Politikada Nükte /Nejat Muallimoğlu 4
İngiliz ve Amerikan politikacılarının kendilerine has özellikleri
Büyük nüktedanların özellikleri pek çok şeyleri bir
kaç kelime ile ifade edebilmeleridir. Küçük nüktedanların belirli işaretleri
ise, çok uzun konuşmalarına rağmen, hiç bir şey söylemiş olmamaları.
La Rochefoucauld
Kendisine gülebilme kudreti bahşedilmiş insan, aynı
zamanda, gülünmesi gereken yegane mahlûk da değil midir?
GreviUe
İnsanların karakterlerinin en iyi ölçüsü, onların
nelere güldükleridir.
Goethe
B irleşik
Amerika'nın ilk yıllarında politikacıların hitabelerindeki nükteli ve ısırıcı sözleri, Atlantik'in
beri yakasındaki hemcinslerinkinden pek farklı değildi. Mesela, bir John
Randolph'un hakaret dolu ifadeleri, bir Sheri- dan veya Disraeli'nin Avam
Kanarası içinde veya dışındaki nükte ve hicivlerinden pek ayırd edilemezdi.
Bunu anlamak hiç de zor değil: çünkü, o yıllarda
Amerikan politikacıları; aileleri, geçtikleri eğitim ve dünya görüşleri itibariyle İngiltere'deki
eşlerinden pek farklı değillerdi. Çağın Amerikan politikacıları, aristokrat
ailelerin gayet iyi yetiştirilmiş çocuklarından oluştuklarından, umumiyetle,
zengin centilmenlerden oluşmuş mütecanis bir grup vücu- de getiriyorlardı.
Fakat Amerikan halkı ülkenin sınırlarını kıtanın batısına doğru uzatıp
yayıldıkça, Adams'lann, Randolph'lann "klan"lan dışındaki ailelerin
çocukları da Kongreye girmeğe başladı. Clay'ler, J ackson'lar bu ailelerden
gelmişlerdi. Onların gördüğü eğitim, tecrübe ve dünya görüşleri Amerika'nın
doğusundan gelmiş, İngiliz sistemi ve terbiyesine göre yetiştirilmiş
politikacılardan farklıydı. Sonraları Avrupa'dan Amerika'ya göç edenler;
Irlan- dalılar, İtalyaalar, Yahudiler, Almanlar ve diğerleri de seçme ve
seçilme hakkına sahip olunca, Amerikan politikasındaki homojenlik ve İngiliz
politikasıyle olan benzerlikleri kaybolmağa başladı.
Bu arada İngiliz ve Amerikan hükümet şekilleri arasındaki
fiziki farkların da parlamento müzakerelerine ve oralarda işitilen nüktelere
tesir ettiğini de gözden uzak tutmamalıyız. İngiltere'de (Amerika'daki gibi)
hükümetin ic- rai kolu teşrii kolundan fiziki olarak ayrılmış
değildir; ve kabine üyeleri de, ekseriya, Kamara arasından seçilir. İngiliz
vekilleri mebusl^an Kamarada sordukları sualleri cevaplandı^nakla
mükelleftirler.
Sir Winston
Churchill'in, "Avrupa'nın en iyi klübü" diye vasıflandırdığı Avam
Kamarası, resmiyet ve gayri resmiyeti en iyi bir şekilde birleştirmiştir.
Parlamentonun içtima halinde bulunduğu her gün, oturumdan önce, başında,
omuzlarına kadar uzanan takma saçı ve sırtında özel cüppesiyle Parlamento
başkanı, Parlamento binasındaki odasından çıkar ve içtima salonuna doğru
yürümeğe başlar. Başkanın önünde muhafızı, sekreteri, Parlamentonun papazı ve
beyaz eldivenli habercisi bulunur. Haberci, Avam Kamarasının otoritesini temsil
eden âsayı da taşır. Başkan koridorda yürürken haberci sık sık, '"Speaker! Speaker!" (Parlamento
başkanı) diye bağırarak onun salona doğru yürümekte olduğunu haber verir. Bu
sırada koridorlarda bulunanlar kendisini hürmetle selamlarlar. Başkan iktidar
partisi üyesidir.
Oturuma dua
ile başlanır. Dua sırasında dinleyiciler salona alınmaz. Dua edilirken,
gelenek ve âdetlere göre, mebuslar sırtlarını başkan ve papaza doğru çevirerek, oturdukları
sıralarda dizleri üzerine hafifçe çökerler. (Belki görenleriniz vardır. Bir
Hıristiyan, bilhassa bir Katolik, kilisedeki yerini almadan önce ekseriya sağ
dizi ile hafifçe yere dokunur.) İngiliz parlamenterlerinin dizlerini yere
dokundurmadıkları gibi, bu işi yerde değil de, sıraları üzerinde yapmalarının
sebebi ise şudur: millet vekilleri eskiden bellerinde kılıç taşıyor, bu
kılıçlar onların dizlerini yere değdirmelerine engel oluyordu. Bunun için diz
çökme işlemini oturdukları sıralar üzerinde yapıyorlardı. Geleneklerine sadık
İngiliz mebusları, günümüzde kılıç taşımadıkları halde, sanki
taşıyorlanmışcasına, bu geleneklerini hala devam ettiriyorlar.
Avam Kamarası içtima salonu dik
dörtgen şeklindedir; millet vekilleri yüzleri biribirine karşı oturur. (Yani
sıralar, bizim Parlamentoda olduğu gibi, başkana doğru çevrili değildir.)
Hatipler ancak başlarını çevirdikleri takdirde başkanı görebilirler. İktidar
ve muhalefet sıralarının önünde iki kırmızı çizgi bulunur. Bu iki çizgi arasındaki
genişlik öylesine hesaplanmıştır ki, bu çizgiler dışından biribirine kılıç
çekerek düelloya başlıyacak iki kişi, kılıçlarının uçlarıyle birbirine
dokunamazlar. Bugün dahi, Kamarada konuşan her hangi bir üye bu çizgilerden
dışarı çıkamaz. Bir millet vekili diğerine hitap ederken daima "the honourable gentle^&n—muhterem
centilmen" diye hitap eder. Mebusların hitap ettiği üye kendi partisinden
ise, “muhterem arkadaşım," derler.
Bütün bu resmîliğine rağmen,
Parlamentoda, sadece yemek, oyun ve oturma ve istirahat salonlarında değil,
içtima salonunda dahi, inanılmaz bir gayri resmîlik havası hüküm sürer. Bu
satırların yazarı 1958-59 yılında Parlamento müzakerelerini dinleyiciler
galerisinden ü'ç defa takip etti. Bir defasında mebusların Başvekil Harold
Macmil- lan'ı nasıl terlettiklerini gördüğü vakit kendi kendine, "İşte,
demokrasi denen şey bu olmalı," dedi^rni hala hatırlar.
Amerikan
Kongresinde (her iki kısmındaki, Senato ve Temsilciler Meclisindeki,
tartışmaları birer defa dinledim) üyeler başkanı dönüktürler. Oturumlara
katılanların sayısı, önemli haller dışında, kabarık olmadığından, içtima salonları çok defa "boş" hissini verir. Öte yandan, Avam
Kamarası, üyelerin sadece üçte ikisini alacak büyüklükte tutulduğundan her
zaman doludur. İkinci Dünya Harbi sırasında Parlamento binaları bombalanarak
tahrip edildiklerinden yeniden inşa edildi. Fakat geleneğe sadık kalınarak,
içtima salonu, eskisinde olduğu gibi, üyelerin sadece üçte ikisini alacak
büyüklükte tutuldu. Churchill bu konuda şunları söylemişti:
Yepyeni bir Parlamento binası inşa
ederken, onu, üyelerinin sadece üçte ikisini oturtabilecek büyüklükte
tutmamız, dünyanın diğer parlamenter rejimlerini hayrete düşürüyor. Bizim
usullerimizi bilmiyenlere bunun hikmetini anlatmak zordur. Onlar,
Parlamentodaki tartışma ve müzakerelerimizdeki şiddet, ateş, yakınlık
[biribirleriyle yanyana oturmalarının verdiği yakınlık] ve gayri resmilikten
başka konuşmaların irticali oluşunun Avam Kamarasına kendine has bir şahsiyet
verdiğini, bu özelliklerin Kamaranın kuvvetini teşkil ettiğini anlayamazlar.
İngiliz millet vekilleri yanyana otururlar. Müzakereler son derece
serbest ve gayri resmi bir atmosfer içinde cereyan eder. (Bir vakitler Peel
adında bir mebus, muhalifleri konuşurken, şapkasını gözlerine indirir,
uyuyo^uş gibi hareket ederdi.) Fakat tartışmalara renk katan, bilhassa
dinleyicileri zevklendiren tarafı, parlamenterlerin vekillere (veya
biribirlerinel "ayıp!" "ayıp!" ve vekillere "istifa
et!" "istifa et!" diye bağınnalan; oturdukları yerden
konuşanların sözlerini keserek laf atmaları ve hatiplerin de aynı ustalıkla
onları cevaplandırmaları, karşılıklı söz düelloları ve hakaretamiz sözlerdir.
Bununla beraber, daha önce de belirttiğimiz gibi, bazı
kelimeler Avam Kamarasında "tabu"dur. Mebuslar biri- birlerine
"yalancı" ve "aptal" da diyemezler. Maamafih, İngilizceyi
iyi bilen ve geniş umumi kültüre sahip üyeler bu "tabu"lar etrafında
dolaşarak da muarızlarına "yalancı" ve "aptal"
diyebiliyorlar. Bu kelimeler doğrudan doğruya söylenmediği takdirde, Parlamento
başkanı hatipleri susturup sözlerini geri almağa davet edemez. Şahe-
ser İngilizcesi
ve fevkalade kültüründen ötürü, Churchill,
muhalif parti mensuplarına kolayca "yalancı" ve
"aptal" diyebiliyordu.
Kamaranın
bir oturumunda
(8 Aralık, 1944) Bevan'a dönerek dedi ki:
"Hakikatın zıddını bundan daha iyi ve isabetli bir şekilde ifade
edebileceğinizi
zannetmiyorum.”
Parlamentonun
bir diğer oturumunda Cl6
Şubat,
1953). uzunca bir yoldan giderek Sosyalistlerden şu kelimelerle
bahsetti:
"Daima
şuna dikkat ediyorum: Muhalefet partisi üyeleri, kendilerinden
sadır olmadığı için
kabul etmeyi reddettikleri zihni tekliflerle karşı
karşıya kaldıkları vakit, kazan altında
çatırdıyan boynuz seslerini hatırlatırcasına gülüşüyorlar."
Churchill, bu sözleriyle İşçi partisi üyelerine
"aptallar" diyordu, ama İncil'den verdiği bir
misalle. Incil'de şöyle bir pasaj var: "Kazan altında çatırdıyan boynuzların
çıkardığı ses ne ise, aptalın gülüşü
de öyledir.”
Biribirlerine hakaret etmekten zevk alan
millet vekilleri arasında zaman zaman gerçek bir sevgi dahi gelişir. Öyle
ki, karşılıklı söz düellosu yaptığı ve^aler seçilemediği veya istifa ettiği
vakit gerçekten üzülen üyeler de görülmüştür. Muhafazakar Nigal Birch,
Sosyalist Maliye Vekili Mr. Dalton'a hücum etmekten, onu iğnelemekten büyük zevk
duyardı. İngiltere'de, bütçenin, ilân olunmadan önce, Avam Kamarasının bütün
üyelerine takdim edilmesi Adettir. Bir yıl, Dalton, buna riayet etmiyerek,
bütçenin bir
kısmını
basına "sızdırdı." Vekil, bunun üzerine istifaya mecbur kılındı. Nigar
Birch'in
bu istifa karşısındaki sözleri şu olmuştu: "Yazıklar olsun! Benim tilkimi
vurdular!"
Avam Kamarasını Amerikan Kongresinden ayı ran başlıca özellik "Sual
Zamanı"dır. Sual zamanı, İngiltere Par- lementosundaki şaheser
nüktelerin çoğuna vesile olur. Müzakereler
nihayete erince (umumiyetle 14:30), duanın hemen
akabinde (Kamarada oturumlar da dua ile sona
erer), Parlamento üyeleri
tahtın vekillerine sualler sorabilirler. Önceden hazırlanmış sualler
solgun yeşil renkli "sual ka- ğıdı"na basılır ve
numaralanır. Vekiller her suali cevaplandırmak mecburiyetinde
değillerdir. Bir vekil ba^zan ülke güvenliği veya diğer bazı sebepler yüzünden
cevap vereye bilir. Fakat gelenek, bu suallerin çoğunun cevaplandırılmasını
gerektirir.
Parlamentonun
bir diğer teamülüne göre de, Başvekile sorulacak her hangi bir soru, listede,
45 inci numaradan öne alınmaz. Sebebi, Başvekilin öğle yemeğini istediği kadar
uzun tutabilmesine imkan hazırlamak içindir. Bununla beraber, Salı ve Perşembe
günleri öğleden sonra saat 3:15'ten sonrası Başvekili suale çekmek için en
münasip vakittir.
Bu numaradan
(45) önceki sualler vekillere hitap eder. Başkan sual soranların isimlerini
okur; sualler tekrarlanmaz Numara okununca, cevap vermesi istenen vekil (veya
bir yardımcısı) ayağa kalkarak, önceden hazırlanmış cevabı okur. Kamaranın,
bilhassa dinleyiciler için, zevki bundan sonra başlar. Çünkü, suali soran üye,
bu esas sual ile ilgili diğer sorular da sorabilir. Vekillerin soğuk terler
dökmesi de işte o zaman başlar.
Bir vekile
sual sormaktaki ana gaye, umumiyetle, muayyen bir nokta üzerine bilgi edinmek
değil, vekili zor duruma sokmaktır. Bir vakitler Sual Zamanı'nın “yıldız”la-
rından biri Sir Gerald Nabarro idi; 13 Şubat, 1958 de şu sualleri ilgili vekilden
sordu. (Bütün sualler, aşağıdaki örneklerde de göreceğiniz gibi, indirekt,
yani dolaylı konuşma yoluyle sorulur):
55.
MR. NABARRO: Maliye
Vekiline, uzunluğu beş inç [bir “inch,” 2.54 cm]
veya daha fazla olan kapı tokmaklarının ithalinde satış vergisi alınmazken, bu
uzunluktan daha küçük ebad- da kapı tokmaklarından yüzde 30 vergi alınmasının hikmetini sormak; ve kapı
tokmaklarına konan bu vergilerin, istatistiklerin mevcut bulunduğu son beş
yılda Maliyeye ne kadar gelir sağladığını öğrenmek.
56. MR. NABARRO: Maliye Vekiline, bir fındık kırıcısının yüzde 15 satış vergisine tâbi tutulurken, beş inç'ten büyük kapı
tokmaklarının aynı zamanda fındık kırıcısı olarak kullanılabilmeleri için
Üzerlerinde vida delikleri ile piyasaya sürüldüklerinin ve bunun neticesinde,
bu fındık kırıcılarının vergisiz satıldıklarının farkında olup olmadığını ve
bununla ilgili olarak gümrüklere ne gibi direktifler verildiğini sormak.
Bu
suallere Vekil namına verilen cevaplardan sonra şu söz düellosu cereyan etti:
MR. NABARRO: Kapı tokmağı olarak kullanılan fındık
kırıcıları. ile fındık kırıcısı olarak kullanılan kapı tokmakları arasındaki
bu haksız farkın sebebi nedir?
BAŞKAN: Sükûnet.
MALİYE VEKÂLETİ MALİ SEKRETERİ (Mr. J.E.S. Simon):
Hayır, Efendim, Gümrük Müdürlüğünün bir fındık kırıcısının bir kapı
tokmağından nasıl ayırd edilebileceği hususunda özel direktiflere ihtiyacı
yoktur.
MR. NABARRO: Muhterem ve bilgili arkadaşım
kendilerine tevdi ettiğim suale cevap verirler mi? Niye kapı tokmağı olarak
kullanılan fındık kırıcılarıyle, fındık kırıcısı olarak kullanılan kapı
tokmakları arasında birini diğerine gücendiren fark yaratılıyor? Bunun
mesullerinin imalâtçılar olduklarını bilmiyorlar mı? Elimde deliller var. The Times gazetesinin, 11
Şubat tarihli başyazısında belirtildiği gibi, bu acayip durumun satış
vergisi ile ilgili bütün kanun ve mevzuatı gülünç duruma soktuğunun farkında
değiller mi? Satış vergisinin tamamen kaldırılması ve bu çeşit vergilerin,
gayet cüzî bir şekilde, bütün eşyaya seyyanen tatbik edilmesinin zamanı
gelmedi mi?
MR. SIMON: Muhterem arkadaşıma Covent
Garden'ın [Londra’daki dünyaca meşhur opera] orkestra başkanı
Richter' in ikinci flüte [orkestrada flüt çalanların ikincisi] verdiği bir cevabı
tekrarlamak zorunda kalacağım: "Senin bu kahredici saçmalığına bir veya
iki defa tahammül edebilirim—ama her zaman, Allah korusun!"
Günümüzde Avam Kamarasında,
önceki devirlere kıyasla, daha az nükte işitilmekte, hakaretli söz düelloların
dozları yumuşamaktadır. Artık, maalesef, onsekizinci ve on- dokuzuncu
asırlarla, yi^inci yüz yılın ilk yarısında işitilmiş ve daha önceden ihtimam
ve titizlikle hazırlanmış, cilalanmış hiciv ve hakaretli klasik hitabelerden
örneklere pek rastlanmıyor. Bunda, tabii, Avam Kamarasının günümüzde pek çok
sayıda ve zaman alıcı teknik problemler üzerine eğilmesinin de rolü var.
Bugünün İngiltere Parlamentosu, dünkünden çok daha fazla olarak, günlük
meselelerle uğraşmaya mecbur—sosyal sigortalar, mesken inşaatı, taşıt,
elektrik ve zirai meseleler gibi. Bu arada, Church- ill ve Bevan'ın sahneyi
terketmelerinden sonra, onların yerlerini alacak usta nüktedanların ortaya
çıkamaması da nükteli, iğneli ve üstü örtülü hakaretli söz düellolarının
azalmasına sebep oluyor. Önceki başvekillerden Harold Macmillan da, Avam
Kamarasının daha az nükte savaşlarına sahne olduğu fikrinde:
"Bir
zamanlar Ingiltere ve Amerika’da politika çok zor ve muhataralı idi. Mebuslar
bugün olduğu gibi, profesyonel nutuk yazarları istihdam etmiyorlar,
nutuklarını kendileri hazırlıyor, çok defa ağızlarına geldiği gibi konuşuyorlardı.
Mesela, Amerikan Temsilciler Meclisinde, 1799 da John Randolph, bir millet
vekili aleyhinde konuştuğu vakit, muhalif parti mensupları gazapla ayağa
fırlamıştı: 'Mr. Edward Livingston fevkalade kabiliyetlere sahip fakat aynı
zurnanda sefil bir insan. Tıpkı ay ışığı altındaki kokmuş bir palamutu
andırıyor—hem parıldıyor, hem kokuyor.'
"O'Connell,
çağının Başvekili Disraeli için diyordu ki: ‘İsa’nın peşinden aynlmıyan
dilenciler sülalesinden gelmiş adam.' Amerikalı yazar Mark Twain, uzun müddet
mücadele ettiği bir politikacının ölümünden sonra şunları yazıyordu: 'Onun
cenazesine iştirak edemedim, fakat kendisine nazik bir mektup yazarak yaptığı
işi tasvip ettiğimi bildirdim.'
"Benim
gençliğimde İngiliz siyasi hayatı şimdikinden çok daha gürültülü ve sert idi.
Kelimeler, günümüzde olduğu gibi, ağızlarda gevelenmezdi. Şimdi ise Kamarada
'ördeğe boo' diye bağırmadan 'centilmenliğe yakışmaz,' 'haksızlık etme' sözleri
işitiliyor. Eskiden hatiplerin kürsüye zaman zaman çekiç ve maşa ile
çıktıklarını hatırlıyorum; 1912 deki büyük rıhtım grevinde sendika lideri Bent
Tillet her akşam işçilerin başına geçiyor, sokaklarda 'Allahım,- Lord
Davenport'u öldür!' diye bağırıyordu.
"Fakat,
belki de, politik hiciv ve hakaretli sözlerin yeniden canlandığına şahit
oluyoruz. Bolton'daki ara seçimlerde hatiplerin sözleri dinliyenlere zevk
veriyordu. 'Bu küstah çingene, kendini beğenmiş ukalâ ve kibirlilere mahsus bir ifade ile Parlamentonun
kendisine ihtiyacı olduğunu söylüyor.' Bu neviden
sözlere şiddetle ihtiyacımız var."
Harold
Macmillan da yabana atılamıyacak nüktedanlardandır. Birleşmiş Milletlerin o unutulmaz toplantısında (29 Eylül, 1960), İngiliz heyeti başkanı sıfatiyle
kürsüde konuşurken, Rus heyeti başkanı olarak toplantıya katılan Khrushchev,
Macmillan'ın sözlerini protesto maksadıyle, ay^akabılarını çıka^mş, önündeki
kürsüye ritmik bir şekilde vurmağa başlamıştı. Macmillan, ananevi İngiliz soğukkanlılığına
hak verdirircesine, ayakkabının çıkardığı seslerin kesilmesini beklemiş, ve konuşmaları
ânında tercüme eden mütercimlerin cam kulübesine doğru dönerek demişti ki:
"Lütfen bunları da tercüme eder misiniz?"
Başvekil
Harold Macmillan II. Dünya Harbi sırasında Cezayir İngiliz
İdaresi Başkanlığını da yaptı. Bir gün Müttefik orduları mutfağında Amerikan ve
İngiliz birlikleri arasında
çıkan bir anlaşmazlığın halli için kendisine müracaat edildi. Amerikalılar,
içkinin, yemeklerden önce, İn- gilizler ise sonra verilmesini istiyorlardı.
Macmillan'ın
hal çaresi: "Bundan sonra, hepimiz, Amerikalılara hürmeten yemeklerden
önce içeceğiz, ve yemeklerden sonra da hepimiz İngilizlere hürmeten
içeceğiz."
Önceki
Alman Başvekili Adenauer, "Politikada kalın bir deri Allahın bir
nimetidir," diyordu. Amerika Cumhurbaşkanı Harry Truman da aynı fikirde: "Sıcaktan
şikâyet eden mutfağa girmesin.'' M^acınillan bu fikirleri paylaşıyor. "Politika
hayatındaki uzun tecrübeler bana şunu öğretti ki, cehalet tenkide hiç bir zaman
mâni olmaz," diyen Macmil- lan'ı tenkit ateşinde kızartmayan yoktu. Kendi
Muhafazakâr partisinin bir mebusu olan oğlu dahi, The Times gazetesine gönderdiği bir mektupta,
babasını ve siyasetini tenkit etmişti. Macmillan oğluna Avam Kamarası kürsüsünde
cevap verdi:
"Halifax
temsilcisinin [oğlu Mr. Maurice Macmillanl zeki ve hür ruhlu bir insan
olduğunda zerıece şüphe edilemez. Fakat onun bu vasıfları nereden tevarüs
ettiğini de ben söyliyecek değilim."
"Profumo
seks skandalı" Macmillan'ı fena halde hırpalamış, siyasi istikbalini
tehlikeye düşürmüştü. Sosyalist millet vekili Michael Foot (Aneurin
Bevan'ın biyografisini yazan şahıs) Parlamentoda bu konu ile ilgili
konuşmasında şunları söylemişti: "Öyle anlaşılıyor ki, bizim Millî Emniyet
mensupları, her yatağın altında bir komünist aramaktan başka bir şey
yapmadıklarından yataklara bakmağa vakitleri kalmıyor."
Pek sık olmasa da, İngiliz
siyasi nüktelerinde de üslûp ve mevzu itibariyle Amerikan hümoruna benziyen
taraflar vardır. Sosyalist partisi liderlerinden Hugh Gaitskell, gazetecilerin,
meşhur Imperial Kimya tesislerinin devletleş- tirilip devletleştirilmiyeceği
sualine, bu müesseseye ait fabrikalardan birinin kapısı önünde şu cevabı
ve^nişti: "Biz, çelik ve taşıt sanayiini millileştireceğimizi söyledik ve
bu hususta planlarımızı yaptık. Daha fazla devletleştirme için şu anda başka bir
planımız yok."
Gaitskell'in bu sözlerini bir
hitabesine konu alan Mac- miUan şunları söyledi:
"Bu bana, çiftliğindeki
hayvanları arasında dolaşırken bir hindinin efendisine sorduğu suali ve
çiftçinin cevabını hatırlatıyor. Hindi, efendisinin yanına yaklaşarak sordu:
‘Beni de keseceğin doğru mu?' Çiftçi sevap verdi: 'Sevgili arkadaşım, sen hiç
rahatını bozma. Bak, ilerideki hindiyi ve onun berisindekini görüyor musun?
Onların ikisi de listede. Fakat senin için hiç bir planım yok.' "
Macmillan hitabesine şöyle devam
etti: "Ne var ki, bu sözlerle huzura kavuşacak hindi, gerçekten aptal bir
hindidir. Noel gelsin, o da kafasının koparıldığını görecek."
Sosyalist
lideri (önceki Başvekil) Harold Wilson, kendisinin çok fakir büyüdüğünü ve
mektebe giderken ayağına giyecek çizmeleri bulunmadığını söylemişti. Macmillan
Wilson'ın bu sözleriyle ilgili olarak dedi ki: "Eğer Harold Wilson ilk
mektebe çizmesiz gittiyse, bu, onun ilk mektebe giderken, ayaklan çizmeye
sığmayacak şekilde, büyümüş olduğunu gösterir."
Siyasi hayatının ilk yıllarında
Aneurin Bevan'ın sadık bir müridi olan Harold Wilson için, Muhafazakar millet
vekili Hugh Dalton, "Bevan’ın küçük köpeği" adını takmıştı.
Maamafih, Başvekil Wilson da hakaretli söz üstadların- dan biri. En fazla
beğendiği nüktenin hangisi olduğu sorulduğu vakit, John Buras'in, Joseph
Chamberlain için söyledikleri olduğunu belirtti:
"İki
siyasi lideri aldatmakla, iki tarihi partiyi parçalamakla, şimdiye kadar hiç
bir kimsenin erişemediği bir rezalet ve kepazelik bataklığına gömülmüş
olduğunu gösteriyor. Öyle ki, onunla kıyaslandığı takdirde, Hindistan'nın
çapulcuları sadık dostlar gibidir, ve Judas Iscariot [İsa'yı Romalıların eline
veren hain ] şeref ve fazilet tacına hak kazanır.”
Politik muarızlara nasıl hakaret
edileceğini hocası Be- van'dan öğrenen Wilson, Başvekil Macmillan'a "Mac the knife—Bıçak Mac" adını
takmıştı. Macmillan'ın 1957 Süveyş krizi sırasında, Başvekil Anthony Eden'i
önce destekleyip hemen arkasından terketmesini Wilson şöyle anlattı: "Oyuna ilk girdi—ilk çıktı.”
Wilson,
Parlamentodaki bir diğer konuşmasında da şunları söyledi (3 Kasım, 1958) :
"Muhterem
Centilmenin [Başvekil Macmillan) ağzından çıkan kelimeler, bana, kendisini
takip edenleri yanlış istikamete göndermek için yollara kasden işaret kağıtlan
koyan insanı hatırlatıyor. Sosyal
hizmetlere hücum ederlerken derhal Disraeli'den iktibaslara başvuruyorlar....
Muh- reme Centilmen, kendilerine has karakteristik bir tevazu ile, hem
Disraeli'nin hem de Gladstone'ın en iyi taraflan- nı nefsinde tecessüm ettikmiş
bir devlet adamı olduğu hissini yaratmak istiyor. Ama yanılıyorlar. Kendileri,
hakikatte, Disraeli'nin görüşlerini tevarüs etmeksizin onun yaldızlı
sahtekarlığını, Gladstone'ın prensiplere bağlılığını tevarüs etmeksizin onun
kendik-doğruluğunu [her zaman kendi kendini doğru gören) tevarüs ettiler.”
Bir başka
konuşmasında (İS Kasım, 1961)
Wilson, Macmillan'a, Disraeli'n Lord Liverpool için kullandığı kelimelerle
hücum etti:
"Şaheserce
alelade insanlardan mürekkep bir kabineyi idare eden değil de, onlara sadece
başkanlık eden şaheserce bir aleladelik, Devlet adamı değil—devlet ad^amı
esnafı. Küçük sorularda kati, bü^yük suallerde kaçamaklı."
Amerika'yı bir ziyareti
sırasında, gazeteciler, kendisi ile Macmillan arasında ne fark bulunduğunu
sordukları vakit, Harold Wilson şu cevabı verdi: “Yirmi yıl." Maamafih, daha sonra bu cevabından ötürü pişmanlık
duyduğunu itiraf etti.
İşçi
partisi kongresinde (Ekim, 1962) Macmillan'a şöyle hücum ediyordu:
Biraz önce liderimiz Hugh Gaitskell'in televizyondaki seçim
konuşmasından bahsettim. Ondan bir gece önce başka biri konuşmuştu: Harold
Macmillan. Belki siz de seyrettiniz. Macmillan "ruhen genç"
insanlardan bahsediyordu. Ruhen genç bir insan Macmillan mı? Onun
dünyası gerçek bir sahne. Kendilerinin hayrankâr bir tenkitçisi olarak onu bu
sahnede bir çok rollerde görmüş olduğumu söyliyeyim. O bu rollerini sahnede
başarmağa çalışırken, ben, kendisini, zaman zaman sahne dışında da gördüm. Beş
sene önceki seçimlerin nasıl neticeleneceğini haykıran spor-toto temsilcisi
oydu. [Wilson burada "book- maker" kelimesini kullandı. Bu, küçük
kumarbazların paralarını yatırdığı "büyük kumarbaz” mânasına gelir.]
Trinadad'jn [Küba civarında küçük bir ada, bir zamanlar bir İngiliz müstemlekesi
idi] ve Ford otomobil fabrikalarının kefaletçisi de o. Süveyş'te ilk girip ilk
çıktığı oyunda kahramanlık gösterdi. Şimdi de genel seçimler yaklaştığından
eski kürk şapkasını [Macmillan kışın kürk şapka giyerdi. İngilizler kürk
şapkaya pek iltifat etmezler] sandıktan çıkarıp fırçalamağa başladı bile—tabii
Adenauer müsaade ederse. [Alman Başvekili Adena- uer de kürk şapka, kalpak
giyerdi.]
Macmillan'ın
başarı ile oynadığı diğer roller de var: meselâ, toprak ağalığı. Diğerleriyle
olan münasebetlerinde de başarılı oldu. Ve bütün bu rollerini hiç aksamaksızın,
bir tek falso yapmadan başarı ile yürüttü. Evet, 13
Temmuz katliâmını da unutmuş değiliz. Fakat ben kendilerini hiç bir
zaman gençlik evliyası St. Aloysius olarak göreceğimi aklımdan dahi
geçirmemiş- tim.
Başvekil Ma^nillan, 13 Temmuz, 1962 de
kabinesinin üçte birine yol verişti. "Katliâm’’a kurban gidenler arasında
Başvekilin eski arkadaşları da bulunuyordu. Macmil- lan'ın, partisine yeni bir
^ruh aşılmak, yeni bir görünüm geti^ek için bu yola saptı^ğın ihsas etmesi üzerine
en iyi nükteyi, bugünkü İngiliz politikacılarından Jeremy Thorpe (Liberal
partisi başkanı) söyledi:
"Hemcinslerine
böylesine sevgi ve sadakatle bağlı bir diğerini daha bulabilmek
imkansız. Kendi postunu kurtarmak için arkadaşlarını idam sehpasına sürüklemekten
çekinmeyen insan.''
Liberal
Thorpe'nin en fazla beğendiği bir diğer nükte de, Harold Wilson'un
"Blue Streak" füzesi hakkında söyledikleri. Bu füzenin imali,
İngiltere'ye yüz milyonlara mal olmasına rağmen, fiyasko ile neticelenmişti.
Füze hakkında konuşan Wilson, gözlerini, çağın Milli Savunma Vekili Duncan
Sandy'nin gözlerinden ayırmamıştı:
Blue Streak füzesi
imalinin, aşikâr bir hatâ olmasına rağmen, durdurulmadığını biliyoruz. Sebebi,
Milli Savunma Vekiline bu işten yüzünün akı ile çıkabilmesine imkân
hazırlamak. Gerçekte şu anda hepimiz tarihin en pahalı suratına bakıyoruz.
Doğru, bir Truvalı Helen'in yüzü de bin geminin kızağa konmasına sebep
olmuştu. Ama hiç olmazsa o gemiler yüzüyordu.
Jeremy
Thorpe'nin hoşuna giden iki nükte daha var. Biri, Lady Violet Bonham Carter
adlı milletvekilinin Sir Staf- ford Cripps h^aknda söylediği: "Sir
Stafford'un şahaser bir kafası var—ne diyeceğine karar verene kadar."
Diğeri ise
İşçi millet vekili Leslie Lever'in şu sözleri:
"Hükümeti karşı tenkitlerimde hakseverlik sınırını aştığım iddia
edildi, haksızlık ettiğim ileri sürüldü. Halbuki hakseverlik karakterimin bir
parçasıdır. Bundan böyle, Hükümeti temin etmek isterim ki, artık kendilerini
basit bir aptallıkla itham etmek yetecekse, onları hiç bir zaman sahtekarlıkla
suçland^mayacağim."
İngiltere
Parlamentosunun ikinci kısmını teşkil eden Lordlar Kamarasında, Avam
Kamarasındakiler kadar nükte ve hiciv işitilmez. Son yıllara kadar Lordlar
Kamarasının üyelerinden Atlee burasını şöyle tarif etmişti: "Beş gün
açıkta bekletilen ekşimiş şampanya gibi." Hemen hemen her milletin nükleer
silahlanmaya ayak uyd^urma- sını, nükleer kulübe üye olmak istemesini ise şöyle
tenkit etmişti: "Her milletin atom bombasına sahip olmak istemesi, modayı
takip eden her kadının vizon kürk giymesi kadar üzücü ve ıstırap verici."
İngiltere politikasındaki nükte
ananesi, İngiliz Milletleri Camiasının
diğer parlamentolarına da sıçradı. Avust- tralya'daki seçim mücadeleleri zaman
zaman çok şiddetli geçer, belden aşağı yumruklar dahi indirilir. Başvekil
Churchill, Avustralya seçimlerini zevkle takip ettiğini ve "ateşli ve
şevkli" Avustralya politika mücadelelerine hayranlık duyduğunu Avustralya
Başvekili Sir Robert Menzi- es'e söylemişti.
Lord (Başvekil) Atlee, önceki
Avustralya başvekillerinden Billy Hughes'in "oldukça egzantrik ve son
derece sağır bir insan" olduğunu söylerdi. Bir gün Başvekilin partisinin
saflarından ayrılan bir mebus, karşı partinin bir üyesi olarak, Başvekile
şiddetle hücum etti. Bu ısırıcı nutuk bittiği zaman, Başvekil Hughes ayağa
kalktı ve elleriyle kulaklarını kepçeledi. Başvekilin bu şekilde hareketsiz
durduğunu gören bir üye nihayet sordu: “Billy, ne yapıyorsun?" Başvekil
cevap verdi: "Horozun ötmesini bekliyorum."
Lord Atlee,
nüktenin politikadaki tesir ve rolü hakkında şunları söyledi:
Nükteli ve
hicivli sözler parlamentodaki tasarıların kanunlaşıp kanunlaşmıyacağına pek
tesir etmezse de, vekillerin tutumlarını etkilediği aşikar. Şaheser bir nükte
ile nutku kesilen mağrur bir vekil sözünü kesene gerektiği şekilde cevap veremezse
sandalyesini kaybedebilir. Nükte ve hiciv tartışmalara canlılık ve parlaklık
getirdiği gibi, tartışmalarla ilgili önemli bir nokta, bir nükte ile
anlatıldığı vakit, çok daha iyi anlaşılır... bizim parl^entomuzda sizin [Amerikan]
Kongrenizden çok daha fazla nükte yapılır. Çünkü siz, Kongre zabıtlarına geçmesi
için hitabe irad ediyorsunuz; ve sizin nutuklarınız çok defa önceden
yazılmıştır. Bu nutuklar Kongrede sayfa sayfa okunur. [İngiltere
Parlamentosunda yazılı kâğıttan okumak “yasaki’tır. Millet vekili irticalen
konuşmak zorundadır; ancak ellerinde küçük notlar bulundurmalarına müsaade
edilir.] Biz Parlamentoda tartışırken yüzlerimiz birbirimize dönüktür,
parlamento başkanına değil. Ve nutuklarımız her an kesilebilir. Bunun içindir
ki, bizim politikacılarımız ânında nutukları ve nükteleri sizinkilerden çok
daha iyi beceriyorlar. Biz Avam Kamarasında uzun nutukları sevmeyiz.
Atlee, Yugoslavya'yı ziyaret ettiği zaman, Tito ona ülkesinin
en iyi taraflarını gösterdi, bir ziyafetten diğerine, bir eğlenceden ötekine
götürdü. Bu sırada da, Ingiliz Muhalefet Liderine Yugoslavya ve ülkede
yapılmakta olan işler hakkında izlenimlerini soruyordu.
Atlee nihayet dayanamıyarak cevap verdi: "Yapmakta
olduğunuz işler üzerimde çok derin bir intiba bıraktı, fakat bir taraftan da
aynı derecede huzursuzluk duyuyorum, çünkü Yugoslavya'da adaşımla
tanıştırılmadım—Yugoslav muhalefet lideriyle."
Ingiltere Parlamentosunda edep dışı nükte hemen hemen hiç
işitilmez. Biribirlerine "muhterem centilmen" diye hitap eden
Parlamento üyeleri siyasi oyunu, oyunun kaidelerine göre yürütmeyi
centilmenliğin icabı sayarlar. Maa- mafih, pek "nezih" sayılamayacak
bir "nükte"yi Jack Jo- nes adlı Sosyalist bir üye Nancy Astor'dan
^bahsederken söyledi. (Amerika doğumlu) Lady Astor ateşli bir içki düşmanı idi.
Bir gün kürsüde
içki içenlere veryansın eden bir nutuk çekerken, sık sık Jack Jones'in yüzüne
bakıyor ve "bira karınlı" insanlardan söz ediyordu. Lady Astor'dan
sonra söz istiyen Jack Jones şunları söyledi:
"Asil
ve muhterem hanımefendiye şunu söylemek isterim: ben, kendi karnımı onunkiyle
yan yana yatı^aya her zaman hazırım.''
Birleşik Amerika Kongresi, Ingiltere Parlamentosundan pek çok
hususlarda farklıdır. Daha önce de belirttiğimiz gibi, hükümetin icral kolu,
Ingiltere'de olduğu gibi, kanun yapıcıları, y^û mebuslar arasında oturmaz.
Bundan böyle (bazı istisnai hallerde teşkil olunan soruşturma komisyonları
dışında) , Kongre üyeleri tarafından suale çekilmezler. Kongrenin içtima
salonları (Senato ve Temsilciler Meclisi) yarım daire şeklindedir. Bir kongre
üyesi, konuşurken kendi meslekdaşlarından ziyade, başkana hitap eder. Kongredeki
nutuklar, Lord Atlee'nin dediği gibi, zaman uzaman çok uzundur, ve
y^lı kağıttan okunur. (Daha önceleri söylediğimiz gibi, Amerikan
Senatosunda "filibuster” denen bir usul vardır. Senatörler, isterlerse
saatlerce ve saatlerce konuşabilirler. Bu nutuklar, ne kadar uzun olurlarsa
olsunlar, Congressional Record'a yani Kongre
zabıtlarına geçer; ve Kongre üyeleri de, nutuklarının yayınlandığı
zabıtları—haklarında iyi niyetlerin beslenmesini temin maksadıyle—seçmenlerine
gönderirler. B^azan Kongrede okunmayan nutuklar bile zabıtlara geçirilir ve
yine—sanki Kongrede okunmuş veya söylenmiş gibi—seçmenlere postalanır! l
Kongre üyelerinden ziyade,
seçmenlere hitap eden bu nutuklar İngiliz diline kelime dahi kazandırdı:
"buncom- be" veya kısaca "bunk." Felix Walker adlı bir
millet vekili 1820 de güneydeki North Carolina eyaletinin Buncom- be bölgesini
temsil ediyordu. Bir ^gün uzun bir nutuk
çekmek üzere söz alıp kürsüye çıktığı vakit, Meclisteki diğer üyelere şunları
söyledi: "Şimdi söyleyeceklerim Buncombe içindir." O zamandan beri
"buncombe" veya "bunk," "zamansız, saçma sapan
konuşmak" anlamında İngilizceye girmiştir.
Amerikan Kongresinde verilen
nutuklar çok defa diğerleri tarafından yazılır. Amerikan Kongresi Kütüphanesinde
Teşrii Referans Servisi denen bir kısımda çalışan iki yüz memurun vazifesi,
Kongre üyeleri için araştırma yapmak ise de, onlar, vakitlerinin büyük bir
kısmını, üyeler için nutuk yazmakla geçirir. (İngiltere
Parlamentosunda böyle bir servis yoktur.) Bundan başka, memleket çapında
tanınmış politikacıların, cumhurbaşkanlığında gozu olan politikacıların; hususi
hayattan (basından, üniversitelerden) "kiraladıkları" müşavirleri,
"hayali yazarlar"ı (bunların yazdıkları nutukları politikacılar
söyler) bulunur. Bu neviden yazarlar arasında nüktedanlar tercih edilir.
Amerikan
Kongresinin, geçen asra kadar, Avam Kamarasını andırır hareretli ve hakaretli
söz düellolarına sahne olduğunu söylemiştik. Kongre salonlarında birbirlerine
bastonlarıyle hücum edenler, ve hatta tabanca çekenler de vardı. Fakat
günümüzde, fevkalâde haller dışında, Amerikan Kongresine konformite hakim. Bunda
belki de İngiliz ve Amerikan parlamenterlerinin yetişme tarzları da rol
oynuyor. İngiltere Parlamentosunda hemen hemen her meslekten temsilciler yer
alırken, Amerikan Kongresi üyelerinin büyük bir kısmı avukattır.
Amerikan Kongresi üyelerinin
sevdikleri fıkraları ve nüktelerine geçmeden önce, politikacının zaman zaman sadece
kendi muarızlarıyle değil, seçmenlerle de "alay" ettiğini gözden
uzak tutmamak gerek. Önceleri sadece politikacıyı yakından tanıyanların
bildikleri bu gerçekler ancak seneler geçtikten sonra daha açık olarak anlaşılır.
Böyle bir "alay"ın iyi bir örneğini katledildiği yıla ( 1953) kadar Amerikan politikasında şöhret
yapmış Huey Long verdi. Louisiana eyaletinde (1893) doğan Long, kendi kendini
yetiştirmiş, baro imtihanını ve^iş, genç yaşında eyaletin valisi ve daha sonra
da senatör seçilmişti.
"Diktatör" ruhlu Long,
kendisine ‘Faşist" diyenlerin de bulunmasına rağmen, zenci haklarının
henüz layıkıyle yerleşmediği yıllarda zencilerin bir dostu olduğunu gösterdi.
Long, siyahi haklarının müdafaasını yaparken, tabiatıyle kendi siyasi
istikbalini de düşünüyordu.
Valiliği sırasında bir gün New
Orleans şehrinin siyahi liderleri kendisini ziyaret ederek, şehirdeki Charity hasta- hanesindeki hastaların
çoğunluğunu siyahilerin teşkil etmesine rağmen, bir tek zenci hastabakıcısının
dahi bulunmadığını söyledi w bu durumun
düzeltilmesini istediler. Vali Long, çaresine bakacağına söz vermekle beraber,
kullanacağı metodu sevmiyeceklerini zenci liderlerine ikaz etti. Bir kaç gün
sonra, Long, hastahaneyi teftiş edeceğini söyledi. Valinin arabası etrafındaki
motorsikletli polisler şehrin sokaklarında sirenlerim öttürüyor, kalabalık bir
gazeteci grubu da kendisini takip ediyordu. Hastahaneyi teftişten sonra
gazeteciler ne düşündüğünü sordukları vakit, Vali Long köpürdü: "It’s a God-damn disgrace! That hospital’s full
of niggers being tended by nice white girls! lt's a God-damn disgrace, and. 1 won't
stand for it!" (Allahın kahretmesi gereken bir utanmazlık!
Hastahaneyi dolduran pis zenci hastalara beyaz aile kızları bakıyor. Bu,
Allahın kahretmesi gereken bir utanmazlık, ve ben buna tahammül edemem.)
Söylemeğe dahi lüzum yoktur ki, hastahane hemen zenci hastabakıcıları istihdam
etmeğe başladı. Böylelikle, siyahi haklarının dillerden düşmediği yıllardan
otuz beş sene önce, Vali Long, o yıllarda Louisi- ana'da mümkün olabilecek
yegane yolla zenci hakları için çalışıyordu. Tabii merak etmemek elde değil:
Vali Long, acaba kendi özel çevresinde oyuna getirerek alt ettiği ırkçılara
mı, yoksa kendisine "faşist" diyen liberallere mi daha fazla
gülüyordu. Şurası muhakkak ki, siyahi Amerikan vatandaşları onunla birlikte
^^üyorlardı.
Long, Louisiana eyaletinde kendi
zamanında uygulanmağa başlanan yaşlılara yardım, mektep çocuklarına sıcak
yemek progr^nlırıyle ve yine kendi valiliği zamanında yapılan yollarla iftihar
ediyordu. "Zenginliği paylaşmak" ve "Herkesi bir kral
yapmak" sloganları ile eyalette yıllar süren bir "diktatorya"
kurdu. Vergilerde indirimle ilgili bir teklifi üzerine, zengin Amerikalılara şöyle
hücum ediyordu:
"Bazı gafiller vergilerde
indirimden bahsediyor. Masrafları nerede kısmak gerekmiş, biliyor musunuz?
Sevimli ve güzel çocuklarımıza verdiğimiz sıcak öğle yemeklerinde. Veya o muhterem yaşlı insanlarda, hayatlarının
gurubunu yaşıyan bu beyaz saçlı muhterem insanlarda.... Bu ülkenin en iyi
yolları, mektepleri, hastahaneleri burada, bizim eyaletimizde, ama hala
şikayet eden zenginler var. Onlar öylesine sımsıkı (cimri) insanlar ki,
yürürken vücutlarından sesler çıkıyor. Bir depremi gö^ek için dahi beş kuruş
vermeyen bu insanlar köşklerinde,
eğlencelerinde, küçük kurbağaları yutan büyük kurbağalar gibi yüz dolarlık banka- notları yutmakla meşguller, ve
onların istedikleri kadar yutmalarına da müsaade ederseniz, oburluklarından patlayacaklar.
Tabii, ben bir çok iyi zengin de tanıyorum. Fakat çoğu, bir zamanlar tanıdığım
yaşlı zenginden zerrece farksız. Şeytan onun canını almağa geldiği vakit, bizim
ihtiyar zengin Aziz Pedro'ya bir dilekçe ile başvurdu. 'Dünyada iken bazı iyi
şeyler yaptım,' dedi. 'Bir defasında, 1913 ün soğuk bir kış gününde bir fakire
beş kuruş verdim.' Aziz Pedro kayıtlara baktı, ve nihayet, dört yüz yetmiş
birinci sayfada, bu beş kuruşun kaydedildiğini gördü. 'Kötü kullanılmış bir
hayat için bu kafi değil,' dedi.
"Zengin ihtiyar itiraz
etti: 'Ama bir dakika. Bir defasında da 1922 de yanında otobüs parası
bulunmayan yaşlı bir zavallı kadına da beş kuruş verdiğimi hatırlıyorum.' Aziz
Pedro'nun katibi yeniden deftere baktı, ve bu habisin fakirleri nasıl
soyduğunu gösteren ardı ardına sayfalardan sonra, sayfa bin üç yüz yetmiş
sekizde bunun da kaydedildiğini gördü. Aziz Pedro, 'Bu da kafi değil,' dedi.
Fakat ihtiyar zengin haykırdı: 'Beni cezalandırmayın!
Yine 1931 de Kızıl Haç'a da beş kuruş verdim.' Katip bunun da kaydedildiğini
görünce, Aziz Pedro'ya 'Muhterem Efendim, bu adamla ne yapacağız?' diye sordu.
Aziz Pedro'nun ona ne söylediğini biliyor musunuz? Dedi ki: 'Onbeş kuruşunu
geri ver ve Cehenneme kadar yolu olduğunu söyle.' "
Long, Time ve Life
mecmualan aleyhine, kendisine hakaret edildiği iddiasıyle, dava açtığı vakit
şunları söyledi: "Bu dava sona erdiği vakit, Luce'in [mecmuaların sahibiJ
adamları kendilerini hem daha hafif hem de daha akıllı bulacaklar. Onlar
yıllardır, kendilerini dava edemeyecek kadar fakir insanlara hakaret edip duruyor.
Ama şimdi ben onları enselerinden yakaladım. B. Luce, kendi ayağına uyan bütün
ayakkabıları satın alarak dükkanına koyan kunduracıya benziyor. Ve ondan sonra,
diğerlerinin de bu ayakkabıları satın almalarını istiyor.''
Bu kitapta bahsedegeldiğimiz şahıslar,
gördüğümüz gibi. büyük hatiplerdir de. Hangi ülkede yaşarlarsa yaşasınlar.
hatiplerden beklenen ilk şey, söyledikleri anlaşılmalı, ileri sürdüğü fikirler
kabul edilmese dahi zevkle dinlenmelidir. Bu da, her şeyden önce, hitabet
sanatının kaidelerine riayet etmekle olur. Günümüzde hitabet, bilhassa
Ingiltere ve Amerika'da bir "sanat,” bir "ilim" haline geldi.
Amerika'da üniversite ve kolejlerdeki hitabet kürsülerinden başka ülkenin her
tarafında, başta Dale Carnegie mektepleri olmak üzere, hitabet mektepleri
vardır. Tanınmış iş adamlarından ev kadınlarına kada.r yüz binlerce insan bu
mekteplere devam eder, amme konuşmasının esasını öğrenirler. Bu memlekette
ise—bildiğim kadarıyle—bir tek üniversitede, bir tek mektepte hitabet dersi
verilmez. Hatta ve hatta, bu satırların yazarının senelerce önce yayınladığı
ve bugün mevcudu kalmayan hitabet kitabı dışında, bir hitabet kitabı da
yoktur. Böyle olduğu için de, Türkiye'de topluluk önünde nasıl konuşulacağını
bilenler gerçekten parmakla sayılacak kadar az. Türk "hatipler"i arasında
göze çarpan başlıca aksaklık ve kusurlar şunlar:
1.
Hümor, bizim konuşmacıların
bilmedikleri bir şey. Dinlediklerim arasında (daha doğrusu, dinlemek zorunda
kaldıklarım arasında) Batılı manada nüktedan bir tek, ama bir tek hatibe henüz
rastlamadım. Bu kitap, kendilerini "hatip" sananlara, her fırsatta
kürsüye çıkmak için can atanlara "hümor" denilen şeyin ne olduğunu
öğrete- bilirse, vazifesini yapmış insanların hazzını duyacağım.
2.
Hitabet hiç bir zaman
yazılı kağıttan okumak demek değildir. Dikkat ediyorum: Türkiye'de devlet
adamlarından mahalli parti başkanlarına, "büyük" gazetecilerden
yıllarca talebe önünde konuştukları için tecrübeli olmaları gereken eğitim
üyelerine kadar, pek çokları her hangi bir töreni açarken veya birine "hoş
geldiniz" derken dahi kağıda bakmadan konuşmasını beceremiyor.
"Müsabakaları açıyorum, hayırlı olsun,” diyebilmek için dahi yazılı kağıttan
medet ummak ayıptır, dinleyenlerle alay etmektir.
Bundan da kötüsü, eline
tutuşturulan kağıttan okumasını beceremiyenler arasında vekiller dahi var.
Başka ülkelerde bu gibi insanlara ambar katipliği dahi yaptınnazlar- ken, biz
onları vekillik koltuğuna oturtuyoruz. İşte, onlarla bizim arasındaki başlıca
farklardan biri daha.
3.
İyi bir aktör, iyi bir futbolcu,
iyi bir piyanist mesleğinin zirvesine eriştikten sonra dahi devamlıca pratik
yapmak zorunda. İskoçyalı bir sahne artisti, Sir Harry Lauder, şahane şarkısı
"Roamin'in the Gloamin' "i sahnede kendisini tatmin edecek bir
şekilde söyliyebilmek için on bin Cl0,000) defa tekrarladı. Polonyalı meşhur kompozitör ve piyanist
Paderewski hayatı boyunca her gün sekiz saat piyanoda pratik yaptı.
Aynı şeyleri dünyaca tanınmış
hatipler için de söyliyebi- liriz. Belki Türkiye hariç, dünyanın hiç bir
yerinde, hiç bir hatip hiç bir hazırlık yapmadan, nutkunu defalarca kendi
kendine tekrarlamadan paldır küldür kürsüye çıkarak konuşmaz, konuşmak
cesaretini—daha doğrusu, küstahlığını—kendinde bulamaz. Hazırlıklı olmadığı
halde konuşmakta ısrar etmek, dinleyicilere saygısızlık ve hatta hakaret
etmektir.
4.
Bir "konuşma
plârn" hazırlamadıkları, bu plan ve nutukla üzerinde uzun uzadıya eksersiz
yapmadıkla için, Türkiye’de, mumla arasanız dahi, hitabet tekniğinin ne
olduğunu bilene rasthyamazsınız. Hitabet tekniğinden habersiz oldukları için de
bu topraklarda hatip geçinenlerin sözleri, çok defa "hitabe”den ziyade
bir "laf çorba- sı"dır. Ne var ki, bu insanlar kendilerine zevk
veren bu "çorba"yı, dinleyicilerinde—tiksinti ve öğürtü dahi getirse—kepçe
kepçe sunmaktan çekinmezler.
Mesela, başarısını "söz
söyleme kâbiliyeti’’ne borçlu, mahalle kongrelerinden parlamentoya kadar
yüzlerce ve yüzlerce nutuk çekmiş "ünlü" parlamenterler de dahil,
Türkiye'de, bir nutka nasıl başlanılacağını, nasıl bitirileceğini bilen pek
bulunmadığından, hemen hemen bütün nut^kia- ra
"önce hepinizi hürmetle selâmlarım," cümlesiyle ^başlanır,
"hepinizi hü^etle selamlanm’la bitirilir. Bu, hitabet değildir. Bunu
yapanlar hitabet sanatının "h"sini dahi bilmiyen insanlar.
Konuşmanın
mevzuu, dinleyicilerin sosyal ve kültürel seviyeleri, nutkun verildiği yer ve
zaman ve diğer şartlar göz önüne alınarak, ^başitli başlama ve bitirme
usullerinden birini kullanmak gerekir.
Bu cümleden olarak, fıkra
anlatmanın dahi bir tekniği vardır. Sözgelişi, "geçenlerde işittiğim güzel
bir fıkrayı anlatayım," diyen bir talebeye, Amerikalı bir hitabet hocası
"sıfır’ı basar. Bir defa, anekdotun "güzel" olduğuna onu
söyliyen kimse nasıl karar verebilir? Fıkranın "güzel" mi,
"çirkin" mi olduğunu dinleyici kararlaştıracak. Sonra, iyi bir hatip
fıkral^nı, "şimdi size şu fıkrayı anlatayım," demeden konuşması
arasına sokmasını bilmelidir. Öyle ki, dinleyiciler, hatibin fıkra anlattığının
hemen farkına varmasınlar.
5.
Konuşmak üzere kürsüye
çıkan bir kimse mevzu üzerinde bir
şeyler biliyor demektir. Bundan böyle, bir hatip, konuştuğundan ötürü katiyyen
özür dilemez. Halbuki, ben —ister inanın, ister inanmayın—mevzuu iyi
bilmediğini itiraf etmesine rağmen, yine konuşmakta ısrar eden (hem de bir
saate yakın), ne dediği anlaşılmıyan, bir defa söylediğini on defa
tekrarlamaktan çekinmiyen isim yapmış insanlar gördüm ve—maalesef—dinlemek
zonnda da kaldım.
6.
Türk “hatip”leri zaman
zaman en basit nezaket kaidelerine dahi riayet etmiyorlar. Mesela, hastalık
veya fiziki bir anza dışında, güneş gözlüğü ile bir topluluk önünde konuşmak
ayıptır, nezaketsizliktir. Hatibin, dinleyicileri ile göz temasını muhafaza
etmesi gerekir. Güneş gözlüklü bir hatibin gözlerinin kapalı olup olmadığı dahi
bilinmez. Hem gözlerini halktan saklamak hem de konuşmak istemek, tekrar
ediyoruz, ayıptır, saygısızlıktır.
7.
Batılı manada hatiplerimiz
pek bulunmadığı için, biz hala bağırmayı "hitabet”le kanştınyoruz. Heyecan
uyandırmak için konuşan bir hatip dahi bağırmadan konuşmasını bilecek, zaman
zaman ses tonunu değiştirecek, mimiklerle, jestlerle kelimelerini takviye
etmesini bilecektir. Bir kişi ile konuşmakla bin kişiye hitap etmek arasında
bir fark olmamak gerekir. Hatip karşısındakilerle muhavere eder gibi konuşacak,
onlarla göz temasını muhafaza edecektir.
Bağırarak konuşmayı marifet
bilen Türk “hatip”leri karşısında işitilemiyen, monoton, renksiz ses ve
kelimelerle konuşan hatipler de var ki, işte bu insanlar—itiraf ede- yim—beni
uyutuyor.
8.
Nereden başladı, kim
çıkardı bilemiyeceğim, fakat topluluk önündeki konuşmalarını bir sandalyeye
oturarak yapanlar da var. Gerçi milletler arası toplantılarda oturur halde de
konuşulur, fakat bu bizim konumuz dışında. Hatip, muhakkak ayakta
konuşacaktır. Amerika Cumhurbaşkanı Roosevelt, kötürüm olmasına rağmen, seçim
nutuklarında iki koltuk değneğine dayanarak ayakta konuşmakta ısrar ederdi.
Diğer
taraftan, oturduğu yerden konuşan bir hatibin dinleyicilerle göz teması
kurmasına imkan yoktur. Yüzünü göremediği insanlarla nasıl göz teması
kurabilir? Nitekim, böyle bir toplantıda arka sıralardaki sandalyelerden birinde
oturduğumdan, hatibin yüzünü göremiyordum. Monoton bir sesle de konuşuyordu.
Beni görmek için ayağa kalkmak zahmetine katlanmıyan bu hatibe ben de uyuyarak
cevap verdim.
9.
Tabii, Türk
hatiplerinden—daha doğrusu, kendilerini "hatip" zannedenlerin—büyük
bir kısmının başlıca vasfı- nın"uyutturucu" olmalarının bir büyük
sebebi, saatler ve saatlerce konuşmakta direnmeleri. Mesela, beni uyutturan
monoton sesli hatip (ki bir zamanlar vekillik dahi yapmıştı) iki saate yakın
konuştu. Onu, yine her biri bir o kadar konuşan üç kişi takip edecekti. Bu
insanları dinlemek için nelere katlanıldığını görebiliyor musunuz?
Sonra, bir
de bu insanların hepsinin aynı paralelde konuştuklarını düşünün. Yani, çok
defa birinin söylediğini diğerleri tekrarlıyordu. Türkiye’de tertiplenen
"açık oturumlarda, maalesef, zıd kutupları temsil edenlere yer verilmediğinden
birini dinlemekle on tanesini dinlemek arasında pek fark olmuyor.
Ben, her
hangi bir toplantıya bel9kanlık etsem, hatiplere Mark Twain’in şu hikayesini
anlatırdım:
İnanışının
propagandasını yapan bir misyoner, bu ünlü yazar ve hiciv üstadını öylesine
şevklendirir ki, Mark Twain şunları söyler: " Hatip, konuşmasının onuncu
dakikasında beni kendisine öyle bağladı ki, beraberimdeki parayı son
meteliğine kadar ona vermeyi düşündüm." Fakat hatip konuşmakta devam
edince, Mark Twain'in düşüncesi değişir: "Aradan bir on dakika daha
geçtikten sonra yanımdaki bütün 'gümüş’ parayı ona vermeğe karar verdim."
Hatip
sözlerine hala son vermediğinden, Mark Twain, bir on dakika sonra misyonere
"hiç bir şey vermemeğe" karar verir. Fakat konuşmasına yine
bilemediğinden ve bir on dakika daha sürdüğünden, dinleyenlerin, ıçme para
koydukları sepet Mark Twain'in önüne geldiği vakit, yazar, bu adamı
"dinlemekten son derece yorulduğu" için, "dinleme hakkı"
olarak sepetten iki dolar alır ve cebine indirir.
Dünyanın her tarafında, bilhassa
Anglo-Amerikan ülkelerinde açık oturumlar, tartışmalar tertiplenir. Fakat bunların
hlç birinde, bizde olduğu gibi, hatiplere
ilanihaye konuşma hakkı tanınmaz. Biz çok defa "açık oturum’'un manasını
dahi bilmiyoruz. Hemen hemen aynı fikirlerin müdafaasını yapan dört kişiyi bir
masa etrafına toplayarak onları konuşturmak hiç bir zaman "açık oturum”
değildir. Açık oturumlan tertipliyenlerin ilk vazifesi, birbirlerine zıd
fikirleri savunanlan bir araya geti^ek olmalı.
Bundan sonra yapılacak en önemli şey,
hatiplerin konuşmalarını belirli bir müddet içinde bitirmelerini sağlamak.
Mesela, dört kişinin katıldığı bir açık oturum düşünelim. Her hatip önce, 15 dakika konuşur, arkadan her biri 5 dakika ve son olarak 2 dakikalık konuşmalarla sözlerini bi-
ti^eleri gerekir. Medeni ülkelerde açık oturumlar beyle yapılır. Böylece,
dinleyicilerin de sualler sorabilmelerine imkan hazırlanmış olur. Tabiatiyle,
bu sualleri cevaplandıran hatiplerin, yeniden nutuk çekmelerine meydan vermemek
için, kendilerine tevcih edilen sualleri, mesela, iki dakikada
cevaplandı^aları. istenir.
Zaman zaman işitiyoruz: Teknik
dışında, Batıdan alacağımız hiç bir şey yoktur. Maalesef, teknik dışında da,
Batıdan almak zorunda kaldığımız pek çok şey var, ve konuşma Adabı da, tartışma tekniği de bunlar arasında. İlim,
teknik, edebiyat, sanat, spor, ilh. sahaları dışında hitabet alanında da dünyaca
meşhur Türkler yetiştirmek zorundayız. Amma ve lakin onların teknik ve
prensiplerini benimsemeden—iki kere iki dört—bu işde de yaya kalmağa mahkumuz.
Sonra, burada tertiplenen açık
oturumlarda başkanlar nedense hlç rol oynamıyor.
Halbuki Batıda toplantı baş- kanlarının fonksiyonlan büyük ve tesirlidir.
Haddizatında, iyi bir başkandan istenen ilk şey iyi bir hatip olmasıdır. Ben
ise, konuşmaktan üşenen toplantı başkanları gördüm. Meşhur Ingiliz iktisatçısı
Harold Laski ile tanıkmış Amerikan iktisatçısı Dr. Alfred Haake, 1948 de tertiplenen bir tartışmada karşı
karşıya geldiler. Tartışmayı Northwesteru Üniversitesi Rektörü Dr. Franklin
Snyder idare etmişti. Başkan, t^^şmacıları şu nükteli sözlerle takdim etti:
Bugün burada, İngilizce konuşan milletler ailesinin iki temsilcisinin,
hepimizi bilhassa şu sıralarda fazlasiyle ilgilendiren bir konuyu münakaşa
etmeleri için toplandık. Birazdan izah ve tefsir edilecek iki felsefe
hakkındaki düşünlerimiz ne olursa olsun, şu noktada hepimizin hemfikir olduğuna
eminim: bu neviden toplantılar tertipleyerek günün önemli meselelerini münakaşa
ve tartışmak iyidir. Bundan böyle, bizlere bu fırsatı verdikleri için Chicago
İdareciler Klübüne müteşekkiriz.
Serbest toplantı ve münakaşa, İngiliz ve Amerikan cemiyetlerinde çok
önemli bir yer işgal eder. Bizler bu mazhariyetimizi engelliyecek sansür veya
polis gibi her hangi bir engelin önümüze çıkmasını katiyen istemeyiz. Bu
imtiyaz ve mazhariyetten lâyıkıyle istifade etmek ve onları en iyi bir şekilde
kullanmak için de bu gibi toplantıların lüzumlu olduğunu ilâve etmeliyim.
Bu maça iştirak edecek iki müsabık ringin tecrübeli ve pişmiş
muharipleridirler. Onlara ağır sıkletin altın eldiven boksörleri demek daha
yerinde olur.
Bu köşede Amerikan temsilcisi, diğerinde de ^İngiliz temsilcisi.
Dr. Alfred Haake’nin hayatı, çalışma hırsı ve azmiyle, bu dünyada
kendini tatmin etmek istiyen tipik bir Amerikalının hayatı. Winconsin
üniversitesine devam ederken dışarıda çalışmak suretiyle tahsilini ikmal etti.
Kendileri bana kamyon şoförlüğü, bakkal çıraklığı, bulaşıkçılık ve
gazete satıcılığı, serbest ticaret yaptıklarını söylediler. Park Ridge şehrinin
belediye başkanlığına da seçildiğinden biraz politikacı da olmalı. General
Motor şirketiyle olan yakın ilgi ve bağlarını hepimiz biliyoruz. [Dünyanın bu
en büyük otomobil şirketinin malî müşaviriydi.] Muhataplarını dinletmek ve
onları düşünmeğe sevketmek hususundaki derin kabiliyetlerini de bütün memleket
biliyor.
Prof. Harold Laski, bildiğiniz gibi, Britanya Krallığının bir
vatandaşı. Kendileri bugünkü İngiliz hükümetinin [İşçi] en hararetli
savunuculardan biri.
Oxford üniversitesinin New Colleğe’inden mezun oldu. Mo- den Tarih
Fakültesini birincilikle bitiren Prof. Laski, daha mezun olmadan, muazzam bir
entellektüel kudrete sahipti. Kısa bir zaman zarfında fasih ve ikna edici yazı
ve nutuklarıyle ülkesinin, ve bütün dünya ile birlikte Amerikan düşüncesine de
tesir etti.
Prof. Laski'nin müteaddid Amerikan üniversiteleriyle teması oldu. O
da insanlan düşünmeğe sevkeder, ve akademik çevrelerde kendisini dinliyenler
ona, ya "A" [çok iyi] veya “F”
[kötü, “F” alan bir talebe sınıf geçemez] verirler, fakat hiç kimse “C” [orta,
vasat] vermez.
Orta Amerika’daki bir üniversitede, bir taraftan
derslere devam ederken diğer taraftan çalışmak zorunda kalan bir kimsenin
Sosyalizm lehinde fikirler yürütmesi beklenebilir. Yine, aynı düşüncelerle,
muhafazakar Oxford üniversitesinden mezun olan birinin de Kapitalizm ve serbest
teşebbüs temsilcisi olarak konuşacağını ümit edebiliriz. Fakat, efendiler,
müsabıklar yer değiştirdiler ve şimdi, bildiğiniz gibi, Dr. Haake serbest teşebbüsü,
Prof. Laski de Sosyalizmi müdafaa edecek.
Bana verilen maç kaidesi gayet basit. Gerçekte bunu
müsabıklar da biliyor. İlkin Dr. Haake konuşacak, arkadan Prof. Laski. Ondan
sonra, birbirlerinin iddia ettikleri ve söyledikleri hakkında basit ve
anlaşılır bir İngilizce ile konuşmak üzere, kendilerine kısa birer müddet daha
verilecek.
Müsabıkları ringe çağırmadan önce bir defa daha tekrarlıyorum: Bu
müsabakada Marqius of Queensbury[*]
kaideleri en sert bir şekilde uygulanacak: belden aşağı katiyen vurulmayacak,
“tavşan yumruğu”[†] yasaktır; "ayrılın” dediğim zaman
ayrılacaksınız; gong maç bitti işaretini verdikten sonra dövüşmek yasaktır;
biriniz yere düştüğü vakit, diğeri, kendi köşesine çekilecek ve hakemin lO'a
kadar saymasını bekleyecektir. Haydi, şimdi el sıkışın ve hepimizin
sabırsızlıkla beklediği maçınıza başlayın. Muvaffakiyet en iyi dövüşenindir.
Türk
hitabetinin kurtuluş saati böylesine bir nutuk söylemesini becerebilecek
insanlanmız görüldüğü zaman çalacak. Türkiye'de henüz iyi hatipler
çıkam^nasının başlıca sebeplerinden biri de kültür hayatımızın acındırırcasına
kısır olması. Bu yüzden Türk politika hayatı İngiliz ve Amerikan siyasi
hayatlarına nisbetle son derece sönük ve tamamen renksiz.
Hitabetle
kültür seviyesi arasındaki ilişkiyi bir misalle anlatayım. Şu iki cümleden
hangisi daha tesirli: "Beceriksiz, iki işi aynı anda yapmasını
beceremiyen bir insan." Ve: "Hem jiklet
çiğnemesini hem de düz yolda yürümesini aynı anda beceremiyen bir insan.”
Elbette, ikinci değil mi? Birincisini herkes söyliyebilir, ikincisi ise, uzun
uzadıya düşünüldükten sonra söylenebilecek bir cümle. Bunu, önceki Amerika
Cumhurbaşkanı Lnyden Johnson, şimdiki Cumhurbaşkanı Gerald Ford hakkında
söylemişti. (İkincisi o zaman mebustu.)
Cumhurbaşkanı Franklin
Roosevelt (ki liberal idi) bir muhafazakarı şöyle tarif etti: "İki
mükemmel ayağa sahip olmasına rağmen, hiç bir zaman yürümesini öğrenemiyen
insan."
Tabii liberaller (veya
”refonnist”ler) için söylenmiş iyi sözler de var. Yakından biliyorum: Liberal
geçinen pek çok Amerikan politikacısı, sırf fakir halkın ve siyahilerin reylerini
toplamak için, kendilerini onların dostlarımmış gibi gösterir. Başta Teddy
Kennedy olmak üzere, Amerikan Kongresinin bütün liberalleri (yani bizdeki
söylenişi ile, ortanın solundakiler) kendi çocuklarını pahalı özel mekteplere
gönderirken, parasız devlet mekteplerine devam eden öğrenciler arasında
siyah-beyaz talebe nisbetini muayyen bir ölçüde tutmak için, beyaz
öğrencilerin 50-70 kilometre mesafelere taşınması için kanunlar çıkacakta zer
rece beis gö^ezler. Bu neviden "liberal"ler için kullanılan
tabirlerden biri, "limozin liberali"dir. [Yani özel şoförlerinin
kullandığı arabalarda gidip-gelen insanlar.) Maama- fih, bu sahte refo^cuları
en iyi bir şekilde, 1920'lerdeki New York Belediye Başkanı James Walker tarif
etmişti: "Bir liberal, şehrin lağım kanallarında altı camdan yapılmış
motörlü kayıkta gezen insandır."
Bir hatıramı nakledeyim. New York'ta
yedi sene yaşadığım bölgedeki Cumhuriyetçi politikacılardan biri Demokrat
Partiye geçti, ve yeni partisinin mebus namzedi olmak için ön seçimlere
katılacağını söyledi. Bölgeyi, Amerikan Kongresi Temsilciler Meclisinde bir
Demokrat temsil ediyordu. Şimdi ise, karşı partiden atlamış biri onun yerine
göz koymuştu. Bu, elbette hoşuna gitmedi. Bir gün, benim de dinlediğim bir
konuşmasında, eski Cumhuriyetçi yeni Demokrat muarızından şu kelimelerle
bahsetti:
"Senelerce
kasabanın 'madam'lığını zevkle ve şevkle yapan eski gü'nahkânn ıslah-ı nefs
etmesine diyeceğim yok: bilakis, geç de olsa, ışığı gördüğü için, kendisini
tebrik ederim. Ama yıllardır azimle yürüttüğü mesleğini terkeder terketmez,
ilk Pazar günü gittiği kilisede, ilahiler okuyan koroyu yönetmesine de tahammül
edemem.”
Eski
Cumhuriyetçi seçimi kaybetti.
Türk
politikacıları da hitabelerini bu neviden nükte ve fıkralarla süsleyip
dantellemeğe başladıkları gün, ben, demokrasimiz önündeki uzun ve meşakkatli
yolda bir kilometre taşının daha dikileceğine inanıyorum.
Aşağıda,
Amerikan Kongresi üyelerinden bazılarının gözde fıkralarından bir kısmını
göreceksiniz. Bu yazar, bu anekdotlardan ^bazılarını onların
ağzından—televizyonda, radyoda veya meydan nutuklarda—dinledi.
Mi^ouri eyaletinin önceki senatörlerinden James A Reed, Senatodaki çoğunluğun sırf çoğunluk olduğuna dayanarak
bir tasarıyı kanunlaştırmak istemeleri üzerine sözlerini şu cümlelerle
bitirdi:
Tarihin en büyük kötülükleri geme alınmamış ekseriyet nâmına işlendi.
İsa'yı çarmıha gerenler ekseriyetti, Hıristiyanları ateşte yakanlar
ekseriyetti, yeni bir dünya keşfettiği için Kris- tof Kolomb'u zindana atanlar
ekseriyetti, basın hürriyetini savunduğu için John Pym'ın kulaklarını kesenler
de ekseriyetti."
Senatör
Dirkson son yılların en iyi nüktedanlarından biriydi. Cumhuriyetçi Partinin
Senatodaki lideri olan Dirkson, 1960 yılında iki Demokrat Senatör, John F. Kennedy ve Lyndon Johnson, partilerinin
Cumhurbaşkanı ve Cumhurbaşkanı Muavini adayı seçildiği vakit, Dirkson Senatoda
şunları söyledi:
"Muhterem
arkadaşım ve ekseriyet partisi [Demokrat] Senato başkanı [Johnson! ve yine
Senatonun çalışma komisyonunda beraberce çalışmaktan zevk duyduğum Mas-
sachusetts’li muhterem arkadaşımın [Senatör Kennedy] bizi burada bırakıp
aramızdan ayrıldıkları takdirde, ben şahsen yalnızlık hissedeceğim. Benim
kendilerine karşı hü^etim öylesine yüksek ve deniz kadar derindir ki, araya on
altı blokun girmesini istemem. [Senato ile Cumhurbaşkanının ikametgahı Beyaz
Ev arasında 16 blokluk mesafe vardır. ]"
Dirkson, onların seçilmesini arzu etmediğini böylece ifade etti.
-Çoğunluk
partisi lideri Lyndon Johnson, bir kanun tasarısı ile ilgili bir takım
teklifler getiriş ve bu tekliflerini ve onlarla ilgili cetvelleri Kongre
Zabıtlarına geçilişti. Dirkson bu münasebetle dedi ki:
"Çoğunluk
partisi liderinin muhtelif vesilelerle yaptığı teklifler ve Zabıtlara geçirdiği
cetveller onun söylediği ve kullandığı şekillerde doğru olabilir. Buna rağmen
bu teklif ve cetveller bana yi^ni katlı bir binadan düşen adamı hatırlatıyor.
Adam altıncı kattan geçerken bir arkadaşı bağırıyordu: 'Mike, şimdilik iyi
görünüyorsun.' "
O zamanki
Texas Senatörü Lyndon Johnson da, Illinois Senatörü Everett Dirkson'un
"kelime cambazlığı"nı Amerika'nın ıssız bir belgesinde ilk mektep öğretmenliği
için müracaat eden bir gence benzetti. Mektebin yönetim kurulu başkanı sordu:
"Bizim bölge halkının coğrafya hakkında değişik fikirleri var. Sizin bu
hususta ne düşündüğünüzü öğrenmek istiyoruz. Dünya düz müdür, yuvarlak mı?”
Öğretmen
olmak istiyen genç, biraz düşündükten sonra cevap verdi: "Her ikisini de
öğretebilirim, efendim."
Yeni neslin
sola mı sağa mı gideceği^nin henüz bilinemi- yeceğini söyliyen Senatör Dirkson,
Cumhurbaşkanı Abra- h^u Lincoln'ün Illinois eyaleti temsilciler meclisinde üye
olduğu zamanlarda hâkimlerin bir kasabadan diğerine at sırtında gittiklerini
söyledi. Bu hâkimlerden biri mısır li- kö^rüne oldukça tutkundu.
Bir gün
"hafifçe yumuşak” olduğu bir zamanda, atının eğerini yerleştirmeğe
çalışırken, genç bir avukat da hakimi seyrediyordu. Hâkim eğeri ters yönde
koymuştu. Avukat ikaz etti:
"Hâkim
bey, eğerinizin önü arkaya geldi."
Hâkim, sadece
bir hakimin takınabileceği bir yetki ve ağır başlılıkla cevap verdi:
"Siz
benim hangi istikamete gideceğimi nereden biliyorsunuz?"
Bir otomobil kazasında sanığın
avukatı karşı tarafın gösterdiği bir
şahide sordu:
"Kazayı gördünüz mü?"
"Evet, efendim."
Avukat sorgusuna devam etti:
"Kazanın vukuunda hadise yerinden ne kadar uzaktaydın?"
Şahit cevap verdi: "Dokuz
metre ve on sekiz santim."
Avukat, hakim ve jüriye bir göz
attıktan sonra, "Pek âlâ, ukala adam," dedi, "mahkemeye ve jüriye
kendinle kaza mahalli arasındaki mesafenin dokuz metre on sekiz santim
olduğunu nasıl bildiğini söyle bakalım."
Şahit cevap
verdi: "Ben terziyim, yanımda daima mezura taşırım. Kazanın vukuunda
hemen cebimdeki mezurayı çıkardım, ve kendi bulunduğum yerle, çarpışma noktası
arasındaki mesafeyi ölçtüm. Çünkü ukala bir avukatın bana bu suali soracağını
biliyordum."
Senatör
Dirkson, bir seçim kampanyası sırasında seçmenlerin kendi aralarında,
namzetlerin, şu veya bu meselelerdeki tutumlarını tartıştıklarını söyledi.
Namzetler ise, sadece bir tek şey düşünür; "Seçimi kaybettikleri takdirde
ne yapacaklarını.''
Kendisini sigortalamak istiyen
birine doldurması ıçın bir fiş verilir. Sorulandan biri şu: "Babanız
öldüğü vakit kaç yaşındaydı, ve ölüm sebebi?" (Amerika'da ebeveynleri
genç yaşında kalpten ölenler, umumiyetle, diğerlerinden daha fazla sigorta
primi öderler. Sigorta şirketlerinin incelemelerine göre, bir kimsenin babası,
mesela 50 yaşında iken bir kalp hastalığı neticesinde ölmüş ise, çocuğunun da
genç yaşında aynı şekilde ölmesi kuvvede muhtemeldir. Sigorta şirketleri,
kendilerini sigorta ettirmek isteyenleri sıkı bir sıhhî muayeneden geçirirler.)
Bu adamın babası ise, bir
diğerini öldürdüğünden mahkeme karanyle asılmıştı. Fakat bunu yazdığı
takdirde, kendini sigo^a ettiremeyecekti. Biraz düşündükten sonra sigorta
fişine şunları yazdı:
"Babam
öldüğü vakit 65 yaşındaydı. Ölüm, bir amme hizmetini yerine getirirken,
platfo^nun çökmesi neticesinde vuku buldu."
Bir kadın Tennessee eyaleti
valisini görmeğe gitti. "Vali bey," dedi, "kocamın artık
hapishaneden çıkarılmasını istiyorum.”
"Kocanız niye
hapishanede?"
"Et çhldığı için."
"Aile reisliği vazifesini
iyi yapıyor muydu?"
"Hayır, efendim, hayır.
Beni dövüyordu, çocukları dövüyordu."
'
"Öyleyse, niye hapishaneden çıkarılmasını istiyorsun.”
"Etimiz
bitti de onun için.”
Bir gece demiryolu ile
karayolu geçidinde bir kaza mı- kua geldi. Demiryolu
aleyhinde dava açıldı. Demiryolunun avukatı, demiryolu kavşağının bekçisine
sordu:
"Kazanın vukuunda siz vazifenizin başında mıydınız?"
"Evet."
"Feneriniz yanınızda mıydı,"
"Evet. Yanımdaydı efendim."
Hakim, her
hangi bir ihmalsizlik görmediğinden, demiryolu bekçisinin suçsuz olduğu
hükmüne vardı. Bekçi ve Demiryolunun avukatı beraberce mahkemeden çıkarlarken,
bekçi avukata dönerek, "iyi ki," dedi, "karşı tarafın avukatı
fenerin yanıp yanmadığını sormadı.”
Bir çiftçi geceleyin elinde
bir fenerle sevgilisini göbeğe giden oğluna sordu: "Niye onu görmeğe
giderken yanına fener alıyorsun? Ben kur yaptığım zamanlarda ışığa hiç lüzum
hissetmemiştim.”
Oğlu cevap
verdi: "İyi, ama bak kiminle evlendin!"
Demokratik
rejimleri pekleştiren gelenekler Amerika’da sağlamca yerleşmiş ve gelişmiştir.
Mesela Cumhurbaşkanlığını kaybeden namzed, ilk iş olarak muanzına tebrik ve
başarı telgrafı gönderir ve ondan sonra kendi seçim kampanyasında bilfiil
çalışan partililere hitap ederek telgrafı okur. Senatör Dirson'un aşağıda
okuyacağınız sözleri de, demokrasi çarkının işlemesine hizmet eden geleneklerin
köklüce yerleştiğini kristal berraklığıyle gösteriyor.
Bir seçimde (1966
Illinois'in Demokrat senatörü P. Doug- las (her eyaletten
iki senatör çıkar). aynı eyaletin Cumhuriyetçi senatörü Dirkson
aleyhine bütün gücüyle çalışmış, Demokrat namzedin seçilmesi için gayret
göstermişti. (Amerika'da her iki senede bir se^m yapılır. Bu seçimlerde
Temsilciler Meclisinin tamamı, Senatonun da üçte biri yenilenir. Senatörlük:
müddeti altı yıldır.) Fakat eyalet halkının sevdiği ve hürmet ettiği Dirkson
seçimi yine kazandı. Seçimlerden sonraki ilk Senato toplantısında söz alan
Dirkson şunları söyledi:
"Önce, muhterem arkadaşım Paul Douglas'a bir selam göndermeme
müsaadenizi rica edeceğim, Bay Başkan. Muarızımın beni mağlup etmesi için
belki de onun kadar azim ve şevkle çalışan olmadı. Fakat kendileri, aleyhime
giriştiği mücadelesini hakkaniyet ve haysiyet sınırlan dışına çıkmadan
yaptılar. Bundan böyle, aramızda geniş görüş farkları bulunmasına rahnen, ben,
kendilerini, büyük ve samimi bir Amerikan olarak selâmlıyorum.”
Amerikan
Kongresinde müzakereler bitip reye geçileceği vakit binanın muhtelif yerlerine
konan ziller çalmağa başlar. Böylelikle, Kongre binasında olup da müzakere salonunda
bulunmayan üyeler reylerini kaçınanlar. Senatör Morris Cotton şu fıkrayı
anlattı:
Bir gün ziller çalmağa başladığı vakit, dinleyiciler locasındaki yaşlı
bir kadın, yol gösterici çocuklardan birini yanına çağırarak, zillerin niye
çalındığını sorar. Çocuk şu cevabı verir: "Pek bilemiyeceğim, hanımefendi,
belki bir tanesi kaçtı."
Senatör Cotton, Amerikan Kongresini bir nalbant dükkânına
benzetiyordu: "Dokunmadan önce tükürmek ge-
rek—belki sıcaktır."
Cumhuriyetçi
Senatör Cotton, liberal görüşleriyle tanınmıştı. Buna rağmen, 1964 Cumhurbaşkanlığı
seçimlerinde Cu^huriyetçi-Muhafanakar Senatör Goldwater'ı destekledi. Bunun
üzerine, gazeteciler, kendisine, liberal fikirlerinden vazgeçip geçmediğini
sordukları vakit, Senatör şu cevabı verdi:
"Bu
sorunuz bana eyaletimdeki [New Hampshirel bir çiftçiyi hatırlatıyor. Bir gün
otomobille şehre inerken, yanındaki kansı
^rızde bulundu: 'Niye biribirimize daha yakın oturmuyoruz? Evlenmeden önce
şimdikinden çok daha yakın oturuyorduk.' "
"Yaşlı
çiftçi cevap verdi: 'Ben yerimi değişti^edim W.' ” Cotton, bu anekdotu anlattıktan sonra
gazetecilere şunları söyledi: "Ben yerimi değişti^iş değilim, ama hükümet
her geçen gün biraz daha sola kayıyor."
Amerika'da kitaplara geçen
nükteler söyleyenler arasında din adamları da vardır. Dr. Edward Hale,
1950'lerde Amerikan Senatosunun dini lideri idi. (Aınerikan Kongresinde
vazifeli Katolik, Protestan ve Musevi din adamları bulunur.) Bir gazeteci bir
^gün ona şu suali sordu: "Senatörler için de dua ediyor musunuz?”
"Hayır,"
cevabını verdi Dr. Hale. "Senatörlere bakıyor— ve memleket için dua
ediyorum."
Dört
yıl önce politikadan
ayrılan Maine Senatörü Mar- garet Chase, Senatodaki yegane kadın üye idi.
Truman'ın cumhurbaşkanlığı sırasında onun Cumhuriyetçi partinin Cumhurbaşkanı
namzedi olmak için çalışacağı söyleniyor, Senatör Chase ise bu tür haberlerin
asılsız olduğunu ifade ediyordu. Bir ^ah bir televizyon programında sordular:
"Senatör Chase, şayet
bir sabah uyandığınız vakit kendinizi Beyaz Ev'de bulursanız ne
yaparsınız?"
Senatör
Chase hemen cevap verdi: "Derhal Bn. Truman'a giderek özür diler ve Beyaz
Ev'i terkederim.”
Illinois eyaletinin
Demokrat mebuslardan Sidney Ya- kes, Birleşmiş Milletlerin—bütün kusur ve
ataletine rağmen—dünya barışının en iyi aleti olduğuna inanır. Teşkilatın
karşılaştığı müşküller, ona, Amerikan Feza İdaresinin fezaya fırlattığı bir
farenin arkadaşlarına yana yakıla şikayetini hatırlatır:
"^h,
halimi bir görseydiniz. Beni, nefessizlikten boğa- cakla^ışcasına, bir füzenin
ucuna sıkıştırdılar. Daha sonra fezada bir mil yukarı fırlattılar. Manyetik
kemerler şoke edercesine bütün vücudumu sarsıyordu. Daha sonra beni denize
fırlattılar. Az kalsın boğulacaktım. Çilem yine de bitmemişti: bir laboratuvara
göt^rdp bir masanın üzerine yatırarak vücudumun her tarafına iğne
batırdılar.''
Farenin
arkadaşları ona sempati duymağa başıboşlardı. "Gerçekten senin namına
üzülmemek elde değil," dediler. “O halde niye eski işine
dönmüyorsun?"
Fare, “Ne!" diye haykırdı. "Yeniden kanser araştı^a- sına mı
döneyim?"
Dünyanın her
tarafındaki parlamentolarda olduğu gibi, Amerikan Kongresi üyeleri de bütçede
kısıntı yapılmasını ister, fakat bu kısıntının kendi seçim bölgesindeki amme
işlerine uzanmaması için de şiddetle direnirler. Temsilciler Meclisinde bütçe
müzakere edilirken, bütçede kısıntı istemekle beraber, kendi seçim
bölgesindeki işsizliğin giderilmesi için devletin yatırım yapmasını istiyen
bir millet vekilinin sözleri bir diğerine şu hikayeyi hatırlattı:
Adamın biri lokantaya girerek paltosunu askıya asar ve bir masaya
oturur. Bu arada bir hırsız onun paltosunu sırtına geçirir ve kaçar. Hemen
lokantadan fırlayan palto sahibi civardaki bir polisi haberdar eder ve
beraberce hırsızın peşinden koşmağa başlarlar. Polis, hırsıza, durmasını,
yoksa ateş edeceğini ihtar ettiği vakit, paltonun sahibi rica eder: “Aman,
memur bey, pantolonuna ateş edin, pantolonuna!"
Demokrat
partinin cumhurbaşkanlığı namzetliğini kazanmak için 1972 de mücadele eden
Senatör Edmund Mus- kie (kaybetti, McGovern kazandı, o da seçimi Nixon'a verdi)
eyaletinin (Mainel atasözleşmiş sükûtiliğini şu fıkra ile anlatır:
New Harbour kasabasına bir yabancı gelir, fakat kendisiyle konuşacak
bir tek kişi dahi bulamaz. Nihayet, birine, kasabada konuşmanın kanuna karşı
gelmek sayılıp sayılmadığını sorduğu vakit, kendisine şu cevap verilir:
“Hayır, ama biz sessizliğe yardım etmediği takdirde, hiç bir şey söylememekte
karar kıldık."
Amerikan deniz kuvvetleri, 1943 yılında ölen Amerikalı ünlü kimyager ve
botanist George Washington Carver'in adına bir gemi inşa etti. Geminin (USS George Washington Carverl denize
indirilmesi münasebetiyle (1965), kimyagerin yakın arkadaşı Çalışma Vekili
William Wirtz'den bir konuşma istendi. Vekil sözlerine şöyle başladı:
"Ruhu
bugünkü toplantımıza başkanlık eden adam, törenin bu kısmında aramızda
bulunmak istemeyecekti. Zira, kendileri nutuk vermekten ve—daha da
kötüsü—dinlemekten nefret ederdi. Bir defasında, "hem ağzını açık tutan
hem de derin düşünen mütefekkir tasavvur edilemez' demişti. Bundan böyle, gayet
kısa konuşacağım."
Utah
temsilcisi David S. King aşağıdaki anekdotu zevkle anlatırdı:
Bir
seçim kampanyası sırasında bu millet vekili seçmenlerin nabzını yoklamağa
çıkar, ve tarlasında çift sürmekte olan bir çiftçinin yanına yaklaşır. Derhal
kısa bir nutuk çeker, ismini verir ve çiftçinin reyini isteyerek sözlerini;
bitirir. Çiftçi, anlamadığından bir şey söylemez. Mebus tekrarlar fakat yine
bir cevap çıkmaz. Nihayet üçüncü tekrardan sonra çiftçi—ki sağırdı—millet
vekiline der ki: "Benim ... — .... .
'
reyimi kazandın, evladım. Çünkü oraya kimi koyarsan koy, şimdiki
temsilciden daha iyi iş görür."
Müteveffa Indiana Senatörü
Homer Capehart şu fıkrayı anlattı:
Harp yıllarında bir gün
Washington'daki Mayflower oteli önünde taksiye binerken fevkalade cazip bir
hanım—• o yıllarda taksi bulmanın güçlüğünden—aynı arabaya binmek ricasında
bulundu.
Taksi hareket etti ve şoför de
radyoyu açtı. Spiker, bir gün önce Senatoda verdiğim nutuktan parçalar okuyordu.
Güzel hanım bana dönerek,
"Şu senatörler de insanı deli ediyor," dedi. "Hem ne
konuştuklarını bilmiyor, hem de her fırsatta ağızlarını açmaktan çekinmiyorlar.
Onlar olmasaydı bu memleket çok daha iyi idare edilmiş olurdu."
Ben
kendisine hak verdim ve tabii kim olduğunu da söylemedim.
Bu hikaye de Utah temsilcisi
Laurance J. Burton'dan: Yanındaki küçük çocuğuyla bir kadın trende gidiyordu.
Karşısında oturan bir adam yol boyunca çocuğa baktı durdu. Kadın, nihayet daha
fazla dayanamıyarak, niçin çocuğuna uzun uzun baktığını sordu. Adam da,
çocuğun o ana kadar gördüğü çocuklar arasında
en çirkini olduğunu söyleyince, k^hn kızgınlıkla ayağa kalktı ve kondüktörü getirdi.
Kondöktör kadının şikâyetini dinledikten sonra, onu ya- tıştı^ağa
çalıştı: "Lütfen sinirlerinize hakim olunuz, hanımefendi. Bu bir amme
vası^^ıdır. Ben bu adamı nasıl trenden indirebilirim? Buyurun, lokantaya
gidelim, size bir kahve getireyim, sinirleriniz yatışsın. Siz kahvenizi
içerken, yanınızdaki maymuna da muz vereceğim."
Millet vekili
O. C. Fisher, bir gün radyoda şu hikayeyi anlatmıştı:
Ankara keçisinin
Kuzey Amerika topraklarına ayak basışının lOO'üncü yıldönümü 1948 de idi. Türk sultanı ile yapılan özel bir
anlaşma neticesinde bu keçiler Amerika’ya getirilmişti.
Ben, bu günü
kutlamanın yerinde olac^^m düşünerek bir kanun teklifinde bulundum ve bu
yıldönümü vesilesiyle Posta idaresinin özel bir pul yayınlamasını istedim. Teklifim,
Temsilciler Meclisinin Posta Komisyonuna havale edildi. Komisyon başkanı Tom
Murray (Tennessee) idi.
Aradan bir
iki ay geçince Tom'u gördüm ve kendisine komisyonda küçük bir teklifim
bulunduğunu ve çıkması için yardım
ederse memnun olacağımı söyledim. Teklifimin mahiyetini anlatmağa vakit
kalmadan, bu neviden pek çok tekliflerin bulunduğunu ve bundan böyle, Posta
Vekilinin fertler tarafından getirilen tekliflerin durdurulmasını istediğini
söyleyerek ilâve etti:
"Sana yardım etmeyi gerçekten isterdim—eğer, bir sürü saçma sapan
tekliflerle komisyonun işini yavaşlatmamış olsalardı. Biliyor musun: çılgın bir
mebus bir keçiyi kutlamak için dahi bir kanun teklifi getirmiş."
Cumhurbaşkanı Trüman’ın Muavini Alban Barkley (daha önce Texas mebusu
ve senatördü; aynı zamanda iyi bir hatip olan Mr. Barkley, 1957 de bir nutuk verirken platformda öldü)
Amerikan Kongresinin büyük nüktedanlarından biriydi de. O yıllarda Dorothy Dik
adlı bir kadın gazeteci çok meşhurdu. Gazetecimin, ülkenin her tarafında
yüzlerce gazetede yayınlanan bir "dert ortağı" sütunu vardı.
Demokrat Barkley, bir konuşmasında Cumhuriyetçile-
ri tenkit
ederken, Dorothy Dix'e mektup yazmış mevhum bir okuyucuyu dile getirdi:
"Muhterem
Dix Hanımefendi: Ben iyi ahlâklı, güzel bir kıza tutkunum; niyetim ciddi,
onunla evlenmek istiyorum. Fakat benim kendi ailemde öylesine bir leke var ki,
hatırladıkça u^rn^mdan yerlere geçecek gibi oluyorum. Evlenmek
teklifinde bulunduğum genç kız, benim kötü yola sapmış bir kız kardeşimin
bulunduğunu, erkek kardeşimin cezaevinde ve amcamın da yıllardır bir
tımarhanede yattığını biliyor. Fakat, iki kuzenimin Cumhuriyetçi partili
olduklarını bilmiyor. Bunu da bilmesi gerekir mi?"
"Nankör"
seçmen dünyanın her tarafında bulunur. Bark- ley, böyle bir seçmenden söz etti:
Benim seçim
bölgemde bir çiftçi var. Çiftliğini onarması için hükümetten yardım temin
ettim, bir kızının üniversiteye, bir oğlunun Harp Akademesine girmesinde
yardımcı oldum, damadına Washington'da iş buldum.
Bir su baskını çiftliğini tahrip ettiği vakit, federal hükümetin
"felaket yardımı fonu"ndan para çıkarttım, ve bu arada kansına da
postahanede iş buldum. Fakat, 1938 seçimlerinde
Senato için mücadele ederken, onun, muanam Happy Chand- ler'i desteklediğini
duyduğum vakit adeta çılgına döndüm. Hemen kendisini ziyaret ederek sordum:
"Benim
aleyhimde rey kullanacağın do^ru
mu?" Sadece kafasını sallamakla iktifa etti. Bunun üzerine, onun ıçin
neler yaptıklarımı teker teker tekrarladım ve
dedim ki: "Bütün bunları elbette unutamazsın."
"Unutamam," cevabını verdi, "ama benim için son yıllarda
ne yaptın?"
Senatör Paul
Douglas gerçek bir entellektüeldir. Üniversitede hocalık yaptı, müteaddid
kitapları yayınlandı. Senatoda 1959 vergi kanununun müzakereleri sırasında, çıkmaza
saplanan bu teklifini Latince "aio" fiiline benzeterek şunları
söyledi: "Şimdiki zamanı gösterir, gayri mükemmeldir, tasrifi yapılmaz ve
istikbal sigası yoktur."
Paul Douglas,
1960'larda Amerika'nın "Göller bölgesi" denen kısmındaki Michigan
gölü çevresindeki setleri kurtarmağa çalışıyor kanun teklifleri getiriyordu.
Setler kurtarıldığı vakit, gölün istikbali de garanti
altına alınmış olacaktı. Bu konu ile ilgili bir kanun teklifini izah ederken
bir gün şunları söyledi:
"Ben, otuz yaşına kadar,
dünyayı kurtarmak için çalışıyordum. Otuz ile altmış arasında Amerika'yı
kurtarmak için çabaladım. Artık altmışını da geçtim, ve istediğim tek şey şu:
setleri kurtarmak.”
Paul
Douglas, "Borçlunun bilmesi gerekenler" adlı kanun teklifini 1965
yılında dördüncü defa Senatoya getirirken, meslekdaşlarına, faiz
nisbetlerinin tarihi hakkında şu kısa bilgiyi de verdi:
Tarihi tetkik edecek olursak, "borçlunun mükellefiyeti" kanununun
hiç de yeni bir şey olmadığını görürüz. MeseIâ, 37
asır önce, takriben M.Ö. 1800 de
kadîm Babil'de bir kral, alacaklının, parayı nasıl ödemesi gerektiğine dair
yazılı bir vesikayı borçluya vermesini âmir bir emir yayınladı. Bundan başka,
şayet hile ve kaçamak yollarıyle borçludan fazla para tahsil edilmişse, bu
fazlalık alacaklıdan geri alınıp borçluya verilecekti.
Bay Başkan, en koyu bir reaksiyoner gibi görünmek pahasına da olsa,
şunu hatırlatmak isterim ki, şayet, faiz nisbetlerinin kaçamaklı ve hileli
yollarla arttırılmasına kadim Babil engel olmuşsa, bizim de aynı şeyi
yapamamamız için hiç bir sebep yoktur.
Faiz nisbetlerinin pek şerefli ve uzun bir tarihi bulunduğunu da
belirtmek yerinde olacaktır. Kadim Yunanistan'da, tefecilerin Atina'da yüzde 48 veya senede yüzde 576 faiz aldıklarını tarih
kaydediyor. Onbeşinci yüzyılda İtalyan bankacıları İtalyan- lardan yüzde 5 faiz
alırlarken, aynı bankacılar, harp masraflarını karşılamak için borç istiyen
Fransız kıralından yüzde 100 faiz talep
ettiler. Demek ki, orta çağlarda, Fransız kralları iyi bir kredi rizokusu
sayılmıyorlardı.
Orta çağların, umumiyetle, âdil olan faiz nisbetleri borçlara da
tatbik olundu. Yüzde 6 dan fazla faiz talep etmek muraha- bacılık addedildi, ve
orta çağların kilisesi de bu dünya görmüş kurnaz tefecilere karşı alelâde
halkın avantajsız durumda olduğunu takdir ederek, bu doktrini destekledi.
Böylece, kilise, yüzde 6 âdil faiz
doktrinini faizcilere de kabul ettirdi.
Tarihi ve
ahlâki gerçeklerin ışığı altında bu sihirli yüzde 6 faiz nisbeti zamanımıza kadar ulaşmış ise de, pek çok
faizciler türlü yol ve usullerle senede yüzde 6 dan
fazla faiz alıyorlar. Takdir ediyorum: orta çağlarda günümüzün “şimdi al, sonra
öde” sistemi işitilmemişti. Gerçi, bugünün pazarında, genellikle, herhangi bir
kimsenin yüzde 6 kar ile iş yapmasını
istemek gayri realist bir düşünce olmakla beraber, tarihî yüzde 6 ya karşı
duyulan hürmet zamanımıza kadar uzandı.
Amerikan politikacıları pek
çok toplantı ve ziyafetlere davet edilir, nutuk vermeleri istenir. Her toplantı
için ayrı ayn nutuk hazırlamak hem oldukça vakit alıcı hem de gayri mümkün
olacağından, pek çok politikacılar bir yerde verdikleri nutuklarını başka bir
yerde tekrarlar. Gerçekte, bir senatör, aradan uzun bir müddet geçtiği
takdirde, aynı nutku aynı yerde söylemenin dahi mahzurlu olamıyacağı- nı
belirtmişti.
Minnesota eyaletinin bu
senatörü senelerce önce Irlan- dalılar gününde New York'da bir nutuk verdiğini
söyledi. "Nutuk bittiği zaman devrin pek tanınmış bir gazetecisi yanıma
geldi, beni tebrik etti; şahsımdan ve nutkumdan bahsedeceğini söyledi. Ertesi
günü, gerçekten, bütün sütununu nutkuma hasretmişti."
"Sekiz yıl sonra, yine
Irlandalılar gününde New York'ta bir nutuk vermemi söylediler. Sekiz sene önce
verdiğim nutku aynen tekrarladım."
"Nutuk bitince
karşımda aynı gazeteciyi gördüğüm vakit utancımdan yerin dibine geçecek gibi
oldum. Ben, özür dilemeğe çalışırken, gazeteci, nutku çok beğendiğini ve ertesi
günkü sütununda bahsedeceğini belirtti. Gerçekten bahsetti: sekiz yıl önceki
fıkrasını aynen yayınlıyarak."
Demokrat bir politikacı, seçmenlerin
ezici bir çoğunlukla Demokrat partiye bağlı oldukları bir kasabada konuşurken,
dinleyiciler arasında bir hareket, kımıldama görür. "Ne var? Orada ne
oluyor?" der.
Biri seslenir: "Cüzdanımı ve
zincirli saatımı çarpmışlar." "Buna gerçekten üzüldüm," der
hatip. "Ama ben aranızda Cumhuriyetçilerin de bulunduğunu
bilmiyordum."
Bir ses cevap verir:
"İşte bir Cumhuriyetçi. Ben Cumhuriyetçiyim."
Senatör John Cooper
(Cumhuriyetçi, Kentucky) şu fıkrayı zevkle anlatırdı:
Bir gün eyaletimin koyu demokrat
bölgesinde seçim gezisi yaparken, her politikacı gibi önüme çıkanın elini sıkıyordum.
Yaşlı ter Kentucky'li elimi sıkmakta tereddüd ediyordu.
Kendimi takdim ettim: "Ben
Senatör John Cooper."
O ise, kelimeleri tarta tarta
konuştu: "Sen Cum-hu-ri- yet-çi-sin, değil mi?"
"Evet"
Yaşlı ad^rn,
"Pek ala” dedikten sonra elini hafifçe uzattı ve dedi ki:
"Bastikadan sık."
Washin^»n'da bir ziyafette
yemekten sonra başkan ayağa kalkarak programın başlamak üzere bulunduğunu haber
verdiği sırada, Rhode Island'ın yaşlı senatörü Green'in yanında oturan bir
mebusun hanımı, "Senatör Bey" dedi, "biraz daha kahve alır
mısınız?"
Senatör
"Hayır, hayır," cevabını verdi. "Aksi takdirde konuşmalar
sırasında uyuyamam."
Senato ile Temsilciler Meclisi
arasındaki farkı bir senatör şöyle izah etmişti:
"Temsilciler
Meclisinin bir berberi vardır. Millet vekilleri 50 cent'e traş olurlar. Fakat
teamüle göre, 50 cent de bahşiş vereleri gerekir. Böylelikle bir saç traşı bir
mebusa bir dolara mal olur. Senatodaki durum ise apayrıdır. Saç kesimi
bedavadır. Fakat geleneksel bahşiş bir dolardır. Böylece, saç kesimi de,
hükümetin yaptığı her şey gibi bedavadır."
Carter Glass adlı bir senatör,
bir diğer senatörden şöyle bahsetti: "O konuşmağa başladığı vakit, dili
bir yanş atına zenziyor: ne kadar az ağırlık taşırsa o kadar hızlı koşuyor.”
Baran bir politikacının muayyen
yerlerin cahili görünmesinin kendisine puan kazandıracağını bir senatör
anlattı.
Senatoda
gece kulüpleri ve meyhanelerle ilgili vergi meseleleri görüşülürken, Maliye
Komisyonu üyelerinden Senatör Eugene D. Millikin, New York'taki çok meşhur bir
gece klübünden tekrar tekrar "Klüp 23"
diye bahsediyordu. Oturum sonunda bir gazeteci
senatöre yaklaşarak, klübün "23” değil
"21" olduğunu hatırlatınca, Senatör Millikin, "Biliyorum,
biliyorum," diye fısıldadı. "Fakat politikada böyle yerlerin cahili
görünmek faydalıdır."
Müteveffa Cumhurbaşkanı Lyndon Johnson
da fıkra anlatmasını severdi. Ruslannkinden çok daha iyi ve fazla füze imal
edebilmek için çok paraya ihtiyaç duyulduğunu söyliyen Johnson. iş adamları
önünde yaptığı bir konuşmasında şu anekdotu ^^atmıştı:
"Bir Texaslı [kendisi de Texaslı
idil 1861 de Amerikan
Dahili Harbinde Kuzeylilere karşı çarpışmak üzere kasabasından ayrılır.
Komşularına, bu harbin çok çabuk biteceğini, zira Kuzeylileri süpürge sopası
ile yenmenin bile işten olmayacağını söyler."
"tki sene sonra, tek ayakla,
bezgin ve sakat kasabaya döner. K^&balılar malûl gaziye sorar: ‘Hani sen
harbin çok kolay olacağını, kahrolası Kuzeylileri süpürge sopası ile
yeneceğinizi söylemiştin.'
"Texaslı başını öne eğerek cevap
verir: "Yine de yenebilirdik. Ne var ki, kahrolası Kuzeyliler süpürge
sopası ile çarpışmak istemiyorlardı.' "
Johnson'un en çok sevdiği fıkra, Posta
Vekili Gen. J. Ed- ward Day'den işittiği şu anekdot idi:
Amerika'da Noel günleri küçük çocuklar
"Noel Baba"ya mektuplar yazarak neler istediklerini söylerler. Çok
defa, "Noel Baba, Kuzey Kutbu" diye gönderilen bu mektuplar otomatik
olarak Posta Vekilliğinde toplanır. Johnson'un anlattığı fıkrada, babasını
kaybeden küçük bir çocuk, dul annesinin ipin iki ucunu bir araya getirmekte
çok zahmet çektiğini görünce Noel Babaya şu mektubu yazar:
"Allahım, annemin 100 dolara ihtiyacı var, lütfen
gönder."
Mektup, Posta Vekili Gen. Day'in
masasına gelir ve merhamet hisleri kabaran vekil de cebinden bir yi^rmi
dolar çıkararak, Posta
Vekilliğinin resmi zarfı içinde küçük çocu- ga gönderir.
Bir hafta sonra çocuktan
bir mektup daha gelir. Küçük Amerikalı bu sefer Noel Baba'ya şunlan yazmış: "Allahım,
ihsanına çok teşekkür ederim. Yalnız daha önce yazdığım gibi, bizim 100
dolara ihtiyacımız var. Ve eğer zahmet olmazsa, parayı bu defa Washington
kanalıyle göndere, çünkü oradaki bürokratlar senin gönderdiğin 100 dolann 80
ini vergi olarak kestiler."
Hiç de
nüktedan sayılmayacak cumhurbaşkanları bile zaman zaman fıkra söylediler.
Cumhurbaşkanı Eisenbower da böyle biri idi. Cumhurbaşkanı seçildikten sonra
Milli Basın Kulübündeki nutkunda iyi bir hatip olmadığını belirttikten sonra
dedi ki:
“Bu bana
Kansas'taki bir çiftlikte geçirdiğim çocukluk yıllarını hatırlatıyor. Yaşlı bir
çiftçinin, satın almak istediğimiz bir ineği vardı. Kendisine göbeğe gittik ve
ineğin 'pedigri'sini [ecdadını! sorduk. Yaşlı çiftçi 'pedigri'nin ne olduğunu
bilmiyordu. Bunun üzerine ineğin süt yağı istihsalini sorduk. Onun ne olduğu
hakkında zerrece bilgisi olmadığını söyledi. Nihayet, ineğin senede ne kadar
süt verdiğini bilip bilmediğini öğrenmek istedik.
“Çiftçi
başını sallayarak şunlan söyledi: 'Bilmiyorum. Fakat namuslu bir inektir ve
kendisindeki bütün sütü size verecek!' "
Eisenhower'in muhalifleri, onu, Demokrat Partinin namzedi Stevenson'la
mukayese ederek, entellektüel bir insan olmadığını söylüyorlardı. Eisenhower
da, pek nadir nükteli anlarından birinde, "entellektüel" in kim
olduğunu şöyle anlattı: "Bildiklerinden fazlasını anlatmak için gerektiğinden
fazla kelime kullanan adam."
Cumhurbaşkanı William H. Taft (1909-1913) bir seçim kampanyasında
konuşurken, dinleyicilerden biri ona doğru bir lahana fırlatır. Ayaklarına
kadar yuvarlanan lahanaya bir göz atan Cumhurbaşkanı, “Hanımlar,
efendiler," der. “görüyorum ki, muhaliflerimizden biri kafasını kaybetmiş.''
Cumhurbaşkanı
Calvin Coolidge'ın 1928 seçiminde namzet olmayacağını ilan etmesi ülkede büyük
bir sansasyon yarattı. Gazeteciler ısrarla sebebini soruyor, "seçimlerde
namzet değilim," ifadesini genişletmesini istiyorlardı. Bir gazeteci Cumhurbaşkanını evindeki kütüphanesine kadar takip
etti.
"B. Coolidge, niçin tekrar
Cumhurbaşkanı olmak istemiyorsunuz?"
Coolidge, gazeteciye doğru
döndü ve gözlerinin içine bakarak cevap verdi: "Çünkü, daha fazla yükselme
imkanı yok."
Bu satırların yazarı Cumhurbaşkanı
Theodore Roosevelt' in (1901-1909) şu sözünü pek beğenir: "Kalbin kötülüğünden de fena bir
şey vardır—kafanın yumuşaklığı."
Cumhurbaşkalarının anektodları
arasında en çok beğendiğim de James Garfield'e ait. Cumhurbaşkanlığını
yüklendiği yıl (1881} katledilen Garfield, Beyaz Eve taşınmadan
önce bir kolejin rektörü idi. Bir gün çocuğunu koleje yazdırmak isteyen bir
anne yanına çıkar, ve "Rektör Bey, kursları biraz daha basitleştiremez
misiniz?" diye sorar. "Benim çocuğum derslerin hepsini takip edemez;
bir an önce koleji biti^ek istiyor."
Rektör Garfield,
"Evet, hanımefendi, bu mümkündür," cevabını verir. "Yalnız önce
çocuğunuzun ne olmak istediğini öğrenebilir miyim? Bildiğiniz gibi, Cenabı
Hak, bir meşe ağacını yüz senede yetiştirirken, bir kabak için bir iki ay
yeter."
Daha önce de belirttiğimiz gibi,
Amerikan Kongresinde eski şiddetli söz düellolarını akla getirir çakışmalardan
pek eser kalmadı. Halbuki ondokuzuncu ve yirminci asnn ilk yanlarında Kongre
müzakereleri çok defa Avam Kamarasını andırırcasına elektrikli bir hava içinde
geçiyordu.
O yıllarda
Cumhuriyetçi millet vekili Conkling, kendi partisi üyelerinden Maine mebusu
James G. Blain aleyhinde şiddetli bir nutuk irad etmiş ve "onun bu
mevzuda her hangi bir konudaki fikrine zerrece önem" ve^nediğini söylemişti.
Blain, Conkling'e kitaplara geçmiş şu ısırıcı cevabı verdi:
Muhterem
centilmenin zalimce sarkastik hitabına vereceğim cevaba gelince, bana
gücenmeyeceklerini ümit ederim. Bu derin ve geniş fikirli centilmenin
diğerlerine kibir ve azametle tepeden bakışı öylesine “wilting," [Bazı
tırtıllara arız olan hastalık; bu hastalığa yakalanan tırtılın vücudü sıvı
haline gelir] onun mağrur edası, kafdağına varan burnu, bir baba hindiyi
gölgede bırakırcasına böbürlenerek yürüyüşü, küçük dağları ben yarattım
dercesine konuşuşu, şahsım ve Meclisin diğer üyeleri için öylesine ezici
oluyor ki, onunla her hangi bir
tartışmaya girişmenin muazzam bir cesaret olacağını da idrak etmiyor değilim.
[O günlerde yayınlanan hicivli bir makalede, bir hindiyi andıran azametli
yürüyüşünden dolayı, Conkling'in, Maryland'li Henry Winter Davis'in yerini
alması gerektiği belirtiliyordu.] Bu yazı onun zaten kibirli edasına biraz
daha azamet ekledi. Ne hayret verici bir benzetiş. Bu Hyperion’u* bir Satyr**
ile, Thersites'i *** Herkül'le*** ’ çamuru mermerle, gübre yığınını elmasla,
tüyleri yolunmuş bir kediyi bir Bengal kap- lanıyle, sızlanan bir köpek
yavrusunu bir aslanla mukayese etmek olur.
Fakat,
Blain'in bu hakaret dolu nutku, kendisini, Amerika cumhurbaşkanlığından etti.
Bu nutuktan onsekiz yıl sonra, Blain, Cumhuriyetçi partinin namzedi seçildi.
Conk- ling ise New York eyaleti Cumhuriyetçi Parti lideri idi. Bla- in'i
desteklemedi ve Maine'li, koca New York eyaletini sadece 1,200 reyle kaybetti. Bu, cumhurbaşkanlığını da
kaybetmesi oldu.
Kongrede, Dahilî Harbi müteakip, kuzey ve güney eyaletlerinden gelen delegeler
arasında şiddetli söz düelloları vuku buldu. Hararetli atışmalardan en fazla iz
bırakanlardan biri Mississippi (güney) Senatörü Lucius Quintus Cin- cinnutus
Laman ile Massachusetts (kuzey) Senatörü George F. Hoar anasında geçti (1 Mart, 17891. Daha önce de belirttiğimiz
gibi, Harpten önce güney eyaletleri Amerikan birliğinden ayrılmışlar, kendi
aralannda bir konfederasyon kurmuşlar, ve başına da Jefferson Davis'i
getirmişler-
•Yunan mitolojisinde bir dev.
••Şarap ilâhı Bacchus'un hizmetkarı. Mitolojide vücudünün bir kısmı beşeri
bir yaratık, diğer kısmı ise bir keçi olarak gösterilir. îs- y^anktı.rlığı ve
şehvete düşkünlüğü ile tanınır.
•••Mitolojide
mütemadiyen intikam peşinde koşan ve dilinden en bayağı ve küstahça küfür
düşmiyen bir karekter.
••••Cesur ve kuvvetli bir dev.
di. Jefferson Davis, Amerika-Meksika harbinde h^^rı sağlamış ünlü bir generaldi. Senatoda, Meksika
gazilerine bağlanacak emeklilik maaşları görüşülürken, Senatör Hoar, Jefferson
Davis'in emeklilik hakkından mahrum bırakılmasını teklif etmesi, iki senatör
arasında uzun ve hakaretli söz düellolarına sebebiyet verişti. Çatışma Lamar'ın
şu sözleriyle sona erdi:
Efendim,
Muhterem Senatörün yapmak istediği şey, cesaret ve kahramanlığa katiyyen lüz^m
göstermez. Onu yapmak için filicenaplığa da hiç lüzum yok. Bir insanın sadece
katı ve bükülmez bir nefret hissine sahip bulunmasına ve onun kendi kendini
melek hissetmesi yeter. Centilmenin, inanıyorum, Hıristiyan devlet adamları
arasında hatırı sayılır bir mevkii var. Bunun içindir kl, mitoloji
sayfalarından acı dersler alması gerekir. Promethus dağ başında bir kayaya
zincirlendiği vakit, onun iç uzuvlarını gagasıyle çıkarıp yiyen kartal değil,
akbaba idi...
Amerikan
Kongresinde uzaman zaman, İngiliz politikacılarının yolunda giderek vecizeler
söyliyenler de bulunur. Senatör Henry Ashurt, bir muanzından bahsederken, bilmediği
konulara burnunu sokm^nasını, ve sesini çıkar- maksızın yerinde oturasım ikaz
ederek dedi ki: "Akıllılığın yerini sükûnetten daha iyi tutan hiç bir şey
yoktur."
•Grek mitolojisine göre, ye^ryüzündeki ilk ins^u Prometüs adlı bir titan Cdev> yarattı. Prometüs,
kil ve suyu karıştırarak insan şeklini verdi ve Atina da (tanrılar tannsı Zeıls'ün kızı) ona
ruh üfledi.
Fakat insanoğlu ne yapacağını, hayatını
nasıl devam ettireceğini bilemiyordu; onun bu haline acıyan Prometüs, cennetten
ateşi çalarak ona hediye etti, nasıl kullanılac^baı öğretti. Ateş—ki mukaddes addediliyordu—insan tarafından da kullanılmağa başlanılınca ilahi saflığını
kaybetti. Zeüs, bu günahından ötürü, Promütüs'ü dağ başında bir
kayaya zincirledi ve bir akbaba da her gün ağzından karaciğerini
çıkararak yedi. (Kadîm Yunanistan'da
kötü emel ve arzulann karaciğerde toplandığına inanılıyordu.)
Zulmün devamlı olması için, Prometüs'te her gece yeni bir karaciğer bitiyor, ve ertesi sabah akbaba da o ciğeri
yiyordu. Nihayet Herkül akbabayı öldürerek Prometüs'ü kurtardı.
Demokrat
partili bir senatör CAnselm McLaurin) Cumhuriyetçi partinin kuvvetli ve zinde
bir varlık haline gelmesinin Amerikan demokrasisinin istikbali bakımından
hayırlı olacağını yazan bir başyazara şu cevabı verdi: "Cumhuriyetçi
partiyi nihayet sağlam bir tesanüt içinde birleştirecek büyük kuvvet ancak ve
ancak ammenin yağma edilmesi şeklinde tecelli edecektir."
Amerikan
Demokrat partinin sembolü katır, Cumhuri- yetçilerinki ise fildir. Ignatus
Donnally adlı bir Cumhuriyetçi politikacı da Demokratlardan şu sözlerle
bahsetti: "Onlar ne ecdatlariyle iftihar edebilirler, ne de isimlerini
devam ettirebilecek evlatlennın ümidleriyle yaşarlar."
Texas
Senatörü Connally bir müzakere sırasında Hew Hampshire Senatörü Styles
Bridges'e dönerek dedi ki: "Eğer New Hampshire Senatörü münakaşasını
yaptığımız meselelere açık ağız yerine açık kafa ile bakmasını öğrenebilirse,
mevzuu çok kolaylıkla kavrayabilir."
Yıllarca Senatonun hariciye
encümeni başkanlığını yapan Connally'in bugünün uzun saç modasını andıran
saçları vardı, kıvırcık bukleleri kulaklarını örtüyordu. Ohio Senatörü Robert
Taft’ın* kafasında ise hemen hemen tek kıl yoktu. Senatör Taft (Cumhuriyetçi)
bir gün Connaly'in bir nutkuna cevap verirken, Texaslı oturduğu yerden seslendi:
"Kanlı kaküllerini bana doğru sallama, Senatör." Bu söz bir anda
bütün Kongreyi kahkahalara boğmuştu.
İngiliz
dilinde 600, den fazla kelime bulunur;
bir kimsenin bunların hepsini bilmesine imkan yoktur. Çok iyi yetiştirilmesine
rağmen, Senatör Taft da bir istisna değildi. Aşağıdaki sözler Kongre
zabıtlarından alındı (25 Mayıs, 1950):
•Senatör Taft'ın babası William Howard Taft, 1909-13 yıllarında
Cumhurbaşkanı idi; sonralan (1921-30)
Amerikan Yüksek Mahkemesi baş savcılığını ifa etti. Senatör Taft da
Cumhurbaşkanlığı peşindeydi, fakat partisinin namzetliğini 1952 de Eisenhower'e
kaptırdı. Senatör Taft'ın bir oğlu halen yine Ohio eyaletinin cumhuriyetçi senatörüdür.
MR.
TAFT: Senatör “supererogation” kelimesiyle ne demek istiyor?
MR.
CONNALLY: Senatör kelimenin manasını lûgattan öğrenebilir. Ohio Senatörünü
eğitmeğe vaktim yok.
[“Supererogation,”
vazifenin gerektirdiğinden de fazlasını yapmaktır.]
Ne kadar titizlik
gösterilirse gösterilsin, bir nükte bir dilden diğerine çevrilirken değerinden
bir şeyler kaybediyor. Hele bu nüktenin özü kelimelerin mana ve telaffuz farklarına
dayanıyorsa, nüktenin gerçek değerini verebilmek adeta imkansız. Buna rağmen,
bu neviden nüktelerden birinden bahsedeceğiz.
Connally'nin Henry Wallace'e
sorduğu bir "sual”den söz ediyoruz. Henry Wallace 1940-1944 yıllarında
Cumhurbaşkanı Roosevelt'in Muavini idi. Her halde aşın sol fikirlerinden
ötürü olacak, Roosevelt, Wallace'in yerine 1944 te Truman'ı getirdi.
Cumhurbaşkanının bir kaç ay sonra ölümü üzerine de, Truman Cumhurbaşkanı
olmuştu. Cumhurbaşkanlığının kendisinin hakkı olduğuna inanan Wallace, 1948
Cumhurbaşkanlığı seçimlerine Terakkiperver partisi adlı bir parti kurarak katılmış—ve
kaybetmişti. Wallace Atlantik Paktına muhalifti.
Nükteye
geçmeden önce, "comered beast" ile "corned beef" in de ne
olduğunu bilmemiz gerekecek. Birincisi, "cornered beast," köşeye
sıkıştırılmış hayvan; ikincisi, "corned beef," kesif tuzlu suda veya
tuzda halledildikten sonra yenecek hale getirilen ve bizim pastı^amızı andıran
ettir. Her iki kelimenin telaffuzları ayrı olmakla beraber arada gayet hafif
bir benzerlik de var, ve hele kelimeler çabuk söylendiği takdirde, konuşanın
"köşeye sıkıştırılmış hayvan" mı yoksa "pastırma" mı
dediği iyice anlaşılmayabilir.
Gelelim
nükteye: Atlantik Paktının Senato Hariciye Encümeninde müzakeresi sırasında,
Henry Wallace, Pakta muhalefetini şu sözlerle belirtti:
"Eğer bu
anlaşmayı tasdik ederseniz, Rusya'yı, ‘köşeye sıkıştırılmış bir hayvan' haline
getireceksiniz."
Encümen başkanı. Te^^^enatörü Connally, Walace"ın
sözlerini keserek, alılmnamış.^bi davrandı ve sordu: "Ne dediniz,
ne dediniz? Paptırrna mı? Bu paktın
pastı^a ile ne ilgisi var?"*
•Türkiye
par^lamentol^^ada söylenen nükteli sözleri araştırırken şunlar bilhassa
dikkatj.m.ı.: çelrt).
Meşrutiyet
Meclisi- riyaset , dl^-q&nı kll.tibi
Abdülaziz Mecdi Efendi, İttihat ve Ter^ak Partisinin ileri gelenlerinden Maarif
Nazın Ba- ban^ufe İsmail Hakkı Beyin ismini, kasden "Yabanza.de" diye
okumuş.
Eski yazıda
"baban" ile "yaban" arasında sadece bir nokta farkı vardır.
Abdülaziz Mecdi Efendi, İsmail Hakkı Beyi ve Baban ailesini çok iyi tanırdı,
fakat Mecdi Efendi o tarihlerde, bir kaç arkadaşıyla birlikte İttihat ve
Tera^d'den ayrılmışlardı. Bu sebeple, İsmail Hakkı Beye takılmak için, yoklamada,
"b" h^ini "y" ^mnetmiş gibi, “Yaban^zAde" demiş.
Riyaset
divanı ka.tibinin bu sözü üzerine, İsmail Hakkı Bey, oturduğu yerden
seslenmiş: "Babandır, baban!"
Şu vaka da Birinci
Büyük .Millet Meclisinde geçmiş. Rauf (Orbay) Bey kürsüde konuşurken, gazeteci
ve müellif Cela.l Nuri, durmaksızın kendisine ^takılıyor, sözlerini kesiyordu.
O tarihlerde Rauf
Bey de, Mustafa Kemal ile
ihtilâf halindeydi. Celâl Nuri bunu biliyor, ve Atatürk'ün gözüne girmek
için Rauf Beyin sözlerini kesmeğe çalışıyordu. Sabn tıakenen Rauf Bey, nihayet kızar ve
haykınr: “Sus oradan namussuz, p ..."
Hakarete
uğrayan Cela.l Nuri, "Beis Bey, Reis Bey," diye yerinden fırlar.
“Bakınız ne söyledi. Bu da zapta
geçsin."
Cela.l Nuri
yerine oturunca, Rauf Bey, Meclis başk^una dönerek der ki: “Evet, Reis Bey,
zapta geçsin ve bu ad^n müseccel p ... olsun!"
Aşağıdaki hika.ye de 1950'den sonraki devreye aittir. O yıllarda. Demokrat Parti
saflarında Murat Ülgen adında. bir mebus vardı. Bu zatın, aynı senelerde
millet vekilliği yapanların bu satırların yazarına anlattıklarına göre,
Türkçesi kıttı, bilir bilmez her şeye karışır, oturduğu yerden kürsüde
konuşanlara laf yetiştirmeğe çalışırdı. Bir gün, kürsüdeki hatip, Murat Âli’ye
dönerek, “Sen de mi, Brütüs" der.
Murat Ali şaşırır.
"Brütüs"ün ne old^^mu bilmiyordu. Hakarete uğradığını zannederek,
kürsüdeki mebusa. şu cevabı verir: “Senin
Encümen üyelerini, senatörleri
ve galerideki dinleyicileri kahkahalara boğan bu söz, yıllarca Wallace'in
peşini bırakmadı.
Temsilciler Meclisi da ara sıra
şiddetli çatışmalara sahne olur. Champ Clark, Temsilciler Meclisi başkanı iken,
India- na eyaletinin Cumhuriyetçi temsilcilerinden Thompson'un kürsüden irad
etmekte olduğu nutku kesti. Zira Thompson, Ohio'lu bir millet vekilinden bir
"eşek" diye bahsediyordu. Özür dileyen Thompson konuşmasına devam
etti:
"Bay Başkan, o talihsiz
kelimeyi geri alıyorum. Fakat Ohio’lu centilmenin yine de sadetten dışarı
çıktığını söylemekten kendimi alamayacağım.”
Ohio’lu temsilci söz alarak
sordu: "Niye sadetten dış^ çıkıyor muşum?"
Thompson cevap verdi:
"Sebebini bir veteriner benden daha iyi anlatır."
Maine’li Thomas Brackett Reed
Temsilciler Meclisinin kuvvetli bir başkanı idi. Millet vekillerine zaman
zaman, hiciv- li ve alaylı sözlerle hitap etmekten de çekinmezdi. Bir günn iki
mebusun birbirleriyle gürültülü bir şekilde münakaşa ettiklerini görünce
şunları söyledi:
"Ağızlarını açtıkları her
defasında beşeriyetin şimdiye kadar biriktirdiği bilgi hazinesinden bir
kısmının kaybedilmesine sebep olan iki insan."
J.
Hamilton Lewis adlı bir millet vekili çok yakışıklı idi. Başkan Reed
onun hakkında şunlan söyledi: "Güzel bir tablo ve ebedî bir çene."
Bir temsilci Mecliste konuşurken, elinde olmayarak yanlış bir söz söylemiş
bulunduğunu, ve bundan böyle zabıtlara doğrusunun geçirilmesini istediği vakit,
R^eed dedi ki:
"
‘Doğrultma müsaadesi' istemenize lüzum yok. Siz konuşurken, gerçeğin sizin
söylediklerinizin aksine olduğunu hepimiz biliyorduk."
bu sözünü reel ve aynen
iade ederim!" Söylemek dahi zait,
Murat Ali'nin bu ‘‘nükte”si salonu kahkahalarla çınlatır.
Murat Ali başka bir gün, "Sen de erkek misin!" diye Osman Bö- lükbaşı'nın sözünü kesiyormuş. Osman Bölükbaşı ona şu cevabı ve^iş:
"Arkadaş, ben erkekliğirnin zekâtını verseydim, sen dahi erkek olurdun!”
William M.
Springer adlı bir mebus bir gün şunları söyledi: "Ben haklıyım. Haklı
olduğumu biliyorum. Bundan böyle, Henry Clay ldaha önce bahsetmiştik] gibi
diyorum ki: 'Cumhurbaşkanı olmaktansa haklı olmayı tercih ederim.' "
Temsilciler
Meclisi Başkanı Reed, bu millet vekiline şunları söyledi: "Illinois'li
centilmen hiç birini olamayacak." Şöhretini daha ziyade keskin ve ısırıcı
diline borçlu Reed'e bir gün Cumhuriyetçi partinin Cumhurbaşkanlığı namzedi
için kendisini namzet gösterip gösteremiyecekleri- ni sordular. Şu cevabı
verdi: "Çok daha uzakalara bakar ve çok daha kötüsünü de bulabilirler—ve
zannedersem bulacaklar da."
Amerikan
Kongresindeki nüktelerin çoğu hikaye şeklindedir, ve çok defa "o bana...
hatırlatıyor," tarzında takdim edilir. Son zamanlara kadar Amerikan
politik—ve sosyal— hayatındaki nükteleri renklendirenlerin başında dini ve ırki
anekdotlar gelirdi. Günümüzde ise Amerikan politikacıları—seçmenleri
gücendirmemek için—dini ve ırki fıkralardan kaçınıyorlar. Halbuki, eskiden bu
neviden fıkralar "tabu" olmak bir yana, bir İtalyan politikacı
İtalyanlar hakkında, bir Yahudi politikacı Yahudiler hakkında söylenen
anekdotları tekrarlamakta zerrece beis görmezdi. Ab- raham Lincoln, dini
inanışları kuvvetli bir Cumhurbaşkanı olmasına rağmen, dinle ilgili fıkralar
anlattı.
Kongrede
Yahudi aleyhtarı fıkra artık işitilmez. Fakat Amerikan Dahili Harbinden kısa
bir müddet önce, Lousi- ana Senatörü (Yahudi) Judah P. Benjamin'in Alman asıllı
bir senatör tarafından tahkir edildiği vakit verdiği cevap Disraeli'nin,
O'Connell'e verdiği cevabı akla getiriyor:
"Centilmen,
lütfen hatırlasınlar ki, kendilerinin yarı-me- deni ecdadı Silezya ormanlarında
yabani boğa peşinde koşarlarken, benimkiler dünyanın kralları idiler."
Bir zamanlar Mississippi
eyaletinin John Allen adlı bir temsilcisi vardı; fıkralarıyle şöhrete
ulaşmıştı. Dahili Harpten sonraki bir seçimde karşısına Güneyliler ordusunun
eski generallerinden Tucker'ı çıkarmışlardı. (Mississippi bir güney eyaletidir.) Tucker bir
nutkunu şu kelimelerle bitirmişti:
"Onyedi yıl önce geçen gece karşıkı tepelerin sırtlarında cereyan
eden kanlı bir savaştan sonra, ben, şu gördüğünüz ağaçlar altında
sabahlamıştım."
John Allen ertesi günü aynı yerde konuştu: "Vatandaşlarım,
generalin şu gördüğünüz ağaçlar altında sabahladığı gerçekten doğrudur; çünkü
kendileri uyurken, ben onun başucunda nöbet tutuyordum. O halde, aranızda,
Harpte general olarak çarpışmış ne kadar insan varsa, reylerini generale, ve generallerinin
güven ve huzur içinde uyumaları için, onların başlan ucunda nöbet tutan eski
erler de John Allen'e rey versinler.
Seçimi John Allen kazandı ve ondan sonra da politika hayatında “er” John
Ailen olarak tanındı.
Amerikan'ın güney eyaletleri gerçekten güzel yerler. Ormanlar, nehirler
ve göller her çeşit av hayvanlarıyla doludur. Güney eyaletlerinin bu kendine
has hayatı, oradaki hayvanlar—ve hatta bitkiler—güneyli politikacıların nüktelerinde
de yer alır. Biraz önce bahsettiğimiz Texas (güney) Senatörü Tom Connally,
Senatoya getirilen bir kanun teklifiyle ilgili olarak şunları söyledi:
"Bay Başkan, bu bana eski arkadaşım Alabama (güney) Senatörü Tom
Heflin'in söylediği bir hikayeyi hatırlatıyor. Remus amca balığa çıkmıştı; 5-6 cm. boyunda küçük bir
balık yakaladı. Temizlemek ve pişirmek için evine doğnı yollanırken, teneke
kutu içindeki küçük balık da kutudan fırlamak için çabaladı durdu."
"Remus amca bağırdı: 'Küçük balık, ne oluyor sana. böyle? Niye zıp
zıp zıplayıp duruyorsun? Ben senin barsaklan- nı çıkartmaktan başka bir şey
yapmıyacağım ki.' "
"Bay Başkan, bu kanun teklifi ile ilgili olarak daha iyi ve yerinde
bir diğer hikaye bulunamaz. Teklifi savunanlar, tam bir umursamazlık ve
kendilerini beğenmişlik içinde Texas Senatörüne, Ohio Senatörüne ve Senatonun
diğer üyelerine şunu diyorlar: 'Bu kanun teklifi sizi niye ürkütüyor? Biz onu
komisyona havale edeceğiz. Biz onun barsak- larını çıkartmaktan başka bir şey
yapmıyacağız ki.' "
Amerika'da
"skunk" denilen ve dünyanın başka hiç bir yerinde bulunmayan bir
hayvan vardır. Tilki soyundandır. Diğer hayvanların ve insanların bu hayvana
yaklaşmaları çok zordur, zira "skunk" her hangi bir tehlike sezer sezmez,
kuyruğu altındaki bir guddeyi harekete getirerek son derece kötü bir koku
çıkarır. Bu koku bir defa bulaştığı takdirde de hazan günlerce kaybolmaz.
Demokrat partinin
Cumhurbaşkanı namzedi olarak Eisen- hower'e karşı mücadele eden Adlai
Stevenson, bir nutkunda, Te^ilciler Meclisinin bir diğer ünlü Başkanı Joseph
Cannon'un bir sözünü iktibas ederek dedi ki: "Politikada, B. Cannon'un
dediği gibi, hazan 'skunk'larla da düello
etmek gerekir. Fakat düello silahının tayinini ‘skunk'a bırakmak büyük
aptallık olur."
Eğer nükte ne oldum delisi
politakacılardaki ifrat ve kibiri yıkmak için en tesirli bir silah ise,
Amerika'da nükte ve hi- cive en fazla ihtiyaç hissedildiği bir devirde,
nüktedan politikacılar maalesef görülmedi. Senatör Joseph McCarthy' nin
Amerika'da "terör" saçtığı devirden bahsediyoruz. Wis- consin
Senatörü, ülkedeki komünistleri meydana çıkaracağım diye, komünist olmayan pek
çok kimseyi lekelemekten çekinmemiş, entellektüel çevrelerde dehşet uyandırmıştı.
CMcCarthy'nin her yatak altında bir komünist umacısı aramak istemesi,
İngilizceye, ve diğer dünya dillerine "Mc- C^arthyism" kelimesini
armağan etti. Bir lügat kitabı, tabirin ne olduğunu şöyle anlatıyor: (1) Bir kimseyi, ispat etmeksizin veya sathi, şüpheli ve
yahut konu ile ilgisi olmayan isnatlarla hükümete sadakatsızlik ve bilhassa komünistle
suçlamak. (2) Bir kimse hakkında girişilen araştırma
ve soruşturmada hakkaniyet yolundan ayrılmak.)
Kimse bu demagog
politikacının gazabını kendi üzerine çekmek istemiyor, hemen hemen herkes ondan
çekiniyor, korkuyordu. Bunun içindir ki, onun kudret merdiveninde tırmandığı
senelerde hümor ve diğer yollarla bu kediyi kısırlaştırmak görevini yüklenmek
isteyen cesur ve nüktedan politikacı pek çıkmadı. (McCarthy, devrin Savunma
Vekili Steven'e dahi hücum etmiş, fakat Cumhurbaşkanı Eisenho- wer vekilini
açıkça savunmamıştı.) Nihayet, North Caroli- na (güney) Senatörü Samuel
Erwin, McCarthy ile kılıç şakırdatmağa
karar verdi; 15 Kasım 1954 te de Senatoda Wis- consin senatörüne hücum etti.
Senatör Erwin bu nutkunu üç hikaye ile dantelledi. Hikayelerden biri şu:
Avukatlık stajını tamamladıktan sonra ilk duruşmasına girecek genç
avukat, yaşlı ve tecrübeli bir avukatın tavsiyelerini dinliyordu:
Deliller senin aleyhinde ise kanundan bahset. Kanun aleyhinde ise
delillerden bahset."
Genç avukat sordu: "Ya hem kanun hem de deliller benim aleyhimde ise?"
"O takdirde, aç ağzını yum gözünü, ve aklına gelen ilk şahsa bas
küfürü."
Senatör, hikayesini anlattıktan sonra, "Bay Başkan," dedi,
"Wisconsin Senatörünün de yaptığı bu."
Amerika'da 1950'lerin sonlanyle 1960'lann ilk yılları insan ve
vatandaşlık haklarının genişletilmesi mücadelesi ile geçti. Bu arada mevcut
federal ve mahalli kanunlarla da yetinilmedi, o yıllara kadar mahalli
hükümetlere (eyalet ve belediyeler) bırakılmış sahalarda da el uzatıldı.
Vatandaşlık haklan konusunda güneyli temsilcilerin tutumları, genellikle,
ülkenin diğer taraflarından gelenlerin davranışlarından farklıydı. Tartışmalar
sırasında, güneyliler, hem konu ile ilgili meselelere sarahat katmak, hem de
Kongrenin gerginleşen havasını yumuşatmak için hikayeler söylediler. Yukarıda
bahsettiğimiz Senatör Erwin, Adliye Vekilinin getirmek istediği bir kanun
teklifiyle ilgili olarak dedi ki:
"Adliye Vekilinin elinde her zaman kullanacağı cezai müeyyideler
var. Adliye Vekilinin kullanacağı hukuki müeyyideler var. Bunlara rağmen, Kongreye
başvurarak yeni bir kanun daha çıkarmak istiyorlar. Adliye Vekilinin bu hareketi
bana, sevgilisine kur yapan genci hatırlatıyor.
"John, Mary'ye kur yapıyordu ve John, Mary'ye dedi ki: ‘Mary,
şimdikinden başka bir şey olmak elinde olsaydı, ne olmak isterdin?' Mary,
'Amerikan Gül Kraliçesi olmak isterdim,' diye cevap verdi. Ve sonra aynı suali
John'a sordu. ‘John, eğer başka bir şey olmak elinde olsaydı, sen ne olmak
isterdin?' John dedi ki: 'Mary, eğer başka bir şey olmak benim elimde
olsaydı, ahtapot olmak isterdim.' M^^ sordu: 'John, ahtapot nedir?' John cevap
verdi: 'Ahtapot bin tane kolu olan bir çeşit balıktır.' Mary yine sordu: 'Pek âlâ, John, eğer sen
bir ahtapot olsaydın, o bin tane kolunla ne yapardın?' Ve John, Mary'ye cevap
verdi: 'Mary, onların hepsini senin beline dolardım.' Mary, John'a dedi ki:
'Sen neden bahsediyorsun, John? Sen daha şimdiki iki kolunu bile kullanmasını
bilmiyorsun. [Gülüşmeleri
"İşte,
Birleşik Amerika Adliye Vekilinin halihazırda iki tane sağlam kolu var.
Senatörleri temin ederim ki, bu iki kolundan her hangi biri güneyde, rengi ve
ırkı ne olursa olsun, her hangi bir kimsenin reyini kullanmasına mâni olmağa
çalışacak her hangi bir insanın beline dolanmağa yeterli."
Amerikan
seçim sistemi "tek kişilik bölge" esasına göre kurulduğundan,
seçimlerde, namzetlerin ait oldukları partilerden çok daha ziyade onların
şahsiyetleri rol oynar. Namzetler, kapı kapı dolaşıp seçmenlerle görüşür, köşe
başlarında, tren, otobüs istasyonlarında onların elini sıkar, kampanyasını
Türkiye'de akla gelmeyecek yollardan yürütür.
Alabama
eyaletinin Bir Numaralı Seçim Bölgesinden millet vekilliği namzetliğini koyan
Harry T. Ha^well adlı biri seçimden sonra, seçim kuruluna şu raporu verdi:
"Hayatımın
altı ay ve on gününü kampanyada harcadım, seçim endişe ve üzüntüsü bana 1000 saatlık uykuya mal oldu, vücudumdan yirmi
kilo ağırlığında et kaybettim, 500 bebek öptüm, 100
mutfakta ateş yaktım, on defa soba kurdum, onbir cords odun kestim [bir cord odunun hacmi 8 x 4 x 4 feet küptür, yani 244 x 122 x 122
cm. küp], elli kova su taşıdım, 400 balya ot bağladım, 1100 mil yürüdüm 11 mil
1.6 km. 1, 20,000 el sıktım, The New York World
gazetesinin bir aylık nüshalarını dolduracak kadar konuştum 1bu gazetenin
günlük nüshaları 70-80 sayfa, Pazar
sayıları da 350400 sayfa idil, dört ayrı kilisede vaftiz edildim, dokuz dul
kadına aşk ilân ettim, köpekler tarafından dokuz defa ısı- rıldım—ve ondan
sonra da seçimi kaybettim,!”
Senatör
William McAdoo, Cumhurbaşkanı C1921-231 War- ren G. Harding'in nutukları için şöyle demişti: "Onun nutukları
a^zametli ibarelerden oluşmuş bir ordunun arazide bir fikir peşinde gittikleri
intibaını veriyor. Bu başıboş kelimeler bazan, gerçekten, çırpılmakta olan bir
düşünceyi esir alıyorlarsa da, fikre çok kötü mu^nele ettiklerinden, onu
ölesiye çalıştırıyorlar."
Bu doğru
olmakta beraber, Harding, hiç olmazsa nutuklarını kendi yazdı. Günümüzde kendi
nutuklarını bilfiil kaleme alan pek az Amerikan politikacısı kaldığından, onların
nüktelerini tetkik edenlerin karşılaştıkları en büyük mesele, nüktelerin
gerçekten kendilerinin olup olmadığıdır. (Bilhassa tanınmış politikacıların
hayali yazarlar kullandıklarını söylemiştik.) Bunun en iyi örneğini Senatör
Keating verdi. (New York eyaletini 1958-1964 te temsil eden Keating, 1964
seçimlerinde Robert Kennedy'ye mağlup oldu. Daha sonra Yeni Delhi'de Amerika'yı
temsil eden Keating, bir kaç yıl öncesi Amerika'nın İsrail elçisi idiJ
Keating'e atfedilen bir söz vardır. Fakat bu sözü katiyen söylemediğinde ısrar
etmişse de, nüktedeki istihzayı belirtmek için burada kaydetmek yerinde olur:
"Roosevelt, bir (ifamın
cumhurbaşkanı olabileceğini ispat etti; Truman, her hangi bir dadamın cumhurbaşkanı olabileceğini ispat
etti; Eisenhower ise, cumhurbaşkanlığına lüzum kalmadığını ispat etti."
İngiltere, ve
bilhassa Amerika'da en iyi nüktelerin işitil- diği yerlerden biri de
ziyafetlerde verilen nutuklardır. Yemek sonrası söylenen nutuklar tam^nen bir
Angio-Ame- rikan enstitüsüdür; oralarda yemeklerden sonra nutuk söylemek
gelenek halindedir. Tanınmış hatipler (bilhassa nüktedan hatipler) bu
ziyafetlere—çok defa ücret ödenerek—davet itilirler. Bu nutuklarda nükteli
konuşmak adeta "kanun" dur. Yemek ve içkiden sonra büyük laf
dinlemeyi kimse istemez.
İngiliz
politikacılarından Lord Jowitt'in yemek sonrası hitabeler için söylediklerinde
hakikat payının bulunduğunu kabul etmek gerekiyor: "Yemek sonrası
nutukları bir aşk mektubuna benzer. İdeal olarak hatip, sözlerine ne söy-
liyeceğini bilmeyerek başlanalı ve ne söylemiş olduğunu bilmeyerek de biti^elidir."
Yi^inci yüzyılın ilk yarısının
ünlü Amerikan hatipleri arasında yer alan New York Senatörü Chauncey Depew, bir
ziyafette, devrinin bir diğer tanınmış hatibi Mr. Joseph Choate'yi şöyle takdim
etti:
"Beyler, Amerika'nın en iyi
yemek sonrası hatibi Mr. Joseph Choate'yi sizlere takdim etmeme müsaadenizi
rica ederim. ^t. Choate'den nutuk dinlemek için yapacağınız tek şey, ağzını
açıp içine bir kap yemek boşaltmanızdır. Bunu yapar yapmaz, göreceksiniz,
ağzından derhal bir nutuk çıkacak."
Nutkunu irad etmek için
platforma gelen Mr. Choate sözlerine şöyle başladı:
"Mr. Depew, eğer benim
ağzımı açar ve içine bir kap yemek boşaltırsanız, derhal bir nutuk çıkacağını
söylüyor. Buna rağmen, sizleri yine de ikaz etmekten kendimi alamayacağım.
Zira, eğer siz kendi ağızlarınızı açar ve içine Mr. Depewin nutuklarından
birini bırakırsanız, yedikleriniz hemen ağzınıza gelir."
Chauncey Depew ile devrin meşhur
nükteden ve yazan Mark Twain bir gün aynı toplantıya hitap ettiler. İlk konuşan
Mark Twain'in hitabı 20 dakika sürdü. Dinleyiciler kendisini hararetle
alkışladı. Konuşma sırası kendisine geldiği vakit, Depew şunl^ söyledi:
"Muhterem Başkan, hanımlar ve beyler. Bu ziyafetten önce B. Twain ve ben
nutuklanmızı değiş-tokuş etmiştik. Kendileri biraz önce benim nutkumu irad
ettiler, ve nutkuma gösterdiğiniz çoşkun tezahürattan ötürü hepinize
minnettarım. Fakat, ne yazık W, B. Twa- in'in nutkunu kaybettim ve şimdi onun
bir tek kelimesini dahi hatırlamıyorum."
Depew, sözlerini burada bitirdi
ve alkışlar arasında yerine oturdu.
Daha önce kendisinden etraflıca
bahsettiğimiz İngiliz devlet adamı Joseph Chamberlain ziyafetlerdeki konuşmalarına
çok defa, bir kasaba belediye başkanının, kahveler içildiği sırada kendisine
söylediklerini nakletmekle başlardı: "Bırakalım, biraz daha eğlensinler
mi, yoksa sizin nutkunuzu mu dinlesinler?"
Bu bir iki
örnek, ziyafetlerde yapılan konuşmalarda hü- morun gerçekten büyük rol
oynadığını gösteriyor. Yemek- sonrası konuşmalar için en iyi "nutka giriş” metodlanndan biri,
hatibin, kendisini konu olan nükte söylemesidir. Amerikancın meşhur
sigortacılarından Kendrick Guernsay "Rotary" Kulübünün bir
toplantısındaki hitabına şöyle başladı:
Başkan Lester, hanımlar ve Rotary arkadaşlarım,
Atlanta’da yapılan bir toplantıya biraz geç kaldığım İçin ancak arka
sıralarda yer bulabilmiştim. Önümdeki iki kişi oldukça yüksek sesle aralarında
konuşuyordu. Benden bahsediyorlardı. Kulak kabarttım:
“Şimdi konuşacak olan Ken Guernsay kimdir?"
"Şahsen tanımıyorum, ama kendimi bildim bileli faal bir Rotary
üyesi. Bir ara teşkilâtın başkan muavinliğini de deruhte etti."
“Vallahi, Jim, doğrusunu istersen, bir kulübe bu kadar fazla zaman
ayırabilen insan iki şeyden biridir: ya politikacı veya enayinin biri."
Başkan, beni plâtforma çağırdığı zaman, onlar, bilhassa “ya politikacı
veya enayinin biri" diyen hayretler içinde bana bakıyordu.
Konuşmam
sona erdiği vakit, ikincisi yanıma gelerek elimi sıktı ve “Söylediklerimi
duyduğunu biliyorum," dedi, “ama nutkunu dinledikten sonra, politikacı
olmadığına inandım."
Anglo-Amerikan dünyasında en nüktedan hatipler arasında din adamlan da
bulunur. Meşhur Amerikan Protestan papazı Dr. Norman Vincent Chicago'da verdiği
bir nutka şöyle başladı :
Sizi temin
ederim ki, böylesine sitayişkâr sözlerle takdim edilmeyi işitmem için New
York'tan Chicago’ya her zaman gelmeğe hazırım. Başkanın sözleri nefsime olan
itimadımı—ki son zamanlarda epey azalmıştı—arttırdı. Bir gün Doğu eyaletlerinden
birinde Bankacılar Derneğinin senelik yemekli bir toplantısında konuşacaktım.
Şehre, elimde olmayan bir takım sebepler yüzünden geç vardığımdan,
yöneticilerle konuşmağa vakit bulamadan hemen toplantının yapılacağı otele
indim ve siyah elbisemi giymek üzere odama çıktım. Aşağıya, salona inerken
asansörde benden başka bir tek yolcu vardı. Bir bankacı olduğunu hemen
anladım, o da toplantıya gecikmişti.
Bu bankacı, üzülerek söyliyorum, bir takım ruhlarla (dini değil) temas
halinde olmalıydı. Kendi kendine konuşuyordu. Yerinde duracak hali yoktu. Papaz
olduğumu her halde anlayamadığından, sulanmış gözlerini gözlerimin içine
diktikten sonra, "Merhaba, ahbap," dedi. Bu neviden hitaba pek alışık
olmadığım halde, aynı çeşit bir hitapla mukabele ettim. Salonun kapısına kadar
havadan sudan bahsettik. Bir ara, "Siz de mi yemeğe gidiyorsunuz?"
diye sordu.
"Evet."
"Ama bir şeye benzemiyecek ki. Konuşturmak ıçın tâ New York'tan
bir papaz getirmeleri de zaten bunu göstermez mi?"
"Peki, ne diye New York'tan bir papaz getiriyorlar? Konuşturacak
başka birini bulamadılar mı acaba?"
"Kim bilir, ahbap. Yönetim kurulunun iyi bir hatip tutmak için
belki de parası yoktu."
"Her neyse, gidip şu adamı bir dinleyeyim, bakayım."
“Mademki, sen gidiyorsun, ben de gideyim."
Konuşmak üzere platforma çıktığım vakit, gozume çarpan ilk şahıs bizim
"ahpab" oldu. Gözleri gözlerime takılır takılmaz başını elleri
arasına aldı ve âdeta yere yıkıldı.
Sözlerimi dikkatle dinlediğini fark ediyordum. Hem
artık gözlerindeki nemlilik de gitmişti. Konuşmamım sonunda yönetim kurulu
üyeleriyle el sıkışırken, bana doğru yürüdüğünü gördüm. Gayet mahçup ve utangaç
bir hali vardı. Zorla gülmeğe çalışıyordu. Yürümek istemediği, fakat mecbur
kaldığı belliydi. Ama ben onu yine de takdir ettim. Çünkü hakiki bir sportmene
y^aşır bir tavırla elimi sıktı ve gayet samimi bir şekilde dedi ki:
"Ver,
şu elini sıkayım, ahpab. İkimiz de haklı çıktık, değil mi?"
Amerikan politikacıları
seçmenlerinden pek çok mektup alırlar. Bunlar arasında hakaretli olanlar da
vardır. Politikacılar, genellikle, kendi istikballerini düşündüklerinden, bu
neviden hakaretlere cevap vermezlerse de, kendilerine hakaret edenlere veya
aptalca mektup yazanlara hakaretli mektup gönderenler de vardır. Önceki
Cumhurbaşkanı Ken- nedy, "zaman zaman hepimiz California millet vekili
Ste- ven McCoarty'nin yolunda gitmeyi arzu ederiz," dediği bu Temsilciler
Meclisi üyesi 1934 te bir seçmenin mektubuna şu cevabı gönderdi:
Kongrede bulunanın sayısız mahzurlarından biri de, Sierra Madre
dağlarının yeniden ağaçlandırılmasını vadettiğim halde, seçimden bu yana iki ay
geçmesine rağmen bu sahada hiç bir şey yapmadığımı söyleyen senin gibi
eşeklerden küstahça mektuplar almaya mecbur kalmamdır. Niye cehenneme kadar defolup
gitmiyorsun?
Senatör
William Proxmire'e (hâlâ senatör) mektup yazan bir seçmen, eğitim tasarısında
niçin lehte rey verdiğini sorduktan sonra şunları söylüyordu:
"Ben—otuz
yaşıma bir yıl öncesi girmiş olmama rağmen —babamla aynı fikirdeyim: federal
hükümet mekteplerin yönetimine burnunu sokmamalı. Biz, hükümetin ianesine
dayanan parazitler olmaktan kurtulup, kendi kendimize yardım etmesini
öğrendiğimiz takdirde Amerika’yı 'kurtarabiliriz. Mektubuma son verirken,
şimdiye kadar Kongreye getirilmiş kanun tekliflerinde nasıl rey kullandığınızı
gösteren cetveli gönderirseniz. memnun kalacağımı belirtmek isterim.”
(Amerikan
Kongresine sunulan kanun tekliflerinde her senatör ve millet vekilinin nasıl
rey kullandıkları Kongre Zabıtlarında belirtilir. Gazeteler de zaman zaman,
bilhassa seçimler sırasında, kendi bölgelerindeki temsilcilerin muhtelif
konulardaki tutumlarını göstererek halkı aydınlatırlar.)
Senatör
Proxmire kendi belgesinde yaşıyan bu s^eçmene şu cevabı gönderdi: "Bir
parazit olmadığınızı söylüyorsunuz. Bundan böyle, istediğiniz cetveli,
cebimden masraf ederek size gönderiyorum. Parayı verin ve satın alın.”
Cumhurbaşkanı
Eisenhower'in önceki California Valisi Earl Warren'i Yüksek Mahkeme
Başkanlığına getirmesi Amerikan halk efkannda şiddetli tartışmalara sebep olmuş
ve Baş Hâkim aleyhindeki ileri-geri konuşmalar emekliye ayrıldıktan sonra ve
hatta ölünceye kadar (19741 devam etmişti. Eisenhower'in Beyaz Ev'i
terketmesinden bir müddet sonra bir seçmen, Senatör Proxınire'e yazdığı bir
mektupta, Eisenhower'in Warren'i baş hâkimlik meykiine getirmesinin
vatanseverlik ile bağdaşmayacağını söylemişti. Senatör, se^nene şu cevabı
ya^nış fakat postal^rnamıştır:
"Eisenhower'in niye Earl Warren'ı tayin ettiğini hala merak
ediyorsanız, Generalin Gettsburg'daki çiftliğine yazmanızı tavsiye ederim.
lEisenhower emekli olduktan sonra hayatını bu çiftlikte geçirmişti. J Gerçekte, bana göndermek isteyeceğiniz bütün
mektuplan da oraya gönderirseniz daha iyi edersiniz. Çünkü, anladığıma göre,
B. Eisenhower'in bu günlerde fazla miktarda gübreye ihtiyacı var."
Anglo-Amerikan
ülkelerinde—gerçi sayıları gittikçe azalıyor—politikacıların sözlerini kesen,
onlara laf yetiştirmeğe çalışan dinleyiciler de vardır. Bir politikacının, bu
neviden "gazeller"e iyi ve yerinde cevaplar vermesi beklenir. Bunu
beceremeyen politikacıların kazanma şanslan azdır. Bir vatandaşın
"mat" ettiği bir politikacının o topluluğun reyini alması güçtür.
İngiltere parlementosundaki tartışmalardan bahsederken, önceki Başvekil
Atlee'nin mebuslara yerinde cevap veremeyen vekillerin kabineden dahi düşebileceklerini
söylediğini belirtmiştik.
Seçmenlere,
onların anlayacakları dille en iyi cevap
verenler, daha önce de belirttiğimiz üzere, Benjamin Disraeli ve Lloyd George
idi. Gayet tabii, kendilerine laf atan seçmenleri mat eden diğer politikacılar
da vardır. Mesela, bir Amerikalı, seçim nutku veren millet vekilinin sözünü
kesti: "Aziz Peter dahi olsaydın, reyimi yine de sana vermezdim,"
Millet vekili
cevap verdi: "Arkadaş, eğer ben Aziz Peter olsaydım, zaten bana rey
veremezdiniz, çünkü benim bölgemde de yaşıyamazdınız."
İngiltere'de
bir seçimde (1960), bir İngiliz vatandaşı Lord Mancroft'ın sözlerini bağırarak
kesmeğe çalışıyordu. Hatip nihayet cevap verdi:
"Tebrik
ederim, arkadaş. Kıt zekanızı ses tellerinizi işletmekle telafi etmişsiniz.''
John Wilkes Cl721-97) gayet nüktedan ve tanınmış bir İngiliz
politikacısı, gazeteci ve yazardı. Sözünü kesen bir seçmene verdiği cevap
kitaplara geçmiştir. Seçmen dedi ki: "Reyimi sana ve^ektense, şeytana
vermeyi tercih ederim."
Wilkes'in
cevabı: "Ya arkadaşınız millet vekili olmak istemezse ..."
Millet vekili
Wilkes'in İngiliz dilinde yerleşmiş bir sözü daha var. Bir toplantıda kendisine
enfiye takdim edildiği vakit, "Hayır, teşekkür ederim,” diyerek nezaketle
reddetti. "Küçük çapkınlıklar (veya günahlar) beni ilgilendirmez.” ll have no s^ma.,1
vices.)
Wilkes'in şu
cevabı da pek meşhur. Bir gün Parlamentoda karşılıklı hakaretamiz söz düellosu
sırasında Earl Sandwich (dünya dillerine "sandviç'i veren meşhur İngiliz
politikacısı, ünlü bir kumarbazdı da), "Muhterem Centilmenin ölümü ya
darağacında olacak veya zührevi hastalıkla" dediği vakit, John Wilkes
otürdüğu yerden derhal cevap verdi:
"İki
şıktan biri gerçekleşirse: ya prensiplerinizi kabul ederim veya metresinizi.”
Maamafih, Anglo-Amerikan dünyasında en tanınmış ve nüktedan
politikacıları dahi mat etmesini bilen seçmenler de yok değil. Müteveffa Yüksek
Mahkeme Başkanı Earl Warren (1948 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Cumhuriyetçi
Dewey'in listesinde Cumhurbaşkanı Muavini namzedi idi), California valiliği
sırasında seçmenlerine hitap ederken, "Böylesine kalabalık bir kütleye hitap
etmek şerefine nail olduğum için bahtiyarım," derken arka sıralardan bir
kadın sesi yükseldi:
"O kadar
bahtiyar olmayın, Vali Bey. Zannettiğiniz kadar kalabalık değiliz."
Bir Amerikan
mebus namzedi nutkunu şöyle bitirdi: "Vatandaşlarım, şu pek önemli noktayı
bir defa daha belirtmek isterim: Ben, Demokrat partili olarak doğdum, Demokrat
olarak büyüdüm ve Demokrat olarak öleceğim."
Dinleyiciler
arasından bir ses: "Hayatta pek büyük bir gayen yok, değil mi?"
William
Jenning Bryan (1860-1925), Amerikan Komünist ve Sosyalist partilerinin
namzetleri dışında, üç defa cumhurbaşkanı adayı gösterilen—ve her üçünü de
kaybeden— yegane politikacıdır. Demokrat partiliydi. Fakat Amerikan tarihine
kuvvetli bir hatip olarak geçti; kendisine "altın sesli" hatip deniyordu.
Bununla beraber, ‘‘altın sesli" hatipleri dahi mat etmesini bilen Amerikan seçmenleri de
vardı.
William Jenning Bryan ve Mc^mley arasındaki seçim (1898) çok hararetli geçmişti. Bryan bir gece
bir salonda soğuktan titreşen iki yüz kadar seçmene hitap ederken dedi ki:
"Bu gece benim sevgili kanın buradan iki mil mesafede mütevazi bir
han odasında uyuyor, fakat Ocak ayı gelsin. Beyaz Ev'de uyuyacak." (Beyaz
Ev, Amerikan cumhurbaşkanının ikamet ettiği büyük bir konaktır. Cumhurbaşkanları
vazifelerini resmen 22
Ocakta teslim alırlar.)
Dinleyicilerden biri Bryan ile aynı kanaatte değildi:
“Eğer karınız Ocak ayında Beyaz Ev'de uyumayı düşünüyorsa, Mc Kinley'nin
koynunda uyumuş olacak, çünkü Beyaz Ev'i McKinley işgal edecektir."
William Jenning Bryan bir seçim nutkunda şunları söyledi:
"Vatandaşlarım, bu hayati meseleyi bütün Amerika' - ya anlatabilmek,
milletimize ışık tutabilmek için bir kuş olup köyden köye uçmayı çok
isterdim."
Dinleyiciler arasından biri konuştu: "Daha bir
mil dahi uçamadan ördek diye seni vururlardı."
Cumhurbaşkanı (1901-09) Theodore
Roosevelt de bir seçim konuşması yaptığı sırada kendisini oldukça müşkül
durumda buldu. İçkiyi biraz fazlaca kaçırmış bir vatandaşı, Cumhurbaşkanının
sözlerini kesiyor, lal yetiştirmeğe çalışıyordu:
"Bana yuttar^nazsın, ben bir Demokratım. Beni aldatamazsın, ben bir
Demokratım."
Cumhurbaşkanı Theodore Roosevelt nihayet dayanamadı: "Sana bir şey
sormak isterim, arkadaş," dedi. "Niye Demokratsın?''
Sarhoş cevap verdi: Çünkü oonim büyük bab^n bir Demokrattı, bab^ir bir
Demokrattı ve ben de bir Demokratım."
Cumhurbaşkanı "Pek alâ
arkadaş," dedi, "bir an için farzedelirn ki, senin büyük baban bir eşekti, baban da bir eşekti, sen o z^nan ne
olurdun?"
Sarhoş Amerikan vatandaşı
Cumhurbaşkanı Roosevelt'e cevap verdi: "Bir cumhuriyetçi."[‡]
Hatiplerin sözlerini
kesmeye çalışanlara verilecek en iyi cevaplardan biri de onlan platforma
(kürsüye) davet etmektir. Dünyaca tanınmış politikacılar arasında bunun en son
misalini, Kanada Başvekili Pierre Elliott Trudeau verdi. Temmuz, 1974 te yapılan Kanada genel seçimlerinde
Ontario eyaletinin Peterborough şehrinde bir seçim nutku verirken, sözlerini
kesmeğe çalışan bir Kanadalıya Başvekil nihayet der ki:
“Ne bağırıp duruyorsun
orada? Söyleyeceklerin varsa, gel burada söyle!"
(International Heral
Tribüne gazetesinin 8
Temmuz, 1974 tarihli sayısında hadise fotoğrafla da
tespit edilmiş. İri yarı bir Kanadalı platformdaki iki mikrofon önünde konuşuyor
ve Başvekil Trudeau da, hatibin yanında, başı öne eğik, dinliyor.)
Ünlü Amerikan politikacısı
ve devlet adamı müteveffa Adlai Stevenson'un sözünü kesen bir seçmene verdiği
cevap da, nüktedan bir politikacının bu neviden cevaplan dahi kendi lehinde
bir silah olarak kullanabileceğini gösterir.
Dallas CTexasl şehrinde bir
nutuk verirken ön sıral^ala oturan biri, Stevenson'un sözünü keser. Stevenson,
bu vatandaşının, sözlerini bitirmesini sabırla dinledikten sonra, gayet sakin
bir tavırla nutkuna şöyle devam eder:
"Ben, cehaletin kökünden
kazınması ve günahkarların affedilmesi gerektiğine hala inanıyorum.''
[*]On dokuzuncu asrın
ikinci yarısında yaşıyan bir İngiliz asilzadesi. Modern boksun kaidelerini kurdu.
[†]Yu^uk daima sıkık olacak. Hasmın ensesine
vurmak yasaktır.
[‡]Türk
seçmenlerinin politikacılardan çok da.ha fazla hiimnr hissine sahip olduklarını
Erdoğan Anpınar'ın Oy
Sandığı adlı kitabından da öğreniyoruz. Mesela, 1950 seçimlerinde
Orhangazi ilçesinin Müs- lümsölöz köyünde bir vatandaş reyini kullandıktan
sonra seçim kuruluna başvurarak ^zarfın üzerine "adres yazmayı”
unuttuğunu söylemiş. Kuruldan,bir üyenin, "Bir de ^adres mi yazacaktın, be adam?” sualine de köylü
vatandaş şu cevabı vermiş: "Efendim, 1946'da yazmamıştık ve reylerimiz de
başka yere gitmişti.”
Millet
Partisi Genel Başkanı Osman Bölükbaşı 1963 seçimlerinde bir kapalı salonda
konuşurken, arka sıralardan biri seslenmiş: "Duyamıyoruz, efendim, duyamıyoruz.”
Vatandaşın
bu çağırışına ön sıral^arda oturan bir diğeri cevap vermiş: "İstersen
gel. yer değiştirelim.”
Bir
diğer seçimde de (1957) Kars'ın Posof ilçesinin Badela köyünde partililer
konuşmağa başladıkları sırada, dinleyiciler, şapkalarını çıkarıp yere koyduktan
sonra, "Biz sizi çok dinledik, derdinizi bunlara anlatın,” demiş ve
meydanı terketmişler.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar