Print Friendly and PDF

HİKEM-İ ATÂİYYE ŞERHİ EL-MUHKEM Fİ ŞERHİ’L-HİKEM 2

Bunlarada Bakarsınız



91.       Hikmet

Ey talip, karşılaştığın musibetin Allah’tan geldiğini bilmen, belânın acısını hafifletsin. Zira seni bir şeyle meşgul ederek darlıktan kurtaran (Yahut kaderleri takdir eyleyen) Cenab-ı Hak, senin için daima güzel şeyleri seçmeyi âdet edinmiştir.

Eylesin tahfif-i bâr-ı ibtilâ

îmtihân-ı Hakk’a ilmin ey nigâr

Çün sana tevcıh-i ikdâr eyleyen

Itiyâdı oldu hüsn-i ihtiyar

İnsan Cenab-ı Hakk’ın Rahman ve Rahim olduğunu bildikten sonra hikmeti gereği uğradığı musibete önem vermeyerek, “Hoşlanmadığınız şey sizin için hayırlı olabilir.” (Bakara/216) ayetince işlerin sonunu ve kahr yüzünden zuhur edecek ihsanları beklemelidir. Çünkü kaderler silsilesi Cenab-ı Hakk’ın kudret elindedir ve kulların menfaati için daima güzellik itiyat etmiştir.

İşlerin düzeltilmesi Hak Teâlâ’ya vacip değilse de dilerse düzeltir. Takdirinde binlerce hikmet ve güzellik bulunur. Hükümleri haksızlıktan ve kötülükten uzaktır. Mal eksiltmek, hastalık, sakatlık vermek gibi takdirlerinde yine kulları için şimdiye ve geleceğe ait faydalar olabilir. Daima iyilik gördüğü bir dosttan gelen bir kötülüğe insan sabredip dayanmalıdır.

Kulları hakkında ana babadan ziyade şefkatli ve merhametli olan Hak Teâlâ Hazretlerinin hoşa gitmeyen bir takdirine razı olmayarak feryat ve figan gibi kulluk edeplerine yakışmayan bir hâle cesaret edilmemelidir.

Ebu Talib Mekkî Hazretleri dedi ki: “İnsan yoksulluğu, çaresizliği, tevazuu ve miskinliği sevmez. Hâlbuki bunlar sonra çok hayırlar getirir. Zenginlik, afiyet ve şöhreti ister. Bunlar ise tersine mahrumluğa sebep olur.”

Hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: “Cennet arzu edilmeyen, çirkin görülen şeylerle çevrelenip süslenmiştir. Cehennem ise şehvetlerle çevrelenmiştir. ”

Çünkü nefsin çirkin gördüğü şeylerle kuşatılmış olan rıza cennetine, o çirkinliğe sabır ve tahammül etmekle girilebilir. Nefsin isteklerini elde etmekle ahiretten yüz çevirmek cehenneme götürür. Sabredenlere müjdeler olsun.

92.       Hikmet

Ey talip, bir kimsenin Cenab-ı Hakk’ın lütfunun takdirinden ayrı olduğunu zannetmesi, kendi kusurundandır.

Kaderden lûtf-i Hakk’ın infikâkm zanneden kimse

Zaîfü ’l-fikr ü mahdûdu ’n-nazardır hükm-i Mevlâ ’da

Kader aynasında Cenab-ı Hakk’ın lütfunu görmemek bakış kusurundandır. Bakış yani düşünüş kusuru ise Cenab-ı Hakk’ın hikmetine hüsnüzannın azlığından meydana gelir. Zira müridin nazarı düzgün olursa, Cenab-ı Hakk’ın her takdirinde binlerce fayda ve güzel işler müşahede eder. Cenab-ı Hakk’a hüsnüzannı artar. Hatta mürid bir musibete uğrarsa, kendisine bundan birçok menfaatler gelir. Bunlardan biri, belânın veliliğe sebep olmasıdır. Zira belâ ve musibet insanın arzusuna ters düşer. Böyle nefsi rahatsız eden, şehvetlerini kısıtlayan hâl Mevlâ’nın kapısına sığınmayı mucip olur. Hakk’a yakınlık sağlar, sonu güzel olur. Bundan daha büyük bir fayda düşünülemez.

Belânın faydalarından biri de insanın dünyaya rağbetini artıran, günaha meylini şiddetlendiren nefsânî sıfatları iptal etmesi, heva ve hevesini bozmasıdır. Sabır, rıza, zühd, tevekkül gibi güzel haller afiyet ve rahat vaktinden ziyade musibet zamanlarında hâsıl olur. Kalp amellerinin bir zerresi, dağlar kadar büyük olan aza amellerinden hayırlıdır. Bir faydası da günahlara keffaret olması, manevî dereceleri yükseltmesidir.

Şu halde Cenab-ı Hakk’ın her takdirinde pek çok gizli lütuflar mevcuttur.

Bazı ârifler demiştir ki: “Pek ağır hasta oldum. Ama afiyet kazanmaktan fazla hastalığımın devam etmesini arzu ettim.”

Ashab-ı kiramdan Imran bin Hasîn Hazretleri(a) otuz sene kadar yatalak olmuştu. Hiçbir şekilde harekete gücü yetmediğinden yattığı sedirin altı delinerek o suretle def-i hacet ettirirlerdi.

Geçmiş olsun ziyaretine tâbiînden El-Alâ bin eş-Şehîr gelip onu böyle görünce üzüntüsünden ağlamaya başladı. Hasta ona niçin ağladığını sorduğunda;

“Senin gibi seçkin bir sahabeyi bu halde görüp de ağlamamak mümkün mü?” dedi.

Imran Hazretleri şu cevabı verdi:

“Ey Alâ, benim için ağlama! Zira ben mâbudumun bana layık gördüğü hâlden memnunum. Ben sağ oldukça kimseye söylemezsen sana bir sır vereyim. Bu hastalığım sebebiyle melekler beni ziyarete geliyor, ben onlarla dostluk kuruyorum. Bana selâm veriyorlar, onları dinlemek bana çok büyük bir zevk veriyor.”

Hadis-i kudsîde şöyle buyrulmuştur: “Yokluk ve yoksunluk benim hapishanem, hastalık benim bağımdır. Ben bunlarla sevdiğim kulu izzetimin rıza evinde hapsederim.”

Bişr Hafi Hazretleri anlatmıştır:

Abadan denen yerde pek perişan, ağır hasta birine rastladım. Gözleri yüzünün üzerine akmıştı, bu haldeyken Mevlâ zikrinin ateşiyle şükür ve sena canını, ciğerini yakmıştı. Birden saraya tutulmuş gibi, bayıldı kaldı. Gönlüm sızladı, başını dizime alarak ayılması için dua etmeye başladım.

Bir süre sonra kendine geldi. Benim sözlerimi işitince;

“Bu fuzuli adam kimdir ki, benimle Rabbim arasına girerek üzerimdeki nimete itiraz edip bana dua ediyor?” dedi ve başını dizlerimden çekti.

Ondan sonra hiçbir kimsenin uğradığı belâya itiraz etmemek için ahdeyledim.

Belâ ve musibetlerin günahları örteceği pek çok hadislerde bildirilmiştir. Bunlardan biri: “Bir mü’mine ağrı, sızı, meşakkat, hastalık, hüzün ve gam isabet dokunursa, karşılığında Cenab-ı Hak onun günahlarını örter.”

Belâların dereceleri yükselttiğine dair hadisler de pek çok çoktur. İkisi şöyledir:

“Bir Müslime diken veya daha büyük bir şey batmış olsa onun karşılığında ona bir yüksek derece yazılır ve bir günahı silinir.”

“Her kime Allah hayır dilerse, ona musibet verir.

Derd-i aşkı vermeden uşşâka cananım benim

Bir gün elbette devâ-yı vaslın ihsandır garaz

93.       Hikmet

Ey sâlik, ilâhı yolların sana karışık ve müşkül geleceğinden korkulmaz fakat hevanm sana galip gelmesinden korkulur.

Sana Hakk’ın tarîki mültebis olmakta havf olmaz

Heman korku senin maglûb-ı nefs olmaklığındandır

Bir sâlikin taat, mâsiyet, nimet ve musibet gibi hâllerden bir hâle düştüğünde Cenab-ı Hakk’a ulaşan kulluk yollarının ona karışık gelmesinden korkulmaz. Çünkü şeriat bu yolları açıkça gösterir. Her ne zaman bir müşkül ortaya çıkarsa, hakikat caddesi olan şeriata başvurulur, doğru yol kolaylıkla seçilir. Mesela taatte kulluk, minnet şuhûdudur. Mâsiyette kulluk, tövbe ve istiğfardır. Nimette kulluk, hamd ve şükürdür. Musibette kulluk, sabır ve sükûnettir. Bunlar Kur’an’da açıkça belirtilmiştir.

Hevanm galip gelmesi korkulacak şeydir. Çünkü kulluk yolunu idrak etmeyi engelleyen, basireti körelten, hidayeti dalalet gösteren ancak heva ve heves galebesidir. Sâlik hevasına yenilirse; taatte ucbdan, mâsiyette ısrardan, musibette feryat ve itirazdan kurtulamaz, mârifet nurundan ve basiret nimetinden mahrum kalır.

Ahmed bin Hadraveyh Hazretleri şöyle buyurmuştur: “Hak yolu açık ve bellidir. Hak nuru parlamaktadır, dua eden işitilir. Şu halde şaşkınlık nedendir? Şaşırılacak yer yoktur, yeter ki heva galebesi ile basiret körelmesin.”

İmâ-yı mâneviden dîde-i canı halâs eyle

Beni Yârab reh-i ser-menzil-i cânanda bîna kıl

(Yarabbi, manevî körlükten can gözünü kurtar, sevgiliye erişme yolunda beni görücü kıl.)

94.       Hikmet

Hususiyet sırrını beşeriyet zuhuruyla örten ve kulluğun zuhuruyla rububiyet azametini ortaya koyan Cenab-ı Hakk’ı teşbih ederim.

Şu zât-ı pâki tesbîh eylerim ki sırr-ı mahsûsun

Zuhûr-ı âdemiyetle nazardan eyledi ihfâ

Dahi oldu rububiyet gibi bir vasfı a’zamla

Ki izhâr-ı ubudiyette elhak zâhir ü peydâ

Hususiyet sırrı, Cenab-ı Hakk’ın evliyasına verdiği gizli irfan ve ilimlerdir. Daha doğrusu mâsivanın varlığını yok eden mârifetin hakikatidir. Bu mârifet, velinin feyizlere kabiliyetinin neticesidir. Cenab-ı Hak İlâhî sırlarını beşerî arızalar dan, tabiî hallerden, dünya işlerinden korudu; mâsiva ile karışıp değerinin düşmesini önlemek için gizledi. Çünkü güneş için bulut gereklidir, güzelin örtünmesi lazımdır.-

Rabb’in azametiyle zuhur ettiği kulluk eserleri yoksunluk, hastalık gibi beşerî tabiata ârız olan ve Hakk’a ihtiyaç doğuran birtakım haller ve geçici sıfatlardır. İnsan bunlardan birine maruz kalınca bunu gidermek için Cenab-ı Hakk’a sığınmaya mecbur kalır. Onun gözünde bu halleri kaldırmaya gücü yeten gerçek bir mabudun varlığı zahir olur. Eğer ibadetin hakikati olan bu kulluk eserleri ortaya çıkmasaydı, rablik azameti bilinmezdi. Bu rablik azameti, kulluk perdesinden yüz göstermeseydi hep örtülü kalır, zâhir olmazdı.

Ebu’l-Hasan Şazelî Hazretleri şöyle buyurdu: “Ubudiyet öyle kıymetli bir cevherdir ki, onu rububiyet zuhur pazarına çıkarmıştır.”

Bazı muhakkıklar, “Allah’ın ihsan ettiği gibi sen de ihsan et.” (Kasas/77) ayetini bu hikmetle tefsir etti. Yani ayetin manası: “Ey kulum, sen bâtın ve nişansız idin, ben zâhir ve âşikâr idim. Ihsan edip seni ortaya çıkardım ve rububiyet sırrımı sende gizledim. Sen de benim ettiğim ihsan gibi ihsan edip taayyününü ifinâ eyle ve varlığını gizle, beni izhar ve ibka eyle!” demektir.

Zuhur-ı reng-i kesret pertev-i nur-ı Hüdâ ’dandır

Televvün hey’et-i eşyâda te’sîr-i ziyâdandır

(Kesret Hakk’ın nuruyla zuhur etti. Eşyanın çeşitli renklerde görünüşü ışığın tesirindendir.)

95.       Hikmet

Ey talip, isteğin gecikti diye Cenab-ı Hakk’a itiraz etme. Fakat edebinin gecikmesi sebebiyle nefsine itiraz et.

Sakın Allah ’a itiraz etme

Talebim hâsıl olmadı diyerek

Nefsine eyle itiraz ancak

Edebim hâsıl olmadı diyerek

Cenab-ı Hakk’a dua elini kaldırarak manevî veya dünyevî bir şey isteyip de çabucak kabul edilmezse, Cenab-ı Hakk’a itiraz etmemek ve hüsnüzanda bulunmak lazımdır. Çünkü dilediğini işleyen ve herkese işlerinden sorulduğu hâlde kendisi hiçbir zaman fiillerinden sorumlu olmayan Hak Teâlâ, itirazdan yücedir, itiraza layık olan ancak edebin geri bırakılmasıdır. Yani İlâhî emirleri işlemekte çabuk davranmamak yüzünden kötü nefse itiraz edilmelidir. Çünkü icabet için dua etmek, ubudiyeti ihlal eden garaz şaibesini hâizdir, edepsizliktir.

İsteğinin olmaması sebebiyle duanın kabul edilmediğine inanmak da ayıplanacak bir kötülüktür. Zira Cenab-ı Hakk’ın dua edenin istediğini aynen vermesi şart değildir. İstemediği veya istediği bir şeyi vererek kabul etmesinde birçok faydalar bulunacağı gibi, gelecekte hâsıl olacak bir iş sebebiyle kabulün gecikmesinde de hikmet vardır. İtiraz edilmesi gereken en büyük edepsizlik Cenab-ı Hakk’a itirazdır.

İsteğin hemen olmaması yüzünden Cenab-ı Hakk’a itiraz etmek yerine nefs-i emmareyi suçlayıp düzeltmek ve ona öğretmek en iyisidir.

96.       Hikmet

Ey mürid, Cenab-ı Hak seni zahirde emrine boyun eğen, bâtında kahrına teslim ve razı olan bir

kul kılarsa, sana pek büyük bir nimet vermiş demektir.

Hak seni zahirde münkad emrine etse ne dem

Kahrına teslimi de bâtında rızk etse sana

Şüphe yoktur bunda kim ey sâlik-i râh-ı yakın

Pek büyük etti sana ihsânım ol Zü ’l-atâ

Cenab-ı Hakk’ın emrine uymak zâhirî ibadettir. Kahrına teslim ve rıza kalbe ait bâtını ameldir. İnsanın kemali olan irfan bu iki yönüyle îkan mertebesine ulaşır. Bu da müridin Cenab- ı Hakk’a kulluğunu yerine getirmesi için gerekli olduğuna göre her ne zaman ki Cenab-ı Hak mürid kuluna bu iki işi başarmayı müyesser ederse pek büyük bir bağışta bulunmuştur. Artık müridin bunun ötesinde bir şey dilemesi edep dışı bir davranış olur.

Ebu’l-Hasan Şazelî Hazretleri anlatmıştır:

“Bir vakitler bir Hak dostuyla sahralarda yalnız gezer ve bir mağarada kendi başımıza sohbet ederdik. Maksadımız evliya zümresine girmek ve manevî fetihlerden faydalanarak vuslat mertebesine ermekti. Bugün açılır, yarın açılır ümidiyle kalbimizin inşirahını bekleyerek bir hayli zaman geçti, hâsıl olmadı.

Bu şekilde riyazete devam ederken bir gün mağaranın önünde yaşlı bir zat belirdi ve girmek için izin istedi. Mağaraya girip selâm verdi, durdu. Adını sorduk, “Abdülmelik” dedi. Tavrından onun veli olduğunu hissettik. Hâlinden sorduğumuzda cevap vermeden bizim hâlimizi sual etti, sonra şöyle dedi ve çekip gitti:

“Ben bu hafta yahut bu ay içinde veli olacağım diye nefsini sıkıntıya sokan hâlbuki fevz (kurtuluş) ve felah bulmayarak dünya ve ahirette hüsranda kalan kimsenin hâli nasıl olur? Ey kötü nefs! Allah rızası için emrolunduğun gibi neden ibadet etmezsin? Cenab-ı Hakk’ın, ‘Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etmeleri için yarattım.’ buyruğunu işitmez misin?”

Uykudan uyanırcasına toparlandık ve tuttuğumuz yolun bizi maksudumuza eriştirmeyeceğini anlayarak gafletten uyandık. Bu zatın nereden geldiğini, nereye gittiğini anlayamadık. Yalnızca Hak Teâlâ’nın bizi irşad ve ikaz etmek için göndermiş olduğu bir hakikat peyki olduğuna kanaat getirdik. Tövbe ve istiğfar edip yıllarca çalışıp çabalamalarımızın İlâhî feyzine karşı hiçbir değeri olmadığını itiraf eyledik ve Cenab-ı Hakk’ın fazl u keremine sığındık. Ondan sonra Cenab-ı Hak da fütuhat kapılarını bize açtı ve sayısız tecelli nimetlerini anbean artırdı.

Hüdâ kadirdir eyler seng-i haradan güherpeyda

(Cenab-ı Hak sert taştan cevher çıkarmaya kadirdir.)

97.       Hikmet

Hususiyette sabit olan her kişi tam olarak kurtulmuş değildir.

Her hususiyeti sâbit olanın

Olmadı fevr ü halâsı kâmil

Hususiyette sâbit olmak; ondan tayy-ı mekân etmek, havada uçmak, suda yürümek gibi olağanüstü hâller ve fevkalade kerametler zuhur etmesidir. Bu şekilde hususiyeti sabit olan has kulların nefs afetinden, şehvet gailesinden kurtulmuş olmaları gerekmez. Zira kerametleriyle şöhret bulmuş pek çok kişinin afetlerden kurtulmadıkları ve istikamette kalamadıkları görülmüştür. Asıl keramet ise dinden istikamettir. Her müstakim kimsede zatî keramet mevcut ise de her keramet sahibinde hakiki istikamet görülmez.

Şu halde evliya iki kısım olur. Bir kısmı dinî riyazetler neticesi olan kerameti gerçekleştirmiş, irfan ahlâkı ile ahlâklanmış, hakikat nuruyla ağyar ve ekvanı görmekten kurtulmuş ve İlâhî beka ile hususiyet kazanmış olanlardır. Bunlar mukarrebler ve âriflerin havassıdır. Kerametten ziyade istikametle sıfatlanarak yakîne erişip temkine ulaşmışlardır.

Diğer kısmı kerametlere mazhar olmuş fakat nefslerini görmekten ve nefsanî arzulara yer vermekten tamamen kurtulamamış, sebeplere yapışıp kalmış âbid ve zâhidlerdir. Bunlar avam evliyası ve ashab-ı yeminin havassıdır. Mücahedeye ve evrada devam ederler.

Avârifü’l-Maârif adh eserde şöyle yazılıdır: “Cenab-ı Hakk’ın kudretine dair manalardan bir mana kendisine açılmayan ancak kalbinde İlâhî mârifet nuru parlayan mükâşefe ehli değil, tafsil ehlidir. Zira kudret Kadir’in eseridir. Kadir’in yakınlığına erişen ise, kudret eserlerinin açılmasına ihtiyaç duymaz.”

Hazreti Şiblî’ye dediler ki:

“Ebu Türab adlı veli kırda aç kaldığı vakit, dağları, tepeleri, vadileriyle bütün ovanın yiyecek olduğunu görmüş...”

Şiblî buyurdu ki:

“Ebu Türab, Hak Teâlâ’nın kendisine ancak rıfk ve ihsan ile muamele ettiği bir insanmış. Eğer kemal ve hakikat zirvesine ulaşmış olsaydı, ‘Rabbimin katında geceledim, doyuruldum, içirildim.’- buyuran büyük zat gibi olurdu da, koca ovanın yiyecek olmasına lüzum kalmazdı.”

Ashab-ı kiram visal orucu tutmaktan yani arka arkaya oruçlu olmaktan men edilmişti. Ashabın bu bakımdan Peygamber Efendimizle kıyas edilemeyeceğini açıklamak maksadıyla;

“Ben daima Rabbim Teâlâ nezdinde bulunduğum için o beni yedirir, bana su verir, iftara muhtaç olmam.” buyrulmuştu.

Veli olmayan kimselerde de bazen keramet görülebilir. Bu ayetle sabit olup delile muhtaç değildir.

Kerametin velinin nefsi için ortaya çıkması, o zata kudretinin, sebep ve vesilelere bağlı olmadığını bildirmek içindir. Vesileler ve sebepler ancak kudrete, ferdiyet ve ahadiyete perde olarak vardır. Bu yüzden eşyaya bel bağlayan hor olur. Eşyadan sebeplerin yaratıcısına ulaşan vuslat mertebesine erer. Keramet sübhanî mârifet ve İlâhî minnette şüphe zelzelesini giderir ve dinî istikamete kesin burhan olur.

Kerametin veliden başkaları için çıkması, keramet göstereni keramet görene târif etmek içindir. Velinin yolunun sağlamlığını ve meşrebinin yüksekliğini gösterir. Onun amacı inkârcıyı itirafa, kâfiri imana, şüphe edeni îkana getirmektir.

insanlar da keramet işinde ikiye ayrılırlar: Bir kısmı kerameti insanlığın son mertebesi sayarak keramet sahiplerini yüceltir, keramet göstermeyenleri aşağı görürler. Bir kısmı da keramet sahiplerinin haddi aşmamaları için keramete İlâhî hud’adır (tuzak) derler.

Bazı büyükler de demişlerdir ki: “Keramet evliya için hayız kabilindendir. Kadınlar hayız nedeniyle belli ibadetlerinden mahrum oldukları gibi, keramet sahipleri de mazhar oldukları harikuladelik sebebiyle manevî terakkilerinden mahrum olurlar.”

Şu kadar ki hud’a ve terakkiye mani olan kerametler, sahibinin kendisine dayandığı ve gurur getiren harikadır. Gururlanmaksızın kendi kendine, kasıt olmadan zuhur eden harikalar, evliyalara mahsus tecellilerdir.

Bazıları: “Evliyanın kendisiyle aldatıldığı hallerin en güzeli kerametlerdir.” gibi sözler söylediler.

Bazı ulema dedi ki: “Keramet sadakatli eblehler içindir.”

Birisi Sehl Tüsterî Hazretlerine: “Ben bazen abdest almak istediğimde su, önümden altın ve gümüş olarak akmaya başlıyor!” dedi.

Hazret bu hâlin ona İlâhî bir imtihan olduğunu anlatmak için buyurdu:

“Çocuklar ağladığında, aldatıp oyalamak için onlara oyuncak- verdiklerini bilmiyor musun?”

Ebu Hafs Hazretleri bir gün müridleriyle kırda oturmakta iken birden bir ceylan dağdan inerek gelip, kesilecekmişçesine yanlarına yattı. Bunun üzerine Şeyh Hazretleri ağlamaya başladı. Sebebi sorulduğunda;

“Siz etrafımda oturduğunda gönlüme bir kuzumuz olsaydı, kesip pişirerek şurada yeseydik gibi bir düşünce gelmişti. Bu ceylan zuhur etti. Bunu görünce Nil nehrinin istediği gibi akmasını Hak Teâlâ’dan isteyip de istidrac olarak duası kabul olunan, Nil’in emrine girdiği Firavun’a benzediğimi sandım. Buna ağlanmaz mı?” buyurup ceylanı serbest bıraktı.

Bayezid Bestamî Hazretleri buyurdu ki: “Cenab-ı Hak beni hâlimin başlangıcında kerametlerle taltif etti. Bunlara önem vermediğim için beni mârifet yoluna irşad eyledi.”

Özetle tasavvuf ve kerametin hakikati; din, şeriat ve tarikatte istikamettir. Olağanüstülükler ise riyazetle, istidracla çok defa müstakim olmayanlarda da görülür. Bu istikamet, “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” (Hûd/112) mealindeki ayette belirtilen istikamettir. Bu yüzden Peygamber Efendimiz(sas): “Beni Hûd suresi ihtiyar etti. ” buyurmuştu.

Sen usandırma eli el de usandırmaz seni

Müstakim ol Hazreti Allah utandırmaz seni

98.       Hikmet

Virdi ancak cahiller küçümser. Zira İlâhî vâride ahirette de bulunur. Vird ise bu fani dünyanın dürülmesiyle dürülür, biter gider. Asd itina edilmesi gereken halefi olmayandır. Vird Cenab-ı Hakk’ın senden istediği, vâride senin Hak’tan istediğindir. Cenab-ı Hakk’ın senden istediği şey, senin istediğinden ne kadar yüksektir!

Virdi istihkar ederse bir kişi

Cehl-i müfrittir anın elbet işi

Feyz-i Hak ukbâda da mevcuttur

Vird tayy-ı dehr ile mefrzuddur

itinaya şüphesiz oldu cedîr

Kim halefsizfevt olan vird-i münîr

Oldu virdin Hazreti Hak talibi

Feyz-i Hakk’ın sensin ancak talibi

Nerdedir senden Hüdâ nın matlabı

Hak’tan ümmîdine nisbet ey gabi

“Vird” kulun zâhir ve bâtın ibadetlerdir. Yani başka bir deyişle vakitleri mamur eden beden azalarını kötülüklerden, çirkinliklerden uzak tutan salih amellerdir.

“Vârid” veya “vâride” kulun bâtınına tecelli nurlarının doğup parlamasıyla göğsü açan maârifler ve ruhanî latifelerdir.

“Vird” Cenab-ı Hakk’ın kulundan hakkı olan davranışlar ve ibadetlerdir. “Vârid” kulun Cenab-ı Hak’tan beklediği lütuf ve bağışlardır.

Virde iki açıdan özen gösterilmelidir. Vird bu dünyaya mahsus olup dünyanın sonu ile birlikte kesilir. Öldükten sonra müridin arkasından gelmeyeceği için ölmeden önce virdi çoğaltmak lazımdır.

İkinci olarak vird, Cenab-ı Hakk’ın kuldan hakkıdır. Vârid ise kulun Cenab-ı Hak’tan hazzıdır. Kul zatî hazlardan ziyade Hak Teâlâ’nın haklarına önem vermelidir. Çünkü bu, kulluk edeplerine daha uygundur. Bu durumda kulun virdi küçümsemesi cahillikten başka neden ileri gelebilir?

Bazı büyükler demişlerdir ki: “Cenab-ı Hak melekût nurlarını taat çeşitlerine tevdi etti. İbadet çeşitlerini nurların çıkış yeri yaptı. Taat türlerinden bir çeşidini kaçıran kul, kalbi aydınlatacak melekût nurlarından o kadarını kaybeder ve cahillik vadisinde koşmaya başlar.”

Elinde teşbih ile görülen Cüneyd Bağdadî Hazretlerine;

“Siz bu şeref, bu mârifet ve irfana sahip olduğunuz hâlde, elinize teşbih de mi alıyorsunuz?” denilince şöyle buyurdu:

“Evet, biz bu teşbihle yüce makama ulaştık. Bu yüzden onu asla elimden bırakmak istemem.”

Bununla birlikte her gün hücresine girip kapısının perdelerini kapatarak dört yüz rekât nafile namaz kıldıktan sonra evine dönerlerdi. Öldükten sonra kendisini rüyada gören bir zat ona, Cenab-ı Hak’tan ne muamele gördüğünü sorunca şu cevabı verdiler:

“Tasavvuf ilmine dair söylediğim işaretlerin hepsi boşa gitti. Tasavvuf yolunda meydana koyduğum usuller, kazandığım bunca ilimler yok oldu; hiçbirinden fayda görmedim. Ancak bana seher vaktinde kıldığım birkaç rekât namaz fayda verdi.”

Sekerat halinde iken Kur’an’ı hatmedip vefat etmişlerdir. Halifesi Mahmud el-Cerîri:

“Bu halde Kur’an okunur mu?” diye sormuş ve şu cevabı almıştır:

“Ömür sayfası dürülen bir kimseden ziyade Kur’an okumaya layık âlemde kim olur?”

Cüneyd Hazretleri buyururlardı ki: “Mârifet ehli için ibadet, meliklere mahsus olan saltanat tacı gibidir.” Hatta vefatları sırasında mübarek ayakları namazda ayakta durmaktan şişmiş olduğu ve sırtlarını yatağa koymadığı halde son nefeslerini vermişlerdir.

Ebu Talib Mekkî Hazretleri demiştir ki: “Evrada müdavemet mü’minlerin ahlâkı, âbidlerin yolu, imanın artışı ve ikanın alâmetidir.”

Hazreti Aişe Validemiz'1’ Resulullah Efendimizin'"’ amelinin daimi olduğunu rivayet eylemiştir.

Hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: “Amelin en fazla makbul olanı, az olursa da devamlısıdır. ”

Bazı ulema mana âleminde mükâşefe ile Resulullah Efendimizin'"’ şöyle buyurduğunu rivayet etti: “Bir kimsenin ibadette iki günü eşit olursa, şüphesiz o kimse aldanmıştır. Bugünü dünkü gününden şerli olursa İlâhî feyizden mahrum kalır. İbadeti çoğalmazsa eksik olur, tersine azalırsa onun ölümü yaşamasından hayırlıdır.”

Cüneyd Hazretleri buyurmuştur: “Ibadetsiz mârifet elde edileceğini sanmak amellerin boşa gitmesi demek olduğundan zina, hırsızlık gibi büyük günahlardan daha kötüdür. Zira ârif olan bin yıl irfan kapısında dursa, yine daimi ibadetlerinden bir zerresini eksiltmez.”

Ashab-ı kiramına son nefeslerinde bile namazı tavsiye buyuran Hazreti Resul’ün'"’ ibadet ve taatlerdeki bunca cehd ve himmeti, Hazreti Ömer’in namaz sırasında ve şah-ı velâyet Hazreti Ali Efendimizin sabah namazına gittiği sırada şehit olmaları, bunca ashab-ı kiram, evliya-yı izâm, âlim ve âriflerin ibadet hususundaki çalışıp çabalamaları dikkate alınırsa; “irfan elde edildikten sonra amele gerek kalmaz” demek zındıklık, sapkınlık ve dinsizlikten başka bir şey olamaz.

Ebu Süleyman Dârânî Hazretleri şöyle buyurmuştur: “İbadet nuru kalbe dolarsa beden azalan rahatlar. Yani vücut ülkesinin sultanı olan kalp, ibadet lezzetini tadarsa ona bağlı bulunan azalar ibadette zorluk, zahmet ve güçlük çekmez.”

İrfan sahiplerine ibadetin zevk, sefa ve halâvet vermesi, onların ameli hiçbir zaman bırakmayacaklarının ispatıdır.

İbadetle bulanlar buldu Hakk’ı

Ibadetsiz kimin var Hak’ta hakkı

99.       Hikmet

Hak Teâlâ’nın müride yardımı onun istidadına göre olur. Nurların parlaması ise sırların temizlik ve saflık derecesine göredir.

Hak’tan elbette vürûd-ı imdâd

Rû-nümâ ber-haseb-i isti’dad

Maşrık-ı dilde tulü ’-ı envar

Ne kadar ise safâ-yı esrar

İlâhî feyz, istidada değil, evrad ve ezkâra devam etmeye bağlıdır. Bu yüzden ilâhı yardımlar daima virdlere devam etmekle hâsıl olan istidada göre gelir, ibadet ne kadar çok olursa, yardımlar da o kadar artar; az olursa o kadar azalır. Cenab-ı Hakk’ın âdeti budur. Zira yakîn nurları, kalp aynasının ibadetle temizlenip parlatılmasına bağlıdır.

ibadetler eserlere ve ekvana bağlanıp meyletme kirlerinden kalbi temizler. Kalp ağyar siyahlığından temizlenmedikçe maârif ve esrarla dolamaz, parlayamaz. Yani kalbi doldurmadan önce boşaltmak gerektir, ibadet ve virdlere devam etmek olgunluğun ve hidayetin şartıdır.

Taabbüd olmasaydı süllem-i ser-menzil-i irfan

Olur muydu ibadet illet-i gaye-i hilkat

(İrfan amacına ulaşmanın merdiveni ibadet olmasaydı, yaratılış sebebi olur muydu?)

100.    Hikmet

Gafil kişi sabahleyin hangi işi yapacağını düşünür, akıllı kişi ise “Cenab-ı Hak bana bugün ne yaptıracak?” der.

Sabah ettikçe kendi fı’line eyler nazar gafil

Hûda nın fı’lini eyler terakkub ârif-i âkil

Tevhidden haberi olmayan ve her şeyin Allah’ın kazası ve takdiri ile olduğunu bilmeyen kimse, bugün ne işleyeceğim diyerek sabah ulaşır. Gaflet uykusundan uyanmış olan akıllı kişi ise, tevhid hükmünü ve tefrid sırrını bildiğinden kendi tarafından işlenen bütün işlerin ve hâllerin ezelî mukadderat ve ilâhı ef âl olduğunu anlar ve “Acaba Cenab-ı Hak bugün beni hangi işlerde kullanacak?” diyerek İlâhî kazayı bekler, bu şekilde vakit geçirir.

Gafil kendi nefsine baktığından İlâhî tevfikten uzak olur, hayırlı istekleri başaramaz. Akıllı adam Cenab-ı Hakk’a nazar ettiğinden her işinde iyiliğe muvaffak olur, her başarı ona kolaylaşır.

İşte bu hikmet müridin halini gösteren bir tevhid ve mârifet ölçüsüdür. Alemde ortaya çıkacak hayır veya şer olarak takdir edilmiş bütün fiillerin ve hâllerin zuhur aynası olan zamanlarda müridin kalbine gelen düşünceler kendi kuvvetine dayanıyorsa, bunun gaflet sonucu olduğu anlaşılır. Eğer Hakk’a dayanıyorsa tevhid ve mârifet neticesi olduğu, ancak bu kıstas ile ölçülerek belli olur.

Emevî hükümdarlarının en şereflisi olan Ömer ibn Abdülaziz dedi ki: “Her ne zaman geceyi geçirip sabahladımsa, İlâhî takdirden başka bir şey için sevinmedim.”

Ebu Osman Hazretleri: “Kırk yıldır Cenab-ı Hak beni istemediğim bir hale koymadı ve arzu etmediğim bir yere götürmedi.” dedi ki hep kaderime razı oldum demektir.

Eyüb el-Tâlakanî Hazretlerinin “Dostlarımdan biri anlatmıştı.” diyerek naklettiği kıssa bu konuda güzel bir örnektir:

Mercü’d-dibac denilen yerde azıksız ve arkadaşsız birine rastladım. Selâm verdim ve nereye gittiğini sordum.

“Bilmem!” dedi.

Ben;

“Bir yere gitmek isteyip de nereye gittiğini bilmeyen kimse olur mu?” dedim.

“İşte o kimse benim!” dedi.

“Niyetin nereyedir?” dedim.

“Mekke’ye!” dedi.

“Öyleyse, neden nereye gittiğini sorunca bilmem diyorsun?” dedim.

“Evet, ben çok kere Mekke’ye gitmeyi dilediğim hâlde beni Tarsus’a, Tarsus’a gitmek istediğimde Abadan’a götürdü. Gerçi niyetim Mekke’ye gitmek ise de fakat bilmem ki, beni nereye gönderecek?” diye cevap verdi.

Nasıl geçindiğini sordum. Yine;

“Bilmem!” dedi.

“Canım geçinme sebebin nedir?” dedim.

“Dilediği şeydir. Bir kere aç bırakırsa, bir kere doyurur. Bir kere ikram ederse, ikinci defa vermez. Bir kere bana ‘Yeryüzünde senden ziyade zâhid yoktur’, bir kere de ‘Sen hırsızsın’ der. Bir defa beni rahat döşekte uyutarak dinlendirir, başka defa beni sokaklara atarak serseriler arasında acılar içinde bırakır!” dedi.

“Bunları sana yapan kimdir?” dedim.

“Cihanı yaratandır!” dedi.

Şaşkınlığım arttı ve dedim ki:

“Bu dediklerin nasıl oldu? Lütfen anlat!”

Anlattı:

“Ben bir garibim. Gündüz yürür, akşam olduğu yerde yatarım. Bazen bir köy kenarında kalmam icap eder. Köylüler beni hırsız sanıp evlerine almazlar. Köyün mescidine sığınırım, hemen bir adam gelip bana sertçe mescitten çıkmamı emreder. Çıkmaya mecbur kalır, gösterdiği işaret üzerine köyün dışına çıkarak mezarların yanlarında- yatmak zorunda kalırım. Sabahleyin kalkıp yine yüzümün yönüne doğru yürüyerek başka bir beldeye geldiğimde ahalisi bana hüsnüzan edip nur görmüş ve Hızır bulmuşçasına her biri evinde gecelememi rica etmeye başlar. Yatsıyı kıldıktan sonra onlardan birinin dileğine uyup evine giderim, türlü ikramlar ve saygılar görürüm.”

Bu anlattıklarından onun ârif bir kişi olduğunu anlayıp;

“Azizim, her ne zaman size Bağdat’a gelmek nasip olursa, lütfen bizim eve uğrayın, şeref verin!” deyip söz alarak ayrıldım.

Aradan bir zaman geçmişti. Bir gün evin kapısı çalındı. Açtığımda bu zatı gördüm. Selâmını alıp kendisinde Cenab-ı Hakk’ın nasıl tecelli etmiş ve başına neler gelmiş olduğunu sordum.

“Rabbimin en son tecellisi beni hırsız göstermek ve ceza olarak şiddetlice dövdürtmektir. İşte, izlerine bak!” deyip sırtını açtı, birçok morluklar gösterdi. Nasıl olduğunu sordum.

Şöyle anlattı:

“Abyar’a vardığımda bir bahçenin ağaçları altında oturmuştum. Çok aç olduğumdan orada evvelce suya atılmış olan kötü hıyarları yemeye başladım. Bostancı gelerek beni hıyar yerken görmesiyle üzerime saldırdı. Meğer daha önce bostana bir hırsız gelmiş çok hıyar çalmış. Beni o hırsız zannederek;

‘Sen hırsızsın, bostanımı harap ettin. Seni epeydir gözlüyordum, şimdi elime geçirdim.’ deyip güzelce dövdü.

Bu sırada bir atlı ortaya çıktı;

‘Böyle ârif, zâhid bir kişiyi ne diye dövüyorsun?’ diyerek o da bostancıyı dövmeye başladı.

Ne tuhaf! Bir dakika evvel yanında hırsız olduğum halde, bir dakika sonra zâhid ve ârif oldum.

Sonra bostancı elimden tutup özürler dileyerek hakkımda göstermediği ikram, ihtiram ve mürüvvet bırakmadı. Oradan çıkıp doğruca buraya geldim!” dedi.

İşte bu hikâyeden de anlaşıldığına göre akıllı ve irfanlı olan kimse, her sabah kalktığı vakitte, her işte başarılı olabilmek için Cenab-ı Hakk’ın kalbine nasıl tecelli göstereceğine bakmahdır.-

Ebu Medyen Hazretleri şöyle buyurmuştur: “Sâlik olan Cenab-ı Hakk’a tefviz-i umûr ve teslim-i irade ederek sabahlamahdır ki, Cenab-ı Hak ona mağfiret ve rahmet nazarıyla baksın.”

Bazı büyükler şöyle demişlerdir: “Nefsine ulaşan Hakk’a, Hakk’a ulaşan nefsine ulaşmaz.”

İşte bu makamın ehli olan müridin duası şu olmalıdır:

“Yarabbi, ben nefsim için fayda ve zarara, ölüm ve hayata, yeniden dirilmeye muktedir olmadığım halde sabahladım. Benim senin verdiğin şeyden başkasını almaya da, beni koruduğun şeylerin başkasından korunmaya da gücüm yok. Yarabbi, beni taat ve kulluğunda bulundur, razı olduğun söz ve amellere muvaffak et. Sen fazl-ı azîm sahibisin.”

Ebu’l-Hasan Şazelî Hazretleri şu mealdeki duası bu makamdandır:

“Yarabbi, dünyevî ve uhrevî iş ve irade benden gizlidir; senin kudretine bağlıdır. Hâlbuki ben nefsim için bir iş seçmeyi de bilmem. Yarabbi, benim hesabıma sen seç! Beni en üstün, en güzel amellerde, dünyaca ve ahiretçe güzel akıbet getiren işlerde kullan. Senin her şeye kadir olduğun şüpheden uzaktır.”

Rahmeyle bu dil-i hasta-yı nâçâra ilâhı

Zahm-ı dilime senden olur çâre ilâhı

101.     Hikmet

Abid ve zâhidlerin her şeyden ürküntü duymaları, her şeyde Allah’tan perdeli ve habersiz olduklarındandır. Eğer her şeyde Cenab-ı Hakk’ı müşahede etmiş olsalardı, hiçbir şeyden uzak durmazlardı.

Vahşeti zâhidâmn eşyâdan

Gaib olmakladır Teâlâ 'dan

Görselerdi Hüdâyî her şeyde

Eylemezlerdi vahşet eşyâdan

Âbidler amel yoluyla, zâhidler tevekkül yoluyla Cenab-ı Hakk’a yönelenlerdir. Her iki fırkanın da halktan uzak durmaları nefslerini gördüklerinden, nefsânî bazlarına uyduklarından ve bu yüzden Cenab-ı Hak’tan perdelendiklerindendir. Onlar ekvan ve eşyayı mevcut zannederler. Özel maksat ve isteklerinin gerçekleşmemesini veya gecikmesini eşya ve ekvana isnat ederler ve korkarlar. Mesela zâhid kaçtığı şeyde varlık görmese, ondan kaçmazdı.

Arifler nereye baksalar, onlara Hak vechi görünür. Bu hakiki müşahede ile artık nefslerini görmez ve nefsânî bazlarla uğraşmazlar. Eşya her an yok olmaktadır, var görünmesi geçicidir. Bâkî olan ancak Allah’ın vechidir. Bunu bilenler artık eşyadan korkmazlar ve aşağılık ekvandan çekinmezler.

Reng-i vahdet zatına bizzat mahsûs olmasa

Rûy-i dünyâda olurdu herkesin sıması bir

102.    Hikmet

Ey ârif, Allah Teâlâ sana bu dünyada mükevvenata bakmayı ve düşünmeyi emretti. Öbür dünyada sana zatından perdeyi açacağında şüphe yoktur.

Sana ekvâna bakmakla Hüdâ emretti dünyada

Karîben de eder keşf-i kemâl-i zât ukbâda

Cenab-ı Hak kâinattaki kudret eserlerine bakmayı emrederek Kur’an-ı Kerim’inde buyurmuştur: “De ki, göklerde ve yerde olup bitenlere bakın!” (Yunus/101)

“Allah'ın rahmetinin eserlerine bir bak! Ölümünden sonra yeryüzünü nasıl diriltiyor!” (Rûm/50)

Peygamber Efendimiz<sas); “Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde akıl sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır. ” (Al-i Imran/190) ayetinin tefsirinde buyurmuştur ki: “Elemli azap, bu ayeti ağzında yiyecek çiğner gibi okuyup da ibretli hakikatini, mana ve hikmetlerini düşünmeyen kimse içindir. ”

Bakmaktan maksat, şu mavi kubbe ve toprak arzın her birindeki ibret verici eserlerin, şüphesiz bilen, gücü yeten hakiki bir müessire delil olacağını düşünerek Hakk’ın varlığı hakkında şüpheden kurtulmak ve rabbanî tecellilerin sırlarına ermektir. Çünkü Allah’ın cemali, İnsanî hakikatler üzerine vaki olan İlâhî tecellilerin derecesine göre müşahede edilir.

Cenab-ı Hak bu dünyada görme perdesi olan kâinatın ötesinden tecelli göstererek zâhir olduğundan, irfan ehline bu mükevvenatta basiret nurlarıyla göründü. îşte mükevvenata bakmanın emredilmesinin hikmeti budur.

Cenab-ı Hak ahirette basar nurlarıyla perdesiz olarak açıkça görülür. Gerçi bu dünyada bu suretle görmek âriflere mahsus ise de, ahirette bütün mü’minlere şamil olacaktır. Hadis-i şerifte:

“Rabbinizi geceleyin ayın dördündeki gibi göreceksiniz. ” buyrulmuştur.

Atlas-ı arş üzre nakkaş-ı ezel nakşeylemiş

Nûrdan yüz bin çiçekle “kul hüvallahü ah ad”

Dest-i kudret sündüs-i ferş üzre yer yer işlemiş

Al beyaz mor kırmızı güllerle “Allahü ’s-Samed”

103.     Hikmet

Ey sâlik, Cenab-ı Hak senin dayanamayacağını bildiği için cemalini zat nurunun tecellileriyle gösterdi.

Hüdâ çün gayr-i sabır olduğun bildi senin ey dil

Edip işhâd âsârıyla oldu tesliyet-bahşâ

(Cenab-ı Hak senin zatını görmeye sabredemeyeceğini bildiği için eserlerini göstererek sana teselli verdi.)

Sadakatli sevgilinin sevdiğini görmeye sabredemeyeceği gibi, velilerin de Hak dîdarınm müşahedesine tahammülleri yoktur. Aşağılık, kötülük, eksiklik, geçicilik, kaybolup gitme özellikleriyle sıfatlı olan bu dünyada perdesiz olarak hakiki müşahedenin imkânsızlığı aşikârdır. Bundan dolayı irfan sahiplerini tecellileriyle teselli etmek üzere kudret eserleri ve ahadiyet yüzünün perdeleri olan işbu ekvanı gösterdi.

Bu kutsal zümre dünyada basiret gözüyle görürler. Baş gözüyle dîdarı göremediklerinden hâsıl olan aşk ve iştiyakla birlikte olmak özelliğini kazanırlar, bu özellikle de huzur ve müşahedeleri sürekli olur.- Zira eserin varlığı müessirin varlığına, eseri görmek müessiri görmeye delil olduğundan; ilminin suretlerini eserlerin aynasından ortaya çıkararak göstermesi, basiret sahiplerine bir nimet ve inayettir.

Çeşm-i ibret-bın ile bak ol büt’ün tasvirine

Nakşını seyret tasavvur eyleyip nakkaşını

(O putun resmine ibretle bak; eserini seyrederek onu yapanı düşün.)

104.     Hikmet

Ey talip, Cenab-ı Hak senin bıkıp usanacağını bildiği için sana çeşit çeşit taat emretti. Şendeki hırsı bildiğinden bazı vakitlerde namaz kılmayı men etti. Böylece düşkünlüğün yalnız namaz kılmaya değil, namazı ikame etmeye olsun. Zira her namaz kılan namazı ikame etmiş olmaz.

Bildi vakta ki melalin Yezdan

Etti telvîn sana tâati heman

Bildi hem hırsını men' etti Hüdâ

Bâzı ezmanda ibâdâtı sana

Tâ ki kasdın ola îfâ-yı salât

Olmaya bir kuru dâvâ-yı salât

Her namâzı kılan erbâb-ı edâ

Edemez hakk-ı salâtı ifâ

Cenab-ı Hakk’ın kullarına zâhidlerine ihsan ettiği iki büyük nimet; usanç getirmesinden ötürü taatin türlü türlü olması ve düşkünlükten dolayı vakitlerin belli edilmesidir. Çünkü usanma ve düşkünlük kulluk yolunu kesen iki önemli fitnedir.

Onun için Cenab-ı Hak ibadetin çeşitli olmasıyla yani ibadeti bir surete bağlamayarak birçok tür ve şekillere bölerek bıkma yol kesicisini ortadan kaldırdı. Farzlar için vakit belirleyip vaktinin dışında ve kerahet vaktinde namaz kılmayı yasaklayarak amel ve ibadete koşmakta haddi aşmak demek olan hırs eşkıyasını izale etti. Böylece kullarına pek büyük bağışta bulunmuştur.

însan bir hâlden diğer bir hâle geçmekle hâlini değiştirir. îrfan ehli kemal mertebesini bir hâlin devamında değil, amellerini yenilemekte bulmuştur. Her nefs yenilikte tat, harekette bereket bulur. Bir tarzda devam ve hareket, usanç ve bıkkınlık getirir; bu da ameli bıraktırır. Cenab-ı Hak ibadetini kolaylaştırmak için onu çeşitlendirmiştir.

Hırs getiren hâl, ibadete şiddetle düşkünlük sebebiyle bütün vakitlerin taate uygun sayılmasıdır. Hâlbuki mekruh vakitlerde namaz kılmak şeriatça caiz değildir. Farzlar vaktinin dışında sahih olmaz. Yalnız mübarek olan cuma gününde kerahet vakti yoktur. Oruç da yevm-i şek’de- mekruh, bayram günlerinde haramdır. Hac farzı da mahsus aylar dışında ifa olunamaz. Şu halde hırs bulunması, ibadette eksiklik, kusur getirir.

Mesela bir insan devamlı Kur’an okuduğu halde manasını düşünemez, devamlı namaz kılar da huşû ve huzû’ hâsıl edemez. Bu sebepten Hak Teâlâ beş vakit namaz için belli vakitler tahsis etti, oruç için vakitler ayırdı. Eğer namaz yalnız kıyamdan yani ayakta durmaktan veya rükûdan yani eğilmekten ibaret olsaydı; rükû, secde, kıraat, oturmak gibi fiilleri çeşitli olmasa veyahut asla bırakmayarak sürekli kılınsaydı; namaz kılan namaz ikame etmiş olmaz, namazı devam ettirmiş olurdu. Cenab-ı Hakk’ın muradı ise âdet olarak namaz kılmak değil, namazın hakkıyla ikame olunmasıdır. Zira namaz ikamesi huzur ve huşûda vakitleri istiğrakla olur. Onun için namaz suretiyle her namaz kılan, namazının haklarını ikame etmiş olmaz.

Cenab-ı Hak Kur’an’da namaz kılanları överken namaz ikame ettiklerini beyan etmiş, gaflet ehlini beyan ederken yalnız namazdan söz etmiş, ikame manası taşıyan bir söz buyurmamıştır. Namaz ehlini öven ayetler şunlardır: (Bakara/3), (Ibrahim/40), (Tâhâ/14), (Bakara/177), (Hac/35). Gaflet ehli hakkında gelen ayetler Mâun suresindedir.

Namaz ikamesinin neticesi Hak Teâlâ’nın o namazı kabul etmesidir. Bir mü’min namaz ikame ederek, namazı kabul olursa, Cenab-ı Hak ondan misali güzel bir suret yaratır. Bu suret kıyamete kadar o namazı ikame eden mü’minin hesabına namaz kılar, sevabı onun defterine yazılır. İşte bu fazilet ikame olunan namaza mahsustur. Yalnız kılınmakla kalan namaz ise bundan mahrumdur. Nitekim Cenab-ı Hak: “Allah ancak muttakılerden kabul eder. ”(Mâide/27) buyurmuştur.

Bazıları: “Namaz ikamesi, şeriat gereklerinin zâhirini ve bâtınını korumaktır.” dedi.

Ibn Atâ Hazretleri buna “mâsivadan sırrın korunmasını” da ekledi.

İmam Kuşeyrî Hazretleri: “Namaz ikamesi, farzlarını, vaciplerini, âdâbını ve sünnetini tam olarak yerine getirmekle beraber Cenab-ı Hakk’ı görmekle kendinden geçmek (gaybet), hakikat kıblesine yönelmek, vuslat hakikatleriyle gerçekleşmek ve kulluk edeplerini korumaktır.” dedi.

105.    Hikmet

Namaz, günah kirlerinden kalbi temizler ve gayb kapısını açar.

Namaz eyler günehden kalbi tathîr

Eder bâb-ı guyûbu feth ü teshir

Namaz mü’minin miracı olmak üzere farz kılınmış bir ibadet tarzıdır. Namaz küfür ve imanın ayırıcısı, belli edicisidir. Namaz Hakk’ın müşahedesini hidayet nurlarının incelenmesini içine alan rükünlerdir. Namaz münâcat ve vâridatın tecelli ettiği özel fiillerdir.

Namaz kesin delillerle sabit olan farzlardandır. Onun için namazı inkâr eden kâfir olur. Namaz kılmayan cehennem (saîr) azabına uğrar.

Namaz kılmayanın kâfir olacağını söyleyen seçkin sahabe vardır. Şafiî mezhebinde kasten namazı terk eden kâfir olur. Şafiî’nin delili burada şu hadis-i şeriftir: “Kim namazı kasten terk ederse muhakkak kâfir olur.”

İmam Azam hadiste geçen terk kelimesini inkârdan gelen terk ile tevil buyurarak farz olduğunu kabul etmekle birlikte, beşer icabı terk etmenin küfür olmayacağını bildirmiştir.

Bununla beraber “dinin direği” olan namazın terk edilmesinin, elbette dinin yıkılmasını gerektireceği düşünülürse, kasten terk etmenin küfre yakın bir günah olduğuna da şüphe kalmaz.

Namaz günah paslarından kalbi temizleyeceği gibi, azayı da kötülükten ve çirkinlikten alıkoyar. Bu özelliği taşımayan bir namaz kabul olunmaz. Çünkü Cenab-ı Hak: “Şüphesiz namaz hayâsızlıktan ve fenalıktan uzak tutar. ” (Ankebût/45) buyurduğu gibi Peygamber Efendimiz<sas): “Namaz şu suyu tatlı nehre benzer ki, sizden bir kimsenin kapısı önünden akar, o kimse de günde beş kere o nehre girip yıkanır. Söyleyin, bu yıkanma onda hiç pas bırakır mi?” buyurmuştur.

Namaz vakitleri ayetlerle gösterilmiştir. Orta namaz, ikindi namazıdır. Namaz Resulullah Efendimizin "’ kıldığı gibi kılınır. Namaz huşû ve huzû’ ile vakitlerinde kılındıkça kalpler tecelli nuru ile temizlenir. Tabiat örtüleri ve perdeleri kalkar, gayb kapısı açılır.

Seyr-i âfâk etmeye çünkü değilsin muktedir

Seyr-i enfus eyle gel mırâc-ı mü inindir namaz

106.     Hikmet

Namaz münâcat yeri ve dostluk kaynağıdır.

Namazdır mahall-i münâcât-ı Hak

Namaz cilvegâh-ı musafât-ı Hak

Namazda bulur vüsât esrar-ı Hak

Namazda olur şârık-ı envâr-ı Hak

Namazın münâcat yeri olması iki yöndendir.

1)     Namaz kılanın, Fatiha suresinin manasına göre Cenab-ı Hakk’ın rahmetinin iki cihan mahlûkatının tümünü kapsadığını, bütün âlemleri anbean terbiye ederek kemale ulaştırdığını, ceza gününün maliki ve bütün kâinatın yaratıcısı olarak hakiki mâbud ve mutlak hidayete eriştirici olduğunu düşünerek, cemalî sıfatlarını anıp belirterek yalvarmasıdır.

2)          Cenab-ı Hakk’ın ledün ilimlerini ve maârif sırlarını kulun sırrına koyup ilham etmek suretiyle kula münâcatıdır.

Namazın dostluk kaynağı olması da iki yöndendir.

1)    Kulun bütünüyle Cenab-ı Hakk’a yönelmesinden dolayı kalbinde Hak’tan başka mâsiva kalmadığı için kulun Cenab-ı Hakk’ı sevip dostluk etmesidir.

2)    Cenab-ı Hakk’ın kulun kalbine görme nurunu ve fazlını vererek dostluk etmesidir.

Bu İlâhî dostluk, kulun Cenab-ı Hakk’a dostluk derecesi nispetinde olacağından, tecelli mertebelerinin en yükseğidir. Binaenaleyh meydanlara benzetilen kalplerin ve sırların geniş ovası namazda daha genişler, parlak yıldızlara benzeyen irfan nurlarının doğduğu gök olur.

Özetle namazın bu kutsal hâline göre, önceki hikmette açıklandığı gibi kuldan istenen namaz kılmak değil, namazın ikamesidir. Zira bir mü’mini kurtuluşa götüren, huşû ile eda olunan namaz olup, gafletle kılınan namaz değildir. Namazın ibadetlerin anası ve hayırların esası olmasının sebebi de budur. İşte bu hikmeti “Zikrim için namaz kıl, ”(Tâhâ/14) ayeti ispat eder ve namazdan İlâhî muradın ancak kendi zikri olduğunu açıklar.

Peygamber Efendimiz(sas) buyururlar: “Namazın, hac ve tavafın, şiar ve menâsikin farz olmasından murad-ı ilâhı, zikrullahın ikamesidir. ”

Diğer bir hadis-i şerifte: “Benim gözümün nuru namazdadır. ” buyrulmuştur.

Bazı muhakkıklar Nisâ suresi 42. ayetindeki sarhoşluğu gafletle yorumlayarak: “Gafletle sarhoş olduğunuz halde, söylediğinizi hilinceye dek, namaza yaklaşmayın!” demek olduğunu söylediler. Çünkü gafletle namaz kılanların çoğu ne okuduklarını bilmezler.

Muhammed bin Ali Tirmizî Hazretleri şöyle buyurdu:

“Cenab-ı Hak lütuf ve rahmet etmek için muvahhidleri beş vakit namaza çağırır. Namaz kılanların söz ve fiillerinden her birinin karşılığında İlâhî bağışlardan birine nail olmaları için türlü türlü ziyafet hazırlar. Namazın fiilleri yiyecek, sözleri içecek olup Cenab-ı Hak onları muvahhidlerin düğünü olmak üzere günde beş defa namaz kılanlara ihsan etmiştir.”

Ebu Talib Mekkî Hazretleri: “Kâmil bir mü’min namaz için abdest aldığı vakit şeytanlar ondan uzaklaşır, ibadet vaktinde melekler hazır bulunduğu için yerin dibine kaçarlar.

Namaza başlama tekbiri aldığı zaman kendisiyle İblis arasına perde konur, bu perdeye vurularak onun bakmasından ve kandırmasından korunur.

Cenab-ı Hak namaz kılana keremiyle yüz gösterip tecelli ederek her defa Allahu Ekber’ dedikçe onun kalbinde Allah’tan başka hiçbir şey olmadığını bir melek görüp tasdik eder. Kulun kalbinden bir nur parlayarak arşın melekûtuna ulaşır. Bu nurla sema ve arz melekûtu açılır. Bu nurun doldurduğu yer (haşv) o kulun amel defterine yazılır.

Cahil ve gafil bir kimse abdest aldığı vakitte ise bal üzerine sineklerin üşüşmesi gibi şeytanlar ona hücum eder. Kalbi mâsiva ile dolu olduğu halde tekbir getirdikçe melek onu yalanlar ve kalbinden bir duman çıkarak göğe uzanır ve melekût müşahedesine perde olur. Bu hicap sebebiyle onun namazı reddedilir. Kalbi de İblis lokması olarak şeytan vesveselerine, nefsanî düşüncelere yer olur. Ne okuduğunu bilmeksizin ve manasını düşünmeksizin namazını bitirir.”

124.    Hikmet

Cenab-ı Hak senin usanacağını bildiğinden, namazın adedini azaltmış ve fazl u keremine ihtiyacını bildiğinden yardımlarını artırmıştır.

Ey musallî bildiği’yçün Hak Teâlâ zafını

Kıldı a’dâd-ı salâtı lûtf-ı mahzıyla kalîl

Bildiğinden fazlına hem ihtiyaç ü fakrını

Eyledi ecr ü fuyûzât-ı salâtı hem cezîl

Namaz, bilindiği gibi Resulullah Efendimizin11 miracında önce elli vakit olarak belirlenmiş, fakat ümmete ağır geleceği için Efendimizin defalarca arz ve niyaz etmesi üzerine beş vakte indirilmiş, karşılığında ise elli vakit sevabı verileceği vaat olunmuştu. Hak Teâlâ ümmetin güçsüzlüğünü ve zayıflığını ezelde bildiğinden namaz sayısını beş olarak emretmiş, ümmetin fazl ve kereme ihtiyacını bildiğinden de elli vakit namaz sevabı ihsan buyurmuştur.

Bu nimetler şükredilmesi lazım gelen çok büyük nimetlerdir. Hikmet ibaresinde geçen “imdad” kelimesi mededin çoğulu olarak sevap anlamında olduğu gibi, namaz kılana gelen İlâhî sırlar ve maârif manasına da gelir. O halde müridin kalbine beş vakitte gelen vâridat, elli vakit namazın vâridatıdır.

125.    Hikmet

Ey âbid, ibadetinin karşdığında Cenab-ı Hak’tan sevap istersen, senden de o ibadette sıdk ve ihlâs istenir. Şüphe edenlerin ise azaptan kurtulmaları yeter.

ivaz ister isen Hak'tan amelde Hak da sıdk ister

Bu takdirce selâmet bulması mürtâba kâfidir

Bir insan yaptığı ibadetin karşılığında ecir ve mükâfat isterse, o ibadeti Allah rızası için işlemiş olmaz. O zaman Hak Teâlâ da kendisinden sıdk ve ihlâs ister. Ihlâslı ve sadık ibadet ise dünyevî ve uhrevî karşılığı olmayan sâlih amellerdir. Çünkü sıdk demek, için dışa mutabık olmasıdır; başka bir deyişle bâtının zâhire uygunluğundan ibarettir.

Karşılık için yapılan ibadetler ise zâhirde Allah Teâlâ’nın hakkını yerine getirmek için yapılmış görünmekle beraber, bâtında nefsanî arzular için ifa edilmiş olacağından, mükâfatı değil aksine cezalandırmayı gerektirir. Bu hususta ibadet eden şüpheye düşer ve onun azaptan kurtulması en güzel bir nimet, pek büyük bir ödüldür.

Ecir ve mükâfat maksadıyla yapılan ibadet ve taatlerin kulluk edebine uygun düşmediği hususunda ârifler aynı düşüncededirler. Hatta Vâsıtî Hazretleri: “ibadet mukabilinde mükâfat istemektense, af ve mağfiret istemek yakışır.” dedi.

Nasr Abâdî Hazretleri: “ibadetler karşılık talebinden ziyade, af ve özür dilemeye daha yakındır.” dedi.

Hayru’n-Nessac Hazretleri: “Amellerin terazisi insanın fiillerine göredir. İnsanın fiilleri kemal derecesine erişemediğinden kendi terazisine güvenmek yerine en mükemmel olan İlâhî fazl terazisine dayanması daha hayırlı değil midir?” demiştir.

Ne lâzım Hak Teâlâ "dan talebkâr-ı ivaz olmak Seni etmezse a mâlinde mes"ûl ol ne devlettir

126.    Hikmet

Ey talip, amellerinin hakiki faili olmadığın için onlara karşılık isteme! Cenab-ı Hak ibadetini kabul ederse karşılık olarak yeter.

ivaz kasd etme taatte anı sen olmadın fâil

Sana kâfi cezadır ger olursa Hak anı kabil

Her şey öncelikle ve bizzat Cenab-ı Hakk’a istinat eder. Bütün yaratıkların bütün fiillerinin gerçek fâili âlemlerin Rabbi olan Allah’tır: “Sizi de, yaptıklarınızı da Allah yarattı. "" (Saffat/96) buyrulmuştur. İnsan Allah’ın fiillerinin zuhur yeridir. İrade-i cüz’iyesi, irade-i külliyenin yaratmış olduklarını harcar ve bundan dolayı da sorumlu olur. îrade-i cüz’iye hâl gibidir: Aslında yok olduğu halde var sayılmış, kazanmak ve sarf etmek yönünden mükellef ve sorumlu kılınmıştır.-

Yaratılmış bir şeyi harcamaktan başka bir alakası bulunmayan âbid, bunun için nasıl mükâfat isteyebilir? Bu hakkı kendisinde göremez. Zira amelin meydana gelmesinde hiçbir rolü olmamıştır. Karşılık istemek suretiyle sakat hale getirdiği ibadet yüzünden cezalandırılmaksızın bozuk ibadeti kabul edilirse, bu en güzel karşılık ve en büyük mükâfat olmuş olur.

Sapkın fırkalardan Mutezile der ki: “Kul, fiilinin yaratıcısıdır. Cenab-ı Hak, kulun fiiline dâhil olmaz.” Cebriye: “Kul, fiillerinde hiçbir yönden bağımsız değildir; fiillerinin hepsi de Allah’ındır.” derler. Mutezile “kul fiilinin yaratıcısıdır” demekle, Allah Teâlâ’ya ortak koştular. Cebriye de kuldan kesb ve iradeyi kaldırmakla şeriatın ve peygamberlerin faydalarını yok saydı ve âlemin intizamını muattal bıraktı. Ehl-i Sünnet ise, irade-i cüz’iyeyi ispat ederek hakikat caddesine yol gösterici oldu.

127.    Hikmet

Ey mürid, Cenab-ı Hak sana ihsan etmek dilediğinde güzel ameller yaratıp sana nisbet eder.

Hüdâ sende eğer izhâr-ı fazl etmek murâd etse

Edip icâd ü halk a "mâlini eyler sana nisbet

Gerek taat ve gerek mâsiyet bütün fiillerin yaratıcısı Cenab-ı Hak olduğu halde, fazlına ve ihsanına mazhar etmek dilediği müridi sâlih amellere ve güzel ibadetlere muvaffak eder. Bu amelleri ondan ortaya çıkarır da, onu muttaki, müctehid, âmil, âbid olarak anıp vasıflandırır. Yarattığı bu amelleri ona nisbet eder ve karşılığında çok sevaplar, ecirler vereceğini vaat ederek ona iltifat eder.

Müride lazım olan edep diliyle konuşmaktır. Güzel amelleri Cenab-ı Hakk’a nisbet eylemek, kötü fiilleri kendi üzerine almak ve suçunu, kusurunu itiraf etmektir. Nasıl ki Adem<as); “Rabbimiz, biz nefsimize zulmettik, rahmet ve mağfiret etmezsen zalimlerden oluruz."" (A’raf/23) ayeti gereğince hikmet icabı vaki olan zelleleri kendine nispet ederek af diledi. Kaldı ki işlediği “zelle” (küçük günah olan hata), bırakılması ve yapılmaması daha iyi olan bir şeydi. İblis ise; “Beni onda kandırdın. ”(A’raf/6) ayetince müdafaaya yeltendi, büyüklendi. Yaptığı isyanı Cenab-ı Hakk’ın iradesine ve yaratmasına atfetti. Böylece ayrıca bir isyan ve günah işlemeye cesaret etti.

Sehl bin Abdullah Tüsterî Hazretleri şöyle buyurmuştur:

ibadet eden bir kul güzel bir amel işleyip de;

“Yarabbi, bunu ben senin fazlınla, tevfîkinle, yardımın ve kolaylaştırman sebebiyle işledim.” derse, Cenab-ı Hak onun ibadetini kabul ederek;

“Ey kulum, sen de bana itaat ettin, bana yaklaşma sebeplerini tamamladın!” buyurur.

Eğer o âbid kul, bu güzel amelde fail-i hakiki olan Cenab-ı Hakk’ı unutup kendine bakarak;

“Bu ameli ben işledim ve taati devam ettirerek Hakk’a yakın oldum.” şeklinde kendine varlık verirse, Hak Teâlâ ondan yüz çevirerek;

“Ey kulum, seni o güzel amele muvaffak eden, onu kolaylaştıran ancak ben idim, senin ne medhalin var?” deyip onu reddeder.

Yine bir insan bir günah işleyip de onu Cenab-ı Hak’tan bilerek;

“Yarabbi, sen takdir ve kaza ettin. Senin ezeldeki hükmün olmasaydı, ben bu günahı işlemezdim.” derse, Cenab-ı Hak ona gazap ederek;

“Ey insanoğlu, sen de kötülük ve mâsiyetle cahillik gösterdin!” der, azarlar.

İnsan o günahı nefsine atfederek;

“Yarabbi, nefsime zulmettim, pek fazla kötülük ve cahillik hükmü gösterdim.” yolunda kusurunun bağışlanmasını dilerse, Cenab-ı Hak lütufla ona dönerek;

“Ey kulum, o mâsiyete ben hükmetmiş, onu ben takdir etmiştim. Şimdi de af ve mağfiret eyledim!” buyurur.

128.     Hikmet

Ey mürid, Cenab-ı Hak seni nefsinle baş başa bırakırsa, günah ve kabahatlerine son olmaz. Eğer sana lütuf ve cömertliğiyle muamele ederse, iyiliğine ve övülmelerine nihayet olmaz.

Sunu ircâ* ederse ger seni Hak

Erişmez gayete sende kabâyih

Dahi izhâr-ı cûd eylerse sende

Senin ’çün munkazî olmaz medâyih

Cenab-ı Hak bir müridi nefsine bırakır ve aklına havale ederek yardımından mahrum ederse, nefs-i emmare zaten fenalıkla sakat olduğundan sahibini zorlayarak onu çeşitli alçaklıklara ve kabahatlere uğratır. Hatta onu öyle kötü haller kaplar ki, güzel amellerinden hiçbir şey bırakmaz. Hak Teâlâ da artık o müridi lütuf kapısından kovar ve yakınlığından uzaklaştırır.

Tersine bir müridi de Cenab-ı Hak dergâhına sığınmaya mecbur eder ve her halde yardımıyla onun üzerinde fazlını ve cömertliğini icra eylerse, nefsanî istekleriyle mücahedesinde muavenette bulunursa şüphesiz o müridi kendi zatı için seçmiştir. Her fiilini ve amelini kabul mahalline yükseltmiş olduğu belli olur.

Bu hikmet üzerine Peygamberimiz Efendimiz'™’ Abdurrahman bin Semre’ye şöyle hitap buyurdu:

“Ey Abdurrahman, memuriyet isteme! Zira isteğine ulaşırsan, Cenab-ı Hakk’ın terfikinden mahrum olursun. Eğer o memuriyet istemeksizin sana gelirse İlâhî yardım ve kolaylık bulursun. ”

Şu halde nefs-i emmarenin şerrinden ve mekrinden kurtuluş ancak Cenab-ı Hakk’a iltica ve ihtiyarını terk etmekle olur; başka türlü hâsıl olmaz.

Çâre yok çalsan eğer başını taştan taşa

Sırr-ı nüvişt-i ezelî kabil-i tağyîr olmaz

(Başını taşlara vursan da, ezelde yazılan yazı değişmez.)

129.    Hikmet

Ey mürid, Cenab-ı Hakk’ın rububiyet vasıflarına bağlan ve ubudiyet vasıflarını gerçekleştir.

Evsâf-ı rububiyyetine ol müteallik

Evsâf-ı ubûdiyyet ile ol mütehakkık

Evsaf-ı rububiyetle taalluk etmenin manası, varlık ve varlık gereklerinden hiçbirini insanın kendine mal etmemesi, kendinden bilmemesidir. Varlığının emaneten giydirilmiş bir beşeriyet elbisesi olduğunu basiret gözüyle görmesi, bu âriyet varlığın hakiki mevcut olan İlâhî vücudun eserlerinden olup, bu ve bütün diğer vasıfların Cenab-ı Hakk’ın sıfatları olduğuna şahitlik etmesidir. Bu şuhûd ve irfan ise ancak yokluk, zayıflık, zillet ve acizlik gibi ubudiyet (kulluk) sıfatlarıyla gerçekleşmekle hâsıl olur.

Şu halde rububiyet (rablik) vasıflarına bağlanmak ve ubudiyet evsafıyla tahakkuk birbiri için gereklidir. Ancak bu tahakkuk elde edilmedikçe, istenen taalluk gerçekleşemez. Tahakkuk ise seyr ü sülûkun başlarında bahis konusudur. Çünkü rububiyet evsafıyla fânî olan kulun taalluk etmesi mümkün değildir. Şu kadar ki, nafileler ve farzları yerine getirmek, Allah zikrine devam etmekle “fenâfillah” makamına erişen mürid, İlâhî tecellilerle tahakkuk edebilirse de bu tahakkuk âriyet olduğundan, bundan kulun mabud, mabudun kul olması lazım gelmez.

Bazı muhakkıklar, “Esmâ-ı Hüsna’nın içinden ancak lafza-i celâl taalluk, diğer esmâ tahakkuk içindir.” diyerek hikmetin manasını ifade etmişlerdir.

130.    Hikmet

Ey mürid, Cenab-ı Hak insanların mallarından sahip olmadığın bir şeyi almayı haram ettiği halde, kendi sıfatlarından birine sahip çıkmanı mubah kılar mı?

Seni men ’ etti dâvâ eylemekten nâsın emvâlini

Sana tecviz eder mi iddiâ-yı vasfını Mevlâ

Bu hikmet önceki hikmette kul için İlâhî sıfata bağlanmaktan başka nasip olmadığına dair söylenenlerin delili olmak üzere beyan olunmuştur. Çünkü bir insanın kendi gibi hemcinsinin mallarını haksız olarak sahiplenmesi zulüm ve düşmanlık olduğundan cezalanması Hak Teâlâ’nın emridir. Öyleyse kendi sıfatlarının kulları tarafından sahiplenilmesine nasıl razı olur? Kulluk sıfatları bırakılıp da rablik vasıflarına sahip çıkılmasını Cenab-ı Hak hiç mubah kılar mı? İnsan mallarını haksız yere gasp etmek zulüm olunca, ilâhı vasıfları isteyip iddia etmek elbette daha büyük zulüm olur. Çünkü insanın İlâhî vasıflardan bir şeyle tahakkuk ettiğini ileri sürmesi büyük günahtır. Mesela kudret, kuvvet ve izzet gibi Allah’ın sıfatlarıyla sıfatlanmaya kalkışmak şirktir.

Ariflere göre en çirkin kötülük, sâliklerin kalbinde Cenab-ı Hakk’ın evsafından birinin sözle veyahut inançla ortak koşma iddiasının bulunmasıdır. Bu şekilde ortak koşmak Teâlâ’nın gayretini (kıskançlık) harekete geçirir. Bunun sonucu ise İlâhî dergâhtan kovulmaktır.

Hadis-i kudsîde buyruldu ki: “Kibriya benim şalımdır (rida), azamet benim etekliğimdir (izar). Bunlar üzerinde kim benimle çekişirse onu ateşe koyarım, ” Bu hadisteki çekişmenin (münazaa) manası, sözle veya inanarak İlâhî vasıf ile tahakkuk iddiasında bulunmaktır.

Bir de yalnız kibriya ve azamet sıfatlarının zikredilmesi, onların daha şiddetle Cenab-ı Hakk’a mahsus olmasındandır. Yoksa diğer İlâhî vasıflar için çekişmek de ateşe atılmayı gerektireceğinde şüphe yoktur.

Özetle bu hikmetin belirttiği hakikat, müridin varlığı yok edip, nefsini öldürüp (imate), nefs bazlarını hükümsüz bırakıp gerçek varlığı ispat etmesi; İlâhî evsafında hiçbir mahlûk için mümkün olmayan şirki yok ederek vahdet manasını gerçekleştirmesidir. Çünkü insanın saadetinin kimyası ve selametinin sermayesi, maddî ve manevî beşerî hazlardan iflâs etmek, kulluk kapısında Cenab-ı Hakk’ın rızasında bulunmaya devam etmektir. Bu yüzden sofilerin büyükleri, nefsanî haz, dünya ve heva düşüncelerini, nefsanî haz getiren kerametleri sevmeyi büyük günah saydılar. Bu gibi uzaklaştıran ve perdeleyen riya hallerinden Allah’a sığındılar.

Ubudiyetin özü, nefs hazzından ve varlık perdesinden geçip “bekabillah” mertebesinin “Gözü sapmadı ve azmadı, ”(Necm/17) hikmetinin sürmesiyle basiret gözünü aydınlatmaktır.

131.    Hikmet

Ey mürid, sen nefsinin tabiî özelliklerini yıkıp değiştirmeden, İlâhî özellikler sana nasıl açılabilir?

Nasıl olsun senin ’çün münkeşif esrâr-ı rabbani

Ki sen hark etmedin hâlâ hevâ-yı nefs ü şeytanı

Nefsin özellikleri kibir, kendini beğenme, ikiyüzlülük, gösteriş ve yapmacık davranmak gibi nefsanî hallerdir. İlâhî özelliklerden kasıt ise rabbani sırlar, İlâhî kerametlerdir. İlâhî özelliklerin açılması kudret âleminin inkişafından, nefsin özelliklerinin yıkılması müridin beşerî irade ve nefsanî hazlardan çekinmesinden ibarettir. Müridin kudret âleminin açılmasıyla İlâhî kerametlere mazhar olabilmesi, başka bir ifadeyle tayy-ı mekân, tayy-ı zaman, kabirlerin içindeki hallere vukuf (keşf-i kubur), insanların içindekileri okumak (keşf-i sudur) gibi olağanüstü işlere ulaşması; nefsanî özelliklerini yıkmasına, tabiî iradelerini, şehvanî bazlarını yırtıp fani olmasına bağlıdır.

Bir sâlikin hayvanî haz vadisinde giderken kendisinden keramet çıkması, yalnızca istidracda olduğunun delilidir. Onun için sâlikin derhal bu noktayı bularak istiğfar edip uyanması, bu istidrac işinden memnun olmaması gerekir. Çünkü nefsanî hazlardan mutlu olan bir kimse tecellilerin manevî neşesini idrak edemez, ilâhı kerametlere erişemez. Bununla birlikte nefsânî âdet ve özelliklerini yıkan mürid, insanların günah işlemeyi çirkin gördüğü gibi keramet zuhurunu çirkin görmezse, bu hal onun için perde olur. Keramet zuhur etmemesi ona İlâhî bir lütuftur. Zira kerameti arzu etmek de hakiki müride yakışmayan şehvetle ilgili dileklerdendir. Hakiki mürid ise üzerine düşeni yerine getirmek için İlâhî hukuka uymakla beraber, kullukta sancı çektiği halde (temahhuz) dünyevî ve uhrevî hazlardan birine ulaşmak istemeyen Hak yolu yolcusudur. Şu halde müridin manası; en şerefli arzu olan İlâhî rızaya bağlı, hakiki irade ile gerçekleşmiş meczup, mecazî iradeden soyunmuş derviş demektir. İşte buna dair güzel bir örnek olan ibretli bir kıssa aşağıdadır:

Şeyh Ebu’l-Abbas bin el-Arif Hazretleri anlatıyor:

Bir gün pek üzüntülü bir halde sabahı ederek teselli bulmak için Şeyh el-Kasım bin Rübeyl Hazretlerinin huzuruna girdim. Şeyhten gönül açıcı bir hikâye anlatmasını rica ettim. Anlattı:

Bir zat bana deniz kenarında oturan Ebu’l-Hayr adıyla tanınan bir veliyi övünce, “Kulak bazen gözden önce âşık eder”- mısraınca onu görmeye iştiyak duydum. Hemen kalkıp sahillerde dolaşmaya çıktım. Günlerce yürüdükten sonra bir gün o zata denize yakın bir yerde rastladım. Selâm vererek hürmetle feyzini bekledim.

Benimle konuşmadı, ben de ona bir şey söylemeye cesaret edemedim. Namaz vakti geldi, etraftan ayrı ayrı birtakım adamlar ortaya çıktı. İçlerinden biri imam oldu, namazı kıldık. Hiçbiri diğerine bir söz söylemeden ayrılıp gittiler.

Şaşıp kalmıştım. Yine hiç konuşmadan karşılıklı oturup dururken öğle namazı vakti oldu. Yine o zatlar çıkıp geldiler, aynı şekilde namaz kılıp dağıldılar.

İkindi vakti geldi. Yine aynısı oldu fakat bu sefer hemen dağılmadılar. Şeyhin huzurunda diz çökerek sohbet ettiler, birbiriyle sâlihlerin tavırları hakkında konuştular. Güneş sararıncaya kadar durup sonra dağıldılar.

Akşam namazında tekrar geldiler, namazdan sonra gittiler. Böylece üç gün onların yanında kaldım ve nihayet bir mesele sormak için kalıp izin istedim. Müsaade edince;

“Mürid, mürid olduğunu ne vakit bilir?” dedim.

Cemaat bana hoşnut olmamış gibi tuhaf tuhaf bakıyorlardı. Şeyh Hazretleri cevap vermeyerek yüzünü benden çevirdi. Sualimle kızdırdığımı düşünerek huzurundan kalkıp bir kenara çekildim.

O gün böyle cevap alamadan geçti. Üçüncü gün cevap alamadan ayrılmamak niyetiyle meseleyi tekrarladım. Bu defa lütfetti, yüzünü çevirmedi ve dedi ki:

“Bu yolda sual hâle muvafık değildir. Zannederim ki, müridin dereceler içinde atacağı ilk adımı anlamak istiyorsun?”

Tasdik ettim.

“Öyleyse müridin ilk adımı, dört hasletle sıfatlanmasından ibarettir. Biri, yeryüzünün tayy olunarak (dürülerek) müridin nezdinde bir adımlık mesafe haline gelmesidir. İkincisi, denizde yürüyebilmesidir. Üçüncüsü, her istediğinde kevn kenzinden yani kudret sofrasından yemesidir.

Dördüncüsü, her ettiği duanın kabul olunmasıdır. îşte iradenin birinci kademesi budur. Ama mürid, ne zaman mürid olduğunu bilirse, bize göre o irade haddinden düşer.”

Şeyh Ebu’l-Abbas:

“Ben bu hikâyeyi dinlediğimde vecde gelerek bir sayha çektim ki, ruhum bedenimden ayrılayazdı.” dedi.

Hikâyeyi anlatana:

“Ya Eba’l-Kasım, bizi irade ile tahakkuktan sonra ümitsiz bıraktın!” deyip tefekküre daldım ve o sahilde oturan iradenin yüksek himmetine şaşıp hayran oldum.

Bayezid Bestamî Hazretleri şöyle buyurmuştur:

“Alemde bir şeyi murad etmemeyi dilediği vakitte mürid oldu.”

îşte bu söz bu manayı tefsir eder.

132.     Hikmet

Ey talip, şan ve şeref senin güzel edeple rızıklanmandır, dua ve talep değil.

Dua etmek sana şan u şereften olmadı ma ’dûd

Senin hüsn-i edeble ittisâf etmendir ancak şan

Talepten maksat, dille Cenab-ı Hakk’a dua etmektir. Hüsn-i edepten murat, Cenab-ı Hakk’a tefviz-i umûr ile takdirine razı olmaktır.

Hak yoluna giren sâlikin ellerini kaldırarak ve yalvararak dünyevî dileklerini, uhrevî hacetlerini Cenab-ı Hak’tan istemesi, sofi muhakkıklara göre iyi bir hal değildir. Bu mürid, rububiyet haklarını tam olarak yerine getirmiş sayılamaz. Çünkü bu şekilde talep ve duada nefsanî arzuları elde etmek ümidi vardır.

Güzel edep ise, yalnız kulluk belirtmek ve Rablik hakkını yerine getirmek için dua etmek, işlerini Cenab-ı Hakk’a bırakıp kaderindekine razı olmaktır. Böyle dilekleri bırakıp Allah’ın kısmet ettiğine razı olmak; dua edilmesi gerektiğine dair; “Dua edin, icabet edeyim. ” ile “Kulum benden sorarsa, şüphesiz ben ona yakınım. ” ayetlerine ters düşmez. Hikmet gözetilmesi de sülük derecelerinin manevî icaplarına aykırı değildir.

133.     Hikmet

Ey talip, senin için zaruret ve çaresizlik kadar tesirli talep, zillet ve muhtaçlık kadar hediye almayı çabuklaştırıcı bir şey yoktur.

Olmadı bir şey senin ’çün ey gönül

Talib-i feyz-i Hüdâ çün ıztırar

Müsrifi eltaftı Mevlâ hem sana

Olmadı mânend-i züll ü iftikar

“Kul sıkışmayınca Hızır yetişmez.” dedikleri gibi, zaruret hali kadar Cenab-ı Hakk’ın yardımını davet eden bir şey yoktur. Çünkü ıztırar, müridin yoksunluğunun son haddini göstermesidir. Dayanacağı kuvvetten ve sebeplerden ilgisini her yönden kesmesidir. Kendisini uçsuz bucaksız fezada yolunu kaybetmiş veya denizde gemisi kazaya uğrayarak denize düşen bir çaresiz gibi görmesidir. Bu halde kurtuluş ancak Cenab-ı Hak’tan olacağından; “Darda kaldığı zaman kendisine yalvarıldığında sıkıntıyı gideren kim?” (Neml/62) ayeti gereğince ıztırar, ilâhı imdadı mucip olur.

Darda kalmanın gereklerinden olan zillet ve yoksunluk da; “And olsun ki, alçalmış bir haldeyken Allah Bedirde size yardım etti. ” (Al-i îmran/123) ayetince rabbani mevhibeyi gerektirir.

Birinci ayet darlığa düşenlerin duasını kabul ederek kötülüğü giderenin ancak Cenab-ı Hak olduğunu, ikinci ayet Bedir gazasında düşman çokluğuna karşı ashabın az olmalarından husule gelen zilletin Allah’ın yardımını celbettiğini belirtir.

Abdullah bin Münazil Hazretleri demiştir ki: “Kulluk, ıztırar haddi üzerine her bir şeyde ahadiyet dergâhına dönmektir.”

“Letâifü’l-Minen” adlı eserde şöyle yazılıdır: “Allah’ın yardımını çeken sıdkın alâmeti her işin başında Cenab-ı Hakk’a sığınmak, yoksunluğu ve muhtaçlığı O’na bırakmak, Cenab-ı Hakk’a karşı alçaklık ve miskinlikle sıfatlanmak ve Hak’la Hak olarak ihtiyaçsızhğa erişinceye dek bu sıfatı sahiplenmektir.”

insan için kendi havi ve kuvvetinden yüz çevirerek Cenab-ı Hakk’ın havi ve kuvvetine sığınmanın ahirette kurtuluş getireceğini buyuran Seyyidü’I-Mürselîn Efendimiz'"’ “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh’\n (Allah’tan başka havi ve kuvvet sahibi yoktur) cennet hâzinesi olduğunu duyurmuştur.

134.    Hikmet

Ey mürid, sen Hakk’a iddia ve ayıplarını yok etmekle Hakk’a asla eremezsin. Fakat seni eriştirmek için dilediğinde kendi vasfıyla senin vasfını örter de, Hakk’a vuslatın amellerle değil ancak O’ndan sana gelen tecellilerle hâsıl olur.

Visâl-i Hak tevakkuf etse mahv-ı ayb u da vâya

Sana mümkin olur mu gayri vuslat Hak Teâlâ ya

Fakat sermest-i vuslat etmek isterse seni Mevlâ

Eder vasfında vasfin natini na tinde bi’l-ıfnâ

Senin vaslın ana gayri olur andan sana ihsan

Değil sayü amelle vuslat-ı Hak kabil-i imkân

Cenab-ı Hakk’a vuslat ancak nefsânî sıfatların yok edilmesi ve mâsivadan kalp alâkalarının kesilmesiyle olabilir. Fakat bunlar da nefste olduğundan ve nefsin mahiyetinde tabiat bulunduğundan yok edilmesi düşünülemez. Çünkü kötülüğün ve iddiaların yok edilmesi gayretine düşmek de, giderilmesi gereken kötülüklerdendir. O halde vuslat mümkün olamaz.

Cenab-ı Hak bir müridi vuslatına erdirmek dilediğinde, ondaki kulluk vasıflarını gizler ve rububiyet vasıflarını açığa çıkarır. Onun beşerî sıfatını yok eder, ulûhiyet sıfatlarıyla ibka eyler. Bu Cenab-ı Hakk’ın kuluna ezelî muhabbetinin alâmetidir. Buna dair hadis-i kudsî meşhurdur:

“Özel kulluk kazanan has kulum bana nafile ibadetlerle yaklaşmakta devam ede ede, benim paha yetmez cevherimi alır. Ben de ona muhabbet tecellisi ile tecelli ettiğimde onun işitir kulağı, görür gözü, tutar eli, yürür ayağı olurum. ”

Bu vahdet makamında Hakk’ın iradesinden başka irade tasavvur edilemeyeceğinden bu halde sâlik, kendi çalışması ve gayretiyle değil Cenab-ı Hakk’ın keremi ve fazlıyla Hakk’a erişmiş olur.

Ebu’I-Abbas Mürsî Hazretleri; “Evliya vuslat şehvetini terk etmedikçe vâsıl olamaz.” buyurmuştur.

135.    Hikmet

Cenab-ı Hakk’ın örtmesi olmasaydı, âlemde hiçbir amel kabule şayan olmazdı.

Olmasa setr-i cemîl-i Yezdan

Olmaz a mâl kabûle şayan

ibadet ve taatlerin kabul edilmesi ihlâs şartına bağlıdır. İnsan ise güzel amellerine, havi ve kuvvetine güvenip hep kendine baktığından, iyilikle övülmek ister. Bu da ihlâsa engel olur. Çünkü gizli şirktir. Öyleyse ibadetlerin makbul olması ancak Allah’ın fazlıyla, keremiyle mümkün olabilir.

O halde müride gereken ameline değil, Cenab-ı Hakk’ın fazlına ve keremine güvenmektir. Zira ibadette ihlâs çok özel bir keyfiyettir.

Yahya bin Muaz Hazretleri buyurmuştur ki: “Bîçare insan, her ikisi de ayıplı olan beden ve kalpten mürekkep olduğu halde ayıpsız hüner ve irfan göstermek ister.”

Şeyh Abdullah Karşî Hazretleri buyurdu: “insanlar hâlis amellerle talepte bulunurlarsa, amelleri dağınık ve bozuk olur. Amellerindeki dağınıklık da yokluk ve yoksunluğu artırır. Şu halde insanların en fazla kendilerinde meydana gelen hallerden yüz çevirmeleri lazımdır.

Hâk ol ki Hüdâ mertebeni eyleye âli

Tâc-ı ser-i âlemdir o kim hâk-i kademdir

(Toprak gibi ol da Cenab-ı Hak mertebeni yükseltsin. Ayakların altındaki toprak gibi olan kişi, âlemlerin başının tacıdır.)

136.    Hikmet

Ey mürid, sen Cenab-ı Hakk’ın hilmine isyan ettiğin vakitten ziyade, itaat ettiğin zamanda muhtaçsın.

Zaman-ı bağy u isyandan ziyâde vakt-i taatte

Cenâb-ı ZülcelâVin hilmine muhtaçsın ey dil

Cenab-ı Hakk’a mâsiyet vaktinden ziyade taat vaktindeki ihtiyacın sebebi; taat edenlerin ibadetleri sebebiyle nefsini görmek, ucba düşmek (kendini beğenmek), büyüklenmek, başkasını hor görmek gibi cezalandırmayı gerektirecek duygulara kapılmalarıdır. Bu hallerde yapılan ibadetler mâsiyete dönüşür. Mâsiyet ehli yani günahkârlar, isyanları yüzünden korkuya kapılır. Miskinliğe, zillete düşer ve Hakk’a dönerler. Bu gibi kurtarıcı haller ise işledikleri günahların af ve mağfiret edilmesine sebep olur.

Müridin değeri ve şerefi Cenab-ı Hakk’ın nazarıyla hâsıl olur. Bu da mâsivadan kesilmek, nefsin kötülüğünü anlayarak ondan yüz çevirmek ve Hakk’a yönelmekle ele geçer. Müridin değerinin düşmesi de Cenab-ı Hakk’ın nazarından uzak düşmekle husule gelir. Bunun sebebi ise nefsanî sıfatlara, güzel amellere güvenmek ve mâsivaya önem vermektir. Cenab-ı Hakk’ın hilmi işte bu yüzden taat zamanında daha gerekli olur, ona asıl ibadet vaktinde ihtiyaç duyulur.

Bu hikmet dolayısıyla Bayezid Bestamî Hazretleri, “Mâsiyetin tövbesi bir kere, taatin tövbesi bin keredir.” buyurmuştur.

Bildirildiğine göre Hak Teâlâ Benî İsrail peygamberlerinden birine şöyle buyurmuştur:

“Sadık kullarıma söyle de ibadetlerine mağrur olmasınlar. Zira ibadetlerine karşı “Adi” sıfatıyla muamele ederek onlara zulüm etmeden azap ederim. Günahkâr kullarıma söyle ki, benim sonsuz rahmetimden ümit kesmesinler. Zira günahlarına karşı af ve keremimle muamele eyler, fazlıma eriştiririm.”

Müsellem olsa dahi dest-i ihtiyâra fi 'âl

Yine muvâfık-ı hükm-i kazâ sudûr eyler

(Fiiller ihtiyara bırakılıp, seçim hakkı tanınarak teslim edilse de yine işler kaza ve kaderin hükmüne göre ortaya çıkar.)

137.    Hikmet

Setr (örtme) biri mâsiyetten, diğeri mâsiyette olmak üzere iki türlüdür. Avam küçük düşmemek için günahlarının örtülmesini isterler. Havas ise, Cenab-ı Hakk’ın nazarından düşmek korkusuyla mâsiyetten perdelenmelerini isterler.

îki kısım üzredir ey dil bu dâr-ı mefsedette setr

Birisi mâsiyetten diğeridir mâsiyette setr

Avâm ister Hüdâ 'dan tâ ola isyanları mestûr

Ki nâsa karşı haysiyetlerinden olmasınlar dur

İbâd-ı hâs ise setr-i meâsıden diler ancak

Tecellî-i nazardan anları dur etmesin kim Hak

Avamın hali halk şuhûdudur. Havas kullar ise İlâhî zatın hakikatlerine imanla tahakkuk ettiklerinden dolayı onlarda galip olan hal, Hak şuhûdudur. Hak’tan gafletle halka sevgiyle bağlanmış olan avam, halkın övmesini ister, kötülemesinden kaçarlar. Bu yüzden tevazu ve riya ile şahsî menfaatlerini celbetmeyi umarlar. İnsanların sevmediği mâsiyetlerinin örtülmesini isterler. Havas ise halktan alaka kesmiş, her an Hak’la Hak olmuşlardır. Bu yüzden sadece Hak rızasına ters düşen hal ve fiillerden korunmayı talep ederler. Bu iki fırka arasındaki büyük farkı açıklamaya gerek yoktur.

Kur’an’da bu iki fırka arasındaki büyük fark şu ayetle beyan buyrulur: “Onlar insanlardan gizlerler, Allah 'tan gizlemezler," (Nisâ/108)

İmam Kuşeyrî Hazretleri bu hususta, “Avamın gönüllerinde galip olan hal, halkı görmek olup Hak’tan gafil olduklarından daima insanlardan korkarlar. Hâlbuki Hak Teâlâ gece gündüz, gizli aşikâr kullarıyla beraberdir ve hallerini bilmektedir.” buyurmuştur.

Ashab-ı kiramdan Adiy bin Hâtem Hazretlerinden rivayet edilen hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: “Kıyamet gününde bir fırkanın cennete getirilmeleri, yaklaştırılarak cenneti, huri gılman gibi nimetlerini gördükten sonra cehenneme geri götürülmeleri emredilir. Bunlar büyük bir hasretle Cenab-ı Hakk’a şöyle niyaz ederler:

Keşke bizi evliya kullarına hazırladığın bu nimetleri görmeden cehenneme atsaydm. Cehennem azabına bir de hasret elemi eklenmezdi.’

Hak Teâlâ tarafından onlara şöyle cevap gelir:

‘Size diğer cehennemliklerden ziyade azap vermek için bu suretle azap ediyorum. Zira siz tenhalarda büyük günahlar işler, halk arasında küçük günahlardan çekinirdiniz. İnsanlara karşı ikiyüzlü davranmaktan, bana karşı nefs ve hevaya uymaktan kaçınmadınız. Kalplerinizin vâridatını halka açmaktan sakındınız da bana göstermekten çekinmediniz. Kendi cinsinize gösterdiğiniz muameleyi bana yapmaktan korkmadınız. Benden ziyade halka saygı gösterdiniz, bana değil de hep onlara yöneldiniz. Bu yüzden sizi elemli azaba uğrattım. ’

Eskilerin kitaplarında geçmiş ümmetlere buyrulmuştur ki:

“Eğer sizin her hal ve hareketinizi gördüğümü bilmiyorsanız, henüz iman-ı kâmil elde edememişsiniz. Yok, eğer biliyorsanız, beni niçin hallerinizi görenlerin ehveni kılar, hafife alırsınız?”

“Allah gözlerin hain bakışını ve kalplerin gizlediklerini bilir. ” (Mü’min/19) ayetinin tefsirinde îbn Abbas Hazretleri<ra) buyurur: “Hain göz sahipleri insanların yanında açıkça bir kadına bakmaktan yüz çevirip göz yumdukları halde, içlerinden ona bakmayı arzu eden kimselerdir.”

Özetle günah işlemekte korkulmaya, çekinilmeye şayan olan Allah Azîmüşşan’dır; acizlikte ve eksiklikte birbirinden farkı olmayan insanlar değildir. Binaenaleyh insan-ı kâmil Cenab-ı Hak’tan korkarak mâsiyetten korunmayı isteyendir. Gafil insan ise, Allah’tan korkmayarak işlediği günahın insanlardan örtülüp saklanmasını isteyendir.

Havfe şâyân olan ancak Allah

Çün odur hâl-i kulübe âgâh

Hak dururken ne demektir halktan

Havf ede mü ’min olup da eyvâh

138.    Hikmet

Ey mürid, sana ikram eden aslında şendeki setre ikram etmiştir. Bu yüzden hamd ve sena senin ayıplarını örten içindir. Sana ikram ve teşekkür eden ayıplı insan övülmeye ve teşekküre layık değildir.

Hakikatte sana ikram eden setr-i Hüdâ ancak

Değildir mükrime şâyân senâ Settaradır elhak

Bu hikmet, sâlikleri iki yönden uyarmaktadır. Biri, kendisine yapılan ikramı insanlardan bilmekten ve ikram edeni övülmeye layık görmektendir. Diğeri ise insanların ikram ve ihsanlarına nefsini layık görmekten, bunu hak ettiğini düşünmektendir. Bu ikisi de pek büyük yanlışlardır. Çünkü ikram ve ihsanı insanlardan bildiğinde, hamd ü senayı layık olduğu yere değil başka yere koymuş olur ki, bu küfran-ı nimettir ve zulümdür. Hâlbuki ikramın sebebi, Cenab-ı Hakk’ın günahları örterek insanların kalbine sevgi vermesidir. Zira insanın gizli ayıpları, içinin kötülükleri örtülmeseydi, hiçbir insan ona ikram etmezdi. O halde hamd ve senaya layık olan Cenab-ı Hakk’ın örtmesidir.

Nefse varlık vermenin, övülmeye hakkım var demenin cahillik ve gaflet olduğu hadis-i şerifle açıklanmıştır:

“Varlığın başka bir günahla kıyaslanamayacak kadar büyük bir günahtır. ”

Vücûd-ı Hak'la kaim olduğuyçün ser-te-ser âlem

Yine şükreylesen de nâsa Rabbün-nâsa râcidir

139.     Hikmet

Ey müslim, senin gerçek dostun ancak senin ayıplarını ve eksikliklerini bildiği halde sana dost olan Mevlâ’dır. Hakiki dost senden fayda görmeksizin seni sevendir.

Bilirken yâr olandır ay biniyâr u vefâdârın

O da âlemde ancak zât-ı pâk-i Rabb-i A ’lâ dır

Seninle hem-dem-i sohbet olan ahbâb-ı yâr andan

Garazsızca sana ikbâl eden hayrü ’l-ahibbâdır

Cenab-ı Hak kullarının ayıplarını bildiği halde yine inayet ve nimetini ihsan eylemekten geri durmaz, insanın tabiî eksikliklerinde tecellilerini esirgemez.

Insan-ı kâmil olan mürşidler de Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanmış olduklarından irşad edilmek için gelen dervişlerin kusurlarını bildiği halde yine onlara terbiye vermekten, tarikat sırlarını öğretmekten geri kalmaz. Ama zamane dostları sevdiği kimselerin gizli ayıplarını bilmediği için ayıpları ortaya çıkınca, hemen kaybolur gider. Onun için onlar gerçek dost değildir. Yine menfaat yüzünden dostluk gösterenlerin sevgileri de umutlarına erişmezse, derhal değişip kaybolur.

Şu halde dertleri giderme ve mal toplama maksadıyla dostluk etmek, su üzerine yazı yazmak demektir. Garazsız dostluk etmek, karşılıksız sevmek ancak fiilleri garazla sakatlanmayan Hak Teâlâ Hazretlerine mahsustur. Suçlarına ve kusurlarına bakmayarak kullarını rızıklandırmak O’na yaraşır. O halde O’nu dost tutmak lazımdır.

140.     Hikmet

Ey sâlik, sana yakîn nuru tecelli etse yani kesin olarak bilebilsen, ahireti çok yakın ve açık olarak görürdün. Dünyanın üzerindeki güzelliklerin geçici olduğu aşikâr olarak sana belli olurdu.

Ger seninçün ey leşe işrak hurşid-i yakın

îrtihal etmeksizin görmüştün ukbâyı yakîn

Hem görürdün zehre-i pür-zîb-i kevni lâ-cerem

Nûr-ı hüsnü kim serâpâ inkişâf etmiş hemın

“Nur-ı yakîn” Cenab-ı Hakk’ın zat ve sıfatına, Resulullah’ın bildirdiklerine ilim ve mârifettir. Bu nur irfan sahiplerinin kalbine girdiği zaman göğüsleri açılır (inşirah-ı sadr), vicdanları genişler (infisah-ı vicdan), eşyanın mahiyeti olduğu gibi (alâ mahiye aleyha) müşahede olunur. “Hak” hak olarak, “bâtıl” bâtıl olarak görünür. Ahiret yurdu bâki, dünya âlemi geçicidir.

Bu yüzden yakîn nuruna erişen kalp sahipleri, ahireti kendilerine göç zamanından daha yakın bilerek ona dönerler. Dünya yurdunu daima geçicilik karanlığında, ışığı sönmeye yüz tutmuş bir halde, yok olmak üzere görürler ve ondan yüz çevirirler.

Bu nurun parlamasıyla göğüs açılmasının alâmeti, hadis-i şerifte belirtildiği üzere dünyadan uzak olmak ve ebedî olan ahiret âlemine yönelmektir. Bu hal elde edildiği vakit nefsanî şehvetler kaybolur, nefs iddiaları gider. Nefs-i emmare kötülük sıfatından, iyilik mertebesine geçer.-

Ashab-ı kiramdan Muaz bin Cebel Hazretleri* 3’ hakkındaki hadis-i şerif buna delil olur:

Bir gün Muaz Hazretleri, Resulullah Hazretlerinin55’ huzuruna ağlayarak gelince Efendimiz buyurdular:

“Kz Muaz, sabaha ne halde girdin?”

“Mü’min olduğum halde!”

“Her hakkın bir delili, her sözün bir hakikati vardır. Senin sözünün delili nedir?”

“Ya Resulallah, ben her sabaha artık akşama yetişmem ve her akşam da bir daha sabaha çıkmam zannederek girerim. Her adımı, başka bir adım daha atamam korkusuyla atarım. Kıyamet kopup her ümmetin dizleri üzerine çökerek amel defterlerine çağrıldığını, peygamberlerini ve taptıkları putların yanlarında bulunduğunu görürüm. Cehennemliklerin azap görmelerini, cennetliklerin sevaba ermelerine bakarım.”

aŞu halde ey Muaz, mârifet sahibisin! Bu hâle ve bu hâlin sebepleri olan güzel amellere devam et!’

Bu bakış yakîn nurunun parlamasından doğan bir keramet eseridir. Bunlar gibi yakîn sahiplerine ölüm, paha biçilmez bir hediye olur.

Hazreti Enes’in(ra) rivayet ettiği üzere ashab-ı Bedir’den Hıram bin Milhan Hazretlerinin Maune kuyusunda şehit edildiğinde “Elhamdülillah, kurtuluşa erdim!” diye sevinç göstermesi de, “ölüm mü’mine hediyedir” gerçeğini doğrular.

Maune kuyusu hadisesi, Necid ve Amire kabilelerinin İslâm’a istidatlı olduklarının haber verilmesi üzerine onlara Resulullah Efendimiz(sas) tarafından İlâhî hükümleri bildirmek üzere gönderilen otuz kadar sahabenin Maune kuyusu civarında Amir bin Tufeyl’in gönderdiği dinsiz eşkıyalarca şehit edilmeleridir. Hatta Hıram Hazretlerinin'3’ şehadeti zamanında düşman topluluğu içine bulunmuş olan Cebbar bin Selmî:

“Böyle yenilip öldürülmüş olan bir kimsenin kurtuluşa ulaşması nasıl olur?” diyerek şaşkınlığını belirtmiş ve:

“İman sahipleri için Allah yolunda canlarını feda etmek en büyük kurtuluş ve devlettir!” şeklinde cevap alınca İslâm’a gelmiştir.

Ölümden kaçarak yakîne ve mârifete erişme iddiasında bulunmak Yahudiliğe mahsustur.

Cenab-ı Hak bunu şu ayette beyan buyurur:

“Habibim, sen Yahudi kavmini hayat üzerine insanların ve müşriklerin en hırslısı bulursun. Onlardan bazısı bin yıl yaşamak ister. Hâlbuki ömrünün uzun olması onu azaptan uzaklaştırmaz. Cenab-ı Hak onların işlediklerini görücüdür. ”(Bakara/96)

141.    Hikmet

Ey mürid, seni Hak’tan O’nunla birlikte olan bir şey perdelemedi; O’nunla birlikte bir mevcut vehmetmen perdeledi.

Seni mahcûb eden Hak'tan değildir

Hakîki bir vücud-ı kevn-i mutlak

Velâkin eyledi mahcûb andan

Tevehhüm ettiğin mevcûd ancak

Cenab-ı Hak’tan perdelenmek, O’ndan başka yokluk aynasında bir şey var olup da ona perde olması tasavvurudur. Hâlbuki Cenab-ı Hak’tan başka âlemde gerçek bir mevcut düşünülemez ki cemal müşahedesini perdelesin.

Dünya ekvanı ve ahiret ekvanı, muhakkıklar katında sırf yokluktan ve gölgeden ibaret olup tecelli yansımalarının eserleridir. Hakiki varlık ekvanın yaratıcısına mahsustur ve O’nun ezelî sıfatıdır. Gölge, varlık mertebelerinin topuyla var olmadığı gibi, yokluk mertebelerinin tümüyle de yok olmaz. Eserler gölge olduğu halde, yaratıcının birliği hükümsüz kalabilir mi? Çünkü bir şey ancak kendi benzeriyle ikileşir.- Kâinatın gölge varlığı, hakikat erbabının Hak müşahedesini hiçbir vakit perdeleyemez. Zira gemilerin geçtiği bir nehir üzerine yansıyan ağaç gölgelerinin gemilerin geçişini engelleyemediği ve geciktiremediği gibi aşk ve vahdet deryasında görünen kudret eserleri, Hakk’ın şuhûduna hicap olamaz.

Şu halde Cenab-ı Hak ile müridin arasında perde olamaz. Eğer bir varlık perde olsaydı, onun müride Cenab-ı Hak’tan ziyade yakın olması lazım gelirdi. Hâlbuki âlemde Cenab-ı Hak’tan daha yakın hiçbir mevcut yoktur. Cenab-ı Hakk’a perde yoktur ancak vehim vardır. Hicabın hakikati, hicap vehminden ibarettir.

Bir adam kırda geceleyin yattığı çadırdan dışarı çıkmak istediği sırada şiddetle esen rüzgârın sesini aslan kükremesi sanıp korkarak olduğu yerde kalır da, sabah olunca işittiği sesin aslanın değil rüzgârın sesi olduğunu anlar. Onun çadırından çıkmasını engelleyen aslanın varlığı değil, aslan vehmidir.

142.    Hikmet

Eğer Hak Teâlâ mükevvenatta tecelli etmeseydi, gözler ve görmeler olmazdı.- Eğer Allah’ın sıfatları ortaya çıksa, mükevvenat derhal görünmez olurdu.

Tecelli etmeseydi Hak Teâlâ cümle eşyâda

Görünmezdi vücûd âyinesinde sûret-i eşyâ

Eğer Zât-ı İlâhînin sıfâtı zâhir olsaydı

Olurdu müzmahil âlemde herpeydâ vü nâ-peydâ

Kâinatı gösteren nur, Cenab-ı Hakk’ın varlığı ve zuhurudur. Hak Teâlâ’nın varlığı hakikatin ta kendisi, eşyanın varlığı ise âriyettir. Eşyada Hazreti Mevlâ’nın zuhuru pencere camından güneş ışığının aksetmesi gibidir. Çünkü kâinat aslında sırf yokluktur, varlık kokusundan nasipsizdir. Hak Teâlâ bizim gibi yarasa gözlüler için, mükevvenat perdesinin arkasından zuhur eder.- Bu zuhur, İlâhî nurun perdeleri olan mükevvenatın ortaya çıkmasını ve gözlerin orada bulunmasını (vukuunu) gerektirir. Eğer Hak Teâlâ’nın zuhuru mükevvenat perdesinden olmayıp da hakiki tecelli olarak ortaya çıksaydı kâinat derhal yok olurdu.

İşte bu yüzden O’nu görmek isteyen Hazreti Musa’ya, bu fânî âlemde görme imkânının Tur dağının yerinde kalmasına bağlı olduğu bildirildi. Sonra Tur’a tecelli etmesiyle, dağı paramparça eyledi ve Musa bayıldı. (A’raf/143)

Hadis-i şerifte buyruldu: “Cenab-ı Hakk’ın hicabı nurdur (diğer bir rivayette nar yani ateştir). Eğer o perde kalkıp açılmış olsa, her şeyi yakardı. ”

143.    Hikmet

Cenab-ı Hak bâtın olduğu için her bir şeyi izhar etti ve zahir olduğu için her bir şeyin varlığını gizledi.

Kainatı eyledi izhâr ol Rabb-i Kadir

Çünkü bâtındır butûnunda ana olmaz adil

Etti her şeyden serâpâ tayy-ı tomâr-ı vücud

Çünkü zâhirdir zuhurunda ana olmaz mesıl

Esmâ-ı Hüsnâ’dan “Zâhir” ve “Bâtın” isimlerinin anlamlarına bakıldığında aralarında uzlaştırılamayacak derecede bir zıtlık görünür. Bu tezat özelliği “Evvel, Ahir”, “Kabız, Bâsıt”, “Nâfi, Dârr” gibi isimlerde de vardır. Bâtın isminin anlamı, butunda Cenab-ı Hakk’a hiçbir şeyin ortak olmamasıdır. Bu yüzden bütün her şey yokluktan ortaya çıktı. Yaratılmışların hepsi zâhir ve yaratıcı olan Allah bâtın oldu. Bunun gibi Zâhir isminin muktezası da kâinatın ortaya çıkma bakımından Cenab-ı Hakk’a benzememesidir.

Binaenaleyh Cenab-ı Hak eşyadan varlığı dürüp kaldırmakla mâsiva varlık sahibi olamadı; izafi olarak mevcut oldu. Şu halde hakiki mevcut her yönden Allah ve gölge varlıkla var görünen de Allah’ın mâsivasıdır.-

Bu fürûât-ı tehâlüfki şuunatmdır

Asla avdette bu kavga bu keşâkeş basılır

(İşlerdeki bu zıtlaşmalar ve çekişmeler, aslına dönüldüğünde sona erer.)

144.    Hikmet

Ey talip, Cenab-ı Hak sana mükevvenatta olanlara bakmayı mubah kıldı. Mükevvenatın kendisine bakmana izin vermedi. “De ki, göklerde olan şeylere bakın!” (Yunus/101) ayetiyle senin için anlayış ve irfan kazanma kapısını açtı ve göklerdekilerin varlığına delil olmasın diye; “Göklere bakın!” buyurmadı.

Sana ekvandaki şey’e nazar eyle dedi Bî-çun

Seni ekvânı görmekle vukufâ etmedi me'zûn

Teemmül eyleyin göklerdeki sun u deyip Allah

Der-i ifhâm ü irfânı sana feth etti ey âgâh

Semâvâta nazar etmekle fermân etmedi mutlak

Ki ecrâmın vücûdu olmasın mantık-ı emr-i Hak

Her akıllı insanın mârifet sahibi olmasının gerekliğine delil, hikmette geçen Yunus suresinin 101. ayetidir. Bu ayetin anlamı;

“Habibim, kullanma göklerde ve yerde nasıl bir kudretle hükmediyoruz onu tefekkür etmelerini emret!” demektir.

Eğer yalnızca “Göklere bakın!” buyurmuş olsaydı bu, göklerdeki cisimleri göstermekten başka bir anlam taşımazdı; anlayış ve irfan kapısı düşünce sahiplerine açılmış olmazdı. Bu yüzden maksat zarf değil hakikati gösteren mazruftur. O da basiret sahiplerine açık olan Allah’ın cemalidir.

Yalnız gök cisimlerine bakmak ise, Hak nurunu bir tarafa bırakarak yaratılma karanlığında kalmak demektir. Bu da mârifet ve yakınlık getirmez, Hak’tan uzaklaşmaya götürür. İşte bu yüzden izin verilmemiştir.

Letâifü ’l-Minen adlı eserde şöyle denilmiştir:

“Cenab-ı Hak ekvanı, onun cismanî elbisesini görmek için değil, onda ekvanın yaratıcısını müşahede etmek için nasbeyledi. Şu halde kulların Rabbinin senden dileği; kâinatı, kâinatı görmeyenin gözüyle görmektir. Kâinat Cenab-ı Hakk’ın onda zuhur tecellisi göstermesi yönüyle görülmelidir. Yoksa kâinatın yaratılmış olması (kevniyeti) cihetiyle görülmesinde ne fayda hâsıl olur?”

145.    Hikmet

Ekvan Cenab-ı Hakk’ın var etmesiyle vardır ve ahadiyet zatına nazaran yoktur.

Hakk’ın isbâtıyla ekvân hayyiz-ârâ-yı vücûd

Zât-ı bahta nisbeten ma’dûm ve nâ-mevcuddur

Daha önce defalarca söylendiği gibi mevcudat zatî özelliği bakımından sırf yokluktur (adem-i mahz). Var olmaları Cenab-ı Hakk’ın onlarda tecelli etmesindendir. Bu Hak Teâlâ’nın ahadiyetinin değil, vahidiyeti hükmünün gereğidir. Yani mevcudatın varlıkları ârızîdir, geçicidir. Hakiki mevcut ise Cenab-ı Hak’tır. Zira ahadiyet Hak Teâlâ’nın zatıdır, sıfatı vahidiyettir.

Mevcudata gelen bu sabit olma hissi, Cenab-ı Hakk’ın vahidiyetiyle yani esma ve sıfatıyla eşyada tecellisindendir. Ahadiyet ise ekvan denilen şu görüntülerden de mukaddes ve uzak olarak tecelli eden ilâhı zattır. Vahidiyet Cenab-ı Hakk’ın ekvanda esma ve sıfatıyla tecelli etmesidir.

Ahadiyet sanki dalgasız bir deniz, vahidiyet ise dalgalarla dolu bir denizdir. Mutlak varlık denize, ekvan dalgalara benzer. Dalgalar denizin aynı ve gayrı olmadığı gibi, ekvan da yaratıcının ne aynı ne de gayrıdır.

Ekvanın sabit olması ahadiyete nispetle değil, vahidiyete göre ve ekvanda Hakk’ın zuhuruna nazarla hâsıl olur. Ariflerin tevhidi bundan ibarettir.

146.    Hikmet

Ey zâhid, güzel vasıflara sahip olduğunu zannederek seni överler. Sen de bildiğin kötü hallerinden dolayı nefsini kötüle!

Sende zannettikleri evsaftan nâşî seni

Ey gönül halk-ı cihân etmektedir medh ü senâ

Sen de nefsinden teyakkun ettiğin âfât için

Zemm ü tahkir ile ol deyu leimi dâima

İnsanın halkın övmelerine güvenip aldanmaması lazımdır. Zira kötü nefs, kötülüğü yüzünden Hak dergâhından kovuldukça, insanların övmesinin ne faydası olabilir? Faydası olmadığı gibi tersine gururunu artırır ve kötülüklerini çoğaltır; İlâhî rıza kapısından uzaklaştırır. Zanna dayanan insanların övmelerini bir tarafa bırakıp kendisinde bildiği ayıplardan dolayı kendini kötülemeye ve kötü vasıflarını iyileştirmeye çalışmalıdır.

Cenab-ı Hakk’ı bilmek (mârifet-i İlâhî), nefsi bilmeye bağlıdır. Nefsin hallerini bilmeyenler vahdet hakikatlerinden ve mârifetten gafil olurlar. İnsanların övmeleri ise bu gafleti artırır. Hadis-i şerifte;

“Medh ü sena olunmaktan çekininiz. Zira övmek, övüleni kesmek ve yok etmektir.” buyrulmuştur.

Peygamber Efendimiz'1’, huzurunda birini övmeye kalkışan bir sahabeye “Arkadaşını övmekle onun boynunu kestin!” buyurdu.

Birini överken abartarak yalan katarsa, övülenin reddetmesi, yalanlaması gerektiğini şu hadis-i şerif ispat eder: “Yalancı övücülerin yüzlerine toprak saçın!”

Yalan bulunmayan, aşırıya kaçmayan övülmenin reddedilmesi gerekmez. İnsanların hüsnüzannınm değiştirilmesi lazım gelmez. Ama övüldüğü zaman nefsini kötülemek, gaflet ve gurur tuzağına düşülmemelidir. Çünkü bazı ârifler; “Kendisinin övülmesiyle ferahlanan insan, kalbine şeytanın girmesine meydan verdi.” demişlerdir.

Bazıları da dedi ki: “Sana, sen ne güzel adamsın denilmesi, sen ne kadar kötü adamsın denmesinden ziyade sevimli olursa, işte o vakit kötü adamsın.”

Sahabeden bazılarına:

“Cenab-ı Mevlâ sizi halk arasında bulundurdukça, onların halleri de hep hayırlı olur!” denildiğinde kızarak;

“Sen galiba şu münafık olan İraklılardansın!”- diyerek azarladılar.

Hazreti Ali(ra): “Yarabbi, beni insanların zannettiklerinden daha hayırlı kıl. Beni övdükleri sözlerle muaheze kılma ve benim onların bilmedikleri birtakım kusur ve kötülüklerimi de af ve mağfiret eyle!” buyururlardı.

İmam Gazalî Hazretleri “İhyaul-Ulûm”da şöyle buyurur:

“Büyüklerin övülmeyi kötü görmeleri, övülmenin ferah ve gurur vermesi korkusundandır. Çünkü halk tarafından övülen kişiler, Allah Teâlâ gazap ettiği halde halkın övgülerine boşuna sevinmiş ve kalplerini meşgul etmiş olurlar. Hâlbuki gerçekten methedilen Hakk’a yakın olandır, gerçekten kötülenen Hakk’ın dergâhından kovulandır. Surette övülen biri, aslında cehennemlik olduğu halde başkasının riyakârca övmesiyle sevinirse, büyük cahillik ve gurur içindedir. Gerçekten övülmüşlerden ise İlâhî lütuflarla ferahlanmalı, insanların övmesini, yermesini kale almamalıdır.”

Kemâl erbâbı ârâyişle asla ifiihâr etmez

Değildir hürmeti mushaflann cild-i mutallâdan

(Olgun adamlar asla süslerle övünmezler. Mushaflara hürmet gösterilmesi ciltlerinin yaldızlı olmasından değildir.)

147.    Hikmet

Mü’min, kendisinde görmediği bir sıfatla methedildiğinde Hak Teâlâ’dan utanır.

Bir sıfat ki görmedi kendinden Allah "tan eder

Medh olunmaktan anınla mü ’min-i kâmil hayâ

Hakiki mü’min, basiret gözünden halkı görmek perdesini kaldırarak Hak nurunun şuhûduyla taklitten yakasını kurtarmış olan hakikat ehlidir. Bu mü’min bütün fiilleri ve ekvanı İlâhî kudret eserleri bildiği gibi, kendisinde övülmeye değer güzel bir sıfat görmez. Övüldüğü zaman övme sebebi olan güzel sıfatı Cenab-ı Hakk’ın özel bir ihsanı gördüğünden, insanların onu kendi malı olmayan bir sıfatla övdüğüne kanaat getirip Cenab-ı Hak’tan hayâ eder; nefsini bir kat daha kötüler. Allah’ın sonsuz ihsanlarını görmesi gittikçe artar, güçlenir. İnsanların övmelerine meyletmekten, övgülerinden dolayı gururlanmaktan selamette kalır. Bununla birlikte nimetin artmasını sağlayan şükrü ve hamdi de bu şekilde yerine getirmiş olur.

148.    Hikmet

İnsanların en cahili kesin bilgisini, insanların zannına feda edendir.

Eden kendiyakînin zann-ı nâsa terk echeldir

Bir insan kendi kusur ve eksikliklerini kesin olarak bildiği halde, insanların güzel ve olgun zannederek kendisini övmeleriyle gururlanırsa, yakîn ilmini insanların zannına feda etmiş olur. Bu ne büyük bir cahilliktir. Çünkü aslı olmayan bir şeyle övülmek, alay etmenin, küçümsenin ta kendisidir.

Hâris Muhâsibî Hazretleri buyurdu: “Böyle zanna dayanan övgülere mağrur olmak; bir kimsenin def-i hacetini alay ederek mis kokusuna benzettiklerinde, onun necaset olduğunu kesin olarak bildiği halde bu yersiz övgü ile sevinmesi gibidir.”

Cenab-ı Hak bu gibi uygunsuz övmeyle sevinenleri şu ayetle kötüleyip azarlamıştır: “Yaptıklarıyla övünen, yapmadıkları işle övülmeyi seven kimseleri de sakın azaptan kurtulur sanma! Onlar için elemli bir azap vardır. ” (Al-i Imran/188)

Ancak insan kendi için övme sebebi olan güzel halleri, öveni yalancı çıkartmamak için kazanmaya çalışırsa ve övücü sözlere gururla, sevgiyle değil de nefretle bakarsa, bu ayetin manasından kurtulabilir.

imam Âzam Hazretleri bir gün sokaktan geçerlerken orada oynayan çocukların onu göstererek;

“işte şu geçen muhterem kişi, bütün geceleri hep ibadet ederek geçirirmiş...” demeleri üzerine, o vakte kadar gece yarılarında kalkıp ibadete başlayan imam Hazretleri, bu ayetin hükmünden çıkmak için bütün gecelerini ibadetle geçirmeye özen göstermişlerdir.

Kendinde olmayan bir hasletle övüldüğünde buna sevinmek cahilliktir ama bu, âlim ve ârif biri tarafından övüldüğü zaman meydana çıkar. Artık cahil ve fasık bir kişinin ahmakça övmesinden gururlanan kimsenin durumu ne kadar fenadır? Şüphesiz bu kimseden daha cahil ve daha ahmak bir insan düşünülemez.

Yahya bin Muaz Hazretleri: “Bir kimseyi kötülerin övmesi ayıptır, bundan hoşlanmak ise rezalettir.” dedi.

Olgun bir kimseye;

“Halk sizi övüyor!” dediklerinde çok üzüldü ve şu cevabı verdi:

“Korkarım ki bende hoşlarına gidecek bir hal görmüşlerdir. Hâlbuki avamın hoşuna gidecek bir şeyde ne meziyet olur?”

Bir başkası avamın kendisini övdüğünü görünce ağlamaya başladı. Talebesi:

“Aman hocam, insan övüldüğü için ağlar mı?” deyince;

“Eğer benim bazı ahlâkım avamın ahlâkına uygun olmasaydı, beni övmezlerdi. Buna nasıl ağlanmaz?” diye cevap verdi.

Yeksan nazar et mertebe-i eve ü hazıze

Ne izzet ile şâd ne zilletle hazin ol

(En yükseğe ve en alçağa aynı gözle bak. Ne şeref yüzünden sevin, ne de aşağılanmakla üzül.)

149.     Hikmet

Ey talip, Hak Teâlâ seni insanlara hak etmediğin vasıflarla övdürürse, sen de Cenab-ı Hakk’ı ilâhı vasıflarıyla medh eyle.

Ettirirse seni nâ-ehl iken ol halka senâ

Sen de ehli olduğu evsaf ile et Hakk’a senâ

Kâmil mü’min kendini övülmeye layık görmediği halde Cenab-ı Hak onu lütfedip insanlara övdürürse, bu nimete şükretmek için Hak Teâlâ’ya layık olduğu vasıflarla, dili döndüğü kadar senâ etmeli, hakkındaki övücü sözlere mağrur olmamalıdır.

Hadis-i şerif mealidir: Cenab-ı Hak bir kulunu sevdiği zaman onu Cebrail(as) vasıtasıyla gök meleklerine ilân eder. Melekler de o kula dua edip onu överler. Meleklerin bu övmeleri dünyadakilere akseder, mü’minler de o kulu sevmeye ve övmeye başlarlar.

Şu halde insanlarca övülmek de İlâhî bir nimettir.

Halk-ı âlem hep sever bî-şübhe Hakk’ın sevdiğin

Çünkü bu mihr-i tecellînin gönüldür matla ’ı

(Halk daima Cenab-ı Hakk’ın sevdiğini sever. Çünkü bu tecelli güneşinin doğduğu yer gönüldür.)

150.    Hikmet

Zâhidler övüldüklerinde, övülmeyi halktan gördükleri için kabza düşüp daralırlar. Arifler ise övülmeyi Hak’tan bildiklerinden bast haline girip rahatlarlar.

Medh edilse zümre-i zâhid olurlar munkabız

Çünkü ol mehdi görürler sun -z mahlûk-ı cihan

Munbasıt olmaktadır erbâb-ı irfan medh ile

Medh-i halkı çünkü Hâlı k’t an bilirler bı-güman

Zâhidlerin insanların övmesiyle daralmalarının sebebi; övmeyi halktan gördükleri için onunla mağrur olmaktan ve rabbani feyizlerden uzaklaşacaklarından korkmalarıdır. Arifler ise halktan kopmuşlardır, her zaman Hakk’ı müşahede etmektedirler. “Halkın dili Hakk’ın kalemidir.” anlamınca övgüyü Cenab-ı Hakk’ın övmesi tanırlar ve bununla rahatlarlar. Onlar zaten kendi nefslerinden de kaybolmuşlardır. Bu yüzden övülmek onlara gurur vermez, ucb doğurmaz. Tersine imanlarının artmasına, hallerinin ziyade olmasına, irfan nurlarının daha fazla parlamasına sebep olur.

“Mü ’min yüzüne karşı medh edildiğinde kalbinde imanı artar ve kuvvetlenir. ” hadisi bu manayı ihtiva eder. Zira sanatta sanatkârı, yaratılışta yaratıcıyı müşahede etmek bu kerametli zümrenin hususiyetlerindendir.

Atâ Iskenderî, şeyhi Ebu’I-Abbas Mürsî’yi yüzüne karşı övdükçe Şeyh Hazretleri vecde gelerek bu sözleri tekrar etmesini ister ve Resulullah Efendimizin(sas) şairleri Hassan’a bazen, “Seni Allah imdad-ı Ruhu’l-Kuds ile teyid etsin!” diye ettikleri duayı okurdu.

Övülmeyi sevmek, fazilet sahipleri için geçerli ise de aşağı tabaka (rezâil) ve sâlikler için caiz olmaz. Abdülkadir Geylânî, Ebu’l-Hasan Şazelî, Ebu’I-Abbas Mürsî hazretleri gibi büyük evliyada bu hal görülmüştür.

Övülmeyi sevmek sırf hakiki nazar ve toplu şuhûd bakımındandır. Bu yüzden Hazreti Yusuf un(as) “Ben en iyi koruyucu ve en iyi biliciyim.” (Yusuf/55) diye kendini medh etmesini yorumladıkları gibi yorumlamaya kalkışmaya yer olmadığını zannediyorum. Çünkü bu şuhûd-ı cem’i makamının sahipleri, daima kudret kabzasında tasarruf olunduklarından halkın kötülemesiyle incinmezler. Kötülemeyi insanlardan bilmez ve görmezler ki incinsinler.

151.    Hikmet

Ey mürid, sana verildiğinde rahatlıyor, verilmediğinde daralıyorsan, henüz tufeylisin ve sadık mürid olamamışsın demektir.

Tİ/zz ve men ’ bast u kabza oldukça sebeb cânâ

Tufeylisin ubûdiyyette yok sıdkın senin asla

Verildiği zaman sevinç, verilmediğinde üzüntü duymak; sâlikin henüz nefsânî haz düşüncesinden kurtulmadığım, nefs hazzı elde etmeye çalıştığını gösterir. Sahih kulda ise nefs hazzı düşüncesi olmadığından ârifler bu hali kulluğa ters ve tufeylîlik sayarlar.

“Tufeyli” Kûfe’den Benî Gatfan kabilesinden ziyafetlere davetsiz gitmeyi adet edinmiş ve halk arasında “Tufeyli’l-A’ras” diye tanınan birinin adıdır. Nefsânî hazlardan henüz kurtulmamış bir sâlikin tufeyli olmasının manası; henüz evliya zümresine hakkıyla girmemiş olduğu halde kendini onlardan sayması, müstahak olmadığı makamları iddiaya kalkışmasıdır. İşte bu gibi evliya tufeylilerinin alâmeti, nefs hazzı yüzünden kabza ve basta düşmeleridir.

Şayet “Allah’tan ihsan alamadığımda sabredemeyip, İlâhî kahra uğradığımda dayanamayıp sıkıntıya düşerim.” diye korkuyor ve bu korku yüzünden kabza düşüyorsa, tufeyli olmaz. Verildiği zaman gelen bast bu korkunun kaybolmasından ileri geliyorsa yine tufeyli olmaktan çıkar. Zira halkın arasında yaşaması için insana beşeriyet lazımdır ve bu gibi zararlar beşeriyetin sâlikin üzerinde kalmasından meydana gelir ki affedilebilen özürlerdendir.

Abdurrahman el-Selmî Hazretleri buyurmuştur:

“Cenab-ı Hakk’a karşı vâride hallerinde kulların çoğu zanlarına uyarlar, onlardan hakikat mertebesine ulaşabilenlerin sayısı pek azdır. Görülmez mi ki Hak Teâlâ Kur’an’da buna işaret ederek, “Onların çoğu zandan başka bir şeye uymazlar.” (Yunus/36) buyurdu. Zira Hak ile tahakkuk eden sâlik, takdir icabı olarak kendisinden çıkan bütün söz, fiil ve hallerde Hakk’a tâbi olur; kendisine ait bütün muamelelerinden kaybolur. Ama bu gaib olma Cenab-ı Hakk’ı sevdiğinden dolayıdır.

Sâliklerin çoğu mârifet-i İlâhî sahibi olduklarını, Cenab-ı Hakk’ı sevdiklerini iddia ederler fakat ansızın başlarına bir belâ gelirse mârifet ve muhabbetlerini unutup belâyı defetmek çaresine düşerler. Bunlar gerçekten Hakk’a bağlı olsalardı, sevinç ve keder verici tüm vârideleri unuturlardı. Zira vuslat meydanına ayak basan sâlikin itiraz edeceği bir hal olmaz. Vuslat halinin zevki, bütün mâsivayı onun nazarında yok eder, zihninden siler.

152.    Hikmet

Ey talip, senden bir günah çıktığında kullukta istikamet elde etmekten ümidini kesme. Zira bu günah belki senin için takdir olunmuş son mâsiyet olur.

Eğer bir zenb edersen olma nevmîd istikametten

Bu son takdir olunmuş bir günehdir belki ey sâlik

“İstikamet” elde edilmesi pek gerekli olmakla beraber yerine getirilmesi güç bir kulluk görevidir. “Emrolunduğun gibi istikamet et!” ayeti gelince, Peygamber Efendimiz(sas): “Şeybetenî sure-i Hûd” yani “Hûd suresi ve özellikle bu ayetin yükü beni ihtiyar etti. ” buyurdular.

Cüneyd Bağdadî Hazretlerine “Tasavvuf nedir?” diye sorduklarında “Şeriatta istikamettir!” cevabını vermiştir.

Şu halde sâlikin bazı kusurları yüzünden “istikamet kazanamadım” diye umutsuzluğa düşmemesi lazım gelir. Zira yeis ve fütur şeriatta kötülenmiştir. Yeis (umut kesmek) yüzünden ayrı bir günah daha işlenmiş olur.

Hak Teâlâ Kur’an-ı Kerim’inde buyurur: “Allah’ın rahmetinden kâfirlerden başkası ümit kesmez. ” (Yusuf/87)

İstikamete aykırı olan hal, mâsiyete cüret ve ısrardır.

Hadis-i şerifte buyruldu: “Lâ sıgaru meal-ısrar velâ kibaru meal-istiğfar” yani “Israr ile küçük günah, istiğfar ile büyük günah yoktur. ” Küçük günahlara ısrar etmekle küçük günah büyük günahlardan olur; büyük günahlar ise istiğfarla küçülür.”

O yüzden sâlik, kulluğunda istikamet elde etmekten ümit kesmemeli ve insanlık hali bir günah işlerse istiğfar edip bunun kendisinden çıkan son günah olmasını temenni ederek virdlerine zikirlerine devam eylemelidir.

153.     Hikmet

Ey sâlik, sana recâ kapısını açmasını Hak Teâlâ’dan dilediğin zaman, O’ndan sana gelen nimetlere bak. Havf kapısının açılmasını dilediğinde ise senden çıkan günahları düşün.

Eğer ister isen bâb-ı recâyı fethede Mevlâ

Tezekkür kıl sana ettikleri in ’âm ü ihsânı

Eğer sen bâb-ı havfin fethini eyler isen ümîd

Düşün Allah’a karşı ettiğin enva-ı isyânı

Sâlikler için “havf’, şeytanî düşüncelere ve nefsânî şehvetlere uyarak işlenen günahları hatırlamaktan meydana gelir. “Recâ” dünyaya gelişinden şimdiye kadar kendisine ulaşan İlâhî lütufları düşünmekle hâsıl olur. Ceza gerektirecek günahlar düşünüldüğünde havf, İlâhî lütuflar hatırlandığında recâ hâli galip olur. Safa erbabı ise havf ve recâ arasında kemal ararlar.

Havf ve recâ selâmet terazisinin iki kefesi gibidir. Selâmeti muhafaza etmek daima bunların eşitliğinin korunmasıyla mümkün olur. Zira havf kefesinin ağır gelmesi “Allah’ın rahmetinden kâfirlerden başkası ümit kesmez. ” (Yusuf/87) ayeti gereğince küfür ve mahrumluk getirir.

Recâ gözünün ağır basması, “Hüsrana uğramış olanlardan başkası Allah’ın mekrinden emin olmaz. ” ayeti mucebince mahrumluğa sebep olur. Ancak Cenab-ı Hak hadis-i kudsîde: “Rahmetim gazabımı geçti. ” buyurduğuna göre recâ bir derece havften üstündür.

Hazreti Isa’nın"’ recâ halleri galip olduğundan güleç ve neşeliydi. Hazreti Yahya’nınw havf ve haşyetleri fazla olduğundan daima ağlar, inlerdi. Bir gün Hazreti İsa, Hazreti Yahya’ya dedi ki:

“Sizi rahmet-i ilâhiyyeden ümit kesmiş gibi daima ağlar görüyorum!”

Yahya(as) şöyle cevap verdi:

“Ben de sizi mekr-i rabbaniden emin olmuş gibi hep rahat ve güler görüyorum!”

Hemen Cebrail*"’ indi ve İlâhî rahmetin gazab-ı rabbaniden fazla olduğunu bildirdi. Bu vahiy tebliğiyle, Hazreti Isa’nın daha haklı olduğu ortaya çıktı.

154.     Hikmet

Ey mürid, Cenab-ı Hak bazen, bast gündüzünde elde edemediğin marifeti, kabz gecesinde bağışlar. Bast ve kabzın hangisinin faydalı olduğunu bilmezsiniz.

Müstefidi olmadın bir şey ki rûz-ı bastta

Leyl-i kabz içre eder gâhî ifâde Hak sana

Hâl-i kabz u basttan nefan size akreb olan

Hangisi bilmezsiniz artık eyâ “ehle’n-nühâ”

Kabz ve bastın manevî hallerden iki hal olduğu, kabz halinde nefs hazzı bulunmadığı için âriflerin âdâbına uymak şartıyla kabz halini bast haline tercih ettikleri anlatılmıştı. Hikmette edebî bir teşbih yapılarak bast gündüze, kabz geceye benzetilmektedir. Bu teşbih kabz halinde hakirlik, horluk, kırıklık olduğu gibi bastta da gösterme ve yayılma bulunmasındandır. Çünkü sâlik bast halinde, genişleme zevkinin neşesiyle maârifi koruyamayabilir, onu ortaya çıkarıp gösterir. Kabz halindeyse gelen rabbani lütufları çaresiz hazmederek, daima alçalmış ve kırık bir halde olur.

Bast halinde açılmayan mârifet kapıları, kabz halinde açılabilir. Şu halde bast halindeki nimetlerin kadrini bilmek nasıl gerekliyse, kabz halindeki inayetin şükrünü yerine getirmek öylece lazımdır. Hangisinin daha hayırlı olduğu Cenab-ı Hakk’a bırakılmalı, her birinin ayrı ayrı feyiz getirdiğine hüsnüzan etmelidir. Çünkü faydalı olmak bakımından hangisinin sâlike daha yakın olduğu bilinemez.

Cenab-ı Hak: “Hangisinin menfaate daha yakın olduğunu bilemezsiniz.” (Nisâ/11) buyurmaktadır.

Bu ayet Nisâ suresinde mirasa dair olup; “Çocuklarınızdan ve babalarınızdan hangisi menfaat yönünden daha fazla size yakın olduğunu bilemezsiniz. ” mealindeyse de müellif bu ayeti kabz ve bast halinde iktibas etmiştir.

Eder âyine-i kahrında gâhî lüfunu izhâr

Bilinmez Hâlik-ı Bı-çun un esrâr-ı tecellîsi

155.    Hikmet

İlâhî tecelli nurları âriflerin kalplerinde doğar.

Hâlik’ın cilvegâh-ı envârı

Arifinin kulûb ü esrârı

Kalp vücut ülkesinin başkentidir. Sır o merkezdeki Cenab-ı Hakk’ın tecelli eylediği yerdir. Bu hikmette kalpler ve sırlar göklerin en yüksek yerlerine, oralarda zuhur eden ilim, mârifet, tevhid ve muhabbet de ay ve yıldızlara benzetilmiştir.

Göğün ay, güneş ve yıldızların doğduğu yer olduğu gibi, kalpler ve sırlar da ilim yıldızlarının doğduğu yer, mârifet ayının menzilleri ve tevhid güneşinin dönüp durduğu mahaldir. Bu manevî yıldızların nurları, maddî ışıklardan daha parlak ve görkemlidir. Hatta bazı ârifler demişlerdir ki: “Cenab-ı Hak evliya kalplerinin nurlarını açıp gösterse, ayın ve güneşin ışığını söndürürdü. Zira ay ve güneş batar ve tutulur, ay tutulması, güneş tutulması ile “küsûf’ ve “hüsûf’a uğrar.

Hâlbuki kalplerin nurları batmaz ve hüsûf ve küsûf etmez.”

Ebu’I-Hasan Şazelî Hazretleri, “Asi bir mü’minin iman nuru açılmış olsa, göğü ve yeri doldururdu. Muti (itaatli) bir mü’minin irfan nurunu artık ne zannedersin?” dedi.

Ebu’I-Abbas Mürsî Hazretleri, “Bir velinin hakikati zâhir olsa, onun vasıfları İlâhî evsaf olduğundan mabud diye tapıhrdı.” buyurdu.

Bazı büyükler demişlerdir ki: “Gök kubbesi, cin ve şeytanın çıkıp kulak tutmalarından sâkıp ve şahaplarla korunduğu gibi, mü’minin kalp göğü de tecelli nurlarıyla korunur.”

Hadis-i kudsîde: “Yerime ve göğüme sığmadım ama mü ’min kulumun kalbine sığdım. ” buyrulur.

Bütün her şeyi içine alan mü’minin kalbi göğün ve yerin alamadığı Hak nazarının tecelli yeri olunca, artık o kalbi ve sahibini neyle vasıflandırılan vasıflandır. Hatta manevî nuraniyetinin açılmasıyla, müridlerin pek çoğu şeyhlerini nur olarak müşahede etmişlerdir.

“Kadeh o kadar ince, şarap o kadar saf ki,

Birbirinden fark edilmiyor. ”

156.    Hikmet

Ariflerin kalbine yansıyan yakîn nuru daima gayb hâzinelerinden tecelli eden hakikat nurundandır.

Arifin kalbinde müstevdi’olan bedr-i münır

Şems-i kenzü ’l-gaybden oldu hemîşe müstenîr

Gayb hâzineleri, İlâhî vasıflardır. Çünkü ârifîn vasıfları İlâhî evsaftan olup Hak Teâlâ âriflere ezelî vasıflarıyla tecelli ettiğinde, ayın güneşten ışık aldığı gibi, âriflerin kalpleri de her an ezelî evsaf nurlarından aydınlanır. Bundan önce mezâhirin eserlerin nurlarıyla, sırların vasıfların nurlarıyla aydınlandığı belirtilmişti.

Ay ve güneşin karşı karşıya geldiği vakitte (mukabele-i neyyireyn) bazen güneş, bazen ayın arasına yerin gölgesinin düşmesiyle ay ve güneş tutulması (hüsûf ve küsûf) olduğu gibi ârifîn kalbiyle rabbani sıfat tecellisi arasına da nefsânî düşünceler, tabiî infialler girerek nurlardan istifade edemediğinden dolayı âriflerin kalplerine yansıyan yakîn nuru da tutulur. Bu hale “kabz” denir. Kalp hanesinin daima feyiz ve tecelli ile aydınlanması İlâhî yardımlarla olduğundan muhakkıklar dediler ki: “Hak Teâlâ bir velisine tecelli ettiği vakitte onun kalbini ağyardan masun kılar ve daima nuruna tecelli yeri eyler.”

157.    Hikmet

Ey mürid, bir nur vardır ki onunla sana efâl-i ilâhiyye gösterilir. Bir nur daha vardır ki, onunla sana rabbani sıfatlar açılır.

Olur bir nur ile âsâr-ı Hak zâhir sana cânâ

Dahî bir nur ile evsâfı rabbaniyyesi peydâ

Ariflerin kalplerine doğan nur iki kısımdır: Biriyle eserler ve İlâhî fiiller açılır, diğeriyle İlâhî vasıflar münkeşif olur. Fiillerin açılmasına efâl tecellisi, sıfatların açılmasına sıfat tecellisi denir. Bu iki nurun ortaya çıkması, bu tecellilerin zuhuruna bağlıdır.

Tecelli-i efâlin zuhurunda mükevvenat halleri bilinir, arz ve sema hadiseleri anlaşılır. Buna “keşf-i sûrî” derler.

Sıfat tecellisinin ortaya çıkması halinde, rabbani sıfatlar ve hükümleri irfan ele geçer. Buna da “keşf-i manevî” denir.

Bunlardan başka bir de tecelli-i sıfat varsa da bu ihtilaf konusu olduğu için müellif bundan bahsetmemiştir. Şeyh-i Ekber Hazretleri zat tecellisinden bahsetmiş ve bu tecellinin devamına beşerin takati olmadığından süratle, şimşek gibi gelir geçer demiş ve “bevarik” (şimşekler) diye adlandırmıştır.

Zatı sıfat, sıfatı efâl, efâli ekvan ve âsâr kuşatıp örter. Âsâr perdelerinin kalkmasıyla efâl-i rabbaniye zuhur eder, tecelli-i ef âl olur. Ef âl hicabının kalkmasıyla ef âl-i rabbaniye ortaya çıkar, tecelli-i sıfat olur. Sıfat perdeleri kalkınca cemal-i zat-ı baht-ı İlâhî’nin şuhûdu, tecelli-i zat olmak üzere sâliklere hâsıl olacağı kabul olunmuştur.

Miraç seyrini belirten ayetlerden ekvan hicabının kalkması ile hâsıl olan efâl tecellisine, “sümme dena fetedellâ” ayeti delâlet eder. “Fekâne kabe kavseyn” ayeti sıfat tecellisini, “ev edna” ayeti de zat tecellisini işaret eder.

Zikredilen iki nurdan birincisiyle, zâhirî duygularla idrak edilip mükevvenatın görülmesini sağlayan maddî nur kastedilmiş olabilir. İkincisiyle kastedilen de âriflerin kalplerine inen manevî nurdur.

Buna göre tecellilerde derece aramaya yer yoktur. Ancak âsâr ve mükevvenatın açılması, Mükevvin ve Müessir’e delâlet etmesi bakımından lüzumludur. Tevhid ve maârifin hakikatleri ise İlâhî vasıfların açılmasına muhtaçtır. Asıl maksat işte bu inkişaftır.

Böylece iki nur arasındaki büyük fark ortaya çıkar. Nasıl büyük fark olmasın ki, biriyle eser, diğeriyle Müessir görülür... Güneş ışığıyla ekvan, tevhid nuruyla Hak müşahede olunur.

158.    Hikmet

Nefsler ağyar ile perdelendiği gibi, kalpler de bazen nur perdeleriyle mahcup olur.

Kulûb-i evliyâ gâhî olur envâr ile mahcûb

Nasıl enfüs olursa zulmet-i ağyar ile mahcûb

Hak Teâlâ’dan hicap engelleri nuranî ve zulmanî olmak üzere iki kısımdır. Nuranî hicap, maârif ve malumattır. Zulmanî hicap, şehvetler ve âdetlerdir. Gayb hâzineleri olan kalpler nuranî olduğundan, Hak Teâlâ’dan perdelenmesi; seyr-ilallahı geciktiren nuranî ilimler ve maârifle uğraşmaktır. İnsan nefsleri zulmanî olduğundan onun Hak’tan perdelenmesi; zulmanî hicap olan şehvet ve âdetlere meyildir.

Şu halde nuranî kalpler, nuranî hicaplarla perdelidir. İnsanî nefsler de ağyar bulutlarıyla Hak’tan mahcuptur. Sâliki şehvet ve âdetler Hak’tan mahcup ederse, sona ulaşmış sâliki de ilimler müşahededen mahrum eder.

İlimler ve mârifetler nakışlar, sanat eserleri gibidir. Nakş ve sanat bırakılmadıkça, nakkaşa ve sanatkâra yani yaratıcıya yol bulunamaz.

Bu yüzden şeyhlerin çoğu kendilerinden el alan zâhir ulemasını, sülûkun başında ders öğretmeye bağlı kalmaktan men etmişlerdir.

Mevlâna Hazretlerini irşada memur olan Cenab-ı Şemseddin Tebrizî Hazretleri, Hazreti Mevlânâ’nın bütün kitaplarını suya atarak ders okutmakla uğraşmasına son vermiştir.

Şu kadar var ki bütün sülük mertebelerini görerek tebliğ ve irşad makamına geldikten sonra ilimle ve maârifle meşgul olmak Hakk’a hicap olmaz. Bu peygamberlerin halleriyle bellidir. Hikmette ağyar kesafetle vasıflandırılmıştır. Çünkü giderilmesi meşakkatle mümkün olur.

159.    Hikmet

Cenab-ı Hak evliyanın sır nurlarını, ağyar arasında görünmesin diye beşerî hallerle gizledi.

Şöhret diliyle çağrılarak kıymetinin düşmesini önlemek için açığa çıkarmadı, örttü.

‘Urefânın setr ü ihfâ dilleri envârmı

Etti istâr zevâhirle Hüdâ-yı bî-zeval

Olmasın tâ ki zuhur u iştihar etmek ile

İşbu envâr-ı serâirde mecâl-i ibtizâl

Cenab-ı Hakk’ın beşeriyet halleriyle evliya kalplerinin nurlarını örtmesindeki hikmet, bu nurları ağyar arasında değerinin düşmesinden muhafaza etmektir. Velayet sırlarının yakîni artırması ve ibret olması bakımından, ortaya çıkması faydalı gibi gözükse de insanların dillerine düşüp, dillerde dolaşmak gibi sakıncası vardır. Zira bu suretle yüksek değerlerini yitirirler. Şöhret bulup herkesin gözünü dikmesi ve müptezel bir duruma gelmesi bir tür ihanet sayılır, velâyet sırrının yüce kadrini düşürür.-

Bu yüzden Hak Teâlâ velayet sırlarını örtüp gizlemekle saygınlık verdi ve evliyanın değerini bu sebeple mahlûkat arasında yüksekti.

Bir de, şöhret her şeyde âfet olduğundan, velâyet sırlarının gizlenmesi iman sahiplerine rahmettir. Zira o Hak sırları herkese açık olsa, yerine getirilmesi mümkün olmayan ve ifa edilmesi de gereken birçok haklar doğardı. Bu hakların eda edilmesinde bir kusur işlendiğinde ise, dünyevî ve uhrevî cezalara uğramak kaçınılmaz olurdu.

İnsan düşünürse, her şeyde bir ibret olduğunu anlar.

Birinci Cildin Sonu

* Hakikatler kitabı denilmeye layık olan bu "Hikem-i Atâiyye" kitabı iki senedir ramazan aylarının sahur vakitlerinde "Sahurlarda bereket vardır, sahur vakitlerini değerlendirin!" hadis-i şerifinden faydalanarak nazım ve nesir olarak yazmakta olduğum şerh ve tercümenin birinci cildi H. 1315 senesi mübarek ramazan ayının ikinci perşembe gecesi Medine-i Münevvere'de tamamlandı. Kudsîlerin tecelli yeri olan Ravza-ı Mutahhara'nın minarelerinde müezzinlerin salât ü selâmlarının miskiyle sona erdi. "Vallahu veliyyü't-tevfik".

Kastamonulu Seyyid Hafız Ahmed Mahir

HİKEM-İ ATÂİYYE ŞERHİ EL-MUHKEM Fİ ŞERHİ’L-HİKEM / II.

CÎLT

1.    Hikmet

Zat-ı pâki için delil olanı evliya kulları için delil kılan ve onlara ancak kendine erişmek isteyenleri ulaştıran Cenab-ı Hakk’ı teşbih eylerim.

Şol Hüdâ-yı bi-misâli eylerim takdis kim

Evliyâya eyledi kendi delilinden delil

Anlara hiç etmedi bir kimseyi vâsıl meğer

Kendine vaslın murâd etmiş ola ol bi-adil

Allah’ın veli kulları üç kısımdır: Bir kısmını avam ve havas bilir, bir kısmını ancak havastan olanlar tanır, üçüncü kısmını ise hiçbir mahlûk bilemez; hatta onlar hafaza meleklerinden bile gizlenmiştir. îlk iki grup ya baştan belli olup sonlarında gizlenir veyahut baştan örtülü, sonlarında bellidirler. Üçüncü kısım ise baştan da sondan da belli olmayarak Cenab-ı Hakk’a kavuşmuşlar ve mübarek merkadlerinde sonsuza kadar bâki olmuşlardır. Bunlar melekûtun şehitlerindendir. O yüzden temiz bedenleri toprağın tasallutundan korunmuştur. Allah’ın bizzat kabzettiği kudsî ruhları daima, 'Allah'ın velilerine korku ve hüzün yoktur.” (Yunus/62) ayeti gereğince vahdet şarabının neşesi içindedir.

Cenab-ı Hak kendi zatını mahlûkatından ekvan ve âsâr ile perdelediği gibi, bu tür velilerini de beşerî tabiatlar ve haller gibi zahirî kesafetle saklamış, dıştan belli olmalarını engellemiştir. Cenab-ı Hakk’a kavuşmak ne kadar güç bir iş ve büyük bir İlâhî lütuf ise bir veli kuluna rastlayıp onun mübarek bakışına uğramak da öylece zordur ve Cenab-ı Hakk’ın ihsanıdır.

Ariflerin sultanı Bayezid Bestâmî’nin “Allah’ı Allah’la bildim.” dediği gibi Hak Teâlâ’ya varlığından başka delil olmadığı ve O’na mâsiva ile vuslat imkânı bulunmadığı gibi, evliyaya delil de Cenab-ı Hakk’ın delilidir; onlarla görüşmek de Hakk’ı bilmeye (mârifete) bağlıdır. Mademki Allah’a vuslat, taleple ve sebeple elde edilemeyen özel bir ihsan ve inayettir; evliyaya kavuşmak da yine istek ve sebeple ele geçmeyen İlâhî bir bağıştır.

Evliyaya ulaşanlar Allah’a vasıl olan erlerdir. Evliyaya ulaşmak ve onları tanımak Allah’a vuslat ve mârifetten daha zor ve güçtür. Çünkü Hak Teâlâ kemal ve cemaliyle aşikâr olarak bellidir. Evliya ise beşerî halleriyle insanların tanımasından örtülü ve gizlidir.

Cenab-ı Hak evliyasını kıskanır. Onları avam ve havassın hor gördüğü, hoşlanmadığı hallerde bulundurur; bu suretle onları kimse tanıyamaz. Böylece onlar Hakk’ın dostluğuyla ve muhabbetiyle özelleşip vuslat yakınlığında bulunurlar. “Velilerim kubâbım altındadır, onları benden başkası bilmez. ” mealindeki hadis-i kudsîde işte bu manayı gösterir. Ancak Cenab-ı Hak bir velisini irşad etmesi için bir kimseye bildirmek isterse o kimsenin gözünden o velinin beşeriyetini kaldırır ve onun hususi varlığını o kimseye gösterir. Yoksa evliya Ashab-ı Kehf gibidir; onları bilmek kolaylıkla elde edilebilen nimetlerden değildir. Bu yüzden âriflerin sultanı Bayezid Bestâmî Hazretleri, “Evliya İlâhî yakınlık dergâhının gelinleridir. Yeni gelin olanları mahremi olanlardan başka kimse görmediği gibi, evliyayı da herkes görüp bilemez.” dedi.

isterim lütfün gibi kahrın da pâyân olmasın Tek seni sevmek cihan halkına âsân olmasın

2.    Hikmet

Cenab-ı Hak çok defa sana melekût sırlarını açar da kulların sırlarını gizler, bildirmez.

Seni çok kere eyler muttali esrarına Mevlâ

Ibâdm hâlbuki senden eder esrârını ihfâ

İnsanların birbirinin sırlarını bilememeleri, özellikle beşeriyet icabı işledikleri utanılacak hallerinin gizli kalması Cenab-ı Hakk’ın lütuflarındandır. Hak Teâlâ günahların örtülüp gizlenmesinde lüzum gördüğünden dolayıdır ki, af ve mağfiret sebebi olan mübarek gün ve gecelerde açıkça günah işleyenlerin bağışlanmayacağı hadis-i şerifle bildirilmiştir. Çirkin işlerin yayılmasını isteyenlerin dünya ve âhirette elemli azapla cezalandırılacakları Kur’an-ı Kerim’de beyan olunmuştur: “Mü minler arasında kötü söz ve davranışların yayılmasını arzulayan kimseler için dünyada ve âhirette çetin bir azap vardır.” (Nûr/19) Bu yüzden veliler ikaz ve irşad gibi bir maksat olmadıkça kulların sırlarını açmazlar.

Bir önceki hikmete göre bu hikmetin manası ise Cenab-ı Hak seni gayb sırlarına muttali ettiği halde kulların sırlarını (evliyanın kimler olduğunu ve velayet sırlarını) bildirmez. Ancak onları görüp feyiz almak ve irşad olmak gibi genel fayda gelir ve bilenin bu sebeple Hakk’a ulaşmasını Allah dilerse, ezelî iradenin derecesine göre bilir ve tanır demektir.

Nişânı olmaz erbâb-ı kemâlin

Bilir ol zümreyi ashâb-ı irfan

3.     Hikmet

İlâhî rahmetle ablaklanmayan kimsenin kulların sırlarına muttali olması kendisi için fitne ve vebal olur.

Eyleyip de nâsın esrârında kesb-i ıttılâ ’

Rahmet-i Hak'la tahalluk etmeyen bir ehl-i hâl

Oldu işbu ıttılâ z kendi hakkında anın

Fitne-engiz-i fesâd ü bâis-i cerr-i vebâl

Sülük ve irşad neticesinde kulların sırlarına muttali olan kimsenin İlâhî rahmetle ahlâklanıp merhametle davranmayı adet edinmesi; günah işleyenlere karşı günahlarını örtüp dostluk göstermesi, düşmanlara yumuşak ve alçakgönüllü davranması, cahilleri bağışlayıp güzel muamele etmesi, günahkârlara merhamet ve bütün kullara şefkat etmesidir.

Eğer kulların sırlarını bilen o kimse Allah’ın ahlâkı ile ahlâklı değilse bu bilgisi kendi aleyhinde ucb, nefsini görmek, günahlara karşı çıkıp büyüklenmek gibi, iyilikleri silen fitneleri üzerine çeker. Rabbani sıfatlara sahip çıkarak Hakk’ın azamet ve kibriyasıyla çekişmek gibi pek büyük bir günaha girmek tehlikesine düşer.

Özetle sülük ve mücahede ile hâsıl olan mükâşefe ve müşahede büyük nimettir. Bu nimetin karşılığında yapılacak şükür ise kulların ayıp ve günahlarını örtüp merhamet göstermektir. Bu hikmet gereği olarak Peygamber Efendimiz(sas): “İlâhı rahmet ancak şakilerin (cehennemliklerin) kalbinden sökülüp çıkarılır. ” buyurmuştur. Yine bir hadiste şöyle buyrulmuştur: “Merhametli davrananlara Cenab-ı Hak da merhamet eder. Ashabım, siz yerdeki mahlûklara merhamet edin ki, göktekiler de size merhamet etsin. ”

Hadis-i kudsî: “Ey kulum, seni yeryüzünde halife kıldımsa rahmet hâzinemden bir parçayı ayırarak sana verdim ve insana nefsinden ziyade merhamet edici oldum. ”

Aşağıdaki hikâye de bu hikmeti doğrulayıcı olduğundan buraya alınmıştır:

Bir gün İbrahim(as) kendisinin yaratılmışların en merhametlisi olduğu düşüncesine kapıldı. Cenab-ı Hak derhal kendisini melekûta yükseltip yeryüzündeki mahlûkatın hallerini gözlerinin önüne serdi. Bu sırada günahkârların cesaret ettikleri isyanları görünce dayanamayıp onların helâk olmalarına beddua etti. Bunun üzerine Cenab-ı Hak ona şöyle buyurdu: “Ey İbrahim, ben kullarıma senden daha merhametliyim. Zira sen bir kere onların kötü fiillerini görmekle kahrolmaları için dua ediyorsun. Ben onların isyanlarını her an görüyorum da onlardan lütuf ve ihsanımı esirgemiyorum. Sen artık yeryüzüne dön. Umulur ki, onlar kaderleri icabınca tövbe ve istiğfar ederler.”

Hazreti Ali’den(ra> rivayet edilen bir hadisin meali şöyledir:

“Cenab-ı Hak gökleri ve yeri İbrahim "e gösterdiği zaman bir adamın günah işlediğini görerek beddua etti. Bunun üzerine o adam derhal helâk olup kendisinden bir iz kalmadı. Birkaç günahkâr da aynı şekilde aynı akıbete uğrayınca Cenab-ı Hak buyurdu: Ey İbrahim, sen ulul-azm peygamberlerdensin; hiçbir duan reddedilmez, kabul olunur. Benim kullarıma beddua etme! Zira onlar üç halden birinde olurlar: Ya işledikleri günaha pişman olur, tövbe ederler veya tövbe etmezlerse de onların nesillerinden beni tevhid ve teşbih edecek çocuklar dünyaya gelir. Yahut isyan halinde ölürler de kıyamet gününde huzuruma getirildiklerinde istersem affederim, istersem acıklı azapla cezalandırırım. ”

Bu hadis-i şerif şu ayetin açıklamasıdır: “Böylece biz İbrahim ’e kesin inanç sahiplerinden olması için göklerin ve yerin melekûtunu gösterdik. ”(En’am/75)

Bazı büyükler Hazreti İbrahim’in oğlu İsmail’i kesmekle emrolunarak bu şekilde bir musibet ve imtihana tabi tutulmasının kullar hakkındaki bu şiddetinden, merhamet azlığından ileri geldiğini söylemişlerdir.

Bazı tefsir âlimleri bu ayetin tefsirinde demişlerdir ki: “İbrahim’e melekût her gece gösteriliyordu. Bu hadise bir gecedeki mele’-i a’Iâya yükselmelerinde vaki oldu. Yere indiğinde: “Ben rüyamda seni boğazladığımı görüyorum.” (Saffât/102) ayeti gereğince İsmail’i kesmekle emrolundu. İsmail’in de İlâhî emre rıza göstermesi üzerine bıçağı alarak: “Yarabbi, boğazlamamı emrettiğin şu İsmail, benim gözümün nuru ve gönlümün sürürüdür.” diye münacat edip merhamet dilediğinde İlâhî taraftan şu nidayı işitti: “Ey İbrahim, asi kullarımın helâkine dua ettiğin geçen geceyi hatırla! Kullarıma benim senin şu oğluna şefkatinden ziyade merhametli olduğumu düşünmez misin? Nasıl benim asi olan kullarımın helâkini istedinse, ben de senden mukabele-i bil-misil olarak oğlunu kesmeni istedim.”

Pür-günah olsam da olmam rahmetinden nâ-ümîd

Bir zaman geçmez kulundan Hazreti Amirzigâr -

4.    Hikmet

Nefs-i emmarenin hazzı masiyette açık, ibadette gizlidir. Gizli hazzın çaresi daha zordur.

Hazzı nefsin zenbde zâhir ibâdette nihân

Gizli bir derde devâ etmek ise müşkil olur

İnsan nefs ve ruh olmak üzere iki fail kuvveti hâizdir. İnsanın nefsânî kısmı daima haz almak ister, ruhaniyeti de tersine hazlardan kaçar. Ruh kulluk vazifelerini yapmaya çalışır, nefsin maksadı ise hayvani arzu ve şehvetlerdir. Nefsin tat almaya düşkünlüğünden dolayı, günah işlemeye cesaret edilir. Bu yüzden masiyette nefsin hazzı açıkça bellidir. Mesela zinaya bu yüzden cesaret eder. İbadette nefsin hazzı ilk bakışta anlaşılmadığı için gizli kalır. Bu yüzden nefs hazzı illetinin tedavisi pek güçtür, nefsânî hazza pek çok özen gösterilip dikkat edilmesini gerektirir. Mesela nefs-i emmarenin ibadet etmek istemesi halinde iyi düşünülüp araştırılmalıdır. Zira ibadet, meşakkat ve zahmettir; hazlardan uzaktır. Nefs-i emmarenin ibadet edip Allah’a yaklaşmak perdesi altından gizli gizli şan şöhret kazanmak ve bu sebeple haz ve tat almak sevdasında olduğunu basiret sahipleri anlamışlardır. Zaten daima nefslerini hesaba çekip kontrol atında tutanlar bunu bildikleri için, ibadette bir tek tat buldukları zaman o ibadeti bırakıp nefsin hoşlanmadığı bir ibadete başlamayı âdet etmişlerdir. Çünkü ibadet nefsin istemediği hal ve harekettir. Nefs bir ibadetten zevk alıyorsa o ibadet mutlaka Allah rızasından ziyade kötü nefsin hazzına uygundur. Aşağıdaki yaşanmış bir olay bunun bir örneğidir:

Ebî Muhammed el-Murteiş Hazretleri anlatıyor:

“Birçok defa yalnız başıma hac yaptım. Fakat hepsinde de nefs bazlarından kurtulamamış olduğumu sonradan anladım. Zira bir gün annem benden bir güğüm su getirmemi istemişti. Bu nefsime pek ağır geldi. O zaman anladım ki, nefsime uyarak zahmetsizce defalarca yaptığım haclarımda nefs hazzı bulunmamış olsaydı, onlar da bana mutlaka ağır gelecekti.”

Ahmed bin Erkam Belhî Hazretleri de şöyle demiştir: “Bana nefsim Isbîcab denilen yerdeki kâfirlerle çarpışmak üzere Müslim ordusu ile birlikte bir gazaya katılmamı teşvik etmeye başladı. Daima fenalığa meyilli olan nefs-i emmarenin böyle en güzel amellerden olan cihadı istemesine şaştım kaldım. Zannettim ki tek başıma halktan uzak yaşadığımdan dolayı üzülüyor ve halkın içinde bulunmak ve insanlar arasında onların saygısını kazanmak istiyor. Bu arzusunu kırmak için gazaya giderken mamur bir yere varırsam da bilinecek bir yerde durmayacağımı söyledim. Ona da razı oldu. Çarpışma sırasında zırhsız ve miğfersiz savaşacağım için ilk hücumda şehid edileceğimden buna benzer savaş sıkıntılarından bahsettim. Hepsini de memnuniyetle kabul etti. Şaşıp kaldım ve çaresiz Cenab-ı Hakk’a yalvarıp: “Yarabbi, kötülükle emrettiğini bildirdiğin nefs- i emmare bana ibadet ve güzel ameller teklif ediyor. Elbette senin sözün doğrudur. Bana bu sırrı ilham et!” diyerek dua ettim. Derhal işin iç yüzü açığa kavuştu. Nefsim hep arzusunun hilafına davrandığım mücahedeme nispetle; günde bin defa ölmek yerine bir kere ölüp şehadet mertebesine erişmek, üstüne kullar arasında ilelebet güzel bir namla anılmanın daha uygun bir iş olacağını düşünüyormuş. Bu yüzden o sene cihada gitmedim, inziva halinde mücahede ile vakit geçirmeyi seçmeye mecbur oldum.”

Bâtıl hemîşe bâtıl u beyhûdedir velî

Müşkil budur ki sûret-i haktan zuhur eder

5.    Hikmet

Ey mürid, riya bazen halkın görmediği yönden sana gelir.

Olur vâki riyâ gâhı

Seni görmeksizin kimse

Riya âbidin ibadetini insanlara göstermesi ve insanların da görmesi demektir. Bazen insanlar görmediği halde riya yine meydana geldiğine göre, açık ve gizli olarak iki türlüdür. Açık riya, ibadetin insanların gözleri önünde yapılmasıyla hâsıl olur. Bunun alâmetine ihtiyaç olmaz. Gizli riya ise insanların görmesine bağlı olmadığından delil ve alâmete muhtaçtır. Çünkü karıncanın yürümesi kadar gizlidir. Basiret sahipleri dediler ki: “Bir âbidin insanların kendisine saygı göstermelerini istemesi, bir mecliste başköşeye oturmayı, ikram edilmeyi arzu etmesi, kendisine özel bir hürmetle davranmayanlara kızması, kusur edenleri Allah’ın cezalandıracağını söyleyerek tehdit etmesi gizli riyanın alâmetlerindendir.”

insanlara baş olmak için ilim öğrenen, muhit edinmek maksadıyla tekkelerde tarikata giren zamanımız âlimlerine, günah işleyenlere karşı övünmek amacıyla zühd ve ibadet eden günümüz zahidlerine dikkat edilirse içlerinden açık ve gizli riyadan yakasını kurtarmış ihlâslı âbid ve zâhid pek az görülür. Ancak irfanları şirk inceliklerinden temiz, bakışları halktan uzak yani halkı görmeyen, yakîn nurlarıyla gönülleri ağyar kesafetinden temizlenen ve eşya mazharlarında Cenab-ı Hakk’ın tecellilerinden başka bir şey müşahede etmeyerek mâsivanın zararlarından selamete kavuşan ârifler ve muhlisler halkın arasında ibadet ve taat yaparlarsa da yine onlar; “Muhlis kullarım hariç... ” (Hicr/40) ayeti dairesindedirler. Bu dereceye ulaşmayanlar, “Allah'ı pek az zikreder, küfür ile iman arasında bocalarlar. ”(Nisâ/142-143) ayetinin belirttikleridir.

Bu yüzden Hazreti Ali Efendimizden şu hadis rivayet olunmuştur: “Kıyamet gününde dünyada iken çektikleri yoksulluk ve yoksunluğun mükâfatını insanlardan almaya çalışmış olan sabırsız fakirlere Cenab-ı Hak şöyle diyecektir: Size dünyada satın almak istediğiniz eşya ucuz satılmaz mıydı? Rastladığınız kimseler tarafindan selam ve iltifatla gönülleriniz alınmaz mıydı? İşleriniz hemen görülmez miydi? işte siz mükâfatınızı dünyada aldınız. Artık sizin başkaca ecir ve mükâfat istemeye ne hakkınız var?”

Veheb bin Münebbih Hazretleri, Abdullah bin Mübarek Hazretlerinin şu kıssayı anlattığını naklediyor ki, bu maksadı açıklayan tarihî olaylardandır:

Abidlerden bir zat bir sohbette demiş ki:

“Günaha girmenize sebep olur korkusuyla evlat ve lyali, mal ve menali terk ettik. Dünyanın şanından şöhretinden el çektik. Hâlbuki şu yokluk ve yalnızlık köşesinde dünyayı seven zenginlerden daha fazla günaha girdik. Zira bir kimse ile karşılaşsak iyi halimizden dolayı hürmet görmeyi, başka bir kimseden bir şey rica etsek takva ehli olduğumuz için isteğimizin hemen yerine getirilmesini, çarşıdan bir şey satın almak istesek iyi halle tanındığımızdan o metanın ucuzca verilmesini arzu ediyoruz. Bu yüzden de gizli riya yapıyoruz.”

Bu şekilde üzüntüsünü belirttiğini zamanın hükümdarı işitti ve bu mübarek zatı ziyaret edip duasını almak istedi. Büyük bir ihtişamla saray erkânıyla birlikte abidin yaşadığı yere vardığında, hükümdarın geldiğini haber alan âbid karşılamaya hazır olacak yerde her zamanki haliyle oturup hemen sofra kurdu ve ağzını doldura doldura büyükleri tiksindirecek şekilde yemek yemeye başladı. Hükümdar onu böyle görünce ziyaret etmek istediği zatın başka birisi olduğunu tahmin ederek sordu, o zat olduğu cevabını alınca: “Böyle terbiyesiz kimseden ne hayır gelir? Boş yere zahmete girdik.” diyerek geri dönmeye mecbur oldu. Âbid bunun üzerine: “Elhamdülillah, Cenab-ı Hak senin sevgini ve alakanı benden kesti.” diyerek şükretmiştir.

Din büyükleri bu gibi gizli riyadan tamamen uzak dururlar. Bir riya eserine uğrarlarsa kendilerini kötülerden gösterirler.

FudayI lyaz Hazretlerinin, “Her kim mürai görmek isterse bana baksın!” buyurması ve Malik bin Dinar Hazretlerinin kendisine “Mürai!” diyen bir kadına “Başkalarının düşünemedikleri bu ismi bana ne güzel buldun?” demesi böyledir.

Davud Tâî Hazretleri kendisini ziyarete gelen bir adama:

“Hacetin nedir?” diye sormuş.

“Ziyaret-i şerifinizdir!” cevabını alınca;

“Sen beni ziyaret ettiğin zaman insaniyetli, güzel bir hareket yapmış oldun. Fakat bana ‘Sen kimsin ki ziyaret olunuyorsun?’ denildiğinde cevap verebilmek için çekeceğim sıkıntıyı düşün! Zira ‘Zahidlerden misin ki ziyaret olunuyorsun?’ denilse, vallahi değilim. ‘Abidlerden misin?’ denilse, vallahi değilim. ‘Salihlerden misin?’ deseler vallahi değilim!” buyurmuş.

Bundan sonra kendisine kızarak:

“Davud, gençlik zamanında sen fâsık olmuştun, şimdi büyüyüp yaşlandığında da riyakâr oldun! Vallahi bir mürai âbid, fâsık bir âbidden daha fenadır!” diyerek üzüntüsünü belirtmiştir.

6.    Hikmet

Ey talip, senin hususi hallerini insanların bilmesini istemen, kullukta sadık olmadığını gösterir.

Hüsn-i hâlin bildiğin halk-ı cihanın istemen

Hakk’a kullukta sadakatsizliğin burhanıdır

Hususiyet burada Cenab-ı Hakk’ın bazı kimselere özel ihsanı olan faydalı ilim, güzel amel ve kalbe ait manevî hallerdir. İşte bir âbidin bu hususiyeti halka bildirmek istemesi kullukta eksikliğinden başka bir şey değildir. Çünkü kullukta sadakat ağyara bakmamak, mâsivaya rağbet etmemektir. Eğer bu âbid sadık bir kul olsaydı, Cenab-ı Hakk’ın ilmiyle kanaat etmesi, başka birisinin bilmesini istememesi gerekirdi. Bu sebepten ötürü Peygamber Efendimizin(sas) bildirdiği üzere gizli bir güzel amel, aşikâr yapılan ibadetten yetmiş kat üstündür.

Hazreti İsa havariyyûna buyurmuş ki: “Eğer içinizden biriniz bir gün oruç tutarsa sıcak memleketlerin ahalisinin âdeti gereğince başını örtsün, dudaklarını silsin de onu görenler oruçlu olduğunu bilmesinler. Yine biriniz bir fakire sadaka verdiği vakit sağ eliyle verip solundan gizlesin. Yine biriniz namaz kıldığı zaman kapısının perdesini kapasın. Zira Cenab-ı Hak takdir edilmiş rızıkları bölüştürdüğü gibi övülmeyi de öylece dağıttı.”

Arif bir kişiye sadık dostun alâmetinin ne olduğu sorulduğunda “Taatini gizlemektir.” cevabını vermiştir.

Ahmed bin Havari Hazretleri de demiştir ki: “İyilikle tanınıp anılmak isteyen kimse ibadetinde şirk etmiş olur. Çünkü Cenab-ı Hakk’a muhabbetle ibadet eden kul, evladının başkasına hizmet ettiğini göstermek istemez.”

Şeyh Abdullah el Karşî Hazretleri: “Hareketlerinde ve sözlerinde Hak Teâlâ’nın işitip görmesiyle yetinmeyen kimse, hiçbir zaman riyanın elinden yakasını kurtaramaz.” demiştir.

Sehl bin Abdullah Tüsterî Hazretleri buyurdu: “Kendisiyle Rabbi arasında cereyan eden hali başkasına bildirmek isteyen kimse gafildir.”

Ebu’I-Hayr el-Akta Hazretleri dedi ki: “Amellerini halkın bilmesini arzu eden kimse müraidir. Hallerini insanlara bildirmek isteyen kimse yalancıdır.”

Bazı ârifler nasihat isteyen bir kimseye şöyle öğüt verdiler: “Tanınmayan ve tanınmayı sevmeyen bir kimse olarak da meşhur olmayı sevme!”

Haşan Basri Hazretleri: “Bir grup insana rastladım ki, gizleyebildikleri amelleri gizlerler, beraber oldukları zata hususi hallerini bildirmeksizin ayrılırlar. Bir grup insana da tesadüf ettim ki, Kur’an’ı ezberlerler de komşularını ondan haberdar etmezler. Cenab-ı Hakk’a geceli gündüzlü dua eyledikleri halde kimseye belli etmezler.” dedi.

Muhammed bin Vâsi Hazretleri dedi ki: “Ben de birtakım Hak erlerine rastladım ki, geceleri aileleriyle beraber bir yastığa baş koydukları halde Allah aşkı ve Hak Teâlâ korkusuyla sabahlara kadar gözlerinden döktükleri yaşları onlara göstermezler. Birtakım zatlara tesadüf ettim ki, namaz kılarlarken duydukları manevî zevkle gözlerinden akıttıkları yaşlar yerlere döküldüğü halde yanında bulunanlar onun farkına varmazlar.”

İşte bu haller ve sözlerle ahvâli gizlemek, sülûkun başlangıcında olan müridlerin halidir. Zira Hak yolunun yolcusu mârifet deryasında ve müşahede nurlarında müstağrak olup kendini yitirirse, ümmete örnek olmak ve nimete şükretmek için hallerini açıklamalarında, amellerini göstermelerinde sakınca olamaz. Bu yüzden bazı eski büyükler tanıdıklarıyla karşılaştıklarında: “Bu gece şu kadar rekât namaz kıldım veya şu kadar cüz Kur’an okudum.” diyerek hallerini ilan ederler. “Riyadan korkmuyor musunuz?” diyenlere, amellerinin efâlullah olduğunu bildikleri için: “Yazık size! Başkasının yaptığı işle riya olunur mu?” derlerdi.

Bazıları da: “Niçin ibadetinizi saklamıyorsunuz?” diyenlere: “Allah Allah! Cenab-ı Hak ‘Rabbinin nimetini söyle? buyurmadı mı ki, siz söylemeyin diyorsunuz? Cenab-ı Hakk’a mı yoksa size mi itaat edelim?” cevabını verirlerdi.

Bu gibi sülûkun sonuna varmış olanların, kulların uymaları ve irşad olmaları için amellerini gizlemelerinden ziyade açıklamalarının daha faydalı olduğuna dair hadis-i şerif vârid olmuştur. Peygamber Efendimize(sas) soruldu:

“Ya Resulallah, bazı amellerimi insanların bilmesi beni memnun ediyor. Bunun sebebi nedir?”

Peygamber Efendimiz(sas) şöyle buyurdular:

uSenin için, biri gizlemen, biri açıklaman sebebiyle iki ecir vardır. ” Bu hadis-i şerifi muhakkıklar yukarıdaki anlamda yorumlamışlardır.

Özetle sâliklerin sülûkun başında halktan kaçıp amellerini gizlemelerinin sebebi; takva ve ihlâsla ibadet etmeyi başararak yakîn nuru ve temkin elde etmek suretiyle kendilerinden fani olup yolun sonuna ermek, Hak’la baki olarak halka geri dönmek hikmetine dayanır. Bu makama ulaştıktan sonra ise Allah’ın has kulu olmak şerefi ele girer. Artık sâlik beşerî iradesinden sıyrılmış ve İlâhî iradeye tabi olup bağlanmıştır. Bundan sonra amellerini açıklamayı da arzu etmez, gizlemeye de önem vermezler. Zira açıklamayı seven kimse, açık olmanın kölesi (abd-i zuhur) ve gizlemeyi seven kimse de gizli kalmanın bağlısı (abdü’l-hafâ) ve her ikisinden de uzak olarak Allah’ın iradesiyle hareket eden kimse ise Allah’ın kulu (abdullah) olur. İşte kullukta sadakat bundan ibarettir.

Hakk’a tefvîz-i umûr et ne elem çek ne keder

Gelir elbette zuhura ne ise hükm-i kader

7.    Hikmet

Ey talip, halkın sana bakışını Cenab-ı Hakk’ın nazarıyla yok et. Hak Teâlâ’nın sana teveccühünü görerek halkın teveccühlerini kaybet.

Nazargâh-ı Hüdâ ol olma halkın nazrasın tâlib

Görüp ikbâlini et nâsın ikbâlinden istiğnâ

İnsanların bakmalarına önem vermeyerek daima Cenab-ı Hakk’ın nazarını gözleyip beklemek, halkın sana olan ilgilerine değer vermeyerek Hak Teâlâ’nın teveccühünün müşahedesiyle nurlara gark olmak kulluk sadakatidir. Zira kemal derecesine ulaşmayan sâlike insanların teveccüh göstermeleri kibir ve gurur verir. Bu teveccühe değer vermek müdahene, riya, yapmacık davranış, hevaya uymak gibi kötülükler getirir. Bu ise manevî rütbe derecelerinin inmesine, İlâhî nazardan düşmeye sebep olacağından kâmil mü’minler hiçbir zaman halkın ilgi göstermesine değer vermezler. Bundan bir fayda hâsıl olmayacağı için ancak akılsızlar halkın teveccühünü önemserler.

Sehl bin Abdullah Hazretleri Mekke-i Mükerreme’de bir tarikat müridine hayırlı bir hatırlatmada bulundu. O da halkın karşı çıkması yüzünden bu öğüdünü tutamayacağını söyleyince Şeyh Hazretleri şöyle buyurdu: “Sâlik, kulluk hakikatine iki halin birini gerçekleştirmedikçe ulaşamaz. Bu iki hal, ya halkı gözden çıkarıp âlemde Hâlik’tan başka kimse görmemek veyahut nefsini gönlünden çıkarıp dünya hadiselerine aldırış etmemektir.”

Insan-ı kâmil insanların kötülemelerine üzülüp övmelerine sevinmez. Hak yolunda kötülerin yermesinden korkmaz. Rabbani mücahid ve Hak nazarını isteyen gönül ehli olur. Halkın bakışına önem vermez. Hak rızasını kazanmaya çalışır. Lüzumsuz işlerle uğraşmaz.

Hazreti Lokman bir merkebe binmişti. Oğlu yanında yürüyerek gidiyorlardı. Çarşıya vardıklarında halk onları görünce:

“Bu masum çocuğu nasıl kıyıp da yürütüyorsun? Hiç olmazsa arkana oturtsaydın!” deyip Lokman Hazretlerini şefkatsizlikle suçlayıp ayıpladılar.

Bunun üzerine o da çocuğu hayvanın arkasına bindirdi. Bu sefer:

“Bir merkebe iki adam az gelir, birisi de hayvanın önüne binseydi daha tuhaf olurdu...” diye alay ettiler.

Hazreti Lokman da merkepten inip eşeği önden çekerek yürümeye başladı. Bazıları bunu görüp:

“ihtiyar adam yürürken çocuğun eşeğe binmesi ne saygısızlık!..” diyerek kabahat buldular.

Bunun üzerine artık çocuk da merkepten indi, babasıyla birlikte eşeğin arkasında yürümek zorunda kaldı. Boşboğazlar buna da kusur bulup dediler ki:

“Allah Allah, şunlara bakın! Birisi ihtiyar, biri küçük çocuk... Önlerinde merkepleri yüksüz olduğu halde yine binmemişler.”

Cenab-ı Lokman bu sefer oğluna dönüp:

“Böyle çeşitli tabiatlarda ve düşüncede olan insanların hoşnut olmaları hiçbir zaman mümkün olmaz. Onun için hal ve harekâtının daima Hak rızasına uygun olmasını gözet. Dedikoduya, halkın övmelerine, yermelerine aldırış etme!” diye nasihat etti.

Muhammed bin Eşlem Hazretleri şöyle buyururlardı: “Ben halkla ne bakımdan ilgilenebilirim ki, babamın belinde anamın kanundaydım. Dünyaya gelmeye mecbur olduğum gibi, ahirete gitmeye de mecburum. Ölüp kabre girdiğimde Münker ve Nekir’in sorularına vereceğim cevapla kabrim ya cennet bahçesine veya cehennem çukuruna dönecek. Kıyamet gününde Hak huzurunda günahlarım, amellerim hesaplanıp ya nimetlere erişeceğim veya azaba atılacağım. Buralarda hiç kimseyle beraber olacak değilim.”

Haris bin Muhasibi Hazretlerine sordular:

“Sadık kulun alâmeti nedir?” Cevap verdi:

“Sadık kul insanların yanında değeri tamamen kaybolmuş olsa kalbinin düzgünlüğünden dolayı yine buna aldırış etmez. Güzel amellerinden zerre kadarını insanların bilmesini istemez. Kötü işlerine halkın muttali olmasından nefret etmez. Zira kötülüklerin bilinmesinden nefret etmek güzel halin insanlar arasında yayılmasını arzulamanın delilidir ki, bu da sadıkların ahlâkından olamaz.”

Merd-i kâmil kendi nefsinde kemâl ister kemin

Eylemez zemm ü senâyı halka asla itibar

8.     Hikmet

Kim Hakk’ı bilirse her şeyde O’nu müşahede eder. Kim Hak’ta fani olursa gaib olur. Kim

Hakk’ı bilirse O’nun üzerine hiçbir şeyi tercih etmez.

Eden hakkıyla hâsılHakk’a nisbet

Anı eyler bütün eşyâda ruyet

Olurfânî Hüdâ’da her geh dâim

Vücud emrinde görmez vech-i kaim

Eden bir kimse hâsıl hubb-ı Gaffar

Ana karşı sivâyı etmez îsâr

İrfan sahibi, sülük makamlarından “mârifet” makamını gerçekleştirdiğinde âlemde Cenab-ı Hakk’ı açıkça müşahede ettiğinden dolayı artık hiçbir şeyden ürkmez; her mevcut ile uyuşup uzlaşır.

“Fenâ” makamında tahakkuk eden sâlik de her şeyden hatta kendi nefs ve hissinden bile gaib olarak Cenab-ı Hak’tan başka bir varlık görmeyeceği için ekvana güvenmez ve dayanmaz. Fakat “mârifet” makamında olan ârifler buradan terakki edip “beka” makamına geçtiklerinden ancak Hakk’ı Hak ve halkı halk görerek Hak ile halktan ve halkla Hak’tan perdelenmezler. Bununla birlikte kendilerinden ve hislerinden gaib olmazlar. Muhabbet makamındaki âşıklar ise gerçek sevgili Hak Teâlâ’ya hiçbir şeyi tercih etmezler. Daima rıza meclisinde “Allah bizimledir. ” şarabının sarhoşu olduklarından İlâhî iradenin dışında bir harekette bulunamazlar.

Bunlar bu makamların alâmetlerindendir. Bu makamlarda olduklarını iddia edenler bu ölçüyle imtihan edilip fark ve belli edilmelidir.

9.    Hikmet

Ey talip, seni ancak Cenab-ı Hakk’ın sana yakınlığı perdeledi. O’nun perdelenmesi zuhurunun şiddetinden, gözlerden gizlenmesi nurunun azametindendir.

Şiddet-i kurbu sana oldu hicâb

Ol Hüdâ-yı zâhirin bî-irtiyâb

Ihticâb etti heman ol Kird-gâr

Olduğundan pek ziyâde âşikâr

Halkın ebrârından ol aynü ’l-ayan

Kuvvet-i nûrundan olmuştur nihân

Uzaklığın şiddeti görmeyi engellediği gibi, fazla yakınlık da hakikatin idrak edilmesine manidir. Zira Cenab-ı Hakk’ın yakınlığının şiddeti insanın yok olmasını gerektirdiğinden insan için görülmesi imkânı yoktur. Bu gerçek Tur dağında Cenab-ı Hakk’ın tecellisi ile koca dağın parçalanması ve Hazreti Musa’nın bayılması ile açıklığa kavuşmuştur. Fakat ahiret yurdunda beşeriyet ve tabiatın kalkması ve insan suretinin hakikate dönmesiyle görüşü açılacağı gibi dünyada da perdelerin kalkmasıyla Cenab-ı Hak, eşyada kaim ve ekvanı kaplamış olarak ancak basiret nuruyla görülebilir. Şüphesiz bir şeye fazla yakınlık insanın onu görmesine engel olur, bakışını perdeler. Çünkü yakınlığın hakikati, yakınlığın şiddetinden dolayı ona yakın olan insanın hissedememesidir. Bir kimse misk kokusuna yaklaştıkça kokunun arttığını hisseder. Fakat rayihanın olduğu yerde devamlı kaldığı zaman, burnu ona alışarak kokuyu duyamaz olur.

Yine açıklığın şiddeti, nurun kuvveti de görmeye manidir. Güneş ışığının diğer şeylerin ışığından güçlü ve şiddetli olması sebebiyle gözleri kamaştırmasının yanı sıra güneşe karşı bakmayı engellediği bilinir. Bir başka ifadeyle, kendi parıltısı kendisini görmeye mani olur.

Burada perdenin manası gözlerin nurun parlaklığına dayanamamasından ibarettir. Perde diye bir şey bahis konusu olmaz. Zira Cenab-ı Hak zatıyla zâhir olup yine zatından dolayı perdeli olamayacağından, bu perde beşerî kesafet nedeniyle manevî müşahededen mahrum olan insanlara göredir.

10.    Hikmet

Ey sâlik, ettiğin duanın Cenab-ı Hakk’ın ihsanına sebep olduğunu düşünme. Zira Hak Teâlâ ile ilgili bilgin noksan olur. Dua ve isteğin kulluğunu göstermek ve rububiyet haklarını yerine getirmek için olsun.

Duâyı ittihâz etme seheb-i ihsân-ı Mevlâ’ya

Bu zirâ fehm-i esrâr-ı Hüdâ ’da hükm-i noksandır

Duâyı eyle izhar-ı ubudiyet için dâim

Dahi ifâ-yı hakk-ı Hak için işte bu irfandır

Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’in birçok yerinde kendisine hacet arz edilip münacat edilmesini emrediyor. Bunlardan biri: “Kullarım benden sorarlarsa ben yakınımy dua edenlerin duasına icabet ederim.” (Bakara/186) Biri de: “Bana dua edin ki duanıza icabet edeyim.” (Mü’min/60) ayetleridir. Bu ayetlerin zahirî manalarından anlaşılan, duanın icabet ve ihsan sebebi olmasıdır. Hâlbuki ezelde takdir edilmiş olanın değişmeyeceği, duaların ezelde verilmiş takdir hükmüne tesiri olmayacağı açıktır.

Şu halde ortaya çıkan çelişkiyi gidermek gerekir ki müellif bu maksatla ve buradaki İlâhî sırları beyan etmek için bu hikmeti ifade etmiştir. İlâhî ilim ve ezelde verilmiş hüküm dua ile değişemeyeceğinden insanlar İlâhî ihsanları dualarından bilmemelidir. Dua ile emellerine ulaşmaya çalışanlar, bu ayetlerde dua ile ilgili İlâhî emrin sırlarını ve gizli hikmetlerini tam olarak idrak etmemiş olanlardır. Zira Cenab-ı Hakk’ın duayı emretmesi, duanın isteğin elde edilmesine sebep oluşundan değil kulların kendisine ve ihsanlarına muhtaç olduklarını belli etmeleri ve böylece kendisine ait olan hakları yerine getirmeleri içindir.- Bu sırada takdir edilmiş bulunan da husûle geleceğinden görünüşteki çelişki ortadan kalkar.

Ebu Nasr es-Sirac Hazretleri dedi ki: “Hakk’a teslim olup tefviz-i umûr etmiş olan âriflerin yine duadan geri kalmamalarının sebebi nedir?” diye sorduğumda bazı şeyhler şöyle cevap verdiler: “Namaz gibi dua da beden azalarıyla yapıldığından, dili dua ile süsleyip terbiye etmek içindir.” Bazıları da: “Dua etmekle emredilmiş olduğumuzdan bu emre uymak için dua ederiz.” dediler. Bazıları da şöyle cevap verdi: “Duanın faydası Cenab-ı Hakk’a karşı yoksunluk göstermek, zilletle kulluk vazifesini yerine getirmektir. Yoksa Allah dilediğine hükmeder ve dilediğini yapar.”

Şu halde bu hikmetin gereğince, Cenab-ı Hak kulların Rabbi olduğu gibi insan da bütün işleri ve sözlerinde Allah’ın kulu olmak için ne kadar isteklerini elde etmiş, maksatlarına erişmiş olsa da yine dua etmekle mükelleftir. Her halinde Mevlâ’sına yalvarış elini kaldırmalı, duasının kabul edilip edilmediğine bakmamalıdır. Bu yüzden Ebu Şazelî Hazretleri buyurdu: “İsteğine erişmek için dua eden sâlik perdelenir. Zilletini arz edip münacat eden mürid sevilir. Yani birisi mahcûb, diğeri mahbub olur.”

İmam Kuşeyrî Hazretleri: “İnsanların en fenası, ihlâsla istemeyi ve ağlayarak içten dua etmeyi musibet ve bela zamanlarına münhasır kılan, selamet sahiline çıktığında da Cenab-ı Hakk’a karşı kulluk vazifesini unutan insandır.”

Bazı Hak erleri de şöyle dediler: “Cenab-ı Hakk’a sığınmaya sebep olan dert ve bela, gaflet getiren ihsan ve rahatlıktan daha hayırlıdır.”

Seherde gül gibi baş aç tazarru eyle mabuda

Duâ-yı subh anahtardır kilid-i bâb-ı maksûda

11.    Hikmet

Ey kul, senin dua ve isteğin Cenab-ı Hakk’ın ezelde takdir etmiş olduğu ihsanına nasıl sebep olabilir? Ezelde verilmiş hüküm sebep ve illetlere bağlı olmaktan uzak ve yüksektir.

Atâ-yı sâbıka bâis olur mu dâvet-i lâhik

Muzâf olmaktan ahkâm-ı ezel esbâba âlîdir

Olmuş ve olacak bütün varlıklar ve hadiseler ilâhı ilim suretlerinden ibarettir. “Olmuş olandan başka bir şeyin yaratılması imkân dışıdır.” anlamınca İlâhî ilim suretleri dışında olacak bir hal ve keyfiyet yoktur. Ezelî rabbanî ilim, değişmekten münezzeh ve mukaddestir. Bundan böyle de gelecek zamanlar ve zaman içinde olacak şeylerin hepsi “Ceffe’l-kalem” (Kalem kurudu) hadis-i şerifi hükmüne göre o ilim suretlerinin tecellisinin eserleridir. Böyle olunca ezelde Cenab- ı Hakk’ın iradesiyle takdir edilmiş bir ihsan-ı ilâhiyeye, sonradan var olmuş bulunan bir insanın dua ve isteği tesir edebilir mi? İlâhî ihsan ezelde Cenab-ı Hakk’ın kadim iradesine bağlıdır, talep ve dua ise sonradan yapılmıştır. Sonradan ortaya çıkanın kadimde tesiri olamaz. Önceden verilmiş ihsana, sonra meydana gelen duanın sebep olması düşünülemez. Ezel hükmü burada İlâhî ihsandır. Sebep ve illet ise dua ve taleptir.

Özetle ezelî irade ve rabbanî meşiyyet (irade) bütün takdir edilmişlerin müessir illetidir. Allah’ın yaratmasında başka sebep ve illet düşünülemez. Bu hikmetteki iki cümle önceki hikmetteki anlamların ayrı ayrı delildir, ikinci cümle birinciye de delil olabilir.

12.    Hikmet

Ey derviş, Cenab-ı Hakk’ın sana ihsan etmesinin sebebi senin bir amelinden ötürü değildir.

Ihsan etmeyi dilediğinde sen neredeydin? Sana ihsan etmeyi dilediği vakitte güzel amel ve iyi hal yoktu; yalnız Hak Teâlâ’nm fazlı ve keremi vardı.

Tecelli-i ilâhı sende cânâ

Değil mâlûl amelle senden asla

Aceb nerde idin “Rûz-ı Belâ ”da

O vakt-ı fazl u ihsân-ı Hüdâ’da

Teveccüh ettiği demde 'inayet

Tekabül ettiği anda riâyet

O günde yok idi a mâl ü ahvâl

Heman var idi ihsan ü ifdâl

İnsanın isteklerinin ezelde ilâhı iradeye taalluk ettiği vakitte, henüz insan varlık kokusunu koklamamış ve mevcut olmamıştı. Buna göre Cenab-ı Hakk’ın inayetine, güzel amellerin ve hayırlı duaların sebep olmadığı açıklık kazanır. Nasıl sebep olabilir ki; henüz sebep ortada yokken İlâhî inayet vardı.-

Şu halde Cenab-ı Hakk’ın ezelî inayetine yönelen amellerin ve güzel hallerin mevcut olmadığı ezel gününde ancak Hak Teâlâ’nın keremi ve lütuflarının mevcut olduğu anlaşıldı. Öyleyse duanın istenilenin verilmesine, güzel amelin inayete, cennete girmeye ve cehennem azabından kurtulmaya sebep olamayacağı da açıkça belli oldu.

Bu yüzden Vâsıtî Hazretleri şöyle dedi: “Alemde haller ve çeşitli kazançlar ezelde bölüştürülmüş olduğuna göre fiiller, hükümler ve gerçekleşecek şeyler ebediyen icra olunmuş bulunduğuna göre, insan artık maddî ve manevî isteklere özenip nasıl erişebilir? Çalışıp çabalamakla neye ulaşabilir? 'Rahmetini istediğine tahsis eder. ’ (Al-i îmran/74)

Dâd-ı Hak-râ kabiliyet şart nîst

Belki şart-ı kabiliyet dâd-ı Hak

(Hakk’ın ihsanında kabiliyet şart değildir, kabiliyet Cenab-ı Hakk’ın vergisidir.)

13.     Hikmet

Cenab-ı Hak kullarının ezelî inayetinin ortaya çıkış sırrını öğrenmeye can atacaklarını bildiği için Kur’an’da rahmetini dilediğine tahsis edeceğini söyledi. Ama bu ihtisasın düşüncesiyle onları kendi hallerine bırakmış olsa ezelî ilme güvenerek güzel amel işlemeyi terk edeceklerini bildiğinden: “Allah’ın rahmeti ancak iyilik edenlere yakındır.” dedi.

Bilip o Hâlik-ı rûy-i zemin ü çerh-i kebûd

Zuhûr-ı sırr-ı inâyet 'ibâdına maksud

Buna işâret ile o Hüdâ kitâbmda

Buyurdu muhkem-i tenzîl-i müstetâbında

Eder hasisa-i rahmetle sürür u mümtaz

Kimi dilerse cenâb-ı Hüdâ-yı bî-enbaz

Dahi bilir ki bıraksa bu halde anlan ger

Ki itimâd-ı ezelle ibâdet etmezler

Dedi bu nükteye mebnı de Hazreti Mâbud

Heman ekârime oldu yakîn rahmet ü cûd

“İnayet” İlâhî iradenin bir şeyin gelecekte meydana gelmesine ezelde taalluk etmesidir. İnayet Cenab-ı Hakk’ın bir şeyin gelecekte olmasını ezelde dilemiş olmasına bağlıdır. Sır örtülü, gizli olan şeye denir. İnsanlar ezelde irade-i ilâhîyenin halleri ne suretle etkilediğini bilemediklerinden gelecekte o sırrın meydana çıkmasına büyük bir istek duyarlar. Duaların, güzel amellerin emellerine ulaşmada etkili olacağına inanarak Cenab-ı Hakk’ın ezelî inayetinin zuhuruna ümitle dua ederler. Cenab-ı Hak onların emellerindeki tamahlarını kırmak için Kur’an’da “Rahmetini dilediğine tahsis eder. " (Bakara/105) buyurmuştur. Kendisine İlâhî rahmet nasip olanlar Cenab-ı Hakk’ın dilediği insanlardır. Buna göre inayet sırrının bazı zatlara has olduğu, güzel amel ve duaların inayet sırrının açılmasına sebep olamayacağı anlaşılmış olur. Ancak rahmetin sırf kendine ayrılmış olması düşüncesi ezelî iradeye güvenip dayanarak ibadet etmeyi bıraktırır. Bu ise Cebriye mezhebinin batıl inanç ve amellerindendir. Hâlbuki cüz’î iradeyle yükümlü olunan kulluk vazifelerinin yapılması, kulluk gereğinin yerine getirilmesi lazımdır. Bu yüzden Hakk’a tefviz-i umûr ile birlikte kulluk görevlerinin ifasının, İlâhî inayetin ortaya çıkıp devam etmesine adi sebep olacağını da anlatmak için yine Kur’an’da: “Şüphesiz Allah'ın rahmeti muhsinlere yakındır." (A’raf/56) buyrulmuştur. Güzel amel işleyen ve iyilik edenlere İlâhî rahmetin yakın olduğu göz önünde tutulursa, güzel amel ezelî inayetin illeti olmazsa da onun alâmet ve emmaresi olacağı ve ezelî ilme güvenmekle ibadeti bırakmanın asla uygun olmayacağı belli olur.

Ashab-ı kiram İlâhî ilmin değişmeyeceğini ve bu halde amellerin dünya ve ahirette faydası görülemeyeceğini öğrendiklerinde Peygamber Efendimizden'"’ amel etmeyi bırakmak müsaadesini istediler. O zaman Resulullah Efendimiz şöyle buyurdular: “Amel işlemeye devam edin, kim ne maksat için yaratılmışsa o maksadın ameli ona kolaylaştırılır. "

Zira ilmin bilinene tesiri yoktur. Yaratılmış olan ne varsa hepsi başta ve sonda Allah’ın yarattıklarına kolaylaştırılarak meydana gelmiş ve gelecektir. Bundan dolayı kullara düşen kulluk gereklerini yerine getirmek, Cenab-ı Hakk’ın işi de ezelî iradesine göre Rablik hukukunu yürütmektir.-

14.    Hikmet

Her şey ilâhı iradeye dayanır, ilâhı irade ise hiçbir şeye bağlı değildir.

Eder meşiyyet-iMevlâ'ya istinâdeşya

Meşiyyet eylemez eşyaya istinâd asla

Mevcudatın hepsi ezeldeki İlâhî irade ile meydana gelmiş olduğu gibi, âlemde İlâhî iradeye dayanmayan bir şey bulunmaz. Allah’ın iradesi dışında bir şeyin ortaya çıkması ve olması düşünülemez. Her şeyin illeti İlâhî iradedir ve bu iradenin illeti yoktur. İlâhî iradenin bir şeye istinâd etmesi düşünülmüş olsa, kemal sıfatlarıyla sıfatlı ve noksan sıfatlardan münezzeh olan Hak Teâlâ’nın iradesinde başka bir şeye dayanmak ihtiyacı olmasını gerektirir ki bu sıfatlarında noksanlık demektir ve muhaldir.

Bu hikmetten maksat bundan önceki hikmet gibi dua, talep ve güzel amellerin ezelî rahmet ve inayete sebep olamayacağını bildirmektir. Zira bütün varlıkların dayanağı ve müessir sebebi ancak rabbanî iradedir. Buna göre artık duanın ve güzel amellerin İlâhî iradeye tesiri olamayacağı gerçeği açıklık kazanır. Dua ve amelin tesiri olsa İlâhî iradenin onlara dayanması gerekir ve muradın iradeden farklı olması icap ederdi. Bu Cenab-ı Hakk’ın kemal vasıflarında noksanlık bulunması demektir ki muhaldir.

Şu halde sâlike lazım olan ezel hükümlerine tutunmak, sebebi, illeti aradan çıkarıp tedbir ve ihtiyarını terk etmek ve kulluk kapısında muhtaç halde bulunmaktır. Bu tevhid edebinin gereğidir. Bu mevzuda Ebubekir Vâsıtî Hazretlerinin şu sözleri kulaklara küpe yapılacak değerdedir: “Cenab-ı Hak bir fakire yoksulluğundan ötürü yakın olmaz ve bir zenginden zenginliği yüzünden uzaklaşmaz. Dünya saraylarının Allah katında değeri olmadığından bunlar vuslat ve ayrılık getirmez. Sen dünya ve ukbayı Hak yolunda serip feda etsen, bu davranışın seni ahadiyet dergâhına ulaştırmaz. Dünya ve ahiretin tümüne malik olsan bu sebeple ulûhiyet kapısından uzaklaşmazsım Cenab-ı Hakk’a yakın olan illetsiz yakındır ve uzak olan da sebepsiz uzaktır. Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’inde buyurdu: Allah'ın nur vermediği kimsenin nuru olmaz.” (Nûr/40)

Yine Vâsıtî Hazretleri buyurur: “İnsanların hepsi ilâhı irade ve rabbanî kudret dairesinde kullanıldıkları için hakikatte ne bir kimse Cenab-ı Hakk’a muhalefet, ne de muvafakat etmiş olur. Geceyi gündüze çeviren, kalplere ve gözlerin görmesine tasarruf eden Hak Teâlâ olduğu halde Hak ile halk arasında aykırılık ve uygunluk artık nasıl tasavvur olunabilir?”

15.    Hikmet

Arifin ezelî kısmete güvenip zikrullahla meşgul olması bazen dua ve talebi terk ettirir.

Itimâd-ı kısmet-i Hak iştigal-i zikr-i Rab

Ettirir erbâb-ı irfâna gehî terk-i taleb

Cenab-ı Hakk’a teslim olup tefviz-i umûr eden ve kaderine razı olan ârifler için ezelî kısmete güvenerek istemeyi bırakmak edep gereğinden sayılır. Muhakkıklar talep ve dua mı hayırlıdır, yoksa sükût etmek mi efdaldir konusunda farklı görüş belirttiler. Bazı âlimler, dua dil amelinden bir amel ve aslında bir ibadet olması bakımından daha hayırlıdır dediler. Çünkü Peygamber Efendimiz"’: “Dua ibadetin iliğidir.” buyurmuştur. Beden ilikle yaşadığı gibi ibadet de dua ile devamlılık kazanır.

Ebu Hâzım A’rec Hazretleri: “Duadan mahrum olmak, duanın kabulünden mahrum olmaktan daha şiddetlidir.” buyurdu. Bir kısım ârifler de: “Sükût etmek ve bilinip tanınmamak (humul), ezelî hükmün icrası altında bulunmak ve rabbanî iradeye razı olmak demektir. Bu da kulluk edeplerinden olduğundan duayı bırakmak daha uygun olur.” dediler ve buna şu hadis-i kudsîyi delil gösterdiler: “Benim zikrim her kimi benden bir şey istemekten meşgul ederse, ona isteyenlere verilenlerin en üstününü veririm. ”

Bazı sofiler de şöyle dedi: “İnsan hem duanın, hem de rızanın gereğinin yerine getirilmesi için diliyle dua edip kalbiyle razı olmalıdır.” Ebu Kasım Kuşeyrî Hazretleri bu hususta şu açıklamayı yaptı: “Vakitler çeşitli olduğundan bir sâlikin kalbinde genişlik gibi duaya işaret hissettiği zaman talep ve duada bulunması iyidir. Kalbinde daralma hissedip sükûta alâmet bulduğunda susup razı olması uygun olur. Eğer kalbinde bu iki halden birini bulamazsa o zaman dua veya sükût etmesi birdir, dilediğini yapar. Bu vakitte ilmi çok olan sâlik dua etmelidir. Zira dua ibadettir. Eğer sâlikin irfanı üstünse duayı bırakması daha iyidir.”

Bir hadis-i şerife göre: Cenab-ı Hak eğer dua eden kimseyi severse, iradesini infaz etmekle görevli olan Cebrail’e, onun sesini işitmeyi sevdiğinden istediğini geciktirmesini, eğer sevmiyorsa, sesini duymaktan hoşlanmadığından dolayı isteğinin hemen verilmesini emreder. Şu halde “Allah bir mü’minin, bir de münafığın duasını kabul eder.” sözü ne kadar anlamlıdır.

16.    Hikmet

Ancak gaflete düşecek olana hatırlatılır, ihmal edecek olan kişi uyarılır.

Olur ma ’rûz-ı gaflet şüphesiz şâyeste-i tezkîr

Dahi tembihe lâyık mümkirıü ’l-ihmâl olan kimse

İstemeyi ve duayı terk etmek âriflerin edeplerindendir. Çünkü isteyenin halini bilmeyen kimseye hatırlatmak, halini bilen fakat buna önem ve değer vermeyeni uyarmak gerektir. Hâlbuki Cenab-ı Hak her halde gizli ve açık her şeyi bilir; bu gibi hallerden münezzehtir.

İşte bu yüzden İmam Vâsıtî Hazretlerinden dua etmesi rica edildiğinde dedi ki: “Eğer dua edersem Cenab-ı Hakk’ın bana ‘Ey Vâsıtî, bizim gayb hâzinemizde senin için takdir edilmiş hazır olan bir şey istiyorsan, bizi şimdiye kadar unutup ihmal etmekle itham ediyorsun. Eğer kaderinde olmayan bir şey istiyorsan, kötü düşünüp bize lüzumsuz söz söylüyorsun.- Eğer bizim takdirimize razı olup boyun eğersen, takdir etmiş olduğumuz şeyler sana ulaşır.’ diye azarlanacağımdan korkarım.”

Abdullah bin Mübarek Hazretleri de şöyle buyurdu: “Ezelde, önceden takdir edilen elbette ortaya çıkar. Cenab-ı Hakk’a elli seneden beri dua ve münacat etmediğim gibi, bir kimseden de dua istemedim.”

17.    Hikmet

Yokluk ve yoksunluk halleri müridin bayramıdır.

Vücud-ı fakr u fâka sâlikin oldu a yâdı

Bayram sevinç ve şenliklerle geçen özel vakitlerdir. Avam yemek içmekle şehvet arzularına ulaşarak, süslü elbiselerle haz duyarak neşelenir. Müridler de yokluk, yoksunluk ve zaruri ihtiyaçların ardı ardına meydana gelmesiyle sevinip neşe duyarlar. Bu ârifler daima yoksulluğu zenginliğe, sıkıntıyı rahatlığa, düşkünlüğü şerefe, hastalığı sıhhate tercih ederler. Kalp rikkatini, ibadet tadını, kulluk zevkini darlık ve zaruret hallerinde ararlar. Dünyanın kaybolmasıyla ahireti, yoksulluk ve belaların gelmesiyle Cenab-ı Hakk’a yaklaşmayı seçerler.

Bu mübarek zümreden biri ilâhı tecellilerin yeri olan Kâbe’yi tavaf ettiği sırada (Arapça manzum olarak) şöyle diyordu: “Ben gördüğün gibi bir örtüyle örtünüyorum. Küçük kız çocuğum gördüğün gibi ağlıyor. Çocuğumun annesinin de çıplak olduğunu görüyorsun. Ey bizim halimizi gören ve görülmeyen Allah, yoksa benim bu halimi görmüyor musun? Bize inen üzüntü ve kederi bilmiyor musun?”

Bu acıklı sözleri işiten cömert bir kimse üzüldü. Hemen bir şeyler bulup buluşturup ona ikram etti. Münacat eden ise kabul etmedi ve dedi ki: “Beni kendi halime bırak! Çünkü dünya meramdan bir şeyim olsaydı, Rabbim Teâlâ Hazretlerine böyle yalvarıp niyaz edebilir miydim?”

Ebu İshak el-Herevî Hazretleri buyurdu: “Yedi hal yedi hale tercih olunmadıkça tam şeref ve kemal kazanılamaz. Fakirlik zenginliğe, açlık tokluğa, alçak derece yüksek mevkie, zillet izzete, tevazu büyüklenmeye, hüzün sevince, ölüm hayata üstün tutulup seçilmelidir.”

Bu yüzden yoksulluk gelmesi müridlerin bayramlarıdır. Zira belalarda ve yoksunlukta birtakım sırlı bağlantılar vardır ki, onu ulü’l-ebrar olan kâmillerden başkası idrak edemez. Düşünülsün: insan bir belaya uğradığı zaman şiddetli bir üzüntü hisseder ve gönlünde kırıklık hüküm sürmeye başlar, işte bu Cenab-ı Hakk’ın yakınlığının alâmetidir. Hadis-i kudsî: “Ben kırık gönüllerin katındayım. ” buyurduğuna göre bu yakınlık zevkini hissettiği dakikadan itibaren hazları terk etmeye, zillet içinde Hak dergâhına sığınmaya mecburiyet duyar. İlâhî yardım ise, “And olsun, biz size Bedirde zillette bulunduğunuz halde yardım ettik.” (Al-i Imran/123) ayeti gereğince bu zillete bağlıdır.

Sebeplerin ortaya çıkması yüzünden bu vicdanî zevki kaybeden mürid, perdelenerek derin bir üzüntüye düşer. Feryat ve figan ederek bir belaya uğrayıp eski halinin geri dönmesini dört gözle bekler. Nitekim Hayru’n-Nessac Hazretlerinin aşağıda anlattıkları bunlardandır:

Bir gün bir mescide girdiğimde fakir bir adama rastladım. Beni görünce elime sarılarak: ‘Şeyhim, bana merhamet et, acınacak haldeyim!’ dedi. Derdinin ne olduğunu sorduğumda: ‘Hiçbir derdim yok, afiyetteyim!’ diye cevap verdi. Nazar ettim, kendine çok büyük bir miktar dünyalığın nasip olduğunu gördüm.

Özetle sadakatli fakirler, yoksulluk zevkini bozmamak için zenginlerin fakirlikten çekindikleri kadar zenginlikten sakınırlar.

18.    Hikmet

Ey talip, çok defa oruç ve namazda bulamadığın feyizleri yoksulluk halinde bulursun.

O fazl-ı Hak ki oldun fakr ile sen nâil ey sâlik

An çok kere bulmazsın salât ü savm-ı Mevlâ’da

Yokluk ve yoksulluk sebebiyle sâlike öyle kalp sefası, öyle vicdan saflığı hâsıl olur ki, onu namazda ve oruçta elde etmek mümkün değildir. Zira namaz ve oruca ucb ve riya gibi nefs hazzının ve hevanm meydana gelmesiyle şehvet afetlerinin girmesi ihtimali vardır. Bu yüzden ibadetten beklenen kalbi boşaltıp temizleme ve güzel vasıflarla doldurma maksadı gerçekleşmeyebilir. Yokluk ve yoksulluk ise nefsin açık ve gizli arzu ettiği hazlara tamamen ters olduğundan tecellilerin artmasında, sırların açılmasında daha faydalıdır. Bu yüzden Peygamber Efendimiz(sas) fakirliği zenginliğe tercih eder ve “Yoksunluk övüncümdür, ancak onunla övünürüm.* buyururlardı. Sabırlı fakirleri, şükredici zenginlerden üstün tutmuşlar ve şöyle buyurmuşlardır: “Her şeyin bir anahtarı vardır. Cennetin anahtarı da miskinleri ve fakirleri sevmektir. ”

Fakiriz gerçi amma eyleriz gerdûna istiğna

Bu istiğnâlar ey Rûhî tevekkül cânibindendir

19.    Hikmet

Yoksunluk ve ihtiyaçlar ihsanların serilmiş sofralarıdır. Hediyelerin gelmesini istiyorsan sahih

yoksunlukla gerçekleş. Zira sadakalar yoksullara mahsustur.

Fakr u fâka bisât-ı ihsandır

istiyorsan vürûd-ı ihsânı

Fâka vü fakrı eyle gel tashih

Neyl-i ihsan fakirlerin şanı

Müellif Hazretleri yoksulluğu ve yokluğu sofraya benzetiyor. Büyük bir padişahın bağışlarına nail olanlar onun huzurunda özel bir mevki sahibi olanlardır. O yüksek makama ve paha biçilmez sofraya oturanlar nasıl hediyeler elde ederlerse, yoksulluk sofrasına oturanlar da huzur zevkine erdikleri halde Cenab-ı Hakk’ın İlâhî mevhibelerine kavuşurlar.

Şu halde İlâhî hediyelere kavuşmanın adi sebebi yoksunlukla gerçekleşmek ve kulluk vasıflarıyla ahlâklanmaktır. Hatta İlâhî bağışların zuhur vasıtası olan cömert kişilerden sadaka alan bir fakir onu Hak’tan aldığını düşünmezse yoksunluğunu düzeltmiş, sahihleştirmiş olamaz. Çünkü her ne suretle olursa olsun mâsivadan müstağni olamayan bir fakir, hiçbir vakit sadık bir fakir ve İlâhî mevhibeye layık bir kul olmayacağı; “Şüphesiz sadakalar fakirler içindir. ” (Tevbe/60) ayetinden açıkça belli olur. Bu ayet sadakaların dağıtılmasını ve sadaka verilmeye layık olan ihtiyaç sahiplerini belli ederse de rabbanî yoksullar için hikmet ibaresine alınması fevkalade güzel bir ifade tarzı olmuştur.

20.    Hikmet

Ey mürid, sen vasıflarınla gerçekleş ki Hak Teâlâ sana vasıflarıyla yardım etsin. Sen zilletinle gerçekleş de, Cenab-ı Hak da sana izzetiyle imdat etsin. Sen aczinle tahakkuk et ki, Hak Teâlâ da sana kudretiyle yardım etsin. Sen zayıflığınla gerçekleş ki, Cenab-ı Hak da sana kuvvetiyle imdat eylesin.

Vasfınla tahakkuk et vasfıyla meded etsin

Züllünle tahakkuk et izzetle meded etsin

Aczinle tahakkuk et kudretle meded etsin

Zafınla tahakkuk et kuvvetle meded etsin

Kulun gerçekleşeceği vasıflardan maksat kulluk vasıflarıdır. Bunlardan yoksunluk, acizlik, zayıflık ve hakirliktir. Bunların zıtları olan Cenab-ı Hakk’ın yardım edeceği vasıflar ise rububiyet ve ulûhiyet sıfatlarıdır.

Cenab-ı Hakk’ın zatî sıfatlarıyla kullarına tecelli ve yardım etmesi, kulluk vasıflarıyla kulun vasıflanmasına bağlıdır. Mesela insanın kendisi aziz olamaz; zira izzet Cenab-ı Hakk’a mahsustur. Bir insan her ne zaman zilletle vasıflanarak Allah’a sığınırsa, Cenab-ı Hak da ona Aziz isminden tecelli eder ve bu yardımıyla onu kullar arasında izzetle üstün kılar. Bir insan da tersine rububiyet vasıfları takınarak izzet, kudret, zenginlik ve kuvvetle vasıflı olduğu fikrine kapılırsa, Cenab-ı Hak onu alçaltır, yoksullaştırır, zayıf ve aciz bir duruma düşürerek ibret numunesi yapar.

O yüzden bir mürşid kulluk vasıflarıyla ahlâklanıp rububiyete sarılarak zillet seccadesinde diz çöktüğü halde Cenab-ı Hakk’a; “Ey düşkün kula izzet dergâhından başka sığınak olmayan Aziz Melik!” derse ve yine acizlik kapısında yalvarıp yakararak elini açıp da; “Ey aciz kuluna kudretinin sağlam ipinden başka tutunacak bir şey olmayan Hayy Kadir!” diyerek münacat ederse ve yine yoksunluk ve yokluk kulpuna yapışarak; “Ey ulûhiyet kapısının fakirlerine gayb hâzinesinden başka geçinecek yer olmayan Gani Kerim!” diye yalvarırsa keza zayıflığını itiraf edip; “Ey zayıf kullarına lütf u inayetinden başka dayanacak yardım olmayan Muîn-i Kavi!” diyerek hacetini arz ederse, dualarının kabul hedefine isabet edeceğini Ebu Haşan Şazelî Hazretleri beyan buyurmuştur.

Emrederken sen bize ihsân ile ey zü 'l-minen

Sâilân-ı bâb-ı ihsanın olur mu bî-nasîb

21.    Hikmet

Bazen istikametsiz kimse de kerametle rızıklanır.

Olurgâhıce merzûk kerâmet-ifeyz-i Mevlâ'dan

Kemâl-i istikametle tahakkuk etmeyen sâlik

Keramet şeriat dilinde insanların içinden geçeni okumak, kabirdekilerin halini bilmek, zaman ve mekânı dürmek, havada uçmak, suda yürümek gibi evliyadan ortaya çıkan olağanüstü hallerdir. Bu harikalar peygamberlerden meydana çıkarsa mucize adını alır. Evliyanın kerameti Kur’an ayetleriyle sabittir. Sihir ve illüzyon da olağanüstü ise de sebeplere dayandığından mucize ve keramet olamaz. Çünkü mucize ve keramet sebebe istinat etmez. Olağanüstü hallerin bir de Müseylemetü’l-Kezzab, Firavun ve riyazet yapan Hint fakirlerinde ortaya çıkan ihanet ve istidrac kısımları vardır. Bunları kerametlerden ayıran özellik şeriat caddesinde sadakat ve istikamettir. Şu halde asıl keramet istikamet kazanmaktır ve sâlikin tam istikamet derecesine ulaşmasıdır. “İstikamet” biri Cenab-ı Hakk’a iman, diğeri Peygamber Efendimizin(sas) tebliğ ve beyan ettikleri sözler, fiiller, hükümler ve hallerin hepsine zahirî ve batını olarak uymak üzere iki yönlüdür. Sâlike lazım olan olağanüstü işleri becermeye çalışmak değil, istikamet elde etmeye çabalamaktır. Çünkü olağanüstü işler bazen istikameti olmayan, din yolunda bile gitmeyen kimselerden de görülebilir. Bu yüzden hakikat erbabının nezdinde değersiz ve önemsizdir.

Ebu Haşan Şazelî Hazretleri buyurdu: “Keramet iki kısımdır. Biri îkan ve şuhûd ile iman kerameti, diğeri sünnete uymakla amel kerametidir. Bu iki keramete eriştiği halde başka bir hali arzu eden sâlik ise yalancı ve mağrurdur. Allah rızası için olmayan keramet istidracdır.”

Ebu Abbas Mürsî Hazretleri buyurdu ki: “Bir sâlikin tayy-ı mekân edip bir anda Mekke’de veya başka bir yerde olması hüner değildir. Hüner sâlikin nefsinin kötü vasıflarını kendisinden tayy edip (dürerek) hemen İlâhî huzurda bulunmasıdır.”

Sehl bin Tüsterî Hazretleri de şöyle buyurdu: “En büyük keramet, kötü ahlâktan bir huyu güzel ahlâka döndürmektir.”

Ebu Muhammed el-Murteiş Hazretlerinin huzurunda su üzerinde batmayarak yürüyen bir müridden söz edildiğinde, başını kaldırarak: “Heva-yı nefsaniyesine galip olan bir gönül eri havada ve denizde yürüyen kimseden daha kâmildir.” dedi.

Bayezid Bestamî Hazretleri de şöyle buyurmuştur: “Bir sâlikin suda yürüdüğüne bakılacak yerde Allah’ın emir ve nehiylerindeki gidişine bakmalıdır.”

Cüneyd Bağdadî Hazretleri buyurdu: “Kalp ve sırların perdesi keramete meyletmek ve kerametle gurur duymaktır.”

22.    Hikmet

Ey ârif, Cenab-ı Hakk’ın seni bir işte devamlı kılması ve faydalandırması, seni o işte ikame etmesinin alâmetidir.

Seni bir şeyde Hak etse ikame

Husûl-i hayr ile eyler idâme

însanın kendiliğinden kazanç ve ticaretle uğraşması veya yalnız başına yaşaması sofilerce hoş karşılanmaz. Ancak Cenab-ı Hakk’ın müyesser ettiği sebeplere yapışıp devam etmelidir. Bir sâliki Cenab-ı Hakk’ın bir amelde ikame etmesinin alâmeti ise onun o amelde devam etmesiyle birlikte dininin gereklerini yapması ve manevî faydalar elde etmesidir. Bu yüzden Peygamber Efendimiz(sas) bir işte muvaffak olmayı o işin istemeksizin ortaya çıkması şartına bağlamıştır.- Çünkü bir sâlikin ikame olunduğu amel Cenab-ı Hakk’ın razı olduğu ve seçtiği ameldir. Bundan başka bir amele geçmek için sebeplere yapışmaya kalkmak ise Hak rızasını kendi rızasına feda etmek olur. O zaman sâlik muvaffak olamaz. “De ki, Rabbim gireceğim yere sıdk ile girmemi sağla, çıkacağım yerden de sıdkla çıkmamı nasip et.” (İsrâ/80) ayetindeki girişteki sıdk ile çıkıştaki sadakatten murad Cenab-ı Hakk’ın bir kulunu seçip girişmesi olmaksızın bir amele sokması veya ondan çıkarmasıdır.

Bişr el-Mansur Hazretleri ölüm sırasında sevinç eserleri göstermeye başladı. O sırada “Ölümle mi seviniyorsunuz?” diyen bir kimseye; “Beni yaratan Allah’ımın huzuruna gidişimi zarar vermesinden korktuğum mahlûkun yanma gitmek gibi mi sayıyorsunuz?” cevabını verdi.

Bu sözler hikmete başka bir irfan elbisesi giydirmiştir.

23.    Hikmet

Kim kendi iyiliklerinin, bağışlarının yaygınlığından bahsederse onu günah ve masiyet susturur. Kim Hakk’ın ihsanlarının bolluğundan söz ederse günah işlediği vakitte susmak zorunda kalmaz.

Eden kendi kemâlinden tekellüm

Anı isyân eder mahcûb ü sâkit

Tekellüm eyleyen ihsân-ı Hak'tan

îsâet etse de olmaz o sâmit

Cenab-ı Hakk’a karşı ihsan ve ameli kendisinden bilerek taat etmekte olan kimse, Allah’ın kullarına vaaz ve nasihat ederken gururlanır ve maârife dair cesaretle sözler söylerse de kendinden beşeriyet icabı bir günah çıktığında utanıp susmak zorunda kalır. Bu hal Cenab-ı Hakk’ın sayısız nimetlerini düşünemeyerek daima kendisinin güzel amellerine ve ibadetlerine bakanların halidir. Kendi iyiliklerini ve güzel amellerini görmeyip daima Cenab-ı Hakk’ın ihsanlarını görüp gözleyen kimse ise sevap veya günah işlediği zaman rahat olur; ilim ve irfan anlatırken ondan günah çıkması onu susturmaz. Zira bu iki halde Cenab-ı Hakk’ın Kayyum ve Ahad olduğunu müşahede eder, bu şuhûd onu konuşmaya cesaretlendirir. “Yürekteki cesaret, dili söyletir ve beyan dizginini çözer.” denilmesi bu hikmete dayanır.- İşte bu sıfat da kendi güzel amellerine asla önem vermeyerek daima Cenab-ı Hakk’ın ihsanlarına bakıp şükreden âriflerin halidir.

Birinci kısımdakilere ehl-i teklif denildiği gibi abidler, zahidler ve ehl-i yakaza da denilir. İkinci kısımdakilere ârif, ehl-i inayet, ehl-i mârifet ve ehl-i vedad denilir. Bu sebepten dolayı dediler ki: “Arif, İlâhî lütuflarda zamanın sıkıntılarını, İlâhî ihsanlarda isyanı ve kötülüğü bilen gönül eridir.

Ebu Haşan Şazelî Hazretleri buyurdu: “Bir müridin İlâhî ihsan olduğunu bilerek yaptığı az amel, kendi kusur ve noksanını görerek işlediği çok amelinden hayırlıdır.”

Bazı ârifler de: “Amellerde kusurlarını görmek, Cenab-ı Hakk’ın takdirinde şirk lekesi doğurmaktan geri kalamaz.” dedi.-

Üçüncü bir kısım daha vardır ki, diğer kısımların üstünde bir yeri hâizdir. Müşahedelerini “Hak’tan Hakk’a” bilirler ve böylece tevhidin en uç noktasına ulaşırlar. Bunlar ârifler arasında ehl-i hakikat diye parmakla gösterilirler. Çünkü birinci kısım her ne kadar açık şirkten uzaklaşmışlarsa da amellerini görmek, nefslerini kötüleyip uyarmak, kemal ile noksanlığı ölçüp ayırmak suretiyle meydana gelen gizli şirkten ve “ucb”dan temizlenmemişlerdir.

ikinci kısım her ne kadar kendi amellerini değil Cenab-ı Hakk’ın ihsanını görmek bakımından birinci kısımdakilerin derecesinden terakki etmişlerse de yine ağyarı görmüş, bu yüzden nefslerini varsaymışlar, üçüncü kısım mertebesine erişememişlerdir.

Üçüncü kısım ise her yönden şirk lekesinden ve nefsi görmekten masun kaldıkları için muhakkik ârifler derecesinde tahakkuk etmişlerdir.

24.    Hikmet

Rabbanî âlimlerin nurları sözlerinin önüne geçer. Böylece sözler nurlanan yere ulaşır.

Arifânın sebk eder envâr-ı kalbi sözlerin

Nerde tenvir olsa hâsıl mûsıl-ı tâbir olur

Hikmet ibaresinde hükema yani hikmet sahipleri demek olan hakimler denilmiştir ki, Hakk’a vâsıl ve ârif-i billâh olan rabbanî âlimler kastedilmiştir. Bunlar irşad ile görevlenip tevhide davet ettiklerinde önce Cenab-ı Hakk’a sığınır, sözlerinin anlaşılması için sâliklerin kalplerinde ezelî istidatların zuhur etmesini dilerler. O zaman kalplerindeki yakîn ve mârifet nurları sâliklerin kalplerine akseder. Bu nurlar hangisinin kalbinde feyiz hâsıl ederse onun kabiliyetli olduğu belli olur; feyiz bulamayanlar irşad olamazlar. Bu bakımdan sâlikin kalbi yeryüzüne benzer. Yağmur yerde bazen diken, çalı; bazen yeşillikler, çiçekler bitirdiği gibi âriflerin kalplerinden bütün sâliklere aynı şekilde yansıdığı halde kabiliyetine göre bazılarında hidayet nurları, bazılarında dalalet eserleri ortaya çıkar.

Bu mevzuda önemli olan husus kâmilin sırlarının nurlarıyla kalbi diriltmektir. Hazreti Lokman oğluna nasihat ettiği zaman önce: “Hikmet mertebelerinden hangi mertebeye ulaştın?” diye sormuş, oğlu da: “Boş şeylerle uğraşmayacak dereceye geldim.” demesi üzerine: “Oğlum, önemli sayılan bir başka hikmet daha vardır. O da âriflerle beraberken iki dizinin üzerinde oturmaktır. Zira Cenab-ı Hak gökten yağmur indirerek ölü yeri dirilttiği gibi ölü kalpleri de hikmet nuruyla diriltir.” demiştir.

Hikmetlerin esası olan en büyük hikmet Allah’tan korkmaktır. Bu yüzden peygamberlerin en hakimi olan Peygamber Efendimiz(sas): “Hikmetin başı Allah korkusudur. ” buyurmuştur. İşte Cenab-ı Hakk’ın âlimleri haşyetle övmesi de bu hikmete dayanır. “Şüphesiz Allah'ın kullarından en çok haşyet duyanlar, âlimlerdir.” (Fâtır/28) buyurmuş, onların değerini bir kat daha yükseltmiştir. Onun için nurları sözlerinin önüne geçen âlimler, şüphesiz Allah’tan en çok haşyet duyan hakikat âlimleridir.

25.    Hikmet

Her söz, çıkış yeri olan kalbin elbisesini giyerek ortaya çıkar.

Her sühan ki olur erbâb-ı sühandan sâdır

Lâbis-i kisve-i vicdan olarak bâriz olur

Lisan hal ve vicdanın tercümanı olduğundan sözler daima halin ve vicdanın benzeridir. Kalp temiz ve boş ise, irfan ve hikmetle doluysa düşüncelerin mahsulü olan sözler de nurlarla parlamış halde, zevk ve tatlılıkla işitilip kabul edilir. Rabbani âlimler aydın gönüllü tecelli sahipleridir. Onların hikmetli sözleri nur elbisesi giyinmiş olduğu halde çıkacağından işitenler feyizlerle aydınlanarak kabul ederler.

Günah kiriyle kararan kalpten çıkan sözlerin elbisesi siyah olduğundan kabul görmez ve fayda vermez. Evet, bazen kara giysili sözlerden de fayda görülebilir fakat bu fayda söyleyene bakarak değil, sözün manasına göre hâsıl olur. Hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: “Şüphesiz bu dini Allah fâcir kimselerle teyid eder.” Nitekim pek çok fâcir kimselerle bu dinin güçlendirildiği tarih kitaplarında yazılıdır. Şu halde söyleyenden ziyade söylenene önem vermek hikmet gereğidir. Fakat güzel tesirin aydınlık kalp ve nurlu vicdanın eseri olduğu muhakkaktır. Meclisinde vecd hâsıl olmadığını görünce dinleyicileri azarlamaya kalkışan bir vaize, bir hakikat eri şöyle demiştir: “Söz bir kalpten çıkıp diğer bir kalbe girer. Vecd ve hali evvela kendinizde arasanız daha doğru olur.”

Aşk odu evvel düşer mâşûka andan âşıka

Şem 'i gör kim yanmayınca yakmadı pervâneyi

26.    Hikmet

Rabbani hakikatlerden bahsetmeye izinli olan kimsenin sözleri dinleyenlerce anlaşılır, işaret ettikleri açıkça belli olur.

Olursa mânevi me'zûn-ı tâbir

Eğer bir ârif-i esrâr-ı Yezdan

îbârâtm eder ısga ’ mesâmi ’

Olur nâsa işârâtı nümâyan

İlâhî hakikatler ve rabbani mevhibelerden bahsetmeye Hak Teâlâ tarafından izin verilen ârif konuştuğu zaman hikmetler ve ince manalar ihtiva eden sözleri dinleyenlerce anlaşılır, kullandığı işaretler parlak nurlar gibi halkın kavrayışını aydınlatır.- Öyle ki tekrar etmeye, açıklamalarla sözü uzatmaya gerek kalmaz. O yüzden Hak Teâlâ’dan izinli olarak yapılan konuşmalar doğrudur, gerçektir, izinli olmayanlardan çıkan sözler ise soğuktur, ruhsuzdur ve yanlışlıktan uzak değildir. Bu sebepten Cüneyd Bağdadî Hazretleri: Ancak Rahmanın izin verdiği kimse konuşur ve doğruyu söyler.” (Nebe/38) ayetinin anlamına işaret ederek: “Doğru söz, İlâhî izinle söylenen sözdür.” buyurdu.

Hamdun bin Kassar Hazretlerine sordular: “Eski âlimlerin sözlerindeki özellik ve üstünlük nedir ki, halk arasında bizim sözlerimizden fazla ikna edici ve değerli oluyor?” Şu cevabı verdi: “Eski muhteremler sırf insanların kurtulması, din ve imanın kuvvetlenmesi ve Hak Teâlâ’nın rızası için söz söylerlerdi. Biz nefsimizin şerefi, dünya talebi ve halkın saygınlığını kazanmak için konuşuyoruz.” Bu sözlerin arasındaki fark anlayış sahiplerine açıktır.

Arifin her bir kelâmı lâl ü mercan incidir

Câhilin her bir kelâmı canda cânan incitir

T7. Hikmet

Hakikatler ve sırlar, açıklanmasına izin verilmediğinde bazen sönük ve tutuk bir halde ortaya çıkar.

Gehı envârı meksûf olduğu halde bürûz eyler

Eğer izhârına ıtâ-yı izn olmaz ise esrar

Hakikat güneşi olan İlâhî maârif ve ledün sırlarının ifşasına izin verilmiş olmasının alâmeti dilden akıcı bir şekilde çıkmasıdır. Öteden beri vaaz ve nasihat yapmakla iştigal eden ârif âlimler çok zaman sözlerinde bu akıcılığı bulamaz ve dillerinde bir kapanıklık hissederler.

İlâhî izni olmayan konuşmacılar rabbani hakikatlerden bahsetmeye giriştiklerinde bu hakikatlerin nurları sönük bir şekilde çıkar, anlaşılamaz ve dinleyenlerce inkâr edilir. Bu yüzden ârifler: “Cenab-ı Hakk’ın evliyasına en büyük hediyesi güzel konuşma ve hakikatin ifadesidir.” dediler.-

Ebu Abbas Mürsî Hazretleri şöyle buyurdu: “Veli olan ârif ilim ve maârif hâzinesidir. Konuşup anlatabilmek söz söylemeye izinli olmak demektir. Yine izinli velinin sözleri kabul elbisesiyle ve nur güzelliğiyle dolu olarak çıkar. İzinli olmayanın sözleri ise tutulmuş (küsûfa uğramış) bir ışıklı cisim (ay ve güneş) gibi sönük olur. Hatta ikisi aynı hakikati söylese, birinin sözleri kabul edilirken diğerininki ret ve inkâr olunur.”

Dil-i sâmi’de tesir eyleyen dilden çıkan sözdür

Hevâyî sözden etme hüsn-i tesir intizâr asla

28.    Hikmet

Hak erlerinin sözleri ya vecd halinin taşkınlığından veya bir müridin hidayetini arzu ettiklerinden dolayıdır. Birincisi sâliklerin, ikinci hal temkin erbabının ve muhakkıklarm halidir.

Beyân-ı ehl-i hâlin ya olur vâbeste-i vicdan

Veyahut tâbi-i ümıd-i irşâd-ı mürîdândır

Birinci sâlikân-ı râh-ı Hakk’ın hâlidir ancak

ikinci hal ehl-i miknet ü tahkike şâyandır

Ledün ilimlerinden ve gayb işlerinden iki sebeple söz edilebilir: Birincisi vecdin ve halin taşkınlığı, İkincisi müridi irşad etmek maksadı. Birinci sebep sâliklere başlangıç halinde gelen sarhoşluk (sekr) ve cezbenin fazlalığından doğar; sâlik bunda mazur sayılır. Zira sâlikin ilâhı tecelli yeri olan kalbi dardır, ledün manaları oraya sığamaz. Bir su kabına alamayacağı kadar çok su konulduğunda taştığı gibi vecd ve halin feyezânıyla taşıp manevî müşahedesini veya ledün manalarını ifade etmeye mecbur kalır. Fakat sırf malumatfuruşluk ederek konuşmaya kalkışanlar irfansız iddiacılardan sayılır; sözleri ret ve inkâr edilir.

ikinci sebep sülûkun sonuna varmış hakikat erbabının halleridir. Bunlar bir müridi irşad etmek ve Hak yoluna girmesini sağlamak için ledün ilmine söz elbisesi giydirerek incelik ve yüksekliklerden bahseder, bu arada keramet de gösterirler. Eğer bu kudsî zümre müridleri irşad amacı dışında sır ve hakikatleri açıklamaya kalkarlarsa gizlenmesi gereken ilâhı sırları ifşa etmiş olacaklarından Hak katındaki derecelerinden düşerler. Bu yüzden hakikat erbabı: “Evliyanın lüzumsuz keramet göstermesi kadınların aybaşı görmesi gibidir.” dediler.

Bir de muhakkıklar daima Hak huzurunun zevkiyle, ilâhı sırların müşahedesiyle kalplerine inen acayip ilimlerle müstağrak olduklarından, susup konuşmamak onların kulluk edeplerindendir. Bu yüzden Bayezid Bestamî ve Mevlâna Celâleddin Rûmî Hazretleri gibi zevk ve irfanı zühd ve takvasına galip büyük evliyadan, bazen sofi şatahatı zuhur eder. “Şanımı teşbih ederim, ne kadar yücedir.” “Cübbemde Allah’tan başka bir şey yok.” “Ene’l-Hak” gibi tevil götüren bu sözler “fenâ-fîllah” makamının zevk sızıntılarından olduğundan itiraza şayan olamaz.

Aşağıdaki hikâye bu hikmetin güzel bir örneğidir:

Ledün ilimlerine anadan doğma istidatlı olmakla beraber zâhir ilimlerle de fevkalade şöhretli olan Hak lisanının tercümanı Şems Tebrizî Hazretleri, Mevlâna Celâleddin Rûmî Hazretlerini irşad etmek için Tebriz’den ta Konya’ya gelmiş, irşad etmeden önce Mevlâna’nın medresesinden hücresine döndükleri sırada yol üzerinde bekliyordu. Hazreti Mevlâna mehtabın etrafını çevreleyen hâre gibi yanlarında toplanan talebelerle birlikte büyük bir debdebe ve gösterişle karşısına gelince, ona şu suali sormaya cesaret etti:

“Ya Mevlâna! Seyyidü’l-Mürselin ve Hatemü’n-Nebiyyin Cenab-ı Resul-i Ümmî mi büyüktür yoksa Sultanü’l-Arifîn Bayezid Bestamî mi?”

Hazreti Mevlâna hayretle Cenab-ı Şems’e bakarak:

“Ya derviş, delirdin mi? Seyyidü’l-Mürselin Efendimizle Sultanü’l-Ârifîn mukayese olunur mu? Biri nurların cihanı aydınlatan güneşi, diğeri bir zerre bile değil... Seyyidü’l-Mürselin Efendimiz Doğuların Batıların sultanı, Bayezid Bestamî ise onun sadık bir bendesidir!” buyurdular.

Şems Tebrizî tekrar sordu:

“Öyle ama Risalet-meab Efendimiz Cenab-ı Hakk’a karşı: ‘Seni hakkıyla bilemedik yar ab bil - diyerek münacat ettikleri halde Cenab-ı Bayezid: ‘Seni mârifetinin hakkıyla bildim. - diyerek nimete şükrediyor. Bilmeyen bilenden nasıl büyük olur?”

Bunun üzerine Mevlâna Hazretleri dedi ki:

“Bu kıyas hiçbir zaman sahih bir ölçü olamaz. Zira Bayezid’in Cenab-ı Hakk’ı hakkıyla bildiğini söylemesi, istidat havsalasının darlığından dolayıdır. Vecdinin taşkınlığına dayanamaması ve ledün manalarının kalbine sığmaması yüzündendir. İki âlemin hocası Efendimizin, ‘Yarabbi biz seni gereğince bilemedik.” buyurması Hakikat-i Muhammediye’nin; evvelkilerin, sonra gelen ve gelecek olanların ilimleri kendisinde toplanan büyük bir İlâhî kitap olduğu için maârif ve hakikatlere kanamadığından ötürüdür. Hakikat-i Muhammediye öyle geniş bir irfan deryasıdır ki, binlerce ilim ve maârif nehirleri içine aktığı halde daha fazlasını da alabilir. O yüzden ‘Seni hakkıyla bilemedik. ’ buyurdu. Bayezid ise kendi hakikatince küçük bir havuz derecesinde olduğundan ona fazladan bir miktar irfan ab-ı hayatı akmasına tahammül edemeyerek derhal taşmasından dolayı: ‘Seni hakkıyla bildim.’ demeye cesaret ediverdi.”

Bunun üzerine Hazreti Şems’e derhal cezbe geldi ve bir kere ‘Allah!’ deyip yere düştü. Mevlâna Hazretleri bu halden pek üzülüp gerekli saygıyı göstererek Cenab-ı Şems-i, saadethanelerine kaldırıp misafir etti. Artık asıl amaç olan irşad etme irşad olma âlemleri başlamıştı.

Megû ashab-ı dil reftend u şehr-i ışk şod hâli

Cihanı pür Şems-ı Tebrizest merdi gu cû Mevlâna

29.    Hikmet

Ey talip, sözler dinleyenler için gıdadır. Senin nasibin de ondan yiyip hazmettiğin manadır.

îbâre kuvvet-i ehl-i istimadır

Nasibin ancak âkil olduğundur

Yemek içmek bir ailenin nasıl beden kuvvetiyse ledün ilimleri ve maârif ifadesi olan sözler de bir aile gibi olan dinleyicilerin ruhlarının kuvveti ve gelişme sebebidir. Bedenler yemeye içmeye muhtaç olduğu gibi ruhlar da vaaz ve hikmet dinlemeye muhtaçtır.

Hayvanı hayatın devam etmesi yiyip içmekle, İnsanî hayatın bekası feyiz ve mârifet telakki etmekledir. Bedenî bünyenin ayakta durması maddî yiyeceklerle, ruh tecellisinin devamı manevî maâriflerle meydana gelir. İnsan tabiatları çeşitli olduğu gibi istidatlar da birbirlerinden farklıdır. Hayvani mizaçların farklı oluşu içecek ve yiyeceklerin bedenlerde çeşitli şekilde tesir etmesini gerektirdiği gibi isteklerin farklı, mezheplerin çeşitli oluşu dinlenen sözlerin ihtiva ettiği bir manayı ruhların ve akılların farklı anlamasını öylece gerekli kılar. Mesela bir tür yiyecekten birisi faydalandığı halde başka biri zarar görür. Yine hikmetli bir sözden bir vicdan etkilendiği anda başka bir insan ondan nefret eder. İşte şeriat mezhepleri ve irfan meşreplerindeki ihtilaflar bu hikmete dayanır. Mesele ve hükümlerde ictihad eden din imamlarının ve irfan ulemasının mezhep ve meşrep farklılığı bu hikmetten ötürü ortaya çıkmıştır. Yedi harf üzerine inen Kur’an-ı Kerim’den her beyan ehli, irfan ve ilim derecesine göre birçok hakikat manaları çıkarıp bu mevzuda düşünceleri kısıtlı olan mukallitlere ilâhı kelamın hikmet incileriyle dolu sonsuz bir deniz olduğunu gösterirler. Aydın görüş sahipleri de mertebelerine göre o mârifet denizinde inceleyip ahirete kadar mana araştıracaklardır ki bunlar da yine bu hikmet sırlarındandır.

Yıldırım Bayezid Han Hazretlerinin Bursa’da “Ey büyüklerin toplandığı ulu cami! Seni gece gündüz ziyaret edenlere müjdeler olsun.” beytinin anlamına uygun olarak inşa ettirdiği Ulu Cami’nin resmî açılışında vaaz etmesi için büyük Osmanlı âlimlerinden Molla Fenarî’yi getirtmişti. O da hiç kimsenin tanımadığı; ‘Somun mü’min somun mü’min!’ diyerek ekmek satmakla yaşamış, ilim ve irfanı kendisinde toplamış olan Ebu Hamid Veli Hazretlerinin vaaz etmesini tavsiye etti.

Kendisini o zamana kadar gizleyen Somuncu Baba artık padişahın emrinden çıkamayarak bu camide Fatiha suresini akılları şaşırtacak bir şekilde yedi türlü tefsir etti. Bu tefsirin birincisini oradaki bütün cemaat, İkincisini orada bulunan âlimler, üçüncüsünü ancak kendisi anlayabildi. Diğer dört türlü tefsirini ise hiçbir kimse anlayamadı. Bu da hikmetin tatmin edici bir delilidir.

Özetle bir sözden birinin anladığı manayı başka biri idrak edemez. Şu halde bir sözden dinleyenin nasibi, ancak aldığı ve anladığıdır. Nasıl ki büyük bir servet sahibinin o servetten hazzı ancak yedikleridir. Hatta bu sözden maksadın tersi bir anlam çıkarılarak üzüntü ve şaşkınlığa sebep olduğu hep görülegelmiştir. Bunun bir örneği de şöyledir:

Zamanında Bağdat’ın en âlimi olan İmam Cevzî Hazretleri evinden medreseye gitmekte iken birisinin şu mealde bir kıta söylediğini işitti:

“Mübarek şaban ayının yirmi günü geçti ve yemeye içmeye engel olan ramazan-ı şerifin gelmesi yaklaştı.

Şimdiye kadar gecenin az bir zamanında yiyip içiyorken artık oruç gününe kadar yiyip içmeye devam et.

Şarabı ufak kadehle içmeyi bırak! Zira ufak kadehlerle içmeye vakit müsait değil. ”

Bu şiiri işitince vecde gelip derhal işini bıraktı, ağlayıp feryat ederek Mekke-i Mükerreme’nin yoluna düştü. Ömrünün son nefesine kadar o mübarek beldede ibadet ve taat ile zamanını geçirdi. Cevzî Hazretlerinin dünyayı terk edip ahirete yönelmesine ve ömrünün sonuna dek ibadetle meşgul olmasına bakılırsa bu kıtadan şu manayı çıkardığı anlaşılır:

“Hayat müddetin sona ermekte ve ahiretin dehşetli günleri yaklaşmaktadır.

Öyleyse gecelerin az bir kısmında yaptığın ibadeti güneş doğuncaya kadar devam ettirmen lazım.

Ömür sermayesi olan vakit öyle azıcık ibadetlerle saadet kazanmaya elverişli değil.”

Daha tuhafı hal erbabının cemaddan da (cansız cisimlerden) hal diliyle birtakım ledünnî sözleri anlayıp bilmeleridir. İbret bakışına ve mârifet işitmesine malik olmayan kimse, onu anlayamayacağı manada anlamış olan hal sahibinin sözlerine de değer vermez. İşte Şeyh-i Ekber Hazretlerinin aşağıdaki hikâyesi bunu ispat eden bir örnektir:

Şeyh Hazretleri Mısır’da bir tarikat cemaatinin davetine icabet eder. Orada birtakım şeyhler de davetli olarak bulunmaktadır. Ev sahibi hazırladığı yemekleri açılan sofraya döşeyip buyur ettiği sırada her nasılsa, içine küçük abdest (tebevvül) yapılması için imal edilip hiç kullanılmamış olan sırça çanak da sofraya getirilir. Bu sırça kap bir şey içmek için kullanılınca derhal hal diliyle Cenab-ı Hakk’a: “Yarabbi, sana hamd ü sena olsun ki, bana evliyaya maşraba olmayı nasip ettin. Bundan sonra başka bir iş için kullanılmak istemiyorum.” diyerek kırılır.

Kabın konuşması orada bulunanlar tarafından işitilir. Bunun üzerine Şeyh-i Ekber Hazretleri oradakilere: “Bu çanağın söylediklerini duydunuz mu?” diye sorar. Onlar da: “Evet, işittik!” diye cevap verirler. Şeyh Hazretleri: “Ben başka bir söz daha idrak ettim, o çanak dedi ki: Ben cansız bir eşya olduğum halde, idrak sahiplerince kullanılmak şerefine eriştikten sonra artık temiz olmayan bir şeyin kabı olmak istemediğim için kendimi kırıp yok ettim. Sizin kalpleriniz de gerek iman şerbetine, temiz irfan şarabına kap olmakla beraber her biriniz cihanın göz bebeğisiniz. Artık o gayb hâzinesi olan kalplerinizin gurur metaı olan dünya sevgisine, şehvet ve heva pisliğine yer olmasına nasıl razı olursunuz?”

Her giy ahi ki der-zemîn ruyed

Vahdehu lâ şerike leh gûyed

(Her ot yer yüzüne Allah birdir, şeriki yoktur diyerek çıkar.)

30.    Hikmet

Bir makamdan bahseden kimse ya o makama yaklaşmıştır ya da o makama ulaşmıştır. Bunları birbirinden ancak basireti açık olan ayırt edebilir.

Gehî bir mak'ad-ı sıdk uyakînden eyledi tâbir

Karıbü ’l-vasl olan gâhî de ol câya olan vâsıl

Şu hâleyn oldu gerçi birbirine mültebis amma

Anı temyiz eder ehl-i basiret merd-i sahib-dil

Zühd, verâ, teslim ve tevekkül gibi yakın makamlarının ve sülük derecelerinin birinin hallerini anlatıp açıklayan sâlik ya o makama yaklaşmıştır veya oraya ulaşmıştır. Bu ikisini birbirinden ayırmak çok zor olmakla beraber basiret sahipleri bunlardan söz edenlerin iç hallerini görüp fark edebilirler. Hatta halini anlatan sâlikin basireti açıksa, kendi sözlerinin makama ulaşmaktan mı, yoksa yaklaşmaktan mı olduğunu anlayabilir. Zira vâsıl olanların sözleri kolaylıkla ve düzgün bir şekilde çıkar. Erişmemiş kimselerin sözleri böyle değildir.

Bu iki kısmın dışında bir kısım daha vardır ki, onlar ne yaklaşmış, ne de ulaşmışlardır. Bunlar tasavvuf kitaplarını okuyup ezberleyen ve oradan öğrendiklerini anlatanlardır. Bunların söyledikleri gerçeklere uygunsa da, dinleyenlerden gelen tepkileri taassupla karşılar ve itiraz edildiğinde kızıp öfkelenirler. Bunlar sülük hallerinden habersiz olan iddiacılardır. O yüzden insan konuşunca kusuru ve eksikliği ortaya çıkar denilmiştir.

31.    Hikmet

Sâlikin kalbine gelen vâridatı açıklaması uygun değildir. Çünkü vâridatın azalmasını mucip olduğu gibi, kulluğundaki sadakate de engel olur.

Yakışmaz vâridâtından ifâde sâlike zîrâ

Eder tesirini taklîlHakk’a sıdkı men’eyler

Kalp vâridatından ve tevhid sırlarından, zaruret olmadıkça söz etmenin uygunsuz olması iki sebebe dayanır. Biri, vâridatın İlâhî sırlardan olmasından dolayı açıklanmasının tesirini azaltıp faydalarını engellemesidir. İkinci sebep manevî müşahedelerinden bahsetmenin nefsanî haz vermesi, bunun da Cenab-ı Hakk’a karşı kulluk sadakatine mani olmasıdır. Ancak “zaruretler sakıncaları giderir” kaidesine göre gizlenmesi icap ederse ve mürşidden izin alınırsa veyahut vecdin taşkınlığı yüzünden istemeden ağzından çıkarsa yahut da yanlış yola düşmüş birini doğru yola getirmek için ifade edilirse mazur görülür ve bu şartlarda vâridattan bahsedilebilir.

32.    Hikmet

Ey sâlik, bir şey almak için sakın elini halka uzatma. Ancak asıl verenin Cenab-ı Hak olduğunu düşünerek, ilmin ve şeriatın uygun gördüğü şeyi al.

Halâyıktan sakın destin uzatma ahz-ı erzâka

Meğer anlarda Mevlâ’yı görürsen ki eder i’tâ

Eğer bu hâl ile etsen tahakkuk sen yine ey dil

îbâhe ettiği eşyâyı al ilm-i şerifin ha

Toplum içinde yaşayan bir insanın bir insandan ihtiyacı olan bir şeyi alması, zahir ilminin veya batın ilminin uygun görmesine bağlıdır. İlm-i zahir şeriat ve fetva demektir. Onun alınmasına müsaade ettiği şeyler haram veya haram şüphesi olmaktan uzak ve yasaklanmaktan, kötülenmekten (men ve melâmetten) temiz olan, iyi halli, reşid, mükellef kimselerin bağışladıkları şeylerdir.

Batın ilmi tasavvuf ilmi ve takvadır. Sülük ehli olanların da alabileceği şeyler, israftan uzak olarak zaruri ihtiyaçlarını hafifletecek ve karşılayacak şeylerdir. Bununla beraber bu iki ilmin hükmüne göre insanların elinden alınacak bu eşyayı da hakikatte verenin Cenab-ı Hak olduğunu bilmek lazımdır.

Şu halde hikmetin neticesi: Bu iki şart olmazsa almak ve kabul etmek Hak rızasına uygun düşmez. Şartın biri alanın, halkın elinden aldığı şeyi verenin aslında Cenab-ı Hak olduğunu bilmesi, diğeri almanın şeriata ve tarikata uygun olmasıdır. Biraz açıklayalım:

İnsanların elinden alınacak şeyler ve özellikle zaruri ihtiyaçların başlıcası hayatını sürdürecek yiyeceklerdir. Bunlar iki kısımdır: Biri sanat, ticaret, ziraat gibi sebepler ve emekle elde edilen rızıktır. Sebeplere yapışıp kalan dünya ehlinin geçimi bu suretle meydana geldiğinden bu yolda rızıklanmak onlara mahsustur. İkinci kısım, çalışıp çabalamadan insanların verdiği, istemeden ele geçen rızıktır. Bu şekilde rızıklanmak da tecerrüd halinde yani halktan uzak yalnız başına yaşayanlara mahsustur. Bu iki kısım rızkın elde edilmesi hususunda birçok Kur’an emirleri ve adap şartları vardır. Birinci kısmın hükümlerini ve edeplerini fıkıh, ilim, hukuk, feraiz beyan eder. Sebepler âleminde ziraat, ticaret ve sanatla uğraşmak ve böylece kaderindeki rızkı elde etmek isteyen her şahıs bu ilimleri öğrenmelidir. Müellif hazretleri ikinci kısmın hüküm ve adabını bildirmiş ve bunları iki şarta bağlamıştır.

Birinci şart insanlardan gelen rızık ve bağışları Cenab-ı Hakk’ın takdir ve taksim etmiş olduğuna inanmaktır. Çünkü bu inanç olmadıkça insan müdahene (yaltaklanma), riya (ikiyüzlülük), yapmacık davranış, münafıklık gibi kötü hallerden yakasını kurtaramaz. Bir de bu şart tevhidin ve tecridin gereğidir, kanaat makamının ve tevekkül mertebesinin icabıdır. Bu şartı yerine getirmeyip de zahir sebebe gönül bağlayan kimse yaratıcıdan ziyade yaratılana kul olur. İnsanların ellerine ortak olmak yüzünden tefrid mertebesinden uzaklaşır.

İşte bu manaya işaret ederek Yahya bin Muaz Hazretleri: “Atâ (verme, bağış) sırrının Hak Teâlâ’nın hükmüne bağlı olduğunu görmek ve inanmak ilim derecesinde kalırsa, bu şart yerine gelmiş ve hakiki tevhid hâsıl olmuş sayılmaz. Hakiki tevhidin ele girmesi için bu inancın sâlikin hali ve zevki olması lazımdır.” buyurdu.

İbrahim Havvas Hazretleri de şöyle dedi: “Zevki ve ruhanî hali kazanca ve ticarete tok olmayan (mağnî) sofinin, geçim sebeplerini terk etmesi uygun olmaz.”

Ömer bin el-Hattab<ra) Hazreti Resul’ün kendisine bazen ihsan ve itada bulunduğunu ve kendisinin de o sırada ihtiyacı olmadığından muhtaç olan bir başka kimseye vermelerini istediğinde Resul Efendimizin: “Ey Ömer, sana verdiğimi al, istersen başkasına verebilirsin. İstemeden verileni almalı ve dünya malına düşkün olmamalı. ” buyurduklarını rivayet etmiştir.- Tâbiînden Cenab-ı Salim bu yüzden Abdullah ibn Ömer Hazretlerinin kimseden bir şey istemediğini ve verileni reddetmediğini, herkesçe böyle bilindiğini söylemiştir.

ikinci şart insanların verdikleri şeyin ilme uygun olmadıkça kabul edilmemesidir. Bu şartın ilmi en ileri tevhid ehli için zahir ve batın ilminden daha geniş ve kapsamlıdır. Zahir ilmine uygun olarak almak; zaruri olarak ihtiyaç duyulan şeyler, zaman ve imkânın müsait olduğu derecede akıllı, büluğa ermiş, cömert, takvalı, olgun ve iyi halli kimselerden kabul etmek demektir. Tersine haksızlık yapan, faizle ilgili olan, kazandığının helal ve haram olduğunu bilmeyen, çocuk ve akılsız olan, vermeye izinli olmayan, bunamış veya delilik emaresi gösteren kimselerin elinden almamaktır. Hadis-i şerifte takvalı kimselerin yemeğini yemek ve takvalı kimselere yemek yedirmek emredilmiştir.

Batın ilmine uygun olarak almak ise, alınan rızkın ancak azığı karşılayacak miktarda olması, israfsız olarak ihtiyaca yetecek olması, zaruri olarak ihtiyaç bulunmasıdır ve fazlasını kabul etmemektir. Ancak tabiatı cömert ve iyi huylu kimsenin fazla mal almasında da sakınca yoktur. Fakat dünya mansıplarına, nefsânî hazlara, yüksek mevkilere ve halkın saygınlığına ulaşmak için bir şey almak doğru olmaz. Gereksiz veya ihtiyaçtan fazla olanı almak doğru olmadığı gibi verdiğini başa kakan veya başkalarına ilan eden kimselerden de kabul etmemek gerekir. Bu yüzden bazı gönül ehli kimseler demiştir ki: “Şu kimsenin yemeğini ye ki, senin o yemeği yemende yemekten ziyade fazilet düşünür ve yemeği başkasına yedirmek için bir emanet sayar. Kendisi halktan uzak yaşamakla birlikte seni doyurduğu için sevinir. Seni yemeğinden daha üstün tutup takdir eder.”-

Peygamber Efendimize 5’ bir defa yağ, peynir (keş) ve bir koç hediye verildiğinde yalnız yağ ile peyniri alıp koçu geri verdikleri rivayet olunmuştur. Peygamber Efendimiz(sas) bazı insanlardan hediye kabul eder, bazısından etmezlerdi. Bir hadis-i şerifte: “Kureyş, Ensar, Devs ve Saka/ kabileleri hariç olmak üzere kimseden hediye kabul etmemeye karar verdim.” buyruldu.

Özetle, bir şeyi kabul etmek gerekirse haramdan, haksızlık şüphesinden korunmak için zahid, ârif ve sünnet işleyen hakikat erbabından alınmalıdır. Bu gibi manevî inceliklerden dolayı büyük evliyadan bazılarının kabul ettiğini başkaları reddetmiş, bazı kimselerden alman bir şeyi diğeri almamış ve bir zamanda kabul edilen bir şey başka bir zamanda kabul edilmemiştir. Bir şeyde maksat ne ise hükmün ona göre olması gerekeceğinden ve kulların amelleri niyete ve sahih itikada bağlı olup değişebileceğinden Süfyan Sevrî Hazretlerine verilip kabul olunmayan bir sıra altını Cüneyd Bağdadî Hazretleri kabul edip sadaka olarak dağıtmıştır. Bir kâmil bunu duyunca Süfyan’ın zühd sahibi olduğundan kabul etmediğini, Cüneyd’in irfan ehli olması nedeniyle kabul ettiğini belirterek meseleyi çözmüştür.

Bişr Hafi Hazretlerinin: “Ben Sırrı Sakatî’den başka hiç kimseden hiçbir zaman, hiçbir şey istemedim.” buyurması da veren ve alanın birbirine denk olması gerekliliğindendir. Onun bu sözlerinden, icap ettiği zaman istemenin de caiz olduğu anlaşılır. Hatta Hazreti Cüneyd’in şeyhi olan Ebu Cafer Haddad’ın akşam ile yatsı arasında bir iki kapıdan günlük azığını istediği, Ebu Said Harraz’ın yoksulluğa düşerek dilencilik ettiği, İbrahim Edhem’in Basra camiinde itikâfta bulunup üç gecede bir iftar edip her iftarında insanlardan yiyecek istediği de büyük evliyanın rivayetlerindendir. Hadis-i şerifte buyrulmuştur: “Kim acıkır ve bir kimseden hayatını devam ettirecek bir şey istemeyerek açlıktan ölürse cehenneme gider. ”

Hazreti Musa ve Hızır’ın Antakya’ya geldiklerinde günlük azıklarını halktan istedikleri ve onların da vermedikleri Kehf suresinde beyan olunmuştur (Kehf/77). Burada şöyle bir sual akla gelebilir: Verenin aslında Hak Teâlâ olduğunu hal ve zevk olarak gördükten sonra, alınan şeyin zahir ve batın ilimlerine uygun olmadıkça alınmamasının hikmeti nedir? Alınmaması, Cenab-ı Hakk’ın verdiğini reddetmek olmaz mı? Bu suale şöyle cevap verilir: Şeriat hukuku ve tarikat adabına uymak kulluk gereklerinden olduğundan tevhide ters düşmez. Bu yüzden insan-ı kâmil mârifet nurunu, verâ ve takvasının ışığını söndürmeyen gönül eridir. Ledün maârifinden şeriata uymayan her ilim reddedilir, makbul sayılmaz.

Bir de tevhid sırrının müşahedesi zamanında alıp almamanın hangisinin doğru olacağı şu şekilde belli olur: Bir muvahhide göre alanla verenin arasında fark yoktur, verenin eli alanın eli olur. Nasıl ki alan bir müridin verileni Hak’tan veriliyor telakki edip zahir ve batın ilmine uygun olan bir şeyi Cenab-ı Hak’tan alırcasına kabul etmesi caiz olursa, tersine verilmediğinde ilme uygun olmayan şeyi kabul etmemeyi kendinden bilerek reddetmesi de caiz olur.- Peygamber Efendimizin' "’ yağ ve peyniri kabul edip de koçu reddetmeleri ve bazı büyüklerin kıssaları buna güzel birer örnektir.

Şu halde veren, alan, reddedenin her üçü de aslında bir olup beşeriyet arada bir hikmet perdesidir. Binaenaleyh fiilleriyle, sıfatlarıyla Hak’ta fani olan muhakkikin alması da, reddetmesi de artık Allah’ın fiillerinden ibarettir. O halde avamın itirazlarının boş olduğu açıklığa kavuşur.

Bu hakikat: “Sana biat edenler şüphesiz Allaha biat etmişlerdir.” (Fetih/10) “Sen atmadın ama Allah attı.” (Enfal/17) mealindeki ayetlerle sabittir. Birinci ayet Hudeybiye gazasında biat eden ashab-ı güzînin ancak Cenab-ı Hakk’a biat etmiş olduklarını, Allah’ın kudret elinin de onların ellerinin üstünde bulunduğunu, İkincisinde Huneyn gazasında müşriklerin hezimetine sebep olan ve peygamberlik eliyle atılan bir avuç toprağın ancak Allah tarafından atıldığını beyan eder.

33.    Hikmet

Ârif çok defa Cenab-ı Hakk’ın takdiriyle yetindiğinden, O’ndan bir hacet istemeye utanır. O halde artık yaratıklarına el açmaktan nasıl utanmasın?

Hüdâya arz-ı hâcet eylemekten ârif-i billâh

Murâd-ı Hakk’a râzı olduğu yçün eyler istihyâ

Nasıl etmez hayâ artık o Mevlâ-yı keremkârın

Kuluna eylemekten ref-i dest-i fakr u istidâ’

Bundan önce belirtildiği gibi, Cenab-ı Hakk’ın ezelî iradesiyle takdir edilmiş kısmete razı olmak, Hak Teâlâ’dan hacet istememek edep gereğidir. Arifler Cenab-ı Hak’tan bir şey istemekten utanırlarsa, mahlûktan istemekten nasıl utanmasınlar? Kulluk edebine uyup bir şey istememeleri gereken ârifler, hiçbir zaman kapanmayan ahadiyet kapısında bekleyen fakirlerdir, Hak Teâlâ ise zengin ve cömerttir. Şu halde halktan ilgi ve beklentilerini kesmek, onlardan bir şey istememek paha biçilmez bir hil’attir. Padişahın bir kölesine giydirdiği hil’atin korunması nasıl gerekliyse, Allah’ın kullarına hacet arz etmemeye de öyle özen gösterilmelidir. Cenab-ı Hak’tan başkasından bir şey istememek İlâhî kapının fakirlerinden bir sınıfın Özelliğidir. Çünkü İlâhî fukara üç sınıftır.

Bir sınıfı Hak’tan isteyip halktan istemeyenlerdir. Bunlar Hazreti Musa’nın kademinde feyizlenirler. Zira Hazreti Musa İlâhî tecelli ile kendinden geçip mest olduğunda: “Rabbim bana görün!” münacatıyla dîdar görmek istemiş ve hayatını korumak için bir yufka ekmeğe ihtiyaç duyduğunda Cenab-ı Hakk’a: “Rabbim, bana indireceğin en ufak hayra muhtacım. ” (Kasas/24) duasıyla talep elini açmıştır. Bu zümreden Sehl bin Abdullah Tüsterî Hazretleri: “Cenab-ı Hakk’ın her anda bilmediği hiçbir nefs ve vicdan yoktur. Hangi vicdanda Allah’tan başkasına meyi ve ihtiyaç olsa ona derhal şeytan musallat olur.” dedi. Ebu Ali Dekkak Hazretleri de: “Allah’tan başkasına az çok hacet arz etmemek mârifetullahın alâmetlerindendir.” dedi.

İmam Kuşeyrî anlatır:

Mekke’de Harem’de bir fakir gördüm. Her gün Beyt’in huzuruna gelerek yapabildiği kadar tavaf ettikten sonra cebinden bir kâğıt parçası çıkarıp bakıyor ve gidiyordu. Birkaç gün böyle geçti. O fakirin vefat ettiğini haber aldık. Onun bu haline dikkat eden gönül ehli bir kimse, bu kâğıt parçasını elbisesini arayarak bulmuş ve onda şu mealdeki ayetin yazılı olduğunu görmüş: “Habibim, Rabbinin hükmüne sabret, zira sen bizim korumamız ve gözetimiz altındasın. ” (Tur/48) Meğer bu fakir muhtaç duruma düştükçe bu ayet-i kerimenin manasını ruh ve kalp gıdası yapar, Allah’tan başkasına ihtiyacını söylemekten çekinirmiş. Fakat bu kudsî zümreye istemeden şeriata uygun olarak bir şey gelse gerçekte onu verenin Vehhab-ı Kerim olduğuna inanarak almaktan kaçınmazlar.

ikinci sınıf fakirler, sabır ve tevekkülü mârifetin temeli saymakla birlikte fevkalade ihtiyaç elverdiğinde mecbur kalarak zahir ve batın ilmine uygun suretle, hacetini giderecek kadar insanlardan istemekte beis görmezler. Bunun şeriat ve tarikata muvafık olduğu önceki hikmette belirtilmiş ve delil olarak hadis-i şerif gösterilmişti.

Üçüncü sınıf fukara ise ne isterler, ne de istemeden verileni kabul ederler. Bazı muhakkıklar demiştir ki: “Bunlar ruhanîlerdir. Ne isterlerse Allah verir ve bir şey için yemin ederlerse o şeyi mutlaka yaparlar, yeminleri bozulmaz.”

Ezelî iradeye güvenerek Hak Teâlâ’dan istemekten utanmak İbrahim Halilullah’ın sîretidir. Yoksulluğun bu mertebesi her ârife nasip olmayan en yüksek derecedir. İbrahim milletine uymakla mükellef olan ümmet-i Muhammed şu ayet-i kerimenin manasından feyizlenmekten geri kalmamıştır: “İbrahim’in milletine hanif olarak tâbi oldular." (Nisâ/125) Hazreti İbrahim Nemrud’un ateşine atıldığı zaman Cebrail^ gelip:

“Ey Allah’ın nebisi, bir hacetiniz varsa emredin!” dediğinde:

“Ey Cebrail, eğer sana hacetim olup olmadığını soruyorsan yoktur. Yok, Cenab-ı Hakk’a hacetimi soruyorsan pek çoktur.” cevabını verdi. Bunun üzerine Cebrail(as):

“Öyleyse Cenab-ı Hak’tan isteyin ki ihsan buyursun!” deyince de:

“Allah Teâlâ halimi bilir, istememe hacet yok!” diyerek istemekten hayâ etmiştir.

Hammad bin Seleme’nin Rabiatü’l-Adeviye Hazretlerine benzer bir kadın hakkında anlattığı şu kıssa da bunun güzel bir örneğidir:

Yakınlarımızda birçok yetim çocukları olan dul bir kadın oturuyordu. Şiddetli yağmur yağmakta olduğu bir gece onun:

“Ya Refik, irfık!” diye seslendiğini işittim.

İlk anda onun muhtaç bir durumda kaldığını düşündüm. Biraz sabredip yağmurun dinmesini bekledim. Sonra yanıma on dinar alarak evine vardım. Kapıyı çaldım. Kapıyı açtığında içeri girip halini hatırını sordum.

“Sıhhat afiyetteyiz çok şükür!” dedi, “Yağmur yağarken çocuklar biraz üşüdüler ama dinince ısındılar.”

Keseden altınları çıkarıp:

“Şu dinarları alın da, bazı ihtiyaçlarınızı karşılayın!” dediğimde kadının beş yaşında görünen kızı derhal bir çığlık attı ve dedi ki:

“Ey Hammad, bizimle mabudumuz arasına girmek mi istiyorsun?” Sonra annesine dönüp:

“Anneciğim gördün mü? Yüksek sesle ya Refik irfık diyerek gizli sırrını açtığın için işte Allah’ımız rıfkı mahlûk elinden gösterip bizi te’dib ediyor!” diye annesini ikaz etti ve beni şaşkınlık içinde bıraktı.

Ebu Haşan Şazelî Hazretlerine kimyadan sormuşlar, şöyle cevap vermiş: “Gönlünden Allah’tan gayrı ne varsa çıkar. İlâhî taksimde hisse sahibi olmadığın şeye asla ulaşamayacağını bil. îşte kimya budur.”

Bir şeyi murâd etme

Olduysa inâd etme

Hak'tandır o reddetme

Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler

diyen İbrahim Hakkı Hazretleri de fukara zümresinin istemeksizin İlâhî zuhurata tabi olan kısmından imiş.

34.     Hikmet

Ey talip, iki işten birini seçmen gerektiğinde nefsine ağır gelen işi yap. Zira nefse ancak doğru olan iş ağır gelir.

Sana meşkûk olursa ger iki emir

Anın bak nefiin üzre eşkalin al

Ağır gelmez bir iş âlemde nefse

Meğerki hak ola bı-şübhe ol hal

Nefse ağır gelen işlerin yapılması, hafif gelen işlere göre daha doğru olur. Zira insan nefsinin yaratılış özelliği, cehalet ve şehvet düşkünlüğüdür. O yüzden daima hayvani hazları ister, rabbanî haklardan geri durur. Bir mürid bir ameli diğerine göre daha hafif görüp nefsinde ona meyil hissederse hemen kendini toplayıp o ameli bırakmalıdır. Nefsine uyarsa mahrumluğa ve pişmanlığa uğrar. Çünkü nefse hafif gelen ameli işlemek hakikat erbabına göre kalbin manevî bozukluğundan ileri gelir, değersiz sayılır. Kalbe az çok heva girdiği için bu bozukluk eserlerinden masun kalamaz ve sırların aynası olamaz.

Nefs-i emmareye bir amelin hafif gelmesi hayvanî hevesine uygun düşmesindendir. Heva ve heves de Hak rızasına ters düştüğünden artık mürid için ağır ameli seçmek başlıca selamet çaresidir. Ancak mutmain nefslere göre mesele farklıdır. Nefs mutmain olup: “Ey mutmain nefs!" (Fecr/27) İlâhî hitabına erişince artık hevanın hükmü kalmaz. Bütün ameller ne kadar ağır ve zahmetli de olsa kolay gelir, zevk ve rahatlık verir. Şu halde mutmain nefsin Hak katındaki derecesine göre seçilecek ameller faydası çok olanlardır.

Arif bir zat dedi ki: “Yirmi seneden beri kalbim bir an bile nefse karşı sükûnet ve itminan bulamadı.” Nefse karşı kalbin sükûnu, nefse hafif gelen amelleri yapmak demektir. Bu ârif bu sözüyle nefsine uymadığını, ağır amelleri tercih ettiğini belirterek övünmüş ve sâliklere öğüt vermek istemiştir.

Nefsin daima Hak rızasına uygun olmayan hallere düşkünlüğünü göstermek bakımından aşağıdaki kıssa ibretli ve önemlidir:

Ebu Talib Mekkî Hazretleri anlatıyor:

Sofilerden birine bir gün bir tarikat sâliki misafir olur. Ev sahibi komşu kebapçıdan kebap satın alıp başka dostlarını da davet ederek misafire ziyafet hazırlar. Sofraya oturup yemeğe başlandığında misafir mürid de bir lokma alır fakat çiğneyip yutamaz ve geri çıkarır.

“Kusura bakmayın, ben yiyemeyeceğim. Lütfen siz yemeğe devam buyurun!” diyerek bir kenara çekilir. Sofradakiler yemesi için ısrar ederler;

“Siz yemezseniz biz de yemeyiz!” derler.

Ama misafir mürid:

“Benim yememe imkân yok, siz de ister yersiniz, ister yemezsiniz!” diyerek kalkıp yürüyüverir.

Sofradakiler artık misafirsiz yemeğe devam etmek istemezler ve kebapçıyı çağırıp belki bu kebapta mekruh bir sebep vardır düşüncesiyle sorguya çekerler. Kebapçı sıkıştırılınca, bu kebabı ölü bir kuzudan yaptığını, paraya tamah ederek bu işe kalkıştığını, tesadüfen komşusu almak istediğinde gerçeği söyleyemediğini itiraf etmek zorunda kalır.

Bir zaman sonra ev sahibi o müridin kebabın ölü kuzudan yapıldığını nasıl keşfettiğini merak ederek onu arar bulur. Bunu sorunca mürid şöyle cevap verir:

“Ben yirmi senedir riyazetle vakit geçirdim, açlık susuzluk çekerek yaşadım. Fakat nefsim hiçbir yemeğe iştah duymadığı halde o kebaba karşı öyle bir istek gösterdi ki o zamana kadar hiç bu kadar iştahlı olduğunu görmemiştim. Nefsim hep Hak rızasına uymayan şeyleri istediği için bu kebaba karşı düşkünlüğünden şüphe ettim. Onda çirkin bir hal olduğuna kanaat getirdim, o yüzden yemekten çekindim.”

Amel seçmekte bu söylenilen ölçüden başka sağlam bir ölçü daha vardır ki, salih amel sahiplerince tecrübe olunmuştur. O da salih olan kimsenin Ömrünü tamamlamışçasına ölüm vaktinin geldiğini düşünmesi ve o sırada hangi amelle son nefesini vermek istediğini dikkate almasıdır. Çünkü nefs, ölüm haline gerçekten güzel olan amelden başka bir işle uğraşmayı arzu etmez. Onun için o zamanda sevilen amelin doğru, başka amellerin ona nisbeten daha az doğru olduğu belli olur. Zira ölüm haktır; hakka karşı batılın devamlılığı olamaz. Batıl olan amelin hepsini kaldırır, hakkanî ameli devam ettirir. Şu ayetler buna kesin delildir: “De ki, Hak geldi ve batıl kayboldu.” (Isrâ/81) “Hakkı batılın başına fırlattığımızda onun beynini dağıtır, batıl ortadan kalkar. ” (Enbiyâ/18) “De ki, Rabbim hakkı dilediğinin kalbine indirir.” (Sebe/48)

Hak olan ölümün batılı yok edip güzel ameli devam ettirmesi, güzel amellerle aralarında zıtlık olmaması bakımından hakkın zail olmayacağı hikmetine dayanır. Bir de insanın ölüm vaktinde riya şaibesi, nefs hazzı ve hevadan uzak olan temiz amellere gayret etmesi, ondan sonra gelen ölümle bütün fırsatların kaçacağını gördüğündendir. Çünkü geleceğin sermayesi olarak ancak elde olan ameller kalacaktır. Güzel amelde asıl olan emel yokluğu budur.

Şu halde daima ecel pençesinde esir olduğunu ondan kurtulmanın imkânının bulunmadığını bilen kimse ameli bozan afetlerden sakınır ve gösterişten kaçınır. En hayırlı ameli seçerek en mühim amelle uğraşmaya mecbur kalır. Ne çare ki halkın çoğu gaflet içinde olduğundan afiyetli zamanlarını serbestçe geçirip ancak ecel pençesiyle çarpışmaya başladığı vakitte eski uğraşılarından pişmanlık duyup üzülür. Ölümün geri bırakılmasını temenni eder. En üstün amel olarak terk etmiş olduğu birtakım ibadete büyük bir meyil ve rağbet göstermeye başlar.

Heyhat limâ tu 'âdûne heyhat îğfirlenâ yâ Kaziyü ’l-hâcât

35.    Hikmet

Nafile hayır işlerinde acele etmek ve farz amellerde rahat ve tembel davranmak nefse ve hevaya tabi olmanın alâmetlerindendir.

Ferâizden tekâsülle meşâgil-gîr-i nefl olmak

Hevâya ittihaın bu alâmâtmdan olmuştur

Bu hikmetin bir önceki hikmetle ilgisi vardır. Zira nefse ağır gelen farz ve vacip ameller dururken daha hafif gelen hayrat işleriyle uğraşmak nefsin hevasına uymaktan başka bir şey değildir. Mesela tövbe edip Cenab-ı Hakk’ın dergâhına sığınan bir müridin kaçırmış olduğu farzları kaza etmesi ve üzerindeki kul haklarını ödeyip helalleşmesi gerekirken nafile oruç, namaz ve hac amelleriyle uğraşması nefsinin kölesi olduğunu gösterir.

Muhammed bin Ebi Verd Hazretleri şöyle buyurmuştur: “İki hal insanın dalalet vadisinde kaybolmasına sebep olur. Birisi nafile ile uğraşmak ve farzları bırakmaktır. Diğeri vücud ülkesinin hükümdarı olan kalple beraber olmayarak vücud azalarıyla ibadet etmektir. İşte insanların vahdet dergâhına erişmekten mahrum olmalarının sebebi bu şekilde yollarını kaybetmeleridir.”

İbrahim Havvas Hazretleri bu manayı başka bir ifadeyle göstermiştir: “Halkın yolu Hak kapısına varmaktan iki sebepten kesilir. Birincisi nafileleri isteyip farzları kaçırmalarıyla, İkincisi zahirde birtakım güzel ameller işledikleri halde nefslerini bu amellerde sadakatle ve bu hususta başkasına öğüt vermekle yükümlü tutmamalarıyla. Hâlbuki Cenab-ı Hak ibadeti ancak sadakati, istikameti ve hakka isabeti sebebiyle kabul eder.”

Ebu Talib Mekkî Hazretleri bu konuyu biraz daha açıklayarak şöyle buyurdu: “Sadık bir mürid için en üstün ibadet önce nefsini bilmek ve haddini aşmamaktır. Allah tarafından ikame olunduğu hal ve harekette devam etmek, bütün nafilelerden geri durduktan sonra hidayete götürecek bir ilim ve nefsânî hevalardan koruyan bir verâ ile farz ibadetlere başlamak, farzları yerine getirmedikçe nafilelerle uğraşmamaktır. Zira nafile ibadet ancak müridin Hak yolunda selâmete ulaşmasından sonra makbul olur. Nasıl ki kâr, alım satımın sermayesi elde edildikten sonraki ticaretin net semeresidir; selamete ermesi zorlaşan kimse de Allah’ın fazlından uzak olur. O kimse nefs aldatmasının helâk vadisine düşmüş bir bedbahttır.”

Dururken vâcibat etme nevâfille şuğl zira

Nevâfille takarrüb sonradır kurb-ı ferâizden

36.    Hikmet

Ey mürid, Hak Teâlâ farzları ileride yaparım diye savsaklamaman için belli vakitlere bağladı. Bu vakitleri de farzları istediğin zaman yerine getirmen için geniş tuttu.

Muayyen vakitlerle eyledi tâati Hak takyîd

Senin men etmesin kim andan ey dilâdet-i tehir

Dahî evkatı tazyîk etmeyip etti sana tevsî'

Senin ’çün tâ ki kalsın hâli üzre hisse-i tahyır

Namazın beş vakit olmasında iki büyük ilâhı nimet vardır. Birincisi Cenab-ı Hakk’ın namazı belli vakitlere bağlaması, kullarını bu ibadete mecbur etmesi ve karşılığında sevap ve mükâfat vereceğini vaad ederek ebedi saadete özendirmesidir. Zira belli vakitlerde değil de ne zaman isterse yerine getirilmek üzere serbest kılsaydı, insan tembellik edip sonraya bırakırdı. Geciktirip savsaklayanların ise helâke uğrayacakları hadis-i şerifte bildirilmiştir. O yüzden ömründe bir kere yapılması farz olan hac ibadetinin zenginlerce çoğunlukla yerine getirilmeyip bedelle hacca vekil göndermeleri bu hadis-i şerife göre savsaklama (tesvif) olduğu şüphesizdir.

ikinci nimet insanlara seçim hakkı tanınarak vakitlerin uzatılıp geniş tutulmasıdır. Böylece bu vakitlerin başında, ortasında ve sonunda eda olunması yeterli sayılmıştır. Kul bu suretle azaların kalple birlikte amel edeceği sakin bir halinde ibadetini yapabilme serbestliğini elde etmiştir. Eğer vakitler geniş olmasaydı, mesela öğle namazının öğle vakti girer girmez kılınması şart olsaydı, vaktin ortasında veya sonunda kılmış olan, namazı vaktinde eda etmemiş olurdu. Sonra kabul edilmesi şüpheli olan kazaya bırakmaktan başka çaresi kalmazdı.

Vakit geniş olduğuna göre bütün meşguliyetlerden uzaklaşarak kalp huzuruyla istediği vakit parçasında namazı kılıp şartlarını yerine getirebilir. Şu halde namazı belli vakit şartlarına bağlamak ve vakitleri genişletmek Cenab-ı Hakk’ın lütuflarındandır.

37.    Hikmet

Cenab-ı Hak kulların az ibadet edeceklerini bildiği için taat etmeyi farz kılarak onları mecburiyet zincirleriyle ibadete sevk etti. Cenab-ı Hak bir topluluğun zincirlerle sürüklenerek zorla cennete götürülmesinden hoşlandı.

Bildiğiyçün kıllet-i meylin ibâdın tâate

Kıldı vâcib anlara Mevlâ vücûd-ı tâati

Kayd-ı îcâb ile sevk-i tâat etti sevdi hem

Sevk olunmuş cennete zencîr ile bir ümmeti

Cenab-ı Hak kulunun ibadetinden fayda sağlamaz, masiyetinden de zarara uğramaz. Hiç ihtiyacı olmadığı halde kullarına ibadet etmekle emredip mecburiyet zincirleriyle kulluğa sevk etmesi, onların tabiatlarındaki zayıflık ve tembellikten dolayı gönüllü olarak ibadet etmekte gevşek davranacaklarını bildiğindendir. Bu yüzden onları azaba uğratmakla korkutarak kulluk yoluna zorlama zincirleriyle sürüklemiştir.

Cenab-ı Mevlâ sanki şefkatli bir babanın çocuklarına davrandığı gibi muamele etmiştir. Zira müşfik bir baba üzerinden kuş geçmesini bile istemediği gönlünün meyvesini, tabiî arzularının yolunda koşmasın diye dövüp korkutur. Gelecekte mutlu yaşaması için ilim ve sanat öğrenmesi gibi birtakım zahmetli işlere zorlar. Maksat onu acıtmak, incitmek değil, sonradan anlayacağı gelecekteki menfaatlerini şimdiden tamamlamasını sağlamaktır. Cenab-ı Hak da dünya düşkünü kullarının, helâk sebebi olan nefsanî şehvetlerinin ardında dolaşmalarını engelleyip korkutarak ahiretteki ebedi saadetlerini temin etmek için şeriat meşakkatlerini üzerlerine yüklemiş, bu suretle onları icap zinciriyle özel faydasını ileride anlayacakları ibadetlere zorlamıştır.

Şefkatli bir baba gözünden sakındığı sevgili çocuğunu terbiye etmek için dövüp mutluluğunu hazırlamak yolunda okula gönderir. Yine çok sevdiği için her türlü fedakârlığı yapıp şefkatini göstermekten geri durmaz. Bunun gibi ana ve babalarımızdan daha şefkatli olan Erhamerrahimin Hazretleri de kullarını dıştan gereklilik zincirlerine bağlayarak kulluk yoluna sevk etmekte, heva- yı nefsanîlerine ters düşen birtakım şeriat yükümlülükleriyle bağlayıp cennete sevk ettiği kullarını manen pek fazla sevdiğinden onların bu halinden razı ve hoşnut olmaktadır.

Hikmet ibaresinin son cümlesi bir hadis-i şeriften alıntıdır. Peygamber Efendimiz'"’ Bedir esirlerinin zincirlere bağlanıp götürüldüğü sırada şu mealde buyurmuştu: “Allah Teâlâ bir grup insanın cennete boyunlarında zincirlerle sürüklenip götürülmesine taaccüp ediyor.” Onların kâfir oldukları halde esir edilerek kaçmamaları için boyunlarına takılan zincirler, sonradan cennete girmek sebebi olan Islâm dairesine girmelerini gerektirdiğinden sanki cennete zincirlerle zorla sokuluyorlar demektir. Burada kulların üzerine yüklenen ibadet vecibelerini zincirlere benzetmek güzel bir istiaredir.

Hadiste geçen taaccüp kelimesi sebebi gizli olan bir işi büyütmek demektir. Bu mana Cenab-ı Mevlâ için muhal olduğundan iki türlü yorumlanmıştır. Birincisi müteşabihata mana verilemeyeceğini söyleyen eski âlimlerin yorumudur. Onlara göre Cenab-ı Hak için taaccüp vaki olursa da bunun nasıl olduğunu ve hakikatini biz bilemeyiz. Taaccübün lügat manasından yani şaşmaktan Cenab-ı Hak münezzehtir. İkincisi müteşabihatı yorumlayan sonraki âlimlerin görüşüdür. Bunlara göre hadiste geçen taaccübün manası Cenab-ı Hakk’ın zincirlerle cennete sürüklenmenin taaccüp edilecek, şaşılacak bir şey olduğunu gösterip bildirmesinden ibarettir. Buna nasıl şaşılmaz ki? Ebedî kalınacak olan cennet; Allah’ın rızası, devamlı yiyip içmek, sayısız nimetler, dîdar sevinci ve hurilerle, akıl ve izan sahiplerinin elde edilmesine çabalanması ve uğruna her türlü meşakkate katlanılması gereken bir nimettir. Böyle iken bu topluluğun, sonsuz ve sayısız nimetlerin sebebi olan İslam ve imana sanki kötü bir işe götürülüyormuş gibi zincirlerle çekilerek sevk edilmesi ve gereklilik zinciriyle ibadete zorlanması gerçekten hayret edilecek bir şeydir. Ancak bu icap ve taaccüp avam için bahis konusudur.

Havas kulların kalpleri feyiz ve irfan tecellilerinin yeri olduğundan mâsiyetten ve kötülükten yaradılışlarının özelliği gereği nefret ederler. Nefslerinin hevalarına uymamaları ezelî vasıflarıdır. Bunlar icap zincirleriyle taate sevk olunmaktan, yükümlülük bağlarıyla cennete götürülmekten uzaktırlar. Hatta ibadetleri onlara tatlı gelir. Taate devam etmeleri tabiatları gereğidir. İbadet vecibelerinin faydası bir padişahın zaten yanında bulunan nedimlerine; ‘Bir daha yanımda durun!’ diye emretmesi gibi iltifat ve teveccüh ederek şereflendirmesidir.

Ebubekir Sıddık(ra) ezelî imanını belli etmeksizin putlara tapmaktan, işret, zina gibi akıl ve hikmet dışı işlere bulaşmaktan tabiatı gereği nefret edip çekinmişti. Sahabe-i kiramdan Süheyb-i Rûmî’nin Cenab-ı Hak’tan korkmasa bile yine günah işlemeyeceği hadis-i şerifle sabittir. Rabiatü’l-Adeviye: “Cenab-ı Hak kullarına ibadet etmeyi emretmese yine belli günlerimi ibadetle geçirdim.” buyurmuştur.

Bunlar havas kulların özel yaradılışta olduklarını gösteren güzel örneklerdir.

38.    Hikmet

Cenab-ı Hakk’ın sana ibadet etmeyi emretmesi, senin cennete girmen içindir.

Sunu etti Hüdâ gerçi vücûd-ı hizmetin îcab

Anınla eyledi ancak duhûl-i cennetin îcab

Cenab-ı Hakk’ın zahirde kullarını ibadetle yükümlü kılması aslında onları iman ve ibadetler sebebiyle cennete girmeye mecbur etmek içindir. Çünkü kulun ibadetinin O’na faydası olmadığı gibi, isyan edenin masiyeti de zarar vermez. Bu yüzden ibadetin faydası yine taat edene aittir. Bu hikmet bir önceki hikmetin anlamını biraz daha güçlendirmekte ve açıklamaktadır. Cenab-ı Hakk’ın kullarını ibadete şevki, cennete sevk demektir ve büyük bir devlettir. Kulların üzerine düşen ise cennete girmektir. Burada bilinmeye değer bir husus daha vardır ki, o da gereklilik zincirleriyle kulların Allah tarafından kendisine sevk olunduğu ibadetler, kendilerine farz kılınan mükellefiyetlerdir. Bu vecibeler, farzların hangi kısmı olursa olsun, aynı cinsten sünnet, mendub, müstehab gibi nafilelerle tamamlanabilmektedir. Mesela farz namazlardaki eksikliklerin müekked ve gayr-ı müekked sünnetler gibi nafile namazlarla, ramazan orucundaki noksanlıkların şevval ayının başında tutulan sitte-i şevval denilen altı günlük nafile oruçlarla, zekât noksanlıklarının sadakalarla tamamlanacağı hadis-i şeriflerle beyan buyrulmuştur.

Namaz beş vakitle, oruç ramazan ayıyla, zekât malî kuvvetle, hac ise gücün yetmesi, ömür müddeti ve belli aylarla şarta bağlanarak belli edilmiştir. Bütün bunlar ibadetten zevk alamayan ve ibadetleri ancak farzları yerine getirmek ve haramlardan çekinmekten ibaret bulunan zayıf mü’minler içindir.- Zira bir efendinin zaman belirlenmeyince istenen hizmeti yapamayan hizmetçilerine öğretmesi gibi Cenab-ı Hak da avamın farz ibadetlerini belli vakitlerle sınırlamıştır.

Havas kullar ise zevki hakikatte ve safayı ibadette ararlar. “Şüphesiz Allah bizimle beraberdir. K ayet manasının şarabıyla neşe bulurlar. Vakitlerini tek bir vakit bilir, hangi ameli işlerlerse onu huşu ve huzur ile ifa ederler; hatta ameli terk etmeleri de İlâhî tecellilerin istiğrakından ve fena- fillah sırrıyla gerçekleşmelerinden ileri gelir. Onlar kalıp ve kalp olarak pür-nur olduklarından vakitlerinin hepsi ibadet içindir. Sayılı nefesleri zikrullah için emanettir. Kısacası onların ibadeti belli vakitlerle sınırlanmaktan uzaktır.

Ebu Haşan Şazelî Hazretleri “Hangi virde devam edeyim?” diye soran bir müride şöyle cevap vermiştir: “Sana ancak bir virde devam etmeni tavsiye ederim. O da hal ve söz olarak hevayı söndürmek ve Mevlâ’yı sevmektir.”

39.    Hikmet

Cenab-ı Hakk’ın kendisini şehvetten kurtarıp gafletten uyandıracağını garip karşılayan kimse İlâhî kudreti küçümsemiş olur. Hâlbuki Hak Teâlâ’nın her şeye gücü yeter.

Yed-i şehvetten inkazm yemm-i gafletten ihracın

Cenab-ı Alimü ’s-sırrın olursa her ki müstagrib

Muhakkak etmiş oldu kudret-i Hakk'a o acz isnad

Cenab-ı Hak ise her şeye oldu Kadir ü Gâlib

Bir insan ne kadar şehvet kölesi olsa, ne kadar gaflet deryasına batsa Cenab-ı Hakk’ın yine ona hidayet ve selamet vereceğinden şüphe etmemelidir. Zira bu şüphe Kadir-i Mutlak’ın gücünün yetmeyeceğini zannetmek olur. Hâlbuki Alemlerin Rabbi hidayete ulaştırmaya muktedirdir, gücünün yetmeyeceği bir şey yoktur. Binaenaleyh bir mürid insanların kalpleri ve hayvanların nasiyelerinin Hak Teâlâ’nın kudret elinde olduğuna inanmalı, İlâhî rahmet ve feyizlerden ümit kesmemeli, Cenab-ı Hakk’a tam bir muhtaçlık ve zilletle sığınmak ve zuhuratı gözlemelidir. O zaman Hak Teâlâ onun zorluklarını kolaylaştırır, müşküllerini çözer. Zira Allah Teâlâ dağınık bir kulu af ve mağfiret etmek isterse, onu rızasına uygun bir işe muvaffak eder. Günahlarını pek basit bir sebeple bağışlar ve hidayete eriştirir. Amellerini ve hallerini düzelterek sonrakilere örnek olmak derecesine yükseltir. Büyük velilerden Fudayl bin lyaz, Abdullah bin Mübarek, Ebu Ukal bin Ulvan’ın halleri bunun hayret verici örnekleridir. Bunlar ilk halleri iyilikle anılmayacak bir durumda iken, İlâhî cezbe ve rabbanî hidayet erişmesiyle birlikte her biri kısa zamanda şeriat göğünün parlak güneşi ve tarikat burcunun nurlu ayı olarak din ve milletin övüncü, kendilerinden sonra gelenlerin rehberi olmuştur.

Cenab-ı Hakk’ın en sevdiği şey bir günahkârın pişmanlıkla tövbe etmesi olunca, dalalet girdabında kaybolmuş suçluya sırf lütfuyla hidayet vermesi nasıl garip karşılanabilir?

Veheb bin Münebbih Hazretlerinin anlattığı aşağıdaki kıssa bu konuda bir hikmet dersidir:

Benî İsrail’den cana kıymış katil bir şakî pişmanlık gösterip âlim bir zatın yanma giderek durumunu anlatır ve Allah katında tövbesinin kabul edilip edilemeyeceğini sorar. Fetva veren âlim de yerden kuru bir hurma dalı alarak: ‘Bu dal ne zaman yeşerirse, senin tövbenin kabul olduğuna işarettir!’ cevabını verir. Adam bunu gerçek zannedip kuru dalı alıp evine gider, tövbe istiğfara devam ederek Cenab-ı Hak’tan af ve mağfiret beklemeye başlar. Aradan epey zaman geçtikten sonra dalın yeşillendiğini görür ve bağışlandığını anlar. “Bu Allah ’a güç değildir.K (Fâtır/17)

Ebu Said el-Hudrî’nin(ra) rivayet ettiği hadis-i şerif meali şöyledir:

Doksan dokuz cana kıyan Benî İsrailli bir adam, görüşünü almak için dünyanın en çok ibadet eden, en takvalı kişisini aramaya girişir. Ona o vasıflarda bir rahibi haber verirler. Rahibin önüne gelip doksan dokuz kişi öldürdüğünü anlatır ve:

“Tövbem kabul olur mu?” diye sorar.

Rahip:

“Hayır, bunun tövbesi olmaz, kabul edilmezsin!” diye cevap verince kızıp onu da öldürür ve maktullerinin sayısını yüze çıkarır.

Bu defa da zamanın en âlim adamını aramaya başlar. En âlim diye tanınan kâmilin huzuruna varıp haksız olarak yüz kişiyi katlettiğini, bu cinayetlerinden tövbesinin kabul edilip edilmeyeceğini sorar. Alim cevap olarak der ki:

“Tövbe kapısı açık oldukça tövbe kabul olunur. Tövbe edenle tövbenin arasına hiç kimse girip engel olamaz. Ancak senin yurdun bozuk ahlâklı, günahkâr kişilerin çok olduğu bir yer olduğundan orayı terk et. Ahalisi ibadet etmekle meşgul olan bir memlekete göç et. Orada Cenab-ı Hakk’a ibadet et ve bir daha dönme!”

Tövbekâr katil hemen yola çıkarsa da gittiği yolun ancak yarısına geldiği sırada ömrü sona erip ölür. Ruhunu alıp haline göre makamına ulaştırmakla görevli olan rahmet melekleriyle azap melekleri ruhuna sahip çıkar, aralarında çekişmeye başlarlar. Rahmet melekleri niyetinin güzelliğinden bahsedip affa uğraması gerektiğini, azap melekleri henüz güzel bir amel işlemediğinden dolayı azaba müstahak olduğunu ileri sürerek münakaşa ederlerken Cenab-ı Hak onlara hakem olması için bir melek gönderir. Bu melek:

“Adamın çıktığı yerle, varıp ibadet edeceği yer arasındaki mesafeyi mukayese edin! Öldüğü nokta hangisine yakınsa ona göre muamele olunur.” diye hükmeder.

Mesafe ölçülünce varacağı yere daha yakın olduğu ortaya çıkar ve rahmet melekleri ruhunu teslim alarak nur deryasına batırırlar.

Isa bin Dinar Hazretleri buyurdu: ‘Cenab-ı Hak bir kulunu ancak kabulünü dilediği amele ve mağfiretini murad ettiği günahtan tövbeye muvaffak eder.’

Ömrünü irfanla geçiren bir günahkâr işlediği günahları hatırlayıp tam bir pişmanlıkla: ‘Allahümmağfîr inneke...’ dediği, sözünü tamamlamadan vefat ettiği halde mağfirete uğradığı hadis-i şerifle bildirilmiştir.

Özetle, günahkârların Cenab-ı Hakk’ın rahmetinden hiçbir vakit umut kesmeyerek kendilerini düzeltmesi af ve mağfiret istemeleri kulluk edeplerindendir. Cenab-ı Hakk’ın da kullarına lütuf ve inayet buyurması mâbudluk şanındandır.

Kereminden ne kadar mücrim isem kesmem ümid

Giremez kimse efendiyle kulun arasına

40.    Hikmet

Ey talip, senin üzerine çok kere nefs karanlıklarının saldırması, Cenab-ı Hakk’ın sana ihsanı olan kalp nurlarının kıymetini bilmen içindir.

Olur zulumât-ı nefiâniye pek çok defalar vârid

Sana târifiçin envâr-ı lûtf-ı Hazreti Hakk’ı

Zulmet (karanlık) nurun zıddıdır. Hak Teâlâ hakiki vahdetin zatına mahsus olduğunu bildirmek için her şeyi çift olarak yaratmıştır. Onun için âlemde zıddı olmayan bir şey yoktur. Her nurun ve nuranînin karşılığında bir zulmet ve zulmanî vardır. Karanlıklardan kasıt şehvetler, masiyetler ve gafletler demektir. Ihsan olunanlardan kastedilen de, kalp nefsanî karanlıklardan temizlendiğinde onda ortaya çıkan tecelli ve feyiz nurlarıdır. Balıkların daima denizin içinde bulundukları halde denizin varlığından habersiz oldukları gibi Allah’ın velileri de İlâhî nurlara gark oldukları zaman nurların varlığından şuursuzdurlar. Bu yüzden kurb ve vuslat makamlarındaki huzur nimetinin nurlarının zevkinin, zikir neşesinin ve mahremiyet sırlarının değer ve şerefini bildirmek, gereken şükrünü yerine getirtmek için Cenab-ı Hak bu velilerine ayrılığın gecelerini ve karanlık perdelerini indirerek hakikati ve hikmeti bildirmek istemiştir.

Nurlara batmak ve zikirlerin daimi tecellisi, ucb ve gurura sebep olup kibir getirdiğinden gaflet uykusundan uyandırmak içindir. Bu iki surette de karanlıkların gelmesi feyiz toplayıcı bir nimet ise de bazen imtihan ve cezalandırma olarak vaki olabilir. Çünkü devamlı olarak şehvet karanlıklarının gelmesi ve müridin tövbe etmeksizin günah işlemeyi sürdürmesi nimet değil, tersine; “Onları ansızın alırız.” (En’am/44) ayeti anlamınca sonu kötüye varan şiddetli bir cezanın alâmetidir.

41.    Hikmet

İlâhî bir nimetin kıymetini bilmeyen, nimet kaybolduğunda değerini anlar.

Hâl-i vicdanında kadr-i nimeti kim bilmese

Hâl-i fıkdânıyla elbette bilir ol nimeti

Bu hikmet bir önceki hikmetin sebebi ve delilidir. “Karanlıkların gelmesi, nimet nurlarının kıymetini bilmeye nasıl sebep olur?” şeklinde akla gelen bir suale müellif; “Nimet kaybolduğunda bilir!” diye cevap vermektedir. Açıklanması gereksizdir; çünkü bir şeyin değeri yokluğunda belli olur. Mesela görme nimetinin kadrini kör olanlar bilir. Çoğunlukla insanların nimeti ve değerini yokluğunda anlayabilmesi, nimet vaktinde gaflet fazlalığındandır.

Arifler ise zaten Rabb’in nimetine şükredici oldukları için nimetin kadrini nimetin bulunduğu vakitte bilirler. Bu yüzden Sırrı Sakatı Hazretleri şöyle buyurmuştur: “Nimetin kıymetini bilmeyen kimse, bilmediği sebeplerle nimeti kaybeder.”

Fudayl lyaz Hazretleri de: “İlâhî nimetlere karşı şükretmeye devam edin. Zira bir nimetin bir topluluktan bir kere kaldırıldıktan sonra geri dönmesi pek azdır.” buyurdu.

Arap ediplerinden biri şöyle demiştir: “Nimete şükretmenin en küçük faydası nıkmetten yani şiddetli cezadan korunmaktır.”

Şükretmek nimetin kadrini bilmeye ve o da nimetin kaybolmasını durdurmaya sebep olduğundan bazı muhakkıklar dedi ki: “Akarsuyun kadrini nehrin kenarında oturanlar bilmez, çöllerde susuz kalanlar bilir.- Babası tarafından terbiye edilmek için devamlı olarak azarlanan çocuk, babasının kıymetini hayatında değil, vefatında anlayabilir.”

Bu sözlerden anlaşıldığına göre İlâhî nimet mevcut oldukça ve yok olmadıkça bilinemiyormuş. Bu sebepten bazı salih kimseler şöyle niyaz etmişlerdir: “Yarabbi, bize nimetini zevaliyle değil, devamıyla bildir. ”-

İşte bir nimetin kıymeti gaflet yüzünden varlığında değil, yokluğunda bilindiğinden ve zamanında şükrü yerine getirilmediğinden Peygamber Efendimiz(sas) ümmetine ibadette kendinden üstün olanlara, mal ve nimette kendinden aşağıda olanlara bakmayı emretmişlerdir. Zaten mutlu ve başarılı insan da diğer insanların haline bakarak kendine ders ve öğüt çıkaran olgun kişidir.- Bu manada Ebu Hureyre’den(ra) rivayet olunan iki hadis meali şöyledir:

“Ey ashabım, siz dünya işlerinde kendinizden aşağı durumda olanlara bakın. Sizden üstün olanlara bakmayın. Zira böyle yapmanız Cenab-ı Hakk’ın sizin üzerinizdeki nimetlerini küçümsememeniz için pek gereklidir. ”

“Sizin biriniz mal ve yaradılışta kendisinden fazla olan kimseye bakmak istediğinde kendinden aşağıda olanlara baksın.”

Bu yüzden bazı sofiler her gün hastaneye giderek hastaların halini, hapishaneye giderek mahpusların durumunu, kabristanı ziyaret ederek kabirdekilerin ahiret halleriyle uğraşmasını, yakınlarının faydasız üzüntü ve feryatlarını görür, sonra evine dönüp bu belalardan uzak oluşlarından dolayı Cenab-ı Hakk’a şükrederler. Hatta zahidlerden Rebi bin Haysem Hazretleri evinde bir kabir kazarak orada boynu zincirli olduğu halde uyur ve kıyamet gününde günah işleyenlerin ıstırap içinde: “Yarabbi, beni dünyaya geri döndür, bıraktığım malla güzel ameller işlerim. ” (Mu minûn/99) diyeceklerini bildiren ayetini okuduktan sonra kalkıp kendisine: “Ey Rebi, işte istediğin oldu. Dünyaya geri dönmeyi isteyip de isteğin reddedilmezden evvel güzel ameller işle!” buyururdu.

Bu sözler yukarıdaki hadislerde emredilenlere tam olarak uygundur. Akıllı kula nimetin değerini bilmek için aşağıda olana bakmaktan başka selamet yolu yoktur.

Şeb-iyeldâyı müneccimle muvakkit ne bilir

Mübtelâ-yı gama sor kim geceler kaç saat

42.    Hikmet

Ey sâlik, şükrünü yapamam diye nimetin ardı ardına gelişi seni korkutmasın. Zira seni şükürden alıkoyan bu korku senin değerini düşüren hallerdendir.

Nimet-i Hakkın tevali vü tevârüd etmesi

Vermesin ifâ-yı şükründen sakın dehşet sana

Çünkü terk-i şükrü müstelzim olan bu indihâş

Kadrini tenzil eden ahvâlden oldu dilâ

Bir insanın, arka arkaya İlâhî nimetlere kavuşması sürdükçe, bunların şükrünü ifa etmekten aciz olduğunu görerek şükrü terk etmesi doğru değildir. Zira Cenab-ı Hak insanın değerini ve özellikle iman sahiplerinin mevkiini yüceltmiş, onunla işlediği az bir iyiliği çok olarak kabul etmiş, “Kim bir iyilikle gelirse ona on misli verilir. ” (En’am/160) hükmüyle seçkin bir lütfa layık kılmıştır. Bu İlâhî lütuf bütün kâinata karşı insanı özel efendilikle şereflendirdiğinden artık nimet fazlalığından dolayı şükretmekten acizlik göstermek bu şerefi düşürücü bir cahilliktir. Nimeti azımsamaktan dolayı şükretmeyi bırakmak Cenab-ı Hakk’ın rızasına aykırı olduğu gibi çokluğundan ötürü terk etmek de şeriatça uygun görülmez. Bu yüzden Sehl bin Abdullah Hazretleri: “Alemde hiçbir nimet yoktur ki, hamd ü sena ondan üstün olmasın. Zira Cenab-ı Hakka yapılan şükür nimetin artmasını mucip olur.” dedi.

Eski kitaplarda yazıldığına göre Davud(as) Cenab-ı Hakk’a:

“Yarabbi, insanlardan her birinin hiçbir tüyü yoktur ki, onun altında bir nimet ve üstünde başka bir nimet olmasın. Şu halde insan sana nasıl hakkıyla şükredebilir?” diye niyaz ettiğinde

Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:

“Ey Davud, ben onlara çok nimet veririm, karşılığında az şükre razı olurum. Bu inayetimin şükrü de sana ulaşan her nimeti benden bilmenden ibarettir.”

İkinci Faruk-ı Azam denilmeye değer olan Emevi halifelerinden Ömer İbn Abdülaziz de kendisine bazı valiler tarafından: “Benim olduğum beldede nimet o kadar çoğaldı ki, idaremde bulunan ahalinin üzerine şükür zayıflığından korkuyorum.” diye sunulan bir yazıya şöyle yazarak cevap verdi:

“Ben seni Cenab-ı Hakk’ı bilirsin sanıyordum, meğer bilmiyormuşsun. Cenab-ı Hak bir kuluna bir nimeti ihsan edip de o kul hamd ü sena ederse elbette onun hamdi Hakk’ın nimetinden efdaldir. Eğer bu gerçeği bilmiyorsan Allah’ın kitabına başvur. Cenab-ı Hak Hazreti Davud ve Süleyman’ın dilinden ilim ve peygamberlik nimetine: Elhamdülillah bizi mümin kullarından çoğundan üstün kıldı.’ dediler. Cennete giren mü’minlerin dilinden: "Allah’a hamdolsun ki, sözünde durdu ve cennete bizi varis kıldı. ’ buyurmadı mı? Hâlbuki peygamberlikten ve cennete girmekten büyük hangi nimet vardır?”

43.    Hikmet

Dünya sevgisinin kalpte yerleşmesi tedavisi olmayan bir hastalıktır.

Gönülde hubb-ı dünyânın vücûdu

Devâsı gayri mümkin bir marazdır

Kalp cihanı yaratan Allah Teâlâ’nın nazar ettiği yerdir. Müslümanların kalbi iman şahidinin tecelli yeridir. Kalpte aynı zamanda dünya sevgisi, şehvetlere meyil ve heva da dolaştığından onu irfan ve yakînin yeri yapmak, nefsanî düşüncelerden şeytanî vesveselerden korumakla mümkündür. Nefs ve şeytan kalbe dünya sevgisini koymaya çalışır. Çünkü dünya sevgisi masiyetlerin ve hataların sermayesidir. Kalp nefsanî hastalıklar ve hayvani şehvet illetlerinden uzak kalmadıkça sultanın sevgiyle baktığı yer olamaz. Çünkü bir evde misafir üstüne misafir bulunmaz. Kalp hastalıklarının tedavisi de iman ve yakîn nurlarının art arda gelmesiyle mümkün olur. Tedavi edilmeyen bir hastalık kalpte yerleşirse hastalık müzminleşir ve artık iyileşmesi güçleşir. Binaenaleyh mürid kalbin manevî hastalığı olan şehvet, heva ve dünya sevgisinden seyyar hastane olan irşad kapısına sığınmak zorundadır. Bu manevî hastalıkları Rabbani tabip olan mürşid-i kâmilin tedavisi altında zikir, takva ve tefekkür ilaçlarıyla gidermeye çalışmak lazımdır. Ancak bu suretle saadet ve afiyete erişilebilir.

Sür çıkar gayrı gönülden ta tecelli ede Hak

Padişah konmaz saraya hâne mâmûr olmadan

44.    Hikmet

Gönülden şehveti ancak şiddetli bir korku ve kuvvetli bir şevk çıkarabilir.

Ceng-i şehvetten dili ancak iki şey pâk eder

Ya hirâs-ı sabr-sûz veya ki şevk-i dil-fürûz

Bu hikmet kalbin ağır manevî hastalığı olan şehvetin tedavisi ile ilgilidir. Şehvet ve heva hastalığı kalpte müzmin bir hale gelirse onun tedavisi ancak iki şekilde mümkün olur. Biri İlâhî celâli sıfatları düşünmekten dolayı kalbe gelen dayanılmaz korkudur. Günah işleyenler için hazırlanan cehennem katlarını ve sonsuz azapları belirten Kur’an ayetleri üzerinde düşünmek, ölümün şiddetlerini, ölülerin hallerini, kabrin korkunçluğunu, sorgulamada cevap vermeyi, mahşerî kıyametin kopmasını, hesap ve sıratı, Hak Teâlâ’nın huzuruna çıkmayı hatırlayıp tefekkür etmek korkunun doğmasına sebep olur.

ikinci tedavi usulü cemalî sıfatları görmekten doğan şevk ve safadır. Bunun sebepleri de iman ve taat sahiplerine vaad edilen cennet derecelerini, hurileri, gılmanları, sonsuz nimetleri, saadeti, Peygamber Efendimiz '1 ile beraber olmayı, dîdar müşahedesini düşünüp tasavvur etmektir.

ilim ve zikir toplantılarına devam etmek bu hususta faydalı olursa da tam olarak şifaya kavuşmak ancak belirtilen iki yolla mümkündür.

Muayyen bir devâ her derde dârü’d-dâ’-i âlemde

Devâ-yı derd-i isyan ise oldu hükm-i istiğfâr

(Bu hastalık âleminde her derdin bir devası var. Günah işleme derdinin çaresi ise tövbe edip mağfiret dilemektir.)

45.    Hikmet

Cenab-ı Hak ortaklı ibadeti sevmediği gibi müşterek kalbi de sevmez. Müşterek ameli kabul etmediği gibi, ortaklı kalbe de nazar etmez.

Muhabbet müşterek a mâle etmez Hazreti Mevlâ

Nasıl ki müşterek kalbe muhabbet eylemez asla

Erişmez cânib-i kuds-i kabule müşterek a mâl

Dahi etmez nazar ortaklı kalbe ol Kerem-fermâ

Kalplere gayb hâzinelerinden gelen manevî nurlar ve İlâhî tecelliler maârif olarak ortaya çıkar. Bu rabbanî sırlar iki kısımdır. Bir kısmı kalbin giriş yeri olan göğüse yani kalbin dışına gelir, bir kısmı da kalbin süveydasına ulaşır. Kalbin dış yüzüne ulaşan nurların faydası, kalp gözünün onunla nefsini, Rabbini, dünya ve ahiretini müşahede edip bilmesidir. Bu fayda elde edildiği zaman artık gönül bir kere kendisiyle, bir kere de Rabbiyle beraber olup bazen dünyayı severek dünya işleriyle uğraşır, bazen ahirete meyledip manevî işlere yönelir.

Kalbin süveydâsına giren nurların neticesi ise gönül sarayında Allah’tan başka bir şeyin ortaya çıkmaması ve kalp sahibinin Allah’tan başka bir şey sevmemesidir. Bu yüzden bazı ârifler: “îman kalbin zahirinde kalırsa, mü’min dünyaya da, ahirete de meyleder. Bir kere Hak ile, bir kere de halk ile ünsiyet eder. Lâkin iman nuru kalbinin süveydasına girmiş olan mü’min imanında kâmil olur. Dünyadan nefret eder ve hevayı terk eder.” dedi.

Ebu Talib Mekkî Hazretleri şöyle buyurdu: “Mü’minin iman derecesi, Cenab-ı Hakk’ın rızasını bütün mâsiva ve hevaya tercih etmesinden Cenab-ı Hakk’ı her şeyden fazla sevmesinden belli olur. Kâmil mü’min Hak rızasını üstün tutan ve Allah’ı her şeyden çok sevendir. Bu derecenin altında bulunan iman sahipleri muhabbet derecesine ve iman mertebesine göre irfan kazanır.”

Bazı muhakkıklar da dediler ki: “Kalbin zahiri İslam yeri, batını iman nurunun mahallidir. Bu yüzden iman İslam’dan, batın zahirden üstündür ve muhabbet ehli arasında sevgi ve dostluk konusunda fark vardır.”

46.     Hikmet

Ey mürid, çok defa sana gelen İlâhî nurlar kalbini mâsiva ile dolu bulunca bırakıp giderler.

Kalbini ağyardan boşalt ki, Cenab-ı Hak onu maârif ve sırlarla doldursun.

Sana vârid olur çok kere envâr

Bulur kalbin dolu ekvân ü âsar

Olur envâr-ı Hak nâçâr râhil

O yerden doğru ki olmuştu nazil

Dilin ağyârdan boş kıl ki Mevlâ

Ede irfân ü esrâr ile imlâ"

Rabbani ilimler ve İlâhî sırlar âriflerin kalbine levh-i mahfuzdan yansır. Bazen bu ilim ve sırlar mal, evlat ve dünya emelleriyle ilgilenen kalplere de gelir. Fakat bu gibi kalplerde tecelli edecek yer bulamaz; mâsiva ile kirlenmiş yerde kalamayıp geldiği yere geri dönüp gider. Onun için rabbani nurların ve sırların tecellisini arzu eden mü’min kalbini mâsiva ilgisinden uzak tutmalıdır ki, ledün manaları kendisine açılsın. Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: “Bizim rızamızı kazanmak için maddî ve manevî mücahede eden iman sahiplerine elbette bize ulaştıran yolları gösteririz.* (Ankebût/69)

47.     Hikmet

Ey sâlik, Cenab-ı Hakk’ın ihsanı gecikmez; lâkin senin O’na yönelmen gecikir.-

Hak Teâlâdan atâyı etme istibta sakın

Lîk et nefsinden istibta-yı ikbâl ey gönül

(Hak Teâlâ’nın ihsanını geciktirdiğini sakın düşünme, ama kendinin geciktiğini düşün.)

Cenab-ı Hak’ta cimrilik olmadığından inayetinin geciktiğini düşünmek doğru değildir. Gecikmeyi Cenab-ı Hakk’ın rızasına yönelmekte aramalıdır. Çünkü gönül aynasından ağyarı temizleyip Hak Teâlâ’nın ihsanına yönelmedikçe kalpte maârif ve sırlar ortaya çıkmaz. Bu halde bağış ummak bir kayanın üzerine tohum atıp hasat beklemek gibidir.

Bu dünya yurdu ahiret gibi kudret âlemi değil, sebep ve hikmet yurdudur. Burada zuhura gelecek İlâhî yardım, kulların maddî ve manevî istidadına bağlı olduğundan öncelikle istidat kazanmak lazımdır ki, Rab Teâlâ feyiz bağışlayıp yardım etsin, ikinci olarak sebepleri hazırlamak lazımdır ki, Cenab-ı Hak da bağış hâzinesini açsın.

Dünyaya gelmek hüner değildir. Hüner ancak dünyanın bir imtihan yurdu olduğunu bilip buraya ağlaya ağlaya geldiğini göz önüne alarak ebedî saadet ve istidat kazanmaya çabalamak, geleceğini güvene alıp sayılı nefesleri güle güle sonlandırmaya çalışmaktır. Bu konuda aşağıdaki kıta ne güzel bir ders ve hikmettir:

Bâkiyen doğduğunu eyle tefekkür ey dil

Nas havlinde senin olmuş idi gark-ı sürür

Bezl-i nakdine himmetle demâdem sen de

Nas mevtinle senin ağlar iken ol mesrur

48.     Hikmet

Vakitlere bağlı ibadetlerin başka bir vakitte kaza edilmesi mümkündür; Fakat vakitlerin hakları kaza edilemez. Çünkü Allah’ın her vakitte senin için yeni bir hakkı ve bir emri vardır. Sen Cenab-ı Hakk’ın bu vakitteki hakkını kaza edemiyorsun, o halde başka vakitlerin hakkını nasd verebilirsin?

Vezâifvar ibâdetten zamanda

Olur mümkin kazası diğer anda

Değildir kabil-i imkân ü icra

Kazası hakk-ı hâl ü vaktin asla

Ki vakt olmaz vürûd etsin de anda

Hüdânın olmasın nev hakkı sende

Nasıl sen hakk-ı mâfâtı kemâ-kân

Kaza etmek müyesser olsun ol an

O demde hâlbuki hakkıyla câna

Hüdâ nın etmedin sen hakkın ifâ

Vakitlerdeki haklar, oruç, namaz, hac ve zekât gibi ibadetlerdir. O vakitlerin hakları ise kulların üzerine gelen nimet, dert, taat, masiyet gibi hallerin gerektirdiği batini muamelelerdir. Nimet geldiğinde şükretmek, derde düştüğünde sabredip razı olmak, taat sırasında iyiliği görmek, masiyet vaktinde pişman olup tövbe etmektir.

Hikmette bu haller vakit diye mecazî olarak ifade edilmiştir. Çünkü bu hallerin her biri belli bir vakitte geldiği için mürid bunların hangisinde bulunursa, bu hal sofilerce o müridin vakti sayılır. Mevlana Hazretlerinin: “Sofi vaktin oğlu olmalıdır ey arkadaş”- mısraındaki vakit ile sofinin bulunduğu hal kastedilmiştir. Çünkü vaktin çocuğu olmak bu dört halin her birinin hakkını vermek demektir. Çocuk babasının emir ve muamelesine nasıl uymak durumundaysa, mürid de vaktin gereğine yani halin icabına göre davranmalıdır. Vakitlerin hakkı batini muamelelerle yerine getirilir. Ebu Abbas Mürsî bunu şöyle açıklıyor: “Müridin vakitleri dörttür, beşincisi yoktur. Bunlar nimet, nıkmet, taat ve masiyettir. Bunların her birinde de Cenab-ı Hakk’ın kulları üzerinde kulluk paylarından bir payı vardır ki, o payı Rab olarak kulundan ister. O paylar (esham) hamd, sabır, şuhûd-ı minnet ve nedamettir.”

Peygamber Efendimiz(sas) bir gün şöyle buyurup sustular, sonunu getirmediler:

'Kendisine Cenab-ı Hak taraf ndan nimet verildiğinde şükreden, dünyevî belalara uğradığında sabreden, zulme uğradığında zalimi bağışlayan, zulmettiğinde haksızlığından tövbe edip mağfiret dileyen kimse... ”

Ashab-ı kiram sormak zorunda kaldı:

“Ya Resulallah, böyle yapan iman ehli için nasıl bir karşılık vardır?”

Ashabın istirhamları üzerine Resulullah buyurdular:

“Onlar için ahirette emniyet ve kurtuluş, dünyada irşad ve hidayet vardır. ”

Bu açıklamadan anlaşıldığına göre vakitlerde doğan kulluk ve ibadet vazifeleri vaktinde ifa edilmediğinde bunun başka vakitte kazası mümkün olmaz. Çünkü her vaktin vazifesi başkadır. Mesela ramazan ayında özürlü olduğundan oruç tutamayan veya bir mani yüzünden bir vakit namazı kılamayan kimse başka bir zamanda onu kaza edebilir. Fakat vakitlerin hakkının kazası mümkün olmaz. Çünkü her anda Cenab-ı Hakk’ın yeni bir hakkı doğar ve her an için yeni bir emri ortaya çıkar, kaza etmek için boş vakit bulunamaz. Kul için her anda bu hak ve emirlerin gerektirdiği yeni bir batini muamele vardır. Her hakkın yerine getirilme zamanı ancak kendine yetecek kadardır. Bu yüzden Allah hakkını kaza etmeyi başaramayan bir kimse, geçmiş hakkı nasıl yerine getirebilir?

Şu halde sadık müride lazım olan kalbini daima gözetim altında tutarak kazası mümkün olmayan hakların gereğini yapmaktır. Vakit nakdini nefsanî şehvet ve beşerî karanlıklar yolunda harcayıp boşa vermemektir. Ancak o takdirde kazası olmayan İlâhî haklar kaçırılmamış olur.

49.    Hikmet

Ey mürid, ömründen geçen müddetin geri dönmesi mümkün olmadığı ve bir bedeli bulunmadığı gibi, o süre içinde senin eline geçen şeylerin kıymeti de ölçülemez.

Fevt olan ömrün için yoktur ivaz

Ömürden hâsıl için de yok beha

İnsan hayatının müddeti, Cenab-ı Hakk’a yaklaştıran ve çok ecir kazandıran güzel amelleri yapmak için geniş bir meydandır. İnsanın saadetinin de güzel amellerle elde edileceğinde şüphe yoktur. Hayat suretinin bir parçası salih bir amel yapılmadan geçerse insanın saadetinden de bu parça ile orantılı bir miktar kaybolup gidecektir. Bunun telafisi imkânsız olduğundan geçen ömür karşılıksız olarak boşa gitmiş demektir. Fakat müridin iyi bir amelle geçmiş olan hayat parçası boşa geçmemiştir; ona paha biçilemez. Çünkü onunla ebedî saadete ve yüksek derecelere erişilmiştir; ondan daha değerli bir nimet düşünülemez. Bu sebepten selef-i salihîn ömür dakikalarına hatta anlarına çok özen gösterirler, sayılı olan nefeslerini boşa geçirmemeye fevkalade dikkat ederler, her anda Allah rızasına uygun bir amel işlemekten başka bir şey düşünmezlerdi. Cüneyd Bağdadî Hazretleri: “Vakit nakittir, elden kaçarsa telafi edilemez.” derdi. Şah-ı Merdan İmam Ali<ra>: “İnsanın kalan ömrü için kaybettiklerini tekrar kazanmanın, öldürdüklerini tekrar hayata döndürmenin bedeli yoktur.” buyurmuştur.-

Hadis-i şerifte buyrulmuştur ki: “Cenab-ı Hakk’ı zikretmeyerek geçen bir an ve saat yoktur ki, kul için hasret ve nedamet olmasın. ” Haşan Basri Hazretleri de: “Ben öyle güzel kullar gördüm ki, sayılı nefeslerine ve sınırlı vakitlerine insanların dinar ve dirhemlerine verdikleri önemden fazla düşkün idiler, insanların faydasız şeylere para harcamadıkları gibi, onlar da feyiz ve mutluluk getireceği bilinmeyen bir yönde nefes ve ömür sarf etmezlerdi.” buyurdu.

Hadis-i şerifte bildirildiğine göre Arasat meydanında her kulun gün ve gece saati olan yirmi dört saat, yirmi dört hazine şekline girecek; her biri dünyada iken işlediği güzel amellerin karşılığı olmak üzere nimet, bağış, zevk ve safa ile ağzına kadar dolu olarak görünecektir. Böyle hâzinelere kavuşanlar sevinçlere gark olurken, boşa geçirilen zaman ise nimetten boş olarak ortaya çıkarılınca fevkalade üzüntü ve umutsuzluğa sebep olacaktır.

Cennete girenler zevk ve sevinçlere boğuldukları sırada dünyada güneşin ve ayın doğması gibi, karşılıklı oturdukları yüksek makamlarına ansızın parlak bir ışık vurduğunu görecekler. Nereden geldiğini araştırdıklarında bunun üstlerinde bulunan, yeryüzünü aydınlatan ışıklı gök cisimlerine benzeyen ashab-ı kiramın yüzlerinden yansıdığını anlayacaklar. Onların yükseklerde buraklar üzerinde hızla uçup gittiklerini ve İlâhî huzurla her an nurlandıklarım görünce hallerine imrenip diyecekler ki:

“Ey din kardeşlerimiz, bu nasıl insaftır? Biz de sizin gibi taat görevlerimizi yerine getirir, Allah’ın emirlerine karşı gelmekten çekinirdik. Sizin bu yüksekliğe ve üstünlüğe ulaşmanızın sebebi nedir?”

Bunun üzerine Rab Teâlâ tarafından onlara şöyle cevap verilecek:

“Ey kullarım, onlar sizin tok olduğunuzda aç, sizin suya kandığınızda susuz, siz giyinik iken çıplaktı. Siz sessiz kalırken onlar Allah'ı zikrederlerdi. Siz sevinçli iken, onlar ağlaşırlardı. Siz rahat döşeğinize uyuduğunuz gecelerde onlar namazdalardı. Siz güven içinde günler geçirirken, onlar Allah korkusundan titrerlerdi. Bu yüzden cennetin yüksek makamlarına eriştiler. ”

50.    Hikmet

Ey sâlik, sevgiyle gönül bağladığın bir şeyin elbette kulu ve kurbanı olursun. Hak Teâlâ ise kendisinden başkasına senin kul olmana razı olmaz.

Muhabbet etmedin bir şeye cana

Anın oldun kulu kurbanı ancak

Muhabbet hâlbuki göstermez asla

Senin ağyâra bende olmana Hak

Bir şeyi sevmek ona bağlanmayı ve onun üzerine hiçbir şeyi tercih etmemeyi gerektirir, işte senin bir şeyi sevmen onun fenalığını sana göstermez, işittirmez. Seni kör ve sağır eder. Sevilenin sevenini esir ve köle etmesinin manası budur. Bu yüzden Allah’tan başkasını seven kimse sevdiğinin kölesi olur. Hâlbuki Hak Teâlâ kulunun kendisinden başkasına kul olmasına asla razı olmaz. Allah rızasının olmadığı yerde ise helâk vardır. Bu sebepten dolayı Peygamber Efendimiz(sas): “Dünyaya, paraya, süslü elbiseye, kadifeye, zevceye sevgiyle kul olan alçalsın, yerle bir olsun!” diye beddua etmişlerdir.

Cüneyd Bağdadî Hazretleri bir müridine şöyle dedi: “Yarattıklarından bir şey seni sevgisiyle köleleştirdiği halde Cenab-ı Hakk’a kul olamazsın. Kulluk haklarını gereğince yerine getirmedikçe asıl hürriyete erişemezsin. Zira kölelik akdine bağlanmış olan bir köle, mukavelede yazılı bedelden bir kuruş eksik ödense özgürlük kazanamaz.”

Muhammed bin Simak Hazretleri bir tarikat kardeşinin kendisine şöyle yazdığını nakletmiştir: “Eğer Allah’tan başkasına kul olmamaya güç yetirirsen, mâsivaya kulluktan kurtulduğun müddetçe Cenab-ı Hakk’a kulluğa çalış.”

Nişabur’da yaşamış olan Ebu Abdullah Razî Hazretleri şunları anlatmıştır:

İbnü’l-Enbarî bana güzel bir cübbe hediye edip giydirmişti. Şeyh Şiblî Hazretlerinin başında da bu kumaşa yakışan hoş bir sarık gördüm, içimden şu külah da benim olsa, ikisini birlikte giysem diye bir düşünce geçti. Şeyh Hazretleri yerinden kalkıp giderken kendisiyle gelmemi işaret buyurdu. Birlikte evine girdiğimizde üzerimden cübbeyi çıkarmamı emretti. Hemen çıkarıp kendisine takdim ettim. O da başından sarığını çıkarıp ikisini birden ateşe atıp yaktı. Böylece Cenab-ı Hak’tan başka bir şeyi sevmenin kulluk edebine uymadığını bildirip beni irşad eyledi.

51.    Hikmet

Ey mürid, Cenab-ı Hakk’a senin taatin fayda, masiyetin zarar vermez. Sana taati emredip masiyeti nehyetmesi senin menfaatin içindir.

Hüdâya menfaat vermez ibadet

Dahifı’l-i kabıhinde mazarrat

Muhakkak emr ü nehyi Kibriyantn

Sana ait olur nefi nihayet

Cenab-ı Hak ef âlinde garazlardan münezzeh olduğu için amel edenlere ihtiyacı yoktur. O’na ne iyi kişinin ibadeti fayda, ne de kötü kimsenin masiyeti zarar verir. Kullarına ibadet etmeyi ve günah işlemekten kaçınmayı emretmiş olması, sonradan yine kullarına dönecek dünyevî ve uhrevî menfaatlerden dolayıdır. Bu da sırf Hak Teâlâ’nın gerekmediği halde fazlından ve ihsanından ibarettir. Mesela Cenab-ı Hakk’ın mü’minlere beş vakitte emrettiği namazın bütün ibadetleri, zikir, hamd ve senayı kapsadığı için Hak yakınlığına ve ahiret mükâfatlarına sebep olmasının yanı sıra sağlık bakımından da pek çok faydalar sağladığından şüphe edilir mi? Hele soğuk su ile her gün beş vakit namaz için abdest almak ve cinsel ilişkiden sonra gusletmek kadar temizlik getiren ve sağlığa uygun olan bir hal düşünülür mü? Yine Cenab-ı Hakk’ın senede bir ay tutulmasını emrettiği orucun; nefs-i emmarenin terbiyesi ve kalbin temizlenmesi, manevî hallerin elde edilmesi ve oruç tutanın Cenab-ı Hakk’a kavuşması gibi birtakım büyük faydaları içermesinden başka birçok beden hastalıklarını da tedavi etmesi şeriatın koruyuculuğunu göstermez mi? Zekâtın fakirlere ve muhtaçlara verilmesi bakımından, en şerefli ve mükemmel yaratılıştaki insanın hemcinslerine yardım etmesinin, sosyal dayanışma ve asayişin devam etmesine yararı inkâr edilebilir mi? Hac gibi diğer İlâhî emirlerin de her biri incelenmiş olsa pek çok maddî ve manevî faydalar bulunduğunun ortaya çıkması şüphesizdir.

İlâhî yasaklar da yine anlayabildiğimiz gibi pek çok faydaları hâizdir. Mesela rakı, şarap gibi azı çoğuna sebep olan alkollü içkilerin haram kılınmasındaki sarhoşluk sebebi incelenirse, haram olmasının sırf ibadetin geçerli olması ve insan muamelelerinin akıl dairesinde sürmesi için değil, aynı zamanda beden sağlığını bozan sarhoşluktan akıl sahiplerini korumak maksadına yönelik olduğu anlaşılır. Zinanın birçok maddî ve manevî bozukluklara sebep olmakla birlikte başkasının hakkına tecavüzden ve meşru olmayan yolda tohum saçmaktan başka bir şey olmadığı, homoseksüelliğin hiçbir sağlam karakterin kabul etmeyeceği bir çirkinlik ve hayvanlarda bile tasavvur olunamayacak derecede bir alçaklık olduğu meydanda iken kim bunların yasaklanmasını uygun görmez. Bin beş yüz sene önce hükme bağlanmış olan domuz etinin tıbben belirlenmiş sağlığı bozucu zararları düşünülürse, bunun yasaklanmasının İlâhî bir lütuftan başka bir şey olmadığını kim kabul etmez? Hırsızlık, kumar, faiz gibi başkasının zararıyla elde edilen menfaatlerin haram kılınmasındaki maksat da düşünülürse insanları medenileşmenin temeli olan hüner ve maârife, sanayiye, ticarete sevk etmek suretiyle kendi çalışmalarıyla geçinmeye mecbur etmek ve başkasına zarardan nemalanmaya mani olmak demek olduğu anlaşılmaz mı? İşte bu yasakların hepsinin, böyle maddî ve manevî faydaları yine insanlara dönük işlerden ibaret olduğu görülür.

Özetle Cenab-ı Hak neyi emretmişse vacib olsun, mendub olsun onu işlemek; neyi nehyetmişse ister haram olsun, mekruh olsun onu terk etmekte dirlik, düzenlik ve hikmet vardır.

Hak Teâlâ’ya kulların işlerini düzeltmesi gerekli değildir. Çünkü Allah dilediğini işler; gereklilikten ve mecbur olmaktan münezzeh ve mukaddestir. Mutlak hükümran olduğu için işleri hikmetsiz olmadığı gibi, yaratması ve takdir etmesi de faydasız ve boş değildir. Bu konuya basiret gözüyle bakarak ibadet ve taatle ilgili İlâhî emirleri Hak ile Hak olmanın yani vuslat ve cem makamının sebepleri ve yasaklarının da Hak’tan ayrılığın vesileleri olduğu görülür. Cenab-ı Hakk’ın bir şeyi emretmesiyle onunla kulunun kendine kavuşmasını, bir şeyden nehyetmesiyle de o yasaklanan iş yüzünden onun ayrı düşmemesini dilediği anlaşılır.

Binaenaleyh Cenab-ı Hak menfaati kullara ait olmak üzere taati emretmiş ve masiyetten nehyetmiştir.

Kim ki görmez cevâh-ı Hakkı sevab Vermemektir ana cevâb-ı cevab

(Allah’ın kelamını doğru bulmayanın sözüne cevap verilmez.)

52.    Hikmet

Cenab-ı Hakk’a dönen kimsenin yönelmesi Hak Teâlâ’nın izzetini artırmaz, Hak’tan yüz çevirenin yüz döndürmesi de O’ndan bir şey eksiltmez.

Ziyâde eylemez bir şeyi mukbil izzet-i Hak'ta

Dahi idbâr-ı müdbir eylemez bir şeyi naks andan

İzzet Cenab-ı Hakk’ın sıfatlarındandır. Allah’ın sıfatları zatının ne aynı, ne de gayrıdır; Cenab-ı Hak ile kaim, vacib ve kadîmdir. Sıfatlarından ortaya çıkanlar da kadîmdir. Kemalin en üst derecesinde ve tamamiyetin nihayetinde olduğu için ne eksiklik eder ne de fazlalık. Zira Cenab-ı Hak bütün kâinatı yaratmakta fail-i muhtar olduğu halde sıfatlarında muciptir, icap edendir. Yoktan var ediciden (mucid) gerekerek ortaya çıkan da kadîmdir. Gerçi sıfat bizim gibi mümkün sıfatlılara fazlalıktır ama Allah’ın sıfatları vacibü’l-vücud olan zatına zâid değildir. Bu yüzden sofiler “Sıfat eserleri, zatın eserleridir.” demişlerdir. Felsefeciler ise Allah’ın sıfatlarını zatın aynı olarak kabul ettiler. Binaenaleyh kâinatta hükmeden haller, Hakk’ın fiillerinin eserleridir. Kâinat ise rabbani sıfatların mazharlarıdır. Zat-ı baht bütün tasavvurlardan ve tecellilerden uzaktır; hatta uzaklıktan dahi uzaktır. Şu halde kâinat Hakk’ın varlığı ile kaim, sıfatlarının mazharları daim olduğu aşikâr iken O’na yönelenlerin yönelmesi nasıl fazlalık yapabilir, yüz döndürenlerin yüz çevirmesi nasıl bir şey eksiltebilir?—

Ayinedir bu âlem her şey Hak ile kaim

Mir’at-i Muhammed’den Allah görünür daim

53.    Hikmet

Ey derviş, senin Cenab-ı Hakk’a erişmen, O’nun ilmine ulaşmandır. Yoksa Rabbimiz Teâlâ kendisine bir şeyin ulaşmasından veya bir şeyin kendisiyle bitişik olmasından münezzehtir.

Vusulün Hakk’a ancak mârifettiryoksa Mevlâ’mız

Münezzehtir ana şey, ya o şeye vâsıl olmaktan

Tarikat erbabının “vuslat-ı ilâllah” dedikleri hal, vâsıl olan kimsenin gözle görülmeyen bir şekilde Cenab-ı Hakk’ın cemalini müşahede etmesidir. Tasavvufta buna ilm-i hakiki, müşahede, ilm-i yakîn, feyz-i rahmanî, taarrüf-i ayânî, zevk-i vicdanî ve tecelli de denir. Şuhûd ehli ise bu mevzuda çeşitli miraç derecelerine yükselirler. Onlardan bazısı daha önce anlatılmış olan üç tecelliden efâl tecellisi ile nurlara erişirler. Bu tecelliye ulaşan mürid kendi fiillerini ve başkalarının fiillerini Allah’ın fiillerinde fani kılarak âlemde Cenab-ı Hak’tan başka fail görmez. İşte bu tecelli vuslat mertebelerinin birinci kademesidir. Bunun semeresi de bu tecelli sırasında müridin irade ve ihtiyarından çıkarak Cenab-ı Hakk’a tamamen tevekkül etmesidir. Ehl-i şuhûddan bazısı da bu kademeden sıfat tecellisine geçerek hakikate erer. Sıfat tecellisine ulaşan sâlik bütün kâinatı İlâhî sıfat ve esma mazharları olarak görür. Esma ve sıfat hükümlerinin de eşyanın hakikatlerinden ibaret olduğunu ilmel-yakîn bilir. Onun kalp gözü cemal ve celal müşahedesine dalarak üns ve heybet makamında hayret ve vukuf kazanır. Bu tecelli de vuslat mertebelerinin ikinci derecesidir. Bunun neticesi, sâlikin Cenab-ı Hakk’a işlerini teslim edip İlâhî takdirlerine rıza göstermesidir. Şuhûd ehlinden bazısı da özün özü olan “fenâ” makamına yükselir. Bu makam zat tecellisinin bir türü ve vuslat mertebelerinin üçüncü derecesi olup âriflere ve mukarreblere mahsustur. Bu makamın neticesi de fani olan zatın görüşünde bütün mevcudattan hatta kendi varlığından bile kaybolmasıdır.

Bundan sonra fena makamının üstünde bir de “hakkal-yakîn” makamı vardır ki, bu makam herkese nasip olan devlet olmadığından âriflerin hasreti, âşıkların Kâbe’sidir. Bununla birlikte bu makamdan bu dünyada şimşek gibi bir anlık tecelli olduğu da yakîn erbabının malumudur. Bu bir anlık tecelli ile müşahede ve yakîn nuru müridin her yerine (külliyetine) dağıldığından nefs, ruh, kalp, kalıp bu tecelliden feyizlenip pay alır. Bu yüce makam, vusûl mertebelerinin en yükseği olan “beka-billah” ve “irşad” makamıdır.

Açıklamalardan anlaşıldığı gibi bu tecelli mertebeleri ilimle değil zevk ve şuhûdla ilgili olup Allah’a ulaşmak denilen vuslat hali de öyle dıştan gözle görülebilir bir kavuşma ve bitişme anlamına gelmez. Vuslat-ı ilâllah cemal ve celal tecellisinin müşahedesinden ibarettir. Yoksa Cenab-ı Zülcelal hissi ve manevî olarak bir şeye bitişmekten, bir şeyin ona ulaşmasından münezzeh ve yücedir. Bu manaya işaret ederek Cüneyd Bağdadî Hazretleri şöyle buyurmuştur: “Benzeri, dengi, akranı ve emsali olan aşağılık bir mahlûk, ortağı, benzeri, dengi olmayan yaratıcıya nasıl ve ne zaman ulaşabilir?”

Şehabeddin Serverî de: “Zincir halkaları gibi birbirine ulah hakikatlere (hakayık-ı mesrude) erişen bir sâlik bu tecellilere mazhar olunca, yine kendisinin vuslat mertebelerinin ilk merhalesinde ve yakınlık menzillerinin ilk durağında kalmış olduğunu bilir ve anlar. Şu halde vuslat nerede kaldı? Sonsuz bir uhrevî ömür ile bile geçilemeyecek olan terakki mesafesi ve vusûl menzilleri bu kısacık dünya hayatında nasıl geçilebilir? Heyhat, hiç ele geçmeyecek bir şey!” buyurdu.

54.    Hikmet

Ey talip, senin Cenab-ı Hakk’a yakınlığın, O’nun yakınlığını müşahede etmendir. Yoksa sen nerdesin, Cenab-ı Hakk’ın yakınlığı nerde?

Senin kur bun Hüdâya kurb-ı Mevlâ'yı şuhûdundur

Ve illâ nerdesin sen kurb-ı Mevlâ nerdedir ey dil

Yukarıda bildirilen yakınlık ve erişmenin birinci mertebesi olan ef âl tecellisi, eserleri ve ekvanı yok etmekle meydana gelir. Zira İlâhî fiiller, eser ve ekvan ile perdelidir. İlâhî sıfatlar ef âl-i İlâhî ile perdeli olduğundan dolayı ikinci mertebe olan sıfat tecellisine ulaşmak da efâl perdesinden sıfatların hakikatine geçmekle hâsıl olur. Zat-ı baht ise İlâhî sıfatlarla örtülüdür. Yakınlık ve erişmenin en yüksek mertebesi olan zat tecellisi de bu yüzden sıfat örtüsünün ötesi olan hakikat ve vahdet âlemine geçmekle gerçekleşir. Ama bu, sâlikin yükselip yaklaşmasıyla değil, Cenab-ı Hakk’ın tenezzül buyurup yaklaşmasıyla mümkün olur. Bu yüzden Cenab-ı Hakk’a gerçek yakınlık O’nun kullarına manevî yakınlığından ibarettir. Bu mana şu ayetlerde beyan edilmiştir: “Kullarım benden sorarlarsa, ben şüphesiz yakınım." (Bakara/186) “Biz ona şah damarından daha yakınız." (Kaf/16) “Biz ona sizden daha yakınız." (Vâkıa/85) Bu yakınlıktan sâlikin nasibi, Allah’ın bu manevî yakınlığını müşahede etmesi ve bu şuhûd sebebiyle heybete kapılması, huzur adabıyla edeplenmesi gibi birtakım yüksek haller kazanmaktır. Yoksa cisim olarak insanlara yakışan sıfat ancak uzaklık, nefs ve suret müşahedesidir.

55.    Hikmet

Ledün hakikatleri toplu bir halde tecelli eder, ezberlendikten sonra manaları açığa çıkar. Zira Cenab-ı Hak sevgili peygamberimize: “Biz Kur’an’ı Cibril’in dilinden okuduğumuz vakit sen onu dinleyerek takip et, sonra manalarını açıklamak bizim işimizdir.” buyurdu.

Hakayık mücmelen hâl-i tecellîde olur vârid

Anı hıfc eyledikten sonra manası olur lâmi’

Buyurdu Hak ki Kur’an’ı kırâet ettiğim demde

And sen ittiba et sonra tebyîni bana râcı

Hakikatler; ucbdan (kendini beğenme), iddiadan, ağyar bağlarından kurtuldukları ve kudsî esintileri almaya başladıkları sırada, öğrenme olmaksızın âriflerin sırlarına Cenab-ı Hakk’ın gönderdiği ledün ilimleridir. Tecelli zamanında, manaları ve gerçek yönü açık olmayarak sâliklerin kalplerine topluca gelir.- Tecelli kaybolduktan ve ezberlenip üzerinde derin derin düşünüldükten sonra anlamlarına ulaşılabilir. Bazı büyük sofilerin dilinden istemeden kaçan sözlerin ilk bakışta şeriata uygun olmadığı zannedilmiş, söyleyen de o sözün gerçek anlamını çözememiş, üzerinde derin ve ince düşünüldükten sonra şeriata uygun olduğu anlaşılmıştır. Cüneyd Bağdadî’den istiğrak halinde çıkan, söyleyeni farklı olarak meşhur olan: “Cübbemin içinde Allah’tan başka bir şey yok.” sözü ve bazı büyüklerin: “Ene’l-levh u ene’l-kalem” yani “Ben bütün olacakların yazılı olduğu levh-i mahfuzum ve onu yazan kalemim.” buyurması bu hususta açık örneklerdir.

Cüneyd’in sözüne dıştan bakıldığında onun kendisini Allah saydığı zannedilebilir. Hâlbuki eşyanın Cenab-ı Hak’tan başka bir şeyle kaim olmadığı düşünülürse, bu sözüyle kendisinin Cenab-ı Hak ile kaim olduğunu ifade etmekten başka bir mana murad etmediği anlaşılır. Hallaç Mansur’un “Ene’l-Hak” sözünün de işte bunlardan olduğunda şüphe yoktur. Yine “Ben levhim ve kalemim.” sözünün anlamı da: “Ben hikmet levh-i mahfuzu ve yüce kudret kalemiyim.” demek değildir. Tecelli neşesiyle kendinden geçerek beşeriyet hissinden kendi varlığını görmekten kaybolup vahdet deryasına düşen bir dervişin bu sözleri, insanın hakikatinin büyük bir yaratıcılık eseri olduğunu ve hayatı süresince kendinden çıkacak İlâhî takdirlerin meydana çıkmasında kudret elinin tasarrufuna tabi olunduğunu ifade etmekten başka bir anlama çekilemez. Çünkü levh ve kalem her ne kadar ayrı ayrı birer âlem ise de manada her insan İlâhî sözlerin (kelimât-ı tamme-i ilâhiyyenin) ortaya çıkacağı bir levha ve Rahman’ın ezelde takdir ettiklerinin sayfaya geçirilmesinde yüce bir kalemdir. Bu yüzden “Ben levhim, ben kalemim, ben âdem’im ve ben âlim’im.” demekte bir sakınca tasavvur olunamaz.

Bu hakikatlerin ayık halde yani kendindeyken düşünülerek söylenebileceğini, ancak şeriatsız hakikatin batıl, hakikatsiz şeriatın âtıl olduğunu, hakikat ilminin şeriata uygun olması gerektiğini belirten müellif bir ayeti buna delil göstermektedir. Bahis konusu ayet Cenab-ı Hakk’ın resulüne Kur’an sırları ve manalarını okunmasından sonra açıklayacağına dairdir: “Kur’an’ı okuduğumuz zaman, sen onun okunuşunu takip et, şüphesiz onu açıklamak bize düşer.” (Maide/18)-

Abdullah el-Ebherî Hazretlerine hakikatten sorulduğunda: “Hakikat denilen şey ilimdir.” İlimden sorulduğunda: “İlmin topu hakikattir.” cevabını verirlerdi.

Şeyh Şiblî Hazretleri de şöyle buyururdu: “Uç çeşit dil vardır. Biri ilim dili, biri hakikat dili, biri de Hak dilidir. İlim lisanı bize vasıtalarla ulaşandır. Hakikat lisanı Cenab-ı Hakk’ın vasıtasız olarak âriflere ulaştırdığı manalardır. Hak lisanını bilmeye bizim için yol yoktur.”

Cenab-ı Ruveym Hazretleri de: “Hakikatlerin en sahihi şeriata bitişik olanıdır.” buyurdu.

Ebu Bekir Verrak Hazretleri bir gün kırda dolaşırken hakikat ilminin şeriat ilmine muhalif olduğu düşüncesi gelince derhal bir ağacın altından bir kişinin ortaya çıkarak kendisine şöyle haykırdığını anlatmıştır: “Ey Ebubekir, şeriata aykırı olan her hakikat küfür ve dalalettir.”

Özetle hakikat erbabı İlâhî tasarruf altındadır. Kendilerine ilham olunan şeyi ortaya çıkarırlar; Allah’ın dilediği şeylere mazhar olurlar. İlâhî tasarruf ile hikmet kalemi olan dillerinden çıkan sözlerin nasıl geldiğini, manalarını, burhanlarını onu söyledikten sonra bilip anlarlar. Kendilerinde görülen bir halin nedenine ve aslının ne olduğuna daha sonra vakıf olurlar. Hakikat ehli neyzenin elindeki ney gibi kudret elinde kudsî tecellilere mazhar olarak İlâhî iradeyi dile getirirler.-

Dinle neyden kim hikâyet etmede

Ayrılıklardan şikâyet etmede

56.    Hikmet

Ey mürid, sana İlâhî vâridat geldiğinde nefsânî alışkanlıklarını yıkıp yok eder. Zira “Hükümdarlar bir beldeye geldiklerinde oranın düzenini değiştirirler,” (Neml/34)

Ne dem ki vâridât-ı Hak olursa kalbine vârid

Senin âdât-ı nefsâniyeni derhal eder tahvil

Ki şâhan unveten bir beldeye dâhil olurlarsa

Ederler şüphesiz ol beldenin ahvâlini tebdil

Gönül Cenab-ı Hakk’ın payitahtıdır ve tecelli ettiği evdir. İnsan onu hayvani tabiatlara ve nefsânî şehvetlere uyarak beşeri ve tabiî alışkanlık askerlerinin istilasına uğratırsa, onu tekrar fethetmek İlâhî vâridat ordusunun hücumuna bağlıdır. Mülklerin gerçek maliki olan Cenab-ı Hak, kendi payitahtını vâridatının askerleriyle aldığı zaman, orada yerleşmiş olan kötü halleri sürüp çıkararak yerine güzel hal ve vasıfları yerleştirir. Çünkü insanların bu tabiî hallere düşkünlüğü, bu kahredici tecelli sultanına karşı duramaz. Bir hükümdar savaştığı başka hükümdarın beldesine saldırıp girdiğinde bu beldeyi tahrip ederek yürürlükteki düzeni bozup değiştirir. O beldede yerleşip yıllarca refah içinde yaşayanlar artık kendilerini onlara karşı savunamaz. Bu hikmet Hazreti Süleyman’la Yemen melikesi Belkıs’ın kıssasının bulunduğu Nemi suresinin 34. ayetini de ihtiva etmektedir.

Hazreti Süleyman Saba melikesine bir mektup göndermiş, melike de bunu erkânına açıklayıp danışmıştı. Burada Belkıs düşüncesini bu ayet mealince ifade etmiştir.

Nemi suresinde anlatıldığı üzere Hazreti Süleyman(as) insanlar, cinler, vahşi hayvanlar ve kuşlardan oluşan büyük bir orduyla Arabistan’dan geçerken Nemi vadisine ulaşmıştı. Bu sırada etrafı araştırmak görevi verilen hüdhüd (ibibik kuşu), uzun zaman geçtiği halde görünmeyince Hazreti Süleyman kızıp aranmasını emretti ve hayırlı bir haberle gelmezse onu ağır şekilde cezalandıracağını söyledi. Çok geçmeden hüdhüd Saba şehrinden Süleyman peygamberin huzuruna gelerek gördüklerini şu şekilde arz etti:

“Ey Allah’ın halifesi, bu aciz hizmetçiniz zatıâlinizin henüz görmediği bazı garip şeyler gördü. Yemen ülkesinin merkezi olan Saba şehrinde çok süslü ve kıymetli bir taht üzerinde oturan Belkıs adında bir melikeye rastladım. Onun hâzinesi çok zengin, ordusu çok güçlü, idaresi düzgün, siyaseti yüksektir, ilim ve sanat olarak da çok gelişmiş olan bu memleketin halkı hidayetten çıkmış ve sapıtmışlar. Kâinatın yaratıcısını bırakıp tanrı diye güneşe tapıyorlar.”

Hazreti Süleyman bu acayip haberi alınca söylediklerinin doğru olup olmadığını öğrenmek için bir mektup yazdırarak onu Belkıs’a ve halkına götürmesini ve bir tarafa çekilip onların ne yolda cevap vereceklerine dikkat etmesini hüdhüde emretti. Hüdhüd hemen mektubu alıp bir seher vaktinde Belkıs henüz uykuda bulunduğu sırada tahtının üzerine bıraktı. Belkıs uyanınca mektubu bulup okuduğunda korktu ve büyük bir telaşa kapıldı. Çünkü Hazreti Süleyman’ın namını işitmiş, saltanatının kudret ve haşmeti kendisini hayran bırakmıştı. Bu mektubu memleketini istila edeceğinin bir işareti sayarak, hemen devlet erkânını toplantıya çağırdı. Onlara dedi ki:

“Hazreti Süleyman bana ‘Bismillahirrahmanirrahim’ başlıklı bir mektup gönderdi. Bu mektupta, karşı çıkmaya kalkışmayarak kendisine teslim olup itaat etmemizi emrediyor. Şimdiye kadar size danışmadan hiçbir karar almadığımı bilirsiniz. Bu hususta nasıl hareket etmemiz gerektiği hakkında düşüncelerinizi bildirin ki ona göre cevap vereyim.”

Devlet adamları meseleyi uzun uzadıya inceleyip aralarında görüştükten sonra askerî kuvvetlerinin her çeşit saldırıları karşılamaya yetecek güçte ve hazır durumda olduğunu arz ederek karar yetkisinin yine de melikeye ait olduğunu bildirdiler. Bunun üzerine Belkıs şöyle konuştu:

“Gerçi askerî kuvvetimize güvenerek ret cevabı verir, harp ilan ederek ülkemizi savunabiliriz. Ama sonunda ya galip geliriz veya yeniliriz. Mağlup olursak beldelerimizin harap, halkımızın perişan olacağında şüphe yoktur. Çünkü hükümdarlar düşmanlarının beldelerini zorla işgal ederlerse, istedikleri gibi tahrip ederler, İdarî düzeni kaldırır, devlet adamlarını ahalisiyle birlikte alçaltıp ezerler. Böyle korkunç bir rüya görmektense uyanık yatmak daha iyidir. Bu yüzden yazacağım cevapla beraber birtakım hediyelerle elçi göndermeyi doğru buluyorum. Eğer takdim edilen hediyeleri kabul ederse, onun büyük bir padişah, kabul etmezse bir peygamber olduğu anlaşılır. Şayet peygamber ise, ona teslim ve itaat etmemiz gerekir.”

Bunun üzerine paha biçilmez hediyelerle bir elçi Hazreti Süleyman’ın huzuruna gönderildi. Hazreti Süleyman hediyeleri kabul etmeyerek elçiye şöyle buyurdu:

“Beni mal ve menal ile yumuşatmak ve avutmak mı istersiniz? Cenab-ı Hakk’ın bana ihsan buyurduğu din ve peygamberlik, ilim, hikmet ve kemal sizin kıymetli hediyelerinizden elbette daha hayırlıdır. Hediye ile sevinmek sizin düşük özelliklerinizdendir. Ey sefir, getirdiğin hediyelerle Belkıs’a ve halkına geri dön! Onlar İslam’ı kabul etmedikleri takdirde karşı konulması imkânsız, mükemmel ve büyük bir orduyla o tarafa vararak memleketi tahrip ve kendilerini perişan ederim.”

Münzir bin Amr adındaki sefir getirdiği hediyelerle birlikte geri dönüp Hazreti Süleyman’ın cevabını ve saltanatının gücünü Belkıs’a anlattı. Melike büyük bir korkuya kapılıp İslam’ı kabul ederek Hazreti Süleyman’a doğru yola çıktığı sırada o devirde dünyada benzeri bulunmayan meşhur tahtının da özel bir yerde saklanmasını ve yabancılardan korunmasını tembih etti. Belkıs’ın bu niyet ve hareketi Hazreti Süleyman’a peygamberlik nuruyla malum oldu ve onu karşılamak için gereken hazırlıkları yaptırdı. Bu arada hasetçiler Hazreti Süleyman’ı melikeden tiksindirmek için onun aklının kıt, bacaklarının kıllarla kaplı, tırnaklarının katır tırnağı gibi olduğu söylentisi çıkarmışlardı. Hazreti Süleyman bu şayianın doğru olup olmadığını da ortaya çıkarmak istiyordu. Hazreti Süleyman Belkıs’ın özenle saklanıp korunması için tedbirler aldığı meşhur tahtının kendisinden önce getirilmesi için bunu kimin yapabileceğini sordu. Ağır işler yapabilecek yaratılışta ve fevkalade kuvvetli bir ifrit:

“Siz daha makamınızdan kalkmadan onu getirebilirim!” dedi.

Veziri Asaf bin Berhiyâ’nın da:

“Ben onu gözünüzü açıp kapamadan burada hazır ederim!” demesi üzerine Belkıs’ın tahtı peygamberin önünde görüldü. Hazreti Süleyman “Bu Rabbimin lütfundandır.” buyurup hamd ü sena eyledi ve tahtın şeklinin değiştirilmesini emretti. Sonra zemini gayet berrak bir su görünümünde olmak üzere, içi gerçek balıklardan fark edilemeyecek şekilde balık nakışlarıyla süslü billur bir saray inşa edilmesini emretti. Emrettikleri derhal yerine getirildikten sonra melike Belkıs devlet erkânıyla birlikte İslam’a girmek ve itaat etmek üzere peygamberin huzuruna geldi.

Önce aklını denemek için getirilmiş olan tahtı gösterilip bunun kendi tahtı olup olmadığı soruldu. O da bu değişik bir şekle sokulmuş olan bu tahtın kendisininkine tıpatıp benzediğini, kendisinin böyle mucizelerle tecrübe edilmesine gerek olmadığını, evvelce Hazreti Süleyman’a iman etmişse de kâfir bir halkın içinde bulunduğu için imanını açıklayamadığını söyleyerek cevap verdi. Böylece ilminin, irfanının tam olduğu ortaya çıktı. Bundan sonra Hazreti Süleyman ona billur köşke girmesini teklif etti. Belkıs camdan yapılmış şeffaf billur zemini su zannederek eteklerini toplayınca bacaklarında herhangi bir ayıp hal bulunmadığı da görüldü. Hazreti Süleyman zeminin su olmadığını, billurdan döşenmiş olduğunu söylediğinde Belkıs:

“Yarabbi, ben nefsime haksızlık ettim ve Süleyman ile birlikte âlemlerin Rabbi Allah'a teslim oldum. ”(Neml/44) diyerek imanın hakikatine erdiğini açıkladı.

Hazreti Süleyman’ın Belkıs’la evlenip evlenmediği açık olarak belli değilse de bu ifadeden evlenmiş olduğu anlamı çıkarılabilir.

Kur’an’da da bildirildiği üzere Hazreti Süleyman’a ihsan olunan mülk ve devlet hiçbir kimseye nasip olmamış ve olmayacaktır. Çünkü rüzgâr kendisinin emrine verilmiş olduğundan bir günde iki aylık mesafeyi bütün erkânı ve ordusuyla birlikte geçerek mamur yerleri istediği gibi gezer dolaşırdı. Emri altında bulunan vahşi hayvanları ve kuşları, ifrit ve cinleri arzu ettiği gibi kullanırdı. Hatta Suriye’de onun zamanında yapılıp şimdi bile akılları şaşırtan eski yapılar bu ifritlerin eserlerindendir. Buna dair ayet meali şöyledir: “Cinler Süleyman'a köşkler, heykeller, havuzlar kadar geniş çanaklar ve sabit kazanlardan ne dilerse yaparlardı. " (Sebe/13)

Hikmetteki son cümle ayetten alınma olup ilâhı tecelli ve vâride askerleri kalbe girdiklerinde beşerî ve tabiî vasıf ahalisinin mahv u perişan olacakları, Kur’an’da beyan olunan bu kıssadan anlaşılır.

57.    Hikmet

Kahhar olan Hak Teâlâ’dan gelen tecelli karşısına çıkan beşeri ahmaklıkları derhal yıkıp yok eder. Zira Cenab-ı Hak: “Biz hakkı batılın üstüne attığımızda beynini parçalar ve onu yok eder.” buyurmuştur. (Enbiyâ/18)

Gelir Kahhar’dan kahretmek üzre bir tecelli kim

Tesâdüm eylemez bir şey ana elbette kahreyler

Hüdâ Kur’an’da hakkı bâtıla biz eyleriz taslît

Ki mahveyler anı zirâ gider bâtıl olan sû ’lar

Müellif ilâhı vâridelerin beşerî bönlükleri giderip yok edeceğini ve Kahhar tarafından geldiği için rastladığı her tabiatı derhal kahredeceğini Kur’an’ın ayetiyle ispat etmiştir (Enbiyâ/18). Hakkın batıla çarpması batılı yok eder. Çünkü Hak nuru ortaya çıktığında batıl karanlığı derhal kaybolur. Bu yüzden “Hak geldi, batıl zail oldu.” ayetinin hükmü gereğince beşerî aptallıkların İlâhî vâridelere karşı durması tasavvur olunamaz. Bir gönülde beşerî bönlük varsa ona henüz İlâhî tecelli gelmemiş demektir. İlâhî tecellinin gelmesiyle ruûnât-ı beşeriyyetin duramayıp perişan olması, Hazreti Süleyman’ın"’ huzurunda rüzgârdan şikâyetçi olan sivrisineklerin rüzgârın getirilmesiyle dağılıp gitmesi gibidir.

Olur mu hakka karşı bâtılın bir hükmü âlemde

Güneş tâli’ olunca zulmet aslapâyidâr olmaz

58.    Hikmet

Cenab-ı Hak bir şeyle nasıl perdelenir? Hak Teâlâ perdelendiği her şeyde zahir ve hazırdır.

Nasıl âlemle Hallâk-ı avâlim ihticâb eyler

Ne şeyle muhtecebse anda çün mevcud u zâhirdir

Vacib Teâlâ Hazretleri vahid ve kadîm-i mutlaktır: Bölünmez, parçalanmaz, çoğalmaz, cisimleşmez, doğurmaz, doğurulmaz, bir şey ona ortak ve benzer olamaz. O özel bir şekle girmez, bir sınırla sınırlanmaz ve özel bir surette tasavvur olunmaz. Zira bu vasıflarla sıfatlı olmasa, sonradan yaratılmış olması lazım gelir ki bu muhaldir. Cenab-ı Hak bütün kayıtlardan, akılla anlaşılan kayıtsızlıktan (ıtlaktan) bile bağımsızdır. Çünkü akla göre kayıtsızlıktan bağımsız olsa, bununla bağımlı olması gerekir ki, caiz değildir. Şu halde Vacibü’l-vücud mutlak olmakla da mukayyet değildir, ondan da mutlaktır.

Esma mertebeleri İlâhî sıfatları bakımından bir bir suretlerden tecelli edip zahir olmuştur. Özel suretleri bu bağımsızlıktan çıkmaksızın ve sıfatları değişmeksizin kudreti ve iradesiyle yaratıp takdir eylemiştir. Allah’ın kadîm varlığı hislerle idrak edilen ve akılla kavranan her bir surette ve bütün her şey üzerinde şu ayet anlamınca kaimdir: ‘Bütün kazandıklarıyla her bir nefsin üzerinde böyleşine hükümran olan onları gözetip koruyan başka kim vardır?” (Râ dİ33)

Bütün suret çeşitleri ve oluşan şeylerin hepsi Allah’ın varlığı ile varlık kazanırlar. Ancak Hak Teâlâ akıl ve his bakımından bunlarla tecelli edip zahir olur. Fakat aklın ve hissin bu zuhur ve tecelliyi bilmesi gerekmez. Bu hususta bilmek ve bilmemek eşittir. Çünkü akıl ve göz Hak varlığıyla var olan suretleri idrak eder ve görür. Hak Teâlâ ise ezelî ve ebedîdir; bir tektir ve kadîmdir. Sırf mutlak olmakla birlikte o suretler ve oluşlar üzerinde de Kayyûm’dur.

Hak Teâlâ’nın kendisiyle kaim olduğu, hislerle ve akılla idrak edilen bütün her şeyi var ettiği ve böylece bütün âlemlerde zahir ve daim olması yönünden Cenab-ı Hakk’ın bir “şey” ile örtülemeyeceği açıkça belli olur. Yarattığı perdeler ancak Hakk’ın tecellileridir, bütün kâinatta mevcut ve zahir olan ancak O’dur.

Cenab-ı Hak bize şah damarımızdan daha yakın olduğu halde bizim O’ndan uzak ve gafil oluşumuz artık; “Şol mâhîler ki deryâ içredir deryayı bilmezler” mısraını doğrulamaktan başka bir şey değildir. Bu gibi anadan doğma körlere şu kıssayı anlatmak uygun düşer:

Bir gün okyanusta yaşayan bütün canlılar hükümdarlarının huzurlarına gelerek derler ki:

“Bizim su içinde yaşadığımızı ve sudan çıkarsak öleceğimizi söylüyorlar. Buna çok şaşırdık ve merak içinde kaldık. Bizi bu meraktan kurtarmanızı, suyun ne olduğu, nerde bulunduğu hakkında bilgi vermenizi, onu bize göstermenizi rica ediyoruz.

Balıkların sultanı onlara şöyle cevap verir:

“Siz bana susuz bir yer gösterin de, ben de size suyu göstereyim.”

59.     Hikmet

Ey mürid, huzur bulamadığın bir amelin kabul olunacağından umudunu kesme. Zira senin manevî semeresini şimdilik idrak etmediğin amel kabul edilmiş olabilir.

Huzûr-ı kalbi hâiz olmayan hayrın kabûlünden

Sakın me’yûs u kanıt olma sen ey âmil-i sâlik

Gehî cây-ı kabûle mürtefi’olmuş amel var ki

Anın sen olmadın esmârına hiç âcilen müdrik

Kalp huzuru olmayan amelin kabul edilmesinden müridin ümitsiz olmaması gerekir. Zira amelin kabulü Cenab-ı Hakk’ın iradesine bağlıdır. Kabul olunan bazı amellerde hemen halâvet, kalp huzuru, niyet saflığı, Hak mülahazası gibi kabul semeresi hissedilemez. Çünkü kabul eserlerinin idrak olunması kabul edildiğinin delili olmakla beraber, delil yokluğu amelin kabul edilmediğini göstermez.

Bir de amel Cenab-ı Hakk’a yaklaşmak için yapılır. Huzur bulunamadığından dolayı yaklaşamadığı düşünülemez.

Kalp huzuru, Cenab-ı Hakk’ı görür ve huzurunda durur gibi ibadet etmekten ibarettir. İşte böyle ibadet eden sâlikler elbette muhsinler (ihsan edenler) zümresinden olur ve Allah’ın muhabbetini kazanırlar. Zira Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Ihsan, Cenab-ı Hakk’ı görür gibi ibadet etmektir. Her ne kadar sen Cenab-ı Hakk’ı görmezsen de O seni görür. ”

60.     Hikmet

Ey sâlik, semeresini bilmediğin varideyi temize çıkarıp onunla övünme. Zira buluttan maksat yağmur değil, üründür.

Eyleme tezkiye sakın ey dil

Bir tecelli ki anda yok âsâr

Çün buluttan değil matar maksud

Maksad ancak tahassül-i esmar

Vicdana hükmeden İlâhî vâride ve tecelliler “hâl” tabir olunur. Bunların semeresi, Cenab-ı Hakk’a yönelmek, kulluk vazifesini yerine getirmek, Rablik haklarını ödemektir. Hal semereleri güzel amellerle azalarda ortaya çıkar. Kalpten kötü vasıflar gider, yerine güzel sıfatlar yerleşir. Zira İlâhî tecelliler buluta benzer. Buluttan maksadın sadece yağmur olmayıp yağmur sebebiyle ekili arazide, bağ ve bahçelerde mahsul ve meyvelerin yetişmesi olduğu gibi, İlâhî vâridelerden beklenen de bu sonuçların meydana gelmesidir. Eğer tecelliden bu sonuçlar meydana çıkmazsa, bu tecelli ile sevinmemek, tersine ondan çekinmek gerekir. Çünkü bu gibi kalp hallerinden gururlanmak ve zahir amelleri terk etmek sakıncası doğar. Amel işlemeyi bırakmak suretiyle mertebesinden inerek en aşağılara düştüğünü sonradan fark eden pek çok kimse vardır.

Zevk almak amel yükümlülüğünden çıkmayı asla gerektirmez. Zevk alıyorum diye ibadet mükellefiyetinden çıktığını zannedenler bir çeşit dinsizliğe yuvarlanırlar. Eğer manevî terakkinin sonu vuslat, vuslatın semeresi de ibadet yükünden kurtulmak olsaydı, insanların en hayırlısı Peygamber Efendimizin mübarek ayakları namaz kıla kıla şişmez ve Cenab-ı Hak da: “Biz sana Kuranı zahmet çektirmek için değil, Allah'tan korkanlara öğüt olması için indirdik.” (Tâhâ/1) buyurmazdı.

Allah’ın sevgilisi olan Efendimizden fazla Allah’a vasıl olmuş kim tasavvur edilebilir? Bu hususta mü’min ve müslimlere hiçbir örnek var mıdır? Hidayet yolunun rehberi olan ashab-ı kiramdan insanlara bu yolda hiçbir bilgi ulaşmış mıdır? Ümmetin bütün büyüklerinin dayanılmaz derecede ibadet ettikleri bilinmiyor mu? Faruk-ı âzam Hazreti Ömer’in namaz kılarken, şah-ı merdan Hazreti Ali’nin sabah namazına giderken şehit edildiği tarih kitaplarında yazılı değil mi? Özellikle peygamberlerin önderi Efendimizin nefeslerinin namaz tavsiyesiyle sona erdiği, bir kulun Cenab-ı Hakk’a en fazla yakın olduğu zamanın secdede bulunduğu an ve namazın kendisinin de mirac-ı ehl-i iman olduğu kesinlikle ve açıkça belliyken, nefs hazzı olarak ortaya çıkan bir tecelliye aldanarak ibadeti bırakmaya cesaret etmek kadar ahmaklık olur mu?

İlâhî tecellinin semeresi, mücahede ve ibadette zevk ve huzur bularak kulluk vazifelerine devamda bir kat daha özen ve dikkat göstermektir. Yoksa belirtildiği gibi semeresi görülmeyen tecelli ve hatta meydana gelen olağanüstü hallerin istidrac olması çok muhtemeldir. O yüzden onları temize çıkarmak, onunla gururlanıp övünmek doğru olmaz; yakışık almaz. Çünkü tasavvuf, şeriatta ancak istikametten ibarettir.

61.    Hikmet

Ey derviş, ilâhı tecelliler senin üzerine nurlarını yaydıktan ve sırlarını kalbine indirdikten sonra artık onun kalbinde kalmasını isteme. Çünkü Cenab-ı Hak her şeyden ganidir, hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Hâlbuki seni muhtaç olmak durumundan hiçbir şey çıkaramaz.

Beka-yı vâridât-ı Hakk’ı tâlib olma ey sâlik

Sana çün nur u sırrın bast u îdâ ’ eyledi hakka

Ki hâsıldır senin çün Hak'ta her bir şeyden istiğnâ

Velâkin eylemez Allah'tan bir şey seni iğnâ

İlâhî tecelli nurlarının sâlikin kalbine yayılması, kulluk vasıflarının sâlikin içinde ve dışında ortaya çıkması demektir.- Cenab-ı Hakk’ın sâlikin kalbine sırlarını indirmesi ise, rububiyet azametinin sâlikin kalbinde tecelli edip yerleşmesidir. Bu fayda elde edildikten sonra halin devam etmesini istemek ve vâridat gelmediğinde üzülmek gerekmez. Zira Cenab-ı Hakk’ın sâlikin kalbini bu hale getirmesi faydalanmak için değil, sâlikin fayda görmesi içindir. Bu haller sâlikin mârifet kazanmasını sağlar. Mârifet elde edildikten sonra halin yerine geri dönmesi gerekir. Çünkü Cenab-ı Hak bu halin başlangıcında “el-Mübdî” ismiyle tecelli edip sırları ve nurları kalbe ulaştırdıktan sonra “el-Muîd” ismiyle bu hali yerine geri döndürür. Onun için bu kalp hallerinin devamlı olarak kalmasını istemek, bir elçinin görevini yaptıktan sonra geri dönmemesini arzu etmek gibi olup seyr ü sülûktan maksat olan sırları ve nurları bırakıp onu ulaştıran vasıtaya bağlanmak demektir. Vâridatın devamlı kalması nasıl istenir ki, onun neticesi olan mârifet hiçbir şeye ihtiyaç bırakmaz. Sâlikin mârifete muhtaçlığı hiçbir zaman kaybolmaz, ona ihtiyacını hiçbir şey gidermez. Onun için bir şair şöyle demiştir: 'Ayrıldığın her şeyin bir bedeli bulunabilir; fakat Cenab-ı Hak'tan ayrı kalmanın bir bedeli yoktur."

Ebu Abdullah bin Atâullah Hazretleri şöyle derdi: “Cenab-ı Hakk’ı düşünmeye yol varken, halkı düşünmek yersizdir ve bundan çekinmek lazımdır.” Müellif Ibn Atâullah’ın şu sözü de bu manayı doğrulayacak mahiyettedir: “Bütün ağyar ve nurlar, bütün makamlar ve haller, dünya ve ahiret, zahir ve batın nimetleri asla düşünülmemelidir. Çünkü bunlar ihlâs ve tevhide ters düşer. İster kalıcı, ister geçici olsun bunlara güvenilmemesi müridler için gereklidir.”

Ebu Abbas el-Mürsî Hazretleri de; “Hal ile bulunan, halin kuludur. Halleri değiştiren Hak ile olan ise Hakk’ın kuludur. Hal ile kaim olanın alâmeti halin varlığından ferahlık duymak, halin olmaması yüzünden üzülmektir. İkincisinin alâmeti de bu halin ne varlığıyla memnun, ne yokluğuyla mahzun olmak, kulluk kapısında sabit durup yerleşmektir.” buyurdu.

62.    Hikmet

Ey talip, Cenab-ı Hak’tan gayrı tecelli ve varidatı gözlemen, Cenab-ı Hakk’ı bulamadığını gösterir. Ondan başka şeyleri kaybetme korkusu taşıman ise Hakk’a ulaşamadığının delilidir.

Beka-yı mâsivaullahı talebkâr olduğun ey dil

Delildir ki Hüdâ-yı bî-zevâli bulmamışsın sen

Sivâ-yı Hakk'ıfikdânından tevahhuş ettiğin dâim

Alâmettir Cenab-ı Hakk'a vâsıl olmamışsın sen

Cenab-ı Hakk’ı bulmak ve İlâhî vuslata ulaşmak emel ve amaçların en yükseğidir. Büyük kurtuluşa, sonsuz nimetlere erişmek bu yüce mertebenin neticesidir. Bu yüksek mertebeye eren irfan sahibi sevdiklerinin tümünü unutur, bütün güzel halleri terk edip izlerini siler. Bu yüksek makam öyle her sâlike nasip olan bir tecelli değildir; zikir ve tevhidle kaplanan tefrid ehlinin halidir. Bu yüzden İlâhî vâridat kalbe sırları bırakıp tecelli nurlarını yaydıktan sonra onun orada sürekli olarak kalmasını arzulamak ve kayboluşlarından dolayı korkup hayıflanmak, bu makamla henüz gerçekleşmemiş olmanın açık delilidir. Cüneyd Bağdadî Hazretlerinin şu sözü bu hikmetin teyidi mahiyetindedir: “Seni Allah’tan başka bir şey kendisine bağladıkça, Cenab-ı Hakk’a gerçek bir kul olma şerefine eremezsin. Kulluk haklarından ifa edemediğin bir hak üzerinde oldukça, gerçek özgürlüğe ulaşamazsın.”

Aşağıdaki kıssa da bu tefrid ehlinin hakikate ne kadar aşina olduklarını göstermesi bakımından dikkate şayandır:

Ebu Abdullah el-Basrî Hazretleri Suriye’de korkunç bir dağda, irfan ehlinden olduğu tavırlarından anlaşılan bir adama rastladı. Ona:

“Neden burada yalnız oturuyorsun?” diye sordu. Adam dedi ki:

“Öyle bir hakikat soruyorsun ki, onu istersen anlayamazsın, anlarsan gerçekleştiremezsin.” Ebu Abdullah yine:

“Bu dediğin hakikat nedir?” deyince:

“Allah’la birlikte olmanın ebedî cennet nimetlerini kapsadığını kesinlikle bilmemdir.”- cevabım verdi ve ağlayarak şöyle devam etti:

“Eyvah, ben bu hakikate nail oldum ve halktan kaçarak Cenab-ı Hakk’ın vahdethanesine eriştim zannetmiştim. Şimdi sözümde yalancı olduğumu anladım. Eğer gerçekten Allah’ı sevmiş olsaydım, beni kimse tanıyamaz, halimi bilemezdi.”

Bunu gören Ebu Abdullah ona şöyle dedi:

“insanlar seni bildi diye niçin bu kadar üzülüyorsun? Allah dostlarının yeryüzünde Allah’ın halifesi olduklarını bilmiyor musun? Onlar Allah’ın kullarına yakınlık kurup onları yavaş yavaş düzeltir, irşad ederler.”

Adam bunun üzerine şiddetli bir nara attı ve dedi ki:

“Ey dünyaya aldanmış kişi, eğer sen muhabbet miskinin rayihasını bir defa koklamış ve can gözüyle muhabbetin arkasındaki Allah yakınlığı âlemini görmüş olsaydın, o âlemin üstünde başka bir şey daha görmeye muhtaç olmazdın.”

Sonra yüzünü göğe çevirerek:

“Ey gök ve ey yer, şahit olun ki Allah’ın tecelli yeri olan gönlüme şimdiye kadar asla cennet ve cehennem düşüncesi gelmedi. Eğer ben bu halde doğru isem, yarabbi beni bundan sonra hayatta bırakma, öldür!” diye dua etmesiyle beraber üç gün önce ölmüşçesine sesini ve nefesini kesip düştü.

Ebu Abdullah bu halden dehşete düştü. Cesedi görenlerin kendisinin öldürdüğünü sanıp suçlayacaklarından korktu ve hemen oradan savuştu. Fakat bu sırada hızla kendisine doğru gelen bir toplulukla karşılaştı. Onlar oradaki adamı sorduklarında başka bir yere gittiğini söyleyip yine savuşmak istedi. Lâkin cemaat ona:

“Geri dönün! Onu Cenab-ı Hak ‘mak’ad-ı sıdk’ makamına yükseltti. Birlikte namazını kılalım.” dediler.

Ebu Abdullah mecburen geri döndü. Cenazeyi yıkayıp kefenlediler. Defnettikten sonra onlara o adamın ve kendilerinin kim olduklarını sordu. Onlar:

“Yazık sana, daha anlamadın mı? O öyle halis bir kul idi ki, Rahman’ın rahmeti yeryüzüne onun yüzü suyu hürmetine iniyor ve kalbinin vâridatı, İbrahim’in kalbinin tecellilerini gösteriyordu.- Hatta sana kalbine ne cennet, ne de cehennem fikrinin geldiğini haber vermedi mi? Böyle bir kalb-i selim, İbrahim’in kalbinin aynısı olmaz da ne olur?” diye cevap verdiler.

Ebu Abdullah bu defa onların hangi taifeden olduklarını sordu. Onlar “Ebdal” zümresinden “Yediler” olduklarını bildirdiler. Ebu Abdullah kendisine İlâhî hakikatlerden bir hakikatin lütfen öğretilmesini rica etti. Onlar da, dünyada insanların kendisini bilmelerini arzu etmemesini, bilinmezlerden olduğunun da bilinmesini sevmemesini öğütlediler. Ebu Abdullah’a bu şekilde hakikat yolunu gösterdiler.

Ebu Süleyman Dârânî Hazretleri: “Kulun kalbinde mâsivadan bir talep ve murad bulunmadığına Hak Teâlâ muttali olduğu zaman, Cenab-ı Hakk’a en fazla yaklaşılmış olur.” demiştir.

63.    Hikmet

Ortaya çıkış yerleri çeşitli olsa da nimet, ancak Hakk’ın şuhûdu ve huzuruyla elde edilir. Azabın da çıkış yerleri çeşitlidir ama mutlaka Hak’tan perdelenmekle meydana gelir.

Tenevvü ’ etse de mazharları in ’âm-ı rabbânî

Heman vâbeste-i kurb-ı şuhûd-ı vech-i rahmani

Azabında tenevvü ’ etse de mazharları ancak

Kemâli ihticâb-ı zât-ıpâk-i Hak’ladır mutlak

Azabın mucibi artık hicâb-ı nûr-ı vuslattır

Tamâmı nimetin vech-i kerîm-i Hakk’ı ruy ettir

Dünya nimetleri; yiyecekler, içecekler, meskenler, elbiseler, huzur, rahat, sıhhat, afiyet, sevinçler ve lezzetler gibi tabiî hükümlerdir. Ahiret nimetleri; cennet, rıdvan, gılman, vildan, huri, köşkler, sonsuz zevk ve mutluluk gibi hakiki hallerdir. Bunların dünyada ve ahirette zuhur yerleri ve elde ediliş sebepleri değişiktir. Fakat bu dünyevî nimetler ve uhrevî zevklere erişmenin hakikati Cenab-ı Hakk’ın müşahedesi ve yakınlığına bağlıdır. Bu nimetler elde edildiği zamanlarda Cenab-ı Hakk’ı bu nimetlerden her birinin gerçek vericisi olarak görmek ve İlâhî huzurun zevk ve sevinciyle neşelenmekle hâsıl olur. Zira bu tatlar bir meyvenin kabuğu gibidir, onun özü ise Hakk’ın şuhûdu ve yakınlığından doğan zevk ve safadır. İçi olmayan meyvenin kabuğu nasıl tatsız ise, Mevlâ huzuru yoksa dünya ve ahiret nimetlerinin de zevki olamaz. Hatta manevî zevk tadamayıp dünya ve ahiret nimetlerinden tat almak isteyen kimse, gelecekten umut kesmiş, kederler içinde kalmış, gül bahçelerinde neşe arayan maddî görüşlü adama benzer. “Gönülde neşe olmadıktan sonra baharın gelmesi, güllerin açması, bülbüllerin ötmesi faydasızdır.” anlamındaki Neşatî Dede’nin şu beyti bu değişmez hükmü belirtir:

Neşâtı olmayınca bir dilin ki bağı âlemde

Ne hâsıldır gül açmış bülbül ötmüş nevbahar olmuş

Bu değişmez bir hüküm olduğundan aksiyle teselli safası bulmak mümkün değildir. Bu hikmetten dolayı cennet derecelerinin en sonuncusu huzur cennetidir. Bu mertebe sahipleri Hak şuhûduyla kendilerinden geçmiş halde ve cemal şarabının neşesiyle sevinçlidirler. Bunların yemesi, içmesi, zevk ü safası, seyr ü temaşası cemalullah nurlarını görmekle kendinden geçmek ve hayrete dalmaktan ibarettir. Onun için hakikat ülkesinin padişahı olan Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuşlardır: “Cennetliklerin ekserisi saf kişiler, eblehlerdir. Akıllılar ise yüksek cennetlerde huzur zevkine erişirler.Bu hadis-i şerife göre cennet nimetleriyle nimetlenenler âbidlerdir. Didar görmek nimetiyle daima nurlara batanlar da âriflerdir.

Azaba gelince, o da dünya ve ahiret nimetlerinin tersi olup iki kısımdır. Dünyevi azap; açlık, susuzluk, barınaksızlık, çıplaklık, huzursuzluk, rahatsızlık, hastalık, hüzün, keder, yoksulluk, hapis, işkence, öldürülme gibi acı veren hallerdir. Ahiret azabı da; hamim ve cahim, zakkum, yılanlar, günahların suretleri, akrepler, zincirler ve işkenceler gibi elemli azaplardır.

Gerçi bunların ortaya çıkış sebepleri muhteliftir ama azabın hakikati Cenab-ı Hakk’ın yüz çevirmesi ve kendini perdelemesiyle meydana gelir. Hatta bir insan azaplardan biriyle acı duyduğu sırada Cenab-ı Hakk’ın şuhûduyla zevk alsa, dıştan elemli azap görülen acı, derhal büyük bir zevke döner; “Aşk ile tamuda olmak cennetidir âşıkın ” mısraının anlamı onun gerçek durumunu ifade eder. Bunun açık örneği ellerindeki turuncu keserlerken Hazreti Yusuf u gören Mısırlı kadınların duydukları zevk ve hayretle ellerini kesmeleri ve bunun farkına varmamalarıdır. Bu kıssa Yusuf suresinde anlatılmıştır.

Cehennemin en dehşetli olan katının, İlâhî tecelliye tamamen kapalı olan Cenab-ı Hakk’ın perdelenme vadisi olduğu, en şiddetli azabın burada görüldüğü hadis-i şerifle bildirilmiştir. Cenab-ı Hakk’ın şuhûd rayihasını koklayanlar ise ulaştıkları hakikat nuruna karşı cehennem ateşine zerre kadar önem vermezler. En büyük nimeti Hakk’ın didarına bakmakta, en şiddetli azabı Hakk’ın perdelenmesinde görürler.

Buna bir örnek de zındıklıkla suçlanan bir ârifin halidir. Cezalandırma meydanına çıkarılıp işkencelerle idam olunduğu sırada acı duyduğunu asla göstermemesi üzerine bunun sebebini soranlara şu cevabı vermiştir: “Dostum karşımda olduğundan, ondan utanıyorum ve cemalini görmekle aldığım büyük zevk, duyduğum acıyı belli etmeme imkân vermiyor.”

Harap bir kilisede ibadet eden veli bir kadına: “Böyle bir küfür mahallinde nasıl oturuyorsun?” diye sorulunca şöyle cevap vermiştir: “Cenab-ı Hak’tan başka âlemde hakiki bir mevcut düşünmeyen bir insan için kilise harabesi ile mescidin farkı olur mu?”

Her şeyde hakikat varlığından başka bir şey bulunmadığını gören, azabı da sevabı da Allah’ın fiili bilen bir ârifin, artık bütün elem ve azabı Hak’tan uzaklaşmak olur. Onun nimet ve sevabı da Hakk’ın şuhûduyla huzur bulmaktan başka ne olur?

64.    Hikmet

Kalplerin üzüntü ve keder hissetmesi, Hak müşahedesinin engellenmesinden dolayıdır.

Kulûbun hemm ü gamdan dâima hissettiği ahval

Şuhûd-ı vech-i Hak'tan dûr u memnu olduğundandır

Gelecekle ilgili kaygıların ve geçmişe ait gamların kalpleri kaplaması, sâliki Hakk’ı görmekten alıkoyan nefsi görmenin ve ona değer vermenin neticelerindendir. Bu yüzden hadis-i şerifte: “Senin varlığın hiçbir günahla kıyaslanamayacak kadar büyük bir günahtır. ” buyrulmuştur. Eğer sâlik nefsinden kaybolmuş ve tabiî bazlarından geçmiş olsa derhal kesafet perdesi kalkar, Hakk’ın cemalini açıkça müşahede ederek nurlara batar. Üzüntüden, gamdan kurtulup daima mutlu olur. Zira bu makamda hakiki birliktelik tecellisi ortaya çıkacağından: “Üzülme, Allah bizimledir.'' (Tevbe/40) sırrı açılır ve artık gam ve üzüntünün gelmesine imkân kalmaz. Şuhûd nuru ve Hak huzuruyla kalpleri aydınlanan sâliklerde hiçbir zaman üzüntü ve keder olmaz.

Peygamber Efendimizin devamlı olarak hüzünlü olması ve bazı peygamberlerin ve velilerin üzüntülü olmaları, Hakk’ın müşahedesi dairesindeki İlâhî tecellilerin gereğidir ve bu hikmete ters düşmez. Hikmete aykırı olan ancak nefsi görmekten ve mâsiva yüzünden kalbi kaplayan üzüntülerdir. İşte bunun en açık delili üzüntülere düşen Hazreti Yakub’un(as): “Ben hüznümü ve şikâyetimi ancak Allah'a arz ederim." (Yusuf/86) buyurmasıdır. Hatta imtihan tecellileriyle hastalıklara ve elemlere uğrayan Hazreti Eyyub’un(as): “Yarabbi, bana zarar dokundu. Sen merhametlilerin en merhametlisisin." (Enbiyâ/83) diyerek dua ve şikâyet etmesinin de şifa bulup sağlığına kavuştuğu zamanda olduğunu bazı muhakkıklar tespit etmişlerdir. Çünkü hastalığı zamanında İlâhî tecellilerle teselli ediliyordu; iyileştiğinde ise bu tecellilerden mahrum kalmıştı.

Şeyh Şiblî Hazretleri: “Bir kimse mârifet nuru ile aydınlanırsa, hiçbir zaman üzüntüye uğramaz.” buyurdu. Bu makama ulaşamayan kullara gam ve kederlerin bazı faydaları da vardır. Mesela nefsi zayıflatır, kalbe safa verir, kibri ve gururu giderir, dünyaya meylini yok eder. Hatta dünya işlerinde kefaret olur. Ahiret işlerinde de derecelerin yükselmesine sebep olur.

65.    Hikmet

Ey mürid, Cenab-ı Hakk’ın sana yeterli rızık vermesi ve günaha sebep olacak şeyi vermemesi, senin üzerindeki nimetlerin tamam olmasındandır.

Sana rızk-ı kifâfi'tâ edip mutgîyi men etmek

Cenâb-ı Rezzâk'ın sende tamâm-ı nîmetindendir

Rızkın az ve fazla olmayıp yeterli derecede olması Cenab-ı Hakk’ın insana özel nimetlerindendir. Çünkü gelen rızık açlığı ve susuzluğu tedavi eden tabiî bir ilaçtır. Hastalık iyileşince devanın hükmü kalmayacağı gibi dinî ve dünyevî ihtiyaçlar karşılandıktan sonra da rızkın fazlasına lüzum kalmaz. Zira azıktan maksat ihtiyaçları gidermek, din ve dünya işlerini görmekten ibarettir. Fakat dinî görevler ancak yetecekten fazla olmayan azıkla yapılabilir. Çünkü rızık fazla olursa dinî görevlerin yerine getirilmesi şöyle dursun; tersine, ibadetlerde gevşeklik, farzları, vacipleri önemsemezlik, azgınlık gibi birçok zararlar meydana gelir. Bunun doğruluğunu şu ayetler gösterir: “Hayır, insan kendini muhtaç görmeyerek azar." (Alâk/6) “Allah rızkı kullarına bol verseydi, yeryüzünde azarlardı." (Şûra/27) Birinci ayetteki istiğna yani muhtaç olmama hali, kâfi miktardan fazlalık demektir. Bu da her günahın aslı olan azgınlığın sebebidir. Hazreti Musa’nın(as) ümmetinden Karun ile ashabdan Sa’lebe’nin kıssalarını bu hususta açık örnek olmak üzere aşağıda yazıyoruz.

Kasas suresi 76. ayetinde belirtildiği üzere Karun, Hazreti Musa’nın kavmindendi ve yakın akrabasıydı. Çok fakir olduğu için Musa(as) ona acıdı. Rızkının genişlemesi için dua etti ve kendisine kimya ilmini öğretti.- Bu yüzden kısa zamanda o kadar zengin ve mağrur oldu ki, hâzinelerinin anahtarlarını güçlü bir cemaate taşıtıyor ve gösteriş için onları hep yanında götürüyordu. Kendisine Hazreti Musa ve iyiliğini isteyen akıllı kimselerin: “Dünya malına gururlanma, geçici zenginlikle övünüp büyüklenme! Malın hayırlısı hayır işlerine sarf edilen ve ahiret saadetini sağlayacak şekilde kullanılanıdır.” diyerek verdikleri öğütlere kulak asmadı. Şerefine ve ilmine güvenerek Hazreti Musa’ya eziyet vermeye cesaret etti. Hazreti Musa(as), zekât vermesi gereğini kendisine bildirdiğinde, binde bir olan zekât borcunun büyük bir meblağ tuttuğunu görünce ödemeyi kabul etmedi. Böbürlenmesini arttırarak peygambere düşman kesildi. Hatta ona zina iftirasında bulunacak kadar düşmanlığını ileri götürdü. Fakat zina iftirası için tuttuğu kadının doğruyu söyleyip iftirayı açığa çıkarması üzerine Cenab-ı Hakk’ın gazabı tahakkuk etti. Hazreti Musa’ya yerin kendi emrine verildiği vahyedilince Hazreti Musa yere, mallarıyla birlikte Karun’u yutmasını emretti. Karun bunun üzerine bütün mallarıyla birlikte yer tarafından bir lokma gibi yutuldu; onlardan bir iz bile kalmadı. Karun yerin dibine geçerken ne bir kimseden yardım görmüş, ne de ağlayıp sızlaması Hazreti Musa’yı etkilemiştir. Israiloğullarım şaşkınlığa uğratan o olağanüstü zenginlik ve ihtişamın sebep olduğu azgınlık yüzünden Kasas suresi 81. ayetinde bildirildiği üzere malları ve sarayıyla yere geçerek yerin derinliklerinde hâlâ can çekiştiği gibi, kıyamete kadar da herkese ibret olacaktır.

Sa’lebe de Resulullah’ın(sas) ashabındandı ve mescid-i saadete çok fazla devam ettiğinden dolayı “Mescid güvercini” diye anılırdı. Çok yoksuldu, Peygamber Efendimize başvurarak zenginleşmesi için dua buyurmasını niyaz etti. Peygamber Efendimiz kendisine her ne kadar şükrünün yerine getirileceği az malın, şükrünün ifası yapılamayacak çok maldan hayırlı olduğunu bildirmişse de o tekrar tekrar bu arzusunu dile getirip zengin olmak için yalvarıp durdu. Çok mala sahip olduğu takdirde şeriatın gereğini yerine getireceğine, zekâtını vereceğine yeminler ederek söz verdi. Peygamber Efendimiz de artık onun ricasını kırmadılar ve malının çoğalmasına dua buyurdular.

Peygamber Efendimizin duası ile bereket bulup davarları çoğalan Sa’lebe artık Medine’ye sığamaz ve Medine dışında kaldığı için de mescidde cemaatle namaz kılamaz oldu. Beş vaktini Peygamber Efendimizin arkasında cemaatle kılan Sa’lebe, günde ancak iki vakit namaza geliyordu. Daha sonra da cumadan cumaya gelmeye başladı ve nihayet cumayı da bırakıp hiç gelmez oldu. Peygamber Efendimiz(sas): “Sa’lebe’ye ne oldu? Niçin gelmiyor?” diyerek halini soruyor, durumunu öğrendikçe: “Vah Sa’lebe’ye!” buyurarak üzüntüsünü belirtiyordu.

Nihayet Peygamber Efendimizin memurları zekât toplamaya çıktıklarında Sa’lebe’ye de uğrayarak gerekli zekâtı istediklerinde: “Bu, bir tür cizye demektir. Hele beni geçin de biraz düşüneyim!” diyerek Allah’ın hakkını hafife almaya cesaret etti. Bunun üzerine Cenab-ı Hak: “Hak Teâlâ sadaka vereceklerine ve salihlerden olacaklarına dair söz veren münafıklara fazlından ve kereminden çok mal verdiyse, onlar cimrilik edip Allah'ın haklarını vermekten geri durdular. Bu münafıklar Allah'ın emirlerine uymaktan yüz döndürenlerdir." (Tevbe/75-76) ayetlerini indirip münafıklıkla suçlandırdı ve teşhir etti. Bunun üzerine Sa’lebe büyük bir pişmanlıkla zekât malını alıp kendi eliyle Resulullah’ın huzuruna sunmuşsa da kabul olunmayarak reddedildi. Kovulmasıyla mü’minler arasında çok utanç verici bir hale düşen Sa’lebe başına topraklar saçarak fevkalade pişman olmuştur. Ne çare ki bu nedamet kendisine asla fayda vermemiş ve asr-ı saadetten sonra Sıddık-ı Ekber ve Faruk-ı Azam Hazretlerinin hilafet zamanlarında da Peygamber Efendimize uyularak yine zekâtı beytülmâle kabul olunmamış, Hazreti Osman döneminde ebedî saadetten mahrum bir halde ahirete göçmüştür.

Bu konuda kesin bir delil olmak üzere Sa’d ibn Ebi Vakkas(ra); “Ben Peygamber Efendimizin "Rızkın hayırlısı kâfi, zikrin hayırlısı hafi olanıdır. ’ buyurduğunu işittim.” demiştir. Ebu’d-Derda Hazretleri de<ra) şu mealde hadis-i şerif rivayet etmiştir: “Güneş her gün doğup batarken, yanında insan ve cinlerin dışındaki mahlûkların işiteceği şekilde, iki görevli melek şöyle nida ederler: "Ey insanlar, Rabbinizegelin!Zira dünyadan az ve kâfi olan, çok ve bol olandan ve Cenab-ı Hak'tan sizi meşgul edenden hayırlıdır. Rızkın yetecek kadardan fazla olmaması, dünya işlerinin görülmesini sağlar. Sevinç getiren mal azlığı, üzüntüye sebep olacak belaların da az olmasına sebep olur.

Zaruri ihtiyaçları karşılayacak kadar olan rızkın dinî görevlerin yapılmasına hizmet etmesi, kulun taat ve ibadette o rızıkla yardıma ulaştığından ve Hak rızasını kazanmaya yaradığındandır. Zira rızık eksikliği kalp huzurunu bozar ve sâliki ibadetten alıkoyar. Hadis-i şerifte: “Yoksulluk ve zaruret, küfür olmaya yakın oldu. ” buyrulmuştur. Bu yüzden Cenab-ı Hak kullarına ahireti dünyadaki İlâhî ihsanlarla isteyip satın almayı ve dünyadan nasibi olan ahiret mükâfatlarını da unutmamayı emretmiştir. (Kasas/77)

Eksiksiz ve yeterli rızıkla dünya işlerinin nasıl görüleceğine gelince, kalp huzuru, beden rahatı, izzet-i nefs, dilenip alçalmama, ihtiyaç yükünden kurtulma gibi dünyevî mutluluğun bu rızıkla elde edildiği herkesçe bilinir. Şu halde nimetin tamamı kâfi rızıktan ibarettir. Azgınlık getiren fazlalığı, mahrumluk getiren eksikliği artık önemsiz kalır ve yeterli rızka kanaat edilip şükre devamla kulluk kapısında selamette bulunmak lazım gelir. Bazı ârifler dediler ki: “Bir insan arzu ettiği nimetlerin ele geçmemesindeki hikmeti takdir etmezse, ya yoksullukla birlikte üzüntüye sebep olan hırsa ve tamaha kapılır veyahut nimete şükrü unutturan zenginlik düşkünlüğüne müptela olur.”

Peygamber Efendimiz(sas): “Zenginlik mal çokluğu ile olmaz. Zenginlik ancak nefs ve kalp zenginliğidir. ” buyurdu. Nefs zenginliğinin evliyanın ve takva sahiplerinin şerefi olduğunu da bir Arap şairi şöyle ifade etmişti: “Nefs zenginliği beşeriyet zaruretleridir ve yetecek miktarla ele geçer. Ondan fazla bir şey istersen, bu zenginlik yoksulluğa döner.” Bennan Hammal Hazretleri şöyle demiştir: “Mekke’de Benî Şeybe kapısının önünde yedi gün aç olarak kalmıştım. Nasıl geçineceğim diye düşündüğüm sırada kalbime şöyle nida edildi: Bir kimse dünyadan yetecekten fazla rızık istemeye kalkarsa, Allah onun basiret gözünü kör eder.”

Abdülvahid bin Zeyd Hazretleri şöyle anlatmıştır:

Bir harabede yaşayan, ilim ve hikmetten bahseden meczup bir cariyenin birçok vasıflarını anlatıyorlardı. Onu görüp duasını almak istedim, aramaya başladım. Nihayet bir harabede saçlarını tıraş etmiş ve yünden bir cübbe giymiş olduğu halde bir taş üstünde oturuyor buldum. Beni görür görmez eskiden beri tanıyormuş gibi bana ismimle seslendi:

“Merhaba ey Abdülvahid!” dedi.

Beni hiç görmemiş olduğu halde tanımasına çok şaşırdığımı söyledim. Neden geldiğimi sordu.

“Nasihat almak için geldim!” dedim.

“Kendisi vaiz olduğu halde nasihate ihtiyaç duyana şaşılır...” dedikten sonra şu hikmetleri ifade etti: “Ey Abdülvahid bil ki, bir kul yeterli miktarda rızıklandığı halde yine dünya süslerine meylederse, Cenab-ı Hak onun kalbinden zühd tadını ve takva hissini siler, yok eder. O kimse şaşkın bir hale düşer. Eğer o kulun ezelde nasibi varsa Cenab-ı Hak onun sırrına şöyle hitap eder: Ey kulum, ben senin değerini yüceltmek ve seni evliyaya rehber etmek istediğim halde sen dünya garazlarına yöneliyorsun. Beni unutup terk ettiğin için seni artık eriştiğin yakınlıktan sonra bu uzaklığa, şereften sonra alçaklığa, zenginlikten sonra yoksulluk ve miskinliğe varis kıldım. Ey kulum, sen önceki haline dön de, bu düştüğün halleri nefsinden bildiğin müddetçe ben de sana döneyim.”

Bunları söyledikten sonra aklını yitirmiş denilen fakat gerçekte akıllı kadın bana arkasını dönüp çekip gitti.

Bazı muteber kitaplarda yazıldığına göre Cenab-ı Hakk’ı bilen bir insan-ı kâmil dünya süslerine rağbet gösterdiğinde Hakk’a münacat zevkinin onun kalbinden silinmesi, gelecekte onun uğrayacağı cezaların en hafifi olur. Dünyayı terk edenlerse, münacat zevkinden tat alarak mübarek nefeslerinden istifade edenleri Hak yoluna irşad ederler.

Abdurrabbeh Şamî Hazretlerinin “Kitabü n-Nasayih” adlı eserinde anlatılmıştır:

Abdurrabbeh, Şam’ın en zenginlerindendi. Bir gün bazı arkadaşlarıyla ticaret için şehirden çıkıp dağ tarafındaki nehrin kenarında olan Mercidabık ovasına geldiler. O sırada yüksek sesle birinin hamd ü sena ettiğini duyup merak ederek yanma vardılar. Bir hasıra bürünmüş, yalnız başına yaşayan perişan kılıklı bir adam görüp kim olduğunu sorduklarında, adam:

“Müslim bir kulum!” diye cevap verdi.

“Bu hal nedir?” dediler.

“Hamd ü senayı gerektiren İlâhî bir nimetin gereğini yerine getiriyorum!”

“Yalnız bir hasırdan başka bir şeyin yokken neye şükrediyorsun?”

“Ben nasıl hamd ü sena etmemeye cesaret edebilirim ki! Cenab-ı Hak beni en güzel surette yarattı. îslam dini dairesinde dünyaya getirdi. Bedenime sıhhat ve afiyet giydirdi. Anılıp yayılmasını istemediğim şeyleri de bende örtüp gizledi. Benim nail olduğum bu mutlu hal içinde, akşama ulaşan kanaatkâr insandan ziyade nimet bakımından daha bahtiyar kim olabilir?”

Abdurrabbeh bu irfan dolu cevaptan etkilenerek bulunduğu nehrin kenarındaki ferah manzaralı yere gelmesini ondan rica etti. Adam bunun sebebini sorunca da, kendisine yemek ikram etmek, hem de bu hasıra muhtaç etmeyecek biraz giyim eşyası vermek istediğini söyledi. Adam bunu kabul etmedi ve ne kadar ısrar etse de istemedi, bırakıp gitti. Onun bu ibretli hali Abdurrabeh üzerinde fevkalade bir pişmanlık hissi uyandırdı ve kendi kendine şöyle dedi:

“Şam’da benden daha zengin kimse olmadığı halde yine uzun emel, hırs ve tamaha düşüyorum da ticaret arzusuna kapılıyorum. Bir de sefer zahmetlerini göze alarak gurbete gitmeye kalkıyorum. Bir hasırdan başka bir şeyi olmayan, dünyayı terk edip yalnız başına yaşayan böyle bir adamın ettiği şükrün binde birini bile yapamıyorum. Ne kadar gafil ve halin hakikatine ne kadar cahil bir adammışım.” Bu duygu ve düşüncelerle ve büyük bir pişmanlık içinde tövbe etti. Sabah olunca bir deveye binerek arkadaşlarından ayrılıp geri dönmeye hazırlandı. Şaşıp kalan arkadaşları bunun sebebini sorduklarında görüp duyduklarını anlattı ve bundan böyle tövbesini tutmaya kararlı olduğunu söyledi. Arkadaşları ne kadar caydırmaya çalıştılarsa da onu bu kararından döndüremediler.

Abdurrabbeh Şam’a dönerek bütün mallarını, eşyasını ve paralarını Allah yoluna dağıttı. Öldüğünde kefenlenmesine yetecekten fazla bir şeyi kalmamış olduğu görüldü.

Bir kenarda, yalnız başına yaşadığı sırada demiştir ki: “Eğer Şam nehri altın olarak akmış olsa, ondan bir damla almazdım.”

Rastgele bir direk göstererek; “Eğer şu direğe kim dokunursa derhal ölür deseler, onu Allah’a kavuşma şevkinden dolayı bir lokma ekmek gibi yemeye girişirdim.” buyururlardı.

Gönüller her biri bir veçhile meftunun olmuştur

Dil-i zarım çerâğ-ı tarz-ı gunagunûn olmuştur

66.    Hikmet

Ey talip, memnun olacağın hal ve mal az olursa, üzüleceğin şeyler de az olur.

Kalîl olsun ki memnun olduğun sermâye-i dünya

Seni mahzun eden ahvâl-i âlem tâ ki az olsun

Üzüntü verici şeylerin giderilmesi, sevinç getiren şeylerin elde edilmesinden daha gerekli; zararlı şeylerden korunmak, faydalı şeylere sahip olmaktan daha önemlidir. Bu yüzden akıl sahipleri, kaybedilmesi üzüntü verecek dünya süslerine, mevki, mal ve geçici refaha başlangıçta meyletmediler, rağbet göstermediler. Dünya fazlalığından uzak kalmaya razı olan ve yeterli miktara kanaat getirip fazla mala istekli olmaya sâlik, kaybolacak geçici sevincin sebeplerini baştan terk etmiş ve sonradan nimetin elden gitmesinden doğacak üzüntüyü gelmezden evvel gidermiş olur. Böylece bu sâlik uzak görüşlü, akıllı ve irfanlı bir derviş olduğunu belli eder.

Daima memnun bir halde yaşayan birisine: “Siz de başkaları gibi niçin üzülmüyorsunuz?” diye sorulduğunda şöyle demiş: “Kaybolmasıyla üzüleceğim şeyleri biriktirmediğim için!” Çünkü her sevinç bir üzüntüyü mucip olur. Bir Arap şairi şöyle ifade etmiştir: “Bir şey kalpte yer tuttuğu derecede üzüntü verir. Zira ok hedefe girdiğinde çıkarılması güçleşir. ”

Bir gün bir hükümdara cevahirle süslü firuzeden yapılma çok kıymetli bir kâse sunulur. Bundan pek memnun olan hükümdar yanında bulunan akıllı bir kimseye bu kâse hakkındaki düşüncesini sorar. Hikmet sahibi adam: “Bu kâse yokluktan ve musibetten başka bir şey değildir!” der. Neden öyle dediği sorulunca da şu cevabı verir: “Çalındığı zaman misli bulunmadığından onun yüzünden hasret çekersiniz. Kırılırsa tamiri mümkün olmadığından sizi üzüntü içinde bırakır.” Bir gün bu kâse tesadüfen düşüp kırılınca üzüntüsünden aklını yitirecek gibi olan hükümdar hikmet sahibine hak vermeye mecbur olur. Bu gibi büyük musibetler daima dünyevî alakalar ve malî sebeplerden her birinin nasıl olursa olsun kesilip kaybolmasıyla meydana gelir. Mesela bu alakalar gasp edilmekle, çalınmakla, kaybolmakla nasıl üzüntü getiriyorsa, lezzet ve şehvetleri sonlandıran ölümle de büyük üzüntü meydana gelir. Bin tane sevdiği eşyası olan bir insan öldüğü zaman bir anda bin tane dayanılmaz üzüntüye yakalanır. Şu halde ölümün şiddeti alakaların çokluğundan doğar, bu yüzden dünyayı terk ederek safa bulmak, zühd ve takvaya sarılmak akıl ve idrakin gereğidir. Arap şairi şu anlamda bir kıta söylemiştir: “Kendini üzüntüye sokacak bir şeyi görmemekle sevinen bir insan, kaybolmasından korktuğu bir şeyi elde etmek istemesin. Zira tam olarak iyi bir halde bulunan insan, onun yüzünden haddini aştığı vakitte ister istemez bozulmaya yüz tutar.”

Sehl bin Abdullah Tüsterî Hazretleri: “Akıl için bin isim, her ismin de bin ismi vardır. Her ismin başı ise dünyayı terk etmektir.” buyururlardı. Haşan Basri Hazretleri de: “Yemekte, içmekte, giymekte ve binekte haddi aşıp övünerek günlerini geçiren gafile nasıl akıllı denilir?” derdi. Bu hususta söylenen güzel şiirlerden birinin anlamı şöyledir: “Ey sâlik, dünya korkunç dalgalarla dolu çok geniş bir denizdir; kendini onda asla güvende hissetme. Selamet sahiline ulaşmak için gösterilen kurtuluş yolu, dünyada günlük yiyeceğine yetecek kadara razı olmaktır.”

Ebu Ali Sakafi Hazretleri: “Çabucak gidecek dünyanın yüz gösterdiği vakitte onunla uğraşana, yüz döndürdüğü zamanda üzüntüsüne kapılana binlerce eyvah olsun. Alemde akıllı kişi, yüz göstermesi meşguliyet ve zahmetten, yüz çevirmesi üzüntü ve hasretten ibaret olan mâsivaya asla meyletmez.” buyururdu.

67.    Hikmet

Eğer dünyada uzaklaştırılmak acısını tatmak istemiyorsan, devamlı olmayan bir işi üzerine alma. Çünkü o işin başındaki haller seni heveslendirir ama sonu seni ondan sakındırır. Zahir seni çağırırsa, batın uzaklaştırır.

Eğerçi istemezsen ey dil azli

Devamsız mansıba etme tevellî

Bidâyâtı seni eylerse râğıb

Nihâyâtı eder elbette hârib

Ana dâvet ederse zâhir hal

Seni bâtın da eyler nehy derhal

Dünyanın yüz göstermesinin hangi kısmına bakılsa yüz çevirme ile sonuçlandığı, dünya mansıplarının hangi yönüne dikkat edilse sonunun ayrılmaya, uzaklaşmaya vardığı görülür. Böyle mevkiler ya ölümle yahut dünyevî sebeplerle ayrılmakla sonuçlandığından ötürü, üzüntü getiren mevki ve refah talebini hakikat erbabı akla ve hikmete uygun bulmamıştır. Çünkü akıllı insan zehirli olduğunu bildiği halde tadına aldanıp da zehirli şerbeti içmek istemez. Gerçi insanların işlerine yön verme şerefi ve yüksek mevkide bulunup herkesten saygı görmek, bunlara önem verenleri heveslendirip hırslandırır. Fakat ölüm ve gözden düşmek gibi sebeplerle mevkiden uzaklaştırılmak üzüntü getirir. Bunu bilen ârifler bunların dış yüzündeki güzelliklere kanmaz; en başta onlardan çekinirler. Böylece kalıcı olmayan emellerden uzak durur, gelecekteki telafi edilemeyecek zararlardan emniyet ve selamette olurlar.

Geçim bolluğu, elverişli haller, saygı görmek gibi insan hayatının dış güzellikleri insana elbette çekici gelir. Bu yüzden “Sıddıkların kafasından en son çıkan makam ve mevki sevgisidir.” buyrulmuştur. Fakat dünya sevgisiyle Allah sevgisi bir gönülde bir araya gelemeyeceği için İlâhî yakınlıktan mahrum olup hayvanlık ahırında kalmak tercih olunamaz. Bu kudret hayalhanesinin şarabı serap, nimeti nakmet (ceza) olduğundan zevk ve sevinç sanılan dert ve kötülükleri “refah içinde yaşamak” diye yüklenmek akıl ve hikmete uymaz. Onun için her peygamber ümmetini Hak yakınlığından mahrum kalmasınlar diye dünyanın süslerine meyletmekten ve ahiretten yüz çevirmekten sakındırmıştır.

Muhammed bin Ali Tirmizî Hazretleri demiştir ki: “Dünya her ümmetin bilginleri gözünde kötülenmiş ve dünya isteyenler ayıplanmıştır. Hangi kavme bir peygamber geldiyse, kavmini dünyaya bağlanmaktan, meyletmekten ve onu sevmekten korkutmuştur. Hazreti Musa’ya önce kalben iman eden Firavun’un veziri, daha sonra Firavun ve tebaasına karşı: Ben size doğru yolu göstereyim; dünya hayatı metadan başka bir şey değil." (Mü’min/39) diyerek imanını açığa vurmuştur.”

Peygamber Efendimizin(sas): "Dünyanın Allah katında sivrisineğin kanadı kadar değeri olsaydı, Cenab-ı Hak kâfire dünyada bir içim su bile vermezdi. ” buyurması bu hususta en açık bir hikmetli delildir.

Ashab-ı kiramdan Veheb bin Münebbih(ra) anlatıyor:

Hakikat arayan bir adam yalnız başına ibadet etmeye devam eden bir zata başvurup ahiret için faydalı bir şeyler öğrenmek istedi. Onu buldu fakat mütemadiyen ibadet ettiği için onunla görüşmeye fırsat bulamadı. Yedi gün onun ibadetine ara vermesini bekledi. Yedinci gün zâhid birden ona dönüp dedi ki:

“Senin maksadını ve beni neden beklediğini biliyorum. Dünya sevgisi bütün hataların, zühd ve takva ise hayır ve sevabın sermayesidir. Dünyada İlâhî tevfik, her insan için iki cihanda da kurtuluş sebebidir. Bunları iyi anladıysan artık sen hata sermayesi olan dünyadan kaçın, hayır ve sevap sermayesi olan takvaya rağbet et de sana her ihsanın anahtarını ihsan etmesi için Cenab-ı Hakk’a yalvar.”

Adam:

“İyi ama ben bunları nasıl bilebilirim?” deyince de şöyle dedi:

“Benim babam çok hikmet sahibi bir kimseydi. Dünyayı yedi şeye benzetirdi: Birincisi harareti arttırıp kandırmayan ve zararı dokunup faydası olmayan tuzlu suya; İkincisi gölgelenen! mağrur ederse de kalıcı olmayan bulut gölgesine; üçüncüsü ziyanı çok ve faydası yok olan şimşeğe; dördüncüsü değeri ve yağmuru olmayan yaz bulutuna; beşincisi yaz gelmesiyle birlikte solan çiçeklere ve kuruyan çimenlere; akıncısı zevkli rüya görerek uyandığında hayalinden başka

elinde bir şey kalmayan kişinin ihtilamına (şeytan aldatmasına); yedincisi tadıyla zevklendiren ve içenin ciğerini dağlayıp mahvına sebep olan zehirli şerbete. Ben bu yedi benzetmenin üzerinde yetmiş sene düşündükten sonra şu benzetmeyi yaptım: Dünyayı, görünmesinde helâk ve perişanlık, kendisinden kaçılmasında kurtuluş ve güven olan gulyabaniye benzettim. Sonra babamı rüyada gördüm, beni beğendiğini söyleyip ‘Oğlum şüphe yok ki sen bendensin, ben de şendenim’, diyerek iltifat etti.”

Adam bu sefer:

“Dünyada bir kenara çekilip zühd etmek nasıl mümkün olabilir?” diye sordu. Âbid ve zahid kişi şu cevabı verdi:

“Zühd ve takva ilm-i yakîn ile elde edilir, ilm-i yakîn de sabır cevheriyle ele geçer. Sabır halleri ise ibret nazarıyla bulunur. Bu da Cenab-ı Hakk’ın yarattıklarının üzerinde tefekkür etmekle ele girer. Bu söylediklerimi şimdi kabul et. Böylece sen bana sözle değil fiilen dünyadan uzaklaşmakla halef olabilirsin.”

68.    Hikmet

Ey talip, Cenab-ı Hak seni zahid etmek için dünyayı ağyar yeri ve keder kaynağı yaptı.

Seni tezhîd için dünyada ancak Hazreti Mevlâ

Anı cây-ı mesâib dâr-ı ekdâr u gumûm etti

Geçici dünyanın ağyar ve mâsiva yeri, gam ve kederlerin kaynağı olması da İlâhî nimetlerden büyük bir nimettir. Zira dünyaya rağbet ettiren hal, nefsanî garazlar ve hayvanî şehvetlerin orada elde edileceğinin sanılması ve insanın en yüksek isteklerine, eksiksiz ve üzüntüsüz orada kavuşacağı düşüncesidir. Hâlbuki dünya, iyi halleri kötü hallerle, sevinci üzüntülerle karışık olan, çabucak sona eren bir hayaldir. Öyleyse: “Pâyidar olmayan yar, dostluğa sezâvâr olmaz.” (devamlı olmayan sevgiliyi dost tutmak yakışık almaz) sözü anlamınca ondan yüz çevirmek ve kalıcı yurt olan ahirete rağbet etmek, ebedî nimet ve saadet getirecek sebeplere yapışmak zaruri olur. Bu yüzden hikmet sahipleri: “Devam etmeyen bir kötülük, sürekli olmayan iyilikten hayırlıdır.” demişlerdir. Olmayacak bir şey ama insan dünyada bütün elem ve üzüntülerden korunmuş ve beşerî isteklerle neşelenmiş olsa bile, geçici olduğundan akıllı insan dünyaya meyletmez. Şu şiir meali bunun doğruluğunu gösterir: “Benim için en şiddetli üzüntü, çabucak kaybolacağına inandığım sevincin içindedir. Ben yer küresinin, oradaki insanların üzerine döndüğünü görüyorum fakat hiçbirinin halinin sürekli olduğunu görmüyorum.”

Özetle, insan dünyada kader yayından atılan üç can yakıcı okun hedefi olarak ömrünü geçirir: Birincisi bela okları, İkincisi felâket okları, üçüncüsü ölüm oklarıdır. Bu üç kaza okuna hedef olan insanın nimeti nakmete (cezaya), bilgisi ibrete, rahatı hastalığa dönecektir. Onun için artık dünyanın neşesi mahmurluğunu, umudu korkusunu, hayrı şerrini nasıl karşılayabilir? Çünkü: “Zaman kime bir iyilik etmişse elbette onu bir fenalık takip etmiştir.”

Şah-ı merdan-ı velâyet İmam Ali Hazretleri'*’ ehl-i beytten sayılan Selman-ı Farisî’ye şöyle yazmışlardır:

“Ey Selman, dünya ejderhaya benzer. Dokunması yumuşak, zehri öldürücüdür. Seninle pek az zaman beraber olacağından o vefasızdan ve ondaki süslere bakmaktan yüz çevir. Dünyadan er geç ayrılacağında şüphe olmadığı için şimdiden onun üzüntülerini kendinden uzaklaştırmaya çalış. Onda en fazla sevindiğin halden de sakın. Zira bir insan dünyada ne zaman sevinçli olursa, hemen can yakan bir hilekâra rastlayıp üzüntüye düşer.”

Bazı Arap edipleri dünyayı şöyle vasıflandırmışlardır: “Dünya yurdu karışık bir rüya, sevinci gamların gölgesi, hadiseleri isabet eden oklar, şehvetleri uğursuz zehirler, fitneleri ve belaları boğucu dalgalardır.”

Ebu Haşim Sofi Hazretleri: “Cenab-ı Hakk’ın dünyayı vahşetle adlandırması, müridin ancak kendisiyle dostluk kurması, taat ehlinin de dünyadan yüz çevirip kendisine yönelmesi içindir. Arifler ise zaten dünyadan uzaklaşan ve ahirete iştiyak duyanlardır.” dedi.

Cenab-ı Hakk’ın bu dünyayı yaratırken şöyle buyurduğu bazı kitaplarda yazılıdır: “Ey dünya, benim dostlarıma geçim sıkıntısıyla, benden gafil düşmanlarıma bol geçim ve refahla muamele et ki, evliyam beni bırakıp da seninle, din düşmanları seni bırakıp da benimle meşgul olmasın.”

69.    Hikmet

Ey talip, Cenab-ı Hak senin öğüt kabul etmeyeceğini bildiğinden, dünya zevklerini bırakmayı kolaylaştıran musibetleri sana tattırdı.

Değilsin kabil-i nush-ı mücerred Hak bilip anı

Seni etti firakı sehl eden mihnetlere dûçâr

Bu hikmet şu sorunun cevabıdır:

“Cenab-ı Hak dünyayı belâ yurdu edeceğine zevk ve sefa yeri kılaydı da çabucak sona erdiğini, orada zühd ve takvanın ebedî saadete sebep olacağını öğütlese, kullarını dünyayı bırakmaya, zühd ve takvaya sarılmaya özendirse daha uygun olmaz mıydı?”

îşte buna cevap olarak denmiştir ki:

Evet, nasihatin tesir edeceği kalpler dünya sevgisine kapılmış, şehvet ve hevaya bağlanmış kalpler değildir; yaratılışça İlâhî tecellileri kabul etmeye istidatlı olan saf kimselerin kalpleridir. Fakat göğüsleri şeytanî düşüncelerin cirit attığı meydan ve nefsanî maksatların ortaya çıktığı mahal olan katı kalp sahipleri hayırlı öğütlerle hallerini düzeltemezler. “Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir.” anlamınca nasihati fiilen güçlendirerek sâliki hidayet yoluna sevk etmek daha uygun düşer. Cenab-ı Hak da ezelî ilmi gereğince kuru nasihatin her insan tarafından öyle kolay kolay kabul edilmeyeceğini bildiğinden, kullarına dünyayı terk etmeyi kolaylaştıran birtakım hastalıklar, belâlar ve dertler vermiştir. Şu halde refah içindeki bir insanın üzüntü verici önemsiz bir durumla karşılaşır karşılaşmaz kapıldığı teessürle ölümü istemesine, bunca nimeti hemen göz ardı edip inkâr edivermesine göre gaflete dalmış olan bir tabiat esirini, geleceği muhakkak olan ölüm gibi korkunç bir facia ile uyarmak ve ona dünya terkini kolaylaştırmak elbette bir başka büyük nimettir. Gerçi gafil kişi tabiatının ağır basmasıyla bu geçici uzaklaşmanın büyük bir nimet olduğunu ilk bakışta kavrayıp değerlendiremez. Fakat değerlendirenlerin nasihati bu maddî örneğe eklenince istenenin her halde elde edileceğinden şüphe yoktur. “Bir musibet bin nasihatten yeğdir.” dedikleri bu manadır.

Arife eyler kifâyet havf i Mevlâ-yı Kerîm

Ölmeyi varsın Hüdâ dan korkmayan etsin hayal

70.    Hikmet

Faydalı ilim, ışıkları gönül ufkuna yayılan ve kendisiyle kalbin yüzünün açıldığı parlak bir nurdur.

Ilm-i nâfî öyle bir hurşid-i lâmidir ki sadr

Şûledâr-ı feyzidir dilden nikahı keşfeder

Burada faydalı ilim; Cenab-ı Hakk’a, isim ve sıfatlarına, O’na ibadet ve huzurundaki edebe dair ilimdir. Onun doğduğu yer olan göğüs, bu ilmin doğmasıyla genişler, İslam feyziyle açılır. Bu ilmin nuruyla aydınlanan kalp yüzünden örtü kalkar; şüphe, evham zail olur.

Muhammed bin Ali Tirmizî Hazretleri şöyle buyurdu: “Faydalı ilim göğüste yerleşen bir kudret feyzidir. Mârifet nuru göğsün ufuklarında doğup parladığı vakit işlerin güzel ve çirkin olduğu ortaya çıkar. Böylece kalp gözünde işlerin suretleri birtakım gölgeler halinde görüntü verdiğinden faydalı ilim sahibi onun güzelini işler, çirkininden kaçınır. İşte bu faydalı ilim kalbin ufkundan doğan İlâhî bir nurdur. Bu ilimle göğüste ortaya çıkan işlerin gölgeleri de doğru yol göstericisidir. Aklî ve naklî ilimler öğrenilerek ve öğretilerek hafızaya kudret eliyle yerleşir ki, heva ve şehvetin mağlubu olup ışığı karanlıkla çevrili lisan ilmidir. Bunlar kalbi aydınlatmaz ve kalpten sevgilinin cemalinin örtüsünü kaldırmaz.”

“İnsanın göğsünde İlâhî ilim bir evde kandil gibidir.” sözünün Hazreti Davud’a verilen hikmetlerden olduğu kitaplarda yazılıdır.

İmam Malik Hazretleri şöyle demiştir: “İlim rivayet çokluğu ile elde edilmez. İlim kulların kalbine Cenab-ı Hakk’ın bıraktığı bir nurdur. Faydası da kulun mabuduna yakın, ucb (kendini beğenme) ve bencillikten uzak olmasıdır. Bu da çok büyük saadettir ve vâridatın özüdür.”

Abdülaziz Mehdevî Hazretleri buyurdu: “Faydalı ilim vaktin ilmi, kalp sefası, dünya süslerinden uzaklık, insanı cennete yaklaştıran ve cehennemden uzaklaştıran hal, Cenab-ı Hak’tan havf ve recâdır. Nefsleri afetlerinden ve mâsivadan temizler. İşte bu: ‘Cenab-ı Hakk’ın dilediğinin kalbine attığı bir nurdur. ’ hadisiyle belirtilen faydalı ilimdir, naklî ve aklî ilim değildir.”

Cüneyd Bağdadî Hazretleri bu değişik ifadeleri şu cümlede özetledi: “İlim, Hakk’ı bilmek ve haddi aşmamaktır.” Bir başka ifadeyle Rab mârifeti ve güzel edep demektir.

Özetle bu hakikat ilmi, derin bir mârifet denizidir. İnsanın onun nurlarının dalgalarında boğulması üzerinde bir borçtur. Ebu’l-Hasan Şazelî Hazretleri şöyle buyurdu: “Hakikat ilminde uğraşmayan kimse, büyük günah işlemekte ısrar edici olduğu halde vefat eder de haberi olmaz.”

Zahirî ilimlere ise her vakit için ihtiyaç duyulmaz. Hatta zahirî ilimlerle uğraşmak bâtın ilimleriyle uğraşmaktan alıkoymak suretiyle zararlı olduğundan Peygamber Efendimiz ahirette faydalı olmayan ilimlerden Cenab-ı Hakk’a sığınmıştır.

Âlem-i bî-meh ü hurşid ü felekte hergiz

Ne müneccim ne mühendis ne hakim isterler

71.    Hikmet

İlmin hayırlısı Allah korkusuyla beraber olandır.

îlm-i nâfdhaşyet-i Hakk’a edendir iktiran

“Haşyet” yüceltmekle birlikte olan korkudur. Bazıları tazim ile beraber olan büyültmedir (iclal), bazıları da korkuyla birlikte ameldir, dediler. Şu halde ilimlerin hayırlısı, Allah’tan haşyet duymayı gerektiren ilimdir. Bu da bir önceki hikmette geçen faydalı ilimdir. Haşyetullahtan uzak olan ilmin değersiz olması Cenab-ı Hakk’ın: “Şüphesiz Allah’tan en çok haşyet duyan kulları âlimlerdir. ” ayetiyle haşyeti âlimlere tahsis etmiş ve böyle âlimleri övmüş olmasındandır. Bilenlerle bilmeyenler dünyada bir olmaz. Ancak haşyetle beraber olmayan ilimlerin âlimleri ahirette üstün bir mevkie erişemez, gerçek âlim sayılamazlar.

îlmin haşyetullahla birlikte olmasının alâmeti şudur: Âlim olan kimse İlâhî hududu muhafaza eder. Taatinde devamlı olur. Ezelî takdire güvenir. Dünya sevenlerden yüz çevirip çekinir. Yetecek kadar olan kadere razı olup kanaat eder. Halka şefkat gösterip öğüt verir. Yüksek bir ahlâka sahip olur, insanlarla iyi geçinir. Fakirlerle birlikte oturur. Evliyaya saygı gösterir. Kısacası bu gibi İnsanî gerekleri ve üstünlükleri esas alarak hareket eder. Binaenaleyh sanat gibi dünya ve ahirette faydalı olup haşyetle birlikte olmayan bilim hâzinelerinin, fenlerin Allah katında değeri yoktur. Çünkü dünyaya rağbet ve dünya sevenlerle beraber olmaya heves ettirir. Para biriktirmeye çalıştırır. Makam ve mevkii mubah saydırıp onlarla övündürür. Uzun emel ve gaflet verir. Ölümü unutturur ve beraberinde büyüklük taslamayı getirir.

Rebii bin Enes Hazretleri “Allah’tan korkmayan kimseye âlim denirse de gerçekten âlim değildir.” buyurdu. Hazreti Davud da(as): “Allah’tan haşyet ilim ve mârifetin gereğidir. Hakk’a iman hikmetin ta kendisi olunca, Allah’tan korkmayan cahilin ilmi ve kalbinde imanı olmayan gafilin hikmeti artık tasavvur olunur mu?”

Sehl bin Abdullah Tüsteri Hazretleri, “Sonunuzun güzel olmasını isterseniz, din ve dünya işlerinde âlimlere danışmadıkça kesin hüküm vermeyiniz.” derdi. Bir gün kendisine: “Ulema dediğiniz kimlerdir?” diye sorulduğunda: “Ahireti dünyaya, Mevlâ Hazretlerini kendi nefslerine ve bütün mâsivaya tercih edenlerdir!” cevabını vermiştir.

Faruk-ı Azam Ömer Hazretleri de(ra) halifeliği zamanında şöyle öğüt vermiştir: “İşlerinizde Cenab-ı Hak’tan havf ve haşyet edenlere danışınız.”

Vâsıtî Hazretleri dedi ki: “İnsanların en merhametlisi Cenab-ı Mevlâ’dan haşyetlerinden dolayı takvalı yaşayanlardır.”

Binaenaleyh faydalı ilmin delili Cenab-ı Hak’tan haşyet ve haşyetin delili de İlâhî emirlere itaat, İlâhî yasaklardan kaçınmaktır. Haşyeti olmayan bir âlim bir cemaat içinde geceleyin meşale tutan kör gibidir. Başkasına faydalı olursa da kendisi istifade edemez. Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde geçen ilimlerden maksat da haşyetullahla beraber olan ilimlerdir.

Bir gün imam Şa’bî’ye bir adam:

“Ey âlim!” diye hitap edince;

“Sus! Alim olan Allah’tan korkar!” diye cevap vermiştir.

Zira ilim ve mârifet arttıkça huşu ve haşyet de artar. Haşyetten uzak olanlar elbette âlim-i billâh değildir. Hatta hangi ilmin daha fazla olduğu kendisinden sorulan Cüneyd Bağdadî Hazretleri şöyle cevap vermiştir: “Cenab-ı Hakk’a götüren ve insanı nefsinden uzaklaştıran ilimdir.”

Şu halde belirtildiği üzere dünyevî malumattan ibaret olan fenlere faydalı ilimler denemeyeceği gibi bu bilim sahiplerine de “Dünya hayatının zahirini bilirler ama ahiretten gafildirler. ” ayeti gereğince ulema denilemez. Çünkü dünya ile ahiret iki kuma gibidir. Birinin hoşnutluğunu kazanmak, diğerini kızdırır. Dünyayı sevenler de ahiretlerine zarar verir. Ahiretlerini sevenler dünyalarını bozacağından hem dünyaya, hem ahirete dair ilimlere sahip olmak herkese müyesser olamaz. Onun için lyaz Hazretleri şöyle buyurdu: “Alim din tabibidir, dünyanın devası dinin hastalığıdır. Kendisini bu illetten kurtaramayıp onun esiri olarak kalan bir tabip başkalarını nasıl tedavi edebilir?”

72.    Hikmet

Ey mürid, ilim haşyetle birlikte olursa senin için faydalı, aksi halde zararlı olur.

Eğerçi ilm ederse iktiran-ı haşyet ey dânâ

Olur nâfi senin ’çünyoksa vâki’dir aleyhinde

Haşyetli ilmin faydalı olması dünya ve ahiret işlerinde hak ve hakikat ölçüsü olarak fayda verdiğindendir. Haşyetsiz ilmin zararlı olması da dünyaya alet edilerek her iki âlemde de aksine sorumluluk getirdiği ve cezalandırılmayı gerektirdiği içindir. Zira ilim bir iktidar kılıcıdır. Onu meşru yolda kullananlar akranları arasında öne çıkıp iyi bir namla anılırlar. Meşru yolda kullanmayanlar, onunla zulüm ve düşmanlık yapanlar ise mesuliyet altına girip cezaya uğratılırlar. Meşru olarak kullanılan ilim haşyet ile birlikte olacağından ahiret uleması haşyetli olur ve üstünlük kazanır. Haşyet edemeyen ilim gayrimeşru olarak kullanılmış olacağından bu ilim sahipleri dünyada kibirli, gösterişli, insanlar arasında başı dik, kendinden emin dolaşan kimselerdir. Fudayl lyaz Hazretleri bunu doğrulayarak şöyle buyurmuştur: “Takvah âlimler öyle bir bahar ülkesi idiler ki, umutsuz bir hasta onlara baksa hemen büyük rahatlık ve mutluluk duyar, artık ondan sonra iyileşmeyi düşünmezdi. Muhtaç bir fakir onları görse dünyanın hiçbir şeyine ihtiyacı kalmaz, artık zengin olmayı istemezdi. Zamanımızın dünya düşkünü uleması ise nam ve şan esiridir; insanların fitnesi olmuştur.”

Peygamber Efendimiz(sas): “Beni Cenab-ı Hakk’a yaklaştıran ilim ve mârifetin artmadığı gün, güneşin doğmasında benim için hayır ve bereket yoktur. ” buyurmuşlardır.

Süfyan Sevrî Hazretleri dedi ki: “İlim ancak takva vesilesi olması için öğrenilir. İlmin diğer şeylerden üstün olması, onunla takva elde edildiği içindir. Eğer bu maksat başkalaşır ve ilim talebelerinin niyeti ilmi dünyaya vesile yapmak sebebiyle bozulursa elbette onların amelleri ve ahiret ecirleri bâtıl olur, açıkça hüsranda kalırlar. Zira Cenab-ı Hak şu ayette bildirdi: “Her kim ameliyle ahiret sevabını isterse, biz onun sevabını artırırız. Her kim ki dünya metaını murad ederse, biz ona dünyadan mukadder olanı veririz, artık onun için ahirette nasip yoktur.” (Şûra/20)

Bir hadis-i şerifte, ilmi Allah rızası için değil de dünya amaçları için öğrenen kimsenin kıyamette cennet kokusu duymayacağı bildirilmiştir.

Haşan Basri Hazretleri şöyle buyurdu: “Vallahi, bir ilim öğrenmek isteyen kimsenin nasibi, o ilim sebebiyle arzu ettiği şeydir. Yani niyeti dünya ise nasibi dünya, niyeti ukba ise nasibi ukbadır. Alime gelen belâ kalbinin ölmesidir. Kalp ölümü ise ahiret amelleriyle dünya istemekle gerçekleşir.” Yine ona bir mesele sorulmuş, doğru cevap alınmış fakat sual soranın, “Bu meseleye zamanımızın fıkıhçıları başka türlü cevap veriyor ve size muhalefet ediyorlar.” demesi üzerine onu azarlayarak: “Annen seni kaybetsin, sen hiç fakih gördün mü? Fakih, dünyadan el etek çekmiş, ahirete yönelmiş, Mevlâ’ya ibadete devam eden, müslimlerden bir beklentisi olmayan, takva sahibi mü’minlerin mallarından uzak kalıp çekinen, topluma hayırlı öğütlerle hizmet eden, Resulullah’ın yolunda giden, kendinden aşağıdakileri hor görmemekle beraber üstlerindekilerle çekişmeyen ve İlâhî maârifle dünya faydası istemeyen âlim kişidir!” buyurdu.

Şu halde bir talebenin dünya beklentisiyle ilim öğrenmek istemesi caiz olmadığı gibi, bir öğretmenin ilimleri insanları aldatmak maksadını güden heva ehline öğretmesi de doğru değildir. Hatta Süfyan Sevrî Hazretlerine sorulmuş:

“Kudsî ilimlerinizce halkı feyizlendirseniz olmaz mı?”

Şu cevabı vermiş:

“Hak rızasını kazanmak maksadıyla ilim öğrenmek isteyen bir talebe bulsam, her gün evine ayağına giderek hakikat ilimlerini öğretirim.”

Bir âlime birisi bir şey sormuş, cevap alamayınca: “Peygamber Efendimizin'"’; Her kim bildiği faydalı bir ilmi saklayıp öğretmezse, kıyamet gününe ateşten bir yularla getirilir. ’ buyurduğunu işitmedin mi?” diye tehdit edercesine karşı çıkmış ve âlimden şu cevabı almıştır:

“Şimdilik yularını burada bırakıp git! Eğer ilmi hak etmiş birisi gelir de ondan gizlersem, bana o zaman o yuları taksın.” Bu cevapla adamın müstahak olmadığını belli etmiştir.

Şu mübarek söz de bu manayı açıklar: “Her kim ilmi ehli olmayana öğretirse kaybeder; ehlinden gizlerse de haksızlık etmiş olur.” Hikmet sahipleri demişlerdir ki: “Kötü ahlâklı kimselere ilim öğretmek, ebucehil kapuzunu sulamak gibidir.”

Bir de ulemanın ilim mücevherleri ve maârif pırlantalarını dünya malına değişmemesi ve dünya ehlinin ise dinî ilimler öğrenmeye can atması lazım gelirken, tersine ilim erbabının mal toplamak için ilim dağıtmakla uğraşması üzüntü verici hallerdendir. Bu çok eskiden başlamış olduğundan Zünnun Mısrî Hazretleri şöyle demiştir: “Dün bir âlim ilmiyle yetinerek dünyayı terk ettiği halde, bugün ilmini dünyaya ve hevasına alet ediyor. Yine bir âlim mal ve menal ile ilim öğrenirken bugün ilim dağıtarak mal ve mevki kazanmak istiyor.”

Kitaplarda yazdığına göre bu konuda ashab-ı kiramdan Peygamber Efendimizin'"’ sırlarının mahremi Huzeyfetü’l-Yemânî Hazretlerine(ra) yerden parlak bir taş alarak: “İslam dini şu taşın parlaklığı gibi ufuklara ışık saçtı.” Buyurmuşlar. Sonra tekrar bir avuç toprak alarak o taşın üzerine döküp örtmüşler ve şöyle buyurmuşlar: “İleride bir kavim gelecek ve din ilmini bu taşın gömüldüğü gibi gömecek, ışığını kaybedecekler ve yavaş yavaş eski ümmetlerin hal ve sıfatlarına dönecekler.”

73.    Hikmet

Ey insan, insanların sana saygı göstermemeleri ve kötüleyerek saldırmaları seni üzerse, Allah’ın ilmine başvur ve onunla yetin. Eğer Allah’ın ezelî ilmi sana kanaat vermezse, bundan doğan musibet insanların eziyetinden meydana gelen musibetten daha şiddetlidir.

Ne dem ki nâsın idbârı veya zemm ile ikbâli

Seni dilhûn ederse ilm-i Hakk’a kıl rücu’ey dil

Seni ilm-i Hüdâ etmezse ikna bu musibet bil

Ezâ-yı nâs ile vâki musibetten daha hâil

Sâlike yakışan bir hal varsa o da daima Hakk’ın rızasını düşünmek ve Cenab-ı Hakk’ın feyziyle sevinip ferahlanmaktır. Üzüntüsünün sebebi de ancak Cenab-ı Hakk’ın teveccühünü kaybetmek olmalıdır. Yaratıkların kendisine iyi ve kötü davranmalarına önem vermenin İlâhî takdire hiçbir etkisi olamayacağından boş yere uğraşmaktır. Her ne zaman insanların kendisinden yüz çevirmeleri ve kötüleyip saldırarak rahatsız etmeleri sâliki üzüntüye boğup acıtırsa, Cenab-ı Hak’la kendi arasında takdir gücü olan ezelî ilmine başvurmak ve onunla yetinmek kulluk edebinin gereğidir. Eğer sâlik Allah katında makbul ve muhlis olursa, ona insanların buğz etmesi ve kötülemesi asla bir zarar veremez. Allah’ın yanında değeri olmayan sâlike de halkın övme ve beğenmelerinin hiçbir faydası olamaz.

Yaratıcıyı bırakıp da yaratıkların hoşnutluğunu kazanmak isteyen insanlar, efendisini unutup da kendi gibi hizmet görevinde bulunanlara kendisini beğendirmeye çalışan ahmak uşaklara benzer.

Sâlik için, Allah’ın ilmiyle yetinmeyerek ihlâsları ve amelleriyle şöhret bulup halkın saygısını kazanmak arzusunda bulunmak kadar büyük musibet düşünülemez. Zira bu hal sâliki İlâhî yakınlıktan beşeriyet ahırına ve hayvanlığın kucağına döndürür, bu yüzden büyük musibettir. Halkın kötülemesinden doğan eziyet ise onu İlâhî kudrete sığınmaya zorlayacağından büyük bir nimettir. Bu sebepten dolayı İbrahim Teymî Hazretleri bir müridine: “İnsanlar benim hakkımda ne diyorlar?” diye sormuş. “Riyakâr bir şeyh olduğunuzu söylüyorlar!” cevabını alınca: “Elhamdülillah, amellerim şimdi temizlenip düzeldi.” demiştir. Bişr Hafi Hazretleri de: “insan kalbinin övülmekle ferahlaması, günahlarla katılaşmasından daha fenadır.” buyurmuştur.

Ey beni övüp duran, yeter eziyet ettiğin

Açıkta olan taraflarımı görüyorsun, içimden haberin yok.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar