OTUZ İKİNCİ SİFR 1.Bölüm
Rahman ve Rahim Allah Teâlâ’nın Adıyla
BEŞ YÜZ ELLİ SEKİZİNCİ BÖLÜM
İzzetin
Sahibi Olan Rabbe Ait Esma-i Hüsna ve İsimlerden Allah Teâlâ’ya Verilmesi Caiz
Olan ve Olmayanların Bilinmesi
İsimlerin merdivenini
görürüm; yükselir ve alçalır Güney ve kuzey rüzgârı
hareket ettirir onu
Hayret! Nasıl da selamet ve körlük var
Hidayet ile emir ikiz, ayrılmazlar „
Görmez misin? Allah Teâlâ cehennemde
adil Firdevs cennetinde lütujkâr ve ihsan edici
Dersen ki bu kâfir, adil dersin ‘Şu
mümin’ dersen ihsan edici olur
Bu delildir gösterir ki Rabbim bir
İlah dilediğini görevlendirir ve azleder
Varlıklarımız O’nun isimleri, başka
değil O kendinde işlerde hükmeder ve tafsil eder
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘En
güzel isimler Allah Teâlâ’ya aittir.’345
Kastedilenler mümkünlerin hükümlerinin talep ettiği ve belirlediği ilahi mertebelerdir.
Mümkünlerin hükümleri Vücud-ı Hakk’ta (Hakkın varlığı) zuhur eden suretlerdir.
‘İlahi mertebe’ zat, sıfatlar ve fiillere ait bir isimdir; dilersen fiil sıfatı
veya tenzih sıfatı da diyebilirsin. Bu fiiller sıfatlardan, fiillerden ve
isimlerden meydana gelir ki, bunun böyle olması kaçınılmazdır. Fakat Allah
Teâlâ onların bir kısmını kendine isim yapmışken bir kısmını isim olarak kendine
vermemiştir. ‘Allah Teâlâ tuzak kurdu’346,
‘Allah Teâlâ alay etti’347, ‘Bir tuzak kuracağım’348
gibi ayetlerde fiil lafzı olarak gelmiştir. ‘Allah Teâlâ onlarla alay eder.’
Kelime ism-i fail (özne) lafzıyla gelmiş olsaydı, böyle bir ifade Allah Teâlâ
adına imkânsız olmazdı. Aynı durum bazı zamirler için geçerlidir. Misal olarak ‘Sizi
sıcaktan koruyacak elbiseler...’349
ayetini verebiliriz. Gerçekte koruyucu Allah Teâlâ iken vekil ise elbise ve
benzeri araçlardır. İsimlerin bir kısmı da birinci, ikinci ve üçüncü şahıs
zamirleridir. Misal olarak ‘Ey insanlar! Allah Teâlâ’ya
muhtaçsınız’350
ayetini verebiliriz. Ayette Allah Teâlâ muhtaç olunan her şeyin adıyla
isimlenmiştir. Başka bir ifadeyle, sadece Allah Teâlâ’ya muhtaç olunabileceği
için muhtaç olunan her şey Allah Teâlâ’nın adıdır; bununla birlikte Allah
Teâlâ’ya öyle bir isim verilmemiş olabilir. Biz bilgilerin bize verdiği
manaları dikkate alırız. Allah Teâlâ’ya bir ismin verilip verilemeyeceği ise
O’na kalmıştır. O hangi ismi kendine vermişse biz veririz. Biz Allah Teâlâ’yı
ancak O’nun kendisiyle zatını isimlendirdiği isimlerle isimlendirebiliriz. Bir
ismi kendisi için kullanmamışsa, Allah Teâlâ karşısında edebin gereği olarak,
biz de kullanmayız. Biz Allah Teâlâ’ya göre ve O’nun için hareket ederiz.
Bu bölümde Allah Teâlâ’nın esma-i
hüsna (güzel isimler) diye ifade etmiş olduğu ilahi mertebeleri peş peşe
sayacağız ve o mertebeleri yüz mertebeyle sınırlayacağız. Onların ardından her
biri konuyla ilgili fasılları zikredeceğiz. Mertebelerden birincisi ilahi
mertebedir ve o mertebe Allah Teâlâ ismidir.
İLAHLIK
MERTEBESİ
Allah Teâlâ
İlahi İsmi
Allah Teâlâ, Allah Teâlâ, Allah
Teâlâ! O’nun ayetleri hüküm verir ki Alemde Allah Teâlâ olan O’dur
Münezzehtir, kimse bilemez O’nu
Kullan bilemez, O’ndan başka ilah
yok
Öyle bir ismi var ki ortaksız O isim Allah Teâlâ ismi,
biliniz
İlahiık mertebesi tüm mertebeleri
kendinde toplayan mertebedir. Bu nedenle herkes sadece Allah Teâlâ’ya ibadet
eder. Allah Teâlâ ‘Rabbin sadece kendisine ibadet
edilmesine hükmetti’351 ve ‘Siz
Allah Teâlâ’ya muhtaçsınız'352
diye hükmetmiştir.
Gizli ve açık her şey Allah Teâlâ’ya
ait Evet! Hatta her şey O, başkası değil
Bilmelisin ki, ilk konuluş anlamı
bakımından Allah Teâlâ ismi tüm ilahi isimleri kuvve halinde içerir. Hatta
âlemde eseri olan her isim Allah Teâlâ isminin vekili olarak zuhur eder
ve" ortaya çıkar. Bir insan ‘Ey Allah Teâlâ!’ dediğinde onu bu nidaya sevk
eden haline bakıp o halle ilgili ilahi ismin hangisi olduğunu düşünmelisin. O
özel isim, dua edenin ‘Ey Allah Teâlâ’ derken kendisine nida ettiği isimdir.
Çünkü Allah Teâlâ ismi ilk konuluş anlamı itibarıyla her şeyin elinde
bulunduğu Hakkın zatına işare: eder. Bu nedenle özel olarak zata delil olan
ilahi isim (Allah Teâlâ), bütün ilahi isimlerin yerini almış, onların vekili olmuştur.
Öte yandan, her şeyin kendisine dönmesi itibarıyla bu isimlendirilen,
kendilerine muhtaç olunan her şeyin adının sahibidir. Başka bir ifadeyle
kendisine muhtaç olunan maden, bitki, hayvan, insan, felek, melek vb. gibi yaratılmış
ve var edilmiş her şeyin ismi bu isme döner. Öyleyse ‘Allah Teâlâ’ ismi, âlemde
eseri ortaya çıkan her müsemmaya ait isimle isimlendirilir. Bu bağlamda âlemde
her şeyin bir eseri vardır.
İlahi zatın tenzih isimlerini
içermesine gelirsek, bu husus son derece bellidir. Her ilahi isim Hakkın
zatına delalet etmek bakımından tenzih ismi sayılsa bile, isimlerden her biri,
zata delalet ederken olumlama veya olumsuzlama (selb ve ispat) tarzında
türetildiği köke bağlı olarak başka bir anlama daha delalet eder. Bu nedenle
hiçbir isim zata delil teşkil etmede ‘Allah Teâlâ’ ismi kadar güçlü olmamıştır.
Bununla birlikte Allah Teâlâ peygamberine emrederken ‘De
ki, Allah Teâlâ veya Rahman diye dua edin, hangisiyle dua ederseniz, en güzel
isimler O’na aittir’353
buyurur. ‘O'na’ zamiri dua edilen Hakka döner, çünkü asıl isimlendirilen, tek
hakikattir. Öte yandan, Allah Teâlâ bu özel ismini Hakkın zatından başkasının
ismi olmaktan sakınmıştır. Bu nedenle Allah Teâlâ ilahlığı bu ismin sahibinden
başkasına nispet edenlere karşı delil getirmek üzere ‘De ki
onları isimlendirin’354 buyurur. Bu ifadenin
muhatabı ise susmuştur; taptığı putu isimlendirmiş olsaydı, ‘Allah Teâlâ’
adından başka bir isimle isimlendirecekti.
Bu mertebenin kuşatıcılığma gelirsek,
hiç kuşkusuz, ilahi zat mefhumuna ilave isimlerin çok ve farklı delaleti
vardır. Bu itibarla elimizde ‘Allah Teâlâ’ isminin dışında zata ait özel isim
yoktur. Demek ki ‘Allah Teâlâ’ ismi, özel isimlerin kendi müsemmalarına ait
olması gibi, mutabakat ve örtüşme yoluyla zata delalet eden isimdir. Bu
bağlamda bazı isimler tenzihe delalet ederken bazı isimler sıfatların
varlıklarını ispat eder. Bununla birlikte Hakkın zatı sayıların kendisinde
bulunmasını kabul etmez. Söz konusu isimler, zata ait sübutî sıfatların
varlıklarına işaret eden isimlerdir. O isimlere misal olarak el-Âlim, el-Kadir,
el-Mürid, es-Semi, el-Basir, el-Hayy, el-Mucib, eş-Şekûr ve benzeri isimleri
verebiliriz. Bazı isimler ise na’darı/nitelikleri ortaya çıkartır ve onlardan
ancak nispetler ve izafeder anlaşılır. Misal olarak el-Evvel, el-Ahir, ezZahir,
el-Bâtın vb. isimleri verebiliriz. Bazı isimler fiil anlamı verirler. Misal
olarak el-Halık, er-Rezzak, el-Bâri, el-Musavvir vb. isimleri verebiliriz.
Böylece bütün isimler taksim edilmiş oldu. İlahi isimlerin sayısı ne kadar olursa
olsun, kısımlardan birisinde veya birden çoğuna ait olması gerekir. Bununla
beraber her ilahi isim, zata delalet eder ve bunun böyle olması zorunludur.
Binaenaleyh ilahi mertebe, bütün mertebeleri içeren mertebedir. (Bu mertebenin
ismi olan) Allah Teâlâ’yı bilen, her şeyi bilir, hangisi olursa olsun
mümkünlerden tek bir şeyi bilmiş olmaz. Onlardan birini bilmek, özellikle
âlemin ilahı olması bakımından Allah Teâlâ’yı bilmeye delil teşkil etmede
bütünün hükmüyle birdir. Şeriatın gereğiyle amel ederek, keşif elde edersen Allah
Teâlâ’yı ancak (mümkünlerle değil) O’nunla bileceğini ğörürsün. Bu bilmede
delil medlulün ta kendisidir.
Bu mertebe tüm hakikatleri kendinde
toplasa bile, ona mahsus ve (kulda tezahür eden) en belirgin hal, hayret,
ibadet ve tenzihtir. Tenzihe gelirsek, tenzih Allah Teâlâ’nın yaratıklarına
benzemeyecek şekilde yüce olmasıdır. Bu tenzih Allah Teâlâ hakkında hayrete yol
açacağı gibi aynı şey ibadet için geçerlidir. Allah Teâlâ bize nefislerimizi ve
O’nu bilmemizi sağlayacak fikir gücünü vermiştir. Fikir gücü, varlığımızı
yaratışında kendisine dayanmamızın dışında, Allah Teâlâ ile aramızda hiçbir
benzerlik ve ilişki bulunmadığı hükmünü verir. Tenzihin verebileceği nihai
nokta, Allah Teâlâ ile aramızda nispetlerin bulunmasıdır -çünkü varlıklarımızın
ayrılmaz özellikleri bunu talep ederve nispeder sıfadar diye isimlendirilen
şeylerdir. Şöyle diyebiliriz: ‘Nispeder Allah Teâlâ’nın zatına ilave şeylerdir
ve onlar var olan hakikatlerdir. Allah Teâlâ’nın kemali onlara bağlıdır.
Nispeder olmasaydı, Allah Teâlâ zatı bakımından eksik, ilave bir nitelikle
kemale eren olurdu. ‘Nispeder ne O’dur, ne O’ndan başkadır’ deseydik, bu ifade
tutarsız ve söyleyenin akıl ve düşünce eksikliğine delil teşkil eden ruhsuz
bir ifade olurdu. Böyle bir ifade tenzihe delalet etmekten daha çok sahibinin
düşünce eksikliğine işaret eder. ‘Nispeder O değildir, varlıkları da yoktur,
onlar sadece nispederdir ve nispeder var olmayan şeylerdir’ dersek, yokluğun
varlıkta tesiri bulunduğunu kabul etmiş sayılırız. Bu anlayışa göre nispeder,
mümkünlerin varlıklarının ortaya çıkartmış olduğu hükümlerin çokluğu nedeniyle
çoğalmıştır. Bütün bunlardan hiçbirini söylemezsek, bize verilen nazari gücü
işlevsiz bırakmış oluruz. ‘Bu durumların hakikatleri yoktur, onlar vehim ve safsatadır,
herhangi bir gerçekliğe dayanmazlar, ne duyu, ne fikir, ne akıl yoluyla
kimsenin onlara dair bilgisi yoktur’ dersek, doğru bile olsa bizi bu görüşe
ulaştıran delil nedir? Bu hüküm doğru değilse, onun doğru olmadığını nasıl
anladık? Akıl bu bölümlerden herhangi birine ulaşmaktan acizse, o zaman
şeriata döneriz. Hâlbuki şeriatı ancak akılla kabul ederiz. Şeriat (hakkındaki
bilgi) Şâri hakkındaki bilgimiz demek olan asıl bilginin fer’idir. Aslı
bilmekten aciz isek şeriatın varlığı bize hangi nitelikle ulaşmıştır? Aslı
bilmekten aciz isek fer’i ve onun sabit olduğunu bilmekten daha da aciz
kalırız. Bu gerçeği görmezden gelerek, nefislerimizde zorunlu olarak bulup da
reddedemediğimiz bir durumdan kaynaklanan iman yoluyla Allah Teâlâ’nın sözünü
kabul edebiliriz. Bu bağlamda şeriatın aklî delillerle çelişen bir takım
hususları Allah Teâlâ’ya nispet ettiğini ‘duyduk.’ Bunlardan hangisini alsak,
karşımıza öteki çıkar. Aklî düşünceye başvurarak şeriattaki bu ifadeleri tevil
etmeye kalkarsak, aklımıza ibadet etmiş, Allah Teâlâ’nın varlığını kendimize
dayandırmış oluruz; hâlbuki O, kıyas yoluyla idrak edilemez. Bu durumda Allah Teâlâ’yı
tenzihimiz bizi hayrete ulaştırır. Çünkü tüm yollar birbirine karışmasıyla
hayret dinî ve aklî düşüncenin kendisine ulaştığı bir merkeze dönmüştür.
(Bu mertebeye mahsus başka bir hal
olan) ibadete gelirsek, ibadet tanımı bakımından mümkünün tercih edene muhtaç
olmasıdır. Burada ‘ibadet’ derken teklifi kastediyorum. Teklif yükümlü olduğu fiilleri yapabilme veya nefsini yasaklardan
alıkoyma gücüne sahip olan birine dönük olabilir. Yükümlünün bir fiili olduğuna
göre, bir açıdan fiilleri yaratılmıştan olumsuzlayıp teklifin sahibine izafe
ederiz; hâlbuki bir varlık kendi kendini yükümlü tutmayacağına göre teklifin
sahih olabilmesi için hitabı kabul edecek mahal olmalıdır. Bir açıdan da
fiilleri teklif hikmetinin talep ettiği üzereyaranlmışa nispet ederiz. Hâlbuki
olumsuzlama (nefy) ispatın zıddıdır. Daha önce tenzih gibi bu düşünme biçimi
de bizi hayrete düşürür. Hayret ise hiçbir şey vermez. O halde aklî düşünme
hayrete yol açtığı gibi tecelli de hayrete yol açar. Demek ki, sadece hayret
eden vardır ve hüküm sahibi, sadece hayrettir. Var olan, sadece Allah Teâlâ’dır.
Bu hükümler bazı insanların sırrında karşı karşıya geldiğinde şöyle
demişlerdir: ‘Ey hayret, ey dehşet, ey karşı konulamayacak yanış!’ Bu hayret
hükmü ilahi mertebenin dışında başka bir mertebeye ait değildir.
RABBANİ MERTEBE
er-Rab İlahi
İsmi
Rab bizim sahibimiz, Rab bizim ıslah
edicimiz Rab bizi ispat eder, çünkü kendisi sabit
Varlığım olmasaydı, Hakk beni var etmeseydi Var olan ve yok olan olduğumu
bilemezdim ki
Hakk beni kendinden yarattı,
destekledi beni Bu nedenle konuşan-susan diye çağrılırım
Bu ismin beş hükmü vardır: Telvin,
yani değişmede sebat, Hakka dair tartışanlar hakkında kesin delil, mümkünlerin
maslahatlarını gözetmek, azatlık kabul etmeyen kölelik ve hayatın alışılmış
sebeplerle irtibatı. Telvinde sabitlik (sürekli değişim) ‘O
her gün bir iştedir’355 ve ‘Allah
Teâlâ geceyi ve gündüzü değiştirir’356 ayetlerinde
belirtilir. Alemdeki her nefeste başkalaşma ortaya çıkar. Bakınız! Güneş
gecenin ve gündüzün sebebi olarak sürekli hareket eder, gece ve gündüzde
belirli bir yerde durmaz. Yıldızlar ‘her
biri bir felekte yüzer.’357 Allah
Teâlâ üç yüz altmış dereceden herhangi birisinde onların karar kıldıklarını ve
yerleştiklerini söylememiştir. Yıldızlar feleğin her dakikasında, hatta
parçalanmayacak en küçük biriminde dahi sabit değillerdir. Allah Teâlâ
yıldızlardan herhangi birisini feleğe yerleştirdiğinde, onun vesilesiyle
rükünler âleminden cevher-i fert yaratır. Onu ne olduğunu ve mahiyetini sadece
kendisini yaratan Allah Teâlâ bilebilir. Orta âlemdeki semavî ruhlarda ise -ki
orası burçlar feleğinin başlangıcıdırbirtakım ilimler meydana getirir. Bu
bilgiler kendilerine ihsan ettiği marifedere göre O’nun Hakk ettiği övgülere
dairdir. Ayette ‘Her birisi namazını ve tespihini
bilmiştir, Allah Teâlâ onların yaptıklarını bilir’358
denilir. Bu toplulukta bulunanlar cennet ehli olanlar iken rükünler âleminde
bulunanlar ile bu topluluk içindekilerin bir kısmı cehennem ehlidir. Allah
Teâlâ Mele-i a’lâda ise -ki orası burçlar feleğinin üzeri, nefislerin kaynağı,
akıllardan Amâ mertebesine kadarki yerdirilahi isimlerin talep ettiği bilgileri
yaratır. Bu bilgiler, isimler bakımından değil, kendileri bakımından Allah
Teâlâ’ya layık övgüleri ortaya çıkartır; çünkü ilahi isimler onların ihata
edemeyeceği kadar yücedir. Onlar, sonsuz sayıdaki hükümlerini gerçekleştirmekle
ilgilidir.
Bu mertebenin Hakka dair tartışanlara
karşı otorite sahibi olmasına gelirsek, hiç kuşkusuz, Allah Teâlâ hakkında
ileri sürülen görüşler bir güçten kaynaklanarak farklılaşmıştır. Söz konusu
güç, mizaçları, bedenleri, güçleri ve kabiliyetleri farklı şahıslarda bulunan
müfekkire, yani fikir gücüdür. Onun yardımcısı insanların doğal mizacıdır. Her
şahsın doğadan (tabiat) payı ise üzerinde bulunduğu mizacının ona verdiği
kadardır. Bu güç bütün gücünü insana verdiğinde, ruhun üflenmesini kendisiyle
kabul ettiği istidat ortaya çıkar. Üfleme ile doğal cismin düzenlenmesinden ise
nuranî suret, nur ile karanlık arasında karışık ruhanilik ortaya çıkar. Onun
karanlığı gölge, ışığı ziyadır (ışık ve karanlık karşımı). Suretin gölgesi
Rabbin uzattığı şeydir ve bu yönüyle Rab kaynaklıdır. cRabbin
gölgeyi nasıl uzatır?’359
Onun ışığı ziyadır, çünkü doğal cismin aydınlığı güneşin ışığına bağlıdır. Allah
Teâlâ güneşi ziya, ayı nur yaptığını söylemiştir. Bu nedenle biz de her
varlıkta Allah Teâlâ ile arasmda bulunan özel yön (vech-i has) nedeniyle onun
ışığını ziya kabul ettik. Başka bir nedeni ise ziyanın düzenlenmiş cismin
aynasına yayılmasıdır. Böylece güneşin ışığı yansıma yoluyla aydan ortaya çıktığı
gibi bu cisme yansır. Bu nedenle tikel ruhu ‘nur’ diye isimlendirdik. Allah
Teâlâ, Ay’ı nur yapmıştır. Başka bir ifadeyle Ay, Allah Teâlâ’nın kendisini
öyle yaratması nedeniyle nurdur. Güneş de zatı bakımından nur (saf ışık) olsa
bile, Allah Teâlâ’nın yaratması nedeniyle ziyadır. Ay ise zatı gereği silinmiştir.
Demek ki yok olma (fena) ve silinme aya ait iken beka Güneş’e aittir.
Ay her bakımdan fena halinde
Güneş aydınlatır, beka halinde
Güzel yüz her güzelliğe sahip
Müjde vardır bize ve kavuşma haberi
O’nun güzelliğini her gözde himaye
ettik
Ağacı kabuğunun himaye ettiği gibi
Gök vesilesiyle varlığa indik, varlık
O’na ait
Kuşatıcı arş O’nun, Amâ O’nun
. Bizdeki yönelme ve yüz çevirme O’na dair
Yücelik ve tenzih hükmü
Yaklaşırsa, meclisi bereketli
Bizimle yücelirse, övgü bize ait ,
Varlığında irade O’nun hükmü O seçen, dilediğini
yapan
Sonra bu ruhanî ve duyusal güçler,
tekil zamirle üflenmiş olan tikel ruhun yaradılışına yönelirler. Allah Teâlâ ‘Ben
üfledim’360
der. Buna mukabil Hz. İsa’nın ruhu, çoğul zamirle üflenmiştir. Demek ki onda
bütün isim ve ruhların güçleri bulunur. Allah Teâlâ Hz. İsa hakkında ‘Biz üfledik’361
buyurur. Onu Meryem’e ‘Düzgün bir beşer olarak’362
veren Cebrail’di. Böylece Cebrail insan-ı kâmil suretinde tecelli etmiş, ruh
üflemiştir. Bu üfleme Hakkın üflemesiydi. Benzer şekilde, Allah Teâlâ kulunun
diliyle ‘SemiAllah Teâlâu limen hamideh (Allah Teâlâ kendine hamd edeni duydu)’
diyerek (kulunun diliyle söylediği sözü kendisine nispet eder). Binaenaleyh bu
güçler ona tabi olunca, onlardan birisi olan müfekkire gücü de ufuklardaki ve
nefsindeki ayetleri kendisiyle düşünsün diye insana verilmiştir. Bu düşünmeyle
‘onun Hakk olduğu ortaya çıkar.’ Sonra mizaçlar farklılaşmış, bu nedenle de
kabulün farklılaşması kaçınılmaz olmuştur. Bunun neticesinde tefekkürde
derecelenme ortaya çıktığı gibi her nazarî (teorik) araştırma ötekinin
verdiğinden başka sonuç vermiştir. Teorik bilgiler belirli konularda
birbirinden ayrışırken bazı konularda ortak olmuşlardır. Allah Teâlâ hakkındaki
görüşlerin birbirinden farklılığının sebebi budur. Rab ise indirdiği
şeriatın bilgisine göre görüş sahipleri arasında hüküm verir ve akıllar kendi
delilleriyle kalakalırlar. Onların düşüncedeki farklılıkları ise şeriatın
maddelerinde ortaya çıkar. Hâlbuki daha önce aklî düşünce ile düşünmekte
idiler. Bu durum özellikle şeriata iman eden erkek-kadın müminler için
geçerlidir. Allah Teâlâ hakkındaki bilgilerde birbiriyle çelişen kimseler
arasında Rabbin hükmünü kabul edenler müminlerdir. Onlar, gerçek anlayış
sahipleridir. Bununla birlikte onlar, ittifak noktaları olsa bile, görüş
ayrılıklarına da düşmüşlerdir. Görüş ayrılıkları, Rabbin hakka dair verdiği
hükmü anlamada tezahür eder. O Hakk şeriatın kulları adına ortaya koyup
kendisini isimlendirdiği haktır. Biz de Allah Teâlâ’yı onunla (el-Hakk) isimlendirir,
kendini nitelediği özellikle niteleriz. Bize ulaştırdığı bilgiye herhangi bir
şey eklemediğimiz gibi kendiliğimizden O’na isim de uydurmayız.
Mümin olmayan insanların arasında
inançlardaki farklılıklar nedeniyle ortaya çıkan tartışmalara gelirsek, bu
bağlamda onlardan birisi, yasa koyucudur. Başka bir ifadeyle yasa koyucu Hakka
dair bir bilgi ortaya çıkartmış, fakat başkaları ‘mümin’ olmadıkları için onun
yöntemini takip etmemiştir. Onların arasında, yani şeriat ile mümin olmayan
akılcılar arasında hüküm veren, tecelli suretleriyle Allah Teâlâ’nın kendisidir.
Bu tecelli ile onların arasında ayrım gerçekleşir. Fakat bu ayrım dünyada
değil, ahirette gerçekleşir, çünkü ahiret yurdunda cebir (zorunluluk) hükmü
ortaya çıkar. Dolayısıyla orada hiçbir itirazcı kakmadan bütün mülk Bir ve
Kahhar Allah Teâlâ’ya ait olur, sahiplerinden iddialar kaybolur. Müminler
orada bulunan herkesin üzerinde efendiler olarak ortaya çıkar.
Bu mertebeye mahsus başka bir özellik
de mümkünlerin maslahatlarını gözetmektir. Bilmelisin ki, mümkünlere zadarı
bakımından bakarsan, onların herhangi bir yönü kabul etmeleri öteki yöne göre
öncelikli değildir. Rab ise varlık Ve yokluk hallerinde veya varlıktaki
öncelik ve sonralıklarında mekân ve mertebelerinde öncelikli olanı gözetir.
Onların zaman, mekân ve hallerinde kendilerine uygun olanı dikkate alır,
mümkünlerin hakkında en doğruyu tercih eder, mümkünü en doğru içinde izhar
eder. Çünkü Allah Teâlâ onu ancak kendisini tespih etsin ve onun kabul
edebileceği ölçüde şanına layık marifeti öğrensin diye izhar etmiştir. Mümkünün
yaratılmasının başka bir sebebi yoktur. Bu nedenle bazı mümkünler diğerlerinden
önce gelmiş, bir kısmı sonra gelmiş, bir kısmı ulvi, bir kısmı süfli olmuştur.
Bunun yanı sıra görevlendirme, görevden alma, sanat, ticaret, hareket, durmak,
toplanmak, dağılmak ve benzeri gibi farklı mertebe ve hallerde
dereçelenmişlerdir. Bu durum mümkünlerin mümkünlerdeki hareketliliği ve
başkalaşmasıdır. Bunun dışında bir başkalaşma gerçekleşmez.
Azatlık kabul etmeyen kulluk ve
kölelik, bu mertebeye mahsustur. O kulluk Allah Teâlâ’ya olan kulluktur. Bu
itibarla kulluk üç kısma ayrılır: Birincisi Allah Teâlâ’ya, İkincisi
yaratılmışa, üçüncüsü Hakk mahsus kulluktur. Bu anlamıyla kulluk ubudiyet diye
isimlendirilir ve o kendine mensuptur. Bu üç kulluk türü arasından sadece
yaratılmışa kulluk azadık kabul edebilir. O da iki kısma ayrılır: Birincisi
hürriyet içindeki köleliktir (ubûdet). Bu kölelik, yaratılmışların sebeplere
kulluğu ve boyun eğmeleri demektir. Onlar hür olsalar bile sebeplere köledir.
İkincisi, sahibe ve efendiye köleliktir. O kölelik, alım ve satıma konu olan
veya azadık yoluyla bir yaratılmışın mülkiyetinden kendini çıkartan insanlarca
bilinen köleliktir. Geride, sebeplerin sahibi hakkında hayret kalır. Böyle
biri sebeplere kölelikten kurtulur mu, kurtulmaz mı? Bazı kimseler sebeplerin o
kişi üzerinde zorunlu olarak hüküm sahibi olduğunu düşünür. Onlara göre
sebeplere kölelikten ancak vehim yoluyla çıkılabilir, yoksa gerçekte kurtulmak
mümkün değildir. Bu görüş sahipleri sebeplere kölelikten azatlığın mümkün
olmadığını söylemişlerdir. Bazı kimseler, özel yönü dile getirmişlerdir; özel
yönde herhangi bir ortaklık söz konusu değildir. Bu görüşü dile getirenler
sebeplere köle olmaktan azatlığın mümkün olduğunu ileri sürmüşlerdir. Azatlık,
özel yönü bilmekle gerçekleşirken özel yönü bilen insan sebeplere kölelikten
kurtulmuş olur. Allah Teâlâ’ya kulluk ve Hakk kulluk ise genel olarak azadığın
söz konusu olmadığı kulluktur.
Hayatın alışılagelmiş sebeplerle
irtibatı bu mertebeyle ilgilidir. Bunun en açığı manevi veya maddi gıdalarla beslenenler
için gıdayla ortaya çıkar. Maddi gıda malumdur; manevi gıda akılların
kendisiyle beslendiği bilgidir. Hayatı bilgiye bağlı her şey manevi gıda elde
eder. O bilginin gerçekleşme yolu veya o varlığın kim olduğu durumu değiştirmez.
Bazı bilgiler sahibi adına sınanma yoluyla ortaya çıkabilir. Böyle bir bilgi
talep etmek özelliğindeki kimsede delil getirme amacı taşır ve bu durum bütün
yaratılmışlara yayılan bir özelliktir. Bu meseleyi Mevakiu’n-Nücûm
adlı kitabımızda karın uzvundan söz ederken açıklamıştık. Sözü uzatma endişesi
olmasaydı, bu mertebede de konuyla ilgili sırları açıklardık. Hâlbuki her
mertebede o mertebeyle ilgili kısmî açıklama yapmaktayız.
Er-Rab isminin pek çok izafeti
vardır. Bunlar ismin izafe edildiği şeylere göre toplanır, dağılır. Bu yönüyle
Rab mesela âlemler kelimesine izafe edildiği gibi ikinci tekil ve çoğul
zamirlere izafe edilebilir. Misal olarak ‘Rabbine
yemin olsun ki’363 ve ‘İkinizin
Rabbi’364 ayetlerini
verebiliriz. Çoğul olarak ‘Sizin Rabbiniz’ şeklinde gelir. Bunun yanı sıra
babalara (babalarınızın Rabbi), üçüncü tekil ve çoğul zamirlere (onun Rabbi,
onların Rabbi), göğe ve göklere, yeryüzüne, doğuya, batıya, doğulara, batılara,
insanlara, feleğe, birinci tekil şahıs zamirine izafe edilmiştir. Binaenaleyh
er-Rab ismi her zaman izafeli ve tamlama halinde gelir. Bu isim hakkındaki
bilgi izafe edildiği şeye göre ortaya çıkar, bunu anlamalısın! Bu konu hakkında
açıklamalar sözü uzatır.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır. ’
RAHMÛT
MERTEBESİ
er-Rahman,
er-Rahim İlahi İsmi
Yolculuğum Rahman’a
benim
Celal ve cemalden
haz almak üzere
Hakk bize Rahim
Bizi çağırdığı gün
merhamet eder bize
er-Rahman adı ihsan ve zorunlu rahmeti hakkında mübalağa bildirir.
Allah Teâlâ bu rahmeti için ‘Benim
rahmetim her şeyi kuşatmıştır’365 der. Allah Teâlâ’nın
isimlerinden birisi er-Rahmanü’r-rahim’dir. Bu isim, balebekke ve rame-hürmüz
isimleri gibi bileşik isimdir. Bu ismin bileşikliği kabul etmesinin nedeni, Allah
Teâlâ’nın kullarına dönük rahmetinin zorunlu ve ihsan rahmeti diye iki kısma
ayrılmış olmasıdır. İhsan rahmetiyle âlem ortaya çıkarken, yine o rahmede
bedbahdarın sonunda varacakları yer kendisini doldurmuş oldukları yurtta nimet
olacaktır. Bu rahmet, zorunlu rahmeti meydana getiren farz amellerin sebebidir.
Allah Teâlâ o rahmet hakkında peygamberine ihsan yoluyla ‘Allah
Teâlâ’nın rahmeti ile onlara yumuşak davrandın’366
demiştir. Başka bir ayette ‘Seni âlemlere rahmet olarak
gönderdik’367
buyurmuştur. Kastedilen ihsan rahmetidir. Alemdeki her şeyin rızkı o rahmete bağlanmıştır
ve bu nedenle ihsan rahmeti genel olmuştur.
Allah Teâlâ’nın kendine zorunlu
kıldığı rahmet ise kitabında zikretmiş olduğu nitelik ve özelliklerle
sınırlanmış rahmettir. O rahmet ‘Rabbimiz!
Sen her şeyi rahmetin ve bilginle
ihata ettin’368 ayetinin
kapsamında yer alır. Allah Teâlâ’nın bilgi ve rahmetinin sonu, kendisini kabul
eden herkes için genel rahmeti olur ki O’nun dışındaki herkes hiç kuşkusuz
rahmeti kabul edicidir. O’nun rahmetinin genelliğinin bir neticesi Rahman’ın
nefesi ile gazabı kendisinden izalesidir. O gazap Allah Teâlâ’nın daha önce
kendisi gibi öfkelenmediği ve bir daha öfkelenmeyeceği gazabıdır. O mertebe
genelliği ve her şeyin kapsamına girmesi nedeniyle mübalağa ismiyle
isimlendirilmiştir. Bu rahmet her mümkünün fertleri ile bileşikliği gerektiren
münasebetlerin sayısınca konuya ve ilgiye (taalluk) sahiptir. Bu itibarla
mümkünler sonsuz olduğuna göre O’nun rahmeti de sonsuzdur. Mümkünler o
rahmetten ortaya çıktığı gibi ilahi gazap da ondan ortaya çıkmış, bu rahmetten
ortaya çıktıkları için de ona dönmeleri mümkün olabilmiştir; çünkü bu çıkış
rahmetin saf ve mutlak olarak geride kalabilmesi için ayrışma amaçlıydı. Bu
sayede rahmet ile gazap yarışmıştır. O halde rahmet ve gazap ayrışma ve
yalnızlaşmak için yarışmıştır. İlahi gazabın dışındaki her şey, rahmetin
kendisinde rahmetten var olmuştur ve dolayısıyla rahmetin dışına
çıkmamışlardır.
, Allah Teâlâ’nın rahmeti sınırsız O rahmetteki her şey sayılı ve sınırlı
Hidayetten sapan herkes O rahmete
doğru gider sonunda
Ona yakınlık uzaklığın aynı Ondan
sonra hiçbir son yok
Rahmetin sonlu olduğunu söyleme
Varlıkta bir sınırı yok onun
O rahmetle kendinden ayrışırsın
dikkat et . Rab, Rab’dir; kul ise kul
Alemin varlık sebebi ile Hakkın
kendini bilinmeyi sevmekle nitelemiş olmasını öğrenen kişi, rahmetin ilk
olarak neyle ilgili olduğunu da öğrenir. Allah Teâlâ bilinmeyi sevmiş, onun
için âlemi yaratmış, onlara tanınmış, onlar da kendisini bilmişlerdir. Bu
nedenle her şey O’nun hamdini tespih etmiştir. Öyleyse seven kişi muhabbetin
ayrılmaz özellik ve kuralları nedeniyle merhamete mazhar olandır;
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ hakkında
hüküm vermek, kendinde tecelli ettiği surete göre gerçekleşir. O suretin
kendisini kabul edebileceği sıfatlarla Hakk kendini niteler ve tavsif eder. Bu
durum genel nezdinde şöyle ortaya çıkar: Bir insan rüyasında Hakkı bir surette
gördüğünde, görmüş olduğu suretin niteliklerini Hakka yükler. Bu durum
rüyalarda kimsenin inkâr edemeyeceği bir olgudur. Allah Teâlâ adamlarının bir
kısmı söz konusu sureti uyanıkken görür, fakat suret uyuyanın rüyayı gördüğü
mertebede ortaya çıkar, başka bir mertebede değil! Bu mertebede nebiler ile
veliler ortaktır -Allah Teâlâ hepsinden razı olsun-. Buradan ilahi rahmetin her
bir şeyi kuşatmış olması mümkün olur. Hakkın kendisinde göründüğü ilahi suret,
bulunduğu mertebede eşyanın bir parçasıdır ve dolayısıyla -anladıysanAllah
Teâlâ’nın rahmetinin onu da kuşatmış olması gerekir. Yaratılmışlar için
intikam, sahibinin kendine duyduğu merhametin tezahürüdür. ‘Allah
Teâlâ azizdir.’369
Yani böyle bir durumla nitelenmeyecek kadar izzet sahibidir. ‘İntikam
sahibidir.’370
Başka bir ayette ‘Beşincisi, doğru sözlülerden iseler,
Allah Teâlâ’nın gazabı onun üzerindedir’371
denilir. Başka bir ayette ‘Allah Teâlâ onlara gazap etmiş,
onlara lanet etmiş, büyük azap hazırlamıştır’372
buyurur. Allah Teâlâ kuluna tövbeyi nasip ettiğinde, hiç kuşkusuz, sevineceği
bir işi nasip etmiştir. Çünkü Allah Teâlâ sahih bir rivayette zikredildiği
üzere kulunun tövbe etmesi nedeniyle sevinir. Bu da O’nun rahmetinin
parçasıdır. Bu konudaki hadisler sayılamayacak kadar çoktur.
MÜLK
VE MELEKÛT MERTEBESİ
el-Melik İlahi İsmi
Melik şiddetli ve
güçlü olan demek
Galip gelmek için
düşmanlara karşı yardım al O’ndan
Nefsin tasarrufuna hâkim olursan En iyi hükümdar ve
galip gelen'olursun
Başka bir şiirde şu beyitleri
söyledik:
Melik şiddet sahibi O’ndan yardım al
Kıyamette O’nun mülkü var, mutlu olursun
Sen O’nun mülkü olmazsan Kıyamette
saadete eremezsin
Bilmelisin ki, mülk ve melekût,
ez-Zahir ile el-Bâtın isminin sahibidir. Başka bir ifadeyle (melekût) gayb
âlemi ve (mülk) şehadet âlemi demek olduğu gibi halk âlemi ile emir âlemi de
denilir. Mülk kahra ve zorlamaya konu olandır. el-Melik’in otoritesi altında
ezilmemiş olsaydı, mülk olmazdı. Kendi iradesi olmaksızın sahibinin iradesiyle
tasarruf altına giren kişi mülk olmaz, nafile ibadet yapana benzer. Böyle bir
kişi zorunlu-mecbur kul değil, ihtiyarıyla kul olan kişidir; dilerse efendisini
azleder, dilerse onu başına yönetici yapar. Hâlbuki zorunlu ve mecbur köle
böyle değildir. O efendinin otoritesi altındadır. Hükümdarın emri mülkün
zahirine ve bâtınına nüfuz ederse, bu durum ‘melekût5 diye
isimlendirilirken -bâtına nüfuz etmeksizinsadece zahire nüfuz etmesi ise mülk
diye isimlendirilir. Her iki nitelik peygamberlere uyarken mümin ve münafığın
varlığıyla ortaya çıkar. Bu itibarla peygamberleri zahir ve bâtında takip
edenler, mümin ve müslümandır. Bâtınında olmaksızın, sadece zahiriyle
peygambere uyan ise münafıktır. Zahirinde olmaksızın, sadece bâtınında
peygambere uyan ise günahkârmümindir. Allah Teâlâ’nın insana iki göz, yani duyu
ve akıl ya da baş gözü ve basiret vermesinin nedeni, onlarla bu iki niteliği
görmesine sağlamaktır. Çünkü Allah Teâlâ yaratmış olduğu her çifti idrak etmek
için iki göz yaratmışken kendine de çoğul lafzıyla ‘gözleri’ izafe etmiştir; bu
lafız çokluğa
delalet eder. Binaenaleyh herhangi bir şeyi herhangi bir tarzda idrak eden her
göz, koruma ve idrak özelliğine sahip Hakkın gözüdür. İşte Allah Teâlâ’nın
kendi adına gözleri çoğul yapmasının nedeni budur.
Allah Teâlâ hem kendini ve
yaratıklarını korur
O kendine ait olan hakkı bilendir
Allah Teâlâ kendini meşiyet ve
ihtiyar sahibi olmakla nitelemiştir. Bu durum akla göre değil, şeriata göre
O’nun kendinde bir tasarrufu olduğunu bize ispadar. Böyle bir durum nazarî
(teorik) düşüncenin Allah Teâlâ hakkında basiret gözüyle imkânsız sayacağı şerî
rivayetlerin ise sahih ve doğru kabul edeceği bir husustur. Baş gözü de Hakkın
tecelli edeceği suretlerin farklılığında bu durumu görür. İlahi meşiyet, ‘Allah
Teâlâ dilediğini siler, dilediğini sabit kılar’373 ve ‘Dilerse
sizi giderir ve yeni bir yaratılış getirir’374, ‘Allah Teâlâ bir
çocuk edinmek isteseydi, seçerdi’375
gibi ayetlerde zikredilir. Bütün bu hususlarda iradenin konu birliğine dönük
bir yön bulunurken ilgi ve taallukta tasarrufa dönük bir yön de vardır.
‘Taallukta tasarruf demek, iradede tasarruf demektir. İrade ise şifadan
reddedenlere göre Allah Teâlâ’nın zatı demekken, şifadan zait hakikatler kabul
edenlere göre O’nun sıfatıdır. Doğru görüş her iki görüşün dışındadır (Mutezile
ve Eş’ari): İrade zata ilave bir durum olmadığı kadar zatın kendisi de
değildir. Doğrusu, irade ilahi zata mahsus özel bir taalluk ve ilgi demektir.
Bunu ortaya çıkartan, iki durumdan birisini kabul etme ihtimali nedeniyle,
bizzat mümkünün kendisidir. İki durumun aklî varlığı ile mümkünün kabul
özelliği olmasaydı, irade veya ihtiyarın hükmü olmayacağı gibi ibarede de adı
ortaya çıkmayacaktı.
Bir insan mülk ve melekût
mertebesinde Hakk ile hazır bulunup âlemi ve onun ne olduğunu, Hakk ile
ilişkisini ve Hakkın onunla ilişkisini bilmezse, bu mertebede herhangi bir
şekilde bulunmamış ve hazır olmamış demektir. Üstelik böyle bir insanın
el-Melik isminden de bilgisi ve nasibi yoktur.
TAKDİS
MERTEBESİ
el-Kuddûs
İlahi İsmi
Özellikleri bizde ortaya çıkmamış
nefsi temizleyen insan Mukaddes ye kuddûs olur
Temiz ve iffetli bir köle olarak gelir Tasarrufunda karışıklık olmaz
el-Kuddûs’a binekler
ulaşır Temizlikten nasip almak üzere
Kuşatıcı Arş onun sakini En yüce
işlerden '
Kutsiyetin benzeri
yok
Onunla hayat bulur
ve onunla dirilirim
Hakk için gizlilik
yok
Hakk bizde
gönüllerde ortaya çıktı
es-Sübbûh
ve el-Kuddûs nakıs isimlerden temiz ve pak olan demektir. Nakıs isimler ancak
açıklayıcı cümlelerle tamamlanabilen isimlerdir. Bu itibarla Allah Teâlâ’nın
isimlerinden birisi ellezî (ki o) ve ma (ki
o şey) gibi ism-i mevsullerdir. Allah Teâlâ ‘O
gökleri ve yerleri yaratandır (ellezî halaka...)’376
buyurur. Başka bir ayette ‘O ölümü ve hayatı yaratandır (ellezî)’377
buyurur. Ma’nın bir isim olmasına misal olarak da ‘Göğe
ve onu bina edene yemin olsun ki’378
ayetinde ma
ism-i mevsulünün yorumlarından birisini verebiliriz. Ma
bazen mastar anlamında kullanılabilirken bazen ellezî (ki o) anlamında
kullanılabilir ve bu durumda nakıs isim olur. Nitekim burada ellezî (ki
o) anlamında Allah Teâlâ için bir isim olmuştur. ,
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ sebepleri
yarattığında onları kullarına görünür kılmış, sebeplileri (müsebbebat) ise
onlar vesilesiyle var etmiştir. Bakanlar ise onların sebeplerle yaratılmış
olduğunu zannetmişlerdir. Yaratılmışları hidayet ve bilgi yolundan saptırıp
onları her varlıkta bulunan Allah Teâlâ’ya ait özel yönden (vech-i has)
perdeleyen, bu yanılgıdır.
Bilmelisin ki, ‘nakıs isim’ diye
isimlendirilen lafız, ma (o şey), men
(o kişi), ellezî (ki
o) ile bu edatların benzerleridir. Onların isimlendirileni ise Allah Teâlâ’nın
yaratılmışlardan -ki onlar sebeplilerdirsayesinde perdelenmiş olduğu sebeptir.
Allah Teâlâ el-Kuddûs’tur. Yani nakıs isimlerin nispetinden uzak ve temiz olandır.
‘O’ndan başka ilah yoktur, 0 aziz ve hakimdir.’379 Bu
durumda iki görüşten birini seçebilirsin: Ya keşfin sana Hakkın mümkünlerin
mazharında zuhur eden olduğu bilgisini verir. Bu durumda takdis Hakkın
mümkünlerin hakikatlerinde bulunup zuhur etmesi itibarıyla mümkünlere ait olur
ve mümkünler kendilerine nispet edilen imkân, ihtimal ve başkalaşmadan Hakla
tenzih ederler. Bu bağlamda bir hakikat ile pek çok varlık vardır. Onların her
biri kendi birliğinde başkalaşmaksızın bulunur, hatta onların bir kısmı,
diğerlerine görünür, bir kısmı mümkünün suretine göre diğerlerinden gizlenir.
Tercih edebileceğin ikinci görüş ise Hakkın mazharın aynı olmasıdır. Bu durumda
zuhur eden mümkünlerin ezelî-sabit hakikatlerinin -ki onların dışta var olması
mümkün değildirhükümleridir. Bu durumda takdis, dışta var olması mümkün olmayan
mümkünlerin ezelî-sabit hükümlerinin Hakkın varlığında başkalaşmalarına
karşılık Hakka aittir. Öyleyse takdis, Hakkın varlığında zuhur eden mümkünlerin
hükümlerinin başkalaşmasına karşılık olarak O’na aittir. Başka bir ifadeyle Hakk,
söz konusu hükümlerin başkalaşhıası nedeniyle kendinde başkalaşmaktan münezzeh
ve müteal olandır. Nitekim farklı renklerdeki cama ışık vurup ışınlar odaya
yayıldığında farklı ışıklardan söz ederiz. Bunun nedeni camdaki renklerin
hükümlerinin farklılığıdır. Hâlbuki biliriz ki, ışık o renklerden herhangi
birisiyle boyanmış değildir. Bununla beraber duyu ışığın farklı renklerle
renklenmiş olduğunu gözler. Gerçekte ışık renk değişimini kabul etmekten
uzaktır. Hatta onun böyle bir özelliği bulunmadığına şahidik ederiz ve yine de
biliriz ki ışık ancak böyle algılanabilir. Biz Hakkı mümkünlerin hükümlerinin
kendisine vermiş oldukları başkalaşmaktan tenzih ederiz. Binaenaleyh Allah
Teâlâ’nın zatında başkalaşmanın olması mümkün değildir. Aksine o elKuddûs ve
es-Sübbûh’tur. Fakat algıda durum böyle tezahür eder, çünkü ayan-ı sabite
kendinde bu şekildedir. Nitekim Cebrail de bazen Dıhyetü’l-Kelbî vb. kişilerin
suretinde tecelli ederken bazen ufku kaplayacak şekilde, bazen inci suretinde
tecelli ederdi. Demek ki ya Cebrail’de suretler farklılaşır veya o farklı suretlere
girerdi. Hâlbuki kendisi olmak bakımından Cebrail’in zatında başkalaşmaktan
uzak ve temiz olduğunu biliriz. Fakat yine de onu böyle algılarız. Cebrail Allah
Teâlâ’nın kullarına birtakım ayetier indirdiğinde, ayeder de farklılaşır.
Mesela Kur’an-ı Kerim türlü ayederden oluşur ve kendisine nazil olduğu kimsenin
kalbinde ona indirmiş olduğu vahyin suretiyle şekillenir. Ayeder başkalaştığı
için kalbine nazil olduğu kimsenin hali de başkalaşırken kelam -Allah Teâlâ’nın
kelamı olması bakımındanbaşkalaşma kabul etmeksizin birdir. Ruh da kendisi
olmak bakımından başkalaşmayı kabul etmez. Öyleyse kelam kuddûs (başkalaşmadan
uzak) iken ruh da mukaddestir. Bununla birlikte başkalaşma da mevcuttur. Bu
durumda ayetlerin neyi gösterdiğine bakılır: Ayeder mümkünleri gösterirse,
takdis Hakka aittir (Hakk mümkünlerin özelliklerinden uzaktır). Ayetin
gösterdiği Hakk ise bu durumda sözü edilen Hakkın kendisi bakımından Hakk
değildir, çünkü O el-Kuddûs’tur. Ayetin Hakkı göstermesi ancak ilahi isimlerden
birisi bakımından olabilir. Delaleti bilmenin faydası da budur.
SELAM
MERTEBESİ
es-Selam
İlahi İsmi
Allah Teâlâ yaratıkları için
es-Selam diye isimlendi Bu nedenle selam en yüce makamın sahibi oldu
Yaratıklarında hüküm O’nun dilediği üzere İzzet, övgü ve haşmet
O’na ait
Selam Rabbimizin muhabbetidir O’nun
isimlerinden selamet umarız biz
O’nun yüce makamından sonra var
olduk Öncelik, hüküm ve ön O’na ait
O yaratıkları için es-Selam diye
isimlendi Bu nedenle vuslata eren akıllar hayrete düştü
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onlar
için selam yurdu vardır.’380
Başka bir ayette şöyle denilir: ‘Orası
kendilerine güçlüğün ulaşmadığı yerdir.’381 Onlar
orada selamet içinde bulunur.
Bilmelisin ki, arifin selameti, genel
olarak rablik (rububiyet) iddiasından uzaklaşmaktır. Bununla birlikte Hakkın
onun güçleri olduğunu müşahede ederken rububiyet esintileri kulun üzerinde
görünebilir ve o esintiler iddia şeklinde ortaya çıkar. Böylece arifin bu
esnada selameti kendinden olur. Selamın böyle isimlendirilmesinin nedeni
sahabenin (namazm sonundaki oturuş anlamında) teşehhütte ‘Selam Allah Teâlâ’nın
üzerine olsun’ demelerinden veya deme isteklerinden kaynaklanmıştı. Bunun
üzerine Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Allah Teâlâ’ya selam olsun
demeyiniz, çünkü Allah Teâlâ es-Selam'dır zaten’ buyurmuştur.
Kul es-Selam’ın kulu olarak Hakkın
karşısında bu mertebede bulunduğunda, Hakk onun aynasıdır ve aynada göreceği suretlere
bakmalıdır: Aynada bâtını suret ve zahirî şekle benzeyen suret görürse, nefsini
gördüğünü bilmelidir. Böyle biri henüz Hakkın onun güçleri olduğu makama
ulaşmamıştır. Beden şekliyle şekillenmeksizin, bir suret görür ve kendi
olmadığını bilirse, bu durumdaki suret Hakkın suretiyken kul da Hakkın onun
güçleri haline geldiği makama ulaşmıştır. Kul bu müşahedede aynanın kendisi
olunca, Hakk aynada tecelli eden olur. Bu durumda bir ayna olmak bakımından
kendine bakmalıdır. Aynada kendi şekliyle sınırlanmış bir suret görünürse, hüküm
Hakka değil, aynaya aittir. Çünkü aynaya bakan, aynanın şekliyle sınırlanır.
Başka bir ifadeyle aynadaki uzunluk, genişlik, yuvarlaklık, huni biçimlilik,
büyüklük, küçüklük gibi özellikler kendisine yansıyan surete hükmeder ve onda
ortaya çıkar, bakan kişi aynaya dönmüş olur ve aynanın kişide hükmü ortaya
çıkar. Aynanın şekline uygun ve münasip sınırlanmayı görmekle, gördüğü kişinin
-içinde bulunduğu halin değişen ve türlü verilerine görekendi suretine
girdiğini anlar. Onu kendi zatının şeklinin dışında görürse, gördüğü suretin
her şeyi ihata eden Hakk olduğunu anlar. Binaenaleyh Hakk hangi suret ile
zuhur ederse etsin, hiç kuşkuşuz öteki suretin tesirinden uzak ve salimdir.
Çünkü es-Selam’ın mertebesi böyle olmayı gerektirir. Bakınız! Bir adam Hakkı Ebu
Yezid’de görmüş, hemen düşüp ölmüştü. Daha önce Ebu Yezid’i görmeden Hakkı
görmüş, fakat etkilenmemişti. Bazen kişi Hakkı aynanın suretinden başka bir
şekilde görebilir. Misal olarak bir şahsın kendini içinde başka bir aynanın
suretinin bulunduğu aynada görmesini verebiliriz. Bu durumda öteki aynayı
kendi nefsinin aynasının suretinde görürken öteki aynadaki suretini ise diğer
aynanın suretinde görür. Suret ile bakanın aynası arasında ise bir vasat
vardır. Daha önce bu meseleyi açıklamış, dikkat çekmiştik.
Burada Hakkı, Muhammedi suretlerde ve
Muhammed! gözle görmekten söz etmek istiyoruz. Hakkın görülebileceği en tam ve
doğru görme derecesi budur. Bu mertebe Allah Teâlâ’ya hiçbir şeyi ortak koşmayana
aittir. ‘Cahiller onlara hitap ettiklerinde
‘selam’ derler.’382
Cahil gizli veya açık olmak üzere Allah Teâlâ’ya şirk koşan kişidir. Arifler
ise cahil insanların onlara nereden hitap edeceklerini ve mertebelerinin ne
olduğunu bilirler. Cahillere cevap vermeye kalksalardı, cehalet yolunda onlara
katılmış olurlardı. Bir insan başkasıyla ancak kendisiyle konuşmuş olduğu sözle
boyanarak ve onun haline girerek konuşabilir. Bu durum -ister cevap vermek
tarzında olsun ister kendiliğinden söze başlamak olsunher zaman böyledir. Bütün
bunlar, ilahi mertebelerdendir; bilen bilir, bilmeyen bilmez. Dolayısıyla söz
konusu insanlar sözlerine ‘selam’ demekten başka bir şey eklemezler ve hatta
isteseler bile yapamazlar. Bu mertebe mertebelerin en yücesidir. Buradan
melekler cennet ehline şöyle der: ‘Sabrınıza
karşılık selam üzerinize olsun.’383
İnsanların arasındaki belirli (es-Selam şeklinde) ve belirsiz (selam)
selamlaşma veya namazda okunan selam, bu mertebeden emredilmiştir.
Bilmelisin ki, cahil insan nefsinde
tasavvur ettiği bir şeyi söyleyen veya ona inanan kişidir; hâlbuki tasavvur
edilen şeyin o sözü söyleyen veya ona inananın tasavvuruna ilave dışta gerçek
sureti yoktur. Herhangi bir varlık mertebesinde onu araşan, sadece kendini
tasavvur edenin veya tasavvur edenden onu alanın nefsinde
bulabilirsin. Bu davranış, daha doğrusu böyle bir suretin tasavvuru, cehalet
demekken o kişi de onu tasavvur eden cahildir. Selam mertebesinin ehli olan
kişi ise varlık mertebelerini ve onların içermiş olduğu suretleri bilir. Kendisiyle
konuşan insanın söylediği sureti belirli bir varlık mertebesinde bulamadığında,
onun cahil veya bir cahilin taklitçisi olduğunu anlar ve bu nedenle onun sözüne
‘selam’ diye karşılık vermekten başka bir şey katmaz.
Bu makam çetin bir makamdır, şimdiye
kadar o makama müşahede yoluyla ulaşan kimse görmedim. Bununla birlikte
cahille konuşurken susmayı tercih edenler gördüm. Hâlbuki cahilin kendisine
hitabı karşısında susan herkes, konuşanın cahillerden olduğunu bilse bile, bu
mertebeden dolayı susmaz. Sadece bu mertebe sahibi (cahile) ‘selam’ der, çünkü
onun söz söyleyenin nefsindeki suretin varlığına ulaşma ve muttali olma imkânı
vardır ve onun suretini sadece söyleyenin nefsinde bulur. Bu söz söyleyen
kişinin mukallit veya kuşkuyla söyleyen olması durumu değiştirmez. Söyleyenin
nefsinden başka bir yerde sureti olmayan her söz, sözün gidişiyle veya suretin
unutulmasıyla ortadan kaybolur, çünkü onun varlığım koruyacak varlık mertebesi
yoktur. Bununla birlikte o surete delalet eden düzenlenmiş harfler vardır. Başka
bir ifadeyle o sözü söyleyenden ortaya çıkan harflerin sabitlik mertebesinde
ve hitaptaki varlık şeyliğinde düzenlenmiş harfleri vardır. Fakat o harflerin
gösterdiği şey yokluktur. Dolayısıyla suretin nefsten gitmesi kaçınılmazdır.
Bununla birlikte hitapta onun bir sureti geride kalabilir. O suret havada
şekillenmesi bakımından meydana gelen ve tespih eden bir melektir ve melek
annesini -ki anne onu söyleyendirbilir fakat herhangi bir varlık mertebesinde
babası olduğunu bilmeden nesebi olmayan bir garip olarak kalır. O sadece
kendisinde meydana gelmiş olduğu cahil insandaki varlığını bilir. Bu nedenle
doğruluk, gerçek ve var olan bir hakikat olduğu için susturucu olmuşken yalan
öyle değildir. Yalanın kendisine dayanacağı herhangi bir ilke yoktur ve yalan
başkasından bir eksiklik olarak ortaya çıkar. Bu nedenle Allah Teâlâ’ya
misaller vermemiz bize yasaklanmıştır. Hâlbuki Allah Teâlâ misaller verir,
çünkü O bilir, biz bilmeyiz. Allah Teâlâ dışta varlığı olacak şekilde bizim
için misaller verirken biz öyle değiliz. Bizim varlığı olacak şeyle misal vermemiz
tesadüfen gerçekleşebilir. Bu durumda dışta varlığa sahip misallerle misal
verebildiğimiz gibi sadece kendi tasavvurumuzda varlığı bulunan şeylerle misal
veririz. Misal verdikten sonra bir dayanak ararız, onu bulamayız ve misalin
dışta varlığı kalmayacağı için misalin kendisi kaybolur. Fakat misalin kendisi
için verildiği kimse kaybolmaz. Hiçbir şey O’na benzemezken varlıkta dayanağı
olmayan misal vermekle verenin ilişkisini açıklamak üzere, lambanın ışığının
lambanın ayrılmasıyla evden ayrılmasını düşünebiliriz.
Allah Teâlâ’ya yönelen bir grup
şekilci âlimin ve zevk ehlinin O’nun hakkında misal verirken geniş
davrandıklarına şahit olduk. Bunun yanı sıra onlar Allah Teâlâ’nın zatı
hakkında tenzihin ortaya çıktığı ifadelerle konuşmaktaydılar. Başka bir
ifadeyle ‘Allah Teâlâ’nın zatı şöyle olsaydı, şöyle olması gerekirdi’ şeklinde
cümleler kuruyorlardı. Bize göre Allah Teâlâ’nın zatı hakkında konuşmak
yasaktır. Bu durum ‘Allah Teâlâ sizi kendinden
sakındırır’384 ayetinin
işarı yorumuyla tespit edilir. Hatta ayetin tefsirinde de bu konuya işaret
vardır. Böyle bir davranış, gerçeği bilmeyenden meydana gelebilir. Ayrıca ‘O’nun
benzeri hiçbir şey yoktur’385 ayetinde -eğer doğru
anlaşılırsamüstağniliğe işaret eden anlam vardır. Bu itibarla akılcıların hangi
grubundan olursa olsun, büyük âlim olduğu iddia edilip Allah Teâlâ’nın zatı
hakkında konuşmayan kimse görmedik. Bunun tek istisnası Allah Teâlâ’yı
hakka’l-yakîn bilen Allah Teâlâ ehlidir. Onlar böyle bir konuya dalmamışlardır.
Allah Teâlâ ehli Hakkı kendisinin onlara müşahede ettirdiği gibi varlığın
kendisi olarak görürler ve sadece gördüklerini söylerler: (Kendi kendilerine)
olumsuzlamaz, tenzih etmezler veya teşbih etmezler.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
EMAN
MERTEBESİ
el-Mü'min
İlahi İsmi
Eman veren el-Mü’min ve er-Rab ,
Bütün yaratıklar
el-Mü’min diye dm eder
O kendi hakkını ve
bizim hakkımızı bilen
Bizim vazifemizi ve kendi üzerindekini bilir
Bu isim hakkında da şu beyitieri
söyledik:
Eman korkanlara ait
Demek ki müşahede eden
ve emre uyan emindir
Münezzeh Hakk her
şeyi verir ona
Farklı türlerde
marifetler verir
Arif haline gelir,
öyle ki
Hibelerde ve
marifetlerde eksiklik zarar vermez ona
Rahman’ın bizdeki
gayreti olmasaydı
Her arif için emanı
ispat ederdim
Fakat gizledim ki
Rabbim gizlensin istiyor
Keşif sahibi için
irade eder bunu
Bu mertebe el-Mü'min’in kuluna
aittir. Her mertebenin kulu olduğu gibi her mertebenin ilahi ismi vardır.
Hakkında konuştuğumuz ilk mertebe Allah Teâlâ’nın kuluna ait iken onu takip
eden mertebe abdurabbihî -yani Rabbin kuluna değilkendi rabbinin kuluna aittir;
bu itibarla er-Rab ismi Allah Teâlâ’nın kelamında her zaman tamlamayla gelmiştir.
Sonra Rahman’ın kulu, sonra el-Melik’in kulu, sonra el-Kuddûs’un kulu, sonra
es-Selam’ın kulu, sonra el-Mü'min’in kulu gelir. Mü’minin kuluna ait mertebe,
bu mertebedir.
Bu yola girmemin ardından bir veya
iki sene sonra kendi devrimde bilebildiğim kadarıyla başka kimsenin
ulaşamayacağı bir tarzda bu kulluk mertebesine ulaştım ve onunla tahakkuk
ettim. Bu konuda kimsenin sınanmayacağı şekilde sınandım, ardından bu makamı
hiçbir şeyi eksik bırakmayacak şekilde geçtim. Artık benim için hava duruldu,
göğün haberleriyle aramda herhangi bir engel kalmadı. Allah Teâlâ beni kendisi
hakkında tefekkür etmekten korudu. O’nu ancak kendi sözü, haberi ve
şahidiğinden öğrendim ve fikrim bu mertebede işlevsiz kaldı. Fikrim bu nedenle
bana teşekkür ederek şöyle dedi: ‘Sayende tasarruf etmemin bana yakışmadığı
alanda tasarruf etmekten ve yorulmaktan beni koruyan Allah Teâlâ’ya hamdolsun.’
Fikir gücümü ibret almaya yönlendirdim ve o da kendisini sadece yaratılış
gayesi için kullanacağım hususunda benimle biadeşti, ben de onun talebini
kabul ettim. Herhangi bir gücümün hakkım yerine getirmede eksik davranmadım,
onları yaratılış gayelerinin ötesine taşımadığım gibi bu konuda her iki yönden
emniyet elde ettiler. Dilerim ki, bütün güçlerim, Allah Teâlâ katında bana
teşekkür ederler. Burada Allah Teâlâ’nın bizde yaratmış olduğu ruhanî
kuvvetleri kastediyorum.
Bilmelisin ki, bu mertebenin ilahi
haberlerde bir otoritesi vardır. O mertebeye giren için mertebe iki kısma
ayrılır: Birinci kısım Allah Teâlâ katından gelen ve sayfa (suhuf), Tevrat,
İncil, Kur’an veya Zebur diye isimlendirilen ilahi haberlerdir. Başka bir
ifadeyle meleğin veya peygamberin Allah Teâlâ’dan bildirdiği veya Allah
Teâlâ’nın vahiy yoluyla veya perde ardından herhangi bir kuluna söylemiş olduğu
haberler, bu kısma girer. İman ehlinin ve Allah Teâlâ ehlinin kabul ettiği
husus budur. Diğer kısım büyüklerden bir kısmının âlemde söz söyleyen herkesten
kabul ettikleri sözlerdir. Bu kısmın sahipleri sürekli bir huzur ile haberlerin
bağlamlarının bilgisine muhtaçtır. ‘Bilgi’ derken haberlerin bağlamlarını ve
yerlerini bilmeyi kastediyorum. Onlar, varlıkta konuşma yeteneğine sahip her
dilden gelen hitabın yerinin neresi olduğunu veya Hakkın karşısındaki durumunu
bilen kimselerdir. Böylece her söze dinlemek üzere kulak verirler ve bu
kulaklarla sözü duyar, o sözü algılar, onun neyle ilgili olduğunu araştırıp
sözü yerine yerleştirir ve yerinin dışına taşımazlar. Böyle bir işi ancak
varlıkların hakikatlerini, yani mertebeleri bütünüyle bilen başarabilir. Burada
mertebelerin varlıklarını kastediyorum, yoksa şahısların varlıklarım değil!
Söz konusu insanlar her haberi mertebesine katarlar. Bunu yaparken yorulurlar
ve meşakkate düşerler, çünkü sözü söyleyen kişi, sözü hakkında rahat iken sözü
dinleyen yorulur. Çünkü dinleyen sözü Allah Teâlâ’dan almaktadır ve dolayısıyla
onunla neyin kastedildiğini inceler, sözü kendi yerine ulaştırır. Böyle
yaptığında, emaneti ehline verenlerden olur. Bu nedenle bazı insanlar âlemdeki
sözleri duymamak için kulaklarını pamukla kapatırlardı. Allah Teâlâ’nın öyle
kulları vardır ki, sözleri dinlemek kendilerine kolay gelir. Onlar hitabı Allah
Teâlâ’dan duymuş oldukları üzere hitabın mertebesi onlarla birlikte var olur,
herhangi bir güçlük çekmeden sözü ';endi mertebesine yerleştirirler.
Bu makamda bize rahatlık nasip eden Allah
Teâlâ’ya hamdolsun! Bu makam latif bir keşiftir: Bütün varlıkların dillerinde
genel olan ilahi hitap bir mertebedir. Bu söz ilahi hitaba eşlik eder, çünkü
gerçekte o da ilahi bir sözdür fakat söyleyen bunu bilmez. Allah Teâlâ
adamlarından kâmil bir insan sözü duyduğunda, duyduğu esnada onun mertebesini
müşahede eder. Böylece duymak ile mertebeyi görmek birleşir ve güçlük olmaksızın
sözü mertebesine katar. Allah Teâlâ ehlinden bu makamda yorulan bir grup
görmüştük. Onlar haberler ile mertebeler arasındaki münasebetleri araştırıp
öğrenmek istiyor, ardından haberi ehline katıyorlar, bunu yaparken de ilahi
haberlerin çoğunu kaçırıyorlardı.
‘Bu mertebe eman ve emniyet verir’
dedik, eman, hakkıyla korkanlara verilir. Bu itibarla mertebeler söz
söyleyenlerin dilleriyle gelen haberlere bakar, onların kendilerine ait
olduğunu anlarlar. Sözleri alanlar ise dinleyenler ve onlar bazen sözü
kastedilen anlamdan başka bir anlamda alıp kendi mertebesinden başka
mertebelere katarlar. Sözleri kattıkları mertebe, haberi reddeder ve kabul
etmezken haberin kendi mertebesi onu tanır. Bu itibarla mertebeyle haber
arasında sadece dinleyenin yanlış anlaması perde haline gelmiştir.
Dinleyicinin doğru ve sahih bir şekilde dinlediğini anlayıp sözü kendi
mertebesinin dışına taşırmadığım gördüklerinde, mertebe kendine mahsus söz hakkında
o dinleyiciden eman ve güven içindedir ve hakkının kendisine ulaşacağını bilir.
Binaenaleyh sözün mahsus olduğu mertebe dinleyicinin karşısında müsterih,
güvenli ve bu mesabedeki bütün dinleyicilerden ‘rızkı kendisine ulaşacak’
şekilde mutmaindir. İşte böyle bir dinleyici ‘eman verme’ ücretini Hakk eder
ve o ücret ilahi mertebede büyük bir ücrettir. Bazen insan konuşurken alay
eder, dalga geçer, söver ve sözüyle asıl anlamından başka bir anlamı kastederek
kinayeli konuşur. Kâmil dinleyici ise konuşanın niyeti yönünden değil, sözün
hakikati ve kendisi bakımından o sözü alır; çünkü yaratıklar içinde konuşan
herkes neyi konuştuğunu bilmez. Başka bir ifadeyle Hakkın hitabı oluşu bakımından
neyi söylediğini bilmeyebilir. Herkes kendi kastıyla ve niyetiyle konuşurken
kâmil dinleyici sözü varlıktaki mertebesine göre duyarak iki tarafa ‘eman
verir’: Birinci taraf sözü kendi mertebesine katmasıyken diğeri konuşanın
niyetiyle ilgilidir. Kâmil dinleyiciye göre konuşan kişi sözünün dinlenmesiyle
neyi amaçlamışsa, ö maksada da ‘eman’ verir. Bunu şöyle açıklayabiliriz: Bir
sözün aynı anda iki dinleyicisi olabilir. Birinci dinleyici söylediğimiz kâmil
dinleyici, öteki de onun tam tersi biridir. İkinci dinleyici sözden ancak
yaratılmışın kastettiği manayı anlar ve kâmil dinleyicinin sözün kendi
mertebesine kattığı ifadeyi anladığı mertebeye katar. Bu durumda mertebe, konuşanın
maksadına tabi olan nakıs dinleyici karşısında korkuya kapılırken kâmil
dinleyiciden dolayı eman içindedir. Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki ‘Bilenlerle
bilmeyenler bir değildir.’ Söylediğimiz hususu ancak sözün incilerine ulaşan
derin akıl sahipleri anlar.
ŞAHADET
MERTEBESİ
el-Müheymin
İlahi İsmi
el-Müheymin sırlara şahit
Bizdeki ve O’ndaki sırlara, nurları
gizler
Bizim vasıtamızla bizden ve O’ndan,
O’nu görsek Gözler kör olur, kalp gözleri bile
Bu nedenle kendine perde edinmedi Asker, yardımcı ve muhafız da
Resuller Amâ Arş’ından getirdi onu
Akıllar ve fikirler
hayrete düşsün diye .
Zikir ehli
melekûttan elde eder -
Haberleri gördüklerinde zikrin
kendisini
Bu mertebenin sahibi el-Müheymin’in
kuludur (Abdü’lmüheymin). el-Müheymin vazife ve hakkıyla birlikte her şeyi
görendir. Allah Teâlâ’nın, kulları üzerinde hakları olduğu gibi kulların da
O’nun üzerinde zatı gereği olan veya tespit edilmiş hakları bulunur. Bu
mertebede Allah Teâlâ ‘Sizinle yaptığım ahde uyunuz5386 der.
Söz konusu mertebenin sahibinin Allah Teâlâ’nın kendi üzerindeki haklarını
bildiği gibi kendisinin de O’nun üzerindeki hakkı bulunduğunu bilmesi gerekir.
Bu makama ulaşanlar Allah Teâlâ katında kendilerine ait haklar hususunda görüş
ayrılığına düşmüşlerdir: Bir kısmı onların Hakk olduklarını söylemişken, bir
kısmı onları kabul etmiş fakat ‘Hakk’ olarak kabul etmemiş, Allah Teâlâ’nın
ihsanı olarak görmüşlerdir. Bu gruptaki insanlar ‘Allah Teâlâ’ya hiçbir şey
zorunlu koşulamaz’ diyenlerdir ve zorunluyu (vaeip) Hakkın mertebesinin
kapsamına giremeyeceği bir şekilde tanımlamışlardır. Zorunluyu öyle
tanımlamayanlar ise Hakkı zorunluluk hükmünün kapsamına dâhil etmişlerdir.
Nitekim bizzat Allah Teâlâ kendisini zorunluluk kapsamına dâhil ederek ‘Rabbiniz
kendine rahmeti yazmıştır’387 buyurmuştur. Kutsî bir hadiste ise
‘Zulmü kendime yasakladım’ buyurur. Kutsî hadiste ‘Kulun gecikmesini istemem’,
hadiste ise ‘Allah Teâlâ kulları adına küfrü hoş karşılamaz’ denilir. Ayette ‘Dilerse
sizi giderir’388, başka bir ayette ‘Yaptığınız
hayırları örtmeyeceğiz’389 der. Allah
Teâlâ bütün bu zikrettiklerimizle kendisini kulları için belirlemiş olduğu
farz, haram, mendup, mekruh ve mubah hükümlerinin kapsamına dahil etmiştir. Hakk
hitabında kendini herhangi bir surete yerleştirirse, hiç kuşkusuz, o suretin
hükümlerini kendisine yükleriz, çünkü Allah Teâlâ bunu yapalım diye söz konusu
surette bize tecelli etmiştir. Bu durumda Allah Teâlâ’yı kendimize şahit tuttuğumuz
gibi biz de kendimiz hakkında Allah Teâlâ’ya şahit oluruz. Allah Teâlâ
hakkındaki ve O’na dair bu şahitlik, fasıl ve kaza günü gerçekleşecektir. Başka
bir ifadeyle ayrımın ve hüküm vermenin gerçekleştiği her vakitte
gerçekleşecektir; çünkü kaza sadece kıyamete mahsus değildir ve kul dünya
hayatında herhangi bir halin içindeyken kazaya yerleştirilmiş olabilir. Hatta
dünyada şeriat meclisinin bulunduğu her hüküm, kaza ve fasıl gününden meydana
gelerek o mertebenin hükmüne dahil olur. Fasıl ve kaza olmaksızın bu mertebenin
hükmü olmaz. Bu durum, Allah Teâlâ izin verirse daha sonra bu bölüm içinde ele
alınacak olan murakabe mertebesi için geçerlidir.
Bilmelisin ki, bu mertebede bilhassa
Kur’an diye isimlendirilen kitap nazil olmuştur; indirilen öteki kitaplar ve
sayfalar ise bu mertebeden nazil olmamıştır. Allah Teâlâ Muhammed ümmetinin
dışındaki hiçbir ümmeti bu mertebeden yaratmadı. O ümmet ‘İnsanlar
için çıkartılmış en hayırlı ümmettir'390 ve bu nedenle Allah Teâlâ onlar için
‘İnsanlara şahit olursunuz, peygamber de sizin
üzerinizde şahittir'391 ayetini
indirmiştir. Önümüzde Kur’an bulunduğu halde kıyamet günü mahşerdeki herkesin
önünde geliriz. İçimizden Kur’an-ı Kerim hafızları ümmetin önündedir. Bu
itibarla Kur’an-ı Kerim’i en çok bilenler en önde ve insanlar arasındaki
merdivenlerde en yükseğe çıkar. Bu bağlamda Kur’an-ı Kerim okuyucularının
minberleri, her minberin ayetlerin sayısınca basamakları vardır ve insanlar
ezberlemiş oldukları ayeder kadar basamaklara çıkarlar. Başka bazı minberler
daha da vardır. Onların da Kur’an ayederi kadar olan basamakları vardır. Bu
basamaklara ise Kur’an-ı Kerim’den hakkıyla elde edilen bilginin gereğini
yerine getirenler yükselirler. Her ayetin gereğini ayetin nazil olduğu anlama
göre yerine getiren insan, amel itibarıyla o dereceye yükselir. Her ayetin
Kur'an’ı iyice düşünenler içinher şahısta bir ameli vardır. Kıyamet günü Kur’an
kelimelerinin sayısı kadar ve harflerinin sayısı kadar minberler vardır. Allah
Teâlâ’yı bilen ve O’nun verdiği bilgiye göre amel edenler, söz konusu
basamaklarda yükselirler. Başka bir ifadeyle Kur’an harflerinin, kelimelerinin
ve surelerinin merdivenlerinde harflere, kelimelere, ayetlere ve surelere göre
yükselirler. Bu bağlamda harfler Kur'an’ın küçük kısımlarıdır. Bu sayede
Kur'an’ı bilenler, mahşerdekilere karşı Muhammed ümmeti içinde ayrışırlar,
çünkü onların İncilleri göğüslerindedir. Bunun yanı sıra Kur’an da onlar
nedeniyle muüudur! Çünkü onlar Kur'an’ın tecelli ve zuhur mahallidir.
Hakk yaratıkları içinden saadete
ulaşanlara Taha suresini okuduğunda, onu bir kelam olarak okur ve o surede bir
suret şeklinde kendilerine tecelli eder, insanlar da hem görür, hem duyar. Bu
ümmet içinden bu sureyi okuyan her şahıs, dünyada olduğu gibi orada da o sureyle
süslenir. Hakk o surenin suretiyle tecelli edip sureyi okurken bu sureyle
zuhur ettiklerinde ise suretler benzeşir ve Hakkı yaratılmıştan ancak tilavet
yoluyla ayırabilirler. Çünkü onlar susmuş ve O’nun tilavetini dinlemektedirler
ve O’ndan ancak susmakla ayrışırlar. Kıyametteki tilavet meclisinde Hakkın
önünde sadece bu insanlar vardır. Onlar, kendilerine bu sureyi okuyan Hakkı
Taha suresinin suretlerinde (kendi okudukları suretlerdeki tecellisine) teşbih
eden ve O’ndan ancak ‘dinlemek’ ile ayrışanlardır. Nazar (akılcılar) ehli adına
bundan daha lezzetli bir vakit yoktur. Kim dünya hayatında Kur’an-ı Kerim’i
tüm manalarıyla öğrenip yaşayarak ezberlerse (istihzar), hiç kuşkusuz Allah
Teâlâ’nın Kur'an’ı kendisi için indirip imamlığı sahih olanın elde ettiğini
elde eder. Böyle biri toplayıcı-ilahi surettedir. Her kim Kur'an’ı dünya
hayatında kullanırsa, Kur’an onu orada kullanır; kim dünya hayatında Kur'an’ı
terk ederse, Kur’an kendisini terk eder. ‘İşte bu şekilde ayederimiz sana
geldi, sen onları attın, bugün de sen unutulacaksın.’ Bir ayeti ezberleyip
sonra unutan kişiye Allah Teâlâ’nın âlemde başka kimseye azap etmeyeceği
şekilde kıyamet günü azap edeceği bildirilmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem’in Kur'an’ın mertebesine dikkat çekmek üzere söylediği ‘Hiç kimse
falan ayeti unuttum demesin, bana unutturuldu desin’ hadisi ne güzel söylenmiş
bir ifadedir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Kur’an-ı Kerim’in makamına
saygı göstermek üzere onu terk edenin unutmada tesirinin olmadığını
söylemiştir. Hz. Ayşe Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ahlakını tavsif
ederken ‘Onun ahlakı Kur'an'dı’ demiş, Kur’an-ı Kerim ile vasıflanmakla,
söylediğimiz üzere onunla süslenmeyi kast etmiştir.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’ ,
İZZET
MERTEBESİ
el-Aziz İlahi
İsmi
Dikkat edin! Aziz,
ulaşılmaz olan
Yaratıklar O’na
perde, O yüksekte
Varlığı aziz, zatı
aziz
Yaratıklar
olmasaydı, Yaratan zuhur etmezdi
İnkâr edenlere ‘sözüm doğru’ de
Rahman’ın korusu,
korunun kendisi
Bu mertebeye giren kişi Mele-i a’lâda
Abdülaziz diye isimlendirilir. Kendilerine girdiğim mertebeler içerisinde zevk
bakımından ondan daha hoş mertebe görmedim. Başka hiçbir mertebe kalbe ondaki
gibi izzet kazandırmadı. Sınırlar ve tanımlar, daha doğrusu temyizin kendisiyle
gerçekleştiği tanımlar, bu mertebenindir. Bu sayede tanımlanan her şey, hatta
her bir şey, izzeti üzere kalır ve her şey ‘aziz’ olur. Onun kulluğu ise
kendindedir, dolayısıyla kendi kendinin kuludur. Nefsinin galip gelmesiyle arzu
ve hevasına uyanlar, bu mertebeden ortaya çıkar. Şeriat, arzusuna uyanı özel
bir anlamla kınamamış olsaydı, Allah Teâlâ ehli de onu kınamazdı, çünkü hakikatler
ancak onu verir. Her kim Hakka uyarsa ancak nefsinin hevasıyla O’na uyar; heva
derken iradeyi kastediyorum. Hevanın insan üzerindeki hükmü olmasaydı, Hakka
uymayacaktı. Hakkın dışındaki şeylere uyanların hükmü budur. Hakk derken
Şâri’nin uymayı emrettiği kimseyi (ve şeyi), ‘Hakkın dışındakiler’ derken de
Şâri’nin uymayı yasakladığı şeyleri kast etmekteyim. Bununla birlikte her şey
haktır, fakat Şâri (bir kısmına uymayı) emretmiş, (bir kısmını) yasaklamıştır.
Bu bağlamda gıybetin doğru bir sözü söylemek olduğunu biliriz, fakat şeriat
bize gıybet etmeyi yasaklamıştır. Bu hususta şu mısrayı söyledik:
Hevanın hakkı
hevanın sebebi olması
Heva kalpte bulunmasaydı
hevaya ibadet olmazdı
Hevadan ancak heva nedeniyle
kaçılırken hevaya yine heva nedeniyle ibadet edilir. Şâri heva ismini bilhassa
kuldan meydana gelmesi kınanan işler için kullanmıştır. Bu itibarla şeriatın
sınırında durmak da uygun bir davranıştır ve biz de ‘heva’ derken maksadımızın
irade olduğunu açıklamıştık. Hakikat bir şey hakkında hüküm verenin o şeyin
kendisi olduğuna hükmeder; bu durum onun üzerinde dıştan verilen hükümlerle
değil, kendinden meydana gelen işlerle ilgilidir. Üstelik dıştan gelen hüküm de
o şeyin üzerinde onun kendisinin verdiği (bilgiye) göre hükmünü uygular.
Öyleyse âlemdeki her hareket ve durağanlık, nefs kaynaklı bir hareket ve
durağanlıktır. Kulun ‘zevk’ yoluyla bu mertebeye ulaştığının alameti,
başkasının kendi irade ve arzusuna göre ona tesir edememesidir. Başka bir
ifadeyle bu makamdaki insan istemediği bir hususta başkasının tesirinden
kendini alıkoyar. ‘İstemediği bir hususta’ dedik, çünkü varlıktaki her nefis
başka bir nefsin tesirini kabul edicidir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Bana
dua ettiğinde duasını kabul ederim.’392 Hâlbuki Allah Teâlâ’dan daha aziz
(ve tesire uzak) kimse yoktur. Kendisinin de dua edene icabet edeceğini
söylemiştir. Allah Teâlâ kulunun kendisine dua etmesini emrederek şöyle
demiştir: ‘Bana dua edin ki size karşılık
vereyim.’393 Allah Teâlâ insana ancak kulun bu husustaki iradesiyle
icabet etmiş ve karşılık vermiştir.
Mürsiye’de halktan birisi, büyük bir
hükümdara yüksek sesle nida etmiş, hükümdar cevap vermeyince bağıran adam şöyle
demiş: ‘Konuş benimle, Allah Teâlâ bile Musa ile konuşmuştur.’ Hükümdar şöyle
karşılık vermiş: ‘Seninle konuşayım da sen Musa ol, öyle mi?’ Adam şöyle
karşılık verdi: ‘Peki sen (hâşâ) Allah Teâlâ mı olursun?’ Bunun üzerine hükümdar
atının gemini tutmuş, adam ihtiyacını söylemiş, o da yerine getirmiş. Bu
hükümdar Doğu Endülüs’ün hükümdarıydı ve adı Muhammed b. Sa’d b. Merzeniş’ti.
Pnun hükümdarlığı ve Mürsiye’deki yönetimi devrinde doğmuşum.
Hakikatler bunu söylese bile, Hakkın
zatına isimleri vermek, yaratılmışların hakikatlerinin izhar ettiği bir
durumdur. Yaratılmışlar ortadan kalksa, hiç kuşkusuz, tüm isimler kalkardı ki
‘âlemden müstağni olmak’ anlamındaki el-Gani ismi de buna dâhildir. Çünkü
vehimde âlem bulunmasaydı, ondan müstağni kalmanın anlamı olmazdı, el-
Ğani âlemden müstağni olmakla
nitelenene aittir ve bu nedenle ismi olumlayabilmek için âlemi
olumsuzlamamıştır. Binaenaleyh varlıkta gerçekleşen mutlak bir izzet söz konusu
değildir ve izzet ‘Allah Teâlâ’ya, Peygamberine ve
müminlere aittir’394
ayetinde izzette ortaklık gerçekleşmiştir. Münafıklar izzetin peygambere ve
müminlere ait olduğunu anlamaz. Münafık izzetin ne olduğunu bilse bile
hükmünün kendisine ve benzeri sözü söyleyenlere ait olduğunu zanneder. Bu
bağlamda Hakkın izzeti kendinden kaynaklanır, çünkü başka ilah yoktur.
Peygamberin izzeti Allah Teâlâ’ya dayanırken müminlerin izzeti Allah Teâlâ’ya
ve peygambere dayanır. Bu nedenle onun iki şahitlik (Allah Teâlâ’ya ve
peygamberine iman) etmesi emredilmiştir. Akıl sahipleri bu hitabı duyduklarında,
müminlerin niçin zikredildiklerini fark etmişlerdir. Müminlerdeki izzet Allah
Teâlâ’ya aittir, çünkü el-Mü’min O’dur. Müminlerdeki izzet aynı zamanda peygambere
aittir, çünkü peygamber onlardandır. Böylece müminlerin izzeti Allah Teâlâ’nın
ve Peygamberin izzetini kuşatmış, bu durumda Hakk onların kapsamına girmiştir.
Buna mukabil müminler, Allah Teâlâ’nın birliğine karşı kendilerinin çokluğu ve
peygamberin birliği karşısında kendilerinin çokluğu nedeniyle Allah Teâlâ’nın
izzetine dâhil olmamışlardır. Binaenaleyh müminler toplayıcı mertebenin
sahibidir. Fakat izzetin zatı bakımından Allah Teâlâ’ya nispeti ile el-Mü’min
ismi nedeniyle müminlerin arasına girmesi itibarıyla O’na nispeti bir değildir.
Hakk kulun görme, duyma gücü olduğunda, kulun ‘aziz’ olmasını sağlayan her şeye
göre izzet Allah Teâlâ’ya ait olur. Bakınız! Bu makamda kâmil insan her şeyi
görür, duyulan her şeyi duyar, kulun güçlerinden herhangi birisinin talep
ettiği her şeyi idrak eder. Çünkü onun güçleri izzetin sahibi olan Hakkın
hüviyeti olmuştur. Bu kuvvete sahip olmayan bir yaratılmışın kendisini idrak
etmesi ve anlaması ise mümkün değildir. Bu nedenle Allah Teâlâ izzeti ancak
müminlere ait olarak zikretmiştir.
Öte yandan peygamberin izzeti
müminlere bağlıdır, çünkü onlar onun mülkünü müdafaa edenlerdir. Demek ki izzet
müminin izzetidir. İzzet vasıtasıyla galip gelinir, izzet vasıtasıyla erişilmez
olunur. İzzet erişilmez bir kaledir. O Allah Teâlâ’nın korusu ve haremidir. Allah
Teâlâ’nın korusunun değerini ancak mümin bilir ve ona saygı gösterir.
Erişilmezlik bâtındadır ve izzetin hükmü orada ortaya çıkarken zahirde ise
galibiyet ve engellemede onun hükmü genellikle ortaya çıkmaz. Mümin ‘mümin’
olmasını sağlayan işi inkâra onu davet eden düşmanının etkisinden izzet
vasıtasıyla uzak kalır ve korunur; kâfir de onu imana çağıran davetçinin
tesirinden izzet sayesinde korunur ve uzak kalır. İman genel ve küfür de genel
olduğu için kınanma ve övülmeye mazhar olmuşlardır. Çünkü Allah Teâlâ bâtıla
iman edenleri ve Allah Teâlâ’yı inkâr edenleri zikretmiş, her grubu ‘mümin’
olarak isimlendirmiştir. O da izzetin bir hükmüdür. Katından gelen gerçek
haberlere göre cezalandırıp cezalandırmama hususunda hüküm ise sadece Allah
Teâlâ’ya kalmıştır. Hikmet sahibi hakikatleri bilip izzetin hükmünü ve -genel
olsa bileher yönden genel olmayacağını anlarsa, kendisini saadete ulaştıracak
işlerle ilgili olarak iradesiyle tesire açık olur. ‘İsteyerek
veya istemeden geliniz dedik; dediler ki ‘isteyerek’ geldik.’395 Onlar kendi iradeleriyle icabet
etmedikleri takdirde gelmeye zorlanacaklarını bilirler, cehennem getirildiği
gibi onlar da getirilecektir. Allah Teâlâ cehennemi kendi başına ‘gelmek’
özelliğiyle nitelememiş, ayette ‘O gün
cehennem getirilir’396
denilmiştir ki kastedilen kıyamet günüdür. Cehennem kendi halini ve günahkâr
müminler hakkında içindeki intikam duygusunu bildiği için gelmeye karşı
direnmiş, kendisi ise O’nun hamdini tespih edici olarak var olmuştur. Onda
bütün eşyaya nüfuz eden Allah Teâlâ’nın rahmeti bulunur. Allah Teâlâ ‘Rahmetim
her şeyi kuşatmıştır’397 der.
Cehennemdeki rahmet onun gelişini engellemiş, bütün yaratılmışların Allah
Teâlâ’ya itaat ve O’nu tespih ettiklerini göstermiştir. Ardından kendisine
girmeyenlerin ateşten korunmakla mazhar olacakları nimeti öğrensinler diye
getirilmiştir. Bunun yanı sıra cehenneme giren Hakk ettiği için oraya girip
mıknatısın demiri çektiği gibi sahip olduğu özellik nedeniyle cehennem
tarafından çekildiğini öğrenir. Bu durum Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
kendileri pervanenin ateşe kendini atması gibi cehenneme giderken insanların
bir kısmını tutması hakkındaki hadisinde belirtilir. Bunu bilmelisin!
Bu mertebenin esası her şeyin
varlığını ayakta tutan ve var eden tanımdır. Bu itibarla sadece tanımlananlar
vardır. Fakat bir kısmının tanımı bilinirken, bir kısmının bilinmez. Hiçbir şey
ötekinin aynı değildir. Bir şeyi ötekinin aynı olmaktan uzaklaştıran ise
‘izzet’ diye isimlendirilen şeydir. ‘Allah
Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’
CEBERUT
MERTEBESİ
el-Cebbar
İlahi İsmi
Cebir ve zorunluluk
bir ilke; bütün varlığa yayılmış
Mecbur olmayan
varlık göremezsin
Bilgi yücelttiğimiz
kimseyi icbar eder
Bu bir kaynaktan çıkmış ilham
O olmasaydı varlıklarımız ortaya
çıkmazdı , Dürülme ve yayılma arasında
Bu isimle ahlaklanan kişi Abdulcebbar
(el-Cebbar’ın kulu) diye isimlendirilir. Bu mertebe izzet sahiplerine karşı
zorlama özelliğine sahiptir ve onun neticesi ancak Onlarda ortaya çıkar. Bu
yönüyle ceberut mertebesi tesir ve etki bakımından güçlüdür. Fakat onun tesiri
eşyanın izzetinin gerçekleştiği anlam yönünden değildir ve bu yönde onlarda bir
tesiri yoktur. Onun izzet sahiplerindeki etkisi, izzederi olmadığını kabul
etmeleriyle ilgilidir. Buradan onlar tesiri kabul eder, bunu bilmelisin.
Bilmelisin ki aziz (izzedi), aziz
olmasını sağlayan özelliğe baktığında, o yönden kendisine tesiri kabul edemez.
Bunu gördüğünde ise o yönün dışında tesir kabul edeceği bir durumun kendisinde
bulunabileceğini bilemez ve ulaşılmazlığı iddia ederek girilemez bir koruda
bulunduğunu iddia eder. Burada melekût mertebesinde ceberut ortaya çıkar. İzzet
sahibi cebri hissettiğinde, onun nereden geldiğine bakar. Cebri bilememek
kişinin zatını bilmemesinden kaynaklanır. Bu itibarla insan tesiri kabul eden hakikatlerle,
tesiri kabul etmeyen hakikatlerin bir bileşimidir. Akıllı insan bu hususta
erken davranmak nedeniyle övgü elde etmek üzere hızla koşarken, ihtimali
dikkate alarak imtina ve geri çekilmek ise hakikatleri görmeyecek derecede
yabancı olanda kalır. Üzerindeki cebir hükmü artarsa, iradesinde tasarruf sahibi
olur. Böyle bir cebir, perdelerin en büyüğü ve kesifidir. Kendi seçimindeki
cebri müşahede eden insan ihtiyar sahibinin seçiminde mecbur olduğunu anlar ki
ceberutun bundan daha büyük hükmü yoktur. Bu mertebeye girip bu mertebenin hali
olduğu kimsenin âleme dönük ihsanı kıymetlenir. Öyle ki bütün âlem kendisinden
etkilenir, hatta bütün varlık kendi iradesiyle ondan etkilenir. Bu durum
herkesin fark etmediği bir şekildeki cebirden kaynaklanır ki söz konusu cebir
ihsan ve tevazu cebridir. Yaratılmışlar, hatta varlıklar içinde böyle birine
boyun eğmeye iki durumdan biri davet etmiş olmalıdır: Biri ki tamahkârlık,
diğeri hayâ duygusudur. Tamahkâr Hakk etmediği bir iyiliği ve ihsanı görünce,
nimetin artmasına tamahkâr olur. Başka bir ifadeyle ihsanın eşlik edeceği
nimet geldiğinde onun artmasını ister. Nefsin böyle davranmasının nedeni
ihsanın uygun bir karşılık olmasını istemesidir. Tüm nefislerin yaratılıştan
gelen ortak özellikleri, nefsaniyet duygusu nedeniyle, iyilik görmeyi nahoş
bulmaktır. Hayâ duygusu ise insanı saran iyilik ortadayken iyilik edenin onu
davet ettiği şeye karşı gelmemeye zorlar. Böyle bir insan, utanma ve vefa
duygusu nedeniyle iyilik yapanın isteğini yerine getirmeye ve onu kabule
mecburdur. O da bu karşılığı (aldığı) iyiliğin bir karşılığı olarak kabul eder
ve bu sayede minnetin tesirinden kurtulur. Böyle bir davranış nefsin
hilelerindendir. Binaenaleyh iyilik etmekten daha zorlayıcı bir cebir yoktur
ki bu yolu tutanlar pek azdır. Kahır gücü ve galip gelme yoluyla cebir ise
zahirde kabul edilebilir ve zayıflığı nedeniyle insanın bunu reddedip kendisine
karşı durması mümkün değildir. Zahirinden onu kabul etse bile insan içinden
böyle bir cebri kabul etmez. Dolayısıyla cebrin tesiri sadece dışta ortaya
çıkar. Hâlbuki iyilik yapanın cebri böyle değildir. Onun tesiri hem zahirde,
hem bâtında görünür. O tesir tamahkârlık veya hayâ veya daha önce ifade
ettiğimiz üzere karşılığın neticesi olarak zahirde ve bâtında görünür. Bu
bağlamda bir de zatî cebir vardır: Zatî cebir her nefs üzere hakim olan
azametteki tecelliden kaynaklanır. Böylece kişi zatından ve izzetinden
uzaklaşır, zatı gereği mecbur olduğunu anlar. Dolayısıyla kendi nefsini
tanımaz. Arif insan burada üzerinde hüküm sahibi olanın kim olduğuna bakar ve
sadece azametin kendisinde bilfiil bulunduğunu görür. Böylece onda hüküm
verenin onda bulunan şey olduğunu anlar. Onda bulunan özellik, yaratılmış bir
özelliktir. Bu esnada cebir onun gözünde büyür ve Hakkın ceberutunu bu
vesileyle öğrenir.
Kulun böyle bir nitelikle sahip
olduğu ceberuta gelirsek, böyle bir davranış sahibi Allah Teâlâ katında
cezalandırılır. Çünkü ceberut niteliği ona ait olmadığı gibi onu da Hakk
etmemiştir. Yaratılmış başka bir yaratılmışta bilhassa iyilik yoluyla cebir
sahibi olabilir ve böyle bir cebir dine ve akla göre övülmüştür. Alemde Hakkın
niteliğini (bilmeksizin) ve emri olmaksızın kahır özelliği çıkartan her kul son
derece cahildir.
Ceberut mertebesinin iki hükmü veya
iki yönü vardır, hangisini istersen onu söyleyebilirsin: Birinci yönü
azamettir. Bu yön Ebu Talib el-Mekkî ve aynı görüşü benimseyenlerce dile
getirilmiştir. İkinci yön berzahîdir (ara, orta). Bu makam berzah olması
bakımından iki ucu birleştirir ve hem kendini bilir ve hem iki şey arasında
berzah olması nedeniyle iki ucu bilir. Berzah makamı yüksek bir makam olarak
kuşatıcı olduğu gibi iki ucu kendinde birleştirir. Buna mukabil her uç ancak
berzahtan kendine bakan yönü bilir. Ceberut âlemi berzah suretinde tecelli
edebileceği gibi iki ucundan herhangi birisinin suretinde de tecelli edebilecek
bir makamdır ve bu nedenle de onun Hakka benzerliği daha tam olmuştur.
Ceberutun Hakk ile ilişkisi,
insanların çoğunun fark edemeyeceği kadar latif ve incedir: Hakk yaratıklarıyla
âlemlerden müstağni diye nitelenen zatın arasındadır. O halde ulûhiyet berzah
özelliğindeki ceberuttadır ve söz konusu mertebe zatı gereği yaratılmışların
mukabilinde bulunurken yine zatı gereği zatın mukabilinde bulunur. Bu nedenle
pek çok surette tecelli imkânı olduğu kadar onlarda halden Hakk girer ve
değişir. Bu mertebenin yaratılmışlara dönük bir yönü de vardır ve onunla
yaratılmışların suretlerinde tecelli eder. Aynı zamanda zata dönük bir yönü
vardır ve o yönle de zat için tecelli eder. Yaratılmış zatı ancak berzah
perdesinin ardından görür ki, o da ulûhiyettir; zat da yaratılmışta bu berzah
vasıtasıyla yaratıcı olarak hüküm verir ki o da ulûhiyettir.
Bu mertebeyi hakka’l-yakîn
öğrendiğimizde onun kendileriyle Allah Teâlâ’ya dua ettiğimiz esma-i hüsna’dan
başka bir şey olmadığını gördük.
Binaenaleyh zatın âlemde ilahi
isimlerden başka cebri ve zorlaması yoktur. Alem ise Haktan ilahi isimleri
bilir. Bunlar, bu bölümde ele alınan mertebelerin isimleridir.
İlahi ceberutun mahiyetini
özetleyerek belirtmiş olduk. ‘Allah
Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’
KİBRİYA KAZANMA MERTEBESİ
el-Mütekebbir
İlahi İsmi
Tekebbür kendi başına var olanın
büyüklüğü Sen de O’nun vasıtasıyla büyüklenen kul ol
Böbürlenir, düşmana
karşı mücadele eder Kibrinden soyutlanır, basiretle
görür
Kılıcını çektiğinde
Ebu Dücane gibi
Düşman arasında
böbürlenerek yürüyen bir kul ol!
Bu mertebenin sahibi Abdulmütekebbir
diye isimlendirilir. İnsanlar genellikle Abdulkebir’i bilirlerken bu isim
bilinmeyen ve aşina olunmayan bir isimdir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah
Teâlâ her cebbar ve mütekebbirin kalbini
mühürler.’398 Burada kebir dememiştir, çünkü tekebbürü büyük olan
elde etmez (büyüklük taslamaz). Onu ancak mertebe bakımından daha aşağıdaki
kişi elde etmeye çalışır. Böylece kul, Hakkın sıfatı olması itibarıyla
büyüklük ve kibriya elde etmek ister. Kibriya kula değil, Allah Teâlâ’ya ait
bir niteliktir. Allah Teâlâ kibriya ve büyüklüğünde övülen ve şükredilendir. Allah
Teâlâ (bazı yerlerde) kibriya kazanır. Nitekim el-Mütekebbir olduğunu
bildirmiştir. Bu durum Allah Teâlâ’nın yaratıklarına tenezzülüyle ilgili
yerlerde ortaya çıkar. Allah Teâlâ yaratıklarına tenezzül etmiş, Âdem’i iki
eliyle yaratmış, Tuba ağacını eliyle dikmiş, eli hacer-i esved ölmüş,
peygamberler vasıtasıyla O’nun eline biat edilmiştir. Bu durum ‘Sana
biat edenler Allah Teâlâ’ya biat etmiştir’399 ayetinde dile getirilir.
Allah Teâlâ’nın yaratılmışlara
tenezzülünü anlatan kutsi hadiste ‘Acıktım beni doyurmadın, susadım su
vermedin, hasta oldum beni ziyaret etmedin’ denilir. Bu itibarla Allah
Teâlâ’nın kendisini bizim için yaratılmışların nitelikleriyle nitelediği her
ifade O’nun bize tenezzülüdür. Bu tenezzülle bize inmiş, müminlerin çoğu o
sıfatın Allah Teâlâ’nın Hakk ettiği nitelik olduğunu zannetmişken bir kısmı söz
konusu sıfatları tevile kalkışmıştır. Hakkın böyle bir şifada ilişkisinin
yaratılmışın onunla nitelenmesiyle aynı anlamda olmadığına inananlar vardır. Allah
Teâlâ böyle insanlara bilhassa bu durumdan münezzeh olduğunu bildirmiştir.
Başka bir ifadeyle bir nispetin yaratılmışlarla ilişkilendirildiği tarzda O’nunla
ilişkilendirilmesini ileri süren dar görüşlülerin anlayışından münezzehtir.
Zahir ehli ki onlar meseleyi kabaca düşünenlerdirher Hakk sahibinin müstahak
olduğu şeyi anlayamayacak kadar dar düşünürler. Allah Teâlâ kendinden haber
verirken böyle bir anlayıştan uzak olacak şekilde el-Cebbar ve elMütekebbir
olduğunu bildirmiştir. Bununla birlikte Allah Teâlâ o nitelikle nitelenmiştir. Allah
Teâlâ zatı gereği kibriya sahibidir ve O -nitelenmekten değilböyle bir
anlayıştan münezzeh ve mütekebbirdir. Çünkü Allah Teâlâ kendini söylemiş
olduğumuz üzere bir nitelikten tenzih etmiş olsaydı, böyle bir niteleme yalan
olurdu. Allah Teâlâ’nın verdiği haberde yalanın bulunması imkânsızdır. Demek
ki O’nun zatını nitelemiş olduğu bir vasıfla nitelenmesi gerçektir ve derin
akıl sahipleri onu bilir.
Bu mertebeden kulların bir kısmı için
kalplerinde bulmuş oldukları Hakkın Kibriya (sıfatı) ortaya çıkar. Bazı kullar
ise onu kalplerinde bulamazlar. Onlar günahkâr, Allah Teâlâ’ya karşı cüret
sahibi olanlar ile bazı günahlardan dolayı tövbe eden kullardır. Kalbinde
Hakkın büyüklüğünün baskın geldiği kimseler, söz konusu kimselerden ayrışır ve
uzaklaşır. Allah Teâlâ o kulun nefsinde el-Mütekebbir olmuş, daha önce bu nitelikle
nitelenmemişken ona bu özelliği kazandırmıştır. el-Mütekebbir’in kulları azdır.
Bazı kulları'ise Hakkın kendisini affetmek, mağfiret etmek özellikleriyle
niteleyip kullarına rahmetinden ümit kesmeyi yasaklaması gibi durumlar günaha
kışkırtmıştır. Böyle insanların kalplerinde Hakkın kendisiyle el-Mütekebbir
olduğu ilahi tekebbürün niteliği ve kokusu bulunmaz. Allah Teâlâ onların
kalplerinde el-Mütekebbir olsaydı, günahlardan herhangi birisine kalkışamaz ve
onları tamahkâr kılan isimler onların üzerlerinde hüküm sahibi olmazdı. Hakkın
kibriyasının -ki tekebbür demektirkalbine yerleştiği kuldan O’nun emrine karşı
herhangi bir şekilde muhalefetin gerçekleşmesi mümkün değildir. Hüküm, içinde
bulunulan anda mahallin sahibi olan isme ait olduğuna göre kuldan muhalefetin
ve günahın gerçekleşmiş olması hüküm sahibinin (el-Mütekebbir) bulunmadığını
gösterir. O halde mütekebbir Hakk, sadece itaatkâr ve emre uyan kişinin
kalbinde bulunur; gerçekte Allah Teâlâ’nın kulu da odur. Kibriya niteliğini
elde etmede bu mertebenin en ulvi yönü budur. Öyle ki, haram işlemesi takdir
edilmiş bir kuldan hükmü kesin kaderin etkisiyle günah ortaya çıkabilir. Bu
esnada akıl kendinden uzaklaşmış, gafletin otoritesi ortaya çıkmış, adeta bir
gölge gibi başında duracak şekilde iman ondan çekip alınmıştır. Bu emir
kendisine gelir. Kalbi ise bütün bu işlerle birlikte Rabbine döneceği
hakkındaki imanı nedeniyle ürperti halindedir. Başka bir ifadeyle bu fiil -bir
fiil olmak bakımındanHakka dönecektir. Bununla birlikte fiil hakkında ‘günah’
veya ‘isyan’ şeklinde verilen hüküm kulla ilgilidir. Hakkında günah işlemesi
takdir edilmiş kul fiili Hakka nispet etmede bir korku içinde kalır: Fiili
Hakka nispet ederse, ardından Allah Teâlâ tarafından kınanabilir. Bu nedenle
korkuyla şunu düşünür: Kınanmış bir fiili O’na nasıl nispet edecektir? Kınanmış
olması bakımından fiili nefsine nispet etse bile, bir iş olması itibarıyla
gerçekte onu Allah Teâlâ’ya nispet etmelidir. Fiil yaratılışı bakımından
kendisine ‘ol’ diyene aittir ve kulun fiilin var olmasında hükmü yoktur.
Yaratılışı hakkında böyle bir bilgiye sahip olmakla birlikte fiili kendine
nispet ederken başka bir korkuya daha kapılır. Fiili kendine nispet ederse Allah
Teâlâ’ya şirk koşmuş sayılır. Hâlbuki Allah Teâlâ kendisine ortak koşulmasını
yasaklamıştır. Bütün bunların sebebi aklî düşünceye göre Hakkın kazanmış
olduğu büyüklüktür. Allah Teâlâ’ya asi olan kişi O’nu yüceltmediği gibi asi
olmayan da O’nu tanımamıştır. Allah Teâlâ’yı tanıdığında ilahi emre değil,
emir kipine asi olunduğunu anlar. Söz konusu emir kendisine hemcinslerinden
birisinin (peygamber) diliyle gelmiştir. Bu durumda insan ilahi hitabm ikiye
ayrıldığını görür: Birinci kısım Hakkın emretmiş olduğu nazarî delillerin
desteklediği kısımdır; akıl bu kısımdaki hükümlere uymayı gerekli görür.
İkinci kısım, nazarî delillerin reddettiği kısımdır. Bununla birlikte şeriat,
aklın reddetmiş olduğu o hükümlere inanmaya ve onları tasdik ederek kendilerine
uymaya hükmetmiştir. Aklî düşünce (ilahi haberleri) kendi diliyle bildirenin
doğruluğuna hükmetmiş, onun sadece Allah Teâlâ’dan aktardığını bildirmiştir.
Gerçekte dinleyicinin muhatap olduğu sözleri peygamberin dilinde söyleyen Allah
Teâlâ’dır. İnsan böyle bir peygambere ona asi olursa, benzeri ve hemcinsi
olması itibarıyla asi olmuştur; iki benzer iki zıt demektir ve dolayısıyla bir
mütekabiliyet ve tezat ortaya çıkar ve bu durumda muhalefet, kaçınılmazdır.
İnsan itaat eder ve emre uyarsa, hitap edenin kendi benzeri değil, Hakkın
kendisi olması itibarıyla gerçekleşir. Bu durumda hitap eden dinleyicinin nefsinde
yücelir ve bunun neticesinde kişi ilahi hitabı kabul eder. Bu durum Hakkın
el-Mütekebbir olmasının ta kendisidir. Başka bir ifadeyle hitapta benzerini
görürken asi ve günahkâr olan kulun nefsinde Hakk ‘mütekebbir’ olarak bulunur.
Yaratılışta ilahi sureti dikkate
alanlara gelirsek, Allah Teâlâ’nın onlar için kendisini el-Mütekebbir diye
isimlendirmesi, onların üzerinde bulundukları ilahi suret nedeniyle bir tenzih
iken aynı zamanda yaratılmışlara karşı duydukları büyüklenme hastalığına karşı
da bir ilaçtır. Böyle bir hastalığın gerçek ilacı ‘Allah Teâlâ Âdem'i kendi
suretinde yaratmıştır’ hadisidir. Böylece insan, Âdem’in ilahi surete benzer
olduğunu ve (kendilerine karşı büyüklendiği yaratıklar gibi) yaratılmış
olduğunu ve bu nedenle ayrışmış olduğunu bilir. Dolayısıyla onun kendiliğinde
kibre kapılması mümkün değildir. Aksine, kul daha önce bu niteliğe sahip
değilken, Hakk onun kalbinde yücelir ve büyür. Onu daha öncesine izafe
ettiğinde ise el-Mütekebbir isminin hükmü ortaya çıkar. Bu konuda söylenecek
sözler çoktur.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
HALK
VE EMİR MERTEBESİ
el-Halık
İlahi İsmi
Himmetim ruhların
yaratıcısına yöneldi
O’ndan haz alayım
diye şahitler de huzurda
Ey beni amel edici
ve ahlak sahibi olarak gören!
Ben O’nun nezdinde
gölge ve nurum .
Ben bu sözü
söylemeliyim
Alemleri bilenin
bir kuluyum ben
Kendim demesem
bile,,vekil olarak söylerim
Yoksa
hareketlilerin rabbine yemin osun ki nankör olurum
Bu söz benim sözüm ise varlık kesinleşmiş
Ben o sözü bilirim
ve görürüm
Bu mertebenin sahibi Abdulhalık diye
isimlendirilir. Yaratma iki türdür: Birincisi takdir yaratmasıdır, bu kısım
ilahi emirden önce gelir. Nitekim Hakk bu kısımdan önce gelirken emir ardından
gelir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Yaratma
ve emir O’na aittir.’400 Diğer
kısım ‘var etme’ anlamındaki icat yaratmasıdır. Bu kısım ilahi emirle
yarışırken yine de ilahi emir mertebe bakımından onu önceler. Binâenaleyh var
etmeyi emreden ilahi emir, iki yaratma türü arasındadır; takdir ve icat
yaratması! Emrin konusu icattır (var etme) ki onun mertebesi daha sonra gelecektir;
söz konusu mertebe el-Bâri’nin mertebesidir. Buna mukabil takdir yaratması
mümkünün varlığını izhar etmek üzere vaktin belirlenmesidir ve böylece emir
ona dayanır. Bir rivayette ‘Her şey bir kaza ve kadere bağlıdır, acizlik ve
zekâ bile’ denilir. Vakit var olmayan bir şeydir, çünkü o bir nispettir.
Nispederin gerçekte varlıkları yoktur. Mümkünlerin sabit hakikatleri yokluk
halinde düzenlenmiş ve tertip edilmiştir. Onlar dışta var olurken zaman
itibarıyla bu sıralamaya göre meydana gelirler. Her hakikat hallerin,
keyfıyederin, arazların vb. şeylerin başkalaşmasına konu olur, çünkü kendisine
başkalaşarak gelen emir onunla bezenir.
Sübût halinde bu farklılaşmayı kabul
eden ayn-ı sabiteye ait müteaddit hakikat vardır. Her birinin de sübût halinde
başkalaşan bir hakikati vardır. Her hakikat kendi hallerinde ayrışırken
hallerinin çoğalması nedeniyle çoğalır; kendilerine gelen emrin sonlu olup
olmaması birdir. Bari Teâlâ’nın bilgisinin ezelde onlara ilişmesi böyledir. Allah
Teâlâ onları yokluk halinde sabit iken bildiği surette var eder. Bu durum
mütekabil olmayan haller içinde hal be-hal böyle sürer. Onların mütekabil
hallerden birine nispet edilmeleri, onun mukabili olan Hakk nispetinden
farklıdır. Dolayısıyla her halde bir hakikatin sabit olması kaçınılmazdır.
Haller mütekabil değilse farklı hallerde hakikati olur ve böyle var olur. O
halde ilahi emir varlıkta yaratma emriyle yarışır. Bu durumda ‘ol’ emri var
olanın yaratılışı kabul etmesinin ta kendisidir ve onu kabul edince var olur.
Ayetteki ‘ve olur (fe-yekûn)’401 ifadesindeki fe
harfi ‘ol’ emrinin cevabıdır ve bu harf emrin hemen ardından
gerçekleşmek anlamında takip edişi bildirir. Cevap ve takip ancak mertebe
bakımından önce ve sonra gelebilir. Nitekim Hakkın bir şeyi irade ettiğinde,
ona ‘ol’ diyeceği düşünülür. Varlıkların ortaya çıkışının bir tertibe göre
olduğunu görürsün. Her biri varlık sayesinde meydana gelir ve her şey emir
tarzındaki ilahi sözle var olur. İnsan veya vehim kuvveti ise var olan her şeye
dönük pek çok ilahi emrin bulunduğunu ve Allah Teâlâ’nın o emri bir şeyi var
etmeyi irade ettiğinde söylediğini zanneder. Bu vehme göre emir yaratmayı,
yani var oluşu önceler. Çünkü peygamberin diliyle gerçekleşen ilahi hitap bunu
gerektirmiştir ve bunun tasavvuru zorunludur. Bununla beraber akim delili onu
tasavvur etmez ve dile getirmez. Fakat vehim bunu düşünür ve imkânsızı
tasavvur ettiği gibi onu duyusal varlıkta hiçbir zaman gerçekleşmemiş olsa bile
var olan bir suret tarzında tasavvur eder. Söz konusu suret vehme göre
gerçekleştiği gibi imkân özelliğindeki sübutta tafsil edilmiştir. Çünkü hayale
göre imkânsız diye bir şey yoktur ve hayal imkânsızı tanımaz. Bu itibarla
hayal gücü, varlığı zorunlu olanda ve imkânsızda mutlak tasarruf sahibidir.
Ona göre bütün bunlar, zatı gereği, tasavvur edilebilen şeylerdir. Hayal gücü
kendisini yaratan hakkında böyle bir hükme sahip olsa bile yine de yaratılmış
bir güçtür. Böyle hüküm vermek onun zatî niteliğidir. Bir kimsede hayal gücü
yaratılmışsa, bu hükmün de kendisinde bulunması kaçınılmazdır, çünkü mutlak
tasarruf, hayal gücünün kendisidir. Bu gücü ancak insan yaratılışı kabul
edebilmiştir. İnsan hayal gücüyle yokluk halinde sabit hakikatleri -sanki var
olan şeyler gibidüzenler ki onlar öyledir zaten! Çünkü sabit hakikatler hayalde
varlığa sahiptirler. Hayalî varlık nedeniyle Allah Teâlâ ona dışta Var ol’
der, ilahi emri duyan hakikat de dışta var olur. Artık duyu onu görür, yani
duyulur varlıkta meydana geldiğinde duyu onu algılarken hayal, hayalî varlıkta
onu idrak eder.
Burada akıllar hayrete düşer: Acaba
bu idraklerle algılanan varlıkla nitelenen sabit hakikat yolduktan varlığa mı
intikal etmiştir? Yoksa onun hükmü Hakkın varlığına zuhur etmek üzere ilişmiş
midir? Bu ilişme ve taalluk, aynadaki suretin aynaya taalluk etmesi tarzında
olabilir. Bu suret o nitelikle nitelenmiş olarak sabit olduğu gibi onun yokluk
halidir. Böylece mümkünlerin hakikatleri, Hakkın varlık aynasında birbirlerini
idrak eder. Sabit hakikatler ise idrak edilirken bize göre gerçekleşen tertiple
yoklukta bulundukları duruma göre bulunurlar veya Hakkın varlığı onlarda ortaya
çıkar. Bu durumda onlar Hakkın mazharlarıdır. Onlar Hakkın kendilerinde zuhuru
esnasında birbirlerini idrak ederler ve ‘onlar varlık elde etmiştir’ denilir.
Hâlbuki kastedilen Hakkın zuhur etmesinden başka bir şey değildir. Bu ifade
bir açıdan işin kendinde bulunduğu duruma en yakın ifade iken öteki başka bir
açıdan yakındır. Öteki dediğimiz, Hakkın mümkünlerin hükümlerinin zuhur ettiği
bir yer olmasıdır. Bununla birlikte mümkünler, her iki hükümde varlıkları
olmayıp sübut mertebesinde bulunan şeylerdir. Keşif sahibi her iki yönü
keşfederse, onun keşfi kâmil keşiftir, Bir kısmı -her ne olursa olsunbir yönü
keşfeder ve her keşif sahibi keşfine göre görüşünü söylemiştir. Bu hüküm,
sadece tasavvuf ehline ait hükümdür. Onların dışındaki (kelamcılar) iki kısma
ayrılır: Bir kısmı mümkünün yoklukta varlığının olmadığını söylemiştir. Mümkün,
Hakk kendisini var ettiğinde varlık kazanır. Bu görüş Eş’ariler ile onların
görüşünü benimseyenlere aittir. Bir kısmı mümkünün (yoklukta) sabit hakikati
olduğunu söylemiştir. Sabit hakikatler daha önce dışta yokken var olurlar.
Varlığı imkânsız olanın ise sabit hakikati yoktur. Bu görüşü benimseyenler,
Mutezile ile Allah Teâlâ ehli içinden muhakkiklerdir. Onlar eşyanın sabit
hakikatlerini kabul ederler. O hakikatlerin sabit hükümleri vardır ve bu
hükümler vasıtasıyla her birisi söylediğimiz üzere varlıkta ortaya çıkar. Başka
bir ifadeyle ya mazhar olarak veya Hakkın varlığında hüküm sahibi olarak ortaya
çıkarlar.
Halk ve emir mertebesinin verdiği bilgi budur. ‘Dikkat ediniz yaratma ve emir O’na aittir.’402 Aynı şekilde ‘Emir önceden ve
sonradan Allah Teâlâ’ya aittir.’403
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
BÂRİ
OLMAK MERTEBESİ
el-Bâri
İlahi İsmi
Yaratıklar Allah Teâlâ’nın iyiliği
nedeniyle yaratılmış Bu nedenle âlem O’nun suretinde
Varlığında sürekli 0 gezinir Ahlakından bilinen iyilikle
Bu mertebenin sahibi Abdulbâri diye
isimlendirilir. Arkadaşlarımızın bir kısmı bu mertebeyi özellikle unsurî
âlemde topraktan yaratılmış olanlara tahsis etmiştir. Onun dışındaki
yaratılmışların bu mertebeden payı yoktur. Toprak unsurundan yaratılmış
olanların dışındakilerin ise başka bir yaratılışı vardır. Bazı arkadaşlarımız,
doğanın toprağından yaratılan her şeyde yaratma işini tek kabul etmiştir.
Onlara göre heyula cevherinden kendisinde ortaya çıkan suretlere kadar bütün
doğal sureüer bu yaratılışa dâhildir. Buna karşı Levha, Kalem ve Müheyyeme
melekleri bu yaratılışın kapsamı dışındadırlar. O kısımdaki varlıkların başka
bir yaratılışı vardır. Bütün bunlar Rahman’ın nefesi demek olan ve O’nun
dışındaki bütün suretleri kabul eden Amâ’da yaratılmıştır. Bununla birlikte
Hakkın kendisi adına da yaratma ifadesi geçmiştir, fakat anlayamadıkları için
akıllar böyle bir ifadeyi reddetmişlerdir. Hâlbuki akıllar Allah Teâlâ’ya dair
görüş sahibi herkesin ‘Allah Teâlâ’ dediği bir tasavvuru nefsinde meydana
getirdiğini fark etmemişlerdir. Herkes nefsinde meydana getirdiği o tasavvura
ibadet eder, o da -başkası değilAllah Teâlâ’dır. Bunun yanı sıra söz konusu
tasavvuru bulunduğu mahalde yaratmış olan da bizzat Allah Teâlâ’dır. Allah
Teâlâ’nın (inançlarda) yaratılması hakkındaki ifadenin anlamı budur.
Allah Teâlâ hakkında görüş
söyleyenlerin bakışlarının değişmesiyle söylenen görüşler de değişmiştir. Her
düşünce sahibi kendi mahallinde var ettiğine ibadet etmiş ve inanmıştır. Onun
mahallinde ve kalbinde var olan, yaratılmış bir surettir, yoksa Hakk İlah
değildir! Hakk o kişiye bu surette, yani o görüşte tecelli etmiştir. Bununla
birlikte O’nun hakikati kendisi bakımından birdir, sadece biz O’nu böyle idrak
ederiz. Uleym el-Esved eliyle sütuna vurmuş, sütundan bakanın görebileceği
şekilde altın ortaya çıkmış! Hadiseyi gören kişi susup kalınca el-Seved ona şöyle
demiş: ‘Be adam! Hakikatler başkalaşmaz, fakat Rabbin karşısındaki hakikatin
nedeniyle sen böyle gördün.’ Burada Hakkın her inanç sahibinin inancı suretinde
zuhur etmesine işaret etmiştir. Bu yönüyle Hakk melek, cin, insan, taklitçi
veya düşünce sahibi gibi akide sahibi herkesin nefsinde yaratılmış Haktır (el-Hakk
el-mahlûk bihî). Buna mukabil peygamberler, Allah Teâlâ hakkında değişmeyen ve
başkalaşmayan bir görüş getirmişlerdir. Önceki peygamberin Allah Teâlâ
hakkında söylediği, sonra gelenin söylediği görüşün aynıdır. Son peygambere
kadar Allah Teâlâ’dan bilgi veren bütün peygamberlerde durum böyledir. Onlar,
söz konusu bilginin Allah Teâlâ’nın vahyettiği bilgi olduğunu söylemişlerdir.
Böyle olmasaydı, akılcıların görüş ayrılığına düşmesi gibi, Allah Teâlâ
hakkında görüş ayrılığına düşerlerdi. Demek ki, peygamberler Hakka en yakın
kimseler, hatta onlar -sonraki öncekini, önceki sonrakini tasdik ettiğine göreAllah
Teâlâ’ya dair sadece doğruyu getirenlerdir. Bu görüşü teorik akıl kesinlikle
ortaya çıkartmaz, fakat keşif bu hükmü verir.
Her halükarda Allah Teâlâ hakkında
inanç sahibi olanlar arasından kurtuluşa en yakın olanlar, O’nun
peygamberlerin dilleriyle bildirdiği haberlere inananlardır. Çünkü Hakkın doğru
sözlü olduğunu biliriz. Allah Teâlâ hakkında verilen hüküm belirli bir şekilde
doğru olmasaydı, peygamberini kullarına elçi olarak göndermezdi; bu hükmün
inanç sahibi herkeste ortaya çıkan bir yönü olmasaydı, Allah Teâlâ kendisini
peygamberlerinin diliyleinançların suretlerinde halden Hakk girmekle
nitelemezdi. Her inanç sahibinin nefsinde Hakka dair bir suret yaratılmıştır
ve sureti var eden kişi onun var olurken dayandığımız Hakk olduğunu ileri
sürer. Dolayısıyla yaratılmış ancak yaratılmışı görebilir, çünkü ancak kendi
inandığını görür. Hakk ise -gerçekte değilgörenin ve akıl sahibinin gözünde bu
suretleri kabul eden hakikati yönüyle bunların ardındadır. ‘Allah
Teâlâ âlemlerden müstağnidir,’404 Kastedilen her iki
âlemdir. Nitekim zengin için malı nedeniyle başka bir maldan müstağni olduğunu
söyleriz ve mal kişinin müstağnilik özelliği kazanmasını sağlar. Burada ince
bir keşif meselesi vardır: Bir şey kendine muhtaç olmaz. Allah Teâlâ ise kendi
nedeniyle kendinden müstağnidir. ‘Ey
insanlar! Siz Allah Teâlâ’ya muhtaçsınız, Allah Teâlâ zengin ve övül
endir.’405 Yani Allah Teâlâ size muhtaç
değildir. Allah Teâlâ’nın övülen olması, bütün övgülerin O’na dönmesidir. Allah
Teâlâ ancak varlıklarımız nedeniyle bizim vasıtamızla övülür.
Allah Teâlâ’nın bulunduğumuz durumdan
tenzihine gelirsek, O bizim vasıtamızla övülmüştür. Demek ki Allah Teâlâ bizim
vasıtamızla müstağnidir. Çünkü O’nun zengin ve müstağni olması, bizden müstağni
olması demektir. Başka bir ifadeyle müstağniliğin Hakkın sıfatı olabilmesi için
bizim varlığımız gerekir. Konuyu anlamak isteyen, Allah Teâlâ’nın kendisini
isimlendirdiği her ismi dikkade düşünmelidir. O isimler bizi talep ettiği için
bizim var olmamız gerekir. Bu nedenle bizden müstağni olmak, bizimle birlikte
gerçekleşir. Ulûhiyet hükmü meluha (ilah’ın kulu), rububiyet hükmü merbuba
(rabbin kulu), kadirin hükmü makdura (güç yetirilen) bağlıdır. Rububiyetin bir
sırrı vardır ve o sır ortaya çıksaydı rububiyet bâtıl olurdu. Aynı şekilde
rububiyetin başka bir sırrı daha vardır ki o sır ortaya çıksaydı nebilik
anlamsız olurdu. O sır aklî düşüncenin delilleriyle O’na dair verdiği hükümle
ilgilidir. Allah Teâlâ o hükümle tecelli etmiş olsaydı, peygamberlerin aklın
kabul etmediği hususlarda Allah Teâlâ’dan verdiği haberler geçersiz olurdu;
hâlbuki haber verenin doğru sözlülüğü akılca ispadanmıştır. Bu durumda peygamberin
verdiği haberler ya reddedilir veya kabul edilir. Bu durumda akıllar gelen
haberi kabul ederken, kendisinde Allah Teâlâ ile yaratıkları arasında
ortaklığı bildiren anlamı reddeder. Birinci anlamı reddettiğinde, onun için
peygamberliğin hükmü bâtıl olur; aynı hükümler (‘Allah Teâlâ nerededir?’
sorusuna göğü işaret ederek cevap veren) cariye köle ve benzeri kimselerin
nezdinde sabittir. Hâlbuki nübüvvet parçalanmaz ve bir parçası reddedildiğinde
bütünü reddedilmiş demektir. Allah Teâlâ bazı insanların şöyle dediğini
bildirir: ‘Bir kısmına inanır, bir kısmını
inkâr ederiz, onlar bunun arasında bir yol edinmek istiyorlar, onlar gerçek
kâfirlerdir.’406 Onlar
küfür tarafını imana yeğleyenlerdir. Küfür tarafını yeğlemek ise haber verenin
birliği ile bildirdiği haberde -herhangi bir sınırlama olmaksızındoğru
söylemesinden kaynaklanır, onun yalan söylemesi imkânsızdır. Aklın reddetmiş
olduğu hususlarda peygamberin verdiği haberlerin bir yönüyle doğru olması
kaçınılmazdır. Bu nedenle mümin nazarî (teorik) aklıyla hareket ederse tevil
ederken tevilde aciz kaldığında böyle ifadelerin bilemediği bir yorumu olduğuna
inanır. ‘O yorumu ancak Allah Teâlâ bilebilir’ der ve yorumu bilmeyi O’na
bırakır. Fakat lafzın zahirî anlamıyla değil, kendisinin bilmediği bir teville
O’na havale eder. Allah Teâlâ ehline göre bir kelimenin kapsamı altına giren
bütün anlamlar doğrudur. Onlar gerçek müminlerdir ve Allah Teâlâ müminler için ‘Büyük
bir mağfiret ve ecir hazırlamıştır.’407
TASVİR
MERTEBESİ
el-Musavvir
İlahi İsmi
Zatımızı tasvir edeni bilirsen
Varlıkta her şey benzerdir, bunu da
bilirsin
Bu durum benim size söylediğim gibiyse Hükmüm sahih ve benzerlik de sahih
Onun nezdinde ne varsa bizde var ise
Bu söz doğruysa derecelenme nerede kaldı?
Evet! O benim hakikatim, ben O
değilim Ben O’na denk olsaydım, karşıtlık kalkardı
Bu
mertebenin sahibi Abdulmusavvir diye isimlendirilir. İnsanlar arasından resim
ve suret yapıcılar, yaratıcı olmadığı halde, Allah Teâlâ’nın yarattığı gibi bir
şey yarattığını iddia edenlerdir; yaratıcı sadece Allah Teâlâ’dır. Allah Teâlâ
şöyle der: ‘Topraktan kuş sureti yaratır...’408
Burada Allah Teâlâ Hz. İsa’yı yaratıcı diye isimlendirmiş, hâlbuki yaptığı iş
kuşun suretinden ibaretti. Heyet ise kuşun suretidir ve her suret mahsus
(duyusal) hayatın ortaya çıkmasına kabiliyetlidir. Allah Teâlâ ise sureti
yapanı kınamış ve korkutmuştur, çünkü onun yaratılışım tamamlamamıştır. Bir
suretin yaratılışının tamamlanması, duyuda algılanacak şekilde, canlılığın
onda görünmesi demektir. Hâlbuki ressamın ve suret yapıcının buna gücü yetmez.
Bu durum, insanın duyuyla idrak edilen canlılığın ortaya çıkması gereldi
olmayan güzel suretler yapmasına benzemez. Söz konusu suretlere misal olarak
bitki, maden, felek ve farklı şekilleri verebiliriz. Burada suret şeklin ta
kendisiyken tasvir zihinde şeklin kendisi değildir. ,
Bilmelisin ki Allah Teâlâ Adem’i
kendi suretinde yarattı (Allah Teâlâ Âdem’i O’nun/onun suretinde yarattı).
Buradan ‘onun sureti’ ifadesinde Allah Teâlâ’ya dönen zamirin Âdem’in O’nun
hakkındaki inancının sureti olduğunu anladık. İnsan o sureti düşüncesi veya
vehmi veya tahayyülünden yaratır ve ‘bu benim Rabbim’ diyerek ona ibadet eder. Allah
Teâlâ insanda tasvir gücü yaratmıştır. Bu nedenle onu bütün âlemin hakikatlerini
içeren bir varlık olarak yaram. İnsan Rabbine hangi surette inanırsa kendisine
öyle ibadet ederken âlemin bütün hakikatlerini ihata eden suretinin dışına ise
çıkmaz. Dolayısıyla Allah Teâlâ’nın (suretini tasavvur ederken) O’na kendi
insanlığını veya insanlığından (kaynaklanan bir anlayışı) tam ve kâmil olarak
yansıtması gerekir. Tenzih etmesi gereken bir özelliği O’ndan tenzih etseydi,
bunun sonu da bir sınırlama olacaktı. Kim yaratıcısını tanımlar ve sınırlarsa,
hiç kuşkusuz, O’nu kendisi gibi tanımlar ve sınırlar. Bu nedenle Allah Teâlâ
peygamberin diliyle ‘Allah Teâlâ’ya sanki O'nu görür gibi ibadet et’ buyurdu.
Burada görmek benzetme ve temsil anlamı taşıyan edatla zikredilmiştir. Başka
bir hadiste ‘Allah Teâlâ namaz kılanın kalbindedir’ denilir. Bir ayette ‘Her nereye
dönerseniz, Allah Teâlâ’nın yüzü oradadır5409
denilir. Bir şeyin yüzü onun zatı ve hakikatidir. Allah Teâlâ kulunu hangi
surette var etmişse, yöneldiği yer o suret olduğu gibi yüzü de ö surettedir.
Söyleneni anladıysan şunu öğrenmiş
olursun: Allah Teâlâ aklın delilinin reddetmiş olduğu hususları kendisi adına
ispat etmiştir. Bu bakımdan uyulmaya layık olan Hakk’tır. İnsan nefsinde ibadet
ettiği bir suret inşa eder. Demek ki insan tasvir edendir. Aynı zamanda
yaratılmıştır, başka bir ifadeyle Allah Teâlâ insanı inşa ettiği surete ibadet
eden kul olarak yaratmıştır.
Kul ancak
yaratıcısını inşa eder . Onu yaratan ise inşa ettiğidir ,
O bütün varlıkları yaratan
Bir kan damlasından
veya ‘alaka’dan yarattı
Yaratmasına
yaratanın varlığını ekledi
Müstağnilik O’nun,
muhtaçlık onun niteliği
O’nun iki niteliği
bir araya gelmiş
Bu nedenle ‘onu
geçti’ dedik
Mümin kul Hakkın kendisini yükümlü
kıldığı amellerin suretlerini en güzel ve yetkin şekilde var edip onları ortaya
çıkartırken Allah Teâlâ ona amelinden var ettiği her surete ruh üfleme gücü
verir; bu güç ameldeki ihlâs ve huzurdur. Allah Teâlâ, yaptığı surete Rabbinin
izniyle üflenmiş ruha sahip suretin yapıcısını kınamamıştır. Bu üflemeyle
birlikte söz konusu suret rabbinin hamdini tespih eden ve dile getiren canlı
bir varlık olarak meydana gelir. Buna mukabil Allah Teâlâ canlılık ve hayat
istidadma sahipken, yaratıcısıyken hayat vermediği sureti yapanı kınamıştır.
Suretin istidadma göre onu inşa eden hayat vermese bile, Allah Teâlâ ona hayat
verir. Böyle bir tasvir edici Allah Teâlâ tarafından kınanır. Allah Teâlâ
âlemde kendisini var eden sebeplerden ortaya çıkan her sureti yaratma bakımından
kendisine nispet etmiştir. Ayette bütün amel sahipleri hakkında ‘Allah
Teâlâ sizi ve amellerinizi yaratmıştır5410
buyurur. O halde Allah Teâlâ senrn olduğu kadar sana izafe edilen amelin de
yaratıcısıdır. Nitekim ‘Attığında sen atmadın’411 buyurur. Allah Teâlâ senin için
olumladığı bir işi senden olumsuzlamış, sonra onu kendisi adına olumlayarak
şöyle demiştir: ‘Fakat Allah Teâlâ atmıştır.*412 Hâlbuki atan kuldur. Allah Teâlâ ona
kendi adını vermiş, onu bu adla isimlendirmiştir. Geride onu isimlendirdiği
gibi süsleyip süslemeyeceği hakkında konuşma kalmıştır. Biz kulun attığından
kuşku duymadığımız gibi ‘Fakat Allah Teâlâ attı’413 ifadesinden de kuşkuya kapılmayız. Allah
Teâlâ atma fiilini önce kuldan olumsuzlamış, kulluk adını ondan düşmüş, sonra
kendi adıyla adlandırmıştır; çünkü isimlendirilen birinin olması kaçınılmazdır
ve o da bir hakikat/varlık olması bakımından -kul olması itibarıyla değilkulun
kendisidir. Çünkü kul ismi efendilik hükmünü kabul etmezken onun kendisi ve
hakikati kulluğu kabul edebileceği gibi efendiliği de kabul eder. Buradan
kendisi için yaratılmış olduğu isim yer değiştirmiş, kendisinden var olmuş
olduğu isim ona verilmiştir. Bu durum ‘Fakat
Allah Teâlâ atmıştır’414
ayetinde belirtilir. Allah Teâlâ yaratıklarına karşı böbürlenmez ve O’nun
söylediği her söz işin kendinde bulunduğu durumun ifadesidir. Allah Teâlâ zatı
gereği olumsuzlamayı gerektiren bir işi olumsuzlamış, zatı gereği sabit kalmayı
Hakk eden bir işi sabit bırakmıştır. Hakikatler ise kendi yerlerinde -gerçekte
onlardan hiçbir şey değişmeksizin ve bozulmaksızınkalmıştır. Bununla birlikte
bir grubun düşüncesine göre bozulma ortaya çıkabilir ve bozulma olmasaydı,
varlıkta bozulmanın hükmü bulunmadığı için, eksiklik meydana gelirdi.
Dolayısıyla onun da varlıkta bulunması gerekir, çünkü varlığın kemale ermesi
kaçınılmazdır. Bu durum eksiklik hakkında söylemiş olduğumuz ‘Varlığın
kemalinin bir yönü kendisinde eksikliğin bulunmasıdır’ ifademizin anlamıdır. Bununla
birlikte varlıkta eksiklik selbî bir durum olarak bulunabilir. Fakat işleri
bulunduldarı hal üzere anlayan kimseler için onun hükmü açıktır.
Tasvir mertebesi halk (yaratma)
mertebesinin sonuncusudur. Onun ardında genel itibarıyla yaratmaya ait mertebe
yoktur ve sonuncu mertebe budur. Buna mukabil bilgi yaratma mertebelerinin
ilki iken ilahi hüviyet bütün bunlarla nitelenendir. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘O’
sözüyle başlamıştır, çünkü hüviyetin varlığı kaçınılmazdır. Sonra olumlama ve
olumsuzlamada bu zamirle bitirerek şöyle der: ‘O
Allah Teâlâ ki, O’ndan başka ilah yok,’415
Burada Allah Teâlâ gaybı ve şahadeti bilmekle ilgili sıfattan başlamış,
el-Musavvir ismiyle bitirmiş, ardından belirli bir isim zikretmeden şöyle
demiştir: ‘En güzel i simler O’nundur.’416
Allah Teâlâ ‘Göklerde
ve yerde her şey O’nu tespih eder’417 der. Hâlbuki yeryüzünün içindekiler
dememiştir, çünkü yeryüzündeki insanların çoğu O’nu tespih etmez. Öte yandan
O’nu tespih edenler her hallerinde O’nu tespih etmez. Buna mukabil yeryüzünün
kendisi Allah Teâlâ’yı her durumda tespih ederken içinde bulunan melekler ve
maddeden ayrık ruhlar da O’nu tespih ederler. Allah Teâlâ ‘Gece
ve gündüz O’nu tespih ederler; bıkmazlar’418
der. Burada Allah Teâlâ tespihi sürekli yapanı dikkate almıştır ki, o da
yeryüzüdür. Kur’an-ı Kerim’in başka ayetlerinde de yeryüzündekilerin tespihini
dikkate almıştır. Bununla birlikte onlar âlemin bir kısmıdır: ‘Yedi
kat gökler, yeryüzü ve onlarda bulunanlar Allah Teâlâ’yı tespih eder.’’419 Burada akıllı varlıklar için
kullanılan men (o
kişi) edatı getirilmiştir. Sonra ifadesini pekiştirerek ‘Her
bir şey O’nun hamdini tespih eder5420
demiştir. Ardından ifadeyi daha da pekiştirerek ‘Fakat
siz onların tespihlerini anlayamazsınız’421
demiştir. Burada da men edatı gelmiş, ma (o şey)
edatı kullanılmamıştır. Haşr suresinde men edatı kullanılmamış, ‘ma’ edatı
getirilmiştir. Dilci Sibeveyh şöyle der: ‘Ma edatı
her şey için kullanılır, fakat bütün var olanları kuşatmaz.’ Böylece geride
kalan ve tespihte zikredilmeyenlerin kalpleri ürperir. Bunun üzerine Allah
Teâlâ onların kalp kırıklığını onarmış, korkularını ayetin ardından söylemiş
olduğu ‘Her şey O’nun hamdini tespih eder’422
ayetiyle gidermiştir. Allah Teâlâ onları överken, insanların onların
tespihlerini bilmediğini söylemekle ifadesini, pekiştirmiştir. ‘Fakat
siz onların tespihlerini anlamazsınız’423 Buradaki telafi ve onarma, maruz
kaldıkları kırıklığın karşılığıydı. Bu ayetle onların sevinci pekişmiş ve
artmıştır. Gerçekte bu bir artış değil, kırılmanın ortaya çıktığı yeri imar
etmek demekti. Çünkü Allah Teâlâ her şeyin O’nun hamdini tespih ettiğini
bildirmiştir ve vakıa da bu şekildedir. Binaenaleyh bu ifade kırıklığın yol
açtığı gediği kapatmıştır. ‘Fakat
siz onların tespihlerini anlayamazsınız.’424 Burada istidrak edatı olan ‘fakat5
kullanılmış, Allah Teâlâ bu özel tespihte -başkalarından ayrı olarakonların
yalnız kalmasını arzu etmiştir. İnsanlar o tespihi bilselerdi, onunla Allah Teâlâ’yı
överlerdi.
Tespih edenler sürekli suret inşa
ederler ve bu yönüyle onlar inşa ettikleri suretlere ruh üfleyen ressamlardır. Suretleri
meydana getirmek dünya ve ahiret hayatında süreklidir. İnşa dünyada sona erse
bile sürekli devam eder.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
ÖRTÜLERİ
ÇEKME MERTEBESİ
el-Gaffar,
el-Gafir ve el-Gafur
Varlığımdan zırhım O’nun elbisesi
Hakkın varlığı baş için örtü
Sözümü iyi anla! Bunda bir açıklık var Dilersen onu açar, dilersen örterim
Bu mertebenin sahibi Abdulgaffar diye
isimlendirilir ve o gayret, korunma, koruma, ismet ve günahtan uzak kılma
mertebesidir.
Allah Teâlâ sana ve bize kendinden
bir ruh ile yardım etsin, bilmelisin ki; bütün varlıklar birbirlerinin üzerinde
bulundukları örtülerdir. Örtülerin en ulvisi Allah Teâlâ’nın ez-Zahir ismidir,
ez-Zahir el-Bâtın isminin üzerinde örtüdür. Allah Teâlâ’nın ardında ise
gidilecek hedef olmadığına göre bu örtü O’nun üzerindedir. Müşahede ve görme
halinde el-Bâtın isminin karşısında bulunursan, el-Bâtın ismi ez-Zahir ilahi
ismi üzerinde perde olur. Bu esnada O’nunla ittihat eder ve O’nun nedeniyle
ezZahir ismini müşahede edersin. Bununla birlikte ‘zuhur daha önce ezZahir
ismine ait iken şimdi el-Bâtın ismine geçmiştir’ deme! Aksine ezZahir ismi
bulunduğu hal üzere âlemdeki bütün suretlere hükmünü verici olarak kalırken
el-Bâtın ismi de -müşahede edilse bilehali üzere ‘bâtın’ olarak kalır ve zahirî
suretlerin örttüğü manaları verir. Perdelerin en ulvi ve en gizli olanı bu
iken örtülenin en ulvi ve gizlisi de O’dur.
Bu perdenin ardından kalbin Hakkı
sığdırması gelir. Kalp sığdırdığı Hakkın üzerinde perdedir. Bunun nedeni
kalbin inançların düşünce ve delilleriyle inşa ettikleri ilahi suretlerin
mahallidir. Bu suretler onların üzerinde örtü ve perdedir. Bir insanı görürsün,
fakat neye inandığını göremezsin. Kalp perdesi başka bir perde vasıtasıyla
kalküğında, kişinin neye inandığı görülür. Söz konusu perde Rabbi hakkında
inancını dile getirdiği ibare perdesidir. İbare üzerinde bulunduğu şeyi
gösterse bile, o da perdedir. Çünkü ibarenin delalet ettiği şey sana
görünmemiş, sadece ibare sahibinin inandığının misali senin kalbinde
gerçekleşmiş, örtülü bir şeyden haber vermiş, o şey de senin nezdinde örtülü
kalmıştır. Dolayısıyla onu ortaya çıkartamaz, onun misalini sana aktarır. O
halde herhangi bir mana için gelmiş olan her harf, mana üzerinde perdedir ve
harf manaya delil olmak üzere gelmiştir. Bu yönüyle harf perdelerin en
büyüklerinden biridir ve yine de ‘ilahi isimlerin perde olması’ demek olan
birinci perdeden sonra gelirler. Bu isimler isimlendirilenin zatına delil
olsalar bile, aynı zamanda O’na perdedirler. Çünkü isimlendirilenin zatı
hakkmdaki hükümlerin farklılığı nedeniyle düşünen kişi isimler hakkında
hayrete düşer. Allah Teâlâ’nın her isminin ilahi zatta bir hükmü vardır. İlahi
zat aziz ve azim olsa bile isimlerin varlıkta hükümleri vardır. Hatta gerçeği
O’ndan öğrenen kimse için, var olanların isimleri Allah Teâlâ’nın isimleridir.
Örtüleri bilmede aşağı doğru üçüncü
mertebe, lafız isimlerinin perde teşkil etmesidir. Onlar konuşanların
dillerinde meydana gelen lafızlar ve yazanların kalemlerinde ortaya çıkan
işarederin isimleridir. Onlar da ilahi isimler üzerindeki perdelerdir. Bu durum
Hakkın kendisi nedeniyle isimleriyle konuşan olmasından kaynaklanır. Bu
durumda yazılı ve işaredi isimler, bizim nezdimizde, ‘isimlerin isimleri’ ve
onların üzerindeki perdeler haline gelirler. Çünkü biz söz konusu isimlerin
keyfiyetini bilemeyiz. Onların keyfıyederini müşahede ederek idrak edebilmiş
olsaydık, örtüler kalkardı, hâlbuki onlar ortadan kalkmaz. Bizim nefislerimizde
onların misalleri bulunur. Daha doğrusu nefsimizde bulunan en üstün şey,
onların tahayyülleri olabilir; tahayyül ise duyulurların nefislerde meydana
getirdiği bir haldir. Duyuyla algılananlar musavvire gücünün yardımıyla
insanın hayalinde onları meydana getirir. Perdelerin dışında sadece
yaratılmışların birbirlerine perde olmaları söz konusudur. O halde perdeler
delil olsa bile, genel anlamda delil oldukları kadar bütün varlık bu yönden
perde ve üzerine perde çekilendir. Bu itibarla biz de üzerine perde ve örtü
çekilmiş olanlarız. Bu itibarla varlık bizim üzerimizdeki örtüdür. Demek ki
varlık bize görülür, çünkü örtünün örtülen tarafından görülmesi gerekir. Bu yönüyle
örtü her zaman örtülen ile önüne örtü çekilen arasında berzahtır ve her ikisine
birlikte görülür.
Meşru hükümler yükümlülere gelip
fiillerine iliştiğinde, yükümlülerin fiilleri hakkındaki hükümleri itaat,
günah, teşvik edilen ve edilmeyen kısımlar diye taksim eder. İtaat ve günah,
haram ve farz gibi yapılması veya terk edilmesi emredilenlerdir. Teşvik edilen
ve edilmeyen fiiller, mendub ve mekruhlardır. İtaat veya günah olmayan veya
teşvik edilen veya edilmeyen kısmına girenler, mubahlardır. Bu taksim zat ve
hakikati gereği nefsin mertebesinin hükmüdür. Diğer hükümler zatı gereği
belirlenmemiş, ancak meleğin ilhamı veya şeytanın vesvesesi gibi dışarıdan
gelen dürtüyle insan tarafından kabul edilen hükümlerdir. Onlar üzerinde
ilhamın hüküm sahibi olduğu kimseye aittir, yoksa zatı gereği gerçekleşmezler.
Yükümlü nefislerden mutlu olanlar (saadet ehli) iki kısma ayrılır: Birinci
kısım günahın kendisinde bulunmasından örtülmüş olan kimselerdir. Bunun yanı
sıra onlar, teşvik edilmeyen veya itaat veya günah sayılmayan işlerin kendilerinde
bulunmasından da perdelenmişlerdir. Böyle bir insan mutluların en mutlusudur.
İkinci tür, günah kendisinde ortaya çıktıktan sonra günah nedeniyle cezalandırılmaktan
perdelenmiş kimselerdir. Böyle biri, günahı örtülen kişidir.
Bu hükümler, yükümlünün zahirine ve
bâtınına taalluk ederken tam-kâmil Mutlu masum olandır. Ondan sonra -bâtınında
olmasa bilezahirinde korunan kişi gelir. En az örtülmüş olan kişi adı
Abdulgâfır olan kişi iken en çok örtülmüş olanın adı Abdulgafur’dur. İkisinin
arasında Abdulgaffar bulunur. İnsanlar, yani yükümlüler ise üç halde bulunur;
gafir, gaffar ve gafur!
Yükümlü
insanlar da, kendilerine karşı suç işleyen veya kendilerini suçtan koruyanlara
karşı bu isimlerin hükmüne göre hareket ederler. Böyle yapınca Allah Teâlâ’nın
isimlerinin hükümlerinin sahibi olur. Kim kendisine karşı suç işleyeni
affederse, Allah Teâlâ onun günahını görmez; kim zorlaştırırsa, ahirette Allah
Teâlâ katında yaptığı işin sonucunu devşirir. Yükümlü insan ahirette ancak
kendi amellerini görür. Sonra da Allah Teâlâ onların çoğunu affeder. '
Bilmelisin ki, perdelerin bir
kısmının sebebi beşer olmaktır. Bu durum ‘Allah
Teâlâ’nın bir beşer ile vahiy veya perde ardından olmaksızın konuşması mümkün
değildir’425 ayetinde dile getirilir. Bu bir perdedir. ‘Veya
peygamber gönderir.’426 O da perdedir ve
burada perde Allah Teâlâ’nın kuluna kendisinde tecelli ettiği suretin ta
kendisidir. O surette kul Hakkın sesini duyar. Perde vasıtasıyla konuşmaya
misal olarak, Allah Teâlâ peygamberine şöyle der: ‘Onu
komşu edin ki, Allah Teâlâ’nın kelamını duysun!’427 Konuşan Allah Teâlâ’nın
peygamberidir. Başka bir hadiste Allah Teâlâ kulunun diliyle şöyle der: ‘Allah
Teâlâ kendine hamd edeni duydu.’ Bir hadiste ‘Ben onun duyması ve görmesi
olurum’ denilir. Bütün bunlar, beşeriyetin ortaya çıkardığı perde suretleridir
ve beşerden başkası da yoktur! İşin özü ‘Seni
iki elimle yarattığıma secde etmekten engelleyen nedir?’428 ayetinde belirtilir. Burada Allah
Teâlâ Adem’in yaratılışında vasıtaları ortadan kaldırmıştır. Aşağıya doğru ise
beşer isminin hükmü ve etkisi ortaya çıkar. Öyleyse her nerede vasıtalar
kalkarsa, -anlayan içinbeşeriyet hükmü ortaya çıkar. ‘Burada
akıl sahipleri için ayet vardır.’429
Perdeler tasnif edilmiş oldu. Onlar
dolunayların ve tutulmuş Ay’ların üzerinde bulunan perdelerdir. Bir kısmı
gölge, bir kısmı, Ay’ın ve Güneş’in tutulmasında olduğu gibi göz sahibidir.
Diğer beş yıldız da bu kısma girer. En büyüğü Güneş’in perde teşkil etmesidir.
Güneş bütün yıldızların ışıklarını söndürür. Dolayısıyla yıldızların ışıkları
Güneş’te dürülmüş olsalar bile görenin gözünde başkasına ait bir ışık kalmaz.
Şair Nabiğa el-Cadi bir methiyesinde şöyle der:
Allah Teâlâ’nın sana verdiği sureti
görmez misin?
Onun dışındaki her mülk erir, gider
Sen bir Güneş,
hükümdarlar yıldız!
Güneş doğunca hangi
yıldız geride kalır ki?
Kesin olarak biliriz ki, yıldızlar
gökyüzünde ve kendi varlıklarında doğmuş ve ortaya çıkmışlardır. Fakat Güneş’in
ışığının gözün ışığına baskın gelip onu yok etmesi nedeniyle, yıldızlar
algılanamaz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e ‘Rabbini gördün mü’ diye
sorulmuş, ‘Nurani idi, nasıl göreyim?’ demişti. Allah Teâlâ nasıl görülebilir
ki? O kendine perdedir. Bu durum idrakin zayıflığından kaynaklanır, çünkü Allah
Teâlâ ışığın dışındaki yerlerde tecelli etmiş, dilediği yerde görülmüştür. ‘Sen
beni göremeyeceksin’430 demiştir. Demek ki
kastedilen, Allah Teâlâ’nın görülmesi değil, Hz. Musa’nın onu görmesiydi. O
halde zuhur ve ihata olmaksızın, görülen ve perdelenen Odur. Öyleyse bir örtü
olmalıdır.
Geniş olan bu mağfiret bahsi -çünkü
gayb ve şehadet demektiriçin bu kadar ima yollu anlatım yeterlidir. ‘Allah
Teâlâ onların ardından ihata edendir.’431 Allah Teâlâ perdeleri dinleyenlerin
gözlerine çekmiş, onlar duyduklarıyla sınırlı kalmıştır.
Allah Teâlâ örtüyü
yaratıklarına çekmiş
O’nun örtü çekmesi
itiraza yol açar
Tartışma ve
hasımlaşma yok
Mücadele veya kavga
yok
Her tecellisi bir
perde
Bakan herkesten
perdeler
Sağdan ve soldan
perdeler
Önden ve arkadan
perdeler
Gören herkes bilir
Ihlâslı veya
riyakâr
KAHIR
VE EZME MERTEBESİ
el-Kahır
İlahi İsmi
Kahrım emrimin aynı, çünkü ben
E mir verdiğimde
kahır sahibi olurum ,
Varlığa görünür benim suretimle .
Yasağımız
yasak, emrimiz emir
Bu mertebenin sahibine Abdulkahhar ve
Abdülkahir denilir. Alimlerin en büyüğü bu isme sahip olmayan kişidir. Yani
Abdulkahhar veya Abdülkahir ismine sahip olmayandır. O Allah Teâlâ’nın
inayetine mazhar olmuş, kâmil, hatta masum ariftir. Hakk bana -hamdolsunbu
isimde hiç tecelli etmedi, onu başka birisinin aynasından gördüm. Allah Teâlâ
beni irade ve zorunluluk halinde ondan masum kıldı ve bu nedenle hiçbir zaman
tartışmaya girmedim. Benden ortaya çıkan herhangi bir muhalefet ve tartışma,
sadece öğretme amaçlıydı, tartışmak için değildi! Çünkü ben ilahi kahrı hiçbir
zaman tatmadım veya o mertebeden onun bende bir hükmü ortaya çıkmadı. Allah
Teâlâ şöyle der: ‘O kulları üzerinde kahır sahibidir.*32 Yani kendilerinden ortaya çıkan
tartışmalar hususunda kullarını boyun eğdirendir. ‘Üzerinize
koruyucular gönderir*33 Bu bir
vekâlet vermedir. Yani bu gönderme bir grup adına muhafaza demek iken bir grup
adına masum kılmak demektir. ‘Önünde ve ardında
onun takipçileri vardır, Allah Teâlâ’nın emriyle muhafaza ederler*3* ayetinde
bu husus belirtilir. Allah Teâlâ onlara kendisini korumayı emretmiştir. Onlar
masum ve mahfuz kimselerdir. Bazen gelen işe karşı kendisini korurlar ve belayı
ondan uzaklaştırırlar. Nitekim zina eden zâni için durum böyledir. Zâni, zina
ederken iman ondan çıkar ve bir gölge gibi üzerinde kalır. Bu durumda iman bir
muhalefete kalkıştığı için kendisine gelebilecek belaya karşı onu korur. Başka
bir ifadeyle iman belanın ulaşmasına karşı onu muhafaza eder ve belki tövbe
eder veya bağışlanma diler diye geriye çevirir. Bir insan masum olmadığı halde
böyle korunurken, inayete mazhar olmuş biri hakkında ne düşünürsün? Öyle biri
asıl itibarıyla korunmuştur. Bu hüsusta ortaya çıkabilecek en ince görüş
ayrılığı, kulun Hakka yönelme esnasındaki ilahi tartışma ve çekişmedir. Kul
Hakka yöneldiği sürece, el-Kahhar ismi cezalandıracak kimse bulamaz; oklar
hedeflere atılır.
Bilmelisin ki, dua; Sehl ve Fudayl b.
İyaz’m dile getirdiği üzere, tartışmaya imkân vermez. Yani kul Allah Teâlâ’nın
iradesi karşısında bir şey irade etmez. Çünkü dua zillet ve muhtaçlık demek
iken niza ve tartışma, başkanlık ve saltanat arzusundan kaynaklanır.
İnsanların nefislerinde bir niza vardır ki onun gereğini yerine getirmiş
olsalardı, hükümdarın otoritesi altında ezilen halk (bu kez birbirinin) kahrı
altında ezilmiş olurdu. Böyle bir düşünce aklına gelmeyip niza çıkartmayan
insan kahra maruz kalmayacağı gibi hükümdar onu ezmez, aksine ona karşı
merhamedi ve şefkatli davranır. Allah Teâlâ’nın kullarından birini ahlakı
gereği ezerse, hiç kuşkusuz -kendi nedeniyle değilAllah Teâlâ’nın emri nedeniyle
onu cezalandırır. Burada sadece kulun kalbine Allah Teâlâ’nın emir ve yasağına
karşı ilka edilen şeytan vesvesesi vardır ki şeytanın vesvese vermedeki niyeti
de budur. Kulun aklına böyle bir düşünce gelmezse, iman vesveseyi reddedeceği
için, kul onu reddeder. Şeytan kulu derece derece muhalefete çekerek en sonunda
küfre düşürür. Bu bağlamda günahlar küfrün elçileridir. Günahlar küfür
nedeniyle çoğalır ve art arda gelirler. Bu nedenle şeytân onları çeşitlendirir,
hızla yapılmalarını ister. Mümin ise meleğin ilhamı ve yardımıyla şeytanı ezmek
ister. Mümin şöyle der: ‘Allah Teâlâ’dan başka güç ve kuvvet sahibi yoktur.’
Gizli niza ve çekişmenin bir türü de
belalara sabırdır. Başka bir ifadeyle insan belayı kaldırsın diye Allah
Teâlâ’ya havale etmek yerine sabrettiğinde gizli niza içindedir. Hâlbuki Eyyub
Peygamber belayı kendisine havale ettiği halde Allah Teâlâ onun sabrını övmüş,
şikâyet etmesine rağmen şöyle demiştir: ‘Onu sabırlı
bulduk, ne güzel kuldur Eyyub!’435 Allah Teâlâ Hz. Eyyub’un maruz
kaldığı her işte çokça O’na döndüğünü zikretmiştir. Her kim kendine gelen
belaya karşı nefsini Allah Teâlâ’ya şikâyetten alıkoyup belayı kaldırmasını
istemez ve sabrederse, böyle bir sabır hiç kuşkusuz ilahi kahra direnmek
demektir. Allah Teâlâ böyle bir kulu ezer. Sabır tasavvuf yolunda övülen bir
nitelik olsa bile, sıkıntıyı Allah Teâlâ’ya şikâyet etmek, sabırdan daha üstün
ve daha yetkin bir davranıştır. Bu nedenle şöyle dedik: ‘Dua tartışmaya izin
vermez ve onu gerektirmez. Aksine kullukta tartışmanın terki daha doğru ve daha
ulvidir.’
Rıza ve teslimiyete gelirsek, her
ikisi de gizli tartışma anlamı taşır. Bunu ancak Allah Teâlâ ehli fark
edebilir. Rızanın konusu kaderin hükmüyse, dinî bir teraziye ihtiyaç duyulur.
Rızanın konusu kaza ise kahrı gerektirebilir. Bu durumda rıza sahibi o esnada
kendinde bu hali bulursa, gizli bir niza ve çekişme içinde olduğunu anlar ve
onu ortadan kaldırmak üzere halini inceler. Kazanın kahır talep etmediğini
görürse, yaratılışında bulunan saf rıza halinde bulunduğunu öğrenir. Rıza radayerudu kelimesinden
türetilmiştir ye riyazet aynı kökten türetilmiştir. Aynı anlamda radet
ed-dabbetu denilir. Anlamı zelil kılmak demektir. Bu vasıfla
ancak inatçı kişi nitelenir ve inatçılık kavga demektir. Küçük tay riyazet
yoluyla eğitilir. Bunun nedeni onun serkeşliği ve yaratılış gayesini
bilmeyişidir. At amade olmak ve hizmet etmek üzere binilmek ve yük taşımak için
yaratılmıştır. At ise yaratılış gayesini bilmediği için bu gayeye direnir ve
ilahi hükmün yardımcılarına boyun eğmek üzere eğitilir. Aynı şey nefislerin
riyazetinde geçerlidir. Nefislerde inatçılık özelliği bulunmasaydı, sahipleri
onları riyazet yoluyla eğitmezlerdi. O halde nefisler asıl bakımından riyazet
özelliğinde, yani zelil olarak yaratılmışlardır. Bu nedenle onlara ‘razı olan’
değil, ‘razı olunan’ adının verilmesi uygundur. İnsan nefisleri ilahi surette
yaratılmış oldukları için aynı hakikatte olmayan bütün âleme karşı üstün olmak
ister, âlemdeki hakikatlerin dayandığı ilahi hakikatlerden perdelenirler. Riyazet
nefislerdeki bu inatçılık nedeniyle gereldi olmuş, nefisler riyazetin
otoritesi altında zelil kalmış ve boyun eğmişlerdir. Teslim de öyledir. Teslim
inatçılık karşısında kendini tutmakla mümkün olabilir. Aynı şekilde vekâlet
sahiplikten sonra gelir ve o da gizli niza ve çekişme demektir. İlahi kahır,
niza ve çekişmenin gizliliği nedeniyle gizlenir, onun ortaya çıkmasıyla ortaya
çıkar. Arif ise bir an bile kendinden gafil kalmaz. Kendinden gafil kaldığında,
Rabbinden de gafil kalır. Rabbinden gafil kalan ise bâtınıyla kendinde bulmuş
olduğu maksada aykırı tesire direnmiş, ona karşı çıkmış demektir. Bunun üzerine
ilahi kahır gelir ve onu ezer. Bu davranış çokça meydana geldiğinde, kişi
‘Abdulkahhar’ diye isimiendirilirken az meydana geldiğinde ‘Abdulkahir’ diye
isimlendirilir.
Bu mertebenin ilkesi, insanın emre
uyarken ve günah işlerken sırlarını incelemesidir. Bunu yapınca, mertebenin
onda hükmünün bulunup bulunmadığını anlar. Bu da tümel bir durumdur, biz seni
bu konuda kendine havale ediyoruz. Sen en iyisini bilirsin.
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve
doğru yola ulaştırır.’
VEHB
(VERME) MERTEBESİ
el-Vehhab
İlahi İsmi
Bütün vergiler O’ndan bir ihsan
Gerçi yaratılmış bunu bilmez lâkin
Allah Teâlâ’dan öğrenen kişiye
kapalı değil bu bilgi İlahi müşahede sahiplerine
' Öyle değilse cehalet onun yaratılış özelliği Müşahede edilen
varlık böyle gelmiş
Bu mertebenin sahibi Abdulvehhab diye
isimlendirilir. Vehb nimedendirmek amacıyla ihsan etmek ve vermek demektir.
Verenin aklına teşekkür veya başka bir karşılık gelmez. Teşekkür talebinin
bitiştiği verme vehb değil, karşılığında kazanç veya zararın arandığı ticaret
sayılır. İlahi vergiler (vehb) türlere ayrılır. Bunlar -Allah Teâlâ izinverirse
bu bölümde sayılacaktır. Bu mertebeden kul bedenî ve malî bütün vergilerindeki
beşerî arzularından soyudanır. ‘Bedenî’ derken, bedeninin yolculuk veya
herhangi bir bedensel hareket türünde kullanmış olduğu vergileri kastediyoruz.
O vergi Allah Teâlâ’nın kullarından birisi için olabileceği gibi hayvan için de
olabilir. Vehbî vergide kişi ücret talep etmediği gibi şükür de talep etmez. Bu
vermenin tek nedeni, kendinden dolayı hareket ettiği kişiye menfaat sağlamak
veya ondan zararı uzaklaştırmak üzere nimet vermektir. Bu vermeye karşı kişiye
ecir vermek ise Allah Teâlâ’ya kalmış bir iştir, kendisine değil! İnsan sadece
bu niteliğe sahip olmak için verir ve bu ilahi isim onun üzerinde hüküm sahibi
olsun ister.
Yaratılmışların menfaatinin ve
hazzının bulunmadığı ibadederi yapmaya gelirsek, böyle ibadetlere namaz, oruç,
hac vb. hatta bütün meşru ibadeder girer ve bunlardaki davranış da söz konusu
mertebeden ortaya çıkar. Kişi bu ibadede yaratılmışın payının bulunmadığı bir
fiili meydana getirebilir ve hareket veya el çekerek onu ortaya çıkartabilir.
İkinci durum ise ibadetin -yapma ve fiil değilterklerle ilgili olması
durumunda geçerlidir. Böylece insan ibadetini yaratılışı bakımından son derece
güzel ve tam bir surette izhar eder. Ardından o suret Allah Teâlâ’nın
karşısında huzur sahibi olmaktan kaynaklanan ruh elde eder; söz konusu ruh
ibadette belirlenmiş salih niyete bağlıdır. Kişinin ibadetini farz veya nafile
ibadet olarak yapması birdir. Kulun meydana getirdiği ve ibadet diye
isimlendirilen bu suret, Allah Teâlâ’yı tespih eder, O’nun emrinin gereğiyle
kendisini zikreder. Kul dince belirlenmiş meşru amelin suretini izhar ederek
amele verdiği nimeti arttırır. Amelin sureti de kendisine ve tespih
mertebesine verilen nimetin karşılığı olarak O’nun hamdini tespih ederken kul
ibadetlerinde O’nun hamdini tespih eden ve daha önce varlıkları olmayan diller
yaratır.
Bir kadın şeyhimiz Abdurrezzak’ın
meclisine gelerek şöyle demiş: ‘Efendim! Dün gece rüyamcia arkadaşlarından
birini gördüm. Kıldığı namaz bir suret olarak meydana gelmişti. Suret
yükseliyordu. Ben de Arş’a çıkıncaya kadar ona bakıyordum. Namazın sureti Arş’ı
tavaf edenlerden biri oldu.’ Şeyh hayrede ‘Ruh ile birlikte namaz’ demiş, sonra
şöyle eklemiş: ‘Böyle bir namaz benim arkadaşlarım arasından sadece
Abdurrezzak'a ait olabilir.’ Bunu içinden söylemişti. Sonra kadına şöyle
demiş: ‘Sen o adamı arkadaşlarımın içerisinde tanıdın mı?’ Kadın ‘Evet,
falancadır’ diyerek daha önce şeyhin aklına da gelmiş olan Abdurrezzak’ı
gösterince, ‘Doğru söyledin’ demiş, haberi Allah Teâlâ’dan gelen bir müjde
kabul etmiştir. Hikâyeyi bana Abdullah b. el-Ustad elMebrurî Endülüs
şehirlerinden Mebrur’da anlatmıştı. Adam güvenilir ve doğru sözlü bir ravi idi.
Hz. İsa topraktan bir kuş sureti yaratmış, ona üflemiş, o da Allah Teâlâ’nın
izniyle kuş olarak uçmuştu. Suretin varlığı onun ellerinde gerçekleşmiş, sonra
ona üflemiş, suret Allah Teâlâ’nın izniyle kuş olmuştu. Başka bir ifadeyle Allah
Teâlâ bunu ona emretmiş ve bu konuda kendisine izin vermişti. Benzer şekilde, Allah
Teâlâ mümine şeriatta emirler vermiş, onu yükümlü kıldığı ibadetlerin
suretlerini meydana getirmede ona izin vermiştir.
Hz. İsa kuşu yaratırken kendisini var
olanların arasına katarak surete nimet vermek niyeti taşımış olabilir. Aynı
zamanda, tespih edenlerin sayısını artırmakla, tespih mertebesine de nimet
verme niyeti olabilir. Böyle ise o da bu mertebenin ehlinden ve onlara
katmanlardandır. Başka bir niyet taşımışsa, niyetine göre değerlendirilir. Bu
makam sahibiyle başkaları arasmda sadece niyet farkı ile amellerin kendisinden
suret şeklinde ortaya çıktığını görmek farkı vardır. Çünkü kendinde iş, yükümlülerin
ibadet suretlerini inşa etmesidir; suret çirkin veya güzel de olsa, bu durum
kaçınılmazdır. İnsanlar niyet ve maksadarında ayrışır ve sadece yükümlü
vardır! Onların en kıymedisi ibadetiyle zikrettiğimizi amaçlayandır. Daha
üstün bir nitelik ve ibadeder içerisinde daha yüksek bir menzile sahip olduğu
için ibadetini yerine getiren bir kul ise bu mertebenin mazharı değildir, çünkü
emir/iş, ortaklık kabul etmez. Böyle birini ibadetlerin suretlerini inşa
makamına yerleştiren niyet, onların sıfadarı ve değerleridir. Böyle bir kul,
ecir ve sevap elde etmek üzere öyle bir makama yerleştirilmemiş kimseden
ayrışır. Bu mertebenin sahibi sadece ibadetin zuhuruna nimet vermek amacı taşıyarak
Allah Teâlâ’yı tespih edenlerin sayısının artmasını diler; burada övülmek veya
methedilmek veya karşılık almak niyeti yoktur. Onun yegâne niyeti, Hakkın âlemi
var ederkenki maksadıdır. Allah Teâlâ âlemi sadece kendisine ibadet etmesi
amacıyla yaratmış, ‘Cinleri ve insanları bana ibadet
etsinler diye yarattım’436 demiştir.
Başka bir ayette ‘Her şey O’nun hamdini tespih eder’437 buyurur.
Bu mertebenin sahibi olan kul da ibadederin suretlerini inşa ederken Hakkın
âlemde irade ettiği üzere O’na ibadet etmelerini amaçlar. Bu durum, kulun
kendilerini var etmek ve inşa etmekle suretlere nimet verme niyetini geçersiz
kılmaz. Bununla birlikte kulun müşahedesi suretleri kul vasıtasıyla inşa edenin
Allah Teâlâ olduğunu kendisine gösterirse-onları var eden kendisi değildir-,
böyle biri ilahi vehb mertebesinden değildir. Böyle bir davranış, inşa edilen
surete dönük ilahi verginin neticesidir.
İfade ettiğimiz hususta maksadımız,
menzil bakımından daha ulvi ve üstün olanı belirtmek değildir. Gayem makamları
birbirinden ayırmak, onları yerine getirenlerde karışıklığın bulunmamasını
sağlamaktır. Çünkü hükümler makamlarda iç içe girer. Halleri ve makamları
ayırt etmek sadece ilahi bilgide derinleşenlerin bilebileceği bir iştir. Allah
Teâlâ inşa ettikleri amel suretlerine karşılık olarak sahiplerine nimet
verdiğinde, suretler^ inşanın -yükümlü kula değilAllah Teâlâ’ya ait bir iş olup
suretlere nimet vermenin kula değil de Allah Teâlâ’ya ait bir ihsan olduğunu
müşahedenin karşılığı, suretleri inşa esnasında aynı müşahedeye sahip
olmayandan büyüktür. İki şahıs meşru bir ameli yerine getirirken müşahedelerine
göre ayrışmıştır. Bu konu aşina olunmayan bir meseledir ve ona hakkıyla sadece
biz dikkat çektik, konuyu ayrıntılı olarak açıkladık. Allah Teâlâ’yı bilen bir
kişi veya eşyayı bilenler, nimet verme yoluyla Allah Teâlâ’nın ihsanından
habersiz değillerdir. Bizim zikrettiğimiz şekilde onu düşünmez veya bu vehb
mertebesiyle tahakkuk edenlerin dışında amel sahiplerinin aklına söylediğimiz
husus gelmez.
Bu mertebeye yerleşen ve onunla
tahakkuk eden insan, Abdulvehhab diye isimlendirilendir. el-Vehhab ismi onu var
etmiştir, başka bir isim değil! Misal olarak Hz. İsa’nın Hz. Meryem’e verilişi
hakkında ‘Sana temiz bir çocuk vermek üzere’438
denilir. el-Vehhab’ın meydana getirdiği suretler, son derece azdır. İlahi
isimlerin sayısı kaça çıkarsa çıksın, mertebelerini bildiğinde bunu da
anlarsın. Bu kadar işaret bu mertebenin bilgisi hakkında yeterlidir.
‘Allah Teâlâ
doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’ O en doğru yola ulaştırandır.
RIZIKLAR
MERTEBESİ
er-Rezzak
İlahi İsmi
Rızıklar iki kısım; maddi ve aklî
rızık Akılla da nakil de bunu söyler
Bir kısmı verilen iyiliği kabul eder
O rızık gerçekte makbul
Allah Teâlâ münezzeh, O’nun bilgileri sınırsız O bilgilerde hidayet ve dalalet var
Şaşılacak bir işi içeren cinsel
ilişki gibi Diller birleşir, öpüşme olur
Allah Teâlâ Meryem kıssasında şöyle
der: ‘Zekeriya mihraba her girdiğinde,
orada rızık buldu, ‘Meryem bu sana nereden geldi?’ Meryem, ‘o Allah Teâlâ
kamdandır, Allah Teâlâ dilediğini hesapsız olarak mıhlandırır’ demiştir.’439 Başka bir ayette ‘Kim
Allah Teâlâ’dan sakınırsa, Allah Teâlâ onun adına çıkış yaratır ve onu
bilmediği yönden rızıklandırır.’440 Bu mertebenin sahibi, Abdurrezzak
diye isimlendirilir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Cinleri
ve insanları bana ibadet etsinler diye yarattım. Onlardan rızık istemiyorum.
Beni doyurmalarını istemiyorum.’441 Bu durum yedirilenin hakkıyla
ilgilidir. Sahih bir kutsi hadiste Allah Teâlâ şöyle der: ‘Acıktım beni
yedirmedin, susadım bana su vermedin. Kul şöyle der: Sen âlemlerin Rabbiyken
nasıl olur da yer ve içersin? Allah Teâlâ şöyle der: Falan kulum acıkmıştı,
falan kulum susamıştı; onu doyursaydın veya senden su istediğinde onu
içirseydin!’ Bu ifade ‘acıktım beni yedirmedin, susadım bana su vermedin’
hadisinin anlamıdır. Allah Teâlâ kendisini susayan ve acıkan kullarının
mertebesine yerleştirmiştir. Amel sahibi kutsi hadise göre aç olanı doyurmak
amacıyla çalışır ve Allah Teâlâ’yı doyuranlardan olmak isteyebilir diye Allah
Teâlâ insana şöyle der: ‘İnsanlardan beni doyurmalarını istemiyorum.’ Burada Allah
Teâlâ bir makamdan öteki makama intikal etmiştir. Allah Teâlâ kullarına
yükümlülük yurdunda makamları, halleri ve menzilleri öğretir ki, onlarda
intikal edebilsinler. Sonra şöyle der: ‘Allah
Teâlâ rızık verendir; metanet ve kuvvet sahibidir.’442 Manalarda metanet, cisimlerdeki
kesiflik gibidir ve burada rızka uygun kelime kullanılmıştır. Maddi rızık
cisimlerin kendisiyle beslendiği gıdadır. Cisim onunla beslendiğinde,
parçaları çoğalır, artar ve kalınlaşır. Besili olmak nerede, zayıf olmak
nerede! Allah Teâlâ’nın gerçeği kendinden anlayanlara talimi, edep öğretmesi ve
açıklaması ne güzeldir!
Bilmelisin ki, rızık manevi ve maddi
rızık olmak üzere ikiye ayrılır. Başka bir ifadeyle rızık mahsus ve makul diye
taksim edilebilir. Rızık rızıklananın varlığının kendisiyle ayakta kaldığı her
şeydir. Bu yönüyle rızık varlığın besini ve gıdasıdır. Allah Teâlâ cRızkınız
göktedir’443
buyururken yeryüzü hakkında ‘Orada
besinleri takdir etmiştir’444 der. Onlar rızıklardır. Onların
takdiri, iki açıdan olabilir. Birincisi nicelikleri, İkincisi vakitleridir.
Yeryüzündeki rızık cisimlerin kendisiyle var olduğu şeyler iken gökteki rızık,
ruhların kendisiyle var olduğu besinlerdir. Bunların hepsi rızıktır. Yaratılmış
her şey muhtaç olarak kalırken Hakk müstağnilik özelliğiyle ayrışır.
Rızıklar ve onların müşahedesi
hususunda en üstün menzil, Hakkın varlığının kendisiyle zuhur ettiği
mümkünlerin hükümlerinin suretleri ile tecelli suretleridir. Müşahede sahibi,
tecellideki surete veya Hakkın varlığında (zuhur eden) mümkünlerin hükümlerinin
suretlerine bakar! O suretin Hakk ettiği ve ‘rızık’ denilen şeyi görür. Söz
konusu suret rızkı baki kalmak üzere talep etmişti. Bu durumda kulun müşahedesi
rızıklar mertebesiyse, rızkı ona verir. Bu durum emir ve halk âlemindeki
varlıklara ve onların hakikatlerine göre iner. Var olan şey rızkını bu makam
sahibinden talep eder. Onların talep ettikleri en kesif şey, rükünler içindeki
türeyenlerdir. Onlar madenler, bitkiler ve hayvandır. ‘Allah
Teâlâ her şeyi sudan canlı yapmıştır.’445 Her şey canlıdır, çünkü her şey, Allah
Teâlâ’nın hamdini tespih etmektedir; tespih ancak canlıdan meydana gelebilir.
Her şey sudan ve havadan meydana gelmiştir ki sudan ayrıldıklarında ölen deniz
canlıları da buna dâhildir. Onların canlılığı sudaki havaya bağlıdır, çünkü deniz
canlıları bileşiktir ve bu sayede özel bir ilişkiyle havayı kabul edebilirler.
O nispet havanın suyla artık hava adını yitirecek şekilde karışmasından
ibarettir. Nitekim hava da bileşiktir. Onda da su vardır ve bu sayede bileşik
olarak var olur.
Fakat suyun havayla bileşimi, artık
su adını yitirecek şekilde özel bir karışımdır. Hayvanın canlılığı suyun
havasına bağlı olunca, bu özel hava kaybolduğunda su canlısı ölürken aynı
şekilde kara canlısı da suda boğulduğunda ölür. Çünkü onun hayatı da suyun katıştığı
havaya bağlıdır; yoksa havanın katışmış olduğu suya bağlı değildir! Bu itibarla
kara ve deniz canlısı olan bir canlı daha vardır ki o da ara bir varlıktır. Bu
hayvan her iki havayı kabul edebilir bir özelliktedir. Böylece havayla
hayatiyetini sürdürdüğü gibi karada da hayat bulur. Bu hayvan suda
yaşayabildiği gibi denizde de yaşayabilir ve hava sayesinde her iki yerde
yaşaması mümkündür. Su onun canlı olmasının ilkesidir. Rükünler âlemindeki
rızık, yenilen ve içilen her şeyde havadır. Hava sayesinde bitki, maden,
hayvan, insan ve cin gibi beslenen her şey canlılığını sürdürür.
Nefes alıp verirken âlemdeki
nefeslerden yaratılan meleklere gelirsek, onların rükünlerden bir gıdası
vardır; böyle olması da kaçınılmazdır. Melek nefes alıp veren kişiden onun
kalbindeki düşüncelere göre ortaya çıkar. Nefes alan kişi bir lafız söylerse,
nefes telaffuz ettiği lafza göre ortaya çıkar. Başka bir ifadeyle sureti
kelimedeki harflerin tafsiliyle birlikte ortaya çıkar. Bu ölçüyle harflerin
özelliklerinden ortaya çıkan edilgenlik ve infialin niteliği gerçekleşir.
Telaffuz etmeksizin nefes -bir lafız olmaksızınçıkarsa, suretsiz bir mana
olarak heyulanı (niteliksiz, belirsiz) bir şekilde ortaya çıkar. Öna suret
verme işini ise teneffüs esnasında kulun içindeki haline göre Allah Teâlâ
üstlenir ve o surette kendisini terkip eder. Nefes alıp veren mahal her şeyden
soyutlanmışsa, Allah Teâlâ nefesi duyuyu terk ettiği ve uykuya geçtiği anki
halinin suretinde terkip eder. Misal olarak uykusunda rüya görmeyen ve duyulan
açık olmayan uyuyanın nefes alıp vermesini verebiliriz.
Kul, sözünü ettiğimiz mertebeye
yerleştirilip yanında bulunana baktığında, bekasının sayesinde gerçekleştiği
rızkı o şeye ulaştırır. Çünkü onun yaratıcısıdır ve rızık ise tabidir. Bir
şeyin yaratıcısı, gerçekte onun rızık verenidir. Eşyanın yaratılışı makamında
bulunman ise Hakkın sana senden meydana gelenleri göstermesiyle mümkündür. Bu
esnada sahip olduğun rızka göre senden meydana gelenleri talep edenleri görür,
onlara rızık verirsin. Benzer şekilde, ailenin senden talep ettiği rızkı elde
etmek üzere de çalışırsın ve bu durum rızık verenin Allah Teâlâ olmasına zarar
vermez. Burada sebepleri ortaya koymaktan ve onları ispattan söz ediyoruz.
Nitekim Allah Teâlâ onları onaylamış, ortaya koymuştur. Birçok yerde Hakk
insana uykusunda veya uyku dışında olmak üzere herhangi bir surette tecelli
ettiğinde, tecelli edilen suretin ayrılmaz özelliklerine bakmak gerektiğini
söyledik. O özelliklere göre ve o yerde Hakka dair hüküm verilir. Çünkü Allah
Teâlâ’nın o surette tecelli etmesindeki hüküm, o hükümden başka bir şey
değildir. Bu nedenle bilhassa o surette tecelli etmiştir. Bu itibarla hüküm, suretlerin
başkalaşması nedeniyle başkalaşır, bunu bilmelisin!
Suretlerin rızkı da suretlerin
değişmesi nedeniyle değişir. Bir suretin gıdasının bağlı olduğu rızık başka
bir suretin gıdası olmayabilir. Suretlerin gıdası, onların azıklarıdır. Bu
bağlamda bazen manalar suret kazanabilir. Mesela bilgi; süt, dinde sebatkâr
olmak ve kayıt şeklinde surete girer. Bir suretin rızkı, kendisiyle kastedilen
anlamdır. Rüya söz konusu olur ve tabirci surede Allah Teâlâ’nın kastettiği
anlamı doğru tabir ederse, bu tabir rüyanın rızkıdır ve bu sayede onun
hayatiyeti ve sürekliliği devam eder. Onun sureti görenin ve keşif sahibinin
elde ettiğidir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem tırnaklarından taşıncaya
kadar süt içtiğini görmüş. ‘Ey Allah Teâlâ’nın Peygamberi! Bu rüyanın tevili
nedir?’ denildiğinde, ‘bilgidir’ diye cevap vermiştir. Bilgi süt şeklinde
ortaya çıkmıştır. Bilgi, süt olunca, Hz; Peygamber kendisini ondan içip
tırnaklarından taşıncaya kadar dolmakla nitelemiş, böylece öncekilerin ve
sonrakilerin bilgisini elde etmiştir. O sütten dışarı çıkanlar, insanlara
ulaşacak şekilde Allah Teâlâ’nın kendisine ihsan ettiği bilgidir. Sonra kapta
kalan kısmı Hz. Ömer içmiştir. Kaptaki fazlalık, Hz. Ömer’in verdiği hükümde
Hakka uymasının bir karşılığıdır. Hz. Ömer Bedir esirleri, örtünme vb. hususlarda
hüküm verirken hakikate uymuş, Allah Teâlâ kâtında diğer insanların elde
edemediği lutfa mazhar olmuştur. Aynı durum, Allah Teâlâ katında benzer makamın
kendisi adına gerçekleştiği kimseler için geçerlidir. Takva sahibi hakkıyla
takva sahibi olunca, Allah Teâlâ onun için furkan yaratır. ‘Furkan’ kapalı ve
mühim işlerde hakikat ile bâtılı ayırt etmeyi sağlayan bilgidir. Başka bir
ifadeyle genel olan bilgi o bilgiyle ayırt edilir, müteşabih muhkeme katılır. Allah
Teâlâ Kur’an-ı Kerim’i müteşabih ve mücmel olarak indirmiş, sonra dilediği
kullarına tafsil bilgisini vermiştir. Rüyada tafsil, bardakta artan kısım
olarak görünmüş ve o kısmı Hz. Ömer içmiş -artan sütü içen oydu-, içme mahalli
sütle mamur olmuş, bu nedenle adı -başka bir isim değil(mamur olmak ile aynı
kökten) Ömer olmuştu. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin rüyasının tam tabiri
buydu. Ömer b. el-Hattab bu konuda özel bir ayrıcalığa sahipti ve bunun nedeni
isimdeki ayrıcalığı kadar rüyadaki surede olan ilgisiydi. Bunun yanı sıra
sahabe içerisinde Ömer adını taşıyan ve taşımayanlardan da farklıydı.
Binaenaleyh rızık veren herkes,
rızkın maddi ve manevi diye taksimine göre, aynı zamanda rızıklanandır. Bu
mertebeden Allah Teâlâ ‘Sizi imtihan edeceğiz ki, öğrenelim’446 der. Ta ki öğrenelim’ ifadesi
imtihanın rızkıdır. Yani Allah Teâlâ onu ‘imtihan etmek’ ifadesinden var
etmiştir. Bu bilgi kesin delil Allah Teâlâ’ya ait olsun diye kesin delil ortaya
koyma amacı taşır. Allah Teâlâ kendinden haber verirken ‘Kesin
delil Allah Teâlâ’ya aittir’447 der. Yani kuşkunun ve tevilin
girmeyeceği delil O’na aittir. Allah Teâlâ kendisini ‘ta ki bilelim’ diyerek
(bilgi kazanmakla) nitelediğine göre, bu rızkın hükmü tüm suretleri
kapsamıştır. Avın hepsi postun içinde!
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
FETİH
MERTEBESİ
el-Fettah
İlahi İsmi
el-Fettah mertebesi fetih için
Hiçbir şahıs neyin açılacağını bilemez
Alemin Rabbi hayırda Ve şerde onu
icmal etmiş
Bazen insan onu bilir Onu indiren emri bilmez
Bir şahıs onu öğrenir
Ondan meydana geleni bilemez
Bu mertebenin sahibi Abdulfettah diye
isimlendirilir. Mertebenin bir sureti, manası ve berzahı vardır. Onu hakkıyla
elde eden kişi, isimler hakkındaki bilgisi nedeniyle Hz. Adem ile
cevamiü’l-kelîm’in verilmiş olduğu Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’dir.
O ikisinin dışındakiler hakkında bize bir şey söylenmemiştir. Bu mertebeden ‘Allah
Teâlâ’nın yardımı ve fetih geldiğinde5448 ile ‘Sana
apaçık bir fetih verdik’449 ayederi nazil olmuştur.
591 senesinde Fas’taydım. Muvahhidin
orduları düşmanla savaşmak üzere Endülüs’e geçmişlerdi ve düşman İslam’a galip
gelmek üzereydi. Allah Teâlâ adamlarından birisiyle karşılaştım. Söz arasında
belirteyim ki, kimseyi Allah Teâlâ’ya karşı tezkiye etmem. O adam sevdiğim en
özel insanlardan birisiydi. Bana ‘Bu ordu savaşı kazanır mı ve bu sene muzaffer
olur mu olmaz mı?’ diye sordu. Ben de ona şöyle dedim: ‘Senin bu konuda bir
bilgin var mı?’ Adam şöyle dedi: ‘Allah Teâlâ bu sene içinde Peygamberine
vaatte bulunmuş, fetih vaat etmiş, kendisine indirmiş olduğu kitabında fetihle
müjdelemiştir. Bu müjde ‘Biz sana apaçık bir fetih verdik’450
ayetidir. Burada müjde elifin tekrar
edilmediği ‘apaçık bir fetih’ kısmıdır. Kelime ayetin tamamında durmayı gerektirir.
Cemel hesabıyla ayetin harflerinin sayısına bakınız! Baktım ve fethin 591
senesinde gerçekleşeceğini gördüm. Sonra Endülüs’e gittim. Allah Teâlâ Müslümanların
ordularına yardım etmiş, onlar da Ribah kalesini, Erku, Kerkevi ve o kalelere
bağlı şehirleri ele geçirmişlerdi. Bu nitelikte birisinden gördüğüm fetih
buydu. Biz de fe harfini
seksen, te’yi dört yüz, ha harfini
seksen, elifi bir, mim’i kırk, be harfini
on iki, nun harfini
elli kabul ettik. Elifin de
sayısını aldık ve toplam 591 olarak ortaya çıktı. Bu zaman, hicretten o vakte
kadarki süredir. Bu bilgi, o şahsa dönük ilahi bir fetihti.
Aynı şey Beyt-i makdis’in fethi
hakkında söylediğimiz tarih için geçerlidir. Orada ‘Elif,
lam, mim, Rumlar yenildi’451 ayetini ve ayette zikredilen ‘birkaç
sene’ ile birlikte küçük ve büyük hesaba göre hesapladık. Bundan Beyt-i
makdis’in fetih tarihi çıktı. Biz de onu kitabın harfler bölümünde daha önce
zikretmiştik. Biz küsuratı seksen kabul ettik. Mekke’nin fethi hicretin
sekizinci yılında gerçekleşmişti. Sonra küçük cemel hesabıyla elif,
lam, mim’i seksen olarak hesapladık. Bu sayıdan biri düştük,
çünkü esas sayının Roma hesabındaki çarpımında doğru olabilmesi için fazlanın
atılması gerekir. Fetih ise Beyt-i makdis’te bulunan Romalılara karşı olacaktı.
Bu kez küsuratın sekizini elif, lam, mim’in
harflerinin toplamına ekledik. Öncesinde de biri düşürmüştük. Böylece on beş
meydana geldi. Sonra büyük cemele döndük ve yetmiş biri sekizle çarptık.
Bunların hepsi seneler idi, çünkü Allah Teâlâ ayette ‘birkaç
sene*452
demiştir. Böylece toplam 568 oldu. O sayıyı küçük cemeldeki on beş ile
topladık, bu kez 583 oldu. Bu tarihte Beyt-i makdis’in fethi gerçekleşmiştir.
Bu bilgi bu mertebenin bilgisidir.
Fakat Abdusselam, Ebu’lHakem b. Berrecan bu bilgiyi buradan almamış, bu nedenle
hataları olmuş, insanlar onu fark edememiştir. Onun kitabı bize getirildiğinde,
arkadaşlarımdan birisine bunu açıkladım, o da İbn Berrecan’ın bu hesaplamada
yanıldığını fakat yine de gerçeğe yaklaştığını görmüş oldu. Bunun sebebi, başka
bir bilgi kendisine geldiğinde önceki bilgisini bozmasıdır. Bütün bunlar,
fethin suretinden ortaya çıkar, manasından veya iki ucu birleştiren ortasından
değil! Hz. Âdem’de kıyamete kadar kendisiyle konuşulacak bütün diller
toplanmışken Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem ise Arapçayla bütün
insanlara peygamber olarak gönderilmiş, bütün dilleri ihata etmiş, onun şeriatı
da tercüme edilerek aktarılmış, bütün dilleri kuşatmıştır.
Orta fethe gelirsek, bu fetih,
zevklerin fethidir. Başka bir ifadeyle o fetih, kendisini bilen için bilgiyi
elde etmek üzere çalışmakla gerçekleşen bilgilerdir. Misal olarak takva sahibi
adına meydana gelen furkan bilgisini verebiliriz. İnsan bu bilgiyi Allah
Teâlâ’dan takva sahibi olmakla elde etmiş, bununla birlikte Allah Teâlâ
günahlarını örtmek, suçlarını bağışlamak şeklinde kula ihsanda bulunmuştur. Bu
bilgi tasavvuf yolundan giden Allah Teâlâ’nın ehli ve seçkinlerine mahsus bir
bilgidir. Bu bilgi hallerin bilgisidir. Onlar vehbi olsa bile ancak özel bir
niteliğe sahip kimseye ihsan edilirler. Bununla birlikte söz konusu nitelik
dünyada her bir insan için o neticeyi meydana getirmezken ahirette netice
meydana getirmesi kaçınılmazdır. Bu niteliğin şartı dünyada bir sonuç meydana
getirmek olmadığı için haller ilminin vehbî olduğu söylenmiştir. Başka bir ifadeyle
haller, zevkten ortaya çıkar. ‘Zevkten’ demek, ilk tecelli demektir. Mesela
tevekkül -ki takdir ettiği veya vaat ettiği işte Allah Teâlâ’ya dayanmak
demektirhususundaki zevk, bu bilgiye ilave olarak, nefsin yöneldiği bir şeyin
yokluğunda sıkına çekmemektir. Böylece nefs belirli bir sebebe değil, Allah
Teâlâ’ya yönelir. O esnada Allah Teâlâ’ya güvenmekten dolayı meydana gelen haz
ve zevk, gayesine ulaştıracak sebep vesilesiyle bulduğu hazdan daha fazladır.
Misal olarak kendisini doyuracak besin bulamayan acıkan birini verebiliriz.
Başka biri ise onu doyuracak gıdaya sahiptir. Kendini doyuracak sebebe sahip
kişi, açlığını giderecek sebep var olduğu için, daha güçlüdür. Allah Teâlâ’dan
başka hiçbir şeyi olmayan öteki insan ise sükûn ve sıkıntı çekmeme hususunda
ötekine denktir, çünkü o rızkının kendisi için ‘rızık’ olarak kalacağından ve
mutlaka ona ulaşacağından emindir. Sebeplerden yoksun olan bir kişiden ortaya
çıkan bu dinginlik ve rahadık, ‘zevk’ diye isimlendirilmiştir. Her inanç sahibi
ik'i şahıs arasındaki farkı bilir. Çünkü bu zevkten mahrum bilgili bir insan
sebebi bulamadığında sıkıntıya düşerken kendisi için bir rızık kalmışsa onun
mudaka ulaşacağını da bilir. Bu bilgiye sahip olsa bile, Allah Teâlâ karşısında
iç huzuru ve dinginlik bulamaz. Zevk sahibi ise açlığını giderecek sebebe sahip
insanın bulduğu gibi bir sükûnet ve dinginlik bulan kişidir. Her ikisinin arasında
bu hususta fark yoktur, hatta zevkin sahibi daha güvenlidir. Bu durum
âlimlerden birisinin söylemiş olduğu ‘İnsan bu dereceye elindekinden daha çok
Rabbine güvenmedikçe ulaşamaz’ sözünün anlamıdır. Çünkü Hakkın vaadi doğrudur,
ona afet ulaşamaz. Eldeki sebeplerin ise afete uğrayıp kaybolması mümkündür.
Böylece insanın sahip olduğuyla arasına engel girebilir. Bu nedenle şunu dedik:
Zevk sahibi olarak tevekkül eden, sıkıntısını ortadan kaldıracak sebebe sahip
olandan daha yetkindir. Bunu bilmelisin! Fetih ilminin ortası budur. Sahibi
ise içinden son derece haz alır.
Bu mertebede olan manaya gelirsek, o
mana kulun Allah Teâlâ hakkında elde ettiği bilgidir. Hakk, daha doğrusu Hakkın
hüviyeti kulun özellikleri haline geldiğinde, bu nitelikteki birinin elde etmiş
olduğu bilgi bu mertebeden meydana gelen manadır. Herkes bu makama bu mertebeden
ulaşamaz. Bununla birlikte bu mertebede bulunsa bile insanlar, bu hususta
derece derecedir. Bu mertebeden dolayı Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
iki omuzu arasına vurulduğunda ‘Öncekilerin ve sonrakilerin bilgisini öğrendim’
demiştir. Yani bu vurmayla o bilgileri öğrendim. Bu vurma ile Allah Teâlâ ona
zikretmiş olduğu bilgiyi verdi. ‘Bilgi’ derken kastedilen Allah Teâlâ
hakkındaki bilgidir, yoksa O’nun dışındakiler hakkındaki bilgi vakitin zayi
edilmesi demektir. Allah Teâlâ âlemi kendisi için yarattığı gibi bilhassa da
insan ve cinleri kendisine ibadet etsinler diye yarattı. Onları kendine ibadet
etmek üzere yarattığını ayette belirtmiş, her şeyin de O’nun hamdini tespih
ettiğini söylemiştir. Böyle bir bilgiyle Allah Teâlâ’yı bilen, âlemdeki her
sözü bilir. Övülen veya kınanan bir söz olsa bile her söz, belirli bir şekilde Allah
Teâlâ’nın hamdini tespih etmek demektir. Yani her sözde Allah Teâlâ’ya dönük
bir övgü bulunur.
Allah Teâlâ’nın hamdi hakkında böyle
bir bilgi bu mertebeden bizim adımıza da gerçekleşti. Fakat onun nasıl
indirildiği bilinemez ve anlaşılamaz. Onu ancak Allah Teâlâ’nın bu mertebeden
kemaliyle bilgi nasip ettiği kimseler bilebilir. Mesela bir insan ötekine
söverken sövgü bu makamın sahibi olan dinleyicide Allah Teâlâ’nın hamdinin
tespihtir. Dinleyen ecir alırken söven günahkâr olur; söz ise aynı sözdür. Bu
bilgi insanların çoğundan gizli kalan latif bilginin parçasıdır. Söz konusu
bilgi ilimler arasında bütün eşyanın isimlerinin gerçekte Allah Teâlâ’nın
isimleri olması mesabesindedir. Bu durum ‘Ey insanlar!
Siz Allah Teâlâ’ya muhtaçsınız5453 ayetinde
doğru ve sadık bir hüküm olarak bildirilmiştir. Bununla birlikte eşyaya muhtaç
olduğumuzu biliriz. O ve bu birdir. ‘Kalbi
olan ya da kulak veren kimse için.’454
Böyle biri Allah Teâlâ vasıtasıyla duyar. ‘O
şahittir’**5 Allah
Teâlâ ona kendini gösterir.
Bu mertebe hakkında bu kadar açıklama
yeterlidir. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
BİLGİ
MERTEBESİ
el-Alîm,
el-Alim ve el-Allâm
Bilgiler akılla araştırılır Bak ve
düşün! Fikir muteber
Alemdeki ilimler olmasaydı ortaya
çıkmazdı Eşyada muteber fikirler
O yaratanın bildiği imam Yıldız onu
bilir, Güneş ve Ay bilir
Yusuf secdeye kapandığında Hükümleri
onlara işlediğinde ibret alınız
Güneş ve felekleri dönerken görürsen
Gecenin yıldızlarını saçılmış bir halde görürsen
Sonra ışıkları sönmüş ve hükümlerini
yitirirlerse Gözde silinmeye başladıklarında
ölürler ve onları bir araya getiren
ruh gider Hükümleri biter, hepsi kabirlere toplanır
Bu mertebenin sahibi Abdulalîm diye
isimlendirilir ve bu mertebede alimler üç kısma ayrılır: Bir kısmının bilgisi
onun zatıyken İkincisi ise bilgisi verilmiş olan (mevhûb), üçüncüsü ise
bilgisini kendisi tarafından kazanandır. Bu bilgi türlerinin ilahi mertebede
olduğu gibi âlemde de hükmü vardır. Bilginin ilahi mertebedeki hükmü, O’nun her
şeyi zatı gereği bilmesidir. Bu bilgi bütün bilinenlere ulaşır. Allah Teâlâ’nın
bilgisinin âleme nasıl iliştiğini daha önce açıklamıştık. Kazanılmış bilgi Allah
Teâlâ hakkında ‘ta ki bilelim’456 ayetinde ifade edilir. Allah Teâlâ
hakkında verili bilgi, kulun mubahtaki tasarrufundan Hakka verdiğidir. O daha
önce vacip, haram, mendub, mekruh diye ortaya çıkmamıştı. Mubahta tasarruf
bilgisinin meydana gelişi Hakkın ilahi bir yolla (ve şanına layık tarzda)
kuldan öğrenmiş olduğu verili bilgidir. Onu meydana getirmek, kişi için zorunlu
değildir. Buna mukabil mubah olduğuna inanması üzerine farzdır.
İlimlerin âlemdeki mertebeleri daha
basitçe açıklanabilir: Yaratılmış varlık, bilgiyi zatı gereği kabul edicidir.
Zatî bilgi onun varlığıyla elde ettiği bilgidir ve onu elde ederken varlığının
dışında başka bir şeye muhtaç değildir. Bu itibarla sadece mevcut olmakla kabul
edilen bilgi, kişi için zatî bilgidir. Kazanılmış bilgi, elde ederken gayret
sarf edilen bilgilerdir; hangi bilgi olursa olsun durum böyledir. Vehbî/verili
bilgi ise akla gelmeyen veya kazanmayla elde edilmeyen bilgilerdir. Misal
olarak Efrad’ın (tekler) bilgisini verebiliriz. Hızır’ın bilgisi bu kısma
girer. Onun bilgisi kendisine dönük bir rahmet ve bilgi olmak üzere Allah
Teâlâ’nın katmdandı ve böylece Hızır Rabbinin kendisiyle konuştuğu Hz. Musa’nın
benzeriydi. Hz. Musa sahip olmadığı ve tecrübe yoluyla ihata etmediği bilgileri
ondan öğrenmişti. Şöyle der: ‘Allah Teâlâ’nın ona öğrettiği bilgide tadını
bilmediğimiz bilgileri vardır.’
Bilmelisin ki, âlemdeki her varlığın
kendini yaratana dönük yönü vardır. Bu durum o varlık halk âleminden ise
böyledir. Emir âleminden ise özel yönden başka herhangi bir şeye sahip
değildir. Allah Teâlâ her varlığa özel yönden tecelli eder ve ona kendisi
hakkında sadece kendisinin bileceği bilgiler ihsan eder. O varlığın bu durumu
bilip bilmemesi durumu değiştirmez. Kastettiğim, özel yönü olup olmadığını ve
özel yönden Allah Teâlâ’dan ona gelen bilgiyi bilip bilmemektir. Allah Teâlâ
ehli özel yönü bilmekle üstün olmuş, bu konudaki bilgilerine göre de
derecelenmişlerdir: Bir kısmı Allah Teâlâ’nın varlığa özel yönden tecellisi
olduğunu bilirken, bir kısmı bunu bilmez. Bunu bilenler o tecelliden kimin
adına bilginin gerçekleşeceğini bilir. Bir kısmı ise bunu tam olarak bilmez;
‘bilgi’ derken bilginin varlığa mı yoksa Allah Teâlâ’ya mı iliştiğini bilmeyi
kastediyorum. Bu itibarla Allah Teâlâ hakkındaki bilgi ya zat ile ilgilidir,
böyle bir bilgi selb (olumsuzlama) ve tenzil veya ispat ve teşbih bilgisidir.
Bazen Allah Teâlâ hakkındaki bilgi ilahi isimlerden herhangi birisini bilmek
demektir. Bunlar, konuşan ve kelam sahibi olmakla nitelenmesi itibarıyla Hakkın
kendini isimlendirdiği isimlerdir. Bazen bilgi yaratılmışların ifadelerinin
gerektirdiği üzere ‘isimlerin isimlerini’ bilmek; ilahi nispederi bilmek,
manevi nitelikleri veya sübuti-izafı nitelikleri bilmekle ilgili olabilir.
Bunlar, birbirine zıt hükümleri talep eder. Bazen bilgi Allah Teâlâ’nın
kendisine vereceği şeyleri bilmek veya kendisine verilemeyecek hükümleri
bilmekle ilgilidir. Her bilginin ehli vardır. Âlemle ilgili ve Allah Teâlâ’nın
dilediği kullarına bu mertebeden verdiği ilahi bilgi, ya âlemin Allah Teâlâ’la
ilişkisini bilmek veya Allah Teâlâ’nın âlemle ilişkisini bilmekle ilgilidir.
Bazen o bilgi, âlemle zat arasında nispetin ortadan kalkmasını, âlem ve isimler
arasında nispetin ispatını, âlem ile zat arasında bağı ve nesebi bilmekle
ilgilidir. Bu son bilgi, illet ve malulü (neden ve nedenli) kabul edenlerin
bilgisidir. Nispeti ispat bilgisi, bir illet olarak değil, şart şeklinde
geçerli olabilir. Bazen bu bilgi Allah Teâlâ’nın bütün âlemi kendisinde
yaratmış olduğu sureti bilmek, insanın üzerinde yaratıldığı sureti bilmek,
basideri bilmek, bileşikleri bilmek, terkibi bilmek, tahlili bilmek, taşıyıcı
cevherleri bileşik veya basit olmak üzere bilmek, arazları bilmek, heyederi
bilmek, konumları bilmek, miktarları bilmek, vakideri bilmek, yerleşmeleri
bilmek, edilgenlikleri bilmek, tesir eden cevheri bilmek, edilgen cevheri
bilmek; yönelme, kasıt veya doğrudan gerçekleşen tesir türlerini bilmekle
ilgili olabilir. Bütün bunlar, kendisini veya bir kısmını bu bilgi mertebesinden
öğrenmenin mümkün olduğu hususlardır. Her kim zevk olarak bu mertebeye girerse,
bütün bilgileri elde etmişken fikir gücüyle bu mertebeye giren bu mertebeden
ancak üzerinde bulunduğu hali elde etmiştir.
Bu mertebeden bazı kimseler,
mümkünlerin genel için sonsuz sayıdaki bireylerini tür olarak ihata eder ki
sayıları sonsuza varır. Kimse kendi nefsinden bunu bildiğini inkâr edemez, bu
hususta suçlanamaz.
Sonra bilmelisin ki; bilgi denilen
şey, bu bilgi nedeniyle alim diye isimlendirilenin özel bir yöneliminden ve
ilgiden ibarettir. Bu ilgi bilinenden zata dönük olarak meydana gelmiş bir
nispettir. O halde bilgi malumdan sonra gelir, çünkü bilgi ona tâbidir ve İşin
gerçeği budur. Gerçekte bilgi mertebesi bilinenler iken bilgi de bilen ile
bilinen arasındadır. Muhakkike göre, bilginin bilinende bir tesiri yoktur,
çünkü bilgi ondan sonra gelir. İnsan imkânsızı imkânsız olarak bilir. Fakat onu
bilmen itibarıyla imkânsızda tesirin olmadığı gibi bilginin de onda etkisi
yoktur: İmkânsız zatı gereği sana imkânsız olduğu hakkındaki bilgiyi vermiştir.
Buradan bilginin bilinende tesirinin olmadığı öğrenilir. Hâlbuki akılcı
alimler, aksini zanneder. O halde mümkün hakikatlerin şeriata ve keşfe göre
ilahi sözden, akla ve şeriata göre ise ilahi kudretten yaratılması sabit ve
kesindir, onlar bilgiden yaratılmış değillerdir! Bu durumda mümkün dışta
ortaya çıkar. Mümkünün zuhur ettiğini bilenin bilgisi ona ilişirken aynı
bilgiyle zuhur etmediğine de ilişir. Başka bir ifadeyle bilinenin (malum)
zuhuru veya zuhur etmeyişi yani varlığı, bilene bilgiyi verendir. O halde
bilenin bilgisini değiştiren ve farklılaştıran şey, bilinenin mertebesinden
ibarettir. Bütün bunlar, bilgiyle nitelenen herkes için geçerlidir. Bütün
manevi sıfadar ise gerçekte nispetlerdir. Bununla birlikte bazı nispeder önce
gelir, bazı nispeder sonra gelir. Birinci kısma misal olarak mevcudun varlığını
önceleyen yaratma sözünü, ikinci duruma misal olarak bilgi ve malum ilişkisini
verebiliriz. _
Söylediğimi anladığında, bu mertebede bilginin durumunun mahiyetini
öğrenmiş olursun. ‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır
KABZ
MERTEBESİ
el-Kâbız
İlahi İsmi
Kabz malum, durumu anlaşılır Onun
sırrı ise malum değil
Fakat Allah Teâlâ’ya malum
Korkusundan çekinen kişi bilir om
Bu nedenle
üzüntülü olarak akşamlar Bahçesindeki kuşlar ağlar kendisine
Yabancılık ve üzüntü Doldurur
kalbini
Kendinden ve benzerlerinden
‘çekilmiştir’
Onun varlıktaki sırrı gizli
Bu
mertebenin tesiri, yaratılmış ve kadimde ortaya çıkarken sahibi Abdulkâbız diye
isimlendirir. Bu durum mümkünün fiillerinden kendişine verdiği şeye göre
gerçekleşir. Hakk ondan bu fiilleri çeker alır (kabz eder). Allah Teâlâ’nın
kullarından sadakaları aldığı, onları kendileri adına berekedendirdiği
zikredilmiştir. ‘Bütün iş O’na döner.5457
Allah Teâlâ’dan başkasına ait olmak üzere, malda hiçbir etki kalmayacak şekilde
malı çekip alır. Bununla birlikte Allah Teâlâ kişiye verir ve kul malı
Rabbinden alır. Mümkünün Rabbinden aldığı ilk şey, varlığıdır. Hakk mümkünden
kendisi hakkmdaki bilgiyi alırken mümkün Haktan varlığını aldığı gibi
tasarrufta bulunup ona izafe edilen fiilleri alır. Fiiller ortaya çıktığında
ise Hakk amel sahibinden onları çekip alır. Kabz mertebesi el-Kâbız olan Hakk
ile çekip alınan ve kendisinden alınan arasında bulunur. Bu mertebeden kabza
maruz kalanda bilinmeyen bir kabz ortaya çıkabilir ki son derece önemlidir.
Bunun yanı sıra bilinen bir kabz daha vardır. Kul bu mertebeden kabz haline
maruz kaldığını görür; bilinmeyen bir nedenle kabza maruz kaldığını bilmenin
dışmda başka bir şey bilmezse farkına varmadığı bir nedenle bâtını Hakk
tarafından kabz edilmiş demektir. Böyle bir kabz bu mertebeden onun adına
ortaya çıktığında, bulunduğu hal üzere sükûnede kalmalı ve meşru ve aklî ölçüye
göre harekete geçmeli, sarsıntıya uğramamalıdır. Böyle bir kabzm sebebi bir
şekilde ortaya çıkacaktır. Ya onu üzen bir şekilde veya onu Mutlu eden bir
şekilde kendisine tesir eder. Allah Teâlâ’nın öyle kulları vardır ki, sebebi/
bilinen veya bilinmeyen bast veya kabz gibi bir Hakk mazhar olduklarında her şey
onları sevindirir. .
Bilmelisin ki, edep kabz ve bast
mertebesine eşlik eder. Kul, Haktan Allah Teâlâ’nın verdiğini alır. Bu
itibarla belirli işlerde Allah Teâlâ’dan doğrudan alırken bazı işlerde ise
başkasının aracılığıyla alır. Bu durumu hayır veya şer denilen işler belirler.
Bütün hayır Allah Teâlâ’nın elindedir ve kul onu Allah Teâlâ’dan alır; Fakat
hayra yakışan edebe göre onu alır. Binaenaleyh genel olarak kötülüğü almamak
üzere, gayretini harcamalısın! Hakk seni kör, sağır yapar ve kötülüğü almada
kullanırsa, edebin gereği Allah Teâlâ’nın elinden onu almamandır, onu ‘şeytan’
denilenin elinden alırsın. Çünkü kötülük sana şeytanın eliyle ve aracılığıyla
gelmiştir. Bu elçi varlıktan kalkmış olsaydı, varlıkta kötülüğün hükmü
bulunmayacaktı.
Kötülüğü şeytandan ortaya çıkartan
ise teklifin kendisidir. Teklif ortadan kalktığında, hüküm de ortadan kalkar;
geride sadece gaye ve mizaca yatkınlık kalır. Gayeye yatkınlık ve uygunluk
hayır iken buna mukabil gayeye aykırı olan ve yatkın olmayan her iş kötüdür. ,
Bütün hayrı almaya bak sen Hakkın elinden
al onu, mutlu olasın
Bütün şerri bir kenara bırak Başkasının
elinden olsun, doğruya ulaşırsın
Hayır ve şer, yani iyilik ve
kötülüğün şeriata veya gayeye ve mizaca yatkınlığa nispet edilip edilmemesi
birdir. Kabzın bir türü ilahi vergiden (vehbî olarak) meydana gelirken bir
kısmı cömertlikten, bir kısmı keremden, bir kısmı sehâdan, bir kısmı başkasını
kendine tercih demek anlamındaki işardan meydana gelir. Son kabz türü kötülüğün
alınmasıdır. Burada tercih kötülüğü kendine izafe ederken Hakkın mertebesini
tercih demektir. Allah Teâlâ kendisine kötülüğü nispet etmediği için O’nun
karşısındaki edebin gereğiyle sen de kötülüğü O’na izafe etmezsin. Allah
Teâlâ’dan aktaran Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Kötülük
sana ulaşmaz.’ Ayette ise ‘Sana ulaşan
kötülük kendilidendir5458 denilir. Seni üzen her iş senin için
bir kötülüktür. Ona kötülük adı verilmemiş olsa bile, onu kendine izafe
etmediğin gibi Hakk da fiili sana izafe etmez. Bakınız! Sen kötülüğü herhangi
bir hüküm olmaksızın bir fiil olarak gördüğünde şöyle der: ‘Her şey Allah Teâlâ
katından zuhur etmiştir.’ Bu yönüyle eşya hakkında ilahi hükme riayet eder,
eşya hakkında edepli ve yanlış hüküm vermekten korunmuş olursun. Allah Teâlâ bu
makamı ancak masum kıldığı ve inayet ettiği kimseler için muhafaza eder. Bu
mertebeden Allah Teâlâ talep ettiği malı borç olarak senden alır. Bilirsin ki,
Allah Teâlâ senden o malı malın kendisi katlanarak sana dönsün diye almıştır. Allah
Teâlâ’nın yaratıklarından herhangi birisine borç veren, O’na borç vermiştir.
Borcun güzel olması, borcu alan olarak Allah Teâlâ’nın elini görmektir, başka
bir el yoktur. Borcu verdiğin elde Hakkın elini bulursun. Koruyan ve kerem
sahibi olan Allah Teâlâ’dır.
Allah Teâlâ kendine delil olmak üzere
bazı işleri kabz eder. Allah Teâlâ sana kendini ve nefsini tanıtmak üzere
gölgeyi çekip alır. Gölge senden ortaya çıkmıştır; sen olmasaydın gölge
olmayacaktı. Güneş olmasaydı veya ışık olmasaydı yine gölge olmayacaktı. Şahıs
ortaya çıktığında gölgelerin varlığını anlamış olursun. Öyleyse iş seninle onun
arasındadır. Nitekim varlığın ilahi iktidar ile mümkünün kabul etmesi arasında
olduğunu daha önce ifade etmiştik. Birisi ortadan kalksa ‘hâdis varlık’ ortadan
kalkardı. Aydınlatıcı cisim ile ışığın geçmesini engelleyen kesif cisim bir
perde olarak bulunmasaydı, gölge ortaya çıkmazdı. Gölge ışık ve karanlığın
neticesidir. Bu nedenle ışık görülürken gölge çıkmayacağı gibi karanlık da
ortaya çıkmaz, çünkü ışık karanlığın oğludur. Karanlık ışıkla evlenerek gölgeyi
meydana getirir. Kesif cisimden ışığın karşısında bulunan kısım ışık saçar ve
bu aydınlatma ışığın onunla birleşmesi demektir. Birleşme gerçekleştiğinde,
gölge doğmuş olur. Birleşmenin kendisi, hamile kalmanın ve aynı anda doğumun kendisidir.
Benzer şekilde, şimşeğin varlığı esnasında havanın açıldığını ve his ile
algılanan şeylerin ortaya çıktığını, gözün onları algıladığını söylemiştik.
Bütün bunlar bir zamanda gerçekleşirken öncelik ve sonralık akıldadır. Gölge de
öyledir.
Bu mertebeden seni kabz haline
düşüreni duyar ve görürsün. Bu itibarla seni kabzeden duyulan şey kabz
edilmezse, kabz halinde değilsin. Aynı şey görme için geçerlidir. Hâlbuki kabz
eden ve edilensin. Binaenaleyh sana gelen senden gelmiştir. Duyma veya görme
esnasında maksat ortadan kalksaydı, hiç kuşkusuz, kabz eden olur, kabz edilen
olmazdın. Bununla birlikte bu hakikat âlemden kalkmaz, çünkü dayanağı
güçlüdür. Ayette ‘Allah Teâlâ’nın öfkelendiğinin
peşinden mi gider?'459 denilir.
Kastedilen kabzdır. Allah Teâlâ ilahi mertebede tesir bulunduğunu haber
verirken, kul onun hükmünün dışına nasıl çıkabilir Ki? Allah Teâlâ cennet
nimederi hakkında şöyle der: ‘Orada
nefislerinizin arzu ettiği şeyler vardır.’460 Kastedilen gayelere ulaşmadır. Bu
mertebenin hükmünü ve insana verdiklerini hakka’l-yakin olarak öğrenmelisin.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.''
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar