Print Friendly and PDF

Politikada Nükte /Nejat Muallimoğlu 4





İngiliz ve Amerikan politikacılarının kendilerine has özellikleri

Büyük nüktedanların özellikleri pek çok şeyleri bir kaç kelime ile ifade edebilmeleridir. Küçük nüktedanların belirli işaretleri ise, çok uzun ko­nuşmalarına rağmen, hiç bir şey söylemiş olmama­ları.

La Rochefoucauld

Kendisine gülebilme kudreti bahşedilmiş insan, aynı zamanda, gülünmesi gereken yegane mahlûk da değil midir?

GreviUe

İnsanların karakterlerinin en iyi ölçüsü, onların nelere güldükleridir.

Goethe

B irleşik Amerika'nın ilk yıllarında politikacıların hita­belerindeki nükteli ve ısırıcı sözleri, Atlantik'in beri yakasındaki hemcinslerinkinden pek farklı değildi. Mese­la, bir John Randolph'un hakaret dolu ifadeleri, bir Sheri- dan veya Disraeli'nin Avam Kanarası içinde veya dışında­ki nükte ve hicivlerinden pek ayırd edilemezdi. Bunu an­lamak hiç de zor değil: çünkü, o yıllarda Amerikan poli­tikacıları; aileleri, geçtikleri eğitim ve dünya görüşleri iti­bariyle İngiltere'deki eşlerinden pek farklı değillerdi. Ça­ğın Amerikan politikacıları, aristokrat ailelerin gayet iyi yetiştirilmiş çocuklarından oluştuklarından, umumiyetle,


zengin centilmenlerden oluşmuş mütecanis bir grup vücu- de getiriyorlardı. Fakat Amerikan halkı ülkenin sınırlarını kıtanın batısına doğru uzatıp yayıldıkça, Adams'lann, Randolph'lann "klan"lan dışındaki ailelerin çocukları da Kongreye girmeğe başladı. Clay'ler, J ackson'lar bu aileler­den gelmişlerdi. Onların gördüğü eğitim, tecrübe ve dün­ya görüşleri Amerika'nın doğusundan gelmiş, İngiliz sis­temi ve terbiyesine göre yetiştirilmiş politikacılardan fark­lıydı. Sonraları Avrupa'dan Amerika'ya göç edenler; Irlan- dalılar, İtalyaalar, Yahudiler, Almanlar ve diğerleri de seçme ve seçilme hakkına sahip olunca, Amerikan politi­kasındaki homojenlik ve İngiliz politikasıyle olan benzer­likleri kaybolmağa başladı.

Bu arada İngiliz ve Amerikan hükümet şekilleri arasın­daki fiziki farkların da parlamento müzakerelerine ve ora­larda işitilen nüktelere tesir ettiğini de gözden uzak tut­mamalıyız. İngiltere'de (Amerika'daki gibi) hükümetin ic- rai kolu teşrii kolundan fiziki olarak ayrılmış değildir; ve kabine üyeleri de, ekseriya, Kamara arasından seçilir. İn­giliz vekilleri mebusl^an Kamarada sordukları sualleri cevaplandı^nakla mükelleftirler.

Sir Winston Churchill'in, "Avrupa'nın en iyi klübü" di­ye vasıflandırdığı Avam Kamarası, resmiyet ve gayri res­miyeti en iyi bir şekilde birleştirmiştir. Parlamentonun iç­tima halinde bulunduğu her gün, oturumdan önce, başın­da, omuzlarına kadar uzanan takma saçı ve sırtında özel cüppesiyle Parlamento başkanı, Parlamento binasındaki odasından çıkar ve içtima salonuna doğru yürümeğe baş­lar. Başkanın önünde muhafızı, sekreteri, Parlamentonun papazı ve beyaz eldivenli habercisi bulunur. Haberci, Avam Kamarasının otoritesini temsil eden âsayı da taşır. Başkan koridorda yürürken haberci sık sık, '"Speaker! Speaker!" (Parlamento başkanı) diye bağırarak onun salona doğru yürümekte olduğunu haber verir. Bu sırada koridorlarda bulunanlar kendisini hürmetle selamlarlar. Başkan iktidar partisi üyesidir.

Oturuma dua ile başlanır. Dua sırasında dinleyiciler sa­lona alınmaz. Dua edilirken, gelenek ve âdetlere göre, me­buslar sırtlarını başkan ve papaza doğru çevirerek, otur­dukları sıralarda dizleri üzerine hafifçe çökerler. (Belki görenleriniz vardır. Bir Hıristiyan, bilhassa bir Katolik, kilisedeki yerini almadan önce ekseriya sağ dizi ile hafif­çe yere dokunur.) İngiliz parlamenterlerinin dizlerini yere dokundurmadıkları gibi, bu işi yerde değil de, sıraları üze­rinde yapmalarının sebebi ise şudur: millet vekilleri eski­den bellerinde kılıç taşıyor, bu kılıçlar onların dizlerini yere değdirmelerine engel oluyordu. Bunun için diz çök­me işlemini oturdukları sıralar üzerinde yapıyorlardı. Ge­leneklerine sadık İngiliz mebusları, günümüzde kılıç taşı­madıkları halde, sanki taşıyorlanmışcasına, bu gelenekle­rini hala devam ettiriyorlar.

Avam Kamarası içtima salonu dik dörtgen şeklindedir; millet vekilleri yüzleri biribirine karşı oturur. (Yani sıra­lar, bizim Parlamentoda olduğu gibi, başkana doğru çev­rili değildir.) Hatipler ancak başlarını çevirdikleri takdir­de başkanı görebilirler. İktidar ve muhalefet sıralarının önünde iki kırmızı çizgi bulunur. Bu iki çizgi arasındaki genişlik öylesine hesaplanmıştır ki, bu çizgiler dışından biribirine kılıç çekerek düelloya başlıyacak iki kişi, kılıç­larının uçlarıyle birbirine dokunamazlar. Bugün dahi, Ka­marada konuşan her hangi bir üye bu çizgilerden dışarı çıkamaz. Bir millet vekili diğerine hitap ederken daima "the honourable gentle^&n—muhterem centilmen" diye hi­tap eder. Mebusların hitap ettiği üye kendi partisinden ise, “muhterem arkadaşım," derler.

Bütün bu resmîliğine rağmen, Parlamentoda, sadece ye­mek, oyun ve oturma ve istirahat salonlarında değil, içti­ma salonunda dahi, inanılmaz bir gayri resmîlik havası hüküm sürer. Bu satırların yazarı 1958-59 yılında Parla­mento müzakerelerini dinleyiciler galerisinden ü'ç defa ta­kip etti. Bir defasında mebusların Başvekil Harold Macmil- lan'ı nasıl terlettiklerini gördüğü vakit kendi kendine, "İş­te, demokrasi denen şey bu olmalı," dedi^rni hala hatırlar.

Amerikan Kongresinde (her iki kısmındaki, Senato ve Temsilciler Meclisindeki, tartışmaları birer defa dinledim) üyeler başkanı dönüktürler. Oturumlara katılanların sayısı, önemli haller dışında, kabarık olmadığından, içtima salon­ları çok defa "boş" hissini verir. Öte yandan, Avam Ka­marası, üyelerin sadece üçte ikisini alacak büyüklükte tu­tulduğundan her zaman doludur. İkinci Dünya Harbi sı­rasında Parlamento binaları bombalanarak tahrip edildik­lerinden yeniden inşa edildi. Fakat geleneğe sadık kalına­rak, içtima salonu, eskisinde olduğu gibi, üyelerin sadece üçte ikisini alacak büyüklükte tutuldu. Churchill bu konu­da şunları söylemişti:

Yepyeni bir Parlamento binası inşa ederken, onu, üyelerinin sadece üçte ikisini oturtabilecek büyüklükte tutmamız, dünya­nın diğer parlamenter rejimlerini hayrete düşürüyor. Bizim usullerimizi bilmiyenlere bunun hikmetini anlatmak zordur. Onlar, Parlamentodaki tartışma ve müzakerelerimizdeki şid­det, ateş, yakınlık [biribirleriyle yanyana oturmalarının verdi­ği yakınlık] ve gayri resmilikten başka konuşmaların irticali oluşunun Avam Kamarasına kendine has bir şahsiyet verdiği­ni, bu özelliklerin Kamaranın kuvvetini teşkil ettiğini anlaya­mazlar.

İngiliz millet vekilleri yanyana otururlar. Müzakereler son derece serbest ve gayri resmi bir atmosfer içinde ce­reyan eder. (Bir vakitler Peel adında bir mebus, muhalif­leri konuşurken, şapkasını gözlerine indirir, uyuyo^uş gibi hareket ederdi.) Fakat tartışmalara renk katan, bil­hassa dinleyicileri zevklendiren tarafı, parlamenterlerin vekillere (veya biribirlerinel "ayıp!" "ayıp!" ve vekillere "istifa et!" "istifa et!" diye bağınnalan; oturdukları yer­den konuşanların sözlerini keserek laf atmaları ve hatip­lerin de aynı ustalıkla onları cevaplandırmaları, karşılık­lı söz düelloları ve hakaretamiz sözlerdir.

Bununla beraber, daha önce de belirttiğimiz gibi, bazı kelimeler Avam Kamarasında "tabu"dur. Mebuslar biri- birlerine "yalancı" ve "aptal" da diyemezler. Maamafih, İngilizceyi iyi bilen ve geniş umumi kültüre sahip üyeler bu "tabu"lar etrafında dolaşarak da muarızlarına "ya­lancı" ve "aptal" diyebiliyorlar. Bu kelimeler doğrudan doğruya söylenmediği takdirde, Parlamento başkanı ha­tipleri susturup sözlerini geri almağa davet edemez. Şahe-

ser İngilizcesi ve fevkalade kültüründen ötürü, Churchill, muhalif parti mensuplarına kolayca "yalancı" ve "aptal" diyebiliyordu.

Kamaranın bir oturumunda (8 Aralık, 1944) Bevan'a dö­nerek dedi ki: "Hakikatın zıddını bundan daha iyi ve isa­betli bir şekilde ifade edebileceğinizi zannetmiyorum.”

Parlamentonun bir diğer oturumunda Cl6 Şubat, 1953). uzunca bir yoldan giderek Sosyalistlerden şu kelimelerle bahsetti:

"Daima şuna dikkat ediyorum: Muhalefet partisi üyele­ri, kendilerinden sadır olmadığı için kabul etmeyi reddet­tikleri zihni tekliflerle karşı karşıya kaldıkları vakit, ka­zan altında çatırdıyan boynuz seslerini hatırlatırcasına gü­lüşüyorlar."

Churchill, bu sözleriyle İşçi partisi üyelerine "aptallar" diyordu, ama İncil'den verdiği bir misalle. Incil'de şöyle bir pasaj var: "Kazan altında çatırdıyan boynuzların çıkar­dığı ses ne ise, aptalın gülüşü de öyledir.”

Biribirlerine hakaret etmekten zevk alan millet vekille­ri arasında zaman zaman gerçek bir sevgi dahi gelişir. Öy­le ki, karşılıklı söz düellosu yaptığı ve^aler seçilemediği veya istifa ettiği vakit gerçekten üzülen üyeler de görül­ştür. Muhafazakar Nigal Birch, Sosyalist Maliye Vekili Mr. Dalton'a hücum etmekten, onu iğnelemekten büyük zevk duyardı. İngiltere'de, bütçenin, ilân olunmadan önce, Avam Kamarasının bütün üyelerine takdim edilmesi Adet­tir. Bir yıl, Dalton, buna riayet etmiyerek, bütçenin bir kıs­mını basına "sızdırdı." Vekil, bunun üzerine istifaya mec­bur lındı. Nigar Birch'in bu istifa karşısındaki sözleri şu olmuştu: "Yazıklar olsun! Benim tilkimi vurdular!"

Avam Kamarasını Amerikan Kongresinden aran baş­lıca özellik "Sual Zamanı"dır. Sual zamanı, İngiltere Par- lementosundaki şaheser nüktelerin çoğuna vesile olur. Mü­zakereler nihayete erince (umumiyetle 14:30), duanın he­men akabinde (Kamarada oturumlar da dua ile sona erer), Parlamento üyeleri tahtın vekillerine sualler sorabilirler. Önceden hazırlanmış sualler solgun yeşil renkli "sual ka- ğıdı"na basılır ve numaralanır. Vekiller her suali cevap­landırmak mecburiyetinde değillerdir. Bir vekil ba^zan ülke güvenliği veya diğer bazı sebepler yüzünden cevap vere­ye bilir. Fakat gelenek, bu suallerin çoğunun cevaplandırıl­masını gerektirir.

Parlamentonun bir diğer teamülüne göre de, Başvekile sorulacak her hangi bir soru, listede, 45 inci numaradan öne alınmaz. Sebebi, Başvekilin öğle yemeğini istediği ka­dar uzun tutabilmesine imkan hazırlamak içindir. Bunun­la beraber, Salı ve Perşembe günleri öğleden sonra saat 3:15'ten sonrası Başvekili suale çekmek için en münasip vakittir.

Bu numaradan (45) önceki sualler vekillere hitap eder. Başkan sual soranların isimlerini okur; sualler tekrarlan­maz Numara okununca, cevap vermesi istenen vekil (ve­ya bir yardımcısı) ayağa kalkarak, önceden hazırlanmış cevabı okur. Kamaranın, bilhassa dinleyiciler için, zevki bundan sonra başlar. Çünkü, suali soran üye, bu esas sual ile ilgili diğer sorular da sorabilir. Vekillerin soğuk terler dökmesi de işte o zaman başlar.

Bir vekile sual sormaktaki ana gaye, umumiyetle, mu­ayyen bir nokta üzerine bilgi edinmek değil, vekili zor du­ruma sokmaktır. Bir vakitler Sual Zamanı'nın “yıldız”la- rından biri Sir Gerald Nabarro idi; 13 Şubat, 1958 de şu sualleri ilgili vekilden sordu. (Bütün sualler, aşağıdaki ör­neklerde de göreceğiniz gibi, indirekt, yani dolaylı konuş­ma yoluyle sorulur):

55.  MR. NABARRO: Maliye Vekiline, uzunluğu beş inç [bir “inch,” 2.54 cm] veya daha fazla olan kapı tokmaklarının itha­linde satış vergisi alınmazken, bu uzunluktan daha küçük ebad- da kapı tokmaklarından yüzde 30 vergi alınmasının hikmetini sormak; ve kapı tokmaklarına konan bu vergilerin, istatistikle­rin mevcut bulunduğu son beş yılda Maliyeye ne kadar gelir sağladığını öğrenmek.

56.  MR. NABARRO: Maliye Vekiline, bir fındık kırıcısının yüzde 15 satış vergisine tâbi tutulurken, beş inç'ten büyük ka­pı tokmaklarının aynı zamanda fındık kırıcısı olarak kullanı­labilmeleri için Üzerlerinde vida delikleri ile piyasaya sürül­düklerinin ve bunun neticesinde, bu fındık kırıcılarının vergi­siz satıldıklarının farkında olup olmadığını ve bununla ilgili olarak gümrüklere ne gibi direktifler verildiğini sormak.

Bu suallere Vekil namına verilen cevaplardan sonra şu söz düellosu cereyan etti:

MR. NABARRO: Kapı tokmağı olarak kullanılan fındık kırı­cıları. ile fındık kırıcısı olarak kullanılan kapı tokmakları ara­sındaki bu haksız farkın sebebi nedir?

BAŞKAN: Sükûnet.

MALİYE VEKÂLETİ MALİ SEKRETERİ (Mr. J.E.S. Simon): Hayır, Efendim, Gümrük Müdürlüğünün bir fındık kırıcısı­nın bir kapı tokmağından nasıl ayırd edilebileceği hususunda özel direktiflere ihtiyacı yoktur.

MR. NABARRO: Muhterem ve bilgili arkadaşım kendilerine tevdi ettiğim suale cevap verirler mi? Niye kapı tokmağı ola­rak kullanılan fındık kırıcılarıyle, fındık kırıcısı olarak kulla­nılan kapı tokmakları arasında birini diğerine gücendiren fark yaratılıyor? Bunun mesullerinin imalâtçılar olduklarını bilmi­yorlar mı? Elimde deliller var. The Times gazetesinin, 11 Şubat tarihli başyazısında belirtildiği gibi, bu acayip durumun sa­tış vergisi ile ilgili bütün kanun ve mevzuatı gülünç duruma soktuğunun farkında değiller mi? Satış vergisinin tamamen kaldırılması ve bu çeşit vergilerin, gayet cüzî bir şekilde, bü­tün eşyaya seyyanen tatbik edilmesinin zamanı gelmedi mi?

MR. SIMON: Muhterem arkadaşıma Covent Garden'ın [Londra’daki dünyaca meşhur opera] orkestra başkanı Richter' in ikinci flüte [orkestrada flüt çalanların ikincisi] verdiği bir ce­vabı tekrarlamak zorunda kalacağım: "Senin bu kahredici saç­malığına bir veya iki defa tahammül edebilirim—ama her za­man, Allah korusun!"

Günümüzde Avam Kamarasında, önceki devirlere kıyas­la, daha az nükte işitilmekte, hakaretli söz düelloların doz­ları yumuşamaktadır. Artık, maalesef, onsekizinci ve on- dokuzuncu asırlarla, yi^inci yüz yılın ilk yarısında işitil­miş ve daha önceden ihtimam ve titizlikle hazırlanmış, ci­lalanmış hiciv ve hakaretli klasik hitabelerden örneklere pek rastlanmıyor. Bunda, tabii, Avam Kamarasının günü­müzde pek çok sayıda ve zaman alıcı teknik problemler üzerine eğilmesinin de rolü var. Bugünün İngiltere Parla­mentosu, dünkünden çok daha fazla olarak, günlük mese­lelerle uğraşmaya mecbur—sosyal sigortalar, mesken inşa­atı, taşıt, elektrik ve zirai meseleler gibi. Bu arada, Church- ill ve Bevan'ın sahneyi terketmelerinden sonra, onların yerlerini alacak usta nüktedanların ortaya çıkamaması da nükteli, iğneli ve üstü örtülü hakaretli söz düellolarının azalmasına sebep oluyor. Önceki başvekillerden Harold Macmillan da, Avam Kamarasının daha az nükte savaşla­rına sahne olduğu fikrinde:

"Bir zamanlar Ingiltere ve Amerika’da politika çok zor ve muhataralı idi. Mebuslar bugün olduğu gibi, profesyo­nel nutuk yazarları istihdam etmiyorlar, nutuklarını ken­dileri hazırlıyor, çok defa ağızlarına geldiği gibi konuşu­yorlardı. Mesela, Amerikan Temsilciler Meclisinde, 1799 da John Randolph, bir millet vekili aleyhinde konuştuğu va­kit, muhalif parti mensupları gazapla ayağa fırlamıştı: 'Mr. Edward Livingston fevkalade kabiliyetlere sahip fakat ay­nı zurnanda sefil bir insan. Tıpkı ay ışığı altındaki kokmuş bir palamutu andırıyor—hem parıldıyor, hem kokuyor.'

"O'Connell, çağının Başvekili Disraeli için diyordu ki: ‘İsa’nın peşinden aynlmıyan dilenciler sülalesinden gelmiş adam.' Amerikalı yazar Mark Twain, uzun müddet müca­dele ettiği bir politikacının ölümünden sonra şunları yazı­yordu: 'Onun cenazesine iştirak edemedim, fakat kendisi­ne nazik bir mektup yazarak yaptığı işi tasvip ettiğimi bil­dirdim.'

"Benim gençliğimde İngiliz siyasi hayatı şimdikinden çok daha gürültülü ve sert idi. Kelimeler, günümüzde ol­duğu gibi, ağızlarda gevelenmezdi. Şimdi ise Kamarada 'ördeğe boo' diye bağırmadan 'centilmenliğe yakışmaz,' 'haksızlık etme' sözleri işitiliyor. Eskiden hatiplerin kür­süye zaman zaman çekiç ve maşa ile çıktıklarını hatırlı­yorum; 1912 deki büyük rıhtım grevinde sendika lideri Bent Tillet her akşam işçilerin başına geçiyor, sokaklarda 'Alla­hım,- Lord Davenport'u öldür!' diye bağırıyordu.

"Fakat, belki de, politik hiciv ve hakaretli sözlerin yeni­den canlandığına şahit oluyoruz. Bolton'daki ara seçimler­de hatiplerin sözleri dinliyenlere zevk veriyordu. 'Bu küs­tah çingene, kendini beğenmiş ukalâ ve kibirlilere mahsus bir ifade ile Parlamentonun kendisine ihtiyacı olduğunu söylüyor.' Bu neviden sözlere şiddetle ihtiyacımız var."

Harold Macmillan da yabana atılamıyacak nüktedanlar­dandır. Birleşmiş Milletlerin o unutulmaz toplantısında (29 Eylül, 1960), İngiliz heyeti başkanı sıfatiyle kürsüde konuşurken, Rus heyeti başkanı olarak toplantıya katılan Khrushchev, Macmillan'ın sözlerini protesto maksadıyle, ay^akabılarını çıka^mş, önündeki kürsüye ritmik bir şe­kilde vurmağa başlamıştı. Macmillan, ananevi İngiliz so­ğukkanlılığına hak verdirircesine, ayakkabının çıkardığı seslerin kesilmesini beklemiş, ve konuşmaları ânında ter­cüme eden mütercimlerin cam kulübesine doğru dönerek demişti ki: "Lütfen bunları da tercüme eder misiniz?"

Başvekil Harold Macmillan II. Dünya Harbi sırasında Cezayir İngiliz İdaresi Başkanlığını da yaptı. Bir gün Müt­tefik orduları mutfağında Amerikan ve İngiliz birlikleri arasında çıkan bir anlaşmazlığın halli için kendisine mü­racaat edildi. Amerikalılar, içkinin, yemeklerden önce, İn- gilizler ise sonra verilmesini istiyorlardı.

Macmillan'ın hal çaresi: "Bundan sonra, hepimiz, Ame­rikalılara hürmeten yemeklerden önce içeceğiz, ve yemek­lerden sonra da hepimiz İngilizlere hürmeten içeceğiz."

Önceki Alman Başvekili Adenauer, "Politikada kalın bir deri Allahın bir nimetidir," diyordu. Amerika Cumhurbaş­kanı Harry Truman da aynı fikirde: "Sıcaktan şikâyet eden mutfağa girmesin.'' M^acınillan bu fikirleri paylaşıyor. "Po­litika hayatındaki uzun tecrübeler bana şunu öğretti ki, cehalet tenkide hiç bir zaman mâni olmaz," diyen Macmil- lan'ı tenkit ateşinde kızartmayan yoktu. Kendi Muhafaza­kâr partisinin bir mebusu olan oğlu dahi, The Times ga­zetesine gönderdiği bir mektupta, babasını ve siyasetini tenkit etmişti. Macmillan oğluna Avam Kamarası kürsü­sünde cevap verdi:

"Halifax temsilcisinin [oğlu Mr. Maurice Macmillanl zeki ve hür ruhlu bir insan olduğunda zerıece şüphe edile­mez. Fakat onun bu vasıfları nereden tevarüs ettiğini de ben söyliyecek değilim."

"Profumo seks skandalı" Macmillan'ı fena halde hırpa­lamış, siyasi istikbalini tehlikeye düşürmüştü. Sosyalist mil­let vekili Michael Foot (Aneurin Bevan'ın biyografisini ya­zan şahıs) Parlamentoda bu konu ile ilgili konuşmasında şunları söylemişti: "Öyle anlaşılıyor ki, bizim Millî Emni­yet mensupları, her yatağın altında bir komünist aramak­tan başka bir şey yapmadıklarından yataklara bakmağa vakitleri kalmıyor."

Pek sık olmasa da, İngiliz siyasi nüktelerinde de üslûp ve mevzu itibariyle Amerikan hümoruna benziyen taraflar vardır. Sosyalist partisi liderlerinden Hugh Gaitskell, ga­zetecilerin, meşhur Imperial Kimya tesislerinin devletleş- tirilip devletleştirilmiyeceği sualine, bu müesseseye ait fabrikalardan birinin kapısı önünde şu cevabı ve^nişti: "Biz, çelik ve taşıt sanayiini millileştireceğimizi söyledik ve bu hususta planlarımızı yaptık. Daha fazla devletleştir­me için şu anda başka bir planımız yok."

Gaitskell'in bu sözlerini bir hitabesine konu alan Mac- miUan şunları söyledi:

"Bu bana, çiftliğindeki hayvanları arasında dolaşırken bir hindinin efendisine sorduğu suali ve çiftçinin cevabı­nı hatırlatıyor. Hindi, efendisinin yanına yaklaşarak sor­du: ‘Beni de keseceğin doğru mu?' Çiftçi sevap verdi: 'Sev­gili arkadaşım, sen hiç rahatını bozma. Bak, ilerideki hin­diyi ve onun berisindekini görüyor musun? Onların ikisi de listede. Fakat senin için hiç bir planım yok.' "

Macmillan hitabesine şöyle devam etti: "Ne var ki, bu söz­lerle huzura kavuşacak hindi, gerçekten aptal bir hindidir. Noel gelsin, o da kafasının koparıldığını görecek."

Sosyalist lideri (önceki Başvekil) Harold Wilson, kendi­sinin çok fakir büyüdüğünü ve mektebe giderken ayağına giyecek çizmeleri bulunmadığını söylemişti. Macmillan Wilson'ın bu sözleriyle ilgili olarak dedi ki: "Eğer Ha­rold Wilson ilk mektebe çizmesiz gittiyse, bu, onun ilk mektebe giderken, ayaklan çizmeye sığmayacak şekilde, büyümüş olduğunu gösterir."

Siyasi hayatının ilk yıllarında Aneurin Bevan'ın sadık bir müridi olan Harold Wilson için, Muhafazakar millet vekili Hugh Dalton, "Bevan’ın küçük köpeği" adını takmış­tı. Maamafih, Başvekil Wilson da hakaretli söz üstadların- dan biri. En fazla beğendiği nüktenin hangisi olduğu so­rulduğu vakit, John Buras'in, Joseph Chamberlain için söyledikleri olduğunu belirtti:

"İki siyasi lideri aldatmakla, iki tarihi partiyi parçala­makla, şimdiye kadar hiç bir kimsenin erişemediği bir re­zalet ve kepazelik bataklığına gömülmüş olduğunu göste­riyor. Öyle ki, onunla kıyaslandığı takdirde, Hindistan'nın çapulcuları sadık dostlar gibidir, ve Judas Iscariot [İsa'yı Romalıların eline veren hain ] şeref ve fazilet tacına hak kazanır.”

Politik muarızlara nasıl hakaret edileceğini hocası Be- van'dan öğrenen Wilson, Başvekil Macmillan'a "Mac the knife—Bıçak Mac" adını takmıştı. Macmillan'ın 1957 Sü­veyş krizi sırasında, Başvekil Anthony Eden'i önce destek­leyip hemen arkasından terketmesini Wilson şöyle anlat­tı: "Oyuna ilk girdi—ilk çıktı.”

Wilson, Parlamentodaki bir diğer konuşmasında da şun­ları söyledi (3 Kasım, 1958) :

"Muhterem Centilmenin [Başvekil Macmillan) ağzından çıkan kelimeler, bana, kendisini takip edenleri yanlış isti­kamete göndermek için yollara kasden işaret kağıtlan ko­yan insanı hatırlatıyor. Sosyal hizmetlere hücum ederler­ken derhal Disraeli'den iktibaslara başvuruyorlar.... Muh- reme Centilmen, kendilerine has karakteristik bir tevazu ile, hem Disraeli'nin hem de Gladstone'ın en iyi taraflan- nı nefsinde tecessüm ettikmiş bir devlet adamı olduğu his­sini yaratmak istiyor. Ama yanılıyorlar. Kendileri, hakikat­te, Disraeli'nin görüşlerini tevarüs etmeksizin onun yaldız­lı sahtekarlığını, Gladstone'ın prensiplere bağlılığını teva­rüs etmeksizin onun kendik-doğruluğunu [her zaman ken­di kendini doğru gören) tevarüs ettiler.”

Bir başka konuşmasında (İS Kasım, 1961) Wilson, Mac­millan'a, Disraeli'n Lord Liverpool için kullandığı kelime­lerle hücum etti:

"Şaheserce alelade insanlardan mürekkep bir kabineyi idare eden değil de, onlara sadece başkanlık eden şaheser­ce bir aleladelik, Devlet adamı değil—devlet ad^amı esnafı. Küçük sorularda kati, bü^yük suallerde kaçamaklı."

Amerika'yı bir ziyareti sırasında, gazeteciler, kendisi ile Macmillan arasında ne fark bulunduğunu sordukları vakit, Harold Wilson şu cevabı verdi: “Yirmi yıl." Maamafih, da­ha sonra bu cevabından ötürü pişmanlık duyduğunu iti­raf etti.

İşçi partisi kongresinde (Ekim, 1962) Macmillan'a şöyle hücum ediyordu:

Biraz önce liderimiz Hugh Gaitskell'in televizyondaki seçim konuşmasından bahsettim. Ondan bir gece önce başka biri ko­nuşmuştu: Harold Macmillan. Belki siz de seyrettiniz. Macmil­lan "ruhen genç" insanlardan bahsediyordu. Ruhen genç bir insan Macmillan mı? Onun dünyası gerçek bir sahne. Kendile­rinin hayrankâr bir tenkitçisi olarak onu bu sahnede bir çok rollerde görmüş olduğumu söyliyeyim. O bu rollerini sahnede başarmağa çalışırken, ben, kendisini, zaman zaman sahne dışın­da da gördüm. Beş sene önceki seçimlerin nasıl neticeleneceği­ni haykıran spor-toto temsilcisi oydu. [Wilson burada "book- maker" kelimesini kullandı. Bu, küçük kumarbazların paraları­nı yatırdığı "büyük kumarbaz” mânasına gelir.] Trinadad'jn [Küba civarında küçük bir ada, bir zamanlar bir İngiliz müs­temlekesi idi] ve Ford otomobil fabrikalarının kefaletçisi de o. Süveyş'te ilk girip ilk çıktığı oyunda kahramanlık gösterdi. Şimdi de genel seçimler yaklaştığından eski kürk şapkasını [Macmillan kışın kürk şapka giyerdi. İngilizler kürk şapkaya pek iltifat etmezler] sandıktan çıkarıp fırçalamağa başladı bi­le—tabii Adenauer müsaade ederse. [Alman Başvekili Adena- uer de kürk şapka, kalpak giyerdi.]

Macmillan'ın başarı ile oynadığı diğer roller de var: meselâ, toprak ağalığı. Diğerleriyle olan münasebetlerinde de başarılı oldu. Ve bütün bu rollerini hiç aksamaksızın, bir tek falso yap­madan başarı ile yürüttü. Evet, 13 Temmuz katliâmını da unut­muş değiliz. Fakat ben kendilerini hiç bir zaman gençlik evli­yası St. Aloysius olarak göreceğimi aklımdan dahi geçirmemiş- tim.

Başvekil Ma^nillan, 13 Temmuz, 1962 de kabinesinin üç­te birine yol verişti. "Katliâm’’a kurban gidenler arasın­da Başvekilin eski arkadaşları da bulunuyordu. Macmil- lan'ın, partisine yeni bir ^ruh aşılmak, yeni bir görünüm geti^ek için bu yola saptı^ğın ihsas etmesi üzerine en iyi nükteyi, bugünkü İngiliz politikacılarından Jeremy Thorpe (Liberal partisi başkanı) söyledi:

"Hemcinslerine böylesine sevgi ve sadakatle bağlı bir diğerini daha bulabilmek imkansız. Kendi postunu kurtar­mak için arkadaşlarını idam sehpasına sürüklemekten çe­kinmeyen insan.''

Liberal Thorpe'nin en fazla beğendiği bir diğer nükte de, Harold Wilson'un "Blue Streak" füzesi hakkında söy­ledikleri. Bu füzenin imali, İngiltere'ye yüz milyonlara mal olmasına rağmen, fiyasko ile neticelenmişti. Füze hakkın­da konuşan Wilson, gözlerini, çağın Milli Savunma Vekili Duncan Sandy'nin gözlerinden ayırmamıştı:

Blue Streak füzesi imalinin, aşikâr bir hatâ olmasına rağ­men, durdurulmadığını biliyoruz. Sebebi, Milli Savunma Veki­line bu işten yüzünün akı ile çıkabilmesine imkân hazırlamak. Gerçekte şu anda hepimiz tarihin en pahalı suratına bakıyoruz. Doğru, bir Truvalı Helen'in yüzü de bin geminin kızağa kon­masına sebep olmuştu. Ama hiç olmazsa o gemiler yüzüyordu.

Jeremy Thorpe'nin hoşuna giden iki nükte daha var. Bi­ri, Lady Violet Bonham Carter adlı milletvekilinin Sir Staf- ford Cripps h^aknda söylediği: "Sir Stafford'un şahaser bir kafası var—ne diyeceğine karar verene kadar."

Diğeri ise İşçi millet vekili Leslie Lever'in şu sözleri:

"Hükümeti karşı tenkitlerimde hakseverlik sınırını aştı­ğım iddia edildi, haksızlık ettiğim ileri sürüldü. Halbuki hakseverlik karakterimin bir parçasıdır. Bundan böyle, Hükümeti temin etmek isterim ki, artık kendilerini basit bir aptallıkla itham etmek yetecekse, onları hiç bir zaman sahtekarlıkla suçland^mayacağim."

İngiltere Parlamentosunun ikinci kısmını teşkil eden Lordlar Kamarasında, Avam Kamarasındakiler kadar nük­te ve hiciv işitilmez. Son yıllara kadar Lordlar Kamara­sının üyelerinden Atlee burasını şöyle tarif etmişti: "Beş gün açıkta bekletilen ekşimiş şampanya gibi." Hemen hemen her milletin nükleer silahlanmaya ayak uyd^urma- sını, nükleer kulübe üye olmak istemesini ise şöyle tenkit etmişti: "Her milletin atom bombasına sahip olmak iste­mesi, modayı takip eden her kadının vizon kürk giymesi kadar üzücü ve ıstırap verici."

İngiltere politikasındaki nükte ananesi, İngiliz Milletle­ri Camiasının diğer parlamentolarına da sıçradı. Avust- tralya'daki seçim mücadeleleri zaman zaman çok şiddetli geçer, belden aşağı yumruklar dahi indirilir. Başvekil Churchill, Avustralya seçimlerini zevkle takip ettiğini ve "ateşli ve şevkli" Avustralya politika mücadelelerine hay­ranlık duyduğunu Avustralya Başvekili Sir Robert Menzi- es'e söylemişti.

Lord (Başvekil) Atlee, önceki Avustralya başvekillerin­den Billy Hughes'in "oldukça egzantrik ve son derece sağır bir insan" olduğunu söylerdi. Bir gün Başvekilin partisi­nin saflarından ayrılan bir mebus, karşı partinin bir üye­si olarak, Başvekile şiddetle hücum etti. Bu ısırıcı nutuk bittiği zaman, Başvekil Hughes ayağa kalktı ve elleriyle kulaklarını kepçeledi. Başvekilin bu şekilde hareketsiz durduğunu gören bir üye nihayet sordu: “Billy, ne yapı­yorsun?" Başvekil cevap verdi: "Horozun ötmesini bekliyo­rum."

Lord Atlee, nüktenin politikadaki tesir ve rolü hakkında şunları söyledi:

Nükteli ve hicivli sözler parlamentodaki tasarıların kanun­laşıp kanunlaşmıyacağına pek tesir etmezse de, vekillerin tu­tumlarını etkilediği aşikar. Şaheser bir nükte ile nutku kesilen mağrur bir vekil sözünü kesene gerektiği şekilde cevap vere­mezse sandalyesini kaybedebilir. Nükte ve hiciv tartışmalara canlılık ve parlaklık getirdiği gibi, tartışmalarla ilgili önemli bir nokta, bir nükte ile anlatıldığı vakit, çok daha iyi anlaşılır... bizim parl^entomuzda sizin [Amerikan] Kongrenizden çok daha fazla nükte yapılır. Çünkü siz, Kongre zabıtlarına geçme­si için hitabe irad ediyorsunuz; ve sizin nutuklarınız çok defa önceden yazılmıştır. Bu nutuklar Kongrede sayfa sayfa okunur. [İngiltere Parlamentosunda yazılı kâğıttan okumak “yasaki’tır. Millet vekili irticalen konuşmak zorundadır; ancak ellerinde küçük notlar bulundurmalarına müsaade edilir.] Biz Parla­mentoda tartışırken yüzlerimiz birbirimize dönüktür, parlamen­to başkanına değil. Ve nutuklarımız her an kesilebilir. Bunun içindir ki, bizim politikacılarımız ânında nutukları ve nükteleri sizinkilerden çok daha iyi beceriyorlar. Biz Avam Kamarasın­da uzun nutukları sevmeyiz.

Atlee, Yugoslavya'yı ziyaret ettiği zaman, Tito ona ülke­sinin en iyi taraflarını gösterdi, bir ziyafetten diğerine, bir eğlenceden ötekine götürdü. Bu sırada da, Ingiliz Muhale­fet Liderine Yugoslavya ve ülkede yapılmakta olan işler hakkında izlenimlerini soruyordu.

Atlee nihayet dayanamıyarak cevap verdi: "Yapmakta olduğunuz işler üzerimde çok derin bir intiba bıraktı, fa­kat bir taraftan da aynı derecede huzursuzluk duyuyorum, çünkü Yugoslavya'da adaşımla tanıştırılmadım—Yugoslav muhalefet lideriyle."

Ingiltere Parlamentosunda edep dışı nükte hemen hemen hiç işitilmez. Biribirlerine "muhterem centilmen" diye hi­tap eden Parlamento üyeleri siyasi oyunu, oyunun kaide­lerine göre yürütmeyi centilmenliğin icabı sayarlar. Maa- mafih, pek "nezih" sayılamayacak bir "nükte"yi Jack Jo- nes adlı Sosyalist bir üye Nancy Astor'dan ^bahsederken söyledi. (Amerika doğumlu) Lady Astor ateşli bir içki düşmanı idi. Bir gün kürsüde içki içenlere veryansın eden bir nutuk çekerken, sık sık Jack Jones'in yüzüne bakıyor ve "bira karınlı" insanlardan söz ediyordu. Lady Astor'dan sonra söz istiyen Jack Jones şunları söyledi:

"Asil ve muhterem hanımefendiye şunu söylemek iste­rim: ben, kendi karnımı onunkiyle yan yana yatı^aya her zaman hazırım.''

Birleşik Amerika Kongresi, Ingiltere Parlamentosundan pek çok hususlarda farklıdır. Daha önce de belirttiğimiz gibi, hükümetin icral kolu, Ingiltere'de olduğu gibi, kanun yapıcıları, y^û mebuslar arasında oturmaz. Bundan böyle (bazı istisnai hallerde teşkil olunan soruşturma komis­yonları dışında) , Kongre üyeleri tarafından suale çekilmez­ler. Kongrenin içtima salonları (Senato ve Temsilciler Mec­lisi) yarım daire şeklindedir. Bir kongre üyesi, konuşurken kendi meslekdaşlarından ziyade, başkana hitap eder. Kon­gredeki nutuklar, Lord Atlee'nin dediği gibi, zaman uzaman çok uzundur, ve y^lı kağıttan okunur. (Daha önceleri söylediğimiz gibi, Amerikan Senatosunda "filibuster” de­nen bir usul vardır. Senatörler, isterlerse saatlerce ve sa­atlerce konuşabilirler. Bu nutuklar, ne kadar uzun olurlar­sa olsunlar, Congressional Record'a yani Kongre zabıtla­rına geçer; ve Kongre üyeleri de, nutuklarının yayınlandı­ğı zabıtları—haklarında iyi niyetlerin beslenmesini temin maksadıyle—seçmenlerine gönderirler. B^azan Kongrede okunmayan nutuklar bile zabıtlara geçirilir ve yine—san­ki Kongrede okunmuş veya söylenmiş gibi—seçmenlere postalanır! l

Kongre üyelerinden ziyade, seçmenlere hitap eden bu nutuklar İngiliz diline kelime dahi kazandırdı: "buncom- be" veya kısaca "bunk." Felix Walker adlı bir millet ve­kili 1820 de güneydeki North Carolina eyaletinin Buncom- be bölgesini temsil ediyordu. Bir ^gün uzun bir nutuk çek­mek üzere söz alıp kürsüye çıktığı vakit, Meclisteki diğer üyelere şunları söyledi: "Şimdi söyleyeceklerim Buncombe içindir." O zamandan beri "buncombe" veya "bunk," "za­mansız, saçma sapan konuşmak" anlamında İngilizceye girmiştir.

Amerikan Kongresinde verilen nutuklar çok defa diğer­leri tarafından yazılır. Amerikan Kongresi Kütüphanesin­de Teşrii Referans Servisi denen bir kısımda çalışan iki yüz memurun vazifesi, Kongre üyeleri için araştırma yap­mak ise de, onlar, vakitlerinin büyük bir kısmını, üyeler için nutuk yazmakla geçirir. (İngiltere Parlamentosunda böyle bir servis yoktur.) Bundan başka, memleket çapın­da tanınmış politikacıların, cumhurbaşkanlığında gozu olan politikacıların; hususi hayattan (basından, üniversi­telerden) "kiraladıkları" müşavirleri, "hayali yazarlar"ı (bunların yazdıkları nutukları politikacılar söyler) bulu­nur. Bu neviden yazarlar arasında nüktedanlar tercih edi­lir.

Amerikan Kongresinin, geçen asra kadar, Avam Kama­rasını andırır hareretli ve hakaretli söz düellolarına sahne olduğunu söylemiştik. Kongre salonlarında birbirlerine bastonlarıyle hücum edenler, ve hatta tabanca çekenler de vardı. Fakat günümüzde, fevkalâde haller dışında, Ame­rikan Kongresine konformite hakim. Bunda belki de İngi­liz ve Amerikan parlamenterlerinin yetişme tarzları da rol oynuyor. İngiltere Parlamentosunda hemen hemen her meslekten temsilciler yer alırken, Amerikan Kongresi üye­lerinin büyük bir kısmı avukattır.

Amerikan Kongresi üyelerinin sevdikleri fıkraları ve nüktelerine geçmeden önce, politikacının zaman zaman sa­dece kendi muarızlarıyle değil, seçmenlerle de "alay" etti­ğini gözden uzak tutmamak gerek. Önceleri sadece politi­kacıyı yakından tanıyanların bildikleri bu gerçekler ancak seneler geçtikten sonra daha açık olarak anlaşılır. Böyle bir "alay"ın iyi bir örneğini katledildiği yıla ( 1953) kadar Amerikan politikasında şöhret yapmış Huey Long verdi. Louisiana eyaletinde (1893) doğan Long, kendi kendini ye­tiştirmiş, baro imtihanını ve^iş, genç yaşında eyaletin valisi ve daha sonra da senatör seçilmişti.

"Diktatör" ruhlu Long, kendisine ‘Faşist" diyenlerin de bulunmasına rağmen, zenci haklarının henüz layıkıyle yer­leşmediği yıllarda zencilerin bir dostu olduğunu gösterdi. Long, siyahi haklarının müdafaasını yaparken, tabiatıyle kendi siyasi istikbalini de düşünüyordu.

Valiliği sırasında bir gün New Orleans şehrinin siyahi liderleri kendisini ziyaret ederek, şehirdeki Charity hasta- hanesindeki hastaların çoğunluğunu siyahilerin teşkil et­mesine rağmen, bir tek zenci hastabakıcısının dahi bulun­madığını söyledi w bu durumun düzeltilmesini istediler. Vali Long, çaresine bakacağına söz vermekle beraber, kul­lanacağı metodu sevmiyeceklerini zenci liderlerine ikaz etti. Bir kaç gün sonra, Long, hastahaneyi teftiş edeceğini söyledi. Valinin arabası etrafındaki motorsikletli polisler şehrin sokaklarında sirenlerim öttürüyor, kalabalık bir gazeteci grubu da kendisini takip ediyordu. Hastahaneyi teftişten sonra gazeteciler ne düşündüğünü sordukları va­kit, Vali Long köpürdü: "It’s a God-damn disgrace! That hospital’s full of niggers being tended by nice white girls! lt's a God-damn disgrace, and. 1 won't stand for it!" (Alla­hın kahretmesi gereken bir utanmazlık! Hastahaneyi dol­duran pis zenci hastalara beyaz aile kızları bakıyor. Bu, Allahın kahretmesi gereken bir utanmazlık, ve ben buna tahammül edemem.) Söylemeğe dahi lüzum yoktur ki, hastahane hemen zenci hastabakıcıları istihdam etmeğe başladı. Böylelikle, siyahi haklarının dillerden düşmediği yıllardan otuz beş sene önce, Vali Long, o yıllarda Louisi- ana'da mümkün olabilecek yegane yolla zenci hakları için çalışıyordu. Tabii merak etmemek elde değil: Vali Long, acaba kendi özel çevresinde oyuna getirerek alt ettiği ırk­çılara mı, yoksa kendisine "faşist" diyen liberallere mi da­ha fazla gülüyordu. Şurası muhakkak ki, siyahi Amerikan vatandaşları onunla birlikte ^^üyorlardı.

Long, Louisiana eyaletinde kendi zamanında uygulan­mağa başlanan yaşlılara yardım, mektep çocuklarına sıcak yemek progr^nlırıyle ve yine kendi valiliği zamanında yapılan yollarla iftihar ediyordu. "Zenginliği paylaşmak" ve "Herkesi bir kral yapmak" sloganları ile eyalette yıllar süren bir "diktatorya" kurdu. Vergilerde indirimle ilgili bir teklifi üzerine, zengin Amerikalılara şöyle hücum edi­yordu:

"Bazı gafiller vergilerde indirimden bahsediyor. Masraf­ları nerede kısmak gerekmiş, biliyor musunuz? Sevimli ve güzel çocuklarımıza verdiğimiz sıcak öğle yemeklerinde. Veya o muhterem yaşlı insanlarda, hayatlarının gurubunu yaşıyan bu beyaz saçlı muhterem insanlarda.... Bu ülkenin en iyi yolları, mektepleri, hastahaneleri burada, bizim eya­letimizde, ama hala şikayet eden zenginler var. Onlar öy­lesine sımsıkı (cimri) insanlar ki, yürürken vücutlarından sesler çıkıyor. Bir depremi gö^ek için dahi beş kuruş ver­meyen bu insanlar köşklerinde, eğlencelerinde, küçük kur­bağaları yutan büyük kurbağalar gibi yüz dolarlık banka- notları yutmakla meşguller, ve onların istedikleri kadar yutmalarına da müsaade ederseniz, oburluklarından pat­layacaklar. Tabii, ben bir çok iyi zengin de tanıyorum. Fa­kat çoğu, bir zamanlar tanıdığım yaşlı zenginden zerrece farksız. Şeytan onun canını almağa geldiği vakit, bizim ihtiyar zengin Aziz Pedro'ya bir dilekçe ile başvurdu. 'Dün­yada iken bazı iyi şeyler yaptım,' dedi. 'Bir defasında, 1913 ün soğuk bir kış gününde bir fakire beş kuruş verdim.' Aziz Pedro kayıtlara baktı, ve nihayet, dört yüz yetmiş birinci sayfada, bu beş kuruşun kaydedildiğini gördü. 'Kötü kul­lanılmış bir hayat için bu kafi değil,' dedi.

"Zengin ihtiyar itiraz etti: 'Ama bir dakika. Bir defasın­da da 1922 de yanında otobüs parası bulunmayan yaşlı bir zavallı kadına da beş kuruş verdiğimi hatırlıyorum.' Aziz Pedro'nun katibi yeniden deftere baktı, ve bu habi­sin fakirleri nasıl soyduğunu gösteren ardı ardına sayfalar­dan sonra, sayfa bin üç yüz yetmiş sekizde bunun da kay­dedildiğini gördü. Aziz Pedro, 'Bu da kafi değil,' dedi. Fa­kat ihtiyar zengin haykırdı: 'Beni cezalandırmayın! Yine 1931 de Kızıl Haç'a da beş kuruş verdim.' Katip bunun da kaydedildiğini görünce, Aziz Pedro'ya 'Muhterem Efen­dim, bu adamla ne yapacağız?' diye sordu. Aziz Pedro'nun ona ne söylediğini biliyor musunuz? Dedi ki: 'Onbeş kuru­şunu geri ver ve Cehenneme kadar yolu olduğunu söyle.' "

Long, Time ve Life mecmualan aleyhine, kendisine ha­karet edildiği iddiasıyle, dava açtığı vakit şunları söyledi: "Bu dava sona erdiği vakit, Luce'in [mecmuaların sahibiJ adamları kendilerini hem daha hafif hem de daha akıllı bulacaklar. Onlar yıllardır, kendilerini dava edemeyecek kadar fakir insanlara hakaret edip duruyor. Ama şimdi ben onları enselerinden yakaladım. B. Luce, kendi ayağı­na uyan bütün ayakkabıları satın alarak dükkanına koyan kunduracıya benziyor. Ve ondan sonra, diğerlerinin de bu ayakkabıları satın almalarını istiyor.''

Bu kitapta bahsedegeldiğimiz şahıslar, gördüğümüz gibi. büyük hatiplerdir de. Hangi ülkede yaşarlarsa yaşasınlar. hatiplerden beklenen ilk şey, söyledikleri anlaşılmalı, ileri sürdüğü fikirler kabul edilmese dahi zevkle dinlenmelidir. Bu da, her şeyden önce, hitabet sanatının kaidelerine ri­ayet etmekle olur. Günümüzde hitabet, bilhassa Ingiltere ve Amerika'da bir "sanat,” bir "ilim" haline geldi. Ame­rika'da üniversite ve kolejlerdeki hitabet kürsülerinden başka ülkenin her tarafında, başta Dale Carnegie mektep­leri olmak üzere, hitabet mektepleri vardır. Tanınmış iş adamlarından ev kadınlarına kada.r yüz binlerce insan bu mekteplere devam eder, amme konuşmasının esasını öğ­renirler. Bu memlekette ise—bildiğim kadarıyle—bir tek üniversitede, bir tek mektepte hitabet dersi verilmez. Hat­ta ve hatta, bu satırların yazarının senelerce önce yayın­ladığı ve bugün mevcudu kalmayan hitabet kitabı dışın­da, bir hitabet kitabı da yoktur. Böyle olduğu için de, Tür­kiye'de topluluk önünde nasıl konuşulacağını bilenler ger­çekten parmakla sayılacak kadar az. Türk "hatipler"i ara­sında göze çarpan başlıca aksaklık ve kusurlar şunlar:

1.   Hümor, bizim konuşmacıların bilmedikleri bir şey. Din­lediklerim arasında (daha doğrusu, dinlemek zorunda kaldıklarım arasında) Batılı manada nüktedan bir tek, ama bir tek hatibe henüz rastlamadım. Bu kitap, kendile­rini "hatip" sananlara, her fırsatta kürsüye çıkmak için can atanlara "hümor" denilen şeyin ne olduğunu öğrete- bilirse, vazifesini yapmış insanların hazzını duyacağım.

2.     Hitabet hiç bir zaman yazılı kağıttan okumak demek değildir. Dikkat ediyorum: Türkiye'de devlet adamların­dan mahalli parti başkanlarına, "büyük" gazetecilerden yıllarca talebe önünde konuştukları için tecrübeli olmaları gereken eğitim üyelerine kadar, pek çokları her hangi bir töreni açarken veya birine "hoş geldiniz" derken dahi ka­ğıda bakmadan konuşmasını beceremiyor. "Müsabakaları açıyorum, hayırlı olsun,” diyebilmek için dahi yazılı kağıt­tan medet ummak ayıptır, dinleyenlerle alay etmektir.

Bundan da kötüsü, eline tutuşturulan kağıttan okuması­nı beceremiyenler arasında vekiller dahi var. Başka ülke­lerde bu gibi insanlara ambar katipliği dahi yaptınnazlar- ken, biz onları vekillik koltuğuna oturtuyoruz. İşte, onlar­la bizim arasındaki başlıca farklardan biri daha.

3.     İyi bir aktör, iyi bir futbolcu, iyi bir piyanist mesle­ğinin zirvesine eriştikten sonra dahi devamlıca pratik yap­mak zorunda. İskoçyalı bir sahne artisti, Sir Harry Lauder, şahane şarkısı "Roamin'in the Gloamin' "i sahnede kendi­sini tatmin edecek bir şekilde söyliyebilmek için on bin Cl0,000) defa tekrarladı. Polonyalı meşhur kompozitör ve piyanist Paderewski hayatı boyunca her gün sekiz saat pi­yanoda pratik yaptı.

Aynı şeyleri dünyaca tanınmış hatipler için de söyliyebi- liriz. Belki Türkiye hariç, dünyanın hiç bir yerinde, hiç bir hatip hiç bir hazırlık yapmadan, nutkunu defalarca kendi kendine tekrarlamadan paldır küldür kürsüye çıkarak ko­nuşmaz, konuşmak cesaretini—daha doğrusu, küstahlığı­nı—kendinde bulamaz. Hazırlıklı olmadığı halde konuş­makta ısrar etmek, dinleyicilere saygısızlık ve hatta haka­ret etmektir.

4.     Bir "konuşma plârn" hazırlamadıkları, bu plan ve nutukla üzerinde uzun uzadıya eksersiz yapmadıkla için, Türkiye’de, mumla arasanız dahi, hitabet tekniğinin ne olduğunu bilene rasthyamazsınız. Hitabet tekniğinden habersiz oldukları için de bu topraklarda hatip geçinen­lerin sözleri, çok defa "hitabe”den ziyade bir "laf çorba- sı"dır. Ne var ki, bu insanlar kendilerine zevk veren bu "çorba"yı, dinleyicilerinde—tiksinti ve öğürtü dahi getir­se—kepçe kepçe sunmaktan çekinmezler.

Mesela, başarısını "söz söyleme kâbiliyeti’’ne borçlu, ma­halle kongrelerinden parlamentoya kadar yüzlerce ve yüz­lerce nutuk çekmiş "ünlü" parlamenterler de dahil, Türki­ye'de, bir nutka nasıl başlanılacağını, nasıl bitirileceğini bilen pek bulunmadığından, hemen hemen bütün nut^kia- ra "önce hepinizi hürmetle selâmlarım," cümlesiyle ^baş­lanır, "hepinizi hü^etle selamlanm’la bitirilir. Bu, hita­bet değildir. Bunu yapanlar hitabet sanatının "h"sini dahi bilmiyen insanlar.

Konuşmanın mevzuu, dinleyicilerin sosyal ve kültürel seviyeleri, nutkun verildiği yer ve zaman ve diğer şartlar göz önüne alınarak, ^başitli başlama ve bitirme usullerinden birini kullanmak gerekir.

Bu cümleden olarak, fıkra anlatmanın dahi bir tekniği vardır. Sözgelişi, "geçenlerde işittiğim güzel bir fıkrayı an­latayım," diyen bir talebeye, Amerikalı bir hitabet hocası "sıfır’ı basar. Bir defa, anekdotun "güzel" olduğuna onu söyliyen kimse nasıl karar verebilir? Fıkranın "güzel" mi, "çirkin" mi olduğunu dinleyici kararlaştıracak. Sonra, iyi bir hatip fıkral^nı, "şimdi size şu fıkrayı anlatayım," de­meden konuşması arasına sokmasını bilmelidir. Öyle ki, dinleyiciler, hatibin fıkra anlattığının hemen farkına var­masınlar.

5.     Konuşmak üzere kürsüye çıkan bir kimse mevzu üze­rinde bir şeyler biliyor demektir. Bundan böyle, bir hatip, konuştuğundan ötürü katiyyen özür dilemez. Halbuki, ben —ister inanın, ister inanmayın—mevzuu iyi bilmediğini itiraf etmesine rağmen, yine konuşmakta ısrar eden (hem de bir saate yakın), ne dediği anlaşılmıyan, bir defa söyle­diğini on defa tekrarlamaktan çekinmiyen isim yapmış in­sanlar gördüm ve—maalesef—dinlemek zonnda da kal­dım.

6.     Türk “hatip”leri zaman zaman en basit nezaket ka­idelerine dahi riayet etmiyorlar. Mesela, hastalık veya fi­ziki bir anza dışında, güneş gözlüğü ile bir topluluk önün­de konuşmak ayıptır, nezaketsizliktir. Hatibin, dinleyicileri ile göz temasını muhafaza etmesi gerekir. Güneş gözlüklü bir hatibin gözlerinin kapalı olup olmadığı dahi bilinmez. Hem gözlerini halktan saklamak hem de konuşmak iste­mek, tekrar ediyoruz, ayıptır, saygısızlıktır.

7.     Batılı manada hatiplerimiz pek bulunmadığı için, biz hala bağırmayı "hitabet”le kanştınyoruz. Heyecan uyan­dırmak için konuşan bir hatip dahi bağırmadan konuşma­sını bilecek, zaman zaman ses tonunu değiştirecek, mimik­lerle, jestlerle kelimelerini takviye etmesini bilecektir. Bir kişi ile konuşmakla bin kişiye hitap etmek arasında bir fark olmamak gerekir. Hatip karşısındakilerle muhavere eder gibi konuşacak, onlarla göz temasını muhafaza ede­cektir.

Bağırarak konuşmayı marifet bilen Türk “hatip”leri karşısında işitilemiyen, monoton, renksiz ses ve kelimeler­le konuşan hatipler de var ki, işte bu insanlar—itiraf ede- yim—beni uyutuyor.

8.     Nereden başladı, kim çıkardı bilemiyeceğim, fakat topluluk önündeki konuşmalarını bir sandalyeye oturarak yapanlar da var. Gerçi milletler arası toplantılarda oturur halde de konuşulur, fakat bu bizim konumuz dışında. Ha­tip, muhakkak ayakta konuşacaktır. Amerika Cumhurbaş­kanı Roosevelt, kötürüm olmasına rağmen, seçim nutuk­larında iki koltuk değneğine dayanarak ayakta konuşmak­ta ısrar ederdi.

Diğer taraftan, oturduğu yerden konuşan bir hatibin dinleyicilerle göz teması kurmasına imkan yoktur. Yüzünü göremediği insanlarla nasıl göz teması kurabilir? Nitekim, böyle bir toplantıda arka sıralardaki sandalyelerden birin­de oturduğumdan, hatibin yüzünü göremiyordum. Mono­ton bir sesle de konuşuyordu. Beni görmek için ayağa kalk­mak zahmetine katlanmıyan bu hatibe ben de uyuyarak cevap verdim.

9.     Tabii, Türk hatiplerinden—daha doğrusu, kendilerini "hatip" zannedenlerin—büyük bir kısmının başlıca vasfı- nın"uyutturucu" olmalarının bir büyük sebebi, saatler ve saatlerce konuşmakta direnmeleri. Mesela, beni uyutturan monoton sesli hatip (ki bir zamanlar vekillik dahi yapmış­tı) iki saate yakın konuştu. Onu, yine her biri bir o kadar konuşan üç kişi takip edecekti. Bu insanları dinlemek için nelere katlanıldığını görebiliyor musunuz?

Sonra, bir de bu insanların hepsinin aynı paralelde ko­nuştuklarını düşünün. Yani, çok defa birinin söylediğini diğerleri tekrarlıyordu. Türkiye’de tertiplenen "açık otu­rumlarda, maalesef, zıd kutupları temsil edenlere yer ve­rilmediğinden birini dinlemekle on tanesini dinlemek ara­sında pek fark olmuyor.

Ben, her hangi bir toplantıya bel9kanlık etsem, hatiplere Mark Twain’in şu hikayesini anlatırdım:

İnanışının propagandasını yapan bir misyoner, bu ünlü yazar ve hiciv üstadını öylesine şevklendirir ki, Mark Twain şunları söyler: " Hatip, konuşmasının onuncu dakika­sında beni kendisine öyle bağladı ki, beraberimdeki parayı son meteliğine kadar ona vermeyi düşündüm." Fakat hatip konuşmakta devam edince, Mark Twain'in düşüncesi de­ğişir: "Aradan bir on dakika daha geçtikten sonra yanım­daki bütün 'gümüş’ parayı ona vermeğe karar verdim."

Hatip sözlerine hala son vermediğinden, Mark Twain, bir on dakika sonra misyonere "hiç bir şey vermemeğe" karar verir. Fakat konuşmasına yine bilemediğinden ve bir on dakika daha sürdüğünden, dinleyenlerin, ıçme para koydukları sepet Mark Twain'in önüne geldiği vakit, ya­zar, bu adamı "dinlemekten son derece yorulduğu" için, "dinleme hakkı" olarak sepetten iki dolar alır ve cebine indirir.

Dünyanın her tarafında, bilhassa Anglo-Amerikan ülke­lerinde açık oturumlar, tartışmalar tertiplenir. Fakat bun­ların hlç birinde, bizde olduğu gibi, hatiplere ilanihaye konuşma hakkı tanınmaz. Biz çok defa "açık oturum’'un manasını dahi bilmiyoruz. Hemen hemen aynı fikirlerin müdafaasını yapan dört kişiyi bir masa etrafına toplaya­rak onları konuşturmak hiç bir zaman "açık oturum” de­ğildir. Açık oturumlan tertipliyenlerin ilk vazifesi, birbir­lerine zıd fikirleri savunanlan bir araya geti^ek olmalı.

Bundan sonra yapılacak en önemli şey, hatiplerin konuş­malarını belirli bir müddet içinde bitirmelerini sağlamak. Mesela, dört kişinin katıldığı bir açık oturum düşünelim. Her hatip önce, 15 dakika konuşur, arkadan her biri 5 da­kika ve son olarak 2 dakikalık konuşmalarla sözlerini bi- ti^eleri gerekir. Medeni ülkelerde açık oturumlar beyle yapılır. Böylece, dinleyicilerin de sualler sorabilmelerine imkan hazırlanmış olur. Tabiatiyle, bu sualleri cevaplan­dıran hatiplerin, yeniden nutuk çekmelerine meydan ver­memek için, kendilerine tevcih edilen sualleri, mesela, iki dakikada cevaplandı^aları. istenir.

Zaman zaman işitiyoruz: Teknik dışında, Batıdan alaca­ğımız hiç bir şey yoktur. Maalesef, teknik dışında da, Batı­dan almak zorunda kaldığımız pek çok şey var, ve konuş­ma Adabı da, tartışma tekniği de bunlar arasında. İlim, teknik, edebiyat, sanat, spor, ilh. sahaları dışında hitabet alanında da dünyaca meşhur Türkler yetiştirmek zorun­dayız. Amma ve lakin onların teknik ve prensiplerini be­nimsemeden—iki kere iki dört—bu işde de yaya kalmağa mahkumuz.

Sonra, burada tertiplenen açık oturumlarda başkanlar nedense hlç rol oynamıyor. Halbuki Batıda toplantı baş- kanlarının fonksiyonlan büyük ve tesirlidir. Haddizatın­da, iyi bir başkandan istenen ilk şey iyi bir hatip olmasıdır. Ben ise, konuşmaktan üşenen toplantı başkanları gördüm. Meşhur Ingiliz iktisatçısı Harold Laski ile tanıkmış Ameri­kan iktisatçısı Dr. Alfred Haake, 1948 de tertiplenen bir tartışmada karşı karşıya geldiler. Tartışmayı Northwesteru Üniversitesi Rektörü Dr. Franklin Snyder idare etmişti. Başkan, t^^şmacıları şu nükteli sözlerle takdim etti:

Bugün burada, İngilizce konuşan milletler ailesinin iki tem­silcisinin, hepimizi bilhassa şu sıralarda fazlasiyle ilgilendiren bir konuyu münakaşa etmeleri için toplandık. Birazdan izah ve tefsir edilecek iki felsefe hakkındaki düşünlerimiz ne olur­sa olsun, şu noktada hepimizin hemfikir olduğuna eminim: bu neviden toplantılar tertipleyerek günün önemli meselelerini münakaşa ve tartışmak iyidir. Bundan böyle, bizlere bu fırsa­tı verdikleri için Chicago İdareciler Klübüne müteşekkiriz.

Serbest toplantı ve münakaşa, İngiliz ve Amerikan cemiyet­lerinde çok önemli bir yer işgal eder. Bizler bu mazhariyetimi­zi engelliyecek sansür veya polis gibi her hangi bir engelin önü­müze çıkmasını katiyen istemeyiz. Bu imtiyaz ve mazhariyet­ten lâyıkıyle istifade etmek ve onları en iyi bir şekilde kullan­mak için de bu gibi toplantıların lüzumlu olduğunu ilâve etme­liyim.

Bu maça iştirak edecek iki müsabık ringin tecrübeli ve piş­miş muharipleridirler. Onlara ağır sıkletin altın eldiven boksör­leri demek daha yerinde olur.

Bu köşede Amerikan temsilcisi, diğerinde de ^İngiliz temsil­cisi.

Dr. Alfred Haake’nin hayatı, çalışma hırsı ve azmiyle, bu dünyada kendini tatmin etmek istiyen tipik bir Amerikalının hayatı. Winconsin üniversitesine devam ederken dışarıda çalış­mak suretiyle tahsilini ikmal etti.

Kendileri bana kamyon şoförlüğü, bakkal çıraklığı, bulaşık­çılık ve gazete satıcılığı, serbest ticaret yaptıklarını söylediler. Park Ridge şehrinin belediye başkanlığına da seçildiğinden bi­raz politikacı da olmalı. General Motor şirketiyle olan yakın ilgi ve bağlarını hepimiz biliyoruz. [Dünyanın bu en büyük oto­mobil şirketinin malî müşaviriydi.] Muhataplarını dinletmek ve onları düşünmeğe sevketmek hususundaki derin kabiliyet­lerini de bütün memleket biliyor.

Prof. Harold Laski, bildiğiniz gibi, Britanya Krallığının bir vatandaşı. Kendileri bugünkü İngiliz hükümetinin [İşçi] en hararetli savunuculardan biri.

Oxford üniversitesinin New Colleğe’inden mezun oldu. Mo- den Tarih Fakültesini birincilikle bitiren Prof. Laski, daha mezun olmadan, muazzam bir entellektüel kudrete sahipti. Kı­sa bir zaman zarfında fasih ve ikna edici yazı ve nutuklarıyle ülkesinin, ve bütün dünya ile birlikte Amerikan düşüncesine de tesir etti.

Prof. Laski'nin müteaddid Amerikan üniversiteleriyle tema­sı oldu. O da insanlan düşünmeğe sevkeder, ve akademik çev­relerde kendisini dinliyenler ona, ya "A" [çok iyi] veya “F” [kötü, “F” alan bir talebe sınıf geçemez] verirler, fakat hiç kimse “C” [orta, vasat] vermez.

Orta Amerika’daki bir üniversitede, bir taraftan derslere de­vam ederken diğer taraftan çalışmak zorunda kalan bir kim­senin Sosyalizm lehinde fikirler yürütmesi beklenebilir. Yine, aynı düşüncelerle, muhafazakar Oxford üniversitesinden mezun olan birinin de Kapitalizm ve serbest teşebbüs temsilcisi ola­rak konuşacağını ümit edebiliriz. Fakat, efendiler, müsabıklar yer değiştirdiler ve şimdi, bildiğiniz gibi, Dr. Haake serbest te­şebbüsü, Prof. Laski de Sosyalizmi müdafaa edecek.

Bana verilen maç kaidesi gayet basit. Gerçekte bunu müsa­bıklar da biliyor. İlkin Dr. Haake konuşacak, arkadan Prof. Laski. Ondan sonra, birbirlerinin iddia ettikleri ve söyledikleri hakkında basit ve anlaşılır bir İngilizce ile konuşmak üzere, kendilerine kısa birer müddet daha verilecek.

Müsabıkları ringe çağırmadan önce bir defa daha tekrarlı­yorum: Bu müsabakada Marqius of Queensbury[*] kaideleri en sert bir şekilde uygulanacak: belden aşağı katiyen vurulmaya­cak, “tavşan yumruğu”[†] yasaktır; "ayrılın” dediğim zaman ayrılacaksınız; gong maç bitti işaretini verdikten sonra dövüş­mek yasaktır; biriniz yere düştüğü vakit, diğeri, kendi köşesi­ne çekilecek ve hakemin lO'a kadar saymasını bekleyecektir. Haydi, şimdi el sıkışın ve hepimizin sabırsızlıkla beklediği ma­çınıza başlayın. Muvaffakiyet en iyi dövüşenindir.

Türk hitabetinin kurtuluş saati böylesine bir nutuk söy­lemesini becerebilecek insanlanmız görüldüğü zaman ça­lacak. Türkiye'de henüz iyi hatipler çıkam^nasının başlı­ca sebeplerinden biri de kültür hayatımızın acındırırcasına kısır olması. Bu yüzden Türk politika hayatı İngiliz ve Amerikan siyasi hayatlarına nisbetle son derece sönük ve tamamen renksiz.

Hitabetle kültür seviyesi arasındaki ilişkiyi bir misalle anlatayım. Şu iki cümleden hangisi daha tesirli: "Bece­riksiz, iki işi aynı anda yapmasını beceremiyen bir insan." Ve: "Hem jiklet çiğnemesini hem de düz yolda yürümesi­ni aynı anda beceremiyen bir insan.” Elbette, ikinci değil mi? Birincisini herkes söyliyebilir, ikincisi ise, uzun uza­dıya düşünüldükten sonra söylenebilecek bir cümle. Bunu, önceki Amerika Cumhurbaşkanı Lnyden Johnson, şimdiki Cumhurbaşkanı Gerald Ford hakkında söylemişti. (İkincisi o zaman mebustu.)

Cumhurbaşkanı Franklin Roosevelt (ki liberal idi) bir muhafazakarı şöyle tarif etti: "İki mükemmel ayağa sahip olmasına rağmen, hiç bir zaman yürümesini öğrenemiyen insan."

Tabii liberaller (veya ”refonnist”ler) için söylenmiş iyi sözler de var. Yakından biliyorum: Liberal geçinen pek çok Amerikan politikacısı, sırf fakir halkın ve siyahilerin rey­lerini toplamak için, kendilerini onların dostlarımmış gibi gösterir. Başta Teddy Kennedy olmak üzere, Amerikan Kongresinin bütün liberalleri (yani bizdeki söylenişi ile, ortanın solundakiler) kendi çocuklarını pahalı özel mek­teplere gönderirken, parasız devlet mekteplerine devam eden öğrenciler arasında siyah-beyaz talebe nisbetini mu­ayyen bir ölçüde tutmak için, beyaz öğrencilerin 50-70 kilo­metre mesafelere taşınması için kanunlar çıkacakta zer rece beis gö^ezler. Bu neviden "liberal"ler için kullanılan tabirlerden biri, "limozin liberali"dir. [Yani özel şoförle­rinin kullandığı arabalarda gidip-gelen insanlar.) Maama- fih, bu sahte refo^cuları en iyi bir şekilde, 1920'lerdeki New York Belediye Başkanı James Walker tarif etmişti: "Bir liberal, şehrin lağım kanallarında altı camdan yapıl­mış motörlü kayıkta gezen insandır."

Bir hatıramı nakledeyim. New York'ta yedi sene yaşadı­ğım bölgedeki Cumhuriyetçi politikacılardan biri Demok­rat Partiye geçti, ve yeni partisinin mebus namzedi olmak için ön seçimlere katılacağını söyledi. Bölgeyi, Amerikan Kongresi Temsilciler Meclisinde bir Demokrat temsil edi­yordu. Şimdi ise, karşı partiden atlamış biri onun yerine göz koymuştu. Bu, elbette hoşuna gitmedi. Bir gün, benim de dinlediğim bir konuşmasında, eski Cumhuriyetçi yeni Demokrat muarızından şu kelimelerle bahsetti:

"Senelerce kasabanın 'madam'lığını zevkle ve şevkle ya­pan eski gü'nahkânn ıslah-ı nefs etmesine diyeceğim yok: bilakis, geç de olsa, ışığı gördüğü için, kendisini tebrik ede­rim. Ama yıllardır azimle yürüttüğü mesleğini terkeder terketmez, ilk Pazar günü gittiği kilisede, ilahiler okuyan koroyu yönetmesine de tahammül edemem.”

Eski Cumhuriyetçi seçimi kaybetti.

Türk politikacıları da hitabelerini bu neviden nükte ve fıkralarla süsleyip dantellemeğe başladıkları gün, ben, de­mokrasimiz önündeki uzun ve meşakkatli yolda bir kilo­metre taşının daha dikileceğine inanıyorum.

Aşağıda, Amerikan Kongresi üyelerinden bazılarının gözde fıkralarından bir kısmını göreceksiniz. Bu yazar, bu anekdotlardan ^bazılarını onların ağzından—televizyonda, radyoda veya meydan nutuklarda—dinledi.

Mi^ouri eyaletinin önceki senatörlerinden James A Reed, Senatodaki çoğunluğun sırf çoğunluk olduğuna da­yanarak bir tasarıyı kanunlaştırmak istemeleri üzeri­ne sözlerini şu cümlelerle bitirdi:

Tarihin en büyük kötülükleri geme alınmamış ekseriyet nâ­mına işlendi. İsa'yı çarmıha gerenler ekseriyetti, Hıristiyanları ateşte yakanlar ekseriyetti, yeni bir dünya keşfettiği için Kris- tof Kolomb'u zindana atanlar ekseriyetti, basın hürriyetini sa­vunduğu için John Pym'ın kulaklarını kesenler de ekseriyetti."

Senatör Dirkson son yılların en iyi nüktedanlarından bi­riydi. Cumhuriyetçi Partinin Senatodaki lideri olan Dirk­son, 1960 yılında iki Demokrat Senatör, John F. Kennedy ve Lyndon Johnson, partilerinin Cumhurbaşkanı ve Cum­hurbaşkanı Muavini adayı seçildiği vakit, Dirkson Sena­toda şunları söyledi:

"Muhterem arkadaşım ve ekseriyet partisi [Demokrat] Senato başkanı [Johnson! ve yine Senatonun çalışma ko­misyonunda beraberce çalışmaktan zevk duyduğum Mas- sachusetts’li muhterem arkadaşımın [Senatör Kennedy] bizi burada bırakıp aramızdan ayrıldıkları takdirde, ben şahsen yalnızlık hissedeceğim. Benim kendilerine karşı hü^etim öylesine yüksek ve deniz kadar derindir ki, ara­ya on altı blokun girmesini istemem. [Senato ile Cumhur­başkanının ikametgahı Beyaz Ev arasında 16 blokluk me­safe vardır. ]" Dirkson, onların seçilmesini arzu etmediğini böylece ifade etti.

-Çoğunluk partisi lideri Lyndon Johnson, bir kanun tasa­rısı ile ilgili bir takım teklifler getiriş ve bu tekliflerini ve onlarla ilgili cetvelleri Kongre Zabıtlarına geçilişti. Dirkson bu münasebetle dedi ki:

"Çoğunluk partisi liderinin muhtelif vesilelerle yaptığı teklifler ve Zabıtlara geçirdiği cetveller onun söylediği ve kullandığı şekillerde doğru olabilir. Buna rağmen bu tek­lif ve cetveller bana yi^ni katlı bir binadan düşen adamı hatırlatıyor. Adam altıncı kattan geçerken bir arkadaşı ba­ğırıyordu: 'Mike, şimdilik iyi görünüyorsun.' "

O zamanki Texas Senatörü Lyndon Johnson da, Illinois Senatörü Everett Dirkson'un "kelime cambazlığı"nı Ame­rika'nın ıssız bir belgesinde ilk mektep öğretmenliği için müracaat eden bir gence benzetti. Mektebin yönetim ku­rulu başkanı sordu: "Bizim bölge halkının coğrafya hak­kında değişik fikirleri var. Sizin bu hususta ne düşündü­ğünüzü öğrenmek istiyoruz. Dünya düz müdür, yuvarlak mı?”

Öğretmen olmak istiyen genç, biraz düşündükten sonra cevap verdi: "Her ikisini de öğretebilirim, efendim."

Yeni neslin sola mı sağa mı gideceği^nin henüz bilinemi- yeceğini söyliyen Senatör Dirkson, Cumhurbaşkanı Abra- h^u Lincoln'ün Illinois eyaleti temsilciler meclisinde üye olduğu zamanlarda hâkimlerin bir kasabadan diğerine at sırtında gittiklerini söyledi. Bu hâkimlerden biri mısır li- kö^rüne oldukça tutkundu.

Bir gün "hafifçe yumuşak” olduğu bir zamanda, atının eğerini yerleştirmeğe çalışırken, genç bir avukat da haki­mi seyrediyordu. Hâkim eğeri ters yönde koymuştu. Avu­kat ikaz etti:

"Hâkim bey, eğerinizin önü arkaya geldi."

Hâkim, sadece bir hakimin takınabileceği bir yetki ve ağır başlılıkla cevap verdi:

"Siz benim hangi istikamete gideceğimi nereden biliyor­sunuz?"

Bir otomobil kazasında sanığın avukatı karşı tarafın gösterdiği bir şahide sordu:

"Kazayı gördünüz mü?"

"Evet, efendim."

Avukat sorgusuna devam etti: "Kazanın vukuunda ha­dise yerinden ne kadar uzaktaydın?"

Şahit cevap verdi: "Dokuz metre ve on sekiz santim."

Avukat, hakim ve jüriye bir göz attıktan sonra, "Pek âlâ, ukala adam," dedi, "mahkemeye ve jüriye kendinle kaza mahalli arasındaki mesafenin dokuz metre on sekiz san­tim olduğunu nasıl bildiğini söyle bakalım."

Şahit cevap verdi: "Ben terziyim, yanımda daima mezu­ra taşırım. Kazanın vukuunda hemen cebimdeki mezurayı çıkardım, ve kendi bulunduğum yerle, çarpışma noktası arasındaki mesafeyi ölçtüm. Çünkü ukala bir avukatın ba­na bu suali soracağını biliyordum."

Senatör Dirkson, bir seçim kampanyası sırasında seç­menlerin kendi aralarında, namzetlerin, şu veya bu mese­lelerdeki tutumlarını tartıştıklarını söyledi. Namzetler ise, sadece bir tek şey düşünür; "Seçimi kaybettikleri takdirde ne yapacaklarını.''

Kendisini sigortalamak istiyen birine doldurması ıçın bir fiş verilir. Sorulandan biri şu: "Babanız öldüğü vakit kaç yaşındaydı, ve ölüm sebebi?" (Amerika'da ebeveynle­ri genç yaşında kalpten ölenler, umumiyetle, diğerlerin­den daha fazla sigorta primi öderler. Sigorta şirketlerinin incelemelerine göre, bir kimsenin babası, mesela 50 yaşın­da iken bir kalp hastalığı neticesinde ölmüş ise, çocuğunun da genç yaşında aynı şekilde ölmesi kuvvede muhtemeldir. Sigorta şirketleri, kendilerini sigorta ettirmek isteyenleri sıkı bir sıhhî muayeneden geçirirler.)

Bu adamın babası ise, bir diğerini öldürdüğünden mah­keme karanyle asılmıştı. Fakat bunu yazdığı takdirde, kendini sigo^a ettiremeyecekti. Biraz düşündükten sonra sigorta fişine şunları yazdı:

"Babam öldüğü vakit 65 yaşındaydı. Ölüm, bir amme hiz­metini yerine getirirken, platfo^nun çökmesi neticesinde vuku buldu."

Bir kadın Tennessee eyaleti valisini görmeğe gitti. "Va­li bey," dedi, "kocamın artık hapishaneden çıkarılmasını istiyorum.”

"Kocanız niye hapishanede?"

"Et çhldığı için."

"Aile reisliği vazifesini iyi yapıyor muydu?"

"Hayır, efendim, hayır. Beni dövüyordu, çocukları dövü­yordu."

' "Öyleyse, niye hapishaneden çıkarılmasını istiyorsun.”

"Etimiz bitti de onun için.”

Bir gece demiryolu ile karayolu geçidinde bir kaza mı- kua geldi. Demiryolu aleyhinde dava açıldı. Demiryolunun avukatı, demiryolu kavşağının bekçisine sordu:

"Kazanın vukuunda siz vazifenizin başında mıydınız?" "Evet."

"Feneriniz yanınızda mıydı,"

"Evet. Yanımdaydı efendim."

Hakim, her hangi bir ihmalsizlik görmediğinden, demir­yolu bekçisinin suçsuz olduğu hükmüne vardı. Bekçi ve Demiryolunun avukatı beraberce mahkemeden çıkarlar­ken, bekçi avukata dönerek, "iyi ki," dedi, "karşı tarafın avukatı fenerin yanıp yanmadığını sormadı.”

Bir çiftçi geceleyin elinde bir fenerle sevgilisini göbeğe giden oğluna sordu: "Niye onu görmeğe giderken yanına fener alıyorsun? Ben kur yaptığım zamanlarda ışığa hiç lü­zum hissetmemiştim.”

Oğlu cevap verdi: "İyi, ama bak kiminle evlendin!"

Demokratik rejimleri pekleştiren gelenekler Amerika’da sağlamca yerleşmiş ve gelişmiştir. Mesela Cumhurbaşkan­lığını kaybeden namzed, ilk iş olarak muanzına tebrik ve başarı telgrafı gönderir ve ondan sonra kendi seçim kam­panyasında bilfiil çalışan partililere hitap ederek telgrafı okur. Senatör Dirson'un aşağıda okuyacağınız sözleri de, demokrasi çarkının işlemesine hizmet eden geleneklerin köklüce yerleştiğini kristal berraklığıyle gösteriyor.

Bir seçimde (1966 Illinois'in Demokrat senatörü P. Doug- las (her eyaletten iki senatör çıkar). aynı eyaletin Cum­huriyetçi senatörü Dirkson aleyhine bütün gücüyle çalış­mış, Demokrat namzedin seçilmesi için gayret göstermişti. (Amerika'da her iki senede bir se^m yapılır. Bu seçimler­de Temsilciler Meclisinin tamamı, Senatonun da üçte biri yenilenir. Senatörlük: müddeti altı yıldır.) Fakat eyalet halkının sevdiği ve hürmet ettiği Dirkson seçimi yine ka­zandı. Seçimlerden sonraki ilk Senato toplantısında söz alan Dirkson şunları söyledi:

"Önce, muhterem arkadaşım Paul Douglas'a bir selam göndermeme müsaadenizi rica edeceğim, Bay Başkan. Mu­arızımın beni mağlup etmesi için belki de onun kadar azim ve şevkle çalışan olmadı. Fakat kendileri, aleyhime giriş­tiği mücadelesini hakkaniyet ve haysiyet sınırlan dışına çıkmadan yaptılar. Bundan böyle, aramızda geniş görüş farkları bulunmasına rahnen, ben, kendilerini, büyük ve samimi bir Amerikan olarak selâmlıyorum.”

Amerikan Kongresinde müzakereler bitip reye geçilece­ği vakit binanın muhtelif yerlerine konan ziller çalmağa başlar. Böylelikle, Kongre binasında olup da müzakere sa­lonunda bulunmayan üyeler reylerini kaçınanlar. Senatör Morris Cotton şu fıkrayı anlattı:

Bir gün ziller çalmağa başladığı vakit, dinleyiciler loca­sındaki yaşlı bir kadın, yol gösterici çocuklardan birini ya­nına çağırarak, zillerin niye çalındığını sorar. Çocuk şu cevabı verir: "Pek bilemiyeceğim, hanımefendi, belki bir tanesi kaçtı."

Senatör Cotton, Amerikan Kongresini bir nalbant dük­kânına benzetiyordu: "Dokunmadan önce tükürmek ge- rek—belki sıcaktır."

Cumhuriyetçi Senatör Cotton, liberal görüşleriyle tanın­mıştı. Buna rağmen, 1964 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Cu^huriyetçi-Muhafanakar Senatör Goldwater'ı destekle­di. Bunun üzerine, gazeteciler, kendisine, liberal fikirlerin­den vazgeçip geçmediğini sordukları vakit, Senatör şu ce­vabı verdi:

"Bu sorunuz bana eyaletimdeki [New Hampshirel bir çiftçiyi hatırlatıyor. Bir gün otomobille şehre inerken, ya­nındaki kansı ^rızde bulundu: 'Niye biribirimize daha ya­kın oturmuyoruz? Evlenmeden önce şimdikinden çok daha yakın oturuyorduk.' "

"Yaşlı çiftçi cevap verdi: 'Ben yerimi değişti^edim W.' ” Cotton, bu anekdotu anlattıktan sonra gazetecilere şun­ları söyledi: "Ben yerimi değişti^iş değilim, ama hükü­met her geçen gün biraz daha sola kayıyor."

Amerika'da kitaplara geçen nükteler söyleyenler arasın­da din adamları da vardır. Dr. Edward Hale, 1950'lerde Amerikan Senatosunun dini lideri idi. (Aınerikan Kongre­sinde vazifeli Katolik, Protestan ve Musevi din adamları bulunur.) Bir gazeteci bir ^gün ona şu suali sordu: "Senatör­ler için de dua ediyor musunuz?”

"Hayır," cevabını verdi Dr. Hale. "Senatörlere bakıyor— ve memleket için dua ediyorum."

Dört yıl önce politikadan ayrılan Maine Senatörü Mar- garet Chase, Senatodaki yegane kadın üye idi. Truman'ın cumhurbaşkanlığı sırasında onun Cumhuriyetçi partinin Cumhurbaşkanı namzedi olmak için çalışacağı söyleniyor, Senatör Chase ise bu tür haberlerin asılsız olduğunu ifade ediyordu. Bir ^ah bir televizyon programında sordular:

"Senatör Chase, şayet bir sabah uyandığınız vakit ken­dinizi Beyaz Ev'de bulursanız ne yaparsınız?"

Senatör Chase hemen cevap verdi: "Derhal Bn. Truman'a giderek özür diler ve Beyaz Ev'i terkederim.”

Illinois eyaletinin Demokrat mebuslardan Sidney Ya- kes, Birleşmiş Milletlerin—bütün kusur ve ataletine rağ­men—dünya barışının en iyi aleti olduğuna inanır. Teşki­latın karşılaştığı müşküller, ona, Amerikan Feza İdaresinin fezaya fırlattığı bir farenin arkadaşlarına yana yakıla şi­kayetini hatırlatır:

"^h, halimi bir görseydiniz. Beni, nefessizlikten boğa- cakla^ışcasına, bir füzenin ucuna sıkıştırdılar. Daha son­ra fezada bir mil yukarı fırlattılar. Manyetik kemerler şo­ke edercesine bütün vücudumu sarsıyordu. Daha sonra beni denize fırlattılar. Az kalsın boğulacaktım. Çilem yine de bitmemişti: bir laboratuvara göt^rdp bir masanın üze­rine yatırarak vücudumun her tarafına iğne batırdılar.''

Farenin arkadaşları ona sempati duymağa başıboşlar­dı. "Gerçekten senin namına üzülmemek elde değil," de­diler. “O halde niye eski işine dönmüyorsun?"

Fare, “Ne!" diye haykırdı. "Yeniden kanser araştı^a- sına mı döneyim?"

Dünyanın her tarafındaki parlamentolarda olduğu gibi, Amerikan Kongresi üyeleri de bütçede kısıntı yapılmasını ister, fakat bu kısıntının kendi seçim bölgesindeki amme işlerine uzanmaması için de şiddetle direnirler. Temsilciler Meclisinde bütçe müzakere edilirken, bütçede kısıntı iste­mekle beraber, kendi seçim bölgesindeki işsizliğin gideril­mesi için devletin yatırım yapmasını istiyen bir millet ve­kilinin sözleri bir diğerine şu hikayeyi hatırlattı:

Adamın biri lokantaya girerek paltosunu askıya asar ve bir masaya oturur. Bu arada bir hırsız onun paltosunu sır­tına geçirir ve kaçar. Hemen lokantadan fırlayan palto sa­hibi civardaki bir polisi haberdar eder ve beraberce hırsı­zın peşinden koşmağa başlarlar. Polis, hırsıza, durmasını, yoksa ateş edeceğini ihtar ettiği vakit, paltonun sahibi ri­ca eder: “Aman, memur bey, pantolonuna ateş edin, pan­tolonuna!"

Demokrat partinin cumhurbaşkanlığı namzetliğini ka­zanmak için 1972 de mücadele eden Senatör Edmund Mus- kie (kaybetti, McGovern kazandı, o da seçimi Nixon'a ver­di) eyaletinin (Mainel atasözleşmiş sükûtiliğini şu fıkra ile anlatır:

New Harbour kasabasına bir yabancı gelir, fakat kendi­siyle konuşacak bir tek kişi dahi bulamaz. Nihayet, birine, kasabada konuşmanın kanuna karşı gelmek sayılıp sayıl­madığını sorduğu vakit, kendisine şu cevap verilir: “Hayır, ama biz sessizliğe yardım etmediği takdirde, hiç bir şey söylememekte karar kıldık."

Amerikan deniz kuvvetleri, 1943 yılında ölen Amerikalı ünlü kimyager ve botanist George Washington Carver'in adına bir gemi inşa etti. Geminin (USS George Washington Carverl denize indirilmesi münasebetiyle (1965), kimyage­rin yakın arkadaşı Çalışma Vekili William Wirtz'den bir konuşma istendi. Vekil sözlerine şöyle başladı:

"Ruhu bugünkü toplantımıza başkanlık eden adam, tö­renin bu kısmında aramızda bulunmak istemeyecekti. Zira, kendileri nutuk vermekten ve—daha da kötüsü—dinlemek­ten nefret ederdi. Bir defasında, "hem ağzını açık tutan hem de derin düşünen mütefekkir tasavvur edilemez' demişti. Bundan böyle, gayet kısa konuşacağım."

Utah temsilcisi David S. King aşağıdaki anekdotu zevk­le anlatırdı:

Bir seçim kampanyası sırasında bu millet vekili seçmen­lerin nabzını yoklamağa çıkar, ve tarlasında çift sürmekte olan bir çiftçinin yanına yaklaşır. Derhal kısa bir nutuk çeker, ismini verir ve çiftçinin reyini isteyerek sözlerini; bitirir. Çiftçi, anlamadığından bir şey söylemez. Mebus tek­rarlar fakat yine bir cevap çıkmaz. Nihayet üçüncü tekrar­dan sonra çiftçi—ki sağırdı—millet vekiline der ki: "Benim ... —     .... . '

reyimi kazandın, evladım. Çünkü oraya kimi koyarsan koy, şimdiki temsilciden daha iyi iş görür."

Müteveffa Indiana Senatörü Homer Capehart şu fıkrayı anlattı:

Harp yıllarında bir gün Washington'daki Mayflower oteli önünde taksiye binerken fevkalade cazip bir hanım—• o yıllarda taksi bulmanın güçlüğünden—aynı arabaya binmek ricasında bulundu.

Taksi hareket etti ve şoför de radyoyu açtı. Spiker, bir gün önce Senatoda verdiğim nutuktan parçalar okuyor­du.

Güzel hanım bana dönerek, "Şu senatörler de insanı de­li ediyor," dedi. "Hem ne konuştuklarını bilmiyor, hem de her fırsatta ağızlarını açmaktan çekinmiyorlar. Onlar ol­masaydı bu memleket çok daha iyi idare edilmiş olurdu."

Ben kendisine hak verdim ve tabii kim olduğunu da söy­lemedim.

Bu hikaye de Utah temsilcisi Laurance J. Burton'dan: Yanındaki küçük çocuğuyla bir kadın trende gidiyordu. Karşısında oturan bir adam yol boyunca çocuğa baktı dur­du. Kadın, nihayet daha fazla dayanamıyarak, niçin çocu­ğuna uzun uzun baktığını sordu. Adam da, çocuğun o ana kadar gördüğü çocuklar arasında en çirkini olduğunu söy­leyince, k^hn kızgınlıkla ayağa kalktı ve kondüktörü ge­tirdi.

Kondöktör kadının şikâyetini dinledikten sonra, onu ya- tıştı^ağa çalıştı: "Lütfen sinirlerinize hakim olunuz, ha­nımefendi. Bu bir amme vası^^ıdır. Ben bu adamı nasıl trenden indirebilirim? Buyurun, lokantaya gidelim, size bir kahve getireyim, sinirleriniz yatışsın. Siz kahvenizi içerken, yanınızdaki maymuna da muz vereceğim."

Millet vekili O. C. Fisher, bir gün radyoda şu hikayeyi anlatmıştı:

Ankara keçisinin Kuzey Amerika topraklarına ayak ba­sışının lOO'üncü yıldönümü 1948 de idi. Türk sultanı ile ya­pılan özel bir anlaşma neticesinde bu keçiler Amerika’ya getirilmişti.

Ben, bu günü kutlamanın yerinde olac^^m düşünerek bir kanun teklifinde bulundum ve bu yıldönümü vesilesiy­le Posta idaresinin özel bir pul yayınlamasını istedim. Tek­lifim, Temsilciler Meclisinin Posta Komisyonuna havale edildi. Komisyon başkanı Tom Murray (Tennessee) idi.

Aradan bir iki ay geçince Tom'u gördüm ve kendisine komisyonda küçük bir teklifim bulunduğunu ve çıkması için yardım ederse memnun olacağımı söyledim. Teklifi­min mahiyetini anlatmağa vakit kalmadan, bu neviden pek çok tekliflerin bulunduğunu ve bundan böyle, Posta Veki­linin fertler tarafından getirilen tekliflerin durdurulması­nı istediğini söyleyerek ilâve etti:

"Sana yardım etmeyi gerçekten isterdim—eğer, bir sürü saçma sapan tekliflerle komisyonun işini yavaşlatmamış olsalardı. Biliyor musun: çılgın bir mebus bir keçiyi kut­lamak için dahi bir kanun teklifi getirmiş."

Cumhurbaşkanı Trüman’ın Muavini Alban Barkley (da­ha önce Texas mebusu ve senatördü; aynı zamanda iyi bir hatip olan Mr. Barkley, 1957 de bir nutuk verirken plat­formda öldü) Amerikan Kongresinin büyük nüktedanların­dan biriydi de. O yıllarda Dorothy Dik adlı bir kadın ga­zeteci çok meşhurdu. Gazetecimin, ülkenin her tarafında yüzlerce gazetede yayınlanan bir "dert ortağı" sütunu var­dı. Demokrat Barkley, bir konuşmasında Cumhuriyetçile-

ri tenkit ederken, Dorothy Dix'e mektup yazmış mevhum bir okuyucuyu dile getirdi:

"Muhterem Dix Hanımefendi: Ben iyi ahlâklı, güzel bir kıza tutkunum; niyetim ciddi, onunla evlenmek istiyorum. Fakat benim kendi ailemde öylesine bir leke var ki, ha­tırladıkça u^rn^mdan yerlere geçecek gibi oluyorum. Ev­lenmek teklifinde bulunduğum genç kız, benim kötü yola sapmış bir kız kardeşimin bulunduğunu, erkek kardeşimin cezaevinde ve amcamın da yıllardır bir tımarhanede yat­tığını biliyor. Fakat, iki kuzenimin Cumhuriyetçi partili olduklarını bilmiyor. Bunu da bilmesi gerekir mi?"

"Nankör" seçmen dünyanın her tarafında bulunur. Bark- ley, böyle bir seçmenden söz etti:

Benim seçim bölgemde bir çiftçi var. Çiftliğini onarması için hükümetten yardım temin ettim, bir kızının üniversi­teye, bir oğlunun Harp Akademesine girmesinde yardımcı oldum, damadına Washington'da iş buldum. Bir su baskı­nı çiftliğini tahrip ettiği vakit, federal hükümetin "felaket yardımı fonu"ndan para çıkarttım, ve bu arada kansına da postahanede iş buldum. Fakat, 1938 seçimlerinde Sena­to için mücadele ederken, onun, muanam Happy Chand- ler'i desteklediğini duyduğum vakit adeta çılgına döndüm. Hemen kendisini ziyaret ederek sordum:

"Benim aleyhimde rey kullanacağın do^ru mu?" Sadece kafasını sallamakla iktifa etti. Bunun üzerine, onun ıçin neler yaptıklarımı teker teker tekrarladım ve dedim ki: "Bütün bunları elbette unutamazsın."

"Unutamam," cevabını verdi, "ama benim için son yıl­larda ne yaptın?"

Senatör Paul Douglas gerçek bir entellektüeldir. Üni­versitede hocalık yaptı, müteaddid kitapları yayınlandı. Senatoda 1959 vergi kanununun müzakereleri sırasında, çık­maza saplanan bu teklifini Latince "aio" fiiline benzeterek şunları söyledi: "Şimdiki zamanı gösterir, gayri mükem­meldir, tasrifi yapılmaz ve istikbal sigası yoktur."

Paul Douglas, 1960'larda Amerika'nın "Göller bölgesi" denen kısmındaki Michigan gölü çevresindeki setleri kurtar­mağa çalışıyor kanun teklifleri getiriyordu. Setler kurta­rıldığı vakit, gölün istikbali de garanti altına alınmış ola­caktı. Bu konu ile ilgili bir kanun teklifini izah ederken bir gün şunları söyledi:

"Ben, otuz yaşına kadar, dünyayı kurtarmak için çalışı­yordum. Otuz ile altmış arasında Amerika'yı kurtarmak için çabaladım. Artık altmışını da geçtim, ve istediğim tek şey şu: setleri kurtarmak.”

Paul Douglas, "Borçlunun bilmesi gerekenler" adlı ka­nun teklifini 1965 yılında dördüncü defa Senatoya getirir­ken, meslekdaşlarına, faiz nisbetlerinin tarihi hakkında şu kısa bilgiyi de verdi:

Tarihi tetkik edecek olursak, "borçlunun mükellefiyeti" ka­nununun hiç de yeni bir şey olmadığını görürüz. MeseIâ, 37 asır önce, takriben M.Ö. 1800 de kadîm Babil'de bir kral, ala­caklının, parayı nasıl ödemesi gerektiğine dair yazılı bir vesi­kayı borçluya vermesini âmir bir emir yayınladı. Bundan baş­ka, şayet hile ve kaçamak yollarıyle borçludan fazla para tah­sil edilmişse, bu fazlalık alacaklıdan geri alınıp borçluya verile­cekti.

Bay Başkan, en koyu bir reaksiyoner gibi görünmek paha­sına da olsa, şunu hatırlatmak isterim ki, şayet, faiz nisbetleri­nin kaçamaklı ve hileli yollarla arttırılmasına kadim Babil en­gel olmuşsa, bizim de aynı şeyi yapamamamız için hiç bir sebep yoktur.

Faiz nisbetlerinin pek şerefli ve uzun bir tarihi bulunduğunu da belirtmek yerinde olacaktır. Kadim Yunanistan'da, tefecile­rin Atina'da yüzde 48 veya senede yüzde 576 faiz aldıklarını ta­rih kaydediyor. Onbeşinci yüzyılda İtalyan bankacıları İtalyan- lardan yüzde 5 faiz alırlarken, aynı bankacılar, harp masraf­larını karşılamak için borç istiyen Fransız kıralından yüzde 100 faiz talep ettiler. Demek ki, orta çağlarda, Fransız kralları iyi bir kredi rizokusu sayılmıyorlardı.

Orta çağların, umumiyetle, âdil olan faiz nisbetleri borçlara da tatbik olundu. Yüzde 6 dan fazla faiz talep etmek muraha- bacılık addedildi, ve orta çağların kilisesi de bu dünya görmüş kurnaz tefecilere karşı alelâde halkın avantajsız durumda ol­duğunu takdir ederek, bu doktrini destekledi. Böylece, kilise, yüzde 6 âdil faiz doktrinini faizcilere de kabul ettirdi.

Tarihi ve ahlâki gerçeklerin ışığı altında bu sihirli yüzde 6 faiz nisbeti zamanımıza kadar ulaşmış ise de, pek çok faizciler türlü yol ve usullerle senede yüzde 6 dan fazla faiz alıyorlar. Takdir ediyorum: orta çağlarda günümüzün “şimdi al, sonra öde” sistemi işitilmemişti. Gerçi, bugünün pazarında, genellik­le, herhangi bir kimsenin yüzde 6 kar ile iş yapmasını istemek gayri realist bir düşünce olmakla beraber, tarihî yüzde 6 ya karşı duyulan hürmet zamanımıza kadar uzandı.

Amerikan politikacıları pek çok toplantı ve ziyafetlere davet edilir, nutuk vermeleri istenir. Her toplantı için ayrı ayn nutuk hazırlamak hem oldukça vakit alıcı hem de gay­ri mümkün olacağından, pek çok politikacılar bir yerde ver­dikleri nutuklarını başka bir yerde tekrarlar. Gerçekte, bir senatör, aradan uzun bir müddet geçtiği takdirde, aynı nutku aynı yerde söylemenin dahi mahzurlu olamıyacağı- nı belirtmişti.

Minnesota eyaletinin bu senatörü senelerce önce Irlan- dalılar gününde New York'da bir nutuk verdiğini söyledi. "Nutuk bittiği zaman devrin pek tanınmış bir gazetecisi yanıma geldi, beni tebrik etti; şahsımdan ve nutkumdan bahsedeceğini söyledi. Ertesi günü, gerçekten, bütün sü­tununu nutkuma hasretmişti."

"Sekiz yıl sonra, yine Irlandalılar gününde New York'ta bir nutuk vermemi söylediler. Sekiz sene önce verdiğim nutku aynen tekrarladım."

"Nutuk bitince karşımda aynı gazeteciyi gördüğüm vakit utancımdan yerin dibine geçecek gibi oldum. Ben, özür dilemeğe çalışırken, gazeteci, nutku çok beğendiğini ve ertesi günkü sütununda bahsedeceğini belirtti. Gerçekten bahsetti: sekiz yıl önceki fıkrasını aynen yayınlıyarak."

Demokrat bir politikacı, seçmenlerin ezici bir çoğunluk­la Demokrat partiye bağlı oldukları bir kasabada konuşur­ken, dinleyiciler arasında bir hareket, kımıldama görür. "Ne var? Orada ne oluyor?" der.

Biri seslenir: "Cüzdanımı ve zincirli saatımı çarpmışlar." "Buna gerçekten üzüldüm," der hatip. "Ama ben aranız­da Cumhuriyetçilerin de bulunduğunu bilmiyordum."

Bir ses cevap verir: "İşte bir Cumhuriyetçi. Ben Cumhu­riyetçiyim."

Senatör John Cooper (Cumhuriyetçi, Kentucky) şu fık­rayı zevkle anlatırdı:

Bir gün eyaletimin koyu demokrat bölgesinde seçim ge­zisi yaparken, her politikacı gibi önüme çıkanın elini sıkı­yordum. Yaşlı ter Kentucky'li elimi sıkmakta tereddüd edi­yordu.

Kendimi takdim ettim: "Ben Senatör John Cooper."

O ise, kelimeleri tarta tarta konuştu: "Sen Cum-hu-ri- yet-çi-sin, değil mi?"

"Evet"

Yaşlı ad^rn, "Pek ala” dedikten sonra elini hafifçe uzat­tı ve dedi ki: "Bastikadan sık."

Washin^»n'da bir ziyafette yemekten sonra başkan aya­ğa kalkarak programın başlamak üzere bulunduğunu ha­ber verdiği sırada, Rhode Island'ın yaşlı senatörü Green'in yanında oturan bir mebusun hanımı, "Senatör Bey" dedi, "biraz daha kahve alır mısınız?"

Senatör "Hayır, hayır," cevabını verdi. "Aksi takdirde konuşmalar sırasında uyuyamam."

Senato ile Temsilciler Meclisi arasındaki farkı bir senatör şöyle izah etmişti:

"Temsilciler Meclisinin bir berberi vardır. Millet vekille­ri 50 cent'e traş olurlar. Fakat teamüle göre, 50 cent de bah­şiş vereleri gerekir. Böylelikle bir saç traşı bir mebusa bir dolara mal olur. Senatodaki durum ise apayrıdır. Saç kesimi bedavadır. Fakat geleneksel bahşiş bir dolardır. Böylece, saç kesimi de, hükümetin yaptığı her şey gibi be­davadır."

Carter Glass adlı bir senatör, bir diğer senatörden şöy­le bahsetti: "O konuşmağa başladığı vakit, dili bir yanş atı­na zenziyor: ne kadar az ağırlık taşırsa o kadar hızlı koşu­yor.”

Baran bir politikacının muayyen yerlerin cahili görünme­sinin kendisine puan kazandıracağını bir senatör anlattı.

Senatoda gece kulüpleri ve meyhanelerle ilgili vergi me­seleleri görüşülürken, Maliye Komisyonu üyelerinden Se­natör Eugene D. Millikin, New York'taki çok meşhur bir gece klübünden tekrar tekrar "Klüp 23" diye bahsediyordu. Oturum sonunda bir gazeteci senatöre yaklaşarak, klübün "23” değil "21" olduğunu hatırlatınca, Senatör Millikin, "Bi­liyorum, biliyorum," diye fısıldadı. "Fakat politikada böyle yerlerin cahili görünmek faydalıdır."

Müteveffa Cumhurbaşkanı Lyndon Johnson da fıkra an­latmasını severdi. Ruslannkinden çok daha iyi ve fazla fü­ze imal edebilmek için çok paraya ihtiyaç duyulduğunu söyliyen Johnson. iş adamları önünde yaptığı bir konuşma­sında şu anekdotu ^^atmıştı:

"Bir Texaslı [kendisi de Texaslı idil 1861 de Amerikan Dahili Harbinde Kuzeylilere karşı çarpışmak üzere kasaba­sından ayrılır. Komşularına, bu harbin çok çabuk biteceği­ni, zira Kuzeylileri süpürge sopası ile yenmenin bile işten olmayacağını söyler."

"tki sene sonra, tek ayakla, bezgin ve sakat kasabaya dö­ner. K^&balılar malûl gaziye sorar: ‘Hani sen harbin çok kolay olacağını, kahrolası Kuzeylileri süpürge sopası ile yeneceğinizi söylemiştin.'

"Texaslı başını öne eğerek cevap verir: "Yine de yenebi­lirdik. Ne var ki, kahrolası Kuzeyliler süpürge sopası ile çarpışmak istemiyorlardı.' "

Johnson'un en çok sevdiği fıkra, Posta Vekili Gen. J. Ed- ward Day'den işittiği şu anekdot idi:

Amerika'da Noel günleri küçük çocuklar "Noel Baba"ya mektuplar yazarak neler istediklerini söylerler. Çok defa, "Noel Baba, Kuzey Kutbu" diye gönderilen bu mektuplar otomatik olarak Posta Vekilliğinde toplanır. Johnson'un an­lattığı fıkrada, babasını kaybeden küçük bir çocuk, dul an­nesinin ipin iki ucunu bir araya getirmekte çok zahmet çek­tiğini görünce Noel Babaya şu mektubu yazar:

"Allahım, annemin 100 dolara ihtiyacı var, lütfen gönder."

Mektup, Posta Vekili Gen. Day'in masasına gelir ve mer­hamet hisleri kabaran vekil de cebinden bir yi^rmi dolar çı­kararak, Posta Vekilliğinin resmi zarfı içinde küçük çocu- ga gönderir.

Bir hafta sonra çocuktan bir mektup daha gelir. Küçük Amerikalı bu sefer Noel Baba'ya şunlan yazmış: "Allahım, ihsanına çok teşekkür ederim. Yalnız daha önce yazdığım gibi, bizim 100 dolara ihtiyacımız var. Ve eğer zahmet ol­mazsa, parayı bu defa Washington kanalıyle göndere, çünkü oradaki bürokratlar senin gönderdiğin 100 dolann 80 ini vergi olarak kestiler."

Hiç de nüktedan sayılmayacak cumhurbaşkanları bile za­man zaman fıkra söylediler. Cumhurbaşkanı Eisenbower da böyle biri idi. Cumhurbaşkanı seçildikten sonra Milli Basın Kulübündeki nutkunda iyi bir hatip olmadığını be­lirttikten sonra dedi ki:

“Bu bana Kansas'taki bir çiftlikte geçirdiğim çocukluk yıllarını hatırlatıyor. Yaşlı bir çiftçinin, satın almak iste­diğimiz bir ineği vardı. Kendisine göbeğe gittik ve ineğin 'pedigri'sini [ecdadını! sorduk. Yaşlı çiftçi 'pedigri'nin ne olduğunu bilmiyordu. Bunun üzerine ineğin süt yağı istih­salini sorduk. Onun ne olduğu hakkında zerrece bilgisi ol­madığını söyledi. Nihayet, ineğin senede ne kadar süt ver­diğini bilip bilmediğini öğrenmek istedik.

“Çiftçi başını sallayarak şunlan söyledi: 'Bilmiyorum. Fakat namuslu bir inektir ve kendisindeki bütün sütü size verecek!' "

Eisenhower'in muhalifleri, onu, Demokrat Partinin nam­zedi Stevenson'la mukayese ederek, entellektüel bir insan olmadığını söylüyorlardı. Eisenhower da, pek nadir nükteli anlarından birinde, "entellektüel" in kim olduğunu şöyle anlattı: "Bildiklerinden fazlasını anlatmak için gerektiğin­den fazla kelime kullanan adam."

Cumhurbaşkanı William H. Taft (1909-1913) bir seçim kampanyasında konuşurken, dinleyicilerden biri ona doğru bir lahana fırlatır. Ayaklarına kadar yuvarlanan lahana­ya bir göz atan Cumhurbaşkanı, “Hanımlar, efendiler," der. “görüyorum ki, muhaliflerimizden biri kafasını kay­betmiş.''

Cumhurbaşkanı Calvin Coolidge'ın 1928 seçiminde namzet olmayacağını ilan etmesi ülkede büyük bir sansasyon ya­rattı. Gazeteciler ısrarla sebebini soruyor, "seçimlerde nam­zet değilim," ifadesini genişletmesini istiyorlardı. Bir gaze­teci Cumhurbaşkanını evindeki kütüphanesine kadar ta­kip etti.

"B. Coolidge, niçin tekrar Cumhurbaşkanı olmak istemi­yorsunuz?"

Coolidge, gazeteciye doğru döndü ve gözlerinin içine bakarak cevap verdi: "Çünkü, daha fazla yükselme imkanı yok."

Bu satırların yazarı Cumhurbaşkanı Theodore Roosevelt' in (1901-1909) şu sözünü pek beğenir: "Kalbin kötülüğün­den de fena bir şey vardır—kafanın yumuşaklığı."

Cumhurbaşkalarının anektodları arasında en çok be­ğendiğim de James Garfield'e ait. Cumhurbaşkanlığını yüklendiği yıl (1881} katledilen Garfield, Beyaz Eve taşın­madan önce bir kolejin rektörü idi. Bir gün çocuğunu ko­leje yazdırmak isteyen bir anne yanına çıkar, ve "Rektör Bey, kursları biraz daha basitleştiremez misiniz?" diye so­rar. "Benim çocuğum derslerin hepsini takip edemez; bir an önce koleji biti^ek istiyor."

Rektör Garfield, "Evet, hanımefendi, bu mümkündür," cevabını verir. "Yalnız önce çocuğunuzun ne olmak istedi­ğini öğrenebilir miyim? Bildiğiniz gibi, Cenabı Hak, bir me­şe ağacını yüz senede yetiştirirken, bir kabak için bir iki ay yeter."

Daha önce de belirttiğimiz gibi, Amerikan Kongresinde eski şiddetli söz düellolarını akla getirir çakışmalardan pek eser kalmadı. Halbuki ondokuzuncu ve yirminci asnn ilk yanlarında Kongre müzakereleri çok defa Avam Kama­rasını andırırcasına elektrikli bir hava içinde geçiyordu.

O yıllarda Cumhuriyetçi millet vekili Conkling, kendi partisi üyelerinden Maine mebusu James G. Blain aleyhin­de şiddetli bir nutuk irad etmiş ve "onun bu mevzuda her hangi bir konudaki fikrine zerrece önem" ve^nediğini söy­lemişti. Blain, Conkling'e kitaplara geçmiş şu ısırıcı cevabı verdi:

Muhterem centilmenin zalimce sarkastik hitabına vereceğim cevaba gelince, bana gücenmeyeceklerini ümit ederim. Bu de­rin ve geniş fikirli centilmenin diğerlerine kibir ve azametle tepeden bakışı öylesine “wilting," [Bazı tırtıllara arız olan has­talık; bu hastalığa yakalanan tırtılın vücudü sıvı haline gelir] onun mağrur edası, kafdağına varan burnu, bir baba hindiyi gölgede bırakırcasına böbürlenerek yürüyüşü, küçük dağları ben yarattım dercesine konuşuşu, şahsım ve Meclisin diğer üye­leri için öylesine ezici oluyor ki, onunla her hangi bir tartış­maya girişmenin muazzam bir cesaret olacağını da idrak etmi­yor değilim. [O günlerde yayınlanan hicivli bir makalede, bir hindiyi andıran azametli yürüyüşünden dolayı, Conkling'in, Maryland'li Henry Winter Davis'in yerini alması gerektiği be­lirtiliyordu.] Bu yazı onun zaten kibirli edasına biraz daha aza­met ekledi. Ne hayret verici bir benzetiş. Bu Hyperion’u* bir Satyr** ile, Thersites'i *** Herkül'le*** ’ çamuru mermerle, güb­re yığınını elmasla, tüyleri yolunmuş bir kediyi bir Bengal kap- lanıyle, sızlanan bir köpek yavrusunu bir aslanla mukayese et­mek olur.

Fakat, Blain'in bu hakaret dolu nutku, kendisini, Ameri­ka cumhurbaşkanlığından etti. Bu nutuktan onsekiz yıl sonra, Blain, Cumhuriyetçi partinin namzedi seçildi. Conk- ling ise New York eyaleti Cumhuriyetçi Parti lideri idi. Bla- in'i desteklemedi ve Maine'li, koca New York eyaletini sa­dece 1,200 reyle kaybetti. Bu, cumhurbaşkanlığını da kay­betmesi oldu.

Kongrede, Dahilî Harbi müteakip, kuzey ve güney eya­letlerinden gelen delegeler arasında şiddetli söz düelloları vuku buldu. Hararetli atışmalardan en fazla iz bırakanlar­dan biri Mississippi (güney) Senatörü Lucius Quintus Cin- cinnutus Laman ile Massachusetts (kuzey) Senatörü George F. Hoar anasında geçti (1 Mart, 17891. Daha önce de belirttiğimiz gibi, Harpten önce güney eyaletleri Amerikan birliğinden ayrılmışlar, kendi aralannda bir konfederas­yon kurmuşlar, ve başına da Jefferson Davis'i getirmişler-

•Yunan mitolojisinde bir dev.

••Şarap ilâhı Bacchus'un hizmetkarı. Mitolojide vücudünün bir kıs­mı beşeri bir yaratık, diğer kısmı ise bir keçi olarak gösterilir. îs- y^anktı.rlığı ve şehvete düşkünlüğü ile tanınır.

•••Mitolojide mütemadiyen intikam peşinde koşan ve dilinden en bayağı ve küstahça küfür düşmiyen bir karekter.

••••Cesur ve kuvvetli bir dev.

di. Jefferson Davis, Amerika-Meksika harbinde h^^rı sağ­lamış ünlü bir generaldi. Senatoda, Meksika gazilerine bağ­lanacak emeklilik maaşları görüşülürken, Senatör Hoar, Jefferson Davis'in emeklilik hakkından mahrum bırakılma­sını teklif etmesi, iki senatör arasında uzun ve hakaretli söz düellolarına sebebiyet verişti. Çatışma Lamar'ın şu sözleriyle sona erdi:

Efendim, Muhterem Senatörün yapmak istediği şey, cesaret ve kahramanlığa katiyyen lüz^m göstermez. Onu yapmak için filicenaplığa da hiç lüzum yok. Bir insanın sadece katı ve bü­külmez bir nefret hissine sahip bulunmasına ve onun kendi kendini melek hissetmesi yeter. Centilmenin, inanıyorum, Hı­ristiyan devlet adamları arasında hatırı sayılır bir mevkii var. Bunun içindir kl, mitoloji sayfalarından acı dersler alması ge­rekir. Promethus dağ başında bir kayaya zincirlendiği vakit, onun iç uzuvlarını gagasıyle çıkarıp yiyen kartal değil, akbaba idi...

Amerikan Kongresinde uzaman zaman, İngiliz politikacı­larının yolunda giderek vecizeler söyliyenler de bulunur. Senatör Henry Ashurt, bir muanzından bahsederken, bil­mediği konulara burnunu sokm^nasını, ve sesini çıkar- maksızın yerinde oturasım ikaz ederek dedi ki: "Akıllılı­ğın yerini sükûnetten daha iyi tutan hiç bir şey yoktur."

•Grek mitolojisine göre, ye^ryüzündeki ilk ins^u Prometüs adlı bir titan Cdev> yarattı. Prometüs, kil ve suyu karıştırarak insan şeklini verdi ve Atina da (tanrılar tannsı Zeıls'ün kızı) ona ruh üfledi.

Fakat insanoğlu ne yapacağını, hayatını nasıl devam ettireceğini bilemiyordu; onun bu haline acıyan Prometüs, cennetten ateşi ça­larak ona hediye etti, nasıl kullanılac^baı öğretti. Ateş—ki mukad­des addediliyordu—insan tarafından da kullanılmağa başlanılınca ila­hi saflığını kaybetti. Zeüs, bu günahından ötürü, Promütüs'ü dağ başında bir kayaya zincirledi ve bir akbaba da her gün ağzından karaciğerini çıkararak yedi. (Kadîm Yunanistan'da kötü emel ve arzulann karaciğerde toplandığına inanılıyordu.) Zulmün devamlı olması için, Prometüs'te her gece yeni bir karaciğer bitiyor, ve er­tesi sabah akbaba da o ciğeri yiyordu. Nihayet Herkül akbabayı öl­dürerek Prometüs'ü kurtardı.

Demokrat partili bir senatör CAnselm McLaurin) Cumhu­riyetçi partinin kuvvetli ve zinde bir varlık haline gelmesi­nin Amerikan demokrasisinin istikbali bakımından hayırlı olacağını yazan bir başyazara şu cevabı verdi: "Cumhuriyet­çi partiyi nihayet sağlam bir tesanüt içinde birleştirecek büyük kuvvet ancak ve ancak ammenin yağma edilmesi şeklinde tecelli edecektir."

Amerikan Demokrat partinin sembolü katır, Cumhuri- yetçilerinki ise fildir. Ignatus Donnally adlı bir Cumhuri­yetçi politikacı da Demokratlardan şu sözlerle bahsetti: "Onlar ne ecdatlariyle iftihar edebilirler, ne de isimlerini devam ettirebilecek evlatlennın ümidleriyle yaşarlar."

Texas Senatörü Connally bir müzakere sırasında Hew Hampshire Senatörü Styles Bridges'e dönerek dedi ki: "Eğer New Hampshire Senatörü münakaşasını yaptığımız meselelere açık ağız yerine açık kafa ile bakmasını öğrene­bilirse, mevzuu çok kolaylıkla kavrayabilir."

Yıllarca Senatonun hariciye encümeni başkanlığını yapan Connally'in bugünün uzun saç modasını andıran saçları vardı, kıvırcık bukleleri kulaklarını örtüyordu. Ohio Senatörü Robert Taft’ın* kafasında ise hemen hemen tek kıl yoktu. Senatör Taft (Cumhuriyetçi) bir gün Connaly'in bir nutkuna cevap verirken, Texaslı oturduğu yerden ses­lendi: "Kanlı kaküllerini bana doğru sallama, Senatör." Bu söz bir anda bütün Kongreyi kahkahalara boğmuştu.

İngiliz dilinde 600, den fazla kelime bulunur; bir kim­senin bunların hepsini bilmesine imkan yoktur. Çok iyi ye­tiştirilmesine rağmen, Senatör Taft da bir istisna değildi. Aşağıdaki sözler Kongre zabıtlarından alındı (25 Mayıs, 1950):

•Senatör Taft'ın babası William Howard Taft, 1909-13 yıllarında Cumhurbaşkanı idi; sonralan (1921-30) Amerikan Yüksek Mahkeme­si baş savcılığını ifa etti. Senatör Taft da Cumhurbaşkanlığı peşin­deydi, fakat partisinin namzetliğini 1952 de Eisenhower'e kaptırdı. Senatör Taft'ın bir oğlu halen yine Ohio eyaletinin cumhuriyetçi se­natörüdür.

MR. TAFT: Senatör “supererogation” kelimesiyle ne demek istiyor?

MR. CONNALLY: Senatör kelimenin manasını lûgattan öğ­renebilir. Ohio Senatörünü eğitmeğe vak­tim yok.

[“Supererogation,” vazifenin gerektirdiğinden de fazlasını yapmaktır.]

Ne kadar titizlik gösterilirse gösterilsin, bir nükte bir dil­den diğerine çevrilirken değerinden bir şeyler kaybediyor. Hele bu nüktenin özü kelimelerin mana ve telaffuz farkla­rına dayanıyorsa, nüktenin gerçek değerini verebilmek ade­ta imkansız. Buna rağmen, bu neviden nüktelerden birin­den bahsedeceğiz.

Connally'nin Henry Wallace'e sorduğu bir "sual”den söz ediyoruz. Henry Wallace 1940-1944 yıllarında Cumhurbaş­kanı Roosevelt'in Muavini idi. Her halde aşın sol fikirle­rinden ötürü olacak, Roosevelt, Wallace'in yerine 1944 te Truman'ı getirdi. Cumhurbaşkanının bir kaç ay sonra ölü­mü üzerine de, Truman Cumhurbaşkanı olmuştu. Cumhur­başkanlığının kendisinin hakkı olduğuna inanan Wallace, 1948 Cumhurbaşkanlığı seçimlerine Terakkiperver partisi adlı bir parti kurarak katılmış—ve kaybetmişti. Wallace Atlantik Paktına muhalifti.

Nükteye geçmeden önce, "comered beast" ile "corned beef" in de ne olduğunu bilmemiz gerekecek. Birincisi, "cornered beast," köşeye sıkıştırılmış hayvan; ikincisi, "corned beef," kesif tuzlu suda veya tuzda halledildikten sonra yenecek hale getirilen ve bizim pastı^amızı andıran ettir. Her iki kelimenin telaffuzları ayrı olmakla beraber arada gayet ha­fif bir benzerlik de var, ve hele kelimeler çabuk söylendiği takdirde, konuşanın "köşeye sıkıştırılmış hayvan" mı yok­sa "pastırma" mı dediği iyice anlaşılmayabilir.

Gelelim nükteye: Atlantik Paktının Senato Hariciye En­cümeninde müzakeresi sırasında, Henry Wallace, Pakta muhalefetini şu sözlerle belirtti:

"Eğer bu anlaşmayı tasdik ederseniz, Rusya'yı, ‘köşe­ye sıkıştırılmış bir hayvan' haline getireceksiniz."

Encümen başkanı. Te^^^enatörü Connally, Walace"ın sözlerini keserek, alılmnamış.^bi davrandı ve sordu: "Ne dediniz, ne dediniz? Paptırrna mı? Bu paktın pastı^a ile ne ilgisi var?"*

•Türkiye par^lamentol^^ada söylenen nükteli sözleri araştırırken şunlar bilhassa dikkatj.m.ı.: çelrt).

Meşrutiyet Meclisi- riyaset , dl^-q&nı kll.tibi Abdülaziz Mecdi Efendi, İttihat ve Ter^ak Partisinin ileri gelenlerinden Maarif Nazın Ba- ban^ufe İsmail Hakkı Beyin ismini, kasden "Yabanza.de" diye oku­muş.

Eski yazıda "baban" ile "yaban" arasında sadece bir nokta farkı vardır. Abdülaziz Mecdi Efendi, İsmail Hakkı Beyi ve Baban ailesini çok iyi tanırdı, fakat Mecdi Efendi o tarihlerde, bir kaç arkadaşıyla birlikte İttihat ve Tera^d'den ayrılmışlardı. Bu sebeple, İsmail Hak­Beye takılmak için, yoklamada, "b" h^ini "y" ^mnetmiş gibi, “Yaban^zAde" demiş.

Riyaset divanı ka.tibinin bu sözü üzerine, İsmail Hakkı Bey, otur­duğu yerden seslenmiş: "Babandır, baban!"

Şu vaka da Birinci Büyük .Millet Meclisinde geçmiş. Rauf (Orbay) Bey kürsüde konuşurken, gazeteci ve müellif Cela.l Nuri, durmak­sızın kendisine ^takılıyor, sözlerini kesiyordu. O tarihlerde Rauf Bey de, Mustafa Kemal ile ihtilâf halindeydi. Celâl Nuri bunu biliyor, ve Atatürk'ün gözüne girmek için Rauf Beyin sözlerini kesmeğe ça­lışıyordu. Sabn tıakenen Rauf Bey, nihayet kızar ve haykınr: “Sus oradan namussuz, p ..."

Hakarete uğrayan Cela.l Nuri, "Beis Bey, Reis Bey," diye yerin­den fırlar. “Bakınız ne söyledi. Bu da zapta geçsin."

Cela.l Nuri yerine oturunca, Rauf Bey, Meclis başk^una dönerek der ki: “Evet, Reis Bey, zapta geçsin ve bu ad^n müseccel p ... ol­sun!"

Aşağıdaki hika.ye de 1950'den sonraki devreye aittir. O yıllarda. De­mokrat Parti saflarında Murat Ülgen adında. bir mebus vardı. Bu zatın, aynı senelerde millet vekilliği yapanların bu satırların yazarına anlattıklarına göre, Türkçesi kıttı, bilir bilmez her şeye karışır, oturduğu yerden kürsüde konuşanlara laf yetiştirmeğe çalışırdı. Bir gün, kürsüdeki hatip, Murat Âli’ye dönerek, “Sen de mi, Brütüs" der.

Murat Ali şaşırır. "Brütüs"ün ne old^^mu bilmiyordu. Hakarete uğradığını zannederek, kürsüdeki mebusa. şu cevabı verir: “Senin

Encümen üyelerini, senatörleri ve galerideki dinleyicileri kahkahalara boğan bu söz, yıllarca Wallace'in peşini bırak­madı.

Temsilciler Meclisi da ara sıra şiddetli çatışmalara sahne olur. Champ Clark, Temsilciler Meclisi başkanı iken, India- na eyaletinin Cumhuriyetçi temsilcilerinden Thompson'un kürsüden irad etmekte olduğu nutku kesti. Zira Thompson, Ohio'lu bir millet vekilinden bir "eşek" diye bahsediyordu. Özür dileyen Thompson konuşmasına devam etti:

"Bay Başkan, o talihsiz kelimeyi geri alıyorum. Fakat Ohio’lu centilmenin yine de sadetten dışarı çıktığını söyle­mekten kendimi alamayacağım.”

Ohio’lu temsilci söz alarak sordu: "Niye sadetten dış^ çıkıyor muşum?"

Thompson cevap verdi: "Sebebini bir veteriner benden daha iyi anlatır."

Maine’li Thomas Brackett Reed Temsilciler Meclisinin kuv­vetli bir başkanı idi. Millet vekillerine zaman zaman, hiciv- li ve alaylı sözlerle hitap etmekten de çekinmezdi. Bir günn iki mebusun birbirleriyle gürültülü bir şekilde münakaşa ettiklerini görünce şunları söyledi:

"Ağızlarını açtıkları her defasında beşeriyetin şimdiye kadar biriktirdiği bilgi hazinesinden bir kısmının kaybedil­mesine sebep olan iki insan."

J. Hamilton Lewis adlı bir millet vekili çok yakışıklı idi. Başkan Reed onun hakkında şunlan söyledi: "Güzel bir tablo ve ebedî bir çene." Bir temsilci Mecliste konuşurken, elinde olmayarak yanlış bir söz söylemiş bulunduğunu, ve bundan böyle zabıtlara doğrusunun geçirilmesini istediği vakit, R^eed dedi ki:

" ‘Doğrultma müsaadesi' istemenize lüzum yok. Siz ko­nuşurken, gerçeğin sizin söylediklerinizin aksine olduğunu hepimiz biliyorduk."

bu sözünü reel ve aynen iade ederim!" Söylemek dahi zait, Murat Ali'nin bu ‘‘nükte”si salonu kahkahalarla çınlatır.

Murat Ali başka bir gün, "Sen de erkek misin!" diye Osman Bö- lükbaşı'nın sözünü kesiyormuş. Osman Bölükbaşı ona şu cevabı ve^iş: "Arkadaş, ben erkeklirnin zekâtını verseydim, sen dahi erkek olurdun!”

William M. Springer adlı bir mebus bir gün şunları söy­ledi: "Ben haklıyım. Haklı olduğumu biliyorum. Bundan böyle, Henry Clay ldaha önce bahsetmiştik] gibi diyorum ki: 'Cumhurbaşkanı olmaktansa haklı olmayı tercih ede­rim.' "

Temsilciler Meclisi Başkanı Reed, bu millet vekiline şun­ları söyledi: "Illinois'li centilmen hiç birini olamayacak." Şöhretini daha ziyade keskin ve ısırıcı diline borçlu Reed'e bir gün Cumhuriyetçi partinin Cumhurbaşkanlığı namzedi için kendisini namzet gösterip gösteremiyecekleri- ni sordular. Şu cevabı verdi: "Çok daha uzakalara bakar ve çok daha kötüsünü de bulabilirler—ve zannedersem bula­caklar da."

Amerikan Kongresindeki nüktelerin çoğu hikaye şeklin­dedir, ve çok defa "o bana... hatırlatıyor," tarzında takdim edilir. Son zamanlara kadar Amerikan politik—ve sosyal— hayatındaki nükteleri renklendirenlerin başında dini ve ırki anekdotlar gelirdi. Günümüzde ise Amerikan politika­cıları—seçmenleri gücendirmemek için—dini ve ırki fıkra­lardan kaçınıyorlar. Halbuki, eskiden bu neviden fıkralar "tabu" olmak bir yana, bir İtalyan politikacı İtalyanlar hakkında, bir Yahudi politikacı Yahudiler hakkında söyle­nen anekdotları tekrarlamakta zerrece beis görmezdi. Ab- raham Lincoln, dini inanışları kuvvetli bir Cumhurbaşka­nı olmasına rağmen, dinle ilgili fıkralar anlattı.

Kongrede Yahudi aleyhtarı fıkra artık işitilmez. Fakat Amerikan Dahili Harbinden kısa bir müddet önce, Lousi- ana Senatörü (Yahudi) Judah P. Benjamin'in Alman asıl­lı bir senatör tarafından tahkir edildiği vakit verdiği cevap Disraeli'nin, O'Connell'e verdiği cevabı akla getiriyor:

"Centilmen, lütfen hatırlasınlar ki, kendilerinin yarı-me- deni ecdadı Silezya ormanlarında yabani boğa peşinde ko­şarlarken, benimkiler dünyanın kralları idiler."

Bir zamanlar Mississippi eyaletinin John Allen adlı bir temsilcisi vardı; fıkralarıyle şöhrete ulaşmıştı. Dahili Harp­ten sonraki bir seçimde karşısına Güneyliler ordusunun es­ki generallerinden Tucker'ı çıkarmışlardı. (Mississippi bir güney eyaletidir.) Tucker bir nutkunu şu kelimelerle bitir­mişti:

"Onyedi yıl önce geçen gece karşıkı tepelerin sırtlarında cereyan eden kanlı bir savaştan sonra, ben, şu gördüğünüz ağaçlar altında sabahlamıştım."

John Allen ertesi günü aynı yerde konuştu: "Vatandaşla­rım, generalin şu gördüğünüz ağaçlar altında sabahladığı gerçekten doğrudur; çünkü kendileri uyurken, ben onun başucunda nöbet tutuyordum. O halde, aranızda, Harpte general olarak çarpışmış ne kadar insan varsa, reylerini generale, ve generallerinin güven ve huzur içinde uyu­maları için, onların başlan ucunda nöbet tutan eski erler de John Allen'e rey versinler.

Seçimi John Allen kazandı ve ondan sonra da politika hayatında “er” John Ailen olarak tanındı.

Amerikan'ın güney eyaletleri gerçekten güzel yerler. Or­manlar, nehirler ve göller her çeşit av hayvanlarıyla dolu­dur. Güney eyaletlerinin bu kendine has hayatı, oradaki hayvanlar—ve hatta bitkiler—güneyli politikacıların nük­telerinde de yer alır. Biraz önce bahsettiğimiz Texas (gü­ney) Senatörü Tom Connally, Senatoya getirilen bir kanun teklifiyle ilgili olarak şunları söyledi:

"Bay Başkan, bu bana eski arkadaşım Alabama (güney) Senatörü Tom Heflin'in söylediği bir hikayeyi hatırlatıyor. Remus amca balığa çıkmıştı; 5-6 cm. boyunda küçük bir balık yakaladı. Temizlemek ve pişirmek için evine doğnı yollanırken, teneke kutu içindeki küçük balık da kutudan fırlamak için çabaladı durdu."

"Remus amca bağırdı: 'Küçük balık, ne oluyor sana. böy­le? Niye zıp zıp zıplayıp duruyorsun? Ben senin barsaklan- nı çıkartmaktan başka bir şey yapmıyacağım ki.' "

"Bay Başkan, bu kanun teklifi ile ilgili olarak daha iyi ve yerinde bir diğer hikaye bulunamaz. Teklifi savunanlar, tam bir umursamazlık ve kendilerini beğenmişlik içinde Texas Senatörüne, Ohio Senatörüne ve Senatonun diğer üyelerine şunu diyorlar: 'Bu kanun teklifi sizi niye ürkütü­yor? Biz onu komisyona havale edeceğiz. Biz onun barsak- larını çıkartmaktan başka bir şey yapmıyacağız ki.' "

Amerika'da "skunk" denilen ve dünyanın başka hiç bir yerinde bulunmayan bir hayvan vardır. Tilki soyundandır. Diğer hayvanların ve insanların bu hayvana yaklaşmaları çok zordur, zira "skunk" her hangi bir tehlike sezer sez­mez, kuyruğu altındaki bir guddeyi harekete getirerek son derece kötü bir koku çıkarır. Bu koku bir defa bulaştığı takdirde de hazan günlerce kaybolmaz.

Demokrat partinin Cumhurbaşkanı namzedi olarak Eisen- hower'e karşı mücadele eden Adlai Stevenson, bir nutkun­da, Te^ilciler Meclisinin bir diğer ünlü Başkanı Joseph Cannon'un bir sözünü iktibas ederek dedi ki: "Politikada, B. Cannon'un dediği gibi, hazan 'skunk'larla da düello et­mek gerekir. Fakat düello silahının tayinini ‘skunk'a bırak­mak büyük aptallık olur."

Eğer nükte ne oldum delisi politakacılardaki ifrat ve kibiri yıkmak için en tesirli bir silah ise, Amerika'da nükte ve hi- cive en fazla ihtiyaç hissedildiği bir devirde, nüktedan po­litikacılar maalesef görülmedi. Senatör Joseph McCarthy' nin Amerika'da "terör" saçtığı devirden bahsediyoruz. Wis- consin Senatörü, ülkedeki komünistleri meydana çıkaraca­ğım diye, komünist olmayan pek çok kimseyi lekelemek­ten çekinmemiş, entellektüel çevrelerde dehşet uyandırmış­tı. CMcCarthy'nin her yatak altında bir komünist umacısı aramak istemesi, İngilizceye, ve diğer dünya dillerine "Mc- C^arthyism" kelimesini armağan etti. Bir lügat kitabı, tabirin ne olduğunu şöyle anlatıyor: (1) Bir kimseyi, ispat etmeksizin veya sathi, şüpheli ve yahut konu ile ilgisi ol­mayan isnatlarla hükümete sadakatsızlik ve bilhassa ko­münistle suçlamak. (2) Bir kimse hakkında girişilen araştırma ve soruşturmada hakkaniyet yolundan ayrılmak.)

Kimse bu demagog politikacının gazabını kendi üzerine çekmek istemiyor, hemen hemen herkes ondan çekiniyor, korkuyordu. Bunun içindir ki, onun kudret merdiveninde tırmandığı senelerde hümor ve diğer yollarla bu kediyi kı­sırlaştırmak görevini yüklenmek isteyen cesur ve nüktedan politikacı pek çıkmadı. (McCarthy, devrin Savunma Vekili Steven'e dahi hücum etmiş, fakat Cumhurbaşkanı Eisenho- wer vekilini açıkça savunmamıştı.) Nihayet, North Caroli- na (güney) Senatörü Samuel Erwin, McCarthy ile kılıç şa­kırdatmağa karar verdi; 15 Kasım 1954 te de Senatoda Wis- consin senatörüne hücum etti. Senatör Erwin bu nutkunu üç hikaye ile dantelledi. Hikayelerden biri şu:

Avukatlık stajını tamamladıktan sonra ilk duruşmasına girecek genç avukat, yaşlı ve tecrübeli bir avukatın tavsi­yelerini dinliyordu:

Deliller senin aleyhinde ise kanundan bahset. Kanun aleyhinde ise delillerden bahset."

Genç avukat sordu: "Ya hem kanun hem de deliller be­nim aleyhimde ise?"

"O takdirde, aç ağzını yum gözünü, ve aklına gelen ilk şahsa bas küfürü."

Senatör, hikayesini anlattıktan sonra, "Bay Başkan," de­di, "Wisconsin Senatörünün de yaptığı bu."

Amerika'da 1950'lerin sonlanyle 1960'lann ilk yılları in­san ve vatandaşlık haklarının genişletilmesi mücadelesi ile geçti. Bu arada mevcut federal ve mahalli kanunlarla da yetinilmedi, o yıllara kadar mahalli hükümetlere (eyalet ve belediyeler) bırakılmış sahalarda da el uzatıldı. Vatandaşlık haklan konusunda güneyli temsilcilerin tutumları, genel­likle, ülkenin diğer taraflarından gelenlerin davranışların­dan farklıydı. Tartışmalar sırasında, güneyliler, hem konu ile ilgili meselelere sarahat katmak, hem de Kongrenin ger­ginleşen havasını yumuşatmak için hikayeler söylediler. Yukarıda bahsettiğimiz Senatör Erwin, Adliye Vekilinin getirmek istediği bir kanun teklifiyle ilgili olarak dedi ki:

"Adliye Vekilinin elinde her zaman kullanacağı cezai mü­eyyideler var. Adliye Vekilinin kullanacağı hukuki müey­yideler var. Bunlara rağmen, Kongreye başvurarak yeni bir kanun daha çıkarmak istiyorlar. Adliye Vekilinin bu ha­reketi bana, sevgilisine kur yapan genci hatırlatıyor.

"John, Mary'ye kur yapıyordu ve John, Mary'ye dedi ki: ‘Mary, şimdikinden başka bir şey olmak elinde olsaydı, ne olmak isterdin?' Mary, 'Amerikan Gül Kraliçesi olmak is­terdim,' diye cevap verdi. Ve sonra aynı suali John'a sordu. ‘John, eğer başka bir şey olmak elinde olsaydı, sen ne ol­mak isterdin?' John dedi ki: 'Mary, eğer başka bir şey ol­mak benim elimde olsaydı, ahtapot olmak isterdim.' M^^ sordu: 'John, ahtapot nedir?' John cevap verdi: 'Ahtapot bin tane kolu olan bir çeşit balıktır.' Mary yine sordu: 'Pek âlâ, John, eğer sen bir ahtapot olsaydın, o bin tane kolunla ne yapardın?' Ve John, Mary'ye cevap verdi: 'Mary, onların hepsini senin beline dolardım.' Mary, John'a dedi ki: 'Sen neden bahsediyorsun, John? Sen daha şimdiki iki kolunu bi­le kullanmasını bilmiyorsun. [Gülüşmeleri

"İşte, Birleşik Amerika Adliye Vekilinin halihazırda iki tane sağlam kolu var. Senatörleri temin ederim ki, bu iki kolundan her hangi biri güneyde, rengi ve ırkı ne olursa olsun, her hangi bir kimsenin reyini kullanmasına mâni ol­mağa çalışacak her hangi bir insanın beline dolanmağa ye­terli."

Amerikan seçim sistemi "tek kişilik bölge" esasına göre kurulduğundan, seçimlerde, namzetlerin ait oldukları par­tilerden çok daha ziyade onların şahsiyetleri rol oynar. Namzetler, kapı kapı dolaşıp seçmenlerle görüşür, köşe baş­larında, tren, otobüs istasyonlarında onların elini sıkar, kampanyasını Türkiye'de akla gelmeyecek yollardan yürü­tür.

Alabama eyaletinin Bir Numaralı Seçim Bölgesinden mil­let vekilliği namzetliğini koyan Harry T. Ha^well adlı biri seçimden sonra, seçim kuruluna şu raporu verdi:

"Hayatımın altı ay ve on gününü kampanyada harcadım, seçim endişe ve üzüntüsü bana 1000 saatlık uykuya mal ol­du, vücudumdan yirmi kilo ağırlığında et kaybettim, 500 bebek öptüm, 100 mutfakta ateş yaktım, on defa soba kur­dum, onbir cords odun kestim [bir cord odunun hacmi 8 x 4 x 4 feet küptür, yani 244 x 122 x 122 cm. küp], elli kova su taşıdım, 400 balya ot bağladım, 1100 mil yürüdüm 11 mil 1.6 km. 1, 20,000 el sıktım, The New York World gazetesinin bir aylık nüshalarını dolduracak kadar konuştum 1bu ga­zetenin günlük nüshaları 70-80 sayfa, Pazar sayıları da 350­400 sayfa idil, dört ayrı kilisede vaftiz edildim, dokuz dul kadına aşk ilân ettim, köpekler tarafından dokuz defa ısı- rıldım—ve ondan sonra da seçimi kaybettim,!”

Senatör William McAdoo, Cumhurbaşkanı C1921-231 War- ren G. Harding'in nutukları için şöyle demişti: "Onun nu­tukları a^zametli ibarelerden oluşmuş bir ordunun arazide bir fikir peşinde gittikleri intibaını veriyor. Bu başıboş ke­limeler bazan, gerçekten, çırpılmakta olan bir düşünceyi esir alıyorlarsa da, fikre çok kötü mu^nele ettiklerinden, onu ölesiye çalıştırıyorlar."

Bu doğru olmakta beraber, Harding, hiç olmazsa nutuk­larını kendi yazdı. Günümüzde kendi nutuklarını bilfiil ka­leme alan pek az Amerikan politikacısı kaldığından, onla­rın nüktelerini tetkik edenlerin karşılaştıkları en büyük me­sele, nüktelerin gerçekten kendilerinin olup olmadığıdır. (Bil­hassa tanınmış politikacıların hayali yazarlar kullandıkla­rını söylemiştik.) Bunun en iyi örneğini Senatör Keating verdi. (New York eyaletini 1958-1964 te temsil eden Keating, 1964 seçimlerinde Robert Kennedy'ye mağlup oldu. Daha sonra Yeni Delhi'de Amerika'yı temsil eden Keating, bir kaç yıl öncesi Amerika'nın İsrail elçisi idiJ Keating'e atfedi­len bir söz vardır. Fakat bu sözü katiyen söylemediğinde ısrar etmişse de, nüktedeki istihzayı belirtmek için burada kaydetmek yerinde olur:

"Roosevelt, bir (ifamın cumhurbaşkanı olabileceğini is­pat etti; Truman, her hangi bir dadamın cumhurbaşkanı ola­bileceğini ispat etti; Eisenhower ise, cumhurbaşkanlığına lüzum kalmadığını ispat etti."

İngiltere, ve bilhassa Amerika'da en iyi nüktelerin işitil- diği yerlerden biri de ziyafetlerde verilen nutuklardır. Ye­mek sonrası söylenen nutuklar tam^nen bir Angio-Ame- rikan enstitüsüdür; oralarda yemeklerden sonra nutuk söy­lemek gelenek halindedir. Tanınmış hatipler (bilhassa nük­tedan hatipler) bu ziyafetlere—çok defa ücret ödenerek—da­vet itilirler. Bu nutuklarda nükteli konuşmak adeta "ka­nun" dur. Yemek ve içkiden sonra büyük laf dinlemeyi kimse istemez.

İngiliz politikacılarından Lord Jowitt'in yemek sonrası hitabeler için söylediklerinde hakikat payının bulunduğu­nu kabul etmek gerekiyor: "Yemek sonrası nutukları bir aşk mektubuna benzer. İdeal olarak hatip, sözlerine ne söy- liyeceğini bilmeyerek başlanalı ve ne söylemiş olduğunu bilmeyerek de biti^elidir."

Yi^inci yüzyılın ilk yarısının ünlü Amerikan hatipleri arasında yer alan New York Senatörü Chauncey Depew, bir ziyafette, devrinin bir diğer tanınmış hatibi Mr. Joseph Choate'yi şöyle takdim etti:

"Beyler, Amerika'nın en iyi yemek sonrası hatibi Mr. Jo­seph Choate'yi sizlere takdim etmeme müsaadenizi rica ede­rim. ^t. Choate'den nutuk dinlemek için yapacağınız tek şey, ağzını açıp içine bir kap yemek boşaltmanızdır. Bunu yapar yapmaz, göreceksiniz, ağzından derhal bir nutuk çı­kacak."

Nutkunu irad etmek için platforma gelen Mr. Choate sözlerine şöyle başladı:

"Mr. Depew, eğer benim ağzımı açar ve içine bir kap ye­mek boşaltırsanız, derhal bir nutuk çıkacağını söylüyor. Buna rağmen, sizleri yine de ikaz etmekten kendimi ala­mayacağım. Zira, eğer siz kendi ağızlarınızı açar ve içine Mr. Depewin nutuklarından birini bırakırsanız, yedikleri­niz hemen ağzınıza gelir."

Chauncey Depew ile devrin meşhur nükteden ve yazan Mark Twain bir gün aynı toplantıya hitap ettiler. İlk konu­şan Mark Twain'in hitabı 20 dakika sürdü. Dinleyiciler ken­disini hararetle alkışladı. Konuşma sırası kendisine geldiği vakit, Depew şunl^ söyledi: "Muhterem Başkan, hanımlar ve beyler. Bu ziyafetten önce B. Twain ve ben nutuklanmızı değiş-tokuş etmiştik. Kendileri biraz önce benim nutkumu irad ettiler, ve nutkuma gösterdiğiniz çoşkun tezahürat­tan ötürü hepinize minnettarım. Fakat, ne yazık W, B. Twa- in'in nutkunu kaybettim ve şimdi onun bir tek kelimesini dahi hatırlamıyorum."

Depew, sözlerini burada bitirdi ve alkışlar arasında yeri­ne oturdu.

Daha önce kendisinden etraflıca bahsettiğimiz İngiliz devlet adamı Joseph Chamberlain ziyafetlerdeki konuşma­larına çok defa, bir kasaba belediye başkanının, kahveler içildiği sırada kendisine söylediklerini nakletmekle başlar­dı: "Bırakalım, biraz daha eğlensinler mi, yoksa sizin nut­kunuzu mu dinlesinler?"

Bu bir iki örnek, ziyafetlerde yapılan konuşmalarda hü- morun gerçekten büyük rol oynadığını gösteriyor. Yemek- sonrası konuşmalar için en iyi "nutka giriş” metodlanndan biri, hatibin, kendisini konu olan nükte söylemesidir. Ame­rikancın meşhur sigortacılarından Kendrick Guernsay "Rotary" Kulübünün bir toplantısındaki hitabına şöyle baş­ladı:

Başkan Lester, hanımlar ve Rotary arkadaşlarım,

Atlanta’da yapılan bir toplantıya biraz geç kaldığım İçin an­cak arka sıralarda yer bulabilmiştim. Önümdeki iki kişi olduk­ça yüksek sesle aralarında konuşuyordu. Benden bahsediyor­lardı. Kulak kabarttım:

“Şimdi konuşacak olan Ken Guernsay kimdir?"

"Şahsen tanımıyorum, ama kendimi bildim bileli faal bir Rotary üyesi. Bir ara teşkilâtın başkan muavinliğini de deruh­te etti."

“Vallahi, Jim, doğrusunu istersen, bir kulübe bu kadar faz­la zaman ayırabilen insan iki şeyden biridir: ya politikacı ve­ya enayinin biri."

Başkan, beni plâtforma çağırdığı zaman, onlar, bilhassa “ya politikacı veya enayinin biri" diyen hayretler içinde bana ba­kıyordu.

Konuşmam sona erdiği vakit, ikincisi yanıma gelerek elimi sıktı ve “Söylediklerimi duyduğunu biliyorum," dedi, “ama nutkunu dinledikten sonra, politikacı olmadığına inandım."

Anglo-Amerikan dünyasında en nüktedan hatipler arasın­da din adamlan da bulunur. Meşhur Amerikan Protestan papazı Dr. Norman Vincent Chicago'da verdiği bir nutka şöyle başladı :

Sizi temin ederim ki, böylesine sitayişkâr sözlerle takdim edilmeyi işitmem için New York'tan Chicago’ya her zaman gelmeğe hazırım. Başkanın sözleri nefsime olan itimadımı—ki son zamanlarda epey azalmıştı—arttırdı. Bir gün Doğu eyalet­lerinden birinde Bankacılar Derneğinin senelik yemekli bir toplantısında konuşacaktım. Şehre, elimde olmayan bir takım sebepler yüzünden geç vardığımdan, yöneticilerle konuşmağa vakit bulamadan hemen toplantının yapılacağı otele indim ve siyah elbisemi giymek üzere odama çıktım. Aşağıya, salona inerken asansörde benden başka bir tek yolcu vardı. Bir ban­kacı olduğunu hemen anladım, o da toplantıya gecikmişti.

Bu bankacı, üzülerek söyliyorum, bir takım ruhlarla (dini değil) temas halinde olmalıydı. Kendi kendine konuşuyordu. Yerinde duracak hali yoktu. Papaz olduğumu her halde anla­yamadığından, sulanmış gözlerini gözlerimin içine diktikten sonra, "Merhaba, ahbap," dedi. Bu neviden hitaba pek alışık olmadığım halde, aynı çeşit bir hitapla mukabele ettim. Salo­nun kapısına kadar havadan sudan bahsettik. Bir ara, "Siz de mi yemeğe gidiyorsunuz?" diye sordu.

"Evet."

"Ama bir şeye benzemiyecek ki. Konuşturmak ıçın tâ New York'tan bir papaz getirmeleri de zaten bunu göstermez mi?"

"Peki, ne diye New York'tan bir papaz getiriyorlar? Konuş­turacak başka birini bulamadılar mı acaba?"

"Kim bilir, ahbap. Yönetim kurulunun iyi bir hatip tutmak için belki de parası yoktu."

"Her neyse, gidip şu adamı bir dinleyeyim, bakayım."

“Mademki, sen gidiyorsun, ben de gideyim."

Konuşmak üzere platforma çıktığım vakit, gozume çarpan ilk şahıs bizim "ahpab" oldu. Gözleri gözlerime takılır takılmaz başını elleri arasına aldı ve âdeta yere yıkıldı.

Sözlerimi dikkatle dinlediğini fark ediyordum. Hem artık gözlerindeki nemlilik de gitmişti. Konuşmamım sonunda yöne­tim kurulu üyeleriyle el sıkışırken, bana doğru yürüdüğünü gördüm. Gayet mahçup ve utangaç bir hali vardı. Zorla gülme­ğe çalışıyordu. Yürümek istemediği, fakat mecbur kaldığı bel­liydi. Ama ben onu yine de takdir ettim. Çünkü hakiki bir sportmene y^aşır bir tavırla elimi sıktı ve gayet samimi bir şekilde dedi ki:

"Ver, şu elini sıkayım, ahpab. İkimiz de haklı çıktık, değil mi?"

Amerikan politikacıları seçmenlerinden pek çok mektup alırlar. Bunlar arasında hakaretli olanlar da vardır. Politi­kacılar, genellikle, kendi istikballerini düşündüklerinden, bu neviden hakaretlere cevap vermezlerse de, kendilerine hakaret edenlere veya aptalca mektup yazanlara hakaretli mektup gönderenler de vardır. Önceki Cumhurbaşkanı Ken- nedy, "zaman zaman hepimiz California millet vekili Ste- ven McCoarty'nin yolunda gitmeyi arzu ederiz," dediği bu Temsilciler Meclisi üyesi 1934 te bir seçmenin mektubuna şu cevabı gönderdi:

Kongrede bulunanın sayısız mahzurlarından biri de, Sierra Madre dağlarının yeniden ağaçlandırılmasını vadettiğim halde, seçimden bu yana iki ay geçmesine rağmen bu sahada hiç bir şey yapmadığımı söyleyen senin gibi eşeklerden küstahça mek­tuplar almaya mecbur kalmamdır. Niye cehenneme kadar de­folup gitmiyorsun?

Senatör William Proxmire'e (hâlâ senatör) mektup ya­zan bir seçmen, eğitim tasarısında niçin lehte rey verdiğini sorduktan sonra şunları söylüyordu:

"Ben—otuz yaşıma bir yıl öncesi girmiş olmama rağmen —babamla aynı fikirdeyim: federal hükümet mekteplerin yönetimine burnunu sokmamalı. Biz, hükümetin ianesine dayanan parazitler olmaktan kurtulup, kendi kendimize yardım etmesini öğrendiğimiz takdirde Amerika’yı 'kurta­rabiliriz. Mektubuma son verirken, şimdiye kadar Kongre­ye getirilmiş kanun tekliflerinde nasıl rey kullandığınızı gösteren cetveli gönderirseniz. memnun kalacağımı belirt­mek isterim.”

(Amerikan Kongresine sunulan kanun tekliflerinde her senatör ve millet vekilinin nasıl rey kullandıkları Kongre Zabıtlarında belirtilir. Gazeteler de zaman zaman, bilhassa seçimler sırasında, kendi bölgelerindeki temsilcilerin muh­telif konulardaki tutumlarını göstererek halkı aydınlatır­lar.)

Senatör Proxmire kendi belgesinde yaşıyan bu s^eçmene şu cevabı gönderdi: "Bir parazit olmadığınızı söylüyorsu­nuz. Bundan böyle, istediğiniz cetveli, cebimden masraf ederek size gönderiyorum. Parayı verin ve satın alın.”

Cumhurbaşkanı Eisenhower'in önceki California Valisi Earl Warren'i Yüksek Mahkeme Başkanlığına getirmesi Amerikan halk efkannda şiddetli tartışmalara sebep olmuş ve Baş Hâkim aleyhindeki ileri-geri konuşmalar emekliye ay­rıldıktan sonra ve hatta ölünceye kadar (19741 devam et­mişti. Eisenhower'in Beyaz Ev'i terketmesinden bir müd­det sonra bir seçmen, Senatör Proxınire'e yazdığı bir mek­tupta, Eisenhower'in Warren'i baş hâkimlik meykiine getir­mesinin vatanseverlik ile bağdaşmayacağını söylemişti. Se­natör, se^nene şu cevabı ya^nış fakat postal^rnamıştır:

"Eisenhower'in niye Earl Warren'ı tayin ettiğini hala me­rak ediyorsanız, Generalin Gettsburg'daki çiftliğine yazma­nızı tavsiye ederim. lEisenhower emekli olduktan sonra ha­yatını bu çiftlikte geçirmişti. J Gerçekte, bana göndermek isteyeceğiniz bütün mektuplan da oraya gönderirseniz da­ha iyi edersiniz. Çünkü, anladığıma göre, B. Eisenhower'in bu günlerde fazla miktarda gübreye ihtiyacı var."

Anglo-Amerikan ülkelerinde—gerçi sayıları gittikçe aza­lıyor—politikacıların sözlerini kesen, onlara laf yetiştirme­ğe çalışan dinleyiciler de vardır. Bir politikacının, bu nevi­den "gazeller"e iyi ve yerinde cevaplar vermesi beklenir. Bunu beceremeyen politikacıların kazanma şanslan azdır. Bir vatandaşın "mat" ettiği bir politikacının o topluluğun reyini alması güçtür. İngiltere parlementosundaki tartışma­lardan bahsederken, önceki Başvekil Atlee'nin mebuslara yerinde cevap veremeyen vekillerin kabineden dahi düşe­bileceklerini söylediğini belirtmiştik.

Seçmenlere, onların anlayacakları dille en iyi cevap ve­renler, daha önce de belirttiğimiz üzere, Benjamin Disraeli ve Lloyd George idi. Gayet tabii, kendilerine laf atan seç­menleri mat eden diğer politikacılar da vardır. Mesela, bir Amerikalı, seçim nutku veren millet vekilinin sözünü kesti: "Aziz Peter dahi olsaydın, reyimi yine de sana vermezdim,"

Millet vekili cevap verdi: "Arkadaş, eğer ben Aziz Peter olsaydım, zaten bana rey veremezdiniz, çünkü benim böl­gemde de yaşıyamazdınız."

İngiltere'de bir seçimde (1960), bir İngiliz vatandaşı Lord Mancroft'ın sözlerini bağırarak kesmeğe çalışıyordu. Hatip nihayet cevap verdi:

"Tebrik ederim, arkadaş. Kıt zekanızı ses tellerinizi iş­letmekle telafi etmişsiniz.''

John Wilkes Cl721-97) gayet nüktedan ve tanınmış bir İngiliz politikacısı, gazeteci ve yazardı. Sözünü kesen bir seçmene verdiği cevap kitaplara geçmiştir. Seçmen dedi ki: "Reyimi sana ve^ektense, şeytana vermeyi tercih ederim."

Wilkes'in cevabı: "Ya arkadaşınız millet vekili olmak istemezse ..."

Millet vekili Wilkes'in İngiliz dilinde yerleşmiş bir sözü daha var. Bir toplantıda kendisine enfiye takdim edildiği vakit, "Hayır, teşekkür ederim,” diyerek nezaketle reddet­ti. "Küçük çapkınlıklar (veya günahlar) beni ilgilendir­mez.” ll have no s^ma.,1 vices.)

Wilkes'in şu cevabı da pek meşhur. Bir gün Parlamen­toda karşılıklı hakaretamiz söz düellosu sırasında Earl Sandwich (dünya dillerine "sandviç'i veren meşhur İngi­liz politikacısı, ünlü bir kumarbazdı da), "Muhterem Cen­tilmenin ölümü ya darağacında olacak veya zührevi has­talıkla" dediği vakit, John Wilkes otürdüğu yerden der­hal cevap verdi:

"İki şıktan biri gerçekleşirse: ya prensiplerinizi kabul ederim veya metresinizi.”

Maamafih, Anglo-Amerikan dünyasında en tanınmış ve nüktedan politikacıları dahi mat etmesini bilen seçmenler de yok değil. Müteveffa Yüksek Mahkeme Başkanı Earl Warren (1948 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Cumhuriyet­çi Dewey'in listesinde Cumhurbaşkanı Muavini namzedi idi), California valiliği sırasında seçmenlerine hitap eder­ken, "Böylesine kalabalık bir kütleye hitap etmek şerefi­ne nail olduğum için bahtiyarım," derken arka sıralardan bir kadın sesi yükseldi:

"O kadar bahtiyar olmayın, Vali Bey. Zannettiğiniz ka­dar kalabalık değiliz."

Bir Amerikan mebus namzedi nutkunu şöyle bitirdi: "Vatandaşlarım, şu pek önemli noktayı bir defa daha be­lirtmek isterim: Ben, Demokrat partili olarak doğdum, De­mokrat olarak büyüdüm ve Demokrat olarak öleceğim."

Dinleyiciler arasından bir ses: "Hayatta pek büyük bir gayen yok, değil mi?"

William Jenning Bryan (1860-1925), Amerikan Komünist ve Sosyalist partilerinin namzetleri dışında, üç defa cum­hurbaşkanı adayı gösterilen—ve her üçünü de kaybeden— yegane politikacıdır. Demokrat partiliydi. Fakat Amerikan tarihine kuvvetli bir hatip olarak geçti; kendisine "altın sesli" hatip deniyordu. Bununla beraber, ‘‘altın sesli" ha­tipleri dahi mat etmesini bilen Amerikan seçmenleri de vardı.

William Jenning Bryan ve Mc^mley arasındaki seçim (1898) çok hararetli geçmişti. Bryan bir gece bir salonda soğuktan titreşen iki yüz kadar seçmene hitap ederken dedi ki:

"Bu gece benim sevgili kanın buradan iki mil mesafede mütevazi bir han odasında uyuyor, fakat Ocak ayı gelsin. Beyaz Ev'de uyuyacak." (Beyaz Ev, Amerikan cumhur­başkanının ikamet ettiği büyük bir konaktır. Cumhurbaş­kanları vazifelerini resmen 22 Ocakta teslim alırlar.)

Dinleyicilerden biri Bryan ile aynı kanaatte değildi: “Eğer karınız Ocak ayında Beyaz Ev'de uyumayı düşünü­yorsa, Mc Kinley'nin koynunda uyumuş olacak, çünkü Be­yaz Ev'i McKinley işgal edecektir."

William Jenning Bryan bir seçim nutkunda şunları söy­ledi: "Vatandaşlarım, bu hayati meseleyi bütün Amerika' - ya anlatabilmek, milletimize ışık tutabilmek için bir kuş olup köyden köye uçmayı çok isterdim."

Dinleyiciler arasından biri konuştu: "Daha bir mil dahi uçamadan ördek diye seni vururlardı."

Cumhurbaşkanı (1901-09) Theodore Roosevelt de bir se­çim konuşması yaptığı sırada kendisini oldukça müşkül durumda buldu. İçkiyi biraz fazlaca kaçırmış bir vatanda­şı, Cumhurbaşkanının sözlerini kesiyor, lal yetiştirmeğe çalışıyordu:

"Bana yuttar^nazsın, ben bir Demokratım. Beni alda­tamazsın, ben bir Demokratım."

Cumhurbaşkanı Theodore Roosevelt nihayet dayanama­dı: "Sana bir şey sormak isterim, arkadaş," dedi. "Niye De­mokratsın?''

Sarhoş cevap verdi: Çünkü oonim büyük bab^n bir Demokrattı, bab^ir bir Demokrattı ve ben de bir Demok­ratım."

Cumhurbaşkanı "Pek alâ arkadaş," dedi, "bir an için farzedelirn ki, senin büyük baban bir eşekti, baban da bir eşekti, sen o z^nan ne olurdun?"

Sarhoş Amerikan vatandaşı Cumhurbaşkanı Roosevelt'e cevap verdi: "Bir cumhuriyetçi."[‡]

Hatiplerin sözlerini kesmeye çalışanlara verilecek en iyi cevaplardan biri de onlan platforma (kürsüye) davet et­mektir. Dünyaca tanınmış politikacılar arasında bunun en son misalini, Kanada Başvekili Pierre Elliott Trudeau verdi. Temmuz, 1974 te yapılan Kanada genel seçimlerinde Ontario eyaletinin Peterborough şehrinde bir seçim nutku verirken, sözlerini kesmeğe çalışan bir Kanadalıya Başve­kil nihayet der ki:

“Ne bağırıp duruyorsun orada? Söyleyeceklerin varsa, gel burada söyle!"

(International Heral Tribüne gazetesinin 8 Temmuz, 1974 tarihli sayısında hadise fotoğrafla da tespit edilmiş. İri yarı bir Kanadalı platformdaki iki mikrofon önünde ko­nuşuyor ve Başvekil Trudeau da, hatibin yanında, başı öne eğik, dinliyor.)

Ünlü Amerikan politikacısı ve devlet adamı müteveffa Adlai Stevenson'un sözünü kesen bir seçmene verdiği ce­vap da, nüktedan bir politikacının bu neviden cevaplan dahi kendi lehinde bir silah olarak kullanabileceğini gös­terir.

Dallas CTexasl şehrinde bir nutuk verirken ön sıral^ala oturan biri, Stevenson'un sözünü keser. Stevenson, bu va­tandaşının, sözlerini bitirmesini sabırla dinledikten sonra, gayet sakin bir tavırla nutkuna şöyle devam eder:

"Ben, cehaletin kökünden kazınması ve günahkarların affedilmesi gerektiğine hala inanıyorum.''


 



[*]On dokuzuncu asrın ikinci yarısında yaşıyan bir İngiliz asilza­desi. Modern boksun kaidelerini kurdu.

[†]Yu^uk daima sıkık olacak. Hasmın ensesine vurmak yasak­tır.

[‡]Türk seçmenlerinin politikacılardan çok da.ha fazla hiimnr hissine sahip olduklarını Erdoğan Anpınar'ın Oy Sandığı adlı kitabından da öğreniyoruz. Mesela, 1950 seçimlerinde Orhangazi ilçesinin Müs- lümsölöz köyünde bir vatandaş reyini kullandıktan sonra seçim ku­ruluna başvurarak ^zarfın üzerine "adres yazmayı” unuttuğunu söy­lemiş. Kuruldan,bir üyenin, "Bir de ^adres mi yazacaktın, be adam?” sualine de köylü vatandaş şu cevabı vermiş: "Efendim, 1946'da yaz­mamıştık ve reylerimiz de başka yere gitmişti.”

Millet Partisi Genel Başkanı Osman Bölükbaşı 1963 seçimlerinde bir kapalı salonda konuşurken, arka sıralardan biri seslenmiş: "Du­yamıyoruz, efendim, duyamıyoruz.”

Vatandaşın bu çağırışına ön sıral^arda oturan bir diğeri cevap ver­miş: "İstersen gel. yer değiştirelim.”

Bir diğer seçimde de (1957) Kars'ın Posof ilçesinin Badela köyün­de partililer konuşmağa başladıkları sırada, dinleyiciler, şapkalarını çıkarıp yere koyduktan sonra, "Biz sizi çok dinledik, derdinizi bun­lara anlatın,” demiş ve meydanı terketmişler.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar