktaran, Starobinski, 2011, s. 46.
[249] Ülkemizde Karaca Ot olarak da bilinen ve geniş bir coğrafyada
yetişebilen kara çöpleme çok yıllık, zehirli bir bitkidir. Ayrıntılı bilgi için
bkz. Baytop, 1997, s. 154; Scherf, 2003, s. 195-197.
Dioskurides, İbn Sina, Yaşlı
Plinius, Bingenli Hildegard, Paracelsus, Romalı komedya yazarı Plautus, Diderot
gibi çok sayıda ünlü kişinin eserinde adı geçen Helleborus niger'\n
narkotik özelliği nedeniyle, çok sayıda hekim reçetesinin yanında, Ortaçağ’da
ve Erken Yeniçağ’da hazırlanan cadı kremlerinde kullanıldığı biliniyor.
Diokurides kara çöplemenin safra ve
salya sıvılarının bağırsaklardan atılmasına yardımcı olarak epilepsi,
melankoli, sinir krizleri, gut ve felç hastalıklarının tedavisinde
kullanıldığını yazar. (Dioskurides, 1902, s. 446-448)
F. Kudlien (1967, s. 80), kara
çöplemenin melankoli hastalığının tedavisinde kullanılmasının bir nedeninin de,
benzerin benzeriyle tedavi gücüne olan inançtan kaynaklandığını, kara safra
kaynaklı bir hastalığın siyah bir madde (bitki) özü ile tedavi edilmek
istenmesinin normal olduğunu belirtiyor.
Yaşlı Plinius (XXV. kitap, Şifa
Veren Bitkiler, 21-25), Helleborus nigefin safra ve balgam sıvılarını
bağırsaklar yoluyla atılmasına imkân sağladığı için, ateşle seyretmeyen
delilik, felç, ödem vakalarında çok yararlı olduğunu belirtir ve uzun uzun
terkipler verir.
Diğer yandan Kara Çöpleme,
Hippokrates mektuplarında bedeni temizleyici özelliği nedeniyle
zikredilecektir. Abderalı hemşerileri ‘küçük-büyük her şeyde gülünecek bir şey
bulduğunu’ görerek delirdiğine hükmettikleri Demokritos’u tedavi etmesi için
Hippokrates’i davet ederler. Ünlü hekim yola çıkmadan önce şifalı otlar
konusunda uzman olan Kravetas’a yazdığı mektupta, ‘Demokritos’un deli olduğu ve
deliliğinin vücundaki zararlı maddelerin söktürülmesi gerektiğininin’ kendisine
söylendiğinden bahisle helleborus ile yapılan söktürmenin gerekli
olacağını ve dağların yüksek yamaçlarından şifalı bitkiler toplamasını ister.
(Hippokrates, 2008, s. 53 vd.)
İbn Sina’nın Harbak-ı Esved'vn
(Kara Çöpleme; Helleborus niger) kusturucu ve ishal yapan etkisiyle
bedenden zararlı maddelerin atılmasını sağladığını, ancak kullanılmadan üç gün
önce sert yiyecek ve içeceklerden uzak durulması gerektiğini yazıyor. Yine
sirke ile tatbik edildiğinde yaraları iyileştirci gücü olduğunu ve kuruntu,
sara ve migren türü başla ilgili hastalıklarda yararlı etkilerinin bulunduğunu
belirtiyor. “Dioscorides, bazı insanlarca ona malinudun dendiğini söylemiştir.
Çünkü ona bu ismi Malinus adını taşıyan bir adam vermiştir. Bu bitki
temizleyicidir. Bu [ikinci] bitki ile delilikten kurtulmak mümkündür. Deliliği
tedavi edip (bertaraf eder).” (El-Kânûn Fi’t-Tıbb, 2. kitap, 24. makale)
Er-Râzi de melankoli tedavisinde helleborus'un
etkili olduğuna inanır. Al-Hâvi’de “Hem siyah, hem de beyaz çöplemeden
sık sık bahsedilir; bu bitki antik dönemde birçok hastalık, özellikle ruhsal
bozukluklar için yaygın olarak kullanılırdı ve Galen bu bitkinin arındırıcı
olarak vücudu temizlemek için kullanılmasını tavsiye etmişti.” Henri Leclerc,
‘Histoire des ellebores et de l’elleborisme’, Janus, 22 (1917),
223-238’den aktaran Dols, 2013, s. 79.
[250] Hippokratesçi hekimler tarafından melankoli
tedavisinde kara safranın bedenden atılması için kara çöpleme gibi sıvı
tahliyesini hızlandıran bitki özleri yanında, adet ve hemoroid kanamalarının
memnuniyetle karşılanması, doğrudan bir tahliye yöntemi olan hacamatın
uyugulanıp uygulanmadığı sorusunu akla getirmektedir kuşkusuz. Ancak melankoli
nedeni olarak kara safra yanında kanın da tahliye edilmesinin gerekip gerekmediği
sorusu 18. ve 19. yüzyıla kadar tartışılacak ve tüm karşı çıkışlara karşın
uygulanacaktır. İlginç olan husus, adet kanaması ve hemoroid kanamaları
nedeniyle vücuttan atılan kanın, daha kolay bir yöntem olan hacamat yoluyla
tahliyesinin neden melankoli vakalarında özendirilmediği sorusudur.
(Starobinski, 2011, s. 52)
[251] Ülkemizde Adamotu, Kankurutan, Abdüsselâm Otu, At Elması gibi
adlarla anılan, Arapça’da Şeytan Mumu olarak adlandırılan Mandragora
(Alraun) çok yıllık, meyveleri erik büyüklüğünde, kazık kökü tedavide
kullanılan zehirli bir bitkidir. (Baytop, 1997, s. 21)
İnsan vücudunu andıran köküyle
ünlenmiş Mandragora kuşkusuz insanlık tarihindeki en ünlü bitkilerden
birisidir. Bu ünü kökünün görüntüsüne atfen yaratılmış büyü efsanelerinden
kaynaklanır. Kökün görüntüsü nedeniyle Ortaçağ ve Erken Yeniçağ’da cadı
kremleri ve iksirlerinin vazgeçilmez katkı maddesi olarak tanınan Mandragora,
Antikçağ’da ‘Prometheus Otu’ olarak tanınmış ve kökündeki etken madde nedeniyle
şifa veren yönünden çok afrodizyak, anestetik yönleriyle anılmıştır. Rönesans
ile birlikte soluk almayı (inhalare) kolaylaştıran ilâç olarak küçük
torbalar içinde başa bağlanarak, yastık içine koyularak kullanılmaya
başlamıştır.
Eski Ahit’in Yaratılış
bölümünde, adamotu (luffah), adı geçmekle birlikte gerçekten anılan
bitkinin Mandragora olup olmadığı tartışmalıdır. (Yar. 30, 14-16).
Yahudi tarih yazıcısı Flavius Josephus (37-93) Yahudi Savaşı’nın Tarihi
(1900, VII, 6,3) isimli kitabında, adamotu (Baara) ile yaratılan
mucizeleri ve demonların işgal ettiği bedenlerden nasıl kovulduklarını anlatır.
Celsus (1906, III,18, s. 140), Adamotu’nun elma olarak
nitelendirilen meyvasının delilerin ve
melankoliklerin endişelerini
gidererek uyumalarına imkân verdiğini yazar.
İbn Sina (El-Kânûn Fi’t-Tıbb,
2. kitap, 10. makale) El-Kânûn Fi’t-Tıbbda, Yebruh (Abdüsselâm
Otu) hakkında ayrıntılı bilgiler verir. “Yebruh, luffuh (luffah, mandrake
meyvası) denen yabanî bir bitkinin köküdür. Her ne kadar, yebruh insan
görüntüsü demekse de, aynı zamanda, sanemin (güzel kız veya erkek çocuğunun) de
adıdır veya bitkinin adıdır. O, insan şeklindedir.” İbn Sina, yebruh kökünün
mafsal ağrıları, fil hastalığına iyi geldiğini ve sedatif (merkezi sinir
sisteminin çalışmasını yavaşlatan) etkisi nedeniyle uyku verdiğini belirtir.
Çağlar boyu kültürel bir fenomen
olarak Mandragora üzerine daha fazla bilgi için bkz. Scherf, 2003, s.
72-75; Abraham-Thinnes, 1997, s. 101-106; Akın, 2005, s. 128.
[252] Starobinski, 2011, s. 53.
[256] ‘Gülen melankolik’ Demokritos’un öykünün
ayrıntılı bir tahlili için bkz. Rütten, 1992, s. 116-187.
portresini çizer. Bu metin aynı zamanda insana özgü
tüm olumsuz sıfatların eksiksiz bir dökümüdür. (Burton, 1991, s. 17-132)
[258] Leibbrand ve Wettley, 2005, s. 45-46; Healy,
2008, s. 3-9.
[259] Akut: Bir hastalığın ilk belirtilerinin anî,
çabuk ve şiddetli seyrettiği dönem.
[260] Kronik: Bir hastalığın uzun süre devam etmesi
durumu.
[261] Leibbrand ve Wettley, 2005, s. 46-48; Leven,
(2005a), 870-871.
[262] Lyssa, rabies hydrophobia (Yun.)
[263] Leibbrand ve Wettley, 2005, s. 54-59; Leven,
(2005a), 448-449.
[264] Eski Yunanca’da zaman içinde histeri hastalığını tanımlamak için
rahim (varûpa - hystera) kelimesinden türetilen hysterikos sıfatı
kullanılır olmuştur.
[265] Kadınlarda rahimden kaynaklanan histeri benzeri bir hastalık üzerine
ilk bilgiler, Corpus" dan çok önce Eski Mısır’da (Lahun) yazılmış
(İÖ 1900’ler) Kahun Papirüsleri olarak adlandırılan tıbbîi belgelerde yer alır.
Diğer yandan histeri rahimden
kaynaklandığına inanılan bir kadın hastalığı olarak her dönemde ilgi çekmiştir.
Kuşkusuz bu aşırı ilgi sadece hastalığın patolojisinden kaynaklanmaz. Histeri
ile ‘açgözlü, doymakbilmez’ kadın bedeni (cinselliği) arasında doğrudan ilişki
kurulacaktır. İlginç olan husus, bu bağıntının yüzyıllar boyunca kabul görmesi
ve 20. yüzyılın ortalarına, Amerikan Psikiyati Kurumu 1952 yılında histeriyi
hastalıklar listesinden çıkartana kadar, başta hekimler olmak üzere, her
kesimden kabul görmesidir.
Antikçağ’dan itibaren histeri
üzerine özlü bilgi için bkz. Fischer-Homberger, 1979, s. 32-48; s. 115-127.
Histeri üzerine Plâton’un Timaios"
da yer alan görüşleri diğer Antikçağ düşünür ve hekimlerininkilerle
örtüşür: “Kadınlardaki rahim, aynı sebeplerden dolayı, onlarda çocuk yapma
arzusuyla yaşıyan bir canlıdır. Bu işe elverişli zamanı geçtikten sonra uzun
zaman kısır kalırsa, tehlikeli bir şekilde huylanır, vücudun her yanında
dolaşır, nefes borularını tıkar, soluk almağa engel olur, büyük acılara yol
açar, her çeşitten başka hastalıklara sebep olur.” Timaios, 91c.
[266] Psikosomatik: Genel olarak psikolojik kökenli
fiziksel hastalık tanımı.
[267] Celsus’un Roma tıbbındaki yeri için bkz.
Ilberg, 1971a, s. 308-360.
[268] İstisnalar için bkz. Flashar, 1966, s. 73 dip
not 1.
[269] Über die Arzneiwissenschaft in acht Büchern,
1906, III,18, s. 137-144.
[270] Celsus’un, Bitinyalı Asklepiades’i de refere ederek, Phrenttis'm
ikinci ve üçüncü grubunda yaptığı tanımlar kendisinden sonraki (ve hatta
önceki) hekimler tarafından ‘melankoli’ olarak tanımlanmıştır. Klibansky vb.,
1992, s. 97.
[271] Benzer görüş için bkz. Ilberg, 1971a, s. 336.
Flashar (1966, s. 75) Földenyi’nin
bu görüşünü paylaşmaz. Ona göre melankoliklere bu denli ayrıntılı tedaviyi ilk
kez Bitinyalı Asklepiades (İÖ 124-40) uygulamıştır. (Aynı görüş için bkz.
Starobinski, 2011, s. 56) Ancak Celsus’un, Hippokratesçi humoral patolojiye şiddetle
muhalefet eden Bitinyalı Asklepiades’i ve tedavi yöntemlerini örnek alması
beklenemez, çünkü Celsus melankolide kara safraya dönüş yaparak, Hippokratesçi
geleneğin iyi bir takipçisi olduğunu ortaya koymuştur.
[272] Celsus’da melankoli tedavisi için bkz.
Starobinski, 2011, s. 56-59.
[273]Aretaeus’un
çalışmada esas alınan metni genel başlıklar itibariyle dört bölüme ayrılmıştır.
Birinci bölümde Phrenitis, Lethargus, tetanos, kolera gibi akut
hastalıkların, ikinci bölümde astım, diyabet melankoli, mani gibi kronik
hastalıkların neden ve belirtileri anlatılır. Üçüncü ve dördüncü bölüm, ilk iki
bölümde akut ve kronik olarak ayrılan hastalıkların tedavi yöntemlerine
ayrılmıştır. (Die auf uns gekommenen Schrifften des Kappadocier Aretaeus,
1858)
[274] Athymie: Duygu belirtisi
bozukluğu; içinde bulunulan duruma aldırmazlık.
[275]Aretaeus
tıbbında melankoliklerin depresyon ile mani arasındaki salınımına ilişkin
ayrıntılı bir değerlendirme için bkz. Rütten, 1992: “3. Nosologische Grenzüberschreitung bei Aretaios: der
Melancholiker zwischen Depression undManie”(s. 81-94)
327
Flashar, Aretaeus’un
giderek artan şiddette üç aşamalı bir melankoli hastalığı seyri tanımladığını
belirterek bu üç aşamayı, yukarıda anlattığımıza benzer bir paralellikte
anlatır. (Flashar, 1966, s. 77-78)
[277] Likantropi: Kurtadamlık; kendini kurt adam sanma.
Likantropi hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Peuckert, 1996,
s. 100-117; Dinzelbacher, 2000, s. 271-272; 274. Çok sayıda metinden yapılmış
bir derleme için bkz. Blumenthal, 2005.
[278] “Dort [Aretaeus, I,5] werden die Melancholiker
als “iracundi” und als “deiecti” bezeichnet. Genannt wird die Lykantropie aus
verbrannter gelber und schwarzer Galle.” (Leibbrand ve Wettley, 2005, s. 156)
[279] Aretaeus’in yazdıklarına karşın Likantropi’nin
gerçek anlamda sorgulanmaya başlanması, sonradan, demonolojik bir hastalık
olarak kabul edilmesiyle olacaktır.
[280] De morbis acutis et chronicis.
Meyer-Steineg, 1916.
[281] Efes’de doğan İskenderiye’de eğitim gören ve Roma’da çalışan
Soranus asıl uzmanlık dalı olan jinekoloji dışında çok sayıda eser vermiş,
döneminin ünlü bir hekimiydi. Hippokrates’in yaşamı üzerine kaleme aldığı
sanılan kitap dışında yirmi civarında eseri olduğu bilinmektedir. Ancak
eserlerinden çok azı, orijinal dilinde, Yunanca, korunabilmiştir. Bu bağlamda
5. veya 6. yüzyılda yaşamış Romalı hekim Caelius Aurelianus’un, Akut ve
Kronik Hastalıklar Üzerine başlıklı çalışmasının günümüze intikal edebilen
Latince açıklamalı metninin, Soranos’un kaybolan eserinin aslına sadık
kalınarak yeniden yazılmış hali olarak tanımlanabilir. Jackson, 1999, s. 84;
Gourevitch, 1996, s. 124; 218; Meyer-Steineg, 1916, s. 42-44; Flashar, 1966, s.
79-80; Leibbrand ve Wettley, 2005, s. 134-136; Jackson, 1986, 34-35; Klibansky
vb., 1992, s. 100.
[282] “Man nennt sie Melancholie, da die an ihr Erkrankten beim Erbrechen
hâufig schwarze Galle mitausspucken und nicht, wie die meisten glauben, weil
die schwarze Galle etwa Ursache oder Ursprung der Krankheit wâre; letzteres
heiht, die Wahrheit eher erraten wollen, als sie wirklich zu erkennen-ja, es
ist sogar falsch, wie wir an anderer Stelle zeigen werden” Caelius Aurelianus,
op. Cit., I,6, p.339’dan aktaran Klibansky vb., 1992, s. 101.
[283] “the disease is more frequent among men, especially in middle age;
it rarely occurs in women, and is also uncommon in other ages” Aktaran,
Jackson, 1986, 34.
[284] “Für uns ist Soran vor allem dadurch von Interesse, dah er zwischen
»Mania« »Melancholia« wieder strenger zu unterscheiden versucht (jene hat ihren
Sitz im Kopf, diese im Körperinneren)” Klinbansky, 1992, s. 101.
[285] Bu bölümün hazırlanmasında üç önemli referans çalışmadan
faydalandık. Bu kaynakları melankoli yazınındaki önemlerine binaen kısaca
tanıtmak istiyoruz. Aşağıda görüleceği üzere Efesli Rufus’un iki ciltlik Melankoli
Üzerine isimli kitabının orijinalı kayıptır. Ancak bu önemli kaybı kısmen
telafi edebilecek kitaptan bazı bölümlerin kopyalarının farklı yazarlar
tarafından Rufus’un adı zikredilerek yazıldığı biliniyor. Amidalı Aetius,
er-Râzi, İshak b. İmrân ve Constantinus Africanus gibi ünlü isimlerin kitaplarında,
Rufus’a ait olduğuna inanılan en geniş orijinal Fragmenfler yer alıyor.
Çok küçük bir kısmı dışında, tüm bu parçaların Rufus’un elinden çıkıp çıkmadığı
konusunda tereddütlerin hâlâ sürmesi nedeniyle araştırnalar devam etmektedir.
Sonuç itibariyle melankoli yazının en önemli ancak kayıp metinlerinden birine
ait kısa parçaların, yüzlerce yıl sonra eser vermiş başka yazarların
metinlerinde izinin sürülmesinin zorluklarını anımsatmak istiyoruz. Bizim bu
çalışma için faydalandığımız ilk metin, Helmut Flashar’ın (1966), Melancholie
und Melancholiker in den medizinischen Theorien der Antike başlıklı
çalışması içinde yer Efesli Rufus bölümüdür (s. 84-104). Flashar’ın bu kitabı
Antikçağ melankolisi üzerine bugüne kadar yapılmış en önemli birkaç çalışmadan
biridir. İkinci eser, İslam tıbbı uzmanı Manfred Ullmann’ın, orijinali Almanca
olan İslamic Medicine (1978) isimli kitabıdır. Ullmann bu çalışmasında
genel olarak İslam tıbbına kaynaklık eden Yunanca, Latince ve Arapça metinlerin
analizi yapmaktadır. Bu bağlamda kitabın farklı bölümlerinde Efesli Rufus’un
kitabının yukarıda aktarılan referanslarının değerlendirmesi yapılmaktadır. Son
metin Peter E. Pormann’ın (2008) editörlüğünü ve çevirmenliğini üstlendiği
derlemede yer alan On melancholy'dir. Pormann Galenos, Amidalı Aetius,
Ebubekir er-Râzi, İshak b. İmrân ve Constantinus Africanus, İbn Sina gibi
yazarların eserlerinde, Rufus’ait olduğu iddia olunan parçaları bir araya
getirmek suretiyle kolaj bir Rufus kitabı (On melancholy, s.
26-79) hazırlamıştır. Bu olası On melancholy çalışmasının yazarlarına
ait metinler orijinal dillerinde (Arapça, Latince, Yunanca) verilmiş ve
İngilizce’ye çevirileri yapılmıştır. Ayrıca Pormann çevirdiği parçalara ilişkin
yorumlu bir ek hazırlamış (s. 81 -110) metnin sonuna ilâve etmiştir. Yine
Pormann’ın editörlüğünü yaptığı bu çalışmaya (2008) ayrı bir bölüm olarak,
Efesli Rufus üzerine yazılmış makaleler ilâve edilmiştir. Ayrıca bu makaleler
için Kaynakça’ya bakılabilir.
Son olarak, bu bölümün
hazırlanmasında Flashar (1966, Alm.), Pormann (2008, İng, Latince, Yunanca,
Arapça), Ullmann (1970, Alm.) ve Ullmann (1978, İng.) kaynaklarından
faydalandığımız için Türkçe’ye çevirdiğimiz bazı parçaların (Fragmente)
Almanca, İngilizce ve Latinceleri birlikte verilmiştir. Bu çevirilerde her üç
dildeki metni kavrayacak ‘serbest’ çeviri yöntemini benimsediğimizi belirtelim.
[286] “Among the recent physicians, Rufus of Ephesus has composed the best
work on melancholy. One might well say that is missing here, at least if one
listens naturally, and is not disposed from the beginning to contradict and
quarrel.” On melancholy, F3[1]
“Von den Jüngeren hat am besten
über die Melancholie geschrieben RUFUS VON EPHESOS, und mit gutem Grund kann
man sagen, dah dabei nichts fehlt für die, die sachlich zuhören und sich nicht
von vornherein vorgenommen haben, streitsüchtig zu widersprechen.” (Flashar,
1966, s. 84)
[287] Efesli Rufus’un melankoli ve melankoli dışındaki tıbbî çalışmaları
hakkında bkz. Klibansky vb., 1992, s. 101-106; Jackson, 1986, s. 35-39;
Acıduman, Arıtürk ve İlgili, (2010), s. 65-69; Leven, 2005a, s. 759760;
Nutton, 2008, s. 139-158; Ullmann, 1978, 34-37.
[288] Rufus of Ephesus, On Melancholy (2008).
[289] On melancholy, F11[1-28]; F37[1-3];
F39[1-5]; F45[1-11]
[290] “Rufus hat zunâchst, was für uns das wichtigste ist, die im Problem
XXX,ı hergestellte Verbindung zwischen Melancholie und Geist, die die anderen
Ârzte zerschnitten hatten, wieder geknüpft.” (Klibansky vb., 1992, s. 102)
Rufus’a ait parçalarda
Aristotelesçi geleneğin (Problemata XXX) etkileri hakkında ayrıntılı
bilgi için bkz. Toohey, 2008, s. 221-243.
[291] “It is necessary to recognise that there are two kinds of
melancholy. 1) Some of them have melancholy because of their nature and
original mixture, whilst 2) others have acquired this mixture later owing to a
bad diet.” On melancholy, F11[22]
[292] On melancholy, F37[1-3];F39[1-5]
[293] On melancholy,
F8[1-6];F9[1];F10[1];F13[1-5];F14[1-8];F15[1-2];F17[1-13];F19[1];F21[1-9];F22[1-
2];F25;F26;F27;F28[1-10];F29[1-6];F31[1];F32[1];F33[1];F35[1-2];F38[1-4];F40[1-39];F44[1-6];F47[1-
5];F48[1-2];F49[1-2];F50[1-2];F51[1];F52[1];F53[1];F54[1-7];F55[1-2];F52[1];F60[1];F64[1-4].
[294] Kitâb fi’l-mâlîhulyâ"nın bugüne kadar tesbit
edilebilmiş tek Arapça nüshası Münih Devlet Kütüphanesi’ndedir. Eleştirel
edisyonu (1977) K. Garbers tarafından yapılmıştır. Ancak aynı eserden M.
Ullmann tarafından yapılan (Islamic Medicine, 1978) kısmi çevrileri
mevcuttur.
Biz İmrân’ın yukarıdaki tespitini
üç farklı çevirisini buraya aldık:
“Ich habe von keinem der antiken
Autoren ein Buch über die Melancholie gelesen, das zufriedenstellend wâre, auch
keine Darlegung über diese Krankheit, die genügend wâre, mit Ausnahme eines
Buches von einem Mann von den Alten namens RUFUS VON EPHESOS.” (Flashar, 1966,
s. 89)
“I have never read a pleasing book
on melancholy nor a clear treatise on this disease by any of the old authors
except the one bay a man belonging to the ancients called Rufus of Ephesus.” On
melancholy, F4[1] (Pormann, Çev. ve Ed.)
“I have read no satisfying book or
comprehensive details about melancholy by any anicent author except one by a
man among the ancient named Rufus of Ephesus.” (Ullmann, 1978, s. 37)
[295] “Rufus, the physician [al-hakım], however, had
only discussed the hypochondriac [sarâsîfî] kind of melancholy, and he
dedicated his book to it.” On melancholy, F5[7]
Kitâb fı’l-mâlîhulyâ’daki tüm değiniler için bkz.
F4[4];F5[1-9];F12[1-5]; F5[7];F43[2].
[296] P. E. Pormann tarafından çevrilen ve edit edilen On
melancholy"de, Africanus’un kitabında yer alan Rufus’a ait metin
sayısı dört {F59[1-3];F62[2];F63[1-5];F65[4]} olup, Flashar’da aynı hususlar,
İmran’ın Arapça metni ile Africanus’un Latince metninin paralel okunmasıyla
daha kapsamlı hale gelmektedir. Ancak Pormann, Flashar’ın (1966) henüz muğlâk
dediği unsurların, Garbers (1977) tarafından tüm açıklığıyla ortaya konduğunu
ve Africanus’da Rufus’a ait olan metinlerin dört parça ile sınırlı olduğuna
dikkat çekmektedir. (Pormann, 2008, s. 15) Biz daha melankoli üzerinde daha
fazla derinleşme olanağı verdiği için, Pormann’ın tesbitlerini unutmadan, Flashar’ın
daha ayrıntılı yorumlarını aktarmayı uygun gördük.
[297] “Furchtsamkeit, Zögern, grundloses Grübeln, Ekel vor irgendeiner
Speise oder Getrank, Hah gegen irgendeine Tiergattung, die Sucht, vom Tode zu
reden, das Aufsuchen der Einsamkeit usw.” (Flashar, 1966, s. 95)
[298] “(...) starre Augen, die nur blinzen, rauhe Lippen, braune
Hautfarbe, düne Behaarung des Körpers, eine zarte Stimme, schnelle Bewegung der
Zunge beim Sprechen, so dab die Betreffenden t statt s sprechen, eine grosse
Brust, aber ein schmaler Unterleib, hagere Glieder, schnelle und kraftige
Bewegungen.” (Flashar, 1966, s. 95)
[299] Klibansky vb. (1992, s. 103) Rufus’un Aristoteles’e yaklaşmasını
benzer şekilde Efesli hekimden bir alıntıyla yorumluyor: “Auch er sieht in
erster Linie den geistigen Menschen, den »Menschen von feinem Verstand und
grobem Scharfsinn«, von der Melancholie bedroht, denn, so heibt es bei ihm ganz
wie bei Aristoteles “’Diejenigen, die scharfsinnig und von besonderer
Auffassungsgabe sind, verfallen leicht in melancholische Stimmungen, weil sie
leicht erregbar, vorausschauend und von lebhafter Einbildungskraft sind.’“
[300] “[1]Sexual intercourse is also useful, witness Rufus. [2] For he
says that sex soothes, reins in previuos arrogance, and helps melancholics. [3]
Do you not see how much wild animals, even when given to fury, calm down after
intercourse?” On melancholy, F59[1-3]
“Neben den genannten Mitteln hebt
RUFUS sodann noch die die Melancholie heilende Wirkung des Coitus hervor, der
die Wildheit der Melancholiker zügelt und besânftigend wirkt. Zum Vergleich hat
RUFUS die Erfahrung angeführt, dah auch die wilden Tiere nach dem Coitus sanft
werden.” (Flashar, 1966, s. 102)
“[1] Coitus etiam adiuuat, Rufo
testante. [2] Coitus, inquit, pacificat, anteriorem superbiam refrenat, melancolicos
adiuuat. [3] Nonne enim vides, cum bruta irascantur animantia, qualiter post
coitum fiant mitia.” On melancholy, F59[1-3] ed. Garbers 1985, 185
Aynı konuda bkz. Starobinski, 2011,
s. 64.
[301] “[1] Rufus said: [2] Heat of wine revives the
natural heat, so as to cleanse and purge bad qualities.” On melancholy,
F63[1-2]
“ Mit grohem Nachdruck verweist RUFUS auf die positive Wirkung
des Weines, der allein alle für die Heilung dieses Leidens notwendigen Stoffe
enthâlt.” (Flashar, 1966, s. 102)
“Sicut dixit Rufus: [1]
Calor, inquit, uini caloris uiuificatiuus est naturalis ut qualitates pessimas
mundificet & expellat” On melancholy, F63[1-2] ed. Garbers 1985, 184.
(Alıntı yapılan Garbers
Edisyonu’nda yukarıdaki yazım biçimi benimsenmiş olmakla
birlikte, bilindiği üzere, Latince olmayan “u” harfi, klasik Latince’de “v”
dir, ama Ortaçağ kopyalarında zaman zaman bu yozlaşma görülmektedir. Afrikalı
Konstantin bu Ortaçağ imlasını kullanmıştır.)
“[1] Rufus said at the end of his
book: [2] A melancholic who was invited to a wedding drank a lot of wine, but
little by little. [3] When the wine had spead throughout the whole body, it
cheered up his spirit and cured his feeling of sadness abaut things that had
happened to him.” On melancholy, F65[1-3]
[302] Plinius, 2007.
[303] Yaşlı Plinius’un yaşamı ve Doğa Tarihi'n\n
yazılma süreci, içeriği hakkında Manuel Vogel tarafından hazırlanan ‘Giriş’e
bakılabilir. (Naturalis Historia, 1. c., s. 9-30)
[304] Yaşlı Plinius’un çağdaşı Yunan tarihçi Plutharkos (45/46-120) Marcus
Antonius (Paralel Yaşamlar), biyografisinde (1992), Parthlar ile girişilen
savaşta açlık nedeniyle yedikleri zehirli otlar yüzünden kara safraları artarak
çıldıran Romalı askerlere tedavi için (panzehir) şarap verildiğini renkli
biçimde tasvir eder: “(...) Orduda erzak öylesine kıttı ki, söylendiğine göre,
askerler arasında bir Attik litre ölçüsü buday elli drahmaya, arpa somunu
ekmekler de ağırlıkları kadar gümüşe satıldı. Dolayısıyla sebze ve bitki
köklerini denemeye kalktıkları zaman ise, alışık oldukları türlerden çok azını
bulabildiler, böylece daha önce hiç tatmadıkları herhangi bir tür üzerinde
şanslarım denemek zorunda kaldılar; bu arada önce çıldırtan sonra öldüren bir
ota rastladılar. Ondan yiyen biri hayatta tek bir şey bile hatırlamıyordu;
bütün taşları tersine çevirmekten ve bir yerden bir yere yuvarlamaktan başka
bir şey düşünmüyordu. Sanki önemli bir sorunmuş gibi, bu işi öylesine büyük bir
ciddiyetle ve çabayla yapıyordu. Bütün ova, yere eğilmiş taşları topraktan
söken ve bunları bir yerden başka bir yere taşıyan insanlarla doluydu. Ne var
ki, sonunda zehir kustuklar ve öldüler, çünkü tek panzehir olan şarap da
bitmişti.” (Plutharkos, 1992, XLV). Yukarıya aldığımız, M. Özaktürk tarafından
Yunanca’dan yapılan çeviride, son cümlede yer alan ‘zehir’ kelimesi, Yine Loeb
edisyonuna (Vol. IX, 1920) dayalı metinde bile (safra) “and fınally they
would vomit bile and die, since the only remedy, wine, was not to be had.“
olarak yer almaktadır. Yine Denis Diderot’nun Jean Baptistele Rond d’Alembert
ile birlikte (2006b) hazırladığı Ansiklopedi’nin ‘melankoli’ maddesinde (Alm.)
Plutharkos’a atfen anlatılan olayda yer alan ifade ‘kara safra’dır (schwarze
Galle). Bu bağlamda dönemin ruhuna uygun olarak Plutharkos’un metninde yer
alan kavramın, ‘kara safra’ veya en azından ‘safra’ olduğunu düşünüyoruz.
[305] Bu bölümde Plâton’un yapıtlarında doğrudan yapılan alıntılar
ve/veya farklı yazarların eserlerine yapılan göndermelerin, çalışmanın amaçları
çerçevesinde, tümüyle tarihsel bir incelemenin gerektiği boyutlarıyla ve
‘tarihçi’nin kaygılarıyla ele alındığını, tabiyatıyla, hiçbir yönüyle felsefî
bir boyut içermediğini belirtelim.
[306] Plâton’un eserlerinde hastalıklar, psikopatoloji ve sağlık
referansları hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Leibrand ve Wettley, 2005, s.
59-76; Bergdoldt, 1999, s. 49-53.
Başta Alkmaion ve Pythagoras olmak
üzere ön-Sokratik filozoflarların Sicilya ayağının, tıp alanındaki görüşlerinin
Plâton’un eserlerindeki (Timaios) etkisi üzerine ayrıntılı bir analiz
için bkz. Longrigg, 2003, s. 104-148.
[307] Her ne kadar Devlet ütopik bir model (kurgu) olsa da,
Plâton’un sağlık ve hastalık üzerine görüşelerinin diğer eserlerinde de benzer
bir biçimde formüle edildiğini biliyoruz. Labisch’in (1992), bizim de
katıldığımız, bu önemli tespitini teyid eden görüşlerimiz, bu çalışmanın başta
Antikçağ tıbbının anlatıldığı bölümleri olmak üzere, farklı bölümlerinde
dillendirilmiştir. Bu konunun daha iyi kavranabilmesi için Labisch’in
çalışmasına (1992, s. 23-27) bakılabilir.
[308] Plâton için evren, Pythagoras’da olduğu üzere, oran ve uyum
ilişkisinden ortaya çıkan düzendir: “Plato verstand als “’Kosmos’”,
âhnlich wie Pythagoras, eine Ordnung, die das Ergebnis einer Verbindung - nach
den Prinzipien der Proportion und Harmonie - von dem war, was verschieden ist.”
(Kurdzialek, 1971, s. 37)
[309] Yine Timaios’da ‘başlangıçta Tanrı her nesneye bir oran
koyana kadar her şeyin düzensizlik içinde olduğu’ durum için bkz. Timaios,
69b-c.
[310] Plâton için insan ruhu bir mikrokosmos'dur, çünkü dünya ruhu
gibi, genellikle karşıtlıklar ve farklı kutuplar arasında çok güzel organize
olmuş bir uyumu temsil eder: “(...) nach Plato die Menschenseele ein
Mikrokosmos ist, weil sie, genauso wie die Weltseele, ein harmonisches
Zusammenspiel der am meisten entgegengesetzten, polarisierten Seinsglieder und
ihrer Funktionen darstellt.” (Kurdzialek, 1971, s. 39)
[311] Devlet, 1975.
Plâton’un Devlet adlı eserindeki siteyi Atina’nın
temsil ettiği söylenebilir. Bunun ipuçları Timaios ve Kritias
isimli diyaloglarında bulunur.
Diğer yandan Plâton Devlef de ideal devletin sosyo-politik
yapısı, gök küresinin üç katmanı ve insan ruhunun fonksiyonları arasında
analoji yapar. Ayrıntılı bilgi için bkz. Kurdzialek, 1971, s. 39 vd.
[312] Plâton aşırıya kaçan, abartılı gülme ve
ağlamayı Yasalar adlı eserinde benzer bir biçimde tenkit eder. Bkz. http://www.opera-platonis.de/Nomoi5.html
5.kitap 732c. (Erişim: 10 Ekim 2010)
Diğer yandan aşırıya kaçan komedi sanatı hakkında
düşünceleri için bkz. Schroeder s. 7 vd.
[313] J. L. Pagel Plâton’un Timaios ile Antikçağ’ın tıp üzerine
çalışmış Hippokrates, Aristoteles ve Galenos gibi ünlü hekim ve düşünürlerinin
arasında yerini aldığını ve tıp biliminin gelişmesine katkıda bulunduğunu
belirtiyor. (Pagel ve Sudhoff, 1915, s. 78)
[314] Esas alınan Türkçe çeviride (1989) ‘sıkıntı’ ve ‘bitkinlik’ olarak
yer alan iki halden birisinin, Almanca ve İngilizce çevirilerde Trübsinn
ve melancholy ile karşılandığından hareketle, Türkçeye ‘melankoli’
olarak çevrilmesinin metnin ruhuna daha uygun olacağını düşünüyoruz.
[315] “Timaios, bu günkü okuyucular için Eflâtun’un en karanlık,
anlaşılması en güç eseri olmakla beraber ilk ve orta çağ düşünürü üzerine en
çok tesir eden eseri olmuştur. (...) Timaios aynı zamanda bize bütün
Eflâtun bilgilerini birden sunan bir ders hulâsası gibi görünmektedir.” (Timaios,
Çevirenlerin Notları [1], s.141 vd.)
Nutton, Plâton’un, Timaios’da
insan bedeni üzerine yazdıklarının kendisinden sonraki düşünürler üzerinde çok
etkili olduğunu belirtiyor. (Nutton, 2004, s. 117)
Longrigg Timaios’u,
Pythagorasçıların Plâton üzerindeki etkisinin en fazla görüldüğü eser olarak
tanımlıyor. (Longrigg, 2003, s. 114)
Plâton’un İtalya seyahati,
Ptyhagorasçılar ile tanışması, öğretilerine olan yakınlığı ve ruhun ölümsüzlüğü
üzerine Ptyhagoras ile aynı görüşleri paylaştığı yolunda Cicero’nun görüşleri
için bkz. Gesprache in Tusculum, I,39.
[316] Esas aldığımız Türkçe (1989) çeviride anlam değişikliğine neden
olduğu için katılamadığımız bir hususu burada aktarmak istiyoruz. Türkçe
çeviride “Bu kutsal tözden gelen hastalık olduğu için ona haklı olarak kutsal
hastalık derler” (85b) ifadesi yer almaktadır. Kanımızca Plâton’un metnindeki
anlam ‘kutsal tözden gelen hastalık’ değil, özün (töz) yer aldığı (kutsal)
bölgeyi etkileyen hastalık anlamındadır.
Bu bağlamda aynı cümlenin Almanca
ve İngilizce çevirilerini veriyoruz “(...) diese Krankheit aber führt mit Recht
den Namen der heiligen Krankheit, Epilepsie, weil sie das heiligste aller
Organe betrifft.“ (http://www.opera-platonis.de/Timaios.html
“This, as affecting the sacred part, is justly called the sacred disease” (http://www.archive.org/stream/platonostimaiost00platuoft#page/318/mode/2up
Her iki sayfaya, Erişim: 10 Ekim 2010.
[317] Metnin Almanca çevirilerde delilik ve cahillik Wahnsinn ve Unwissenheit;
İngilizce çevirilerde ise madness ve ignorance ile
karşılanmıştır. Yine Longrigg (2003, s. 145), Plâton’un (Timaios)
hastalık olarak tanımlanabilecek temel akıl yoksunluğunu delilik (folly)
ve salaklık (stupidity) olmak üzere ikiye ayırdığını belirtiyor.
[318] Plâton’un erken Hıristiyanlığın Kilise pederleri tarafından
dillendirilen ve adeta Katolik Kilisesi ile özdeşleşen ünlü ‘beden ruhun zindanıdır’
(carcer animae corpus est) deyişine bu denli yakın düşen düşünceleri
şaşırtıcıdır. Pagan dünya ile monoteist Hıristiyanlığın ruh-beden ilişkisi,
değindiğimiz bağlamda, ilk kez Plâton’un metinleriyle ile bu denli örtüşmüştür.
Aynı yakınlık Plâton’un ‘gülme’ üzerine düşünceleri için de geçerlidir.
[319] Benzer bir yorum Devlet'te (1975, 410d)
yer alan bir diyalogda geçer: “Ömürlerini jimnastikle geçirip, müzikle ilgileri
olmamış, ya da tersine, müzikle ilgilenip bedenlerine bakmamış kimselerin ne
hallere düştüklerini bilmez misin?”
[320] Timaios'un yukarıya aldığımız bölümleri üzerine ayrıntılı bir
değerlendirme için bkz. Longrigg, 2003, s. 109-115.
[321] Plâton burada da, evren ile beden arasında uyumun gerekliliğine bu
kez Hippokrates’i referans gösterir: “Phaidros: Asklepios’un torunlarından
Hippokrates’e bakarsan, bütünün tabiatı bilinmedikçe vücudun tabiatı bile
bilinemez. “ (Phaidros, 270c.) Corpus ile Phaidros
(269e-270e) arasında paralellik arama çabaları üzerine bir makale için bkz.
Joly, 1971, s. 52-82.
[322] Plâton’da mânia
Tanrı vergisi bir seziş, ilâhî bir iyilik olmaktan çıktığı ölçüde
saldırganlaşır, baş
edilmesi güç bir tehdit haline gelir. Devlef te
yer alan ifade bu konuya güzel bir örnek teşkil eder: “-Demek ki, sevgili
dostum, bir insanı tabiatı, alışkanlıkları, ya da her ikisi birden sarhoş,
âşık, deli ettiler mi o insanın zorba olmak için hiçbir eksiği kalmamıştır
artık.” (Devlet, 573c). Burada metnin alıntı yaptığımız çevirisindeki
bazı kelimeler, kanımızca anlam sorunlarını beraberinde getirmektedir. Örneğin
‘âşık’ kelimesi kaynak metinden Almancaya yapılan çevrilerde Wollüstling
(şehvet düşkünü), İngilizce’ye yapılan çevirilerde (the) erotic ile
karşılanmıştır. Plâton’un metindeki zorba (tiran) kimliğine atfen
saydığı karakter durumlarına ‘âşık’ kelimesinin, Phaidros'’da göz önünde
bulundurulduğunda, uymadığı düşünülmektedir. Kaldı ki takip eden satırlarda
zorba insanın yaşamını tasvir ederken “Kadın, içki, çalgı âlemleri, eğlenceler,
cümbüşler, değil mi?” cümlesini kurar. (Devlet, 573c)
374
“(.) Tanrı vergisi
olan sapıtma da güzelliğinden ötürü insanın kendinden gelen bilgeliğe o kadar
üstündür.” (Phaidros, 244d5)
[324] Burada ‘dışsal’ sıfatını external (İng.) anlamından çok fremd'e
(Alm.) uygun düşecek other (İng.) anlamında kullandığımızı belirtelim.
[325] “Kaybedilen Cennet Bahçesi’nin fiziksel olarak dünyada bir yerlerde
bulunduğuna ilişkin onaltıncı yüzyıla kadar süren derin Hıristiyan inancı artık
yalnız değildi. Dünyevî Cennetler birçok kültüre ait efsanelerde bolca
görülmektedir.” [yazım aynı] (Kumar, 2005, s. 16)
[326] Hıristiyanlık dünyası, ağırlıkla Ortaçağ’da olmak üzere, 17.-18.
yüzyıla kadar yeryüzünde’ kayıp’bir cennet olduğuna inanmış ve yoğun biçimde bu
ülkenin, bölgenin arayışı sürmüştür. Cennet, Tevrat'ta yer alan
yaradılış öyküsünden hareketle hep büyük bir bahçe olarak tahayyül edilmiştir.
Kuşkusuz bu olguyu sadece Hıristiyanlık inancıyla sınırladırmak mümkün
değildir. İslam Dünyası’nda bu konudaki en çarpıcı örnek Endülüs’de (İspanya)
inşa olunan Elhamra Sarayı ve bahçesidir. Yapımı çok uzun bir süreye yayılan
(9.-15. yy.), ancak önemli bölümleri 14. yüzyılda tamamlanan saray bahçesi ve
mimarî yapısı nedeniyle yeryüzü cenneti olarak tanımlanır. Elhamra Sarayı
üzerine giriş niteliğinde bilgi için bkz. Irwin, 2007. Hıristiyanlığın kayıp
cennet mitosu için bkz. Krauss, 2004.
[327] Kayıp yeryüzü cenneti olarak ‘Tembeller Ülkesi’, Avrupa kültüründe
kökü Antikçağ’a giden çok önemli bir fenomendir. Kayıp cennet ülküsü, sadece
tembeller için değil, yalancılar, deliler ve hatta çocuklar için bile
idealleştirilmiştir. Carmina Burana (2000, 222) yanında farklı anonim
metinlerde ve Rabelais (Pantagruel, IV,57), Brant (Das Narrenschiff,
Das Schlaraffenschiff, s. 408-415), Brant’ın metni üzerine Kaisersberg’li
vaiz Geiler (Predigt über die Schluchraffen Narren; Richter, 1995, s.
204-207) ve Grimm Kardeşler (KHM 158) gibi farklı yazarlar tarafından
kaleme alınan kayıp cennetler söz konusudur. Tarih boyunca ‘Tembeller Ülkesi’
ideali üzerine yapılmış iki düzeyli çalışma için bkz. Pleij, 2000; Richter,
1995.
[328] Sir Thomas More’un ilginç yaşam öyküsü, Utopia'’ nın yazılışı
üzerine Thomas Schölderle’nin doktora tezinin kitap haline getirilmiş hali
(2011) ve ütopya tarihi üzerine yaptığı çalışmasına (2012) bakılabilir. Genel
olarak Antikçağ’dan günümüze ‘ütopya’ geleneği üzerine ayrıntılı bilgi için
bkz. Urgan, 1984; Seibt, 2001; Aynı konuda özet bilgi için eserin (Utopia)
Çan Yayınları’ndan çıkan çevirisindeki Mina Urgan tarafından kaleme alınan
Önsöz’e bakılabilir. (More, 1964, s. 5-48) Siyaset felsefesi bağlamında ütopya
geleneği için bkz. Shklar, 1965, s. 367-381.
Örnek metinlerle Antikçağ
ütopyaları için bkz. Usta, 2005.
Türkçe yeni bir çalışma için bkz.
Tandaçgüneş, 2013, s. 17-101
[329] Kara ütopyalar üzerine Gregory, Zamiatin, Forster, Huxley, Orwel,
Vonnegut, Bradbury ve Burgess’in eserlerinden alıntılar ve kısa
değerlendirmeler için bkz. Bezel, 1984.
[330] Kuşkusuz ütopya geleneği Plâton ile
başlamamıştır. Hesiodos’un (İÖ 8. yy.) altınçağ mitosu bu konudaki ilk
örnektir. Ancak bu alanda yapıtlarıyla en ünlenmiş filozof Plâton’dur.
[331] Platon, 1989.
[332] Platon, 2001.
[333] Platon, 1975.
[334] More, 1964.
[335] Campanella, 1965.
[336] Bacon, 2008.
[337] Politeia (Polis), Devlet, şehir devleti
ve şehir anlamlarını içermekle birlikte eserin içeriği göz önüne alındığında,
Türkçe’de kabul gördüğü haliyle, ‘Devlet’ olarak çevirisinin uygun olduğu
düşünülmektedir.
[338] On kitaptan oluşan Devlet başlı başına kurgulanmış bir yapıt
olmakla birlikte, daha sonra yazılan ve iki kitaptan oluşan Yasalar (Nomoi)
ile birlikte okunmasında büyük fayda vardır. Devlet’te yer alan birçok konu Yasalar
’da ayrıntılı biçimde açıklanmıştır.
[339] Plâton, sakat çocukların büyütülmeye ve
eğitilmeye değer olup olmadıkları konusundaki görüşlerini Theaitetos
başlıklı diyalogunda bir kez daha dillendirir. (Theaitetos, 161a)
Aristoteles, Plâton’un Politeia's\m
eleştirdiği Politika adlı eserinde sakat doğanlar için Plâton’un
görüşlerini paylaşır. Aristoteles, ideal yönetim biçimine ilişkin görüşlerini Politika
nın VII. ve VIII. kitaplarında açıklar. Sakat çocuklar için ‘yasal ölüm’ü
savunur: “Bir bebeğin ölüme mi bırakılacağı, yoksa büyütülüp yetiştirileceği mi
konusunda karar vermeye gelince, sakat çocukların yaşatılmaması yasal
olmalıdır.” (Politika, VII, 16)
Daha sonraki bölümlerde ayrıntılı
biçimde değinileceği üzere, Antikçağ’a ilişkin bilgiler, özürlülerin gerçek
yaşamda, Plâton’un kurgusundan pek de farklı muamele görmediklerini ortaya
koymaktadır. Bu gerçeği Dols (2013, s. 39) şöyle bir örnekle açıklar: “Ayrıca
ciddî aklî ve fiziksel bozukluklar, bebeklerde ve küçük çocuklarda ebeveynleri tarafından
fark edilip bu bebeklerle çocuklar çoğu zaman aileleri tarafından ölüme terk
edilirdi. Antik Yunan ve Roma dünyasında bebek cinayetleri dördüncü yüzyıla
değin yasaldı.” [yazım aynı]
[340] Aristoteles’in doğa bilimlerindeki gözlemci kişiliği, tıp alanındaki
çalışmaları için aşağıdaki eserlere bakılabilir: Porter, 2007, s. 65-66;
Gökberk, 2008, s. 69 vd.; Pagel, 1915, s. 80-81; Laertios, 2010, 209223;
Schneider ve Lang, 1977, s. 28-30; Bergdolt, 1999, s. 53-56.
[341] Longrigg, Galenos’un Asklepiad ailelerin oğullarım çocukluk
yaşlarından itibaren, yazacak ve okuyacak şekilde anatomi alanında
eğittiklerinden bahsettiğini belirtiyor. (Longrigg, 2003, s. 149) Diğer yandan
Aristoteles’in tıp eğitimi alıp almadığı bugün tartışma konusu olmakla
birlikte, yaşadığı dönemde filozofların kapasiteleri, ilgi alanlarının
genişliği (çok yönlülüğü), dahası öğrenme açlıkları göz önünde
bulundurulduğunda tıp eğitiminin genel eğitimlerinin bir parçasını oluşturduğu
söylenebilir. Kaldı ki babası da hekim olan Aristoteles’in eserlerine
bakıldığında, tıp alanında eğitimli olduğu kolaylıkla anlaşılacaktır.
[342] Aşağıda ayrıntılı biçimde inceleneceği üzere Antikçağ’da kaleme
alınan oyunlarda mânia tasvirleri melankolik-öfkeli bir ruh halini
anlatmak için kullanlır.
[343] Plâton’da bahsi geçen kelime mânia
(mani) olup delilik veya sapıtma ile karşılanabilir.
[344] Problemata Eski Yunanca bir kitabın 30. bölümünün uzun
girişinden (953a10-955a4O) oluşuyor. Metnin Aristoteles’e ait olmadığı yönünde
16. yüzyıldan beri (Klibansky vb., 1992, s. 17) var olan ve giderek artan
şüphelerin kaynağını Diogones Laertios’un (3. yüzyıl) ‘Ünlü Filozofların
Yaşamları ve Öğretileri’ adlı kitabında yazdıkları oluşturuyor. Laertios’dan
öğrendiğimize göre Problemler Üzerine (Problemata) başlıklı eser
Aristoteles’e atfedilmekle birlikte (V,23), Melankoli Üzerine isimli
kitap öğrencisi Theophrastos tarafından yazılmıştır. (V,44) Bu bilgi bize
Aristoteles’e atfedilen (Problemata) melankoli üzerine uzun giriş
bölümünün öğrencisi Theophrastos tarafından kaleme alındığını düşündürüyor.
Kaldı ki 20. yüzyılın ikinci yarısında yapılan çalışmalar sonucunda genel
eğilim Aristoteles gölgesinde, Theophrastos tarafından kaleme alınan Aristotelian
bir metinle karşı kaşıya olduğumuz yönünde. Klibansky vb., 1992, s.16 vd.; s.
66, dip not 57; Theunissen, 1996, s. 3 vd. Radden (Ed.), 2000, s. 55; Flashar,
1966, s. 61.
Diğer yandan Cicero (Gesprâche
in Tusculum, s. 89-90) ve Seneca’nın (1999b, s. 49-50) tanıklıkları,
kitabın değilse bile anılan metnin Aristoteles tarafından yazıldığına işaret
ediyor.
Theophrastos’un Aristoteles’in
öğrencisi ve en önemli ardılı olduğu Laertios’un (V,35), yazdıklarından da
anlaşılıyor: “Stageiralı Aristoteles’in birçok ünlü öğrencisi olmuştur;
aralarında en çok Theophrastos belirir.” Yukarıdaki açıklamaların ışığında
metnin Aristotelesçi kimliği bizce aşikâr görülüyor. Bu nedenle çalışmada metne
atıfları ‘Aristoteles’ adına yaptık.
Biz bu çalışmada Problemata
başlıklı kaynak metnin Eski Yunanca’dan yapılan çevrileri arasından iki
tanesini kendimize esas aldık. İlki Ömer Aygün’ün (Aristoteles, 2007) kaynak
metinden yapılan, faydalı dipnotlarıyla zenginleşen çevirisi; diğeri Klibansky,
Panofsky ve Saxl’ın ortaklaşa eseri Satürn ve Melankolimde (1992) yer
alan, 16. yüzyıldan itibaren kayda değer edisyon, çeviri ve kritiklerden
faydalanılmak suretiyle Eski Yunanca’dan Almanca’ya yapılan çeviri. Çalışma
boyunca esas alınan bu metinleri Açık (1994) ve Leibbrand-Wettley’in (2005)
Teubner baskısını esas alan çevrileriyle karşılaştırmaya çalıştığımızı da
belirtelim.
[345] Aygün kaynak metinde yer alan Perittos kelimesinin iyi ya da
kötü anlamda sıra dışılığı, fazlalığı, aşırılığı dile getirdiğini belirtiyor.
(Aristoteles, 2007, s. 124) Michael Theunissen, Perittos üzerine yaptığı
analizde, üstün olan (überragend); çok önemli, hatırı sayılır, itibarlı,
yüksek (hervorragend); fevkalade, mükemmel, zarif, kibar (ausgezeichnet)
gibi olumlu anlamlarıyla kelimenin dâhilik (Genialitât) kavramına
yakınlaştığını belirtiyor. Eski Yunan’da kelimenin, müstesna (Aussergewöhnlich),
muazzam, pek büyük (Riesig) anlamlarında tarafsız kullanımına işaret
eden Theunissen, diğer yandan aşırı, itidalsiz, ölçüsüz (übermâssige,
übertriebene), meczup, sapıtmış (Exaltiert), iddialı, küstah,
kendine fazla güvenen (Vermessen), melez (Hybrid) negatif anlamlarında
kullanımına dikkat çekiyor. (Theunissen, 1996, s. 9) Bu arada kaynak metnin
İngilizce’ye yapılan çevrilerinde kelimenin eminent ile karşılandığını
belirtelim. Northwood, http://www.bu.edu/wcp/Papers/Anci/AnciNort.htm.
(Erişim: 10 Mayıs 2009)
Yukarıdaki açıklamaların ışında,
metnin bütünü göz önünde bulundurulduğunda, kanımızca sıra dışılığı olumlu
anlamda, doğa tarafından bahşedilmiş bir yetenek olarak almak
gerekliliği ortaya çıkıyor. Kaynak metnin son cümlesinde yer alan “o zaman
bütün karasafralıların sıra dışı olmasının nedeni hastalık değil doğa”
(Aristoteles, 2007, s. 122) ifadesi de bu yaklaşımı teyit ediyor. Aynı konuda
bkz. Horstmann, 2010, s. 11.
[346] Antik Yunan mitolojisinde çılgınlık (Wahnsinn)
üzerine bkz. Leibbrand ve Wettley, 2005, s. 7-15.
[347] “Ama bir gün tanrılar tiksindi Bellerophontes’ten,/Aleion Ovasında
kaldı o tek başına,/insan uğrağından uzakta yedi kendi kendini.” (Îlyada,
VI,200-203)
Bellerophontes’in tanrılar
tarafından terk edilmişliğinin üzerinde yarattığı çöküntü ve boşluğun
yorumlanması için bkz. Starobinski, 2011, s. 37-38.
“Aias’la Bellerphontes’e gelince -
ilki büsbütün sapıtmış, öbürü ücra köşelere kaçmış.” (Aristoteles, 2007, s.
108)
[348] Aias için Sofokles’in Aias Tragedyasına (Tragödien,
s. 35-70) bakılabilir.
[349] Yunan Mitolojisi’nin en renkli kahramanlarından biri olan Herakles,
ölümlü babası Amphitryon’un kılığına giren Tanrı Zeus ile Miken Kralı’nın kızı
Alkeme’nin insanüstü kuvvetiyle ünlenmiş oğludur. Olağanüstü gücüyle ters
orantılı yanlızlığı ve içedönük kaygılı kişiliği melankolik olarak tanımlanır.
Földenyi’nin ifadesiyle “Herakles’in gücü aynı zamanda zayıflıklarıdır.”
(Földenyi, 2004, s. 25) Herakles’in Zeus’un oğlu olduğunu öğrendiğinden beri
onunla uğraşan Tanrıça Hera’nın (Zeus’un eşi) kışkırtmasıyla karısı, Thebai
Kralı’nın kızı Megara ve üç oğlunu öldürür. Mitolojide Hera’nın Herakles’i
bilinçli bir biçimde delirttiğine inanılır. Herakles’in melankolisi, çılgınlığı
ve intiharı Antik dünyanın üzerine eğildiği temalardan biri olarak öne çıkar.
Önemine binaen Euripides’in Herakles (İÖ 421) ve Seneca’nın Hercules
Furens (1. yy.) isimli tragedyalarını burada anabiliriz. Herakles’in
yaşamının mitolojide kabul gören zaman dizimini değiştiren Euripides (Herakles,
930-935), çocuklarını ve karısını katletmeden önce Herakles’in ruh halinde
yaşanan değişimi (çılgınlık halini) mükemmel bir şekilde tasvir edilmiştir: “O,
artık eski adam değildi; yüzü altüst olmuş, kan çanağına dönen gözleri
çukurundan fırlamış, ağzından akan köpükler sık sakalına damlıyordu.”
Bu bağlamda A. Blanshard’ın (2006)
Herakles’i incelediği çalışmanın ‘Herakles’in Çılgınlığı’ (Der Wahnsinn des
Herakles) başlıklı 3. bölümüne (s. 61-82) bakılabilir.
Herakles’in çalkantılı ruh hali,
sık sık gelen çılgınlık nöbetleri Antikçağ’dan itibaren tıp yazınında epilepsi
(Kutsal Hastalık) ve mani halinin ‘Herakles Hastalığı’ (morbus Hercules)
olarak da anılmasına neden olur. Zaman zaman hastalığın büyüklüğünü ve gücünü
anlatmak için de bu ifadenin kullanıldığı görülmektedir. Bkz. Leven, (Ed.),
2005a, Herakles maddesi; Grmek, 1991, s. 41.
Antik Yunan mitolojisinde Herakles
ve Eski Roma’da Hercules kültü için bkz. Hesiod, Theogonie, 950 vd.;
Bulfinch, 2011, s. 160-166.
[350] Agamemnon’un öfkesi için bkz. Îlyada, 1999,
I,101-105; Rütten, 1992, s. 64 vd.
[351] Aynı görüş için bkz. Flashar, 1966, s. 37.
[352] Raymond Klibansky "Satürn ve Melankoli"nin Almanca
baskısı için 1988 yılında kaleme aldığı Önsöz’de (s. 11-30), Batı Dünyası’nın
düşünce tarihinde çok az kavramın ‘Melankoli’ kadar çokanlamlı olduğunu
belirtir. (Klibansky vb., 1992, s. 12) Bu çalışma boyunca en çok atıf
yapacağımız Saturn und Melancholie bizce ‘melankoli’ üzerine bugüne
kadar yazılmış en değerli kaynak olma özelliğine sahiptir. Üzerinde yazarları
(R. Klibansky, E. Panofsky ve F. Saxl) tarafından yaklaşık yetmiş yıl boyunca
çalışılmış ‘Yüzyıl’ın Kitabı’ (Jahrhundertbuch) olarak taçlandırılmayı
hak eden Satürn ve Melankoli’nin yazılma serüveni ve melankoli yazınına
olan etkileri üzerine bir değerlendirme için bkz. Borchmeyer, 2007, s. 9-17.
[353] “Aslında kuru ve soğuk kara safra, bütün canlıların hayatta
kalabilmek için ihtiyaç duyduğu sıcaklık ve neme karşın kötülük kavramını
temsil ediyordu.” (Dols, 2013, s. 37) Kara sadece Batı Dünyası’nda değil, tüm
kültürlerde benzer olumsuz çağrışımlarıyla bilinir. Sevillalı Isidorus Etymologiae"de
‘gece’yi (nox, Lat.) etimolojisine uygun düşmeyen bir şekilde (Etymologiae,
s. 192 dip not 3) Latince nocere (zarar vermek) fiili ile ilişkilendirir
(V. 31,1).
Hrabanus Maurus için ‘gece yapılan
her faaliyet tekinsizliği, ahlaksızlığı, Tanrı tanımazlığı ve daha benzeri
birçok kötülüğü davet eder. (Boiadjiev, 2003, s. 11)
Grimm Kardeşler Sözlüğünde ‘gece’
sözcüğünün onlarca olumsuz kullanımı yer alır. (Bd. 13, Sp 14168) Ölümün kardeşi
olan ‘gece’, Ortaçağ insanı için tekinsizlik kaynağıdır ve hiç kimsenin dostu
değildir (nox nemini amica). Adamotu gibi gündüz saklanan, gece ışıl
ışıl parıldayan bitkiler, insanlara verdikleri zararlar ile tanınır.
(Boiadjiev, 2003, s. 123-126) Yine Antikçağ’dan beri demonların, kurtadamların,
kötü ruhların, Ölüler Alayı’nın gecelerin karanlığına saklanarak zarar
verdiklerine inanılır. (Boiadjiev, 2003, s. 138 vd.)
Türk halk inançlarında ‘kara’
inancı üzerine yapılmış çok sayıda inceleme olmakla birlikte, konuyu ana
hatlarıyla ortaya koyan Yaşar Kalafat’ın ‘Türk Halk İnançlarında Kara’ başlıklı
makalesine bakılabilir. http://www.yasarkalafat.info/index.php?ll=newsdetails&w=1&yid=81.
(Erişim: 08 Mayıs 2010) ‘Kara’nın mecâzî anlamları için bkz. İA (1997) ‘Kara’
maddesi.
Melankolinin ve melankoliğin rengi
olarak tanımlanan siyah, tarihin tüm dönemlerinde ölüm ve kederi çağrıştıran
olumsuz anlamlarıyla öne çıkar. Siyah Giyen Adamlar (2012) adlı
çalışmasında tarih boyunca siyah renk giysinin anlamını ve yarattığı
çağrışımları ekonomik, toplumsal ve kültürel boyutlarıyla araştıran John
Harvey, siyah renge ilişkin şu saptamalarda bulunur: “Siyah zengindir ve birçok
anlama sahiptir fakat yine de siyahın en yaygın ve en temel değeri, karanlığı
geceyle ve geceyi ölümle ilişkilendiren antik dönemlerin doğal tasvirleriyle
siyah renk arasındaki çağrışımlarda yatar. İlkel topluluklarda ve bazı
kıtalarda deriye sürülen bir pigment [boyarmadde] olarak siyah, kötülük, ölüm
ve hastalıkla; cadılık ve kötü talih ile ilişkilendirilir. (...) Siyah
güzeldir: Fakat yine de lisan ve süsleme söz konusuyken olumsuz siyaha büyük
bir yer ayrılır - kaçınılması zor gibi görünen bir algılamaya göre ölüm, lânet,
ıstırap çekmek, büyücülük, kirlilik, günah, ihanet, hastalık kavramları
‘“siyahtır.”’ “ (Harvey, 2012, s. 59; 59-60)
[354] Die Trachinierinnen, 573.
[355] Metin’de sayılan yedi melankolik kişilikten üçü, Aias,
Bellerophontes ve Herakles, Yunan Mitolojisi’nden, üçü, Empedokles, Plâton ve
Sokrates, düşünce ve felsefe alanından ve sonuncusu Lysandros da
politika-devlet adamlığı alanından örnek olarak verilmiştir.
[356] V. yüzyılda yaşamış çok yönlü bir filozof olan Empedokles’e
atfedilen melankolik kimliği tutkulu (Besessener - possessed)
kişiliğiyle birleştiğinde anlam kazanır. Kendisi de bir melankolik olan ve 73
yıllık yaşamının 36 yılını delilik hezeyanları içinde geçiren (Hyperion ya
da Yunanistan ’da Bir Yalnız, 1987, s. 9) Hölderlin tarafından kaleme
alınan beş perdelik Empedokles tragedyası (Hölderlin, 2000) filozofun iç
dünyası tutkulu kişiliği üzerine önemli ipuçları veren edebî bir yapıttır.
[357] Plâton’un Tanrı vergisi delilik (mânia)
üzerine yazdıkları bilinmekle birlikte kendisinin melankolik olduğuna dair bir
ipucu yoktur. Aynı görüş için bkz. Aristoteles, 2007, 124, çevirenin dipnotu 9.
[358] Sokrates’in sıra dışı-melankolik kişiliği için
bkz. Földenyi, 2004, s. 38-39.
[359] Cicero, benzer ifadeleri, kendini de katarak, Tusculum
Konuşmaları"nda sarf eder. (I,33, s. 70)
[360] Çalışmaya esas alınan çevirisinde Aygün (2007,
s. 125 dipnot 25) kastedilen yerin büyük olasılıkla kalp olduğunu belirtiyor.
Aristoteles ve Stoacılar için duyular ve bilincin merkezi
kalptir. (Dols, 2013, s. 43)
412 Kara safranın doğal bir beden sıvısı ve akıl
hastalığı nedeni olarak iki farklı kimliği ve ortaya çıkan ‘belirsizlik’
halinin, Problemata bağlamında, olumlu tezahürü için bkz. Starobinski,
2011, s. 44.
[362] Földenyi, 2004.
[363] Melankolik insanı tanımlamasın yanında, orta
kelimesinin Aristoteles metinlerinde bir ideal olarak akıl sağlığı ve beden
için taşıdığı önem hakkında bkz. Klibansky vb., 1992, s. 82.
[364] Földenyi, 2004, s. 25 vd.
[365] Földenyi, 2004, s. 22-23; Rütten, 1992, s. 61 vd.; Homeros, İlyada,
1999, II, 557-558, 768-769, III, 225-228; Odysseia, 2000, XI, 543-564.
Sophokles, Aias, 1990 s. 35-75.
[366] Földenyi, 2004, s. 23-24; Rütten, 1992, s. 57
vd.; Homeros, îlyada, 1999, VI, 155 vd.
[367] Burada patolojik delilik (Geisteskrankheit)
yerine, üstün vasıflı, müstesna -zaman zaman meczup- olarak tanımlanan
melankolik kişiliklere uygun düştüğü için ‘çılgın’ (Wahnsinn) sıfatını
kullandık.
[368] Timaios’un
Türkçe çevirisinde (1989, 86b) ‘akıl noksanlığı’ olarak yer alan ifadenin
Almanca çevirisinde Vernunftlosigkeit, http://www.opera-platonis.de/Timaios.html
(Erişim: 09 Eylül 2010); İngilizce çevirisinde ise foolishness ile karşılandığını belirtelim:
http://www.archive.org/stream/platonostimaiost00platuoft#page/318/mode/2up
(Erişim: 09 Eylül 2010).
[369] Problemata AAA'un Yunanca’dan eksiksiz
ilk çevirisi Messinalı Bartholomaeus tarafından 1248-1266 yılları arasında
yapılmış ve metin Sicilya Kralı Manfred’e (1258-1266) adanmıştır. (Klibanski
vb., 1992, s. 126)
[370] Batı dillerinde, günah işleme, yoldan çıkma,
şeytana uyma (igvâ) anlamlarını da içeren temptation (İng.) ve Versuchung
(Alm.) kelimeleri kullanılmaktadır. Biz burada, Tanrı karşısında verilen bir
bağlılık sınavı söz konusu olduğu için özellikle sınanmak (denenmek) kelimesini
kullandık. Bu bağlamda kavram geniş anlamda, şeytan veya emrindeki demonları
tarafından Hıristiyanları yoldan çıkarıp günah işlemeye teşvik etmek üzere
yapılan girişim ve bu kötücül faaliyete karşı gösterilen direnç olarak
tanımlanabilir.
[371] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri"nde (2000)
ölümcül günah ile hafif günah arasındaki ayrım şu şekilde yapılmıştır: “1854
Günahları tehlike derecelerine göre değerlendirmek gerekir. Kutsal Kitapta
şöyle bir değinilen ölümcül günah ile hafif günah kavramı Kilise geleneğine
yerleşmiştir. İnsanların deneyimi bunu doğrulamaktadır.” Takip eden paragrafta
ise ölümcül günah tanımlanmıştır: “1855 Ölümcül günah Tanrı
Yasasının ciddi bir şekilde çiğnenmesini sağladığından insanın yüreğindeki
sevgiyi yok eder; insanı daha aşağı bir nimeti Tanrı’ya tercih ettiğinden kendi
nihai sonu ve mutluluğu olan Tanrı’dan uzaklaştırır.” [yazım aynı]
[372] Çileci münzevîlere musallat olan hastalıklar kuşkusuz melankoliyle
sınırlı değildir. M. W. Dols (2013, s. 255) 5. yüzyılda ortaya çıkan bir grup
çileci hakkında şunları söyler: “(...) altıncı yüzyılın sonunda Antakya’da
yazan Evagrios, beşinci yüzyılın ilk yarısında yaşamış, ismi olan ama kendileri
olmayan kutsal delilerden müteşekkil bir grup çileciden bahseder. Bu çilecilere
boskoi yani çimen yiyiciler deniyordu; ekmekten uzak durup yabani ot ve
bitki yiyorlardı. Evsiz ve hayvan gibi yaşayarak dağlarda dolanıp şarkılarla
tanrının görkemini dile getiriyorlardı. Belli ki bu keşişlerin bazıları kırsalı
terk edip şehre dönmüştü. Garip çileci tarzlarını değiştirmemişler fakat
peştamallarının dışında çıplak dolaşmaya, oruç tutup dua etmeye ve hastalara
şifa olmaya devam etmişlerdir.”
[373] Dols (2013, s. 252), münzevî keşişlerin akıl hastalıklarına karşı
savunmasız olmaları ve Aziz Theodosius’un girişimleri üzerine şunları yazıyor:
“Manastırın ve düzenli yaşantısının dışında münzevîler özellikle tuhaflığa ve
ruhsal bozukluklara karşı savunmasızdılar. Beşinci yüzyılın sonlarında münzevî
yaşantının tehlikeli aşırılıkları, Yahudiye Çölü’ndeki Kudüs’le Beytüllahim
arasında kalan Deyr Dosi’de önemli bir manastır kurmuş Aziz Theodosius (öl.
529) tarafından fark edilmişti. Aziz Theodosius manastır kompleksinde akıl
sağlığı bozuk keşişlerin bakımının yapılacağı özel bir bölüm yaptırmıştır.”
[374] “Die grosse oder vile ainer Melancolischen traurigkait ist
krefftiger vnnd schadt auch mer dann alle Teüflische würckung, dann wollichen
der boB gaist vberwindy, den vberwindt er mit aigner traurigkait des menschen.
So du nun solche Melancolische traurigkeit auB deinem sinn schlechts, so mag
dir der Teüffel gar nichts schaden.” Antwort Herrn Johan Abst zu Spanhaim
auff acht Fragstuck, Ingolstadt 1555, fol. N2V
’den aktaran Klibanski vb., 1992, s. 137, dip not 21.
[375] melancolische Traurigkait: Melankolik
hüzün. (Yeni Alm.: melancholische Traurigkeit)
[376] Günümüzde tıp dilinde ‘endişe’ (Far.) ve sıkıntıdan kaynaklanan
psikolojik bozuklukları tanımlamak için anksiyete (Frn.) kelimesi
kullanılmaktadır. Biz çalışmamız açısından daha kapsayıcı olduğuna inandığımız
“endişe” kelimesini kullanmayı yeğledik.
[377] “Dindışı Yunanca yazılarda ender rastlanan sözcük -bununla birlikte,
sıfat halinde, onu gömütsüz bir cesedi tanımlamak için kullanan Homeros’ta; ad
olarak, bir şeye karşı sergilenen duyarsızlık anlamında kullanan Empedokles’te
ve bu sözcükle insanın kendi içinde çektiği acıyı tanımlayan Hippokrates’te
geçer-, Septuagint’te ‘acı’, ‘umutsuzluk’ anlamlarında birçok kez kullanılır,
özellikle de Mezmurlar ve Yeşaya bölümlerinde; Kopt diline, ‘yürek bezginliği’,
Süryaniceye ise ‘ruhsal çöküntü’ ya da ‘sıkıntı’ şeklinde çevrilmiştir.”
(Prigent, 2009, s. 23)
Latince’de acedia kavramı taedium
(can sıkıntısı) ve tristitia (keder, dert, üzüntü) gibi kardeş ‘temel
günahlar’ın ikisini birden temsil eden çok yönlü bir anlam bütünlüğüne
sahiptir. Her iki kavram Batı dillerine geçişte bu çok anlamlılıklarından bir
şey kaybetmemişlerdir. Tristitia'nın Almanca’da Trauer, Betrübnis
ile İngilizce’de (14. yüzyıldan itibaren splen olarak) splenn,
dejection, sadness, sorrow ile karşılandığını görüyoruz. Daha çok bıkkınlık
(Verdruss) uygun düşen taedium’un (taedium vitae) ise fastidium
(isteksizlik; iğrenme) ile benzer bağlamda kullanıldığı anlaşılıyor. Tüm bu
açıklamalarımızın ışığında Erken Ortaçağ’da acedia kavramının can
sıkıntısı, tembellik, bıkkınlık, aylaklık, yürek darlığı, bezginlik,
eylemsizlik, atalet, duyumsamazlık, keyifsizlik, kayıtsızlık, endişesizlik,
isteksizlik, uyuşukluk umursamazlık, duygusuzluk, bitkinlik, keder, gam, hüzün,
sıkıntı anlamlarını içerecek çok geniş bir bütünlükte kullanıldığını
söyleyebiliriz. (Weiner, 2008, s. 8-10; Jackson, 1986, s. 65-66; Bellebaum,
2012, s. 38; Loos, 1975, s. 160)
[378] “414’te, Aziz Hieronymus bir mektubunda Evagrius’un yapıtının
Latince çevirisinden söz eder. Akedia bu çeviride acedia’ya
dönüşmüştür ve bu haliyle Batı’ya geçer (...)” (Prigent, 2009, s. 24)
[379] “Schon der Name, eine latinisierte Version des griechischen Wortes akedia,
zeigt etwas Negatives an: a-kedia negiert kedos, ‘Sorge’.”
(Theunissen, 1996, s. 26)
“I am following the convention of
using the English term ‘despondency’ tor ender the Greek word akedia (dK^Sia).
Akedia is a compound word. The fist part is the prefix a- (d),
which means ‘not’ and is used exactly like the prefıx ‘un-‘ in English. The
second part is the abstract noun kedia (Kpöia). wich itself is derived
from the more concrete noun kedos (Kpooç ). Kedos means ‘care for
others,’ especially the kind of care that you show when someone dies.“ (Holden,
2012, s. 7)
“Im heidnischen Griechenland
bezeichnete akedia mit seinem verneinenden a die doppelte
Ablehnung der Sorge sowohl für die anderen als auch für sich selbst:
Vernachlâssigung, Gleichgültigkeit, das Zurükklassen der Toten ohne
Grabstâtte.” (Hersant, 2006, s. 54)
“The Greek word akedia, and
the verb derived from this noun, akediân, appear a number of times in
the psalms in the sense of ‘sorrow’ and suffering from ‘sorrow’. It was,
however, Evagrius who gave akedia its specific meaning as mental sloth.”
(Pormann, 2008b, s. 181-182)
Yukarıdaki açıklamaların ışığında, acedia
kavramının etimolojisi için bkz. Wenzel, 1967, s. 3 vd.; s. 206 dip not 1.
[380] Almanca metinlerde Sorglosigkeit
(gamsızlık, dertsizlik, kayıtsızlık) olarak kullanılmaktadır.
[381] “Modern writers often describe acedia as “sadness” or
“melancholy”, yet Evagrius and Cassian both regarded “sadness” \/.bnq , tristitia
] as a separate vice, albeit related to acedia and normally preceding
it. In vulgar Greek acedia meant “indifference”, quite different from
sadness. Cassian translated it into Latin as anxietas, anxietas cordis
or even more strongly as taedium cordis, i.e., “disgust of the heart” or
“tediousness of the heart.”(Geger, 2010, s. 85)
[382] Cassianus’un metninde (ayrım 360) “(...) quam
nos taedium sive anxietatem cordis” Liber decimus, caput primum, “
435
Çalışmamızda,
(Starobinski, 2011) olarak refere ettiğimiz kitapta ‘Geleneğin Gücü’ (Die
Last der Tradition) başlığı altında yer alan bölümlerin (s. 77-99), kaynak
gösterilmeden Türkçe çevirisi, Cogito Dergisi’ninMelankoli özel
sayısında (s. 224-232) yayınlanmıştır.
[384] Aziz Benedictus Nizamnamesi’nin XLVIII. (1-25)
bölümünde keşişlerin ‘Gündelik Çalışma ve Okuma Düzeni’ne ilişkin hususlar
düzenlenmiştir. Gündelik yaşamının keşiş biraderlere boş vakit bırakmayacak
şekilde düzenlenmesi dikkat çeker; çünkü tembellik ruhun düşmanıdır. Bu nedenle
biraderlerin el emeği kullanarak yapacakları çalışmaların süreleri ve kutsal
metinlerden yapacakları okumaların süre ve saatleri belirlenmek zorundadır. (1.
Otiositas inimica est animae, et ideo certis temporibus occupari debent
fratres in labore manuum, certis iterum horis in lectione divina)
Benedictus, okuma saatleri söz konusu olduğunda, öğle demonuna (acedia)
karşı daha uyanık olunması gerektiğini belirtir; çünkü tek bir biraderin bu
tuzağa düşmüş olması, diğerleri için de tehlike oluşturacaktır. (18. et
videant ne forte inveniatur frater acediosus qui vacat otio aut fabulis et non
est intentus lectioni, et non solum sibi inutilis est, sed etiam alios
distollit) Bu durumda olan keşiş üst üste iki kez uyarılacak, ancak hâlâ
kendine çeki düzen vermemekte israr edip, diğer biraderlere kötü örnek olmaya
devam edecek olursa, Nizamname’de öngörülen cezalardan birine çarptırılacaktır.
(19. hic talis si - quod absit - repertus fuerit, corripiatur semel
et secundo; 20. si non emendaverit, correptioni regulari
subiaceat taliter ut ceteri timeant) http://www.benediktiner.de/.
(Erişim:10 Şubat 2013)
431 Öğle Demonu (daemonium
meridianum, Noonday Demon, Mittagsdâmon) ifadesi ilk kez Septuaginta da
(İÖ 3. yüzyılda İskenderiye’de Antik Yunanca çevrilen Tevrat ve Zebur
külliyatı) yer almıştır.
[386] Aynada Melankoli isimli
çalışmasından yaptığımız bu alıntıyı Starobinski (2007, s. 27), Georges de La
Tour’un bir eli çenesine dayanmış, diğer eli bir kurukafanın üzerindeki bir
kadının tasvir edildiği mükemmel bir vanitas betimlemesi olan ‘La
Madeleine Terff’ isimli resmi üzerine yapmıştır.
Bu alıntıda dikkatimizi çeken,
fazla yankı bulmamış, ancak bizce önemli olan husus acedia ’nın
şizofreni hastalığının bazı evrelerine olan benzerliğidir. Öğle demonu"nun
etkisinde ‘tamamen durağan’ hale gelen keşişin, katatonik şizofreni hastasının
tipolojisine çok yaklaştığını söyleyebiliriz. Katatonik şizofreni hastası, “En
tipik vakalarda bir heykele benzer. Birisi onu bezlemek, yatağına yatırmak veya
fiziksel gereksinimlerini karşılamak için kıpırdatana kadar günler veya saatler
boyu heykele benzeyen pozisyonlar alır. Hasta dünyadan kopmuş gibi görünür.”
(Arieti, 2003, 58). Hastalığın bir başka önemli belirtisi olan ileri düzeydeki
kararsızlık ve isteksizlik, yine acedia ile olan benzerliği olarak
zikredilebilir.
[387] Latince can sıkıntısı, bitkinlik anlamlarında
kullanılan tadeium ismi taediari (yorgun, bitkin, usanmış olmak;
tiksinmek) fiilinden türetilmiştir. Klasik Latince’de taedium vitae
(Weariness of life, İng.; Lebensekel, Alm.) yaşamaktan duyulan
sıkıntıyı, diğer bir ifadeyle varoluşa karşı duyulan bıkkınlığı, giderek
iğrenmeyi anlatır.
[388] “Alium enim, ut scis, venti segnes ludunt ac detinent et
tranquillitatis lentissimae taedio lassant [...]” (Seneca, Ad Lucilium
Epustulae Morales, s. 56). Peter Toohey Seneca’nın mektuplarındaki taedio
(taedium) kavramının boredom (sıkıntı), weariness (bıkkınlık,
bezginlik) veya disgusfa (iğrenme, tiksinme) eşdeğer anlam taşıdığını
belirtiyor. (Toohey, 1988, s. 160 vd.)
Yukarıdaki metin içindeki Türkçe
alıntı Türkan Uzel’in Epistula Morales çevrisinden (1999a) yapılmıştır.
[389] Cassianus on yıldan fazla zamanını geçirdiği Bethlehem ve Mısır
çöllerinde yaşadığı deneyimleri Roma’daki yoldaşlarına aktarmak üzere, 419-426
yılları arasında kısaca Institutiones (De institutis coenobiorum et de octo
principalium vitiorum remendiis - Keşişlerin Yerleşimleri ve Sekiz Temel
Kötü Huyun Devası) olarak anılan bir eser kaleme alır. Cassianus bu
çalışmasında sekiz temel kötü huy arasında altıncı olarak acedia’yı
sayar. (Lanczkowski, 1999, s. 134; Grabner-Haider, 2007, s. 43; Radden, 2000,
s. 69; Loos, 1975, s. 159-160)
[390] Pontuslu Evagrios ve Cassianus’da acedia (öğle demonu)
kavramı, etimolojisi ve ölümcül günahla olan ilişkisi üzerine çok sayıda
çalışmanın varlığı dikkat çekicidir. Biz burada önemli gördüklerimizi ve bu
çalışmada faydalandıklarımızı anmakla yetineceğiz: Geger, 2010, s. 85-88;
Johnsen 2009, s. 87-116; Corrigan 2009, s. 73-101; Weiner, 2008, s. 8-12;
Jackson, 1986, s. 65-77; Földenyi, 2004, s. 89-93; Starobinski, 2011, s.77-84;
Theunissen, 1996, s. 25-29; Radden, 2000, s. 69-74. McAvoy 2011, s. 72-78;
Holden, 2012, s. 1-16; Post 2011 s. 17-45; Wenzel, 1967, s. 3-22 (kavramın
kökeni üzerine); Bellebaum, 2012, s. 35-60 (özellikle seçilmiş Kaynakça’sı için
bkz. s. 56-60); Kuhn, 1976, s. 39-64; Sadece manastır yazını ile sınırlı
kalmayan, özellikle din-dışı Batı edebiyatında kavramın kullanımı üzerine çok
sayıda örnek için bkz. Kuhn, 1976. Yine Dante ve Petrarca’nın eserlerinden
hareketle yapılmış bir acedia- melankoli analizi için bkz. Hirschmann,
2003.
Acedia/melankoli (ölümcül
günah) üzerine yapılmış tek özgün Türkçe çalışmanın Serol Teber’e (2004; s.
141-154) ait olduğunu belirtelim. A.B. Özgen’in yayınlanmamış yüksek lisans
tezinde (2006) acedia konusu işlenmekle birlikte atıflar Serol Teber’in
bahsi geçen kitabına yapılmıştır.
[391] “Evagrios Pontikos, Kuzey Karadeniz’de, eski Pontus devletine bağlı
Ibora’da doğmuş. Babası da ünlü bir din bilgini olan Evagrios Pontikos,
Kapadokya yöresi din okullarında yetişmiş. Sonra İstanbul’a gitmiş. 381’de
toplanan ünlü Konsül’e [Konsil] katılmış. Sonra da, olasılıkla sonu hüzünle
biten bir aşk serüveni nedeniyle, İstanbul’dan ayrılıp çileci bir yaşama
başlamak üzere ilk kez Kudüs’e gitmiş. Burada hastalanmış. Altı ay kadar
ölümcül sıkıntılar içinde yatmış. Sonra, İskenderiya kentinin 50 km.
güneydoğusunda Kellia bölgesindeki ünlü çöl manastırlarında kendini tanımak,
tanrıya yaklaşmak, İsa’nın dünyaya yeniden gelişini karşılamak için, çileci
yaşama başlamıştır.” Gabriel Bunge, Akedia, Die geistliche Lehre des
Evagrius Pontikos vom Überdruss (1983, s. 15)’den aktaran: Teber, 2004, s.
145. [yazım aynı]
[392] Kavram günümüz batı dillerine, araştırmacının
vurgulamak istediği konuya, çalışma alanına göre farklılık göstermektedir.
McAvoy (2011, s. 72), Plâton’un eserlerinde de geçen Eski Yunanca logismos isminin
(çoğul; logismoi) İngilizce’de reasoning, reckoning, reasoningpower
anlamlannın yanında en iyi intention (amaç, niyet, maksat, kasıt) ile
karşılanacağını ifade ederken, Corrigan (2009 s. 39), reasoning (muhakeme,
akıl süzgecinden geçirme) ile karşılıyor. Hersant ise (2006, s. 55) logismos'u
‘kötü düşünce’ olarak çeviriyor. Post ise (2011, s. 19), logismoi
karşılığında Gedanken (düşünceler) kullanıyor.
[393]Farklı araştırmacıların ‘Öğle
Demonu’ analizlerinden dikkat çekenler için bkz. Bellebaum, 2012, s. 38 - 40
(Özellikle Ortaçağ teolojisi bağlamında s. 38 dip not 3)
[394] Keşişlerin ‘üzerine çöken ağırlık’ aynı
zamanda öğlen sıcağında, oruçla birlikte vücut direncinin düşmesiyle yaşanan
dalgınlık, uyuşukluk ve uyuklama halini tasvir eder.
[395] Pontuslu Evagrios’un logismoı listesi sekiz başlıktan oluşur;
Oburluk (gastrimargia-“gluttony”), zina (porneia-“formcation”),
açgözlülük (philargoria-“avarice”), hüzün veya dert (lupe-"sadness
veya grief’), öfke (thumos veya orge-“anger”), acedia ya
da tembellik (akedia-accidie veya "sloth”), kibir (kenodoxia-“vainglory”)
ve şehvet (hyperephania-“pride”). (Corrigan, 2009, s. 74)
[396] "12.
THE demon of acedia, which is also called the noonday demon, is the
most burdensome of all the demons.
[1] First it makes the sun seem to
slow down or stop moving, so that the day appears to be fifty hours long. [2]
Then it makes the monk keep looking out of his window and forces him to go
bounding out of his cell to examine the sun to see how much longer it is to 3
o’clock, and to look round in all direc tions in case any of the brethren is
there. [3] Then it makes him hate the place and his way of life and his manual
work It makes him think that there is no charity left among the brethren; no
one is going to come and visit him. [4] If anyone has upset the monk recently,
the demon throws this in too to increase his hatred. [5] It makes him desire
other places where he can easily find all that he needs. [6] It joins to this
the remembrance of the monk’s family and his previous way of life, and suggests
to hi m that he still has a long time to live, raising up before his eyes a vision
of how burdensome the ascetic life is. So, it employs, as they say, every
[possible] means to move the monk to abandon his cell and give up therace.” Praktikos
- The natures of the Eight logismoi § 6-14’den Concerning the
Eight [Temping] Thoughts. Eski Yunanca’dan çeviren Luke Dysinger O.S.B. http://www.ldysinger.com/evagrius/01_Prak/00a_start.htm.
(Erişim: 29 Kasım 2012). Metnin Almanca çevirisi için bkz. Post, 2011, s. 20.
[397] İçeriği aynı olmakla birlikte, doğrudan günah (Sünde) yerine,
günah işlemeye eğilimli (yatkın) olma ve fena huy, ayıp, illet, iptilâ
anlamlarını kapsayacak geniş bir anlam bütünlüğüne sahip Lastefvn kullanılması
hakkında bkz. Post, 2011, s. 21; Bellebaum ve Herbers, 2007, s. 7; Grosinger,
1994, s. 33.
[398] Burada ‘yurt hasreti’ inzivaya çekilmeden
önceki yaşama (geçmişe) duyulan özlem anlamında kullanılmıştır.
[399] Yanlızlık ve mistik yaşam üzerine özlü bir
değerlendirme için bkz. Borgna, 2013, s. 104-118.
[400] İster monoteist ister putperest tüm inanç istemlerinde olduğu
üzere, Hıristiyanlık için de uyku metanetli konulardan birisidir. Şeytan ve
demonlar uyku uyumadıkları için en önemli saldınlarım insanlar uykudayken
yaparlar. Kaldı ki ölümün kardeşi olarak tanımlanan uyku insanoğlunun en zayıf
yönlerinden biri olarak acedia’yı (burada miskinlik, uyuşukluk
anlamında) çağrıştırır. Antikçağ’da ve Ortaçağ’da uykusuzluk üzerine ayrıntılı
bilgi için bkz. Summers-Bremner, 2009.
[401] “Akedia, the most innovative of Evagrius’ logismoi, covers
various elements such as min-numbing boredom, torpor, sloth, discouragement and
disgust, and is linked especially to the anchoritic life and the monk’s state
of mind. In Classical language, akedia signifies a lack of interest in
or car for anything.” (Corrigan, 2009, s. 76)
[402] J. Cassianus Roma İmparatorluğu’nun Karadeniz kıyı şeridindeki Küçük
İskitya’nın (Scythia minor) Dobruca bölgesinde doğmuştur. Günümüzde
Dobruca bölgesi Romanya ve Bulgaristan sınırları içinde kalmaktadır. Cassianus
yaşamı, eserleri ve Kilise tarihindeki yeri üzerine ayrıntılı bilgi için bkz.
Holze, 1992, s. 24-31; Hawel, 1997, s. 73-76; Grosinger, 1994, s. 3-18; Wenzel,
1967, s. 18 vd.;
[403] Kuşkusuz Batı Dünyası’nda kurulmaya başlayan manastırlar ile Mısır,
Libya çöllerinin kapladığı coğrafî bölgeyle anılan Doğu Hıristiyanlığına özgü
çileci-münzevî hareket birden bire ortadan kalkmamıştır. Hareketin yavaşlamakla
birlikte 7. yüzyılda hâlâ sürdüğüne dair en iyi örnek Johannes Klimakos’un
(579-649) çekildiği Sina Çölü’nde kırk yıl süren inzivai yaşamıdır.
[404] Cassianus’un metnindeki vitium (kötü/fena huy) kavramı,
Almanca çevrilerde Laster, İngilizce çevrilerde vice ile
karşılanmıştır.
[405] Cassianus, 1874. Opera Omnia - De
coenobiorum institutis libri duadecim Liber decimus: De spiritu Acedia.
Ayrım 360.
[406] Cassian, (1879a). Von den Einrichtungen der Klöster 10,2;
10,4; 10,6. (De institutis coenobiorum et de octo principalium vitiorum
remediis)
[407] Mekân, içinde bulunulan yer korkusu. “Qui cum miserabilem obsederit
mentem, horrorem loci, fastidium cellae, fratrum quoque (.../'.Cassianus, 1874.
Opera Omina - De coenobiorum institutis libri duadecim Liber decimus:
De spiritu Acedia. 10,2. Ayrım 365.
Cassianus burada horror loci’yi,
aynı manastırda, aynı hücrede uzun süre yaşamanın sonunda ortaya
nefret/tiksinti sonunda oluşan firar (kaçış) isteği duygusunu tanımlamak için
kullanıyor.
[408] Bu konuda sınırlı bilgi “Kilise Büyükleriyle
Yirmidört Konuşma” adlı kitabında yer alır. Cassian, (1879b). Vierundzwanzig
Unterredungen mit den Vatern (Collationespatrum) 5,3; 5,4; 5,9; 5,10.
[409] On iki kitaptan oluşan Institutiones'in ilk 4 kitabında (De
institutis coenobiorum-Tarikat Kuralları Hakkında) keşişlerin yaşamına
(giyinme, ibadet saatleri gibi) ilişkin kurallar düzenlenmiştir. Takip eden
sekiz kitap (De capitalibus vitiis-Temel Günahlar Üzerine) bütünüyle
tinsel yaşam ve günah telakkisi konularına ayrılmıştır.
4"2 Cassianus, 1874. Opera
Omina - De coenobiorum institutis libri duadecim Liber nonus: De spritu
Tristitia. Ayrım: 351-3"0.
4"3 Cassianus, 1874. Opera Omina - De
coenobiorum institutis libri duadecim Liber decimus: De spiritu Acedia.
Ayrım: 360-398.
4"4 “[201] Den sechsten Kampf haben wir gegen die
Sünde zu bestehen, welche die Griechen dK^Sia nennen, was wir mit [202]
“Überdrub” oder “Angst des Herzens” übersetzen können. Sie ist verwandt mit der
Betrübnib und hauptsâztlich mehr den wandernden Mönchen und Einsiedlern
bekannt. Sie tritt für die in der Wüste Lebenden als ein ziemlich heftiger und
hâufıger Feind auf, der besonders um die sechste Stunde den Mönch beunruhigt
und, wie zur vorherbestimmten Zeit auftretendes Fieber, die brennendste Glut
ihrer Anfâlle zur gewohnten und bestimmten Stunde in die kranke Seele
schleudert. Ja. Einige Greise sagen, es sei der Teufel am Mittag, von dem im
neunzigsten Psalm die Rede ist”. Cassian, 1879a. Von den Einrichtungen der
Klöster (De institutis coenobiorum et de octo principalium vitiorum remediis), 10,1.
Yukarıdaki
bölümün İngilizce çevrisi (Of the Spirit of Accidie) için
http://christianbookshelf.org/cassian/the_works_of_john_cassian_/chapter_i_how_our_sixth.htm’e
Latince orjinali için Cassianus,
1874. Opera Omnia - De coenobiorum institutis libri duadecim Liber
decimus: De spiritu Acedis’ye bakılabilir.
[411]"5 Septuaginta
da ‘öğle demonu’ haline dönüşen (90,6) sıra sayılı Mezmur’a atıf yapılmaktadır.
4"8 “Denique nonulli senum
hunc esse pronuntiant meridianum damonem, qui in psalmo nonagesimo nuncupaturd
Cassianius, 1874. Opera Omnia, liber decimus-de spiritu acedia. Ayrım:
359-3"3.
[416] Institutiones'u oluşturan XII. kitap incelendiğinde, oruç
tutmanın erdemi ve sağlık açısından faydası, aşırı şarap tüketiminin zararları,
cinsel hazza gem vurulması gerekliliği, oburlukla mücadele için beslenme
önerileri, ruhun ilacı olarak ibadet ve benzeri konularda çok sayıda ayrıntının
düzenlenmiş olduğu görülür. Kuşkusuz tüm bu ayrıntı zenginliğine karşın
Cassianus’un eseri ancak Aziz Benedictus Nizamnamesi’nin (Regula Benedicti)
habercisi olarak kabul edilebilir.
[417] "Primlim gastrimargia, secundum fornicationis, tertium
philargyria, quatrum ira, quintum tristia, sextum acedia, septimum cenodoxia,
octavum superbia" Cassiani, 1874. Opera Omnia, liber quintus-de
spiritu gastrimargiae. Ayrım: 203-204.
[418] Vitium (Lat.), eksiklik, zarar
(verme), sakatlık, yanlış adım (suç), kötü işaret anlamlarını da taşımaktadır.
[419] Ruhun tutkuları.
[420] Bu bölümde Kilise Pederleri’nin ‘şeytana uymamak için’ demonlara
karşı verdikleri mücadeleyi Aziz Antonius’un yaşadıklarından hareketle
anlatmaya çalışacağız. Konuyu daha genel bir çerçeve içinde, Erken Ortaçağ’da
Azizlerin demonlara karşı verdikleri mücadele bağlamında, ayrıntılı biçimde
inceleyen bir çalışma için bkz. Dinzelbacher 1996, 27-80.
[421] Erken Hıristiyanlığın ilk Kilise Pederleri’nin münzevî bir yaşam
sürmek ve İsa’nın kırk günlük inzivasına öykünmek üzere, 3.-5. yüzyıllar
arasında, çekildikleri coğrafî bölge, Libya ve Mısır çöllerinden, Sina
Yarımadası’na uzanan bölgeyle sınırlıdır.
[422] Hıristiyan dünyasının ilk münzevîlerinden biri olan Aziz Antonius
‘başrahip’, ‘büyük’ gibi ünvaların yanı sıra’rahiplerin babası’ olarak da
onurlandırılmıştır. Aziz Antonius’un münzevî yaşamı üzerine bkz. Hawel, 1997,
s. 29-36.
[423] Arapça’dan gelen igvâ sözcüğü F. Devellioğlu’nun
Osmanlıca-Türkçe Lûgat’ında azdırma, azdırılma, baştan çıkarma, çıkarılma,
yolunu şaşırtma, ayartma, ayartılma anlamlarına gelmektedir. Çalışmamız
açısından, igvâ sözcüğü, Türkçe karşılıklarından daha zengin bir içeriğe
sahip olması nedeniyle tercih edilmiştir.
[424] Aziz Antonius’un demonlar tarafından taciz edilmesi ve
ayartılmasının öyküsü, resim, edebiyat, müzik ve düşünce alanında yüzyıllardır
devam eden bir çekim gücü oluşturmuştur. Aziz’in demonlara karşı verdiği
amansız mücadele Matthias Grünewald, Hieronymus Bosch, Martin Schongauer, Yaşlı
Lucas Cranach, Yaşlı Pieter Brueghel, Salvator Rosa, Max Beckmann, Salvador
Dali, James Ensor, Otto Dix, Max Ernst gibi farklı yüzyıllarda yaşamış ünlü
ressamlar tarafından tasvir edilmiştir. Gustave Flaubert’in Ermiş Antonius
ve Şeytan (2006) başlıklı anlatısı ve Schopenhauer, Heidegger gibi
düşünürlerin metinleriyle tema, edebî ve felsefî boyutlarıyla işlenmiştir.
Alman besteci Paul Hindemith 1935 yılında, Matthias Grünewald’ın Isenheim
Sunağı’nın sağ kanadını oluşturan,‘Aziz Antonius’un Ayartılması’ (1513-16)
isimli resminden hareketle ‘Ressam Mathis’ (Mathis der Maler) isimli bir
opera bestelemiştir. Kuşkusuz bu listeyi uzatmak mümkün olmakla birlikte,
çalışmamızın kapsamı çerçevesinde, sadece en önemli isim ve yapıtlardan bazıları
anılmakla yetinilmiştir.
[425] Antonius’un tüm mallarını yoksullara bağışma kararı almasında Matta
Incilfnde (19,21) yer alan “İsa ona,’Eğer eksiksiz olmak istiyorsan, git,
varını yoğunu sat, parasını yoksullara ver; böylece göklerde hazinen olur.
Sonra gel, beni izle’ dedi.” çağrısından etkilendiğine inanılır. Bu inanca
tanıklık eden ilk metin 4. yüzyılda Athanasius tarafından kaleme alınan
Antonius’un Yaşamı (vita Antonii) isimli çalışmadır. (Athanasius http://www.unifr.ch/bkv/kapitel44-2.htm)
Yine aynı tesbit, J. de Voragine tarafından 13. yüzyılda derlenen Legenda
aurea'dayer almaktadır. (Legenda aurea, s. 71)
[426] İlerleyen yıllarda Antonius’un yanına akın edenler arasında sadece
hastalar değil, Roma İmparatoru Diocletianus’un yönetim süresinde (284-305)
Hıristiyanlara karşı yürüttüğü takipten kaçanlar da yer almaktadır.
[427] Antonius’un inzivaî yaşamının önemli bir bölümünde Doğu Çölü’de
ikamet etmiştir. Doğu Çölü’nün de yer aldığı, Nil Nehri ile Kızıl Deniz
arasında kuzeyden güneye uzanan bu bölge, daha çok sarp kayalıklar ve yer yer
de kum çölleriyle kaplıdır. Su kaynakları olmadığı için yerleşimin de olmadığı
bu bölge tarih boyunca, Güney-Batı yönünde kalan Libya Çölleriyle birlikte,
inzivaya çekilen çileci münzevîlerin gözdesi olmuştur.
[428] Bu bölümde Vita Antonii’ye yapılan tüm
atıflarda, Bibliothek der Kirchenvâter (BKV) başlıklı web sayfası
altında (http://www.unifr.ch/bkv/bucha10.htm)
yer alan Almanca çeviri kullanılmıştır.
[429]
Hıristiyanlık inancında bedeni sudan uzak tutmak (yıkanmamak) sıkça başvurulan
kefaret yöntemlerinden birisidir.
[430] “Der Herr aber vergab auch da nicht seines
Ringens, sondern kam zu seinem Beistand. Denn als Antonius aufblickte, sah er
das Dach geöffnet, und ein Lichtstrahl kam auf ihn herab. Die Dâmonen wurden
plötzlich unsichtbar, die Pein in seinem Körper hörte sogleich auf, und das
Haus war wieder unbeschâdigt wie zuvor. Antonius aber merkte die Hilfe, atmete
auf, er wurde von seinen Schmerzen erleichtert und fragte die Erscheinung:
"Wo warst du? Warum bist du nicht zu Anfang gekommen, um meine Qualen zu
beendigen?" Und eine Stimme ertönte zu ihm: ,,Antonius, ich war hier, aber
ich wartete, um dein Kâmpfen zu sehen. Da du den Streit bestanden hast, ohne zu
unterliegen, werde ich dir immer hilfreich sein, und ich werde dich berühmt
machen allerorten". Als er dies hörte, stand er auf und betete. Er gewann
soviel Kraft, dab er merkte, jetzt mehr Stârke zu besitzen als vorher. Damals
war er nahe an fünfunddreibig Jahre alt.” Vita Antonii, Kapitel 8-10.
Aynı öykü De Voragine’nin Leğende
aarea’sında da (s. 71-72) anlatılmaktadır.
[431] "Ohne Versuchung kein Heil Derwahl,
(Ed.), 2005, s. 84.
[432] Ortaçağ’da acedia’nın dünyevîleşmesi ve melankolinin hızlı
yükselişine rağmen, bu iki kavramın birbirinden belirgin biçimde ayrıldığını
söyleyebilmek mümkün değildir. En azından iki kavram Geç Ortaçağ’a kadar
anlamları örtüşmüş biçimde kullanılacaktır.
[433] Daha çok yazdıklarıyla tanınan Benedikten din
adamı Büyük Gregorius, 590 yılında Papa seçilmiştir.
[434] Yedi Ölümcül Günah’ın Hıristiyan etiği
bağlamında kısa bir tahlili için Bkz. Schallenberg, 2007, s. 2128.
[435] Cassianus’dan Büyük Gregorius’a kavramın
dönüşümü üzerine ayrıntılı bir analiz için bkz. Wenzel, 1967, s. 23-46.
[436] Erken Ortaçağ’dan başlayan değişimin Skolastik
öğreti çerçevesinde yorumlanması ve değişime uğraması hakkında ayrıntılı bilgi
için bkz. Wenzel, 1967, s. 47-67.
Kaynak:
Haydar Akın, Antikçağ’dan Yeniçağ’a Delilik, Melankoli Ve Cinlenme Avrupa’da
Aykırı Olma Halleri Üzerine Tarihsel Bir İnceleme, 2014, Ankara
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar