HİKEM-İ ATÂİYYE ŞERHİ EL-MUHKEM Fİ ŞERHİ’L-HİKEM 2
Ey talip, karşılaştığın musibetin
Allah’tan geldiğini bilmen, belânın acısını hafifletsin. Zira seni bir şeyle
meşgul ederek darlıktan kurtaran (Yahut kaderleri takdir eyleyen) Cenab-ı Hak,
senin için daima güzel şeyleri seçmeyi âdet edinmiştir.
Eylesin tahfif-i bâr-ı ibtilâ
îmtihân-ı Hakk’a ilmin ey nigâr
Çün sana tevcıh-i ikdâr eyleyen
Itiyâdı oldu hüsn-i ihtiyar
İnsan Cenab-ı
Hakk’ın Rahman ve Rahim olduğunu bildikten sonra hikmeti gereği uğradığı
musibete önem vermeyerek, “Hoşlanmadığınız şey sizin için hayırlı olabilir.”
(Bakara/216) ayetince işlerin sonunu ve kahr yüzünden zuhur edecek ihsanları
beklemelidir. Çünkü kaderler silsilesi Cenab-ı Hakk’ın kudret elindedir ve
kulların menfaati için daima güzellik itiyat etmiştir.
İşlerin düzeltilmesi Hak Teâlâ’ya vacip değilse de dilerse düzeltir.
Takdirinde binlerce hikmet ve güzellik bulunur. Hükümleri haksızlıktan ve
kötülükten uzaktır. Mal eksiltmek, hastalık, sakatlık vermek gibi takdirlerinde
yine kulları için şimdiye ve geleceğe ait faydalar olabilir. Daima iyilik
gördüğü bir dosttan gelen bir kötülüğe insan sabredip dayanmalıdır.
Kulları hakkında ana babadan ziyade şefkatli ve merhametli olan Hak Teâlâ
Hazretlerinin hoşa gitmeyen bir takdirine razı olmayarak feryat ve figan gibi
kulluk edeplerine yakışmayan bir hâle cesaret edilmemelidir.
Ebu Talib
Mekkî Hazretleri dedi ki: “İnsan yoksulluğu, çaresizliği, tevazuu ve miskinliği
sevmez. Hâlbuki bunlar sonra çok hayırlar getirir. Zenginlik, afiyet ve şöhreti
ister. Bunlar ise tersine mahrumluğa sebep olur.”
Hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: “Cennet arzu edilmeyen, çirkin
görülen şeylerle çevrelenip süslenmiştir. Cehennem ise şehvetlerle
çevrelenmiştir. ”
Çünkü nefsin çirkin gördüğü şeylerle kuşatılmış olan rıza cennetine, o
çirkinliğe sabır ve tahammül etmekle girilebilir. Nefsin isteklerini elde
etmekle ahiretten yüz çevirmek cehenneme götürür. Sabredenlere müjdeler olsun.
Ey talip, bir kimsenin Cenab-ı Hakk’ın
lütfunun takdirinden ayrı olduğunu zannetmesi, kendi kusurundandır.
Kaderden lûtf-i Hakk’ın
infikâkm zanneden kimse
Zaîfü ’l-fikr ü mahdûdu ’n-nazardır hükm-i Mevlâ
’da
Kader aynasında Cenab-ı Hakk’ın lütfunu görmemek bakış kusurundandır.
Bakış yani düşünüş kusuru ise Cenab-ı Hakk’ın hikmetine hüsnüzannın azlığından
meydana gelir. Zira müridin nazarı düzgün olursa, Cenab-ı Hakk’ın her
takdirinde binlerce fayda ve güzel işler müşahede eder. Cenab-ı Hakk’a
hüsnüzannı artar. Hatta mürid bir musibete uğrarsa, kendisine bundan birçok
menfaatler gelir. Bunlardan biri, belânın veliliğe sebep olmasıdır. Zira belâ
ve musibet insanın arzusuna ters düşer. Böyle nefsi rahatsız eden, şehvetlerini
kısıtlayan hâl Mevlâ’nın kapısına sığınmayı mucip olur. Hakk’a yakınlık sağlar,
sonu güzel olur. Bundan daha büyük bir fayda düşünülemez.
Belânın
faydalarından biri de insanın dünyaya rağbetini artıran, günaha meylini
şiddetlendiren nefsânî sıfatları iptal etmesi, heva ve hevesini bozmasıdır.
Sabır, rıza, zühd, tevekkül gibi güzel haller afiyet ve rahat vaktinden ziyade
musibet zamanlarında hâsıl olur. Kalp amellerinin bir zerresi, dağlar kadar
büyük olan aza amellerinden hayırlıdır. Bir faydası da günahlara keffaret
olması, manevî dereceleri yükseltmesidir.
Şu halde
Cenab-ı Hakk’ın her takdirinde pek çok gizli lütuflar mevcuttur.
Bazı ârifler
demiştir ki: “Pek ağır hasta oldum. Ama afiyet kazanmaktan fazla hastalığımın
devam etmesini arzu ettim.”
Ashab-ı
kiramdan Imran bin Hasîn Hazretleri(a) otuz sene kadar yatalak
olmuştu. Hiçbir şekilde harekete gücü yetmediğinden yattığı sedirin altı
delinerek o suretle def-i hacet ettirirlerdi.
Geçmiş olsun ziyaretine tâbiînden El-Alâ bin eş-Şehîr gelip onu böyle
görünce üzüntüsünden ağlamaya başladı. Hasta ona niçin ağladığını sorduğunda;
“Senin gibi
seçkin bir sahabeyi bu halde görüp de ağlamamak mümkün mü?” dedi.
Imran Hazretleri
şu cevabı verdi:
“Ey Alâ,
benim için ağlama! Zira ben mâbudumun bana layık gördüğü hâlden memnunum. Ben
sağ oldukça kimseye söylemezsen sana bir sır vereyim. Bu hastalığım sebebiyle
melekler beni ziyarete geliyor, ben onlarla dostluk kuruyorum. Bana selâm
veriyorlar, onları dinlemek bana çok büyük bir zevk veriyor.”
Hadis-i kudsîde şöyle buyrulmuştur: “Yokluk ve yoksunluk benim
hapishanem, hastalık benim bağımdır. Ben bunlarla sevdiğim kulu izzetimin rıza
evinde hapsederim.”
Bişr Hafi
Hazretleri anlatmıştır:
Abadan denen
yerde pek perişan, ağır hasta birine rastladım. Gözleri yüzünün üzerine
akmıştı, bu haldeyken Mevlâ zikrinin ateşiyle şükür ve sena canını, ciğerini
yakmıştı. Birden saraya tutulmuş gibi, bayıldı kaldı. Gönlüm sızladı, başını
dizime alarak ayılması için dua etmeye başladım.
Bir süre
sonra kendine geldi. Benim sözlerimi işitince;
“Bu fuzuli adam kimdir ki, benimle Rabbim arasına girerek üzerimdeki
nimete itiraz edip bana dua ediyor?” dedi ve başını dizlerimden çekti.
Ondan sonra
hiçbir kimsenin uğradığı belâya itiraz etmemek için ahdeyledim.
Belâ ve musibetlerin günahları örteceği pek çok hadislerde
bildirilmiştir. Bunlardan biri: “Bir mü’mine ağrı, sızı, meşakkat, hastalık,
hüzün ve gam isabet dokunursa, karşılığında Cenab-ı Hak onun günahlarını
örter.”
Belâların
dereceleri yükselttiğine dair hadisler de pek çok çoktur. İkisi şöyledir:
“Bir Müslime diken veya daha büyük bir şey batmış olsa onun karşılığında
ona bir yüksek derece yazılır ve bir günahı silinir.”
“Her kime Allah hayır dilerse, ona musibet verir.
Derd-i aşkı vermeden uşşâka cananım benim
Bir gün elbette devâ-yı vaslın ihsandır garaz
Ey sâlik, ilâhı yolların sana karışık
ve müşkül geleceğinden korkulmaz fakat hevanm sana galip gelmesinden korkulur.
Sana
Hakk’ın tarîki mültebis olmakta havf olmaz
Heman korku senin
maglûb-ı nefs olmaklığındandır
Bir sâlikin taat, mâsiyet, nimet ve musibet gibi hâllerden bir hâle
düştüğünde Cenab-ı Hakk’a ulaşan kulluk yollarının ona karışık gelmesinden
korkulmaz. Çünkü şeriat bu yolları açıkça gösterir. Her ne zaman bir müşkül
ortaya çıkarsa, hakikat caddesi olan şeriata başvurulur, doğru yol kolaylıkla
seçilir. Mesela taatte kulluk, minnet şuhûdudur. Mâsiyette kulluk, tövbe ve
istiğfardır. Nimette kulluk, hamd ve şükürdür. Musibette kulluk, sabır ve
sükûnettir. Bunlar Kur’an’da açıkça belirtilmiştir.
Hevanm galip gelmesi korkulacak şeydir. Çünkü kulluk yolunu idrak
etmeyi engelleyen, basireti körelten, hidayeti dalalet gösteren ancak heva ve
heves galebesidir. Sâlik hevasına yenilirse; taatte ucbdan, mâsiyette ısrardan,
musibette feryat ve itirazdan kurtulamaz, mârifet nurundan ve basiret
nimetinden mahrum kalır.
Ahmed bin Hadraveyh Hazretleri şöyle buyurmuştur: “Hak
yolu açık ve bellidir. Hak nuru parlamaktadır, dua eden işitilir. Şu halde
şaşkınlık nedendir? Şaşırılacak yer yoktur, yeter ki heva galebesi ile basiret
körelmesin.”
İmâ-yı mâneviden dîde-i canı halâs eyle
Beni Yârab reh-i ser-menzil-i cânanda bîna kıl
(Yarabbi, manevî körlükten can gözünü kurtar, sevgiliye erişme yolunda
beni görücü kıl.)
Hususiyet sırrını beşeriyet zuhuruyla
örten ve kulluğun zuhuruyla rububiyet azametini ortaya koyan Cenab-ı Hakk’ı
teşbih ederim.
Şu zât-ı pâki tesbîh eylerim ki sırr-ı mahsûsun
Zuhûr-ı âdemiyetle nazardan eyledi ihfâ
Dahi oldu rububiyet gibi bir vasfı a’zamla
Ki izhâr-ı ubudiyette elhak zâhir ü peydâ
Hususiyet sırrı, Cenab-ı Hakk’ın evliyasına verdiği gizli irfan ve
ilimlerdir. Daha doğrusu mâsivanın varlığını yok eden mârifetin hakikatidir. Bu
mârifet, velinin feyizlere kabiliyetinin neticesidir. Cenab-ı Hak İlâhî
sırlarını beşerî arızalar dan, tabiî hallerden, dünya işlerinden korudu; mâsiva
ile karışıp değerinin düşmesini önlemek için gizledi. Çünkü güneş için bulut
gereklidir, güzelin örtünmesi lazımdır.-
Rabb’in azametiyle zuhur ettiği kulluk eserleri yoksunluk, hastalık gibi
beşerî tabiata ârız olan ve Hakk’a ihtiyaç doğuran birtakım haller ve geçici
sıfatlardır. İnsan bunlardan birine maruz kalınca bunu gidermek için Cenab-ı
Hakk’a sığınmaya mecbur kalır. Onun gözünde bu halleri kaldırmaya gücü yeten
gerçek bir mabudun varlığı zahir olur. Eğer ibadetin hakikati olan bu kulluk
eserleri ortaya çıkmasaydı, rablik azameti bilinmezdi. Bu rablik azameti,
kulluk perdesinden yüz göstermeseydi hep örtülü kalır, zâhir olmazdı.
Ebu’l-Hasan Şazelî Hazretleri şöyle buyurdu: “Ubudiyet öyle kıymetli bir
cevherdir ki, onu rububiyet zuhur pazarına çıkarmıştır.”
Bazı muhakkıklar, “Allah’ın ihsan ettiği gibi sen de ihsan et.”
(Kasas/77) ayetini bu hikmetle tefsir etti. Yani ayetin manası: “Ey kulum, sen
bâtın ve nişansız idin, ben zâhir ve âşikâr idim. Ihsan edip seni ortaya
çıkardım ve rububiyet sırrımı sende gizledim. Sen de benim ettiğim ihsan gibi
ihsan edip taayyününü ifinâ eyle ve varlığını gizle, beni izhar ve ibka eyle!”
demektir.
Zuhur-ı reng-i kesret pertev-i
nur-ı Hüdâ ’dandır
Televvün hey’et-i eşyâda te’sîr-i ziyâdandır
(Kesret Hakk’ın nuruyla zuhur etti. Eşyanın çeşitli
renklerde görünüşü ışığın tesirindendir.)
Ey talip, isteğin gecikti diye Cenab-ı
Hakk’a itiraz etme. Fakat edebinin gecikmesi sebebiyle nefsine itiraz et.
Sakın Allah ’a itiraz etme
Talebim hâsıl olmadı diyerek
Nefsine eyle itiraz ancak
Edebim hâsıl olmadı diyerek
Cenab-ı
Hakk’a dua elini kaldırarak manevî veya dünyevî bir şey isteyip de çabucak
kabul edilmezse, Cenab-ı Hakk’a itiraz etmemek ve hüsnüzanda bulunmak lazımdır.
Çünkü dilediğini işleyen ve herkese işlerinden sorulduğu hâlde kendisi hiçbir
zaman fiillerinden sorumlu olmayan Hak Teâlâ, itirazdan yücedir, itiraza layık
olan ancak edebin geri bırakılmasıdır. Yani İlâhî emirleri işlemekte çabuk
davranmamak yüzünden kötü nefse itiraz edilmelidir. Çünkü icabet için dua
etmek, ubudiyeti ihlal eden garaz şaibesini hâizdir, edepsizliktir.
İsteğinin
olmaması sebebiyle duanın kabul edilmediğine inanmak da ayıplanacak bir
kötülüktür. Zira Cenab-ı Hakk’ın dua edenin istediğini aynen vermesi şart
değildir. İstemediği veya istediği bir şeyi vererek kabul etmesinde birçok
faydalar bulunacağı gibi, gelecekte hâsıl olacak bir iş sebebiyle kabulün
gecikmesinde de hikmet vardır. İtiraz edilmesi gereken en büyük edepsizlik
Cenab-ı Hakk’a itirazdır.
İsteğin hemen olmaması yüzünden Cenab-ı Hakk’a itiraz etmek yerine
nefs-i emmareyi suçlayıp düzeltmek ve ona öğretmek en iyisidir.
Ey mürid, Cenab-ı
Hak seni zahirde emrine boyun eğen, bâtında kahrına teslim ve razı olan bir
kul kılarsa, sana pek büyük bir nimet vermiş demektir.
Hak seni zahirde münkad emrine etse ne dem
Kahrına teslimi de bâtında rızk etse sana
Şüphe yoktur bunda kim ey sâlik-i râh-ı yakın
Pek büyük etti sana ihsânım ol Zü ’l-atâ
Cenab-ı Hakk’ın emrine uymak zâhirî ibadettir.
Kahrına teslim ve rıza kalbe ait bâtını ameldir. İnsanın kemali olan irfan bu
iki yönüyle îkan mertebesine ulaşır. Bu da müridin Cenab- ı Hakk’a kulluğunu
yerine getirmesi için gerekli olduğuna göre her ne zaman ki Cenab-ı Hak mürid
kuluna bu iki işi başarmayı müyesser ederse pek büyük bir bağışta bulunmuştur.
Artık müridin bunun ötesinde bir şey dilemesi edep dışı bir davranış olur.
Ebu’l-Hasan Şazelî Hazretleri anlatmıştır:
“Bir vakitler bir Hak dostuyla
sahralarda yalnız gezer ve bir mağarada kendi başımıza sohbet ederdik.
Maksadımız evliya zümresine girmek ve manevî fetihlerden faydalanarak vuslat
mertebesine ermekti. Bugün açılır, yarın açılır ümidiyle kalbimizin inşirahını
bekleyerek bir hayli zaman geçti, hâsıl olmadı.
Bu şekilde riyazete devam ederken bir gün mağaranın
önünde yaşlı bir zat belirdi ve girmek için izin istedi. Mağaraya girip selâm
verdi, durdu. Adını sorduk, “Abdülmelik” dedi. Tavrından onun veli olduğunu
hissettik. Hâlinden sorduğumuzda cevap vermeden bizim hâlimizi sual etti, sonra
şöyle dedi ve çekip gitti:
“Ben bu hafta yahut bu ay içinde
veli olacağım diye nefsini sıkıntıya sokan hâlbuki fevz (kurtuluş) ve felah
bulmayarak dünya ve ahirette hüsranda kalan kimsenin hâli nasıl olur? Ey kötü
nefs! Allah rızası için emrolunduğun gibi neden ibadet etmezsin? Cenab-ı
Hakk’ın, ‘Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etmeleri için
yarattım.’ buyruğunu işitmez misin?”
Uykudan uyanırcasına toparlandık ve tuttuğumuz yolun bizi maksudumuza
eriştirmeyeceğini anlayarak gafletten uyandık. Bu zatın nereden geldiğini,
nereye gittiğini anlayamadık. Yalnızca Hak Teâlâ’nın bizi irşad ve ikaz etmek
için göndermiş olduğu bir hakikat peyki olduğuna kanaat getirdik. Tövbe ve
istiğfar edip yıllarca çalışıp çabalamalarımızın İlâhî feyzine karşı hiçbir
değeri olmadığını itiraf eyledik ve Cenab-ı Hakk’ın fazl u keremine sığındık.
Ondan sonra Cenab-ı Hak da fütuhat kapılarını bize açtı ve sayısız tecelli
nimetlerini anbean artırdı.
Hüdâ kadirdir eyler seng-i haradan güherpeyda
(Cenab-ı Hak sert taştan cevher çıkarmaya kadirdir.)
Hususiyette sabit
olan her kişi tam olarak kurtulmuş değildir.
Her hususiyeti sâbit olanın
Olmadı fevr ü halâsı kâmil
Hususiyette
sâbit olmak; ondan tayy-ı mekân etmek, havada uçmak, suda yürümek gibi
olağanüstü hâller ve fevkalade kerametler zuhur etmesidir. Bu şekilde
hususiyeti sabit olan has kulların nefs afetinden, şehvet gailesinden kurtulmuş
olmaları gerekmez. Zira kerametleriyle şöhret bulmuş pek çok kişinin afetlerden
kurtulmadıkları ve istikamette kalamadıkları görülmüştür. Asıl keramet ise
dinden istikamettir. Her müstakim kimsede zatî keramet mevcut ise de her
keramet sahibinde hakiki istikamet görülmez.
Şu halde evliya
iki kısım olur. Bir kısmı dinî riyazetler neticesi olan kerameti
gerçekleştirmiş, irfan ahlâkı ile ahlâklanmış, hakikat nuruyla ağyar ve ekvanı
görmekten kurtulmuş ve İlâhî beka ile hususiyet kazanmış olanlardır. Bunlar
mukarrebler ve âriflerin havassıdır. Kerametten ziyade istikametle sıfatlanarak
yakîne erişip temkine ulaşmışlardır.
Diğer kısmı
kerametlere mazhar olmuş fakat nefslerini görmekten ve nefsanî arzulara yer
vermekten tamamen kurtulamamış, sebeplere yapışıp kalmış âbid ve zâhidlerdir.
Bunlar avam evliyası ve ashab-ı yeminin havassıdır. Mücahedeye ve evrada devam
ederler.
Avârifü’l-Maârif adh
eserde şöyle yazılıdır: “Cenab-ı Hakk’ın kudretine dair manalardan bir mana
kendisine açılmayan ancak kalbinde İlâhî mârifet nuru parlayan mükâşefe ehli
değil, tafsil ehlidir. Zira kudret Kadir’in eseridir. Kadir’in yakınlığına
erişen ise, kudret eserlerinin açılmasına ihtiyaç duymaz.”
Hazreti Şiblî’ye dediler ki:
“Ebu Türab adlı
veli kırda aç kaldığı vakit, dağları, tepeleri, vadileriyle bütün ovanın
yiyecek olduğunu görmüş...”
Şiblî buyurdu ki:
“Ebu Türab, Hak
Teâlâ’nın kendisine ancak rıfk ve ihsan ile muamele ettiği bir insanmış. Eğer
kemal ve hakikat zirvesine ulaşmış olsaydı, ‘Rabbimin katında geceledim,
doyuruldum, içirildim.’- buyuran büyük zat gibi olurdu da, koca ovanın yiyecek
olmasına lüzum kalmazdı.”
Ashab-ı kiram visal orucu
tutmaktan yani arka arkaya oruçlu olmaktan men edilmişti. Ashabın bu bakımdan
Peygamber Efendimizle kıyas edilemeyeceğini açıklamak maksadıyla;
“Ben daima
Rabbim Teâlâ nezdinde bulunduğum için o beni yedirir, bana su verir, iftara
muhtaç olmam.” buyrulmuştu.
Veli olmayan kimselerde de bazen
keramet görülebilir. Bu ayetle sabit olup delile muhtaç değildir.
Kerametin velinin nefsi için
ortaya çıkması, o zata kudretinin, sebep ve vesilelere bağlı olmadığını
bildirmek içindir. Vesileler ve sebepler ancak kudrete, ferdiyet ve ahadiyete
perde olarak vardır. Bu yüzden eşyaya bel bağlayan hor olur. Eşyadan sebeplerin
yaratıcısına ulaşan vuslat mertebesine erer. Keramet sübhanî mârifet ve İlâhî
minnette şüphe zelzelesini giderir ve dinî istikamete kesin burhan olur.
Kerametin veliden başkaları için
çıkması, keramet göstereni keramet görene târif etmek içindir. Velinin yolunun
sağlamlığını ve meşrebinin yüksekliğini gösterir. Onun amacı inkârcıyı itirafa,
kâfiri imana, şüphe edeni îkana getirmektir.
insanlar da
keramet işinde ikiye ayrılırlar: Bir kısmı kerameti insanlığın son mertebesi
sayarak keramet sahiplerini yüceltir, keramet göstermeyenleri aşağı görürler.
Bir kısmı da keramet sahiplerinin haddi aşmamaları için keramete İlâhî hud’adır
(tuzak) derler.
Bazı büyükler
de demişlerdir ki: “Keramet evliya için hayız kabilindendir. Kadınlar hayız
nedeniyle belli ibadetlerinden mahrum oldukları gibi, keramet sahipleri de
mazhar oldukları harikuladelik sebebiyle manevî terakkilerinden mahrum
olurlar.”
Şu kadar ki
hud’a ve terakkiye mani olan kerametler, sahibinin kendisine dayandığı ve gurur
getiren harikadır. Gururlanmaksızın kendi kendine, kasıt olmadan zuhur eden
harikalar, evliyalara mahsus tecellilerdir.
Bazıları:
“Evliyanın kendisiyle aldatıldığı hallerin en güzeli kerametlerdir.” gibi
sözler söylediler.
Bazı ulema dedi
ki: “Keramet sadakatli eblehler içindir.”
Birisi Sehl
Tüsterî Hazretlerine: “Ben bazen abdest almak istediğimde su, önümden altın ve
gümüş olarak akmaya başlıyor!” dedi.
Hazret bu hâlin
ona İlâhî bir imtihan olduğunu anlatmak için buyurdu:
“Çocuklar
ağladığında, aldatıp oyalamak için onlara oyuncak- verdiklerini bilmiyor
musun?”
Ebu Hafs
Hazretleri bir gün müridleriyle kırda oturmakta iken birden bir ceylan dağdan
inerek gelip, kesilecekmişçesine yanlarına yattı. Bunun üzerine Şeyh Hazretleri
ağlamaya başladı. Sebebi sorulduğunda;
“Siz etrafımda oturduğunda
gönlüme bir kuzumuz olsaydı, kesip pişirerek şurada yeseydik gibi bir düşünce
gelmişti. Bu ceylan zuhur etti. Bunu görünce Nil nehrinin istediği gibi
akmasını Hak Teâlâ’dan isteyip de istidrac olarak duası kabul olunan, Nil’in
emrine girdiği Firavun’a benzediğimi sandım. Buna ağlanmaz mı?” buyurup ceylanı
serbest bıraktı.
Bayezid Bestamî Hazretleri
buyurdu ki: “Cenab-ı Hak beni hâlimin başlangıcında kerametlerle taltif etti.
Bunlara önem vermediğim için beni mârifet yoluna irşad eyledi.”
Özetle tasavvuf ve kerametin hakikati; din, şeriat ve tarikatte
istikamettir. Olağanüstülükler ise riyazetle, istidracla çok defa müstakim
olmayanlarda da görülür. Bu istikamet, “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!”
(Hûd/112) mealindeki ayette belirtilen istikamettir. Bu yüzden Peygamber
Efendimiz(sas): “Beni Hûd suresi ihtiyar etti. ” buyurmuştu.
Sen usandırma eli el de usandırmaz seni
Müstakim ol Hazreti Allah utandırmaz seni
Virdi ancak cahiller küçümser. Zira
İlâhî vâride ahirette de bulunur. Vird ise bu fani dünyanın dürülmesiyle
dürülür, biter gider. Asd itina edilmesi gereken halefi olmayandır. Vird
Cenab-ı Hakk’ın senden istediği, vâride senin Hak’tan istediğindir. Cenab-ı
Hakk’ın senden istediği şey, senin istediğinden ne kadar yüksektir!
Virdi istihkar ederse bir kişi
Cehl-i müfrittir anın elbet işi
Feyz-i Hak ukbâda da mevcuttur
Vird tayy-ı dehr ile mefrzuddur
itinaya şüphesiz oldu cedîr
Kim halefsizfevt olan vird-i münîr
Oldu virdin Hazreti Hak talibi
Feyz-i Hakk’ın sensin ancak talibi
Nerdedir senden Hüdâ nın matlabı
Hak’tan ümmîdine nisbet ey gabi
“Vird” kulun
zâhir ve bâtın ibadetlerdir. Yani başka bir deyişle vakitleri mamur eden beden
azalarını kötülüklerden, çirkinliklerden uzak tutan salih amellerdir.
“Vârid” veya “vâride” kulun bâtınına tecelli nurlarının doğup
parlamasıyla göğsü açan maârifler ve ruhanî latifelerdir.
“Vird” Cenab-ı Hakk’ın kulundan hakkı olan davranışlar ve ibadetlerdir.
“Vârid” kulun Cenab-ı Hak’tan beklediği lütuf ve bağışlardır.
Virde iki
açıdan özen gösterilmelidir. Vird bu dünyaya mahsus olup dünyanın sonu ile
birlikte kesilir. Öldükten sonra müridin arkasından gelmeyeceği için ölmeden
önce virdi çoğaltmak lazımdır.
İkinci olarak
vird, Cenab-ı Hakk’ın kuldan hakkıdır. Vârid ise kulun Cenab-ı Hak’tan
hazzıdır. Kul zatî hazlardan ziyade Hak Teâlâ’nın haklarına önem vermelidir.
Çünkü bu, kulluk edeplerine daha uygundur. Bu durumda kulun virdi küçümsemesi
cahillikten başka neden ileri gelebilir?
Bazı büyükler
demişlerdir ki: “Cenab-ı Hak melekût nurlarını taat çeşitlerine tevdi etti.
İbadet çeşitlerini nurların çıkış yeri yaptı. Taat türlerinden bir çeşidini
kaçıran kul, kalbi aydınlatacak melekût nurlarından o kadarını kaybeder ve
cahillik vadisinde koşmaya başlar.”
Elinde teşbih
ile görülen Cüneyd Bağdadî Hazretlerine;
“Siz bu şeref, bu mârifet ve irfana sahip olduğunuz hâlde, elinize teşbih
de mi alıyorsunuz?” denilince şöyle buyurdu:
“Evet, biz bu
teşbihle yüce makama ulaştık. Bu yüzden onu asla elimden bırakmak istemem.”
Bununla
birlikte her gün hücresine girip kapısının perdelerini kapatarak dört yüz rekât
nafile namaz kıldıktan sonra evine dönerlerdi. Öldükten sonra kendisini rüyada
gören bir zat ona, Cenab-ı Hak’tan ne muamele gördüğünü sorunca şu cevabı
verdiler:
“Tasavvuf ilmine dair söylediğim işaretlerin hepsi boşa gitti. Tasavvuf
yolunda meydana koyduğum usuller, kazandığım bunca ilimler yok oldu;
hiçbirinden fayda görmedim. Ancak bana seher vaktinde kıldığım birkaç rekât
namaz fayda verdi.”
Sekerat
halinde iken Kur’an’ı hatmedip vefat etmişlerdir. Halifesi Mahmud el-Cerîri:
“Bu halde Kur’an okunur mu?”
diye sormuş ve şu cevabı almıştır:
“Ömür sayfası dürülen bir
kimseden ziyade Kur’an okumaya layık âlemde kim olur?”
Cüneyd Hazretleri buyururlardı
ki: “Mârifet ehli için ibadet, meliklere mahsus olan saltanat tacı gibidir.”
Hatta vefatları sırasında mübarek ayakları namazda ayakta durmaktan şişmiş
olduğu ve sırtlarını yatağa koymadığı halde son nefeslerini vermişlerdir.
Ebu Talib Mekkî
Hazretleri demiştir ki: “Evrada müdavemet mü’minlerin ahlâkı, âbidlerin yolu,
imanın artışı ve ikanın alâmetidir.”
Hazreti Aişe
Validemiz'1’ Resulullah Efendimizin'"’ amelinin daimi olduğunu
rivayet eylemiştir.
Hadis-i şerifte şöyle
buyrulmuştur: “Amelin en fazla makbul olanı, az olursa da devamlısıdır. ”
Bazı ulema mana
âleminde mükâşefe ile Resulullah Efendimizin'"’ şöyle buyurduğunu rivayet
etti: “Bir kimsenin ibadette iki günü eşit olursa, şüphesiz o kimse aldanmıştır.
Bugünü dünkü gününden şerli olursa İlâhî feyizden mahrum kalır. İbadeti
çoğalmazsa eksik olur, tersine azalırsa onun ölümü yaşamasından hayırlıdır.”
Cüneyd Hazretleri buyurmuştur:
“Ibadetsiz mârifet elde edileceğini sanmak amellerin boşa gitmesi demek
olduğundan zina, hırsızlık gibi büyük günahlardan daha kötüdür. Zira ârif olan
bin yıl irfan kapısında dursa, yine daimi ibadetlerinden bir zerresini
eksiltmez.”
Ashab-ı kiramına son
nefeslerinde bile namazı tavsiye buyuran Hazreti Resul’ün'"’ ibadet ve
taatlerdeki bunca cehd ve himmeti, Hazreti Ömer’in namaz sırasında ve şah-ı
velâyet Hazreti Ali Efendimizin sabah namazına gittiği sırada şehit olmaları,
bunca ashab-ı kiram, evliya-yı izâm, âlim ve âriflerin ibadet hususundaki
çalışıp çabalamaları dikkate alınırsa; “irfan elde edildikten sonra amele gerek
kalmaz” demek zındıklık, sapkınlık ve dinsizlikten başka bir şey olamaz.
Ebu Süleyman Dârânî Hazretleri
şöyle buyurmuştur: “İbadet nuru kalbe dolarsa beden azalan rahatlar. Yani vücut
ülkesinin sultanı olan kalp, ibadet lezzetini tadarsa ona bağlı bulunan azalar
ibadette zorluk, zahmet ve güçlük çekmez.”
İrfan sahiplerine ibadetin zevk, sefa ve halâvet vermesi, onların ameli
hiçbir zaman bırakmayacaklarının ispatıdır.
İbadetle bulanlar buldu Hakk’ı
Ibadetsiz
kimin var Hak’ta hakkı
Hak Teâlâ’nın müride yardımı onun
istidadına göre olur. Nurların parlaması ise sırların temizlik ve saflık
derecesine göredir.
Hak’tan elbette vürûd-ı imdâd
Rû-nümâ ber-haseb-i isti’dad
Maşrık-ı dilde tulü ’-ı envar
Ne kadar
ise safâ-yı esrar
İlâhî feyz,
istidada değil, evrad ve ezkâra devam etmeye bağlıdır. Bu yüzden ilâhı
yardımlar daima virdlere devam etmekle hâsıl olan istidada göre gelir, ibadet
ne kadar çok olursa, yardımlar da o kadar artar; az olursa o kadar azalır.
Cenab-ı Hakk’ın âdeti budur. Zira yakîn nurları, kalp aynasının ibadetle
temizlenip parlatılmasına bağlıdır.
ibadetler eserlere ve ekvana bağlanıp meyletme
kirlerinden kalbi temizler. Kalp ağyar siyahlığından temizlenmedikçe maârif ve
esrarla dolamaz, parlayamaz. Yani kalbi doldurmadan önce boşaltmak gerektir,
ibadet ve virdlere devam etmek olgunluğun ve hidayetin şartıdır.
Taabbüd olmasaydı süllem-i
ser-menzil-i irfan
Olur muydu ibadet illet-i gaye-i hilkat
(İrfan amacına ulaşmanın merdiveni ibadet olmasaydı,
yaratılış sebebi olur muydu?)
Gafil kişi sabahleyin hangi işi
yapacağını düşünür, akıllı kişi ise “Cenab-ı Hak bana bugün ne yaptıracak?”
der.
Sabah ettikçe kendi fı’line eyler nazar gafil
Hûda nın fı’lini eyler terakkub ârif-i âkil
Tevhidden
haberi olmayan ve her şeyin Allah’ın kazası ve takdiri ile olduğunu bilmeyen
kimse, bugün ne işleyeceğim diyerek sabah ulaşır. Gaflet uykusundan uyanmış
olan akıllı kişi ise, tevhid hükmünü ve tefrid sırrını bildiğinden kendi
tarafından işlenen bütün işlerin ve hâllerin ezelî mukadderat ve ilâhı ef âl
olduğunu anlar ve “Acaba Cenab-ı Hak bugün beni hangi işlerde kullanacak?”
diyerek İlâhî kazayı bekler, bu şekilde vakit geçirir.
Gafil kendi
nefsine baktığından İlâhî tevfikten uzak olur, hayırlı istekleri başaramaz.
Akıllı adam Cenab-ı Hakk’a nazar ettiğinden her işinde iyiliğe muvaffak olur,
her başarı ona kolaylaşır.
İşte bu
hikmet müridin halini gösteren bir tevhid ve mârifet ölçüsüdür. Alemde ortaya
çıkacak hayır veya şer olarak takdir edilmiş bütün fiillerin ve hâllerin zuhur
aynası olan zamanlarda müridin kalbine gelen düşünceler kendi kuvvetine
dayanıyorsa, bunun gaflet sonucu olduğu anlaşılır. Eğer Hakk’a dayanıyorsa
tevhid ve mârifet neticesi olduğu, ancak bu kıstas ile ölçülerek belli olur.
Emevî hükümdarlarının en şereflisi olan Ömer ibn Abdülaziz dedi ki: “Her
ne zaman geceyi geçirip sabahladımsa, İlâhî takdirden başka bir şey için
sevinmedim.”
Ebu Osman Hazretleri: “Kırk yıldır Cenab-ı Hak beni istemediğim bir hale
koymadı ve arzu etmediğim bir yere götürmedi.” dedi ki hep kaderime razı oldum
demektir.
Eyüb el-Tâlakanî Hazretlerinin “Dostlarımdan biri anlatmıştı.” diyerek
naklettiği kıssa bu konuda güzel bir örnektir:
Mercü’d-dibac denilen yerde azıksız ve arkadaşsız birine rastladım. Selâm
verdim ve nereye gittiğini sordum.
“Bilmem!”
dedi.
Ben;
“Bir yere
gitmek isteyip de nereye gittiğini bilmeyen kimse olur mu?” dedim.
“İşte o kimse
benim!” dedi.
“Niyetin
nereyedir?” dedim.
“Mekke’ye!”
dedi.
“Öyleyse, neden
nereye gittiğini sorunca bilmem diyorsun?” dedim.
“Evet, ben çok
kere Mekke’ye gitmeyi dilediğim hâlde beni Tarsus’a, Tarsus’a gitmek
istediğimde Abadan’a götürdü. Gerçi niyetim Mekke’ye gitmek ise de fakat bilmem
ki, beni nereye gönderecek?” diye cevap verdi.
Nasıl
geçindiğini sordum. Yine;
“Bilmem!” dedi.
“Canım geçinme
sebebin nedir?” dedim.
“Dilediği
şeydir. Bir kere aç bırakırsa, bir kere doyurur. Bir kere ikram ederse, ikinci
defa vermez. Bir kere bana ‘Yeryüzünde senden ziyade zâhid yoktur’, bir kere de
‘Sen hırsızsın’ der. Bir defa beni rahat döşekte uyutarak dinlendirir, başka
defa beni sokaklara atarak serseriler arasında acılar içinde bırakır!” dedi.
“Bunları sana
yapan kimdir?” dedim.
“Cihanı
yaratandır!” dedi.
Şaşkınlığım
arttı ve dedim ki:
“Bu dediklerin
nasıl oldu? Lütfen anlat!”
Anlattı:
“Ben bir
garibim. Gündüz yürür, akşam olduğu yerde yatarım. Bazen bir köy kenarında
kalmam icap eder. Köylüler beni hırsız sanıp evlerine almazlar. Köyün mescidine
sığınırım, hemen bir adam gelip bana sertçe mescitten çıkmamı emreder. Çıkmaya
mecbur kalır, gösterdiği işaret üzerine köyün dışına çıkarak mezarların
yanlarında- yatmak zorunda kalırım. Sabahleyin kalkıp yine yüzümün yönüne doğru
yürüyerek başka bir beldeye geldiğimde ahalisi bana hüsnüzan edip nur görmüş ve
Hızır bulmuşçasına her biri evinde gecelememi rica etmeye başlar. Yatsıyı
kıldıktan sonra onlardan birinin dileğine uyup evine giderim, türlü ikramlar ve
saygılar görürüm.”
Bu
anlattıklarından onun ârif bir kişi olduğunu anlayıp;
“Azizim, her ne zaman size
Bağdat’a gelmek nasip olursa, lütfen bizim eve uğrayın, şeref verin!” deyip söz
alarak ayrıldım.
Aradan bir
zaman geçmişti. Bir gün evin kapısı çalındı. Açtığımda bu zatı gördüm. Selâmını
alıp kendisinde Cenab-ı Hakk’ın nasıl tecelli etmiş ve başına neler gelmiş
olduğunu sordum.
“Rabbimin en
son tecellisi beni hırsız göstermek ve ceza olarak şiddetlice dövdürtmektir.
İşte, izlerine bak!” deyip sırtını açtı, birçok morluklar gösterdi. Nasıl
olduğunu sordum.
Şöyle anlattı:
“Abyar’a vardığımda bir bahçenin ağaçları altında oturmuştum. Çok aç
olduğumdan orada evvelce suya atılmış olan kötü hıyarları yemeye başladım.
Bostancı gelerek beni hıyar yerken görmesiyle üzerime saldırdı. Meğer daha önce
bostana bir hırsız gelmiş çok hıyar çalmış. Beni o hırsız zannederek;
‘Sen hırsızsın, bostanımı harap ettin. Seni epeydir gözlüyordum, şimdi
elime geçirdim.’ deyip güzelce dövdü.
Bu sırada bir atlı ortaya çıktı;
‘Böyle ârif, zâhid bir kişiyi ne diye dövüyorsun?’ diyerek o da
bostancıyı dövmeye başladı.
Ne tuhaf! Bir
dakika evvel yanında hırsız olduğum halde, bir dakika sonra zâhid ve ârif
oldum.
Sonra bostancı elimden tutup özürler dileyerek hakkımda göstermediği
ikram, ihtiram ve mürüvvet bırakmadı. Oradan çıkıp doğruca buraya geldim!”
dedi.
İşte bu hikâyeden de anlaşıldığına göre akıllı ve irfanlı olan kimse, her
sabah kalktığı vakitte, her işte başarılı olabilmek için Cenab-ı Hakk’ın
kalbine nasıl tecelli göstereceğine bakmahdır.-
Ebu Medyen Hazretleri şöyle buyurmuştur: “Sâlik olan Cenab-ı Hakk’a
tefviz-i umûr ve teslim-i irade ederek sabahlamahdır ki, Cenab-ı Hak ona
mağfiret ve rahmet nazarıyla baksın.”
Bazı büyükler şöyle demişlerdir: “Nefsine ulaşan Hakk’a, Hakk’a ulaşan
nefsine ulaşmaz.”
İşte bu makamın ehli olan müridin duası şu olmalıdır:
“Yarabbi, ben
nefsim için fayda ve zarara, ölüm ve hayata, yeniden dirilmeye muktedir
olmadığım halde sabahladım. Benim senin verdiğin şeyden başkasını almaya da,
beni koruduğun şeylerin başkasından korunmaya da gücüm yok. Yarabbi, beni taat
ve kulluğunda bulundur, razı olduğun söz ve amellere muvaffak et. Sen fazl-ı
azîm sahibisin.”
Ebu’l-Hasan Şazelî Hazretleri şu mealdeki duası bu makamdandır:
“Yarabbi, dünyevî ve uhrevî iş ve irade benden gizlidir; senin
kudretine bağlıdır. Hâlbuki ben nefsim için bir iş seçmeyi de bilmem. Yarabbi,
benim hesabıma sen seç! Beni en üstün, en güzel amellerde, dünyaca ve ahiretçe
güzel akıbet getiren işlerde kullan. Senin her şeye kadir olduğun şüpheden
uzaktır.”
Rahmeyle bu dil-i hasta-yı
nâçâra ilâhı
Zahm-ı dilime senden olur çâre ilâhı
Abid ve zâhidlerin her şeyden ürküntü duymaları, her
şeyde Allah’tan perdeli ve habersiz olduklarındandır. Eğer her şeyde Cenab-ı
Hakk’ı müşahede etmiş olsalardı, hiçbir şeyden uzak durmazlardı.
Vahşeti zâhidâmn eşyâdan
Gaib olmakladır Teâlâ 'dan
Görselerdi Hüdâyî her şeyde
Eylemezlerdi vahşet eşyâdan
Âbidler amel yoluyla, zâhidler
tevekkül yoluyla Cenab-ı Hakk’a yönelenlerdir. Her iki fırkanın da halktan uzak
durmaları nefslerini gördüklerinden, nefsânî bazlarına uyduklarından ve bu
yüzden Cenab-ı Hak’tan perdelendiklerindendir. Onlar ekvan ve eşyayı mevcut
zannederler. Özel maksat ve isteklerinin gerçekleşmemesini veya gecikmesini
eşya ve ekvana isnat ederler ve korkarlar. Mesela zâhid kaçtığı şeyde varlık
görmese, ondan kaçmazdı.
Arifler
nereye baksalar, onlara Hak vechi görünür. Bu hakiki müşahede ile artık
nefslerini görmez ve nefsânî bazlarla uğraşmazlar. Eşya her an yok olmaktadır,
var görünmesi geçicidir. Bâkî olan ancak Allah’ın vechidir. Bunu bilenler artık
eşyadan korkmazlar ve aşağılık ekvandan çekinmezler.
Reng-i vahdet zatına bizzat mahsûs olmasa
Rûy-i
dünyâda olurdu herkesin sıması bir
Ey ârif, Allah Teâlâ sana bu dünyada
mükevvenata bakmayı ve düşünmeyi emretti. Öbür dünyada sana zatından perdeyi
açacağında şüphe yoktur.
Sana
ekvâna bakmakla Hüdâ emretti dünyada
Karîben de eder
keşf-i kemâl-i zât ukbâda
Cenab-ı Hak kâinattaki kudret
eserlerine bakmayı emrederek Kur’an-ı Kerim’inde buyurmuştur: “De ki,
göklerde ve yerde olup bitenlere bakın!” (Yunus/101)
“Allah'ın rahmetinin
eserlerine bir bak! Ölümünden sonra yeryüzünü nasıl diriltiyor!” (Rûm/50)
Peygamber Efendimiz<sas);
“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip
gidişinde akıl sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır. ” (Al-i
Imran/190) ayetinin tefsirinde buyurmuştur ki: “Elemli azap, bu ayeti
ağzında yiyecek çiğner gibi okuyup da ibretli hakikatini, mana ve hikmetlerini
düşünmeyen kimse içindir. ”
Bakmaktan maksat, şu mavi kubbe
ve toprak arzın her birindeki ibret verici eserlerin, şüphesiz bilen, gücü
yeten hakiki bir müessire delil olacağını düşünerek Hakk’ın varlığı hakkında
şüpheden kurtulmak ve rabbanî tecellilerin sırlarına ermektir. Çünkü Allah’ın
cemali, İnsanî hakikatler üzerine vaki olan İlâhî tecellilerin derecesine göre
müşahede edilir.
Cenab-ı Hak bu
dünyada görme perdesi olan kâinatın ötesinden tecelli göstererek zâhir
olduğundan, irfan ehline bu mükevvenatta basiret nurlarıyla göründü. îşte
mükevvenata bakmanın emredilmesinin hikmeti budur.
Cenab-ı Hak
ahirette basar nurlarıyla perdesiz olarak açıkça görülür. Gerçi bu dünyada bu
suretle görmek âriflere mahsus ise de, ahirette bütün mü’minlere şamil
olacaktır. Hadis-i şerifte:
“Rabbinizi geceleyin ayın dördündeki gibi göreceksiniz. ”
buyrulmuştur.
Atlas-ı arş üzre nakkaş-ı ezel nakşeylemiş
Nûrdan yüz bin çiçekle “kul hüvallahü ah ad”
Dest-i kudret sündüs-i ferş üzre yer yer işlemiş
Al beyaz
mor kırmızı güllerle “Allahü ’s-Samed”
Ey sâlik, Cenab-ı Hak senin dayanamayacağını bildiği
için cemalini zat nurunun tecellileriyle gösterdi.
Hüdâ çün gayr-i sabır olduğun bildi senin ey dil
Edip
işhâd âsârıyla oldu tesliyet-bahşâ
(Cenab-ı Hak senin zatını görmeye sabredemeyeceğini bildiği için
eserlerini göstererek sana teselli verdi.)
Sadakatli
sevgilinin sevdiğini görmeye sabredemeyeceği gibi, velilerin de Hak dîdarınm
müşahedesine tahammülleri yoktur. Aşağılık, kötülük, eksiklik, geçicilik,
kaybolup gitme özellikleriyle sıfatlı olan bu dünyada perdesiz olarak hakiki
müşahedenin imkânsızlığı aşikârdır. Bundan dolayı irfan sahiplerini
tecellileriyle teselli etmek üzere kudret eserleri ve ahadiyet yüzünün
perdeleri olan işbu ekvanı gösterdi.
Bu kutsal zümre dünyada basiret gözüyle görürler. Baş gözüyle dîdarı
göremediklerinden hâsıl olan aşk ve iştiyakla birlikte olmak özelliğini
kazanırlar, bu özellikle de huzur ve müşahedeleri sürekli olur.- Zira eserin
varlığı müessirin varlığına, eseri görmek müessiri görmeye delil olduğundan;
ilminin suretlerini eserlerin aynasından ortaya çıkararak göstermesi, basiret
sahiplerine bir nimet ve inayettir.
Çeşm-i ibret-bın ile bak ol büt’ün tasvirine
Nakşını
seyret tasavvur eyleyip nakkaşını
(O putun
resmine ibretle bak; eserini seyrederek onu yapanı düşün.)
Ey talip, Cenab-ı Hak senin bıkıp usanacağını bildiği
için sana çeşit çeşit taat emretti. Şendeki hırsı bildiğinden bazı vakitlerde
namaz kılmayı men etti. Böylece düşkünlüğün yalnız namaz kılmaya değil, namazı
ikame etmeye olsun. Zira her namaz kılan namazı ikame etmiş olmaz.
Bildi vakta ki melalin Yezdan
Etti telvîn sana tâati heman
Bildi hem hırsını men' etti Hüdâ
Bâzı ezmanda ibâdâtı sana
Tâ ki kasdın ola îfâ-yı salât
Olmaya bir kuru dâvâ-yı salât
Her namâzı
kılan erbâb-ı edâ
Edemez hakk-ı salâtı ifâ
Cenab-ı Hakk’ın kullarına zâhidlerine ihsan ettiği iki büyük nimet; usanç
getirmesinden ötürü taatin türlü türlü olması ve düşkünlükten dolayı vakitlerin
belli edilmesidir. Çünkü usanma ve düşkünlük kulluk yolunu kesen iki önemli
fitnedir.
Onun için
Cenab-ı Hak ibadetin çeşitli olmasıyla yani ibadeti bir surete bağlamayarak
birçok tür ve şekillere bölerek bıkma yol kesicisini ortadan kaldırdı. Farzlar
için vakit belirleyip vaktinin dışında ve kerahet vaktinde namaz kılmayı
yasaklayarak amel ve ibadete koşmakta haddi aşmak demek olan hırs eşkıyasını
izale etti. Böylece kullarına pek büyük bağışta bulunmuştur.
însan bir
hâlden diğer bir hâle geçmekle hâlini değiştirir. îrfan ehli kemal mertebesini
bir hâlin devamında değil, amellerini yenilemekte bulmuştur. Her nefs yenilikte
tat, harekette bereket bulur. Bir tarzda devam ve hareket, usanç ve bıkkınlık
getirir; bu da ameli bıraktırır. Cenab-ı Hak ibadetini kolaylaştırmak için onu
çeşitlendirmiştir.
Hırs getiren hâl, ibadete
şiddetle düşkünlük sebebiyle bütün vakitlerin taate uygun sayılmasıdır. Hâlbuki
mekruh vakitlerde namaz kılmak şeriatça caiz değildir. Farzlar vaktinin dışında
sahih olmaz. Yalnız mübarek olan cuma gününde kerahet vakti yoktur. Oruç da
yevm-i şek’de- mekruh, bayram günlerinde haramdır. Hac farzı da mahsus aylar
dışında ifa olunamaz. Şu halde hırs bulunması, ibadette eksiklik, kusur
getirir.
Mesela bir insan devamlı Kur’an okuduğu
halde manasını düşünemez, devamlı namaz kılar da huşû ve huzû’ hâsıl edemez. Bu
sebepten Hak Teâlâ beş vakit namaz için belli vakitler tahsis etti, oruç için
vakitler ayırdı. Eğer namaz yalnız kıyamdan yani ayakta durmaktan veya rükûdan
yani eğilmekten ibaret olsaydı; rükû, secde, kıraat, oturmak gibi fiilleri
çeşitli olmasa veyahut asla bırakmayarak sürekli kılınsaydı; namaz kılan namaz
ikame etmiş olmaz, namazı devam ettirmiş olurdu. Cenab-ı Hakk’ın muradı ise
âdet olarak namaz kılmak değil, namazın hakkıyla ikame olunmasıdır. Zira namaz
ikamesi huzur ve huşûda vakitleri istiğrakla olur. Onun için namaz suretiyle
her namaz kılan, namazının haklarını ikame etmiş olmaz.
Cenab-ı Hak
Kur’an’da namaz kılanları överken namaz ikame ettiklerini beyan etmiş, gaflet
ehlini beyan ederken yalnız namazdan söz etmiş, ikame manası taşıyan bir söz
buyurmamıştır. Namaz ehlini öven ayetler şunlardır: (Bakara/3), (Ibrahim/40),
(Tâhâ/14), (Bakara/177), (Hac/35). Gaflet ehli hakkında gelen ayetler Mâun
suresindedir.
Namaz ikamesinin neticesi Hak
Teâlâ’nın o namazı kabul etmesidir. Bir mü’min namaz ikame ederek, namazı kabul
olursa, Cenab-ı Hak ondan misali güzel bir suret yaratır. Bu suret kıyamete
kadar o namazı ikame eden mü’minin hesabına namaz kılar, sevabı onun defterine
yazılır. İşte bu fazilet ikame olunan namaza mahsustur. Yalnız kılınmakla kalan
namaz ise bundan mahrumdur. Nitekim Cenab-ı Hak: “Allah ancak muttakılerden
kabul eder. ”(Mâide/27) buyurmuştur.
Bazıları: “Namaz ikamesi, şeriat
gereklerinin zâhirini ve bâtınını korumaktır.” dedi.
Ibn Atâ Hazretleri buna
“mâsivadan sırrın korunmasını” da ekledi.
İmam Kuşeyrî Hazretleri: “Namaz ikamesi, farzlarını, vaciplerini, âdâbını
ve sünnetini tam olarak yerine getirmekle beraber Cenab-ı Hakk’ı görmekle
kendinden geçmek (gaybet), hakikat kıblesine yönelmek, vuslat hakikatleriyle
gerçekleşmek ve kulluk edeplerini korumaktır.” dedi.
Namaz, günah kirlerinden kalbi
temizler ve gayb kapısını açar.
Namaz eyler günehden kalbi tathîr
Eder bâb-ı guyûbu feth ü teshir
Namaz
mü’minin miracı olmak üzere farz kılınmış bir ibadet tarzıdır. Namaz küfür ve
imanın ayırıcısı, belli edicisidir. Namaz Hakk’ın müşahedesini hidayet
nurlarının incelenmesini içine alan rükünlerdir. Namaz münâcat ve vâridatın
tecelli ettiği özel fiillerdir.
Namaz kesin delillerle sabit olan farzlardandır. Onun için namazı inkâr
eden kâfir olur. Namaz kılmayan cehennem (saîr) azabına uğrar.
Namaz kılmayanın kâfir olacağını söyleyen seçkin sahabe vardır. Şafiî
mezhebinde kasten namazı terk eden kâfir olur. Şafiî’nin delili burada şu
hadis-i şeriftir: “Kim namazı kasten terk ederse muhakkak kâfir olur.”
İmam Azam hadiste geçen terk kelimesini inkârdan gelen terk ile tevil
buyurarak farz olduğunu kabul etmekle birlikte, beşer icabı terk etmenin küfür
olmayacağını bildirmiştir.
Bununla beraber “dinin direği” olan namazın terk edilmesinin, elbette
dinin yıkılmasını gerektireceği düşünülürse, kasten terk etmenin küfre yakın
bir günah olduğuna da şüphe kalmaz.
Namaz günah
paslarından kalbi temizleyeceği gibi, azayı da kötülükten ve çirkinlikten
alıkoyar. Bu özelliği taşımayan bir namaz kabul olunmaz. Çünkü Cenab-ı Hak: “Şüphesiz
namaz hayâsızlıktan ve fenalıktan uzak tutar. ” (Ankebût/45) buyurduğu gibi
Peygamber Efendimiz<sas): “Namaz şu suyu tatlı nehre benzer
ki, sizden bir kimsenin kapısı önünden akar, o kimse de günde beş kere o nehre
girip yıkanır. Söyleyin, bu yıkanma onda hiç pas bırakır mi?” buyurmuştur.
Namaz vakitleri ayetlerle gösterilmiştir. Orta namaz, ikindi namazıdır.
Namaz Resulullah Efendimizin "’ kıldığı gibi kılınır. Namaz huşû ve huzû’
ile vakitlerinde kılındıkça kalpler tecelli nuru ile temizlenir. Tabiat
örtüleri ve perdeleri kalkar, gayb kapısı açılır.
Seyr-i âfâk etmeye çünkü değilsin muktedir
Seyr-i enfus eyle gel mırâc-ı mü inindir namaz
Namaz münâcat yeri
ve dostluk kaynağıdır.
Namazdır mahall-i münâcât-ı Hak
Namaz cilvegâh-ı musafât-ı Hak
Namazda bulur vüsât esrar-ı Hak
Namazda olur şârık-ı envâr-ı Hak
Namazın
münâcat yeri olması iki yöndendir.
1)
Namaz kılanın, Fatiha
suresinin manasına göre Cenab-ı Hakk’ın rahmetinin iki cihan mahlûkatının
tümünü kapsadığını, bütün âlemleri anbean terbiye ederek kemale ulaştırdığını,
ceza gününün maliki ve bütün kâinatın yaratıcısı olarak hakiki mâbud ve mutlak
hidayete eriştirici olduğunu düşünerek, cemalî sıfatlarını anıp belirterek
yalvarmasıdır.
2)
Cenab-ı Hakk’ın ledün
ilimlerini ve maârif sırlarını kulun sırrına koyup ilham etmek suretiyle kula
münâcatıdır.
Namazın dostluk kaynağı olması
da iki yöndendir.
1)
Kulun bütünüyle Cenab-ı
Hakk’a yönelmesinden dolayı kalbinde Hak’tan başka mâsiva kalmadığı için kulun
Cenab-ı Hakk’ı sevip dostluk etmesidir.
2)
Cenab-ı Hakk’ın kulun
kalbine görme nurunu ve fazlını vererek dostluk etmesidir.
Bu İlâhî
dostluk, kulun Cenab-ı Hakk’a dostluk derecesi nispetinde olacağından, tecelli
mertebelerinin en yükseğidir. Binaenaleyh meydanlara benzetilen kalplerin ve
sırların geniş ovası namazda daha genişler, parlak yıldızlara benzeyen irfan
nurlarının doğduğu gök olur.
Özetle namazın bu kutsal hâline
göre, önceki hikmette açıklandığı gibi kuldan istenen namaz kılmak değil,
namazın ikamesidir. Zira bir mü’mini kurtuluşa götüren, huşû ile eda olunan
namaz olup, gafletle kılınan namaz değildir. Namazın ibadetlerin anası ve
hayırların esası olmasının sebebi de budur. İşte bu hikmeti “Zikrim için
namaz kıl, ”(Tâhâ/14) ayeti ispat eder ve namazdan İlâhî muradın ancak
kendi zikri olduğunu açıklar.
Peygamber
Efendimiz(sas) buyururlar: “Namazın, hac ve tavafın, şiar ve
menâsikin farz olmasından murad-ı ilâhı, zikrullahın ikamesidir. ”
Diğer bir hadis-i şerifte: “Benim
gözümün nuru namazdadır. ” buyrulmuştur.
Bazı
muhakkıklar Nisâ suresi 42. ayetindeki sarhoşluğu gafletle yorumlayarak: “Gafletle
sarhoş olduğunuz halde, söylediğinizi hilinceye dek, namaza yaklaşmayın!”
demek olduğunu söylediler. Çünkü gafletle namaz kılanların çoğu ne okuduklarını
bilmezler.
Muhammed bin Ali Tirmizî
Hazretleri şöyle buyurdu:
“Cenab-ı Hak lütuf ve rahmet
etmek için muvahhidleri beş vakit namaza çağırır. Namaz kılanların söz ve
fiillerinden her birinin karşılığında İlâhî bağışlardan birine nail olmaları
için türlü türlü ziyafet hazırlar. Namazın fiilleri yiyecek, sözleri içecek
olup Cenab-ı Hak onları muvahhidlerin düğünü olmak üzere günde beş defa namaz
kılanlara ihsan etmiştir.”
Ebu Talib Mekkî
Hazretleri: “Kâmil bir mü’min namaz için abdest aldığı vakit şeytanlar ondan
uzaklaşır, ibadet vaktinde melekler hazır bulunduğu için yerin dibine kaçarlar.
Namaza başlama
tekbiri aldığı zaman kendisiyle İblis arasına perde konur, bu perdeye vurularak
onun bakmasından ve kandırmasından korunur.
Cenab-ı Hak namaz kılana
keremiyle yüz gösterip tecelli ederek her defa Allahu Ekber’ dedikçe onun
kalbinde Allah’tan başka hiçbir şey olmadığını bir melek görüp tasdik eder.
Kulun kalbinden bir nur parlayarak arşın melekûtuna ulaşır. Bu nurla sema ve
arz melekûtu açılır. Bu nurun doldurduğu yer (haşv) o kulun amel defterine
yazılır.
Cahil ve gafil bir kimse abdest
aldığı vakitte ise bal üzerine sineklerin üşüşmesi gibi şeytanlar ona hücum
eder. Kalbi mâsiva ile dolu olduğu halde tekbir getirdikçe melek onu yalanlar
ve kalbinden bir duman çıkarak göğe uzanır ve melekût müşahedesine perde olur.
Bu hicap sebebiyle onun namazı reddedilir. Kalbi de İblis lokması olarak şeytan
vesveselerine, nefsanî düşüncelere yer olur. Ne okuduğunu bilmeksizin ve
manasını düşünmeksizin namazını bitirir.”
Cenab-ı Hak senin usanacağını
bildiğinden, namazın adedini azaltmış ve fazl u keremine ihtiyacını bildiğinden
yardımlarını artırmıştır.
Ey musallî bildiği’yçün Hak Teâlâ zafını
Kıldı a’dâd-ı salâtı lûtf-ı mahzıyla kalîl
Bildiğinden fazlına hem ihtiyaç ü fakrını
Eyledi ecr ü fuyûzât-ı salâtı hem cezîl
Namaz,
bilindiği gibi Resulullah Efendimizin11 miracında önce elli vakit
olarak belirlenmiş, fakat ümmete ağır geleceği için Efendimizin defalarca arz
ve niyaz etmesi üzerine beş vakte indirilmiş, karşılığında ise elli vakit
sevabı verileceği vaat olunmuştu. Hak Teâlâ ümmetin güçsüzlüğünü ve zayıflığını
ezelde bildiğinden namaz sayısını beş olarak emretmiş, ümmetin fazl ve kereme
ihtiyacını bildiğinden de elli vakit namaz sevabı ihsan buyurmuştur.
Bu nimetler şükredilmesi lazım gelen çok büyük nimetlerdir. Hikmet
ibaresinde geçen “imdad” kelimesi mededin çoğulu olarak sevap anlamında olduğu
gibi, namaz kılana gelen İlâhî sırlar ve maârif manasına da gelir. O halde
müridin kalbine beş vakitte gelen vâridat, elli vakit namazın vâridatıdır.
Ey âbid, ibadetinin karşdığında
Cenab-ı Hak’tan sevap istersen, senden de o ibadette sıdk ve ihlâs istenir.
Şüphe edenlerin ise azaptan kurtulmaları yeter.
ivaz ister isen Hak'tan amelde Hak da sıdk ister
Bu takdirce selâmet bulması mürtâba kâfidir
Bir insan yaptığı ibadetin karşılığında ecir ve mükâfat isterse, o
ibadeti Allah rızası için işlemiş olmaz. O zaman Hak Teâlâ da kendisinden sıdk
ve ihlâs ister. Ihlâslı ve sadık ibadet ise dünyevî ve uhrevî karşılığı olmayan
sâlih amellerdir. Çünkü sıdk demek, için dışa mutabık olmasıdır; başka bir
deyişle bâtının zâhire uygunluğundan ibarettir.
Karşılık için
yapılan ibadetler ise zâhirde Allah Teâlâ’nın hakkını yerine getirmek için
yapılmış görünmekle beraber, bâtında nefsanî arzular için ifa edilmiş
olacağından, mükâfatı değil aksine cezalandırmayı gerektirir. Bu hususta ibadet
eden şüpheye düşer ve onun azaptan kurtulması en güzel bir nimet, pek büyük bir
ödüldür.
Ecir ve mükâfat maksadıyla yapılan ibadet ve taatlerin kulluk edebine
uygun düşmediği hususunda ârifler aynı düşüncededirler. Hatta Vâsıtî
Hazretleri: “ibadet mukabilinde mükâfat istemektense, af ve mağfiret istemek
yakışır.” dedi.
Nasr Abâdî Hazretleri: “ibadetler karşılık talebinden ziyade, af ve özür
dilemeye daha yakındır.” dedi.
Hayru’n-Nessac Hazretleri: “Amellerin terazisi insanın fiillerine
göredir. İnsanın fiilleri kemal derecesine erişemediğinden kendi terazisine
güvenmek yerine en mükemmel olan İlâhî fazl terazisine dayanması daha hayırlı
değil midir?” demiştir.
Ne
lâzım Hak Teâlâ "dan talebkâr-ı ivaz olmak Seni etmezse a mâlinde
mes"ûl ol ne devlettir
Ey talip, amellerinin hakiki faili
olmadığın için onlara karşılık isteme! Cenab-ı Hak ibadetini kabul ederse
karşılık olarak yeter.
ivaz kasd etme taatte anı sen olmadın fâil
Sana kâfi cezadır ger olursa Hak anı kabil
Her şey
öncelikle ve bizzat Cenab-ı Hakk’a istinat eder. Bütün yaratıkların bütün
fiillerinin gerçek fâili âlemlerin Rabbi olan Allah’tır: “Sizi de,
yaptıklarınızı da Allah yarattı. "" (Saffat/96) buyrulmuştur.
İnsan Allah’ın fiillerinin zuhur yeridir. İrade-i cüz’iyesi, irade-i külliyenin
yaratmış olduklarını harcar ve bundan dolayı da sorumlu olur. îrade-i cüz’iye
hâl gibidir: Aslında yok olduğu halde var sayılmış, kazanmak ve sarf etmek
yönünden mükellef ve sorumlu kılınmıştır.-
Yaratılmış bir şeyi harcamaktan başka bir alakası bulunmayan âbid, bunun
için nasıl mükâfat isteyebilir? Bu hakkı kendisinde göremez. Zira amelin
meydana gelmesinde hiçbir rolü olmamıştır. Karşılık istemek suretiyle sakat
hale getirdiği ibadet yüzünden cezalandırılmaksızın bozuk ibadeti kabul
edilirse, bu en güzel karşılık ve en büyük mükâfat olmuş olur.
Sapkın fırkalardan Mutezile der ki: “Kul, fiilinin
yaratıcısıdır. Cenab-ı Hak, kulun fiiline dâhil olmaz.” Cebriye: “Kul,
fiillerinde hiçbir yönden bağımsız değildir; fiillerinin hepsi de Allah’ındır.”
derler. Mutezile “kul fiilinin yaratıcısıdır” demekle, Allah Teâlâ’ya ortak
koştular. Cebriye de kuldan kesb ve iradeyi kaldırmakla şeriatın ve
peygamberlerin faydalarını yok saydı ve âlemin intizamını muattal bıraktı.
Ehl-i Sünnet ise, irade-i cüz’iyeyi ispat ederek hakikat caddesine yol
gösterici oldu.
Ey mürid, Cenab-ı
Hak sana ihsan etmek dilediğinde güzel ameller yaratıp sana nisbet eder.
Hüdâ sende eğer izhâr-ı fazl etmek murâd etse
Edip icâd ü halk a "mâlini eyler sana nisbet
Gerek taat ve
gerek mâsiyet bütün fiillerin yaratıcısı Cenab-ı Hak olduğu halde, fazlına ve
ihsanına mazhar etmek dilediği müridi sâlih amellere ve güzel ibadetlere
muvaffak eder. Bu amelleri ondan ortaya çıkarır da, onu muttaki, müctehid,
âmil, âbid olarak anıp vasıflandırır. Yarattığı bu amelleri ona nisbet eder ve
karşılığında çok sevaplar, ecirler vereceğini vaat ederek ona iltifat eder.
Müride lazım
olan edep diliyle konuşmaktır. Güzel amelleri Cenab-ı Hakk’a nisbet eylemek,
kötü fiilleri kendi üzerine almak ve suçunu, kusurunu itiraf etmektir. Nasıl ki
Adem<as); “Rabbimiz, biz nefsimize zulmettik, rahmet ve
mağfiret etmezsen zalimlerden oluruz."" (A’raf/23) ayeti
gereğince hikmet icabı vaki olan zelleleri kendine nispet ederek af diledi.
Kaldı ki işlediği “zelle” (küçük günah olan hata), bırakılması ve yapılmaması
daha iyi olan bir şeydi. İblis ise; “Beni onda kandırdın. ”(A’raf/6)
ayetince müdafaaya yeltendi, büyüklendi. Yaptığı isyanı Cenab-ı Hakk’ın
iradesine ve yaratmasına atfetti. Böylece ayrıca bir isyan ve günah işlemeye
cesaret etti.
Sehl bin
Abdullah Tüsterî Hazretleri şöyle buyurmuştur:
ibadet eden bir
kul güzel bir amel işleyip de;
“Yarabbi, bunu
ben senin fazlınla, tevfîkinle, yardımın ve kolaylaştırman sebebiyle işledim.”
derse, Cenab-ı Hak onun ibadetini kabul ederek;
“Ey kulum, sen
de bana itaat ettin, bana yaklaşma sebeplerini tamamladın!” buyurur.
Eğer o âbid
kul, bu güzel amelde fail-i hakiki olan Cenab-ı Hakk’ı unutup kendine bakarak;
“Bu ameli ben
işledim ve taati devam ettirerek Hakk’a yakın oldum.” şeklinde kendine varlık
verirse, Hak Teâlâ ondan yüz çevirerek;
“Ey kulum, seni o güzel amele
muvaffak eden, onu kolaylaştıran ancak ben idim, senin ne medhalin var?” deyip
onu reddeder.
Yine bir insan
bir günah işleyip de onu Cenab-ı Hak’tan bilerek;
“Yarabbi, sen
takdir ve kaza ettin. Senin ezeldeki hükmün olmasaydı, ben bu günahı
işlemezdim.” derse, Cenab-ı Hak ona gazap ederek;
“Ey insanoğlu,
sen de kötülük ve mâsiyetle cahillik gösterdin!” der, azarlar.
İnsan o günahı
nefsine atfederek;
“Yarabbi,
nefsime zulmettim, pek fazla kötülük ve cahillik hükmü gösterdim.” yolunda
kusurunun bağışlanmasını dilerse, Cenab-ı Hak lütufla ona dönerek;
“Ey kulum, o mâsiyete ben hükmetmiş, onu ben takdir etmiştim. Şimdi de af
ve mağfiret eyledim!” buyurur.
Ey mürid, Cenab-ı Hak seni nefsinle
baş başa bırakırsa, günah ve kabahatlerine son olmaz. Eğer sana lütuf ve
cömertliğiyle muamele ederse, iyiliğine ve övülmelerine nihayet olmaz.
Sunu ircâ* ederse ger seni Hak
Erişmez gayete sende kabâyih
Dahi izhâr-ı cûd eylerse sende
Senin ’çün munkazî olmaz medâyih
Cenab-ı Hak bir
müridi nefsine bırakır ve aklına havale ederek yardımından mahrum ederse,
nefs-i emmare zaten fenalıkla sakat olduğundan sahibini zorlayarak onu çeşitli
alçaklıklara ve kabahatlere uğratır. Hatta onu öyle kötü haller kaplar ki,
güzel amellerinden hiçbir şey bırakmaz. Hak Teâlâ da artık o müridi lütuf
kapısından kovar ve yakınlığından uzaklaştırır.
Tersine bir müridi de Cenab-ı
Hak dergâhına sığınmaya mecbur eder ve her halde yardımıyla onun üzerinde
fazlını ve cömertliğini icra eylerse, nefsanî istekleriyle mücahedesinde
muavenette bulunursa şüphesiz o müridi kendi zatı için seçmiştir. Her fiilini
ve amelini kabul mahalline yükseltmiş olduğu belli olur.
Bu hikmet üzerine Peygamberimiz
Efendimiz'™’ Abdurrahman bin Semre’ye şöyle hitap buyurdu:
“Ey Abdurrahman, memuriyet isteme! Zira isteğine ulaşırsan, Cenab-ı
Hakk’ın terfikinden mahrum olursun. Eğer o memuriyet istemeksizin sana gelirse
İlâhî yardım ve kolaylık bulursun. ”
Şu halde nefs-i emmarenin şerrinden ve mekrinden
kurtuluş ancak Cenab-ı Hakk’a iltica ve ihtiyarını terk etmekle olur; başka
türlü hâsıl olmaz.
Çâre yok çalsan eğer başını
taştan taşa
Sırr-ı nüvişt-i ezelî kabil-i tağyîr olmaz
(Başını taşlara vursan da, ezelde yazılan yazı
değişmez.)
Ey mürid, Cenab-ı
Hakk’ın rububiyet vasıflarına bağlan ve ubudiyet vasıflarını gerçekleştir.
Evsâf-ı rububiyyetine ol
müteallik
Evsâf-ı ubûdiyyet ile ol mütehakkık
Evsaf-ı rububiyetle taalluk etmenin manası, varlık ve varlık
gereklerinden hiçbirini insanın kendine mal etmemesi, kendinden bilmemesidir.
Varlığının emaneten giydirilmiş bir beşeriyet elbisesi olduğunu basiret gözüyle
görmesi, bu âriyet varlığın hakiki mevcut olan İlâhî vücudun eserlerinden olup,
bu ve bütün diğer vasıfların Cenab-ı Hakk’ın sıfatları olduğuna şahitlik
etmesidir. Bu şuhûd ve irfan ise ancak yokluk, zayıflık, zillet ve acizlik gibi
ubudiyet (kulluk) sıfatlarıyla gerçekleşmekle hâsıl olur.
Şu halde
rububiyet (rablik) vasıflarına bağlanmak ve ubudiyet evsafıyla tahakkuk birbiri
için gereklidir. Ancak bu tahakkuk elde edilmedikçe, istenen taalluk
gerçekleşemez. Tahakkuk ise seyr ü sülûkun başlarında bahis konusudur. Çünkü
rububiyet evsafıyla fânî olan kulun taalluk etmesi mümkün değildir. Şu kadar
ki, nafileler ve farzları yerine getirmek, Allah zikrine devam etmekle
“fenâfillah” makamına erişen mürid, İlâhî tecellilerle tahakkuk edebilirse de
bu tahakkuk âriyet olduğundan, bundan kulun mabud, mabudun kul olması lazım
gelmez.
Bazı muhakkıklar, “Esmâ-ı Hüsna’nın içinden ancak
lafza-i celâl taalluk, diğer esmâ tahakkuk içindir.” diyerek hikmetin manasını
ifade etmişlerdir.
Ey mürid, Cenab-ı Hak insanların
mallarından sahip olmadığın bir şeyi almayı haram ettiği halde, kendi
sıfatlarından birine sahip çıkmanı mubah kılar mı?
Seni men ’ etti dâvâ eylemekten
nâsın emvâlini
Sana tecviz eder mi iddiâ-yı vasfını Mevlâ
Bu hikmet
önceki hikmette kul için İlâhî sıfata bağlanmaktan başka nasip olmadığına dair
söylenenlerin delili olmak üzere beyan olunmuştur. Çünkü bir insanın kendi gibi
hemcinsinin mallarını haksız olarak sahiplenmesi zulüm ve düşmanlık olduğundan
cezalanması Hak Teâlâ’nın emridir. Öyleyse kendi sıfatlarının kulları
tarafından sahiplenilmesine nasıl razı olur? Kulluk sıfatları bırakılıp da
rablik vasıflarına sahip çıkılmasını Cenab-ı Hak hiç mubah kılar mı? İnsan
mallarını haksız yere gasp etmek zulüm olunca, ilâhı vasıfları isteyip iddia
etmek elbette daha büyük zulüm olur. Çünkü insanın İlâhî vasıflardan bir şeyle
tahakkuk ettiğini ileri sürmesi büyük günahtır. Mesela kudret, kuvvet ve izzet
gibi Allah’ın sıfatlarıyla sıfatlanmaya kalkışmak şirktir.
Ariflere göre en çirkin kötülük, sâliklerin kalbinde Cenab-ı Hakk’ın
evsafından birinin sözle veyahut inançla ortak koşma iddiasının bulunmasıdır.
Bu şekilde ortak koşmak Teâlâ’nın gayretini (kıskançlık) harekete geçirir.
Bunun sonucu ise İlâhî dergâhtan kovulmaktır.
Hadis-i
kudsîde buyruldu ki: “Kibriya benim şalımdır (rida), azamet benim
etekliğimdir (izar). Bunlar üzerinde kim benimle çekişirse onu ateşe koyarım, ”
Bu hadisteki çekişmenin (münazaa) manası, sözle veya inanarak İlâhî vasıf ile
tahakkuk iddiasında bulunmaktır.
Bir de yalnız kibriya ve azamet sıfatlarının zikredilmesi, onların daha
şiddetle Cenab-ı Hakk’a mahsus olmasındandır. Yoksa diğer İlâhî vasıflar için
çekişmek de ateşe atılmayı gerektireceğinde şüphe yoktur.
Özetle bu
hikmetin belirttiği hakikat, müridin varlığı yok edip, nefsini öldürüp (imate),
nefs bazlarını hükümsüz bırakıp gerçek varlığı ispat etmesi; İlâhî evsafında
hiçbir mahlûk için mümkün olmayan şirki yok ederek vahdet manasını
gerçekleştirmesidir. Çünkü insanın saadetinin kimyası ve selametinin sermayesi,
maddî ve manevî beşerî hazlardan iflâs etmek, kulluk kapısında Cenab-ı Hakk’ın
rızasında bulunmaya devam etmektir. Bu yüzden sofilerin büyükleri, nefsanî haz,
dünya ve heva düşüncelerini, nefsanî haz getiren kerametleri sevmeyi büyük
günah saydılar. Bu gibi uzaklaştıran ve perdeleyen riya hallerinden Allah’a
sığındılar.
Ubudiyetin özü, nefs hazzından ve varlık perdesinden
geçip “bekabillah” mertebesinin “Gözü sapmadı ve azmadı, ”(Necm/17)
hikmetinin sürmesiyle basiret gözünü aydınlatmaktır.
Ey mürid, sen nefsinin tabiî
özelliklerini yıkıp değiştirmeden, İlâhî özellikler sana nasıl açılabilir?
Nasıl olsun senin ’çün münkeşif esrâr-ı rabbani
Ki sen hark etmedin hâlâ hevâ-yı nefs ü şeytanı
Nefsin özellikleri kibir, kendini beğenme, ikiyüzlülük, gösteriş ve
yapmacık davranmak gibi nefsanî hallerdir. İlâhî özelliklerden kasıt ise
rabbani sırlar, İlâhî kerametlerdir. İlâhî özelliklerin açılması kudret
âleminin inkişafından, nefsin özelliklerinin yıkılması müridin beşerî irade ve
nefsanî hazlardan çekinmesinden ibarettir. Müridin kudret âleminin açılmasıyla
İlâhî kerametlere mazhar olabilmesi, başka bir ifadeyle tayy-ı mekân, tayy-ı
zaman, kabirlerin içindeki hallere vukuf (keşf-i kubur), insanların
içindekileri okumak (keşf-i sudur) gibi olağanüstü işlere ulaşması; nefsanî
özelliklerini yıkmasına, tabiî iradelerini, şehvanî bazlarını yırtıp fani
olmasına bağlıdır.
Bir sâlikin
hayvanî haz vadisinde giderken kendisinden keramet çıkması, yalnızca istidracda
olduğunun delilidir. Onun için sâlikin derhal bu noktayı bularak istiğfar edip
uyanması, bu istidrac işinden memnun olmaması gerekir. Çünkü nefsanî hazlardan
mutlu olan bir kimse tecellilerin manevî neşesini idrak edemez, ilâhı
kerametlere erişemez. Bununla birlikte nefsânî âdet ve özelliklerini yıkan
mürid, insanların günah işlemeyi çirkin gördüğü gibi keramet zuhurunu çirkin
görmezse, bu hal onun için perde olur. Keramet zuhur etmemesi ona İlâhî bir
lütuftur. Zira kerameti arzu etmek de hakiki müride yakışmayan şehvetle ilgili
dileklerdendir. Hakiki mürid ise üzerine düşeni yerine getirmek için İlâhî
hukuka uymakla beraber, kullukta sancı çektiği halde (temahhuz) dünyevî ve
uhrevî hazlardan birine ulaşmak istemeyen Hak yolu yolcusudur. Şu halde müridin
manası; en şerefli arzu olan İlâhî rızaya bağlı, hakiki irade ile gerçekleşmiş
meczup, mecazî iradeden soyunmuş derviş demektir. İşte buna dair güzel bir
örnek olan ibretli bir kıssa aşağıdadır:
Şeyh Ebu’l-Abbas bin el-Arif Hazretleri anlatıyor:
Bir gün pek
üzüntülü bir halde sabahı ederek teselli bulmak için Şeyh el-Kasım bin Rübeyl
Hazretlerinin huzuruna girdim. Şeyhten gönül açıcı bir hikâye anlatmasını rica
ettim. Anlattı:
Bir zat bana deniz kenarında
oturan Ebu’l-Hayr adıyla tanınan bir veliyi övünce, “Kulak bazen gözden önce
âşık eder”- mısraınca onu görmeye iştiyak duydum. Hemen kalkıp sahillerde
dolaşmaya çıktım. Günlerce yürüdükten sonra bir gün o zata denize yakın bir
yerde rastladım. Selâm vererek hürmetle feyzini bekledim.
Benimle konuşmadı, ben de ona
bir şey söylemeye cesaret edemedim. Namaz vakti geldi, etraftan ayrı ayrı
birtakım adamlar ortaya çıktı. İçlerinden biri imam oldu, namazı kıldık.
Hiçbiri diğerine bir söz söylemeden ayrılıp gittiler.
Şaşıp
kalmıştım. Yine hiç konuşmadan karşılıklı oturup dururken öğle namazı vakti
oldu. Yine o zatlar çıkıp geldiler, aynı şekilde namaz kılıp dağıldılar.
İkindi vakti
geldi. Yine aynısı oldu fakat bu sefer hemen dağılmadılar. Şeyhin huzurunda diz
çökerek sohbet ettiler, birbiriyle sâlihlerin tavırları hakkında konuştular.
Güneş sararıncaya kadar durup sonra dağıldılar.
Akşam namazında
tekrar geldiler, namazdan sonra gittiler. Böylece üç gün onların yanında kaldım
ve nihayet bir mesele sormak için kalıp izin istedim. Müsaade edince;
“Mürid, mürid
olduğunu ne vakit bilir?” dedim.
Cemaat bana
hoşnut olmamış gibi tuhaf tuhaf bakıyorlardı. Şeyh Hazretleri cevap vermeyerek
yüzünü benden çevirdi. Sualimle kızdırdığımı düşünerek huzurundan kalkıp bir
kenara çekildim.
O gün böyle
cevap alamadan geçti. Üçüncü gün cevap alamadan ayrılmamak niyetiyle meseleyi
tekrarladım. Bu defa lütfetti, yüzünü çevirmedi ve dedi ki:
“Bu yolda sual
hâle muvafık değildir. Zannederim ki, müridin dereceler içinde atacağı ilk
adımı anlamak istiyorsun?”
Tasdik ettim.
“Öyleyse
müridin ilk adımı, dört hasletle sıfatlanmasından ibarettir. Biri, yeryüzünün
tayy olunarak (dürülerek) müridin nezdinde bir adımlık mesafe haline
gelmesidir. İkincisi, denizde yürüyebilmesidir. Üçüncüsü, her istediğinde kevn
kenzinden yani kudret sofrasından yemesidir.
Dördüncüsü,
her ettiği duanın kabul olunmasıdır. îşte iradenin birinci kademesi budur. Ama
mürid, ne zaman mürid olduğunu bilirse, bize göre o irade haddinden düşer.”
Şeyh
Ebu’l-Abbas:
“Ben bu
hikâyeyi dinlediğimde vecde gelerek bir sayha çektim ki, ruhum bedenimden
ayrılayazdı.” dedi.
Hikâyeyi
anlatana:
“Ya Eba’l-Kasım,
bizi irade ile tahakkuktan sonra ümitsiz bıraktın!” deyip tefekküre daldım ve o
sahilde oturan iradenin yüksek himmetine şaşıp hayran oldum.
Bayezid Bestamî
Hazretleri şöyle buyurmuştur:
“Alemde bir
şeyi murad etmemeyi dilediği vakitte mürid oldu.”
îşte bu söz bu manayı tefsir eder.
Ey talip, şan ve şeref senin güzel
edeple rızıklanmandır, dua ve talep değil.
Dua etmek sana şan u şereften olmadı ma ’dûd
Senin hüsn-i edeble ittisâf etmendir ancak şan
Talepten
maksat, dille Cenab-ı Hakk’a dua etmektir. Hüsn-i edepten murat, Cenab-ı Hakk’a
tefviz-i umûr ile takdirine razı olmaktır.
Hak yoluna
giren sâlikin ellerini kaldırarak ve yalvararak dünyevî dileklerini, uhrevî
hacetlerini Cenab-ı Hak’tan istemesi, sofi muhakkıklara göre iyi bir hal değildir.
Bu mürid, rububiyet haklarını tam olarak yerine getirmiş sayılamaz. Çünkü bu
şekilde talep ve duada nefsanî arzuları elde etmek ümidi vardır.
Güzel edep
ise, yalnız kulluk belirtmek ve Rablik hakkını yerine getirmek için dua etmek,
işlerini Cenab-ı Hakk’a bırakıp kaderindekine razı olmaktır. Böyle dilekleri
bırakıp Allah’ın kısmet ettiğine razı olmak; dua edilmesi gerektiğine dair; “Dua
edin, icabet edeyim. ” ile “Kulum benden sorarsa, şüphesiz ben ona
yakınım. ” ayetlerine ters düşmez. Hikmet gözetilmesi de sülük
derecelerinin manevî icaplarına aykırı değildir.
Ey talip, senin için zaruret ve
çaresizlik kadar tesirli talep, zillet ve muhtaçlık kadar hediye almayı
çabuklaştırıcı bir şey yoktur.
Olmadı bir
şey senin ’çün ey gönül
Talib-i feyz-i Hüdâ çün ıztırar
Müsrifi eltaftı Mevlâ hem sana
Olmadı mânend-i züll ü iftikar
“Kul sıkışmayınca Hızır
yetişmez.” dedikleri gibi, zaruret hali kadar Cenab-ı Hakk’ın yardımını davet
eden bir şey yoktur. Çünkü ıztırar, müridin yoksunluğunun son haddini göstermesidir.
Dayanacağı kuvvetten ve sebeplerden ilgisini her yönden kesmesidir. Kendisini
uçsuz bucaksız fezada yolunu kaybetmiş veya denizde gemisi kazaya uğrayarak
denize düşen bir çaresiz gibi görmesidir. Bu halde kurtuluş ancak Cenab-ı
Hak’tan olacağından; “Darda kaldığı zaman kendisine yalvarıldığında
sıkıntıyı gideren kim?” (Neml/62) ayeti gereğince ıztırar, ilâhı imdadı
mucip olur.
Darda kalmanın
gereklerinden olan zillet ve yoksunluk da; “And olsun ki, alçalmış bir
haldeyken Allah Bedirde size yardım etti. ” (Al-i îmran/123) ayetince
rabbani mevhibeyi gerektirir.
Birinci ayet darlığa düşenlerin
duasını kabul ederek kötülüğü giderenin ancak Cenab-ı Hak olduğunu, ikinci ayet
Bedir gazasında düşman çokluğuna karşı ashabın az olmalarından husule gelen
zilletin Allah’ın yardımını celbettiğini belirtir.
Abdullah bin
Münazil Hazretleri demiştir ki: “Kulluk, ıztırar haddi üzerine her bir şeyde
ahadiyet dergâhına dönmektir.”
“Letâifü’l-Minen”
adlı eserde şöyle yazılıdır: “Allah’ın yardımını çeken sıdkın alâmeti her işin
başında Cenab-ı Hakk’a sığınmak, yoksunluğu ve muhtaçlığı O’na bırakmak,
Cenab-ı Hakk’a karşı alçaklık ve miskinlikle sıfatlanmak ve Hak’la Hak olarak
ihtiyaçsızhğa erişinceye dek bu sıfatı sahiplenmektir.”
insan için
kendi havi ve kuvvetinden yüz çevirerek Cenab-ı Hakk’ın havi ve kuvvetine
sığınmanın ahirette kurtuluş getireceğini buyuran Seyyidü’I-Mürselîn
Efendimiz'"’ “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh’\n (Allah’tan başka
havi ve kuvvet sahibi yoktur) cennet hâzinesi olduğunu duyurmuştur.
Ey mürid, sen Hakk’a iddia ve
ayıplarını yok etmekle Hakk’a asla eremezsin. Fakat seni eriştirmek için
dilediğinde kendi vasfıyla senin vasfını örter de, Hakk’a vuslatın amellerle
değil ancak O’ndan sana gelen tecellilerle hâsıl olur.
Visâl-i Hak tevakkuf etse
mahv-ı ayb u da vâya
Sana mümkin olur mu gayri vuslat Hak Teâlâ ya
Fakat sermest-i vuslat etmek
isterse seni Mevlâ
Eder vasfında vasfin natini na tinde bi’l-ıfnâ
Senin vaslın ana gayri olur
andan sana ihsan
Değil sayü amelle vuslat-ı Hak kabil-i imkân
Cenab-ı Hakk’a vuslat ancak
nefsânî sıfatların yok edilmesi ve mâsivadan kalp alâkalarının kesilmesiyle
olabilir. Fakat bunlar da nefste olduğundan ve nefsin mahiyetinde tabiat
bulunduğundan yok edilmesi düşünülemez. Çünkü kötülüğün ve iddiaların yok edilmesi
gayretine düşmek de, giderilmesi gereken kötülüklerdendir. O halde vuslat
mümkün olamaz.
Cenab-ı Hak bir
müridi vuslatına erdirmek dilediğinde, ondaki kulluk vasıflarını gizler ve
rububiyet vasıflarını açığa çıkarır. Onun beşerî sıfatını yok eder, ulûhiyet
sıfatlarıyla ibka eyler. Bu Cenab-ı Hakk’ın kuluna ezelî muhabbetinin
alâmetidir. Buna dair hadis-i kudsî meşhurdur:
“Özel kulluk
kazanan has kulum bana nafile ibadetlerle yaklaşmakta devam ede ede, benim paha
yetmez cevherimi alır. Ben de ona muhabbet tecellisi ile tecelli ettiğimde onun
işitir kulağı, görür gözü, tutar eli, yürür ayağı olurum. ”
Bu vahdet
makamında Hakk’ın iradesinden başka irade tasavvur edilemeyeceğinden bu halde
sâlik, kendi çalışması ve gayretiyle değil Cenab-ı Hakk’ın keremi ve fazlıyla
Hakk’a erişmiş olur.
Ebu’I-Abbas Mürsî Hazretleri; “Evliya vuslat şehvetini terk etmedikçe
vâsıl olamaz.” buyurmuştur.
Cenab-ı Hakk’ın örtmesi olmasaydı,
âlemde hiçbir amel kabule şayan olmazdı.
Olmasa
setr-i cemîl-i Yezdan
Olmaz a mâl kabûle şayan
ibadet ve taatlerin kabul
edilmesi ihlâs şartına bağlıdır. İnsan ise güzel amellerine, havi ve kuvvetine
güvenip hep kendine baktığından, iyilikle övülmek ister. Bu da ihlâsa engel
olur. Çünkü gizli şirktir. Öyleyse ibadetlerin makbul olması ancak Allah’ın
fazlıyla, keremiyle mümkün olabilir.
O halde müride
gereken ameline değil, Cenab-ı Hakk’ın fazlına ve keremine güvenmektir. Zira
ibadette ihlâs çok özel bir keyfiyettir.
Yahya bin Muaz
Hazretleri buyurmuştur ki: “Bîçare insan, her ikisi de ayıplı olan beden ve
kalpten mürekkep olduğu halde ayıpsız hüner ve irfan göstermek ister.”
Şeyh Abdullah Karşî Hazretleri buyurdu: “insanlar hâlis amellerle talepte
bulunurlarsa, amelleri dağınık ve bozuk olur. Amellerindeki dağınıklık da
yokluk ve yoksunluğu artırır. Şu halde insanların en fazla kendilerinde meydana
gelen hallerden yüz çevirmeleri lazımdır.
Hâk ol ki Hüdâ mertebeni eyleye âli
Tâc-ı ser-i âlemdir o kim hâk-i kademdir
(Toprak gibi ol da Cenab-ı Hak mertebeni yükseltsin. Ayakların altındaki
toprak gibi olan kişi, âlemlerin başının tacıdır.)
Ey mürid, sen Cenab-ı Hakk’ın hilmine
isyan ettiğin vakitten ziyade, itaat ettiğin zamanda muhtaçsın.
Zaman-ı bağy u isyandan ziyâde vakt-i taatte
Cenâb-ı ZülcelâVin hilmine muhtaçsın ey dil
Cenab-ı Hakk’a mâsiyet vaktinden ziyade taat vaktindeki ihtiyacın sebebi;
taat edenlerin ibadetleri sebebiyle nefsini görmek, ucba düşmek (kendini
beğenmek), büyüklenmek, başkasını hor görmek gibi cezalandırmayı gerektirecek
duygulara kapılmalarıdır. Bu hallerde yapılan ibadetler mâsiyete dönüşür.
Mâsiyet ehli yani günahkârlar, isyanları yüzünden korkuya kapılır. Miskinliğe,
zillete düşer ve Hakk’a dönerler. Bu gibi kurtarıcı haller ise işledikleri
günahların af ve mağfiret edilmesine sebep olur.
Müridin değeri ve şerefi Cenab-ı
Hakk’ın nazarıyla hâsıl olur. Bu da mâsivadan kesilmek, nefsin kötülüğünü
anlayarak ondan yüz çevirmek ve Hakk’a yönelmekle ele geçer. Müridin değerinin
düşmesi de Cenab-ı Hakk’ın nazarından uzak düşmekle husule gelir. Bunun sebebi
ise nefsanî sıfatlara, güzel amellere güvenmek ve mâsivaya önem vermektir.
Cenab-ı Hakk’ın hilmi işte bu yüzden taat zamanında daha gerekli olur, ona asıl
ibadet vaktinde ihtiyaç duyulur.
Bu hikmet
dolayısıyla Bayezid Bestamî Hazretleri, “Mâsiyetin tövbesi bir kere, taatin
tövbesi bin keredir.” buyurmuştur.
Bildirildiğine
göre Hak Teâlâ Benî İsrail peygamberlerinden birine şöyle buyurmuştur:
“Sadık
kullarıma söyle de ibadetlerine mağrur olmasınlar. Zira ibadetlerine karşı
“Adi” sıfatıyla muamele ederek onlara zulüm etmeden azap ederim. Günahkâr
kullarıma söyle ki, benim sonsuz rahmetimden ümit kesmesinler. Zira günahlarına
karşı af ve keremimle muamele eyler, fazlıma eriştiririm.”
Müsellem olsa dahi dest-i ihtiyâra fi 'âl
Yine muvâfık-ı hükm-i kazâ sudûr eyler
(Fiiller ihtiyara bırakılıp, seçim hakkı tanınarak teslim edilse de yine
işler kaza ve kaderin hükmüne göre ortaya çıkar.)
Setr (örtme) biri mâsiyetten, diğeri
mâsiyette olmak üzere iki türlüdür. Avam küçük düşmemek için günahlarının
örtülmesini isterler. Havas ise, Cenab-ı Hakk’ın nazarından düşmek korkusuyla
mâsiyetten perdelenmelerini isterler.
îki kısım üzredir ey dil bu dâr-ı mefsedette setr
Birisi mâsiyetten diğeridir mâsiyette setr
Avâm ister Hüdâ 'dan tâ ola isyanları mestûr
Ki nâsa karşı haysiyetlerinden olmasınlar dur
İbâd-ı hâs ise setr-i meâsıden diler ancak
Tecellî-i nazardan anları dur etmesin kim Hak
Avamın hali
halk şuhûdudur. Havas kullar ise İlâhî zatın hakikatlerine imanla tahakkuk
ettiklerinden dolayı onlarda galip olan hal, Hak şuhûdudur. Hak’tan gafletle
halka sevgiyle bağlanmış olan avam, halkın övmesini ister, kötülemesinden
kaçarlar. Bu yüzden tevazu ve riya ile şahsî menfaatlerini celbetmeyi umarlar.
İnsanların sevmediği mâsiyetlerinin örtülmesini isterler. Havas ise halktan
alaka kesmiş, her an Hak’la Hak olmuşlardır. Bu yüzden sadece Hak rızasına ters
düşen hal ve fiillerden korunmayı talep ederler. Bu iki fırka arasındaki büyük
farkı açıklamaya gerek yoktur.
Kur’an’da bu
iki fırka arasındaki büyük fark şu ayetle beyan buyrulur: “Onlar insanlardan
gizlerler, Allah 'tan gizlemezler," (Nisâ/108)
İmam Kuşeyrî
Hazretleri bu hususta, “Avamın gönüllerinde galip olan hal, halkı görmek olup
Hak’tan gafil olduklarından daima insanlardan korkarlar. Hâlbuki Hak Teâlâ gece
gündüz, gizli aşikâr kullarıyla beraberdir ve hallerini bilmektedir.”
buyurmuştur.
Ashab-ı kiramdan Adiy bin Hâtem
Hazretlerinden rivayet edilen hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: “Kıyamet
gününde bir fırkanın cennete getirilmeleri, yaklaştırılarak cenneti, huri
gılman gibi nimetlerini gördükten sonra cehenneme geri götürülmeleri emredilir.
Bunlar büyük bir hasretle Cenab-ı Hakk’a şöyle niyaz ederler:
Keşke bizi evliya kullarına
hazırladığın bu nimetleri görmeden cehenneme atsaydm. Cehennem azabına bir de
hasret elemi eklenmezdi.’
Hak Teâlâ tarafından onlara
şöyle cevap gelir:
‘Size diğer cehennemliklerden
ziyade azap vermek için bu suretle azap ediyorum. Zira siz tenhalarda büyük
günahlar işler, halk arasında küçük günahlardan çekinirdiniz. İnsanlara karşı
ikiyüzlü davranmaktan, bana karşı nefs ve hevaya uymaktan kaçınmadınız.
Kalplerinizin vâridatını halka açmaktan sakındınız da bana göstermekten
çekinmediniz. Kendi cinsinize gösterdiğiniz muameleyi bana yapmaktan
korkmadınız. Benden ziyade halka saygı gösterdiniz, bana değil de hep onlara
yöneldiniz. Bu yüzden sizi elemli azaba uğrattım. ’
Eskilerin kitaplarında geçmiş
ümmetlere buyrulmuştur ki:
“Eğer sizin her
hal ve hareketinizi gördüğümü bilmiyorsanız, henüz iman-ı kâmil elde
edememişsiniz. Yok, eğer biliyorsanız, beni niçin hallerinizi görenlerin ehveni
kılar, hafife alırsınız?”
“Allah gözlerin hain bakışını
ve kalplerin gizlediklerini bilir. ” (Mü’min/19) ayetinin tefsirinde îbn
Abbas Hazretleri<ra) buyurur: “Hain göz sahipleri insanların
yanında açıkça bir kadına bakmaktan yüz çevirip göz yumdukları halde,
içlerinden ona bakmayı arzu eden kimselerdir.”
Özetle günah
işlemekte korkulmaya, çekinilmeye şayan olan Allah Azîmüşşan’dır; acizlikte ve
eksiklikte birbirinden farkı olmayan insanlar değildir. Binaenaleyh insan-ı
kâmil Cenab-ı Hak’tan korkarak mâsiyetten korunmayı isteyendir. Gafil insan
ise, Allah’tan korkmayarak işlediği günahın insanlardan örtülüp saklanmasını
isteyendir.
Havfe şâyân olan ancak Allah
Çün odur
hâl-i kulübe âgâh
Hak dururken ne demektir halktan
Havf ede
mü ’min olup da eyvâh
Ey mürid, sana ikram eden aslında
şendeki setre ikram etmiştir. Bu yüzden hamd ve sena senin ayıplarını örten
içindir. Sana ikram ve teşekkür eden ayıplı insan övülmeye ve teşekküre layık
değildir.
Hakikatte sana ikram eden setr-i Hüdâ ancak
Değildir
mükrime şâyân senâ Settaradır elhak
Bu hikmet,
sâlikleri iki yönden uyarmaktadır. Biri, kendisine yapılan ikramı insanlardan
bilmekten ve ikram edeni övülmeye layık görmektendir. Diğeri ise insanların
ikram ve ihsanlarına nefsini layık görmekten, bunu hak ettiğini düşünmektendir.
Bu ikisi de pek büyük yanlışlardır. Çünkü ikram ve ihsanı insanlardan
bildiğinde, hamd ü senayı layık olduğu yere değil başka yere koymuş olur ki, bu
küfran-ı nimettir ve zulümdür. Hâlbuki ikramın sebebi, Cenab-ı Hakk’ın
günahları örterek insanların kalbine sevgi vermesidir. Zira insanın gizli
ayıpları, içinin kötülükleri örtülmeseydi, hiçbir insan ona ikram etmezdi. O
halde hamd ve senaya layık olan Cenab-ı Hakk’ın örtmesidir.
Nefse varlık
vermenin, övülmeye hakkım var demenin cahillik ve gaflet olduğu hadis-i şerifle
açıklanmıştır:
“Varlığın başka bir günahla kıyaslanamayacak kadar büyük bir
günahtır. ”
Vücûd-ı Hak'la kaim olduğuyçün ser-te-ser âlem
Yine şükreylesen de nâsa Rabbün-nâsa râcidir
Ey müslim, senin gerçek dostun ancak
senin ayıplarını ve eksikliklerini bildiği halde sana dost olan Mevlâ’dır.
Hakiki dost senden fayda görmeksizin seni sevendir.
Bilirken yâr olandır ay biniyâr u vefâdârın
O da
âlemde ancak zât-ı pâk-i Rabb-i A ’lâ dır
Seninle hem-dem-i sohbet olan ahbâb-ı yâr andan
Garazsızca
sana ikbâl eden hayrü ’l-ahibbâdır
Cenab-ı Hak
kullarının ayıplarını bildiği halde yine inayet ve nimetini ihsan eylemekten
geri durmaz, insanın tabiî eksikliklerinde tecellilerini esirgemez.
Insan-ı kâmil olan mürşidler de
Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanmış olduklarından irşad edilmek için gelen
dervişlerin kusurlarını bildiği halde yine onlara terbiye vermekten, tarikat
sırlarını öğretmekten geri kalmaz. Ama zamane dostları sevdiği kimselerin gizli
ayıplarını bilmediği için ayıpları ortaya çıkınca, hemen kaybolur gider. Onun
için onlar gerçek dost değildir. Yine menfaat yüzünden dostluk gösterenlerin
sevgileri de umutlarına erişmezse, derhal değişip kaybolur.
Şu halde
dertleri giderme ve mal toplama maksadıyla dostluk etmek, su üzerine yazı
yazmak demektir. Garazsız dostluk etmek, karşılıksız sevmek ancak fiilleri
garazla sakatlanmayan Hak Teâlâ Hazretlerine mahsustur. Suçlarına ve
kusurlarına bakmayarak kullarını rızıklandırmak O’na yaraşır. O halde O’nu dost
tutmak lazımdır.
Ey sâlik, sana yakîn nuru tecelli etse
yani kesin olarak bilebilsen, ahireti çok yakın ve açık olarak görürdün.
Dünyanın üzerindeki güzelliklerin geçici olduğu aşikâr olarak sana belli
olurdu.
Ger seninçün ey leşe işrak hurşid-i yakın
îrtihal etmeksizin görmüştün ukbâyı yakîn
Hem görürdün zehre-i pür-zîb-i kevni lâ-cerem
Nûr-ı hüsnü kim serâpâ inkişâf etmiş hemın
“Nur-ı yakîn” Cenab-ı Hakk’ın
zat ve sıfatına, Resulullah’ın bildirdiklerine ilim ve mârifettir. Bu nur irfan
sahiplerinin kalbine girdiği zaman göğüsleri açılır (inşirah-ı sadr),
vicdanları genişler (infisah-ı vicdan), eşyanın mahiyeti olduğu gibi (alâ
mahiye aleyha) müşahede olunur. “Hak” hak olarak, “bâtıl” bâtıl olarak görünür.
Ahiret yurdu bâki, dünya âlemi geçicidir.
Bu yüzden yakîn
nuruna erişen kalp sahipleri, ahireti kendilerine göç zamanından daha yakın
bilerek ona dönerler. Dünya yurdunu daima geçicilik karanlığında, ışığı sönmeye
yüz tutmuş bir halde, yok olmak üzere görürler ve ondan yüz çevirirler.
Bu nurun parlamasıyla göğüs
açılmasının alâmeti, hadis-i şerifte belirtildiği üzere dünyadan uzak olmak ve
ebedî olan ahiret âlemine yönelmektir. Bu hal elde edildiği vakit nefsanî
şehvetler kaybolur, nefs iddiaları gider. Nefs-i emmare kötülük sıfatından,
iyilik mertebesine geçer.-
Ashab-ı kiramdan Muaz bin Cebel
Hazretleri* 3’ hakkındaki hadis-i şerif buna delil olur:
Bir gün Muaz
Hazretleri, Resulullah Hazretlerinin55’ huzuruna ağlayarak gelince
Efendimiz buyurdular:
“Kz Muaz, sabaha ne halde
girdin?”
“Mü’min olduğum halde!”
“Her
hakkın bir delili, her sözün bir hakikati vardır. Senin sözünün delili nedir?”
“Ya Resulallah, ben her sabaha
artık akşama yetişmem ve her akşam da bir daha sabaha çıkmam zannederek
girerim. Her adımı, başka bir adım daha atamam korkusuyla atarım. Kıyamet kopup
her ümmetin dizleri üzerine çökerek amel defterlerine çağrıldığını,
peygamberlerini ve taptıkları putların yanlarında bulunduğunu görürüm.
Cehennemliklerin azap görmelerini, cennetliklerin sevaba ermelerine bakarım.”
aŞu halde ey Muaz,
mârifet sahibisin! Bu hâle ve bu hâlin sebepleri olan güzel amellere devam et!’
Bu bakış yakîn
nurunun parlamasından doğan bir keramet eseridir. Bunlar gibi yakîn sahiplerine
ölüm, paha biçilmez bir hediye olur.
Hazreti Enes’in(ra)
rivayet ettiği üzere ashab-ı Bedir’den Hıram bin Milhan Hazretlerinin Maune
kuyusunda şehit edildiğinde “Elhamdülillah, kurtuluşa erdim!” diye sevinç
göstermesi de, “ölüm mü’mine hediyedir” gerçeğini doğrular.
Maune kuyusu hadisesi, Necid ve
Amire kabilelerinin İslâm’a istidatlı olduklarının haber verilmesi üzerine
onlara Resulullah Efendimiz(sas) tarafından İlâhî hükümleri
bildirmek üzere gönderilen otuz kadar sahabenin Maune kuyusu civarında Amir bin
Tufeyl’in gönderdiği dinsiz eşkıyalarca şehit edilmeleridir. Hatta Hıram
Hazretlerinin'3’ şehadeti zamanında düşman topluluğu içine bulunmuş
olan Cebbar bin Selmî:
“Böyle yenilip öldürülmüş olan
bir kimsenin kurtuluşa ulaşması nasıl olur?” diyerek şaşkınlığını belirtmiş ve:
“İman sahipleri
için Allah yolunda canlarını feda etmek en büyük kurtuluş ve devlettir!”
şeklinde cevap alınca İslâm’a gelmiştir.
Ölümden kaçarak yakîne ve
mârifete erişme iddiasında bulunmak Yahudiliğe mahsustur.
Cenab-ı Hak bunu şu ayette beyan buyurur:
“Habibim,
sen Yahudi kavmini hayat üzerine insanların ve müşriklerin en hırslısı
bulursun. Onlardan bazısı bin yıl yaşamak ister. Hâlbuki ömrünün uzun olması
onu azaptan uzaklaştırmaz. Cenab-ı Hak onların işlediklerini görücüdür.
”(Bakara/96)
Ey mürid, seni Hak’tan O’nunla
birlikte olan bir şey perdelemedi; O’nunla birlikte bir mevcut vehmetmen
perdeledi.
Seni mahcûb eden Hak'tan
değildir
Hakîki bir vücud-ı kevn-i mutlak
Velâkin eyledi mahcûb andan
Tevehhüm ettiğin mevcûd ancak
Cenab-ı Hak’tan perdelenmek, O’ndan başka yokluk aynasında bir şey var
olup da ona perde olması tasavvurudur. Hâlbuki Cenab-ı Hak’tan başka âlemde
gerçek bir mevcut düşünülemez ki cemal müşahedesini perdelesin.
Dünya ekvanı ve ahiret ekvanı, muhakkıklar katında sırf yokluktan ve
gölgeden ibaret olup tecelli yansımalarının eserleridir. Hakiki varlık ekvanın
yaratıcısına mahsustur ve O’nun ezelî sıfatıdır. Gölge, varlık mertebelerinin
topuyla var olmadığı gibi, yokluk mertebelerinin tümüyle de yok olmaz. Eserler
gölge olduğu halde, yaratıcının birliği hükümsüz kalabilir mi? Çünkü bir şey ancak
kendi benzeriyle ikileşir.- Kâinatın gölge varlığı, hakikat erbabının Hak
müşahedesini hiçbir vakit perdeleyemez. Zira gemilerin geçtiği bir nehir
üzerine yansıyan ağaç gölgelerinin gemilerin geçişini engelleyemediği ve
geciktiremediği gibi aşk ve vahdet deryasında görünen kudret eserleri, Hakk’ın
şuhûduna hicap olamaz.
Şu halde Cenab-ı Hak ile müridin arasında perde olamaz. Eğer bir varlık
perde olsaydı, onun müride Cenab-ı Hak’tan ziyade yakın olması lazım gelirdi.
Hâlbuki âlemde Cenab-ı Hak’tan daha yakın hiçbir mevcut yoktur. Cenab-ı Hakk’a
perde yoktur ancak vehim vardır. Hicabın hakikati, hicap vehminden ibarettir.
Bir adam
kırda geceleyin yattığı çadırdan dışarı çıkmak istediği sırada şiddetle esen
rüzgârın sesini aslan kükremesi sanıp korkarak olduğu yerde kalır da, sabah
olunca işittiği sesin aslanın değil rüzgârın sesi olduğunu anlar. Onun
çadırından çıkmasını engelleyen aslanın varlığı değil, aslan vehmidir.
Eğer Hak Teâlâ mükevvenatta tecelli
etmeseydi, gözler ve görmeler olmazdı.- Eğer Allah’ın sıfatları ortaya çıksa,
mükevvenat derhal görünmez olurdu.
Tecelli etmeseydi Hak Teâlâ
cümle eşyâda
Görünmezdi vücûd âyinesinde sûret-i eşyâ
Eğer Zât-ı İlâhînin sıfâtı
zâhir olsaydı
Olurdu müzmahil âlemde herpeydâ vü nâ-peydâ
Kâinatı
gösteren nur, Cenab-ı Hakk’ın varlığı ve zuhurudur. Hak Teâlâ’nın varlığı
hakikatin ta kendisi, eşyanın varlığı ise âriyettir. Eşyada Hazreti Mevlâ’nın
zuhuru pencere camından güneş ışığının aksetmesi gibidir. Çünkü kâinat aslında
sırf yokluktur, varlık kokusundan nasipsizdir. Hak Teâlâ bizim gibi yarasa
gözlüler için, mükevvenat perdesinin arkasından zuhur eder.- Bu zuhur, İlâhî
nurun perdeleri olan mükevvenatın ortaya çıkmasını ve gözlerin orada
bulunmasını (vukuunu) gerektirir. Eğer Hak Teâlâ’nın zuhuru mükevvenat perdesinden
olmayıp da hakiki tecelli olarak ortaya çıksaydı kâinat derhal yok olurdu.
İşte bu yüzden
O’nu görmek isteyen Hazreti Musa’ya, bu fânî âlemde görme imkânının Tur dağının
yerinde kalmasına bağlı olduğu bildirildi. Sonra Tur’a tecelli etmesiyle, dağı
paramparça eyledi ve Musa bayıldı. (A’raf/143)
Hadis-i şerifte buyruldu: “Cenab-ı Hakk’ın hicabı nurdur (diğer
bir rivayette nar yani ateştir). Eğer o perde kalkıp açılmış olsa, her şeyi
yakardı. ”
Cenab-ı Hak bâtın olduğu için her bir
şeyi izhar etti ve zahir olduğu için her bir şeyin varlığını gizledi.
Kainatı eyledi izhâr ol Rabb-i Kadir
Çünkü bâtındır butûnunda ana olmaz adil
Etti her şeyden serâpâ tayy-ı tomâr-ı vücud
Çünkü zâhirdir zuhurunda ana olmaz mesıl
Esmâ-ı Hüsnâ’dan “Zâhir” ve
“Bâtın” isimlerinin anlamlarına bakıldığında aralarında uzlaştırılamayacak
derecede bir zıtlık görünür. Bu tezat özelliği “Evvel, Ahir”, “Kabız, Bâsıt”,
“Nâfi, Dârr” gibi isimlerde de vardır. Bâtın isminin anlamı, butunda Cenab-ı
Hakk’a hiçbir şeyin ortak olmamasıdır. Bu yüzden bütün her şey yokluktan ortaya
çıktı. Yaratılmışların hepsi zâhir ve yaratıcı olan Allah bâtın oldu. Bunun
gibi Zâhir isminin muktezası da kâinatın ortaya çıkma bakımından Cenab-ı Hakk’a
benzememesidir.
Binaenaleyh
Cenab-ı Hak eşyadan varlığı dürüp kaldırmakla mâsiva varlık sahibi olamadı;
izafi olarak mevcut oldu. Şu halde hakiki mevcut her yönden Allah ve gölge
varlıkla var görünen de Allah’ın mâsivasıdır.-
Bu fürûât-ı tehâlüfki şuunatmdır
Asla avdette bu kavga bu keşâkeş basılır
(İşlerdeki bu zıtlaşmalar ve çekişmeler, aslına dönüldüğünde sona erer.)
Ey talip, Cenab-ı Hak sana
mükevvenatta olanlara bakmayı mubah kıldı. Mükevvenatın kendisine bakmana izin
vermedi. “De ki, göklerde olan şeylere bakın!” (Yunus/101) ayetiyle
senin için anlayış ve irfan kazanma kapısını açtı ve göklerdekilerin varlığına
delil olmasın diye; “Göklere bakın!” buyurmadı.
Sana ekvandaki şey’e nazar eyle dedi Bî-çun
Seni
ekvânı görmekle vukufâ etmedi me'zûn
Teemmül eyleyin göklerdeki sun u deyip Allah
Der-i ifhâm
ü irfânı sana feth etti ey âgâh
Semâvâta nazar etmekle fermân etmedi mutlak
Ki
ecrâmın vücûdu olmasın mantık-ı emr-i Hak
Her akıllı
insanın mârifet sahibi olmasının gerekliğine delil, hikmette geçen Yunus
suresinin 101. ayetidir. Bu ayetin anlamı;
“Habibim, kullanma göklerde
ve yerde nasıl bir kudretle hükmediyoruz onu tefekkür etmelerini emret!”
demektir.
Eğer yalnızca “Göklere bakın!”
buyurmuş olsaydı bu, göklerdeki cisimleri göstermekten başka bir anlam
taşımazdı; anlayış ve irfan kapısı düşünce sahiplerine açılmış olmazdı. Bu
yüzden maksat zarf değil hakikati gösteren mazruftur. O da basiret sahiplerine
açık olan Allah’ın cemalidir.
Yalnız gök cisimlerine bakmak
ise, Hak nurunu bir tarafa bırakarak yaratılma karanlığında kalmak demektir. Bu
da mârifet ve yakınlık getirmez, Hak’tan uzaklaşmaya götürür. İşte bu yüzden
izin verilmemiştir.
Letâifü ’l-Minen adlı
eserde şöyle denilmiştir:
“Cenab-ı
Hak ekvanı, onun cismanî elbisesini görmek için değil, onda ekvanın
yaratıcısını müşahede etmek için nasbeyledi. Şu halde kulların Rabbinin senden
dileği; kâinatı, kâinatı görmeyenin gözüyle görmektir. Kâinat Cenab-ı Hakk’ın
onda zuhur tecellisi göstermesi yönüyle görülmelidir. Yoksa kâinatın yaratılmış
olması (kevniyeti) cihetiyle görülmesinde ne fayda hâsıl olur?”
Ekvan Cenab-ı
Hakk’ın var etmesiyle vardır ve ahadiyet zatına nazaran yoktur.
Hakk’ın isbâtıyla ekvân hayyiz-ârâ-yı vücûd
Zât-ı bahta nisbeten ma’dûm ve nâ-mevcuddur
Daha önce defalarca söylendiği
gibi mevcudat zatî özelliği bakımından sırf yokluktur (adem-i mahz). Var
olmaları Cenab-ı Hakk’ın onlarda tecelli etmesindendir. Bu Hak Teâlâ’nın
ahadiyetinin değil, vahidiyeti hükmünün gereğidir. Yani mevcudatın varlıkları
ârızîdir, geçicidir. Hakiki mevcut ise Cenab-ı Hak’tır. Zira ahadiyet Hak
Teâlâ’nın zatıdır, sıfatı vahidiyettir.
Mevcudata gelen
bu sabit olma hissi, Cenab-ı Hakk’ın vahidiyetiyle yani esma ve sıfatıyla
eşyada tecellisindendir. Ahadiyet ise ekvan denilen şu görüntülerden de
mukaddes ve uzak olarak tecelli eden ilâhı zattır. Vahidiyet Cenab-ı Hakk’ın
ekvanda esma ve sıfatıyla tecelli etmesidir.
Ahadiyet sanki
dalgasız bir deniz, vahidiyet ise dalgalarla dolu bir denizdir. Mutlak varlık
denize, ekvan dalgalara benzer. Dalgalar denizin aynı ve gayrı olmadığı gibi,
ekvan da yaratıcının ne aynı ne de gayrıdır.
Ekvanın sabit olması ahadiyete nispetle değil, vahidiyete göre ve ekvanda
Hakk’ın zuhuruna nazarla hâsıl olur. Ariflerin tevhidi bundan ibarettir.
Ey zâhid, güzel vasıflara sahip
olduğunu zannederek seni överler. Sen de bildiğin kötü hallerinden dolayı
nefsini kötüle!
Sende zannettikleri evsaftan nâşî seni
Ey gönül halk-ı cihân etmektedir medh ü senâ
Sen de nefsinden teyakkun ettiğin âfât için
Zemm ü tahkir ile ol deyu leimi dâima
İnsanın halkın övmelerine
güvenip aldanmaması lazımdır. Zira kötü nefs, kötülüğü yüzünden Hak dergâhından
kovuldukça, insanların övmesinin ne faydası olabilir? Faydası olmadığı gibi
tersine gururunu artırır ve kötülüklerini çoğaltır; İlâhî rıza kapısından
uzaklaştırır. Zanna dayanan insanların övmelerini bir tarafa bırakıp kendisinde
bildiği ayıplardan dolayı kendini kötülemeye ve kötü vasıflarını iyileştirmeye
çalışmalıdır.
Cenab-ı Hakk’ı
bilmek (mârifet-i İlâhî), nefsi bilmeye bağlıdır. Nefsin hallerini bilmeyenler
vahdet hakikatlerinden ve mârifetten gafil olurlar. İnsanların övmeleri ise bu
gafleti artırır. Hadis-i şerifte;
“Medh ü sena olunmaktan
çekininiz. Zira övmek, övüleni kesmek ve yok etmektir.” buyrulmuştur.
Peygamber Efendimiz'1’,
huzurunda birini övmeye kalkışan bir sahabeye “Arkadaşını övmekle onun
boynunu kestin!” buyurdu.
Birini överken
abartarak yalan katarsa, övülenin reddetmesi, yalanlaması gerektiğini şu
hadis-i şerif ispat eder: “Yalancı övücülerin yüzlerine toprak saçın!”
Yalan bulunmayan, aşırıya
kaçmayan övülmenin reddedilmesi gerekmez. İnsanların hüsnüzannınm
değiştirilmesi lazım gelmez. Ama övüldüğü zaman nefsini kötülemek, gaflet ve
gurur tuzağına düşülmemelidir. Çünkü bazı ârifler; “Kendisinin övülmesiyle
ferahlanan insan, kalbine şeytanın girmesine meydan verdi.” demişlerdir.
Bazıları da
dedi ki: “Sana, sen ne güzel adamsın denilmesi, sen ne kadar kötü adamsın
denmesinden ziyade sevimli olursa, işte o vakit kötü adamsın.”
Sahabeden
bazılarına:
“Cenab-ı Mevlâ
sizi halk arasında bulundurdukça, onların halleri de hep hayırlı olur!” denildiğinde
kızarak;
“Sen galiba şu
münafık olan İraklılardansın!”- diyerek azarladılar.
Hazreti Ali(ra):
“Yarabbi, beni insanların zannettiklerinden daha hayırlı kıl. Beni övdükleri
sözlerle muaheze kılma ve benim onların bilmedikleri birtakım kusur ve kötülüklerimi
de af ve mağfiret eyle!” buyururlardı.
İmam Gazalî
Hazretleri “İhyaul-Ulûm”da şöyle buyurur:
“Büyüklerin övülmeyi kötü görmeleri, övülmenin ferah
ve gurur vermesi korkusundandır. Çünkü halk tarafından övülen kişiler, Allah
Teâlâ gazap ettiği halde halkın övgülerine boşuna sevinmiş ve kalplerini meşgul
etmiş olurlar. Hâlbuki gerçekten methedilen Hakk’a yakın olandır, gerçekten
kötülenen Hakk’ın dergâhından kovulandır. Surette övülen biri, aslında
cehennemlik olduğu halde başkasının riyakârca övmesiyle sevinirse, büyük
cahillik ve gurur içindedir. Gerçekten övülmüşlerden ise İlâhî lütuflarla
ferahlanmalı, insanların övmesini, yermesini kale almamalıdır.”
Kemâl erbâbı ârâyişle asla
ifiihâr etmez
Değildir hürmeti mushaflann cild-i mutallâdan
(Olgun adamlar asla süslerle övünmezler. Mushaflara hürmet gösterilmesi
ciltlerinin yaldızlı olmasından değildir.)
Mü’min, kendisinde
görmediği bir sıfatla methedildiğinde Hak Teâlâ’dan utanır.
Bir sıfat ki görmedi kendinden
Allah "tan eder
Medh olunmaktan anınla mü ’min-i kâmil hayâ
Hakiki mü’min, basiret gözünden halkı görmek perdesini
kaldırarak Hak nurunun şuhûduyla taklitten yakasını kurtarmış olan hakikat
ehlidir. Bu mü’min bütün fiilleri ve ekvanı İlâhî kudret eserleri bildiği gibi,
kendisinde övülmeye değer güzel bir sıfat görmez. Övüldüğü zaman övme sebebi
olan güzel sıfatı Cenab-ı Hakk’ın özel bir ihsanı gördüğünden, insanların onu
kendi malı olmayan bir sıfatla övdüğüne kanaat getirip Cenab-ı Hak’tan hayâ
eder; nefsini bir kat daha kötüler. Allah’ın sonsuz ihsanlarını görmesi
gittikçe artar, güçlenir. İnsanların övmelerine meyletmekten, övgülerinden
dolayı gururlanmaktan selamette kalır. Bununla birlikte nimetin artmasını
sağlayan şükrü ve hamdi de bu şekilde yerine getirmiş olur.
İnsanların en
cahili kesin bilgisini, insanların zannına feda edendir.
Eden kendiyakînin zann-ı nâsa terk echeldir
Bir insan kendi kusur ve eksikliklerini kesin olarak
bildiği halde, insanların güzel ve olgun zannederek kendisini övmeleriyle
gururlanırsa, yakîn ilmini insanların zannına feda etmiş olur. Bu ne büyük bir
cahilliktir. Çünkü aslı olmayan bir şeyle övülmek, alay etmenin, küçümsenin ta
kendisidir.
Hâris Muhâsibî Hazretleri buyurdu: “Böyle zanna dayanan övgülere mağrur
olmak; bir kimsenin def-i hacetini alay ederek mis kokusuna benzettiklerinde,
onun necaset olduğunu kesin olarak bildiği halde bu yersiz övgü ile sevinmesi
gibidir.”
Cenab-ı Hak bu gibi uygunsuz övmeyle sevinenleri şu
ayetle kötüleyip azarlamıştır: “Yaptıklarıyla övünen, yapmadıkları işle
övülmeyi seven kimseleri de sakın azaptan kurtulur sanma! Onlar için elemli bir
azap vardır. ” (Al-i Imran/188)
Ancak insan kendi için övme sebebi olan güzel halleri, öveni yalancı
çıkartmamak için kazanmaya çalışırsa ve övücü sözlere gururla, sevgiyle değil
de nefretle bakarsa, bu ayetin manasından kurtulabilir.
imam Âzam Hazretleri bir gün sokaktan geçerlerken orada oynayan
çocukların onu göstererek;
“işte şu geçen muhterem kişi, bütün geceleri hep ibadet ederek
geçirirmiş...” demeleri üzerine, o vakte kadar gece yarılarında kalkıp ibadete
başlayan imam Hazretleri, bu ayetin hükmünden çıkmak için bütün gecelerini
ibadetle geçirmeye özen göstermişlerdir.
Kendinde olmayan bir hasletle övüldüğünde buna sevinmek cahilliktir ama
bu, âlim ve ârif biri tarafından övüldüğü zaman meydana çıkar. Artık cahil ve
fasık bir kişinin ahmakça övmesinden gururlanan kimsenin durumu ne kadar
fenadır? Şüphesiz bu kimseden daha cahil ve daha ahmak bir insan düşünülemez.
Yahya bin
Muaz Hazretleri: “Bir kimseyi kötülerin övmesi ayıptır, bundan hoşlanmak ise
rezalettir.” dedi.
Olgun bir kimseye;
“Halk sizi övüyor!” dediklerinde çok üzüldü ve şu cevabı verdi:
“Korkarım ki bende hoşlarına gidecek bir hal görmüşlerdir. Hâlbuki avamın
hoşuna gidecek bir şeyde ne meziyet olur?”
Bir başkası avamın kendisini övdüğünü görünce ağlamaya başladı. Talebesi:
“Aman hocam, insan övüldüğü için ağlar mı?” deyince;
“Eğer benim bazı ahlâkım avamın ahlâkına uygun
olmasaydı, beni övmezlerdi. Buna nasıl ağlanmaz?” diye cevap verdi.
Yeksan nazar et mertebe-i eve ü
hazıze
Ne izzet ile şâd ne zilletle hazin ol
(En yükseğe ve en alçağa aynı gözle bak. Ne şeref
yüzünden sevin, ne de aşağılanmakla üzül.)
Ey talip, Hak Teâlâ seni insanlara hak
etmediğin vasıflarla övdürürse, sen de Cenab-ı Hakk’ı ilâhı vasıflarıyla medh
eyle.
Ettirirse seni nâ-ehl iken ol
halka senâ
Sen de ehli olduğu evsaf ile et Hakk’a senâ
Kâmil mü’min
kendini övülmeye layık görmediği halde Cenab-ı Hak onu lütfedip insanlara
övdürürse, bu nimete şükretmek için Hak Teâlâ’ya layık olduğu vasıflarla, dili
döndüğü kadar senâ etmeli, hakkındaki övücü sözlere mağrur olmamalıdır.
Hadis-i şerif mealidir: Cenab-ı Hak bir kulunu sevdiği zaman onu Cebrail(as)
vasıtasıyla gök meleklerine ilân eder. Melekler de o kula dua edip onu överler.
Meleklerin bu övmeleri dünyadakilere akseder, mü’minler de o kulu sevmeye ve
övmeye başlarlar.
Şu halde
insanlarca övülmek de İlâhî bir nimettir.
Halk-ı âlem hep sever bî-şübhe Hakk’ın sevdiğin
Çünkü bu
mihr-i tecellînin gönüldür matla ’ı
(Halk daima
Cenab-ı Hakk’ın sevdiğini sever. Çünkü bu tecelli güneşinin doğduğu yer
gönüldür.)
Zâhidler övüldüklerinde, övülmeyi
halktan gördükleri için kabza düşüp daralırlar. Arifler ise övülmeyi Hak’tan
bildiklerinden bast haline girip rahatlarlar.
Medh
edilse zümre-i zâhid olurlar munkabız
Çünkü ol
mehdi görürler sun -z mahlûk-ı cihan
Munbasıt olmaktadır erbâb-ı irfan medh ile
Medh-i
halkı çünkü Hâlı k’t an bilirler bı-güman
Zâhidlerin
insanların övmesiyle daralmalarının sebebi; övmeyi halktan gördükleri için
onunla mağrur olmaktan ve rabbani feyizlerden uzaklaşacaklarından
korkmalarıdır. Arifler ise halktan kopmuşlardır, her zaman Hakk’ı müşahede
etmektedirler. “Halkın dili Hakk’ın kalemidir.” anlamınca övgüyü Cenab-ı
Hakk’ın övmesi tanırlar ve bununla rahatlarlar. Onlar zaten kendi nefslerinden
de kaybolmuşlardır. Bu yüzden övülmek onlara gurur vermez, ucb doğurmaz.
Tersine imanlarının artmasına, hallerinin ziyade olmasına, irfan nurlarının
daha fazla parlamasına sebep olur.
“Mü ’min yüzüne karşı medh
edildiğinde kalbinde imanı artar ve kuvvetlenir. ” hadisi bu manayı ihtiva
eder. Zira sanatta sanatkârı, yaratılışta yaratıcıyı müşahede etmek bu
kerametli zümrenin hususiyetlerindendir.
Atâ Iskenderî,
şeyhi Ebu’I-Abbas Mürsî’yi yüzüne karşı övdükçe Şeyh Hazretleri vecde gelerek
bu sözleri tekrar etmesini ister ve Resulullah Efendimizin(sas)
şairleri Hassan’a bazen, “Seni Allah imdad-ı Ruhu’l-Kuds ile teyid etsin!” diye
ettikleri duayı okurdu.
Övülmeyi sevmek, fazilet
sahipleri için geçerli ise de aşağı tabaka (rezâil) ve sâlikler için caiz
olmaz. Abdülkadir Geylânî, Ebu’l-Hasan Şazelî, Ebu’I-Abbas Mürsî hazretleri
gibi büyük evliyada bu hal görülmüştür.
Övülmeyi
sevmek sırf hakiki nazar ve toplu şuhûd bakımındandır. Bu yüzden Hazreti Yusuf
un(as) “Ben en iyi koruyucu ve en iyi biliciyim.” (Yusuf/55)
diye kendini medh etmesini yorumladıkları gibi yorumlamaya kalkışmaya yer
olmadığını zannediyorum. Çünkü bu şuhûd-ı cem’i makamının sahipleri, daima
kudret kabzasında tasarruf olunduklarından halkın kötülemesiyle incinmezler.
Kötülemeyi insanlardan bilmez ve görmezler ki incinsinler.
Ey mürid, sana verildiğinde
rahatlıyor, verilmediğinde daralıyorsan, henüz tufeylisin ve sadık mürid
olamamışsın demektir.
Tİ/zz ve men ’ bast u kabza oldukça sebeb cânâ
Tufeylisin ubûdiyyette yok sıdkın senin asla
Verildiği zaman sevinç,
verilmediğinde üzüntü duymak; sâlikin henüz nefsânî haz düşüncesinden
kurtulmadığım, nefs hazzı elde etmeye çalıştığını gösterir. Sahih kulda ise
nefs hazzı düşüncesi olmadığından ârifler bu hali kulluğa ters ve tufeylîlik
sayarlar.
“Tufeyli” Kûfe’den Benî Gatfan
kabilesinden ziyafetlere davetsiz gitmeyi adet edinmiş ve halk arasında
“Tufeyli’l-A’ras” diye tanınan birinin adıdır. Nefsânî hazlardan henüz
kurtulmamış bir sâlikin tufeyli olmasının manası; henüz evliya zümresine
hakkıyla girmemiş olduğu halde kendini onlardan sayması, müstahak olmadığı
makamları iddiaya kalkışmasıdır. İşte bu gibi evliya tufeylilerinin alâmeti,
nefs hazzı yüzünden kabza ve basta düşmeleridir.
Şayet “Allah’tan ihsan
alamadığımda sabredemeyip, İlâhî kahra uğradığımda dayanamayıp sıkıntıya
düşerim.” diye korkuyor ve bu korku yüzünden kabza düşüyorsa, tufeyli olmaz.
Verildiği zaman gelen bast bu korkunun kaybolmasından ileri geliyorsa yine
tufeyli olmaktan çıkar. Zira halkın arasında yaşaması için insana beşeriyet
lazımdır ve bu gibi zararlar beşeriyetin sâlikin üzerinde kalmasından meydana
gelir ki affedilebilen özürlerdendir.
Abdurrahman el-Selmî Hazretleri
buyurmuştur:
“Cenab-ı Hakk’a karşı vâride
hallerinde kulların çoğu zanlarına uyarlar, onlardan hakikat mertebesine
ulaşabilenlerin sayısı pek azdır. Görülmez mi ki Hak Teâlâ Kur’an’da buna
işaret ederek, “Onların çoğu zandan başka bir şeye uymazlar.” (Yunus/36)
buyurdu. Zira Hak ile tahakkuk eden sâlik, takdir icabı olarak kendisinden
çıkan bütün söz, fiil ve hallerde Hakk’a tâbi olur; kendisine ait bütün
muamelelerinden kaybolur. Ama bu gaib olma Cenab-ı Hakk’ı sevdiğinden
dolayıdır.
Sâliklerin
çoğu mârifet-i İlâhî sahibi olduklarını, Cenab-ı Hakk’ı sevdiklerini iddia
ederler fakat ansızın başlarına bir belâ gelirse mârifet ve muhabbetlerini
unutup belâyı defetmek çaresine düşerler. Bunlar gerçekten Hakk’a bağlı
olsalardı, sevinç ve keder verici tüm vârideleri unuturlardı. Zira vuslat
meydanına ayak basan sâlikin itiraz edeceği bir hal olmaz. Vuslat halinin
zevki, bütün mâsivayı onun nazarında yok eder, zihninden siler.
Ey talip, senden bir günah çıktığında
kullukta istikamet elde etmekten ümidini kesme. Zira bu günah belki senin için
takdir olunmuş son mâsiyet olur.
Eğer bir zenb edersen olma nevmîd istikametten
Bu son takdir olunmuş bir günehdir belki ey sâlik
“İstikamet” elde edilmesi pek
gerekli olmakla beraber yerine getirilmesi güç bir kulluk görevidir. “Emrolunduğun
gibi istikamet et!” ayeti gelince, Peygamber Efendimiz(sas):
“Şeybetenî sure-i Hûd” yani “Hûd suresi ve özellikle bu ayetin yükü beni
ihtiyar etti. ” buyurdular.
Cüneyd Bağdadî
Hazretlerine “Tasavvuf nedir?” diye sorduklarında “Şeriatta istikamettir!”
cevabını vermiştir.
Şu halde sâlikin bazı kusurları
yüzünden “istikamet kazanamadım” diye umutsuzluğa düşmemesi lazım gelir. Zira
yeis ve fütur şeriatta kötülenmiştir. Yeis (umut kesmek) yüzünden ayrı bir
günah daha işlenmiş olur.
Hak Teâlâ Kur’an-ı Kerim’inde buyurur: “Allah’ın rahmetinden
kâfirlerden başkası ümit kesmez. ” (Yusuf/87)
İstikamete aykırı olan hal, mâsiyete cüret ve ısrardır.
Hadis-i şerifte buyruldu: “Lâ sıgaru meal-ısrar velâ kibaru
meal-istiğfar” yani “Israr ile küçük günah, istiğfar ile büyük günah
yoktur. ” Küçük günahlara ısrar etmekle küçük günah büyük günahlardan olur;
büyük günahlar ise istiğfarla küçülür.”
O yüzden sâlik, kulluğunda istikamet elde etmekten ümit kesmemeli ve
insanlık hali bir günah işlerse istiğfar edip bunun kendisinden çıkan son günah
olmasını temenni ederek virdlerine zikirlerine devam eylemelidir.
Ey sâlik, sana recâ kapısını açmasını
Hak Teâlâ’dan dilediğin zaman, O’ndan sana gelen nimetlere bak. Havf kapısının
açılmasını dilediğinde ise senden çıkan günahları düşün.
Eğer ister isen bâb-ı recâyı
fethede Mevlâ
Tezekkür kıl sana ettikleri in ’âm ü ihsânı
Eğer sen bâb-ı havfin fethini
eyler isen ümîd
Düşün Allah’a karşı ettiğin enva-ı isyânı
Sâlikler için
“havf’, şeytanî düşüncelere ve nefsânî şehvetlere uyarak işlenen günahları
hatırlamaktan meydana gelir. “Recâ” dünyaya gelişinden şimdiye kadar kendisine
ulaşan İlâhî lütufları düşünmekle hâsıl olur. Ceza gerektirecek günahlar
düşünüldüğünde havf, İlâhî lütuflar hatırlandığında recâ hâli galip olur. Safa
erbabı ise havf ve recâ arasında kemal ararlar.
Havf ve recâ selâmet terazisinin iki kefesi gibidir. Selâmeti muhafaza
etmek daima bunların eşitliğinin korunmasıyla mümkün olur. Zira havf kefesinin
ağır gelmesi “Allah’ın rahmetinden kâfirlerden başkası ümit kesmez. ”
(Yusuf/87) ayeti gereğince küfür ve mahrumluk getirir.
Recâ gözünün
ağır basması, “Hüsrana uğramış olanlardan başkası Allah’ın mekrinden emin
olmaz. ” ayeti mucebince mahrumluğa sebep olur. Ancak Cenab-ı Hak hadis-i
kudsîde: “Rahmetim gazabımı geçti. ” buyurduğuna göre recâ bir derece
havften üstündür.
Hazreti Isa’nın"’ recâ halleri galip olduğundan güleç ve neşeliydi.
Hazreti Yahya’nınw havf ve haşyetleri fazla olduğundan daima ağlar,
inlerdi. Bir gün Hazreti İsa, Hazreti Yahya’ya dedi ki:
“Sizi rahmet-i ilâhiyyeden ümit kesmiş gibi daima ağlar görüyorum!”
Yahya(as) şöyle cevap verdi:
“Ben de sizi mekr-i rabbaniden emin olmuş gibi hep rahat ve güler
görüyorum!”
Hemen Cebrail*"’ indi ve İlâhî rahmetin gazab-ı
rabbaniden fazla olduğunu bildirdi. Bu vahiy tebliğiyle, Hazreti Isa’nın daha
haklı olduğu ortaya çıktı.
Ey mürid, Cenab-ı Hak bazen, bast
gündüzünde elde edemediğin marifeti, kabz gecesinde bağışlar. Bast ve kabzın
hangisinin faydalı olduğunu bilmezsiniz.
Müstefidi olmadın bir şey ki rûz-ı bastta
Leyl-i
kabz içre eder gâhî ifâde Hak sana
Hâl-i kabz u basttan nefan size akreb olan
Hangisi
bilmezsiniz artık eyâ “ehle’n-nühâ”
Kabz ve bastın
manevî hallerden iki hal olduğu, kabz halinde nefs hazzı bulunmadığı için
âriflerin âdâbına uymak şartıyla kabz halini bast haline tercih ettikleri
anlatılmıştı. Hikmette edebî bir teşbih yapılarak bast gündüze, kabz geceye
benzetilmektedir. Bu teşbih kabz halinde hakirlik, horluk, kırıklık olduğu gibi
bastta da gösterme ve yayılma bulunmasındandır. Çünkü sâlik bast halinde,
genişleme zevkinin neşesiyle maârifi koruyamayabilir, onu ortaya çıkarıp
gösterir. Kabz halindeyse gelen rabbani lütufları çaresiz hazmederek, daima
alçalmış ve kırık bir halde olur.
Bast halinde açılmayan mârifet
kapıları, kabz halinde açılabilir. Şu halde bast halindeki nimetlerin kadrini
bilmek nasıl gerekliyse, kabz halindeki inayetin şükrünü yerine getirmek öylece
lazımdır. Hangisinin daha hayırlı olduğu Cenab-ı Hakk’a bırakılmalı, her
birinin ayrı ayrı feyiz getirdiğine hüsnüzan etmelidir. Çünkü faydalı olmak
bakımından hangisinin sâlike daha yakın olduğu bilinemez.
Cenab-ı Hak: “Hangisinin
menfaate daha yakın olduğunu bilemezsiniz.” (Nisâ/11) buyurmaktadır.
Bu ayet Nisâ
suresinde mirasa dair olup; “Çocuklarınızdan ve babalarınızdan hangisi
menfaat yönünden daha fazla size yakın olduğunu bilemezsiniz. ” mealindeyse
de müellif bu ayeti kabz ve bast halinde iktibas etmiştir.
Eder âyine-i kahrında gâhî lüfunu izhâr
Bilinmez
Hâlik-ı Bı-çun un esrâr-ı tecellîsi
İlâhî tecelli nurları âriflerin
kalplerinde doğar.
Hâlik’ın cilvegâh-ı envârı
Arifinin
kulûb ü esrârı
Kalp vücut ülkesinin
başkentidir. Sır o merkezdeki Cenab-ı Hakk’ın tecelli eylediği yerdir. Bu
hikmette kalpler ve sırlar göklerin en yüksek yerlerine, oralarda zuhur eden
ilim, mârifet, tevhid ve muhabbet de ay ve yıldızlara benzetilmiştir.
Göğün ay,
güneş ve yıldızların doğduğu yer olduğu gibi, kalpler ve sırlar da ilim
yıldızlarının doğduğu yer, mârifet ayının menzilleri ve tevhid güneşinin dönüp
durduğu mahaldir. Bu manevî yıldızların nurları, maddî ışıklardan daha parlak
ve görkemlidir. Hatta bazı ârifler demişlerdir ki: “Cenab-ı Hak evliya
kalplerinin nurlarını açıp gösterse, ayın ve güneşin ışığını söndürürdü. Zira
ay ve güneş batar ve tutulur, ay tutulması, güneş tutulması ile “küsûf’ ve
“hüsûf’a uğrar.
Hâlbuki
kalplerin nurları batmaz ve hüsûf ve küsûf etmez.”
Ebu’I-Hasan Şazelî Hazretleri, “Asi bir mü’minin iman nuru açılmış olsa,
göğü ve yeri doldururdu. Muti (itaatli) bir mü’minin irfan nurunu artık ne
zannedersin?” dedi.
Ebu’I-Abbas Mürsî Hazretleri, “Bir velinin hakikati zâhir olsa, onun vasıfları
İlâhî evsaf olduğundan mabud diye tapıhrdı.” buyurdu.
Bazı büyükler demişlerdir ki: “Gök kubbesi, cin ve şeytanın çıkıp kulak
tutmalarından sâkıp ve şahaplarla korunduğu gibi, mü’minin kalp göğü de tecelli
nurlarıyla korunur.”
Hadis-i kudsîde: “Yerime ve göğüme sığmadım ama mü ’min kulumun
kalbine sığdım. ” buyrulur.
Bütün her şeyi içine alan mü’minin kalbi göğün ve
yerin alamadığı Hak nazarının tecelli yeri olunca, artık o kalbi ve sahibini
neyle vasıflandırılan vasıflandır. Hatta manevî nuraniyetinin açılmasıyla,
müridlerin pek çoğu şeyhlerini nur olarak müşahede etmişlerdir.
“Kadeh o kadar ince, şarap o
kadar saf ki,
Birbirinden fark edilmiyor. ”
Ariflerin kalbine yansıyan yakîn nuru
daima gayb hâzinelerinden tecelli eden hakikat nurundandır.
Arifin kalbinde müstevdi’olan
bedr-i münır
Şems-i kenzü ’l-gaybden oldu hemîşe müstenîr
Gayb hâzineleri, İlâhî vasıflardır. Çünkü ârifîn vasıfları İlâhî evsaftan
olup Hak Teâlâ âriflere ezelî vasıflarıyla tecelli ettiğinde, ayın güneşten
ışık aldığı gibi, âriflerin kalpleri de her an ezelî evsaf nurlarından
aydınlanır. Bundan önce mezâhirin eserlerin nurlarıyla, sırların vasıfların
nurlarıyla aydınlandığı belirtilmişti.
Ay ve güneşin karşı karşıya geldiği vakitte
(mukabele-i neyyireyn) bazen güneş, bazen ayın arasına yerin gölgesinin
düşmesiyle ay ve güneş tutulması (hüsûf ve küsûf) olduğu gibi ârifîn kalbiyle
rabbani sıfat tecellisi arasına da nefsânî düşünceler, tabiî infialler girerek
nurlardan istifade edemediğinden dolayı âriflerin kalplerine yansıyan yakîn
nuru da tutulur. Bu hale “kabz” denir. Kalp hanesinin daima feyiz ve tecelli
ile aydınlanması İlâhî yardımlarla olduğundan muhakkıklar dediler ki: “Hak
Teâlâ bir velisine tecelli ettiği vakitte onun kalbini ağyardan masun kılar ve
daima nuruna tecelli yeri eyler.”
Ey mürid, bir nur vardır ki onunla
sana efâl-i ilâhiyye gösterilir. Bir nur daha vardır ki, onunla sana rabbani
sıfatlar açılır.
Olur bir nur ile âsâr-ı Hak
zâhir sana cânâ
Dahî bir nur ile evsâfı rabbaniyyesi peydâ
Ariflerin kalplerine doğan nur iki kısımdır: Biriyle eserler ve İlâhî
fiiller açılır, diğeriyle İlâhî vasıflar münkeşif olur. Fiillerin açılmasına
efâl tecellisi, sıfatların açılmasına sıfat tecellisi denir. Bu iki nurun
ortaya çıkması, bu tecellilerin zuhuruna bağlıdır.
Tecelli-i efâlin zuhurunda mükevvenat halleri bilinir, arz ve sema
hadiseleri anlaşılır. Buna “keşf-i sûrî” derler.
Sıfat tecellisinin ortaya çıkması halinde, rabbani sıfatlar ve hükümleri
irfan ele geçer. Buna da “keşf-i manevî” denir.
Bunlardan başka bir de tecelli-i sıfat varsa da bu ihtilaf konusu olduğu
için müellif bundan bahsetmemiştir. Şeyh-i Ekber Hazretleri zat tecellisinden
bahsetmiş ve bu tecellinin devamına beşerin takati olmadığından süratle, şimşek
gibi gelir geçer demiş ve “bevarik” (şimşekler) diye adlandırmıştır.
Zatı sıfat,
sıfatı efâl, efâli ekvan ve âsâr kuşatıp örter. Âsâr perdelerinin kalkmasıyla
efâl-i rabbaniye zuhur eder, tecelli-i ef âl olur. Ef âl hicabının kalkmasıyla
ef âl-i rabbaniye ortaya çıkar, tecelli-i sıfat olur. Sıfat perdeleri kalkınca
cemal-i zat-ı baht-ı İlâhî’nin şuhûdu, tecelli-i zat olmak üzere sâliklere
hâsıl olacağı kabul olunmuştur.
Miraç seyrini
belirten ayetlerden ekvan hicabının kalkması ile hâsıl olan efâl tecellisine, “sümme
dena fetedellâ” ayeti delâlet eder. “Fekâne kabe kavseyn” ayeti
sıfat tecellisini, “ev edna” ayeti de zat tecellisini işaret eder.
Zikredilen iki nurdan birincisiyle, zâhirî duygularla idrak edilip
mükevvenatın görülmesini sağlayan maddî nur kastedilmiş olabilir. İkincisiyle
kastedilen de âriflerin kalplerine inen manevî nurdur.
Buna göre
tecellilerde derece aramaya yer yoktur. Ancak âsâr ve mükevvenatın açılması,
Mükevvin ve Müessir’e delâlet etmesi bakımından lüzumludur. Tevhid ve maârifin
hakikatleri ise İlâhî vasıfların açılmasına muhtaçtır. Asıl maksat işte bu
inkişaftır.
Böylece iki nur arasındaki büyük fark ortaya çıkar.
Nasıl büyük fark olmasın ki, biriyle eser, diğeriyle Müessir görülür... Güneş
ışığıyla ekvan, tevhid nuruyla Hak müşahede olunur.
Nefsler ağyar ile
perdelendiği gibi, kalpler de bazen nur perdeleriyle mahcup olur.
Kulûb-i evliyâ gâhî olur envâr
ile mahcûb
Nasıl enfüs olursa zulmet-i ağyar ile mahcûb
Hak Teâlâ’dan hicap engelleri nuranî ve zulmanî olmak üzere iki kısımdır.
Nuranî hicap, maârif ve malumattır. Zulmanî hicap, şehvetler ve âdetlerdir.
Gayb hâzineleri olan kalpler nuranî olduğundan, Hak Teâlâ’dan perdelenmesi;
seyr-ilallahı geciktiren nuranî ilimler ve maârifle uğraşmaktır. İnsan nefsleri
zulmanî olduğundan onun Hak’tan perdelenmesi; zulmanî hicap olan şehvet ve
âdetlere meyildir.
Şu halde nuranî kalpler, nuranî hicaplarla perdelidir. İnsanî nefsler de
ağyar bulutlarıyla Hak’tan mahcuptur. Sâliki şehvet ve âdetler Hak’tan mahcup
ederse, sona ulaşmış sâliki de ilimler müşahededen mahrum eder.
İlimler ve mârifetler nakışlar, sanat eserleri gibidir. Nakş ve sanat
bırakılmadıkça, nakkaşa ve sanatkâra yani yaratıcıya yol bulunamaz.
Bu yüzden
şeyhlerin çoğu kendilerinden el alan zâhir ulemasını, sülûkun başında ders
öğretmeye bağlı kalmaktan men etmişlerdir.
Mevlâna Hazretlerini irşada
memur olan Cenab-ı Şemseddin Tebrizî Hazretleri, Hazreti Mevlânâ’nın bütün
kitaplarını suya atarak ders okutmakla uğraşmasına son vermiştir.
Şu kadar var ki bütün sülük mertebelerini görerek tebliğ ve irşad
makamına geldikten sonra ilimle ve maârifle meşgul olmak Hakk’a hicap olmaz. Bu
peygamberlerin halleriyle bellidir. Hikmette ağyar kesafetle
vasıflandırılmıştır. Çünkü giderilmesi meşakkatle mümkün olur.
Cenab-ı Hak
evliyanın sır nurlarını, ağyar arasında görünmesin diye beşerî hallerle
gizledi.
Şöhret diliyle çağrılarak kıymetinin
düşmesini önlemek için açığa çıkarmadı, örttü.
‘Urefânın setr ü ihfâ dilleri envârmı
Etti istâr zevâhirle Hüdâ-yı bî-zeval
Olmasın tâ ki zuhur u iştihar etmek ile
İşbu envâr-ı serâirde mecâl-i ibtizâl
Cenab-ı Hakk’ın beşeriyet
halleriyle evliya kalplerinin nurlarını örtmesindeki hikmet, bu nurları ağyar
arasında değerinin düşmesinden muhafaza etmektir. Velayet sırlarının yakîni
artırması ve ibret olması bakımından, ortaya çıkması faydalı gibi gözükse de
insanların dillerine düşüp, dillerde dolaşmak gibi sakıncası vardır. Zira bu
suretle yüksek değerlerini yitirirler. Şöhret bulup herkesin gözünü dikmesi ve
müptezel bir duruma gelmesi bir tür ihanet sayılır, velâyet sırrının yüce
kadrini düşürür.-
Bu yüzden Hak
Teâlâ velayet sırlarını örtüp gizlemekle saygınlık verdi ve evliyanın değerini
bu sebeple mahlûkat arasında yüksekti.
Bir de, şöhret
her şeyde âfet olduğundan, velâyet sırlarının gizlenmesi iman sahiplerine
rahmettir. Zira o Hak sırları herkese açık olsa, yerine getirilmesi mümkün
olmayan ve ifa edilmesi de gereken birçok haklar doğardı. Bu hakların eda
edilmesinde bir kusur işlendiğinde ise, dünyevî ve uhrevî cezalara uğramak
kaçınılmaz olurdu.
İnsan
düşünürse, her şeyde bir ibret olduğunu anlar.
Birinci Cildin Sonu
* Hakikatler kitabı denilmeye layık olan bu "Hikem-i
Atâiyye" kitabı iki senedir ramazan aylarının sahur vakitlerinde
"Sahurlarda bereket vardır, sahur vakitlerini değerlendirin!" hadis-i
şerifinden faydalanarak nazım ve nesir olarak yazmakta olduğum şerh ve
tercümenin birinci cildi H. 1315 senesi mübarek ramazan ayının ikinci perşembe
gecesi Medine-i Münevvere'de tamamlandı. Kudsîlerin tecelli yeri olan Ravza-ı
Mutahhara'nın minarelerinde müezzinlerin salât ü selâmlarının miskiyle sona
erdi. "Vallahu veliyyü't-tevfik".
Kastamonulu Seyyid Hafız Ahmed Mahir
HİKEM-İ
ATÂİYYE ŞERHİ EL-MUHKEM Fİ ŞERHİ’L-HİKEM / II.
Zat-ı pâki için delil olanı evliya
kulları için delil kılan ve onlara ancak kendine erişmek isteyenleri ulaştıran
Cenab-ı Hakk’ı teşbih eylerim.
Şol Hüdâ-yı bi-misâli eylerim takdis kim
Evliyâya
eyledi kendi delilinden delil
Anlara hiç etmedi bir kimseyi
vâsıl meğer
Kendine vaslın murâd etmiş ola ol bi-adil
Allah’ın veli kulları üç kısımdır: Bir kısmını avam ve havas bilir, bir
kısmını ancak havastan olanlar tanır, üçüncü kısmını ise hiçbir mahlûk bilemez;
hatta onlar hafaza meleklerinden bile gizlenmiştir. îlk iki grup ya baştan
belli olup sonlarında gizlenir veyahut baştan örtülü, sonlarında bellidirler.
Üçüncü kısım ise baştan da sondan da belli olmayarak Cenab-ı Hakk’a kavuşmuşlar
ve mübarek merkadlerinde sonsuza kadar bâki olmuşlardır. Bunlar melekûtun
şehitlerindendir. O yüzden temiz bedenleri toprağın tasallutundan korunmuştur.
Allah’ın bizzat kabzettiği kudsî ruhları daima, 'Allah'ın velilerine korku
ve hüzün yoktur.” (Yunus/62) ayeti gereğince vahdet şarabının neşesi
içindedir.
Cenab-ı Hak
kendi zatını mahlûkatından ekvan ve âsâr ile perdelediği gibi, bu tür
velilerini de beşerî tabiatlar ve haller gibi zahirî kesafetle saklamış, dıştan
belli olmalarını engellemiştir. Cenab-ı Hakk’a kavuşmak ne kadar güç bir iş ve
büyük bir İlâhî lütuf ise bir veli kuluna rastlayıp onun mübarek bakışına
uğramak da öylece zordur ve Cenab-ı Hakk’ın ihsanıdır.
Ariflerin
sultanı Bayezid Bestâmî’nin “Allah’ı Allah’la bildim.” dediği gibi Hak Teâlâ’ya
varlığından başka delil olmadığı ve O’na mâsiva ile vuslat imkânı bulunmadığı
gibi, evliyaya delil de Cenab-ı Hakk’ın delilidir; onlarla görüşmek de Hakk’ı
bilmeye (mârifete) bağlıdır. Mademki Allah’a vuslat, taleple ve sebeple elde
edilemeyen özel bir ihsan ve inayettir; evliyaya kavuşmak da yine istek ve
sebeple ele geçmeyen İlâhî bir bağıştır.
Evliyaya ulaşanlar Allah’a vasıl olan erlerdir. Evliyaya ulaşmak ve
onları tanımak Allah’a vuslat ve mârifetten daha zor ve güçtür. Çünkü Hak Teâlâ
kemal ve cemaliyle aşikâr olarak bellidir. Evliya ise beşerî halleriyle
insanların tanımasından örtülü ve gizlidir.
Cenab-ı Hak evliyasını kıskanır. Onları avam ve
havassın hor gördüğü, hoşlanmadığı hallerde bulundurur; bu suretle onları kimse
tanıyamaz. Böylece onlar Hakk’ın dostluğuyla ve muhabbetiyle özelleşip vuslat
yakınlığında bulunurlar. “Velilerim kubâbım altındadır, onları benden
başkası bilmez. ” mealindeki hadis-i kudsîde işte bu manayı gösterir. Ancak
Cenab-ı Hak bir velisini irşad etmesi için bir kimseye bildirmek isterse o
kimsenin gözünden o velinin beşeriyetini kaldırır ve onun hususi varlığını o
kimseye gösterir. Yoksa evliya Ashab-ı Kehf gibidir; onları bilmek kolaylıkla
elde edilebilen nimetlerden değildir. Bu yüzden âriflerin sultanı Bayezid
Bestâmî Hazretleri, “Evliya İlâhî yakınlık dergâhının gelinleridir. Yeni gelin
olanları mahremi olanlardan başka kimse görmediği gibi, evliyayı da herkes
görüp bilemez.” dedi.
isterim
lütfün gibi kahrın da pâyân olmasın Tek seni sevmek cihan halkına âsân olmasın
Cenab-ı Hak çok
defa sana melekût sırlarını açar da kulların sırlarını gizler, bildirmez.
Seni çok kere eyler muttali esrarına Mevlâ
Ibâdm hâlbuki senden eder esrârını ihfâ
İnsanların birbirinin sırlarını bilememeleri,
özellikle beşeriyet icabı işledikleri utanılacak hallerinin gizli kalması
Cenab-ı Hakk’ın lütuflarındandır. Hak Teâlâ günahların örtülüp gizlenmesinde
lüzum gördüğünden dolayıdır ki, af ve mağfiret sebebi olan mübarek gün ve
gecelerde açıkça günah işleyenlerin bağışlanmayacağı hadis-i şerifle
bildirilmiştir. Çirkin işlerin yayılmasını isteyenlerin dünya ve âhirette
elemli azapla cezalandırılacakları Kur’an-ı Kerim’de beyan olunmuştur: “Mü
minler arasında kötü söz ve davranışların yayılmasını arzulayan kimseler için
dünyada ve âhirette çetin bir azap vardır.” (Nûr/19) Bu yüzden veliler ikaz
ve irşad gibi bir maksat olmadıkça kulların sırlarını açmazlar.
Bir önceki hikmete göre bu hikmetin manası ise Cenab-ı Hak seni gayb sırlarına
muttali ettiği halde kulların sırlarını (evliyanın kimler olduğunu ve velayet
sırlarını) bildirmez. Ancak onları görüp feyiz almak ve irşad olmak gibi genel
fayda gelir ve bilenin bu sebeple Hakk’a ulaşmasını Allah dilerse, ezelî
iradenin derecesine göre bilir ve tanır demektir.
Nişânı olmaz erbâb-ı kemâlin
Bilir ol zümreyi ashâb-ı irfan
İlâhî rahmetle ablaklanmayan kimsenin
kulların sırlarına muttali olması kendisi için fitne ve vebal olur.
Eyleyip de nâsın esrârında kesb-i ıttılâ ’
Rahmet-i Hak'la tahalluk etmeyen bir ehl-i hâl
Oldu işbu ıttılâ z kendi hakkında anın
Fitne-engiz-i fesâd ü bâis-i cerr-i vebâl
Sülük ve irşad neticesinde kulların sırlarına muttali olan kimsenin
İlâhî rahmetle ahlâklanıp merhametle davranmayı adet edinmesi; günah
işleyenlere karşı günahlarını örtüp dostluk göstermesi, düşmanlara yumuşak ve
alçakgönüllü davranması, cahilleri bağışlayıp güzel muamele etmesi,
günahkârlara merhamet ve bütün kullara şefkat etmesidir.
Eğer kulların sırlarını bilen o kimse Allah’ın ahlâkı ile ahlâklı
değilse bu bilgisi kendi aleyhinde ucb, nefsini görmek, günahlara karşı çıkıp
büyüklenmek gibi, iyilikleri silen fitneleri üzerine çeker. Rabbani sıfatlara
sahip çıkarak Hakk’ın azamet ve kibriyasıyla çekişmek gibi pek büyük bir günaha
girmek tehlikesine düşer.
Özetle sülük
ve mücahede ile hâsıl olan mükâşefe ve müşahede büyük nimettir. Bu nimetin
karşılığında yapılacak şükür ise kulların ayıp ve günahlarını örtüp merhamet
göstermektir. Bu hikmet gereği olarak Peygamber Efendimiz(sas): “İlâhı
rahmet ancak şakilerin (cehennemliklerin) kalbinden sökülüp çıkarılır. ”
buyurmuştur. Yine bir hadiste şöyle buyrulmuştur: “Merhametli davrananlara
Cenab-ı Hak da merhamet eder. Ashabım, siz yerdeki mahlûklara merhamet edin ki,
göktekiler de size merhamet etsin. ”
Hadis-i kudsî: “Ey
kulum, seni yeryüzünde halife kıldımsa rahmet hâzinemden bir parçayı ayırarak
sana verdim ve insana nefsinden ziyade merhamet edici oldum. ”
Aşağıdaki
hikâye de bu hikmeti doğrulayıcı olduğundan buraya alınmıştır:
Bir gün İbrahim(as)
kendisinin yaratılmışların en merhametlisi olduğu düşüncesine kapıldı. Cenab-ı
Hak derhal kendisini melekûta yükseltip yeryüzündeki mahlûkatın hallerini
gözlerinin önüne serdi. Bu sırada günahkârların cesaret ettikleri isyanları
görünce dayanamayıp onların helâk olmalarına beddua etti. Bunun üzerine Cenab-ı
Hak ona şöyle buyurdu: “Ey İbrahim, ben kullarıma senden daha merhametliyim.
Zira sen bir kere onların kötü fiillerini görmekle kahrolmaları için dua
ediyorsun. Ben onların isyanlarını her an görüyorum da onlardan lütuf ve
ihsanımı esirgemiyorum. Sen artık yeryüzüne dön. Umulur ki, onlar kaderleri
icabınca tövbe ve istiğfar ederler.”
Hazreti Ali’den(ra>
rivayet edilen bir hadisin meali şöyledir:
“Cenab-ı Hak
gökleri ve yeri İbrahim "e gösterdiği zaman bir adamın günah işlediğini
görerek beddua etti. Bunun üzerine o adam derhal helâk olup kendisinden bir iz
kalmadı. Birkaç günahkâr da aynı şekilde aynı akıbete uğrayınca Cenab-ı Hak
buyurdu: Ey İbrahim, sen ulul-azm peygamberlerdensin; hiçbir duan reddedilmez,
kabul olunur. Benim kullarıma beddua etme! Zira onlar üç halden birinde
olurlar: Ya işledikleri günaha pişman olur, tövbe ederler veya tövbe etmezlerse
de onların nesillerinden beni tevhid ve teşbih edecek çocuklar dünyaya gelir.
Yahut isyan halinde ölürler de kıyamet gününde huzuruma getirildiklerinde
istersem affederim, istersem acıklı azapla cezalandırırım. ”
Bu hadis-i
şerif şu ayetin açıklamasıdır: “Böylece biz İbrahim ’e kesin inanç
sahiplerinden olması için göklerin ve yerin melekûtunu gösterdik.
”(En’am/75)
Bazı büyükler Hazreti İbrahim’in
oğlu İsmail’i kesmekle emrolunarak bu şekilde bir musibet ve imtihana tabi
tutulmasının kullar hakkındaki bu şiddetinden, merhamet azlığından ileri
geldiğini söylemişlerdir.
Bazı tefsir âlimleri bu ayetin tefsirinde demişlerdir ki: “İbrahim’e
melekût her gece gösteriliyordu. Bu hadise bir gecedeki mele’-i a’Iâya
yükselmelerinde vaki oldu. Yere indiğinde: “Ben rüyamda seni boğazladığımı
görüyorum.” (Saffât/102) ayeti gereğince İsmail’i kesmekle emrolundu. İsmail’in
de İlâhî emre rıza göstermesi üzerine bıçağı alarak: “Yarabbi, boğazlamamı
emrettiğin şu İsmail, benim gözümün nuru ve gönlümün sürürüdür.” diye münacat
edip merhamet dilediğinde İlâhî taraftan şu nidayı işitti: “Ey İbrahim, asi
kullarımın helâkine dua ettiğin geçen geceyi hatırla! Kullarıma benim senin şu
oğluna şefkatinden ziyade merhametli olduğumu düşünmez misin? Nasıl benim asi
olan kullarımın helâkini istedinse, ben de senden mukabele-i bil-misil olarak
oğlunu kesmeni istedim.”
Pür-günah olsam da olmam
rahmetinden nâ-ümîd
Bir zaman geçmez kulundan Hazreti Amirzigâr -
Nefs-i emmarenin
hazzı masiyette açık, ibadette gizlidir. Gizli hazzın çaresi daha zordur.
Hazzı nefsin zenbde zâhir
ibâdette nihân
Gizli bir derde devâ etmek ise müşkil olur
İnsan nefs ve ruh olmak üzere iki fail kuvveti hâizdir. İnsanın nefsânî
kısmı daima haz almak ister, ruhaniyeti de tersine hazlardan kaçar. Ruh kulluk
vazifelerini yapmaya çalışır, nefsin maksadı ise hayvani arzu ve şehvetlerdir.
Nefsin tat almaya düşkünlüğünden dolayı, günah işlemeye cesaret edilir. Bu
yüzden masiyette nefsin hazzı açıkça bellidir. Mesela zinaya bu yüzden cesaret
eder. İbadette nefsin hazzı ilk bakışta anlaşılmadığı için gizli kalır. Bu
yüzden nefs hazzı illetinin tedavisi pek güçtür, nefsânî hazza pek çok özen
gösterilip dikkat edilmesini gerektirir. Mesela nefs-i emmarenin ibadet etmek
istemesi halinde iyi düşünülüp araştırılmalıdır. Zira ibadet, meşakkat ve
zahmettir; hazlardan uzaktır. Nefs-i emmarenin ibadet edip Allah’a yaklaşmak perdesi
altından gizli gizli şan şöhret kazanmak ve bu sebeple haz ve tat almak
sevdasında olduğunu basiret sahipleri anlamışlardır. Zaten daima nefslerini
hesaba çekip kontrol atında tutanlar bunu bildikleri için, ibadette bir tek tat
buldukları zaman o ibadeti bırakıp nefsin hoşlanmadığı bir ibadete başlamayı
âdet etmişlerdir. Çünkü ibadet nefsin istemediği hal ve harekettir. Nefs bir
ibadetten zevk alıyorsa o ibadet mutlaka Allah rızasından ziyade kötü nefsin
hazzına uygundur. Aşağıdaki yaşanmış bir olay bunun bir örneğidir:
Ebî Muhammed el-Murteiş Hazretleri anlatıyor:
“Birçok defa yalnız başıma hac yaptım. Fakat hepsinde de nefs bazlarından
kurtulamamış olduğumu sonradan anladım. Zira bir gün annem benden bir güğüm su
getirmemi istemişti. Bu nefsime pek ağır geldi. O zaman anladım ki, nefsime
uyarak zahmetsizce defalarca yaptığım haclarımda nefs hazzı bulunmamış olsaydı,
onlar da bana mutlaka ağır gelecekti.”
Ahmed bin Erkam Belhî Hazretleri de şöyle demiştir: “Bana nefsim
Isbîcab denilen yerdeki kâfirlerle çarpışmak üzere Müslim ordusu ile birlikte
bir gazaya katılmamı teşvik etmeye başladı. Daima fenalığa meyilli olan nefs-i
emmarenin böyle en güzel amellerden olan cihadı istemesine şaştım kaldım.
Zannettim ki tek başıma halktan uzak yaşadığımdan dolayı üzülüyor ve halkın
içinde bulunmak ve insanlar arasında onların saygısını kazanmak istiyor. Bu
arzusunu kırmak için gazaya giderken mamur bir yere varırsam da bilinecek bir
yerde durmayacağımı söyledim. Ona da razı oldu. Çarpışma sırasında zırhsız ve
miğfersiz savaşacağım için ilk hücumda şehid edileceğimden buna benzer savaş
sıkıntılarından bahsettim. Hepsini de memnuniyetle kabul etti. Şaşıp kaldım ve
çaresiz Cenab-ı Hakk’a yalvarıp: “Yarabbi, kötülükle emrettiğini bildirdiğin
nefs- i emmare bana ibadet ve güzel ameller teklif ediyor. Elbette senin sözün
doğrudur. Bana bu sırrı ilham et!” diyerek dua ettim. Derhal işin iç yüzü açığa
kavuştu. Nefsim hep arzusunun hilafına davrandığım mücahedeme nispetle; günde
bin defa ölmek yerine bir kere ölüp şehadet mertebesine erişmek, üstüne kullar
arasında ilelebet güzel bir namla anılmanın daha uygun bir iş olacağını
düşünüyormuş. Bu yüzden o sene cihada gitmedim, inziva halinde mücahede ile
vakit geçirmeyi seçmeye mecbur oldum.”
Bâtıl hemîşe bâtıl u beyhûdedir
velî
Müşkil budur ki sûret-i haktan zuhur eder
Ey mürid, riya
bazen halkın görmediği yönden sana gelir.
Olur vâki riyâ gâhı
Seni görmeksizin kimse
Riya âbidin
ibadetini insanlara göstermesi ve insanların da görmesi demektir. Bazen
insanlar görmediği halde riya yine meydana geldiğine göre, açık ve gizli olarak
iki türlüdür. Açık riya, ibadetin insanların gözleri önünde yapılmasıyla hâsıl
olur. Bunun alâmetine ihtiyaç olmaz. Gizli riya ise insanların görmesine bağlı
olmadığından delil ve alâmete muhtaçtır. Çünkü karıncanın yürümesi kadar
gizlidir. Basiret sahipleri dediler ki: “Bir âbidin insanların kendisine saygı
göstermelerini istemesi, bir mecliste başköşeye oturmayı, ikram edilmeyi arzu
etmesi, kendisine özel bir hürmetle davranmayanlara kızması, kusur edenleri
Allah’ın cezalandıracağını söyleyerek tehdit etmesi gizli riyanın
alâmetlerindendir.”
insanlara baş
olmak için ilim öğrenen, muhit edinmek maksadıyla tekkelerde tarikata giren
zamanımız âlimlerine, günah işleyenlere karşı övünmek amacıyla zühd ve ibadet
eden günümüz zahidlerine dikkat edilirse içlerinden açık ve gizli riyadan
yakasını kurtarmış ihlâslı âbid ve zâhid pek az görülür. Ancak irfanları şirk
inceliklerinden temiz, bakışları halktan uzak yani halkı görmeyen, yakîn
nurlarıyla gönülleri ağyar kesafetinden temizlenen ve eşya mazharlarında
Cenab-ı Hakk’ın tecellilerinden başka bir şey müşahede etmeyerek mâsivanın
zararlarından selamete kavuşan ârifler ve muhlisler halkın arasında ibadet ve
taat yaparlarsa da yine onlar; “Muhlis kullarım hariç... ” (Hicr/40)
ayeti dairesindedirler. Bu dereceye ulaşmayanlar, “Allah'ı pek az zikreder,
küfür ile iman arasında bocalarlar. ”(Nisâ/142-143) ayetinin
belirttikleridir.
Bu yüzden Hazreti Ali
Efendimizden şu hadis rivayet olunmuştur: “Kıyamet gününde dünyada iken
çektikleri yoksulluk ve yoksunluğun mükâfatını insanlardan almaya çalışmış olan
sabırsız fakirlere Cenab-ı Hak şöyle diyecektir: Size dünyada satın almak
istediğiniz eşya ucuz satılmaz mıydı? Rastladığınız kimseler tarafindan selam
ve iltifatla gönülleriniz alınmaz mıydı? İşleriniz hemen görülmez miydi? işte
siz mükâfatınızı dünyada aldınız. Artık sizin başkaca ecir ve mükâfat istemeye
ne hakkınız var?”
Veheb bin
Münebbih Hazretleri, Abdullah bin Mübarek Hazretlerinin şu kıssayı anlattığını
naklediyor ki, bu maksadı açıklayan tarihî olaylardandır:
Abidlerden bir
zat bir sohbette demiş ki:
“Günaha
girmenize sebep olur korkusuyla evlat ve lyali, mal ve menali terk ettik.
Dünyanın şanından şöhretinden el çektik. Hâlbuki şu yokluk ve yalnızlık
köşesinde dünyayı seven zenginlerden daha fazla günaha girdik. Zira bir kimse
ile karşılaşsak iyi halimizden dolayı hürmet görmeyi, başka bir kimseden bir
şey rica etsek takva ehli olduğumuz için isteğimizin hemen yerine
getirilmesini, çarşıdan bir şey satın almak istesek iyi halle tanındığımızdan o
metanın ucuzca verilmesini arzu ediyoruz. Bu yüzden de gizli riya yapıyoruz.”
Bu şekilde
üzüntüsünü belirttiğini zamanın hükümdarı işitti ve bu mübarek zatı ziyaret
edip duasını almak istedi. Büyük bir ihtişamla saray erkânıyla birlikte abidin
yaşadığı yere vardığında, hükümdarın geldiğini haber alan âbid karşılamaya
hazır olacak yerde her zamanki haliyle oturup hemen sofra kurdu ve ağzını
doldura doldura büyükleri tiksindirecek şekilde yemek yemeye başladı. Hükümdar
onu böyle görünce ziyaret etmek istediği zatın başka birisi olduğunu tahmin
ederek sordu, o zat olduğu cevabını alınca: “Böyle terbiyesiz kimseden ne hayır
gelir? Boş yere zahmete girdik.” diyerek geri dönmeye mecbur oldu. Âbid bunun
üzerine: “Elhamdülillah, Cenab-ı Hak senin sevgini ve alakanı benden kesti.”
diyerek şükretmiştir.
Din büyükleri bu gibi gizli
riyadan tamamen uzak dururlar. Bir riya eserine uğrarlarsa kendilerini
kötülerden gösterirler.
FudayI lyaz
Hazretlerinin, “Her kim mürai görmek isterse bana baksın!” buyurması ve Malik
bin Dinar Hazretlerinin kendisine “Mürai!” diyen bir kadına “Başkalarının
düşünemedikleri bu ismi bana ne güzel buldun?” demesi böyledir.
Davud Tâî Hazretleri kendisini
ziyarete gelen bir adama:
“Hacetin nedir?” diye sormuş.
“Ziyaret-i şerifinizdir!”
cevabını alınca;
“Sen beni ziyaret ettiğin zaman
insaniyetli, güzel bir hareket yapmış oldun. Fakat bana ‘Sen kimsin ki ziyaret
olunuyorsun?’ denildiğinde cevap verebilmek için çekeceğim sıkıntıyı düşün!
Zira ‘Zahidlerden misin ki ziyaret olunuyorsun?’ denilse, vallahi değilim.
‘Abidlerden misin?’ denilse, vallahi değilim. ‘Salihlerden misin?’ deseler
vallahi değilim!” buyurmuş.
Bundan sonra kendisine kızarak:
“Davud, gençlik zamanında sen fâsık olmuştun, şimdi büyüyüp yaşlandığında
da riyakâr oldun! Vallahi bir mürai âbid, fâsık bir âbidden daha fenadır!”
diyerek üzüntüsünü belirtmiştir.
Ey talip, senin hususi hallerini
insanların bilmesini istemen, kullukta sadık olmadığını gösterir.
Hüsn-i hâlin bildiğin halk-ı cihanın istemen
Hakk’a
kullukta sadakatsizliğin burhanıdır
Hususiyet burada Cenab-ı Hakk’ın
bazı kimselere özel ihsanı olan faydalı ilim, güzel amel ve kalbe ait manevî
hallerdir. İşte bir âbidin bu hususiyeti halka bildirmek istemesi kullukta
eksikliğinden başka bir şey değildir. Çünkü kullukta sadakat ağyara bakmamak,
mâsivaya rağbet etmemektir. Eğer bu âbid sadık bir kul olsaydı, Cenab-ı Hakk’ın
ilmiyle kanaat etmesi, başka birisinin bilmesini istememesi gerekirdi. Bu
sebepten ötürü Peygamber Efendimizin(sas) bildirdiği üzere gizli bir
güzel amel, aşikâr yapılan ibadetten yetmiş kat üstündür.
Hazreti İsa
havariyyûna buyurmuş ki: “Eğer içinizden biriniz bir gün oruç tutarsa sıcak
memleketlerin ahalisinin âdeti gereğince başını örtsün, dudaklarını silsin de
onu görenler oruçlu olduğunu bilmesinler. Yine biriniz bir fakire sadaka
verdiği vakit sağ eliyle verip solundan gizlesin. Yine biriniz namaz kıldığı
zaman kapısının perdesini kapasın. Zira Cenab-ı Hak takdir edilmiş rızıkları
bölüştürdüğü gibi övülmeyi de öylece dağıttı.”
Arif bir kişiye sadık dostun alâmetinin ne olduğu sorulduğunda “Taatini
gizlemektir.” cevabını vermiştir.
Ahmed bin
Havari Hazretleri de demiştir ki: “İyilikle tanınıp anılmak isteyen kimse
ibadetinde şirk etmiş olur. Çünkü Cenab-ı Hakk’a muhabbetle ibadet eden kul,
evladının başkasına hizmet ettiğini göstermek istemez.”
Şeyh Abdullah el Karşî Hazretleri: “Hareketlerinde ve sözlerinde Hak
Teâlâ’nın işitip görmesiyle yetinmeyen kimse, hiçbir zaman riyanın elinden
yakasını kurtaramaz.” demiştir.
Sehl bin
Abdullah Tüsterî Hazretleri buyurdu: “Kendisiyle Rabbi arasında cereyan eden
hali başkasına bildirmek isteyen kimse gafildir.”
Ebu’I-Hayr el-Akta Hazretleri dedi ki: “Amellerini halkın bilmesini arzu
eden kimse müraidir. Hallerini insanlara bildirmek isteyen kimse yalancıdır.”
Bazı ârifler nasihat isteyen bir kimseye şöyle öğüt verdiler: “Tanınmayan
ve tanınmayı sevmeyen bir kimse olarak da meşhur olmayı sevme!”
Haşan Basri Hazretleri: “Bir grup insana rastladım ki, gizleyebildikleri
amelleri gizlerler, beraber oldukları zata hususi hallerini bildirmeksizin
ayrılırlar. Bir grup insana da tesadüf ettim ki, Kur’an’ı ezberlerler de
komşularını ondan haberdar etmezler. Cenab-ı Hakk’a geceli gündüzlü dua
eyledikleri halde kimseye belli etmezler.” dedi.
Muhammed bin
Vâsi Hazretleri dedi ki: “Ben de birtakım Hak erlerine rastladım ki, geceleri
aileleriyle beraber bir yastığa baş koydukları halde Allah aşkı ve Hak Teâlâ
korkusuyla sabahlara kadar gözlerinden döktükleri yaşları onlara göstermezler.
Birtakım zatlara tesadüf ettim ki, namaz kılarlarken duydukları manevî zevkle
gözlerinden akıttıkları yaşlar yerlere döküldüğü halde yanında bulunanlar onun
farkına varmazlar.”
İşte bu
haller ve sözlerle ahvâli gizlemek, sülûkun başlangıcında olan müridlerin
halidir. Zira Hak yolunun yolcusu mârifet deryasında ve müşahede nurlarında
müstağrak olup kendini yitirirse, ümmete örnek olmak ve nimete şükretmek için
hallerini açıklamalarında, amellerini göstermelerinde sakınca olamaz. Bu yüzden
bazı eski büyükler tanıdıklarıyla karşılaştıklarında: “Bu gece şu kadar rekât
namaz kıldım veya şu kadar cüz Kur’an okudum.” diyerek hallerini ilan ederler.
“Riyadan korkmuyor musunuz?” diyenlere, amellerinin efâlullah olduğunu
bildikleri için: “Yazık size! Başkasının yaptığı işle riya olunur mu?”
derlerdi.
Bazıları da: “Niçin ibadetinizi saklamıyorsunuz?” diyenlere: “Allah
Allah! Cenab-ı Hak ‘Rabbinin nimetini söyle? buyurmadı mı ki, siz
söylemeyin diyorsunuz? Cenab-ı Hakk’a mı yoksa size mi itaat edelim?” cevabını
verirlerdi.
Bu gibi sülûkun
sonuna varmış olanların, kulların uymaları ve irşad olmaları için amellerini
gizlemelerinden ziyade açıklamalarının daha faydalı olduğuna dair hadis-i şerif
vârid olmuştur. Peygamber Efendimize(sas) soruldu:
“Ya Resulallah,
bazı amellerimi insanların bilmesi beni memnun ediyor. Bunun sebebi nedir?”
Peygamber
Efendimiz(sas) şöyle buyurdular:
uSenin
için, biri gizlemen, biri açıklaman sebebiyle iki ecir vardır. ” Bu hadis-i
şerifi muhakkıklar yukarıdaki anlamda yorumlamışlardır.
Özetle sâliklerin sülûkun başında halktan kaçıp amellerini gizlemelerinin
sebebi; takva ve ihlâsla ibadet etmeyi başararak yakîn nuru ve temkin elde
etmek suretiyle kendilerinden fani olup yolun sonuna ermek, Hak’la baki olarak
halka geri dönmek hikmetine dayanır. Bu makama ulaştıktan sonra ise Allah’ın
has kulu olmak şerefi ele girer. Artık sâlik beşerî iradesinden sıyrılmış ve
İlâhî iradeye tabi olup bağlanmıştır. Bundan sonra amellerini açıklamayı da
arzu etmez, gizlemeye de önem vermezler. Zira açıklamayı seven kimse, açık olmanın
kölesi (abd-i zuhur) ve gizlemeyi seven kimse de gizli kalmanın bağlısı
(abdü’l-hafâ) ve her ikisinden de uzak olarak Allah’ın iradesiyle hareket eden
kimse ise Allah’ın kulu (abdullah) olur. İşte kullukta sadakat bundan
ibarettir.
Hakk’a tefvîz-i umûr et ne elem çek ne keder
Gelir elbette zuhura ne ise hükm-i kader
Ey talip, halkın sana bakışını Cenab-ı
Hakk’ın nazarıyla yok et. Hak Teâlâ’nın sana teveccühünü görerek halkın
teveccühlerini kaybet.
Nazargâh-ı Hüdâ ol olma halkın nazrasın tâlib
Görüp ikbâlini et nâsın ikbâlinden istiğnâ
İnsanların
bakmalarına önem vermeyerek daima Cenab-ı Hakk’ın nazarını gözleyip beklemek,
halkın sana olan ilgilerine değer vermeyerek Hak Teâlâ’nın teveccühünün
müşahedesiyle nurlara gark olmak kulluk sadakatidir. Zira kemal derecesine
ulaşmayan sâlike insanların teveccüh göstermeleri kibir ve gurur verir. Bu
teveccühe değer vermek müdahene, riya, yapmacık davranış, hevaya uymak gibi
kötülükler getirir. Bu ise manevî rütbe derecelerinin inmesine, İlâhî nazardan
düşmeye sebep olacağından kâmil mü’minler hiçbir zaman halkın ilgi göstermesine
değer vermezler. Bundan bir fayda hâsıl olmayacağı için ancak akılsızlar halkın
teveccühünü önemserler.
Sehl bin Abdullah Hazretleri
Mekke-i Mükerreme’de bir tarikat müridine hayırlı bir hatırlatmada bulundu. O
da halkın karşı çıkması yüzünden bu öğüdünü tutamayacağını söyleyince Şeyh
Hazretleri şöyle buyurdu: “Sâlik, kulluk hakikatine iki halin birini
gerçekleştirmedikçe ulaşamaz. Bu iki hal, ya halkı gözden çıkarıp âlemde
Hâlik’tan başka kimse görmemek veyahut nefsini gönlünden çıkarıp dünya
hadiselerine aldırış etmemektir.”
Insan-ı kâmil insanların
kötülemelerine üzülüp övmelerine sevinmez. Hak yolunda kötülerin yermesinden
korkmaz. Rabbani mücahid ve Hak nazarını isteyen gönül ehli olur. Halkın
bakışına önem vermez. Hak rızasını kazanmaya çalışır. Lüzumsuz işlerle
uğraşmaz.
Hazreti Lokman
bir merkebe binmişti. Oğlu yanında yürüyerek gidiyorlardı. Çarşıya
vardıklarında halk onları görünce:
“Bu masum
çocuğu nasıl kıyıp da yürütüyorsun? Hiç olmazsa arkana oturtsaydın!” deyip
Lokman Hazretlerini şefkatsizlikle suçlayıp ayıpladılar.
Bunun üzerine o
da çocuğu hayvanın arkasına bindirdi. Bu sefer:
“Bir merkebe
iki adam az gelir, birisi de hayvanın önüne binseydi daha tuhaf olurdu...” diye
alay ettiler.
Hazreti Lokman
da merkepten inip eşeği önden çekerek yürümeye başladı. Bazıları bunu görüp:
“ihtiyar adam
yürürken çocuğun eşeğe binmesi ne saygısızlık!..” diyerek kabahat buldular.
Bunun üzerine
artık çocuk da merkepten indi, babasıyla birlikte eşeğin arkasında yürümek
zorunda kaldı. Boşboğazlar buna da kusur bulup dediler ki:
“Allah Allah,
şunlara bakın! Birisi ihtiyar, biri küçük çocuk... Önlerinde merkepleri yüksüz
olduğu halde yine binmemişler.”
Cenab-ı Lokman
bu sefer oğluna dönüp:
“Böyle çeşitli
tabiatlarda ve düşüncede olan insanların hoşnut olmaları hiçbir zaman mümkün
olmaz. Onun için hal ve harekâtının daima Hak rızasına uygun olmasını gözet.
Dedikoduya, halkın övmelerine, yermelerine aldırış etme!” diye nasihat etti.
Muhammed bin Eşlem Hazretleri
şöyle buyururlardı: “Ben halkla ne bakımdan ilgilenebilirim ki, babamın belinde
anamın kanundaydım. Dünyaya gelmeye mecbur olduğum gibi, ahirete gitmeye de
mecburum. Ölüp kabre girdiğimde Münker ve Nekir’in sorularına vereceğim cevapla
kabrim ya cennet bahçesine veya cehennem çukuruna dönecek. Kıyamet gününde Hak
huzurunda günahlarım, amellerim hesaplanıp ya nimetlere erişeceğim veya azaba
atılacağım. Buralarda hiç kimseyle beraber olacak değilim.”
Haris bin
Muhasibi Hazretlerine sordular:
“Sadık kulun
alâmeti nedir?” Cevap verdi:
“Sadık kul
insanların yanında değeri tamamen kaybolmuş olsa kalbinin düzgünlüğünden dolayı
yine buna aldırış etmez. Güzel amellerinden zerre kadarını insanların bilmesini
istemez. Kötü işlerine halkın muttali olmasından nefret etmez. Zira
kötülüklerin bilinmesinden nefret etmek güzel halin insanlar arasında
yayılmasını arzulamanın delilidir ki, bu da sadıkların ahlâkından olamaz.”
Merd-i kâmil kendi nefsinde kemâl ister kemin
Eylemez zemm ü senâyı halka asla itibar
Kim Hakk’ı bilirse her şeyde O’nu
müşahede eder. Kim Hak’ta fani olursa gaib olur. Kim
Hakk’ı bilirse O’nun üzerine hiçbir
şeyi tercih etmez.
Eden hakkıyla hâsılHakk’a nisbet
Anı eyler bütün eşyâda ruyet
Olurfânî Hüdâ’da her geh dâim
Vücud emrinde görmez vech-i kaim
Eden bir kimse hâsıl hubb-ı Gaffar
Ana karşı sivâyı etmez îsâr
İrfan sahibi,
sülük makamlarından “mârifet” makamını gerçekleştirdiğinde âlemde Cenab-ı
Hakk’ı açıkça müşahede ettiğinden dolayı artık hiçbir şeyden ürkmez; her mevcut
ile uyuşup uzlaşır.
“Fenâ” makamında tahakkuk eden sâlik de her şeyden hatta kendi nefs ve
hissinden bile gaib olarak Cenab-ı Hak’tan başka bir varlık görmeyeceği için
ekvana güvenmez ve dayanmaz. Fakat “mârifet” makamında olan ârifler buradan
terakki edip “beka” makamına geçtiklerinden ancak Hakk’ı Hak ve halkı halk
görerek Hak ile halktan ve halkla Hak’tan perdelenmezler. Bununla birlikte
kendilerinden ve hislerinden gaib olmazlar. Muhabbet makamındaki âşıklar ise
gerçek sevgili Hak Teâlâ’ya hiçbir şeyi tercih etmezler. Daima rıza meclisinde “Allah
bizimledir. ” şarabının sarhoşu olduklarından İlâhî iradenin dışında bir
harekette bulunamazlar.
Bunlar bu makamların alâmetlerindendir. Bu makamlarda
olduklarını iddia edenler bu ölçüyle imtihan edilip fark ve belli edilmelidir.
Ey talip, seni ancak Cenab-ı Hakk’ın
sana yakınlığı perdeledi. O’nun perdelenmesi zuhurunun şiddetinden, gözlerden
gizlenmesi nurunun azametindendir.
Şiddet-i kurbu sana oldu hicâb
Ol Hüdâ-yı zâhirin bî-irtiyâb
Ihticâb etti heman ol Kird-gâr
Olduğundan pek ziyâde âşikâr
Halkın ebrârından ol aynü ’l-ayan
Kuvvet-i nûrundan olmuştur nihân
Uzaklığın şiddeti görmeyi engellediği gibi, fazla yakınlık da hakikatin
idrak edilmesine manidir. Zira Cenab-ı Hakk’ın yakınlığının şiddeti insanın yok
olmasını gerektirdiğinden insan için görülmesi imkânı yoktur. Bu gerçek Tur
dağında Cenab-ı Hakk’ın tecellisi ile koca dağın parçalanması ve Hazreti
Musa’nın bayılması ile açıklığa kavuşmuştur. Fakat ahiret yurdunda beşeriyet ve
tabiatın kalkması ve insan suretinin hakikate dönmesiyle görüşü açılacağı gibi
dünyada da perdelerin kalkmasıyla Cenab-ı Hak, eşyada kaim ve ekvanı kaplamış
olarak ancak basiret nuruyla görülebilir. Şüphesiz bir şeye fazla yakınlık
insanın onu görmesine engel olur, bakışını perdeler. Çünkü yakınlığın hakikati,
yakınlığın şiddetinden dolayı ona yakın olan insanın hissedememesidir. Bir
kimse misk kokusuna yaklaştıkça kokunun arttığını hisseder. Fakat rayihanın
olduğu yerde devamlı kaldığı zaman, burnu ona alışarak kokuyu duyamaz olur.
Yine
açıklığın şiddeti, nurun kuvveti de görmeye manidir. Güneş ışığının diğer
şeylerin ışığından güçlü ve şiddetli olması sebebiyle gözleri kamaştırmasının
yanı sıra güneşe karşı bakmayı engellediği bilinir. Bir başka ifadeyle, kendi
parıltısı kendisini görmeye mani olur.
Burada perdenin manası gözlerin nurun parlaklığına
dayanamamasından ibarettir. Perde diye bir şey bahis konusu olmaz. Zira Cenab-ı
Hak zatıyla zâhir olup yine zatından dolayı perdeli olamayacağından, bu perde
beşerî kesafet nedeniyle manevî müşahededen mahrum olan insanlara göredir.
Ey sâlik, ettiğin duanın Cenab-ı Hakk’ın ihsanına sebep
olduğunu düşünme. Zira Hak Teâlâ ile ilgili bilgin noksan olur. Dua ve isteğin
kulluğunu göstermek ve rububiyet haklarını yerine getirmek için olsun.
Duâyı ittihâz etme seheb-i ihsân-ı Mevlâ’ya
Bu zirâ fehm-i esrâr-ı Hüdâ ’da hükm-i noksandır
Duâyı eyle izhar-ı ubudiyet için dâim
Dahi ifâ-yı hakk-ı Hak için işte bu irfandır
Cenab-ı Hak
Kur’an-ı Kerim’in birçok yerinde kendisine hacet arz edilip münacat edilmesini
emrediyor. Bunlardan biri: “Kullarım benden sorarlarsa ben yakınımy
dua edenlerin duasına icabet ederim.” (Bakara/186) Biri de: “Bana dua
edin ki duanıza icabet edeyim.” (Mü’min/60) ayetleridir. Bu ayetlerin
zahirî manalarından anlaşılan, duanın icabet ve ihsan sebebi olmasıdır. Hâlbuki
ezelde takdir edilmiş olanın değişmeyeceği, duaların ezelde verilmiş takdir
hükmüne tesiri olmayacağı açıktır.
Şu halde
ortaya çıkan çelişkiyi gidermek gerekir ki müellif bu maksatla ve buradaki
İlâhî sırları beyan etmek için bu hikmeti ifade etmiştir. İlâhî ilim ve ezelde
verilmiş hüküm dua ile değişemeyeceğinden insanlar İlâhî ihsanları dualarından
bilmemelidir. Dua ile emellerine ulaşmaya çalışanlar, bu ayetlerde dua ile
ilgili İlâhî emrin sırlarını ve gizli hikmetlerini tam olarak idrak etmemiş
olanlardır. Zira Cenab-ı Hakk’ın duayı emretmesi, duanın isteğin elde
edilmesine sebep oluşundan değil kulların kendisine ve ihsanlarına muhtaç
olduklarını belli etmeleri ve böylece kendisine ait olan hakları yerine
getirmeleri içindir.- Bu sırada takdir edilmiş bulunan da husûle geleceğinden
görünüşteki çelişki ortadan kalkar.
Ebu Nasr es-Sirac Hazretleri dedi ki: “Hakk’a teslim olup tefviz-i umûr
etmiş olan âriflerin yine duadan geri kalmamalarının sebebi nedir?” diye
sorduğumda bazı şeyhler şöyle cevap verdiler: “Namaz gibi dua da beden
azalarıyla yapıldığından, dili dua ile süsleyip terbiye etmek içindir.”
Bazıları da: “Dua etmekle emredilmiş olduğumuzdan bu emre uymak için dua
ederiz.” dediler. Bazıları da şöyle cevap verdi: “Duanın faydası Cenab-ı Hakk’a
karşı yoksunluk göstermek, zilletle kulluk vazifesini yerine getirmektir. Yoksa
Allah dilediğine hükmeder ve dilediğini yapar.”
Şu halde bu hikmetin gereğince, Cenab-ı Hak kulların
Rabbi olduğu gibi insan da bütün işleri ve sözlerinde Allah’ın kulu olmak için
ne kadar isteklerini elde etmiş, maksatlarına erişmiş olsa da yine dua etmekle
mükelleftir. Her halinde Mevlâ’sına yalvarış elini kaldırmalı, duasının kabul
edilip edilmediğine bakmamalıdır. Bu yüzden Ebu Şazelî Hazretleri buyurdu:
“İsteğine erişmek için dua eden sâlik perdelenir. Zilletini arz edip münacat
eden mürid sevilir. Yani birisi mahcûb, diğeri mahbub olur.”
İmam Kuşeyrî Hazretleri: “İnsanların en fenası, ihlâsla istemeyi ve
ağlayarak içten dua etmeyi musibet ve bela zamanlarına münhasır kılan, selamet
sahiline çıktığında da Cenab-ı Hakk’a karşı kulluk vazifesini unutan insandır.”
Bazı Hak erleri de şöyle dediler: “Cenab-ı Hakk’a sığınmaya sebep olan
dert ve bela, gaflet getiren ihsan ve rahatlıktan daha hayırlıdır.”
Seherde gül gibi baş aç tazarru eyle mabuda
Duâ-yı subh anahtardır kilid-i bâb-ı maksûda
Ey kul, senin dua ve isteğin Cenab-ı
Hakk’ın ezelde takdir etmiş olduğu ihsanına nasıl sebep olabilir? Ezelde
verilmiş hüküm sebep ve illetlere bağlı olmaktan uzak ve yüksektir.
Atâ-yı sâbıka bâis olur mu dâvet-i lâhik
Muzâf olmaktan ahkâm-ı ezel esbâba âlîdir
Olmuş ve olacak bütün varlıklar ve hadiseler ilâhı
ilim suretlerinden ibarettir. “Olmuş olandan başka bir şeyin yaratılması imkân
dışıdır.” anlamınca İlâhî ilim suretleri dışında olacak bir hal ve keyfiyet
yoktur. Ezelî rabbanî ilim, değişmekten münezzeh ve mukaddestir. Bundan böyle
de gelecek zamanlar ve zaman içinde olacak şeylerin hepsi “Ceffe’l-kalem”
(Kalem kurudu) hadis-i şerifi hükmüne göre o ilim suretlerinin tecellisinin
eserleridir. Böyle olunca ezelde Cenab- ı Hakk’ın iradesiyle takdir edilmiş bir
ihsan-ı ilâhiyeye, sonradan var olmuş bulunan bir insanın dua ve isteği tesir
edebilir mi? İlâhî ihsan ezelde Cenab-ı Hakk’ın kadim iradesine bağlıdır, talep
ve dua ise sonradan yapılmıştır. Sonradan ortaya çıkanın kadimde tesiri olamaz.
Önceden verilmiş ihsana, sonra meydana gelen duanın sebep olması düşünülemez.
Ezel hükmü burada İlâhî ihsandır. Sebep ve illet ise dua ve taleptir.
Özetle ezelî irade ve rabbanî meşiyyet (irade) bütün
takdir edilmişlerin müessir illetidir. Allah’ın yaratmasında başka sebep ve
illet düşünülemez. Bu hikmetteki iki cümle önceki hikmetteki anlamların ayrı
ayrı delildir, ikinci cümle birinciye de delil olabilir.
Ey derviş, Cenab-ı Hakk’ın sana ihsan etmesinin sebebi senin
bir amelinden ötürü değildir.
Ihsan etmeyi dilediğinde sen
neredeydin? Sana ihsan etmeyi dilediği vakitte güzel amel ve iyi hal yoktu;
yalnız Hak Teâlâ’nm fazlı ve keremi vardı.
Tecelli-i ilâhı sende cânâ
Değil mâlûl amelle senden asla
Aceb nerde idin “Rûz-ı Belâ ”da
O vakt-ı fazl u ihsân-ı Hüdâ’da
Teveccüh ettiği demde 'inayet
Tekabül ettiği anda riâyet
O günde yok idi a mâl ü ahvâl
Heman var idi ihsan ü ifdâl
İnsanın
isteklerinin ezelde ilâhı iradeye taalluk ettiği vakitte, henüz insan varlık
kokusunu koklamamış ve mevcut olmamıştı. Buna göre Cenab-ı Hakk’ın inayetine,
güzel amellerin ve hayırlı duaların sebep olmadığı açıklık kazanır. Nasıl sebep
olabilir ki; henüz sebep ortada yokken İlâhî inayet vardı.-
Şu halde
Cenab-ı Hakk’ın ezelî inayetine yönelen amellerin ve güzel hallerin mevcut
olmadığı ezel gününde ancak Hak Teâlâ’nın keremi ve lütuflarının mevcut olduğu
anlaşıldı. Öyleyse duanın istenilenin verilmesine, güzel amelin inayete,
cennete girmeye ve cehennem azabından kurtulmaya sebep olamayacağı da açıkça
belli oldu.
Bu yüzden
Vâsıtî Hazretleri şöyle dedi: “Alemde haller ve çeşitli kazançlar ezelde
bölüştürülmüş olduğuna göre fiiller, hükümler ve gerçekleşecek şeyler ebediyen
icra olunmuş bulunduğuna göre, insan artık maddî ve manevî isteklere özenip
nasıl erişebilir? Çalışıp çabalamakla neye ulaşabilir? 'Rahmetini istediğine
tahsis eder. ’ (Al-i îmran/74)
Dâd-ı Hak-râ kabiliyet şart nîst
Belki şart-ı kabiliyet dâd-ı Hak
(Hakk’ın ihsanında kabiliyet şart değildir, kabiliyet Cenab-ı Hakk’ın
vergisidir.)
Cenab-ı Hak kullarının ezelî
inayetinin ortaya çıkış sırrını öğrenmeye can atacaklarını bildiği için
Kur’an’da rahmetini dilediğine tahsis edeceğini söyledi. Ama bu ihtisasın
düşüncesiyle onları kendi hallerine bırakmış olsa ezelî ilme güvenerek güzel
amel işlemeyi terk edeceklerini bildiğinden: “Allah’ın rahmeti ancak iyilik
edenlere yakındır.” dedi.
Bilip o Hâlik-ı rûy-i zemin ü
çerh-i kebûd
Zuhûr-ı sırr-ı inâyet 'ibâdına maksud
Buna işâret ile o Hüdâ kitâbmda
Buyurdu muhkem-i tenzîl-i müstetâbında
Eder hasisa-i rahmetle sürür u
mümtaz
Kimi dilerse cenâb-ı Hüdâ-yı bî-enbaz
Dahi bilir ki bıraksa bu halde
anlan ger
Ki itimâd-ı ezelle ibâdet etmezler
Dedi bu nükteye mebnı de
Hazreti Mâbud
Heman ekârime oldu yakîn rahmet ü cûd
“İnayet” İlâhî
iradenin bir şeyin gelecekte meydana gelmesine ezelde taalluk etmesidir. İnayet
Cenab-ı Hakk’ın bir şeyin gelecekte olmasını ezelde dilemiş olmasına bağlıdır.
Sır örtülü, gizli olan şeye denir. İnsanlar ezelde irade-i ilâhîyenin halleri
ne suretle etkilediğini bilemediklerinden gelecekte o sırrın meydana çıkmasına
büyük bir istek duyarlar. Duaların, güzel amellerin emellerine ulaşmada etkili
olacağına inanarak Cenab-ı Hakk’ın ezelî inayetinin zuhuruna ümitle dua
ederler. Cenab-ı Hak onların emellerindeki tamahlarını kırmak için Kur’an’da “Rahmetini
dilediğine tahsis eder. " (Bakara/105) buyurmuştur. Kendisine İlâhî
rahmet nasip olanlar Cenab-ı Hakk’ın dilediği insanlardır. Buna göre inayet
sırrının bazı zatlara has olduğu, güzel amel ve duaların inayet sırrının
açılmasına sebep olamayacağı anlaşılmış olur. Ancak rahmetin sırf kendine
ayrılmış olması düşüncesi ezelî iradeye güvenip dayanarak ibadet etmeyi
bıraktırır. Bu ise Cebriye mezhebinin batıl inanç ve amellerindendir. Hâlbuki
cüz’î iradeyle yükümlü olunan kulluk vazifelerinin yapılması, kulluk gereğinin
yerine getirilmesi lazımdır. Bu yüzden Hakk’a tefviz-i umûr ile birlikte kulluk
görevlerinin ifasının, İlâhî inayetin ortaya çıkıp devam etmesine adi sebep olacağını
da anlatmak için yine Kur’an’da: “Şüphesiz Allah'ın rahmeti muhsinlere
yakındır." (A’raf/56) buyrulmuştur. Güzel amel işleyen ve iyilik
edenlere İlâhî rahmetin yakın olduğu göz önünde tutulursa, güzel amel ezelî
inayetin illeti olmazsa da onun alâmet ve emmaresi olacağı ve ezelî ilme
güvenmekle ibadeti bırakmanın asla uygun olmayacağı belli olur.
Ashab-ı kiram
İlâhî ilmin değişmeyeceğini ve bu halde amellerin dünya ve ahirette faydası
görülemeyeceğini öğrendiklerinde Peygamber Efendimizden'"’ amel etmeyi
bırakmak müsaadesini istediler. O zaman Resulullah Efendimiz şöyle buyurdular: “Amel
işlemeye devam edin, kim ne maksat için yaratılmışsa o maksadın ameli ona
kolaylaştırılır. "
Zira ilmin bilinene tesiri yoktur. Yaratılmış olan ne varsa hepsi başta
ve sonda Allah’ın yarattıklarına kolaylaştırılarak meydana gelmiş ve
gelecektir. Bundan dolayı kullara düşen kulluk gereklerini yerine getirmek,
Cenab-ı Hakk’ın işi de ezelî iradesine göre Rablik hukukunu yürütmektir.-
Her şey ilâhı iradeye dayanır, ilâhı
irade ise hiçbir şeye bağlı değildir.
Eder meşiyyet-iMevlâ'ya istinâdeşya
Meşiyyet
eylemez eşyaya istinâd asla
Mevcudatın hepsi ezeldeki İlâhî
irade ile meydana gelmiş olduğu gibi, âlemde İlâhî iradeye dayanmayan bir şey
bulunmaz. Allah’ın iradesi dışında bir şeyin ortaya çıkması ve olması
düşünülemez. Her şeyin illeti İlâhî iradedir ve bu iradenin illeti yoktur.
İlâhî iradenin bir şeye istinâd etmesi düşünülmüş olsa, kemal sıfatlarıyla
sıfatlı ve noksan sıfatlardan münezzeh olan Hak Teâlâ’nın iradesinde başka bir
şeye dayanmak ihtiyacı olmasını gerektirir ki bu sıfatlarında noksanlık
demektir ve muhaldir.
Bu hikmetten
maksat bundan önceki hikmet gibi dua, talep ve güzel amellerin ezelî rahmet ve
inayete sebep olamayacağını bildirmektir. Zira bütün varlıkların dayanağı ve
müessir sebebi ancak rabbanî iradedir. Buna göre artık duanın ve güzel
amellerin İlâhî iradeye tesiri olamayacağı gerçeği açıklık kazanır. Dua ve
amelin tesiri olsa İlâhî iradenin onlara dayanması gerekir ve muradın iradeden
farklı olması icap ederdi. Bu Cenab-ı Hakk’ın kemal vasıflarında noksanlık
bulunması demektir ki muhaldir.
Şu halde sâlike lazım olan ezel hükümlerine tutunmak, sebebi, illeti
aradan çıkarıp tedbir ve ihtiyarını terk etmek ve kulluk kapısında muhtaç halde
bulunmaktır. Bu tevhid edebinin gereğidir. Bu mevzuda Ebubekir Vâsıtî
Hazretlerinin şu sözleri kulaklara küpe yapılacak değerdedir: “Cenab-ı Hak bir
fakire yoksulluğundan ötürü yakın olmaz ve bir zenginden zenginliği yüzünden
uzaklaşmaz. Dünya saraylarının Allah katında değeri olmadığından bunlar vuslat
ve ayrılık getirmez. Sen dünya ve ukbayı Hak yolunda serip feda etsen, bu
davranışın seni ahadiyet dergâhına ulaştırmaz. Dünya ve ahiretin tümüne malik
olsan bu sebeple ulûhiyet kapısından uzaklaşmazsım Cenab-ı Hakk’a yakın olan
illetsiz yakındır ve uzak olan da sebepsiz uzaktır. Cenab-ı Hak Kur’an-ı
Kerim’inde buyurdu: Allah'ın nur vermediği kimsenin nuru olmaz.”
(Nûr/40)
Yine Vâsıtî Hazretleri buyurur: “İnsanların hepsi ilâhı irade ve
rabbanî kudret dairesinde kullanıldıkları için hakikatte ne bir kimse Cenab-ı
Hakk’a muhalefet, ne de muvafakat etmiş olur. Geceyi gündüze çeviren, kalplere
ve gözlerin görmesine tasarruf eden Hak Teâlâ olduğu halde Hak ile halk
arasında aykırılık ve uygunluk artık nasıl tasavvur olunabilir?”
Arifin ezelî
kısmete güvenip zikrullahla meşgul olması bazen dua ve talebi terk ettirir.
Itimâd-ı kısmet-i Hak iştigal-i
zikr-i Rab
Ettirir erbâb-ı irfâna gehî terk-i taleb
Cenab-ı
Hakk’a teslim olup tefviz-i umûr eden ve kaderine razı olan ârifler için ezelî
kısmete güvenerek istemeyi bırakmak edep gereğinden sayılır. Muhakkıklar talep
ve dua mı hayırlıdır, yoksa sükût etmek mi efdaldir konusunda farklı görüş
belirttiler. Bazı âlimler, dua dil amelinden bir amel ve aslında bir ibadet
olması bakımından daha hayırlıdır dediler. Çünkü Peygamber Efendimiz"’: “Dua
ibadetin iliğidir.” buyurmuştur. Beden ilikle yaşadığı gibi ibadet de dua
ile devamlılık kazanır.
Ebu Hâzım A’rec Hazretleri: “Duadan mahrum olmak, duanın kabulünden
mahrum olmaktan daha şiddetlidir.” buyurdu. Bir kısım ârifler de: “Sükût etmek
ve bilinip tanınmamak (humul), ezelî hükmün icrası altında bulunmak ve rabbanî
iradeye razı olmak demektir. Bu da kulluk edeplerinden olduğundan duayı
bırakmak daha uygun olur.” dediler ve buna şu hadis-i kudsîyi delil
gösterdiler: “Benim zikrim her kimi benden bir şey istemekten meşgul ederse,
ona isteyenlere verilenlerin en üstününü veririm. ”
Bazı sofiler de şöyle dedi: “İnsan hem duanın, hem de rızanın gereğinin
yerine getirilmesi için diliyle dua edip kalbiyle razı olmalıdır.” Ebu Kasım
Kuşeyrî Hazretleri bu hususta şu açıklamayı yaptı: “Vakitler çeşitli olduğundan
bir sâlikin kalbinde genişlik gibi duaya işaret hissettiği zaman talep ve duada
bulunması iyidir. Kalbinde daralma hissedip sükûta alâmet bulduğunda susup razı
olması uygun olur. Eğer kalbinde bu iki halden birini bulamazsa o zaman dua
veya sükût etmesi birdir, dilediğini yapar. Bu vakitte ilmi çok olan sâlik dua
etmelidir. Zira dua ibadettir. Eğer sâlikin irfanı üstünse duayı bırakması daha
iyidir.”
Bir hadis-i
şerife göre: Cenab-ı Hak eğer dua eden kimseyi severse, iradesini infaz etmekle
görevli olan Cebrail’e, onun sesini işitmeyi sevdiğinden istediğini
geciktirmesini, eğer sevmiyorsa, sesini duymaktan hoşlanmadığından dolayı
isteğinin hemen verilmesini emreder. Şu halde “Allah bir mü’minin, bir de
münafığın duasını kabul eder.” sözü ne kadar anlamlıdır.
Ancak gaflete
düşecek olana hatırlatılır, ihmal edecek olan kişi uyarılır.
Olur ma ’rûz-ı gaflet şüphesiz şâyeste-i tezkîr
Dahi tembihe lâyık mümkirıü ’l-ihmâl olan kimse
İstemeyi ve
duayı terk etmek âriflerin edeplerindendir. Çünkü isteyenin halini bilmeyen
kimseye hatırlatmak, halini bilen fakat buna önem ve değer vermeyeni uyarmak
gerektir. Hâlbuki Cenab-ı Hak her halde gizli ve açık her şeyi bilir; bu gibi
hallerden münezzehtir.
İşte bu yüzden İmam Vâsıtî
Hazretlerinden dua etmesi rica edildiğinde dedi ki: “Eğer dua edersem Cenab-ı
Hakk’ın bana ‘Ey Vâsıtî, bizim gayb hâzinemizde senin için takdir edilmiş hazır
olan bir şey istiyorsan, bizi şimdiye kadar unutup ihmal etmekle itham
ediyorsun. Eğer kaderinde olmayan bir şey istiyorsan, kötü düşünüp bize
lüzumsuz söz söylüyorsun.- Eğer bizim takdirimize razı olup boyun eğersen,
takdir etmiş olduğumuz şeyler sana ulaşır.’ diye azarlanacağımdan korkarım.”
Abdullah bin Mübarek Hazretleri de şöyle buyurdu: “Ezelde, önceden takdir
edilen elbette ortaya çıkar. Cenab-ı Hakk’a elli seneden beri dua ve münacat
etmediğim gibi, bir kimseden de dua istemedim.”
Yokluk ve yoksunluk
halleri müridin bayramıdır.
Vücud-ı fakr u fâka sâlikin oldu a yâdı
Bayram sevinç ve şenliklerle
geçen özel vakitlerdir. Avam yemek içmekle şehvet arzularına ulaşarak, süslü
elbiselerle haz duyarak neşelenir. Müridler de yokluk, yoksunluk ve zaruri
ihtiyaçların ardı ardına meydana gelmesiyle sevinip neşe duyarlar. Bu ârifler
daima yoksulluğu zenginliğe, sıkıntıyı rahatlığa, düşkünlüğü şerefe, hastalığı
sıhhate tercih ederler. Kalp rikkatini, ibadet tadını, kulluk zevkini darlık ve
zaruret hallerinde ararlar. Dünyanın kaybolmasıyla ahireti, yoksulluk ve
belaların gelmesiyle Cenab-ı Hakk’a yaklaşmayı seçerler.
Bu mübarek zümreden biri ilâhı
tecellilerin yeri olan Kâbe’yi tavaf ettiği sırada (Arapça manzum olarak) şöyle
diyordu: “Ben gördüğün gibi bir örtüyle örtünüyorum. Küçük kız çocuğum gördüğün
gibi ağlıyor. Çocuğumun annesinin de çıplak olduğunu görüyorsun. Ey bizim
halimizi gören ve görülmeyen Allah, yoksa benim bu halimi görmüyor musun? Bize
inen üzüntü ve kederi bilmiyor musun?”
Bu acıklı sözleri işiten cömert bir kimse üzüldü. Hemen bir şeyler bulup
buluşturup ona ikram etti. Münacat eden ise kabul etmedi ve dedi ki: “Beni
kendi halime bırak! Çünkü dünya meramdan bir şeyim olsaydı, Rabbim Teâlâ
Hazretlerine böyle yalvarıp niyaz edebilir miydim?”
Ebu İshak el-Herevî Hazretleri buyurdu: “Yedi hal yedi hale tercih
olunmadıkça tam şeref ve kemal kazanılamaz. Fakirlik zenginliğe, açlık tokluğa,
alçak derece yüksek mevkie, zillet izzete, tevazu büyüklenmeye, hüzün sevince,
ölüm hayata üstün tutulup seçilmelidir.”
Bu yüzden yoksulluk gelmesi müridlerin bayramlarıdır. Zira belalarda ve
yoksunlukta birtakım sırlı bağlantılar vardır ki, onu ulü’l-ebrar olan
kâmillerden başkası idrak edemez. Düşünülsün: insan bir belaya uğradığı zaman
şiddetli bir üzüntü hisseder ve gönlünde kırıklık hüküm sürmeye başlar, işte bu
Cenab-ı Hakk’ın yakınlığının alâmetidir. Hadis-i kudsî: “Ben kırık
gönüllerin katındayım. ” buyurduğuna göre bu yakınlık zevkini hissettiği
dakikadan itibaren hazları terk etmeye, zillet içinde Hak dergâhına sığınmaya
mecburiyet duyar. İlâhî yardım ise, “And olsun, biz size Bedirde zillette
bulunduğunuz halde yardım ettik.” (Al-i Imran/123) ayeti gereğince bu
zillete bağlıdır.
Sebeplerin
ortaya çıkması yüzünden bu vicdanî zevki kaybeden mürid, perdelenerek derin bir
üzüntüye düşer. Feryat ve figan ederek bir belaya uğrayıp eski halinin geri
dönmesini dört gözle bekler. Nitekim Hayru’n-Nessac Hazretlerinin aşağıda
anlattıkları bunlardandır:
Bir gün bir mescide girdiğimde fakir bir adama rastladım. Beni görünce
elime sarılarak: ‘Şeyhim, bana merhamet et, acınacak haldeyim!’ dedi. Derdinin
ne olduğunu sorduğumda: ‘Hiçbir derdim yok, afiyetteyim!’ diye cevap verdi.
Nazar ettim, kendine çok büyük bir miktar dünyalığın nasip olduğunu gördüm.
Özetle sadakatli fakirler, yoksulluk zevkini bozmamak
için zenginlerin fakirlikten çekindikleri kadar zenginlikten sakınırlar.
Ey talip, çok defa
oruç ve namazda bulamadığın feyizleri yoksulluk halinde bulursun.
O fazl-ı Hak ki oldun fakr ile
sen nâil ey sâlik
An çok kere bulmazsın salât ü savm-ı Mevlâ’da
Yokluk ve yoksulluk sebebiyle sâlike öyle kalp sefası,
öyle vicdan saflığı hâsıl olur ki, onu namazda ve oruçta elde etmek mümkün
değildir. Zira namaz ve oruca ucb ve riya gibi nefs hazzının ve hevanm meydana
gelmesiyle şehvet afetlerinin girmesi ihtimali vardır. Bu yüzden ibadetten
beklenen kalbi boşaltıp temizleme ve güzel vasıflarla doldurma maksadı
gerçekleşmeyebilir. Yokluk ve yoksulluk ise nefsin açık ve gizli arzu ettiği
hazlara tamamen ters olduğundan tecellilerin artmasında, sırların açılmasında
daha faydalıdır. Bu yüzden Peygamber Efendimiz(sas) fakirliği
zenginliğe tercih eder ve “Yoksunluk övüncümdür, ancak onunla övünürüm.* buyururlardı.
Sabırlı fakirleri, şükredici zenginlerden üstün tutmuşlar ve şöyle
buyurmuşlardır: “Her şeyin bir anahtarı vardır. Cennetin anahtarı da
miskinleri ve fakirleri sevmektir. ”
Fakiriz gerçi amma eyleriz
gerdûna istiğna
Bu istiğnâlar ey Rûhî tevekkül cânibindendir
Yoksunluk ve
ihtiyaçlar ihsanların serilmiş sofralarıdır. Hediyelerin gelmesini istiyorsan
sahih
yoksunlukla gerçekleş.
Zira sadakalar yoksullara mahsustur.
Fakr u fâka bisât-ı ihsandır
istiyorsan vürûd-ı ihsânı
Fâka vü fakrı eyle gel tashih
Neyl-i ihsan fakirlerin şanı
Müellif
Hazretleri yoksulluğu ve yokluğu sofraya benzetiyor. Büyük bir padişahın
bağışlarına nail olanlar onun huzurunda özel bir mevki sahibi olanlardır. O
yüksek makama ve paha biçilmez sofraya oturanlar nasıl hediyeler elde
ederlerse, yoksulluk sofrasına oturanlar da huzur zevkine erdikleri halde
Cenab-ı Hakk’ın İlâhî mevhibelerine kavuşurlar.
Şu halde İlâhî hediyelere kavuşmanın adi sebebi
yoksunlukla gerçekleşmek ve kulluk vasıflarıyla ahlâklanmaktır. Hatta İlâhî
bağışların zuhur vasıtası olan cömert kişilerden sadaka alan bir fakir onu
Hak’tan aldığını düşünmezse yoksunluğunu düzeltmiş, sahihleştirmiş olamaz.
Çünkü her ne suretle olursa olsun mâsivadan müstağni olamayan bir fakir, hiçbir
vakit sadık bir fakir ve İlâhî mevhibeye layık bir kul olmayacağı; “Şüphesiz
sadakalar fakirler içindir. ” (Tevbe/60) ayetinden açıkça belli olur. Bu
ayet sadakaların dağıtılmasını ve sadaka verilmeye layık olan ihtiyaç
sahiplerini belli ederse de rabbanî yoksullar için hikmet ibaresine alınması
fevkalade güzel bir ifade tarzı olmuştur.
Ey mürid, sen vasıflarınla gerçekleş ki Hak Teâlâ sana
vasıflarıyla yardım etsin. Sen zilletinle gerçekleş de, Cenab-ı Hak da sana
izzetiyle imdat etsin. Sen aczinle tahakkuk et ki, Hak Teâlâ da sana kudretiyle
yardım etsin. Sen zayıflığınla gerçekleş ki, Cenab-ı Hak da sana kuvvetiyle
imdat eylesin.
Vasfınla tahakkuk et vasfıyla meded etsin
Züllünle tahakkuk et izzetle meded etsin
Aczinle tahakkuk et kudretle meded etsin
Zafınla tahakkuk et kuvvetle meded etsin
Kulun gerçekleşeceği vasıflardan maksat kulluk vasıflarıdır. Bunlardan
yoksunluk, acizlik, zayıflık ve hakirliktir. Bunların zıtları olan Cenab-ı
Hakk’ın yardım edeceği vasıflar ise rububiyet ve ulûhiyet sıfatlarıdır.
Cenab-ı
Hakk’ın zatî sıfatlarıyla kullarına tecelli ve yardım etmesi, kulluk
vasıflarıyla kulun vasıflanmasına bağlıdır. Mesela insanın kendisi aziz olamaz;
zira izzet Cenab-ı Hakk’a mahsustur. Bir insan her ne zaman zilletle
vasıflanarak Allah’a sığınırsa, Cenab-ı Hak da ona Aziz isminden tecelli eder
ve bu yardımıyla onu kullar arasında izzetle üstün kılar. Bir insan da tersine
rububiyet vasıfları takınarak izzet, kudret, zenginlik ve kuvvetle vasıflı
olduğu fikrine kapılırsa, Cenab-ı Hak onu alçaltır, yoksullaştırır, zayıf ve
aciz bir duruma düşürerek ibret numunesi yapar.
O yüzden bir mürşid kulluk vasıflarıyla ahlâklanıp rububiyete sarılarak
zillet seccadesinde diz çöktüğü halde Cenab-ı Hakk’a; “Ey düşkün kula izzet
dergâhından başka sığınak olmayan Aziz Melik!” derse ve yine acizlik kapısında
yalvarıp yakararak elini açıp da; “Ey aciz kuluna kudretinin sağlam ipinden
başka tutunacak bir şey olmayan Hayy Kadir!” diyerek münacat ederse ve yine
yoksunluk ve yokluk kulpuna yapışarak; “Ey ulûhiyet kapısının fakirlerine gayb
hâzinesinden başka geçinecek yer olmayan Gani Kerim!” diye yalvarırsa keza
zayıflığını itiraf edip; “Ey zayıf kullarına lütf u inayetinden başka dayanacak
yardım olmayan Muîn-i Kavi!” diyerek hacetini arz ederse, dualarının kabul
hedefine isabet edeceğini Ebu Haşan Şazelî Hazretleri beyan buyurmuştur.
Emrederken sen bize ihsân ile
ey zü 'l-minen
Sâilân-ı bâb-ı ihsanın olur mu bî-nasîb
Bazen istikametsiz
kimse de kerametle rızıklanır.
Olurgâhıce merzûk
kerâmet-ifeyz-i Mevlâ'dan
Kemâl-i istikametle tahakkuk etmeyen sâlik
Keramet şeriat
dilinde insanların içinden geçeni okumak, kabirdekilerin halini bilmek, zaman
ve mekânı dürmek, havada uçmak, suda yürümek gibi evliyadan ortaya çıkan
olağanüstü hallerdir. Bu harikalar peygamberlerden meydana çıkarsa mucize adını
alır. Evliyanın kerameti Kur’an ayetleriyle sabittir. Sihir ve illüzyon da
olağanüstü ise de sebeplere dayandığından mucize ve keramet olamaz. Çünkü
mucize ve keramet sebebe istinat etmez. Olağanüstü hallerin bir de
Müseylemetü’l-Kezzab, Firavun ve riyazet yapan Hint fakirlerinde ortaya çıkan
ihanet ve istidrac kısımları vardır. Bunları kerametlerden ayıran özellik
şeriat caddesinde sadakat ve istikamettir. Şu halde asıl keramet istikamet
kazanmaktır ve sâlikin tam istikamet derecesine ulaşmasıdır. “İstikamet” biri
Cenab-ı Hakk’a iman, diğeri Peygamber Efendimizin(sas) tebliğ ve
beyan ettikleri sözler, fiiller, hükümler ve hallerin hepsine zahirî ve batını
olarak uymak üzere iki yönlüdür. Sâlike lazım olan olağanüstü işleri becermeye
çalışmak değil, istikamet elde etmeye çabalamaktır. Çünkü olağanüstü işler
bazen istikameti olmayan, din yolunda bile gitmeyen kimselerden de görülebilir.
Bu yüzden hakikat erbabının nezdinde değersiz ve önemsizdir.
Ebu Haşan Şazelî Hazretleri
buyurdu: “Keramet iki kısımdır. Biri îkan ve şuhûd ile iman kerameti, diğeri
sünnete uymakla amel kerametidir. Bu iki keramete eriştiği halde başka bir hali
arzu eden sâlik ise yalancı ve mağrurdur. Allah rızası için olmayan keramet
istidracdır.”
Ebu Abbas Mürsî
Hazretleri buyurdu ki: “Bir sâlikin tayy-ı mekân edip bir anda Mekke’de veya
başka bir yerde olması hüner değildir. Hüner sâlikin nefsinin kötü vasıflarını
kendisinden tayy edip (dürerek) hemen İlâhî huzurda bulunmasıdır.”
Sehl bin Tüsterî Hazretleri de
şöyle buyurdu: “En büyük keramet, kötü ahlâktan bir huyu güzel ahlâka
döndürmektir.”
Ebu Muhammed
el-Murteiş Hazretlerinin huzurunda su üzerinde batmayarak yürüyen bir müridden
söz edildiğinde, başını kaldırarak: “Heva-yı nefsaniyesine galip olan bir gönül
eri havada ve denizde yürüyen kimseden daha kâmildir.” dedi.
Bayezid Bestamî
Hazretleri de şöyle buyurmuştur: “Bir sâlikin suda yürüdüğüne bakılacak yerde
Allah’ın emir ve nehiylerindeki gidişine bakmalıdır.”
Cüneyd Bağdadî Hazretleri buyurdu: “Kalp ve sırların perdesi keramete
meyletmek ve kerametle gurur duymaktır.”
Ey ârif, Cenab-ı Hakk’ın seni bir işte
devamlı kılması ve faydalandırması, seni o işte ikame etmesinin alâmetidir.
Seni bir şeyde Hak etse ikame
Husûl-i hayr ile eyler idâme
însanın kendiliğinden kazanç ve
ticaretle uğraşması veya yalnız başına yaşaması sofilerce hoş karşılanmaz.
Ancak Cenab-ı Hakk’ın müyesser ettiği sebeplere yapışıp devam etmelidir. Bir
sâliki Cenab-ı Hakk’ın bir amelde ikame etmesinin alâmeti ise onun o amelde
devam etmesiyle birlikte dininin gereklerini yapması ve manevî faydalar elde
etmesidir. Bu yüzden Peygamber Efendimiz(sas) bir işte muvaffak
olmayı o işin istemeksizin ortaya çıkması şartına bağlamıştır.- Çünkü bir
sâlikin ikame olunduğu amel Cenab-ı Hakk’ın razı olduğu ve seçtiği ameldir.
Bundan başka bir amele geçmek için sebeplere yapışmaya kalkmak ise Hak rızasını
kendi rızasına feda etmek olur. O zaman sâlik muvaffak olamaz. “De ki,
Rabbim gireceğim yere sıdk ile girmemi sağla, çıkacağım yerden de sıdkla
çıkmamı nasip et.” (İsrâ/80) ayetindeki girişteki sıdk ile çıkıştaki
sadakatten murad Cenab-ı Hakk’ın bir kulunu seçip girişmesi olmaksızın bir
amele sokması veya ondan çıkarmasıdır.
Bişr el-Mansur Hazretleri ölüm
sırasında sevinç eserleri göstermeye başladı. O sırada “Ölümle mi
seviniyorsunuz?” diyen bir kimseye; “Beni yaratan Allah’ımın huzuruna gidişimi
zarar vermesinden korktuğum mahlûkun yanma gitmek gibi mi sayıyorsunuz?”
cevabını verdi.
Bu sözler
hikmete başka bir irfan elbisesi giydirmiştir.
Kim kendi iyiliklerinin, bağışlarının yaygınlığından bahsederse onu günah
ve masiyet susturur. Kim Hakk’ın ihsanlarının bolluğundan söz ederse günah
işlediği vakitte susmak zorunda kalmaz.
Eden kendi kemâlinden tekellüm
Anı isyân
eder mahcûb ü sâkit
Tekellüm eyleyen ihsân-ı Hak'tan
îsâet
etse de olmaz o sâmit
Cenab-ı Hakk’a
karşı ihsan ve ameli kendisinden bilerek taat etmekte olan kimse, Allah’ın
kullarına vaaz ve nasihat ederken gururlanır ve maârife dair cesaretle sözler
söylerse de kendinden beşeriyet icabı bir günah çıktığında utanıp susmak
zorunda kalır. Bu hal Cenab-ı Hakk’ın sayısız nimetlerini düşünemeyerek daima kendisinin
güzel amellerine ve ibadetlerine bakanların halidir. Kendi iyiliklerini ve
güzel amellerini görmeyip daima Cenab-ı Hakk’ın ihsanlarını görüp gözleyen
kimse ise sevap veya günah işlediği zaman rahat olur; ilim ve irfan anlatırken
ondan günah çıkması onu susturmaz. Zira bu iki halde Cenab-ı Hakk’ın Kayyum ve
Ahad olduğunu müşahede eder, bu şuhûd onu konuşmaya cesaretlendirir. “Yürekteki
cesaret, dili söyletir ve beyan dizginini çözer.” denilmesi bu hikmete
dayanır.- İşte bu sıfat da kendi güzel amellerine asla önem vermeyerek daima
Cenab-ı Hakk’ın ihsanlarına bakıp şükreden âriflerin halidir.
Birinci kısımdakilere ehl-i teklif denildiği gibi abidler, zahidler ve
ehl-i yakaza da denilir. İkinci kısımdakilere ârif, ehl-i inayet, ehl-i mârifet
ve ehl-i vedad denilir. Bu sebepten dolayı dediler ki: “Arif, İlâhî lütuflarda
zamanın sıkıntılarını, İlâhî ihsanlarda isyanı ve kötülüğü bilen gönül eridir.
Ebu Haşan Şazelî Hazretleri buyurdu: “Bir müridin İlâhî ihsan olduğunu
bilerek yaptığı az amel, kendi kusur ve noksanını görerek işlediği çok
amelinden hayırlıdır.”
Bazı ârifler de: “Amellerde kusurlarını görmek, Cenab-ı Hakk’ın
takdirinde şirk lekesi doğurmaktan geri kalamaz.” dedi.-
Üçüncü bir
kısım daha vardır ki, diğer kısımların üstünde bir yeri hâizdir. Müşahedelerini
“Hak’tan Hakk’a” bilirler ve böylece tevhidin en uç noktasına ulaşırlar. Bunlar
ârifler arasında ehl-i hakikat diye parmakla gösterilirler. Çünkü birinci kısım
her ne kadar açık şirkten uzaklaşmışlarsa da amellerini görmek, nefslerini
kötüleyip uyarmak, kemal ile noksanlığı ölçüp ayırmak suretiyle meydana gelen
gizli şirkten ve “ucb”dan temizlenmemişlerdir.
ikinci kısım
her ne kadar kendi amellerini değil Cenab-ı Hakk’ın ihsanını görmek bakımından
birinci kısımdakilerin derecesinden terakki etmişlerse de yine ağyarı görmüş,
bu yüzden nefslerini varsaymışlar, üçüncü kısım mertebesine erişememişlerdir.
Üçüncü kısım ise her yönden şirk lekesinden ve nefsi
görmekten masun kaldıkları için muhakkik ârifler derecesinde tahakkuk
etmişlerdir.
Rabbanî âlimlerin
nurları sözlerinin önüne geçer. Böylece sözler nurlanan yere ulaşır.
Arifânın sebk eder envâr-ı kalbi sözlerin
Nerde tenvir olsa hâsıl mûsıl-ı tâbir olur
Hikmet
ibaresinde hükema yani hikmet sahipleri demek olan hakimler denilmiştir ki,
Hakk’a vâsıl ve ârif-i billâh olan rabbanî âlimler kastedilmiştir. Bunlar irşad
ile görevlenip tevhide davet ettiklerinde önce Cenab-ı Hakk’a sığınır,
sözlerinin anlaşılması için sâliklerin kalplerinde ezelî istidatların zuhur
etmesini dilerler. O zaman kalplerindeki yakîn ve mârifet nurları sâliklerin
kalplerine akseder. Bu nurlar hangisinin kalbinde feyiz hâsıl ederse onun
kabiliyetli olduğu belli olur; feyiz bulamayanlar irşad olamazlar. Bu bakımdan
sâlikin kalbi yeryüzüne benzer. Yağmur yerde bazen diken, çalı; bazen
yeşillikler, çiçekler bitirdiği gibi âriflerin kalplerinden bütün sâliklere
aynı şekilde yansıdığı halde kabiliyetine göre bazılarında hidayet nurları,
bazılarında dalalet eserleri ortaya çıkar.
Bu mevzuda önemli olan husus kâmilin sırlarının nurlarıyla
kalbi diriltmektir. Hazreti Lokman oğluna nasihat ettiği zaman önce: “Hikmet
mertebelerinden hangi mertebeye ulaştın?” diye sormuş, oğlu da: “Boş şeylerle
uğraşmayacak dereceye geldim.” demesi üzerine: “Oğlum, önemli sayılan bir başka
hikmet daha vardır. O da âriflerle beraberken iki dizinin üzerinde oturmaktır.
Zira Cenab-ı Hak gökten yağmur indirerek ölü yeri dirilttiği gibi ölü kalpleri
de hikmet nuruyla diriltir.” demiştir.
Hikmetlerin esası olan en büyük hikmet Allah’tan korkmaktır. Bu yüzden peygamberlerin
en hakimi olan Peygamber Efendimiz(sas): “Hikmetin başı Allah
korkusudur. ” buyurmuştur. İşte Cenab-ı Hakk’ın âlimleri haşyetle övmesi de
bu hikmete dayanır. “Şüphesiz Allah'ın kullarından en çok haşyet duyanlar,
âlimlerdir.” (Fâtır/28) buyurmuş, onların değerini bir kat daha
yükseltmiştir. Onun için nurları sözlerinin önüne geçen âlimler, şüphesiz
Allah’tan en çok haşyet duyan hakikat âlimleridir.
Her söz, çıkış yeri olan kalbin
elbisesini giyerek ortaya çıkar.
Her sühan ki olur erbâb-ı sühandan sâdır
Lâbis-i
kisve-i vicdan olarak bâriz olur
Lisan hal ve
vicdanın tercümanı olduğundan sözler daima halin ve vicdanın benzeridir. Kalp
temiz ve boş ise, irfan ve hikmetle doluysa düşüncelerin mahsulü olan sözler de
nurlarla parlamış halde, zevk ve tatlılıkla işitilip kabul edilir. Rabbani
âlimler aydın gönüllü tecelli sahipleridir. Onların hikmetli sözleri nur
elbisesi giyinmiş olduğu halde çıkacağından işitenler feyizlerle aydınlanarak
kabul ederler.
Günah
kiriyle kararan kalpten çıkan sözlerin elbisesi siyah olduğundan kabul görmez
ve fayda vermez. Evet, bazen kara giysili sözlerden de fayda görülebilir fakat
bu fayda söyleyene bakarak değil, sözün manasına göre hâsıl olur. Hadis-i
şerifte şöyle buyrulmuştur: “Şüphesiz bu dini Allah fâcir kimselerle teyid
eder.” Nitekim pek çok fâcir kimselerle bu dinin güçlendirildiği tarih
kitaplarında yazılıdır. Şu halde söyleyenden ziyade söylenene önem vermek
hikmet gereğidir. Fakat güzel tesirin aydınlık kalp ve nurlu vicdanın eseri
olduğu muhakkaktır. Meclisinde vecd hâsıl olmadığını görünce dinleyicileri
azarlamaya kalkışan bir vaize, bir hakikat eri şöyle demiştir: “Söz bir kalpten
çıkıp diğer bir kalbe girer. Vecd ve hali evvela kendinizde arasanız daha doğru
olur.”
Aşk odu evvel düşer mâşûka andan âşıka
Şem 'i
gör kim yanmayınca yakmadı pervâneyi
Rabbani hakikatlerden bahsetmeye
izinli olan kimsenin sözleri dinleyenlerce anlaşılır, işaret ettikleri açıkça
belli olur.
Olursa mânevi me'zûn-ı tâbir
Eğer bir ârif-i esrâr-ı Yezdan
îbârâtm eder ısga ’ mesâmi ’
Olur nâsa işârâtı nümâyan
İlâhî hakikatler ve rabbani mevhibelerden bahsetmeye Hak Teâlâ tarafından
izin verilen ârif konuştuğu zaman hikmetler ve ince manalar ihtiva eden sözleri
dinleyenlerce anlaşılır, kullandığı işaretler parlak nurlar gibi halkın
kavrayışını aydınlatır.- Öyle ki tekrar etmeye, açıklamalarla sözü uzatmaya
gerek kalmaz. O yüzden Hak Teâlâ’dan izinli olarak yapılan konuşmalar doğrudur,
gerçektir, izinli olmayanlardan çıkan sözler ise soğuktur, ruhsuzdur ve
yanlışlıktan uzak değildir. Bu sebepten Cüneyd Bağdadî Hazretleri: Ancak
Rahmanın izin verdiği kimse konuşur ve doğruyu söyler.” (Nebe/38) ayetinin
anlamına işaret ederek: “Doğru söz, İlâhî izinle söylenen sözdür.” buyurdu.
Hamdun bin Kassar Hazretlerine sordular: “Eski âlimlerin sözlerindeki
özellik ve üstünlük nedir ki, halk arasında bizim sözlerimizden fazla ikna
edici ve değerli oluyor?” Şu cevabı verdi: “Eski muhteremler sırf insanların
kurtulması, din ve imanın kuvvetlenmesi ve Hak Teâlâ’nın rızası için söz
söylerlerdi. Biz nefsimizin şerefi, dünya talebi ve halkın saygınlığını
kazanmak için konuşuyoruz.” Bu sözlerin arasındaki fark anlayış sahiplerine
açıktır.
Arifin her bir kelâmı lâl ü mercan incidir
Câhilin her bir kelâmı canda cânan incitir
T7. Hikmet
Hakikatler ve sırlar, açıklanmasına
izin verilmediğinde bazen sönük ve tutuk bir halde ortaya çıkar.
Gehı envârı meksûf olduğu halde bürûz eyler
Eğer izhârına ıtâ-yı izn olmaz ise esrar
Hakikat
güneşi olan İlâhî maârif ve ledün sırlarının ifşasına izin verilmiş olmasının alâmeti
dilden akıcı bir şekilde çıkmasıdır. Öteden beri vaaz ve nasihat yapmakla
iştigal eden ârif âlimler çok zaman sözlerinde bu akıcılığı bulamaz ve
dillerinde bir kapanıklık hissederler.
İlâhî izni
olmayan konuşmacılar rabbani hakikatlerden bahsetmeye giriştiklerinde bu
hakikatlerin nurları sönük bir şekilde çıkar, anlaşılamaz ve dinleyenlerce
inkâr edilir. Bu yüzden ârifler: “Cenab-ı Hakk’ın evliyasına en büyük hediyesi
güzel konuşma ve hakikatin ifadesidir.” dediler.-
Ebu Abbas Mürsî Hazretleri şöyle buyurdu: “Veli olan ârif ilim ve
maârif hâzinesidir. Konuşup anlatabilmek söz söylemeye izinli olmak demektir.
Yine izinli velinin sözleri kabul elbisesiyle ve nur güzelliğiyle dolu olarak
çıkar. İzinli olmayanın sözleri ise tutulmuş (küsûfa uğramış) bir ışıklı cisim
(ay ve güneş) gibi sönük olur. Hatta ikisi aynı hakikati söylese, birinin
sözleri kabul edilirken diğerininki ret ve inkâr olunur.”
Dil-i sâmi’de tesir eyleyen dilden çıkan sözdür
Hevâyî sözden etme hüsn-i tesir intizâr asla
Hak erlerinin sözleri ya vecd halinin
taşkınlığından veya bir müridin hidayetini arzu ettiklerinden dolayıdır.
Birincisi sâliklerin, ikinci hal temkin erbabının ve muhakkıklarm halidir.
Beyân-ı ehl-i hâlin ya olur vâbeste-i vicdan
Veyahut
tâbi-i ümıd-i irşâd-ı mürîdândır
Birinci sâlikân-ı râh-ı Hakk’ın hâlidir ancak
ikinci
hal ehl-i miknet ü tahkike şâyandır
Ledün
ilimlerinden ve gayb işlerinden iki sebeple söz edilebilir: Birincisi vecdin ve
halin taşkınlığı, İkincisi müridi irşad etmek maksadı. Birinci sebep sâliklere
başlangıç halinde gelen sarhoşluk (sekr) ve cezbenin fazlalığından doğar; sâlik
bunda mazur sayılır. Zira sâlikin ilâhı tecelli yeri olan kalbi dardır, ledün
manaları oraya sığamaz. Bir su kabına alamayacağı kadar çok su konulduğunda
taştığı gibi vecd ve halin feyezânıyla taşıp manevî müşahedesini veya ledün
manalarını ifade etmeye mecbur kalır. Fakat sırf malumatfuruşluk ederek
konuşmaya kalkışanlar irfansız iddiacılardan sayılır; sözleri ret ve inkâr
edilir.
ikinci sebep sülûkun sonuna
varmış hakikat erbabının halleridir. Bunlar bir müridi irşad etmek ve Hak
yoluna girmesini sağlamak için ledün ilmine söz elbisesi giydirerek incelik ve
yüksekliklerden bahseder, bu arada keramet de gösterirler. Eğer bu kudsî zümre
müridleri irşad amacı dışında sır ve hakikatleri açıklamaya kalkarlarsa
gizlenmesi gereken ilâhı sırları ifşa etmiş olacaklarından Hak katındaki
derecelerinden düşerler. Bu yüzden hakikat erbabı: “Evliyanın lüzumsuz keramet
göstermesi kadınların aybaşı görmesi gibidir.” dediler.
Bir de muhakkıklar daima Hak
huzurunun zevkiyle, ilâhı sırların müşahedesiyle kalplerine inen acayip
ilimlerle müstağrak olduklarından, susup konuşmamak onların kulluk
edeplerindendir. Bu yüzden Bayezid Bestamî ve Mevlâna Celâleddin Rûmî
Hazretleri gibi zevk ve irfanı zühd ve takvasına galip büyük evliyadan, bazen
sofi şatahatı zuhur eder. “Şanımı teşbih ederim, ne kadar yücedir.” “Cübbemde
Allah’tan başka bir şey yok.” “Ene’l-Hak” gibi tevil götüren bu sözler
“fenâ-fîllah” makamının zevk sızıntılarından olduğundan itiraza şayan olamaz.
Aşağıdaki hikâye bu hikmetin
güzel bir örneğidir:
Ledün
ilimlerine anadan doğma istidatlı olmakla beraber zâhir ilimlerle de fevkalade
şöhretli olan Hak lisanının tercümanı Şems Tebrizî Hazretleri, Mevlâna
Celâleddin Rûmî Hazretlerini irşad etmek için Tebriz’den ta Konya’ya gelmiş,
irşad etmeden önce Mevlâna’nın medresesinden hücresine döndükleri sırada yol
üzerinde bekliyordu. Hazreti Mevlâna mehtabın etrafını çevreleyen hâre gibi
yanlarında toplanan talebelerle birlikte büyük bir debdebe ve gösterişle
karşısına gelince, ona şu suali sormaya cesaret etti:
“Ya Mevlâna!
Seyyidü’l-Mürselin ve Hatemü’n-Nebiyyin Cenab-ı Resul-i Ümmî mi büyüktür yoksa
Sultanü’l-Arifîn Bayezid Bestamî mi?”
Hazreti Mevlâna hayretle Cenab-ı
Şems’e bakarak:
“Ya derviş, delirdin mi?
Seyyidü’l-Mürselin Efendimizle Sultanü’l-Ârifîn mukayese olunur mu? Biri
nurların cihanı aydınlatan güneşi, diğeri bir zerre bile değil...
Seyyidü’l-Mürselin Efendimiz Doğuların Batıların sultanı, Bayezid Bestamî ise
onun sadık bir bendesidir!” buyurdular.
Şems Tebrizî
tekrar sordu:
“Öyle ama
Risalet-meab Efendimiz Cenab-ı Hakk’a karşı: ‘Seni hakkıyla bilemedik yar ab
bil - diyerek münacat ettikleri halde Cenab-ı Bayezid: ‘Seni mârifetinin
hakkıyla bildim. - diyerek nimete şükrediyor. Bilmeyen bilenden nasıl büyük
olur?”
Bunun üzerine
Mevlâna Hazretleri dedi ki:
“Bu kıyas
hiçbir zaman sahih bir ölçü olamaz. Zira Bayezid’in Cenab-ı Hakk’ı hakkıyla
bildiğini söylemesi, istidat havsalasının darlığından dolayıdır. Vecdinin
taşkınlığına dayanamaması ve ledün manalarının kalbine sığmaması yüzündendir.
İki âlemin hocası Efendimizin, ‘Yarabbi biz seni gereğince bilemedik.”
buyurması Hakikat-i Muhammediye’nin; evvelkilerin, sonra gelen ve gelecek
olanların ilimleri kendisinde toplanan büyük bir İlâhî kitap olduğu için maârif
ve hakikatlere kanamadığından ötürüdür. Hakikat-i Muhammediye öyle geniş bir
irfan deryasıdır ki, binlerce ilim ve maârif nehirleri içine aktığı halde daha
fazlasını da alabilir. O yüzden ‘Seni hakkıyla bilemedik. ’ buyurdu.
Bayezid ise kendi hakikatince küçük bir havuz derecesinde olduğundan ona
fazladan bir miktar irfan ab-ı hayatı akmasına tahammül edemeyerek derhal
taşmasından dolayı: ‘Seni hakkıyla bildim.’ demeye cesaret ediverdi.”
Bunun üzerine Hazreti Şems’e derhal cezbe geldi ve bir kere ‘Allah!’
deyip yere düştü. Mevlâna Hazretleri bu halden pek üzülüp gerekli saygıyı
göstererek Cenab-ı Şems-i, saadethanelerine kaldırıp misafir etti. Artık asıl
amaç olan irşad etme irşad olma âlemleri başlamıştı.
Megû
ashab-ı dil reftend u şehr-i ışk şod hâli
Cihanı pür Şems-ı Tebrizest merdi gu cû Mevlâna
Ey talip, sözler
dinleyenler için gıdadır. Senin nasibin de ondan yiyip hazmettiğin manadır.
îbâre kuvvet-i ehl-i istimadır
Nasibin ancak âkil olduğundur
Yemek içmek bir ailenin nasıl beden kuvvetiyse ledün ilimleri ve maârif
ifadesi olan sözler de bir aile gibi olan dinleyicilerin ruhlarının kuvveti ve
gelişme sebebidir. Bedenler yemeye içmeye muhtaç olduğu gibi ruhlar da vaaz ve
hikmet dinlemeye muhtaçtır.
Hayvanı
hayatın devam etmesi yiyip içmekle, İnsanî hayatın bekası feyiz ve mârifet
telakki etmekledir. Bedenî bünyenin ayakta durması maddî yiyeceklerle, ruh
tecellisinin devamı manevî maâriflerle meydana gelir. İnsan tabiatları çeşitli
olduğu gibi istidatlar da birbirlerinden farklıdır. Hayvani mizaçların farklı
oluşu içecek ve yiyeceklerin bedenlerde çeşitli şekilde tesir etmesini
gerektirdiği gibi isteklerin farklı, mezheplerin çeşitli oluşu dinlenen
sözlerin ihtiva ettiği bir manayı ruhların ve akılların farklı anlamasını
öylece gerekli kılar. Mesela bir tür yiyecekten birisi faydalandığı halde başka
biri zarar görür. Yine hikmetli bir sözden bir vicdan etkilendiği anda başka
bir insan ondan nefret eder. İşte şeriat mezhepleri ve irfan meşreplerindeki
ihtilaflar bu hikmete dayanır. Mesele ve hükümlerde ictihad eden din
imamlarının ve irfan ulemasının mezhep ve meşrep farklılığı bu hikmetten ötürü
ortaya çıkmıştır. Yedi harf üzerine inen Kur’an-ı Kerim’den her beyan ehli,
irfan ve ilim derecesine göre birçok hakikat manaları çıkarıp bu mevzuda
düşünceleri kısıtlı olan mukallitlere ilâhı kelamın hikmet incileriyle dolu
sonsuz bir deniz olduğunu gösterirler. Aydın görüş sahipleri de mertebelerine
göre o mârifet denizinde inceleyip ahirete kadar mana araştıracaklardır ki
bunlar da yine bu hikmet sırlarındandır.
Yıldırım Bayezid Han
Hazretlerinin Bursa’da “Ey büyüklerin toplandığı ulu cami! Seni gece gündüz
ziyaret edenlere müjdeler olsun.” beytinin anlamına uygun olarak inşa ettirdiği
Ulu Cami’nin resmî açılışında vaaz etmesi için büyük Osmanlı âlimlerinden Molla
Fenarî’yi getirtmişti. O da hiç kimsenin tanımadığı; ‘Somun mü’min somun
mü’min!’ diyerek ekmek satmakla yaşamış, ilim ve irfanı kendisinde toplamış
olan Ebu Hamid Veli Hazretlerinin vaaz etmesini tavsiye etti.
Kendisini o
zamana kadar gizleyen Somuncu Baba artık padişahın emrinden çıkamayarak bu
camide Fatiha suresini akılları şaşırtacak bir şekilde yedi türlü tefsir etti.
Bu tefsirin birincisini oradaki bütün cemaat, İkincisini orada bulunan âlimler,
üçüncüsünü ancak kendisi anlayabildi. Diğer dört türlü tefsirini ise hiçbir
kimse anlayamadı. Bu da hikmetin tatmin edici bir delilidir.
Özetle bir
sözden birinin anladığı manayı başka biri idrak edemez. Şu halde bir sözden
dinleyenin nasibi, ancak aldığı ve anladığıdır. Nasıl ki büyük bir servet
sahibinin o servetten hazzı ancak yedikleridir. Hatta bu sözden maksadın tersi
bir anlam çıkarılarak üzüntü ve şaşkınlığa sebep olduğu hep görülegelmiştir.
Bunun bir örneği de şöyledir:
Zamanında Bağdat’ın en âlimi
olan İmam Cevzî Hazretleri evinden medreseye gitmekte iken birisinin şu mealde
bir kıta söylediğini işitti:
“Mübarek
şaban ayının yirmi günü geçti ve yemeye içmeye engel olan ramazan-ı şerifin
gelmesi yaklaştı.
Şimdiye
kadar gecenin az bir zamanında yiyip içiyorken artık oruç gününe kadar yiyip
içmeye devam et.
Şarabı ufak
kadehle içmeyi bırak! Zira ufak kadehlerle içmeye vakit müsait değil. ”
Bu şiiri
işitince vecde gelip derhal işini bıraktı, ağlayıp feryat ederek Mekke-i
Mükerreme’nin yoluna düştü. Ömrünün son nefesine kadar o mübarek beldede ibadet
ve taat ile zamanını geçirdi. Cevzî Hazretlerinin dünyayı terk edip ahirete
yönelmesine ve ömrünün sonuna dek ibadetle meşgul olmasına bakılırsa bu kıtadan
şu manayı çıkardığı anlaşılır:
“Hayat müddetin
sona ermekte ve ahiretin dehşetli günleri yaklaşmaktadır.
Öyleyse
gecelerin az bir kısmında yaptığın ibadeti güneş doğuncaya kadar devam ettirmen
lazım.
Ömür sermayesi
olan vakit öyle azıcık ibadetlerle saadet kazanmaya elverişli değil.”
Daha tuhafı hal erbabının cemaddan da (cansız cisimlerden) hal diliyle
birtakım ledünnî sözleri anlayıp bilmeleridir. İbret bakışına ve mârifet
işitmesine malik olmayan kimse, onu anlayamayacağı manada anlamış olan hal
sahibinin sözlerine de değer vermez. İşte Şeyh-i Ekber Hazretlerinin aşağıdaki
hikâyesi bunu ispat eden bir örnektir:
Şeyh Hazretleri Mısır’da bir tarikat cemaatinin davetine icabet eder.
Orada birtakım şeyhler de davetli olarak bulunmaktadır. Ev sahibi hazırladığı
yemekleri açılan sofraya döşeyip buyur ettiği sırada her nasılsa, içine küçük abdest
(tebevvül) yapılması için imal edilip hiç kullanılmamış olan sırça çanak da
sofraya getirilir. Bu sırça kap bir şey içmek için kullanılınca derhal hal
diliyle Cenab-ı Hakk’a: “Yarabbi, sana hamd ü sena olsun ki, bana evliyaya
maşraba olmayı nasip ettin. Bundan sonra başka bir iş için kullanılmak
istemiyorum.” diyerek kırılır.
Kabın konuşması orada bulunanlar tarafından işitilir.
Bunun üzerine Şeyh-i Ekber Hazretleri oradakilere: “Bu çanağın söylediklerini
duydunuz mu?” diye sorar. Onlar da: “Evet, işittik!” diye cevap verirler. Şeyh
Hazretleri: “Ben başka bir söz daha idrak ettim, o çanak dedi ki: Ben cansız
bir eşya olduğum halde, idrak sahiplerince kullanılmak şerefine eriştikten
sonra artık temiz olmayan bir şeyin kabı olmak istemediğim için kendimi kırıp
yok ettim. Sizin kalpleriniz de gerek iman şerbetine, temiz irfan şarabına kap
olmakla beraber her biriniz cihanın göz bebeğisiniz. Artık o gayb hâzinesi olan
kalplerinizin gurur metaı olan dünya sevgisine, şehvet ve heva pisliğine yer
olmasına nasıl razı olursunuz?”
Her giy ahi ki der-zemîn ruyed
Vahdehu lâ şerike leh gûyed
(Her ot yer yüzüne Allah birdir, şeriki yoktur diyerek çıkar.)
Bir makamdan bahseden kimse ya o
makama yaklaşmıştır ya da o makama ulaşmıştır. Bunları birbirinden ancak basireti
açık olan ayırt edebilir.
Gehî bir mak'ad-ı sıdk uyakînden eyledi tâbir
Karıbü ’l-vasl olan gâhî de ol câya olan vâsıl
Şu hâleyn oldu gerçi birbirine mültebis amma
Anı temyiz eder ehl-i basiret merd-i sahib-dil
Zühd, verâ, teslim ve tevekkül gibi yakın makamlarının ve sülük
derecelerinin birinin hallerini anlatıp açıklayan sâlik ya o makama
yaklaşmıştır veya oraya ulaşmıştır. Bu ikisini birbirinden ayırmak çok zor
olmakla beraber basiret sahipleri bunlardan söz edenlerin iç hallerini görüp
fark edebilirler. Hatta halini anlatan sâlikin basireti açıksa, kendi
sözlerinin makama ulaşmaktan mı, yoksa yaklaşmaktan mı olduğunu anlayabilir.
Zira vâsıl olanların sözleri kolaylıkla ve düzgün bir şekilde çıkar. Erişmemiş
kimselerin sözleri böyle değildir.
Bu iki kısmın dışında bir kısım daha vardır ki, onlar
ne yaklaşmış, ne de ulaşmışlardır. Bunlar tasavvuf kitaplarını okuyup
ezberleyen ve oradan öğrendiklerini anlatanlardır. Bunların söyledikleri
gerçeklere uygunsa da, dinleyenlerden gelen tepkileri taassupla karşılar ve
itiraz edildiğinde kızıp öfkelenirler. Bunlar sülük hallerinden habersiz olan
iddiacılardır. O yüzden insan konuşunca kusuru ve eksikliği ortaya çıkar
denilmiştir.
Sâlikin kalbine gelen vâridatı
açıklaması uygun değildir. Çünkü vâridatın azalmasını mucip olduğu gibi,
kulluğundaki sadakate de engel olur.
Yakışmaz vâridâtından ifâde sâlike zîrâ
Eder tesirini taklîlHakk’a sıdkı men’eyler
Kalp vâridatından ve tevhid sırlarından, zaruret olmadıkça söz etmenin
uygunsuz olması iki sebebe dayanır. Biri, vâridatın İlâhî sırlardan olmasından
dolayı açıklanmasının tesirini azaltıp faydalarını engellemesidir. İkinci sebep
manevî müşahedelerinden bahsetmenin nefsanî haz vermesi, bunun da Cenab-ı
Hakk’a karşı kulluk sadakatine mani olmasıdır. Ancak “zaruretler sakıncaları
giderir” kaidesine göre gizlenmesi icap ederse ve mürşidden izin alınırsa
veyahut vecdin taşkınlığı yüzünden istemeden ağzından çıkarsa yahut da yanlış
yola düşmüş birini doğru yola getirmek için ifade edilirse mazur görülür ve bu
şartlarda vâridattan bahsedilebilir.
Ey sâlik, bir şey almak için sakın
elini halka uzatma. Ancak asıl verenin Cenab-ı Hak olduğunu düşünerek, ilmin ve
şeriatın uygun gördüğü şeyi al.
Halâyıktan sakın destin uzatma
ahz-ı erzâka
Meğer anlarda Mevlâ’yı görürsen ki eder i’tâ
Eğer bu hâl ile etsen tahakkuk
sen yine ey dil
îbâhe ettiği eşyâyı al ilm-i şerifin ha
Toplum içinde
yaşayan bir insanın bir insandan ihtiyacı olan bir şeyi alması, zahir ilminin
veya batın ilminin uygun görmesine bağlıdır. İlm-i zahir şeriat ve fetva
demektir. Onun alınmasına müsaade ettiği şeyler haram veya haram şüphesi
olmaktan uzak ve yasaklanmaktan, kötülenmekten (men ve melâmetten) temiz olan,
iyi halli, reşid, mükellef kimselerin bağışladıkları şeylerdir.
Batın ilmi tasavvuf ilmi ve takvadır. Sülük ehli olanların da alabileceği
şeyler, israftan uzak olarak zaruri ihtiyaçlarını hafifletecek ve karşılayacak
şeylerdir. Bununla beraber bu iki ilmin hükmüne göre insanların elinden
alınacak bu eşyayı da hakikatte verenin Cenab-ı Hak olduğunu bilmek lazımdır.
Şu halde
hikmetin neticesi: Bu iki şart olmazsa almak ve kabul etmek Hak rızasına uygun
düşmez. Şartın biri alanın, halkın elinden aldığı şeyi verenin aslında Cenab-ı
Hak olduğunu bilmesi, diğeri almanın şeriata ve tarikata uygun olmasıdır. Biraz
açıklayalım:
İnsanların elinden alınacak şeyler ve özellikle zaruri ihtiyaçların
başlıcası hayatını sürdürecek yiyeceklerdir. Bunlar iki kısımdır: Biri sanat,
ticaret, ziraat gibi sebepler ve emekle elde edilen rızıktır. Sebeplere yapışıp
kalan dünya ehlinin geçimi bu suretle meydana geldiğinden bu yolda rızıklanmak
onlara mahsustur. İkinci kısım, çalışıp çabalamadan insanların verdiği,
istemeden ele geçen rızıktır. Bu şekilde rızıklanmak da tecerrüd halinde yani
halktan uzak yalnız başına yaşayanlara mahsustur. Bu iki kısım rızkın elde
edilmesi hususunda birçok Kur’an emirleri ve adap şartları vardır. Birinci
kısmın hükümlerini ve edeplerini fıkıh, ilim, hukuk, feraiz beyan eder.
Sebepler âleminde ziraat, ticaret ve sanatla uğraşmak ve böylece kaderindeki
rızkı elde etmek isteyen her şahıs bu ilimleri öğrenmelidir. Müellif hazretleri
ikinci kısmın hüküm ve adabını bildirmiş ve bunları iki şarta bağlamıştır.
Birinci şart insanlardan gelen
rızık ve bağışları Cenab-ı Hakk’ın takdir ve taksim etmiş olduğuna inanmaktır.
Çünkü bu inanç olmadıkça insan müdahene (yaltaklanma), riya (ikiyüzlülük),
yapmacık davranış, münafıklık gibi kötü hallerden yakasını kurtaramaz. Bir de
bu şart tevhidin ve tecridin gereğidir, kanaat makamının ve tevekkül
mertebesinin icabıdır. Bu şartı yerine getirmeyip de zahir sebebe gönül
bağlayan kimse yaratıcıdan ziyade yaratılana kul olur. İnsanların ellerine
ortak olmak yüzünden tefrid mertebesinden uzaklaşır.
İşte bu manaya işaret ederek
Yahya bin Muaz Hazretleri: “Atâ (verme, bağış) sırrının Hak Teâlâ’nın hükmüne
bağlı olduğunu görmek ve inanmak ilim derecesinde kalırsa, bu şart yerine
gelmiş ve hakiki tevhid hâsıl olmuş sayılmaz. Hakiki tevhidin ele girmesi için
bu inancın sâlikin hali ve zevki olması lazımdır.” buyurdu.
İbrahim Havvas Hazretleri de
şöyle dedi: “Zevki ve ruhanî hali kazanca ve ticarete tok olmayan (mağnî)
sofinin, geçim sebeplerini terk etmesi uygun olmaz.”
Ömer bin el-Hattab<ra)
Hazreti Resul’ün kendisine bazen ihsan ve itada bulunduğunu ve kendisinin de o
sırada ihtiyacı olmadığından muhtaç olan bir başka kimseye vermelerini
istediğinde Resul Efendimizin: “Ey Ömer, sana verdiğimi al, istersen
başkasına verebilirsin. İstemeden verileni almalı ve dünya malına düşkün
olmamalı. ” buyurduklarını rivayet etmiştir.- Tâbiînden Cenab-ı Salim bu
yüzden Abdullah ibn Ömer Hazretlerinin kimseden bir şey istemediğini ve
verileni reddetmediğini, herkesçe böyle bilindiğini söylemiştir.
ikinci şart
insanların verdikleri şeyin ilme uygun olmadıkça kabul edilmemesidir. Bu şartın
ilmi en ileri tevhid ehli için zahir ve batın ilminden daha geniş ve
kapsamlıdır. Zahir ilmine uygun olarak almak; zaruri olarak ihtiyaç duyulan
şeyler, zaman ve imkânın müsait olduğu derecede akıllı, büluğa ermiş, cömert,
takvalı, olgun ve iyi halli kimselerden kabul etmek demektir. Tersine haksızlık
yapan, faizle ilgili olan, kazandığının helal ve haram olduğunu bilmeyen, çocuk
ve akılsız olan, vermeye izinli olmayan, bunamış veya delilik emaresi gösteren
kimselerin elinden almamaktır. Hadis-i şerifte takvalı kimselerin yemeğini
yemek ve takvalı kimselere yemek yedirmek emredilmiştir.
Batın ilmine
uygun olarak almak ise, alınan rızkın ancak azığı karşılayacak miktarda olması,
israfsız olarak ihtiyaca yetecek olması, zaruri olarak ihtiyaç bulunmasıdır ve
fazlasını kabul etmemektir. Ancak tabiatı cömert ve iyi huylu kimsenin fazla
mal almasında da sakınca yoktur. Fakat dünya mansıplarına, nefsânî hazlara,
yüksek mevkilere ve halkın saygınlığına ulaşmak için bir şey almak doğru olmaz.
Gereksiz veya ihtiyaçtan fazla olanı almak doğru olmadığı gibi verdiğini başa
kakan veya başkalarına ilan eden kimselerden de kabul etmemek gerekir. Bu
yüzden bazı gönül ehli kimseler demiştir ki: “Şu kimsenin yemeğini ye ki, senin
o yemeği yemende yemekten ziyade fazilet düşünür ve yemeği başkasına yedirmek
için bir emanet sayar. Kendisi halktan uzak yaşamakla birlikte seni doyurduğu
için sevinir. Seni yemeğinden daha üstün tutup takdir eder.”-
Peygamber Efendimize 5’ bir defa yağ, peynir (keş) ve bir koç
hediye verildiğinde yalnız yağ ile peyniri alıp koçu geri verdikleri rivayet
olunmuştur. Peygamber Efendimiz(sas) bazı insanlardan hediye kabul
eder, bazısından etmezlerdi. Bir hadis-i şerifte: “Kureyş, Ensar, Devs ve
Saka/ kabileleri hariç olmak üzere kimseden hediye kabul etmemeye karar
verdim.” buyruldu.
Özetle, bir
şeyi kabul etmek gerekirse haramdan, haksızlık şüphesinden korunmak için zahid,
ârif ve sünnet işleyen hakikat erbabından alınmalıdır. Bu gibi manevî
inceliklerden dolayı büyük evliyadan bazılarının kabul ettiğini başkaları
reddetmiş, bazı kimselerden alman bir şeyi diğeri almamış ve bir zamanda kabul
edilen bir şey başka bir zamanda kabul edilmemiştir. Bir şeyde maksat ne ise
hükmün ona göre olması gerekeceğinden ve kulların amelleri niyete ve sahih
itikada bağlı olup değişebileceğinden Süfyan Sevrî Hazretlerine verilip kabul
olunmayan bir sıra altını Cüneyd Bağdadî Hazretleri kabul edip sadaka olarak
dağıtmıştır. Bir kâmil bunu duyunca Süfyan’ın zühd sahibi olduğundan kabul
etmediğini, Cüneyd’in irfan ehli olması nedeniyle kabul ettiğini belirterek
meseleyi çözmüştür.
Bişr Hafi Hazretlerinin: “Ben Sırrı Sakatî’den başka hiç kimseden hiçbir
zaman, hiçbir şey istemedim.” buyurması da veren ve alanın birbirine denk
olması gerekliliğindendir. Onun bu sözlerinden, icap ettiği zaman istemenin de
caiz olduğu anlaşılır. Hatta Hazreti Cüneyd’in şeyhi olan Ebu Cafer Haddad’ın
akşam ile yatsı arasında bir iki kapıdan günlük azığını istediği, Ebu Said
Harraz’ın yoksulluğa düşerek dilencilik ettiği, İbrahim Edhem’in Basra camiinde
itikâfta bulunup üç gecede bir iftar edip her iftarında insanlardan yiyecek
istediği de büyük evliyanın rivayetlerindendir. Hadis-i şerifte buyrulmuştur: “Kim
acıkır ve bir kimseden hayatını devam ettirecek bir şey istemeyerek açlıktan
ölürse cehenneme gider. ”
Hazreti Musa
ve Hızır’ın Antakya’ya geldiklerinde günlük azıklarını halktan istedikleri ve
onların da vermedikleri Kehf suresinde beyan olunmuştur (Kehf/77). Burada şöyle
bir sual akla gelebilir: Verenin aslında Hak Teâlâ olduğunu hal ve zevk olarak gördükten
sonra, alınan şeyin zahir ve batın ilimlerine uygun olmadıkça alınmamasının
hikmeti nedir? Alınmaması, Cenab-ı Hakk’ın verdiğini reddetmek olmaz mı? Bu
suale şöyle cevap verilir: Şeriat hukuku ve tarikat adabına uymak kulluk
gereklerinden olduğundan tevhide ters düşmez. Bu yüzden insan-ı kâmil mârifet
nurunu, verâ ve takvasının ışığını söndürmeyen gönül eridir. Ledün maârifinden
şeriata uymayan her ilim reddedilir, makbul sayılmaz.
Bir de tevhid sırrının müşahedesi zamanında alıp almamanın hangisinin
doğru olacağı şu şekilde belli olur: Bir muvahhide göre alanla verenin arasında
fark yoktur, verenin eli alanın eli olur. Nasıl ki alan bir müridin verileni
Hak’tan veriliyor telakki edip zahir ve batın ilmine uygun olan bir şeyi
Cenab-ı Hak’tan alırcasına kabul etmesi caiz olursa, tersine verilmediğinde
ilme uygun olmayan şeyi kabul etmemeyi kendinden bilerek reddetmesi de caiz
olur.- Peygamber Efendimizin' "’ yağ ve peyniri kabul edip de koçu
reddetmeleri ve bazı büyüklerin kıssaları buna güzel birer örnektir.
Şu halde
veren, alan, reddedenin her üçü de aslında bir olup beşeriyet arada bir hikmet
perdesidir. Binaenaleyh fiilleriyle, sıfatlarıyla Hak’ta fani olan muhakkikin
alması da, reddetmesi de artık Allah’ın fiillerinden ibarettir. O halde avamın
itirazlarının boş olduğu açıklığa kavuşur.
Bu hakikat: “Sana biat edenler şüphesiz Allaha biat etmişlerdir.”
(Fetih/10) “Sen atmadın ama Allah attı.” (Enfal/17) mealindeki ayetlerle
sabittir. Birinci ayet Hudeybiye gazasında biat eden ashab-ı güzînin ancak Cenab-ı
Hakk’a biat etmiş olduklarını, Allah’ın kudret elinin de onların ellerinin
üstünde bulunduğunu, İkincisinde Huneyn gazasında müşriklerin hezimetine sebep
olan ve peygamberlik eliyle atılan bir avuç toprağın ancak Allah tarafından
atıldığını beyan eder.
Ârif çok defa Cenab-ı Hakk’ın
takdiriyle yetindiğinden, O’ndan bir hacet istemeye utanır. O halde artık
yaratıklarına el açmaktan nasıl utanmasın?
Hüdâya arz-ı hâcet eylemekten ârif-i billâh
Murâd-ı
Hakk’a râzı olduğu yçün eyler istihyâ
Nasıl etmez hayâ artık o Mevlâ-yı keremkârın
Kuluna
eylemekten ref-i dest-i fakr u istidâ’
Bundan önce belirtildiği gibi,
Cenab-ı Hakk’ın ezelî iradesiyle takdir edilmiş kısmete razı olmak, Hak
Teâlâ’dan hacet istememek edep gereğidir. Arifler Cenab-ı Hak’tan bir şey
istemekten utanırlarsa, mahlûktan istemekten nasıl utanmasınlar? Kulluk edebine
uyup bir şey istememeleri gereken ârifler, hiçbir zaman kapanmayan ahadiyet
kapısında bekleyen fakirlerdir, Hak Teâlâ ise zengin ve cömerttir. Şu halde
halktan ilgi ve beklentilerini kesmek, onlardan bir şey istememek paha biçilmez
bir hil’attir. Padişahın bir kölesine giydirdiği hil’atin korunması nasıl
gerekliyse, Allah’ın kullarına hacet arz etmemeye de öyle özen gösterilmelidir.
Cenab-ı Hak’tan başkasından bir şey istememek İlâhî kapının fakirlerinden bir
sınıfın Özelliğidir. Çünkü İlâhî fukara üç sınıftır.
Bir sınıfı
Hak’tan isteyip halktan istemeyenlerdir. Bunlar Hazreti Musa’nın kademinde
feyizlenirler. Zira Hazreti Musa İlâhî tecelli ile kendinden geçip mest
olduğunda: “Rabbim bana görün!” münacatıyla dîdar görmek istemiş ve
hayatını korumak için bir yufka ekmeğe ihtiyaç duyduğunda Cenab-ı Hakk’a: “Rabbim,
bana indireceğin en ufak hayra muhtacım. ” (Kasas/24) duasıyla talep elini
açmıştır. Bu zümreden Sehl bin Abdullah Tüsterî Hazretleri: “Cenab-ı Hakk’ın
her anda bilmediği hiçbir nefs ve vicdan yoktur. Hangi vicdanda Allah’tan
başkasına meyi ve ihtiyaç olsa ona derhal şeytan musallat olur.” dedi. Ebu Ali
Dekkak Hazretleri de: “Allah’tan başkasına az çok hacet arz etmemek
mârifetullahın alâmetlerindendir.” dedi.
İmam Kuşeyrî anlatır:
Mekke’de Harem’de bir fakir
gördüm. Her gün Beyt’in huzuruna gelerek yapabildiği kadar tavaf ettikten sonra
cebinden bir kâğıt parçası çıkarıp bakıyor ve gidiyordu. Birkaç gün böyle
geçti. O fakirin vefat ettiğini haber aldık. Onun bu haline dikkat eden gönül
ehli bir kimse, bu kâğıt parçasını elbisesini arayarak bulmuş ve onda şu
mealdeki ayetin yazılı olduğunu görmüş: “Habibim, Rabbinin hükmüne sabret,
zira sen bizim korumamız ve gözetimiz altındasın. ” (Tur/48) Meğer bu fakir
muhtaç duruma düştükçe bu ayet-i kerimenin manasını ruh ve kalp gıdası yapar,
Allah’tan başkasına ihtiyacını söylemekten çekinirmiş. Fakat bu kudsî zümreye
istemeden şeriata uygun olarak bir şey gelse gerçekte onu verenin Vehhab-ı
Kerim olduğuna inanarak almaktan kaçınmazlar.
ikinci sınıf fakirler, sabır ve
tevekkülü mârifetin temeli saymakla birlikte fevkalade ihtiyaç elverdiğinde
mecbur kalarak zahir ve batın ilmine uygun suretle, hacetini giderecek kadar
insanlardan istemekte beis görmezler. Bunun şeriat ve tarikata muvafık olduğu
önceki hikmette belirtilmiş ve delil olarak hadis-i şerif gösterilmişti.
Üçüncü sınıf
fukara ise ne isterler, ne de istemeden verileni kabul ederler. Bazı
muhakkıklar demiştir ki: “Bunlar ruhanîlerdir. Ne isterlerse Allah verir ve bir
şey için yemin ederlerse o şeyi mutlaka yaparlar, yeminleri bozulmaz.”
Ezelî iradeye
güvenerek Hak Teâlâ’dan istemekten utanmak İbrahim Halilullah’ın sîretidir.
Yoksulluğun bu mertebesi her ârife nasip olmayan en yüksek derecedir. İbrahim
milletine uymakla mükellef olan ümmet-i Muhammed şu ayet-i kerimenin manasından
feyizlenmekten geri kalmamıştır: “İbrahim’in milletine hanif olarak tâbi
oldular." (Nisâ/125) Hazreti İbrahim Nemrud’un ateşine atıldığı zaman
Cebrail^ gelip:
“Ey Allah’ın
nebisi, bir hacetiniz varsa emredin!” dediğinde:
“Ey Cebrail, eğer sana hacetim
olup olmadığını soruyorsan yoktur. Yok, Cenab-ı Hakk’a hacetimi soruyorsan pek
çoktur.” cevabını verdi. Bunun üzerine Cebrail(as):
“Öyleyse
Cenab-ı Hak’tan isteyin ki ihsan buyursun!” deyince de:
“Allah Teâlâ
halimi bilir, istememe hacet yok!” diyerek istemekten hayâ etmiştir.
Hammad bin
Seleme’nin Rabiatü’l-Adeviye Hazretlerine benzer bir kadın hakkında anlattığı
şu kıssa da bunun güzel bir örneğidir:
Yakınlarımızda
birçok yetim çocukları olan dul bir kadın oturuyordu. Şiddetli yağmur yağmakta
olduğu bir gece onun:
“Ya Refik,
irfık!” diye seslendiğini işittim.
İlk anda onun muhtaç bir durumda
kaldığını düşündüm. Biraz sabredip yağmurun dinmesini bekledim. Sonra yanıma on
dinar alarak evine vardım. Kapıyı çaldım. Kapıyı açtığında içeri girip halini
hatırını sordum.
“Sıhhat
afiyetteyiz çok şükür!” dedi, “Yağmur yağarken çocuklar biraz üşüdüler ama
dinince ısındılar.”
Keseden
altınları çıkarıp:
“Şu dinarları alın da, bazı
ihtiyaçlarınızı karşılayın!” dediğimde kadının beş yaşında görünen kızı derhal
bir çığlık attı ve dedi ki:
“Ey Hammad,
bizimle mabudumuz arasına girmek mi istiyorsun?” Sonra annesine dönüp:
“Anneciğim
gördün mü? Yüksek sesle ya Refik irfık diyerek gizli sırrını açtığın için işte
Allah’ımız rıfkı mahlûk elinden gösterip bizi te’dib ediyor!” diye annesini
ikaz etti ve beni şaşkınlık içinde bıraktı.
Ebu Haşan
Şazelî Hazretlerine kimyadan sormuşlar, şöyle cevap vermiş: “Gönlünden
Allah’tan gayrı ne varsa çıkar. İlâhî taksimde hisse sahibi olmadığın şeye asla
ulaşamayacağını bil. îşte kimya budur.”
Bir şeyi murâd etme
Olduysa inâd etme
Hak'tandır o reddetme
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler
diyen İbrahim Hakkı Hazretleri de fukara zümresinin
istemeksizin İlâhî zuhurata tabi olan kısmından imiş.
Ey talip, iki işten birini seçmen
gerektiğinde nefsine ağır gelen işi yap. Zira nefse ancak doğru olan iş ağır
gelir.
Sana meşkûk olursa ger iki emir
Anın bak nefiin üzre eşkalin al
Ağır gelmez bir iş âlemde nefse
Meğerki hak ola bı-şübhe ol hal
Nefse ağır
gelen işlerin yapılması, hafif gelen işlere göre daha doğru olur. Zira insan
nefsinin yaratılış özelliği, cehalet ve şehvet düşkünlüğüdür. O yüzden daima
hayvani hazları ister, rabbanî haklardan geri durur. Bir mürid bir ameli
diğerine göre daha hafif görüp nefsinde ona meyil hissederse hemen kendini
toplayıp o ameli bırakmalıdır. Nefsine uyarsa mahrumluğa ve pişmanlığa uğrar.
Çünkü nefse hafif gelen ameli işlemek hakikat erbabına göre kalbin manevî
bozukluğundan ileri gelir, değersiz sayılır. Kalbe az çok heva girdiği için bu
bozukluk eserlerinden masun kalamaz ve sırların aynası olamaz.
Nefs-i
emmareye bir amelin hafif gelmesi hayvanî hevesine uygun düşmesindendir. Heva
ve heves de Hak rızasına ters düştüğünden artık mürid için ağır ameli seçmek
başlıca selamet çaresidir. Ancak mutmain nefslere göre mesele farklıdır. Nefs
mutmain olup: “Ey mutmain nefs!" (Fecr/27) İlâhî hitabına erişince
artık hevanın hükmü kalmaz. Bütün ameller ne kadar ağır ve zahmetli de olsa
kolay gelir, zevk ve rahatlık verir. Şu halde mutmain nefsin Hak katındaki
derecesine göre seçilecek ameller faydası çok olanlardır.
Arif bir zat
dedi ki: “Yirmi seneden beri kalbim bir an bile nefse karşı sükûnet ve itminan
bulamadı.” Nefse karşı kalbin sükûnu, nefse hafif gelen amelleri yapmak
demektir. Bu ârif bu sözüyle nefsine uymadığını, ağır amelleri tercih ettiğini
belirterek övünmüş ve sâliklere öğüt vermek istemiştir.
Nefsin daima Hak rızasına uygun olmayan hallere düşkünlüğünü göstermek
bakımından aşağıdaki kıssa ibretli ve önemlidir:
Ebu Talib
Mekkî Hazretleri anlatıyor:
Sofilerden birine bir gün bir tarikat sâliki misafir olur. Ev sahibi
komşu kebapçıdan kebap satın alıp başka dostlarını da davet ederek misafire
ziyafet hazırlar. Sofraya oturup yemeğe başlandığında misafir mürid de bir
lokma alır fakat çiğneyip yutamaz ve geri çıkarır.
“Kusura bakmayın, ben yiyemeyeceğim. Lütfen siz yemeğe devam buyurun!”
diyerek bir kenara çekilir. Sofradakiler yemesi için ısrar ederler;
“Siz yemezseniz
biz de yemeyiz!” derler.
Ama misafir
mürid:
“Benim yememe
imkân yok, siz de ister yersiniz, ister yemezsiniz!” diyerek kalkıp
yürüyüverir.
Sofradakiler
artık misafirsiz yemeğe devam etmek istemezler ve kebapçıyı çağırıp belki bu
kebapta mekruh bir sebep vardır düşüncesiyle sorguya çekerler. Kebapçı
sıkıştırılınca, bu kebabı ölü bir kuzudan yaptığını, paraya tamah ederek bu işe
kalkıştığını, tesadüfen komşusu almak istediğinde gerçeği söyleyemediğini
itiraf etmek zorunda kalır.
Bir zaman sonra ev sahibi o müridin kebabın ölü kuzudan yapıldığını nasıl
keşfettiğini merak ederek onu arar bulur. Bunu sorunca mürid şöyle cevap verir:
“Ben yirmi
senedir riyazetle vakit geçirdim, açlık susuzluk çekerek yaşadım. Fakat nefsim
hiçbir yemeğe iştah duymadığı halde o kebaba karşı öyle bir istek gösterdi ki o
zamana kadar hiç bu kadar iştahlı olduğunu görmemiştim. Nefsim hep Hak rızasına
uymayan şeyleri istediği için bu kebaba karşı düşkünlüğünden şüphe ettim. Onda
çirkin bir hal olduğuna kanaat getirdim, o yüzden yemekten çekindim.”
Amel seçmekte
bu söylenilen ölçüden başka sağlam bir ölçü daha vardır ki, salih amel
sahiplerince tecrübe olunmuştur. O da salih olan kimsenin Ömrünü
tamamlamışçasına ölüm vaktinin geldiğini düşünmesi ve o sırada hangi amelle son
nefesini vermek istediğini dikkate almasıdır. Çünkü nefs, ölüm haline gerçekten
güzel olan amelden başka bir işle uğraşmayı arzu etmez. Onun için o zamanda
sevilen amelin doğru, başka amellerin ona nisbeten daha az doğru olduğu belli
olur. Zira ölüm haktır; hakka karşı batılın devamlılığı olamaz. Batıl olan
amelin hepsini kaldırır, hakkanî ameli devam ettirir. Şu ayetler buna kesin
delildir: “De ki, Hak geldi ve batıl kayboldu.” (Isrâ/81) “Hakkı
batılın başına fırlattığımızda onun beynini dağıtır, batıl ortadan kalkar.
” (Enbiyâ/18) “De ki, Rabbim hakkı dilediğinin kalbine indirir.”
(Sebe/48)
Hak olan
ölümün batılı yok edip güzel ameli devam ettirmesi, güzel amellerle aralarında
zıtlık olmaması bakımından hakkın zail olmayacağı hikmetine dayanır. Bir de
insanın ölüm vaktinde riya şaibesi, nefs hazzı ve hevadan uzak olan temiz
amellere gayret etmesi, ondan sonra gelen ölümle bütün fırsatların kaçacağını
gördüğündendir. Çünkü geleceğin sermayesi olarak ancak elde olan ameller
kalacaktır. Güzel amelde asıl olan emel yokluğu budur.
Şu halde
daima ecel pençesinde esir olduğunu ondan kurtulmanın imkânının bulunmadığını
bilen kimse ameli bozan afetlerden sakınır ve gösterişten kaçınır. En hayırlı
ameli seçerek en mühim amelle uğraşmaya mecbur kalır. Ne çare ki halkın çoğu
gaflet içinde olduğundan afiyetli zamanlarını serbestçe geçirip ancak ecel
pençesiyle çarpışmaya başladığı vakitte eski uğraşılarından pişmanlık duyup
üzülür. Ölümün geri bırakılmasını temenni eder. En üstün amel olarak terk etmiş
olduğu birtakım ibadete büyük bir meyil ve rağbet göstermeye başlar.
Heyhat
limâ tu 'âdûne heyhat îğfirlenâ yâ Kaziyü ’l-hâcât
Nafile hayır işlerinde acele etmek ve
farz amellerde rahat ve tembel davranmak nefse ve hevaya tabi olmanın
alâmetlerindendir.
Ferâizden
tekâsülle meşâgil-gîr-i nefl olmak
Hevâya ittihaın bu
alâmâtmdan olmuştur
Bu hikmetin bir önceki hikmetle ilgisi vardır. Zira nefse ağır gelen farz
ve vacip ameller dururken daha hafif gelen hayrat işleriyle uğraşmak nefsin
hevasına uymaktan başka bir şey değildir. Mesela tövbe edip Cenab-ı Hakk’ın
dergâhına sığınan bir müridin kaçırmış olduğu farzları kaza etmesi ve
üzerindeki kul haklarını ödeyip helalleşmesi gerekirken nafile oruç, namaz ve
hac amelleriyle uğraşması nefsinin kölesi olduğunu gösterir.
Muhammed bin
Ebi Verd Hazretleri şöyle buyurmuştur: “İki hal insanın dalalet vadisinde
kaybolmasına sebep olur. Birisi nafile ile uğraşmak ve farzları bırakmaktır.
Diğeri vücud ülkesinin hükümdarı olan kalple beraber olmayarak vücud azalarıyla
ibadet etmektir. İşte insanların vahdet dergâhına erişmekten mahrum olmalarının
sebebi bu şekilde yollarını kaybetmeleridir.”
İbrahim Havvas Hazretleri bu manayı başka bir ifadeyle göstermiştir:
“Halkın yolu Hak kapısına varmaktan iki sebepten kesilir. Birincisi nafileleri
isteyip farzları kaçırmalarıyla, İkincisi zahirde birtakım güzel ameller
işledikleri halde nefslerini bu amellerde sadakatle ve bu hususta başkasına
öğüt vermekle yükümlü tutmamalarıyla. Hâlbuki Cenab-ı Hak ibadeti ancak
sadakati, istikameti ve hakka isabeti sebebiyle kabul eder.”
Ebu Talib Mekkî Hazretleri bu konuyu biraz daha açıklayarak şöyle
buyurdu: “Sadık bir mürid için en üstün ibadet önce nefsini bilmek ve haddini
aşmamaktır. Allah tarafından ikame olunduğu hal ve harekette devam etmek, bütün
nafilelerden geri durduktan sonra hidayete götürecek bir ilim ve nefsânî
hevalardan koruyan bir verâ ile farz ibadetlere başlamak, farzları yerine
getirmedikçe nafilelerle uğraşmamaktır. Zira nafile ibadet ancak müridin Hak
yolunda selâmete ulaşmasından sonra makbul olur. Nasıl ki kâr, alım satımın
sermayesi elde edildikten sonraki ticaretin net semeresidir; selamete ermesi
zorlaşan kimse de Allah’ın fazlından uzak olur. O kimse nefs aldatmasının helâk
vadisine düşmüş bir bedbahttır.”
Dururken vâcibat etme nevâfille şuğl zira
Nevâfille takarrüb sonradır kurb-ı ferâizden
Ey mürid, Hak Teâlâ farzları ileride
yaparım diye savsaklamaman için belli vakitlere bağladı. Bu vakitleri de
farzları istediğin zaman yerine getirmen için geniş tuttu.
Muayyen vakitlerle eyledi tâati Hak takyîd
Senin men etmesin kim andan ey dilâdet-i tehir
Dahî evkatı tazyîk etmeyip etti
sana tevsî'
Senin ’çün tâ ki kalsın hâli üzre hisse-i tahyır
Namazın beş vakit olmasında iki büyük ilâhı nimet vardır. Birincisi
Cenab-ı Hakk’ın namazı belli vakitlere bağlaması, kullarını bu ibadete mecbur
etmesi ve karşılığında sevap ve mükâfat vereceğini vaad ederek ebedi saadete
özendirmesidir. Zira belli vakitlerde değil de ne zaman isterse yerine
getirilmek üzere serbest kılsaydı, insan tembellik edip sonraya bırakırdı.
Geciktirip savsaklayanların ise helâke uğrayacakları hadis-i şerifte
bildirilmiştir. O yüzden ömründe bir kere yapılması farz olan hac ibadetinin
zenginlerce çoğunlukla yerine getirilmeyip bedelle hacca vekil göndermeleri bu
hadis-i şerife göre savsaklama (tesvif) olduğu şüphesizdir.
ikinci nimet
insanlara seçim hakkı tanınarak vakitlerin uzatılıp geniş tutulmasıdır. Böylece
bu vakitlerin başında, ortasında ve sonunda eda olunması yeterli sayılmıştır.
Kul bu suretle azaların kalple birlikte amel edeceği sakin bir halinde
ibadetini yapabilme serbestliğini elde etmiştir. Eğer vakitler geniş olmasaydı,
mesela öğle namazının öğle vakti girer girmez kılınması şart olsaydı, vaktin
ortasında veya sonunda kılmış olan, namazı vaktinde eda etmemiş olurdu. Sonra
kabul edilmesi şüpheli olan kazaya bırakmaktan başka çaresi kalmazdı.
Vakit geniş olduğuna göre bütün meşguliyetlerden
uzaklaşarak kalp huzuruyla istediği vakit parçasında namazı kılıp şartlarını
yerine getirebilir. Şu halde namazı belli vakit şartlarına bağlamak ve
vakitleri genişletmek Cenab-ı Hakk’ın lütuflarındandır.
Cenab-ı Hak kulların az ibadet edeceklerini bildiği
için taat etmeyi farz kılarak onları mecburiyet zincirleriyle ibadete sevk
etti. Cenab-ı Hak bir topluluğun zincirlerle sürüklenerek zorla cennete
götürülmesinden hoşlandı.
Bildiğiyçün kıllet-i meylin
ibâdın tâate
Kıldı vâcib anlara Mevlâ vücûd-ı tâati
Kayd-ı îcâb ile sevk-i tâat
etti sevdi hem
Sevk olunmuş cennete zencîr ile bir ümmeti
Cenab-ı Hak
kulunun ibadetinden fayda sağlamaz, masiyetinden de zarara uğramaz. Hiç
ihtiyacı olmadığı halde kullarına ibadet etmekle emredip mecburiyet
zincirleriyle kulluğa sevk etmesi, onların tabiatlarındaki zayıflık ve
tembellikten dolayı gönüllü olarak ibadet etmekte gevşek davranacaklarını
bildiğindendir. Bu yüzden onları azaba uğratmakla korkutarak kulluk yoluna
zorlama zincirleriyle sürüklemiştir.
Cenab-ı Mevlâ sanki şefkatli bir babanın çocuklarına davrandığı gibi
muamele etmiştir. Zira müşfik bir baba üzerinden kuş geçmesini bile istemediği
gönlünün meyvesini, tabiî arzularının yolunda koşmasın diye dövüp korkutur.
Gelecekte mutlu yaşaması için ilim ve sanat öğrenmesi gibi birtakım zahmetli
işlere zorlar. Maksat onu acıtmak, incitmek değil, sonradan anlayacağı
gelecekteki menfaatlerini şimdiden tamamlamasını sağlamaktır. Cenab-ı Hak da
dünya düşkünü kullarının, helâk sebebi olan nefsanî şehvetlerinin ardında
dolaşmalarını engelleyip korkutarak ahiretteki ebedi saadetlerini temin etmek
için şeriat meşakkatlerini üzerlerine yüklemiş, bu suretle onları icap
zinciriyle özel faydasını ileride anlayacakları ibadetlere zorlamıştır.
Şefkatli bir baba gözünden
sakındığı sevgili çocuğunu terbiye etmek için dövüp mutluluğunu hazırlamak
yolunda okula gönderir. Yine çok sevdiği için her türlü fedakârlığı yapıp
şefkatini göstermekten geri durmaz. Bunun gibi ana ve babalarımızdan daha
şefkatli olan Erhamerrahimin Hazretleri de kullarını dıştan gereklilik
zincirlerine bağlayarak kulluk yoluna sevk etmekte, heva- yı nefsanîlerine ters
düşen birtakım şeriat yükümlülükleriyle bağlayıp cennete sevk ettiği kullarını
manen pek fazla sevdiğinden onların bu halinden razı ve hoşnut olmaktadır.
Hikmet ibaresinin son cümlesi
bir hadis-i şeriften alıntıdır. Peygamber Efendimiz'"’ Bedir esirlerinin
zincirlere bağlanıp götürüldüğü sırada şu mealde buyurmuştu: “Allah Teâlâ
bir grup insanın cennete boyunlarında zincirlerle sürüklenip götürülmesine
taaccüp ediyor.” Onların kâfir oldukları halde esir edilerek kaçmamaları
için boyunlarına takılan zincirler, sonradan cennete girmek sebebi olan Islâm
dairesine girmelerini gerektirdiğinden sanki cennete zincirlerle zorla
sokuluyorlar demektir. Burada kulların üzerine yüklenen ibadet vecibelerini
zincirlere benzetmek güzel bir istiaredir.
Hadiste geçen
taaccüp kelimesi sebebi gizli olan bir işi büyütmek demektir. Bu mana Cenab-ı
Mevlâ için muhal olduğundan iki türlü yorumlanmıştır. Birincisi müteşabihata
mana verilemeyeceğini söyleyen eski âlimlerin yorumudur. Onlara göre Cenab-ı
Hak için taaccüp vaki olursa da bunun nasıl olduğunu ve hakikatini biz
bilemeyiz. Taaccübün lügat manasından yani şaşmaktan Cenab-ı Hak münezzehtir.
İkincisi müteşabihatı yorumlayan sonraki âlimlerin görüşüdür. Bunlara göre
hadiste geçen taaccübün manası Cenab-ı Hakk’ın zincirlerle cennete
sürüklenmenin taaccüp edilecek, şaşılacak bir şey olduğunu gösterip
bildirmesinden ibarettir. Buna nasıl şaşılmaz ki? Ebedî kalınacak olan cennet;
Allah’ın rızası, devamlı yiyip içmek, sayısız nimetler, dîdar sevinci ve
hurilerle, akıl ve izan sahiplerinin elde edilmesine çabalanması ve uğruna her
türlü meşakkate katlanılması gereken bir nimettir. Böyle iken bu topluluğun,
sonsuz ve sayısız nimetlerin sebebi olan İslam ve imana sanki kötü bir işe
götürülüyormuş gibi zincirlerle çekilerek sevk edilmesi ve gereklilik zinciriyle
ibadete zorlanması gerçekten hayret edilecek bir şeydir. Ancak bu icap ve
taaccüp avam için bahis konusudur.
Havas kulların kalpleri feyiz ve
irfan tecellilerinin yeri olduğundan mâsiyetten ve kötülükten yaradılışlarının
özelliği gereği nefret ederler. Nefslerinin hevalarına uymamaları ezelî
vasıflarıdır. Bunlar icap zincirleriyle taate sevk olunmaktan, yükümlülük
bağlarıyla cennete götürülmekten uzaktırlar. Hatta ibadetleri onlara tatlı
gelir. Taate devam etmeleri tabiatları gereğidir. İbadet vecibelerinin faydası
bir padişahın zaten yanında bulunan nedimlerine; ‘Bir daha yanımda durun!’ diye
emretmesi gibi iltifat ve teveccüh ederek şereflendirmesidir.
Ebubekir Sıddık(ra)
ezelî imanını belli etmeksizin putlara tapmaktan, işret, zina gibi akıl ve
hikmet dışı işlere bulaşmaktan tabiatı gereği nefret edip çekinmişti. Sahabe-i
kiramdan Süheyb-i Rûmî’nin Cenab-ı Hak’tan korkmasa bile yine günah
işlemeyeceği hadis-i şerifle sabittir. Rabiatü’l-Adeviye: “Cenab-ı Hak
kullarına ibadet etmeyi emretmese yine belli günlerimi ibadetle geçirdim.”
buyurmuştur.
Bunlar havas kulların özel yaradılışta olduklarını
gösteren güzel örneklerdir.
Cenab-ı Hakk’ın
sana ibadet etmeyi emretmesi, senin cennete girmen içindir.
Sunu etti Hüdâ gerçi vücûd-ı hizmetin îcab
Anınla eyledi ancak duhûl-i cennetin îcab
Cenab-ı
Hakk’ın zahirde kullarını ibadetle yükümlü kılması aslında onları iman ve
ibadetler sebebiyle cennete girmeye mecbur etmek içindir. Çünkü kulun
ibadetinin O’na faydası olmadığı gibi, isyan edenin masiyeti de zarar vermez.
Bu yüzden ibadetin faydası yine taat edene aittir. Bu hikmet bir önceki
hikmetin anlamını biraz daha güçlendirmekte ve açıklamaktadır. Cenab-ı Hakk’ın
kullarını ibadete şevki, cennete sevk demektir ve büyük bir devlettir. Kulların
üzerine düşen ise cennete girmektir. Burada bilinmeye değer bir husus daha
vardır ki, o da gereklilik zincirleriyle kulların Allah tarafından kendisine
sevk olunduğu ibadetler, kendilerine farz kılınan mükellefiyetlerdir. Bu
vecibeler, farzların hangi kısmı olursa olsun, aynı cinsten sünnet, mendub,
müstehab gibi nafilelerle tamamlanabilmektedir. Mesela farz namazlardaki
eksikliklerin müekked ve gayr-ı müekked sünnetler gibi nafile namazlarla,
ramazan orucundaki noksanlıkların şevval ayının başında tutulan sitte-i şevval denilen
altı günlük nafile oruçlarla, zekât noksanlıklarının sadakalarla tamamlanacağı
hadis-i şeriflerle beyan buyrulmuştur.
Namaz beş
vakitle, oruç ramazan ayıyla, zekât malî kuvvetle, hac ise gücün yetmesi, ömür
müddeti ve belli aylarla şarta bağlanarak belli edilmiştir. Bütün bunlar
ibadetten zevk alamayan ve ibadetleri ancak farzları yerine getirmek ve
haramlardan çekinmekten ibaret bulunan zayıf mü’minler içindir.- Zira bir
efendinin zaman belirlenmeyince istenen hizmeti yapamayan hizmetçilerine öğretmesi
gibi Cenab-ı Hak da avamın farz ibadetlerini belli vakitlerle sınırlamıştır.
Havas kullar
ise zevki hakikatte ve safayı ibadette ararlar. “Şüphesiz Allah bizimle
beraberdir. K ayet manasının şarabıyla neşe bulurlar.
Vakitlerini tek bir vakit bilir, hangi ameli işlerlerse onu huşu ve huzur ile
ifa ederler; hatta ameli terk etmeleri de İlâhî tecellilerin istiğrakından ve
fena- fillah sırrıyla gerçekleşmelerinden ileri gelir. Onlar kalıp ve kalp
olarak pür-nur olduklarından vakitlerinin hepsi ibadet içindir. Sayılı
nefesleri zikrullah için emanettir. Kısacası onların ibadeti belli vakitlerle
sınırlanmaktan uzaktır.
Ebu Haşan Şazelî Hazretleri “Hangi virde devam
edeyim?” diye soran bir müride şöyle cevap vermiştir: “Sana ancak bir virde
devam etmeni tavsiye ederim. O da hal ve söz olarak hevayı söndürmek ve
Mevlâ’yı sevmektir.”
Cenab-ı Hakk’ın kendisini şehvetten kurtarıp gafletten
uyandıracağını garip karşılayan kimse İlâhî kudreti küçümsemiş olur. Hâlbuki
Hak Teâlâ’nın her şeye gücü yeter.
Yed-i şehvetten inkazm yemm-i gafletten ihracın
Cenab-ı Alimü ’s-sırrın olursa her ki müstagrib
Muhakkak etmiş oldu kudret-i Hakk'a o acz isnad
Cenab-ı
Hak ise her şeye oldu Kadir ü Gâlib
Bir insan ne kadar şehvet kölesi
olsa, ne kadar gaflet deryasına batsa Cenab-ı Hakk’ın yine ona hidayet ve
selamet vereceğinden şüphe etmemelidir. Zira bu şüphe Kadir-i Mutlak’ın gücünün
yetmeyeceğini zannetmek olur. Hâlbuki Alemlerin Rabbi hidayete ulaştırmaya
muktedirdir, gücünün yetmeyeceği bir şey yoktur. Binaenaleyh bir mürid insanların
kalpleri ve hayvanların nasiyelerinin Hak Teâlâ’nın kudret elinde olduğuna
inanmalı, İlâhî rahmet ve feyizlerden ümit kesmemeli, Cenab-ı Hakk’a tam bir
muhtaçlık ve zilletle sığınmak ve zuhuratı gözlemelidir. O zaman Hak Teâlâ onun
zorluklarını kolaylaştırır, müşküllerini çözer. Zira Allah Teâlâ dağınık bir
kulu af ve mağfiret etmek isterse, onu rızasına uygun bir işe muvaffak eder.
Günahlarını pek basit bir sebeple bağışlar ve hidayete eriştirir. Amellerini ve
hallerini düzelterek sonrakilere örnek olmak derecesine yükseltir. Büyük
velilerden Fudayl bin lyaz, Abdullah bin Mübarek, Ebu Ukal bin Ulvan’ın halleri
bunun hayret verici örnekleridir. Bunlar ilk halleri iyilikle anılmayacak bir
durumda iken, İlâhî cezbe ve rabbanî hidayet erişmesiyle birlikte her biri kısa
zamanda şeriat göğünün parlak güneşi ve tarikat burcunun nurlu ayı olarak din
ve milletin övüncü, kendilerinden sonra gelenlerin rehberi olmuştur.
Cenab-ı Hakk’ın
en sevdiği şey bir günahkârın pişmanlıkla tövbe etmesi olunca, dalalet girdabında
kaybolmuş suçluya sırf lütfuyla hidayet vermesi nasıl garip karşılanabilir?
Veheb bin Münebbih Hazretlerinin
anlattığı aşağıdaki kıssa bu konuda bir hikmet dersidir:
Benî İsrail’den
cana kıymış katil bir şakî pişmanlık gösterip âlim bir zatın yanma giderek
durumunu anlatır ve Allah katında tövbesinin kabul edilip edilemeyeceğini
sorar. Fetva veren âlim de yerden kuru bir hurma dalı alarak: ‘Bu dal ne zaman
yeşerirse, senin tövbenin kabul olduğuna işarettir!’ cevabını verir. Adam bunu
gerçek zannedip kuru dalı alıp evine gider, tövbe istiğfara devam ederek
Cenab-ı Hak’tan af ve mağfiret beklemeye başlar. Aradan epey zaman geçtikten
sonra dalın yeşillendiğini görür ve bağışlandığını anlar. “Bu Allah ’a güç
değildir.K (Fâtır/17)
Ebu Said el-Hudrî’nin(ra)
rivayet ettiği hadis-i şerif meali şöyledir:
Doksan dokuz
cana kıyan Benî İsrailli bir adam, görüşünü almak için dünyanın en çok ibadet
eden, en takvalı kişisini aramaya girişir. Ona o vasıflarda bir rahibi haber
verirler. Rahibin önüne gelip doksan dokuz kişi öldürdüğünü anlatır ve:
“Tövbem kabul olur mu?” diye
sorar.
Rahip:
“Hayır, bunun tövbesi olmaz,
kabul edilmezsin!” diye cevap verince kızıp onu da öldürür ve maktullerinin
sayısını yüze çıkarır.
Bu defa da zamanın en âlim
adamını aramaya başlar. En âlim diye tanınan kâmilin huzuruna varıp haksız
olarak yüz kişiyi katlettiğini, bu cinayetlerinden tövbesinin kabul edilip
edilmeyeceğini sorar. Alim cevap olarak der ki:
“Tövbe kapısı açık oldukça tövbe kabul olunur. Tövbe edenle tövbenin
arasına hiç kimse girip engel olamaz. Ancak senin yurdun bozuk ahlâklı,
günahkâr kişilerin çok olduğu bir yer olduğundan orayı terk et. Ahalisi ibadet
etmekle meşgul olan bir memlekete göç et. Orada Cenab-ı Hakk’a ibadet et ve bir
daha dönme!”
Tövbekâr
katil hemen yola çıkarsa da gittiği yolun ancak yarısına geldiği sırada ömrü
sona erip ölür. Ruhunu alıp haline göre makamına ulaştırmakla görevli olan
rahmet melekleriyle azap melekleri ruhuna sahip çıkar, aralarında çekişmeye
başlarlar. Rahmet melekleri niyetinin güzelliğinden bahsedip affa uğraması
gerektiğini, azap melekleri henüz güzel bir amel işlemediğinden dolayı azaba
müstahak olduğunu ileri sürerek münakaşa ederlerken Cenab-ı Hak onlara hakem
olması için bir melek gönderir. Bu melek:
“Adamın çıktığı yerle, varıp ibadet edeceği yer arasındaki mesafeyi
mukayese edin! Öldüğü nokta hangisine yakınsa ona göre muamele olunur.” diye
hükmeder.
Mesafe
ölçülünce varacağı yere daha yakın olduğu ortaya çıkar ve rahmet melekleri
ruhunu teslim alarak nur deryasına batırırlar.
Isa bin Dinar
Hazretleri buyurdu: ‘Cenab-ı Hak bir kulunu ancak kabulünü dilediği amele ve
mağfiretini murad ettiği günahtan tövbeye muvaffak eder.’
Ömrünü irfanla geçiren bir günahkâr işlediği günahları hatırlayıp tam bir
pişmanlıkla: ‘Allahümmağfîr inneke...’ dediği, sözünü tamamlamadan vefat ettiği
halde mağfirete uğradığı hadis-i şerifle bildirilmiştir.
Özetle, günahkârların Cenab-ı Hakk’ın rahmetinden
hiçbir vakit umut kesmeyerek kendilerini düzeltmesi af ve mağfiret istemeleri
kulluk edeplerindendir. Cenab-ı Hakk’ın da kullarına lütuf ve inayet buyurması
mâbudluk şanındandır.
Kereminden ne kadar mücrim isem kesmem ümid
Giremez kimse efendiyle kulun arasına
Ey talip, senin üzerine çok kere nefs
karanlıklarının saldırması, Cenab-ı Hakk’ın sana ihsanı olan kalp nurlarının
kıymetini bilmen içindir.
Olur zulumât-ı nefiâniye pek çok defalar vârid
Sana târifiçin envâr-ı lûtf-ı Hazreti Hakk’ı
Zulmet
(karanlık) nurun zıddıdır. Hak Teâlâ hakiki vahdetin zatına mahsus olduğunu
bildirmek için her şeyi çift olarak yaratmıştır. Onun için âlemde zıddı olmayan
bir şey yoktur. Her nurun ve nuranînin karşılığında bir zulmet ve zulmanî
vardır. Karanlıklardan kasıt şehvetler, masiyetler ve gafletler demektir. Ihsan
olunanlardan kastedilen de, kalp nefsanî karanlıklardan temizlendiğinde onda
ortaya çıkan tecelli ve feyiz nurlarıdır. Balıkların daima denizin içinde
bulundukları halde denizin varlığından habersiz oldukları gibi Allah’ın
velileri de İlâhî nurlara gark oldukları zaman nurların varlığından
şuursuzdurlar. Bu yüzden kurb ve vuslat makamlarındaki huzur nimetinin
nurlarının zevkinin, zikir neşesinin ve mahremiyet sırlarının değer ve şerefini
bildirmek, gereken şükrünü yerine getirtmek için Cenab-ı Hak bu velilerine
ayrılığın gecelerini ve karanlık perdelerini indirerek hakikati ve hikmeti
bildirmek istemiştir.
Nurlara batmak ve zikirlerin daimi tecellisi, ucb ve gurura sebep olup
kibir getirdiğinden gaflet uykusundan uyandırmak içindir. Bu iki surette de
karanlıkların gelmesi feyiz toplayıcı bir nimet ise de bazen imtihan ve
cezalandırma olarak vaki olabilir. Çünkü devamlı olarak şehvet karanlıklarının
gelmesi ve müridin tövbe etmeksizin günah işlemeyi sürdürmesi nimet değil,
tersine; “Onları ansızın alırız.” (En’am/44) ayeti anlamınca sonu kötüye
varan şiddetli bir cezanın alâmetidir.
İlâhî bir nimetin
kıymetini bilmeyen, nimet kaybolduğunda değerini anlar.
Hâl-i vicdanında kadr-i nimeti
kim bilmese
Hâl-i fıkdânıyla elbette bilir ol nimeti
Bu hikmet bir önceki hikmetin sebebi ve delilidir. “Karanlıkların gelmesi,
nimet nurlarının kıymetini bilmeye nasıl sebep olur?” şeklinde akla gelen bir
suale müellif; “Nimet kaybolduğunda bilir!” diye cevap vermektedir. Açıklanması
gereksizdir; çünkü bir şeyin değeri yokluğunda belli olur. Mesela görme
nimetinin kadrini kör olanlar bilir. Çoğunlukla insanların nimeti ve değerini
yokluğunda anlayabilmesi, nimet vaktinde gaflet fazlalığındandır.
Arifler ise zaten Rabb’in nimetine şükredici oldukları için nimetin
kadrini nimetin bulunduğu vakitte bilirler. Bu yüzden Sırrı Sakatı Hazretleri
şöyle buyurmuştur: “Nimetin kıymetini bilmeyen kimse, bilmediği sebeplerle
nimeti kaybeder.”
Fudayl lyaz Hazretleri de: “İlâhî nimetlere karşı şükretmeye devam edin.
Zira bir nimetin bir topluluktan bir kere kaldırıldıktan sonra geri dönmesi pek
azdır.” buyurdu.
Arap ediplerinden biri şöyle demiştir: “Nimete şükretmenin en küçük
faydası nıkmetten yani şiddetli cezadan korunmaktır.”
Şükretmek
nimetin kadrini bilmeye ve o da nimetin kaybolmasını durdurmaya sebep
olduğundan bazı muhakkıklar dedi ki: “Akarsuyun kadrini nehrin kenarında
oturanlar bilmez, çöllerde susuz kalanlar bilir.- Babası tarafından terbiye
edilmek için devamlı olarak azarlanan çocuk, babasının kıymetini hayatında
değil, vefatında anlayabilir.”
Bu sözlerden anlaşıldığına göre İlâhî nimet mevcut oldukça ve yok
olmadıkça bilinemiyormuş. Bu sebepten bazı salih kimseler şöyle niyaz
etmişlerdir: “Yarabbi, bize nimetini zevaliyle değil, devamıyla bildir. ”-
İşte bir
nimetin kıymeti gaflet yüzünden varlığında değil, yokluğunda bilindiğinden ve
zamanında şükrü yerine getirilmediğinden Peygamber Efendimiz(sas)
ümmetine ibadette kendinden üstün olanlara, mal ve nimette kendinden aşağıda
olanlara bakmayı emretmişlerdir. Zaten mutlu ve başarılı insan da diğer
insanların haline bakarak kendine ders ve öğüt çıkaran olgun kişidir.- Bu
manada Ebu Hureyre’den(ra) rivayet olunan iki hadis meali şöyledir:
“Ey ashabım, siz dünya işlerinde kendinizden aşağı durumda olanlara
bakın. Sizden üstün olanlara bakmayın. Zira böyle yapmanız Cenab-ı Hakk’ın
sizin üzerinizdeki nimetlerini küçümsememeniz için pek gereklidir. ”
“Sizin
biriniz mal ve yaradılışta kendisinden fazla olan kimseye bakmak istediğinde
kendinden aşağıda olanlara baksın.”
Bu yüzden bazı
sofiler her gün hastaneye giderek hastaların halini, hapishaneye giderek
mahpusların durumunu, kabristanı ziyaret ederek kabirdekilerin ahiret
halleriyle uğraşmasını, yakınlarının faydasız üzüntü ve feryatlarını görür,
sonra evine dönüp bu belalardan uzak oluşlarından dolayı Cenab-ı Hakk’a
şükrederler. Hatta zahidlerden Rebi bin Haysem Hazretleri evinde bir kabir
kazarak orada boynu zincirli olduğu halde uyur ve kıyamet gününde günah
işleyenlerin ıstırap içinde: “Yarabbi, beni dünyaya geri döndür, bıraktığım
malla güzel ameller işlerim. ” (Mu minûn/99) diyeceklerini bildiren ayetini
okuduktan sonra kalkıp kendisine: “Ey Rebi, işte istediğin oldu. Dünyaya geri
dönmeyi isteyip de isteğin reddedilmezden evvel güzel ameller işle!” buyururdu.
Bu sözler
yukarıdaki hadislerde emredilenlere tam olarak uygundur. Akıllı kula nimetin
değerini bilmek için aşağıda olana bakmaktan başka selamet yolu yoktur.
Şeb-iyeldâyı müneccimle muvakkit ne bilir
Mübtelâ-yı
gama sor kim geceler kaç saat
Ey sâlik, şükrünü yapamam diye nimetin
ardı ardına gelişi seni korkutmasın. Zira seni şükürden alıkoyan bu korku senin
değerini düşüren hallerdendir.
Nimet-i Hakkın tevali vü tevârüd etmesi
Vermesin
ifâ-yı şükründen sakın dehşet sana
Çünkü terk-i şükrü müstelzim olan bu indihâş
Kadrini
tenzil eden ahvâlden oldu dilâ
Bir insanın, arka arkaya İlâhî
nimetlere kavuşması sürdükçe, bunların şükrünü ifa etmekten aciz olduğunu
görerek şükrü terk etmesi doğru değildir. Zira Cenab-ı Hak insanın değerini ve
özellikle iman sahiplerinin mevkiini yüceltmiş, onunla işlediği az bir iyiliği
çok olarak kabul etmiş, “Kim bir iyilikle gelirse ona on misli verilir. ”
(En’am/160) hükmüyle seçkin bir lütfa layık kılmıştır. Bu İlâhî lütuf bütün
kâinata karşı insanı özel efendilikle şereflendirdiğinden artık nimet
fazlalığından dolayı şükretmekten acizlik göstermek bu şerefi düşürücü bir
cahilliktir. Nimeti azımsamaktan dolayı şükretmeyi bırakmak Cenab-ı Hakk’ın
rızasına aykırı olduğu gibi çokluğundan ötürü terk etmek de şeriatça uygun
görülmez. Bu yüzden Sehl bin Abdullah Hazretleri: “Alemde hiçbir nimet yoktur
ki, hamd ü sena ondan üstün olmasın. Zira Cenab-ı Hakka yapılan şükür nimetin
artmasını mucip olur.” dedi.
Eski kitaplarda yazıldığına göre
Davud(as) Cenab-ı Hakk’a:
“Yarabbi,
insanlardan her birinin hiçbir tüyü yoktur ki, onun altında bir nimet ve
üstünde başka bir nimet olmasın. Şu halde insan sana nasıl hakkıyla
şükredebilir?” diye niyaz ettiğinde
Cenab-ı
Hak şöyle buyurdu:
“Ey Davud,
ben onlara çok nimet veririm, karşılığında az şükre razı olurum. Bu inayetimin
şükrü de sana ulaşan her nimeti benden bilmenden ibarettir.”
İkinci Faruk-ı
Azam denilmeye değer olan Emevi halifelerinden Ömer İbn Abdülaziz de kendisine
bazı valiler tarafından: “Benim olduğum beldede nimet o kadar çoğaldı ki,
idaremde bulunan ahalinin üzerine şükür zayıflığından korkuyorum.” diye sunulan
bir yazıya şöyle yazarak cevap verdi:
“Ben seni
Cenab-ı Hakk’ı bilirsin sanıyordum, meğer bilmiyormuşsun. Cenab-ı Hak bir
kuluna bir nimeti ihsan edip de o kul hamd ü sena ederse elbette onun hamdi
Hakk’ın nimetinden efdaldir. Eğer bu gerçeği bilmiyorsan Allah’ın kitabına
başvur. Cenab-ı Hak Hazreti Davud ve Süleyman’ın dilinden ilim ve peygamberlik
nimetine: Elhamdülillah bizi mümin kullarından çoğundan üstün kıldı.’
dediler. Cennete giren mü’minlerin dilinden: "Allah’a hamdolsun ki,
sözünde durdu ve cennete bizi varis kıldı. ’ buyurmadı mı? Hâlbuki
peygamberlikten ve cennete girmekten büyük hangi nimet vardır?”
Dünya sevgisinin kalpte yerleşmesi
tedavisi olmayan bir hastalıktır.
Gönülde hubb-ı dünyânın vücûdu
Devâsı
gayri mümkin bir marazdır
Kalp cihanı
yaratan Allah Teâlâ’nın nazar ettiği yerdir. Müslümanların kalbi iman şahidinin
tecelli yeridir. Kalpte aynı zamanda dünya sevgisi, şehvetlere meyil ve heva da
dolaştığından onu irfan ve yakînin yeri yapmak, nefsanî düşüncelerden şeytanî
vesveselerden korumakla mümkündür. Nefs ve şeytan kalbe dünya sevgisini koymaya
çalışır. Çünkü dünya sevgisi masiyetlerin ve hataların sermayesidir. Kalp
nefsanî hastalıklar ve hayvani şehvet illetlerinden uzak kalmadıkça sultanın
sevgiyle baktığı yer olamaz. Çünkü bir evde misafir üstüne misafir bulunmaz.
Kalp hastalıklarının tedavisi de iman ve yakîn nurlarının art arda gelmesiyle
mümkün olur. Tedavi edilmeyen bir hastalık kalpte yerleşirse hastalık
müzminleşir ve artık iyileşmesi güçleşir. Binaenaleyh mürid kalbin manevî
hastalığı olan şehvet, heva ve dünya sevgisinden seyyar hastane olan irşad
kapısına sığınmak zorundadır. Bu manevî hastalıkları Rabbani tabip olan
mürşid-i kâmilin tedavisi altında zikir, takva ve tefekkür ilaçlarıyla
gidermeye çalışmak lazımdır. Ancak bu suretle saadet ve afiyete erişilebilir.
Sür çıkar gayrı gönülden ta tecelli ede Hak
Padişah
konmaz saraya hâne mâmûr olmadan
Gönülden şehveti
ancak şiddetli bir korku ve kuvvetli bir şevk çıkarabilir.
Ceng-i şehvetten dili ancak iki şey pâk eder
Ya hirâs-ı sabr-sûz veya ki şevk-i dil-fürûz
Bu hikmet
kalbin ağır manevî hastalığı olan şehvetin tedavisi ile ilgilidir. Şehvet ve
heva hastalığı kalpte müzmin bir hale gelirse onun tedavisi ancak iki şekilde
mümkün olur. Biri İlâhî celâli sıfatları düşünmekten dolayı kalbe gelen
dayanılmaz korkudur. Günah işleyenler için hazırlanan cehennem katlarını ve
sonsuz azapları belirten Kur’an ayetleri üzerinde düşünmek, ölümün
şiddetlerini, ölülerin hallerini, kabrin korkunçluğunu, sorgulamada cevap vermeyi,
mahşerî kıyametin kopmasını, hesap ve sıratı, Hak Teâlâ’nın huzuruna çıkmayı
hatırlayıp tefekkür etmek korkunun doğmasına sebep olur.
ikinci tedavi
usulü cemalî sıfatları görmekten doğan şevk ve safadır. Bunun sebepleri de iman
ve taat sahiplerine vaad edilen cennet derecelerini, hurileri, gılmanları,
sonsuz nimetleri, saadeti, Peygamber Efendimiz '1 ile beraber
olmayı, dîdar müşahedesini düşünüp tasavvur etmektir.
ilim ve zikir toplantılarına devam etmek bu hususta
faydalı olursa da tam olarak şifaya kavuşmak ancak belirtilen iki yolla
mümkündür.
Muayyen bir devâ her derde dârü’d-dâ’-i âlemde
Devâ-yı derd-i isyan ise oldu hükm-i istiğfâr
(Bu hastalık âleminde her derdin bir devası var. Günah
işleme derdinin çaresi ise tövbe edip mağfiret dilemektir.)
Cenab-ı Hak ortaklı ibadeti sevmediği
gibi müşterek kalbi de sevmez. Müşterek ameli kabul etmediği gibi, ortaklı
kalbe de nazar etmez.
Muhabbet müşterek a mâle etmez Hazreti Mevlâ
Nasıl ki müşterek kalbe muhabbet eylemez asla
Erişmez cânib-i kuds-i kabule müşterek a mâl
Dahi etmez nazar ortaklı kalbe ol Kerem-fermâ
Kalplere gayb
hâzinelerinden gelen manevî nurlar ve İlâhî tecelliler maârif olarak ortaya
çıkar. Bu rabbanî sırlar iki kısımdır. Bir kısmı kalbin giriş yeri olan göğüse
yani kalbin dışına gelir, bir kısmı da kalbin süveydasına ulaşır. Kalbin dış
yüzüne ulaşan nurların faydası, kalp gözünün onunla nefsini, Rabbini, dünya ve
ahiretini müşahede edip bilmesidir. Bu fayda elde edildiği zaman artık gönül
bir kere kendisiyle, bir kere de Rabbiyle beraber olup bazen dünyayı severek
dünya işleriyle uğraşır, bazen ahirete meyledip manevî işlere yönelir.
Kalbin
süveydâsına giren nurların neticesi ise gönül sarayında Allah’tan başka bir
şeyin ortaya çıkmaması ve kalp sahibinin Allah’tan başka bir şey sevmemesidir.
Bu yüzden bazı ârifler: “îman kalbin zahirinde kalırsa, mü’min dünyaya da,
ahirete de meyleder. Bir kere Hak ile, bir kere de halk ile ünsiyet eder. Lâkin
iman nuru kalbinin süveydasına girmiş olan mü’min imanında kâmil olur. Dünyadan
nefret eder ve hevayı terk eder.” dedi.
Ebu Talib
Mekkî Hazretleri şöyle buyurdu: “Mü’minin iman derecesi, Cenab-ı Hakk’ın
rızasını bütün mâsiva ve hevaya tercih etmesinden Cenab-ı Hakk’ı her şeyden
fazla sevmesinden belli olur. Kâmil mü’min Hak rızasını üstün tutan ve Allah’ı
her şeyden çok sevendir. Bu derecenin altında bulunan iman sahipleri muhabbet
derecesine ve iman mertebesine göre irfan kazanır.”
Bazı muhakkıklar da dediler ki: “Kalbin zahiri İslam yeri, batını iman
nurunun mahallidir. Bu yüzden iman İslam’dan, batın zahirden üstündür ve
muhabbet ehli arasında sevgi ve dostluk konusunda fark vardır.”
Ey mürid, çok defa
sana gelen İlâhî nurlar kalbini mâsiva ile dolu bulunca bırakıp giderler.
Kalbini ağyardan boşalt ki, Cenab-ı
Hak onu maârif ve sırlarla doldursun.
Sana vârid olur çok kere envâr
Bulur kalbin dolu ekvân ü âsar
Olur envâr-ı Hak nâçâr râhil
O yerden doğru ki olmuştu nazil
Dilin ağyârdan boş kıl ki Mevlâ
Ede irfân ü esrâr ile imlâ"
Rabbani ilimler ve İlâhî sırlar âriflerin kalbine levh-i mahfuzdan
yansır. Bazen bu ilim ve sırlar mal, evlat ve dünya emelleriyle ilgilenen
kalplere de gelir. Fakat bu gibi kalplerde tecelli edecek yer bulamaz; mâsiva
ile kirlenmiş yerde kalamayıp geldiği yere geri dönüp gider. Onun için rabbani
nurların ve sırların tecellisini arzu eden mü’min kalbini mâsiva ilgisinden
uzak tutmalıdır ki, ledün manaları kendisine açılsın. Cenab-ı Hak şöyle
buyurmuştur: “Bizim rızamızı kazanmak için maddî ve manevî mücahede eden
iman sahiplerine elbette bize ulaştıran yolları gösteririz.* (Ankebût/69)
Ey sâlik, Cenab-ı Hakk’ın ihsanı
gecikmez; lâkin senin O’na yönelmen gecikir.-
Hak Teâlâdan atâyı etme istibta sakın
Lîk et nefsinden istibta-yı ikbâl ey gönül
(Hak Teâlâ’nın
ihsanını geciktirdiğini sakın düşünme, ama kendinin geciktiğini düşün.)
Cenab-ı Hak’ta
cimrilik olmadığından inayetinin geciktiğini düşünmek doğru değildir. Gecikmeyi
Cenab-ı Hakk’ın rızasına yönelmekte aramalıdır. Çünkü gönül aynasından ağyarı
temizleyip Hak Teâlâ’nın ihsanına yönelmedikçe kalpte maârif ve sırlar ortaya
çıkmaz. Bu halde bağış ummak bir kayanın üzerine tohum atıp hasat beklemek
gibidir.
Bu dünya yurdu ahiret gibi
kudret âlemi değil, sebep ve hikmet yurdudur. Burada zuhura gelecek İlâhî
yardım, kulların maddî ve manevî istidadına bağlı olduğundan öncelikle istidat
kazanmak lazımdır ki, Rab Teâlâ feyiz bağışlayıp yardım etsin, ikinci olarak
sebepleri hazırlamak lazımdır ki, Cenab-ı Hak da bağış hâzinesini açsın.
Dünyaya
gelmek hüner değildir. Hüner ancak dünyanın bir imtihan yurdu olduğunu bilip buraya
ağlaya ağlaya geldiğini göz önüne alarak ebedî saadet ve istidat kazanmaya
çabalamak, geleceğini güvene alıp sayılı nefesleri güle güle sonlandırmaya
çalışmaktır. Bu konuda aşağıdaki kıta ne güzel bir ders ve hikmettir:
Bâkiyen doğduğunu eyle tefekkür ey dil
Nas havlinde senin olmuş idi gark-ı sürür
Bezl-i nakdine himmetle demâdem sen de
Nas mevtinle senin ağlar iken ol mesrur
Vakitlere bağlı ibadetlerin başka bir
vakitte kaza edilmesi mümkündür; Fakat vakitlerin hakları kaza edilemez. Çünkü
Allah’ın her vakitte senin için yeni bir hakkı ve bir emri vardır. Sen Cenab-ı
Hakk’ın bu vakitteki hakkını kaza edemiyorsun, o halde başka vakitlerin hakkını
nasd verebilirsin?
Vezâifvar ibâdetten zamanda
Olur mümkin kazası diğer anda
Değildir kabil-i imkân ü icra
Kazası hakk-ı hâl ü vaktin asla
Ki vakt olmaz vürûd etsin de anda
Hüdânın olmasın nev hakkı sende
Nasıl sen hakk-ı mâfâtı kemâ-kân
Kaza etmek müyesser olsun ol an
O demde hâlbuki hakkıyla câna
Hüdâ nın etmedin sen hakkın ifâ
Vakitlerdeki
haklar, oruç, namaz, hac ve zekât gibi ibadetlerdir. O vakitlerin hakları ise
kulların üzerine gelen nimet, dert, taat, masiyet gibi hallerin gerektirdiği
batini muamelelerdir. Nimet geldiğinde şükretmek, derde düştüğünde sabredip
razı olmak, taat sırasında iyiliği görmek, masiyet vaktinde pişman olup tövbe
etmektir.
Hikmette bu
haller vakit diye mecazî olarak ifade edilmiştir. Çünkü bu hallerin her biri
belli bir vakitte geldiği için mürid bunların hangisinde bulunursa, bu hal
sofilerce o müridin vakti sayılır. Mevlana Hazretlerinin: “Sofi vaktin oğlu
olmalıdır ey arkadaş”- mısraındaki vakit ile sofinin bulunduğu hal
kastedilmiştir. Çünkü vaktin çocuğu olmak bu dört halin her birinin hakkını
vermek demektir. Çocuk babasının emir ve muamelesine nasıl uymak durumundaysa,
mürid de vaktin gereğine yani halin icabına göre davranmalıdır. Vakitlerin
hakkı batini muamelelerle yerine getirilir. Ebu Abbas Mürsî bunu şöyle
açıklıyor: “Müridin vakitleri dörttür, beşincisi yoktur. Bunlar nimet, nıkmet,
taat ve masiyettir. Bunların her birinde de Cenab-ı Hakk’ın kulları üzerinde
kulluk paylarından bir payı vardır ki, o payı Rab olarak kulundan ister. O
paylar (esham) hamd, sabır, şuhûd-ı minnet ve nedamettir.”
Peygamber
Efendimiz(sas) bir gün şöyle buyurup sustular, sonunu getirmediler:
'Kendisine
Cenab-ı Hak taraf ndan nimet verildiğinde şükreden, dünyevî belalara
uğradığında sabreden, zulme uğradığında zalimi bağışlayan, zulmettiğinde
haksızlığından tövbe edip mağfiret dileyen kimse... ”
Ashab-ı kiram
sormak zorunda kaldı:
“Ya Resulallah,
böyle yapan iman ehli için nasıl bir karşılık vardır?”
Ashabın
istirhamları üzerine Resulullah buyurdular:
“Onlar
için ahirette emniyet ve kurtuluş, dünyada irşad ve hidayet vardır. ”
Bu açıklamadan
anlaşıldığına göre vakitlerde doğan kulluk ve ibadet vazifeleri vaktinde ifa
edilmediğinde bunun başka vakitte kazası mümkün olmaz. Çünkü her vaktin
vazifesi başkadır. Mesela ramazan ayında özürlü olduğundan oruç tutamayan veya
bir mani yüzünden bir vakit namazı kılamayan kimse başka bir zamanda onu kaza edebilir.
Fakat vakitlerin hakkının kazası mümkün olmaz. Çünkü her anda Cenab-ı Hakk’ın
yeni bir hakkı doğar ve her an için yeni bir emri ortaya çıkar, kaza etmek için
boş vakit bulunamaz. Kul için her anda bu hak ve emirlerin gerektirdiği yeni
bir batini muamele vardır. Her hakkın yerine getirilme zamanı ancak kendine
yetecek kadardır. Bu yüzden Allah hakkını kaza etmeyi başaramayan bir kimse,
geçmiş hakkı nasıl yerine getirebilir?
Şu halde sadık müride lazım olan kalbini daima gözetim altında tutarak
kazası mümkün olmayan hakların gereğini yapmaktır. Vakit nakdini nefsanî şehvet
ve beşerî karanlıklar yolunda harcayıp boşa vermemektir. Ancak o takdirde
kazası olmayan İlâhî haklar kaçırılmamış olur.
Ey mürid, ömründen geçen müddetin geri
dönmesi mümkün olmadığı ve bir bedeli bulunmadığı gibi, o süre içinde senin
eline geçen şeylerin kıymeti de ölçülemez.
Fevt olan ömrün için yoktur ivaz
Ömürden hâsıl için de yok beha
İnsan hayatının müddeti, Cenab-ı
Hakk’a yaklaştıran ve çok ecir kazandıran güzel amelleri yapmak için geniş bir
meydandır. İnsanın saadetinin de güzel amellerle elde edileceğinde şüphe
yoktur. Hayat suretinin bir parçası salih bir amel yapılmadan geçerse insanın
saadetinden de bu parça ile orantılı bir miktar kaybolup gidecektir. Bunun telafisi
imkânsız olduğundan geçen ömür karşılıksız olarak boşa gitmiş demektir. Fakat
müridin iyi bir amelle geçmiş olan hayat parçası boşa geçmemiştir; ona paha
biçilemez. Çünkü onunla ebedî saadete ve yüksek derecelere erişilmiştir; ondan
daha değerli bir nimet düşünülemez. Bu sebepten selef-i salihîn ömür
dakikalarına hatta anlarına çok özen gösterirler, sayılı olan nefeslerini boşa
geçirmemeye fevkalade dikkat ederler, her anda Allah rızasına uygun bir amel
işlemekten başka bir şey düşünmezlerdi. Cüneyd Bağdadî Hazretleri: “Vakit
nakittir, elden kaçarsa telafi edilemez.” derdi. Şah-ı Merdan İmam Ali<ra>:
“İnsanın kalan ömrü için kaybettiklerini tekrar kazanmanın, öldürdüklerini
tekrar hayata döndürmenin bedeli yoktur.” buyurmuştur.-
Hadis-i şerifte buyrulmuştur ki:
“Cenab-ı Hakk’ı zikretmeyerek geçen bir an ve saat yoktur ki, kul için
hasret ve nedamet olmasın. ” Haşan Basri Hazretleri de: “Ben öyle güzel
kullar gördüm ki, sayılı nefeslerine ve sınırlı vakitlerine insanların dinar ve
dirhemlerine verdikleri önemden fazla düşkün idiler, insanların faydasız
şeylere para harcamadıkları gibi, onlar da feyiz ve mutluluk getireceği
bilinmeyen bir yönde nefes ve ömür sarf etmezlerdi.” buyurdu.
Hadis-i şerifte bildirildiğine
göre Arasat meydanında her kulun gün ve gece saati olan yirmi dört saat, yirmi
dört hazine şekline girecek; her biri dünyada iken işlediği güzel amellerin
karşılığı olmak üzere nimet, bağış, zevk ve safa ile ağzına kadar dolu olarak
görünecektir. Böyle hâzinelere kavuşanlar sevinçlere gark olurken, boşa
geçirilen zaman ise nimetten boş olarak ortaya çıkarılınca fevkalade üzüntü ve
umutsuzluğa sebep olacaktır.
Cennete girenler zevk ve
sevinçlere boğuldukları sırada dünyada güneşin ve ayın doğması gibi, karşılıklı
oturdukları yüksek makamlarına ansızın parlak bir ışık vurduğunu görecekler.
Nereden geldiğini araştırdıklarında bunun üstlerinde bulunan, yeryüzünü
aydınlatan ışıklı gök cisimlerine benzeyen ashab-ı kiramın yüzlerinden
yansıdığını anlayacaklar. Onların yükseklerde buraklar üzerinde hızla uçup
gittiklerini ve İlâhî huzurla her an nurlandıklarım görünce hallerine imrenip
diyecekler ki:
“Ey din
kardeşlerimiz, bu nasıl insaftır? Biz de sizin gibi taat görevlerimizi yerine
getirir, Allah’ın emirlerine karşı gelmekten çekinirdik. Sizin bu yüksekliğe ve
üstünlüğe ulaşmanızın sebebi nedir?”
Bunun üzerine Rab Teâlâ
tarafından onlara şöyle cevap verilecek:
“Ey kullarım, onlar sizin tok olduğunuzda aç, sizin suya kandığınızda
susuz, siz giyinik iken çıplaktı. Siz sessiz kalırken onlar Allah'ı zikrederlerdi.
Siz sevinçli iken, onlar ağlaşırlardı. Siz rahat döşeğinize uyuduğunuz
gecelerde onlar namazdalardı. Siz güven içinde günler geçirirken, onlar Allah
korkusundan titrerlerdi. Bu yüzden cennetin yüksek makamlarına eriştiler. ”
Ey sâlik, sevgiyle gönül bağladığın
bir şeyin elbette kulu ve kurbanı olursun. Hak Teâlâ ise kendisinden başkasına
senin kul olmana razı olmaz.
Muhabbet etmedin bir şeye cana
Anın oldun kulu kurbanı ancak
Muhabbet hâlbuki göstermez asla
Senin ağyâra bende olmana Hak
Bir şeyi sevmek
ona bağlanmayı ve onun üzerine hiçbir şeyi tercih etmemeyi gerektirir, işte
senin bir şeyi sevmen onun fenalığını sana göstermez, işittirmez. Seni kör ve
sağır eder. Sevilenin sevenini esir ve köle etmesinin manası budur. Bu yüzden
Allah’tan başkasını seven kimse sevdiğinin kölesi olur. Hâlbuki Hak Teâlâ
kulunun kendisinden başkasına kul olmasına asla razı olmaz. Allah rızasının
olmadığı yerde ise helâk vardır. Bu sebepten dolayı Peygamber Efendimiz(sas):
“Dünyaya, paraya, süslü elbiseye, kadifeye, zevceye sevgiyle kul olan
alçalsın, yerle bir olsun!” diye beddua etmişlerdir.
Cüneyd Bağdadî
Hazretleri bir müridine şöyle dedi: “Yarattıklarından bir şey seni sevgisiyle
köleleştirdiği halde Cenab-ı Hakk’a kul olamazsın. Kulluk haklarını gereğince
yerine getirmedikçe asıl hürriyete erişemezsin. Zira kölelik akdine bağlanmış
olan bir köle, mukavelede yazılı bedelden bir kuruş eksik ödense özgürlük
kazanamaz.”
Muhammed bin Simak Hazretleri bir tarikat kardeşinin kendisine şöyle
yazdığını nakletmiştir: “Eğer Allah’tan başkasına kul olmamaya güç yetirirsen,
mâsivaya kulluktan kurtulduğun müddetçe Cenab-ı Hakk’a kulluğa çalış.”
Nişabur’da yaşamış olan Ebu Abdullah Razî Hazretleri şunları anlatmıştır:
İbnü’l-Enbarî bana güzel bir cübbe hediye edip
giydirmişti. Şeyh Şiblî Hazretlerinin başında da bu kumaşa yakışan hoş bir
sarık gördüm, içimden şu külah da benim olsa, ikisini birlikte giysem diye bir
düşünce geçti. Şeyh Hazretleri yerinden kalkıp giderken kendisiyle gelmemi
işaret buyurdu. Birlikte evine girdiğimizde üzerimden cübbeyi çıkarmamı
emretti. Hemen çıkarıp kendisine takdim ettim. O da başından sarığını çıkarıp
ikisini birden ateşe atıp yaktı. Böylece Cenab-ı Hak’tan başka bir şeyi
sevmenin kulluk edebine uymadığını bildirip beni irşad eyledi.
Ey mürid, Cenab-ı Hakk’a senin taatin
fayda, masiyetin zarar vermez. Sana taati emredip masiyeti nehyetmesi senin
menfaatin içindir.
Hüdâya menfaat vermez ibadet
Dahifı’l-i kabıhinde mazarrat
Muhakkak emr ü nehyi Kibriyantn
Sana ait olur nefi nihayet
Cenab-ı Hak ef âlinde garazlardan münezzeh olduğu için amel edenlere
ihtiyacı yoktur. O’na ne iyi kişinin ibadeti fayda, ne de kötü kimsenin
masiyeti zarar verir. Kullarına ibadet etmeyi ve günah işlemekten kaçınmayı
emretmiş olması, sonradan yine kullarına dönecek dünyevî ve uhrevî
menfaatlerden dolayıdır. Bu da sırf Hak Teâlâ’nın gerekmediği halde fazlından
ve ihsanından ibarettir. Mesela Cenab-ı Hakk’ın mü’minlere beş vakitte
emrettiği namazın bütün ibadetleri, zikir, hamd ve senayı kapsadığı için Hak
yakınlığına ve ahiret mükâfatlarına sebep olmasının yanı sıra sağlık bakımından
da pek çok faydalar sağladığından şüphe edilir mi? Hele soğuk su ile her gün
beş vakit namaz için abdest almak ve cinsel ilişkiden sonra gusletmek kadar
temizlik getiren ve sağlığa uygun olan bir hal düşünülür mü? Yine Cenab-ı
Hakk’ın senede bir ay tutulmasını emrettiği orucun; nefs-i emmarenin terbiyesi
ve kalbin temizlenmesi, manevî hallerin elde edilmesi ve oruç tutanın Cenab-ı
Hakk’a kavuşması gibi birtakım büyük faydaları içermesinden başka birçok beden
hastalıklarını da tedavi etmesi şeriatın koruyuculuğunu göstermez mi? Zekâtın
fakirlere ve muhtaçlara verilmesi bakımından, en şerefli ve mükemmel
yaratılıştaki insanın hemcinslerine yardım etmesinin, sosyal dayanışma ve
asayişin devam etmesine yararı inkâr edilebilir mi? Hac gibi diğer İlâhî
emirlerin de her biri incelenmiş olsa pek çok maddî ve manevî faydalar
bulunduğunun ortaya çıkması şüphesizdir.
İlâhî yasaklar da yine anlayabildiğimiz gibi pek çok faydaları hâizdir.
Mesela rakı, şarap gibi azı çoğuna sebep olan alkollü içkilerin haram
kılınmasındaki sarhoşluk sebebi incelenirse, haram olmasının sırf ibadetin
geçerli olması ve insan muamelelerinin akıl dairesinde sürmesi için değil, aynı
zamanda beden sağlığını bozan sarhoşluktan akıl sahiplerini korumak maksadına
yönelik olduğu anlaşılır. Zinanın birçok maddî ve manevî bozukluklara sebep
olmakla birlikte başkasının hakkına tecavüzden ve meşru olmayan yolda tohum
saçmaktan başka bir şey olmadığı, homoseksüelliğin hiçbir sağlam karakterin
kabul etmeyeceği bir çirkinlik ve hayvanlarda bile tasavvur olunamayacak
derecede bir alçaklık olduğu meydanda iken kim bunların yasaklanmasını uygun
görmez. Bin beş yüz sene önce hükme bağlanmış olan domuz etinin tıbben
belirlenmiş sağlığı bozucu zararları düşünülürse, bunun yasaklanmasının İlâhî
bir lütuftan başka bir şey olmadığını kim kabul etmez? Hırsızlık, kumar, faiz
gibi başkasının zararıyla elde edilen menfaatlerin haram kılınmasındaki maksat
da düşünülürse insanları medenileşmenin temeli olan hüner ve maârife, sanayiye,
ticarete sevk etmek suretiyle kendi çalışmalarıyla geçinmeye mecbur etmek ve
başkasına zarardan nemalanmaya mani olmak demek olduğu anlaşılmaz mı? İşte bu
yasakların hepsinin, böyle maddî ve manevî faydaları yine insanlara dönük
işlerden ibaret olduğu görülür.
Özetle Cenab-ı Hak neyi emretmişse vacib olsun, mendub olsun onu işlemek;
neyi nehyetmişse ister haram olsun, mekruh olsun onu terk etmekte dirlik,
düzenlik ve hikmet vardır.
Hak Teâlâ’ya kulların işlerini düzeltmesi gerekli değildir. Çünkü Allah
dilediğini işler; gereklilikten ve mecbur olmaktan münezzeh ve mukaddestir.
Mutlak hükümran olduğu için işleri hikmetsiz olmadığı gibi, yaratması ve takdir
etmesi de faydasız ve boş değildir. Bu konuya basiret gözüyle bakarak ibadet ve
taatle ilgili İlâhî emirleri Hak ile Hak olmanın yani vuslat ve cem makamının
sebepleri ve yasaklarının da Hak’tan ayrılığın vesileleri olduğu görülür.
Cenab-ı Hakk’ın bir şeyi emretmesiyle onunla kulunun kendine kavuşmasını, bir
şeyden nehyetmesiyle de o yasaklanan iş yüzünden onun ayrı düşmemesini dilediği
anlaşılır.
Binaenaleyh Cenab-ı Hak menfaati kullara ait olmak üzere taati emretmiş
ve masiyetten nehyetmiştir.
Kim
ki görmez cevâh-ı Hakkı sevab Vermemektir ana cevâb-ı cevab
(Allah’ın kelamını doğru bulmayanın sözüne cevap verilmez.)
Cenab-ı Hakk’a dönen kimsenin
yönelmesi Hak Teâlâ’nın izzetini artırmaz, Hak’tan yüz çevirenin yüz döndürmesi
de O’ndan bir şey eksiltmez.
Ziyâde eylemez bir şeyi mukbil izzet-i Hak'ta
Dahi idbâr-ı müdbir eylemez bir şeyi naks andan
İzzet Cenab-ı Hakk’ın sıfatlarındandır. Allah’ın sıfatları zatının ne
aynı, ne de gayrıdır; Cenab-ı Hak ile kaim, vacib ve kadîmdir. Sıfatlarından
ortaya çıkanlar da kadîmdir. Kemalin en üst derecesinde ve tamamiyetin
nihayetinde olduğu için ne eksiklik eder ne de fazlalık. Zira Cenab-ı Hak bütün
kâinatı yaratmakta fail-i muhtar olduğu halde sıfatlarında muciptir, icap
edendir. Yoktan var ediciden (mucid) gerekerek ortaya çıkan da kadîmdir. Gerçi
sıfat bizim gibi mümkün sıfatlılara fazlalıktır ama Allah’ın sıfatları
vacibü’l-vücud olan zatına zâid değildir. Bu yüzden sofiler “Sıfat eserleri,
zatın eserleridir.” demişlerdir. Felsefeciler ise Allah’ın sıfatlarını zatın
aynı olarak kabul ettiler. Binaenaleyh kâinatta hükmeden haller, Hakk’ın
fiillerinin eserleridir. Kâinat ise rabbani sıfatların mazharlarıdır. Zat-ı
baht bütün tasavvurlardan ve tecellilerden uzaktır; hatta uzaklıktan dahi
uzaktır. Şu halde kâinat Hakk’ın varlığı ile kaim, sıfatlarının mazharları daim
olduğu aşikâr iken O’na yönelenlerin yönelmesi nasıl fazlalık yapabilir, yüz
döndürenlerin yüz çevirmesi nasıl bir şey eksiltebilir?—
Ayinedir bu âlem her şey Hak ile kaim
Mir’at-i Muhammed’den Allah görünür daim
Ey derviş, senin Cenab-ı Hakk’a
erişmen, O’nun ilmine ulaşmandır. Yoksa Rabbimiz Teâlâ kendisine bir şeyin
ulaşmasından veya bir şeyin kendisiyle bitişik olmasından münezzehtir.
Vusulün Hakk’a ancak mârifettiryoksa Mevlâ’mız
Münezzehtir ana şey, ya o şeye vâsıl olmaktan
Tarikat erbabının “vuslat-ı ilâllah” dedikleri hal, vâsıl olan kimsenin
gözle görülmeyen bir şekilde Cenab-ı Hakk’ın cemalini müşahede etmesidir.
Tasavvufta buna ilm-i hakiki, müşahede, ilm-i yakîn, feyz-i rahmanî, taarrüf-i
ayânî, zevk-i vicdanî ve tecelli de denir. Şuhûd ehli ise bu mevzuda çeşitli
miraç derecelerine yükselirler. Onlardan bazısı daha önce anlatılmış olan üç
tecelliden efâl tecellisi ile nurlara erişirler. Bu tecelliye ulaşan mürid
kendi fiillerini ve başkalarının fiillerini Allah’ın fiillerinde fani kılarak
âlemde Cenab-ı Hak’tan başka fail görmez. İşte bu tecelli vuslat mertebelerinin
birinci kademesidir. Bunun semeresi de bu tecelli sırasında müridin irade ve
ihtiyarından çıkarak Cenab-ı Hakk’a tamamen tevekkül etmesidir. Ehl-i şuhûddan
bazısı da bu kademeden sıfat tecellisine geçerek hakikate erer. Sıfat
tecellisine ulaşan sâlik bütün kâinatı İlâhî sıfat ve esma mazharları olarak
görür. Esma ve sıfat hükümlerinin de eşyanın hakikatlerinden ibaret olduğunu
ilmel-yakîn bilir. Onun kalp gözü cemal ve celal müşahedesine dalarak üns ve heybet
makamında hayret ve vukuf kazanır. Bu tecelli de vuslat mertebelerinin ikinci
derecesidir. Bunun neticesi, sâlikin Cenab-ı Hakk’a işlerini teslim edip İlâhî
takdirlerine rıza göstermesidir. Şuhûd ehlinden bazısı da özün özü olan “fenâ”
makamına yükselir. Bu makam zat tecellisinin bir türü ve vuslat mertebelerinin
üçüncü derecesi olup âriflere ve mukarreblere mahsustur. Bu makamın neticesi de
fani olan zatın görüşünde bütün mevcudattan hatta kendi varlığından bile
kaybolmasıdır.
Bundan sonra fena makamının üstünde bir de “hakkal-yakîn” makamı vardır
ki, bu makam herkese nasip olan devlet olmadığından âriflerin hasreti,
âşıkların Kâbe’sidir. Bununla birlikte bu makamdan bu dünyada şimşek gibi bir
anlık tecelli olduğu da yakîn erbabının malumudur. Bu bir anlık tecelli ile
müşahede ve yakîn nuru müridin her yerine (külliyetine) dağıldığından nefs,
ruh, kalp, kalıp bu tecelliden feyizlenip pay alır. Bu yüce makam, vusûl
mertebelerinin en yükseği olan “beka-billah” ve “irşad” makamıdır.
Açıklamalardan anlaşıldığı gibi bu tecelli mertebeleri ilimle değil zevk
ve şuhûdla ilgili olup Allah’a ulaşmak denilen vuslat hali de öyle dıştan gözle
görülebilir bir kavuşma ve bitişme anlamına gelmez. Vuslat-ı ilâllah cemal ve
celal tecellisinin müşahedesinden ibarettir. Yoksa Cenab-ı Zülcelal hissi ve
manevî olarak bir şeye bitişmekten, bir şeyin ona ulaşmasından münezzeh ve
yücedir. Bu manaya işaret ederek Cüneyd Bağdadî Hazretleri şöyle buyurmuştur:
“Benzeri, dengi, akranı ve emsali olan aşağılık bir mahlûk, ortağı, benzeri,
dengi olmayan yaratıcıya nasıl ve ne zaman ulaşabilir?”
Şehabeddin Serverî de: “Zincir halkaları gibi birbirine ulah hakikatlere
(hakayık-ı mesrude) erişen bir sâlik bu tecellilere mazhar olunca, yine
kendisinin vuslat mertebelerinin ilk merhalesinde ve yakınlık menzillerinin ilk
durağında kalmış olduğunu bilir ve anlar. Şu halde vuslat nerede kaldı? Sonsuz
bir uhrevî ömür ile bile geçilemeyecek olan terakki mesafesi ve vusûl
menzilleri bu kısacık dünya hayatında nasıl geçilebilir? Heyhat, hiç ele geçmeyecek
bir şey!” buyurdu.
Ey talip, senin Cenab-ı Hakk’a
yakınlığın, O’nun yakınlığını müşahede etmendir. Yoksa sen nerdesin, Cenab-ı
Hakk’ın yakınlığı nerde?
Senin kur bun Hüdâya kurb-ı Mevlâ'yı şuhûdundur
Ve illâ nerdesin sen kurb-ı Mevlâ nerdedir ey dil
Yukarıda bildirilen yakınlık ve erişmenin birinci mertebesi olan ef âl
tecellisi, eserleri ve ekvanı yok etmekle meydana gelir. Zira İlâhî fiiller,
eser ve ekvan ile perdelidir. İlâhî sıfatlar ef âl-i İlâhî ile perdeli
olduğundan dolayı ikinci mertebe olan sıfat tecellisine ulaşmak da efâl
perdesinden sıfatların hakikatine geçmekle hâsıl olur. Zat-ı baht ise İlâhî
sıfatlarla örtülüdür. Yakınlık ve erişmenin en yüksek mertebesi olan zat
tecellisi de bu yüzden sıfat örtüsünün ötesi olan hakikat ve vahdet âlemine
geçmekle gerçekleşir. Ama bu, sâlikin yükselip yaklaşmasıyla değil, Cenab-ı
Hakk’ın tenezzül buyurup yaklaşmasıyla mümkün olur. Bu yüzden Cenab-ı Hakk’a
gerçek yakınlık O’nun kullarına manevî yakınlığından ibarettir. Bu mana şu
ayetlerde beyan edilmiştir: “Kullarım benden sorarlarsa, ben şüphesiz
yakınım." (Bakara/186) “Biz ona şah damarından daha yakınız."
(Kaf/16) “Biz ona sizden daha yakınız." (Vâkıa/85) Bu yakınlıktan
sâlikin nasibi, Allah’ın bu manevî yakınlığını müşahede etmesi ve bu şuhûd
sebebiyle heybete kapılması, huzur adabıyla edeplenmesi gibi birtakım yüksek
haller kazanmaktır. Yoksa cisim olarak insanlara yakışan sıfat ancak uzaklık,
nefs ve suret müşahedesidir.
Ledün hakikatleri toplu bir halde
tecelli eder, ezberlendikten sonra manaları açığa çıkar. Zira Cenab-ı Hak
sevgili peygamberimize: “Biz Kur’an’ı Cibril’in dilinden okuduğumuz vakit sen
onu dinleyerek takip et, sonra manalarını açıklamak bizim işimizdir.” buyurdu.
Hakayık mücmelen hâl-i
tecellîde olur vârid
Anı hıfc eyledikten sonra manası olur lâmi’
Buyurdu Hak ki Kur’an’ı kırâet ettiğim demde
And sen ittiba et sonra tebyîni bana râcı
Hakikatler;
ucbdan (kendini beğenme), iddiadan, ağyar bağlarından kurtuldukları ve kudsî
esintileri almaya başladıkları sırada, öğrenme olmaksızın âriflerin sırlarına
Cenab-ı Hakk’ın gönderdiği ledün ilimleridir. Tecelli zamanında, manaları ve
gerçek yönü açık olmayarak sâliklerin kalplerine topluca gelir.- Tecelli
kaybolduktan ve ezberlenip üzerinde derin derin düşünüldükten sonra anlamlarına
ulaşılabilir. Bazı büyük sofilerin dilinden istemeden kaçan sözlerin ilk
bakışta şeriata uygun olmadığı zannedilmiş, söyleyen de o sözün gerçek anlamını
çözememiş, üzerinde derin ve ince düşünüldükten sonra şeriata uygun olduğu
anlaşılmıştır. Cüneyd Bağdadî’den istiğrak halinde çıkan, söyleyeni farklı
olarak meşhur olan: “Cübbemin içinde Allah’tan başka bir şey yok.” sözü ve bazı
büyüklerin: “Ene’l-levh u ene’l-kalem” yani “Ben bütün olacakların yazılı
olduğu levh-i mahfuzum ve onu yazan kalemim.” buyurması bu hususta açık
örneklerdir.
Cüneyd’in
sözüne dıştan bakıldığında onun kendisini Allah saydığı zannedilebilir. Hâlbuki
eşyanın Cenab-ı Hak’tan başka bir şeyle kaim olmadığı düşünülürse, bu sözüyle
kendisinin Cenab-ı Hak ile kaim olduğunu ifade etmekten başka bir mana murad
etmediği anlaşılır. Hallaç Mansur’un “Ene’l-Hak” sözünün de işte bunlardan
olduğunda şüphe yoktur. Yine “Ben levhim ve kalemim.” sözünün anlamı da: “Ben
hikmet levh-i mahfuzu ve yüce kudret kalemiyim.” demek değildir. Tecelli neşesiyle
kendinden geçerek beşeriyet hissinden kendi varlığını görmekten kaybolup vahdet
deryasına düşen bir dervişin bu sözleri, insanın hakikatinin büyük bir
yaratıcılık eseri olduğunu ve hayatı süresince kendinden çıkacak İlâhî
takdirlerin meydana çıkmasında kudret elinin tasarrufuna tabi olunduğunu ifade
etmekten başka bir anlama çekilemez. Çünkü levh ve kalem her ne kadar ayrı ayrı
birer âlem ise de manada her insan İlâhî sözlerin (kelimât-ı tamme-i
ilâhiyyenin) ortaya çıkacağı bir levha ve Rahman’ın ezelde takdir ettiklerinin
sayfaya geçirilmesinde yüce bir kalemdir. Bu yüzden “Ben levhim, ben kalemim,
ben âdem’im ve ben âlim’im.” demekte bir sakınca tasavvur olunamaz.
Bu hakikatlerin ayık halde yani kendindeyken düşünülerek
söylenebileceğini, ancak şeriatsız hakikatin batıl, hakikatsiz şeriatın âtıl
olduğunu, hakikat ilminin şeriata uygun olması gerektiğini belirten müellif bir
ayeti buna delil göstermektedir. Bahis konusu ayet Cenab-ı Hakk’ın resulüne
Kur’an sırları ve manalarını okunmasından sonra açıklayacağına dairdir: “Kur’an’ı
okuduğumuz zaman, sen onun okunuşunu takip et, şüphesiz onu açıklamak bize
düşer.” (Maide/18)-
Abdullah el-Ebherî Hazretlerine hakikatten sorulduğunda: “Hakikat denilen
şey ilimdir.” İlimden sorulduğunda: “İlmin topu hakikattir.” cevabını
verirlerdi.
Şeyh Şiblî Hazretleri de şöyle buyururdu: “Uç çeşit dil vardır. Biri ilim
dili, biri hakikat dili, biri de Hak dilidir. İlim lisanı bize vasıtalarla
ulaşandır. Hakikat lisanı Cenab-ı Hakk’ın vasıtasız olarak âriflere ulaştırdığı
manalardır. Hak lisanını bilmeye bizim için yol yoktur.”
Cenab-ı
Ruveym Hazretleri de: “Hakikatlerin en sahihi şeriata bitişik olanıdır.”
buyurdu.
Ebu Bekir Verrak Hazretleri bir gün kırda dolaşırken hakikat ilminin
şeriat ilmine muhalif olduğu düşüncesi gelince derhal bir ağacın altından bir
kişinin ortaya çıkarak kendisine şöyle haykırdığını anlatmıştır: “Ey Ebubekir,
şeriata aykırı olan her hakikat küfür ve dalalettir.”
Özetle
hakikat erbabı İlâhî tasarruf altındadır. Kendilerine ilham olunan şeyi ortaya
çıkarırlar; Allah’ın dilediği şeylere mazhar olurlar. İlâhî tasarruf ile hikmet
kalemi olan dillerinden çıkan sözlerin nasıl geldiğini, manalarını,
burhanlarını onu söyledikten sonra bilip anlarlar. Kendilerinde görülen bir
halin nedenine ve aslının ne olduğuna daha sonra vakıf olurlar. Hakikat ehli
neyzenin elindeki ney gibi kudret elinde kudsî tecellilere mazhar olarak İlâhî
iradeyi dile getirirler.-
Dinle neyden kim hikâyet etmede
Ayrılıklardan
şikâyet etmede
Ey mürid, sana İlâhî vâridat
geldiğinde nefsânî alışkanlıklarını yıkıp yok eder. Zira “Hükümdarlar bir
beldeye geldiklerinde oranın düzenini değiştirirler,” (Neml/34)
Ne dem ki vâridât-ı Hak olursa kalbine vârid
Senin
âdât-ı nefsâniyeni derhal eder tahvil
Ki şâhan unveten bir beldeye dâhil olurlarsa
Ederler
şüphesiz ol beldenin ahvâlini tebdil
Gönül Cenab-ı
Hakk’ın payitahtıdır ve tecelli ettiği evdir. İnsan onu hayvani tabiatlara ve
nefsânî şehvetlere uyarak beşeri ve tabiî alışkanlık askerlerinin istilasına
uğratırsa, onu tekrar fethetmek İlâhî vâridat ordusunun hücumuna bağlıdır.
Mülklerin gerçek maliki olan Cenab-ı Hak, kendi payitahtını vâridatının
askerleriyle aldığı zaman, orada yerleşmiş olan kötü halleri sürüp çıkararak
yerine güzel hal ve vasıfları yerleştirir. Çünkü insanların bu tabiî hallere
düşkünlüğü, bu kahredici tecelli sultanına karşı duramaz. Bir hükümdar
savaştığı başka hükümdarın beldesine saldırıp girdiğinde bu beldeyi tahrip
ederek yürürlükteki düzeni bozup değiştirir. O beldede yerleşip yıllarca refah
içinde yaşayanlar artık kendilerini onlara karşı savunamaz. Bu hikmet Hazreti
Süleyman’la Yemen melikesi Belkıs’ın kıssasının bulunduğu Nemi suresinin 34.
ayetini de ihtiva etmektedir.
Hazreti Süleyman Saba melikesine
bir mektup göndermiş, melike de bunu erkânına açıklayıp danışmıştı. Burada
Belkıs düşüncesini bu ayet mealince ifade etmiştir.
Nemi suresinde anlatıldığı üzere
Hazreti Süleyman(as) insanlar, cinler, vahşi hayvanlar ve kuşlardan
oluşan büyük bir orduyla Arabistan’dan geçerken Nemi vadisine ulaşmıştı. Bu
sırada etrafı araştırmak görevi verilen hüdhüd (ibibik kuşu), uzun zaman
geçtiği halde görünmeyince Hazreti Süleyman kızıp aranmasını emretti ve hayırlı
bir haberle gelmezse onu ağır şekilde cezalandıracağını söyledi. Çok geçmeden
hüdhüd Saba şehrinden Süleyman peygamberin huzuruna gelerek gördüklerini şu
şekilde arz etti:
“Ey Allah’ın
halifesi, bu aciz hizmetçiniz zatıâlinizin henüz görmediği bazı garip şeyler
gördü. Yemen ülkesinin merkezi olan Saba şehrinde çok süslü ve kıymetli bir
taht üzerinde oturan Belkıs adında bir melikeye rastladım. Onun hâzinesi çok
zengin, ordusu çok güçlü, idaresi düzgün, siyaseti yüksektir, ilim ve sanat
olarak da çok gelişmiş olan bu memleketin halkı hidayetten çıkmış ve
sapıtmışlar. Kâinatın yaratıcısını bırakıp tanrı diye güneşe tapıyorlar.”
Hazreti
Süleyman bu acayip haberi alınca söylediklerinin doğru olup olmadığını öğrenmek
için bir mektup yazdırarak onu Belkıs’a ve halkına götürmesini ve bir tarafa
çekilip onların ne yolda cevap vereceklerine dikkat etmesini hüdhüde emretti.
Hüdhüd hemen mektubu alıp bir seher vaktinde Belkıs henüz uykuda bulunduğu
sırada tahtının üzerine bıraktı. Belkıs uyanınca mektubu bulup okuduğunda
korktu ve büyük bir telaşa kapıldı. Çünkü Hazreti Süleyman’ın namını işitmiş,
saltanatının kudret ve haşmeti kendisini hayran bırakmıştı. Bu mektubu
memleketini istila edeceğinin bir işareti sayarak, hemen devlet erkânını
toplantıya çağırdı. Onlara dedi ki:
“Hazreti Süleyman bana
‘Bismillahirrahmanirrahim’ başlıklı bir mektup gönderdi. Bu mektupta, karşı
çıkmaya kalkışmayarak kendisine teslim olup itaat etmemizi emrediyor. Şimdiye
kadar size danışmadan hiçbir karar almadığımı bilirsiniz. Bu hususta nasıl
hareket etmemiz gerektiği hakkında düşüncelerinizi bildirin ki ona göre cevap
vereyim.”
Devlet adamları
meseleyi uzun uzadıya inceleyip aralarında görüştükten sonra askerî
kuvvetlerinin her çeşit saldırıları karşılamaya yetecek güçte ve hazır durumda
olduğunu arz ederek karar yetkisinin yine de melikeye ait olduğunu bildirdiler.
Bunun üzerine Belkıs şöyle konuştu:
“Gerçi askerî
kuvvetimize güvenerek ret cevabı verir, harp ilan ederek ülkemizi
savunabiliriz. Ama sonunda ya galip geliriz veya yeniliriz. Mağlup olursak
beldelerimizin harap, halkımızın perişan olacağında şüphe yoktur. Çünkü
hükümdarlar düşmanlarının beldelerini zorla işgal ederlerse, istedikleri gibi
tahrip ederler, İdarî düzeni kaldırır, devlet adamlarını ahalisiyle birlikte
alçaltıp ezerler. Böyle korkunç bir rüya görmektense uyanık yatmak daha iyidir.
Bu yüzden yazacağım cevapla beraber birtakım hediyelerle elçi göndermeyi doğru
buluyorum. Eğer takdim edilen hediyeleri kabul ederse, onun büyük bir padişah,
kabul etmezse bir peygamber olduğu anlaşılır. Şayet peygamber ise, ona teslim
ve itaat etmemiz gerekir.”
Bunun üzerine
paha biçilmez hediyelerle bir elçi Hazreti Süleyman’ın huzuruna gönderildi.
Hazreti Süleyman hediyeleri kabul etmeyerek elçiye şöyle buyurdu:
“Beni mal ve menal ile
yumuşatmak ve avutmak mı istersiniz? Cenab-ı Hakk’ın bana ihsan buyurduğu din
ve peygamberlik, ilim, hikmet ve kemal sizin kıymetli hediyelerinizden elbette
daha hayırlıdır. Hediye ile sevinmek sizin düşük özelliklerinizdendir. Ey
sefir, getirdiğin hediyelerle Belkıs’a ve halkına geri dön! Onlar İslam’ı kabul
etmedikleri takdirde karşı konulması imkânsız, mükemmel ve büyük bir orduyla o
tarafa vararak memleketi tahrip ve kendilerini perişan ederim.”
Münzir bin Amr
adındaki sefir getirdiği hediyelerle birlikte geri dönüp Hazreti Süleyman’ın
cevabını ve saltanatının gücünü Belkıs’a anlattı. Melike büyük bir korkuya
kapılıp İslam’ı kabul ederek Hazreti Süleyman’a doğru yola çıktığı sırada o
devirde dünyada benzeri bulunmayan meşhur tahtının da özel bir yerde
saklanmasını ve yabancılardan korunmasını tembih etti. Belkıs’ın bu niyet ve
hareketi Hazreti Süleyman’a peygamberlik nuruyla malum oldu ve onu karşılamak
için gereken hazırlıkları yaptırdı. Bu arada hasetçiler Hazreti Süleyman’ı
melikeden tiksindirmek için onun aklının kıt, bacaklarının kıllarla kaplı,
tırnaklarının katır tırnağı gibi olduğu söylentisi çıkarmışlardı. Hazreti Süleyman
bu şayianın doğru olup olmadığını da ortaya çıkarmak istiyordu. Hazreti
Süleyman Belkıs’ın özenle saklanıp korunması için tedbirler aldığı meşhur
tahtının kendisinden önce getirilmesi için bunu kimin yapabileceğini sordu.
Ağır işler yapabilecek yaratılışta ve fevkalade kuvvetli bir ifrit:
“Siz daha makamınızdan kalkmadan onu getirebilirim!” dedi.
Veziri Asaf bin Berhiyâ’nın da:
“Ben onu
gözünüzü açıp kapamadan burada hazır ederim!” demesi üzerine Belkıs’ın tahtı
peygamberin önünde görüldü. Hazreti Süleyman “Bu Rabbimin lütfundandır.”
buyurup hamd ü sena eyledi ve tahtın şeklinin değiştirilmesini emretti. Sonra
zemini gayet berrak bir su görünümünde olmak üzere, içi gerçek balıklardan fark
edilemeyecek şekilde balık nakışlarıyla süslü billur bir saray inşa edilmesini
emretti. Emrettikleri derhal yerine getirildikten sonra melike Belkıs devlet
erkânıyla birlikte İslam’a girmek ve itaat etmek üzere peygamberin huzuruna
geldi.
Önce aklını denemek için getirilmiş olan tahtı gösterilip bunun kendi
tahtı olup olmadığı soruldu. O da bu değişik bir şekle sokulmuş olan bu tahtın
kendisininkine tıpatıp benzediğini, kendisinin böyle mucizelerle tecrübe
edilmesine gerek olmadığını, evvelce Hazreti Süleyman’a iman etmişse de kâfir
bir halkın içinde bulunduğu için imanını açıklayamadığını söyleyerek cevap
verdi. Böylece ilminin, irfanının tam olduğu ortaya çıktı. Bundan sonra Hazreti
Süleyman ona billur köşke girmesini teklif etti. Belkıs camdan yapılmış şeffaf
billur zemini su zannederek eteklerini toplayınca bacaklarında herhangi bir
ayıp hal bulunmadığı da görüldü. Hazreti Süleyman zeminin su olmadığını,
billurdan döşenmiş olduğunu söylediğinde Belkıs:
“Yarabbi,
ben nefsime haksızlık ettim ve Süleyman ile birlikte âlemlerin Rabbi Allah'a
teslim oldum. ”(Neml/44) diyerek imanın hakikatine erdiğini açıkladı.
Hazreti Süleyman’ın Belkıs’la evlenip evlenmediği açık olarak belli
değilse de bu ifadeden evlenmiş olduğu anlamı çıkarılabilir.
Kur’an’da da bildirildiği üzere Hazreti Süleyman’a ihsan olunan mülk ve
devlet hiçbir kimseye nasip olmamış ve olmayacaktır. Çünkü rüzgâr kendisinin
emrine verilmiş olduğundan bir günde iki aylık mesafeyi bütün erkânı ve
ordusuyla birlikte geçerek mamur yerleri istediği gibi gezer dolaşırdı. Emri
altında bulunan vahşi hayvanları ve kuşları, ifrit ve cinleri arzu ettiği gibi
kullanırdı. Hatta Suriye’de onun zamanında yapılıp şimdi bile akılları şaşırtan
eski yapılar bu ifritlerin eserlerindendir. Buna dair ayet meali şöyledir: “Cinler
Süleyman'a köşkler, heykeller, havuzlar kadar geniş çanaklar ve sabit
kazanlardan ne dilerse yaparlardı. " (Sebe/13)
Hikmetteki son cümle ayetten alınma olup ilâhı tecelli
ve vâride askerleri kalbe girdiklerinde beşerî ve tabiî vasıf ahalisinin mahv u
perişan olacakları, Kur’an’da beyan olunan bu kıssadan anlaşılır.
Kahhar olan Hak Teâlâ’dan gelen
tecelli karşısına çıkan beşeri ahmaklıkları derhal yıkıp yok eder. Zira Cenab-ı
Hak: “Biz hakkı batılın üstüne attığımızda beynini parçalar ve onu yok
eder.” buyurmuştur. (Enbiyâ/18)
Gelir Kahhar’dan kahretmek üzre bir tecelli kim
Tesâdüm
eylemez bir şey ana elbette kahreyler
Hüdâ Kur’an’da hakkı bâtıla biz eyleriz taslît
Ki
mahveyler anı zirâ gider bâtıl olan sû ’lar
Müellif
ilâhı vâridelerin beşerî bönlükleri giderip yok edeceğini ve Kahhar tarafından
geldiği için rastladığı her tabiatı derhal kahredeceğini Kur’an’ın ayetiyle
ispat etmiştir (Enbiyâ/18). Hakkın batıla çarpması batılı yok eder. Çünkü Hak
nuru ortaya çıktığında batıl karanlığı derhal kaybolur. Bu yüzden “Hak geldi,
batıl zail oldu.” ayetinin hükmü gereğince beşerî aptallıkların İlâhî
vâridelere karşı durması tasavvur olunamaz. Bir gönülde beşerî bönlük varsa ona
henüz İlâhî tecelli gelmemiş demektir. İlâhî tecellinin gelmesiyle ruûnât-ı
beşeriyyetin duramayıp perişan olması, Hazreti Süleyman’ın"’ huzurunda
rüzgârdan şikâyetçi olan sivrisineklerin rüzgârın getirilmesiyle dağılıp
gitmesi gibidir.
Olur mu hakka karşı bâtılın bir hükmü âlemde
Güneş tâli’ olunca zulmet aslapâyidâr olmaz
Cenab-ı Hak bir şeyle nasıl
perdelenir? Hak Teâlâ perdelendiği her şeyde zahir ve hazırdır.
Nasıl âlemle Hallâk-ı avâlim ihticâb eyler
Ne şeyle
muhtecebse anda çün mevcud u zâhirdir
Vacib Teâlâ Hazretleri vahid ve kadîm-i mutlaktır: Bölünmez, parçalanmaz,
çoğalmaz, cisimleşmez, doğurmaz, doğurulmaz, bir şey ona ortak ve benzer
olamaz. O özel bir şekle girmez, bir sınırla sınırlanmaz ve özel bir surette
tasavvur olunmaz. Zira bu vasıflarla sıfatlı olmasa, sonradan yaratılmış olması
lazım gelir ki bu muhaldir. Cenab-ı Hak bütün kayıtlardan, akılla anlaşılan
kayıtsızlıktan (ıtlaktan) bile bağımsızdır. Çünkü akla göre kayıtsızlıktan
bağımsız olsa, bununla bağımlı olması gerekir ki, caiz değildir. Şu halde
Vacibü’l-vücud mutlak olmakla da mukayyet değildir, ondan da mutlaktır.
Esma mertebeleri İlâhî sıfatları bakımından bir bir suretlerden tecelli
edip zahir olmuştur. Özel suretleri bu bağımsızlıktan çıkmaksızın ve sıfatları
değişmeksizin kudreti ve iradesiyle yaratıp takdir eylemiştir. Allah’ın kadîm
varlığı hislerle idrak edilen ve akılla kavranan her bir surette ve bütün her şey
üzerinde şu ayet anlamınca kaimdir: ‘Bütün kazandıklarıyla her bir nefsin
üzerinde böyleşine hükümran olan onları gözetip koruyan başka kim vardır?” (Râ
dİ33)
Bütün suret
çeşitleri ve oluşan şeylerin hepsi Allah’ın varlığı ile varlık kazanırlar.
Ancak Hak Teâlâ akıl ve his bakımından bunlarla tecelli edip zahir olur. Fakat
aklın ve hissin bu zuhur ve tecelliyi bilmesi gerekmez. Bu hususta bilmek ve
bilmemek eşittir. Çünkü akıl ve göz Hak varlığıyla var olan suretleri idrak
eder ve görür. Hak Teâlâ ise ezelî ve ebedîdir; bir tektir ve kadîmdir. Sırf
mutlak olmakla birlikte o suretler ve oluşlar üzerinde de Kayyûm’dur.
Hak Teâlâ’nın kendisiyle kaim
olduğu, hislerle ve akılla idrak edilen bütün her şeyi var ettiği ve böylece
bütün âlemlerde zahir ve daim olması yönünden Cenab-ı Hakk’ın bir “şey” ile
örtülemeyeceği açıkça belli olur. Yarattığı perdeler ancak Hakk’ın
tecellileridir, bütün kâinatta mevcut ve zahir olan ancak O’dur.
Cenab-ı Hak bize şah
damarımızdan daha yakın olduğu halde bizim O’ndan uzak ve gafil oluşumuz artık;
“Şol mâhîler ki deryâ içredir deryayı bilmezler” mısraını doğrulamaktan
başka bir şey değildir. Bu gibi anadan doğma körlere şu kıssayı anlatmak uygun
düşer:
Bir gün okyanusta yaşayan bütün
canlılar hükümdarlarının huzurlarına gelerek derler ki:
“Bizim su
içinde yaşadığımızı ve sudan çıkarsak öleceğimizi söylüyorlar. Buna çok
şaşırdık ve merak içinde kaldık. Bizi bu meraktan kurtarmanızı, suyun ne
olduğu, nerde bulunduğu hakkında bilgi vermenizi, onu bize göstermenizi rica
ediyoruz.
Balıkların sultanı onlara şöyle
cevap verir:
“Siz bana
susuz bir yer gösterin de, ben de size suyu göstereyim.”
Ey mürid, huzur bulamadığın bir amelin
kabul olunacağından umudunu kesme. Zira senin manevî semeresini şimdilik idrak
etmediğin amel kabul edilmiş olabilir.
Huzûr-ı kalbi hâiz olmayan hayrın kabûlünden
Sakın
me’yûs u kanıt olma sen ey âmil-i sâlik
Gehî cây-ı kabûle mürtefi’olmuş amel var ki
Anın sen
olmadın esmârına hiç âcilen müdrik
Kalp huzuru olmayan amelin kabul
edilmesinden müridin ümitsiz olmaması gerekir. Zira amelin kabulü Cenab-ı
Hakk’ın iradesine bağlıdır. Kabul olunan bazı amellerde hemen halâvet, kalp
huzuru, niyet saflığı, Hak mülahazası gibi kabul semeresi hissedilemez. Çünkü
kabul eserlerinin idrak olunması kabul edildiğinin delili olmakla beraber,
delil yokluğu amelin kabul edilmediğini göstermez.
Bir de amel
Cenab-ı Hakk’a yaklaşmak için yapılır. Huzur bulunamadığından dolayı
yaklaşamadığı düşünülemez.
Kalp huzuru, Cenab-ı Hakk’ı görür ve huzurunda durur gibi ibadet etmekten
ibarettir. İşte böyle ibadet eden sâlikler elbette muhsinler (ihsan edenler)
zümresinden olur ve Allah’ın muhabbetini kazanırlar. Zira Peygamber Efendimiz
şöyle buyurmuştur: “Ihsan, Cenab-ı Hakk’ı görür gibi ibadet etmektir. Her ne
kadar sen Cenab-ı Hakk’ı görmezsen de O seni görür. ”
Ey sâlik, semeresini bilmediğin
varideyi temize çıkarıp onunla övünme. Zira buluttan maksat yağmur değil,
üründür.
Eyleme tezkiye sakın ey dil
Bir
tecelli ki anda yok âsâr
Çün buluttan değil matar maksud
Maksad ancak tahassül-i esmar
Vicdana
hükmeden İlâhî vâride ve tecelliler “hâl” tabir olunur. Bunların semeresi,
Cenab-ı Hakk’a yönelmek, kulluk vazifesini yerine getirmek, Rablik haklarını
ödemektir. Hal semereleri güzel amellerle azalarda ortaya çıkar. Kalpten kötü
vasıflar gider, yerine güzel sıfatlar yerleşir. Zira İlâhî tecelliler buluta
benzer. Buluttan maksadın sadece yağmur olmayıp yağmur sebebiyle ekili arazide,
bağ ve bahçelerde mahsul ve meyvelerin yetişmesi olduğu gibi, İlâhî
vâridelerden beklenen de bu sonuçların meydana gelmesidir. Eğer tecelliden bu
sonuçlar meydana çıkmazsa, bu tecelli ile sevinmemek, tersine ondan çekinmek
gerekir. Çünkü bu gibi kalp hallerinden gururlanmak ve zahir amelleri terk
etmek sakıncası doğar. Amel işlemeyi bırakmak suretiyle mertebesinden inerek en
aşağılara düştüğünü sonradan fark eden pek çok kimse vardır.
Zevk almak amel yükümlülüğünden çıkmayı asla gerektirmez. Zevk alıyorum
diye ibadet mükellefiyetinden çıktığını zannedenler bir çeşit dinsizliğe
yuvarlanırlar. Eğer manevî terakkinin sonu vuslat, vuslatın semeresi de ibadet
yükünden kurtulmak olsaydı, insanların en hayırlısı Peygamber Efendimizin
mübarek ayakları namaz kıla kıla şişmez ve Cenab-ı Hak da: “Biz sana Kuranı
zahmet çektirmek için değil, Allah'tan korkanlara öğüt olması için indirdik.”
(Tâhâ/1) buyurmazdı.
Allah’ın
sevgilisi olan Efendimizden fazla Allah’a vasıl olmuş kim tasavvur edilebilir?
Bu hususta mü’min ve müslimlere hiçbir örnek var mıdır? Hidayet yolunun rehberi
olan ashab-ı kiramdan insanlara bu yolda hiçbir bilgi ulaşmış mıdır? Ümmetin
bütün büyüklerinin dayanılmaz derecede ibadet ettikleri bilinmiyor mu? Faruk-ı
âzam Hazreti Ömer’in namaz kılarken, şah-ı merdan Hazreti Ali’nin sabah
namazına giderken şehit edildiği tarih kitaplarında yazılı değil mi? Özellikle peygamberlerin
önderi Efendimizin nefeslerinin namaz tavsiyesiyle sona erdiği, bir kulun
Cenab-ı Hakk’a en fazla yakın olduğu zamanın secdede bulunduğu an ve namazın
kendisinin de mirac-ı ehl-i iman olduğu kesinlikle ve açıkça belliyken, nefs
hazzı olarak ortaya çıkan bir tecelliye aldanarak ibadeti bırakmaya cesaret
etmek kadar ahmaklık olur mu?
İlâhî tecellinin semeresi, mücahede ve ibadette zevk ve huzur bularak
kulluk vazifelerine devamda bir kat daha özen ve dikkat göstermektir. Yoksa
belirtildiği gibi semeresi görülmeyen tecelli ve hatta meydana gelen olağanüstü
hallerin istidrac olması çok muhtemeldir. O yüzden onları temize çıkarmak,
onunla gururlanıp övünmek doğru olmaz; yakışık almaz. Çünkü tasavvuf, şeriatta
ancak istikametten ibarettir.
Ey derviş, ilâhı tecelliler senin üzerine nurlarını
yaydıktan ve sırlarını kalbine indirdikten sonra artık onun kalbinde kalmasını
isteme. Çünkü Cenab-ı Hak her şeyden ganidir, hiçbir şeye ihtiyacı yoktur.
Hâlbuki seni muhtaç olmak durumundan hiçbir şey çıkaramaz.
Beka-yı vâridât-ı Hakk’ı tâlib olma ey sâlik
Sana çün
nur u sırrın bast u îdâ ’ eyledi hakka
Ki hâsıldır senin çün Hak'ta her bir şeyden istiğnâ
Velâkin eylemez Allah'tan bir şey seni iğnâ
İlâhî tecelli nurlarının sâlikin kalbine yayılması, kulluk vasıflarının
sâlikin içinde ve dışında ortaya çıkması demektir.- Cenab-ı Hakk’ın sâlikin
kalbine sırlarını indirmesi ise, rububiyet azametinin sâlikin kalbinde tecelli
edip yerleşmesidir. Bu fayda elde edildikten sonra halin devam etmesini istemek
ve vâridat gelmediğinde üzülmek gerekmez. Zira Cenab-ı Hakk’ın sâlikin kalbini
bu hale getirmesi faydalanmak için değil, sâlikin fayda görmesi içindir. Bu
haller sâlikin mârifet kazanmasını sağlar. Mârifet elde edildikten sonra halin
yerine geri dönmesi gerekir. Çünkü Cenab-ı Hak bu halin başlangıcında
“el-Mübdî” ismiyle tecelli edip sırları ve nurları kalbe ulaştırdıktan sonra
“el-Muîd” ismiyle bu hali yerine geri döndürür. Onun için bu kalp hallerinin
devamlı olarak kalmasını istemek, bir elçinin görevini yaptıktan sonra geri
dönmemesini arzu etmek gibi olup seyr ü sülûktan maksat olan sırları ve nurları
bırakıp onu ulaştıran vasıtaya bağlanmak demektir. Vâridatın devamlı kalması
nasıl istenir ki, onun neticesi olan mârifet hiçbir şeye ihtiyaç bırakmaz.
Sâlikin mârifete muhtaçlığı hiçbir zaman kaybolmaz, ona ihtiyacını hiçbir şey
gidermez. Onun için bir şair şöyle demiştir: 'Ayrıldığın her şeyin bir
bedeli bulunabilir; fakat Cenab-ı Hak'tan ayrı kalmanın bir bedeli
yoktur."
Ebu Abdullah
bin Atâullah Hazretleri şöyle derdi: “Cenab-ı Hakk’ı düşünmeye yol varken,
halkı düşünmek yersizdir ve bundan çekinmek lazımdır.” Müellif Ibn Atâullah’ın
şu sözü de bu manayı doğrulayacak mahiyettedir: “Bütün ağyar ve nurlar, bütün
makamlar ve haller, dünya ve ahiret, zahir ve batın nimetleri asla
düşünülmemelidir. Çünkü bunlar ihlâs ve tevhide ters düşer. İster kalıcı, ister
geçici olsun bunlara güvenilmemesi müridler için gereklidir.”
Ebu Abbas el-Mürsî Hazretleri de; “Hal ile bulunan,
halin kuludur. Halleri değiştiren Hak ile olan ise Hakk’ın kuludur. Hal ile
kaim olanın alâmeti halin varlığından ferahlık duymak, halin olmaması yüzünden
üzülmektir. İkincisinin alâmeti de bu halin ne varlığıyla memnun, ne yokluğuyla
mahzun olmak, kulluk kapısında sabit durup yerleşmektir.” buyurdu.
Ey talip, Cenab-ı Hak’tan gayrı
tecelli ve varidatı gözlemen, Cenab-ı Hakk’ı bulamadığını gösterir. Ondan başka
şeyleri kaybetme korkusu taşıman ise Hakk’a ulaşamadığının delilidir.
Beka-yı mâsivaullahı talebkâr
olduğun ey dil
Delildir ki Hüdâ-yı bî-zevâli bulmamışsın sen
Sivâ-yı Hakk'ıfikdânından
tevahhuş ettiğin dâim
Alâmettir Cenab-ı Hakk'a vâsıl olmamışsın sen
Cenab-ı Hakk’ı bulmak ve İlâhî vuslata ulaşmak emel ve amaçların en
yükseğidir. Büyük kurtuluşa, sonsuz nimetlere erişmek bu yüce mertebenin
neticesidir. Bu yüksek mertebeye eren irfan sahibi sevdiklerinin tümünü unutur,
bütün güzel halleri terk edip izlerini siler. Bu yüksek makam öyle her sâlike
nasip olan bir tecelli değildir; zikir ve tevhidle kaplanan tefrid ehlinin
halidir. Bu yüzden İlâhî vâridat kalbe sırları bırakıp tecelli nurlarını
yaydıktan sonra onun orada sürekli olarak kalmasını arzulamak ve
kayboluşlarından dolayı korkup hayıflanmak, bu makamla henüz gerçekleşmemiş
olmanın açık delilidir. Cüneyd Bağdadî Hazretlerinin şu sözü bu hikmetin teyidi
mahiyetindedir: “Seni Allah’tan başka bir şey kendisine bağladıkça, Cenab-ı
Hakk’a gerçek bir kul olma şerefine eremezsin. Kulluk haklarından ifa
edemediğin bir hak üzerinde oldukça, gerçek özgürlüğe ulaşamazsın.”
Aşağıdaki
kıssa da bu tefrid ehlinin hakikate ne kadar aşina olduklarını göstermesi
bakımından dikkate şayandır:
Ebu Abdullah el-Basrî Hazretleri Suriye’de korkunç bir dağda, irfan
ehlinden olduğu tavırlarından anlaşılan bir adama rastladı. Ona:
“Neden burada yalnız oturuyorsun?” diye sordu. Adam dedi ki:
“Öyle bir hakikat soruyorsun ki, onu istersen anlayamazsın, anlarsan
gerçekleştiremezsin.” Ebu Abdullah yine:
“Bu dediğin hakikat nedir?” deyince:
“Allah’la birlikte olmanın ebedî cennet nimetlerini kapsadığını
kesinlikle bilmemdir.”- cevabım verdi ve ağlayarak şöyle devam etti:
“Eyvah, ben
bu hakikate nail oldum ve halktan kaçarak Cenab-ı Hakk’ın vahdethanesine
eriştim zannetmiştim. Şimdi sözümde yalancı olduğumu anladım. Eğer gerçekten
Allah’ı sevmiş olsaydım, beni kimse tanıyamaz, halimi bilemezdi.”
Bunu gören Ebu Abdullah ona şöyle dedi:
“insanlar
seni bildi diye niçin bu kadar üzülüyorsun? Allah dostlarının yeryüzünde
Allah’ın halifesi olduklarını bilmiyor musun? Onlar Allah’ın kullarına yakınlık
kurup onları yavaş yavaş düzeltir, irşad ederler.”
Adam bunun üzerine şiddetli bir nara attı ve dedi ki:
“Ey dünyaya aldanmış kişi, eğer sen muhabbet miskinin rayihasını bir defa
koklamış ve can gözüyle muhabbetin arkasındaki Allah yakınlığı âlemini görmüş
olsaydın, o âlemin üstünde başka bir şey daha görmeye muhtaç olmazdın.”
Sonra yüzünü göğe çevirerek:
“Ey gök ve ey yer, şahit olun ki Allah’ın tecelli yeri olan gönlüme
şimdiye kadar asla cennet ve cehennem düşüncesi gelmedi. Eğer ben bu halde
doğru isem, yarabbi beni bundan sonra hayatta bırakma, öldür!” diye dua
etmesiyle beraber üç gün önce ölmüşçesine sesini ve nefesini kesip düştü.
Ebu Abdullah
bu halden dehşete düştü. Cesedi görenlerin kendisinin öldürdüğünü sanıp
suçlayacaklarından korktu ve hemen oradan savuştu. Fakat bu sırada hızla
kendisine doğru gelen bir toplulukla karşılaştı. Onlar oradaki adamı
sorduklarında başka bir yere gittiğini söyleyip yine savuşmak istedi. Lâkin
cemaat ona:
“Geri dönün! Onu Cenab-ı Hak ‘mak’ad-ı sıdk’ makamına yükseltti. Birlikte
namazını kılalım.” dediler.
Ebu Abdullah mecburen geri döndü. Cenazeyi yıkayıp kefenlediler.
Defnettikten sonra onlara o adamın ve kendilerinin kim olduklarını sordu.
Onlar:
“Yazık sana, daha anlamadın mı? O öyle halis bir kul idi ki, Rahman’ın
rahmeti yeryüzüne onun yüzü suyu hürmetine iniyor ve kalbinin vâridatı,
İbrahim’in kalbinin tecellilerini gösteriyordu.- Hatta sana kalbine ne cennet,
ne de cehennem fikrinin geldiğini haber vermedi mi? Böyle bir kalb-i selim,
İbrahim’in kalbinin aynısı olmaz da ne olur?” diye cevap verdiler.
Ebu Abdullah bu defa onların hangi taifeden
olduklarını sordu. Onlar “Ebdal” zümresinden “Yediler” olduklarını bildirdiler.
Ebu Abdullah kendisine İlâhî hakikatlerden bir hakikatin lütfen öğretilmesini
rica etti. Onlar da, dünyada insanların kendisini bilmelerini arzu etmemesini,
bilinmezlerden olduğunun da bilinmesini sevmemesini öğütlediler. Ebu Abdullah’a
bu şekilde hakikat yolunu gösterdiler.
Ebu Süleyman Dârânî Hazretleri: “Kulun kalbinde mâsivadan bir talep ve
murad bulunmadığına Hak Teâlâ muttali olduğu zaman, Cenab-ı Hakk’a en fazla
yaklaşılmış olur.” demiştir.
Ortaya
çıkış yerleri çeşitli olsa da nimet, ancak Hakk’ın şuhûdu ve huzuruyla elde
edilir. Azabın da çıkış yerleri çeşitlidir ama mutlaka Hak’tan perdelenmekle
meydana gelir.
Tenevvü ’ etse de mazharları in ’âm-ı rabbânî
Heman vâbeste-i kurb-ı şuhûd-ı vech-i rahmani
Azabında tenevvü ’ etse de mazharları ancak
Kemâli ihticâb-ı zât-ıpâk-i Hak’ladır mutlak
Azabın mucibi artık hicâb-ı nûr-ı vuslattır
Tamâmı nimetin vech-i kerîm-i Hakk’ı ruy ettir
Dünya
nimetleri; yiyecekler, içecekler, meskenler, elbiseler, huzur, rahat, sıhhat,
afiyet, sevinçler ve lezzetler gibi tabiî hükümlerdir. Ahiret nimetleri;
cennet, rıdvan, gılman, vildan, huri, köşkler, sonsuz zevk ve mutluluk gibi
hakiki hallerdir. Bunların dünyada ve ahirette zuhur yerleri ve elde ediliş
sebepleri değişiktir. Fakat bu dünyevî nimetler ve uhrevî zevklere erişmenin
hakikati Cenab-ı Hakk’ın müşahedesi ve yakınlığına bağlıdır. Bu nimetler elde
edildiği zamanlarda Cenab-ı Hakk’ı bu nimetlerden her birinin gerçek vericisi
olarak görmek ve İlâhî huzurun zevk ve sevinciyle neşelenmekle hâsıl olur. Zira
bu tatlar bir meyvenin kabuğu gibidir, onun özü ise Hakk’ın şuhûdu ve
yakınlığından doğan zevk ve safadır. İçi olmayan meyvenin kabuğu nasıl tatsız
ise, Mevlâ huzuru yoksa dünya ve ahiret nimetlerinin de zevki olamaz. Hatta
manevî zevk tadamayıp dünya ve ahiret nimetlerinden tat almak isteyen kimse,
gelecekten umut kesmiş, kederler içinde kalmış, gül bahçelerinde neşe arayan
maddî görüşlü adama benzer. “Gönülde neşe olmadıktan sonra baharın gelmesi,
güllerin açması, bülbüllerin ötmesi faydasızdır.” anlamındaki Neşatî Dede’nin
şu beyti bu değişmez hükmü belirtir:
Neşâtı olmayınca bir dilin ki bağı âlemde
Ne
hâsıldır gül açmış bülbül ötmüş nevbahar olmuş
Bu değişmez bir hüküm olduğundan aksiyle teselli safası bulmak mümkün
değildir. Bu hikmetten dolayı cennet derecelerinin en sonuncusu huzur
cennetidir. Bu mertebe sahipleri Hak şuhûduyla kendilerinden geçmiş halde ve
cemal şarabının neşesiyle sevinçlidirler. Bunların yemesi, içmesi, zevk ü
safası, seyr ü temaşası cemalullah nurlarını görmekle kendinden geçmek ve
hayrete dalmaktan ibarettir. Onun için hakikat ülkesinin padişahı olan
Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuşlardır: “Cennetliklerin ekserisi saf
kişiler, eblehlerdir. Akıllılar ise yüksek cennetlerde huzur zevkine erişirler.Bu
hadis-i şerife göre cennet nimetleriyle nimetlenenler âbidlerdir. Didar görmek
nimetiyle daima nurlara batanlar da âriflerdir.
Azaba
gelince, o da dünya ve ahiret nimetlerinin tersi olup iki kısımdır. Dünyevi
azap; açlık, susuzluk, barınaksızlık, çıplaklık, huzursuzluk, rahatsızlık,
hastalık, hüzün, keder, yoksulluk, hapis, işkence, öldürülme gibi acı veren
hallerdir. Ahiret azabı da; hamim ve cahim, zakkum, yılanlar, günahların
suretleri, akrepler, zincirler ve işkenceler gibi elemli azaplardır.
Gerçi bunların ortaya çıkış sebepleri muhteliftir ama azabın hakikati
Cenab-ı Hakk’ın yüz çevirmesi ve kendini perdelemesiyle meydana gelir. Hatta
bir insan azaplardan biriyle acı duyduğu sırada Cenab-ı Hakk’ın şuhûduyla zevk
alsa, dıştan elemli azap görülen acı, derhal büyük bir zevke döner; “Aşk ile
tamuda olmak cennetidir âşıkın ” mısraının anlamı onun gerçek durumunu
ifade eder. Bunun açık örneği ellerindeki turuncu keserlerken Hazreti Yusuf u
gören Mısırlı kadınların duydukları zevk ve hayretle ellerini kesmeleri ve
bunun farkına varmamalarıdır. Bu kıssa Yusuf suresinde anlatılmıştır.
Cehennemin en
dehşetli olan katının, İlâhî tecelliye tamamen kapalı olan Cenab-ı Hakk’ın
perdelenme vadisi olduğu, en şiddetli azabın burada görüldüğü hadis-i şerifle
bildirilmiştir. Cenab-ı Hakk’ın şuhûd rayihasını koklayanlar ise ulaştıkları
hakikat nuruna karşı cehennem ateşine zerre kadar önem vermezler. En büyük
nimeti Hakk’ın didarına bakmakta, en şiddetli azabı Hakk’ın perdelenmesinde
görürler.
Buna bir örnek de zındıklıkla suçlanan bir ârifin halidir. Cezalandırma
meydanına çıkarılıp işkencelerle idam olunduğu sırada acı duyduğunu asla
göstermemesi üzerine bunun sebebini soranlara şu cevabı vermiştir: “Dostum
karşımda olduğundan, ondan utanıyorum ve cemalini görmekle aldığım büyük zevk,
duyduğum acıyı belli etmeme imkân vermiyor.”
Harap bir
kilisede ibadet eden veli bir kadına: “Böyle bir küfür mahallinde nasıl
oturuyorsun?” diye sorulunca şöyle cevap vermiştir: “Cenab-ı Hak’tan başka
âlemde hakiki bir mevcut düşünmeyen bir insan için kilise harabesi ile mescidin
farkı olur mu?”
Her şeyde hakikat varlığından başka bir şey
bulunmadığını gören, azabı da sevabı da Allah’ın fiili bilen bir ârifin, artık
bütün elem ve azabı Hak’tan uzaklaşmak olur. Onun nimet ve sevabı da Hakk’ın
şuhûduyla huzur bulmaktan başka ne olur?
Kalplerin üzüntü ve
keder hissetmesi, Hak müşahedesinin engellenmesinden dolayıdır.
Kulûbun hemm ü gamdan dâima
hissettiği ahval
Şuhûd-ı vech-i Hak'tan dûr u memnu olduğundandır
Gelecekle
ilgili kaygıların ve geçmişe ait gamların kalpleri kaplaması, sâliki Hakk’ı
görmekten alıkoyan nefsi görmenin ve ona değer vermenin neticelerindendir. Bu
yüzden hadis-i şerifte: “Senin varlığın hiçbir günahla kıyaslanamayacak
kadar büyük bir günahtır. ” buyrulmuştur. Eğer sâlik nefsinden kaybolmuş ve
tabiî bazlarından geçmiş olsa derhal kesafet perdesi kalkar, Hakk’ın cemalini
açıkça müşahede ederek nurlara batar. Üzüntüden, gamdan kurtulup daima mutlu
olur. Zira bu makamda hakiki birliktelik tecellisi ortaya çıkacağından: “Üzülme,
Allah bizimledir.'' (Tevbe/40) sırrı açılır ve artık gam ve üzüntünün
gelmesine imkân kalmaz. Şuhûd nuru ve Hak huzuruyla kalpleri aydınlanan
sâliklerde hiçbir zaman üzüntü ve keder olmaz.
Peygamber
Efendimizin devamlı olarak hüzünlü olması ve bazı peygamberlerin ve velilerin
üzüntülü olmaları, Hakk’ın müşahedesi dairesindeki İlâhî tecellilerin gereğidir
ve bu hikmete ters düşmez. Hikmete aykırı olan ancak nefsi görmekten ve mâsiva
yüzünden kalbi kaplayan üzüntülerdir. İşte bunun en açık delili üzüntülere
düşen Hazreti Yakub’un(as): “Ben hüznümü ve şikâyetimi ancak
Allah'a arz ederim." (Yusuf/86) buyurmasıdır. Hatta imtihan
tecellileriyle hastalıklara ve elemlere uğrayan Hazreti Eyyub’un(as):
“Yarabbi, bana zarar dokundu. Sen merhametlilerin en merhametlisisin."
(Enbiyâ/83) diyerek dua ve şikâyet etmesinin de şifa bulup sağlığına kavuştuğu
zamanda olduğunu bazı muhakkıklar tespit etmişlerdir. Çünkü hastalığı zamanında
İlâhî tecellilerle teselli ediliyordu; iyileştiğinde ise bu tecellilerden
mahrum kalmıştı.
Şeyh Şiblî
Hazretleri: “Bir kimse mârifet nuru ile aydınlanırsa, hiçbir zaman üzüntüye
uğramaz.” buyurdu. Bu makama ulaşamayan kullara gam ve kederlerin bazı faydaları
da vardır. Mesela nefsi zayıflatır, kalbe safa verir, kibri ve gururu giderir,
dünyaya meylini yok eder. Hatta dünya işlerinde kefaret olur. Ahiret işlerinde
de derecelerin yükselmesine sebep olur.
Ey mürid, Cenab-ı Hakk’ın sana yeterli
rızık vermesi ve günaha sebep olacak şeyi vermemesi, senin üzerindeki
nimetlerin tamam olmasındandır.
Sana rızk-ı kifâfi'tâ edip mutgîyi men etmek
Cenâb-ı
Rezzâk'ın sende tamâm-ı nîmetindendir
Rızkın az ve
fazla olmayıp yeterli derecede olması Cenab-ı Hakk’ın insana özel
nimetlerindendir. Çünkü gelen rızık açlığı ve susuzluğu tedavi eden tabiî bir
ilaçtır. Hastalık iyileşince devanın hükmü kalmayacağı gibi dinî ve dünyevî
ihtiyaçlar karşılandıktan sonra da rızkın fazlasına lüzum kalmaz. Zira azıktan
maksat ihtiyaçları gidermek, din ve dünya işlerini görmekten ibarettir. Fakat
dinî görevler ancak yetecekten fazla olmayan azıkla yapılabilir. Çünkü rızık
fazla olursa dinî görevlerin yerine getirilmesi şöyle dursun; tersine,
ibadetlerde gevşeklik, farzları, vacipleri önemsemezlik, azgınlık gibi birçok
zararlar meydana gelir. Bunun doğruluğunu şu ayetler gösterir: “Hayır, insan
kendini muhtaç görmeyerek azar." (Alâk/6) “Allah rızkı kullarına
bol verseydi, yeryüzünde azarlardı." (Şûra/27) Birinci ayetteki
istiğna yani muhtaç olmama hali, kâfi miktardan fazlalık demektir. Bu da her
günahın aslı olan azgınlığın sebebidir. Hazreti Musa’nın(as)
ümmetinden Karun ile ashabdan Sa’lebe’nin kıssalarını bu hususta açık örnek
olmak üzere aşağıda yazıyoruz.
Kasas suresi
76. ayetinde belirtildiği üzere Karun, Hazreti Musa’nın kavmindendi ve yakın
akrabasıydı. Çok fakir olduğu için Musa(as) ona acıdı. Rızkının
genişlemesi için dua etti ve kendisine kimya ilmini öğretti.- Bu yüzden kısa
zamanda o kadar zengin ve mağrur oldu ki, hâzinelerinin anahtarlarını güçlü bir
cemaate taşıtıyor ve gösteriş için onları hep yanında götürüyordu. Kendisine
Hazreti Musa ve iyiliğini isteyen akıllı kimselerin: “Dünya malına gururlanma,
geçici zenginlikle övünüp büyüklenme! Malın hayırlısı hayır işlerine sarf
edilen ve ahiret saadetini sağlayacak şekilde kullanılanıdır.” diyerek
verdikleri öğütlere kulak asmadı. Şerefine ve ilmine güvenerek Hazreti Musa’ya
eziyet vermeye cesaret etti. Hazreti Musa(as), zekât vermesi
gereğini kendisine bildirdiğinde, binde bir olan zekât borcunun büyük bir
meblağ tuttuğunu görünce ödemeyi kabul etmedi. Böbürlenmesini arttırarak
peygambere düşman kesildi. Hatta ona zina iftirasında bulunacak kadar
düşmanlığını ileri götürdü. Fakat zina iftirası için tuttuğu kadının doğruyu söyleyip
iftirayı açığa çıkarması üzerine Cenab-ı Hakk’ın gazabı tahakkuk etti. Hazreti
Musa’ya yerin kendi emrine verildiği vahyedilince Hazreti Musa yere, mallarıyla
birlikte Karun’u yutmasını emretti. Karun bunun üzerine bütün mallarıyla
birlikte yer tarafından bir lokma gibi yutuldu; onlardan bir iz bile kalmadı.
Karun yerin dibine geçerken ne bir kimseden yardım görmüş, ne de ağlayıp
sızlaması Hazreti Musa’yı etkilemiştir. Israiloğullarım şaşkınlığa uğratan o
olağanüstü zenginlik ve ihtişamın sebep olduğu azgınlık yüzünden Kasas suresi
81. ayetinde bildirildiği üzere malları ve sarayıyla yere geçerek yerin
derinliklerinde hâlâ can çekiştiği gibi, kıyamete kadar da herkese ibret
olacaktır.
Sa’lebe de
Resulullah’ın(sas) ashabındandı ve mescid-i saadete çok fazla devam
ettiğinden dolayı “Mescid güvercini” diye anılırdı. Çok yoksuldu, Peygamber
Efendimize başvurarak zenginleşmesi için dua buyurmasını niyaz etti. Peygamber
Efendimiz kendisine her ne kadar şükrünün yerine getirileceği az malın,
şükrünün ifası yapılamayacak çok maldan hayırlı olduğunu bildirmişse de o
tekrar tekrar bu arzusunu dile getirip zengin olmak için yalvarıp durdu. Çok
mala sahip olduğu takdirde şeriatın gereğini yerine getireceğine, zekâtını
vereceğine yeminler ederek söz verdi. Peygamber Efendimiz de artık onun
ricasını kırmadılar ve malının çoğalmasına dua buyurdular.
Peygamber Efendimizin duası ile
bereket bulup davarları çoğalan Sa’lebe artık Medine’ye sığamaz ve Medine
dışında kaldığı için de mescidde cemaatle namaz kılamaz oldu. Beş vaktini
Peygamber Efendimizin arkasında cemaatle kılan Sa’lebe, günde ancak iki vakit
namaza geliyordu. Daha sonra da cumadan cumaya gelmeye başladı ve nihayet
cumayı da bırakıp hiç gelmez oldu. Peygamber Efendimiz(sas):
“Sa’lebe’ye ne oldu? Niçin gelmiyor?” diyerek halini soruyor, durumunu
öğrendikçe: “Vah Sa’lebe’ye!” buyurarak üzüntüsünü belirtiyordu.
Nihayet Peygamber Efendimizin
memurları zekât toplamaya çıktıklarında Sa’lebe’ye de uğrayarak gerekli zekâtı
istediklerinde: “Bu, bir tür cizye demektir. Hele beni geçin de biraz
düşüneyim!” diyerek Allah’ın hakkını hafife almaya cesaret etti. Bunun üzerine
Cenab-ı Hak: “Hak Teâlâ sadaka vereceklerine ve salihlerden olacaklarına
dair söz veren münafıklara fazlından ve kereminden çok mal verdiyse, onlar
cimrilik edip Allah'ın haklarını vermekten geri durdular. Bu münafıklar
Allah'ın emirlerine uymaktan yüz döndürenlerdir." (Tevbe/75-76)
ayetlerini indirip münafıklıkla suçlandırdı ve teşhir etti. Bunun üzerine
Sa’lebe büyük bir pişmanlıkla zekât malını alıp kendi eliyle Resulullah’ın
huzuruna sunmuşsa da kabul olunmayarak reddedildi. Kovulmasıyla mü’minler
arasında çok utanç verici bir hale düşen Sa’lebe başına topraklar saçarak
fevkalade pişman olmuştur. Ne çare ki bu nedamet kendisine asla fayda vermemiş
ve asr-ı saadetten sonra Sıddık-ı Ekber ve Faruk-ı Azam Hazretlerinin hilafet
zamanlarında da Peygamber Efendimize uyularak yine zekâtı beytülmâle kabul
olunmamış, Hazreti Osman döneminde ebedî saadetten mahrum bir halde ahirete
göçmüştür.
Bu konuda kesin bir delil olmak üzere Sa’d ibn Ebi Vakkas(ra);
“Ben Peygamber Efendimizin "Rızkın hayırlısı kâfi, zikrin hayırlısı
hafi olanıdır. ’ buyurduğunu işittim.” demiştir. Ebu’d-Derda Hazretleri de<ra)
şu mealde hadis-i şerif rivayet etmiştir: “Güneş her gün doğup batarken,
yanında insan ve cinlerin dışındaki mahlûkların işiteceği şekilde, iki görevli
melek şöyle nida ederler: "Ey insanlar, Rabbinizegelin!Zira dünyadan az ve
kâfi olan, çok ve bol olandan ve Cenab-ı Hak'tan sizi meşgul edenden
hayırlıdır. Rızkın yetecek kadardan fazla olmaması, dünya işlerinin
görülmesini sağlar. Sevinç getiren mal azlığı, üzüntüye sebep olacak belaların
da az olmasına sebep olur.
Zaruri ihtiyaçları karşılayacak kadar olan rızkın dinî görevlerin
yapılmasına hizmet etmesi, kulun taat ve ibadette o rızıkla yardıma
ulaştığından ve Hak rızasını kazanmaya yaradığındandır. Zira rızık eksikliği
kalp huzurunu bozar ve sâliki ibadetten alıkoyar. Hadis-i şerifte: “Yoksulluk
ve zaruret, küfür olmaya yakın oldu. ” buyrulmuştur. Bu yüzden Cenab-ı Hak
kullarına ahireti dünyadaki İlâhî ihsanlarla isteyip satın almayı ve dünyadan
nasibi olan ahiret mükâfatlarını da unutmamayı emretmiştir. (Kasas/77)
Eksiksiz ve yeterli rızıkla dünya işlerinin nasıl görüleceğine gelince,
kalp huzuru, beden rahatı, izzet-i nefs, dilenip alçalmama, ihtiyaç yükünden
kurtulma gibi dünyevî mutluluğun bu rızıkla elde edildiği herkesçe bilinir. Şu
halde nimetin tamamı kâfi rızıktan ibarettir. Azgınlık getiren fazlalığı,
mahrumluk getiren eksikliği artık önemsiz kalır ve yeterli rızka kanaat edilip
şükre devamla kulluk kapısında selamette bulunmak lazım gelir. Bazı ârifler
dediler ki: “Bir insan arzu ettiği nimetlerin ele geçmemesindeki hikmeti takdir
etmezse, ya yoksullukla birlikte üzüntüye sebep olan hırsa ve tamaha kapılır
veyahut nimete şükrü unutturan zenginlik düşkünlüğüne müptela olur.”
Peygamber Efendimiz(sas): “Zenginlik mal çokluğu ile olmaz.
Zenginlik ancak nefs ve kalp zenginliğidir. ” buyurdu. Nefs zenginliğinin
evliyanın ve takva sahiplerinin şerefi olduğunu da bir Arap şairi şöyle ifade
etmişti: “Nefs zenginliği beşeriyet zaruretleridir ve yetecek miktarla ele
geçer. Ondan fazla bir şey istersen, bu zenginlik yoksulluğa döner.” Bennan
Hammal Hazretleri şöyle demiştir: “Mekke’de Benî Şeybe kapısının önünde yedi
gün aç olarak kalmıştım. Nasıl geçineceğim diye düşündüğüm sırada kalbime şöyle
nida edildi: Bir kimse dünyadan yetecekten fazla rızık istemeye kalkarsa, Allah
onun basiret gözünü kör eder.”
Abdülvahid bin Zeyd Hazretleri şöyle anlatmıştır:
Bir harabede yaşayan, ilim ve hikmetten bahseden meczup bir cariyenin
birçok vasıflarını anlatıyorlardı. Onu görüp duasını almak istedim, aramaya
başladım. Nihayet bir harabede saçlarını tıraş etmiş ve yünden bir cübbe giymiş
olduğu halde bir taş üstünde oturuyor buldum. Beni görür görmez eskiden beri
tanıyormuş gibi bana ismimle seslendi:
“Merhaba ey
Abdülvahid!” dedi.
Beni hiç
görmemiş olduğu halde tanımasına çok şaşırdığımı söyledim. Neden geldiğimi
sordu.
“Nasihat almak
için geldim!” dedim.
“Kendisi vaiz olduğu halde
nasihate ihtiyaç duyana şaşılır...” dedikten sonra şu hikmetleri ifade etti:
“Ey Abdülvahid bil ki, bir kul yeterli miktarda rızıklandığı halde yine dünya
süslerine meylederse, Cenab-ı Hak onun kalbinden zühd tadını ve takva hissini
siler, yok eder. O kimse şaşkın bir hale düşer. Eğer o kulun ezelde nasibi
varsa Cenab-ı Hak onun sırrına şöyle hitap eder: Ey kulum, ben senin değerini
yüceltmek ve seni evliyaya rehber etmek istediğim halde sen dünya garazlarına
yöneliyorsun. Beni unutup terk ettiğin için seni artık eriştiğin yakınlıktan
sonra bu uzaklığa, şereften sonra alçaklığa, zenginlikten sonra yoksulluk ve
miskinliğe varis kıldım. Ey kulum, sen önceki haline dön de, bu düştüğün
halleri nefsinden bildiğin müddetçe ben de sana döneyim.”
Bunları
söyledikten sonra aklını yitirmiş denilen fakat gerçekte akıllı kadın bana
arkasını dönüp çekip gitti.
Bazı muteber
kitaplarda yazıldığına göre Cenab-ı Hakk’ı bilen bir insan-ı kâmil dünya
süslerine rağbet gösterdiğinde Hakk’a münacat zevkinin onun kalbinden
silinmesi, gelecekte onun uğrayacağı cezaların en hafifi olur. Dünyayı terk
edenlerse, münacat zevkinden tat alarak mübarek nefeslerinden istifade edenleri
Hak yoluna irşad ederler.
Abdurrabbeh
Şamî Hazretlerinin “Kitabü n-Nasayih” adlı eserinde anlatılmıştır:
Abdurrabbeh,
Şam’ın en zenginlerindendi. Bir gün bazı arkadaşlarıyla ticaret için şehirden
çıkıp dağ tarafındaki nehrin kenarında olan Mercidabık ovasına geldiler. O
sırada yüksek sesle birinin hamd ü sena ettiğini duyup merak ederek yanma
vardılar. Bir hasıra bürünmüş, yalnız başına yaşayan perişan kılıklı bir adam
görüp kim olduğunu sorduklarında, adam:
“Müslim bir
kulum!” diye cevap verdi.
“Bu hal nedir?”
dediler.
“Hamd ü senayı
gerektiren İlâhî bir nimetin gereğini yerine getiriyorum!”
“Yalnız bir
hasırdan başka bir şeyin yokken neye şükrediyorsun?”
“Ben nasıl hamd ü sena etmemeye
cesaret edebilirim ki! Cenab-ı Hak beni en güzel surette yarattı. îslam dini
dairesinde dünyaya getirdi. Bedenime sıhhat ve afiyet giydirdi. Anılıp
yayılmasını istemediğim şeyleri de bende örtüp gizledi. Benim nail olduğum bu
mutlu hal içinde, akşama ulaşan kanaatkâr insandan ziyade nimet bakımından daha
bahtiyar kim olabilir?”
Abdurrabbeh bu
irfan dolu cevaptan etkilenerek bulunduğu nehrin kenarındaki ferah manzaralı
yere gelmesini ondan rica etti. Adam bunun sebebini sorunca da, kendisine yemek
ikram etmek, hem de bu hasıra muhtaç etmeyecek biraz giyim eşyası vermek
istediğini söyledi. Adam bunu kabul etmedi ve ne kadar ısrar etse de istemedi,
bırakıp gitti. Onun bu ibretli hali Abdurrabeh üzerinde fevkalade bir pişmanlık
hissi uyandırdı ve kendi kendine şöyle dedi:
“Şam’da benden daha zengin kimse
olmadığı halde yine uzun emel, hırs ve tamaha düşüyorum da ticaret arzusuna
kapılıyorum. Bir de sefer zahmetlerini göze alarak gurbete gitmeye kalkıyorum.
Bir hasırdan başka bir şeyi olmayan, dünyayı terk edip yalnız başına yaşayan
böyle bir adamın ettiği şükrün binde birini bile yapamıyorum. Ne kadar gafil ve
halin hakikatine ne kadar cahil bir adammışım.” Bu duygu ve düşüncelerle ve
büyük bir pişmanlık içinde tövbe etti. Sabah olunca bir deveye binerek
arkadaşlarından ayrılıp geri dönmeye hazırlandı. Şaşıp kalan arkadaşları bunun
sebebini sorduklarında görüp duyduklarını anlattı ve bundan böyle tövbesini
tutmaya kararlı olduğunu söyledi. Arkadaşları ne kadar caydırmaya çalıştılarsa
da onu bu kararından döndüremediler.
Abdurrabbeh
Şam’a dönerek bütün mallarını, eşyasını ve paralarını Allah yoluna dağıttı.
Öldüğünde kefenlenmesine yetecekten fazla bir şeyi kalmamış olduğu görüldü.
Bir kenarda,
yalnız başına yaşadığı sırada demiştir ki: “Eğer Şam nehri altın olarak akmış
olsa, ondan bir damla almazdım.”
Rastgele bir direk göstererek; “Eğer şu direğe kim dokunursa derhal ölür
deseler, onu Allah’a kavuşma şevkinden dolayı bir lokma ekmek gibi yemeye
girişirdim.” buyururlardı.
Gönüller her biri bir veçhile meftunun olmuştur
Dil-i zarım çerâğ-ı tarz-ı gunagunûn olmuştur
Ey talip, memnun olacağın hal ve mal
az olursa, üzüleceğin şeyler de az olur.
Kalîl olsun ki memnun olduğun sermâye-i dünya
Seni mahzun eden ahvâl-i âlem tâ ki az olsun
Üzüntü verici
şeylerin giderilmesi, sevinç getiren şeylerin elde edilmesinden daha gerekli;
zararlı şeylerden korunmak, faydalı şeylere sahip olmaktan daha önemlidir. Bu
yüzden akıl sahipleri, kaybedilmesi üzüntü verecek dünya süslerine, mevki, mal
ve geçici refaha başlangıçta meyletmediler, rağbet göstermediler. Dünya
fazlalığından uzak kalmaya razı olan ve yeterli miktara kanaat getirip fazla
mala istekli olmaya sâlik, kaybolacak geçici sevincin sebeplerini baştan terk
etmiş ve sonradan nimetin elden gitmesinden doğacak üzüntüyü gelmezden evvel
gidermiş olur. Böylece bu sâlik uzak görüşlü, akıllı ve irfanlı bir derviş
olduğunu belli eder.
Daima memnun
bir halde yaşayan birisine: “Siz de başkaları gibi niçin üzülmüyorsunuz?” diye
sorulduğunda şöyle demiş: “Kaybolmasıyla üzüleceğim şeyleri biriktirmediğim
için!” Çünkü her sevinç bir üzüntüyü mucip olur. Bir Arap şairi şöyle ifade
etmiştir: “Bir şey kalpte yer tuttuğu derecede üzüntü verir. Zira ok hedefe
girdiğinde çıkarılması güçleşir. ”
Bir gün bir
hükümdara cevahirle süslü firuzeden yapılma çok kıymetli bir kâse sunulur.
Bundan pek memnun olan hükümdar yanında bulunan akıllı bir kimseye bu kâse
hakkındaki düşüncesini sorar. Hikmet sahibi adam: “Bu kâse yokluktan ve
musibetten başka bir şey değildir!” der. Neden öyle dediği sorulunca da şu
cevabı verir: “Çalındığı zaman misli bulunmadığından onun yüzünden hasret
çekersiniz. Kırılırsa tamiri mümkün olmadığından sizi üzüntü içinde bırakır.”
Bir gün bu kâse tesadüfen düşüp kırılınca üzüntüsünden aklını yitirecek gibi
olan hükümdar hikmet sahibine hak vermeye mecbur olur. Bu gibi büyük musibetler
daima dünyevî alakalar ve malî sebeplerden her birinin nasıl olursa olsun
kesilip kaybolmasıyla meydana gelir. Mesela bu alakalar gasp edilmekle,
çalınmakla, kaybolmakla nasıl üzüntü getiriyorsa, lezzet ve şehvetleri
sonlandıran ölümle de büyük üzüntü meydana gelir. Bin tane sevdiği eşyası olan
bir insan öldüğü zaman bir anda bin tane dayanılmaz üzüntüye yakalanır. Şu
halde ölümün şiddeti alakaların çokluğundan doğar, bu yüzden dünyayı terk
ederek safa bulmak, zühd ve takvaya sarılmak akıl ve idrakin gereğidir. Arap
şairi şu anlamda bir kıta söylemiştir: “Kendini üzüntüye sokacak bir şeyi
görmemekle sevinen bir insan, kaybolmasından korktuğu bir şeyi elde etmek
istemesin. Zira tam olarak iyi bir halde bulunan insan, onun yüzünden haddini
aştığı vakitte ister istemez bozulmaya yüz tutar.”
Sehl bin
Abdullah Tüsterî Hazretleri: “Akıl için bin isim, her ismin de bin ismi vardır.
Her ismin başı ise dünyayı terk etmektir.” buyururlardı. Haşan Basri Hazretleri
de: “Yemekte, içmekte, giymekte ve binekte haddi aşıp övünerek günlerini
geçiren gafile nasıl akıllı denilir?” derdi. Bu hususta söylenen güzel
şiirlerden birinin anlamı şöyledir: “Ey sâlik, dünya korkunç dalgalarla dolu
çok geniş bir denizdir; kendini onda asla güvende hissetme. Selamet sahiline
ulaşmak için gösterilen kurtuluş yolu, dünyada günlük yiyeceğine yetecek kadara
razı olmaktır.”
Ebu Ali Sakafi Hazretleri: “Çabucak gidecek dünyanın yüz gösterdiği
vakitte onunla uğraşana, yüz döndürdüğü zamanda üzüntüsüne kapılana binlerce
eyvah olsun. Alemde akıllı kişi, yüz göstermesi meşguliyet ve zahmetten, yüz
çevirmesi üzüntü ve hasretten ibaret olan mâsivaya asla meyletmez.” buyururdu.
Eğer dünyada uzaklaştırılmak acısını
tatmak istemiyorsan, devamlı olmayan bir işi üzerine alma. Çünkü o işin
başındaki haller seni heveslendirir ama sonu seni ondan sakındırır. Zahir seni
çağırırsa, batın uzaklaştırır.
Eğerçi istemezsen ey dil azli
Devamsız
mansıba etme tevellî
Bidâyâtı seni eylerse râğıb
Nihâyâtı
eder elbette hârib
Ana dâvet ederse zâhir hal
Seni
bâtın da eyler nehy derhal
Dünyanın yüz
göstermesinin hangi kısmına bakılsa yüz çevirme ile sonuçlandığı, dünya
mansıplarının hangi yönüne dikkat edilse sonunun ayrılmaya, uzaklaşmaya vardığı
görülür. Böyle mevkiler ya ölümle yahut dünyevî sebeplerle ayrılmakla
sonuçlandığından ötürü, üzüntü getiren mevki ve refah talebini hakikat erbabı
akla ve hikmete uygun bulmamıştır. Çünkü akıllı insan zehirli olduğunu bildiği
halde tadına aldanıp da zehirli şerbeti içmek istemez. Gerçi insanların
işlerine yön verme şerefi ve yüksek mevkide bulunup herkesten saygı görmek,
bunlara önem verenleri heveslendirip hırslandırır. Fakat ölüm ve gözden düşmek
gibi sebeplerle mevkiden uzaklaştırılmak üzüntü getirir. Bunu bilen ârifler
bunların dış yüzündeki güzelliklere kanmaz; en başta onlardan çekinirler.
Böylece kalıcı olmayan emellerden uzak durur, gelecekteki telafi edilemeyecek
zararlardan emniyet ve selamette olurlar.
Geçim bolluğu,
elverişli haller, saygı görmek gibi insan hayatının dış güzellikleri insana
elbette çekici gelir. Bu yüzden “Sıddıkların kafasından en son çıkan makam ve
mevki sevgisidir.” buyrulmuştur. Fakat dünya sevgisiyle Allah sevgisi bir
gönülde bir araya gelemeyeceği için İlâhî yakınlıktan mahrum olup hayvanlık
ahırında kalmak tercih olunamaz. Bu kudret hayalhanesinin şarabı serap, nimeti
nakmet (ceza) olduğundan zevk ve sevinç sanılan dert ve kötülükleri “refah
içinde yaşamak” diye yüklenmek akıl ve hikmete uymaz. Onun için her peygamber
ümmetini Hak yakınlığından mahrum kalmasınlar diye dünyanın süslerine
meyletmekten ve ahiretten yüz çevirmekten sakındırmıştır.
Muhammed bin Ali Tirmizî
Hazretleri demiştir ki: “Dünya her ümmetin bilginleri gözünde kötülenmiş ve
dünya isteyenler ayıplanmıştır. Hangi kavme bir peygamber geldiyse, kavmini
dünyaya bağlanmaktan, meyletmekten ve onu sevmekten korkutmuştur. Hazreti
Musa’ya önce kalben iman eden Firavun’un veziri, daha sonra Firavun ve
tebaasına karşı: Ben size doğru yolu göstereyim; dünya hayatı metadan başka
bir şey değil." (Mü’min/39) diyerek imanını açığa vurmuştur.”
Peygamber Efendimizin(sas):
"Dünyanın Allah katında sivrisineğin kanadı kadar değeri olsaydı,
Cenab-ı Hak kâfire dünyada bir içim su bile vermezdi. ” buyurması bu
hususta en açık bir hikmetli delildir.
Ashab-ı kiramdan Veheb bin
Münebbih(ra) anlatıyor:
Hakikat arayan
bir adam yalnız başına ibadet etmeye devam eden bir zata başvurup ahiret için
faydalı bir şeyler öğrenmek istedi. Onu buldu fakat mütemadiyen ibadet ettiği
için onunla görüşmeye fırsat bulamadı. Yedi gün onun ibadetine ara vermesini
bekledi. Yedinci gün zâhid birden ona dönüp dedi ki:
“Senin maksadını ve beni neden
beklediğini biliyorum. Dünya sevgisi bütün hataların, zühd ve takva ise hayır
ve sevabın sermayesidir. Dünyada İlâhî tevfik, her insan için iki cihanda da
kurtuluş sebebidir. Bunları iyi anladıysan artık sen hata sermayesi olan
dünyadan kaçın, hayır ve sevap sermayesi olan takvaya rağbet et de sana her
ihsanın anahtarını ihsan etmesi için Cenab-ı Hakk’a yalvar.”
Adam:
“İyi ama ben bunları nasıl bilebilirim?”
deyince de şöyle dedi:
“Benim babam çok hikmet sahibi
bir kimseydi. Dünyayı yedi şeye benzetirdi: Birincisi harareti arttırıp
kandırmayan ve zararı dokunup faydası olmayan tuzlu suya; İkincisi gölgelenen!
mağrur ederse de kalıcı olmayan bulut gölgesine; üçüncüsü ziyanı çok ve faydası
yok olan şimşeğe; dördüncüsü değeri ve yağmuru olmayan yaz bulutuna; beşincisi
yaz gelmesiyle birlikte solan çiçeklere ve kuruyan çimenlere; akıncısı zevkli
rüya görerek uyandığında hayalinden başka
elinde bir şey
kalmayan kişinin ihtilamına (şeytan aldatmasına); yedincisi tadıyla
zevklendiren ve içenin ciğerini dağlayıp mahvına sebep olan zehirli şerbete.
Ben bu yedi benzetmenin üzerinde yetmiş sene düşündükten sonra şu benzetmeyi
yaptım: Dünyayı, görünmesinde helâk ve perişanlık, kendisinden kaçılmasında
kurtuluş ve güven olan gulyabaniye benzettim. Sonra babamı rüyada gördüm, beni
beğendiğini söyleyip ‘Oğlum şüphe yok ki sen bendensin, ben de şendenim’,
diyerek iltifat etti.”
Adam bu sefer:
“Dünyada bir kenara çekilip zühd etmek nasıl mümkün olabilir?” diye
sordu. Âbid ve zahid kişi şu cevabı verdi:
“Zühd ve takva ilm-i yakîn ile elde edilir, ilm-i
yakîn de sabır cevheriyle ele geçer. Sabır halleri ise ibret nazarıyla bulunur.
Bu da Cenab-ı Hakk’ın yarattıklarının üzerinde tefekkür etmekle ele girer. Bu
söylediklerimi şimdi kabul et. Böylece sen bana sözle değil fiilen dünyadan
uzaklaşmakla halef olabilirsin.”
Ey talip, Cenab-ı
Hak seni zahid etmek için dünyayı ağyar yeri ve keder kaynağı yaptı.
Seni tezhîd için dünyada ancak
Hazreti Mevlâ
Anı cây-ı mesâib dâr-ı ekdâr u gumûm etti
Geçici dünyanın ağyar ve mâsiva yeri, gam ve kederlerin kaynağı olması da
İlâhî nimetlerden büyük bir nimettir. Zira dünyaya rağbet ettiren hal, nefsanî
garazlar ve hayvanî şehvetlerin orada elde edileceğinin sanılması ve insanın en
yüksek isteklerine, eksiksiz ve üzüntüsüz orada kavuşacağı düşüncesidir.
Hâlbuki dünya, iyi halleri kötü hallerle, sevinci üzüntülerle karışık olan,
çabucak sona eren bir hayaldir. Öyleyse: “Pâyidar olmayan yar, dostluğa sezâvâr
olmaz.” (devamlı olmayan sevgiliyi dost tutmak yakışık almaz) sözü anlamınca
ondan yüz çevirmek ve kalıcı yurt olan ahirete rağbet etmek, ebedî nimet ve
saadet getirecek sebeplere yapışmak zaruri olur. Bu yüzden hikmet sahipleri:
“Devam etmeyen bir kötülük, sürekli olmayan iyilikten hayırlıdır.” demişlerdir.
Olmayacak bir şey ama insan dünyada bütün elem ve üzüntülerden korunmuş ve
beşerî isteklerle neşelenmiş olsa bile, geçici olduğundan akıllı insan dünyaya
meyletmez. Şu şiir meali bunun doğruluğunu gösterir: “Benim için en şiddetli
üzüntü, çabucak kaybolacağına inandığım sevincin içindedir. Ben yer küresinin,
oradaki insanların üzerine döndüğünü görüyorum fakat hiçbirinin halinin sürekli
olduğunu görmüyorum.”
Özetle, insan
dünyada kader yayından atılan üç can yakıcı okun hedefi olarak ömrünü geçirir:
Birincisi bela okları, İkincisi felâket okları, üçüncüsü ölüm oklarıdır. Bu üç
kaza okuna hedef olan insanın nimeti nakmete (cezaya), bilgisi ibrete, rahatı
hastalığa dönecektir. Onun için artık dünyanın neşesi mahmurluğunu, umudu
korkusunu, hayrı şerrini nasıl karşılayabilir? Çünkü: “Zaman kime bir iyilik
etmişse elbette onu bir fenalık takip etmiştir.”
Şah-ı merdan-ı velâyet İmam Ali Hazretleri'*’ ehl-i beytten sayılan
Selman-ı Farisî’ye şöyle yazmışlardır:
“Ey Selman, dünya ejderhaya
benzer. Dokunması yumuşak, zehri öldürücüdür. Seninle pek az zaman beraber
olacağından o vefasızdan ve ondaki süslere bakmaktan yüz çevir. Dünyadan er geç
ayrılacağında şüphe olmadığı için şimdiden onun üzüntülerini kendinden
uzaklaştırmaya çalış. Onda en fazla sevindiğin halden de sakın. Zira bir insan
dünyada ne zaman sevinçli olursa, hemen can yakan bir hilekâra rastlayıp
üzüntüye düşer.”
Bazı Arap
edipleri dünyayı şöyle vasıflandırmışlardır: “Dünya yurdu karışık bir rüya,
sevinci gamların gölgesi, hadiseleri isabet eden oklar, şehvetleri uğursuz
zehirler, fitneleri ve belaları boğucu dalgalardır.”
Ebu Haşim Sofi Hazretleri:
“Cenab-ı Hakk’ın dünyayı vahşetle adlandırması, müridin ancak kendisiyle
dostluk kurması, taat ehlinin de dünyadan yüz çevirip kendisine yönelmesi
içindir. Arifler ise zaten dünyadan uzaklaşan ve ahirete iştiyak duyanlardır.”
dedi.
Cenab-ı
Hakk’ın bu dünyayı yaratırken şöyle buyurduğu bazı kitaplarda yazılıdır: “Ey
dünya, benim dostlarıma geçim sıkıntısıyla, benden gafil düşmanlarıma bol geçim
ve refahla muamele et ki, evliyam beni bırakıp da seninle, din düşmanları seni
bırakıp da benimle meşgul olmasın.”
Ey talip, Cenab-ı Hak senin öğüt kabul
etmeyeceğini bildiğinden, dünya zevklerini bırakmayı kolaylaştıran musibetleri
sana tattırdı.
Değilsin kabil-i nush-ı mücerred Hak bilip anı
Seni etti firakı sehl eden mihnetlere dûçâr
Bu hikmet şu
sorunun cevabıdır:
“Cenab-ı Hak dünyayı belâ yurdu
edeceğine zevk ve sefa yeri kılaydı da çabucak sona erdiğini, orada zühd ve
takvanın ebedî saadete sebep olacağını öğütlese, kullarını dünyayı bırakmaya,
zühd ve takvaya sarılmaya özendirse daha uygun olmaz mıydı?”
îşte buna cevap
olarak denmiştir ki:
Evet, nasihatin tesir edeceği kalpler dünya sevgisine kapılmış, şehvet ve
hevaya bağlanmış kalpler değildir; yaratılışça İlâhî tecellileri kabul etmeye
istidatlı olan saf kimselerin kalpleridir. Fakat göğüsleri şeytanî düşüncelerin
cirit attığı meydan ve nefsanî maksatların ortaya çıktığı mahal olan katı kalp
sahipleri hayırlı öğütlerle hallerini düzeltemezler. “Tekdir ile uslanmayanın
hakkı kötektir.” anlamınca nasihati fiilen güçlendirerek sâliki hidayet yoluna
sevk etmek daha uygun düşer. Cenab-ı Hak da ezelî ilmi gereğince kuru nasihatin
her insan tarafından öyle kolay kolay kabul edilmeyeceğini bildiğinden,
kullarına dünyayı terk etmeyi kolaylaştıran birtakım hastalıklar, belâlar ve
dertler vermiştir. Şu halde refah içindeki bir insanın üzüntü verici önemsiz
bir durumla karşılaşır karşılaşmaz kapıldığı teessürle ölümü istemesine, bunca
nimeti hemen göz ardı edip inkâr edivermesine göre gaflete dalmış olan bir
tabiat esirini, geleceği muhakkak olan ölüm gibi korkunç bir facia ile uyarmak
ve ona dünya terkini kolaylaştırmak elbette bir başka büyük nimettir. Gerçi
gafil kişi tabiatının ağır basmasıyla bu geçici uzaklaşmanın büyük bir nimet
olduğunu ilk bakışta kavrayıp değerlendiremez. Fakat değerlendirenlerin
nasihati bu maddî örneğe eklenince istenenin her halde elde edileceğinden şüphe
yoktur. “Bir musibet bin nasihatten yeğdir.” dedikleri bu manadır.
Arife eyler kifâyet havf i
Mevlâ-yı Kerîm
Ölmeyi varsın Hüdâ dan korkmayan etsin hayal
Faydalı ilim, ışıkları gönül ufkuna
yayılan ve kendisiyle kalbin yüzünün açıldığı parlak bir nurdur.
Ilm-i nâfî öyle bir hurşid-i
lâmidir ki sadr
Şûledâr-ı feyzidir dilden nikahı keşfeder
Burada faydalı ilim; Cenab-ı Hakk’a, isim ve sıfatlarına, O’na ibadet ve
huzurundaki edebe dair ilimdir. Onun doğduğu yer olan göğüs, bu ilmin
doğmasıyla genişler, İslam feyziyle açılır. Bu ilmin nuruyla aydınlanan kalp
yüzünden örtü kalkar; şüphe, evham zail olur.
Muhammed bin Ali Tirmizî Hazretleri şöyle buyurdu: “Faydalı ilim göğüste
yerleşen bir kudret feyzidir. Mârifet nuru göğsün ufuklarında doğup parladığı
vakit işlerin güzel ve çirkin olduğu ortaya çıkar. Böylece kalp gözünde işlerin
suretleri birtakım gölgeler halinde görüntü verdiğinden faydalı ilim sahibi
onun güzelini işler, çirkininden kaçınır. İşte bu faydalı ilim kalbin ufkundan
doğan İlâhî bir nurdur. Bu ilimle göğüste ortaya çıkan işlerin gölgeleri de
doğru yol göstericisidir. Aklî ve naklî ilimler öğrenilerek ve öğretilerek
hafızaya kudret eliyle yerleşir ki, heva ve şehvetin mağlubu olup ışığı
karanlıkla çevrili lisan ilmidir. Bunlar kalbi aydınlatmaz ve kalpten sevgilinin
cemalinin örtüsünü kaldırmaz.”
“İnsanın göğsünde İlâhî ilim bir evde kandil gibidir.” sözünün Hazreti
Davud’a verilen hikmetlerden olduğu kitaplarda yazılıdır.
İmam Malik Hazretleri şöyle demiştir: “İlim rivayet çokluğu ile elde
edilmez. İlim kulların kalbine Cenab-ı Hakk’ın bıraktığı bir nurdur. Faydası da
kulun mabuduna yakın, ucb (kendini beğenme) ve bencillikten uzak olmasıdır. Bu
da çok büyük saadettir ve vâridatın özüdür.”
Abdülaziz
Mehdevî Hazretleri buyurdu: “Faydalı ilim vaktin ilmi, kalp sefası, dünya
süslerinden uzaklık, insanı cennete yaklaştıran ve cehennemden uzaklaştıran
hal, Cenab-ı Hak’tan havf ve recâdır. Nefsleri afetlerinden ve mâsivadan
temizler. İşte bu: ‘Cenab-ı Hakk’ın dilediğinin kalbine attığı bir nurdur. ’
hadisiyle belirtilen faydalı ilimdir, naklî ve aklî ilim değildir.”
Cüneyd Bağdadî Hazretleri bu değişik ifadeleri şu cümlede özetledi:
“İlim, Hakk’ı bilmek ve haddi aşmamaktır.” Bir başka ifadeyle Rab mârifeti ve
güzel edep demektir.
Özetle bu hakikat ilmi, derin bir mârifet denizidir. İnsanın onun
nurlarının dalgalarında boğulması üzerinde bir borçtur. Ebu’l-Hasan Şazelî
Hazretleri şöyle buyurdu: “Hakikat ilminde uğraşmayan kimse, büyük günah
işlemekte ısrar edici olduğu halde vefat eder de haberi olmaz.”
Zahirî
ilimlere ise her vakit için ihtiyaç duyulmaz. Hatta zahirî ilimlerle uğraşmak
bâtın ilimleriyle uğraşmaktan alıkoymak suretiyle zararlı olduğundan Peygamber
Efendimiz ahirette faydalı olmayan ilimlerden Cenab-ı Hakk’a sığınmıştır.
Âlem-i bî-meh ü hurşid ü felekte hergiz
Ne müneccim ne mühendis ne hakim isterler
İlmin hayırlısı
Allah korkusuyla beraber olandır.
îlm-i nâfdhaşyet-i Hakk’a edendir iktiran
“Haşyet” yüceltmekle birlikte olan korkudur. Bazıları tazim ile beraber
olan büyültmedir (iclal), bazıları da korkuyla birlikte ameldir, dediler. Şu
halde ilimlerin hayırlısı, Allah’tan haşyet duymayı gerektiren ilimdir. Bu da
bir önceki hikmette geçen faydalı ilimdir. Haşyetullahtan uzak olan ilmin
değersiz olması Cenab-ı Hakk’ın: “Şüphesiz Allah’tan en çok haşyet duyan
kulları âlimlerdir. ” ayetiyle haşyeti âlimlere tahsis etmiş ve böyle
âlimleri övmüş olmasındandır. Bilenlerle bilmeyenler dünyada bir olmaz. Ancak
haşyetle beraber olmayan ilimlerin âlimleri ahirette üstün bir mevkie erişemez,
gerçek âlim sayılamazlar.
îlmin
haşyetullahla birlikte olmasının alâmeti şudur: Âlim olan kimse İlâhî hududu
muhafaza eder. Taatinde devamlı olur. Ezelî takdire güvenir. Dünya sevenlerden
yüz çevirip çekinir. Yetecek kadar olan kadere razı olup kanaat eder. Halka
şefkat gösterip öğüt verir. Yüksek bir ahlâka sahip olur, insanlarla iyi
geçinir. Fakirlerle birlikte oturur. Evliyaya saygı gösterir. Kısacası bu gibi
İnsanî gerekleri ve üstünlükleri esas alarak hareket eder. Binaenaleyh sanat
gibi dünya ve ahirette faydalı olup haşyetle birlikte olmayan bilim
hâzinelerinin, fenlerin Allah katında değeri yoktur. Çünkü dünyaya rağbet ve
dünya sevenlerle beraber olmaya heves ettirir. Para biriktirmeye çalıştırır.
Makam ve mevkii mubah saydırıp onlarla övündürür. Uzun emel ve gaflet verir.
Ölümü unutturur ve beraberinde büyüklük taslamayı getirir.
Rebii bin
Enes Hazretleri “Allah’tan korkmayan kimseye âlim denirse de gerçekten âlim
değildir.” buyurdu. Hazreti Davud da(as): “Allah’tan haşyet ilim ve
mârifetin gereğidir. Hakk’a iman hikmetin ta kendisi olunca, Allah’tan
korkmayan cahilin ilmi ve kalbinde imanı olmayan gafilin hikmeti artık tasavvur
olunur mu?”
Sehl bin
Abdullah Tüsteri Hazretleri, “Sonunuzun güzel olmasını isterseniz, din ve dünya
işlerinde âlimlere danışmadıkça kesin hüküm vermeyiniz.” derdi. Bir gün
kendisine: “Ulema dediğiniz kimlerdir?” diye sorulduğunda: “Ahireti dünyaya,
Mevlâ Hazretlerini kendi nefslerine ve bütün mâsivaya tercih edenlerdir!”
cevabını vermiştir.
Faruk-ı Azam Ömer Hazretleri de(ra) halifeliği zamanında şöyle
öğüt vermiştir: “İşlerinizde Cenab-ı Hak’tan havf ve haşyet edenlere
danışınız.”
Vâsıtî
Hazretleri dedi ki: “İnsanların en merhametlisi Cenab-ı Mevlâ’dan
haşyetlerinden dolayı takvalı yaşayanlardır.”
Binaenaleyh faydalı ilmin delili Cenab-ı Hak’tan haşyet ve haşyetin
delili de İlâhî emirlere itaat, İlâhî yasaklardan kaçınmaktır. Haşyeti olmayan
bir âlim bir cemaat içinde geceleyin meşale tutan kör gibidir. Başkasına
faydalı olursa da kendisi istifade edemez. Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde
geçen ilimlerden maksat da haşyetullahla beraber olan ilimlerdir.
Bir gün imam
Şa’bî’ye bir adam:
“Ey âlim!” diye
hitap edince;
“Sus! Alim olan
Allah’tan korkar!” diye cevap vermiştir.
Zira ilim ve mârifet arttıkça
huşu ve haşyet de artar. Haşyetten uzak olanlar elbette âlim-i billâh değildir.
Hatta hangi ilmin daha fazla olduğu kendisinden sorulan Cüneyd Bağdadî
Hazretleri şöyle cevap vermiştir: “Cenab-ı Hakk’a götüren ve insanı nefsinden
uzaklaştıran ilimdir.”
Şu halde
belirtildiği üzere dünyevî malumattan ibaret olan fenlere faydalı ilimler
denemeyeceği gibi bu bilim sahiplerine de “Dünya hayatının zahirini bilirler
ama ahiretten gafildirler. ” ayeti gereğince ulema denilemez. Çünkü dünya
ile ahiret iki kuma gibidir. Birinin hoşnutluğunu kazanmak, diğerini kızdırır.
Dünyayı sevenler de ahiretlerine zarar verir. Ahiretlerini sevenler dünyalarını
bozacağından hem dünyaya, hem ahirete dair ilimlere sahip olmak herkese
müyesser olamaz. Onun için lyaz Hazretleri şöyle buyurdu: “Alim din tabibidir,
dünyanın devası dinin hastalığıdır. Kendisini bu illetten kurtaramayıp onun
esiri olarak kalan bir tabip başkalarını nasıl tedavi edebilir?”
Ey mürid, ilim haşyetle birlikte
olursa senin için faydalı, aksi halde zararlı olur.
Eğerçi ilm ederse iktiran-ı haşyet ey dânâ
Olur nâfi senin ’çünyoksa vâki’dir aleyhinde
Haşyetli ilmin
faydalı olması dünya ve ahiret işlerinde hak ve hakikat ölçüsü olarak fayda
verdiğindendir. Haşyetsiz ilmin zararlı olması da dünyaya alet edilerek her iki
âlemde de aksine sorumluluk getirdiği ve cezalandırılmayı gerektirdiği içindir.
Zira ilim bir iktidar kılıcıdır. Onu meşru yolda kullananlar akranları arasında
öne çıkıp iyi bir namla anılırlar. Meşru yolda kullanmayanlar, onunla zulüm ve
düşmanlık yapanlar ise mesuliyet altına girip cezaya uğratılırlar. Meşru olarak
kullanılan ilim haşyet ile birlikte olacağından ahiret uleması haşyetli olur ve
üstünlük kazanır. Haşyet edemeyen ilim gayrimeşru olarak kullanılmış
olacağından bu ilim sahipleri dünyada kibirli, gösterişli, insanlar arasında
başı dik, kendinden emin dolaşan kimselerdir. Fudayl lyaz Hazretleri bunu
doğrulayarak şöyle buyurmuştur: “Takvah âlimler öyle bir bahar ülkesi idiler
ki, umutsuz bir hasta onlara baksa hemen büyük rahatlık ve mutluluk duyar,
artık ondan sonra iyileşmeyi düşünmezdi. Muhtaç bir fakir onları görse dünyanın
hiçbir şeyine ihtiyacı kalmaz, artık zengin olmayı istemezdi. Zamanımızın dünya
düşkünü uleması ise nam ve şan esiridir; insanların fitnesi olmuştur.”
Peygamber
Efendimiz(sas): “Beni Cenab-ı Hakk’a yaklaştıran ilim ve
mârifetin artmadığı gün, güneşin doğmasında benim için hayır ve bereket yoktur.
” buyurmuşlardır.
Süfyan Sevrî
Hazretleri dedi ki: “İlim ancak takva vesilesi olması için öğrenilir. İlmin
diğer şeylerden üstün olması, onunla takva elde edildiği içindir. Eğer bu
maksat başkalaşır ve ilim talebelerinin niyeti ilmi dünyaya vesile yapmak
sebebiyle bozulursa elbette onların amelleri ve ahiret ecirleri bâtıl olur,
açıkça hüsranda kalırlar. Zira Cenab-ı Hak şu ayette bildirdi: “Her kim
ameliyle ahiret sevabını isterse, biz onun sevabını artırırız. Her kim ki dünya
metaını murad ederse, biz ona dünyadan mukadder olanı veririz, artık onun için
ahirette nasip yoktur.” (Şûra/20)
Bir hadis-i
şerifte, ilmi Allah rızası için değil de dünya amaçları için öğrenen kimsenin
kıyamette cennet kokusu duymayacağı bildirilmiştir.
Haşan Basri Hazretleri şöyle
buyurdu: “Vallahi, bir ilim öğrenmek isteyen kimsenin nasibi, o ilim sebebiyle
arzu ettiği şeydir. Yani niyeti dünya ise nasibi dünya, niyeti ukba ise nasibi
ukbadır. Alime gelen belâ kalbinin ölmesidir. Kalp ölümü ise ahiret amelleriyle
dünya istemekle gerçekleşir.” Yine ona bir mesele sorulmuş, doğru cevap alınmış
fakat sual soranın, “Bu meseleye zamanımızın fıkıhçıları başka türlü cevap
veriyor ve size muhalefet ediyorlar.” demesi üzerine onu azarlayarak: “Annen
seni kaybetsin, sen hiç fakih gördün mü? Fakih, dünyadan el etek çekmiş,
ahirete yönelmiş, Mevlâ’ya ibadete devam eden, müslimlerden bir beklentisi
olmayan, takva sahibi mü’minlerin mallarından uzak kalıp çekinen, topluma
hayırlı öğütlerle hizmet eden, Resulullah’ın yolunda giden, kendinden
aşağıdakileri hor görmemekle beraber üstlerindekilerle çekişmeyen ve İlâhî
maârifle dünya faydası istemeyen âlim kişidir!” buyurdu.
Şu halde bir
talebenin dünya beklentisiyle ilim öğrenmek istemesi caiz olmadığı gibi, bir
öğretmenin ilimleri insanları aldatmak maksadını güden heva ehline öğretmesi de
doğru değildir. Hatta Süfyan Sevrî Hazretlerine sorulmuş:
“Kudsî ilimlerinizce halkı
feyizlendirseniz olmaz mı?”
Şu cevabı vermiş:
“Hak rızasını
kazanmak maksadıyla ilim öğrenmek isteyen bir talebe bulsam, her gün evine
ayağına giderek hakikat ilimlerini öğretirim.”
Bir âlime birisi bir şey sormuş,
cevap alamayınca: “Peygamber Efendimizin'"’; Her kim bildiği faydalı
bir ilmi saklayıp öğretmezse, kıyamet gününe ateşten bir yularla getirilir.
’ buyurduğunu işitmedin mi?” diye tehdit edercesine karşı çıkmış ve âlimden şu
cevabı almıştır:
“Şimdilik
yularını burada bırakıp git! Eğer ilmi hak etmiş birisi gelir de ondan
gizlersem, bana o zaman o yuları taksın.” Bu cevapla adamın müstahak olmadığını
belli etmiştir.
Şu mübarek söz de bu manayı
açıklar: “Her kim ilmi ehli olmayana öğretirse kaybeder; ehlinden gizlerse de
haksızlık etmiş olur.” Hikmet sahipleri demişlerdir ki: “Kötü ahlâklı kimselere
ilim öğretmek, ebucehil kapuzunu sulamak gibidir.”
Bir de ulemanın ilim
mücevherleri ve maârif pırlantalarını dünya malına değişmemesi ve dünya ehlinin
ise dinî ilimler öğrenmeye can atması lazım gelirken, tersine ilim erbabının
mal toplamak için ilim dağıtmakla uğraşması üzüntü verici hallerdendir. Bu çok
eskiden başlamış olduğundan Zünnun Mısrî Hazretleri şöyle demiştir: “Dün bir
âlim ilmiyle yetinerek dünyayı terk ettiği halde, bugün ilmini dünyaya ve
hevasına alet ediyor. Yine bir âlim mal ve menal ile ilim öğrenirken bugün ilim
dağıtarak mal ve mevki kazanmak istiyor.”
Kitaplarda yazdığına göre bu konuda ashab-ı kiramdan Peygamber
Efendimizin'"’ sırlarının mahremi Huzeyfetü’l-Yemânî Hazretlerine(ra)
yerden parlak bir taş alarak: “İslam dini şu taşın parlaklığı gibi ufuklara
ışık saçtı.” Buyurmuşlar. Sonra tekrar bir avuç toprak alarak o taşın üzerine
döküp örtmüşler ve şöyle buyurmuşlar: “İleride bir kavim gelecek ve din ilmini
bu taşın gömüldüğü gibi gömecek, ışığını kaybedecekler ve yavaş yavaş eski
ümmetlerin hal ve sıfatlarına dönecekler.”
Ey insan, insanların sana saygı göstermemeleri ve
kötüleyerek saldırmaları seni üzerse, Allah’ın ilmine başvur ve onunla yetin.
Eğer Allah’ın ezelî ilmi sana kanaat vermezse, bundan doğan musibet insanların
eziyetinden meydana gelen musibetten daha şiddetlidir.
Ne dem ki nâsın idbârı veya zemm ile ikbâli
Seni
dilhûn ederse ilm-i Hakk’a kıl rücu’ey dil
Seni ilm-i Hüdâ etmezse ikna bu musibet bil
Ezâ-yı
nâs ile vâki musibetten daha hâil
Sâlike yakışan bir hal varsa o da daima Hakk’ın rızasını düşünmek ve
Cenab-ı Hakk’ın feyziyle sevinip ferahlanmaktır. Üzüntüsünün sebebi de ancak
Cenab-ı Hakk’ın teveccühünü kaybetmek olmalıdır. Yaratıkların kendisine iyi ve
kötü davranmalarına önem vermenin İlâhî takdire hiçbir etkisi olamayacağından
boş yere uğraşmaktır. Her ne zaman insanların kendisinden yüz çevirmeleri ve
kötüleyip saldırarak rahatsız etmeleri sâliki üzüntüye boğup acıtırsa, Cenab-ı
Hak’la kendi arasında takdir gücü olan ezelî ilmine başvurmak ve onunla yetinmek
kulluk edebinin gereğidir. Eğer sâlik Allah katında makbul ve muhlis olursa,
ona insanların buğz etmesi ve kötülemesi asla bir zarar veremez. Allah’ın
yanında değeri olmayan sâlike de halkın övme ve beğenmelerinin hiçbir faydası
olamaz.
Yaratıcıyı bırakıp da yaratıkların hoşnutluğunu kazanmak isteyen
insanlar, efendisini unutup da kendi gibi hizmet görevinde bulunanlara
kendisini beğendirmeye çalışan ahmak uşaklara benzer.
Sâlik için, Allah’ın ilmiyle yetinmeyerek ihlâsları ve
amelleriyle şöhret bulup halkın saygısını kazanmak arzusunda bulunmak kadar
büyük musibet düşünülemez. Zira bu hal sâliki İlâhî yakınlıktan beşeriyet
ahırına ve hayvanlığın kucağına döndürür, bu yüzden büyük musibettir. Halkın
kötülemesinden doğan eziyet ise onu İlâhî kudrete sığınmaya zorlayacağından
büyük bir nimettir. Bu sebepten dolayı İbrahim Teymî Hazretleri bir müridine:
“İnsanlar benim hakkımda ne diyorlar?” diye sormuş. “Riyakâr bir şeyh
olduğunuzu söylüyorlar!” cevabını alınca: “Elhamdülillah, amellerim şimdi
temizlenip düzeldi.” demiştir. Bişr Hafi Hazretleri de: “insan kalbinin
övülmekle ferahlaması, günahlarla katılaşmasından daha fenadır.” buyurmuştur.
Ey beni övüp duran, yeter eziyet ettiğin
Açıkta
olan taraflarımı görüyorsun, içimden haberin yok.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar