TASAVVUFTA GÜL
Hazırlık: Esma SAYIN
ÖZET
İslâm Tasavvufunda gül, gönülde meydana gelen
bilginin neticesi ve meyvesidir. Mutasavvıfın gönlü ise, gül-zâr’dır. Yani onun
gönlü, gül bahçesi gibidir. Tasavvufa gönül veren salik için gülün anlamı,
gönlünün marifete ve irfana açılmasıdır. Bu nedenle İslâm Tasavvufunda gül ile
bülbül birlikte kullanılır. Bülbül aşığı, gül sevgiliyi temsil eder. Hakiki
sevgili ise, Allah Teâlâ’dır. Âlem, O’nun sevgisiyle yaratılmıştır. Kul,
O’nunla gerçek sevgiyi ve kulluğu tadabilir. Bu nedenle Allah sevgisini hakiki
manasıyla yaşayan mutasavvıfın gönlü, Allah sevgisinin, ilahî fetihlerin ve
marifetin sembolü olan gül bahçesi gibidir. Marifet, hakiki sevgili olan
Allah’ı isim ve sıfatlarının tecellisiyle tanımak; muhabbet ise, Allah Teâlâ’yı
masivaya tercih etmektir. Gerçek muhabbet, bütün tercihlerin sevgili lehinde
yapılmasıdır. Kalplerin Allah aşkıyla fethi ise, kalbin ilahî ihsan ve
ikramlara açılmasıdır. Tasavvufta gül, insan-ı kâmilin gönlüdür. Zaten insan-ı
kâmil, Allah’ın sıfat ve fiillerinin en mükemmel tecelli ettiği varlıktır. O,
Allah ile âlem arasında bir bağdır. O, bütün ilahî isim ve manaları kendinde
gerçekleştiren insandır. İnsan-ı kâmilin gönlü, gülün renginin ve kokusunun
eşsizliğinde, ilahî tecellilerin temsilcisi olduğu için onu tanımak, Allah’ı
tanımaktır.
Anahtar Kelimeler: İslâm Tasavvufu, Mutasavvıf, Gül, Muhabbet, İnsan-ı Kâmil.
In Islamic mysticism or
Sufism a rose is the outgrowth of and fruit which come into existence in the
heart. The heart of the Sufi is a garden of rose, that is, his or her heart is
just like a garden of rose. The meaning of the rose for those who are enamoured
with Sufism is to open his heart to understanding of Allah or wisdom. For this
reason, the rose and nightingale are used together in Islamic Sufism. The nightingale
symbolizes light, and the rose symbolizes the lover. In fact, the real loved
one is Allah, the greatest. The universe was created with his love. The servant
might feel the real love and servitude with him. Thus,
Yrd. Doç. Dr., Adıyaman Üniversitesi İslamî
İlimler Fakültesi İlköğretim Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Eğitimi, esmasayin16@gmail.com
the Sufi’s heart who really
feels the love of Allah is compared to a garden of rose, which is the symbol of
divine conquests and understanding of Allah.
Understanding of Allah is
knowing Allah who is the real loved one with his names and manifestation of his
attributes; on the other hand, affection is preferring Allah to other worthless
things. The real affection is making preference in Allah’s favour. Furthermore,
the conquest of hearts with love of Allah is opening of the heart to divine
beneficence and treats from Allah. The rose in Sufism is the heart of the
perfect person. As a matter of fact, the perfect man is the creature on which
Allah’s all names and attributes have appeared. He or she is a link between the
universe and Allah. Again, he is the one who realised all the divine names and
meanings bestowed on him. Because the heart of the perfect human being is
unique like the colour and fragrance of rose and the representative of all
divine manifestations, knowing him is knowing Allah.
Key Words: Islamic Mysticism, Sufi, Rose, Affection, Perfect Human Bei
Tasavvufta gül, Allah’ın ve Rasûlullah’ın
sevgisini temsil ettiği için ilâhi aşkın sembolüdür. Aynı zamanda insan-ı
kâmilin gönlü muhabbet, ûbudiyyet ve hürriyetin bütün manalarını hissettiği
için tasavvufta gül, muhabbetin, ubûdiyyetin ve hürriyetin de sembolüdür.
Allah’ı isim ve sıfatlarıyla tanıyan ve onlarla bütünlük kuran bir kul olduğu
için insan-ı kâmilin gönlü, gül bahçesi gibidir. Bu nedenle gül, Allah’ı
tanımanın ve ilahî sıfatlarla bütünleşmenin sırrını mutasavvıfa sunan marifetin
de sembolüdür.
A)
İlahî Aşk Sembolü Olarak Gül
Muhabbetin en yoğun olduğu noktada aşk kendini gösterir.
İlahî aşk, Tasavvufta Allah ve Rasûlullah aşkıyla ifade edilir. Özellikle
Rasûlullah aşkının sembolü, güldür. İlahî aşk, tarifsiz güzellikte bir aşktır.
Gül gibi insanın gönlünde açar; inanılmaz güzelliğiyle duyuları ve duyu ötesi
hisleri harekete geçirir. Bu nedenle Mevlânâ, aşkı tarif etmedeki acziyetini
şöyle ifade eder: “Aşkı, her ne şekilde açıklasam da, anlatsam da onu tarifte
insan dilsiz kalır. Kalem, gerçi her şeyi yazar ama aşka gelince başı döner.
Akıl, aşkı anlatmada çamura saplanan merkep gibidir. Mutasavvıf, aşkı ve
âşıklığı yine aşkla izah eder. Güneşe delil, yine güneştir. Sana delil lâzımsa,
güneşten yüzünü çevirme.”[1] der. Yine
Mevlânâ: “Her kim aşk ile yanıp tutuşmamışsa o, uçmayan, kanatsız bir kuş
gibidir.”[2] der. Netice
itibariyle “Aşk, tarif edilemez. Bununla beraber idrak için aşktan daha açık ve
daha yakın bir şey yoktur.”[3] Kalemin
başını döndüren aşk, müminin gönlünü de bir güle çevirir.
İlahî aşkın, müminin gönlünde bir gül gibi açmasının yolu,
kalbi gülün sembol olduğu Allah ve Rasûlullah aşkı haricindeki duygulardan
temizlemektir. Bu nedenle “Kalbi beşerî sıfatlardan temizlenen ve ağyardan
tamamen boşalan mümin kulun kalbine, Hak Teâlâ yerleşir.”[4] Kalbi ağyar dediğimiz Allah dışındaki
bütün sevgililerden temizlenen bir kul için gerçek sevgi, bir gül güzelliğinde
ortaya çıkar. Bu nedenle gül, ilahî aşkın sembolüdür.
“İlahî aşk sebebiyle, sûfiler her şeye sevgi ve hoşgörüyle
bakarlar. Zira onlara göre, kâinatta var olan her şey, sevgilileri olan
Allah’ın eseri ve tecellisidir. İlahî aşk sayesinde sûfi, mahbubu olan Allah’ı
çok zikreder ve bütün güç ve istidadını, sadece O’na yoğunlaştırır. Kalbini,
O’ndan başkasıyla meşgul etmez. O’nun razı olacağı eylemleri yerine getirmekten
mutluluk duyar.”[5] “Aşk, nefsi
sevgiliye feda etme ve kalbi sevgiliden başkasına yönelmekten engelleme
anlamındadır. Bu durum ise, aşığın bütünüyle sevgilisine yönelmesi ve
başkasından yüz çevirmesiyle gerçekleşir. Âşık sevdiğinin güzelliklerini
hatırlarken kendi niteliklerini unuttuğu anda, başkalarından yüz çevirmiş
demektir. Böylece ikilik fikri, ortadan kalkar.”[6] İkilik fikri ortadan kalkınca,
insan gülün duyu ötesine seslenen naif güzelliğini ruh dünyasında tecrübe eder.
İlahî aşkla, nefsi sevgiliye feda etme ve kalbi sevgiliden başkasına
yönelmekten engelleme hali ruhta hâkim olunca, insan gerçek aşkı gül
güzelliğinde yaşayarak Rabbi’nin ilahî isim ve sıfatlarıyla birliği ve
bütünlüğü yakalar.
“Allah’ın kulunu sevmesi, kulunun onu sevmesinden öncedir.
Eğer Allah kulunu sevmeseydi, kulun onu sevmesi mümkün olmazdı. Âlemin
yaratılış sebebi, sevgidir. Allah her şeyi sever, her şey de O’nu sever. İnsan
Allah’ın nimetine, lütfuna, korumasına, ezelde kendisini sevmiş ve hidayet
nasip etmiş olmasına bakarak onu sever. Bu manada “Aşk, sevenin sevgilisinde
kendisini yok etmesidir. Âşık için aşk, sadece ma’şukun var olması, her şeyin
ondan ibaret olması halidir.”[7]
İnsanın kalbi, hakiki muhabbetin ve ilahî aşkın mekânıdır.
Bu nedenle “Kalp, kendisinde gaybî hakikatlerin tecelli ettiği ve hikmetlerin
indiği bir aynadır. Bu kuvvet sayesinde sûfî, ilahî hakikatleri şüphesiz ve
açık bir biçimde idrak eder.”[8] “Bununla
beraber insan, yeryüzünde Allah’ın evi olan Kâbe’yi ve camileri nasıl temiz
tutuyorsa iç âleminde Allah’ın evi ve nazargâhı olan kalbini de öyle temiz
tutmalıdır. Suretteki evi temizleyip mana ve siretteki evi temizlememek hata
olur. Hane mamur olacak ki sultan gelsin, kalp temiz olacak ki, içine ilâhî
hakikatler ve marifetler tecelli etsin.”[9] Bu manada kendisinde
ilahî hakikatlerin ve aşkın tecelli ettiği bir kalp, Allah ve Rasûlullah
aşkının sırlarını içinde barındıran bir gül gibi olur.
B)
Ubûdiyyet Sembolü Olarak Gül
Ubûdiyyet makamlarının tümüne tam olarak sahip olan bir
kul, ubûdiyyetin verdiği yorgunluktan kurtulup hür olur. Külfetsiz ve
sıkıntısız bir şekilde Allah’a kul olma ziyneti ile süslenir. İnsan kimin esiri
ise, onun kuludur. Yani nefsinin esiri isen, nefsinin kulusun. Dünyanın esiri
isen, dünyanın kulusun.”[10] Kul olma
hazinesi, özgürleşen bir ruhun neticesinde kazanılır. İnsan, kulluk
seviyesindeki üstünlüğe bağlı olarak Allah dışındaki her şeyden özgürleşir.
Kalbin zaafları ve nefsin ‘emmare’ denilen kötülüğü emreden sesi, kulluk
sayesinde, Allah Teâlâ’nın rıza ve sevgisine odaklanır. O zaman kul, Allah’ın
sevgisi ve rızası dışındaki bütün esaretlerden özgürlüğe erişir. Kullukla
özgürlüğe ulaşan bir kul, gülün özgür ve mütevazı duruşunu yakalar. Özgür ve
itaatle yüceleşen kulluk duruşu, tasavvufta gülü sembolize eder.
Kulluk itibariyle güçlü olan kullar, kendilerini Allah’a
ayırmış ve O’nun sevgisiyle meşgul olmuşlardır. Dolayısıyla şeytan, onlara
ulaşacak yol bulamamaktadır. Çünkü onlar, dünya sevgisini kalplerinden
çıkarmışlardır. Onlar dünya sevgisini, Allah sevgisine, O’nunla meşgul olmaya
ve O’na yalvarmaya tercih etmişlerdir. Şeytan, onlardan elini çekmek zorunda
kalmış, alçalmış ve abidlerin kalbinde içki, zina, adam öldürme gibi duygular
konusunda kenara çekildiği gibi, kenara çekilmiştir.”[11] Demek ki ubûdiyyetle yücelen
kul, şeytanın tuzakları ve nefsin kötülüğü emreden sesi hususunda bilinçli ve
uyanıktır. Şeytanın tuzaklarına ve nefsin aldatıcı sesine gönlünü kapatan bir
insanın gönlü, gül olur. Bu insanın gönlü, ubûdiyyet sırlarına mazhar olduğu
için gül gibi olur. Bu nedenle gül, ubûdiyyetin sembolü olur.
C)
Muhabbet Sembolü Olarak Gül
“Muhabbet, devamlı hatırlayarak ve unutmadan yaşanan arı ve
duru bir sevgidir. Çünkü kim bir şeyi severse, onu çokça hatırlar ve anar. Bu
manada “Zünnûn Mısrî kendisine, ‘saf sevgi nedir’ diye sorulduğunda şöyle
açıklamıştır: “İçinde herhangi bir bulanıklık bulunmayan saf sevgi, sevginin
kalpten ve organlardan sükût ederek orada muhabbetten eser kalmaması ve her
şeyin Allah ile ve Allah için olduğu bir anlayışın ortaya çıkmasıdır. Böyle
biri Allah için seven, Hak âşığıdır.”[12] “Muhabbet, muvafakattir. Bu
manada muhabbet, Allah’ın emrine itaat etmek, menettiği şeyi terk etmek,
hükmüne ve takdirine razı olmaktır. Muhabbet, tercihi sevgili lehine yapmaktır.
Sevgilinin arzusunu, kendi arzusunun önüne geçirmektir.”[13] Her şeyin Allah ile ve Allah
için olduğu bir anlayışın ortaya çıkması ve Allah’a itaat ile Hak sevgisini
yakalayan bir kul için muhabbet, bir gül zarafetinde gelişir. Allah sevgisini
Allah için yaşayan bir kulun gönlü de, güldür. Bu nedenle gül, muhabbetin de
remzidir.
Allah sevgisi, kulun kalbine doğan saygı hissidir. Şu halde
içinde bu his bulunan bir kimsenin ondan başkasına hürmet etmesi caiz olmaz.
Allah’ın kulunu sevmesi, başka bir şeyle meşgul olmayacak derecede onu
kendisine müptela kılmasıdır. “Muhabbetten bahsetmek, muhabbet değildir. Çünkü
aşk ve muhabbet, yaşanan ve tadılan bir haldir ve hiçbir zaman, boş laf ve söz
değildir. Eğer bütün cihan halkı, muhabbeti celbetmek isteseler, buna kadir
olamazlar; onu defetmeye olanca gücüyle çabalasalar, defedemezler. Çünkü
muhabbet Allah’ın ikramıdır, kulun kazancı değildir.”[14] Allah’ın en büyük lütfu ve
ikramı olan muhabbet, Allah’ı andıkça saflaşır ve durulaşır. Allah dışında
başka bir şeyle meşgul olmayacak şekilde Allah’ı seven bir kalp, gülün Allah
huzurundaki duruluğunu, temizliğini ve lütfunu yaşar. Böylece müminin kalbinde,
gül güzelliğinde muhabbeti hisseder.
Tasavvuf Kültüründe, “Kalp için muhabbet, yenilir ve içilir
bir gıda gibidir. Bir gönülde sevgi bulunmazsa, o kalp haraptır. Zorla onu celp
veya defetmenin yolu yoktur. Kalp üzerinden geçen lâtifelerden ve sevgi
hislerinden nefis haberdar olmaz. Sevgi, fıtrî ve doğal bir histir. Bazen insan
sever de, sevgisinden nefsinin haberi olmaz.”[15] Bu durumda Tasavvuf Kültürüne
göre insan, kendi ruhundaki muhabbet hissini fark etmese de ya da var olan
muhabbet hissini reddetse de, muhabbet duygusu fıtrîdir, doğaldır,
vazgeçilemezdir ve reddedilemezdir. Muhabbet doğal ve vazgeçilemeyen her
yönüyle, kulun gönlünde bir gül gibi açar. Bu nedenle gül, Allah sevgisini
ifade etmesi açısından, tarif edilemeyecek kadar eşsiz olan gül güzelliğindeki
muhabbetin sembolüdür.
“Halis muhabbet, kulun bütün varlığı ile
Allah Teâlâ’yı sevmesidir. Şiblî’ye, ‘Muhabbetin ne olduğu’ sorulunca: ‘O, ilk
hâliyle içi hararet dolu bir bardak gibidir. Organlarda ve nefislerde
yerleşince söner gider.’ demiştir.”[16] Bu bağlamda halis muhabbet
kulun gönlünde hâkim olunca, insanı dünyaya bağlayan her şeyden nefsi kurtarmak
ve hürleştirmek mümkün olabilir. Allah aşkıyla coşan ve bütün nefsanî bağlardan
özgürleşen kulun kalbi, Rabbine bağlı ve Rabbi dışındaki bağlardan kurtulmuş
bir gül asaletinde muhabbeti yaşar.
“Muhabbet, sınırı olmayan bir deniz, sonu olmayan bir gece,
doktoru olmayan bir hastalıktır.”[17] Aynı zamanda
“Muhabbet, kötü huyları terk ederek ve yerlerine iyi huylar koyarak sevgiliye
yaklaşmaktır.”[18] “Allah
Teâlâ, bir kulunu sevdiği zaman, onun muhabbeti mele-i a’la’ya iner, sonra
yeryüzünde onun için hüsnü kabul konulur. Birileri, bu ilâhî nizama karşı çıkar
ve o sevgili kula düşmanlık ederse, Allah Teâlâ’nın bu sevgili kulu hakkındaki
rahmeti, o düşmanlık eden hakkında lânete, rızası onun hakkında gazaba
dönüşür.”[19] Sınırsız bir
deniz gibi sonsuz bir muhabbetle Allah’ı seven ve bu muhabbetle gönlünü Allah’a
bağlayan bir kulun kalbi, sonsuz sevginin ve Allah’a muhabbetin sembolü olan bir
gül gibidir.
Allah’a muhabbeti bir gül güzelliği ve nezaketiyle yaşayan
kulun kalbi, Hz. Yusuf’un kalbi gibi olur. Çünkü “Seven, sevdiğinin
yaptıklarından hoşlanır ve ondan razı olur. Seven, sevdiğinden gelen acıyı
duymaz. Nitekim Yusuf (a.s.)’a bakan ve onun güzelliği karşısında şaşkına dönen
Mısır kadınları, ellerini kestiklerinin farkına bile varmamışlardır.”[20] Hz. Yusuf’un
yaşadığı muhabbet, hakiki muhabbet hâlidir. “Hakiki muhabbet ise, illetsiz
olarak, Allah’ı sevmenin kadim olduğunu bilmekten ve anlamaktan doğar. İşte bu
şekilde Allah’ı bir sebebe bağlı olmaksızın sevmektir.”[21]Sebepsiz, hikmet aramaksızın,
hatta nimet beklemeksizin sırf Allah’ı, Allah için sevmek, hakiki muhabbettir.
Aksi takdirde bir beklenti, sevmek için bir sebep bekleyerek sevmek, hakiki
muhabbet değildir. Hakiki muhabbetin sembolü ise, Allah ve Rasûlullah sevgisini
bize hatırlatan gül figüründe kendisini bulur.
İslâm Tasavvufunda gül, gönülde meydana gelen bilginin
neticesi ve meyvesidir. Allah’ı isim ve sıfatlarıyla tanıyan ve onlarla
bütünlük kuran bir kul olduğu için mutasavvıfın gönlü, gül bahçesi gibidir.
Tasavvufa gönül veren salik için gülün anlamı, gönlünün marifete ve irfana
açılmasıdır. İnsanı kâmilin gönlü, gülün renginin ve kokusunun eşsizliğinde,
ilahî tecellilerin temsilcisi olduğu için onu tanımak, Allah’ı tanımaktır. Bu
noktada “Sûfîlere göre Allah’ı isim ve sıfatlarıyla tanımak anlamına gelen
marifet şu vasıflara haiz olan kişinin sıfatıdır: Bu kişi Allah Teâlâ’yı önce
sıfat ve isimleri ile tanır, sonra Hak ile olan muamelesinde sıdk ve ihlâs
üzere bulunur. Sonra kötü huylardan ve bu huylara ait afetlerden temizlenerek
arı hâle gelir. Daha sonra Hakk’ın kapısında uzun uzadıya bekler ve daimî
surette kalbi ile itikâf hâlinde bulunur. Marifet arif için bir aynadır, oraya
baktığı zaman Mevlâ’sının kendisine tecelli ettiğini görür.”[22] Kalp
aynasında, Rabbinin marifet nuruyla tecelli ettiğini gören kişinin gönlü, gül
gibidir. Bu noktada gül, marifet nurunun aydınlığını ve güzelliğini sembolize
eder.
Marifet sahibi hakiki bir kul, “Ubûdiyyetin safâsına, ancak
dört şeyle erişebilir: Bunun ilki, ma’rifetullah’tır. İkincisi, nefsi
tanımaktır. Üçüncüsü, ölümü tanımaktır. Dördüncüsü, ölümden sonraki va’d ve
vaîdi tanımaktır. Allah’ı tanıyan, O’nun hakkını yerine getirir. Nefsi tanıyan,
ona muhâlefet ve mücâhedeye hazırlanır.”[23] Ubûdiyyetin lezzetine, Allah’ı
tanıyarak ve ölümün manasını kavrayarak ulaşan bir kul, nefsine muhalefet ve
onunla mücadele de edebilir; ölümden sonraki cennet nimetlerini ve cehennem
azabını da ruhunda idrak edebilir. Bu nedenle yaşam da ölüm de güzel olur. Y
aşamın ve ölümün güzelliklerini tadan bir kulun gönlü, gül olur. Bu bağlamda
gül, kulluğun ve hakiki itaatin sembolü olmaya hak kazanır.
“Sebepsiz, hikmet aramaksızın, hatta nimet beklemeksizin
sırf Allah’ı, Allah için seven ve hakiki manasıyla Hakk’ı tanıyan kalpler,
ariflerin kalbidir. Arife göre, kâinat bir aynadan ibarettir. O’na baktığında
Hakk’ın tecellisini müşahede eder.”[24] “İman, kalpte yerleşir. İnsan
ruhu, marifet ve muhabbetle zevk-i ruhâniye açılır. Ruh, güneş gibi parıldar.
Marifet ve muhabbetle insan inanan, düşünen, ibret alan, akıl sahibi gerçek bir
insan olma özelliğini kazanır. Artık bu nitelikteki insan, sürekli Allah’ladır.
Muhabbet sahibi insanın kalbinde, ancak Allah sevgisi ve Allah korkusu yer
alır.”[25] Bu nedenle
Allah’a muhabbeti bütün vasıflarıyla yaşayan arifin kalbinde, hakiki marifet ve
ilahî aşk yer alır. İnsan-ı kâmil, Allah’ın sıfat ve fiillerinin en mükemmel
tecelli ettiği varlıktır. O, Allah ile âlem arasında bir bağdır. O, bütün ilahî
isim ve sıfatları kendinde gerçekleştiren insandır. İlâhi isim ve sıfatlarla
Rabbi’ni tanıdığı için, insan-ı kâmilin gönlü ise, marifetin feyzinde gül
bahçesi gibidir.
E)
Hürriyet Sembolü
Olarak Gül
“Hürriyet, Allah dışındaki bütün eşyanın bağlantılarından
kurtulup, yalnız ve yalnız Allah’a kul olmaktır. Mâsivâullah’dan hür olmaktır.
Allah’tan başkasını, Rab edinmemektir. Bu sayede mala ve makama esir olmaktan
kurtulmaktır. Gerçekte hürriyet, benlikten arınmak ve nefsin esiri olmaktan
kurtulmaktır.”[26] “Hürriyet,
Allah’tan başkasının kulu ve kölesi olmamaktır. Bir başka deyişle, hâtırın,
Allah’tan gayrisine bağlanmamasıdır.”[27] Hürriyet vasfına sahip olan
bir kişi, Allah’a kul olmayı başararak O’nun sevgisi ve rızası dışındaki bütün
haz ve arzularının, nefsin kötülüğü emreden etkilerinin esiri olmaktan
özgürleşmiştir. Allah dışındaki bütün sevgilerden hürleşen bir ruh ise, gülün
Allah huzurundaki asil ve hür duruşuna kavuşur. Bu nedenle gül, hür ve asil bir
ruhla kullukla özgürleşen bir gönlün sembolüdür.
Sûfilere göre hürriyet, “Dünyevî menfaat ve uhrevî karşılık
da dâhil olmak üzere kulun bütün yaratılmışlar karşısında boyun eğmemesi ve
hiçbir şeyin esareti altında bulunmaması demektir. Hürriyet, kişinin ne dünyada
hemen verilecek bir mala ve ulaşılacak olan bir arzuya, ne de uzun vadede
ahiretteki bir emele, isteğe, amaca, ihtiyaca ve hazza kul olmaması
keyfiyetidir.”[28] Bu anlamıyla
hürriyet, Allah’ın rızası ve sevgisi dışındaki her durum, düşünce, his ve
duruştan kulun özgürlüğe kavuşmasıdır. Allah dışındaki bir hazza veya arzuya
köle olan bir kul, o hazzın ve arzunun esiri olmuş; fakat Allah’a kul olma
vasfını manevî manada kaybetmiştir.”[29] Yani hakiki hürriyette
mükellefiyetler için Allah’a kul olma anlayışı değil, Allah’ın rıza ve
sevgisini kazanmak için Allah’a kul olma anlayışı vardır. Bu nedenle hürriyet,
kulluk mükellefiyetlerinden bile kulu özgürleştirecek bir derinliğe sahiptir.
Bu yönüyle “Hürriyet, Allah dışındaki hiçbir şeye kul ve mahkûm olmamaktır.
Başkalarının kulu ve kölesi olmamak, âzâd olmak, serbest ve hür olmaktır. En
yüksek seviyede Allah’a kul olma haline, hürriyet denir. Hakk’a tam kul olan,
tam hür olur. Arifin son makamı ise, hürriyettir.”[30] Hür bir duruşla ilahî isim ve
sıfatları yaşayan bir insan-ı kâmilin gönlü, güldür. Gül de, asil ve hür
duruşuyla tasavvuf kültüründeki hürriyeti sembolize eder.
Nefsin kötülüğü emreden sesinden özgürleşerek
kulluğuyla hürriyete kavuşan bir kişide, hakiki manada kulluk dediğimiz
ubûdiyyet hali etkisini gösterir. Bu manada “Cüneyd-i Bağdadi, ‘İnsanın
üzerinde, ubûdiyyetten bir kalıntı bulunmadıkça, sarih hürriyete ulaşamaz.
Ubûdiyyet, kemâl bulmadıkça hürriyet kâmil olmaz; ubûdiyyet, kemâl bulunca buna
hürriyet adı verilir.’ demiştir. Bişr Hâfî ise, ‘Hürriyetin lezzetini tatmak ve
Allah’tan başkasına kul olmaktan kurtulup rahat etmek isteyen, Allah Teâlâ ile
arasında bulunan gizli hâlleri temiz tutsun.’ demiştir.”[31] Allah ile arasındaki gizli
halleri koruyup nefsinden hürriyete kavuşarak hürriyeti gül güzelliğinde ve
asaletinde yaşayan bir insan-ı kâmilin gönlü, gül bahçesi gibidir. Bu nedenle
gül, özgür ve zarif duruşuyla hürriyetin de sembolüdür.
Tasavvufta gül nezaketinde, asaletinde ve
zarafetinde olan bir kalp, Allah tabiat ve insan sevgisini ruh dünyasında
bütünleştirir. Bu manada “İslâm ahlâkının dayandığı prensiplerden birisi de,
tabiat ve insan sevgisiyle Allah sevgisini bir arada gören gerçek fiilî bir
sevgiye dayanır. Her şeyden önce, böyle bir sevginin tabiatında Allah sevgisi
vardır. Kişinin Allah’ı sevmesi, kuru bir sevgiden ibaret olmayıp ancak insanın
Allah’ın emrettiklerini yapması, yasaklarından sakınması ve fiilen işlerinde
O’nu zikretmesiyle olur.”[32] “Allah
sevgisi ve O’na kavuşma arzusu ile dolu olan bir insan, başka şeyleri sevse
bile, gerçekte Allah’ı seviyor demektir. Sevginin en yüksek mertebesi, her şeyi
sırf Allah’ın eseri olduğu için sevmektir. Sevginin bu mertebesindeki insanın
kalbinde, ne dünyada ne de ahirette bedenî bir hazza ulaşma endişesi
taşımaksızın sırf Allah sevgisi vardır.”[33] Ancak böyle bir sevgi, insan-ı
kâmilin gönlünü, sevginin güzelliği ve eşsizliğinde gül bahçesi gibi kılar.
AFİFÎ, Ebu’l-A’lâ, Tasavvuf İslâm ’da
Manevî Devrim, (çev. H. İbrahim Kaçar, Murat Sülün), Risale Yayınları,
İstanbul, 2004
ANKARAVÎ, İsmail, Minhâcü’l-Fukara,
(haz. Saadettin Ekici), İnsan Yayınları, İstanbul, 1996
BAYRAKDAR, Mehmet, İslâm İbadet
Fenomenolojisi, Akçağ Yayınları, Ankara, 1987
CEBECİOĞLU, Ethem, Tasavvuf Terimleri
ve Deyimleri Sözlüğü, Anka Yayınları, İstanbul, 2004
ÇAĞRICI, Mustafa, Gazâlî’ye Göre İslâm
Ahlakı, Ensar Neşriyat, İstanbul, 1982
DİHLEVÎ, Şah Veliyyullah, Huccetullâhi
’l-Baliğa, Dârü’t-Türâs, Kahire, 1985, C.1-2
GEYLANÎ, Abdülkadir, Sırru’l-Esrâr,
Sırların Sırrı, (çev. Mehmet Eren), Gelenek Yayıncılık, İstanbul, 2006
HUCVİRÎ, Ali b. Osman, Keşfü’l-Mahcûb,
(thk. Mahmûd Âbidî), İntişârât-ı Sâdâ ve Sîmâ, Tahran, 1384, hş. 2006
KARA, Mustafa, Tasavvuf ve Tarikatlar
Tarihi, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1999
KÂŞÂNÎ, Abdürrezzak, Tasavvuf Sözlüğü,
(çev. Ekrem Demirli), İz Yayıncılık, İstanbul, 2004
KELÂBÂZÎ, Ebû Bekir Muhammed, et-Taarruf
li Mezhebi Ehli’t- Tasavvuf, Mektebetü’l-Külliyâti’l-Ezheriyye, Kahire,
1980
KUŞEYRÎ, Abdülkerim, Risâletü’l-Kuşeyrî,
Daru’l-Hayr, Beyrut, 2003
RUMÎ, Mevlânâ Celâleddîn, Fihi Ma Fih,
(çev. Ahmed Avni Konuk), İz Yayıncılık, İstanbul, 1994
RUMÎ, Mevlânâ Celâleddîn, Mesnevî-i
Mânevî, (thk. Reynold A. Nicholson), İntişârât-ı Hermes, Tahran, 2003
MUHÂSİBÎ, Hâris, er-Riâye li
Hukukillâh, Dâru’l-Kütübü’l-Hadîseti, Kahire, 1970
SÜHREVERDÎ, Ebû Hafs, Avârifü
’l-Maarif, Dâru’l-Meârif, Kahire, 1966
TÛSÎ, Serrâc, el-Lümâ fi Tarihi
’t-Tasavvuf ’l-İslamiyyi, Dâru’l-Kütübi’l- İlmiyyeti, Beyrut, 2001
ULUÇ, Tahir, İbn Arabî’de
Sembolizm, İnsan Yayınları, İstanbul, 2007
ULUDAĞ, Süleyman, Tasavvuf Terimleri
Sözlüğü, Marifet Yayınları, İstanbul, 1999
ÜNAL, Ali, Kur’ân’da
Temel Kavramlar, Nil Yayınları, İzmir, 1999
YILMAZ, Hasan Kâmil, Anahatlarıyla
Tasavvuf ve Tarikatlar, Ensar Neşriyat, İstanbul, 2002
[1] Mevlânâ Celâleddîn Rumî, Mesnevî-i Mânevî, (thk. Reynold A.
Nicholson), İntişârât-ı Hermes, Tahran, 2003, s. 117-121.
[2] Mevlânâ Celâleddîn Rumî, Fihi Ma Fih, (çev. Ahmed Avni
Konuk), İz Yayıncılık, İstanbul, 1994, s. 57.
[3] Abdülkerim Kuşeyrî, Risâletü’l-Kuşeyrî, Daru’l-Hayr,
Beyrut, 2003, s. 480.
[4] Abdülkadir Geylanî, Sırru’l-Esrâr, Sırların Sırrı, (çev.
Mehmet Eren), Gelenek Yayıncılık, İstanbul, 2006, s. 63.
[5] Ebu’l-A’lâ Afifî, Tasavvuf İslâm’da Manevî Devrim, (çev. H.
İbrahim Kaçar, Murat Sülün), Risale Yayınları, İstanbul, 2004, s. 265.
[6] Abdürrezzak Kâşânî, Tasavvuf Sözlüğü, (çev. Ekrem Demirli),
İz Yayıncılık, İstanbul, 2004, s. 488.
[7] Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Marifet
Yayınları, İstanbul, 1999, s. 59.
[8] Tahir Uluç, İbn Arabî’de Sembolizm, İnsan Yayınları,
İstanbul, 2007, s. 168.
[9] Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 110.
[10] Abdülkerim Kuşeyrî, Risâletü’l-Kuşeyrî, s. 325.
[11] Hâris el-Muhâsibî,, er-Riâye li Hukukillâh,
Dâru’l-Kütübü’l-Hadîseti, Kahire, 1970, s. 223-224.
[12] Serrâc Tûsî,, el-Lümâ fı Tarihi’t-Tasavvufı’l-Islamiyyi,
Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyyeti, Beyrut, 2001, s. 54-55.
[13] Ebû Bekir Muhammed Kelâbâzî, et-Taarruf li Mezhebi
Ehli’t-Tasavvuf, Mektebetü’l-Külliyâti’l- Ezheriyye, Kahire, 1980, s. 130.
[14] Ali b. Osman Hucvirî, Keşfü’l-Mahcûb, (thk. Mahmûd Âbidî),
İntişârât-ı Sâdâ ve Sîmâ, Tahran, 1384, hş. 2006, s. 449.
[15] Ali b. Osman Hucvirî, Keşfü’l-Mahcûb, s. 448.
[16] Ebû Hafs Sühreverdî, A’vârifü’l-Maarif, Dâru’l-Meârif,
Kahire, 1966, C. 2, s. 71.
[17] Mustafa Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, Dergâh
Yayınları, İstanbul, 1999, s. 113.
[18] Mustafa Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, s. 173-175.
[19] Şah Veliyyullah Dihlevî, Huccetullâhi’l-Baliğa,
Dârü’t-Türâs, Kahire, 1985, C. 2, s. 82.
[20] Hasan Kâmil Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar,
Ensar Neşriyat, İstanbul, 2002, s. 176.
[21] Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü,
Anka Yayınları, İstanbul, 2004, s. 405.
[22] Abdülkerim Kuşeyrî, Risâletü’l-Kuşeyrî, s. 400
[23] Serrâc Tûsî, el-Lümâ fı Tarihi’t-Tasavvufı’l-İslamiyyi,
Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyyeti, Beyrut, 2001, s. 63.
[24] Hasan Kâmil Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar,
Ensar Neşriyat, İstanbul, 2002, s. 199.
[25] Ali Ünal, Kur’ân’da Temel Kavramlar, Nil Yayınları, İzmir,
1999, s. 241.
[26] İsmail Ankaravî, Minhâcü’l-Fukara, (haz. Saadettin Ekici),
İnsan Yayınları, İstanbul, 1996, s. 248.
[27] Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü,
Anka Yayınları, İstanbul, 2004, s. 289.
[28] Abdülkerim Kuşeyrî, Risâletü’l-Kuşeyrî, s. 353.
[29] Ebu’l-A’lâ Afifî, Tasavvuf İslâm’da Manevî Devrim, s. 269.
[30] Serrâc Tûsî, el-Lümâ fi Tarihi’t-Tasavvufi’l-İslamiyyi, s.
151.
[31] Abdülkerim Kuşeyrî, Risâletü’l-Kuşeyrî, s. 354.
[32] Mehmet Bayrakdar, İslâm İbadet Fenomenolojisi, Akçağ
Yayınları, Ankara, 1987, s. 23.
[33] Mustafa Çağrıcı, Gazâlî’ye Göre İslâm Ahlakı, Ensar
Neşriyat, İstanbul, 1982, s. 231.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar