Print Friendly and PDF

OTUZ İKİNCİ SİFR 1.Bölüm

 



Rahman ve Rahim Allah Teâlâ’nın Adıyla

BEŞ YÜZ ELLİ SEKİZİNCİ BÖLÜM

İzzetin Sahibi Olan Rabbe Ait Esma-i Hüsna ve İsim­lerden Allah Teâlâ’ya Verilmesi Caiz Olan ve Olmayanların Bilinmesi

İsimlerin merdivenini görürüm; yükselir ve alçalır Güney ve kuzey rüzgârı hareket ettirir onu

Hayret! Nasıl da selamet ve körlük var

Hidayet ile emir ikiz, ayrılmazlar                                            

Görmez misin? Allah Teâlâ cehennemde adil Firdevs cennetinde lütujkâr ve ihsan edici

Dersen ki bu kâfir, adil dersin ‘Şu mümin’ dersen ihsan edici olur

Bu delildir gösterir ki Rabbim bir İlah dilediğini görevlendirir ve azleder

Varlıklarımız O’nun isimleri, başka değil O kendinde işlerde hükmeder ve tafsil eder

Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘En güzel isimler Allah Teâlâ’ya aittir.’345 Kastedilenler mümkünlerin hükümlerinin talep ettiği ve belirlediği ilahi merte­belerdir. Mümkünlerin hükümleri Vücud-ı Hakk’ta (Hakkın varlığı) zuhur eden suretlerdir. ‘İlahi mertebe’ zat, sıfatlar ve fiillere ait bir isimdir; dilersen fiil sıfatı veya tenzih sıfatı da diyebilirsin. Bu fiiller sıfatlardan, fiillerden ve isimlerden meydana gelir ki, bunun böyle olması kaçınılmazdır. Fakat Allah Teâlâ onların bir kısmını kendine isim yapmışken bir kısmını isim olarak kendine vermemiştir. ‘Allah Teâlâ tuzak kurdu’346, ‘Allah Teâlâ alay etti’347, ‘Bir tuzak kuracağım348 gibi ayetlerde fiil lafzı olarak gelmiştir. ‘Allah Teâlâ onlarla alay eder.’ Kelime ism-i fail (özne) lafzıyla gelmiş olsaydı, böyle bir ifade Allah Teâlâ adına imkânsız olmazdı. Aynı durum bazı zamirler için geçerlidir. Misal olarak ‘Sizi sıcaktan koruyacak elbiseler...’349 ayetini verebiliriz. Gerçekte koruyucu Allah Teâlâ iken vekil ise elbise ve benzeri araçlardır. İsimlerin bir kısmı da birinci, ikinci ve üçüncü şahıs zamirleridir. Misal olarak ‘Ey insanlar! Allah Teâlâ’ya muhtaçsınız350 ayetini verebiliriz. Ayette Allah Teâlâ muhtaç olunan her şeyin adıyla isimlenmiştir. Başka bir ifadeyle, sadece Allah Teâlâ’ya muhtaç olunabi­leceği için muhtaç olunan her şey Allah Teâlâ’nın adıdır; bununla birlikte Allah Teâlâ’ya öyle bir isim verilmemiş olabilir. Biz bilgilerin bize verdiği manaları dikkate alırız. Allah Teâlâ’ya bir ismin verilip verilemeyeceği ise O’na kalmıştır. O hangi ismi kendine vermişse biz veririz. Biz Allah Teâlâ’yı ancak O’nun kendisiyle zatını isimlendirdiği isimlerle isimlendirebiliriz. Bir ismi kendisi için kullanmamışsa, Allah Teâlâ karşısında edebin gereği olarak, biz de kullanmayız. Biz Allah Teâlâ’ya göre ve O’nun için hareket ederiz.

Bu bölümde Allah Teâlâ’nın esma-i hüsna (güzel isimler) diye ifade etmiş olduğu ilahi mertebeleri peş peşe sayacağız ve o mertebeleri yüz mer­tebeyle sınırlayacağız. Onların ardından her biri konuyla ilgili fasılları zikredeceğiz. Mertebelerden birincisi ilahi mertebedir ve o mertebe Allah Teâlâ ismidir.

İLAHLIK MERTEBESİ

Allah Teâlâ İlahi İsmi

Allah Teâlâ, Allah Teâlâ, Allah Teâlâ! O’nun ayetleri hüküm verir ki Alemde Allah Teâlâ olan O’dur

Münezzehtir, kimse bilemez O’nu Kullan bilemez, O’ndan başka ilah yok

Öyle bir ismi var ki ortaksız O isim Allah Teâlâ ismi, biliniz

İlahiık mertebesi tüm mertebeleri kendinde toplayan mertebedir. Bu nedenle herkes sadece Allah Teâlâ’ya ibadet eder. Allah Teâlâ ‘Rabbin sadece kendisine ibadet edilmesine hükmetti351 ve ‘Siz Allah Teâlâ’ya muhtaçsınız'352 diye hükmetmiştir.

Gizli ve açık her şey Allah Teâlâ’ya ait Evet! Hatta her şey O, başkası değil

Bilmelisin ki, ilk konuluş anlamı bakımından Allah Teâlâ ismi tüm ilahi isimleri kuvve halinde içerir. Hatta âlemde eseri olan her isim Allah Teâlâ isminin vekili olarak zuhur eder ve" ortaya çıkar. Bir insan ‘Ey Allah Teâlâ!’ dediğinde onu bu nidaya sevk eden haline bakıp o halle ilgili ilahi ismin hangisi olduğunu düşünmelisin. O özel isim, dua edenin ‘Ey Allah Teâlâ’ derken kendisine nida ettiği isimdir. Çünkü Allah Teâlâ ismi ilk konu­luş anlamı itibarıyla her şeyin elinde bulunduğu Hakkın zatına işare: eder. Bu nedenle özel olarak zata delil olan ilahi isim (Allah Teâlâ), bütün ilahi isimlerin yerini almış, onların vekili olmuştur. Öte yandan, her şeyin kendisine dönmesi itibarıyla bu isimlendirilen, kendilerine muh­taç olunan her şeyin adının sahibidir. Başka bir ifadeyle kendisine muhtaç olunan maden, bitki, hayvan, insan, felek, melek vb. gibi yara­tılmış ve var edilmiş her şeyin ismi bu isme döner. Öyleyse ‘Allah Teâlâ’ ismi, âlemde eseri ortaya çıkan her müsemmaya ait isimle isimlendiri­lir. Bu bağlamda âlemde her şeyin bir eseri vardır.

İlahi zatın tenzih isimlerini içermesine gelirsek, bu husus son de­rece bellidir. Her ilahi isim Hakkın zatına delalet etmek bakımından tenzih ismi sayılsa bile, isimlerden her biri, zata delalet ederken olum­lama veya olumsuzlama (selb ve ispat) tarzında türetildiği köke bağlı olarak başka bir anlama daha delalet eder. Bu nedenle hiçbir isim zata delil teşkil etmede ‘Allah Teâlâ’ ismi kadar güçlü olmamıştır. Bununla birlik­te Allah Teâlâ peygamberine emrederken ‘De ki, Allah Teâlâ veya Rahman diye dua edin, hangisiyle dua ederseniz, en güzel isimler O’na aittir353 buyurur. ‘O'na’ zamiri dua edilen Hakka döner, çünkü asıl isimlendirilen, tek hakikattir. Öte yandan, Allah Teâlâ bu özel ismini Hakkın zatından başkası­nın ismi olmaktan sakınmıştır. Bu nedenle Allah Teâlâ ilahlığı bu ismin sahi­binden başkasına nispet edenlere karşı delil getirmek üzere ‘De ki onları isimlendirin354 buyurur. Bu ifadenin muhatabı ise susmuştur; taptığı putu isimlendirmiş olsaydı, ‘Allah Teâlâ’ adından başka bir isimle isimlendirecekti.

Bu mertebenin kuşatıcılığma gelirsek, hiç kuşkusuz, ilahi zat mef­humuna ilave isimlerin çok ve farklı delaleti vardır. Bu itibarla elimizde ‘Allah Teâlâ’ isminin dışında zata ait özel isim yoktur. Demek ki ‘Allah Teâlâ’ ismi, özel isimlerin kendi müsemmalarına ait olması gibi, mutabakat ve örtüşme yoluyla zata delalet eden isimdir. Bu bağlamda bazı isimler tenzihe delalet ederken bazı isimler sıfatların varlıklarını ispat eder. Bununla birlikte Hakkın zatı sayıların kendisinde bulunmasını kabul etmez. Söz konusu isimler, zata ait sübutî sıfatların varlıklarına işaret eden isimlerdir. O isimlere misal olarak el-Âlim, el-Kadir, el-Mürid, es-Semi, el-Basir, el-Hayy, el-Mucib, eş-Şekûr ve benzeri isimleri vere­biliriz. Bazı isimler ise na’darı/nitelikleri ortaya çıkartır ve onlardan ancak nispetler ve izafeder anlaşılır. Misal olarak el-Evvel, el-Ahir, ezZahir, el-Bâtın vb. isimleri verebiliriz. Bazı isimler fiil anlamı verirler. Misal olarak el-Halık, er-Rezzak, el-Bâri, el-Musavvir vb. isimleri ve­rebiliriz. Böylece bütün isimler taksim edilmiş oldu. İlahi isimlerin sayısı ne kadar olursa olsun, kısımlardan birisinde veya birden çoğuna ait olması gerekir. Bununla beraber her ilahi isim, zata delalet eder ve bunun böyle olması zorunludur. Binaenaleyh ilahi mertebe, bütün mertebeleri içeren mertebedir. (Bu mertebenin ismi olan) Allah Teâlâ’yı bilen, her şeyi bilir, hangisi olursa olsun mümkünlerden tek bir şeyi bilmiş olmaz. Onlardan birini bilmek, özellikle âlemin ilahı olması bakımın­dan Allah Teâlâ’yı bilmeye delil teşkil etmede bütünün hükmüyle birdir. Şeri­atın gereğiyle amel ederek, keşif elde edersen Allah Teâlâ’yı ancak (mümkün­lerle değil) O’nunla bileceğini ğörürsün. Bu bilmede delil medlulün ta kendisidir.

Bu mertebe tüm hakikatleri kendinde toplasa bile, ona mahsus ve (kulda tezahür eden) en belirgin hal, hayret, ibadet ve tenzihtir. Ten­zihe gelirsek, tenzih Allah Teâlâ’nın yaratıklarına benzemeyecek şekilde yüce olmasıdır. Bu tenzih Allah Teâlâ hakkında hayrete yol açacağı gibi aynı şey ibadet için geçerlidir. Allah Teâlâ bize nefislerimizi ve O’nu bilmemizi sağla­yacak fikir gücünü vermiştir. Fikir gücü, varlığımızı yaratışında kendi­sine dayanmamızın dışında, Allah Teâlâ ile aramızda hiçbir benzerlik ve ilişki bulunmadığı hükmünü verir. Tenzihin verebileceği nihai nokta, Allah Teâlâ ile aramızda nispetlerin bulunmasıdır -çünkü varlıklarımızın ayrılmaz özellikleri bunu talep ederve nispeder sıfadar diye isimlendirilen şeylerdir. Şöyle diyebiliriz: ‘Nispeder Allah Teâlâ’nın zatına ilave şeylerdir ve onlar var olan hakikatlerdir. Allah Teâlâ’nın kemali onlara bağlıdır. Nispeder olmasaydı, Allah Teâlâ zatı bakımından eksik, ilave bir nitelikle kemale eren olurdu. ‘Nispeder ne O’dur, ne O’ndan başkadır’ deseydik, bu ifade tutarsız ve söyleyenin akıl ve düşünce eksikliğine delil teşkil eden ruh­suz bir ifade olurdu. Böyle bir ifade tenzihe delalet etmekten daha çok sahibinin düşünce eksikliğine işaret eder. ‘Nispeder O değildir, varlık­ları da yoktur, onlar sadece nispederdir ve nispeder var olmayan şey­lerdir’ dersek, yokluğun varlıkta tesiri bulunduğunu kabul etmiş sayılı­rız. Bu anlayışa göre nispeder, mümkünlerin varlıklarının ortaya çı­kartmış olduğu hükümlerin çokluğu nedeniyle çoğalmıştır. Bütün bunlardan hiçbirini söylemezsek, bize verilen nazari gücü işlevsiz bı­rakmış oluruz. ‘Bu durumların hakikatleri yoktur, onlar vehim ve saf­satadır, herhangi bir gerçekliğe dayanmazlar, ne duyu, ne fikir, ne akıl yoluyla kimsenin onlara dair bilgisi yoktur’ dersek, doğru bile olsa bizi bu görüşe ulaştıran delil nedir? Bu hüküm doğru değilse, onun doğru olmadığını nasıl anladık? Akıl bu bölümlerden herhangi birine ulaş­maktan acizse, o zaman şeriata döneriz. Hâlbuki şeriatı ancak akılla kabul ederiz. Şeriat (hakkındaki bilgi) Şâri hakkındaki bilgimiz demek olan asıl bilginin fer’idir. Aslı bilmekten aciz isek şeriatın varlığı bize hangi nitelikle ulaşmıştır? Aslı bilmekten aciz isek fer’i ve onun sabit olduğunu bilmekten daha da aciz kalırız. Bu gerçeği görmezden gele­rek, nefislerimizde zorunlu olarak bulup da reddedemediğimiz bir durumdan kaynaklanan iman yoluyla Allah Teâlâ’nın sözünü kabul edebiliriz. Bu bağlamda şeriatın aklî delillerle çelişen bir takım hususları Allah Teâlâ’ya nispet ettiğini ‘duyduk.’ Bunlardan hangisini alsak, karşımıza öteki çıkar. Aklî düşünceye başvurarak şeriattaki bu ifadeleri tevil etmeye kalkarsak, aklımıza ibadet etmiş, Allah Teâlâ’nın varlığını kendimize dayan­dırmış oluruz; hâlbuki O, kıyas yoluyla idrak edilemez. Bu durumda Allah Teâlâ’yı tenzihimiz bizi hayrete ulaştırır. Çünkü tüm yollar birbirine karışmasıyla hayret dinî ve aklî düşüncenin kendisine ulaştığı bir mer­keze dönmüştür.

(Bu mertebeye mahsus başka bir hal olan) ibadete gelirsek, ibadet tanımı bakımından mümkünün tercih edene muhtaç olmasıdır. Burada ‘ibadet’ derken teklifi kastediyorum. Teklif yükümlü olduğu fiilleri yapabilme veya nefsini yasaklardan alıkoyma gücüne sahip olan birine dönük olabilir. Yükümlünün bir fiili olduğuna göre, bir açıdan fiilleri yaratılmıştan olumsuzlayıp teklifin sahibine izafe ederiz; hâlbuki bir varlık kendi kendini yükümlü tutmayacağına göre teklifin sahih ola­bilmesi için hitabı kabul edecek mahal olmalıdır. Bir açıdan da fiilleri teklif hikmetinin talep ettiği üzereyaranlmışa nispet ederiz. Hâlbuki olumsuzlama (nefy) ispatın zıddıdır. Daha önce tenzih gibi bu dü­şünme biçimi de bizi hayrete düşürür. Hayret ise hiçbir şey vermez. O halde aklî düşünme hayrete yol açtığı gibi tecelli de hayrete yol açar. Demek ki, sadece hayret eden vardır ve hüküm sahibi, sadece hayrettir. Var olan, sadece Allah Teâlâ’dır. Bu hükümler bazı insanların sırrında karşı karşıya geldiğinde şöyle demişlerdir: ‘Ey hayret, ey dehşet, ey karşı konulamayacak yanış!’ Bu hayret hükmü ilahi mertebenin dışında başka bir mertebeye ait değildir.

RABBANİ MERTEBE

er-Rab İlahi İsmi

Rab bizim sahibimiz, Rab bizim ıslah edicimiz Rab bizi ispat eder, çünkü kendisi sabit

Varlığım olmasaydı, Hakk beni var etmeseydi Var olan ve yok olan olduğumu bilemezdim ki

Hakk beni kendinden yarattı, destekledi beni Bu nedenle konuşan-susan diye çağrılırım

Bu ismin beş hükmü vardır: Telvin, yani değişmede sebat, Hakka dair tartışanlar hakkında kesin delil, mümkünlerin maslahatlarını gö­zetmek, azatlık kabul etmeyen kölelik ve hayatın alışılmış sebeplerle irtibatı. Telvinde sabitlik (sürekli değişim) ‘O her gün bir iştedir355 ve ‘Allah Teâlâ geceyi ve gündüzü değiştirir356 ayetlerinde belirtilir. Alemdeki her nefeste başkalaşma ortaya çıkar. Bakınız! Güneş gecenin ve gündüzün sebebi olarak sürekli hareket eder, gece ve gündüzde belirli bir yerde durmaz. Yıldızlar ‘her biri bir felekte yüzer.’357 Allah Teâlâ üç yüz altmış dere­ceden herhangi birisinde onların karar kıldıklarını ve yerleştiklerini söylememiştir. Yıldızlar feleğin her dakikasında, hatta parçalanmayacak en küçük biriminde dahi sabit değillerdir. Allah Teâlâ yıldızlardan herhangi birisini feleğe yerleştirdiğinde, onun vesilesiyle rükünler âleminden cevher-i fert yaratır. Onu ne olduğunu ve mahiyetini sadece kendisini yaratan Allah Teâlâ bilebilir. Orta âlemdeki semavî ruhlarda ise -ki orası burçlar feleğinin başlangıcıdırbirtakım ilimler meydana getirir. Bu bilgiler kendilerine ihsan ettiği marifedere göre O’nun Hakk ettiği övgü­lere dairdir. Ayette ‘Her birisi namazını ve tespihini bilmiştir, Allah Teâlâ onla­rın yaptıklarını bilir358 denilir. Bu toplulukta bulunanlar cennet ehli olanlar iken rükünler âleminde bulunanlar ile bu topluluk içindekilerin bir kısmı cehennem ehlidir. Allah Teâlâ Mele-i a’lâda ise -ki orası burçlar feleğinin üzeri, nefislerin kaynağı, akıllardan Amâ mertebesine kadarki yerdirilahi isimlerin talep ettiği bilgileri yaratır. Bu bilgiler, isimler bakımından değil, kendileri bakımından Allah Teâlâ’ya layık övgüleri ortaya çıkartır; çünkü ilahi isimler onların ihata edemeyeceği kadar yücedir. Onlar, sonsuz sayıdaki hükümlerini gerçekleştirmekle ilgilidir.

Bu mertebenin Hakka dair tartışanlara karşı otorite sahibi olması­na gelirsek, hiç kuşkusuz, Allah Teâlâ hakkında ileri sürülen görüşler bir güçten kaynaklanarak farklılaşmıştır. Söz konusu güç, mizaçları, be­denleri, güçleri ve kabiliyetleri farklı şahıslarda bulunan müfekkire, yani fikir gücüdür. Onun yardımcısı insanların doğal mizacıdır. Her şahsın doğadan (tabiat) payı ise üzerinde bulunduğu mizacının ona verdiği kadardır. Bu güç bütün gücünü insana verdiğinde, ruhun üf­lenmesini kendisiyle kabul ettiği istidat ortaya çıkar. Üfleme ile doğal cismin düzenlenmesinden ise nuranî suret, nur ile karanlık arasında karışık ruhanilik ortaya çıkar. Onun karanlığı gölge, ışığı ziyadır (ışık ve karanlık karşımı). Suretin gölgesi Rabbin uzattığı şeydir ve bu yö­nüyle Rab kaynaklıdır. cRabbin gölgeyi nasıl uzatır?’359 Onun ışığı ziya­dır, çünkü doğal cismin aydınlığı güneşin ışığına bağlıdır. Allah Teâlâ güneşi ziya, ayı nur yaptığını söylemiştir. Bu nedenle biz de her varlıkta Allah Teâlâ ile arasmda bulunan özel yön (vech-i has) nedeniyle onun ışığını ziya kabul ettik. Başka bir nedeni ise ziyanın düzenlenmiş cismin aynasına yayılmasıdır. Böylece güneşin ışığı yansıma yoluyla aydan ortaya çıktı­ğı gibi bu cisme yansır. Bu nedenle tikel ruhu ‘nur’ diye isimlendirdik. Allah Teâlâ, Ay’ı nur yapmıştır. Başka bir ifadeyle Ay, Allah Teâlâ’nın kendisini öyle yaratması nedeniyle nurdur. Güneş de zatı bakımından nur (saf ışık) olsa bile, Allah Teâlâ’nın yaratması nedeniyle ziyadır. Ay ise zatı gereği silin­miştir. Demek ki yok olma (fena) ve silinme aya ait iken beka Güneş’e aittir.

Ay her bakımdan fena halinde

Güneş aydınlatır, beka halinde

Güzel yüz her güzelliğe sahip

Müjde vardır bize ve kavuşma haberi

O’nun güzelliğini her gözde himaye ettik

Ağacı kabuğunun himaye ettiği gibi

Gök vesilesiyle varlığa indik, varlık O’na ait

Kuşatıcı arş O’nun, Amâ O’nun

. Bizdeki yönelme ve yüz çevirme O’na dair

Yücelik ve tenzih hükmü

Yaklaşırsa, meclisi bereketli

Bizimle yücelirse, övgü bize ait                                                        ,

Varlığında irade O’nun hükmü O seçen, dilediğini yapan

Sonra bu ruhanî ve duyusal güçler, tekil zamirle üflenmiş olan ti­kel ruhun yaradılışına yönelirler. Allah Teâlâ ‘Ben üfledim360 der. Buna mu­kabil Hz. İsa’nın ruhu, çoğul zamirle üflenmiştir. Demek ki onda bü­tün isim ve ruhların güçleri bulunur. Allah Teâlâ Hz. İsa hakkında ‘Biz üfle­dik361 buyurur. Onu Meryem’e ‘Düzgün bir beşer olarak362 veren Ceb­rail’di. Böylece Cebrail insan-ı kâmil suretinde tecelli etmiş, ruh üflemiştir. Bu üfleme Hakkın üflemesiydi. Benzer şekilde, Allah Teâlâ kulunun diliyle ‘SemiAllah Teâlâu limen hamideh (Allah Teâlâ kendine hamd edeni duydu)’ diyerek (kulunun diliyle söylediği sözü kendisine nispet eder). Binae­naleyh bu güçler ona tabi olunca, onlardan birisi olan müfekkire gücü de ufuklardaki ve nefsindeki ayetleri kendisiyle düşünsün diye insana verilmiştir. Bu düşünmeyle ‘onun Hakk olduğu ortaya çıkar.’ Sonra mizaçlar farklılaşmış, bu nedenle de kabulün farklılaşması kaçınılmaz olmuştur. Bunun neticesinde tefekkürde derecelenme ortaya çıktığı gibi her nazarî (teorik) araştırma ötekinin verdiğinden başka sonuç vermiştir. Teorik bilgiler belirli konularda birbirinden ayrışırken bazı konularda ortak olmuşlardır. Allah Teâlâ hakkındaki görüşlerin birbirinden farklılığının sebebi budur. Rab ise indirdiği şeriatın bilgisine göre görüş sahipleri arasında hüküm verir ve akıllar kendi delilleriyle kalaka­lırlar. Onların düşüncedeki farklılıkları ise şeriatın maddelerinde ortaya çıkar. Hâlbuki daha önce aklî düşünce ile düşünmekte idiler. Bu du­rum özellikle şeriata iman eden erkek-kadın müminler için geçerlidir. Allah Teâlâ hakkındaki bilgilerde birbiriyle çelişen kimseler arasında Rabbin hükmünü kabul edenler müminlerdir. Onlar, gerçek anlayış sahipleri­dir. Bununla birlikte onlar, ittifak noktaları olsa bile, görüş ayrılıkları­na da düşmüşlerdir. Görüş ayrılıkları, Rabbin hakka dair verdiği hük­mü anlamada tezahür eder. O Hakk şeriatın kulları adına ortaya koyup kendisini isimlendirdiği haktır. Biz de Allah Teâlâ’yı onunla (el-Hakk) isimlen­dirir, kendini nitelediği özellikle niteleriz. Bize ulaştırdığı bilgiye her­hangi bir şey eklemediğimiz gibi kendiliğimizden O’na isim de uy­durmayız.

Mümin olmayan insanların arasında inançlardaki farklılıklar nede­niyle ortaya çıkan tartışmalara gelirsek, bu bağlamda onlardan birisi, yasa koyucudur. Başka bir ifadeyle yasa koyucu Hakka dair bir bilgi ortaya çıkartmış, fakat başkaları ‘mümin’ olmadıkları için onun yönte­mini takip etmemiştir. Onların arasında, yani şeriat ile mümin olma­yan akılcılar arasında hüküm veren, tecelli suretleriyle Allah Teâlâ’nın kendisi­dir. Bu tecelli ile onların arasında ayrım gerçekleşir. Fakat bu ayrım dünyada değil, ahirette gerçekleşir, çünkü ahiret yurdunda cebir (zo­runluluk) hükmü ortaya çıkar. Dolayısıyla orada hiçbir itirazcı kak­madan bütün mülk Bir ve Kahhar Allah Teâlâ’ya ait olur, sahiplerinden iddia­lar kaybolur. Müminler orada bulunan herkesin üzerinde efendiler olarak ortaya çıkar.

Bu mertebeye mahsus başka bir özellik de mümkünlerin maslahat­larını gözetmektir. Bilmelisin ki, mümkünlere zadarı bakımından ba­karsan, onların herhangi bir yönü kabul etmeleri öteki yöne göre önce­likli değildir. Rab ise varlık Ve yokluk hallerinde veya varlıktaki öncelik ve sonralıklarında mekân ve mertebelerinde öncelikli olanı gözetir. Onların zaman, mekân ve hallerinde kendilerine uygun olanı dikkate alır, mümkünlerin hakkında en doğruyu tercih eder, mümkünü en doğru içinde izhar eder. Çünkü Allah Teâlâ onu ancak kendisini tespih etsin ve onun kabul edebileceği ölçüde şanına layık marifeti öğrensin diye izhar etmiştir. Mümkünün yaratılmasının başka bir sebebi yoktur. Bu nedenle bazı mümkünler diğerlerinden önce gelmiş, bir kısmı sonra gelmiş, bir kısmı ulvi, bir kısmı süfli olmuştur. Bunun yanı sıra görev­lendirme, görevden alma, sanat, ticaret, hareket, durmak, toplanmak, dağılmak ve benzeri gibi farklı mertebe ve hallerde dereçelenmişlerdir. Bu durum mümkünlerin mümkünlerdeki hareketliliği ve başkalaşması­dır. Bunun dışında bir başkalaşma gerçekleşmez.

Azatlık kabul etmeyen kulluk ve kölelik, bu mertebeye mahsustur. O kulluk Allah Teâlâ’ya olan kulluktur. Bu itibarla kulluk üç kısma ayrılır: Birincisi Allah Teâlâ’ya, İkincisi yaratılmışa, üçüncüsü Hakk mahsus kulluktur. Bu anlamıyla kulluk ubudiyet diye isimlendirilir ve o kendine mensup­tur. Bu üç kulluk türü arasından sadece yaratılmışa kulluk azadık kabul edebilir. O da iki kısma ayrılır: Birincisi hürriyet içindeki köleliktir (ubûdet). Bu kölelik, yaratılmışların sebeplere kulluğu ve boyun eğme­leri demektir. Onlar hür olsalar bile sebeplere köledir. İkincisi, sahibe ve efendiye köleliktir. O kölelik, alım ve satıma konu olan veya azadık yoluyla bir yaratılmışın mülkiyetinden kendini çıkartan insanlarca bili­nen köleliktir. Geride, sebeplerin sahibi hakkında hayret kalır. Böyle biri sebeplere kölelikten kurtulur mu, kurtulmaz mı? Bazı kimseler sebeplerin o kişi üzerinde zorunlu olarak hüküm sahibi olduğunu dü­şünür. Onlara göre sebeplere kölelikten ancak vehim yoluyla çıkılabilir, yoksa gerçekte kurtulmak mümkün değildir. Bu görüş sahipleri sebep­lere kölelikten azatlığın mümkün olmadığını söylemişlerdir. Bazı kim­seler, özel yönü dile getirmişlerdir; özel yönde herhangi bir ortaklık söz konusu değildir. Bu görüşü dile getirenler sebeplere köle olmaktan azatlığın mümkün olduğunu ileri sürmüşlerdir. Azatlık, özel yönü bilmekle gerçekleşirken özel yönü bilen insan sebeplere kölelikten kurtulmuş olur. Allah Teâlâ’ya kulluk ve Hakk kulluk ise genel olarak azadığın söz konusu olmadığı kulluktur.

Hayatın alışılagelmiş sebeplerle irtibatı bu mertebeyle ilgilidir. Bunun en açığı manevi veya maddi gıdalarla beslenenler için gıdayla ortaya çıkar. Maddi gıda malumdur; manevi gıda akılların kendisiyle beslendiği bilgidir. Hayatı bilgiye bağlı her şey manevi gıda elde eder. O bilginin gerçekleşme yolu veya o varlığın kim olduğu durumu değiş­tirmez. Bazı bilgiler sahibi adına sınanma yoluyla ortaya çıkabilir. Böyle bir bilgi talep etmek özelliğindeki kimsede delil getirme amacı taşır ve bu durum bütün yaratılmışlara yayılan bir özelliktir. Bu mese­leyi Mevakiu’n-Nücûm adlı kitabımızda karın uzvundan söz ederken açıklamıştık. Sözü uzatma endişesi olmasaydı, bu mertebede de konuy­la ilgili sırları açıklardık. Hâlbuki her mertebede o mertebeyle ilgili kısmî açıklama yapmaktayız.

Er-Rab isminin pek çok izafeti vardır. Bunlar ismin izafe edildiği şeylere göre toplanır, dağılır. Bu yönüyle Rab mesela âlemler kelime­sine izafe edildiği gibi ikinci tekil ve çoğul zamirlere izafe edilebilir. Misal olarak ‘Rabbine yemin olsun ki363 ve ‘İkinizin Rabbi364 ayetlerini verebiliriz. Çoğul olarak ‘Sizin Rabbiniz’ şeklinde gelir. Bunun yanı sıra babalara (babalarınızın Rabbi), üçüncü tekil ve çoğul zamirlere (onun Rabbi, onların Rabbi), göğe ve göklere, yeryüzüne, doğuya, batıya, doğulara, batılara, insanlara, feleğe, birinci tekil şahıs zamirine izafe edilmiştir. Binaenaleyh er-Rab ismi her zaman izafeli ve tamlama halinde gelir. Bu isim hakkındaki bilgi izafe edildiği şeye göre ortaya çıkar, bunu anlamalısın! Bu konu hakkında açıklamalar sözü uzatır.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır. ’

RAHMÛT MERTEBESİ

er-Rahman, er-Rahim İlahi İsmi

Yolculuğum Rahman’a benim

Celal ve cemalden haz almak üzere

Hakk bize Rahim

Bizi çağırdığı gün merhamet eder bize

er-Rahman adı ihsan ve zorunlu rahmeti hakkında mübalağa bil­dirir. Allah Teâlâ bu rahmeti için ‘Benim rahmetim her şeyi kuşatmıştır365 der. Allah Teâlâ’nın isimlerinden birisi er-Rahmanü’r-rahim’dir. Bu isim, balebekke ve rame-hürmüz isimleri gibi bileşik isimdir. Bu ismin bileşikliği kabul etmesinin nedeni, Allah Teâlâ’nın kullarına dönük rahmetinin zorunlu ve ihsan rahmeti diye iki kısma ayrılmış olmasıdır. İhsan rahmetiyle âlem ortaya çıkarken, yine o rahmede bedbahdarın sonunda varacakla­rı yer kendisini doldurmuş oldukları yurtta nimet olacaktır. Bu rahmet, zorunlu rahmeti meydana getiren farz amellerin sebebidir. Allah Teâlâ o rahmet hakkında peygamberine ihsan yoluyla ‘Allah Teâlâ’nın rahmeti ile onla­ra yumuşak davrandın366 demiştir. Başka bir ayette ‘Seni âlemlere rah­met olarak gönderdik367 buyurmuştur. Kastedilen ihsan rahmetidir. Alemdeki her şeyin rızkı o rahmete bağlanmıştır ve bu nedenle ihsan rahmeti genel olmuştur.

Allah Teâlâ’nın kendine zorunlu kıldığı rahmet ise kitabında zikretmiş ol­duğu nitelik ve özelliklerle sınırlanmış rahmettir. O rahmet ‘Rabbimiz! Sen her şeyi rahmetin ve bilginle ihata ettin368 ayetinin kapsamında yer alır. Allah Teâlâ’nın bilgi ve rahmetinin sonu, kendisini kabul eden herkes için genel rahmeti olur ki O’nun dışındaki herkes hiç kuşkusuz rahmeti kabul edicidir. O’nun rahmetinin genelliğinin bir neticesi Rahman’ın nefesi ile gazabı kendisinden izalesidir. O gazap Allah Teâlâ’nın daha önce kendisi gibi öfkelenmediği ve bir daha öfkelenmeyeceği gazabıdır. O mertebe genelliği ve her şeyin kapsamına girmesi nedeniyle mübalağa ismiyle isimlendirilmiştir. Bu rahmet her mümkünün fertleri ile bileşikliği gerektiren münasebetlerin sayısınca konuya ve ilgiye (taalluk) sahiptir. Bu itibarla mümkünler sonsuz olduğuna göre O’nun rahmeti de sonsuzdur. Mümkünler o rahmetten ortaya çıktığı gibi ilahi gazap da ondan ortaya çıkmış, bu rahmetten ortaya çıktıkları için de ona dönmeleri mümkün olabilmiştir; çünkü bu çıkış rahmetin saf ve mut­lak olarak geride kalabilmesi için ayrışma amaçlıydı. Bu sayede rahmet ile gazap yarışmıştır. O halde rahmet ve gazap ayrışma ve yalnızlaşmak için yarışmıştır. İlahi gazabın dışındaki her şey, rahmetin kendisinde rahmetten var olmuştur ve dolayısıyla rahmetin dışına çıkmamışlardır.

, Allah Teâlâ’nın rahmeti sınırsız O rahmetteki her şey sayılı ve sınırlı

Hidayetten sapan herkes O rahmete doğru gider sonunda

Ona yakınlık uzaklığın aynı Ondan sonra hiçbir son yok

Rahmetin sonlu olduğunu söyleme Varlıkta bir sınırı yok onun

O rahmetle kendinden ayrışırsın dikkat et . Rab, Rab’dir; kul ise kul

Alemin varlık sebebi ile Hakkın kendini bilinmeyi sevmekle nite­lemiş olmasını öğrenen kişi, rahmetin ilk olarak neyle ilgili olduğunu da öğrenir. Allah Teâlâ bilinmeyi sevmiş, onun için âlemi yaratmış, onlara tanınmış, onlar da kendisini bilmişlerdir. Bu nedenle her şey O’nun hamdini tespih etmiştir. Öyleyse seven kişi muhabbetin ayrılmaz özel­lik ve kuralları nedeniyle merhamete mazhar olandır;

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ hakkında hüküm vermek, kendinde tecelli et­tiği surete göre gerçekleşir. O suretin kendisini kabul edebileceği sıfat­larla Hakk kendini niteler ve tavsif eder. Bu durum genel nezdinde şöyle ortaya çıkar: Bir insan rüyasında Hakkı bir surette gördüğünde, görmüş olduğu suretin niteliklerini Hakka yükler. Bu durum rüyalarda kimsenin inkâr edemeyeceği bir olgudur. Allah Teâlâ adamlarının bir kısmı söz konusu sureti uyanıkken görür, fakat suret uyuyanın rüyayı gördü­ğü mertebede ortaya çıkar, başka bir mertebede değil! Bu mertebede nebiler ile veliler ortaktır -Allah Teâlâ hepsinden razı olsun-. Buradan ilahi rahmetin her bir şeyi kuşatmış olması mümkün olur. Hakkın kendi­sinde göründüğü ilahi suret, bulunduğu mertebede eşyanın bir parça­sıdır ve dolayısıyla -anladıysanAllah Teâlâ’nın rahmetinin onu da kuşatmış olması gerekir. Yaratılmışlar için intikam, sahibinin kendine duyduğu merhametin tezahürüdür. ‘Allah Teâlâ azizdir.’369 Yani böyle bir durumla nitelenmeyecek kadar izzet sahibidir. ‘İntikam sahibidir.’370 Başka bir ayette ‘Beşincisi, doğru sözlülerden iseler, Allah Teâlâ’nın gazabı onun üzerinde­dir371 denilir. Başka bir ayette ‘Allah Teâlâ onlara gazap etmiş, onlara lanet etmiş, büyük azap hazırlamıştır372 buyurur. Allah Teâlâ kuluna tövbeyi nasip ettiğinde, hiç kuşkusuz, sevineceği bir işi nasip etmiştir. Çünkü Allah Teâlâ sahih bir rivayette zikredildiği üzere kulunun tövbe etmesi nedeniyle sevinir. Bu da O’nun rahmetinin parçasıdır. Bu konudaki hadisler sayılamayacak kadar çoktur.

MÜLK VE MELEKÛT MERTEBESİ

el-Melik İlahi İsmi

Melik şiddetli ve güçlü olan demek

Galip gelmek için düşmanlara karşı yardım al O’ndan

Nefsin tasarrufuna hâkim olursan En iyi hükümdar ve galip gelen'olursun

Başka bir şiirde şu beyitleri söyledik:

Melik şiddet sahibi O’ndan yardım al Kıyamette O’nun mülkü var, mutlu olursun

Sen O’nun mülkü olmazsan Kıyamette saadete eremezsin

Bilmelisin ki, mülk ve melekût, ez-Zahir ile el-Bâtın isminin sahi­bidir. Başka bir ifadeyle (melekût) gayb âlemi ve (mülk) şehadet âlemi demek olduğu gibi halk âlemi ile emir âlemi de denilir. Mülk kahra ve zorlamaya konu olandır. el-Melik’in otoritesi altında ezilmemiş olsay­dı, mülk olmazdı. Kendi iradesi olmaksızın sahibinin iradesiyle tasarruf altına giren kişi mülk olmaz, nafile ibadet yapana benzer. Böyle bir kişi zorunlu-mecbur kul değil, ihtiyarıyla kul olan kişidir; dilerse efendisini azleder, dilerse onu başına yönetici yapar. Hâlbuki zorunlu ve mecbur köle böyle değildir. O efendinin otoritesi altındadır. Hükümdarın emri mülkün zahirine ve bâtınına nüfuz ederse, bu durum ‘melekût5 diye isimlendirilirken -bâtına nüfuz etmeksizinsadece zahire nüfuz etmesi ise mülk diye isimlendirilir. Her iki nitelik peygamberlere uyarken mümin ve münafığın varlığıyla ortaya çıkar. Bu itibarla peygamberleri zahir ve bâtında takip edenler, mümin ve müslümandır. Bâtınında olmaksızın, sadece zahiriyle peygambere uyan ise münafıktır. Zahirin­de olmaksızın, sadece bâtınında peygambere uyan ise günahkârmümindir. Allah Teâlâ’nın insana iki göz, yani duyu ve akıl ya da baş gözü ve basiret vermesinin nedeni, onlarla bu iki niteliği görmesine sağlamak­tır. Çünkü Allah Teâlâ yaratmış olduğu her çifti idrak etmek için iki göz yaratmışken kendine de çoğul lafzıyla ‘gözleri’ izafe etmiştir; bu lafız çokluğa delalet eder. Binaenaleyh herhangi bir şeyi herhangi bir tarzda idrak eden her göz, koruma ve idrak özelliğine sahip Hakkın gözüdür. İşte Allah Teâlâ’nın kendi adına gözleri çoğul yapmasının nedeni budur.

Allah Teâlâ hem kendini ve yaratıklarını korur

O kendine ait olan hakkı bilendir

Allah Teâlâ kendini meşiyet ve ihtiyar sahibi olmakla nitelemiştir. Bu durum akla göre değil, şeriata göre O’nun kendinde bir tasarrufu ol­duğunu bize ispadar. Böyle bir durum nazarî (teorik) düşüncenin Allah Teâlâ hakkında basiret gözüyle imkânsız sayacağı şerî rivayetlerin ise sahih ve doğru kabul edeceği bir husustur. Baş gözü de Hakkın tecelli edeceği suretlerin farklılığında bu durumu görür. İlahi meşiyet, ‘Allah Teâlâ dilediğini siler, dilediğini sabit kılar373 ve ‘Dilerse sizi giderir ve yeni bir yaratılış getirir’374, ‘Allah Teâlâ bir çocuk edinmek isteseydi, seçerdi375 gibi ayet­lerde zikredilir. Bütün bu hususlarda iradenin konu birliğine dönük bir yön bulunurken ilgi ve taallukta tasarrufa dönük bir yön de vardır. ‘Taallukta tasarruf demek, iradede tasarruf demektir. İrade ise şifadan reddedenlere göre Allah Teâlâ’nın zatı demekken, şifadan zait hakikatler kabul edenlere göre O’nun sıfatıdır. Doğru görüş her iki görüşün dışındadır (Mutezile ve Eş’ari): İrade zata ilave bir durum olmadığı kadar zatın kendisi de değildir. Doğrusu, irade ilahi zata mahsus özel bir taalluk ve ilgi demektir. Bunu ortaya çıkartan, iki durumdan birisini kabul etme ihtimali nedeniyle, bizzat mümkünün kendisidir. İki durumun aklî varlığı ile mümkünün kabul özelliği olmasaydı, irade veya ihtiyarın hükmü olmayacağı gibi ibarede de adı ortaya çıkmayacaktı.

Bir insan mülk ve melekût mertebesinde Hakk ile hazır bulunup âlemi ve onun ne olduğunu, Hakk ile ilişkisini ve Hakkın onunla ilişki­sini bilmezse, bu mertebede herhangi bir şekilde bulunmamış ve hazır olmamış demektir. Üstelik böyle bir insanın el-Melik isminden de bilgisi ve nasibi yoktur.

TAKDİS MERTEBESİ

el-Kuddûs İlahi İsmi

Özellikleri bizde ortaya çıkmamış nefsi temizleyen insan Mukaddes ye kuddûs olur

Temiz ve iffetli bir köle olarak gelir Tasarrufunda karışıklık olmaz

el-Kuddûs’a binekler ulaşır Temizlikten nasip almak üzere

Kuşatıcı Arş onun sakini En yüce işlerden '

Kutsiyetin benzeri yok

Onunla hayat bulur ve onunla dirilirim

Hakk için gizlilik yok

Hakk bizde gönüllerde ortaya çıktı

es-Sübbûh ve el-Kuddûs nakıs isimlerden temiz ve pak olan de­mektir. Nakıs isimler ancak açıklayıcı cümlelerle tamamlanabilen isim­lerdir. Bu itibarla Allah Teâlâ’nın isimlerinden birisi ellezî (ki o) ve ma (ki o şey) gibi ism-i mevsullerdir. Allah Teâlâ ‘O gökleri ve yerleri yaratandır (ellezî halaka...)’376 buyurur. Başka bir ayette ‘O ölümü ve hayatı yaratandır (ellezî)’377 buyurur. Ma’nın bir isim olmasına misal olarak da ‘Göğe ve onu bina edene yemin olsun ki378 ayetinde ma ism-i mevsulünün yorum­larından birisini verebiliriz. Ma bazen mastar anlamında kullanılabilir­ken bazen ellezî (ki o) anlamında kullanılabilir ve bu durumda nakıs isim olur. Nitekim burada ellezî (ki o) anlamında Allah Teâlâ için bir isim olmuştur.  ,

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ sebepleri yarattığında onları kullarına görünür kılmış, sebeplileri (müsebbebat) ise onlar vesilesiyle var etmiştir. Ba­kanlar ise onların sebeplerle yaratılmış olduğunu zannetmişlerdir. Ya­ratılmışları hidayet ve bilgi yolundan saptırıp onları her varlıkta bulu­nan Allah Teâlâ’ya ait özel yönden (vech-i has) perdeleyen, bu yanılgıdır.

Bilmelisin ki, ‘nakıs isim’ diye isimlendirilen lafız, ma (o şey), men (o kişi), ellezî (ki o) ile bu edatların benzerleridir. Onların isimlendiri­leni ise Allah Teâlâ’nın yaratılmışlardan -ki onlar sebeplilerdirsayesinde per­delenmiş olduğu sebeptir. Allah Teâlâ el-Kuddûs’tur. Yani nakıs isimlerin nispetinden uzak ve temiz olandır. ‘O’ndan başka ilah yoktur, 0 aziz ve hakimdir.’379 Bu durumda iki görüşten birini seçebilirsin: Ya keşfin sana Hakkın mümkünlerin mazharında zuhur eden olduğu bilgisini verir. Bu durumda takdis Hakkın mümkünlerin hakikatlerinde bulu­nup zuhur etmesi itibarıyla mümkünlere ait olur ve mümkünler kendi­lerine nispet edilen imkân, ihtimal ve başkalaşmadan Hakla tenzih ederler. Bu bağlamda bir hakikat ile pek çok varlık vardır. Onların her biri kendi birliğinde başkalaşmaksızın bulunur, hatta onların bir kısmı, diğerlerine görünür, bir kısmı mümkünün suretine göre diğerlerinden gizlenir. Tercih edebileceğin ikinci görüş ise Hakkın mazharın aynı olmasıdır. Bu durumda zuhur eden mümkünlerin ezelî-sabit hakikatlerinin -ki onların dışta var olması mümkün değildirhükümleridir. Bu durumda takdis, dışta var olması mümkün olmayan mümkünlerin ezelî-sabit hükümlerinin Hakkın varlığında başkalaşmalarına karşılık Hakka aittir. Öyleyse takdis, Hakkın varlığında zuhur eden mümkün­lerin hükümlerinin başkalaşmasına karşılık olarak O’na aittir. Başka bir ifadeyle Hakk, söz konusu hükümlerin başkalaşhıası nedeniyle kendinde başkalaşmaktan münezzeh ve müteal olandır. Nitekim farklı renklerde­ki cama ışık vurup ışınlar odaya yayıldığında farklı ışıklardan söz ede­riz. Bunun nedeni camdaki renklerin hükümlerinin farklılığıdır. Hâl­buki biliriz ki, ışık o renklerden herhangi birisiyle boyanmış değildir. Bununla beraber duyu ışığın farklı renklerle renklenmiş olduğunu gözler. Gerçekte ışık renk değişimini kabul etmekten uzaktır. Hatta onun böyle bir özelliği bulunmadığına şahidik ederiz ve yine de biliriz ki ışık ancak böyle algılanabilir. Biz Hakkı mümkünlerin hükümlerinin kendisine vermiş oldukları başkalaşmaktan tenzih ederiz. Binaenaleyh Allah Teâlâ’nın zatında başkalaşmanın olması mümkün değildir. Aksine o elKuddûs ve es-Sübbûh’tur. Fakat algıda durum böyle tezahür eder, çünkü ayan-ı sabite kendinde bu şekildedir. Nitekim Cebrail de bazen Dıhyetü’l-Kelbî vb. kişilerin suretinde tecelli ederken bazen ufku kap­layacak şekilde, bazen inci suretinde tecelli ederdi. Demek ki ya Cebra­il’de suretler farklılaşır veya o farklı suretlere girerdi. Hâlbuki kendisi olmak bakımından Cebrail’in zatında başkalaşmaktan uzak ve temiz olduğunu biliriz. Fakat yine de onu böyle algılarız. Cebrail Allah Teâlâ’nın kullarına birtakım ayetier indirdiğinde, ayeder de farklılaşır. Mesela Kur’an-ı Kerim türlü ayederden oluşur ve kendisine nazil olduğu kim­senin kalbinde ona indirmiş olduğu vahyin suretiyle şekillenir. Ayeder başkalaştığı için kalbine nazil olduğu kimsenin hali de başkalaşırken kelam -Allah Teâlâ’nın kelamı olması bakımındanbaşkalaşma kabul etmeksi­zin birdir. Ruh da kendisi olmak bakımından başkalaşmayı kabul et­mez. Öyleyse kelam kuddûs (başkalaşmadan uzak) iken ruh da mu­kaddestir. Bununla birlikte başkalaşma da mevcuttur. Bu durumda ayetlerin neyi gösterdiğine bakılır: Ayeder mümkünleri gösterirse, takdis Hakka aittir (Hakk mümkünlerin özelliklerinden uzaktır). Ayetin gösterdiği Hakk ise bu durumda sözü edilen Hakkın kendisi bakımın­dan Hakk değildir, çünkü O el-Kuddûs’tur. Ayetin Hakkı göstermesi ancak ilahi isimlerden birisi bakımından olabilir. Delaleti bilmenin faydası da budur.

SELAM MERTEBESİ

es-Selam İlahi İsmi

Allah Teâlâ yaratıkları için es-Selam diye isimlendi Bu nedenle selam en yüce makamın sahibi oldu

Yaratıklarında hüküm O’nun dilediği üzere İzzet, övgü ve haşmet O’na ait

Selam Rabbimizin muhabbetidir O’nun isimlerinden selamet umarız biz

O’nun yüce makamından sonra var olduk Öncelik, hüküm ve ön O’na ait

O yaratıkları için es-Selam diye isimlendi Bu nedenle vuslata eren akıllar hayrete düştü

Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onlar için selam yurdu vardır.’380 Başka bir ayette şöyle denilir: ‘Orası kendilerine güçlüğün ulaşmadığı yerdir.’381 Onlar orada selamet içinde bulunur.

Bilmelisin ki, arifin selameti, genel olarak rablik (rububiyet) iddia­sından uzaklaşmaktır. Bununla birlikte Hakkın onun güçleri olduğunu müşahede ederken rububiyet esintileri kulun üzerinde görünebilir ve o esintiler iddia şeklinde ortaya çıkar. Böylece arifin bu esnada selameti kendinden olur. Selamın böyle isimlendirilmesinin nedeni sahabenin (namazm sonundaki oturuş anlamında) teşehhütte ‘Selam Allah Teâlâ’nın üzerine olsun’ demelerinden veya deme isteklerinden kaynaklanmıştı. Bunun üzerine Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Allah Teâlâ’ya selam olsun demeyiniz, çünkü Allah Teâlâ es-Selam'dır zaten’ buyurmuştur.

Kul es-Selam’ın kulu olarak Hakkın karşısında bu mertebede bu­lunduğunda, Hakk onun aynasıdır ve aynada göreceği suretlere bakma­lıdır: Aynada bâtını suret ve zahirî şekle benzeyen suret görürse, nefsi­ni gördüğünü bilmelidir. Böyle biri henüz Hakkın onun güçleri oldu­ğu makama ulaşmamıştır. Beden şekliyle şekillenmeksizin, bir suret görür ve kendi olmadığını bilirse, bu durumdaki suret Hakkın suretiy­ken kul da Hakkın onun güçleri haline geldiği makama ulaşmıştır. Kul bu müşahedede aynanın kendisi olunca, Hakk aynada tecelli eden olur. Bu durumda bir ayna olmak bakımından kendine bakmalıdır. Aynada kendi şekliyle sınırlanmış bir suret görünürse, hüküm Hakka değil, aynaya aittir. Çünkü aynaya bakan, aynanın şekliyle sınırlanır. Başka bir ifadeyle aynadaki uzunluk, genişlik, yuvarlaklık, huni biçimlilik, büyüklük, küçüklük gibi özellikler kendisine yansıyan surete hükmeder ve onda ortaya çıkar, bakan kişi aynaya dönmüş olur ve aynanın kişide hükmü ortaya çıkar. Aynanın şekline uygun ve münasip sınırlanmayı görmekle, gördüğü kişinin -içinde bulunduğu halin değişen ve türlü verilerine görekendi suretine girdiğini anlar. Onu kendi zatının şekli­nin dışında görürse, gördüğü suretin her şeyi ihata eden Hakk olduğu­nu anlar. Binaenaleyh Hakk hangi suret ile zuhur ederse etsin, hiç kuşkuşuz öteki suretin tesirinden uzak ve salimdir. Çünkü es-Selam’ın mertebesi böyle olmayı gerektirir. Bakınız! Bir adam Hakkı Ebu Yezid’de görmüş, hemen düşüp ölmüştü. Daha önce Ebu Yezid’i gör­meden Hakkı görmüş, fakat etkilenmemişti. Bazen kişi Hakkı aynanın suretinden başka bir şekilde görebilir. Misal olarak bir şahsın kendini içinde başka bir aynanın suretinin bulunduğu aynada görmesini vere­biliriz. Bu durumda öteki aynayı kendi nefsinin aynasının suretinde görürken öteki aynadaki suretini ise diğer aynanın suretinde görür. Suret ile bakanın aynası arasında ise bir vasat vardır. Daha önce bu meseleyi açıklamış, dikkat çekmiştik.

Burada Hakkı, Muhammedi suretlerde ve Muhammed! gözle görmekten söz etmek istiyoruz. Hakkın görülebileceği en tam ve doğ­ru görme derecesi budur. Bu mertebe Allah Teâlâ’ya hiçbir şeyi ortak koşma­yana aittir. ‘Cahiller onlara hitap ettiklerinde ‘selam’ derler.’382 Cahil gizli veya açık olmak üzere Allah Teâlâ’ya şirk koşan kişidir. Arifler ise cahil insan­ların onlara nereden hitap edeceklerini ve mertebelerinin ne olduğunu bilirler. Cahillere cevap vermeye kalksalardı, cehalet yolunda onlara katılmış olurlardı. Bir insan başkasıyla ancak kendisiyle konuşmuş olduğu sözle boyanarak ve onun haline girerek konuşabilir. Bu durum -ister cevap vermek tarzında olsun ister kendiliğinden söze başlamak olsunher zaman böyledir. Bütün bunlar, ilahi mertebelerdendir; bilen bilir, bilmeyen bilmez. Dolayısıyla söz konusu insanlar sözlerine ‘se­lam’ demekten başka bir şey eklemezler ve hatta isteseler bile yapamaz­lar. Bu mertebe mertebelerin en yücesidir. Buradan melekler cennet ehline şöyle der: ‘Sabrınıza karşılık selam üzerinize olsun.’383 İnsanların arasındaki belirli (es-Selam şeklinde) ve belirsiz (selam) selamlaşma veya namazda okunan selam, bu mertebeden emredilmiştir.

Bilmelisin ki, cahil insan nefsinde tasavvur ettiği bir şeyi söyleyen veya ona inanan kişidir; hâlbuki tasavvur edilen şeyin o sözü söyleyen veya ona inananın tasavvuruna ilave dışta gerçek sureti yoktur. Her­hangi bir varlık mertebesinde onu araşan, sadece kendini tasavvur edenin veya tasavvur edenden onu alanın nefsinde bulabilirsin. Bu davranış, daha doğrusu böyle bir suretin tasavvuru, cehalet demekken o kişi de onu tasavvur eden cahildir. Selam mertebesinin ehli olan kişi ise varlık mertebelerini ve onların içermiş olduğu suretleri bilir. Kendi­siyle konuşan insanın söylediği sureti belirli bir varlık mertebesinde bulamadığında, onun cahil veya bir cahilin taklitçisi olduğunu anlar ve bu nedenle onun sözüne ‘selam’ diye karşılık vermekten başka bir şey katmaz.

Bu makam çetin bir makamdır, şimdiye kadar o makama müşahe­de yoluyla ulaşan kimse görmedim. Bununla birlikte cahille konuşur­ken susmayı tercih edenler gördüm. Hâlbuki cahilin kendisine hitabı karşısında susan herkes, konuşanın cahillerden olduğunu bilse bile, bu mertebeden dolayı susmaz. Sadece bu mertebe sahibi (cahile) ‘selam’ der, çünkü onun söz söyleyenin nefsindeki suretin varlığına ulaşma ve muttali olma imkânı vardır ve onun suretini sadece söyleyenin nefsinde bulur. Bu söz söyleyen kişinin mukallit veya kuşkuyla söyleyen olması durumu değiştirmez. Söyleyenin nefsinden başka bir yerde sureti ol­mayan her söz, sözün gidişiyle veya suretin unutulmasıyla ortadan kaybolur, çünkü onun varlığım koruyacak varlık mertebesi yoktur. Bununla birlikte o surete delalet eden düzenlenmiş harfler vardır. Baş­ka bir ifadeyle o sözü söyleyenden ortaya çıkan harflerin sabitlik mer­tebesinde ve hitaptaki varlık şeyliğinde düzenlenmiş harfleri vardır. Fakat o harflerin gösterdiği şey yokluktur. Dolayısıyla suretin nefsten gitmesi kaçınılmazdır. Bununla birlikte hitapta onun bir sureti geride kalabilir. O suret havada şekillenmesi bakımından meydana gelen ve tespih eden bir melektir ve melek annesini -ki anne onu söyleyendirbilir fakat herhangi bir varlık mertebesinde babası olduğunu bilmeden nesebi olmayan bir garip olarak kalır. O sadece kendisinde meydana gelmiş olduğu cahil insandaki varlığını bilir. Bu nedenle doğruluk, gerçek ve var olan bir hakikat olduğu için susturucu olmuşken yalan öyle değildir. Yalanın kendisine dayanacağı herhangi bir ilke yoktur ve yalan başkasından bir eksiklik olarak ortaya çıkar. Bu nedenle Allah Teâlâ’ya misaller vermemiz bize yasaklanmıştır. Hâlbuki Allah Teâlâ misaller verir, çünkü O bilir, biz bilmeyiz. Allah Teâlâ dışta varlığı olacak şekilde bizim için misaller verirken biz öyle değiliz. Bizim varlığı olacak şeyle misal ver­memiz tesadüfen gerçekleşebilir. Bu durumda dışta varlığa sahip misal­lerle misal verebildiğimiz gibi sadece kendi tasavvurumuzda varlığı bulunan şeylerle misal veririz. Misal verdikten sonra bir dayanak ara­rız, onu bulamayız ve misalin dışta varlığı kalmayacağı için misalin kendisi kaybolur. Fakat misalin kendisi için verildiği kimse kaybolmaz. Hiçbir şey O’na benzemezken varlıkta dayanağı olmayan misal ver­mekle verenin ilişkisini açıklamak üzere, lambanın ışığının lambanın ayrılmasıyla evden ayrılmasını düşünebiliriz.

Allah Teâlâ’ya yönelen bir grup şekilci âlimin ve zevk ehlinin O’nun hak­kında misal verirken geniş davrandıklarına şahit olduk. Bunun yanı sıra onlar Allah Teâlâ’nın zatı hakkında tenzihin ortaya çıktığı ifadelerle konuş­maktaydılar. Başka bir ifadeyle ‘Allah Teâlâ’nın zatı şöyle olsaydı, şöyle olması gerekirdi’ şeklinde cümleler kuruyorlardı. Bize göre Allah Teâlâ’nın zatı hak­kında konuşmak yasaktır. Bu durum ‘Allah Teâlâ sizi kendinden sakındırır384 ayetinin işarı yorumuyla tespit edilir. Hatta ayetin tefsirinde de bu konuya işaret vardır. Böyle bir davranış, gerçeği bilmeyenden meydana gelebilir. Ayrıca ‘O’nun benzeri hiçbir şey yoktur385 ayetinde -eğer doğru anlaşılırsamüstağniliğe işaret eden anlam vardır. Bu itibarla akılcıların hangi grubundan olursa olsun, büyük âlim olduğu iddia edilip Allah Teâlâ’nın zatı hakkında konuşmayan kimse görmedik. Bunun tek istisnası Allah Teâlâ’yı hakka’l-yakîn bilen Allah Teâlâ ehlidir. Onlar böyle bir konuya dalmamışlardır. Allah Teâlâ ehli Hakkı kendisinin onlara müşahede ettirdiği gibi varlığın kendisi olarak görürler ve sadece gördüklerini söylerler: (Kendi kendi­lerine) olumsuzlamaz, tenzih etmezler veya teşbih etmezler.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

EMAN MERTEBESİ

el-Mü'min İlahi İsmi

Eman veren el-Mü’min ve er-Rab                                                                  ,

Bütün yaratıklar el-Mü’min diye dm eder

O kendi hakkını ve bizim hakkımızı bilen

Bizim vazifemizi ve kendi üzerindekini bilir

Bu isim hakkında da şu beyitieri söyledik:

Eman korkanlara ait

Demek ki müşahede eden ve emre uyan emindir

Münezzeh Hakk her şeyi verir ona

Farklı türlerde marifetler verir

Arif haline gelir, öyle ki

Hibelerde ve marifetlerde eksiklik zarar vermez ona

Rahman’ın bizdeki gayreti olmasaydı

Her arif için emanı ispat ederdim

Fakat gizledim ki Rabbim gizlensin istiyor

Keşif sahibi için irade eder bunu

Bu mertebe el-Mü'min’in kuluna aittir. Her mertebenin kulu ol­duğu gibi her mertebenin ilahi ismi vardır. Hakkında konuştuğumuz ilk mertebe Allah Teâlâ’nın kuluna ait iken onu takip eden mertebe abdurabbihî -yani Rabbin kuluna değilkendi rabbinin kuluna aittir; bu itibarla er-Rab ismi Allah Teâlâ’nın kelamında her zaman tamlamayla gelmiş­tir. Sonra Rahman’ın kulu, sonra el-Melik’in kulu, sonra el-Kuddûs’un kulu, sonra es-Selam’ın kulu, sonra el-Mü'min’in kulu gelir. Mü’minin kuluna ait mertebe, bu mertebedir.

Bu yola girmemin ardından bir veya iki sene sonra kendi devrim­de bilebildiğim kadarıyla başka kimsenin ulaşamayacağı bir tarzda bu kulluk mertebesine ulaştım ve onunla tahakkuk ettim. Bu konuda kim­senin sınanmayacağı şekilde sınandım, ardından bu makamı hiçbir şeyi eksik bırakmayacak şekilde geçtim. Artık benim için hava duruldu, göğün haberleriyle aramda herhangi bir engel kalmadı. Allah Teâlâ beni kendisi hakkında tefekkür etmekten korudu. O’nu ancak kendi sözü, haberi ve şahidiğinden öğrendim ve fikrim bu mertebede işlevsiz kaldı. Fikrim bu nedenle bana teşekkür ederek şöyle dedi: ‘Sayende tasarruf etmemin bana yakışmadığı alanda tasarruf etmekten ve yorulmaktan beni koruyan Allah Teâlâ’ya hamdolsun.’ Fikir gücümü ibret almaya yönlen­dirdim ve o da kendisini sadece yaratılış gayesi için kullanacağım husu­sunda benimle biadeşti, ben de onun talebini kabul ettim. Herhangi bir gücümün hakkım yerine getirmede eksik davranmadım, onları yaratılış gayelerinin ötesine taşımadığım gibi bu konuda her iki yön­den emniyet elde ettiler. Dilerim ki, bütün güçlerim, Allah Teâlâ katında bana teşekkür ederler. Burada Allah Teâlâ’nın bizde yaratmış olduğu ruhanî kuvvetleri kastediyorum.

Bilmelisin ki, bu mertebenin ilahi haberlerde bir otoritesi vardır. O mertebeye giren için mertebe iki kısma ayrılır: Birinci kısım Allah Teâlâ katından gelen ve sayfa (suhuf), Tevrat, İncil, Kur’an veya Zebur diye isimlendirilen ilahi haberlerdir. Başka bir ifadeyle meleğin veya pey­gamberin Allah Teâlâ’dan bildirdiği veya Allah Teâlâ’nın vahiy yoluyla veya perde ardından herhangi bir kuluna söylemiş olduğu haberler, bu kısma girer. İman ehlinin ve Allah Teâlâ ehlinin kabul ettiği husus budur. Diğer kısım büyüklerden bir kısmının âlemde söz söyleyen herkesten kabul ettikleri sözlerdir. Bu kısmın sahipleri sürekli bir huzur ile haberlerin bağlamlarının bilgisine muhtaçtır. ‘Bilgi’ derken haberlerin bağlamla­rını ve yerlerini bilmeyi kastediyorum. Onlar, varlıkta konuşma yete­neğine sahip her dilden gelen hitabın yerinin neresi olduğunu veya Hakkın karşısındaki durumunu bilen kimselerdir. Böylece her söze dinlemek üzere kulak verirler ve bu kulaklarla sözü duyar, o sözü algı­lar, onun neyle ilgili olduğunu araştırıp sözü yerine yerleştirir ve yeri­nin dışına taşımazlar. Böyle bir işi ancak varlıkların hakikatlerini, yani mertebeleri bütünüyle bilen başarabilir. Burada mertebelerin varlıkla­rını kastediyorum, yoksa şahısların varlıklarım değil! Söz konusu in­sanlar her haberi mertebesine katarlar. Bunu yaparken yorulurlar ve meşakkate düşerler, çünkü sözü söyleyen kişi, sözü hakkında rahat iken sözü dinleyen yorulur. Çünkü dinleyen sözü Allah Teâlâ’dan almaktadır ve dolayısıyla onunla neyin kastedildiğini inceler, sözü kendi yerine ulaştı­rır. Böyle yaptığında, emaneti ehline verenlerden olur. Bu nedenle bazı insanlar âlemdeki sözleri duymamak için kulaklarını pamukla kapatır­lardı. Allah Teâlâ’nın öyle kulları vardır ki, sözleri dinlemek kendilerine kolay gelir. Onlar hitabı Allah Teâlâ’dan duymuş oldukları üzere hitabın mertebesi onlarla birlikte var olur, herhangi bir güçlük çekmeden sözü ';endi mertebesine yerleştirirler.

Bu makamda bize rahatlık nasip eden Allah Teâlâ’ya hamdolsun! Bu ma­kam latif bir keşiftir: Bütün varlıkların dillerinde genel olan ilahi hitap bir mertebedir. Bu söz ilahi hitaba eşlik eder, çünkü gerçekte o da ilahi bir sözdür fakat söyleyen bunu bilmez. Allah Teâlâ adamlarından kâmil bir insan sözü duyduğunda, duyduğu esnada onun mertebesini müşahede eder. Böylece duymak ile mertebeyi görmek birleşir ve güçlük olmak­sızın sözü mertebesine katar. Allah Teâlâ ehlinden bu makamda yorulan bir grup görmüştük. Onlar haberler ile mertebeler arasındaki münasebet­leri araştırıp öğrenmek istiyor, ardından haberi ehline katıyorlar, bunu yaparken de ilahi haberlerin çoğunu kaçırıyorlardı.

‘Bu mertebe eman ve emniyet verir’ dedik, eman, hakkıyla korkan­lara verilir. Bu itibarla mertebeler söz söyleyenlerin dilleriyle gelen haberlere bakar, onların kendilerine ait olduğunu anlarlar. Sözleri alanlar ise dinleyenler ve onlar bazen sözü kastedilen anlamdan başka bir anlamda alıp kendi mertebesinden başka mertebelere katarlar. Söz­leri kattıkları mertebe, haberi reddeder ve kabul etmezken haberin kendi mertebesi onu tanır. Bu itibarla mertebeyle haber arasında sade­ce dinleyenin yanlış anlaması perde haline gelmiştir. Dinleyicinin doğ­ru ve sahih bir şekilde dinlediğini anlayıp sözü kendi mertebesinin dışına taşırmadığım gördüklerinde, mertebe kendine mahsus söz hak­kında o dinleyiciden eman ve güven içindedir ve hakkının kendisine ulaşacağını bilir. Binaenaleyh sözün mahsus olduğu mertebe dinleyici­nin karşısında müsterih, güvenli ve bu mesabedeki bütün dinleyiciler­den ‘rızkı kendisine ulaşacak’ şekilde mutmaindir. İşte böyle bir dinle­yici ‘eman verme’ ücretini Hakk eder ve o ücret ilahi mertebede büyük bir ücrettir. Bazen insan konuşurken alay eder, dalga geçer, söver ve sözüyle asıl anlamından başka bir anlamı kastederek kinayeli konuşur. Kâmil dinleyici ise konuşanın niyeti yönünden değil, sözün hakikati ve kendisi bakımından o sözü alır; çünkü yaratıklar içinde konuşan herkes neyi konuştuğunu bilmez. Başka bir ifadeyle Hakkın hitabı oluşu ba­kımından neyi söylediğini bilmeyebilir. Herkes kendi kastıyla ve niye­tiyle konuşurken kâmil dinleyici sözü varlıktaki mertebesine göre du­yarak iki tarafa ‘eman verir’: Birinci taraf sözü kendi mertebesine katmasıyken diğeri konuşanın niyetiyle ilgilidir. Kâmil dinleyiciye göre konuşan kişi sözünün dinlenmesiyle neyi amaçlamışsa, ö maksada da ‘eman’ verir. Bunu şöyle açıklayabiliriz: Bir sözün aynı anda iki dinle­yicisi olabilir. Birinci dinleyici söylediğimiz kâmil dinleyici, öteki de onun tam tersi biridir. İkinci dinleyici sözden ancak yaratılmışın kas­tettiği manayı anlar ve kâmil dinleyicinin sözün kendi mertebesine kattığı ifadeyi anladığı mertebeye katar. Bu durumda mertebe, konu­şanın maksadına tabi olan nakıs dinleyici karşısında korkuya kapılırken kâmil dinleyiciden dolayı eman içindedir. Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki ‘Bi­lenlerle bilmeyenler bir değildir.’ Söylediğimiz hususu ancak sözün incilerine ulaşan derin akıl sahipleri anlar.

ŞAHADET MERTEBESİ

el-Müheymin İlahi İsmi

el-Müheymin sırlara şahit

Bizdeki ve O’ndaki sırlara, nurları gizler

Bizim vasıtamızla bizden ve O’ndan, O’nu görsek Gözler kör olur, kalp gözleri bile

Bu nedenle kendine perde edinmedi Asker, yardımcı ve muhafız da

Resuller Amâ Arş’ından getirdi onu

Akıllar ve fikirler hayrete düşsün diye                                   .

Zikir ehli melekûttan elde eder                                          -

Haberleri gördüklerinde zikrin kendisini

Bu mertebenin sahibi el-Müheymin’in kuludur (Abdü’lmüheymin). el-Müheymin vazife ve hakkıyla birlikte her şeyi görendir. Allah Teâlâ’nın, kulları üzerinde hakları olduğu gibi kulların da O’nun üzerin­de zatı gereği olan veya tespit edilmiş hakları bulunur. Bu mertebede Allah Teâlâ ‘Sizinle yaptığım ahde uyunuz5386 der. Söz konusu mertebenin sahibinin Allah Teâlâ’nın kendi üzerindeki haklarını bildiği gibi kendisinin de O’nun üzerindeki hakkı bulunduğunu bilmesi gerekir. Bu makama ulaşanlar Allah Teâlâ katında kendilerine ait haklar hususunda görüş ayrılığı­na düşmüşlerdir: Bir kısmı onların Hakk olduklarını söylemişken, bir kısmı onları kabul etmiş fakat ‘Hakk’ olarak kabul etmemiş, Allah Teâlâ’nın ihsanı olarak görmüşlerdir. Bu gruptaki insanlar ‘Allah Teâlâ’ya hiçbir şey zorunlu koşulamaz’ diyenlerdir ve zorunluyu (vaeip) Hakkın mertebe­sinin kapsamına giremeyeceği bir şekilde tanımlamışlardır. Zorunluyu öyle tanımlamayanlar ise Hakkı zorunluluk hükmünün kapsamına dâhil etmişlerdir. Nitekim bizzat Allah Teâlâ kendisini zorunluluk kapsamına dâhil ederek ‘Rabbiniz kendine rahmeti yazmıştır387 buyurmuştur. Kutsî bir hadiste ise ‘Zulmü kendime yasakladım’ buyurur. Kutsî hadiste ‘Kulun gecikmesini istemem’, hadiste ise ‘Allah Teâlâ kulları adına küfrü hoş karşılamaz’ denilir. Ayette ‘Dilerse sizi giderir’388, başka bir ayette ‘Yap­tığınız hayırları örtmeyeceğiz389 der. Allah Teâlâ bütün bu zikrettiklerimizle kendisini kulları için belirlemiş olduğu farz, haram, mendup, mekruh ve mubah hükümlerinin kapsamına dahil etmiştir. Hakk hitabında ken­dini herhangi bir surete yerleştirirse, hiç kuşkusuz, o suretin hükümle­rini kendisine yükleriz, çünkü Allah Teâlâ bunu yapalım diye söz konusu surette bize tecelli etmiştir. Bu durumda Allah Teâlâ’yı kendimize şahit tuttu­ğumuz gibi biz de kendimiz hakkında Allah Teâlâ’ya şahit oluruz. Allah Teâlâ hakkındaki ve O’na dair bu şahitlik, fasıl ve kaza günü gerçekleşecektir. Başka bir ifadeyle ayrımın ve hüküm vermenin gerçekleştiği her vakitte gerçekleşecektir; çünkü kaza sadece kıyamete mahsus değildir ve kul dünya hayatında herhangi bir halin içindeyken kazaya yerleştirilmiş olabilir. Hatta dünyada şeriat meclisinin bulunduğu her hüküm, kaza ve fasıl gününden meydana gelerek o mertebenin hükmüne dahil olur. Fasıl ve kaza olmaksızın bu mertebenin hükmü olmaz. Bu durum, Allah Teâlâ izin verirse daha sonra bu bölüm içinde ele alınacak olan mura­kabe mertebesi için geçerlidir.

Bilmelisin ki, bu mertebede bilhassa Kur’an diye isimlendirilen ki­tap nazil olmuştur; indirilen öteki kitaplar ve sayfalar ise bu mertebe­den nazil olmamıştır. Allah Teâlâ Muhammed ümmetinin dışındaki hiçbir ümmeti bu mertebeden yaratmadı. O ümmet ‘İnsanlar için çıkartılmış en hayırlı ümmettir'390 ve bu nedenle Allah Teâlâ onlar için ‘İnsanlara şahit olursunuz, peygamber de sizin üzerinizde şahittir'391 ayetini indirmiştir. Önümüzde Kur’an bulunduğu halde kıyamet günü mahşerdeki herke­sin önünde geliriz. İçimizden Kur’an-ı Kerim hafızları ümmetin önün­dedir. Bu itibarla Kur’an-ı Kerim’i en çok bilenler en önde ve insanlar arasındaki merdivenlerde en yükseğe çıkar. Bu bağlamda Kur’an-ı Kerim okuyucularının minberleri, her minberin ayetlerin sayısınca basamakları vardır ve insanlar ezberlemiş oldukları ayeder kadar basa­maklara çıkarlar. Başka bazı minberler daha da vardır. Onların da Kur’an ayederi kadar olan basamakları vardır. Bu basamaklara ise Kur’an-ı Kerim’den hakkıyla elde edilen bilginin gereğini yerine geti­renler yükselirler. Her ayetin gereğini ayetin nazil olduğu anlama göre yerine getiren insan, amel itibarıyla o dereceye yükselir. Her ayetin Kur'an’ı iyice düşünenler içinher şahısta bir ameli vardır. Kıyamet günü Kur’an kelimelerinin sayısı kadar ve harflerinin sayısı kadar min­berler vardır. Allah Teâlâ’yı bilen ve O’nun verdiği bilgiye göre amel edenler, söz konusu basamaklarda yükselirler. Başka bir ifadeyle Kur’an harfle­rinin, kelimelerinin ve surelerinin merdivenlerinde harflere, kelimelere, ayetlere ve surelere göre yükselirler. Bu bağlamda harfler Kur'an’ın küçük kısımlarıdır. Bu sayede Kur'an’ı bilenler, mahşerdekilere karşı Muhammed ümmeti içinde ayrışırlar, çünkü onların İncilleri göğüslerindedir. Bunun yanı sıra Kur’an da onlar nedeniyle muüudur! Çünkü onlar Kur'an’ın tecelli ve zuhur mahallidir.

Hakk yaratıkları içinden saadete ulaşanlara Taha suresini okudu­ğunda, onu bir kelam olarak okur ve o surede bir suret şeklinde kendi­lerine tecelli eder, insanlar da hem görür, hem duyar. Bu ümmet için­den bu sureyi okuyan her şahıs, dünyada olduğu gibi orada da o surey­le süslenir. Hakk o surenin suretiyle tecelli edip sureyi okurken bu su­reyle zuhur ettiklerinde ise suretler benzeşir ve Hakkı yaratılmıştan ancak tilavet yoluyla ayırabilirler. Çünkü onlar susmuş ve O’nun tilave­tini dinlemektedirler ve O’ndan ancak susmakla ayrışırlar. Kıyametteki tilavet meclisinde Hakkın önünde sadece bu insanlar vardır. Onlar, kendilerine bu sureyi okuyan Hakkı Taha suresinin suretlerinde (kendi okudukları suretlerdeki tecellisine) teşbih eden ve O’ndan ancak ‘din­lemek’ ile ayrışanlardır. Nazar (akılcılar) ehli adına bundan daha lez­zetli bir vakit yoktur. Kim dünya hayatında Kur’an-ı Kerim’i tüm manalarıyla öğrenip yaşayarak ezberlerse (istihzar), hiç kuşkusuz Allah Teâlâ’nın Kur'an’ı kendisi için indirip imamlığı sahih olanın elde ettiğini elde eder. Böyle biri toplayıcı-ilahi surettedir. Her kim Kur'an’ı dünya hayatında kullanırsa, Kur’an onu orada kullanır; kim dünya hayatında Kur'an’ı terk ederse, Kur’an kendisini terk eder. ‘İşte bu şekilde ayederimiz sana geldi, sen onları attın, bugün de sen unutulacaksın.’ Bir ayeti ezberleyip sonra unutan kişiye Allah Teâlâ’nın âlemde başka kimseye azap etmeyeceği şekilde kıyamet günü azap edeceği bildirilmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in Kur'an’ın mertebesine dikkat çekmek üzere söylediği ‘Hiç kimse falan ayeti unuttum demesin, bana unutturuldu desin’ ha­disi ne güzel söylenmiş bir ifadedir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Kur’an-ı Kerim’in makamına saygı göstermek üzere onu terk edenin unutmada tesirinin olmadığını söylemiştir. Hz. Ayşe Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ahlakını tavsif ederken ‘Onun ahlakı Kur'an'dı’ demiş, Kur’an-ı Kerim ile vasıflan­makla, söylediğimiz üzere onunla süslenmeyi kast etmiştir.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’ ,

İZZET MERTEBESİ

el-Aziz İlahi İsmi

Dikkat edin! Aziz, ulaşılmaz olan

Yaratıklar O’na perde, O yüksekte

Varlığı aziz, zatı aziz

Yaratıklar olmasaydı, Yaratan zuhur etmezdi

İnkâr edenlere ‘sözüm doğru’ de

Rahman’ın korusu, korunun kendisi

Bu mertebeye giren kişi Mele-i a’lâda Abdülaziz diye isimlendiri­lir. Kendilerine girdiğim mertebeler içerisinde zevk bakımından ondan daha hoş mertebe görmedim. Başka hiçbir mertebe kalbe ondaki gibi izzet kazandırmadı. Sınırlar ve tanımlar, daha doğrusu temyizin kendi­siyle gerçekleştiği tanımlar, bu mertebenindir. Bu sayede tanımlanan her şey, hatta her bir şey, izzeti üzere kalır ve her şey ‘aziz’ olur. Onun kulluğu ise kendindedir, dolayısıyla kendi kendinin kuludur. Nefsinin galip gelmesiyle arzu ve hevasına uyanlar, bu mertebeden ortaya çıkar. Şeriat, arzusuna uyanı özel bir anlamla kınamamış olsaydı, Allah Teâlâ ehli de onu kınamazdı, çünkü hakikatler ancak onu verir. Her kim Hakka uyarsa ancak nefsinin hevasıyla O’na uyar; heva derken iradeyi kastedi­yorum. Hevanın insan üzerindeki hükmü olmasaydı, Hakka uymaya­caktı. Hakkın dışındaki şeylere uyanların hükmü budur. Hakk derken Şâri’nin uymayı emrettiği kimseyi (ve şeyi), ‘Hakkın dışındakiler’ der­ken de Şâri’nin uymayı yasakladığı şeyleri kast etmekteyim. Bununla birlikte her şey haktır, fakat Şâri (bir kısmına uymayı) emretmiş, (bir kısmını) yasaklamıştır. Bu bağlamda gıybetin doğru bir sözü söylemek olduğunu biliriz, fakat şeriat bize gıybet etmeyi yasaklamıştır. Bu hu­susta şu mısrayı söyledik:

Hevanın hakkı hevanın sebebi olması

Heva kalpte bulunmasaydı hevaya ibadet olmazdı

Hevadan ancak heva nedeniyle kaçılırken hevaya yine heva nede­niyle ibadet edilir. Şâri heva ismini bilhassa kuldan meydana gelmesi kınanan işler için kullanmıştır. Bu itibarla şeriatın sınırında durmak da uygun bir davranıştır ve biz de ‘heva’ derken maksadımızın irade oldu­ğunu açıklamıştık. Hakikat bir şey hakkında hüküm verenin o şeyin kendisi olduğuna hükmeder; bu durum onun üzerinde dıştan verilen hükümlerle değil, kendinden meydana gelen işlerle ilgilidir. Üstelik dıştan gelen hüküm de o şeyin üzerinde onun kendisinin verdiği (bil­giye) göre hükmünü uygular. Öyleyse âlemdeki her hareket ve dura­ğanlık, nefs kaynaklı bir hareket ve durağanlıktır. Kulun ‘zevk’ yoluyla bu mertebeye ulaştığının alameti, başkasının kendi irade ve arzusuna göre ona tesir edememesidir. Başka bir ifadeyle bu makamdaki insan istemediği bir hususta başkasının tesirinden kendini alıkoyar. ‘İsteme­diği bir hususta’ dedik, çünkü varlıktaki her nefis başka bir nefsin tesi­rini kabul edicidir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Bana dua ettiğinde duasını kabul ederim.’392 Hâlbuki Allah Teâlâ’dan daha aziz (ve tesire uzak) kimse yoktur. Kendisinin de dua edene icabet edeceğini söylemiştir. Allah Teâlâ kulunun kendisine dua etmesini emrederek şöyle demiştir: ‘Bana dua edin ki size karşılık vereyim.’393 Allah Teâlâ insana ancak kulun bu husustaki iradesiyle icabet etmiş ve karşılık vermiştir.

Mürsiye’de halktan birisi, büyük bir hükümdara yüksek sesle nida etmiş, hükümdar cevap vermeyince bağıran adam şöyle demiş: ‘Konuş benimle, Allah Teâlâ bile Musa ile konuşmuştur.’ Hükümdar şöyle karşılık vermiş: ‘Seninle konuşayım da sen Musa ol, öyle mi?’ Adam şöyle karşılık verdi: ‘Peki sen (hâşâ) Allah Teâlâ mı olursun?’ Bunun üzerine hü­kümdar atının gemini tutmuş, adam ihtiyacını söylemiş, o da yerine getirmiş. Bu hükümdar Doğu Endülüs’ün hükümdarıydı ve adı Muhammed b. Sa’d b. Merzeniş’ti. Pnun hükümdarlığı ve Mürsiye’deki yönetimi devrinde doğmuşum.

Hakikatler bunu söylese bile, Hakkın zatına isimleri vermek, yara­tılmışların hakikatlerinin izhar ettiği bir durumdur. Yaratılmışlar orta­dan kalksa, hiç kuşkusuz, tüm isimler kalkardı ki ‘âlemden müstağni olmak’ anlamındaki el-Gani ismi de buna dâhildir. Çünkü vehimde âlem bulunmasaydı, ondan müstağni kalmanın anlamı olmazdı, el-

Ğani âlemden müstağni olmakla nitelenene aittir ve bu nedenle ismi olumlayabilmek için âlemi olumsuzlamamıştır. Binaenaleyh varlıkta gerçekleşen mutlak bir izzet söz konusu değildir ve izzet ‘Allah Teâlâ’ya, Pey­gamberine ve müminlere aittir394 ayetinde izzette ortaklık gerçekleşmiş­tir. Münafıklar izzetin peygambere ve müminlere ait olduğunu anla­maz. Münafık izzetin ne olduğunu bilse bile hükmünün kendisine ve benzeri sözü söyleyenlere ait olduğunu zanneder. Bu bağlamda Hak­kın izzeti kendinden kaynaklanır, çünkü başka ilah yoktur. Peygambe­rin izzeti Allah Teâlâ’ya dayanırken müminlerin izzeti Allah Teâlâ’ya ve peygambere dayanır. Bu nedenle onun iki şahitlik (Allah Teâlâ’ya ve peygamberine iman) etmesi emredilmiştir. Akıl sahipleri bu hitabı duyduklarında, müminle­rin niçin zikredildiklerini fark etmişlerdir. Müminlerdeki izzet Allah Teâlâ’ya aittir, çünkü el-Mü’min O’dur. Müminlerdeki izzet aynı zamanda pey­gambere aittir, çünkü peygamber onlardandır. Böylece müminlerin izzeti Allah Teâlâ’nın ve Peygamberin izzetini kuşatmış, bu durumda Hakk onların kapsamına girmiştir. Buna mukabil müminler, Allah Teâlâ’nın birliği­ne karşı kendilerinin çokluğu ve peygamberin birliği karşısında kendi­lerinin çokluğu nedeniyle Allah Teâlâ’nın izzetine dâhil olmamışlardır. Binae­naleyh müminler toplayıcı mertebenin sahibidir. Fakat izzetin zatı bakımından Allah Teâlâ’ya nispeti ile el-Mü’min ismi nedeniyle müminlerin arasına girmesi itibarıyla O’na nispeti bir değildir. Hakk kulun görme, duyma gücü olduğunda, kulun ‘aziz’ olmasını sağlayan her şeye göre izzet Allah Teâlâ’ya ait olur. Bakınız! Bu makamda kâmil insan her şeyi görür, duyulan her şeyi duyar, kulun güçlerinden herhangi birisinin talep ettiği her şeyi idrak eder. Çünkü onun güçleri izzetin sahibi olan Hak­kın hüviyeti olmuştur. Bu kuvvete sahip olmayan bir yaratılmışın ken­disini idrak etmesi ve anlaması ise mümkün değildir. Bu nedenle Allah Teâlâ izzeti ancak müminlere ait olarak zikretmiştir.

Öte yandan peygamberin izzeti müminlere bağlıdır, çünkü onlar onun mülkünü müdafaa edenlerdir. Demek ki izzet müminin izzetidir. İzzet vasıtasıyla galip gelinir, izzet vasıtasıyla erişilmez olunur. İzzet erişilmez bir kaledir. O Allah Teâlâ’nın korusu ve haremidir. Allah Teâlâ’nın korusu­nun değerini ancak mümin bilir ve ona saygı gösterir. Erişilmezlik bâtındadır ve izzetin hükmü orada ortaya çıkarken zahirde ise galibiyet ve engellemede onun hükmü genellikle ortaya çıkmaz. Mümin ‘mü­min’ olmasını sağlayan işi inkâra onu davet eden düşmanının etkisin­den izzet vasıtasıyla uzak kalır ve korunur; kâfir de onu imana çağıran davetçinin tesirinden izzet sayesinde korunur ve uzak kalır. İman genel ve küfür de genel olduğu için kınanma ve övülmeye mazhar olmuşlar­dır. Çünkü Allah Teâlâ bâtıla iman edenleri ve Allah Teâlâ’yı inkâr edenleri zikret­miş, her grubu ‘mümin’ olarak isimlendirmiştir. O da izzetin bir hük­müdür. Katından gelen gerçek haberlere göre cezalandırıp cezalandır­mama hususunda hüküm ise sadece Allah Teâlâ’ya kalmıştır. Hikmet sahibi hakikatleri bilip izzetin hükmünü ve -genel olsa bileher yönden genel olmayacağını anlarsa, kendisini saadete ulaştıracak işlerle ilgili olarak iradesiyle tesire açık olur. ‘İsteyerek veya istemeden geliniz dedik; dediler ki ‘isteyerek’ geldik.’395 Onlar kendi iradeleriyle icabet etmedikleri tak­dirde gelmeye zorlanacaklarını bilirler, cehennem getirildiği gibi onlar da getirilecektir. Allah Teâlâ cehennemi kendi başına ‘gelmek’ özelliğiyle nitelememiş, ayette ‘O gün cehennem getirilir396 denilmiştir ki kastedilen kıyamet günüdür. Cehennem kendi halini ve günahkâr müminler hak­kında içindeki intikam duygusunu bildiği için gelmeye karşı direnmiş, kendisi ise O’nun hamdini tespih edici olarak var olmuştur. Onda bütün eşyaya nüfuz eden Allah Teâlâ’nın rahmeti bulunur. Allah Teâlâ ‘Rahmetim her şeyi kuşatmıştır397 der. Cehennemdeki rahmet onun gelişini engel­lemiş, bütün yaratılmışların Allah Teâlâ’ya itaat ve O’nu tespih ettiklerini göstermiştir. Ardından kendisine girmeyenlerin ateşten korunmakla mazhar olacakları nimeti öğrensinler diye getirilmiştir. Bunun yanı sıra cehenneme giren Hakk ettiği için oraya girip mıknatısın demiri çektiği gibi sahip olduğu özellik nedeniyle cehennem tarafından çekildiğini öğrenir. Bu durum Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in kendileri pervanenin ateşe ken­dini atması gibi cehenneme giderken insanların bir kısmını tutması hakkındaki hadisinde belirtilir. Bunu bilmelisin!

Bu mertebenin esası her şeyin varlığını ayakta tutan ve var eden tanımdır. Bu itibarla sadece tanımlananlar vardır. Fakat bir kısmının tanımı bilinirken, bir kısmının bilinmez. Hiçbir şey ötekinin aynı de­ğildir. Bir şeyi ötekinin aynı olmaktan uzaklaştıran ise ‘izzet’ diye isim­lendirilen şeydir. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

CEBERUT MERTEBESİ

el-Cebbar İlahi İsmi

Cebir ve zorunluluk bir ilke; bütün varlığa yayılmış

Mecbur olmayan varlık göremezsin

Bilgi yücelttiğimiz kimseyi icbar eder

Bu bir kaynaktan çıkmış ilham

O olmasaydı varlıklarımız ortaya çıkmazdı , Dürülme ve yayılma arasında

Bu isimle ahlaklanan kişi Abdulcebbar (el-Cebbar’ın kulu) diye isimlendirilir. Bu mertebe izzet sahiplerine karşı zorlama özelliğine sahiptir ve onun neticesi ancak Onlarda ortaya çıkar. Bu yönüyle cebe­rut mertebesi tesir ve etki bakımından güçlüdür. Fakat onun tesiri eşyanın izzetinin gerçekleştiği anlam yönünden değildir ve bu yönde onlarda bir tesiri yoktur. Onun izzet sahiplerindeki etkisi, izzederi olmadığını kabul etmeleriyle ilgilidir. Buradan onlar tesiri kabul eder, bunu bilmelisin.

Bilmelisin ki aziz (izzedi), aziz olmasını sağlayan özelliğe baktı­ğında, o yönden kendisine tesiri kabul edemez. Bunu gördüğünde ise o yönün dışında tesir kabul edeceği bir durumun kendisinde bulunabi­leceğini bilemez ve ulaşılmazlığı iddia ederek girilemez bir koruda bulunduğunu iddia eder. Burada melekût mertebesinde ceberut ortaya çıkar. İzzet sahibi cebri hissettiğinde, onun nereden geldiğine bakar. Cebri bilememek kişinin zatını bilmemesinden kaynaklanır. Bu itibarla insan tesiri kabul eden hakikatlerle, tesiri kabul etmeyen hakikatlerin bir bileşimidir. Akıllı insan bu hususta erken davranmak nedeniyle övgü elde etmek üzere hızla koşarken, ihtimali dikkate alarak imtina ve geri çekilmek ise hakikatleri görmeyecek derecede yabancı olanda kalır. Üzerindeki cebir hükmü artarsa, iradesinde tasarruf sahibi olur. Böyle bir cebir, perdelerin en büyüğü ve kesifidir. Kendi seçimindeki cebri müşahede eden insan ihtiyar sahibinin seçiminde mecbur olduğunu anlar ki ceberutun bundan daha büyük hükmü yoktur. Bu mertebeye girip bu mertebenin hali olduğu kimsenin âleme dönük ihsanı kıymet­lenir. Öyle ki bütün âlem kendisinden etkilenir, hatta bütün varlık kendi iradesiyle ondan etkilenir. Bu durum herkesin fark etmediği bir şekildeki cebirden kaynaklanır ki söz konusu cebir ihsan ve tevazu cebridir. Yaratılmışlar, hatta varlıklar içinde böyle birine boyun eğme­ye iki durumdan biri davet etmiş olmalıdır: Biri ki tamahkârlık, diğeri hayâ duygusudur. Tamahkâr Hakk etmediği bir iyiliği ve ihsanı görünce, nimetin artmasına tamahkâr olur. Başka bir ifadeyle ihsanın eşlik ede­ceği nimet geldiğinde onun artmasını ister. Nefsin böyle davranması­nın nedeni ihsanın uygun bir karşılık olmasını istemesidir. Tüm nefis­lerin yaratılıştan gelen ortak özellikleri, nefsaniyet duygusu nedeniyle, iyilik görmeyi nahoş bulmaktır. Hayâ duygusu ise insanı saran iyilik ortadayken iyilik edenin onu davet ettiği şeye karşı gelmemeye zorlar. Böyle bir insan, utanma ve vefa duygusu nedeniyle iyilik yapanın iste­ğini yerine getirmeye ve onu kabule mecburdur. O da bu karşılığı (aldığı) iyiliğin bir karşılığı olarak kabul eder ve bu sayede minnetin tesirinden kurtulur. Böyle bir davranış nefsin hilelerindendir. Binaena­leyh iyilik etmekten daha zorlayıcı bir cebir yoktur ki bu yolu tutanlar pek azdır. Kahır gücü ve galip gelme yoluyla cebir ise zahirde kabul edilebilir ve zayıflığı nedeniyle insanın bunu reddedip kendisine karşı durması mümkün değildir. Zahirinden onu kabul etse bile insan için­den böyle bir cebri kabul etmez. Dolayısıyla cebrin tesiri sadece dışta ortaya çıkar. Hâlbuki iyilik yapanın cebri böyle değildir. Onun tesiri hem zahirde, hem bâtında görünür. O tesir tamahkârlık veya hayâ veya daha önce ifade ettiğimiz üzere karşılığın neticesi olarak zahirde ve bâtında görünür. Bu bağlamda bir de zatî cebir vardır: Zatî cebir her nefs üzere hakim olan azametteki tecelliden kaynaklanır. Böylece kişi zatından ve izzetinden uzaklaşır, zatı gereği mecbur olduğunu anlar. Dolayısıyla kendi nefsini tanımaz. Arif insan burada üzerinde hüküm sahibi olanın kim olduğuna bakar ve sadece azametin kendisinde bilfiil bulunduğunu görür. Böylece onda hüküm verenin onda bulunan şey olduğunu anlar. Onda bulunan özellik, yaratılmış bir özelliktir. Bu esnada cebir onun gözünde büyür ve Hakkın ceberutunu bu vesileyle öğrenir.

Kulun böyle bir nitelikle sahip olduğu ceberuta gelirsek, böyle bir davranış sahibi Allah Teâlâ katında cezalandırılır. Çünkü ceberut niteliği ona ait olmadığı gibi onu da Hakk etmemiştir. Yaratılmış başka bir yaratıl­mışta bilhassa iyilik yoluyla cebir sahibi olabilir ve böyle bir cebir dine ve akla göre övülmüştür. Alemde Hakkın niteliğini (bilmeksizin) ve emri olmaksızın kahır özelliği çıkartan her kul son derece cahildir.

Ceberut mertebesinin iki hükmü veya iki yönü vardır, hangisini is­tersen onu söyleyebilirsin: Birinci yönü azamettir. Bu yön Ebu Talib el-Mekkî ve aynı görüşü benimseyenlerce dile getirilmiştir. İkinci yön berzahîdir (ara, orta). Bu makam berzah olması bakımından iki ucu birleştirir ve hem kendini bilir ve hem iki şey arasında berzah olması nedeniyle iki ucu bilir. Berzah makamı yüksek bir makam olarak kuşa­tıcı olduğu gibi iki ucu kendinde birleştirir. Buna mukabil her uç an­cak berzahtan kendine bakan yönü bilir. Ceberut âlemi berzah suretin­de tecelli edebileceği gibi iki ucundan herhangi birisinin suretinde de tecelli edebilecek bir makamdır ve bu nedenle de onun Hakka benzer­liği daha tam olmuştur.

Ceberutun Hakk ile ilişkisi, insanların çoğunun fark edemeyeceği kadar latif ve incedir: Hakk yaratıklarıyla âlemlerden müstağni diye nitelenen zatın arasındadır. O halde ulûhiyet berzah özelliğindeki ce­beruttadır ve söz konusu mertebe zatı gereği yaratılmışların mukabi­linde bulunurken yine zatı gereği zatın mukabilinde bulunur. Bu ne­denle pek çok surette tecelli imkânı olduğu kadar onlarda halden Hakk girer ve değişir. Bu mertebenin yaratılmışlara dönük bir yönü de var­dır ve onunla yaratılmışların suretlerinde tecelli eder. Aynı zamanda zata dönük bir yönü vardır ve o yönle de zat için tecelli eder. Yaratıl­mış zatı ancak berzah perdesinin ardından görür ki, o da ulûhiyettir; zat da yaratılmışta bu berzah vasıtasıyla yaratıcı olarak hüküm verir ki o da ulûhiyettir.

Bu mertebeyi hakka’l-yakîn öğrendiğimizde onun kendileriyle Allah Teâlâ’ya dua ettiğimiz esma-i hüsna’dan başka bir şey olmadığını gördük.

Binaenaleyh zatın âlemde ilahi isimlerden başka cebri ve zorlaması yoktur. Alem ise Haktan ilahi isimleri bilir. Bunlar, bu bölümde ele alınan mertebelerin isimleridir.

İlahi ceberutun mahiyetini özetleyerek belirtmiş olduk. ‘Allah Teâlâ hak­kı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

KİBRİYA KAZANMA MERTEBESİ

el-Mütekebbir İlahi İsmi

Tekebbür kendi başına var olanın büyüklüğü Sen de O’nun vasıtasıyla büyüklenen kul ol

Böbürlenir, düşmana karşı mücadele eder Kibrinden soyutlanır, basiretle görür

Kılıcını çektiğinde Ebu Dücane gibi

Düşman arasında böbürlenerek yürüyen bir kul ol!

Bu mertebenin sahibi Abdulmütekebbir diye isimlendirilir. İnsan­lar genellikle Abdulkebir’i bilirlerken bu isim bilinmeyen ve aşina olunmayan bir isimdir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ her cebbar ve mütekebbirin kalbini mühürler.’398 Burada kebir dememiştir, çünkü tekebbü­rü büyük olan elde etmez (büyüklük taslamaz). Onu ancak mertebe bakımından daha aşağıdaki kişi elde etmeye çalışır. Böylece kul, Hak­kın sıfatı olması itibarıyla büyüklük ve kibriya elde etmek ister. Kibriya kula değil, Allah Teâlâ’ya ait bir niteliktir. Allah Teâlâ kibriya ve büyüklüğünde övülen ve şükredilendir. Allah Teâlâ (bazı yerlerde) kibriya kazanır. Nitekim el-Mütekebbir olduğunu bildirmiştir. Bu durum Allah Teâlâ’nın yaratıklarına tenezzülüyle ilgili yerlerde ortaya çıkar. Allah Teâlâ yaratıklarına tenezzül etmiş, Âdem’i iki eliyle yaratmış, Tuba ağacını eliyle dikmiş, eli hacer-i esved ölmüş, peygamberler vasıtasıyla O’nun eline biat edilmiştir. Bu durum ‘Sana biat edenler Allah Teâlâ’ya biat etmiştir399 ayetinde dile getirilir.

Allah Teâlâ’nın yaratılmışlara tenezzülünü anlatan kutsi hadiste ‘Acıktım beni doyurmadın, susadım su vermedin, hasta oldum beni ziyaret etmedin’ denilir. Bu itibarla Allah Teâlâ’nın kendisini bizim için yaratılmışların nitelik­leriyle nitelediği her ifade O’nun bize tenezzülüdür. Bu tenezzülle bize inmiş, müminlerin çoğu o sıfatın Allah Teâlâ’nın Hakk ettiği nitelik olduğunu zannetmişken bir kısmı söz konusu sıfatları tevile kalkışmıştır. Hakkın böyle bir şifada ilişkisinin yaratılmışın onunla nitelenmesiyle aynı an­lamda olmadığına inananlar vardır. Allah Teâlâ böyle insanlara bilhassa bu durumdan münezzeh olduğunu bildirmiştir. Başka bir ifadeyle bir nispetin yaratılmışlarla ilişkilendirildiği tarzda O’nunla ilişkilendirilmesini ileri süren dar görüşlülerin anlayışından münezzehtir. Zahir ehli ki onlar meseleyi kabaca düşünenlerdirher Hakk sahibinin müstahak olduğu şeyi anlayamayacak kadar dar düşünürler. Allah Teâlâ kendinden haber verirken böyle bir anlayıştan uzak olacak şekilde el-Cebbar ve elMütekebbir olduğunu bildirmiştir. Bununla birlikte Allah Teâlâ o nitelikle nitelenmiştir. Allah Teâlâ zatı gereği kibriya sahibidir ve O -nitelenmekten değilböyle bir anlayıştan münezzeh ve mütekebbirdir. Çünkü Allah Teâlâ kendini söylemiş olduğumuz üzere bir nitelikten tenzih etmiş olsaydı, böyle bir niteleme yalan olurdu. Allah Teâlâ’nın verdiği haberde yalanın bu­lunması imkânsızdır. Demek ki O’nun zatını nitelemiş olduğu bir vasıfla nitelenmesi gerçektir ve derin akıl sahipleri onu bilir.

Bu mertebeden kulların bir kısmı için kalplerinde bulmuş oldukla­rı Hakkın Kibriya (sıfatı) ortaya çıkar. Bazı kullar ise onu kalplerinde bulamazlar. Onlar günahkâr, Allah Teâlâ’ya karşı cüret sahibi olanlar ile bazı günahlardan dolayı tövbe eden kullardır. Kalbinde Hakkın büyüklü­ğünün baskın geldiği kimseler, söz konusu kimselerden ayrışır ve uzak­laşır. Allah Teâlâ o kulun nefsinde el-Mütekebbir olmuş, daha önce bu nite­likle nitelenmemişken ona bu özelliği kazandırmıştır. el-Mütekebbir’in kulları azdır. Bazı kulları'ise Hakkın kendisini affetmek, mağfiret et­mek özellikleriyle niteleyip kullarına rahmetinden ümit kesmeyi yasak­laması gibi durumlar günaha kışkırtmıştır. Böyle insanların kalplerinde Hakkın kendisiyle el-Mütekebbir olduğu ilahi tekebbürün niteliği ve kokusu bulunmaz. Allah Teâlâ onların kalplerinde el-Mütekebbir olsaydı, günahlardan herhangi birisine kalkışamaz ve onları tamahkâr kılan isimler onların üzerlerinde hüküm sahibi olmazdı. Hakkın kibriyasının -ki tekebbür demektirkalbine yerleştiği kuldan O’nun emrine karşı herhangi bir şekilde muhalefetin gerçekleşmesi mümkün değildir. Hüküm, içinde bulunulan anda mahallin sahibi olan isme ait olduğuna göre kuldan muhalefetin ve günahın gerçekleşmiş olması hüküm sahi­binin (el-Mütekebbir) bulunmadığını gösterir. O halde mütekebbir Hakk, sadece itaatkâr ve emre uyan kişinin kalbinde bulunur; gerçekte Allah Teâlâ’nın kulu da odur. Kibriya niteliğini elde etmede bu mertebenin en ulvi yönü budur. Öyle ki, haram işlemesi takdir edilmiş bir kuldan hükmü kesin kaderin etkisiyle günah ortaya çıkabilir. Bu esnada akıl kendinden uzaklaşmış, gafletin otoritesi ortaya çıkmış, adeta bir gölge gibi başında duracak şekilde iman ondan çekip alınmıştır. Bu emir kendisine gelir. Kalbi ise bütün bu işlerle birlikte Rabbine döneceği hakkındaki imanı nedeniyle ürperti halindedir. Başka bir ifadeyle bu fiil -bir fiil olmak bakımındanHakka dönecektir. Bununla birlikte fiil hakkında ‘günah’ veya ‘isyan’ şeklinde verilen hüküm kulla ilgilidir. Hakkında günah işlemesi takdir edilmiş kul fiili Hakka nispet etmede bir korku içinde kalır: Fiili Hakka nispet ederse, ardından Allah Teâlâ tara­fından kınanabilir. Bu nedenle korkuyla şunu düşünür: Kınanmış bir fiili O’na nasıl nispet edecektir? Kınanmış olması bakımından fiili nef­sine nispet etse bile, bir iş olması itibarıyla gerçekte onu Allah Teâlâ’ya nispet etmelidir. Fiil yaratılışı bakımından kendisine ‘ol’ diyene aittir ve kulun fiilin var olmasında hükmü yoktur. Yaratılışı hakkında böyle bir bilgiye sahip olmakla birlikte fiili kendine nispet ederken başka bir korkuya daha kapılır. Fiili kendine nispet ederse Allah Teâlâ’ya şirk koşmuş sayılır. Hâlbuki Allah Teâlâ kendisine ortak koşulmasını yasaklamıştır. Bütün bunla­rın sebebi aklî düşünceye göre Hakkın kazanmış olduğu büyüklüktür. Allah Teâlâ’ya asi olan kişi O’nu yüceltmediği gibi asi olmayan da O’nu tanı­mamıştır. Allah Teâlâ’yı tanıdığında ilahi emre değil, emir kipine asi olundu­ğunu anlar. Söz konusu emir kendisine hemcinslerinden birisinin (peygamber) diliyle gelmiştir. Bu durumda insan ilahi hitabm ikiye ayrıldığını görür: Birinci kısım Hakkın emretmiş olduğu nazarî delil­lerin desteklediği kısımdır; akıl bu kısımdaki hükümlere uymayı gerek­li görür. İkinci kısım, nazarî delillerin reddettiği kısımdır. Bununla birlikte şeriat, aklın reddetmiş olduğu o hükümlere inanmaya ve onları tasdik ederek kendilerine uymaya hükmetmiştir. Aklî düşünce (ilahi haberleri) kendi diliyle bildirenin doğruluğuna hükmetmiş, onun sade­ce Allah Teâlâ’dan aktardığını bildirmiştir. Gerçekte dinleyicinin muhatap olduğu sözleri peygamberin dilinde söyleyen Allah Teâlâ’dır. İnsan böyle bir peygambere ona asi olursa, benzeri ve hemcinsi olması itibarıyla asi olmuştur; iki benzer iki zıt demektir ve dolayısıyla bir mütekabiliyet ve tezat ortaya çıkar ve bu durumda muhalefet, kaçınılmazdır. İnsan itaat eder ve emre uyarsa, hitap edenin kendi benzeri değil, Hakkın kendisi olması itibarıyla gerçekleşir. Bu durumda hitap eden dinleyicinin nef­sinde yücelir ve bunun neticesinde kişi ilahi hitabı kabul eder. Bu du­rum Hakkın el-Mütekebbir olmasının ta kendisidir. Başka bir ifadeyle hitapta benzerini görürken asi ve günahkâr olan kulun nefsinde Hakk ‘mütekebbir’ olarak bulunur.

Yaratılışta ilahi sureti dikkate alanlara gelirsek, Allah Teâlâ’nın onlar için kendisini el-Mütekebbir diye isimlendirmesi, onların üzerinde bulun­dukları ilahi suret nedeniyle bir tenzih iken aynı zamanda yaratılmışla­ra karşı duydukları büyüklenme hastalığına karşı da bir ilaçtır. Böyle bir hastalığın gerçek ilacı ‘Allah Teâlâ Âdem'i kendi suretinde yaratmıştır’ hadisidir. Böylece insan, Âdem’in ilahi surete benzer olduğunu ve (kendilerine karşı büyüklendiği yaratıklar gibi) yaratılmış olduğunu ve bu nedenle ayrışmış olduğunu bilir. Dolayısıyla onun kendiliğinde kibre kapılması mümkün değildir. Aksine, kul daha önce bu niteliğe sahip değilken, Hakk onun kalbinde yücelir ve büyür. Onu daha önce­sine izafe ettiğinde ise el-Mütekebbir isminin hükmü ortaya çıkar. Bu konuda söylenecek sözler çoktur.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

HALK VE EMİR MERTEBESİ

el-Halık İlahi İsmi

Himmetim ruhların yaratıcısına yöneldi

O’ndan haz alayım diye şahitler de huzurda

Ey beni amel edici ve ahlak sahibi olarak gören!

Ben O’nun nezdinde gölge ve nurum .

Ben bu sözü söylemeliyim

Alemleri bilenin bir kuluyum ben

Kendim demesem bile,,vekil olarak söylerim

Yoksa hareketlilerin rabbine yemin osun ki nankör olurum

Bu söz benim sözüm ise varlık kesinleşmiş                      

Ben o sözü bilirim ve görürüm

Bu mertebenin sahibi Abdulhalık diye isimlendirilir. Yaratma iki türdür: Birincisi takdir yaratmasıdır, bu kısım ilahi emirden önce gelir. Nitekim Hakk bu kısımdan önce gelirken emir ardından gelir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Yaratma ve emir O’na aittir.’400 Diğer kısım ‘var etme’ anla­mındaki icat yaratmasıdır. Bu kısım ilahi emirle yarışırken yine de ilahi emir mertebe bakımından onu önceler. Binâenaleyh var etmeyi emre­den ilahi emir, iki yaratma türü arasındadır; takdir ve icat yaratması! Emrin konusu icattır (var etme) ki onun mertebesi daha sonra gelecek­tir; söz konusu mertebe el-Bâri’nin mertebesidir. Buna mukabil takdir yaratması mümkünün varlığını izhar etmek üzere vaktin belirlenmesi­dir ve böylece emir ona dayanır. Bir rivayette ‘Her şey bir kaza ve kadere bağlıdır, acizlik ve zekâ bile’ denilir. Vakit var olmayan bir şeydir, çünkü o bir nispettir. Nispederin gerçekte varlıkları yoktur. Mümkünlerin sabit hakikatleri yokluk halinde düzenlenmiş ve tertip edilmiştir. Onlar dışta var olurken zaman itibarıyla bu sıralamaya göre meydana gelirler. Her hakikat hallerin, keyfıyederin, arazların vb. şey­lerin başkalaşmasına konu olur, çünkü kendisine başkalaşarak gelen emir onunla bezenir.

Sübût halinde bu farklılaşmayı kabul eden ayn-ı sabiteye ait müte­addit hakikat vardır. Her birinin de sübût halinde başkalaşan bir haki­kati vardır. Her hakikat kendi hallerinde ayrışırken hallerinin çoğalma­sı nedeniyle çoğalır; kendilerine gelen emrin sonlu olup olmaması birdir. Bari Teâlâ’nın bilgisinin ezelde onlara ilişmesi böyledir. Allah Teâlâ onları yokluk halinde sabit iken bildiği surette var eder. Bu durum mütekabil olmayan haller içinde hal be-hal böyle sürer. Onların müte­kabil hallerden birine nispet edilmeleri, onun mukabili olan Hakk nispe­tinden farklıdır. Dolayısıyla her halde bir hakikatin sabit olması kaçı­nılmazdır. Haller mütekabil değilse farklı hallerde hakikati olur ve böyle var olur. O halde ilahi emir varlıkta yaratma emriyle yarışır. Bu durumda ‘ol’ emri var olanın yaratılışı kabul etmesinin ta kendisidir ve onu kabul edince var olur. Ayetteki ‘ve olur (fe-yekûn)’401 ifadesindeki fe harfi ‘ol’ emrinin cevabıdır ve bu harf emrin hemen ardından gerçek­leşmek anlamında takip edişi bildirir. Cevap ve takip ancak mertebe bakımından önce ve sonra gelebilir. Nitekim Hakkın bir şeyi irade ettiğinde, ona ‘ol’ diyeceği düşünülür. Varlıkların ortaya çıkışının bir tertibe göre olduğunu görürsün. Her biri varlık sayesinde meydana gelir ve her şey emir tarzındaki ilahi sözle var olur. İnsan veya vehim kuvveti ise var olan her şeye dönük pek çok ilahi emrin bulunduğunu ve Allah Teâlâ’nın o emri bir şeyi var etmeyi irade ettiğinde söylediğini zan­neder. Bu vehme göre emir yaratmayı, yani var oluşu önceler. Çünkü peygamberin diliyle gerçekleşen ilahi hitap bunu gerektirmiştir ve bunun tasavvuru zorunludur. Bununla beraber akim delili onu tasav­vur etmez ve dile getirmez. Fakat vehim bunu düşünür ve imkânsızı tasavvur ettiği gibi onu duyusal varlıkta hiçbir zaman gerçekleşmemiş olsa bile var olan bir suret tarzında tasavvur eder. Söz konusu suret vehme göre gerçekleştiği gibi imkân özelliğindeki sübutta tafsil edil­miştir. Çünkü hayale göre imkânsız diye bir şey yoktur ve hayal im­kânsızı tanımaz. Bu itibarla hayal gücü, varlığı zorunlu olanda ve im­kânsızda mutlak tasarruf sahibidir. Ona göre bütün bunlar, zatı gereği, tasavvur edilebilen şeylerdir. Hayal gücü kendisini yaratan hakkında böyle bir hükme sahip olsa bile yine de yaratılmış bir güçtür. Böyle hüküm vermek onun zatî niteliğidir. Bir kimsede hayal gücü yaratıl­mışsa, bu hükmün de kendisinde bulunması kaçınılmazdır, çünkü mutlak tasarruf, hayal gücünün kendisidir. Bu gücü ancak insan yaratı­lışı kabul edebilmiştir. İnsan hayal gücüyle yokluk halinde sabit hakikatleri -sanki var olan şeyler gibidüzenler ki onlar öyledir zaten! Çünkü sabit hakikatler hayalde varlığa sahiptirler. Hayalî varlık nede­niyle Allah Teâlâ ona dışta Var ol’ der, ilahi emri duyan hakikat de dışta var olur. Artık duyu onu görür, yani duyulur varlıkta meydana geldiğinde duyu onu algılarken hayal, hayalî varlıkta onu idrak eder.

Burada akıllar hayrete düşer: Acaba bu idraklerle algılanan varlıkla nitelenen sabit hakikat yolduktan varlığa mı intikal etmiştir? Yoksa onun hükmü Hakkın varlığına zuhur etmek üzere ilişmiş midir? Bu ilişme ve taalluk, aynadaki suretin aynaya taalluk etmesi tarzında olabi­lir. Bu suret o nitelikle nitelenmiş olarak sabit olduğu gibi onun yok­luk halidir. Böylece mümkünlerin hakikatleri, Hakkın varlık aynasında birbirlerini idrak eder. Sabit hakikatler ise idrak edilirken bize göre gerçekleşen tertiple yoklukta bulundukları duruma göre bulunurlar veya Hakkın varlığı onlarda ortaya çıkar. Bu durumda onlar Hakkın mazharlarıdır. Onlar Hakkın kendilerinde zuhuru esnasında birbirleri­ni idrak ederler ve ‘onlar varlık elde etmiştir’ denilir. Hâlbuki kastedi­len Hakkın zuhur etmesinden başka bir şey değildir. Bu ifade bir açı­dan işin kendinde bulunduğu duruma en yakın ifade iken öteki başka bir açıdan yakındır. Öteki dediğimiz, Hakkın mümkünlerin hükümle­rinin zuhur ettiği bir yer olmasıdır. Bununla birlikte mümkünler, her iki hükümde varlıkları olmayıp sübut mertebesinde bulunan şeylerdir. Keşif sahibi her iki yönü keşfederse, onun keşfi kâmil keşiftir, Bir kıs­mı -her ne olursa olsunbir yönü keşfeder ve her keşif sahibi keşfine göre görüşünü söylemiştir. Bu hüküm, sadece tasavvuf ehline ait hü­kümdür. Onların dışındaki (kelamcılar) iki kısma ayrılır: Bir kısmı mümkünün yoklukta varlığının olmadığını söylemiştir. Mümkün, Hakk kendisini var ettiğinde varlık kazanır. Bu görüş Eş’ariler ile onların görüşünü benimseyenlere aittir. Bir kısmı mümkünün (yoklukta) sabit hakikati olduğunu söylemiştir. Sabit hakikatler daha önce dışta yokken var olurlar. Varlığı imkânsız olanın ise sabit hakikati yoktur. Bu görü­şü benimseyenler, Mutezile ile Allah Teâlâ ehli içinden muhakkiklerdir. On­lar eşyanın sabit hakikatlerini kabul ederler. O hakikatlerin sabit hü­kümleri vardır ve bu hükümler vasıtasıyla her birisi söylediğimiz üzere varlıkta ortaya çıkar. Başka bir ifadeyle ya mazhar olarak veya Hakkın varlığında hüküm sahibi olarak ortaya çıkarlar.

Halk ve emir mertebesinin verdiği bilgi budur. ‘Dikkat ediniz ya­ratma ve emir O’na aittir.’402 Aynı şekilde ‘Emir önceden ve sonradan Allah Teâlâ’ya aittir.’403

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

BÂRİ OLMAK MERTEBESİ

el-Bâri İlahi İsmi

Yaratıklar Allah Teâlâ’nın iyiliği nedeniyle yaratılmış Bu nedenle âlem O’nun suretinde

Varlığında sürekli 0 gezinir Ahlakından bilinen iyilikle

Bu mertebenin sahibi Abdulbâri diye isimlendirilir. Arkadaşları­mızın bir kısmı bu mertebeyi özellikle unsurî âlemde topraktan yara­tılmış olanlara tahsis etmiştir. Onun dışındaki yaratılmışların bu mer­tebeden payı yoktur. Toprak unsurundan yaratılmış olanların dışında­kilerin ise başka bir yaratılışı vardır. Bazı arkadaşlarımız, doğanın top­rağından yaratılan her şeyde yaratma işini tek kabul etmiştir. Onlara göre heyula cevherinden kendisinde ortaya çıkan suretlere kadar bütün doğal sureüer bu yaratılışa dâhildir. Buna karşı Levha, Kalem ve Müheyyeme melekleri bu yaratılışın kapsamı dışındadırlar. O kısımda­ki varlıkların başka bir yaratılışı vardır. Bütün bunlar Rahman’ın nefesi demek olan ve O’nun dışındaki bütün suretleri kabul eden Amâ’da yaratılmıştır. Bununla birlikte Hakkın kendisi adına da yaratma ifadesi geçmiştir, fakat anlayamadıkları için akıllar böyle bir ifadeyi reddetmiş­lerdir. Hâlbuki akıllar Allah Teâlâ’ya dair görüş sahibi herkesin ‘Allah Teâlâ’ dediği bir tasavvuru nefsinde meydana getirdiğini fark etmemişlerdir. Herkes nefsinde meydana getirdiği o tasavvura ibadet eder, o da -başkası de­ğilAllah Teâlâ’dır. Bunun yanı sıra söz konusu tasavvuru bulunduğu mahal­de yaratmış olan da bizzat Allah Teâlâ’dır. Allah Teâlâ’nın (inançlarda) yaratılması hakkındaki ifadenin anlamı budur.

Allah Teâlâ hakkında görüş söyleyenlerin bakışlarının değişmesiyle söy­lenen görüşler de değişmiştir. Her düşünce sahibi kendi mahallinde var ettiğine ibadet etmiş ve inanmıştır. Onun mahallinde ve kalbinde var olan, yaratılmış bir surettir, yoksa Hakk İlah değildir! Hakk o kişiye bu surette, yani o görüşte tecelli etmiştir. Bununla birlikte O’nun ha­kikati kendisi bakımından birdir, sadece biz O’nu böyle idrak ederiz. Uleym el-Esved eliyle sütuna vurmuş, sütundan bakanın görebileceği şekilde altın ortaya çıkmış! Hadiseyi gören kişi susup kalınca el-Seved ona şöyle demiş: ‘Be adam! Hakikatler başkalaşmaz, fakat Rabbin karşısındaki hakikatin nedeniyle sen böyle gördün.’ Burada Hakkın her inanç sahibinin inancı suretinde zuhur etmesine işaret etmiştir. Bu yönüyle Hakk melek, cin, insan, taklitçi veya düşünce sahibi gibi akide sahibi herkesin nefsinde yaratılmış Haktır (el-Hakk el-mahlûk bihî). Buna mukabil peygamberler, Allah Teâlâ hakkında değişmeyen ve başkalaş­mayan bir görüş getirmişlerdir. Önceki peygamberin Allah Teâlâ hakkında söylediği, sonra gelenin söylediği görüşün aynıdır. Son peygambere kadar Allah Teâlâ’dan bilgi veren bütün peygamberlerde durum böyledir. Onlar, söz konusu bilginin Allah Teâlâ’nın vahyettiği bilgi olduğunu söyle­mişlerdir. Böyle olmasaydı, akılcıların görüş ayrılığına düşmesi gibi, Allah Teâlâ hakkında görüş ayrılığına düşerlerdi. Demek ki, peygamberler Hakka en yakın kimseler, hatta onlar -sonraki öncekini, önceki sonra­kini tasdik ettiğine göreAllah Teâlâ’ya dair sadece doğruyu getirenlerdir. Bu görüşü teorik akıl kesinlikle ortaya çıkartmaz, fakat keşif bu hükmü verir.

Her halükarda Allah Teâlâ hakkında inanç sahibi olanlar arasından kur­tuluşa en yakın olanlar, O’nun peygamberlerin dilleriyle bildirdiği haberlere inananlardır. Çünkü Hakkın doğru sözlü olduğunu biliriz. Allah Teâlâ hakkında verilen hüküm belirli bir şekilde doğru olmasaydı, peygamberini kullarına elçi olarak göndermezdi; bu hükmün inanç sahibi herkeste ortaya çıkan bir yönü olmasaydı, Allah Teâlâ kendisini peygamberlerinin diliyleinançların suretlerinde halden Hakk girmekle nitelemezdi. Her inanç sahibinin nefsinde Hakka dair bir suret yara­tılmıştır ve sureti var eden kişi onun var olurken dayandığımız Hakk olduğunu ileri sürer. Dolayısıyla yaratılmış ancak yaratılmışı görebilir, çünkü ancak kendi inandığını görür. Hakk ise -gerçekte değilgörenin ve akıl sahibinin gözünde bu suretleri kabul eden hakikati yönüyle bunların ardındadır. ‘Allah Teâlâ âlemlerden müstağnidir,’404 Kastedilen her iki âlemdir. Nitekim zengin için malı nedeniyle başka bir maldan müstağ­ni olduğunu söyleriz ve mal kişinin müstağnilik özelliği kazanmasını sağlar. Burada ince bir keşif meselesi vardır: Bir şey kendine muhtaç olmaz. Allah Teâlâ ise kendi nedeniyle kendinden müstağnidir. ‘Ey insanlar! Siz Allah Teâlâ’ya muhtaçsınız, Allah Teâlâ zengin ve övül endir.’405 Yani Allah Teâlâ size muhtaç değildir. Allah Teâlâ’nın övülen olması, bütün övgülerin O’na dön­mesidir. Allah Teâlâ ancak varlıklarımız nedeniyle bizim vasıtamızla övülür.

Allah Teâlâ’nın bulunduğumuz durumdan tenzihine gelirsek, O bizim va­sıtamızla övülmüştür. Demek ki Allah Teâlâ bizim vasıtamızla müstağnidir. Çünkü O’nun zengin ve müstağni olması, bizden müstağni olması demektir. Başka bir ifadeyle müstağniliğin Hakkın sıfatı olabilmesi için bizim varlığımız gerekir. Konuyu anlamak isteyen, Allah Teâlâ’nın kendisini isimlendirdiği her ismi dikkade düşünmelidir. O isimler bizi talep ettiği için bizim var olmamız gerekir. Bu nedenle bizden müstağni olmak, bizimle birlikte gerçekleşir. Ulûhiyet hükmü meluha (ilah’ın kulu), rububiyet hükmü merbuba (rabbin kulu), kadirin hükmü makdura (güç yetirilen) bağlıdır. Rububiyetin bir sırrı vardır ve o sır ortaya çıksaydı rububiyet bâtıl olurdu. Aynı şekilde rububiyetin başka bir sırrı daha vardır ki o sır ortaya çıksaydı nebilik anlamsız olurdu. O sır aklî düşüncenin delilleriyle O’na dair verdiği hükümle ilgilidir. Allah Teâlâ o hükümle tecelli etmiş olsaydı, peygamberlerin aklın kabul et­mediği hususlarda Allah Teâlâ’dan verdiği haberler geçersiz olurdu; hâlbuki haber verenin doğru sözlülüğü akılca ispadanmıştır. Bu durumda pey­gamberin verdiği haberler ya reddedilir veya kabul edilir. Bu durumda akıllar gelen haberi kabul ederken, kendisinde Allah Teâlâ ile yaratıkları ara­sında ortaklığı bildiren anlamı reddeder. Birinci anlamı reddettiğinde, onun için peygamberliğin hükmü bâtıl olur; aynı hükümler (‘Allah Teâlâ nerededir?’ sorusuna göğü işaret ederek cevap veren) cariye köle ve benzeri kimselerin nezdinde sabittir. Hâlbuki nübüvvet parçalanmaz ve bir parçası reddedildiğinde bütünü reddedilmiş demektir. Allah Teâlâ bazı insanların şöyle dediğini bildirir: ‘Bir kısmına inanır, bir kısmını inkâr ederiz, onlar bunun arasında bir yol edinmek istiyorlar, onlar gerçek kâfir­lerdir.’406 Onlar küfür tarafını imana yeğleyenlerdir. Küfür tarafını yeğlemek ise haber verenin birliği ile bildirdiği haberde -herhangi bir sınırlama olmaksızındoğru söylemesinden kaynaklanır, onun yalan söylemesi imkânsızdır. Aklın reddetmiş olduğu hususlarda peygambe­rin verdiği haberlerin bir yönüyle doğru olması kaçınılmazdır. Bu nedenle mümin nazarî (teorik) aklıyla hareket ederse tevil ederken tevilde aciz kaldığında böyle ifadelerin bilemediği bir yorumu olduğu­na inanır. ‘O yorumu ancak Allah Teâlâ bilebilir’ der ve yorumu bilmeyi O’na bırakır. Fakat lafzın zahirî anlamıyla değil, kendisinin bilmediği bir teville O’na havale eder. Allah Teâlâ ehline göre bir kelimenin kapsamı altına giren bütün anlamlar doğrudur. Onlar gerçek müminlerdir ve Allah Teâlâ müminler için ‘Büyük bir mağfiret ve ecir hazırlamıştır.’407

TASVİR MERTEBESİ

el-Musavvir İlahi İsmi

Zatımızı tasvir edeni bilirsen

Varlıkta her şey benzerdir, bunu da bilirsin

Bu durum benim size söylediğim gibiyse Hükmüm sahih ve benzerlik de sahih

Onun nezdinde ne varsa bizde var ise Bu söz doğruysa derecelenme nerede kaldı?

Evet! O benim hakikatim, ben O değilim Ben O’na denk olsaydım, karşıtlık kalkardı

Bu mertebenin sahibi Abdulmusavvir diye isimlendirilir. İnsanlar arasından resim ve suret yapıcılar, yaratıcı olmadığı halde, Allah Teâlâ’nın yarattığı gibi bir şey yarattığını iddia edenlerdir; yaratıcı sadece Allah Teâlâ’dır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Topraktan kuş sureti yaratır...408 Burada Allah Teâlâ Hz. İsa’yı yaratıcı diye isimlendirmiş, hâlbuki yaptığı iş kuşun suretin­den ibaretti. Heyet ise kuşun suretidir ve her suret mahsus (duyusal) hayatın ortaya çıkmasına kabiliyetlidir. Allah Teâlâ ise sureti yapanı kınamış ve korkutmuştur, çünkü onun yaratılışım tamamlamamıştır. Bir sure­tin yaratılışının tamamlanması, duyuda algılanacak şekilde, canlılığın onda görünmesi demektir. Hâlbuki ressamın ve suret yapıcının buna gücü yetmez. Bu durum, insanın duyuyla idrak edilen canlılığın ortaya çıkması gereldi olmayan güzel suretler yapmasına benzemez. Söz ko­nusu suretlere misal olarak bitki, maden, felek ve farklı şekilleri verebi­liriz. Burada suret şeklin ta kendisiyken tasvir zihinde şeklin kendisi değildir.                                                                             ,

Bilmelisin ki Allah Teâlâ Adem’i kendi suretinde yarattı (Allah Teâlâ Âdem’i O’nun/onun suretinde yarattı). Buradan ‘onun sureti’ ifadesinde Allah Teâlâ’ya dönen zamirin Âdem’in O’nun hakkındaki inancının sureti oldu­ğunu anladık. İnsan o sureti düşüncesi veya vehmi veya tahayyülünden yaratır ve ‘bu benim Rabbim’ diyerek ona ibadet eder. Allah Teâlâ insanda tasvir gücü yaratmıştır. Bu nedenle onu bütün âlemin hakikatlerini içeren bir varlık olarak yaram. İnsan Rabbine hangi surette inanırsa kendisine öyle ibadet ederken âlemin bütün hakikatlerini ihata eden suretinin dışına ise çıkmaz. Dolayısıyla Allah Teâlâ’nın (suretini tasavvur ederken) O’na kendi insanlığını veya insanlığından (kaynaklanan bir anlayışı) tam ve kâmil olarak yansıtması gerekir. Tenzih etmesi gere­ken bir özelliği O’ndan tenzih etseydi, bunun sonu da bir sınırlama olacaktı. Kim yaratıcısını tanımlar ve sınırlarsa, hiç kuşkusuz, O’nu kendisi gibi tanımlar ve sınırlar. Bu nedenle Allah Teâlâ peygamberin diliyle ‘Allah Teâlâ’ya sanki O'nu görür gibi ibadet et’ buyurdu. Burada görmek benzetme ve temsil anlamı taşıyan edatla zikredilmiştir. Başka bir ha­diste ‘Allah Teâlâ namaz kılanın kalbindedir’ denilir. Bir ayette ‘Her nereye dönerseniz, Allah Teâlâ’nın yüzü oradadır5409 denilir. Bir şeyin yüzü onun zatı ve hakikatidir. Allah Teâlâ kulunu hangi surette var etmişse, yöneldiği yer o suret olduğu gibi yüzü de ö surettedir.

Söyleneni anladıysan şunu öğrenmiş olursun: Allah Teâlâ aklın delilinin reddetmiş olduğu hususları kendisi adına ispat etmiştir. Bu bakımdan uyulmaya layık olan Hakk’tır. İnsan nefsinde ibadet ettiği bir suret inşa eder. Demek ki insan tasvir edendir. Aynı zamanda yaratılmıştır, başka bir ifadeyle Allah Teâlâ insanı inşa ettiği surete ibadet eden kul olarak yarat­mıştır.

Kul ancak yaratıcısını inşa eder . Onu yaratan ise inşa ettiğidir ,

O bütün varlıkları yaratan

Bir kan damlasından veya ‘alaka’dan yarattı

Yaratmasına yaratanın varlığını ekledi

Müstağnilik O’nun, muhtaçlık onun niteliği

O’nun iki niteliği bir araya gelmiş

Bu nedenle ‘onu geçti’ dedik

Mümin kul Hakkın kendisini yükümlü kıldığı amellerin suretlerini en güzel ve yetkin şekilde var edip onları ortaya çıkartırken Allah Teâlâ ona amelinden var ettiği her surete ruh üfleme gücü verir; bu güç ameldeki ihlâs ve huzurdur. Allah Teâlâ, yaptığı surete Rabbinin izniyle üflenmiş ruha sahip suretin yapıcısını kınamamıştır. Bu üflemeyle birlikte söz konusu suret rabbinin hamdini tespih eden ve dile getiren canlı bir varlık ola­rak meydana gelir. Buna mukabil Allah Teâlâ canlılık ve hayat istidadma sahipken, yaratıcısıyken hayat vermediği sureti yapanı kınamıştır. Sure­tin istidadma göre onu inşa eden hayat vermese bile, Allah Teâlâ ona hayat verir. Böyle bir tasvir edici Allah Teâlâ tarafından kınanır. Allah Teâlâ âlemde kendisini var eden sebeplerden ortaya çıkan her sureti yaratma bakı­mından kendisine nispet etmiştir. Ayette bütün amel sahipleri hakkın­da ‘Allah Teâlâ sizi ve amellerinizi yaratmıştır5410 buyurur. O halde Allah Teâlâ senrn olduğu kadar sana izafe edilen amelin de yaratıcısıdır. Nitekim ‘Attığın­da sen atmadın411 buyurur. Allah Teâlâ senin için olumladığı bir işi senden olumsuzlamış, sonra onu kendisi adına olumlayarak şöyle demiştir: ‘Fakat Allah Teâlâ atmıştır.*412 Hâlbuki atan kuldur. Allah Teâlâ ona kendi adını vermiş, onu bu adla isimlendirmiştir. Geride onu isimlendirdiği gibi süsleyip süslemeyeceği hakkında konuşma kalmıştır. Biz kulun attığın­dan kuşku duymadığımız gibi ‘Fakat Allah Teâlâ attı413 ifadesinden de kuş­kuya kapılmayız. Allah Teâlâ atma fiilini önce kuldan olumsuzlamış, kulluk adını ondan düşmüş, sonra kendi adıyla adlandırmıştır; çünkü isim­lendirilen birinin olması kaçınılmazdır ve o da bir hakikat/varlık olması bakımından -kul olması itibarıyla değilkulun kendisidir. Çünkü kul ismi efendilik hükmünü kabul etmezken onun kendisi ve hakikati kul­luğu kabul edebileceği gibi efendiliği de kabul eder. Buradan kendisi için yaratılmış olduğu isim yer değiştirmiş, kendisinden var olmuş olduğu isim ona verilmiştir. Bu durum ‘Fakat Allah Teâlâ atmıştır414 ayetinde belirtilir. Allah Teâlâ yaratıklarına karşı böbürlenmez ve O’nun söylediği her söz işin kendinde bulunduğu durumun ifadesidir. Allah Teâlâ zatı gereği olumsuzlamayı gerektiren bir işi olumsuzlamış, zatı gereği sabit kal­mayı Hakk eden bir işi sabit bırakmıştır. Hakikatler ise kendi yerlerinde -gerçekte onlardan hiçbir şey değişmeksizin ve bozulmaksızınkalmış­tır. Bununla birlikte bir grubun düşüncesine göre bozulma ortaya çıkabilir ve bozulma olmasaydı, varlıkta bozulmanın hükmü bulunma­dığı için, eksiklik meydana gelirdi. Dolayısıyla onun da varlıkta bu­lunması gerekir, çünkü varlığın kemale ermesi kaçınılmazdır. Bu du­rum eksiklik hakkında söylemiş olduğumuz ‘Varlığın kemalinin bir yönü kendisinde eksikliğin bulunmasıdır’ ifademizin anlamıdır. Bu­nunla birlikte varlıkta eksiklik selbî bir durum olarak bulunabilir. Fakat işleri bulunduldarı hal üzere anlayan kimseler için onun hükmü açıktır.

Tasvir mertebesi halk (yaratma) mertebesinin sonuncusudur. Onun ardında genel itibarıyla yaratmaya ait mertebe yoktur ve sonun­cu mertebe budur. Buna mukabil bilgi yaratma mertebelerinin ilki iken ilahi hüviyet bütün bunlarla nitelenendir. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘O’ sözüyle başlamıştır, çünkü hüviyetin varlığı kaçınılmazdır. Sonra olumlama ve olumsuzlamada bu zamirle bitirerek şöyle der: ‘O Allah Teâlâ ki, O’ndan baş­ka ilah yok,’415 Burada Allah Teâlâ gaybı ve şahadeti bilmekle ilgili sıfattan başlamış, el-Musavvir ismiyle bitirmiş, ardından belirli bir isim zikret­meden şöyle demiştir: ‘En güzel i simler O’nundur.’416

Allah Teâlâ ‘Göklerde ve yerde her şey O’nu tespih eder417 der. Hâlbuki yeryüzünün içindekiler dememiştir, çünkü yeryüzündeki insanların çoğu O’nu tespih etmez. Öte yandan O’nu tespih edenler her hallerin­de O’nu tespih etmez. Buna mukabil yeryüzünün kendisi Allah Teâlâ’yı her durumda tespih ederken içinde bulunan melekler ve maddeden ayrık ruhlar da O’nu tespih ederler. Allah Teâlâ ‘Gece ve gündüz O’nu tespih ederler; bıkmazlar418 der. Burada Allah Teâlâ tespihi sürekli yapanı dikkate almıştır ki, o da yeryüzüdür. Kur’an-ı Kerim’in başka ayetlerinde de yeryüzündekilerin tespihini dikkate almıştır. Bununla birlikte onlar âlemin bir kısmıdır: ‘Yedi kat gökler, yeryüzü ve onlarda bulunanlar Allah Teâlâ’yı tespih eder.’’419 Burada akıllı varlıklar için kullanılan men (o kişi) edatı getiril­miştir. Sonra ifadesini pekiştirerek ‘Her bir şey O’nun hamdini tespih eder5420 demiştir. Ardından ifadeyi daha da pekiştirerek ‘Fakat siz onla­rın tespihlerini anlayamazsınız421 demiştir. Burada da men edatı gelmiş, ma (o şey) edatı kullanılmamıştır. Haşr suresinde men edatı kullanıl­mamış, ‘ma’ edatı getirilmiştir. Dilci Sibeveyh şöyle der: ‘Ma edatı her şey için kullanılır, fakat bütün var olanları kuşatmaz.’ Böylece geride kalan ve tespihte zikredilmeyenlerin kalpleri ürperir. Bunun üzerine Allah Teâlâ onların kalp kırıklığını onarmış, korkularını ayetin ardından söylemiş olduğu ‘Her şey O’nun hamdini tespih eder422 ayetiyle gider­miştir. Allah Teâlâ onları överken, insanların onların tespihlerini bilmediğini söylemekle ifadesini, pekiştirmiştir. ‘Fakat siz onların tespihlerini anla­mazsınız423 Buradaki telafi ve onarma, maruz kaldıkları kırıklığın kar­şılığıydı. Bu ayetle onların sevinci pekişmiş ve artmıştır. Gerçekte bu bir artış değil, kırılmanın ortaya çıktığı yeri imar etmek demekti. Çün­kü Allah Teâlâ her şeyin O’nun hamdini tespih ettiğini bildirmiştir ve vakıa da bu şekildedir. Binaenaleyh bu ifade kırıklığın yol açtığı gediği ka­patmıştır. ‘Fakat siz onların tespihlerini anlayamazsınız.’424 Burada istidrak edatı olan ‘fakat5 kullanılmış, Allah Teâlâ bu özel tespihte -başkalarından ayrı olarakonların yalnız kalmasını arzu etmiştir. İn­sanlar o tespihi bilselerdi, onunla Allah Teâlâ’yı överlerdi.

Tespih edenler sürekli suret inşa ederler ve bu yönüyle onlar inşa ettikleri suretlere ruh üfleyen ressamlardır. Suretleri meydana getirmek dünya ve ahiret hayatında süreklidir. İnşa dünyada sona erse bile sü­rekli devam eder.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

ÖRTÜLERİ ÇEKME MERTEBESİ

el-Gaffar, el-Gafir ve el-Gafur

Varlığımdan zırhım O’nun elbisesi Hakkın varlığı baş için örtü

Sözümü iyi anla! Bunda bir açıklık var Dilersen onu açar, dilersen örterim

Bu mertebenin sahibi Abdulgaffar diye isimlendirilir ve o gayret, korunma, koruma, ismet ve günahtan uzak kılma mertebesidir.

Allah Teâlâ sana ve bize kendinden bir ruh ile yardım etsin, bilmelisin ki; bütün varlıklar birbirlerinin üzerinde bulundukları örtülerdir. Ör­tülerin en ulvisi Allah Teâlâ’nın ez-Zahir ismidir, ez-Zahir el-Bâtın isminin üzerinde örtüdür. Allah Teâlâ’nın ardında ise gidilecek hedef olmadığına göre bu örtü O’nun üzerindedir. Müşahede ve görme halinde el-Bâtın ismi­nin karşısında bulunursan, el-Bâtın ismi ez-Zahir ilahi ismi üzerinde perde olur. Bu esnada O’nunla ittihat eder ve O’nun nedeniyle ezZahir ismini müşahede edersin. Bununla birlikte ‘zuhur daha önce ezZahir ismine ait iken şimdi el-Bâtın ismine geçmiştir’ deme! Aksine ezZahir ismi bulunduğu hal üzere âlemdeki bütün suretlere hükmünü verici olarak kalırken el-Bâtın ismi de -müşahede edilse bilehali üzere ‘bâtın’ olarak kalır ve zahirî suretlerin örttüğü manaları verir. Perdele­rin en ulvi ve en gizli olanı bu iken örtülenin en ulvi ve gizlisi de O’dur.

Bu perdenin ardından kalbin Hakkı sığdırması gelir. Kalp sığdır­dığı Hakkın üzerinde perdedir. Bunun nedeni kalbin inançların düşün­ce ve delilleriyle inşa ettikleri ilahi suretlerin mahallidir. Bu suretler onların üzerinde örtü ve perdedir. Bir insanı görürsün, fakat neye inandığını göremezsin. Kalp perdesi başka bir perde vasıtasıyla kalküğında, kişinin neye inandığı görülür. Söz konusu perde Rabbi hakkın­da inancını dile getirdiği ibare perdesidir. İbare üzerinde bulunduğu şeyi gösterse bile, o da perdedir. Çünkü ibarenin delalet ettiği şey sana görünmemiş, sadece ibare sahibinin inandığının misali senin kalbinde gerçekleşmiş, örtülü bir şeyden haber vermiş, o şey de senin nezdinde örtülü kalmıştır. Dolayısıyla onu ortaya çıkartamaz, onun misalini sana aktarır. O halde herhangi bir mana için gelmiş olan her harf, mana üzerinde perdedir ve harf manaya delil olmak üzere gelmiştir. Bu yö­nüyle harf perdelerin en büyüklerinden biridir ve yine de ‘ilahi isimlerin perde olması’ demek olan birinci perdeden sonra gelirler. Bu isimler isimlendirilenin zatına delil olsalar bile, aynı zamanda O’na perdedirler. Çünkü isimlendirilenin zatı hakkmdaki hükümlerin farklı­lığı nedeniyle düşünen kişi isimler hakkında hayrete düşer. Allah Teâlâ’nın her isminin ilahi zatta bir hükmü vardır. İlahi zat aziz ve azim olsa bile isimlerin varlıkta hükümleri vardır. Hatta gerçeği O’ndan öğrenen kimse için, var olanların isimleri Allah Teâlâ’nın isimleridir.

Örtüleri bilmede aşağı doğru üçüncü mertebe, lafız isimlerinin perde teşkil etmesidir. Onlar konuşanların dillerinde meydana gelen lafızlar ve yazanların kalemlerinde ortaya çıkan işarederin isimleridir. Onlar da ilahi isimler üzerindeki perdelerdir. Bu durum Hakkın kendi­si nedeniyle isimleriyle konuşan olmasından kaynaklanır. Bu durumda yazılı ve işaredi isimler, bizim nezdimizde, ‘isimlerin isimleri’ ve onla­rın üzerindeki perdeler haline gelirler. Çünkü biz söz konusu isimlerin keyfiyetini bilemeyiz. Onların keyfıyederini müşahede ederek idrak edebilmiş olsaydık, örtüler kalkardı, hâlbuki onlar ortadan kalkmaz. Bizim nefislerimizde onların misalleri bulunur. Daha doğrusu nefsi­mizde bulunan en üstün şey, onların tahayyülleri olabilir; tahayyül ise duyulurların nefislerde meydana getirdiği bir haldir. Duyuyla algıla­nanlar musavvire gücünün yardımıyla insanın hayalinde onları meyda­na getirir. Perdelerin dışında sadece yaratılmışların birbirlerine perde olmaları söz konusudur. O halde perdeler delil olsa bile, genel anlamda delil oldukları kadar bütün varlık bu yönden perde ve üzerine perde çekilendir. Bu itibarla biz de üzerine perde ve örtü çekilmiş olanlarız. Bu itibarla varlık bizim üzerimizdeki örtüdür. Demek ki varlık bize görülür, çünkü örtünün örtülen tarafından görülmesi gerekir. Bu yö­nüyle örtü her zaman örtülen ile önüne örtü çekilen arasında berzahtır ve her ikisine birlikte görülür.

Meşru hükümler yükümlülere gelip fiillerine iliştiğinde, yükümlü­lerin fiilleri hakkındaki hükümleri itaat, günah, teşvik edilen ve edil­meyen kısımlar diye taksim eder. İtaat ve günah, haram ve farz gibi yapılması veya terk edilmesi emredilenlerdir. Teşvik edilen ve edilme­yen fiiller, mendub ve mekruhlardır. İtaat veya günah olmayan veya teşvik edilen veya edilmeyen kısmına girenler, mubahlardır. Bu taksim zat ve hakikati gereği nefsin mertebesinin hükmüdür. Diğer hükümler zatı gereği belirlenmemiş, ancak meleğin ilhamı veya şeytanın vesvesesi gibi dışarıdan gelen dürtüyle insan tarafından kabul edilen hükümler­dir. Onlar üzerinde ilhamın hüküm sahibi olduğu kimseye aittir, yoksa zatı gereği gerçekleşmezler. Yükümlü nefislerden mutlu olanlar (saadet ehli) iki kısma ayrılır: Birinci kısım günahın kendisinde bulunmasın­dan örtülmüş olan kimselerdir. Bunun yanı sıra onlar, teşvik edilmeyen veya itaat veya günah sayılmayan işlerin kendilerinde bulunmasından da perdelenmişlerdir. Böyle bir insan mutluların en mutlusudur. İkinci tür, günah kendisinde ortaya çıktıktan sonra günah nedeniyle cezalan­dırılmaktan perdelenmiş kimselerdir. Böyle biri, günahı örtülen kişidir.

Bu hükümler, yükümlünün zahirine ve bâtınına taalluk ederken tam-kâmil Mutlu masum olandır. Ondan sonra -bâtınında olmasa bilezahirinde korunan kişi gelir. En az örtülmüş olan kişi adı Abdulgâfır olan kişi iken en çok örtülmüş olanın adı Abdulgafur’dur. İkisinin arasında Abdulgaffar bulunur. İnsanlar, yani yükümlüler ise üç halde bulunur; gafir, gaffar ve gafur!

Yükümlü insanlar da, kendilerine karşı suç işleyen veya kendilerini suçtan koruyanlara karşı bu isimlerin hükmüne göre hareket ederler. Böyle yapınca Allah Teâlâ’nın isimlerinin hükümlerinin sahibi olur. Kim ken­disine karşı suç işleyeni affederse, Allah Teâlâ onun günahını görmez; kim zorlaştırırsa, ahirette Allah Teâlâ katında yaptığı işin sonucunu devşirir. Yükümlü insan ahirette ancak kendi amellerini görür. Sonra da Allah Teâlâ onların çoğunu affeder.                                                                                                                '

Bilmelisin ki, perdelerin bir kısmının sebebi beşer olmaktır. Bu durum ‘Allah Teâlâ’nın bir beşer ile vahiy veya perde ardından olmaksızın konuş­ması mümkün değildir425 ayetinde dile getirilir. Bu bir perdedir. ‘Veya peygamber gönderir.’426 O da perdedir ve burada perde Allah Teâlâ’nın kuluna kendisinde tecelli ettiği suretin ta kendisidir. O surette kul Hakkın sesini duyar. Perde vasıtasıyla konuşmaya misal olarak, Allah Teâlâ peygam­berine şöyle der: ‘Onu komşu edin ki, Allah Teâlâ’nın kelamını duysun!’427 Konu­şan Allah Teâlâ’nın peygamberidir. Başka bir hadiste Allah Teâlâ kulunun diliyle şöyle der: ‘Allah Teâlâ kendine hamd edeni duydu.’ Bir hadiste ‘Ben onun duyması ve görmesi olurum’ denilir. Bütün bunlar, beşeriyetin ortaya çıkardığı perde suretleridir ve beşerden başkası da yoktur! İşin özü ‘Seni iki elimle yarattığıma secde etmekten engelleyen nedir?’428 ayetinde belirtilir. Burada Allah Teâlâ Adem’in yaratılışında vasıtaları ortadan kaldır­mıştır. Aşağıya doğru ise beşer isminin hükmü ve etkisi ortaya çıkar. Öyleyse her nerede vasıtalar kalkarsa, -anlayan içinbeşeriyet hükmü ortaya çıkar. ‘Burada akıl sahipleri için ayet vardır.’429

Perdeler tasnif edilmiş oldu. Onlar dolunayların ve tutulmuş Ay’ların üzerinde bulunan perdelerdir. Bir kısmı gölge, bir kısmı, Ay’ın ve Güneş’in tutulmasında olduğu gibi göz sahibidir. Diğer beş yıldız da bu kısma girer. En büyüğü Güneş’in perde teşkil etmesidir. Güneş bütün yıldızların ışıklarını söndürür. Dolayısıyla yıldızların ışıkları Güneş’te dürülmüş olsalar bile görenin gözünde başkasına ait bir ışık kalmaz. Şair Nabiğa el-Cadi bir methiyesinde şöyle der:

Allah Teâlâ’nın sana verdiği sureti görmez misin?

Onun dışındaki her mülk erir, gider

Sen bir Güneş, hükümdarlar yıldız!

Güneş doğunca hangi yıldız geride kalır ki?

Kesin olarak biliriz ki, yıldızlar gökyüzünde ve kendi varlıklarında doğmuş ve ortaya çıkmışlardır. Fakat Güneş’in ışığının gözün ışığına baskın gelip onu yok etmesi nedeniyle, yıldızlar algılanamaz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e ‘Rabbini gördün mü’ diye sorulmuş, ‘Nurani idi, nasıl göre­yim?’ demişti. Allah Teâlâ nasıl görülebilir ki? O kendine perdedir. Bu du­rum idrakin zayıflığından kaynaklanır, çünkü Allah Teâlâ ışığın dışındaki yerlerde tecelli etmiş, dilediği yerde görülmüştür. ‘Sen beni göremeye­ceksin430 demiştir. Demek ki kastedilen, Allah Teâlâ’nın görülmesi değil, Hz. Musa’nın onu görmesiydi. O halde zuhur ve ihata olmaksızın, görülen ve perdelenen Odur. Öyleyse bir örtü olmalıdır.

Geniş olan bu mağfiret bahsi -çünkü gayb ve şehadet demektiriçin bu kadar ima yollu anlatım yeterlidir. ‘Allah Teâlâ onların ardından ihata edendir.’431 Allah Teâlâ perdeleri dinleyenlerin gözlerine çekmiş, onlar duy­duklarıyla sınırlı kalmıştır.

Allah Teâlâ örtüyü yaratıklarına çekmiş

O’nun örtü çekmesi itiraza yol açar

Tartışma ve hasımlaşma yok

Mücadele veya kavga yok

Her tecellisi bir perde

Bakan herkesten perdeler

Sağdan ve soldan perdeler

Önden ve arkadan perdeler

Gören herkes bilir

Ihlâslı veya riyakâr

KAHIR VE EZME MERTEBESİ

el-Kahır İlahi İsmi

Kahrım emrimin aynı, çünkü ben

E mir verdiğimde kahır sahibi olurum                                  ,

Varlığa görünür benim suretimle .

Yasağımız yasak, emrimiz emir

Bu mertebenin sahibine Abdulkahhar ve Abdülkahir denilir. Alim­lerin en büyüğü bu isme sahip olmayan kişidir. Yani Abdulkahhar veya Abdülkahir ismine sahip olmayandır. O Allah Teâlâ’nın inayetine mazhar olmuş, kâmil, hatta masum ariftir. Hakk bana -hamdolsunbu isimde hiç tecelli etmedi, onu başka birisinin aynasından gördüm. Allah Teâlâ beni irade ve zorunluluk halinde ondan masum kıldı ve bu nedenle hiçbir zaman tartışmaya girmedim. Benden ortaya çıkan herhangi bir muha­lefet ve tartışma, sadece öğretme amaçlıydı, tartışmak için değildi! Çünkü ben ilahi kahrı hiçbir zaman tatmadım veya o mertebeden onun bende bir hükmü ortaya çıkmadı. Allah Teâlâ şöyle der: ‘O kulları üze­rinde kahır sahibidir.*32 Yani kendilerinden ortaya çıkan tartışmalar hususunda kullarını boyun eğdirendir. ‘Üzerinize koruyucular gönde­rir*33 Bu bir vekâlet vermedir. Yani bu gönderme bir grup adına mu­hafaza demek iken bir grup adına masum kılmak demektir. ‘Önünde ve ardında onun takipçileri vardır, Allah Teâlâ’nın emriyle muhafaza ederler*3* aye­tinde bu husus belirtilir. Allah Teâlâ onlara kendisini korumayı emretmiştir. Onlar masum ve mahfuz kimselerdir. Bazen gelen işe karşı kendisini korurlar ve belayı ondan uzaklaştırırlar. Nitekim zina eden zâni için durum böyledir. Zâni, zina ederken iman ondan çıkar ve bir gölge gibi üzerinde kalır. Bu durumda iman bir muhalefete kalkıştığı için kendi­sine gelebilecek belaya karşı onu korur. Başka bir ifadeyle iman belanın ulaşmasına karşı onu muhafaza eder ve belki tövbe eder veya bağış­lanma diler diye geriye çevirir. Bir insan masum olmadığı halde böyle korunurken, inayete mazhar olmuş biri hakkında ne düşünürsün? Öyle biri asıl itibarıyla korunmuştur. Bu hüsusta ortaya çıkabilecek en ince görüş ayrılığı, kulun Hakka yönelme esnasındaki ilahi tartışma ve çe­kişmedir. Kul Hakka yöneldiği sürece, el-Kahhar ismi cezalandıracak kimse bulamaz; oklar hedeflere atılır.

Bilmelisin ki, dua; Sehl ve Fudayl b. İyaz’m dile getirdiği üzere, tartışmaya imkân vermez. Yani kul Allah Teâlâ’nın iradesi karşısında bir şey irade etmez. Çünkü dua zillet ve muhtaçlık demek iken niza ve tartış­ma, başkanlık ve saltanat arzusundan kaynaklanır. İnsanların nefisle­rinde bir niza vardır ki onun gereğini yerine getirmiş olsalardı, hü­kümdarın otoritesi altında ezilen halk (bu kez birbirinin) kahrı altında ezilmiş olurdu. Böyle bir düşünce aklına gelmeyip niza çıkartmayan insan kahra maruz kalmayacağı gibi hükümdar onu ezmez, aksine ona karşı merhamedi ve şefkatli davranır. Allah Teâlâ’nın kullarından birini ahlakı gereği ezerse, hiç kuşkusuz -kendi nedeniyle değilAllah Teâlâ’nın emri nede­niyle onu cezalandırır. Burada sadece kulun kalbine Allah Teâlâ’nın emir ve yasağına karşı ilka edilen şeytan vesvesesi vardır ki şeytanın vesvese vermedeki niyeti de budur. Kulun aklına böyle bir düşünce gelmezse, iman vesveseyi reddedeceği için, kul onu reddeder. Şeytan kulu derece derece muhalefete çekerek en sonunda küfre düşürür. Bu bağlamda günahlar küfrün elçileridir. Günahlar küfür nedeniyle çoğalır ve art arda gelirler. Bu nedenle şeytân onları çeşitlendirir, hızla yapılmalarını ister. Mümin ise meleğin ilhamı ve yardımıyla şeytanı ezmek ister. Mümin şöyle der: ‘Allah Teâlâ’dan başka güç ve kuvvet sahibi yoktur.’

Gizli niza ve çekişmenin bir türü de belalara sabırdır. Başka bir ifadeyle insan belayı kaldırsın diye Allah Teâlâ’ya havale etmek yerine sabret­tiğinde gizli niza içindedir. Hâlbuki Eyyub Peygamber belayı kendisi­ne havale ettiği halde Allah Teâlâ onun sabrını övmüş, şikâyet etmesine rağ­men şöyle demiştir: ‘Onu sabırlı bulduk, ne güzel kuldur Eyyub!’435 Allah Teâlâ Hz. Eyyub’un maruz kaldığı her işte çokça O’na döndüğünü zikret­miştir. Her kim kendine gelen belaya karşı nefsini Allah Teâlâ’ya şikâyetten alıkoyup belayı kaldırmasını istemez ve sabrederse, böyle bir sabır hiç kuşkusuz ilahi kahra direnmek demektir. Allah Teâlâ böyle bir kulu ezer. Sabır tasavvuf yolunda övülen bir nitelik olsa bile, sıkıntıyı Allah Teâlâ’ya şikâyet etmek, sabırdan daha üstün ve daha yetkin bir davranıştır. Bu nedenle şöyle dedik: ‘Dua tartışmaya izin vermez ve onu gerektirmez. Aksine kullukta tartışmanın terki daha doğru ve daha ulvidir.’

Rıza ve teslimiyete gelirsek, her ikisi de gizli tartışma anlamı taşır. Bunu ancak Allah Teâlâ ehli fark edebilir. Rızanın konusu kaderin hükmüy­se, dinî bir teraziye ihtiyaç duyulur. Rızanın konusu kaza ise kahrı gerektirebilir. Bu durumda rıza sahibi o esnada kendinde bu hali bu­lursa, gizli bir niza ve çekişme içinde olduğunu anlar ve onu ortadan kaldırmak üzere halini inceler. Kazanın kahır talep etmediğini görürse, yaratılışında bulunan saf rıza halinde bulunduğunu öğrenir. Rıza radayerudu kelimesinden türetilmiştir ye riyazet aynı kökten türetilmiştir. Aynı anlamda radet ed-dabbetu denilir. Anlamı zelil kılmak demektir. Bu vasıfla ancak inatçı kişi nitelenir ve inatçılık kavga demektir. Küçük tay riyazet yoluyla eğitilir. Bunun nedeni onun serkeşliği ve yaratılış gayesini bilmeyişidir. At amade olmak ve hizmet etmek üzere binilmek ve yük taşımak için yaratılmıştır. At ise yaratılış gayesini bilmediği için bu gayeye direnir ve ilahi hükmün yardımcılarına boyun eğmek üzere eğitilir. Aynı şey nefislerin riyazetinde geçerlidir. Nefislerde inatçılık özelliği bulunmasaydı, sahipleri onları riyazet yoluyla eğitmezlerdi. O halde nefisler asıl bakımından riyazet özelliğinde, yani zelil olarak yara­tılmışlardır. Bu nedenle onlara ‘razı olan’ değil, ‘razı olunan’ adının verilmesi uygundur. İnsan nefisleri ilahi surette yaratılmış oldukları için aynı hakikatte olmayan bütün âleme karşı üstün olmak ister, âlemdeki hakikatlerin dayandığı ilahi hakikatlerden perdelenirler. Ri­yazet nefislerdeki bu inatçılık nedeniyle gereldi olmuş, nefisler riyaze­tin otoritesi altında zelil kalmış ve boyun eğmişlerdir. Teslim de öyle­dir. Teslim inatçılık karşısında kendini tutmakla mümkün olabilir. Aynı şekilde vekâlet sahiplikten sonra gelir ve o da gizli niza ve çekiş­me demektir. İlahi kahır, niza ve çekişmenin gizliliği nedeniyle gizle­nir, onun ortaya çıkmasıyla ortaya çıkar. Arif ise bir an bile kendinden gafil kalmaz. Kendinden gafil kaldığında, Rabbinden de gafil kalır. Rabbinden gafil kalan ise bâtınıyla kendinde bulmuş olduğu maksada aykırı tesire direnmiş, ona karşı çıkmış demektir. Bunun üzerine ilahi kahır gelir ve onu ezer. Bu davranış çokça meydana geldiğinde, kişi ‘Abdulkahhar’ diye isimiendirilirken az meydana geldiğinde ‘Abdulkahir’ diye isimlendirilir.

Bu mertebenin ilkesi, insanın emre uyarken ve günah işlerken sır­larını incelemesidir. Bunu yapınca, mertebenin onda hükmünün bulu­nup bulunmadığını anlar. Bu da tümel bir durumdur, biz seni bu ko­nuda kendine havale ediyoruz. Sen en iyisini bilirsin.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

VEHB (VERME) MERTEBESİ

el-Vehhab İlahi İsmi

Bütün vergiler O’ndan bir ihsan Gerçi yaratılmış bunu bilmez lâkin

Allah Teâlâ’dan öğrenen kişiye kapalı değil bu bilgi İlahi müşahede sahiplerine

' Öyle değilse cehalet onun yaratılış özelliği Müşahede edilen varlık böyle gelmiş

Bu mertebenin sahibi Abdulvehhab diye isimlendirilir. Vehb nimedendirmek amacıyla ihsan etmek ve vermek demektir. Verenin aklına teşekkür veya başka bir karşılık gelmez. Teşekkür talebinin bitiş­tiği verme vehb değil, karşılığında kazanç veya zararın arandığı ticaret sayılır. İlahi vergiler (vehb) türlere ayrılır. Bunlar -Allah Teâlâ izinverirse bu bölümde sayılacaktır. Bu mertebeden kul bedenî ve malî bütün vergilerindeki beşerî arzularından soyudanır. ‘Bedenî’ derken, bedeni­nin yolculuk veya herhangi bir bedensel hareket türünde kullanmış olduğu vergileri kastediyoruz. O vergi Allah Teâlâ’nın kullarından birisi için olabileceği gibi hayvan için de olabilir. Vehbî vergide kişi ücret talep etmediği gibi şükür de talep etmez. Bu vermenin tek nedeni, kendin­den dolayı hareket ettiği kişiye menfaat sağlamak veya ondan zararı uzaklaştırmak üzere nimet vermektir. Bu vermeye karşı kişiye ecir vermek ise Allah Teâlâ’ya kalmış bir iştir, kendisine değil! İnsan sadece bu niteliğe sahip olmak için verir ve bu ilahi isim onun üzerinde hüküm sahibi olsun ister.

Yaratılmışların menfaatinin ve hazzının bulunmadığı ibadederi yapmaya gelirsek, böyle ibadetlere namaz, oruç, hac vb. hatta bütün meşru ibadeder girer ve bunlardaki davranış da söz konusu mertebe­den ortaya çıkar. Kişi bu ibadede yaratılmışın payının bulunmadığı bir fiili meydana getirebilir ve hareket veya el çekerek onu ortaya çıkarta­bilir. İkinci durum ise ibadetin -yapma ve fiil değilterklerle ilgili ol­ması durumunda geçerlidir. Böylece insan ibadetini yaratılışı bakımın­dan son derece güzel ve tam bir surette izhar eder. Ardından o suret Allah Teâlâ’nın karşısında huzur sahibi olmaktan kaynaklanan ruh elde eder; söz konusu ruh ibadette belirlenmiş salih niyete bağlıdır. Kişinin iba­detini farz veya nafile ibadet olarak yapması birdir. Kulun meydana getirdiği ve ibadet diye isimlendirilen bu suret, Allah Teâlâ’yı tespih eder, O’nun emrinin gereğiyle kendisini zikreder. Kul dince belirlenmiş meşru amelin suretini izhar ederek amele verdiği nimeti arttırır. Ame­lin sureti de kendisine ve tespih mertebesine verilen nimetin karşılığı olarak O’nun hamdini tespih ederken kul ibadetlerinde O’nun hamdini tespih eden ve daha önce varlıkları olmayan diller yaratır.

Bir kadın şeyhimiz Abdurrezzak’ın meclisine gelerek şöyle demiş: ‘Efendim! Dün gece rüyamcia arkadaşlarından birini gördüm. Kıldığı namaz bir suret olarak meydana gelmişti. Suret yükseliyordu. Ben de Arş’a çıkıncaya kadar ona bakıyordum. Namazın sureti Arş’ı tavaf edenlerden biri oldu.’ Şeyh hayrede ‘Ruh ile birlikte namaz’ demiş, sonra şöyle eklemiş: ‘Böyle bir namaz benim arkadaşlarım arasından sadece Abdurrezzak'a ait olabilir.’ Bunu içinden söylemişti. Sonra ka­dına şöyle demiş: ‘Sen o adamı arkadaşlarımın içerisinde tanıdın mı?’ Kadın ‘Evet, falancadır’ diyerek daha önce şeyhin aklına da gelmiş olan Abdurrezzak’ı gösterince, ‘Doğru söyledin’ demiş, haberi Allah Teâlâ’dan gelen bir müjde kabul etmiştir. Hikâyeyi bana Abdullah b. el-Ustad elMebrurî Endülüs şehirlerinden Mebrur’da anlatmıştı. Adam güvenilir ve doğru sözlü bir ravi idi. Hz. İsa topraktan bir kuş sureti yaratmış, ona üflemiş, o da Allah Teâlâ’nın izniyle kuş olarak uçmuştu. Suretin varlığı onun ellerinde gerçekleşmiş, sonra ona üflemiş, suret Allah Teâlâ’nın izniyle kuş olmuştu. Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ bunu ona emretmiş ve bu konu­da kendisine izin vermişti. Benzer şekilde, Allah Teâlâ mümine şeriatta emir­ler vermiş, onu yükümlü kıldığı ibadetlerin suretlerini meydana getir­mede ona izin vermiştir.

Hz. İsa kuşu yaratırken kendisini var olanların arasına katarak su­rete nimet vermek niyeti taşımış olabilir. Aynı zamanda, tespih edenle­rin sayısını artırmakla, tespih mertebesine de nimet verme niyeti olabi­lir. Böyle ise o da bu mertebenin ehlinden ve onlara katmanlardandır. Başka bir niyet taşımışsa, niyetine göre değerlendirilir. Bu makam sahibiyle başkaları arasmda sadece niyet farkı ile amellerin kendisinden suret şeklinde ortaya çıktığını görmek farkı vardır. Çünkü kendinde iş, yükümlülerin ibadet suretlerini inşa etmesidir; suret çirkin veya güzel de olsa, bu durum kaçınılmazdır. İnsanlar niyet ve maksadarında ayrı­şır ve sadece yükümlü vardır! Onların en kıymedisi ibadetiyle zikretti­ğimizi amaçlayandır. Daha üstün bir nitelik ve ibadeder içerisinde daha yüksek bir menzile sahip olduğu için ibadetini yerine getiren bir kul ise bu mertebenin mazharı değildir, çünkü emir/iş, ortaklık kabul etmez. Böyle birini ibadetlerin suretlerini inşa makamına yerleştiren niyet, onların sıfadarı ve değerleridir. Böyle bir kul, ecir ve sevap elde etmek üzere öyle bir makama yerleştirilmemiş kimseden ayrışır. Bu mertebenin sahibi sadece ibadetin zuhuruna nimet vermek amacı taşı­yarak Allah Teâlâ’yı tespih edenlerin sayısının artmasını diler; burada övülmek veya methedilmek veya karşılık almak niyeti yoktur. Onun yegâne niyeti, Hakkın âlemi var ederkenki maksadıdır. Allah Teâlâ âlemi sadece kendisine ibadet etmesi amacıyla yaratmış, ‘Cinleri ve insanları bana ibadet etsinler diye yarattım436 demiştir. Başka bir ayette ‘Her şey O’nun hamdini tespih eder437 buyurur. Bu mertebenin sahibi olan kul da ibadederin suretlerini inşa ederken Hakkın âlemde irade ettiği üzere O’na ibadet etmelerini amaçlar. Bu durum, kulun kendilerini var etmek ve inşa etmekle suretlere nimet verme niyetini geçersiz kılmaz. Bununla birlikte kulun müşahedesi suretleri kul vasıtasıyla inşa edenin Allah Teâlâ olduğunu kendisine gösterirse-onları var eden kendisi değildir-, böyle biri ilahi vehb mertebesinden değildir. Böyle bir davranış, inşa edilen surete dönük ilahi verginin neticesidir.

İfade ettiğimiz hususta maksadımız, menzil bakımından daha ulvi ve üstün olanı belirtmek değildir. Gayem makamları birbirinden ayır­mak, onları yerine getirenlerde karışıklığın bulunmamasını sağlamak­tır. Çünkü hükümler makamlarda iç içe girer. Halleri ve makamları ayırt etmek sadece ilahi bilgide derinleşenlerin bilebileceği bir iştir. Allah Teâlâ inşa ettikleri amel suretlerine karşılık olarak sahiplerine nimet verdiğinde, suretler^ inşanın -yükümlü kula değilAllah Teâlâ’ya ait bir iş olup suretlere nimet vermenin kula değil de Allah Teâlâ’ya ait bir ihsan olduğunu müşahedenin karşılığı, suretleri inşa esnasında aynı müşahedeye sahip olmayandan büyüktür. İki şahıs meşru bir ameli yerine getirirken mü­şahedelerine göre ayrışmıştır. Bu konu aşina olunmayan bir meseledir ve ona hakkıyla sadece biz dikkat çektik, konuyu ayrıntılı olarak açık­ladık. Allah Teâlâ’yı bilen bir kişi veya eşyayı bilenler, nimet verme yoluyla Allah Teâlâ’nın ihsanından habersiz değillerdir. Bizim zikrettiğimiz şekilde onu düşünmez veya bu vehb mertebesiyle tahakkuk edenlerin dışında amel sahiplerinin aklına söylediğimiz husus gelmez.

Bu mertebeye yerleşen ve onunla tahakkuk eden insan, Abdulvehhab diye isimlendirilendir. el-Vehhab ismi onu var etmiştir, başka bir isim değil! Misal olarak Hz. İsa’nın Hz. Meryem’e verilişi hakkında ‘Sana temiz bir çocuk vermek üzere438 denilir. el-Vehhab’ın meydana getirdiği suretler, son derece azdır. İlahi isimlerin sayısı kaça çıkarsa çıksın, mertebelerini bildiğinde bunu da anlarsın. Bu kadar işaret bu mertebenin bilgisi hakkında yeterlidir.

‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’ O en doğru yola ulaştı­randır.

RIZIKLAR MERTEBESİ

er-Rezzak İlahi İsmi

Rızıklar iki kısım; maddi ve aklî rızık Akılla da nakil de bunu söyler

Bir kısmı verilen iyiliği kabul eder O rızık gerçekte makbul

Allah Teâlâ münezzeh, O’nun bilgileri sınırsız O bilgilerde hidayet ve dalalet var

Şaşılacak bir işi içeren cinsel ilişki gibi Diller birleşir, öpüşme olur

Allah Teâlâ Meryem kıssasında şöyle der: ‘Zekeriya mihraba her girdiğin­de, orada rızık buldu, ‘Meryem bu sana nereden geldi?’ Meryem, ‘o Allah Teâlâ kamdandır, Allah Teâlâ dilediğini hesapsız olarak mıhlandırır’ demiştir.’439 Başka bir ayette ‘Kim Allah Teâlâ’dan sakınırsa, Allah Teâlâ onun adına çıkış yaratır ve onu bilmediği yönden rızıklandırır.’440 Bu mertebenin sahibi, Abdurrezzak diye isimlendirilir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Cinleri ve insanları bana ibadet etsinler diye yarattım. Onlardan rızık istemiyorum. Beni do­yurmalarını istemiyorum.’441 Bu durum yedirilenin hakkıyla ilgilidir. Sahih bir kutsi hadiste Allah Teâlâ şöyle der: ‘Acıktım beni yedirmedin, susadım bana su vermedin. Kul şöyle der: Sen âlemlerin Rabbiyken nasıl olur da yer ve içersin? Allah Teâlâ şöyle der: Falan kulum acıkmıştı, falan kulum susamıştı; onu doyursaydın veya senden su istediğinde onu içirseydin!’ Bu ifade ‘acıktım beni yedirmedin, susadım bana su vermedin’ hadisinin anlamıdır. Allah Teâlâ kendisini susayan ve acıkan kulla­rının mertebesine yerleştirmiştir. Amel sahibi kutsi hadise göre aç olanı doyurmak amacıyla çalışır ve Allah Teâlâ’yı doyuranlardan olmak isteye­bilir diye Allah Teâlâ insana şöyle der: ‘İnsanlardan beni doyurmalarını iste­miyorum.’ Burada Allah Teâlâ bir makamdan öteki makama intikal etmiştir. Allah Teâlâ kullarına yükümlülük yurdunda makamları, halleri ve menzilleri öğretir ki, onlarda intikal edebilsinler. Sonra şöyle der: ‘Allah Teâlâ rızık verendir; metanet ve kuvvet sahibidir.’442 Manalarda metanet, cisimlerde­ki kesiflik gibidir ve burada rızka uygun kelime kullanılmıştır. Maddi rızık cisimlerin kendisiyle beslendiği gıdadır. Cisim onunla beslendi­ğinde, parçaları çoğalır, artar ve kalınlaşır. Besili olmak nerede, zayıf olmak nerede! Allah Teâlâ’nın gerçeği kendinden anlayanlara talimi, edep öğretmesi ve açıklaması ne güzeldir!

Bilmelisin ki, rızık manevi ve maddi rızık olmak üzere ikiye ayrılır. Başka bir ifadeyle rızık mahsus ve makul diye taksim edilebilir. Rızık rızıklananın varlığının kendisiyle ayakta kaldığı her şeydir. Bu yönüyle rızık varlığın besini ve gıdasıdır. Allah Teâlâ cRızkınız göktedir443 buyururken yeryüzü hakkında ‘Orada besinleri takdir etmiştir444 der. Onlar rızıklardır. Onların takdiri, iki açıdan olabilir. Birincisi nicelikleri, İkincisi vakitleridir. Yeryüzündeki rızık cisimlerin kendisiyle var olduğu şeyler iken gökteki rızık, ruhların kendisiyle var olduğu besinlerdir. Bunların hepsi rızıktır. Yaratılmış her şey muhtaç olarak kalırken Hakk müstağni­lik özelliğiyle ayrışır.

Rızıklar ve onların müşahedesi hususunda en üstün menzil, Hak­kın varlığının kendisiyle zuhur ettiği mümkünlerin hükümlerinin su­retleri ile tecelli suretleridir. Müşahede sahibi, tecellideki surete veya Hakkın varlığında (zuhur eden) mümkünlerin hükümlerinin suretleri­ne bakar! O suretin Hakk ettiği ve ‘rızık’ denilen şeyi görür. Söz konusu suret rızkı baki kalmak üzere talep etmişti. Bu durumda kulun müşa­hedesi rızıklar mertebesiyse, rızkı ona verir. Bu durum emir ve halk âlemindeki varlıklara ve onların hakikatlerine göre iner. Var olan şey rızkını bu makam sahibinden talep eder. Onların talep ettikleri en kesif şey, rükünler içindeki türeyenlerdir. Onlar madenler, bitkiler ve hay­vandır. ‘Allah Teâlâ her şeyi sudan canlı yapmıştır.’445 Her şey canlıdır, çünkü her şey, Allah Teâlâ’nın hamdini tespih etmektedir; tespih ancak canlıdan meydana gelebilir. Her şey sudan ve havadan meydana gelmiştir ki sudan ayrıldıklarında ölen deniz canlıları da buna dâhildir. Onların canlılığı sudaki havaya bağlıdır, çünkü deniz canlıları bileşiktir ve bu sayede özel bir ilişkiyle havayı kabul edebilirler. O nispet havanın suyla artık hava adını yitirecek şekilde karışmasından ibarettir. Nitekim hava da bileşiktir. Onda da su vardır ve bu sayede bileşik olarak var olur.

Fakat suyun havayla bileşimi, artık su adını yitirecek şekilde özel bir karışımdır. Hayvanın canlılığı suyun havasına bağlı olunca, bu özel hava kaybolduğunda su canlısı ölürken aynı şekilde kara canlısı da suda boğulduğunda ölür. Çünkü onun hayatı da suyun katıştığı havaya bağlıdır; yoksa havanın katışmış olduğu suya bağlı değildir! Bu itibarla kara ve deniz canlısı olan bir canlı daha vardır ki o da ara bir varlıktır. Bu hayvan her iki havayı kabul edebilir bir özelliktedir. Böylece havay­la hayatiyetini sürdürdüğü gibi karada da hayat bulur. Bu hayvan suda yaşayabildiği gibi denizde de yaşayabilir ve hava sayesinde her iki yer­de yaşaması mümkündür. Su onun canlı olmasının ilkesidir. Rükünler âlemindeki rızık, yenilen ve içilen her şeyde havadır. Hava sayesinde bitki, maden, hayvan, insan ve cin gibi beslenen her şey canlılığını sürdürür.

Nefes alıp verirken âlemdeki nefeslerden yaratılan meleklere gelir­sek, onların rükünlerden bir gıdası vardır; böyle olması da kaçınılmaz­dır. Melek nefes alıp veren kişiden onun kalbindeki düşüncelere göre ortaya çıkar. Nefes alan kişi bir lafız söylerse, nefes telaffuz ettiği lafza göre ortaya çıkar. Başka bir ifadeyle sureti kelimedeki harflerin tafsiliy­le birlikte ortaya çıkar. Bu ölçüyle harflerin özelliklerinden ortaya çıkan edilgenlik ve infialin niteliği gerçekleşir. Telaffuz etmeksizin nefes -bir lafız olmaksızınçıkarsa, suretsiz bir mana olarak heyulanı (niteliksiz, belirsiz) bir şekilde ortaya çıkar. Öna suret verme işini ise teneffüs esnasında kulun içindeki haline göre Allah Teâlâ üstlenir ve o surette kendi­sini terkip eder. Nefes alıp veren mahal her şeyden soyutlanmışsa, Allah Teâlâ nefesi duyuyu terk ettiği ve uykuya geçtiği anki halinin suretinde terkip eder. Misal olarak uykusunda rüya görmeyen ve duyulan açık olmayan uyuyanın nefes alıp vermesini verebiliriz.

Kul, sözünü ettiğimiz mertebeye yerleştirilip yanında bulunana baktığında, bekasının sayesinde gerçekleştiği rızkı o şeye ulaştırır. Çünkü onun yaratıcısıdır ve rızık ise tabidir. Bir şeyin yaratıcısı, ger­çekte onun rızık verenidir. Eşyanın yaratılışı makamında bulunman ise Hakkın sana senden meydana gelenleri göstermesiyle mümkündür. Bu esnada sahip olduğun rızka göre senden meydana gelenleri talep eden­leri görür, onlara rızık verirsin. Benzer şekilde, ailenin senden talep ettiği rızkı elde etmek üzere de çalışırsın ve bu durum rızık verenin Allah Teâlâ olmasına zarar vermez. Burada sebepleri ortaya koymaktan ve onları ispattan söz ediyoruz. Nitekim Allah Teâlâ onları onaylamış, ortaya koymuştur. Birçok yerde Hakk insana uykusunda veya uyku dışında olmak üzere herhangi bir surette tecelli ettiğinde, tecelli edilen suretin ayrılmaz özelliklerine bakmak gerektiğini söyledik. O özelliklere göre ve o yerde Hakka dair hüküm verilir. Çünkü Allah Teâlâ’nın o surette tecelli etmesindeki hüküm, o hükümden başka bir şey değildir. Bu nedenle bilhassa o surette tecelli etmiştir. Bu itibarla hüküm, suretlerin başka­laşması nedeniyle başkalaşır, bunu bilmelisin!

Suretlerin rızkı da suretlerin değişmesi nedeniyle değişir. Bir sure­tin gıdasının bağlı olduğu rızık başka bir suretin gıdası olmayabilir. Suretlerin gıdası, onların azıklarıdır. Bu bağlamda bazen manalar suret kazanabilir. Mesela bilgi; süt, dinde sebatkâr olmak ve kayıt şek­linde surete girer. Bir suretin rızkı, kendisiyle kastedilen anlamdır. Rüya söz konusu olur ve tabirci surede Allah Teâlâ’nın kastettiği anlamı doğ­ru tabir ederse, bu tabir rüyanın rızkıdır ve bu sayede onun hayatiyeti ve sürekliliği devam eder. Onun sureti görenin ve keşif sahibinin elde ettiğidir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem tırnaklarından taşıncaya kadar süt içtiğini görmüş. ‘Ey Allah Teâlâ’nın Peygamberi! Bu rüyanın tevili nedir?’ denildiğin­de, ‘bilgidir’ diye cevap vermiştir. Bilgi süt şeklinde ortaya çıkmıştır. Bilgi, süt olunca, Hz; Peygamber kendisini ondan içip tırnaklarından taşıncaya kadar dolmakla nitelemiş, böylece öncekilerin ve sonrakilerin bilgisini elde etmiştir. O sütten dışarı çıkanlar, insanlara ulaşacak şekil­de Allah Teâlâ’nın kendisine ihsan ettiği bilgidir. Sonra kapta kalan kısmı Hz. Ömer içmiştir. Kaptaki fazlalık, Hz. Ömer’in verdiği hükümde Hakka uymasının bir karşılığıdır. Hz. Ömer Bedir esirleri, örtünme vb. hu­suslarda hüküm verirken hakikate uymuş, Allah Teâlâ kâtında diğer insanla­rın elde edemediği lutfa mazhar olmuştur. Aynı durum, Allah Teâlâ katında benzer makamın kendisi adına gerçekleştiği kimseler için geçerlidir. Takva sahibi hakkıyla takva sahibi olunca, Allah Teâlâ onun için furkan yara­tır. ‘Furkan’ kapalı ve mühim işlerde hakikat ile bâtılı ayırt etmeyi sağlayan bilgidir. Başka bir ifadeyle genel olan bilgi o bilgiyle ayırt edilir, müteşabih muhkeme katılır. Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerim’i müteşabih ve mücmel olarak indirmiş, sonra dilediği kullarına tafsil bilgisini ver­miştir. Rüyada tafsil, bardakta artan kısım olarak görünmüş ve o kısmı Hz. Ömer içmiş -artan sütü içen oydu-, içme mahalli sütle mamur olmuş, bu nedenle adı -başka bir isim değil(mamur olmak ile aynı kökten) Ömer olmuştu. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin rüyasının tam tabiri buydu. Ömer b. el-Hattab bu konuda özel bir ayrıcalığa sahipti ve bunun nedeni isimdeki ayrıcalığı kadar rüyadaki surede olan ilgisiydi. Bunun yanı sıra sahabe içerisinde Ömer adını taşıyan ve taşımayanlardan da farklıydı.

Binaenaleyh rızık veren herkes, rızkın maddi ve manevi diye tak­simine göre, aynı zamanda rızıklanandır. Bu mertebeden Allah Teâlâ ‘Sizi imtihan edeceğiz ki, öğrenelim446 der. Ta ki öğrenelim’ ifadesi imtihanın rızkıdır. Yani Allah Teâlâ onu ‘imtihan etmek’ ifadesinden var etmiştir. Bu bilgi kesin delil Allah Teâlâ’ya ait olsun diye kesin delil ortaya koyma amacı taşır. Allah Teâlâ kendinden haber verirken ‘Kesin delil Allah Teâlâ’ya aittir447 der. Yani kuşkunun ve tevilin girmeyeceği delil O’na aittir. Allah Teâlâ kendisini ‘ta ki bilelim’ diyerek (bilgi kazanmakla) nitelediğine göre, bu rızkın hükmü tüm suretleri kapsamıştır. Avın hepsi postun içinde!

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

FETİH MERTEBESİ

el-Fettah İlahi İsmi

el-Fettah mertebesi fetih için Hiçbir şahıs neyin açılacağını bilemez

Alemin Rabbi hayırda Ve şerde onu icmal etmiş

Bazen insan onu bilir Onu indiren emri bilmez

Bir şahıs onu öğrenir

Ondan meydana geleni bilemez

Bu mertebenin sahibi Abdulfettah diye isimlendirilir. Mertebenin bir sureti, manası ve berzahı vardır. Onu hakkıyla elde eden kişi, isim­ler hakkındaki bilgisi nedeniyle Hz. Adem ile cevamiü’l-kelîm’in veril­miş olduğu Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’dir. O ikisinin dışındakiler hakkında bize bir şey söylenmemiştir. Bu mertebeden ‘Allah Teâlâ’nın yardımı ve fetih geldi­ğinde5448 ile ‘Sana apaçık bir fetih verdik449 ayederi nazil olmuştur.

591 senesinde Fas’taydım. Muvahhidin orduları düşmanla savaş­mak üzere Endülüs’e geçmişlerdi ve düşman İslam’a galip gelmek üzereydi. Allah Teâlâ adamlarından birisiyle karşılaştım. Söz arasında belir­teyim ki, kimseyi Allah Teâlâ’ya karşı tezkiye etmem. O adam sevdiğim en özel insanlardan birisiydi. Bana ‘Bu ordu savaşı kazanır mı ve bu sene muzaffer olur mu olmaz mı?’ diye sordu. Ben de ona şöyle dedim: ‘Senin bu konuda bir bilgin var mı?’ Adam şöyle dedi: ‘Allah Teâlâ bu sene içinde Peygamberine vaatte bulunmuş, fetih vaat etmiş, kendisine indirmiş olduğu kitabında fetihle müjdelemiştir. Bu müjde ‘Biz sana apaçık bir fetih verdik450 ayetidir. Burada müjde elifin tekrar edilmediği ‘apaçık bir fetih’ kısmıdır. Kelime ayetin tamamında durmayı gerekti­rir. Cemel hesabıyla ayetin harflerinin sayısına bakınız! Baktım ve fethin 591 senesinde gerçekleşeceğini gördüm. Sonra Endülüs’e gittim. Allah Teâlâ Müslümanların ordularına yardım etmiş, onlar da Ribah kalesini, Erku, Kerkevi ve o kalelere bağlı şehirleri ele geçirmişlerdi. Bu nitelik­te birisinden gördüğüm fetih buydu. Biz de fe harfini seksen, te’yi dört yüz, ha harfini seksen, elifi bir, mim’i kırk, be harfini on iki, nun harfini elli kabul ettik. Elifin de sayısını aldık ve toplam 591 olarak ortaya çıktı. Bu zaman, hicretten o vakte kadarki süredir. Bu bilgi, o şahsa dönük ilahi bir fetihti.

Aynı şey Beyt-i makdis’in fethi hakkında söylediğimiz tarih için geçerlidir. Orada ‘Elif, lam, mim, Rumlar yenildi451 ayetini ve ayette zikredilen ‘birkaç sene’ ile birlikte küçük ve büyük hesaba göre hesap­ladık. Bundan Beyt-i makdis’in fetih tarihi çıktı. Biz de onu kitabın harfler bölümünde daha önce zikretmiştik. Biz küsuratı seksen kabul ettik. Mekke’nin fethi hicretin sekizinci yılında gerçekleşmişti. Sonra küçük cemel hesabıyla elif, lam, mim’i seksen olarak hesapladık. Bu sayıdan biri düştük, çünkü esas sayının Roma hesabındaki çarpımında doğru olabilmesi için fazlanın atılması gerekir. Fetih ise Beyt-i makdis’te bulunan Romalılara karşı olacaktı. Bu kez küsuratın sekizini elif, lam, mim’in harflerinin toplamına ekledik. Öncesinde de biri dü­şürmüştük. Böylece on beş meydana geldi. Sonra büyük cemele dön­dük ve yetmiş biri sekizle çarptık. Bunların hepsi seneler idi, çünkü Allah Teâlâ ayette ‘birkaç sene*452 demiştir. Böylece toplam 568 oldu. O sayıyı küçük cemeldeki on beş ile topladık, bu kez 583 oldu. Bu tarihte Beyt-i makdis’in fethi gerçekleşmiştir.

Bu bilgi bu mertebenin bilgisidir. Fakat Abdusselam, Ebu’lHakem b. Berrecan bu bilgiyi buradan almamış, bu nedenle hataları olmuş, insanlar onu fark edememiştir. Onun kitabı bize getirildiğinde, arkadaşlarımdan birisine bunu açıkladım, o da İbn Berrecan’ın bu hesaplamada yanıldığını fakat yine de gerçeğe yaklaştığını görmüş oldu. Bunun sebebi, başka bir bilgi kendisine geldiğinde önceki bilgi­sini bozmasıdır. Bütün bunlar, fethin suretinden ortaya çıkar, mana­sından veya iki ucu birleştiren ortasından değil! Hz. Âdem’de kıyamete kadar kendisiyle konuşulacak bütün diller toplanmışken Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem ise Arapçayla bütün insanlara peygamber olarak gönderilmiş, bütün dilleri ihata etmiş, onun şeriatı da tercüme edilerek aktarılmış, bütün dilleri kuşatmıştır.

Orta fethe gelirsek, bu fetih, zevklerin fethidir. Başka bir ifadeyle o fetih, kendisini bilen için bilgiyi elde etmek üzere çalışmakla gerçek­leşen bilgilerdir. Misal olarak takva sahibi adına meydana gelen furkan bilgisini verebiliriz. İnsan bu bilgiyi Allah Teâlâ’dan takva sahibi olmakla elde etmiş, bununla birlikte Allah Teâlâ günahlarını örtmek, suçlarını bağışlamak şeklinde kula ihsanda bulunmuştur. Bu bilgi tasavvuf yolundan giden Allah Teâlâ’nın ehli ve seçkinlerine mahsus bir bilgidir. Bu bilgi hallerin bilgi­sidir. Onlar vehbi olsa bile ancak özel bir niteliğe sahip kimseye ihsan edilirler. Bununla birlikte söz konusu nitelik dünyada her bir insan için o neticeyi meydana getirmezken ahirette netice meydana getirmesi kaçınılmazdır. Bu niteliğin şartı dünyada bir sonuç meydana getirmek olmadığı için haller ilminin vehbî olduğu söylenmiştir. Başka bir ifa­deyle haller, zevkten ortaya çıkar. ‘Zevkten’ demek, ilk tecelli demektir. Mesela tevekkül -ki takdir ettiği veya vaat ettiği işte Allah Teâlâ’ya dayanmak demektirhususundaki zevk, bu bilgiye ilave olarak, nefsin yöneldiği bir şeyin yokluğunda sıkına çekmemektir. Böylece nefs belirli bir se­bebe değil, Allah Teâlâ’ya yönelir. O esnada Allah Teâlâ’ya güvenmekten dolayı meydana gelen haz ve zevk, gayesine ulaştıracak sebep vesilesiyle bul­duğu hazdan daha fazladır. Misal olarak kendisini doyuracak besin bulamayan acıkan birini verebiliriz. Başka biri ise onu doyuracak gıda­ya sahiptir. Kendini doyuracak sebebe sahip kişi, açlığını giderecek sebep var olduğu için, daha güçlüdür. Allah Teâlâ’dan başka hiçbir şeyi ol­mayan öteki insan ise sükûn ve sıkıntı çekmeme hususunda ötekine denktir, çünkü o rızkının kendisi için ‘rızık’ olarak kalacağından ve mutlaka ona ulaşacağından emindir. Sebeplerden yoksun olan bir kişi­den ortaya çıkan bu dinginlik ve rahadık, ‘zevk’ diye isimlendirilmiştir. Her inanç sahibi ik'i şahıs arasındaki farkı bilir. Çünkü bu zevkten mahrum bilgili bir insan sebebi bulamadığında sıkıntıya düşerken kendisi için bir rızık kalmışsa onun mudaka ulaşacağını da bilir. Bu bilgiye sahip olsa bile, Allah Teâlâ karşısında iç huzuru ve dinginlik bulamaz. Zevk sahibi ise açlığını giderecek sebebe sahip insanın bulduğu gibi bir sükûnet ve dinginlik bulan kişidir. Her ikisinin arasında bu hususta fark yoktur, hatta zevkin sahibi daha güvenlidir. Bu durum âlimlerden birisinin söylemiş olduğu ‘İnsan bu dereceye elindekinden daha çok Rabbine güvenmedikçe ulaşamaz’ sözünün anlamıdır. Çünkü Hakkın vaadi doğrudur, ona afet ulaşamaz. Eldeki sebeplerin ise afete uğrayıp kaybolması mümkündür. Böylece insanın sahip olduğuyla arasına engel girebilir. Bu nedenle şunu dedik: Zevk sahibi olarak tevekkül eden, sıkıntısını ortadan kaldıracak sebebe sahip olandan daha yetkin­dir. Bunu bilmelisin! Fetih ilminin ortası budur. Sahibi ise içinden son derece haz alır.

Bu mertebede olan manaya gelirsek, o mana kulun Allah Teâlâ hakkında elde ettiği bilgidir. Hakk, daha doğrusu Hakkın hüviyeti kulun özellik­leri haline geldiğinde, bu nitelikteki birinin elde etmiş olduğu bilgi bu mertebeden meydana gelen manadır. Herkes bu makama bu merte­beden ulaşamaz. Bununla birlikte bu mertebede bulunsa bile insanlar, bu hususta derece derecedir. Bu mertebeden dolayı Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem iki omuzu arasına vurulduğunda ‘Öncekilerin ve sonrakilerin bilgisini öğrendim’ demiştir. Yani bu vurmayla o bilgileri öğrendim. Bu vurma ile Allah Teâlâ ona zikretmiş olduğu bilgiyi verdi. ‘Bilgi’ derken kastedilen Allah Teâlâ hakkındaki bilgidir, yoksa O’nun dışındakiler hakkındaki bilgi vakitin zayi edilmesi demektir. Allah Teâlâ âlemi kendisi için yarattığı gibi bilhassa da insan ve cinleri kendisine ibadet etsinler diye yarattı. Onları kendine ibadet etmek üzere yarattığını ayette belirtmiş, her şeyin de O’nun hamdini tespih ettiğini söylemiştir. Böyle bir bilgiyle Allah Teâlâ’yı bilen, âlemdeki her sözü bilir. Övülen veya kınanan bir söz olsa bile her söz, belirli bir şekilde Allah Teâlâ’nın hamdini tespih etmek demektir. Yani her sözde Allah Teâlâ’ya dönük bir övgü bulunur.

Allah Teâlâ’nın hamdi hakkında böyle bir bilgi bu mertebeden bizim adımıza da gerçekleşti. Fakat onun nasıl indirildiği bilinemez ve anlaşı­lamaz. Onu ancak Allah Teâlâ’nın bu mertebeden kemaliyle bilgi nasip ettiği kimseler bilebilir. Mesela bir insan ötekine söverken sövgü bu maka­mın sahibi olan dinleyicide Allah Teâlâ’nın hamdinin tespihtir. Dinleyen ecir alırken söven günahkâr olur; söz ise aynı sözdür. Bu bilgi insanların çoğundan gizli kalan latif bilginin parçasıdır. Söz konusu bilgi ilimler arasında bütün eşyanın isimlerinin gerçekte Allah Teâlâ’nın isimleri olması mesabesindedir. Bu durum ‘Ey insanlar! Siz Allah Teâlâ’ya muhtaçsınız5453 aye­tinde doğru ve sadık bir hüküm olarak bildirilmiştir. Bununla birlikte eşyaya muhtaç olduğumuzu biliriz. O ve bu birdir. ‘Kalbi olan ya da kulak veren kimse için.’454 Böyle biri Allah Teâlâ vasıtasıyla duyar. ‘O şahit­tir’**5 Allah Teâlâ ona kendini gösterir.

Bu mertebe hakkında bu kadar açıklama yeterlidir. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

BİLGİ MERTEBESİ

el-Alîm, el-Alim ve el-Allâm

Bilgiler akılla araştırılır Bak ve düşün! Fikir muteber

Alemdeki ilimler olmasaydı ortaya çıkmazdı Eşyada muteber fikirler

O yaratanın bildiği imam Yıldız onu bilir, Güneş ve Ay bilir

Yusuf secdeye kapandığında Hükümleri onlara işlediğinde ibret alınız

Güneş ve felekleri dönerken görürsen Gecenin yıldızlarını saçılmış bir halde görürsen

Sonra ışıkları sönmüş ve hükümlerini yitirirlerse Gözde silinmeye başladıklarında

ölürler ve onları bir araya getiren ruh gider Hükümleri biter, hepsi kabirlere toplanır

Bu mertebenin sahibi Abdulalîm diye isimlendirilir ve bu merte­bede alimler üç kısma ayrılır: Bir kısmının bilgisi onun zatıyken İkinci­si ise bilgisi verilmiş olan (mevhûb), üçüncüsü ise bilgisini kendisi tarafından kazanandır. Bu bilgi türlerinin ilahi mertebede olduğu gibi âlemde de hükmü vardır. Bilginin ilahi mertebedeki hükmü, O’nun her şeyi zatı gereği bilmesidir. Bu bilgi bütün bilinenlere ulaşır. Allah Teâlâ’nın bilgisinin âleme nasıl iliştiğini daha önce açıklamıştık. Kazanıl­mış bilgi Allah Teâlâ hakkında ‘ta ki bilelim456 ayetinde ifade edilir. Allah Teâlâ hakkında verili bilgi, kulun mubahtaki tasarrufundan Hakka verdiği­dir. O daha önce vacip, haram, mendub, mekruh diye ortaya çıkma­mıştı. Mubahta tasarruf bilgisinin meydana gelişi Hakkın ilahi bir yolla (ve şanına layık tarzda) kuldan öğrenmiş olduğu verili bilgidir. Onu meydana getirmek, kişi için zorunlu değildir. Buna mukabil mubah olduğuna inanması üzerine farzdır.

İlimlerin âlemdeki mertebeleri daha basitçe açıklanabilir: Yaratıl­mış varlık, bilgiyi zatı gereği kabul edicidir. Zatî bilgi onun varlığıyla elde ettiği bilgidir ve onu elde ederken varlığının dışında başka bir şeye muhtaç değildir. Bu itibarla sadece mevcut olmakla kabul edilen bilgi, kişi için zatî bilgidir. Kazanılmış bilgi, elde ederken gayret sarf edilen bilgilerdir; hangi bilgi olursa olsun durum böyledir. Vehbî/verili bilgi ise akla gelmeyen veya kazanmayla elde edilmeyen bilgilerdir. Misal olarak Efrad’ın (tekler) bilgisini verebiliriz. Hızır’ın bilgisi bu kısma girer. Onun bilgisi kendisine dönük bir rahmet ve bilgi olmak üzere Allah Teâlâ’nın katmdandı ve böylece Hızır Rabbinin kendisiyle konuştuğu Hz. Musa’nın benzeriydi. Hz. Musa sahip olmadığı ve tecrübe yoluyla ihata etmediği bilgileri ondan öğrenmişti. Şöyle der: ‘Allah Teâlâ’nın ona öğrettiği bilgide tadını bilmediğimiz bilgileri vardır.’

Bilmelisin ki, âlemdeki her varlığın kendini yaratana dönük yönü vardır. Bu durum o varlık halk âleminden ise böyledir. Emir âlemin­den ise özel yönden başka herhangi bir şeye sahip değildir. Allah Teâlâ her varlığa özel yönden tecelli eder ve ona kendisi hakkında sadece kendi­sinin bileceği bilgiler ihsan eder. O varlığın bu durumu bilip bilmeme­si durumu değiştirmez. Kastettiğim, özel yönü olup olmadığını ve özel yönden Allah Teâlâ’dan ona gelen bilgiyi bilip bilmemektir. Allah Teâlâ ehli özel yönü bilmekle üstün olmuş, bu konudaki bilgilerine göre de derecelenmişlerdir: Bir kısmı Allah Teâlâ’nın varlığa özel yönden tecellisi olduğunu bilirken, bir kısmı bunu bilmez. Bunu bilenler o tecelliden kimin adına bilginin gerçekleşeceğini bilir. Bir kısmı ise bunu tam olarak bilmez; ‘bilgi’ derken bilginin varlığa mı yoksa Allah Teâlâ’ya mı iliştiğini bilmeyi kastediyorum. Bu itibarla Allah Teâlâ hakkındaki bilgi ya zat ile ilgilidir, böyle bir bilgi selb (olumsuzlama) ve tenzil veya ispat ve teşbih bilgi­sidir. Bazen Allah Teâlâ hakkındaki bilgi ilahi isimlerden herhangi birisini bilmek demektir. Bunlar, konuşan ve kelam sahibi olmakla nitelenmesi itibarıyla Hakkın kendini isimlendirdiği isimlerdir. Bazen bilgi yara­tılmışların ifadelerinin gerektirdiği üzere ‘isimlerin isimlerini’ bilmek; ilahi nispederi bilmek, manevi nitelikleri veya sübuti-izafı nitelikleri bilmekle ilgili olabilir. Bunlar, birbirine zıt hükümleri talep eder. Ba­zen bilgi Allah Teâlâ’nın kendisine vereceği şeyleri bilmek veya kendisine verilemeyecek hükümleri bilmekle ilgilidir. Her bilginin ehli vardır. Âlemle ilgili ve Allah Teâlâ’nın dilediği kullarına bu mertebeden verdiği ilahi bilgi, ya âlemin Allah Teâlâ’la ilişkisini bilmek veya Allah Teâlâ’nın âlemle ilişkisini bilmekle ilgilidir. Bazen o bilgi, âlemle zat arasında nispetin ortadan kalkmasını, âlem ve isimler arasında nispetin ispatını, âlem ile zat ara­sında bağı ve nesebi bilmekle ilgilidir. Bu son bilgi, illet ve malulü (neden ve nedenli) kabul edenlerin bilgisidir. Nispeti ispat bilgisi, bir illet olarak değil, şart şeklinde geçerli olabilir. Bazen bu bilgi Allah Teâlâ’nın bütün âlemi kendisinde yaratmış olduğu sureti bilmek, insanın üzerin­de yaratıldığı sureti bilmek, basideri bilmek, bileşikleri bilmek, terkibi bilmek, tahlili bilmek, taşıyıcı cevherleri bileşik veya basit olmak üzere bilmek, arazları bilmek, heyederi bilmek, konumları bilmek, miktarları bilmek, vakideri bilmek, yerleşmeleri bilmek, edilgenlikleri bilmek, tesir eden cevheri bilmek, edilgen cevheri bilmek; yönelme, kasıt veya doğrudan gerçekleşen tesir türlerini bilmekle ilgili olabilir. Bütün bun­lar, kendisini veya bir kısmını bu bilgi mertebesinden öğrenmenin mümkün olduğu hususlardır. Her kim zevk olarak bu mertebeye girer­se, bütün bilgileri elde etmişken fikir gücüyle bu mertebeye giren bu mertebeden ancak üzerinde bulunduğu hali elde etmiştir.

Bu mertebeden bazı kimseler, mümkünlerin genel için sonsuz sa­yıdaki bireylerini tür olarak ihata eder ki sayıları sonsuza varır. Kimse kendi nefsinden bunu bildiğini inkâr edemez, bu hususta suçlanamaz.

Sonra bilmelisin ki; bilgi denilen şey, bu bilgi nedeniyle alim diye isimlendirilenin özel bir yöneliminden ve ilgiden ibarettir. Bu ilgi bili­nenden zata dönük olarak meydana gelmiş bir nispettir. O halde bilgi malumdan sonra gelir, çünkü bilgi ona tâbidir ve İşin gerçeği budur. Gerçekte bilgi mertebesi bilinenler iken bilgi de bilen ile bilinen ara­sındadır. Muhakkike göre, bilginin bilinende bir tesiri yoktur, çünkü bilgi ondan sonra gelir. İnsan imkânsızı imkânsız olarak bilir. Fakat onu bilmen itibarıyla imkânsızda tesirin olmadığı gibi bilginin de onda etkisi yoktur: İmkânsız zatı gereği sana imkânsız olduğu hakkındaki bilgiyi vermiştir. Buradan bilginin bilinende tesirinin olmadığı öğreni­lir. Hâlbuki akılcı alimler, aksini zanneder. O halde mümkün hakikat­lerin şeriata ve keşfe göre ilahi sözden, akla ve şeriata göre ise ilahi kudretten yaratılması sabit ve kesindir, onlar bilgiden yaratılmış değil­lerdir! Bu durumda mümkün dışta ortaya çıkar. Mümkünün zuhur ettiğini bilenin bilgisi ona ilişirken aynı bilgiyle zuhur etmediğine de ilişir. Başka bir ifadeyle bilinenin (malum) zuhuru veya zuhur etmeyişi yani varlığı, bilene bilgiyi verendir. O halde bilenin bilgisini değiştiren ve farklılaştıran şey, bilinenin mertebesinden ibarettir. Bütün bunlar, bilgiyle nitelenen herkes için geçerlidir. Bütün manevi sıfadar ise ger­çekte nispetlerdir. Bununla birlikte bazı nispeder önce gelir, bazı nispeder sonra gelir. Birinci kısma misal olarak mevcudun varlığını önceleyen yaratma sözünü, ikinci duruma misal olarak bilgi ve malum iliş­kisini verebiliriz.          _

Söylediğimi anladığında, bu mertebede bilginin durumunun ma­hiyetini öğrenmiş olursun. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır

KABZ MERTEBESİ

el-Kâbız İlahi İsmi

Kabz malum, durumu anlaşılır Onun sırrı ise malum değil

Fakat Allah Teâlâ’ya malum Korkusundan çekinen kişi bilir om

Bu nedenle üzüntülü olarak akşamlar Bahçesindeki kuşlar ağlar kendisine

Yabancılık ve üzüntü Doldurur kalbini

Kendinden ve benzerlerinden ‘çekilmiştir’

Onun varlıktaki sırrı gizli

Bu mertebenin tesiri, yaratılmış ve kadimde ortaya çıkarken sahibi Abdulkâbız diye isimlendirir. Bu durum mümkünün fiillerinden kendişine verdiği şeye göre gerçekleşir. Hakk ondan bu fiilleri çeker alır (kabz eder). Allah Teâlâ’nın kullarından sadakaları aldığı, onları kendileri adına berekedendirdiği zikredilmiştir. ‘Bütün iş O’na döner.5457 Allah Teâlâ’dan başkasına ait olmak üzere, malda hiçbir etki kalmayacak şekilde malı çekip alır. Bununla birlikte Allah Teâlâ kişiye verir ve kul malı Rabbinden alır. Mümkünün Rabbinden aldığı ilk şey, varlığıdır. Hakk mümkünden kendisi hakkmdaki bilgiyi alırken mümkün Haktan varlığını aldığı gibi tasarrufta bulunup ona izafe edilen fiilleri alır. Fiiller ortaya çıktığında ise Hakk amel sahibinden onları çekip alır. Kabz mertebesi el-Kâbız olan Hakk ile çekip alınan ve kendisinden alınan arasında bulunur. Bu mertebeden kabza maruz kalanda bilinmeyen bir kabz ortaya çıkabilir ki son derece önemlidir. Bunun yanı sıra bilinen bir kabz daha vardır. Kul bu mertebeden kabz haline maruz kaldığını görür; bilinmeyen bir nedenle kabza maruz kaldığını bilmenin dışmda başka bir şey bilmezse farkına varmadığı bir nedenle bâtını Hakk tarafından kabz edilmiş de­mektir. Böyle bir kabz bu mertebeden onun adına ortaya çıktığında, bulunduğu hal üzere sükûnede kalmalı ve meşru ve aklî ölçüye göre harekete geçmeli, sarsıntıya uğramamalıdır. Böyle bir kabzm sebebi bir şekilde ortaya çıkacaktır. Ya onu üzen bir şekilde veya onu Mutlu eden bir şekilde kendisine tesir eder. Allah Teâlâ’nın öyle kulları vardır ki, sebebi/ bilinen veya bilinmeyen bast veya kabz gibi bir Hakk mazhar oldukla­rında her şey onları sevindirir.                                               .

Bilmelisin ki, edep kabz ve bast mertebesine eşlik eder. Kul, Hak­tan Allah Teâlâ’nın verdiğini alır. Bu itibarla belirli işlerde Allah Teâlâ’dan doğrudan alırken bazı işlerde ise başkasının aracılığıyla alır. Bu durumu hayır veya şer denilen işler belirler. Bütün hayır Allah Teâlâ’nın elindedir ve kul onu Allah Teâlâ’dan alır; Fakat hayra yakışan edebe göre onu alır. Binaenaleyh genel olarak kötülüğü almamak üzere, gayretini harcamalısın! Hakk seni kör, sağır yapar ve kötülüğü almada kullanırsa, edebin gereği Allah Teâlâ’nın elinden onu almamandır, onu ‘şeytan’ denilenin elinden alır­sın. Çünkü kötülük sana şeytanın eliyle ve aracılığıyla gelmiştir. Bu elçi varlıktan kalkmış olsaydı, varlıkta kötülüğün hükmü bulunmayacaktı.

Kötülüğü şeytandan ortaya çıkartan ise teklifin kendisidir. Teklif orta­dan kalktığında, hüküm de ortadan kalkar; geride sadece gaye ve miza­ca yatkınlık kalır. Gayeye yatkınlık ve uygunluk hayır iken buna muka­bil gayeye aykırı olan ve yatkın olmayan her iş kötüdür. ,

Bütün hayrı almaya bak sen Hakkın elinden al onu, mutlu olasın

Bütün şerri bir kenara bırak Başkasının elinden olsun, doğruya ulaşırsın

Hayır ve şer, yani iyilik ve kötülüğün şeriata veya gayeye ve miza­ca yatkınlığa nispet edilip edilmemesi birdir. Kabzın bir türü ilahi vergiden (vehbî olarak) meydana gelirken bir kısmı cömertlikten, bir kısmı keremden, bir kısmı sehâdan, bir kısmı başkasını kendine tercih demek anlamındaki işardan meydana gelir. Son kabz türü kötülüğün alınmasıdır. Burada tercih kötülüğü kendine izafe ederken Hakkın mertebesini tercih demektir. Allah Teâlâ kendisine kötülüğü nispet etmediği için O’nun karşısındaki edebin gereğiyle sen de kötülüğü O’na izafe etmezsin. Allah Teâlâ’dan aktaran Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Kötülük sana ulaşmaz.’ Ayette ise ‘Sana ulaşan kötülük kendilidendir5458 denilir. Seni üzen her iş senin için bir kötülüktür. Ona kötülük adı verilmemiş olsa bile, onu kendine izafe etmediğin gibi Hakk da fiili sana izafe etmez. Bakınız! Sen kötülüğü herhangi bir hüküm olmaksızın bir fiil olarak gördüğünde şöyle der: ‘Her şey Allah Teâlâ katından zuhur etmiştir.’ Bu yönüyle eşya hakkında ilahi hükme riayet eder, eşya hakkında edepli ve yanlış hüküm vermekten korunmuş olursun. Allah Teâlâ bu makamı ancak masum kıldığı ve inayet ettiği kimseler için muhafaza eder. Bu merte­beden Allah Teâlâ talep ettiği malı borç olarak senden alır. Bilirsin ki, Allah Teâlâ senden o malı malın kendisi katlanarak sana dönsün diye almıştır. Allah Teâlâ’nın yaratıklarından herhangi birisine borç veren, O’na borç ver­miştir. Borcun güzel olması, borcu alan olarak Allah Teâlâ’nın elini görmektir, başka bir el yoktur. Borcu verdiğin elde Hakkın elini bulursun. Koru­yan ve kerem sahibi olan Allah Teâlâ’dır.

Allah Teâlâ kendine delil olmak üzere bazı işleri kabz eder. Allah Teâlâ sana kendini ve nefsini tanıtmak üzere gölgeyi çekip alır. Gölge senden ortaya çıkmıştır; sen olmasaydın gölge olmayacaktı. Güneş olmasaydı veya ışık olmasaydı yine gölge olmayacaktı. Şahıs ortaya çıktığında gölgelerin varlığını anlamış olursun. Öyleyse iş seninle onun arasında­dır. Nitekim varlığın ilahi iktidar ile mümkünün kabul etmesi arasında olduğunu daha önce ifade etmiştik. Birisi ortadan kalksa ‘hâdis varlık’ ortadan kalkardı. Aydınlatıcı cisim ile ışığın geçmesini engelleyen kesif cisim bir perde olarak bulunmasaydı, gölge ortaya çıkmazdı. Gölge ışık ve karanlığın neticesidir. Bu nedenle ışık görülürken gölge çıkma­yacağı gibi karanlık da ortaya çıkmaz, çünkü ışık karanlığın oğludur. Karanlık ışıkla evlenerek gölgeyi meydana getirir. Kesif cisimden ışığın karşısında bulunan kısım ışık saçar ve bu aydınlatma ışığın onunla birleşmesi demektir. Birleşme gerçekleştiğinde, gölge doğmuş olur. Birleşmenin kendisi, hamile kalmanın ve aynı anda doğumun kendisi­dir. Benzer şekilde, şimşeğin varlığı esnasında havanın açıldığını ve his ile algılanan şeylerin ortaya çıktığını, gözün onları algıladığını söyle­miştik. Bütün bunlar bir zamanda gerçekleşirken öncelik ve sonralık akıldadır. Gölge de öyledir.

Bu mertebeden seni kabz haline düşüreni duyar ve görürsün. Bu itibarla seni kabzeden duyulan şey kabz edilmezse, kabz halinde değil­sin. Aynı şey görme için geçerlidir. Hâlbuki kabz eden ve edilensin. Binaenaleyh sana gelen senden gelmiştir. Duyma veya görme esnasın­da maksat ortadan kalksaydı, hiç kuşkusuz, kabz eden olur, kabz edilen olmazdın. Bununla birlikte bu hakikat âlemden kalkmaz, çünkü daya­nağı güçlüdür. Ayette ‘Allah Teâlâ’nın öfkelendiğinin peşinden mi gider?'459 deni­lir. Kastedilen kabzdır. Allah Teâlâ ilahi mertebede tesir bulunduğunu haber verirken, kul onun hükmünün dışına nasıl çıkabilir Ki? Allah Teâlâ cennet nimederi hakkında şöyle der: ‘Orada nefislerinizin arzu ettiği şeyler vardır.’460 Kastedilen gayelere ulaşmadır. Bu mertebenin hükmünü ve insana verdiklerini hakka’l-yakin olarak öğrenmelisin.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.''

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar