ŞEYH NECMEDDİN-İ KÜBRA HAKKINDA KISSALAR
Hazırlayan:Sevgi GEÇİT
2011/ İSTANBUL
Türkiye’deki Türkoloji çalışmalarında
tarihî Türkî cumhuriyetlerin lehçeleri ve edebiyatı önem arz etmektedir. Biz bu
çalışmamızda, Orta Asya tasavvuf tarihinde önemli bir yere sahip olan Şeyh
Necmeddîn-i Kübrâ konusunu ele aldık. Kendisi geçmişte Türk-İslam dünyasında
önemli tarikatlardan olan Kübrevîlik tarikatını kurmuştur. Sûfîliğin
gelişmesinde büyük rolü olmuştur. Aynı zamanda şeriat âlimi olan Şeyh Necmeddîn
yaptığı bütün münazaralarda sürekli galib geldiği için Kübrâ (büyük) lâkabı ile
ünü yayılmıştır.
Biz, geçmişteki ve günümüzdeki önemini göz
önünde bulundurarak, Orta Asya’da tanınan bir tarihî şahsiyet olan Necmeddîn-i
Kübrâ konusundaki çalışmamızda, Şeyh Necmeddîn-i Kübrâ hakkındaki kıssayı ana
konu edindik. Eseri muhteva bakımından tahlil etmeye çalıştık ve Kübrâ
hakkındaki çalışmaları inceledik. Müellifin yaşadığı dönem hakkında bilgi
verdik. Şeyh Necmeddîn-i Kübrâ’nın hayatı, tarîkatı, eserleri, düşünceleri ve
talebelerini tanıtmaya çalıştık. Kıssayı Türkiye Türkçesine aktardık. Eserin
incelenmesi bize az da olsa dönemin sosyal, kültürel hayatı hakkında bilgi
vermektedir.
Konumuz olan “Şeyh Necmeddîn-i Kübrâ
Hakkındaki Kıssa” dönemin tarihi olaylarını da bünyesinde barındırmaktadır. Bu
eser kırk rivayetten oluşmaktadır. Dinî, tasavvufî, ahlakî konuların yanı sıra,
Necmeddîn-i Kübrâ’nın hayatı, kerâmetleri Moğol istilası ve şehit olması
anlatılır. Rivayetlerin çoğunda Şeyh’in olayla ilgili söylemiş olduğu beyitlere
yer verilmiştir.
Sevgi Geçit
İstanbul/ 2011
Tasavvuf kişiyi ideal olana yönlendirmeyi
amaçlar. Batı dillerindeki karşılığı mysticisme (mistisizm)’dir. İslam
mistisizmi anlamına gelen tasavvuf kelimesi Arapçadır. Dini yeni bir anlayışla
takdim şeklidir.
Tasavvuf yolunda ilerleyen kimseye
mutasavvıf ve sûfî denir. Sûfî kelimesinin menşei hakkında birçok görüş ileri
sürülmüştür.[1]
Sûfîlerin çoğunun yün anlamına gelen suf
adlı kaba yünden yapılan elbise giydiklerinden hareketle suftan türediği tezi
en çok itibar görenidir. Suf’un nisbeti sûfî olduğu için kelime gramer
açısından da doğrudur.[2]
Tasavvuf ve sûfî kelimesi Kur’an’da
bulunmamaktadır. Ancak sûfi yerine “mukarrebun” kelimesi kullanılmıştır.[3] Mukarrebun; Yüce Allah’ın
huzurunda sevilmiş ve kabul görmüş salih zatlardır.
Onlar Kur’an-ı Hakîm’de,
“sâbikûn-mukarrebun” sınıfında tanıtılmışlardır. Bu müminlerin sıfat ve
ahlaklarını, müfessirler şöyle özetlemişlerdir:
Bu velîler:
1.
Dünyayı Allah için terk
ederler.
2.
İyilikleri kusurlarından
fazladır.
3.
Allah’a tam tevekkül edip
bütün gayretlerini O’nun uğrunda harcarlar.
4.
Bütün düşünce ve dertleri
ahirettir.
5.
Kendileri kurtuluşa
erdikleri gibi, şefaatleriyle, başkalarının kurtuluşuna da vesiledirler.
6.
Bütün işlerinde Allahu
Teâlâ’ya dayanırlar.
7.
Devamlı Allah’ın rızâ ve muhabbetini
ararlar.
8.
Günahın büyüğünden ve
küçüğünden kaçınırlar.
9.
Namaz ve cihada herkesten
önde ve önce koşarlar.
10.
Kendi ayıplarıyla meşgul
olur, başkalarının kusurlarına takılmazlar.
11.
Ayetlerin ve hadislerin
müjdelediği gibi, hesapsız olarak Cennete girerler. [4]
12.
Amel defterlerini sağ
taraflarından alırlar.[5]
13.
Allah’tan fazlasıyla
korkarlar. Gerçek anlamda âlimdirler.
14.
Bâtınları zâhirlerinden
daha güzeldir.
15.
Allahu Teâlâ’yı diliyle
birleyen, azalarıyla ona itaat eden ve kalpleriyle ihlas üzere olan ihlas
sahibi (muhlis) kimselerdir.
16.
Kur’an’ı okuyup anlar ve
gereğince amel ederler.[6]
17.
Cihat ehlidirler, devamlı
hizmet ederler.[7]
18.
İlliyyûn makamına
yükselmişlerdir.[8]
19.
İradelerini Cenabı Hakk’ın
muradında fâni etmişlerdir.
20.
Mescide herkesten önce
girip en sonra çıkarlar.[9]
21.
Kendilerine hak verilince
kabul eder, kendilerinden bir şey istenince bolca dağıtır, insanlara hüküm
verirken kendi nefsine hüküm veriyormuş gibi davranırlar.[10]
22.
Allah’ı hiç unutmazlar,
devamlı zikir halindedirler.[11] [12]
24.
Belaların Allah’tan
geldiğine iman ettiklerinden, belalardan tat alırlar.
25.
Kendilerine dünya malı
verilmediğinde şükreder, ellerine bir şey geçince başkalarına verirler. 12
26.
Rableri ile beraber olmak
onlara her şeyden güzel gelir.
Tasavvufta önemli olan, İslama uygun bir hayat
yaşamaktır. Kaynağı Kur’an ve sünnettir. Bu tarîkin usûlü “Usûlü’l-Aşere” (on
usûl) tarzındadır. Kübrevîlik tarikatının prensipleri de bu on usûle
dayanmaktadır.
Tasavvufta ilk hedef kalp temizliğidir.
Kur’an kalbin temizliğine “tezkiye” ismini vermiş ve ebedî kurtuluşu ona
bağlamıştır.[13] Hz. Peygamber’in (s.a.v.)
temel görevi de tebliğ ve tezkiye olarak belirlenmiştir.[14]
Tezkiye kalbi bütün kötülüklerden isyan ve gafletten kurtarmaktır. Bu da tövbe,
istiğfar ve çokça gözyaşıyla gerçekleşir. Hz. Peygamber (s.a.v.) kalbin dini
yaşantıdaki yeri hususunda şöyle söylemiştir:
“İnsan vücudunda öyle bir parça vardır ki,
o iyi olduğu zaman bütün bedenin işleri iyi ve güzel olur. O bozulduğu zaman,
bütün vücut bozulur. Dikkat edin o parça kalptir.” [15]
Tasavvufun çeşitli tarifleri mevcuttur. Bu
hususta bilgi vermek yerinde olur.
Cüneyd-i Bağdadî (ö. 330/941): “Tasavvuf ihtiyarı terk
etmektir”; “Tasavvuf,
Hakk’ın seni, senden öldürmesi ve
kendisiyle ihyâsıdır”[16].
Rüveym (ö. 330/941): “Tasavvuf Allâh’ın
murat ettiğine teveccüh etmek ve O’nun iradesine teslim olmaktır.” “Tasavvuf
fakra yapışmak, bezl, îsâr ve cömertlik ile birlikte, îtiraz ve ihtiyârı terk
etmektir’ ’.
Ebû Muhammed Cerîrî ( ö. 321/933):
“Tasavvuf güzel ve ulvî olan her çeşit huyları kazanma girişiminde bulunmak ve
çirkin her nevî huylardan da uzaklaşmaya çalışmaktır’’[17].
Tariften de anlaşılacağı üzere tasavvuf
“huy güzelliği” olarak ifade edilebilir. Belirli bir manevî olgunluğa erişmiş
kimselerde bu durum ilk bakışta göze çarpar.
Bütün tasavvufî târifleri üç ana noktada
toplamak mümkündür; onlar da sırasıyla:
1.
İlâhî emir ve yasaklara
teslîmiyet.
2.
Allah ve Resûlünün
ahlâkıyla süslenmek.
3.
Allah’tan başka her şeyden
(mâsivâllah’tan) kalben uzaklaşmaktır.[18]
Sûfiler de tasavvuf târiflerinde
bulunmuşlardır:
Zünûn Mısrî (öl. 245/895): “Ahlâkında, fiil
ve hareketlerinde Allah Teâlâ’nın habîbinin sünnetine uyan kimse, Hakk’a olan
sevgisini isbat etmiş olur”[19]
Ebû Yezîd Bistâmî (öl. 264/858): “ Havada
bağdaş kurup oturma kerâmeti gösteren bir adam gördüğünüz zaman, emir ve nehiy
hudûdunu koruduğunu, sünnete tâbî olduğunu ve Hakk’ın hukukunu yerine
getirdiğini görünceye kadar ona inanmayınız”[20].
Bu sözden anlayacağımız, Allah dilediğine keramet verebilir fakat bu özellik
onların felaketlerini getirmek içindir.
Cüneyd-i Bağdâdî: “Bir kimse ki sözünde,
hâl ve hareketinde Kitab ve Sünnet’e uymazsa, ona uyulmaz” buyuruyor.
Hoca Bahâeddin Nakşbend (öl. 791/1389):
“Bütün hâllerinde ayağını emir ve nehiy seccâdesi üzerine koyasın. Sünnete
bağlanıp, mûcibince amel edesin. Tâviz ve bid’atlardan uzaklaşıp, her an
Resûlullah (s.a.) in hadîslerini rehber kabul edesin.”[21]
Mevlânâ Celâleddin Rûmî: “Bu can tende
durdukça, Kur’ân’ın bendesiyim ve Muhammedül-muhtâr (s.a.v) in yolunun toprağı,
ayağının tozuyum. Eğer biri benim sözlerimde, bundan başka bir şey naklederse,
naklettiği sözden de, kendisinden de rahatsız olurum”[22].
Tasavvuf hakkında söylenen sözlerin
örnekleri çoğaltmak mümkündür. İlk sûfî olarak bazı kaynaklarda Hasan Basrî
ismi geçmekte olsa da Nefehatü’l Üns’te Ebu Haşim el Kûfî’nin adı anılmaktadır.
Bağdat, Basra ve Kûfe’de görülen tasavvufî hareketler Horasan, Anadolu ve
Endülüs’te daha değişik boyutlarda karşımıza çıkar. Özellikle Horasan’da
Yesevî, Nakşibendî ve Kübrevî tarikatları ekseninde görülmektedir.
Tasavvufî tecrübede dört merhale vardır.
1.
Talip: Zühdü isteyen ve
bunun yollarını arayan kimsedir.
2.
Mürit: Mantıkî, zihnî ve
fiîlî olarak züht içinde olup hakikati arama yolunda mürşide teslim olan
kişidir.
3.
Salik: Züht[23] ve takvayı benimsemiş, ilahî
sırları keşf için tasavvuf yoluna sülûk ederek, seyr ü sülû k mertebelerinde
yol alan kimsedir. Bu mertebeler şunlardır:
a.
Fena fil - kusut:
isteklerinden vazgeçip Allah’ın iradesine teslim olma.
b.
Fena fi’ş-şuhut:
Gördüklerinden vazgeçip her şeyde Allah’ı müşahede etme
c.
Fena fi’l-vücut (fena fi’llah):
Varlıktan vazgeçip her şeyde Allah’ı müşahede etme.
4.
Mürşit: Züht ve takva
yollarında rehberlik eden kimsedir.
Bu yola giren talebe hakikate ermeye
çalışır. Tasavvuf yaşanır. Sözle ifade edilemez. Tasavvufta seyri sülûk (manevi
yolculuk) kavramı önemli bir yere sahiptir. Seyr lügatte yürümek, bakmak
mânâlarına gelir. Kişinin kalbinin, ruhunun, nefsinin ve diğer manevî
cevherlerinin eğitimi demektir.
“Tasavvufta seyir, cehaletten ilme, kötü
huylardan güzel huylara, kendi varlığından geçip Hakk’ın varlığına doğru
harekettir. Sülûk ise, Hakk’a ermek için bir rehberin öncülüğünde ve
denetiminde çıkılan manevî, kalbî, ruhî yolculuk ve ahlakî bir eğitimdir” [24]
Necmeddîn-i Kübrâ’nın tasavvuf anlayışının
dayandığı temellere baktığımızda ilk olarak Kur’ân-ı Kerim ve hadisler daha
sonra kendinden önce yaşamış olan meşâyihin sözler ve eserleri en son olarak da
kendi manevî tecrübeleridir.
Necmeddîn-i Kübrâ Cüneyd-i Bağdadî (öl.
297/909), Hasan el-Basrî (öl. 110/728), İbrahim b. Edhem, Zünnûn el Mısrî (öl.
245/859), Ebû Türâb en-Nahşebî (öl. 245/859), Yahyâ b. Muâz er- Râzî (öl.
258/871), Ebû Hafs el-Haddâd (öl. 260/883), Bâyezîd-i Bistâmî (öl. 261/874),
Selh b. Abdullah et-Tüsterî (öl. 283/896), İbrahim Havvâs ( öl. 291/903), Ebû
Osman el-Hîrî ( öl. 298/910), Hallâc-ı Mânsûr (öl. 309/922), İbn Hafîf
eş-Şîrâzî ( öl. 371/ 982), Ebû Ali ed-Dekak ( öl. 405/1014) ve birçok ünlü
mutasavvıftan alıntılar yaptığı görülmektedir[25].
Araştırmamızın konusu olan olan Şeyh
Necmeddîn-i Kübrâ hakkında şunları söyleyebiliriz:
Birinci bölümde kendisinin gerektiği gibi
anlaşılabilmesi için yaşadığı devir hakkında bilgi verdik. Daha sonra hayatı,
kurmuş olduğu Kübrevîlik tarîkatı, günümüze kadar varlığını sürdüren eserleri,
düşünceleri, ekolü ve talebeleri, Necmeddîn-i Kübrâ üzerine yapılmış
çalışmlardan bahsettik.
İkinci bölümde Türk edebiyatında kıssalar
ve önemine değindik. Daha sonra Türkiye Türkçesine aktarmış olduğumuz kıssaya
yer verdik.
Necmeddîn-i Kübrâ Türk İslam dünyasında
düşünceleri ve talebeleriyle tanınan bir zattır. XII. yüzyılda Hârizm’in Hîve
kentinde Orta Asya’da önemli tarîkatlardan olan Kübrevîlik tarîkatını
kurmuştur. Sûfîliğin gelişmesinde büyük rolü olmuştur. Üstün zekâsı ve yaptığı
bütün münazaralarda sürekli galib geldiği için Kübrâ (büyük) lâkab’ı ile ünü
yayılmış ve bu sebeple kurmuş olduğu tarîkata Kübrevîlik tarikatı denmiştir. Bu
tarîkat Orta Asya halklarını maneviyatta birleştirmiştir. Yazmış olduğu Arapça
ve Farsça risâleler ve İslam ülkelerine göndermiş olduğu talebeler Kübreviyye
tarîkatının geniş bir sahaya yayılmasına neden olmuştur. Orta Asya’da İslam
dininin gelişmesinde büyük öneme sahiptir. Halk arasında Necmeddîn-i Kübrâ
hakkında birçok rivayet mevcut olup, bunların çoğu rivayetçiler tarafından
bugüne kadar muhafaza edilmiştir. Bilim dünyası halen onun düşünce sistemini,
kazandırdığı eserleri araştırmaktadır. Tarîkatlar, kuruluşlarından itibaren
yalnız dinî, tasavvufî bir örgütlenme hâlinde kalmayarak sosyal, siyasal,
kültürel, sanatsal ve askerî birer kurum olarak da önemli görevler
yapmışlardır. Tasavvuf açısından Kübrâ’nın yaşadığı dönem bilim adamları
tarafından Rönesans dönemi olarak isimlendirilmiştir. Talebeleri sayesinde bu
tarîkat değişime uğrayarak devam etmektedir. Tasavvuf yolunun en
tanınmışlarından olan Necmeddîn-i Kübrâ’nın hem kendisinin hem talebelerinin
eserleri mevcuttur. Yazdığı eserler talebelerinin ve birçok kimsenin el kitabı
olmuştur. Yaşadığı dönem tasavvufi düşüncenin zirve yaptığı İmâm-ı Gazzâlî,
Muhyiddîn İbn Arabî, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Sadreddîn-i Konevî,
Ferîdüddîn-i Attâr vb. tasavvuf büyükleri ile Abdülkâdir-i Geylânî, Seyyid
Ahmed-i Rifâî, Hoca Ahmed-i Yesevî, Ebu’l-Hasan-ı Şâzilî gibi tarîkat
pîrlerinin yetiştiği dönemdir. Kübrevîlik tarîkatını kurmuş olması ve
esaslarının birçok kimse tarafından uygulanıyor olması Necmeddîn-i Kübrâ’yı
incelemeye değer kılmaktadır. Kübrevîlik tarîkatı Yesevîlik ve Nakşibendî
tarîkatları kadar yaygın olmasa da yayıldığı coğrafyada halkın dinî hayatına
derin tesir göstermiştir. Orta Asya’da tarîkat şeyhi olmasının yanı sıra halk
tarafından çok sevilen, zor durumlarda halka moral olan, Moğollarla savaşta,
büyük kahramanlık gösterdiğine inanılan bir lider olarak değerlendirilir.
Ondaki vatan sevgisi halka örnek olmuştur. Moğol istilasında şehit düşmüştür[26].
Tasavvuf Allâh’a giden yoldur. Tasavvuf
ilmi Kur’an’ın ve Peygamber (s.a.v.) in güzel ahlak eğitimi ve öğretisidir.
Necmeddîn-i Kübrâ’nın doktrini insan-ı kâmil yetiştirmektir. Teorik ve
uygulamalı olarak Kübrevîlik tarîkatı bunu amaçlar. Onun hizmetleri,
eserlerindeki düşünceler, vurgulamak istedikleri günümüzde güncel konulardır.
“Allâh’a ulaşan yollar yıldızların sayısıncadır.” Bu konuyu Tez olarak
seçmemizin nedeni Kübrâ’nın bu düşünce sistemidir.
1.
1. NECMEDDÎN-İ KÜBRÂ’NIN YAŞADIĞI DEVİR
Bilindiği gibi XI-XII. yüzyıllarda Selçukluların
sınırları genişleyip Horasan ve Mâverâünnehir onların sınırları içinde
kalmıştı. 1043 yılında Hârizm de Selçuklular devletine (1038-1157) katılmıştı.
Ama Anuştegin-Hârizmşah sülalelerinden (10771231) vekili Alâeddin Atsız
Hârizmşah (1127-1156) bağımsız siyaset başlatmayı istedi. Sonuç olarak
Selçuklular devleti hükümdarı Sultan Sencer (1118-1157) ile uzun yıllar
savaşmak zorunda kaldı.
Hârizmşah Atsız, ilk zamanlarda (1138 yıla
kadar) Sultan Sencer’e sadık olarak on yıl boyunca hizmet etti. Sonra 1138 yılı
Mangışlak ve Sirderya’nın Cend şehrini işgal etti. Sultan Sencer bu yaptığına
kızarak Hârizm’e asker göndermek istediği zaman Atsız kendi gücüne
güvenemeyerek yaptığı iş için özür dilemek zorunda kaldı. Lâkin çok geçmeden
Atsız yine kalkınmaya başladı. 1139 yılı Buhara’yı eline geçirdi. Ama Sultan
Sencer bu sefer karşılık göstermeye yetişmedi. Çünkü Mâverâünnehir’e doğru
Karahıtaylar yavaşça işgal ederek batı tarafına yaklaşıyorlardı. Sultan Sencer
1141 yılı Semerkant yakınında Karahıtaylar ile olmuş savaşta büyük yenilgiye
uğrayandı ve Mâverâünnehir Karahıtaylar eline geçti. Bu nedenle Selçuklular
devletinin çöküşü hızlandı. Bu fırsattan faydalanmak isteyen Hârizmşah Atsız o
sene içinde Selçuklular devletinin başkenti Merv’e girip şehri işgal ederek
bilim adamların çoğunu Hârizm’e götürdü.
Sultan Sencer son gücünü toplayarak 1143
yılı Hârizm’e doğru yol aldı ve Gürgenç’i eline geçirdi. Hârizmşah Atsız yine
özür diledi. Bunun üzerine onlar barıştılar.
Bu savaşlardan sonra 1156 yılı Hârizmşah
Atsız ve 1157 yılı Sultan Sencer vefatı ile Selçukluların Horasan’daki devleti
son buldu. Hârizm’de ise Cend'de hâkim olan El-Arslan (1156-1172) babası
vefatından sonra Hârizm tahtına oturdu. Hârizmşah El- Arslan devrinde bile
savaşlar bitmedi. O zamanlar doğu taraftan göçmen Türk- Kıpçak kabileleri
baskın yaparak girerler ve El-Arslan onlar ile savaşıp Cend’i geri alırlar.
Kendisi birkaç defa Mâverâünnehirde bazen Hârizm’de Kara-hıtaylar ile savaşarak
onları rahatsız eder.
Tarihî olaylar Necmeddîn-i Kübrâ’nın çocukluk
ve ergenlik dönemi geçmiş yıllarda Hârizm’in feodal nizaların girdabında olduğu
bellidir. Tabi ki böyle zor şartlarda bilim, medeniyet ve maneviyatın gelişmesi
zor olmuştu. Necmeddîn-i Kübrâ’nın bilime olan isteği ve ülkedeki o
savaşlarında sebep olması nedeniyle kendi ülkesini terk etmek zorunda kalmıştı.
Necmeddîn-i Kübrâ ömrünün yarısından
fazlasını misafir yurtlarda geçirerek bilim aldı: Nişabur, İsfehan, Tebriz,
Hemedân, Mekke, Halep, İskenderiye gibi şehirlerde yaşayarak büyük bilim
adamlarından ilim aldı. Bilime olan güçlü ihlâs ve yönelişi dolayısıyla büyük
tasavvuf şeyhi olarak yetişti.
Necmeddîn-i Kübrâ’nın yaşadığı şehirin
haricindeki şehirlerde yaşayanlar için Bu devirde siyasî vaziyet biraz sakin ve
asayişte idi. Mısır’da Selahaddin Yusuf b. Eyyub (1138-1193) sultan idi.
(1171-1193) Eyyübiler Devletini (1171-1250) kurdu. O kısa süre içerisinde
Arabistan ve Suriye’yi de kendi devleti sınırlarına ekledi, neticede güçlü
siyasi birlik teşkil oldu.
İran, Irak ve Azerbaycan hudutlarında ise
Selçukluların Irak Sultanlığı (11181194) kuruldu. Ve onun başkenti Hemedân
idi.
Hârizm’de El-Arslan vefatından sonra
(1172), onun oğlu sultan şah Mahmud (1172-1193) tahta geçti. Cend şehrinde
hâkimlik yapan ikinci oğlu-Takiş bu karara razı olmadı ve neticede, abi-kardeş
arasında uzun süre taht kavgası yaşandı. Onlar, bu kavga esnasında
Karahıtaylar’dan yardım istemeye kalktılar. Takiş, Hârizm tahtını aldı. O zaman
aralarında Horasan şehirleri (Merv, Nişabur v.b) için savaş vardı. Nihayet bu
savaşta Takiş üstün geldi ve 1189 yılı kendisini Hârizmşah (11721200), diye
resmî olarak ilan etti; 1193 yılı Sultan Mahmut vefat ettikten sonra, o tek
hâkim olarak kaldı.
O devirden başlayarak Hârizm vilayeti
yükselip onun sınırları genişlemeye başladı. 1194 yılı Hârizmşah Takiş
Selçukluların Irak sultanlığını zabt etmeyi başardı. Takiş’in vefatından sonra
tahta onun oğlu Muhammed oturdu. (1200-1220). Muhammed Hârizmşah devrinde
Hârizm büyük devlete dönüştü, onun sınırları Kaspi Denizi’nin şimali
sahillerinden Fars boğazına kadar, Kafkasya’dan hindikuş dağlarına kadar
uzardı, başkenti Gurganc (şimdiki Urgenç) büyük siyasî, iktisadî ve medenî
merkeze dönüştü. Tasavvuf da oldukça gelişti. Buna sebep ilk olarak,
merkezleşen büyük siyasî birlik-devlet teşkil olmasıdır, İkincisi ise,
Selçuklular devletinde de ilim ilerlemiş, ayrıca Horasan’da Tasavvuf
derinlemesine gelişmişti. Bu devletin başkenti Merv ise büyük medeni merkeze
dönüştü. Horasan’da tasavvuf okulu gelişip, Abdullah Ensari (1006-1089), Ahmed
Cam (vefatı 1141) ve Yûsuf Hemedânî (1048-1140) onun ilk öğrencileriydi. Burada
birkaç yardımcı tarîkat yüzeye geldi: Tayfûriyye (Bistâmiyye), Cüneydiyye, Musâhibiyye,
Sehliyye, Hakîmiyye, Hafifıyye, Seyyâriyye, Nûriyye, Harrâziyye, Kassâriyye
(Melâmetiyye) ve başkalarıdır. Yalnız siyasî birlik zamanında Horasan’da
tasavvuf okulu vasıtasız gelişti. Mâverâünnehir’de de tasavvufun gelişmesine
sebep oldu. Yûsuf Hemedânî tasavvuf okulu kurumunda Yeseviyye ve Nakşibendiyye
tarikatları yüzeye geldi.
Üçüncüsü ise, Hârizm’de ilim-marifet gelişmesine
vasıtasız Hârizmşahlar da etkili olmuşlardır. Mesela, Kutbüddin Muhammed
Hârizmşah ve onun oğlu İsimsiz Hârizmşah Merv şehrinde ilim öğrendiler ve kendi
hükümdarlıkları sırasında fen- edebiyat öğrendiler. Hatta Hârizmşahın isimsiz
Farsça şiirler yazdığı malumdur. İslam dini, seyyidler, ulemalar, meşayihlere
önem vermiştir. Hârizmşahlar onlara çok büyük iltifatlar göstermişlerdir.
Elçilik münasebetleri ve türlü nizaları yumuşak yolla hallederler ve onların
konseyi ile işbirliği yaparlardı. Mesela, Hârizmşah Takiş hükümdarlığında, ona
tabi olan Nişabur hâkimi Mengli-Tegin baş eğmedi. Takiş Nişabur’a yürümüştü.
Mengli-Tegin kötü duruma düşüp seyyidiler ve imamların sulh için vasıta
olmalarında ısrar etmişti. Takiş, şehri işgal ettikten sonra, Mengli-Tegin
üzerine hüküm çıkarmasını ulemaya buyurur ve onları öldürmeyi emreder. Ulemaya
saygı ananesini Muhammed Hârizmşah da devam ettirdi. O, kendi hâkim olduğu
büyük şehirler için müftüleri şahsen tayin eder, özel ferman çıkarırdı.
Demek ki, Hârizmşahlar devletlerinde İslam
dini akideleri, tasavvuf talimatı gelişmesi için siyasi, iktisadi ve manevi
önem verilmişti.
Hârizm’in her taraftan yükselmesi
Necmeddîn-i Kübrâ’nın da kendi vatanına geri dönmesine sebep oldu. Muhammed
Hârizmşah saltanatının yıl dönümünde Necmeddîn-i Kübrâ Hârizm’e döner ve
ömrünün sonuna kadar başkent Gurgenc’de yaşar. Orada kısa zamanda müridleri
çoğalır ve tarîkatınının gelişmesini sağlar.
Hârizmşah devletleri terkibine girişilen
hudutlar sırasında Buhara, Merv, Semerkant, Nisa, İsfahan, Ahıska, Cend,
Hurcan, Cürcan, Margilan, Hirat gibi şehirlerde ilim ve maneviyat yükseldi.
Mâverâünnehir, Horasan, Fars, Azerbaycan ve Irak ülkeleri arasında medeni
alakalar güçlendi. Bu devrin tanınan âlimleri ve aydınları arasında Reşidüddin
Vatvat, İsmail İsfahani, Zahir Faryabi, Abdul Fazıl Ahıskalı, Seyfeddîn Buhari,
Abdulmecid Cendi, Ali Hicazi, İsmail Cürcani, Ali Harezmî, Ebul Hasan Harezmî,
Muhammed Ahıska, Abdullah al-Razzi, Mahmut Semerkandî, Mesut Cücendi, Mahmut
Zemahşeri, Abdülkerim es-Semani ve başkalarının ismini getirebiliriz.
Hârizm’in Moğollar tarafından işgal
edildiği sırada, başkenti-Gurganc (Gürgenç, Cürcen) şehrinin müdafaasında,
Necmeddîn-i Kübrâ da vardı. Kendisinin burada şehit düştüğü söylenmektedir.
XIV asırda Cuci ulusunun (Altın ordu) Hanı
Özbekhan (1312-1341), Hârizm ülkesinin yöneticisi olduğu için Necmeddîn-i
Kübrâ’nın kabri üzerine büyük bir türbe yaptırmış ve bununla sanki kendi
ecdatlarından ağır günahı için özür dilemişti.
NECMEDDÎN-İ
KÜBRÂ’NIN HAYATI
Necmeddîn-i Kübrâ’nın yaşadığı dönemde
Hârizmşahlar devleti hüküm sürüyordu. Necmeddîn-i Kübrâ VI/XII. yüzyılın ikinci
yarısı ile VII/XIII. yüzyılın başlarında Hârizm bölgesinde irşad
faaliyetlerinde bulunmuştur. Tasavvuf tarihinde önemli bir yere sahiptir.
Ayrıca henüz tarikatların teşekkül sürecinde yaşamış olması ve kendisine
Kübreviyye adında bir tarîkatın nisbet edilmesi onu daha da önemli kılmaktadır.
Fakat bütün bu özelliklerine rağmen onun, tasavvuf tarihçilerinden yeterli
ilgiyi gördüğünü söylemek mümkün değildir. Ülkemizde bu alanda yapılan ilk
çalışma Mustafa Kara’ya aittir. O, Şeyh Kübrâ’nın “Usûlü’l-Aşere”, “Risâle
ile’l- Hâim” ve “Fevâihü’l- Cemâl” adlı üç risâlesini Türkçeye çevirmiş ve
bunların başına da müellifin hayatı ve eserleri hakkında kısa bir giriş eklemiştir.
Bu çalışmadan sonra Süleyman Gökbulut„a ait olan doktora tezine kadar otuz yıl
geçmesine rağmen bu konuda daha ileri bir çalışma yapılmamıştır.
Necmeddîn-i Kübrâ’nın hayatını üç döneme
ayırabiliriz: Birinci dönem, çocukluk ve ergenlik yılları (1145-1170).
Hârizm’de yaşadı. İkinci dönem, Necmeddîn-i Kübrâ kendini bilim için adayarak,
yaklaşık 35-40 senesini -1170-1200 yılları- İran, Arabistan ve Mısır’da yaşadı.
Üçüncü dönem -hayatının son yılları (esasen 1200 yılından sonra) vatanı
Hârizm’e dönmüştü.[27]
Necmeddîn-i Kübrâ Hârizm’in Hîve (Hîvek)
şehrinde doğmuştur. Medrese ilimlerinde, özellikle hadis ilminde
derinleşmiştir. Bu nedenle Nişabur, İsfahan, Hemedân, Mekke, İskenderiyye ve
Tebrîz gibi devrin önemli ilim merkezlerine yolculuklar yapmıştır. Necmeddîn-i
Kübrâ, zikredilen şehirlerde Ebu’l-Meâlî Ferâvî (ö.587/1191), Hâfız Ebul-Alâ
(ö.569/1174), Ebu’l-Mekârim, Ahmed b. Muhammed el-Lebbân (ö.597/1021), Ebû
Cafer Muhammed b. Ahmed b. Nasr es-Saydalânî (ö. 568/1173) ve Hâfız Ebû Tâhir
es-Silefi (ö.576/1180) gibi âlimlerle görüştü. Ve onlar sayesinde hadis ilminde
derinleşti. Bir yolculuk esnasında İsmail Kasrî’nin (öl. 589/1193) dergâhında
konaklayan Kübrâ’nın hayatında büyük bir değişiklik meydana gelmiş ve
tasavvufla ilgilenmeye başlamıştır. Kasrî, daha sonra kendisini Ammar b.
Yasir’e (öl. 582/1186) gönderir. Seyr ü sülûku’nun bir bölümünü de burada
geçiren Kübrâ, yine şeyhinin emri üzerine Ruzbihan Kebir Mısrî’nin (öl.
584/1188) yanına gider. Ruzbihan Kebir
Mısrî’nin yanında kalır ve kızı ile evlenir. Birkaç sene Mısır’da kalır ve
orada iki oğlu dünyaya gelmiştir. Sonra Hârizm’de irşadla görevlendirilmiş ve
ülkesinde Kübreviyye diye bilinen tarîkatı kurmuştur.
Bu tarîkat, IX/XV. yüzyılın ortalarında
“Nurbahşiyye” ve “Zehebiyye” olmak üzere ikiye ayrılmıştır. İran’da Safevîlerin
hâkimiyetiyle birlikte Şiîlik bu kollara nüfuz etmiş ve günümüzde de aynı
şekilde devam etmektedir.
Necmeddîn-i Kübrâ
Moğollarla savaşırken şehit düşmüştür. Reşîdüddin’e göre katliamda ölenlerin
çokluğundan dolayı Necmeddîn-i Kübrâ’nın cesedi bulunamamıştır. Yafiî ise
cesedin bulunduğunu ve enkaz haline gelen hankâhına defnedildiğini söyler.[28] Gürgenç’in (köhne Ürgenç) dışında (şimdiki
Türkmenistan’da) Necmeddîn-i Kübrâ’ya ait
olduğu söylenen bir kabir ve onun adına tesis edilmiş bir zâviye günümüze kadar
varlığını sürdürmüştür. Şifahî geleneğine göre türbeyi, Emîr Timur (1368-1405)
inşa ettirmiştir. Türbe XIX.
29 yüzyılda Hîve Hanı Muhammed Emin Han (1846-1855) tarafından da
onarılmıştır.[29] İbn Battûta,
732/1332’de Hârizm’i ziyareti esnasında bu türbe ve zâviyeye uğradığını; gelen
giden misafirlere zâviyede yemek verildiğini ve şeyhinin de Hârizm’in ileri
gelenlerinden müderris Seyfeddîn b. Udbe olduğunu söylemiştir.[30]
Günümüzde Türkmenistan sınırları içerisinde
yer alan ve Sovyet döneminde “Şeyh Kebîr Ata Türbesi” diye bilinen bu yapı,
halk ve çeşitli tarîkat mensubları tarafından yoğun bir şekilde ziyaret
edilmektedir. Şeyhin kerâmetleri halk arasında varlığını hâlâ korumaktadır.[31]
Hârizm diyarı yüzyıllar boyunca güzel
Türkistan’ın medeniyet merkezlerinden biri olarak gelmiştir. Bu tarihi diyar
Muhammed İbn Musa al-Harezmi gibi büyük riyaziyat âlimi, Cârullah ez-Zamahşerî
gibi büyük Müfessir, Ebu Reyhan Birunî gibi büyük kamusi âlim, yazar ve
edipler, devlet ve siyaset erbaplarını yetiştirmiştir. Dünya medeniyet
hazinesinde unutulmaz hissesi vardır. Ayrıca, tasavvuf ve irfan âleminde de
edebi ve berhayat simalardan biri olan şeyh Necmeddîn-i Kübrâ gibi büyük sûfî
ve mütefekkir arifi kemâle getirmiştir. Necmeddîn-i Kübrâ oluşturduğu Kübreviyye
tarikatını, felsefi fikirler ile yeni tasavvuf okulu kalitesinde İslam âlemine
takdim ettmiştir.
Ahmet İbn Ömer İbn Muhammed Hîvekî XII-XIII
asırlar arasında tasavvufun gökyüzünde parlayan yıldızlarından biriydi.
“Ebu’l Cennâb” künyesi (: korkanların çekinenlerin
babası) “Necmeddîn” (: dininin yıldızı) “et-Tâmmetü’l-Kübrâ” (: büyük bela,
şiddetli darbe) ve “Şeyh Velî- tıraş” (: veliler yetiştiren şeyh) lakapları ile
şöhret kazanan bu mütefekkir, sadece tasavvufa has olan talimatlar ile
sınırlanmadan, kendi zamanının fen-edebiyatlarının hepsini özleştirme yolunda
meşakkatli seferler yapmıştır. Şehirden şehre bilimin izinden yürümüş, “İlim
Çin’de dahi olsa, onu arayın” ve “Beşikten mezara kadar ilim öğrenin” diyen
hadislere gönülden inanan bu ilim şeydası, hayatının son dakikasına kadar
yolundan geri dönmemiştir.
Necmeddîn-i Kübrâ gençliğinden itibaren
sefere ilgi gösterdi. Türlü ülkeleri gezip Mısır’a vardı, orada meşhur sûfî
şeyh Ruzbihan Vazzan el-Mısrî ile tanışıp, ondan iradet (: el) almış ve onun
nazarı altında ağır riyazet aşamalarından geçmiştir.
Genç Ahmet İbn Ömer kendi iradesi, istidadı
ve gayreti ile şeyhin dikkatini kendisine çekmiştir. Onun, inancı ve saygısını
kazanmıştır. Çok geçmeden onun kızı ile evlenmiş, birkaç yıl Mısır’da hayatını
sürdürüp Ruzbihan’ın kızından iki oğlu olmuştur.
“Hak” düşüncesinin mahiyetini anlamak ve
O’na erme yollarını arayıp bulmak derdi, onu bir an bile rahat bırakmamıştır.
Günlerden bir gün, imam Ebu Mensur
Hafda’nın Tebrîz şehrinde güzel ilmî dersler verdiğini duyarak, derhal Tebrîz’e
gitti ve “Sermeydan” mahallesinde olan “Zahide” hankâhında bu kelam âlimi’nin
derslerini dinlemeye başladı. Kelam ilmini ondan derinlemesine öğrendi.
Genç âlim “Şerhu Muhyi’s-Sünne”yi Tebrîz’de Muhyi’s Sünne’nin
talebelerinden olan bir zâttan tahsil etti.
Bu eser okunurken yeni bir sima Baba Ferec Tebrîzî ile tanıştı. Şeyhin
sohbetleri genç âlimde derin iz bırakarak, bakış açısını değiştirdi. Bu iz onun
pratik hayatında da sezilmektedir. Araştırıcı âlim ondan sonra kelam ilmi
konularında kendi araştırmalarını durdurup, tasavvuf murakabesine ilgisini
verir çünkü Baba Ferec işrak yolundan başarılı olabilmek için hiçbir ilmin
önemi olmadığını doğrulardı, bunun sebebi ise, ilmin ilahî ilham ardından hâsıl
olacağıdır.
Necmeddîn-i Kübra bu yolda ilerledi, fakat
çok geçmeden böyle yaparak kendi hedefine erişemeyeceğini anladı. Hocası ile
aynı düşünceye sahip değildi. Baba Ferec’den ayrılarak Ammâr Yâsir’e katıldı.
Kâmil sûfi derecesine ulaşmak için İsmail Kasrî okuluna girdi. Ve onun elinden
hırkayı giyerek, kendisinin birinci şeyhi olan Ruzbihan el-Mısrî’nin yanına
geri döndü.
Şeyh Ruzbihan Necmeddîn’in tasavvufun
akidevî esaslarını oldukça anladığını görüp onu ana yurdu Hârizm’e giderek,
tasavvuf talimatını dağıtma yolunda faaliyet göstermeye davet etti. Necmeddîn
onun buyruğuna göre, ailesini de yanına alarak ana yurduna geri döndü, orada
yerleştikten sonra bir tekke tahsis edip, kaynaklarda “Altın tarikat” adı ile
de zikredilen Kübreviyye tarîkatını oluşturdu ve bu tarîkata ait irfanî talimatları
telkin etmeye başladı.
Çok geçmeden, yeni tarîkat kurucusunun
etrafında sonsuz şakirt ve müridler toplandı. Onun yolunda yürümeye başladılar.
Onlardan XII-XIII yüzyılların meşhur sûfîleri kemâle ererek mürşid ve veli
olarak tanındı.
Şeyh Necmeddîn-i Kübrâ mükemmel istidat ve
yüksek zekâ sahibi olması sebebiyle, her türlü soruya tam cevab verirdi. Her
türlü mürekkep sorunları çözmeye muvaffak olurdu ve ilmî meselelerde mübahasa
ve münazarayı sever, her daim galibiyet kazanırdı, bu sebeple onu “et-Tâmmetü’l-Kübrâ”
(: büyük bela, büyük afet) diye isimlendirdiler. Şemseddîn Sami “Kâmus ül-Âlem”
de yazdığı üzere “et- Tâmme” (: bela) sözü zaman içerisinde yok olmuştur,
“el-Kübera” şeklinde telâffuz edilmiş daha sonra “Kübrâ” lâkab’ı Necmeddîn-i
Kübrâ’nın ayrılmaz parçası olarak kalmıştır.
Ona Ebu’l Cennâb (: korkanların
çekinenlerin babası) künyesi de verilmiştir. Bu künye Hadis tahsili aldığı
dönemde bizzat Hz. Peygamber tarafından gördüğü bir rüya ile kendisine
verilmiştir. A. A.Dihhuda’nın fikrine göre, nefis dileklerinden sakınıp, dünya
lezzetlerinden vazgeçtiği için bu künye ile isimlendirilmiştir.
Necmeddîn-i Kübrâ vatan sevgisiyle doludur.
O hiçbir zaman çok sevdiği vatanı Hârizm’i unutmamıştır, kendi halkı ile
yaşamak ve onlar içinde marifet nurunu dağıtma duyguları onun kendi vatanına
geri dönmesine sebep olmuştur.
Hayatının son anlarında Türkistan’da
beklenmedik olaylar cereyan etmeye başlamıştır. Moğolların baskını bütün
milletlerin hayatını tehlikeye sokmuş, Necmeddîn-i Kübrâ Urgenç müdafaasına
katılıp, 618 hicri (1226 miladi) yıl Cumadil-evvel ayının 10. günü şehit
düşmüştür.
Cengizhan Necmeddîn-i Kübrâ’ya adam
gönderip, Hârizm’e baskın yapma niyeti olduğu için şeyhin orayı terk etmesini
rica eder. Şeyh ise, ben 76 yıllık hayatın acı tatlı anlarını Hârizmliler ile
geçirdim, şimdi kötü zamanda onları bırakıp gitmek namertlik olur, diye cevap
gönderir. Şeyh Necmeddîn-i Kübrâ düşmana karşı koyup savaş meydanında şehit
düşer.
Lügatname’de yazılışına göre, ondan sonra
tarihi kitaplar ve tezkirelerde bu olay çok defa matlablar ile tekrarlandı.
Olayın gerçekleştiği zamandan ne kadar uzaklaşırsak, Şeyh’in ölümüne
tafsilatlara eklenen eklere ve efsaneye benzeyen matlaplarda çok defa
karşılaşırız.
İslam Ansiklopedisi’nde verilmiş bilgilere
göre, Sank-Petersburg Şarkşinaslık Enstitüsün’de Şark Türkçesinde yazılmış “Şeyh
Necmeddîn Kübrânı Şehit Kılıb Şehr-i Hârezmni Harap Kılğannın Beyânı””
(Şeyh Necmeddîn Kübrân şehit edip şehri Hârizm’i harap ettiğinin beyanı) adı
ile isimlendirilmiş bir el yazma mevcuttur. Bu eser Hârizm’in son günleri ve
yıkılmasını anlatan tarihî eserdir. Şeyh Necmeddîn- i Kübrâ bu eserde Moğollara
karşı Hârizm’in müdafaacısı sıfatında simgelendirilir.
Mezkûr tarihî esere göre, büyük şeyh kendi
manevî gücü sayesinde şehrin girişinde Moğollar’a karşı engel teşkil eder,
lâkin oradan başka bir yere geçme kararını verene kadar şehir düşmanın eline
geçer.
Necmeddîn-i Kübrâ’nın mezarı hakkında
kaynaklarda zıtlıklar mevcuttur.
Bazıları, mesala M. Muyin onun mezarının
mevcut olmadığını söyler, Arap seyahatçisi İbn-i Batuta ise kendi
seyahatnamesinde aşağıdaki bilgileri verir: “Hârizm çıkışında bir zaviye[32] var. O en büyük evliyalardan
olmuş Necmeddîn al- Kübrâ’nın kabri üzerine inşa edilmiştir. Burada
ziyaretçiler için yemek hazırlanır. Hârizm’in onuru olmuş insanlarından
müderris Seyfeddîn ibn Asaba zaviyede şeyhlik yapar”.
Necmeddîn-i Kübrâ’nın eserleri; Onun
düşünceleri, dostlarınlarından biri tarafından sorulan soruya vermiş olduğu
cevaplardan, seyr ü sülûk sürecinde yaşadığı tecrübelerden bahsetmektedir.
Şeyhten bahseden kaynaklara bakıldığında kendisine ait on iki ciltlik tefsir
olduğunu görmekteyiz. Farsça kaynaklarda bu bilgi de yer almamaktadır.
“Tefsir” İslam ansiklopedisinde “Ayn
ul-hayat” (“Hayat bulağı”) ismi ile belirtilen ve Sank-Petersburg kütüphanesinde
bulunan büyük tefsirin onun bu eseri olduğu tahmin edilir.[33]
Kâtib Çelebi (ö. 1067/1657) Necmeddîn-i Kübrâ’nın
“Tavâliü’t Tenvir”
(Parlak Yıldızlar) adlı bir eserinden
bahsetmektedir.[34]
Ebu Reyhan Biruni Şarkşinaslık
Enstitüsü’nün El-yazmalar Bölümünde Şeyh Necmeddîn-i Kübrâ’nın kalemine ait el
yazma eserler mevcuttur. “Minhâcü’s-Sâlikîn ve Mi’racü’t-Tâlibîn” adlı eserin
taş baskısı Tahran’da yapılmıştır. (Tarîkat hakkında bilgi, dünya’nın geçici
olması, nefs ve tasavvuf adabı hususunda bilgi vermekmekdir.)
Birincisi “Risâle-i Adâbuz- Zakirun” adı
ile 503-iç rakamıyla kâğıda geçirilen el-yazma mecmuasının orta kısmında
yerleşen ve Abdurahman Câmî’nin meşhur şakirt’i Abdülgafur Lari tarafından
Farsça şerh edilen Arapça yazılan risâledir.
Risâlenin Arapça metni nesih yazı türüyle
yazılmıştır. (100 satırdan çok, Farsça tercümesi ile 38 sayfadır.)
Meşhur Türk âlimi Kâtip Çelebi bu eseri
“Risâle-i ut-Turuk” nâmı ile tanıtıp, kendi üslubuna binaen onun
başlangıç ibarelerini kaydetmiştir. Lâkin onun şerhi “Risâle-i Edebi
Zikirin” diye ünlenmiştir. Bu ün ile “Kef ez zünun” ve başka mevcut
kaynaklarda Şeyh Necmeddîn-i Kübrâ’nın kalemine ait başka eser görünmemekteydi.
Abdülgaffur Lari’nin kendi şerhini bu ad ile isimlendirme ihtimali de
mevcuttur.
İkinci risâle mezûr kütüphane 295-iç rakamı
altında ve onun başka bir nüshası 1956-iç rakamı altında kayıt edilmiştir.
Birinci nüsha nastalik hattı ile 1117 hicri yılı sefer ayının 24. gününde
kopyalanmıştır.
Mezkûr risâle hacmi küçük olarak, birinci
nüshada altı varaktan oluşmuştur. İkinci nüshada da onun adı “Risâle-i
Necmeddîn Kübrâ” olarak verilmiştir. Elimizde olan çeşitli kaynaklarda da onun
hakkında birebir malumat bulunmamaktadır.
Eser Arapça yazılmış, şeyh Necmeddîn-i
Kübrâ’ya has olan edebi-bedî cihetten yüksek dereceye ulaşmıştır. Risâleye
Şeyh’in hayata bakış açısını da göstermektedir.
Şeyh risâleyi tanınmayan bir kimsenin
talebine cevap olarak yazmıştır. O mukaddimede Allâh ve peygamber na’tından
sonra şöyle yazmıştır: “Allâh seni başarıya ulaştırsın, benden ulu Tanrı’nın
bana verdiği fakirlik lezzetini kısmen tadarak, bana ve genellikle başka fakir
kullarına inayet eden güzel ihsanını kalp gözüm ile gördüğümü beyan etmemi
istemişsin. Ben ise sana hemen cevap vermeye çalışarak, kalemim yardımıyla ulu
Tanrı’nın bana vermiş olduğu ilham ile bu nesnelerin bir kısımını nakletmeye
çalıştım. Tanrı’dan yardım dileyerek böyle derim”.
Yazar kendi risâlesini (14 mısra) Arapça
şiiri ile bitirir. Bu şiirin maktası (son beyti) aşağıdadır:
Nafsi İbliysun carrabtuha Tavazu min şarri
İbliysin.
Tercüme: Benim nefsim İblis (şeytandır),
onu çok sınav ettim. Benim İblisimin şerrinden (Tanrı’dan) penah[35] dilerim.
Şeyh Necmeddîn-i Kübrâ hadis ilminin
âlimidir. O İslam âlimi, sûfi ve iktidar sahibi bir şair olduğu için eserlerini
bazen irfanî fikirler İslam âlimlerine has olan felsefî renkler ile
süslemektedir.
Onun bazı eserleri farklı kimseler
tarafından şerh edilmiştir. Kâtip Çelebi’nin malumatına göre, onun
“Usûlü’l-Aşere” adlı eseri Türkiye’de yüzlerce yazma nüsha olarak bulunmaktadır.
Farklı isimlerle kayıtlara geçmiş olan eser şerh edilip, “Usûlü’l-Vüsûl”
diyerek isimlendirilmiştir.
Bazı araştırmacıların çıkardığı sonuca
binaen, onun eserleri, özellikle “Usûlü’l- Aşere” ve ”İbn ul-Arabî” eserleri
başka kaynaklar ile beraber XIII. asır felsefi bakışları ve felsefi kuramlarını
öğrenme merkezi ve temel taşını teşkil ederek günümüze gelmiştir.
Şeyh Necmeddîn-i Kübrâ’nın yıllar sürecinde
edindiği bilgiler, türlü sahalardaki muvaffakiyetleri, muhteşem beyin gücü
sayesinde elde ettiği tecrübelerinin neticesinde, “Kübreviyye” tarîkatı meydana
gelmiştir.
“Attarikatu-zahabiye” (“Altın tarikat”) adı
ile de şöhret kazanan Kübreviyye tarîkatı, onun kurucusu tarafından
“Tarîkatu-şuttar” yani korkmaz ve pervasızlar yolu denilerek de adlandırıldı.
Kübreviyye tarîkatına dair türlü bilgileri
onun irfanî ve felsefi bakışına has olan risâlesinde görmek mümkündür. Arapça
yazılan ve “Risâle-i Necmeddîn-i Kübrâ” diye adlandırılan bu el yazma risâle
hakkında yukarıda bilgi vermiştik. Ama “Kübreviyye” tarikatının önemli usul ve
kanunları, onun “Risâle-i ut-Turuk” eserinde açıkça verilmiştir. Söylediğimiz
gibi, bu risâle Abdülgafur Lari tarafından Farsçadan tercüme edilip, “Risâle-i
Adâbuz- Zakirun” diye adlandırıldı.
Necmeddîn-i Kübrâ mezkür risâlede kendi
tarîkatının on önemli kanununu izah eder, başka yollara nispeten onun
yüceliğini ve gerçeğe daha yakın olduğunu savunurdu. Risâleye şöyle başlanır:
“Allâh’a varış yolu halayık nefesi sayısına eşittir. Bizim açıklamak
istediğimiz yol yolların en yakını, en açığı ve en doğrusudur.”
Ondan sonra yazar sonsuz yolları üç önemli
yola bölerek, onların her birinin kendine ait olan hususiyetlerini izah eder:
“Yollar ne kadar çok olursa olsun, onların
hepsi üç yolla sınırlıdır. Onlardan birincisi “Muamelat sahipleri” (amel
edenler) yolu olur, “Ahyar” (türlü fazilet sahibi olan iyi adamlar, eşrâr ise
en kötü insanlar yani zıttı)’ın yolu sayılır. Onlar oruç tutmak, namaz kılmak,
Kur’an tilavet etmek, hacca gitmek, cihat etmek ve başka belli işler ile
ilgilendi. Bu yoldan giderek Allâh’a yetişenler çok azdır”.
Yolların ikincisi gözlemler (gayret ve
hareketler), riyaziyat sahiplerinin yolu olarak belirtilir. Bu yoldan gidenler
ise ahlakı değiştirme, ruha parlaklık vermek, gönlü temizlemek, nefsi
temizlemek ve iç dünyayı zenginleştirmek için gayret ve hareketler yaparlar. Bu
yol “Ebrar” (bir sözün fazlalığı, iyi, Salih ve takva sahibi insanlar
manasında) yolu olup, bu yoldan yetişenler nadir olsa bile, eskiye oranla
fazladır.
Yolların üçüncüsü, Allâh’ın yolunda
gidenler ve bu yoldan uçarak giden insanlar olup, gerçekte cezbe kapılan
şuttarlar (korkusuz, pervasız insanlar) yolu olarak isimlendirilir. Bu yolun
başında (Hakk’a) yetişenlerin sayısı başka yolların sonunda yetişenlerin
sayısına göre fazladır”.
Sonra şeyh Necmeddîn-i Kübrâ üçüncü yol
yani, Kübreviyye tarikatının mazmun ve mahiyetini şöyle açıklar: “Tercih edilen
yol “Kendi isteği ile ölme” kanununa göre oluşmuştur. Peygamber Aleyhisselam’ın
buyurduğu üzere, “Ölmeden önce ölünüz!” doğal ölüm, yani ruh bedeni terk etmeden,
kendi isteğinizle vücudu terk edin, doğumunuzdan itibaren sizde sindirilmiş
olan hevesler ve ünsiyet getiren desteklerden vazgeçerek, Hakk’ı isteyerek
diğer her şeyden vazgeçin, elbette, bu türlü ölme gerçek hayata götürür.”
îslam Ansiklopedisi’nde verilen bilgilere
göre, Necmeddîn-i Kübrâ’nın tasavvufi okulu, tasavvufun ilk koruyucuları (X-XI
asırlarda Nişabur okulu) ile îbn ul-Arabî ve onun selefleri (ondan önce vefat
edenler) Sadreddin Konevî ve Fahreddin-i Irakî ile son tasavvuf akideleri arasında
bir intikal devri teşkil eder. Diğer mutasavvıflar gibi Necmeddîn-i Kübrâ da
genellikle tasavvufun ameli tarafı ile ilgilenmiştir. Aynı zamanda metafizik’e
ait meseleleri de araştırmıştır.
Bu çalışma Abdurahman Câmî’in
“Nefehât-ül-üns”, Nesâimü’l-Mehabbe”, Fuad Köprülüzade’nin “Türk
Mutasavvıflar”, E.Bertels’in “Tasavvuf Edebiyatı” Nicolson’un “İslam ve
Tasavvuf’ gibi el-yazmaları, taşbasma ve neşri, eserlerinde beyan edilen bazı
malumatlara dayandırmaktadır. Fakat Şeyh Necmeddîn-i Kübrâ’nın hayatı, faaliyeti
ve buluşlarından kısaca bahsetmek gerekmektedir.
Abdurahman Câmî kendisi “Nefehât-ül-üns”
eserinde Necmeddîn-i Kübrâ’dan şöyle bahsetmektedir: “Necmeddîn genç yaşlarında
ilim arayıp Mısır ülkesine gitti. Orada tasavvuf âlimi Ruzbihan el-Vazzan
el-Misrî’den talim aldı. Meşhur mutasavvıf danışmend Ebun- Necip Sühreverdi’den
talim aldı ve onun elinden hırka sahibi oldu.
Ruzbihan Necmeddîn’i kendi oğlu gibi görür
ve ayırmadan sevgi ile terbiye verir, hatta onu kendisine damat eder. O
Tebriz’e gidip danişmend imam Abu Nasr Hafda’nın elinden tahsil alır. Ondan
Sünnet dersleri öğrenir. Tebrîz’de o yine şeyh Baba Ferec, Ammâr Yâsir, İsmâil
Kasrî’nin elinden hırka sahibi olma derecesine ulaşıp, İsmâil Kasrî’nin duasını
alır. Onun Mısır’daki şeyhi İbrahim ve Tebrîz’deki şeyhi İsmâil Kasrî ona
“Kübrâ” yani “ulu” adını verir. Sonra Mısır’daki üstadı ve kayın pederi
Ruzbihan’ın dilemesi üzerine Hârizm’e geri gelip, orada tekke kurmuştur. Birçok
şakirtler terbiyelemeye başlar, Kübreviyye ya da Zehebiye tarikatını kurar. Bu
tarîkat, Kur’an talimatını uygulamaya ve şeriata uymayı esas almıştır. Kendi
devrinde Horasan’da, Mâverâünnehir, Hindistan ve başka müslüman memleketlerinin
halkları arasında çok gelişmiştir. Bu tarîkatın tavsiyeleri arasında, zikri,
ses çıkarmadan icra etmenin usulü cari olmuştur.”
Necmeddîn-i Kübrâ’ya “Dinin Yıldızı” da
denmiştir. Hârizm doğumlu büyük mutasavvıf Şeyh Ebü’l-Cennab Ahmed bin Ömer bin
Muhammed Hayveki el- Harezmi Arap ve Acem şehirlerinin çoğunu gezip, onlarda
mevcut olan tasavvuf ilmine vakıf olsa da, oralarda kalmayarak, kendi anavatanı
Hârizm’e geri dönmüştür. Eski Hârizm halkının hayat tarzı, ilmi, medeniyeti,
değerlerini hesaba katmış ve onları korumak niyetiyle Kübreviyye tarikatını
kurmuştur. Sonra bu tarîkat’ın türlü tasavvuf çeşitleri oluşmuştur.
Hindistan’da Bedreddîn Semerkandî ( ö. 716/1316) ve onun halifesi Rükneddîn
Firdevsî (ö. 723/1324) ismi ile anılan Firdevsiyye, Nûreddîn Abdurrahman
İsferâyinî (ö. 717/1317) ismi ile bağlı Bağdat’daki Nûriyye, Ebü'l- Mekârim
Rüknüddîn Ahmed b. Muhammed es-Simnânî (ö.736) ismi ile bağlı Rükniyye, Seyid
Ali İbn Şehabeddin Seyyid Ali Hemedânî (ö 786/1385) ismi ile bağlı Hemedânîyye,
Ali Hemedânî’nin şakirdi Hâce İshâk Hottalânî (ö. 826) kurduğu Horasan’daki
İğtişâşiyye yine Horasan’daki Nurbahş lâkab’ı ile meşhur olan Muhammed İbn
Abdullah (ö. 869) kurduğu Nurbahşiyye gibi ayrı tasavvuf yollarının başında
Kübreviyye tarikatına gelir. (C.S Trimingem, “Sufiyeskie ordena v islame”) Şuan
ise Orta Asya’da Kübreviyye tarikatına ait dervişler yoktur.
Nureddin Muhammed Nimetullah ibn Abdullah
tarafından kurulan Nimetullahi tarikatında ayrı zikretmek caizdir.
Şeyh Necmeddîn-i Kübrâ Kübreviyye
tarikatının esaslarını kendisinin Arapça risâlelerinde, Farsça “Sıfat-ül-Adab”
(adab sıfatı) isimli risâlesinde, Farsça rubailerinde açıklanmıştır.
Halk arasında Necmeddîn-i Kübrâ hakkında
birçok rivayet mevcut olup, bu rivayetler korunmasıyla birlikte günümüze kadar
gelebilmiştir. XIX-XX. yüzyıllarda doğru mezkûr hikâyeler toplanıp, ayrı kitap
haline getirildi. Özbekistan Cumhuriyeti İlimler Akademisine bağlı Ebu Reyhan
Biruni adındaki Şarkşinaslık Enstitüsü’nün El- yazmalar Bölümünde mezkûr
rivayetler mecmuası “Menâkıb-i Şeyh Necmeddîn- i Kübrâ” diye adlandırılan
toplamın birçok nüshası saklanıyor. Bu toplamada bazı tarihî şahısların
anlatımında karışıklıklar mevcuttur. Rivayetlere göre “Cengiz Han’ın iki oğlu
vardı” diye yazılı olmasına karşın aslında Cengiz Han’ın Cuci (d. 1185 - 1227),
Çağatay ( ? - 1242), Ögeday (? - 1241), Tuluy (d. 1190 - ö. 1232) isimli oğulları
vardır. Bunlardan dördü, tarihte çok büyük siyasî mevkiye sahip olmuşlardır.
Karışıklıklara izin verenler, rivayetlerde söylenenlerin gerçekten olduğuna
inanmaktadırlar.
KÜBREVÎLİK TARİKATI
Orta Asya’nın en önemli tarikatları XII. ve
XIV. yüzyıllar arasında doğmuştur. Kurucularının isimlerinden türeyen bu
tarikatlar: Kübreviyye, Yesevviyye ve Nakşibendiyye isimleri ile anılmaktadır.
Etkileri bulunulan ortama ve çağa göre değişmektedir. Nakşibenddiyye’nin Orta
Asya sûfiliği üzerinde etkili olduğu söylenmektedir. XV. yüzyıldan itibaren
bölgenin geneline yayılmış ve diğer tarikatların etkisi giderek azalmıştır.
Fakat diğer tarikatlar kadar olmasa da Kübreviyye tarikatının da halkın dini
yönde gelişimine büyük katkısı olmuştur.[36]
Bu tarikat “Attarikatu-zahabiye” (“Altın
tarikat”) adıyla da bilinir. Kübrevilik tarikatlar arasında “Tarikatu-şuttar”
yani korkmaz ve pervasızlar yolu grubuna dâhildir. Anadolu’da yaygın değildir.
Eskiden Orta Asya, İran, Rusya bölgesinde yaygın olan Kübreviyye mensuplarının
eserleri, Anadolu tasavvuf düşüncesinin yakından tanıdığı eserlerdir.
Necmeddin-i Kübrâ’nın Tasavvuftaki Melâmi ve Üveysi meşreblerine sahip olduğu
da kabul edilir.
Türkistan Mâverâünnehir’de çok güçlü
mütefekkirler ve mutasavvıf danışmendler yaşamıştır. Büyük tasavvuf âlimi, şair
ve Kübreviyye tarikatının kurucusu Şeyh Necmeddin-i Kübrâ ulu zat olarak
bilinmektedir.
Yine şeyhin şu dörtlüğü de Melâmi tavra
örnek gösterilebilir.
“Eğer tâatimi bir ekmeğin üzerine
nakşetsem,
Ve o ekmeği havlayan bir köpeğin önüne atsam,
Ve o köpek de bir yıldır zindanda aç olsa,
Arından dolayı o ekmeğe diş vurmaz.” [37]
Kübrâ’nın müridlerinden olan Necmeddin
Daye’nin (öl. 645/1250) “Mirsadu’l- ibad” adlı eseri, Kasım Karahisarî (öl.
891/1486) tarafından Türkçeye çevrilmiştir. Aslında Daye, eserini Sivas’ta
bulunurken yazmıştır.
Kübreviyye, Nakşibendiye ve Mevleviye
tarikatlarına etki etmiştir. Mevlana’nın babası Bahauddin Veled Kübrâ’nın
müridleri arasında sayılmaktadır. Kübreviyyeye mensup sûfîlerin eserleri, başta
İran olmak üzere, Anadolu’yu ve Hindistan bölgesini çok etkilemiştir.
Nefahat’ın ifadesine göre, Moğollar
Harizm’i işgal ettikleri sırada Necmeddîn-i Kübra’nın maiyetinde altı yüzden
fazla mürîdi bulunuyordu. Onları bir araya toplayıp, kısa zamanda Harizm’i terk
etmelerini emretti. Kendisi orada kalarak şehit oldu. Bu hikâye bize Kübreviyye
tarikatı dervişlerinin Anadolu’ya geldiklerini ve orada bulunan halkı irşâda
çalıştıklarını göstermektedir.
Silsileler
ve Kübreviyye silsilesi:
Tarîkatlar dönemi tasavvufun en önemli
hususiyetlerinden biri de şeyhler silsilesidir. Yani derviş, kendisini irşad
eden şeyhten başlayarak onun şeyhi onunda şeyhi... gibi bir silsile (zincir)
ile tefekkür dünyasında Peygamberimiz’e (s.a.v) kadar ulaşır. Aslında bu tip
bir hoca talebe, şeyh-mürid silsileleri başta hadis ilmindeki ravi zinciri
olmak üzere diğer İslâmî ilimlerde de mevcuttur. Bu aynı zamanda ananeye
bağlılığı ifade etmektedir.
Kübreviyye tarîkatının silsilesi ise şöyledir:
1.
Hz. Muhammed (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) ,
5.
Zeynel Abidîn ( Öl. 94/ 713
)
6.
Muhammed Bakır (Öl.
117/733) ,
7.
Cafer Sadık ( Öl. 148/765)
,
8.
Musa Kâzım ( Öl. 183/799) ,
10.
Maruf Kerhî (Öl. 200/815) ,
11.
Seri Sakatî ( Öl. 251/ 865)
,
12.
Cüneyd Bağdadî ( Öl.
297/909) ,
13.
Ebu Ali Ruzbarî (
Ö1.322/933) ,
14.
Ebu Osman Mağribî ( Öl.
373/983) ,
15.
Ebu Kasım Kürkanî (
Öl.469/1076) ,
16.
Ebu Bekir Nessâc ( Öl.
487/1094) ,
17.
Ebu’n-Necib Suhreverdî (
Öl. 563/1168) ,
18.
Ammâr Yâsir ( Öl. 582/1186)
,
Ruzbihan Mısrî ( Öl. 584/1188) ,
İsmail Kasrî ( Öl. 589/1193) ,
19.
Necmeddîn-i Kübrâ (Öl.
618/1221).[38]
Yukarıda da belirtildiği gibi Necmeddîn-i
Kübrâ’nın tarikat silsilesi, şeyhi Ammâr Yâsir el-Bitlisî ve Ebü’n Necîb
es-Sühreverdî vasıtasıyla Ma „rûf-i Kerhî’ye ondan da İmam Ali er-Rızâ yoluyla
Hz. Ali’ye ulaşır. Ammâr-ı Yâsîr, Sühreverdiyye’nin pîri Ebü’n-Necîb
es-Sühreverdî’nin halifesi olduğuna göre Kübreviyye, Sühreverdiyye tarîkatının
bir kolu olarak kabul edilebilir. Bununla birlikte Necmeddîn-i Kübrâ’nın
Mısır’dan Hârizm’e dönmesiyle ortaya çıkan coğrafya farklılığı ve tasavvufî
vurgularındaki özgün tercihleri sebebiyle Kübreviyye yeni ve müstakil bir
tarîkat niteliği kazanmıştır. Bazı kaynaklar ise Necmeddîn-i Kübrâ’nın
silsilesini İsmaîl Kasrî’ye dayandırır. Bu silsile de Abdülvâhid b. Zeyd ve
Kümeyl b. Ziyâd vasıtasıyla Hz. Ali’ye ulaşır.[39]
Kübreviyye tarîkatı kollara ayrılmaktadır. Muhyiddin İbnü’l Arabî’nin çok fazla
ilgi uyandırması onun takip edenlerin farklılığını oluşturur yine on iki imama
saygı ve duyulan itibar nedeniyle birkaç nesil sonra bazı Kübrevîler Şiî
olmuşlardır. Fakat Necmeddîn-i Kübrâ Sünnî’dir.
Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin babası,
"Sultânü'l-ulemâ" lâkabıyla tanınan Bahâeddin Veled'dir. Hz. Mevlana,
ilk tasavvuf eğitimini babasından almıştır.” Bahâeddin Veled Abdurrahman-ı
Câmî’ye göre Kübreviyye tarikatının kurucusu olan Necmeddîn-i Kübrâ'nın
müridlerindendir.”[40] Tarîkat-ı Mevleviyye-i Âliyye
Ricâli Silsilesin’de Necmeddîn-i Kübrâ’dan sonraki silsilede mevcuttur.
Baba Kemâl’in müridlerinden Kâşkarlı
Kemâleddin Muzafferî’den sonra Türkistan’ın Yesi Şehri müftüsü Mecüdiddin Ahmet
Mevlanâ halife olmuş ve kendisinden iki Kübrevî kolu çıkmıştır. Birinci kol
Bahâddin Kübrevî, Danişmed Muhammed Mevlanâ (Ahmed Mevlanâ’nın kardeşi)
Ebü’l-Fütûh b. Bahâddin, Ebü’l Vefâi Hârizmî vasıtasıyla Kemâleddîn-i
Hârizmî’ye ulaşır. Kübrevî tarikatının Sünnî kolları son bulmuştur.
Kübrevîliğin Seyyid Muhammed Nûrbahş’a nisbet edilen bir kolu mevcuttur. Seyyid
Muhammed Nûrbahş 795/1392’de İran’ın Kûhistan bölgesindeki Kâin kasabasında
doğmuştur. Gençliğinde dinî ilimleri öğrenmek için Herat’ta bulunmuştur. Daha
sonra Huttalân’a geçerek Kübrevî Şeyhi Hâce İshâk Hottalânî'ye intisap
etmiştir. Seyyid Nûrbahş’ın mesuplarının büyük bir bölümü Safevîler döneminde
Şiîliği benimsemiştir.
Bu muteber zâtın namı ve faaliyeti
Yesseviye tarîkatının kurucusu hoca Ahmet Yessevi Nakşibendiyye tarîkatının
kurucusu hoca Bahâeddîn Nakşibendîler gibi çeşitli rivayet, dini hikâyelerle
yoğrulmuş kişidir. Bu sebepten de onun kesin ilmi tercümei hâli şimdilik bize
malum değildir.
Kübrevîlik
Tarîkatı’nın Prensipleri
Necmeddîn-i Kübrâ Kübrevîlik tarikatının
prensiplerini “Usûlü’l-Aşere” eserinde açıklamıştır. Ona göre tarîkat ehli’nin
on prensibe uyması lazımdır, bu prensipler:
“Tevbe, zühd, tevekkül, kanâat, uzlet,
devamlı zikir, teveccüh, sabır, murâkabe, rıza”dır.
Kübrevîliğe göre tarîkat ehli ilk önce
işlediği günahlardan tevbe etmelidir. Bu günahlar kul ile Allâh arasında bir
perde teşkil etmektedir ve aşılması şarttır. Nefs mücadelesinin birinci
basamağı budur. Bu tevbenin isteğe bağlı yapılması gerekmektedir. Bundan sonra
talip şeyhe intisap etmesi gerekir. “Allâh’tan başka bütün matlublardan mürîdin
uzak kalması gerekir. Hatta kendi vücudundan bile. Bunun için şöyle bir ifade
vardır. “Senin vücudun, varlığın dahi başka bir günahla kıyas kabul etmeyecek
derecede bir günahtır”.[41]
Zühd az veya çok dünya malından yüz
çevirmek, makam ve hoşa giden şeylerden uzak durmaktır. Manevî değerleri maddî
değerlerin üstünde tutmaktır. Mürîd elde bulunmasında mahsur bulunmayan bütün
mal ve eşyayı terk eder. Makam sevgisi fanî bir arzudur ve kişiye bir fayda
vermemektedir.
Zühdün hakikatı dünyada da âhiret te de
zâhid olmaktır. Nitekim hadiste şöyle buyrulmuştur. “Dünya âhiret ehline,
âhiret de dünya ehline haramdır”.[42] Kuran-ı Kerim’de zahid
kelimesi terim olarak “rağbet etmemek” bir yerde geçmektedir.[43] Bu âyette, Hz.Yusuf (a.s)’ın
kardeşleri tarafından kuyuya atılması, bir kervan tarafından bulunup satılması
hikâye edilirken zikredilmektedir. Mahiyet açısından ise, dünyadan nasibini
unutmamakla[44] birlikte Allâh Teâlâ’yı
hatırdan çıkarmamak[45], ticaret ve alışverişin, O’nu
anmaktan, namazı kılmaktan ve zekâtı vermekten alıkoymaması[46]
şeklinde dile getirilmektedir. Kur’ân’da dünya ve mâsivâya tavır koyup, kalbinden
dünya sevgisini çıkarmak, onlardan yüz çevirmek, Allâh’a yönelmektir. Dünya ile
âhiret arasında bir tercih yapma mecburiyeti ortaya çıktığı zaman hiç tereddüt
etmeden âhiret hayatının tercih edilmesi istenmiştir.[47]
“Kim Allâh’a tevekkül ederse O, ona yeter”.[48] Kişinin dünya ve âhiret
hayatında sığınacağı tek mevki Allâh’tır. Bu da dünya nimetlerinden, işlerinden
alâkayı kesmek ve bunları Allâh’a havele etmekle gerçekleşir. Sâlik dünya ile
ilgili işlerini tamamen bir tarafa atmadıkça iç dünyasında doğruyu göremez ve
kendisini terbiye edemez. Allâh’ın kendisini bildiğini düşünüp buna göre
hareket etmek ve teslim olmaktır. Allâh’a tam bir teslimiyet içerisinde
olunmalıdır.
Kanaat, kelime olarak insanın
kısmetine düşenlere razı olmasıdır. Nefsi arzulardan uzak kalmak, özellikle
yeme içme hususunu en aza indirmektir. Bu da hiçbir şeyi israf etmemekle olur.
İsraf bir şeyi herhangi bir yere gereğinden fazla harcamaktır. Elbise de zaruri
olan miktarda kullanılmalı ötesi israftır. Oturulan evde de aşırılığa kaçmamalı
sadece gerekli olan şeyler bulunmalıdır. Bir şey eğer hayırlı bir yolda
harcanırsa bunun fazla olması sorun teşkil etmez ve sevaba vesile olur.
“Usûlü’l-Aşere”deki açıklamasına göre
“Uzlet, tıpkı bir ölü gibi halkla beraber yaşamaktan, inzivâ ve halvet yolu ile
yüz çevirmek demektir”.
Toplumdan ayrılarak sürekli ibadet etmek,
manevî kemalat hasıl etmek için belli bir süre tek başına yaşamak demektir.
Buna halvet, inzivâ adı da verilir. Uzlet, kötü ahlâktan ayrılmak ve Allâh’a yönelmek
için şarttır.
“Devamlı zikir; Allâh'tan başka her şeyi
unutarak, sadece O'nu zikretmektir”. “Unuttuğun zaman Rabbini zikret”[49] ayeti bunu ifade eder.
Buradaki unutma ondan başka her şeyi unutmak anlamındadır. Resûlullah’ın
halinden soranlara Hz. Aişe: “O her zaman zikrederdi” diye karşılık vermiştir.
Zikir sadece dil ile yapılır ise eksik
demektir. Kalbin huzura ermesi sağlanmalıdır. Dil ile yapılan zikir (zikr-i
cehri) sesli zikirdir, sesli olmasının nedeni nefse bunu işittirmeye çalışmaktır.
Allâh’a yönelme (teveccüh-i tam) her şeyden
yüz çevirerek Allâh’a teveccühte bulunmak demektir. “Bu noktada sûfi için
Allâh’tan başka herhangi bir matlûb, mahbûb ve maksûd yoktur”.[50] Allâh’a yönelen sûfi’de
arzulanan sadece Allâh’tır. Bu konuda Cüneyd-i Bağdadi şöyle diyor: “Bir sıddık
binlerce sene Allâh’a yönelip teveccüh etse, bir an için de O’ndan yüz çevirse
kaybettiği kazandığından daha büyüktür”. Sıddık burada mutlak ârif
anlamındadır. Bu makama ulaşan kimse için Allâh’tan yüz çevirmek mümkün
değildir. Onun için bu cümle bir faraziye üzerine kurulmuştur.[51]
“Sabır, tıpkı bir ölü gibi nefsin haz
duyduğu şeylerden mücâhede ile uzak kalması demektir”. Nefse uymamak ve ilahi
vahdeti tercih etmek gerekmektedir. “Tarikata intisap etmek gaye değildir.
Tarikat vasıtadır. Dolayısıyla bu yolda yürüyüp menzil ve makama ulaşmak
gerekir. Bu yolda yürüyüşteki istikamet tarikattan çok daha önemlidir”. Bir
ayette de Allâh şöyle buyurmaktadır: “Rabbimiz Allâh’tır deyip istikamet üzere
olanlar”.[52] Sabır esastır ve sabra
katlanamayanlar mürşid olamazlar.
“Usûlü’l- Aşere”deki açıklamasına göre
murakabe, bir ölü gibi kulun bütün kuvvet ve hareketi bir tarafa bırakmasıdır.
Buradaki hareket bir halden başka bir hâle geçmektir ki Allâh’ın lutfudur.
Gerçek murakabe, Allâh'ı görüyormuş gibi ibadet etme alışkanlığı kazanmaktır.
Çünkü Rabbimiz; “Allâh her şeyi gözetmektedir” buyurmuştur.[53]
“Allâh ile kul arasında en güzel huy rıza
ve teslimiyet, kul ile kul arasındaki en güzel huy da cömertliktir”. Allâh’ın
rızasına ulaşmak demektir. Rıza makamına ulaşmak kolay değildir. Sıradan bir
mü’min insandan rıza makamına has davranışlar ve yaklaşımlar beklememek
gerekir. Çünkü bu makama ulaşmak, bir Mürşid-i Kâmil’in sayesinde onun
nezaretiyle birlikte manevî terbiyeden geçmeye bağlıdır.
1.4.
NECMEDDÎN-İ KÜBRÂ’NIN ESERLERİ
Eserleri XIII. yüzyılın felsefi
kuramlarının temelini oluşturmaktadır.“Rivayetlerde Rûzbihân el-Mısrî, Ammâr
Yâsir el —Bitlisi ve İsmâil Kasrî’nin adı geçmektedir. Necmeddîn-i Kübrâ’nin bu
üç şeyhle irtibatı olduğu muhakkaktır. Ancak eserlerinde sadece Ammâr Yâsir’in
adını zikretmektedir.[54]
Arapça Eserleri
Bu eseri tasavvuf psikolojisi açısından çok
önemlidir. En hacimli eseridir. Bu kitabı Necmeddîn-i Kübrâ’nın baş eseri olarak
nitelendirebiliriz.[55] Fevâih, manevî tecrübelerinin
yazıya geçirilmesinden oluşmuştur. Eser, sâliki makamlar, hâller, vakıalar ve
özellikle de halvet esnasında tecrübe edilen işitsel algılar ve renkli
müşahedeler hakkında bilgi verir.[56]
Bu risâle bütün tarîkatlara etki eden
eserlerden biridir. Celvetî İsmail Hakkı Bursevî tarafından şerh edilmiştir.
Adından da anlaşılacağı üzere, bu kısa risâlede Kübreviyye tarîkatının en temel
on esası mevcuttur. On usûl sırasıyla şunlardır: “ Tevbe, zühd, tevekkül,
kanâat, uzlet, devamlı zikir, teveccüh, sabır, murâkabe, rıza”. Bu eserin
nüshaları İstanbul, Bursa, Balıkesir, Kütahya gibi şehirlerdeki önemli
kütüphanelerde bulunmaktadır.[57]
Cüneyd-i Bağdâdî’nin ileri sürdüğü sekiz
esasa dayanmaktadır. Bu esaslar şulardır: “Benden temizliği, halvet, devamlı
susmak, devamlı oruç, devamlı zikir, teslimiyet, hatıra bir şey getirmemek,
kalbi şeyhe rabt etmek.” Şeyh Kübrâ bunlara iki tane daha eklemiştir: “Ancak
mecburiyet hâlinde uyumak ve yeme-içmede orta yolu izlemek.” Tam adı
“Risâletü’l-Hâimi’l-Hâif min Levmeti’l-Lâim”dir. Necmeddîn-i Kübrâ,
Usûlü’l-Aşere’yi kuvvetlendirmek maksadı ile bu risâleyi kaleme almıştır. Bu
eserin bazı yazma nüshaları İstanbul’da Süleymaniye Kütüphanesinde bulunmaktadır.[58]
Necmeddîn-i Kübrâ’nın isim vermediği bu
eser, ayetler, hadisler ve ashâb’dan nakledilen haberlerden bahseder. Kitap,
elli bölümden oluşmaktadır. Bunlardan kırk beş bölüm tasavvufî kavramlara
ayrılmış; geri kalan beş bölüm daha önceki şeyhlerin özelliklerinden, kerâmet
ve hikâyelerinden, şiirlerinden ve bu dünyayı terk ederken neler
yaşadıklarından, yani ölüm ve ötesine dair tecrübelerinden söz edilmiştir.
Eserin tek yazma nüshası bulunmaktadır. Bu
nüsha İstanbul Süleymaniye Kütüphanesi ’ ndedir.
Kısa bir risâledir, içerisinde, tasavvufta
önemli olan üç kavram ele alınmaktadır. Bunlar dinin emir ve yasakları diye
tanımlayabileceğimiz şerîat, kişiyi Cenâb -ı Hakk’a ulaştıran tarîkat ve nihaî
maksat olan hakîlattir. Kütüphanelerde farklı isimlerle kaydedilen eser, içinde
geçen gemi örneğinden dolayı “Risâle-i Sefine” diye meşhur olmuştur. Bu eserin
bazı yazma nüshaları İstanbul’da önemli kütüphanelerde yer al
Minhâcü’s-Sâlikîn
ve Mi’racü’t-Tâlibîn
Risâlede adı belirtilmeyen bir kişinin,
Necmeddîn-i Kübrâ’ya “Allâh’ın nimetinden ona bahşettiği şeyler ve kalben
yaşadığı tecrübeler” hakkında sorduğu bir soru üzerine kaleme alınmıştır.
Risâle; “Risâle fî İlmi’s-Sülük”, “Risâle fi’l-Fakr” veya “el-Fakriyye”
isimleriyle de bilinmektedir, uzunca bir girişten[59]
sonra sekiz başlık altında, tarîkat hayatına yeni başlayan müride tasavvuf
âdâbı hakkında bilgiler verilmektedir. Bu risâlenin Tahran’da
“Minhâcü’s-Sâlikîn” adıyla taş baskısı yapılmıştır. İstanbul, Taşkent gibi
şehirlerin önemli kütüphanelerinde yazmaları mevcuttur.
Kısa bir risâledir. Necmeddîn-i Kübrâ’ya
ihvâdan bir kişi “süfîlerin zâhirî âdâbıyla” alâkalı bir soru sorar bunun
üzerine Necmeddîn-i Kübrâ eseri kaleme alır. Eserde, süfîlerin davranışlarında,
kıyafetlerinde, yeme-içmelerinde ve semâ konusunda dikkat etmeleri gereken bazı
temel bilgiler yer almaktadır. Risâlenin tek yazma nüshasına ulaşılabilmiştir.
İstanbul, Beyazıd Kütüphanesi’ndedir.
Âdâbü’s-Sülûk
ilâ Hazreti Mâliki’l-Mülk ve Meliki’l-Mülûk
Bu eserde Necmeddîn-i Kübrâ, Allâh’a
ulaşmadaki yolculuktan bahseder risâlenin konusu manevi yolculuğun önemine
değinmek “zahiri ve bâtıni” esaslarını açıklamaktır. Yazma nüshası Kitâbhâne-i
Merkezî-yi Dânişgâh-ı Tahran’da bulunmaktadır.
Necmeddîn-i Kübrâ’nın dostlarından ve yakın
arkadaşlarından bir kısmı, “sülük erbâbının mezhebinin açıklanması” sadedinde
dilekleri üzerine yazmıştır. Eserin bitimine doğru müridlere vasiyetler yer
alır. Eserde birçok tasavvufi kavram tanımlanmaktadır. “Ayrıca süfilerin libas
ve sefer konularındaki düşüncelerine de yer verilir. Özellikle süfilerin
giydikleri farklı hırka çeşitlerine değinilen libas bölümü dikkat çekicidir.”[60] Eserin iki nüshasına
ulaşılabilmiştir. Bunlar İstanbul Süleymaniye Kütüphanesi ve Özbekistan İlimler
Akademisi Berûnî Şarkiyat Enstitüsü’nde yer almaktadır.
Farsça Eserleri
Risâletü’s-Sâiri’l-
Hâiri’l-Vâcid ile’s -Satiri’l- Vâhidi’l-Mâcid
Necmeddîn-i Kübrâ, Risâle ile’l-Hâim adlı
eserini, kendisi bilinmeyen bir tarihte bu isimle Farsçaya tercüme etmiştir.
Fakat bu, “Risâle ile’l-Hâim”in tam bir çevirisi değildir. Aynı başlıklar
bulunmakla beraber konular daha sistematik bir şekilde işlenmiştir.[61]
Risâle ile’l-Hâim’in, Ebu’l-Müeyyed el
Hassî (ö. 634/1237) tarafından Farsçaya yapılmış tam bir tercümesi
bulunmaktadır.[62] Risâlenin ulaşılabilen üç
nüshası İstanbul Süleymaniye Kütüphanesi’nde mevcuttur.
Bu eser, ehl-i tasavvufun, davranışlarını
konu almaktadır. İçerisinde hırka giyme, oturup kalkma, dergâha giriş,
yeme-içme, davete gidilen yerde, sema„ ve sefer esnasında nasıl davranılacağı
hususunda bilgiler mevcuttur. Yedi kısımdan oluşan bir âdâb kitabıdır. Eserin
bazı değişik isimlerle kaydedilmiş yazmaları İstanbul, Taşkent, Bakü
şehirlerinin önemli kütüphanelerinde mevcuttur.
Sûfîlerin çeşitli konularda uymaları
gereken bazı temel kaidelerin yer aldığı kısa bir risâledir. Sadece bir
yazmasına ulaşılabilmiştir. Bu yazma İstanbul Süleymaniye Kütüphanesi’ndedir.
Necmeddîn-i Kübrâ bu risâleyi, tarîkat
azizlerinden birinin iki sorusuna cevaben te’lif etmiştir. Bu iki sual
şunlardır: a) Hak tâlibi herhangi bir sebeple bir pîrin sohbetinden uzak
kalırsa, kiminle sohbet etsin, kimden kaçınsın, kendi yolunu hangi kaide
üzerine bina etsin ki Allâh’a vâsıl olabilsin ve güzel bir hayat sürebilsin? b)
Tarîkat şeyhlerinin müridlerine giydirdikleri hırkaların sırları nelerdir?[63] Şeyh Kübrâ bunlara detaylı
olarak açıklamalar yapmaktadır. Bu risâlenin İstanbul ve Bakü’ deki önemli
kütüphanelerde iki yazması bulunmaktadır.
Bu eserde Necmeddîn-i Kübrâ’ya sûfîlerin
giydikleri hırka konusunda dokuz tane soru yöneltilmektedir. Kendisine
yöneltilen dokuz soruya cevap vermektedir. Tek yazma nüshası İstanbul
Süleymaniye Kütüphanesi’nde bulunmaktadır.
Kitâbüt-Turuk
fî Ma‘rifeti’l-Hırka
Bu risâle’de Şeyh Necmeddîn-i Kübrâ
hırkanın Kur’ân’daki yerine, hırkaların isimlerine, hangi vakitte hangi
hırkaların giyilmesi gerektiği ile ilgili meselelere değinmektedir.
Ulaşılabilen tek yazma İstanbul, Süleymaniye Kütüphanesi’nde yer almaktadır.
Bu risâle, sûfilerin hayatlarını nasıl
geçirmeleri gerektiğinden ve uymaları gereken kurallardan bahsetmektedir.
Yalnızca bir yazmasına ulaşılabilmiştir. Bu yazma İstanbul Süleymaniye
Kütüphanesi’nde yer almaktadır.
“Riyâzü’l-Ârifîn”, “Heft İklîm”, “Âteşkede”
ve “Mecâlisü’l-Uşşâk” gibi tezkire türü eserlerde yer alan ve Necmeddîn-i
Kübrâ’ya ait olduğu söylenen yirmi beş Farsça rubaî Berthels tarafından
yayınlanmıştır.[64] [65]
Ayrıca onun, Süleymaniye Ktp., Şehid Ali Paşa, nr. 1395, vr. 48b-126a’da
kayıtlı olan bir eserinde bolca Arapça şiirler kullanıldığı da görülmektedir.65
Necmeddîn-i Kübrâ’ya Atfedilen
Eserler
Eser Arapça olarak kaleme alınmıştır.
İncelendiğinde müellif olarak sürekli “Ebu’l-Kasım el-Ârif’ isminin geçtiği
görülecektir. Kitap üzerinde incelemelerde bulunan Meier de, onun Şeyh Kübrâ’ya
ait olamayacağını belirtmektedir.66 Künyesi Ebu’l-Kasım olan
Cüneyd-i Bağdâdî’ye de, aynı eserin Me ‘âli’l-Himmem adıyla atfedildiği görülmektedir.
Arberry’e göre, söz konusu kitabın müellifi Ebu’l -Kasım el Ârif adındaki bir
şahıstır.[66]
“Allâh” kelimesinden mülhem olarak dört bâb
hâlinde Farsça kaleme alınan bu eser, Şeyh Kübrâ’nın diğer te’lifâtıyla
benzerlik arz etmemektedir[67]. Bu yüzden Meier onun,
Sühreverdî el-Maktûl (ö. 587/1191)’e ait olduğunu ve Massignon’un da ona
atfettiğini belirtmiştir.[68] Sa‘deddîn Hammûye’ye,
“Sekînetü’s-Sâlihîn fî Ma ‘rifeti Kavâidi’l-Yakîn” isminde, bugün elimizde
bulunmayan bir eser isnâd edilmektedir.[69]
[70] Halifesi Hammûye’ye ait bu
kitabın, bir müddet sonra Necmeddîn-i Kübrâ’ya atfedilmiş olması muhtemel
görünmektedir. İki adet yazma nüshası İstanbul, Süleymaniye Kütüphanesi ve
Bursa Eski Eserler Kütüphanesi’nde bulunmaktadır.
Eser Arapça yazılmıştır. “Usûlü’l-Aşere”den
ilk altı kavramı açıklamaktadır. Bu nedenle Necmeddîn-i Kübrâ’ya atfedilmiştir.
Fakat yazmanın ilerleyen varaklarında çeşitli sûfîlerden alıntılar
bulunmaktadır. Kitap başarılı bir derlemedir. İstanbul, Süleymaniye
Kütüphanesinde bir adet yazma nüshası bulunmaktadır.
Eser Farsça yazılmıştır. Hiçbir yerinde
Necmeddîn-i Kübrâ’nın adı geçmemektedir. Yazmanın başında, Şah İsmail (ö.
930/1524)’in oğlu olan Ebu’l- Muzaffer Şah Tahmasb Bahadır Han (1524-1576)’a
dualar vardır. Dolayısıyla eser, Şeyh Kübrâ’dan asırlar sonra yaşayan bu zâta
itaf edilmiştir ve Şeyh’e âidiyetini gerektiren herhangi bir delil yoktur.71
Eserin sadece bir tane yazma nüshası vardır. İstanbul, Süleymaniye Kütüphanesinde
yer almaktadır.
Eser Kübrevî geleneğinden, adı
zikredilmeyen birisi tarafından Arapça olarak Mekke’de yazılmıştır. Müellifin
silsilesine bakıldığında Necmeddîn-i Kübrâ’dan çok sonra yaşadığı anlaşılır.
Tek yazma nüshası vardır. İstanbul, Süleymaniye Kütüphanesi’nde bulunmaktadır.
Risâle
fî İlmi’t-Tasavvuf ve İlmi’l-Hûruf
Farsça kaleme alınmıştır. Necmeddîn-i
Kübrâ’nın adı geçmektedir. Yapılan araştırmalar Kaynakların hiçbirinde onun
böyle bir eserinden söz edilmediği ortaya koymaktadır. Eserin yalnızca bir tane
yazması bulunmaktadır. Bu yazma İstanbul, Süleymaniye Kütüphanesinde yer
almaktadır.
Arapça
yazılmıştır. Yazmada geçen bir ifadeden, buradaki sözlerin, Avârifü’l-Ma
‘âriften alıntı olduğu anlaşılmaktadır. Tek bir sayfadan oluşmaktadır.
Risâlenin tek yazma nüshası vardır. İstanbul Üniversitesi Merkez
Kütüphanesi’nde yer alır. [71]
Arapça yazılmıştır. Allâh’ın sıfatlarından
ve O’nun hakkında vâcib, caiz olan şeylerden bahsetmektedir. “Ayrıca
peygamberlerin sıfatına da değinilmektedir. Necmeddîn-i Kübrâ’ya ait olması çok
zayıf bir ihtimaldir.”[72] Eserin sadece bir tane yazma
nüshası bulunmaktadır. Kastamonu il Halk Kütüphanesinde bulunmaktadır.
Kaynaklarda Necmeddîn-i Kübrâ’nın böyle bir
eserinden söz edilmemektedir. Farsça kaleme alınmış olan “Fütüvvetnâme”nin aynı
adı taşıyan Seyyid Ali Hemedânî’ninkiyle karıştırılmış olması muhtemeldir. Tek
yazma nüshası mevcuttur. Afyon Gedik Ahmet Paşa il Halk Kütüphanesi’nde yer almaktadır.
Ravzâtü’l-Cennât ve Reyhânetü’l-Edeb
müellifleri, aslen Ruzbihân el-Baklî’ye ait olan bu eseri, yanlışlıkla
Necmeddîn-i Kübrâ’ya atfetmişlerdir.[73]
Yaptılan çalışmalarda Şeyh’in bu isimde bir eserine ulaşılamamıştır.
Abdülhüseyin Zerrînkub, hiçbir kaynak
belirtmeden ve eserin içeriği hakkında bilgi vermeden, Şeyh Kübrâ’nın böyle bir
risâlesinden söz etmektedir.[74] Araştırmalar Zerrînkub’un
kitabından başka, hiçbir kaynakta bu risâleye rastlanmadığını ortaya koyar.
Kütüphanelerde herhangi bir yazma nüshası da mevcut değildir.
Eserin başında şeyhin adı yer almaktadır.
Yüz yetmiş iki beyitten oluşmaktadır. Necmeddîn-i Kübrâ’ya ait olması muhtemel
görünmemektedir. Eserin ona ait olduğuna dair bir işaret yoktur.
Asıl itibariyle Necmeddîn-i Kübrâ’ya ait
olmayan bu risâle, eserin girişinde yayınlayan tarafından da ifade edildiği
gibi, şeyhin adı bilinmeyen, Arapça bir risâlenin Farsça şerhidir. Şârihin
kimliği de malûm değildir[75].
Şerh-i
Hadîs-i Küntü Kenzen Mahfiyyen
“Risâle-i Ma„rifet”in baş tarafından bir
bölümün farklı isimle kayıtlara geçirilmiş halidir. Ulaşılabilen iki tane yazma
nüshası mevcuttur. Kitâbhâne-i Meclis-i Şûra-yı İslâmî ve Kitâbhâne-i Millî-yi
Melik’te yer almaktadır.
Bahru’l-Hakaik
ve’l-Ma‘ânî fi Tefsîri’s-Seb ‘i’l-Mesânî
Fritz Meier, bu tefsirin elli birinci
sûrenin (ez-Zâriyat) on yedinci veya on sekizinci ayetine kadar Necmeddîn-i
Kübrâ’ya, daha sonraki kısımların ise Necmeddîn Dâye ve Alâüddevle Simnânî’ye
ait olduğunu belirtmektedir. “Aynü’l- Hayat”, “et-Te’vîlâtü’n-Necmiyye” ve
“Bahru’l-Hakaik” gibi değişik isimlerde kayıtlara geçen bu eserin, Kübrâ’ya
değil de halifesi Dâye’ye ait olduğu görüşü ağırlıktadır[76].
Brockelmann’ın zikrettiği eserler
şunlardır: Fevâihu’l-Cemâl, Risâletü’l Hâim, Risâle fi’t-Turuk veya Beyânü
Akrebit -Turuk, Risâle fi’s-Sülûk, Aynu’l-Hayât fi’t- Tefsîr, İsimsiz Bir
Risâle, Fasl fî Fazli’z-Zikr, Zikir üzerine Bir Risâle, Usûlü’l- Aşere, Deh
Kaide, Risâle-i Kübreviyye, Âdâbü’l-Mürîdîn, Sekînetü’s- Sâlihîn.[77]
Saîd Nefîsî’nin ziktettiği eserler
şunlardır: Fevâihu’l-Cemâl, Risâletü’l Hâim, Usûlü’l-Aşere, Risâle fi’s-Sülûk,
Risâletü’t-Tarîk veya Akrebü’t-Turuk İlallah, Tevâliü’t-Tenvîr, Levmetü’l-Lâim,
Hidâyetü’t-Tâlibîn, Tefsîr, Âdâbü’l-Mürîdîn, Sekînetü’s- Sâlihîn, Vüsûl
İllallah, Deh Kaide, ve bazı rubaîleri.[78]
Fritz Meier’in zikrettiği eserler
şunlardır: Aynu’l-Hayât, Usûlü’l-Aşere, İsimsiz Bir Risâle, Risâletü’l Hâim,
Risâletü’s-Sâiri’l- Hâiri’l-Vâcid ile’s -Satiri’l- Vâhidi’l- Mâcid, Âdâbü’l-Mürîdîn,
Fevâihu’l-Cemâl, Risâle fi’s-Sülûk adlı eserlerin Şeyh Kübrâ’ya ait olduğunu;
fakat Sekînetü’s- Sâlihîn, el-Himmemü’l-Âliye, Risâler Der Vüsûl-i İlallah gibi
risâlelerin yanlışlıkla ona atfedildiğini ileri sürmektedir. Ayrıca o,
Necmeddîn-i Kübrâ’nın risâlelerinden iktibas edilmiş, Türkiye’de ve yurt
dışında bulunan bazı yazmalara da değinmektedir.[79]
Zerrînkub’un isimlerini verdiği eserler
şunlardır: Tefsîr, Fevâihu’l-Cemâl, Risâle fi’l-Havle, Risâle ile’l-Hâim,
Risâletü’s-Sâiri’l- Hâiri’l-Vâcid ile’s -Satiri’l- Vâhidi’l-Mâcid,
Usûlü’l-Aşere, Âdâbü’s-Sülûk, Risâle-i Çehâr Erkân, Nasîhatü’l- Havâs.[80]
Necmeddîn-i Kübrâ daha öncede değindiğimiz
gibi Tasavvuf tarihinde önemli bir yere sahiptir. Kendisinin ve talebelerinin
düşünceleri halka ışık tutmuş, Orta Asya’da İslâm’ın yayılmasını
sağlamışlardır. Kendisinin düşüncelerini, en iyi şekilde kurmuş olduğu
sohbetlerden çıkarabileceğimizi düşünerek, sohbetlerinden bir bölüm 81
oluşturduk.
Sohbetlerinden:
Veli, riyazet veya daha değişik mücahede yollarıyla,
beden ve cismaniyetini aşıp, kalb ve ruhun hayat mertebesine, dolayısıyla da
Hak yakınlığına ulaşan, derken şahsı adına fenâ bulup yeni bir mânâ ile bekâya
eren Allâh’ın hususî iltifat, ihsan ve teveccühlerine mazhar hak eri demektir.
Böyle bir hak dostu, bu pâye ile bulacağı her şeyi bulmuş ve başka arayışlardan
da kurtulmuş demektir.
Şeriat gemi gibidir, tarîkat deniz gibidir,
hakikat inci gibidir. Kim inciyi elde etmek isterse gemiye biner, denize açılır
ve inciye ulaşır. Bu sıralamaya tâbi olmayan inciyi elde edemez.
Zikirle ilgili ayet ve hadislere temas
ettikten sonra sözü kalp gözüne getiriyor: “Zikir bir nurdur. Kalbi kapladığı
ve hâkimiyeti altına aldığı zaman kalp gözünü nurlandırır. Böylece daha önce
görmesine engel olan karanlık yerlerde bile eşyayı bu kalp gözü ile görebilir.
Nitekim ölüm döşeğindeki bir kimse yanında hazır olanların göremediklerini
görebilir. Bu konuda Hak Teâlâ şöyle buyurmuştur. Andolsun sen bundan gaflet
içinde idin. Şimdi senden gaflet perdesini kaldırdık. Bugün artık gözün
keskindir. [81] [82]
İsteseler de istemeseler de canlıların
nefislerindeki zikir, alıp verdikleri nefeslerdir. Çıkan ve giren her solukta
Allâh (c.c)’ın ismi vardır. Bu da “he” sesidir. Çıkan “he” nin kaynağı kalptir,
inen “he” nin kaynağı ise Arştır. “Hû” kelimesindeki vav ise ruhun ismidir.
Şeyhlerden biri müridlerine şöyle demişti: “Size bir belâ ve musîbet geldiği
zaman sakın oh! Demeyin. Çünkü bu şeytanın ismidir. Çünkü hı’nın çıkış yeri
kalp dediğiniz kurb makâmından uzaktır. ”Âh” deyin. Bu Allâh’ın ismidir. “vah”,
“vah” da böyledir. Çünkü bu, “Hû”nun ters dönmüş şeklidir. Nefis rahatı bulunca
istirahat eder, keyiflenir ve: “Oh!” der, yan gelip yatar. Çünkü şeytanın
sevgilisi ve dostu bu kelimedir. Kadehleri kardeşinin ve dostunun ismi ile
yudumlar. Kendisine musibet ve belâ oku isabet edince yine oh der. Hâlbuki
nefs-i mutmainne ise bilakis darda kaldığı zaman “Allâh, Allâh”der. Bu isim,
yani “ha”, İsm-i Âzam’a bitişecek kadar bir noktaya ulaşır. İsm-i Âzam’ın
başlangıcı da Allâh’tandır. Çünkü Allâh kelimesi bütün cemâl ve celâl
sıfatlarını içine alan zat ismidir. Fakat daha sonra keşfin artmasıyla mânası
açıklık kazanır, Allâh kelimesinin harfleri azalır ve o zaman sen “hû”dersin ve
hû hazır, yakîn ve sabit olan Zât’a işarettir. (gâibe işaret değildir.)
Her şeyden sonra Allâh’ı gördüm, sonra O’nu
her şeyle beraber gördüm. Daha sonra ise her şeyden önce O’nu gördüm.
Cüneyd-i Bağdadî şöyle diyor: “İçinde
olduğumuz durumu sultanlar bilseydi, o hâli elde etmek için muhakkak bize
kılıçlarıyla savaş açarlardı”.
Necmeddîn-i Kübrâ, havatır-ı nefs olarak
bilinen nefsin mesaj ve telkinlerini şöyle açıklar: “Müridlere gelen havâtırın
en şiddetlisi budur. Çünkü nefs insanın iç dünyasının kralı gibidir. Ordusunu
ise şehvet, hevâ, heves, hayvanî ruh meydana getirir. Mürid ise o anda kördür,
tehlikeleri göremez. İyi ile kötüyü birbirinden ayırt edemez... Nefis, insanî
bünyede domuz hırsı, köpek düşmanlığı, panter kızgınlığı, kurt fesadı, tilki
hilesi, maymun ihtirası, eşek şehveti, öküz arzusu, şeytan hilesi ve hased
ateşi ile dolu olarak bulunur. Ya ilahî tabiatımızdaki bu hayvanî sıfatları
melekî sıfatlara yükseltiver, halimizi en güzel hale tebdil eyleyiver.”[83]
- “Ey akıl ve tefekkür ehli, bilin ki,
dünya bakire yaşlı kadın gibidir. O kurnaz, gaddar ve kaçak olarak, her an bir
dost seçer ve her an birilerini ölüme götürür. Onun denizi derindir, onda yüzen
batar, onu seven yoldan çıkar ve onun dostu kazaya rast gelir.
- En hızlı geçen ve en hızlı yok olmaya yüz
tutan nesne ömür ve dünyadır. En yakın nesne ölüm ve en uzak nesne Ümit-istek
ve de en iyi nesne vakardır.
-İyilikleri kuşatan sıfatlar içinde en iyisi ahlak
güzelliğidir kötüsü hasettir.
-Fakirlik en iyi süs, cimrilik en kötü nesnedir.
-Ben ölümü dilencilikte, baki hayatın takva ve öz halini
tembellikte gizlemede, muvaffakiyeti gayret ve hareketlerde, horluğu
tembellikte gördüm.”[84]
Necmeddîn- i Kübrâ’ya göre “Sabır, tıpkı bir ölüde olduğu
gibi, nefsin
haz duyduğu şeylerden mücahede ile uzak kalmasıdır.”[85]
Şeyh Necmeddîn’i Kübra’nın “Usûlü’l-Aşere” isimli eserini en
güzel şekilde şerh eden İsmail Hakkı Bursevî şu şiirle bitirmiştir;
Gel beri gel, mâsivâdan uzlet et.
Ba„dehû Mevlâ ile var sohbet et.
Basmak istersen bisât-ı kurbete,
Nefsine bas, işbu yolda gayret et.
Sırr-ı Hakk’a mess ise âhir murâd,
Bâtını tathîre evvel himmet et.
Ger “yedu’llâh” sırrına vâkıf isen,
Mürşid-i kâmil elin tut bey„at et.
Âb-ı feyz-ı Hak ile pâk olmağa,
Pâklarla gece gündüz ülfet et.
Mâsivâ efkârını dilden gider,
Hakkıyâ Hak ile üns et, râhat et.
İnsanlığı daima güzele yönlendiren Necmeddîn-i
Kübrâ sözleri ile adeta ders vermektedir. Nefs ile mücadele, kâmil insan olma
yolunda ilerleme konularını işlemiştir.
EKOLÜ
VE TALEBELERİ
Orta Asya halklarının zengin medeni
mirasını tasavvuf tarikatları olmadan tamamen tasavvur edemeyiz. Bu yüzyıllarda
yaşamış birçok âlim, yazar ve devlet adamlarının tasavvufun çeşitli
tarikatlarına mensup olması bunun önemli ispatıdır. Tasavvuf milli, ilmi miras
değil insanlığın genel değeridir.
Bilindiği üzere İslam dini yayılmakta
olduğu ilk yıllarda eşitlik ve adalet, ahlaki kemâlet konularına aşırı dikkat
çekmiştir. Hz. Muhammed (s.a.v)’in iman, vicdan, helallik, adalet hakkında
gayeleri pozitif fikre etki gösterdi. Bu durum da insanların ahlaki, itikadında
büyük değişiklikler yaratmıştır.
Bilindiği üzere tasavvuf felsefesi evvelâ
eşitsizlik ve adaletsizliğe karşı gelme şeklinde oluşmuştur. Ona göre
Kübrevilikte insanlar helalliğe, temizliğe, insan kadrini aşağılanmazlığa
çağrılmıştır. Onlara tüm Müslümanların bir olup, helal çalışma ile gün
geçirmesi, başkalarının gücünden faydalanmaması, adalet kurallarına uyması
gerektiğini gösterdi. Bundan maksatları adaletli davranmak, Allâh’a ulaşma
yolunda ilerlemek olarak düşünüldü.
Tasavvuf talimatında gösterildiği gibi
hayati sıkıntılarla ilgili ilahi hakikate ulaşmak aşama aşama katedilir. Bu
seviyelerin her birinde insan hakikate yavaş yavaş yaklaşmaya başlar. En yüksek
hakikat insan vücudunu mülahazası ve geçinmeleri ile oluşmuş bilimdir.
Mutasavvıf âlimler bunun hakkında şöyle
örnekler vermektedir.
a.
Alev yandırır ben bunu
başkalarından duymuştum bu yüzdende inanırım.
b.
Alev yandırır buna inanırım
çünkü onu gözümle gördüm.
c.
Alev yandırır buna inanırım
çünkü o alevde kendim yandım.
Yukarıda gösterilen üç örnekte insan
hakikatinin tam olmasına yönlendiriyor ve sonunda kendi bünyesi ile onları o
değerli hakikate yetiştiriyor. Demek alevin yandırmasını başkalarından işitip
bilmek mümkün lâkin meselenin mahiyeti herkesin kendi vücudu, itikadı ile
ulaşması lazımdır. İşte o zaman ilim, hakikat, iman, insanperverlik yoluna
başlar, bu ilahi hakikate ulaşma yolunun çok zor olduğunun remzidir.
İslam dininde Allâh’ın mahiyeti en yüksek
tüm âlicenap manevî faziletlerinin toplamı sıfatında tasvir edilmektedir. Demek
ki Allâh’ın mahiyetini anlamak ona ait olan adalet, olgunluk, berkemallik faziletlerini
dile yerleştirip manevî kemalat zirvesine yetişmek böyle mümkün olur. Diline ve
kalbine Allâh’ın adını koymak insanın kalbini temizler onu iman, helallik,
ahlakî temizlik, helal severlik, insanperverlik yoluna ikna eder. Bu sebepten
tasavvuf felsefesinde kalbimize Allâh’ın adını bulundurup helal çalışmayla gün
geçirmek insan hayat ve faaliyetinin esas mazmunudur.
Tasavvuf, tarîkatın mahiyetini aşılamak,
insan hayatının anlamını ve amacını belirlemeye ve birkaç tane bakış açısının
ortaya çıkmasına sebep olur. Bazı mutasavvıflar Allâh’ın mahiyetine ulaşmak ve
onu anlamak bitmeyen bir durum diye düşünürler. Onlar bir ömür tehlikede
yaşayıp dünyevî işler ile uğraşmayıp Zikir etmekle Allâh’a şükür ile Allâh’ın
mahiyetine ulaşıp kendi gönlünü temizlemeyi hayatın esası ve tek anlamı diye
bildiler. Allâh’ı, imanı tanıttılar. Onlar kendileri için dünyalık fayda
getirecek işle meşgul olmadılar. Onlar Hak ve hakikati, tasavvuf tarîkatının
mahiyetini, maksadını, anlatmaya çalıştılar. Onların Orta Asya manevî hayatına
faydalı etki gösterdiklerine dair delil çoktur.
İkinci yol, Allâh’ın mahiyetini anlamak,
O’nu kalbine yerleştirmekle olur anlayışıdır. Halk’a helallik, adalet,
insanperverlik gayelerini ulaştırmaya çalışmak, her zaman helal çalışıp
başkalarını küçük görmeden yaşamaya çalışmaktır. Kübrevîlikte Allâh’ın
sıfatları ve mahiyeti diye telkin edilen âlicenap hasletler insan kalbini
temizleyip, onu helal işlere yönlendiren manevi amil sıfatında telkin
edilmiştir.
Necmeddîn-i Kübrâ, Yûsuf Hemedâni, Ahmet Yesevî,
Abdulhâlik Gücdüvanî, Bahâüddîn Nakşibend, Hoca Ahrar Velî gibi mutasavvıflar
insanın mahiyetini doğru anlayan, insanperverlik gayelerini tasavvuf
tarîkatıyla uygunlaştırarak öne süren âlimlerdir.
Necmeddîn-i Kübrâ, Kübreviyye tarikatını
kuran büyük mütefekkir ulemadır. O’nun tam adı Ahmet Ebü’l-Cennab Ahmed bin
Ömer bin Muhammed Hayveki el- Harezmî’dir.
Necmeddîn-i Kübrâ’nın tasavvuf talimatı ve
Kübreviyye tarikatı bütün medeni dünyada malum ve meşhurdur. Tarihte bütün
İslam memleketlerinde Kübreviyye tarikatına intisap eden kişilerin sayısı
oldukça fazlaydı. Bugün, Avrupa ülkelerinde de bu talimatı öğrenen ve uygulayan
gruplar vardır. Amerikalı âlim Kreyl Makreyn’in değindiğine göre;
İran’ın yüzden fazla şehrinde
Kübreviyye’nin devamı olan ama Şiîleşen Nimetullahiye şubesi taraftarlarının
tekkeleri vardır. İngiltere, Fransa, Almanya, Hollanda, Avustralya, Pakistan,
gibi ülkelerde de mevcuttur.
Necmeddîn-i Kübrâ bütün İslâm âleminde
büyük saygı ve itibara sahip olan, günümüzde de adı derin saygı ile anılan
büyük mutasavvıf âlimi ve mütefekkirimizdir. O’nun lâkabı olan “Necmeddîn” ve
“Kübrâ” âlimin değerini gösteren, ona verilen yüksek ilmi derecelerdir.
Necmeddîn sözü “Dinin Yıldızı” Kübrâ ise “ulu âlim”, anlamına gelmektedir.
Her milletin maneviyatı kendi halinde ayrı
bölümden meydana gelmemektedir. Belkide dünya medeniyetinin oluşumunda bütünlük
göstermekte ve gelişmektedir. Değişik zamanlarda ve şartlarda, memleketlerde
şekillenen maneviyat tüm insanî kemâlatın bir biri ile bağlanmış birleşimidir.
Bu bağlılık ve alakadarlık Kübreviyye
tarîkatının oluşmasında görünmektedir.
Kübreviyye tarîkatı şark memleketlerinin
çoğunda oluşan dinî felsefi bakış açısını Orta Asya halklarının manevi
imkânlarıyla bağlayıp birleştirme neticesinde ortaya çıkmıştır. Kendi millî
medeniyetini başka halkların ilmî kazancı ve değerleri ile bağlayan Necmeddîn-i
Kübrâ asırlar içerisinde halkın manevî kemâlatına olumlu etki göstermiştir. Tüm
insanî değerlerin oluşmasının aslî yolu da budur.
Necmeddîn-i Kübrâ’nın yaşadığı dönemde Hârizm’de
İslâmî ilimler gelişmişti. Lâkin o kendi vatanında mevcut olan ilim ve itikadı
manevî kemalatı zirve diye kabul etmemişti. Onun ilmi kemalata olan ihtiyacı
kendi vatanında mevcut olan imkânlardan daha da yukarıda idi.
Birçok araştırmacının Necmeddîn-i Kübrâ’nın
tasavvufî görüşlerini öğrenme çabası içerisinde olduğu bilinmektedir.
Dünyaya dalmadan, halvette hakikati
öğrenmeye itilmek sûfilik felsefesinin önemli yoludur. Başka hiçbir şeye dikkat
etmeden intuitiv yol ile ilahiyata yaklaşmaya hareket ediş ve tasavvuf ilminde
de hakikati öğrenmenin tek yolu, diye kabul edilmiştir. Zikir ile insan kendini
unutmak haletine gelir, böyle durumlarda Allâh vuslüne yetişmek mümkündür.
Necmeddîn-i Kübrâ ile üstadı Baba Ferec
arasındaki anlaşmazlığın esasen bu mesele yüzünden olduğu malumdur. Necmeddîn-i
Kübrâ kendi üstadına çok fazla saygı göstermesine rağmen onun yolu ile sınırlı
kalmak istemiyordu. Âlim Necmeddîn Kamilov’un araştırmasına göre Kübrâ’nın
hasletleri âlem-i kebîr (büyük âlem) ve âlem-i sagîr (küçük âlem) arasındaki
münasebetleri izah etmekte direk göze çarpıyor. Âlem-i kebîr ilahî âlem, âlem-i
sagîr (küçük âlem) ise insanî âlemidir. Hakikati öğrenmede âlem-i kebîr’in
yeri, büyüktür. İnsan, taat ve ibadet yolu ile âlem-i kebîr’deki ilahi hakikati
arar ona gönlü ve imanı ile yavaş yavaş yakınlaşır. Allâh’a inanmak ve onun tek
olduğunu kabul etmek ilahi kudretin mahiyetini anlamaya çalışmak âlemi Kübrânı
bilme yoludur. Bu hakikate esasen zikir ile, iç ruhî tahlil yardımıyla ulaşır.
Bu bakış açısıyla baktığımızda Necmeddîn-i Kübrâ intuitiv (varlıkların hakikati
ve ilahi sırları, sezgi) tefekkürünün âlem hakikatini öğrenmedeki ehemmiyetini
asla inkâr edemeyiz. Lâkin hakikati bilmek âlem-i sagîr’i, güzel anlamak tahlil
etmek ile ilgilidir. İnsan âlem-i sagîr (küçük âlem) hakkında tam bilgiye
ulaşamaz ise âlem-i kebir hakkında da tam bigiye sahiptir diyemeyiz.
Kübreviyye tarîkatı kendisinden önceki
tasavvuf talimatlarından insan muammasına çok dikkat etmesiyle ayrılmaktadır.
Onda insan ilahiyata doğru ilerleyen kendisini tamamen unutmuş mevcudat
değildir, belki büyük içtimaî imkânları var olan, ilahiyata yöneliş manevî
kemalat mizanlarını ilahi kudret hasletlerinden aramak insanın iç
özelliklerinin önemli bir yanıdır. İnsanın yüksek âlicenaplığını gösterecek öyle
yanları vardır ki, onlar asla dikkat etmeden geçilemez. Bu insanların
insanperverliğin, yüksek ahlaki faziletleri, dert ortaklığı, kahramanlığı,
misafirperverliği, işlerindeki mertliği, her işte iman, İhlâs, vicdan, doğru
sözlülükle ilerleyen, sevgileri ve başka özellikleri mevcuttur. Kübrâ’nın
bizlere kadar ulaşmış bazı rubailerinde de ilahî muhabbet dünyevî muhabbet ile
bağlı şekilde telkin edilmiştir. Kübreviyye tarîkatının tasavvufun başka
şekillerinden bunun gibi farkları vardır.
Kübreviyye tarîkatı önce Mısır, İran
memleketlerinde dikkat çekmeye başlamıştır. Bu tarîkat İslam dininin Orta Asya
halkları arasında gelişmesinde büyük öneme sahiptir.
Necmeddîn-i Kübrâ’ya “Şeyh velîtıraş” yani
“veliler terbiyeleyicisi” ismi kısa sürede çok sayıda velî yetiştirmesi
sebebiyle verilmiştir. Bu lâkab O’nun yarattığı talimatın ehemmiyetini
gösterecek bir başka delildir. Necmeddîn-i Kübrâ şark memleketlerinde ünlü,
mutasavvıf âlim sıfatıyla tanındıktan sonra kayınpederi Ruzbihan’nın yardımı
ile ana yurdu Hârizm’e gelir ve tekke kurarak yeni tarikatını yaymaya başlar.
Adının Hârizm’de önceden de meşhur olması sebebiyle etrafında şakirtler hızlıca
toplanmaya başlar. Onlar kendi üstatlarından eğitim aldıktan sonra Kübreviyye
tarîkatını şarkın birçok memleketinde genişlemesine ve etki göstermesine sebeb
olmuşlardır. Necmeddîn-i Kübrâ silsilesine mensup olan mutasavvıflar arasından
Seyfeddîn Seid El-Bâhârzî, Mecdeddîn Bağdâdî, Bedreddin Firdevsî es-Semerkandi,
Feridüddin Attar, Radıyeddîn Ali Lâlâ, Necmeddîn Dâye, Ahmed Gurpani, Nureddin
Abdurrahman İsfarhani, Alâüddevle-i Simnâni, Ali Hemedânî, İbn Şehabeddin ve
başkalarını göstermek mümkündür. Bu talebeler birçok şark memleketlerinde
önemli isimlerden olmuşlardır. Tarîkatın mahiyetini koruyarak, çeşitli
şekillerde gelişmesini sağlamışlardır.
Kübreviyye tarîkatı zamanla tasavvufun en
çok yayılmış yollarından birine dönüştü. Bu talimatın çeşitli memleketlerdeki
durum ve imkânı ilerleyip gelişmeye başladı. Neticede sadece bu tarîkattan
Firdevsiyye, Nûriyye, Rükniyye, Hemedânîyye, İğtişâşiyye, Nurbahşiyye,
Nimetullahiye dalları ayrıldı. Bu dalların her biri Necmeddîn-i Kübrâ
şakirtlerinin adı ile anılmaktadır. Bunlar İslam dünyası içtimaî fikrine az
dahi olsa etki göstermiştir. Sünnî kolları son bulmuş olsa bile Nimetullahiye
kolu sayesinde İngiltere, Fransa, Almanya, Hollanda, Avustralya, Pakistan, gibi
ülkelerde sonradan Şiîleşmiş olan kolu devam etmektedir.
Elbette, Kübreviyye ekolünün mahiyeti onun
üyelerini ahlaki kurallar ile durdurmayı düşünmesidir.
Tam anlamıyla düşünüldüğünde Kübreviyye
tarîkatı esas mahiyetiyle anlam olarak çok geniş ve derindir. Necmeddîn-i
Kübrâ’nın talimatı hakkında söz söylendiğinde şu konuları tahlil etmek
gerekmektedir. Mürîd gittiği yoldaki sıkıntıları, bu sıkıntıları nasıl
aşacağını kurallara uymak suretiyle hayatına yansıtan kişidir. Bu talimatın
mahiyetini tam anlamıyla çözmek oldukça zordur. Bunun için Necmeddîn-i Kübrâ ve
onun şakirtlerinin yazdığı eserler, bu talimat hakkında çeşitli memleketlerde
farklı zamanlarda yazılmış ilmi eserler iyi öğrenilip, özümsenmesi gereklidir.
İtikatları hakkında kurallar ise tarîkat
üyelerinin yapması şart olan amellerdir. Bu kurallar esasen on tane olup
onların içinde tövbe, zühd, tevekkül, sabır, murakabe, zikir ve rıza yer
almaktadır.
Bu on kuralda da bir taraftan Necmeddîn-i
Kübrâ’nın manevi evalüasyonu olan seviyeleri, diğer taraftan seyr-i sulukun
etkisini, insan manevi kemâletinde dini ile dünyevi düşünceleri bir birine
bağlamaya olan çalışmalarının etkisini görmemiz mümkündür.
Kuralların birinci, üçüncü, beşinci,
altıncı, yedinci, onuncu bölümlerinde ilahiyata erişmenin sezici yolları
gösterilir. Bu nesnel geçinmeler desteğiyle, kişi halvette, inzivaya çekilerek
saf aklı yardımıyla hakikati bulur. Şark memleketlerinde asırlardır gelişerek
gelen bu talimat şimdi Garb memleketlerindeki ekzistenzializm felsefesinde de
az çok vardır. İlahî kudreti, âlemin derin mahiyetini öğrenmenin bu yolu
Hindistan’daki felsefi talimatlara da etki göstermiştir.
İkincisi, insanın mevcut ahlakî ve cismanî
kemâlatı ile bağlı olan bilgilerdir. Bu noktada da dîni ve dünyevî düşünceleri
bir biri ile bağlamaya çalışmanın örneğini görürüz.
Necmeddîn-i Kübrâ tarihte sadece büyük
ulema olarak değil, kendi vatanının egemenliği için mertlik hareketini
göstererek şehit olan kahraman olarak nam kazandı.
Geçmişte şekillenip, uzak ciddî tarih
sınavlarından geçen tüm, insanî değerlerin oluşma aşamasında dönüşen tasavvuf
talimatından itibari ile faydalanmak mümkündür ve yeni oluşacak millî istiklal
mefkûresinde millî tüm insanî değerlerin önemli yeri olması lazımdır.
Necmeddîn-i Kübrâ terbiyesi altında yüksek
dereceye yetişen şakirtlerinden bir bölümünü tanıtacağız.
İsmi ve künyesi Şeref b.
el-Müeyyed b.Muhammed b. Ebi’l-Feth olarak, hicri 556/1161 yılı Hârizm Bağdâdek’te
dünya ya gelmiştir. ve bazı rivayetlere göre 617 hicri yılında vefat etmiştir.
XII. yüzyıl meşhur sûfi, yazar ve öğretmenlerdendir, Necmeddîn-i Kübrâ’nın adı
duyulan müridlerindendir. Câmî’nin Nefehât’inde ve “Şeyh Necmeddîn Kübrânı
Şehit Kılıb Şehr-i Hârezmni Harap Kılğanının Beyânı” adlı menâkıbnamede, onun
aslen Bağdatlı olduğu vurgusu göze çarpar “Tuhfet’ül- Berere fî
Mesâili’l-Aşere” : Bu eser giyim kuşam da uyulması gerekenler, şeyh mürid
ilişkileri, halvet, hırka ve sema ‘ gibi on meseleyi ele alan, Arapça yazılmış
bir eserdir. “Selvetü’l-Mürîdî fî Fezâili Zikri Rabbi’l-Âlemîn”: Bu eserde Zikrin
faziletleri ile ilgili hadisler
derlenmiştir. “Risâle Der Sefer”: Avâm, havâs, havâsu’l- havâssın seferleri
hakkında Farsça yazılmış küçük bir risâledir.
Tam adı Muhammed b. el-Müeyyed b. Ebî Bekr
b. Ebi’l-Hasan b. Muhammed b. el-Hammûye’dir Necmeddîn-i Kübrâ’nın önemli mürid
ve halifelerindendir. Bahrâbâd’da 586/1191’de dünya ya gelmiştir. Bahrâbâd
Hârizm, Nişâbur ve Horasan’da bulunmuştur. Onun “Zuhûru’t-Tevhîd fî
Nûri’t-Tecrîd”, “el-İhsâ fî İlmi’l-Esmâil-Hüsnâ”, “Sekînetü’s-Sâlihîn,
Kitâbü’l-Haft” ve “el-Misbâh fi’t- Tasavvuf” gibi elliyi aşkın eseri
bulunmaktadır.
Şeyhi-Âlem lâkab’ı ile şöhret kazanan
Ebu’l-Ma ‘âlî Saîd b. Mutahhar b. Saîd b. Ali el-Bâharzî’dir. XII-XIII.
yüzyıllarda adı duyulan sûfi ve yazarları arasında yer alır. Bâharz’da
586/1190’da dünya ya gelmiştir. Şeyhi Necmeddîn-i Kübrâ’nın buyruğuna binaen
Buhara şehrine gidip orada ömrünün sonuna kadar yaşar ve Kübreviyye tarîkatının
tanıtılmasıyla ilgilenir. Doktor M.Muin’in verdiği bilgiye göre, onun
eserlerinden ışk manasında bir risâle ve bir kaç şiir Farsça da kalmıştır.
Şeyh Necmeddîn Dâye lâkab’ı ile meşhur olan
şeyh Ebû Bekr Abdullah b.
Muhammed b. Şâhâver el-Esedî er-Râzî
573/1177 yılında Rey’de dünya ya gelmiştir. XII-XIII. yüzyıllar arasında ismi
duyulan sûfilerdendir. Necmeddîn-i Kübrâ’nın tanınan müridlerinden olmuştur.
Şam, Mısır, Hicaz, Yesrib, Horasan, Hemedân Irak ve Azerbaycan’a gitmiştir.
Moğol saldırılarının gerçekleşeği zaman Irak’tadır. Bu hücumun yaklaştığını
hissedince Rûm’a gelmiştir. Necmeddîn-i Kübrâ ona sohbet ve hadis dinlemede
önderlik yapmıştır. Menârâtü’s-Sâirîn ve Makamâtut-Tâirîn, Risâle-i Aşk-u Akıl
ve Risâletü’t-Tuyûr ve başka eserler kaleme almıştır. Ömrünün sonuna kadar
Bağdat’ta kalmış ve burada vefat etmiştir.
Kübreviyye silsilesi onun vasıtasıyla devam
edegelmiştir. Babası Şeyh Saîd (ö. ?) Cüveyn vilayetine bağlı olan Husrev-i
Şurgîn’in kethüdası idi. 563/1167 veya 566/1170 yılında burada dünya ya
gelmiştir.
Alâüddevle-i Simnanî’nin aktardığına göre
Radıyeddîn’e “Lâlâ” Lâkabı babasından miras kalmıştır. Onun mürşidlerinin
sayısı yüz on üç ile yüz yirmi dört arasındadır. Hem Necmeddîn-i Kübrâ hem de
Mecededdîn Bağdadî’den tasavvuf eğitimi almıştır. Kaynaklarda bazı Rubaîleri
dışında herhangi bir esere rastlanmaz. Araştırmalar esnasında onun iki adet
risâlesine ulaşılmıştır. Radıyeddîn 642/1244’te vefat etmiştir.
Baba Kemâl-i Cendî Hârizm’de doğmuş ve
yetişmiştir. “Baba” lâkab’ı Necmeddîn-i Kübrâ’nın halifelerinde çok
kullanılmamaktadır. Cendî’nin Türkmenler arasında “Şeyh Baba” namı ile meşhur
olduğu söylenir. IX/XV. Yüzyılın ortalarına kadar devam eden bir kolun
kurucusudur. Kaynaklar onun 672/1273 te öldüğünü belirtmektedir.
Karşî’nin, Baba Kemal’in 672/1273 yılında
85 yaşında öldüğüne dair kayıt bizi onun doğum tarine ulaştırır. Bu da 587/1191
yılıdır.
Bu tarikatın kurucusu Şah Nimetullah adıyla
bilinen Nureddîn Nimetullah’tır. Veli XIV. asırda İran’ın Kirmân şehrinde
dünyaya gelmiştir. Tasavvufu hem İran’da hem Orta Asya’da öğrenmiş ve
yayılmasında etkili olmuştur. 1405 yılında vefat etmiştir. Onun faaliyeti ve
sonraki Nimetullahiye silsilesi tarihi, Doktor Cevad Nurbahş’ın “Pîran-i
tarikat” ve Pirtir Lamborn Vilsin’in “Aşkın padişahları” kitaplarında beyan
edilmiştir. Şah Nimetullah’ın Farsça önemli eserleri mevcuttur.
Şeyh Nimetullah Orta Asya da Kübreviyye ve
Hâcegân tarîkatı şeyhleri ile irtibatta bulunmuştur. Emir Timur huzurunda
bulumuş ve O nun esas faaliyeti İran’da olmuştur. Kübreviyye tarîkatının etkisi
kendisinde görülmektedir.
Şeyh Nimetullah İran’ın Kirman şehrinde
vefat ettikten sonra bu tarikatın sonraki on bir pîri Hindistan’a sürgün
edilmiştir. XVII. yüzyılda mezkur tarikat İran’da tekrar en büyük tarîkatlardan
birine dönüşmüştür.
Aynı zamanda İran’da Nimetullahiye tarîkatı
tekkeleri mevcuttur. Türlü içtimai güruhlar arasında onun azaları bulunur.
Nitekim onlardan biri olan Pîr Doktor Cevad Nurbahş 1927 yılı Kirman’da
doğmuştur, 25 yaşında Nimetullahiye’nin Pîri olarak isimlendirilmiştir. Doktor
Nurbahş tasavvuf hakkında tahminen otuz şiir ve nesri eser yazmıştır.
O Garb memleketlerinde ilmi işler ile
ilgilenmiş, Paris’te Sorbonna Darülfünunun Tıp fakültesini bitirmiştir. Daha
sonra Tahran Darülfünunun da psikoloji bölümüne rehberlik etmiştir.
Doktor Nurbahş Amerika’ya gitmiş ve 1979
yılı, Ayetullah Hümeyni ile anlaşmazlığı dolayısıyla, Garb’a yol almıştır.
Şimdi Londra’da yaşamaktadır. Doktor Nurbahş’ın birinci şeyhi Cenab Nistab
yardımıyla, batıda on beşten fazla Nimetullahiye tekkesi kurmuştur. Dokuz tekke
ABD’de, üç tanesi Londra’da, bir tane Almanya’da, bir tane Fransa’da, bir tane
Hollanda’da, bir tane Avustralya’da, bir tane Fil kemiği boğazında ve bir tane
Pakistan’ın Karaçi şehrinde yer almaktadır.
Tasavvufa ilgi gösteren âlimler için
İngiltere’nin Oksford şehrinde Nimetullahiye tasavvuf ilmi tadkikat merkezini
kurmuştur. 1991 yılında Londra Darülfünununda âlimler konseyini oluşturdu.
Burada yer alan katılımcılar “Sûfi” isminde ilmi ve popüler bir dergi neşr
etmektedirler.
Günümüzde İran’da beş bin’e yakın
Nimetullahiye dervişi bulunmaktadır. Garp memleketlerinde ise bir kaç yüz
tanedir. Onların yarısı İranlı, diğerleri Garp memleketlerinin vatandaşlarıdır.
Amerikalı, İngiltereli, Almanyalı, Fransalı, Rusya’dan giden Ruslar ve
başkalarıdır. Doktor Nurbahş yazdığı kitapları türlü dillere tercüme
etmişlerdir.
Nimetullahiler müziğe meraklıdır. Onların
müziği genellikle İran müziğidir. Bu kasetler her Perşembe ve Pazar günleri
gecesi “Meclis” denen sema merasiminde dinlenir. Her bir tekkede çalgı
esbapları vardır. Eğer müzisyen iyi ise, kendileri de icra ederler. Sessiz
zikir eden Nimetullahiler bu zikiri istek içerisinde dinlerler. Ruhları
yükselince, bazı dervişlerde zikire katılır. Nimetullahiye tarikatının arasında
pek çok musikişinas yer almaktadır. Amerika musikişinası Stefan Blum’un Horasan
müziğine ait tezi bulunmaktadır.
1.6.
ŞEYH NECMEDDÎN-İ KÜBRÂ ÜZERİNE YAPILAN
ÇALIŞMALAR
Orta Asya’da Şeyh Necmeddîn-i Kübrâ ve
Kübrevî geleneği ile ilgili birçok çalışma yapılmıştır. Çalışma yapanlar
arasında, Prof. Dr. İbrahim Hakkul[86],
Prof. Dr. Abdülhakim Şerî Cüzcânî, Nazar Halimov[87],
Latif Mametof, Ergeş Açil, Cemal Kemal, Metnazar Abdülhekim[88],
Azize Bektaşeva[89], Mukimcan Mahmut[90], Erkin Yusupov[91], Hurşit Davran[92], M. M. Hayrullayev[93], Madrahim Safarbayev[94], Prof. Dr. Necmeddin Kamilov[95], Hamidulla Baltabayev[96], M. Safarbayev[97] , Sultanmirza Rahimov gibi
bazı ilim adamlarının da Kübrevî geleneği ile ilgili çeşitli kitap makale
ansiklopedi maddesi, metin neşirleri ve çevirileri bulunmaktadır.
Batıda bu alandaki ilk çalışmalar Alman
müsteşrik Friz Meier[98] öncülüğünde başlamış ve
Fransız Marjion Mole[99] ile sürmüştür.
İran’da yayınlanan ve Necmeddîn-i Kübrâ’yı
araştıran üç Farsça kitap mevcuttur. Menuçehr Muhsinî’nin 1967’de yazdığı
Tahkîk Der Ahvâl u Âsâr-ı Necmeddîn Kübrâ Üveysî adlı eserdir. İkincisi, Kâzım
Muhammedî Necm-i Kübrâ adıyla 2001 yılında yayınlanmıştır. Üçüncüsü ise, İranlı
araştırmacı Abdürrafî Hakîkat’ın kaleme aldığı Stâre-i Bozorg-i İrfân: Şeyh
Necmeddîn-i Kübrâ isimi kitaptır.
Türkmenistan’ın başkenti Aşkabad’da
Necmeddîn-i Kübrâ adında 29-30 Mayıs 2001 tarihinde, düzenlenen uluslar arası
sempozyumda sunulan tebliğler dört cilt halinde basılmıştır.[100]
90’lı yıllarda Kübrevî geleneğiyle ilgili
yapılmış üç doktora tezi mevcuttur. Bunlardan ilki, Jamal J. Elias tarafından
hazırlanan The Throne Carrier of God, The Life and Thought of Ala ad Davla
as-Simnânî “Allâh’ın evliyası, Alâüd devle-i Simnânî” adlı çalışmadır. Burada
meşhur Kübrevî şeyhi Alâüd devle-i Simnânî’nin hayatı, eserleri ve tasavvufî
görüşleri hakkında oldukça ayrıntılı bilgiler bulunmaktadır. İkincisi, Surayia
Gull’un Development of Kubraviya Sufi Order in Kashmir with Special Reference
to Mir Saiyid Ali Hemedânî “Kübreviye’nin Gelişimi ve Seyid Ali Hemedânî ile
İlgili Olarak Keşmir’deki Sûfi Tarîkatı” Keşmir’deki adını taşıyan eseridir.
Surayia Gull’un Seyid Ali Hemedânî ve yanındakilerin Keşmir’deki irşad
faaliyetlerini konu edinir. Üçüncüsü ise, Shahzad Bashir’in Between Mysticism
and Messianism: The Life and Thought of Muhammed Nurbaks “Mistisizm ve
Mesianizm Arasında Muhammed Nurbahş’ın Yaşamı ve Düşüncesi” isimli tezidir.
Burada Kübreviyye tarîkatının Nurbahşiyye kolunun kurucusu olan Muhammed
Nurbahş’ın hayatı, eserleri, tasavvufî görüşleri, siyasilerle ilişkileri ve
hakkında bilgiler verilmiştir. Ayrıca Henry Cobrin[101],
Jamal J. Elias[102],
Abdülhüseyin
Zerrînkub102 [103], Hüseyin Bedreddîn[104], İree Afşar[105] [106]
[107] [108]
[109], Kerâmet Hüseyin '''•106 '''•107 '''•108 1'''109
Rânâ , Saıd Nefisi , Neeib Mâyil Herevı ,
Nasrullah Pureevâdı , M. Tâki Dânişpejûh[110],
Ebu’l Kasım Selâmiyân[111], Ahmed Pâketçi[112], Abbâs Zeyrâb[113], Fâtıma Benâ[114], Meryem Müşerref[115], Hüseyin Muhyiddîn Kumşehî[116], Muhammed Cevâd Ümidvâr Niyâ[117], Mustafa Kara[118], Durmuş Tatlılıoğlu[119], Mehmet Okuyan[120], Nazif Şahinoğlu[121], Süleyman Uludağ[122], Reşat Öngören[123], Tahsin Yazıcı[124], Ethem Cebecioğlu[125] ve Necdet Tosun[126] gibi bazı ilim adamlarının da
Kübrevî geleneği ile ilgili çeşitli kitap, makale, ansiklopedi maddesi ve metin
neşirleri bulunmaktadır.[127]
Necmeddîn-i Kübrâ zamanın önde gelen
mutasavvıflarından olmuştur. Onun gerektiği gibi anlaşılabilmesi için yaşadığı
dönemin sosyal ve siyasî durumu iyi bilinmelidir. Tasavvuf cereyanının
etkisiyle bu dönem birçok tarîkatın doğduğu ve İslam dünyasına yayıldığı
bilinmektedir. Yesevî ve Nakşibendî tarîkatlarının yanı sıra Kübreviyye
ekolünün temsilcileri de İslam dünyasına büyük katkılarda bulunmuşlardır.
Kübrevîlik zaman içerisinde kollara ayrılmış günümüzde de varlığını hâlen
sürdüren bir tarîkattır.
Onun eserleri hâlen birçok araştırmaya
kaynaklık etmekte düşünceleri İslam dünyası açısından önem arz etmektedir.
Eserlerideki dinî, edebî, fikrî ve tasavvufî bilgiler özümsenmeli ve bu eserler
üzerine daha çok arştırmalar yapılmalıdır.
2.
TÜRK EDEBİYATINDA KISSA VE MENKIBELER
Kıssa terimi “makâme” sözünden alınmıştır.
Sûfilikte kerâmet gösterilmesine çokça yer verilmiştir. IX. yüzıldan bu yana
nakledilerek gelmiş, birçok olağanüstü hâllerin aktarılmasıyla kerâmetler ve
menkıbeler ortaya çıkmıştır.
Kerâmetlerle alakalı Kur’ân-ı Kerim’de
birçok sure mevcuttur. İslam ülkelerinde olaylardan ders çıkartılması için ve
bir sonraki neslin bundan yararlanabilmesi için kıssahanlar yetişmiştir.
Kıssahan Farsça ve Arapça iki kelimenin
birleşiminden meydana gelmiştir. Olayları anlatan, aktarıcı kişilere verilen
isimdir. Daha sonra bu anlatım tarzını meddahlar üstlenmiştir. Kıssanın
çeşitleri mevcuttur. Literatürde: kıssa-gû, kıssa- perdâz, kıssa güzâr,
fıkra-gû, fıkra perdâz olarak geçmekte ve kullanılmaktadır.”[128]
Türk kültür geleneğinde de kıssalar çok
önemli bir yere sahiptir. Gelecek nesillere ders vermek ve bazı tarihî
olayların aktarılması için sıkça kullanılmıştır.
Araştırmacılara göre kıssa Hindistan’da
doğup buradan bütün dünya ya yayılmıştır. Kıssalar bulunduğu ülkenin
anlatımıyla, kültürüyle bağdaşmış ve etkilenerek anlatılagelmiştir. Bu anlatım
türü Arap dünyasında geniş yer bulmuştur. Her kabilenin bir anlatıcısı muhakkak
bulunmaktadır. Fakat sekizinci yüzyıla kadar yazıya geçirilmemiştir. Daha sonra
yapılan incelemelerle bütün yazıtlarında kıssahanların izlerini görmek
mümkündür.
Kur’ân-ı kerim üslup olarak kıssaya önem
vermiş ve birçok sure bu tarzda yazılmıştır. Bu üslup diğer din kitaplarında da
mevcuttur. Tevrat ve İncil okunduğunda anlatım tarzlarının buna dayandığı
görülmektedir.
Türk edebiyatında Menkabe kavramı İslam
inanışı ile birlikte yoğunlaşmıştır. Hz. Peygamber’in hayatı ve yaşayışı derin
iz bırakmış, önemli şahsiyetlerin hakkındaki anlatımlarda menkıbelerle
süslenmiştir.
Veliler kerâmetleri ile birlikte
anılmaktadırlar. Kerâmetler imkânsız şeyler değildirler. Veliler için Allâh’a
olan yakınlığı ve şükrü arttırırlar.
Kerâmeti en iyi anlayanlardan biri dünyaca
ünlü filazof İbn. Sîna (öl. 1037) olmuştur. Kerâmetlerin psikolojik açıdan
açıklanabileceğini düşümüş ve bu düşüncesini izah etmeye çalışmıştır.
Kerâmetler’in mucize ile olan farklılığı
mucizenin peygamberler tarafından gösterilmiş olmasıdır. Kerâmet ile mucize
arasında asla bir rekabet olmadığı gibi birbirlerini destekleyici
niteliktedirler. Müslümanların haricinde de kerâmet gösterilmesi mümkündür.
Fakat bu onların felaketlerini getirmek perişanlıklarını arttırmak içindir.
Bunun için din âlimleri ortaya “istidrac” terimini koymuşlardır.
Kerâmetlerin oluşumu bir takım
gruplaşmaları arttırmıştır. Özellikle XI. yüzyıldan sonra tarikatların ortaya
çıkmasıyla kerâmet şeyhlerin en önemli aracı olmuştur. Bazı şeyhler kerâmetleri
reddetmelerine rağmen müridlerin bunları yaydığı görülmektedir.
İslâm Âleminde Ve Türkler’de Evliyâ
Menkıbelerinin Ortaya Çıkışı
Müslüman Türkler arasında evliyâ
menkıbelerinin başlangıcı İslâmi gelişim ile başlamıştır. Türklerde şamanların
cinlere karşı savaşlarını, diğer dünyaya gidip gelmelerini anlatan kıssalara
sıkça rastlanmaktadır.
Budizm Türk evliyâ menkıbelerine büyük
katkıda bulunmuştur. Budizm’de azizler velîler de olduğu gibi kerâmet
kavramıyla bütün oluşturur. Budizm Orta Asya’da Türkler arasında yayılmıştır.
Uygurlar Budist mekabelerlerini çalgılar eşliğinde halka aktarmışlardır. Daha
sonraki dönemlerde ise İslâmiyete geçilmesi ile birlikte İslâmî bir kılığa
bürünerek İslâmiyet propagandası için kullanılmıştır.
İslâmiyet Türklerde kendi şeyhleri ve
İranlı mutasavvıflar tarafından yayılıyordu. Türklerde menkıbeler İslâm, Türk
gelenekleri, Budist ve İranî olmak üzere dört ana tesir neticesinde
gelişmiştir.
2.1.
NECMEDDÎN-İ KÜBRÂ HAKKINDA KISSA
Konumuz olan Şeyh Necmeddîn-i Kübrâ
Hakkındaki Kıssa dönemin tarihi olaylarını da bünyesinde barındırmaktadır. Bu
eser kırk rivayetten oluşmaktadır.
Eserde de Moğollarla savaşarak şehit düşen
Necmeddîn-i Kübrâ’nın hayatı kerâmetleri anlatılır. Moğolların Turan’ın çoğu
şehirlerini kendi emri altına alıp virane ettiği, yüz binlerce insanın
yastığını kuruttuğu, büyük Hârizm devletine saldırdığı tarihte malumdur. O
devirlerde Moğolların acımasız saldırmalarının durdurulamayacağı hakkındaki
fikir bütün şarka yayılmıştı. Moğolların yaptığı hilelere inananlar ve birçok
askerini kaybedenler ayrılarak başkent Urgenç şehrini bırakıp gitmiştir. Şehir
ahalisiz ordusuz ve askersiz kalmış, Böyle ağır ve sıkıntılı bir durumda yetmiş
altı yaşındaki Necmeddîn-i Kübrâ şehrin güvenliğini kendi omzuna almıştır.
Moğollar şehir koruyucularını yenememiştir. İşte o zaman Moğollar hile yapmaya
çalışmışlar ve kendi taraflarına geçenler yardımıyla şehri ele geçirmeyi
başarmışlardır. Necmeddîn-i Kübrâ’nın hayat yolu bu şekilde sona ermiş, lâkin
onun kurduğu Kübreviyye tarîkatı çoğu memleketlere dağılmıştır. Asırlardır
sınavdan geçip manevî kemâletin önemli bir âmili olarak bizim zamanımıza kadar
gelmiştir. Necmeddîn-i Kübrâ’nın hayatının Hârizm tarihi ile bağlı olduğunu
görürüz.
Kerâmet velilerin en dikkat çeken
alâmetleri olarak belli bir dönemden sonra kabul edilmeye başlamış, eski
tâbirle “lâ-zım-ı gayri mufârık”ı, yani ayrılmaz parçası gibi görülmüştür. Bu
telâkki, tasavvuf tarihinde yepyeni bir devrin başlangıcı olmuştur. Velilerde
bir takım kerâmetlerin zuhur etmesi câizdir. “Şeyh Necmeddîn-i Kübrâ Hakkında
Kıssa” adlı eserde de velinin kerâmetlerine sıkça rastlanmaktadır.
Özbekçe kaleme alınan kıssada bazı
kelimeler kendine has şekilde verilmiştir. Çağdaş Özbek Türkçesiyle
karşılaştırıldığında bazı ses değişiklikleri görülmektedir. t=d değişimi:
tedi-dedi (dedi), p=f değişimi: pir-fir (pir), kampir-kamfir (yaşlı kadın) v.s.
şeklindedir.
Aşağıda Şeyh Necmeddîn-i Kübrâ kıssasının
kısaca özetini getireceğiz.
Hârizm’de Ahmet İbn Ömer İbn Muhammed
Hîvekî ismindeki delikanlı tahsilini bitirdikten sonra, tarîkat eğlencesine
girerek cami tevhidi kadehinden mey içmeyi arzu eder. Hârizm şehrinde kırk iki
pîr-i kâmil vardır. Ahmet onların eğlencesine katılmış, ama içine sinmemiştir.
Ahmet gönlüne makbul olmayan işi yapmaz, kendisi makul bulduğu işten ayrılmaz.
Acem’e gider. Oradaki muteber bir pîr’in sohbetinde bulunur. O da içine
sinmeden, Bistam’a, Şeyh Ahmet Bistamî Huzuruna gelir. Buradan da ayrılır. Şeyh
İsmail Câm’ın sohbetine katılır. Fakat onların hali de Ahmet’e uymaz.
Cahon içra menga yol korsaturga bir habibib
yok,
Agar bolsa habibib ham, menga andin nasibim
yok.
(Cihanda bana yol gösteren üstadım yok
Eğer olsa bile, bana ondan nasibim yok.)
Diye şikâyet eder.
Nihayet Ahmet Bağdat’a gelip burada Şeyh
İbrahim’e yedi yıl hizmette bulunur. Şeyh ona kendi çocuğu gibi bakar. Sonra
Şeyh onu Şeyh Bistami’nin huzuruna gönderir. Burada Necmeddîn’in adab-ahlakı
öğrenmesi lazım gelmektedir. Necmeddîn Şeyh İsmail’e sadakat ile hizmet eder.
Şeyh ona “Kübrâ” ismini verir. Bu yüzden kendisi “Necmeddîn-i Kübrâ” olarak
tanınır. Bağdat’a gelerek, Şeyh İbrahim’den izin alıp Hârizm’e gider. Burada
Şeyhlik silsilesini oluşturur ve ün kazanır.
Bağdat’ta bir yaşlı kadının Abdurahman[129] adında bir oğlu vardır. Bu
genç bir gün rüyasından çok etkilenir. Rüyasında onu bir zat yüksek bir
minarenin üstüne çıkarır. Rüyasını tabir etmesi için annesine anlattır. Annesi
onu teselli ederek: “sen yüksek mertebeye kavuşacaksın, o adamı bulup onun
hizmetinde olman gerekli.” der. Abdurahman uzun yıllar rüyasındaki kişiyi arar.
Sonunda Hârizm’e gelir. Şeyh Necmeddîn-i Kübrâ’ya mürid olur. Şeyh Abdurahman’a
“Necmeddîn” adını verir. Bir süre sonra Şeyh Necmeddîn’den izin alarak, tekkeye
gidip kendi silsilesini oluşturmaya başlar.
Bu Şeyh günlerden bir gün yolda yürürken
padişahın damadıyla karşılaşır. Padişahın damadı sarhoş, hayâsız bir biçimde
adını sorarak önünden geçip gider. Şeyh Necmeddîn: “bu nasıl ebleh bir adam, bu
nasıl memleket ki, padişah böyle insanları damat yapar, bunları memleketten
atmak lazım.” diye söylenir. Bir başka sefer o damat sarhoş haldeyken tekrar
şeyhe rast gelir ve onu kılıcıyla öldürür. Ardından kendisi de attan düşerek
ölür.
Bağdat şahının Abdullah adında bir oğlu
vardır. O çok başarılı bir satranç oyuncusudur. Kimi oyunda yense, yendiği ilin
sahipleri, kendisine tabi olur. O Hârizm’e gidip Şeyh Necmeddîn ile satranç
oynamıştır. Üç kez yenilmiş ve Şeyh’e tabi olmuştur. Yedi yıl geçtikten sonra
şeyh ona Şeyh Mecdeddîn adını verir. Ve şeyhlik hırkasını üzerine giydirir.
Şeyh Mecdeddîn Bağdadi de tekke açıp şeyhlik silsilesini oluşturmaya başlar.
Günlerden birinde Mecdeddîn kendi pîri Necmeddîn-i Kübrâ’ya saygısızlık yaparak
söylememesi gereken sözler söyler. Gammazlar söylediklerini Pîr’e ilettirler.
Pîr onun başını kesip dereye atılmasını emreder.
Şeyh Mecdeddîn geceleri zikir ederken bütün
şehir duyar. Padişahın bundan memnun olduğunu gören bir iftiracı, şeyhin
düşmanıdır. Onu padişaha kötü insan olarak tanıtır, büyük kızınızla ilişkisi
var, der. Padişah bu iftiracının sözlerine inanarak, şeyhin başını kesip dereye
atılmasını emreder, günahsız kızını da şehit olmasına sebep olur.
Hârizm’in Kalmak (Cengiz Han askeri)
tarafından harap edilmesini yazar üç sebebini gösterir. Cemilcan’ın günahsız
öldürülmesi, İbn Hacib’in Tuslu Allâme’ye azap vermesi, Hârizm şahı Sultan
Mahmud’u kendine “İskender-i sânî” diye hutbe okutması.
Padişah günlerden bir gün hikmet ehli ile
sohbet ederken Leyletul kadir gecesinde doğan çocuğun, gelecekte âlim olacağını
duyar. Bunun üzerine eşi ile birlikte olur. Sultanın eşi erkek çocuk doğurur.
Hacib’in eşide aynı zamanda erkek çocuk sahibi olur. Sultan oğlunu “İbrahim”, Hacib’in
oğlunu “Ebulcennab” diye isimlendirir. Sultanın üç oğlu vardır. Celaleddin,
Gıyaseddin, İbrahim ve Ebulcennab beraber terbiye görürler. Büyüdükçe
Ebulcennab çok bilime sahip olur. Dokuz yaşında müderris olup, üne kavuşur.
Eskiden müctahidler kitap yazarlar, Meşhed’de mühür basılır, bu kitap ta
kıyamete kadar meşhur olur. Böyle bir mühür basma şerefi Ebulcennab’a müyesser
olur. Bu genç âlim’e “Abdulfeyz İbn Hacib” de derler.
Tuslu bir âlim kitap yazarak Buhara
âlimlerine getirir. Onlardan bu kitap için mühür ister. Onlar Semerkant’a
gitmesini ve mührü oradan istemesini söylerler. Semerkant âlimleri ise Hârizm’e
gidip Allâme-i cihan’a göstermesini teklif ederler. Sonuncu Semerkantlı âlim
Hârizm’den mühür bastırıp gelir. Tuslu âlim Hârizm’e gidip Allame-i cihan İbn
Hacib’e gösterdiğinde, İbn Hacib bu kitabı suya atar. Çünkü bu kitapta yeni bir
şey ya da ehemmiyetli bir söz yoktur. Tuslu âlim karşı çıkar ve kitabını ister.
Bunun üzerine Allame-i cihan bu kitabın aynısını bir saat içinde söyleyerek
yazdırıp verir. Ama Tuslu âlim kabul etmez. O zaman Allame-i cihan kitabı sudan
çıkarıp verir. Tuslu âlim Allâme-i cihan’a düşman olur. Çimaçin’e gider. Orada
Cengiz Han’a fitne kelimeler götürüp, onu Hârizm’e hücum etmeye ve ülkeyi harap
etmeye ikna eder.
Günlerden birinde Şeyh Necmeddîn sokakta
çocuklar ile oynayıp gezerken temiz bir oğlan görür. Şeyhin nazarı değdikten
sonra, bu oğlan Müslüman olup, Şeyhe baş eğer. Şeyh ona “Cemilcan” adını verir.
Şeyh Necmeddîn-i Kübrâ’yı bir yaşlı kadın
kendi bahçesine çağırarak oturmayı teklif eder. Bahçe Şeyhin hoşuna gider.
(Kübrâ bu bahçede şehit olur.)
Hârizm sultanı bir yere giderse, yerine
şehzade İsmail’i bırakarak gider. Günlerden birgün şehzade İsmail sohbet
ederken şöyle der: “Şeyh Necmeddîn gibi Pîr hiçbir yerde bulunmaz”. O esnada
orada Şeyh Necmeddîn’in bir düşmanı vardır. O: “Ey şehzade, Şeyh Necmeddîn gibi
kötü ahlaklı biri cihanda yoktur.” der. Bunun üzerine Şehzade bu bedbaht’a:
“Böyle konuşma yoksa seni öldürürüm.” der. O yolunu şaşırmış bedbaht “eğer sözüm
yalansa beni köpeklere yedirin.” der. Şehzadenin gönderdiği adamlar Şeyhin
ibadethanesinden Cemilcan’ı bulup onun başını kesip nehire atarlar,
ibadethaneyi yakarlar. Şeyh buna çok üzülür. Şehzadeye beddua eder. Sonunda
şehzade yaptıklarından pişman olur. Sonra Necmeddîn-i Kübrâ kendi üstadı Şeyh
İsmail’e adam gönderip bedduayı red etmesini ister. Fakat Şeyh İsmail vefat
etmiştir.
Hârizm şahı Muhammed’in toprağı çoktur. Bir
akrabası Taşkent’te vergi toplar, kendisi ise Cengiz ile savaşır. Günlerden
birinde Cengiz elçi olarak Hârizmşah’ın huzuruna gelir. Ona sınır yapmayı
teklif eder. Bu sınır Çinmaçin deryasından geçsin, der. Cengiz gidip, o
deryanın yanına yedi yüz bin asker yerleştirir. Hârizmşah kendisinin İskender-i
sânî diye hutbe de okunmasını emreder. Hârizm uleması bunu uygun görmez: “Ona
göre Sencer-i sani daha iyiydi.” derler. Cengiz’in yeğeni ticaretçiler
kervanına baş olup Hârizm’e yol alır. Cengiz’in yanında Abdullah denen bir
kaçak yardımcısı vardır. Bu kişiyi Hârizmşah Kaşgar’a vali eder. O ticaretçileri
ve Cengiz’in yeğenini Kaşgar’da öldürür. Ona gönderilen Cengiz ordusu
(Cengiz’in oğlu önderliğinde) yenilerek Çinmaçin’e geri döner. Cengiz, oğlu
Hülâgû’ya gidip Hârizm’i harap etmesini söyler. Cengiz ordusu Kaşgar’ı,
Taşkent’i işgal eder. Sonra Semerkant’ı alarak Buhara’ya gider. Sultan Muhammed
Merv’e çekilir. Sultan ailesi zarar görmesin diye Bağdat’a gönderir. Cengiz
Merv’i işgal eder. Cengiz Sultan’ın izinden Bağdat’a gelir. Hârizm’de sultan
Muhammedin Oğlu Celaleddin Cengiz’in oğlu Hülâgû’ya karşı savaşmaktadır. Orada
Celaleddin vefat eder. Ama Hülâgû Hârizm kalesini alamaz. Tuslu Allame-i şöyle
söyler: “Şeyh Necmeddîn Hârizm’den çıkıncaya kadar Bu kale’yi kimse alamaz.”
Şeyh Necmeddîn-i Kübrâ’yı Hülâgû Han’ın oğlu Yalguzhan şehir dışında öldürür.
Şeyh kesilen kafasını bir eliyle diğer eliyle de katili tutmuştur. Onu ayırmak
imkânsızdır. Katilde ölür. Ardından Hülâgû ordusu Hârizm’i harap eder.
Bolur har kim cahon ahlıda paydo,
Ölum çangalıda bolgusı şaydo
Anıngdek şayh amvot ölganında
Bitib tarzida “şohi şahiydo”.
Olur, her kim cihan halkında peyda,
Ölüm çengelinde olur şeyda,
Onun gibi şeyh-ı emvat olduğunda,
Bitip tarihinde şah-ı şüheda.
Allâme Tûsî de medreseyi harap eder. Yetmiş
bin mollayı şehit eder. İbn Hacib yaşlı kadının evine gizlenir. İbn Hacib bir
kovaya süt, bir kovaya suyu ağaca asıp ayaklarını bu kovalara salarak üzerinde
oturur. Allâme Tûsî fal bakıp İbn Hacib’i süt ve su denizinde görür. Bunu duyan
Hülâgû sinirlenir: “Süt denizi olur mu?” der. Sonra Hülâgû Allâme Tûsî’nin emrine
göre bir çuval çiyan toplamalarını buyurur. Hârizm öyle abad bir yerdir ki
orada çiyan bulunmamaktadır. Halk çiyan bulamadığı için askerlerin azabına
tutulur. Bunu duyan İbn Hacib yaşlı kadına şöyle söyler: “Filan mezarda bir
Kadı’nın kabri var. Oraya gitseler bir değil bin çuval çiyan bulunur. Ama
alacakları zaman bir sopa sokup alsınlar, oradan çıkan çiyanı derhal çuvala
saklasınlar. Yoksa diğer çiyanlar çıkarak âlemi harap eder.” Onun söylediğini
bir kişi gerçekleştirip çiyanları toplar. Bunun yüzünden İbn Hacib yakalanır.
Allâme Tûsî İbn Hacib’i öldürerek derisine saman tıkıp astırır. Onun cesedini
tekmeleyerek: “benim kitabımı suya atanın cezası budur.” der. Hülâgûhan Allâme
Tûsî’nin inadı yüzünden Hârizm’in harap olduğunu fark eder. O hâkimiyeti Yadigâr
Han’a vererek, kendisi sultanın olduğu yöne gider. Gitmeden önce Allâme
Tûsî’nin cezalandırılmasını buyurur: “O benim oğlumun, yetmiş bin ulemanın ve
Hârizm’in harap olmasına sebep oldu.” der. Cengizhan Hirat’ı Kabilliler
yardımıyla işgal eder. Orasını Kabil hâkimine verir. Bağdat’a kadar gider.
Sultanı kendi hâkimiyetine geçirir. Sonra geri döner. Şeyh Kübrâ Cemilcan
öldüğünde Cengiz bahçeye gitti, Ama Dad’a geçmez derler. Aynen öyle olur.
Cengiz gemiye oturup ailesi ile kaçan sultana rast gelip kendi söylediklerini
ona yaptırır. (Kalk dedi. Sultan kalktı. Otur dedi, oturdu. Yürü dedi, yürüdü).
Dad’a geçmeden geri döner. Buhara’ya Karahan’ı hâkim kılar. Semerkant halkı
Cengiz’e karşı savaşırlar. Semerkant kuşatmasına Hülâgû’yu baş yapıp Cengiz
Taşkent’e gider. Oraya da giremeden Kaşgar’a yol alır. Semerkantlılar kuşatmayı
yararak çıkarlar. Kalmaklar Taşkent’e sonra Kaşgar’a giderler. Cengiz perişan
olup, Kaşgar’ı oğlu Hülâgû’ya bırakarak, kendisi Çinmaçin’e gider.
Hikâye Cengiz ordusunun yenilmesi, Hârizm’in
kalmaklar zulmünden kurtularak yeni bir hayata yetişmesi ile biter.
Kıssa’nın başlangıcı besmele-i şerif
iledir.
Başlangıcı (11)[130]
Bismillahir rahmanir rahim
Alhamdüllillahi rabbil alemin vel
akubetul muttakin vas salavat vassalam ala hayri halakaMuhammedve ali ve asabi
acmain...
Bitişi (85)
“(Bu rivayet Hîve bölgesi, Sayat Köyü
Gullanbag mahallesinde oturan 67 yaşındaki Abdullah oğlu Erkin tarafından
anlatılmıştır)” şeklindedir.
Rivayetlerin çoğunda Şeyh’in olayla ilgili
söylemiş olduğu beyitlere yer verilmiştir. “Birinci Rivayet”te şöyle
geçmektedir.
Kısacası yirmi beş Pîr-i Kâmil’in sohbetine
katıldı. Pîr’lerin yaptıklarını kendine uygun görmedi. îçin için ağlayarak şu
beyiti söyledi:
Cahon içra manga yol körseturga bir habîbim yok,
Agar bolsa Habib, ondin maning zerre nasibim yok.
Açıklaması:
Cihan içre yol gösteren bir habîbim yok.
Eğer olsa habib ondan bana bir katrecik nasibim yok.
Yine” Yirmi ikinci Rivayet”te bir başka
vaka neticesinde Şeyh aşağıdaki sözleri söylemiştir.
Âlem ze Cemal ast Cemil,
Az
furkatı tu Cihan kal ast kıyl.
Açıklaması:
Âlem güzel olan Allâh’ın cemalindendir,
Cihan’ın senden ayrı olduğu dedikodudan ibarettir.
“Otuz Dördüncü Rivayet”te ise Şeyh
Necmeddîn-i Kübrâ’nın şehit olmasını anlatmaktadır. Burada bir dörtlük yer
almaktadır.
Bolur har kim cahan ahlide payda,
Ölim çangalide bolğusi şayda,
Anındek şayhi amvat olğanida,
Bitip tarihida şah-i şuhada
Açıklaması:
Olur, her kim cihan halkında peyda,
Ölüm çengelinde olur şeyda,
Onun gibi şeyh-ı emvat olduğunda,
Bitip tarihinde şah-ı şüheda.)
( Bu şiirde “Şâh-ı şühedâ”Tarih günü olup
615 hicri 1221 miladi yılını ortaya çıkarır. Yani Şeyh Necmeddîn-i Kübrâ’nın
şehit edildiği yıl.)
Rivayetlerde Şeyh İsmail, Şeyh İbrahim
Bağdadi, Ruzibehan Mısri, Sultan Mahmut, İbn Hacip Allâmeî Tûsî, Sultan
Abdülcenap (Ebulfeyz Mecdeddîn) İbrahim, Sultan Celalettin, Sultan
Gıyasettin (Sultanın üç oğlunun isimleri), Şeyh İbn Hacip, Cengiz Han, İskender,
Sultan Mahmud, Abdullah, Gayur Han, Hülâgû (Hülâgû ve Ayhan Cengiz Han’ın
oğulları), Emir Hamza, İsmail Han, İbrahim Han, Yalguz Han, Abul Kays
Mecdeddîn, Bibi Hacer (Şeyh Necmeddîn-i Kübrâ’nın annesinin adı ), Bibi Şadman,
Bibi Rabia ve Bibi Fatıma (Bibi Hacer’in kız kardeşleri), Ali Şir Nevâî,
Muhammed Emin Han (Hîve Hanı), Ruzbihan Farzah (Şeyh Necmeddîn-i Kübrâ
kendisinin damadıdır.) Urgenci (asıl adı Abdulrahman), Ramitan baba isimleri
geçmektedir.
Kıssanın özetinden gördüğümüz gibi bu kıssa
da Kübrâ’nın yaşadığı dönemdeki sosyal siyasal olaylar gözler önüne
serilmektedir. Didaktik unsurlar mevcuttur. Tarihi şahsiyetlere yer
verilmiştir.
KISSANIN
TÜRKİYE TÜRKÇESİNE AKTARIMI ŞEYH NECMEDDÎN-İ KÜBRÂ KISSASI[131]
(11)[132]
Bismillahir rahmanir rahim
Alhamdüllillahi rabbil alemin vel
akubetul mutttakin vas salavat vassalam ala hayri
halaka Muhammed ve ali ve asabi acmain
Şöyle rivayet edilir ki; Hârizm ulemaların
madeni ve fazılların şerefidir. Önceki asırda Ahmed İbn Umar Hîveki mualliminin
zamanı idi. Bir gün o temiz Zamir tarikat bezm’e vesile olup camii için hizmet
etmek istedi. Önceki bayramda Hârizm mülkünün kırk iki Pîr-i Kâmil’i vardı.
Ahmed hepsinin bayramına katıldı. Fakat onların bayramına katılmak istese de
müsait olmadığı için katılamadı.
Ahmed müşkül bir duruma düştü ve Acem
tarafına gider oldu. Ne yazık ki Acem mülküne gitti fakat oranın Şeyh Zamiri
diye bir melikesi vardı. Ahmed onların bayramına katıldı. Baktı ki o Pîr de
Hârizm mülkündeki pirler gibi tarikatı bozup şeriat kurallarından çıkan
birisiydi. Buna da gönlü razı olmadı. (12) Ne yazık ki Ahmed gönlüne uygun
olanı henüz bulamamıştı. Bu pirden de ümidi kesti. Gurbet yurtta âmâ olup
Bistam’a gidip Şeyh Ahmed Bistami’nin sohbetine katıldı.
Baktı ki bu Pîr de uygun değil. Ondan sonra
Şeyh Hasan Câmî’in sohbetine katıldı. Ondan da hayır yoktu ve çaresiz bir
duruma düştü.
Kısaca, yirmi beş Pîr-i Kâmil’in sohbetine
katıldı. Pîrlerin yaptıklarını kendine uygun görmedi. İçin için ağlayarak bu
beyiti söyledi.
Cahon içra manga yol körseturga bir habibim
yok,
Agar bolsa Habib, ondin maning zerre
nasibim yok.
Açıklaması:
Cihan içre yol gösteren bir habîbim
yok.
Eğer olsa habîb ondan bana bir katrecik
nasibim yok.
Yıpranıp, acı çektiği halde Şeyh İbrahim’in
hanedanına gitti. Baktı ki, Şeyh İbrahim vezirleriyle birlikte oturuyor. Ahmet
gidip, diz çöktü yedi yıl kendi çocuğu gibi ona hizmet etti.
Şeyh İbrahim ona iyilik yapıp onu kendine
yakın seviyeye yükseltti. Bir gün Şeyh abdest alıp ayağını yıkarken ona “Ya
Ahmet, Hakk’a talib ol” diye seslendi. Ahmet hemen geldi. (13) Şeyh İbrahim ona
şöyle dedi: “Ya Ahmet, elini ayağımın altına tut” ve hemen sonrasında Ahmet
elini onun ayağının altına tuttu. Elleri su doldu. Hemen feyz aldı. İlm-i hâl
ve ilm-i kâl hâsıl oldu.
Şeyh İbrahim dostluğu sebebebiyle Ahmet’e
dinin yıldızı anlamına gelen “Necmeddîn” adını verdi. Birkaç gün sonra Şeyh
İbrahim tekrar abdest aldı. Ahmet de ibriği alıp hazırlandı. Şeyh abdest
aldıktan sonra havluyu aldı. Ahmet’in elini tuttu. Şeyh İbrahim, vesveseyi def
etmeyi unutmuştu. Necmeddîn bu işten habersizdi. Bunların ikisi de taharet
yaptılar. Şeyh İbrahim Necmeddîn’in halinden endişe ediyordu. Şeyh İbrahim bu
sırrı öğrendikten sonra şöyle dedi: “Ey Necmeddîn, sen bizi çok sınav ettin. Ta
ki gidip Şeyh İsmail Bistami’ye bunu söylemeyinceye kadar kendinden âgâh
olamazsın” ve şu beyti söyledi:
“Şayh emri bolsa hud vasvasaliğ,
Hizmatida çün kerak ihlaslığ”,
Açıklaması:
“Şeyh sana emir verdiğinde o emir sana
vesvese verse bile
hizmetine ihlâsla devam et”
Necmeddîn kendinden âgâh olup, Şeyh
İbrahim’in hizmetinden mahrum oldu. Söylediği söze pişman oldu, perişan oldu.
Sonra çaresiz kalıp (14) “Hû hû yemin hû” diyerek birkaç gün bağda kalıp bir
müddet sonra Bistam şehrine gitti, Şeyh İsmail’in huzuruna vardı. Baktı ki,
Şeyh yok. Mürîdine şöyle dedi: “Şeyh İsmail buradalar mı?”, O mürid dedi şöyle
dedi: “Şeyh ırmak boyuna abdest almaya gitti.” Necmeddîn baktı ki şeyh ırmağın
kenarında abdest alıyor. Kendi kendine dedi: “Bu Şeyh de şeriata aykırı iş
yapıyor.” Hazreti Şeyh genç mürîdin içinden geçenlere vâkıf oldu ve ardından
abdest suyundan parmaklarıyla serpti. Bu suyun bir miktarı gelip Ahmed’in
alnına değdi. Necmeddîn hemen bayılarak bulunduğu yere yığıldı. Sonra mahşer
günü gözünün önüne geldi: Evvelin ve âhirîn herkes toplanmıştı, melekler yolunu
şaşırmış gümrahların suratlarına günahlarını sürüyorlardı. Ateş hışır hışır
köpürüyor, mizan kurulup, hava taş gibi kızıp yer de demir gibi parlak hale
geliyordu. Herkes kendi başına müptelabir halde şaşkın şaşkın geziyordu.
Necmeddîn bu hali görüp hayretler içerisinde iken önünden bir melek bir adamı
kovalayarak geldi. O adam meleğe bakıp şöyle dedi: “Ey melek, bana Şeyh İsmail
pîrimi göster, ondan sonra ne yapmak istersen onu yap. ” dedi. Melek ona cevap
verdi: “Onu neden sorup duruyorsun?” dedi. (15) O kişi de “Şeyh İsmail benim
pîrim idi.” dedi. Melek şöyle cevap verdi: “Öyleyse seninle işim yok. ”
Bu sözü söyleyip Necmeddîn’e doğru yürüdü
ve Necmeddîn’e şöyle dedi: “Necmeddîn, mizan tarafına gel!” O da: “Ey melek,
önce şeyh İsmail pîrimi bana bul, ondan sonra ne yaparsan yap” dedi. Melek
şöyle cevap verdi: “Şeyh İsmail, şu livânın altındadır.” dedi ve hemen ardından
oradan ayrıldı. Necmeddîn livânın olduğu tarafa baktı ki ne görsün: Orada yüz
seksen livâ var. Gidip Şeyh İsmail’in livâsına katıldı. Bu livâlarının her
birisi bir Pîr-î Kâmil’e aitti. Necmeddîn bu halini görüp çok şaşırdı. Gördü ki
Şeyh İsmail, karşısında dikilip duruyor. Bunu gören Necmeddîn dili tutulup
öylece kaldı. Sonra, Şey İsmail, Necmeddîn’in yüzüne bir tokat attı. Necmeddîn
hemen yığıldı. Baktı ki yedi kat yer, yedi kat gök ve pîrin elinde ve şeyhi
cennette ruhânî varlıklarla otururken gördü. Şeyh Necmeddîn ve pir birlikte
gülzarı seyrederek yürüdüler. Daha evvel gelmiş olan ruhlar bunları görüp
gururlandı. Necmeddîn hemen “Kimyâ-yı nazar” oldu.
Necmeddîn bu sırları görüp ayağa kalktı,
şükredip oturdu. Sonra o, şeyhin ayaklarına yığılıp, ona mürid olarak ihlâs ile
hizmet kıldı. Bundan sonra aradan yedi gün geçti. (16) Şeyh onun ihlâsla hizmet
ettiğini gördüğünden ona izin vererek “Ey Necmeddîn sana bizden bir ad
veriyoruz. Bu, “Necmeddîn-i Kübrâ olsun” dedi. Bundan sonra ona, „ Şeyh
Necmeddîn-i Kübrâ’ diyerek seslendiler.
Hazret-i Şeyh İsmail şöyle dedi : “Ey
Necmeddîn, bizim dua ve selamımızı Şeyh İbrahim Bağdâdî’ye söyle.” Ve şöyle
devam etti: “Halledilemeyen işlemesi zor, bakır gibi müridleri varsa,
göndersin, ona altın olarak geri göndeririz. Gönlü taş gibi olan müridi varsa
göndersin, mum gibi yumuşak ederiz.” Böylece Şeyh Necmeddîn, Şeyh İsmail’den
izin alıp, Bistam’dan çıkarak Bağdat tarafına yol aldı.
Rivayet edenler söylediler: “Şeyh İsmail üç
kişidir. Birine Şeyh İsmail Hilca, birine Şeyh İsmail Künî, birine de Şeyh
İsmail Bağdâdî derler. Velâkin Şeyh İsmail Bağdâdî’nin Şafii mezhebinden
olduğunu söylerler.”
Şeyh Necmeddîn pîrlerinden izin alıp gelir
ve Ruzbihan Mısri’nin evine konuk olur.
Şeyh Necmeddîn görür ki, bunlar da şafii
mezhebindendir. Bunun üzerine evden ayrılıp Bağdat’a gitti. Şeyh İbrahim’in
hanesine dâhil oldu. Burada Şeyh âlicenap müridleriyle birlikte çember
oluşturmuş vaziyette oturuyordu. Şeyh Necmeddîn yanlarına giderek Şey
İbrahim’in ellerini avcuna alıp Şeyh İsmail’in selamını söyledi. (17) Şeyh
İbrahim bunu duyunca çok sevindi ve Şeyh Necmeddîn’e izin verererek şöyle dedi:
“Ey Necmeddîn Hârizm’e gidip Şeyh’in silsilesini oluştur.”
Şeyh Necmeddîn o gün Bağdatlı bir adamın
evine konuk oldu.
Rivayetçiler söylerler; Bağdat şehrinde bir
nine vardı. Onun Abdurrahman adında bir oğlu vardı. Abdurrahman bir gün rüya
gördü. Ertesi gün bu rüyasını annesine anlattı: “Ey sevimli annem dün bir rüya
gördüm, tabirini yapar mısın?” dedi. Annesi: “Ey oğlum, sen rüyanı anlat, ben
tabirini yapayım dedi.’’ Abdurrahman rüyasını anlatmaya başladı: “Ey anne
rüyamda bir minare gördüm. Bu minareye çıkmak istedim. Ve benden başkaları da
çıkmak istediler. Tam o anda uzun boylu bir kişi yanıma gelerek şöyle dedi:
“Oğlum burada niye duruyorsun?” Ben de ağlayarak “Minare üstüne çıkmak
istiyorum.” dedim. O zat beni kemerimden tutarak yükseltti ve minare’nin
üzerine koydu. Sonrasında uyandım. Bakıyorum ki ne uzun boylu zat var ne de
minare”(18) dedi. Annesi içli içli ağlayarak şöyle dedi; “Ey oğlum, rüyan
mübarek olsun. Hayırlı rüya görmüşsün. O gördüğün uzun boylu muhterem zat
derviştir. Minare görmek güzeldir. Sen bir dervişi bularak hizmet edecek ve
dereceyi âlâya ulaşacaksın. O pîr tarikattır ve şeriat yoludur. Sen o kişiyi
bul ve ihlâs ile hizmet et, bunun neticesinde muradına erişirsin. “Haydi, git
ben senden razıyım.” diyerek yolladı.
Abdurrahman annesiyle vedalaştıktan sonra,
muhterem zâtı aramaya koyuldu. Şehir şehir, ilçe ilçe, köy köy mecnun misali
arıyordu. Hiçbir yerden haber alamadı. Ve kimse o muhterem zâtın adını
bilmiyordu.
Şöyle rivayet edilir ki; o gün Necmeddîn
Bağdat şehrinde yaşlı kadının komşusunun evine öğleye kadar konuk oldu. Oradan
çıkıp Hârizm iline yol aldı. Birkaç gün sonra Hârizm şehrine geldi. Şeyhlik
silsilesini oluşturarak, mürit ve muhlis topladı. Ardından mescit yaptırıp,
yemekhane açtı. Bu durum neticesinde gittikçe ünü arttı ve birçok yerden
ihlâslı kişiler bu durumu öğrenip ona katılmak için yanına geldiler.
Rivayet edenler söylediler ki, Abdurrahman
yedi yıl çile çekerek pîrini aradı. Hz. Şeyh Necmeddîn’in avazını işitince,
benim pirim bu zâttır diyerek, Hârizm’e gitti. Sonrasında tüm hocaların ve
şeyhlerin bayramına katıldı. Sonunda Şeyh Necmeddîn’in evine geldi. Gördü ki,
rüyasında gördüğü pîrleri karşısında duruyor.
Gelerek hazretin ayaklarına yığıldı. Hüngür
hüngür ağlayarak hazretin önünde el açıp durdu. Hazret bunun ihlâslı olduğunu
öğrenerek, kaç yıldır zorluk çektiğini kerâmet ile anlayıp onu sevdiği için
Abdurrahman’ın adını Şeyh Mechididdin koydu. Ona Yedi günde izin verildi.
Hazret şöyle dedi: “Ey Mechididdin siz de münzevi olup, mürid toplayarak, dua
ederek oturun.” Bunun üzerine Şeyh Mechididdin de pîrlerinin buyurduğu gibi
oturdu. Birkaç yıl daha burada şeyhlik silsilesini oluşturmaya devam etti.
Rivayet edenler söylediler ki, Mechididdin
yürüyordu, önünden padişahın damadı selamsız şeyhin adını sorarak geçip gitti.
Bunun üzerine (20) Şeyh Mechididdin yüzüne bakıp dedi ki: “Bu nasıl bir ebleh
adamdır?” Bunun üzerine mürîdler şöyle dedi: “Ya pîrim, şan, şeref sahibi
Hârizm padişahının damadıdır.” Şeyh: “Bu nasıl pis, huzursuz ilçedir ve bu
nasıl bir padişahtır ki, kızını bunun gibi bir nadan’a vermiş. Bunun gibileri
şehirlerden atmak sünnettir.” diyerek oradan ayrıldı. Bu sözler padişahın
damadının kulağına geldi “Gör bakalım, senin başına ne işler açacağım’’ dedi.
Kini gittikçe arttı ve bir süre sonra o lıkır lıkır şarap içmekten sarhoş olmuş
bir vaziyette geziyordu. Tam o sırada Şeyh Mechididdin de sokakta karşısından
sessiz bir şekilde geliyordu. Padişahın damadı Şeyh Mechididdin’nin karşısına
çıkıp şöyle dedi. “O gün bana ebleh, adi adam, diyen sen miydin?” ardından
sözünü hiç beklemeden şeyhin başına bir kılıç savurdu. O an şeyh öldü ve
“derece-i şahadet” buldu. Şeyhin mürîdleri bu olayı görüp feryad figan ettiler.
O da sarhoş halde attan düşerek boynu kırılarak öldü. Bu olayı padişaha
ilettiler Padişah’ın kendisi gelerek Şeyh’i defnetti. Padişah Şeyh için çok
üzüldü. Damadının öldüğüne sevinerek, Şeyh için dört yüz koyun, dört yüz çuval
pirinç ve yağ ihsan edip Fatiha suresini okuyarak konuşamaz hâle geldiler.
Rivayet edenler söylerler, halife-i
Bağdad’ın oğluna şehzade Abdullah derlerdi. O çok iyi satranç oyuncusuydu
onunla rekabet edecek kimse hiçbir vilayette bulunmuyordu. Birçok
vilayetlerdekileri mağlup ederek Hârizm vilayetine geldi. O zaman Sultan Mahmut
padişahtı. Sultana haber verip sordular: “Bağdat şehzadesi huzurunuza gelmek
için bekliyor, ona ne cevap verelim?” Bunun üzerine sultan: “Şöyle içeri
buyursun.’’ dedi. Vezirler Abdullah’a ilettiler: “Padişah size içeri girmenizi söyledi.”
Şehzade saygıyla ile karşılandı. Sultana selam verip beklediler. Sultan selam
alıp sağ tarafındaki taht üstüne işaret etti. Şehzade çıkıp oturdu. Sultan
halife Bağdad’ın nasıl olduğunu sordu. Şehzade saygıyla cevap verdi. Sultan
halife-i Bağdat ile iyi dosttu. Onun için şehzadeye izzet-i ikram da bulunarak
taht hazırlayıp yer verdi. Sonra şehzadeye sordu: “Buraya hangi rüzgâr attı
sizi?” Şehzade cevap verdi: “Ey sultan, buraya gelmemin sebebi şudur ki her
vilayete gidip satranç oynayıp, yenip geliyorum. Eğer beni herhangi birisi
yenerse (22) ona köle olup hizmet edeceğim.” Bunun üzerine Sultan şöyle dedi:
“Ey şehzade biz satranç oynamayı bilmeyiz. Eğer istiyorsanız bizim tarafımızdan
Necmeddîn oynasın. Eğer yenerse tamam, yenmezse, vilayeti Hârizm sizin emri
fermanınızda olsun.” dediler. Bu fikri şehzade kabul etti ve şöyle dedi:
“Getirin, ister şeyh ister mürid oynasın, kabul ederim.”
Sultan Hz. Şeyh Necmeddîn’e adam yolladı.
Hz. Şeyh Necmeddîn “Emir padişahtan vaciptir, diye hemen geldi. Sultan Şeyhin
geldiğini anlayıp tahtan indi. Hz Şeyh âlicenap taht üzerine çıkıp, şehzade ile
tokalaşıp, ondan sonra şehzade ile oyun oynamaya başladı. Şeyh bir kere oynayıp
yendi, yinede oynadılar, onda tekrar yendi. Şeyh şehzadenin yüzüne bakarak
dedi: “Ey şehzade daha oynayın şayet yenerseniz” dedi. O zaman şehzade biraz
utandı, tahtan inip hazretin ayaklarına yığılıp dilsiz müridi oldu. Hazrete
sultan çok mükâfat ihsan etti hoşnut olmasını sağlayarak gönderdi. Şeyh
âlicenap Şehzadeyi hanelerine götürüp, abi taharet hizmetini buyurdu.
Rivayetçiler söylerler ki, bir gün sultan
hastalandı. Her vilayette hekim aradılar bulduklarını aldırdılar. Bu haber
halife-i Bağdat’a ulaştı. Halife’nin çok başarılı bir hekimi vardı. Sultana onu
göndersem, taifesini unutmayan biri olurum, diyerek hekimi çağırıp şöyle
söyledi: “Ey Hekim, bizim tarafımızdan Hârizm’e gitdiniz selamımızı sultana
iletiniz ve sultanın hastalığını tedavi ediniz.” dedi. O zaman hekim: “Baş
üstüne”, diyerek: “Ey halife-i zaman benim bir tek oğlum vardır. Onu böyle
bırakıp gitsem, oğlumun hali nasıl olacak bilmiyorum”, dedi. Bunun üzerine
halife şöyle söyledi: “Ey hekim, oğlunu merak ediyorsan, onu da beraberinde
götür”, Hekim çaresiz kalıp, oğlunu da yanına almaya karar verdi. Birkaç gün
sonra yolluklarını hazırlayıp yola koyuldular. Bir sorun olmadan Hârizm
vilayetine geldiler. Hârizm halkı bu oğlanı görüp hep bir ağızdan: “Hârizm’e
adeta Yusuf-u Sani geldi”, diye sevindiler. Hekim oğlunu yanında getirdiğine
pişman olup, sultana kendisinin geldiğini bildirdi. Sultan halife-i Bağdat’tan
çok minnettar olup hekime izzet-i ikramda bulundu. Hastalığını iyileştirmesi
için derdini anlattı. Hekim onu görüp, muayne etti. Hekimin oğlu on dört
yaşındaydı. Adeta on dört gecelik ay gibiydi. Hekim oğluna üzülüyordu. Sonunda
çaresiz kalarak oğlunu Hz. Necmeddîn’e teslim etti. (24) Şeyh hekimim oğluna,
taharet suyu getir diye buyurdu. O oğlan her gün taharet için su getirirdi. Hz.
Şeyh Necmeddîn-i Kübrâ oğlanın üzerindeki elbiseleri çıkarıp eski elbiseler
giydirdi. Bir gün babası oğlunu görmek için hazretin yanına geldi. Gördüklerine
inanamadı oğlunun üzerinde eski bir elbise, saçsız, yalınayak Âfitâb’a, taharet
için su getiriyor ve pîrinin bir isteyi olur diye başucunda duruyor idi. Babası
oğlunu bu hâlde görünce gönlü perişan oldu. Hazret’e şöyle söyledi: “Ey pîrim,
bu oğlum nasıl bir hizmetkâr olur?” o zaman hekime cevaben: “biz sana bir soru
soracağız, cevap verirsen biz oğlunu öncekinden daha ziyade edelim” dediler.
Hekim: “Ey ulu pîr sorun”, dedi. “Sen bir hekimsin. Sana her yerden hasta gelse
hastaları görüp, başka bir sağlıklı insana ilaç versen iyileşir mi? Bir
hastanın ateşi varsa, yine başka bir insanı iyileştirsen o hastanın ateşi düşer
mi?”diye sordular. Ve sözlerine devam ettiler: “birinin hizmetini görsen
diğerine fayda vermez” dediler. O anda hekim bu söze cevap bulamadı. Hazret’ten
özür dileyerek oğluna bakmadan sultanın yanına gitti.
Sultan hastalıktan kurtulunca, hekime çok
ihsanda bulundu. Hekim bundan sonraki hayatına Hârizm şehrinde (25) devam etti.
Ondan sonra Bağdat’ın halkı göç etmiştir. Bağdat’ın Hizmetkârları ve cariyeleri
hesapsız idi. Bazılarının söylediğine göre, hekim Bağdat şehrindeydi. Onun için
göç ettirilmişlerdir. Ve şu soruyu sorarlar Niçin Bağdat’a tabii olan Hârizm
di.
Bir gün hazret ibadethanede oturuyordu.
Dışarıdan birisi geldi. Gördü ki gelen hekimin oğludur. Hazret şöyle söyledi:
“oğlum sen güzel bir topluluktansın senin isimin Cemalettin olsun”
Rivayet edenler söyler, halife Bağdad’ın
oğlu şehzade Abdullah hazrete yedi yıl oğlu gibi hizmet etti. Hazret şehzade
Abdullah’ın ihlâs ile hizmet ettiğini görüp, sevinerek şehzade Abdullah’a “Şeyh
Mecdeddîn” ismini verdi. Ondan sonra hazret izin vererek söylediler: “Ey
Mecdeddîn sen de şeyhlik silsilesini oluşturup münzevi olup otur.” Bunun
üzerine şeyh Mecdeddîn pîrlerden izin istedi. Hanikâh’ı düzelterek, mürîdleri
oldu bir süre sonra ondan nasihat istemeye başladılar. Bu haber ilgi çekti
Mecdeddîn meşhur oldu. Bu haber Bağdat’a ulaşdı, Halife-i Bağdat işitince çok
mutlu oldu. Her yıl oğluna iki yüz altın gönderir idi. Şeyh Mecdeddîn her gelen
altını ihtiyaç sahiplerine dağıttı.
Rivayetçiler derler ki, bir gün şeyh
Mecdeddîn müşahedeye hâlindeyken şu sözü söylediler: “pîrim şeyh Necmeddîn bir
durgun su imiş, ben ise derya imişim, ben bir ördek yumurtası gibiyim, pîrim
beni civciv olarak çıkarıp kemâle erdirdi. Ben vahdet deryasına gark oldum.
Onlar yerde kaldı.” Bunun üzerine o an söylediler: “Ya pîrim, size ne oldu
gayri ihtiyarî konuşuyorsunuz’’, dediler. O anda şeyh Mecdeddîn kendine gelip,
söylediklerine pişman oldu. İçi ateş dolu leğeni başının üstüne koyup pîrinin
hizmetine gideceği anda gambazlar gidip şeyh Necmeddîn’e olayı anlattılar.
Hazret bu sözlerini işitip sinirlenip söylediler: “Mecdeddîn bize böyle demiş
ise kellesi kesilip denize atılsın”. O anda şeyhin bu sözlerini insanlar gelip
Mecdeddîn’e anlattılar. Mecdeddîn hüngür hüngür ağlayıp söyledi: “Eğer pîrim
benim hakkımda böyle demiş ise pîrim’in kellesini kalmak, kessin” diyerek
ağlamaya başladı. Ondan sonra gündüzleri oruçla, geceleri namaz ile yürüdüler.
Yinede sokaklara çıkıp zikir ederdi. Bir gün hayal etti hazreti şeyh
Necmeddîn’in hizmetlerine gitsem pîrim merhamet edip benden razı olur diyerek,
yolluğunu hazırlayıp, (27) hazretin yanına gitti. Özür diledi. Hazret
söylediler. “Şimdi affettim önce imansız olmaya başladın imana karşı gidersen
kellen gider ama benim başımda senin başın gibi olur. Ondan sonra gece gündüz
namaz kılıp sokaklarda zikredip yürüdü.
Rivayet edenler söylediler, günlerden bir
gün sultan vezir, vekil ve oğulları ile oturuyordu. Bu esnada Şeyh Necmeddîn
sokaklarda zikir ederek yürümekteydi. Sultan bu oturan meclise dönerek şöyle
söyledi: “Bizim pîrimiz şeyh Necmeddîn gibi pîr başka bir şehirde bulunmaz.”
Bunun üzerine bir bedbaht yerinden kalkarak şöyle: “Ey padişahım, onun gibi
faydasız insan hiçbir yerde yoktur. Evliyaullah dersiniz. Yalan zikredip halk
içinde şeyhlik davasındadır ” dedi. Sultan sinirlenerek: “Ey bedbaht, lanetlenmiş
ve yolunu şaşırmış nasıl söz söylüyorsun. Şimdi benim gazabımdan nasıl
kurtulursun” dedi. Bedbaht kendisini savunarak: “Padişahı aldatmıyorum” dedi. O
zaman padişah daha da sinirlenerek: “Ey bedbaht bir örnek vermezsen, seni
öldürürüm ve lâkin gerçek ise onu da öldürürüm” dedi. O zaman o melun saadetsiz
şöyle söyledi: “Ey padişahım, şimdi söylemekten de korkuyorum. (28) Bunun
üzerine padişah : “Gerçekse korkma” dedi. O zaman bedbaht öyleyse konuşacağım
diyerek: “Ey padişahım sizin kızınız ile ilişkisi vardır” diye iftirada
bulundu. Padişah bu sözün gerçekliğini öğrenmek için geceleri uyumadı.
Padişahın kızı Melike günlerden bir gün köşk üzerine çıkmış âlemi seyrediyordu.
Gözü sokak tarafına düştü gördü ki bu esnada aşağıdan Şeyh Necmeddîn geliyordu.
O zaman hazret âlicenap kirpiklerini kaldırıp yukarı baktı. Birden nazarı
mübarek padişahın kızına düştü. Derhal o kız hâl sahibi oldu. O günün pîri şeyh
Necmeddîn ile “dost” olup, birbirlerinden habersiz ayrılmazlardı. Bir gece
Necmeddîn “ hâl sahibi” kızın yanına gelip gittiğini padişah anladı ve
askerlere buyurdu. “O yalancı cadının kellesini kesip dereye atın.” Bunun
üzerine askerler padişahın söylediğini yaptılar.
Padişah da hareme girip gördü ki o pek
dinine düşkün kız odasında Kur’an okuyordu. Padişah sinirlenip o temiz ruhlu
kızın kellesini bir kılıç darbesiyle uçurdu. O (iftiracıyı) zenginlerin zengini
yaptı.
Rivayet edenler söylerler: “Hârizm şehri o
zamanlar çok zengindi öyle ki, âlemde hiçbir şehir onunla yarışamazdı. Kalesi
uluydu, günde yüz yetmiş yerde pazar kurulurdu. Dört yüz kırk dört kapısı
vardı. O kalenin içinde yedi yüz medrese vardı. Her medresenin iki yüz elli
odası vardı ve bu medreselerin her birinde iki hoca ders yapardı. Hârizm
hocaların mekânı idi. Dört yüz kırk dört tekke de pîr’i kâmil zikir ederdi. Beş
bin üç yüz mescit-i camii vardı. Her mescitte bir minare bulunurdu. Ayrı bir
mescidin büyük camisi var idi. Kırk kapısı vardı. Her kapısında bir minare
vardı. O mescidin ortasında bir minare vardı. O minare kırk gaz (ölçü birimi)
yüksek idi. Yirmi yerde kamet söylenirdi. O mescidin imamı zamanın velisiydi.
Başka mescitlerin hesabını Allâh’tan başka kimse bilemezdi. Ve yine dört yüz
çilehanesi vardı. Bu çilehanelerin her birinde bir hacı ders verirdi. Beş yüz
kalenderhanesi vardı. Her kalenderhanede bir dede kalender ders verirdi. Bin
misafirhanesi vardı. Padişahın iltifatına mahzar olmuştu. Beş yüz levent hanesi
vardı. Levent halkı her padişahtan vazife alırdı. On bin saray vardı. Bin hamam
vardı. Dört bin hoca, dört bin şeyh, beş bin Aşkiya tarîkatı, üç bin
Kübreviyye, (30) beş bin Cehriye tarikatı üyesi vardı. Sekiz yüz kız bakire
olup nefislerini öldürmüşlerdi. On bin kasap dükkânı vardı. On iki bin
manifaturacı dükkânı vardı. Sekiz bin bitki özleri satan dükkân vardı. Yedi bin
terzi dükkânı vardı. Altı bin ayakkabı dükkânı, on bin bakkal dükkânı vardı.
Beş bin boya dükkânı ile beş bin demirci dükkânı vardı. Üç bin kuyumcu dükkânı
vardı. Beş bin parfüm dükkânı vardı. Altı bin takke dükkânı vardı. Dört bin
dört yüz sabun dükkânı vardı. Üç bin elektrik dükkânı vardı. Sekiz bin hurma
yaprağı satan dükkân vardı. Beş bin kunduracı dükkânı vardı. On bin ayakkabı
tamircisi dükkânı vardı. Üç bin terzi vardı. Bin dutar tamircisi dükkânı vardı.
Bin üç yüz kumaşçı dükkânı vardı. İki bin şamdan dükkânı vardı. Yüz şişe
dükkânı vardı. Bin döviz dükkânı vardı. On bin yulaf dükkânı on bin Yahudi
Mahallesi vardı. On bin okul vardı. On bin evlilik dairesi vardı. Ama tarifi
çoktu, özetledik.
Rivayet edenler söylediler: “Hârizm de iki
rekât namaz kılınırsa başka şehirde yetmiş rekât namaz kılınmış sevabı bulunur
(31) Her kim büyük Hârizm mezarlığına defnedilirse, sorgu sual olmaz. Her kim
Hârizm’de vatan tutsa doğru dürüst yürüse malına bereket verir. Ve kim ki
Hârizm mülküne cimrilik etse bereket bulamaz.”
Hârizm şehri o kadar mükemmeldir ki,
hırsızlar onu bilmezler akıllılar ise Hârizm’den asla ayrılmazlar.
Hârizm’de birçok ulema bulunmaktadır. Onun
için Resul Aleyhisselam buraya “Kutup ul İslam” dediler. Hârizm evlatları her
nereye gitse oranın halka sıcak görünür. Onun için Yakup peygamber soyundan
geldikleri söylenmektedir. Hârizm’in insanları bahadır olurlar. Geçmişte beş
kale işgal edilir. Bunlar: Hârizm (köhne Ürgenç) Hibak, Hazarasp, Kat ve Tok
kalesidir. Hârizm’in harap olmasına sebep olan üç delil olduğunu söylerler:
Biri Cemilcan’ı padişahın haksız yere öldürülmesi. Diğeri İbn Hacip’in Allâmeî
Tûsî’yi cezalandırması, bir diğeri ise sultan Mahmut Çini hapisten
kurtulduğunda Hârizm’e mektup gönderdi mektupta: “Beni İskender-i sânî” diyerek
hutbede okutsunlar yazılıydı. Bu mektup Hârizm ulemalarına ulaştırıldı. Bunun
üzerine Hârizm’in büyükleri şöyle söylediler: “Henüz sultan Sencer Mazî’nin
aldığı yerleri almadan “İskender-i sânîyim”, demen hata olur.” Bu söz yüzünden
Hârizm harap oldu.”
Rivayetçiler dediler: (Muhammed
aleyhisselam) miraca çıktığında akşam karanlığı olur, sadece bir yer altın gibi
parladı. Peygamber (s.a.v.) Cebrail’e sordu: “Ya Cebrail, her taraf karanlık
ama bir yer altın gibi parlıyor sebebi nedir?” O zaman Cebrail şöyle dedi: “Ya
Resulullah o parlayan yer Hârizm’dir.” Oraya Allâh’ın rahmeti yağar, altın gibi
parlamasının sebebi budur. Bunun üzerine Resulullah şöyle der: “Ya Cebrail
niçin Allâh’ın rahmeti Harizm’e yağar da başka yere yağmaz?” bunun üzerine
Cebrail A.S. şöyle söyler: “Ya Habîbullah, o gün ki size peygamberlik makamı,
verildi. Her yere mektuplar gönderdiniz. Hârizm halkı siz mektup göndermeden
önce gayibane müslüman olarak size ümmet olmayı arzuladılar. Adınızı baş tacı
ettiler. Bu yüzden Allâh’ın rahmeti oraya yağar’’ dedi. Bunun üzerine
Resulullah: “Ya Cebrail, öyleyse ilk ümmetim Hârizm halkı olsun.” dedi. Ve
Cebraile: “Ya Cebrail bu “rahmet” başka yere yağar mı?” diye sordu. Bu soru
üzerine Cebrail şöyle söyledi: “Ya Habîbullah, Hârizm halkı her nereye gitse o
yer abat olur, Allâh’ın rahmeti oraya yağar.” O zaman Resulullah: “Hârizm
halkının gittiği yere (33) rahmet yağacaksa, Hârizm harap olsun (yok olsun)
dedi. O zaman Cebrail: “Ya Resulullah, Hârizm halkına ‘ilk ümmetim’ dediniz,
şimdiyse Hârizm’in yok olmasını istiyorsunuz. Bunun hikmeti nedir?” dedi. O
zaman Resulullah şöyle söyledi: “Ya Cebrail, Allâh’ın rahmetinin her yere
ulaşmasını her yere yağmasını isteriz” dedi. Bu sebeple Hârizm’in harap olduğunu
söylerler.
Rivayetçiler söylerler; bir gün Sultan
âlimlerle otururken şöyle dedi: “Ey âlimler, hangi oğul ki anadan doğar doğmaz
evliya ve âlimlere önderlik yapar?” Bu soru üzerine âlimler şöyle cevap verdi:
“Ya sultan, o oğul büyük ihtimal Kadir gecesi ana rahmine düşen ve babası da bu
niyetle beraber olan oğuldur. Evliya ve âlimlere önderlik yapacak bu oğul ihsan
edecek ve okumadan imam olacaktır.” dediler. Bunun üzerine Sultan: “Öyleyse o
vakti bana söyleyiniz” dedi. Falcılar: “Ya Sultan, bizim sohbetlerimize
katılırsanız inşallah o vakti söyleriz.” dediler. Sultan falcıların sözünü
dinleyerek bir müddet daha âlimler ile sohbet ederek oturdu. Âlimler: “Ya
Sultan, “Kadir gecesinin tam vaktidir.”, (34) zamanı ganimet bilip gidin” dediler.
Sultan yerinden kalkarak oradan ayrıldı. Hacib’in kapısını çaldı. Hacib “Kimsin
bu saatte kapıyı çalıyorsun?” dedi. Bunun üzerine sultan sabırsızlanarak:
“Çabuk kapını aç ki zaman geçmesin.” dedi. Hacib: “Ey Sultan, nasıl zaman ki,
geçmesin, diye ızdırap çekiyorsunız?” dedi. Bunun üzerine Sultan: “O zamana
Kadir gecesi, saati derler ki, her kim bu saatte eşi ile cima yapsa ve eşi
hamile kalsa veyahut bayan bu gecede oğul doğursa, o hamilenin çocuğu doğar
doğmaz evliyalardan olur, okumayan âlimlere önder olur.” dedi. Hacib “ Öyleyse,
ben eve giderek, kilidi alayım gelip, kapıyı açayım” dedi. Eve gittiğinde
eşiyle cima etti. Ardından kapıyı gelip açtı. Sultan da evine gidip eşi ile
cima etti. İkisinin de eşi hamile kaldı. Ama Sultanın cima ettiği vakti o saat
idi. Hacib ve sultan çok mutlu oldular. Dokuz ay, dokuz günden sonra ikisinin
de oğlu oldu. Sultan oğlunun adını İbrahim koydu. Hacib ise oğlunun adını
“Abdülcenab” koydu. Sultanın daha önce dünya ya gelmiş üç oğlu daha vardı.
Birinin adı Sultan Celalettindi. O Hindistan vilayetinde padişahtı. Diğerinin
adı İsmaildi o ise Hirat vilayetinde padişahtı. Ve öteki oğlunun adı Sultan
Gıyasettin idi. O atasının yanında yer alır, atası nereye sefer kılsa önderlik
(35) ederdi. Hârizm halkı bu durumdan hoşnut olup Sultana sürekli hayır dua
ederdi.
Rivayetçiler derler ki, İbrahim ile
Abdülcenab yedi yaşına girdiler. Sultan onları hat sanatını öğrenmeye
gönderdikten sonra okula verdi. Okul hocasına şöyle söyledi: “ Ey hoca bu iki
oğlanı sınava sokup bakın hangi oğlanda üstün yetenek görürseniz, bize haber
verin cübbe giydirip sevinerek duyuralım.” Bunun üzerine hoca oğlanları sınav
yaptı avucunun içine bir yüzük koyarak kapattı. “Ey İbrahim avucumun içinde ne
vardır? dediğinde, İbrahim avucunuzun içinde ortası delik nesne var dedi. Hoca
sordu o nesne nedir? İbrahim: “değirmen taşıdır.” Dedi. Ondan sonra hoca
Abdülcenap’a dönerek: “sen söyle avucumun içinde ne var?” dedi. Bunun üzerine
Abdülcenap: “Avucunuz da yüzük var” dedi. Açıp gördüler ki yüzüktür. Hocası
sordu: “Ey Abdülcenap bunun yüzük olduğunu nasıl bildin?” Abdülcenap: “Ey hocam
beni çok sınava tabii tuttunuz, ben sizin yanınıza okumak için gelmiyorum.
Sizin yanınıza Bismillahir rahmanir rahim i (36) söyleyip, kendime Üstad
kılayım diye geliyorum. Sabah kıyamet koptuğunda herkes bir üstadı tutar ben
sizi tutayım diye karşınıza geldim. Eğer beni sınava tabii tutuyorsanız
Kur’an’dan bir sure okuyun, ben tefsir edeyim.” dedi. Bunun üzerine hocası İnna
fetahna suresini önceden hatırladığı şekilde okudu ve ardı sıra Abdülcenap
tefsirini söylemeye başladı. Hocası bu olaya hayran kalıp koşarak sultana
sevinçli haberi verdi. Sultan çok mutlu oldu ve Hârizm ulemaları topladı.
Onlardan Abdülcenap için uygun bir bulmalarını istedi. Ulemalar sevginçle Ebulfeyz
Mecdeddîn adını vererek, onu Medeni ilimler okuluna hoca tayin ettiler, cübbe
giydirdiler, İbn-i Hacip dokuz yaşında hoca olarak, Hârizm vilayetinin âlimi
oldu.
Rivayetçiler söylerler: Tus şehrinin
rivayetçilerinden biri: “O zamanki kaide kitap yazınca her mücahit kitabını
alıp gelerek mühür vurdurur ki kıyamete kadar kitabın itibarı düşmesin. O
zamanda birçok vilayette mücahit bulunmaktaydı. Hangisi kitap yazsa Hârizm
âlimine (Abulfeyz Mecdeddîn ibn Hacip) mühür vurdurmaya gelirdi. Hârizm de
Hûda’nın rahmeti nazil olmuş idi.
Rivayetçiler derler ki, Tus (İranın
ilçesinden bir yer) ilinde bir molla kendini ulema görüp, bir kitap yazmıştı.
Buhara tarafına giderek kitabına mühür vurdurmak istedi. Buhara müctehidleri
kitabı görüp: “Bu kitabı herkese mühürletmeyin, Semarkant ilindeki hidayet
sahibi zamanın Allâmesine (âlimine) mühürlendirseniz kitabınız ahirete kadar
değerli olacaktır.” dediler. Allâme-i Tûsî Bunun üzerine yola çıktı. Tus’tan
Semerkant’ta kadar giderek, Hidayet sahibine kitabını arz etti. Bunun üzerine
Hidayet sahibi zat şöyle söyledi: “Ey Allâme-i Tûsî, Ben sana sözüm şudur. Ben
on iki yılda bir kitap yazdım ve müctehidlere “mühr” ettirdim, müctehidler
şöyle söyledi: “Hârizm vilayetinde Allâme-i Mecdeddîn adında bir kişi vardır.
Eğer kitabını bu kişiye mühürletirsen bütün âlimler o kişinin mührünü kabul
eder.”
Allâme-i Tûsî Semarkant’tan ayrılarak,
Hârizm ilçesine geldi. Burada, gördüklerine zamanın âlimi Mecdeddîni nerede
bulabilirim diye soruyordu. Bir molla kendisini görerek şöyle dedi: “Onu niçin
arıyorsun?” Bunun üzerine Allâme-i Tûsî şöyle dedi: “Bir kitap yazdım ve
kitabımı ona mühürleteceğim.’’ dedi. Molla şöyle söyledi: “kitabını bana göster
bir de ben bakayım” Allâme-i Tûsî kitabını mollaya gösterdi, Molla inceleyerek
şöyle dedi: “Bu kitabı Mecdeddîn’e gösterince yırtar, atar’’ bunun üzerine
Allâme Tûsî gösterip göstermeme konusunda, kararsız kaldı. O esnada Ebulfeyz
Mecdeddîn medreseden çıkıp havuz tarafına gitmişti. Talebeleri de arkasından
bulunduğu yere gitti. Talebelerine ders vermekle meşgul
olmaya başladı. Bu
esnada bir kuş duvar deliğine sıkışıverdi. Âlim dersine devam etti. Ders
bitince, o kuşu almak için bir yaşlı mollanın, eğilmesini istedi. Sırtına
basarak o deliği kazmaya başladı. Allame-i hidaye bu durumu görüp şöyle
söyledi: (38) “Sen nasıl oğulsun ki, bu yaşlının sırtına basıyorsun?” Bunun
üzerine Allâme-i Mecdeddîn şöyle söyledi:”Sen nasıl insansın ki büyüğü küçüğü
fark edemiyorsun?” o vakit âlim Allame-i hidaye şaşırarak: “Büyük kim? Küçük
kim?”diye sordu. Âlim Mecdeddîn cevap verdi. “Büyük ben, küçük ise bunlardır” o
vakit âlim Sahib-i hidaye dedi: “Öyleyse, bunlar alıverse olmaz mı?” bunun
üzerine Ebulfeyz Mecdeddîn şöyle söyledi: “Her iş zamanında yapılırsa iyidir”
ve ardından bu mısrayı okudu.
İkki nerse körünür yaxdin sovuq,
Şayxlar qılsa sabilik, ya sabilar şayxlıq.
Açıklaması:
İki şey buzdan da soğuktur.
Şeyhler çocukluk yaparsa ya da çocuklar şeyhlik yapsa.
Bu mısrayı duyduktan sonra âlim Sahib-i
hidaye bildiler ki. Bu âlim gerçekten zamanın âlimidir.: Allame-i hidaye şöyle
söyledi: “Ey zamanın âlimi, izin verirseniz iki sorum olacak” “On iki yılda bir
kitap yazdım. Buna bir bakıp mümkünse mühürleyip isminizi de yazıverseniz
verseniz olur mu?” Bunun üzerine tebessüm edip dediler: (40) “Adıma Ebulfeyz
Mecdeddîn derler, Şüphesiz şeyh İbni Hacip uludurlar.” Bunun üzerine ikiside
yola koyulurlar. Ebulfeyz Mecdeddîn giderlerken şöyle söyledi: “Kitabını çıkart
bakalım” ve eline aldı göğsüne bastırıp şöyle söyledi: “Çok güzel yazmışsın
kitabın ismi “Hediye olsun” ve orada mühürleyerek kendisine verdi. Sonra soru
sordu: Sen nereden geldin? Allame-i hidaye: “Semerkant ilinden”: bunun üzerine
öyleyse ”Sahib-i hacip” oldun diye iltifat etti ve dua edip gönderdi. Sonra
memleketi Semerkant’a gittiğinde yaşadıklarını anlattı ve şöyle söyledi:
’’Sen’de Hârizm iline gidip, zamanın âlimi Abülfayz Mecdeddîn’e kitabını
gösterip, ona mühürletirsen kıyamete kadar kitabın değeri düşmez’’.
Sonuçta Allâme-i Tûsî’de Hârizm tarafına
yol aldı. Bir kaç gün gittikten sonra Hârizm’e ulaştı ve Medrese-i medeni
ilimi” sordu. Bir molla: “onunla ne işin var?” diye sordu. Tûsî şöyle söyledi:
“Şeyh İbni Hacibe bir kitabımı mühürletmek istiyorum.’’ Molla şöyle söyledi:
“önce kitabına bir ben bakayım. Kitaba baktıktan sonra (41) bu kitabı gösterme
çünkü yırtar atar.” Bunun üzerine Tûsî şaşırarak şöyle söyledi: “Ne olursa
olsun o kadar uzak yoldan geldim bari bir göreyim” ardından medreseye doğru
gitti. Gördü ki bir yiğit orada bütün genç şeyhler etrafına toplanmış sohbet
ediyorlar. Sohbeti bitti onu görünce, sahib-i hidayenin dediği kişi olup
olmadığını öğrenmek için şöyle söyledi: ’’ Ey ders yapan oğul gel bu tarafa
sana iki kelime sözüm var.” Şeyh İbni Hacip âlim Tûsî’nin olduğu tarafa
bakarak: “Ne sözün varsa söyle.’’dedi. Bunun üzerine Âlim Tûsî kitabını
çıkartıp kendisine verdi ve şöyle söyledi: “Bu kitabı dokuz yılda çalışarak
yazdım bunu mümkünse tasnif edermisiniz?” Şeyh İbni Hacib kitabı eline alıp
önce sinesine bastı daha sonra suya fıtlattı ve şöyle söyledi: “Suyun sesinden
etkilendim’’ Bunun üzerine Âlim Tûsî bağırarak: “Ey Şeyh İbni Hacip, benim
kitabımı niçin suya attın?” dedi. Bunun üzerine İbni Hacip: “Her hangi bir
faydasız eşyaları suya atarlar’’ dedi. Bunun üzerine Tûsî bu cevab karşısında:
“Kitabımı bulu ver” dedi. Şeyh İbn Hacip ise öğrencilerine dönerek “Kim
diğerleri ile hoş sohbetse kalsın, diğerlerine izin” dedi.
(42)
Kendisi söyledi. Şakirtleri yazdılar. Bir
saatte kitabı aynı şekilde, öne koydular. Zira kitabın bütün sözleri ve manası
gönüllere işliyordu. Âlimi Tûsî kitabı açıp baştan sona inceledi, kendi
kitabının söz ve manası ne az, ne fazlaydı. Hatta kendi kitabının iyi notu gibi
duruyordu. Utanıp çekinerek, kendi kitabını, istedi. Şeyh İbn-i Hacib:
“Bismillah” diyerek ellerini havuza daldırdılar. Kitabını alıp önüne koydular.
Âlim-i Tûsî kitabı alıp inceledi, bir harfi ya da bir noktası, değişememişti.
Hayâ olmayan bir yere gidip fal bakıp gördü ki, Çin vilayetinden Cengiz Han
diye birisi gelip Hârizm'i harap edecek. Kitabını mühürlemediği için İbn-i
Hacib’e kinlenerek, Çin vilayetine doğru gitmeye karar verdi. Uzun süre yol
yürüyüp, Çin vilayetine ulaştı. Cengiz Han’ı ikna edip kendine tabi eder mi,
diye bir köşede oturup, fal baktı ve gördü ki, Sultan Mahmut’un talihi
yüksektir. Hayran olup oturuverdi. O halde bir adam yanına gelerek şöyle
söyledi ki: “Seni Cengiz Han istiyor.” Allâme Tûsî onu takip edip, Cengiz
Han’ın karşısına çıktı ve kendisini yüksek bir yerde oturur vaziyette gördü.
Cengiz Han hiddetle şöyle söyledi: “Nereden gelip nereye gidiyorsun?” bunun
üzerine Allâme Tûsî şöyle söyledi: “Ey Çin hakanı, bir gün endişe içerisinde
fal baktım. Gördüm ki, Çin’in padişahı Bağdat’a (43) gelince, Hârizm şehrini
harap ediyor. Bu nedenle buraya kadar gelip yine fal baktım. Yine gördüm ki,
Çin padişahı tüm şehirlerini fethedip, Çin deryasının yakasında kale diker,
orada bir vakit durduktan sonra Hârizmî harap ediyor” dedi. O zaman Cengiz Han
şöyle söyledi: “Hârizm'in harap olmasını, Çin’in ebedi olmasının sana ne
faydası var.” Bunun üzerine Allâme Tûsî: “ Bana, iki vilayetinde ebediyetinin
ya da harabe olmasının bir faydası yok. Lâkin Hârizm vilayetinde bir kişiye
kinim var, ondan kinim alsam, muradıma ermiş olurum”- dedi. Bunun üzerine
Cengiz Han şöyle söyledi ki: “Kininin sebebi nedir?” Allâme Tûsî şöyle söyledi:
“Ben Tus çocuğuyum. Küçüklüğümde okuyup molla oldum. Nice yıl riyazet tutup,
dokuz yılda bir kitap verdim. O kitabımı Hârizm müçtehitlerine göstermek için
götürdüm “muteber mührü” vurdurmak istedim. Bir genç oğlan Hârizm padişahı
imiş. Kitabımı elimden alarak suya fırlattı. Belki sen ondan kinimi alabilirsin
diye düşünerek. Bu yurda geldim.” dedi. Bunun üzerine Cengiz Han: “Eğer bu
sözün doğruysa, senin kinini alırım” dedi. O zaman Allâme Tûsî şöyle söyledi:
“Benim sözümün doğru olup olmadığı “Hârizm harap olduğunda malum olur”, deyip
Cengiz Han’a çok yaklaşmaya başladı. (44)
Rivayetçiler söylüyorlar; bir gün Şeyh
Necmeddîn mescitten çıkıp şehzadenin mezarına doğru gitti. Müridleri bir oğlan
çocuğu görerek şöyle söylediler “Allâh’ın kudretine bakın ki cuhudların
arasında böyle temiz ay yüzlü Yusuf-u sani gibi, bir çocuk varmış” bunun
üzerine hazret şöyle söyledi: ‘Kani oğlan’ kendileri iyi gözlem yaptılar. Oğlan
öyle bir oğlandı ki, yüzünün şulesi bütün ışıklara galip gelirdi. O oğlanın
hazretin ‘kimya-i eserleri’ ile kilitli dili açıldı, müslüman oldu, hazretin
ayaklarına başını koyup hüngür hüngür ağlamaya başladı. Onu gören yarenler
etraflarına toplanıp feryad figanını seyrettiler.
Oğlan kendine gelip şöyle söyledi: “ Ya
Hazreti Şeyh Necmeddîn, benim babam doğru biri değildir. Bunun için dönüp, size
mürid oldum. Benim babam sizsiniz” dedi. Hazret şefkat göstererek ibadethanede
kendisine, yiyecek verdiler. Ve taharet hizmetini ona verdiler. Oğlanın ihlâsı
hazrete ayan oldu. Oğlan şeyhe sonsuz temizliğini göklere koyup aşk ateşinin
hararetiyle ısıtıp verdi. Hazret onun ihlâsını
anlayarak, ona (Cemilcan) Cemaleddin adını
verdi. Bazıları kendisine Cemilcan diyorlar. Cemilcan diye Şeyh Necmeddîn den
bahsediyorlar. (45) Bazı kimseler ise hâkimin oğlu diyor. Ama ihtilaf çoktur. „
Nefahat’e bakılırsa bu çocuğun kim olduğu malum olur.
Rivayet edenler söylediler ki; bir gün Şeyh
Necmeddîn mezar ziyaretinden geliyordu. Fakir biçare biri yolda hazretin ayaklarına
kapanarak: “Ey pîri kademli mübarekliğinizle benim kalbimin isteğini kabul
ediniz, sizin kereminiz ile olur.” dedi. Hazret biçarenin haline rahmet edip,
kendisini yol arkadaşı kabul ettiler. Bir bağa geldiler burası gizlenmiş
tertemiz düzenlenmiş, döşekler hazırlanmıştı. Hazret bunu görüp, hayret
içerisinde sordu: “Ey biçare nine, bu yeri ihlâsla gizlemişsin, sebebi nedir?”
Bunun üzerine nine: “Ey pîr, bir gece rüya gördüm. Bana böyle yapmam
gerektiğini söylediler. Burada Şeyh Necmeddîn’in kanı dökülecek, şehitlik
derecesine yükselselecek dediler. Onun için bu yeri temiz düzenli bir şekilde
sakladım” dedi. Bunun üzerine Hazret: “Halayık, fakirin sözünü işitenler,
dinleyin kıyamet günü cennetin eşiği buradan açılsa gerek.”-dediler. Ehli yâran
hazret-i Şeyh Necmeddîn’in sözlerini işitince, ağlamaya başladılar. Biçare nine
hazreti Şeyh Necmeddîn’den birçok vaaz ve nasihatler dinledi. Gönlü şad oldu.
Hazreti Şeyh Necmeddîn hankâh’a doğru
gittiler. Her zaman gönüllerine zenginlik arzusu düşse, giderlerdi. (50)
Rivayetçiler söylerler, her zaman için
Sultan ne tarafa sefer kılsalar, şehzade İsmail’i padişah atayıp giderlerdi.
Sultan gelince fukaranın arzusunu öğrenip adaleti sağlarlardı. Günahkârların
cezasını verirdi. Fakat bir gün şehzade babasının önünde meclis ehliyle
birlikte tahtı üstünde oturuyurdu. Meclis ehli her taraftan söz söze
karışıyorlardı. Şehzade şöyle söyledi “Eyyühennas! Şeyh Necmeddîn gibi birisi
hiçbir vilayette bulunmaz. Onun içindir ki, pîr yârenlerinin gözlerini alınlarını
temiz kılıp, derecelerini yükseltirler.” dedi. O mecliste Şeyh Necmeddîn’in bir
düşmanı vardı. Oradan söze karıştı: “Ya şehzade, güzel pîr diye kimden
bahsediyorsunuz?” dedi. Ve ardından şöyle söyledi: “Şeyh Necmeddîn oyunbazdır.
Bu önemli günde hiç bir vilayette yoktur. Hatta namaz kılıp Kur’an da okumaz.
Geceleri gizli yerde tâat kılıyorum diyor. Fakat oğlan kucaklayıp livat
kılıyor’ dedi. O anda şehzade kahroldu ve şöyle söyledi: “Ey yalancı bahangir
(bahane söyleyen) niçi asılsız sözler söylüyorsun. Eğer sözün yalan ise, seni
öldürüp, bin parçaya ayırırım. Eğer doğru ise, onu âleme rüsva edip öldürürüm.”
dedi. Bunun üzerine meclistekiler şöyle söyledi: “Haydi gidip Şeyh Necmeddîn’in
evine bakalım.” Şehzade: “gidip bakın eğer öyle bir hal yoksa bu bedbahtın
cezasını verin.” (51) dedi. O bedbaht kişi şehzadenin adamlarıyla birlikte Şeyh
Necmeddîn’in ibadethanesine gitti, Cemilcan’ı gördüler. Şehzade çok müteessir
olup şöyle söyledi: “Bu oğlanın başını kesip, dereye atın ki, bundaki pislik
belki, derenin suyuyla temiz olur” dedi. Cemilcan’ın başını kesip dereye
attılar. Sonrasında hizmetkârlar şehzadenin hizmeti için yanına geldiler.
Şehzade sordu: “Oğlanın başını kesip dereye attınız mı?” bunun üzerine bakmaya
gidenler şöyle söyledi: “Attık.” Şehzade: “Şimdi Şeyh Necmeddîn’in alarak
buraya gelin ki, yalan söyleyen kişinin hali ne olur gösterelim.” dedi. Şeyh
Necmeddîn’in ibadetanesini ateşe verdiler. Şehzade: “Çok bağırtarak cezasını
verin”- dedi.
Rivayetçiler söylerler, hazreti Şeyh
Necmeddîn o gün ninenin bağına gitti. Ardından “Allâh-u Ekber” deyiyerek
ormanda yürüyüş yaptı. Müridleri hazretin halini anlayamadan, arkasından
gidiyorlardı. Şeyh Necmeddîn gördü ki, ibadethaneleri yıkılmış, harap olmuş.
Duvarlardan ses gelir ki “Cemilcan’ı öldürüp, ibadethaneyi ateşe verdiler.”
Bunun üzerine Şeyh Necmeddîn “Cemilcan!” diye bağırıp ağladılar. Âlem bu
yakarış ile doldu. Hârizm halkı ne olduğunu anlayamıyordu. Sesin geldiği yere
doğru yürüdüler. Şehzade İsmail herese: “ Bu Nasıl bir yakarıştır nereden gelir
öğrenin.”dedi. Bunun üzerine yakarışın geldiği yöne gittiler. Cemilcan’ın bir
elinde başı, bir elinde güneş, dere tarafından geliyordu. Halayıklar bunu
görüp, gökyüzünü feryat figan ile doldurdular. Hazreti Şeyh Necmeddîn
müridleriyle ağlaşıp coşkunluğa erdiler. Hazret bu cevabı verdi:
Âlem ze Cemal ast Cemil,
Az furkatı tu Cihan kal ast kıyl.
Açıklaması:
Âlem güzel olan Allâh’ın cemalindendir,
Cihan’ın senden ayrı olduğu dedikodudan
ibarettir.
Diyerek Cemilcanın elinden tutup ninenin bağına
götürerek, cenaze namazını kılıp defnettiler.
Bu vakayı halayıklar görüp şehzade
İsmail’in yanına gidip bir bir anlattılar. Şehzade ettiği şeye pişman olup, o
bedbaht gammazı öldürdü. İki yüz deve pirinç ve yağ beş yüz koyun hazırlayıp,
Cemilcan’a yemek versinler diye buyurdu. Kendi de bir lal taşını doldurup,
üstüne bir elmas kılıç koyarak, Şeyh Necmeddîn’in karşısına geldi. Ve şöyle
söyledi: “Ey pîr, Cemilcan’ın ruhuna bu lal taşını getirdim. Kabul etmezsen, bu
kılıçla başımı uçur” dedi. O anda hazret söylediler: “Ey nadan Cemilcan’ın
ruhuna (53) senin başın, benim başım, bu Hârizm halkının tamamının başları. Ve
hem Buhara, Semerkant ve Taşkent ve Hokand ve Kaşgar ve şehri Hirat ve Kabil ve
Kandehar ve Belh ve Bedehşan ve Andıköy ve Hindistan ve Sındüstan ve Zabulistan
ve Nişabur ve Peşavar ve İran ve Turan ve Tebrîz ve Keşan ve İsfahan ve Kast
şehirlerindekilerin başları feda olsun dedi. Müridleri varıp mübarek ağızlarını
tuttu. Hazret kendilerinden geçtiler, uzak vilayetleri saymaya devam ettiler. Şehzade
sözlerine pişman olup şöyle söyledi: “Ölüm okunu sarhoşlukla attım. Şimdi
kibirlenemem ama. Meğer pîrim şeyh İsmail Bistami kibirlenilmiş”, dedi
müridleri bu sözleri Bistami’ye ilettiler ve Bistami şöyle söyledi: “Benim
söylediğim sözün aynısını söyleyin, dua edin ki şayet kabul olursa, bu
fakirlere ziyan etmeyin” dediler. Ama müridleri biz çok gün yol yürüydük
diyerek Bistam şehrine dâhil oldular. Şeyh İsmail’in hanelerine gittiler
gördüler ki, şeyh vefat etmiş. Müridleri şeyhin cenazesini hemen kaldırıp,
duadan mahrum bırakıp kaçtılar. Yol yürüyüp Hârizm'e gelip Şeyh İsmail’in
dünyadan ötelerin pîrliğine beyan ettiler. Hazret-i Şeyh Necmeddîn Cemilcan'ın
ruhlarına ‘Kur’an hatmi’ ederek hanesinde oturuyordu. (54)
Rivayetçiler söylüyorlar; Cemilcan Şeyh
Necmeddîn Bağdadî erdiler. Hazret Şeyh Necmeddîn’i pîrleri dua etti, onun duası
kabul olurdu. Onun için Cemilca’nın başı kesilip, dereye atıldı.
Bu dahrdin dostlar, istamang vefa,
İşq ahlıga kün-bakün aylar cefa.
Açıklaması:
Bu dünyadan dostlar vefa istemesin,
Aşk ehline günbegün eyler cefa.
Ama sultan Mahmut ulu padişahtı. Güneşin
doğup batmasıyla bir yıllık yolunu sorarlardı. Arkasıyla kıblesi bir yıllık
yerdi. Çor etrafından vergi gelirdi. Sultanın hüküm sürdüğü yüz büyük şehri vardı.
Her gün dört yerden hanedanına vergi verilirdi. Ne zaman savaşa heves etse,
kâfirlerle savaşırdı. En çok Kalmaklarla (Cengiz Han askeri) savaşırlardı.
Sultanın bir oğlu Hindistan da, bir oğlu Hirat’ta, bir oğlu Moskova da padişah
idiler. Oğullarından biri Hârizm'e padişah oldu. Kendi Çin- Maçin, Merv
tarafında İskender gibi gezip, her yerde düşmanı olmasına aldırmadan savaşmaya
devam ediyordu. Taşkent vilayetinde bir kardeşini bıraktı. (55)
Rivayet edenler söylediler; Cengiz Han’la
Hârizm Padişahı uzun yıllar savaştı, fakat hiçbiri üstün gelemedi. Bir gün En
küçük oğlu emir ile Cengiz Han elçi kılığına girip Sultanın huzuruna geldi.
Hacibler gelip Sultana haber verdiler. Sultan içeri girmesini emretti. Cengiz
Han içeri girdiğinde ulu padişah kendisini beklemekteydi. Cengiz Han sultanın
azametine hayran olup padişaha doğru ilerleyerek elçilik resmiyetiyle şöyle
söyledi: “Ey Sultan, uzun yıllardır sizinle bizim aramızda kin peyda oldu. Hiç
birimizin muradı gerçekleşmedi. En sonunda elçi kılığına girerek, senin
huzuruna geldim. Şimdi bana ne cevap vereceksin.” bunun üzerine sultan şöyle
söyledi: “Ey Cengiz Han buraya hangi his ve fikirle geldiysen, söyle işiteyim”
Cengiz Han şöyle cevap verdi: “ Sizinle olan savaşımız yüz yıl daha devam etse,
ne sana zafer ve bana yenilgi var. Uzun zaman oldu, sulh etmemiz gerekmekte
barış ve huzura kavuşmak hepimiz için iyi olacak. Sınır Çin deresi olsun. Çin
deresinden sizin tarafa biz yüzmeyelim, bizim tarafımıza da sizden kimse
gelmesin. Yok yere iki tarafın halkıda ölmekte ve bu durum iki tarafıda üzüyor.
Bunun için bugün, sulh edelim.”
Bu söz Sultana makul gözüktü. Karşılıklı
yemin edildi. Yeminden sonra Cengiz Han’a şahane bir libas (56) hediye edip,
Çin Maçin’ e gönderdiler. Cengiz Han Çin Maçin’e gittiğinde Sultana hediyeler
gönderdi. Ve böylece aralarında dostluk oluştu. Bir zaman sonra Sultan deryanın
kıyısına bir Şehr-i azam kurarak orada ikamet etmeye başladı. Ve dört bir
tarafa haber göndererek şöyle söyledi: “Beni İskender-i sânî diyerek hutbede
ansınlar.” Bu söz Hârizm’e ulaştığı zaman Hârizm ulemaları aralarında
tartıştılar: “Bu büyük bir sözdür Sultan gurur yapıyor. Henüz Sultan Sencer’in
geçmişte aldığı toprakları alamadan İskender-i sânîyim demek doğru olmaz. Bu
söz yüzünden elindeki topraklar harap olabilir ümid ederiz böyle bir şey olmaz”
dediler.
Fakat Sultan Mahmud’un bu isteği bütün
âleme yayıldı. Ve derya kıyısında kurduğu kalesi için yüz bin hizmetçi
getirerek zenginliğini kullanarak şehri güzelleştirir. Şehrin etrafına yedi tam
teşekküllü ordu koyarak bu şehirde huzur içinde yaşar.
Rivayet edenler söylediler ki, Cengiz Han,
Sultan Mahmud’la olan görüşmesini ve verdiği yemini şehrin ileri gelenlerine
söyledi. Bir kısmı mutlu oldu ve kendisine: “İyi demişsiniz.” dediler, bir
kısmı ise kendi aralarında: “Sultan Mahmud’tan korktuğu için sulh istemiştir.
Yoksa böyle yapmazdı.”, dediler. Bu sözü Cengiz Han’ın Abdullah adındaki gizli
casusu (aynı zamanda danışmanı gibi görünüyor ileriki hikâyelerde) (57) duydu.
Ve diğer işleriyle meşgul olan Cengiz Han’a şöyle söyledi: “Ey Çin Hakanı, siz
Sultan Mahmud’tan çok korkuyormuşsunuz, yoksa böyle davranmazmışsınız diye
söylemekteler. Doğru mudur?” , bunun üzerine Cengiz Han: “Ey dedikoducu, sen o
sultan Mahmut’un ne kadar iyi olduğunu bilmeden konuşuyorsun.”, der. Abdullah
ise: “Ey Çin Hakanı, eğer korkmuyorsanız niçin deryayı sınır yaptınız? Sultan
Mahmud derya kıyısında görkemli bir şehir kurmuş. Bir gün askerlerini dizip,
Çin Maçin’i alabilir, seni öldürür ve oğullarını da esir eder. Ondan sonra
pişmanlık fayda etmez ”der. Bu sözün üzerine Cengiz Han Abdullah’a beş yüz
kamçı vurulup, şehirden dışarı atılmasını emreder.
Abdullah’ın görevini ise başka casusa
verir. Abdullah üç gün atıldığı yerden kalkamaz ve padişahın gazabından
korktuklarından kimse yanına uğramaz. Üç günden sonra zar zor evine ulaşır ve
günlerce evinde saklanır. Bir gün Cengiz Han: “ Abdullah hayatta mı?” diye
sorar ve bulunmasını emreder, hayatta olduğu haber verilince de Abdullah’ın
şehirden kovulmasını ve oğullarının da esir edilmesini emreder. Askerler hemen
Cengiz Han’ın isteğini yerine getirirler. Abdullah oğullarından ayrıldığı için
ağlayarak Sultan Mahmud’un huzuruna çıkar ve olanları arz eder. Sultan Mahmud
ona acır ve onu Kaşgar eyaletine padişah tayin eder. Bu haberi Cengiz Han duyar
ve Abdullah’ın (58) oğullarını Çin Maçin’den çıkararak onları perişan eder.
Abdullah bu haberi duyunca hem şaşkın ve
üzüntülü bir halde: “Çin Maçin’den kim gelirse buyursun. Oturup hasretleşelim
belki gönlüm gamdan bu şekilde hâlas olur”, der.
Rivayet edilir ki; Cengiz Han’ın yeğeni
dünyayı gezmek istemektedir. Bir gün Cengiz Han’ın huzuruna çıkar ve şöyle
söyler: “Ey dayıcım, bana izin verirseniz tüccar sıfatı ile dünyayı gezmek
istiyorum. İyiyi kötüyü görürsem, ufkum açılır.”, der. Bunun üzerine Cengiz
Han: “Sana cevabım şudur ki; sen çok şirretsin, hangi şehre gidersen kavga
çıkarır araya adâvet sokarsın” dedi. Buna rağmen yeğeni çok ısrar eder. Cengiz
Han dayanamaz ve izin verir. Fakat asla ve asla tek başına dolaşmaması ve
Sultan Mahmud ile arasına adâvet sokmamasını sıkı sıkı tembihler. Maçidin elli
tüccarını yanına alır ve beş yüz devesine yük yükletir. Birkaç günlük yoldan
sonra Kaşgar’a ulaşırlar. Bu tüccarların bir kısmı Abdullah’ı daha önceden
tanımaktadır. Onu görmeleri gerektiğini düşünürler ve ziyaretine giderler.
Abdullah dostlarını buyur eder.(59) Onlara dokuz çeşit yemek hazırlatarak
sarayda ziyafet verdirir.
Rivayetçiler söylerler; o gün Taşkent
hâkimi Sultan Mahmud’un akrabasını görmek için yola çıkdı. Hava kararınca
Abdullah’ın şehrinde misafir olurlar. Abdullah Çin Maçin’in tüccarları ile
oturmaktaydı. Aralarında Cengiz Han’ın yeğeni de vardı. Her şeyden söz açıp
sohbet ediyorlardı. Apdullah onlara oğullarının nasıl olduğunu sordu ve
şehirden kovulduklarının haberini alınca: “Cengiz Han’ın ettiğini Sultan Mahmud
etmedi. Elhamdülillah Kaşgar eyaletine padişah yaptı.”, diyerek ah çekti. O
zaman Cengiz Han’ın yeğeni söze karıştı ve: “Ey Abdullah, Sultan Mahmud senin
koğucu olduğunu bilmiyordur. Bilse sen kim, Kaşgar’a Hükümdar olmak kim?”,
dedi. Sultan Mahmud’un akrabası Gayur: “Ey edepsiz, eğer misafire saygı ahlakı
olmasaydı seni bin parça ederdim. Senin gibi misafirin lafına gerek yok”dedi.
Cengiz Han’ın yeğeni: “Ey Taşkentli, bizim lafımızla senin ne ilgin var neden
böyle diyorsun. Abdullah (60) bizim ülkemizde bir casus ve danışmandı. Burada
ise padişahtır. Hala bana cevap bile veremedi.”, der. Sultan Mahmud’un akrabası
mahcup olarak: “Sen buraya kavga çıkarmaya mı geldin?”, - der. Cengiz Han’ın
yeğeni ise küstahça: “Ey cevap yetiştirici seni Sultan Mahmud seni akrabası
diye Taşkent hâkimi yapmıştır. Yoksa senin ne özelliğin vardır?” der. Bu sözler
Gayur Han’ı kızdırır: “Sen tüccarsan vergini öde ve git. Sonra yine vergi
yüzünden kavga çıkarma”- der. Cengiz Han’ın yeğeni: “Ben malımı nerede satarsam
vergimi oraya öderim” - diye karşılık verir.
Gayur Han ise: “Senden vergini de alırım
eline mühürü de basarım. Nereye gidersen kimse sana yaklaşamaz” diye tehdit
eder. Cengiz Han’ın yeğeni ise: “Ben ne zaman vergiyi verirsem o zaman
alırsın”- diye cevap verir. Gayur Han hiddetlenerek: “Ey Abdullah, bu lanet
olasıyı öyle bir dövdür ki konuşamaz hale gelsin.” der. Cengiz Han’ın yeğeni:
“Abdullah’ın beni dövdürmek haddi midir?” değince Abdullah da oğullarının
intikamını almak için Cengiz Han’ın soyundan olan gencin boynunu bir kılıç
darbesiyle gövdesinden ayırdı. Ve ruhunu cehennemin zakkumları arasına,
cesedini de yere savurdu. Onunla beraber gelen dört kişiyi de öldürerek
diğerlerini zindana attılar. Gayur Han (61) bu olaylara şahit olduktan sonra
Sultan Mahmud’u ziyarete gitti. Abdullah da Gayur Han’a olayları anlatan bir
mektup gönderdi. Sultan Mahmud’a mektup ulaşır ve yazılanları Sultana Gayur han
açıklayarak anlatır. Mektupta: “Görünüşte tüccar ama aslında casus idiler.
Evime çağırdım ve durumlarını anladım. Ölenleri öldü geri kalanları zindana
attım, son söz sizindir”, - yazılıdır. Sultan Mahmut bu sözler üzeine:
“Abdullah kendisi bilir. İster serbest bıraksın ister öldürsün” diye
mühürleyerek bir mektup gönderir. Abdullah bu haberi işitip askerlerin hepsinin
başını kestirir bir zaman sonra bu haber Çin Maçin vilayetine gider. Cengiz
Han’ın da kulağına ulaştığında oğlu ile beraber beş yüz bin kişiyi gönderir.
“Sakın Sultanın askerleri ile savaşmayın. Abdullah ile ne yaparsan yap”, der.
Oğlu birkaç günlük yoldan sonra Kaşgar’a
ulaşır. Abdullah bu olayı haber alır ve halkı ile saf tutarak savaşırlar. Kaç
gün kaç gece savaştıktan sonra Cengiz Han’ın oğlunun çok askeri ölür ve geri
kalanlar kaçmaya başlar. Kaçarken Sultan Mahmud’un ordusu ile karşılaşırlar,
Cengiz Han’ın oğlu babasının (62) vasiyetine uyarak savaşmaz. Ama Sultan’ın
ordusu çok kişinin ölümüne sebep olur ve geri kalanlar zar zor canlarını
kurtararak olayı Çin Maçin’deki Cengiz Han’a anlatırlar. Cengiz Han ülkenin
önde gelenleri ile görüşerek Sultan’a bir mektup yazar: “Eğer Sultan Mahmud
sözünü tutmayarak oğlumun askerlerine saldırdıysa Abdullah’ı bana göndersin.
Yoksa ikimiz arasında adâvet oluşur” dedi. Ve mektubu elçi ile yolladı. Elçi
Sultan’ın karşısında tazim ve tevazu ile mektubu takdim etti. Sultan Mahmut
mektuba bakıp şöyle söyledi: “Cengiz Han usulsüz yazmıştır. Bu sözü ile
Abdullah’ın saçının bir telini bile vermem.” gelen elçilerin kulak ve burunlarını
keserek atlarına ters bindirip geri gönderdi. Onlardan şu sözü Cengiz Han’a
iletmelerini istedi: “Cengiz Han elinden geleni ardına koymasın.” Elçiler
meşakkatli yolculuktan sonra Çin Maçine vardı. Yaşadıklarını Cengiz Han’a bir
bir anlattılar”. Cengiz Han üzüldü falcıyı çağırtıp fal baktırdı. Falcılar
şöyle söyledi: “Savaş olacak ve Hârizm vilayeti yıkılacak.” Han bu cevap
karşısında sinirlenerek heyetin toplanmasını emretti. Heyettekiler: “Ey Çin
Hakanı, orduyu toplayarak sefere çık, senin şansın boldur, Hârizm’in yıkılması
ise çok yakındır”- dedi. Cengiz Han bunun üzerine Çin Maçin, Hita ve Hotan’dan
tabi olanların bir yıllık erzak alarak sefere çıkmalarını emretti. (63)
Sultan Mahmud da bu haberi duyunca kendi
ordusunun hazırlanması için haber verdi.
Rivayetçiler söylerler, Cengiz Han sağ
yanında Allâme Tûsî, sol yanında Hülâgû ve önünde oğulları ile giderken Allâme
Tûsî’ye dönerek: “Bir fal aç bakalım, Hârizm’i kim yok edecek ve Sultan
Mahmud’u kim öldürecek?”-diye sordu. Bunun üzerine Tûsî fal açarak: “Ey Çin
Hakanı, Sultanı sen mahvedeceksin ve Bağdat’a kadar işgal edeceksin, o zaman
Hülâgû’yu da Hârizme padişah seçersin.”, dedi. Cengiz Han: “Ey Tûsî, Hülâgû
Hârizm’i fethederse dile benden ne dilersen.” dedi. Tûsî ise: “Ey Hakan, eğer
sen o vakit Bağdat’ta olursan benim muradımı nasıl gerçekleştireceksin” diye
sordu.
O vakit Cengiz Han Hülâgû’yu çağırıp şöyle
dedi: “ Ey Hülâgû sen gidip Hârizm’i al, ardından da Allâme Tûsî’nin ne muradı
varsa gerçekleştir” dedi. (64) Hülâgû Allâme Tûsî’ye dönerek: “ne muradın var?”
diye sordu.
Allâme Tûsî “ benim muradım ibn Hacip
adındaki oğlanı öldürmemdir.” Cengiz Han ile Hülâgû bu konuşmalardan sonra
Allâme Tûsî ile vedalaşıp ayrıldı.
Rivayetçiler söylerler; Sultan Mahmud
Cengiz Han’ın yaptıklarını duyunca falcılara haber verdi: “Sizler bir fal açın
bakalım, ne yapmamız gerekiyor?”- dedi. Fal bakanlar gördüler ki Cengiz Han
savaşı kazanacak bunun üzerine falcılar: “Ey Hârizm Hakanı, siz üç ay
sabrediniz. Üç ay sıkıntılı olur ama sonra sıkıntı def olur” diye tavsiyede
bulundu. Sultan Mahmud falcıların sözüne uymadı. Ve birkaç bin asker ile Cengiz
Han’ın karşısına çıktı.
İlk olarak iki tarafın pehlivanları
meydanda savaştı. Öyle çetin bir savaş oldu ki müslümanları canından bezdirdi.
Sonunda (Sultanın) İslam ordusu geri çekilmek zorunda kaldı. Sultan Mahmud bu
durum karşısında yüz bin kişiyi o şehirde bırakarak ordu ile Kaşgar’a sığındı.
Cengiz Han Sultanı bir kaç gün şehirde hapsetti ve Sultan Abdullah’a iki yüz
bin asker bırakarak (65) Taşkent’e gitti. Cengiz Han kaleyi ele geçirmek üzere
iken Kaşgar’a gelip Abdullah’a tâbi olursa eskisinden daha iyi konuma
getireceğini söyledi.
Abdullah: “Cengiz Han beni Çin Maçin’e
padişah yapsa bile bunu kabul etmem. Elinden geleni ardına koymasın “- dedi. Ve
gönderdiği elçilerin kulak ve burunlarını keserek geri yolladı. Bunları Cengiz
Han duyunca öfkelendi. Askerlerine hücum emri verdi. Askerler koşarak direk
kaleye doğru saldırdı. Abdullah’ın ordusu Hanın askerlerini öyle kırıp geçirir
ki cesetlerinin boyu kalenin boyuna ulaştı. Cengiz Han Tûsî’ye: “Sen, Bağdat’a
kadar alacaksın dememiş miydin bu nasıl durum?” diye sordu. O da cevaben: “Ey
Hakan, askeri böyle harap etme. Kaleyi ele geçirmek kolay değil, boşuna asker
kaybediyoruz.” dedi. Han ne yapmaları gerektiğini sorunca: “Askerlerine söyle,
kalenin kenarlarına doğru ilerlesinler ve oradan tırmanarak savaşsınlar”- der.
O gece Abdullah vakti ganimet bilerek saldırır ve çok askeri kaybederek kaleden
geri içeri girdi.
Rivayetçiler söylerler; Cengiz Han Kaşgar’ı
alıp Taşkent’e geldi. Taşkent halkı savaşa girişti. Rüstem Mazandaran’da,
Afrasiyap’ta[133] Zerefşan nehrinde, Emir Hamza
Kuh-i kafda böyle savaşa girişmemişlerdi. Böylece yedi gün gece gündüz
savaştılar. Sekizinci gün Cengiz Han’ın arkasından askeri nihayet geldi.
Sonuçta Cengiz Han Tanşkenti de alıp Gayur
Hanı ve yine birkaç Müslüman’ı şahadete ulaştırıp Semerkant’a yol aldı. Bu
haber Semerkant’ta sultan Mahmut’a ulaştı. Sultan Mahmut Semerkant vilayetine
yedi yüz bin İran askeri yerleştirdi. Kendisi Buhara’ya gidip, orada fazla
durmadan Karakul’a vardı. Oradan da Hârizm’e mektup gönderdi: “Ulu (67)
oğullarımı, delikanlıları gemiye salıp denizden Bağdat’a göndersin. Sonrasında
oğullarım Cengiz Han’ın yanında dursunlar” diye mektubu tamamladı. Mektup
ulaştıktan sonra oğulları gemiye binerek denizden Bağdat’a gittiler Cengiz
Han’ın yanına varınca beklediler. Sultan Mahmut Oğullarını askerlere bırakıp
kendisi Bağdat tarafına yol aldı. Oğulları Hindistan, Kabil, Kandehar, Hirat
askerlerini toplayıp Cengiz Han’ı beklemeye başladılar.
Rivayetçiler söylediler; Cengiz Han
Taşkent’i aldıktan sonra Semerkant üzerine yürüdü. Semerkant halkı savaştılar.
Cengiz Han askerlerinden çok kişi öldü. Cengiz Han’ın ordusu üstün gelemedi ve
Cengiz Han bu duruma çok şaşırdı. Semerkant ehlinden dört ulema, sekiz şeyh ile
berabarer Cengiz Han’ın karşına gelerek şöyle söyledi: “Semerkant’ı savaş ile
alamazsın, askerlerin ölümü devam etmeden vazgeçerek geri dönmelisin.” Bunun üzerine
Cengiz Han: “Öyleyse sultan Mahmut’un arkasından gideyim geri döndüğümde
sizlerle konuşurum.” diyerek Buhara’ya gitti. Buhara halkı da Semerkant
halkının söylediklerinin aynısını söyledi. Bunun üzerine Cengiz Han Karakul’a
yürüdü. O gün sultan Mahmut’un oğulları (68) öyle savaştılar ki ölen askerlerin
hesabını Allâh’tan başka kimse bilemezdi. O gün Kabil halkından bir kişi Kalmak
Hanzadesi’nin atını düşürdü. O atı Gıyasettin Han kabilliden alıp, ödül olarak
Kabilli’yi Kabil’e padişah yaptı. Kabil halkı bu atı alana düşman olup Cengiz
Han tarafına geçtiler. Bunları gören Hindistan ve Hirat halkı, diğer taraftan
gelen askerler Cengiz Han tarafına geçtiler. Şehzadelerin ordusunda Hârizm
askerlerinden başka kimse kalmadı. Cengiz Han galip oldu. İsmail Han ile
İbrahim Han’ı şehit etti. Gıyasettin Han Kalmaktan kalan atına binerek Hârizm’e
kaçtı.
Rivayetçiler söylerler; Cengiz Han
oğullarına dönerek şöyle söyledi: “Ey Hülâgû, Ayhan sizler Hârizm’e gidip
Allâme Tûsî’nin dediklerini yapın. Ben Mervşahcihan’a gidip sonra sultan
Mahmut’un arkasından Bağdat’a gideceğim. Sizler Hârizm işini tamamlayıp halkı
taşıyıp, herkesin boynuna bir çuval toprak yükleyin. Sultana bağlı olarak hazır
olun. Ben döndüğümde hep beraber gideriz diye oğullarını gönderdi. Cengiz Han
Merv tarafına gitti. Merv’de sultan Mahmut on iki ilgar[134]
(69) hazırlatmıştı. Cengiz Han onları savaşta öldürürerek, Merv’i harap edip
Bağdat’a doğru yol aldı.
Rivayetçiler söylerler; Cengiz Han’ın
oğulları Hârizm’e yürüdüler. Hârizm halkı Korgan’da hapis oldu. Kalmaklar
Korgan’ın etrafını çembere aldılar gecesi uyuyup sabah kalktılar ki Korgan
yerinde yok, atın kişneme, ineğin böğürme, köpeğin uluma sesi geliyordu. Sesin
nereden geldiğini bilmedikleri için korku içinde Kalmakzadeler Allâme-i Tûsî’ye
dönerek sordular: “Bu nasıl sırdır?” Allâme Tûsî fal bakıp gördü ki Şeyh
Necmeddîn-i Kübrâ kerâmet perdesini kapatmış, asker gönderin gidip Hârizm
halkından birini bulsun. Asker gönderip bir balıkçıyı getirdiler. “Bu kişiye bir
yoldaş verin ki buna yardımcı olsun. Mektup yazın ki Şeyh Necmeddîn-i Kübrâ
saraydan ayrılsın. Onlara bu konuyla Şeyh Necmeddîn-i Kübrâ’dan başka hiç
kimsenin alakası yok diye mektup yazıp göndersinler,” dedi. Yakalayıp
getirdikleri kişiye sordular:“Sen hangi ülkedensin?’’ korkarak şöyle dedi: “Ben
Karki ülkesindenim.” Bunun üzerine Kalmaklar Karki Hanı yok yalan söylüyorsun’’
dedi. O zaman biçare şöyle söyledi: “ Ben korktuğum için öyle söyledim, yoksa
Hârizm torunuyum. Babam şeyh Necmeddîn’in mürididir.’’ dedi. Mektup yazıp (70)
balıkçının yanına bir kişiyi daha vererek gönderdiler. Balıkçı gidip sarayın
kapısını çaldı. Kapıdan kimsin diye seslendiler. Bunun üzerine Falancanın
oğluyum balık tutardım.” dedi
Kapıda bekleyen Şeyh
Necmeddîn’in yanına varıp iletti. Şeyh: “ İçeri alın ve bana getirin.” dedi.
İçeri girdiklerinde balıkçı mektubu çıkartıp şeyh Necmeddîn’e verdi. Şeyh
Necmeddîn mektubu okuyarak: “Ben Hârizm halkının iyi günlerinde yanında olup,
kötü günlerinde terk edip gitmem.” dedi. O çocuğu iletmesi için geri
gönderdiler. Sarayın kapısı tekrar kapandı. Çocuk şeyh Necmeddîn’in sözlerini
gidip hanzadesine söyledi. Allame-i hanzade vezirine buyurdu: “Fal bakın ne
yapmamız gerekiyor.’’ dedi. Allâme Tûsî fal bakıp şöyle dedi: “Atların
eğerlerini koşunları arkasına çevirip binsinler böyle ilerlesinler” dedi. Ama
gambazlar Hârizm şehzadesine şöyle ilettiler şeyh Necmeddîn kapıda durup
herkesi içeriye alıyor. Şeyhzade: “Söyleyin şeyh ise sarayda otursun, kapıda ne
işi var.’’dedi. Bu sözü şeyh Necmeddîn’e ilettiler. Bunun üzerine Şeyh
Necmeddîn: “Kapıda işim var.’’dedi. Hârizm şehzadesi falcılara: “fal bakın ne
görünecek” dedi. Falcılar fal açıp: şöyle “Kalmakların atlarının eğerleri Çin
tarafına çevrili duruyor. Belki de dönecekler.’’dedi. Bunu duyan şehzade atını
eğerleyip (71) binerek kapıya doğru gitti, Şeyh Necmeddîn ayaklarını uzatıp
kapıda oturuyordu. Şehzade öfkelenerek: “Ey şeyh ayaklarını toparla.’’ dedi.
Bunun üzerine Şeyh Necmeddîn: “Ben ayaklarımı
toparlarım, sense arkanı toparlayamazsın.’’ Dedi. Şehzade: “toparlarım” değince
Şeyh Necmeddîn “ayaklarımı toparladım. Sen de arkanı toparla” diyerek
ayaklarını toparladı. Şehzade kapıyı açınca Kalmakların geldiğini gördü. Hz.
Şeyh Necmeddîn gördü ki, Kalmak askerlerinin başında Hazreti Hızır aleyisselam
geliyor.
Hz. Şeyh Necmeddîn Hz. Hızır’ı görüp: “Bu
nasıl sırdır ki Kalmakların başında geliyorsunuz?” dedi. Hz. Hızır şöyle dedi.
“Takdir böyleymiş”. O halde Hazretin (Şeyh Necmeddîn C. P.) kulaklarına bir ses
geldi. Baktı ki meleklerden geliyordu: “Ya eyyühel küfrân katlül fücur’’,denen
ses geldi. Sesi duyunca, Allâh’a şükredip Hz. Hızır’a şöyle söyledi: “Siz gelin
kaleden çıkayım.” dedi. Hz. Hızır Alehisselam: “ Ben sizden hicap ettiğimden
dolayı duruyorum.” dedi. Bir köşede bekledi.
(72) Rivayetçiler söylerler; Hz. Şeyh
Necmeddîn’in ayaklarını toplamasıyla Kalmakların gözündeki perde kalktı ve kale
göründü. Hz. Şeyh Necmeddîn kaleden çıkıp geliyordu. Hülâgû’nun oğlu ona hücum
etti ve başını kılıçla kesti. Şeyh Necmeddîn’in başı yere düştü Şeyh bir eliyle
kendi başını diğer eliyle katilin başını tuttu. Yaşlı kadının bahçesine varıp
kanlar içinde şehit oldu.
Bolur har kim cahan ahlide payda,
Ölim çangalide bolğusi şayda,
Anındek şayhi amvat olğanida,
Bitip tarihida şah-i şuhada
Açıklaması:
Olur, her kim cihan halkında peyda,
Ölüm çengelinde olur şeyda,
Onun gibi şeyh-ı emvat olduğunda,
Bitip tarihinde şah-ı şüheda.)
( Bu şiirde “Şâh-ı şühedâ” Tarih günü olup
615 hicri 1221 miladi yılını ortaya çıkarır. Yani Şeyh Necmeddîn-i Kübrâ’nın şehit
edildiği yıl.)
Rivayetçiler söylerler; Hazret-i Şeyh
Necmeddîn’in eli Hülâgû’nun oğlunun perçemini öyle bir tutmuştu ki saçlarını
parmaklarının arasından bir türlü ayıramıyorlardı. Hülâgû birkaç atlı ile
geldiğinde gördü ki (73) oğlu ağlıyordu. Hülâgû Şeyhin kolunu kesmelerini
emretti. Birkaç defa denediler ama başarılı olamadılar yine denediler Hazretin
koluna bıçak işlemedi. Perçemini kesmek istediler ona da bıçak işlemedi.
Şaşırıp Allâme Tûsî’ye sordular: “Bu iş nasıl bir hikmettir?” Allâme Tûsî fal
bakıp: “Eğer Müslüman olur ise kurtulur yoksa düzelmez” dedi. Bunun üzerine
Hülâgû: “Kurtulacaksa müslüman olsun.” dedi. Ve oğluna dönerek: ”Ey Yalguz Han
Müslüman ol kurtul” dedi. Bunun üzerine Yalguz Han: “Lailahe illallah, Muhammeden
resullullah. Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdûhu ve
resûluhu” diyerek İslam dairesine dâhil oldu. O anda şehit olan şeyh
Necmeddîn’den ses geldi: “Ey millet şahit olun bu oğlanı kendim ile beraber
cennete götüreceğim çünkü beni “Derece-i alaya götürdü.” ardından oğlanın
perçeminden tutu ve ikisi birden gözden kayboldu.
Hülâgû oğlundan ayrıldığına sinirlenip
kılıcını öyle vurdu ki kalenin içinden kan akmaya başladı. Namı kötü olan
Allâme Tûsî “Medrese-i medeni ilim”e gidip yetmiş bin mollanın hepsini kılıçtan
geçirerek şehit etti. On ay soy kırım devam etti. Hülâgû’nun emriyle minareler
yıkıldı. İki minare kaldığında şöyle söylediler: “Ey Allâme Tûsî muradına erdin
mi?” O zaman Allâme Tûsî: (74) “Ey Çin sultanı benim muradım Ebulfeyz
Mecdeddîn’i öldürmek idi muradıma eremedim. Hârizm mollalarının hepsini
öldürsem bir İbn Hacib’in yerini tutmaz” dedi. Bunun üzerine Hülâgû: “Artık
birilerini öldürmeden İbn Hacib’i bulun.” diye emretti.
Rivayetçiler söylerler İbn Hacib bir yaşlı
kadının evine giderek: “beni saklayacak bir yerin var mı?” dediğinde yaşlı
kadın hemen: “Şeyh-i zaman canım size feda olsun bir evim var oraya buyursanız
hiç kimse sizi bulamaz.” dedi. Bunun üzerine İbn Hacib: “Ey anneciğim sözlerini
ihlâs ile söylüyorsun senin milletini, evlatlarını Allâhü teâlâ dünya da ve
ahirette mesut etsin.” diye dua etti. Ve ardından: “Anneciğim bana bir kova süt
ile bir kova su getirir misin beni kim sorarsa sakın söyleme benden dolayı sana
zarar gelmesini istemem.” dedi. Yaşlı kadın İbn Hacib’in isteklerini yerine
getirdi evinin iki tarafını kapatıp ağacıniki tarafından ip geçirdi. Bunun
üzerine İbn Hacib oraya gelerek bir ayağına süt diğer ayağına su kovasını asıp
oturdu. Biçare kadın (75) her ne isterse yerine getirdi. Birkaç gün daha bu
şekilde devam etti.
Rivayetçiler şöyle söylerler; Allâme Tûsî
ne kadar uğraşırsa uğraşsın İbn Hacib’den haber alamadılar. Hülâgû: “Ey Allâme
Tûsî bir oğlanı bulamayıp şaşırıyorsun. Onun elinden ne gelir? O kadar kin
güdüp onun sinirinden yetmiş bin molla öldürdün, Bunca kötülük ediyorsun fakat
henüz muradına eremedin. Nitekim fal bakma iddasındasında bir oğlanı bulamazsan
seni öldürürüm.” diye söylendi.
O zaman Allâme Tûsî fal bakıp gördü ki İbn
Hacip gökyüzü ile yer arasındaydı. Allâme Tûsî şaşırıp parmağını ısırdı. Bunu
gören Hülâgû: “Buldun mu ki parmaklarını ısırıyorsun?’’ dediğinde Allâme Tûsî:
“Falda öyle görünüyor ki İbn Hacip yer ile gök arasında bir ayağını süt
denizine, bir ayağını su denizine salmış oturuyor.” bunu duyan Hülâgû: “Ey
Allâme Tûsî sana lanet olsun bu dünyada süt denizi varmıdır hiç duymadık?”
dedi. Allâme Tûsî kendi sözüne kendi şaşıp yine fal açarak: “çiyan sayesinde
İbn Hacib bulunur. Ey Çin hakanı, her mahalleden bir çuval çiyan bulunmasını
emret çiyanın nerede çok olduğunu ondan başka kimse bilmez.” dedi.
Hülâgû her mahalleden insanları toplayıp
herkes bir çuval çiyan getirsin yoksa hepiniz öleceksiniz dediğinde müslümanlar
gönülsüz çiyan aramaya koyuldular. Hülâgû halkın üzerine Yasavulları salıp
zulmetmeye başladı. Halkın feryadı doruğa ulaştı. Çiyan bulunmadığından heryeri
yerle bir ediyor, yakılmadık hane bırakmıyordu. Hülâgû: Hârizm’i alamadık.
Üstelik kimse çiyan da bulamadı.” dedi. Yaşlı kadının mahallesinde ulu birine
zulmettiler feryadı İbn Hacib’in kulağına kadar geldi. İbn Hacib: “Ey Anne bu
nasıl bir feryattır?” dedi. Yaşlı kadın çiyanın hikâyesini baştan sona anlattı.
Bunun üzerine İbn Hacip: “bu ızdıraba dayanamazlarsa içlerinden birisi gidip
filan mezarda filan kümbetten güneşin doğduğu tarafta kadı’nın mezarını bulsun.
Ona bir dal soksunlar içinden çiyanlar çıkar. O çiyanları aldıktan sonra çuvalı
iyice kapatsın yoksa ondan çıkan çiyanlar âlemi harap eder.” dedi. Bu sözleri
yaşlı kadın birkaç gün kimseyle paylaşmadı. Bir zaman sonra oğlanın biri gelip:
“Anne babama zulüm ediyorlar sabrım tükendi.” dedi. Yaşlı kadın üzüldü: “Ey
oğlan filan mezarda filan kümbetin güneş doğan tarafında (77) kadı’nın mezarı
var ona bir dal sokup çıkarırsan çiyan bulursun fakat hemen alıp çuvala koy,
çuvalı iyice kapat ve bunu benden duyduğunu kimseye söyleme” dediğinde oğlan
koşup babasına haber verdi. Babası gidip o mezarı buldu. Dal sokup çıkardığında
içinden çiyanlar çıktı. Bir çuvalı doldurup ağzını iyice kapattı. İnsanlar bu
olaydan haber alıp oraya koştular. Herkes çuvalları doldurdu. Çiyan dolu
çuvallarını Hülâgû’nun yanına getirdiler Allâme Tûsî sordu: “Bu çiyanları
nereden buldunuz?” halk mezardan bulduk dedi. Bunun üzerine Allâme Tûsî: “size
bunu kim öğretti?” dedi. Ve ardından: “En önce çiyan bulandan sorun.” dedi. O
kişi korkarak oğluna haber verdi. Oğlu da korkup yaşlı kadına haber verdi.
Yaşlı kadın da çok zulüm çektikten sonra dayanamayarak İbn Hacib’e habervermek
istedi. Bunun üzerine yaşlı kadının yaşadıkları İbn Hacib’e malum olup: “Kala
en- Nebi Aleyhisselâm: “Külli sır cavuz la şanın şa.’’ yani Peygamber
Aleyhisselâm şöyle söyledi : “Hangi sır iki kişiden fazla kişiye ulaşırsa sır
olmaktan çıkar. Bu sır ortaya çıktı. Ben yaşlı kadına söyledim. Yaşlı kadın
dışarı çıkıp halka söylemiştir.’’ diyerek yaşlı kadının evinden dışarı çıkıp
oğlanlar ile oyunla meşgul olup kerâmet göstererek kimsenin kendisini bulmasına
izin vermediler.
Hârizm vatandaşları İbn Hacip yüzünden
cezadan kurtulamadılar. Her gün Hülâgû Allâme Tûsî’ye hitaben: “Ey bedbaht,
Hârizm halkına bir İbn Hacip için niye bu kadar eziyet ediyorsun, onu hala
bulamadın böyle devam ederse seni âleme rezil ederek öldürürüm” dedi. O zaman
Allâme Tûsî “Baba’nın emrini yerine getir, eğer bulamazsam, âleme rezil ederek
öldür.” dedi. “Sizden tek isteğim şudur ki Hârizm halkının hepsini bir bir şu
kapıdan geçirin o zaman İbn Hacip’i bulurum.” dedi. Hülâgû emretti: “herkes şu
kapılardan bir bir geçsin” ve ardından halk gruplar halinde geçmeye başladı.
Allâme Tûsî Allâh’ın ismini bir kâğıda yazıp iki parmağının arasına koydu ve
geçenlere tek tek sormaya başladı. Söyle :“Bu kaçtır?”. Halk ne olduğunu
bilmeden iki diyerek geçerdi. Bir grup oğlan hariç on beş gün içerisinde halkın
hepsi kapılardan geçmişti. Yasavullar onları da getirdiler. Oğlanlar da kapıdan
geçtiler. İbn Hacip kerâmetle Allâh’ın yazılı olduğunu anlayıp kapıdan geçmeden
duruyordu. Kendi kendine: “Eğer bir dersem ölüm tehlikesi var. İki dersem
imandan olma tehlikesi var. Ölsem ölürüm ama imandan ayrılmam” deyip “bir”
diyerek geçti. Bunun üzerine Allâme Tûsî onun İbn Hacip olduğunu hemen anladı.
Ve “şu oğlanı tutun” diye emir verdi. Derisine saman tıkarak kapıya astılar.
Şeyh Necmeddîn-i Kübrâ’nın annesinin adı
Bibi Hacer’dir. Bibi Hacer takvalı ve zamanının nurlu simalarındandı. Onun
nefsine hâkimiyeti ve rizayette sabır takadını artırması Ahmed’e çok tesir
etmiştir. Necmeddîn-i Kübrâ’nın “Ebu’l Cennâb” künyesini almasında annesinin
terbiyesinin büyük rolü vardır. Etnoğrafik bilgilere bakıldığında Bibi Hacer’in
kız kardeşleri Bibi Şadman, Bibi Rabia ve Bibi Fatımaların da zamanının evliya
kadınlarından olduğu ortaya çıkar. Onların Cengiz ordusuna karşı kahramanca
direnişleri halk rivayetleri arasında dolaşmaktadır. Bu evliyaların mezarları
şuanda kutsal ziyaret alanlarından biri kabul edilir. Ve Sayat köyünde yer
alır.
Ali Şir Nevâî’nin: “Nesâimü’l-Mehabbe”
isimli eserinde Necmeddîn-i Kübrâ’nın annesi Bibi Hacer’e işaret ettiğini
biliyoruz. Nevâî şöyle söyler: “İmam-ı Yâfii kendi şehrindeki ulemalardan
nakleder ki: “Hârizm bölgesinde öyle bir kadın gördüm ki, yirmi yıldan uzun
süre ne yemek yiyor ne bir şey içiyor. Vallahu âlem!”. Nevâî’nin bahsettiği bu
kadın kimdir ve ne zaman yaşamıştır? Bu soruya tarih bilimcisi K.Nurcanov’un
topladığı etnoğrafik belgelere bakıldığında bu kadının Necmeddîn-i
(80)
Kübrâ’nın annesi Bibi Hacer
olduğunu söyleyebiliriz. Bibi Hacer kendi hanesine defnedildi. Yıllar sonra
XIX. asrın şeyhi kendi kazandığı helal kazanç ile Bibi Hacer’in kabri üstüne
türbe yapmaya niyetlendi. Ve bu türbeyi kil ve kerpiç yardımıyla yaptı. Onu
pişirmek için kamışlar toplayıp ateş yakdı. Bir gün Hîve Hanı Muhammed Emin Han
hankâhına geçerken türbeden çıkan dumanı görünce sebebini sordu.
Hizmetçiler hemen bu işe sebep olanı bulup
Han’ın huzuruna getirirler. Han Şeyh’in yaptığı şeyi öğrenince bu türbe için o
da yardımda bulunmak istedi. Ve kendisine bir kâse altın bıraktı. Ama Şeyh bu
altınları kabul etmedi: “ben bu türbeyi helal kazancımla kurmak istiyorum.
Sizin vereceğiniz paranın ise hangi yolla geldiği belli değildir” dedi.
Eğilerek türbenin kapısından içeri girdi. Bir köşeye geçip oturdu. Bunun
üzerine Han: “Pîr’im, dışarı çıkarsanız konuşalım sizi ziyaret etmek
istiyorum.” dedi. Ama Şeyh çıkmadı. Ve pişirmeye devam etti. Han dileği
gerçekleşmeyince yoluna devam etti. Sekiz mil gittikten sonra peşinden bir
haberci geldiğini gördü. Haberci İran Şahı’nın Hîve hanlığına saldırı
düzenlediğini söyledi.
(81)
Bunun üzerine Muhammed Emin
Han hemen geri dönüp İran’a karşı savaşta yer aldı. Ve bu savaşta hayatını
kaybetti.
Türbenin kurulması ve Muhammed Emin Hanın
ölümünü bu hikâye ile birleştirir.
“(Bu rivayet Hîve bölgesi, Sayat Köyü
Gullanbag mahallesinde oturan 67 yaşındaki Abdullah oğlu Erkin tarafından
anlatılmıştır)”.
Şeyh Necmeddîn-i Kübrâ Mısır’da Ruzbihan
Vazzan’ın evinde on yıl hizmette bulunur. Ruzbihan Vazzan kendi kızını şeyhe
zevce olarak verir. Onların Hasan ve Hüseyin adında iki oğlu olur. Cengiz
Han’ın yapacaklarını önceden sezen Ruzbihan Vazzan damadı Necmeddîn-i Kübrâ’ya:
“Siz kendi ülkenize dönünüz. Orda vatanınızı düşmandan koruyunuz” der. Onlar
başkent Hârizm’e oradan da annesinin yanına Hîve şehrine gelirler. Şeyh oranın
saldırıya uğrayacağını kerâmet ile hissederek annesine Eski Urgenç’e gitmeyi
orada bağ-bostan kurmayı teklif eder. Bunun üzerine Bibi Hacer: “oğlum,
fakirlik çeksem de şu kulübem benim için bağdır.” der. Oğlu Ahmed’in
ısrarlarına rağmen (82) ikna olmaz. Sonra Şeyh annesinin rızasını alarak
başkent Hârizm’e gider.
O zamandan beri Sayat köyündeki mahallenin
adı “Gullanbag” yani “kulubem bağ” olarak bilinir.
“(Bu rivayet Hîve bölgesi, Sayat Köyü
Gullanbag mahallesinde oturan 67 yaşındaki Abdullah oğlu Erkin tarafından
anlatılmıştır)”.
Günlerden bir gün köle pazarında atlı bir
zengin Urgenci (asıl adı Abdulrahman) isimli delikanlının yanına gelir ve ona
bir yıl bakacağını bunun karşılığında sadece bir iş buyuracağını söyler.
Delikanlı bu fikri kabul eder zengini ile evine doğru yol alır. Aradan bir yıl
geçer ve zengin söz verdiği gibi delikanlıya bir yıl boyunca bakar. Bir gün
delikanlıyı daha küçük bir ata bindirerek dağın eteğine götürür.
Zengin kişi delikanlıya kendi bindiği atı
kesmesini ve onun derisinin içine girmesine söyler. Delikanlıya bir kılıç verir
ve dağın tepesindeki kartalı öldürmesini emreder.
(83) Urgenci atın derisini ayırır ve içine
girer. Büyük bir iğne yardımıyla karnını diker. Zengin ise bir köşede oturup
onu seyreder. Kartal deriyi görür görmez yuvasına götürür, delikanlı kartal ve
yavrularını kılıçla öldürür. Sonra yukarıda birikmiş olan değerli şeyleri
aşağıda bekleyen beyine atar. Zengin kişi her şeyi topladıktan sonra: “Şimdi
sen başının çaresine bak, seni Allâh’a emanet ediyorum” der ve gider.
Urgenci tepeden inemez ve yorgunluktan
uyuyakalır. Rüyasında delikanlının yanına bir yaşlı gelir “oğlum burada ne
yapıyorsun”, diye sorar. Delikanlı başına gelenleri yaşlıya anlatır. Yaşlı
adam: “sabah erkenden tilki kartaldan kalanları yemek için buraya gelir ve sen
de ona takılır inersin. Çünkü tilki dağdan inme yollarını iyi bilir.” der. Ertesi
gün gerçekten de bir tilki gelir ve delikanlı onun peşinden yağmur suyunun
aktığı yamaçtan aşağıya iner. Dağın eteğine inmek üzereyken mağaranın birinden
ses gelir. Delikanlı mağaraya doğru bakar. Ve içeride dün rüyasında gördüğü
yaşlı adamın kırk erenler ile oturduğunu görür. Yaşlı adam dışarı çıkar. Bunun
üzerine delikanlı ondan ekmek ister. Yaşlı adam kendilerinde ekmek olmadığını,
hiç bir şey yemediklerini söyler. Fakat ona biri kırmızı diğeri beyaz iki tane
karpuz çekirdeği verir. (84) Onları yaşlı kadının evinin bahçesine dikmesini
buyurur. Kırmızı tohum büyüdüğünde ondan üç fidan çıkacağını ve o iki fidanının
kesilmesi geretiğini kalan bir fidanın karpuz olacak yerinin o ihtiyarın
mübarek kanının döküldüğü yer olduğunu söyler. Beyaz tohum büyüdüğünde onunda
karpuz olduğu bölge İbn. Hacib’in kanının döküldüğü yerdir. Buhara’ya gidip
Ramitan babayı alıp gelmesini söyler. Sonra yiğit ihtiyarın kim olduğunu sorar.
İhtiyar ise kendisinin Şeyh Necmeddîn-i Kübrâ olduğunu söyler ve mağaraya girip
gözden kaybolur.
Urgenci çok yol yürür yaşlı kadının evine
varır. Bu ev başkent Hârizm de şimdiki Urgenç’tedir. Yiğit önce bahçenin arka
tarafına kırmızı tohumu eker. Ardından Buhara’ya Ramitan babayı getirmeye
gider. Yiğit olayı anlatıp Ramitan babayı başkent Hârizm’e getirir. Geri
geldiklerinde ektiği tohum büyümüştür. Yiğit şeyhin dediği gibi tohumların
karpuz olan yerini Ramitan baba yardımıyla kamış ile kaplar. Orayı mukaddes
yere dönüştürürler. Bu olaydan sonra Orada her zaman fakirler, biçareler,
yetimler, dervişlere pilav verilir. Şaşırtan tarafı şu dur ki; halk pilavı ne
kadar yerse yesin sonu yoktur. Çünkü Hârizm şahı sultan (85) Mahmut her gün
yedi tane koyun keserek pilav yaptırır. Moğollar Hârizm’i işgal ettikten sonra
Cuci bu geleneği yok etmiştir.
“(Bu rivayet Hîve bölgesi, Sayat Köyü
Gullanbag mahallesinde oturan 67 yaşındaki Abdullah oğlu Erkin tarafından
anlatılmıştır)”.
Şeyh Necmeddîn-i Kübra’nın Hikmetleri[135]
“Ana vatan yolunda, vatanı himaye ederek
şahadet şerbetini içmek Allâh vaslına yetişmek ile eşittir.”
“Vatan himayesi iman simgesidir.”
“ Ben Hârizm milletinin iyi günlerinde
yanlarında olup kötü gününde onları terk edemem.”
(Cengizhan Necmeddîn-i Kübrâ’ya adam
gönderip, Hârizm’de baskın yapma niyeti olduğu için şeyhin orayı terk etmesini
rica eder. Şeyh ise, ben 76 yıllık hayatın acı tatlı anlarını Hârizm’liler ile
geçirdim, şimdi kötü zamanda onları bırakıp gitmek namertlik olur, diye cevap
gönderir.)
“Görüyorum ki ömür ve dünya gibi hızlı,
acele geçip giden, ölüm ve ahiret gibi yakın, arzu gibi çok uzak rahatlıktan
daha güzel bir şey yokmuş dünya ve ahiret iyiliği kanaatte, dünya ve ahiret
kötülüğü ise tamahtadır.”
“ En güzel süs tevazu, en çirkin şey
cimrilikmiş.’’
“Başarıyı çalışmada, başarısızlığı ise
lakaytlık ve tembellikte, belayı dilde, rahatlığı ise sükûtta gördüm”.
“ Padişahların kalplerinden daha sert sine,
fakirler için yamaları birbirine dikmek kadar güzel ziynet görmedim.”
“Akıllıyı âhiret için cahili dünya için
çaba sarf eder gördüm.”
“Doğru sözlülükten daha güzel ziynet
görmedim.”
“Gördüm ki, kendi kendini terbiye edebilen
ve şehvetlerden kendisini koruyabilen kişi en güçlü şahıs imiş.”
“Gördüm ki, en iyi dost ilim imiş.”
“ Gördüm ki, insana gelen afetler dilden
imiş.’’
“ Allâhü teâlâ’nın zikrinden sonraki en iyi
zikir ölümü hatırlamakmış.”
“Halife ve padişahların şanlı şerefli,
kudretleri kendi debdebeleri ile meşgul olup, kendilerinden de kendilerinde
gerçekleşen olaylardan da haberlerinin olmadığını gördüm.”
“Ey kardeşlerim kendiniz için takvayı döşek
edinin. Yokluğu sermaye edinin. Ahiret seferiniz, nefisler dudaklarınız, mezar
menziliniz olsun. Sabır yakınınız, inanç sohbet arkadaşınız, acizlik çare
tedbiriniz olsun. Sâkinlik hareketiniz, halvet oyununuz, açlık yemeğiniz olsun.
Gözyaşı içeceğiniz, fakirlik giysiniz, ömür hesap kitabı uykunuz, diziniz
yastığınız olsun. Mescit eviniz, hikmet dersiniz, ibret bakışınız olsun. Hayâ,
gözeticiniz, tevfik arkadaşınız, güzel ahlak sıfatınız olsun. Kanaat
öğretmeniniz, perhiz namazınız, sessizlik orucunuz olsun. Cehennemi düşünmek
kaygınız, cennet düşüncesi mutluluğunuz, çaresizlik sağlığınız, tamahkârlık
marazınız, mezarlar hatırlatıcınız, günler öğüt vericiniz, mahzunluk sesiniz,
ölümü düşünmek semanız, dünya ve ehlinden göz yummak raksınız, abdest
silahınız, takva aracınız, şeytan düşmanınız, nefis hasmınız, dünya zindanınız
olsun.”
“Bil ki Allâhu Teâlâ nefsi en kötü olarak
yarattı.”
“Dünya, düşünme yeri, ibret menzili,
eğlence sarayı, geçiş yeridir. O, müminlerin tarlası, arayanların pazarı,
çalışanların dükkânı, araştıranların aracı, süluk yoluna girenlerin maşukası,
saliklerin gelip geçtiği yer, ariflerin çöphanesi ve şeytanların ülkesidir.”
“Ey sadık, ihlâs-ı talip ve mürid zahirini
ve batınını temizle.”
“Oruç vücudundaki su ve toprağa ait
şeylerin azalmasına tesir etti kalbi toz, kir ve müphemliklerden temizler.”
“Zikir nurdur, o kalbi işgal eder kendi
hükmüne aldığında kalp gözünü nurlandırır.”
“Nefs-i insan içki âleminin sultanına
benzer. Onun askerlerini ise şehvet, heva, heves, beşeri ve hayvani ruh
oluşturur.”
“Salihlerin meclisi hoş parfümlerin
satıldığı parfümeri dükkânına benzer, satın almasan da kokusundan
yararlanırsın. Kötülerin meclisi ise demircilerin ocağı gibidir. Yanmasan da
tütünü ve kokusunun afetinden kurtulamazsın.”
“Sûfilerden biri “Ruhi afet ve belaların
hepsi çok yemektendir. Hayır ve bereket ise aç karındadır demiş.”
Peygamberimizin “İnsan evladının doldurduğu en kötü çuval karnıdır.” hadisi de
yukarıdaki sözlerin doğruluğunu kanıtlar.”
“Kalp hatırının teberrüklüğü için aşağıdaki şartların yerine
getirilmesi lazımdır.”
a)
Kalbin şeytan hükümlerine
teslim olmaması;
b)
Nefsin vesveselerinden
kurtulmak;
c)
Cemal ve Celal’in
müşahedesi ile ziynetleşir.
d)
Çirkinleşmeye sebep olan
günahlardan, kaba ve kötü davranışlardan uzaklaşma. Çünkü bu günahlar
kâfirlerin kalplerini bozduğu gibi müminlerin de bozar.’’[136]
Türk tasavvuf tarihinin önemli isimlerinden
olan Şeyh Necmeddîn-i Kübrâ yaşadığı devrin büyük tasavvuf ve din âlimidir.
Onun araştırma konusu olacak birçok eseri mevcuttur. Nitekim onlardan bazıları
incelenmiştir. Hem Arapça hem de Farsça birçok risâle kaleme almıştır. Ayrıca
kendisine ait olmadığı hâlde ona atfedilen farklı kütüphanelerde bulununan pek
çok eser de mevcuttur. Bu eserler yüzyıllardır tasavvuf literatürünün önemli
kısmını oluşturmaktadır. Hem de Kübrevîlik ekolünün ana kaynağı olarak hizmet
etmiştir.
Kübrâ’nın yaşadığı dönem - XII. yüzyıl
İslam dünyasında tasavvufi görüşlerin tarîkatlaşma süreci idi. Orta Asyada
Hâcegân, Yeseviyye gibi tarîkatlarla birlikte Necmeddîn-i Kübrâ tarafından
Kübrevîlik tarîkatı da kuruldu. Yani tasavvufi hayatın Türk dünyasında
yerleşmesinde Kübrevîliğin de önemli katkısı olmuştur.
Kübreviyye tarîkatı Yesevîlik ve
Nakşibendîlik gibi Orta Asya menşeli tarikatlar kadar yaygın olmasa bile,
mensuplarının kaleme aldıkları eserler ve yetişen önemli şahsiyetleri sayesinde
tasavvufun yaygınlaşması ve sûfîlik kültürünün gelişmesine tarih boyunca
fazlası ile katkıda bulunmuştur.
Şeyh Necmeddîn-i Kübrâ’nın ve talebelerinin
yaşadığı dönemde mevcut olan Yesevîlik ekolü ile Kübreviyenin birbirlerinden
etkilendikleri görülmektedir. Her ikisi de halkın manevi-dinî hayatına etkide
bulunmuştur.
Kübrevîlikten sonra daha ileri yüzyıllara
kadar Kübrâ’nın düşüncelerinin ve tarîkat geleneklerinin aktarılmasını sağlayan
kollar mevcut olmuştur. Bunlardan bazıları Firdevsiyye, Nûriyye, Rükniyye,
Hemedânîyye, İğtişâşiyye, Nurbahşiyye, Nimetullahiye gibi dallardır. Bunlar
İslam dünyası içtimaî fikrine az dahi olsa etki göstermiştir. Sünni kolları son
bulmuş olsa bile Nimetullahiye kolu sayesinde İngiltere, Fransa, Almanya,
Hollanda, Avustralya, Pakistan gibi ülkelerde sonradan Şiîleşmiş kolu devam
etmektedir.
Tasavvuf tarihinde önemli hizmetlerde
bulunan birçok mutasavvıflar Necmeddîn-i Kübrâ’nın talebeleridir. Nitekim
Mevlana Celaleddin-i Rûmî’nin babası, "sultânü'l-ulemâ" lâkabıyla
tanınan Bahâeddin Veled, Abdurrahman-ı Câmî’ye göre Necmeddîn-i Kübrâ'nın
müridlerindendir.”[137] Aynı zamanda Feridüddin
Attar, Mecdeddîn Bağdâdî, Radıyeddîn Ali Lâlâ, Necmeddîn Dâye er- Razî,
Seyfeddîn Bâhârzî, Baba Kemâl Cendî gibi sûfî zatlar da Kübrâ’nın önde gelen
öğrencileri idi. Onlar da Kübrâ’nın düşüncelerini sonraki yıllara taşımada
önemli rol almışlardı.
Bu tarîkat zengin literatüre sahiptir.
Necmeddîn-i Kübrâ’nın eserlerindeki düşünceler o zamanda güncel olduğu gibi,
günümüzde de aktüel konulardır. “Allâh’a ulaşan yollar yıldızların
sayısıncadır.” Bu konuyu tez olarak seçmemizin nedeni Kübrâ’nın bu düşünce
sistemidir. Çünkü onun doktrini insan-ı kâmil yetiştirmektir. Teorik ve
uygulamalı olarak Kübrevîlik tarîkatı bunu amaçlar.
Şeyh Necmeddîn-i Kübrâ zengin tasavvuf
edebiyatımıza örnek teşkil edecek şiirler sunmuştur. Kendisinin şiirleri dîvan
şeklinde olmayıp çeşitli eserlerde yer almaktadır. Özbekistanlı Kübrâ
tetkikatçisi Azize Bektaşeva’nın araştırmalarına göre, müsteşrik Y.E.Bertels
Kübrâ’nın yirmi beş tane rubâîsini bulmuş ve yayınlamıştır[138].
M.Muhsinî de İran kütüphanelerindeki birçok eserlerden Necmeddîn-i Kübrâ’nın
Farsça otuz yedi rubâî, iki kıt’a ve üç ferdini ilmî topluluğa sunmuştur.
Hâsılı günümüze kadar Necmeddîn-i Kübrâ’nın kırk adet rubâîsi ulaşmış
bulunmaktadır. Ayrıca Özbekistan İlimler Akademisi Ebu Reyhan Birunî adındaki
El-yazmalar arşivinde ise Arapça rubâîleri de mevcuttur.[139]
Necmeddîn-i Kübrâ’nın Arapça ve Farsça
kaleme almış olduğu rubâîleri konu olarak Şeriat, Tarîkat, Hakikat’a ait
görüşlerini içermektedir. Dolayısıyla Necmeddîn-i Kübrâ sadece Kübrevîlik
tarîkatının tarihi gelişimine değil, aynı zamanda edebi yönden de tasavvuf
edebiyatının revaç bulmasına önemli katkıda bulunmuştur.
Konumuz olan Şeyh Necmeddîn-i Kübrâ
Hakkındaki kıssa Özbekistan’nın Hârizm bölgesi halkı arasında çok meşhurdur.
Orta Asya kütüphanelerinde onun birçok nüshaları mevcuttur.
Kırk rivayetten oluşan eserde Moğollarla
savaşarak şehit düşen Necmeddîn-i Kübrâ’nın hayatından bölümler mevcuttur.
Tarihten bilindiği üzere XIII. Yüzyılda
Moğollar birçok ülkeyi yerle bir etmişlerdir. Özellikle Turan’ın çoğu
şehirlerini kendi emri altına alıp virane ettiler, büyük Hârizm devletine
saldırarak, yüz binlerce insanın ölümüne sebep oldular. O devirlerde Moğolların
acımasız saldırılarının durdurulamayacağı hakkındaki fikir bütün Şarka
yayılmıştı. Moğolların yaptığı hilelere inananlar ve birçok askerini
kaybedenler ayrılarak başkent Urgenç şehrini bırakıp gitmiştir. Şehir ahalisi
ordusuz ve askersiz kalmış, böyle ağır ve sıkıntılı bir durumda yetmiş altı
yaşındaki Necmeddîn-i Kübrâ şehrin güvenliğini kendi omuzuna almıştır. Moğollar
şehir koruyucularını yenememiştir. İşte o zaman Moğollar hile yapmaya
çalışmışlar ve karşı tarafa geçenler yardımıyla şehri ele geçirmeyi
başarmışlardır. Necmeddîn-i Kübrâ’nın hayatı bu savaşta vatan müdaafası için
şehit olarak sona ermiştir.
Kıssada büyük Şeyh’in gerek hayatında gerek
savaş esnasında göstermiş olduğu kerâmetler anlatılır. Biz kıssa sayesinde o
dönemde geçen tarihi olaylar hakkında geniş bilgi sahibi oluruz.
Ahlaki yönden baktığımızda kıssa millî
bilincin gelişmesine de önemli katkıda bulunacak bir karakter taşımaktadır. Bu
ve bunun gibi çalışmalar Türk dünyası için ibret teşkil etmektedir. Bilinir ki
tarihten ders almayan milletler çok zarar görür. Tarih şuuruna sahip bununla
bağlantılı olarak da vatan sevgisiyle yoğrulmuş bir nesil yetiştirilebilmesi
için halkın sevdiği rağbet gösterdiği eserler üzerinde daha çok ve kapsamlı
araştırmalar yapılması gerekmektedir. Halk muhayyilesinin ortaya çıkardığı
menkıbelerde daima bir nebze dahi olsa gerçeklik boyutu bulunmaktadır.
Togan, menkıbelerin ülkelerin imar ve iskân
tarihlerini öğrenmede, hakkında bilgi verilmeyen savaşların nerede ve nasıl
meydana geldiğini öğrenmede, ülkenin o zamanki iktisadî hayatına ait fikir elde
etmede de faydalı olduğunu; eğer metoduna uyarsak menkıbelerin bizim tarihimiz
için de çok önemli kaynak olacağını belirtir.[140]
Menkıbeler o dönemi o zamanki bakış açısıyla değerlendirebilmemizi sağlamaları
açısından da önemlidirler.
Bu çalışmaların hepsinin ortak mirasımıza
katkıda bulunacağı ve Türk birliğinin daha da kuvvetlenmesini sağlayacağı
aşikârdır.
Günümüzde Necmeddîn-i Kübrâ’nın eserleri,
Kübrevîlik geleneği ve takipçileri üzerinde birçok araştırma yapılıyor ve
bunlara yenileri eklenmelidir.
Afîfî, Ebu’l-Alâ, (Türkçesi: Ekrem Demirli,
Abdullah Kartal), Tasavvuf İslâm’da Manevî Hayat, İz Yay., İstanbul-1999, -270
S.
Baltabayev, Hamidulla, İslam Tasavufu
Nazariyesi ve Tarihi, Necmeddîn-i Kübrâ “Usulu Aşere’den (Tercümanlar: İbrahim,
Hakkul ve Aziza Bektaş) Özbekistan Cumhuriyeti mahsus Talim Vezirliği,
Özbekistan Milli Üniversitesi, İlmi mecmua “Okutuvçı’’Neşriyat-Matbaa basımı,
Taşkent- 2005, -400 S.
Burckhardt, Titus, (Türkçesi: Fahreddin
Arslan) İslam Tasavvuf Doktrinine Giriş, Kitabevi Yay., İstanbul-1995, - 141 S.
Cebecioğlu, Ethem, “ Abdülkahir Ebu’n-Necib
Sühreverdî”, Sahabeden Günümüze Allah Dostları, Şûle Yay., İstanbul-1995
Davran, Hurşit, Şehitler Şahı, (Necmeddîn-i
Kübrâ düşleri) Tarihi roman, Özbekistan Cumhuriyeti Fenler akademisi, Fen Yay.,
Taşkent 2008, -200 S. Devellioğlu, Ferid, Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lügat,
Ankara-2005, 1195 S.
Eraydın, Selçuk, Tasavvuf ve Tarîkatlar,
Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Vakfı Yayınları Nu:82, İstanbul-1994,
-504 S.
Fournninau, Vincent, Semerkant 1400-1500,
Dünya Şehirleri Dizisi 8, İletişim Yay., İstanbul-2005, -210 S.
Gökbulut, Süleyman, Necmeddîn-i Kübrâ ve
Kübrevîlik, Doktora Tezi, 2009. Hayrullayev, M. M., Büyük Simalar Ulemalar,
(Orta Asya’nın Mütefekkir ve Bilginleri) Abdullah Kadiri ismindeki Halk Mirası
Yay., Taşkent-1995. -104 S.
İslâm Ansiklopedisi, 9. Cilt, Türkiye
Diyanet Vakfı, İstanbul-1994, -560 S.
Kamilov, Necmeddin, Necmeddîn-i Kübrâ
Kitabı, Abdullah Kadiri ismindeki Halk Mirası Yay., Taşkent-1995, -32 S.
Kara, Mustafa, Tasavvuf ve Tarîkatlar
Tarihi, Dergâh Yay., İstanbul-1995. 388 S.
Kara, Mustafa, Tasavvufi Hayat, Dergâh
Yay., İstanbul-1996, -206 S.
Kırkkılıç, Ahmet, Başlangıçtan Günümüze
Tasavvuf, Atatürk Üniversitesi Kâzım Karabekir Eğitim Fakültesi Basımevi,
Erzurum-1994, -322 S.
Necmeddîn-i Kübrâ Tasavvuf! Hayat, Özbekçeye İbrahim Hakkul,
Azize Bektaşeva çevirisi, Taşkenti-2004
Öztürk, Yaşar Nuri, Tasavvufa Giriş, Yelken Matbaası,
İstanbul-1978, -290 S.
Safarbayev, M., Sultanmirza Rahimov, Şeyh Necmeddîn-i Kübrâ
Kıssası Yahut Kırk Rivayet, Hârizm Mamun akademisi’nin 1000. yıl dönümü,
Urgenç-2006, -100 S.
Safarboyev, Madrahim, Şeyh Necmeddîn-i Kübrâ Şerh Risâle, Hîve
-2500, Hârizm Çocukları Zikrin Edebleri Urgenç-1997, -60 S
Selvi, Dilaver, Kaynaklarıyla Tasavvuf -1-, Semerkand
Yayıncılık, İstanbu- 2001, -382 S.
Şeyh Necmeddîn-i Kübrâ, Çevirmen: Mukimcan Mahmut, Fakirlik
hakkında risâle, Urgenç ‘’Hârizm’’ Neşriyatı,1995, - 31 S.
Togan, A. Zeki Velidi, Tarihte Usul, Enderun Kitabevi
İstanbul-1985, -350 S. Uludağ , Süleyman, Tasavvufun Mahiyeti İbn Haldun,
Dergâh Yay., İstanbul- 1977, -362 S.
Uludağ, Prof. Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Kabalcı
Yay., İstanbul-2001, 399 S.
Yusupov, Erkin, Şeyh Necmeddîn-i Kübrâ, Makaleler “Yazuvçı’’
Neşriyatı Taşkent-1995, -80 S.
[1] Bkz.
Y. Doç. Dr. Ahmet Kırkkılıç, Başlangıçtan Günümüze Tasavvuf, Atatürk
Üniversitesi Kâzım Karabekir Eğitim Fakültesi Basımevi, s. 1-2.
[2] Ferîd Kam, Vahdet-i Vücûd, s. 75-77, Matbaa-i
Amire, İst., 1331, 182s.
[3] Bkz. Vâkıa 56/7-10. ( Eraydın, Selçuk,
“Tasavvuf ve Tarikatlar” adlı eserden naklen, Marmara Üniversitesi İlâhiyat
Fakültesi Vakfı Yayınları, Nu:18, İstanbul-1994.)
[4] Ayetler
için bkz: Fâtır 35/ 32-33; Vâkıa 56/12, 88, 89; İnfitâr 82/13; Mutaffifîn 83/
28. İlgili hadislerden birisi şudur. Rasûlullah (s.a.v): “Sonra biz, kitabı
(Kur‘ân’ı), kullarımız arasından seçtiklerimize miras olarak verdik. Onlardan
kimi (günah işleyerek) kendisine zulmeder. Kimi orta haldedir. Kimisi ise;
Allah’ın izniyle hayırlarda en önde (sâbikûn) olanlardır. İşte büyük fazîlet
budur.” (Fâtır 56/32) âyetini okuduktan sonra şöyle buyurdu: “Ümmetimden
hayırlarda önde (es- sâbık) olan, Cennete hesapsız girer. Orta halli olan,
kolay bir hesaba çekilir. Nefsine zulmeden ise, huzurda durdurulup günahı kadar
sıkıntı çektikten sonra cennete girer.” Bkz: Ahmed, Müsned, V, 194, VI, 444;
Hâkim, Müstedrek, II, 426; Taberî, Câmiu’l-Beyân, Cüz: 22, Shf: 137; Beğavî,
Meâlimü’t- Tenzîl, VI, 421; Tabarânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, XVIII, 79-80.
[5] Buraya kadar verilen tarifler için bkz:
Semerkandî, Bahru’l-Ulûm, III, 86-87.
[6] Bkz: Beğavî, Meâlimü’t-Tenzîl, VI, 423.
[7] İbnu’l-Cevzî, Zâdu’l-Mesîr, VIII, 133. Söz, Hz.
Osman’a âittir.
[8] Bkz: İbnu Kesir, Tefsir, VII, 490-491.
[9] Suyûtî,
ed-Dürrü’l-Mensûr, VIII, 6-7. Suyûtî bu görüşü, Ebû Nuaym ve Beyhakî’den
rivâyet ettiği bir hadise dayandırır. ( Bu kısımda yer alan dipnotlar, Eraydın,
Selçuk, “Tasavvuf ve Tarikatlar” adlı eserden naklen, Marmara Üniversitesi
İlâhiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, Nu:18, İstanbul-1994.)
[10] Kurtûbî bu görüşü bir hadisten alarak nakleder.
Bkz: el-Câmi’, XVII, 199.
[11] Kurtûbî: “Sâbık hakkında erbâb-ı kulûb pek çok şey söylemiştir.”
diyerek, sûfilerden nakillerde bulunur ve bu görüşü Zunnûn el-Mısrî’den
nakleder.
[12] Kurtubî, a.g.e, XIV, 348-349.
[13] Bkz. A’lâ, 14-15, Şems, 9-10.
[14] Bkz. Al’i İmran, 164; Cuma, 2.
[15] Buhari, İman, 39; Müslim, Masâkat, 107; İbnu
Mace Fiten, 14.
[16] Kuşeyrî, Kuşeyrî Risâlesi, Ter. Süleyman Uludağ, İst. 1978, s. 392.
( Bu kısımda yer alan dipnotlar, Eraydın, Selçuk, “Tasavvuf ve Tarikatlar” adlı
eserden naklen, Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, Nu:18,
İstanbul-1994.)
[17] Kuşeyrî, a.g.e., s.392.
[18] Bkz. Dr. Selçuk Eraydın, Marmara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Yayınları Nu 82, s.38.
[19] Kuşeyrî, a.g.e., s. 55.
[20] Kuşeyrî, a.g.e., s. 82.
[21] Mevlânâ, Câmî, a.g.e., s. 177. ( Bu kısımda yer alan dipnotlar,
Eraydın, Selçuk, “Tasavvuf ve Tarîkatlar” adlı eserden naklen, Marmara
Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, Nu:18, İstanbul-1994.)
[22] Tâhir Olgun, a.g.e., s. I/143. (Eraydın,
Selçuk, Tasavvuf ve Tarikatlar, Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Vakfı
Yayınları, Nu:18, İstanbul-1994. Eserden naklen.)
[23] Züht
i. ar.: Kelime anlamı olarak, soğuk ve ilgisiz davranmak, rağbet etmemek, yüz
çevirmek anlamına gelen züht tasavvufta ahrete yönelmek için dünyadan el etek
çekmek. Elde mevcut olsa bile gönülde mal ve mülk sevgisine yer vermemek
demektir. (bkz. Prof. Süleyman Uludağ Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Kabalcı Yay.,
İstanbul-2001, 399 S.)
[24] Ankaravî, Minhacu’l-Fukara, 51; M. Ali Ayni, Tasavvuf Tarihi, 105;
Tehanevi, Keşşafu Istılahâtı’l- Fünûn, II, 686 (Süluk maddesi).
[25] Ayrıntılı bilgi için bkz. Süleyman Gökbulut,
Necmeddîn-i Kübrâ ve Kübrevîlik, Doktora Tezi, 2009.
[26] Necmeddîn-i Kübrâ’nın hâl tercümesini yazan
bütün müellifler, şeyhin açıktan açığa düşmana kafa tuttuğu ve elinde kılıç
olarak şehit düştüğü hususunda mütefekkirdirler. İslam Ansiklopedisi, 9. cilt,
s. 164.
[27] Erkin Yusupov, Şeyh Necmeddîn-i Kübrâ,
Makaleler. “Yazuvçı’’ Neşriyatı Taşkent, 1995, -80 S., Türkiye Türkçesine
aktardım.
[28] Fevâ’ihu’l-cemâl, neşredenin girişi, s. 53;
Yafiî, IV, 42.
[29] Hamid Algar, “Necmeddîn-i Kübrâ”, DİA,
XXXII,499-500
[30] İbn-i Battûta Seyahatnâmesi, I, 253.
[31] Bu konuda bkz. Durmuş Tatlılıoğlu,”Kübrevî
Tarikatının Türkmenistandaki Etkisi”,ss.191-204;
Mustafa Kara, Türkistan’ın Işığı Necmeddîn i Kübrâ, s. 46.
[32]Rus
arkeologu A. Y. Yakubovski 1929 yılında, araştırmaları sonucunda türbenin
1321-1333 yılları arasında ayakta olduğu kanaatine vardığını belirtir.
[33]Bu tefsir’in Necmeddîn-i
Kübrâ’ya ait olup olmadığı hususunda Eserler bölümünde geniş yer vermekteyiz.
[34] Kâtib Çelebi, Keşfü’z- Zünûn,
II, 1117
[35] Penah : “sığınak” anlamına
gelen sözcük.
[36] Vincent Fournninau, Semerkant 1400-1500, Dünya
Şehirleri Dizisi 8, İletişim yay., İstanbul, 2005 s- 148
[37] Ali Lutf Beg, Âteşkede-i Âzer, s.319; Kuli Han
Hidâyet, Tezkire-i Riyâzü’l-Ârifin, s. 145. Eraydın, Selçuk, “Tasavvuf ve
Tarikatlar” adlı eserden naklen, Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Vakfı
Yayınları, Nu:18, İstanbul-1994.
[38] Bilinen meşhur silsile bu olmakla beraber birçok silsilelerde
olduğu gibi bu silsilenin de bazı bölümlerini tarihî gerçeklerle bağdaştırmak
güçtür. Meselâ Ebu Osman ile Ebu Kasım arasında 94 yıllık bir fasıla vardır. 38
Ebu’n-Necib’in şeyhi Ebu Bekir Nessâc değil Ahmed Gazalî’dir. 517/1123 yılında
vefat eden Ahmet Gazalî tarihen de daha muvafıktır. Fakat tekrar etmeliyiz ki
tasavvuf geleneğinde bu tip silsileler normaldir. Bir kişi hiç görmediği bir
zat tarafından da irşad edilebilir. Buna Üveysi tarikat denir. Maruf Kerhî ile
Ali Rıza arasındaki münasebetler de bu kabildendir. Mustafa Kara Tasavvuf ve
Tarikatlar Tarihi
[39] Zebîdî, İthâfü’l-aşfiyâ’, s. 253. ( Eraydın,
Selçuk, “Tasavvuf ve Tarikatlar” adlı eserden naklen, Marmara Üniversitesi
İlâhiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, Nu:18, İstanbul-1994.)
[40] Nefehâtü’l-üns, s. 459
[41] Bkz., Mustafa Kara,
Tasavvufî Hayat, Dergâh yay.,İstanbul, 1996, s. 46.
[42] Bkz., Mustafa Kara,
Tasavvufî Hayat, Dergâh yay.,İstanbul, 1996, s. 48.
[43] Yusuf, 12/20: “Onu (Yusuf’u Mısır’a varınca) düşük bir fiyata,
birkaç dirheme sattılar, onun hakkında rağbetsiz (zâhid) idiler”.
[44] Kasas, 28/77: “Allah'ın sana verdiğinden (O'nun yolunda harcayarak)
âhiret yurdunu iste; ama dünyadan da nasibini unutma. Allah sana ihsan ettiği
gibi, sen de (insanlara) iyilik et. Yeryüzünde bozgunculuğu arzulama. Şüphesiz
ki Allah, bozguncuları sevmez”.
[45] Kehf, 18/24: “Ancak, Allah dilerse (yapacağım de). Unuttuğun zaman
Allah'ı an ve ‘Umarım Rabbim beni, doğruya daha yakın olana eriştirir’, de”
[46] Nûr, 24/37: “Onlar, ne ticaret ne de alış-verişin kendilerini
Allah'ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamadığı insanlardır.
Onlar, kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar”.
[47] Kadir Özköse, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Öğretim Üyesi( bkz. makale, Zühd ve Sûfilerin Zühde Yükledikleri
Anlam, Tasavvufta Dünyevileşmeye Tepkisel Yaklaşım.)
[48] Talak, 65/2
[49] Kehf, 18/24
[50] Bkz., Mustafa Kara,
Tasavvufî Hayat, Dergâh yay., İstanbul, 1996, s. 62
[51] Bkz., Mustafa Kara,
Tasavvufî Hayat, Dergâh yay., İstanbul, 1996, s. 63
[52] Fussılet, 41/30
[53] el-Ahzâb 33/33
[54] Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, S.
499.
[55] Eserleri hakkında geniş bilgi içim bkz.
Süleyman Gökbulut, Necmeddîn-i Kübrâ, Doktora Tezi.
[56] Eser Mustafa Kara
tarafından yayınlanmıştır. (bkz. Mustafa Kara, Tasavvufî Hayat, Dergâh yay.)
[57] Eser Mustafa Kara tarafından
yayınlanmıştır. (bkz. Mustafa Kara, Tasavvufî Hayat adıyla Dergâh yayınlarından
çıkmıştır. Risâle-i Dih Kâ ‘ide adıyla Farsça’ya tercüme edilen eseri M.
Mole (Ferheng-i İrân-zemîn, VI, Tahran 1937, s. 38-66) ve Akrebü’t- tuıuk
illallah adıyla Ali Rızâ Şerîf Muhsinî (Tahran 1362 hş./1983, Kemâleddîn-i
Hârizmî’nin şerhiyle birlikte) yayımlanmıştır.
[58] Bu risaleyi Özbek Türkçesine Dr. Muhammedcan Kadirof
çevirmiş ve yayınlatmıştır. “ Bkz. Şeyh Necmeddîn-i Kübrâ “Şerh-i risale-i
Adabul Zakirîn”, Ürgenç, 1997.
[59] Veciz ifadelerin yer aldığı bu kısım farklı
bir isimle neşredilmiştir. Bkz. Ali Evcibî, “Nasâyih-i Necmeddîn-i Kübrâ,”
Gencîne-i Bahâristân, Kitâbhâne, Müze ve Merkez-i İsnâd-ı Meclis-i Şürâ-yı
İslâmi, Tahran, 1379, ss.413-419.
[60]Bkz. Süleyman Gökbulut,
Necmeddîn-i Kübrâ, İstanbul, 2009, S. 110.
[61] Bkz. Bursa Eski Eserler Ktp.,
Hüseyin Çelebi, nr. 1184, vr. 154b-168a
[62]Bkz.Risâle-i ile’l-Hâimi’l-Hâif
min Levmetil-Lâim, haz. Tevfîk Sübhânî, Sâzmân-ı İntişârât-ı Keyhân, T ahran,
1364.
[63] Süleyman Gökbulut, Necmeddîn-i Kübrâ, S. 112.
[64] Berthels, Tasavvuf ve Edebiyat-ı Tasavvuf, ss.
433-439.
[66] Bkz. Meier, “ Stambuler Handschriften dreier persichen Mystiker:
Ain al Qudât al-Hamadânî, Nağm ad-dîn al-Kubrâ, Nağm ad-dîn ad-Dâja”, ss.
27-28.Aşağıda kayıtları verilen nüshalardan, İstanbul Üniversitesi, nr. 618’in
istinsah tarihi hicri 1316, Süleymaniye Ktp., nr.2689’unki ise hicrî 1317’dir.
Müellif hattıyla yazılmış bir nüshanın bulunmaması ve elimizdekilerin de çok
geç tarihli olması, bu eserin yazarının kim olduğu hususunu zorlaştırmaktadır.
[67] Bkz. Süleyman Ateş, Cüneyd-i Bağdâdî, Hayatı, Eserleri ve
Mektuplan,Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul, trs., s. 133. Künyesi Ebu’l-Kasım
olan bir başka sûfî-müellif Kuşeyrî’dir. Fakat onun bu isimde bir eserine
rastlanmamıştır. Bkz. Kuşeyrî, Risâle, haz. Süleyman Uludağ, Dergâh Yay.,
İstanbul, 1999, ss. 67-75.
[68] Süleyman Gökbulut, Necmeddîn-i Kübrâ, ss. 115.
[69] Bkz. Meier, “Stambuler Handschriften drier persichen Mystiker: Ain
al Qudât al-Hamadânî, Nağm ad-dîn al-Kubrâ, Nağm ad-dîn ad-Dâja”, ss. 26-27.
[70] Hammûye, el-Misbâh fi’t-Tasavvuf, s.
49.
[72] Süleyman Gökbulut, Necmeddîn-i Kübrâ, ss.118.
[73] Hânsârî, Ravzâtü’l-Cennât, I, 295; Mirzâ
Müderris, Reyhânetü’l-Edeb, VI, 144.
[74] Zerrînkub, Donbâle-i Cüstucû, s. 96
[75] Süleyman Gökbulut, Necmeddîn-i Kübrâ, ss.119.
[76] Brockelmann’ın zikrettiğine göre Necmeddîn-i Kübrâ’nın Risâle
fi’t-Turuk veya Beyânü Akrebit - Turuk, Aynu’l-Hayât fit- Tefsîr, İsimsiz Bir
Risâle, Fasl fî Fazli’z-Zikr, Zikir üzerine Bir Risâle, Deh Kaide, Risâle-i
Kübreviyye isminde eserleri de vardır.
Saîd Nefîsî’nin
ziktettiğine göre Necmeddîn-i Kübrâ’nın Risâletü’t-Tarîk veya Akrebü’t-Turuk
İlallah, Tevâliü’t-Tenvîr, Levmetü’l-Lâim, Hidâyetü’t-Tâlibîn, Tefsîr, Vüsûl
İllallah, Deh Kaide, Nefîsî, Târîh-i Nazm u Nesr Der Zebân-ı Fârisî,
İntişârât-ı Ferûğî isminde eserleri de vardır.
Fritz Meier’in
zikrettiğine göre Necmeddîn-i Kübrâ’nın Aynu’l-Hayât, , İsimsiz Bir Risâle, el-
Himmemü’l-Âliye, Risâler Der Vüsûl-i İlallah isimli eserleri mevcuttur.
Süleyman Gökbulut Necmeddîn-i Kübrâ, ss.101.
Kübrâ’nın tüm eserleriyle ilgili
geniş bilgi için bakınız: Süleyman Gökbulut Necmeddîn-i Kübrâ
[77] Bkz. Brockelmann, Geschicte der Arabischen
Literatur, Sup. I,E. J. Brill, Leiden,1938, 786-787.
[78] Bkz. Nefîsî, Târîh-i Nazm u Nesr Der Zebân-ı
Fârisî, İntişârât-ı Ferûğî, y.y., 1363, I, 116.
[79] Bkz. Meier, “ Stambuler Handschriften drier persichen My stiker:
Ain al- Qudât al- Hamadânî, Nağm ad-dîn al Kubrâ, Nağm ad-dîn ad-Dâja”, ss.
9-30.
[80] Bkz. Zerrînkub, Donbâle-i Cüstucû, SS. 90-96.
[81] Bu kısımda Necmeddîn-i Kübrâ’ya ait olan eserlerden yararlandık.
İran’da “Minhâcü’s-Sâlikin” adıyla Özbekistan’da ise Mukimcan Mahmut tarafından
“Fakirlik hakkında risâle” ( Bkz. Şeyh Necmeddîn-i Kübrâ “Fakirlik hakkında
risâle” Ürgenç, Hârizm yayın evi, 1995) ve Abdülhakim Şen Cüzcanî tarafından
“Gönül gözü ile gördüklerim” ( bkz. Abdülhakim Şen Cüzcanî “Tasavvuf ve İnsan”,
Taşkent, Adalet yayın evi, 2001.) adıyla yayınlanmıştır.
[82] Kaf, 22
[83]http://umutrehberi.wordpress.
com/2010.09.26/necmeddin-i-kubra/
[84] Parça İran’da “Minhâcü’s-Sâlikin” adıyla Özbekistan’da ise
Mukimcan Mahmut tarafından “Fakirlik hakkında risâle” ( Bkz. Şeyh Necmeddîn-i
Kübrâ “Fakirlik hakkında risâle” Ürgenç, Hârizm yayın evi, 1995) ve Abdülhakim
Şen Cüzcanî tarafından “Gönül gözü ile gördüklerim” ( bkz. Abdülhakim Şen
Cüzcanî “Tasavvuf ve İnsan”, Taşkent, Adalet yayın evi, 2001.) adıyla
yayınlanmıştır.
[85] Necmeddîn-i Kübrâ, Ebu’l-Cenab Ahmed b. Ömer,
Tasavvufî Hayat: Usulü Asere, (çev.
Mustafa Kara), Istanbul, 1980, s.64
[86] Necmeddîn-i Kübrâ. Tasavvufi hayat. Özbekçeye
İbrahim Hakkul ve Azize Bektaş çevirisi, Taşkent
2004.
[87] Nazar Halimov, Türkmenistanlı bu alim bizim incelediğimiz
menâkıb’in Türkmenistan’daki kopyaları hakkında bilgi vermektedir. Ayrıca
Necmeddîn-i Kübrâ’nın türbesinde bulunan hatlar hakkında araştırma yapmıştır.
[88]Metnazar Abdülhekim, Ergeş
Açil, Cemal Kemal, bu üç isim Bertels’in çeşitli kaynaklardan toplamış olduğu
yirmi beş rubaîsini ayrı ayrı Özbek Türkçesine kazandırmışlardır.
[89] Azize Bektaşeva, Özbek ilimler Akademisi Dil
ve Edebiyat enstitüsünde, Necmeddîn-i Kübrâ üzerine doktora tezi hazırlıyor.
[90] Şeyh Necmeddîn-i Kübrâ, Çevirmen: Mukimcan Mahmut, Fakirlik
hakkında risâle, Urganç “Hârizm” Neşriyatı, 1995, 31 sayfa.
[91] Erkin Yusupov, Şeyh Necmeddîn-i Kübrâ, Makaleler,
“Yazuvçı” Neşriyatı Taşkent, 80 sayfa.
[92] Hurşit Davran, Şehitler Şahı (Necmeddîn-i Kübrâ düşleri) Tarihi
roman, Özbekistan Cumhuriyeti Fenler akademisi, Fen yayınevi Taşkent 2008, 200
sayfa.
[93] M. M. Hayrullayev, Büyük Simalar Ulemalar, ( Orta Asya’nın
Mütefekkir ve Bilginleri) Abdullah Kadiri ismindeki Halk Mirası yayınevi
Taşkent-1995,104 sayfa.
[94] Madrahim Safarbayev, Şeyh Necmeddîn-i Kübrâ Şerh Risale, Hîve -2500,
Harizm Çocukları Zikrin Edepleri Urganç-1997, 60 sayfa.
[95] Necmeddin Kamilov, Necmeddin Kübrâ Kitabı
Abdullah Kadiri ismindeki Halk Mirası yayınevi, Taşkent-1995, 32 sayfa
[96] Prof. Hamidulla Baltabayev, İslam Tasavvufu Nazariyesi ve Tarihi,
Necmeddîn-i Kübrâ “Usulu Aşere’den (Tercumanlar: İbrahim Hakkul ve Azize
Bektaş) Özbekistan Cumhuriyeti mahsus Talim Vezirliği, Özbekistan Milli
Üniversitesi, İlmi mecmua “Okutuvçı” Neşriyat-Matbaa basımı, Taşkent-
2005,
400 sayfa
[97] M. Safarbayev, Sultanmirza Rahimov, Şeyh Necmeddîn-i Kübrâ Kıssası
Yahut Kırk Rivayet, Hârizm Mamun akademisinin 1000. yıl dönümü Urgenç-2006, 100
sayfa
[98] Meier, Şeyh Kübrâ’nın Fevâihu’l-Cem’âl adlı eserini geniş bir giriş
ve incelemeyle neşretmiştir. Bkz. Meier, Die Fewâ’ih al-Ğamâl wa-Fewâtih al
Ğalâl Des Nağm ad-dîn al Kubrâ, Franz Steiner Verlag GMBH, Wiesbaden, 1957;
Meire, “An Exchange of Letters Between Sharaf al Dîn-ı Balkhî and Majd al Dîn-i
Bagdâdi”, Essays on Islamic Piety and Mysticism By Friz Meier çev. John O’kane,
E.J.Brill, Leiden, 1999 ss.245-281; Meier, “Stambuler Handschriften dreier
persichen Mystiker; Ain al-Qudât al-Hamadâni, Nağm ad-dîn ad-Daja”, Der İslam,
Sayı:24, 1937,ss. 1-40.
[99] Mole, “Les Kubrawiyya entre Sunnisme et
Shiisme”, Revue Des Etudes İslamiques, Sayı:29, 1961, ss. 61-142; Mole, “La
version persane du Traite de dix Principes de Najm al-Dîn Kobra, par Ali b.
Shihâb al-Din Hamadânî”, Ferheng-i
Îrân-zemîn, Sayı:6, 1958, ss. 38-51; Mole, “Professions de foi de deux
Kubrewis: Ali-i Hamadânî et Muhammad Nurbahş”, Bullettin D’etudes Orientales,
Sayı: 17, 1961-1962, ss. 103-203.
[100] Süleyman Gökbulut Necmeddîn-i Kübrâ, ss. 24-25. Bunların birinci
cildi Farsça tebliğleri, ikinci Türkmence ve Rusça tebliğleri içermektedir.
Üçüncü cilt Ahmet Pâketçî’nin Rusça kaleme aldığı kısa Necmeddîn-i Kübrâ
biyografisinden, dördüncü cilt ise Mahmûd Rızâ İsfendiyâr tarafından yazılan
Kübrevîlik bibliyografyasından meydana gelmektedir. Bkz. Mecmû-ı Makalat-ı
Hemayiş-i İlmî- Beyne’l- Milelî-yi Bozürgdâşt-ı Şeyh Necmeddîn-i Kübrâ, haz.
Muhammed Takî, Müessese-i İntişârât-ı Dânişgâh-ı Firdevsî, Meşhed, 1380/2001.
Bu sempozyumun ikincisi de 04-06 Eylül 2008 tarihinde Daşoğuz/Türkmenistan’da
“Necmeddîn-i Kübrâ ve Doğu’nun Rûhi-Medenî Dünyası Sempozyumu” adı altında
gerçekleştirilmiştir. Çeşitli ülkelerden gelen birçok araştırmacının katıldığı
bu sempozyumun tebliğleri basılmıştır.
[101] Corbin The Man of Light in İranian Sufısm,
İngilizceye çev. Nancy Pearson, Omega Publications, New Lebanon,1994.
[102] Elias, “The Sufi Lord of Bahrabad: Sa’d al-Din Hamuwayi”, Iranian
Studies, Cilt: 27, Sayı 1-4, 1994, ss. 53-75; Elias, “A Seeond Ali: The Making
of Sayyid Ali Hamadani in Popular Imagination”, The Muslim World, Cilt: 83,
Sayı:1, 1993, ss. 68-80.
[103] Zerrînkub, Donbâle-i Custueû Der Tasavvuf-i
İrân, İntişârât-ı Emîr-i Kebîr, Tahran, 1380.
[104] Bedreddîn, Du Risâle-i İrfânî, Neşr-i Safâ,
Tahran, 1362.
[105] Bâharzî, “Risâle Der Işk”, haz. İree Afşar, Meeelle-i Danişgede-i
Edebiyyât, Cilt:8, Sayı:4, 1340, ss. 11-24; Bâharzî “Vesâyâ”, haz. İree Afşar,
Ferheng-i İran-zemîn, Cilt: 20, Sayı: 1-2, 1353, ss. 316323.
[106] Bağdadî, “Risâle Der Sefer”, haz. Kerâmet Rânâ Hüseynî, Meemua-i
Sohanrânîhâ ve Makalehâ der Bâre-i Felsefe ve İrfân-ı İslâmî içinde, haz. Mehdî
Muhakkık- Hermann Landolt, Tahran, 1349, ss. 182-190.
[107] Nefîsî, “Seyfeddîn-i Bâherzî” Meeelle-i Dânişgede-i Edebiyyât,
Cilt: 2, Sayı:4, 1334, ss. 1-5; Nefîsî, “Hânedân-ı Sa ‘deddîn Hammûye”,
Konekâvîhâ-yı İlmî ve Edebî, İntişârât-ı Dânişgâh-ı Tahran, Tahran, 1950, ss.
6-39.
[108] Sa ‘deddîn Hammûye, el-Misbâh fi’t-Tasavvuf, haz. N. Mâyil Herevî,
İntişârât-ı Mevlâ, Tahran 1362; Neemeddîn-i Kübrâ, Risâle Der Beyân-ı Tarîkat-ı
Şuttâr, Farsça’ya tereüme ve şerh: Abdülğafûr Lârî, haz. N. Mâyil Herevî,
İntişârât-ı Mevlâ, Tahran, 1363.
[109] Pureevâdî, “Râbıta-i Fahr-i Râzi bâ Meşâyih-i
Sûfiyye”, Ma’rif, Cilt:3, Sayı:1, 1365, ss. 29-80.
[110] Danişpejûh, “Hırka-i Herazmîhî”, Meemua-i Sohanrânîhâ ve Makelehâ
Der Bâre-i Felsefe ve İrfan-ı İslâmî içinde, ss. 160-174; Danişpejûh,
“Keşfü’l-Hakayık”, Ferheng-i İran-zemîn, Sayı:13, 1344, ss.302-303.
[111] Selâmiyân, “Mekteb-i Kübreviyye”, Meemû-i
Makalat-ı Çehârumîn-i Kongre-i Tahkîkat-ı İram, İntişârât-ı Danişgâh-ı Pehlevî,
Şirâz, 1353, II, 128-137.
[112] Pâketçi, “Revânşinâsî-yi Reng Der Endîşe-i İrfânî-yi Neemeddîn-i
Kübrâ”, Meemû-ı Makalât-ı Hemâyiş-i İlmî-Beyne’l-Milelî-yi Bozorgdâşt-ı Şeyh
Neemeddîn-i Kübrâ, ss. 106-119; Pâketçi, “Dugân-i Hayâl u Sûret Der Endîşe-i
Şeyh Neemeddîn-i Kübrâ”, Makalât-ı Evvelîn-i Hem-endîşeî-yi Tahayyul-i Honerî,
haz. Mansûr Ahmedî, İntişârât-ı Ferhengistân-ı Honer, Tahran 1384, ss.73-89;
Pâketçi, “Ma ‘rifet Der Endîşe-i İrfanî-yi Şeyh Neemeddîn-i Kübrâ”, Nâme-i
Hikmet, sayı:4, 1389, ss.15-33.
[113] Zeyrâb, “Dâstân-ı Kuşte Şoden-i Meededdîn
Bağdadî”, Meeelle-i Yağmâ, sayı:7, 1333, ss. 544548.
[114] Benâ, “Bağdadî, Meededdîn” Dânişnâme-i Cihân-ı
İslâm, Bünyâd-ı Dâiretü’l-Ma ‘ârif-i İslâmî, Tahran, 1376, III, 587-581.
[115] Müşerref, “Neemeddîn-i Kübrâ”, Âşinâyân-ı Reh-i Aşk, ed. Mahmud Rızâ
İsfendiyâr-Nasrullah Pureevâdî, Merkez-i Neşr-i Dânişgâhî, Tahran, 1384, ss.
232-268.
[116] Neemeddîn-i Kübrâ, Risâle-i Âdâbü’s-Sülûk, Farsçaya tereüme: Hüseyin
Muhyiddîn Kumşehî, Câvidân-ı Hıred/Sophia Perennis, The Bulletin of the Islamie
Iranian Aeademy of Philosophy, Cilt:4, Sayı:2, 1981, ss.16-26.
[117] Muhammed Cevâd Ümîdvâr Niyâ, “ Tarîkat-ı
Kübreviyye Der Çîn”, Meemû-ı Makalât-ı Hemâyiş- i İlmî-Beyne’l Milelî-yi
Bozorgdâşt-ı Şeyh Neemeddîn-i Kübrâ, ss. 40-56.
[118] Mustafa Kara, Şeyh Neemeddîn-i Kübrâ’nın üç eserini Türkçe’ye
tereüme edip neşretmiştir. Bkz. Kara, Tasavvufî Hayat (Usulû Aşere, Risâle
İle’l-Hâim, Fevâihu’l-Cemâl), Dergâh Yay., İstanbul, 1996. Yine Mustafa Kara
tarafından “Türkistan’ın Işığı Neemeddîn-i Kübrâ, Hassa Mimarlık Kültür Yay.,
İstanbul, 2008” adında hem Türkçe hem Türkmenee basılan bir eser daha
meveuttur.
[119] Durmuş Tatlılıoğlu, “Kübrevî Tarîkatının
Türkmenistan’daki Etkisi” , Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 3, Sayı:1, 1999, ss. 191-204.
[120] Mehmet Okuyan, Neemeddîn Dâye ve Tasavvufî Tefsin, Rağbet Yay.,
İstanbul, 201; Okuyan, “Bahru’l Hakaık Tefsiri ve Müellifi Üzerine”, On Dokuz
Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı: 12-13, 2001, ss. 97-129.
[121] Nazif Şahinoğlu, “Alâüddevle-i Simnânî”, DİA,
II, 345-347.
[122] Süleyman Uludağ, “Bâharzî, Seyfeddîn”, DİA, IV,
474-475.
[123] Reşat Öngören “Mecdeddîn el-Bağdâdî”, DİA,
XXVIII, 230-231.
[124] Tahsin Yazıcı, “Hemedânî, Emîr-i Kebîr”, DİA,
XVII, 186-188.
[125] Ethem Cebecioğlu, “Necmeddîn-i Kübrâ” Sahabeden Günümüze Allah
Dostları, Şûle Yay., İstanbul, 1995, ss. 94-97; Cebecioğlu, “Seyyid Ali
Hemedânî’nin Keşmir’de İslâm’ı Yayma Faaliyetleri ve Siyasî Düşünceleri”,
Tanımı, Kaynakları ve Tesirleriyle Tasavvuf, Sehâ Neşriyat, İstanbul, 1991,
ss.101-131.
[126] Necdet Tosun, “Nurbahşiyye”, DİA, XXXIII,
248-249.
[127] Süleyman Gökbulut Necmeddîn-i Kübrâ, 26-29.
[128]Ferid Devellioğlu, Osmanlıca
Türkçe Ansiklopedik Lügat, Ank. 1978.s. 589
[129] Abdurahman
isminin tarihi şahsiyeti Necmeddîn-i Kübra’nın müridanından Ali Lâlâ’ya aittir.
[131] Azize Bektaşeva’nın vermiş olduğu bilgiye göre Özbekistan
İlimler Akademisi Ebu Reyhan Birunî adındaki Şarkiyat Enstitüsü el- yazmalar
hazinesinde dokuz nüshası mevcuttur ve bunlardan ancak üçü tamdır.
[132] Bu eserin Krilce yayımındaki sayfa sayısı.
[133]
Afrasiyab, (Afrasıâb), günümüz Özbekistan'da M.Ö. 500 ile M.S. 1220
yılları arasında yerleşilmiş Semerkant'ın kuzeyinde eski bir yerleşim yeridir.
[134] İlgar: atla ansızın saldırı
yapanlar.
[135] Rivayetlerin bulunduğu bölüm bittikten sonra
Kübrâ’nın birçok nasihat ve hikmetlerinin bulunduğu küçük bir bölüm yer
almaktadır. Bizde bu kısımda onları aktardık.
[136] Necmeddîn-i Kübrâ’nın hikmetlerini M.
Safarbayev, Sultanmirza Rahimov, Şeyh Necmeddîn-i Kübrâ Kıssası Yahut Kırk
Rivayet adlı eserden Türkiye Türkçesine aktardık.
[137] Nefehâtü’l-üns, s. 459.
[138]E. Bertels’in Kübrâ rübâîleri
hakkındaki makalesi 1924 “Dokladı Akademii Nauk SSR, Seriya B” Yayınlanmıştır.
E. Bertels, “ Sufîzm i sufiyskaya literatura”, Moskov, 1965, “Nauka”,s 324-328.
[139] Azize Bektaşeva, Necmüddin
Kübrâ’nın Şiir’î Mirası, Ayvakti Dergisi 123. Sayı, Aralık, 2010. Tezimize
gösterdiği yardımlarından ötürü sayın Azize Bektaşeva’ya teşekkür ederiz.
[140] TOGAN, A. Zeki Velidi, 1985, Tarihte Usul, İstanbul (Togan
1985:50).
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar