Menakıb-ı Şeyh Seyyid Hace Muhammed Nûru'l-Arabi Beyan-ı Melamet ve Ahval-i Melamiyye
Yazan:Bursalı Mehmed Tâhir Bey
Hazırlayanlar
Mustafa Tatcı & Burak Anılır
Arapça Kısımların Tercümesi
Hasan Fehmi Kumanlıoğlu
“Kınayanın kınamasından korkmazlar. Mâide/54.”
1
Melâmet, Hak erenlerce risâletten
sonra en yüksek makam kabul edilmiştir. Varlık dairesine düşen insanın nihâi
hedefi budur. Zira bu makâm mânâ yolcusunun her türlü taassuptan kurtulup
Cenâb-ı Hakk'ın hakikatine yükseldiği noktadır. Melâmet bir tarikat olmaktan
öte cezbe ve irfân yoluyla yaşanan bir tavırdır. Şeriatin hakikatiyle idrâk
edildiği ve marifetin zevk edildiği bu tavır kâideleri belirlenmiş bir erkân
olmaktan ziyâde “Meslek-i Muhammediyye" kavramıyla anlatabileceğimiz bir
sülük tarzıdır. Tevhidi gönül âleminde kemâliyle idrâk eden melâmet ehli Hak
dostları, vücûd-ı vâhidi yokluklarının idrâkiyle bihakkın yaşamışlar, ahadiyyet
sırlarını hâl-i hayâtlarında vicdânlarında tatmışlar ve nâmlarını melâmetde
nişân eyleyerek “rûh-ı vâsilin olmuşlardır.
Esmâdan müsemmâya sefer eden
“kepenek altındaki er"lerin tavrı budur, başka bir şey değil!
Yakın tarihlerde manâya göçen
Osmân Kemâli Hazretleri (ö. 1954) melâmet hırkasını giyen sultânları şahsında
ne güzel anlatır:
Aşkın beni rüsvâ-yı cihân eyledi
gitdi
Yakdı ciğerim bağrımı kan eyledi
gitdi
(Aşkın beni bütün âleme rezil
etti. Ciğerimi yakıp bağrımı kan etti gitti.)
Efgân ne büyük hâil imiş râh-ı
talebde
Hep ehl-i taleb geldi figân
eyledi gitdi
(Talep yolunda inleyip bağırmak
ne büyük engelmiş. Bütün talep ehli geldi, figân etti gitti.)
Erbâb-ı dili gör ne taleb var, ne
emel var
Hak ile gelip Hakk'ı beyân eyledi
gitdi
(Gönül adamlarını gör, ne talep
ne de bir emelleri var. Onlar Hak ile gelip Hakk'ı söyleyip gittiler.)
Cânân yüzünün sırrını fâş etmedi
kimse
Erbâb-ı sefâ dilde nihân eyledi
gitdi
(Sevgilinin yüzünün sırrını hiç
kimse dile getirmedi.
Hakikat ehli bu sırrı
gönüllerinde sakladı gitti.)
İrfânsız eğer şâh-ı cihân olsa da
insân
İnsânlığa âlemde ziyân eyledi
gitti
(Cenâb-ı Hakk'ı bilmeyen insân
cihânın şâhı olsa da âlemde insanlığa zarar verir.)
İnsan ikiden hali değil iş bu
cihanda
Yâ canını ten, ya tenini can
eyledi gitdi
(İnsan bu cihanda ikilikten
kurtulmuş değil. Ya canını ten, ya da tenini can eyledi gitti.)
Onlar ki bu alemde gelip daldı
sivaya
Hayvan gibi her işi yaman eyledi
gitti
(Onlar bu aleme gelip Allah'tan
başka şeylere daldılar. Hayvan gibi her işi zorlaştırıp gittiler.)
Esmâ’da müsemmayı görüp fakra
erenler
Eşyada nihan sırrı ayan eyledi
gitdi
(İsimlerde isimlenen gerçek
varlığı görüp anlayanlar kendileri Hakk'ın varlığında yok ettiler. Bu yokluk
ehli çokluktaki gizli sırrı açığa çıkardılar.)
Canan ile can birliği buldu
rızada
Rûhunu rızasıyla revan eyledi
gitdi
(Canan ile can birliği Rıza'da
buldu. Rûhunu gönül rızasıyla sevgiliye verdi gitti.)
A’ma ise de nûr-ı basiretle
Kemali
Namını melametde nişan eyledi
gitdi
(Kemali zahiren görmese de kalp
gözünün nûruyla namını melamette nişan eyledi gitti.)
4
Bazı musannifler melamiliği her
ne kadar üç döneme tasnif etmişlerse de aslında melamilik, Cenab-ı Hakk'ın
“Allah katında din İslâm’dır.” (Al-i İmran/19) ayeti gereği adem-i mana olan
insân-ı kamil ile başlar, makâm-ı Muhammed'de zirveye ulaşır. Zira melâmet
İslâm'ın özü, ilm-i ledünnün kaynağıdır. Bu bakımdan melâmîliği Hamdûn Kassâr
Hazretleri'yle başlatmak doğru değildir. Gerek Hamdûn Kassâr ve gerek ikinci ve
üçüncü devre melâmî pîri diye anılan Hacı Bayram-ı Velî'nin halifesi Bıçakçı
Emîr Dede ve Seyyid Muhammed Nûr Hazretleri bu mesleğin güzide birer
temsilcisidir. Esasen tarih boyunca yaşayan her kâmil bu tavrı bir şekilde
yaşayan ve temsil eden melâmet erleridir.
Hakikat şu ki, melâmet sırları
dile gelmez, gönülden gönüle nakşolunur.
Nitekim Hz. Peygamberden
melâmetin hakîkatini tahsil eden Hz. Alî (k.v.) Efendimiz ve yine Ebu Hureyre
(r.a.) bu sırların gizlenmesi gerektiğini işâret buyurmuşlardır.
Bu meyânda Ebu Hureyre “Hz
Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)den iki ilim hıfzettim. Onlardan
birini yaydım. Diğerine gelince, eğer onu da yaymış olsaydım, benim şu boğazım
kesilirdi." buyurmuştur. Kezâ tarih boyunca bu hakikat sırlarının taşması
bazı melâmet erlerinden şatahât kabilinden sözler çıkmış ve neticede bazı Hak dostları
şehadet şerbetini içmek zorunda kalmıştır. Hallâc-ı Mansûr, Seyyid Nesimi,
İsmail Maşûki ve Hamza Bali gibi azîzlerin her biri bu yolda cân veren mücessem
birer aşktır. Kaldı ki şerîat binâsından bir taş çıkaranın yerine başını
koyması melâmet yolunun kâidelerindendir. İşin zâhiri böyle olmakla birlikte
mânâsı böyle değildir. Her ne kadar şerîat binasından bir tuğla çıkardıkları
sanılsa da vücûd-ı vâhide vâsıl olmuş hiçbir Hallâc melâmet sırlarını açığa
vurmamışlardır. Ehline mâlûmdur ki onları melâmet şehidlerinin sözleri gerçek
makamlarının sızıntısıdır, kendisi değil. Bu sızıntıları bile akılla ve nakille
bilmenin imkânı yoktur.
Tarîkatler tarihiyle ilgili
araştırma yapanların melâmîliğin tarihî seyri bakımından üç ayrı kolda
incelenmesinin hakikat yolcuları için hiçbir manası yoktur. Bu bakımdan ilk
dönem ve Nişabur melamîliğinin temsilcisi kabûl edilen Hamdûn Kassâr (ö. 884);
ikinci dönem temsilcisi kabûl edilen Hacı Bayram-ı Velî Hazretlerinin halîfesi
Bıçakçı Emir Dede (ö. 1475) ve keza üçüncü dönem melâmîliğinin pîri kabûl
edilen Seyyid Hazretleri'nin bu tarihî seyr içinde kol başları addedilmesi
doğru değildir. Zira makâm-ı ahadiyyette seyreden her kamil açığa vursa da
vurmasa da melâmetî neşveye sahiptir. Bu neşeyi nefsinde zevk edinen her
kâmilin mizaç ve tavırlarında pek tabiî olarak farklar olacaktır. Nihâyet her
kâmilin silsilesi değişik tarîkatlerden gelse de hepsinin kaynağı Hz. Ali
vasıtasıyla nûr-ı Muhammedî'nin kaynağı Resûlullah'a çıkar.
"'
Burada mevzûmuz olan melâmî pîri
Seyyid Muhammed Nûr Hazretleri (d. 1813/ö. 1887) Mısırda dünyaya gelmiş El-
Ezher'deki eğitiminden sonra Anadolu ve Rumeli'ye gelerek bizden biri gibi yani
bir Türk gibi yaşamıştır. Hakikati nefsinde zevk edinen vahdet-i vücûd
makamının bu büyük ârifi “kerâmet-i kevniye kapıları kapanmış, kerâmet-i ilmiye
kapıları açılmıştır." sözüyle gelecekte en büyük gücün ilim olduğunu
vurgulayarak modern zamanların düğmesini basmış böylece en önemli kerâmetini
göstermiştir. Bugün geldiğimiz noktada Seyyid Hazretleri'nin nutkunun Hak ve
hakîkat olduğu alenîleşmiştir.
Seyyid Hazretleri'nin Rûmeli ve
İstanbul’da irşâd faaliyetlerinde sergilediği tavır incelendiğinde görülecektir
ki onun yegâne gâyesi, İslâm tasavvufunun hedefi olan ve Kuranda
billurlaştırılan insân-ı kâmili yetiştirmektir.
Halk arasında ‘Arap Hoca'' veya
Hazret-i Ali'nin “Noktatü'l Beyân'' isimli eserini şerh ettiğinden dolayı
“Noktacı Hoca" lakabıyla da tanınan Seyyid Muhammed Nûru'l Arabî
Hazretleri önce Nakşibendi Şeyhi Yusuf Efendi'den, bilâhire İbrahim eş- Şemariki'den
Üveysiyye, Şabâniyye (Halvetiyye) ve Ekberiyye tarikatlarından daha sonra da
yine Nakşi meşayıhından Abdulhâlik Kazani'nin halifesi Şeyh Mustafa
el-Trabzoni'den hilâfet almıştır. Böylece Şabânilik, Nakşbendilik, Üveysilik ve
Ekberilikten aldığı irfanı kendi neşvesiyle kaynaştırarak neşr-i tarikat
eylemiştir.
Seyyid Hazretleri meslek ve
meşrebi gereği tevhid makamlarını zevk edinmiş ve ihvânım da her türlü
gösterişten uzak bu meşrep üzere yetiştirmiştir. Sohbet ve eserlerinde İslâm'ın
aşk, ilim ve irfana verdiği önemi vurgulayan Hz. Pir, ilâhi emirler ve şeriat-ı
Muhammediyyeye bağlılık konusunda son derece titiz olduğu gibi mensuplarının da
bu yolda azami titiz davranması gerektiğini belirtir.
Her nefesini Hak ile alıp Hak ile
veren bu gönüller sultanı 12 Mart 1887 günü arkasında pek çok kâmil insan ve
eser bırakarak Makedonya'nın sınır şehri olan Ustrumca’da manâya göçmüştür.
Hz. Seyyid, hayatıyla ilgili bazı
bilgileri başta “Menbain Nûr fi-Rü'yetü'r-Resûl” olmak üzere bizâtihi kendi
eserlerinde vermektedir. Diğer taraftan halifelerinden Haririzâde'nin
Tibyân'ında, Sâdık Vicdâni'nin Tomar'ındaki “Melâmiyye” bölümünde, Hüseyin
Vassâf Bey'in Sefinesinde onun hayatı hakkında ayrıntılı bilgi bulmak
mümkündür. Bu birinci el kaynakların başında ise kendisi de bir melâmi olan
Bursalı Mehmet Tahir Bey'in -elinizdeki eserde metnini vereceğimiz- “Menâkıb-ı
Şeyh Seyyid Hâce Muhammed Nûru'l-Arabi” isimli eseri gelmektedir.
Bu çalışmada takdim edeceğimiz
metin söz konusu menâkıbın görebildiğimiz beş yazma nüshasından hareketle
hazırlanmıştır. Menâkıpnâmenin metninde Pîr Hazretleri'nin Arapça eserlerinden
yapılan alıntıların tercümeleri verilmiş diğer iktibâslarda pek fazla
müdahalede bulunulmamıştır.
Bursalı Mehmed Tahir (22 Kasım
1861-28 Ekim 1925), ülkemizde biyografi ve bibliyografya çalışmalarının
öncülerindendir. O, zengin bir bibliyografyanın araştırmacıların işini
kolaylaştırıp mükemmel eserlerin yazılmasına yardımcı olacağını, bu
araştırmalar sonucunda Türklerin insanlık tarihine katkılarının eksiksiz olarak
ortaya konabileceğini düşünerek bütün hayatını bu yönde eserler vermeye
adamıştır. Yirmi beş senede tamamladığı “Osmanlı Müellifleri" adlı âbidevî
eser onun bu gayreti sonucunda ortaya çıkmıştır.
Bursalı Mehmed Tâhir Bey'i
menâkıpnâmenin neşri vesilesiyle rahmet, minnet ve şükrânla anarken, Seyyid
Muhammed Nûr'un menâkıbnâmesinin irfan hayatımıza katkıda bulunmasını temennî
ediyoruz.
Arapça kısımların tercümelerinde
yardımcı olan Hasan Fehmi Kumanlıoğlu ve İbrahim Özay'a teşekkür ederiz.
Hiç şüphesiz önümüzdeki yıllar
Hz. Pîr'in idrâk edildiği, melâmet ve vahdet neşvesinin gönüllere nakşedildiği
yıllar olacaktır vesselâm.
Mustafa Tatcı - Burak Anılır
İstanbul 2014
BURSALI MEHMED TAHİR BEY
Hayatı
Bursa’da doğdu (22 Kasım 1861).
Dedesi Abdülmecid'in Hassa Alayı kumandanlarından Üsküdarlı Seyyid Mehmed Tahir
Paşa, babası Bursa belediyesi kâtiplerinden şair Mehmed Rif'at Bey’dir.
Öğrenimine Bursada Yerkapı
İbtidaî Mektebinde başladı. Mülkiye Rüşdiyesi'ni bitirdi. Bursa Askerî
idâdîsine başladı (1875). Bir yandan da Haraççıoğlu Medresesinde Niğdeli Hoca
Ali Efendi'den özel dersler aldı. İdâdînin ikinci sınıfında iken, 1877'de
Türk-Rus savaşın gönüllü olarak katılan babasının Plevne’de şehit oluşunun da
etkisiyle idâdîden sonra Harbiye'ye girdi (1880).
Harbiye’den piyade teğmeni olarak
mezûn oldu (1883). Üçüncü Ordu emrinde Manastır Askeri Rüşdiyesi coğrafya
öğretmenliğine atandı (23 Kasım 1883). Aynı zamanda Mülkiye Rüşdiyesi
İdadisinde de tarih ve hitabet öğretmenliği yaptı. Burada da on dört yıl
çalıştı. Bir süre Üsküp Askeri Rüşdiyesi'nde görev yaptı (26 Kasım 1897).
Kolağalığına yükseldiği için bir yıl dolmadan Manastır Askeri Rüşdiyesi'ne
müdür olarak atandı (26 Eylül 1898). Altı yıl sonra Selanik Askeri Rüşdiyesi
müdürlüğüne getirildi (7 Eylül 1904). Bir yıl sonra binbaşılığa yükseltildi.
Bursalı Tahir, Üçüncü Ordu
subayları arasında yaygın olan Meşrutiyet ve Hürriyete yönelik siyasi
eğilimleri benimsedi. Selanik'te Osmanlı Hürriyet Cemiyeti adında gizli bir
siyasi örgütün kurucu üyeleri arasında yer aldı (1906).
Siyasi tutumu ve Melami çevredeki
faaliyetleri yüzünden hakkında düzenlenen jurnaller sonucu Rüşdiye
müdürlüğünden alınarak (31 Ocak 1906), Manisa'da Alaşehir redif alayı tabur
kumandanlığına atandı (10 Mart 1907). Altı ay sonra İzmir'de tümen merkezinde
Divân-ı Harb azalığı ve tahkik memuriyetiyle görevlendirildi.
Osmanlı Hürriyet Cemiyeti
Avrupa'daki Jön Türkler'le birleşerek Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti adını
aldıktan sonra (27 Eylül 1907) da cemiyetin sevilen ve sayılan bir üyesi olmayı
sürdürdü.
II. Meşrutiyet'in ilanından sonra
İttihat ve Terakki Partisi'nin aday göstermesiyle Bursa'dan milletvekili
seçildi (17 Aralık 1908). Mizacı politikaya yatkın olmadığından partisiyle bazı
konularda anlaşamadı ve yeni dönemde miletvekili olmadı. Harp Dairesi, Divân-ı
Harb ve Muhakemat Dairesi üyeliklerinde bulundu. Divân-ı Harb üyeliği
görevindeyken yarbaylıktan emekli oldu (24 Ocak 1914).
Mehmed Tahir Bey uzunca boylu,
zayıf yapılı, kırca sarı sakallı, güler yüzlü bir kişi idi.
Zeynep Kamil Hastahanesi'nde
tedavi altında iken vefat etti (28 Ekim 1925) ve Üsküdar’da Aziz Mahmûd Hüdâyi
Dergâhı haziresine defnedildi.
Tasa^vvufi yönü ve ilmi
faaliyetleri
Daha idâdi yıllarında iken
tasavvufa merak saran Mehmed Tahir'in, harbiye döneminde Muhyiddin İbnü’l-Arabi
ve tasavvuf sevgisi daha da artar. Zamanın meşhur Melâmi şeyhlerinden Seyyid
Muhammed Nûrü'l-Arabi’nin ve onun
halifesi Kemaleddin Hariri'nin
sohbetlerinde bulunur. Bu sohbetler, Haririzâde Kemâleddin'in vefatına kadar
(15 Eylül 1882) sürdü. Manastırdaki görevi sırasında Ustrumca'ya giderek Seyyid
Muhammed Nûrü'l-Arabi'ye bağlanır. İki yıl sonra ondan icâzet alır. Seyyid
Nurü'l-Arabi Hazretleri vefat ettiğinde (12 Ocak 1888) melamiliğin tanınmış bir
siması konumuna gelmiştir.
Haririzâde'nin etkisiyle eski
mutasavıf, şair ve âlimler hakkında biyografi ve bibliyografya çalışmalarına
yönelir. Gazete ve dergilerde yazılar yayınlamaya başlar. Türkçü bir anlayışla
yayınladığı ilk eseri Türkler’in Ulûm ve Fünûna Hizmetleri ( 1897) bu dönemin
ürünüdür.
Üsküp'te görevli bulunduğu sırada
mürşidi Seyyid Muhammed Nûr Hazretlerinin sözlerini, eserlerini ve
menkıbelerini derlemeye çalışır.
Manastır'da iken Muhyiddin
İbnü'l-Arabi'ye duyduğu hayranlıkla ikinci eseri Terceme-i Hâl ve Fezâil-i
Şeyh-i Ekber Muhyiddin-i Arabi’yi kaleme alır (İstanbul 1316). Hayatının eseri
olacak olan Osmanlı Müellifleri'ne hazırlık niteliğinde risâle ve kitapçıklar
yayınlamaya başlar.
İzmir'deki görevi sırasında Aydın
vilâyeti yöresinde yetişmiş yazarlar hakkında mahalli araştırmalar yapar .
Milletvekilliği göreviyle
İstanbul’a gelince uzun zamandan beri hazırlık yaptığı Osmanlı Müellifleri için
gerekli olan kütüphâne ortamına kavuşur. Bağdatlı İsmail Paşa, İsmail Saib, Ali
Emiri, İbnülemin Mahmûd Kemal, Ahmed Tevhid ve Fâik Reşâd gibi meşhûr kitap
dostlarıyla yakınlık kurar. Türk Derneği'nin kurucu üyeliği (25 Aralık 1908),
Tarih-i Osmani Encümeni'nin yardımcı üyeliği (1910), Türk Bilgi Derneği'nin
Türkiyat kolu üyeliği (1914), Tetebbuât-ı İslamiyye ve Milliyye Encümeni'nin
fahri üyeliği (1915) gibi görevlerde bulunur.
İstanbul'a gelişinden sonra
Osmanlı Müelliflerine hazırlık mahiyetinde bir yandan küçük kitaplar
neşrederken bir yandan da Sırat-ı Müstakim, Sebilür-reşad, Ceride-i Sufiyye,
Kelime-i Tayyibe, Türk Derneği, Türk Yurdu, Bilgi Mecmûası, İslam Mecmûası,
Kırım Mecmûası gibi çeşitli dergilerde araştırmalar yayınlar.
Evkâf Nezareti 1913 yılında
İstanbul'daki vakıf kütüphanelerini teftiş ederek önemli yazmaları, tek veya
müellif hattı nüshaları tesbit etmek üzere Mehmed Tâhir'in başkanlığında bir
komisyon kurulur. Bir buçuk yıl kadar süren bu komisyon çalışması sırasında on
binlerce yazma eseri elden geçirmek imkânı bulur. Daha sonra Topkapı Sarayı
Kütüphanesi müdürlüğüne getirilir.
Bursalı Mehmed Tahir ülkemizde
biyografi ve bibliyografya çalışmalarının öncülerindendir. O, zengin bir
bibliyografyanın araştırmacıların işini kolaylaştırıp mükemmel eserlerin
yazılmasına yardımcı olacağını, bu araştırmalar sonucunda Türklerin insanlık tarihine
katkılarının eksiksiz olarak ortaya konabileceğini düşünür. Bu düşünceyle bütün
hayatını bu yönde eserler vermeye adamıştır.
Elindeki değerli yazma eserleri
araştırmacıların istifâdesine sunduğu gibi birçoğunu da çeşitli kütüphanelere
hediye ederek büyük hizmette bulunmuştur. Manastır İshakiye, Bursa Ulu Cami,
Üsküdar Aziz Mahmûd Hüdâyî Dergâhı ve Nasûhî Efendi Dergâhı kütüphâneleri
bunlar arasında sayılabilir.
Eserleri
1. Osmanlı Müellifleri, I-III (İstanbul, I, 1333/ 1915; 11/
1, H. 1338/ 1920; II/2, R. 1338/ 1922; III, 1342/1924). Ayrıca tıpkı basım için
bk. Mehmed Tahir, Osmanlı Müellifleri (tıpkıbasım), haz. Mustafa Tatcı-Cemâl
Kurnaz, Ankara 2000.
Bursalı Mehmed Tahir ülkemizde
biyografi ve bibliyografya çalışmalarının öncülerindendir. O, zengin bir
bibliyografyanın araştırmacıların işini kolaylaştırıp mükemmel eserlerin
yazılmasına yardımcı olacağını, bu araştırmalar sonucunda Müslüman Türklerin
insanlık tarihine katkılarının eksiksiz olarak ortaya konabileceği düşüncesiyle
bütün hayatını bu
yönde eserler vermeye adamıştır.
Onun bu alanda ismini ölümsüzleştiren âbidevî hiç şüphesiz eseri yirmi-yirmi
beş yıllık çalışmasının ürünü olan Osmanlı Müellifleridir.
Osmanlı döneminde yetişmiş 1691
Türk müellifinin biyografisini ihtivâ eden eser, müelliflerin ihtisâs ve
mesleklerine göre gruplandırılarak tertip edilmiştir. Bu tasnife göre,
müelliflerden 288’ini tasavvuf erbâbı, 465'ini âlimler, 5lO’unu şâir ve
edipler, 237'sini tarih, 84'ünü tıp ve 107'si de riyâzî ilimlere sahasında eser
bırakmış müellifler meydana getirmektedir. Ayrıca çeşitli vesilelerle 480
müellifin daha biyografisine yer verilmiştir. Adı zikredilen eser sayısı 9000’i
aşkındır. Biyografilerde, müelliflerin doğum ve ölüm tarihleri ile yerleri,
meslekleri ve eserlerinin belirtilmesine özen gösterilmiştir. Müellifler ait
oldukları bölümlerde alfabetik ve yine kendi içinde vefat tarihlerine göre
sıralanmışlardır.
Osmanlı Müellifleri, yayınlandığı
günden başlayarak büyük takdir toplamış, Mehmet Tahir Beye bütün dünyada saygın
bir yer kazandırmıştır. Bu eser ilmî çalışmaların sınırlı olduğu Osmanlı'nın
son dönemlerinde, savaş yıllarının imkânsızlıkları içinde hazırlanmış
öncübireserdir. Hazırlandığıtarihtenitibaren geçen yaklaşık bir asırlık zaman
süresinde gerçekleştirilen araştırma ve yayınlar karşısında yer yer yetersiz ve
düzeltilip tamamlanmaya muhtaç bir eser durumunda gözükmekle beraber,
vazgeçilmez bir başvuru kaynağı olma özelliğini günümüzde de korumaktadır.
Yakın tarihlerde İngiltere ve Almanya’da eserin eski harfli baskısından tıpkıbasım
yapılmış olması ona duyulan ihtiyacın bir göstergesidir.
Bursalının yazdığı diğer eserler
şunlardır:
2. Türkler’in Ulûm ve Fünûna Hizmetleri: Önce İkdam
gazetesinde tefrika edilmiş (Nu. 794, 21 Eylül 1312 vd.), sonra kitap olarak
basılmıştır (İstanbul, 1314, 1327).
3. Terceme-i Hal ve Fezâil-i Şeyh-i Ekber Muhyiddin-i Arabi
(İstanbul 1316, 1329; Kahire 1326).
4. Kibâr-t Meşâyıh ve Ulemâdan On iki Zâtın Terâcim-i Ahvâli
(İstanbul 1316).
5. Meşâyıh-i Osmaniyye’den Sekiz Zâtın Terâcim-i Ahvâli
(İstanbul 1318).
6. Ulemâ-yı Osmaniyye’den Altı Zâtın Terceme-i Hâli (İstanbul
1321).
7. Müverrihin-i Osmaniyye’den Ali ve Kâtib Çelebinin
Terceme-i Hâlleri (Selanik 1322).
8. Aydın Vilâyetine Mensup Meşâyih, Ulemâ, Şuarâ, Müverrihin
ve Etibbânın Terâcim-i Ahvâli (İzmir 1324).
9. Delilü’t-Tefâsir. İlm-i Tefsir ve Müfredât-ı Kurana Dâir
Mâlûmât-ı İcmâliyye (İstanbul 1324,, 1325)
10. Ahlâk Kitaplarımız: Önce “Eski ve Yeni Ahlâk
Kitaplarımız" adıyla Sırat-ı Müstakimde tefrika edilmiş (Nu. 13, 6
Teşrinisani 1324 vd.), sonra bazı ilavelerle kitap olarak basılmıştır
(İstanbul, 1325).
11. Müntehabât-ı Mesâri ve Ebyât (İstanbul 1328).
12. Nazar-ı İslâmda Fakr (İstanbul 1330).
13. Hacı Bayram-ı Veli (İstanbul 1329, 1331, 1341).
14. Mevlânâ eş-Şeyh İsmail Hakkı el-Celveti (K. S.)
Hazretlerinin Muhtasaran Terceme-i Halleriyle Matbu ve Gayr-i Matbu Asârını
Hâvi Risâledir (İstanbul 1329).
15. Kâtib Çelebi (İstanbul 1331).
16. Siyâsete Müteallik Asâr-ı İslâmiyye: Önce Sebilürreşad’da
tefrika edilmiş (Nu. 231, 31 Kanunusani 1328vd.), sonra kitaplaştırılmıştır
(İstanbul 1332).
17. Menâkıb-ı Harb: Balkan Harbi vesilesiyle önce
Sebilürreşâd'da tefrika edilmiş (Nu. 217-219, 18 Teşrinievvel 1328- 1
Teşrinisani 1328 vd.) daha sonra kitap olarak yayınlanmıştır (İstanbul 1333).
18. İdâre-i Osmâniyye Zamanında Yetişen Kırım Müellifleri. Önce
Kırım Mecmuasında tefrika edilmiş (Nu. 16, 12 Kanunuevvel 1334 vd.), daha sonra
kitaplaştırılmıştır (İstanbul 1335). Yeni harflerle de yayınlanmıştır (haz.
Mehmet Sarı, Ankara 1990).
Basılmamış Eserleri
1. Menâkıb-ı Şeyh Hâce Muhammed Nurü’l-Arabi ve Beyân-ı
Melâmet ve Ahvâl-i Melâmiyye:
Nüshaları:
Menâkıpnâme’nin elimizde dört
nüshası bulunmaktadır.
a. Mevlânâ Müzesi nüshası: Sıdki Hüseyin Dede Kitapları, Nu.
1630, Cilt 1067. Talik hatla yazılan 72 sayfalık bu eser 1343/1924 senesinde
müellif vefat etmeden evvel çizgili bir deftere Sıdkı H. Dede tarafından
istinsah edilmiştir. Eserin sonunda (bk. 52b) Ali Rızanın Muhammed Nur
Hazretlerine yazdığı bir kasidesi, Nazmü'l-Hikem Hamdî’nin aynı mahiyette
kıtası, Seyyid Niyâzî şeklinde parçalar (v.s.) mevcuttur. Mevlâna Müzesi
Kataloğu, C. III, s. 446.
b. Milli Ktp nüshası: Yz. Nu: 3699, 36 y. İstinsah tarihi:
1311 (1893).
c. Milli Ktp nüshası: Yz. Nu: Yz. A/7498/1. İstinsah tarihi:
1324 (1906).
ç. Ali Alioğlu nüshası: Aslı
Fahri Altınbaş'ın elinde olan külliyattan Hasan Alioğlu tarafından 1975
senesinde beş nüsha olarak aktarılmış olup A4 eb'adında 18 sayfadan ibarettir .
d. Şahsi Ktp nüsha: Seyyid Hazretleri'nin risâlelerini hâvi
külliyat içinde olan bu menâkıbnâmenin (s. 473-509) elimize nereden intikal
ettiği hatırlanamamıştır.
2. Manastıra Mensûp Meşâyih, Ulemâ ve Şuarânın Terâcim-i
Ahvâli: Bir nüshası Manastır Kütüphanesi'ne hediye etmişse de şu anda nerede
olduğu bilinmemektedir.
3. Mecmûa-i Tâhir.
4. Hasaneyn Hakkında Şeref-vârid Olan Ehâdis-i Şerife ve
Tercümeleri.
5. Fezâil-i İmâm Ali Hakkında Şeref-vârid Olan Ehâdis-i
Şerife ve Tercümeleri.
6. İmâm Süyütinin el-Ehâdişü'ş-Şerifefi's-Saltanatü’l-Münife
Risâlesinin tercümesi,
7. Mecmûa-i Durûb-i Emsâl-i Arabiyye ve Farisiyye
8. Mirat-ı Bursa: Tasavvur olarak kalmış, gerçekleşmemiştir.
9. Müntehabât-ı Mesâri ve Ebyât'ın Farsça’dan seçmeleri içine
alacağından bahsettiği II. cildi de gerçekleşmemiştir.
10. Bursalı Tâhir, “Tâhir” mahlası ile tasavvufi şiirler de
yazmıştır. Bunların bir dîvânçede toplanıp toplanmadığı bilinmemektedir.
Şiirlerinden örnekler
Sanma ey zâhid bizi kim öyle hor
u ahkarız
Bizler ol âyine-i âlem-nümâ-yı
ekberiz
Tâlibân-ı feyz-i Ahmed bendegân-ı
Haydarız Nakşbend sûretteyiz; lâkin melâmî meşrebiz İsm-i zâtı her nefes tekrâr
eden hak mezhebiz
İsm-i Zâhir mazhariyle dehre
seyrân eyledik
Himmet-i mürşidle aşk sahnında
cevlân eyledik Men aref dersinde hattâ kesb-i îkân eyledik Nakşbend sûretteyiz
lâkin melâmî meşrebiz İsm-i zâtı her nefes tekrâr eden hak mezhebiz
İhtiyârın selbedip anla bizim
mişvârımız
Kim sıfât u zât-ı Hakk'ı derk ve
rü'yet kârımız Yoksa hâriçten bilinmez dahl ile etvârımız Nakşbend sûretteyiz
lâkin melâmî meşrebiz İsm-i zâtı her nefes tekrâr eden hak mezhebiz
Zâhidâ erbâb-ı gaflet sandığın
lâ-şüphe sen Dahl edip kürsîde halkın boyuna takma resen Şuğl-ı uşşâk manevîdir
ne bilir erbâb-ı fen Nakşbend sûretteyiz; lâkin melâmî meşrebiz İsm-i zâtı her
nefes tekrâr eden hak mezhebiz
Kisve-i aşkı mülebbes hırka vü
şal istemez Mekteb-i irfanda tahsil eyleyen kal istemez Hulk-ı Hakkın
gayrisinden başka bir hal istemez Nakşbend sûretteyiz; lakin melamî meşrebiz
İsm-i zatı her nefes tekrar eden hak mezhebiz
Kesret-i eşyayı sanma vahdete
mani’ olur Böyle bir efkara haşa ehl-i dil kani’ olur;
Zat-ı Hak eşyayı her demde bütün
cami' olur Nakşbend sûretteyiz; lakin melarnî meşrebiz İsm-i zatı her nefes
tekrar eden hak mezhebiz
Bunca enva-ı ulûmun noktadır hep
masdarı Böyle ferman eylemiştir zat-ı vaia Haydari Ba-yı bismilahtır ancak
ehl-i Hakk’ın ezberi Nakşbend sûretteyiz lakin melarnî meşrebiz İsm-i zatı her
nefes tekrar eden hak mezhebiz
Söylenen nutku bilir ehl-i kemal
gayet ayan Zümre-i uşşaka vazıhtır bu sözler her zaman Tüıira hatm-i makat et
eyle ikmal-i beyan Nakşbend sûretteyiz; lakin melarnî meşrebiz İsm-i zatı her
nefes tekrar eden hak mezhebiz
Gah rahîk-i neşve-i tevhide
mecladır gönül Geh safa-yı zevk-i vahdetle mücelladır gönül
Asuman-ı feyz-i irfanda dem-a-dem
seyreder Len teranî mazharı mestane Mûsâ’dır gönül
Çok mudur söylerse bang-ı lâ
uhubbü'l-âfılin Mazhar-ı feyze Muhammed nûr-ı Mevlâ’dır gönül
Semme vechullah'a masdar Ka'be-i
Rahmândır
Berk urur nûr-ı ilahi arş-ı
a'lâdır gönül
Sırrının idrâki ancak keşf ü
zevke münhasır Bu sebebten hallolunmaz bir muammâdır gönül
Münkeşif olmaz rüsûm erbâbına
Tahir bu râz Neşveyâb-ı sahve-i nûr-ı tecellâdır gönül
İFADE-İ MAHSÛSA
Enbiyâ ve kibâr-ı ümmetin siyer
ve terâcim-i ahvâl-i kudsiyeleri hakkında yazılan kütüb-i siyer ve menâkıbdan
edilen istifade erbâb-ı irfan ve mütâlaaca izhâru mine'ş-şems kâbilinden olduğu
için bu bâbda tatvil-i makâla hâcet göremem.
Bu cümleden olarak abd-i âciz de
a'lem-i ulemâ-yı zâhir ve bâtın seyyidinâ ve kudvetinâ “Hâce Muhammed
Nûru’l-Arabi el-Melâmi" kuddise sırrıhu’s-sâmi efendimiz hazretlerinin
tarik ve meslek-i Muhammediyyeleri hakkında bad ez-in ashâb-ı kalem ve irfanın
bi-tafsile tahrir buyurmak ihtimâli der-kâr bulunan âsâr-ı aliyyelerine
şimdilik bir mukaddime-i nâçizâne olmak üzere tekellüfat-ı münşiyâneden âzâde
gâyet açık ve sâde bir sûrette mahzâ inâyet-i Rabb-i kadir ve imdâd-ı
rûhâniyyet-i cenâb-ı pir-i münir ile dört bâb üzre bir kitâb yazdım. Zuhûr
edecek kusûr ve nevâsıkın yâ hulûs-ı niyyet-i fakirâneme bağışlanarak afvını
veyâhûd kitâbın tekmiline hızmet etmek ve ikinci bir defa daha tahririne bâdi
olmak üzere taraf-ı fakirâneme işarını ricâ eder ve nâm-ı ahkarânemin hayırla
yâd buyurulmasını istirhâm eylerim.
Hemen Cenâb-ı Hak hâmi-i şer'-i
Muhammedi ve nâşir-i envâr-ı Muhammedi pirimiz efendimiz hazretlerini makâm-ı
hilâfet-i halilerinde müstedâm buyursun. Amin. Bâki Hak.
Bursalı Mehmed Tâhir bin Rif'at
15 Şevvâl 1312 Manastır
MENAKIB-1
ŞEYH SEYYİD HACE MUHAMMED
NÜRU'L-ARABİ
ve BEYAN-1 MELAMET ve AHVAL-İ
MELAMİYYE
Ba'de edâi mâ vecebe aleynâ
Bu kitap dört fasl üzere
mürettebdir:
Fasl-ı Evvel:
Şeyh Hâce Muhammed
Nûru’l-Arabî’nin terceme-i hâl-i âliyyeleri ile sâdât-ı Hüseyniyye’den bulunduklarını
mübeyyin şecere ve silsilenâmelerini ve ilm-i zâhirden ve tarîkât-ı aliyye-i
Nakşîbendiyye ve Halvetiyye ve Ekberiyye ve Üveysiyye’den nâil oldukları icâze
ve hilâfetnâmelerini,
Fasl-ı Sâni:
Hazret-i Şeyh'in “katretün
mine’l-bahr” kabilinden olarak derece-i kemâlât-ı aliyyelerinden birer nebze
ile esâmi-i müellefât-ı aliyyelerini,
Fasl-ı Sâlis:
Şeyh-i müşârun ileyhden sâdır olan kerâmât-ı
kevniyyelerinden bazılarını,
Fasl-ı Râbi:
Melâmet ve ahvâl-i melâmiyye
hakkında uzmâ-yı ümmet (kaddesallahu esrârahum) hazerâtının ta'rifât ve akvâl-i
kudsiyyeleriyle bir hâtimeyi hâvidir.
FASL-1 EWEL
Beyne'l-avâm “Arab Hoca" ve
beyne'l-havâss “Seyyid Hâce Muhammed Nûru’l-Arabî” ismiyle müsemmâ olan zât-ı
âlî (1228) bin iki yüz yirmi sekiz sene-i Hicriyyesinde hıtta-ı Mısriyye’de
vâki “Mahalletü'l-Kebîr" nâm kasabada mehd-ârâ-yı vücûd olarak henüz sinni
farka vâsıl olur olmaz mahzâ tahsîl-i ilm-i celîl maksad-ı hayr mirsâdıyla
Kâhire'ye azimetle o târîhte güzîde-i ulemâ-i zâhir ve bâtın olan “Şeyh
Hasanü’l-Kuveysnî" nâm zâttan mahzâ kuvve-i kudsiyyeleri berekâtıyla cüz'î
bir zamânda ahz-ı ‘ulûm ettikten sonra müşârun ileyhin emriyle cânib-i Rûm’a
esnâ-yı azîmetinde Yanyavî Ahmed Efendi refakatiyle (1244/ M. 1829) bin iki yüz
fark dört târihinde Yanya'ya gelerek sekiz ay kadar Şeyh Yûsuf Efendi
Hazretlerine misâfir olduktan sonra şeyh-i müşârun ileyhin müsâade ve
işâretiyle cânib-i Hicâz'a azîmetle üç sene mücâveretleri esnâsında ulemâ-yı
ilm-i hadîsten Şeyh Ömer Abdürrasûl Hazretleri’nden ilm-i hadîs ta'lîm
eylediler.
Ba’dehu kümmelîn-i tarîkat-ı
Halvetiyye-i Şa’bâniyye’den Şeyh İbrâhîm Şemârikî Hazretlerine intisâb ederek
sâika-i istidât-ı Hudâ dâdıyla cüz'î bir zamânda ahz-ı hilâfet ve yine câmi'ü’t-turuk
olan şeyh-i müşârun ileyhten Üveysiyye ve Ekberiyye icâzetlerine nâil olarak
emîrleri üzere esnâ-yı seferdeki salâtın mezheb-i Şâfiî üzere yani cem' ve kasr
usûlüyle kılınması şartıyla Mısır'a dâhil oldular. Mısır’a duhûllerinde
fi'l-asl sebeb-i feyz ve rifatları olan üstâd-ı âlî-nihâdları şeyh
Hasanü'l-Kuveysnî’ye bi’l-mülâkât takbil-i yed eyleyip def'a-i sâniye olarak
enfas-ı kudsiyyesine mazhar oldular. Ve Câmiü’l- Ezher’de bazı havârık
irâesinden sonra ulûmun kendisine vehb ve keşfolunduğunu işâret ve i'lâm ile
bi’t-tekrâr diyâr-ı Rûm’a azîmet için emir aldılar. Onlara imtisâlen li'l-emr
(1249)-bin ifa yüz kırk dokuz senesi nihâyetinde Selânike çıkıp bir müddet
Siroz (Serez)'da ikâmetten sonra Doyran ve Ustrumca tarîkıyla Koçana kasabasına
giderek müderrisliği henüz münhal (boş) bulunan medrese müderrisliğini ahâlînin
kemâl-i derece-i ricâları üzerine bi’l-kabûl ihtiyâr-ı ikâmet eylediler.
O târihte mevcûd talebelerin
başlıcaları Mustafa, İbrâhîm, Ali, Hasan, Ahmed Efendiler olduğu gibi ilk
tesadüf eden Ramazân-ı Şerîf dersi de lisân-ı Türkî üzere takrir şartıyla
Kasîde-i Ema.li oldu.
Bu veçhile tedrîsi ve ifade-i
ulûm ile emrâr-ı evkât ederek (1253/M. 1838) bin iki yüz elli üç târihinde
gördükleri bir mânâ üzerine o zamân me’lûfu bulundukları şurb-ı duhânı terk
eylediler. Yine bu esnâlarda idi ki âlem-i mânâda Hz. Muhammed (sallallahu
aleyhi ve sellem) efendimizin Çehâr- yâr-ı güzîn (rıdvânullahi teâlâ aleyhim)
ile beraber oturdukları bir meclise giderek Hz. Aliyyü'l-Murtazâ (radıyallahu
anh) yanında oturdular. Ba’dehu Hz. Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)
efendimiz minbere çıkıp Sûre-i Feth’i kırâatlarını müteâkib bizzat ilbâs-ı
hırka buyurdular. Ve bir mânâda dahi Hazret-i Risâlet (sallallahu teâlâ aleyhi
ve sellem) Ebû Bekir ve Alî (radıyallahu anhumâ) hazerâtı mevcût oldukları
hâlde üç satırdan ibâret bir kâğıt verdilerse de okudukları hâlde maânî ve
rumûzâtına ıttılâ hâsıl etmek için emr-i nübevvetle müşârun ileyhimâ
delâletiyle merâtib-i selâse-i fenâ olduğunu zevken ve keşfen anladılar. (1255/
M. 1840) Bin iki yüz elli beş târihinde işâret-i manevî ile Üsküb'e nakl-i hâne
buyurarak (1259 M. 1844) bin iki yüz elli dokuz senesine kadar bu merâtibin
şuhûduyla güzerânde-i evkât eylediler.
Bu senenin nihâyetinde
bi't-tekrâr cânib-i Hicâz'a giderek kudsî ve ulvî bir vâsıta ile merâtib-i bekâ
ve ittihâd olan merâtib-i hakikati telakki ederek hâsıl-i esrâr-ı Muhammediyye
oldukları hâlde Üskübe avdetle neşr-i envâr-ı hakikate başladılar.
Bu gibi ahvâlyani biz-zât
mişkât-ı nübüvvetten alız ve iktibâs maddesi pek çok kümmelin hakkında dahi
vâki’ olmuştur. Ez-cümle tarikat-ı Metbûliyye, İdrisiyye, Burhâniyye, Ekberiyye
pirânıyla sâir muhakkikin haklarındaki vukû’u erbâbına mâlûm olduğu gibi
“Tibyânü’t-Taraik’de dahi tafsilât-ı
lâzıme vardır.
(1297) Bin iki yüz doksan yedi
târihlerine doğru Ustrumcayı vatan ittihâz eylediler. Bu târihten evvel ve
sonra dahi kendilerince gördükleri lüzûm ve muhibbânı tarafından olunan
davetler üzerine muhtelif zamânlarda Manastır, Pürzerin (Prizren) , Priştine,
Selânik, Bosna, İstanbul vesâire gibi bilâda giderek tâlibin-i râh-ı 'irfana
isti'dâdve kâbiliyetlerine göre bezl ü isâr-ı maârif-i Rabbâniyye buyurdular.
Elli dokuz târihinde Mekke-i Mükerreme’de bulundukları hengâmda Kazani Şeyh
Abdulhâlık Efendi Hazretlerinin ehass-ı hulefasından Trabzoni Mustafâ Efendi
vesâtatıyla teberrüken Tarikat-ı Nakşbendiyye telkin buyurarak bir müddet sonra
şeyh-i müşârun ileyhin tensibi üzerine mûmâ ileyh Mustafa Efendi marifetiyle
ahz-ı icâzet eylediler.
(1305) bin üç yüz beş sene-i Hicriyyesinin
Cemâziye'l-âhiri içinde (12 Mart 1887) cüz'i hastalanıp vefatlarını işrâb
ederek yirmi dokuzuncu gecesi âzim-i dâr-ı bekâ olarak Ustrumca'daki hâne-i
aliyyelerinde ikâmetlerine mahsûs asıl binâdan müfrez bir odada defn olundular.
(KaddesaUahu sırrahu’l-aziz).
Lisân-ı tasavvufta “insilâh”
tâbir olunan ve bilhassa ekmelîn hakkında vukû bulan hâl-i kudsî Ustrumca'da
Dîvân-ı ibn-i Fâriz mütâlaa ederken vâki’ olup hatta yirmi üç dakika devam
ettiğini bi’t-tesadüf yanlarında bulunan iki zât-ı kemâl hayretle
nakletmişlerdir.
Kâmet-i âlîleri kısaca vücûdları
mülahhamca melîhü'l-vech bir zât-ı kudsî simit idi. "Kellimun-nâse
alâ-kadri ukûlihim” (İnsanlara akılları ölçüsünde söz söyleyiniz.) emr-i
nebevîsine fevkalâde riâyetleri olduğundan dâimâ muhâtabın istidâdına göre
telkîn-i maârif buyururlardı.
Tab’ -ı âlîleri halîm olmakla
berâber bazen zarîfâne latîfeler yaparlardı. Lâkin sünnet ve erkân-ı
Muhammediyyeye cüz'î bir leke sürülmek istenildiği zaman derhâl berâhîn-i
akliyye ve edille-i nakliyye ibrâzındaki Haydarâne hareketleri hattâ
kendilerini çekemeyenleri bile hayrette bırakırdı. Kendilerine îrâd edilen
mesâilin akl ve nakle tatbîkiyle berâber hâlindeki mahâretleri akla hayret
verir derecede olduğu gibi bilhassa ilm-i tefsîr ve hadîsteki hâfıza ve
kuvvetleri de veleh-resân-ı ‘ukûl idi.
Hulefâsı
Ulûm-ı zâhireden iki kerre icâzet
verdikleri gibi ulûm-ı hâtmeden mertebe-i tahkike vâsıl pek çok fuzalâ ve urefâ
yetiştirmişlerdir.
Abdurrahim Fedai Hazretleri
Ez-cümle bin üç yüz dört (1304)
senesinde ba'de'l-hac Süveyş'te Ayn-ı Mûsâ nâm mahalde vefat eyleyen dâmâd-ı
âlileri Prizreni Abdurrahim Fedâi Hazretleri'dir ki bu zâtın ulûm-ı zâhire ve
bâtınedeki mahâretleri teslimkerde-i erbâb-ı irfan olup mevcûd olan sekiz on
parça âsâr-ı kudsiyyeleri meyân-ı urefada mütedâvildir. Bir defa ulûm-ı
resmiyyeden icâzet verdikleri gibi ulûm-ı hâtmeden dahi nice nice urefâ
yetiştirmişlerdir. Kaddesallahu sırrahu.
Başlıca Asâr-ı aliyyeleri
şunlardır:
Bin beyte karib Muhammediyye
tarzında Kaside-i Nûniyye, Risâle-i İrâde-i Cüz'iyye, Risâle-i Melâmiyye,
Hediyyetü'l-Hac,
Manzûme-i Vehbiyye vesâiredir .
Haririzâde Seyyid Muhammed
Kema.J.eddin Efendi
Birisi dahi bin iki yüz doksan
dokuz (1299) senesinde vefat eyleyip Der-i Aliyye'de civâr-ı Hazret-i Hâlidde
Rifaî dergâhında defın-i hâk-i ıtırnâk olan bâis-i feyz ü necâtım Harîrîzâde
Seyyid Muh^ımed Kemâleddîn Efendi Hazretleridir.
Sagîr ve kebîr kırk kadar
te'lifât-ı aliyyeleri olup cümlesi de beyne'l-urafâ hırz-ı cân edilmektedir.
Başlıca âsârı şunlardır:
Şerhu Virdi’s-Settâr,
Kemâlnâme-i Al-i ‘Abâ
Şerh-i Vâridât-ı İlâhiyye,
Kenzü’l-Feyz,
Şerhu Devri’l-Alâ,
Şerh-i Salavât-ı Nûriyye,
Tefsîr-i Sûre-i İhlâs,
Şerhu Hizbü’l-Bahr,
Şerhu Tuhfeti'l-Mürsele,
Şerh-i Gazeliyyât-ı Mısrî,
Fevâyıhu İzhâru'l-Hakâyık,
Medâr-ı Vâhidiyyet,
Şerhu Hizbi'l-Kebîr,
Üç cild-i kebîr olarak Der-i
Aliyye’de Fâtih Kütüphânesinde vakf ettikleri “Tibyânu Vesâil’l-Hakâik fi
Beyân-i Selasili't- Tarâik" (Süleymaniye Ktp. İbrahim Ef. Bl. Nu: 430-432)
vesâiredir.
F^mtazâde Hâce Mahmûd Efendi
Birisi de 1310/ M. 1893 senesinde
cânib-i Hicâz'da vefat eyleyen Üsküp ulemâ-yı be-nâmından Filintazâde Hâce
Mahmûd Efendi Hazretleridir ki bu zâtın dahi tasavvufve fıkıh ilimlerinde
behreleri cümle indinde müsellemdir.
Başlıca âsârı şunlardır:
Risale-i Rûh, Şerh-i Kıt'a-ı İmâm
Alî, Aynân-ı Aynân vesâiredir.
Manastırlı Hacı Ahmed Baba
Birisi dahi seyyâh-ı şehîr
Manastırlı Hacı Ahmed Baba nâm zât-ı irfan-ı simâttır ki kendisinden pek çok
keşif ve kerâmet sâdır olduğu gibi bin üç yüz sekiz târihinde Der-i Aliyye'de
Mevlevîhâne kapısı karîbindeki Rifâî dergâhına post-nişîn olan zât-ı kerîm
tarafından “yevme la yenfeu malün ve la benûn illa men eta Allahe bi-kalbin
selim” (O Gün mal da fayda vermez, oğullar da (fayda vermez. Ancak, Allah'a
kalb-i selim ile gelmiş kimse müstesna! Şuarâ 26/87-88) âyet-i kerîmesi tefsîr
olunurken kalb-i selîmi istifsârını müteâkib bir âh-ı ciğer-sûz çekerek âzim-i
cinân olmuştur.
"'
Ali Urfi Efendi
Birisi dahi bin üç yüz beş
(1305/M. 1888) senesinde vefat eyleyip Selânik'te Mevlevîhâne kapısı karîbinde
defin-i hâk olan Ali Urfi Efendi merhûmdur ki bu zâtın dahi ilim ve irfanı
cümle indinde müsellemdir.
Başlıca asarı şunlardır:
Şerh-i Divan-ı Niyazi,
Es'ile ve Ecvibe-i Mutasavvıfâne,
Şerh-i Nutk-ı Hazret-i Üftade,
Terceme-i İnsan-ı Kamil
vesairedir.
"'
Mürefteli Hâce Abdulah Efendi
Birisi dahi Der-i Aliyye'de Fatih
civarında Kadı Çeşmesi Medresesi müderrisi fuzala ve urefa-yı be-namdan
Mürefteli Hace Abdullah Efendi namındaki zat-ı kudsi-simat idi ki bu zatın dahi
ulûm-ı resmiyye ve ba-husus ilm-i tasavvuftaki behre-i tamları musaddak-ı enam
idi.
Başlıca asarı şunlardır:
Mevlana Cami'nin Miratü’l-Akaid
Şerhi,
Mesnevi-i Molla Hünkardan bazı
ebyatın şerhi vesaire olup üç yüz yedi (1307) sene-i Hicriyyesinde terk-i
alem-i nasût eyleyip vasiyyetleri üzere Der-i Aliyye'de Topkapı haricinde
Şarih-i Mesnevi Sarı Abdullah Efendi Hazretleri'nin yanında defn olunmuştur.
Hacı Süleyman Bey
Birisi de Usturmca'da defin-i
hak-ı ıtırnak Hacı Süleyman Bey namındaki merd-i Huda'dır ki bu zatın dahi
lisan-ı tahkikten tekellüm buyurdukları kelimat-ı kudsiyyeleri kemal-i
irfanlarına dalldir.
Daha bunlara mümasil otuzu
mütecâviz fuzalâ ve urefü ile pek çok tâlibîn-i râh-ı hakikat âb-ı zülâl-i
irfanlarıyla sîrâb olmuşlardır. Zâdallahu füyûzâtehüm (Allah onların feyzini
arttırsın).
Silsile
Müşârun ileyh Hazretleri’nin
seyyid-i sahîhu’n-neseb olduklarını mübeyyin silsile-i aliyyeleri:
Seyyidü’s-Sakaleyn
Muhammedü’l-Mustafâ (salla’llâhü aleyhi ve sellem),
İmâm Alî ibn Ebî Tâlib (r.a ve
k.v.),
İmâm es-Seyyid Hüseyin (r.a.),
İmâm es-Seyyid Zeyne’l-Âbidîn
(r.a.),
İmâm es-Seyyid Zeyd (r.a.),
İmâm es-Seyyid
Hasanü’l-Arîzü’l-Ekber (r.a.),
İmâm es-Seyyidü'l-Hasan (r.a.),
İmâm es-Seyyid Alî (r.a.),
İmâm es-Seyyid Zeyd (r.a.),
İmâm es-Seyyid Muhammed (r.a.),
İmâm es-Seyyid Muhammed (r.a.),
İmâm es-Seyyid Sâlim (r.a.),
İmâm es-Seyyid Muhammed (r.a.),
İmâm es-Seyyid Matar (r.a.),
İmâm es-Seyyid Yakûb (r.a.),
İmâm es-Seyyid Bedr (r.a.),
İmâm es-Seyyid Yûsuf (r.a.),
İmâm es-Seyyid Muhammed (r.a.),
İmâm es-Seyyid Bedrü’l-Velî
(r.a.),
İmâm es-Seyyid İbrâhîm el-Kudsî
(r.a.)
İmâm es-Seyyid Hâce Muhammed
Nûru'l-Arabî (r.a.).
Müşârun ileyh Hazretleri'nin
ilm-i zâhirden ahz eyledikleri icâzetnâmeleridir:
Cenâb-ı Hâtem-i Enbiyâ (salla'llâhü
aleyhi ve sellem),
Alî ibn ebi Tâlib (r.a.),
Abdullah ibn Mes’ûd (r.a.),
Alkame (r.a.),
İbrâhîm en-Nah’î (r.a.),
Hammad İbn-i Süleyman (r.a.),
Ebû Hanîfe Nu’mân ibn Sâbit
(r.a.),
Muhammed ibn Hasan eş-Şeybânî
(r.a.),
Ebî Hafs el-Buharî (r.a.),
Ebî Abdullah el-Bezevî (r.a.),
Ebî Bekr Muhammed
ibnü'l-Fazlu’n-Neccârî (r.a.),
El-Kadı Ali en-Nesefi (r.a.),
Hulvânî (r.a.),
Serahsî (r.a.),
Alî el-Bezdevî Sâhibü'l-Hidâye
(r.a.),
Abdu's-Settâr el-Kürdî (r.a.),
Seyyid Abdullah ibn Ahmed ibn
Mahmûd en-Nesefi Sâhibü’l-Kenz (r.a.),
Ebî Fadl Abdülazîz ibn Muhammed
ibn Nasr el-Buhârî
(r.a.),
Celâleddin es-Seyramî (r.a.),
Kemâleddin ibn Hümâm (r.a.),
Abdü'l Berr bin Şıhne (r.a.),
Ahmed ibn Yûnus eş-Şehîr
bi'ş-Şiblî (r.a.),
Ali el-Makdisî (r.a.),
Hasan eş- Şürünbilâlî (r.a.),
Abdü’l-Hay (r.a.),
Süleymân el-Mansûrî (r.a.),
Hasan el-Makdisî (r.a.),
Muhammed el-Harîrî (r.a.),
Ahmed el-Tahtavî (r.a.),
Seyyid Muhammed el-Ketbi (r.a.),
Seyyid Şeyh Muhammed Nûru'l-Arabi
(r.a.),
"'
Hâce hazretlerinin tarikat-ı
aliyye-i Nakşbendiyye hilâfetnfunelerinin silsile-i aliyyeleridir:
Hazret-i Muhammed Mustafâ (salla’llâhü
aleyhi ve sellem),
Hazret-i Ebû Bekrüs-Sıddik
(r.a.),
Hazret-i Selmân-ı Fârisi (r.a.),
Hazret-i Kâsım ibn Muhammed ibn
Ebi Bekr (r.a.),
Hazret-i İmâm Ca’ferü’s-Sâdık
(r.a.),
Hazret-i Beyazid-ı Bistâmi
(r.a.),
Hâce Ebi Hasan el-Harakâni
(r.a.),
Hâce Ebû Kâsım-ı Gürcâni (r.a.),
Hâce Ebû Aliyy-i Fâremedi (k.s.),
Hâce Ebû Yûsuf-ı Hemedâni (k.s.),
Hâce Abdu’l-Hâlık-i Gücdüvâni
(k.s.),
Hâce Arif-i Rivekeri (k.s.),
Hâce Mahmûd el-İncîrü’l-Fağnevi
(k.s.),
Hâce Azizân Aliyy-i Rfuniteni
(k.s.),
Hâce Muhammed Baba Semmâsi
(k.s.),
Hâce Seyyid Emir Külâl (k.s.),
Hâce Muhammed Bahâeddin-i
Nakşbendi (k.s.),
Hâce Alâüddin-i Attâr (k.s.),
Hâce Ya'kûb-ı Çerhi’l Hisâri
(k.s.),
Hâce Ubeydullah Ahrâr-i
Semerkandi (k.s.),
Hâce Zâhid Muhammed-i Bedahşi
(k.s.),
Hâce Derviş Muhammed-i Emkeneki
(k.s.),
Hâcegiü's-Semerkandi-i Emkeneki
(k.s.),
Hâce Muhammedü'l-Bâki (k.s.),
Hâce Ahmed-i Serhendi (k.s.),
Hâce Mâsûm-ı Serhendi (k.s.),
Hâce Ahmed-i Mekki (k.s.),
Hâce Habibullah-ı Buhâri (k.s.),
Hâce Hudâ Kulu (k.s.),
Hâce Molla Muh^ımed Ubeyd (k.s.),
Hâce Molla İdris (k.s.),
Hâce Muhammed Niyâzi Kulu (k.s.),
Hâce Abdü'l-Hâlık-ı Kazâni
(k.s.),
Hâce Mustafa el-Trabzoni (k.s.),
Hâce Seyyid Muhammed Nûru’l-Arabi
(k.s.).
Hâce hazretlerinin tarikat-ı
aliyye-i Halvetiyye-i Şa'bâniyye hilâfetnâmeleri silsile-i aliyyeleridir:
Fahr-i Alem (salla’llâhü aleyhi
ve sellem),
İmâm-ı Ali (r.a.),
Şeyh Hasanü’l-Basri (r.a.),
Şeyh Habib el-Acemi (k.s.),
Şeyh Davudu’t-Tâi (k.s.),
Şeyh Mârûfü’l-Kerhi (k.s.),
Şeyh Seriyyus-Sakati (k.s.),
Şeyh Seyyidü’t-Tâife Cüneyd-i
Bağdadi (k.s.),
Şeyh Mimşâdü’d-Dineveri (k.s.),
Şeyh Muhammedü’d-Dineveri (k.s.),
Şeyh Muhammedü'l Bekri,
Şeyh Kâdı Vedhüddin (k.s.),
Şeyh Ömerü'l-Bekri (k.s.),
Şeyh Ebû Nedbü’s-Sühreverdi
(k.s.),
Şeyh Kudbüddin el-Ebheri (k.s.),
Şeyh Ruknüddin Necâşi (k.s.),
Şeyh Şehâbüddin Tebrizi (k.s.),
Şeyh Cemâlüddin Tebrizi (k.s.),
Şeyh İbrâhim Zâhid-i Geylâni
(k.s.),
Şeyh Ahi Muhammedü’l Halveti
(k.s.),
Şeyh Pir Ömer el-Halveti (k.s.),
Şeyh Ahi Mirem el-Halveti (k.s.),
Şeyh Hacı İzzeddin (k.s.),
Şeyh Sadrüddin Hıyâmi (k.s.),
Şeyh Seyyid Yahyâ-yı Şirvâni
(k.s.),
Şeyh Muhammed Bahâüddin (k.s.),
Şeyh Cemâl-i Halveti (k.s.),
Şeyh Hayrüddin-i Tokadi (k.s.),
Şeyh Şa'bân-ı Veli Kastamoni
(k.s.),
Şeyh Muhammed Muhyiddin Kastamoni
(k.s.),
Şeyh Ömerü'l-Fuâdi (k.s.),
Şeyh İsmâil-i Çorumi (k.s.),
Şeyh Muslihüddin Kastamoni
(k.s.),
Şeyh Karabaş-ı Veli Ali Atvel
(k.s.),
Şeyh Mustafa Doğani
el-Mısrıyyü’l-Edirnevi (k.s.),
Şeyh Abdü’l-Latif el-Halebi
(k.s.),
Şeyh Seyyid Mustafa el-Bekri
(k.s.),
Şeyh Şemsüddin Muhammedü'l-Hanefi
(k.s.),
Şeyh Mahmûd (k.s.),
Şeyh Abdullah eş-Şarkavi (k.s.),
Şeyh Muhammed Ebu’n-Necâ (k.s.),
Şeyh Ali et-Tûfi (k.s.),
Şeyh İbrâhim eş-Şemariki (k.s.),
Şeyh Seyyid Hâce Muhammed
Nûru’l-Arabi.
""
Hazret-i Nûr’un Şeyhü'l-Ekber
Muhyiddin-i Arabi
Hazretlerine müntehâ olan
silsile-i aliyyeleri:
Şeyhü’l-Ekber Muhammed Muhyiddin
ibnü'l-Arabi (k.s.),
Şeyh Hasan (k.s.),
Şeyh İsmâil el-Ceberûti
ez-Zübeydi (k.s.),
Şeyh
Ebu’l-Fethi’l-Osmâni'l-Merâgi (k.s.),
Şeyh Zekeriyyâ el-Ensâri (k.s.),
Şeyh Abdü'l-Vahhâb Şa’râni
(k.s.),
Şeyh Ali eş-Şinâvi (k.s.),
Şeyh Ebu’l-Mevâhib ahmed ibn
Abdu’l-Kuddûsi (k.s.),
Şeyh Safiyüddinü’l-Kaşâşi (k.s.),
Şeyh İbrâhim el-Gürâni (k.s.),
Şeyh Muhammed el-Büdeyri eş-Şehir
bi'bni' 1-Meyyit
el-Dimyati (k.s.),
Şeyh Mustafa el-Bekri (k.s.),
Şeyh Muhammed Şemsüddin el-Hanefi
(k.s.),
Şeyh Mahmûd (k.s.),
Şeyh Abdullah el-Şarkâvi (k.s.),
Şeyh Ali Tûfı (k.s.),
Şeyh Muhammed Ebu’n-Necâ (k.s.),
Şeyh İbrâhim eş-Şemârıki (k.s.),
Şeyh Seyyid Muhammed Nûru’l-Arabi
(k.s.).
"
Bazen istidâd-ı fevkalâde sâhibi
olan zevât-ı kirâma doğrudan doğruya Cenâb-ı Celil-i Risâlet'ten veyâhûd
ekâbir-i ümmetten bir zât tarafından alâ-tarikı’r-rûhâniyye talim-i irfan-ı
Muhammedi olduğu vâki’ olup bu gibilere ıstılâh-ı meşâyıhta “Üveysi” denildiği
gibi bi'z-zât Hz. Üveysü'l- Karâni”den müteselsil ayrıca bir silsile-i tarikat
daha bulunduğu da erbâbına mâlûmdur. Bu cümleden olarak Hâce Muhammed Nûr
Hazretleri'nin dahi tarikat-ı Üveysiyye icâzetnâmeleri derc-i sahife-i beyân
kılındı:
Fahr-i Alem (salla’llâhü aleyhi
ve sellem),
Hazret-i Ali (r.a.),
Hazret-i Ömer (r.a.),
Hazret-i Üveysi'l-Karâni (r.a.),
Mûsâ bin Yezid-i Râi (k.s.),
Sultan Ebû İshak İbrâhim Edhem
(k.s.),,
Şakik-i Belhi (k.s.),
Ebi Ömerü’l-İstahrevi (k.s.),
Ebi Caferi’l-Haddâd (k.s.),
Cüneyd-i Bağdâdi (k.s.),
Mimşâdü’d-Dineveri (k.s.),
Ahmed Esvedü'd-Dineveri (k.s.),
Muhammedü'l-Bekri eş-Şehir
Bucaviyye (k.s.),
Şeyh Vecihüddin Ömerü'l-Bekri
el-Kâdı (k.s.),
Şeyh Ebu en-Necibü's-Sühreverdi
(k.s.),
Şehâbüddin Ömerü’s-Sühreverdi
(k.s.),
Şeyh Necibüddin Ali bin
Bergûşi’ş-Şirâzi (k.s.),
Abdü's-Samed eş-Şüsteri (k.s.),
Mahmûd el-Isfahâni (k.s.),
Yûsufu’l-Acemi el-Gûrâni (k.s.),
Hasan eş-Şüsteri (k.s.),
Ahmedü'z-Zâhid (k.s.),
Muhammedü'l-Kameri el-Vâsıti
(k.s.),
Şeyhü’l-İslâm Ebi Yahyâ Zekeriyyâ
el-Ensâri (k.s.),
İmam Abdu’l-Vehhâb eş-Şarâni
(k.s.),
Nûreddin Ali ibn Abdü’l-Kuddûsi
eş-Şenâvi (k.s.),
Safiyyüddin Ahmed bin Muhammedü'l-Medeni
es-Sûfi (k.s.),
Şeyhü'l-Melâmi İbrâhim bin
Hüseyni'l-Gûrâni el-Medeni (k.s.),
Şeyh Tâhirü'l-Medeni (k.s.),
Şeyh Abdü'l-Gani en-Nablusi
(k.s.),
Şeyh Mustafa el-Bekri (k.s.),
Şeyh Muhammed el-Hanefi (k.s.),
Şeyh Mahmûd (k.s.),
Şeyh Abdullah eş-Şarkavi (k.s.),
Şeyh Ali Tûfi (k.s.),
Şeyh Muhammed Ebu'n-Necâ (k.s.),
Şeyh İbrâhim eş-Şemarıki (k.s.),
Şeyh Seyyid Hâce Muhammed
Nûru'l-Arabi (k.s.).
FASL-1 SANİ
Hazret-i Hâce Muhammed Nûr'un
kerâmât-ıilmiyyelerinden bir bendesinin beyânı bu bâbda olan müellefât-ı
aliyyelerinin esâmisini zikredip ba'dehu bazı terârîr-i kudsiyyeleriyle
müellefât-ı aliyyelerinden münâsib parçalarının derci tensîb edildiğinden ol veche
ile beyâna şürû' olundu.
Esâmî-i Müellefât
1- Mecâli'z-Zehrâ alâ’s-Salavâti'l-Kübrâ li'ş-Şeyhi'l-Ekber
(Arapça) ,
2- el-Yâkûtu'l-Hamrâ alâ’s-Salavâti's-Suğrâ
li’ş-Şeyhi’l-Ekber (Arapça) ,
3- Feracü’n-nüsûs Şerhu'n-Nakşi'l-Füsûs li'ş-Şeyhi'l-Ekber
(Arapça) ,
4- El-Letâifü't-Tahkîkât fi-Şerhi’l-Vâridât li'ş-Şeyhi’l-
Bedrüddîn (Arapça) ,
5- El-Envâru'l-Muhammediyye fi-Şerhi Risaleti'l-Vücıld li's-
Seyyidi’ş-Şerîfi'l-Cürcânî (Arapça) ,
6- Et-Temşîş alâ-Salavâti ibn Meşîş (Arapça) ,
7- Kenzü'l-Mahfi an-Ehli’l-Hicâb (Arapça),
8- Burhânü's-Sâlikîn (Arapça),
9- Meşâhidü't-Tevhid (Arapça),
1 O-Risa.Ietü’l-Mukaddime
li-Metâli’i’l-Füsûsü’l-Hikem (Arapça) ,
11- Kitâbü'r-Reşâd fi’l-Mebde ve’l-Meâd (Arapça),
12- Mürşidü'l-Uşşâk (Türkçe),
13- Seyrü’t-Tevhid (Arapça),
14- Şerhu Hakâyıkı’l-Eşyâ (Arapça),
15- Risa.Ie fi-Beyân-ı Hakikat u Mecâz ve Kinâye (Arapça),
16- ed-Dürretü'n-Nefis Şerhu Salavâti ibn İdris (Türkçe),
17- Tefsirü’l-Fâtiha (Türkçe),
18- Kitâbü'd-Devâir ve’l-Eflâk fi-Beyân-ı Tasarrufâtı Sâhibi’l-
Mülki ve’l-Emlâk (Türkçe),
19- Şerhu Evrâdi’l-Üsbuiyye li’ş-Şeyhi’l-Ekber (Türkçe), 14
20- Delilü’l-Uşşâk (Türkçe),
21- Menbau’n-Nûr fi-Rü’yeti’r-Rasûl (Türkçe),
22- Şerh-i Gazel-i Hâcı Bayram-ı Veli “Çalabum bir şâr yaratmış
iki cihân arasında" (Türkçe)/5
23- ed-Dürretü's-Seniyye fi-Şerhi Risa.Ieti’l-Gavsiyye li’ş-
Şeyhi’l-Ekber (Türkçe),
24- Risa.Ie fi-Beyân-ı Sıfât-ı Sübûtiyye (Türkçe),
25- Risâle-i Tevhid-i İlâhi (Türkçe),
26- Risale-i Sülûk-i Hakikat (Türkçe),
27- Dâiretü'l-Vücûd fi-Beyân-ı Makâmü’l Mahmûd
(Türkçe),
28- Risâle fi-Beyân-ı Sülûk-ı Şeriat ve Tarikat ve Hakikat
(Türkçe),
29- Risâle fi-Beyân-ı Kerâmât-ı Evliyâ (Arapça),
30- Şerh-i Nutk-ı Cenâb-ı Aliyyü'l-Murtazâ “ve mâa'l-halku fi't
timsâl" (Türkçe) ,
31- Risâle-i İsmâiliyye fi-Beyân-ı Sülûk-ı Nakşbendiyye
(Türkçe),
32- Şerh-i Ezân-ı Muhammedi (Türkçe),
33- Sırr-ı Ezân-ı Muhammedi (Türkçe),
34- Şerh-i Akâid-i Nesefiyye (Türkçe) ,
35- Şerh-i Risâle-i Şeyh Reslân-ı Dımışki (Türkçe)^,
36- Ecvibe-i Lâzıme fi-Es’fieti’ş-Şeytâniyyi'l-Mezkûrı fi'l-
Muhammediyye (Türkçe),
37- Beyân-ı Makâmât-ı Hakikat-ı Maa Delâilihi “eş-Şehir bi-
Kasr-ı Ârifân ve Risâle-i Sâlihiyye" (Türkçe),
38- Risâle-i fi-Keyfıyyet-i îmân-ı Fir'avn (Arabça),
39- Hedi)yyü'l-Uşşak (Türkçe),
40- Tuhfetü'l-Mahmûdiyye (Türkçe),
41- Tefsir-i Sûre-i Yûsuf (Türkçe),
42- Şerh-i A’yân-ı Mümkinât (Türkçe),
43- Fezâil-i İmâm Ali Radıyallahü Taâlâ anhü (Arabça),
44- Beyânu Tecelli'l-Hak ale'l-Merâtib (Türkçe) ,
45- Tefsir-i Sûre-i Feth,
46- Sırru Enbiyâi'l-Hak,
Bâlâda esâmisi muharrer âsâr-ı aliyyelerinden
bazı parçaları ile tekârir-i kudsiyyelerinden bazıları teberrüken derc-i
sahife-i beyân kılındı ki kemâl-i dikkatle mütâlaa olunduğu hâlde kuvve-i
ilmiyye-i ledünniyyelerine dâl (delil) olabilir.
1- "Bismillah”: İsmin Allah'a izâfeti beyânıdır. Yani
izâfetü'l- âm ile'l-hâstır. Allah, hakkın ismidir. Allah demek el-müstağrik
bi-cemi'i'l-eşyâ demektir. Buna binâen iftitâh tekbiri Allah ile bed' eder.
Şâfii, Mâliki, Hanbeli mezheblerinde Lafza-i Celâl'in gayr-i esmâ ile bed'i
câiz değildir. 'Allahu ekber” denilir, er- Rahmânü ekber denilmez. Zirâ ism-i
Rahmân, ism-i zât gibi câmiü'l-esmâ olmadığı gibi esmâ-i sâire dahi bunun
gibidir. Hanefi mezhebinde ise ismullahın her birisiyle iftitâh etmek câizdir.
Zirâ her bir isim gerçi ism-i zât gibi değilse de yine min cihetin cemi'-i
esmâyı câmi'dir. Çünki esmâullah mutlaktır, mukayyed değildir.
“er-Rahmân” demek dünyâ ve
âhiretin icâd ve tâyini taallukunun teveccühündendir. Yani Rahmân iyi ve kötü
şeylerin mûcididir. Fakat kötülük bize nisbetledir. Hakk'a göre kötülük yoktur.
er-Rahim ism-i Rahmân ile mevcûd olan mü'minine imdâd edici demektir
(Mine'l-Cevâhiri Seniyye Şerhu
Akâidün-Nesefiyye).
2- Mâlûm ola ki azamet-i zâtiyye-i ilâhiyye hazerâttır ve
hazerât beşdir:
Hazretü’z-zât,
Hazretü’s-sıfat,
Hazretü’l-esmâ,
Hazretü’l-ef'âl,
Hazretü’l- ahkâmdır.
Bu cümle hazerât, zât-ı
Muhammediyye ile zâhir oldular. Hazret-i zât hakîkat-i ilâhiyye, hazret-i sıfat
hakîkat-i Muhammediyye, hazret-i esmâ hakikat-i insâniyye, hazret-i ef'âl ü
ahkâm hakikat-i âdemiyyedir. Bu hakâiki zât-ı Muhammediye (salla’llâhü aleyhi
ve sellem) Efendimiz hazretleri câmi’dir. Zîrâ evvel-i mahlûktur ve
hâtemü’l-enbiyâdır.
Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) Efendimiz evvelu mâ halakallâhu nûri ve fi-rivâyetin evvelu mâ
halakallâhu rûhi ve fi-rivâyetin evvelu mâ halakallâhu akli ve fi-rivâyetihi
evvelu mâ halakallâhu! kalem ve fi-rivâyetin evvelu mâ halakallâhu! arş.
(Cenâb-ı Hakk’ın ilk yarattığı benim nûrumdur. Başka bir rivâyette Cenâb-ı
Hakk’ın ilk yarattığı benim aklımdır. Başka bir rivâyette kalemdir. Başka bir
rivâyette Arş'tır.) buyurmuştur ki bunların hakikatleri birdir. Zîrâ nûr
tesmiye olunduğu zâtı zâhir ve gayri mazhar. Ve rûh tesmiyyesi menba'-i hayât
ve muhyî. Ve kalem tesmiyyesi ilmullahta mücmel olanı mufassıl. Ve akl
tesmiyyesi müdrik, arş ta'bîr olunması muhît olduklarından nâşîdir.
(Min Dürreti’n-Nefis Şerhi
Salavâti ibn İdris).
3- Mâlûm ola ki Muhammediyyûn’un mertebeleri beştir:
Avâm,
Havâs,
Havâssü’l-havâs,
Hulâsatü’l-havâssi’l-havâs,
Safvetü
hülâsati’l-havâssi’l-havâstır.
Mertebet-i avâm imân-ı istidlalidir.
Merteb-i havâs tevhiddir.
Ve mertebe-i havâssi’l-havâs,
makâmü’l-cemdir,
ve mertebe-i
hulâsati’l-havâssi'l-havâs, hazretü’l-cemdir,
Ve mertebe-i safveti
hulâsati'l-havâssi’l-havâs, cem'ü’l- cem'dir.
Bir de mertebe-i safvet-i
hulâsat-i hâsseti’l-havâs vardır. Buna da ahadiyyetü'l-cem tesmiye kılınır ki
Rasûlulah makâmıdır (salla’llâhü aleyhi ve sellem).
(Min Dürreti’n-Nefis Şerhi
Salavâti ibn İdrîs).
4- Tevhid-i zât demek, vahdet-i zâtiyyeyi mezâhirde müşâhede
eylemektir. Ve kesret-i mezâhiri vahdet-i zâtiyye ile müşâhede eylemektir.
Vahdet-i zâtiyyenin zuhûru kesret iledir. Kesretin vücûdu vahdet iledir. Vahdet
tekessür etmeyince ayânda zahir olmaz. O kesret hazret-i mâşûkun
merâtibleridir. O merâtib iki kısımdır: Biri müessiredir, esmâ-yı zâtiyye ve
evsâf-ı fi’liyyedir ve diğeri müteessiredir, elvân-ı hissiyye ve maâni-i
akliyyedir ki makâm-ı velâyetin nihâyeti budur.
(Min Risâle-i Tevhîd-i İlâhî).
4
5- Tevhid-i zât demek, cemi'-i halkın bilâ-hulfil
velâ-ittihâd zât-ı Hak ile vücûtları bir olduğunu zevken ve keşfen bilip hak
âyinesinden zât-ı mâşûku müşâhede etmektir.
(Min Risâle-i Sülûk-i Hakikat).
*
6- Mâlûm ola ki imânın üç mertebesi vardır:
Evvelki mertebesi istidlâlidir.
Bunun vech-i tahsili ilme’l- yakin ile olur. Bunun iki tariki vardır: Evvelki
tariki istidlâl-i bi'l-misldir yani ahdin sıfatları olan “hayât, ilm, kudret,
irâde, sem', basar, kelâm'ı delil kılıp misilleri hakka isbât olunur zirâ
sıfât-ı kemâl sâni'-i taalâ ile zâhir olur. Nitekim “innallaha taâlâ halaka
âdeme alâ-sûretihi” (Alahu Taâlâ Ademi kendi sureti üzerine yarattı.) buna
şâhittir yani Allahu Taâlâ sireti ile âdemi yarattı. Sireti demek sıfatıdır ki
hayât, ilim, kudret, irâdât ve gayrları gibi. Lâkin ahdin sıfatları cüz'idir ve
gayrı-ı müessiredir, hâdislerdir. Hakkin sıfatları kadimdir, müessirdir,
külliyedir. Nisbet ile ihtilâfları vardır. Hadd-i zâtında birdir. Meselâ kudret
Hakk'a ve halka nisbet olunmayınca kadim ve hâdis diye hükm olunmaz. Hakk'a
nisbet olunmasıyla müessire olur ve kıs alâ-hâzâ (Bunun gibi kıyas et).
İlme'l-yakinin ikinci tariki
istidlâl-i bi'z-zâttır. Nitekim:
.ı.fu.s' ^' "Leyse
ke-mislihi şeyün” (Onun benzeri hiçbir şey yoktur. Şurâ 42/ 11) buna şahiddir
yani Hakk'a benzer bir şey yoktur. Meselâ, abd âciz ve muhtâc ve fani ve hâdis
olup Hak Taâlâ kâdir ve müstağni, kadim ve bâkidir. Bu imân-ı istidlâli ile
mü'min olanların mâbûdları, hayâllerinde icâd eyledikleri sûretlerdir ve lâkin
imânlarında mâzûrdurlar. Hak Taalâ indinde makbfildür zirâ aklın gâyeti budur.
“Mâ-vesi'ani arzi velâ semâ'i velakin vesi'ani kalbu abdi'l-mü'min'' (Yere göğe
sığmam ancak mü'min kulumun kalbine sığarım.) hadisinde remiz vardır. Zirâ
kalbin sığdırdığı sûret-i hayâldir. O hayâl ise Hakk'ın tecelliyâtındandır.
Bunların tenzihleri teşbih oldu. Ve ıtlâkları takyid oldu. Ve billâhi't-tevfık.
îmânın ikinci mertebesi imân-ı
ayânidir. Tahsili ayne'l- yakin ile olur. Bu da mürşid-i kâmil nefesiyle
makâmât-ı zevk olunursa hâsıl olur.
(Min Risâleti Mürşidi’l-'Uşşâk).
Risâle-i Mürşidi'l-'Uşşâk isimli
eserin ilk sayfası
7- Mâlûm ola ki cem' iki kısımdır: Birinci cem' -i ilâhî,
İkincisi cem'-i Muhammediyyedir. Zâtında vâhid merâtibde müteaddid olan cemî’-i
mezâhir ve mevcûdâtı yani er-Rahmân, er-Rahîm, el-Kuddûs vesâire gibi cümle
esmânın câmiîne, cem'-i ilâhî vâhidiyyetü’l-cem' denir.
Madde-i mümkinât olan zât-ı
Muhammed (s.a.s.) min vech-i mirât ve tafsîl-i Hak’dır ki buna da cem'-i
Muhammedî derler. İşte bu sebebden cem'-i ilâhî Hakk’ın bâtını ve cem'-i
Muhammedî Hakk’ın zâhiridir.
(Min Risâlet-i Sırr-ı Ezân-ı
Muhammedi).
4
Müşâhade-i tevhid üç kısımdır:
İsevi, Musevi, Muhammedi’dir.
Birincisi: Meşhed-i İsevi’dir ki
fenâ-yı ef'âldir. Hazretü’l- İseviye müşâhadesi mevt-i ihtiyâridir. ,Şöyle ki
cümle ef'âli ef'allullah, sıfatını sıfatullah, zâtını zâtullah olarak
müşâhadedir. Ayet-i celilede
"Ya İsa ^mi muteve^ffike ve
rafiuke üeyye.” (Yâ İsa! Ben senifevt ederek yükselttim. Al-i İmrân 3/55)
denmiştir.
İkincisi: Meşhed-i Musevi’dir ki
bekâbillâh ef'âlini bekâ-yı Hak ile sıfatını bekâ-yı Hak ile zâtını bekâ-yı Hak
ile müşâhade etmektir.
İsevi teşbih, Musevi tenzih'tir.
Üçüncüsü: Meşhed-i Muhammedi ki
tevhid-i sırftır. Tevhid-i Sırf ise ahadiyetü'l cemdir. Ayetin manâsı “taşı sen
atmadın lakin Allah attı.” Yani meşhed-i Muhammedi, teşbihi ve tenzihi câmii
olarak müşâhade etmektir.).
(Min Risaleti Meşahidi’t Tevhîd).
*
9- Mısra:
“Bakıcak didâr görünür ol şârın
kenâresinde"
Didâr görmeyen yoktur. Cümle halk
didâr görür. Lâkin cümle bi-haber olduklarından görmüyorlar ve görünmez derler.
CehiUeleri kendilerine hicâbdır. Didâra hicâb yoktur. Meselâ pâdişâh-ı zemin
serir-i saltanatından tebdilen çıkıp seyrân ederse hangi sûrette ise bilen
tanır bilmeyen tanımaz. Hattâ tanıyan bir kimse tanımayan bir kimseye:
“Pâdişah geçti, gördün mü, diye
suâl ederse “görmedim” cevâbını verir. Belki görmediğine yemin eder.
Manâ-yı mısra: Cehl hicâb olmasa
“bakıcak didâr görünür, o şârın kenâresinde" yani hâric-i suverden olursa
eniyyetle görürsün. Zirâ didârı görmekte kesret vardır. Râi ve mer'i ve rü'yet
tekessür iledir ve mer'i olan didâr-ı zât ve sıfat ve ef'âldir.
Şâr (şehir) kenâresi olan ef'âl
evvel müşâhede olunur ve ef'âlden sıfat ve sıfattan zât görünür. Hüviyyet ise
ayn-ı şâr (şehrin hakikati) olduğundan onda görmek yoktur.
Ve lizâ kâle “Ru'yetünâ lenâ binâ
ve ru'yetünâ lenâ bihi ve rü'yetühü lehü binâ ve rü'yetühü lenâ bihi"
(Şöyle buyurdu: Bizim kendimizi kendimizle görmemiz, kendimizi onunla görmemiz,
onun bizimle görmesi, onun bizi onunla görmesi.)
Şeyh Küşteri (k.s.) icâd eylediği
Karagöz ile câhillerin cehillerine ve ehl-i şuhûd olan velilerin didârı
görmelerine ve ehl-i tahkik olanların hüviyet-i ayn olmalarına misâl kıldılar.
Bilmeyen perde ardından tahrik eden ve söyleyeni görmez, suveri görür. Bilen
kimse perde kenârından görür ki muharrik ve söyleyen suver değildir. Belki
hareketten muharriki ve sözden söyleyeni müşâhede eder. Ammâ perde dâhilinde girende
aslâ rü'yet-i suver olmaz. Belki perde dâhilinde olan suverden birisi olur.
Kezâlik o şâra dâhil olursa şârdan addolunur
(Min Şerh-i Gazel-i Hacı Bayram-ı
Veli).
4
10- "Lâ-ilâhe illallah Muhammedün resûlullâh" yedi
kelimedir. Her bir kelimesi makâmât-ı tevhid ve ittihâd olan yedi makâm ki
tevhid-i ef'âl, tevhid-i sıfat, tevhid-i zât, cem‘, hazretü’l-cem',
cem'u’l-cem' ehâdiyyetü’l-cem'in her birine işârettir.
Evvelki kelime “la” ef'fili
halktan tecrîd ve Hakk'a takrîb eder.
İkinci kelime “ilahe” sıfatı
halktan tecrîd, Hakk'a takrîb eder.
Üçüncü kelime “illâ” vücûdu
halktan tecrîd ve Hakk'a takrîb eder.
Dördüncü kelime “Allah” cemî'-i
merâtib-i halkıyye ve hakıyyeyi cem' eder, makâm-ı cem'dir.
Beşinci kelime “Muhammed”
hazretü'l-cem'dir. Zîrâ bâtını kemâlât-ı ilâhiyyeyi câmi'dir. Zâhir olan
Muhammed’dir. Halk zâhir ve Hak bâtın hazretü'l-cem'dir.
Altıncı kelime “resûl”
cem'u'l-cem'e işarettir. Zîrâ mürsil bi- kesri'ş-şîn ve mürsel bi-fethi'ş-şîn.
Mürsel ile cümlesine şümûlü vardır. Merâtib-i Hakkıyye ve halkıyye bir nazarda
cem' olmakla cemu'l-cemdir.
Yedinci kelime 'Allah”
ehâdiyyetü'l-cem'dir. Malız ve tevhîd-i sırf-ı bakıyye kalmaksızın
ahâdiyyetü'l-cem' dir.
Bu kelime-i tayyibe-i “lâ-ilâhe
illallah Muhammedün resûlullah” makâmât-ı tevhîdi dahi câmi‘ olduğundan âkile
vâcibdir ki zikrinde çoklandıra. Lâkin bu hâl ehl-i bidâyet ve muhib olan
kimselere göredir. Ammâ sâlik-i tevhîd olanın zikri ism-i zâttır. El-câmi'u
beyne't-teşbîh ve't-tenzîh her bir nefeste ve her bir anda tenzîh ve teşbîhi
câmi‘ olur. Şer'-i Muhammediyye'de vârid olduğu gibi kâlallahu taâlâ: “Leyse
ke-mislihi şeyün vehüve's-semt’u’l-bastr" (O'nun benzeri hiçbir şey
yoktur. O, işitendir, görendir. Şurâ42/11) mantûk-ı şerîfi şâhiddir. Ammâ
kelime-i tevhîd nefyve isbâtı câmi' olduğundan sıfat-ı selbiyye ve sıfat-ı
sübûtiyyeyi dahi şâmildir.
Ve billâhi't-tevfık.
(Min Risâle-i Sıfât-t Sübûtiyye).
11- Akla gelen hayâlâtın cümlesinden Allahu Taâlâ'nın zât-ı
azîmi ve sıfat-ı kemâli münezzeh ve müberrâdır. Zîrâ aklın nihâyeti ve fikrin
gâyeti kayd ve tahdîddir. Kayd ve tahdîd ise teşbîh-i sırftır. Ehl-i aklın
ancak idrâk eylediği ancak suver-i akliyye ve fikriyyedir. Bu ise kendileri
gibi mahlûkdur. Bundan ötürü ilme dahi hicâb dediler. Zîrâ ilim, “intibâ’u
sûreti’l-mâlûmt fi’l-akl”dır. (yani) İlim mâlûmun sûretidir. Nefsü'l-emrde “alâ
hiye aleyhi hakâytk” (hakikat, görüldüğü gibi) değildir. Bundan ötürü
ilâhiyâtta fikr-i mücerred ile ve akl-ı muttarid ile ve vâsıtalarla hıfz etmek
câiz değildir. Ancak muhbir-i sâdıkın haberinden yâhûd mürşid-i kâmilin fem-i
zâhirinden alız etmek gerektir. Muhbir-i sâdıkın haberi nefsü'l-emre mutâbık
olup hakîkatü'l-emrde olan ilmi ifâde eder. Ve mürşidin irşâdı ayne'l-yakîni
ifade eder.
Allahümme erinâ el-eşyâi kemâhîye
ve sallallâhu aleyhim ecmaîn.
(Min Risâle-i Stfât-ı Sübûtiyye).
"'
12-Bil ki zikir ve duâ
esnasındaki râbıta üç kısımdır:
Birincisi; havâtır anında şeyhin
hayâl edilmesi demektir ki tarikattaki müridlerin havâtırının gitmesi içindir.
Bu râbıta irşâdla görevli kâmilerin alâmetlerindendir. Sen bir şeyhin kâmil
olup olmadığını anlamak istersen onun yanına git, eğer havâtırın azalır veya
yok olursa işte o zât kâmildir, sâliki irşâd edebilir, aksi halde kâmil
değildir. İsterse gündüz saim (oruçlu), gece de kâim (ibadette) olsun, ona
yakın olma. Sadece bil ki o âbiddir, irşâd yetkisi yoktur. Bu tür râbıta,
râbıtaların en aşağısıdır.
İkincisi; tevhid ile olandır. Bu
da Hakk'ın vücûdunun ef'âl, sıfât ve zât aynalarından müşâhedesi ile olur.
Üçüncüsü ve en yücesi; zât-ı
Hakkin Muh^medi Cemalden müşâhedesiyle olur. Bu da uykuda ve uyanık iken
Hz.Peygamber'in unsûri (et ve kemik) değil, nurâni varlığıyla buluşmaktan sonra
gerçekleşir.
Allah'ım, yâ Rabbe'l-âlemin!
Senden bize Seyyidü'l- mürselin Efendimiz'in (s.a.v) nûruyla buluşmamızı
bahşetmeni diliyorum. Amin.
(Min Salâvati’l-Kübrâ).
13- Mâlûm ola ki sülûk-ı Hak üç kısım üzeredir:
Evvelki sülûk-ı şeriattır.
Sâlik-i şeriat olan kendi zâtını ve zevât-ı âlemi yani mevcûdâtın cümlesine
nazar edip “ben yok iken var oldum" diye bi'z-zarûre mevcûd-ı Taâlâ
Hazretleri'nin varlığını fehm edip zâtını ve cemi'-i zevâtı Hazret-i Hakk'a
delil-i kat'i isbât eder. Ve bu sülûka tarik-i istidlâl ve ilme'l- yakin
derler. Şübhe ve şekten hâli değildir.
Bundan ötürü bu sülûkta ümmet
iftirâk ettiler. Ve bu iftirâka Rasıllullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
işâret ederek “setefieriku ümmeti selâsen ve seb’îneftrkaten, küllühüm
fi’n-nâri illâftrkatun vâhidetun.
Kâlû: ve men hiye yâ Rasûlullah?
Kale: Hum alâ mâ ene aleyhi ve
ashâbî.”
(Benim ümmetim yetmiş üç fırkaya
ayrılacaktır, bir fırka hariç hepsinin yeri âteştir.
-Ya Rasıllallah o fırka kim? diye
sordular. Resûlullah:
-Ben ve ashâbımın yolu üzere
olanlar, buyurdu.).
Yalnız delîl-i aklî ve nazar-ı
fikrî ile iktifa etmeyip belki delîl-i nakliyeyi zammedip mukallidü’r-Rasûl ve
mukallidü'l- ashâb olmak lâzımdır. Zîrâ delîl-i aklî gâh hatâ ve gâh isâbet
eder. Ammâ delîl-i naklî hatâ etmez. Zîrâ muhbir-i sâdık nefsü'l-emre mutâbık
haber verir.
(Min Risâle-ifı-Beyân-ı Sülûk-ı
Şeriat ve Tarikat ve Hakikat).
14- Kâmil olan her makâm ile tekellüm eder ve herkese aklı fehm
edecek kadar ifade eder. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) efendimiz
ilme’l-yakîni avâm-ı sahâbeye ifade ederlerdi. Ve havâs-ı sahâbeye kimine
tevhîd-i ef'âl, kimine tevhîd-i sıfat ve kimine tevhîd-i zât ve kimine
makâmu'l-cem ve kimine hazretü’l-cem‘ ve kimine cem'ü'l-cem ifade ve ta'lîm
ederlerdi. Hâlbuki kendi makâmları bu makâmlardan a'lâ idi. Bundan ötürü
"innehu leyügânu alâ-kalbi feestağfirullahe fi'l-yevmi miete merratin”
(Ben günde yüz kere Allah'a tevbe ederim.) buyurdu. Ve kâmil olan a'lâ makâmdan
aşk için ednâ makâm nâzil olur. Ve dahi makamât-ı kemâl dört makâmdır:
Evvelkisi velâyet,
İkincisi sıddîkıyyet,
Üçüncüsü kurbiyyet,
Dördüncüsü nübüvvettir.
Velâyet bir mertebedir ki velî
Hak ile olduğu zamân ehl-i keşf olur ve halk ile olduğu vakit mahcûb olur. Ve
sıddikıyyet bir mertebedir ki sıddîk olan dâimâ Hak ile olur, halk ile olmaz.
Kurbiyyet mertebesi, mukarreb gerek Hak ile gerek halkla olduğu halde aslâ
mahcûb olmaz. Ve nübüvvet bir mertebedir ki nebî olan gerek Hak'la ve gerek
halkla olup aslâ bir an mahcûb olmaz; fakat, ana vahiy nâzil olur. Vahiyden
gayri olan kelâm-ı ilâhî evliyâya ve sıddîka ve mukarrebe dahi vâki' olur. Bu
bâbda ashâb-ı merâtibden kelâm vârid oldu. Meselâ mertebe-i velâyetten vârid
olan “mâ ree'ytü şeyen illa ve ree'ytullahe kablehu” (Hiçbir şey görmedim ki,
önce Allah'ı görmeyeyim.) ve bazı “mâ ree'ytü şeyen illâ ve ree'ytullahe
badehu” (Hiçbir şey görmedim ki, sonra Allah'ı görmeyeyim.) ve “mâ ree'ytü
şeyen illâ ve reeytullahe meahü” (Hiçbir şey görmedim ki, onunla beraber AUah’ı
görmeyeyim.) ve “mâ ree'ytü illallah” (Allah'tan başka bir şey görmedim.) dedi.
Mertebe-i sıdkıyyetten vârid olan
“ene’l-Hak” ve bazen “min Allah” ve bazı “sübhânî mâ a'zamu şânî” (Kendimi
tesbîh ederim, şânım ne yücedir) ve bazı “mâ fi habbetî ilallah'dır.
Mukarrebler ve nebîler ehl-i temkîn olup aslâ telvînde vâki' olmazlar. Ve avâma
muhâlifkelâm demezler. Ve dahi zikrolunan makâmların delileri vardır: Hak Teâlâ
buyurur:
'fe eynemâ tevellû fe sümme
vechullah” (Nereye dönerseniz Allah'ın yüzü işte oradadır. Bakara/l 15),
“hüve’l-evvelü ve’l-âhtru ve’z-zâhiru
ve’l-bâttnu” (O, ilk ve sondur. Zâhir ve Bâtın'dır. Hadid/3),
“vemâ rameyte iz rameyte velâkinnallahe rama'
(Attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı. Enfal/17.),
“felem taktulûhüm velâkinnallahe
katelehüm", (Onları siz öldürmediniz, fakat Allah onları öldürdü. Enfal/
17)
“En bûrike men fin-nâri ve men
havlehâ ve sübhânallah” (Ateşin başındaki de çevresindekiler de kutlu olsun!
Alemlerin Rabbi olan Allah eksikliklerden uzaktır. Neml/8.) ve gayri âyetler
dahi vardır. Ve hadîs-i şerifde dahi varid olduğu gibi: “Kuntü semahu’llezî
yesmau bihi ve besarahu’llezî yubsiru bihi ve lisânehu’llezî yentiku bihi
yedehu’llezî yebtişu bihâ ve riclehü’llezî yemşî bihâ.", (yani “Ben kulumu
sevdiğim zaman onun işiten kulağı, gören gözü, söyleyen dili, tutan eli,
yürüyen ayağı olurum.”) “innallâhe yekûlu alâ lisâni abdihi semi’allahu limen
hamideh, fe kûlû Rabbenâ leke’l-hamd" (Hiç şüphesiz Allah, hamd edenin
hamdini işitti. dedi. O da “Hamd Rabbimize mahsûstur” dedi).
(Min Mürşidi’l-Uşşâk).
15- Mürşid-i kâmil olmak yalnız kesret-i ibâdet ve kıllet-i nevm
ve ekl, kıllet-i kelâm ve kesret-i zikr ve gayrları gibi fakat umûr-ı
şer'iyyeye mülâzemetle mâlûm olmaz. Zîrâ bu hâl mürşid olmayan âbidlerde dahi
bulunur.
Mürşid-i hakiki ve vâris-i
Muhammedi olan zevâtın alâmeti budur ki şer'-i envâra mülâzemetle berâber
meclisinde ana mukâbil oldukda avâm-ı nâs olanın kalbinde bulunan havâtır yani
işgâl-i dünyeviyye zâil olur vey^ûd azalırsa ve havâss-ı nâs olanın istiğrâki
ziyâdelenirse vâris-i Muhammedi odur. Ona tâbi olmak gerektir. Davâ-yı kâzibe
ile irşâdda kezûb olan kezzâblardan hazer lâzımdır. “Allahümme’hfaznâ an
ittbâi'l- kezzâbi bi-câhi'n-nebiyyi ve’l-âli ve’l-ashâbi vallahu yehdi ilâ
tarikt's-savâb." (Allah'ım. Peygamberin, Ehl-i beyti'nin ve dostlarının
hürmetine bizi yalancıya uyanlardan koru. Allah dileyeni doğru yola iletir.)
(Min Risâle-i İsmâiliyye).
16- Bismillahi’r-Rahmâni’r-Rahim
el-Felekü'l-Hâmis
Felekü nefsi'l-küll beyânındadır.
Ehl-i şer'in katlarında Levh-i Mahfüz ve kitâbü'l-Mübin ve Ümmü'l-Kitâb derler.
Malûm ola ki Hazretü'z-Zâti'l-mukaddes ve hazretü's-sıfâti'l- celaliyye
ve'l-cemaliyye ve'l-esmâiyye'l-ilâhiyye tevecühleriyle akl-ı küll zuhûra geldi.
Ve esmâu'Uah ve akl-ı küll teveccühleriyle nefs-i-kül zuhura geldi yani nûr-ı
Muhammedi'den mâlûmât-ı gaybiyye zulümât-ı ‘ademiyyelerinde iken nûr-ı
mâneviyye olarak zuhûra geldi ve nefsü'l-kül zâhir oldu. İmdi merâtib-i
Hakkıyye ve halkiyye akl-ı kül vâsıtasıyla cümlesi nefs-i-külde cem' oldular.
Lâkin tafsil tarikıyla manevi olarak zâhir oldular. Ve bu nefsü'l-kül ism-i
bâis-i mazharidir yani kendisinde müstecmi' olan taayyünât-ı Hakkıyye ve
halkiyye kendisinde ba'is-i izhâr (göstermek gayesiyle) ile teveccüh eyledi. Ve
bu teveccühle nefsü'r-rahmân olan tabiat zuhûr eyledi.
Bismillahi'r-Rahmânir-Rahim
El-felekü's-sâbi'
felekü'l-heyûlâdır.
Mâlûm ola ki heyıilâ bir emr-i küilî-i
manevîdir ki kendisinde suver olmağa kâbiliyyet vardır. Kâbiliyyet eşkâl ile
müşekkel olanların ve suver ile musavver olanların maddesidir, demektir.
Nitekim İmâm Ali (r.a.) heyıilâyı “hebâ" tesmiye eyledi. Ve âyet-i kerîme
de vardır.
Buyurdu: Kâlallahu Taâlâ:
“Fe kânet hebâen münbessâ" (Hepsi havada
uçuşan zerreler haline geldi... Vâkıa/6).
Mâlûm oldu ki eşyânın maddesi
suveriyle zâhir olmaktan kat' -ı nazar “hebâ" tesmiye olunur. Meselâ
teknede hamur var iken türlü türlü sûret giymeye kâbildir. Andan sûretler
yapılır. Müdevver, murabba’, tavîl, arîz her türlü sûreti giymekliğe kâbildir.
Lâkin misâl olan hamur hissîdir. Hebâ-yı manevîdir. Teşbîhü'l-manevi bi'l-cins
kabîlinden olur.
Vallahu'l-hâdî.
Bismillahir-Rahmânir-Rahim
El-felekü's-sâmin, felekü'ş-şekl.
Mâlûm ola ki şekil mânevîdir.
Şekil demek ma'nen her şeyin ta'yine istidâdı hasebiyle hebâda sâbit olması
demektir. Ne sıfatla ise o sıfatla kendisi ve ameli zâhir olur. Ve bu şekil
hâricde zuhûru istidâ eylediğinden cisim taleb eyledi. Cisim küllî-i manevi
isbâtını iktizâ etti. Vallahu'l-hâdî
(Min Kitâbi'd-Devâiri
ve’l-Eflâk).
"'
17-
Bu dördüncü kim dedim bu cûdu
Ki senden gayra etmezem sücûdu
Ne suçum var bu sözde etti la'net
Cevâb idün nedir bu işte hikmet
Yani ihsân-ı ilâhi ile gayrullaha
secde etmediğim ni'mettir. Ademe secde etmeyi terk etmekten ne suçum vardır.
El-cevâb: Ey Şeytân ne veçhile
Allahu Taâlâ'ya secde edersin, beyân eyle! Eğer İlâh-ı Mutlak'a secde ederim,
dersen emreylediği kıble olan Ademden imtinâ etmek lâzım gelmezdi. Zîrâ İlâh-ı
Mutlak'a secde eden kimseye kıblenin mukayyed olması zarar vermez. Ey Şeytân
da'vâ-yı cehille sen her anda şirktesin. Cehlinden ötürü da'vâ edersin.
Bâ-husûs Adem (a.s.) halîfe olduğundan sûreten ve sîreten mertebe-i ulûhiyyeti
câmi’dir. Bundan Hak Taâlâ melâikeye kıble eyledi. Ey Şeytân zu'm ettiğin gibi
Adem'e secde etmek gayra secde etmek değildir. Çünkü Allahu Taâlâ böyle fahiş
şey ile emreder mi?
Hakk'a secde ederim, gayra secde
etmem, diye da'vâ etmek, azîm kabahattir. Kıblesiz secde etmek vehm ve
hayâldir. Hakk'a değildir. Kıble ise Hakk'ın emriyle ta'yîn olunur. İmdi câhil
ve kâfirsin, tahmînle da'vâ edersin, yalnız tahmînle iş bitmez.
(Min Ecvibe-i Lâzime min Esile-i
Şeytâniyye).
4
17- 1270 târihinde gördükleri lüzûm üzerine Pürzerîn (Prizren)
ulemâsına îrâd buyurdukları suâldir ki cevapsız kalmıştır.
20 Seyyid Hazretleri'nin buyurmuş
oldukları bu suâller Prizren uleması tarafından cevapsız bırakılmış. Yapılan bu
sualler Manastır'lı Niyâzî efendi tarafından not alınarak Seyyid Muhammed
Nûru’l-Arabî Hazretlerinin hulefasından Tikveş'li Eş-Şeyh el-Hâc Abdulkâdir
Bey'e mektupla detilerek bu suallerin sorulma sebebini ve kendilerinden bu
suallere cevap vermeleri istenmiştir. Şeyh Abdulkâdir Bey kendine yazılan bu
mektuba şöyle cevap vermiştir.
Gelen mektubunuza aldım. Hoca
efendi hazretlerinin Prizrende ulemaya hitaben etmiş oldukları suâli ne
vechiyle şerh olunduğuna dair bizden bir nev'i malümâtım yokdur. Ancak,
iltimâsınız üzerine iktidarım derecesinde bir cevap yazıyorum.
1- Sua!: Sıfat ile esmânın farkı nedir?
Cevâb: Bunlar zaten gerek sıfat
gerek esmâ olsun cümlesi zâtın şuunâtından ibarettir. Cümle zâtı ilahiden gayrı
değildir. Fakat itibâri biri birinden tafrîk olunmuştur. İtibâr dahi nisbet
dairesindedir. Yani meha! ve mekân kaimdir. kibâr ise; hayat, ilim, irâdet,
kudret hakka nisbet olunur ise yani Hak ile kâim olduğu cihetle ve ümmühât-ı
esmâ olduğundan sıfat tabir olunmuştur. Çünki esmâ, bu sıfatın taallukuyla kâim
olur. Hususiyle bu sıfat dahi taalluk cihetinden esmâ olur.
2- Suâl: Sıfat-ı aliyyenin müessiri ve gayri müessiri Hakka
isnâd olunur ise, küfürmü, isyan mı olur? Ve iradenin külliyesi ve cüzziyesi
kadîm ve hâdis olması ve müesser ve gayr-ı müesser olması ne gibidir?
Cevap: badenin külliyesi ve
cüzziyesi, müessir ve gayr-ı müessir halk nazarı itibarıyladır. Ve gayr-ı
müessirin vücûdu olmayıp, binâen-aleyh
18- Kâmil bazen ilme'l-yakine tenezzül ederek cemi'-i eşyânın
vücûd-ı İlâhiye delil olduklarına nazar eyler. Gâh ayne'l-yakine terakki ederek
cemi'-i eşyânın Hakk'ın sıfat ve taayunâtına mazhar ve mir'ât olduklarını
seyreyler. Ve bazı kere cemi'-i eşyânın hakâyıkını ve kendi hakikatinin aynı
olduğuna vâkıf olup ol makâmda bi-şuûr olur. işte telvinde temkin budur.
“Kellimu’n-nâse alâ-kadri ukûlihim”
(İnsanlara akıllarının ereceği kadar konuşunuz.) nass-ı nebevisinin fehvâsıyla
âmil olur ki buna meydân-ı telebbüs derler.
(Min Şerh-i Evrâd-t Üsbûiyye).
4
19- Duâ dört nev'dir:
Birincisi isti'câldir Yani
matlûbu tahsil için Hakk'a el kaldırıp yalvarmaktır ki garaz matlûbu tahsildir.
İkincisi: Teabbüddür ki sırf
“ud’ûnt istecib leküm” ( Bana duâ edin icâbet edeyim. Mümin/60) kavline
tab'ıyyetle imtisâlen li'l-emr olup bunda garaz yoktur.
Üçüncüsü: Duâ-yı keşfidir ki ârif
olan zât işin duâya mevkûf olduğunu keşfederek duâ ederse de vakt-i merhûnu
hulûl etmedikçe duâ etmez. Bu sebebden ekser avâm iltimâs-ı duâ için mürâcaat
ettikleri ehlullaha, bize duâ etmedi, diye mahzûn olurlar.
vücûdu olmayanın vücûdsuza nispet
olunur. Yoksa hakikat halde bir şey batıl değildir. Her bir fiil bir ismin
hükmünü meydana getirir. Bu nazarda aczin ve cehlin vücûdu olmayıp, ancak her
mertebede kemfil-i ilâhı meydana gelir. Küfür ve isyân cehil mertebesiyle
kâimdir. Alahu tafilâ Hazretleri cümle merâtibi ile cemî‘-i evkâtte ahkâmını
izhâr etmektedir.
3- Sufil: İrâdenin müteallekâtı nedir?
Cevâb: Müteallekâtı irâde
yedidir. Vücûd, adem, sıfât, mekâdir, ezmime ve cihâttır. Cenâb-ı Hak cümlemize
hayır ve terakkiler buyurmasını duâ ile cümle ihvâna aşk-ı niyâz ederim.
Temmet.
Dördüncüsü: Duâ-yı istidâdidir
İki bununla amel eden zatlar duâ için el kaldırmayıp alâ kadri’l-isti’dâd
herkesi makdûrât ve murâd-ı ilahiyyeye havâle ederler.
(Min Şerh-i Evrâd-t Usbu’iyye).
2 1 -Kalallahu Taâlâ:
"Ve mâ kâne li-beşerin en
yükellimehu’llahu illâ vahyen ev min verâin hicâbin evyürsile resûlenfeyûhiye
bi-iznihi mâyeşâü innehû 'alîyyün hakim" (Allah bir insanla ancak vahiy
yoluyla, yahut perde arkasından konuşur. Yâhûd bir elçi gönderip izniyle ona
dilediğini vahyeder. Şüphesiz O yücedir, hüküm ve hikmet sahibidir. Şûrâ
42/51). Rabb-i Taâlâ ve tekaddes hazretlerinin kullarıyla olan mükâlemesi üç
kısım üzerinedir:
Kısm-ı Evvel: Mükâleme
bi-tarikı’l-ilhâmi’l-bâtınidir ki "Ve mâ kâne li-beşerin en
yükellimehu’llahu illâ vahyen" (Allah, bir insanla ancak vahiy yoluyla
yâhûd perde arkasından konuşur. Yahut bir elçi gönderip, izniyle ona dilediğini
vahyeder. Şûrâ/51) bu kısma nâzırdır.
"Ve evhaynâ ilâ ümmi
Mûsâ" (Ve Musanın annesine de vahyettik. Kasâs/7) dahi bu kabildendir.
Kısm-ı Sâni: Mükâleme
bi-tariki'l-hicâbdır. Yani suver perdeleri ardında hazret-i muhibbin
mahbûblarına şifahen mükâleme buyurduğu ve Hazret-i Mûsaya şecereden ve gayrı
sûretlerden:
"ve kellemallahu Mûsâ”
(Allah Musâ (a.s.) ile doğrudan konuştu. Nisâ 4/164) vârid olduğu gibi ki
Hazret-i Şeyh Muhyiddin-i Arabi'ye dahi “yâ gavsü’l-a’zam” diye mükâleme
buyurması bu kabildendir.
Kısm-ı Sâlis: Mükâleme
bi-tarikı'l-vahyi ve'l-vâsıtadır İki her bir ümmete resûl gönderip Cibril-i
aleyhi's-selâm vâsıtasıyla dahi vahiy indirip ol resfilün ümmetlerine
tebliğleri bi'l-vâsıta Hakk'ın mükâlemesidir ki “yâ eyyühe’llezîne âmenû
ekîmu's- salâte” ve gayrı hitâbât-ı ilâhiyye buna dâldır.
(Min Şerh-i Gavsiyye).
*
22-Beyt:
Arife eşyâda esmâ görünür
Cümle esmâda müsemmâ
görünür"
(Mısri)
Kur'ân-ı Azimüşşân dört ilim
üzerine nâzil oldu ki bunlar ilm-i şeriat, ilm-i tarikat, ilm-i marifet, ilm-i
hakikat. İmdi a'mâl ve ahkâma dâir olana “ilm-i şeriat" denilir. Ahlâk ve
ahvâle dair olana “ilm-i tarikat", Hakk'ın esmâ ve sıfatına dâir olana
“ilm-i marifet': hakâyık-ı ilâhiyye ve esrâr-ı Muhammediyye'ye dair olana
“ilm-i hakikat" ta'bir olunur.
İşte urefâya sıfatıyyûn denir ki
bunlar sırf esmâ görür. Müsemmâyı bi-hakkın görüp bilemezler.
Muhakkikûn: Zâtiyyûndur ki bunlar
müsemmâdan gayrı görmezler yani esmâ ve sıfât kuyildâtıyla mukayyed
değillerdir. Fâ fehm.
(Min Şerh-i Dîvân-ı Niyâzî-i
Mısrî).
23-‘Âdeme verilen ilimlerin
hakikati mutlak âlemden Muhammed (a.s.)'ın taayyününe tenezzül ve tecellî etti.
Bunun için Hz. Peygamber:
“Rabbim ilmimi ziyâde eyle.”(Taha
20/114) kavlince ilmini ziyâdeleştirmekle emrolundu. Çünki tecellînin nihâyeti
olmadığı gibi ilmin de nihâyeti yoktur. Cenâb-ı Hak bu âlemi sanatının kemâlini
göstermek için; Âdem’i de zâtının ve sıfatının kemâlini göstermek için yarattı.
Bu yüce zuhûr (yani âlem ve âdem'in zuhûrunu idrak) mevzuunda mahlûkâtı âciz
bıraktı. Âlem ve Âdem'in her ikisinin kemâlini izhâr etmek için de Hazret-i
Peygamber (s.a.s)'in yüce sûretini halketti.
Sanatının, kudretinin ve dahi
sırf vücûdunun; ilim, idrak, hususiyetler ve Hz. Peygamberden görünen
mucizelerindeki kemâlât ile meydana gelen nûrundan kendi hakikatini gösterdi.
Çünki O, Hakk'ı Hak olarak görmeğe en müstehak olandır.
(Min Şerhü Salâvati’l-Meşiş)
4
Risâle-i Salihiye isimli eserin
ilk saayfası
24- Mâlûm ola ki tecelliyât-ı ilâhiyye üçtür:
Evvelki tecellî-i âsâr-ı
cemâlidir. İkincisi tecellî-yi sıfât-ı kemâlidir. üçüncüsü tecellî-i zât-ı
celâlidir. İmdi bu tecelliyât-ı ilâhiyyeye ârif olmak ve bu tecelliyât-ı
sâliseyi şuhûd etmek merâtib-i tevhidi bilmeğe mütevakkıftır.
Şöyle ki kişiye evvelâ lâzım olan
mücâhededir. Zirâ Cenâb-ı
Allah, Kuranda “câhidû bi-emvâliküm ve enfüsiküm ft
sebilillahi” yani (hem malınız ve hem de nefsinizle mücâhede edin Tevbe 9/41)
buyuruyor. Mücâhede ta'rif olunsa enva-i kesiresi vardır. Lâkin mücâhede-i
Muhammediyye şöyledir ki evvelâ ahkâm-ı şer'iyyeyi öğrenmeye çalışın. Zirâ
a'mâl-i şer'iyyenin sıhhat ve fesâdı ilm-i şer'iyyeye mütevakkıftır. Eğer ilm-i
şer'i bilinmezse ahkâm-ı şer'iyye-i ilâhiyye bi-hakkın icrâdan geri kalır.
Sâniyen, esrâr-ı tarikat olan
zikr-i dâim tahsil etmeğe çalışın ki gaflet zikr-i dâimle ref' olur. Ve bu
zikr-i dâimin tahsili, ehl-i zikr olan kimsenin ta'lim ve telkinine muhtâcdır.
Zirâ Cenâb-ı
Hak, Kuranda “Fes'elû ehle'z
zikri in küntüm lâ ta’lemûn.” buyurur yani siz eğer keyfiyet-i zikri bilmez
iseniz ehl-i zikr olan zevât-ı kirâmdan suâl ediniz (Nahl 16/43). Bu âyetten
anlaşılıyor ki meşâyıh-ı izâmın memûriyyetleri gerek celi ve gerek hafi ancak
keyfıyyet-i zikri ta'rif ve beyândır. Yoksa zikr-i ilâhiyi aded ile kayd etmeğe
hiç bir vechile hak ve salâhiyetleri yoktur. Şu kadar var ki bazen mübtedilerin
hâllerine terahhumen veya istidâdlarına nazaran yapılır.
Sâlisen esrâr-ı hakikattir ki bu
da cemâl-i vahdeti müşâhede etmek ve hicâb-i isneyniyeti ref' etmekle hâsıl
olur. Ve bu esrâr-ı hakikati fehm ve keşf etmek ve makâmât-ı tevhîd ve ittihâdı
zevk eylemek mürşid-i kâmil-i hakîkînin talîm ve irşâdına mütev^akftır.
(Min Risâle-i Salihiyye).
25- Yani;
“înnâ aradnâ’l-emâneten ale’s-semâvâti
ve’l-arz” (Şüphesiz biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik. Ahzab
33/72). “Biz” cemiyetimizle o emâneti ‘Arzettik” ki o emânet sırr-ı hilâfettir.
O hilâfet bütün ilâhî isimlerle zuhûrdur. Nitekim Allah Taâlâ buyurur:
"Ve aileme Ademe'l-esmâe
küllehâ” (Adem'e bütün ilâhî isimleri tâlim etti. Bakara 2/31 ).
“Semâvâta” bu ulvî âleme;
“arza’', buda süfli aleme ve dağlara arzettik. Dağlar, ulvî ve süflî alemde
yaratılanlardır.
“Onlar onu yüklenmekten
çekindiler” yani hepsi onu istidâtları uygun olmadığı için yüklenmekten
kaçındılar.
“Ve onu yüklenmekten korktular.”
yani nefislerinden korktular, bu emâneti yüklenmeği istidâtları kadar taşımayı
göze alamadılar, yoksa hepsini değil.
Vaktaki Hak Taâlâ bütün esmâ ile
ortaya çıkan sırr-ı hilâfeti Kaleme arzetti. Kalem ancak Bedî’ ismini,
yüklendi. Levh; Bâis ismini, Tabîat; Bâtın ismini, Heyülâ; Ahir ismini, Sûret;
Zâhir ismini, Cism-i küll; Hakîm ismini, Arş; Muhit ismini, Kürsi; Şekûr
ismini, Felek-i Atlas; Ganî ismini, Felek-i Menâzil; Muktedir ismini, Felek-i
Keyvân; Rabb ismini, Felek-i Müşteri; Alim ismini, Felek-i Behrâm; Kahhâr
ismini, Felek-i Şems; Nûr ismini, Felek-i Zühre; Musavvir ismini, Felek-i
Kâtib; Muhsi ismini, Felek-i Kamer; Mübin ismini, Felek-i Esir; Kâbız ismini,
Felek-i Hevâ; Hay ismini, Felek-i Mâ (su); Muhyi ismini, Felek-i Türâb; Mümit
ismini, Maden; Aziz ismini, Nebât; Rezzâk ismini, Hayvân; Müzill ismini,
Melâike; Kavi ismini, Cin; Latif ismini, İnsân; bütün isimleri cem' eden Câmi’
ismini ve Râfiü’d- derecât mertebesini yüklendi.
“O çok zâlim ve çok câhildir?’
Zalûm, zulüm kelimesinden ismi
fail “zâlim"in mübâlağa kipidir.
Zulüm, başkasının malını ele
geçirme ve onu gizleme ve örtme demektir.
Zalamü’l-leyl=Gecenin zulmet ve
karanlığından alınmıştır. Çünki karanlık, eşyâyı gizleyip örter. O halde Zalûm;
hâiz, örten veyahûd esmâ olan hilâfet sırrını saklayan anlamındadır. Ve dahi
onun zuhûru cem' ve fark iledir?’ Dağ, tepe, duvar ve diğer cisimler uzaktan bakıldığında
karanlık ve siyah görünür, kesreti zâhir olmaz. Çünki onları saran zulmet ve
karanlık, oradaki kesreti örter vahdeti gösterir. Bunların içindeki taaddüd
yani nesneler görülmez. Ancak onlara yaklaşmak ve nûr sebebiyle de zulmet ve
siyahlık giderse içindekiler görülür.
Bundan dolayı âriflerden kim
geceleyin doğmuşsa onda cem' makâmı galip gelir. Kim de gündüz doğmuşsa onda da
fark meşrebi galip gelir.
“Cehûlen" kesret
içindekileri temyiz ve fark edemez. Aksine onun hali,
“Feeynemâ tüvellû fesemme vechullah"
(Nereye dönerseniz Allah'ın yüzü işte oradadır. Bakara 2/ 115) âyetinin
neşesindedir.
Zulüm ve cehil, bu manâda
gerçekten övgüye lâyıktır.
Başarı Allah'tandır.
(Min Şerh-i-Vâridât-ı İlâhiyye)
26- Bundan dolayı Kuran geceleyin toplu hâlde indi. Bunun için:
“İnnâ enzelnâhu fi leyleti’l-kadr” (Şüphesiz,
biz onu (Kur'ân'ı) Kadir gecesinde indirdik. Kadir 97/1) denildi.
“Ya eyyühen-nâsü entümü’l-fukarâü ilâ’llahü
hüve’l- ganiyyü’l-hamtd” (Ey insanlar! Siz Allah'a muhtâçsınız. Allah ise her
bakımdan sınırsız zengin olandır, övülmeye hakkıyla layık olandır. Patır 35/15)
Ayetin zâhirinden bütün nefsî=zatî, selbî ve sübûtî sıfatlar anlaşılır. Ayetin
sârihinden anlaşılan bâtın olan yediye gelince onlar da; ef'ali, sıfatı, zâtı,
tedenni = cem', tedellî =Hazretü'l-cem‘, cemü'l-cem ve ahadiyyet'tir.
4
27- Ahkâm-ı şer'iyye beştir:
Vücûb, hurmet, nedb, kerâhet ve
ibâha.
Ahkâm-ı vaz'iyye de beştir:
Sebep, şart, mani', musahhih ve
müfsid.
Vücûb, kendisinde şüphe olmayan
kat'î bir delille sâbit olandır.
Hurmet, kendisinde şüphe olmayan
kat'î bir delille yasaklanandır.
Nedb, zanni delille sâbit
olandır.
Kerâhet, zannî delille
yasaklanandır.
İbâha, yapılması ve terk edilmesi
müsâvî olandır.
Sebep, varlığıyla varlık,
yokluğuyla yokluk gerekendir.
Şart, yokluğunda yokluk,
varlığında ne varlık ne yokluk lâzım gelendir.
Mâni', varlığında yokluk,
yokluğunda ne varlık ne de yokluk lâzım gelendir.
Musahhıh, yokluğunda fesat ve
varlığında sıhhat lazım gelendir.
Müfsid, varlığında fesad,
yokluğunda da sıhhat gerekendir.
Namâz için vakit ve taharet ve
hayızda hades gibi. Hades olduğunda erkanın uygulanması gibi.
Ahkâm-ı akliyye üçtür:
Vücûb, istihâle ve cevâz.
Vâcib, yokluğu akılda tasavvur
edilmeyendir. Misâl; bir, ikinin yarısıdır.
Müstahîl, varlığı akılda tasavvur
olunamayandır. Misâl, hareket ve sükûn=durağanlık bir anda bir cisimde
toplanır, birlikte bulunurlar.
Câiz akılda varlığı ve yokluğu
olabilendir. Misâl, cisim ya hareketlidir ya da sâkindir.
Ahkâm-ı adiyye dörttür:
Birincisi, varlığı bir varlığa
bağlamak, misâl, tokluğun varlığı, yemeğin varlığına,
İkincisi, yokluğu bir yokluğa
bağlamak, misal, tokluğun yokluğu,yemeğin yokluğuna,
Üçüncüsü, varlığı yokluğa
bağlamak, misâl, açlığın varlığı yemeğin yokluğuna,
Dördüncüsü, yokluğu varlığa
bağlamak, misâl; yemeğin yokluğu, açlığın varlığına..
(Yüce takrirlerinden)
(Takrîrat-ı aliyyeleri muahharan
cem' olunarak Risâle-i mahsûsa şekline ifrâğ olunmuştur.)
28- “Ihşevşebu= Kütük (gibi) sağlam olunuz" Yani namazda/
duâda, Hak yolunda kütük gibi sağlam olunuz.
“Ihşevşenu=Haşin/sert olunuz.”
Yani nefs ü hevâya karşı haşin/sert olunuz.
“Vemşû hufâten ‘urâten"
“Yalın ayak ve çıplak
yürüyünüz"
Yani Hak Taâlanın gayrısından
uzaklaşınız. Sûreten veya manen öldükten sonra “Allah’ı açıkça görürsünüz.”
“Cehraten= açıkça" sözü
zâhiren demektir. Hz. Mûsâ (a.s.)’ın kavminin âyette geçen sözleri;
“Fekâlû erinallahe cehreten” (Allah’ı bize
açıkça göster.” demişlerdi. Nisâ 4/153) ölmeden önce kendisiyle zuhura gelen
madde olmadan.
29-
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Allah'ın doksan dokuz ismi
vardır. Kim bunları zikrederse cennete girer.
29- Seyr-i ilallah; makâm-ı tevhîddir.
Seyr-i fillah; cem,
Seyr-i maallah; hazretü’l-cem ve
cem‘ü’l-cem,
Seyrullah; ahadiyyetü'l-cem‘,
Seyr-i billah anillah ise cem‘ü’l-cem‘e
dönüştür.
4
30- Bedirde savaş sonrası sahâbenin bazısı;
“Ben fülan ve filanı öldürdüm’’
ve diğer bazısı da; “Ben de fülan ve filanı öldürdüm.” Dedi ve böylece
“öldürmeyi" kendilerine nisbet ettiler.
Onlardan bazısı “fark-ı evvel’de
idi. Allahu Taâlâ onları irşâd sadedinde şu âyeti indirdi ve dedi: Estaizü
billah;
“Felem tektulûhüm ve lâkinnallahe
katelehüm" (Onları siz öldürmediniz, velakin Allah öldürdü. Enfal 8/17).
Onları makam-ı ceme irşâd etti.
Bu makamda kul batın, Hak zâhir olur.
Ve Peygambere de şöyle hitab
etti:
“Vemâ rameyte iz rameyte velâkinna'llahe
remâ" (Attığın zaman sen atmadın ve fakat Allah attı. Enfal 8/17). Bu da
O'nun makâmı olan ahadiyetü’l-cem‘ ki orada halk ile olunsa da Hak ile
olunurluğu izhâr içindir. Hidâyeti lutfeden Allah'a hamdolsun.
31- Şeriat, ilâhi beyân, tarikat ibu beyân ile amel etmek,
hakikat bu ilâhi beyânın sırrına vâkıf olmaktır.
32- Haşr’ın nasıl olacağı husûsunda bilginler ihtilâf ettiler.
Onlardan bir kısmı haşrın yalnız ruhâni olduğunu söylediler. Rûhun ölümden
sonra cisme aslâ taalluku yoktur. Bu, doktor ve mühendislerin sözüdür. Bu da
bâtıldır. Çünkü mutlak olan mukayyed olduğunda mutlak olmaya geri dönmez.
Bazıları da cismâni haşrı inkâr etmez. Bunlar da az önce geçtiği gibi doktor ve
mühendislerin dışındaki herkestir.
Cismâni haşrı söyleyenler üç
kısımdır:
Birincisi, Gazâli mezhebidir. O,
cismin misliyle iâde edileceğini dile getirir. Ve azmü’l-zenebi yani kuyruk
sokumu kemiğini nefs-i insâni ile tevil eder.
İkincisi, kelâmcıların
mezhebidir. Bunlar da cismin ya parçaların ayrılmasıyla ki tercih olunan budur,
ya da ayrılmadan ki tercih olunmayandır, cismin ayniyle iâdesini söylerler.
Hadis’te vârid olduğuna göre
“Şüphesiz cesetler tarlada tanenin bittiği gibi azmü’l-zeneb’den biterler,
çıkarlar?’
Üçüncüsü, İbnü Kasiy mezhebidir.
O da şudur; Allah Taâlâ topraktan bir adam ve eşini yaratır ve az zamânda dar
bir yerde çoğalırlar, Allah Taâlanın şu âyetine binaen.
Ayette ise “Kemâ bedeeküm teûdûn”
(Sizi ilkin yarattığı gibi yine O’na döneceksiniz. A’râf/29.) denmektedir. Bu
zayıf görüştür.
'ti
33- Kale’n-nebiyyü (salla’llâhü aleyhi ve sellem): “el-Hüseynü
minni ve ene mine’l- Hüseyni" kezâ fı’l-mesâbihi Muhammediyye sâhibi
kuddise sırrahu: Hüseyin benden, Hüseyin’den ben, diye bâlâdaki hadisi tercüme
etti. Manâsı “Hüseyin benden’: yani bi’t-tamâmihi rûh-ı küllimden neş’et
eyledi?’ Zirâ halife müstahlefin tıpkıdır. Zirâ enbiyâ ve verese-i rûh-ı külli
nebeviyye mertebesindedir. Lâkin bi-tarikı’l-yakindir. Enbiyâ ve veresenin
gayrı olanlar mertebe-i nefstedir.
“Hüseyin’den ben': yani Hüseyin
rûh-ı küllimden neşet eyledi. Benim rûhâniyyetim bi-tamâmihâ Hüseyin’den zâhir
oldu ve aynı dahi oldu.
Ebû Bekri’ş-Şibli bir dervişine:
“Ben Rasûlullah değil
miyim?" dedikte derviş dahi:
“Rasûlullahsın!" dedi. Lâkin
tenâsüh fehm olunmasın, belki rûhâniyyet-i Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) Ebû Bekri’ş-Şibli sûretiyle zuhûr eyledi. Fâ fehm.
Ecnebi zuhûr etmedi. Tenâsüh
olmaz
(Takrirât-t Aliyye’lerinden).
“Allahu nûru's-semâvâti ve’l-arz”
(Allah, göklerin ve yerin nûrudur. Nûr 24/35).
Bilesin ki âlem, rûhânî, misâli
ve cismânî diye bölümlere ayrılır.
Hakk’ın birinci mazharı
sıfatlarınadır. Sıfatların mazharı esmâsı, esmâsının mazharı da asârıdır.
Bunu anladıysan eğer, o zaman bu
âyetin manâsı şöyle olur:
“Allah göklerin ve yerin
nûrudur" yani bu ikisini ve içindekilerini nûr ismiyle zuhûra çıkardı.
Zâtın mazharı sıfat, sıfatın
mazharı esmâ ve esmânın mazharı da asârdır.
Asârı, “mişkat"a yani lamba
konulan ‘oyuk’a benzetti. Mişkat, kandilin (yani ■
lambanın veya çerâğın) konduğu duvardaki
oyuktur.
Esmâyı, çerâğın mahalli olan
zücâceye, câm şişeye yani sırçaya benzetti. Çerâğ da sıfatların mahallidir.
Zâtı, ne doğuya ne de batıya ait
olan ağaçtan çıkan zeyt’e yani yağa benzetti. Zât, ne sırf teşbih, ne de sırf
tenzihtir. O, şeriat-ı Muhammediye’de, Allah'ın kitâbında geldiği üzere teşbihi
ve tenzihi cem' eder. O zamân ”O’nun nûrunun misâlinden’' hâsıl olan mânâ;
“Rûhâni âlemde zâhir Nûr isminin misâli, ne doğuya ne de batıya ait olan ağaçtan
elde edilen yağın yandığı çerâğın, içinde bulunduğu câm şişenin konduğu oyuk
gibi cismâni âlemde zâhir olanıdır.
^ÛJ j^ıi 1
“Ve yedribullahü’l emsale
linnâsi” (Allah insanlara bu misâlleri veriyor. Nûr 24/35).
“Leallehüm yetefekkerûn"
(Umulur ki tefekkür ederler. Haşr 59/21).
Yukarıdaki “oyuk” misalini
düşündüğümüzde burada oyuğun câm şişenin mahalli olduğunu , câm şişenin de,
içinde yağ yanan çerâğ olduğunu anlarız.
Biz de bundan cismânî alemin
rûhânî alemin mazharı, rûhânî âlemin esmânın mazharı, esmânın sıfatların
mazharı ve sıfatların da zâtın mazharı olduğunu bilmiş oluruz. Zât da sırf
teşbih ve de sırf tenzih değildir. Başarı Allah'tandır.
36- Farsça olan bir beytin açıklaması:
“Be-hayretem ki Hudâ râzi vü
amel-i makbûl Muhammed ü ‘Alt vü Ehl-i beyt nâ râziyest" ^Â.:.J\>J',; *
Jşjnjj tı,;1,(-
Mahbûb ezelde mahbûbdur. Gazaba
uğrayan kişi de ezelde ilâhî lutuftan mahrumdur.
Mahbûb hiçbir zaman gazaba
uğrayan kişi değildir. Gazaba uğrayan da hiçbir zamân mahbûb olamaz.
Mahbûbun başına ne gelirse o
ilâhî nimettir, musibet olsa bile...
Gazaba uğrayan kişinin başına ne
gelirse o da dünyevî nimet bile olsa ona cezâdır.
Bunu anladıysan eğer, Ehl-i
beyt'in başına gelen musibetlerin Allah katında makbul nimetler olduğunu kabul
edersin,velev ki musibet olduğundan dolayı bunların Ehl-i beyt katında makbul
olmadığı görülsün.
Düşmanlarının kavuştuğu dünyevî
nimetler ise Allah katında onlar için musibettir, onlara dıştan nimet olarak
görünse de...
37- “Benim Allah ile öyle vaktim vardır ki, orada ne mukarreb
melek ne de mürsel nebi bulunur?’
Mürsel nebiden maksat,
Nebî(a.s.)'ın toprağıdır. Melekten maksat, Ceberût nûrundan yaratılan
ruhaniyettir.Bilindiği üzere,melek ceberuttan olup lahut nuruna giremez.
38- Zikir teşbih, Kalb ise tenzih eder.
39- Tenzîh yâ aklî, ya şer'î veyâ keşfidir.
Aklî tenzîh selbi sıfatlar olan;
kıdem, bekâ, muhalefettin lil- havâdis, kıyâm bi-nefsihi ve vahdaniyet ile
zât-ı Taâlâ'yı tenzih etmektir.
Şer'î tenzîh de sıfat-ı
sübûtiyyede Hak Taâlayı şirkten tenzîh etmektir. Onlar da kudret, irâde, hayât,
ilim, semi, basar, kelâm ve tekvîn’dir.
Keşfi tenzîh ise ağyâr (mâsivâ)
yanında Hak Taâlayı tenzihtir. Gerçekte, ağyâr (kesret) yoktur.
Allah hidâyet verendir.
40- Mesîra yani seyr ü sülûk, vâhidi külde, küllü vâhidde şuhûd
etmektir.
Mesîra budur, başka bir şey
değil.
4
41- Sıfat, kendisinden dolayı “Gayr’ın sıfatıdır. O'nun sıfatı
olmasından dolayı da Ayn'ın mevsufudur. (Mevsûfun aynıdır).
42- Ka‘be, âlemin kalbi olup zâtın mazharıdır. Tavaf ise
sıfatların mazharıdır.
43- Suâl:
Saîd'in saâdetine dâir ne amel
sebkat etdi ki saîd, şakinin şakâvetine dâir ne amel sebkat etdi ki şaki oldu?
Cevâb:
Bil ki ilâhî tecellî iki
çeşittir.
Birincisi, tecellî-i akdes yani
kazâ-yı ezelîdir. Buradan ilimden malûma istidat verilir. Buna göre mâlûm ilme
tâbi olur.
İkincisi, tecellî-i mukaddes yani
kader. Buradan malûm istidâdının gereğini taleb eder. Buna göre de ilim malûma
tâbi olur.
"Lâ zulmel-yevme” (Bugün
zulüm yoktur. Mümin 40/17).
"Ve mâ zalemûnâ ve lâkin
kânû enfüsehüm yezlimûn” (Bize zulmetmediler fakat kendilerine zulmediyorlardı.
Bakara 2/57)
44- Allah Taâlâ buyurdu:
"Vemâ halaktü’l-cinne
ve'l-inse illâ liya’budûn” (Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet yani
kulluk etsinler diye yarattım. Zâriyât 51/56) Yani tezellül etsinler, boyun
eğsinler diye. Şüphesiz ibâdet zillettir, baş eğmektir.
İbn Abbâs (r.a.) bu âyetin
tefsirinde “beni tanısınlar" diye mânâ verdi. Şüphe yok ki ibâdet yani
kulluğun hakikati zillet ile oluşan marifettir.
Ayetteki “lam" sayrûret
(eski haline dönmek) için olup ta'lil (sebep bildirmek) için değildir. Çünki
yüce Allah'ın fiilleri, maksatlarla illetli (bağlantılı) değildir. Ayetin asıl
manâsı; “Ben, cinleri ve insanları ancak bana ibâdet etsinler (yani beni
tanısınlar, ulûhiyet gücünün altında kullukta kalsınlar.) diye yarattım?'
Demektir.
4
45- Hz. Peygamber (s.a.s) buyurdu: “Beni gören muhakkak Hakk'ı
gördü" Çünki bu, Rubûbiyyetin asâri tecellisindendir. Allahu Teâlâ
buyurdu:
“Vücûhün yevmeizin nâdiratün. İlâ rabbihâ
nâziratün” (O gün nice yüzler ışıldayıp parıldarlar, Rablerine bakarlar. Kıyâmet
75/ 22-23.)
Bu, üç tecelliden üçüncü
tecellidir:
Birincisi, ahadiyyet
tecellisidir. Bu da zâtıyla zâtına olan zat tecellisidir.
İkincisi, ulılhiyyet
tecellisidir. Bu da sıfat ve esmâ tecellisidir. Bu tecellinin şuhûdu ancak
kalbin bâtınında oluşur.
Üçüncüsü, o da rubûbiyet'tir. Bu
da asâr tecellisidir. Şuhûdu ise herhangi bir kuvvet ve duygu ile kayıtlanmaz.
Çünki kayıtla, yakınlık, uzaklık, yön, muvâcehe ve bunların dışında nâkisalar
ortaya çıkar. Allah ise noksanlıklardan münezzehtir.
Bundan anlaşılan şudur ki imtinân
yoluyla olan rahmetin hakikatı, herşeyin var edilmesine kolaylaştırandır. O da
Rahmân isminin hazreti yani makâmıdır. Allah Taâlâ şöyle buyurdu:
"Er-rahmân 'alâ'l-'arşistevâ
yani (Rahmân arş ve etrafını içine almış, kaplamıştır. Ta Ha 20/5).
"Lekad câeküm resûlün min
enfüsiküm 'azizün 'aleyhi mâ 'anittüm harisun 'aleyküm bi’l-mü’minine raûfun
rahim” (Andolsun, size kendi içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin
sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. O size çok düşkün, mü'minlere karşı da
çok şefkatli ve merhametlidir. Tevbe 9/128) Arş, Rahmân isminin oturduğu
yerdir. Orası O'nun mazharıdır. Hidâyet eden Allah'tır.
47- Hazret, mazhar anlamındadır.
"
48- İlâhi şuûnât (yani görünümler ve işler) Allah'ın bitmeyen
sonsuz kemâlidir.
"
49- Kıyâmet öldükten sonra ebedi hayâtayeniden dirilmektir. Bu
da üç kısımdır.
Birincisi, tabii ölümden sonra,
dünyada yaşayışına göre berzah hayâtına dirilmedir. Peygamberimiz (s.a.s.) bu
husûsta:
“Nasıl yaşarsanız öyle ölür ve
nasıl ölürseniz öyle haşrolursunuz.” demiştir. Bu, küçük kıyâmettir. Buna Nebi
(a.s,)'ın şu sözü işaret eder:
“Ölen kişinin kıyâmeti
kopmuştur.’
İkincisi, irâdi (ihtiyâri)
ölümden sonra kalb-i kudsi ile hayât bulmaktır. Şu sözde olduğu gibi “İhtiyâri
ölümle öl de, tabii olarak diril" Bu da, orta kıyâmettir. Buna işaret
eden;
“Eve men kâne meyten fe-ehyeynâhü ve cealnâ
lehu nıiran yemşi bihifı’n-nâsi kemen meselühü" (Ölü iken dirilttiğimiz ve
kendisine insanlar içinde bir ışık verdiğimiz kimse....gibi olur mu? Enam
6/122.) âyetidir.
Üçüncüsü ise, o da fenâfillahtan
sonra bekâbillaha dirilmektir. Bu da büyük kıyâmettir. Buna Allah Taâlanın şu
âyeti delildir.
“Feizâ câeti’ittâmmehu’l-kübrâ" (En büyük
felaket (kıyamet) geldiği zaman, o gün insan yaptıklarını hatırlar. Naziat
79/34).
Alah Taâlâ en iyisini bilendir.
50- Rasûlullah (s.a.s.) Allah Teâladan bir hadîs-i kudsîde
buyurur: “ Ben kulumun zannı üzereyim.”
Bil ki hadîste geçen “Ene=Ben”
kelimesi Eniyyet-i İlahiyyeden ibarettir. Tıpkı “Hüve=O”nun hüviyetten ibaret
olduğu gibi.
Zan, hakkında tereddüt olan
konuda galip tarafta olmaktan ibarettir. Aynen vehmin mağlûp tarafta olduğu
gibi.
Şekk ise her iki tarafın müsavi
(eşit) olmasındadır.
Tahkikan hadîsin manası şöyle
olmaktadır:
“Benim zuhûrum, kulumun zannı
üzerinedir” yani “Ben onun zannında nasıl zuhûr etmişsem; işte o, ben'im. O
halde ayette geçtiği üzere zannı yakin olsun.
"Fe eynemıi tüvellû fesemme
vechullah” (Nereye dönerseniz, Allah'ın yüzü oradadır. Bakara 2/115) yani
hissiniz, aklınız ve ilminiz nereye dönerse orası ilahî zuhûrdur. Allah hakkı
söyler ve doğruya iletir.
51- Rasûlullah (s.a.s.) buyurdu:
“Fakîrlik her iki alemde yüz
karasıdır.”
Ariflerin alimleri şöyle
demiştir:
Her iki alemde yüz karalığı;
ef'al, sıfat ve zatın Allah'ta tamamen fena yani yok olmasıdır. Öyle ki
sahibinin zahiren ve batınen, dünya ve ahirette varlığının olmamasıdır. Bu da
tam yakınlıktır ve muhrika (yanıp kül) olmaktır.
Makâm-ı cem' sâlikleri, Hakk'ı
müşâhede edip aslâ halkı müşâhede etmezler.
Makâm-ı fark sâlikleri ise halkı
Hak'ta Hak ile müşâhede ederler.
Cem‘ul-cem sâlikleri de Hakk'ı ve
halkı birlikte şuhûd ederler.
Ahadiyetü'l-cem sahibi de ayırt
etmeden her şeyi Hak olarak şuhûd ederler.
Zâtta münderic olan şuûn-ı
zâtiyyenin hazret-i ilme gelmesine bâis olan feyze, feyz-i akdes derler. Ve
ilme mün'akis olan şuûna a'yân-ı sâbite derler. Ve ilimden ayna gelmesine bâis
olan feyze feyz-i mukaddes derler.
Cemî'-i eşyâ hakikat cihetinden
ayn-ı Hak’dır, taayyün cihetinden gayr-ı Hak'tır. Her neye baksa hakikat
cihetiyle nazar edip Hak'tan gayrı nesne görmez.
İbtidâda fenâ bulan kişinin
sıfat-ı rezilesidir. Ve intihâda bekâ bulan sıfat-ı cemilesidir. Belki bu
sıfat-ı cemilesini dahi sıfat-ı Hak'ta ifnâ etmek gerektir.
Kezâ
"Vemâ künnâ muazzibine hattâ
neb'ase rasûlâ” (Biz peygamber gondermedikce kimseye azabetmeyiz. İsrâ 17/15)
âyet-i kerimesinin mânâsında hâsıl olan ihtilâf beyânındadır:
Eşari ve etibbâı, rasûlden murâd
her bir ümmetin rasûlüdür. Ehl-i fetreye rasûl-i mübelliğ ba's olunmayınca
mâzûrdurlar. Her ne kadar şirk ve küfür ederlerse ehl-i cehennem değillerdir.
Maturidiyye indinde rasûlden
murâd Adem (a.s.)'dır. Akâidde mârifetullahta Adem şeriatı kâfidir ve onunla
mükellef olurlar. Ehl-i fetret de Hakk'ı bilmeyip küfrederlerse cehennemde
muhalled olurlar.
Mu'tezile indinde rasfilden murâd
akıldır. Marifet-i ilâhiyyeyi aklen bilip şirk edenler cehennemde
muhalleddirler.
Ammâ sıyt-ı risâleti işitmeyen
kimseler bir rasûl ile tasdif etmeyenler mâzûrdurlar. Zirâ rasûlü tasdik etmek,
şeriatin sıytını işitmek şarttır.
(Nukile min Hâşiyetiş-Şarkavi
Mütercemen bi-Lisani’t- Türki).
Sırf kendi nazarıyla nazar eden
mahcûbdur. Ancak halk görür. Hak nazarıyla nazar edenin de dört hâli vardır:
Birinci hâl: Eğer sırf vahdet-i
zâta nazar ederse hâlü'l- cem'dir.
İkinci hal: Eğer kesret-i suvere
nazar ederse hal-i hazretü'l- cem'dir.
Üçüncü hâl: Eğer vahdet-i zâta ve
kesret-i suvere yek- nazarda nazar ederse hâl-i cemu'l-cemdir.
Dördüncü hâl: Eğer aslâ taaddüd
olmayarak Hak'tan gayrıya nazar etmezse hazretü'l-ayn u vâhidiyyeti'l-cem'dir.
Taksim-i derecât-ı irfâniyye ki
dikkatli mütâlaa ve mülâhaza olunduğu hâlde pek çok hakâyık münkeşif olur.
Derece-i evveli, yani şeriat,
ibâdet, ilme'l-yakin, akl-ı maâş.
Ta'rifi: Hiye'l-amelü binnefsi
litamai'l-cenneti evilhavhi mine'n-nâr.
Derece-i sâniye, tarikat,
ubûdiyet, ayne'l-yakin, akl-ı me'ad.
Tarifi: Hiyel amelü binnefsi
lirızâi'l-hakkı fe hiye maluletü'l- masdari halisete'l-matlabi Derece-i Sâlise:
Hakikat, ubûdet, hakka'l-yakin, akl-ı küll. Tarifi: Hiyel amelü bilhakkı
lilhakkı fehiyed dinü'l-hâlisi.
FASL-1 SALİS
Hazret-i Hâce Muhammed Nûr'un kerâmât-ı
kevniyyelerinden bir nebzesinin
beyânındadır.
Esâsen bir insan-ı kâmil ve bir
veliyy-i ekmelden muntazır ve matlûb olan kemâlât-ı ilmiyye ve kemâlât-ı
mâneviyye ise de ekser mübtedîler bazı nâkıs-ı fehm kimselerin hedef-i nazarları
mutlaka kerâmât-ı kevniyye olduğundan bi'l-mecbûriyye bazı ahvâl dere edildi.
1
H. 1293/ M. 1876-7 mesele-i
zâilesi nihâyetlerinde Pilevne’nin zabtından sonra Ruslar'ın Balkanlar’ı geçip
seyl-i belâ gibi cenûba doğru yürüdükleri hengâmda ekser mahal gibi Ustrumca,
İştib, Koçana, Üsküp, Tikveş ve havâlîsi halkının dahi o esnada dûçâr oldukları
heyecânda mezkûr havâlîdeki mürîdân ve muhibbânın Anadolu’ya hicret edip
etmemek hakkındaki telâşlı mürâcaatlarına karşı vatanlarının istîlâ-yı
nasârâdan mahfüz bulunduğunu bi'l-etyân hiç bir yere hareket ve hicret
etmemeleri için gâyet metînâne bir sûrette cevap i'tâ buyurdukları ve
fi’l-hakîka neticenin tıbkı işâretleri gibi zuhûr ettiği anlaşıldığından bu
kadar binlerle ailenin te'mîn-i istirâhatlarına bâdî oldular.
2
1275/M. 1858) sene-i
Hicriyyesinde Sırbiyye’nin Memfilik-i Osmâniyye'ye karşı tahaşşüdâtına mukâbil
o târihte Müşir Çerkes İsmâîl Paşa kumandasında Kosova Sahrası'nda ictimâ eden
kolordunun bilâ-harb döneceklerini ve meseleye bâdî olan kralın gayr-ı me'mûl
bir vasıta ile helâk olacağını muhibbânından bulunan Paşa-yı müşârun ileyh
hazretlerine ifâde buyurduklarını Paşa hazretlerinin maiyyet kâtiblerinden
mevsûku'l-kelâm iki zât işitmişler ve cüz'î bir zaman sonra ifâdeleri
bi-tamâmihâ zuhûr etmiştir.
3
1871 sene-i Milâdîsinde Fransa ve
Almanya devletlerinin muhârebeleri başlamazdan evvel iki akdem ihvânından
Manastırlı iki zâta münâsebet-i kelâmiyye arasında yakında Fransa âciz kalıp
fenâ hâlde mağlûp olacaktır, buyurmuşlar ve fi'l-hakîka iki ay sonra ifâdelerinin
aynı zuhûr etmiştir.
4
1293/1877 senesi mesele-i
zâilesinde esâretle Rusya içerisine giden esdikâ-yı mürîdânından Tikveşli bir
zâtın fenâ hâlde hastalığından nâşî şümendiferle gece giderken istasyonlardan
birinde katarın hareketine yetişemeyip hayatından kat'-ı ümîd edildiği zamânda
derhal rûhâniyyet-i aliyyelerine ilticâsını müteâkib kendisini vagonun içinde
bulduğunu ifâde eylemişlerdir.
5
Urefâ-yı mürîdânından seyyâh-ı
şehîr Manastırlı Hacı Ahmed Baba'nın Yemen kıtasındaki seyâhati esnasında akşama
yakın bir zamanda çölde yolunu külliyen kaybedip havf ve hayret âleminde iken
rûhâniyyet-i kudsiyyelerine ilticâsını müteâkib derhâl gûyâ kulağının yanında
"lâ tehaf yâ Ahmed" (Korkma ey Ahmed) nidâsıyla buyurmuşlar ve
fi’l-hâl deveye râkib (binen) bir Arabî zâhir olup te'mîn-i selâmetine bâdî
olduğu Hacı Ahmet Baba'nın cümle-i rivâyetindendir.
6
1296/ M. 1878 târihinde
Arnavutluk kıtasının nev'ummâ şûrişine (bir mikdâr karışıklığına) sebep olan
bazı sebük- mağzanın (düşüncesiz kişilerin) gûyâ ittihâd nâmıyla meydana
çıkarmak istedikleri cem'iyyete kerrâren olunan davetlere karşı kendileri dâhil
olmadığı gibi mürîdân ve mühibbânından olanların da kat'iyyen duhûl
etmediklerini ve çünki mezkûr cem'iyyetin bağı olduğunu ve müsebbiblerinin pek
az zamân zarfında taraf-ı devletten te'dîb olunacaklarını (hadlerinin
bildirileceğini) beyân buyurmuşlar ve neticesi fi’l-hakîka ifade-i aliyyeleri
gibi zuhûr etmiştir.
7
Bakıyye-i ömrünü vatanı olan
Manastırda müsterîhâne imrâr eylemek niyetinde bulunduğu hâlde mensup olduğu
alayıyla beraber Üsküb'den Serez’e gitmek üzere bulunan muhibbânından bir zâtın
berây-ı vedâ Hâce Hazretleri'nin ziyaretlerine gittiğinde hiç Serez'den filân
bahsetmeyerek:
-İnşâallah bademâ Manastırda
müsterîhâne imrâr-ı hayât eylersiniz, buyurmuşlar ve alayın Köprülüye
geldiğinde aldığı emir üzerine kendisi berây-ı maslahat ve yalnızca Manastıra
hareket eylemiş ve fi’l-hakhika bakıyye-i ömrünü gâyet refâhiyetle imrâr
eylemiştir.
8
1288/M.1871 târihinde muhibbânı
tarafından okunan davet üzerine Manastıra geldikleri zamân ehass-ı mürîdânından
bir zâtın hanesine teşrîf buyurduklarında bi't-tesâdüf hane sahibinin o hafta
zarfında üç evlâdı vefat ettiğinden gâyet me’yûs bir hâlde bulunduğunu gördüğü
için hemen bir kâse su isteyip üç defa ism-i celâli zikir ve suya nefes ederek
haremiyle kendisinin içmelerini ve olacak evlâtlarının hayrü’l-halef
olacaklarını beyân buyurmuşlar ve fi’l-hakîka beyân-ı âlîleri âsârı
görülmüştür.
9
Şöhret-i şâyialarına haseden
gıyâblarında kendilerini ilzâm ve techîl etmek niyet ve davâsında bulunan pek
çok ulemâ¬
yı rüsûm ve meşâyıh-ı
kerâmet-fürûş, meclis-i âlilerinde bulundukları zamân hiç birisinin şakşaka
edememeleri de eâzım-ı âsâr-ı kerâmât-ı kudsiyyelerinden olduğu vâreste-i kayd
u beyândır.
El-hâsıl akvâl-i Arabdan olan
“el-kantaratu tedüllü alel-
FASL-1 RABİ'
MELAMET VE AHVAL-İ MELAMİYVE
HAKKINDA EKABİR-İ ÜMMETTEN BAZILARININ BEYAN BUYURDUKLARI TA'RÎFAT
Şeyhü’l-Ekber’in Fütûhât-ı
Mekkiyye’lerinden müstahrec ıstılâhât-ı sûfiyyelerinden:
Melamiyye, içlerindeki hâlleri
kesinlikle dışlarına vurmayanlardır. Bunlar, en yüce tâifedir.
Seyyid Şerif Cürcâni’nin
ta’rifâtından
Melâmiyye, içlerindekilerini
dışlarına vurmayanlardır. İhlâsın kemalinin gerçekleşmesine çalışırlar. Her
işi, gayb aleminde kararlaştırıldığı üzere yerli yerine koyarlar. İrâde ve
ilimleri, Hakk'ın irâde ve ilmine karşı gelmez. Sebepleri kaldırılması gereken
yerden kaldırır, konması gereken yere koyarlar.
Sebebi, koyanın yerinden
kaldıran, aldanmış ve O'nun kadrini bilmemiştir.
Sebebin kaldırıldığı yere güvenen,
şirk koşmuştur. İşte bunların hakkında “Evliyam benim kubbelerimin altındadır.
Onları benden başkası bilemez" hadîs-i kudsîsi gelmiştir.
Şeyh Eşrefzâde Hazretleri’nin
Divân-ı aliyyelerinden:
Melâmet yolunu tuttum selâmet
mülküne yettim
Bu âşıklar makamıdır komazlar
bunda ra’nâyı
Şârih-i Mesnevi Sarı Abdulah
Efendi Hazretleri'nin Meslekü'l-Uşşâk ismiyle benâm kaside-i ârifânelerinden:
Belâ vardır velilerde harâbâti
Melâmiler
Velî sanma sen anları mübâhi
ehl-i bidatdır
Melâmi anlara derler bilinmeye o
sûretle Ne tâc ile ridâsından ne şâl ile ne kisvetdir
Bu cem'in kisvesi tâcı muhabbet
nûrudur dilde
Ridâsı hırkası dahi şuhûd-ı
Hak’la dehşetdir
"
Urefâ-yı meşâyıh-ı Halvetiyye'den
Üsküdari Hâşim Baba Hazretleri'nin Divân-ı âlileri zeylindeki âsâr-ı
mensûrelerinden
“Merace’l-bahreyni yeltekıyân beynehümâ
berzehun lâ yebgıyân" (Suları acı ve tatlı olan) iki denizi salıvermiştir;
birbirine kavuşuyorlar. (Fakat) aralarında bir engel vardır, birbirine geçip
karışmıyorlar. Rahmân/19-20.) âyetinde “merace’l-bahreyni"den murâd kalb-i
mürşid ile kalb-i tâlib, “yeltekıyân’dan murâd iki gönül bir olmak, “beynehümâ
berzehun lâ yebgıyân’dan murâd mürşid ile tâlib beyninde zuhûr eden ahvâl-i
sülük ve etvâr-ı mülâyime üzere zuhûr eden merâtib tasdik ve hüccet tahkik
olmak. Nitekim Hazret-i Mûsâ ve Hazret-i Hızır salavâtullahi aleyhime's-selâm
beynlerinde vukû bulan berzah-ı külliye ki biri hark-ı sefine (gemiyi delmesi)
ve ol biri hedm-i cidâr (duvarı yıkması) ve üçüncüsü katl-i gulâm (çocuğun
öldürülmesi) maddesidir.
Nitekim Rasûl-i Ekrem (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) ile Hazret-i Ali (k.v.) beynlerinde vukû bulan tarîk-ı
Melâmiyye üzere esrâr-ı acibe ve âdâb u erkân-ı garibe ki erbâb-ı Melâmiyye'nin
mâlûm ve meş'ûrlarıdır.
Allahümme’rzuknâ bi-naîmi
mahabbetihim ve’skınâ bike’si kevseri mârifetihim, âmîn, âmin. Sümme âmîn,
bi-hürmeti âl-i Tâhâ ve Yâsîn. (Allahım sevgi nimetiyle rızıklandır ve Kevser
şarabıyla bizi kandır.)
İsmail Hakkı Hazretleri’nin
Kitâbu’l-Hitâb nam âsâr-ı âlilerinden
Bu fasıl Melâmiye dedikleri tâife
beyanındadır.:
Onlar, o kavimdir ki bâtınlarında
olan hâlin eseri zâhirlerinde aslâ zâhir olmamıştır. Belki hıfz-ı esrâr ve
zabt-ı ahvâl eyleyip ehl-i sır olmuşlardır. Onun için bunlar evliyânın sâdât-ı
dâimesidir. Ve seyyid-i âlem tâife-i mezkûra muâmelesi üzere câri idi. Onun
için ekser-i umûrda rumûzla iktifa eyledi. Ve zarûret-i kaviyye olmadıkça
izhâr-ı mucize kılmadı. Ve vâki olan ibtilâları dahi mânâ-yı mezkûra dair idi.
Ve bu sırla amel edip mânâ-yı mezkûra mahal olanlara hükemâ-yı ilâhiyye
dediler. Zirâ umûra ilimlerinden sonra muvâzıına vaz' -ı ahkâm eylediler. Ve
esbâb-ı zâhireyi mahal-i isbâttan isbât edip emâkininde (mekânlarında) mukarrer
kıldılar. Ve nefy lâzım gelen mevzûda nefyetdıler. Ve Hak Taâlanın halk
arasında bi- hasbi'l-hükûmete tertib eylediği umûrdan bir nesneye halel
getirmediler. Zirâ bir sebebi ki Allahu Taâlâ bir mevzûda vaz' etmiş ola onu
ref' etmek vâzı'ı (kaideyi) tasfiye ve kadrini cehldir. Ve bir kimse sebeb
üzerine i'timâd eylese mülhid ve müşrik ve arz-ı tabiatta ihlâd etmiş olur.
Nitekim bâlâda mufassal zikr olundu. Pes tâife-i melâmiyye mechûletü'l-
akdârdır ki onları ol makâma tahsis eden seyyidlerinden gayrı kimse bilmez. Ve
bunların hakkında gelir: "Evliyâî tahte kıbâbî lâya'rifehümgayrî”. (Benim
kubbelerim altında evliyâm vardır, onları benden başkası bilmez.) Zîrâ burada
evliyâ ile murâd evliyâ-yı kümmelîndir ki onları Hak'tan gayrı yani Hakk'a
ağyâr olanlar bilmezler, belki gayriyetten hâlis olanlar bilirler. Pes
"lâyarifehüm illallahu strrî” (Allah'ın bilgisi dışında onları kimse
bilmez.) bundan zâhir olur ve Fütûhât-ı Mekkiyye’de gelir ki: "Melâmiyye
Ebû Bekrü's-Sıddîk kademi üzerinedir ki onlardan kerâmât-ı kevniyye zâhir olmaz
ve onlar salât-ı hams ve revâtib üzerine ziyâde kılmazlar ve halktan bir hâlet-i
zâide ile temeyyüz bulup onunla mârûf olmazlar. Esvâkda (çarşıda) gezer ve
nâsla kelâm-ı âmme söylerler ki kalbleri Allah ile ve bedenleri ubûdiyyetle
meşgûldür. Ve onlarda taam ve zevk-i riyâset yoktur. Zîrâ kalbleri üzerine
rubûbiyyet müstevli olmuştur. Ubûdiyyetle riyâset bir arada mecmû' olmaz. Pes
onlar aksâ-yı derecât-ı velâyettir ki onun fevkinde ancak derece-i nübüvvet
vardır. Ve onların Kur'ân'dan âyetleri:
“Hûrun maksûrâtun fi’l-hıyâm” (Onlar,
çadırlara kapanmış hurilerdir. Rahmân 55/72)'dır. Zîrâ bunda nisa-i cennet ve
hâl-i hûr ile nüfûsu ricâlullah ve ahvâl-i havâs üzerine tenbîh vardır. Zîrâ
Allahu Taâlâ hûrîdür ve cevâhirden haymeler içinde ebsâr-ı ehl-i cennetten setr
ettiği gibi nüfûs-ı ricali dahi âdât ve ibâdât haymeleri içinde ehl-i dünyâdan
hıfz etmiştir ve bu haymelere gayret-i ilâhiyye derler ki zevâyâ-yı kevnde
kurulmuştur. Bu cihetten onlarda hârık-ı âdât olmaz ki halkın onlara tazîmine
sebeb ola. Ve salah ve zühd ile dahi meşâr olmazlar ve bazı ricâl onların hakkında
demiştir: "Sevâdü’l- vechefi'd-dünyâ ve’l-âhire”. Yani vech ile murâd
hakîkat-i insan ve sevâddan maksıld siyâdettir. Sevâd ile tabîrin sırrı budur
ki: İnsan bi-hubbi'z-zâhir ekvândan bir kevndir. Kevn ise nûr-ı Hak yanında
zulmettir. Onun için zâhirde müşâhede olunan sevâd kevndir. Ma'hâzâ dâreynde
ehl-i siyâdettir. Lâkin rüsül ile evliyânın farkı budur ki rasûl teşri’ ve
tebliğ için zuhûrda muztarırdır. Evliyâda ise bu ıztırâr yoktur. Zirâ ehl-i
da'vet değildir. Ve böyle demek dahi vecihdir ki rüsül maslahat tebliğ için
ednâ-yı merâtibe tenezzül ederler. Evliyâ ise böyle değildir. Vazife-i celile-i
mezkûreye melâmiyye dedikleri iki vecih üzerinedir ki biri kendi nefislerinden
hâric ve biri dâhildir. Vech-i hâric budur ki melâmet o tâifenin telâmizesine ve
tevâbiine râci'dir. Zirâ Hak yanında taksirlerine nazar edip kendi nefislerini
levm ederler. Ve amelde ehl-i ihlâs olmadık diye mahzûn olurlar. Zirâ ferahnâk
olmak ba’de’l-kabûldür. Kabûl-i amel ise onlardan gâibdir. Ve bu levm gerçi her
ehl-i nefs-i levvâmede olur. Vela.kin onların ashâbına ziyâde ihtisâsı olmakla
melâmiyye denildi. Gûyâ ehl-i melâmet olan kendileridir. Bâ-husûs ki kendileri
dahi tarik-i melâmetten gelmişlerdir. Pes bidâyetlerinde olan hâl ile
vasfkabilinden olur.
Ve vech-i dâhil budur ki onlar
indillah mertebe ve mekânet sahibleridir. Bir vechile ki eğer mertebeleri halka
zâhir olsa halk onları ilâh ittihâz ederlerdi. Ve secde kılarlardı. Ve ol
mertebe vech-i hakikate memâzât-ı tâmmeleridir. Çünkü âmme-i nâsdan ve idrâk-i
mahcubinden telebbüs âdet ve ihtiyâr bazı mübâhât ile muhtecib oldular. Amme
gibi mahall-i melâmet oldular. Ve bir dahi mertebeleri kendilerini levm eder.
Şol mânâdan ki izzet-i rütbe ve saltân-ı mekânet zâhir olmadı. Zirâ eğer
bâtınlarının hâli sûrete geleydi rütbeleri gibi kendileri de beyne’n-nâs aziz
ve muhteşem ve refi’u’l-kadr olurlardı. Cehlen ve süflen onlara çûb-ı cefa ile
dokunmazlardı. Velâkin mechûl olduklarından âmme dahi onları nefslerine kıyâs
edip sû'-i muâmeleden hali olmazlar. Nitekim zamânımızda bazı kâmil nâsa vâki’
olan ahvâl-i hâile müşahede olunmuştur. Eğerçi bazı sû'-i tasdi'-i mâlâ-yenbagi
edenler âhir ser-nigûn -ı çâh-ı gazab ve matrûd-ı dergâh-ı Rab olmuşlardır.
Ve minallahi'l-ismetu min
muadâti’l-evliyâ ve mevâlâti’l- adâ.
(Evliyânın düşmanlarına ve
onların yardımcılarına karşı AUah onları korur.)
4
Urefi-yı meşâyıh-ı Celvetiyye'den
Hâşim Baba Hazretleri’nin Divân-ı âlileri zeylindeki âsâr-ı mensûrelerinden:
Mâlûm ola ki mezâhir-i âfâkta
melâmiyyenin zuhûru mezahirde melâmiyyenin sebeb-i tesmiyesi halk-ı âlemin
şekâvet-i ezeliyye üzere zuhûr edenlerin levm ve melâmet etmeleridir ki nitekim
mefhar-ı enbiyâ ve seyyid-i evliyâ (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hazretlerine
küffâr-ı Kureyş nesl-i benî Ümeyye’den ve gayriyyeden mazhar-ı şekâvet-i
ezeliyye olanlar levm ve melâmet ederlerdi ki bizim gibi ekl ve şürb ve cimâ
edip ve libâs-ı fâhire ile sokaklarda gezip bey' ü şirâ (alış veriş) edersin ve
mâl ve emlâk ve gulâm ve huyıll (atlar) ve cimâl (develer) ve evlâd ü ıyâl
edinir ve halktan zekât ve sadakât-ı uhrevî cem' edip kendi ashâb ve akrabâna
verirsin ve bana Nâmus-ı Ekber Cibrîl-i Emîn geldi, emir ve nehiy için Kuran ve
âyet getirdi. Hâtemü'l-Enbiyayım ve Tevrât ve Zebûr ve Incil’in haber verdiği
hâdî-i dîn ve emînü'l-ümmet benim ve yedi kat gökleri ve Arş ve Kürsî geçip
urûc ettim ve Allah'ı gördüm, dersin. Henüz yerden ayaklarını bir karış yukarı
kaldırıp havâda duramazsın, türlü türlü davâ edersin; hiç senin gibi Ebû Tâlib
yetîmi peygamber mi olur? Peygamber olanlar Hazret-i Mûsâ ve Hazret-i İsâ gibi
olur ki bi'l-külliye dünyayı terk edip mâl ve emlâk değil, bir habbeye mâlik
olmazlar. Ve cümle libâsları koyun derisi olup ve bir hücreye mâlik olmayıp her
gece bir ümmetin hânesinde misâfir olup kuvvet-i lâ-yemût ekl ve şürb ederler,
diye melâmet ederlerdi.
Bâis-i hılkat-i dâreyn, sultân-ı
kevneyn (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hazretlerinin “levlâke levlâke...”
şehâdeti ve “Halakallahu Taâlâ nûri min nûrihi" işâretiyle zuhûr-ı tâmm-ı
unsûriyyelerini bilmeyip kıyâs-ı nefs-i bâtılâlarıyla ve zu'm-ı fâsideleri
üzere sehhâr, kâhin ve mecnûn ve istidrâc diyerek türlü türlü cevr ve hakâret
ve levm ve melâmet ederlerdi. Fî-zamâninâ ehlullaha ettikleri gibi. Lâkin
te'yid-i Rabbânî ve kudret-i Rahmânî;
“Yüridûne li yutfiû nûrallahi
bi-efvâhihim vallahu mütimme nûrihi velev kerihe’l-kâfirûn” (Onlar ağızlarıyla
Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Halbuki kafirler istemeseler de Allah
nurunu tamamlayacaktır. Saf 61/8). mefhûmu üzere her biri bir âsâr-ı Ahmediyye
ve mu'cizât-ı Muhammediyye ile (irşâd olanlar) inâyet-i ilâhiyye ve saâdet-i
ezeliyyeye yâr olanlar tasdik ve ikrâra gelip necât buldular. Ve şekâvet-i
ezeliyye üzere kalanların kimi dünyada berbâd ve harâb ve kimi âhirette
giriftâr-ı azâb oldular.
İmdi mukaddemâ ve hâlâ Cenâb-ı
Nebî (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'nin mişkât-ı hâtem-i nübüvvetlerinden
müstefız ve zâhiren ve sırren nesl-i
pâklerinden zuhûr eden zâhiren ve
bâtınen ilim ve irfânlarına vâris olup Hâtemü'l-Enbiyâ olanlar dahi;
“Allahu yestehzi bihim ve
yemüddühüm fi-tuğyânihim ya’mehûn" (Gerçekte Allah onlarla alay eder
(alaylarından dolayı onları cezâlandırır); azgınlıkları içinde bocalayıp
dururlarken onlara mühlet verir. Bakara 2/15). kavl-i şerifi üzere mazhar-ı
fitne ve tuğyân olan münâfıkîn vech-i meşrûh üzere levm ü melâmet ve cevr ü
hakâret etmeye sa'y ve ihtimâm ederler. Davâ-yı îmân ve ikrâr eyleyen hazer
eyler ki serhadd-i hakîkatte muhâfız-ı hısn-ı melâmiyyıln, hâtemü'l-enbiyâ,
mürşid-i âlemin a'mâl ve ahvâlini görmeye ve bilmeye tâlib olanların ahvali
akla sığmaz. Zîrâ küffâr-ı Kureyş sâhib-i saâdet efendimizin husûsunda dikkat
ve tecessüs etmeleriyle mi'râc ve şakk-ı kamer ve istintâk-ı hacer ve eşcâr ve
hubûbât gibi mucizâta bâis oldular. idrâk-i nâkıslarıyla nefs ve kavillerine
kıyâs edip kâfir oldular. Bilmediler ki Hâtemü'l-Enbiyâ efendimizin cesed-i
mübârekleri sâir ecsâdın rûhudur ve onun kalb-i pâki esfel ve âlâyı muhittir.
Kalbiyle tasavvur ve tahayyulü ân-ı dâimde cümle ecsâdda zâhir ve nümâyân olur.
Bir anda hem serâda hem Süreyyada seyreder. Her bir ecsâd ve eşyâ zıll-ı uzvu
ve ervâhları kuvvâ-yı cesed-i mübârekleridir. Cümlesine tasarruf etmek kendi
kuvâsında tasavvur etmektir.
Sırr-ı vahiy budur. Nitekim
âyet-i kerîmede;
“Kul innemâ ene beşerün misliküm yuhâ ileyye”
(De ki: “Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Fussilet 41/6) kavl-i şerifi,
beşeriyyet-i unsûr-ı pâki cümle ecsâdın misli olup ve merci'leri olduğunu “yûhâ
ileyye” sırrı beyân eder. Fefhem.
“Beynehümâ berzehun lâ-yebgtyân” (Aralarında
bir engel vardır, birbirine geçip karışmıyorlar. Rahmân 55/20) mısdâkınca
"neslen ba’de neslin ve karnen ba’de karnin ile’l- ebedi vârisü
esrârın-nübüvveti ve velâyeti hâteme’l-evliyâ” (peygamberlerin mührü nesilden
nesile karından karına son velilerin sonuncusuna aktarılır.)
sultânu’l-melâmiyyûn olanların teceddüd ve zuhûru beşeriyyetleri sümme ilâ
mislin fi illâ misl velâyetiyle bî-aded ve zevk-i irfanları bî-nihâye
olmaktadır. Ve kezâlik esrâr-ı nübüvvet ve envâr-ı velâyete mazhar ve vâris-i
çehârda merâtib sırrıyla zuhûr eden hâtemü'l- evliyâ, sultânu'l-melâmiyyiln
hazerâtının uzv-i mübârekleri cümle ecsâd ve kuvvaları cümle ervâhı muhittir.
Ve her biri bir anda hem serâyı hem Süreyya'yı seyreder. Ve selefte zuhûr eden
enbiyâ-yı izâm aleyhi's-selâm
zaman-ı saadetlerinde ve nebiyy-i mürsel iktizâ-yı hâl ve zamâna göre
ser-hâtem-i velâyet ve tavr-ı melâmet idi. Lâkin bâtın idi. Ammâ nübüvvet bâtın
oldu. Anın içindir ki sultân-ı iklîm-i vücıld, imâmu'l-melarniyyıln, hâtem-i
evliyâ, mürşidü’l-enfüsî ve'l-âfâk-ı âdem-i mânâ insan-ı kâmilin meşreb ve
mesleği üzere tecellî ettiği ef'âl ve a’mâl-i yâre vakıf olmaz.
“Lâ tedrükhü’l-ebsâre ve hüve
yüdrikü’l-ebsâr" (Gözler onu idrâk edemez ama O, gözlerden idrâk eder.
En'am 6/103) sırrına mazhardır.
“Sümme ebvâhu yehûdâne ve
yunsirâne" (Yahudiler ve Hristiyanlar onu baba edindiler.) remzini anlayıp
taklîdden halâs ve tahkike vâsıl olur. Ve ata, ana ve kavın ve kabile ve Zeyd
ve Amr ef'âl ve akvâline aldanma. Sultân-ı ekâlîm-i vücıld ve mürşid-i kâmili
fehmedip imâmu’l-melâmiyyûn hazretlerine iktidâ ile meslek-i ilâhiyye ve
meşreb-i melâmiyyeye tâlib ve sâlik olanlara lâzımdır ki her hâlde Hak'la olup
halkın halkıyyetini mürşid-i hakkânîde mahv edip her emri mürşidden bilip
Je eynemâ tevellû fe semme
vechullah" (Nereye dönerseniz Allah'ın yüzü işte oradadır. Bakara 2/115.)
sırrından hakîkat-i mürşidi idrâk edip her sohbeti Hak'tan dinleye, Hak'tan
göre, Hak'la göre, bi'l-külliye sıfât-ı İblîs'i ve küfrü ve şerri ve dalâleti
ve hîle ve ilhâdı tevhîd ile zât ve sıfat ve ef'âl-i mürşidde mahv edip emîn
ola. .
Mâlûm ola ki evvelde ve âhirde
Beyt-i Mâmûröa Allah birdir. “Ene inde münkesiretü’l-kulûbi li-ecli"
(Kalbimin kırıklığını zâhirimin harâbatîliğinden anla.) hadîs-i kudsîsinde
lafz-ı münkesire melarniyyılnu remz ve îmâ eder. F'efhem.
Her şahsın malûmu ilmine göredir.
İlim ise malûma tâbidir. F'efhem.
Ammâ inde’l-melâmi^mni’l-âlûn
ilim ve vicdân, zevk ve irfân-ı diğerdir. Ehline malûmdur.
Meslek ve meşreb-i sûfiyye
Hazret-i İsâ salavâtullahi alâ nebiyyinâ ve aleyh mesleği üzere riyâzât ve
envâ’ -ı mücâhedât vesâire ile terk ve ihtiyâr-ı uzlettir. Ancak zâhir-i
nübüvvete merbût ve ahkâmıyla müntâcdır. Ammâ meslek ve meşreb-i ehl-i tahkik-i
melfuni^mni’l-alûne (bilinen) hâtem-i evliyâ ve vârisü ulûmi’l-evvelîni
ve’l-âhirîn, “tahallâkû bi-ahlâkillah” (Allah'ın ahlâkı ile ahlâklanınız.
Hadîs.) sırrına mazhar-ı irşâd ile zuhûr edenler, meslek ve meşrebü
Hâtemi’l-Enbiyâ ve’l- mürselîn üzre, hilkat-ı eşyâya vâkıfve cemî'-i menâzili
kâşiftir. Mebde-i meslekleri Hâtem-i Nübüvvet’in bâtını olan hâtem-i
velâyettir. El'ân kâbil-i irşâd olanlar bu sırr-ı dakiki fehm ve idrâk
edenlerdir.
Şeyh İsmail Hakkı Hazretleri'nin
“Vâridât-ı Suğra” nam kitaplarından:
Melâmiyye şol tâifedir ki halk
onlara melâmet ederler ve kendileri gibi kıyâs ederler. Zîrâ onlar her âlemde
bi-hasbi’l- muvattan zuhûr ederler. Bu sebebden hâlleri mestûr olur. Maa hâzâ
onlar bu tarîkin ricâlidir. Ve onları inkâr etmek hâllerini inkâra râci’dir. Ve
hâlleri budur ki Allahu Taâlâ onların kulûbüne tecellî eyleyip heyecân hayrete
düşürür. Bu cihetten şedâide tahammül etmek onlara âsân gelir. Ve hicret
göstermezler zîrâ mahbûbun muâmelesiyle mütelezziz olurlar. Ve ismini zikr ile
ve istima ile hoşluk bulurlar. Ve hâllerini ketm edip erbâb-ı inkâr yanında
keşf-i râz etmedikleri arz-ı mahbûbu muhâfazalarındandır. Zîrâ belki ol
münkirlerin ağızlarından Cenâb-ı Mahbûb’un tazîmini mahal nesne zuhûr edip ol
meclis gazâb-ı ilâhi hulûlüne sezâvâr olurlar. Pes, edeb-i tarikat setr-i
râzdır. Ve evliyâya dahl olunan mevâzı'da durmayıp oradan kıyâm veya kâdir ise
redd-i anif ile reddetmektir. Veya müderâ tarikını tutup sehl ile ilzâm
eylemektir. Ve illâ asimde (günâhta) müşterek olur. Kâlallahu Taâlâ:
“Ve kad nezzele aleyküm fi’l-kitâbi en izâ
semi’tüm âyâtullahi yükferu bihti felâ tak’udû maahum hattâ yahûdû fi hadisin
gayrihi". (Oysa Allah size Kitapta (Kuranda) ‘Allah’ın âyetlerinin inkâr
edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğiniz zamân, başka bir söze
geçmedikleri müddetçe, onlarla oturmayın, aksi halde siz de onlar gibi
olursunuz" diye hüküm indirmiştir. Nisâ 4/140).
Ve bazı ehl-i hevâ vebid'at, biz
deryâyız, mütegayyir olmayız, diye ehl-i hevâya münkirâtta müsâade ettikleri
dâire-i mudilde olduklarındandır. Ve illâ kalben ve lisânen ve yeden tega^für
etmelidir. Ve edna’l-emr (en düşük iş) kalble inkârdır ki ona imân-ı miskâli
derler. Zirâ şubesi kıllet üzerinedir.
Pes, melâmet şer’ ile amel
sûretindedir. Yoksa hilâf-ı şer’ ile değil ve hilâf-ı şer’ sûretinde ibrâz-ı
hakikat etmek hilâf-ı şer’dir. Meselâ kâse-i hanın yedine aldıkları hâlde asele
münkalib olmak gibi ve bunun ve emsâlinin hadd-i şer’den hâric olduğunu “ittekû
mevâzi’ü’t-tühem" (töhmetli durumdan sakinınz) mazmûnundan mefhûmdur.
El-hâsıl bir nesne ki metbû'dan
(tabi olmuştan) sâdır olmaya, tâbi’den sâdır olmak memnû’dur, gerekse vech-i
baidle te’vile sâlih olsun. Zirâ her yerde te’vil ile din olmaz. Ulemâ-yı zâhir
bazı hakâyıka küfür dedikleri kusûr-ı ukullerindendir ki zevâhire muhâlif kıyâs
ederler. Maa hâzâ muktezâ-yı kusûrdur. Pes, sühan-şinâs olmayana talim etmek
zağ ve zağâna ta’lim etmek gibidir. F’alem zâlik.
1008 tarihinde, Cidde’de vefat
eden Gelibolulu Ali Efendi’nin Hilyetü’r-Ricâl fi’l-Aktâbi ve’n-Nücebâ
ve’l-Abdâl nam eserinden:
Üçüncü bâb: Adedleri nâ-mahsûr ve
kerâmet-i acibeleri mezkûr ve meşhûr olan, “melâmiyye ve muhaddisûn” husûsan
“efrâd-ı mukarrebûn” olan evliyâ-yı kerâmet-meâb;
“Tûbâ lehüm ve hüsnü meâb” (Mutluluk ve güzel
bir dönüş yeri vardır. Ra'd/29) zümresinin letâyif-i garibeleri tefhiminde
tasvir ve tasdir (öne çıkarma) olunmuştur.
İmdi ol ricâlü celili'l-mikdârdan
biri zümre-i melâmiyyedir. Aded-i muayyenleri yoktur. Ve rütbe-i aliyyelerine
şâhid, müşâhedeleri be-gâyet çoktur. Ve bi'l-hakkın bunlar tarik-ı Hak'ta olan
ricâl-iküberânın sâdâtıdır. Hattâ“ümenâ” (eminler) dedikleri bunlardır.
. Husûsan seyyid-i enbiyâ
Muhammed Mustafa (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ve Ebû Bekrü's-Sıddik ve
Selmân-ı Fârisi (r.a.) meşâyıh-ı kibârdan Hamdûn Kassâr ve Ebû Saidü'l-Hazzâz,
Ebû Bâyezid-i Bestâmi (Rahimehümullahu Taâlâ) bu fırka-ı celileye dâhil
olmuşlar idi. Ammâ şeyh-i âlem ve ârif Ebû Abdurrahmân Muhammed bin Hüseyin bin
Muhammed bin Mûsâ Sülemi Nişâburi (Rahmetullahi aleyh) bir risalesinde tarik-ı
ehl-i melâmet ve bunların ahvâl ve ahlâk ve kerâmetini bir vecihle beyân
buyurmuştur ki “tâife-i melâmiyye şol mertebe-i sâmiyye sâhipleridir ki Hak
Subhânehu ve Taâlâ bunların bevâtınını kurb ve zelf ve üns ve ittisalden
envâ’-ı kerâmetle tezyin edip menzilet-i âlilerini halktan saklamıştır. Ancak
mânâ-yı iftirâkta olan zevâhirlerini nâsa izhâr eylemiştir. Tâ ki Hak ceUe ve âlâ
ile hâlleri sâlim ola. Pes bu hâl onların a'zâm ahvileridir ki bâtınları
zâhirlerinde müessir olmaya. Nitekim Fahr-i Alem (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
Leyle-i Mi'râcda mahall-i kurb ve dûndan (alçaklıktan) mahall-i alâya vardı.
“Fe kâne kâbe kavseyni ev
ednâ" (İki yay aralığı kadar, yahut daha az oldu. Necm/9} nass-ı şerifine
mâsadak hâsıl oldu. Ba’dehu âlem-i mülke indi. Ve ahval-i zâhireden halkla
söyleşti. Hâlâ ki dünüvv (yakınlık) ve kurbünden zâhirinde hiç bir nesne peydâ
olmadı. Zîrâ ehl-i melâmetin usûlündendir ki zâhirlerinde halk için mir’ât
olmaz. Ve bâtınları Bârî Hudâ iledir. Sûreten davâları zuhûr bulmaz. Ve
kendilerin esrârına akrabâları ve onların kulübü ıttıla kılmaz. Ve dâimâ halkla
tefrika makâmını gösterirler. Ve halkla ayn-ı cem'de müteha^kkık olurlar. Husûsan
kazâ-yı hukûk kendilerine âdet olur. Ve her bâr nefislerine yardım etmeyip
intikâm ederler. Ve nefislerine ihânetle bezl-i nefs tarîkına giderler. Ve
duaları makbûl oldukta mekr ve istidrâc ihtimâliyle melfil ve mahzûn olurlar.
Ve cemî'-i ahvâlde nefislerine muhâlefeti evlâ görürler. Ve daimü'l-evkât
“ittekû ferâsetü’l-mü’min feinnehu yanzuru bi-nûrullahi’>ı2 (Mü’minin
fırasetinden kaçınınız. Zira onlar Allah'ın nûru ile bakarlar.) hadîs-i
şerifinin mazmûnuyla âmil olup mü'minlerin ferâsetinden kendilerinde nesne
kaldığını istemezler. Ve bir kimsede ki gayrın ferâseti bâkî ola, o kendi nefsi
için nice ferâset davâ edebilir, diye istiğrâb ederler. Ve her bâr ki Hak celle
ve âlâ ile halleri cem' ve a'lâ ola tevâzu'larını artırırlar. Ve nefislerinin
havf ve haşyetini ziyâde görürler. Velhâsıl sâir Müslümanlardan bir halet-i
zâide ile kendilere imtiyâz vermezler. Çarşılarda gezerler. Mahal olur ki
mü'minîn ile musâhebet dahi ederler. Aslâ onları kimse bilmez. Melâmiyyeden
idiklerini idrâk kılmaz. Ve ibâdet ve tâatlarında dahi âmmeden ziyâde bir amel
ve onlardan fazla edâ-yı nevâfıl ve riâyet-i sünnet etmezler. Ammâ yine Hak
celle ve âlâ ile
22 Hadisi Şerif (Mü'minin
fırasetinden kaçınınız. Zira onlar Alah'ın nûru ile bakarlar.)
rüsûh üzere müteferrid olmaları ve
bir göz yumup açınca dâire-i ubûdiyyetten çıkmaları mukarrerdir. Ve
kendilerinin kulübüne envâr-ı rubûbiyyetin istilâsından o istilâ tahtındaki
züll ve iftikârları iktizâsından aslâ riyâsete tama’ etmezler ve ta‘am-ı
riyâset ne itliğini bilmezler. Pes, Hak Sübhânehu ve Taâlâ onlara bevâtını
bildirdi. Ve a’mâl ve ahvâlden bevâtına müstahak olanları dahi i'lâm eyledi.
Felâ cürm (günahsız) her muvattanda (vatan edindiği yerde) istihkâkına göre
amel eylerler. Ve bunların mertebesi ricâlullahın ekserinin merâtibinden
yücedir. Ve menzilleri cemi'-i menâzilden yüksek derecededir. Velâkin görürler
ki Hak celle ve âlâ dünyada halka görünmedi ve hicâb-ı azamet ve kibriyâ ile
ihticâb üzere oldu. Onlar dahi efendilerine mütâbaat ile muhtecib oldular ve o
hicâb altında kalıp halktan kimseye görünmediler. Ancak seyyid ve mevlâları
Hâlık-ı Kirdgâr’a göründüler. Ammâ kaçan ki Hak celle ve âlâ dâr-ı âhirette
kullarına tecelli eylese bunların her biri zuhûr-ı Hak ile kendini göstere.
Ve bi'l-cebhe umûr-ı şeriatın
külliyyeti tâife-i melâmiyyeye hâl-i vâki' olmuştur. Zirâ onlar ilm-i sahih ve
tabaka-ı ulyâ sâhibleri ve ilm-i bâtında ve ehlinde ve ilm-i mevâzin ve edâ- yı
hukûkla mertebe-i uzmâ ve yed-i beyzâ mâlikleridir. Hattâ ilm-i hikmet ve ilm-i
keşf ve ilm-i âhiret-i müeccele ve ilm-i dünyâ-yı muaccele bu makâmda olanlara
musahhardır. Ve bunlar şol hükemâ-yı uzmâdır ki umûru ve esbâbı yerli yerine
vaz' eylediler. Ve kemâ yenbagi muhkem ve müstahkem kıldılar. Ve şol
mevâzı’daki umûr ve esbâbın nefyi lâzım idi, onlar nefy üzre oldular. Ve Hak
celle ve âlânın tertib ettiği eşyâdan hiç bir şeyi menzilinden geri koymadılar.
İktidârları bu vechiledir. Ammâ mikdârları ancak Bâri Hudaya ve bu makâma
mahsûs olanlara mâlûmdur.
Melâmiyyûnun ey sâlik ne âlidir
makâmâtı
Tarîk-ı akla sığmaz bunların keşf
ü kerâmâtı
Görünmez sûret ü bâtınları
mirat-ı zâhirde
Velî zâhirde bunlar seyr eder
sırr-ı hafiyyâtı
^
İmam Şarânî Hazretleri’nin
Kitâbü’l-Minen ve'l-Letâif ' nam eserlerinden tercüme olunmuştur.
Allahu Taâlâ Hazretleri'nin bana
ihsân eylediği ni'metlerden biri de ricâlullah miyânında a'tâ-yı fırkandır.
Zîrâ Cenâb-ı Hakk'ın kendilerine furkan ihsân eylediği ricâlullahın küllisi üç
sınıftır. Dördüncü sınıf yoktur. Nitekim Muhyiddîn-i Arabî (k.s.) Fütûhât-ı
Mekkiyye'de zikr buyurmuşlardır:
Birinci sınıf ubbâddır. Onlarda
zühd ve tebettül, ef'âl-i zâhire-i Mahmûda galebe etmiştir. Ve onların
şânındandır ki bulundukları mertebenin fevkinde bir şey görmezler. Öyle bir
mertebeye intikâl ve teâlî etmezler. Bunların ahvâl ve makâmâta mârifetten nasîbleri
yoktur. Mükâşefeden, ulûm-ı ilâhiyye-i vehbiyyeden de hatları bulunmaz. Mutlakâ
fazl-ı ilâhiyyeye i'timâd etmeyerek amellerine güvendikleri hasebiyle habt
olunur korkusundan, kendi amellerinin zuhûrundan çekinirler.
İkinci sınıf sûfiyyedir. Bunlar ubbâdın
fevkinde bir sınıf-ı ricâldir. Bunlar da amelde cehd ve ictihâd, zühd ve verâ,
tevekkül ve bunların emsâli ahlâk-ı hamîde-i sâireye riâyetkârdırlar.
Fiillerinin kâffesini de Hak'tan bilirler. Yine bununla berâber bulundukları
makâmın, hâiz oldukları kemâlâtın hepsini kendi fevklerinde olan makâmâta
nazaran lâ-şey görürler. Bunlarda dahi tabakât-ı ulyâ ehline nazaran bakıyye-i
nefs ve ruûnet vardır. Çünki hüsn-i ahlâk ve fütüvvetleriyle beraber yine
da'vâdadırlar.
Üçüncü sınıf melâmiyyedir. Bunlar
Ebû Bekrü's-Sıddik (Radıyallahu taalâ anh) Efendimizin revişindedirler. Ve
bunların şânındandır ki revâtibten başka salavât-ı hamseye bir şey ziyâde ve
ilâve etmezler. Kafe-i ibâdetten ancak elzem olanları işlerler. Halk arasında
tâat ve ibâdetleriyle temeyüz etmezler. Ta‘am-ı riyâsete katiyyen tezevvuk dahi
eylemezler. Çünki Allahu Tebâreke ve Teâlâ Hazretlerinin azamet-i ulûhiyyeti
bunların kalblerine müstevli olmuştur. İşte bunlar makâmca fazl ve mertebece
kâffe-i tevâif-i richalullahın fevkında, bâlâsındadır. Nitekim kâffe-i
sahâbenin a'lâ ve eftali Ebû Bekir (r.a.)'dır. Bu noktada düşün, üç makâmı da
iste, lâkin sakın üçüncü makâmdan gayrısına kanâat edip kalma. Ve'l- hamdü
lillâhi Rabbi'l-âlemin.
Molla Cami Hazretleri'nin
Nefhâtü'l-Üns tercümesinden (s. 116):
Ebû Said Dırâr'ın ve Cüneyd'in
üstâdı olan Muhammed bin Mansûr et-Tûsi (k.s.) bir gün bir cemâat içinde söz
söylerdi. Kelâm mu'ciz olup melâmet ve ehl-i melâmetin zikrine erişdi. Meclis
ehlinden birisi dedi:
-Melâmet sözü bizim ne
sözümüzdür, biz melâmetin nesiyiz? Muhammed ibn Mansûr dedi:
-İnde zikrü's-sâlihîn
tenezzelü'r-rahmete”.
Hemân saat, yağmur yağmaya
başladı. Maa hâzâ gökte bulut eseri yok idi.
1362 Ramazan-ı Şerif
HATİME
Melâmet ve ahvâl-i Melâmiyye
hakkında bâlâya naklolunan küberâ-yı ümmetin ef'âl ve ta'rifât-ı aliyyelerinden
tafsilen anlaşıldığı veçhile melâmet denilen avâm ile nâ-puhte dervişânın
bildikleri gibi yalnız harâbâtîlikten ve halktan hasenâtlarını setr edip
seyyiâtlarını izhârdan ibâret olmayıp sırf Rasûl-i Ekrem'e tab'ıyyetten ibâret
olduğundan turuk-ı aliyyenin kâffesinden yetişen muhakkıkine dahi melâmi ıtlâkı
câiz olur. Ve bu tâife-i aliyyenin ahvâl-i kudsiyyeleri Şeyhü'l- Ekber (k.s.)
el-Athar Hazretleri'nin Fütûhât-ı Mekkiyye'lerinin muhtelif bâblarında
mezkûrdur. Hattâ tarikat-ı Melâmiyye-i Bayramiyye ricâlinden mürid-i mânevi,
Şârih-i Mesnevi Sarı Abdullah Efendi Hazretleri ahvâl-i Melâmiyye hakkında
Fütûhât-ı Mekkiyye’de ne kadar ta'rifât ve tafsilât var ise ebvâb ve füsûlünü
nakl ve zikr etmek şartıyla "Merâtibü’l-Asfiyâ fı- Sıfâtı
Melâmiyyeti’l-Asfiya’ ismiyle bir kitâb-ı mahsûs te'lif buyurmuşlardır ki
gayr-ı matbû olarak mevcût olan nüshaları erbâb-ı irfân nezdinde hırz-ı cân
edilmektedir. Bazı zevât dahi ta'rifât-ı mesrûde-i melâmiyye hilâfına olarak
erbâb-ı melâmeti gûyâ halkıyyet, rü'yet-i cemâl-i Hakk'a mâni ve hicâbdır,
i'tikâdında bulunduklarını zan ve kıyâs ettiklerinden sûfiyyeyi melâmiyyeye
takdim etmek isterler, hattâ Avârifü'l-Maârif'ten naklen Nefahâtü'l-Üns
Mukaddimesi'nde dahi bu yolda işâret vardır. Hâlbuki ta'rifât-ı sâbıkadan
ez-cümle Hazret-i Seyyid-i Şerif Cürcâni'nin tarifinden bile lâyıkıyla
anlaşılacağı veçhile zümre-i melâmiyye'nin itikâdları böyle olmadığı ednâ bir
mütâlaa ile rû-nümâ olur. Şu kadar var ki bu tâife-i aliyye halkı kendilerine
levme da'vet etmedikleri gibi hüsn-i zanda bulunmalarına dahi ihtiyâc
göstermezler. ' Bir de meşrebinde neş'e-i melâmet gâlib olan bazı ricâlullahın
mensûbinine seyyid ve muktedâlarına nisbeten melâmi denildiği erbâbına
mâlûmdur.
Ez-cümle kutbü'l-urefa Hacı Bayram-ı
Veli Hazretleri'nden münteşir tarikat şubeleri miyânında “Melâmiyye-i
Bayramiyye" ismindeki şu'beden feyzyâb olan zevât-ı kirâmın ahvâl ve
âsâr-ı aliyyeleri mâlûm-ı cihânyândır.
Bu tâifenin keyfıyyet-i zuhûruyla
içlerinden yetişen meşâyıh-ıvâsılininterâcim-iahvâli meşâyıh-ıNakşbendiyye'den
Müstakimzâde Süleyman Efendi de Sarı Abdullah Efendi Hazretleri'nin ahfadından
La'lizâde Abdülbâki Efendi merhûm tarafından bir risâle-i mahsûsa ile
mufassalan beyân edilmiştir ki bunlardan evvelkisi gayr-ı matbû, ikincisi
matbûdur.
Terceme-i hâlini beyân sadedinde
bulunduğumuz “Seyyid Hâce Muhammed Nûru’l-Arabi” Hazretlerinde dahi neşve-i
Melâmetin galebe-i kâmile ile zuhûrundan dolayı muhibbân ve mensûbinine
ekseriyetle Melâmi denildiği gibi bidâyeten Prizren’de Hazret-i
Aliyyü’l-Murtazâ (r.a.)’nın akvâl-i kudsiyyelerini câmi’ olan Noktatü’l-Beyân
ismindeki risâle-i mahsûsayı tedris ve tefsir buyurduklarından Üsküp ve Prizren
gibi bazı mevâkıın avâmı beyninde dahi “Noktacı" nâmıyla yâd olunurlar.
Ancak kemâl-i dikkatle bakıldığı ve mizân-ı insâfla muhâkeme buyurulduğu hâlde
dünyada her tarik ve mesleğe sülûk edenlerin der-akab mertebe-i kemâle vâsıl
olamadıkları bedihi ve âşikâre olmakla beraber muhakkıkı olduğu gibi mukallidi
de bulunduğu yek-nazarda teslim edilir. Hattâ, “ Ve buistu li ütemmime
mekârime’l-ahlâk “ (Ben, güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim) ve “
Tefteriku hâzihil ümme alâ selâsete ve seb'ine firka" (Bu ümmet yetmişüç
fırkaya bölünecektir.) hadis-i nebevileri de buna şâhiddirler. Bu sebebden meslek-i
mezkûra sâlik olanların dahi def'aten insan-ı kâmil olmaları lâzım gelmez.
Kendileri de her ne kadar o davâda bulunsalar nefsü'l-emre muvâfık olmadığı
için tasdik icâb etmez.
Şurası da hafhi olmaya ki
meslek-i mezkûr müntesibleri iki kısım olup bir kısmı câm-ı vahdetle neşvedâr-ı
feyz-i hakiki olanlardır ki galebe-i sekr-i mânevi icâbâtından olarak
maksadlarını bi-tamâm ifade edemediklerinden dolayı ıztırâri bazı gûnâ
şathiyyâtta bulunurlarsa da makâmât-ı bekâya terakkileriyle beraber
“kellumû’n-nâse ala kaderi ukûlihim" (İnsanlara akıllarının alabileceği
kadar söyleyiniz.) emr-i celil-i nebevisine kemâl derece riâyetle mazhar-ı
tâmm-ı feyz-i Muhammedi olurlar. Diğer kısmı da gürûh-ı mukallidândır ki bunlar
mezâyâsına (meziyetlerine) aslâ vâkıf olamadığı birkaç kemâlât-ı tasavvufiyyeyi
tılti misâl öğrenip ötede beride sarf-ı laklaka-gıllukla emrâr-ı eyyâm ederek
hem kendisinin dünya ve âhiretini berbâd ve perişân eder ve hem de müntesibi
bulunduğunu iddiâ ettiği tarik-ı mes’adet-refıkı (onu saadete götürecek
yoldaşının yolunu) lekedâr eyler ki bu gibilerin encâm-ı hâlleri yine müncer
(sonlu) olduğu kerrâren görülmüş ve görülmekte bulunmuştur.
Ve minallâhi't-tevfık.
Seyyid Hâce Muhammed Nûru'l-Arabî
el-Melâmî
Hazretleri hakkında inşâd olunan
kasidenin
tercümesidir:
Bismillâhi'r-Rahmâni'r-Rahim
1. Ehl-i beyt-i Nebiye muhabbet-i kâmilem ve hürmet-i
fevka'l-âdem vardır. Onların yâd-ı mealisi esniyye-i cemileleri, menâkıb-ı
bediaları medâr-ı câm-ı safâ ve zevkim, bâdi-i mesti-i fezâ-yı şevkimdir.
2. Onların şeref-i bihterin-i kudsiyyeleri necm-i Süreyyâdan
daha âlidir. Bûy-ı dil-pezir-i fahrlerine nisbeten râyihadâr çiçeklerin
kokuları lâ-şey mesâbesindedir.
3. Onların bir asâlet-i sâbitesi, bir uluvv-i kadri vardır ki
tasviri adimü'l-imkândır. Azm-i kat'i-i mevâni’-endâzânelerine karşı, seyf-i
sârimin bile tesiri hükümsüzdür.
4. Onların mefahiri, nucum-ı ziyâdır. Müessir-i ber-
güzideleri rahmet-i feyz-nisâr, kerem ve sehâları mahz-ı lütf-i Kirdgâr’dır.
5. Enf-i azametini bir hâk-i heybet kaplamış, kendini bir
hüzn-i azim istilâ etmiş olduğu hâlde kaçan Mürsabdan (Necrân papazından) Allah
aşkına suâl ediniz.
6. Öyle münevver dide-i pirâ yüzler görmüş idi ki onları
Cenâb-ı Hayru’l-Enâm mübârek abâsıyla örtmüş idi. İşte bu nûrâni vucâha
(yüzlere) malik olan zevât-ı âliyyeyi, yani Al-i Abâ tesmiye olunan akrab-ı
âl-i seyyidi'l-enbiyâyı nasıl görmüş olduğunu istinkâh ediniz.
7. Fahr-i Alem'in nûr-ı didelerine encâl-i kirâmına fart-ı
muhabbetimden dolayı, ey beni levm eden kûteh-nazar! Nazra-ı câhilânen her hâl
ü kârda hatâ-âlûddur. Ey bâis-i inşâd-ı kaside, meşreb-i Rasfil-i Kibriyâ olan
meslek-i celil-i melâmeti bu havâlide neşr ve ibda edin.
8. O hem-nâm-ı celil-i Mustafâ, o sirâc-ı nûr-ı Hüdâ ise
Hüseynü'l-meşreb, şerifü'n-neseb, sâhibü'l-ihtişâm ve cemilü'l- hasebdir.
9. İşte bu zât-ı muhterem âdât-ı kirâm ve evliyâ-yı izâmdan
Hazret-i Bedr-i Mukaddesi'ye nisbeti ihtisâs-ı şâmi olan bir mürid-i manevi,
bir ferd-i kerim-i Arabidir.
10. Hıtta-ı Mısrıyye'nin Mahalletü'l-Kebir kasabasında gehvâre-i
zib-i şuhûd olan bu zât-ı ekrem sâhib-i uluvv-i kadr, mâhi-i zulmet-i cehl bir
misbâh-ı Hüdadır.
11. Ceriha-i maneviyyeyi, hüsn-i kelâmı, nutk-ı ulviyyet-i
beyânı ile tedâvi eden bir zât-ı âli, vâkıf-ı ahvâl-i Halvetiyye, ârif-i
erkân-ı Nakşiyyedir.
12. Fezâil-i güzide-i maâli-i husûsalarının esâsını Câmi'-i
Ezher'de tahsil etti. Şeyh-i celilü'l-kadr Hazret-i Hasanü'l- Kuveysni râyih-i
rûh-perver-i manevi ile ta'tir eyledi.
13. Şeyh-i müşârun ileyh Hazret-i Hâce'yi iklim-i Rûm halkını
yani Rûm ili ve Anadolu ahâlisini berây-ı selâmet ve hidâyet minhâc-ı irfân ve
saâdete irşâd etmek için vazife-i maneviyye ile gönderdi.
14. Bir müddet sonra Hicâz'a ba'dehu Mısr’a vararak bir zamân
ikâmet buyurdu.
15. Ba'dehu eşref-i mahlûkât-ı aliyye-i ekmeli't-tahıyyât
efendimiz Hazretlerini ziyâret maksadıyla ihtiyâr-ı sefer ederek Medine-i
Münevvere’de Resûl-i Ekrem'in nâil-i imdâd-ı manevileri oldu.
16. Mekke-i Mükerreme'ye avdetinde, rûhâniyyet-i Fahr-i âlemden
şu emr-i mücellâyı almış idi:
“Rûm cihetine git, uhde-i irfân
ve himmetine tefviz olunan vazife-i kudsiyye-i reşâd-ı hüsn-i edâ ile ifâ-yı
ahd et!"
17. İşte bu emr-i celile imtisâlen aynı havâliyi teşrif ve irşâd
ile bir tâife-i mes'ûdeyi tahsis eyledi ki bunlar ona ilticâ etmek sûretiyle
makâm-ı muallâ-yı irfâna vâsıl ve üç aksâ-yı fevz ü necâta nâil oldular.
18. İlm-i tevhid-i ilâhi ve esrâr-ı hakâyık-ı Muhammediye dâir
kırktan ziyâde âsârı mahalde te'lif eyledi ki o müellifât-ı celilenin mazmûn-ı
dakâyık-nümûnda eser-i hayât-ı dâime münderic dâfıe-i askâm ü âlâm mündemicdir.
19. Bir nizâm-ı manevî, keşf ve irfân-ı telkin eylediler ki
ahkâm-ı şerîat-i garrâ onu her zamân te’yîd ve alâ buyurmaktadır.
20. Ustrumca'da irtihâl-i dâr-ı bekâ eylediği zaman gûyâ bâd-ı
sabâ tanîn-endâz olup fecrun-nizâm (H. 1305) terkîb-i manîdârını târîh-i vefât
yazınız, diye işâret eyledi.
21. Ehl-i Beyt-i Rasûle muhabbet-i dâimem, hürmet-i sâbitem
tevâlî eyledikçe kalbim o zât-ı âlînin rûh-i pâkini terâhüm edecektir.
Şâir-i âlî-nevâ İstanbul! Ali
Rızâ Efendi
merhûmun kasidesidir.
Der-sitâyiş-i Hâtimetü'l-Muhakkıkin-i
Ekmelîn Şeyhunâ ve Seyyidinâ Hâce Muhammed Nûru’l-Arabî (k.s.a.).
Gün gibi tâb veren mâh-ı ruh-ı
enverine
Nûr-ı zâtiyle cilâ vermiş anın
peykerine
Şeyhinâ seyyidinâ Hâce Muhammed
Nûr’un
Bağlıdır Hızır nebî kâmil-i
zî-anberine
Hüsn-i mânende-i şübbân
behçetidir anın
Düşdü aşkı râh-ı ashâb-ı dilin
ekserine
Şâhididir âlem-i manada o sırr-ı
a'zâm Dil verir mi dü-cihânın mâ-melek efkârına
Pâdişâhân-ı zamân sâili olurdu
anda Rağbet etseydi cihânın hele sîm ü zerine
Zevkince olsaydı günlüne melek-i
nâsût
Hâ görüp eylerdi zülf-i benâtı
derine
Buldu şanla şeref tahtına
isti'dâd
Haremin şâhıdır ol kimseyi koymaz
yerine
Vâris-i ekber dihim şeh-i
levlâkin
Tâc-ı gavsiyyeti izzetle urunmuş
serine
Kutbu'l-agvâsdır ol gavs değildir
aslâ
Konmadı jeng-i sivâ mufassala-i
cevherine
Cebhesi meşrık-ı nûr-ı âyîne-i
bismillah
Gül yüzü fatiha tefsir ediyor
hâverine
Şerhidir sırr-ı kazâ nâtıka-i
efsahının
Müncî nûr-ı Hudâ bâsıra-i
enverine
Öyle sâki-i safa-bahş-ı meânîdir
ki Teşne rûhu'l-urefa her kadeh-i kevserine
Öyle cemşîd-i cihân-ı melekûtîdir
ki Kadd-i sinân-ı dest-i tesâil-i evzâ der sağırına
Öyle sultân-ı haşem-perver-i
lâhûti kim Ceberûtîler olur ser-be-zemin muabbirine
Öyle bir saf-şiken-i âlem-i
kesretdir ki
Cevelângâh-ı kuzâtının gelir
hançerine
Öyle bir perdedir hacle-i
vahdetdir ki
Saldı tûfân-ı belâ savleti aşk
kişverine
Kalmadı mülk-i vücûd içre hicâb-ı
mâni'
Tarayan etdi fenâ vech-i ehad
nâzırına
Hâsılı her neye olsa nekrân ol
ârif
Vech-i cânâna doğar mâlı gibi
manzanna
Nûrdur öyle ki tesiridir elhak
varsa
Bahş-ı hâsıyyet eden murg-ı hümâ
şehperine
Müftehir pertev-i iclâline kurs-ı
hurşid
Münteşir aks-i ruhu leylelerin
mukmerine
Sâye-i pertev-i iclâl-i cihân-ı
azmût
Kibriyâ züyhur olur ise ne aceb
efserine
Feyz-i hürriyyet-i vicdân iledir
mahi-i kayd
Hiç tenezzül mü eder tabı cihân-ı
züy(ıruna
Halvet ü kisvete mevkûf değildir
feyzi
İlm ü irfân iledir reh-nümâ
kemterine
Hâce-i pür-hüner üstâd-ı
hakikatdândır
Akl-ı küll vâlih olur mantık-ı
vecd-âverine
Tılısm-ı râz-ı İlâhidir fahr-ı
âlem (s.s.)
Bu da miftâh-ı celidir o velâyet
eri
Açdı esrâr-ı nübüvvet ü vilâyâtı
bütün
Saçdı tevhid-i Hudâ nûrunu cân
ahterine
Tercemân-ı harem-i hâs-ı dâhidir
bu Mahrem-i râz-ı derûndur rüchân-ı serverine
Dinse şâyeste buna mutahharun
yuhyi'l-mevtâ
Cân bulur olmuş eser düşse yed-i
akderine
Feyz-i enfâs-ı Mesihâ görünür
nutkunda Rılh-ı Meryem bile âşık dem-i cân-perverine
İşte âsârı alup örümcek tecrübeye
Niçe isâr feyz etmede gör
çâkerine
Sensin ey hâtime-i ehl-i tahkik
Fer veren nûr-ı basiretle gönl-i
muteberine
Zâirem türbe-i kalbimde
kemâlâtını hep
Feyz-bahş olmadasın üns ü melek
maşerine
Seni mümkün mü senâ kâl ü kalemle
hâşâ Ben senâ-hân olamam kenz-i hafâ masdarına Arz-ı deryûzedir ancak
kereminden maksûd Yoksa meddâh olamam sen gibi dîn serverine
Feyz umup atıfetinden dil-i
sûzân-ı Rızâ
Yüz sürer şeyhimizin derine
devlet-i dirine
Yâ Seyyidinâ Muhammed el-Nûr
merhabâ
Nûrundur ehl-i aşka matâf ey
perî-likâ
Müstağrak-ı tecellî-i a'lâ-yı
zâtsın
Feyzinle âşıkânın içer cür'a-ı
fenâ
Yok yok hatâya düşdü kulun ayn-ı
nûr
Zâtınla ehl-i derd bulur sermedi
likâ
Mahv eyledin kuyıld u izâfâtı
ser-te-ser
Kabrinde olur bülbülân Allahu lâ
sivâ
Râh-ı muhabbetinde harâb it
Rızayı kim Kâr-ı âferîn olur ana sermâye-i velâ
Nâzımu'l-Hikem Hamdî Bey'in
Çünki mezmûm ü melâmet-zedeyem
mağfılram Ben ki zühhâd ile hem-bezm olamam mâzûrum İftihârımla nola çarha
mübâhât itsem
Yine hâk-i kadem-i Hâce Muhammed
Nûr'am
Tekke Levhası (Melâmiler yedi
bahre daldılar. Yedisinden cevâhirler
aldılar, Yedi iklim dört köşeden
aldılar. Zevklerine yok nihâyet çüııki
Haydan aldılar.)
Seyyid Muhammed Nûrü'l-Arabî'nin
Kronolojik Hayati
* 1813
yılında Mısır'da Kahire ve İskenderiye arasındaki Mahalletü'l-Kübrâ isimli
şehirde doğdu.
* Dört
yaşında babasının vefatı üzerine annesi ile beraber üç sene dayılarının
himayesinde kaldı.
* 1820
yılında yedi yaşındayken Kahire'deki Câmi'ü'l- Ezher'de Şeyh Hasan
el-Kuveysnî'den talim ve terbiye gördü. Bu zattan dokuz yıl boyunca ilim tahsil
etti.
* 1828
yılında Yanyalı Şeyh Ahmed Efendi ile birlikte Yanya'ya gitti, bu esnâda
Nakşbendî şeyhi Yûsuf Efendi'ye intisap etti.
* 1829
yılında Yûsuf Efendi'nin emri ile hac vazifesini yerine getirmek için Mekke'ye
gitti. Bu yolculuğunda Şeyh Ömer Abdurresûl’den hadîs eğitimi, Şeyh İbrahim
eş-Şemârıkî’den Halvetî-Şabânî, Ekberî ve Üveysî icâzetleri aldı.
* 1829
yılında gördüğü bir manâsında Resulallah (s.a.s) Efendimiz tarafından kendisine
üç satır yazı verildi. Bu yazı Hz. Ebubekir Sıddîk Efendimiz tarafından
“Tevhîd-i Ef'al, Tevhîd-i Sıfat ve Tevhîd-i Zât" makamlarının kendisine
telkin edildiği şeklinde yorumlandı.
* 1833
yılında Mısır'a geri dönmüş, burada şeyh Hasan el- Kuveysnî ile görüşmüş almış
aldığı manevî emir ile Rumeli'ne gitmek üzere yola çıkmıştır.
* 1833
yılında İskenderiye ve Antalya üzerinden Gelibolu'ya ordan Selanik ve Serez'e
geçti. Buradaki medresede kısa bir süre müderrislik yaptı. Oradan Demirhisar,
Doyran, Ustrumca yoluyla Koçana'ya varıp oradaki medresede müderrislik yaptı.
* Üsküp
valisi Hıfzı Paşanın daveti üzere Üskübe geldi. Paşanın çocuklarının eğitimi
için altı ay Üsküp, altı ay Koçana'da kalmaya karar verdi.
* 1839
yılında Nakşbendi şeyhi Abdulhâlik Kazanî'ye intisab etti.
* 1843
yılında Hacca ikinci defa gitmiş, bu vazifesini ifa ederken Mekke-i
Mükerreme'de Derviş Muhammed el-Mekkî ile görüştü. Bu süre içinde manada
Resûlallah hazretleri tarafından Makam-ı Cerri, Hazretü'l-Cem’ ve Cem’ü'l- Cem’
makamları telkin edildi. Şeyh Abdulhâlik Kazanî'nin halifelerinden Şeyh Mustafa
el-Trabzonî'den Nakşbendî icâzeti aldı.
* Aynı
senenin hac dönüşünde Cin Kalesi denen bölgede konakladıkları sırada Hz.
Resulallah tarafından Ahadiyyetü'l- Cem' makâmı telkin edildi.
* 1850
yılında Hassa Müşiri Selim Paşa'nın daveti üzere İstanbul’a ilk ziyaretini
yaptı. Altı ay misafir olarak kaldığı süre içerisinde bir çok ulemâ ve meşâyıh
ile temasta bulundu.
* 1851
yılında ihvânına melâmet neş'esi üzerine tevhîd makâmlarını telkin ederek
irşâda başladı.
* 1852
yılında Çerkez İsmâîl Paşa'nın davetiyle Manastır'a giderek üç ay misafir
kaldı. Bu süre içinde Şeyh Bedreddîn (k.s.)'nin Varidât isimli eserini şerh
yazdı.
* 1868
yılında hakkında yapılan asılsız şikayetler üzerine hakkında tahkîkât
başlatılmak istendi. Kendisini tanıyan zaptiye müşiri Hüsnü Paşa tarafından
iddiaların asılsız olduğu tesbit edildi. Bu hâdisenin vukuunda Seyyid
Hazretleri İstanbul'a davet edildi, devlet ricâli ve şeyhülislâm ile görüştü.
* 1869
yılında Topal Osman Paşa ve Hüsnü Paşanın daveti üzerine oğlu Şerif Efendi ile
birlikte beş ay boyunca İstanbul'da misafir kaldı.
* 1870
yılında Tikveş'te birkaç gün misafir kaldı. Bu esnâda yaşadığı bir tecellî ile
kendisine "Kutbiyyet” makâmı verildi.
* 1871
yılında Şeyhülislâm Ahmed Muhtar Molla Bey Efendi'nin daveti üzerine İstanbul’a
gelen Muhammed Nûr, bu ziyâretinde Harirîzâde'nin Boyacıköy'deki yalısında
misafir oldu.
* 1879
yılında Ustrumca'ya yerleşti.
* 1879
ve 1884 tarihlerinde iki defa hacca gitti.
* 12
Mart 1887 yılında son zamanlarını geçirdiği Ustrumca’da vefat etti, vefat
ettiği odasında defnedilerek üzerine türbe yapıldı.
* Osmanlı
devletini balkanlardan çekilmesinden sonra Yugoslavya döneminde 1945'ten sonra
türbe yıkıldı. Yerine önce Postahane sonra da bir Hotel yapıldı.
Son sözümüz ise devletlilerden
bir istirham, Cenab-ı Hakk'a duamızdır:
* 2015'te Hz. Seyyid'in yaşadığı
mekan ve türbe Ustrumca Belediyesi'yle Türkiye'nin sahipliğinde aslına uygun
bir şekilde restore edildi. Türbenin bitişiğine Hz. Pîr adına bir büyük kültür
merkezi yapıldı.
Seyyid Muhammed Nûrü'l-Arabî'nin
Eserlerinin tam listesi
Türkçe Eserleri
1. Şerh-i Evrâd-ı Üsbuiyye
2. Ed-Dürretü's-Seniyye fi Şerh-i Risâleti'l-Gavsiyye
3. Şerh-i Kelâm-ı İmâm Ali
4. Risâle-i Noktatü’l-Beyân
5. İhsânü’r-Rahman Şerh-i Risâle-i Şeyh Rıslânı Dımışkî
6. Şerh-i Kaside-i Şeyhü'l-Ekber
7. Şerh-i Gazel-i Hacı Bayram-ı Velî “Çalabım bir şâr
yaratmış iki cihan arasında"
8. Risâletü’n fi Tefsiri’l-Fatihâ
9. Delilü'l-Uşşak
10. Kitâbü'd-Devâiri ve'l Eflâk fi Beyâni Tasarrufâti Sâhibü’l-
Mülki ve'l-Emlâk
1 l.Dairetü’l-Vücûd fi Beyan-ı
Makâmü’l-Mahmûd
12. Risâle-i Sülûk-i Hakikat
13. Ed-Dürretü’n-Nefis alâ salâtı ibn-i İdrîs
14. Risâle-i Tevhîd-i Behiyye : Risâle-i Tevhîd-i İlâhî
15. Risâle-i fi Beyân-ı Sülûk-i Şerîat ve Tarîkat ve Hakîkat
16. Risâle-i Saâdet ve Şekâvet
1 7.Delâilü’l-Hayrât
Şerhî
18. Risâle-i Şerh-i Ezân-ı Muhammedî
19. Risâle-i Sırr-ı Ezân-ı Muhammedî
20. Manzarü’l-Küfr
2 l.Ecvibetü'l-Lâzime
fi es’ileti’ş-Şeytâniyyeti’l-Mezkûre fi
Muhammediyye
22. Hâdiü’l-Uşşak
23. Tuhfetü’l-Mahmûdiyye
24. Şerh-i A’yân-ı Mümkinât
25.Sırrü’n-Nebei’l-Hak
26. Tefsir-i Sûre-i Yusuf
27. Tefsir-i Sure-i Feth
28. Menba'ün Nûr fi Ru'yetü'r-Resûl
29. Risâle-i İlm-i Hal
30. Beyân-ı Tecelli'l Hak ale’l-Merâtib
31. Şerh-i Akâid-i Nesefiyye
32. Risâletü’l-İsmâîliyye ve’l-Atiyyetü’d-Dürriyye fi Tarî'kin-
Nakşiyyet-i ve’l-Melâmiyye
33. Risâle-i Salihiyye
34. Risâle-i fi’t-tasavvuf
35. Risâle-i Saidiyye
36. İhtiyâr ve Kıdem Risâlesi
37. İhlâs-ı Şerîf Tefsiri
38. Miftâh-i Kenzi’s-Salât
39. Mürşidü’l-Uşşak
40. Risâle-i Necât-ı Sâlik
41. Niyâzî-i Mısrî Divânı Şerhi
42. Nutk-ı Alîleri
43. Risâle-i Sıfâtü’l-Me’anî
44. Risâle-i Sıfât-ı Subutiyye
45. Risa.le-i Ahadiyyet Tercümesi
46. Rehber-i Salât
47. Tarif-i Melâmiyye
48. Risale-i li-Hazreti Şeyh Hace Muhammed Nûrü’l-Arabî
El-Melâmi Kuddise sırruhu’l-ali
49. Türkçe takrirâtı
50. Mektup
Arapça Eserleri
5 1 .Mecâli’z-Zehrâ
alâs-Salavâti’l-Kübrâ li’ş-Şeyhi'l-Ekber
52. el-Yâkûtu’l-Hamrâ alas-Salavâti’s-Suğrâ li’ş-Şeyhi’l-Ekber
53. Feracü’n-nüsûs Şerhu'n-Nakşi’l-Füsûs li’ş-Şeyhi'l-Ekber
54. El-Letâifü't-Tahkîkât fi-Şerhi’l-Vâridât li'ş-Şeyhi’l-
Bedrüddîn
55. El-Envâru'l-Muhammediyye fi-Şerhi Risâleti'l-Vücûd li-
Seyyidi'ş-Şerifı’l-Cürcâni
56. Et-Temşiş alâ-Salavâti ibn Meşiş
57. Kenzü’l-Mahfi ‘an-Ehli'l-Hicâb
58. Burhânü’s-Sâlikin
59. Meşâhidü't-Tevhid
60. Risâletü'l-Mukaddime li-Metâli'i'l-Füsûsü’l-Hikem
61. Kitâbü’r-Reşâd fi’l-Mebde ve’l-Meâd
62.Seyrü't-Tevhid
63. Şerhu Hakâyıkı’l-Eşyâ
64. Risâle fi Beyân-ı Hakikat ve Mecâz ve Kinâye
65. Risâle fı-Beyân-ı Kerâmât-ı Evliyâ
66. Risfile-i fi-Keyfıyyet-i îmân-ı Fir'avn
67. Fezâil-i İmâm Ali Radıyallahü Taâlâ anhü
68. Risâle-i Ahadiyyetü'l-Vücûdiyye
69. Risâle-i Reddiye alâ İrâdeti’l-Cüz’iyye
70. Şerhü Ebced
71. Tefsirü Sûreti’l-Kevser
72. Kasr-ı Arifân Nazar-ı Aşıkân
73. Nekabetün Cami'atün Li'ltahkikati Ve’l-Mecazi Ve’l
Kinayeti
74. Nutku Seyyid Muhammed Nûr
75. Arapça Takrirâtı
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar