REYNOLD ALLEYNE NICHOLSON’IN STUDIES IN ISLAMIC MYSTICISM ADLI ESERİNDE SUFİLERE BAKIŞ TARZI
Hazırlayan: Aysun ALTUNEL
Kavram olarak Eski Yunanca’dan
alınan mistisizm, hemen bütün dinlerde ve felsefi sistemlerde görülmektedir.
Mistisizm, genel olarak nefsi arıtma usulleriyle ruhun güçlenmesi ve ahlaken
yükselme çalışmaları olarak tanımlanır. İslam dininin de ruhani boyutu
tasavvuftur. Tasavvuf, Doğu ve Batı’da ilgiyle çalışılan bir bilim dalıdır.
Batı’da bu konudaki
çalışmalarıyla bilinenlerin başında hiç şüphesiz ünlü müşteşriklerden Reynold
Alleyne Nicholson gelir. Bu çalışmamızda biz, onun incelenmemiş bir kitabını
incelemeyi uygun gördük. Tasavvufu ve sufileri yabancı gözüyle görmek istemem
ve İngilizce öğretmeni olmamın da etkisiyle, İngilizce bir eser üzerinde
inceleme yapma isteğim beni Nicholson’ın Studies in Islamic Mysticism adlı
eserine yönlendirdi. Onun Studies in Islamic Mysticism kitabında yer alan dört
büyük İslâm sufisinin doktrinlerini, yaşamlarını ve onların eserlerine bakış
tarzını incelemeye çalışırken, bu sufilerin hayatlarını ve eserlerini de
tanımış olacaktık. Bu sufilerin hepsini aynı anda bir yüksek lisans tezi
çerçevesinde incelemek elbette mümkün değildi. Bu nedenle Ebu Said Ebu’l-Hayr’ı
(v. 440/1049) detaylı bir biçimde işleyip, diğer sufilerden Abdülkerim el-Cili
(v. 832/1428) ve onun ünlü însan-ı Kâmil kitabını, İbn Arabi’nin ünlü
Fusûsu’l-Hikem’inin özetlenmiş bölümünü, İbnü’l-Farıd’ın (v. 632/1235)
Divariını kısaca ele almaya karar verdik. İbn Arabi (v. 638/1240) çok tanınıp
tartışılmış, o ve eserleri, özellikle Fusûsu’l-Hikem ’i hakkında pek çok
inceleme yapılmıştır. Abdülkerim el-Cili, ülkemizde İbn Arabi kadar
incelenmemiş ve tanınmamış ama yine de, son dönemlerde birçok eserde ve inceleme
konularında yer aldığını gördük. Günümüze kadar pek çok dile tercüme edilmiş
olan İbnü’l-Farıd’ın hayatı ve eserleri ile ilgili ülkemizde, “Mehmed Nâzım
Paşa’nın ‘İbn Fâriz Tercümesi ve Şerhi’ -Metin ve İnceleme-” (Marmara
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2008) dışında günümüz Türkçe’sinde
önemli bir eser ve incelemeye rastlayamadık; serpiştirilmiş bilgiler şeklinde
bulabildik.
Çalışmamız bir giriş ve iki
bölüme ayırarak ele alındı; önsöz ve kısaltmalardan sonra yer alan giriş
bölümünde Nicholson’ın hayatı, eserleri ve tasavvufi görüşleri hakkında bilgi
verildi. Birinci bölümde Studies in Islamic Mysticism kitabınının yazılış gayesi,
uslubu ve kaynakları, tesirleri, muhtevası ve tasavvuftaki yeri ele alınıp
tanıtılmasına çalışıldı. Muhtevasını işlerken Nicholson’ın Abdülkerim el-Clll
ve kitabı însan-ı Kâmikine ve bunları karşılaştırdığı İbn Arabi ve kitabı
Fusûs’una; İbnü’l-Farıd ve onun kasidelerine bakış tarzı kısaca saptanmaya
çalışıldı. İkinci bölümde Nicholson’ın Ebu Said Ebu’l-Hayr hakkındaki
görüşlerine yer verildi. Bu bölümde Ebu Said’in hayatına, Esrâru’t-Tevhîd adlı
kitabının tanıtılmasına, tarihi açıdan ve tasavvufi açıdan Ebu Said’in yaşadığı
döneme değinildi; onun tasavvuf anlayışına Nicholson’ın gözünden bakmaya
çalışıldı.
Bu çalışma esnasında kaynak
açısından güçlük çektik ve bu yüzden sıklıkla elektronik kaynağa başvurmak
zorunda kaldık. Bunda Nicholson’ın bu eserinin orjinalinden başka kaynağa
rastlayamamızın etkisi büyük oldu. Nicholson’ın Studies Islamic Mysticism’i,
daha önce tasavvufi terimleri konu alan Mystics of İslam adlı incelemesinin bir
devamı olarak yazdığını belirtmesinden, zaman zaman bu esere göndermeler
yapmasından dolayı Mystics of Islam yararlandığımız önemli kaynaklardan birisi
oldu. Studies in Islamic Mysticism İle ilgili herhangi blr İnceleme ya da
önemli bir makaleye rastlayamadık, ancak yer yer, kaynak olarak kullanılıp,
alıntılar yapıldığını saptadık. Ebu Said, kendisi eser yazmadığı için, daha
sonraki dönemlerde torunlarından biri olan İbn Münevver’in derlemesi olan
Esrâru’t-Tevhîd fi Makamât-ı Şeyh Ebî Said adlı kitabının Süleyman Uludağ’ın
çevirisi olan Tevhîdin Sırları (İstanbul 2003), Ferididdün Attar’ın (v.
587/1191) Tezkiretü’l- Evliya’’ sında (Bursa 1984) yer alan kısa bir hayat
hikayesi ve menkıbeleri ve ansiklopedik maddeden başka, Ebu Said hakkında
Türkçe bir eser veya incelemeye rastlayamadık. Süleyman Uludağ’ın,
Esrâru’t-Tevhîdin tercümesi olarak hazırladığı Tevhîdin Sırları, bize,
İngilizce’de zorluk çektiğimiz kısımları anlamada ve tahlil etmede büyük oranda
yardımcı olmuştur. Uludağ’ın sunuş bölümünde belirttiği Sald-i Nefisi’nin Ebu
Said’e ait olduğunu düşündüğü şiir derlemesini içeren, İran’da bulunan
Suhanân-ı Menzûm-ı Ebu Said-i Ebu’l-Hayr (Tahran 1334) adlı eserine çeşitli
sebeplerle ulaşamadık.
GİRİŞ: REYNOLD ALLEYNE
NICHOLSON’IN HAYATI, ESERLERİ VE TASAVVUF HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ
Batılı müşteşriklerin İslâm
dinine ve tasavvufuna alakaları oldukça fazladır ve modern çağın da
getirileriyle tasavvuf üzerine yoğun bir araştırma eğilimine girmişlerdir.
Bunlardan birisi olan Reynold Alleyne Nicholson (18 ağustos 1868-27 Ağustos
1945), tasavvufun en temel eserlerini, en önemli şahsiyetlerini incelemiş ve
onların geniş bir alanda tanınmalarına vesile olmuş ünlü bir ilim adamı ve
oryantalisttir. Nicholson, XIX. yüzyıl İngiltere’sinde yaşamış önemli bir
şarkiyatçı olarak, seyahati pek fazla sevmediğinden hayatında Arapça ve Farsça
dillerinin konuşulduğu yerlere hiç gitmemesine rağmen,1 Arapça, Farsça ve
Osmanlıca’ya vâkıf İngiliz bilim adamıdır. İslâm ve tasavvuf konusunda ömrünün
50 yıldan fazlasını harcamış, bu konuda pek çok eser verdiği görülmüştür.
Cambridge’in İslâm araştırmaları konusunda bugün bile önemli bir merkez
konumuna gelmesinde, bu konuda bir çok önemli araştırmalar yapılmasında ve bu
sahada zengin bir kütüphaneye sahip olmasında Nicholson’ın payının büyük olduğu
tartışılmazdır.
Onun bu çalışmalarından birisi
olan Studies in Islamic Mysticism bir tasavvuf araştırması olarak günümüzde de
geçerliliğini koruyan önemli bir eserdir. Eserin önsözünde, daha önce yaptığı
çalışmalardan ve bu eseri nasıl, niçin çalıştığına değinerek, içeriği ile
ilgili kısa bilgiler vererek, başvurduğu kaynakları ve bu kaynakların bir
kısmına ulaşma serüvenini anlatmıştır; bazı Arapça kelimelere yer vermiş,
muhtemelen öğrencileri için etüd etmiştir. Nicholson, kitabı önsözden sonra üçe
ayırmıştır: birinci bölümde (1-77), Ebu Said Ebu’l-Hayr’ın hayatı, menkıbeleri
ve doktrini üzerinde durmuş, ikinci bölümde (77-162), Abdülkerim el-Cili’nin
kısa hayatı ve onun însan-ı Kâmil (The Perfect Man) kitabı üzerinde durmuş,
Abdülkerim el-Cili’nin Ayniyye şiirini Arapça olarak vermiştir ve İbn Arabi’nin
Fusûs’unun özetini Some Notes on Fusûsu’l-Hikem başlığıyla ele almıştır; üçüncü
bölümde (162-
Safi Arpaguş, “Mevlânâ Celâleddin
Rûmî’nin Eserleri Üzerine Yapılan İngilizce Çalışmalar”, Tasavvuf îlmi ve
Akademik Araştırma Dergisi (Mevlânâ Özel Sayısı), yıl: 6, sayı: 14, Ankara
2005, içinde 775-804; 778
282), İbnü’l-Farıd’ın
kasidelerine yer vermiştir; başlık ve isim indeksi, konu indeksi ve teknik
terimler indeksi ile eserini sonlandırmış, bibliyoğrafyaya yer vermemiştir.
I. HAYATI
Ünlü İngiliz müsteşriklerinden
biri olan, tasavvuf tarihi araştırmalarıyla tanınan Reynold Alleyne Nicholson,
19 Ağustos 1868 yılında İngiltere’nin Yorkshire- Keigley’de dünyaya gelmiştir.
Beş çocuklu bir ailenin en büyük oğludur. Annesi Isabella Hutchinson’dır.
Babası Henry Alleyne Nicholson, cerrahtır fakat, sonradan üniversitede
doğabilimleri profesörlüğü yapmıştır. Dedesi John Nicholson, Incil üzerinde
uzman olarak tanınmıştır ve o, Arapça ve Farsça eserlerden oluşan yazma
eserlere sahiptir. Bu eserler, Nicholson’un Doğu dillerine karşı ilgisinin
başlangıcı
1,2
olacaktır.[1]
Nicholson, tasavvuf alanını
uzmanlık alanı seçen ilk İngiliz şarkiyatçıdır. E. J. W. Gibb Memorial Trust
Vakfı kurucu üyelerindendir.[2] Ömrünün 50 yıldan fazlasında tasavvuf tarihini
araştırmaya vermiştir. Nicholson’un bu çalışmalarının katkısıyla Cambridge,
İslâm araştırmaları konusunda, önemli ölçüde İslâmi Araştırmalar Bölümüne ve
bir kütüphaneye sahip olmuştur.[3] Öğrencisi Ebu’l-Alâ Afifi, onun sufi
yaratılışlı ve duygusal olmasının, çalışmalarında başarı sağlamasında önemli
bir etken olduğunu söylemiştir.[4]
Önemli bir oryantalist olan
Nicholson’ın, tasavvuf eserlerinin tercüme ve neşrinde büyük hizmetleri
olmuştur. Onun şiirlerle alakadar olması en önemli özelliğidir[5] ve onun şair
duyarlılığı ve ince düşünceli olması, başarısında büyük rol oynamıştır.[6]
Batı’da Mevlâna’nın (v. 627/1273) Mesnevi" sini İngilizce tam metin olarak
yayımlayan ilk bilim adamıdır.[7] O, Mesnevî beyitlerini ilk numaralandırandır
ve bugün dahi tüm dünyada kullanılmakta ve kabul görmektedir. Onun çalışmaları
Batı’ya hatta Doğu’ya kaynaklık etmeye devam etmektedir.[8] [9]
İlk öğrenimini Edinburg’da
tamamlamış, yüksek öğrenimine Aberdeen Üniversite’sinde başlayıp, Cambridge
Üniversitesi’nde devam etmiştir. Dedesinin kitaplarının etkisiyle Doğu
dillerine ilgi duyan Nicholson’ın bu ilgisi, İran Edebiyatı uzmanı Edward G.
Browne ile tanışmasıyla daha da artmıştır. Ayrıca Trinity College’den Edward
FitzGerald, Saint John College’den E. Henry Palmer’den 10 etkilenmiştir.
1893 yılında Trinity Koleji’nde
öğretim üyesi olarak göreve başlamış, 1901 yılında Londra Üniversitesi Farsça
Kürsüsü’nde çalışmaya devam etmiştir Bir yıl sonra da, Cambridge Üniversitesi
Farsça Kürsüsü’nden Arapça Kürsüsü’ne geçen
A. G. Browne’in yerine Nicholson Farsça
Kürsüsü’ne tayin edilmiştir. 1926 yılına kadar bu görevini sürdürmüş, aynı yıl
Browne’nin ölümü üzerine Arapça Kürsüsü’ne geçmiş ve bu bölümde profesör
olmuştur. Ailesinden kalan zengin kütüphanesini Browne’den kalan Arapça ve
Farsça eserlerle daha da zenginleştirmiştir.[10]
1923 de British Academi’ye üye
seçilmiş ve 1937 de Royal Asiatic Society’nin altın madalyasını almıştır.
1933’de emekli olmuş, II. Dünya Savaşı nedeniyle Cambridge’den ayrılıp Towny
kasabasına yerleşmiştir. 1940’ta gözleri zayıflamış ve bu nedenle North
Walls’te dinlenmeye çekilmiştir.[11] 1944’de Tahran Üniversitesi tarafından
Nicholson’a fahri doktora unvanı verilmiştir. 27 Ağustos 1945’te Chester’de
vefat etmiştir.[12]
II. ESERLERİ
Nicholson’ın tasavvuf ve tasavvuf
tarihi hakkında telif eserler, tercümeler ve nesir türünde çok sayıda
çalışmaları bulunmaktadır. Mevlâna’nın Mesnevi’sinin İngilizce tercüme ve şerhi
onun en önemli eseridir. Muhammed İkbal Batı’ya ilk onun tarafından
tanıtılmıştır.[13] O, Mevlâna’nın Mesnevi ve Gazeller’imn İngilizce tercümesini
verirken, yanlarında Farsça orijinal metinlerini de vermiştir.[14] Nicholson,
Edward Henry Palmer’ın yaptığı Kur’âriın İngilizce çevirisine (Sacred Texts:
The Koran) önsöz yazmıştır. 567 sayfa olan bu çevirinin ilk baskısı 1900
yılında, yeni baskısı 2008 yılında yapılmıştır.[15] Onun tasavvuf konusunu
işlediği temel eserleri şunlardır:
1. The Mystics of
İslam, (London 1914), (İslam Sufileri, trc. Mehmet Dağ, Kemal Işık, vd.,
İstanbul 1978):[16] Tasavvuf alanında yaptığı incelemelerin sonuçlarını içine
alan, herkesin faydalanabileceği güçlü bir kitaptır.[17] Tarikat, zevk, aşk,
veliler ve kerametleri gibi kavramsal konuları işlemiştir. [18]
II. Dünya
Savaşı’ndan sonra II cild olarak tasavvufu yorumlama çalışmaları yapmıştır.
Bunlar:
2. Studies in
Islamic Mysticism, (Tasavvuf Çalışmaları), (London 1921):[19] Bu incelemekte
olduğumuz kitapla, The Mystics of İslam’ın kavramsal çalışmasından sonra,
sufilerin kimliklerini ve görüşlerini vererek tamamlamıştır.[20]
3. Studies in
Islamic Poetry, (İslâm Şiiri Alanında Çalışmalar) (London 1921);[21] Bu eser,
Fars şiirlerini ve Suriye’li bir şair olan Ebü’l-Alâ el-Maarri’nin (v.
449/1053) şiirlerini kapsamıştır.[22] el-Maarri, akılcılığı öne çıkarmış,
Suriyeli bir Arap tasavvuf ehlidir.[23] Bu iki yorum eser küçük bir ek ile desteklenmiştir.
Bu eser:
4. The Idea of
Personality in Sufism, (Sufilikte Şahsiyet Fikri), (London 1923): Bu eser,
Nichoson’ın tasavvufla ilgili üç konferansının derlemesinden meydana
gelmiştir.[24] Studies in Islamic Poetry, bu küçük ve değerli olan eser ile
takviye edilmiştir.[25]
Nicholson’ın, ömrünün sonlarına
doğru, bilimden ayrılmadan, sabırla hazırladığı VIII cildlik Mevlâna’nın
Mesnevi" s, en olgun ve en başarılı çalışmasıdır.
5. The Mathnawi of
Jalaluddin Rumi, (Celaleddin Rumî’nin Mesnevi’si) (I- VIII, London 1925-1940)
27
6. Rumi, Poet and
Mystic, (Oxford 1966), (Mevlâna Celâleddin-i Rûmi, trc. Ayten Lermioğlu,
İstanbul) Mevlâna’ya ait makalelerini topladığı kitaptır. 28
7.
Fi’t-Tasavvufi’l-Islâmi ve Tarihihî, (İskenderiye 1946-56) (Tasavvufun
Menşei Problemi, trc. Abdullah Kartal, İstanbul 2005): Nicholson’ın tasavvuf
konusunda konferanslarını içerir. Tasavvufun gelişimi ve tarihi üzerine tarihi
bir araştırmadır. Öğrencisi Ebu’l-Alâ Afifi tarafından Arapça’ya
çevrilmiştir.29 Bu konferanslar şunlardır:
a) ‘An Historical
Inquiry Concerning the Origin and Development of Sufism’, (Tasavvufun Doğuşu ve
Gelişimiyle İlgili Tarihi Bir Araştırma), Journal of Royal Asiatic Society
1906, 203-248 30
b) ‘Asceticism’
(Muslim), (İslâmda Zühd), Encylopedia of Religion and Ethics, II, 1909, ikinci
tab’ı(basımı) 1930’, 99-105; 31
c) ‘The Goal of
Muhammedan Mysticism’ (Muhammedi İslâm Tasavvufu’nun Hedefi), JRAS, London
1913, 55-68 32
d) ‘Sufis’,
(Sufiler), Ency. of Religion andEthics, 1921, tab’ı (basımı) 1934, XII, 10 33
1905-1914 yılları arasında 4
temel tasavvufi eserin İgilizce çevirilerini ve yayınlarını yapmıştır. Bu
eserlerden ikisi Farsça, ikisi Arapça’dır.34 Bunlar:
bkz.http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/37/770/9803.pdf
30.12.2010 da erişildi.
30 A. y., 387 (dipnottan)
31 A. y.
32 A. y.
33 A. y.
34 Karahan, a. g. m., VII-XVI; IX
1.
Tadhkiratu’l-Awliya (Tezkiretü’l-Evliyâ, Feridüddin Attar), (I. cild,
1905; II. cild, 1907 London): Evliyaların menkıbelerini içerir,[26] E. G.
Browne’nin yardımıyla yazmıştır.[27] [28]
2. The
Kashf al-Mahjub (Keşfü’l-Mahcûb, Hucviri), (London 1911): E. G.
Browne nin yardımıyla yazmıştır.
3.
The Tarjumânu’l Ashwaq, (Tecümânü’l-Eşvak), (London 1911): İbn
Arabi’nin eserlerinin neşir ve
tercümesidir.[29]
4. The Kitâb
al-Luma, (El Lüma), (London 1914, 1963):[30] Ebu Nasr es- Serrac’ın bu eserini
ilim dünyasına tanıtan Nicholson’dır. Ayrıca; eserin giriş bölümünde Serrac’ın
hayatı hakkında bilgi vermektedir. İlk neşirde beş bab eksiktir ve uzun bir
değerlendirme vardır.[31]
5. The Secrets of The
Self, (London 1920): Muhammed İkbal’in ‘Esrâr-ı Hodî’ adlı eserinin tercümesini
yapmış ve Avrupa’ya İkbal’i tanıtmıştır.[32]
6. Selected
Poems from Shamsi Tabrizi (Şems-i Tebrizi Divanı’ndan Seçme Şiirler),
(Cambridge 1898) [33] Bu eseri onun asistanlık tezidir.[34]
7. The Don and
the Dervish, (Alim ve Derviş), (London 1911): Hâfız, Attâr, Mevlâna, Sadî ve
İbnü’l-Farıd’dan seçilmiş şiirlerin İngilizce tercümelerini içermektedir.[35]
[36]
8.
The Farsname of Ibnü’lBalkhi, (London 1921): Guy le Strange ile birlikte
45 çalışmıştır.
9. The Tales of
Mystic Meaning, (Mesnevi’den Seçme Hikayeler) (London 1931) [37]
10. A Persian
Lyrics, (London 1931). Bu eser 26 İran şiirinin İngilizce tercümesini
içermektedir.47
11. A Pesian
Forerunner of Dante, (Towny-on-Sea 1944): Hakim Senai’nin ‘ Seyrü’l-îbadîle
’l-me ’ad’ adlı eserinin özet şeklindeki İngilizce çevirisidir.48
12. Tarîk-i
Güzîde, (London 1910): Hamdullah Mustafa Kazvini’nin Tarık-ı Güzide’sinin
çevirisidir.49
Ayrıca Arapça araştırmaları
vardır:
13. A Literary
History of Arabs (Araplar ’ın Edebiyat Tarihi), İlk olarak 1907 yılında T.
Fisher Unwin tarafından basılmıştır; 1914, 1923 yıllarında yine aynı yayıncılık
tarafından tekrar basılmıştır; Cambridge press tarafından ilk 1930 yılında ve
1941-1953-1962-1976 yıllarında basılmıştır.50 Arberry’e göre, Batı dillerinde
bilimden ayrılmadan Arap Edebiyat ve Tarihine dair yapılan en iyi
incelemedir.51 İngilizce olarak İslâm Edebiyatı ve Tasavvufu konusunda klasik
bir eserdir
14.
Elementary Arabic I, II, R. A. Nicholson & Frederic Du Pre Thorton
beraber hazırlamışlardır;
Cambridge Unv. Press (1905, 1909),52 Adam Press
(2007)53 ve Laurier Books ltd.,
(2000) tarafından yayımlanmıştır. 54
Ayrıca, Nicholson’ın 1909 yılında
Edward FitzGerald’ın İngilizce çevirisini, kendisinin editörlüğünü yaptığı
Rubaiyat of Omar Khayyam kitabına önsöz ve notlar yazmıştır.55 O, Mevlâna’dan
sonra İbn Arabi üzerinde çalışmaya başlamış, ancak ömrü araştırmasını bitirmeye
yetmediği için öğrencisi Ebu’l-Alâ Afifi tamamlamıştır.56
bkz.http://turkoloji.cu.edu.tr/ESKI%20TURK%20%20EDEBIYATI/ismail
gulec mesnevi.pdf 21.01.2010 da erişildi
50 bkz.
http://www.amazon.Com/Literary-History-Arabs-Reynold-Nicholson/dp/0521095727#reader
30. 12. 2010’de erişildi. İçinde,
1
51 Derin, İngiliz Oryantalizmi ve
Tasavvuf , 208; Derin, “Nicholson, Reynold Alleyne”, DİA, 77
52 Güleç, a. g. m.., 2006
53 bkz. http://www.powells.com/biblio/61-9781406700053-2 05. 03. 2011’de erişildi.
54 bkz..
http://www.amazon.com/Elementary-Arabic-Grammar-Reynold-Nicholson/dp/8120613767
07.08.2010’de erişildi.
55 bkz. http ://www.amazon.co .uk/Rubaiy%C3
%A1t-T ranslated-F itzGerald-introduction-
Nicholson/dp/B0018J63WQ
05.09.2010 da erişildi
56 bkz.
http://www.itusozluk.com/goster.php/r+a+nicholson 06. 07. 2010’da erişildi.
III. TASAVUF BAKRINDAKİ GÖRÜŞLERİ
Nicholson, ‘sufi ’ kelimesinin
‘suf’ kökünden türediği ve hicri II. yy da uzlet halinde yaşayan kimselere
‘sufi’ adı verildiği fikrini kabul etmiştir. O’na göre, tasavvufun kökü,
İslâm’ın ilk yıllarındaki zühdü yaşayıştan kaynaklanmaktadır. Bu dönem zühd hareketinde
abartılı bir günah bilinci ve ilâhi azaba duyulan büyük korku hakimdir ve bu
dönemdeki tasavvuf hayatı İslâm’ın kendi meyvesidir. Bu dönemde sufi ile dindar
arasında önemli bir fark bulunmamaktadır. Nicholson, tasavvufun bazı mistik
akımlardan etkilendiğini düşünse de, genelde tamamen yabancı kaynaklı olduğu
fikrini daha çok benimsemiş görünmektedir. O, tasavvufu etkileyen akımlar
olarak Hıristiyanlık, Yeni Eflatunculuk, Budizm, Gnostisizm (İrfaniyyun)
akımlarını saymıştır. Nicholson, tasavvuftaki takva ve zühd hareketlerinin
Hıristiyanlıkla paralel olduğunu düşünmüştür. Ona göre, sufi kaynaklar, İncile
ve Hz İsa’ya meyleden sözler nakletmişlerdir. Bu kaynaklarda Hıristiyan
rahipler, sufilere öğüt vericidirler. Tasavvuftaki, ilâhi aşk doktirini, sessizlik
orucu, zühdi yaşam, zikir, Hıristiyan kaynaklardan alınmış gibi verilmiştir.
Erken dönem zahidlerinin Yahudi ve Hıristiyan kaynaklardan etkilendikleri
iddiasını Şems-i Tebrizi Divanın’dan Seçme Şiirler kitabında yinelemiştir. Ona
göre Müslümanlıkta ruhbanlık olmamasına rağmen, Sufiler de, Hıristiyan
ruhbanlar gibi bir lokma bir hırka misali dünya zevklerinden uzak kalarak zühdi
bir yaşam tarzını seçmişlerdir. Nicholson’ın, Hz. Muhammed’in (a. s.) ümmetine
Hıristiyanlıktan farklı olarak, hayatın içinde kalmalarını, inzivaya
çekilmemelerini, dünya nimetlerinden yararlanmalarını ve cihadı tavsiye etmesi,
ve ayrıca kendisinin evlilik yapıp bu hususta ümmetini de evlenmeye teşvik
etmesi gibi nedenler, bu düşüncesine dayandırdığı noktalardır.[38] Bilindiği
üzere tasavufta sufiler, toplumdan ayrı, inziva hayatını tercih etmemişlerdir.
Tam tersi halkla beraber ancak gönlü her daim Hakk’la beraberdir. Kendilerini
olgunlaştırmak için geçici bir süre yalnızlığı tercih etmeleri, onların
ruhbanlığı benimsediğini göstermez. Ne Hıristiyan mistikleri, ne de Budist
rahipleri gibi tamamen toplumdan uzak bir inziva hayatı sufilerde pek
rastlanmamıştır. Onlar toplumun içinde, halka hizmet Hakk’a hizmettir
düstûruyla, hep iyi işler yapma eğilimindedirler. Sufılerin, Hz. Peygamber’i en
titiz biçimde takip ettikleri bilinmektedir.[39] Nicholson, Hz. Peygamber’in
tavsiye ettiği cihadı, nefisle cihaddan ziyade, yıkıcı silahlarla cihad gibi
algılar görünmektedir.
Aynı şekilde Mystics of İslam'da
da tasavvufun Vedantik, Budistik, Hellenistik kültürler gibi geniş bir
yelpazeden etkilendiğini ve orijinal olmadığını vurgulamıştır.[40] Burada
Nicholson’ın, sufileri İslâm dışında gibi algıladığını görebiliriz. Derin’in
naklettiği Nicholson’ın bu ifadeleri, onun sanki tasavvuf ve zühdi yaşam
tarzını, İslâm dinindeki Hıristiyanlık’tan beslenen bir kolu gibi algılamış ve
bu düşüncesini yer yer isbata çalışmış olduğunu teyid eder niteliktedir.
Nicholson, sufilerin Arap, Farisi
gibi çeşitli ırklara mensup olmalarından dolayı, tasavvufun Âri ırkın tepkisi
olarak ortaya çıktığı görüşünü benimsememiştir. O, Yeni Eflatunculuk konusunda
da aynı fikirdedir, yani ona göre, Yeni Eflatunculuk’da Âri ırkın tepkisinden
ortaya çıkmamıştır. Tasavvufun nereden geldiğini tarihi verilere dayandırmadan
söylemenin yanlış olduğunu belirtmiştir. Tasavvufun, irfani boyutuyla önemli
oranda Yunan düşüncesinin ürünü olduğu söylemiş ve müslümanların Yunan
medeniyetiyle karşılaştıkları yerlerde Yeni Eflatunculuğun çok moda olmasının
etkilenmelerine neden olabileceği fikrindedir.[41] Nicholson, İslâm Felsefesine
Platon’dan ziyade Aristo’nun hakim olduğunu belirtmiştir. Platon’un Batı
Avrupa’da Ortaçağ Yunan Mistisizmini tesis ettiğini, bu dönemde yazılmış Yunan
mistik eserlerin, Yunanca’dan Süryanice’ye tercüme edildiğini, oradan her yere
yayıldığını, Batı Asya ve Mısır müslümanları tarafından kolayca elde
edilebileceğini ve Hıristiyanlığın içinde yuğurulan Yeni Eflatunculuk
unsurlarının İslâm’a kolayca aktarıldığı fikrini öne sürmüştür.[42]
Derin’in ifadelerine göre Nicholson,
tasavvuf üzerinde Budizm’in de etkisi olduğunu düşünmüştür. Sufi ahlak sistemi,
nefsin arınması ve zühd gibi konularda Budizm’den çok şey aldığını söylemiştir
ama, yine de, Budizmin nirvanasıyla, tasavvuftaki fenâyı aynı kefeye
koymamıştır. Nirvanada nefsi arıtmak esastır, tasavvufta nefsin arınması sadece
araçtır, esas amaç Tanrı’yı bilmek ve sevmektir.
İbrahim Edhem’in (v. 168/778) hayat hikayesiyle Buda’nın
hayat hikayesi
arasındaki benzerliğin de bu
etkileşimden olduğu görüşündedir. Sufilerin, tespih kullanmalarını da
Budizm’den almış olabileceklerini ileri sürmüştür. Tasavvufun tohumlarının,
İslâm dininin kendi bünyesinde saklı olduğunu ve dış etkenlerin belki bu
tohumların filizlenmesinde uyarıcı rol oynamış olabileceğini de belirtmiştir.
Ona göre tasavvuf, gösterişli bir yaşam tarzına ve aşırı dünya düşkünlüğüne
karşı tepkidir.[43] Nicholson, İslâmi fetihlerden önce takriben 1000 yıl
Budizm’in Horasan ve Doğu İran’da hüküm sürmesinden dolayı da İslâm’ın
Budizm’den etkilendiği görüşündedir.[44] Bu tespit ettiğimiz düşünceleriyle
Nicholson, çelişkili bir tutum sergilemiştir.
Nicholson Mystics of İslam'da,
Kur’ân ayetlerinde tasavvufun kökenlerini aramıştır. Ona göre, Kur’ân'da Tanrı
her türlü insanı zayıflıktan münezzeh, kulların Rabb’i, ‘baba değil’,
günahkârlara acımayan, rahmeti ise yalnızca tövbekarlara ve O’na ibadet
edenlere olan Tanrı’dır. Nicholson’ın Kur’ân'a göre tanımladığı ‘Allah’, daha
çok ceza ve korku veren Tanrı’dır; bu Tanrı’nın sevgiden daha çok korku Tanrısı
olduğunu ve sufuliğe zıt olduğunu vurgulamıştır.[45] Nicholson bunun yanında,
Hz. Peygamber’in Allah’ını hem uzak, hem yakın, hem içkin, hem aşkın olarak
görmüştür ve bu görüşlerini şu ayetlere dayandırmıştır: “Eğer kullarım Beni
senden sorarlarsa, şüphesiz ki Ben (onlara) yakınım!' (Bakara, 2/182), “Biz ona
şah damarından yakınız!'(Kaf, 50/16) “Yeryüzünde ve kendinizde, gerçek müminler
iseniz nice işaretler vardır! Görmez misiniz?' (Zariyat, 51/20-21)[46]
Nicholson’a göre sufi, devamlı mukaddes kelamı tefekkür ve cezbe halinde
okuyarak, Kur’ân’ın engin gizli manaları kalbine yansıyandır. Kur’ân Tanrı
Kelâmı’dır ve Allah’a yaklaşmanın en güzel yoludur. Nicholson, ruhbanlık ile
alakalı Hadid, 57/27 [47] ayeti hakkındaki yorumu ise, ayetteki yasaklamanın
ruhbanlığın kendisi için değil, onu kötüye kullananlar içindir. Hz. Muhammed’in
“Islâm'da ruhbanlık yoktur. ” sözünün daha sonra uydurulmuş olduğunu ileri
sürmüştür.[48]
Nicholson, tasavvuf ile panteizm
arasındaki ilişkiyi ‘The Idea of Personality in Sufism' adlı eserinde etraflıca
irdelemiştir. Derin’e göre, bu eserinde o, genel olarak sufilerin panteist gibi
görünen sözlerinin onları panteist yapmayacağını, zira, Tanrı’nın yaratıcı
olduğunu vurgulamıştır. “Ene’l-Hak” gibi sözler, Tanrı’nın insana yakınlığını
vurgulayan cezbeli sözlerdir.[49] Ancak Studies in Islamic Mysticism'de bir İbn
Arabi takipçisi ve koyu bir Vahdet-i Vücud görüşü olan Abdülkerim el-Cili’ye
panteisttir demiştir.[50] Bu yaklaşımında Nicholson’ın, Vahdet-i Vucüd’u
panteizm ile aynıymış gibi değerlendirdiğini görebiliriz.
Derin’in belirttiğine göre,
Nicholson, Hıristiyanlık, Yeni Eflatunculuk ve Hint Mistisizminin İslâm
Tasavvufunu sonradan etkilediği görüşündedir. Bu görüşlerine rağmen o,
tasavvufun yabancı kaynaklarla ilişkisinde kesin bir kanıya varmayı mümkün
görmemiştir, çünkü, İslâm Tasavvufunda tek düze bir bütünlük yoktur ve
tasavvufu binbir çeşit çiçek ve kokunun bulunduğu çiçek bahçesine
benzetmiştir.[51] Sufilerle, İslâm din alimlerinin Kur'âri dan aynı sonuca
ulaşamayacaklarını, sufilerin, inanç ve iman esaslarına hiç değer
vemediklerini, sufilerin doğrudan doğruya Allah’tan ilham aldıklarını
söylemiştir.[52] Araştırmamızda Nicholson’ın, Ebu Said için yaptığı şu yorum,
bu duruma bir örnek teşkil edebilir: “Ebu Said, ancak, Hz. Peygamber’e verilen
‘Kelime’den daha büyük bir tecellide doktrinine kaynak buldu.” [53]
Nicholson’ın tarif ettiği gibi
tasavvuf, kendine özgü kokuların ve çiçeklerin bulunduğu bir çiçek bahçesi
görünmemektedir; tam tersi, tasavvufu binbir çeşit mistik akımın toplandığı
karmaşık bir çiçek bahçesine benzettiğini düşündürmektedir. Onun, tasavvufun
orijinal olduğunu, İslâm’ın derinlerinden
doğduğunu nedense bir türlü kabul
edememesinin nedeni olarak, onun İslâm’ı beğenmediği ancak, tasavvufu çok
beğendiği izlenimini vermiştir. Bu yüzden onun, tasavvufu, İslâm’dan ayrı
tutmak için başka mistik akımlarla harmanlanmış, İslâm dışında oluşmuş bir
düşünce sistemi olduğunu isbat etme eğilimine girişmiş ve Hz. Peygamber’i
tasavvuftan hariçte tutmaya çalışmış olduğu fikrine varılmıştır. İslâm’da Allah
ile kul arasına kimsenin giremediğini, her müslümanın istediği kadar, istediği
yerde Rabb’iyle iletişim kurabileceğini, bu durumun sufi olsa da, sıradan bir
mü’min olsa da aynı olduğunu, Nicholson bir türlü farkedememiştir. O, İslâm’ı Hıristiyanlık
gibi aracılı olarak değerlendirmiştir.
BİRİNCİ BÖLÜM
NICHOLSON’IN STUDIESINISLAMIC
MYSTICISM ADLI ESERİ
I. YAZILIŞ GAYESİ
Nicholson, dedesinden kalan
kitaplar sayesinde, Doğu dillerine ve kültürüne ilgi duyarak eğitim ve bilim
hayatına başlamış, Batı’da uzman bir tasavvuf araştırmacısı olma noktasına
ulaşmıştır. Bu gayretleriyle, öğrencilerine kaynak açısından destekleyen pek
çok malzeme sağlamıştır, Arthur John Arrbery gibi bir çok genç şarkiyatçıya
fikir ve metod açısından da yardımcı olmak istemiştir. O, çoğu araştırmasında
ilkleri yapmış, kendisinden sonraki gelenlere[55] lokomotif görevini
üstlenmiştir; tasavvufa ilgi duyan ve mistisizmle benzerlik kuran bir mistik
olarak, tasavvufa ve mistisizme Batı’da ilgiyi artırma isteği olduğunu
söyleyebiliriz.
Nicholson, kitabın önsözünde
kendi ifadesiyle: “Doğu’da ünlü olan ve Batı’da değerli olan üç sufiyi okuyucu
ile buluşturmaya çalıştım.” demiştir ama kitabında dört sufi vardır. Muhtemelen
İbn Arabi’yi daha detaylı incelemek istediği için veya daha önceden tanındığı
için ‘üç’ demiş olabilir. Zaten İbn Arabi’yi çalışmaya başladığını, bitiremeden
vefat ettiği için öğrencisi Afifi’nin tamamlamış olduğunu ‘eserleri’ bölümünde
belirtmiştik. Nicholson, Studies in Islamic Mysticism"de iki İranlı, iki
Arap sufiyi konu almasını açıklarken, tasavvufun farklılıklarını ve ırksal
zıtlıklarını ortaya çıkarmak istediğini belirtmiştir. “It will be seen that the
subjects chosen illustrate different aspects of sufısm and exhibit racial
contrasts, of which perhaps the importance has not yet been sufficiently
recognised.”[56] Sanki sufileri, bulundukları coğrafyalara göre birbirlerinden
farklılarmış gibi düşünmüştür. Ona göre, Ebu Said, takvalı bir inançla
çizilmiş, coşkulu, hür düşünen ve masalımsı İranlı bir derviştir; İbnü’l-Farıd,
Sami’liğin izlerinin görüldüğü coşkulu, yer yer mistik şiirler yazan şairdir;
İbn Arabi ve Abdülkerim el-Cili, modern, felsefi ve teologdurlar. O, Insan-ı
KâmiFin temelinin Hellenizm’den geldiğini isbat etmek istemiş gibidir. “This,
as I have said, is the real subject of the Insanu ’l-Kâmil. Its roots lie, of
course, in Hellenism.”[57] Nicholson, Abdurrezzak el-Kaşâni’nin Fusûs
tefsirinden yararlanarak, çalışmasının büyük bölümünü tercüme ettiğini fakat,
İbn Arabi’nin dilinin çok teknik, sembol ve mecazlı olduğu için, kitabın
teorilerinin kolay anlaşılır olmadığını belirtmiştir. O, Fusûs’un herhangi bir
literal yorumunun anlamını bozacağını söylemiş, Studies in Islamic
Mysticism"de özet olarak yer verdiği Fusûsu’l-Hikem’in, derin ilmiyle,
Skolastisizm’e bir parça ışık tutabileceğini ileri sürmüştür.[58]
Nicholson’ın bu eserinde
incelediği bu dört sufinin ortak özellikleri olarak Vahdet-i Vücud görüşünü
benimsediklerini söyleyebiliriz. Nicholson’ın İslâmi eserleri, özellikle
tasavvufi konuları içeren eserleri incelemesi, onun ilgi duyduğu Vahdet-i Vûcud
görüşünün, panteizm olduğunu isbat etmek istemiş görünmektedir.
Araştırmamızda Nicholson,
tasavvufu, İslâm’dan bağımsız, çeşitli mistik ve felsefi akımlardan beslenmiş
ve yepyeni bir düşünce sistemi olan mistik bir akım olarak değerlendirmiş ve bu
düşüncesini isbat etmeyi de gaye edinmiş bir profil çizmektedir. (bkz. 14-18)
Nicholson’ın, tasavvufu İslâm
dininden farklı bir alanmış gibi algılamış olduğuna kısaca değinelim. O,
tasavvufu Hıristiyanlığa daha yakın olduğunu ispatlama eğilimi göstermiştir. Bu
da onun, tasavvufi halleri, zühdü, Vahdet-i Vücud’u yanlış anladığı düşüncesini
doğurmuş, panteizmle aynıymış gibi algıladığını göstermiştir. Onun Hakikat-ı
Muhammediye’yi Hıristiyan üçlemesine, Hulul’a benzetmiş olduğunu görebiliriz.
Bu fikirleri destekler nitelikteki şu örnekleri verebiliriz: Mystics of
İslam" da müslüman evliyaları anlatan menkıbelerde bütün mahlukata duyulan
çok büyük merhamet anlayışının panteizm olduğunu ifade etmiştir.[59] Nicholson,
Eckhart’ın vaazlarından birinde bahsettiği St. Augustine’nin, “İnsan sevdiği
şeydir.” fikrine, “Öyleyse sufi ne olur?” sorusunu sormuştur. O, sufinin
Allah’ı sevdiğini ve onun da “O” olacağını söylemek istese de cümlesini
tamamlamaya çekinmiş ve taşlanabileceğini söylemiştir. “....... and adds
this comment: "If he loves a
stone, he is a stone; if he loves a man, he is a man; if he loves
79 God—I dare not say more, for
ıf I saıd that he would then be God, ye mıght stone me. Bizce burada Nicholson,
‘Hulûl’u kasdetmemiş olsaydı, İnsan-ı Kâmil’i yani Hakikât-ı Muhammedi’yi
anlatmış olurdu.
Nicholson, sadece keşif ve ilhama
dayalı olan Hıristiyan bir mistik akım olan Gnostisizm ile tasavvuftaki marifet
arasında benzerlik kurmuştur. Ona göre, Hıristiyanlık da, Müslümanlık da,
Yahudilik de, ayrıca Maniheizm* de ve Mandeizm de Gnostic dinlerdir. Hz.
Peygamber’e sufilerin ‘sıddık unvanını taktıklarını, bunu da Maniheizm’den
aldıklarını ileri sürmüştür.[60] [61] Aslında ‘sıddık lakabının Hz. Ebubekir’e
takıldığı bilinmektedir. Nicholson, Doğu ile Batı’nın yakınlığından
bahsederken, tasavvufu kasdetmiş ve formlarının fantastik, anlaşılmasının güç
olduğunu düşünmesine rağmen, onun, sufileri izlemeyi tercih ettiğini
söyleyebiliriz.
II. USLUBU VE KAYNAKLARI
Nicholson Studies in Islamic
Mysticism’de, Esrâru’t-Tevhîd’i, İnsan-ı Kâmifi ve Fusûsu’l-Hikem’i
özetlemiştir; İbnü’l-Farıd’ın şiirlerinin İngilizce tercümelerini vermiş, dip
notta şiirleri açıklamış ve kendi fikirleriyle aralarda yorumlar yapmıştır.
İbnü’l-Farıd’ın şiirlerinin hemen hemen tamamını vermiştir. O, İbn Arabi ve
Fusûsu’l-Hikem dışında diğer sufileri incelerken, şiirlere geniş yer vermiştir.
Menkıbeleri ve fikirleri verirken bazen olduğu gibi çevirmiş, bazen de kendisi
dolaylı anlatımla aktarmıştır.
Nicholson, Studies in Islamic
Mysticism’i giriş bölümünden sonra üç ana bölüme ayırmıştır. Birinci bölümde
(1-77): Ebu Said Ebu’l-Hayr’ı işlerken geniş ve ayrı bir bölüm olarak ele
almıştır ve net anlaşılsın diye Ebu Said’in hayatı,
menkıbeleri, tasavvuf! görüşleri
olarak üçe ayırarak işlediğini ifade etmiştir;81 sayfa 25’e kadar onun
gelişimini, ilerlemesini, ve zühdünü, 25’ten sonraki sayfalarda onun mutasavvıf
ve veli yönünü verdiğini belirtmiştir; sonraki sayfalarda (25-76) onun tasavvuf
anlayışına ve menkıbelerine yer vermiştir. İkinci bölümde (77-143): Abdülkerim
el-Cili’nin însan-ı Kâmil (the Perfect Man) kitabını yedi başlığa ayırmıştır:
1. Varlık, Sıfat ve İsim (esma), 2. Mutlaktan (hakikattan) iniş, 3. Tanrı gibi
öz, 4. Tanrısal insan, 5. Evren, 6. Öze dönüş. 7. Din, Vahiy ve Peygamberlik ve
Abdülkerim el-Cili’nin Ayniyye ’sinin British Museum’da bulunan Arapça orijinalinden
alınan kopyesinin bir versiyonunu eklemiş, sonra İbn Arabi’nin
Fusûsu’l-Hikem’inin on iki sayfalık özetini vermiştir. Üçüncü bölümde
(162-278): İbnü’l-Farıd’ın kasidelerinin, özellikle TaiyyCsimn İngilizce
çevirilerine yer vermiştir; konu başlıkları, konu indeksi ve teknik terimler
indeksiyle eserini bitirmiştir. Nicholson’ın, Studies in Islamic Mysticism’i üç
ana başlığa ayırırken Ebu Said’i ve İbnü’l-Farıd’ı ayrı bölümde ele almasını,
onları apayrı bir katagoride değerlendirdiğine, İbn Arabi ve Abdülkerim
el-Cili’yi ikinci bölümde birlikte ele almasını, ikisinin ortak doktrinleri
(Vahdet-i Vücud) olduğunu düşünmesine ve Abdülkerim el-Cili’yi, İbn Arabi
takipçisi olarak görmesine bağlanabilir.
Nicholson, Studies in Islamic
Mysticism'de eski İngilizce kullanmıştır; kullandığı dilin ağır ve eleştirel
olmasına karşın, uslubu yumuşaktır. Bilimsel dille birlikte, aynı anlama gelen,
değişik kelimeleri kullanmaya gayret etmiş olması, İngilizce’nin zenginliğini
gözler önüne sermiştir; ona, bilim adamlığının yanında iyi bir edebiyatçı da
diyebiliriz. Ana cümlelerin arasına yer yer ara cümlelerle girmesi, uzun ve
kompleks cümleler kullanması, konuyu anlamayı güçleştirmiştir. Nicholson’ın
anlatım dilinin ağır olmasının yanında tasavvufi terimlerin manasını İngilizce
olarak verme biçimi, konuyu anlamamızda uzun zamanımızı almıştır. Zaman zaman
eserde geçen Kur’ân ayetlerinin numaraları yanlış verilmiştir.
Nicholson, Ebu Said Ebu’l-Hayr
hakkında mükemmel biyografik materyallerin bulunduğunu ve çağdaş İran
mistisizmi hakkında bilgi verdiğini belirtmiş, onun yaşamı hakkındaki
eserlerden en eskisi olduğunu söylediği orijinal el yazması bir eserin de,
British Museum’da saklandığını açıklamıştır. Bu eserin
başlık ve yazar bilgisi
taşımadığını, fakat Jikovski’nin kendi eserinde bu el yazmasının Hulat-u
Suhanan olduğunu yazdığını belirtmiştir.[62] Bu eserin Hulat-u Suhunan-ı Şeyh
Ebu Said isimli menakıpname olduğu, amcasının oğlu Cemaleddin Ebu Ruh
tarafından yazıldığı İbn Münevver tarafından Esrâru’t-Tevhîd de belirtilmiştir.
Nicholson, bu eserden de yararlanmıştır. Daha sonra Ebu Said’in torununun
torunlarından birisi olan Muhammed b. Münevver b. Ebu Said b. Ebu Tahir Said b.
Ebu Said (v. 574/1178) tarafından Esrâru’t-Tevhîdfi Makamâtı’ş- Şeyh Ebi Said
adlı eseri yazılış tarihi tam olarak verilmese de, Oğuzlar tarafından
Horasan’ın yağmalanmasından epey sonra yazmış olduğunu söylemiştir.[63]
Nicholson, Ebu Said’in m. 1049 yılında öldüğüne, Oguz Türkleri’nin m. 1154
yılında Horasan’ı istila ettiklerine dayandırarak, Esrâru’t-Tevhîd’in Ebu
Said’in ölümünden en az 120, en çok 150 yıl sonra tamamlanmış olabileceği
sonucunu çıkarmıştır.[64] [65] Bu eserin ilk defa Rus şarkiyatçısı Jikovski
Valentin tarafından 1899 yılında Petesburg’da yayımlandığını ve bu çeviriden
Nicholson, Studies in Islamic 85
Mysticism kitabında Ebu Said i
incelerken yararlanmıştır. Esrâru t-Tevhıd, Fransızca’ya, Arapça’ya,
İngilizce’ye çevrilmiştir.[66] Hulat-u Sukunan ve Esrâru’t- Tevhîd fi
Makamâtı’ş-Şeyh Ebi Said adlı eserler ona kaynaklık etmiştir. A. G. Ellis,
Insan-ı Kâmikin kendisinde olan bir kopyesini Nicholson’a vermiştir. Hint
Devlet Kütüphanesinde sayfa 77’de bulunan yazma eserlerden faydalanmıştır.
Rhuvon Guest, İbnü’l-Farıd’ın Taiyye’sinin basılmamış çevirisini göndermiş ve
Nicholson’ın basımdan önce düzeltmesine izin vermiştir. Ignazio Di Matteo’nun
tefsir olarak çevirisini yaptığı İbnü’l-Farıd’ın Taiyyetu’l-Kübrd’nın bir
kopyasını Nicholson’a göndermiştir. Nicholson, Von Hammer tarafından çevrilen
İbnü’l- Farıd’ı başarısız bulmuştur. İsveçli akademisyen H. S. Nyberg’in
Keinere Schiften des Ibn al-Arabi (İbn Arabi’nin Kısa Yazıları, Leiden 1919)
adlı eserini iyi bir materyal olarak belirtmiştir. Prof. C. A. Nallino’nun
İbnü’l-Farıd’ın şiirlerine yaptığı eleştirel incelemesini içeren makalelerini
önemli bir katkı olarak
değerlendirmiştir.87 Nicholson,
kendi eserleri ve çevirileri başta olmak üzere çok çeşitli kaynağa baş
vurmuştur. Kitabının sonunda kaynakçaya yer vermemiştir; biz dip notlardan
kaynakçaları tespit etmeye çalıştık. Bunlardan başlıcaları şunlardır: Hucviri,
Keşfu’l-Mahcûb, (çev. Nicholson, Kashf al-Mahjub); Nicholson, Mystics of İslam;
Serrac, El-Lüma (çev.Nicholson, al-Luma); Mevlâna, Divan-ı Şems-i Tebrizi,
(Nicholson, Selected Poems from the Divan-ı Shamsi Tabriz); Mevlâna, Mesnevi
(çev. Nicholson, Masnawi of Jalaluddin Rumi); Nicholson, Studies in Islamic
Poetry; Nicholson’s two articles, A Moslem Philosophy of Religion (Cambridge
1915), The Sufi Doctrine of the Perfect Man (1917); Nicholson, Literary History
of the Arabs ve The Don and the Dervish; Prof. Browne, Literary History of
Persia; Hallac-ı Mansur, Kitab al-Tavasin, (çev. Massignon, Kitab al- Tawasin);
E. J. Gibb, History of Ottoman Poetry; Paul Loosen, Die weisen Narren des
Naisaburi (Strassburg 1922); Le Strange, The Lands of Eastern Caliphate;
Richard Hartmann, Al-Kuschairis Darstellung des Sufilums; MacDonald,
Devolopment of Muslim Teology; Prof. D. B. MacDonald, The religious Attitude
and Life in İslam ve Emational Religion in İslam of Affected by Music and
Singing in the Journal of the Royal Asiatic Society, (1901); in Encylopedia of
İslam, ‘Prof. MacDonald and Dr. Goldziher’; Bousset, Hauptprobleme der Gnosis;
Bertrand Russell, Mysticism and Logic; Goldziher, Neu-Platonische und
Gnostische Elemente in Hadit; Abdurrezzak Kâşânî, Istılâhâtu's-Sûfıyye, (Kâhire
1404) (çev. Sprenger, Istildhatu’l-Sufiyya); Nyberg, Kleinere Schriften des İbn
al-Arabî; Dr. Muhammed Ikbal, Devolopment of Metaphsics in Persia (London
1908); E.D. Fawcett, The World as İmagination; E. Caird, Hegel; İbn Arabi,
Tercemanu’l- Eşvak, (çev. Nicholson, Tarcuman al-Ashwaq, London 1911); Böhme,
Three Principles of the Divine Essence (trc. John Sparrow); H. Hirschfield, New
Researches into the Composition and Exegesis of the Qoran; Gazali, Mişkatu’l-
Envar, (çev. W. H. T. Gairner, Al-Ghazali’s Mishkat al-Anwar, London 1928 and
Ghazali-Problem in Der İslam); Tor Andrea, Die Person Muhammeds; Cürcani,
Tahrifat, (JurJani, Ta’rifat); Abdülkerim el-Cili,
Nevadir-ül-Ayniyyefil-Bevadir-il- Gaybiyye, (çev. Brockelmann,
al-Nawadiru’l-Ayniyya fi’l-Bawadiri’l-Gaybiyya);
Abdülkerim el-Cili,
Hakikat-ül-Hakayık ve Hakikat-ı Muhammediye; Siegfired, Philo von Alexandria;
Inge, Christian Mysticism; Musil, Arabia Petraea; Bigg, Chritian Platonist of
Alexandria; Abdulgani en-Nabulisi, İbnu’l-Farıd’s Ta’iyya; Raşid b. Galib
(Rushayyid b. Ghalib al- Dah Dah), İbnü’l-FarıdDivanı (Diwan of Ibnu’l-Farıd,
Marsilya 1853J; Abdürrezzak Kaşani, Şerhu Fusûsi'l-Hikem; E. H. Whinfield,
Masnavi I Ma'Navi; Hammer-Purgstall, The Taiyyat’l-Kubra, (Viyana 1854); The
Taiyyatu’l-Kubra (Tefsiri); Abdülrezzak Kaşani, Kashfu’l-Wujuhi’l- Ghurr
li-Ma’dni Nazmi’l durr (Keşfu vücûhi'l-gur li me'ânî nazmi'd-dür, Kahire 1319)
, Abdulgani en-Nablusi, Keşfü Sırrü’l-Gamız fi Şerhi Divan-ı İbnü’l-Farız,
(Kashfu’l-Sirri’l-Ghamid fi Sharhi Divan İbnu’l-Farıd, in British Museum);
Ignazio Di Matteo, Ta’iyyatu’l-Kubra (İtalyanca, Roma 1917); Prof. Nallino, Rivista
Degli Studi Orientali (Roma 1919); Nöldeke, Skeches from Eastern History (çev.
J. S. Black); Sir Charles Lyall, Ancient Arabian Poetry; Feridüddin Attar,
Tezkiretü’l- Evliya; Subki, Tabakatu’l-Safiyyetu’l Kübra, (Kahire 1324); İbnü’l
Farıd Divanı (Latince, Poeseas Asiaticae Commentarii, Sir William Jones, edit,
Lord Teignmouth); Grangeret de Lagrange, Anthologie Arabie; J. W. Markall,
Select Epigrams from the Greek Anthology; Everlyn Underhill, Mysticism; W. Y.
Sellar, The Roman Poets of the Republic; Cami, Nefahatü’l-Üns (editör, Nasssau
Lees); Halid Ahmed Nizami, Studies Islamic Mysticism an Otobiographical Resume
of Plans and Project, (Hindistan 1997); Cili, Bismillahirrahmanirrahim
(Bismi’l-ab wal-um wa’l-ilm); Mevlevi ‘Abdu’, Wall in the Journal of the
Asiatic Socety in Bengal (1909); Abdülkerim el-Cili, İnsan-ı Kâmil (Kahire h.
1321); İbn Arabi, Futhatu’l-Mekkiye (Kahire) ve Fusûsu’l-Hikem; Gazali, İhyau
Ulûmi’d-Din ve Kur’âri dır.
III. TESİRLERİ
Nicholson, inceldiğimiz bu
eserinde bir çok tasavvufi konuyu ele almıştır. Şiir çevirilerinden tahkike,
klasiklerden onları tercümeye, sufi kavramlardan biyografilere kadar hemen her
konuya değinmiştir. Tasavvufun kökenini ve en zor anlaşılabilen kavramlarını
detaylı bir şekilde incelemiştir.
Nicholson, Arap ve İran şiiri
arasındaki farkılılıkların görülmesini sağlamak için İbnü’l-Farıd ve Abdülkerim
el-Cili’yi ele almış, onları kıyaslamıştır. İran şairlerinden Feridüddin Attar
(v. 627/ 1229), Mevlâna, Hayyam (v. 526/1132), Sadi Şirazi (v. 691/1292), Hafız
(v. 720/1318) ve Cami’nin (v. 898/1492) şiirlerini örnek olarak göstermiştir.
Ebu Said’e geniş yer vererek tanınmasına yardımcı olmuştur. İbn Arabi’nin
Vahdet-i Vücûd anlayışı etrafında dört sufinin fikirlerinin görülmelerini
sağlamıştır. Abdülkerim el-Cili’nin insan-1 Kâmil kitabını ele alarak, hem onun
bu kitabını, hem yazarı Cili’nin tanıtımını yapmış, hem de Hakikât-ı
Muhammediyye’yi yorumlamaya çalışarak, Batı’ya bu konuyu tanıtmıştır.
Nicholson’ın Vahdet-i Vücûd ve Hakikât-ı Muhammediyye konularını doğru olarak
algılayıp algılamadığı tartışılır ama, bu konulara dikkat çekerek Batı’da ve
dünyada bu konulara ilginin artmasında önemli bir katkısı olduğu tartışılamaz.
Bizim ülkemizde halen Ebu Said ve İbnü’l-Farıd fazla bilinmemektedir. Ebu Said,
son günlerde Süleyman Uludağ’ın Esrâru’t-Tevhîdin Türkçe çevirisi Tevhidin
Sırlarımda bahsettiği “Gel! Gel! Ne olursan Gel!” rubaisinin Ebu Said’e mi,
yoksa Mevlâna’ya mı ait olduğu tartışmalarıyla gündeme gelip, merak
uyandırmıştır.
Nicholson’ın bilim adamlığını,
Arap ve İran şiirinden tercüme ettiği bazı edebi eserlerle birleştirip, iki
farklı dil ve kültürlerin tasavvuf noktasında aynı olmalarının görülmelerini
sağladığı görüşü[67] benimsenmiş olsa da, Studies in Islamic Mysticism"de
tam tersi, aralarındakı farklılıkların ve ırksal zıtlıkların önemine değinmiş
ve bu hususu göstermek istediğini[68] düşündürmüştür.
Nicholson, etrafındaki genç
şarkiyatçılara çeşitli kaynaklar, fikir ve metodlar bakımından önemli veriler
sağlamıştır. Çoğunlukla şiirleri asıllarıyla beraber vermesi, bu alanda çalışan
öğrencilere büyük kolaylık sağlamıştır. Batı’nın Muhammed İkbal’i (v. m. 1938)
tanımasına vesile olmuştur.[69] Nicholson’ın eserleri ve derlemeleri bugün bile
araştırmacılar tarafından sık sık başvurulan kaynaklardır. Son dönem Mesnevi
mütercim ve şarihleriden Şefik Can’ın (v. m. 2005) Nicholson’ın Mesnevi şerhini
çok güzel bulduğu[70] ve kendisinin hazırladığı VI cildlik Mesnevi çevirisini
hazırlarken büyük oranda onun Mesnevi şerhinden yararlandığı ileri sürülmüştür.[71]
Nicholson, Literary History of the Arabs isimli çalışmasıyla, İngilizce’ye
İslâm Edebiyatı ve Tasavvufu konularında klasik bir eser kazandırmıştır.
Studies in Islamic Mysticism'in İngilizce’den başka dile uzun bir süre çevirisi
olmamasına rağmen, pek çok konuya kaynaklık ettiğini ve edeceğini
söyleyebiliriz.
IV. MUHTEVASI
Nicholson, Studies in Islamic
Mysticism'de, dört tasavvuf pirinin tarihi ve olağandışı öykülerini işlemiş,
onların tasavvufi görüşlerini, felsefelerini ve teolojilerini ele almıştır. Ebu
Said Ebu’l-Hayr’ın hayatını ve onun tasavvuf tarihindeki önemine değinmiş,
Esrâru’t-Tevhîd'in menkıbelerinin önemli bir kısmını, Ebu Said’in hayatının
hemen tamamını vermeye çalışmış, sözlerinden ve şiirlerinden örnekleri
özetlemiştir. Abdülkerim el-Cili’nin însan’ı Kâmil kitabının tanıtımı ve
hakkındaki görüşlerini belirtmiş, İbnü’l-Farıd’ın kasidelerine İngilizce olarak
yer vermiş ve İbn Arabi’nin Fusûsü’l-Hikem adlı eserini özet olarak vermiştir;
ayrıca Cili’nin Ayniye'sinin orijinal dili olan Arapça ile vermiştir.
Nicholson, Arap sufileriyle, İran
sufilerini ele almış ve yer yer Arap şiiri ile İran şiirini karşılaştırmıştır.
Nicholson’ın incelemekte olduğumuz eserinde yer alan Ebu Said’in, Abdülkerim
el-Cili’nin, İbnü’l-Farıd’ın ve de İbn Arabi’nin en önemli ortak özellikleri
olan ‘Vahdet-i Vûcud’ görüşlerine, ‘fenâ ’ hallerinde ilahi aşkı anlatan
sözlerine ve şiirlerine yer verirken onların farklılıklarını göstermek
istemiştir. Onların kendilerine özgü kullandıkları sembollerden, duygularını
ifade ediş biçimlerinden, tasavvufun her ırkta, her kişide farklı yaşandığını
anlatmaya çalışmıştır. Studies in Islamic Mysticism'de yer alan dört tasavvuf
büyüğünün her biri başlı başına bir araştırmayı gerektirmektedir. Ebu Said
Ebu’l-Hayr’ın hayatını geniş ele alacağımız için burada yer vermedik.
Abdülkerim el-Cili ve kitabı însan-ı
Kâmil, İbn Arabi ve kitabı
Fusûsu’l-Hikem, İbnü’l-Farıd ve Divan’ı kısaca ele alınacaktır.
A. Abdülkerim el-Cili ve İnsan-ı Kâmil’i
Bıkkındaki Makalesi
Kutbüddîn Abdülkerim b. İbrahim
b. Abdülkerim el-Cili, XV. Yüzyılda yaşamış, verdiği eserlerle önemli etkiler
sağlamış, özellikle el-Insanü’l-Kâmil fi- Marifeti ’l-Evahir ve ’l-Evail adlı
eseriyle tanınmış alim ve mutasavvıftır; 767/1365- 66 Bağdat yakınlarında olan
Cil kasabasında doğmuştur. Tasavvufi eğitimini Şereffüddin İsmail bin İbrahim
el-Ceberti’nin yanında yapmıştır.[72] [73] Abdülkerim el- Cili’nin, Gilani,
Geylani, Cilani isimleriyle de anıldığı ifade edilmiştir. Katip Çelebi (v. m.
1657), ve ondan bilgilenen Brockelmann (v. m. 1956), Abdülkerim el- Cili’nin,
Abdulkadir Geylani’nin (v. 562/1166) torununun oğlu olduğunu
belirtmişlerdir. Abdülkerim
el-Cili’nin özel hayatı hakkında fazla bilgi yoktur. Bıraktığı eserlerinden
onun, Hanbeli mezhebine ve Kadiriyye tarikatına mensup olduğu düşüncesi
çıkarılmıştır. Abdülkerim el-Cili, Bağdat’da, 832/1428 de vefat 94 etmiştir.
Abdülkerim el-Cili’nin
el-Insanü’l-Kâmil fi-Marifeti’l-Evahir ve’l-Evail adlı eseri, İbn Arabi’nin
Fusûs’u kadar değilse de, tasavvuf tarihinde etkisi olan ve üzerinde şerhler
yapılan önemli bir eserdir. Önemli tasavvuf araştırmacılarından biri olan
Nicholson ve onun öğrencisi olan Ebu’l-Alâ Afifi’ye göre, Abdülkerim elCili,
kendine özgü bir tasavvuf anlayışı olsa da, o bir İbn Arabi takipçisidir ve
katı bir Vahdet-i Vucûd mensubudur.[74] Nicholson’ın, Abdülkerim el-Cili’nin
İnsan-ı- Kâmil’vKi (the Perfect Man) incelerken, onun eserinde Vahdet-i Vücud
izlerini aradığı söylenebilir.
Nicholson, “İnsan-ı Kâmil”
teriminin ilk olarak İbn Arabi tarafından kullanıldığını söylemiştir.[75] O,
Abdülkerim el- Cili’nin, bütün yaratılmış şeylerin İlahi Güzelliğin yansıdığı
bir ayna olduğunu, İnsan-ı Kâmil’in bütün İlahi Sıfatları
yansıttığını[76] ve Allah’ın
kendi suretinde yaratılan bir kopyesi olduğunu ve onun da Muhammed (s.a.v.)
olduğunu söylediğine[77] değinmiştir. Nicholson, İnsan-ı Kâmil zümresinin
sadece Hz. Adem’den Hz. Muhammed’e (s.a.v.) kadar gelen peygamberlere mahsus
olmadığını, aynı zamanda sufiler arasında en üst derecedekilerini de
kapsadığını ifade etmiştir. Bu kimselere ‘evliya’ dendiğini, tekil şekli olan
‘veli’ kelimesinin esas anlamının ‘yakın’ demek olduğunu, ‘dost’, ‘(protege)
korunan’, ‘ (devotee) aşık’ anlamlarında kullanıldığını söyleyerek velinin
profilini çizmeye çalışmıştır. Onun tespitlerine göre: 1- aracı olarak, 2-
kozmik bir güç olarak, velinin iki özel fonksiyonu vardır; İnsan-ı Kâmil,
alemin varlığını devam ettirebilmesi ona bağlı olduğu için, ‘Bir’ ile ‘Çoğu’
birleştirendir.99
Nicholson, Muhammedi dindarların
hayatında velinin önemli bir yer tuttuğuna değinmiştir; velinin türbesini
ziyaret edenlerin, onun ruhuna tevdi ederek Allah’a dua ederlerse, onun adıyla
Allah’ın onların dileklerini yerine getirdiğini, elbisesizlere yardım,
hastalara şifa, çocuksuzlara çocuk, açlara yiyecek bağışladığını ifade
etmiştir.100 Nicholson, veliler arasında en tepedeki ‘kutb’ dan en alttaki
veliye uzanan bir hiyerarşi olduğunu belirtmiştir ve bu görünmez ve devlet
sistemine benzeyen yönetim şeklinin devam edip gittiğini söylemiştir.101
Böylesi deneyimlerin ve inanışların (Tanrı ile insanın ilişkisinin), tek
Tanrılı Kur’ân” dan uzaklaştırarak, panteistik ve monistik felsefeye
meylettiğini ileri sürmüştür.102
Nicholson, birçok müslüman gibi
sufilerin de, bir hıristiyan doktrini olan iki tabiatlı Tanrı’nın varlığına
inandıklarını söylemiştir. Hallac’ın (v. 309/922) “Ene’l- Hakk!” sözünü bu
bağlamda değerlendirmiştir. Yahudi geleneğindeki ‘Adem’i Allah’ın kendi
suretinde yarattığı düşüncesinin, çok bilinen, '“Ben gizli bir hazine idim, bilinmek
istedim.” Kudsi Hadis’inde de olduğunu öne sürmüştür.103 Nicholson, dindar
Gazali’nin (v. 505/1111) bile hiçbir şeyin ona bu büyük sırrı ifşa
ettiremeyeceğini söylemesine yer vermiştir. O, Hallac’ın Tanrı’nın özün özü aşk
olduğu, tanınmak, sevilmek için
alemi ve insanı yarattığı ve insanı kendi suretinde yarattığını ifade eden
sözlerine yer vermiştir. Bütün bunlarda Nicholson, Hıristiyanlık etkileri
görmüştür. O, Hallac doktrinini, tek tanrıcılığın ışığı olarak görmüş,
Hallac’ın zalimce şehit edildiğini söylemiştir.104 Nicholson, Abdülkerim
el-Cili’nin, insanın Allah’ın suretinde yaratıldığına, evrenin de insanın
suretinde yaratıldığına dair sözlerine değinerek, insanın makrokozmoz olduğunu
ima 105
etmiştir.10
Nicholson, “Abdülkerim
el-Cili’nin eserindeki varlığın iki türlü olduğunu, ‘Mutlak Varlık (Pure
Being)’ ve yoklukla karışık ‘Bir’lik olduğunu belirterek, insanı anlatırken
Cili’nin ‘Anka’yı (efsanevi kuş) kullandığını, bunun da, insan gibi mutlak
değil, yoklukla da karışık olduğunu vurgulamıştır. Abdülkerim el-Cili’nin bu
fikrinin İbn Arabi ile örtüştüğünden bahsetmiştir.106
O, Abdülkerim el-Cili’nin
‘İnsan-ı Kâmil’inin Hz. Peygamber’in zahiri olduğunu, yani ‘Hakikat-ı
Muhammediyye’ olduğunu söylediğini ifade ederek, onun bu anlatımıyla Hz Peygamber’i,
varlığın özü olması ile Hz İsa (Christ) gibi görmüştür. Ama benzerlik ne kadar
büyükse, Hz. İsa farklılıkta o kadar büyüktür (IV. İncil ve Paul’ün
mektuplarına göre). Nicholson burada, Hz. İsa imajıyla tamamen aynı olduğu
düşüncesinde değildir. Abdülkerim el-Cili’nin fikirlerinin aslının, Hallac’dan
ve kendisinden sonra gelenleri etkilemiş olan İbn Arabi’den alınıp,
geliştirilmiş gibi olsa da her yerde onlarla örtüşmediğini, ancak onlarınki
gibi açık ve anlaşılır olduğunu belirtmiştir.107 Nicholson, Cili’nin bu
felsefelerine rağmen bir müslüman olarak kaldığını söylemiştir. “Jili remains a
Moslem in spite of his philosophy.” 108
Nicholson, Abdülkerim el-Cili’nin
‘Âma’ (Lâ Taayyun; Zat; Mutlak Vücud) konusundaki düşüncelerinin, İkbal,
Schopenhauer ve Von Hartmann’ın teorileriyle karşılaştırılabileceğini
söylemiştir. O, Cili’nin ‘Âma’yı, sıfatların ve nisbetlerin olmadığı, hiçbir
şeyin zuhurunun olmadığı “Mutlak Varlık” olarak ifade ettiğini ve bu konuya Hz.
Peygamber’in “Allah yaratmadan önce neredeydi?” sorusunun cevabı olarak
açıkladığını belirtmiştir. Nicholson, Cili’nin varlık biliminin mantığa dayalı
olduğunu ve onun metodunun garip bir şekilde Hegel’in mantığıyla benzeştiğini
iddia etmiştir.[78] [79]
Nicholson, “İnsan-ı Kâmil” ile
Hinduizm’deki Vedanta’daki “Varlığı” karşılaştırmıştır. Her iki görüşte de,
Allah’ın zatının tek olduğu, sıfatlarının çok olduğu düşüncesi vardır.[80] O,
İbn Arabi’de ve Abdülkerim el-Cili’de de olan bu fikrin, Jakob Böhme tarafından
da zikredildiğini söylemiştir.[81] Nicholson, Abdülkerim el Cili’nin, sufilerin
kapasitelerine, bilgilerine, bağlılıklarına göre Allah’tan bilgi aldıklarını
söylediğini, vurgulamıştır. O, Abdülkerim el Cili’nin, Allah’ın hulul
olmaksızın, kendi varlığından insana bir ruh vermiş olduğunu, bu cevherin ne
Allah’tan ayrı ne de gayrı olduğunu, buna da ‘Ruh’ül-Kudus’ dediğini belirtmiş,
dip notta, ortaçağda bir çok Hıristiyan mistik tarafından bu doktrinin
öğretildiğine vurgu yapmıştır.[82] [83] Nicholson’ın da belirttiği gibi, bu
durum Abdülkerim el-Cili’nin İnsan-ı Kâmil kitabında, Hz. İsa’nın vasfıdır.
“Biz onu, 113
Ruh ıd-Kııdııs le leyidettik...
(Bakara 2/87) sözleriyle açıklanmıştır.
Nicholson, Abdülkerim el-Cili’nin
Vahdet-i Vücud anlayışını Panteizm gibi algılamış ancak, Abdülkerim el-Cili’nin
anlayışında ceza olduğunu, günahkarların cehenneme atılacağını, onun delil
gösterdiği “Benim rahmetim gazabımın önüne geçer.” Hadis’ini örnek vermiştir.
Nicholson, panteizmin kötüye izin vermeyeceğini söyleyerek, Cili’yi yanlış
anladığını göstermiştir.[84] Zira Vahdet-i Vücud’da kötü yoktur, herkesin
cehennemden kurtulacağı vardır veya insanın, verilecek cezayı hoşuna gidecek
şekilde algılayacağı ve bu durumdan kurtulmak istemeyeceği vardır. Abdülkerim
el-Cili’nin profilini çizdiği Allah, daha çok rahmet sıfatlarıyla
tanımlanır.[85] Bu konuya ısrarla dikkat çekerek, İslâm’da ceza ve korkutmanın
olduğunu ve tasavvufun İslâm menşeili olmadığını sık sık vurgulamaya
çalışmıştır.
Nicholson, însan-ı Kâmil kitabını
okuyan birinin, Abdülkerim el-Cili’nin Hıristiyanlık’tan alınmış fikirlerden
derin bir şekilde etkilendiğini farketmekte sıkıntı çekmeyeceğini, bu
fikirlerin, Yahudilik’ten mi, Gnostikler’den mi yoksa başka ilkelerden mi
geldiğinin belli olmadığını söylemiştir. “No one who reads the Insanu ’l-Kamil
can fail to discern that its author was profoundly influenced by Christian
ideas, though it is not always possible to separate these form the Jewish,
Gnostic and other elements with which they are intermingled.”[86] Nicholson,
Abdülkerim el-Cili’nin Hıristiyan fikirlerin tahrif edilmiş olduğunu
söylemesine rağmen, yine de o, Cili’nin bu fikirlerden etkilendiğini iddia
etmiştir. Hz. Peygamber ve Hz. İsa her ikisinin de Rabb’in Rububiyet sırlarını
açıkladıklarını, ancak Hz. Peygamber’in sembollerle örttüğünü, Hz. İsa’nın ise
açıkça söylediğini ileri sürmüştür. Bu durumun da Hz. İsa’nın takipçilerinin
kafir olmalarına sebep olduğunu ve Üçlü Tanrı’nın üçüncüsü olarak Hz. İsa’ya
tapındıklarını iddia etmiştir. Nicholson Üçlü Tanrı’yı (teslisi),
Baba-Anne-Oğul şeklinde ifade etmiş ve bu üçlemenin Kur’âri da da olduğuna
dikkat çekmiştir. “On the other hand, both Jesus and Mohammed revealed the
mystery of Lordship; but whereas Mohammed cloaked it in symbols and made it an
esoteric matter, Jesus proclaimed it openly andworshipped him as the third of
three Divine Persons, namely the Father, The Mother, and the Son. This form of
Trinity, by the way, appears in the Koran; it is not a grotesque which still
survives amongest the tribes of the Syrian desert.”[87] O, Abdülkerim
el-Cili’nin bir panteist sayılması gerektiğini belirtirken onu, ne katıksız bir
filozof, ne de onun her zaman vecd halinde olmadığını, söylemiştir. “Jili must
be called a pantheist in so far...”, “...the author of the Insânu ’l-Kâmil is
neither a pure philosopher at any time nor an ecstatic always.” [88]
Nicholson, Abdülkerim el-Cili’nin
Ayniyye’de, ‘İnsan-ı Kâmil i şiirsel (edebi) formda özetlenmiş bir şekilde
verdiğini söylemiştir. Onun Ayniyye kasidesinin British Museum’da bulunan
elyazmasının Abdülgani en-Nablusi’nin yorumunu da içeren Arapça kopyesinden bir
alıntıyı kitabına eklemiştir. O, Ayniyye’mn şiirsel biçimini beğenmemiştir;
şiir olarak mükemmel bulduğu İbnü’l-Farıd’ın Taiyye’si ile kıyaslanamayacağını
ileri sürmüştür. [89] [90] Abdülkerim el-Cili’nin Ayniyye’ sinden ve
şiirlerinden kısa bölümler vererek biraz fikir edinebiliriz:
“Tecelli ettin eşyaya, ta,
yarattığın zamandan;
O işte...senden ırak gibi perde
sarındığından...
Bitişilmiş hiç değilsin, ne de
ayrılan bir paysın;
Sen, ancak bir pay verdin kainata
güzel zatından...
Rütbenin hükümleridir, eşya
gerektirdi onu;
Uluhiyet sıfatı zıddı da toplar
olduğundan...
Kainat sensin bir Hak olarak,
sensin önderimiz;
“Aşk-ı ilahi öyle bir şaraptır
ki, sana gecenin en karanlık zamanında güneşi
gösterir..................................
Bu şarabın evsafı ve
mahiyetindeki meziyyatı, ifadeden balaterdir.................
Bu şarab, nur-ı mahz olan
güneştir. Güneş değil, leyl-i zulmadır.
Bu şarab, bir hayret-i uzmadır
ki, insana teenni ve tebassur usul-i aliyesini
öğretir..................................
Ayn-ı ziya değil, yüz değildir.
Mahz-ı hüsündür, mahz-ı hüsün değil, öperken dudakları parlatıcı olan yüzdür.
Kokudur, ıtır değil; ıtırdır,
koku değil; şaraptır peymanesi yok. Şarap değil,
121
ayn-ı peymanedir......
B. İbn Arabi ve Fusûsu’l-Hikem’i Bıkkındaki
Makalesi
Muhyiddin Muhammed b. Ali b.
Muhammed el-Arabi et-Taî el-Hatimi, Ramazan 560/Temmuz 1165 tarihinde
Endülüs’ün güneydoğusunda bulunan Mürsiye’de doğmuştur. Babası Ali b. Muhammed,
Endülüs’te, çok Kur’ân okuyan, fıkıh ve hadis ilmi ile uğraşan dindar ve saygın
bir kişidir; zamanın ünlü filozofu İbn Rüşd yakın arkadaşıdır. Annesi Nur
hanım, ensar soyundan gelmiştir; bir kadın veli olan Fatıma bintü’l-Müsenna’nın
sohberlerine iştirak etmiştir. İbn Arabi, soylu bir Arap sülalesinden geldiğini,
atalarının Beni Tay kabilesinden olduğunu ve dedelerinden biri olan Hatim
et-Tai’nin de ünlü bir sufi olduğunu belirtmiştir. O, sekiz yaşına geldiği
zamanlarda İşbiliye’ye (Sevilla) ğöç etmiştir. O, ilk gençlik yıllarını,
aralarında İbn Tufeyl (v. 581/1185), İbn Rüşd (v. 595/1198) ve İbn Zühr (v.
464/1162 ) gibi meşhur ilim ve fikir ehlinin de bulunduğu, çok geniş yelpazeli
bir kültür ortamı olan Endülüs’ün başşehri İşbiliye’de geçirmiş ve İbn Rüşd’ün
isteği ile onunla yakından görüşmüştür. Manevi bir işaretle, bazan ondört ay
kadar süren halvet ve riyazetlere çekilmiştir. Bu halvet ve riyazetlerin
sonucunda keşf yoluyla bilmediği şeyleri öğrendiğini ifade etmiştir.[91] [92]
İbn Arabi, ilk Kur’ân derslerini komşuları Ebu Abdullah el-Hayyât’tan, İbn Hubeyş,
İbn Atâ, İbn Baki ve İbn Vâcib gibi hadisçilerden Hadis dersleri almıştır. İbn
Arabi, üç yüzden fazla şeyhten ders almıştır ve ilk şeyhi de Ebu’l-Abbas
Uryebi’dir.[93] Onun en önemli şeyhlerinden birisi olan Ebu Medyen Şuayb
el-Mağribi (v. 590/1194), o dönemin önemli şeyhlerindendir; Abdülkadir Geylâni
(v. 561/1166) Şarkın şeyhi ‘Şeyhü’l- Meşrık’, Ebu Medyen de, Mağrib’in şeyhi
‘Şeyhü’l-Mağrib’olarak tanınmıştır.[94]
İbn Arabi’ye fikirlerinden dolayı
‘Şeyhü’l Ekber’, dini ilimlerde müceddid olmasından dolayı da ‘Muhyiddin’
lakapları verilmiştir.[95] Daha sonra Mısır, Mekke oradan da Anadolu’ya geçmiş,
Erzurum, Sivas, Malatya ve Konya’da bulunmuştur. En sonunda bulunduğu Şam’da
638/1240 vefat etmiştir.[96]
İbn Arabi, pek çok eser
yazmıştır; en önemlileri, Fusûsu’l-Hikem ve el- Futûhatü’l-Mekkiye ’dir.[97] O,
Fusûsu’l-Hikem’i, Peygamber’in (a. s. ) işareti ile, el-
Futuhâtul-Mekkiye"yi direkt Allah’dan gelen ilhâmla yazdığını
söylemiştir.[98] 550 civarında eseri olduğu sanılan İbn Arabi’nin günümüze 245
tane eseri gelmiştir. Onun düşünceleri her zaman ya çok yerilmiş, ya da çok
beğenilmiştir.[99] İbn Arabi, tasavvufta tefekkürün en önemli temsilcilerinden
biridir ve Vahdet-i Vücud konusunu[100] kendine özgü metodu ve izah tarzı ile
özgün bir felsefe (tasavvuf felsefesi) haline getirdiği ileri sürülmüştür.[101]
Nicholson, Studies in Islamic
Mysticism"de İbn Arabi’nin Fusûsu’l Hikem kitabının özetine yer vermiştir.
O, Abdülkerim el-Cili’nin o devirde bilinmediğini, onun, İbn Arabi’den
etkilendiğini, Fusûs’a çok şey borçlu olduğunu belirtmiş ve Fusûs’un, Cili’nin
însan-ı Kâmikine benzediğini söylemiştir. O, Abdülkerim el- Cili’yi, İbn
Arabi’nin takipçisi, Fusûs’un şarihi olarak görmüş görmüş ve her iki yazarın da
aynı tasavvufi felsefeden esinlendiklerini, ve aynı metodları da
kullandıklarını söylemiştir, ama yine de aralarında farklılıklar ve kendilerine
özgü tarzların varlığına işaret etmiştir.[102] İbn Arabi’nin daha çok
kerametleri ön plana çıkarıp, müşahedeleri kendisine saklamış olduğuna vurgu
yapmıştır. O, Fusûs’un, Kainat ve Allah ilişkisini, Allah’ın İlah olup
olmadığını, Allah’ın Allah olduğunun bilinmesi için varlığa ihtiyacının olup
olmadığını ele aldığına değinmiştir. Abdülkerim el-Cili’nin profilini çizdiği
Allah’ın, daha çok rahmet sıfatlarıyla tanımlandığını söylemiştir.
İbn Arabi, ‘İnsan-ı Kâmil’i,
Allah’ın sıfatlarının en güzel temsilcisi ve kainatın içinde dürülü olduğu bir
mikrokozmoz olarak degerlendirmiştir.[103] îslam Felsefesi Tarihi kitabında,
İbn Arabi’nin Kelime’yi (logos; Muhammed’in hakikati), İlk Akıl ya da
Yeni-Platoncu kozmolojinin Külli Aklıyla aynileştirdiği ileri sürülmüştür ve
İbn arabi’ye göre insanın, Allah’ın bütün Esma ve Sıfatlarının aksettiği varlık
olduğuna ve Allah’ı tam marifetle bilmenin yalnızca insana özgü olduğuna dair
fikirlerine yer verilmiştir.[104] İnsan-ı Kâmil deyimini ilk defa kullanan İbn
Arabi’dir ve daha sonra bu nazariyeyi üvey oğlu Türk mutasavvıf Sadrettin
Konevi geliştirmiştir.[105] İbn Arabi de, Allah’ın İnsan-ı Kâmil’de tecellisini
ayna benzetmesi ile vermiş, İnsan-ı Kâmil’den daha mükemmel bir varlık
olmadığını söylemiştir; Kur’ân’ da “Allah’ın yer yüzündeki halifesi” tabiriyle
ifade edilmiştir; İbn Arabi burada insanın İlahi Sıfatlarla bezenmesinin
kastedildiğini söylemiştir.[106]
Abdülkerim el-Cili, Vahdet-i
Vûcud anlayışına farklı bir boyut getirdiği için sıradan bir şarih olarak
değelendirilmemelidir. Bazan aşırı ifadeler kullanır, öyle coşkuludur ki ‘İnsan
Allah’tır’ diyebilir. Nicholson, genel olarak İbn Arabi’ye gönderme yapmıştır;
kainat ile Allah ilişkisini, Allah’ın İlâh olup olmadığını sorgulamış, “Hakk’ın
Zat’ı bilinebilir mi?”, “Halk henüz yokken, Allah’ın yalnız kendisi varken
bilinebilir mi?” sorularına cevaplar aramıştır. O, Gazali gibi halk yokken de
bilinebileceğini, kainatı yaratmadan önce de O’nun İlâh olduğunu söylerken, İbn
Arabi, ibadet eden olmazsa Allah’ın varlığının ortaya çıkmayacağını
söylemiştir. Nicholson, Fusûs’un bu fikirler etrafında dönüp durduğunu iddia
etmiştir. Bu doğru değildir; Fusûs’un asıl anlatmaya çalıştığı şey, Hakk’ın
birliği (Tevhîd) ve Vahdet’tir. Fusûs’un özü Tek’lik ve çokluk açısından Kesret
ve Vahdet tartışmasıdır. Varlık tektir, o da Vahdet’tir, Hakk’tır.[107]
Nicholson, İbn Arabi’nin Tanrı
Tek’tir fakat, ilk tek rakam ‘1’ değildir, ‘3’ tür; ’0’ ve ‘1’ numaralamada
anlamsızdır, sadece bir nesnedirler; bütün numaraların ‘2’ den yukarı doğru
gittiğini ileri sürdüğünü ve o, bu durumun Teslis’i (triplicity) içerdiğini
ileri sürmüştür. [108]
Nicholson, Fusûs’un sistemli bir
anlatımının olmadığını vurgulamıştır.[109] O, İbn Arabi’nin sık sık Kur’ân’dan
ayetlere baş vurduğunu, bunu da görüşlerine bilgi edinerek, öğrencilerinin iyi
anlamalarını sağlamaya çalıştığını söylemiştir.[110] İbn Arabi’nin bilginin
objeye tabii olduğu şeklindeki görüşünün (bilginin-bilinene tabii
olduğu) insanın yaptıklarından
sorumlu olmadığı fikrini onaylamayıp, yanlış bulmuş, ispat edilemeyeceğini
ileri sürmüştür.[111]
Nicholson yine İbn Arabi ile
Abdülkerim el-Cili’yi karşılaştırmış, ikisini de dini açıdan çok toleranslı
bulmuştur. Onların, cehennem ateşinde kalınsa bile acı çekilmediğini, eninde
sonunda ceza çekmenin durdurulacağına inandıklarını belirtmiştir.[112] O, Fusûs'da,
Abdülkerim el-Cili’nin Mutlak Varlığa atfettiği türden Platonvari bir zuhuru
hatırlatacak bir şey olmadığını söylemiştir; İbn Arabi’nin Bir’in çoğa
nisbetini bazı metaforlarla açıkladığını belirtmiştir. ‘Feyz’, ‘tecelli’,
‘tahallul’, ‘tefsiri’ örnek olarak vermiştir. O, Fusûs'un panteizmde anlatılan
sistemli bir anlatımı olmadığını söylemiştir.[113] Nicholson, ayrıca aşkı,
Allah’ın tapıldığı en yüce form olarak değerlendirmiştir.[114]
Nicholson, İbn Arabi’nin Hz.
Peygamber’e ‘Habibullah’ dendiği için, İslâm’ın bir ‘aşk’ dini olduğunu ileri
sürdüğüne, Mystics of İslam'da değinmiştir. Fakat bu aşk konusunun bazı
izlerinin Kur’ârida olabileceğini belirtmiş ancak, ana kaynağının Hıristiyanlık
olduğunu iddia etmiştir. En eski sufi eserlerde, Kur’âri ın Allah korkusuna
ağırlık verdiğini söylemiştir.[115]
C. İbnü’l-Farıd ve Eserleri Hakkındaki
Makalesi
İbû Hafs (Ebü’l-Kasım) Şerefüddin
Ömer b. Ali b. Mürşid es-Sa’di el-Hamevi el-Mısri, 577/1182 yılında Kahire’de
dünyaya gelmiştir. Ona Sultan-ül-Aşıkın (Aşıkların Sultanı) da denmiştir; daha
çok İbnü’l-Farıd ismiyle tanınmıştır. Peygamber’in sütannesi Halime’nin
kabilesi olan Benî Sa’d mensubu olduğu için ‘Sa’dî’ ismini, Hama’lı olduğu için
‘Hamevî’ ismini, Mısır’da doğduğu için de ‘Mısrî’ isimlerini almıştır. Babası
Ali b. Mürşid, Suriye’nin Hama şehrindendir, fakat, deprem nedeniyle Mısır’a
göç etmiştir.[116] Babası, mahkemede kadınların miras ve nafakalarını tespit
işiyle uğraşmasından dolayı “Farız” lakabıyla anıldığı için o, “İbnü’l-Farıd
(Farız)” ismiyle ünlenmiştir.[117] Onun ilk hocası babasıdır; sonra Ebu
Muhammed İbn Asakir’den hadis dersleri almıştır. O, Şâfii fıkhı, Arap dili ve
edebiyatı dersleri de almış ve bu konuda ileri seviyelere ulaşmış olmalı ki,
Münziri ve başkaları kendisinden hadis rivayet etmiştir. Sonra tasavvuf yoluna
yönelmiş, yalnızlığa çekilmek için babasından izin alıp Mukaddam dağına, orada
bulunan harabelerdeki terk edilmiş mescidlere gitmiş, oralarda bir süre kalmış
ama, istediği noktaya gelememiştir.[118] İbnü’l-Farıd, medreseye gittiği bir
gün, Şeyh Bakkal’la karşılaşmış, onun abdest alış biçimini uygun bulmamıştır
ama sonra onun bu hatayı bilerek, melamet için yaptığını öğrenmiştir ve ona
itaat etmiştir. Şeyh Bakkal’ın onun aradığını Mısır’da bulamayacağını, Mekke’ye
gitmesi gerektiğini söylemesi üzerine o, derhal Mekke’ye gitmiştir. Mekke
civarındaki dağlarda, çöllerde çile çıkarmış ve manevi perdeler orada açılmaya
başlamıştır.[119]
İbnü’l-Farıd, Mekke’de bulunurken
628 yılında Sühreverdî (v. 632/1234) ile görüşmüştür. Hemen Mısır’a dönmesini
isteyen bir iç sesi üzerine Mısır’a dönmüş ve Şeyh Bakkal’ı ölüm döşeğinde
bulmuştur; daha sonra onun cenaze namazında bulunmuştur. Onun Şeyh Bakkal’ın
etkisi ile melameti özellikleri vardır. O, son yıllarını Kahire’deki Ezher Camii’nde
vaaz ve sohbetlerle geçirmiştir. Konuşması düzgün, etkileyiciydir ve semaya
önem vermiştir. İbnü’l-Farıd da Ebu Said gibi coşkuludur; onun, duyduğu her
sesten, ritimden, görüntüden etkilendiği ve her yerde, her güzel şeyde ilahi
güzelliği görerek, vecde gelip naralar atarak, raksederek, kendinden geçtiği
anlatılmıştır.[120] İbnü’l-Farıd, orta boylu, güzel yüzlü, güzel giyinen, hoş
sohbet, insan ilişkileri güzel ve zarif bir kişi olarak tasvir edilmiştir.[121]
İbnü’l-Farıd hakkındaki bilgiler, kızından torunu ve Divandın derleyicisi Şeyh
Ali’nin dayısının anlattıklarından, İbn Hallıkan ve Münziri’nin yazdıklarından
alınmıştır.[122] Onun, şöhretten uzak durması, sultanla görüşmek istememesi,
kendisi için türbe yapılması isteğini geri çevirmiş olması, onun melameti
meşrepli bir sufi olduğunu kanıtlar niteliktedir. İbnü’l-Farıd, 632/1235 de
Kahire’de vefat etmiştir.[123]
İbnü’l-Farıd’ın şiirleri, Arap
edebiyatında ilahi aşkı ve tasavvufu işleyen şiirin en güzel örneklerindendir.
Onun Divan’ında bulunan 750 beyitlik el-Kasîdetü’t- Taiyye en önemli kasidedir.
O, bu kasidesine Hz. Peygamber’in rüyasında işareti üzerine Nazmü’s-Sülûk adını
verdiğini söylemiştir. Onun diğer önemli ve daha kısa olan şiiri
el-Kasidetü’l-Mimiye olarak da bilinen el-Kasîdetü’l-Hamriye ’dir. Şeyh Ali
tarafından derlenen Divan" da onun yirmidört kasidesi yer almaktadır. Arap
edebiyatındaki tasavvufi şiirin en güzel örneklerinden olan bu şiirlere, o
dönemin zahir ehlince çeşitli suçlamalarda bulunulmuş, zamanın veziri
tarafından İbnü’l- Farıd’ın hulûle inandığı ileri sürülmüş, İbn Teymiye
tarafından ağır eleştirilere maruz kalmış, hatta İbn Haldun bu kasidelerin çok
zaralı olduğunu ve yakılması gerektiğini söylemiştir; bazıları bu şiirleri,
domuz etine, bazıları da zehirli şerbete benzetmiştir. Bunun yanında Eyyubi
sultanları, bazı mutasavvıflar, edebiyatçılar, halk, alimler ve bazı devlet
adamları kendisini desteklemiş, yüceltmişlerdir. Osmanlılar’ın Mısır’ı ele
geçirdiklerinde, Kur’ân okutmaya başladıkları yedi merkezden birisinin İbnü’l-Farıd’ın
mescidi olduğu belirtilmiştir.[124] İbnü’l-Farıd’ın ilahi aşkı anlatan coşkulu
şiirlerinin Mısır ve bir çok Arap ülkesinde bestelenerek ilahi olarak
okutulmuştur.[125]
İbnü’l-Farıd’ın şiirleri Batılı
müşteşrikler tarafından da ilgi görmüş, Bengalce’ye, Almanca’ya, Farsça’ya,
Osmanlıca’ya, Latince’ye, Fransızca’ya, İtalyanca’ya, İspanyolca’ya ve
İngilizce’ye çevirileri yapılmış ve onun hayatı incelenmiştir. Nicholson,
İbnü’l-Farıd’ın şiirlerine Studies in Islamic Mysticism"de yer vererek, mistik
düşüncelerle örülü Arap şiirinin kısa bir tarihçesine değinmiştir; Sanai (v.
464/1071), Attar, Sadi, Hafız, Cami ve Rumi’den bahsederek, mesnevi, gazel,
kaside hakkında kısa bilgiler vermiştir. Mistik Arap şiirinin aslında normal
seküler şarkıdan, şiirden ortaya çıktığını söyleyip, bunlar üzerinde
durmuştur.[126] Nicholson, İbnü’l-Farıd’ın tamamen manevi anlamda Doğu’da bu
kadar ünlü olamayacağını ifade etmiştir. O, İbnü’l-Farıd’ın şiirlerini çok
beğenmiş ancak profan bularak, onların günlük duygulardan ve aşklardan
etkilenmiş gibi göründüğünü söylemiştir; kullandığı sembollerin, onun mistik
şiirlerini dış çevrenin etkisinde kalmış gibi gösterdiğini vurgulamıştır.[127]
İbnü’l-Farıd, sıradan bir aşk şairi değil, ilahi aşkı çok etkileyici bir
biçimde şiirle dile getirmiş, mecazları, kinayeleri ve sanatsal dili onun
sembolizmi (özellikle ilahi aşkı sembolize eden ‘şarap’ simgesi) çok güzel
kullandığını göstermiştir. İbnü’l-Farıd’ın rüyasında Hz. Peygamber’in
işaretiyle şiirinin adını koyduğunu açıklaması onun tasavvufi halini ortaya
koymaktadır. İbnü’l-Farıd, şiirlerinde Hz. Peygamber’i övmemesine gerekçe
olarak, O’nu Allah’ın övdüğünü, hiç kimsenin yeterince övemeyeceğini düşündüğü
için yer veremediğini ileri sürmüştür.[128]
Nicholson, İbnü’l-Farıd’ın
şiirlerini verirken yer yer aralara girerek yorumlar yapmıştır. Onun
şiirlerinden İbnü’l-Farıd’ın panteist mi veya dindar bir mistik mi olduğunu
anlamaya çalışmıştır, özellikle İbn Arabi’nin felsefi doktirininin
yansımalarını şiirlerde aramıştır. “Does the Ta’iyya reflect the doctrines of
Ibnu’l- Arabi...?” O, İbnü’l- Farıd’ın, ‘fenâ ’ halinde bir olmaktan
(ittihaddan), bazen de varlığın O’ndan ibaret olduğundan söz etse de, bazı
paragraflarında felsefi ögelere rastlansa da, İbnü’l-Farıd’ın, bir İbn Arabi
takipçisi olduğunu teyid edemeyeceğini vurgulamıştır. Nicholson,
İbnü’l-Farıd’ın panteist olduğunu düşünmediğini yinelemiştir.[129] Nicholson’ın
bu ifadelerinden, İbnü’l-Farıd’ın panteist olup olmadığı konusunda net bir
karara varamadığını söyleyebiliriz. Nicholson, eserin önsözünde,
İbnü’l-Farıd’ın Taiyye'sinin ne formunun, ne de içeriğinin İbn Arabi’den
esinlenmediğini belirtmekle birlikte onun etkisinin ipuçlarına da
rastlanabileceğini ifade etmiştir.[130] O, Taiyye’yi, Abdülkerim el-Cili’nin
Ayniyye’si gibi ilham veren şiirlerden farklı bulmuş, mistik bir otobiyoğrafi
ve bir şairin iç dünyasının tanımı olarak değerlendirmiştir. İbnü’l-Farıd’ın
panteist olduğunu düşünenlere karşı çıkmayacağını, yine de onun panteizminin
bir his durumu olduğu, bir düşünce sistemi olmadığı görüşündedir.[131] O,
İbnü’l-Farıd’ın şiirlerini felsefi bulmamış, sembollerinde sufizmin
terimlerinin pek az bulunduğu, sıradan ve süslü güzel şiirler olarak
değerlendirmiştir.[132] İslâm alimlerinden İbn Haldun, Nicholson’ın aksine
İbnü’l-Farıd’ı Vahdet-i Vücudcu ve hulûlcu sufiler arasında
değerlendirmiş,[133] onun Vahdet-i Vücud yolunu geniş bir şekilde açanlardan
birisi olduğunu ileri sürmüştür.[134] İbn Haldun’un, İbnü’l-Farıd’ın
kasidelerini yok edilmesi gereken zararlı eserler olarak değerlendirdiğini[135]
daha önce belirtmiştik. (bkz. 37) Nicholson’ın, İbnü’l-Farıd’ı panteist
bulmamasının nedeni olarak, onun İbn Arabi gibi Vahdet-i Vücudcu olmadığını
düşünmesi olarak değerlendirilebilir, çünkü onun Vahdet-i Vücudu panteizm gibi
algıladığını ifade eden cümlelerine yer vermiştik.
İbnü’l-Farıd da, Mevlâna, Attar,
Ebu Said gibi ilahi aşkı şiirle dile getirmiştir. İbnü’l-Farıd’ın çağdaşı,
kendisinden yaşça küçük Mevlâna’nın onun Kasîde-i Hamriyye 'sini tanımış
olabileceği belirtilerek, Mevlâna’nın bazı mısralarının onun Hamriyye’sinin
yorumu gibi olduğu ileri sürülmüştür.[136] Mecazlı şiir diliyle ilahi aşkı
anlatan sufilerin, Vahdet-i Vücud görüşüne uzak oldukları fikri, gerek Şark,
gerek Garp alimlerinin bir kısmının ortak düşüncesidir. İbnü’l-Farıd’ın lirik
dizelerinden birkaç tanesine bakmak bile onun ilahi aşkını anlamamıza yardımcı
olabileceğini düşünüyoruz:
“Zevkinde, sıkıntısında ganimet
bildiğim “Hayf” ve “Melel” mevkilerinden ayrılmak için dünyaların lezzetleri
beni hırslandıramaz.”[137]
“Ey şaşı rakib! Sana aşk lezzeti
nasip olsa da mubarek Kubâ mevki’inin latif ağaçlarına ve nazarları üzerine
çeken narin kaftan ile arz-ı endam eden sevgililere, kalbi meftun eden bir
bakış arzu etsen, bendeki ayrılık ve gurbetin acısını pek tatlı görürdün.”[138]
“Ey idraksiz rakib! Artık beni
rahat bırak. Sövüp saymalarının yanık yarası ile aklımın kulağını
yakma...”[139]........................................................................
“Hakk’ın nurunun peyder pey
indiği fani cismi, aşk ile kederlenmiş ve korumasız bir nur ağacı olduğu halde
çölde terk eylediğini söyle!”[140] [141]
“Zâtî olan meşakkat ve zahmet
sıfatları sebebiyle en açık sözleri bile hayat
171 emaresi olmayacak derecede
kapalı ve muhtasar olduğunu dahi söyle.
“Muhabbet yolunda yılanın sokması
ile yaralanmasıyla hayattan sıyrılmış, bir garib zayıf bulunduğunu dahi
söyle.”[142]
“Aşkın elemlerinin türlü türlü
meşakkatlerine sabırlı ve gönülsüz şahit olarak aşka can atarcasına yönelen
gönül deryasının aşığı olduğunu dahi anlat.”[143]
Görüldüğü gibi sufiler her nerede
olsalar da, hangi zamanda yaşasalar da benzer sözler terennüm etmişlerdir.
Onların İlahi Güzelliği ifade eden sözleri sanırız örnek teşkil eder
niteliktedir.
İbnü’l Farıd: “Dünyada görülen
her yakışıklı gencin ve güzel kadının güzelliği hep Hakk’ın iğreti verilmiş
güzellikleridir.” (Taiyye, 242)[144]
Abdülkerim el-Cili: “Bütün kemal,
bütün güzellikler, onun toplu güzelliğinden dağılmış hardal taneleridir.”
(însan-ı Kâmil)175
Mevlâna: “Herkes kerpiç gibi
topraktan olan bir güzelin karşısında yenini, yakasını yıtıyor, halbuki o
kerpiç, yani o güzel, ilahi güzelliğin sadece bir yudumcuğunu içmiş.” (beyit
376)[145]
D. Ebu Said Ebu’l- Hayr Hakkındaki Makalesi
Nicholson’un bu konuyla ilgili
çalışmasını bir sonraki bölümde detaylı olarak inceleyeceğimiz için burada
vermeye gerek görmüyoruz.
V. TASAVVUFTAKİ YERİ
Studies in Islamic Mysticism,
özellikle sufizm, felsefe ve edebiyat öğrencileri tarafından okunan,
yararlanılan bir klasiktir. İslâm tasavvufu üzerine araştırma yapılmış ilk
kitaplardandır. İçeriğindeki dört tasavvuf büyüğünün Batı’da tanınmasını
sağlamış, onların tarihi, destansı nitelendirdiği öykülerini, felsefelerini ve
teolojilerini işleyişiyle, günümüzde de önemli bir kaynak olma özelliği
taşımaktadır. Tasavvufun ilk dönem şiirlerini, Arap ve İran’lıların dini ve
felsefi yönünü vurgulaması açısından önemlidir.
Daha önce yazdığı The Miystics of
İslam kitabında tasavvufun kavramlarını, tarikat, işrak, zevk, marifet, ilahi
aşk, veliler ve kerametleri gibi konularını ele almıştır. Bu kavramsal
kitabını, önemli dört sufinin görüşleriyle, onların eserleriyle ve Ebu Said’in
geniş, Abdülkerim el-Cili’nin kısa hayat hikayeleriyle Studies in Islamic
Mysticism tamamlar niteliktedir.
Studies in Islamic Mysticism’in
günümüzde de, özellikle İngiltere’de Cambridge Press tarafından Batı’da
1921’den itibaren günümüze kadar peyder pey basılmış ve yeni basımları devam
etmektedir. 1966, 1967’de Cambridge University Press tarafından 282 sayfa, yine
1967’de Massachusetts’de Cambridge University Press tarafından 282 sayfa
olarak, 1994’de Richmond ve Suurey’de 300 sayfa Curzon Press tarafından 08.
Mayıs 2006’da 300 sayfa olarak Hesperides Press tarafından basılmıştır;
Hindistan’da basımları ve üniversite kütüphanelerinde
İngilizce olarak çeşitli
nüshaları vardır. 1983’de Lahore’da Hijra International Publishers tarafından
282 sayfa olarak[146] basılmıştır; bunlardan birisi, Jayyad Press tarafından
Yeni Delhi’de basılmıştır. Forgotten Books tarafından 2008’de 313 sayfa, Biblio
Bazaar tarafından 2009’da
298 sayfa olarak,[147] basılmıştır.
Bombay’da, Calcuta’da, Madras’da
Macmillan and Co. Ltd; Toronto’da The Macmillan Co. of Canada Ltd; New york’da
The Macmillan Co. ve Tokyo’da Maruzen-Kabushiki-Kaisha tarafından ilk yazıldığı
dönemlerde yayımlandığı bilgilerine Studies in Islamic Mysticism’in ilk
sayfalarında yer verilmiştir.[148]
Hemen bütün basımlar
İngilizce’dir; yalnızca Endonezyaca’ya tercüme edildiğinden başka bilgi
edinilememiştir. Endonezyaca olarak, Tasawuf Cinta: Studi atas Tiga Sufi: Ibn
Abi Al-Khair, Al-Jili, dan Ibn Al-Faridh ismiyle, Uzair Fauzan tarafından,
Kasım 2001’de ilk, Kasım 2003’de son baskısı, Mizan tarafından 419 sayfa
basılmıştır.[149]
İKİNCİ BÖLÜM
NICHOLSON’IN EBU SAİD EBU’L-HAYR
HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ
Giriş: I. EBU SAİD EBU’L-HAYR’IN
HAYATI
Fazlullah İbn Ahmed b. Muhammed
b. İbrahim el-Miheni, Ebu Said’in esas ismidir. Ebu Said-i Ebu’l-Hayr adıyla
tanınmıştır.[150] Türkistan’da yetişen büyük bir velidir. Muharrem/Aralık
357/967 senesinde Horasan bölgesinde Meyhene (Mihene, Miheni, Mihne) şehrinde
doğmuştur. Merv, Serahs, Nişabur, Horasan, Miheni arasında yaşamış ve yine
Mihene’de vefat etmiştir. Ebu Said’in çağının kutbu ve o dönemdeki bütün
uluların, şeyhlerin padişahı olduğu vurgulanarak, onun riyazetinin ve
kerametlerinin eşi benzerinin olmadığı belirtilmiştir.[151]
Ebu Said’in ailesi de derviş
meşreplidir ve Şafii mezhebine bağlı olarak bilinmektedir. Attar olan babasına
Mihene halkı babasına Bâbu Ebu’l Hayr diye hitap etmişlerdir. Babasının esas
ismi Ahmed’dir.[152] Şeriatı ve tarikatı da iyi bilen Bâbo Bu’l-Hayr, sufilerle
Miheni’de her akşam birinin evinde toplanarak yemek yemişler, namaz kılmışlar,
dua ve sema etmişlerdir. Bu toplantılar yabancı bir sufi ya da bir ‘garip’
şehre geldiği zaman da yapılmaktadır. Ebu Said’in bir akşam annesinin
ısrarıyla, babasıyla birlikte böyle bir toplantıya katılarak, tasavvuf ile
tanıştığı, sema ve sema adabıyla da ilk karşılaştığı söylenmiştir. Sema müziği
başlar başlamaz ilahici (kavval) şu şiiri okumuştur; o, okunan şiiri hemen
ezberlemiştir; dervişler söylenen ilahilerle kendilerinden geçerek şafağa kadar
sema etmişlerdir.[153]
“Aşk dervişe Tanrı’dan armağandır
ve aşk ıstıraptır;
O’nun yolunda ölürlerken
büyürler.
Cömert gençliğini özgürce feda
eden,
Allah erleri için dünya saltanatı
hiçtir.” [154]
Ebu Said’in çabuk ezberleme
yeteneği vardır ve genç yaşta ezberlediği şiirlerin beyit sayısı otuzbini
geçmiştir. O hafızasındaki Arapça ve Farsça şiirleri, yeri ve zamanı uygun
olduğunda söylemiştir. Bazı hassas ve ince tasavvufi konularda ise sembolik bir
dil oluşturup, onu kullanmıştır.185 [155] Said-i Nefisi, Ebu Said’e atfedilen
şiirleri Suhanan-ı Manzum-ı Ebu Sai-i Ebu’l-Hayr (Tahran, 1334) adlı eserinde
bir araya getirmiştir. Bu rubailerin bir kısmını, Esat Dede ‘Ebu Said-i
Ebu’l-Hayr’ın Rubailerinin Tercüme ve Şerhi’ isimli eserinde Türkçe’ye
çevirmiştir. Bu şiirlerin bir çoğu Mevlâna ve Ömer Hayyam’a da
atfedilmiştir.[156]
Ebu Said, İslam’ın ilk esaslarını
-Kur’ân okumayı- ve grameri Ebu Muhammed Ayyarî’den öğrenmiştir; onun kabri
Nasa’dadır. O, grameri ise Ebu Said Ayyari’den, İslâm prensiplerini Ebu’l-Kasım
Bişr Yasin’den (v. 380/990),[157] fıkıh ilmini, Şafii fıkıh alimlerinden Ebu
Abdullah el-Hûsri (Husayri, Hıdrı)’den (v. 373/983) ve onun vefatından sonra da
Ebu Bekr Abdullah b. Ahmed el-Kaffal’dan (v. 417/1026) ve Ebu Ali Zahir b.
Ahmed’den (v. 389/999) öğrenmiştir; tasavvuf hocası da Ebu’l-Fadl Hasan
Serahsî’dir (v. 387/997).[158] Sufilerin tarikat silsilesi önemlidir ve Hz.
Peygamber’den başlayan ve damadı Ali’den aşağıya doğru inen bir pirler listesi
vardır.[159] Buna göre Ebu Said’in silsilesi şöyledir: Muhammed Mustafa (s. a .
v. ), Hz. Ali (v. 40/661), Hasan el-Basrî (v. 110/728), Habib A’cemi (v.
115/737-733), Dâvud et-Tâî (v. 165/781-783), Ma’rûf el-Kerhi (v. 200/815), Seri
es-Sakatî (v. 257-253/867-870), Cüneyd el-Bağdadi (v. 297/909), Murta’iş-i
Bağdadi (Ebu Muhammed Abdullah el- Murtaiş) (v. 328/939), Ebu Nasr el-Serrac-ı
Tusî (v. 378/988), Ebu’l-Fadl Hasan Serahşi, Ebu Said Ebu’l-Hayr (v.
440/1049)[160]
Çağın ünlü alimlerinden ve ulu
şeyhlerinden olduğu söylenen Ebu’l-Kasım Bişr Yasin, Ebu Said’i gördüğü zaman,
babasından onu yanına getirmesini istemiştir. O, Ebu Said gelince savmasındaki
yüksek raftaki somunu almasını söylemiştir; Ebu Said’in babasının omuzuna çıkıp
aldığı somun fırından yeni çıkmış gibi sıcaktır. Ebu’l-Kasım Bisr-i Yasin
somunu ikiye bölüp yarısını Ebu Said’e vermiş, yarısını da kendisi yemiştir.
Bisr-i Yasin, bu somun ekmeğin otuz sene önce o rafa konduğunu, bu somun kimin
eline sıcak gelirse tasavvufun onunla hitame ereceğini ve o kişinin de Ebu Said
olduğunu, merak içinde kalan babasına açıklamıştır.[161] Ebu Said, Ebu’l-Kasım
Bişr Yasin’den sufizmin temeli olan çıkarsız aşk öğretisini de
öğrenmiştir.[162]
Bir gün Ebu’l-Kasım Bişr Yasin,
Hz. Peygamber’in kulun farzlarla ve nafilelerle Allah’a yakınlaşacağını, sonra
da Allah’ın onu seveceğini, sevince de onun kulağı, gözü, eli ve yardımcısı
olacağını bildiren Hadis-i Kudsi’yi örnek vererek, Ebu Said’e yalnız kaldığında
şu dörtlükleri okumasını söylemiştir:
“Ey sevgili, sensiz ben duramam,
Bana olan ihsanlarını sayamam.
Vücudumdaki her kılın bir dili
olsa,
Şükrünün binde birini sayamam.”
O, bu dörtlüğü devamlı
tekrarladığını söylemiş ve Allah yolunun çocuklukta kendisine açıldığından
bahsetmiştir.[163]
Ebu’l Kasım 380/990 tarihinde
Mihene’de vefat etmiştir. Ebu Said onyedi yaşına kadar Mihene’de kalıp din,
tasavvuf ve Arap Edebiyatı bilgisini ilerletmiştir. Cahiliye dönemine ait 30
000 beyiti ezbere bildiği söylenmiştir.[164] Mihene’den ayrılan Ebu Said, fıkıh
öğrenimi için Merv’e gitmiş ve orada Şafii fıkıh alimi Abdullah Muhammed b.
Ahmed Hazri’den (Hıdrî) beş yıl boyunca ders almıştır. Hazri vefat ettikten
sonra Merv’li fıkıh alimi Ebu Bekr Abdullah b. Ahmed el- Kaffal’dan fıkıh
dersleri almıştır.[165] Ebu Ali Zahir Bin Ahmed’den fıkıh dersleri almak için
Merv’den Serahs’a gitmiştir. Ondan sabah Kur’ân tefsiri, öğlen usul, öğleden
sonra Hadis dersleri de almıştır.[166] Ebu Said, Serahs şehrinin tasavvufi
havasından çok etkilenmiştir. Orada Lokman-ı Serahsi ve özellikle Ebu’l-Fadl
Hasan Serahsi gibi pirlere yakınlık duymuş, Ebu’l Fadl’ın hankahına (tekke)
gidip, onu mürşit olarak benimsemiştir ve o öldükten sonra onun kabrini ziyaret
etmeyi ‘Hacc’ gibi görmüştür. Ebu Said, kırk yaşında sülükünü tamamlamıştır;
Pir Ebu’l- Fadl’dan İsmi Celâl zikrini öğrenmiştir. Daha sonra Ebu’l-Fadl’ın
izni ile Mihene’de, babasının evinde inzivaya çekilerek, tenhalarda, çöllerde,
virane yerlerde riyazet ve çileyle geçen bir sürece girmiştir. Ebu’l-Fadl’ın
işaretiyle Nişabur’a, Ebu Abdurrahman Sülemi’nin (v. 412/1021) yanına giderek,
orada kısa bir süre kalmış ve Sülemi’den ‘teberrük hırkası’ giymiştir. Daha
sonra Mihene’ye tekrar dönüp, sülüküne ve riyazet ve mücahede hayatına devam
etmiştir. Bu arada anne ve babasını kaybetmiştir. Yedi sene çöllerde halvet
hayatı yaşamış olan Ebu Said, problemli durumlarla karşılaştığı zaman
Ebu’l-Fadl’ın yanına Serahs’a gitmiştir ve bu döngü şeyhin ölümüne kadar devam
etmiştir.[167]
Ebu’l-Fadl’ın vefatından sonra
IV./X. Asrın sonlarında Hanbeli mezhebi yolunda bir sufi olan Ebu’l-Abbas Ahmed
b. Muhammed Kassab Amuli’yi (v. 411/1020) ziyaret etmek için Hazar denizinin
güney kıyısındaki Amül’e gitmiştir; o, Ebu Said’in hayatında etkili olan üçüncü
mutasavvıftır. Ebu Said’in bu yolculuk sırasında Esterabad’da bulunan
Ebu’l-Hasan Müsenna’dan Şibli’nin tasavvufi görüşlerini öğrendiği söylenmiştir.
(Doğru olabilir, çünkü Esrâru’t-Tevhîdde 227, 235, 237, 239, 240, 256, 257(iki)
sayfalarda Ebu Said’in Şibli’den aktardığı menkıbelere, sözlere yer verilmiştir.)
Ebu Said, Ebu’l-Abbas Kassab’ın hankahında kalmış ve ondan da ‘teberrük
hırkası’ giymiştir. Şeyh Eb’ul-Abbas, onun Mihene’ye dönmesini işaret etmesi
üzerine o, Mihene’ye dönmüş, halka sohbet meclisleri kurup, irşada başlamıştır.
Burada sık sık kabz haline tutulmuştur; o, kabz halindeyken Ebu’l-Fadl’ın
kabrini ziyaret ederek rahatlamıştır. Ebu Said’in şöhreti
gittikçe artmıştır; elli
yaşlarında Nişabur’a gitmiştir. O dönemde Nişabur’da Melamilik yaygındır. O,
Nişabur’da sohbet meclisleri kurmuştur ve insanlar çevresine toplanmaya
başlamışlardır; şeriata sıkı sıkıya bağlı olan Ebu’l-Kasım Kuşeyri (v.
465/1072) ve onun müritleri bile bu sohbet meclislerine katılmışlardır. Ebu
Said’in sözleri, sohbetleri, sema törenleri tuhaf bulunup, çok eleştirilmiştir;
onun aşk eksenli tasavvufi görüşü, tepki almıştır. Kuşeyri gibi bir grup İslâm
alimleri, onun çalgılı, semalı, rakslı, coşkulu meclislerini reddetmiştir;
hatta Nişabur’daki Keramiyye mezhebinin reisi Ebu Bekir Kerrami (v. 410/1019)
ve Hanefi mezhebi kadısı Said, Gazneli Sultan Mahmud’a mektup yazarak Ebu
Said’i şikayet etmişlerdir. Ebu Said, Kerrami zahidlerinden Ebu’l-Hasan Tuni’yi
ziyaret etmek istemiş, fakat ziyaret isteği kabul edilmemiştir. Bir gün Ebu
Said, Kuşeyri’nin kalbinden geçenleri bilmiştir ve bu olaydan etkilenen Kuşeyri
ile aralarında dostluk başlamıştır. Ebu Said, Kuşeyri’nin zahiri ilimlerde
uzman olduğunu tanımıştır, Kuşeyri’de, tasavvuf ve hankah adabı konusunda onu
üstün görmüştür, hatta Kuşeyri, oğluna Ebu Said ismini koymuştur.[168] Ancak,
Kuşeyri, ünlü Risale’sinde de, diğer eserlerinde de çağının büyük sufilerini
verirken Ebu Said Ebu’l-Hayr’dan hiç bahsetmemiştir. Halbuki Risalesindeki
bilgiye göre, bir oğlunun adı Ebu Said Abdulvahid Kuşeyri’dir.[169] Yine de
onun coşkulu sohbetleri ilgi görmüş, kerametlerinin ünü yayılmıştır. Zamanla
tepkiler ilgiye dönüşmüş, Nişabur meşayıh ve ulemasının bir kısmının onun dostu
ve müridi olduğu görülmüştür. Ebu Said Nişabur’dayken Hanbeli olan ve onun aşk
eksenli tasavvufunu onaylamayan ünlü sufi Hace Abdullah Ensari de (v. 481/1089)
Ebu Said’i ziyarete gelenler arasındadır. Nişabur’da on yıldan fazla kalmıştır;
oğlu Ebu Tahir ile Hacc’a gitmek istemesi üzerene oradan ayrılmıştır. Harakan’a
varınca ünlü sufi Ebu’l-Hasan Harakâni’yi (v. 425/1033) ziyaret etmiş ve burada
üç gün kalmıştır. Ebu Said, çok saygı duyduğu Harakâni’nin tavsiyesi ile Hacc’a
gitmekten vaz geçip, Bistam yolundan Nişabur’a dönmek istemiştir; Bistam’dan
geçerken ünlü sufi Bayezid Bestami’yi (v. 261/874) ziyaret etmiştir. Nişabur’da
kaldığı sürede bütün ileri gelenlerden, halktan büyük saygı görmüş ve
Nişabur’daki
hankahına bir halife bırakmadan,
ömrünün son on yılını geçireceği Mihene’ye dönmüştür. Yolda attan düşüp
kalçasını kırdığı için Mihene’ye sedye üzerinde getirilmiştir. Mihene’de yine
şiirli, rubaili, semalı, çoşkulu, ziyafetli taşkın meclisler düzenlenmiştir.
Hacc’a gidenler aracılığıyla ünü, Mekke ve Medine’ye yayılarak, oradan da
Endülüs’e kadar ulaşmıştır. Ünlü çağdaşı endülüslü ünlü alim İbn Hazm (v.
456/1064), Ebu Said’i ve onun tasavvufunu eleştirmiş, onun ipek elbise
giymesini, namaz vakitlerine ve rekatlarına dikkat etmemesini dine aykırı
bulmuştur.[170] Nicholson, Ebu Said’in kendisinden daha deneyimli dervişlerin
otoritesini bozduğunu, yenilikçi davranışlarının disiplini gevşettiğini ifade
etmiştir; Kuşeyri, Ebu Nasr Serrac (v. 378/988), Hucviri (v. 465/1092) gibi ilk
dönem sufi yazarların onun sema uygulamalarındaki düşüncelerine
katılmadıklarını, ahlak bozulmasın diye itiyatlı davranmanın gerekliliği
konusunda ısrarar etttiklerini belirtmiştir.[171] O, Ebu Said’in Kalenderi ve
gezgin dervişler adına cesur ve aykırı konuşmalarını, hayret verici bulmuş,
İslâm’a karşı savaş ilanı gibi algıladığı belirterek, (“Such open declarations
of war against the Mohammedan religion are exceptional. )[172] onun şu çarpıcı
dörtlüğüne yer vermiştir:
“Yeryüzündeki her cami harap
oluncaya kadar
Kutsal görevimiz yerine
getirilmiş olmaz
Ve imanla küfür bir oluncaya
kadar da
Gerçek müslüman bulunmaz.”[173]
Ebu Said, son sohbet meclisinde
kendisinin yerine oğlu Ebu Tahir’i halife tayin ettiğini açıklamıştır. Bin ay
yaşamış (83 yıl + 4 ay), 83 yaşında Şaban ayının dördünde Mihene’de Şaban
440/Ocak 1049’da vefat etmiştir.[174]
Nicholson, Ebu Said’in hayatına
geniş bir biçimde ele almıştır. O, Ebu Said’in hayatına değinirken, özellikle
onun zühdi yaşam tarzı üzerinde durmuş ve onun zühdünü anlatan menkıbelere daha
çok yer vermiştir.
II. EBU SAİD’İN YAŞADIĞI DÖNEM
A. Tarihi Durum
Ebu Said, Gazneliler’in Horasan
bölgesinde güçlü bir devlet olarak hüküm sürdükleri dönemde yaşamıştır.
Çocukluğunda Sultan Mahmut, Gazne sultanıdır. Babası, Sultan Mahmud’u çok
sevdiği için konağının duvarlarını Sultan’ın adıyla ve ona ait şeylerle süslemiştir.
Ebu Said’de özel odasının duvarlarını ‘Allah’ ismi ile doldurmuştur ve
babasının neden öyle yaptığını sorması üzerine o, “Her kişi evinin duvarlarına
emirinin adını yazar.”cevabını vermiştir.[175]
Gazneliler, 963-1186 yılları
arasında Horasan, Afganistan ve Kuzey Hindistan’da hüküm sürmüş bir müslüman
Türk devletidir. İlk Gazneli yöneticileri, Samanoğulları’nın valileri
olmuşlardır ve uzun bir süre bağımsız olarak yaşayamamışlardır. İlk bağımsızlık
ilanını Sebug Tegin zamanında yapmışlar ancak tam bağımsızlığa Gazneli Mahmut
zamanında ulaşmışlar ve Orta Asya’da parlak bir dönem geçirmişlerdir. O
dönemde, Hindistan’a İslâm’ı yaymak için onyedi sefer düzenlemişler,
kuzey-doğuda bulunan Karahanlılar’la zaman zaman şavaşmışlardır. Sultan Mahmud
421/1030’da vefat etmiştir; yerine Muhammed geçmiştir fakat, kardeşi Mesud onu
yenip sultan olmuştur. Mesud, yetenekli bir asker olmasına rağmen babası kadar
iyi bir yönetici olamamıştır.[176] Ebu Said’in babasının evini Sultan Mahmut
ile ilgili şeylerle süslemesi, Sultan Mahmud’un başarılı ve sevilen bir sultan
olduğunun ve ülkesinde nasıl bir kahraman göründüğünün göstergesi sayılabilir.
Kaynaklara göre, o dönemde
Horasan yöresinde çoğu millet emirlik olarak bulunmaktadır ve kimisi de ğöçebe
bir yaşam sürmektedir. Selçuklular’ı, Oğuzlar’ı, Gurlular’ı bunlar arasında
sayabiliriz. Selçuklular, o zaman çadırlarda yaşayan savaşçı bir millettir.
İran, Irak, Hindistan, Afganistan, Gürcistan, Doğu Anadolu, Azerbaycan ve
Horasan’ı kapsayan bu geniş coğrafyadaki çoğu müslüman olan bu milletler, kendi
aralarında durmadan çatışmışlardır.
O dönemde, tarihe önemli ivmeler
kazandıran Selçuklular, Oğuz boylarıyla ve Gazneliler’le çok savaşmışlardır.
Çağrı ve Tuğrul Beyler zamanında ğüçlenmiş, devlet olma yolunda ilk adımlarını
atmışlardır. Selçuklular’ı bu iki kardeş yönetmektedir ve ölene kadar da ikisi
hiç kavga etmeden yönetmişlerdir, bu da saltanat kavgaları olmadan
büyümelerinde, en büyük etkenlerden birisi olmuştur. Maveraünnehir’den memnun
olmayan Çağrı ve Tuğrul beyler, daha elverişli topraklar aramak için harekete
geçmişlerdir; Çağrı Bey, 3000 kişilik bir süvari ile Gazneliler’in olan
Horasan’dan Anadolu’ya, Tuğrul Bey çöllere hareket etmiştir (1016-1021). Ermeni
ve Gürcü topraklarında bir süre kalan Çağrı Bey, tekrar Tuğrul Bey’in yanına
dönmüştür. Selçuklu sultanlarının akrabalarının sorumluğu altındaki Oğuz
boyları, onların emirlerindeyken Gazneli Mahmud’a Selçuklular’dan zulüm
gördüklerini söylemiş ve 4000 çadırdan oluşan Oğuz grubu, Horasan’da
kendilerine yer edinmişlerdir fakat, daha sonra Oğuzlar, Sultan Mahmud’u epeyce
uğraştırmışlardır. Sultan Mesud döneminde Oğuzlar’ın Serahs ve Ebiverd (Baverd)
halkına zulmettikleri haberinin gelmesi üzerine, Mesud onların üzerine bir ordu
göndermiş, ama yenilmiştir (1031).[177] İbn Münevver’in naklettiği bir
menkıbede, Sultan Mesut’un saltanatında gaflet içinde ve zevke düşkün olduğunu,
bu yüzden Selçuklular’ın Buhara’dan çıkıp Horasan’a indiklerini ve Baverd ve
Mihene’de egemen olduklarını açıklamıştır. Mesud’un Selçuklular’a bir elçi
göndererek onları tehdit etmesi üzerine Selçuklu sultanlarının, “Bu iş
Allah’ındır, O’nun dilediği olur.” diye cevap verdiklerine yer vermiştir.
Tuğrul ve Çağrı beyler Ebu Said’i ziyarete gelmişler, selamlamışlar, elini öpüp
huzuruna durmuşlardır. Ebu Said bir süre başını eğdikten sonra, “Biz Horasan
mülkünü Çağrı’ya vermiş bulunuyoruz, Irak mülkünü de Tuğrul’a.” dediği
açıklanmıştır. Bu olayı duyan Sultan Mesud, Mihene’ye savaş açmış ve Ebu Said
ve müridlerinin de içinde bulunduğu hisar’ı kuşatmıştır. Hisarda hedefi
şaşmayan 41 okçu, sultanın askerlerine zayiat verdirmiştir. Ebu Said, müridi
Hasan Müeddib’i iple kaleden sarkıtıp, Badine köyünde yaşayan yaşlı bir
kadından zeytin yağı getirmeye yollamıştır. Gelen yağı kalenin ortasına
yaktırdığı ateşte kızdırmıştır. Mihene valisi teslim olup kaleden dışarı
çıkmıştır, sonra Sultan Mesud’un isteği ile 41 okçu dışarı çıkarılmıştır ve
Mesud, onların sağ ellerini kesmiştir. Okçuların getirilip Ebu Said’in önceden
tahmin edip hazırlattığı kızgın yağa elleri batırılmıştır. Ebu Said, “Mesud
kendi mülkünün elini kesmiştir.” diyerek ağlamıştır. Bu olay Gazneliler’in
saltanatının sonuna, Selçuklular’ın yükselişine zemin hazırlamıştır.[178] Bu
anlatılanlarla, Ebu Said’in döneminin kutbu olabileceği ve onun büyüklüğü,
öngörüsü, dünyaya tasarruf eden bir veli olduğu anlatılmaya çalışılmıştır.
Esrâru’t-Tevhîd’de yine benzer
bir menkıbe de şöyledir: Ebu Said bir mecliste, Tuğrul Bey’in bir zaman
Mihene’ye geldiğini, sahrada ordugah kurduğunu, yastığının atının eğeri, yatağının
da atının çulu olduğunu anlatmıştır. Tuğrul Bey’in bir aracı ile misafir ve
gariban olduklarını söyletip un istettiği, unu alıp Serahs’a gittiği ve orada
taraftar toplayıp süvari yaptığı haberi duyulmuştur. Nişabur Sultanı Suri’nin
onları tehdit etmesi üzerine, Selçuklu Bey’inin, “Bu iş ne sizindir, ne de
bizim. Ulu ve yüce Allah’a aittir. O’nun dediği olur.” diye cevap vermesi
üzerine, Ebu Said, bu cevabı beğenerek Dünya devletinin bu zatın eline
geçeçeğine karar verdiğini söylemiştir.[179]
Bu olaydan sonra gerçekten de
Selçuklular’ın önlenemez yükselişleri olmuş ve Cihan İmparatorluğuna doğru adım
atmışlardır. Sultan Mesud, çeşitli hamleler yapmasına rağmen bir türlü başarı
sağlayamamıştır ve en büyük yenilgiye 431/1040’de Merv yakınlarındaki Dandanakan’da
uğramıştır. Selçuklular üç gün süren savaş sonunda büyük bir zafer elde
etmişlerdir. Sultan Mesud 100 kişi ile kaçıp canını zor kurtarmıştır. Tuğrul
Bey, Horasan emiri olarak tahta oturmuştur. Dandanakan zaferinden sonra Tuğrul
Bey, Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun ilk hükümdarı olmuştur (1040-1063) ve
elçisini Bağdat’a Halife’ye göndererek, adil olacağını ve Emir’ül-Mü’minîn’e
sadık kalacağını iletmiştir. 449/1058’de Halife, törenle Tuğrul Bey’e yedi
siyah hilat giydirmiş ve ona ‘Melikü’l-Meşrik ve’l- Mağrib’ unvanını vermiştir.
Merv’de kalan Çağrı Bey, Belh, Toharistan, Tirmiz, Velvaliç, Kubadiyan, Vahş
şehirlerini ülkesine katmıştır ve Gazneli Hükümdar’ı İbrahim ile barış
yapmıştır. Çağrı Bey’in oğlu Alparslan daha sonra 1071’de Malazgirt’te Bizans’ı
yenerek Anadolu topraklarına da egemen olmuşlardır.[180] Selçuklu
İmparatorluğu, 1040-1308 yılları arasında büyük bir Cihan Devleti olarak hüküm
sürmüştür.[181]
IV. hicri, X. miladi yüzyıl Horasan’da değişik
mutasavvıfların yaşadığı bir dönem olmuştur. XI. miladi, V. hicri yüzyılda,
Bağdat’da Abbasi siyasi nüfuzu azalmıştır; doğuda Büyük Selçuklular hüküm
sürmektedir; Mısır’da Fatimiler ve Endülüs’te yani bügünkü İspanya’da Emeviler
hakim olmuştur.[182]
Esrâru’t Tevhîd yazıldığı dönemde
coğrafya değişmiş, Gazneliler’in gücü kalmamıştır; XII. yüzyılda Gurlular
(Şensebaniler) büyük bir güce sahip olmuşlardır. Horasan, Afganistan ve Kuzey
Hindistan bölgesinde hüküm sürmektedirler (1000-1215). Önceleri emirlikle
yönetilen, kabile halinde yaşayan Gurlular’ın başına Sultan Gıyaseddin Muhammed
b. Sam (569/1173-599/1203 hüküm sürmüştür.) geçince Gurlular’ın hakimiyeti
bölgede artmıştır;[183] böyle bir ortamda İbn Münevver (v. 574/1178), Esrâru’t
Tevhîd’i Gur Hükümdar’ı Ebu’l- Feth Gıyaseddin Muhammed b. Sâm’a ithaf etmiş
(1203), [184] önsözünde ona övgüler yağdırmıştır.[185]
Esrâru’t Tevhîd’de Ebu Said
Ebu’l-Hayr’ın yaşadığı dönemde ve sonrasında Selçuklu Türk sultanlarının ve
vezirlerinin menkıbelerine yer verilmiştir. Seçuklu sultanlarından Tuğrul Bey
ve Çağrı Bey ilgili menkıbelere 131-132, 133, 163-164, 227. sayfalarda, küçük
kardeşleri İbrahim Yenal ile ilgili menkıbelere 226, 131, 227. sayfalarda,
Sultan Sencer ile ilgili menkıbelere 352-354, 369, 375. sayfalarda, Sultan
Tuğrul’un veziri Mansur Verkani ile ilgili olanlara 131, 328-329, 343’de ve
ünlü Selçuklu Veziri Nizamülmülk ile ilgili menkıbelere 84, 110, 179, 180-182,
365-366. sayfalarda yer verilmiştir. Nicholson, Horasan bölgesinde o dönem çok
etkili olan Türk varlığından, özellikle yukarıda Esrâru’t Tevhîd’deki
sayfalarıyla verdiğimiz Selçuklu Türkleri ile ilgili menkıbelerden Studies in
Islamic Mysticism"de hiç bahsetmemeyi tercih etmiştir.
B. Tasavvufi Durum
Ebu Said’in yetiştiği IV-V/X-XI.
yüzyılda Horasan’da çok değişik yapıda ve önemli mutasavvıflar yetişmiştir.
Bunlardan Ebu Ali Dekkak (v. 405/1041), Ebu Abdurrahman es-Sülemi (v.
412/1021), Ebu’l-Hasan Harakâni (v. 425/1034), Ebu Nuaym Istefani (v.
430/1038), Ebu’l-Kasım Cürcani (v. 450/1058), Ebu’l-Kasım Abdülkerim Kuşeyri,
Ali b. Osman el-Cüllabî el-Hucviri gibi önemli isimleri sayabiliriz.[186] Bu
devirdeki sufiler, tasavvufu savunmuşlar, Şeriat’a ve Sünnet’e sıkı bağlı
olmuşlardır. Bu sufiler, sultanlarla
görüşmüş ve onlarda saygı
uyandırmışlardır.[187] Esrâru ’t
Tevhîdde Ebu Said’in pek çok ünlü sufiden sözler ve menkıbeler aktarmış olduğu
görülebilir; bu devirde bölgelere göre sufilerin ağırlık verdikleri tasavvufi
konular şöyledir: Bağdatlı sufilerin şathiyeleri ve ibadetleri, Horasanlı
sufilerin kalp ve sehaları, Basralı sufilerin zühdü ve kanaati, Şamlılar’ın
hilim ve selameti önemlidir; Hicazlılar ise sabır ve inabeye değer
vermişlerdir.[188]
Nicholson, Horasan’da yalnızca
İran etkisinden bahsetmiştir, ancak, esasında Türk etkisinin de önemli bir rolü
olsa gerektir, çünkü o zamanda Gazneli’ler çok güçlenmiştir, onların da
çoğunluğu Türk’tür. Yine Selçuklular’da güçlenme yolundadır. Horasan adı,
Türkistan adını da çağrıştırmaktadır. Nicholson, sufizmin burcuna diktiği
Hallac-ı Mansur’dan, Ebu Said’i işlerken yalnızca 54. sayfada bir cümlede
bahsetmiştir. Ebu Said, Hallac’ın, Bestami’nin ve Harakâni’nin olduğu gibi,
Vahdet-i Vücudun ve ilahi aşkın temsilcisi olarak nitelenebilir. Ebu Said’in
onlardan farkı, onun hankahlarda coşkulu sema meclisleri düzenlenmesi,
şiirlerin okunması, musikiyi kullanması iledir.
Esrâru’t-Tevhîdde Ebu Said’in
yaşadığı dönemi anlatan menkıbelerde, şeyh olarak Ebu’l-Hasan Harakâni’nin onun
üzerinde etkisinin büyük olduğu vurgulanmıştır. Ebu Said daha sonra Kuşeyri’nin
şeyhi Sülemi’den etkilenmiştir. Ebu Said’in Abdulkerim Kuşeyri gibi ünlü din
alimi ve İbn Sina (v. 428/1037) gibi ünlü felsefe ve tıp alimi ile yakın ilişki
kurduğuna dair menkıbeler vardır. Ömer Hayyam (v. 526/1132) ile Ebu Said’in
şiirleri birbirine karıştırılmıştır; bu şaşırtıcı değildir, çünkü ikisi de o
devirde şiiri kullanarak pekçok kişiye aykırı gelen sözler söylemişlerdir;
ayrıca Ömer Hayyam, Ebu Said’in son yıllarında, ya da hemen sonra Nişabur’da
doğmuştur ve her ikisi de yakın zaman diliminde, aynı yerlerde yaşamışlardır.
Onların şiirlerinde aşk, şarap, meyhane, sarhoşluk ve dilberler içeren
dörtlükler çok fazladır. Ebu Said’in Kur’ân okurken vaktin daralması üzerine
azap ayetlerini atlayıp rahmet ayetlerine geçmesine itiraz eden birisine karşı
söylediği şu dörtlükler güzel bir örnektir:
“Saki getir bade, mutrip çal udu
İçeyim bugün, neşeleneceğimiz
gündür bu Bade var, para var, al yanaklı dilberler var Gam yok, varsa o
düşmanın gönlünün nasibidir!” [189] O dönemde yaşamış olan Ebu Said’in şeyhi
Ebu’l-Hasan Harakâni’nin ümmi olduğu ve Bayezid Bestami’nin ruhaniyetiyle
terbiye edildiği kuvvetli ihtimaldir.[190] Nicholson, Ebu Said’in ibadetlere ne
kadar riayet ettiğine dikkat çekmiştir. Hacc konusunda, onun Harakâni’inin
yanında kalmasının Hacc olduğunu, Bestami’yi ziyaret etmesinin de umre olduğunu
ifade eden menkıbesine yer vermiştir.[191] Ebu Said’i Harakâni eğittiğine göre,
onun Bestami’nin etkisinde kalması ve yolunu takip etmesi kuvvetle ihtimaldir.
Esrâru’t Tevhîd’de Ebu Said’in aktardığı, Bayezid Bestami’ye atfedilen
menkıbelere ve sözlere, 53, 235, 247(2), 149-150, 274 ve 284. sayfalarda yer
verilmiştir
.
Bayezid Bestami, tasavvuf
denilince, Hallac ile ismi ilk akla gelen, sembol olmuş isimlerdendir. Onun
şatahatlı, çarpıcı ve aykırı gelen sözlerinin hemen hemen bütün Batı’lı
müşteşriklerin dikkatini çektiği gibi, Nicholson da onun ismini tasavvufla
ilgili neredeyse her yerde zikretmiştir.
Esas ismi Ebu Yezid Tayfur b. İsâ
Bistami, Sultanu’l-Arifin diye anılmaktadır ve ummidir. Dedesi mecusi iken
müslüman olmuştur.[192] Bestamlı bir aileden gelmiştir.[193]Bestami’nin 313
büyük şeyhe hizmette bulunduğu ve son olarak Cafer-i Sadık’a hizmet ettiği
söylenmiştir.[194] Onun, keşf, fenâ ve takvada çok ileri olduğu
belirtilmiştir.[195] Şatahât üslûbuyla duygularını ifade etmesi, bazen
sözlerinin yanlış anlaşılmasına sebep olmuştur.[196] Bestami’nin, Vahdet-i
Vücud felsefesini ilk ortaya çıkmasına sebep olan ve ana fikrini ortaya koyan
ilk sufi olduğu, bu konuyu genişleten ve tanıtanın ise İbn Arabi olduğu ileri
sürülmüştür.[197] Onun meşhur, “Nefsimden soyunup çıktım; yılanın kendi
derisinden çıktığı gibi...Sonra dönüp nefsime baktım; ne göreyim! Ben
O’yum...”,[198] “Sübhânî mâ a’zame şâni” yani “Ben kendimi tenzih ederim, benim
şanım ne yücedir.”, “Cübbemin altında Allah’tan başkası yok.” sözlerini Vahdet-i
Vücûd için başlangıç kıvılcımına örnek olarak verebiliriz.
Harakâni, Ebu Said’in üzerinde en
çok etkili olan şeyhidir.[199] Nicholson, Ebu’l-Hasan Harakâni’nin hayatının,
Şark Vahdet-i Vücudcu’sunun bir tasvirini verdiğini, onun karmaşık ve büyük
olduğunu söylemiştir.[200] Ebu’l-Hasan Ali b. Ahmed (Cafer) el-Harakâni,
Bistam’ın kuzeyindeki Harakan köyünde doğmuştur. 352/963 yılında doğduğu
düşünülmektedir. Onun ümmi olduğu ve Bayezid Bestami’nin (v. 234/848)
ruhaniyetiyle terbiye edildiği kaynaklardan tesbit
edilmiştir. Bazı kaynaklarda onun
Ebu’l-Abbas el-Kassab’ın müridi olduğu kaydedilmiştir. Harakâni’nin sözlerini,
fikirlerini, menkıbelerini içeren Nûru’l- ‘Ulûm adlı eserinin tek nüshası
British Museum’dadır. 425/1033 yılında vefat etmiştir. Harâkani’nin Kars’ın
fethine katıldığı ve şehid edildiği inancı yaygındır.
III. Murad döneminde bir askerin gördüğü rüya
üzerine, Lala Mustafa Paşa tarafından kayıp mezarı Kars yakınlarında bulunmuş,
oraya Harâkani adına bir tekke ve bir de cami yaptırmıştır. Kazvini (v.
682/1283) onun kabrini Harakan’da ziyaret ettiğini söylemiştir.[201]
Ebu Said Ebu’l-Hayr’ın
kendisinden çok etkilendiği, önemli mürşidlerinden Harakâni, sema ve raksı Ebu
Said kadar önemsememiş ve hırka ve seccade gibi tasavvufun şekli yönüne değer
vermemiştir. Bu durumu, kendisinin kabz ehli, Ebu Said’in ise bast ehli olarak
niteleyerek açıklamıştır. O, Herevi’nin de şeyhidir. Harakâni’nin hayatı ve
şathiyelerine Feridüddin Attar, Tezkiretü’l-Evliya adlı eserinde yer vermiştir;
Baklî, Şerh-i Şathiyyât adlı eserinde bir şathiyesini, Herevî de, ‘Suf mahluk
değildir adlı şathiyesini yorumlamıştır.[202] Harakâni’den Aynü’l- Kudat
Hemedani (v. 525/1131), Necmeddin Daye (v. 654/1256), Feridüddin Attar, Mevlâna
Celâleddin Rumi gibi mutasavvıflar da çok etkilenmiştir. O, heybetli ve
haşmetli görünüşlüdür. Zamanın ünlü İslâm alimlerinden Kuşeyri, Harakâni’ye
ziyaretler yapmış, yakından tanımıştır, fakat, çağının büyük sufilerinden
birisi olmasına rağmen, er-Risale’sinde Harakâni’den ve onun fikirlerinden hiç
bahsetmemiştir.[203] Nicholson, İbn Sina’nın Ebu Said gibi Harakâni’yi de
ziyaret ettiğini Mystics ofİslam’da yazmıştır.[204]
Nicholson, İran’lı, karmaşık,
büyük ve Şark Vahdet-i Vücudcusu olarak tanımladığı[205] Harakâni’nin fikir ve
menkıbelerine, Mystics of İslam'da geniş yer vermiştir. Nicholson’ın yer
verdiği Harakâni’nin fenâ halini anlatan sözlerinden bazıları şöyledir: “Ben ne
bir abid, ne bir zahid, ne bir mütekellim, ne de bir sufiyim. Allah’ım, Sen
Bir’sin, Sen’in Birliğin’le ben de birim.”,[206] başka örneklerde şöyle
demiştir: “Herşey bendedir; fakat bende kendim için yer
yoktur.”,238 “Sen yokluğunu
Allah’a verdiğin zaman, O da, sana Kendini verir.”[207] Nicholson, onun aşk
hakkındaki “Dostların gönlündeki Allah aşkı apaçık ortaya konsa idi, alemi sel
ve ateşle doldururdu.” gibi sözlerine de yer vermiştir. [208]
İbn Münevver’in Esrâru’t Tevhîd
kitabında, Ebu Said ve Kuşeyri ile ilgili birçok menkıbe anlatılmıştır.
Menkıbelerde ikisinin de aynı dönemde Nişabur’da bulundukları ve aynı şeyhlerin
eğitiminden geçmiş oldukları görülebilir. Onların karşılaştıklarını, beraber
sohbet meclislerinde bulunduklarını anlatan menkıbe oldukça fazladır.
Nicholson, bu menkıbelerin bir kısmına Studies in Islamic Mysticism kitabında,
sayfa, 27, 33, 34, 35, 37, 73’de yer vermiştir.
Ebu Kasım Abdülkerim Kuşeyri,
Nişabur yakınlarında Üstüva kasabasında 376/986’da dünyaya gelmiştir. Anne ve
babası, İran’ın müslümanlar tarafından fethedilmesi üzerine Nişabur’a göçüp
gelen Araplar’dandır. Kuşeyri, maliye memuru olmak için Nişabur’a gelmiş, bir
süre maliye öğrenimi görmüştür. Ebu Ali Dekkak’ın (406/1015) meclisine gittiği
bir gün ondan çok etkilenmiştir. Ebu Ali Dekak’ın yönlendirmesiyle Kuşeyri,
şer’i ilimleri tamamlamış sonra, Şafii fıkhını öğrenmiştir. O, Kelam ilminde
ileri bir seviyeye gelmiş, güçlü bir Hadis bilgisine sahip oluşmuştur. Ebu Ali
Dekkak vefat edince, o, Ebu Abdurrahman Sülemi’nin (412/1021) tasavvuf
sohbetlerine katılmış, manevi yönünü geliştirmeye devam etmiştir. Kuşeyri 36
yaşında ruhen ve düşünce olarak olgunlaşmıştır. O, ünlü er- Risale’sini 51
yaşında iken yazmıştır. O, vaazlar vermekte, sohbetler yapmakta, öğrenciler
yetiştirmektedir ve ‘Horasan Üstadı’ olarak anılmaya başlamıştır.[209] İbn
Münevver, Esrâru’t Tevhîd"de de Kuşeyri’den bahsederken “Üstad İmam” adını
sıkça kullanmıştır.
Kuşeyri’nin yolu, zühd, takva, ve
ibadete gerekli değeri verdikten sonra, mücahede, riyazet, aşk ve muhabbeti
esas almıştır.[210] Kuşeyri ve ailesi, amelde Şafii, itikadda Eş’ari idiler.
Kuşeyri, 465/1072’de Nişabur’da vefat etmiştir. Hocası ve kayınpederi Ebu Ali
Dekak’ın yanına gömülmüştür.[211]
Nicholson, Ebu Said ile
Kuşeyri’den bahseden menkıbeleri ilginç bulmuş, fakat bu ilişkinin doğru
olamayacağı ihtimalinin altını çizmiştir. Kuşeyri’nin Muhammedi Şeriat’a ve
Sünnet’e sıkı sıkı bağlı, geleneksel bir sufi olduğunu ve Ebu Said ile zıt
olduklarını söylemiştir ve Ebu Said’in ise Şeriat’a uygun olmayan davranışlar
sergilediğine vurgu yapmıştır.[212]
Nicholson’ın Kuşeyri ile Ebu
Said’in ilişkilerinden bahseden menkıbelerden seçtiği bazılarına kısaca göz atalım:
Ebu Said’in Nişabur’a geldiği ilk yıl, Ebu Said’i onaylamamasına rağmen
Kuşeyri, yetmiş müridiyle onun sohbet meclisine katılır. Kuşeyri’nin içinden,
Ebu Said’in kendisinden üstün olmadığını, onun bu mertebeye nasıl geldiğini,
geçirmesi üzerine, Ebu Said’in, “Ey Üstad! Şu tasavvuf denilen şeyi, efendinin
adeti üzere cariyesine ‘dizgini ve eyeri temizle’ demesi esnasında aramazlar.
Şu tasavvuf, dizgin eyer temizliğinde değil, gönül temizliğinde aranır.” demesi
Kuşeyri’yi neşelendirir, Ebu Said’in, kendisinin bir gün önceki halinden
haberdar olduğuna şaşırır, sonra kucaklaşırlar.[213]
Yine başka bir menkıbede:
Kuşeyri, Ebu Said’in sema ve raks coşkusunu eleştirir, sema ve raks edenlerin
şahitliklerinin kabul edilmeyeceğini düşünür. Ebu Said’le yolda karşılaşırlar.
Ebu Said, “Ey Üstad! Bizi ne zaman şahidler arasında gördün?” sorusunu duyunca
irkilir, pişmanlık duyar.[214]
Bu menkıbelerin gerçekte meydana
gelip gelmediği belli değildir, ancak, Ebu Said ile Kuşeyri’nin mizaçlarının,
tasavvufa bakış açılarının aynı olmadığını ortaya koymaktadır. Menkıbelere göre
Kuşeyri, ilk önceleri Ebu Said’in coşkulu, sazlı, sözlü meclislerini, ifrat
dolu ziyafet sofralarını beğenmeyerek, ağır eleştirilerde bulunmuştur; daha
sonra onun kerametlerini görerek onunla dost olma eğilimi göstermiştir. Ancak,
Kuşeyri’nin ünlü er-Risale’sinde Ebu Said Ebu’l-Hayr adına rastlayamadık.
Süleyman Uludağ’ın “giriş” bölümünde belirttiğine göre, başka eserlerinde de
Ebu Said’den bahsetmemiştir. Aynı şekilde Ebu Said’in üzerinde çok etkisi
bulunan hocası, o devrin büyük şeyhlerinden olan Ebu’l-Kasım Harakâni’den ve
Ebu’l-Fadl Hasan Serahsi’den de bahsetmediğini saptadık; yalnızca seksen üç
sufiyi tanıttıkdan sonra, o devirde yaşamış ama yer veremediği zatların adını
zikrederken Kuşeyri Risalesi** sayfa 144 de Şeyh Ebu’l-Abbas Kassab’ın sadece
adı geçmiştir. Kuşeyri, er-Risale’sinde Bayezid Bestami’den bahsetmiş ancak,
onun şatahlı sözlerine de hiç yer vermemiştir. Biz de Tevhidin Sırları kitabını
taradık, Kuşeyri’nin dahil olduğu menkibelerin sayasını tesbit etmeye çalıştık;
bu menkıbelere, 87, 98, 99, 99-100, 100-101, 102, 103-104-105, 107-108,
133-134, 201, 203, 207, 211, 212, 221, 227, 228, 251, 266, 273-274, 275,
362-363. sayfalarda yer verildiğini gördük. Ebu Said’in kendi adını Kuşeyri’nin
bir oğluna vermesini anlatan menkıbeye 99-100. sayfalarda yer verilmiştir.
Kuşeyri’nin oğlunun birisinin adı, Ebu Said Abdulvahid Kuşeyri’dir.[215] Ebu
Said’e ait menkıbeleri nakleden kişiler arasında Kuşeyri’nin müridlerinin ve
torununun da olduğunu gördük. Bunlar: Hoca İmam Ebu’l-Meali Kuşeyri, Hoca İmam
Zahirüddin Es’ad Kuşeyri, Hoca İmam Ebu Nasr Iyazi, Şeyh Ebu Ahmed, Hoca Bekir
b. Müeddib, Ebu’l-Fütuh Gadâri’dir.
Ebu Said’in, Kuşeyri’nin çok
sevdiği ve kitaplarında övgüyle bahsettiği iki şeyhiyle de irtibatlı olduğu
Esrâru’t-Tevhîdde belirtilmiştir. O, Kuşeyri’nin şeyhi Ebu Abdurrahman
Sülemi’nin yanında bir süre kalmış ve ondan hırka giymiştir.[216] Ayrıca, onun
Kuşeyri’nin diğer şeyhi Üstad Ebu Ali Dekkak’la (v. 405/1014) görüşüp, uzun
sohbetler yapmış olduğunu ve Ebu Ali Dekkak’ın kabrini ziyaretini anlatan
menkıbeler de vardır.[217]
Ebu Said’in yanında kalıp, hırka
giydiği şeyhlerden birisi de Ebu Abdurrahman Sülemi’dir. Muhammed b. el-Hüseyn
el-Ezdi es-Sülemi, 325/936’da Horasan’da dünyaya gelmiştir. Onun anne ve
babası, Arap kabilelerinden gelmişlerdir. Sülemi, zahir ilimlerde
olgunlaştıktan sonra kendisini tasavvufa vermiştir. Hocası, Ebu’l-Kasım
en-Nasrabadi’dir (v. 367/977). O, Hadis derlemek için hocası Ebu’l-Kasım ile
Hicaz, Irak, Merv ve Hemedan gibi şehirlere gitmiştir. Nasrabadi, Ebu Bekr
eş-Şibli’nin (v. 334/945), Şibli de Cüneyd’in mürididir. Sülemi, Ebu Sehl
Muhammed b. Süleyman es-Su’lûki’den (v. 369/979) de hırka giymiştir.[218]
Abdurrahman Sülemi büyük bir mutasavvıf olmasının yanında büyük bir muhaddistir
ve kendisinden bir çok Hadis rivayet edilmiştir. Ünlü öğrencilerinden Ebu Said
Ebu’l-Hayr, Ebu’l-Kasım el-Kuşeyri, el-Beyhaki (v. 458/1066), Ebu Nuaym
el-Isfahani (v. 430/1038), Abdullah İbn Yusuf el-Cüveyni (v. 463/1070), Muhammed
ibn İsmail et-Tiflisi’yi sayabiliriz. Kırka yakın eseri olduğu sanılmaktadır.
Eserlerinden Tabakat’s-Sufiyye ünlüdür. 412/1025 tarihinde vefat etmiştir.[219]
Kısaca, “Eline, beline, diline sahip ol.” demek olan “Fütüvvet”, Horasan ve
Nişabur’da kullanılmaya başlamıştır ve mevcud fütüvvetnamelerin ilki de, Ebu
Abdurrahman Sülemi’ye aittir.[220] [221]
Nicholson, Ebu Said’in zühd
dönemlerinde Ebu’l-Fadl Hasan’n vefat etmesi üzerine, Ebu Abdurrahman
Sülemi’nin yanına gidip, bir süre onun yanında kalmasını ve onun elinden hırka
giymesini anlatan menkıbeye yer vermiştir. Ebu Said’in hırka giymesinin, sufi
kardeşliğinin bir üyesi olduğunu ilanı olduğuna vurgu 253
yapmıştır. O, kısaca Sülemi nin
hayatına değinmiştir.
Esrâru’t-Tevhîdde Ebu Said’in
Sülemi’ye atfettiği bir menkıbe, o dönemde fikir danışılabilinen hanım
sufilerin de olduğunu belirtmesi açısından önemlidir. Ebu Abdurrahman
Sülemi’nin zahid kadınları içeren eserinde bahsettiği bir bayan sufi olan
Saide’nin bu yolun zahidlerinden olduğunu belittiğini, bir grup insanın bu
hanım zahidenin kapısına ondan feyz almak ve dua talep etmek için gittiklerini
ve bu hanım zahidenin: “Allah sizi kendisinden koparan herşeyden koparsın.”
diye dua ettiğini söylemiştir. Ebu Said’in bu menkıbeyi tedbir konusuna örnek
olarak anlattığına yer verilmiştir.[222]
Nicholson, İran Edebiyat
tarihinde çok ünlü olan Ebu Said ile Ömer Hayyam’ın (v. 526/1132) birbirlerine
benzetildiğinden[223] bahsederek birinci bölüme başlamıştır. Ünlü ‘Rubaiyyat’
adlı eserin her ikisinin de olabileceğini, ancak ikisinin de izlerinin tam
olarak taşımadığını vurgulamıştır. Ömer Hayyam’a isnat edilen dörtlüklerde,
Hayyam’ın yaşama bakış açısı ve genel düşünce yapısının az çok
yansıtılmış olmasını, kesin ve
ayırd edici şeyler öğrenilmesi için yeterli bulmamıştır. Aynı durumun Ebu
Said’e ısnat edilen rubailer için de geçerli olduğunu ileri sürmüş, ancak Ebu
Said hakkında mükemmel biyografik materyallerin olduğunu ve çağdaş İran
Mistisizmi hakkında bilgi verdiğini söylemiştir.[224]
Ebu Said ile Hayyam’ı
kıyaslayabilmek için Ömer Hayyam’ı tanımamız gerektiğinden, onun hayatından
kısa kesitler sunulmaya çalışıldı. Ebu’l-Feth Gıyasüddîn Ömer b. İbrahim el-Hayyam,
430-439/1039-1048 yılları arasında Nişabur’da dünyaya gelmiştir. İran’a
yerleşmiş Arap asıllı olan Hayyami kabilesinden olabileceği fikri
benimsenmiştir. O devrin sultanlarıyla yakın ilişkilerde bulunmuştur; ünlü
Selçuklu Veziri Nizamülmülk’ün sarayda verdiği işi istemeyip, Semerkant,
Buhara, Belh, İsfahan gibi bilim ve sanat merkezlerinde dolaşmayı uygun
bulmuştur.[225] Hayyam, rubaileriyle ünlenmiş bir şair olmasının yanında, alim
ve filozof olarak da kabul edilmiştir. O, aynı zamanda astronomi, matematik,
geometri, fizik ve tıp alanında da çalışmıştır. Onun analitik geometrinin
gelişmesinde etkisinin büyük olduğu söylenmektedir.[226] Şimdiye kadar bir çok
araştırmacı Hayyam hakkında çalışmıştır; Hayyam’a nisbet edilen, 158 rubaiyi
içeren, en eski rubai mecmuasının, 865/1461 yılında Şiraz’da yazılan Oxford
Bodleian nüshasının olduğu açıklanmıştır; bu da Hayyam’dan üç asır sonrasına
işaret emektedir. Yine bu mecmuada da yabancı rubailer olduğu saptanmıştır.
FitzGerald’ın, Hayyam ve ona ait olduğunu düşündüğü rubaileri hakkında ortaya
koyduğu düşüncelerin, Hayyam’la ilgili yazılan biyografilerin çoğundan önemli
olduğu belirtilmiştir.[227] Hayyam’ı şair olarak Batı’ya tanıtıp, sevdiren de
FitzGerald’ın İngilizce tercümeleri olmuştur.260 Onun rubailerini Fransızca’ya
çeviren Nicolas, onu, şarap ve saki perdesi altında ilahi aşkı anlatan bir sufi
olarak tanımlamıştır.261 Hayyam’ın ölümünden sonra ona atfen derlenen rubailer
dinsizlikle damgalanmıştır. Necmeddin Razî (v. 654/1256) gibi bazı muhafazakarlar
Hayyam’ın fikirlerini beğenmemiş,
onu felsefi, materyalist (dehri) ve natüristlik (tabiilik) ile suçlamıştır.
Razî, Hayyam’ı konu alan 620-621/1223-1224 yılında yazdığı Mirsadu’l-ibad adlı
eserinde, onu uyanık, şaşkın bir alim olarak nitelemiştir.[228] Hayyam’ın dine
zıt gibi görünen düşüncelerinin, başka rubailerle karışmış olduğu, bazen de
kasıtlı değiştirildiği düşüncesi yaygındır.[229] Hayyam’ın rubailerine ait
kesin bir el yazma nüshası bulunmadığı için net birşey söylemek de mümkün
görünmemektedir.[230] Hayyam’dan günümüze Farsça ve Arapça birkaç felsefi ve
bilimsel eser kalmıştır; bunlardan Novruzname değerli bir edebi eserdir.[231]
Hayyam’a atfedilen aşağıda verilen bu rubai, onun aslında tasavvuf ehli bir
alim olduğuna işaret eder niteliktedir.
“Ezel sırlarını ne sen bilirsin,
ne ben;
Bu muammayı ne sen okursun, ne
ben.
Perde arkasında var seninle benim
dedikodum,
Perde düştü mü, ne sen kalırsın
ne ben.” [232]
O da, Ebu Said gibi şaraptan,
sarhoşluktan, aşktan, güzellerden, meyhaneden bahsetmektedir. Sufilerin genelde
yaptıkları bu davranış biçimi gibi, Hayyam’ın da, duygu ve düşüncelerini
sembollerle anlatmaya çalıştığını görebiliriz. Aynı yolu izleyen Hafız-ı Şirazi
(v. 720/1318) ve Mevlâna için de aynı durum söz konusudur. Nicholson’ın, Ebu Said
ve Hayyam her ikisinin de, İran’da yaşamış olmalarından, çoğu muhafazakarlar
tarafından hatta bazı sufilerce din dışı bulunmalarından ve şiirlerinde aynı
sembolleri kullanmalarından dolayı rubailerin kime ait olduğunu bilemediğini
belirtmesi haklı bulunabilir. Ebu Said’in yaşadığı dönemin sonuna doğru, ya da
sonunda Hayyam dünyaya gelmiştir, aralarında uzun bir nesil ve kültür farkı da
bulunmamaktadır. (Ebu Said: d. 357/967; v. 440/1049 // Hayyam: d. 430-
439/1039-1048; v. 526/1132)
Nicholson, bir filozof ve tıp
bilim adamı olarak tanınan İbn Sina’nın Ebu Said ve Harakâni ile görüşüp
görüşmediği ve onların müridi olup olmadığı tartışmalarına cevap bulmaya
çalışmıştır. Batılı bilim adamlarının çok ilgi gösterdiği İbn Sina’nın, onların
dediği gibi Avicenna’nın adı, Esrâru’t Tevhîd’de geçmiştir;[233] Nicholson,
onun Ebu Said ile görüşmesine Studies in Islamic Mysticism'de yer
vermiştir;[234] Harakâni ile görüşmesine Mystics of İslam'da yer verdiğini daha
önce belirtmiştik. (bkz. 56)
Asıl adı, Ebu Ali el-Hüseyin b.
Abdillah b. Ali b. Sina olan ve Batı’da Avicenna olarak bilinen İbn Sina,
370/980-981 yılında Buhara yakınlarında Efşene köyünde doğmuştur. İbn Sina,
küçük yaşlarda Kur’âriı ezberlemiş, dil, edebiyat, fıkıh, felsefe, geometri,
matematik, mantık dersleri almış ve astrolojiyle de ilgilenmiştir. Bu arada
esas ün yaptığı tıp ve eczacılıkta ileri bir seviyeye gelmiştir. Zamanın Samani
Hükümdarı Nuh b. Mansur’un ağır bir hastalığa yakalanması ile doktorlarla
yaptığı ortak çalışmalarla 18 yaşında iken saray hekimliğine alınmıştır. Saray
kütüphanesinde kendini iyice geliştirmiştir. Matematik hariç bütün ilimleri
kapsayan el-Hikmetü’l- ‘arûziyye ve yirmi cild olan el-Hasıl ve ’l-mahsûl adlı
eserleri yazmıştır. İbn Sina, Bîrûni ile birlikte Harizm’in bir kasabası olan
Gürgeç’te emirin sarayında çalışmışlardır, daha sonra oradan Cürcan’a
gitmiştir; orada Ebu Muhammed eş-Şirazi ona iyi olanaklar sunmuştur; İbn Sina
da orada hem eserlerini yazmış, hem de dersler vermiştir. O, mantıkla ilgili
el-Muhtaşarü’l- Evsafı öğrencisine dikte ettirmiş, Ebu Muhammed eş-Şirazi için
el-Mebde ’ ve ’l- Me’ad ve el-Erşâdü’l-Külliyye'yi, el-Kanun fi’t-Tıbb
kitabının başlangıcını ve Muhtaşarü’l-Mecistî adlı eserini yazmıştır.
Hamedan’da 428/1037’de 57 yaşında hastalıktan ölmüştür.[235]
Onun el-Kanun fi’t-Tıbb kitabı
yaklaşık bir milyon kelimeden oluşmuş, o zamana kadar yazılmış en önemli tıp
kitabıdır. VI. yüzyılda neredeyse bütün Asya ve Avrupa’da tıp okullarında
okutulmuştur. İbn Sina, elli yedi yıllık bir ömre, birçok bilimsel ve felsefi
çalışma sığdırmıştır. İbn-i Sina, aynı zamanda iyi bir ruh doktorudur; o,
melankoliyi çok iyi tanımlamıştır. Ruhsal hastalıkların tedavisi o döneme kadar
doktorlardan çok din adamları tarafından yapılmaktadır. İbn-i Sina’ya göre ruh
ve beden olarak iki cevher vardır ve bunların her birinin kendine özgü
hastalıkları vardır. St. Thomas ve Gilbert de La Porre gibi filozoflar, ondan
etkilenmiş ve üstad kabul etmişlerdir. Roger Bacon, onu Aristo’dan sonra en
önemli filozof saymıştır.[236]
Nicholson, Studies in Islamic
Mysticism’de Ebu Said’in ünlü çağdaşı İbn sina ile mektuplaştığına ve onların
Nişaburdaki bir manastırda üç gün üç gece aralıksız sobetlerine yer vermiştir
ve filozof İbn Sina’nın öğrencilerine, “ Benim bildiğimi, o görmüş.”, Ebu
Said’in de müritlerine, “Benim gördüğümü, o biliyor.” gibi söylemleri tam doğru
olarak kabul edemeyeceğini ifade etmiştir. Nicholson böyle düşünmesine rağmen,
İbn Sina’nın mistiksel yazılarının olmasını, onun velilik ve tasavvufu ilk defa
Ebu Said’de tanımasından sonra kaynaklanmış olabileceğini ifade etmiştir.[237]
Nicholson, The Mystics of
İslam’da İbn Sina ile Ebu’l-Hasan Harakâni arasında geçen menkıbelere yer
vermiştir. İbn Sina’nın Ebu’l-Hasan Harakâni’yi ziyareti esnasında İbn Sina’nın
çok etkilendiğini, iradesini kaybettiğini ve tasavvufa meylettiğini anlatan
menkıbe şöyledir: Ümmi olan Harakâni ile İbn Sina birlikte uzun ve karışık
tartışmışlar yapmışlar ve bunun üzerine Ümmi Harakâni’nin yorulup, tamir
bahanesiyle bahçe duvarına çıktığında, elindeki keser düşmüştür; İbn Sina
kesere koşmuştur ama, keser kendiliğinden havalanıp, Harakâni’nin eline
gitmiştir.[238] Nicholson, İbn Sina’nın tasavvufa olan coşkun inancının,
hayatının son zamanlarında felsefeyi tasavvufa tercih edinceye kadar sürdüğünü
ileri sürmüştür. “Avicenna lost all his self-command, and the enthusiastic
belief in Sufism which then took possession of him continued until, at a later
period of his life, he abandoned mysticism for philosophy." [239]
Esrâru’t-Tevhîd’e göre, İbn Sina,
Ebu Said’i sık sık ziyaret etmiş, onun kerametlerini görmüş ve onun müridi
olmuştur. Bundan sonra İbn Sina’nın el-Işârât gibi eserlerinde sufilerin
hallerine, evliyanın kerametlerine, tarikat, hakikat konularına geniş yer
verdiği ifade edilmiştir.[240] İbn Sina’nın Ebu Said ile buluşma olasılığının
yüksek olduğunu zikredebiliriz. Harakâni ile de aynı şekilde görüşme yaptığının
söylenmesi, onun Nişabur’a gittiğine bir işarettir. Nicholson, Esrâru’t
Tevhîdde bahsedildiği gibi, İbn Sina’nın Ebu Said’in müridi olduğundan ne Studies
ın Islamic Mysticism’de, ne de The Mystics of İslam'da bahsetmemiştir. Onun
filozof olarak kalması taraftarı gibidir ve en sonunda tasavvufu bırakıp,
felsefeye döndüğünü açıklamıştır.
Nicholson, İslâm sufilerinin
(coşkulu ve aşk dolu, aşırı sözler sarfetmeleri gibi) Ortaçağ Katolik Klisesine
bağlı olan Hıristiyan mistiklerinden daha fazla söz hürriyetine sahip
olduklarını ileri sürmüştür. Sufilerin aşırı gitmesi durumunda, ‘vecd’ halinin
onları genellikle mazur gösterdiğini söylemiştir. Onların pervasızca ve cüretli
sözler söylediklerini zikretmiş, bunlardan birisi olarak gördüğü Ebu Said’in şu
dörtlüğünü örnek göstermiştir:274 [241]
“Sen, benim kalbimde eyleşirsin,
yoksa onu kana bularım;
Sen, benim gözümde ışıldarsın,
yoksa onu gözyaşlarına boğarım.
Ruhum, yalnızca Sen’inle bir
olmak ister;
Yoksa her şeye başvurarak, onu
bedenimden söküp atarım!”[242]
Nicholson’ın da söylediği gibi
sufiler, söz hürriyetlerine pek de fazla sahip değildirler. İfadelerinde
sembol, mecaz ve şatah içeren bir dil kullandıkları için çoğu zaman
anlaşılmakta güçlük çekilmişler, büyük tepki almışlar, hatta dışlanmışlardır.
Ebu Said’in hayatında da bu durum net olarak görülmektedir. Esrâru’t-Tevhîdde
anlatıldığına göre, ona karşı koskoca bir ordu hazırlanmıştır. (bkz. 111) Sufilerin
‘vecd’ halinde söylediği sözler yüzünden, değil mazur görülmek, kafaları
kesilmiş, derileri yüzülmüştür. Böylesi İslâm’a aykırıymış gibi gelen söz
söyleyenlerden kurtulabilenlerin sayısı azdır. Ebu Said ve Bayezid Bestami idam
edilmekten kurtulabilenlere yalnızca iki örnektir. Canını kurtaramayanlardan,
Hallac, Nesimi (v. m. 1425), Şems, İmam Ebu Hanife (v. 148/767)[243] ve
Hemedânî en ünlüleridir.
Macid Fahri’nin İslam Felsefesi
Tarihi eserinde, IX. yüzyılda ilahi sevgiyle sarhoş olmuş Bestami, Hallac,
Şibli ve Ebu Said (İbn Sina’nın arkadaşı ve mektuplaştığı kişi olarak
verilmiştir.) gibi cüretli sufilerin, tasavvufdaki Vahdet-i Vücud uçurumunun
kıyısına son adımı attığı ve sonraki asırlarda onların izinden giden
diğerlerinin, yaşayış ve düşünceleriyle tasavvufa melamilik ve cünun gibi aşırı
ifadeler kattıkları ileri sürülmüştür.[244]
III. EBU SAİD EBU'L-HAYR'IN
ESRÂRU’T- TEVHİD ADLI ESERİ
Ebu Said Ebu’l-Hayr’ın yazmış
olduğu bir kitap bulunmamaktadır. O, daha çok ezberden şiir okumalarıyla ünlüdür.
Onun hayatını, düşünce sistemini, tasavvufi hayatını daha sonra üçüncü nesil
torunlarından Muhammed b. Münevver b. Ebu Said b.Ebu Tahir Said b. Ebu Said (v.
574/1178), Esrâru’t Tevhîdfi Makaatı ’ş-Şeyh Ebi Said isimli eserde
toplamıştır. İbn Münevver, Esrâru’t Tevhidi ne zaman yazdığı ile ilgili bilgi
vermemiştir ama, Oğuzların Horasan’ı yağmalamalarından sonra yazdığını
söylemiş, kitabı, Herat’ta telif ettirmiş ve Gur hükümdarı Gıyaseddin
Ebu’l-Feth Muhammed b. Sam’a ithaf etmiştir. [245]
Esrâru’t Tevhîd’in kaynağı
Hulat-u Suhunan-ı Şeyh Ebu Said adlı İbn Münevver’in amca oğullarından
Cemaleddin Ebu Ruh tarafından yazılan menakıpnamedir. Esrâru’t Tevhîd, bu
menakıpnamenin yeniden düzenlenmesi ve yeni bilgiler eklenmesiyle meydana
gelmiştir. Kitap, o zamana kadar yazılmış olan menâkıp kitaplarının en
önemlisidir. Yeni eklenmiş olan menkıbelerin çoğu Ebu Said’in müritlerinden
Hasan Müeddib’e ve Hace Ebu’l-Feth’e ve diğer müridlerinin
anlattıklarıdır.[246]
Esrâru’t Tevhîd, Ebu Said ve onun
yaşadığı dönemdeki tasavvuf ve Şeriat ehlinin tasavvufi görüş ve hallerini,
özellikle de menkıbelerini anlatan bir eserdir. Tasavvufta menâkıpnameler
önemli bir yer tutmaktadır. Nicholson, Ebu Said’e ayırdığı bölümde, onun
tasavvufi görüşlerine ve menkıbelerine yer vererek anlatmaya çalışmıştır; onun
tasavvufi görüşlerini ayrı bir bölümde, Esrâru’t Tevhîd’de olduğu gibi ele
almamıştır. Bu anlatılan menkıbeleri abartılı bulmuş, inandırıcı bulmamıştır.
Bunun nedeni olarak da, Ebu Said’in yaşadığı dönemde veya vefatının akabinde
yazılmış herhangi bir eserinin olmamasından kaynaklandığını söyleyebiliriz. Ebu
Said’in bütün kitaplarını ve eserlerini gömdüğünü belirtmiştik ve daha sonra
da, yazmaya teşebbüş etmemiş olsa gerektir. Menakıpnameler, genelde müridler
tarafından yazılanlar, ya da anlatılanlar olduğu için, şeyhinin büyüklüğünü
göstermek için abartılı da olabilir.
Menâkıp (manâkib), lugat manası,
öğülecek iş, hareket ve meziyetlerdir. Hadis mecmualarında Hz. Peygamber’in ashabının
tarihen sabit meziyetlerinden bahseden Hadis’lerin toplandığı fasılların
isimlerinden ekseriya manâkıb kelimesine tesadüf edilir. Aynı manada olarak,
önemli tarihi kişilerin hal tercümelerine dair müstakil eserlere de böyle
isimler verildiği gibi Hulefa-yı Raşidin’in veya bir kabilenin adlarında da bu
kelimeye tesadüf edilir. Manâkib kelimesine, sufiler arasında tarikat
kurucularının, velilerin ve şeyhlerin hal tercümelerine dair eserlerin
adlarında da sık sık rastlanır. Fakat bu gibi eserler, hurafelerle, mucizeli
hareketlerle ve harukuladeliklerle doludur. Bundan dolayı bu gibi eserlerde
manâkib kelimesi halk arasında kerâmet kelimesi ile hemen hemen aynı anlamda
kullanılır. Tasavvufi fikirlerin V/XI. yüzyılda İslâm dünyasında geniş bir
şekilde yayılmasından, tarikatların kuvvetle teşkilatlanmasından sonra Arapça,
sonraları Farsça ve Türkçe önemli bir manâkib edebiyatı meydana gelir. Ciddi ve
esaslı bir tarihi araştırmaya tabi tutulan manâkib eserler, tarih ve edebiyat
tarihi kaynağı olarak, çok verimli bir şekilde faydalanılmaktadır.[247]
Tarikatlerin kurulup, yayılmasından sonra ortaya çıkan menâkıpnâmelerde, ele
alınan veli hayatta iken veya çok yakın bir zamanda yazılıp yazılmaması,
menakıpnamenin güvenirliğini etkileyen en önemli sebeptir. Velinin vefatından
çok sonra derlenen, özellikle müridleri tarafından yazılan menâkıpnâmeler
genelde masalımsı olabilmektedirler.[248] [249] Evliya menkıbelerinde,
kahramanlar gerçektir ve kutsal kişilerdir; olaylar belirli zaman ve mekanda
meydana gelmektedir; uydurulmuş degildirler, anlatılanların gerçek olduklarına
inanılır; yarı kutsaldırlar, bir dogma gibi kabul görürler; biçim olarak kısa
ve sade 283 bir anlatım tarzları vardır.
Nicholson, Ebu Said ile ilgili
menkıbeleri seçerken çarpıcı ve olağan dışı görünenleri seçmiş ve
eleştirmiştir. Örnek olarak verdiği bu menkıbede uç örneklerden birisidir.
Nicholson, Ebu Said’in ünü Mekke’ye ulaşınca, onun mistik güçlerini denemek
için ünlü zahid Ebu Amr Beşhuvani’nin Harem’deki pirlerin onun yanına Mihene’ye
göndermelerini anlatan menkıbeyi ele almıştır: Ebu Amr Beşhuvani, Ebu Said ile
üç gün üç gece sohbet ederler; Ebu Said, Beşhuvani’nin Harem’de kendisinin
naibi olmasını ister ve ona eliyle yaptığı üç misvakı verip, onları otuz dinara
satmasını ister. Başhuvani, misvaklardan birinin batırıldığı suyla hastalara
şifa dağıtır, derdine derman bulamayan bir ağa bunu duyar, misvaklardan birini
otuz dinara satın alır, iyileşir ve vefat etiğinde misvağın kırılıp ağzına
konulmasını vasiyet eder. Beşhuvani, aldığı parayla Harem’e bir hankah inşa
ettirir ve o da, misvakla gömülmeyi ister.[250]
Nicholson, bu otantik hikayenin
dökümanlardaki gibi resmini çizdiğini, ancak Ebu Said’i olduğu gibi
göstermediğini söylemiştir. Onun biyografisini yazanlara kızmanın saçma
olduğunu, çünkü onların saf ve Ebu Said’in müridi olduklarından dolayı
eleştirel muhakemeden tamamen uzak olduklarına değinmiştir; ona göre,
yazdıkları eserler de inancın etkisindedir, geleneklere, efsanelere
dayanmaktadır; ne kadar titiz analiz edilseler bile, bu malzemelerden bir
alaşım elde edilebileceğini ifade etmiştir. O, Ebu Said’in gençlik yıllarını,
tarikata girişini, çıraklık dönemini anlatan metinlerin, onun kerametlerini
anlatan menkıbelerden daha güvenilir olabileceğini vurgulamıştır. Nicholson
burada, dini buluşların rölünün büyük olduğunu ve hiç bir doğa kanunuyla
sınırlanmadığını belirtmiştir. Ebu Said’e isnad edilen mistik sözlerin, nazari
dinin (spekülatif teosofinin), bilimin ötesinde bir güç ve özgürlüğe sahip
olduğu görüşündedir ve Ebu Said’in ününü ilk başlardaki azimli ve istekli
kişiliğine ve etkileyici bir biçimde sergilemeyi başardığı pisişik
yeteneklerine borçlu olduğunu iddia etmiştir.[251] Nicholson’ın böyle
düşünmesinin nedeni olarak, Ebu Said’in olağanüstü hallerini, özellikle
kerametlerini anlatan menkıbeleri, daha mantık dışı ve din dışı bulmasından
kaynaklanabilir.
İbn Münevver, Esrâru’t Tevhide
güvenilmesi gerektiğine değinmiş, aktardığı menkıbe ve görüşlerin senetlerinin
güvenilir olduğuna vurgu yapmıştır.[252] Esrâru ’t Tevhîd, çoğunlukla Ebu
Said’in müridlerinin anlattıklarından oluşmuştur. Kimden alıntı yapıldığı belli
olmayan menkibe azdır; rivayet edenleri şöyle tespit ettik: Hoca Hasan Müeddip
(Menkıbelerin çoğu onun şahid oldukları, anlattıkları ve bizzat
yaşadıklarıdır.), Hoca Ebu’l-Haşimi, Kemalettin Ebu Said (İbn Münevver’in
amcası), Emir İmam İzzettin İlbaşı (Emir Seyyid Ebu Ali’den), İmamu’l-Harameyn
Ebu’l-Meali Cüveyni, Horasan valisi Amid, Ebu Said Haşşab (Ebu Said’in özel
hizmetkarı), Hoca İmam Ebu’l-Feth Abbas, Ebu Bekir Hatib, Üstad Mükri
Abdurrahman (Ebu Said’in hafızı), İbn Münevver’in dedesi Şeyhü’l-İslam Ebu Said
(Ebu Said’in oğlu), Şerahslı vaiz Ebu Bekir Muhammed, Hoca Ebu’l-Berekât,
bilginlerden Ebu Bekir Şevkani (o da, babası ulema Muhammed’den), Hoca İmam Ebu
Ali Farmedi, Üstad İsmail Sabuna (Sabuni), Ebu Bekir Mükerrem, Hoca İsmail
Mükerrem, Reşiduttâife Abdülcelil, Hoca Ebu’l-Feth Iyazi, Şeyh Ebu’l- Hasan
Sencari (o da, Şeyh Ebu Müslüm Farisi’den), Şeyh İsmail Sâvî, Hoca Ebu Tahir
(Ebu Said’in büyük oğlu), Hoca Ebu’l-Feth (Ebu Said’in torunu), Nevkanlı Ebu’l-
Fadl Muhammed b. Ahmed, Şeyh Amr Başhuvani, Hoca Ebu Kasım Zerrad (Ebu Said’in
müridi), Hoca Aliğ, Nureddin Münevver (İbn Münevver’in babası), Serahslı sufi
Şeyh Abdüssamed b. Muhammed (Ebu Said’in özel müridi), Hakim Muhammed Ebuverdi,
Tacu’l-İslâm Ebu Said b. Muhammed Sem’âni (Münevver’in amcasının oğlu),
Nasuhidin Ebu Muharrem, Şeyh Ebu’l-Kasım Rubâhi, Pir Zeynu’t-Taife Ömer Şevkani
ve kardeşi Pir Muhammed Şevkani, Eşref b. Ebu’l- Yemani (o, Pir Ebi Ishak’tan,
o da babasından), Hafız Üstad Mükri Abdurrahman (Ebu Said’in hafızı), Hoca
Mus’id (Hoca İmam Muzaffer Nevkani’nin oğlu), Şeyh Ahmed Nasr, Nureddin
Münevver, Hoca Abdülkerim (Ebu Said’in özel hizmetkarı), (Kuşeyri’nin
torunları) Hoca İmam Ebu’l-Meali Kuşeyri,
Hoca İmam Zahiruddin Es’ad
Kuşeyri, Hoca Ebu’l-Fütuh Gadâiri (Kuşeyri’nin müridi), Serahslı Hoca İmam Ebu
Nasr Iyazi (Kuşeyri’nin müridi), Şeyh Ebu Ahmed (Kuşeyri’nin sırdaşı), Hoca
Bekir b. Müeddib (Kuşeyri’nin müridi), Talha
b. Yusuf, Hoca İmam Ebu Ali Osmani ve Hoca
İmamuddin Muhammed b. Abbas’dır. Görüldüğü üzere neredeyse menkıbelerin çoğunun
kaynağı belirtilmiş, nakledenlerin kendi fikirlerini de kattıklarını göz önünde
bulundursak dahi, Esrâru’t Tevhîd" e çoğunlukla güvenebiliriz.
Ebu Said, hayatta iken
kerametlerinin gizli kalmasına özen göstermiştir. Sadece sohbet esnasında veya
müridlerini heveslendirmek için dilinden dökülenler olmuştur.[253] Anlatılan
menkıbelerde, Ebu Said’in herkese olan sevgisi, hoşgörüsü, sabrı, affetmesi, kin
tutmamaması ve hatta içki içenlere, şarkıcılara, diğer dinlerden olanlara “Ne
olursan ol gel...” sözlerine uygun, sevecen yaklaşımı sergilenmiştir.
Esrâru’t Tevhîd, İngilizceye,
Fransızca’ya, Arapça’ya çevrilmiştir; Türkçe’ye 2003 yılında Süleyman Uludağ
tarafından çevrilmiştir. Bu nedenle ülkemizde Ebu Said, 2003’ten sonra yeni
yeni tanınmaya başlamıştır.[254] Nicholson, Esrâru’t- Tevhîd’in, ilk defa Rus
müşteşriki V. Jikovsky tarafından Petersburg’da, 1899’da yayımladığını ve
Jikovsky’nin bu çevirisinden oldukça yararlandığını belirtmiştir.[255]
IV. ESRÂRU'T TEVHİD'DE ELE ALINAN KONULAR
A. Ebu Said Ebu'l-Hayr'ın
Tasavvuf Anlayışı
Ebu Said’in tasavvuf anlayışı
Kur’ân ve Sünnet’in ışığı altında gelişmiştir, çünkü gerek Esrâru’t Tevhîd,
gerek Studies in Islamic Mysticism" de ondan aktarılan hemen her sözünün
ve her menkıbesinin Kur’ân"a veya Sünnet’e dayandırılmış olduğu tespit
edilmiştir. S. Uludağ’ın çevirisi olan Tevhîdin Sırları"ında, Ebu Said’in
109 Âyet (s. 382-386) ve 46 Hadis’in (s. 387-390) kullandığına yer verilmiştir.
Ayrıca Ebu Said, Hz. Adem, Hz. İdris, Hz. Musa, Hz. Süleyman, Hz.
Davud, Hz. İbrahim, Hz. İsmail,
Hz. Zekeriya, Hz. İsa, ve Hz. Yahya gibi peygamberlerin kıssalarından, örnekler
vermiştir; Hz. Ali, Hz. Ömer, Hz. Ebubekir, Hz. Aişe’den sözler ve menkıbeler
nakletmiştir. Ebu Said, şeyhleri, hocaları, çağdaşı mutasavvıf ve alimlerden
başka birçok tanınmış sufiden anekdotlar aktarmıştır; bu sufilerden bazılarına,
Bayezid Bestami (v.
261/874),
Cüneyd
Bağdadi (v. 297/909), Ebu Bekir
Şibli (v. 334/945), Cafer Sadık (v. 148/765), Seri Sakati (v. 257/870), Davud
Tai (v. 165/781), Yahya b. Muaz (v. 258/871), Zünnûn Mısri (v. 245/859), Hasan
Basri (v. 110/728), Süfyan Servi (v. 161/777), İbrahim Ethem (v. 162/778) ve
Sehl b. Abdullah Tüsteri’yi ( v. 283/896) sayabiliriz.
Onun tasavvufi hali, maddeye
değer vermiyen, çok cömert davranan, hiç karşılık beklemeden veren, kapısını
herkese açan, kin tutmayıp herkesi affeden, kimseye ayırım yapmadan hoşgören ve
herkesi kucaklayan bir haldir. O, canını hiçe saymıştır, onu her an feda etmeye
hazır durumdadır.[256] O, maddi, manevi her şeyde Allah’ı görmüş, tüm
varlığıyla O’na yönelmiştir. Artık “Hem e ost” (Herşey O’dur.), “Lâ-mevcude
illallah.” (Gayr yoktur.) demeye başlamıştır; bu sözü tasavvuf tarihinde ilk
kez Ebu Said’in kullandığı zikredilmiştir. Daha sonraları “Hüve’l küll” (Her
şey O’dur.) sözünü Gazali söylemiştir.[257] [258] Nicholson, Ebu Said’in ifade
ettiği bu Vahdet-i Vücud’un nüveleri olabilecek görüşünü dikkate almamıştır;
onun kerametlerini ön plana çıkararak, masalsı bir derviş profili çizmeyi uygun
görmüştür.
Ebu Said, hayatının ilk
dönemlerini Tefsir, Fıkıh, Hadis ve Arap Dili ve Edebiyatı gibi ilimleri o
devrin en yetkin alimlerinden öğrenmiştir. Bu ilimleri sağlamlaştırıp, güçlü
bir temel oluşturmuş, sonra tasavvufi görüşlerini bu güçlü temel üzerine oturtmuştur.
Tasavvufi yaşamındaki pek çok eleştiriye bu güçlü şer’i bilgisi sayesinde göğüs
gerebilmiştir ve büyük bir kitle tarafından saygı ve kabul 292 görmüştür.
Ebu Said, tasavvufu yüzlerce
pirin tanımladığını, birincisi ne söylemişse sonuncusunun da aynı şeyi
söylediğini belirtmiştir; kendisi ise, tasavvufun külfeti terk etmek olduğunu,
benlikten daha büyük külfet olmadığını, insanın kendisiyle meşgul olmasının,
O’ndan geri bırakacağını söylemiştir. Onun tasavvufu sevgi ağırlıklıdır, korku
ve cezadan hemen hiç bahsetmemeyi uygun görmüştür ve hatta Kur’âridaki azap
ayetlerinden çok rahmet ayetlerini okumayı tercih etmiştir.[259]
O, tasavvufu bir değirmen
aracılığıyla tanımlamıştır: Ebu Said, bir grup sufiyle bir değirmenin yanından
geçerken yanındakilere, değirmenin ne dediğini sormuş ve değirmenin: “Tasavvuf
, benim yaptığım şu işten ibarettir: Sert ve kaba şeyleri alıyor, yumuşak
(nazik) hale getiriyor, çevremi tavaf ediyor, kendim kendimde sefer ediyor
(kendi kendimi temizliyor) ve bana gerekli olmayan şeyleri kendimden
uzaklaştırıyorum.” dediğini söylemiştir.[260]
Ebu Said’in tasavvuftaki yolunda,
Allah sevgisi ve aşkı en önemlidir; O, aşkı, Allah’ın kullarını avladığı av
olarak tanımlamış ve bu ağa düşen kulun, her şeyden koparak, tamamen Hakk’a
yöneldiğini söylemiştir.[261] Ebu Said yolunu, “Allah ile kul arasındaki mesafe
bir adımdır. O da şudur: Benliğinden dışarı bir adım atar atmaz Hakk’a erersin.
Aramızdaki aşkın saf olarak kalması için uyumlu ve güzel huylu olmak, hiç
kırmamak üzerimize borçtur.” cümleleriyle ifade etmiştir.[262] Ona göre,
kulluğun hakikati iki şeydir: Güzel bir şekilde Allah’a ihtiyaç içinde olma ve
Hz. Peygamber’i güzel bir şekilde örnek alma hali olarak açıklamıştır.[263]
Onun tasavvufu, Bayezid Bestami, Hallâc-ı Mansur ve Ebu’l-Hasan Harakâni ile
çok benzeşmiştir; onun tasavvufunda, uzun bir riyazat ve çile döneminden sonra
oldukça coşkulu, vecd ve aşk üzre olan, bütün insanları ayırım yapmadan
kucaklayan, hoşgören, her şeyde ilahi tecellileri gören derin ve sevgi dolu bir
anlayış görülmektedir. Esrâru’t-Tevhîdde daha önce uygulanmamış olan müzik,
sema ve şiirle dolu olan meclisleri ilk Ebu Said’in kurdurmuş olduğundan
bahsedilmektedir. Onun aşk anlayışı ve sema meclisleri Mevlâna Celaleddin
Rumi’ninkiyle benzerlik göstermektedir.[264] Ayrıca Mevlânâ’ya atfedilen:
“Gel, gel, her ne olursan ol gene
gel!
Kafir, ateşperest, putperest isen
de gene gel!
Şu dergahımız ümitsizlik dergahı
değildir.
Yüz kere tövbeni bozmuş olsan
gene gel!”, dizelerinin Ebu Said’e ait olduğuna dair görüşe, Esrâru’t Tevhîd’in
sunuş bölümünde yer verilmiştir.[265] Bu konuda Yakup Şafak bir inceleme
yapmıştır; bu rubainin Mevlâna’dan iki yüzyıl önce yaşamış olan Baba Efdal’e de
ait olabileceğini, tespitlerinde belirtmiştir. Şafak, bu ünlü rubainin Ebu Said’in
tarz ve düşüncelerine uygun olduğunu, yine de Baba Efdal’in tarzına daha uygun
bulduğunu söylemiştir. Mevlâna’nın herhangi bir eserinde bu rubainin yer
almadığını da belirtmiştir.[266] Bu rubaiye benzer ifadeleri Attar’ın “Tekrar
tövbeni bozdun; hem de adamakıllı bozdun!....Ey bihaber, şimdi gene döndün,
geliyorsun. Eğer maksadın cennetse, Gel bakalım, gel gene...kapıyı açtık. Suçu
sen işledin, durup bekleyen biziz.”[267] dizelerinde de görebiliriz. Esrâru’t-
Tevhîd’de bahsedildiği gibi Ebu Said’in 30 000 şiiri ezberden okuyabildiği ve
bu şiirlerin bir kısmının da kendi şiirleri olabileceği dikkate alınırsa, bu
dizelerin ona ait olma durumu da vardır. Bunun yanında, okuduğu şiirlerin
çoğunun başkalarının olduğu yönüyle ele alınırsa, bu dizelerin Ebu Said’den de
önce yaşamış bir kimseye ait olma ihtimali de vardır. Sonuç olarak bu rubainin
tam olarak kime ait olduğu belli değildir; ama sufi olan birine aittir ve halen
bütün dünyayı etkileyen “Gel!..” çağrısına insanlar akın akın icabet
etmektedir.
Ebu Said, Bayezid ve Harakâni’nin
yolunu izlemiştir; Mevlâna, Senai, Feridüddin Attar, Cami gibi mutasavvıflar
da, onun lirik tasavvuf anlayışını izlemişlerdir. Onun, tasavvufun
inceliklerini şiirle anlatım şekli, önce Farsça yazması, sonra Türkçe yazması
ile bu mutasavvıflarla benzerlik gösterdiği farkedilebilmektedir.[268]
Görüldüğü gibi sufiler kendilerinden öncekilerden etkilenmişler, benzer
cümleler ağızlarından dökülmüş ve benzer davranışlar sergilemişlerdir.
Esrâru’t-Tevhîd’de verildiğine
göre, Ebu Said’in hankahındaki dervişlerin, Kur’ân-ı Kerım'e, Hz. Peygamber’in
Sünnet’ine dikkatle uymak prensipleridir ve Ashab-ı Suffa’nın davranışlarını
örnek almaktadırlar.[269] Ebu Said’in Kur’ân” a dayanan tasavvuf esaslarından
on tanesi şöyledir:
a. ) Dervişin elbiseleri ve kendisi daima temiz
olmalı; Allah: “..ve elbiseni temizle...”(Müdessir, 74/4); “Orada birtakım
erler vardır ki, temiz olmayı severler ve Allah temizlenenleri sever!” (Tevbe,
9/108) buyurmuştur.
b. ) Camide ya da kutsal yerlerde dedikodu
için oturmamalı; Allah: “Orada Allah ’ı sabah akşam tesbih eden erler
var...”(Nur, 24/36) buyurmuştur.
c. ) Namazı ilk vaktinde cemaatle kılmalı;
Allah; “Onlar namazlarını muhafaza ederler.” (Mü’minun, 23/9) buyurmuştur.
d. ) Geceleri çok namaz kılmalı; Allah: “Gecenin
bir bölümünde kalkıp sana özgü olmak üzre teheccüd namazı kıl! ” (Îsra, 17/79)
buyurmuştur.
e. ) Seherde çokça bağışlanma dilemeli; Allah:
“...ve seher vakitleri istiğfar ederler...” (Âl-i Îmran, 3/17) buyurmuştur.
f. ) Sabahları okuyabildikleri kadar Kur’ân
okumalı; güneş doğana kadar konuşmamalı; Allah: “Güneşin kaynamasından, gecenin
kararmasına kadar namazı güzel kıl, bir de kıraatiyle mümtaz olan sabah
namazını; zira sabah Kur’ân’ı hakikaten meşhuddur!” (İsrâ, 17/78) buyurmuştur.
g. ) Akşam ve yatsı namazı arasında vird ve
zikirlerini tekrar etmeli; Allah: “...gecenin bir bölümünde, yıldızların
batmaya yaklaştığında da O’nu tebih et!” (Tur, 52/49) buyurmuştur.
h. ) Fakirleri ve güçsüzleri
kabul etmeli; onların dertlerine sabırla tahammül etmeli; Allah: “Hakk’ın
rızasını gözeterek sabah akşam Rabb’lerine dua edenleri kovma.” (En’am, 6/52)
buyurmuştur.
k. ) Öbürlerinden izinsiz birşey yememeli;
Allah: “Sözleştiklerinde sözlerinde duranlar...’(Bakara, 2/177) buyurmuştur.
l. ) Öbürlerinden izin almadan bulunduğu
yerden ayrılmamalı; Allah: “Ortak bir hususta O’nunla birlikte bulundukları
zaman O’ndan izin almadan ayrılmazlar!” (Nur, 24/62) [270]
Nicholson, Kur’ân hitabı gibi
'yapsınlar' şeklinde bir ifade kullanmış, Kur’ân ayetlerini Ebu Said’in
sözleriymiş gibi ifade etmiştir. Ebu Said’ 'yapmalı’ diye
kendine özgü sözlerini bitirmiş,
karşılarına da dayandırdığı ayeti vermiştir.[271] Nicholson, Ebu Said’in bir
tekke lideri olarak derleyip yazdırdığı ve müridlerinin büyük bir dikkatle
uymaları gereken on kuralın, Nicholson’ın o zamana kadar karşısına çıkan en
eski (‘regula ad monachos’, Latince: rahipler için kural) Muhammedi öğretiler
olduğunu belirtmiştir.[272] O, Ebu Said’in bir tarikat kurmamış olmasına
rağmen, tekke sisteminin organizasyonuna da imza attığı ve model oluşturduğu
fikrindedir.[273] Nicholson’ın, Ebu Said’in tekke sisteminin, manastır
sistemine benzediğini vurgulamaya çalıştığını[274] söyleyebiliriz. Görüldüğü
gibi Ebu Said’in tasavvuf anlayışı tamamen Kur’ân ışığının rehberliğindedir.
Onun Şeriat’a bağlı olduğuna delil niteliğinde bir görünüş sergilenmektedir.
(Extravagance (israf) ıs forbıdden ın the
Koran, 6, 142; 7, 29, etc); Nicholson, 7/29 olarak
Nicholson, Ebu Said’in lüks hayat
tarzını ve ehliyetsiz uygulamalarını eleştirmiştir; katı din adamlarının onun
hemen her gün düzenlediği bu coşkun, taşkın ve aşırı yemeli-içmeli ritüellerine
verdikleri sert tepkileri şaşırtıcı bulmamıştır.[275] O, Ebu Said’in israfı ile
ilgili anlatılan ‘öd ağacı’ menkıbesine yer vermiştir: Ebu Said, Hasan
Müeddib’den getirdiği bin dinarla ziyafet sofrası hazırlamasını, bir demet öd
ağacının (tütsü) hepsinin mangala konmasını, gündüz olmasına rağmen birçok
mumun yakılmasını istemiştir ve bu kadar israfın doğru olmadığı konusunda
zabıta tarafından uyarılmıştır.[276] Nicholson, israf konusunda bu menkıbe’ye
atfen, dip notta Kur’ân"da, En’âm, 6/142 ve A’raf, 7/31 ayetlerinde
israfın yasak olduğuna dikkat çekmiştir. Allah, “Ey Ademoğulları! Her mescid
huzurunda zinetinizi tutunuz ve yeyin-için de israf etmeyin; çünkü O müsrifleri
sevmez!” (A’raf, 7/31);[277] “...Allah’ın size merzuk kıldığı nimetlerden
yeyin, fakat Şeytan’ın adımlarına uymayın; çünkü o, sizin için açık bir
düşmandır.” (En’âm, 6/142) [278]
buyurmuştur.
Nicholson, Ebu Said’in ve
müridleriyle beraber tekkede sürdürdüğü bu yaşam tarzını liberal bulmuş, bu
tarz bir yaşamı sürdürebilmek için çok paraya ihtiyaç olduğuna değinmiştir. Bu
paraların tekkeye devredilen mal-mülklerden, zenginlerden ve halk tarafından
yapılan bağışlardan gelmekte olduğunu, bu para toplama işini de bu konuda
uzmanlaşmış Hasan Müeddib tarafından yapıldığını açıklamıştır.[279] Nicholson’ın,
Ebu Said’in olgunluk döneminde düzenlediği bu coşkulu meclislerinin masraflı
olmasının İslâm dinine uymadığı fikrini benimsemiş ve Ebu Said’in bu
meclislerini dinin dışında bir rituel olarak değerlendirmiş olduğunu
gözlemledik. Hz. Süleyman’ın saltanına bakarak değerlendirirsek, Hz.
Süleyman’ın kendisinden başka kimseye bu saltanatın benzerinin verilmemesini
istemesini herkesin kendine göre algılaması gibi, Ebu Said’in bu tarz yaşamını
herkes kendince yorumlayabilir. Ebu Said’in israf ve debdebeyi yeren görüşleri
de vardır ve kendisinin aşırı yemeye içmeye, lükse düşkün olduğuna dair bir
menkıbeye rastlayamadık. Aksine dünya sevgisini yeren ifadeler kullanmıştır.
Ebu Said’in müridlerinden birisi ona hediye olarak Irak’dan güzel ve değerli
elbiseler getirmiş, övgü beklerken, Ebu Said, elbiselerin yırtılmasını ve her
bir parçasının dikene asılmasını istemiştir; bu davranışıyla dünyanın yanında
bir değeri olmadığını, üzülen müridinin kuruntusunun da dünyaperestlikten ileri
geldiğini göstermek istemiştir.[280] Yine başka bir menkıbesinde “Sen kimsin?
Nasıl bir insansın?” sorusuna, “Benim ne keseye bağlılığım var, ne de Allah’ın
yarattıklarıyla kavgam var.” diye cevap vermiştir.[281] Ebu Said’in sıklıkla
ziyafet sofraları düzenlemesinden, tütsüler için paralar saçmasından, diğer
insanları etkilemek ve onları zikir meclisine çekmek gayesi ile yaptırdığı
düşüncesine varılabilir, çünkü mal, mülk, saltanat ve debdebeye karşı görüşleri
çoktur ve olgunluk dönemine kadar son derece fakirane bir yaşam sürmüş, yama
üstüne yamalı elbiseler giymiş, aç-susuz dağlarda çöllerde dolaşmış olduğunu
hayatını işlerken belirtmiştik. Onun “Hakk için yaptığın hiçbir şey israf
olmaz, ama nefs için harcadığın beş kuruş bile israftır.”[282] sözü ve şu
dörtlüğü bu konuda son sözü söyler niteliktedir:
“İnsanların işi, daha çok mal
edinme, daha çok önde olma
Rahat ve güven dervişliktedir
oysa,
Bu dünyada birini tercih et,
yeter o sana,
Eğer aklın ve bilgin varsa.”317
İbn Münevver’in belirttiğine
göre, Ebu Said, Hz. Süleyman’ın saltanatına değinirek, onun, bir eşi daha
bulunmayan mülkünün afetlerini görüp, mal, mülk ve saltanatın, Allah’tan
uzaklaştırma araçları olduğunu, bu yüzden kimseye verilmesini istemediği, şeklinde
açıklamıştır.318 Yine başka bir yerde Ebu Said, emrinde rüzgar bulunan Hz.
Süleyman’ın mülk istediğinden dolayı kırk sene dünya semasında tutulacağını,
bütün peygamberlerden kırk sene sonra cennete girebileceğini ileri
sürmüştür.319 Ebu Said, mala-mülke, ihtişama, debdebeye önem veren birisi ise
‘Neden böyle bir örneği versin?’ sorusunu akla getirmektedir. O, gönlünden
tamamen dünya sevgisini çıkarmış ama zahirde halkın isteklerine ve
beklentilerine göre hareket etmiş bir sufi profiline daha uygun görünmektedir.
Onun böyle davranması olumlu ya da olumsuz ilgi toplamış, merak edilmesini
sağlamış, pek çok insanın bir araya toplamasına ve onlara hitab edebilme
şansını yakalamasına vesile olmuştur.
İbn Münevver’in verdiği Ebu
Said’in şu sözleri, onun tasavvuf anlayışını özetler niteliktedir: Ebu Said,
bir konuşması sırasında, çok namaz kılanların ve çok zikir yapanların, Allah
katında birikmiş sevaplarının hesabını yaptıklarını, böyle yapmaları yerine
Allah’ın onlara verdiği nimetlerin hesabını yapmış olmalarının onları huzura
erdireceğini söylemiştir. O, Hz. Peygamber’in: “Ölülerle oturmaktan sakının.”
buyurduğunu aktarmıştır; ölüler kimlerdir sorusuna Hz. Peygamber’in: “Nan u
nimet içinde doğan yetişen dünyacılar.” diye cevap veren Allah Rasûlu sonra
Muaz’a: “Ey Muaz! Refah içinde yüzmekten sakın, çünkü Allah ’ın özel kulları
refah içinde yüzmezler.” Hadisler’ini anlatmıştır.320
Ebu Said’in tasavvuf anlayışında
insana hizmet önemlidir, gerçek bir sufi herkese şefkat gösteren ve herkesin
yükünü çekendir. Ona göre, bir kimsenin başkalarını kendisinden daha iyi
görmesinin, ibadetten daha iyi olduğu belirtilmiştir. O, yoksullara,
çaresizlere, kimsesizlere, borçlu olanlara ve hatta müzisyen olup yaşlanıp
düşenlere, kendini içkiye verenlere, viranelerde yaşayanlara, yani her türlü
düşmüşlere ayrım yapmadan yardım etmiştir. Ebu Said, bütün insanlara aynı
görerek gayri müslümlere de hoşgörü göstermiş ve elinden geleni onlar için
yapmıştır. Ebu Said’in, Kur’ân okurken azap ayetlerini atlayıp, rahmet
ayetlerini okuduğu, daha çok müjdeci ve merhamet ile ilgili sözler sarfettiği
söylenmiştir.[283] Hatta o, Nişabur’da yanındakilerin isteğini kıramayarak bir
Pazar günü kilisedeki ayini görmek için kiliseye girmiştir; Hıristiyanlar ona
saygı göstermiş ve Kur’ân’dan birkaç ayet okunması için izin istemişlerdir ve
onun izniyle hafızlar Kur’ân okumuş ve Hıristiyanları mest etmişlerdir.[284]
Onun engin hoşgörüsüne dair hikayeler çoktur. Bir gün Ebu Said, Nişabur’da bir
mezarlığı ziyarete gitmiş ve Meşayıhın mezarların yakınında içki içip eğlenen
bir grup görmüştür. Yanındaki sufiler bu duruma çok öfkelenmişler ama o, grubun
yanına yaklaşmış ve: “Mevlâ, bu dünyada gönlünüz nasıl hoş ise, öbür dünyada da
aynı şekilde gönlünüzün şen olmasını ister.” demiştir; bu sözlerden etkilenen gruptakiler,
içkileri döküp, sazları kırıp, tevbe etmişlerdir.[285] Yine bir olay onun insan
sevgisini ve hoşgörüsünü anlatmaktadır. Ebu Said, Nişabur’da atına binmiş bir
grup dervişle çarşıya geldiğinde, önüne sarhoş, makyajlı, yüzü açık bir çalgıcı
kadın atlamıştır. Çevredekiler kadına kızıp, uzaklaştırmak istemişlerdir, ama
Ebu Said, ellerini kadından çekmelerini istemiş ve hor görmeden kadınla
ilgilenmiştir; onun bu davranışından etkilenen kadının verdiği zeynet
eşyalarıyla halka ziyafet çekilmiştir, ama kendisi ve müridleri yememiştir ve
bu olay kadının mümine olmasına vesile olmuştur.[286] Ebu Said’in bu engin
hoşgörüsünün anlatıldığı menkıbenin benzerini, Mevlâna’ya atfedilen
menkıbelerde de çok rastlanan bir durumdur.
Nicholson, Ebu Said’i bir veli,
masalsı bir derviş ve özellikle bir tekke lideri olarak görmeyi tercih
etmiştir. Onun tasavvufi konularda, en çok önem verdiği kurallardan birisinin,
başkalarına yardım olduğunu ifade etmiştir.[287] O, Ebu Said’in yardımseverliğinin
bütün yaratılmışları kucaklamasına rağmen, onun sufiler ve diğer halk arasında
net bir ayrım yaptığını ifade etmiş ve sufilerin kan bağından
ziyade, Allah’ın seçimiyle manevi
bir bağla bağlandıklarını söyleyerek, bu fikrini destekleyen onun sözlerine,
Esrâru’t-Tevhîdde anlatıldığı gibi yer vermiştir;[288] kısaca şöyledir: Ebu
Said, Allah’ın bedenleri yaratmadan kırkbin yıl önce ruhları yarattığını,
üzerlerine nur saçtığını, her ruhun da burada aldığı nasip kadar lutuflandığını
anlatmıştır. Bu dünyada birbirlerini sevenlerin orada da birbirlerini
sevdiklerini, bunların Hakk için birbirlerini sevdiklerini ve ‘evliyaullah’
dendiklerini söylemiştir.[289] Ebu Said bu konuyu, “Bu yolda bizimle aynı
fikirde olan akrabamızdır, ondan bize gelinceye kadar merhaleler olsa da; kim
bizimle hemfikir değilse en yakın akrabamız da olsa bizim hiçbir şeyimiz
değildir.”[290] cümleleriyle ifade etmiştir.
Nicholson, Müslüman bir veli
olarak Ebu Said'in bu açıklamasının, pek çok Hıristiyana göre iki kat çelişkili
görünebileceğini ve Müslüman veli kavramının, zühd üzerine kurulduğunu
söylemiştir.[291] O, Muhammedi velinin isminin, ‘vecd’ halinde bulunma ve
kuvvetli bir ilham gelmesi ile savunulabileceğini ve Ebu Said’in, “Cübbemin
altında Allah’tan başka hiçbir şey yok!” haykırmasının merak edilebileceğine
değinmiştir. Böylesi bir vahiy alınmasının, -MacDonald’a gönderme yaparak-
dindar müslüman yaşamına, Hıristiyan teslisinden çok panteizmin yol
gösterdiğini ifade etmiştir.[292] Ebu Said’in müslüman sayılıp sayılmayacağı
hususunda tereddüt geçirmiştir. Bayezid Bestami ile ünlenmiş bu sözü[293] Ebu
Said’in de söylemiş olduğunu[294] görüyoruz.
Nicholson, Ebu Said’in zikir ve
sema meclislerindeki ziyafet sofralarına bakarak, onu lüks bir yaşama düşkün
gibi algılayıp, Kur’âria ters düştüğünü söylediği gibi, onun Namaz ve Hacc gibi
İslâm’ın beş şartını yerine getirmediğini de düşünmüştür. Nicholson,
Esrâru’t-Tevhîdden aldığı bir menkıbede onun namaza bakış açısına yer
vermiştir: Ebu Said, Kain’de iken, Muhammed Kaini diye
büyük bir zat ile beraber
ziyaretlere gitmişlerdir. Yine böyle bir mecliste, birlikte sema ederlerken,
ezan okunmuştur ve İmam Muhammed’in herkesi uyarıp namaza çağırması üzerine Ebu
Said, zaten namazda olduklarını söyleyip semaya devam etmiştir.[295] Nicholson,
Ebu Said’in bu davranış biçimine, en cesur Muhammedi Mistiklerin bile
çekinebileceğini söylemiş, onun gibi, içsel olarak aydınlanmış ve evrensel
bulduğu sufi fikirlerin, Şeriat’ın üzerine çıktığını ileri sürmüştür.[296]
Namaz konusunda Mevlâna’nın da
benzer yaklaşımlar segileyen şu sözleri dikkat çekicidir. “Hak erleri için
namaz kılmak da, semâ’ etmek de onların gizlice Allah’ın emirlerine uymak ve
nehiylerine uymamanın bir misalidir. Semâ’da muganni, namazda imam gibidir. Eğer
muganni ağır söylerse semâ’da ağır, hafif söylerse hafif olur....”[297] O başka
bir rubaisinde de şöyle demektedir:
“semâ’ ki, göklere giden bir
kapıdır, yoldur!
semâ’ ki, can kuşuna baştır,
kanattır, koldur!
ama senin huzurunda semâ’ bir
başka olur;
Peygamber’in ardında kılınan,
namaz gibi!”[298]
Nicholson, Ebu Said’in Hacc
konusundaki tutumuna da bu şekilde yaklaşmıştır. O, bu konuda
Esrâru’t-Tevhîdden aldığı bir menkıbeye yer vermiştir: Ebu Said’e, diğer pirlerin
çile çekerek zayıfladıklarını, ama kendisinin ensesinin yakasına sığmadığı ve
Hacı olmadığının nedenleri sorulması üzerine o, “Benim yedi kat yere ve göğe
sığmayan ensem Allah’ın bana olan ihsanı ile sığıyor; Kâbe’yi ziyaret için onca
yolu yaya olarak katetmek önemli değil, er odur ki, Kâbe her gün oturduğu yere
gelir ve başının üstünde tavaf yapar.” diyerek cevap vermiş ve oradakilere
göstermiştir.[299] Nicholson, her müslümanın hiç olmazsa ömründe bir kez
ziyaret edilmesi gereken Hacc’a, Ebu Said’in hiç gitmediğine değinerek, onun,
sufinin hacılığının kendi içinde yer aldığına dair sözlerini zikretmiştir.[300]
Yine Hacc konusunda da Ebu Said ve Mevlâna’nın sözlerinin paralellik
arzettiğini görebiliriz:
“A Hacc’a giden topluluk,
neredesiniz, neredesiniz?
Sevgili buracıkta; geliniz
geliniz.......................
Suretsiz Sevgilinin yüzünü bir
görürseniz ev sahibi de sizsiniz, ev de sizsiniz, Kabe’de siz.”[301]
Nicholson’a göre Ebu Said, aynı
zamanda doğa üstü yetenekleri olan, büyük bir sufi öğretmen ve vaizdir. Onun
doktrininin nadiren orijinal olduğunu, kendisinden önceki görüşleri
harmanlayarak yeni bir biçimde ortaya koyduğunu ileri sürmüştür. Ebu Said’in
tasavvuf yolunu, kendinden önceki selefleri Bayezid Bestami ve Ebu’l-Hasan
Harakâni ile aynı olduğunu ve onların benimsediği gibi, panteist, şiirsel,
skolastisizm karşıtı, ahlak kurallarına karşı fikirlerin önde gelen savunucusu
olarak tasvir etmiştir. “In the historical development he stands out as a leading
exponent of the pantheistic, poetical, anti-scholastic, and antinomian ideas
which had been already broached by his predecessor, Bâyazid of Bistâm, and Abu
’l-Hasan Kharaqâni.” Nicholson, Bayezid Bestami ve Harakâni gibi Ebu Said’in
de, İran milliyetçiliğinin beşiği dediği Horasan’da doğup, yaşamını orada
sürdürmüş olmasını göz önünde bulundurarak, onun da onlar gibi İran karekterini
taşımasını normal bulmuş, İran din felsefesini en güçlü şekilde Ebu Said’in
yansıttığını söylemiştir.[302] O, Ebu Said gibi Hallac’ın, Bayezid Bestami’nin,
Abdülkerim el- Cili’nin şatahlı, sembollu aşkın en uç halini anlatan sözlerini,
dizelerini, panteizm gibi değerlendirmiştir. Nicholson’ın, Ebu Said’in zahiri
davranış ve söylemlerinden onu, çoğu insan gibi yanlış değerlendirdiğini
söyleyebiliriz.
Nicholson, anlatılan bir
menkıbede, Ebu Said’in Levh-i Mahfuz’un çok geniş olduğunu, bir Arap atının bir
ucundan öbür ucuna dört bin senede varamayacağını, şimdiye kadar olmuş,
kıyamete kadar olacak bilgilerin hepsinin orada olduğunu söylemesine dikkat
çekmiştir. O, dipnotta Muhammediler’in Kıyamet’e kadar olacak herşeyin Tanrı
katında bir Tablet’te bulunduğuna inandıklarını[303] söylerken, biz,
Hıristiyanlık’ta böyle bir inanış yokmuş gibi bir ifade algıladık.
Ebu Said, kendisinden sonra gelen
Senai, Attar, Camii gibi sufileri de etkilemiştir. Hatta yakalaşık iki asır
önce yaşamış olan Ebu Said Ebu'l-Hayr ile Mevlâna'nın tasavvuf anlayışlarının
oldukça yakın olduğunu görüyoruz.
Mevlâna’nın Feridüddin Attar’dan,
Attar’ın Ebu Said’den etkilendiği düşünülürse böylesi ortak noktalarının olması
şaşılacak bir durum değildir.
Feridüddin Attar,
Tezkiretü’l-Evliya’ da Ebu Said ve onun şeyhi Harakâni’nin hayatına ve
menkıbelerine geniş yer verdiği gibi, Mantık al-Tayr'da da yer vermiştir.
Feridüddin Attar, Tezkiretü’lEvliyamda Ebu Said yerine Şeyh Mihne adını
kullanmıştır; onun kocakarı,[304] sarhoş,[305] köylü hikayelerine, [306]
EsrârEt-Tevhîd'' de geçen Lokman-ı Serahsi’yi,[307] Hz. Süleyman’ın saltanatını
ve Sultan Mahmud’u anlatan menkıbelere geniş yer vermiştir.
Esrâru’t-Tevhîdde anlatılanlara
göre, Ebu Said’in çok zorlu bir ‘seyr u sülûk’ dönemi geçirmiş ve hemen bütün
tasavvufi halleri yaşamış olduğu sonucunu çıkarabiliriz. Ebu Said’in tasavvufi
halleri Esrâru’t-Tevhîd de anlatılan menkıbelerin içinde harmanlanmış olarak
verilmiştir; bu nedenle tasavvufi kavramları detaylı bir biçimde ayrıştırmamız
güç olduğundan, üzerinde çok durulan ve Ebu Said ile özdeşleşmiş gibi olanları
ele aldık. Nicholson, menkıbelerin bir kısmını verirken bir kısmında bu
kavramları ele almıştır. Bazı menkıbeleri olduğu gibi vermiş fakat, hiç yorum yapmamıştır.
B. Zühd
Nicholson’ın Esrâru’t-Tevhîtfi
incelerken en çok üzerinde durduğu konuların başında ‘zühd’ gelmektedir.
Nicholson, halvet-uzlet-çileyi, riyazet ve mücahedeyi de zühdi hareketlerin
içinde ele almıştır.
Zühd, lugatta, her türlü zevke
karşı koyarak kendini ibadete verme, olarak anlamlandırılmıştır.[308] Zühd
tasavvufta, dünyaya karşı koymak olarak da ifade edilmektedir. Masivadan yüz
çevirip Allah’a yönelmektir. Zühd, gerçekleştirilmesi amaçlanan ruhi olgunluğa
götüren yalnızca bir araçtır, amaç değildir.347
Zühd konusunda Kur’ân’n pek çok
ayetinde bahsedilmiştir. Allah, “..Her şeyden kesilerek tam anlamıyla Allah ’a
yönel.” (Müzemmil, 73/8)[309] buyurmuştur. Yine Allah, “..Dünya alçak hayat
aldatıcı bir metadan başka bir şey değil! ” (Âlu İmrân, 3/185)[310]
buyurmuştur.
Bu konuda Hz. Peygamber’in de
sözleri vardır, “Altına, gümüşe, kumaşa, abaya kul olanlar helak oldu.
Böyleleri kendilerine birşey verilince razı olurlar, verilmeyince
kızarlar.”,[311] “Dünyaya rağbet gösterme, Allah seni sevsin, insanların elinde
bulunanlara göz dikme ki onlar da seni sevsin.”[312] buyururlar. Hz.
Peygamber’in başında olduğu İslâm devletinin sınırları, Aden’den Suriye’ye
kadar genişlemesine rağmen onun son derece sade bir hayatı olmuştur.[313] Hz.
Peygamber, vefat ettiği zaman, geriye altın, gümüş gibi maddi değeri olan bir
şey bırakmamıştır. Yalnızca bindiği katırı, silahı ve yolculara vakfettiği bir
arazisi kalmıştır. O, zahidane yaşama en güzel örnektir.[314]
Bu konuda sufilerden Süfyan
Servi: “Dünyaya karşı zahid olmak, kanaat sahibi olmak demektir. Kuru ekmek
yemek, aba giymek zühd değildir.” diye ifade 354 etmiştir.[315]
Seri Sakati: “Hâk Tealâ, evliyayı
dünyadan soyup çıkardı, (asfiyayı) saf insanları dünyadan korudu, aşıkların
gönlünden dünyayı tamamen çıkardı, çünkü dünyanın bunlara bulaşmasına razı
olmadı.” diye söylemiştir.[316]
Zühd konusunda Bayezid Bestami de
şöyle demiştir: “Kim dünyada ‘zühd’ üzre bulunursa, kalbinde o nisbette
uyanıklık meydana getirmiş olur.”[317]
Yahya b. Muaz Razi, “Kim, kader
anahtarları olmadan (İlahi tayin ve taksime tabi olmadan) maişet kapısını açmak
isterse, mahlukat ile başbaşa bırakılır.” 357
demiştir.[318]
Mevlâna’nın Mesnevi" sinde
de dünya sevgisi ile ilgili beyitler çoktur:
“Seni dünya yönetir, gönlüne
dünya sevgisi, mal, mülk sevdası kor da ahiretteki sonsuz gıdayı sana kolay
gösterir.” (beyit: 4066)[319]
“Kamil insanın ayağının tozunu
gözüne sürme et de, şu edepsizin, yani dünya sevgisinin başına vur, defet
gitsin.” (beyit: 3 3 73)[320]
Nicholson’a göre tasavvufun
kökenleri İslâm’ın ilk asrındaki güçlü ve yaygın olan zühd hareketinde
aranmalıdır. Her ne kadar erken dönem tasavvufunun teşekkülünde Hıristiyanlık
bir etkinin de bulunduğunu vurgulasa da, Davud Tai, İbrahim b. Ethem, Şakik-i
Belhi (v. 164/780) ve Fudayl b. lyaz (v. 187/802) gibi ilk dönem sufilerinde
görülen zühdî yaşam, tepki hareketi olarak ortaya çıkan II. zühdî harekettir.
Bu zühdî harekette aşk ve sevgiden çok, korku ve hüzün hakimdir. Tasavvufa
hazırlayan ve öncü hareket olarak kabul edebileceğimiz bu zühdi hareketin, ne
Hıristiyanlık’tan[321] etkilendiği, ne de başka yabancı kaynaktan etkilendiği
söylenemez. Zühdün kaynağı İslâm’dır ve ilk zahidlerin asılları Arap’tır, ancak
‘ari ırk’, o dönemde pek etkili değildir. [322] Ona göre, ilk sufiler mistik
sayılmazlar ve onların yaşamlarında takva ve zühd hakimdir; VIII. yüzyılda
İslâm’da dinin ana kaynağı korkudur; Allah korkusu, cehennem korkusu, ölüm
korkusu, günah ve ceza korkusu, ahiret korkusu hakimdir. Yalnızca Rabia’da
Allah sevgisinin var olduğu söylenmiştir.[323]
Nicholson, zühd hareketinin,
Hıristiyanlık’tan ilham aldığını ve İslâm’ın dünyevi zevklere dönük ruhuyla ve
uygulamalarıyla zıtlık oluşturduğunu;[324] zühd ve takva eğilimlerin Hıristiyan
fikirlerle uyumlu olduklarını, zühdün bu teorilerden beslendiğini iddia
etmiştir. Nicholson, Hz. İsa’ya atfedilen sözlerin, eski sufi eserlerinde de
nakledilmiş olduğunu ve buna neden olarak da gezici rahipler yoluyla zahitlerin
eğitildiklerini düşünmesi onu böyle bir kanıya ulaştırmıştır. Sukut orucu,
zikr, zühdi diğer tavırların Hıristiyan kaynaklı olduğuna ısrarla vurgu
yapmıştır.[325] O, IX. yüzyılda zühdün başladığını, ancak bir otoriteye bağlı
bir sisteminin olmadığını, bireysel olarak yaşandığını belirtir. O, ilk dönem
sufilerden Hasan Basri, Habib A’cemi (v. 115/733) ve Davud Tai’nin mistikten
ziyade zahid ve takva ehli olduklarını ifade etmiştir. Ebu Said’den önceki,
Cüneyd Bağdadi gibi büyük mutasavvıfların, okullar kurduklarını söylemiştir.
Daha sonraki süreçte, tasavvufun, büyük bir organizasyonla Hıristiyan
keşişliğine doğru yön değiştirdiğini ifade etmiştir. “...while at a later
period Sufism branched off into great organisations comparable to the Cristian monastic
order.” Nicholson bu açıklamadan sonra Ebu Said’in ruhsal ilerlemesinden sonra
Mihene’ye dönüp, yedi yıl çöllerde ve tenhada geçirdiği halvet hayatına
değinerek, onun geçirdiği o süreci Esrâru’t- Tevhîd de antıldığı şekliyle
vermiştir.[326] Nicholson, Ebu Said’in zühd esasları üzerindeki terimlerini
maddeler halinde vermeyi uygun görmüştür. Onun tespitlerine göre, Ebu Said zühd
uygulaması esnasında şunları yapmıştır:
1- Her namaz için şevkle gusul abdesti almış,
2- Devamlı hücresinin kapı ve duvarlarını
yıkamış,
3- Hücresinin kapı ve duvarlarına asla
yaslanmamış,
4- Daima tek bir gömlek giymiş, yırtıldıkça
yama yapmış, yamaların çokluğundan dolayı elbisesi 20 okkaya kadar ulaşmış,
5- Zorlanmadıkça kimseyle konuşmamış,
tartışmamış,
6- Gün boyu birşey yememiş, küçük bir ekmek
parçayla orucunu açmış,
7- Gece ve gündüz uyumamış, hücresinin
duvarlarında kendi boyu ve eni sığacak kadar bir yer açmış (savmanın duvarları
kalın olsa gerek) ve kapı yapmış, zikirle meşgul olurken konsantrasyonu
bozulmasın diye kulaklarını pamukla kapatmış, Allah Tealâ’dan başka hiçbir
şeyin gönlünden geçmemesi için sırrını kontrol etmiştir.[327]
Tasavvufta gerekli olan bu zorlu
zühdi yolculuk, önce zahiri ilimleri çok iyi öğrenmekle başlar, riyazet,
mücahede ve halvetle pişinceye kadar devam eder; bu eğitim şekli, tasavvufta
Seyr u Süluk’tür. Seyr u Süluğünü başarıyla tamamlayan derviş tüm varlığıyla
insanlığa hizmet eder.[328] Gerçekten Ebu Said, kırk yaşına kadar çok çetin bir
zühdi yaşam süreci geçirmiştir. O, riyazet, çile ve uzlet hayatını Allah
rızasını kazanıncaya kadar sürdürmüştür. Kalemleri, hokkaları kırıp, kitapları
gömdükten sonra divane bir yaşamla, ölmeden önce ölmeyi seçmiştir. Nicholson,
sufılerin bu zühdi yaşamı ile Hıristiyan keşişleri arasında benzerlik
kurmuştur. Keşişler, münzevi bir hayat sürerler ve yalnız kendileri için
çabalarlar, halktan uzak, tecritte gibidirler. Nefislerini körelterek Allah’a
yaklaşmak isterler. Ebu Said’in hayatına baktığımız zaman hayattan kopmadan
kendi içsel ilerlemesini gerçekleştirmiş, sonra tamamen halkın arasına karışmış
ve hizmet halinde görürüz. Öyle ki, diğer büyük sufler gibi, o da siyasete bile
yön vermiş, sultanların danışmanı olmuştur.
Nicholson, tasavvuftaki takva ve
zühd hareketlerinin Hıristiyanlık ile paralel olduğunu düşünmüştür; ona göre,
sufi kaynaklar, Incil den ve Hz İsa’dan sözler nakletmişler ve bu kaynaklarda
Hıristiyan rahipler, sufilere öğüt vericidirler. İlâhi aşk doktirini, sessizlik
orucu, zühdi yaşam, zikir, Hıristiyan kaynaklardan alınmış olduğu vurgulanmaya
çalışılmıştır. O, sufilerin de Hıristiyan ruhbanlar gibi, bir lokma bir hırka
misali dünya zevklerinden uzak kalarak zühdi bir yaşam tarzını benimsediklerini
iddia etmiştir ki, bu yaşam tarzını müslüman sufilerin Hıristiyanlıktan
aldıkları iddialarını isbat etmek isteği farkedilebilir. Müslümanlıkta
ruhbanlık yoktur, fakat, sanki tasavvufu ve özellikle onun zühdî yaşam tarzını,
İslâm dinindeki Hıristiyanlıktan beslenen bir kolu gibi algılamış ve bu
düşüncesini yer yer isbata çalışmıştır. Bu düşüncesinin önemli bir nedeni,
Hıristiyanlıktan farklı olarak, Hz. Muhammed’in ümmetine hayatın içinde
kalmalarını, inzivaya çekilmemelerini, dünya nimetlerinden ölçülü
yararlanmalarını önerdiğini, ruhbanlık yerine cihadı tavsiye ettiğini, ayrıca
Hz. Peygamberin kendisinin evlilik yapıp bu hususta ümmetini de teşvik etmesini
delil olarak görmüştür. Genelde Hıristiyan din adamları evlenmez, tamamen
dünyaya sırt çevirirler. Onlar, ömrünü tamamen Allah’a adamak adına nefse
işkence edecek kadar ileri seviyelere gidebilir. İslâm her şeyde itidalli olma
yolunu ve dengeyi teşvik eder. Sufilerin nefis mücadelesinde, nefsin aşırı
isteklerini dizginleyip kontrol altında tutmak önemlidir.
Tasavvufta nefis tezkiyesi
yapılırken, Ebu Said’de görüldüğü gibi, geçici bir süre eğitilmek ve başarıya
ulaşılınca sonlardırmak şeklindedir ve sufiler, dünyadan tamamen kopmadan,
herşeyle ilgili olarak yaşamlarını sürdürürler. Ebu Said’in şu sözleri bir sufi
profilini en öz biçimde açıklamaktadır: “Er odur ki, halkla birlikte oturup
kalkar, uyur, onlarla alışveriş yapar, haşır neşir olur, ama bir an bile
Hakk’tan gafil olmaz.”[329]
C. Aşk ve Fenâ
Aşk, sözlükte, ‘sevgi’ dir, aslı
‘ışk’ tır; ‘aşk-ı cismani’, maddi aşk, cinsel arzulara dayanan sevgi; ‘aşk-ı
deruni’, derinde, içte olan aşk, içten gelen arzu, istek, olarak verilir.[330]
Nefsi galebe çalmak için en kestirme yol, aşk yoludur. Bununla birlikte ancak
yaşayanın ve tadanın onu bilebileceği, ama asla tarif edemeyeceği bir manevi
zevk ve haz halidir. Mutasavvuflar aşkı, mecazi ve hakiki olmak üzere ikiye
ayırırlar. Mecazi aşk, geçici suretlerden birini sevmektir; şehvetsiz olmak
kaydıyla, ilahi ve hakiki aşka götüren bir köprü olarak hoş karşılanmıştır.
Hakiki aşk, Mutlak Varlığı, yani Allah’ı sevmektir; Hakk’tan başka her şeyden
geçmektir.[331]
Muhabbet (aşk) konusunun Kur’âri
da dayandırıldığı ayetlerden birisi şöyledir: Allah, “...Allah onları sever ve
onlar Allah’ı sever.” (Mâide, 5/54)[332] buyurmuştur. Yine Allah, kendisini
sevmenin yolunu “habibim” dediği Hz. Peygamber’e uymak ve O’na tabi olmak
koşuluna bağlamış ve buyurmuştur: “De ki: Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki
Allah da sizi sevsin...” (Âlu İmrân, 3/31)[333]
Hz. Peygamber bu konuda, “Allah
Tealâ’yı ve Resûlü’nü her şeyden çok sevmeyenin imanı sağlam değildir.”[334] ve
“Kıyamette herkes sevdiği ile beraber olur. ”[335] buyurmuştur.
Aşk hususunda sufiler önemle
dururlar. Bunlardan Cüneyd Bağdadi’ye (v. 297/909) aşk (muhabbet) konusu
sorulunca, “Aşıkın kendi sıfatlarını terketmesi ve yerine sevgilisinin
sıfatlarının girmesidir.” [336] diye cevap vermiştir.
Ebu Bekir Şibli’de (v. 334/945)
aşıklık hakkında şöyle demiştir: “Aşık susunca, arif konuşunca mahv olur.”
(Aşık daima sevgilisini zikreder, arif
sevgilisine ait müşahedeleri
zikre kadir olmadığı için susar, sadece onu temaşa eder.)[337]
İmam Gazali (v. 505/1111) aşk konusunda, Allah Tealâ’yı
sevmek,
makamların en yükseğidir; belki
bütün makamlardan maksadın, bu sevgi olduğudur, demiştir.[338] Yine o aşkı, “Bu
sevgi öyle zordur ki, bazıları Allah Tealâ sevilemez dediler.”[339] ve “Aslında
sevilmeye Allah Tealâ’dan başka layık olan yoktur. O’ndan başkasını seven
cahildir.”[340] sözleriyle ifade etmiştir.
Tasavvufta, aşk denince ilk akla
gelen isimlerden Mevlâna’ya göre aşıklar, Allah’tan başka ne varsa
gönüllerinden çıkarırlar; ne cennet vardır onların gönüllerinde, ne cehennem;
hatta ne can vardır, ne beden vardır. Yalnızca Hakk’ı dilemekten
bıkmazlar.[341] Yine ona göre aşıklar, hiçbir şeyi önemsemeden, Tanrı’ya doğru
yol alırlar, canla-gönülle giderler; binekleri de yoktur, azıkları da; güvenç,
dayanç adımına binmişlerdir; dünyalık hiçbir saltanat onları etkilemez.381
Mevlâna, Hakk aşıklarının en büyüğü olarak Hz. Peygamber’i göstermiştir ve
Muhammed Mustafa’nın (s.a.v.), Mirac’da, yedi kat göğün görülmemiş şeylerini
görmüş, ona arş ve kürsi arz edilmesine rağmen onun, hiçbirine bakmamış ve
“Gözü ne kaydı, ne haddini aştı.” (Necm/17) ayetince, gözünü Tanrı’nın
Cemâl’inden ayırmamış olduğundan bahsetmiştir.382 Aynı hükmü Ebu Said’e
atfedilen bir menkıbede de görmekteyiz: İmran adındaki hizmetkarın Hakk’ı
samimi bir şekilde talep ederken karşılaştığı probleme cevap olarak söylediği
sözler şöyledir: “ Ey derviş, manevi hallerin hepsi aynı nitelikte değildir.
Sen ya O’nu talep edersin veya O’ndan talepte bulunursun. 120 000 den fazla
peygamber O’ndan talepte bulunmuştur. Hz. Muhammed dünyaya gelmeden önce
hiçkimse O’nu talep etmemiştir; O’nun ilk talibi Muhammed (s. a. v. ) olmuştur.
Allah Tealâ, ona bu hususta teşekkür için, “Onun gözü ne kaydı, ne de şaştı!”
(Necm, 53/17) buyurmuştur.”383 Bu görüşleri kısaca
şu şekilde toparlamak mümkündür:
Allah’ın Hz. Peygamber’e “Habibim” diye hitap etmesi, onun en büyük aşk eri
olduğunu göstermektedir. Evliyaullahın da Hz. Peygamber’in temsilcileri olduğu
düşünülürse, tasavvufta böylesine şiddetli aşk halinin yaşanmasına şaşırmamak
gerekir.
İbn Münevver’in anlattığına göre,
Ebu Said’in tasavvufi yaşamında da aşk ve coşku en önemli yeri tutar. Bunu pek
çok dizelerinde ifade etmiştir:
“Toprağın altına girdiğimde beni
çağırsan,
Sesine cevap veririm, kemiklerim
çürümüşken.
Ey sevgili seni andığımda
parçalanır,
Bu yüzden ciğerim yanar, sana
olan hasretim artar.” demiş arkasından aşkını ifade eden başka dizelere
geçmiştir:
“Ölsem ve üzerimden geçse yıllar,
Sanma ki, kabrimin içinde aşk
olmaz.
Koysan elini toprağa ve desen:
‘Kim var burada?’
Ses gelir sana: ‘Sevgilinin hali
nice?’ ”[342]
Ebu Said, Tevhîd ehlinin aşık
olduğu sevgilinin, temiz bir ‘sır’ olduğunu, bu sırrın hakikat olduğunu,
Hakk’ın nazarıyla Hak için olduğunu, temiz insanların bundan nasipleneceğini,
bunun bedende emanet olduğunu, kimde bu sır mevcutsa onun ‘hay’ olduğunu, kimde
de yoksa onun ‘hayvan’ olduğunu söylemiştir.[343] O, “aşk nedir?” sorusuna,
‘Hakk’ın sevdiği kullarını avladığı bir av’ olarak açıklamıştır.[344] Bu ilmi
(tasavvuf ilminin derinliklerini) öğrenmenin yolunun ‘aşk’ olduğunu, dinin
temenni ve tecelli ile değil de, kalpte yerleşen şeyle yaşanabileceğini ve: “Ey
yanmaktan ve yakılmaktan habersiz! Aşk öğrenilmez, o, ilahi bir vergidir.”
diyen dizelerle ifade etmiştir.[345]
Bu konuda Esrâru ’t-Tevhîd de
anlatılan bir menkıbede, Ebu Said bir gün kan aldırmıştır; müridi Hasan
Müeddib’e kanının nasıl olduğunu sormuştur, o da: “Herkes kan aldırınca kan
akar, sen kan aldırınca içinden aşk fışkırıyor!”
beyitlerini söylemiştir.[346] Ebu
Said, o kadar aşkla yaşamıştır ki, mezar taşına şu dörtlüğün yazılmasını
istemiştir:
“Size yalvarıyorum, hatta,
vasiyet ediyorum, dünyadan ayrıldığımda,
“Bu aşka tutulmuştu.”, Yazın
mezar taşıma
Oradan geçen garip bir arif, içi
yanarak ah eder
Ve selam verir belki de bana.”
[347]
“Mezarıma defsiz gelme kardeş!
Hakk meclisinde gamlı olmak, yakışık alır bir şey değil.” diyen ve ölüm gününü
“Sevgili” ile buluşacağı gece, “şeb-i arûz” yani "düğün gecesi"
olarak değerlendiren Mevlâna ile Ebu Said’in farklı olduğunu sanmıyoruz;
Mevlâna’nın aşağıdaki dizelerine bakmak yeterli olacak:
Ölüm günümde tabutum gitmeye
başladı mı,....
Benim için ağlama, “yazık yazık”
deme;....
Kavuşup buluşmam o zamandır
benim........
Batmayı gördün ya, doğmayı da
seyret;...[348]
Ebu Said Ebu'l-Hayr da ölüme
tıpkı Hz. Mevlâna'nın şeb-i arûz'u gibi yaklaşmış, naaşı mezara götürülürken şu
dizelerin okunmasını vasiyet etmiştir:
Dünyada şundan daha hoş hangi iş
var?
Dost dosta gidiyor, yar
yar'a.[349]
Nicholson, aşk konusunda kutsal
Incil'deki en kuvvetli emrin “Bütün kuvvet ve kudretinle Yaradan’ı sev.”, “Love
thy Creator with all thy power and might.” olduğunu ve ilahi aşka delil
sayıldığını belirtmiştir.[350] Nicholson, tasavvufi terimleri ele aldığı
Mystics of İslam’da, aşk konusunda sufilerin sembolik uslubu kullanmalarının,
onların vakıf oldukları sırları saklamak için olduğunu belirtmiştir. Bu ‘aşk’
konusundaki sembolizmin yalnızca tasavvufi İslâm şiirine özgü olmadığını
söylemiş, fakat ilahi aşkın bu zenginlikte hiçbir yerde görülmediğini kabul
etmiştir. Sufilerin ilahi aşk için kullandıkları sembollerin Avrupalı
eleştirmenler tarafından
yanlış anlaşıldığını, onların
cezbe halini şaraptan biraz etkilenmiş, keyifle renklendirilmiş olarak
görülebileceğini vurgulamıştır.[351] O, tarafsız bakan birinin her zümrede kötü
ve riyakar kişilerin olabileceğini, sufilerin tamamının ele alınması halinde,
olumsuz ve yanlı hüküm vermenin haksızlık olduğunu ifade etmiştir.[352]
Sufilerin bu derin aşk halinin
neticesinde fenâ, cem ve fenâ fillah halleri görülür. Bu durumda insan artık
Allah’tan başka hiçbir şey göremez olur; bu ilahi sarhoşluk içinde ağızlarından
şathiyeler dökülebilir.
Nicholson, sufilerin fenâ
derecesine ulaşmak için geçmişteki her şeylerini bırakıp, mest olmuş bir
şekilde her hücreleriyle ‘Allah’ kelimesi üzerine yoğunlaşmalarının gerekliliği
üzerinde durmuştur ve Ebu Said’in uzun ve ciddi Teoloji çalışması olduğundan
onun manevi ilerleyişinin kısmen bilinçli olduğu fikrindedir. O, Ebu Said’in
pek çok kitab okumasına, çok riyazet yapmasına rağmen keşfinin açılmaması
üzerine, “...Bana öyle bir şey bahşet ki, onunla seni bulayım ve bu gibi
şeylere ihtiyacım kalmasın.” ifadelerine yer vererek, sufilerin ‘fenâ ’ derecesini
bulmak için “Allah” ismini sürekli yinelemesinin uygulanan bir yöntem olduğunu
belirtmiştir. Kendinden geçme olarak değerlendirdiği ‘fenâya’ Pascal’ın “Tanrı
dışında dünya ve her şeyi unutmak (oubli du monde et de tout hormis Dieu)”[353]
terimini örnek vermiştir.
“Ben kulumu sevince, onun kulağı, gözü ve dili
olurum. Artık o, Ben ’imle işitir, Ben ’imle görür, Ben ’imle konuşur'” (
Sühreverdi, a. g. e., 16)
Fenâ, lûgatta, yok olma, yokluk,
geçip gitme; tasavvufta maddi varlıktan sıyrılıp Hakk’a ulaşma olarak ifade
edilmiştir.[354] Dünya tutkusu ve kötü huylar fenâ bulunca fütüvvet ve doğruluk
baki kalır. Kulun fiilini görmemesi diye ifade edebileceğimiz bu halde, kul
yerine Allah kaim olur.[355] “Ben kulumu sevince, onun gören gözü, tutan eli,
yürüyen ayağı olurum ”[356] Hadis-i Kudsi’si gerçekleşir. Kul Allah ile o kadar
meşgul olur ki nihayet “benlik” şuurunun yerine Allah geçer. Cem, fenâ halinin
ilerisidir; herşeyi Allah’tan bilip, Allah’ı var görme, halkı yok sayma
halidir.[357]
‘Fenâ fillah’ halinin meydana
gelmesinden meydana gelen ve bir ilmi şuhudi olan Vahdet-i Vücud ilminin
kaynağı Allah’tır.[358] Fenâ-fi-llah, lûgatta, Allah’ın varlığı içinde yok
olmak diye anlamlandırılmıştır.[359] Vahdet-i Vücud’un ilk kıvılcımlarını
“Sübhani” diyen Bayezid Bestami, “Ene’l-Hakk” diyen Hallac, kendisini dışarı
Allah’ın sanatını seyretmesi için çağıran cariyeye, “Sen de içeri gel de
Allah’a bak!” diyen Rabia el-Adeviyye’nin atmış olduğunu söyleyebiliriz.[360]
Bu sufilerin ortak özellikleri, aşkın en taşkın halini yaşamalarıdır; kendinden
geçmiş, coşkulu bir haldeyken şatahlı söz söyleyen sufilerin içinde
bulundukları halleri anlaşılamamış, onların sarfettikleri sözlere göre
değerlendirilmişlerdir.
İtidallı bir yaklaşımla bu konuyu
Ebu Said Harraz (v. 277/841), “Fenâ , dünyanın fani olduğunu bilmen, beka,
ahiretin baki olduğunu bilmen.” diye ifade etmiştir.[361] Feridüddin Attar bu
konuda, “Sen onda yok ol...olgunluk buluşma ancak budur! Sen onda yok ol...
hulûl dediğin budur işte. Yok olmayanın bahse girişmesi saçmadır, boş
boğazlıktan ibarettir. Birlikte yol al, ikilikten geç...”[362] Mevlâna’nın da
aşkı anlattığı dizelerde de, çoğu zaman fenâ fillah düşüncesini görürüz: ‘İyice
bil ki sen, O, olamazsın ama sen ortada olmayınca O’sun sen.’ diyerek, onun bu
halini anlatan dizeler söylemiştir:
“Ay yüzlüm geldi mi, ben kim
olabilirim ki, kim olabilirim ki?
Zati ben kendimden geçtiğim zaman
var olurum.
Ben de bir kâr, bir varlık
görürsen, bil ki o kâr, o varlık O’dur.”[363]
Şiddetli aşk, fenâ ve fenâ fillah
hali konusunda Ebu Said de bu görüşlere yakın görüşler serdetmiştir. O, “İkilik
üzere hareket etmek ve sen-O şeklindeki ikiliği sürdürmek şirktir. Öyleyse, sen
nefsinden fani ol ve aradan çık.”[364] sözleriyle “yok olmayı” anlatmıştır. O,
“Hem e ost.” “Her şey O’dur.” (kendisine atfedilir.), “Her şey O’nunladır.”,
“Her şey O’ndadır.” diyerek her şeyi Allah’dan bilinmesi gerektiğini
söylemiştir. Kul, hiçbir şey değildir artık.[365] Sonra da bilgi gelir. Bu
bilgiyi, Hakk kime ihsan ederse, o bilir. Bu bilgi, insanın hiçbir şey
olmadığı, hiçbir şey bilmediği bilgisidir. Ebu Said, bu bilgiye delil olarak şu
ayetleri vermiştir: Allah, “Bu Rabb’imin öğrettiklerindendir.” (Yusuf 12/37),
“Rahman Ku’rân’ı öğretti.'’” (Rahman 55/1-2)[366] buyurmuştur. Ebu Said, bilgi
konusunu “Bilmiyorsun, bilmediğini de bilmiyorsun, bilmediğini bilmek de
istemiyorsun.”[367] sözleriyle ifade etmiştir. Hiçkimsenin bir şey bilmediği
düşüncesi Harakâni’de de görülmüştür, “Herkes, hiçbir şey bilmediğini
anlayıncaya kadar hep bildiğiyle övünür, durur. Nihayet hiçbir şey bilmediğini
anlayınca bilgisinden utanır ve işte o zaman marifet kemale erer. Çünkü gerçek
bilgi bilmediğini bilmektir.” [368] demiştir. Attar, “Hiçbir şey bilmemize
imkan yok..artık yum dudağını...”(beyit, 155)[369] demiştir. Bu bilgiyi
Sokrat’ın savunmasında da görebiliriz. O da özetle, “Tek bir şey var bildiğim,
o da hiçbir şey bilmediğim ve kimsenin hiçbir şey bilmediğidir.”[370] demiştir.
Esrâru’t-Tevhîdde Ebu Said’in
fenâ halini anlatan bir menkıbe de şöyledir: bir hücrede fenâ derecesine
ulaşmak için tüm gücüyle çabalarken, bir nur zuhur etmiş ve varlığının
karanlığını yok etmiştir. Allah Tealâ’nın, ne onun, ne de bunun, Ebu Said
olmadığını kendisine gösterdiğini; “O benim tevfikim, o benim lûtfumdur, bütün
himaye, nazar ve inayet Biz’dendir.” buyurduğunu söylemiştir.[371] O, çoğu
dizesinde ilahi aşkı ve Vahdet-i Vücud’u anlatır:
“Hep senin güzelliklerini görürüm
gözümü açınca, Bütün bedenim kalbe dönüşür sırrımı sana açınca. Başkalarıyla
konuşmayı haram sayarım,
Sözü uzatır dururum, sözün bahis
konusu olunca.” [372]
Beşeri sıfatlarından arınmış,
nefsinden birşey kalmamış olan Ebu Said için şeyhi Ebu’l-Hasan Harakâni şöyle
demiştir: “Burada ne beşeriyet var, ne de nefs! Burada herşey Hakk’tır.”[373]
Beşeri sıfatlarından küçük bir kırıntı dahi olmayan mürid, televvûn
(kararsızlık) haliden kurtulmuştur; maksadına ulaşmıştır ve her şeyin soyut bir
birliğe ulaşmış demek olduğu vurgulanmıştır. Bu durumda, meşayihten “Cübbemin
içindeki Allah’tan başkası değildir.”[374] gibi şaşırtıcı sözler
duyulabilmiştir. Bayezıd Bestami’ye atfedilen bu sözler, Esrâru’t-Tevhîd’de Ebu
Said’in sözü olarak verilmiştir. İbn Münevver’in aktardığına göre, Bayezid
Bestami gibi, Ebu Said de, bir gün mecliste sohbet ederken cezbelenmiş,
“Cübbede Allah’tan başkası yok!” demiş ve elini cübbesinin altına, göğsünün
üstüne koyup çıkarmıştır. Bu olaya Ebu’l-Kasım Kuşeyri, Üstat İsmail Sabuni ve
başkaca da şeyhlerin de şahit oldukları iddia edilmiştir.[375] Böylesi
durumlar, sufilerin daha öncekilerin etkisinde kaldığını, ya da aynı eğitimi
aldığını akla getirir, ki bu durum sık meydana gelmektedir.
Nicholson’ın yer vermediği,
Vahdet-i Vücud ve hiçlik konularında Esrâru’t- Tevhîd’de anlatılan bazı
menkıbelere kısaca bakalım: Ebu Said, uzun süre çöllerde, dağlarda Hakk’ı
arayıp durduğunu, bazen bulduğunu bazen bulamadığını; sonra kendini bile
bulamadığını, çünkü tamamıyla O’nda baki olduğunu, bu durumun ise O’nun sıfatı
olduğunu, kendisinin zaten yok olduğunu, O’nun hep olacağını kendisinin yine
olmayacağını söylemiş ve artık kendi benliğinden bir an bile söz edemez hale
geldiğini, müşahede, tasavvuf ve zühd gibi şeyleri iddia edemediğini ifade
etmiştir ve “Bir kimse ki, hiçtir, onun ismi de olmaz. Ona nasıl isim
verilebilir? Bu mümkün değildir, imkansızdır.”[376] sözlerini eklemiştir.
Ebu Said’in şu sözleri aşkı ve
fenâyı anlatmaktadır: “Hüküm vaktin, ferman gaybın.” demiş ve şu beyti
söylemiştir:
“Siyah zülfün miskin kaynağı
olmuş.
Araya araya aradığın şey
olmuşsun.”[377]
Ebu Said, “Nasıl oluyor da Hakk
görülüyor da dervişi görmek mümkün olmuyor?” sorusuna: “Hakk Teâlâ vardır ve
var olan görülebilir. Derviş yoktur, hiçtir, yok olan görülemez.”[378] diye
cevap vermiştir. O, buna benzer başka bir ifadesinde şöyle demiştir: “Halk
yoktur. Öyle birini sev ki, sen fani olunca, O, fani olmasın. O, baki olsun.
Böylece sen de hiç fani olmayan bir varlık kazanmış olursun.”[379]
Nicholson, Ebu Said’in ‘fenâ ’ (kendinden,
nefsinden geçme) doktrininde iki pozitif elementin rol oynadığını, bunların,
kendi varlığının olmadığını ve Allah’tan başka hiçbir şeyin var olmadığını
farketmek olarak açıklamıştır ve bunu da ‘Tevhîd’ diye tanımlamıştır.
Nicholson, “Kendini bilen Rabb’ini bilir.” Hadis’ini bu duruma işaret olarak
göstermiştir. Kendini bilenin ise, var olmadığını, ki bunu da ‘Adem’ olarak
açıklamıştır. Gerçek Varlığın (Vücûd), Allah olduğunun bilinmesi olarak
belirtmiştir.[380] Tasavvufta, kendi nefsi kalmayan insanın ruhu saflaşır,
kalbi berraklaşıp parlar, o zaman Allah’ın Esma ve Sıfatlarına ayna olma
imkanına erişebilir. Bu durumu Attar’ın “Hak işinde tam bir er olunca sen
kalmazsın, Tanrı kalır vesselam!”[381] sözleri özetlemiştir.
Sufilerin “fenâ ” halinde ‘hiç’likten
bahsetmelerini, günümüz alimlerinden S. Uludağ “Sufi nihilizmi” diye
değerlendirmektedir.[382] Nihilizm, “hiççilik” olarak bilinen, şüpheli
temellere dayalı bir felsefe anlayışıdır. Nihilizm, yalnızca bilimsel doğruları
temel almış, bütün toplumsal bilimleri, insanın beden ve ruhtan oluşmuş dualist
yapısını reddetmiş, devlet, kilise, aile otoritesine karşı çıkmış bir
görüştür.[383] Buraya kadar bahsettiğimiz sufilerin ilahi aşkı, fenâ hali, fenâ
fillah derecesi ve Vahdet-i Vücud görüşü, nihilizm ile benzerlik göstermese
gerektir. Günümüz alimlerinden H. Kamil Yılmaz ise, Ebu Said Ebu’l-Hayr’ı,
Vahdet-i Vücud anlayışını yaymaya çalışan tekke ve adabını ilk uygulayan kişi
olarak değerlendirmiş,[384] İbnü’l-Farıd’ı, Mevlâna’yı, Konevi’yi (v. 673/1274)
ve Yunus
Emre’yi (v. 720/1320) Vahdet-i
Vücud temsilcileri olarak değerlendirmiştir.[385] İbn Arabi ve Abdülkerim
el-Cili’nin Vahdet-i Vücud temsilcisi olduğuna herkes hemfikirdir.
Bu konuyu Feridüddin Attar ile
aynı düşünceyi paylaşan Mevlâna’nın rubaisiyle ile bitirmek istiyoruz:
“Kul, kendisinden tamamıyla fani
olmadıkça,
Birlik onda tahakkuk etmez.
Birlik hulûl değildir, senin yok
olmandır.
Yoksa kuru lafla batıl, hak
olmaz.” [386]
D. Mürşid ve Hırka Giyme
Lugatta mürşid, irşadeden, doğru
yolu gösteren, kılavuz; tarikat piri, şeyhi; gafletten uyandıran,[387]
anlamlarında ifade edilmiştir. Lugatta hırka-i sufiyye, tarikat erbabının,
girdikleri tarikatın özelliklerine göre törenle giydikleri hırka,[388] olarak
ifade edilmiştir.
Tasavvuf, bir ilim olmasından
dolayı, mürşid, şeyh, ya da pir denilen bir üstad gözetiminde ve onun eğitimi
altında öğrenilir. Mürşidin, Hz. Peygamber’e uzanan, oradan zincir gibi
birbirine bağlı halkalardan oluşan bir silsileye sahip olması gereklidir, çünkü
Hz. Peygamber’in manevi otoritesini devam ettirmektedirler. Tasavvufta gayb
alemine ait bilgilere, mürşidin irşadı ile zevk, hal, keşf, ve ruhi hallerle
erişilebilmektedir.[389]
Mürşid konusunda Allah, “Rasûlüm
onlara de ki: Eğer siz gerçekten Allah’ı seviyorsanız hemen bana uyun ki; Allah
da sizi sevsin.” (Âl-i İmrân, 3/31)[390] buyurmuştur. Sühreverdi mürşidlik
rutbesini, sufilerin yolunda, rutbelerin en yükseği ve Allah’a davette
peygamber vekilliği olarak değerlendirmiştir. Mürşid,
müridini, Hz. Peygamber’in yoluna
yönlendirmektedir. Bu şekilde o kul, Allah’ı 433
sever, Allah da, o kulu sever.
Bu konuda Hz. Peygamber,
“Muhammed’in nefsini elinde bulunduran Allah’a yemin olsun; eğer isterseniz bu
hususta yemin edebilirim. Şüphesiz, Allah Teâla’nın en sevgili kulları; Allah
’ı kulllarına, kulları da Allah ’a sevdiren, yeryüzünde hayır ve nasihat için
dolaşandır.” buyurmuştur.434 Sühreverdi, Hz. Peygamber’in bu ifadelerinin
mürşidliğin (şeyh) Allah’a davet rutbesi olduğunu vurgulamıştır.435
Hz. Peygamber’in şu sözleri de
tasavvuf pirlerini tanımlar gibidir, “Hiç kimse, bir alimin insanlar arasında
yayaıp öğrettiği ilimden daha faziletli bir sadaka vermemiştir’”4,26 Hz.
Peygamber, insanlara akıllarının alacağı ölçüde konuşmuş ve herkese haline
uygun buyurmuştur.[391] [392]
Mürşid, bütün müridlerinin
özelliklerine göre, kapasitelerini de göz önünde bulundurarak, her birine ayrı
yol göstermektedir. Mürşidin, Kur’âriı ve Sünnet’i iyi bilen bir alim olması
uygundur. Hakk’a vuslat ve Hakk’ın rızasını dileyen her müridin, iradesini
Hakk’a ve mürşidine teslim etmesi gereklidir.[393]
Nicholson’ın da dikkat çektiği
gibi, kırk yaş insan hayatında olgunluğu temsil etmektedir. Allah “İnsan güçlü
dönemine erip kırk yaşına varınca..” (Ahkaf, 46/15) ayetinde buyurmuştur ve bu
ayete uygun olarak yüzyirmi bin peygambere peygamberlik mertebesi kırk yaşında
verilmiştir; velilere de velilik mertebesi kırk yaşından önce verilmemiştir.
Yalnızca Hz. İsa’ya ve Hz. Yahya’ya küçük yaşta peygamberlik verilmiştir.
Nitekim Allah, Kur’ân”da Yahya için “Ey Yahya ! kitaba dört elle sarıl, biz ona
daha sabi iken hikmeti verdik! ” ( Meryem, 19/12 ) diye buyurmuştur; Hz. İsa
içinse, “Beşikte henüz sabi olan biriyle biz nasıl konuşuruz!” (Meryemi 19/20)
buyurmuştur. Ebu Said’de tam kırk seneyi riyazet, mücahede ve çilelerle
geçirmiş ve sonra hal ve keşf sahibi olmuştur.[394] Tasavvufta, hırka giymek,
mürşid ile mürid arasında bir
bağlantıdır ve müridin nefsi ile kendi arasında mürşidin hakemliğini kabul
etmesi olarak görülmüştür. Hırka giyen mürid, kendisini mürşidine teslim eder,
her işinde onun tavsiyelerine göre hareket eder. Mürşid yani şeyh de, o müridi
himayesi altına aldığını göstermek için, ona hırka giydirir. Hırka, mürşidin
manevi sohbetine girmenin birinci basamağıdır.[395] Hırka giydirmede mürşidin elinin,
Hz. Peygamber’in eli yerine geçtiği için, müridin de mürşidine tam teslim
olmasının, Allah ve Rasul’üne teslim olmuş gibidir. Mürşid, müridin önünde
duran, Allah Tealâ ve Rasûlullah’ın razı olduğu şeyleri anlamaya çalıştığı bir
ayna gibidir. Bu hususta Allah Teâlâ : “Gerçekten sana bey'at edenler, ancak
Allah’a beyat etmiş olurlar. Allah’ın eli onların elleri üstündedir. Kim
seninle yaptığı ahdini bozarsa kendi aleyhine bozmuş olur. Kim ahdine vefa
gösterirse, Allah ona büyük bir ecir ve karşılık verecektir.” (Fetih 48/10)
buyurmuştur.[396] Yine başka bir ayet, “Ey iman edenler, Allah ve Rasulü’nün
önüne geçmeyin; haddi aşmayın. Allah ’dan korkun. Şüphesiz O, her şeyi işiten
ve bilendir.” (Hucrât, 49/1) buyurmakta, müridlerin mürşidlerine karşı edebli
olmaları konusuna dikkat çekmektedir.[397]
Tasavvufta hırka giymek, mürşid
ile mürid arasında bir bağlantı ve müridin nefsi ile kendi arasında mürşidinin
hakemliğini kabul etmesidir, çünkü mürşid, onu irşad edecek, Şeytan’ın kalbe
giriş yollarını öğretecek, kendisine hidayet yolunu ve nefsin afetlerini
gösterecek bir kimsedir.[398] Tasavvufta hırka giyen kimse, şeriat, tarikat, ve
hakikat ilimlerini bilmektedir ve onlarla amel ediyor demektir. Sufi, beşeri
sıfatlarından temizlenmiştir ve nefsinden birşey kalmamıştır. Mürşid (Pir),
irşadı ve rehberliğiyle müridinin hırkaya layık olduğunu düşünürse ona hırka
giydirir ve mürid, cemaate kabul edilir. Tarikatın ekseni şeyhtir. Bir şeyhin
rehberliğinde olmayan birisi, yüksek dereceler elde etse bile kendisinden
birşey zuhur etmeyeceği söylenmiştir.[399] Nicholson’ın değerlendirmesine göre,
bir kimsenin belli bir mistik seviyeye bir pirin önderliği olmadan erişmesi
durumunda, sufiler onu kendi topluluklarına dahil etmemektedirler; bu sayede
tasavvufun devamı güvence altına alınmaktadır.[400]
Ebu’l-Kasım Kuşeyri bu konuda
mürşidi Ebu Ali Dekkak’ın şöyle dediğini söylemiştir: “Bir ağaç, kendisini bir
toprağa diken, bir bakan olmaksızın kendi başına büyürse, yaprak verir ama
güzel meyve vermez.”[401]
Mevlâna, Allah’ın en mükemmel
tecellilerine mazhar olan İnsan-ı Kâmil’e[402] ve insana çok üstün değer
vermiştir fakat, onu asla ilahlaştırmamıştır.[403] Mevlâna’nın Mesnevi"
sinde de, bir şeyhin (mürşid-i kâmil) eteğine yapışmaktan bahseden beyitler az
değildir:
“Ey gamlı, ey perişan adam! Ya
bizim gemimize gir, ya o gemiyi bu gemiye bağla! Yani; ey kendini bir şey
zanneden kişi! Ya bir mürşide bağlan, yahut da gemini mürşidin gemisine bağla
da sana rehberlik etsin! Böylece doğru yolu şaşırma!” (4105. beyit)[404]
Tam tersi fikirde olan İbn
Haldun’a göre ise, bir müslümanın şeyhe ihtiyacı yoktur çünkü, İslâm’ın saf ve
halis ilk döneminde tasavvuf yoktur;[405] istikamet vardır; yani, Kur’âriın
ahlakıyla ahlaklanma vardır.[406]
Esrâru’t-Tevhîd’de, Ebu Said’in
işin başında iki şeyin gerekli olduğu, bunları da, ‘sefer’ ve ‘üstad’ olarak
açıkladığı sözleri yer almıştır. O, bu düşünce ile dolaşıp durduğunu,
zorluklarla karşılaştığını, aciz kaldığı sırada, Şafii mezhebinden bir alim
sayesinde meslesini hallettiğini söylemiştir.[407] Ebu Said, şeyhsiz bu yolda
gidilemeyeceğini, daha önce bu yolda yürümüş tecrübeli birisinin kılavuzluğunun
gerekli olduğunu vurgulayarak, tasavvuf yolunda şeyhi olmayan bir kimseyi âvâre
saymış ve şeyhe tutunan birinin ise, pirlerin eşiğinde el-pençe divan durma
mertebesine ulaşıp, bu şekilde meşayıhın dergahında faydalar, feyzler
kazanacağını söylemiştir.[408] Ebu Said, bu görüşüne de Kur’ân" dan destek
olarak. Hakk Tealâ’nın bu konuda: “Şeytanların azıtıp sahrada şaşkın halde
bıraktığı kimse gibi...”, (En’am, 6/71) “Kim Rasûl’e itaat ederse, Allah’a
itaat etmiş olur!” (Nîsa, 4/80) buyurduğu ayetleri delil olarak göstermiştir.
Ebu Said, bu yolun esasının, pirin emirlerine uymak olduğunu ve pire itaat
edeninse, Hakk’a itaat etmiş olduğunu söylemiştir.[409]
Nicholson, Esrâru’t-Tevhîdde
anlatılan ‘pir’ ve ‘hırka, teberruk hırkası’ gibi kavramları ele almıştır. Onun
değindiği konular şöyledir: Meşayıh arasında, ‘Bir heptir, hep birdir.’ en
önemli ilkedir. Alemdeki sufiler arasında zıtlık ve ikilik yoktur. Meşayıhın
sözleri (ifadeleri) arasında fark olsa da anlam bakımından hepsi birdir. Böyle
olunca da dervişin, bir pirden giydiği hırkaya ‘esas hırka’, sonradan giydiği
hırkaya da ‘teberrük hırkası’ denilmiştir. Bu durumda hırkalarda da durum aynı
olur ve birinin kabul ettiğini öteki de kabul etmiş demektir. İki hırka giyen
derviş, iki şahide sahip olmuş gibidir.[410] Nicholson, Ebu Said’in Pek çok din
olduğuna fakat, yalnızca bir Tanrı’nın olduğuna, farklı yolların olduğuna fakat,
yalnızca tek bir hedef olduğuna değinen sözlerine yer vermiştir.[411] İbn
Münevver’in bildirdiğine göre, Yüce Allah’ın, isimleri her yönden birdir, hiç
bir şekilde ikilik yoktur. O’na gidilen yolda fark varsa da, hedefe
varıldığında fark ortadan kalkarak, herşey birliğe dönüşür;[412] eğer salikte
beşeriyet sıfatlarından küçük bir kırıntı bile olsa o daha maksadına ulaşamamış
demektir; çünkü maksada ulaşıldığında herşeyin soyut bir birliğe dönüştüğü
ifade edilmiştir. Maksada varamamış müridin bir şeyhe daha ve onun rehberliğine
ihtiyacının olduğu, onun şeyh olamayacağı ve maksadına ulaşabilenlerin şeyh
olmasının uygun olduğu söylenmiştir.[413]
Ebu Said, Ebu’l-Fadl Hasan’ın
terbiyesinde uzun bir süre geçirmesine rağmen ondan hırka giymediği rivayeti
güçlüdür. Ebu’l-Fadl vefat ettikten sonra Ebu Abdurrahman Sülemi’nin hizmetine
girdiği ve ondan hırka giydiği söylenmiştir.[414] Şirvanlı Ebu Nasr, Ebu
Said’in sadık bir mürididir ve neyi var neyi yoksa onun emrine harcamış,
Nişabur’da şeyhine çok hizmet etmiştir. Ebu Said, Nişabur’dan ayrılıp Mihene’ye
gideceği zaman, kendi yeşil hırkasını Ebu Nasr’a vermiş ve onun memleketi
Şirvan’a gidip halifesi olmasını istemiştir. O da, Şirvan’a gidip orada bir
zaviye kurmuş, o yörede sufilerin önde gelen bir rehberi olmuştur. Bu hırkanın
halâ o zaviyenin yüksek bir yerinde olduğunu, halkın ziyaret ettiğini, hatta
kıtlık, veba gibi doğal afetlerde bu hırkanın sahralara çıkarılıp dua edildiği
söylenmiştir. O yöredeki halk bu hırkaya ‘büyük panzehir’ adını vermiştir.[415]
Esrâru’t-Tevhîdde Ebu Said’in
zamanının büyük velisi ve kutbu olduğuna dair menkıbelere yer verilmiştir.
Feridüddin Attar, Tezkiretü’l-Evliya’da ondan ‘mutlak fani’, ‘Hak üzre bâki’,
‘maşuk-i namütenahi’, ‘mahbub-i İlahi’, ‘memleketin nazenini’, ‘marifet bostanı’,
‘felek-i seyrin arşı’, ‘alemin kutbu’, ‘şeyler üzerine padişah’, ifadeleri ile
bahsetmiştir.[416] Esrâru’t-Tevhîd de anlatıldığına göre, ünlü Selçuklu
sultanları Çagrı ve Tuğrul Beyler, Ebu Said’in himmeti ve duası sayesinde büyük
devlet kurmuşlardır,[417] ünlü vezir Nizamülmülk onun duası ve himmetiyle
başarılı bir vezir olmuştur.[418] Yine Sultan Tuğrul’un küçük kardeşi İbrahim
Yenal ve veziri Hoca Ebu Mansur Verkani, Ebu Said’in fikirlerine değer vermiş
ve ondan tavsiyeler almıştır.[419] Müridi Dost Dada’ya (Ebu Sa’d) Bağdat’ı
bağışlamıştır, o da gidip tekkesini kurmuş ve orada nüfuz sahibi biri
olmuştur.[420] Daha önce anlattığımız Sultan Mesud’un Ebu Said’in de bulunduğu
kaleye yanlış saldırısı sonucunda kırk okçunun elini kesmesi üzerine, “Mesud
kendi mülkünün elini kesti.” demiştir ve mülk Gazneli hanedanından Selçuklu
hanedanına geçmiştir.[421] Bu menkıbelerde, Ebu Said’in dünyadaki olayları ve
sosyal etkinlikleri yönetip, yönlendirme yetkisine sahip büyük bir veli olduğu
anlatılmak istenmiştir.
E. Dinin Esaslarına ve Kitaplara Karşı Tutumu
Tasavvufta istikamet, Kur’âria ve
Sünnet’e sarılmaktır. Kur’ân ve Sünnet’in emrettiği istikametin gerçekleşmesi
için en önemli etken, edebtir.[422] Hz. Peygamber’in izinden gidenlerin,
sayısız nimetlere ulaşabileceğini ifade eden ayette Allah: "Her kim Allah
’a ve Peygamber ’e itaat ederse, işte onlar Allah ’ın kendilerine nimetler
verdiği enbiya, sıddıkın, şüheda, ve salihin ile birliktedir.” (Nisâ,
4/69)[423] buyurmuştur.
Sufilerden Haris Muhasibi (v.
243/857), “Bir kimse, batınını murakabe ve ihlasla sağlamlaştırırsa, Allah onun
zahirini mücahede ve Sünnet’e tabi olma hali ile süsler.”[424] diyerek bu
konuya değinmiştir.
Bu konuda Seri Sakati’nin (v.
257/870) düşüncesi şöyledir: “Tasavvuf üç mananın adıdır: sufinin marifet nuru,
vera nurunu söndürmez. İrfanı arttıkça ameli fazlalaşır. Kitap ve Sünnet’in
zahirine aykırı düşecek batıni bir ilimden dem vurmaz. Sonum kötü olur diye
daima endişe eder.”[425] [426] demiştir.
Bu hususta Mevlâna, eserlerinde
Kur’an ve Hz. Peygamber’e uymayı öğütlemiştir. Hz. Peygamber’in izinden
gidenlerin şehitlik makamındaki en üst 471 seviyede olanlardan da daha üstün
olabileceklerini vurgulamıştır.
İbn Münevver’in anlattığına göre,
Ebu Said, Kur’ân ve Sünnet ışığında hareket etmiş, hemen her sözünü Ayet ve
Sünnet’e dayandırmıştır. O, Sünnet’e uyma konusunda da çok titiz davranmış, Hz.
Peygamber’in yaptığını duyduğu, yapılmasını emrettiği herşeyi yapmış, her
konuda O’na uymayı esas almıştır. Hatta o kadar önem vermiş ki, Hz.
Peygamber’in Uhud Gazası’nda yaralandığı için namazını parmaklarının ucunda
kılmak zorunda kaldığını duyunca, o da parmak ucuna basarak 400 rekat namaz
kılmıştır. Bir sene kimseyle konuşmamış ve adı deliye çıkmıştır. Kendisine
‘deli’ denmesine, “insanlar bir kulu deli sanmadıkça, onun imanı kemale ermez.”,
“A man’s faith is not made perfect until he is supposed to be mad!” Hadis’ini
düşünerek önemsememiştir. Hz. Peygamber’in, “En kötü yerler pazar yerleri, en
iyi yerler camilerdir.” buyurması üzerine çarşı-pazar dolaşmayarak camilerde
zamanını geçirmiştir. Devamlı zahir ve batında davranışlarını Sünnet’e uygun
şekilde yapınca, bu davranış biçimi onun huyu haline gelmiştir.[427] Nicholson,
bu bölümü Esrâru’t-Tevhîd”den olduğu gibi almıştır.
Esrâru’t-Tevhîd de yer verilen
başka bir menkıbede anlatılanlar, Ebu Said’in, Sünnet’e uyma konusundaki
titizliğini teyid eder niteliktedir. O, son zamanlarında ağzında bir diş kalmış
olmasına rağmen, her gece bir misvağı o tek dişinin etrafında dolaştırırmış,
sonra elini yıkarken o misvağı da yıkarmış. Hz. Peygamber’in yemekten sonra
misvak kullanılmasını buyurmasından dolayı böyle yaptığını, bu davranışının
nedeni olarak açıklamıştır.[428] Nicholson, bu menkıbelere yer vererek, Ebu
Said’in Sünnet’e uyma konusundaki şu sözlerine değinmiştir: “Zahirde ve batında
bütün davranışlarımda Hz. Peygamber’in Sünnet’ini model aldım; sonunda böyle
hareket etmek tabiatım oldu.”, “ I modelled my actions, outward and inward,
upon the Sunna of the Prophet, so that habit at last became nature.” [429]
Ebu Said’in yakınında ve
sohbetlerinde bulunanlar, onun Hz. Peygamber’in Sünneti’ne sıkı sıkıya bağlı
olduğunu, hiçbir seferde, hiçbir hazarda (memlekette) Sünnet’i terk etmediğini
açıklamışlardır.[430] Ebu Said, tedbir alırken bile zeki birisiyle alınmasını
önermiş, evrenin başlangıcından sonu gelinceye kadar gelmiş geçmiş en zeki
kişinin Muhammed Mustafa (a. s. ) olduğunu ve tedbirin de onunla birlikte
alınması gerektiğini, Hz. Peygamber ne demişse öyle davranılması gerektiğini,
yasakladığı şeylerden uzak durulması gerektiğini vurgulamıştır.[431] Nicholson,
Ebu Said’in düşüncelerini ve uygulamalarını İslâm’ın dışında göstermeye
çalışmıştır; bir yandan da, Ebu Said’in ısrarla Sünnet’e bağlılığını ifade
etmesi üzerine, Hz. Peygamber’e bağlılığını kabul etmek zorunda kalmıştır. Aynı
durum günümüzde Mevlâna için de söz konusudur. Onun Kur’âri a, Hz. Peygamber’e
ve Sünnet’e bağlılığını ifade eden sözlerini görmezden gelenlerin sayısı az
değildir ve genel olarak onu, yalnızca mistik ve filozof olarak görmek
istemektedirler.
Nicholson, Ebu Said’in doğulu
hayat hikayesinin sakin sakin devam ederken, aniden gençliğini harcadığı din ve
Şeriatı bırakıp, tasavvufa döndüğünü söylerken şaşkınlığı satırlarına
yansımıştır. O, Ebu Said’in topladığı bütün kitaplarını, defterlerini gömdüğünü
Studies in Islamic Mysticism’de belirtip ve Esrâru’t-
Tevhidin bu konuyla ilgili
bölümüne devam etmiştir.[432] Orada şöyle geçer: Ebu Said, çocukluktan itibaren
birçok ilim tahsil etmiş, pek çok kitap okumuş, biriktirmiş ve eserler
yazmıştır. Kitaplara çok düşkün olmasına ve çok çabalamasına rağmen keşfinin
açılmadığını görüp Allah’a dua etmiş ve bu niyazından sonra kitapları önüne
alıp, Hakaika’t-Tefsir kitabını baştan sona okumaya başlamıştır; En’âm suresi
“Allah de ve onları daldıkları oyunla başbaşa bırak!”, 61. ayetine gelince
okumaya devam edememiştir. Ebu Said, bundan sonra kitaplarını toprağa gömmeye
niyetlenmiş, kitaplarıyla “Sizler ne hoş delildiniz! Ama vuslattan sonra
delille uğraşmak anlamsızdır.” sözleriyle vedalaşmıştır. (Nicholson, “Books,
you are excellent guides!..” sözleriyle başlar.) Bu işin hokkaları ve kalemleri
kırmak, defterleri yırtmak ve ilimleri unutmakla başladığını söylemiştir.
Kitaplarını, eserlerini toprağa gömmüş, üzerine bir fidan dikmiş ve dibine de
su vermiştir. Kitaplarını bağışlamasını söyleyenlere de yapılan bağışı, iyiliği
hatırlamayı zihninden silmek istediğini söylemiştir. [433] Ebu Said,
kitaplarını toprağa gömdükten sonra, üzerine bir de dükkan inşa ettirmiştir.
Diktiği fidan kısa sürede büyümüş, kocaman ağaç olmuştur. Oğuzların Horasan’a
saldırıp yıkıncaya kadar o ağaçtan insanlar teberrük amacıyla çeşitli
nedenlerle gidip, ondan dallar koparmışlardır.[434] Nicholson’ın, Oğuz
Türkler’inin Horasan bölgesini işgalleri sırasında Ebu Said’in kabrinin ve onun
kitaplarını gömdüğü yere diktiği ağacın, yerle bir olmasını yalnızca tek bir
cümle ile ifade ettiğini tespit ettik.[435]
Buna benzer çok bilinen bir
hadise Mevlâna ve Şems arasında da yaşanmıştır. Hatırlanacağı gibi, Şems’de
Mevlâna’nın bütün kitaplarını havuza atmıştır. Bu olaydan sonra Mevlâna,
‘kal’den ‘hal’e geçmiş, iç dünyası coşmuş, taşmış, Mesnevi ve Divan’ıKebir gibi
muhteşem eserleri ortaya çıkmıştır.
Nicholson’un ‘abandon’ kelimesini
kullanması, Ebu Said’in tamamen Şeriatı ve zahiri ilimleri çalışmayı/ tedris
etmeyi terkettiği anlamını ve başka bir dine geçmiş izlenimini verebilmektedir.
“...Abu Sa‘id immediately abandoned the study of theology and jurisprudence in
which he had spent so much of his youth.”[436] Sufilerin hiç
birisinin Şeriatı
çalışmayı/tedris etmeyi terk ettiği görülmüş değildir, tam tersi pergel misali
bir ayağı yerde (Şeriat’ta) sapasağlam sabit, diğer ayağı alemi dolaşır
vaziyettedirler. Şeriat’a karşı olan ve karşı yönde hareket edenlere de sufi
denilemez. Tasavvuf, sırlı bir yol olduğundan dolayı, zahirde yanlış gibi
görünen şeylerin iç yüzü tam olarak anlaşılamadığı için sufiler, çoğu zaman
suçlanmıştır; Şeriat’a aykırı bulunup başını verenler de vardır. (bkz. 66)
F. Keramet ve Firaset
Lugatte keramet, kerem, bağış;
ikram, ağırlama; velilerin lüzumu dahilinde gösterdikleri fevkalade hal;
ermişcesine yapılan iş, hareket veya söylenen söz, fikir olarak ifade
edilmiştir.[437] Kerametler, bir duanın kabulu, zaruret halinde bir yemeğin
zuhur etmesi, susuzluk çekilirken suyun ortaya çıkması, uzun mesafelerin çok
kısa bir sürede katedilmesi, düşman elinden kurtulunması, hafiften bir hitabın
işitilmesi gibi olağandışı durumların meydana gelmesi şeklinde
olabilirler.[438] Evliyada zuhur eden kerametlerin en büyüğü, devamlı olarak
ibadet ve taat işlemeye yetkin kılınmışlar, günahlardan korunmuşlar ve emirlere
uymada dikkatli ve titiz olmuşlardır.[439]
Kur’ân” da Yüce Allah, Hz. Meryem
hakkında, “ Zekeriyya, mihrapta bulunan Meryem’in yanına her girişinde orada rızık
bulur ve ‘bunlar nereden geliyor?’ diye sorardı. Meryem ise, ‘o, Allah’ın
nezdindendird derdi?” (Âlu İmrân, 3/37)[440] buyurmuştur.
Bu tür olağanüstü olaylar
yüzyıllardır vardır ve günümüzde de varlığı kabul edilmiş, incelemeye değer
bulunmuş ve parapsikolji ilmi doğmuştur. Parapsikoloji (Psikoloji ötesi),
bilinen tabiat kanunları ile açıklanamayan paranormal olayları inceler.
Geçmişte bu tür olağan dışı hadiseler zihin fonksiyonlarından meydana gelen bir
rahatsızlık olarak görülmekteydi. Bilim ancak tekraralanabilir olayları
bilimsel veya gerçek olarak kabul eder. Parapsikolojik olayların ise
istenildiğinde tekrar edilememe özelliği vardır ama, hiç olamayacağı anlamına
gelmez. Parapsikoloji kelimesini ilk kullanan ve Duke Üniversitesi’nde 1930
yılında parapsikoloji labaratuvarını ilk kuran kişi, Joseph B. Rhine’dır.
Telepati, duru görü gibi olağan üstü hadiseleri açıklamak için temel alınan
teknik terim duyular dışı idrak kavramıdır. Bu yetenek kimilerinde ‘altıncı
his’ diye adlandırılır. Bunlara ruh çağırma, medyumluk, olacakları rüyada
görme, telepati, eşyayı gözleriyle hareket ettirme, Hint fakirlerinin kor ateş
üzerinde yürümeleri, şiş batırma gibi spontene olayları sayabiliriz. Gelecekten
haber vermeye Fransız kahin Nostradamus’u örnek verebiliriz. Onun 1555 yılında
yazdığı Centuries adlı eserinde günümüzde olacakları bile bildiği iddia
edilmektedir. Nazar olayı da bu bağlamda değerlendilmi ştir.[441]
Keramet konusunda bazı sufilerin
görüşleri de şöyledir: Bayezid Bestami’ye, (v. 262/875) ‘Falan zat bir gecede
Mekke’ye gidiyor.’ denmiş, o da, “Şeytan da bir gecede meşriktan mağribe gider,
fakat Allah’ın lanetindendir.” diye cevap vermiştir; “Falan zat su üzerinde
yürüyor ve havada uçuyor.”denildiğinde, “Kuş da havada uçuyor, balık da su
üstünde yürüyor. Marifet Şeriat’ın ahkamını tatbik etmektir, keramet göstermek
değil.” diye cevap vermiştir. Sehl b. Abdullah Tüsteri bu konuda, (v. 283/896)
“ Kerametlerin en büyüğü kötü huylarından bir huyunu değiştirmendir.”[442] demiştir.
Beyazid Bestami’ye atfedilen bu
menkıbe, Ebu Said’e de benzer şekilde atfedilmiştir. Ebu Said’e, “Falan kişi su
üstünde yürüyor.” diye söylenince, o, “Basit bir şey, kurbağa ve küçük başlı
deve (su kuşu) de su üstünde yürüyor.”diye cevap vermiştir; yine: “Falan kişi
havada uçuyor.” dediklerinde, o, “Önemli değil, karga ve sinek de havada
uçuyor.”demiştir; onlar yine: “Falan kişi bir anda bir şehirden diğer birine
gidiyor.” deyince, o yine, “Şeytan da bir nefeste dünyanın bir ucundan öbür
ucuna gidiyor. Böyle şeylerin önemi yoktur. Er odur ki, halkla birlikte oturup
kalkar, uyur, onlarla alışveriş yapar, haşır neşir olur, ama bir an bile
Hakk’tan gafil olmaz.”[443] diye cevap vermiştir. Görüldüğü gibi Bayezid
Bestami ile Ebu Said daha önce olduğu gibi hemen hemen aynı cümleleri
sarfetmişlerdir. Daha önce de belirttiğimiz gibi sufiler kendilerinden önce
gelen sufilerden etkilenmiş, onlara benzer, hatta aynı sözler söylemişlerdir.
Bunun böyle olmasının bir nedeni de, Hz. Peygamber’den itibaren Hz. Ali’den aşağı
inen bir eğitme ve öğretme metodunun olmasıdır; ‘altın zincir’ denilen bu
silsile metodu ile bilgilerin, deneyimlerin, menkıbelerin sürekli olarak bir
sonraki kuşağa aktarılmasının çok büyük etkisi olduğunu düşünüyoruz.
Ebu Said’in kerametleriyle etkili
olan bir şeyh olduğunu, Esrâru’t-Tevhîd de anlatılan pek çok menkıbeden
anlayabiliriz. Ona karşı olanlar, onun sohbetlerine önyargıyla gelenler, onun
kerametlerinden etkilenip saygı duymuştur ve bir çoğu da onun müridi olmuştur.
Özellikle zihinden geçenleri okuyup, cevaplar vermesi insanları çok
etkilemiştir. Esrâru’t-Tevhîdde ünlü mutasavvıf Abdulkerim Kuşeyri’nin de, Ebu
Said’in tasavvuf anlayışını kabul etmeyenlerden olduğuna değinilmiştir.
Kuşeyri’nin, kendi müridlerinin çok istemesi üzerine Ebu Said’in sohbetlerine
katıldığına dair anekdotlara yer verilmiştir. Ebu Said’in, Kuşeyri’nin
gönlünden geçenleri bildiği, onun da çok etkilenip onun gücünü kabul ettiği ve
aralarında bir dostluğun başlamasına vesile olduğu anlatılmıştır.[444]
Nicholson’un yer verdiği,
Esrâru’t-Tevhîddeki Ebu Said’in kerametini anlatan bir menkıbe de şöyledir:
Nişabur’da birisinin Ebu Said’den, keramet göstermesini istemesi üzerine, Ebu
Said, Ebu’l-Abbas’ı örnek vermiştir; onun babasından kasaplığı öğrendiğini,
sonra ona gelen tecelli ile onun aklının başından gittiğini, kendisini
Bağdat’ta bulduğunu, Ebu Bekir Şibli’nin onu Mekke’ye gönderdiğini, oradan
Medine’ye, oradan da Mescid-i Aksa’ya, sonra Hızır’ın gösterildiğini, sonra
buraya geri atıldığını, daha sonra bütün insanların ona gelip, Allah’ı onda
aradıklarını anlatmış ve bundan iyi keramet olamayacağını ifade etmesine
rağmen, adamın yine de ondan keramet göstermesini istemesi üzerine, Ebu Said,
kendisini tümüyle Kerim Allah’a verenin bütün davranışlarının keramet olduğunu
ve eğer Allah, bir kulu arındırırsa kulun davranışlarının, tavırlarının,
hallerinin ve sözlerinin hepsinin keramet olacağını söylemiştir.[445] Fakat o,
kerametlere değer vermeyen, kendi kerametlerinin, riyazet ve mücahedesinin
gizli kalması taraftarı olan bir veli profili çizmektedir.[446] Tasavvuf
açısından doğru olan da budur. Bu anlatılanlardan Ebu Said’in, ‘telekinesis’,
‘tayy-i mekan’ gibi olayları yaşadığı, fakat onun bu olağandışı olayları
sergilemeyi önemli bulmadığı, ona göre gerçek insan olmanın esas olduğu anlamı
çıkarılabilir.
Esrâru’t-Tevhîd’de anlatıldığına
göre: Ebu Said, bir sorunu olsa, yalınayak Serahs’a gidip, sorununu Piri
Ebu’l-Fadl’a arz edip, halettirip, sonra geri döndüğü anlatılmıştır. Bu durum
Abdüssamed’den doğru bir şekilde ulaşan rivayete göre, Ebu Said’in Serahs’a
çoğu zaman yer ile gök arasında, havada yürüyerek gittiğini ancak, bunu
tasavvuf ehli olanlardan başkasının göremediği söylenmiştir. Şeyh Ebu’l-Fadl’ın
Ahmed isminde bir müridi, Ebu Said’i havada yürürken görmüş, “Mihene’li Ebu
Said yerle gök arasında geliyor.” demiştir. Ebu’l-Fadl’ın, “Sen onu gördüysen
sen ölmeden önce ama olacaksın.” dediği ve ömrünün sonuna doğru Ahmed’in kör
olduğu anlatılmıştır.[447] Ebu Said bir süreliğine Serahs’da kalırken,
Ebu’l-Fadl Hasan’ın yanında ‘Allah’ kelimesinin hakkını vermeye uzun bir süre
çabalamış, sonunda sinesinde bir pencere açılmış, tepeden tırnağa kadar bu
‘Kelime’ haline gelmiştir ve Ebu’l-Fadl bu kelimedeki (Logos) harflerin
kapısının ona açılmış olduğunu söylemiştir.[448] [449]
Esrâru’t-Tevhîd de evliyaların
öldükten sonra bile kerametlerinin devam ettiğine dair örneklerden
bahsedilmiştir. Bunlardan birisi de şudur: Dervişler, ‘Nasa’ şehrine ‘Küçük
Şam’ adını vermişlerdir zira, orada 400 tane evliyanın kabri bulunmaktadır. Hırka
giyen velilerden ve velayet sahiplerinden bir çoğunun da orada yaşıyor olduğu
belirtilmiştir. O devirde yaygın olan, “ Horasan’da bir bela ve bir fitne zuhur
etse, Nasa’ya yönelince defolup gider.” sözünün doğruluğunun pek çok defa
gözlemlendiği söylenmiştir. Nasa şehrinin fitne, baskın, yağma, talan,
yakıp-yıkma ve katliam olaylarından senelerce kurtulmayı başarmış olduğu 494
anlatılmıştır.
Nicholson, Ebu Said’in
kerametlerini anlatan menkıbelerinin çoğunu olduğu gibi vermiştir. Müridi Hoca
Hasan Müeddib’den nakledilen bir menkıbesine göre: Ebu Said, sülukunun
başlangıcında Nişabur’da meclis kurup sohbetlerine başlar, kürsüde şiirler
okumaktadır. Ebu Said, görkemli sofralar kurdurup, ziyafetler çekmektedir;
sürekli coşkun sema yapmaktadır. Kerramiye mezhebinin önderi Ebu Bekir Ishak
(v. 410/1019), Ehl-i Re’y’in ve Rafızilerin önderi Kadı Said, Ebu Said’e
şiddetle tepki göstermişler ve Gazne sultanına şikayet etmişlerdir. Onun
toplantılarını dine aykırı bularak, ona karşı birlikte savaşa karar vermişlerdir.
Kadı Said 30 000, Ebu Bekir Ishak 20 000, Sultan 100 000 asker ve 700 filli bir
ordu hazırlanmıştır; bu tarafta sadece 120-150 kişi vardır. Ancak, Ebu Said,
onların düşüncelerini okuyarak, onlara çeşitli dersler vermiş ve onları pişman
etmiştir. İdam edileceklerini düşünen kendi sohbet ehline dönerek, “Dünden beri
korkunuzdan titriyordunuz ve idamda kullanılan ipleri sizinle yağlayacaklarını
sanıyordunuz değil mi? Hüseyin b. Mansur Hallac gibi olmak gerek, Çağında
Doğu’da-Batı’da tasavvufi bilgilerde bir benzeri yoktu. İdam iplerini onun
gibisi için yağlarlar, çapulcular ve namertler için ipi yağlamazlar.” diyerek
kavvaldan şiir okumasını istemiştir ve müridleri coşarak, naralar atarak, sema
etmişlerdir.[450]
Nicholson, anlatılan bu
menkıbenin hayal ürünü olabileceğini, müslümanların velilerine telapatik güçler
yükleyerek abartabileceklerini belirtmiş, Ebu Said’in de kaydedilmiş
mucizelerinin büyük bir bölümünün bu çeşit olabileceğini ifade etmiştir. O,
Muhammedi velilerin, anlatılan menkıbelerinde sık sık düşünce okuyucu olarak
gösterildiklerine değinmiştir. Ona göre, onların delille söylenen
menkıbelerinin çoğundan şüphe duyulabilir. Ebu Said’in, tehdit eden miydi,
yoksa değil miydi, sorusunu sormuştur. Onun lüks hayat tarzıyla ve ehliyetsiz
uygulamalarıyla, katı din adamlarında öfke yaratmasını anlayabileceğini
belirtmiştir.[451]
Ebu Said’e atfedilen menkıbelerde
abartılan yönler olabilir, ancak, çoğu veli gibi Ebu Said’in de düşünce okuması
şaşılacak bir şey değildir. Bu Allah tarafından veli kullarına verdiği
lutuflarından birisidir. Ebu Said’e karşı toplanan ordunun sayısının çok
abartılı olduğu söylenebilir. Nicholson’un verdiğine göre toplam 150 000
kişilik bir ordu ve savaşçı 750 fil çok büyük bir rakamdır. Ebu Said ve
beraberindekiler en fazla 150-200 kişidirler. Rakamların yüksek tutulması, Ebu
Said’in bu büyük techizatlı orduya korkmadan meydan okuması ve onları
düşünceleri okuyarak yenmesinin anlatılması, onun manevi gücünün büyüklüğünü
sergileme isteğinden kaynaklanmış görünmektedir.
Nicholson, Mystics of İslam'da da
keramet konusunun üzerinde önemle durmuş, müslümanların kerametlerine bakış
açılarını eleştirmiştir. Kerametlerin, tabiat yasalarını bilmeyen müslümanlar
için önemli ve etkili olduğuna değinerek, o, kendisinin akıldışı ve imkansız
bulduğu bu çeşit olayların, mantıklı bir açıklamasını bulmak mecburiyetini hissettiğini
söylemiştir.[452] Nicholson, bir insanın kendi kalb nuru ile Allah’ı aramasını
tehlikeli bulmuş ama, başkasının kalb nuru ile O’nu aramasını, çok daha
tehlikeli bulduğunu vurgulamış, sahte kutsallık olarak değerlendirmiş ve
telafisinin olmadığını söylemiştir.[453]
G. Riyazet-Mücahede
Nicholson, Hıristiyan keşişliğine
benzettiği Ebu Said’in riyazet ve mücahede dolu yaşamına geniş yer vermiş ve bu
pratiği ”self-mortification” kelimesi ile anlamlandırmıştır. Zaman zaman zühd
ile karıştırmış, ‘ascetics’ kelimesini kullanmıştır.
Lugatta mücahede, uğraşma,
savaşma; nefsi yenmeye olan çalışma; din düşmanlarıyla savaşma anlamlarına
gelir.[454] Mücahede, sözlükte, “güç ve gayret sarfetmek, bir işi başarmak için
elinden geleni yapmak” anlamındaki cehd kökünden türer.[455]
Riyazet, lugatta, nefsi kırma,
dünya lezzetlerinden ve rahatından sakınma, perhizle, kanaatle yaşama olarak
ifade edilmiştir.[456] Tasavvufta, insanın nefsinin arzularına, kötü
isteklerine ve şeytana karşı direnip, savaşmasıdır. Mücahedeye ‘nefs ile cihad’
da denir. Nefs ile cihad, düşmanla cihaddan daha zordur. Mücahede ve riyazet
birbirine yakın kavramlardır; mücahede, nefsi iyiliğe zorlamak, riyazet nefsi
bu işe alıştırmaya çalışmaktır. Önce mücahede ile işe başlanır, riyazetle devam
edilir, sonucunda da müşahede gerçekleşir.[457]
Allah Tealâ’nın: “Bizim uğrumuzda
mücahede edenlere gelince, elbette biz onlara yollarımızı gösteririz..!”
(Ankebut, 29/69)[458] ayeti bu manevi cihada işaret sayılmıştır.
Ebu Said ve Kuşeyri’nin şeyhi Ebu
Ali Dekkak (v. 405/1014), bu konuda şöyle demiştir: “Dışını mücahedeyle
süsleyenin içini Allah, müşahedeyle güzelleştirir.”[459]
Ünlü sufi, Ebu Osman Mağribi (v.
373/983) de, nefsiyle sıkı bir mücâhedeye girişmeyen salikin tasavvuf yolunda
yeni birşey öğrenemeyeceğini belirtmiştir.[460]
Mevlâna da, dünya sevgisinin,
‘benlik’ ve ‘nefis’ sevgisinden kaynaklandığı, nefsin hoşuna giden şeylerin
genelde dünyalık olduğu düşüncesindedir.[461] Onun Mesnevi” sinde riyazet ve
mücahedeye teşvik eden dizeleri vardır:
“Aziz Peygamber’imizin şu
sözünden ders al: ‘Düşmanların en korkuncu, en zalimi, senin içinde bulunan
nefsindir.’ ” (beyit: 4064)[462]
“Bu nefis düşmanının atıp
tutmasına kulak verme, ondan kaç; çünkü inadında, ısrarında, ayak direyişinde
o, İblis’e benzer.” (beyit: 4065)[463]
Hallac-ı Mansur, asılması
sırasında kendisine öğüt vermesini isteyen kişiye nefis ile mücahedeyi tavsiye
etmiştir: “Sana tavsiyem nefsindir; çünkü sen ona binemezsen , o sana biner.”
509 demiştir.
Abdülkadir Geylâni bu konuda: “Nefis
üzerinden mücahede sopasını kaldırmayın, onun felaketlerinden gafil olmayın,
vahşi hayvanın uyumasından gafil olmayın, o vahşi hayvan uyur gibi görünür, ama
gerçekte avını gözetlemektedir. İşte o vahşi hayvan nefistir.”510 diyerek nefsi
vahşi hayvana benzetmiştir.
Ebu Said, hemen hemen ömrünün
çoğunu mücahede ve riyazet ile geçirmiştir. O, çoğu zaman eski bir ribatta
oturmuş, uzun süre perhizkar bir yaşam sürmüş, çeşitli çileler çekmiştir. Bu
ribatlardan üç tanesi Mihene civarındadır.511 Ebu Said uzun bir halvet ve çile
hayatından sonra, Şeyhi Ebu’l-Fadl’ın işaret etmesi üzerine, Mihene’ye gidip
halkı irşat etme yetkisi vermesine rağmen, Mihene’ye gelip riyazet ve
mücahedesini artırmıştır.[464] Kendisine onsekiz şeyi yapmayı görev bilmiştir
ve onsekiz bin alemin kapısının açılmasına sebep olmuştur. Devamlı oruç tutmuş,
haram lokma yememiş, daima zikirle meşgul olmuş, geceleri uyumamış, yanını yere
koymamış, sadece oturarak uyuklamış, kıbleye doğru oturmuş, hiç bir şeye
yaslanmamış, hiçbir oğlana kötü gözle bakmamış, haramlardan sakınmış, kimseye
kul olmamış, dilenmemiş, kanaat etmiş, teslim olup işin sonunu beklemiş, daima
mescitte oturmuş, çarşı-pazar dolaşmamış, her gün hatim indirmiş ve görmemiş,
duymamış, kimseyle konuşmamıştır; bu şekilde nefsini zelil etmeye uğraşmıştır.[465]
İbn Münevver, Ebu Said’in riyazet
ve mücahedesine şahid olanların anlattığı birçok menkıbeye yer vermiştir. Ebu
Said’in babasının anlattığı bir olayda, her gece babasının, oğlunun odasının
kapısını zincirlemesine, onun uyuyup uyumadığını kontrol etmesine rağmen,
birçok gece Ebu Said’i odasında ve evde bulamamış, kapının zincirinin de
yerinde olmadığına şahit olmuştur. Sabah ezanıyla onun sessizce gelip, odasının
kapısını tekrar zincirleyip uyuduğunu farketmiştir. Bir gece onu takip etmiş,
onun ribata gittiğini, içeri girip kapısını kilitlediğini görmüş, bu yüzden onu
damdan izlemek zorunda kalmıştır; Ebu Said’in ayağına ip bağladığına ve kendini
baş aşağı kuyuya sarkıtarak tan ağarıncaya kadar Kur’ân okuduğuna şahit
olmuştur. Onun Kur’ân"ı baş aşağı, kuyuda hatmetme şekilindeki riyazeti
uzunca bir zaman sürmüştür.[466] Bir gün Ebu Said, kendi kendine ilmi, ameli,
murakabeyi elde ettiğini düşünmüştür, sonra bunları hatırına getirmemek için
dervişlerin her türlü işlerini yapmıştır. O, dervişlerin ateşlerini yakmış,
zaviyelerini süpürmüş, tuvaletlerini temizlemiş, ihtiyaçlarını alıp getirmiş ve
hatta halktan dilenmiştir. Nefse en zor gelen şeylerden biri de dilenmek
olduğunu belirtmiştir. Zamanla halk artık bağış vermemeye başlayınca, başındaki
sarığı ayakkabılarını, daha sonra da cübbesini satarak onların ihtiyaçları için
çalışmıştır. Ayrıca sürekli olarak camileri silip süpürmüş, elinde ne varsa
dervişler ve halk için harcamıştır.[467] O, “Ya Rab, bana ben lazım değil, beni
benden kurtar.” diye yakarmış, Kur’ân" ı hatmederken, Allah, onlara karşı
sana yeter, O, ışıtır ve görür. (Bakara; 2/137) ayetine gelince kendiden geçmiş
ve işler değişmiştir. Anlatılamayacak kadar zorlu çileler çekmiştir ve
kendisinin başardığını sandığı şeylerin aslında Hak Tealâ’nın desteğiyle
başardığını farketmiştir.[468]
Esrâru’t-Tevhîd’de anlatıldığına
göre, Ebu Said, Amul’deki Ebu’l-Abbas Kassab’ın yanında bir yıl, ya da iki
buçuk yıl kalmıştır. Ebu Said, onun hankahında her gece sabaha kadar namaz
kılıp gündüzleri oruç tutmuştur. Ebu’l-Abbas Kassab’ın hankahında kırk bir yıl
halvete beraber girdiği dervişlerinin fazla ibadetlerine müdahele etmesine
rağmen, Ebu Said’in fazla ibadet yapmasına hiç müdahalede bulunmamıştır.
Ebu’l-Abbas’ın, kan verdiği bir gece sargısı çözülmüş ve eli ve elbisesi kan
içinde kalmıştır. O sırada gece ibadetini yapmakta olan Ebu Said, onu görmüş ve
kendi elbisesini hocasına vermiş, onun kanlı elbisesini gece yıkayıp, kurutup
getirmiştir. Ebu’l-Abbas, kalkıp eliyle yıkanmış elbisesini Ebu Said’e
giydirmiş ve bu da Ebu Said’in giydiği ikinci hırka olmuştur.[469]
Ebu Said, nefis galipken çıkan
nefesin, nefes olmadığını, bacadan çıkan dumana benzediğini, nefis ezilir ve
yenilgiye uğratılırsa o zaman İslâm’ın nurunun galip geleceğini, işte o zaman
bedenden saf ve iyi nefesler çıkacağını söylemiştir.[470] Ebu Said, şu
dizelerle de nefisten kurtulmak gerektiğine dikkat çekmiştir:
“Vahdet yolunda ne küfür var ne
iman
Nefsinden bir adım çık ve yolu
gör.
Ey cihanın canı! Ve İslâm’ı seçen
Engerek yılanıyla ol, ama
nefsinle olma!”[471]
Hz. Peygamber’in: “Sıddıkların
başından en son çıkan şey, baş olma sevdasıdır.” buyurmasına örnek olarak
Esrâru’t-Tevhîd’de Ebu Said’in müridlerinden Hoca Hasan Müeddib örneği
verilmiştir. Hasan Müeddib, Nişabur’da kendisini ve elindekileri şeyhine
hizmete adamıştır; şeyhi de onu çeşitli çilelere sokmuş, dervişlere hizmet
ettirmiştir. Ama onun içinde efendilik ve baş olma sevdasıyla ilgili halâ
birşeyler kalmıştır. Ebu Said, onun çarşıdan işkembe ve sakatat alıp, verdiği
torbaya doldurup, sırtına alıp hankaha getirmesini emretmiştir. Sırtından
kanlar ve pislik akmış, Hasan Müeddib bu durumundan çok utanmıştır. Hankaha
getirince şeyhi, bu sakatatları şehrin Hire Kapısı’na (Mezbaha gibi temizlik
için bir yer olabilir.) geri götürüp temizlemesini istemiştir. Hasan,
sakatatları temizleyip, hankaha geri döndüğünde bey ve baş olma sevdasından
birşey kalmamış, hür ve huzurlu bir şekilde içeri girmiştir. Bunun üzerine Ebu
Said, onun gusul abdesti alıp, eskisi gibi temiz ve güzel giymesini, tekrar
aynı çarşıya gitmesini, sırtında sakatat taşıyan, kirli adamı görüp
görmediklerini sormasını istemiştir; Hasan Müeddib, gidip sorunca, kimsenin
öyle bir kişiyi görmediklerini öğrenmiştir. O zaman Ebu Said ona: “Ya Hasan!
Seni ancak sen görüyordun, yoksa hiç kimse seni görme derdinde değildi. Seni,
gözünün önüne getiren ve önemli gösteren nefsindir. Onu kahretmek, sürüm sürüm
süründürmek lazım. Onu öldürmeden elinden kurtulamazsın. Onu Hakk’la öyle
meşgul et ki, kendini ve halkı düşünemesin.” buyurmuştur.[472] Ebu Said, Allah
ile olma halinde sıkıntı olmadığını, fakat nefis ile olma halinde ise rahat
olamayacağını söylemiş ve şu beyitle devam etmiştir:
“Erin bağrı yanık ama mütebessim
olmalı
Fakat böylesi erlerin sayısı çok
değil ki!” [473]
Nicholson, Ebu Said’in riyazet ve
mücahedesini anlatan menkıbelerine geniş yer vermiş, Ebu Said’den önceki
sufilere kadar giderek onun riyazet ve mücahedesini anlamaya çalışmıştır.
Nicholson, Hasan Basri, Habib Acemi, Davud Tai’nin sufiden ziyade, yalnızca
Allah düşüncesinde ve zahit olduklarını söylemiştir. Tasavvufun, XIX. yüzyıl
olarak başlangıç kabul edildiğini varsayarak, herhangi bir otoriteye ve
geleneğe bağlı bir sisteminin olmadığını, fakat bireysel aydınlanmanın olduğunu
vurgulamıştır. Cüneyd Bağdadi gibi, Ebu Said’den önceki mutasavvıfların, ilk
sufilerin uygulamalarına saygılı olarak, sistemli okullar kurduklarını
belirtmiştir. O, daha sonraki süreçte, tasavvufun Hıristiyan keşişliğine benzer
şekilde ikiye ayrıldığını belirtmiştir. Burada ‘branch off kelimesini
kullanmıştır; ‘ikiye ayrılmak; konu dışına çıkmak’ anlamlarına gelen kelimeyi,
Ebu Said’in riyazetine ve uzletine benzer bir yaşamın, Hıristiyan keşiş yaşamına
kaydığını ima etmiş gibidir. O, bulduğu tüm farklı eğilimlerin kendilerini
savunduğunu ve özgürce etkin bir yaşam sürdüklerini ifade etmiştir.[474]
Nicholson, sukut, zikir ve tenhaya çekilmeyi, tasavvufun Hıristiyanlık’tan
aldığına tekrar tekrar yer vermiştir.
H. Halvet-Uzlet-Çile
Nicholson, halvet için
“seclusion”, uzlet için “solitary meditation”, çile için “austerity”
kelimelerini kullanmıştır. Ebu Said’in halvet, uzlet ve çile ile geçen hayatını
anlatan menkıbelere genelde fazla yorum katmamış, olduğu gibi vermeyi
yeğlemiştir.
Lugatta halvet, yalnız, tenha
kalma; tenhaya çekilme; tenhalık; tenha yer; hamamın sıcak bölmesi[475] olarak
verilmiştir. Uzlet, bir yana çekilip, kendi kendine tenhada yaşama; yalnızlık;
köşesine çekilme (inzivâ)[476] anlamları verilmiştir.
Mutasavvıflardan bazıları
uzletin, daha genel anlamlı olduğunu, halvetin daha özel anlamlı olduğunu,
halvetteki yalnızlığın süreli olduğunu, ancak uzletteki yalnızlığın süresinin
ve sebebinin her zaman belli olmadığını ifade etmişlerdir.[477]
Çile, kırk anlamında Farsça
‘çihl’ kelimesinden gelen ‘çile’, ‘çilhe’ veya ‘çille’ şeklinde söylenir. Bazı
tarikatlarda çile ‘kırk’ anlamına gelen Arapça ‘erbâin’ kelimesi
kullanılmıştır. Halk arsında kırk günlük halvet eğitimine çile denmiştir.
Salikin manevi yönden ilerlemesi için nefsinin isteklerinden vaz geçerek,
belirli bir müddet, belirli bir yerde, az uyku, az yemek ve ibadetle
geçirdikleri süredir. Çilenin uygulandığı yere ‘hücre’, ‘çilehane’,
‘halvethane’ gibi adlar verilir.525 [478]
Sufıler, halvet ve uzlet konusunu
Kur’ân” dan delillere dayandırırlar. Kur’ân” da Allahü Tealâ “Bir de Musa’ya
otuz gece va’d verdik ve onu bir on ile tamamladık, bu suretle Rabb’in mikatı
(tayin ettiği vakit) tam kırk gece oldu..” (A’raf/142)[479] buyurdular. Yüce Allah,
Hz. Meryem ile ilgili Kur’ân ayetinde de şöyle buyurmuştur; “Kitab’da Meryem’i
de an! O vakit ki ailesinden çekildi de, şark tarafında bir mekâna, onlardan
öte bir perde çekti; derken kendisine Ruhumuzu gönderdik de düzgün bir beşer
halinde ona temessül ediverdi. (görünüverdi)” (Meryem19/16-17)[480]
Hz. Peygamber’den bu konuyla
ilgili şu sözler nakledilmiştir; “Önce ilim öğren (din bilgisi), sonra uzlete
çekil””[481] Yine Rasûlüllah (s. a. v. ), ”Mevki sahibi olmak arzusunu gideren
en kuvvetli ilaç, insanlardan uzlet etmektir. Din ve dünya için zaruri
vazifelerden başka, insanlar arasına karışmamalıdır”” ilacını tavsiye
etmişlerdir.[482]
Cüneyd Bağdâdi, “Bir kimse din
bakımından selamette, beden ve kalp yönünden rahatta olmak isterse, halktan
ayrılıp uzlete çekilsin. Çünkü şu zaman halktan sıkılacak bir zamandır. Akıllı
yalnızlığı seçer.” diyerek bu konunun önemini 531
vurgulamıştır.[483]
Kuşeyri Risale”sinde, halvet ve
uzletin bir amacı da insanlardan uzaklaşarak, kendi nefsinin şerrinden
insanları emin kılmaktır demiş,[484] uzlete girmek isteyenlere, öncelikli
olarak ilim, özellikle de şer’i ilmi öğrenmesi gerektiğini söylemiştir[485].
Abdülkadir Geylâni de herkese
“Gel...” çağrısı yapmıştır. “Ey cehaletiyle zühdî hayatı yaşamaya çalışan! Gel
ve sözümü dinle! Ey yer yüzündeki zahidler! Gelin! Manastırlarınızı yıkın! Bana
yaklaşın! Halvete asılsız ve temelsiz girdiniz! Bir şey elde edemediniz. Gelin!
Hikmet meyvaları
toplayın.......................................................... Gel de...
Önce ilim
öğren, sonra uzlete çekil....
Aksi halde senin uzletin, nifaktan ve zaman kaybından
başka bir şeye yaramaz.”[486]
Esrâru’t Tevhîdde anlatıldığına
göre Ebu Said, yaşamının büyük bir bölümünde halvet, uzlet ve çile hayatı
yaşamıştır; özellikle kırk yaşından önceki gençlik dönemini tenhalarda
çilelerle geçirmiştir. Onun bu münzevi yıllarından bir kaç tanesi şöyledir. Ebu
Said bir süre için Serahs’da iken, Ebu’l-Fadl Hasan’ın yanında ‘Allah’
kelimesinin hakkını vermeye uzun bir süre çabalamış, sonunda harflerin kapısı
ona açılmıştır. Ebu’l Fadl, Ebu Said’in kendi nefsinden ve halktan uzaklaşması
gerektiğini söylemiştir. Bunun üzerine, tenha ve uzak bir yer için, ilmi de
bırakarak Mihene’ye dönüp, evinin bir köşesine çekilmiştir. Mihrapta oturup
‘Allah’ zikriyle meşgul olmuştur; kendisini uyku, gaflet bastırdığı zaman,
mihrapta elinde ateş dolu bir tavayla görünen bir kişinin ona, ‘Allah’ zikrini
tekrar tekrar söylemesi için bağırdığı söylemiştir. Daha sonra Ebu Said,
vücudunun her zerresinden ‘Allah’ sesinin geldiği işitmiştir.[487] O, bu durum
meydana gelince, Pir Ebu’l Fadl’ın yanına gitmiştir; o da, Ebu Said’e kendi
zaviyesinin karşısında bir zaviye vermiş, nefsini terbiye etmesini ve ahlakını
düzeltmesini emretmiş ve devamlı hallerini denetlemiştir.[488] Ebu Said, bir
süre bu zaviyede çile çıkardıktan sonra Ebu’l Fadl onunla kendi savmasında
beraber bulunmuşlar, şeyhi onu türlü çilelerle görevlendirmiştir, daha sonra
onu Mihene’ye göndererek annesine hizmete göndermiştir. O, evlerindeki daha
önceki savmasında inzivaya çekilmiştir. Diğer tenhaya çekilmelerinde
bahsettiğimiz gibi o, hiçbir yere yaslanmamış, yatıp uyumamış, bir tek elbise
giymiş, ona da yırtıldıkça yama yapmıştır; bu yüzden elbisesinin ağırlığı yirmi
okka olmuştur. Mecbur olmadıkça konuşmamış, gündüz birşey yememiş, küçük bir
ekmek kırıntısıyla iftar etmiştir; hatta kulaklarını pamukla tıkayarak dünya
ile ilgisini iyice keserek zikirle meşgül olmuştur. Allah’tan başkasının
gönlünden geçmemesi için devamlı sırrını denetlemiştir. Uzun süre bu durumda
yaşayınca halktan kopup, kırlara, dağlara, çöllere çıkmıştır. Buralarda yirmi
gün, bir ay gibi kalmış, bitkilerle karnını doyurmuştur. Yanında beyaz giysili,
heybetli biriyle (Sonra Ebu Said o zatın Hızır olduğunu söylemiştir. ) görenler
olmuştur; babası oğlunun bu durumunu bildiği için hep onu arayıp bulmuş, geri
getirmiştir ve bu durum tekrar tekrar yaşanmıştır.[489] Ebu Said, bu ruhsal
ilerleme sürecinden sonra tekrar yedi yıllık bir tenhaya çekilme süreci
sürmüştür. Ebu Fadl’ın gözetiminde çöllerde, Mihene’nin dağlarında zorlu bir
uzlet hali yaşamıştır; kırk yaşına erişip mükemmel bir veliliğe ulaşıncaya
kadar bu durumu sürdürmüştür.[490] [491]
Ebu Said, bir süre kendisi çile
çektikten sonra Serahs’a, Ebu’l-Fadl Hasan’ın yanına tekrar gitmiştir; onunla
türlü çilelere girdiği bir yıl geçirerek Ebu’l-fadl’dan bir hırka giymiştir.
Bir rivayete göre de, o, Ebu’l-Fadl Hasan hayatta olduğu sürece riyazet ve
mücahedeyle meşgul olmuş ve hırka giymemiştir. Ebu’l Fadl’ın ölümünden sonra
Şeyh Ebu Abdurrahman Sülemi’nin hizmetine girmiş ve hırkayı 539
ondan giymiştir.
İ. İhlas
Lugatte, halis, temiz, doğru
sevgi; gönülden gelen dostluk, samimiyet, doğruluk, bağlılık olarak geçer.[492]
İbadet ve amelleri yalnız Allah için yapmak, diğer düşüncelerden arınıp sadece
Allah’ın rızasını düşünerek hareket etmektir.[493] İhlaslı kişiye, “muhlis”
denmektedir; muhlis, ibadeti yalnızca Allah rızası için yapan kimsedir.[494] Bu
konuda Allahü Teâla: “Her kim Rabb’ine kavuşmayı arzu ederse, salih bir amel
işlesin ve Rabb’inin yaptığı ibadetine hiçbir şirk karıştımasın!” (Kehf 18/110
)[495] ve başka bir ayette de Allah, “ Halbuki onlar,
ancak, dinde ihlas sahibi olarak
Allah ’a kulluk yapmakla emrolundular.” (Beyyine, 98/5) 544 buyurmuştur.
Sufilerden Süfyan Sevri (v.
161/777), “Herhangi bir kul, kırk gün, Allah için ihlas ile amel ederse, Allah,
onun kalbine hikmeti yerleştirir; onu dünyaya karşı zühd, ahirete karşı rağbet
sahibi yapar. Kendisine dünyanın hastalığının ilacını gösterir. Kul, kendisini
her sene bir defa nefsini buna alıştırmalıdır.”545 demiştir.
Zunnûn Mısrî (v. 245/859), üç
şeyin ihlasın alameti olduğunu söyleyerek: kişinin halkın övmesini ve yermesini
aynı tutması, amelde ameli görmemesi, amelin ahirette sevap kazandırdığını
unutması olarak açıklamıştır.546
Bu konuda ünlü sufilerden Cüneyd
Bağdâdi (v. 297/909), ihlasın kul ile Allah arasında bir sır olduğunu, bu
durumu ne meleğin, ne de şeytanın bile bilmediğini ifade etmiştir.547
Ebu Said’in şeyhlerinden
Ebu’l-Kasım Bisr’i Yasin (v.
380/990),
öğrencilerine ‘tama’dan
sakınmalarını, çünkü ‘tama’nın olduğu yerde ihlasın olamayacağını belirtmiştir.
Tamahla amel etmenin bir karşılığı olduğunu, ihlas ile 548
amel etmenin ise kulluk olduğunu
açıklamıştır.548
Hadimi (v. 1176/1762), “İhlas,
herşeyi yalnız Allah rızası için yapmaktır; Allah Tealâ’dan başka hiçbir şeyi
sevmemekle, yalnız O’nu sevmekle, kendiliğinden hasıl olur.” demiştir.549
Esrâru’t Tevhîdde Ebu Said, ihlas
konusunda şöyle demiştir: “Nefs ile yaşayan herkes ölümle ölür, ihlas ile
yaşayanlar asla ölmez. Bir konaktan öteki konağa taşınırlar.”550 Yine o, alimin
ihlaslı kişi olduğunu, kalbinde ihlas olmayanın, din ve şeriatle ilgili
bilgilerinin geçerli olmadığını iddia etmiştir. ‘İhlas nedir?’ sorusuna,
Resullullah’ın, kulun ruhunda ve kalbinde Hakk’ın Esrârından bir ‘sır’
olduğunu, onun, temiz nazarıyla bu sırra nazar ettiğini, bu sırrın, yüce Allah
katından destek aldığını ve bu desteğin o sırrın denetleyicisi olduğunu, Tevhîd
ehlinin, bu ‘sır’ sayesinde Tevhîd ehli olduğunu, söylemiştir. Ebu Said, ‘Sır
nedir?’ sorusuna da, sırrın, Hakk’ın latifelerinden bir latife, bir lûtuf
olduğunu ve Hakk’ın lûtuf ve rahmetiyle hasıl olduğunu belirtmiştir.
Başlangıçta kulun kalbinde, bir niyaz, bir hüzün ve bir talep hali meydana
geldiğini, sonra bu niyaz ve hüzne, Allah’ın, lûtfu ve rahmetiyle nazar edince,
o kalbe latifeyi koymuş olduğunu ve bunun ne olduğunu, ne meleklerin, ne de
peygamberlerin bilmediklerini ileri sürmüştür. Bu lûtfiyenin Allah’ın sırrı
olduğunu ve bunun ihlas olduğunu söylemiştir.[496] Ebu Said daha sonra da,
“Tevhîd ehlinin aşık olduğu sevgili, işte bu temiz ‘sır’ dır. Bu ‘sır’ bakidir,
‘yok’ olmaz; bu Hakk’ın nazarıyla Hak içindir. Temiz insanlar bundan nasip
alırlar, bu beden içinde emanettir. Kimde bu ‘sır’ varsa o, haydır, insandır;
yoksa hayvandır.[497] [498] Ebu Said, Allah’ın, halka iletilmek üzere Hz.
Peygamber’e: “De ki, Allah’ın lûtfu ve rahmetiyle, işte bununla ferahlasınlar,
bu yığdıklarından hayırlıdır.” (Neml, 27/ 89) diye buyurduğunu söylemiştir. Bu
konuda Ebu Said’in, “Nefis ile diri olanın hayatı, ruhun gidişine kadardır.
İhlas ve doğrulukla diri olan kalbiyle hayattadır. Sadece bir yurttan diğer bir
yurda gider. İhlas, iki meleğin yazmadığı ve insanın bilmediği şeydir.”
sözlerine 553 de yer verilmiştir.
Yine Ebu Said, bir gönülde
Hakk’tan bir sır, Hakk ile bir sır ve Hakk’tan işitme halinin olmamasının
nedenini, o gönülde ihlasın bulunmamasına bağlamıştır; sonra o, Hz.
Peygamber’in, “Kıyamet günü ihlas ile şirk iki hayvan şeklinde Yüce Rabb’in
huzuruna getirildiğinde Allah, Ihlasa: ‘Sen ve sana sahip olan herkesle
birlikte cennete ğit’; şirke de: ‘sen ve seninle birlikte olanlarla cehenneme
git.’ der.” sözlerini delil göstermiş, ihlaslı olmayı tavsiye etmiştir; dünya
ve ahirette halasa ermenin yolunun ihlas olduğunu vurgulamıştır. Yine o, Hz.
Peygamber’in “Ey Muaz! Dinde ihlaslı olursan az amel sana yeter.” Hadis’ini
örnek vermiştir.[499]
Nicholson, Ortaçağ Hıristiyan
Mistisizm öğrencilerinin bu ‘Sır Allah’ ta pek çok benzerlik bulacaklarını
söyleyerek, Gerson’un sentezlerini ‘synteresis’ ve Ekart’ın Kıvılcım’ını
‘Spark’ ya da ‘Ruhun Yerini’ Sır Allah’a örnek olarak göstermiştir.[500]
J. Kabz-Bast
Esrâru’t-Tevhîd de Ebu Said’in
‘kabz-bast’ halini yaşadığına dair menkıbeler ve bu konuda sözleri vardır. Bu
menkıbelerden bir kaçına Nicholson, Studies in IslamicMysticism’de yer
vermiştir. Bunlardan bazılarını ele aldık.
Sözlükte, “kabz”, Arapça, tutmayı
ifade eder. Daralma, kapanma gibi manaları da vardır;[501] “Bast” Arapça, zihni
açıklık, kalbi rica, niyaz, yalvarma halidir. Bast, hal olarak, kabul, lütuf,
rahmet ve ünse işarettir.[502] Kabz ve bast, müridde bulunan iki zıt hali
anlatır.[503] Kısaca “kabz”, daralmak; “bast”, ferahlamak olarak açıklanmıştır.
Kabz, günahlardan korkarak kalbde meydana gelen sıkıntı olması halidir; Bast
ise, sevap ümidiyle kalpde meydana gelen sevinç, ferahlık hali olarak
verilmiştir. Kur’ân’ı Kerim"de Allah’ın, “Allah hem sıkar (kabz); hem de
açar (bast)” (Bakara, 2/245) buyruğunda Kabz ve Bast’a vurgu vardır.[504] İleri
makamlardaki sûfîde kabz ve bast olmaz, çünkü bu darlık ve genişlik durumu
kendisinde varlık bulunanda olmaktadır; nefsinden sıyrılmış, Hakk'ın sıfatları
ile hemhal olmuş kişilerde, kabz ve bast olayı meydana gelmemektedir.[505]
Ünlü sufilerden bazılarının
‘kabz-bast’ hakkındaki görüşleri şöyledir:
Abdulkerim Kuşeyri (v. 465/1072),
her insanın kabzının bastına göre, bastının da kabzına göre olduğunu
söylemiştir. Her iki durumun da Allah’a sığınılması gereken haller olarak
belirtmiştir.[506]
Şihabuddin Sühreverdi (v. 632/1234), kulun, genel muhabbetten özel
muhabbetin ilk basamaklarına
yükseldiğinde, farklı bir hal, kalb ve de kendini eleştiren nefse sahip
olduğunu ki, o durumda kendisine kabz ve bast halleri gelip gitmeye başladığını
söylemiş ve nedenini de kulun iman makamından yakîn makamına yükselmesi olarak
açıklamıştır.[507]
Bu konuda da Mevlâna’nın
söyleyecekleri vardır:
“Karakış asık suratlıdır ama,
şefkatlidir, merhametlidir. Halbuki yaz güler yüzlüdür, fakat yakıcıdır,
kavurucudur.” (beyit: 3 7 3 8)[508]
“Sana kabz (darlık), sıkıntı
gelince, o darlıkta, o sıkıntıda sen bastı (ferahlığı) gör, gençleş, sevin,
yüzünü alnını buruşturma.” (beyit: 3 7 3 9)[509]
Nicholson’ın Esrâru ’t Tevhîd”
den aktardığına göre, Ebu Said, fenâ derecesine ulaştığında halk ona çok saygı
göstermiş, komşuları saygıdan içkiyi bırakmış, müritleri tevbeye gelmiştir;
durum abartılı bir saygıya dönüşmüştür; hatta, elinin değdiği her şey
satılmaya, atının dışkısı yüzlere sürülmeye başlanmıştır. Sonra ona, bu
saygının kendisinden kaynaklanmadığı gösterilerek: “Rabbin sana kafi değil mi?”
(Fussilet, 41/35) diye bir ses işitmiş ve göğsünde bir nur zuhur etmiştir ve bu
olaylar tam tersine dönmüştür. Bu sefer herkes, ona sırtını dönmüş, suçlamış,
devrin hükümdarına kafir olarak şikayet edilmiş, üzerine pislik atılmış,
uğursuz denmiş ve hiç bir yerde istenmemiştir.[510] O, bu durum karşısında şu
dizeleri mırıldanmıştır:
“Aslandım, kaplan avımdı,
Nereye gitsem zafer benimdi.
Aşkın beni bu hale düşürünce,
Topal tilki gelip beni inimden
kovdu.”[511]
Bundan sonra üzerinde bir kabz
hali, bir sıkıntı hali çökmüştür; bu halin ortadan kalkması için Kur’âriı açmış
ve şu ayetle karşılaşmıştır: “ Sizi bir imtihan olarak şer ve hayır ile müptela
kılacağız; hepiniz de Biz’e döndürüleceksiniz!” (Enbiya, 21/35) Ebu Said, her
bela ve şerrin sınav olduğunu kavrayıp, Rabb’ine dönmüş, aradan benliğini
çekmiş ve fani olmuştur. ‘Once more my ‘self vanished, and His grace was all in
all.’[512]
Ebu Said’in Seyr u Sulûku
esnasında kabz-bast hallerini sıklıkla yaşamış olduğunu, yer verilen
menkıbelerde görmek mümkündür. Bu menkıbelerden birinde: o, manevi bir keşf
hali yaşamaya başlamıştır; Ebu Said’in bu keşf hali, Şeyh Ebu Ali Dekkak ile
beraberken de olmuştur. Bu hallerden sonra bazen onda kabz hali olmuştur. Bir
açılma (bast) hali meydana gelmesini umarak onun herkese bir şey sorduğu ve
herkesten bir şey istediği anlatılmıştır.[513]
Ebu Said, kendisine ‘kabz’ hali
ne zaman vuku bulsa, derhal Serahs’a piri Ebu’-Fadl’ın türbesine gidip, kabrine
yüz sürmüştür; orayı ziyaretten sonra kabz halinin geçtiğini söylermiştir. O,
şeyhinin kabrini ziyaretinde de coşkuludur, şiirler okumuş, naralar atmıştır.
Bir ziyaretinde kavvalın şu şiiri okumasını istemiştir:[514]
“Bu neşe, cömertlik ve kerem
kaynağı, neşe kaynağıdır,
Herkesin kıblesi Kâ’be, bizimki
sevgilinin yüzü.”[515]
SONUÇ
Tasavvufu uzmanlık alanı seçen
ilk İngiliz Doğubilimci, E. J. Memorial Trust Vakfı kurucu üyelerinden Reynold
Alleyne Nicholson, ömrünün 50 yıldan fazlasını Tasavvuf Tarihini araştırmaya
vermiştir ve Cambridge Üniversitesi’nin, İslâmi Araştırmalar Bölümü’ne ve bu
hususta önemli bir kütüphaneye sahip olmasına vesile olmuştur. Öğrencisi
Ebü’l-Alâ Afifi’nin dediği gibi, onun ince düşünceli ve şair duyarlılığının
olması başarısını etkilemiştir. Batı’da Mevlâna’nın Mesnevi" sini
İngilizce tam metin olarak çeviren ve yayımlayan ilk bilim adamıdır. Muhammed
İkbal ve fikirlerinin Batı’da ilk tanınmasını yine o sağlamıştır.
Nicholson’ın, gerek Studies in
Islamic Mysticism adlı eserinde, gerekse Mystics of İslam'da tasavvufun
kaynağının, Budizm’den mi, Hıristiyan Mistisizm’inden mi, Yunan Hellenizm’inden
mi, Yahudi Kabalası’ndan mı beslendiği sorusuna cevap aradığı ve tasavvufun
İslâm menşeili olmadığını ispatlamaya çalıştığı gözlemlenmiştir.
Nicholson’ın bu eserinde ele
aldığı dört büyük sufinin ortak özellikleri olarak üzerinde durduğu konulardan
birisi de, onların, ceza ve korkutmadan ziyade sevgi, hoşgörü ve affetmeden
bahsetmiş olmaları ve ahiret hayatında cezanın korkutucu olmadığına ve acı
çekmenin olmadığına inanmalarına, vurgu yapılmasıydı. Onun böyle bir şeyin
İslâm’da yer almadığını, tam tersi İslâm’ın korkutma ve ceza tehdidi ile dolu
olduğunu Kur’ân’dan ayetlerle ifade ederek, tasavvufu, özellikle Vahdet-i
Vücudu İslâm dışına çekme eğilimine gitmiştir.
Nicholson, bu eserinde İranlı ve
Arap sufiler arasındaki farklılıkları ortaya koymayı amaçlamıştır. Tasavvufi
şiirde, Araplar’ın kendisinin harikulade bulduğu İranlılar’ın karşısında
yenildiklerini söylemiştir. Ancak biz, Nicholson’ın ele aldığı bu dört sufide
farklılıklardan ziyade, onların ortak noktalarını göz önüne serdiği kanaatini
edindik. Her ne kadar Ebu Said’i fantastik derviş, İbnü’l-Farıd’ı romantik
şair, Abdülkerim el-Cili ve İbn Arabi’yi filozof göstermişse de, aslında
hepsinin özünde Vahdet-i Vücudu ve ilâhi aşkın yoğunluğunu gördük. Genel olarak
sufilerin bu mistik şiirleri, dışarıdan görünüşte sekuler bir aşkı anlatıyor
gibidir ancak, şairin kendisini iyi tanıdığımız zaman daha iyi anlaşılacağı
kanaatindeyiz.
Araştırmamızı yaparken, Sufilerin
“hiç” olmasını “Sufi Nihilizmi” diye değerlendiren görüşlere de rastladık.
Bizim edindiğimiz kanıya göre, tasavvufta ‘hiç’ olma, kendinden vazgeçme,
kendini yok sayma, sevilenin varlığında yok olmak, olarak tarif edilmiştir. Bu
da, varlığını aşkın potasında eriterek olmaktadır. Ben yoktur, ‘hiç’tir; ‘O’, vardır,
‘O’, da Allah’tır; yok olan, hiç olan diğer varlıklardır, şeklinde ifade
edebiliriz. Vahdet-i Vücud adı verilen bu durum, düşünce sisteminden çok hal
ile anlaşılır ve kelimelerle ifade etmenin güç olduğu fikrindeyiz. Bu nedenle,
aşkın şiddetli nüksettiği vecd halindeki sufinin sarfettiği şatahlı kelimeler
yanlış anlaşılmalara neden olabilmiştir; bu sufilerin şarapları, sarhoşlukları,
sevgilileri, aşkları zahir ehlince ‘işret’ olarak değerlendirilmiş, zındıklıkla
suçlanmış, yerilmiştir; hatta nefret edilmiş olduğunu gözlemledik. Batılılar
gibi, bir çok İslâm mutasavvıfı dahil, “Ene’l-Hakk” sözünün Hind dinlerindeki
“Ben Brahmayım, Ben Tanrı’yım.” etkisi ile, Hakikat-ı Muhammedi’nin (Nur-i
Muhammedi) III. Hicri yüzyıldan sonra Yahudi filozofu Filon’un “İlahi kelime”
görüşü ve Hz. İsa’nın “logos” doktrini ile aynı olduklarını iddia edenlerin
sayısı az değildir.
Nicholson gibi, Kuşeyri, İbn
Haldun, İbn Hazm, İkbal gibi İslâm alimleri ve diğer Batılı alimleri de,
“Sübhani”, “Ene’l-Hakk” gibi şatahlı sözleri İslâm’ın dışında bulmuş, yabancı
kaynaklardan geldiğini öne sürmüşlerdir. Sufilerin, Vahdet-i Vücudcu, felsefi
olanlar ve Vahdet-i Vücuda karşı, itidalli olanlar diye ikiye ayrılmış olduğunu
saptadık. Vahdet-i Vücud’un, Kur’ân ve Sünnet’e dayalı, peygamberler ve
velilerin hallerinden meydana gelen manevi bir durumun ifadesi olduğu
düşünülürse, bu hallerini, sufilerin kimisi düz yazı ile, kimisi şiir ile,
kimisi şatahlı sözler sayıklayarak, kimisi de müzik ve sema ile ifade
etmişlerdir; bu farklı ifade ediş biçimlerinin, aykırıymış gibi gelen
sözlerinin ve davranışlarının, onların kendine özgü fıtratlarından ve özel
hallerinden kaynaklandığını söyleyebiliriz.
Nicholson, Abdülkerim
el-Cili’nin, însan-ı Kâmil kitabında, Eflatun ile buluştuğunu, onun zahir ehlince
kafir sayılmasına rağmen, Gayb aleminde makamının çok yüksek olduğunu ve
Eflatun’un kendisine zamanının kutbu olduğunu söylediğine[516] yer vermiştir.
Buradan da edindiğimiz kanıya göre, İslâm’dan önce de mistik hayat vardır ve
benzer şeylerin söylenmesi şaşılacak bir şey değildir çünkü, hepsi de aynı
kaynaktan, yani Allah’tan beslenmiştir. Sufilerin başka din, inanış ve
fikirlerden yararlandıkları konusunda ısrar edenlere şu soruyu sorma gereğini
hissederiz: İlk dönem sufıleri, hangi Gnostik, hangi Hellenistik, hangi Budist
görüşü okumuş, incelemiş, duymuş ve ondan etkilenmiş olabilir? İbn Arabi’nin
Endülüslü olmasından dolayı etkilendiğini düşünsek bile Vahdet-i Vücud
görüşünün ondan önce de var olduğunu incelememizde gördük. Ebu Said’in dediği
gibi, Sufilerin birincisi ne demişse en sonuncusu da aynı şeyleri söylemiştir.
Sufilere göre, “Bir, heptir, hep, birdir.” en önemli ilkedir ve alemde zıtlık
ve ikilik yoktur. Ayrıca Nicholson’ın Studies in Islamic Mysticism’de söylediği
gibi, tasavvufta ‘baba-oğul-anne’ ya da ‘kutsal ruh’ üçlemesi yoktur; hiç bir
zaman bir aile kavramı içinde ‘Allah’ arandığına rastlamadık. Biz, aynı makamda
olan, aynı hali yaşayan sufilerin, biribirlerinden çok uzak olsalar da, aynı
zaman diliminde yaşamasalar da, hatta aralarında asırlar olsa da, aynı şeyleri
söylediklerini, aynı tavrı sergilediklerini ve sufilerin özde biribirlerine
benzemelerine rağmen, her birinin farklı kişilik ve tavra sahip olduklarını
farkettik. Genelde sufilerin (evliya) hemen hepsinin silsilesinin olduğunu,
sıkı bir eğitim sürecinden geçtiğini, sözlerinin Kur’ân ve Hadis’in şerhi gibi
olduğunu ve özgün ifade ettiklerini saptadık. Bu duruma Ebu Said ve Mevlâna’yı
örnek olarak verebiliriz. Studies in Islamic Mysticism’de yer alan bu dört
sufinin de, çok küçük yaşlardan itibaren Kur’ân’ı ezbelediklerini, Hadis ve
zahiri ilimlerde, geniş bir yelpazede ilim tahsil ettiklerini, altın bir
silsileye tabii olduklarını ve insanlara öğüt verirken Şeriat ve Sünnet
ışığında cümleler sarfettiklerini tespit ettik.
Nicholson’ın, tasavvuf
araştırmalarında, Anadolu topraklarının pek çok evliya yetiştirmesine rağmen,
ilgi duydugu Horasan bölgesinden bir çok ‘Horasan Erenleri’nin Anadolu
topraklarına göç etmiş olmalarına ve kendisi Osmanlıca bilmesine rağmen, hiç
bir Türk mutasavvıfından bahsetmemiş ve incelememiş olduğunu tesbit ettik.
Hatta Mevlâna’yı bile İranlı olarak tanıtmıştır. Batı, halâ Mevlâna’yı Farisi
olarak bilmektedir. O, İbn Arabi’den bahsederken, onun takipçisi, öğrencisi,
koyu bir Vahdet-i Vücudcu olan üvey oğlu Sadrettin Konevi’den, tanınmış büyük
Türk sufilerinden Horasanlı Ahmet Yesevi’den (v. 562/1166), Horasan’dan
Anadolu’ya gelen Hacı Bektaş Veli’den (v. 669/1270), Ahi Evran’dan (v.
660/1262), Yunus Emre’den (v. 720/1320), Hacı Bayram Veli’den (v. 833/1429-30), Ak Şemseddin’den (v.
863/1459) hiç bahsetmemiştir. Öyle görünüyor ki Türk Tasavvufu Nicholson’ın,
ilgi alanına girmemektedir. Onun, Ebu Said ile Selçuklu Türkler’inin
ilişkilerini içeren menkıbelere yer vermediğini ve yalnızca Oğuz Türkler’inin
Horasan bölgesini işgalleri esnasında, Ebu Said’in kabrinin ve kitaplarını
gömdüğü yere diktiği ağacın, yerle bir olmasını, tek bir cümle ile ifade
ettiğini gözlemledik.[517]
Bu araştırmamızdan edindiğimiz
izlenime göre, Nicholson, öğrencisi Afifi’nin dediği gibi sufi meşrepli
görünmemektedir; Mevlevi giysileri giyip, sufi gibi davranmış olması ile onun
tasavvufu tam olarak anladığını ve yaşadığını düşünemeyiz. Bizce Nicholson, bir
Hıristiyan mistiği profili çizmektedir. O, tasavvufu sevmiş, beğenmiştir,
ancak, onu İslâm’dan ayrı tutmaya ve ayrı bir yere oturtmaya çalışmış
görünmektedir.
KAYNAKÇA
Acıduman, Ahmet, “İbn-i Sinâ’nın
Bilim Tarihindeki Yeri: Kuhn’ca Bir Yaklaşımla”, Ankara Ünv. Tıp Fakültesi
Mecmuası, LV, sayı: 2, 2002, 115-122.
http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/36/134/927.pdf Erişim tarihi, 02.02.2011
Alper, Ömer Mahir, “İbn Sinâ”,
DİA, XX (İstanbul 1999), 319-322.
AnaBritanica Genel Kültür
Ansiklopedisi, “Nihilizm”, XVI, Ana Yayıncılık Sanat Pazarlama (İstanbul 1989),
513-514
Arpaguş, Safi, “Mevlânâ
Celâleddin Rûmî’nin Eserleri Üzerine Yapılan İngilizce Çalışmalar”, Tasavvuf
İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi (Mevlânâ Özel Sayısı), yıl: 6, sayı: XIV
(Ankara 2005), 775-804
, Mevlânâ ve İslâm, Vefa
Yayınları, İstanbul 2007.
Ateş, Ahmed, “Menâkıp”, MEB İslâm
Ansiklopedisi, VII, (İstanbul 1957), 701-702.
Ateş, Süleyman, “Sülemî’nin
Hayatı Kişiliği ve Eserleri”, Ebu Abdurrahman Sülemi, Sülemi’nin Risaleleri,
(trc. Süleyman Ateş), Ankara Ünv. Basımevi, (İstanbul 1957), 1-6
Attar, Feridüddin,
Tezkiretü’l-Evliya, trc. Süleyman Uludağ, İlim ve Kültür Yayınları, Bursa 1984.
, Mantık al-Tayr, trc. Abdülbaki
Gölpınarlı, Türkiye İş Bankası Kültür Yay. 2006 İstanbul.
Büyük Larousse Sözlük ve
Ansiklopedisi, “vedanta”, XIX, Gelişim Yay. (İstanbul 1986), 12130
Canan, İbrahim, “zühd”, Hadis
Ansiklopedisi (Kütüb-i Sitte), XVII, Akçağ Yay. İstanbul--.
Cebecioğlu, Ethem, “Prof.
Nicholson’un Kronolojik Esaslı Tasavvuf Tarifleri”, Ankara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, XXIX (Ankara 1987), 387-406.
http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/37/770/9803.pdf Erişim tarihi.
30.12.2010
(editör), Tasavvuf Klasikleri, Erkam
Matbaaacılık, İstanbul 2010.
, Tasavvuf Terimleri ve
Deyimleri Sözlüğü, 1-302
http://dosyalar.semazen.net/e
kitap/TASAVVUF TERIMLERI VE DEYIMLERI SOZLUGU.pdf Erişim tarihi, 05.05.2011
el-Cili, Abdülkerim, İnsan-ı
Kâmil, trc. Abdüllaziz Mecdi Tolun, İz Yay., İstanbul 2002.
, însan-ı Kâmil, trc. Abdulkadir
Akçiçek, Üçdal Neşriyat, İstanbul 1974.
Demirli, Ekrem, “Sunuş”,
Abdülkerim el-Cili, însan-ı Kâmil, (trc. Abdüllaziz Mecdi Tolun), İz Yay.
(İstanbul 2002), 9-22
Derin, Süleyman, İngiliz
Oryantalizmi ve Tasavvuf, Küre Yayınları, I. basım, İstanbul 2006.
, “Nicholson, Reynold.Alleyne”,
DİA, XXXIII (İstanbul 2007), 76-77
Devellioğlu, Ferit, Osmanlıca
Türkçe Ansiklopedik Lugat, Aydın Kitabevi, 22. baskı, Ankara 2005.
Fahri, Macit, A History of
Islamic Philosophy, trc. Kasım Turhan, İslam Felsefesi Tarihi, Ayışığıkitapları,
İstanbul 1998.
Gazali, Ebu Hâmid Muhammed,
Kimyâ-yı Saâdet (İslâm Terbiyesi), Erkam Yay., İstanbul 1989.
Gölpınarlı, Abdülbaki, “Açılama”,
Feridüddin Attar, Mantık al-Tayr, (trc. Abdülbaki Gölpınarlı), Türkiye İş
Bankası Yay. (İstanbul 2006), 355-372.
Güleç, İsmail, “R. A.
Nicholson’un Mesnevi Tercüme ve Şerhi Üzerine”, Divan İlmi Araştırmalar, XX, 01. 2006, 227-240.
http://turkoloji.cu.edu.tr/ESKI%20TURK%20%20EDEBIY
ATI/ismail gulec mesn evi.pdf Erişim tarihi, 21.01.2010.
Güllüce, Fatih, Mehmed Nâzım
Paşa’nın “İbn Fâriz Tercümesi ve Şerhi” - Metin ve İnceleme-, Yüksek Lisans
Tezi, MÜSBE, İstanbul 2008.
http://www.belgeler.com/blg/1ghl/mehmed-nazim-pasa-nin-ibn-fariz-tercumesi-ve-
serhi-metin-ve-inceleme-mehmet-nazim-pasha-s-the-interpretation-and-
commentary-of-ibn-fariz-text-and-analysis Erişim Tarihi, 05.05.2011.
Gündüz, Şinasi, “Maniheizm”, DİA,
XXVII (Ankara 2003), 575-577.
Gürer, Dilâver, Düşünce ve Kültürde
Tasavvuf, Ensar Neşriyat, 2007 İstanbul.
, Abdülkâdir Geylânî Hayatı,
Eserleri, Görüşleri, İnsan Yayınları, 3. baskı, İstanbul 2006.
Hadimi, Ali b. Emrullah-Muhammed,
Islâm Ahlâkı, Hakikat Yayınları, 29. baskı, İstanbul 1996.
Hodgkinson, Brian, The Essence of
Vedanta, Eagle Editions Ltd., London 2006.
Hidayet, Sadık, Terânehâ-yi
Heyyâm, Farsça ilk baskı: Tahran 1934, trc. Mehmet Kanar, Hayyam’ın Teraneleri,
Yapı Kredi Yay., 3. baskı, İstanbul 2000
İbn Haldun, Şifâu’s-Sâil, haz.
Süleyman Uludağ, Tasavvufun Mahiyeti, Dergah Yayınları, 2. Baskı, İstanbul
1998.
İbn Münevver, Muhammed,
Esrâru’t-Tevhîd fi Makaâtı ’ş-Şeyh Ebî Said, trc. Süleyman Uludağ, Tevhîdin
Sırları, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2003.
Karahan, Abdulkadir, “İslâm
Sufileri İçin İlk Söz”, Reynold A. Nicholson, İslâm Sufileri, ( trc. Mehmet Dağ
vd.), I, İstanbul 1978, VII-XVI.
Kılıç, M. Erol, “İbnü’l Arabî,
Mühyiddin”, DİA, XX (İstanbul 1999),493-516.
Konrapa, M. Zekai, Peygamberimiz,
Erkam Yay., İstanbul 1987.
Korlaelçi, Murtaza “Panteizm
Vahdet-i Vücud mudur?”, Felsefe Dünyası, sayı: 3, Ankara 1992, 43-50
http://www.tufed.org/1301-0875/03-1992/03-043.pdf Erişim tarihi, 10. 09. 2011
Köse, Ali, “Hârikulâde”, DİA, XVI
( İstanbul 1997), 185-188.
Kuşeyri, Abdulkerim, er-Risale,
haz. Süleyman Uludağ, Kuşeyri Risalesi, Dergah Yayınları, 4. baskı, İstanbul
2003.
Küçük, Hülya, Tasavvuf Tarihine
Giriş, Nükte Kitap, 2. baskı, Konya 2004.
Merçin, Erdoğan, “Gazneliler”,
DİA, XIII ( İstanbul 1996), 480-484.
Nicholson, Reynold Alleyne,
Mystics of Islam, trc. Mehmet Dağ, Kemal Işık, Ruhi Fığlalı, Abdülkadir Şener,
İsmet Kayaoğlu, İslâm Sufileri, Kültür Bakanlığı Yayınları, İstanbul 1978.
, Studies in Islamic Mysticism,
Cambridge University Press, London 1921.
, The Mystics of Islam, Lowe
& Brydone Ltd, I. Baskı 1914,
London 1970.
Ocak, Ahmet Yaşar, Kültür Tarihi
Kaynağı Olarak Menâkıbnâmeler (Metodolojik Bir Yaklaşım), Türk Tarih Kurumu
Basımevi, Ankara 1992.
Rûmî, Mevlâna Celâleddin,
Mecâlis-i Seb’a, trc. ve haz. Abdülbaki Gölpınarlı, Yedi Meclis, Kent Basımevi,
2. baskı, İstanbul 1994.
, Divan-ı Kebir’den Seçmeler,
haz. Yakup Şafak, Konya Büyükşehir Belediyesi Kültür Yay., Konya 2000.
, Mesnevî, trc. Şefik Can,
Konularına Göre Açıklamalı Mesnevî Tercümesi, III-IV, V-VI, Ötüken Neşriyat, 8.
baskı, İstanbul 2006.
, Sırların Dili-Bütün Rubailer-,
terc. Ziya Avşar, Meram Belediyesi Kültür Yay., Konya 2007
Siddiqui, Iqtedar Hussain,
“Gurlular”, DİA, XIV (İstanbul 1996), 207-211
Subaşı, Muhsin İlyas,
Batı’dakiMevlâna, Nesil Yayıncılık, İstanbul 2007.
Sühreverdi, Şihabuddin,
Avârifü’l-Meârif, trc. Dr. Dilaver Selvi, Gerçek Tasavvuf, Semerkand Yayınları,
İstanbul 2007.
Sülemi, Ebu Abdurrahman,
Sülemi’nin Risaleleri, trc. Süleyman Ateş, Ankara Ünv. Basımevi, Ankara 1981.
Sümer, Faruk, “Selçuklular”, DİA,
XXXVI (İstanbul 2009), 365-371.
Şafak, Yakup, “Mevlâna’ya
Atfedilen ‘Yine Gel...’ Rubaisine Dair”, Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırma
Dergisi, sayı: XXIV (İstanbul 2009), 75-80.
Şahinoğlu, M. Nazif, “Abdülkerim
el-Cili”, DİA, I (İstanbul 1988), 250.
Thilly, Frank, A History of
Philosophy, trc. İbrahim Şener, Felsefe Tarihi, Sistem Yayıncılık, İstanbul
1995.
Uludağ, Süleyman, “İbnü’l-Farız”,
DİA, XXI, , (İstanbul 2000), 40-43.
, “Mücahede”, DİA, XXXI (İstanbul
2006), 440.
, “Harakâni”, DİA, XVI (İstanbul
1997), 93-94.
,“Giriş, Kuşeyri’nin Hayatı ve
Risalesi, Abdulkerim Kuşeyri”, Kuşeyri Risalesi, (haz. Süleyman Uludağ), Dergah
Yay., (İstanbul, 1991), 11-75
, “Sunuş”, İbn Münevver, Tevhidin
Sırları, (trc. Süleyman Uludağ), Kabalcı Yay. (İstanbul 2003), 7-38.
, “Giriş: İbn Haldun’un Tasavvuf!
Görüşleri ve Şifâu’s-SaiF, İbn Haldun, Tasavvufun Mahiyeti, (haz. S. Uludağ),
Dergah Yay., (İstanbul 1998), 17-76.
Unat, Yavuz, “Ömer Hayyam”, DİA,
XXXIV (İstanbul 2007), 66-68.
Ünver, Mustafa, “Nesimi ve
Vahdet-i Vücud”, Atatürk Ünv. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi (Prof.
Dr. Hüseyin Ayan Özel Sayısı), Sayı 39, (Erzurum 2009), 537-552.
Yakıt, İsmail, Batı Düşüncesi ve
Mevlâna, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2000.
Yasa, Metin, “Panenteizmin
tarihsel Ardalanı Üzerine”, Ondokuz Mayıs Ünv. İlahiyat Fak. Dergisi,
Sayı:
18-19, Samsun 2005,
129-146
http://dergi.samsunilahiyat.com/Makaleler/700160437
200519050102.pdf Erişim Tarihi, 06.08.2011
Yazır, Elmalılı Hamdi, Hak Dini
Kur’an Dili Kur’an-ı Kerim ve Meali, haz. Dücane Cündioğlu, İslamoğlu
Yayıncılık, İstanbul 1993.
Yıldırım, Celal, Bayezid Bestami
ve Islâm Tasavvufunun Özü, Demir Kitabevi, İstanbul 1978.
Yılmaz, H. Kâmil, Anahtarlarıyla
Tasavvuf ve Tarikatlar, Ensar Neşriyat, 10. baskı, İstanbul 2004.
Web Sayfaları:
http://www.amazon.com/Literary-History-Arabs-
Reynold%20Nicholson/dp/0521095727#reader 0521095727 Erişim tarihi,
30.12.2010
http://www.itusozluk.com/goster.php/r+a+nicholson Erişim Tarihi, 06.07.2010
http://www.goodreads.com/book/show/9134055-tasawuf-cinta Erişim tarihi
10.03.2011
http://www.powells.com/biblio/61-9781406700053-2 Erişim tarihi, 05.03.2011
http://openlibrary.org/works/OL493347W/Studies in Islamic mysticism Erişim
tarihi, 05.03.2011
http://www.amazon.co.uk/Sacred-Trans-Palmer-Intro-Nicholson/dp/1905857020# Erişim
tarihi, 07.08.2010 (içinde, sayfa: 9)
http://www.librarything.com/author/nicholsonreynolda
http://www.amazon.co.uk/Rubaiy%C3%A1t-Translated-FitzGerald-introduction-
Nicholson/dp/B0018J63WQ Erişim
tarihi, 05.09.2010
http://www.amazon.com/Elementary-Arabic-Grammar-Reynold-
Nicholson/dp/8120613767 Erişim
tarihi, 07.08.2010
http://www.google.com/search?tbm=bks&tbo=1&hl=tr&q=Studies+in+Islamic+My
sticism+&btnG= . Erişim tarihi, 30.12.2010
http://www.tasavvufalemi.com/sayfa.php?yaziNo=336
Erişim tarihi, 12.12.2010
http://www.mollacami.net/forum/index.php/topic,1432.5/wap2.html Erişim Tarihi,
10.07.2011
http://tr.wikipedia.org/wiki/Ebu
Hanife Erişim tarihi, 05.07.2011 http://www.sonmezkutlu.com/?&Bid=205161
Erişim Tarihi, 10.08.2011 amazon.co.uk:Reynold Alleyne Nicholson:books;
http://www.amazon.co.uk/s/ref=ntt
athr dp sr 2?encoding=UTF8&sc...
ErişimTarihi, 07.08.2010
http://www.librarything.com/author/nicholsonreynolda
Erişim tarihi, 05.05.2011 http://www.worldcat.org/ search? q=au%3AIbn+al -
Fa%CC%84rid%CC%A3%2C+%CA%BBUmar+ibn+%CA%BBAli%CC%84%2C
&fq=&dblist=638&start=11&qt=page
number link Erişim tarihi,10.08.2011 (İBN FARID ESERLERİ LİSTESİ)
http://tr.wiktionary.org/wiki/c%C3%BCnun
Erişim tarihi, 30.08.2011
[1] Abdülkadir Karahan,
“İslâm Safileri İçin İlk Söz”, R. A. Nicholson, İslâm Sufileri, ( trc. Mehmet
Dağ vd.), I, içinde, İstanbul 1978, VII-XVI; VIII,
[2] Süleyman Derin, “Reynold
Alleyne Nicholson”, DİA, XXXIII, İstanbul 2007, 76-77
[3] Süleyman Derin, İngiliz
Oryantalizmi ve Tasavvuf, İstanbul 2006, 210
[4] Derin, a. g. m., 76-77
[5] Derin, a. g. e., 224,
208
[6] Karahan, a. g. m., X.
[7] Muhsin İlyas Subaşı,
Batı’dakiMevlâna, İstanbul 2007, 45
[8] Arpaguş, “Mevlânâ
Celâleddin Rûmî’nin Eserleri Üzerine Yapılan İngilizce Çalışmalar”, 775-804;
782
[9] Derin, “Reynold Alleyne
Nicholson”, DİA, 76
[10] A. y., 76
[11] Karahan, a. g. m., VIII
[12] Derin, a. g. m., 76
[13] A. y 76
[14] Derin, İngiliz
Oryantalizmi ve Tasavvuf, 207
[15] bkz.,
http://www.amazon.co.uk/Sacred-Trans-Palmer-Intro-Nicholson/dp/1905857020#
07. 08.
2010’de erişildi.
[16] Derin, a. g. m., DİA, 76
[17] Karahan, a. g. m., IX
[18] Derin, a. g. e., 209
[19] Derin, a. g. m., 76
[20] A. y., 209
[21] Karahan, a. g. m., IX
[22] Derin, a. g. e., 208
[23] bkz.
http://tr.wikipedia.org/wiki/Ebu'l-%C3%82l%C3%A2 el-Maarri 20. 04. 2011’de
erişilmiştir.
[24] Derin, “Nicholson,
Reynold.Alleyne”, 76-77; Karahan, “İslâm Sufileri İçin İlk Söz”, IX
[25] Karahan, a. g. m., IX
Derin, “Nicholson, Reynold
Alleyne”, DİA, 77
A. y., İngiliz Oryantalizmi ve
Tasavvuf, 208
Karahan, a. g .m., IX
Derin, a. g. m., 77
Karahan, a. g. m.,VII-XVI; IX
bkz.
http://www.tasavvufalemi.com/sayfa.php?yaziNo=336 12. 12. 2010 da erişildi.
Derin, a. g. m., 76-77
A. y., 77
Arpaguş, “Mevlâna Celâleddin
Rûmi’nin Eserleri Üzerine...”, 775-804; 778.
Derin, a. g. m., 77
A. y.
A. y.
[38] Derin, a. g. e., 211-213
[39] Şihabuddin Sühreverdi,
Avârifü ’l-Meârif (Gerçek Tasavvuf), trc. Dr. Dilaver Selvi, İst. 2007, 2
[40] Reynold Alleyne Nicholson,
Mystics of İslam, London 1970, 9
[41] Derin, Ingiliz Oryantalizmi
ve Tasavvuf , 214-215
[42] Nicholson, a. g. e., 13
[43] Derin, a. g. e., 217-218
[44] Nicholson, Mystics of İslam, 18
[45] Nicholson, a. g. e., 21-22
* “... the Lord of His slaves,
not the Father of His children; a judge meting out stern justice to sinners,
and extending His mercy only to those who avert His wrath by repentance,
humility, and unceasing works of devotion; a God of fear rather than of
love.”(Nicholson, Mystics of İslam, 21)
[46] A. y. 22
[47] “...Bir de Meryem’in oğlu
Isa ile takip ettik ve ona Incil’i verdik ve ona tâbi olanların kalplerinde bir
şefkat, bir merhamet yarattık, bir de rehbaniyet ki onu onlar icad ettiler. Biz
onu üzerlerine yazmamıştık, ancak Allah rızası aramak için yaptılar, sonra da
hakkıyla riayet etmediler; biz de içlerinden iman etmiş olanlara ecirlerini
verdik, çokları ise yoldan çıkmış fasıklardır!' ( Elmalılı Hamdi Yazır, Hak
Dini Kur ’ân Dili Kur ’an-ı Kerim ve Meali, İstanbul 1993, 540 )
[48] Derin, a. g. e., 219-220
[49] Derin, a. g. e., 223
[50] Nicholson, Studies in
Islamic Mysticism, London 1921, 76
[51] Derin, a. g. e., 224
[52] Nicholson, Mystics of İslam,
24
[53] “Abu Said, however, found
the source of his doctrine in a larger revelation than the Word which was given
to the Prophet.” (Nicholson, Studies in Islamic Mysticism, 59)
Nicholson, Mystics of İslam, 90
[55] Derin, a. g. m., 76
*T1
I have tried to make the reader
acquainted with three Şûfıs famous ın the East and worthy of beıng known in
Europe. (Nicholson, Studies in Islamic Mysticism, V)
[56] Nicholson, Studies in Islamic
Mysticism, V
[57] Nicholson, a. g. e., VI
[58].Nicholson, Studies in
Islamic Mysticism, 149
*Dağ vd. Mystics of İslam
çevirisinde ‘panteizm’, ‘Vahdet-i Vücud’ olarak verilmiştir.
[59] Nicholson, Mystics of İslam,
109
[60] Nicholson, Mystics of İslam,
118; Dağ vd., İslam Sufileri, 101
* Maniheizm, III. Yüzyılda Mani
tarafından eski İran’da kurulmuş, tüm dinsel sistemlerin sentezi olduğu ileri
sürülen bir dindir. Maniheist inancında zıtlıklar önemlidir. İnsanın yaratıcısı
kötülük güçleridir. İnsanda hem ‘ışık’ yani ‘ruh’ vardır, hem de ‘kötülük’ yani
‘beden’ vardır. Hem Doğu’da, hem Batı’da bin yılı aşkın süreyle dağınık olarak
varlığını devam ettirmiştir. Bu dinin kurucusu Mani, 216 da Güney
Mezepotamya’da (Mardin ili olduğunu söyleyen kaynaklar da vardır.) dünyaya
gelmiştir; 276’da Mecusi başrahibinin öncülüğünde zindanda öldürülmüştür.
(Şinasi Gündüz, “Maniheizm”, DİA, XXVII, 575-577)
[61] Derin, a. g. e., 215
[62] Nicholson, Studies in
Islamic Mysticism, 1
[63] Süleyman Uludağ, “Sunuş”, Tevhîdin Sırları,
İbn Münevver, Esrâru’t-Tevhîdfi Makaâtı’ş-Şeyh Ebî Said, (trc. S. Uludağ),
İstanbul 2003, 7-38; 35
[64] Nicholson, a. g. e., 2
[65] A. y., 1-2
[66] Uludağ, a. g. m., 35
[67] Güleç, a. g. m., 227-240
[68] Nicholson, Studies in
Islamic Mysticism, V
[69] Derin, DİA , 76
[70] İsmail Güleç, “R. A.
Nicholson Mesnevi Tercüme ve Şerhi Üzerine”, Divan İlmi Araştırmalar,
XX, 01. İstanbul 2006, 227-240,
bkz.http://turkoloji.cu.edu.tr/ESKI%20TURK%20%20EDEBIYATI/ismail gulec
mesnevi.pdf 21.01.2010 tarihinde erişildi.
[71] bkz.
http://www.itusozluk.com/goster.php/r+a+nicholson , 06. 07. 2010 tarihinde
erişildi.
[72] Ekrem Demirli, “Sunuş”, Abdülkerim el-Cili,
İnsan-ı Kâmil, (trc. Abdüllaziz Mecdi Tolun), İstanbul 2002, 9-22; 11
[73] M. Nazif Şahinoğlu,
‘Abdülkerim el-Cili’, DİA, I, İstanbul 1988, 250
[74] Demirli, a. g. m., 9-22;
10-11
[75] Nicholson, Studies in
Islamic Mysticism, 77
[76] A. y., 85
[77] Nicholson, Studies in
Islamic Mysticism, 86; Abdülkerim el-Cili, İnsan-ı Kâmil, trc. Abdüllaziz
Tanrı'nın hem aşkın hem de içkin
olduğu fikrinin, genelde Hegel ile anıldığı ve her şeyin Tanrı'da olduğu
anlamına geldiği belirtilmiştir. (Metin Yasa, “Panenteizmin tarihsel Ardalanı
Üzerine”, 129146; 131-132) bkz.
http://dergi.samsunilahiyat.com/Makaleler/700160437 200519050102.pdf
06.08.2011’de erişildi.
[79] Nicholson, a. g. e., 94
Vedanta, vedaların sonuncusu
anlamına gelir; (bkz. Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi, “vedanta”, XIX,
İstanbul 1986, 12130) veda, dini bilgi demektir.Rig veda, Atarva veda, Sama
veda ve Vajur veda olmak üzere dört büyük bölümden oluşur. (bkz. Brian
Hodgkinson, The Essence of Vedanta, London 2006, 9-10) Kalbin annması,derin
düşünme ve insanın manevi aleme dönük, gerçek Ben’in (Atman), Tanrı (Brahman)
ile aynı varlık olduğunu idrak etme yoluyla, ölümsüzlüğün sırrı bulunabilir.
(Hodgkinson, a. g. e., 63)
[80] Nicholson, Studies in Islamic Mysticism,
97-99
[81] Nicholson, a. g. e., 103
[82] A. y., 128
[83] Abdülkerim el-Cili, İnsan-ı Kâmil, trc.
Abdulkadir Akçiçek, İstanbul 1974, 458
Panteizm, iyi ile kötü, faziletle
günah, değerlilikle değersizlik arasındaki farkı yok ediyor. Çunku panteizme
göre her şey, ilâhîleşmiştir. Oysa ki her şeyi ilâhîleştirmek, her saçmayı
doğrulamaktır. (Murtaza Korlaelçi, “Panteizm Vahdet-i Vücud mudur?”, Felsefe
Dünyası, sayı 3, Ankara 1992, 4350; 48)
http://www.tufed.org/1301-0875/03-1992/03-043.pdf 10 09.2011’de erişildi.
[84] Nicholson, a. g. e., 136
[85] Nicholson, Studies in Islamic Mysticism, 137
[86] Nicholson, a. g. e., 138
[87] A. y., 139
* Nicholson’ın Vahdet-i Vücudu,
Panteizm gibi degerlendirdiğini ve tasavvufta bunun izlerini aramaya
çalıştığını daha önce belirtmiştik.
[88] Nicholson, a. g. e., 141
[89] A. y., 143
[90] Cili, İnsan-ı Kâmil, trc. A. Akçiçek, 278
[91] Cili, lnsan-ı Kâmil, trc. A. Mecdi Tolun, 30
[92] M. Erol Kılıç, “İbnü’l Arabi, Mühyiddin”,
DİA, XX, İstanbul 1999, 493-516; 493
[93] Dilaver Gürer, Düşünce ve Kültürde Tasavvuf,
İstanbul 2007, 123
[94] H. Kamil Yılmaz, Anahtarlarıyla Tasavvuf ve
Tarikatlar, İstanbul 2004, 132
[95] Kılıç, a. g. m., 493
[96] Hülya Küçük, Tasavvuf Tarihine Giriş, Konya
2004, 89
[97] Yılmaz, a. g. e., 132
[98] Küçük, a. g. e., 89
[99] Gürer, a. g. e., 124
[100] Yılmaz, a. g. e., 56
[101] Küçük, a. g. e., 88;
Yılmaz, a. g. e., 132
[102] Nicholson, Studies in
Islamic Mysticism, 149
[103] A. y.
[104] Macit Fahri, A History of Islamic Philosophy,
(İslam Felsefesi Tarihi), trc. Kasım Turhan, İstanbul 1998, 258
[105] İsmail Yakıt, Batı
Düşüncesi ve Mevlâna, İstanbul 2000, 30
[106] Yakıt, a. g. e., 31
[107] Nicholson, Studies in
Islamic Mysticism, 150
[108] A. y., 151
[109] A. y., 153
[110] A. y., 149
A. y., 157
A. y., 160
A. y., 153
A. y., 161
Nicholson, Mystics of İslam, 112
Süleyman Uludağ, “İbnü’l-Fârız”,
DİA, XXI, İstanbul 2000, 40-43; 40
[117] Fatih Güllüce, Mehmed Nâzım
Paşa’nın “İbn Fâriz Tercümesi ve Şerhi” -Metin ve İnceleme- , Yüksek Lisans
Tezi, MÜSBE, İstanbul 2008, 1-152; 21
bkz.
http://www.belgeler.com/blg/1ghl/mehmed-nazim-pasa-nin-ibn-fariz-tercumesi-ve-serhi-metin-
ve-inceleme-mehmet-nazim-pasha-s-the-interpretation-and-commentary-of-ibn-fariz-text-and-
analysis 05.05.2011’da erişildi.
[118] Uludağ, “İbnü’l-Fârız”,
DİA, 40; Nicholson, Studies in Islamic Mysticism, 164
[119] Uludağ, a. g. m., 40;
Nicholson, a. g. e., 164
[120] Uludağ, a. g. m., 41;
Nicholson, a. g. e., 165
[121] Güllüce, a. g. e., 21
[122] Uludağ, a. g. m., 41
[123] Uludağ, a. g. m., 40;
Nicholson, a. g. e., 164
[124] Uludağ, a. g. m., 40-43
[125] Güllüce, a. g. e, 25
* İbnü’l-Farıd’ın şiirlerini
Osmanlıca’ya çeviren üç yazar, dört eser tespit edilmiştir:
a) “Lemeât ül-berkiye fi şerh-i kasidet
il-mimiye””, Mustafa Hulusi Alâiyev, Muhendisyan Matbaası, (İst. 1892-93-94)
b) “İbn-i Farız hazretlerinin yaiye, mimiye ve
raiye kasidelerinin şerhidir", Mehmet Nazım, Şems Matbaası, (İst. 1912-13)
c) “Şerh-i Kaside-yi yaiye li-cenab-i İbn
il-Fariz””, Mehmet Nazım, Beyrut Ceridesi Matbaası, (Beyrut 1894)
d) “Sultan üş-Şair İbn Farid’in Kaside-yi
hamriyesi tercümesi”, Mehmet Sait, Mühendisyan
Matbaası, (İst. 1288/1871-72)
(bkz.
http://www.worldcat.org/search?q=au%3AIbn+alFa%CC%84rid%CC%A3%2C+%CA%BBUmar+ibn+%CA%BBAli%CC%84%2C&fq=&dblist=63
8&start=11&qt=page number link) 10. 08. 2011’de erişildi.
[126] Nicholson, Studies in
Islamic Mysticism, 162-163
[127] Nicholson, a. g. e., 168
[128] Uludağ, a. g. m., 40-43
[129] Nicholson, a. g. e.,
193-194
[130] A. y., a. g. e., VII
[131] A. y., VIII
[132] Nicholson, a. g. e.,
VII-VIII
[133] İbn Haldun, Şifâu’s-Sâil,
(Tasavvufun Mahiyeti), haz. Süleyman Uludağ, 2. Baskı, İst. 1998, 262
[134] A. y., 158
[135] Uludağ, a. g. m., 42
[136] Arpaguş, Mevlânâ ve İslâm,
195
Güllüce, a. g. e., 83
A. y., 83-84
A. y., 84
Güllüce, a. g. e., 50
A. y., 51
A. y., 52
A. y., 54
Şefik Can, “dipnot”, Mesnevi,
Mevlâna Celâleddin Rumî, (Konularına Göre Açıklamalı Mesnevî
[145] Mevlâna Celâleddin Rumî,
Mesnevi, (Konularına Göre Açıklamalı Mesnevi Tercümesi), trc. Şefik Can,
İstanbul 2006, V, 45
[146] bkz.
http://openlibrary.org/works/OL493347W/Studies in Islamic mysticism 05. 03.
2011’de erişildi.
*T-\
Bu yayınevi kitap listesi olarak
vermiş, tanh ve diğer bilgiler bulunamamıştır.
[147]bkz.http://www.google.com/search?tbm=bks&tbo=1&hl=tr&q=Studies+in+Islamic+Mysticism+
&btnG= 30. 12. 2010’da erişildi.
[148] bkz. Nicholson, a. g. e., II
[149] bkz.
http://www.goodreads.com/book/show/9134055-tasawuf-cinta, , 10. 03. 2011’de
erişildi.
[150] Süleyman Uludağ, “Sunuş”,
Tevhîdin Sırları, İbn Münevver, Esrâru ’t-Tevhîd fi Makaâtı’ş-Şeyh Ebî Said,
(trc. S. Uludağ), İstanbul 2003, içinde 7-39; 7
[151] Feridüddin Attar, Tezkiretü
’l-Evliya, trc. Süleyman Uludağ, Bursa 1984, 827-842
* ‘Bâbo Bu’l-Hayr’, ‘Babacan Bul
Hayr’ anlamında kullanılmıştır. (Uludağ, a. g. m, 7)
[152] Uludağ, a. g. m., 7
[153] Uludağ, “Sunuş”, 7;
Nicholson, Studies in Islamic Mysticism, 3
** “God gives the dervishes
love-and love is woe;
The generous youth will freely
yield his life,
By dying near and dear to Him
they grow.
The man of God cares naught for
worldly show.” (Nicholson, a. g. e., 3 )
[154] İbn Münevver, Esrâru ’t-Tevhîd fi
Makâtı’ş-Şeyh Ebî Said, (Tevhidin Sırları), trc. S. Uludağ, İstanbul 2003, 50
[155] Uludağ, “Sunuş”, 7-39; 27
[156] A. y., 7-39; 28-29
[157] Nicholson, a. g. e., 4
[158] Attar, Tezkiretü ’l-Evliya,
829-830
[159] Nicholson, a. g. e., 10
* Nicholson, vefat tarihlerini
miladi takvime göre vermiştir.
[160] İbn Münevver, a. g. e., 58; Nicholson, a. g.
e., 10; Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Klasikleri, İstanbul 2010, 60
[161] İbn Münevver, a. g. e., 51
[162] Nicholson, a.g. e., 4
* “Without Thee, O Beloved, I
cannot rest;
Thy goodness towards me I cannot
reckon.
Tho’ every hair on my body
becomes a tongue,
A thousandth part of the thanks
due to Thee I cannot tell.” ( Nicholson, a. g. e., 5)
[163] İbn Münevver, a. g. e., 52
[164] bkz. Uludağ, “Sunuş”, Tevhîdin
Sırları, içinde 7-39; 8; Nicholson, Studies in IslamicMysticism, 6
[165] Uludağ, a. g. m., içinde
7-39; 8
[166] Nicholson, a. g. e., 6
* Nicholson, Hulat-ı Suhanan'a
göre Ebu Said yedi senelik halvetten döndüğü zaman Ebu Fadl’ın vefat etmiş
olduğunu, Esrâru ’t-Tevhîd'e göre ise Serahs’da Ebu Fadl’ın gözetiminde onun
ikinci bir uzlet ve çile hayatı geçirmiş olduğunu belirtmiştir. (Nicholson,
Studies in Islamic Mysticism, 11)
[167] Uludağ, a. g. m., 7-39;
9-10
[168] Uludağ, “Sunuş”, Tevhidin Sırları, içinde
7-39; 10-12
[169] Süleyman Uludağ, “Giriş”, Kuşeyri’nin Hayatı
ve Risalesi, Abdulkerim Kuşeyri , er-Risale, (haz. Süleyman Uludağ), İstanbul
1991 içinde, 11-75; 15
[170] Uludağ, “Sunuş”, Tevhîdin
Sırları, 7-39; 12-13
[171] Nicholson, Studies in
Islamic Mysticism, 59
[172] Nicholson, Mystics of
İslam, 90
204 A. y., 90
* “Not until every mosque beneath
the sun
[174] Nicholson, Studies in
IslamicMysticism, 45; Uludağ, “Sunuş”, Tevhîdin Sırları, içinde 7-39; 14
[175] İbn Münevver, Esrâru ’t-Tevhîd, 50
[176] Erdoğan Merçin,
“Gazneliler”, DİA, XIII, İstanbul 1996, 480-484
[177] Faruk Sümer, “Selçuklular”,
DİA, XXXVI, İstanbul 2009, 365-371
[178] İbn Münevver, a. g. e., 164
[179] A. y., 164-165
[180] Sümer, “Selçuklular”, 365-371
[181] Sümer, a. g. m., 365
[182] Yılmaz, Anahtarlarıyla
Tasavvuf ve Tarikatlar, 124-125
[183] Iqtedar Hussain Siddiqui,
“Gurlular”, DİA, XIV, İstanbul 1996, 207-211
Esrâru’t Tevhîd’vn yazılış tarihi
olarak, S. Uludağ’ın Tevhîd’in Sırları ‘sunuş’ bölümünde 553/1158, 574/1178,
588/1192, 599/1202 dört değişik tarihin verildiği ifade edilmiştir.
[184] Nicholson, a. g. e., 1-2; Uludağ, “sunuş”, a
.g, e. içinde, 7-39; 35
[185] İbn Münevver, a. g. e., 45
[186] Yılmaz, a. g. e., 125
[187] A. y., 127-128
[188] Gürer, Düşünce ve Kültürde
Tasavvuf, 87
[189] İbn Münever, a. g. e., 199
[190] Süleyman Uludağ,
“Harakâni”, DİA, XVI, İstanbul 1997, 93
[191] Nicholson, a. g. e., 44
[192] Abdülkerim Kuşeyri,
er-Risale, (Kuşeyri Risalesi), Haz. Süleyman Uludağ, İstanbul 2003, 106
[193] Celal Yıldırım, Bayezid
Bestami ve Islâm Tasavvufunun Özü, İstanbul 1978, 22
[194] Yıldırım, a. g. e., 26
[195] A. y., 22
[196] Yılmaz, a. g. e., 113
[197] Yıldırım, a. g. e., 17
[198] Yıldırım, a. g. e., 93
[199] Nicholson, Studies in
Islamic Mysticism, 42
[200] Reynold Alleyne Nicholson,,
Mystics of İslam, (İslâm Sûfileri), trc. Mehmet Dağ vd., İstanbul 1978, 115
* “The life of Abu ’l-Hasan
Khurqani, another Persian Sufi who died in 1033 A.D., gives us a complete
picture of the Oriental pantheist...” (bkz. Nicholson, Mystics of İslam, 133)
Mystics of İslam kitabının İslam Sufileri adlı Türkçe çevirisinde, Nicholson
gibi ‘panteizm’, ‘Vahdet-i Vücud’ olarak değerlendirilmiştir. Başka bir örnek:
“..and the Legend of the Moslem Saints records the wildest excesses of Oriental
pantheism.” (Nicholson, Mystics of İslam, 21), “...İslâm velilerinin
menkabeleri, Şark vahdet-i vücudculuğunun en aşırı örneklerini vermektedir.”,
(bkz. Nicholson, a.g.e., trc. Dağ vd., İslâm Sûfileri,18) Yine “soul (ruh)”
kelimesi yer yer “nefs” olarak çevirilmiştir. (bkz. Nicholson, Mystics of
İslam, 60; Nicholson, İslâm Sûfileri, trc. Dağ vd., 51)
[201] Uludağ, “Harakâni”, 93-94
[202] Uludağ, a. g. m., 93
[203] A. y., 93-94
[204] Nicholson, Mystics of
İslam, 124
[205] A. y., 133
[206] Nicholson, İslâm Sufileri, trc. Mehmet Dağ,
vd., 117
A. y., 119
A. y., 118
Uludağ, Kuşeyri’nin Hayatı ve
Risalesi, Kuşeyri Risalesi içinde 11-75; 11-15
Uludağ, a. g. m., içinde 19-21
A. y., 15
[212] Nicholson, Studies in
Islamic Mysticism, 33
[213] İbn Münevver, a. g. e., 98; Nicholson,
a.g.e., 33.
[214] İbn Münevver, a. g. e., 99; Nicholson, a. g.
e., 34.
bkz. Uludağ, Tevhidin Sırları,
içinde 11
** bkz. Kuşeyri, Kuşeyri
Risalesi, trc. S. Uludağ, 144
[215] bkz. Uludağ, Kuşeyri
Risalesi, içinde 15
[216] İbn Münevver, a. g. e., 63; Nicholson, a. g.
e., 14.
[217] İbn Münevver, a. g. e., 69,
79, 244, 247, 260, 273-274; Nicholson. a. g. e., 24
[218] Süleyman Ateş, “Sülemi’nin Hayatı Kişiliği
ve Eserleri”, Sülemi’nin Risaleleri, Ebu Abdurrahman Sülemi, (trc. Süleyman
Ateş), İstanbul 1957, içinde, 1-6; 1-2
[219] Ateş, a. g. e. içinde, 3
[220] Yılmaz, Tasavvuf ve
Tarikatlar, 278
[221] Nicholson, Studies in
Islamic Mysticism, 14
[222] İbn Münevver, a. g. e., 319
[223] Uludağ, Tevhîdin Sırları,
7-39; 28
Nicholson, Studies in Islamic
Mysticism, 1
Yavuz Unat, “Ömer Hayyam”, DİA,
XXXIV, İstanbul 2007, 66-68; 66
A. y., 66-67
Sadık Hidayet, Terânehâ-yiHeyyâm,
(Hayyam’ın Teraneleri), trc. Mehmet Kanar, İstanbul 2000,
A. y., 13
A. y., 20
A. y., 21
A. y., 52
Hidayet, a. g. e., 59
[233] İbn Münevver, a. g. e., 194
[234] Nicholson, Studies in
Islamic Mysticism, 42
[235] Ömer Mahir Alper, “İbn
Sînâ”, DİA, XX, İstanbul 1999, 319-322
[236] Ahmet Acıduman, “İbn-i
Sinâ’nın Bilim Tarihindeki Yeri: Kuhn’ca Bir Yaklaşımla”, Ankara
Ünv. Tıp Fakültesi Mecmuası, LV, sayı:2, 2002, 115-122
http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/36/134/927.pdf
erişim tarihi, 02.02.2011
[237] Nicholson, a. g. e., 42
* “After a time the saint, who
was an illiterate person, felt tired,...” (Nicholson, The Mystics of Islam,
145) Nicholson, Harakani’nin ümmi olmasına özellikle vurgu yapmış gibidir.
[238] Nicholson, Mystics of Islam, 145
[239] A. y., 146
[240] İbn Münevver, a. g. e., 194
[241] Nicholson, Mystics of
İslam, 118
276 A. y., 118
* “In my heart Thou
dewellest-else with blood I’ll drench it; In my eye Thou glowest-else with
tears I’ll quench it. Only to be with Thee my soul desireth,
Else from out my body, by hook or
crook I’ll wrench it”
[243] bkz.
http://tr.wikipedia.org/wiki/Ebu Hanife erişim tarihi, 05. 07. 2011
* Hemedâni, Ahmed Gazali’nin
talebesidir.
"Delirme, aşkın galip
gelmesi (Devellioğlu, a. g. e., 148); Aşk ve içkinin neden olduğu delilik,
çılgınlık. http://tr.wiktionary.org/wiki/c%C3%BCnun erişim tarihi, 30.04.2011;
[244] Fahri, A History of Islamic
Philosophy, (İslam Felsefesi Tarihi), 248
[245] Uludağ, Tevhidin Sırları,
35; Nicholson, Studies in IslamicMysticism, 1
[246] Uludağ, a. g. m., 35
[247] Ahmed Ateş, “Menâkıp”, MEB
İslâm Ansiklopedisi, VII, İstanbul 1957, 701-702
[248] Ahmet Yaşar Ocak,
Menâkıpnâmeler, Ankara 1992, 39
[249] Ocak, a. g. e., 33
[250] Nicholson, a. g. e., 74 -75
[251] A. y., 75 - 76
[252] İbn Münevver, a. g. e., 190
[253] İbn Münevver, a. g. e., 81
[254] Uludağ, a. g. m., 35
[255] Nicholson, a. g. e., 1-2
263 Nicholson, a. g. e., 26-27
[257] İbn Münevver, a. g. e.,
içinde, Uludağ, “sunuş”, 7-39; 19
[258] Uludağ, a. g. m., 7-39; 17
[259] İbn Münevver, Esrâru
’t-Tevhîd, 199
[260] İbn Münevver, a. g. e., 270
[261] Uludağ, “sunuş”, Tevhidin
Sırları, içinde 7-39; 26
[262] İbn Münevver, a. g. e., 87
[263] A. y., 293
[264] Uludağ, a. g. m., içinde
7-39; 18
[265] Uludağ, a. g. m., 28
(Suhanan-ı Menzûm-i Ebu Said-i Ebu ’l-Hayr, Tahran 1334, 4’dan naklen)
[266] Yakup Şafak, “Mevlâna’ya
Atfedilen ‘Yine Gel...’ Rubaisine Dair”, Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırma
Dergisi, XXIV, İstanbul 2009, 1-197; 75-80
[267] Feridüddin Attar, Mantık al
Tayr, trc. Abdülbaki Gölpınarlı, İstanbul 2006, 128 (1853, 1854, 1855.
beyitler)
[268] Uludağ, a. g. m., 7-39, 29
[269] İbn Münevver, a. g. e., 325
[270] İbn Münevver, Tevhidin
Sırları, 326; Nicholson, Studies in Islamic Mysticism, 46
[271] bkz. İbn Münevver, a. g. e., 46
[272] Nicholson, a. g. e., 76
[273] A. y.
[274] A. y.,
[275] Nicholson, a. g. e., 32-33
[276] Nicholson, a. g. e., 37;
Münevver, a. g. e., 121
[277] Yazır, Kur’an-ı Kerim ve
Meali, 153 vermiştir. (Nicholson, a. g. e., 37)
[278] Yazır, Kur ’an-ı Kerim ve
Meali, 145
[279] Nicholson, a. g. e., 38
[280] İbn Münver, a. g. e., 204
[281] A. y., 228
[282] A. y., 117
Uludağ, a. g. m., 24 -25
İbn Münevver, a. g. e., 208
A. y., 229
A. y., 225-226
Nicholson, Studies in Islamıc
Mvsiıcısm. 46
[288] A.y., 56
[289] Nicholson, a. g. e., 56;
İbn Münevver, a. g. e., 305-306
[290] Nicholson, a. g. e., 56;
İbn Münevver, a. g. e., 298
* “Whoever goes with me in this
Way is my kinsman, even though he be many degrees removed from me, and whoever
does not back me in this matter is nobody to me, even though he be one of my
nearest relatives” (Nicholson, a. g. e., 56)
[291] Nicholson, a. g. e., 56
** “There is nothing inside this
coat except Allah!” (Bu söz Bayezid Bestami’ye de isnad edilir.)
Nicholson, a. g. e., 57
Küçük, Tasavvuf Tarihine Giriş,
78
Nicholson. Studies in Islamic
Mysticism, 57
Nicholson, a. g. e., 60-61
A. y., 60
Safi Arpaguş, Mevlânâ ve İslâm,
İstanbul 2007, 175
Mevlâna Celâleddin Rumî, Sırların
Dili-Bütün Rubailer-, trc. Ziya Avşar, Konya 2007, 267
Nicholson, a. g. e., 62; İbn
Münevver, a. g. e., 261
Nicholson, a. g. e., 61-62
[301] Mevlâna, Divan-ıKebir ’den
Seçmeler, 111
[302] Nicholson, a. g. e., 76
[303] a. y., 59
* “Mohammedans believe that
everything that shall happen till the Last Day is inscribed on a Tablet
[304] Attar, a. g. e., 190-191
[305] A. y., 349
[306] A. y., 260-261
[307] A. y., 289-290
* Mantık al-Tayr, 62’de Hz.
Süleyman’ın dünya saltanatı istemesi yüzünden diğer peygamberlerden
[309] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak
Dini Kur ’an Dili Kur ’an-ı Kerim ve Meali, İstanbul 1993, 573
[310] Yazır, Hak Dini Kur ’an
Dili Kur ’an-ı Kerim ve Meali; 73
[311] Yılmaz, a. g. e., 31, Hadis
içinden, Buhari, “Cihad”, 70; İbn Mace,”Zühd”, 812
[312] İbrahim Canan, “zühd”,
Hadis Ansiklopedisi (Kütüb-i Sitte), XVII, İstanbul -, 580
[313] M. Zekai Konrapa,
Peygamberimiz, İstanbul 1987, 400
[314] Yılmaz, a. g. e., 32
[315] Kuşeyri, Kuşeyri Risalesi,
208
[316] A. y., 208
[317] Yıldırım, Bayezid Bestami
ve Islâm Tasavvufunun Özü, 227
[318] Şihabuddin Sühreverdi,
Avârifü ’l-Meârif , trc. Dilaver Selvi, Gerçek Tasavvuf İstanbul 2007, 203
Mevlâna, Mesnevî, V-VI, 326
A. y., 628
Derin, İngiliz Oryantalizmi ve
Tasavvf 211
Derin, a. g. e., 224; Yılmaz, a.
g. e., 103
Nicholson, Mystıcs of İslam, 4
A. y., Mysiıcs of İslam. 5
A. y., 10
[326] Nicholson, a. g. e., 11-12;
İbn Münevver, a. g. e., 58
[327] Nicholson, a. g. e., 11-12;
İbn Münevver, a. g. e., 59
[328] Yılmaz, a. g. e., 185-200
[329] İbn Münevver, a. g. e., 198
[330] Devellioğlu, a. g. e., 47
[331] Yılmaz, a. g.e., 210
[332] Yazır, Kur ’an-ı Kerim
Meali, 116
[333] Konrapa, a. g. e., 371
[334] Ebu Hâmid Muhammed Gazali,
Kimyâ-yı Saâdet (İslâm Terbiyesi), İstanbul 1989, içinde 671
[335] A. y., içinde 672
[336] Kuşeyri, a. g. e., 404,
407,
A. y., 410
Gazali, a. g. e., 671
A. y., 673
A. y., 676
Mevlânâ Celaleddin Rûmî,
Mecâlis-i Seb'a (Yedi Meclis), trc. ve haz. Abdulbaki Gölpınarlı,
[342] İbn Münevver, a. g. e., 292
A. y., 292
A. y., 317
A. y., 75
[346] İbn Münevver, a. g. e., 193
[347] A. y., 350
* “I beg, nay, charge thee: Write
on my gravestone this was love’s bondsman,” that when I am gone, Some wretch
well-versed in passion’s ways may sigh And give me greeting, as he passes by.”
(Nicholson, Studies in Islamic Mysticism, 45 )
[348] Mevlâna Celâleddin Rûmi,
Divan-ı Kebir’den Seçmeler, haz. Yakup Şafak, Konya 2000, 48
[349] İbn Münevver, a. g. e., 350
[350] Nicholson, Mystics of
İslam, 11
A. y., 104
A. y., 105
Nicholson, Studies in Islamic
Mysticism, 9
Devellioğlu, a. g. e., 256
Yılmaz, a. g. e., 217
Hadis için bkz. Yılmaz, a. g. e.,
217; Sühreverdi, a. g. e., içinde Hadis, Buhari, Rikkat, 38; İbn
[357] Yılmaz, a. g. e., 219
[358] Küçük, a. g. e., 92
[359] Devellioğlu, a. g. e., 256
[360] Küçük, a. g. e., 88
[361] A. y., 81
[362] Attar, Mantık al-Tayr; 9 (127,128,129.
beyitler)
[363] Mevlana, Mecâlis-i Seb ’a,
16
[364] İbn Münevver, Esrâru
’t-Tevhîd; 65; Nicholson, Studies in IslamicMysticism, 16
[365] İbn Münevver, a. g. e., 285;
Nicholson, a. g. e., 52
[366] İbn Münevver, a. g. e., 285
[367] İbn Münevver, a. g. e., 317
[368] http ://www.mollacami.
net/forum/index.php/topic, 1432.5/wap2.html 10. 07. 2011 da erişildi.
[369] Attar, Mantık al-Tayr, 10
[370] Frank Thilly, A History of
Philosophy, (Felsefe Tarihi), trc. İbrahim Şener, İstanbul 1995, 254
255
[371] İbn Münevver, a. g. e., 65
[372] Nicholson, a. g. e., 16
* "When I mine eyes have
opened, all Thy beauty I behold,
When I tell Thee my secret, all
my body is ensouled.
Methinks, unlawful ‘tis for me to
talk with other men,
But when with Thee I am talking,
ah! the tale is never told.” ( Nicholson, a. g. e., 16)
[373] İbn Münevver, a. g. e., 74
[374] İbn Münevver, a. g. e., 76
* bkz. Küçük, a. g. e., 78
[375] İbn Münevver, a. g. e., 201
[376] A. y., 300
[377] A. y., 298
[378] A. y., 301
[379] İbn Münevver, a. g. e., 279
[380] Nicholson, Studies in
Islamic Mysticism, 50
[381] Attar, Mantık al-Tayr, 45
[382] Uludağ, “giriş”, Kuşeyri
Risalesi, 11-75; 28
[383] AnaBritanica Genel Kültür
Ansiklopedisi, “Nihilizm”, XVI, İst. 1989, 513-514
[384] Yılmaz, a. g. e., 125
[385] Yılmaz, a. g. e., 297
* (bkz. 91)
[386] Abdülbaki Gölpınarlı,
“Açılama”, Feridüddin Attar, Mantık al-Tayr, trc. Abdülbaki Gölpınarlı,
Devellioğlu, a. g. e., 735
A. y., 363
Yılmaz, Anahtarlarıyla
Tasavvuf've Tarikatlar, 21-22
Sühreverdi, a. g. e., 102
6964
[392] Sühreverdi, a. g. e., 537
[393] Yılmaz, a. g. e., 186-187
Studies in IslamicMysticism’de
Ahkaf, 46/14 olarak verilmiştir. ( Nicholson, a. y., 25)
[394] İbn Münevver, Esrâru
’t-Tevhîd; 78; Nicholson, Studies in Islamic Mysticism, 25
Sühreverdi, a. g. e., 118-119
A. y., 122
A. y., 520
A. y., 118
İbn Münevver, a. g. e., 74-75;
Nicholson, a. g. e., 23
[400] Nicholson, a. g. e., 10
[401] Sühreverdi, a. g. e., 119
[402] Yılmaz, a. g.e., 334
[403] Yakıt, Batı Düşüncesi ve
Mevlâna, 46
[404] Mevlâna, Mesnevî, V-VI, 674
[405] Süleyman Uludağ, “Giriş: İbn Haldun’un
Tasavvufi Görüşleri ve Şifâu ’s-SaiD, İbn Haldun, Tasavvufun Mahiyeti, (haz. S.
Uludağ), İstanbul 1998, içinde 17-76 ; 75
[406] İbn Haldun, Şifâu ’s-Sail,
220-221
[407] İbn Münevver, a. g. e., 75
[408] A. y., 75
[409] İbn Münevver , a. g. e.,
297
[410] İbn Münevver , a. g. e.,
75-76; Nicholson, a. g. e., 23
[411] Nicholson, a. g. e., 23
[412]İbn Münevver , a. g. e., 76;
Nicholson, a. g. e., 23
[413] İbn Münevver , a. g. e., 76
[414] A. y., 63
[415] İbn Münevver , a. g. e.,
146; Nicholson, a. g. e., 74
[416] Attar, a. g. e., 827
[417] İbn Münevver, a. g. e., 131-132, 163-165
[418] A. y., a. g. e., 110,
365-366
[419] A. y., 131, 328-329, 343
[420] A. y., 255-261
[421] A y., a. g. e., 164
[422] Yılmaz, a. g.e., 37-38
[423] Yazır, Kur ’an-ı Kerim
Meali, 88
[424] Kuşeyri, a. g. e., 103
[425] A. y., 100
[426] Mevlana, Mecâlis-i Seb ’a,
14
* Ebu Said, hankah adabını on
tane Ayet’e dayandırmıştı. (bkz. 76)
[427] İbn Münevver, a. g. e., 64;
Nicholson, a. g. e., 15
İbn Münevver, a. g. e., 130;
Nicholson, a. g. e., 37
Nicholson, a. g. e., 15
İbn Münevver, a. g. e., 80
A. y., 303
Nicholson, a. g. e., 20
İbn Münevver, a. g. e., 72;
Nicholson, a. g. e., 20-21
İbn Münevver, a. g. e., 71;
Nicholson, a. g. e., 20
Nicholson, a. g. e., 20
A. y.
Devellioğlu, a.g.e., 508
Kuşeyri, a. g. e., 437
A. y., 439
Yazır, Kur 'an-ı Kerim Meali, 53
[441] Ali Köse, “Hârikulade”, DİA, XVI, İstanbul
1997, 185-188
[442] Kuşeyri, a. g. e., 446
[443] İbn Münevver, a. g. e., 198;
Nicholson, a. g. e., 67
[444] Uludağ, a. g. m., 7-39; 11
[445] İbn Münevver, a. g. e.,
276-277; Nicholson, a. g. e., 66-67
[446] İbn Münevver, a. g. e., 81
* m i i • • 1
. 1 • m, •• . •• i i w - i i i
Telekinesis, nefesle tedavi,
ölülen diriltme, su üstünde durma, uçma, yağmur yağdırma, olayları önceden
bilme, tahmin etme, düşünceleri okuma, olayları kontrol altına alma..vs. gibi
olağanüstü hallerdir. (Nicholson, Mystics of İslam, 139; Köse, “Hârikulâde”,
185-188: 186 )
[447] Nicholson, Studies in
Islamic Mysticism, 14; İbn Münevver, Esrâru ’t-Tevhîd, 63
[448] Nicholson, a. g. e., 8-9;
İbn Münevver, a. g. e., 57
[449] Nicholson, a. g. e.,18-19;
İbn Münevver, a. g. e., 69-70
Kerramıyye: h. III./IX asrın
sonlarından itibaren Horasan ve Maveraunnehır'de Murcıı/Hanefî çevrelerde
kendine has siyasi, itikadi, fıkhi ve tasavvufi görüşleri ile ortaya çıkan ve
buradan diğer bölgelere yayılarak VII./XIII. asrın başlarına kadar varlığını
sürdüren ve adından sık sık bahsedilen İslam düşünce ekollerinden birisidir. Bu
mezheb'in kurucusu Ebû Abdullah Muhammed b. Kerram (v. 255/868) olduğu
söylenmektedir. Kerramiler, imanı sadece dilin ikrarı olarak tanımlarlar, kalb
ile bilmek iman olmadığı gibi, dil ile ikrarın dışında hiç bir şey de iman
değildir. Onlara göre, Hz. Peygamber olsun veya olmasın, bütün müslümanlar
imanları bakımından eşittirler. Çünkü her mümin gerçek mümin, her kafir de
gerçek kafirdir. İkisi arasında üçüncü bir yer yoktur. Ölümle birlikte mürsel
görevi sona erdiğinden Hz. Muhammed kabrinde sadece resuldür; cisim yok olunca,
sıfatta yok olur. Yine onlara göre, veli, nebiden faziletlidir. Allah'ın akılla
bilinmesi vaciptir. bkz.http://www.sonmezkutlu.com/?&Bid=205161 10. 08.
2011’de erişildi.
* Nicholson, parantez içinde
‘liberal teologlar’ olarak vermiştir.
Bu sayı Esrâru ’t Tevhîd'de 3000
dir. Fillerin sayısı, 750 dir.
495 Nicholson, Studies in Islamic
Mysticism, 28-32; İbn Münevver, Esrâru ’t-Tevhîd, 92-96
[451] Nicholson, a. g. e., 32-33
[452] Nicholson, Mystics of
İslam, 146
[453] Nicholson, İslam Sufileri,
trc. Dağ vd., 124
[454] Devellioğlu, a. g.e., 702
[455] Süleyman Uludağ,
“Mücahede”, DİA, XXXI, İstanbul 2006, 440
[456] Devellioğlu, a. g.e., 895
[457] Yılmaz, a. g.e., 193
[458] Yazır, Kur ’an ’ı Kerim ve
Meali, 403
[459] Yılmaz, a. g. e., 193
[460] Uludağ, “mücahede”, 440
[461] Mevlâna, Mecâlis-i Seb ’a;
93
[462] Mevlâna, Mesnevi, III-IV,
325
[463] A. y.
509 Dilaver Gürer, Abdülkadir
Geylâni, Hayatı, Eserleri, Görüşleri, İstanbul 2006, 261
[465] İbn Münevver, a. g. e.,
63-64; Nicholson, a. g. e., 15
[466] İbn Münevver, a. g. e.,
61-62; Nicholson, a. g. e., 13-14
[467]İbn Münevver, a. g. e., 62
Studies of IslamicMysticism’de
ayet numarası (Kor: 2/131) olarak verilmiştir.
[468] İbn Münevver, a. g. e.,
64-65; Nicholson, a. g. e., 16
[469] İbn Münevver, a. g. e., 73;
Nicholson, a. g. e., 21-22
[470] İbn Münevver, a. g. e., 293
[471] A. y., 337
[472] A. y., 195-196
[473] İbn Münevver, a. g. e., 293
Nicholson, a. g. e., 11
Devellioğlu, a. g. e., 320
A. y., 1124
[477] Yılmaz, a. g. e., 197
[478] A. y., 198-199
[479] Yazır, Kur ’an ’ı Kerim ve
Meali, 166
[480] Yazır, Kur ’an ’ı Kerim ve
Meali, 305
[481] Gürer, Abdülkadir Geylâni;
257, içinde, Keşfu ’l-hafâ, 1/278 (1001)
[482] Ali b. Emrullah-Muhammed
Hadimî, İslâm Ahlâkı, İstanbul 1996, 27
[483] Kuşeyri, a. g. e., 199
[484] A. y., 196
[485] A. y., 198
[486] Gürer, Abdülkadir Geylâni,
257
[487] İbn Münevver, a. g. e.,
57-58; Nicholson, a. g. e., 8-9
[488] İbn Münevver, a. g. e., 58
[489] İbn Münevver, a. g. e., 59;
Nicholson, a. g. e., 13
[490] Nicholson, a. g. e., 11
[491] İbn Münevver, a. g. e., 63;
Nicholson, a. g. e., 14
[492] Devellioğlu, a. g. e., 416
[493] Yılmaz, a. g. e., 171
[494] Gürer, Abdülkadir Geylâni, 231
[495] Yazır, Kur ’an ’ı Kerim ve
Meali, 303
İbn Münevver, a. g. e., 291;
Nicholson, a. g. e., 50-51
İbn Münevver, a. g. e., 292;
Nicholson, a. g. e., 51
İbn Münevver, a. g. e., 291
A. y.
Nicholson, Studies in Islamic
Mysticism, 51
[501] Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve
Deyimleri Sözlüğü, 141
A. y., 32
A. y., 141
Yılmaz, a. g. e., 213
Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve
Devimleri Sözlüğü, 32
Kuşeyri, a. g. e., 153
Sühreverdi, a. g. e., 669
[508] Mevlâna, Mesnevi, III-IV,
307
[509] A- y-
Studies in IslamicMmysticim'de
ayet numarası (41/53) olarak verilmiştir.
[510] İbn Münevver, a. g. e.,
65-66; Nicholson, a. g. e., 16-17
[511] İbn Münevver, a. g. e., 66
I was a lion-the fierce pard was
ware,
Of my pursuit. I was concuered
everywhere.
But sice I drew Thy love close to
my heart,
Lame foxes drive me from my
forest-liar.” (Nicholson, a. g. e., 17).
"’ Studies in
IslamicMyticism'de ayet numarası (21/36) olarak verilmiştir. “We will proveyou
with evil and with good, to try you; and unto Us shallye return!” ( Kor 21/33)
[512] İbn Münevver, a. g. e., 66;
Nicholson, a. g. e., 17
[513] İbn Münevver, a. g. e., 79
[514] İbn Münevver, a. g. e., 80;
Nicholson, a. g. e., 24-25
[515] İbn Münevver, a. g. e., 80
* “Here is the mansion of
delight, the home of bounty and of grace!
All eyes towards the Ka‘ba turn,
but ours to the Beloved's face.” (Nicholson, a. g. e., 25)
[516] Cili, însan-ı Kâmil, trc.
Abdulkadir Akçiçek, 556-557
Nicholson, Studies m Islamic
Mvst'icism, 20
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar