Print Friendly and PDF

Menakıb-ı Şeyh Seyyid Hace Muhammed Nûru'l-Arabi Beyan-ı Melamet ve Ahval-i Melamiyye

Bunlarada Bakarsınız



Yazan:Bursalı Mehmed Tâhir Bey

Hazırlayanlar

Mustafa Tatcı & Burak Anılır

Arapça Kısımların Tercümesi

Hasan Fehmi Kumanlıoğlu

 “Kınayanın kınamasından korkmazlar. Mâide/54.”

1

Melâmet, Hak erenlerce risâletten sonra en yüksek makam kabul edilmiştir. Varlık dairesine düşen insanın nihâi hedefi budur. Zira bu makâm mânâ yolcusunun her türlü taassuptan kurtulup Cenâb-ı Hakk'ın hakikatine yükseldiği noktadır. Melâmet bir tarikat olmaktan öte cezbe ve irfân yoluyla yaşanan bir tavırdır. Şeriatin hakikatiyle idrâk edildiği ve marifetin zevk edildiği bu tavır kâideleri belirlenmiş bir erkân olmaktan ziyâde “Meslek-i Muhammediyye" kavramıyla anlatabileceğimiz bir sülük tarzıdır. Tevhidi gönül âleminde kemâliyle idrâk eden melâmet ehli Hak dostları, vücûd-ı vâhidi yokluklarının idrâkiyle bihakkın yaşamışlar, ahadiyyet sırlarını hâl-i hayâtlarında vicdânlarında tatmışlar ve nâmlarını melâmetde nişân eyleyerek “rûh-ı vâsilin olmuşlardır.

Esmâdan müsemmâya sefer eden “kepenek altındaki er"lerin tavrı budur, başka bir şey değil!

Yakın tarihlerde manâya göçen Osmân Kemâli Hazretleri (ö. 1954) melâmet hırkasını giyen sultânları şahsında ne güzel anlatır:

Aşkın beni rüsvâ-yı cihân eyledi gitdi

Yakdı ciğerim bağrımı kan eyledi gitdi

(Aşkın beni bütün âleme rezil etti. Ciğerimi yakıp bağrımı kan etti gitti.)

Efgân ne büyük hâil imiş râh-ı talebde

Hep ehl-i taleb geldi figân eyledi gitdi

(Talep yolunda inleyip bağırmak ne büyük engelmiş. Bütün talep ehli geldi, figân etti gitti.)

Erbâb-ı dili gör ne taleb var, ne emel var

Hak ile gelip Hakk'ı beyân eyledi gitdi

(Gönül adamlarını gör, ne talep ne de bir emelleri var. Onlar Hak ile gelip Hakk'ı söyleyip gittiler.)

Cânân yüzünün sırrını fâş etmedi kimse

Erbâb-ı sefâ dilde nihân eyledi gitdi

(Sevgilinin yüzünün sırrını hiç kimse dile getirmedi.

Hakikat ehli bu sırrı gönüllerinde sakladı gitti.)

İrfânsız eğer şâh-ı cihân olsa da insân

İnsânlığa âlemde ziyân eyledi gitti

(Cenâb-ı Hakk'ı bilmeyen insân cihânın şâhı olsa da âlemde insanlığa zarar verir.)

İnsan ikiden hali değil iş bu cihanda

Yâ canını ten, ya tenini can eyledi gitdi

(İnsan bu cihanda ikilikten kurtulmuş değil. Ya canını ten, ya da tenini can eyledi gitti.)

Onlar ki bu alemde gelip daldı sivaya

Hayvan gibi her işi yaman eyledi gitti

(Onlar bu aleme gelip Allah'tan başka şeylere daldılar. Hayvan gibi her işi zorlaştırıp gittiler.)

Esmâ’da müsemmayı görüp fakra erenler

Eşyada nihan sırrı ayan eyledi gitdi

(İsimlerde isimlenen gerçek varlığı görüp anlayanlar kendileri Hakk'ın varlığında yok ettiler. Bu yokluk ehli çokluktaki gizli sırrı açığa çıkardılar.)

Canan ile can birliği buldu rızada

Rûhunu rızasıyla revan eyledi gitdi

(Canan ile can birliği Rıza'da buldu. Rûhunu gönül rızasıyla sevgiliye verdi gitti.)

A’ma ise de nûr-ı basiretle Kemali

Namını melametde nişan eyledi gitdi

(Kemali zahiren görmese de kalp gözünün nûruyla namını melamette nişan eyledi gitti.)

4

Bazı musannifler melamiliği her ne kadar üç döneme tasnif etmişlerse de aslında melamilik, Cenab-ı Hakk'ın “Allah katında din İslâm’dır.” (Al-i İmran/19) ayeti gereği adem-i mana olan insân-ı kamil ile başlar, makâm-ı Muhammed'de zirveye ulaşır. Zira melâmet İslâm'ın özü, ilm-i ledünnün kaynağıdır. Bu bakımdan melâmîliği Hamdûn Kassâr Hazretleri'yle başlatmak doğru değildir. Gerek Hamdûn Kassâr ve gerek ikinci ve üçüncü devre melâmî pîri diye anılan Hacı Bayram-ı Velî'nin halifesi Bıçakçı Emîr Dede ve Seyyid Muhammed Nûr Hazretleri bu mesleğin güzide birer temsilcisidir. Esasen tarih boyunca yaşayan her kâmil bu tavrı bir şekilde yaşayan ve temsil eden melâmet erleridir.

Hakikat şu ki, melâmet sırları dile gelmez, gönülden gönüle nakşolunur.

Nitekim Hz. Peygamberden melâmetin hakîkatini tahsil eden Hz. Alî (k.v.) Efendimiz ve yine Ebu Hureyre (r.a.) bu sırların gizlenmesi gerektiğini işâret buyurmuşlardır.

Bu meyânda Ebu Hureyre “Hz Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)den iki ilim hıfzettim. Onlardan birini yaydım. Diğerine gelince, eğer onu da yaymış olsaydım, benim şu boğazım kesilirdi." buyurmuştur. Kezâ tarih boyunca bu hakikat sırlarının taşması bazı melâmet erlerinden şatahât kabilinden sözler çıkmış ve neticede bazı Hak dostları şehadet şerbetini içmek zorunda kalmıştır. Hallâc-ı Mansûr, Seyyid Nesimi, İsmail Maşûki ve Hamza Bali gibi azîzlerin her biri bu yolda cân veren mücessem birer aşktır. Kaldı ki şerîat binâsından bir taş çıkaranın yerine başını koyması melâmet yolunun kâidelerindendir. İşin zâhiri böyle olmakla birlikte mânâsı böyle değildir. Her ne kadar şerîat binasından bir tuğla çıkardıkları sanılsa da vücûd-ı vâhide vâsıl olmuş hiçbir Hallâc melâmet sırlarını açığa vurmamışlardır. Ehline mâlûmdur ki onları melâmet şehidlerinin sözleri gerçek makamlarının sızıntısıdır, kendisi değil. Bu sızıntıları bile akılla ve nakille bilmenin imkânı yoktur.

Tarîkatler tarihiyle ilgili araştırma yapanların melâmîliğin tarihî seyri bakımından üç ayrı kolda incelenmesinin hakikat yolcuları için hiçbir manası yoktur. Bu bakımdan ilk dönem ve Nişabur melamîliğinin temsilcisi kabûl edilen Hamdûn Kassâr (ö. 884); ikinci dönem temsilcisi kabûl edilen Hacı Bayram-ı Velî Hazretlerinin halîfesi Bıçakçı Emir Dede (ö. 1475) ve keza üçüncü dönem melâmîliğinin pîri kabûl edilen Seyyid Hazretleri'nin bu tarihî seyr içinde kol başları addedilmesi doğru değildir. Zira makâm-ı ahadiyyette seyreden her kamil açığa vursa da vurmasa da melâmetî neşveye sahiptir. Bu neşeyi nefsinde zevk edinen her kâmilin mizaç ve tavırlarında pek tabiî olarak farklar olacaktır. Nihâyet her kâmilin silsilesi değişik tarîkatlerden gelse de hepsinin kaynağı Hz. Ali vasıtasıyla nûr-ı Muhammedî'nin kaynağı Resûlullah'a çıkar.

"'

Burada mevzûmuz olan melâmî pîri Seyyid Muhammed Nûr Hazretleri (d. 1813/ö. 1887) Mısırda dünyaya gelmiş El- Ezher'deki eğitiminden sonra Anadolu ve Rumeli'ye gelerek bizden biri gibi yani bir Türk gibi yaşamıştır. Hakikati nefsinde zevk edinen vahdet-i vücûd makamının bu büyük ârifi “kerâmet-i kevniye kapıları kapanmış, kerâmet-i ilmiye kapıları açılmıştır." sözüyle gelecekte en büyük gücün ilim olduğunu vurgulayarak modern zamanların düğmesini basmış böylece en önemli kerâmetini göstermiştir. Bugün geldiğimiz noktada Seyyid Hazretleri'nin nutkunun Hak ve hakîkat olduğu alenîleşmiştir.

Seyyid Hazretleri'nin Rûmeli ve İstanbul’da irşâd faaliyetlerinde sergilediği tavır incelendiğinde görülecektir ki onun yegâne gâyesi, İslâm tasavvufunun hedefi olan ve Kuranda billurlaştırılan insân-ı kâmili yetiştirmektir.

Halk arasında ‘Arap Hoca'' veya Hazret-i Ali'nin “Noktatü'l Beyân'' isimli eserini şerh ettiğinden dolayı “Noktacı Hoca" lakabıyla da tanınan Seyyid Muhammed Nûru'l Arabî Hazretleri önce Nakşibendi Şeyhi Yusuf Efendi'den, bilâhire İbrahim eş- Şemariki'den Üveysiyye, Şabâniyye (Halvetiyye) ve Ekberiyye tarikatlarından daha sonra da yine Nakşi meşayıhından Abdulhâlik Kazani'nin halifesi Şeyh Mustafa el-Trabzoni'den hilâfet almıştır. Böylece Şabânilik, Nakşbendilik, Üveysilik ve Ekberilikten aldığı irfanı kendi neşvesiyle kaynaştırarak neşr-i tarikat eylemiştir.

Seyyid Hazretleri meslek ve meşrebi gereği tevhid makamlarını zevk edinmiş ve ihvânım da her türlü gösterişten uzak bu meşrep üzere yetiştirmiştir. Sohbet ve eserlerinde İslâm'ın aşk, ilim ve irfana verdiği önemi vurgulayan Hz. Pir, ilâhi emirler ve şeriat-ı Muhammediyyeye bağlılık konusunda son derece titiz olduğu gibi mensuplarının da bu yolda azami titiz davranması gerektiğini belirtir.

Her nefesini Hak ile alıp Hak ile veren bu gönüller sultanı 12 Mart 1887 günü arkasında pek çok kâmil insan ve eser bırakarak Makedonya'nın sınır şehri olan Ustrumca’da manâya göçmüştür.

Hz. Seyyid, hayatıyla ilgili bazı bilgileri başta “Menbain Nûr fi-Rü'yetü'r-Resûl” olmak üzere bizâtihi kendi eserlerinde vermektedir. Diğer taraftan halifelerinden Haririzâde'nin Tibyân'ında, Sâdık Vicdâni'nin Tomar'ındaki “Melâmiyye” bölümünde, Hüseyin Vassâf Bey'in Sefinesinde onun hayatı hakkında ayrıntılı bilgi bulmak mümkündür. Bu birinci el kaynakların başında ise kendisi de bir melâmi olan Bursalı Mehmet Tahir Bey'in -elinizdeki eserde metnini vereceğimiz- “Menâkıb-ı Şeyh Seyyid Hâce Muhammed Nûru'l-Arabi” isimli eseri gelmektedir.

Bu çalışmada takdim edeceğimiz metin söz konusu menâkıbın görebildiğimiz beş yazma nüshasından hareketle hazırlanmıştır. Menâkıpnâmenin metninde Pîr Hazretleri'nin Arapça eserlerinden yapılan alıntıların tercümeleri verilmiş diğer iktibâslarda pek fazla müdahalede bulunulmamıştır.

Bursalı Mehmed Tahir (22 Kasım 1861-28 Ekim 1925), ülkemizde biyografi ve bibliyografya çalışmalarının öncülerindendir. O, zengin bir bibliyografyanın araştırmacıların işini kolaylaştırıp mükemmel eserlerin yazılmasına yardımcı olacağını, bu araştırmalar sonucunda Türklerin insanlık tarihine katkılarının eksiksiz olarak ortaya konabileceğini düşünerek bütün hayatını bu yönde eserler vermeye adamıştır. Yirmi beş senede tamamladığı “Osmanlı Müellifleri" adlı âbidevî eser onun bu gayreti sonucunda ortaya çıkmıştır.

Bursalı Mehmed Tâhir Bey'i menâkıpnâmenin neşri vesilesiyle rahmet, minnet ve şükrânla anarken, Seyyid Muhammed Nûr'un menâkıbnâmesinin irfan hayatımıza katkıda bulunmasını temennî ediyoruz.

Arapça kısımların tercümelerinde yardımcı olan Hasan Fehmi Kumanlıoğlu ve İbrahim Özay'a teşekkür ederiz.

Hiç şüphesiz önümüzdeki yıllar Hz. Pîr'in idrâk edildiği, melâmet ve vahdet neşvesinin gönüllere nakşedildiği yıllar olacaktır vesselâm.

Mustafa Tatcı - Burak Anılır

İstanbul 2014

 

BURSALI MEHMED TAHİR BEY

Hayatı

Bursa’da doğdu (22 Kasım 1861). Dedesi Abdülmecid'in Hassa Alayı kumandanlarından Üsküdarlı Seyyid Mehmed Tahir Paşa, babası Bursa belediyesi kâtiplerinden şair Mehmed Rif'at Bey’dir.

Öğrenimine Bursada Yerkapı İbtidaî Mektebinde başladı. Mülkiye Rüşdiyesi'ni bitirdi. Bursa Askerî idâdîsine başladı (1875). Bir yandan da Haraççıoğlu Medresesinde Niğdeli Hoca Ali Efendi'den özel dersler aldı. İdâdînin ikinci sınıfında iken, 1877'de Türk-Rus savaşın gönüllü olarak katılan babasının Plevne’de şehit oluşunun da etkisiyle idâdîden sonra Harbiye'ye girdi (1880).

Harbiye’den piyade teğmeni olarak mezûn oldu (1883). Üçüncü Ordu emrinde Manastır Askeri Rüşdiyesi coğrafya öğretmenliğine atandı (23 Kasım 1883). Aynı zamanda Mülkiye Rüşdiyesi İdadisinde de tarih ve hitabet öğretmenliği yaptı. Burada da on dört yıl çalıştı. Bir süre Üsküp Askeri Rüşdiyesi'nde görev yaptı (26 Kasım 1897). Kolağalığına yükseldiği için bir yıl dolmadan Manastır Askeri Rüşdiyesi'ne müdür olarak atandı (26 Eylül 1898). Altı yıl sonra Selanik Askeri Rüşdiyesi müdürlüğüne getirildi (7 Eylül 1904). Bir yıl sonra binbaşılığa yükseltildi.

Bursalı Tahir, Üçüncü Ordu subayları arasında yaygın olan Meşrutiyet ve Hürriyete yönelik siyasi eğilimleri benimsedi. Selanik'te Osmanlı Hürriyet Cemiyeti adında gizli bir siyasi örgütün kurucu üyeleri arasında yer aldı (1906).

Siyasi tutumu ve Melami çevredeki faaliyetleri yüzünden hakkında düzenlenen jurnaller sonucu Rüşdiye müdürlüğünden alınarak (31 Ocak 1906), Manisa'da Alaşehir redif alayı tabur kumandanlığına atandı (10 Mart 1907). Altı ay sonra İzmir'de tümen merkezinde Divân-ı Harb azalığı ve tahkik memuriyetiyle görevlendirildi.

Osmanlı Hürriyet Cemiyeti Avrupa'daki Jön Türkler'le birleşerek Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti adını aldıktan sonra (27 Eylül 1907) da cemiyetin sevilen ve sayılan bir üyesi olmayı sürdürdü.

II. Meşrutiyet'in ilanından sonra İttihat ve Terakki Partisi'nin aday göstermesiyle Bursa'dan milletvekili seçildi (17 Aralık 1908). Mizacı politikaya yatkın olmadığından partisiyle bazı konularda anlaşamadı ve yeni dönemde miletvekili olmadı. Harp Dairesi, Divân-ı Harb ve Muhakemat Dairesi üyeliklerinde bulundu. Divân-ı Harb üyeliği görevindeyken yarbaylıktan emekli oldu (24 Ocak 1914).

Mehmed Tahir Bey uzunca boylu, zayıf yapılı, kırca sarı sakallı, güler yüzlü bir kişi idi. 

 

Zeynep Kamil Hastahanesi'nde tedavi altında iken vefat etti (28 Ekim 1925) ve Üsküdar’da Aziz Mahmûd Hüdâyi Dergâhı haziresine defnedildi.

Tasa^vvufi yönü ve ilmi faaliyetleri

Daha idâdi yıllarında iken tasavvufa merak saran Mehmed Tahir'in, harbiye döneminde Muhyiddin İbnü’l-Arabi ve tasavvuf sevgisi daha da artar. Zamanın meşhur Melâmi şeyhlerinden Seyyid Muhammed Nûrü'l-Arabi’nin ve onun

halifesi Kemaleddin Hariri'nin sohbetlerinde bulunur. Bu sohbetler, Haririzâde Kemâleddin'in vefatına kadar (15 Eylül 1882) sürdü. Manastırdaki görevi sırasında Ustrumca'ya giderek Seyyid Muhammed Nûrü'l-Arabi'ye bağlanır. İki yıl sonra ondan icâzet alır. Seyyid Nurü'l-Arabi Hazretleri vefat ettiğinde (12 Ocak 1888) melamiliğin tanınmış bir siması konumuna gelmiştir.

Haririzâde'nin etkisiyle eski mutasavıf, şair ve âlimler hakkında biyografi ve bibliyografya çalışmalarına yönelir. Gazete ve dergilerde yazılar yayınlamaya başlar. Türkçü bir anlayışla yayınladığı ilk eseri Türkler’in Ulûm ve Fünûna Hizmetleri ( 1897) bu dönemin ürünüdür.

Üsküp'te görevli bulunduğu sırada mürşidi Seyyid Muhammed Nûr Hazretlerinin sözlerini, eserlerini ve menkıbelerini derlemeye çalışır.

Manastır'da iken Muhyiddin İbnü'l-Arabi'ye duyduğu hayranlıkla ikinci eseri Terceme-i Hâl ve Fezâil-i Şeyh-i Ekber Muhyiddin-i Arabi’yi kaleme alır (İstanbul 1316). Hayatının eseri olacak olan Osmanlı Müellifleri'ne hazırlık niteliğinde risâle ve kitapçıklar yayınlamaya başlar.

İzmir'deki görevi sırasında Aydın vilâyeti yöresinde yetişmiş yazarlar hakkında mahalli araştırmalar yapar .

Milletvekilliği göreviyle İstanbul’a gelince uzun zamandan beri hazırlık yaptığı Osmanlı Müellifleri için gerekli olan kütüphâne ortamına kavuşur. Bağdatlı İsmail Paşa, İsmail Saib, Ali Emiri, İbnülemin Mahmûd Kemal, Ahmed Tevhid ve Fâik Reşâd gibi meşhûr kitap dostlarıyla yakınlık kurar. Türk Derneği'nin kurucu üyeliği (25 Aralık 1908), Tarih-i Osmani Encümeni'nin yardımcı üyeliği (1910), Türk Bilgi Derneği'nin Türkiyat kolu üyeliği (1914), Tetebbuât-ı İslamiyye ve Milliyye Encümeni'nin fahri üyeliği (1915) gibi görevlerde bulunur.

İstanbul'a gelişinden sonra Osmanlı Müelliflerine hazırlık mahiyetinde bir yandan küçük kitaplar neşrederken bir yandan da Sırat-ı Müstakim, Sebilür-reşad, Ceride-i Sufiyye, Kelime-i Tayyibe, Türk Derneği, Türk Yurdu, Bilgi Mecmûası, İslam Mecmûası, Kırım Mecmûası gibi çeşitli dergilerde araştırmalar yayınlar.

Evkâf Nezareti 1913 yılında İstanbul'daki vakıf kütüphanelerini teftiş ederek önemli yazmaları, tek veya müellif hattı nüshaları tesbit etmek üzere Mehmed Tâhir'in başkanlığında bir komisyon kurulur. Bir buçuk yıl kadar süren bu komisyon çalışması sırasında on binlerce yazma eseri elden geçirmek imkânı bulur. Daha sonra Topkapı Sarayı Kütüphanesi müdürlüğüne getirilir.

Bursalı Mehmed Tahir ülkemizde biyografi ve bibliyografya çalışmalarının öncülerindendir. O, zengin bir bibliyografyanın araştırmacıların işini kolaylaştırıp mükemmel eserlerin yazılmasına yardımcı olacağını, bu araştırmalar sonucunda Türklerin insanlık tarihine katkılarının eksiksiz olarak ortaya konabileceğini düşünür. Bu düşünceyle bütün hayatını bu yönde eserler vermeye adamıştır.

Elindeki değerli yazma eserleri araştırmacıların istifâdesine sunduğu gibi birçoğunu da çeşitli kütüphanelere hediye ederek büyük hizmette bulunmuştur. Manastır İshakiye, Bursa Ulu Cami, Üsküdar Aziz Mahmûd Hüdâyî Dergâhı ve Nasûhî Efendi Dergâhı kütüphâneleri bunlar arasında sayılabilir. 

 

Eserleri

1.           Osmanlı Müellifleri, I-III (İstanbul, I, 1333/ 1915; 11/ 1, H. 1338/ 1920; II/2, R. 1338/ 1922; III, 1342/1924). Ayrıca tıpkı basım için bk. Mehmed Tahir, Osmanlı Müellifleri (tıpkıbasım), haz. Mustafa Tatcı-Cemâl Kurnaz, Ankara 2000.

Bursalı Mehmed Tahir ülkemizde biyografi ve bibliyografya çalışmalarının öncülerindendir. O, zengin bir bibliyografyanın araştırmacıların işini kolaylaştırıp mükemmel eserlerin yazılmasına yardımcı olacağını, bu araştırmalar sonucunda Müslüman Türklerin insanlık tarihine katkılarının eksiksiz olarak ortaya konabileceği düşüncesiyle bütün hayatını bu

yönde eserler vermeye adamıştır. Onun bu alanda ismini ölümsüzleştiren âbidevî hiç şüphesiz eseri yirmi-yirmi beş yıllık çalışmasının ürünü olan Osmanlı Müellifleridir.

Osmanlı döneminde yetişmiş 1691 Türk müellifinin biyografisini ihtivâ eden eser, müelliflerin ihtisâs ve mesleklerine göre gruplandırılarak tertip edilmiştir. Bu tasnife göre, müelliflerden 288’ini tasavvuf erbâbı, 465'ini âlimler, 5lO’unu şâir ve edipler, 237'sini tarih, 84'ünü tıp ve 107'si de riyâzî ilimlere sahasında eser bırakmış müellifler meydana getirmektedir. Ayrıca çeşitli vesilelerle 480 müellifin daha biyografisine yer verilmiştir. Adı zikredilen eser sayısı 9000’i aşkındır. Biyografilerde, müelliflerin doğum ve ölüm tarihleri ile yerleri, meslekleri ve eserlerinin belirtilmesine özen gösterilmiştir. Müellifler ait oldukları bölümlerde alfabetik ve yine kendi içinde vefat tarihlerine göre sıralanmışlardır.

Osmanlı Müellifleri, yayınlandığı günden başlayarak büyük takdir toplamış, Mehmet Tahir Beye bütün dünyada saygın bir yer kazandırmıştır. Bu eser ilmî çalışmaların sınırlı olduğu Osmanlı'nın son dönemlerinde, savaş yıllarının imkânsızlıkları içinde hazırlanmış öncübireserdir. Hazırlandığıtarihtenitibaren geçen yaklaşık bir asırlık zaman süresinde gerçekleştirilen araştırma ve yayınlar karşısında yer yer yetersiz ve düzeltilip tamamlanmaya muhtaç bir eser durumunda gözükmekle beraber, vazgeçilmez bir başvuru kaynağı olma özelliğini günümüzde de korumaktadır. Yakın tarihlerde İngiltere ve Almanya’da eserin eski harfli baskısından tıpkıbasım yapılmış olması ona duyulan ihtiyacın bir göstergesidir.

Bursalının yazdığı diğer eserler şunlardır:

2.           Türkler’in Ulûm ve Fünûna Hizmetleri: Önce İkdam gazetesinde tefrika edilmiş (Nu. 794, 21 Eylül 1312 vd.), sonra kitap olarak basılmıştır (İstanbul, 1314, 1327).

3.           Terceme-i Hal ve Fezâil-i Şeyh-i Ekber Muhyiddin-i Arabi (İstanbul 1316, 1329; Kahire 1326).

4.           Kibâr-t Meşâyıh ve Ulemâdan On iki Zâtın Terâcim-i Ahvâli (İstanbul 1316).

5.           Meşâyıh-i Osmaniyye’den Sekiz Zâtın Terâcim-i Ahvâli (İstanbul 1318).

6.           Ulemâ-yı Osmaniyye’den Altı Zâtın Terceme-i Hâli (İstanbul 1321).

7.           Müverrihin-i Osmaniyye’den Ali ve Kâtib Çelebinin Terceme-i Hâlleri (Selanik 1322).

8.           Aydın Vilâyetine Mensup Meşâyih, Ulemâ, Şuarâ, Müverrihin ve Etibbânın Terâcim-i Ahvâli (İzmir 1324).

9.           Delilü’t-Tefâsir. İlm-i Tefsir ve Müfredât-ı Kurana Dâir Mâlûmât-ı İcmâliyye (İstanbul 1324,, 1325)

10.         Ahlâk Kitaplarımız: Önce “Eski ve Yeni Ahlâk Kitaplarımız" adıyla Sırat-ı Müstakimde tefrika edilmiş (Nu. 13, 6 Teşrinisani 1324 vd.), sonra bazı ilavelerle kitap olarak basılmıştır (İstanbul, 1325).

11.         Müntehabât-ı Mesâri ve Ebyât (İstanbul 1328).

12.         Nazar-ı İslâmda Fakr (İstanbul 1330).

13.         Hacı Bayram-ı Veli (İstanbul 1329, 1331, 1341).

14.         Mevlânâ eş-Şeyh İsmail Hakkı el-Celveti (K. S.) Hazretlerinin Muhtasaran Terceme-i Halleriyle Matbu ve Gayr-i Matbu Asârını Hâvi Risâledir (İstanbul 1329).

15.         Kâtib Çelebi (İstanbul 1331).

16.         Siyâsete Müteallik Asâr-ı İslâmiyye: Önce Sebilürreşad’da tefrika edilmiş (Nu. 231, 31 Kanunusani 1328vd.), sonra kitaplaştırılmıştır (İstanbul 1332).

17.         Menâkıb-ı Harb: Balkan Harbi vesilesiyle önce Sebilürreşâd'da tefrika edilmiş (Nu. 217-219, 18 Teşrinievvel 1328- 1 Teşrinisani 1328 vd.) daha sonra kitap olarak yayınlanmıştır (İstanbul 1333).

18.         İdâre-i Osmâniyye Zamanında Yetişen Kırım Müellifleri. Önce Kırım Mecmuasında tefrika edilmiş (Nu. 16, 12 Kanunuevvel 1334 vd.), daha sonra kitaplaştırılmıştır (İstanbul 1335). Yeni harflerle de yayınlanmıştır (haz. Mehmet Sarı, Ankara 1990).

Basılmamış Eserleri

1.           Menâkıb-ı Şeyh Hâce Muhammed Nurü’l-Arabi ve Beyân-ı Melâmet ve Ahvâl-i Melâmiyye:

Nüshaları:

Menâkıpnâme’nin elimizde dört nüshası bulunmaktadır.

a.           Mevlânâ Müzesi nüshası: Sıdki Hüseyin Dede Kitapları, Nu. 1630, Cilt 1067. Talik hatla yazılan 72 sayfalık bu eser 1343/1924 senesinde müellif vefat etmeden evvel çizgili bir deftere Sıdkı H. Dede tarafından istinsah edilmiştir. Eserin sonunda (bk. 52b) Ali Rızanın Muhammed Nur Hazretlerine yazdığı bir kasidesi, Nazmü'l-Hikem Hamdî’nin aynı mahiyette kıtası, Seyyid Niyâzî şeklinde parçalar (v.s.) mevcuttur. Mevlâna Müzesi Kataloğu, C. III, s. 446.

b.           Milli Ktp nüshası: Yz. Nu: 3699, 36 y. İstinsah tarihi: 1311 (1893).

c.            Milli Ktp nüshası: Yz. Nu: Yz. A/7498/1. İstinsah tarihi: 1324 (1906).

ç. Ali Alioğlu nüshası: Aslı Fahri Altınbaş'ın elinde olan külliyattan Hasan Alioğlu tarafından 1975 senesinde beş nüsha olarak aktarılmış olup A4 eb'adında 18 sayfadan ibarettir .

d.           Şahsi Ktp nüsha: Seyyid Hazretleri'nin risâlelerini hâvi külliyat içinde olan bu menâkıbnâmenin (s. 473-509) elimize nereden intikal ettiği hatırlanamamıştır.

2.           Manastıra Mensûp Meşâyih, Ulemâ ve Şuarânın Terâcim-i Ahvâli: Bir nüshası Manastır Kütüphanesi'ne hediye etmişse de şu anda nerede olduğu bilinmemektedir.

3.           Mecmûa-i Tâhir.

4.           Hasaneyn Hakkında Şeref-vârid Olan Ehâdis-i Şerife ve Tercümeleri.

5.           Fezâil-i İmâm Ali Hakkında Şeref-vârid Olan Ehâdis-i Şerife ve Tercümeleri.

6.           İmâm Süyütinin el-Ehâdişü'ş-Şerifefi's-Saltanatü’l-Münife Risâlesinin tercümesi,

7.           Mecmûa-i Durûb-i Emsâl-i Arabiyye ve Farisiyye

8.           Mirat-ı Bursa: Tasavvur olarak kalmış, gerçekleşmemiştir.

9.           Müntehabât-ı Mesâri ve Ebyât'ın Farsça’dan seçmeleri içine alacağından bahsettiği II. cildi de gerçekleşmemiştir.

10.         Bursalı Tâhir, “Tâhir” mahlası ile tasavvufi şiirler de yazmıştır. Bunların bir dîvânçede toplanıp toplanmadığı bilinmemektedir.

Şiirlerinden örnekler

Sanma ey zâhid bizi kim öyle hor u ahkarız

Bizler ol âyine-i âlem-nümâ-yı ekberiz

Tâlibân-ı feyz-i Ahmed bendegân-ı Haydarız Nakşbend sûretteyiz; lâkin melâmî meşrebiz İsm-i zâtı her nefes tekrâr eden hak mezhebiz

İsm-i Zâhir mazhariyle dehre seyrân eyledik

Himmet-i mürşidle aşk sahnında cevlân eyledik Men aref dersinde hattâ kesb-i îkân eyledik Nakşbend sûretteyiz lâkin melâmî meşrebiz İsm-i zâtı her nefes tekrâr eden hak mezhebiz

İhtiyârın selbedip anla bizim mişvârımız

Kim sıfât u zât-ı Hakk'ı derk ve rü'yet kârımız Yoksa hâriçten bilinmez dahl ile etvârımız Nakşbend sûretteyiz lâkin melâmî meşrebiz İsm-i zâtı her nefes tekrâr eden hak mezhebiz

Zâhidâ erbâb-ı gaflet sandığın lâ-şüphe sen Dahl edip kürsîde halkın boyuna takma resen Şuğl-ı uşşâk manevîdir ne bilir erbâb-ı fen Nakşbend sûretteyiz; lâkin melâmî meşrebiz İsm-i zâtı her nefes tekrâr eden hak mezhebiz

Kisve-i aşkı mülebbes hırka vü şal istemez Mekteb-i irfanda tahsil eyleyen kal istemez Hulk-ı Hakkın gayrisinden başka bir hal istemez Nakşbend sûretteyiz; lakin melamî meşrebiz İsm-i zatı her nefes tekrar eden hak mezhebiz

Kesret-i eşyayı sanma vahdete mani’ olur Böyle bir efkara haşa ehl-i dil kani’ olur;

Zat-ı Hak eşyayı her demde bütün cami' olur Nakşbend sûretteyiz; lakin melarnî meşrebiz İsm-i zatı her nefes tekrar eden hak mezhebiz

Bunca enva-ı ulûmun noktadır hep masdarı Böyle ferman eylemiştir zat-ı vaia Haydari Ba-yı bismilahtır ancak ehl-i Hakk’ın ezberi Nakşbend sûretteyiz lakin melarnî meşrebiz İsm-i zatı her nefes tekrar eden hak mezhebiz

Söylenen nutku bilir ehl-i kemal gayet ayan Zümre-i uşşaka vazıhtır bu sözler her zaman Tüıira hatm-i makat et eyle ikmal-i beyan Nakşbend sûretteyiz; lakin melarnî meşrebiz İsm-i zatı her nefes tekrar eden hak mezhebiz

Gah rahîk-i neşve-i tevhide mecladır gönül Geh safa-yı zevk-i vahdetle mücelladır gönül

Asuman-ı feyz-i irfanda dem-a-dem seyreder Len teranî mazharı mestane Mûsâ’dır gönül

Çok mudur söylerse bang-ı lâ uhubbü'l-âfılin Mazhar-ı feyze Muhammed nûr-ı Mevlâ’dır gönül

Semme vechullah'a masdar Ka'be-i Rahmândır

Berk urur nûr-ı ilahi arş-ı a'lâdır gönül

Sırrının idrâki ancak keşf ü zevke münhasır Bu sebebten hallolunmaz bir muammâdır gönül

Münkeşif olmaz rüsûm erbâbına Tahir bu râz Neşveyâb-ı sahve-i nûr-ı tecellâdır gönül

 

İFADE-İ MAHSÛSA

Enbiyâ ve kibâr-ı ümmetin siyer ve terâcim-i ahvâl-i kudsiyeleri hakkında yazılan kütüb-i siyer ve menâkıbdan edilen istifade erbâb-ı irfan ve mütâlaaca izhâru mine'ş-şems kâbilinden olduğu için bu bâbda tatvil-i makâla hâcet göremem.

Bu cümleden olarak abd-i âciz de a'lem-i ulemâ-yı zâhir ve bâtın seyyidinâ ve kudvetinâ “Hâce Muhammed Nûru’l-Arabi el-Melâmi" kuddise sırrıhu’s-sâmi efendimiz hazretlerinin tarik ve meslek-i Muhammediyyeleri hakkında bad ez-in ashâb-ı kalem ve irfanın bi-tafsile tahrir buyurmak ihtimâli der-kâr bulunan âsâr-ı aliyyelerine şimdilik bir mukaddime-i nâçizâne olmak üzere tekellüfat-ı münşiyâneden âzâde gâyet açık ve sâde bir sûrette mahzâ inâyet-i Rabb-i kadir ve imdâd-ı rûhâniyyet-i cenâb-ı pir-i münir ile dört bâb üzre bir kitâb yazdım. Zuhûr edecek kusûr ve nevâsıkın yâ hulûs-ı niyyet-i fakirâneme bağışlanarak afvını veyâhûd kitâbın tekmiline hızmet etmek ve ikinci bir defa daha tahririne bâdi olmak üzere taraf-ı fakirâneme işarını ricâ eder ve nâm-ı ahkarânemin hayırla yâd buyurulmasını istirhâm eylerim.

Hemen Cenâb-ı Hak hâmi-i şer'-i Muhammedi ve nâşir-i envâr-ı Muhammedi pirimiz efendimiz hazretlerini makâm-ı hilâfet-i halilerinde müstedâm buyursun. Amin. Bâki Hak.

Bursalı Mehmed Tâhir bin Rif'at

15 Şevvâl 1312 Manastır

 

MENAKIB-1

ŞEYH SEYYİD HACE MUHAMMED NÜRU'L-ARABİ

ve BEYAN-1 MELAMET ve AHVAL-İ MELAMİYYE

Ba'de edâi mâ vecebe aleynâ

Bu kitap dört fasl üzere mürettebdir:

Fasl-ı Evvel:

Şeyh Hâce Muhammed Nûru’l-Arabî’nin terceme-i hâl-i âliyyeleri ile sâdât-ı Hüseyniyye’den bulunduklarını mübeyyin şecere ve silsilenâmelerini ve ilm-i zâhirden ve tarîkât-ı aliyye-i Nakşîbendiyye ve Halvetiyye ve Ekberiyye ve Üveysiyye’den nâil oldukları icâze ve hilâfetnâmelerini,

Fasl-ı Sâni:

Hazret-i Şeyh'in “katretün mine’l-bahr” kabilinden olarak derece-i kemâlât-ı aliyyelerinden birer nebze ile esâmi-i müellefât-ı aliyyelerini,

Fasl-ı Sâlis:

Şeyh-i    müşârun ileyhden sâdır olan kerâmât-ı

kevniyyelerinden bazılarını,

Fasl-ı Râbi:

Melâmet ve ahvâl-i melâmiyye hakkında uzmâ-yı ümmet (kaddesallahu esrârahum) hazerâtının ta'rifât ve akvâl-i kudsiyyeleriyle bir hâtimeyi hâvidir.

FASL-1 EWEL

Beyne'l-avâm “Arab Hoca" ve beyne'l-havâss “Seyyid Hâce Muhammed Nûru’l-Arabî” ismiyle müsemmâ olan zât-ı âlî (1228) bin iki yüz yirmi sekiz sene-i Hicriyyesinde hıtta-ı Mısriyye’de vâki “Mahalletü'l-Kebîr" nâm kasabada mehd-ârâ-yı vücûd olarak henüz sinni farka vâsıl olur olmaz mahzâ tahsîl-i ilm-i celîl maksad-ı hayr mirsâdıyla Kâhire'ye azimetle o târîhte güzîde-i ulemâ-i zâhir ve bâtın olan “Şeyh Hasanü’l-Kuveysnî" nâm zâttan mahzâ kuvve-i kudsiyyeleri berekâtıyla cüz'î bir zamânda ahz-ı ‘ulûm ettikten sonra müşârun ileyhin emriyle cânib-i Rûm’a esnâ-yı azîmetinde Yanyavî Ahmed Efendi refakatiyle (1244/ M. 1829) bin iki yüz fark dört târihinde Yanya'ya gelerek sekiz ay kadar Şeyh Yûsuf Efendi Hazretlerine misâfir olduktan sonra şeyh-i müşârun ileyhin müsâade ve işâretiyle cânib-i Hicâz'a azîmetle üç sene mücâveretleri esnâsında ulemâ-yı ilm-i hadîsten Şeyh Ömer Abdürrasûl Hazretleri’nden ilm-i hadîs ta'lîm eylediler.

Ba’dehu kümmelîn-i tarîkat-ı Halvetiyye-i Şa’bâniyye’den Şeyh İbrâhîm Şemârikî Hazretlerine intisâb ederek sâika-i istidât-ı Hudâ dâdıyla cüz'î bir zamânda ahz-ı hilâfet ve yine câmi'ü’t-turuk olan şeyh-i müşârun ileyhten Üveysiyye ve Ekberiyye icâzetlerine nâil olarak emîrleri üzere esnâ-yı seferdeki salâtın mezheb-i Şâfiî üzere yani cem' ve kasr usûlüyle kılınması şartıyla Mısır'a dâhil oldular. Mısır’a duhûllerinde fi'l-asl sebeb-i feyz ve rifatları olan üstâd-ı âlî-nihâdları şeyh Hasanü'l-Kuveysnî’ye bi’l-mülâkât takbil-i yed eyleyip def'a-i sâniye olarak enfas-ı kudsiyyesine mazhar oldular. Ve Câmiü’l- Ezher’de bazı havârık irâesinden sonra ulûmun kendisine vehb ve keşfolunduğunu işâret ve i'lâm ile bi’t-tekrâr diyâr-ı Rûm’a azîmet için emir aldılar. Onlara imtisâlen li'l-emr (1249)-bin ifa yüz kırk dokuz senesi nihâyetinde Selânike çıkıp bir müddet Siroz (Serez)'da ikâmetten sonra Doyran ve Ustrumca tarîkıyla Koçana kasabasına giderek müderrisliği henüz münhal (boş) bulunan medrese müderrisliğini ahâlînin kemâl-i derece-i ricâları üzerine bi’l-kabûl ihtiyâr-ı ikâmet eylediler.

O târihte mevcûd talebelerin başlıcaları Mustafa, İbrâhîm, Ali, Hasan, Ahmed Efendiler olduğu gibi ilk tesadüf eden Ramazân-ı Şerîf dersi de lisân-ı Türkî üzere takrir şartıyla Kasîde-i Ema.li  oldu.

Bu veçhile tedrîsi ve ifade-i ulûm ile emrâr-ı evkât ederek (1253/M. 1838) bin iki yüz elli üç târihinde gördükleri bir mânâ üzerine o zamân me’lûfu bulundukları şurb-ı duhânı terk eylediler. Yine bu esnâlarda idi ki âlem-i mânâda Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) efendimizin Çehâr- yâr-ı güzîn (rıdvânullahi teâlâ aleyhim) ile beraber oturdukları bir meclise giderek Hz. Aliyyü'l-Murtazâ (radıyallahu anh) yanında oturdular. Ba’dehu Hz. Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) efendimiz minbere çıkıp Sûre-i Feth’i kırâatlarını müteâkib bizzat ilbâs-ı hırka buyurdular. Ve bir mânâda dahi Hazret-i Risâlet (sallallahu teâlâ aleyhi ve sellem) Ebû Bekir ve Alî (radıyallahu anhumâ) hazerâtı mevcût oldukları hâlde üç satırdan ibâret bir kâğıt verdilerse de okudukları hâlde maânî ve rumûzâtına ıttılâ hâsıl etmek için emr-i nübevvetle müşârun ileyhimâ delâletiyle merâtib-i selâse-i fenâ olduğunu zevken ve keşfen anladılar. (1255/ M. 1840) Bin iki yüz elli beş târihinde işâret-i manevî ile Üsküb'e nakl-i hâne buyurarak (1259 M. 1844) bin iki yüz elli dokuz senesine kadar bu merâtibin şuhûduyla güzerânde-i evkât eylediler.

Bu senenin nihâyetinde bi't-tekrâr cânib-i Hicâz'a giderek kudsî ve ulvî bir vâsıta ile merâtib-i bekâ ve ittihâd olan merâtib-i hakikati telakki ederek hâsıl-i esrâr-ı Muhammediyye oldukları hâlde Üskübe avdetle neşr-i envâr-ı hakikate başladılar.

Bu gibi ahvâlyani biz-zât mişkât-ı nübüvvetten alız ve iktibâs maddesi pek çok kümmelin hakkında dahi vâki’ olmuştur. Ez-cümle tarikat-ı Metbûliyye, İdrisiyye, Burhâniyye, Ekberiyye pirânıyla sâir muhakkikin haklarındaki vukû’u erbâbına mâlûm olduğu gibi “Tibyânü’t-Taraik’de  dahi tafsilât-ı lâzıme vardır.

(1297) Bin iki yüz doksan yedi târihlerine doğru Ustrumcayı vatan ittihâz eylediler. Bu târihten evvel ve sonra dahi kendilerince gördükleri lüzûm ve muhibbânı tarafından olunan davetler üzerine muhtelif zamânlarda Manastır, Pürzerin (Prizren) , Priştine, Selânik, Bosna, İstanbul vesâire gibi bilâda giderek tâlibin-i râh-ı 'irfana isti'dâdve kâbiliyetlerine göre bezl ü isâr-ı maârif-i Rabbâniyye buyurdular. Elli dokuz târihinde Mekke-i Mükerreme’de bulundukları hengâmda Kazani Şeyh Abdulhâlık Efendi Hazretlerinin ehass-ı hulefasından Trabzoni Mustafâ Efendi vesâtatıyla teberrüken Tarikat-ı Nakşbendiyye telkin buyurarak bir müddet sonra şeyh-i müşârun ileyhin tensibi üzerine mûmâ ileyh Mustafa Efendi marifetiyle ahz-ı icâzet eylediler.

(1305) bin üç yüz beş sene-i Hicriyyesinin Cemâziye'l-âhiri içinde (12 Mart 1887) cüz'i hastalanıp vefatlarını işrâb ederek yirmi dokuzuncu gecesi âzim-i dâr-ı bekâ olarak Ustrumca'daki hâne-i aliyyelerinde ikâmetlerine mahsûs asıl binâdan müfrez bir odada defn olundular. (KaddesaUahu sırrahu’l-aziz). 

 

Lisân-ı tasavvufta “insilâh” tâbir olunan ve bilhassa ekmelîn hakkında vukû bulan hâl-i kudsî Ustrumca'da Dîvân-ı ibn-i Fâriz mütâlaa ederken vâki’ olup hatta yirmi üç dakika devam ettiğini bi’t-tesadüf yanlarında bulunan iki zât-ı kemâl hayretle nakletmişlerdir.

Kâmet-i âlîleri kısaca vücûdları mülahhamca melîhü'l-vech bir zât-ı kudsî simit idi. "Kellimun-nâse alâ-kadri ukûlihim” (İnsanlara akılları ölçüsünde söz söyleyiniz.) emr-i nebevîsine fevkalâde riâyetleri olduğundan dâimâ muhâtabın istidâdına göre telkîn-i maârif buyururlardı.

Tab’ -ı âlîleri halîm olmakla berâber bazen zarîfâne latîfeler yaparlardı. Lâkin sünnet ve erkân-ı Muhammediyyeye cüz'î bir leke sürülmek istenildiği zaman derhâl berâhîn-i akliyye ve edille-i nakliyye ibrâzındaki Haydarâne hareketleri hattâ kendilerini çekemeyenleri bile hayrette bırakırdı. Kendilerine îrâd edilen mesâilin akl ve nakle tatbîkiyle berâber hâlindeki mahâretleri akla hayret verir derecede olduğu gibi bilhassa ilm-i tefsîr ve hadîsteki hâfıza ve kuvvetleri de veleh-resân-ı ‘ukûl idi. 

Hulefâsı

Ulûm-ı zâhireden iki kerre icâzet verdikleri gibi ulûm-ı hâtmeden mertebe-i tahkike vâsıl pek çok fuzalâ ve urefâ yetiştirmişlerdir.

Abdurrahim Fedai Hazretleri

Ez-cümle bin üç yüz dört (1304) senesinde ba'de'l-hac Süveyş'te Ayn-ı Mûsâ nâm mahalde vefat eyleyen dâmâd-ı âlileri Prizreni Abdurrahim Fedâi Hazretleri'dir ki bu zâtın ulûm-ı zâhire ve bâtınedeki mahâretleri teslimkerde-i erbâb-ı irfan olup mevcûd olan sekiz on parça âsâr-ı kudsiyyeleri meyân-ı urefada mütedâvildir. Bir defa ulûm-ı resmiyyeden icâzet verdikleri gibi ulûm-ı hâtmeden dahi nice nice urefâ yetiştirmişlerdir. Kaddesallahu sırrahu.

Başlıca Asâr-ı aliyyeleri şunlardır:

Bin beyte karib Muhammediyye tarzında Kaside-i Nûniyye, Risâle-i İrâde-i Cüz'iyye, Risâle-i Melâmiyye, Hediyyetü'l-Hac,

Manzûme-i Vehbiyye vesâiredir .

Haririzâde Seyyid Muhammed Kema.J.eddin Efendi

Birisi dahi bin iki yüz doksan dokuz (1299) senesinde vefat eyleyip Der-i Aliyye'de civâr-ı Hazret-i Hâlidde Rifaî dergâhında defın-i hâk-i ıtırnâk olan bâis-i feyz ü necâtım Harîrîzâde Seyyid Muh^ımed Kemâleddîn Efendi Hazretleridir.

Sagîr ve kebîr kırk kadar te'lifât-ı aliyyeleri olup cümlesi de beyne'l-urafâ hırz-ı cân edilmektedir.

Başlıca âsârı şunlardır:

Şerhu Virdi’s-Settâr,

Kemâlnâme-i Al-i ‘Abâ

Şerh-i Vâridât-ı İlâhiyye,

Kenzü’l-Feyz,

Şerhu Devri’l-Alâ,

Şerh-i Salavât-ı Nûriyye,

Tefsîr-i Sûre-i İhlâs,

Şerhu Hizbü’l-Bahr,

Şerhu Tuhfeti'l-Mürsele,

Şerh-i Gazeliyyât-ı Mısrî,

Fevâyıhu İzhâru'l-Hakâyık,

Medâr-ı Vâhidiyyet,

Şerhu Hizbi'l-Kebîr,

Üç cild-i kebîr olarak Der-i Aliyye’de Fâtih Kütüphânesinde vakf ettikleri “Tibyânu Vesâil’l-Hakâik fi Beyân-i Selasili't- Tarâik" (Süleymaniye Ktp. İbrahim Ef. Bl. Nu: 430-432) vesâiredir.

F^mtazâde Hâce Mahmûd Efendi

Birisi de 1310/ M. 1893 senesinde cânib-i Hicâz'da vefat eyleyen Üsküp ulemâ-yı be-nâmından Filintazâde Hâce Mahmûd Efendi Hazretleridir ki bu zâtın dahi tasavvufve fıkıh ilimlerinde behreleri cümle indinde müsellemdir.

Başlıca âsârı şunlardır:

Risale-i Rûh, Şerh-i Kıt'a-ı İmâm Alî, Aynân-ı Aynân vesâiredir.

Manastırlı Hacı Ahmed Baba

Birisi dahi seyyâh-ı şehîr Manastırlı Hacı Ahmed Baba nâm zât-ı irfan-ı simâttır ki kendisinden pek çok keşif ve kerâmet sâdır olduğu gibi bin üç yüz sekiz târihinde Der-i Aliyye'de Mevlevîhâne kapısı karîbindeki Rifâî dergâhına post-nişîn olan zât-ı kerîm tarafından “yevme la yenfeu malün ve la benûn illa men eta Allahe bi-kalbin selim” (O Gün mal da fayda vermez, oğullar da (fayda vermez. Ancak, Allah'a kalb-i selim ile gelmiş kimse müstesna! Şuarâ 26/87-88) âyet-i kerîmesi tefsîr olunurken kalb-i selîmi istifsârını müteâkib bir âh-ı ciğer-sûz çekerek âzim-i cinân olmuştur.

"'

Ali Urfi Efendi

Birisi dahi bin üç yüz beş (1305/M. 1888) senesinde vefat eyleyip Selânik'te Mevlevîhâne kapısı karîbinde defin-i hâk olan Ali Urfi Efendi merhûmdur ki bu zâtın dahi ilim ve irfanı cümle indinde müsellemdir.

Başlıca asarı şunlardır:

Şerh-i Divan-ı Niyazi,

Es'ile ve Ecvibe-i Mutasavvıfâne,

Şerh-i Nutk-ı Hazret-i Üftade,

Terceme-i İnsan-ı Kamil vesairedir.

"'

Mürefteli Hâce Abdulah Efendi

Birisi dahi Der-i Aliyye'de Fatih civarında Kadı Çeşmesi Medresesi müderrisi fuzala ve urefa-yı be-namdan Mürefteli Hace Abdullah Efendi namındaki zat-ı kudsi-simat idi ki bu zatın dahi ulûm-ı resmiyye ve ba-husus ilm-i tasavvuftaki behre-i tamları musaddak-ı enam idi.

Başlıca asarı şunlardır:

Mevlana Cami'nin Miratü’l-Akaid Şerhi,

Mesnevi-i Molla Hünkardan bazı ebyatın şerhi vesaire olup üç yüz yedi (1307) sene-i Hicriyyesinde terk-i alem-i nasût eyleyip vasiyyetleri üzere Der-i Aliyye'de Topkapı haricinde Şarih-i Mesnevi Sarı Abdullah Efendi Hazretleri'nin yanında defn olunmuştur.

Hacı Süleyman Bey

Birisi de Usturmca'da defin-i hak-ı ıtırnak Hacı Süleyman Bey namındaki merd-i Huda'dır ki bu zatın dahi lisan-ı tahkikten tekellüm buyurdukları kelimat-ı kudsiyyeleri kemal-i irfanlarına dalldir.

Daha bunlara mümasil otuzu mütecâviz fuzalâ ve urefü ile pek çok tâlibîn-i râh-ı hakikat âb-ı zülâl-i irfanlarıyla sîrâb olmuşlardır. Zâdallahu füyûzâtehüm (Allah onların feyzini arttırsın).

Silsile

Müşârun ileyh Hazretleri’nin seyyid-i sahîhu’n-neseb olduklarını mübeyyin silsile-i aliyyeleri:

Seyyidü’s-Sakaleyn Muhammedü’l-Mustafâ (salla’llâhü aleyhi ve sellem),

İmâm Alî ibn Ebî Tâlib (r.a ve k.v.),

İmâm es-Seyyid Hüseyin (r.a.),

İmâm es-Seyyid Zeyne’l-Âbidîn (r.a.),

İmâm es-Seyyid Zeyd (r.a.),

İmâm es-Seyyid Hasanü’l-Arîzü’l-Ekber (r.a.),

İmâm es-Seyyidü'l-Hasan (r.a.),

İmâm es-Seyyid Alî (r.a.),

İmâm es-Seyyid Zeyd (r.a.),

İmâm es-Seyyid Muhammed (r.a.),

İmâm es-Seyyid Muhammed (r.a.),

İmâm es-Seyyid Sâlim (r.a.),

İmâm es-Seyyid Muhammed (r.a.),

İmâm es-Seyyid Matar (r.a.),

İmâm es-Seyyid Yakûb (r.a.),

İmâm es-Seyyid Bedr (r.a.),

İmâm es-Seyyid Yûsuf (r.a.),

İmâm es-Seyyid Muhammed (r.a.),

İmâm es-Seyyid Bedrü’l-Velî (r.a.),

İmâm es-Seyyid İbrâhîm el-Kudsî (r.a.)

İmâm es-Seyyid Hâce Muhammed Nûru'l-Arabî (r.a.).

Müşârun ileyh Hazretleri'nin ilm-i zâhirden ahz eyledikleri icâzetnâmeleridir:

Cenâb-ı Hâtem-i Enbiyâ (salla'llâhü aleyhi ve sellem),

Alî ibn ebi Tâlib (r.a.),

Abdullah ibn Mes’ûd (r.a.),

Alkame (r.a.),

İbrâhîm en-Nah’î (r.a.),

Hammad İbn-i Süleyman (r.a.),

Ebû Hanîfe Nu’mân ibn Sâbit (r.a.),

Muhammed ibn Hasan eş-Şeybânî (r.a.),

Ebî Hafs el-Buharî (r.a.),

Ebî Abdullah el-Bezevî (r.a.),

Ebî Bekr Muhammed ibnü'l-Fazlu’n-Neccârî (r.a.),

El-Kadı Ali en-Nesefi (r.a.),

Hulvânî (r.a.),

Serahsî (r.a.),

Alî el-Bezdevî Sâhibü'l-Hidâye (r.a.),

Abdu's-Settâr el-Kürdî (r.a.),

Seyyid Abdullah ibn Ahmed ibn Mahmûd en-Nesefi Sâhibü’l-Kenz (r.a.),

Ebî Fadl Abdülazîz ibn Muhammed ibn Nasr el-Buhârî

(r.a.),

Celâleddin es-Seyramî (r.a.),

Kemâleddin ibn Hümâm (r.a.),

Abdü'l Berr bin Şıhne (r.a.),

Ahmed ibn Yûnus eş-Şehîr bi'ş-Şiblî (r.a.),

Ali el-Makdisî (r.a.),

Hasan eş- Şürünbilâlî (r.a.),

Abdü’l-Hay (r.a.),

Süleymân el-Mansûrî (r.a.),

Hasan el-Makdisî (r.a.),

Muhammed el-Harîrî (r.a.),

Ahmed el-Tahtavî (r.a.),

Seyyid Muhammed el-Ketbi (r.a.),

Seyyid Şeyh Muhammed Nûru'l-Arabi (r.a.),

"'

Hâce hazretlerinin tarikat-ı aliyye-i Nakşbendiyye hilâfetnfunelerinin silsile-i aliyyeleridir:

Hazret-i Muhammed Mustafâ (salla’llâhü aleyhi ve sellem),

Hazret-i Ebû Bekrüs-Sıddik (r.a.),

Hazret-i Selmân-ı Fârisi (r.a.),

Hazret-i Kâsım ibn Muhammed ibn Ebi Bekr (r.a.),

Hazret-i İmâm Ca’ferü’s-Sâdık (r.a.),

Hazret-i Beyazid-ı Bistâmi (r.a.),

Hâce Ebi Hasan el-Harakâni (r.a.),

Hâce Ebû Kâsım-ı Gürcâni (r.a.),

Hâce Ebû Aliyy-i Fâremedi (k.s.),

Hâce Ebû Yûsuf-ı Hemedâni (k.s.),

Hâce Abdu’l-Hâlık-i Gücdüvâni (k.s.),

Hâce Arif-i Rivekeri (k.s.),

Hâce Mahmûd el-İncîrü’l-Fağnevi (k.s.),

Hâce Azizân Aliyy-i Rfuniteni (k.s.),

Hâce Muhammed Baba Semmâsi (k.s.),

Hâce Seyyid Emir Külâl (k.s.),

Hâce Muhammed Bahâeddin-i Nakşbendi (k.s.),

Hâce Alâüddin-i Attâr (k.s.),

Hâce Ya'kûb-ı Çerhi’l Hisâri (k.s.),

Hâce Ubeydullah Ahrâr-i Semerkandi (k.s.),

Hâce Zâhid Muhammed-i Bedahşi (k.s.),

Hâce Derviş Muhammed-i Emkeneki (k.s.),

Hâcegiü's-Semerkandi-i Emkeneki (k.s.),

Hâce Muhammedü'l-Bâki (k.s.),

Hâce Ahmed-i Serhendi (k.s.),

Hâce Mâsûm-ı Serhendi (k.s.),

Hâce Ahmed-i Mekki (k.s.),

Hâce Habibullah-ı Buhâri (k.s.),

Hâce Hudâ Kulu (k.s.),

Hâce Molla Muh^ımed Ubeyd (k.s.),

Hâce Molla İdris (k.s.),

Hâce Muhammed Niyâzi Kulu (k.s.),

Hâce Abdü'l-Hâlık-ı Kazâni (k.s.),

Hâce Mustafa el-Trabzoni (k.s.),

Hâce Seyyid Muhammed Nûru’l-Arabi (k.s.).

Hâce hazretlerinin tarikat-ı aliyye-i Halvetiyye-i Şa'bâniyye hilâfetnâmeleri silsile-i aliyyeleridir:

Fahr-i Alem (salla’llâhü aleyhi ve sellem),

İmâm-ı Ali (r.a.),

Şeyh Hasanü’l-Basri (r.a.),

Şeyh Habib el-Acemi (k.s.),

Şeyh Davudu’t-Tâi (k.s.),

Şeyh Mârûfü’l-Kerhi (k.s.),

Şeyh Seriyyus-Sakati (k.s.),

Şeyh Seyyidü’t-Tâife Cüneyd-i Bağdadi (k.s.),

Şeyh Mimşâdü’d-Dineveri (k.s.),

Şeyh Muhammedü’d-Dineveri (k.s.),

Şeyh Muhammedü'l Bekri,

Şeyh Kâdı Vedhüddin (k.s.),

Şeyh Ömerü'l-Bekri (k.s.),

Şeyh Ebû Nedbü’s-Sühreverdi (k.s.),

Şeyh Kudbüddin el-Ebheri (k.s.),

Şeyh Ruknüddin Necâşi (k.s.),

Şeyh Şehâbüddin Tebrizi (k.s.),

Şeyh Cemâlüddin Tebrizi (k.s.),

Şeyh İbrâhim Zâhid-i Geylâni (k.s.),

Şeyh Ahi Muhammedü’l Halveti (k.s.),

Şeyh Pir Ömer el-Halveti (k.s.),

Şeyh Ahi Mirem el-Halveti (k.s.),

Şeyh Hacı İzzeddin (k.s.),

Şeyh Sadrüddin Hıyâmi (k.s.),

Şeyh Seyyid Yahyâ-yı Şirvâni (k.s.),

Şeyh Muhammed Bahâüddin (k.s.),

Şeyh Cemâl-i Halveti (k.s.),

Şeyh Hayrüddin-i Tokadi (k.s.),

Şeyh Şa'bân-ı Veli Kastamoni (k.s.),

Şeyh Muhammed Muhyiddin Kastamoni (k.s.),

Şeyh Ömerü'l-Fuâdi (k.s.),

Şeyh İsmâil-i Çorumi (k.s.),

Şeyh Muslihüddin Kastamoni (k.s.),

Şeyh Karabaş-ı Veli Ali Atvel (k.s.),

Şeyh Mustafa Doğani el-Mısrıyyü’l-Edirnevi (k.s.),

Şeyh Abdü’l-Latif el-Halebi (k.s.),

Şeyh Seyyid Mustafa el-Bekri (k.s.),

Şeyh Şemsüddin Muhammedü'l-Hanefi (k.s.),

Şeyh Mahmûd (k.s.),

Şeyh Abdullah eş-Şarkavi (k.s.),

Şeyh Muhammed Ebu’n-Necâ (k.s.),

Şeyh Ali et-Tûfi (k.s.),

Şeyh İbrâhim eş-Şemariki (k.s.),

Şeyh Seyyid Hâce Muhammed Nûru’l-Arabi.

""

Hazret-i Nûr’un Şeyhü'l-Ekber Muhyiddin-i Arabi

Hazretlerine müntehâ olan silsile-i aliyyeleri:

Şeyhü’l-Ekber Muhammed Muhyiddin ibnü'l-Arabi (k.s.),

Şeyh Hasan (k.s.),

Şeyh İsmâil el-Ceberûti ez-Zübeydi (k.s.),

Şeyh Ebu’l-Fethi’l-Osmâni'l-Merâgi (k.s.),

Şeyh Zekeriyyâ el-Ensâri (k.s.),

Şeyh Abdü'l-Vahhâb Şa’râni (k.s.),

Şeyh Ali eş-Şinâvi (k.s.),

Şeyh Ebu’l-Mevâhib ahmed ibn Abdu’l-Kuddûsi (k.s.),

Şeyh Safiyüddinü’l-Kaşâşi (k.s.),

Şeyh İbrâhim el-Gürâni (k.s.),

Şeyh Muhammed el-Büdeyri eş-Şehir bi'bni' 1-Meyyit

el-Dimyati (k.s.),

Şeyh Mustafa el-Bekri (k.s.),

Şeyh Muhammed Şemsüddin el-Hanefi (k.s.),

Şeyh Mahmûd (k.s.),

Şeyh Abdullah el-Şarkâvi (k.s.),

Şeyh Ali Tûfı (k.s.),

Şeyh Muhammed Ebu’n-Necâ (k.s.),

Şeyh İbrâhim eş-Şemârıki (k.s.),

Şeyh Seyyid Muhammed Nûru’l-Arabi (k.s.).

"

Bazen istidâd-ı fevkalâde sâhibi olan zevât-ı kirâma doğrudan doğruya Cenâb-ı Celil-i Risâlet'ten veyâhûd ekâbir-i ümmetten bir zât tarafından alâ-tarikı’r-rûhâniyye talim-i irfan-ı Muhammedi olduğu vâki’ olup bu gibilere ıstılâh-ı meşâyıhta “Üveysi” denildiği gibi bi'z-zât Hz. Üveysü'l- Karâni”den müteselsil ayrıca bir silsile-i tarikat daha bulunduğu da erbâbına mâlûmdur. Bu cümleden olarak Hâce Muhammed Nûr Hazretleri'nin dahi tarikat-ı Üveysiyye icâzetnâmeleri derc-i sahife-i beyân kılındı:

Fahr-i Alem (salla’llâhü aleyhi ve sellem),

Hazret-i Ali (r.a.),

Hazret-i Ömer (r.a.),

Hazret-i Üveysi'l-Karâni (r.a.),

Mûsâ bin Yezid-i Râi (k.s.),

Sultan Ebû İshak İbrâhim Edhem (k.s.),,

Şakik-i Belhi (k.s.),

Ebi Ömerü’l-İstahrevi (k.s.),

Ebi Caferi’l-Haddâd (k.s.),

Cüneyd-i Bağdâdi (k.s.),

Mimşâdü’d-Dineveri (k.s.),

Ahmed Esvedü'd-Dineveri (k.s.),

Muhammedü'l-Bekri eş-Şehir Bucaviyye (k.s.),

Şeyh Vecihüddin Ömerü'l-Bekri el-Kâdı (k.s.),

Şeyh Ebu en-Necibü's-Sühreverdi (k.s.),

Şehâbüddin Ömerü’s-Sühreverdi (k.s.),

Şeyh Necibüddin Ali bin Bergûşi’ş-Şirâzi (k.s.),

Abdü's-Samed eş-Şüsteri (k.s.),

Mahmûd el-Isfahâni (k.s.),

Yûsufu’l-Acemi el-Gûrâni (k.s.),

Hasan eş-Şüsteri (k.s.),

Ahmedü'z-Zâhid (k.s.),

Muhammedü'l-Kameri el-Vâsıti (k.s.),

Şeyhü’l-İslâm Ebi Yahyâ Zekeriyyâ el-Ensâri (k.s.),

İmam Abdu’l-Vehhâb eş-Şarâni (k.s.),

Nûreddin Ali ibn Abdü’l-Kuddûsi eş-Şenâvi (k.s.),

Safiyyüddin Ahmed bin Muhammedü'l-Medeni es-Sûfi (k.s.),

Şeyhü'l-Melâmi İbrâhim bin Hüseyni'l-Gûrâni el-Medeni (k.s.),

Şeyh Tâhirü'l-Medeni (k.s.),

Şeyh Abdü'l-Gani en-Nablusi (k.s.),

Şeyh Mustafa el-Bekri (k.s.),

Şeyh Muhammed el-Hanefi (k.s.),

Şeyh Mahmûd (k.s.),

Şeyh Abdullah eş-Şarkavi (k.s.),

Şeyh Ali Tûfi (k.s.),

Şeyh Muhammed Ebu'n-Necâ (k.s.),

Şeyh İbrâhim eş-Şemarıki (k.s.),

Şeyh Seyyid Hâce Muhammed Nûru'l-Arabi (k.s.).

 

FASL-1 SANİ

Hazret-i Hâce Muhammed Nûr'un kerâmât-ıilmiyyelerinden bir bendesinin beyânı bu bâbda olan müellefât-ı aliyyelerinin esâmisini zikredip ba'dehu bazı terârîr-i kudsiyyeleriyle müellefât-ı aliyyelerinden münâsib parçalarının derci tensîb edildiğinden ol veche ile beyâna şürû' olundu.

Esâmî-i Müellefât

1-           Mecâli'z-Zehrâ alâ’s-Salavâti'l-Kübrâ li'ş-Şeyhi'l-Ekber (Arapça) ,

2-           el-Yâkûtu'l-Hamrâ alâ’s-Salavâti's-Suğrâ li’ş-Şeyhi’l-Ekber (Arapça) ,

3-           Feracü’n-nüsûs Şerhu'n-Nakşi'l-Füsûs li'ş-Şeyhi'l-Ekber (Arapça) ,

4-           El-Letâifü't-Tahkîkât       fi-Şerhi’l-Vâridât              li'ş-Şeyhi’l-

Bedrüddîn (Arapça) ,

5-           El-Envâru'l-Muhammediyye fi-Şerhi Risaleti'l-Vücıld li's- Seyyidi’ş-Şerîfi'l-Cürcânî (Arapça) ,

6-           Et-Temşîş alâ-Salavâti ibn Meşîş (Arapça) ,

7-           Kenzü'l-Mahfi an-Ehli’l-Hicâb (Arapça),

8-           Burhânü's-Sâlikîn (Arapça),

9-           Meşâhidü't-Tevhid (Arapça),

1 O-Risa.Ietü’l-Mukaddime li-Metâli’i’l-Füsûsü’l-Hikem (Arapça) ,

11-         Kitâbü'r-Reşâd fi’l-Mebde ve’l-Meâd (Arapça),

12-         Mürşidü'l-Uşşâk (Türkçe),

13-         Seyrü’t-Tevhid (Arapça),

14-         Şerhu Hakâyıkı’l-Eşyâ (Arapça),

15-         Risa.Ie fi-Beyân-ı Hakikat u Mecâz ve Kinâye (Arapça),

16-         ed-Dürretü'n-Nefis Şerhu Salavâti ibn İdris (Türkçe),    

17-         Tefsirü’l-Fâtiha (Türkçe),

18-         Kitâbü'd-Devâir ve’l-Eflâk fi-Beyân-ı Tasarrufâtı Sâhibi’l- Mülki ve’l-Emlâk (Türkçe),

19-         Şerhu Evrâdi’l-Üsbuiyye li’ş-Şeyhi’l-Ekber (Türkçe), 14

20-         Delilü’l-Uşşâk (Türkçe),

21-         Menbau’n-Nûr fi-Rü’yeti’r-Rasûl (Türkçe),

22-         Şerh-i Gazel-i Hâcı Bayram-ı Veli “Çalabum bir şâr yaratmış iki cihân arasında" (Türkçe)/5

23-         ed-Dürretü's-Seniyye fi-Şerhi Risa.Ieti’l-Gavsiyye li’ş- Şeyhi’l-Ekber (Türkçe),

24-         Risa.Ie fi-Beyân-ı Sıfât-ı Sübûtiyye (Türkçe),

25-         Risâle-i Tevhid-i İlâhi (Türkçe),

26-         Risale-i Sülûk-i Hakikat (Türkçe),

27-         Dâiretü'l-Vücûd fi-Beyân-ı            Makâmü’l Mahmûd

(Türkçe),

28-         Risâle fi-Beyân-ı Sülûk-ı Şeriat ve Tarikat ve Hakikat (Türkçe),

29-         Risâle fi-Beyân-ı Kerâmât-ı Evliyâ (Arapça),

30-         Şerh-i Nutk-ı Cenâb-ı Aliyyü'l-Murtazâ “ve mâa'l-halku fi't timsâl" (Türkçe) ,

31-         Risâle-i İsmâiliyye fi-Beyân-ı Sülûk-ı Nakşbendiyye (Türkçe),

32-         Şerh-i Ezân-ı Muhammedi (Türkçe),

33-         Sırr-ı Ezân-ı Muhammedi (Türkçe),

34-         Şerh-i Akâid-i Nesefiyye (Türkçe)   ,

35-         Şerh-i Risâle-i Şeyh Reslân-ı Dımışki (Türkçe)^,

36-         Ecvibe-i Lâzıme fi-Es’fieti’ş-Şeytâniyyi'l-Mezkûrı fi'l- Muhammediyye (Türkçe),

37-         Beyân-ı Makâmât-ı Hakikat-ı Maa Delâilihi “eş-Şehir bi- Kasr-ı Ârifân ve Risâle-i Sâlihiyye" (Türkçe),

38-         Risâle-i fi-Keyfıyyet-i îmân-ı Fir'avn (Arabça),

39-         Hedi)yyü'l-Uşşak (Türkçe),

40-         Tuhfetü'l-Mahmûdiyye (Türkçe),

41-         Tefsir-i Sûre-i Yûsuf (Türkçe),

42-         Şerh-i A’yân-ı Mümkinât (Türkçe),

43-         Fezâil-i İmâm Ali Radıyallahü Taâlâ anhü (Arabça),

44-         Beyânu Tecelli'l-Hak ale'l-Merâtib (Türkçe) ,

45-         Tefsir-i Sûre-i Feth,

46-         Sırru Enbiyâi'l-Hak,

Bâlâda esâmisi muharrer âsâr-ı aliyyelerinden bazı parçaları ile tekârir-i kudsiyyelerinden bazıları teberrüken derc-i sahife-i beyân kılındı ki kemâl-i dikkatle mütâlaa olunduğu hâlde kuvve-i ilmiyye-i ledünniyyelerine dâl (delil) olabilir.

1-           "Bismillah”: İsmin Allah'a izâfeti beyânıdır. Yani izâfetü'l- âm ile'l-hâstır. Allah, hakkın ismidir. Allah demek el-müstağrik bi-cemi'i'l-eşyâ demektir. Buna binâen iftitâh tekbiri Allah ile bed' eder. Şâfii, Mâliki, Hanbeli mezheblerinde Lafza-i Celâl'in gayr-i esmâ ile bed'i câiz değildir. 'Allahu ekber” denilir, er- Rahmânü ekber denilmez. Zirâ ism-i Rahmân, ism-i zât gibi câmiü'l-esmâ olmadığı gibi esmâ-i sâire dahi bunun gibidir. Hanefi mezhebinde ise ismullahın her birisiyle iftitâh etmek câizdir. Zirâ her bir isim gerçi ism-i zât gibi değilse de yine min cihetin cemi'-i esmâyı câmi'dir. Çünki esmâullah mutlaktır, mukayyed değildir.

“er-Rahmân” demek dünyâ ve âhiretin icâd ve tâyini taallukunun teveccühündendir. Yani Rahmân iyi ve kötü şeylerin mûcididir. Fakat kötülük bize nisbetledir. Hakk'a göre kötülük yoktur. er-Rahim ism-i Rahmân ile mevcûd olan mü'minine imdâd edici demektir

(Mine'l-Cevâhiri Seniyye Şerhu Akâidün-Nesefiyye).

2-           Mâlûm ola ki azamet-i zâtiyye-i ilâhiyye hazerâttır ve hazerât beşdir:

Hazretü’z-zât,

Hazretü’s-sıfat,

Hazretü’l-esmâ,

Hazretü’l-ef'âl,

Hazretü’l- ahkâmdır.

Bu cümle hazerât, zât-ı Muhammediyye ile zâhir oldular. Hazret-i zât hakîkat-i ilâhiyye, hazret-i sıfat hakîkat-i Muhammediyye, hazret-i esmâ hakikat-i insâniyye, hazret-i ef'âl ü ahkâm hakikat-i âdemiyyedir. Bu hakâiki zât-ı Muhammediye (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz hazretleri câmi’dir. Zîrâ evvel-i mahlûktur ve hâtemü’l-enbiyâdır.

Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz evvelu mâ halakallâhu nûri ve fi-rivâyetin evvelu mâ halakallâhu rûhi ve fi-rivâyetin evvelu mâ halakallâhu akli ve fi-rivâyetihi evvelu mâ halakallâhu! kalem ve fi-rivâyetin evvelu mâ halakallâhu! arş. (Cenâb-ı Hakk’ın ilk yarattığı benim nûrumdur. Başka bir rivâyette Cenâb-ı Hakk’ın ilk yarattığı benim aklımdır. Başka bir rivâyette kalemdir. Başka bir rivâyette Arş'tır.) buyurmuştur ki bunların hakikatleri birdir. Zîrâ nûr tesmiye olunduğu zâtı zâhir ve gayri mazhar. Ve rûh tesmiyyesi menba'-i hayât ve muhyî. Ve kalem tesmiyyesi ilmullahta mücmel olanı mufassıl. Ve akl tesmiyyesi müdrik, arş ta'bîr olunması muhît olduklarından nâşîdir.

(Min Dürreti’n-Nefis Şerhi Salavâti ibn İdris).

3-           Mâlûm ola ki Muhammediyyûn’un mertebeleri beştir:

Avâm,

Havâs,

Havâssü’l-havâs,

Hulâsatü’l-havâssi’l-havâs,

Safvetü hülâsati’l-havâssi’l-havâstır.

Mertebet-i avâm imân-ı istidlalidir.

Merteb-i havâs tevhiddir.

Ve mertebe-i havâssi’l-havâs, makâmü’l-cemdir,

ve mertebe-i hulâsati’l-havâssi'l-havâs, hazretü’l-cemdir,

Ve mertebe-i safveti hulâsati'l-havâssi’l-havâs, cem'ü’l- cem'dir.

Bir de mertebe-i safvet-i hulâsat-i hâsseti’l-havâs vardır. Buna da ahadiyyetü'l-cem tesmiye kılınır ki Rasûlulah makâmıdır (salla’llâhü aleyhi ve sellem).

(Min Dürreti’n-Nefis Şerhi Salavâti ibn İdrîs).

4-           Tevhid-i zât demek, vahdet-i zâtiyyeyi mezâhirde müşâhede eylemektir. Ve kesret-i mezâhiri vahdet-i zâtiyye ile müşâhede eylemektir. Vahdet-i zâtiyyenin zuhûru kesret iledir. Kesretin vücûdu vahdet iledir. Vahdet tekessür etmeyince ayânda zahir olmaz. O kesret hazret-i mâşûkun merâtibleridir. O merâtib iki kısımdır: Biri müessiredir, esmâ-yı zâtiyye ve evsâf-ı fi’liyyedir ve diğeri müteessiredir, elvân-ı hissiyye ve maâni-i akliyyedir ki makâm-ı velâyetin nihâyeti budur.

(Min Risâle-i Tevhîd-i İlâhî).

4

5-           Tevhid-i zât demek, cemi'-i halkın bilâ-hulfil velâ-ittihâd zât-ı Hak ile vücûtları bir olduğunu zevken ve keşfen bilip hak âyinesinden zât-ı mâşûku müşâhede etmektir.

(Min Risâle-i Sülûk-i Hakikat).

*

6-           Mâlûm ola ki imânın üç mertebesi vardır:

Evvelki mertebesi istidlâlidir. Bunun vech-i tahsili ilme’l- yakin ile olur. Bunun iki tariki vardır: Evvelki tariki istidlâl-i bi'l-misldir yani ahdin sıfatları olan “hayât, ilm, kudret, irâde, sem', basar, kelâm'ı delil kılıp misilleri hakka isbât olunur zirâ sıfât-ı kemâl sâni'-i taalâ ile zâhir olur. Nitekim “innallaha taâlâ halaka âdeme alâ-sûretihi” (Alahu Taâlâ Ademi kendi sureti üzerine yarattı.) buna şâhittir yani Allahu Taâlâ sireti ile âdemi yarattı. Sireti demek sıfatıdır ki hayât, ilim, kudret, irâdât ve gayrları gibi. Lâkin ahdin sıfatları cüz'idir ve gayrı-ı müessiredir, hâdislerdir. Hakkin sıfatları kadimdir, müessirdir, külliyedir. Nisbet ile ihtilâfları vardır. Hadd-i zâtında birdir. Meselâ kudret Hakk'a ve halka nisbet olunmayınca kadim ve hâdis diye hükm olunmaz. Hakk'a nisbet olunmasıyla müessire olur ve kıs alâ-hâzâ (Bunun gibi kıyas et).

İlme'l-yakinin ikinci tariki istidlâl-i bi'z-zâttır. Nitekim:

.ı.fu.s' ^' "Leyse ke-mislihi şeyün” (Onun benzeri hiçbir şey yoktur. Şurâ 42/ 11) buna şahiddir yani Hakk'a benzer bir şey yoktur. Meselâ, abd âciz ve muhtâc ve fani ve hâdis olup Hak Taâlâ kâdir ve müstağni, kadim ve bâkidir. Bu imân-ı istidlâli ile mü'min olanların mâbûdları, hayâllerinde icâd eyledikleri sûretlerdir ve lâkin imânlarında mâzûrdurlar. Hak Taalâ indinde makbfildür zirâ aklın gâyeti budur. “Mâ-vesi'ani arzi velâ semâ'i velakin vesi'ani kalbu abdi'l-mü'min'' (Yere göğe sığmam ancak mü'min kulumun kalbine sığarım.) hadisinde remiz vardır. Zirâ kalbin sığdırdığı sûret-i hayâldir. O hayâl ise Hakk'ın tecelliyâtındandır. Bunların tenzihleri teşbih oldu. Ve ıtlâkları takyid oldu. Ve billâhi't-tevfık.

îmânın ikinci mertebesi imân-ı ayânidir. Tahsili ayne'l- yakin ile olur. Bu da mürşid-i kâmil nefesiyle makâmât-ı zevk olunursa hâsıl olur.

(Min Risâleti Mürşidi’l-'Uşşâk).

Risâle-i Mürşidi'l-'Uşşâk isimli eserin ilk sayfası

 

7-           Mâlûm ola ki cem' iki kısımdır: Birinci cem' -i ilâhî, İkincisi cem'-i Muhammediyyedir. Zâtında vâhid merâtibde müteaddid olan cemî’-i mezâhir ve mevcûdâtı yani er-Rahmân, er-Rahîm, el-Kuddûs vesâire gibi cümle esmânın câmiîne, cem'-i ilâhî vâhidiyyetü’l-cem' denir.

Madde-i mümkinât olan zât-ı Muhammed (s.a.s.) min vech-i mirât ve tafsîl-i Hak’dır ki buna da cem'-i Muhammedî derler. İşte bu sebebden cem'-i ilâhî Hakk’ın bâtını ve cem'-i Muhammedî Hakk’ın zâhiridir.

(Min Risâlet-i Sırr-ı Ezân-ı Muhammedi).

4

Müşâhade-i tevhid üç kısımdır:

İsevi, Musevi, Muhammedi’dir.

Birincisi: Meşhed-i İsevi’dir ki fenâ-yı ef'âldir. Hazretü’l- İseviye müşâhadesi mevt-i ihtiyâridir. ,Şöyle ki cümle ef'âli ef'allullah, sıfatını sıfatullah, zâtını zâtullah olarak müşâhadedir. Ayet-i celilede

"Ya İsa ^mi muteve^ffike ve rafiuke üeyye.” (Yâ İsa! Ben senifevt ederek yükselttim. Al-i İmrân 3/55) denmiştir.

İkincisi: Meşhed-i Musevi’dir ki bekâbillâh ef'âlini bekâ-yı Hak ile sıfatını bekâ-yı Hak ile zâtını bekâ-yı Hak ile müşâhade etmektir.

İsevi teşbih, Musevi tenzih'tir.

Üçüncüsü: Meşhed-i Muhammedi ki tevhid-i sırftır. Tevhid-i Sırf ise ahadiyetü'l cemdir. Ayetin manâsı “taşı sen atmadın lakin Allah attı.” Yani meşhed-i Muhammedi, teşbihi ve tenzihi câmii olarak müşâhade etmektir.).

(Min Risaleti Meşahidi’t Tevhîd).

*

9-           Mısra:

“Bakıcak didâr görünür ol şârın kenâresinde"

Didâr görmeyen yoktur. Cümle halk didâr görür. Lâkin cümle bi-haber olduklarından görmüyorlar ve görünmez derler. CehiUeleri kendilerine hicâbdır. Didâra hicâb yoktur. Meselâ pâdişâh-ı zemin serir-i saltanatından tebdilen çıkıp seyrân ederse hangi sûrette ise bilen tanır bilmeyen tanımaz. Hattâ tanıyan bir kimse tanımayan bir kimseye:

“Pâdişah geçti, gördün mü, diye suâl ederse “görmedim” cevâbını verir. Belki görmediğine yemin eder.

Manâ-yı mısra: Cehl hicâb olmasa “bakıcak didâr görünür, o şârın kenâresinde" yani hâric-i suverden olursa eniyyetle görürsün. Zirâ didârı görmekte kesret vardır. Râi ve mer'i ve rü'yet tekessür iledir ve mer'i olan didâr-ı zât ve sıfat ve ef'âldir.

Şâr (şehir) kenâresi olan ef'âl evvel müşâhede olunur ve ef'âlden sıfat ve sıfattan zât görünür. Hüviyyet ise ayn-ı şâr (şehrin hakikati) olduğundan onda görmek yoktur.

Ve lizâ kâle “Ru'yetünâ lenâ binâ ve ru'yetünâ lenâ bihi ve rü'yetühü lehü binâ ve rü'yetühü lenâ bihi" (Şöyle buyurdu: Bizim kendimizi kendimizle görmemiz, kendimizi onunla görmemiz, onun bizimle görmesi, onun bizi onunla görmesi.)

Şeyh Küşteri (k.s.) icâd eylediği Karagöz ile câhillerin cehillerine ve ehl-i şuhûd olan velilerin didârı görmelerine ve ehl-i tahkik olanların hüviyet-i ayn olmalarına misâl kıldılar. Bilmeyen perde ardından tahrik eden ve söyleyeni görmez, suveri görür. Bilen kimse perde kenârından görür ki muharrik ve söyleyen suver değildir. Belki hareketten muharriki ve sözden söyleyeni müşâhede eder. Ammâ perde dâhilinde girende aslâ rü'yet-i suver olmaz. Belki perde dâhilinde olan suverden birisi olur. Kezâlik o şâra dâhil olursa şârdan addolunur

(Min Şerh-i Gazel-i Hacı Bayram-ı Veli).

4

10-         "Lâ-ilâhe illallah Muhammedün resûlullâh" yedi kelimedir. Her bir kelimesi makâmât-ı tevhid ve ittihâd olan yedi makâm ki tevhid-i ef'âl, tevhid-i sıfat, tevhid-i zât, cem‘, hazretü’l-cem', cem'u’l-cem' ehâdiyyetü’l-cem'in her birine işârettir.

Evvelki kelime “la” ef'fili halktan tecrîd ve Hakk'a takrîb eder.

İkinci kelime “ilahe” sıfatı halktan tecrîd, Hakk'a takrîb eder.

Üçüncü kelime “illâ” vücûdu halktan tecrîd ve Hakk'a takrîb eder.

Dördüncü kelime “Allah” cemî'-i merâtib-i halkıyye ve hakıyyeyi cem' eder, makâm-ı cem'dir.

Beşinci kelime “Muhammed” hazretü'l-cem'dir. Zîrâ bâtını kemâlât-ı ilâhiyyeyi câmi'dir. Zâhir olan Muhammed’dir. Halk zâhir ve Hak bâtın hazretü'l-cem'dir.

Altıncı kelime “resûl” cem'u'l-cem'e işarettir. Zîrâ mürsil bi- kesri'ş-şîn ve mürsel bi-fethi'ş-şîn. Mürsel ile cümlesine şümûlü vardır. Merâtib-i Hakkıyye ve halkıyye bir nazarda cem' olmakla cemu'l-cemdir.

Yedinci kelime 'Allah” ehâdiyyetü'l-cem'dir. Malız ve tevhîd-i sırf-ı bakıyye kalmaksızın ahâdiyyetü'l-cem' dir.

Bu kelime-i tayyibe-i “lâ-ilâhe illallah Muhammedün resûlullah” makâmât-ı tevhîdi dahi câmi‘ olduğundan âkile vâcibdir ki zikrinde çoklandıra. Lâkin bu hâl ehl-i bidâyet ve muhib olan kimselere göredir. Ammâ sâlik-i tevhîd olanın zikri ism-i zâttır. El-câmi'u beyne't-teşbîh ve't-tenzîh her bir nefeste ve her bir anda tenzîh ve teşbîhi câmi‘ olur. Şer'-i Muhammediyye'de vârid olduğu gibi kâlallahu taâlâ: “Leyse ke-mislihi şeyün vehüve's-semt’u’l-bastr" (O'nun benzeri hiçbir şey yoktur. O, işitendir, görendir. Şurâ42/11) mantûk-ı şerîfi şâhiddir. Ammâ kelime-i tevhîd nefyve isbâtı câmi' olduğundan sıfat-ı selbiyye ve sıfat-ı sübûtiyyeyi dahi şâmildir.

Ve billâhi't-tevfık.

(Min Risâle-i Sıfât-t Sübûtiyye).

11-         Akla gelen hayâlâtın cümlesinden Allahu Taâlâ'nın zât-ı azîmi ve sıfat-ı kemâli münezzeh ve müberrâdır. Zîrâ aklın nihâyeti ve fikrin gâyeti kayd ve tahdîddir. Kayd ve tahdîd ise teşbîh-i sırftır. Ehl-i aklın ancak idrâk eylediği ancak suver-i akliyye ve fikriyyedir. Bu ise kendileri gibi mahlûkdur. Bundan ötürü ilme dahi hicâb dediler. Zîrâ ilim, “intibâ’u sûreti’l-mâlûmt fi’l-akl”dır. (yani) İlim mâlûmun sûretidir. Nefsü'l-emrde “alâ hiye aleyhi hakâytk” (hakikat, görüldüğü gibi) değildir. Bundan ötürü ilâhiyâtta fikr-i mücerred ile ve akl-ı muttarid ile ve vâsıtalarla hıfz etmek câiz değildir. Ancak muhbir-i sâdıkın haberinden yâhûd mürşid-i kâmilin fem-i zâhirinden alız etmek gerektir. Muhbir-i sâdıkın haberi nefsü'l-emre mutâbık olup hakîkatü'l-emrde olan ilmi ifâde eder. Ve mürşidin irşâdı ayne'l-yakîni ifade eder.

Allahümme erinâ el-eşyâi kemâhîye ve sallallâhu aleyhim ecmaîn.

(Min Risâle-i Stfât-ı Sübûtiyye).

"'

12-Bil ki zikir ve duâ esnasındaki râbıta üç kısımdır:

Birincisi; havâtır anında şeyhin hayâl edilmesi demektir ki tarikattaki müridlerin havâtırının gitmesi içindir. Bu râbıta irşâdla görevli kâmilerin alâmetlerindendir. Sen bir şeyhin kâmil olup olmadığını anlamak istersen onun yanına git, eğer havâtırın azalır veya yok olursa işte o zât kâmildir, sâliki irşâd edebilir, aksi halde kâmil değildir. İsterse gündüz saim (oruçlu), gece de kâim (ibadette) olsun, ona yakın olma. Sadece bil ki o âbiddir, irşâd yetkisi yoktur. Bu tür râbıta, râbıtaların en aşağısıdır.

İkincisi; tevhid ile olandır. Bu da Hakk'ın vücûdunun ef'âl, sıfât ve zât aynalarından müşâhedesi ile olur.

Üçüncüsü ve en yücesi; zât-ı Hakkin Muh^medi Cemalden müşâhedesiyle olur. Bu da uykuda ve uyanık iken Hz.Peygamber'in unsûri (et ve kemik) değil, nurâni varlığıyla buluşmaktan sonra gerçekleşir.

Allah'ım, yâ Rabbe'l-âlemin! Senden bize Seyyidü'l- mürselin Efendimiz'in (s.a.v) nûruyla buluşmamızı bahşetmeni diliyorum. Amin.

(Min Salâvati’l-Kübrâ).

13-         Mâlûm ola ki sülûk-ı Hak üç kısım üzeredir:

Evvelki sülûk-ı şeriattır. Sâlik-i şeriat olan kendi zâtını ve zevât-ı âlemi yani mevcûdâtın cümlesine nazar edip “ben yok iken var oldum" diye bi'z-zarûre mevcûd-ı Taâlâ Hazretleri'nin varlığını fehm edip zâtını ve cemi'-i zevâtı Hazret-i Hakk'a delil-i kat'i isbât eder. Ve bu sülûka tarik-i istidlâl ve ilme'l- yakin derler. Şübhe ve şekten hâli değildir.

Bundan ötürü bu sülûkta ümmet iftirâk ettiler. Ve bu iftirâka Rasıllullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) işâret ederek “setefieriku ümmeti selâsen ve seb’îneftrkaten, küllühüm fi’n-nâri illâftrkatun vâhidetun.

Kâlû: ve men hiye yâ Rasûlullah?

Kale: Hum alâ mâ ene aleyhi ve ashâbî.”

(Benim ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır, bir fırka hariç hepsinin yeri âteştir.

-Ya Rasıllallah o fırka kim? diye sordular. Resûlullah:

-Ben ve ashâbımın yolu üzere olanlar, buyurdu.).

Yalnız delîl-i aklî ve nazar-ı fikrî ile iktifa etmeyip belki delîl-i nakliyeyi zammedip mukallidü’r-Rasûl ve mukallidü'l- ashâb olmak lâzımdır. Zîrâ delîl-i aklî gâh hatâ ve gâh isâbet eder. Ammâ delîl-i naklî hatâ etmez. Zîrâ muhbir-i sâdık nefsü'l-emre mutâbık haber verir.

(Min Risâle-ifı-Beyân-ı Sülûk-ı Şeriat ve Tarikat ve Hakikat).

14-         Kâmil olan her makâm ile tekellüm eder ve herkese aklı fehm edecek kadar ifade eder. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) efendimiz ilme’l-yakîni avâm-ı sahâbeye ifade ederlerdi. Ve havâs-ı sahâbeye kimine tevhîd-i ef'âl, kimine tevhîd-i sıfat ve kimine tevhîd-i zât ve kimine makâmu'l-cem ve kimine hazretü’l-cem‘ ve kimine cem'ü'l-cem ifade ve ta'lîm ederlerdi. Hâlbuki kendi makâmları bu makâmlardan a'lâ idi. Bundan ötürü "innehu leyügânu alâ-kalbi feestağfirullahe fi'l-yevmi miete merratin” (Ben günde yüz kere Allah'a tevbe ederim.) buyurdu. Ve kâmil olan a'lâ makâmdan aşk için ednâ makâm nâzil olur. Ve dahi makamât-ı kemâl dört makâmdır:

Evvelkisi velâyet,

İkincisi sıddîkıyyet,

Üçüncüsü kurbiyyet,

Dördüncüsü nübüvvettir.

Velâyet bir mertebedir ki velî Hak ile olduğu zamân ehl-i keşf olur ve halk ile olduğu vakit mahcûb olur. Ve sıddikıyyet bir mertebedir ki sıddîk olan dâimâ Hak ile olur, halk ile olmaz. Kurbiyyet mertebesi, mukarreb gerek Hak ile gerek halkla olduğu halde aslâ mahcûb olmaz. Ve nübüvvet bir mertebedir ki nebî olan gerek Hak'la ve gerek halkla olup aslâ bir an mahcûb olmaz; fakat, ana vahiy nâzil olur. Vahiyden gayri olan kelâm-ı ilâhî evliyâya ve sıddîka ve mukarrebe dahi vâki' olur. Bu bâbda ashâb-ı merâtibden kelâm vârid oldu. Meselâ mertebe-i velâyetten vârid olan “mâ ree'ytü şeyen illa ve ree'ytullahe kablehu” (Hiçbir şey görmedim ki, önce Allah'ı görmeyeyim.) ve bazı “mâ ree'ytü şeyen illâ ve ree'ytullahe badehu” (Hiçbir şey görmedim ki, sonra Allah'ı görmeyeyim.) ve “mâ ree'ytü şeyen illâ ve reeytullahe meahü” (Hiçbir şey görmedim ki, onunla beraber AUah’ı görmeyeyim.) ve “mâ ree'ytü illallah” (Allah'tan başka bir şey görmedim.) dedi.

Mertebe-i sıdkıyyetten vârid olan “ene’l-Hak” ve bazen “min Allah” ve bazı “sübhânî mâ a'zamu şânî” (Kendimi tesbîh ederim, şânım ne yücedir) ve bazı “mâ fi habbetî ilallah'dır. Mukarrebler ve nebîler ehl-i temkîn olup aslâ telvînde vâki' olmazlar. Ve avâma muhâlifkelâm demezler. Ve dahi zikrolunan makâmların delileri vardır: Hak Teâlâ buyurur:

'fe eynemâ tevellû fe sümme vechullah” (Nereye dönerseniz Allah'ın yüzü işte oradadır. Bakara/l 15),

 “hüve’l-evvelü ve’l-âhtru ve’z-zâhiru ve’l-bâttnu” (O, ilk ve sondur. Zâhir ve Bâtın'dır. Hadid/3),

 “vemâ rameyte iz rameyte velâkinnallahe rama' (Attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı. Enfal/17.),

“felem taktulûhüm velâkinnallahe katelehüm", (Onları siz öldürmediniz, fakat Allah onları öldürdü. Enfal/ 17)

“En bûrike men fin-nâri ve men havlehâ ve sübhânallah” (Ateşin başındaki de çevresindekiler de kutlu olsun! Alemlerin Rabbi olan Allah eksikliklerden uzaktır. Neml/8.) ve gayri âyetler dahi vardır. Ve hadîs-i şerifde dahi varid olduğu gibi: “Kuntü semahu’llezî yesmau bihi ve besarahu’llezî yubsiru bihi ve lisânehu’llezî yentiku bihi yedehu’llezî yebtişu bihâ ve riclehü’llezî yemşî bihâ.", (yani “Ben kulumu sevdiğim zaman onun işiten kulağı, gören gözü, söyleyen dili, tutan eli, yürüyen ayağı olurum.”) “innallâhe yekûlu alâ lisâni abdihi semi’allahu limen hamideh, fe kûlû Rabbenâ leke’l-hamd" (Hiç şüphesiz Allah, hamd edenin hamdini işitti. dedi. O da “Hamd Rabbimize mahsûstur” dedi).

(Min Mürşidi’l-Uşşâk).

15-         Mürşid-i kâmil olmak yalnız kesret-i ibâdet ve kıllet-i nevm ve ekl, kıllet-i kelâm ve kesret-i zikr ve gayrları gibi fakat umûr-ı şer'iyyeye mülâzemetle mâlûm olmaz. Zîrâ bu hâl mürşid olmayan âbidlerde dahi bulunur.

Mürşid-i hakiki ve vâris-i Muhammedi olan zevâtın alâmeti budur ki şer'-i envâra mülâzemetle berâber meclisinde ana mukâbil oldukda avâm-ı nâs olanın kalbinde bulunan havâtır yani işgâl-i dünyeviyye zâil olur vey^ûd azalırsa ve havâss-ı nâs olanın istiğrâki ziyâdelenirse vâris-i Muhammedi odur. Ona tâbi olmak gerektir. Davâ-yı kâzibe ile irşâdda kezûb olan kezzâblardan hazer lâzımdır. “Allahümme’hfaznâ an ittbâi'l- kezzâbi bi-câhi'n-nebiyyi ve’l-âli ve’l-ashâbi vallahu yehdi ilâ tarikt's-savâb." (Allah'ım. Peygamberin, Ehl-i beyti'nin ve dostlarının hürmetine bizi yalancıya uyanlardan koru. Allah dileyeni doğru yola iletir.)

(Min Risâle-i İsmâiliyye).

16-         Bismillahi’r-Rahmâni’r-Rahim

el-Felekü'l-Hâmis

Felekü nefsi'l-küll beyânındadır. Ehl-i şer'in katlarında Levh-i Mahfüz ve kitâbü'l-Mübin ve Ümmü'l-Kitâb derler. Malûm ola ki Hazretü'z-Zâti'l-mukaddes ve hazretü's-sıfâti'l- celaliyye ve'l-cemaliyye ve'l-esmâiyye'l-ilâhiyye tevecühleriyle akl-ı küll zuhûra geldi. Ve esmâu'Uah ve akl-ı küll teveccühleriyle nefs-i-kül zuhura geldi yani nûr-ı Muhammedi'den mâlûmât-ı gaybiyye zulümât-ı ‘ademiyyelerinde iken nûr-ı mâneviyye olarak zuhûra geldi ve nefsü'l-kül zâhir oldu. İmdi merâtib-i Hakkıyye ve halkiyye akl-ı kül vâsıtasıyla cümlesi nefs-i-külde cem' oldular. Lâkin tafsil tarikıyla manevi olarak zâhir oldular. Ve bu nefsü'l-kül ism-i bâis-i mazharidir yani kendisinde müstecmi' olan taayyünât-ı Hakkıyye ve halkiyye kendisinde ba'is-i izhâr (göstermek gayesiyle) ile teveccüh eyledi. Ve bu teveccühle nefsü'r-rahmân olan tabiat zuhûr eyledi. 

 

Bismillahi'r-Rahmânir-Rahim

El-felekü's-sâbi' felekü'l-heyûlâdır.

Mâlûm ola ki heyıilâ bir emr-i küilî-i manevîdir ki kendisinde suver olmağa kâbiliyyet vardır. Kâbiliyyet eşkâl ile müşekkel olanların ve suver ile musavver olanların maddesidir, demektir. Nitekim İmâm Ali (r.a.) heyıilâyı “hebâ" tesmiye eyledi. Ve âyet-i kerîme de vardır.

Buyurdu: Kâlallahu Taâlâ:

 “Fe kânet hebâen münbessâ" (Hepsi havada uçuşan zerreler haline geldi... Vâkıa/6).

Mâlûm oldu ki eşyânın maddesi suveriyle zâhir olmaktan kat' -ı nazar “hebâ" tesmiye olunur. Meselâ teknede hamur var iken türlü türlü sûret giymeye kâbildir. Andan sûretler yapılır. Müdevver, murabba’, tavîl, arîz her türlü sûreti giymekliğe kâbildir. Lâkin misâl olan hamur hissîdir. Hebâ-yı manevîdir. Teşbîhü'l-manevi bi'l-cins kabîlinden olur.

Vallahu'l-hâdî.

Bismillahir-Rahmânir-Rahim

El-felekü's-sâmin, felekü'ş-şekl.

Mâlûm ola ki şekil mânevîdir. Şekil demek ma'nen her şeyin ta'yine istidâdı hasebiyle hebâda sâbit olması demektir. Ne sıfatla ise o sıfatla kendisi ve ameli zâhir olur. Ve bu şekil hâricde zuhûru istidâ eylediğinden cisim taleb eyledi. Cisim küllî-i manevi isbâtını iktizâ etti. Vallahu'l-hâdî

(Min Kitâbi'd-Devâiri ve’l-Eflâk).

"'

17-

Bu dördüncü kim dedim bu cûdu

Ki senden gayra etmezem sücûdu

Ne suçum var bu sözde etti la'net

Cevâb idün nedir bu işte hikmet

Yani ihsân-ı ilâhi ile gayrullaha secde etmediğim ni'mettir. Ademe secde etmeyi terk etmekten ne suçum vardır.

El-cevâb: Ey Şeytân ne veçhile Allahu Taâlâ'ya secde edersin, beyân eyle! Eğer İlâh-ı Mutlak'a secde ederim, dersen emreylediği kıble olan Ademden imtinâ etmek lâzım gelmezdi. Zîrâ İlâh-ı Mutlak'a secde eden kimseye kıblenin mukayyed olması zarar vermez. Ey Şeytân da'vâ-yı cehille sen her anda şirktesin. Cehlinden ötürü da'vâ edersin. Bâ-husûs Adem (a.s.) halîfe olduğundan sûreten ve sîreten mertebe-i ulûhiyyeti câmi’dir. Bundan Hak Taâlâ melâikeye kıble eyledi. Ey Şeytân zu'm ettiğin gibi Adem'e secde etmek gayra secde etmek değildir. Çünkü Allahu Taâlâ böyle fahiş şey ile emreder mi?

Hakk'a secde ederim, gayra secde etmem, diye da'vâ etmek, azîm kabahattir. Kıblesiz secde etmek vehm ve hayâldir. Hakk'a değildir. Kıble ise Hakk'ın emriyle ta'yîn olunur. İmdi câhil ve kâfirsin, tahmînle da'vâ edersin, yalnız tahmînle iş bitmez.

(Min Ecvibe-i Lâzime min Esile-i Şeytâniyye).

4

17-         1270 târihinde gördükleri lüzûm üzerine Pürzerîn (Prizren) ulemâsına îrâd buyurdukları suâldir ki cevapsız kalmıştır.

20 Seyyid Hazretleri'nin buyurmuş oldukları bu suâller Prizren uleması tarafından cevapsız bırakılmış. Yapılan bu sualler Manastır'lı Niyâzî efendi tarafından not alınarak Seyyid Muhammed Nûru’l-Arabî Hazretlerinin hulefasından Tikveş'li Eş-Şeyh el-Hâc Abdulkâdir Bey'e mektupla detilerek bu suallerin sorulma sebebini ve kendilerinden bu suallere cevap vermeleri istenmiştir. Şeyh Abdulkâdir Bey kendine yazılan bu mektuba şöyle cevap vermiştir.

Gelen mektubunuza aldım. Hoca efendi hazretlerinin Prizrende ulemaya hitaben etmiş oldukları suâli ne vechiyle şerh olunduğuna dair bizden bir nev'i malümâtım yokdur. Ancak, iltimâsınız üzerine iktidarım derecesinde bir cevap yazıyorum.

1-           Sua!: Sıfat ile esmânın farkı nedir?

Cevâb: Bunlar zaten gerek sıfat gerek esmâ olsun cümlesi zâtın şuunâtından ibarettir. Cümle zâtı ilahiden gayrı değildir. Fakat itibâri biri birinden tafrîk olunmuştur. İtibâr dahi nisbet dairesindedir. Yani meha! ve mekân kaimdir. kibâr ise; hayat, ilim, irâdet, kudret hakka nisbet olunur ise yani Hak ile kâim olduğu cihetle ve ümmühât-ı esmâ olduğundan sıfat tabir olunmuştur. Çünki esmâ, bu sıfatın taallukuyla kâim olur. Hususiyle bu sıfat dahi taalluk cihetinden esmâ olur.

2-           Suâl: Sıfat-ı aliyyenin müessiri ve gayri müessiri Hakka isnâd olunur ise, küfürmü, isyan mı olur? Ve iradenin külliyesi ve cüzziyesi kadîm ve hâdis olması ve müesser ve gayr-ı müesser olması ne gibidir?

Cevap: badenin külliyesi ve cüzziyesi, müessir ve gayr-ı müessir halk nazarı itibarıyladır. Ve gayr-ı müessirin vücûdu olmayıp, binâen-aleyh

18-         Kâmil bazen ilme'l-yakine tenezzül ederek cemi'-i eşyânın vücûd-ı İlâhiye delil olduklarına nazar eyler. Gâh ayne'l-yakine terakki ederek cemi'-i eşyânın Hakk'ın sıfat ve taayunâtına mazhar ve mir'ât olduklarını seyreyler. Ve bazı kere cemi'-i eşyânın hakâyıkını ve kendi hakikatinin aynı olduğuna vâkıf olup ol makâmda bi-şuûr olur. işte telvinde temkin budur.

“Kellimu’n-nâse alâ-kadri ukûlihim” (İnsanlara akıllarının ereceği kadar konuşunuz.) nass-ı nebevisinin fehvâsıyla âmil olur ki buna meydân-ı telebbüs derler.

(Min Şerh-i Evrâd-t Üsbûiyye).

4

19-         Duâ dört nev'dir:

Birincisi isti'câldir Yani matlûbu tahsil için Hakk'a el kaldırıp yalvarmaktır ki garaz matlûbu tahsildir.

İkincisi: Teabbüddür ki sırf “ud’ûnt istecib leküm” ( Bana duâ edin icâbet edeyim. Mümin/60) kavline tab'ıyyetle imtisâlen li'l-emr olup bunda garaz yoktur.

Üçüncüsü: Duâ-yı keşfidir ki ârif olan zât işin duâya mevkûf olduğunu keşfederek duâ ederse de vakt-i merhûnu hulûl etmedikçe duâ etmez. Bu sebebden ekser avâm iltimâs-ı duâ için mürâcaat ettikleri ehlullaha, bize duâ etmedi, diye mahzûn olurlar.

vücûdu olmayanın vücûdsuza nispet olunur. Yoksa hakikat halde bir şey batıl değildir. Her bir fiil bir ismin hükmünü meydana getirir. Bu nazarda aczin ve cehlin vücûdu olmayıp, ancak her mertebede kemfil-i ilâhı meydana gelir. Küfür ve isyân cehil mertebesiyle kâimdir. Alahu tafilâ Hazretleri cümle merâtibi ile cemî‘-i evkâtte ahkâmını izhâr etmektedir.

3-           Sufil: İrâdenin müteallekâtı nedir?

Cevâb: Müteallekâtı irâde yedidir. Vücûd, adem, sıfât, mekâdir, ezmime ve cihâttır. Cenâb-ı Hak cümlemize hayır ve terakkiler buyurmasını duâ ile cümle ihvâna aşk-ı niyâz ederim. Temmet.

Dördüncüsü: Duâ-yı istidâdidir İki bununla amel eden zatlar duâ için el kaldırmayıp alâ kadri’l-isti’dâd herkesi makdûrât ve murâd-ı ilahiyyeye havâle ederler.

(Min Şerh-i Evrâd-t Usbu’iyye).

2 1 -Kalallahu Taâlâ:

"Ve mâ kâne li-beşerin en yükellimehu’llahu illâ vahyen ev min verâin hicâbin evyürsile resûlenfeyûhiye bi-iznihi mâyeşâü innehû 'alîyyün hakim" (Allah bir insanla ancak vahiy yoluyla, yahut perde arkasından konuşur. Yâhûd bir elçi gönderip izniyle ona dilediğini vahyeder. Şüphesiz O yücedir, hüküm ve hikmet sahibidir. Şûrâ 42/51). Rabb-i Taâlâ ve tekaddes hazretlerinin kullarıyla olan mükâlemesi üç kısım üzerinedir:

Kısm-ı Evvel: Mükâleme bi-tarikı’l-ilhâmi’l-bâtınidir ki "Ve mâ kâne li-beşerin en yükellimehu’llahu illâ vahyen" (Allah, bir insanla ancak vahiy yoluyla yâhûd perde arkasından konuşur. Yahut bir elçi gönderip, izniyle ona dilediğini vahyeder. Şûrâ/51) bu kısma nâzırdır.

"Ve evhaynâ ilâ ümmi Mûsâ" (Ve Musanın annesine de vahyettik. Kasâs/7)  dahi bu kabildendir.

Kısm-ı Sâni: Mükâleme bi-tariki'l-hicâbdır. Yani suver perdeleri ardında hazret-i muhibbin mahbûblarına şifahen mükâleme buyurduğu ve Hazret-i Mûsaya şecereden ve gayrı sûretlerden:

"ve kellemallahu Mûsâ” (Allah Musâ (a.s.) ile doğrudan konuştu. Nisâ 4/164) vârid olduğu gibi ki Hazret-i Şeyh Muhyiddin-i Arabi'ye dahi “yâ gavsü’l-a’zam” diye mükâleme buyurması bu kabildendir.

Kısm-ı Sâlis: Mükâleme bi-tarikı'l-vahyi ve'l-vâsıtadır İki her bir ümmete resûl gönderip Cibril-i aleyhi's-selâm vâsıtasıyla dahi vahiy indirip ol resfilün ümmetlerine tebliğleri bi'l-vâsıta Hakk'ın mükâlemesidir ki “yâ eyyühe’llezîne âmenû ekîmu's- salâte” ve gayrı hitâbât-ı ilâhiyye buna dâldır.

(Min Şerh-i Gavsiyye).

*

22-Beyt:

Arife eşyâda esmâ görünür

Cümle esmâda müsemmâ görünür"

(Mısri)

Kur'ân-ı Azimüşşân dört ilim üzerine nâzil oldu ki bunlar ilm-i şeriat, ilm-i tarikat, ilm-i marifet, ilm-i hakikat. İmdi a'mâl ve ahkâma dâir olana “ilm-i şeriat" denilir. Ahlâk ve ahvâle dair olana “ilm-i tarikat", Hakk'ın esmâ ve sıfatına dâir olana “ilm-i marifet': hakâyık-ı ilâhiyye ve esrâr-ı Muhammediyye'ye dair olana “ilm-i hakikat" ta'bir olunur.

İşte urefâya sıfatıyyûn denir ki bunlar sırf esmâ görür. Müsemmâyı bi-hakkın görüp bilemezler.

Muhakkikûn: Zâtiyyûndur ki bunlar müsemmâdan gayrı görmezler yani esmâ ve sıfât kuyildâtıyla mukayyed değillerdir. Fâ fehm.

(Min Şerh-i Dîvân-ı Niyâzî-i Mısrî).

23-‘Âdeme verilen ilimlerin hakikati mutlak âlemden Muhammed (a.s.)'ın taayyününe tenezzül ve tecellî etti. Bunun için Hz. Peygamber:

“Rabbim ilmimi ziyâde eyle.”(Taha 20/114) kavlince ilmini ziyâdeleştirmekle emrolundu. Çünki tecellînin nihâyeti olmadığı gibi ilmin de nihâyeti yoktur. Cenâb-ı Hak bu âlemi sanatının kemâlini göstermek için; Âdem’i de zâtının ve sıfatının kemâlini göstermek için yarattı. Bu yüce zuhûr (yani âlem ve âdem'in zuhûrunu idrak) mevzuunda mahlûkâtı âciz bıraktı. Âlem ve Âdem'in her ikisinin kemâlini izhâr etmek için de Hazret-i Peygamber (s.a.s)'in yüce sûretini halketti.

Sanatının, kudretinin ve dahi sırf vücûdunun; ilim, idrak, hususiyetler ve Hz. Peygamberden görünen mucizelerindeki kemâlât ile meydana gelen nûrundan kendi hakikatini gösterdi. Çünki O, Hakk'ı Hak olarak görmeğe en müstehak olandır.

(Min Şerhü Salâvati’l-Meşiş)

4

Risâle-i Salihiye isimli eserin ilk saayfası

24-         Mâlûm ola ki tecelliyât-ı ilâhiyye üçtür:

Evvelki tecellî-i âsâr-ı cemâlidir. İkincisi tecellî-yi sıfât-ı kemâlidir. üçüncüsü tecellî-i zât-ı celâlidir. İmdi bu tecelliyât-ı ilâhiyyeye ârif olmak ve bu tecelliyât-ı sâliseyi şuhûd etmek merâtib-i tevhidi bilmeğe mütevakkıftır.

Şöyle ki kişiye evvelâ lâzım olan mücâhededir. Zirâ Cenâb-ı

Allah, Kuranda  “câhidû bi-emvâliküm ve enfüsiküm ft sebilillahi” yani (hem malınız ve hem de nefsinizle mücâhede edin Tevbe 9/41) buyuruyor. Mücâhede ta'rif olunsa enva-i kesiresi vardır. Lâkin mücâhede-i Muhammediyye şöyledir ki evvelâ ahkâm-ı şer'iyyeyi öğrenmeye çalışın. Zirâ a'mâl-i şer'iyyenin sıhhat ve fesâdı ilm-i şer'iyyeye mütevakkıftır. Eğer ilm-i şer'i bilinmezse ahkâm-ı şer'iyye-i ilâhiyye bi-hakkın icrâdan geri kalır.

Sâniyen, esrâr-ı tarikat olan zikr-i dâim tahsil etmeğe çalışın ki gaflet zikr-i dâimle ref' olur. Ve bu zikr-i dâimin tahsili, ehl-i zikr olan kimsenin ta'lim ve telkinine muhtâcdır. Zirâ Cenâb-ı

Hak, Kuranda “Fes'elû ehle'z zikri in küntüm lâ ta’lemûn.” buyurur yani siz eğer keyfiyet-i zikri bilmez iseniz ehl-i zikr olan zevât-ı kirâmdan suâl ediniz (Nahl 16/43). Bu âyetten anlaşılıyor ki meşâyıh-ı izâmın memûriyyetleri gerek celi ve gerek hafi ancak keyfıyyet-i zikri ta'rif ve beyândır. Yoksa zikr-i ilâhiyi aded ile kayd etmeğe hiç bir vechile hak ve salâhiyetleri yoktur. Şu kadar var ki bazen mübtedilerin hâllerine terahhumen veya istidâdlarına nazaran yapılır.

Sâlisen esrâr-ı hakikattir ki bu da cemâl-i vahdeti müşâhede etmek ve hicâb-i isneyniyeti ref' etmekle hâsıl olur. Ve bu esrâr-ı hakikati fehm ve keşf etmek ve makâmât-ı tevhîd ve ittihâdı zevk eylemek mürşid-i kâmil-i hakîkînin talîm ve irşâdına mütev^akftır.

(Min Risâle-i Salihiyye).

25-         Yani;

 “înnâ aradnâ’l-emâneten ale’s-semâvâti ve’l-arz” (Şüphesiz biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik. Ahzab 33/72). “Biz” cemiyetimizle o emâneti ‘Arzettik” ki o emânet sırr-ı hilâfettir. O hilâfet bütün ilâhî isimlerle zuhûrdur. Nitekim Allah Taâlâ buyurur:

"Ve aileme Ademe'l-esmâe küllehâ” (Adem'e bütün ilâhî isimleri tâlim etti. Bakara 2/31 ).

“Semâvâta” bu ulvî âleme; “arza’', buda süfli aleme ve dağlara arzettik. Dağlar, ulvî ve süflî alemde yaratılanlardır.

“Onlar onu yüklenmekten çekindiler” yani hepsi onu istidâtları uygun olmadığı için yüklenmekten kaçındılar.

“Ve onu yüklenmekten korktular.” yani nefislerinden korktular, bu emâneti yüklenmeği istidâtları kadar taşımayı göze alamadılar, yoksa hepsini değil.

Vaktaki Hak Taâlâ bütün esmâ ile ortaya çıkan sırr-ı hilâfeti Kaleme arzetti. Kalem ancak Bedî’ ismini, yüklendi. Levh; Bâis ismini, Tabîat; Bâtın ismini, Heyülâ; Ahir ismini, Sûret; Zâhir ismini, Cism-i küll; Hakîm ismini, Arş; Muhit ismini, Kürsi; Şekûr ismini, Felek-i Atlas; Ganî ismini, Felek-i Menâzil; Muktedir ismini, Felek-i Keyvân; Rabb ismini, Felek-i Müşteri; Alim ismini, Felek-i Behrâm; Kahhâr ismini, Felek-i Şems; Nûr ismini, Felek-i Zühre; Musavvir ismini, Felek-i Kâtib; Muhsi ismini, Felek-i Kamer; Mübin ismini, Felek-i Esir; Kâbız ismini, Felek-i Hevâ; Hay ismini, Felek-i Mâ (su); Muhyi ismini, Felek-i Türâb; Mümit ismini, Maden; Aziz ismini, Nebât; Rezzâk ismini, Hayvân; Müzill ismini, Melâike; Kavi ismini, Cin; Latif ismini, İnsân; bütün isimleri cem' eden Câmi’ ismini ve Râfiü’d- derecât mertebesini yüklendi.

“O çok zâlim ve çok câhildir?’

Zalûm, zulüm kelimesinden ismi fail “zâlim"in mübâlağa kipidir.

Zulüm, başkasının malını ele geçirme ve onu gizleme ve örtme demektir.

Zalamü’l-leyl=Gecenin zulmet ve karanlığından alınmıştır. Çünki karanlık, eşyâyı gizleyip örter. O halde Zalûm; hâiz, örten veyahûd esmâ olan hilâfet sırrını saklayan anlamındadır. Ve dahi onun zuhûru cem' ve fark iledir?’ Dağ, tepe, duvar ve diğer cisimler uzaktan bakıldığında karanlık ve siyah görünür, kesreti zâhir olmaz. Çünki onları saran zulmet ve karanlık, oradaki kesreti örter vahdeti gösterir. Bunların içindeki taaddüd yani nesneler görülmez. Ancak onlara yaklaşmak ve nûr sebebiyle de zulmet ve siyahlık giderse içindekiler görülür.

Bundan dolayı âriflerden kim geceleyin doğmuşsa onda cem' makâmı galip gelir. Kim de gündüz doğmuşsa onda da fark meşrebi galip gelir.

“Cehûlen" kesret içindekileri temyiz ve fark edemez. Aksine onun hali,

 “Feeynemâ tüvellû fesemme vechullah" (Nereye dönerseniz Allah'ın yüzü işte oradadır. Bakara 2/ 115) âyetinin neşesindedir.

Zulüm ve cehil, bu manâda gerçekten övgüye lâyıktır.

Başarı Allah'tandır.

(Min Şerh-i-Vâridât-ı İlâhiyye)

26-         Bundan dolayı Kuran geceleyin toplu hâlde indi. Bunun için:

 “İnnâ enzelnâhu fi leyleti’l-kadr” (Şüphesiz, biz onu (Kur'ân'ı) Kadir gecesinde indirdik. Kadir 97/1) denildi.

 “Ya eyyühen-nâsü entümü’l-fukarâü ilâ’llahü hüve’l- ganiyyü’l-hamtd” (Ey insanlar! Siz Allah'a muhtâçsınız. Allah ise her bakımdan sınırsız zengin olandır, övülmeye hakkıyla layık olandır. Patır 35/15) Ayetin zâhirinden bütün nefsî=zatî, selbî ve sübûtî sıfatlar anlaşılır. Ayetin sârihinden anlaşılan bâtın olan yediye gelince onlar da; ef'ali, sıfatı, zâtı, tedenni = cem', tedellî =Hazretü'l-cem‘, cemü'l-cem ve ahadiyyet'tir.

4

27-         Ahkâm-ı şer'iyye beştir:

Vücûb, hurmet, nedb, kerâhet ve ibâha.

Ahkâm-ı vaz'iyye de beştir:

Sebep, şart, mani', musahhih ve müfsid.

Vücûb, kendisinde şüphe olmayan kat'î bir delille sâbit olandır.

Hurmet, kendisinde şüphe olmayan kat'î bir delille yasaklanandır.

Nedb, zanni delille sâbit olandır.

Kerâhet, zannî delille yasaklanandır.

İbâha, yapılması ve terk edilmesi müsâvî olandır.

Sebep, varlığıyla varlık, yokluğuyla yokluk gerekendir.

Şart, yokluğunda yokluk, varlığında ne varlık ne yokluk lâzım gelendir.

Mâni', varlığında yokluk, yokluğunda ne varlık ne de yokluk lâzım gelendir.

Musahhıh, yokluğunda fesat ve varlığında sıhhat lazım gelendir.

Müfsid, varlığında fesad, yokluğunda da sıhhat gerekendir.

Namâz için vakit ve taharet ve hayızda hades gibi. Hades olduğunda erkanın uygulanması gibi.

Ahkâm-ı akliyye üçtür:

Vücûb, istihâle ve cevâz.

Vâcib, yokluğu akılda tasavvur edilmeyendir. Misâl; bir, ikinin yarısıdır.

Müstahîl, varlığı akılda tasavvur olunamayandır. Misâl, hareket ve sükûn=durağanlık bir anda bir cisimde toplanır, birlikte bulunurlar.

Câiz akılda varlığı ve yokluğu olabilendir. Misâl, cisim ya hareketlidir ya da sâkindir.

Ahkâm-ı adiyye dörttür:

Birincisi, varlığı bir varlığa bağlamak, misâl, tokluğun varlığı, yemeğin varlığına,

İkincisi, yokluğu bir yokluğa bağlamak, misal, tokluğun yokluğu,yemeğin yokluğuna,

Üçüncüsü, varlığı yokluğa bağlamak, misâl, açlığın varlığı yemeğin yokluğuna,

Dördüncüsü, yokluğu varlığa bağlamak, misâl; yemeğin yokluğu, açlığın varlığına..

(Yüce takrirlerinden)

(Takrîrat-ı aliyyeleri muahharan cem' olunarak Risâle-i mahsûsa şekline ifrâğ olunmuştur.)

28-         “Ihşevşebu= Kütük (gibi) sağlam olunuz" Yani namazda/ duâda, Hak yolunda kütük gibi sağlam olunuz.

“Ihşevşenu=Haşin/sert olunuz.” Yani nefs ü hevâya karşı haşin/sert olunuz.

“Vemşû hufâten ‘urâten"

“Yalın ayak ve çıplak yürüyünüz"

Yani Hak Taâlanın gayrısından uzaklaşınız. Sûreten veya manen öldükten sonra “Allah’ı açıkça görürsünüz.”

“Cehraten= açıkça" sözü zâhiren demektir. Hz. Mûsâ (a.s.)’ın kavminin âyette geçen sözleri; 

 “Fekâlû erinallahe cehreten” (Allah’ı bize açıkça göster.” demişlerdi. Nisâ 4/153) ölmeden önce kendisiyle zuhura gelen madde olmadan.

29-

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Allah'ın doksan dokuz ismi vardır. Kim bunları zikrederse cennete girer.

29-         Seyr-i ilallah; makâm-ı tevhîddir.

Seyr-i fillah; cem,

Seyr-i maallah; hazretü’l-cem ve cem‘ü’l-cem,

Seyrullah; ahadiyyetü'l-cem‘,

Seyr-i billah anillah ise cem‘ü’l-cem‘e dönüştür.

4

30-         Bedirde savaş sonrası sahâbenin bazısı;

“Ben fülan ve filanı öldürdüm’’ ve diğer bazısı da; “Ben de fülan ve filanı öldürdüm.” Dedi ve böylece “öldürmeyi" kendilerine nisbet ettiler.

Onlardan bazısı “fark-ı evvel’de idi. Allahu Taâlâ onları irşâd sadedinde şu âyeti indirdi ve dedi: Estaizü billah; 

“Felem tektulûhüm ve lâkinnallahe katelehüm" (Onları siz öldürmediniz, velakin Allah öldürdü. Enfal 8/17).

Onları makam-ı ceme irşâd etti. Bu makamda kul batın, Hak zâhir olur.

Ve Peygambere de şöyle hitab etti:

 “Vemâ rameyte iz rameyte velâkinna'llahe remâ" (Attığın zaman sen atmadın ve fakat Allah attı. Enfal 8/17). Bu da O'nun makâmı olan ahadiyetü’l-cem‘ ki orada halk ile olunsa da Hak ile olunurluğu izhâr içindir. Hidâyeti lutfeden Allah'a hamdolsun.

31-         Şeriat, ilâhi beyân, tarikat ibu beyân ile amel etmek, hakikat bu ilâhi beyânın sırrına vâkıf olmaktır.

32-         Haşr’ın nasıl olacağı husûsunda bilginler ihtilâf ettiler. Onlardan bir kısmı haşrın yalnız ruhâni olduğunu söylediler. Rûhun ölümden sonra cisme aslâ taalluku yoktur. Bu, doktor ve mühendislerin sözüdür. Bu da bâtıldır. Çünkü mutlak olan mukayyed olduğunda mutlak olmaya geri dönmez. Bazıları da cismâni haşrı inkâr etmez. Bunlar da az önce geçtiği gibi doktor ve mühendislerin dışındaki herkestir.

Cismâni haşrı söyleyenler üç kısımdır:

Birincisi, Gazâli mezhebidir. O, cismin misliyle iâde edileceğini dile getirir. Ve azmü’l-zenebi yani kuyruk sokumu kemiğini nefs-i insâni ile tevil eder.

İkincisi, kelâmcıların mezhebidir. Bunlar da cismin ya parçaların ayrılmasıyla ki tercih olunan budur, ya da ayrılmadan ki tercih olunmayandır, cismin ayniyle iâdesini söylerler.

Hadis’te vârid olduğuna göre “Şüphesiz cesetler tarlada tanenin bittiği gibi azmü’l-zeneb’den biterler, çıkarlar?’

Üçüncüsü, İbnü Kasiy mezhebidir. O da şudur; Allah Taâlâ topraktan bir adam ve eşini yaratır ve az zamânda dar bir yerde çoğalırlar, Allah Taâlanın şu âyetine binaen.

Ayette ise “Kemâ bedeeküm teûdûn” (Sizi ilkin yarattığı gibi yine O’na döneceksiniz. A’râf/29.) denmektedir. Bu zayıf görüştür.

'ti

33-         Kale’n-nebiyyü (salla’llâhü aleyhi ve sellem): “el-Hüseynü minni ve ene mine’l- Hüseyni" kezâ fı’l-mesâbihi Muhammediyye sâhibi kuddise sırrahu: Hüseyin benden, Hüseyin’den ben, diye bâlâdaki hadisi tercüme etti. Manâsı “Hüseyin benden’: yani bi’t-tamâmihi rûh-ı küllimden neş’et eyledi?’ Zirâ halife müstahlefin tıpkıdır. Zirâ enbiyâ ve verese-i rûh-ı külli nebeviyye mertebesindedir. Lâkin bi-tarikı’l-yakindir. Enbiyâ ve veresenin gayrı olanlar mertebe-i nefstedir.

“Hüseyin’den ben': yani Hüseyin rûh-ı küllimden neşet eyledi. Benim rûhâniyyetim bi-tamâmihâ Hüseyin’den zâhir oldu ve aynı dahi oldu.

Ebû Bekri’ş-Şibli bir dervişine:

“Ben Rasûlullah değil miyim?" dedikte derviş dahi:

“Rasûlullahsın!" dedi. Lâkin tenâsüh fehm olunmasın, belki rûhâniyyet-i Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Ebû Bekri’ş-Şibli sûretiyle zuhûr eyledi. Fâ fehm.

Ecnebi zuhûr etmedi. Tenâsüh olmaz

(Takrirât-t Aliyye’lerinden).

“Allahu nûru's-semâvâti ve’l-arz” (Allah, göklerin ve yerin nûrudur. Nûr 24/35).

Bilesin ki âlem, rûhânî, misâli ve cismânî diye bölümlere ayrılır.

Hakk’ın birinci mazharı sıfatlarınadır. Sıfatların mazharı esmâsı, esmâsının mazharı da asârıdır.

Bunu anladıysan eğer, o zaman bu âyetin manâsı şöyle olur:

“Allah göklerin ve yerin nûrudur" yani bu ikisini ve içindekilerini nûr ismiyle zuhûra çıkardı.

Zâtın mazharı sıfat, sıfatın mazharı esmâ ve esmânın mazharı da asârdır.

Asârı, “mişkat"a yani lamba konulan ‘oyuk’a benzetti. Mişkat, kandilin (yani lambanın veya çerâğın) konduğu duvardaki oyuktur.

Esmâyı, çerâğın mahalli olan zücâceye, câm şişeye yani sırçaya benzetti. Çerâğ da sıfatların mahallidir.

Zâtı, ne doğuya ne de batıya ait olan ağaçtan çıkan zeyt’e yani yağa benzetti. Zât, ne sırf teşbih, ne de sırf tenzihtir. O, şeriat-ı Muhammediye’de, Allah'ın kitâbında geldiği üzere teşbihi ve tenzihi cem' eder. O zamân ”O’nun nûrunun misâlinden’' hâsıl olan mânâ; “Rûhâni âlemde zâhir Nûr isminin misâli, ne doğuya ne de batıya ait olan ağaçtan elde edilen yağın yandığı çerâğın, içinde bulunduğu câm şişenin konduğu oyuk gibi cismâni âlemde zâhir olanıdır.

^ÛJ j^ıi 1

“Ve yedribullahü’l emsale linnâsi” (Allah insanlara bu misâlleri veriyor. Nûr 24/35).

“Leallehüm yetefekkerûn" (Umulur ki tefekkür ederler. Haşr 59/21).

Yukarıdaki “oyuk” misalini düşündüğümüzde burada oyuğun câm şişenin mahalli olduğunu , câm şişenin de, içinde yağ yanan çerâğ olduğunu anlarız.

Biz de bundan cismânî alemin rûhânî alemin mazharı, rûhânî âlemin esmânın mazharı, esmânın sıfatların mazharı ve sıfatların da zâtın mazharı olduğunu bilmiş oluruz. Zât da sırf teşbih ve de sırf tenzih değildir. Başarı Allah'tandır.

36-         Farsça olan bir beytin açıklaması:

“Be-hayretem ki Hudâ râzi vü amel-i makbûl Muhammed ü ‘Alt vü Ehl-i beyt nâ râziyest" ^Â.:.J\>J',; * Jşjnjj tı,;1,(-

Mahbûb ezelde mahbûbdur. Gazaba uğrayan kişi de ezelde ilâhî lutuftan mahrumdur.

Mahbûb hiçbir zaman gazaba uğrayan kişi değildir. Gazaba uğrayan da hiçbir zamân mahbûb olamaz.

Mahbûbun başına ne gelirse o ilâhî nimettir, musibet olsa bile...

Gazaba uğrayan kişinin başına ne gelirse o da dünyevî nimet bile olsa ona cezâdır.

Bunu anladıysan eğer, Ehl-i beyt'in başına gelen musibetlerin Allah katında makbul nimetler olduğunu kabul edersin,velev ki musibet olduğundan dolayı bunların Ehl-i beyt katında makbul olmadığı görülsün.

Düşmanlarının kavuştuğu dünyevî nimetler ise Allah katında onlar için musibettir, onlara dıştan nimet olarak görünse de...

37-         “Benim Allah ile öyle vaktim vardır ki, orada ne mukarreb melek ne de mürsel nebi bulunur?’

Mürsel nebiden maksat, Nebî(a.s.)'ın toprağıdır. Melekten maksat, Ceberût nûrundan yaratılan ruhaniyettir.Bilindiği üzere,melek ceberuttan olup lahut nuruna giremez.

38-         Zikir teşbih, Kalb ise tenzih eder.

39-         Tenzîh yâ aklî, ya şer'î veyâ keşfidir.

Aklî tenzîh selbi sıfatlar olan; kıdem, bekâ, muhalefettin lil- havâdis, kıyâm bi-nefsihi ve vahdaniyet ile zât-ı Taâlâ'yı tenzih etmektir.

Şer'î tenzîh de sıfat-ı sübûtiyyede Hak Taâlayı şirkten tenzîh etmektir. Onlar da kudret, irâde, hayât, ilim, semi, basar, kelâm ve tekvîn’dir.

Keşfi tenzîh ise ağyâr (mâsivâ) yanında Hak Taâlayı tenzihtir. Gerçekte, ağyâr (kesret) yoktur.

Allah hidâyet verendir.

40-         Mesîra yani seyr ü sülûk, vâhidi külde, küllü vâhidde şuhûd etmektir.

Mesîra budur, başka bir şey değil.

4

41-         Sıfat, kendisinden dolayı “Gayr’ın sıfatıdır. O'nun sıfatı olmasından dolayı da Ayn'ın mevsufudur. (Mevsûfun aynıdır).

42-         Ka‘be, âlemin kalbi olup zâtın mazharıdır. Tavaf ise sıfatların mazharıdır.

43-         Suâl:

Saîd'in saâdetine dâir ne amel sebkat etdi ki saîd, şakinin şakâvetine dâir ne amel sebkat etdi ki şaki oldu?

Cevâb:

Bil ki ilâhî tecellî iki çeşittir.

Birincisi, tecellî-i akdes yani kazâ-yı ezelîdir. Buradan ilimden malûma istidat verilir. Buna göre mâlûm ilme tâbi olur.

İkincisi, tecellî-i mukaddes yani kader. Buradan malûm istidâdının gereğini taleb eder. Buna göre de ilim malûma tâbi olur.

"Lâ zulmel-yevme” (Bugün zulüm yoktur. Mümin 40/17).

"Ve mâ zalemûnâ ve lâkin kânû enfüsehüm yezlimûn” (Bize zulmetmediler fakat kendilerine zulmediyorlardı. Bakara 2/57)

44-         Allah Taâlâ buyurdu:

"Vemâ halaktü’l-cinne ve'l-inse illâ liya’budûn” (Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet yani kulluk etsinler diye yarattım. Zâriyât 51/56) Yani tezellül etsinler, boyun eğsinler diye. Şüphesiz ibâdet zillettir, baş eğmektir.

İbn Abbâs (r.a.) bu âyetin tefsirinde “beni tanısınlar" diye mânâ verdi. Şüphe yok ki ibâdet yani kulluğun hakikati zillet ile oluşan marifettir.

Ayetteki “lam" sayrûret (eski haline dönmek) için olup ta'lil (sebep bildirmek) için değildir. Çünki yüce Allah'ın fiilleri, maksatlarla illetli (bağlantılı) değildir. Ayetin asıl manâsı; “Ben, cinleri ve insanları ancak bana ibâdet etsinler (yani beni tanısınlar, ulûhiyet gücünün altında kullukta kalsınlar.) diye yarattım?' Demektir.

4

45-         Hz. Peygamber (s.a.s) buyurdu: “Beni gören muhakkak Hakk'ı gördü" Çünki bu, Rubûbiyyetin asâri tecellisindendir. Allahu Teâlâ buyurdu:

 “Vücûhün yevmeizin nâdiratün. İlâ rabbihâ nâziratün” (O gün nice yüzler ışıldayıp parıldarlar, Rablerine bakarlar. Kıyâmet 75/ 22-23.)

Bu, üç tecelliden üçüncü tecellidir:

Birincisi, ahadiyyet tecellisidir. Bu da zâtıyla zâtına olan zat tecellisidir.

İkincisi, ulılhiyyet tecellisidir. Bu da sıfat ve esmâ tecellisidir. Bu tecellinin şuhûdu ancak kalbin bâtınında oluşur.

Üçüncüsü, o da rubûbiyet'tir. Bu da asâr tecellisidir. Şuhûdu ise herhangi bir kuvvet ve duygu ile kayıtlanmaz. Çünki kayıtla, yakınlık, uzaklık, yön, muvâcehe ve bunların dışında nâkisalar ortaya çıkar. Allah ise noksanlıklardan münezzehtir. 

Bundan anlaşılan şudur ki imtinân yoluyla olan rahmetin hakikatı, herşeyin var edilmesine kolaylaştırandır. O da Rahmân isminin hazreti yani makâmıdır. Allah Taâlâ şöyle buyurdu:

"Er-rahmân 'alâ'l-'arşistevâ yani (Rahmân arş ve etrafını içine almış, kaplamıştır. Ta Ha 20/5).

"Lekad câeküm resûlün min enfüsiküm 'azizün 'aleyhi mâ 'anittüm harisun 'aleyküm bi’l-mü’minine raûfun rahim” (Andolsun, size kendi içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. O size çok düşkün, mü'minlere karşı da çok şefkatli ve merhametlidir. Tevbe 9/128) Arş, Rahmân isminin oturduğu yerdir. Orası O'nun mazharıdır. Hidâyet eden Allah'tır.

47-         Hazret, mazhar anlamındadır.

"

48-         İlâhi şuûnât (yani görünümler ve işler) Allah'ın bitmeyen sonsuz kemâlidir.

"

49-         Kıyâmet öldükten sonra ebedi hayâtayeniden dirilmektir. Bu da üç kısımdır.

Birincisi, tabii ölümden sonra, dünyada yaşayışına göre berzah hayâtına dirilmedir. Peygamberimiz (s.a.s.) bu husûsta:

“Nasıl yaşarsanız öyle ölür ve nasıl ölürseniz öyle haşrolursunuz.” demiştir. Bu, küçük kıyâmettir. Buna Nebi (a.s,)'ın şu sözü işaret eder:

“Ölen kişinin kıyâmeti kopmuştur.’

İkincisi, irâdi (ihtiyâri) ölümden sonra kalb-i kudsi ile hayât bulmaktır. Şu sözde olduğu gibi “İhtiyâri ölümle öl de, tabii olarak diril" Bu da, orta kıyâmettir. Buna işaret eden;

 “Eve men kâne meyten fe-ehyeynâhü ve cealnâ lehu nıiran yemşi bihifı’n-nâsi kemen meselühü" (Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine insanlar içinde bir ışık verdiğimiz kimse....gibi olur mu? Enam 6/122.) âyetidir.

Üçüncüsü ise, o da fenâfillahtan sonra bekâbillaha dirilmektir. Bu da büyük kıyâmettir. Buna Allah Taâlanın şu âyeti delildir.

 “Feizâ câeti’ittâmmehu’l-kübrâ" (En büyük felaket (kıyamet) geldiği zaman, o gün insan yaptıklarını hatırlar. Naziat 79/34).

Alah Taâlâ en iyisini bilendir.

50-         Rasûlullah (s.a.s.) Allah Teâladan bir hadîs-i kudsîde buyurur: “ Ben kulumun zannı üzereyim.”

Bil ki hadîste geçen “Ene=Ben” kelimesi Eniyyet-i İlahiyyeden ibarettir. Tıpkı “Hüve=O”nun hüviyetten ibaret olduğu gibi.

Zan, hakkında tereddüt olan konuda galip tarafta olmaktan ibarettir. Aynen vehmin mağlûp tarafta olduğu gibi.

Şekk ise her iki tarafın müsavi (eşit) olmasındadır.

Tahkikan hadîsin manası şöyle olmaktadır:

“Benim zuhûrum, kulumun zannı üzerinedir” yani “Ben onun zannında nasıl zuhûr etmişsem; işte o, ben'im. O halde ayette geçtiği üzere zannı yakin olsun.

"Fe eynemıi tüvellû fesemme vechullah” (Nereye dönerseniz, Allah'ın yüzü oradadır. Bakara 2/115) yani hissiniz, aklınız ve ilminiz nereye dönerse orası ilahî zuhûrdur. Allah hakkı söyler ve doğruya iletir.

51-         Rasûlullah (s.a.s.) buyurdu:

“Fakîrlik her iki alemde yüz karasıdır.”

Ariflerin alimleri şöyle demiştir:

Her iki alemde yüz karalığı; ef'al, sıfat ve zatın Allah'ta tamamen fena yani yok olmasıdır. Öyle ki sahibinin zahiren ve batınen, dünya ve ahirette varlığının olmamasıdır. Bu da tam yakınlıktır ve muhrika (yanıp kül) olmaktır.

Makâm-ı cem' sâlikleri, Hakk'ı müşâhede edip aslâ halkı müşâhede etmezler.

Makâm-ı fark sâlikleri ise halkı Hak'ta Hak ile müşâhede ederler.

Cem‘ul-cem sâlikleri de Hakk'ı ve halkı birlikte şuhûd ederler.

Ahadiyetü'l-cem sahibi de ayırt etmeden her şeyi Hak olarak şuhûd ederler.

Zâtta münderic olan şuûn-ı zâtiyyenin hazret-i ilme gelmesine bâis olan feyze, feyz-i akdes derler. Ve ilme mün'akis olan şuûna a'yân-ı sâbite derler. Ve ilimden ayna gelmesine bâis olan feyze feyz-i mukaddes derler.

Cemî'-i eşyâ hakikat cihetinden ayn-ı Hak’dır, taayyün cihetinden gayr-ı Hak'tır. Her neye baksa hakikat cihetiyle nazar edip Hak'tan gayrı nesne görmez.

İbtidâda fenâ bulan kişinin sıfat-ı rezilesidir. Ve intihâda bekâ bulan sıfat-ı cemilesidir. Belki bu sıfat-ı cemilesini dahi sıfat-ı Hak'ta ifnâ etmek gerektir.

Kezâ

"Vemâ künnâ muazzibine hattâ neb'ase rasûlâ” (Biz peygamber gondermedikce kimseye azabetmeyiz. İsrâ 17/15) âyet-i kerimesinin mânâsında hâsıl olan ihtilâf beyânındadır:

Eşari ve etibbâı, rasûlden murâd her bir ümmetin rasûlüdür. Ehl-i fetreye rasûl-i mübelliğ ba's olunmayınca mâzûrdurlar. Her ne kadar şirk ve küfür ederlerse ehl-i cehennem değillerdir.

Maturidiyye indinde rasûlden murâd Adem (a.s.)'dır. Akâidde mârifetullahta Adem şeriatı kâfidir ve onunla mükellef olurlar. Ehl-i fetret de Hakk'ı bilmeyip küfrederlerse cehennemde muhalled olurlar.

Mu'tezile indinde rasfilden murâd akıldır. Marifet-i ilâhiyyeyi aklen bilip şirk edenler cehennemde muhalleddirler.

Ammâ sıyt-ı risâleti işitmeyen kimseler bir rasûl ile tasdif etmeyenler mâzûrdurlar. Zirâ rasûlü tasdik etmek, şeriatin sıytını işitmek şarttır.

(Nukile min Hâşiyetiş-Şarkavi Mütercemen bi-Lisani’t- Türki).

Sırf kendi nazarıyla nazar eden mahcûbdur. Ancak halk görür. Hak nazarıyla nazar edenin de dört hâli vardır:

Birinci hâl: Eğer sırf vahdet-i zâta nazar ederse hâlü'l- cem'dir.

İkinci hal: Eğer kesret-i suvere nazar ederse hal-i hazretü'l- cem'dir.

Üçüncü hâl: Eğer vahdet-i zâta ve kesret-i suvere yek- nazarda nazar ederse hâl-i cemu'l-cemdir.

Dördüncü hâl: Eğer aslâ taaddüd olmayarak Hak'tan gayrıya nazar etmezse hazretü'l-ayn u vâhidiyyeti'l-cem'dir.

Taksim-i derecât-ı irfâniyye ki dikkatli mütâlaa ve mülâhaza olunduğu hâlde pek çok hakâyık münkeşif olur.

Derece-i evveli, yani şeriat, ibâdet, ilme'l-yakin, akl-ı maâş.

Ta'rifi: Hiye'l-amelü binnefsi litamai'l-cenneti evilhavhi mine'n-nâr.

Derece-i sâniye, tarikat, ubûdiyet, ayne'l-yakin, akl-ı me'ad.

Tarifi: Hiyel amelü binnefsi lirızâi'l-hakkı fe hiye maluletü'l- masdari halisete'l-matlabi Derece-i Sâlise: Hakikat, ubûdet, hakka'l-yakin, akl-ı küll. Tarifi: Hiyel amelü bilhakkı lilhakkı fehiyed dinü'l-hâlisi. 

 

 

FASL-1 SALİS

Hazret-i Hâce Muhammed Nûr'un             kerâmât-ı

kevniyyelerinden bir nebzesinin beyânındadır.

Esâsen bir insan-ı kâmil ve bir veliyy-i ekmelden muntazır ve matlûb olan kemâlât-ı ilmiyye ve kemâlât-ı mâneviyye ise de ekser mübtedîler bazı nâkıs-ı fehm kimselerin hedef-i nazarları mutlaka kerâmât-ı kevniyye olduğundan bi'l-mecbûriyye bazı ahvâl dere edildi.

1

H. 1293/ M. 1876-7 mesele-i zâilesi nihâyetlerinde Pilevne’nin zabtından sonra Ruslar'ın Balkanlar’ı geçip seyl-i belâ gibi cenûba doğru yürüdükleri hengâmda ekser mahal gibi Ustrumca, İştib, Koçana, Üsküp, Tikveş ve havâlîsi halkının dahi o esnada dûçâr oldukları heyecânda mezkûr havâlîdeki mürîdân ve muhibbânın Anadolu’ya hicret edip etmemek hakkındaki telâşlı mürâcaatlarına karşı vatanlarının istîlâ-yı nasârâdan mahfüz bulunduğunu bi'l-etyân hiç bir yere hareket ve hicret etmemeleri için gâyet metînâne bir sûrette cevap i'tâ buyurdukları ve fi’l-hakîka neticenin tıbkı işâretleri gibi zuhûr ettiği anlaşıldığından bu kadar binlerle ailenin te'mîn-i istirâhatlarına bâdî oldular.

2

1275/M. 1858) sene-i Hicriyyesinde Sırbiyye’nin Memfilik-i Osmâniyye'ye karşı tahaşşüdâtına mukâbil o târihte Müşir Çerkes İsmâîl Paşa kumandasında Kosova Sahrası'nda ictimâ eden kolordunun bilâ-harb döneceklerini ve meseleye bâdî olan kralın gayr-ı me'mûl bir vasıta ile helâk olacağını muhibbânından bulunan Paşa-yı müşârun ileyh hazretlerine ifâde buyurduklarını Paşa hazretlerinin maiyyet kâtiblerinden mevsûku'l-kelâm iki zât işitmişler ve cüz'î bir zaman sonra ifâdeleri bi-tamâmihâ zuhûr etmiştir.

3

1871 sene-i Milâdîsinde Fransa ve Almanya devletlerinin muhârebeleri başlamazdan evvel iki akdem ihvânından Manastırlı iki zâta münâsebet-i kelâmiyye arasında yakında Fransa âciz kalıp fenâ hâlde mağlûp olacaktır, buyurmuşlar ve fi'l-hakîka iki ay sonra ifâdelerinin aynı zuhûr etmiştir.

4

1293/1877 senesi mesele-i zâilesinde esâretle Rusya içerisine giden esdikâ-yı mürîdânından Tikveşli bir zâtın fenâ hâlde hastalığından nâşî şümendiferle gece giderken istasyonlardan birinde katarın hareketine yetişemeyip hayatından kat'-ı ümîd edildiği zamânda derhal rûhâniyyet-i aliyyelerine ilticâsını müteâkib kendisini vagonun içinde bulduğunu ifâde eylemişlerdir.

5

Urefâ-yı mürîdânından seyyâh-ı şehîr Manastırlı Hacı Ahmed Baba'nın Yemen kıtasındaki seyâhati esnasında akşama yakın bir zamanda çölde yolunu külliyen kaybedip havf ve hayret âleminde iken rûhâniyyet-i kudsiyyelerine ilticâsını müteâkib derhâl gûyâ kulağının yanında "lâ tehaf yâ Ahmed" (Korkma ey Ahmed) nidâsıyla buyurmuşlar ve fi’l-hâl deveye râkib (binen) bir Arabî zâhir olup te'mîn-i selâmetine bâdî olduğu Hacı Ahmet Baba'nın cümle-i rivâyetindendir.

6

1296/ M. 1878 târihinde Arnavutluk kıtasının nev'ummâ şûrişine (bir mikdâr karışıklığına) sebep olan bazı sebük- mağzanın (düşüncesiz kişilerin) gûyâ ittihâd nâmıyla meydana çıkarmak istedikleri cem'iyyete kerrâren olunan davetlere karşı kendileri dâhil olmadığı gibi mürîdân ve mühibbânından olanların da kat'iyyen duhûl etmediklerini ve çünki mezkûr cem'iyyetin bağı olduğunu ve müsebbiblerinin pek az zamân zarfında taraf-ı devletten te'dîb olunacaklarını (hadlerinin bildirileceğini) beyân buyurmuşlar ve neticesi fi’l-hakîka ifade-i aliyyeleri gibi zuhûr etmiştir.

7

Bakıyye-i ömrünü vatanı olan Manastırda müsterîhâne imrâr eylemek niyetinde bulunduğu hâlde mensup olduğu alayıyla beraber Üsküb'den Serez’e gitmek üzere bulunan muhibbânından bir zâtın berây-ı vedâ Hâce Hazretleri'nin ziyaretlerine gittiğinde hiç Serez'den filân bahsetmeyerek:

-İnşâallah bademâ Manastırda müsterîhâne imrâr-ı hayât eylersiniz, buyurmuşlar ve alayın Köprülüye geldiğinde aldığı emir üzerine kendisi berây-ı maslahat ve yalnızca Manastıra hareket eylemiş ve fi’l-hakhika bakıyye-i ömrünü gâyet refâhiyetle imrâr eylemiştir.

8

1288/M.1871 târihinde muhibbânı tarafından okunan davet üzerine Manastıra geldikleri zamân ehass-ı mürîdânından bir zâtın hanesine teşrîf buyurduklarında bi't-tesâdüf hane sahibinin o hafta zarfında üç evlâdı vefat ettiğinden gâyet me’yûs bir hâlde bulunduğunu gördüğü için hemen bir kâse su isteyip üç defa ism-i celâli zikir ve suya nefes ederek haremiyle kendisinin içmelerini ve olacak evlâtlarının hayrü’l-halef olacaklarını beyân buyurmuşlar ve fi’l-hakîka beyân-ı âlîleri âsârı görülmüştür.

9

Şöhret-i şâyialarına haseden gıyâblarında kendilerini ilzâm ve techîl etmek niyet ve davâsında bulunan pek çok ulemâ¬

yı rüsûm ve meşâyıh-ı kerâmet-fürûş, meclis-i âlilerinde bulundukları zamân hiç birisinin şakşaka edememeleri de eâzım-ı âsâr-ı kerâmât-ı kudsiyyelerinden olduğu vâreste-i kayd u beyândır.

 

El-hâsıl akvâl-i Arabdan olan “el-kantaratu tedüllü alel-

FASL-1 RABİ'

MELAMET VE AHVAL-İ MELAMİYVE HAKKINDA EKABİR-İ ÜMMETTEN BAZILARININ BEYAN BUYURDUKLARI TA'RÎFAT

Şeyhü’l-Ekber’in Fütûhât-ı Mekkiyye’lerinden müstahrec ıstılâhât-ı sûfiyyelerinden:

Melamiyye, içlerindeki hâlleri kesinlikle dışlarına vurmayanlardır. Bunlar, en yüce tâifedir.

Seyyid Şerif Cürcâni’nin ta’rifâtından

Melâmiyye, içlerindekilerini dışlarına vurmayanlardır. İhlâsın kemalinin gerçekleşmesine çalışırlar. Her işi, gayb aleminde kararlaştırıldığı üzere yerli yerine koyarlar. İrâde ve ilimleri, Hakk'ın irâde ve ilmine karşı gelmez. Sebepleri kaldırılması gereken yerden kaldırır, konması gereken yere koyarlar.

Sebebi, koyanın yerinden kaldıran, aldanmış ve O'nun kadrini bilmemiştir.

Sebebin kaldırıldığı yere güvenen, şirk koşmuştur. İşte bunların hakkında “Evliyam benim kubbelerimin altındadır. Onları benden başkası bilemez" hadîs-i kudsîsi gelmiştir.

Şeyh Eşrefzâde Hazretleri’nin Divân-ı aliyyelerinden:

Melâmet yolunu tuttum selâmet mülküne yettim

Bu âşıklar makamıdır komazlar bunda ra’nâyı 

Şârih-i Mesnevi Sarı Abdulah Efendi Hazretleri'nin Meslekü'l-Uşşâk ismiyle benâm kaside-i ârifânelerinden:

Belâ vardır velilerde harâbâti Melâmiler

Velî sanma sen anları mübâhi ehl-i bidatdır

Melâmi anlara derler bilinmeye o sûretle Ne tâc ile ridâsından ne şâl ile ne kisvetdir

Bu cem'in kisvesi tâcı muhabbet nûrudur dilde

Ridâsı hırkası dahi şuhûd-ı Hak’la dehşetdir

"

Urefâ-yı meşâyıh-ı Halvetiyye'den Üsküdari Hâşim Baba Hazretleri'nin Divân-ı âlileri zeylindeki âsâr-ı mensûrelerinden

 “Merace’l-bahreyni yeltekıyân beynehümâ berzehun lâ yebgıyân" (Suları acı ve tatlı olan) iki denizi salıvermiştir; birbirine kavuşuyorlar. (Fakat) aralarında bir engel vardır, birbirine geçip karışmıyorlar. Rahmân/19-20.) âyetinde “merace’l-bahreyni"den murâd kalb-i mürşid ile kalb-i tâlib, “yeltekıyân’dan murâd iki gönül bir olmak, “beynehümâ berzehun lâ yebgıyân’dan murâd mürşid ile tâlib beyninde zuhûr eden ahvâl-i sülük ve etvâr-ı mülâyime üzere zuhûr eden merâtib tasdik ve hüccet tahkik olmak. Nitekim Hazret-i Mûsâ ve Hazret-i Hızır salavâtullahi aleyhime's-selâm beynlerinde vukû bulan berzah-ı külliye ki biri hark-ı sefine (gemiyi delmesi) ve ol biri hedm-i cidâr (duvarı yıkması) ve üçüncüsü katl-i gulâm (çocuğun öldürülmesi) maddesidir.

Nitekim Rasûl-i Ekrem (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ile Hazret-i Ali (k.v.) beynlerinde vukû bulan tarîk-ı Melâmiyye üzere esrâr-ı acibe ve âdâb u erkân-ı garibe ki erbâb-ı Melâmiyye'nin mâlûm ve meş'ûrlarıdır.

Allahümme’rzuknâ bi-naîmi mahabbetihim ve’skınâ bike’si kevseri mârifetihim, âmîn, âmin. Sümme âmîn, bi-hürmeti âl-i Tâhâ ve Yâsîn. (Allahım sevgi nimetiyle rızıklandır ve Kevser şarabıyla bizi kandır.)

İsmail Hakkı Hazretleri’nin Kitâbu’l-Hitâb nam âsâr-ı âlilerinden

Bu fasıl Melâmiye dedikleri tâife beyanındadır.:

Onlar, o kavimdir ki bâtınlarında olan hâlin eseri zâhirlerinde aslâ zâhir olmamıştır. Belki hıfz-ı esrâr ve zabt-ı ahvâl eyleyip ehl-i sır olmuşlardır. Onun için bunlar evliyânın sâdât-ı dâimesidir. Ve seyyid-i âlem tâife-i mezkûra muâmelesi üzere câri idi. Onun için ekser-i umûrda rumûzla iktifa eyledi. Ve zarûret-i kaviyye olmadıkça izhâr-ı mucize kılmadı. Ve vâki olan ibtilâları dahi mânâ-yı mezkûra dair idi. Ve bu sırla amel edip mânâ-yı mezkûra mahal olanlara hükemâ-yı ilâhiyye dediler. Zirâ umûra ilimlerinden sonra muvâzıına vaz' -ı ahkâm eylediler. Ve esbâb-ı zâhireyi mahal-i isbâttan isbât edip emâkininde (mekânlarında) mukarrer kıldılar. Ve nefy lâzım gelen mevzûda nefyetdıler. Ve Hak Taâlanın halk arasında bi- hasbi'l-hükûmete tertib eylediği umûrdan bir nesneye halel getirmediler. Zirâ bir sebebi ki Allahu Taâlâ bir mevzûda vaz' etmiş ola onu ref' etmek vâzı'ı (kaideyi) tasfiye ve kadrini cehldir. Ve bir kimse sebeb üzerine i'timâd eylese mülhid ve müşrik ve arz-ı tabiatta ihlâd etmiş olur. Nitekim bâlâda mufassal zikr olundu. Pes tâife-i melâmiyye mechûletü'l- akdârdır ki onları ol makâma tahsis eden seyyidlerinden gayrı kimse bilmez. Ve bunların hakkında gelir: "Evliyâî tahte kıbâbî lâya'rifehümgayrî”. (Benim kubbelerim altında evliyâm vardır, onları benden başkası bilmez.) Zîrâ burada evliyâ ile murâd evliyâ-yı kümmelîndir ki onları Hak'tan gayrı yani Hakk'a ağyâr olanlar bilmezler, belki gayriyetten hâlis olanlar bilirler. Pes "lâyarifehüm illallahu strrî” (Allah'ın bilgisi dışında onları kimse bilmez.) bundan zâhir olur ve Fütûhât-ı Mekkiyye’de gelir ki: "Melâmiyye Ebû Bekrü's-Sıddîk kademi üzerinedir ki onlardan kerâmât-ı kevniyye zâhir olmaz ve onlar salât-ı hams ve revâtib üzerine ziyâde kılmazlar ve halktan bir hâlet-i zâide ile temeyyüz bulup onunla mârûf olmazlar. Esvâkda (çarşıda) gezer ve nâsla kelâm-ı âmme söylerler ki kalbleri Allah ile ve bedenleri ubûdiyyetle meşgûldür. Ve onlarda taam ve zevk-i riyâset yoktur. Zîrâ kalbleri üzerine rubûbiyyet müstevli olmuştur. Ubûdiyyetle riyâset bir arada mecmû' olmaz. Pes onlar aksâ-yı derecât-ı velâyettir ki onun fevkinde ancak derece-i nübüvvet vardır. Ve onların Kur'ân'dan âyetleri:

 “Hûrun maksûrâtun fi’l-hıyâm” (Onlar, çadırlara kapanmış hurilerdir. Rahmân 55/72)'dır. Zîrâ bunda nisa-i cennet ve hâl-i hûr ile nüfûsu ricâlullah ve ahvâl-i havâs üzerine tenbîh vardır. Zîrâ Allahu Taâlâ hûrîdür ve cevâhirden haymeler içinde ebsâr-ı ehl-i cennetten setr ettiği gibi nüfûs-ı ricali dahi âdât ve ibâdât haymeleri içinde ehl-i dünyâdan hıfz etmiştir ve bu haymelere gayret-i ilâhiyye derler ki zevâyâ-yı kevnde kurulmuştur. Bu cihetten onlarda hârık-ı âdât olmaz ki halkın onlara tazîmine sebeb ola. Ve salah ve zühd ile dahi meşâr olmazlar ve bazı ricâl onların hakkında demiştir: "Sevâdü’l- vechefi'd-dünyâ ve’l-âhire”. Yani vech ile murâd hakîkat-i insan ve sevâddan maksıld siyâdettir. Sevâd ile tabîrin sırrı budur ki: İnsan bi-hubbi'z-zâhir ekvândan bir kevndir. Kevn ise nûr-ı Hak yanında zulmettir. Onun için zâhirde müşâhede olunan sevâd kevndir. Ma'hâzâ dâreynde ehl-i siyâdettir. Lâkin rüsül ile evliyânın farkı budur ki rasûl teşri’ ve tebliğ için zuhûrda muztarırdır. Evliyâda ise bu ıztırâr yoktur. Zirâ ehl-i da'vet değildir. Ve böyle demek dahi vecihdir ki rüsül maslahat tebliğ için ednâ-yı merâtibe tenezzül ederler. Evliyâ ise böyle değildir. Vazife-i celile-i mezkûreye melâmiyye dedikleri iki vecih üzerinedir ki biri kendi nefislerinden hâric ve biri dâhildir. Vech-i hâric budur ki melâmet o tâifenin telâmizesine ve tevâbiine râci'dir. Zirâ Hak yanında taksirlerine nazar edip kendi nefislerini levm ederler. Ve amelde ehl-i ihlâs olmadık diye mahzûn olurlar. Zirâ ferahnâk olmak ba’de’l-kabûldür. Kabûl-i amel ise onlardan gâibdir. Ve bu levm gerçi her ehl-i nefs-i levvâmede olur. Vela.kin onların ashâbına ziyâde ihtisâsı olmakla melâmiyye denildi. Gûyâ ehl-i melâmet olan kendileridir. Bâ-husûs ki kendileri dahi tarik-i melâmetten gelmişlerdir. Pes bidâyetlerinde olan hâl ile vasfkabilinden olur.

Ve vech-i dâhil budur ki onlar indillah mertebe ve mekânet sahibleridir. Bir vechile ki eğer mertebeleri halka zâhir olsa halk onları ilâh ittihâz ederlerdi. Ve secde kılarlardı. Ve ol mertebe vech-i hakikate memâzât-ı tâmmeleridir. Çünkü âmme-i nâsdan ve idrâk-i mahcubinden telebbüs âdet ve ihtiyâr bazı mübâhât ile muhtecib oldular. Amme gibi mahall-i melâmet oldular. Ve bir dahi mertebeleri kendilerini levm eder. Şol mânâdan ki izzet-i rütbe ve saltân-ı mekânet zâhir olmadı. Zirâ eğer bâtınlarının hâli sûrete geleydi rütbeleri gibi kendileri de beyne’n-nâs aziz ve muhteşem ve refi’u’l-kadr olurlardı. Cehlen ve süflen onlara çûb-ı cefa ile dokunmazlardı. Velâkin mechûl olduklarından âmme dahi onları nefslerine kıyâs edip sû'-i muâmeleden hali olmazlar. Nitekim zamânımızda bazı kâmil nâsa vâki’ olan ahvâl-i hâile müşahede olunmuştur. Eğerçi bazı sû'-i tasdi'-i mâlâ-yenbagi edenler âhir ser-nigûn -ı çâh-ı gazab ve matrûd-ı dergâh-ı Rab olmuşlardır.

Ve minallahi'l-ismetu min muadâti’l-evliyâ ve mevâlâti’l- adâ.

(Evliyânın düşmanlarına ve onların yardımcılarına karşı AUah onları korur.)

4

Urefi-yı meşâyıh-ı Celvetiyye'den Hâşim Baba Hazretleri’nin Divân-ı âlileri zeylindeki âsâr-ı mensûrelerinden:

Mâlûm ola ki mezâhir-i âfâkta melâmiyyenin zuhûru mezahirde melâmiyyenin sebeb-i tesmiyesi halk-ı âlemin şekâvet-i ezeliyye üzere zuhûr edenlerin levm ve melâmet etmeleridir ki nitekim mefhar-ı enbiyâ ve seyyid-i evliyâ (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hazretlerine küffâr-ı Kureyş nesl-i benî Ümeyye’den ve gayriyyeden mazhar-ı şekâvet-i ezeliyye olanlar levm ve melâmet ederlerdi ki bizim gibi ekl ve şürb ve cimâ edip ve libâs-ı fâhire ile sokaklarda gezip bey' ü şirâ (alış veriş) edersin ve mâl ve emlâk ve gulâm ve huyıll (atlar) ve cimâl (develer) ve evlâd ü ıyâl edinir ve halktan zekât ve sadakât-ı uhrevî cem' edip kendi ashâb ve akrabâna verirsin ve bana Nâmus-ı Ekber Cibrîl-i Emîn geldi, emir ve nehiy için Kuran ve âyet getirdi. Hâtemü'l-Enbiyayım ve Tevrât ve Zebûr ve Incil’in haber verdiği hâdî-i dîn ve emînü'l-ümmet benim ve yedi kat gökleri ve Arş ve Kürsî geçip urûc ettim ve Allah'ı gördüm, dersin. Henüz yerden ayaklarını bir karış yukarı kaldırıp havâda duramazsın, türlü türlü davâ edersin; hiç senin gibi Ebû Tâlib yetîmi peygamber mi olur? Peygamber olanlar Hazret-i Mûsâ ve Hazret-i İsâ gibi olur ki bi'l-külliye dünyayı terk edip mâl ve emlâk değil, bir habbeye mâlik olmazlar. Ve cümle libâsları koyun derisi olup ve bir hücreye mâlik olmayıp her gece bir ümmetin hânesinde misâfir olup kuvvet-i lâ-yemût ekl ve şürb ederler, diye melâmet ederlerdi. 

Bâis-i hılkat-i dâreyn, sultân-ı kevneyn (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hazretlerinin “levlâke levlâke...” şehâdeti ve “Halakallahu Taâlâ nûri min nûrihi" işâretiyle zuhûr-ı tâmm-ı unsûriyyelerini bilmeyip kıyâs-ı nefs-i bâtılâlarıyla ve zu'm-ı fâsideleri üzere sehhâr, kâhin ve mecnûn ve istidrâc diyerek türlü türlü cevr ve hakâret ve levm ve melâmet ederlerdi. Fî-zamâninâ ehlullaha ettikleri gibi. Lâkin te'yid-i Rabbânî ve kudret-i Rahmânî;

“Yüridûne li yutfiû nûrallahi bi-efvâhihim vallahu mütimme nûrihi velev kerihe’l-kâfirûn” (Onlar ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Halbuki kafirler istemeseler de Allah nurunu tamamlayacaktır. Saf 61/8). mefhûmu üzere her biri bir âsâr-ı Ahmediyye ve mu'cizât-ı Muhammediyye ile (irşâd olanlar) inâyet-i ilâhiyye ve saâdet-i ezeliyyeye yâr olanlar tasdik ve ikrâra gelip necât buldular. Ve şekâvet-i ezeliyye üzere kalanların kimi dünyada berbâd ve harâb ve kimi âhirette giriftâr-ı azâb oldular.

İmdi mukaddemâ ve hâlâ Cenâb-ı Nebî (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'nin mişkât-ı hâtem-i nübüvvetlerinden müstefız ve zâhiren ve sırren nesl-i

pâklerinden zuhûr eden zâhiren ve bâtınen ilim ve irfânlarına vâris olup Hâtemü'l-Enbiyâ olanlar dahi;

“Allahu yestehzi bihim ve yemüddühüm fi-tuğyânihim ya’mehûn" (Gerçekte Allah onlarla alay eder (alaylarından dolayı onları cezâlandırır); azgınlıkları içinde bocalayıp dururlarken onlara mühlet verir. Bakara 2/15). kavl-i şerifi üzere mazhar-ı fitne ve tuğyân olan münâfıkîn vech-i meşrûh üzere levm ü melâmet ve cevr ü hakâret etmeye sa'y ve ihtimâm ederler. Davâ-yı îmân ve ikrâr eyleyen hazer eyler ki serhadd-i hakîkatte muhâfız-ı hısn-ı melâmiyyıln, hâtemü'l-enbiyâ, mürşid-i âlemin a'mâl ve ahvâlini görmeye ve bilmeye tâlib olanların ahvali akla sığmaz. Zîrâ küffâr-ı Kureyş sâhib-i saâdet efendimizin husûsunda dikkat ve tecessüs etmeleriyle mi'râc ve şakk-ı kamer ve istintâk-ı hacer ve eşcâr ve hubûbât gibi mucizâta bâis oldular. idrâk-i nâkıslarıyla nefs ve kavillerine kıyâs edip kâfir oldular. Bilmediler ki Hâtemü'l-Enbiyâ efendimizin cesed-i mübârekleri sâir ecsâdın rûhudur ve onun kalb-i pâki esfel ve âlâyı muhittir. Kalbiyle tasavvur ve tahayyulü ân-ı dâimde cümle ecsâdda zâhir ve nümâyân olur. Bir anda hem serâda hem Süreyyada seyreder. Her bir ecsâd ve eşyâ zıll-ı uzvu ve ervâhları kuvvâ-yı cesed-i mübârekleridir. Cümlesine tasarruf etmek kendi kuvâsında tasavvur etmektir.

Sırr-ı vahiy budur. Nitekim âyet-i kerîmede;

 “Kul innemâ ene beşerün misliküm yuhâ ileyye” (De ki: “Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Fussilet 41/6) kavl-i şerifi, beşeriyyet-i unsûr-ı pâki cümle ecsâdın misli olup ve merci'leri olduğunu “yûhâ ileyye” sırrı beyân eder. Fefhem.

 “Beynehümâ berzehun lâ-yebgtyân” (Aralarında bir engel vardır, birbirine geçip karışmıyorlar. Rahmân 55/20) mısdâkınca "neslen ba’de neslin ve karnen ba’de karnin ile’l- ebedi vârisü esrârın-nübüvveti ve velâyeti hâteme’l-evliyâ” (peygamberlerin mührü nesilden nesile karından karına son velilerin sonuncusuna aktarılır.) sultânu’l-melâmiyyûn olanların teceddüd ve zuhûru beşeriyyetleri sümme ilâ mislin fi illâ misl velâyetiyle bî-aded ve zevk-i irfanları bî-nihâye olmaktadır. Ve kezâlik esrâr-ı nübüvvet ve envâr-ı velâyete mazhar ve vâris-i çehârda merâtib sırrıyla zuhûr eden hâtemü'l- evliyâ, sultânu'l-melâmiyyiln hazerâtının uzv-i mübârekleri cümle ecsâd ve kuvvaları cümle ervâhı muhittir. Ve her biri bir anda hem serâyı hem Süreyya'yı seyreder. Ve selefte zuhûr eden

enbiyâ-yı izâm aleyhi's-selâm zaman-ı saadetlerinde ve nebiyy-i mürsel iktizâ-yı hâl ve zamâna göre ser-hâtem-i velâyet ve tavr-ı melâmet idi. Lâkin bâtın idi. Ammâ nübüvvet bâtın oldu. Anın içindir ki sultân-ı iklîm-i vücıld, imâmu'l-melarniyyıln, hâtem-i evliyâ, mürşidü’l-enfüsî ve'l-âfâk-ı âdem-i mânâ insan-ı kâmilin meşreb ve mesleği üzere tecellî ettiği ef'âl ve a’mâl-i yâre vakıf olmaz.

“Lâ tedrükhü’l-ebsâre ve hüve yüdrikü’l-ebsâr" (Gözler onu idrâk edemez ama O, gözlerden idrâk eder. En'am 6/103) sırrına mazhardır.

“Sümme ebvâhu yehûdâne ve yunsirâne" (Yahudiler ve Hristiyanlar onu baba edindiler.) remzini anlayıp taklîdden halâs ve tahkike vâsıl olur. Ve ata, ana ve kavın ve kabile ve Zeyd ve Amr ef'âl ve akvâline aldanma. Sultân-ı ekâlîm-i vücıld ve mürşid-i kâmili fehmedip imâmu’l-melâmiyyûn hazretlerine iktidâ ile meslek-i ilâhiyye ve meşreb-i melâmiyyeye tâlib ve sâlik olanlara lâzımdır ki her hâlde Hak'la olup halkın halkıyyetini mürşid-i hakkânîde mahv edip her emri mürşidden bilip

Je eynemâ tevellû fe semme vechullah" (Nereye dönerseniz Allah'ın yüzü işte oradadır. Bakara 2/115.) sırrından hakîkat-i mürşidi idrâk edip her sohbeti Hak'tan dinleye, Hak'tan göre, Hak'la göre, bi'l-külliye sıfât-ı İblîs'i ve küfrü ve şerri ve dalâleti ve hîle ve ilhâdı tevhîd ile zât ve sıfat ve ef'âl-i mürşidde mahv edip emîn ola. .

Mâlûm ola ki evvelde ve âhirde Beyt-i Mâmûröa Allah birdir. “Ene inde münkesiretü’l-kulûbi li-ecli" (Kalbimin kırıklığını zâhirimin harâbatîliğinden anla.) hadîs-i kudsîsinde lafz-ı münkesire melarniyyılnu remz ve îmâ eder. F'efhem.

Her şahsın malûmu ilmine göredir. İlim ise malûma tâbidir. F'efhem.

Ammâ inde’l-melâmi^mni’l-âlûn ilim ve vicdân, zevk ve irfân-ı diğerdir. Ehline malûmdur.

Meslek ve meşreb-i sûfiyye Hazret-i İsâ salavâtullahi alâ nebiyyinâ ve aleyh mesleği üzere riyâzât ve envâ’ -ı mücâhedât vesâire ile terk ve ihtiyâr-ı uzlettir. Ancak zâhir-i nübüvvete merbût ve ahkâmıyla müntâcdır. Ammâ meslek ve meşreb-i ehl-i tahkik-i melfuni^mni’l-alûne (bilinen) hâtem-i evliyâ ve vârisü ulûmi’l-evvelîni ve’l-âhirîn, “tahallâkû bi-ahlâkillah” (Allah'ın ahlâkı ile ahlâklanınız. Hadîs.) sırrına mazhar-ı irşâd ile zuhûr edenler, meslek ve meşrebü Hâtemi’l-Enbiyâ ve’l- mürselîn üzre, hilkat-ı eşyâya vâkıfve cemî'-i menâzili kâşiftir. Mebde-i meslekleri Hâtem-i Nübüvvet’in bâtını olan hâtem-i velâyettir. El'ân kâbil-i irşâd olanlar bu sırr-ı dakiki fehm ve idrâk edenlerdir.

Şeyh İsmail Hakkı Hazretleri'nin “Vâridât-ı Suğra” nam kitaplarından:

Melâmiyye şol tâifedir ki halk onlara melâmet ederler ve kendileri gibi kıyâs ederler. Zîrâ onlar her âlemde bi-hasbi’l- muvattan zuhûr ederler. Bu sebebden hâlleri mestûr olur. Maa hâzâ onlar bu tarîkin ricâlidir. Ve onları inkâr etmek hâllerini inkâra râci’dir. Ve hâlleri budur ki Allahu Taâlâ onların kulûbüne tecellî eyleyip heyecân hayrete düşürür. Bu cihetten şedâide tahammül etmek onlara âsân gelir. Ve hicret göstermezler zîrâ mahbûbun muâmelesiyle mütelezziz olurlar. Ve ismini zikr ile ve istima ile hoşluk bulurlar. Ve hâllerini ketm edip erbâb-ı inkâr yanında keşf-i râz etmedikleri arz-ı mahbûbu muhâfazalarındandır. Zîrâ belki ol münkirlerin ağızlarından Cenâb-ı Mahbûb’un tazîmini mahal nesne zuhûr edip ol meclis gazâb-ı ilâhi hulûlüne sezâvâr olurlar. Pes, edeb-i tarikat setr-i râzdır. Ve evliyâya dahl olunan mevâzı'da durmayıp oradan kıyâm veya kâdir ise redd-i anif ile reddetmektir. Veya müderâ tarikını tutup sehl ile ilzâm eylemektir. Ve illâ asimde (günâhta) müşterek olur. Kâlallahu Taâlâ:

 “Ve kad nezzele aleyküm fi’l-kitâbi en izâ semi’tüm âyâtullahi yükferu bihti felâ tak’udû maahum hattâ yahûdû fi hadisin gayrihi". (Oysa Allah size Kitapta (Kuranda) ‘Allah’ın âyetlerinin inkâr edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğiniz zamân, başka bir söze geçmedikleri müddetçe, onlarla oturmayın, aksi halde siz de onlar gibi olursunuz" diye hüküm indirmiştir. Nisâ 4/140).

Ve bazı ehl-i hevâ vebid'at, biz deryâyız, mütegayyir olmayız, diye ehl-i hevâya münkirâtta müsâade ettikleri dâire-i mudilde olduklarındandır. Ve illâ kalben ve lisânen ve yeden tega^für etmelidir. Ve edna’l-emr (en düşük iş) kalble inkârdır ki ona imân-ı miskâli derler. Zirâ şubesi kıllet üzerinedir.

Pes, melâmet şer’ ile amel sûretindedir. Yoksa hilâf-ı şer’ ile değil ve hilâf-ı şer’ sûretinde ibrâz-ı hakikat etmek hilâf-ı şer’dir. Meselâ kâse-i hanın yedine aldıkları hâlde asele münkalib olmak gibi ve bunun ve emsâlinin hadd-i şer’den hâric olduğunu “ittekû mevâzi’ü’t-tühem" (töhmetli durumdan sakinınz) mazmûnundan mefhûmdur.

El-hâsıl bir nesne ki metbû'dan (tabi olmuştan) sâdır olmaya, tâbi’den sâdır olmak memnû’dur, gerekse vech-i baidle te’vile sâlih olsun. Zirâ her yerde te’vil ile din olmaz. Ulemâ-yı zâhir bazı hakâyıka küfür dedikleri kusûr-ı ukullerindendir ki zevâhire muhâlif kıyâs ederler. Maa hâzâ muktezâ-yı kusûrdur. Pes, sühan-şinâs olmayana talim etmek zağ ve zağâna ta’lim etmek gibidir. F’alem zâlik.

1008 tarihinde, Cidde’de vefat eden Gelibolulu Ali Efendi’nin Hilyetü’r-Ricâl fi’l-Aktâbi ve’n-Nücebâ ve’l-Abdâl nam eserinden:

Üçüncü bâb: Adedleri nâ-mahsûr ve kerâmet-i acibeleri mezkûr ve meşhûr olan, “melâmiyye ve muhaddisûn” husûsan “efrâd-ı mukarrebûn” olan evliyâ-yı kerâmet-meâb;

 “Tûbâ lehüm ve hüsnü meâb” (Mutluluk ve güzel bir dönüş yeri vardır. Ra'd/29) zümresinin letâyif-i garibeleri tefhiminde tasvir ve tasdir (öne çıkarma) olunmuştur.

İmdi ol ricâlü celili'l-mikdârdan biri zümre-i melâmiyyedir. Aded-i muayyenleri yoktur. Ve rütbe-i aliyyelerine şâhid, müşâhedeleri be-gâyet çoktur. Ve bi'l-hakkın bunlar tarik-ı Hak'ta olan ricâl-iküberânın sâdâtıdır. Hattâ“ümenâ” (eminler) dedikleri bunlardır.

. Husûsan seyyid-i enbiyâ Muhammed Mustafa (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ve Ebû Bekrü's-Sıddik ve Selmân-ı Fârisi (r.a.) meşâyıh-ı kibârdan Hamdûn Kassâr ve Ebû Saidü'l-Hazzâz, Ebû Bâyezid-i Bestâmi (Rahimehümullahu Taâlâ) bu fırka-ı celileye dâhil olmuşlar idi. Ammâ şeyh-i âlem ve ârif Ebû Abdurrahmân Muhammed bin Hüseyin bin Muhammed bin Mûsâ Sülemi Nişâburi (Rahmetullahi aleyh) bir risalesinde tarik-ı ehl-i melâmet ve bunların ahvâl ve ahlâk ve kerâmetini bir vecihle beyân buyurmuştur ki “tâife-i melâmiyye şol mertebe-i sâmiyye sâhipleridir ki Hak Subhânehu ve Taâlâ bunların bevâtınını kurb ve zelf ve üns ve ittisalden envâ’-ı kerâmetle tezyin edip menzilet-i âlilerini halktan saklamıştır. Ancak mânâ-yı iftirâkta olan zevâhirlerini nâsa izhâr eylemiştir. Tâ ki Hak ceUe ve âlâ ile hâlleri sâlim ola. Pes bu hâl onların a'zâm ahvileridir ki bâtınları zâhirlerinde müessir olmaya. Nitekim Fahr-i Alem (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Leyle-i Mi'râcda mahall-i kurb ve dûndan (alçaklıktan) mahall-i alâya vardı.

“Fe kâne kâbe kavseyni ev ednâ" (İki yay aralığı kadar, yahut daha az oldu. Necm/9} nass-ı şerifine mâsadak hâsıl oldu. Ba’dehu âlem-i mülke indi. Ve ahval-i zâhireden halkla söyleşti. Hâlâ ki dünüvv (yakınlık) ve kurbünden zâhirinde hiç bir nesne peydâ olmadı. Zîrâ ehl-i melâmetin usûlündendir ki zâhirlerinde halk için mir’ât olmaz. Ve bâtınları Bârî Hudâ iledir. Sûreten davâları zuhûr bulmaz. Ve kendilerin esrârına akrabâları ve onların kulübü ıttıla kılmaz. Ve dâimâ halkla tefrika makâmını gösterirler. Ve halkla ayn-ı cem'de müteha^kkık olurlar. Husûsan kazâ-yı hukûk kendilerine âdet olur. Ve her bâr nefislerine yardım etmeyip intikâm ederler. Ve nefislerine ihânetle bezl-i nefs tarîkına giderler. Ve duaları makbûl oldukta mekr ve istidrâc ihtimâliyle melfil ve mahzûn olurlar. Ve cemî'-i ahvâlde nefislerine muhâlefeti evlâ görürler. Ve daimü'l-evkât “ittekû ferâsetü’l-mü’min feinnehu yanzuru bi-nûrullahi’>ı2 (Mü’minin fırasetinden kaçınınız. Zira onlar Allah'ın nûru ile bakarlar.) hadîs-i şerifinin mazmûnuyla âmil olup mü'minlerin ferâsetinden kendilerinde nesne kaldığını istemezler. Ve bir kimsede ki gayrın ferâseti bâkî ola, o kendi nefsi için nice ferâset davâ edebilir, diye istiğrâb ederler. Ve her bâr ki Hak celle ve âlâ ile halleri cem' ve a'lâ ola tevâzu'larını artırırlar. Ve nefislerinin havf ve haşyetini ziyâde görürler. Velhâsıl sâir Müslümanlardan bir halet-i zâide ile kendilere imtiyâz vermezler. Çarşılarda gezerler. Mahal olur ki mü'minîn ile musâhebet dahi ederler. Aslâ onları kimse bilmez. Melâmiyyeden idiklerini idrâk kılmaz. Ve ibâdet ve tâatlarında dahi âmmeden ziyâde bir amel ve onlardan fazla edâ-yı nevâfıl ve riâyet-i sünnet etmezler. Ammâ yine Hak celle ve âlâ ile

22 Hadisi Şerif (Mü'minin fırasetinden kaçınınız. Zira onlar Alah'ın nûru ile bakarlar.)

rüsûh üzere müteferrid olmaları ve bir göz yumup açınca dâire-i ubûdiyyetten çıkmaları mukarrerdir. Ve kendilerinin kulübüne envâr-ı rubûbiyyetin istilâsından o istilâ tahtındaki züll ve iftikârları iktizâsından aslâ riyâsete tama’ etmezler ve ta‘am-ı riyâset ne itliğini bilmezler. Pes, Hak Sübhânehu ve Taâlâ onlara bevâtını bildirdi. Ve a’mâl ve ahvâlden bevâtına müstahak olanları dahi i'lâm eyledi. Felâ cürm (günahsız) her muvattanda (vatan edindiği yerde) istihkâkına göre amel eylerler. Ve bunların mertebesi ricâlullahın ekserinin merâtibinden yücedir. Ve menzilleri cemi'-i menâzilden yüksek derecededir. Velâkin görürler ki Hak celle ve âlâ dünyada halka görünmedi ve hicâb-ı azamet ve kibriyâ ile ihticâb üzere oldu. Onlar dahi efendilerine mütâbaat ile muhtecib oldular ve o hicâb altında kalıp halktan kimseye görünmediler. Ancak seyyid ve mevlâları Hâlık-ı Kirdgâr’a göründüler. Ammâ kaçan ki Hak celle ve âlâ dâr-ı âhirette kullarına tecelli eylese bunların her biri zuhûr-ı Hak ile kendini göstere.

Ve bi'l-cebhe umûr-ı şeriatın külliyyeti tâife-i melâmiyyeye hâl-i vâki' olmuştur. Zirâ onlar ilm-i sahih ve tabaka-ı ulyâ sâhibleri ve ilm-i bâtında ve ehlinde ve ilm-i mevâzin ve edâ- yı hukûkla mertebe-i uzmâ ve yed-i beyzâ mâlikleridir. Hattâ ilm-i hikmet ve ilm-i keşf ve ilm-i âhiret-i müeccele ve ilm-i dünyâ-yı muaccele bu makâmda olanlara musahhardır. Ve bunlar şol hükemâ-yı uzmâdır ki umûru ve esbâbı yerli yerine vaz' eylediler. Ve kemâ yenbagi muhkem ve müstahkem kıldılar. Ve şol mevâzı’daki umûr ve esbâbın nefyi lâzım idi, onlar nefy üzre oldular. Ve Hak celle ve âlânın tertib ettiği eşyâdan hiç bir şeyi menzilinden geri koymadılar. İktidârları bu vechiledir. Ammâ mikdârları ancak Bâri Hudaya ve bu makâma mahsûs olanlara mâlûmdur.

Melâmiyyûnun ey sâlik ne âlidir makâmâtı

Tarîk-ı akla sığmaz bunların keşf ü kerâmâtı

Görünmez sûret ü bâtınları mirat-ı zâhirde

Velî zâhirde bunlar seyr eder sırr-ı hafiyyâtı

^

İmam Şarânî Hazretleri’nin Kitâbü’l-Minen ve'l-Letâif ' nam eserlerinden tercüme olunmuştur.

Allahu Taâlâ Hazretleri'nin bana ihsân eylediği ni'metlerden biri de ricâlullah miyânında a'tâ-yı fırkandır. Zîrâ Cenâb-ı Hakk'ın kendilerine furkan ihsân eylediği ricâlullahın küllisi üç sınıftır. Dördüncü sınıf yoktur. Nitekim Muhyiddîn-i Arabî (k.s.) Fütûhât-ı Mekkiyye'de zikr buyurmuşlardır:

Birinci sınıf ubbâddır. Onlarda zühd ve tebettül, ef'âl-i zâhire-i Mahmûda galebe etmiştir. Ve onların şânındandır ki bulundukları mertebenin fevkinde bir şey görmezler. Öyle bir mertebeye intikâl ve teâlî etmezler. Bunların ahvâl ve makâmâta mârifetten nasîbleri yoktur. Mükâşefeden, ulûm-ı ilâhiyye-i vehbiyyeden de hatları bulunmaz. Mutlakâ fazl-ı ilâhiyyeye i'timâd etmeyerek amellerine güvendikleri hasebiyle habt olunur korkusundan, kendi amellerinin zuhûrundan çekinirler.

İkinci sınıf sûfiyyedir. Bunlar ubbâdın fevkinde bir sınıf-ı ricâldir. Bunlar da amelde cehd ve ictihâd, zühd ve verâ, tevekkül ve bunların emsâli ahlâk-ı hamîde-i sâireye riâyetkârdırlar. Fiillerinin kâffesini de Hak'tan bilirler. Yine bununla berâber bulundukları makâmın, hâiz oldukları kemâlâtın hepsini kendi fevklerinde olan makâmâta nazaran lâ-şey görürler. Bunlarda dahi tabakât-ı ulyâ ehline nazaran bakıyye-i nefs ve ruûnet vardır. Çünki hüsn-i ahlâk ve fütüvvetleriyle beraber yine da'vâdadırlar.

Üçüncü sınıf melâmiyyedir. Bunlar Ebû Bekrü's-Sıddik (Radıyallahu taalâ anh) Efendimizin revişindedirler. Ve bunların şânındandır ki revâtibten başka salavât-ı hamseye bir şey ziyâde ve ilâve etmezler. Kafe-i ibâdetten ancak elzem olanları işlerler. Halk arasında tâat ve ibâdetleriyle temeyüz etmezler. Ta‘am-ı riyâsete katiyyen tezevvuk dahi eylemezler. Çünki Allahu Tebâreke ve Teâlâ Hazretlerinin azamet-i ulûhiyyeti bunların kalblerine müstevli olmuştur. İşte bunlar makâmca fazl ve mertebece kâffe-i tevâif-i richalullahın fevkında, bâlâsındadır. Nitekim kâffe-i sahâbenin a'lâ ve eftali Ebû Bekir (r.a.)'dır. Bu noktada düşün, üç makâmı da iste, lâkin sakın üçüncü makâmdan gayrısına kanâat edip kalma. Ve'l- hamdü lillâhi Rabbi'l-âlemin.

Molla Cami Hazretleri'nin Nefhâtü'l-Üns tercümesinden (s. 116):

Ebû Said Dırâr'ın ve Cüneyd'in üstâdı olan Muhammed bin Mansûr et-Tûsi (k.s.) bir gün bir cemâat içinde söz söylerdi. Kelâm mu'ciz olup melâmet ve ehl-i melâmetin zikrine erişdi. Meclis ehlinden birisi dedi:

-Melâmet sözü bizim ne sözümüzdür, biz melâmetin nesiyiz? Muhammed ibn Mansûr dedi:

-İnde zikrü's-sâlihîn tenezzelü'r-rahmete”.

Hemân saat, yağmur yağmaya başladı. Maa hâzâ gökte bulut eseri yok idi.

1362 Ramazan-ı Şerif

HATİME

Melâmet ve ahvâl-i Melâmiyye hakkında bâlâya naklolunan küberâ-yı ümmetin ef'âl ve ta'rifât-ı aliyyelerinden tafsilen anlaşıldığı veçhile melâmet denilen avâm ile nâ-puhte dervişânın bildikleri gibi yalnız harâbâtîlikten ve halktan hasenâtlarını setr edip seyyiâtlarını izhârdan ibâret olmayıp sırf Rasûl-i Ekrem'e tab'ıyyetten ibâret olduğundan turuk-ı aliyyenin kâffesinden yetişen muhakkıkine dahi melâmi ıtlâkı câiz olur. Ve bu tâife-i aliyyenin ahvâl-i kudsiyyeleri Şeyhü'l- Ekber (k.s.) el-Athar Hazretleri'nin Fütûhât-ı Mekkiyye'lerinin muhtelif bâblarında mezkûrdur. Hattâ tarikat-ı Melâmiyye-i Bayramiyye ricâlinden mürid-i mânevi, Şârih-i Mesnevi Sarı Abdullah Efendi Hazretleri ahvâl-i Melâmiyye hakkında Fütûhât-ı Mekkiyye’de ne kadar ta'rifât ve tafsilât var ise ebvâb ve füsûlünü nakl ve zikr etmek şartıyla "Merâtibü’l-Asfiyâ fı- Sıfâtı Melâmiyyeti’l-Asfiya’ ismiyle bir kitâb-ı mahsûs te'lif buyurmuşlardır ki gayr-ı matbû olarak mevcût olan nüshaları erbâb-ı irfân nezdinde hırz-ı cân edilmektedir. Bazı zevât dahi ta'rifât-ı mesrûde-i melâmiyye hilâfına olarak erbâb-ı melâmeti gûyâ halkıyyet, rü'yet-i cemâl-i Hakk'a mâni ve hicâbdır, i'tikâdında bulunduklarını zan ve kıyâs ettiklerinden sûfiyyeyi melâmiyyeye takdim etmek isterler, hattâ Avârifü'l-Maârif'ten naklen Nefahâtü'l-Üns Mukaddimesi'nde dahi bu yolda işâret vardır. Hâlbuki ta'rifât-ı sâbıkadan ez-cümle Hazret-i Seyyid-i Şerif Cürcâni'nin tarifinden bile lâyıkıyla anlaşılacağı veçhile zümre-i melâmiyye'nin itikâdları böyle olmadığı ednâ bir mütâlaa ile rû-nümâ olur. Şu kadar var ki bu tâife-i aliyye halkı kendilerine levme da'vet etmedikleri gibi hüsn-i zanda bulunmalarına dahi ihtiyâc göstermezler. ' Bir de meşrebinde neş'e-i melâmet gâlib olan bazı ricâlullahın mensûbinine seyyid ve muktedâlarına nisbeten melâmi denildiği erbâbına mâlûmdur.

Ez-cümle kutbü'l-urefa Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri'nden münteşir tarikat şubeleri miyânında “Melâmiyye-i Bayramiyye" ismindeki şu'beden feyzyâb olan zevât-ı kirâmın ahvâl ve âsâr-ı aliyyeleri mâlûm-ı cihânyândır.

Bu tâifenin keyfıyyet-i zuhûruyla içlerinden yetişen meşâyıh-ıvâsılininterâcim-iahvâli meşâyıh-ıNakşbendiyye'den Müstakimzâde Süleyman Efendi de Sarı Abdullah Efendi Hazretleri'nin ahfadından La'lizâde Abdülbâki Efendi merhûm tarafından bir risâle-i mahsûsa ile mufassalan beyân edilmiştir ki bunlardan evvelkisi gayr-ı matbû, ikincisi matbûdur.

Terceme-i hâlini beyân sadedinde bulunduğumuz “Seyyid Hâce Muhammed Nûru’l-Arabi” Hazretlerinde dahi neşve-i Melâmetin galebe-i kâmile ile zuhûrundan dolayı muhibbân ve mensûbinine ekseriyetle Melâmi denildiği gibi bidâyeten Prizren’de Hazret-i Aliyyü’l-Murtazâ (r.a.)’nın akvâl-i kudsiyyelerini câmi’ olan Noktatü’l-Beyân ismindeki risâle-i mahsûsayı tedris ve tefsir buyurduklarından Üsküp ve Prizren gibi bazı mevâkıın avâmı beyninde dahi “Noktacı" nâmıyla yâd olunurlar. Ancak kemâl-i dikkatle bakıldığı ve mizân-ı insâfla muhâkeme buyurulduğu hâlde dünyada her tarik ve mesleğe sülûk edenlerin der-akab mertebe-i kemâle vâsıl olamadıkları bedihi ve âşikâre olmakla beraber muhakkıkı olduğu gibi mukallidi de bulunduğu yek-nazarda teslim edilir. Hattâ, “ Ve buistu li ütemmime mekârime’l-ahlâk “ (Ben, güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim) ve “ Tefteriku hâzihil ümme alâ selâsete ve seb'ine firka" (Bu ümmet yetmişüç fırkaya bölünecektir.) hadis-i nebevileri de buna şâhiddirler. Bu sebebden meslek-i mezkûra sâlik olanların dahi def'aten insan-ı kâmil olmaları lâzım gelmez. Kendileri de her ne kadar o davâda bulunsalar nefsü'l-emre muvâfık olmadığı için tasdik icâb etmez.

Şurası da hafhi olmaya ki meslek-i mezkûr müntesibleri iki kısım olup bir kısmı câm-ı vahdetle neşvedâr-ı feyz-i hakiki olanlardır ki galebe-i sekr-i mânevi icâbâtından olarak maksadlarını bi-tamâm ifade edemediklerinden dolayı ıztırâri bazı gûnâ şathiyyâtta bulunurlarsa da makâmât-ı bekâya terakkileriyle beraber “kellumû’n-nâse ala kaderi ukûlihim" (İnsanlara akıllarının alabileceği kadar söyleyiniz.) emr-i celil-i nebevisine kemâl derece riâyetle mazhar-ı tâmm-ı feyz-i Muhammedi olurlar. Diğer kısmı da gürûh-ı mukallidândır ki bunlar mezâyâsına (meziyetlerine) aslâ vâkıf olamadığı birkaç kemâlât-ı tasavvufiyyeyi tılti misâl öğrenip ötede beride sarf-ı laklaka-gıllukla emrâr-ı eyyâm ederek hem kendisinin dünya ve âhiretini berbâd ve perişân eder ve hem de müntesibi bulunduğunu iddiâ ettiği tarik-ı mes’adet-refıkı (onu saadete götürecek yoldaşının yolunu) lekedâr eyler ki bu gibilerin encâm-ı hâlleri yine müncer (sonlu) olduğu kerrâren görülmüş ve görülmekte bulunmuştur.

Ve minallâhi't-tevfık.

Seyyid Hâce Muhammed Nûru'l-Arabî el-Melâmî

Hazretleri hakkında inşâd olunan kasidenin

tercümesidir:

Bismillâhi'r-Rahmâni'r-Rahim

1.           Ehl-i beyt-i Nebiye muhabbet-i kâmilem ve hürmet-i fevka'l-âdem vardır. Onların yâd-ı mealisi esniyye-i cemileleri, menâkıb-ı bediaları medâr-ı câm-ı safâ ve zevkim, bâdi-i mesti-i fezâ-yı şevkimdir.

2.           Onların şeref-i bihterin-i kudsiyyeleri necm-i Süreyyâdan daha âlidir. Bûy-ı dil-pezir-i fahrlerine nisbeten râyihadâr çiçeklerin kokuları lâ-şey mesâbesindedir.

3.           Onların bir asâlet-i sâbitesi, bir uluvv-i kadri vardır ki tasviri adimü'l-imkândır. Azm-i kat'i-i mevâni’-endâzânelerine karşı, seyf-i sârimin bile tesiri hükümsüzdür.

4.           Onların mefahiri, nucum-ı ziyâdır. Müessir-i ber- güzideleri rahmet-i feyz-nisâr, kerem ve sehâları mahz-ı lütf-i Kirdgâr’dır.

5.           Enf-i azametini bir hâk-i heybet kaplamış, kendini bir hüzn-i azim istilâ etmiş olduğu hâlde kaçan Mürsabdan (Necrân papazından) Allah aşkına suâl ediniz.

6.           Öyle münevver dide-i pirâ yüzler görmüş idi ki onları Cenâb-ı Hayru’l-Enâm mübârek abâsıyla örtmüş idi. İşte bu nûrâni vucâha (yüzlere) malik olan zevât-ı âliyyeyi, yani Al-i Abâ tesmiye olunan akrab-ı âl-i seyyidi'l-enbiyâyı nasıl görmüş olduğunu istinkâh ediniz.

7.           Fahr-i Alem'in nûr-ı didelerine encâl-i kirâmına fart-ı muhabbetimden dolayı, ey beni levm eden kûteh-nazar! Nazra-ı câhilânen her hâl ü kârda hatâ-âlûddur. Ey bâis-i inşâd-ı kaside, meşreb-i Rasfil-i Kibriyâ olan meslek-i celil-i melâmeti bu havâlide neşr ve ibda edin.

8.           O hem-nâm-ı celil-i Mustafâ, o sirâc-ı nûr-ı Hüdâ ise Hüseynü'l-meşreb, şerifü'n-neseb, sâhibü'l-ihtişâm ve cemilü'l- hasebdir.

9.           İşte bu zât-ı muhterem âdât-ı kirâm ve evliyâ-yı izâmdan Hazret-i Bedr-i Mukaddesi'ye nisbeti ihtisâs-ı şâmi olan bir mürid-i manevi, bir ferd-i kerim-i Arabidir.

10.         Hıtta-ı Mısrıyye'nin Mahalletü'l-Kebir kasabasında gehvâre-i zib-i şuhûd olan bu zât-ı ekrem sâhib-i uluvv-i kadr, mâhi-i zulmet-i cehl bir misbâh-ı Hüdadır.

11.         Ceriha-i maneviyyeyi, hüsn-i kelâmı, nutk-ı ulviyyet-i beyânı ile tedâvi eden bir zât-ı âli, vâkıf-ı ahvâl-i Halvetiyye, ârif-i erkân-ı Nakşiyyedir.

12.         Fezâil-i güzide-i maâli-i husûsalarının esâsını Câmi'-i Ezher'de tahsil etti. Şeyh-i celilü'l-kadr Hazret-i Hasanü'l- Kuveysni râyih-i rûh-perver-i manevi ile ta'tir eyledi.

13.         Şeyh-i müşârun ileyh Hazret-i Hâce'yi iklim-i Rûm halkını yani Rûm ili ve Anadolu ahâlisini berây-ı selâmet ve hidâyet minhâc-ı irfân ve saâdete irşâd etmek için vazife-i maneviyye ile gönderdi.

14.         Bir müddet sonra Hicâz'a ba'dehu Mısr’a vararak bir zamân ikâmet buyurdu.

15.         Ba'dehu eşref-i mahlûkât-ı aliyye-i ekmeli't-tahıyyât efendimiz Hazretlerini ziyâret maksadıyla ihtiyâr-ı sefer ederek Medine-i Münevvere’de Resûl-i Ekrem'in nâil-i imdâd-ı manevileri oldu.

16.         Mekke-i Mükerreme'ye avdetinde, rûhâniyyet-i Fahr-i âlemden şu emr-i mücellâyı almış idi:

“Rûm cihetine git, uhde-i irfân ve himmetine tefviz olunan vazife-i kudsiyye-i reşâd-ı hüsn-i edâ ile ifâ-yı ahd et!"

17.         İşte bu emr-i celile imtisâlen aynı havâliyi teşrif ve irşâd ile bir tâife-i mes'ûdeyi tahsis eyledi ki bunlar ona ilticâ etmek sûretiyle makâm-ı muallâ-yı irfâna vâsıl ve üç aksâ-yı fevz ü necâta nâil oldular.

18.         İlm-i tevhid-i ilâhi ve esrâr-ı hakâyık-ı Muhammediye dâir kırktan ziyâde âsârı mahalde te'lif eyledi ki o müellifât-ı celilenin mazmûn-ı dakâyık-nümûnda eser-i hayât-ı dâime münderic dâfıe-i askâm ü âlâm mündemicdir.

19.         Bir nizâm-ı manevî, keşf ve irfân-ı telkin eylediler ki ahkâm-ı şerîat-i garrâ onu her zamân te’yîd ve alâ buyurmaktadır.

20.         Ustrumca'da irtihâl-i dâr-ı bekâ eylediği zaman gûyâ bâd-ı sabâ tanîn-endâz olup fecrun-nizâm (H. 1305) terkîb-i manîdârını târîh-i vefât yazınız, diye işâret eyledi.

21.         Ehl-i Beyt-i Rasûle muhabbet-i dâimem, hürmet-i sâbitem tevâlî eyledikçe kalbim o zât-ı âlînin rûh-i pâkini terâhüm edecektir.

Şâir-i âlî-nevâ İstanbul! Ali Rızâ Efendi

merhûmun kasidesidir.

Der-sitâyiş-i Hâtimetü'l-Muhakkıkin-i Ekmelîn Şeyhunâ ve Seyyidinâ Hâce Muhammed Nûru’l-Arabî (k.s.a.).

Gün gibi tâb veren mâh-ı ruh-ı enverine

Nûr-ı zâtiyle cilâ vermiş anın peykerine

Şeyhinâ seyyidinâ Hâce Muhammed Nûr’un

Bağlıdır Hızır nebî kâmil-i zî-anberine

Hüsn-i mânende-i şübbân behçetidir anın

Düşdü aşkı râh-ı ashâb-ı dilin ekserine

Şâhididir âlem-i manada o sırr-ı a'zâm Dil verir mi dü-cihânın mâ-melek efkârına

Pâdişâhân-ı zamân sâili olurdu anda Rağbet etseydi cihânın hele sîm ü zerine

Zevkince olsaydı günlüne melek-i nâsût

Hâ görüp eylerdi zülf-i benâtı derine

Buldu şanla şeref tahtına isti'dâd

Haremin şâhıdır ol kimseyi koymaz yerine

Vâris-i ekber dihim şeh-i levlâkin

Tâc-ı gavsiyyeti izzetle urunmuş serine

Kutbu'l-agvâsdır ol gavs değildir aslâ

Konmadı jeng-i sivâ mufassala-i cevherine

Cebhesi meşrık-ı nûr-ı âyîne-i bismillah

Gül yüzü fatiha tefsir ediyor hâverine

Şerhidir sırr-ı kazâ nâtıka-i efsahının

Müncî nûr-ı Hudâ bâsıra-i enverine

Öyle sâki-i safa-bahş-ı meânîdir ki Teşne rûhu'l-urefa her kadeh-i kevserine

Öyle cemşîd-i cihân-ı melekûtîdir ki Kadd-i sinân-ı dest-i tesâil-i evzâ der sağırına

Öyle sultân-ı haşem-perver-i lâhûti kim Ceberûtîler olur ser-be-zemin muabbirine

Öyle bir saf-şiken-i âlem-i kesretdir ki

Cevelângâh-ı kuzâtının gelir hançerine

Öyle bir perdedir hacle-i vahdetdir ki

Saldı tûfân-ı belâ savleti aşk kişverine

Kalmadı mülk-i vücûd içre hicâb-ı mâni'

Tarayan etdi fenâ vech-i ehad nâzırına

Hâsılı her neye olsa nekrân ol ârif

Vech-i cânâna doğar mâlı gibi manzanna

Nûrdur öyle ki tesiridir elhak varsa

Bahş-ı hâsıyyet eden murg-ı hümâ şehperine

Müftehir pertev-i iclâline kurs-ı hurşid

Münteşir aks-i ruhu leylelerin mukmerine

Sâye-i pertev-i iclâl-i cihân-ı azmût

Kibriyâ züyhur olur ise ne aceb efserine

Feyz-i hürriyyet-i vicdân iledir mahi-i kayd

Hiç tenezzül mü eder tabı cihân-ı züy(ıruna

Halvet ü kisvete mevkûf değildir feyzi

İlm ü irfân iledir reh-nümâ kemterine

Hâce-i pür-hüner üstâd-ı hakikatdândır

Akl-ı küll vâlih olur mantık-ı vecd-âverine

Tılısm-ı râz-ı İlâhidir fahr-ı âlem (s.s.)

Bu da miftâh-ı celidir o velâyet eri

Açdı esrâr-ı nübüvvet ü vilâyâtı bütün

Saçdı tevhid-i Hudâ nûrunu cân ahterine

Tercemân-ı harem-i hâs-ı dâhidir bu Mahrem-i râz-ı derûndur rüchân-ı serverine

Dinse şâyeste buna mutahharun yuhyi'l-mevtâ

Cân bulur olmuş eser düşse yed-i akderine

Feyz-i enfâs-ı Mesihâ görünür nutkunda Rılh-ı Meryem bile âşık dem-i cân-perverine

İşte âsârı alup örümcek tecrübeye

Niçe isâr feyz etmede gör çâkerine

Sensin ey hâtime-i ehl-i tahkik

Fer veren nûr-ı basiretle gönl-i muteberine

Zâirem türbe-i kalbimde kemâlâtını hep

Feyz-bahş olmadasın üns ü melek maşerine

Seni mümkün mü senâ kâl ü kalemle hâşâ Ben senâ-hân olamam kenz-i hafâ masdarına Arz-ı deryûzedir ancak kereminden maksûd Yoksa meddâh olamam sen gibi dîn serverine

Feyz umup atıfetinden dil-i sûzân-ı Rızâ

Yüz sürer şeyhimizin derine devlet-i dirine

Yâ Seyyidinâ Muhammed el-Nûr merhabâ

Nûrundur ehl-i aşka matâf ey perî-likâ

Müstağrak-ı tecellî-i a'lâ-yı zâtsın

Feyzinle âşıkânın içer cür'a-ı fenâ

Yok yok hatâya düşdü kulun ayn-ı nûr

Zâtınla ehl-i derd bulur sermedi likâ

Mahv eyledin kuyıld u izâfâtı ser-te-ser

Kabrinde olur bülbülân Allahu lâ sivâ

Râh-ı muhabbetinde harâb it Rızayı kim Kâr-ı âferîn olur ana sermâye-i velâ

Nâzımu'l-Hikem Hamdî Bey'in

Çünki mezmûm ü melâmet-zedeyem mağfılram Ben ki zühhâd ile hem-bezm olamam mâzûrum İftihârımla nola çarha mübâhât itsem

Yine hâk-i kadem-i Hâce Muhammed Nûr'am 

 

Tekke Levhası (Melâmiler yedi bahre daldılar. Yedisinden cevâhirler

aldılar, Yedi iklim dört köşeden aldılar. Zevklerine yok nihâyet çüııki

Haydan aldılar.)

 

Seyyid Muhammed Nûrü'l-Arabî'nin

Kronolojik Hayati

*             1813 yılında Mısır'da Kahire ve İskenderiye arasındaki Mahalletü'l-Kübrâ isimli şehirde doğdu.

*             Dört yaşında babasının vefatı üzerine annesi ile beraber üç sene dayılarının himayesinde kaldı.

*             1820 yılında yedi yaşındayken Kahire'deki Câmi'ü'l- Ezher'de Şeyh Hasan el-Kuveysnî'den talim ve terbiye gördü. Bu zattan dokuz yıl boyunca ilim tahsil etti.

*             1828 yılında Yanyalı Şeyh Ahmed Efendi ile birlikte Yanya'ya gitti, bu esnâda Nakşbendî şeyhi Yûsuf Efendi'ye intisap etti.

*             1829 yılında Yûsuf Efendi'nin emri ile hac vazifesini yerine getirmek için Mekke'ye gitti. Bu yolculuğunda Şeyh Ömer Abdurresûl’den hadîs eğitimi, Şeyh İbrahim eş-Şemârıkî’den Halvetî-Şabânî, Ekberî ve Üveysî icâzetleri aldı.

*             1829 yılında gördüğü bir manâsında Resulallah (s.a.s) Efendimiz tarafından kendisine üç satır yazı verildi. Bu yazı Hz. Ebubekir Sıddîk Efendimiz tarafından “Tevhîd-i Ef'al, Tevhîd-i Sıfat ve Tevhîd-i Zât" makamlarının kendisine telkin edildiği şeklinde yorumlandı.

*             1833 yılında Mısır'a geri dönmüş, burada şeyh Hasan el- Kuveysnî ile görüşmüş almış aldığı manevî emir ile Rumeli'ne gitmek üzere yola çıkmıştır.

*             1833 yılında İskenderiye ve Antalya üzerinden Gelibolu'ya ordan Selanik ve Serez'e geçti. Buradaki medresede kısa bir süre müderrislik yaptı. Oradan Demirhisar, Doyran, Ustrumca yoluyla Koçana'ya varıp oradaki medresede müderrislik yaptı.

*             Üsküp valisi Hıfzı Paşanın daveti üzere Üskübe geldi. Paşanın çocuklarının eğitimi için altı ay Üsküp, altı ay Koçana'da kalmaya karar verdi.

*             1839 yılında Nakşbendi şeyhi Abdulhâlik Kazanî'ye intisab etti.

*             1843 yılında Hacca ikinci defa gitmiş, bu vazifesini ifa ederken Mekke-i Mükerreme'de Derviş Muhammed el-Mekkî ile görüştü. Bu süre içinde manada Resûlallah hazretleri tarafından Makam-ı Cerri, Hazretü'l-Cem’ ve Cem’ü'l- Cem’ makamları telkin edildi. Şeyh Abdulhâlik Kazanî'nin halifelerinden Şeyh Mustafa el-Trabzonî'den Nakşbendî icâzeti aldı.

*             Aynı senenin hac dönüşünde Cin Kalesi denen bölgede konakladıkları sırada Hz. Resulallah tarafından Ahadiyyetü'l- Cem' makâmı telkin edildi.

*             1850 yılında Hassa Müşiri Selim Paşa'nın daveti üzere İstanbul’a ilk ziyaretini yaptı. Altı ay misafir olarak kaldığı süre içerisinde bir çok ulemâ ve meşâyıh ile temasta bulundu.

*             1851 yılında ihvânına melâmet neş'esi üzerine tevhîd makâmlarını telkin ederek irşâda başladı.

*             1852 yılında Çerkez İsmâîl Paşa'nın davetiyle Manastır'a giderek üç ay misafir kaldı. Bu süre içinde Şeyh Bedreddîn (k.s.)'nin Varidât isimli eserini şerh yazdı.

*             1868 yılında hakkında yapılan asılsız şikayetler üzerine hakkında tahkîkât başlatılmak istendi. Kendisini tanıyan zaptiye müşiri Hüsnü Paşa tarafından iddiaların asılsız olduğu tesbit edildi. Bu hâdisenin vukuunda Seyyid Hazretleri İstanbul'a davet edildi, devlet ricâli ve şeyhülislâm ile görüştü.

*             1869 yılında Topal Osman Paşa ve Hüsnü Paşanın daveti üzerine oğlu Şerif Efendi ile birlikte beş ay boyunca İstanbul'da misafir kaldı. 

*             1870 yılında Tikveş'te birkaç gün misafir kaldı. Bu esnâda yaşadığı bir tecellî ile kendisine "Kutbiyyet” makâmı verildi.

*             1871 yılında Şeyhülislâm Ahmed Muhtar Molla Bey Efendi'nin daveti üzerine İstanbul’a gelen Muhammed Nûr, bu ziyâretinde Harirîzâde'nin Boyacıköy'deki yalısında misafir oldu.

*             1879 yılında Ustrumca'ya yerleşti.

*             1879 ve 1884 tarihlerinde iki defa hacca gitti.

*             12 Mart 1887 yılında son zamanlarını geçirdiği Ustrumca’da vefat etti, vefat ettiği odasında defnedilerek üzerine türbe yapıldı.

*             Osmanlı devletini balkanlardan çekilmesinden sonra Yugoslavya döneminde 1945'ten sonra türbe yıkıldı. Yerine önce Postahane sonra da bir Hotel yapıldı.

Son sözümüz ise devletlilerden bir istirham, Cenab-ı Hakk'a duamızdır:

 

* 2015'te Hz. Seyyid'in yaşadığı mekan ve türbe Ustrumca Belediyesi'yle Türkiye'nin sahipliğinde aslına uygun bir şekilde restore edildi. Türbenin bitişiğine Hz. Pîr adına bir büyük kültür merkezi yapıldı.

 

Seyyid Muhammed Nûrü'l-Arabî'nin

Eserlerinin tam listesi

Türkçe Eserleri

1.           Şerh-i Evrâd-ı Üsbuiyye

2.           Ed-Dürretü's-Seniyye fi Şerh-i Risâleti'l-Gavsiyye

3.           Şerh-i Kelâm-ı İmâm Ali

4.           Risâle-i Noktatü’l-Beyân

5.           İhsânü’r-Rahman Şerh-i Risâle-i Şeyh Rıslânı Dımışkî

6.           Şerh-i Kaside-i Şeyhü'l-Ekber

7.           Şerh-i Gazel-i Hacı Bayram-ı Velî “Çalabım bir şâr yaratmış iki cihan arasında"

8.           Risâletü’n fi Tefsiri’l-Fatihâ

9.           Delilü'l-Uşşak

10.         Kitâbü'd-Devâiri ve'l Eflâk fi Beyâni Tasarrufâti Sâhibü’l-

Mülki ve'l-Emlâk

1 l.Dairetü’l-Vücûd fi Beyan-ı Makâmü’l-Mahmûd

12.         Risâle-i Sülûk-i Hakikat

13.         Ed-Dürretü’n-Nefis alâ salâtı ibn-i İdrîs

14.         Risâle-i Tevhîd-i Behiyye : Risâle-i Tevhîd-i İlâhî

15.         Risâle-i fi Beyân-ı Sülûk-i Şerîat ve Tarîkat ve Hakîkat

16.         Risâle-i Saâdet ve Şekâvet

1             7.Delâilü’l-Hayrât Şerhî

18.         Risâle-i Şerh-i Ezân-ı Muhammedî

19.         Risâle-i Sırr-ı Ezân-ı Muhammedî

20.         Manzarü’l-Küfr

2             l.Ecvibetü'l-Lâzime fi es’ileti’ş-Şeytâniyyeti’l-Mezkûre fi

Muhammediyye

22.         Hâdiü’l-Uşşak

23.         Tuhfetü’l-Mahmûdiyye

24.         Şerh-i A’yân-ı Mümkinât

25.Sırrü’n-Nebei’l-Hak

26.         Tefsir-i Sûre-i Yusuf

27.         Tefsir-i Sure-i Feth

28.         Menba'ün Nûr fi Ru'yetü'r-Resûl

29.         Risâle-i İlm-i Hal

30.         Beyân-ı Tecelli'l Hak ale’l-Merâtib

31.         Şerh-i Akâid-i Nesefiyye

32.         Risâletü’l-İsmâîliyye ve’l-Atiyyetü’d-Dürriyye fi Tarî'kin- Nakşiyyet-i ve’l-Melâmiyye

33.         Risâle-i Salihiyye

34.         Risâle-i fi’t-tasavvuf

35.         Risâle-i Saidiyye

36.         İhtiyâr ve Kıdem Risâlesi

37.         İhlâs-ı Şerîf Tefsiri

38.         Miftâh-i Kenzi’s-Salât

39.         Mürşidü’l-Uşşak

40.         Risâle-i Necât-ı Sâlik

41.         Niyâzî-i Mısrî Divânı Şerhi

42.         Nutk-ı Alîleri

43.         Risâle-i Sıfâtü’l-Me’anî

44.         Risâle-i Sıfât-ı Subutiyye

45.         Risa.le-i Ahadiyyet Tercümesi

46.         Rehber-i Salât

47.         Tarif-i Melâmiyye

48.         Risale-i li-Hazreti Şeyh Hace Muhammed Nûrü’l-Arabî El-Melâmi Kuddise sırruhu’l-ali

49.         Türkçe takrirâtı

50.         Mektup

Arapça Eserleri

5 1 .Mecâli’z-Zehrâ alâs-Salavâti’l-Kübrâ li’ş-Şeyhi'l-Ekber

52.         el-Yâkûtu’l-Hamrâ alas-Salavâti’s-Suğrâ li’ş-Şeyhi’l-Ekber

53.         Feracü’n-nüsûs Şerhu'n-Nakşi’l-Füsûs li’ş-Şeyhi'l-Ekber

54.         El-Letâifü't-Tahkîkât       fi-Şerhi’l-Vâridât              li'ş-Şeyhi’l-

Bedrüddîn

55.         El-Envâru'l-Muhammediyye fi-Şerhi Risâleti'l-Vücûd li- Seyyidi'ş-Şerifı’l-Cürcâni

56.         Et-Temşiş alâ-Salavâti ibn Meşiş

57.         Kenzü’l-Mahfi ‘an-Ehli'l-Hicâb

58.         Burhânü’s-Sâlikin

59.         Meşâhidü't-Tevhid

60.         Risâletü'l-Mukaddime li-Metâli'i'l-Füsûsü’l-Hikem

61.         Kitâbü’r-Reşâd fi’l-Mebde ve’l-Meâd

62.Seyrü't-Tevhid

63.         Şerhu Hakâyıkı’l-Eşyâ

64.         Risâle fi Beyân-ı Hakikat ve Mecâz ve Kinâye

65.         Risâle fı-Beyân-ı Kerâmât-ı Evliyâ

66.         Risfile-i fi-Keyfıyyet-i îmân-ı Fir'avn

67.         Fezâil-i İmâm Ali Radıyallahü Taâlâ anhü

68.         Risâle-i Ahadiyyetü'l-Vücûdiyye

69.         Risâle-i Reddiye alâ İrâdeti’l-Cüz’iyye

70.         Şerhü Ebced

71.         Tefsirü Sûreti’l-Kevser

72.         Kasr-ı Arifân Nazar-ı Aşıkân

73.         Nekabetün Cami'atün Li'ltahkikati Ve’l-Mecazi Ve’l

Kinayeti

74.         Nutku Seyyid Muhammed Nûr

75.         Arapça Takrirâtı

 

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar