YENİ TANIMLARIN EŞLİĞİNDE YENİ BİR ÇAĞA DOĞRU AKIL HASTALIKLARI, MELANKOLİ VE FARKLILIKLARIN KAVRANIŞI
Hazırlayan:
Haydar Akın
11.1. MARJİNAL GRUPLAR, YABANCILAR VE AZINLIKLAR
11.1.1. Kavramlar, Tanımlar ve Soru(n)lar
Bu
bölümde, 16. yüzyılın ikinci yarısından itibaren toplumsal, ekonomik ve sosyal
alanda yaşanan dönüşümlerin sonuçları, çalışmamızı ilgilendiren boyutlarıyla,
irdelenmeye çalışılacaktır. Erken Yeniçağ[10] Avrupası, toplumsal yaşamda
önemli değişimlerin yaşandığı, insanları farklılıkları nedeniyle toplumdan
dışlayan süreçlerin hızlandığı, yaşanan itilafların çeşitlenerek derinleştiği
bir dönem olarak da tanımlanabilir. Alman tarihçi R. van Dülmen’in ifadesiyle
“Daha öncesinde ve sonrasında hiçbir dönem, 1550-1660 yılları arasında olduğu
üzere, sayısız isyan, savaş, ayaklanma ve başkaldırı ile sarsılmamıştır.”[11]
Diğer
yandan ekonomik alanda yaşanan gelişmeler, uzak deniz keşiflerinden elde edilen
kazanımlar, işgücüne katılımın ve kentli nüfusun artması, mezhep savaşları,
Kilise’nin nüfuzunu kaybetmesi, reformasyon, sosyal yaşamda eşitsizliklerin
derinleşmesi ve nihayet yoksulluk[12] gibi
farklılıkları belirginleştiren birçok neden, bazı grupların toplumdan
dışlanarak ötekileştirilmesi sürecini hızlandırmıştır.[13] Artık onurlu-onursuz,
normal-anormal, uyumlu-uyumsuz, akıllı-aptal, temiz-kirli, Hıristiyan-kâfir
ayrımları, daha önce olmadığı kadar belirgin yaşanmakta ve homojen kitle ile
dışlanan kesimler arasındaki ay(kı)rılık derinleşmektedir.[14]
Yahudiler,
Müslümanlar, Çingeneler, Heretikler, kâfirler gibi etnik ve dini azınlıklar,[15] düşkün
yaşlılar, malüller, yatalak hastalar, evsizler, gezginler, serseriler,
dilenciler, melankolikler, hilkat garibeleri, sakatlar, amputeler, cin
çarpmışlar, berber-cerrahlar, gezgin şifacılar,[16] tiryak satıcıları,
cüzzamlılar, üfürükçüler, medyumlar, cadılar, meczuplar yanında; mezar
kazıcılığı, kule ve gece bekçiliği, cellâtlık,[17] lağımcılık, fahişelik,
sepicilik, tuğla dökümü, dokumacılık,[18] çobanlık, çömlekçilik,
değirmencilik, baca temizleyiciliği, çöpçülük, pazar çığırtkanlığı, zindan
bekçiliği, ebelik, hamamcılık, leş toplayıcılığı, oyunculuk[19] gibi onursuz (kirli) sayılan
meslekleri[20] icra etmek
zorunda olanlar ve evlilik dışı ilişkilerden doğanlar, toplumla bütünleş(e)memiş
(uyum gösterememiş) gruplar olarak,[21] bütünü temsil eden homojen
çoğunluk[22] tarafından,
varolan önyargılar ve batıl inançların, giderek ortak toplumsal bir bilince
dönüşmesi sonuncunda, horlanmış ve dışlanmışlardır.[23]
Yukarıda
marjinal kişi, grup ve meslekler başlığı altında sayılanların genel ve bütünü
kapsayan bir tanıma ulaşabilmek üzere bir araya getirildiklerini
söyleyebiliriz. Burada sayılanların tümü marjinal olarak nitelendirilebildiği
gibi, bazı unsurların ‘marjinal’ kavramıyla birebir örtüşmediği de
görülecektir. Bu unsurları kısaca toplumun alt tabakalarını oluşturanlar,
suçlular, azınlıklar ve kısıtlılar olarak gruplandırabiliriz.[24] Toplumun
en alt tabakasında[25] yer alan
yoksullar, statüleri gereği toplumun en kolay dışlanbilecek kesimlerinden
birini oluştursalar da, sorgulanmaksızın, doğrudan doğruya marjinal olarak
tanımlanamazlar. Çünkü yoksulluk marjinal olarak tanımlanmanın önemli, ancak
yegane koşulu değildir. Diğer yandan marjinal olarak tanımlanmakla birlikte
gelir düzeyi olarak toplumun en alt tabakasında yer almayan, ortalama refah
düzeyini tutturacak bir gelire sahip olan Yahudiler, fahişeler, ve cüzzamlılar
gibi istisnaî örnekler de söz konusudur. Yasaları çiğnemekle suçlanan ve
cezalandırılanlar her koşulda marjinal bir grup oluşturmaz. Suçun niteliği, suç
işleyenin amacı ve benzeri birçok neden suçlunun dışlanması sürecinde
belirleyici olacaktır. Doğrudan marjinallikle örtüşmeyen bir başka unsur ise
‘azınlık’ kavramıdır.
Kuşkusuz
tüm marjinaller ‘azınlık’ olmakla birlikte tüm azınlıklar marjinal değildir.
Azınlık, tanımı gereği sorunlu bir kavram olarak karşımıza çıkar. Örneğin
Ortaçağ kentlerinde kadınlar nüfusun çoğunluğunu oluşturmakla birlikte
toplumsal statü olarak ‘azınlık’ konumunda yer alırken, yaşlılar azınlıkta olup
marjinal olarak tanımlanırlar. Yine kısıtlılık hali tanımı gereği marjinal
kavramına çok yakındır. Kısıtlı olma hali, ağır bir bedensel sakatlıktan, akıl
hastalığına, doğuştan veya daha sonra, hukuki yollarla, haklarını kullanma
yeteneği elinden alınmışları kapsar. Kısıtlılık halinin çoğunlukla, kısıtlının
iradesi dışında kazanılmış olması, onun doğrudan marjinal olarak tanımlanması
sonucunu doğursa da, bazen farklılıklar ortaya çıkar. Bir başka farklılık hali
olarak meczup, toplum tarafından uzak durulması gereken bir ‘marjinal’ iken,
yaşlılık (bunama)[26] nedeniyle
doğru karar alabilme yeteneğini yitirmiş bir şahsın miras ve benzeri medenî
haklarını kullanma yeteneğinin yasal yollarla elinden alınması (kısıtlılık) o
şahsın marjinal olarak tanımlanmasına olanak vermez. Sonuç itibariyle, yukarıda
sayılan grupların içine doğdukları veya sonradan düştükleri farklılık yaratan
hallerin, onlara koşulsuz biçimde marjinal gruplara dâhil olma imkânı
vermediğini gördük. Aşağıda ayrıntılı biçimde inceleneceği üzere, toplumsal
bağlamda ‘marjinallik’ farklı unsurların belirli koşullarda bir araya
gelmesiyle ortaya çıkan bir kavram olduğunu göstermektedir.
Marjinalleştirme
olarak genelleştirebileceğimiz damgalama/dışlama sürecinin kurbanları bu
statüyü, genel olarak doğuştan veya sonradan olmak üzere iki yolla kazanırlar.
Doğuştan kazanımda genetik miras, kanbağı (soy) gibi unsurlar etkili olur. Bu
gruba en iyi örnek Yahudiler, Çingeneler ve onursuz sayılan bazı mesleklerin
icra edenlerin aile bireyleridir. Diğer yandan marjinalliğin yaşamın herhangi
bir döneminde, sonradan, kazanılması da söz konusudur. Bu duruma örnek olarak
fahişelik, dilencilik, onursuz meslekler ve benzerleri örnek olarak
verilebilir.
Antikçağ’dan
Yeniçağ’a uzanan dönemde marjinal olarak tanımlanan gruplar içinde çoğunluğu
ikinci gruptakiler oluşturmuştur. Ancak bu ‘genel’ ayrım istisnaî durumları da
beraberinde getirmektedir. Aşağıda ayrıntılı biçimde göreceğimiz gibi, örneğin
onursuz sayılan bazı meslekleri icra edenler hem birinci hem de ikinci grupta
yer alırlar. Ailesinde onursuz meslek üyesi olmayan bir kişi cellâtlık
mesleğini seçerse (ki bu nadir bir durumdur, çünkü genellikle bu mesleğin
seçimi ‘aile mirası’ olarak babadan oğula geçer), sonradan, onursuz meslek
seçimiyle kazanılmış bir dışlanma söz konusdur. Ancak celatlık, leş
toplayıcılığı gibi onursuz meslekleri icra edenlerin aile fertleri de onursuz
olarak tanımlandıkları için doğacak çocuklar, kan bağından dolayı, ‘doğumdan
gelen marjinallikle damgalanırlar.
Gündelik
yaşamın tipik dışlama Erken Yeniçağ arifesindeki Avrupa’da en önemli marijinal
grupları genel olarak dört başlık altında toplayabiliriz.[27] Birinci grupta fahişelerden
ebelere, sokak çalgıcılarından gezgin tiyatroculara, cellâtlardan lağımcılara,
çok sayıda onursuz sayılan meslek grubunun üyesi yer alırken, ikinci grupta
bedensel ve zihinsel özürlüler, üçüncü grupta etnik-dini olarak tanımlanan cemaat
ve grupların mensupları ve son grupta ise 13. yüzyıldan itibaren Engizisyon
Mahkemleri’nce, takip eden yüzyıllarda sivil yargı tarafından takibe alınan
kâfirler, cadılar,[28] eşcinseller-
sodomistler[29] ve Heretik
olarak tanımlananlar yer alır. Kuşkusuz, ‘marjinal’ tanımının nesnellik
içermemesi nedeniyle, bu ve benzeri gruplandırmaların yapılmasındaki zorluklar
malumlarıdır. Çünkü bir kişi veya grubun ‘marjinal’ olarak damgalanması, ne
hukuki ne etik ne de somut bilgi ve bulgularla gerekçelendirilebilir. Son
tahlilde başkasını, marjinal olarak tanımlamak, kendisi ile farklı
olan arasına mesafe koymaktır; burada başkası, en genel anlamıyla,
kendinden olmayan, daha sonra kullanacağımız üzere, homojen bütüne ait
ol(a)mayandır.
Ortaçağ
ve Yeniçağ’da toplumların genelini oluşturan homojen bütün,[30] kendinden olmayanlar ile
arasına her zaman kapanması mümkün olmayan bir mesafe koymuştur. Bu gruplar
günümüz yazınında, incelendiği disiplinin kullandığı araçlara bağlı olmak üzere
faklı terimlerle tanımlanmaktadır. Yaşanılan dönemin özgül koşulları ve belirli
bir coğrafya ile sınırlı kalan daha mikro ölçekli tanımlar yapılmış
olmakla birlikte,[31] kabul gören
genel kavramları şöyle sıralayabiliriz: Azınlıklar, marjinal gruplar,[32] ötekiler,
toplumla bütünleşememiş gruplar, sınırdakiler, sınırın dışında kalanlar,
yabancılar, bizden olmayanlar, onursuz meslekleri icra edenler, sapkınlar,[33]
dışlanmışlar, sıradışılar, eksantrikler,[34] ve benzerleri.[35]
Bu
grupları tanımlamak Çingeneler, Yahudiler,[36] Müslümanlar, Anabaptistler,
Heretikler gibi dinsel-mezhepsel ayrımcılığa uğrayan azınlıklar söz konusu
olduğunda zor değildir. Ancak ‘cadılık tarikatı’ gibi hayal mahsülü kurguların
tanımlanması o denli kolay değildir. Çünkü üyelerinin çoğunluğunu kadınların
oluşturduğu, şeytanla işbirliği içinde kara büyü yapan, aslı olmayan (hayal
mahsülü)[37] bir grup
tanımlanmaya çalışılmakta ve eyleme geçtikleri somut deliller ortaya
konularak ispatlanmaya çalışılmaktadır. (Roeck, 1993, s. 8 vd.)
Erken
Yeniçağ’da büyük ölçüde önyargılardan kaynaklanan asılsız suçlamaların gündelik
yaşamın parçası haline geldiğini görüyoruz. Özellikle cinsiyet ayrımcı
yaklaşımlar sonucunda ortaya çıkan klişeler kadınlar üzerindeki baskıyı
arttırmış ve yaşlı, kimsesiz, yoksul kadınların marjinalleştirilmesi sürecini
hızlandırmıştır. Kadınların akılsız, histerik ve melankolik olduğu, tekinsiz ve
büyülü güçlere sahip olmaları nedeniyle şeytan ve demonlarıyla ortaklık
kurabildikleri gibi asılsız inanışlar cadı avlarının yaşanmasına temel
oluşturmuştur. (Dülmen, 1991, s. 244)[38]
Dışlanma
potansiyeli yüksek olan bir diğer kesim ise hastalardır. Daha önce değinildiği
üzere, 16. yüzyıldan itibaren, Kilise himayesinde hayırseverler tarafından
vakfedilen mallarla kurulmuş sağlık ocaklarının ve manastırların bünyesindeki
hastanelerin yavaş yavaş devreden çıkmasıyla hastaların tüm yükü aileleri
üzerine kalmıştır. Özellikle hastaların evlerde bakımı yoksul kesimlerin
taşıması mümkün olmayan bir yüktür. Bu nedenle, ilk hastanlerin kurulduğu 17.
yüzyılın ortalarına kadar olan sürede çok sayıda hasta, bakıma muhtaç yaşlı ve
deli sokaklara terkedilmiştir.
Marjinal
grupların üyeleri ağır bir çevre baskısı içinde ‘damgalanmış’[39] oldukları
için olumlu anlamda statü değiştirebilme, bir üst toplumsal katmana[40] geçebilme
olanağına sahip değildirler. Son tahlilde bir acımasız bir teşhir yöntemi olan
damgalama, insanlara küçültücü adlar takmak, iftira yoluyla itibarını
zedelemek, fiziksel eksikliklerini alay konusu yapmak, evlilik dışı ilişkiden
doğanları ifşa etmek gibi farklı amaçlarla kullanılmıştır. Marjinal bir grubun
üyesi olarak doğan bir kişinin, dışlandığı topluma dâhil olma çabaları ise
çoğunlukla olumlu sonuç vermez. Lağımcılık, deri tabakçılığı, mezar kazıcılığı,
cellâtlık, fahişelik gibi toplumun gözünde hiçbir saygınlığı olmayan meslekler
çoğunlukla toplumda kaybedecek hiçbir şeyi olmayan en yoksul bireyleri ve/veya
evlilik dışı ilişkilerden olanlar tarafından icra edilir.1131 [41] Bu grupların
üyeleri meslek loncalarına üye olamazlar,[42] bazı vatandaşlık haklarından
mahrum bırakılırlar. Çocukları, kast sistemlerinde olduğu üzere, sadece
marjinal grup üyelerinin çocuklarıyla evlenebilirler. (Danckert, 1963, s, 12)
İlk bakışta doğrudan
toplumsal vicdana seslenen bir olgu olarak görünen ‘onursuz meslek’ algısı
farklı kanallardan beslenerek uzun bir tarihsel sürecin sonunda
Ortaçağ’daki
anlamına kavuşmuştur.[43] Onursuz
meslek seçiminden dışlanmaya giden süreçte birkaç temel kavramdan biri olan
‘kirli’ algısının oluşmasında ise, ahlâkî yargılar kadar batıl inançlar da
etkili olmuştur. Ancak kişi bağlamında ‘marjinal’ olarak damgalanmaya uzanan
sürecin, aşağıda göreceğimiz üzere, öncelikle ‘yerleşik olmama’ ve ‘yanlızlık’
gibi temel iki kabulden beslendiğini söyleyebiliriz. (Geremek, 1998, s. 396)
Onursuz
meslek kavramının içeriğini genel olarak iki farklı unsur belirler; bir yanda
bu meslekleri icra edenlerin ‘temiz kan’ taşımadıkları gibi etnik bir neden,
diğer yanda kimsenin yapmak istememesi nedeniyle sosyal-ekonomik olarak
açıklanabilecek nedenler kümesi konusudur.[44] Ancak, ortak, yaşamın
devamlılığı ve toplumsal işbölümü gereği birilerinin bu ‘pis’ işleri
yapması gerekmektedir. Diğer yandan bir mesleğin ‘kirli’ olup olmadığını
belirleyen unsurlar arasında önyargılar, batıl inançlar, güncel ahlâkî ve
hukuki normlar kadar, yaşanılan coğrafyada yüzyıllardan beri hâkim olan
geleneksel değerlerin de önemli etkisi vardır. Sorun işbölümü ile
çözülmüş gibi gözükse de, bu meslekleri kimin seçeceği noktasında önem
kazanmaktadır.[45] İşte bu
noktada seçme şansı olmayan, toplumdaki sosyal statüleri ve gelir düzeyleri
nedeniyle marjinal sayılan insanlar küçük bedeller karşılığında, çoğu zaman
boğaz tokluğuna, bu işlerin doğal yüklenicisi olmaktadırlar.[46]
Erken
Yeniçağ Avrupası’nda yüksek oranlara ulaşan, evlilik dışı ilişkilerden doğmuş, kafa
kâğıdı olmayan kesim, bu meslek gruplarının zorunlu üyesi olacaktır. 16.
yüzyılın toplumsal fenomeni haline gelen evlilik dışı ilişkilerden doğanlar,
toplumun hemen her
kesiminde görülmekle birlikte, ayrışma özellikle düşük
gelir gruplarında belirgin hale gelmektedir. Mirastan pay alamayan, belirli
kamu görevlerini üstlenemeyen, Kilise hizmetine alınmayan evililik dışı
ilişkilerin çocukları (Kinder der Unzucht) Erken Yeniçağ Avrupası’nda,
Reformasyon öncesi döneme göre daha kötü koşullarda 1 111 11 •• 1 -i
-i r\ a 1138
yaşamak zorunda kalmışlardır.(Dülmen, 1991, s.
249)
Ortaçağ’dan başlamak üzere yüzlerce yıl
boyunca mesleklerini icra edenlerin tezgâhlarında, işliklerinde ‘işleri’yle
kurdukları ilişkiler toplumsal statülerinin belirlenmesinde en önemli
etkenlerden biri olmuştur. Bu durum onursuz olarak tanımlanan mesleklerin
kaderini de belirleyen unsurdur aynı zamanda. Cellatın hayatını sonlandırdığı
insanın bedenine temas etmesi, infaz eylemi kadar önemlidir. Yine mezar
kazıcılarının, cenaze levazımatçılarının, darağacı kuran marangozların, işkence
aletlerini üreten demircilerin cesetlerle; hamamcıların çıplak ve terli,
berber-cerrahların[47] [48] hasta,
yaralı ve sakat bedenlerle, leş toplayanların çürümüş kadavra ve iskeletlerle
kurduğu yakınlık üçüncü kişiler için son tahlilde kirli, sakınılması
gereken, bir ilişkidir. Bu ilişkinin mevcudiyeti, bu işleri yapanların kötülük
yapmaya, suç işlemeye eğilimli oldukları yönünde var olan önyargıyı
pekiştirmektedir. Zehir terkipçiliği ve satıcılığı yaparak adam öldürmekle
suçlamasıyla her zaman zan altında olan mezar kazıcıları ve aile fertleri bu
duruma örnektir. Cesetlerden faydalanarak zehir ürettiklerine inanılan mezar kazıcıları,
bunu satarak menfaat elde ettikleri, kin duydukları insanları zehirledikleri ve
nihayet veba salgınlarında kendi ürettikleri panzehirlerle hasta olmaktan
kurtuldukları suçlamasıyla karşı karşıya kalmışlardır.[49]
Toplumsal
patolojinin farklı dışa yutumlarından biri olan damgalama arzusu, daha önce
belirttiğimiz üzere, farklı kanallardan beslenir. Alman tarihçi Bernd Roeck
(1993, s. 107),[50]
damgalanmanın bulaşıcı bir hastalık misali, insandan insana bulaşabildiğine dikkat
çeker. Bu algının önyargıları kuvvetlendirerek beslediğinin en önemli delili,
kirli meslekleri icra edenlerin dışlanması ve araya mesafe koyma isteğidir.
Kuşkusuz
yukarıda sayılan mesleklerin toplum içindeki konumları birbirinden
farklıdır. Ancak bu farklılık sosyal statüye değil, mesleğin icra edildiği
alana ilişkindir. Örneğin cellâtlar ile ebelerin çalışma alanlarının birbirine
taban tabana zıt olması, ikisinden birisinin ‘marjinaller kategorisi’ dışında
kalması sonucunu doğurmaz. Diğer bir ifadeyle dışlanmaya neden olan önyargılar,
toplumsal kategorilerin ortaya çıkmasında belirleyicidir. Ortaçağ ve Erken
Yeniçağ’da ebelerin sakat doğumlar, bebek ölümleri nedeniyle cadılıkla
suçlanmaları ve yargılanmaları sıradan bir olay iken; cellâtlar insanların
yaşamını sonlandırmak için para aldıkları, ‘kirli’ bir mesleği icra ettikleri
için, ellerinden bir şey alınmaz, kentlerin dış mahallelerinde, olabildiğince
gözlerden uzak yaşamaya mecbur edilirler.
Bu
bölümde Geç Ortaçağ ve Erken Yeniçağ üzerinde yoğunlaşmamıza rağmen, toplumsal
yaşamdan ‘dışlama’ ve ‘günah keçisi’[51] yaratma arayışlarının insanlık
tarihi kadar eski olduğunu söyleyebiliriz. Batı yazınında ‘günah keçisi’ terimi
ilk kez İngiliz eğitimci ve İncil çevirmeni rahip William Tyndale (1484-1536)
tarafından, basımı 1530 yılında yapılan bir İncil çevrisinde kullanılmıştır.
Tyndale bu yeni terimi (scapegoat)
İbranice
çöl demonu anlamına gelen Azazel[52] ve
İngilizce kaçmak anlamına gelen escape kelimesinden türeterek
çevirmiştir.[53] James G.
Frazer Altın Dal da (1992, s. 170-202) primitif kültürlerden Ortaçağ’a
günah keçisinin aldığı farklı şekillerin renkli bir tasvirini yaparken,
inanışın ne denli eski olduğuna dikkatimizi çeker.[54] Pagan inancında farklı
tezahürleri olan günah keçisinin, tek tanrılı dinler ile değişerek modern
zamanlardaki kullanımına uygun düşen anlamına kavuştuğunu söyleyebiliriz.[55]
Söylenceleri
ve çok tanrılı yapısıyla Antik Yunan ve pagan Roma toplumları zengin bir ‘günah
keçisi’ deneyimine sahiptir. Kearney’ye göre (2012, s. 41), “Günah keçisi ilan
etmeye yönelik kült pratikleri, erken dönem Yunan-Roma toplumlarında son derece
yaygındır.” Günah Keçisi üzerine en önemli çalışmalardan birine imza atan Rene
Girard (2005, s. 24) çalışmamızın bağlamına uygun düşecek bir tanım yapar:
“Neredeyse hiçbir toplum yoktur ki kendi azınlıklarını, düzgün entegre olamamış
ya da yanlızca ayrı duran gruplarını -kıyıma olmasa da- bazı ayrımcılık
biçimlerine tabi kılmamış olsun.”
Yine Campbell, günah keçisi ritüelinin
insanlık tarihiyle yaşıt olduğunu savunur:
Günah keçisi ritüeli insan türünün başlangıcına dayanır.
Her tarih öncesi kültürün, toplumdan kötülüğü kovmak için yaptığı bir takım
seremoniler vardır. Bunlar çok çeşitlilik gösterdikleri halde hepsinde sabit
olan bir şey vardır: Günahın bir varlıktan diğerine, bir objeden bir başkasına
geçebilen somut bir varlık olduğu ve bu şekilde suçluluk hissinden
kurtulabilineceğine olan inanç. (Campbell, 2013, s. 35-36).
Daha
önceki bölümlerde farklı biçimlerine değindiğimiz gibi, anormal, uyumsuz,
yabancı ve farklı olana karşı benin gösterdiği tahammülsüzlük, bütünüyle
insanın doğasına uygun bir tavırdır. Yabancı her zaman benden farklı
olmamakla birlikte, farklı olan her koşulda yabancıdır:
Çoğu Kültür,
yabancıları günah keçisi haline getirmek için kurban mitleri üretir. Günah
keçisi bulma meraklıları, toplumsal marazlardan sorumlu tuttukları bu
yabancıları tecrit eder ya da ortadan kaldırır. Böyle bir kurban etme
stratejisi, topluluklara bağlayıcı bir kimlik bahşeder; yani kimlerin topluluğa
dâhil edildiğine (biz), kimlerin topluluğun dışında bırakıldığına (onlar) dair
temel bir farkındalık sağlar. Mutlu bir topluluk yaratmak için ödenmesi gereken
bedel çoğu zaman bir yabancının dışlanmasıdır: ‘Ötekinin’, ‘yabancının’
sunağında kurban edilmesidir. (Kearney, 2012, s. 41)
Dışlanma
ve marjinalleştirme süreçlerinde, Erken Yeniçağ’da yaşanan hızlanmanın
Ortaçağ’da[56] bu denli
yaşanmamasında, özel şahışlar tarafından hayır amacıyla kurulmuş vakıf ve
yardım kuruluşlarının verdiği hizmetler yanında, Katolik Kilisesi’nin gücü
doğrultusunda, etnik ve dini azınlıklar dışında kalan, kendini toplumdan dışlanmış
hisseden yoksullara karşı takındığı hoşgörülü ve bütünleştirici tutum
önemli bir rol oynamıştır.[57] Henüz şehir
yönetimleri veya benzeri kamu kuramlarınca üstlenilen sosyal amaçlı yardım
faaliyetlerinin ortaya çıkmadığı Ortaçağ’da, dilenerek yaşayanlar için
Kilise’ye alternatif oluşturacak bir kurum mevcut değildir. Özellikle kent
merkezlerinde Kiliseler yardımların dağıtıldığı, paylaştırıldığı merkezler
haline gelmiştir. Ayin başlamadan Kilise’ye doluşan yoksullar ve dilenciler
ibadet süresince kendilerine ayrılan yerlerde sadakaları kabul eder. Büyük
kiliselerde uzun süren ayinlerde kargaşa yaşanmaması için özel sunaklar
hazırlanmakta ve sırf bu işe bakacak papaz yardımcıları görevlendirilmektedir.
Ancak 14. yüzyıldan itibaren Kilise’nin üstlendiği bu faaliyetin, yaşanan
felâketlere paralel biçimde artan yoksullukla birlikte, gerilemeye başlaması
sadaka ile yaşayan yoksulların (Hausarmen) evlerinde yanlızlığa terk
edilmeleriyle sonuçlanacaktır.
Her ne
kadar 15. yüzyıla kadar Kilise’nin himayesinde sadaka ile yaşayan yoksullar
‘dilenci’ olarak tanımlansa da, son tahlilde, sokakta dilenerek yaşayan
‘meslekten’ dilencilerden farklı bir konumdadırlar. Sadakaya (giderek sosyal
yardıma) layık olmayan (unwürdig) meslekten dilenciler ile yardımı hak
eden (würdig) gerçek yoksullar arasındaki ayrım, 16. yüzyıla
gelindiğinde netleşir. Yine yabancı dilencilerin sadakadan aldıkları payı
engellemek amacıyla sokaklarda dilenmenin yasaklanmaya başlaması, aynı zamanda,
kontrol edilemeyen aylak-başıbozuk yabancı trafiğini de azaltmaya hizmet
edecektir. Sağlıklı dilenciler ile muhtaç yoksullar arasında ayrım yapılmasını
kolaylaştıracak dilenci kimliği, özel giysi ve tanınmaya yardımcı olacak
simgeler taşıma gibi damgalama amaçlı düzenlemelerin 1500 yılının başından
itibaren hayata geçirildiği görülüyor. (Schubert, 2005, s. 55 vd.)[58]
Kilise’nin
çok önemli sonuçları olan bu fonksiyonu gerçekleştiremez hale gelmesi, sivil
sosyal yardım kuruluşlarının henüz hayata geçirilememiş olduğu Avrupa’da
toplumsal alanda yaşanan marjinalleşmenin hızını arttıracaktır; Kilise dışında
dini bir yaşamı tasavvur edemeyen, Reformasyon süreciyle bu algısı tepetaklak
olan Avrupalı’nın, diğer yaşamsal konularda olduğu üzere, öteki algısı
da hızlı bir dönüşüm içindedir. Yeniçağ’ın arifesinde, krizlerle boğuşan
Avrupa’da, her ne kadar bilimsel tıp bağlamında Galenos’dan bu yana kayda değer
bir ilerleme sağlanamamış olmakla birlikte, hızla değişen ekonomik, etik ve
hukuki normların etkisinde çeşitlenerek zenginleşmiş yeni bir aykırılık halleri
dizgesinden söz etmek mümkündür. Bu değişimde, özellikle 16. yüzyılda kanun
yapma tekniğini öğrenmiş şehir prensliklerinin yeni ‘hukuk’ oluşturma çabaları
etkili olacaktır.
Yerleşik
olmama, bir tür normlardan uzaklaşma girişimi olarak, ‘marjinal’ damgasını
yemeyi kolaylaştırmaktadır. Ortaçağ ve Erken Yeniçağ toplumlarında, kamusal
otorite tarafından kontrol edilmesi mümkün olmayan gezginlere karşı olağandışı
bir tepki olduğunu söyleyebiliriz. Daha sonra göreceğimiz üzere yerleşik
olmamak eşkiyalık, haydutluk, dilencilik ile eşdeğer görülmüş ve amacı ne
olursa olsun her türlü yer değiştirmeyi kapsayacak şekilde alanı
genişletilmiştir.[59] Bu bağlamda
doğuştan olmasa da, öznel şartlarının gerektirdiği süre boyunca herkes azınlık,
öteki, yabancı veya dışlanmış statüsünde olabilir: Seyyah gittiği başka bir
ülkede, çiftçi kentte, hasta kendi yaşam alanında yabancıdır. Bir diğer
örnek gezgin şifacılardır; dışlanmaları sadece tıbbın karşısında şarlatanlığı
savunmalarından kaynaklanmaz, yerleşik olmamaları, sürekli gezmeleri onları
güvenilmez hale getirir.
Diğer
yandan dışlanmayı tetikleyen önemli unsurlardan biri olan yoksulluk, dilencilik
örneğinde olduğu üzere, başlıbaşına olmasa da, kişinin yardımı hak edip
etmemesine göre ayrımcılığa neden olup, sonucu kapatılmaya uzanan bir dışlanma
sürecinin başlangıcını oluşturabilir. R. Jütte (2011, s. 19), bu türden ayrımcı
bir felsefenin “[...] dışlanmanın üç özelliğini de (damgalanma, ayırma ve
cezalandırma) içeren bir sosyal politikayı teşvik” ettiğini belirtiyor.[60] Ancak
dışlanmadan farklı olarak dışarıda kalma arzusu, azizler, keşişler,
dilenci rahipler gibi örneklerde görüldüğü üzere, bilinçli bir seçimin sonucu
olarak ortaya çıkabilir. Bu örneklerde saltık yanlızlık, zorla dayatılan bir
süreç olmaktan çok, pozitif anlamda sınır dışına bilinçli bir çekilme olarak
kabul edilir. (Roeck, 1993, s. 8 vd.)[61]
Marjinal
veya sınır dışında kalan grupların sosyal profilini çıkarabilmek sanıldığı
kadar kolay değildir, çünkü bu gruplarda çoğunluğu yoksullar oluştursa da, her
koşulda dışlanmalarına gerekçe oluşturacak bir yoksulluk içinde yaşadıkları
söylenemez. Yine imtiyazların tamamı kısıt altında değildir; homojen bütünden
marjinal gruba sızıntılar ise her zaman söz konusudur. Bu durumun en çarpıcı
örnekleri, özellikle Geç Dönem (16. yy. sonu 17. yy. ilk yarısı) cadı avlarında
görülebilir. Başlangıçta kadın, yaşlı, yanlız, yoksul, kırsal kesimden gibi
kilişelerle birebir örtüşen cadı profili, giderek değişime uğrayacaktır;
kadınlar kadar erkekler ve hatta çocuklar, soylu, saygın aile mensupları,
nihayet onurlu meslek sahipleri de cadı avlarının kurbanları arasında yer
alacaktır. Kuşkusuz bu tespit homojen toplum ile dışlanan hetorodoks kesimler
arasındaki akışkanlığa/geçirgenliğe işaret etmesi açısından dikkate değerdir.
Ancak akışın yönü çoğunlukla merkezden çevreye doğru olmaktadır; herhangi bir
nedenle dayatılan koşulların baskısı altında her şeyini kaybederek tükenen
homojen çoğunluğun mensupları zamanla dışlanma sürecinin kurbanları olarak
karşımıza çıkarlar.
Yukarıda
belirttiğimiz gibi belirli bir yerde ikamet etmemek, bir diğer ifadeyle sık sık
yer değiştirme, marijinal olarak damgalanmanın başlıca nedenlerinden biridir.
Yerleşik olmamaya karşı tepkinin etnik bir gruba odaklanmasına ilişkin en
çarpıcı örnek Çingenelerdir. 16.-18. yüzyıllar arasında Çingene halkı sadece
göçebe olmalarından değil aynı zamanda, göçerlere özgü bazı gelenek ve
ritüellerinden dolayı, kâfirlikle, putperstlikle suçlanmışlardır.[62] Bu bağlamda
döneme özgü koşullar nedeniyle mesleklerini yerleşim bölgeleri arasında gezerek
icra etmek zorunda kalan müzisyenler, hokkabazlar, ip cambazları, oyuncular,
tiryak satıcıları, berber-cerrahlar marjinal olarak damgalanmışlardır.[63] R. Jütte’nin
de (2011, s. 170), vurguladığı üzere “XVI. ve XVII. yüzyılda gelişen bir
klişeye göre, tehlikeli yoksullar tipik bir şekilde köksüz, sahipsiz ve evsiz
insanlardı.”
Kuşkusuz
bu klişe, Ortaçağ’da ve Yeniçağ boyunca çok sayıda insanın çalışmak veya
karnını doyurmak için bir yerden başka bir yere hareket halinde olduğu
gerçeğini değiştirmez. Ancak bu legal hareketlilik dışında, yol kesip
eşkiyalık, haydutluk yaparak yaşayan, adeta mesleği ‘soygunculuk’ (Berufsverbrecher)
olan hatırı sayılır bir kitlenin varlığı da söz konusudur. (Geremek, 1998, s.
386) Çeteler zaman zaman yarattıkları terörle kırsal kesimin hâkimi haline
gelmekte ve bu gruplara haraç vermeden bir yerden başka bir yere seyahat
edebilmek imkânsız hale gelmektedir.[64] Ancak diğer yandan büyük bir
çeşitlilik arz eden farklı grupların hareketliliği de söz konusudur:
(...) Gezgin
çalgıcılar, sihirbazlar, soytarılar, ateş yutanlar, ip cambazları, hokkabazlar,
ayı oynatanlar ve çığırtkanlar. Şarlatan doktorlar, kendi hazırladıkları şurup,
hap ve şifalı otları satarlardı; diş çekenler, göz katarakı delenler, kan alan
ve hacamatla tedavi eden cerrah- berberler, ıvır zıvır satıcıları, bıçak
bileyiciler ve kazancılar, kasaba kasaba dolaşır, pazar yerlerine tezgâlarını
açar, çadırlarını kurarlardı. Günlük yaşama hoş bir tat katardı bu kişiler. Fakat
Avrupa yollarının müdavimleri arasında dilenciler, malüller, asker kaçakları,
firari köleler, serseriler ve soyguncular -kısacası, toplumdan soyutlananlar-
da vardı. (Löschburg, 1998, s. 31)
Ekonomik
aktivitelerin artması sonucunda ortaya çıkan hızlı kentleşme ve kırsal kesimde
görülen yüksek işsizlik nedeniyle, meslekten dilencilere ilâveten,
giderek yardım almadan yaşayamayacak bir kitle ortaya çıkmıştır. Artık
Avrupa’nın büyük kentleri sadaka ile yaşayan yoksullar ve dilenci ordularının
işgali altındadır. İngiltere’nin kentlerinde sadaka almadan yaşayamayacak
yoksulların oranı %5 ile %22 arasında değişmekte, kriz dönemlerinde bu oran
daha da artmaktadır. (Rheinheimer, 2000, s. 16) Kilise’de, gönüllü yardım
kuruluşlarından yardım almadan, dilenmeden yaşayamayacak bu denli büyük bir
kitlenin varlığı kuşkusuz toplumsal alanda bir dizi huzursuzluğu beraberinde
getirecektir:
Erken modern
dönem Avrupasında genel olarak yoksullar, özel olaraksa bedenleri sağlam ve
çalışmaya uygun dilenciler, her yerde giderek daha fazla hem toplumsal
huzursuzluk hem de ahlaki ve sosyal nizamsızlık kaynağı olarak görülmektedir.
İlk İngiliz Kalvenci teolog William Perkins (1558-1602) avareler, dilenciler ve
serserilerin sürdürdüğü hayatın bir hayvanın hayatına benzediğini yazmıştı.
[yazım aynı] (Jütte, 2011, s. 169)
Ortaçağ’da,
Büyük Veba Salgını’nın tüm hızıyla yaşandığı İngiltere’de hayatını çalışarak
kazanabilecekken dilenme yolunu seçen ‘sağlam’ dilencilere sadaka verilmesi
yasaklanmıştır. (Rheinheimer, 2000, s. 92) Ancak ister dilenciler olsun ister
yardım ile yaşayan yoksullar olsun, muhtaçların sayısında 16. yüzyılın başından
itibaren görülen hızlı artış, beraberinde getirdiği sorunlar nedeniyle, kamu
otoritelerini dilenme ve devamında ortaya çıkan aylıklığı kontrol almak için
bir dizi düzenleme yapmaya itecektir. Böylece bedensel kusuru olmayan ancak
çalışmak yerine dilenenler ‘suçlu’ olarak tanımlanmıştır. Böylece bir yandan
çalışamayacak durumda olanlar sadaka ile korunurken, sağlam ancak aylak olanlar
da disiplin altına alınmış oluyordu. (Jütte, 2011, s. 170)
Benzer
biçimde marjinal olarak damgalanmış serseriler potansiyel suçlu olarak
görülüyorlardı. Marjinal gruplar içinde serserilerin bu denli zararlı
görülmesinin altında serseriliğin, insanı aylaklık (tembellik) günahını
işlemeye adeta teşvik ittiği inancı yatıyordu.[65] Avrupa’daki serserilerin
sayısında 16. yüzyıldan itibaren başlayan artış, ekonomik ve demografik
koşullardaki bozulma, sorunu ortadan kaldırmak için yapılan kamusal girişimler
nedeniyle 17. ve 18. yüzyıllarda katlanarak sürmüştür:[66]
Serserilik,
erken modern dönem Avrupasında coğrafi ve sosyal hareketliliğe dair çifte
sorunu yansıtan ve toplumsal olarak tanımlanmış bir suçtu. Serseriler eylemleri
yüzünden değil, ama toplum içindeki dışlanmış konumlarından ötürü tutuklanır ve
cezalandırılırlardı. Sonuçta serseriler sıradan suçlular değillerdi; toplum
açısından büyük bir tehlike olarak görülür, bu yüzden tüm otoritelerce takip
edilir ve sapkınlar olarak damgalanırlardı. (Jütte, 2011, s. 172)
Erken
Yeniçağ’da, Antikçağ’da kölelerin, kanun kaçaklarının veya işbirlikçilerin
bedenlerinde uygulanan, görünür damgalama geleneğinin değişerek
sürdüğüne tanık oluyoruz. Adli suçluların ve ahlâk dışı davranışlarda
bulunanların bedenlerine numara, işaret içeren damgalar vurmak, kırbaçlamak,
saçlarını kesmek yanında, dilencileri, fahişeleri, Yahudileri ve cellâtları
özel kıyafetler giymeye ve işaretler taşımaya zorunlu kılan uygulamalar[67] giderek
yaygınlık kazanmıştır:
Geç ortaçağ
döneminde sosyal ayrımın (çoğunlukla negatif) meşru araçları haline gelmiş olan
işaretler ve rozetler Hıristiyan toplumunda yaşayan fahişeler, sapkınlar,
cellatlar, Yahudiler, hatta cüzamlılar gibi tüm marjinal grupları kapsamak için
yaygınlaştırıldı. Yahudi kadınlar sarı örtüler ve giysilerinin üzerindeki
daireler ile işaretlendiler. Bazı şehirlerde cellatlar özel ve gösterişli
kıyafetler veya darağacını betimleyen bir işaretle tanımlandılar. Sapkınlar ise
sarı haçla işaretlendiler. Çan cüzamlılar için yaygın kullanılan bir işaretti;
ancak aynı işaret “burunları bir karış havada, göz kırparak geziyor, ayaklarındaki
halhalları şınırdatarak kırıtıyorlar” diye cezalandırılan Siyon kızlarıyla
(Yeşaya 3:16-17) ilişkilendirilerek fahişeler için de geçerli olabilirdi.
[yazımı aynı] (Jütte, 2011, s. 189)[68]
Kuşkusuz
yukarıda sayılan düzenlemeler Hıristiyanlığın erken dönemlerinden beri,
özellikle veba salgınları, doğal felâketler ve savaşlarla gelen kriz
dönemlerinde artan dozda olmak üzere uygulanmış olmakla birlikte, 16. yüzyıldan
itibaren ceza ve infaz ritüellerinde görülen çeşitliliğe paralel olarak yaşanan
artış dikkat çekicidir.[69]
Daha
önceki bölümlerde farklı boyutlarda değindiğimiz üzere hastalıklar, dışlanma
süreçlerinin vazgeçilmez araçlarından biridir. Ortaçağ’da cüzzam yarattığı
tiksinti kadar toplum vicdanını uyarmasıyla da dikkat çeker. Cüzzamlıların toplum
içinde yaşamaları, insanların arasına karışmaları mümkün değildir. Genellikle
şehir surlarının dışında, yerleşim bölgelerini uzağında, kendilerine ayrılmış
barakalarda yaşamak zorundadırlar. İhtiyaçları Kilise veya hayırsever
vatandaşlar tarafından karşılanır. Ortaçağ göz önüne alındığında cüzzam en
çarpıcı toplumdan dışlanma olgularının başında gelir. Ancak 16. yüzyıldan
itibaren cüzzamlı vaka sayısı azalarak, hastalık hızla Avrupa’nın gündeminden
çıkar. Bu bağlamda Yeniçağa özgü hastalık türleri, benzer bir dışlanma sürecini
temsilen cüzzamın yerini alacaktır. Hastanın yaşam koşulları ve gelir düzeyi,
hastalığın nasıl yaşanacağı konusunda belirleyici olur. Yaşamını bedensel
işlerde kazanmak zorunda olan yoksullar için hastalık, bakıma muhtaç hale gelmek,
çevresinden, giderek yaşamdan kopuş anlamına gelir. Yaşamak için çalışmak,
yardım almak veya dilenmek zorunda olan hasta yakınlarının, hastanın yükü
taşımaya tahammülü yoktur. Böyle bir durumda çaresiz kalan hasta, kendisini
yanlız ve çevresi tarafından dışlanmış hisseder.
Yukarıda
saydığımız ve görünür bir bedensel anomalinin olmadığı durumlarda başvurulan ve
kesimler arasındaki farklılığı ortaya koymaya yarayan yöntemler, marjinal ile
homojen bütün arasındaki mesafenin korunmasına olanak vermektedir. Burada
mesafe kavramını sadece ‘dışlamak’ anlamında değil, aynı zamanda fiziksel
olarak da marjinallerin şehir surlarının dışında ikamet etmelerindeki
zorunluluğu da anlatmak için kullanıyoruz. Daha önceki bölümlerde dile
getirildiği üzere, düzen ve hiyerarşiyi temsil eden homojen bütün, kendisi için
kaynağı ne olursa olsun, uyumsuzluk yaratan anormal unsurların deşifre
edilerek, ortalamayı temsil eden sağlıklı bünyenden uzaklaştırılmasını
(sürgün edilmesini) devamlılığı (geleceği) için zorunluluk olarak görür.[70] Uyumu tehdit
eden marjinallerin gözetim altında tutulması için sürgün, kapatılma, zorunlu
ikametgâh ve benzeri hangi araç kullanılırsa kullanılsın, temel amaç mevcut
homojen bünyede gedik açılmasına izin vermemektir.[71] Ortaçağ boyunca cüzzamlılar,
fahişeler, dilenciler, cellâtlar ve lağımcıların kulübeleri şehrin dış
mahallelerinde ve surların dışında kurulmuştur. Daha önce değinildiği gibi,
Yahudi cemaatinin gettolarda yaşama zorunluluğu dinsel azınlıklara uygulanan
ötekileştirmenin en iyi örneklerinden biridir.
Antikçağ’dan
itibaren gelişen sürecin teyid ettiği üzere homojen bütün, ister ilâhi bir güce
dayandırılan (tanrısal) bir düzen olsun, ister insanî kurguya dayalı bir
organizasyon, kendisiyle bütünleşemeyen, en azından uyum sürecinde başarılı olamayan
grup ve organizasyonlara karşı dışlayan, giderek ötekileştiren bir tavır içinde
olmuştur. ‘Yabancı ve kendi’[72] olarak
klişeleştirilebilecek bu durum, yukarıda andığımız dışlama-damgalama
kategorilerinin, başta ırk ve cinsiyet farklılıkları başta olmak üzere birkaç
unsurunda farklılık göstermekle birlikte son tahlilde, marjinalin uyum
sağlayabilmesi için işbirliği kapısını daima açık tutmuştur. Herhangi bir
nedenle marjinal veya dışlanmış konumda olan kesimlerin vurulan ‘damga’nın
izini silebilmeleri, ancak homojen yapı ile uyumlu hale gelmeleri,
giderek bütünleşmeleri ile mümkün olacaktır. Bazı marjinaller için
sürdürdükleri sapkınlıklarla dolu yaşamdan vazgeçerek sınıra doğru çekilmek ve
homojen bütüne dâhil olabilmek her zaman mümkündür: Kilise her zaman pişman
olup istiğfar edene kapısını açık tutmuştur.
Dilencinin
dilenmekten vazgeçip çalışmaya başlaması, yol kesip adam soyan haydutun
kanunlara karşı gelmekten vazgeçmesi, serserinin aylaklığı bırakıp çalışmaya
başlaması, kâfirin doğru yola gelip Hıristiyanlığı kabul etmesi, cadının
şeytanla işbirliğinden vaz geçerek günah çıkartması, putperestin putlarını
kırıp Tanrı’ya iman etmesi, cinlenmişin onu esir esir alan demonlardan
kurtarılması, fahişenin tövbe edip manastıra kapanması ve benzeri ‘doğru yol’a
dönüş çabaları her zaman takdirle karşılanır. Pişmanlık duyanların tam olarak
kazanılabilmesi için kurulan ıslah ve rehabilitasyon merkezleri, son tahlilde,
bu amaca hizmet eder.
11.1.2. Dışlanmanın Farklı Tezahürleri
Yukarıda
ana hatlarıyla tanımlamaya çalıştığımız üzere damgalama, dışlama ve
cezalandırma sürecinin kurbanlarından oluşan grupları ortak bir payda altında
toplayarak genel bir tanım yapabilmek mümkün değildir. Geç Ortaçağ’da dilenci
ile cadı veya Yahudi ile serseri benzer süreçlerin sonucunda toplumdan
dışlanmış olmakla birlikte, suçlanmalarına esas oluşturan unsurlar ve aldıkları
cezalar birbirinden bütünüyle farklıdır. Biz bu bölümde dışlanma ile
marjinalleştirilen grupları daha yakından mercek altına almayı ve tecrit
edilmelerine olanak veren koşulları değerlendirmek istiyoruz. Daha önce
değerlendirmeye çalıştığımız ekonomik, sosyal, dinsel ve mezhepsel statülere
bağlı olarak ortaya çıkan marjinal gruplar yanında, fiziksel kusurları, (akıl)
hastalıkları ve cinsel tercihleri nedeniyle dışlananlar da söz konusudur.[73] Yine uzak,
henüz ulaşılamamış coğrafyalardaki tekinsiz diyarlara olan
merak,
‘yabancı’dan duyulan korku ile birleşerek efsanelerin yayılmasına, mitolojik
varlıklarla özdeşleşen hilkat garibelerinin, masal canavarlarının yeniden
üretilmesine olanak vermiştir.
Ortaçağ
insanının kendi dünyası dışında başka bir dünyanın olduğuna inanabilmesi
ancak denizaşırı seyahetlerin ve coğrafî keşiflerin başlamasıyla mümkün
olacaktır. 15. yüzyıla kadar kendi kapalı evreninde yaşamak zorunda olan
insanların farklılıklarla yüzleşmesini hızlandıran iki önemli unsurdan birisi
coğrafî keşifler, diğeri de matbaanın icadıdır. Bu iki yenilik her türlü
bilginin dolaşım hızını arttırmanın yanında, Ortaçağ’ın insanın dünyaya bakış
açısını genişletecektir.
Aşağıda
ele aldığımız örnekler, dışlanmanın farklı boyutlarını yansıtması açısından
önemli olmakla birlikte, kuşkusuz tümünü kapsamaktan uzaktır. Ancak ele
aldığımız örneklerin, çalıştığımız döneme ilişkin fikir vermesi bakımından
yeterli olacağını düşünüyoruz. Diğer yandan daha fazla örnek verebilmek,
çalışmanın fiziki sınırlarını aşmak anlamına geleceği için bu yola
gidilmemiştir.
11.1.2.1. Deforme Bedenler: Ucubeler ve Hilkat
Garibeleri
Erken Yeniçağ’a gelindiğinde hâlâ hastalıklar ve bedensel
engelli olma hali biyolojik bir gerçek olmaktan çok fiziksel bir problem olarak
görülmektedir. Fiziksel kusurlar işlenmiş günâhların veya yapılmış kötülüklerin
karşılığında Tanrı’nın verdiği bir ceza ya da uyarı olarak kabul edildiği için,
doğuştan engelli veya sonradan sakatlanmış olanlara şüphe ile bakılmaktadır.[74] Her ne
kadar, nedenleri itibariyle, tüm zamanlar için geçerli bir suçlu-suçsuz
bedensel deformasyon ayrımı söz konusu olmakla birlikte, ayrım üzerinde hiçbir
zaman toplumsal mutabakat sağlandığı söylenemez.
Koyu batıl inançların ve etik kaygıların
gölgesinde şekillenen bu tavırların sınırları, cadılık-büyücülük karşıtlığında
olduğu kadar net ve keskin olmamakla birlikte dışlayıcı, ötekileştirici olduğu
kesindir. Doğuştan gelen ileri derecede fiziksel kusurların, bizi ucube,[75] hilkat
garibesi gibi tanımlarla objeyi tümüyle dışlamaya yönelttiğini belirten Pierre
Ancet, ‘ucube’yi görmekle birlikte dillendiremediğimiz için göstererek,
parmağımızla işaret ettiğimiz şey olarak tanımlar. (Ancet, 2010, s. 27)
Doğuştan
ağır sakatlığı olanlar ile hilkat garibelerinin nefrete konu
görünüşlerinde doğaüstü güçlerin etkisi olduğuna dair inancın kaynağı arkaik
dönemlere kadar gider. Monster sadece yabanıl doğası ile değil aynı zamanda
tekinsiz, vahşî görünüşüyle de çevresine korku salar. Böylece ucube beden,
çevresinde acımadan çok tiksinti ve nefret uyandırır. Bu kadar olumsuz sıfat
yüklenerek umacı haline getirilen monster hırslı, zararlı, kötücül bir
kimlik olarak damgalanır. (Wunderlich, 1999, s. 25)
Ancak gerçek yaşamda, ucubelerin, sakat
doğanların, çift cinsiyetlilerin[76] destansı
varlıklar gibi yüceltilmeleri bir yana, hayatta kalabilme şansları dahi
pek yoktur. Antikçağ’da[77] ileri
derecede özürlülerin ve hilkat garibelerinin (amorphoteros, Yun.) doğumu
çoğunlukla tanrısal öfkenin sonucu olarak görülürken, çocuğun sahibi ailenin,
onları lekeleyen bu günahtan tanrılara adak adayarak, yalvararak kurtulacağına
inanılır. (Neumann, 2005, s. 24)[78] Titus Livius
Roma Tarihinde halk tarafından tekinsiz yaratıklar sınıfına ayrılan,
yapışık ikizler, çok parmaklı, çok bacaklı gibi sakatlıklarla doğan engelli
çocukların yaşanacak muhtemel kötülüklerin alameti olarak görüldüğü için hemen
öldürüldüğü veya ölüme terk edildiğini yazar. Benzer bir biçimde hermafrodit
(çift cinsiyetliler) doğanların da hayatta kalma şansı yoktur. (Asma, 2011, s.
60; Wunderlich, 1999, s. 23) Bu gelenek gücünü büyük ölçüde On İki Levha
Yasası’ndaki; “Açık/belirgin bir sakatlığı olan çocuğun hemen öldürülmesi”ni
emreden bir maddeden almıştır.[79]
Ancak Ortaçağ’dan
itibaren ileri derece de bedensel ve zihinsel engellilerin varlığını doğrudan
tanrıların öfkesine bağlayan anlayış değişime uğrar.[80] Bu tavır değişikliğinde,
özellikle 10. yüzyıldan itibaren ekonomik ve toplumsal koşullardaki dönüşümün
önemli etkisi olacaktır. Sakatlar, kimsesizler, öksüzler, yaşlılar,
cüzzamlılar, ağır hastalar, yoksullardan oluşan bir düşkünler ordusu adeta
sokakları işgal eder. Yardım almaksızın yaşayamayacak durumda olan bu
insanların içinde bulundukları durum, sadece işledikleri günahların bedelini
ödedikleri inancıyla açıklanamayacak denli ağırdır.
11.1.2.2.
Dünya’nın
Kenarındaki Yabancılar: Canavar Irklar, Egzotik Kavimler ve Mucizevî İnsanlar
Antikçağ
insanı hayal dünyasında yarattığı düşsel varlıkların gerçekliğinden hiçbir
zaman şüphe etmemiştir. Yine tarihin hiçbir döneminde mitolojik kahramanlar
gerçek yaşamla bu denli iç içe olmamıştır. Hayal mahsülü yaratıklara adeta
gerçekmişcesine inanılmasına neden olan, tasarımlarındaki mükemmellik kadar,
yabancı olanın farklı olabileceğine olan inançtır. Bu kavrayış
bilinmeyen, uzak topraklarda yaşayan hemcinsleri için de geçerlidir. Mitler,
destanlar, söylenceler, efsaneler, mucizeler gibi geleneksel halk kültürünün
unsurları kadar dini inançlar da bu sürecin şekillenmesinde belirleyici olmuştur.
Birçok masal yaratığının[81] ilk kez
Antik dünyada ortaya çıkması da bu nedenledir.(Wunderlich, 1999, s. 31)
Tarihte
yarı-köpek bedenli ve köpek kafalı tuhaf halkların varlığından ilk kez Hesiodos
yazılarında söz etmiş, aynı dönemde Homeros’un Ilyada Destan?nında
pigmeler, Herodot Tarihinde ise uzak diyarların ucube halkları hakkında
bilgiler yer almıştır. (Neumann, 2005, s. 35; Asma, 2011, s. 43) Mitolojinin
yenilmez savaşçıları tanrıların kahramanlık destanları kadar, uzak diyarlarda
yaşayan gizemli, egzotik kavimlerin alışılmadık yaşam tarzları, Antikçağ
yazarlarının en çok ilgi duydukları alanlardan biri olmuştur. Jurgis
Baltrusaitis Antik dünyanın bu iki farklı yüzünü şöyle tanımlar:
Yunan-Roma antikitesi iki
çehrelidir: bir yandan güçlü ve organik bir hayatın ortaya çıkışı içinde her
şeyin kahramanca olduğu bir tanrılar ve insanlar âlemi; öte yandan çoğu zaman
çok uzaklardan gelen, bedenler ile türdeş olmayan doğaların bir karışımı olan,
karmaşık kökenli düşsel varlıklar dünyası. (Baltrusaitis, 2001, s. 17)
Özellikle Uzakdoğu, Antik yazarların
hayallerini süslemekle birlikte aynı zamanda büyük bir endişe kaynağıdır.
Antikçağ’ın Yunanlı ve Romalı yazarları için bilinen dünyanın ötesindeki yaşam
biçimleri, merak ve korkudan beslenen hayal mahsulü varlıklara aitti. Bu
kavrayışta kendi yaşadıkları dışında başka bir dünyanın olabileceğine
dair kuşkuların da etkisi büyüktü. Özellikle az karşılaştıkları, Persler,
Hintliler ve Çinliler onlar için doğal garabetler ile mitolojik varlıkların
karışımından oluşuyordu. Yaygın klişeler çoğu zaman sonu açıkça yabancı
düşmanlığına varan tehlikeli 1173 önyargılarla
şekilleniyordu.[82]
Tanrıların yarattığı mucizelerin gündelik yaşamda önemli bir yer tuttuğu Antik dünyada, kurt adamlar, minotorlar,[83] kafadan bacaklılar, tepegözler, kentaurlar,[84] kartal başlılar, ejderhalar,[85] gorgonlar,[86] gibi çok sayıda düşsel yaratık vardır. İÖ 4. yüzyılda yaşamış Yunanlı hekim ve tarih yazarı Knidoslu Ktesias, Hindistan’da bulunan nadir yaratıkları anlattığı Indika isimli kitabında, kar beyazı renginde saçla doğan ancak daha sonra saçlarının rengi siyaha dönen sekiz parmaklı pigmeler, anka kuşları, konuşmayan köpek kafalılar, mağrur aslan başlılar hakkında ayrıntılı bilgiler verir. Yine İyonyalı diplomat ve coğrafyacı Megasthenes Hindistanı konu alan yazılarında, çok sayıda hayal mahsülü insan ve hayvanın tasvirini yapar. (Meier, 2007, s. 22)
Antikçağ
boyunca Yunanlı ve Romalı kültür çevrelerince, yabancı, farklı ve uzak halklara
yaklaşımda görülen bu etnosentrik bakış açısının en güzel örnekleri 1. yüzyılda
yaşamış Yaşlı Plinus tarafından kaleme alınan Doğa Tarihinde görülür.
Dünya’nın ‘kenarı’ndaki topraklarda yaşayan doğal halklardan verdiği
örneklerle yaşlı Plinius, adeta hilkat garibelerinden, ucubelerden, yarı-insan
yarı-hayvanlardan oluşan bir acayip-garayip (curiosus) varlıklar müzesi (Kuriositâtenkabinnet)17
kurar.[88] Doğa
Tarihi’nde Hindistan, Etopya gibi bilinen ülkeler yanında, dünyanın sınırında
bir yerde varolduğuna inanılan topraklarda yaşadığına inanılan hayali
yaratıkların ayrıntılı tasvirleri yer alır.[89] Plinius, Doğa Tarihftin
özellikle insanların ve hayvanların tarihine ayrılan VII.-XI. kitaplarında çok
sayıda deforme bedenli insanımsıyı ve insan- hayvan karışımı acayip yaratığı
ayrıntılı biçimde tasvir eder.[90] Birçok
Antikçağ yazarının gözdesi olan egzotik Etopya ülkesi, Herodot Tarihi
(3,23) ve Doğa Tarihinde de (VII,30-31) acayip özelliklere sahip halkıyla
gündemdedir.
Aziz
Augustinus Tanrı Devletimde (De civitate dei), çok değer verdiği yaşlı
Plinius’un[91]
yazdıklarından hareketle, biçimsiz tuhaf bedenli yaratıkları tanımlamaya ve
kökenlerini araştırmaya girişir.[92] Aziz,
dünyanın sınırındaki bölgede yaşayan bu masalsı varlıkların ve hem de doğuştan
hilkat garibelerinin Âdem’in soyundan geldiğini kabul eder. Augustinus’a göre
Tanrı yaratırken birisine altı el parmağı verdiyse bunun bir nedeni vardır ve
burada yaradanın yanılgısından söz edebilmek mümkün değildir. Tüm hilkat
garibeleri Tanrı’nın bilinçli seçimi sonucunda kusurlu olmuşlardır ve bu
durumlarına başka bir gerekçe aramak mümkün değildir.[93] Ancak bu görüş Agustinus’un
tanrısal yaratıyla uyumlu evren modeliyle örtüşmez. Akılsız ve bedensiz
varlıkların nasıl evrensel uyumu bozduklarını anlattığı Tanrı Devleti’nin
On ikinci kitabında (12,4-5) evrenin bütünlük, uyum ve düzen esas alınarak
yaratıldığını, Tanrı’nın istenci dışında bir kötülük ilkesinin mevcut
olamayacağını belirtir. Bu ilkeden hareketle, yani Tanrı’nın yaratısına uygun
düşmeyen ve uyumdan ayrılışı temsil eden sakatlık ve bedensel kusurlara
karşı tavrını net biçimde koyar; uyumlu beden Tanrı tarafından yaratılmış
olduğu için güzeldir. Uyumsuz, yani deforme beden ise, Tanrı tarafından
yaratılmış düzene karşı bir duruştur.[94] Böylece Agustinusçu dünya
anlayışına uygun biçimde biçimsiz-deforme ile kategorik kötülük arasındaki
mantıksal ilişki kurulmuş olur.
Plinius’un yazdıklarının Hıristiyan
Ortaçağı’nda ‘canavar ırklar’ kültünün oluşmasında çok önemli payı olduğunu
söyleyebiliriz. Monster’lerin doğrudan insan soyundan gelmediklerinin
kabulü ancak 7. yüzyılda gerçekleşmiştir.[95] İlk kez Sevillalı Isidorus
ve daha sonra Hrabanus Maurus masal yaratıklarını insan ve
hayvan kökenli olmak üzere ikiye ayırmışlardır. Bir başka Ortaçağ yazarı
Megenbergli Konrad 14. yüzyılın ortalarında kaleme aldığı ve zengin gravürler
içeren eseri Doğa’nın Kitabı’nda (Buch der Natur)[96] mucizevî
yaratıkların (monstruosi), Âdem’in soyundan gelmeyen, kozmik etkilerin
etkisinde hayvandan doğma, ruhu olmayan yaratıklar olarak tanımlar.[97] Bu tip
varlıkların Hıristiyanlığa kazanılabilmesi için vaftiz edilip edilemeyeceği ise
ayrıca bir tartışma konusudur. (Meier, 2001, s. 22 vd.; 31; Wunderlich, 1999,
s. 25) Megenbergli Konrad, Doğa’nın Kitabı’nda mucizevî hayvanlar
başlığında Sevilalı Isidorus’a atfen, eşekbaşlı, insan vücutlu bir hayvandan
bahseder; Kilise Pederi Hieroniymus’un anlattıklarından hareketle, Aziz
Antonius’un
inzivaya çekildiği çölde bu mucizevî hayvandan bir tane gördüğünü yazar.[98] (Das
Buch der Natur, II,55)
Plinius’un
tasvirleri, Erken Hıristiyanlık ile ortaya çıkan ve daha sonraki yüzyıllarda
şeytan-demon motifiyle birleşerek zenginleşen ‘yaratıklar külliyatı’nın ilk
örnekleridir. Garip bedenlere sahip insan hayvan karışımı masal yaratıkları,
Rönesans boyunca hazırlanan dünya haritalarının (Imago mundi)19
vazgeçilmez unsurlarıdır.[99] [100] Yine bu
dönemde yazılan tüm dünya kronikleride canavar ırklara ait tasvirler yer alır.[101] Diğer
yandan mappae mundi'ler ile Liber chronicarumlar arasında önemli
bir ortaklık söz konusudur; diğer bir ifadeyle mappae mundi'ler Liber
chronicarumların görsel hali olarak tanımlanabilir.[102] Antikçağ’ın, Ortaçağ
tarafından benimsenen zengin etnografya geleneğine dayalı yaratık külliyatı,
ufak tefek katkılarla, 16. yüzyıla kadar kesintisiz kabul görecektir.
Bu masalsı varlıklara olan inancın
yükselmesinde egzotik ülkeleri konu alan hayal mahsulü seyahat günlüklerinin
önemli etkisi olacaktır. Bu alanda Ortaçağ’daki en tanınmış örnek, Marco
Polo’nun seyahat anılarını da aşan bir üne sahip olan, Şövalye John
Mandeville’in 14. yüzyılda yaptığı gezilere ilişkin günlüğü bilinmeyen
ülkelerdeki yabancı halkların gelenekleri, yiyecekleri ve kurumları yanında egzotik
masal yaratıklarına ve inanılması güç olaylara ilişkin bir derlemedir.
Grafton’un (2004, s. 66) ifadesiyle “Mandeville Avrupa’dan uzaklaştıkça
hikâyeler daha da inanılmazlaşır”[103] İngiliz
şövalyesi Madeville, günlüklerinin 1322-1356 yılları arasında kutsal topraklar,
Çin,
Moğol ülkesi, Arabistan yarımadası, İstanbul, Sumatra, Java, Etopya gibi çok
sayıda ülke veya bölgeye yaptığı seyahatlardan oluştuğunu iddia etse de, bu
kadar yeri gezip gördüğü ve hatta Avrupa’nın dışına çıkıp çıkmadığı bile
tartışmalıdır. Ancak metin kurmaca da olsa önemli olan, “(...) dolaylı ama
yanlışsız olarak, Yunanlılarla başlayan egzotik Doğu röportajlarının devamını
getirmiş” (Grafton, 2004, s. 64) olmasıdır.
Ortaçağ’da
hayali yaratıklar ile doğal varlıklar arasında, diğer bir ifadeyle tasarım ile
gerçek (fictum ile factum) bir ayrımın söz konusu olmadığını,
bunun da bilinçli bir seçime dayandığını söyleyebiliriz. Çünkü İnciller’de
böyle bir ayrım yoktur, yine ismi olan şeylerin var olmaması için hiçbir neden
yoktur. Bir ‘ejderha’ veya ‘köpekbaşlı’ tanımı yapılabildiği ve
isimlendirilebildiği için gerçekten vardır. Megenbergli Konrad gibi bir
otoritenin hayal gücünden esinlenerek yarattığı doğal varlıklar, sıradan
insanların algıladığı gerçeklerden daha güvenilir kabul edilmektedir. Kaldı ki,
Augustinus’un belirttiği üzere, Tanrı masal varlıklarının da selâmetini ister.
Bu nedenledir ki fantastik figürler Ortaçağ’ın tezhipli el yazmalarının
vazgeçilmezleridir. (Wunderlich, 1999, s. 17)
Ancak
Yüksek Ortaçağ’dan itibaren kiliselerin, katedrallerin, manastırların dış
ceplerini, el yazmaların derkenarlarını adeta işgal eden bu yaratıklar
küllüyatına tepkiler ortaya çıkmakta gecikmez. Clairvauxlu Bernard 1125’de
kaleme aldığı (Apologia ad Guillelmum Abbatem - Başkeşiş Wilhelm’in Savunusu)
metinde kiliselerde ve manastır yaşamındaki lüks ve rahatlığı, süregelen
başıbozukluğu eleştirir. Diğer yandan giderek dış cephelerle sınırlı kalmayıp
içeri sızan ve adeta kutsal mekânları işgal eden, vitraylara, nişlerin
çerçevlerine musallat olan balık başlı dört ayaklı, hayvan başlı insan bedenli
hilkat garibelerinin, ucube bedenlerin, maymun, aslan figürlerinin biraderlerin
akılını karıştırdığını, sağlıklı bir ibadet yapabilme olanağı bırakmadığını
belirtir. Ancak ne Bernard’ın ne de diğer ruhban mensuplarının çabaları, Gotik
Kiliseleri’nin vitraylarında, dış cephe reliyeflerinde, koro sıralarında, çatı
mihferlerinde, su oluklarında, el yazmalarının derkenarlarında yer alan bu
hilkat garibesi figürlerin (bestia)[104] varlığına engel
olamayacaktır. (Wunderlich, 1999, s. 16; Jaggi, 2009, s. 26; Dinzelbacher,
2000, s. 249)[105]
Monster kavramı ve yazını 16. yüzyılda büyük bir değişim yaşar. Bu
gelişmede Andreas Vesalius’un anatomide devrim yaratan 1550 tarihli De
Humani Corporis Fabrica isimli eserinin (Vesalius, 1973) yayınlanması ve
demonoloji yazınında görülen patlama etkili olacaktır. Beden artık terra
incognito olmaktan yavaş yavaş çıkmakta, gerçek yaşamın bedensel
özürlüleri, deforme bedenleri monsterler olarak tanımlanmaktadır. Hekimler
tarafından kalem alanın eserlerde hilkat garibeleri, biyolojik gerçeklikleri
tartışılma konusu yapılmaksızın, şeytan ve demonlarının Tanrı ile girdiği
mücadelenin sonuçları olarak inceleme konusu yapılır.
11.1.2.3. Şeytan’ın Çocukları[106]
Bir
yandan her türlü anomalide şeytanın parmağı olup olmadığı araştırılırken, diğer
yandan bedensel kusurlarda şeytanın veya demonlarının emareleri aranır.
Doğuştan gelen, sıradan bir bedensel sakatlıktan çok daha fazlası, bir
ucube söz konusu olduğunda doğumu yapan kadının hangi tekinsiz güçlerin
etkisinde kaldığı, giderek demonlarla, şeytanla ilişkiye girmek suretiyle böyle
şekilsiz bedenler doğurduğu soruşturma konusu olacaktır. 13. yüzyıl
kaynaklarında, insan-şeytan çiftleşmesinden doğan resmi kayıtlara geçmiş çok
sayıda kurtkafalı, yılankuyruklu ucube anlatılır.
Ancak
Geç Ortaçağ’dan itibaren, bu kez şeytanla ilişkilendirilen sakat doğumlar
değişime uğrar ve kriminal bir olay olarak görülmeye başlarlar. Cadıların çocuk
hırsızlığından hareketle şekillenen Wechselbalg motifi,[107] yarı insan
yarı demon ucube yaratıkların, nasıl şeytan ve demonlarının çabalarıyla
varolabildiklerini açıklar. Doğumdan gelen ucubeliğin giderek klinik inceleme
konusu yapılması 17. yüzyıldan itibaren başlar. Kavramsal düzeyde yaşanan
kargaşa, teşhis ve tedavi süreçlerinde de belirleyici olacaktır.
11.1.2.4. Cadılar, Büyücüler, Otacılar ve Ebeler
Yaklaşık
dörtyüz yıllık (1400-1800) bir süreye yayılmakla birlikte 16. yüzyılın son
çeyreğinde zirve noktasına ulaşan cadı avları, Avrupa topraklarında o güne
kadar marjinalleştirilmiş gruplara karşı yapılmış en kapsamlı ve kurumlaşmış
saldırı olarak tarihe geçmiştir.[108] Cadı avı
altında ortaya çıkan ‘toplumsal histeri’ bir dizi toplumsal, psikolojik, dinsel
ve politik unsurun etkisiyle yaşanmış olmakla birlikte, o güne kadar marjinal
olarak tanımlanan diğer gruplara karşı yürütülen mücadelelerle çok sayıda ortak
paydaya sahiptir. Ancak cadı ve/veya büyücü olarak tanımlanan kimliğin
şekillenmesinde dinsel kodların uzun bir süre önemli bir yer tutması, cadılığı farklı
kılan unsurların başında gelmektedir.
Cadılık,
büyücülük, falcılık, kehanette bulunmak, hangi nedenle yapılırsa yapılsın, son
tahlilde monoteist bir varoluşa karşı duruş, giderek alınmış bir tavır olarak
algılanmıştır. Tek Tanrılı dinlerin büyücüler, biliciler, cadılar gibi gruplara
karşı sergilediği tahammülsüzlüğün altında yatan temel neden bu ‘karşı’
duruştur. İlginç olan husus, suçlama konusu olan bu kimlikleri taşıdıklarına
inanılanların söz konusu ‘karşı duruş’un ne kadar farkında oldukları ve/veya
seçimlerinin bilinçli olup olmadığı ise ayrı tartışma konusu olmasıdır. Başka
bir ifadeyle suç, suçlamayı yapanların kafasında yaratılmıştır ve suçlananın
çoğu kez suçunun ne olduğundan haberi dahi yoktur.
Her ne
kadar cadılar/büyücüler, Engizisyon yargıçları tarafından henüz 14. yüzyılın
başlarında, heretik gruplar benzeri bir ‘tarikat’ın üyeleri olmakla suçlanmış
olsalar da, suçlamanın kolektif niteliği zaman içinde önemini yitirmiştir.
Ancak 16. yüzyılın başlarından itibaren davaları üstlenen sivil mahkemeler,
cadılığın Hıristiyan varoluş kadar, toplumsal düzen ve huzura karşı kurulmuş
bir ‘komplo’ olduğu tezini kuvvetlendirebilmek için örgütlü bir suçun varlığına
ihtiyaç duyacaktır. Ancak ortada böyle örgütün olmaması nedeniyle, bireysel
suçlamalarla hâkim karşına çıkan cadılar, kara büyü ayinlerine birlikte
katıldıkları ‘işbirlikçileri’ ağır işkence altında itiraf etmeye
zorlanacaklardır. Böylece cadılığın örgütlü bir suç olduğu ispatlanmış
olacaktır.
Ancak
cadı avlarının zirveye ulaştığı yaklaşık yetmiş yıllık dönemde (1560-1630) tüm
bu sistematik çabalara karşın ‘cadılık/büyücülük’ bireysel bir suç olma
özelliğini korumuştur. Daha önceki bölümlerde marjinal olarak dışlanan,
ötekileştirilen kesimlerin çoğunda gördüğümüz etnik, toplumsal, sosyal, dinsel
ayrımcılığa dayalı ‘grup’ karakterinin, cadılık için söz konusu olmadığını
söyleyebiliriz. Bu tespit cadı/büyücü kimliğini, tüm diğer
marjinal/azınlık/öteki/dışlanmış kategorisinde yer ‘grup’lardan farklı kılan en
önemli unsurdur.
Eskiçağlar’dan
itibaren cadılık, genellikle kadın cinsiyeti üzerinden tanımlanmış bir üst-
kavram olarak karşımıza çıkar. Kavram gündelik yaşamda çok sayıda kadınlara
özgü sosyal statü ve mesleği bünyesinde barındırır. Avrupa’da 14. yüzyıldan
itibaren ak (beyaz) büyü olarak tanımlanan teknikleri uygulayan otacı kadınlar,
hastalıkların tedavisinde geleneksel doğa tıbbını kullanan yaşlı bilgeler,
ebeler, geleceği okuyan falcılar, geçmişten haberler veren medyumlar,
muska-üfürük duası yazanlar gibi farklı kimliklere sahip kadınlar, çoğunlukla
kriz dönemlerinde yaşadıkları toplumun ‘günah keçisi’ olarak cadılık yapmakla
olmakla suçlanmışlardır.
Geç
Ortaçağ veya Erken Yeniçağ Avrupası’nda, yukarıda sayılan gruplardan birinin
üyesi olan bir kadının ‘cadı’ olarak suçlanması, yargılanması ve infaz
edilmesi, diğer marijinal grup üyelerine karşı karşıya kaldığı ötekileştirme
sürecinden çok daha acımasız olarak işler. Daha önceki bölümlerden anımsanacağı
üzere, Yahudi cemaati de takip ve avları benzer acımasızlıkta yaşamış olmakla
birlikte, incelediğimiz dönem itibariyle, cadı avları gibi kurumlaşması ve uzun
bir süreye yayılmış olması söz konusu değildir. Burada ‘kurumlaşma’dan kasıt,
cadı avlarının ister Kilise himayesinde, ister sivil yargının gözetiminde
gerçekleştiriliyor olsun, sürecin en ince ayrıntısına kadar düzenlenmiş
olmasıdır. Kilise engizisyonu 12. yüzyılda heretik gruplara yönelik olarak
başlatılan tasfiye hareketiyle önemli bir mevzi ve deneyim kazanmış olmakla
birlikte yerini, değişen koşullar nedniyle 15. yüzyıldan itibaren, dünyevî
yargıya bırakmak zorunda kalacaktır.
Avların
en yoğun yaşandığı dönemlerde, cadılık suçlamasının doğrudan kişiye yapılmasına
gerek kalmaksızın, beliren ‘şüphe’ler nedeniyle yaşanılan çevreden
dışlanma-yabancılaştırma sürecinin başladığının çok sayıda örneği söz
konusudur. Önce sanık yaratma, daha sonra suçlama ve nihayet yargılama şeklinde
işleyen sürecin mucidi engisizyon yargısı olmakla birlikte, Erken Yeniçağ’ın
sivilleşen yargısı bu hukuki süreci aynen benimsediği gibi daha da ileri götürecektir.
Kilise hukukunun hegomonyasından kurtulan bağımsız ülke yargıları, bu kez
monarşilerin gölgesinde, çok daha acımasız kararlara imza atar hale
geleceklerdir. Sanıldığının tersine ne Kilise reformu, ne humanizm ne de
aydınlanma felsefesi cadı algısının değişmesine en ufak bir katkıda
bulunmamıştır. Kıta Avrupa’mda hergün yüzlerce insanın meydanlarda yakıldığı
tarihin en acımasız infazlarının 16. yüzyılın son ve 17. yüzyılın ilk
çeyreğinde yaşanması bu görüşü teyit etmektedir.
Cadılık
son tahlilde, kısaca verilmeye çalışılan bu istisnaî konumu nedeniyle, marjinal
statüyü temsil eden ‘tipik’ bir damgalanma değildir. Ötekileş/tir/me sürecinin
‘özel bir örneği’ olarak ayrıntılı biçimde incelenmeyi hak etmektedir.
11.2.
KÖTÜLÜĞÜ YENİ
TANIMLAMA YÖNTEMİ OLARAK DEMONOLOJİ
11.2.1. 17. Yüzyılın Fenomeni Cin Çıkarma
Ritüeli’nin, Politik, Sosyal ve Psikolojik Arka Planı
Avrupa
tarihinde cinlenme olgusunun cadı avlarının zirve noktasına ulaştığı 17.
yüzyılın ilk yarısından itibaren toplumsal yaşamda hissedilir hale geldiğini söyleyebiliriz.
Aşağıda göreceğimiz üzere, Hıristiyanlıkta egzorsizmi ritüelini düzenleyen
Vatikan kararının Rituale Romanum'da (1614) yer alması tesadüf değildir.
Avrupa’nın nasıl bir ortamda Ortaçağ’dan Erken Yeniçağ’a geçtiğini daha önceki
bölümlerde ayrıntılı biçimde anlatılmış olduğu için burada tekrar
edilmeyecektir. 16. yüzyılın ilk yarısından itibaren toplumsal yaşamda görülen
huzursuzluklar, yoksul kesimler üzerindeki baskıyı arttırmış, damgalama
gündelik yaşamın bir parçası haline gelmiştir. Daha önce gördüğümüz üzere
marjinal olarak tanımlanan kişi ve grupların sayısında önemli artış
yaşanmıştır. Bu bağlamda kilise ve belediye kayıtlarına ‘cinlenme’ vakası
olarak giren olguların önemli bir bölümü toplumun en yoksul veya alt
tabakalarına mensup kişiler tarafından temsil edildiği görülmektedir. Örneğin
Fransa’da 1565-1613 yılları arasında on cinlenmiş hastanın, gündelikçi,
temizlikçi, hizmetçi ve (soylu bir aileden gelmeyen) rahibe olarak
çalıştıklarını söyleyebiliriz. (Ernst, 1972, s. 11)
Erken Yeniçağ’da yoğunluk kazanan yeni cinlenme
olgusunun İnciller’de anlatılan karizmatik egzorsizm örneklerinden
uzaklaştığını ve genel olarak iki yönde farklılaştığını söyleyebiliriz. İlk
unsur cinlenmenin 16. yüzyıldan itibaren melankolik mizaçla özdeşleştirilerek
dünyevî bir karakter kazanması ve doğaüstü/dışı bağlamının zayıflamasıdır.
Diğeri ise aşağıda ayrıntılı biçimde göreceğimiz üzere Katolik Kilisesi’nin cin
çıkarma ritüelini kurumlaştırma yolunda attığı adımlardır. Her ne kadar iki
yönelim içerik itibariyle önemli farklılıklar içerse de, insan doğasının
(mizaç) belirgin biçimde yeni cinlenme tanımının merkezine yerleştirildiğini
söyleyebiliriz.
17. yüzyılda yapılan düzenlemden sonra
Kilise’nin ancak uzman rahiplerin sorumluluğunda gerçekleştirilmesine izin
verdiği egzorsizm ritüeline yaklaşımının dikkatli ve mesafeli olduğunu
söyleyebiliriz. Cinlenme teşhisi konulmadan önce, ayrıntılı araştırma yapılması
ve şayet başka bir hastalık söz konsu ise mutlaka hastanın ehil hekimlere
teslim edilmesi bu niyeti teyid eder. Ancak Katolik Kilisesi’nin egzorzismi
kurumlaştırma ve tek elden yönetme çabalarının başarıya ulaştığını
söyleyebilmek zordur. Din adımı kimliğine sahip olmakla birlikte, cinlenmişlere
mucizevî tedaviler uygulayan çok sayıda ‘cinci hoca’nın varlığı diğer bir 17.
yüzyıl gerçeğidir. Diğer yandan çoğunluğunu hekimlerin temsil ettiği ‘deneyci’
kanadın cinlenmeyi melankolik mizacın bir tezahürü, giderek bir akıl hastalığı
olarak tanımlama çabaları da bu döneme denk düşer.
11.2.2.
Rituale
Romanum ve Katolik Kilisesi’nde Cin
Çıkarma Ritüeli’nin Teolojik Temeli
Daha
önceki bölümlerde Eski Ahit’te İsa’nın karizmatik bir egzorsist olarak
cinlenmiş bedenleri demonların işgalinden kurtarmasını örnekler vererek
anlatmış ve İnciller’de yer alan öykülerin zenginliğine dikkat çekmiştik.
Şeytan ve demonlar Eski Ahit’te sınırlı bir öneme sahipken, İnciller’de yer
alan çok sayıda örnek, Hıristiyanlık inancında kötünün doğrudan, iyinin
yaratıcısı Tanrı’nın karşısına rakip olarak çıktığını, diğer bir ifadeyle
Hıristiyanlığın düalist olmayan karakterini teyid eder. Bu noktada İnciller’de
anlatılan cinlenme vakalarının belirliyici özellikleri kısaca anımsamakta yarar
görüyoruz; cinlenme akut bir haldir ve cinlenmiş kişi egzorsizm
sonrasında tekrar dışarıdan farkedilebilecek şekilde normale döner.
Cinlenmişler insanüstü güçlere sahip olurlar, cinler işgal ettikleri bedeni
terk ettiğinde belirgin bir rahatlama gözlenir. Nihayet cinler sadece İsa’yı
tanır ve onun emirlerine uyarlar.
Yine
İnciller’de bahsi geçen cinlenme vakalarında doğal ve doğadışı
(şeytanın etkisinde gelişen) arasında ayrım yapabilmek mümkün değildir. İki
unsur adeta ayrılamaz biçimde birbirinin içinde erimiştir.[109] Çoğunlukla hastalık, kaza ve
diğer olumsuzluklar şeytanın marifetiyle açıklanmaya çalışılır. Her türlü doğal
olgu şeytan veya demonlarının saldırısıyla açıklanmaya çalışılır. İsa’nın
karizmatik egzorsist kimliği ile ilişkilendirilerek devam eden bu eğilim ancak
16. yüzyıldan itibaren değişime uğrar. Egzorsizmin kurumlaşması yönünde ilk
büyük adım, 17. yüzyılın başında, Rituale Romanum’da (RR)[110] yapılan
düzenleme ile gerçekleşir.[111]
Hıristiyanlık tarihinde İsa Mesih ile başlayan cin çıkarma
geleneğinin kurumlaşması yolunda ilk çaba, 3. yüzyılın sonundan itibaren Kilise
bünyesinde cin çıkarma biriminin tesis edilmesidir.[112] Egzorsizim yüzyıllar boyunca,
şeytanın tehditlerinin çeşitlenerek artması, demonların sayıca çoğalması ve
korunma duaları, religler ve ilâve Kilise ritüellerinin devreye girmesi
nedeniyle karmaşık, anlaşılması ve açıklanması zor bir hale gelmiştir.[113] Katolik
Kilisesi’nin çabalarıyla RR"da (1614) yapılan düzenlemeyle, bugün
de geçerliliğini koruyan, ‘Büyük Cin Çıkarma Ritüeli’[114] kurumlaşmıştır.
Katolik
Kilisesi, ‘cinlenme’nin Hıristiyanlık teolojisi için gerçekliğini kabul eder ve
cin çıkarma ritüleini ‘Büyük Cin Çıkarma’ ve ‘Küçük Cin Çıkarma’ olarak ikiye
ayırır.
‘Küçük
Cin Çıkarma Ritüeli’nden doğumdan sonra yapılan vaftiz uygulaması anlaşılır.
Ancak Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde yetişkin paganların Hıristiyanlığa
kabulü için de vaftiz yaygın biçimde uygulanmıştır. Uzun bir süre, şeytanın
kötülüklerinden korunmak için, suyun arındırıcı gücüne olan inancın da
etkisiyle, yetişkin ve çocuk vaftizinin gerekliliğine inanılmıştır. (Probst ve
Richter, 2002, s. 22-24) RR"da yer alan ‘Büyük Cin Çıkarma
Ritüeli’nin (Exorcismus solennis expulsivus) bugün geçerli olan formu üç
bölümden oluşur: Birinci ve ikinci bölümler ‘Büyük Cin Çıkarma’ olarak
tanımlanır. Yirmi bir maddeden oluşan birinci bölümde cinlenmiş bedenin nasıl
tanınacağı ve tedavinin nasıl yürütüleceğine ilişkin kurallar düzenlenmiştir.
İkinci bölümde başarılı bir egzorsizmin nasıl uygulanacağı okunan Mezmurlar,
dualar ve diğer ritual unsurlardan örneklerle ortaya konur. ‘Küçük Cin Çıkarma’
olarak da tanımlanan üçüncü bölüm, 1890 yılında Papa XIII. Leo tarafından
hazırlanan ve 1925 yılında RR’a monte edilen tamamıyla yeni bir
bölümdür.[115] (Probst ve
Richter, 2002, s. 51)[116]
RR’un, ‘Büyük Cin
Çıkarma Ritüeli’ni düzenleyen birinci bölümüne göre, cin çıkarma meslekten din
adamı ve ehil kişiler tarafından yapılmalı, rahip bu alanda yeterli tecrübe ve
olgunluğa sahip olmalı, kendi gücünden çok Tanrı’nın yardım ve inayeti ile
hareket etmelidir. Egzorsizm öncesinde oruç tutarak ve dua ederek gerekli
hazırlıkları yapmalıdır. Özellikle karşılaştığı vakanın gerçekten bir cinlenme
mi yoksa melankoli veya farklı bir hastalık olup olmadığını ayırabilecek
yetkinlikte olmalıdır. Gerçek bir cinlenme vakası birçok belirtiyle kendini
belli eder: Cinlenmiş kişi tanınmayan dilleri akıcı bir biçimde konuşur ve
konuşan başka birini kolaylıkla anlar, cinlenmiş gizli ve bilinmeyen bilimler
üzerine şaşırtıcı bilgilerle donanmıştır, demonların kontrolündeki hasta[117] yaşından ve
cüssesinden beklenilmeyecek bir fiziksel güce sahiptir. (RR, I,1- 10)
Ritüel
mutlaka bir Kilise’de, ancak büyük kalabalıklar önünde yapılmamalıdır. Cin
çıkarılan hasta bir kadın ise, şeytanın bedendeki direnme çabalarına karşı,
mutlaka tecrübeli başka kadınlardan yardım alınmalıdır. Cinlenmiş kişi dua
etmesi, günah çıkarması ve nedamet getirmesi için teşvik edilmeli ve şeytanın
ayartma girişimlerinden egzorsisti haberdar etmesi sağlanmalıdır. Hastanın
elinde veya gözüyle temas kurabileceği bir yerde mutlaka bir haç
bulundurulmalıdır. Egzorsist cinlenmiş hastaya tibbî tavsiyelerde bulunup
reçete yazmaya kalkışmamalı, bu işleri hekimlere bırakmalıdır. (RR,
I,11-21) RR’un dualar, komutlar ve liturjik ritüellere referanslar veren
ikinci bölümü, egzorsizmin için özel olarak hazırlanmış dualar, Mezmurlar,
İnciller’den alınmış bölümlerden oluşur. (RR, II)[118]
Yeni Ahit’te anlatılanlardan hareketle yapılan ve 1614
yılında Hıristiyanlık yazınına giren cinlenme tanımına göre demonlar, cinlenmiş
hastanın bedenini adeta ikinci bir ruhmuşcasına kontrol ederler. Ortaçağ’ın
egzorsizmi tasvir eden gravür ve resimlerinde, demon cinlenmiş hastanın
ağzından çıkan küçük siyah kanatlı bir yaratık (ruh) olarak çizilir. Bedeni
ağızdan terk ediş, genellikle bu ikinci ruhun (demon) hastanın kafasında
yerleştiğinin belirtisi olarak görülür. Ancak bu yaklaşım, cinlenmiş kadınların
bacak arasından çıkarak bedeni terk eden demon tasvirlerini açıklamakta
yetersiz kalır. Katolik Kilisesi için Rituale Romanum"da yer aldığı
şekliyle demonik cinlenme olgusu ‘negatif mucize’ olarak kabul edilir.
Cinlenmiş bedenin gösterdiği tüm tepkiler, bilinmeyen, farklı dilleri
konuşabilmesi, gaipten haberler vermesi, beden ve duyularının aşırı duyarlı
hale gelmesi ve nihayet bedeninin başka birisi (ikinci ruh) tarafından
kullanılamasına olanak vermesi, demonların insan üstünde kurduğu hâkimiyeti
gösterir.
11.2.3. Cinlenmiş Bir Bedenin Halleri:
Melankoli ve Cinlenme
Cinlenme,
şeytan tarafından, demonları aracılığıyla planlanmış bir kuşatma (circumsessio)
harekâtıyla başlar. Kurban önceden seçilmiş ve planlar ona göre
oluşturulmuştur. Kuşatılmış olmanın tipik belitileri davranış bozuklukları, sık
sık görülen halüsünasyonlar, depresif, ayartılmaya hazır bir ruh halidir.
Nihayet belli bir zamanda şeytan ve emrindeki demon ordusu, genellikle bir
sinek veya böcek şeklinde kurban bir şey yer veya içerken ağzından içeri
girerler. Bu andan itibaren kuşatma (circumsessio), işgal (possessio
veya obsessio) haline dönüşmüş olur. (Ernst, 1972, s. 22). Demonlar
tarafından adeta ikinci bir gibi ruh gibi, bedeninin kontrolu ele geçirilen hasta
sadece egzorsistlerin yardımıyla içine düştüğü bu zavallı durumdan
kurtulabilir.
Cinlenme
genellikle başka hastalıklarla karıştırıldığı ve yanlış teşhis dolayısıyla
yanlış tedavi uygulandığı için, belirtiler dikkatli biçimde incelenmeli ve
tanımlanmalıdır. RR’dan hareketle derlenen belirtiler üç grupta toplanır.[119] Birinci
grupta: Aniden hayvani davranışlara yönelme, ağır bir uyku ve kudurma gibi
cinlenme şüphesi ortaya koyan belirtiler yer alır. İkinci grupta garip
seseler çıkarma, hayvanlar gibi uluma, korkunç bir yüz ifadesi, tutulanı yanlız
kalmaya iten bir huzursuzluk, tüm yaşam aktivitelerinde belirgin bir azalma,
bedensel güçlerde şaşırtıcı bir artış, kendine zarar vermek için, suya, ateşe
atma ve nihayet boğulma benzeri kuvvetli belirtiler yer alır. Üçüncü
grupta birdenbire bilinmeyen (yabancı) dillerin konuşulmaya, bu dillerde
sorulan sorulara cevap verilmeye başlanması, haçtan, kutsal religlerden ve
vaftiz suyundan korkmak, şayet Kilise içine girilmişse etrafı taciz edecek ve
Kilise’nin sessizliğine zarar verecek davranışlarda bulunmak ve egzorsizm ritüline
tahammül gösterememek gibi şüphe bırakmayan, kesin, belirtiler yer alır.
(Rodewyk, 1963, s. 7475; s. 131-132)[120]
Neden
bazı insanlar demonların saldırısına uğrar ve cinlenirler? Kuşkusuz bu sorunun
doğru bir yanıtından çok, tartışılmaya açık farklı yanıtları söz konusudur. Biz
konumuzu ilgilendiren bağlamda öne çıkan olguları burada tartışmak istiyoruz.
Ancak önce Rodewyk (1963, s. 128-138) tarafından sıralanan nedenleri
anımsamakta yarar görüyoruz. Cinlenme kişisel günahlar, başta anne ve babalar
olmak üzere yakınları tarafından lanetlenme, bilerek ve isteyerek şeytanla
işbirliği (pactum) yapma veya kötücül güçler tarafından büyülenme gibi
nedenlerle ortaya çıkar. Yine tümüyle masum/günahsız bir insanın cinlenmesi
mümkün olduğu gibi, Tanrı’nın çok sevdiği bazı kullarını sınamak amacıyla
üzerlerine demonları saldığı da görülmüştür. ‘Passif arınma’ olarak da
tanımlanan bu duruma örnek olarak Erken Hıristiyanlığın Kilise Pederleri’nin
baştan çıkarılma öyküleri verilebilir.
Diğer
çok önemli bir cinlenme nedeninin ‘yatkınlık’ olduğunu söyleyebiliriz. Yukarıda
sıralanan nedenlerden de anlaşılacağı üzere, herkes demonların saldırısına
maruz kalabilir ve demonların kontrolü altına girebilir; ancak bazı kişiler
mizaçları nedeniyle demonların saldırılarına daha açıktır. Bedenlerindeki kara
safra fazlalılığının ruh hallerini değiştirdiğine inanılan melankolik mizaçlı
kişiler bu duruma iyi bir örnektir. Melankolik kişiliklerin durgun, içine
kapanık, karamsar, düşünceli ruh hali onları adeta demonların hedefi haline getirir.
Melankolik mizaç ile cinlenme arasında bağlantı kurma geleneğinin 16. yüzyıldan
itibaren önem kazandığını ve dindışı yazında tartışılır hale geldiğini
söyleyebiliriz. Ancak Erken Hıristiyanlığın inzivaya çekilmiş veya manastıra
kapanmış keşişlerine musallat olan ve keşiş melankolisi olarak adlandırılan acedia
günahına ‘öğle demonu’nun neden olduğu da unutulmamalıdır.
16.
yüzyıldan itibaren cinlenmeyi melankolik mizaçla ilişkilendirme çabalarında,
hekimlerin başını çektiği, doğadışı güçlerin kontrolünü en aza indirmeyi
amaçlayan girişimlerin rolü büyüktür. Cinlenmiş bir kişinin, ağızdan gelen
köpükler, gıcırdayan dişler, ulumaya benzer haykırışlar, görülen
halüsünasyonlar, bilinmeyen dilleri akıcı biçimde konuşma ve Tanrı’ya küfür
etme gibi kriz anında verdiği tepkiler melankolinin varlığıyla
ilişkilendirilir. Her türlü doğaüstü davranışın doğal nedenlere dayalı bir
açıklaması olabileceğini savunanların başında gelen Hollandalı hekim Levinus
Lemnius (1505-1568) cinlenme olarak tanımlanan halin aslında hastanın kara
safra sıvısının aşırı ısınmasından (melancholia adusta) kaynaklanan
melankoli hali olduğunu savunur. Sevgi, öfke, depresyon, kavrayış
yeteneklerinde artış, aşırı duyarlılık gibi farklılık yaratan değişimleri
melankolik mizacın sonucu olarak değerlendiren Leminus’un Aristotelesçi
melankoli tanımına dönüş yaptığı söylenebilir. Cinlenme ile melankolik mizacı
özdeşleştirme çabaları yaşadığı dönemde mestektaşları tarafından abartılı
bulunan Leminus’un görüşleri, tüm aşırılıklarına karşın, 16. yüzyılda
melankolinin çekim gücünü göstermesi açısından ilginçtir. (Midelfort, 1992, s.
75-76)
Daha
önceki bölümlerde Robert Burton’un ‘Melankoli’nin Anatomisi’ (The Anatomy of
Melancholy) üzerine değerlendirmeler yaparken belirtimiz gibi Erken
Yeniçağ’da melankoli, sadece hastalıklar değil farklılık yaratan birçok ruhsal
ve fiziksel halin nedeni olarak görülmüştür. Fransızca yazında, melankoliyi
doğalcı bir bakış açısıyla açıklamaya yönelik radikal yaklaşımlara örnek olarak
hekim Jacques Ferrand’ın (15751630) çalışmaları, İngiltere’den aynı bakış
açısını temsilen Reginald Scot’un Discoverie of Witchcraffi (1584) örnek
olarak verilebilir. Kuşkusuz hekimlerin başını çektiği bu yeni yaklaşımlar ve
cinlenmeyi (possessio/obsessio), başta Kilise ve ruhban kesimi olmak
üzere, şeytan ve demonlarının marifeti olarak görenler dışında her iki unsurun
da (doğal ve demonik) etkili olabileceğini savunanlar da söz konusudur.[121] Daha çok
deneysel (ampirik) bir bakış açısına göre şekillenen görüşlerin 16. ve 17.
yüzyılda genellikle bilim adamları tarafından dillendirildiğini söyleyebiliriz.
Aşağıda göreceğimiz üzere bu ara bölgeyi temsil eden isimlerden en tanınmışı
hekim Johann Weyer’dir.
Bu üç farklı yaklaşımdan
birini temsil eden bazı teologların, RR a giren düzenlemelerden de
hareketle, insanlarda görülen ve açıklanmasında zorlanılan her türlü olguyu
şeytana maletme çabasında oldukları görülecektir. 18. yüzyılda yaygınlık
kazanan bu sürecin en tanınmış isimlerinden biri rahip Johann Joseph GaBner’dir
(17271779). Yaşamı boyunca binlerce insanı kendi beden ve ruh gücüyle
demonların işgalinden kurtararak mucizeler yarattığını idda eden GaBner,
kendisini şarlatanlıkla suçlayanlara karşı yüz elli civarında irili ufaklı
metinle karşılık vermiştir. Katolik dünyasından olduğu kadar Protestanlar
tarafından da egzorsizm adı altında, kalabalıklar önünde sözde cinlenmiş
hastalar üzerinden tiyatro yapmakla suçlanan GaBner, 17. ve 18. yüzyılda benzer
yöntemler kullanarak insanları kurtadığını savunan çok sayıdaki 1213 örnekten sadece biridir.[122]
11.2.4. Johann Weyer ve Melankolik Cadılar
Varlıklı
bir ailenin çocuğu olarak iyi bir eğitim alan Johann Weyer (1515-1588), Bonn’da
öğrenim gördüğü yıllarda Nettesheimli Agrippa’nın öğrencisi olma şansına
erişmiştir. Cadı avına karşı tutum almasında Agrippa’ya çıraklık yaptığı bu
dönemin etkisi olduğu sanılmaktadır. Daha sonra tıp eğitimini Fransa’da
tamamlayan Weyer, baba memleketi Grave’ye dönmüş ve pratisyen hekim olarak
çalışmaya başlamıştır. Johann Weyer’in ismi tarihçiler tarafından hekimliğinden
çok, yaşadığı yıllara damgasını vuran cadı avlarına karşı muhalif tavrı nedeniyle
anılır.
1563
yılında ilk baskısı yapılan De Praestigiis Daemonum11
(Demonların Sihirbazlıkları)[123] [124] isimli
kitabında Weyer, cadılıkla suçlanan yaşlı kadınları ruh halini anlamaya, bir
hekimin olarak çözümlemeye çalışır. Weyer’e göre suçlanan kadınlar aslında
cadılığı bilinçli olarak seçmemişlerdir. Melankolik kişilikleri ve cadı
kremlerinin de etkisinde, demonların tutsak aldığı ruhları onların kendilerini
cadı sanmalarına neden olur. Sorun aslında kriminal olmaktan çok
psikopatolojiktir, yani hekimlerin alanına girer. Kitabında cinlenmeye özel bir
önem verdiği görülür; bakış açısı, hekim kimliğine karşın geleneksel düşünce
kalıplarına uygun düşer. Cinlenmeyi doğüstü bir fenomen olarak açıklama
çabasına girer: Şeytan insanların beden sıvılarının kalitesini bozarak
karıştırır, kalbin ve beynin zehirlenmesine yol açar. Özellikle kadınlar aybaşı
kanamaları nedeniyle şeytanın müdahalesine daha açıktırlar. (Klinnert, 2005, s.
92-93)
Weyer’e
göre 16. yüzyılın moda hastalığı ‘melankoli’ tümüyle kadınlara özgü bir hastalıktır.[125] Melankolik
bir bedenin yaşadığı tüm olumsuzlukları ve giderek nasıl uyumsuz bir kişiliğe
dönüştüğünü örneklerle anlatır. Melankolik kişiliğin ortaya çıkmasında
yeme-içme alışkanlıkları, hava koşulları, endişe ve korkunun etkili olduğunu
savunur. Yine Satürn gezegenin mizaç üzerindeki olumsuz etkisine dikkat çeker.
Ancak melankolik mizacın temel nedeni, şeytan ve demonlarının etkisiyle
kalitesi ve dengesi bozulan beden sıvılarıdır. Bozulan sıvı dengesinin en
önemli sonucu beyin üzerinde görülür; bir yanda kişilik değişmeye başlar diğer
yandan sanrılar gören hasta giderek gerçek dünyadan kopar. En ileri safhalarda
hasta kendisinin hayvana dönüştüğüne inanır. Weyer’in tüm melankoli tasarımın
temelini bu ‘kişilik değişimi’ oluşturur. Bu bağlamda Weyer’in melankoli
tanımının çağdaşlarından daha geniş bir anlama sahip olduğu söylenebilir.
(Klinnert, 2005, s. 96-97)
Bir
bütün olarak ele alındığında melankoli ve demonik cinlenme olgusu şeytanın
kontrolünde gelişen bir hastalıktır ve tedavisi vardır.[126] Ancak hasta mutlaka işin
ehline teslim edilmelidir. Bozulan beden sıvılarının tekrar dengeye getirilmesi
ve Satürn’ün yıkıcı gücünün bertaraf edilmesi görevi hekimin görevidir.
Demonların işgalindeki ruhun kurtuluşu ancak uzman ruhban mensuplarının
kontrolünde sağlanabilir. İşte cadılar bu karmaşık hastalığın, kurbanları
olarak tedaviye muhtaçtırlar. Melankolik ve cinlenmş bir beden şeytan için
ideal bir çalışma alanıdır. Kontrolü altına aldığı cadıya istediği her
türlü kötülüğü yaptırabilir; çok şey vaat eder ancak onu hayal dünyasında
gezindirerek aslında hiçbir şey vermez.
Johann
Weyer’e göre bu denli şeytan ve demonlarının tutsağı haline gelmiş zavallı
cadıların yaptıklarından dolayı suçlanmaları mümkün değildir, çünkü melankolik
ruhları eylemlerinden sorumlu olamayacak denli tutsak edilmiştir. Sonuç
itibariyle çoğu yaşlı, yanlız yaşayan, bu ebleh melankolik ihtiyarların cezai
ehliyetleri yoktur. Tedavi ve gözetim altında tutulmak suretiyle etraflarına
zarar vermeleri engellenebilir.
Weyer’in
melankolik ve cinlenmiş cadıları ölüm ile cezalandırmak yerine tedavi etme,
gözetim altında tutma fikrinin alanında bir ilk olduğunu söyleyebiliriz.
Büyücülerin, cadıların yaklaşık yüz elli yıl sonra cezaî ehliyetleri olmayan
akıl hastaları olarak tanımlanmaları yaygınlaşacak olsa da, Weyer’in 16.
yüzyıldaki bu yaklaşımı psikiyatri tarihi açısından büyük önem taşımaktadır.[127]
Yukarıda
ana hatlarıyla çerçevesini oluşturmaya çalıştığımız Weyer’e özgü cadı avı
karşıtlığının son tahlilde, hiç de sanıldığı gibi masum ve inandırıcı bir temel
üzerine inşa edilmediğini söyleyebiliriz. Öncelikle Weyer’in yarattığı tersi
imaja karşın, cinsiyetçi ve kadın düşmanı bir tutuma sahip olduğuna ilişkin
yazılarında çok sayıda tanıklık vardır. (Opitz-Belakhal, 2006, s. 131-148;
Schulte, 2001, s. 160-162) Cadılara ‘meczup’ kimliğini atfeden ilk yazar olan
Weyer’in bu tutumu tarafgir cinsiyetçi tutumuyla birlikte değerlendirilmelidir.[128] Cadılığın
kadınlara özgü bir suç olmaktan tedricî biçimde çıktığı ve ‘erkek cadı’
kavramının yagınlaşmaya başladığı bir yüzyılda yaşayan Weyer için cadı hâlâ,
‘kadın’ cinsiyetiyle özdeştir. Melankoliyi, cadıların patoljik bir hasta
olduklarını kanıtlamak için bir araç olarak kullanan Weyer’in, iyi niyetli
girişimlerine karşın elde edilen sonuç, yüzyıllardır varola gelen
melankolik-cadı algısını pekiştirmekten başka bir işe yaramamıştır.
11.2.5. 18. Yüzyıl: Normaldışına
Bilimsel Açıklama Arayışları ve Psikiyatrik Tedavi
Yukarıdaki
bölümlerde incelendiği üzere, melankoli, delilik ve cinlenme olarak
tanımladığımız üç farklılık hali, incelediğimiz dönem itibariyle, birbirinden
görece bağımsız süreçlerde ortaya çıkmış ve yüzlerce yıl boyunca geçirdikleri
değişimlerle varola gelmişlerdir. Ancak 18. yüzyıldan itibaren, melankoli ve
cinlenme halinin, bir tür ‘delilik’ olarak tanımlama, giderek tek bir
‘hastalığa’ indirgenme çabalarının öne çıktığı görülür. Bu süreçte, ‘delilik’
algısında Avrupa coğrafyasında Rönesans sonrasında yaşanan gelişmelerin
belirleyici olduğunu söyleyebiliriz. Bir yandan ‘normaldışı’nı, klinik bir vaka
haline dönüştürmek yolunda girişilen bilinçli çabalar, melankolikleri ve
cinlenmişleri akıl hastası ilan etme niyetiyle birlikte yürürken, diğer yandan
melankoli teşhisi yaygınlığı ölçüsünde ‘depresyon’ ile özdeşleştirilmiş,
Kilise’nin ağırlığını giderek kaybettiği cinlenme vakalarında tedavi
sorumluluğu hekimlere verilmiştir.
Tarih
boyunca dönem dönem meziyet olarak görülen kimi farklılıkların hastalık olarak
tanımlanmasına en iyi örneklerden biri din melankolisidir. 18. yüzyıl
sonlarından itibaren kilisenin insanların sosyalleşmesindeki en önemli mekân
haline gelmesiyle, dini kökenli melankoli ve çılgınlık vakalarında dikkate
değer bir artış yaşanır. Bu sürecin Protestanların başını çektiği dini yazında
yaşanan patlamayla aynı döneme denk düşmesi dikkat çekicidir. İlk kez Robert
Burton’un The Anatomy of Melancholy"de ayrıntılı biçimde ele aldığı
‘din çılgınlığı’, Avrupa monarşileri için artık bir tehdit unsurudur.[129] Yeniçağ’ın
sapkınlık olarak tanımlanan dinsel melankolisi, yaygınlık düzeyi göz önünde
bulundurulduğunda, Erken Hıristiyanlığın keşiş melankolisiyle sınırlı acedia
günahından çok daha ciddîye alınması gereken bir tehlikedir. Melankolikleri
esinli veya deha olarak gören kabuller artık geride kalmış, melankoli, delilik
gibi, tedavi veya kapatılmayı gerektiren bir hastalık olarak görülmeye
başlanmıştır. 18. yüzyılın manik bozukluklar üzerinde uzmanlaşmış yıldız
psikiyatristi Phillippe Pinel (1745-1826), dinsel bir çılgınlık fırtınasına
yakalanmış melankoliğin tedavi edilme şansı olmadığını söyleyecek kadar ileri
gidecektir. 19. yüzyıl hekimleri ise adeta söz birliği etmişcesine
psikiyatrinin alanına giren hastalıkların ortaya çıkmasında aşırı dindarlığın
önemine sürekli vurgu yapma ihtiyacı duymuşlardır.
Avrupa
Tarihi’nde psikiyatrinin doğumuna sahne olan 18. yüzyıl, çok sayıda hekim
tarafından temsil edilen teşhis ve tedavi yöntemlerin adeta geçit resmi yaptığı
bir dönemdir. Özelikle hastalar üzerindeki yaptıkları farklı deneylerle gündeme
gelen Avusturyalı rahip Johann Joseph Gassner (1727-1779) ve Alman hekim
Friedrich Anton Mesmer (1734-1815) bu yüzyılın en renkli simalarıdır. Daha
önceki bölümlerde değindiğimiz üzere, kendi deneyimlerinden hareketle, bazı
hastalıkların, kötücül güçlerin insan bedenini kontrol altına almasıyla ortaya
çıktığına savunan Gassner, tedavinin de egzorsizim yoluyla sağlanabileceğine
inanıyordu. Hastalıkları doğal nedenlerden kaynaklanan ve doğadışı nedenlerle
ortaya çıkan, olmak üzere ikiye ayıran Gassner, ilk gruptaki hastaların
hekimlerin görev alanına girdiğini ancak ikinci grupta yer alan hastaların
egzorsistler tarafından tedavi edilmesi gerektiğini savunuyordu.
İçlerinde
psikopatolojik sorunları da olan, çok sayıda hastayı tedavi ettiğine
inanılan Gassner’in yıldızı çabuk söner. Gassner’in rakibi kendisinden yedi yaş
küçük olan ilâhiyat, hukuk ve tıp eğitimi almış Anton Mesmer’di. Alman hekim,
kendi bedenini de kullanarak, ki bunu daha sonra ‘hayvansal manyetizm’
(Mesmerizm) olarak tanımlamıştı, mıknatıslar aracılığıyla hastanın vücudundaki
elektrik akımını boşaltığını ve böylelikle tedavi ettiğini iddia ediyordu.[130] Mesmer,
fizik, kimya, elektrofizik gibi fen bilimlerinden aldığı güçle hastalara şifa
verdiğini savunarak, başta Fransa ve Avusturya gibi ülkeler olmak üzere Avrupa
çapında üne kavuştu. Çok sayıda hayranı kadar, yöntemlerinden ve kısa zamanda
sağladığı ünden nefret edenler olmakla birlikte, Mesmer’in tedavi yönteminin bu
denli ilgi çekmesinin nedeni, Yeniçağ’ın ruhuna uygun düşen, fen bilimlerinin
ışığında sözde doğabilimsel, metodlar kullanıyor olmasıydı. Yıldızların
insanlarda görülen hastalıklar üzerindeki etkisini incelediği teziyl e doktor
ünvanı alan Mesmer, Gassner’den yedi yaş küçük olmasına karşın uyguladıkları
tedavi yöntemleri nedeniyle ağlarında adeta ‘Çağ’ farkı vardı. Gassner’in
hastalıkların tedavisinde egzorsizm gibi tümüyle arkaik bir ritüeli tedavi
yöntemi olarak seçmesine karşın, Mesmer, bir tür hipnoz olarak tanımlansa da,
daha yenilikçi, yaşadığı çağa uygun, gelecek vaat eden bir tedavi yöntemi
öneriyordu.[131] Ancak tüm
yeni ve farklı tedavi önerilerine karşın Mesmer’in de sonu Gassner gibi oldu;
XVI. Louis tarafından görevlendirilmiş bir komisyon tarafından şarlatanlık
suçlamasıyla gözden düştü ve yanlız bir şekilde öldü.(Arenz, 2033, s. 83-88;
Sandoz, 2010, s. 197-199; Babaoğlu, 2002, s. 86-90; Ehrlich, 2007, s. 173 vd.;
174-176; Porter, 2007, s. 287 vd.)
Kuşkusuz
Gassner ve Mesmer’in etkileri Almanca konuşulan coğrafya ile sınırlı kalmamış,
çok sayıda hekim gibi klinik psikiyatrinin kurucusu olarak anılan Fransız hekim
Philippe Pinel (1745-1826), Mesmer’in deneylerinden etkilenmiştir. Fransız
devrimi
sonrasında Bicetre Hastanesi’nin başhekimliğine getirilen Pinel, insanlık dışı
koşullarda yaşayan hastaların koşullarını iyileştirme yolunda adımlar atmıştır.
Bugün ‘akıl hastalarının zincirlerinden kurtarılması’ olarak anılan olayın,
dönem Fransa’sının koşulları göz
önünde bulundurulduğunda, sembolik bir öneme haiz olduğu
anlaşılacaktır. Kaldı ki, 18. yüzyıl Avrupası’nın
çalkantılı toplumsal koşulları, akıl hastaları, işsiz
yoksullar, dilenciler gibi marjinal kesimlere karşı varolan
tahammülsüzlüğün
bugünden yarına değişmesinin mümkün olmadığını ortaya koymaktadır. Ancak yine
de Pinel’in bu önemli girişimi psikiyatrinin doğuşu olarak tarihe geçer.
Uzmanlık alanı mani olan Pinel, yaşamı boyunca akıl hastası olarak hastanede
tutulan hastaların bakım ve tedavi koşullarının iyileştirilmesi için çaba
harcamıştır. Pinel’in izinden giden ve geç yaşlarında öğrencisi olan Jean
Etienne Esquirol (1772-1840), melankoli konusunda uzmanlaşmış ve kurduğu özel
bir klinikte saplantılı hastalar için tdeavi yöntemleri geliştirmiştir. Günümüzde
Esquirol’un adı, Pinel ile birlikte modern psikiyatrinin kurucusu olarak
geçemektedir. (Arenz, 2033, s. 88-93; Babaoğlu, 2002, s. 91-94; Porter, 2007,
s. 497-499; 504; Jackson, 1986, s. 147148; 151-155; Teber, 2004, s. 222-223)
Kuşkusuz
akıl hastalıkları tarihinde 18. yüzyılda başlayan bu yeni dönem, 19. yüzyılda
Histeri ve hipnoz üzerinde uzmanlaşmış J.-M. Charcot (1825-1893), modern ve
insanî tedavi merkezlerinin kurulması için çalışan W. Tuke (1732-1822),
Amerikan psikiyatrisinin babası olarak anılan Benjamin Rush (1745-1813),
psikiyatrinin bilimsel bir disiplin olarak yerleşmesi için çaba sarfeden Johann
Christian Heinroth (1773- 1843)[132] ve başka
isimlerin katkılarıyla sürecektir. Ancak 1960 yıllardan itibaren pozitivist bir
psikiyatri tarihi yazımına karşı başlatılan anti-psikiyatri geleneğini temsil
eden R. Laing ve T. Szasz gibi isimlerin yanı sıra Michel Foucault’nun
girişimleriyle ortaya konan tablonun, hiç de sanıldığı parlak olmadığı ortaya
çıkacaktır. Pinel, Esquirol ve Rush gibi ünlü psikiyatırlar hâlâ, cadıları
tedavi şansları olmayan akıl hastaları olarak görmeye devam etmektedirler.
Bu yaklaşım sadece cadılar, büyücüler, cinlenmişler veya
melankoliklerle sınırlı kalmamıştır. Foucault’nun da Fransa örneğinden
hareketle dillendirdiği üzere, topluma
yük
olduğu düşünülen yaşlı, aylak, çalışamaz, çocuk, dilenci, potansiyel suçlu ve
sakat, yeni ‘hasta’ tanımı altında toplanarak kapatılmıştır. Bu noktada tıbbın,
yeni doğan kolu psikiyatri, adeta insanların akıl sağlığından sadece kendisinin
sorumlu olduğunu savunurcasına, sürece gönüllü katkı sağlamıştır. Böylece
tedavi adı altında uygulanan yöntemlerin bilimsel ve alternatifsiz
olduğuna, hastanın kendisi de dâhil olmak üzere, herkesin inanmasını sağlayacak
adımlar atılmıştır. Bu sürecin öncekilerinden farkı, bilimsel (tıbbî) olduğu
savlanan yöntemlerle normaldışı (anormal) ile toplum sağlıklı (normal) olan
çoğunluğu arasına sınır çekme konusundaki kararlılıktır.
Akıl hastalarının özel
olarak kurulmuş bakımevi benzeri kurumlara kapatılmasının oldukça geç bir
dönemde başladığını görüyoruz. Bu uygulama ile çevresine veya kendisine zarar
verebileceği düşünülen hastaların tedavisinden çok tecrit edilmesinin
amaçlandığını söyleyebiliriz. Her ne kadar Antikçağ’dan itibaren toplumsal
yaşamda aklından zoru olduğuna inanılanlara karşı dışlayıcı tavırların varlığı
söz konusu olmakla birlikte, 17 yüzyıldan itibaren dışlayıcılığın ve
ayrımcılığın (Segregation, Alm.),[133] kurumlaştığı
görülüyor. Ortaçağ boyunca hasta’dan ziyade kaçık, meczup olarak
görülenlerin kulelere veya zindanlara konulması isnisnai bir uygulama olarak
karşımıza çıkar. Daha önce gördüğümüz üzere Ortaçağ’da, ‘köyün delisi’ (Dorftrottel,
Alm.) tanımına uygun düşecek kaçıklığın çaresinin olmadığına inanıldığı gibi,
tedavi de aile içindeki bakım ile sınırlıdır. Kuşkusuz evde, aile tarafından
bakım da bir tür tecrit olmakla birlikte henüz kurumlaşmamıştır. Ancak 13.
yüzyıldan itibaren dini tarikatların hayır yaklaşımıyla akıl hastalarının
bakımını üstlenme yolunda önemli adımlar attıklarını görüyoruz. Örneğin
Londra’da 1247 yılında dini bir vakıf olarak kurulan St. Mary of Bethlehem
(Bedlam) hastanesinin, 14. yüzyılın sonlarından itibaren tümüyle akıl
hastalarının bakımına ayrıldığını görüyoruz.[134] 15. yüzyıldan
itibaren, büyük
ihtimalle
İslam dünyasındaki örneklerden hareketle,[135] Ispanya’nın, Valensiya,
Saragosa, Sevilla, Valladolid, Toleda ve Barselona kentlerinde dini vakıflar
bünyesinde akıl hastanelerinin kurulmaya başladığı görülüyor. (Porter, 2007b,
s. 91)
Ancak tarikatlar
tarafından vakfedilen ve din adamlarının yönetimindeki bakım merkezlerinden,
sosyal devletin sivil bir kurumu olarak akıl hastanelerine geçiş 17. yüzyılın
ilk yarısında gerçekleşecektir. Bu bağlamda akıl hastalıklarının tarihinde
‘Klasik Çağ’ın, dışlanmanın kurumlaştığına işaret eden ‘Genel Hastaneler’in
Fransa’da kuruluşuyla başladığını söyleyebiliriz.[136] 1656 yılında çıkarılan bir kararnameye
dayanılarak kurulan, “Genel Hastane tıbbî
bir kurum değildir.[137] Daha çok
yarı adli bir yapı olup, daha önceden oluşmuş yetkilerin yanı sıra ve
mehkemelerin dışında karar veren, yargılayan ve infaz eden bir cins yönetsel
bütündür.” (Foucault, 1992, s. 81)[138]
Daha
önce değinildiği gibi, Avrupa’da 17. yüzyılın başından itibaren farklı grupları
‘marjinal’leştirme çabalarında belirgin bir artışın yaşandığı görülmektedir.
Merkezî devletlerin ortaya çıkışı, endüstri devrimi öncesinde özellikle kırsal
kesimdeki yüksek işsizlik oranları ve reformasyon ile giderek artan toplumsal
huzursuzluklara karşın düzen ve ahenk arayışları, başta hastalıklı bireyler
olmak üzere varlıklarıyla yeni toplumsal düzeni tehdit eden tüm marjinal
kesimlere yönelecektir. Kuşkusuz Fransa’daki ‘Genel Hastane’ alnında tek örnek
değildir; benzeri kurumlaşmalar başka Avrupa ülkelerinde de görülecektir.
Almanya’da 17. yüzyılın başından itibaren kurulan ıslahevleri (Zuchthauser)[139] ve İngiltere’de
yoksullar ve kimsesizler için kurulan ‘aşevleri’ bu kurumlara örnek olarak
gösterilebilir. Foucault bu süreci Deliliğin Tarihisinde (1992, s. 163)
şöyle tanımlar:
Klasik çağ
Genel Hastane’nin kurulmasından, Almanya ve İngiltere’de ilk ıslahanelerin
açılmasından XVIII. yüzyılın sonuna kadar insanları kapamıştır. Sefihleri, har
vurup harman savuran babaları, hayırsız evlatları, dine küfür edenleri,
“kendilerinden kurtulmak isteyen” kişileri, adetleri serbest olanları
kapamıştır. (...) fakat bütün bu kurumlann herbirinde delilerin sayısı giderek
artmaktadır. Paris’te Genel Hastane’ye kapatmak üzere yapılan tutuklamaların
yaklaşık onda birini “meczuplar”, “bunaklar”, “zihni yabancılaşmış”lar,
“tamamen delirmiş” insanlar oluşturmaktadır. Bunlarla diğerleri arasında fark
gözetildiğine dair hiçbir belirti yoktur.
Fransa’da
kurulan Genel Hastaneler’den yaklaşık yüzyıl sonra, Viyana’da 1784’de açılan
Deliler Kulesi (Narrenturm) ilk kez bir hastane bünyesinde kurulan
psikiyatri bölümü olarak faaliyete geçer ve böylece insanların ruh hallerinden
sorumlu psikiyatri hastanelerinin kuruluşun önü açılmış olur. (Saurer, 1992, s.
214; 221; Ehrlich, 2007, s. 184 vd.) Bu süreçte devlet aygıtının, psikiyatrik
tıbbın (klinik psikiyatri) kurumlaşması için gereken altyapıyı sağladığı
görülecektir.
Sonuç itibariyle, 18. yüzyılın ikinci
yarısından itibaren başlamak üzere akıl hastalığını tedavi etmek için,
‘bilimsel yöntem’ adı altında yapılan tüm girişimlerin son tahlilde
aykırılıkların ortadan kaldırılmasına yönelik pozitivist bir ahlâk anlayışının
en önemli sonuçlarından biri olduğunu söyleyebiliriz.
Avrupa
tarihinde farklılık yaratan hallerin ortaya çıkışı ve toplumsal düzeyde
algılanışında yaşanan değişimi incelediğimiz bu çalışmanın sonuçları olarak
ortaya çıkan önemli noktalara kısaca değinmek istiyoruz. Öncelikle incelemenin
kapsadığı geniş zaman dilimi göz önünde bulundurulduğunda, farklı çağlara özgü,
ancak devinen, inanç ve kabullerin varlığından söz edebiliriz. İÖ 6. yüzyıldan
18. yüzyıla kadar tıp dünyasına hâkim olan ve beden sıvılarını temel alan
öğreti, yaklaşık iki bin beş yüz yıl boyunca toplumsal düzeyde insanlar
arasında farklılık yaratan bir unsur olarak daima belirleyici olmuştur.
Antikçağ’da
evren ve dünya algısının tümüyle temel (kurucu) elementler arasındaki uyum ve
denge üzerine inşa edilmesi, erken dönem sağlık ve hastalık tanımları üzerinde
de belirleyici olacaktır. Hippokrates ve Galenos gibi büyük hekimler temel
elementlere denk düşen beden sıvılarını örnek alan bir modelleme yaparak evren
ile beden arasında analoji yapma yolunu seçmişlerdir. Böylece insan bedeni
makrokozmosun en küçük örneği olarak kabul edilmiş ve sağlıklı olmanın ancak
beden sıvıları arasında denge sağlanması ile olabileceğine inanılmıştır. Çağlar
boyunca geçerli olacak kabullerin anahtar sözcükleri uyum, denge ve düzen
olacaktır. Bedende sıvıların dengesizliği (karışımı) nedeniyle ortaya çıkan bir
normalden uzaklaşma hali olarak hastalık, toplumsal, siyasal giderek
yöenetimbilimsel düzeyde düzensizlik ve kaos ile eşdeğer hale gelecektir. Bu
bağlamda ‘uyum’ ve devamında ortaya çıkan ‘denge’ kavramları içerikleri
itibariyle sihirli sözcükler olarak görülmüştür.
Antikçağ
bize, başta akıl hastalıklarına ilişkin kabuller olmak üzere melankoli ve
cinlenme gibi farklılık hallerinin incelenmesi için önemli olanaklar sunar.
Antikçağ sanıldığı gibi insanlara özgü yoksunluk ve farklılıkların anlaşıyış ve
hoşgörüyle kabullenildiği bir dönem değildir. Yasa koyucudan sıradan insana
akıl hastalarına, özürlülere, yaşlılara ve hastalara yaklaşımda hoşgörü veya
anlayış gösterilmesi söz konusu değildir. Bizim çalışmamızda esas aldığımız
farklılık hallerinden biri olan melankoli halinin Aristotelesçi çözümlemesi,
her ne kadar bazı insanlara bahşedilmiş üstün bir yetenek olarak algılansa da,
son tahlilde yine de bir farklılık hali olarak ortaya çıkar. Homeros
Destanları’ndaki kahramanların yüzlerine yansıyan ‘kara safra’ fazlalığı,
onların kararmış ruhlarını yansıtan bir ayna görevi görür. Aristoteles’in üstün
insanlara özgü bir meziyet olarak tanımladığı melankoli, Platon’da yerini Tanrı
tarafından bahşedilmiş mânia tanımına bırakır.
Erken
Hıristiyanlık bedensel hastalıklar için olduğu kadar melankoli ve cinlenme
olgularına olan Antik bakışı önemli ölçüde değiştirecektir. Hıristiyanlık
dünyasının ilk hekimi İsa Mesih’in karizmatik kişiliği üzerinden tanımlanan yeni
bir sağlık anlayışı ortaya çıkar. Bu yeni kabul erken dönem keşiş mistiziminin
gölgesinde, bedeni adeta yok sayan tine övgüler düzen bir anlayışın sonucudur.
Böylece Hippokrates ve Galenos tarafından ortaya konan bilimsel tıbba ilişkin
yaklaşımların yerini dinsel kodalar ile yapılmış tanımlar alır. Bedene ne kadar
eziyet edilirse ruhun o ölçüde özgürleşeceği ve Tanrı katında değerleneceğine
inanılır. Erken dönemin keşişleri ve Ortaçağ’a hâkim olan azizler kültü bu
anlayışın etkisinde şekillenecektir.
Nihayet
Avrupa topraklarında manastır kültürünün yaygınlaşması sonrasında ortaya çıkan
manastır tıbbı geleneğine kadar yaşanan yaklaşık bin yıllık sürede yaşama,
dogmatik ve bütünüyle Hıristiyanlık Kilisesi etiğine uygun bir tıp anlayışı
hâkim olur. Hastalıklar tamamıyla dinsel kodlara göre tanımlanırken, sağlık
sadece ruhun selameti için gereken bir araç olarak görülecek ve inancın bir
türevi haline gelecektir. Ancak bir bütün olarak bakıldığında yaklaşık bin
yıllık bir döneme yayılan Ortaçağ’da farklılık halleri değişen ekonomik
koşullar ve dinsel taassubunda da etkisiyle çeşitlenecek ve çok boyutluluk
kazanacaktır. Bedene ilişkin fiziksel engeller, akıl hastalıkları toplumsal
yaşamda dışlayıcı olmaktan çıkarken, veba salgınları gibi toplumsal felaketler
toplumsal uyum ve dengeyi bozacaktır. Uzun bir süredir var olan kan bağına
dayalı ayrımcılığa, ki buna en iyi örnek Yahudi cemaatlerine yapılan
baskılardır, insanlar arasında ekonomik ve sosyal statü farkı yaratan unsurlar
da eklenir. Cellâtlık, tabakçılık, dokumacılık, fahişelik, lağımcılık gibi
Ortaçağ toplumlarında onursuz olarak kabul edilen meslekler dışlama unsuru
olarak ötekinin yaratılmasında önemli bir işlev yüklenmişlerdir.
Erken
Hıristiyanlığın keşişlerine musallat olan acedia günahı dışında
melankoli, uzun süre bir farklılık unsuru olarak görülmez. Asıl değişim
Ortaçağ’ın sonlarında 14.
yüzyıldan
itibaren başlayacaktır. Rönesans ve
gelişen Hümanist düşünce,
Reformasyon’un da etkisiyle birey olgusu üzerinde daha
fazla düşünülmeyi beraberinde getirecektir. Petrarca başını çektiği bu süreçte ilk kez
‘birey’e özgü iç sıkıntılar
dillendirilmeye
ve giderek başka bir varoluşun mümkün olup olamayacağı sorgulanmaya başlanır.
Hıristiyanlığın günah hanesinde yer alan intihar, Hıristiyan bir varoluşun
karşısında bir alternatif olabileceği artık açık açık, başta edebiyat olmak
üzere, tartışılmaya başlanır.
Yukarıda
bahsi geçen bedensel ve ruhsal uyumsuzluk hallerine ilaveten ancak anlardan
farklı bir yönde gelişen demonik cinlenme olgusu Antikçağ’dan itibaren tüm
kültürlerde insanoğluna eşlik etmiş fenomenlerden birisidir. Ancak
Hıristiyanlığın ortaya çıkmasıyla cinlenme, şeytan ve demonlarının, insani
zaafiyetler üzerindeki zaferinin simgesi olarak görülmüştür. Hıristiyanlık
dünyasının demonik cinlenme ile ilk tanışması İnciller’de hikâye edilen
olgularla gerçekleşir. İsa karizmatik egzorsist kimliğiyle cinlenlerin
işgalindeki bedenleri ve ruhları özgürlüklerine kavuşturur. Ancak Hıristiyan
inancından kaçışı temsil eden cin çıkarma ritüelinin Kilise kanonu haline
gelişi 16. yüzyılda gerçekleşecektir.
Yukarıda
kısaca özetlediğimiz hususların ışığında, Avrupa tarihinde farklılık yaratan
haller olarak incelediğimiz ve beden sıvılarının dengesizliği sonucunda ortaya
çıkan melankoli, cinlenme ve delilik gibi olguların, ‘normal’ olarak tanımlanan
durumdan bir uzaklaşmayı ifade ettiğini söyleyebiliriz. Yaklaşık iki bin beş
yüz yıl boyunca kabul gören bu yaklaşımın temelinde tüm evrenin kusursuz bir
denge üzerine inşa edildiği inancı yatmaktadır. Bu hassas denge varlığını
karşıtların uyumlu beraberliğine borçludur. Bu karşıtlar evren ve dünya söz
konusu olduğunda toprak, ateş, hava, su iken, insan bedeni için kan, balgam,
sarı ve kara safradır. Evren söz konusu olduğunda bozulan uyum kaos ile sonuçlanırken,
insan bedeninde beden sıvılarında bozulma (dengesizlik) hastalık ile
sonuçlanır. Bu bağlamda melankoli, delilik ve daha birçok fiziksel hastalık
kara safranın vücutta artması ve aşırı ısınması sonucunda ortaya çıkar.
Aşırılık (veya eksiklik), mevcut uyum ve dengeyi bozarak kaosa neden olduğu
için sadece insan bedeni için değil, örneğin ‘devlet’ gibi, siyasi
organizasyonlar içinde zararlı sonuçlara yol açar.
Sonuç itibariyle insan varoluşuna ilişkin
tüm kabullerin, ‘genel bir denge’nin varlığına olan sarsılmaz inancın
varlığında şekillendiğini başta insan bedeni olmak üzere irili ufaklı tüm
toplumsal organizmaların bu düşünceden hareketle tasarlandığını söyleyebiliriz.
[10] Çalışmamız
boyunca ‘Erken Yeniçağ’ ve ‘Yeniçağ’ın isimlendirme ve dönemlendirilmesinde
Almanca konuşulan ülkelerdeki tarih yazıcılığı örnek olarak olarak alınmıştır.
Almanca’daki Erken Yeniçağ (Frühe Neuzeit) ve Yeniçağ (Neuzeit),
Anglosakson tarih yazımında çoğunlukla early modern age/period/era ve modern
age/period/era olarak yer almakta, çoğul kullanlarda ise modern times'in
tercih edildiği görülmektedir. Bizim çalışmamızda esas aldığımız gösterim,
Avrupa tarihinde Erken Yeniçağ 1550-1648/1660 yılları arasına yayılan dönemdir.
Ancak Anglosakson yazında early modern times ile kast edilen dönem
1450/1500-1800 yılları arasını kapsamaktadır.
[11] “Keine Zeit vorher
und nacher wurde so sehr wie die Jahre von 1550 bis 1660 durch eine Unzahl von
Aufstânden, Kreigen, Rebellionen und Revolten erschüttert.” (Dülmen, 1991, s.
12)
[12] Bu bölümde Erken
Yeniçağ toplumlarını etkileyen ağır yoksulluğa sık sık vurgu yapılmakla
birlikte, yoksulluğun tek başına dışlanma sürecini tetikleyen bir unsur
olmadığını, ancak toplumda statü kaybına neden olarak marjinalleşmeyi
hızlandırdığını anımsatalım. Kuşkusuz Erken Yeniçağ’dan itibaren ‘biz ve öteki’
arasındaki ayrılıkların derinleşmesiyle hızlanan süreç, 16. yüzyılın başından
itibaren belirginleşmeye başlayan ‘birey’olgusundan ayrı düşünülemez. Bu konuda
R. van Dülmen’in ‘Birey’in Keşfi -1500-1800’ (Die Endeckung des Individuums
1500-1800) başlıklı çalışmasına bakılabilir.
[13] Dülmen bazı
grupları damgalayan, dışlayarak toplumla bütünleşmesini olanaksız kılan
süreçlerin
Ortaçağ’da da yaşandığını, ancak Reformasyon sonrası
dönemde bunların zirve noktasına ulaştığını belirtiyor: “Ausgrenzungsprozesse kannte bereits das Mittelalter,
doch die Stigmatisierung
gesellschaftlicher randgruppen, die stândisch nicht mehr integrierbar waren, erreichte
erst in der
nachreformatorischen Zeit ihren
Höhepunkt.” (Dülmen, 1991, s. 243)
E.
Schubert (2005, s. 47) Yahudileri ve kâfirleri dışlayan süreçlerin varlığına
karşın, Erken Yeniçağ’da yaşandığı anlamda sosyal bir dışlanmanın Ortaçağ’da
bilinmediğini belirtiyor.
Hergemöller
(1994a, s. 29) ise Geç Ortaçağ’da ve Erken Yeniçağ’da marjinal grupların (Randgruppen)
ortaya çıkışına olanak veren süreçlerin iki önemli kaynaktan beslendiğini
bunların, krizler ve batıl itikatlar (Tabus) olduğuna dikkat çekiyor.
[14] Ortaçağ’da ve
Erken Yeniçağ’da, çalışmamızın bütünlüğü bağlamında, marjinal olarak görülen,
dışlanan meslek ve gruplar üzerine çok sayıda çalışma mevcuttur. Daha sonra
farklı kaynaklara atıf yapılacak olmakla birlikte, bu çalışmalardan önemli
gördüklerimizi aşağıda veriyoruz: Nowosadtko, 1994; Jütte, 1993; Jütte, 2011; Danckert,
1963; Irsigler ve Lassotta, 1995; Meier, 2009; Roeck, 1993; Graus, 2002b, s.
303-350; Kortüm, 1996, s. 136-156
[15] Erken Yeniçağ’da
Hıristiyan heterodoksisi (Religiöses Aufienseitertum) üzerine bilgi için
bkz. Dülmen, 1999, s. 97-106.
[16] Hamamcılar, berberler,
ebeler, gezgin-cerrahlar gibi şifa dağıtan grupların toplumdan dışlanma
nedenleri genel olarak kan, irin, ter, idrar gibi ‘temiz olmayan’ beden sıvı ve
salgılarıyla uğraşmalarından kaynaklanır. Bu grup meslekleri icra edenlerin
dışlanması üzerine ayrıntılı bilgi için bkz. Jütte, 1994, s. 89-120.
[17] Ortaçağ’da ve
Erken Yeniçağ’da marjinal gruplar tarafından icra olunan ve onursuz olarak
sayılan meslekler içinde ‘cellâtlık’ istisnaî bir yere sahiptir. Cellâtlar
insan yaşamını sonlandırma görevinin (infaz) yanında, sanık ve tutukluların
yargılanma, sorgulanma ve gözaltı dönemlerinde de görev almışlardır. Asli
işlerinin yanında, sokak temizliğinden, lağımcılığa, taşınan ürünlerin
bekçiliğinden, cüzzamlıların gözetimine, şehir kulesi gözcülüğünden genelev
bekçiliğine, sahipsiz köpek avından işkence görenlerin tedavi edilmesine çok
geniş bir alanda çalışan cellâtlar genellikle doyurucu bir gelire sahiptirler.
Cellâtlık mesleği çok sayıda araştırmaya konu olmuştur.
J.
Nowosadtko’nın Erken Yeniçağ’da onursuz meslekler özelinde cellâtları ve leş
toplayıcıları konu alan çalışması (1994) bu alandaki en yetkin örneklerden
biridir. Yine aynı konuda ayrıntılı bilgi için bkz. Schubert, 2007, s. 64-84;
Danckert, 1963, s. 23-49; Irsigler ve Lassotta, 1995, s. 228-282; Glenzdorf ve
Treichel, 1970, s. 3-112.
Almanya’da
cellâtlar ve leş toplayıcılarının 13.-16. yüzyıllar arasındaki toplum içindeki
durumunu inceleyen bir çalışma için bkz. Wilbertz, 1994, s. 121-156.
[18] Toplum tarafından
dışlanma ve onursuz olmakla suçlanmanın ‘gerekçeleri’ cellâtlık söz konusu
olduğunda görece izah edilebilirken, bazı başka meslek gruplarında, dokumacılık
örneğinde olduğu üzere bütünüyle batıl itikatların gölgesinde şekillenen
geleneksel halk kültürünün değer yargılarına bağlı olarak şekillenmektedir.
Örneğin Almanca konuşulan ülkelerde tezgâhları darağacına (Galgen)
benzetilen dokumacılar, darağaçlarının üstüne konmuş biçimde tasvir edilen
karakarga figüründen hareketle ipsiz - sapsız, dolandırcı, yankesici (Galgenvögel)
olarak tanımlanır. Yine dokumacılık ve örgücülük tarih boyunca uzun süre sadece
kadınlara özgü görüldüğü için, erkekler tarafından icra edilmesi mesleğin hor
görülmesine neden olmaktadır. (Danckert, 1963, s. 118) Dokumacılık mesleğinin
onursuzluğu ve kâfirlik suçlamalarına maruz kalması üzerine bkz. Danckert,
1963, s. 99-119; Bülow, 1994, s. 181-201.
Dokumacıları
kâfirlik ile suçlayanlar arasında Clairvouxlu Aziz Bernard da vardır. (Bülow,
1994, s. 187)
[19] Oyuncular ve
sanatçılar, aylaklar ve serseriler gibi, belirli ikametgâhları olmaması,
sürekli hareket halinde olmaları nedeniyle toplumdan dışlanan gruplar içinde
yer alırlar. Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. Brandhorst, 1994, s. 157-180.
[20] Ortaçağ’da
onursuz/şerefsiz/itibarsız/adı kötüye çıkmış anlamlarına gelmek üzere Latince infamis
sıfatı kullanılmaktadır. Yine şerefsizlik, kötü ün için kullanılan infami/a-ae
çok geniş bir anlam bütünlüğüne sahip olup ‘onursuz’ olarak tanımlanan tüm
meslek ve grupları kapsamaktadır. Almanca metinlerde bu türden meslekler için
zaman zaman değersiz, layık olmayan, rezil anlamlarına gelen ‘unwürdige
Berufe ’, ama çoğunlukla kapsayıcı olan ‘unehrliche Berufe' ifadesi
kullanılmaktadır. ehrlich genellikle ‘namuslu’ anlamında kullanılmakla
birlikte, olumsuzluk veren un (unehrlich) takısıyla anlamı namussuz
yanında onursuz, haysiyetsiz, şerefsiz, itibar yoksunu gibi anlamlara da
gelmektedir. Bu bağlamda Ortaçağ’da, anılan meslekler için kullanılan ‘unehrliche
Berufe" ifadesinin ‘onursuz meslekler’, ile karşılanabileceğini
düşünüyoruz. Onursuz olarak tanımlanan mesleklerin en tipik örnekleri cellâtlık
ve fahişeliktir. Ortaçağ kanonik hukuku ruhban sınıfını ilişkide bulunamayacağı
meslekleri mercimonia inhonesta ( onursuz şey/mal) ve vilie officia
(değersiz meslekler) olarak tanımlamıştır. (Geremek, 1998, s. 391) Kilise,
gezginler, sokak çalgıcıları ve hatta saray müzisyenleri tarafından yapılan
müziği, tartışmaya yer vermeyecek şekilde, şeytanın insanları baştan çıkarmak
için kullandığı bir aldatmaca (diabolus in musica) olarak kabul eder ve
yasaklar. (Hergemöller, 1994a, s. 3)
Kuczynski
(1991, s. 145), tarihsel süreçte onursuz mesleklerin/grupların farklı
nedenlerle ‘onursuz’ (unehrlich) olarak tanımlandıklarını belirtiyor;
buna göre batıl inançlar ve şovenizm yanında, kırsal kesimde yaşayan keten dokumacılar
rekabet nedeniyle, cellâtlar meslekî utanç nedeniyle, hokkabazlar günümüzdeki
anlamına paralel biçimde onursuzluk nedeniyle, Çingeneler ise eski gelenekler
nedeniyle ‘onursuz’ görülmektedir.
Tarihsel
bir araştırma objesi olarak ‘onurunu kaybetmek’ üzerine bkz. Schreiner ve
Schwerhoff, 1995, s. 1-28. Tarihsel antropoloji bağlamında ‘onur’ kavramı
üzerine bkz. Dinges, 1995, s. 29-62.
17.
yüzyıl Almanya’sında onursuz meslekler üzerine ayrıntılı bir tahlil için bkz.
Kuczynski, 1991, s. 145 - 153. Yine Güney-Batı Almanya’yı konu alan çalışmalar
için bkz. Roeck, 1996, s. 9-26; Jütte, 1996, s. 2734.
[21] Dülmen toplumla
yaşanacak uyumsuzluğun karşılığında ödenecek bedelin yüksekliğine dikkat çeker:
Her kim bütünleşememiş ise, toplumun düşmanı, potansiyel bir eşkiya olarak
görülürdü. “Wer nicht integriert war, galt als Feind der Gesellschaft, als
potentieller Rebell.” (Dülmen, 1991, s. 245)
[22] Burada ‘homojen
çoğunluk’ veya zaman zaman ‘homojen bütün’olarak kavramıyla, anılan dönemde
hâkim olan ideolojiyle uyum içinde yaşayan kitle tanımlanmaktadır.
Çoğunluğu oluşturan, dolayısıyla kendi hukukunu, dinini ve etiğini
dayatabilme olanağına sahip olan bu kitle ‘tanımı gereği’ homojen bir yapıda
olup, geneli (bütünü) temsil etmektedir. Hangi nedenle olursa olsun bu bütün
dışında kalan veya bırakılan her grup veya bireyler marjinal,
hastalıklı, sapkın, anormal, günah keçisi, sıradışı, farklı, heteredoks,
azınlık, sınırdışı, acayip, yabancı, kâfir, putperest, psikopat, deli,
melankolik, mecnun, şarlatan gibi aşağılayıcı sıfat ve unvanlarla
tanımlanmaktadır.
[23] Dülmen (1991, s.
250), hamamcı, dokumacı, değirmenci, çoban, çömlekçi ve sepicinin hangi
nedenlerle onursuz sayıldıklarını anlayabilmenin güç olduğunu, sosyal, dinsel
ve büyü inanışından kaynaklanan nedenlerin bu (ön)yargıda etkili olduğunu
belirtir. Değirmenci, çoban ve çömlekci işi gereği köy-kent sınırları dışında,
gözden ırak yaşamak zorunda iken, sepici ölü hayvanlarla uğraşmakta, çobanın
şifalı otların inceliklerine, hamamcının ise hacamat yoluyla tedavi sanatına
vakıf olduğuna inanılmaktadır. Yine, mezar kazıcılığı, gece bekçiliği, zindan
bekçiliği, çöpçülük ve baca temizleyiciliğinin onursuz iş olarak görülmesinde,
‘gece’ yapılmaları ve ‘pis-kirli’ olmaları etkili olduğu anlşılmaktadır.
Geremek (1998, s. 396), işi gereği çoğunlukla evinden uzakta, yalnız yaşamak
zorunda olan çobanların sık sık sodomi (bestialitas) suçlamasıyla karşı
karşıya kaldıklarını belirtir.
Geç Ortaçağ’da değirmencilerin
dışlanma nedenleri ve loncaların dışlayıcı tavırları üzerine ayrıntılı bilgi
için bkz. Pasing, 1994, s. 202-219.
[24] Bernd-Ulrich
Hergemöller (1994a, s. 9 vd.) tarafından bu yapılan bu gruplandırmanın, en
genel anlamıyla toplumsal uyuma aykırılıkları nedeniyle dışlanan ‘marjinalleri’
(Randgruppen) daha iyi tanımlayabilmek adına alındığını belirtelim.
[25] Hergemöller
toplumun en alt tabakasını (Unterschicht) oluşturan yoksulları
(gündelikçiler, çıraklar, dul kadınların verdikleri hizmetler), çok az veya hiç
vergi ödeyemeyenler olarak tanımlıyor. (Hergemöller, 1994a, s. 10)
[26] Tıp literatüründe
‘bunama’, ‘erken bunama’ diye bir kavram yoktur. Günümüzde halk arasında
yaşlılar arasında görülen ve ‘bunama’ olarak adlandırlan halin özellikle,
Alzheimer ve Parkinson gibi beyni etkileyen nörolojik hastalıklardan
kaynaklandığı biliniyor.
[27] Bu tip
gruplandırmalar ve ölçütleri sık sık çalışma konusu yapılmakla birlikte, biz
burada kendimize yakın bulduğumuz, Bernd-Ulrich Hergemöller tarafından yapılan
gruplandırmayı örnek olarak aldık. (Hergemöller, 1994a, s. 3 vd.)
[28] Cadılık ve
cadılar bu çalışmanın marjinal-dışlanmış gruplar tanımı içinde kendine yer
bulmakla birlikte, ayrıntılı ve kapsamlı bir incelemeyi gerektirdiğinden
hareketle, seçilen gruplar içinde öncelik verilmemiştir. İncelediğimiz başlık
bağlamında Dieter Harmening’in (1994, s. 328-360) makalesine bakılabilir.
[29] Sodomi kelimesinin
geçmişi Eski Ahit’in Yaratılış bölümünde (Yar.13,3), kötülükleriyle ve
Tanrı’ya karşı işledikleri günahlarla anılan Sodom kenti halkına dayanmaktadır.
Yüksek Skolastik dönemden itibaren kavram erkekler arasındaki cinsel ilişkiyi
anlatmak için kulanılmakla birlikte giderek üreme amacı dışında girilen tüm,
sapkın, cinsel ilişkileri tanımlar hale gelmiştir. Günümüz Almanca’sında Sodomie
(Duden, 1982) hayvanlarla girilen cinsel ilişkiyi tanımlamakla birlikte
başta homoseksüel olmak üzere, heteroseksüel ilişki dışında kalanları
tanımlamak için kullanır hale gelmiştir. Erken Ortaçağ’dan itibaren, cinsel
seçimleri en genel anlamıyla doğal düzene karşı çıkış olarak görülen ve
sapkınlıkla suçlanan homoseksüeller - sodomistler Erken Yeniçağ’da devam eden
sistematik bir takip ve av sürecinin kurbanı olmuşlardır. Bu konuda ayrıntılı
bilgi için bkz. Hergemöller, 1994b, s. 361-403.
[30] Homojen bütün
olarak tanımladığımız halkların tamamına yakınının anılan dönemde Hıristiyan
olduğunu anımsatalım. Monoteist Hıristiyanlık marjinallığı sadece inanç bağlamında
tanımlamıştır. Böylece putperestlerden Yahudilere uzanan çizgide Hıristiyan
olmayanlar veya Hıristiyanlık inancından sapanlar (sapkınlar) marjinal olarak
tanımlanmıştır. Bu konuda bkz. Mayer, 1981, s. 15.
[31] Sevillalı
Isidorus Etimoloji adlı eserinde, Ortaçağ’da marjinal grupların
durumunu, topraklannın, ülkelerinin dışında olma halinden (extra solum)
hareketle, sürgün (exsilium), olarak tanımlar. Sürgündeki şahıs (exul),
sürgüne gönderildiğinde (exulare), yaşadığı toprakların dışına (extra
solum) çıkmış olur. (Etymologiae, V, XXVII,27; X,81) Kuşkusuz
Isidorus’un (560-636) yorumu, bir Ortaçağ yazarı olarak dönemin ruhuna
uygundur. 4.-6. yüzyıllar arasında, Kavimler Göçü ve savaşlarla sarsılan
Avrupa’da sürgüne gönderilmeden, savaşmadan yaşayabilmek ve huzur içinde ölmek
çok önemliydi. Kök salmak yerleşik olmakla eşdeğer görüldüğü için sınırda veya
marjinal olmak sürgünde olmakla aynı anlama geliyordu.
[32] Yukarıda
sayılanlar içinden biz bu çalışmada kullanılmak üzere ‘marjinal gruplar’
tanımını seçtik. Bu seçim farklı nedenlerden kaynaklandı. Bunlardan birincisi,
Latince kökenli ‘marjinal’ kavramının, çağdaş Batı dillerinde olduğu üzere,
Türkçe’de de ekonomi, sosyoloji, tarih, antropoloji gibi farklı disiplinlerde
yaygın olarak kullanılıyor olmasıdır. Diğer bir neden marjinal kavramının
görece, azınlık, öteki, dışlanmış, yabancı kavramları gibi doğrudan bir yargı
içermemesi ve bizce periferi kültürünü daha fazla temsil eder durumda
olmasıdır. Daha önemli gördüğümüz bir neden ise, konumuz bağlamında, ‘sınırda yer
almak’, ‘çizgi üzerinde olmak’ gibi bir anlama gelen marjinal kavramının,
sadece yukarıda sayılan gruplarla sınırlı olmayan geniş bir anlam bütünlüğüne
sahip olmasıdır. Daha önceki bölümlerde tarihsel süreç içinde farklılık yaratan
hallere örnek olarak ele aldığımız deliler, cinlenmişler ve melankolikler, son
tahlilde toplumsal dokuda ortaya çıkmış uyuşmazlıkları temsilen tanımlanan
marjinal tanımıyla örtüşür. Diğer yandan Almanca yazında sıra dışı, marjinal,
ayrıksı anlamlarını kapsayacak şekilde da kullanılan Aufienseiter
kelimesinin, 19. yüzyılın sonunda İngilizce’deki spor terimi outsider’den
alındığını belirtelim.
[33] Öncelikle
‘sapkın’ sıfatının, çalışmamızda kullanıldığı bağlamda, ‘sapık’ile
karıştırılmaması gerektiğini anımsatalım. Burada sapkın, Hıristiyanlıkta
tanımlandığı şekliyle, yanlış yola, inanca sapmış olanları tanımlamak için
seçilmiştir. Türkçe’de ‘sapkın’ sıfatı, doğru yoldan ayrılmış olan kişi için
kullanılmakla birlikte (TDK), Türkiye
Türkçesi Ağızları Sözlüğünde bunak, deli
gibi ve her şeyi bilen, bilgili gibi iki karşıt anlama sahiptir. İngilizce’de
sapkın genel olarak, perverse sıfatı ile karşılanırken Almanca’da, pervers’in
yanında verkehrt, verdreht kullanılmaktadır.
[34] Doğa ve teknik
bilimlerde merkez dışında, merkezden uzakta olan anlamlarına gelen eksantrik
kelimesi, sosyal bilimlerde ayrıksı, yalnız, tuhaf, acayip anlamlarında
kullanılmaktadır.
[35] Almanca metinlerde
yukarıda saydığımız grupları tanımlamak üzere Randgruppen, Marginalgruppen,
Sondergruppe, Minderheiten, Aufienseitern, unehrliche Breufe
kavramları, kişi veya durum anlamında ise Einzelganger, Fremd, Auflenseiter,
Aufienstehender, Anderssein, Sonderling, Müfiigganger, Aussteiger, Vagant,
Vagabund, Paria, Nonkonformist, aufiergwönlich, unehrlich, Randsiedler,
Sündenbock, verfemft, verworfen, anrüchig, entrechtet, gemieden, ausgestofien
kullanılmaktadır. İngilizce’den benzer çağrışımları olan kelimeler outsider,
outcasts ve Paria’dır.
Marjinal
grupların isimlendirilmesi, tanımlanması, şehir toplumuna uyum sağlama
çabalarıyla ilgili olarak, ayrıntılı referanslar içeren bir çalışma için bkz.
Graus, 2002b, s. 303-350.
[36] Çalışma boyunca,
dışlanma, takip ve sürgüne uğrayan Avrupa Yahudileri üzerine ayrıntılı bilgiler
verildiği için bu bölümde tekrar ayrıntıya girilmeyecektir. Ancak bu bölümün
başlığı altına yer alan hususları incelenen bağlama uygun bir bakış açısıyla
ele alınan bir makale için bkz. Ries, 1994, s. 284 - 327. Yine Geç Ortaçağ ve
Erken Yeniçağ Yahudiliğinde onur ve onursuzluk üzerine bkz. Jütte, 1995, s.
144-165.
[37] Burada aslı
olmayan, hayal mahsülü ifadesi imaginar (Alm.) karşılığında
kullanılmıştır.
[38] 16. ve 19.
yüzyılları kapsayan dönemde kadınların çalışma ve yaşam koşullarında
karşılaştıkları zorlukları irdeleyen bir analiz için bkz. Rheinheimer, 2000, s.
55-90.
[39] Sosyolojik bir
kavram olan ‘damgalanma’ (Stigmatisierung, Alm; stigmatisation,
İng) Antik dünyada çoğunlukla kölelerin, kanun kaçaklarının veya
işbirlikçilerin dışarıdan kolay tanınmalarını sağlamak için bedenlerine bir
işaret (damga) vurulmasıyla ortaya çıkmıştır. Hıristiyanlıkla birlikte kavram
dinsel ve tıbbi boyutlarıyla metoforik bir anlam kazanmış ve bu bağlamda
tanımlanmıştır: Tanrı’nın kerameti olarak bedende ortaya çıkan işaretler ve
bedende ortaya çıkan fiziki uyumsuzluklar.
Sosyolog
E. Goffman Stigma başlıklı çalışmasında, damgalanmanın üç farklı tipine
dikkatimizi çeker. İlki bedendeki deformasyonlar nedeniyle ‘beden’den iğrenme
olarak ortaya çıkar. İkincisi daha insanî tutku ve zayıflıkların zafiyete
dönüştüğü haller için geçerlidir ve geniş bir yelpazede sapkınlıklar dizgesi
oluşturur. Akıl karışıklığı, alkolizim, eşcinsellik, işsizlik, intihara
yatkınlık, aşırı radikal siyasî tavırlar gibi aşırı uçlara evrilen zaafiyetler
bu duruma örnektir. Üçüncü grupta ise ırk, din, mezhep ve cinsiyet gibi genetik
kodlarda içeren, daha geniş kapsamlı bir dizge söz konusudur. (Goffman, 1975,
s. 12-13)
Kuşkusuz Goffman’in tanımı geniş kapsamlı ve sosyolojik bir
bağlam içermekle birlikte, Antikçağ’dan günümüze tüm damgalanma tip ve
kategorilerini kavrayan bir bütünlüğe de sahiptir. Diğer yandan bu çalışmada
farklılık yaratan ve toplumsal dokuda uyumsuzluğa neden olan hallere örnek
olarak aldığımız delilik, melankoli ve cinlenme, Goffman’in tanımladığı birinci
ve üçüncü gruplar içinde yer almaktadır. Klasik Dönem ve Ortaçağ’da psikiyatrik
damgalanma üzerine bir değerlendirme için bkz. Fabrega, 1990, s. 289-306; 16. yüzyıldan itibaren yoksullukla mücadele
bağlamında dilenciler üzerinden gelişen
damgalanma
üzerine bkz. Jütte, 2011, s. 186 vd.; Jütte, 1993, s. 77-79; ‘Damgalanma’
tanımı için bkz. Roeck, 1993, s. 11. Azizelerde kutsalığı temsilen bedende
beliren değişim ve tanrısal işaretler (Stigmen, Wundmale) üzerine
ayrıntılı bilgi ve örnekler için bkz. Dinzelbacher, 1997; Dinzelbacher, 1994,
s. 201 vd.; 255 vd.; 395-397.
[40] Bilindiği gibi
Ortaçağ ve Erken Yeniçağ söz konusu olduğunda toplumsal bir sınıf veya
sınıflardan söz edebilmemiz mümkün değildir. Bu bağlamda toplumdaki kesimlerin
kan bağı, asalet, unvan, eğitim, gelir gibi verilere göre ayrıldığı toplumsal
‘tabaklar’ veya ‘katmanlar’dan (Schichten, Alm.) söz etmek daha
anlamlıdır. Diğer yandan G. Duby tarafından Ortaçağ için yapılan üç kesimli
genel tanım günümüzde hâlâ önemini korumaktadır. Duby’ye göre Ortaçağ’da toplum
ibadet edenler, (ruhban kesimi) savaşanlar (şövalyeler) ve üretenler
(çiftçiler) olmak üzere üç kesime ayrılır.
[41] Werner Danckert,
Ortaçağ’da evlilikdışı ilişkilerden doğanları tanımlamak için Almanca’da
kullanılan unecht ve echtlos kelimelerinin tam anlamıyla
kanundışı, hukuksuz bir varoluşa işaret ettiğini ve eski hukuk muhakemeleri
usulünde, hukuksuzluk (Rechtlosigkeit) ve onursuzluğun (Ehrlosigkeit/Unehrlichkeit)
hemen hemen aynı anlamda kullanıldığını belirtiyor. Diğer yandan doğuştan gelen
‘onursuzluk’ imparator veya yetkilendirdiği bir yöneticinin (Pfalzgraf)
kararı ile kaldınlabiliyor. (Danckert, 1963, s. 9-11)
[42] Ortaçağ’da,
onursuz mesleklerde çalışanlar ve evlilikdışı ilişkilerden doğanların loncalara
üye olmasını engelleyen sıkı kurallar söz konusudur. Bu durum lonca
sözleşmelerine yasal evlilikden doğma (ehrliche Geburt) kaydıyla garanti
altına alınmıştır. (Geremek, 1998, s. 392) Diğer yandan Geç Ortaçağ lonca
nizamnamelerinde sık sık, ‘hukuksuz’ (haklarından yoksun bırakılan), ‘serbest
ve onurlu’, ‘hukuken engelsiz’, ‘kişilik haklarını kullanabilme ehliyetine
haiz’ gibi ifadelere rastlanmaktadır. Kuşkusuz burada ‘kişilik hakları’
ifadesinin günümüzdekinden daha farklı (sınırlı) bir anlamda kullanıldığını
söyleyebiliriz. Hukuksuz/luk (rechtlos) olarak tanımlanan durum da,
kişilik haklarını kullanabilme ehliyetine sahip olmama/kısıtlılık (Rechtsunfahigkeit)
ile yasalarla sınırlı korunma olarak (eingeschrankte Rechtsschutze) olmak
üzere ikiye ayrılıyor. Bu ikinci grubu Yahudiler, Çingeneler, kâfirler ve
Sarazenler gibi Hıristiyan çoğunluk karşısında azınlıkta olanlar
oluşturmaktadır. (Hergemöller, 1994a, s. 1)
[43] Bu bölümde Ortaçağ
ve Erken Yeniçağ’da onursuzluk ve onursuz meslekler üzerine farklı eserler
referans gösterilmekle birlikte, onursuz meslek grupları bağlamında genel
kapsamlı bir çalışma için bkz. Danckert, 1963.
[44] Hergemöller
(1994a, s. 2), Geç Ortaçağ’da doğuştan gelen veya sonradan (mahkemeler
tarafından) kazandırılmış kısıtlılık durumu dışında, çok sayıda mesleğin sosyal
yaşamın gerekleri çerçevesinde onursuz, şerefsiz olarak görüldüğünü belirtiyor.
[45] Dülmen (1991, s.
249), bir mesleğin onurunun gerçekte üyelerinin nesebi sahih geçmişinin
belirlediğini belirtiyor. “Die Ehrlichkeit des Handwerks etwa gründete
wesentlich auf der Ehelichkeit seiner Mitglieder.”
[46] Roeck (1993, s.
110), Erken Yeniçağ Almanya’sını esas alan çalışmalardan, cellâtların gelir
düzeyleri itibariyle en alt gelir grubunda değil, orta tabakada (Mittelschicht)
yer aldıklarını belirtiyor. Sadece infaz memuru olarak değil, gerektiğinde
sorgulanan zanlılara işkence yapılması, kule zindanlarında nöbetçilik, intihar
edenlerin taşınması ve gömülmesi gibi herkesin tiksindiği rezil işleri
yapmasının gelirini artırdığı anlaşılıyor. Kuşkusuz bu tespit sadece
cellâtların özel konumuna ilişkin olup diğer ‘kirli’ meslekleri
kapsamamaktadır.
[47] Yukarıda R. van
Dülmen’in bir boyutuyla değindiği üzere, Reformasyon süreci ile marjinal
grupların
sosyal statülerinde iyileşme ve yaşam standartlarında
yükseliş yaşandığı yönündeki yaygın inanç gerçekleri yansıtmamaktadır. B.-U.
Hergemöller (1994a, s. 38; 51 vd.),
Reformasyon sonrasında
Ortaçağ’ın
klasik marjinal grupları fahişeler ve cellatların dışlanma sürecinin
hızlandığını, olumsuz bakışın adeta ‘kurumsallaştığını belirtiyor. Bu sürecin
diğer marjinal gruplar için de aynı yönde geliştiğini ortaya koyan çok sayıda
veri söz konusudur.
Geç
Ortaçağ’dan Reformasyon sürecine uzanan dönemde fahişelerin dışlanması üzerine
ayrıntılı bilgi için bkz. Lömker-Schlögell, 1994, s. 56-88.
[48] Bilindiği üzere
kan Hıristiyanlığın tabu konularından birisidir. 1215’de toplanan Lateran
Konsili’nde manastırlarda ‘kan’ akıtacak tıbbi müdahaleler rahiplere
yasaklanmıştır. (Jütte, 1994, s. 101)
[49] Bu türden
suçlamalarla yargılanan mezar kazıcılarının sonu ölüm olmuştur. Özellikel Orta-Batı
ve Orta-Doğu Avrupa’da, 1542-1681 yıllarını kapsayan dönemde, on dokuz tanesi
1606/7 yıllarında veba salgınıyla sarsılan Frankenstein’da (Silezya) olmak
üzere, minimum kırk beş mezar kazıcısı ağır işkence altında sorgulandıktan
sonra idam edilmiştir. (Lambrecht, 1993, s. 142)
[50] Benzer biçimde
cellata dokunmak kişiyi onursuzlaştınr: “Vor allem war es die Berührung mit
einem Scharfrichter, die »unehrlich« machte.” (Dülmen, 1991, s. 249)
[51] Günah Keçisi
kültü tüm canlılığıyla ilk kez Antik dünyanın mitlerinde ve efsanelerinde
kimlik bulmuş, tek Tanrılı dinlerde ise kötülüğün yüklendiği ‘keçi’ simgesi ile
günümüzdeki anlamına kavuşmuştur. R. Kearney’den aşağıda yaptığımız alıntıdan
anlaşılacağı üzere, günah keçisi metaforu, kendi günahını ötekine
yükleyerek vebalinden kurtulmayı ve kendisine bulaşma tehlikesine karşın sürgün
veya tecriti öngören süreci temsilen kullanılır: “Öncelikle, keçi kötülüğü
simgeleyen - ve kötülüğün yerine geçen- bir hayvan olarak karşımıza çıkıyor. Bu
çağrışım, Kutsal Kitap’ın yalnızca Levililer bölümüne özgü değil elbette: Yeni
Ahit’in günahsız kuzularına karşılık o meşhur günah yüklü keçilerden, ortaçağ
dini sanatının boynuzlu ve sakalı şeytanlarına (...) kadar, Kutsal Kitap’ın her
yerinde aynı şeye rastlamak mümkündür. Bu bakımdan Levililerin, insan kurban
etmekten hayvan kurban etmeye geçişe işaret ettiği söylenebilir-kadim pagan
ritüellerindeki günah keçisi insanın yerini, insan olmayan kurbanlar almıştır.
Kutsal Kitap’ta kuzular da kurbanlık hayvanlardır elbette, ama günah keçisinin
emsalsiz bir rolü vardır; topluluğun içindeki kötülük onun üstüne yüklenir ve
kötülüğün bulaşma tehlikesini kökten yok etmek üzere çöllere sürülür.”(Kearney,
2012, s. 43)
‘Günah
Keçisi’ metaforu üzerine ayrıntılı bilgi için bkz. Girard, 2005; Kearney, 2012,
s. 37-65.
[52] Eski Ahit’te geçen
çöl demonuAzazel (Asasel) hakkında bilgi için bkz. Russell, 1999, s.
217-223.
[53] William Tyndale’in
çevirisi ve Eski Ahit’in Levililer Kitabı’ndan hareketle, günah keçisi (scapegoat),
kaçış keçisi (escapegoat), Azazel kavramlarının etimolojisi üzerine
bkz. Douglas, 2003, s. 6-12.
[54] Campbell,
Ortaçağ’da sürdürülen Eskiçağlar’dan kalma bir geleneğe dikkat çeker. ‘Günah
Emici’ olarak adlandırılan kişiler, ölenlerin gühlarını üstlenerek cennete
gitmelerini sağlarlar:”Bu kişiler cesedin yanı başına oturur, yemekler ve
içecekler cesedin üzerinden geçirilerek ona verilirdi. Bunları yiyerek ve
içerek, ölenin günahları ondan alırlardı. Anlaşılır bir şekilde, bu çok aranan
bir iş değildi. Günah emicilere geri kalan zamanlarda cüzzamlılardan daha
farklı davranılmazdı. (Campbell, 2013, s. 40)
[55] Batı dünyasına
damgasını vuran ‘günah keşisi’ motifinin çıkış noktası Eski Ahit’in Levililer
kitabında yer alır (Lev. 16,1-34). Günahları Bağışlatma Günü’nde kurban edilen
iki keçiden biri “halk için günah sunusu olarak” Yehova’ya kurban vermek
amacıyla kesilirken, diğerine tüm İsrail halkının günahları yüklenerek çölde
yaşayan demon Azazel’e gönderilir: “ (20) “’Harun En Kutsal Yer’i, Buluşma
Çadın’nı, sunağı arındırdıktan sonra, canlı tekeyi sunacak. (21) İki elini
tekenin başına koyacak, İsrail halkının bütün suçlarını, isyanlarını,
günahlarını açıklayarak bunları tekenin başına aktaracak. Sonra bu iş için
atanan bir adamla tekeyi çöle gönderecek. (22) Teke İsrail halkının bütün
suçlarını yüklenerek ıssız bir ülkeye taşıyacak. Adam tekeyi çöle salacak.”’
Daha sonra metinde yer aldığı şekliyle, tekeyi gönderen adamın yıkanıp
temizlenmesi ve üzerinden çıkan giysileri yakması ise tipik bir arınma
ritüelidir. (Lev. 16, 26)
[56] Ortaçağ’da
cüzzamlılar, kanun kaçakları, kâfirler, Yahudiler, Müslümanlar gibi marjinal
gruplar üzerine ayrıntılı bilgi için bkz. Borst, 1995, s. 576-651. Ortaçağ için
daha genel kapsamlı bir değerlendirme için bkz. Geremek, 1998, s. 374-401.
[57] Kuşkusuz
Kilise’nin tutumu tüm marjinal grupları kapsamaz. Daha çok yardıma ihtiyacı
olan yaşlı, yoksul, hasta ve meczuplara yönelik bu olumlu tavır, tiyatro
oyuncuları, hokkabazlar, akrobatlar, ip cambazları, jonglörler, çalgıcılar söz
konusu olduğunda bütünüyle değişir. Erken Hıristiyanlık hokkabazlık ile
fahişeliği birbirinden farkı olmayan kirli işler olarak kabul ederken,
oyuncuları ve çalgıcıları kötülüğü yayan şeytanın işbirlikçileri olarak görür.
Aziz Augustinus bu meslek sahiplerinin kutsanmasına karşı çıkarken, kirli
mesleklere ilişkin kısıtlamalar, Kilise konsillerinde alınan kararlarla
düzenlenmiştir. (Geremek, 1998, s. 393; Schubert, 2005, s. 50) Ortaçağ’da
pandomim yaparak, tiyatro oynayarak, şarkı söyleyerek insanları eğlendiren
oyuncuların dışlanma nedenlerinden biri de Kilise’nin, daha önceki bölümlerde
değindiğimiz, beden düşmanlığından hareketle savunduğu gülme karşıtı tutumudur.
Gülmenin değersizliğine inanan ruhban için aylaklık ve gülme birbirine düşkün
iki kardeş gibidir. (Schubert, 2005, s. 50)
[58] Fernand Braudel
15.-18. yüzyıllar arasında Avrupa’nın ekonomik ve sosyal tarihini incelediği
eserinde dilenciler ve serseriler üzerine şunları yazmaktadır: “ Eskiden
zenginin kapsını çalan bir dilenci, tanrı tarafından gönderilmişti ki, İsa bu
görünüşte ortaya çıkmış olabilirdi. Ama bu saygı ve şevkat duygusu yavaş yavaş
kaybolmuştur. Tembel, tehlikeli, nefret uyandıran; işte sefillerin yükselen
dalgasından dehşete düşen bir toplumda, talihsizin resmolmakta olan görüntüsü
böyledir. Açıktan açığa yapılan dilenciliğe ve serseriliğe karşı alınan
tedbirler arttırılmaktadır. Serserilik sonunda bizatihi bir suç olarak kabul
edilecektir. (...) Arada bir yapılan arama taramalar sonucunda, sağlam
dilenciler işe sokulmaktadır: onlar için atelyeler açılmakta; daha da sık olmak
üzere çukurları temizlemekte, kent surlarını onarmaktadırlar, ama bazen de
kolonilere sürgüne gönderilmektedirler. İngiliz parlamentosu 1547’de
serserilerin eksiksiz, köle yapılmalarına karar vermiştir. (Braudel, 1993, s.
453)
[59] Belirli bir
adresi olmayan, sık sık yer değiştirenlere karşı Ortaçağ’da ve Erken Yeniçağ’da
bu denli tepki duyulmasının temelinde, soygun ve hırsızlık vakalarının
yüksekliği yatar. Ülkeler bazında ve Avrupa genelini esas alan araştırmaların
hepsinde pusu kurarak, yol keserek gerçekleştirilen soygun, hırsızlık, tecavüz
vakaları tüm adli vakalar içinde ilk sırada yer alır. Örneğin 1568 ve 1617
yılları arasında, Köln ve Münih kentlerinde hırsızlık ve soygun suçlaması
nedeniyle idam edilenlerin oranı toplam infazlar içinde sırasıyla %76 ve %64,5’lik
paya sahiptir. Yine benzer yüksek oranlar (%83,2) 1483-1513 yılları arası
Erfurt ve daha geç bir dönem (16. yüzyıl sonları ve 17. yüzyıl başları)
Frankfurt’u için geçerlidir. (Schwerhoff, 2005, s. 36)
Ernst
Schubert Ortaçağ Avrupası’nda ‘suç ve ceza’ kavramlarını hukuki boyutlarıyla
ayrıntılı biçimde ele alan çalışmasında, Avrupa çapında en sık rastlanan ve
suçluları için en ağır cezalar öngörülen kanun dışı eylemin hırsızlık olduğunu
belirtiyor. Ayrıntılı bilgi için bkz. Schubert, 2007, 185-204.
[60] F. Meier tarih
boyunca ötekileştirilen grupların daima benzer işleyen bir sürecin sonucunda
ortaya çıktığına işaret ediyor. Buna göre önce sınırlama/marjinalleştirme (Ausgrenzung/Marginalisierung),
daha sonra baskı altına alma/aşağılama-ayrımcılığa tabi tutma (Unterdrückung/Diskriminierung)
ve nihayet işaret koyarak ayırt etme/damgalanma (Kenntlichmachung/Stigmatisierung)’nın
gerçekleştiğini belirtiyor. (Meier, 2009, s. 10)
[61] Bernd Roeck
yerinde bir ifadeyle ‘Aziz’i, pozitif bağlamda sınırın dışında kalan (positiver
Aufienseiter) olarak tanımlamıştır. (Roeck, 1993, s. 10) Yanlızlık ve
mistik hayat bağlamında ‘Bir Lütuf Olarak Yanlızlık’ için bkz. Borgna, 2013,
s.104-118.
[62] Çingenelere karşı
takınılan olumsuz tavır etnik nedenler kadar, yerleşik bir halk olmamalarından
da kaynaklanmaktadır. Bu konuda bkz. Meier, 2007, s. 137-142; Irsigler ve
Lassotta, 1995, s. 167-178; Rheinheimer, 2000, s. 174-212; Dülmen, 1991, s.
246.
[63] Gezerek icra
edilen mesleklere karşı olumsuz tavır üzerine ayrıntılı bilgi için bkz. Roeck,
1993, s. 7679; Meier, 2007, s. 134-136.
[64] Avrupa’da
haydutlar ve haydutluk üzerine bir ayrıntılı bilgi için bkz. Ruff, 2011, s.
252-276; Schwerhoff, 2005, s. 13-28.
[65] Bir Alman
atasözüne göre tüm kötülükler/günahlar aylaklıkla başlar: “Mübiggang ist aller
Laster Anfang”
[66] Robert Jütte
(2011, s. 175), 1631-1639 yılları arasında İngiltere’nin otuz iki eyaletinde
yaklaşık yirmi beş bin gürbüz dilenci ve serserinin tutuklanıp
cezalandırıldığına dikkat çekiyor.
[67] Bu türden
(üniforma) giysi ve işaret olgusu da, dışlayıcı ve/veya suçlayıcı olmak üzere
farklılaşmaktadır. Örneğin Yahudi giysisinin dışlayıcılığına (discriminare,
Lat.) karşın cüzzamlıya uygun görülen tüm vücudu örten, gri/siyah, uzun
pelerin-giysi suçlayıcı, aşağılayıcı (diffamare, Lat.) bir karakterdedir.
(Jütte, 1993, s. 77)
[68] Aynı konuda bkz.
Jütte, 1993, s. 73 vd.
[69] Erken Yeniçağ’da
ceza ve infaz ritüellerinin çeşitlilik ve yoğunluğu üzerine ayrıntılı bilgi
için bkz. Dülmen, 1995; Nowosadtko, 2005. Yine Erken Yeniçağ’da seyirlik bir
olgu olarak infaz seromonisi için bkz. Dülmen, 1987, s. 203-245. Avrupa’da
1500-1800 yıllarını kapsayan dönemde kamusal, örgütlü ve bireysel şiddet ve
örgütlü suçlar üzerine ayrıntılı bilgi için bkz. Ruff, 2011.
[70] “Anormallik
yalnızca fiziksel alanda görülmez. Varoluşun ve davranışın tüm alanlarında
anormallik vardır. Aynı zamanda, anormalliğin kıyımcıların seçiminde tercih
ölçütü olarak kullanılabileceği tüm alanlarda da görülür. Örneğin, toplumsal
anormallik diye bir şey vardır; burada normu belirleyen şey, ortalamadır. En
ortak toplumsal statüden, şu ya da bu yöne doğru ne kadar uzaklaşılırsa, kıyım
riski de o ölçüde büyür. Toplumsal merdivenin alt basamaklarında yer alanlar
için bu durum kolayca görülür.” (Girard, 2005, s. 25)
[71] Rene Girard
yığının (homoje bütün) kıyıma (damgalanma, sürgün, tecrit ve linç) olan
eğilimini şöyle tanımlar: “Yığın daima kıyıma yönelir, çünkü onda kargaşa
yaratan şeyin, onu turba’ya [gûruh] dönüştüren şeyin doğal nedenleriyle
ilgilenmez. Yığın, tanımı gereği, eylem arar, ama doğal nedenler üzerinde
etkili olmaz. Dolayısıyla, erişebileceği ve şiddet açlığını yatıştıracak bir
neden arar. Yığın üyeleri potansiyel olarak daima kıyıcıdır, çünkü topluluğu
yozlaştıran, çürüten, lekeli, saf olmayan öğelerden, kargaşaya sürükleyen
hainlerden temizlemeyi hayal eder.” (Girard, 2005, s. 22)
[72] Antikçağ’dan
başlamak üzere çağlar itibariyle ‘yabancı ve kendi’ klişesi üzerine ayrıntılı
bilgi için bkz. Stutzinger, 2008, s. 459-477 (Antikçağ); Kühnel, 2008, 477-492
(Ortaçağ); Classen, 2008, s. 492518 (Yeniçağ).
[73] “Kültürel ve
dinsel ölçütlerin yanında, tamamen fiziksel ölçütler de vardır.
Hastalık, delilik, genetik bozukluklar, kaza sonucu sakatlanmalar, hatta genel
olarak sakatlıklar, kıyımcıların dikkatini çeker.
Bunun evrensel bir tutum olduğunu
anlamak için, çevremize hatta kendi içimize bakmamız yeterlidir.” (Girard,
2005, s. 24-25)
[74] Yazdığı metinlerle
(16. yüzyılın son çeğreği) deneme türünü yaratan Montaigne’nin hilkat
garibeleri üzerine düşünceleri büyük ölçüde yaşadığı çağın gölgesinde
şekillenmiştir. Önce tanık olduğu ‘aykırı yaratık’ın öyküsü üzerine yapılacak
tartışmaları hekimlere bıraktığını açıklayarak başlar yazdıklarına: “İki gün
önce bir çocuğu iki erkek ve bir kadınla birlikte gördüm; (...) çocuğun
garipliğini göstererek birkaç kuruş toplamaya çalışıyorlardı. Bu garip görünüşü
dışında çocuk tümüyle olağan bir yapıya sahipti; Süt annesinden meme emmenin
dışında başka türlü bir yiyeceği kabul etmiyordu. Benim gözlerimin önünde onun
ağzına bir şeyler koymaya çalışıyorlardı; çocuk bunları bir süre çiğniyor,
sonra yutmadan çıkarıyordu. Bağırması da özel bir ses çıkarır gibiydi. O zaman
tam on dört aylıktı. Tam göğsünün altından başka başsız bir çocuğa sıkıca
bağlanmıştı; sırt kanalı ve bedenin geri kalanı tıkanmıştı; kolunun birisi
kısaydı, ama doğum sırasında kazara kırılmıştı; iki çocuk yüzyüze
birleşmişlerdi, sanki küçük çocuk büyüğünü sorar gibiydi. Birbirlerine dört
parmaklık kadar geniş bir alanda yapışmışlardı; öyle ki, eğer bu kusurlu çocuğu
yukarıya doğru kaldırsanız, ötekinin göbeğini görebilirsiniz; demek ki birleşme
yeri meme ile göbek arasındaydı. Eksik çocukta göbek diye bir şey görülmüyordu;
tüm karın göbekten oluşuyordu.” (Bütün Denemeler, 3. c., s. 155-156)
Montaigne’nin olağanüstü gözlem gücüyle uzayıp giden ‘Aykırı Yaratıklar Üzerine’
başlıklı denemesi, ilâhi gücün sınırsız yaratıcılığına övgüler düzen şu
yargılarla sonlanıyor: “Bizim aykırı yaratıklar diye adlandırdıklarımız, kendi
işlerini sonsuz biçim altında gören Tanrı’nın sınırsızlığı içinde böyle
sayılmazlar. Bizi şaşırtan bu yapının, insanın tanımadığı başka bir yapıyla
aynı türden olacağına inanabiliriz. Tanrı tam akıl sahibi olarak, iyi, ortak ve
kurallı şeylerden hareket eder; ama biz aradaki uygunluğu ve ilişkiyi
göremiyoruz. (...) Alışkanlıklarımıza karşı olanlar için, doğaya aykırı
diyoruz, isterse doğayla hiç ilgisi olmasın. Bu evrensel ve doğal akıl,
yeniliğin bize verdiği yanlışlığı ve şaşkınlığı bizden alsın götürsün.” (Bütün
Denemeler, 3. c., s. 156-157)
[75] Batı dillerinde
hilkat garibesi, ucube, ürkünç, zalim, iğrenç, canavar gibi anlamları içinde
barındıran, kullanıldığı metindeki çağrışımları yoluyla anlam farklılığı
yaratan monster kelimesi Latince canavar, işaret, belirti, sembol, simge
gibi anlamları olan monstrum’dan gelmektedir. Latince’deki anlamından
hareketle monster, tanrıların öfkesi, doğanın yanılgısı, ahlakî bir
yetersizlik gibi olguların sonucunda ortaya çıkan bir işarettir. (Wunderlich,
1999, s. 23)
Asma
(2011, s. 26), monster kavramının tiksindiren bir ucubeden çok fazlasını
ifade ettiğini, kavramın din, biyoloji, edebiyat ve politika gibi farklı
disiplinlerden beslenen kültürel bir sınıflandırmanın sonucunda ortaya
çıktığını belirtiyor.
Sevillalı
Isidorus Etimoloji"nin ‘İnsanlar ve Hilkat Garibeleri Üzerine’
başlıklı XI. kitabının 3. bölümünde, hilkat garibesinin (portenta)
doğaya aykırı (karşı) bir varlık olarak doğmadığını, blakis bizim bildik
doğamıza aykırı olduğunu belirtiyor. Monstra’nın (monster) işaret
(ostenta), belirti/alâmet (prodigia), giderek uyarı (monitus)
anlamlarından hareketle, anlamlı olacak bir şeyi gösterdiğine (demonstrare)
dikkat çekiyor. (Etymologiae, XI, 3,2). Yukarıdaki açıklamalardan da
anlaşılacağı üzer Antikçağ ve Erken Ortaçağ’da monster yaşanacak
olumsuzlukların habercisi, işareti olarak görülüyor.
Latince’den
batı dillerine geçen monster’in Türkçe’de en çok hilkat garibesi, ucube
anlamına denk düştüğünü düşünüyoruz. Kavramı anlaşılır kılabilmek için, tarih
dışı bir disiplinden yapılmış bir tanımı buraya aldık. Ancak Ancet’in tanımının
düşsel, mitolojik varlıkları içermediğini, gündelik yaşamda karşılaşılan bir
canlı varlığa işaret ettiğini belirtelim. Ancet, kendi ifadesiyle “fiillerde
değil bedenlerde” olan ucubeliği mercek altına alır: “Bu “ucubedir” demek,
ucubeyi saptamak ya da bir kategoriye sokmak demek değildir, zira bu hüküm bir
rahatsızlığın işaretidir. Açıkça bir türe sokamadığım şeye ucube derim. Yaygın
ucube kavramı bir kategoriye değil, tersine kategorize etmenin imkânsızlığına,
ortak bilginin ötesine işaret eder. Bu anlamda, tıpkı ölüm kavramı gibi ucube
kavramı da sınır kavramdır: Anlaşılmayı reddedene yöneliktir. (Ancet, 2010, s.
28)
[76] Yazında
hermafrodit, sanatta androjen çift cinsiyetti olmak anlamında kullanılmaktadır.
Hermafrodit erkek ve dişinin özelliklerini taşımakla birlikte, ne erkek ne de
dişi olan bir eşik (limen, Lat.) figürdür. Antikçağ’da düşünürlerini
oldukça meşgul etmiş olan hermafroditlik olumsuz çağrışımları olan bir haldir.
Plâton Symposion'da çift cinsiyetlilik üzerine şunları söyler: “Çünkü
doğamız bir zamanlar çok farklıydı şimdikinden. Bir defa üç cinsiyeti vardı
insanların. Şimdiki gibi yanlız erkek ve dişi diye iki cinsiyet yoktu; bu
ikisinden de pay alan üçüncü bir cinsiyet daha vardı. Adı bugüne kalmış, ama
kendisi yok olup gitmiş. Çünkü o zamanlar hem erkek hem de dişi cinsiyetten pay
alan, adı kadar görünüşü de iki cinsiyetten oluşan bir androgynos vardı;
şimdi utanılası adından başka bir şey yok.” (Symposion, 189D- E).
Plâton
dışında Lucretius Şeylerin Doğası Üzerine'de (V, 837) ve Ovidus Başkalaşımlarda
(IV, 378) hermafroditlerden bahseder.
Daha geç
bir dönemde Titus Livius’un (İÖ 59-17) yazdıklarından, Roma İmparatorluğu’nda
tekinsiz varlıklar olarak görülen çift cinsiyetlilerin acımasızca katledildiği
anlaşılıyor. Livius özellikle İÖ ikiyüzyıllık süre boyunca denize, nehire
atılarak öldürülen çok sayıda hermafroditenin olduğunu yazar. (Asma, 2011, s.
59-60) Ancak Livius’un çağdaşı sayılabilecek Yaşlı Plinius çift
cinsiyetlilerden, gösterilerde insanları eğlendiren yaratıklar olarak söz
ederek daha pembe bir tablo çizer. (Die Naturgeschichte, VII 3,34)
[77] Antikçağ’ın
destanlarından Ortaçağ’a düşsel-mitolojik yaratıklar, hilkat garibeleri,
ucubeler, deforme bedenler üzerine ayrıntılı bilgi için bkz. Neumann, 2005, s.
21-44; Thompson, 1996, s. 17-36; Asma, 2011, s. 33-86; Meier, 2007, s. 22-31;
Leven, 2005a, s. 141-143.
[78] Yapılan
araştırmalar Antik Roma ve Yunan’da ileri derecede sakat doğan çocukların,
devlet veya aileler tarafından terk edilmesi veya öldürülmesinin yaygın bir
uygulama olduğunu gösteriyor. (Neumann, 2005, s. 24 vd.)
[79]Anılan
madde, On İki Levha Yasası’nın (İÖ 450 dolayları) “Aile Hukuku” başlıklı IV.
maddesinde yer alır. Maddenin Latince ve Almancası için bkz.
http://www.imperium-romanum.info/wiki/index.php?title=Hauptseite
[80] Bu değişimin çok sayıda çarpıcı örneğinden biri Kutsal
Roma-Cermen İmparatorluğu’nda imparator ve prenslerin (elektör) seçilme
şartlarını düzenleyen, İmparator IV. Karl’ın fermanı 1356 tarihli Goldene
Bulle’nin, akıl hastalarına ve bedensel sakatlıkları olanlara atanma yolunu
kapatmasıdır. Goldene Bulle 1806’ya kadar yürülükte kalacaktır: Es
sey dann/dafi er seiner Sinne beraubt/ein Narr ware/oder eines andern
mercklichen Gebrechen sey/von defiwegen er den Leuten nicht fürstehen und
herrschen möge (Goldene Bulle, XXV, §2)
[81] Burada masal
yaratığı (Fabelwesen) kavramının günümüze özgü olduğunu; Antik dünyada
ve Ortaçağ’da böyle bir ayrımın olmadığını belirtelim. Creatura fabulae
Ortaçağ insanı için bütünüyle yabancı bir kavramdır. (Wunderlich, 1999, s. 30)
[82] Antikçağ
yazarlarının bu tutumuna çok sayıda örnekten biri Herodotos’un ‘yabancı’ bir
toplumu anlatmak için kullandığı yöntemdir: “Herodot bazen yabancı bir toplumu
anlatmakta kullanılan en basit ilkeyi kullandı ve Mısır’ı Yunanlı olan her şeye
zıt bir ülke olarak tanımladı.” (Grafton, 2004, s. 39) Heredotos’un, “şaşılacak
şeyler ve eserlerle dolu” olarak tanımladığı Mısır’ın töre ve gelenekleri
üzerine yazdıkları için Herodot Tarihi'nin (1991) ikinci kitabına (35.-
98. arasındaki başlıklar) bakılabilir.
[83] Yunan mitolojisinde
insan boğa karışımı ürküntü veren yaratık.
[84] Yunan mitolojindeki
başı ve göğsü insan, bedeni at biçiminde olan yaratık.
[85] Ejderha miti
üzerine ayrıntılı bilgi için bkz. McConnell, 1999, s. 171-183.
[86] Yunan mitolojisinde
etrafa korku veren dişi canavarlar.
1118
Latince’den
Batı dillerine geçen curiosus sıfatı, acayip, tuhaf, garip, olağandışı,
yadırgatıcı anlamlarında kulanılmaktadır. Almanca’daki Kuriositâtenkabinnet,
tüm bu garip şeyler toplamının sergilendiği müze olarak, metindeki
anlamına uygun düştüğü için seçilmiştir.
1119
Gotik sanatında Antik dünyanın tuhaf, ürkütücü figürlerinin
kullanımı üzerine yapılmış referans bir çalışma için Baltrusaitis’in (2001)
kitabının özellikle 1.,2. ve 4’ncü bölümlerine bakılabilir.
[89] S. T. Asma (2011,
s. 50), ulaştığı her bilginin doğruluğunu araştırmadan kabul eden Yaşlı
Plinius’un, Aristoteles gibi sistematik düşünebilen bir bilim adamı olmadığın
belirtiyor. Anthony Grafton (2004, s. 37-38), Yaşlı Plinius’un uzak diyarlar
hakkında yazdıklarına ilişkin şu saptamada bulunuyor: “Örneğin büyük Plinius’a
ait ansiklopedik Doğa Tarihi özellikle uzak diyarlarla ilgili yanlış
bilgilerin nasıl bir araya getirilebileceğine dair, popüler ve kolay taklit
edilebilir bir model teşkil ediyordu. Plinius doğal dünyaya karşı büyük bir
merak duyuyordu; zaten Vezüv’ün Pompei ve Herculaneum’u yok eden patlamasını
incelerken öldü. Ancak kitabı, deneysel araştırmalardan çok edebî kaynaklara
dayanıyordu ve uzak yerlere ait bitkiler, hayvanlar ve duygulu yerli ahalisi
ile ilgili fantastik iddialarda bulunuyordu. Plinius ve onun hevesli okuyucusu
olan Solinus, dünyanın kenarında yaşayan korkunç ırklara dair zengin bilgiler
verdiler ve köpek kafalı adamlardan, başları omuzlarının altında olan
adamlardan, çöl güneşinden korunmak için gölgesine sığındıkları tek bir koca
ayağı olan adamlardan söz ettiler.”
[90] Bu tasvirler Doğa
Tarihi'nin özellikle VII. ve VIII. kitaplarında yer alır.
[91] Aziz Augustinus De
civitate def de (15,9), Yaşlı Plinius’u büyük bir âlim olarak tanımlar.
[92] Augustinus De
civitate dei’nin 16. kitabının 8. bölümünün ilk kısmında isim vermeden,
putperst tarih yazımı olarak tanımladığı Plinus metinlerinde geçen, kafadan
bacaklılar, tepegözler, köpek kafalılar, cüceler, koca tabanlarının gölgesinde
oturanlar, androjen bedenliler gibi çok sayıda deforme biçimli düşsel-masalsı
varlık sayar. İkinci kısmında ise gerçek yaşamdan örnekler verir; insandan
doğan hilkat garibelerini ele alır. (Zweiundzwanzig Bücher über den
Gottesstaat, 16,8)
[93] Yuhanna İncili’nde
yer alan bu olay Tanrı’nın özürlüleri yaratmadaki ışık tutar. “İsa yolda
giderken doğuştan kör bir adam gördü. (2) Öğrencileri İsa’ya, ‘Rabbi, kim günah
işledi de bu adam kör doğdu? Kendisimi yoksa annesi babası mı?’ diye sordular.
(3) İsa şu yanıtı verdi: ‘Ne kendisi, ne de annesi babası günah işledi.
Tanrı’nın işleri onun yaşamında görülsün diye kör doğdu.” (Yu. 9,1-3)
[94] Aziz
Augustinus’un tanrısal yaratıya karşı çıkmak olarak formüle edilebilecek bu
görüşünün İbranilerin ‘kötü’ kavramına atfetikleri anlamdan etkilendiği
kesindir. İbranice ‘iblis’ sözcüğü ‘karşı çıkmak’, ‘engellemek’ anlamlarına
gelen bir kökenden türetilmiştir. Yunanca çevirisinde hasım (diabolos)
anlamını alırken, Latince’de inkârcı, iftiracı, şeytan (diabolus) olan
iblis son tahlilde rakip olan, bölen, karşı çıkandır. Bu bağlamda Aziz, genel
olarak bedensel deformasyonları, Hıristiyan demonolojisine uygun düşen bir
anlayışla kötülük ilkesiyle ilişkilendirir.
[95] 12. yüzyıldan
itibaren ‘ucube’liğin nasıl oluştuğu veya geliştiği konusundaki tartışmaların
arttığı görülür. Ucube hamilelikte, ana karnında yaşanan biyolojik sorunlar
nedeniyle oluşabildiği gibi, hamilenin uykusunda karabasan görmesi,
hamileliğinde nazar değmesi veya zararlı bir ilacı içmesiyle de ortaya
çıkabilir. Cinsel ilişki sırasında gezegenlerin dizilimi, çift cinsiyetlilerin,
albinoların, tepegözlerin doğumunda belirleyici iken, cücelik ve devliğin sperm
azlığı veya fazlalığından oluştuğuna inanılır. Ancak bu olasılıklara ilâveten
hilkat garibelerinin hayvanlarla, şeytan ve demonlarıyla ilişki sonucunda
doğduğuna dair inanç da
yaygın kabul görmektedir. 12. yüzyılda yaşamış Bingenli Hildegard da,
monsterlerin doğal olmayan ilişkilerin sonucunda doğduklarına inanır.
(Wunderlich, 1999, s. 25-26) 1181 Doğa’nın Kitabı’nda garabet
yaratıklar ve doğanının düzeni üzerine iki makale için bkz. Jehle, 2011, s.
81-95; Maier-Eroms ve Neecke, 2011, s. 121-141.
[97] Megenbergli
Konrad, Doğa’nın Kitabı’nda insan-hayvan karışımı ırkları ‘Mucizevî
İnsanlar’ başlığında altında inceler. (Das Buch der Natur, VlII-Von den
wunderbaren Menschen)
[98] Konrad’ın, Yaşlı
Plinius’a çok sık atıf yaptığı Doğa ’nın Kitabfndaki garip yaratıklara
bir başka örnek de masalların vazgeçilmez kuşu Anka’dır. (Das Buch der
Natur, III,33) Efsanelerin kült figürü Anka kuşu üzerine bir değerlendirme
için bkz. Asma, 2011, s. 43-46.
[99] Ortaçağ’da
kartografların yaptıkları büyük ölçekli dünya haritalarında (Mappae mundi),
dünyanın kenarında yaşayan hayvan ve insan karışımı monster’ler hiçbir
zaman eksik olmaz. Ebstorf (1300) ve Hereford (1276) dünya haritaları bu
alandaki en yetkin örneklerdir. (Hoogvliet, 1999, s. 91)
[100] Tüm Rönesans
haritacılığının temelini olusturan eser İskenderiye’de yaşamış Yunanlı
coğrafyacı Claudius Ptolemaios’un 2. yüzyılda hazırladığı Geographika
adlı eseridir. Bu eser ve Ptolemaios’un haritacılığı üzerine bkz. Grafton,
2004, s. 46-52.
[101] Bu tasvirlerin yer
aldığı en ünlü kroniklerden biri de Nürnbergli hekim ve tarihçi Hartmann
Schedel’in (1440-1514) 1493
tarihli Weltchronik’dir (Liber chronicarum). Tanrı’nın evreni
yaratmasından
1493 kadar yaşananlar (Altı Dünya dönemi) resimler eşliğinde anlatılır. Kısa
bir bölüm oluşturan yedinci dönemde ise Vahiy ve kıyamet gününde yaşanacaklar
hakkında bilgi verilir. Birinci bölümünde Yaşlı Plinius’un Doğa Tarihinde
anlattıklarından hareketle (Schedel metinde Plinius’a gönderme yapar) XII. ve
XIII. yapraklarında aralarında kurtbaşlı, leylek kafalı, tepegözlü, üçkollu,
koca kulaklı, androjen bedenli, üç kafalı örneklerinde bulunduğu canavar
ırkları temsilen yirmi bir monster’in bedeni ve kutsal kent Kudüs’ün
merkezde yer aldığı toplama bir dünya haritası yer alır. Bizim referans
aldığımız baskı, Latince orijinal metninle aynı yıl (1493) basılan Almanca
çevrinin tıpkıbasımıdır (2005). Canavar ırkların resimlerle tasvir edildiği bir
başka eser ise, gezgin şövalye John Mandeville’in 13221356 tariheri arasında
kutsal topraklardan uzak Asya steplerine yaptığı yolculuğun günlüğüdür.
(Mandeville, 2004)
[102] Anna-Dorothee von
den Brincken’den aktaran, Hoogvliet, 1999, s. 90 dip not 8.
[103] Stephen T. Asma,
Mandeville diye birisinin büyük olasılıkla hiç yaşamadığını, ona atfedilen gezi
günlüğünün ise daha önceden oluşturulmuş hayal ürünü bir derleme olabileceğini
belirtiyor. (Asma, 2011, s. 387) Yine Grafton, Mandeville’nin gerçekliği
üzerine şunları yazıyor: ”Sir John Mandeville’in -14. yüzyılda meçhul biri
tarafından, Latince akademik çalışmalardan derlenmiş, daha sonra sürekli
çevrisi yapılmış, uyarlanmış, resimlenmiş ve yeniden basılmış- romanı, dünyanın
sınırları hakkında daha geniş ve heyecan uyandırıcı bir panaroma çiziyordu.”
(Grafton, 2004, s. 64)
John
Mandeville kişiliğinin gerçekliği ve eserinin ayrıntılı bir analizi için,
günlüğü (Mandeville, 2004) ortayüksek Almanca’dan günümüz Almancasına çeviren
Christian Buggisch’in hazırladığı‘Giriş’e (s. 952) bakılabilir.
[104] Latince bestia
kelimesi vahşî ve yırtıcı hayvanlar için kullanılmakla birlikte, Ortaçağ’da
çoğunlukla, yukarıda saydığımız tuhaf yaratıkları tanımlamak üzere
kullanılmıştır. Özellikle hayvanlar, bitkiler ve taşların sembol olarak
kullanıldığı doğa ve din bilgisi alanındaki elyazması kitaplar bestiarium
olarak adlandırılır. El yazmalarının sayfalarını süslemekte kullanılan
çerçeveler kitabın maddî değerinin belirlenmesinde önemli yer tutar.
Baltrusaitis’in (2001, s. 127) ifadesiyle “İlk bakışta yalnızca çiçekli dallar
ve saf çizgilerden oluşuyormuş gibi çizilen bu dekorun içinde çevik ve kurnaz
bir hayvanlar âlemi kaynaşmaktadır.”
Ortaçağ’da
hayvan mitlerinden hareketle bestiariumlar üzerine ayrıntılı bilgi için
Bkz. Houwen, 1999, s. 59-75.
Tüm
kültürlerde 4. -16. yüzyıllar arasında hazırlanmış tezhipli el yazmalarının
hazırlanma süreci (11-49) ve seçilmiş önemli örnekler üzerine bir derleme için
Bkz. (Walther, 2005)
[105] Monster ve demon
figürlerinin Kilise yapılarında kullanımı üzerine Bkz. Dinzelbacher, 1999a, s.
103126.
[106] Bu konu farklı
boyutlarıyla daha önceki bölümlerde ele alındığı için burada ayrıntıya
girilmeyecektir.
[107] Wechselbalg
üzerine ayrıntılı bilgi için bkz. Akın, 2011, s. 124 vd.
[108] Bu bölümle ilgili
ayrıntılı bilgi için Akın, 2010 ve 2011’e bakılabilir.
[109] Bu konudaki en iyi
örnek Matta İncili’nde (17,14-16) yer alan cinlerden kurtarılan saralı çocuğun
öyküsüdür.
[110] Roma-Katolik
Kilisesi’nin 1545-1565 yılları arasında Trient’de toplanan 18. Ökümenik
Konsil’inde alınan kararlar çevresinde 1614 yılında bir araya getirilen ve Papa
V. Paul tarafından uygulamaya konulan, Hıristiyan Litrujilerini kapsayan
derleme. RR olarak adlandırılan bu metnin son bölümü (De exorcizandis
obsessis a daemonio) egzorsizme ayrılmıştır. (Waardt, 2005, s. 10)
[111] Yeni Ahit’te ve
Katolik inancında egzorsizm üzerine ayrıntılı bilgi için bkz. Ernst, 1972, s.
17-23.
[112] Kuşkusuz 3.
yüzyılda yapılan bu düzenlemeyi kurumlaşma yolunda atılmış bir ilk adım olarak
görmekte yarar var. Egzorsizm riteüelinde, Kilise hiyerarşi ve düzenine
uygunluk sağlanması çabalarının 5. yüzyıldan itibaren yoğunluk kazandığınuı
söyleyebiliriz. (Probst ve Richter, 2002, s. 28; Ernst, 1972, s. 18)
[113] Hıristiyanlık
inancında demonların saldırılarına karşı kutsallığı tanınmış ayinler (Sakramentler)
üzerine ayrıntılı bilgi için bkz. Petersdorff, 1995, s. 312-375, cilt I.
[114] Büyük Cin Çıkarma
Ritüeli’nin işleyişine açıklama getiren yorumlar için bkz. Probst ve Richter,
2002, s. 48-52; Ernst, 1972, s. 19-23; Aichelin, 1976, s. 1-15.
[115] 1999 yılı Ocak ayı
sonunda Vatikan’ın, ‘Büyük Cin Çıkarma’ üzerine yaptığı yeni bir düzenleme, De Exorcismus
et supplicationibus quibusdam başlığıyla duyurulmuştur. Bu düzenlemenin,
1925’de yeni bir bölüm ilâve edilen 1614 tarihli kaynak metinde bazı yenilikler
içerdiği anlaşılmaktadır. Yeni metin ve ilâve gerekçeleri üzerine kapsamlı bir
yorum için bkz. Probst ve Richter, 2002, s. 130-132. Vatikan tarafından 1999’da
yapılan değişikliği de kapsayan yeni Latince metnin Almanca’ya Manfred Probst
tarafından yapılmış tercümesi ve yorumu için bkz. Probst ve Richter, 2002, s.
75-130; 130-147.
[116] Bu bölümde RR’a
yapılan atıflar için iki kaynaktan yararlanılmıştır: 1. Probst ve Richter’de
(2002) yer alan ve P. Paulus OSB tarafından 1936 yılında Latince’den Almanca’ya
yapılan tercüme; bu tercümeye esas olarak, Antwerpen MDCXXV, 316-346 (exorcizandis
obsessis a daemonio) nüshası alınmıştır. 2. Georg Siegmund (2005)
tarafından Latince ve Almanca olarak yayına hazırlanan metin, Papa XII. Pius’un
himayelerinde hazılanan 1954 tarihli Vatikan baskısıdır.
[117] Ritual Romanum’da
cinlenmiş kişi çoğunluklapossessi veya obsessi olarak
tanımlanmaktadır. Ancak günümüz dillerine yapılan çevirilerde ‘cinlenmiş hasta’
veya ‘hasta’ tanımlarına da rastlanılmaktadır. İsa’nın İnciller’de anlatılan
karizmatik cin çıkarma örnekleri ve Erken Hıristiyanlık’tan itibaren ritüelin
bir tür ‘tedavi’süreciyle özdeşleştirildiği göz önünde bulundurulduğunda
‘hasta’ tanımı daha anlamlı hale gelecektir. Yine cinlenmiş bedenin işgal
altındayken veya demonlar terk ederken gösterdiği tepkiler histeri ve/veya
epilepsi nöbetleriyle benzeşmekte, böylece anomalinin hastalık olarak tanımı
kolaylaşmaktadır.
[118] Bu bölüm irili
ufaklı yaklaşık otuz üç bölümden oluşur ve hasta demonların tutsaklığından
kurtulduktan sonra okunan kısa duayla sona erer.
[119] Bir ‘Belirtiler
Kataloğu’ oluşturma çabalarının farklı teolog ve araştırmacıların gündeminde
olduğunu ve ortak kabul gören böyle ayrıntılı bir listenin varlığından söz
edebilmek mümkün olmakla birlikte, biz Katolik dünyasında, cinlenme ve cin
çıkarma üzerine saygın bir teolog olan P. Adolf Rodewyk’in (18941989) un gruplandırmasını
referans olarak aldık.
[120] Cinlenme
belirtilerinin ayrıntılı analizi için bkz. Rodewyk, 1963, s. 74-108; van Dam,
1970, s. 112164.
[121] Cinlenmeyi
tanımlama amaçlı bu tür farklı ayrımlar yapılmış olmakla birlikte bizim
yukarıya aldığımız H. C. Erik Midelfort’a (1992, s. 85) aittir.
[122] Johann Joseph
GaBner’in ilginç öyküsünü büyük bir titizlikle araştırmış bir çalışma için bkz.
Midelfort, 2005.
[123] Latince praestigiis
(praestigium) kelimesi gözboyama, sihirbazlık, şarlatanlık, şaklabanlık,
hokkabazlık gibi anlamlara sahiptir.
[124] Johann Weyer’in De
Praestigiis Daemonum’unu inceleyen bir makale için bkz. Klinnert, 2005, s.
89105. Bölümleri itibariyle eserin incelenmesi için bkz. Brackert, 1977, s.
146-150; Akın, 2011, s. 293-298.
[125] Weyer’e göre
erkekler kötücül ruhları görmezler. Böyle sanrılar çocuklar, kadınlar, deliler,
budalalar ve hastalara özgüdür: “Manliche Leut sehen kein Gespenst (...)
Es kommen aber solche insbesonderheit für den Kindern, Weibern, Unsinnigen,
blöden und krancken, welche von defi Leibs und defi gemüts
wegen
von steter forcht und eitel traumen getrieben werden.” De praestigiss daemonum, III, 162’den aktaran Schulte 2001, s. 162.
[126] Tedavi yöntemleri
için bkz. Klinnert, 2005, s. 102-103.
[127] Thomas S. Szasz Deliliğin
İmalatı (2007, s. 115) isimli kitabında önemli bir hususa dikkatimizi
çeker: ”Büyücü olduğu iddia edilenlerin akıl hastası olduğu iddiası
psikiyatrinin buluşu değildir, bu sav çoktan ortaya sürülmüştü ve başta Johann
Weyer olmak üzere Ortaçağda da birçok yandaşı vardı.”
[128] Claudia
Opitz-Belakhal’ın Fransız hukukçu, siyaset bilimci ve cadı avı yandaşı Jean
Bodin’nin De la demonomanie des sorciers (Bodin, 1580) isimli kitabını
inceleyen çalışmasında cadılık, melankoli ve cinsiyetcilik bağlamlarında
Weyer-Bodin karşılaştırılması için bkz. 2006, s. 131-148.
[129] Burton öncesi ve
sonrası dinsel ve doğaüstü güçler kaynaklı melankoli hakkında ayrıntılı bilgi
için bkz. Jackson, 1986, s. 325-341.
[130] “Mesmer’in şifacı
olarak şöhreti arttıkça ve manyetizm teriminin kullanımını
genişlettikçe, tedavisini gerçekleştirmek için mıknatısa ihtiyacı olmadığını
fark etmişti. Mıknatıslar olmadan ‘manyetize’ edecekti. Mesmer’i yorumlayan en
çağdaş yorumcular bunu, Mesmer’in tedavilerinin mıknatıslar sayesinde değil, kendi
kişisel etkisinden dolayı olduğunu fark etmesi olarak yorumladılar -kesinlikle
hiçbir kanıtı olmayan bir yorum.” (Szasz, 2012, s. 83)
[131] Mesmer’in, tıbbi
tedaviyi metaforlaştığından (Manyetizm) yola çıkan Szasz’ın tenkidi için bkz.
Szasz, 2102, s. 75-104.
[132] Heinroth’u psikiyatri tarihinde kilit bir figür olarak
gören, çalışmalarıdan modern psikiyatri ve psikoterapinin doğduğunu belirten
Szasz’ın eleştirel yaklaşımı için bkz. Szasz, 2012, s. 105-122.
[133] Segregation
(Alm.), segregation (İng.) kelimesi, Latince, paylaşılan mekânı ayırmak,
farklı bir fiziksel mekânda ikamete zorlamak anlamalarına gelen segregare
fiilinden türetilmiştir. Daha çok marjinal gruplar ve azınlıklar gibi belirli
bir toplumsal kesime karşı ayrımcılığı, dışlayıcılığı ifade etmek için
kullanılır.
[134] Batı dünyasında
hastaneler ve özel olarak akıl hastaneleri üzerine ayrıntılı bilgi için bkz.
Lindemann, 2013, s. 193-234.
[135] Batı dünyasına,
akıl hastalarının ‘hastanede tedavi’ edilmeleri konusunda örnek oluşturan İslam
Dünyası’ndaki uygulamalar (Bîmâristân sonrasında Tımarhane)
üzerine ayrıntlı bilgi için bkz. Dols, 2013, s. 151-179.
[136] “Hastaneler her
zaman yoksullar için sığınak ve toplumsal denetim vasıtası olarak işlev
görmüştü; bu tür toplumsal denetim işlevi hopitaux generaux diye bilinen
yapıların ortaya çıkışıyla birlikte iyice göz önüne serilmişti. Bu terim,
basitçe çevirirsek “’genel hastaneler’” anlamına gelir (...) hopitaux
generaux'un görünürdeki amacı, şehirde düzensizlik yaratan yoksulları bir
yere kapatmaktı. Kötücül, din dışı ya da asosyal davranışların kökünü kazıyıp,
yoksulları tutumlu bir hayat sürmeye, çalışkan olup dinin gereklerini yerine
getirmeye alıştırmak üzere, bu kurumlann idarecilerinin, duvarların içine
kapattıkları insanlara fazlasıyla katı bir yaşam ve çalışma şablonu dayatmaları
gerekiyordu.” (Lindemann, 2013, s. 210-211)
[137] Foucault, 1656
yılında çıkarılan kararname ile devşirilen kurumlardan yaratılan iki ünlü
hastane üzerine şunları yazıyor: “İlk bakışta yalnızca bir reform söz konusudur
- idarenin reorganizasyonu içinde yer alan, ancak şöylesine bir reform-. Daha
önceden beri varolan çeşitli kuruluşlar tek bir yönetim altında
toplanmışlardır: bir önceki kralın döneminde silahane binası olarak yeniden
yapılmış olan Salpetriere, XIII. Louis’nin savaş gazilerine bir huzurevi
yapmaları için Saint Louis tarikatına vermeyi istediği Bicetre.” (1992, s. 80)
Yine Foucault Salpetriere ve Bicetre’e kapatılanların çeşitliliğine dikkatimizi
çekiyor: “1690’da yapılan bir sayıma göre Salpetriere’de 3.000’den fazla kişi
kalmaktadır. Bunların büyük bölümü yoksullar, serseriler ve dilencilerden
meydana gelmektedir. Fakat “bölümler”de neden kapatıldıklarını açıklamanın
mümkün olmadığı veya yalnızca fakirlik nedeniyle kapatılmamış olan çeşitli
unsurlar bulunmaktadır. (...) Bicetre halkı o kadar çeşitlidir ki, 1737’de 5
‘iş’ halinde akılcı bir dağılım yapma denemesine girişilmiştir.; birinci iş güç
evi, hücre, kulübe ve zindan olarak mühürlü mektupla hapsedilenlere
ayrılmıştır; ikinci ve üçüncü iş “iyi fakirlere”, “büyük ve küçük felçliler”e
tahsisi edilmiştir; cin çarpmışlar ve deliler dördüncü grupta toplanmıştır;
beşincisinde ise cinsel hastalıklara yakalananlar, nekahat dönemindekiler ve
ıslah için kapatılan çocuklar yer almaktadır.” (1992, s. 124-125) Fransız şair
ve yazar Victor Hugo 1829 yılında yazdığı Bir İdam Mahkûmunun Son Günü
(2013, s. 8) isimli kitabında giyotin ile infaz olunacak bir idam mahkûmunun
Bicetre hakkındaki ilk intibalarını şöyle tasvir eder: “ (IV) Siyah araba beni
o iğrenç Bicetre’e getirdi. Uzaktan bakıldığında, ufukta bir tepenin yamacında
beliren bu binanın bir heybeti, eskiden kalma bir kral şatosuna benzeyen bir
ihtişamı vardır. Ama yaklaştıkça saray viraneye dönüşür, beşik çatıların
çürümüş yan duvarları göze hiç hoş görünmez. Bu kraliyet cephelerini nasıl bir
utancın ve yoksulluğun kirlettiğini bilemiyorum; duvarların âdeta cüzzamlı
olduğu söylenebilir. Camsız pencerelerde bir kürek makûmunun ya da bir delinin
solgun yüzünü yasladığı iç içe geçmiş kalın demir çubuklar görülür. Bu hayatın
yakından görünüşüdür. (V) Gelir gelmez demirden eller beni kavradılar.
Tedbirlerin artırılmasıyla yemekte çatal, bıçak vermediler; bez bir çuvalı
andıran deli gömleği kollarımı tutsak etti; hayatımı güvence altına
alıyorlardı.”
[138] Fransa’daki Genel
Hastaneler ve farklı ülkelerdeki benzeri tedavi ve islah evleri üzerine
ayrıntılı bilgi için bkz. Foucault, 1992, s. 75-120 (Büyük Kapatma)
[139] Zuchthaus
(Workhaus, İng.; Arbeitshaus, Alm.), bir tür cezaevi olarak işlev
gören çalışma merkezidir. Mahkûmların ağır koşullarda çalışmaya zorlanarak
tedavi (islah) edildikleri düşünülürken, emeklerinin karşılığında yaratılan
katma değerin de sömürülmesi söz konusudur. Almanya’da ilk Zuchthauser
Bremen (1609-1613), Lübeck (1613), Hamburg (1614-1622) gibi kuzey Almanya kentlerinde
kurulmuştur. Otuz Yıl Savaşları sonrasında diğer Alman kentlerinde de kurulan Zuchthauser’lerin,
Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu sona erdiğinde (1806) sayılarının yüz
civarında olduğu sanılamaktadır. Almanya dışında örneğin Avusturya’da, başta Viyana’da
(1670) olmak üzere on altı tane Zucht- und Arbeitshaus kurulmuştur.
(Jütte, 2011, s. 204)
Kaynak:
Haydar Akın, Antikçağ’dan Yeniçağ’a Delilik, Melankoli Ve Cinlenme Avrupa’da
Aykırı Olma Halleri Üzerine Tarihsel Bir İnceleme, 2014, Ankara
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar