Politikada Nükte /Nejat Muallimoğlu 2
Bazıları cesur olmadıkları halde cesurmuş gibi
davranabilirler. Fakat nüktedan olmayan bir insan, hiç bir zaman, nüktedanmış
gibi hareket edemez.
Halifax
Diğerlerinin aptallıklarını mevzu alan hicivlere
güleriz. Ama kendi aptallıklarımıza ağlamayı unuturuz.
Madame
Necker
En nüktedan insanlar melankolik
olanlardır.
Aristo
Avrupa sanat
tacirleri arasında yıllarca dilden dile dolaşan Standard
nüktelerden biri de, ondokuzuncu asır Fransız ressamlarından Carot'un, hayatı
boyunca iki bin tablo yaptığı ve bunlardan üç bin tanesinin de Amerika'da bulunduğu
idi. Bununla beraber, sahte bir Carot'u gerçek bir Carot'tan ayırd etmek,
uyduruk bir Lincoln anekdotunu hakikisinden ayırabilmekten çok daha kolay. Amerika'nın
16 ıncı Cumhurbaşkanı (1860-65) Abraham Lincoln, hayatı boyunca durmadan
hikaye anlattı; şöhretin zirvesine tırmandığı vakit de, onun söylemediği pek
çok anekdot Lincoln damgasıyle mühürlenerek piyasaya çıkarıldı.
Isaac N. Arnold, Lincoln'ün
Anekdotları adlı kitabındaki fıkraların belki ancak yarısının
Lincoln tarafından söylenmiş olabileceğini itiraf etti. Bir diğer yazar,
Lincoln'ün
bütün hikayelerinin ancak yüz kadar olduğunu söyledi. Lincoln ise, Noah
Brooks adlı bir yazara, kendisine atfedilen hikayelerin ancak altıda birinin
kendinin olduğunu belirtti. "Ben iyi bir hikaye işittiğim zaman
hatırlarım," dedi. "Fakat ben şahsen bir tek hikaye icad etmiş
değilim. Ben sadece bir perakendeciyim.”
Abraham Lincoln, Kentucky
eyaletinin küçük bir köyünde doğdu < 1809). Babası, marangozluk ve ırgatlık
yaparak ailesini geçindirmeğe çalışan çok fakir bir işçi idi. Lincoln dokuz
yaşında iken annesi öldü, ve babası dul bir kadınla evlendi. Üvey annesi
müşfik bir kadındı, Lincoln'ü bağrına bastı.
Amerikan çocuklarına başarılı
bir hayata örnek olarak gösterilen Lincoln, babası mütemadiyen iş peşinde bir
kasabadan diğerine gittiğinden, sadece bir yıl ilk mektebe devam edebildi,
başka hiç bir resmi eğitim görmedi. Fakat okumak, öğrenmek için giderilmez bir
iştahı vardı; gezginci kütüphanelerden edindiği kitapları tekrar tekrar okudu,
hatmetti. Kendisinin rendelediği ve düzelttiği bir tahta parçası üzerinde,
geceleri odadaki ateşin aydınlığında aritmetiğini ilerletti. Gündüzleri de
çalışarak babasına yardım ediyordu. Bakkal çıraklığı yaptı, arazi ölçümünde
çalıştı, bir fabrikada işçilik yaptı, bir köy posta- hanesinde de çalıştı.
Fakat ne işi yaparsa yapsın, gecesini gündüzüne katarak okuyor, okuyordu. Bunun
semeresini gördü ve baro imtihanını kazanarak avukat oldu.
Bununla beraber, gençlik
yıllarında, iş hayatında—ve politikada—ardı ardına bir sürü başarısızlıkla
karşılaştı. Her fırsatta okumasına rağmen hala bir baltaya sap olamadığını
gören biri kendisini tenkit etmişti: "Sana doğru dürüst bir geçim
sağlayamadıktan sonra, bu kadar okumanın faydası ne?" Lincoln ona şu
cevabı verdi: "Eğitimin gayesi doğru dürüst bir geçim sağlamak değildir.
Eğitim, onu elde ettikten sonra, hayatınıza ne gibi bir istikamet vereceğinizi
öğrenmektir."
Gençlik yıllarındaki
başarısızlıklarına rağmen, ''namusluluğu ile itibar kazanıyordu. Illinois
eyaletinin New Salem kasabasında yirmi dört yaşında postahane müdürlüğü yapan
Lincoln'ün senelik maaşı ^sadece 56 dolardı.
Bu postahane
1836'da kapandı ve ancak seneler sonra Washington'dan gelen bir görevli, o
zaman hayatını avukatlık yapmakla kazanan önceki postahane müdürü Lin- coln'ün
hesaplarını kontrol etti. Hükümet görevlisi, onun 1 7 dolar borcu olduğunu söyleyince, Lincoln yazıhanesinin
bir köşesinde duran eski bir bavul içinden ağzı iple bağlanmış bez bir torba
içindeki parayı masanın ü^zerine döktü ve dedi ki: "Hepsi burada. Ben,
kendimin olmayan paraya hiç bir zaman el sürmem."
Geçimini
temin etmekte güçlük çeken ve oldukça çirkin ve gayet uzun boylu Cl.93 cm.J
olan Lincoln, maamafih, fizikî kuvveti, cana yakınlığı ve bilhassa anekdotları
ile o yılların Amerika'sının köy ve kasabalarında popülerite kazanıyordu.
Fıkraları dillerde dolaşmağa başlamıştı.
Genç avukat
Lincoln bir kasabadan diğerine at sırtında gidiyordu. Bir ^gün mahkemede karşı
tarafın avukatı, jürideki bir üyeye itiraz etti. (Amerikan jüri sisteminde,
avukatlar, makul sebep ve delil gösterebildikleri takdirde jü- ridekileri
reddedebilirler.) Avukat, bahis konusu jüri üyesinin Lincoln'ü tanımadığını
söylemişti. Hakim Davis, avukatın itirazını kabul etmedi; zira, aksi takdirde,
Lincoln' ün haysiyeti zedelenmiş olacaktı.
Söz sırası
kendisine geldiği vakit, Lincoln, jürideki bazı üyelere karşı tarafın
avukatını tanıyıp tanımadıklarını sordu. Hakim Lincoln'ü azarladı: "B.
Lincoln, jüri üyelerinin muarızınızı tanıyıp tanım^nası onun bu vazifeden affedilmesini
gerektirmeyeceğini bilmeniz gerekir."
Avukat
Lincoln, "Hayır, Hakim bey," cevabını verdi, "benim korkum
jüriyi oluşturan centilmenlerin onu gerçekten tanımalarıdır—ki böyle bir hal
de, onu, şahsıma karşı avantajlı bir duruma getirmiş olur."
Bir diğer
duruşmada, karşı tarafın avukatı için şunları söyledi: "En fazla kelimeyi
en küçük bir fikre sığdırmasını onun kadar iyi beceren bir başkasını ben
tanımıyorum."
Yine bir gün, dikkafalı bir
muarızı saçma bir iddia ile onu küçük düşürmek gayretindeydi. Lincoln'ün
belagati, adamı, kör inatla savunmağa çalıştığı tutumundan bir santim dahi
kımıldatamamıştı. Sabrı tükenen Lincoln, nihayet, "Pek ala, pek
ala," dedi. "Bir öküzün kaç ayağı var?"
Damdan düşercesine sorulan bu
suale adam hemencecik "dört"ü yapıştırdı. Lincoln, "Haklısın,
arkadaşım," diye cevap verdi. "Bununla beraber, bir An için, öküzün
kuyruğunu da ayak farzedelim. O takdirde öküzün kaç ayağı olmuş olur?"
Bir an
önce münakaşaya dönmek için sabırsızlanan adam, "Beş,
elbette," dedi. "Ama bundan ne çıkar?"
"Bundan senin yanıldığın
meydana çıkar. Çünkü, bir öküzün kuyruğu, ayak olsun demekle, ayak olmaz."
Abraham Lincoln, siyasi hayatta
bir gün başarıya ulaşacağına inanıyordu. Temsilciler Meclisi üyeliği için mücadele
ettiği bir seçim sırasında, bir Pazar günü devrin meşhur vaızı Peter
Cartwright'ı- dinlemek üzere kiliseye gitti. Vaiz sırasında Papaz Cartwright,
cennete gitmek isteyenlerin ayağa kalkmasını istedi. Lincoln hariç herkes
ayağa kalktı. Papaz daha sonra cehenneme gitmek isteyenlerin ayağa kalkmasını
istedi. Lincoln yine oturduğu yerde kalmıştı.
Papaz bunun üzerine, "Bu
çağırılar sırasında Abraham Lincoln'ün yerinden kımıldamaması beni hayrete
düşürdü," dedi. "Eğer B. Lincoln, ne cennete ne de cehenneme gitmek
istemiyorsa, bize nereye gitmek istediklerini acaba söylerler mi?"
Lincoln, ağır ağır ayağa kalktı
ve cevap verdi: "Ben Kongreye [Parlamento! gidiyorum."
Abraham
Lincoln, o seçim sonunda Kongreye gidemediği --gibi, daha sonraki siyasi
hayatında da bir çok başarısızlıklarla karşılaşacaktı. Gerçekten, onun siyasî
hayatı, Cumhurbaşkanı seçilinceye kadar, tam bir başarısızlıktı. Lincoln'ün bir
doğum gününde Detroit Free Press
gazetesinde yayınlanan bir başyazı bu hakikatı gayet veciz bir şekilde ifade
ediyor:
İş hayatında iflas etti 1831
Illinois
Eyaleti Temsilciler Meclisi
seçimini kaybetti 1832
İş hayatında ikinci iflâs 1833
Illinois Eyaleti Temsilciler
Meclisine seçildi 1834
Sevgilisi öldü 1835
Sinir buhranı geçirdi 1836
lllinois
Eyaleti Temsilciler Meclisi.
Başkanlığı Seçimini kaybetti 1838
ABD.
Temsilciler Meclisi
seçimini kaybetti 1340
A B D. Temsilciler Meclisine seçildi 1846
Temsilciler
Meclisindeki
sandalyesini. kaybetti 1848
A B D. Kongresi Senato seçimini kaybetti 1855 Cumhuriyetçi Partinin
Cumhurbaşkanı
Muavini namzedi idi, kaybetti 1856
Senato seçimini yine kaybetti 1858
A B D. Cumhurbaşkanlığına seçildi 1860
Lincoln, kendi ifadesine göre,
siyasi inanışlarının çoğunu Thomas Jefferson'dan aldı. Onun Amerikan demokratik
düşüncesine katkısı sadece Jefferson'un fikirlerini yorumlamak, genişletmek ve
mükemmel bir şekilde ifade etmek oldu. Fakat bugün sadece Amerika'da değil,
hemen hemen dünyanın her tarafında insanlar, demokrasinin önde giden sözcüsü
ve örneği olarak Lincoln'ü gösteriyor. Eğer demokratik bir liderin
değerlendirilmesinde onun demokratik inanışları başta geliyorsa, halkın hükmü
doğrudur, ve işte o zaman Lincoln'ü önde giden bir demokratik lider olarak
görüyoruz.
Lincoln, beşeriyete olan bu
derin inancını nereden aldı? Lincoln'ün hayranlarından Adlai Stevenson der ki:
"Çünkü Lincoln halktan bir insandı. İmtiyaz denen şeyi katiyen bilmedi;
sefalet içinde doğdu, kendi kendini yetiştirdi, hayattaki her başarısı için
inanılmazcasına gayret sarfetme- ğe mecbur kaldı. İnsanların hem iyilerini hem
kötülerini, hem gülünç hem yüce olanlarını biliyordu,
ve iyilerin kötülerden fazla olduğuna inandı. Buna öylesine derinden
inanıyordu ki, bunu ispat için bir harbi dahi göze almaktan çekinmedi."
Abraham Lincoln, siyasî hayata bir Whi.g'li (Liberal) olarak atıldı.
Illinois Eyaleti Temsilciler Meclisine seçildiği
yıl, eyaletin tanınmış politikacılarından George Forquer, kendi l WhigJ partisinden istifa ederek
Demokratlara katılmış ve parti değiştirmesinin mükafatı olarak da, yıllık
maaşı 3000 dolar olan bir mevkie getirilmişti. Lincoln, derhal bu politikacı
ile kılıç şakırdatmağa karar verdi. For- q ue,
gösterişli bir ev yaptırmış ve damına da (o zaman için bir statü sembolü
sayılan) bir yıldırım-savar diktir- mişti. Eyalet Meclisinde kendisine hücum
eden Forque'un bir nutkunu müteakip söz isteyen Lincoln şunları söyledi:
Ben yaşamayı arzu ediyorum, ben şöhrete ulaşmak azminde- yim. Fakat
ben, kendimin bir gün, senede 3000 dolar
getirecek bir iş için parti değiştirerek, günahkâr vicdanımı gücendirilmiş
Allaha karşı korumak için bir yıldırım-savar dikeceğim günü görmektense,
şimdiden ölmeyi tercih ederim.
Demokrat Partinin 1848 genel seçimlerindeki Cumhurbaşkanı namzedi
General Lewis Cass idi. Generalin 1831 yılına
ait ödenek cetveli şüpheyi çekiyordu. O yıl Birleşik Amerika Temsilciler
Meclisinde üye olan Lincoln bu konu üzerinde durdu:
Bay Başkan, ben bir arkadaşın, General Cass'ın
düşmana karşı giriştiği hücumlarda şahaserce başarılı olduğu iddiasını,
maalesef, kabul edemeyeceğim. Evet, hücumlarında cidden şa- haserdi. Yalnız, ne
var ki, onun hücumları âmmenin düşmanlarına karşı değil, bizzat âmme
hazinesine karşı! Ben gerçekten onun ne şaheser kabiliyetlere sahip bulunduğunu
göstermek için, General Cass'ın yolluk ve ödenek cetvelleri üzerinde duracağım.
Bu cetveller onun sadece, herhangi bir anda, tek başına, müteaddid insanın
işini üzerine almış olduğunu göstermekle kalmıyor; bilâkis, çok defa,
biribirlerinden yüzlerce mil uzaklarda, muhtelif yerlerde aynı anda yaptığı
çeşitli işleri hayret \'e ibret gözlerimiz önüne seriyor.
Yediklerine gelince, bu vesile ile onun olağanüstü
bir kapasiteye sahip olduğunu da öğreniyoruz. Kasım, 1821 den Mayıs, 1822 ye
kadar her gün Michigan'da [bir eyalet] ve bu şehirde [Washington] her gün
yediği on öğün yemekten gayrı yine her gün için—her halde bu iki yer arasında
bir yemekten diğerine gidip gelirken sarfettiği para için olacak—beş dolarlık
yol masrafı gösteriliyor. Sonra, bu cetvelden şu önemli noktayı da öğrenmiş
bulunuyoruz: bir kimseden yediklerinin parası alınacak yerde, ona, yedikleri
için ayrıca para ödeniyor! ...
Baş Başkan, iki saman yığını arasında durmasına rağmen, açlıktan ölen
hayvanın hikâyesini hepimiz biliriz. General Cass için böyle bir şey asla bahis
konusu olamaz. Yığınları, biribi- rinden binlerce mil mesafeye koyun, ve onu da
ikisi arasına; göreceksiniz, General Cass, her ikisini de aynı anda yiyip bitirmekle
kalmayacak, bu iki yığın arasında kalan diğer yeşil otlar da azalacaktır.
İsterseniz, onu, Cumhurbaşkanı yapınız. Bu, sizin bileceğiniz bir şey. Ve şayet
Cumhurbaşkanı seçilirse, hepinize de bol bol yedirecektir—eğer kendisi yedikten
sonra geriye bir şey kalırsa!
[Gen. Cass
Cumhurbaşkanlığı seçimini kaybetti.]
O çağlarda Amerika'nın batı
bölgeleri alt-nüfuslu ve oldukça da alt-işlenmişti. Cumhurbaşkanları,
genellikle, doğu ve güney bölgelerinden geliyordu. Buna rahnen, batılı bir
politikacı Lincoln'ü Cumhurbaşkanlığına yükselten şey, onun, bilhassa Illinois
Senatörü (Demokrat) Stephen Douglas ile halk önünde yaptığı tartışmalardı.
Maamafih, devrinin en büyük hatibi
ünvanını kazanan Lincoln'ün, Illinois Temsilciler Meclisindeki ilk nutku kati
bir başarısızlıktı. Lincoln kürsüye çıkmış, "Bay Başkan, kabul ediyorum
ki—" demiş ve arkasını getirememişti. Üç defa tekrarlamasına rağmen,
"Bay Başkan, kabul ediyorum ki—"den başka bir şey söyleyemeyince, o
zaman kendisi gibi eyaletin Temsilciler Meclisinde üye olan Stephen Douglas
(bir yıl önce seçilmişti), aşağıdaki sözü ile Lincoln'ü beş paralık etti:
"Bay Başkan, Muhterem Centilmen üç defa kabul etti, fakat hâlâ bir şey
çıkaramıyor."
Bin sekiz yüz elli sekiz senatör
seçimlerinin Lincoln-De- uglas savaşı Amerikan siyasi tarihinin büyük
hâdiselerinden biridir. Stephen Douglas, Birleşik Amerika Senatosunun bir
üyesi idi. Seçimlerde, Cumhuriyetçi partinin Illinois Senatör n^nzedi de,
Cumhuriyetçi Abraham Lincoln. Bu iki politikacının Illinois vatandaşları önünde
serbestçe tartışmaları siyasi tartışmaya klâsik örneklerdir. Öyle ki, Lincoln
ve Douglas, diğer eyaletlerden gelen istekler üzerine, tartışmalarını Illinois
sınırları dışına dahi götürdüler. Bu, gerçekten teamül dışı, gerçekten anormal
bir şeydi; Çünkü, senatör seçimlerinde her hangi bir eyaletin seçmenleri ancak
kendi eyaletlerinin senatör namzedleri için rey kullanabilirler.
Lincoln,
gerçi bu seçimi kaybetti, fakat Amerika çapında büyük bir hatip olduğunu da
pek çok Amerikalıya kabul ettirdi. Nitekim, iki yıl sonraki Cumhurbaşkanlığı
seçiminden sonra Washington'daki Beyaz Ev'i o işgal edecekti.
Lincoln, ara
sıra, normal bir insan kadar içki içerdi. Doug- las ise, Lincoln'ün çok daha
fazla içtiğini ileri sUruyor- du. Tartışmaların birinde, Lincoln'ün, hiç
olmazsa kendisi kadar içtiğini ima etmek istercesine, "Ben, B. Lincoln ile
bir içkici dükkanında tanıştım," dedi. "Lincoln, tezgah gerisinde,
içki satıyordu."
Lincoln, söz
sırası kendine gelince, şu cevabı verdi:
"Efendim,
B. Douglas’ın dediği gerçekten doğrudur. Benim, bir vakitler, küçük bir
dükkânım vardı. B. Douglas da en iyi müşterilerimden biri idi. Çok defa ben
tezgah gerisinden B. Douglas'ın viski bardağını doldururdum. Yıllar sonra,
şimdi, aramızdaki fark şu: Ben tezgah başından ayrıldım, fakat B. Douglas hala
tezgah başındaki sandalyesinde oturuyor."
Lincoln-Douglas
tartışmaları Amerika'nın her tarafında dikkat ve hayranlıkla takip ediliyor;
hatipleri dinleyemi- yenler tartışmaların safahatini gazetelerden takip ediyordu.
Lincoln, bir kasabada Douglas'ın içkiyi seven bir olduğunu şöyle anlattı:
"B.
Douglas, sizlere, babasının mesleğinin fıçıcı olduğunu; marangozluk ve
fıçıcılık mesleğini de ondan öğrendiğini söyledi. Bunun fevkalade bir tarafı
yok. Gayet normal bir şey. Yalnız ben babasının mesleğinin fıçıcılık olduğunu
şu ana kadar bilmiyordum. Onun iyi bir fıçıcı olduğunda da zerrece şüphem yok;
çünkü [Lincoln, sözlerinin bu noktasında Douglas'a doğru bir reverans yaptı 1
şimdiye kadar gördüğüm viski fıçılarından en iyisini o yapmış."
Bir başka
toplantıda, Douglas'ın fikirlerindeki "sathi"liği şöyle anlattı:
"Aç bırakılmış bir güvercinin gölgesinin suyunu kaynatarak bir hastaya
verilmiş çorba gibi."
Lincoln'ün
anekdotlan memleket sathında yayıldıkça, aleyhindeki
dedikodular. ileri-geri çekiştirmeler ve çamur atmalar da artıyordu. Kendisini
ikinci defa cumhurbaşkanı adayı seçecek Cumhuriyetçi partinin genel kongresi
Baltimore şehrinde toplandığı sırada, ülkenin en nüfuzlu gazetesi New York
Herald, Lincoln'ün bir göz
boyacıdan başka bir şey olmadığını yazdı: "Ölüp de dirilmiş bir şaka.
Onun tekrar Cumhurbaşkanlığına seçilmesi hazin bir şaka olur." Devrin ünlü
gazetecilerinden Richard Henry Dana da soruyordu: "Bu adam isteğinde
gerçekten ciddi olabilir mi?"
Lincoln,
aleyhindeki iftiraları, kendisine yöneltilmiş hücumları müdrikti.
"Hakkımda söylenenlerden bazıları, maalesef, hiç de nazik değil,"
diyordu. "Ama. içinde hakiki bir nükte bulunan bir hikayenin üzerimde, bir
viski ziyafetinin bir sarhoş üzerinde bırakabileceği tesiri gösterdiğini
söylersem bana inanmanızı istiyeceğim. iyi
bir nükte bana yeni bir hayat aşılıyor."
Lincoln,
Amerika'nın en talihsiz bir devrinde Cumhurbaşkanı oldu. Amerika bir fikir
üzerine kurulmuştu: insanların kendi kendilerini idare edebilecekleri fikri
üzerine. Ve bu Birlik dağıldığı takdirde, fikir de kaybolup gidecekti.
Kölelik, Dahili Harbin sadece bir parçası idi, bir bahane, fakat asla bütün
sebebi değil.
Lincoln,
siyahi Amerikalıların bazı haklara sahip bulunmasını istiyor, "zenci
meselesi"nde mutedil bir tutumu savunuyor, bir adaletsizlik müessesesi
olan köleliğin daha da genişletilmesine tâviz vermezcesine karşı geliyordu.
Senatörlük için mücadele ettiği 1858 yılında, tarafların, üzerinde
anlaşabilecekleri bir hal çaresi bulamadıkları takdirde, ülkenin başına büyük
bir felaketin geleceği kehanetinde
bulundu: "İçinden parçalanmış bir ev ayakta duramaz."
Harbin
başlamasından çok önce, bu konudaki görüşünü şöyle anlatıyordu: "Bu
mücadelenin ana fikri, bence, halk hükümetinin bir saçmalık olmadı^rnı ispat
etmek zorunda kaldığımızdır. Hür bir cemiyet içinde, bir azınlığın is - tediği
an hükümeti parçalamağa hakkı olup olmadığında artık karar vermeğe mecburuz.
Eğer biz muvaffak olamazsak, halkın kendi kendini idare edemeyeceği de
anlaşılmış olacaktır.''
Lincoln, bu inanışını, en
kuvvetli bir şekilde Gettsburg nutkunda, bilhassa nutkun son cümlelerinde ifade
edecekti. Muhaliflerinin "hokkabaz"ın biri diye lekelemeğe
çalıştıkları Cumhurbaşkanı Lincoln'ün bu nutku bir dünya şaheseridir. Ve
nutuktan sonra, "böyle nutuk mu olurmuş-" diye dudak büken ve hattâ
alay eden gazeteciler bile vardı. Nutkun bir "şaheser" olduğunu o
anda ancak bir kaç kişi takdir edebilmişti.
Gettsburg, Pennsylv^ia
eyaletinde küçük bir kasabadır. Amerikan Dahili Harbinin (1861-65) en kanlı
cenglerin- den biri burada cereyan etmiş (Temmuz, 1863) ve Federal devletin
zaferiyle neticelenen bu çarpışmada Güneyliler 28,000, Kuzey ve Batı
eyaletleri (Federal devlet) orduları da 23,000 kayıp vermişti.
Gettsburg'da ölenlerin
hatırasına bir abide dikilmesine karar verildiği vakit, Cumhurbaşkanı Abraham
Lincoln'den "usulen bir kaç söz" söylemesi istendi; zira "günün
konuşmasını devrin tanınmış bir avukatı yapacaktı.
Abraham
Lincoln, bugün dünya hitabet edebiyatının "şa- heser"leri arasına
giren nutkunu vermek için platfo^na çıktı, gözlüğünü taktı, ve cebinden, nutku
sırasında hemen hemen hiç bakmadığı bir kağıt parçası çıkararak konuşmağa
başladı (19 Kasım, 1863):
Seksen yedi
yıl önce, dederimiz, bu kıtada, hürriyeti hak ve idrak eden, yeryüzündeki bütün
insanların eşit yaratıldığına inanan, ve bu gaye uğruna kendisini vakfeden bir
milletin temelini attılar. Biz, şimdi, hürriyete böylesine candan inanmış bir
milletin veya her hangi bir milletin uzun müddet dayanıp dayanamıyacağını
gösterecek büyük bir dahili harbin içindeyiz. Bu harbin en büyük cenglerinden
birinin cereyan ettiği bu meydanda, bu milletin payidar olması için burada
hayatlarını feda edenlere, bu meydanın küçük bir kısmını onlar için ebedi
istirahat yeri olarak, onlara ithaf etmek üzere buraya toplamış bulunuyoruz.
Bunu yapmamız gayet yerinde ve doğru. Fakat geniş manasıyle ele aldığımız
takdirde, burasını, onlar için ithaf, takdis ve tahsis edebilecek kudrete sahip
olamayacağımızı idrak edeceğiz. Burada çarpışarak ölen ve kalan kahraman
insanlar, bizim âciz kudret ve kuvvetimizin ilâve edebileceğinden veya eksilteceğinden
çok daha fazla olarak burasını takdis edip kutsileştirdiler. Bizim burada
söyliyeceklerimiz ne fazla dikkati çekecek ve ne de uzun müddet hafızalarda
yaşıyacak; fakat, onların yaptıkları hiç bir zaman unutulmayacaktır. Şu halde,
bu insanların asilce geliştirdikleri henüz tamamlanmamış bu işe kendilerini
adayacak ve onu tamamlayacak olanlar, gerçekte, biz hayattakileriz. Önümüzdeki
bu büyük vazifeye kendimizi vakfederken, sadakatlerinin ölçüsünü göstermek
için, ideal ve gayeleri uğrunda canlarını feda eden bu muhterem ölülerden
sadakat öğrenelim ve onların beyhude yere can vermediklerini ispat edelim. Ve
ancak ondan sonra, bu millet, Allahın himayesi altında, hürriyetin yeni bir
doğuşuna şah itlik edecek ve halk
tarafından, halk için kurulmuş bu halk hükümeti de yeryüzünden silinmeyecektir.
Lincoln, gerçekte, bir "azınlık" Cumhurbaşkanı idi. Cumhurbaşkanlığı
(1960) seçiminde Cu mhuriyetçi Partiden başka üç parti daha namzet
çıkarmıştı: Kuzey
Demokratları <Senatör Douglas), Güney Demokratları, ve Anayasa Birliği
Partisi. Lincoln'ün topladığı reylerin sayısı diğer namzetlerin reyleri
toplamından azdı. Seçimleri müteakip hadiseler süratle inkişaf etti. Güney eyaletleri Federal Birlikten ayrılarak
kendi Konfederasyonlannı kurdular, bunu n neticesinde de, her iki taraf büyük bir harbin içine itildi.
"Başkumandan" sıfatıyle harbin yürütülmesi
sorumluluğunu yüklenen Lincoln'ün harp yıllarındaki rejimi "diktatörce" idiyse de,
onun tek emeli, her ne bahasına olursa
olsun, Amerikan Birliğini kurta^ak ve korumaktı. Kuzey eyaletlerindeki Güneyli
taraftar ve sempatizanlara karşı
şiddetle harekete geçmiş olmasına rağmen (ki bunun için çok tenkide uğramıştı), Güneylilere anlayışlı ve müşfik davranılması taraftan idi. Onlara kızmıyor, acıyordu. Öte yandan, kendi
kabinesi de derin ihtilaflar içinde
çalkalanıyordu. Köleliğin mutlak surette ilgasını
isteyenler, Cumhurbaşkanını "yumuşak" davranmakla
itham ederlerken, muhafazakarlar, harbin neticesinden ümitli görünmüyorlardı.
Bütün bu mücadeleler ortasında, Lincoln, zekâsı ve
sabrının rehberliği altında hazan, hemen hemen tek başına kaldığı vakitlerde
dahi, inandığı yolda yürümekte devam etti. Harp yıllarındaki nutukları,
zahiren şen-şakrak olan bu adamın içinden kan ağladığını gösterir. Sık sık halk
arasında dolaşıyor, harpte ölenlerin ailelerini ziyaret ediyor, halktan
hükümeti desteklemesini istiyordu:
İlâhi
Varlık, beni, koruyucu kanatları altında muhafaza etmedikçe ve büyük,
hür, mesut, ve zeki halk kütleleri beni desteklemediği takdirde, başarılı olmama
imkân yoktur; onlar benimle beraber oldukları müddetçe de, başarısızlık bahis
konusu olamaz.
Cumhurbaşkanı, her nutkunda
Amerikan Birliğinin korunması üzerinde duruyordu: "Birliğimizin bu
tecrübeden geçmiş ve iyi gemisinin limana sağ salim ulaşmasını temin için
hepimiz el ele vermezsek, yarınki yolculuğunda ona kaptanlık etmek isteyen
bulunmıyacak."
Lincoln,
halkın sağduyusuna güveniyor, gerçeklere vakıf bir milletin doğru yoldan
şaşmayacağına inanıyordu: "Ben halka derinden inanıyorum. Kendisine gerçekler
anlatıldığı vakit, her hangi bir milli krizle boy ölçüşebileceklerine emin
olabilirsiniz. Esas mesele, onlara gerçekleri iletebil- mektir." Ve:
"Halkın nihai adaletine niye sabırla güven beslemeyelim? Buna benzer başka
bir ümit dünyada var mı?"
Harbin yürütülmesi hususunda
şahsına yöneltilen tenkitlere bir gün şu cevabı verdi: "Ben kendimin hiç
bir zaman bu işi bu memlekette en iyi yürütecek adam olduğumu söylemedim, ama
bir köylünün, bir çaydan geçerken, arkadaşının bir teklifi üzerine, çay ortasında
atların değiştirilemeyeceğini söylediğini hatırlıyorum."
Tenkitlerin yükseldiği bir
sırada devrin meşhur cambazı Blondin'den bahsetti:
"Efendiler, bir an için
şöyle bir durum tasavvur ediniz. Ülkemizin bütün mal ve mülkünü altın halinde
cambaz Blondin'nin eline verdiniz; ve bu altınlarla birlikte, Niaga- ra
Şelalesi üzerinde gerilmiş bir ipte yürüyerek karşı tarafa gedmesini
söylediniz. Cambaz ip üzerinde yürüdüğü sırada,
ipi mi sallarsınız, yoksa, 'Blondin, adımlarını aç, daha hızlı yürü, acele et'
diye mi bağırırsınız? Hayır, eminim, ne onu ne bunu yapacaksınız. Nefesinizi,
dilinizi tutacak, cambaz karşı tarafa geçinceye kadar ipe dokunmayacak, sağ
salim karşı tarafa geçmesi için dua edeceksiniz. Halen, hükümetin durumu da
böyledir. Fırtınalı bir havada vasi bir okyanusu geçmeğe çalışan hükümetin
elinde muazzam bir ağırlık, engin hazineler var. Onu rahatsız etmemek gerekir.
Sükûnetinizi muhafaza ediniz, sağ salim karşı yakaya geçeceksiniz."
Lincoln, sosyal tekamüle, beşeri
gelişmenin önlenemeyeceğine inandı, ve bu tekamül için en ümit verici çevre
olarak da demokratik hükümet tarzını gördü. "Biz herkese fırsat
vermeyi teklif ediyoruz," dedi. "Ve ümit ediyoruz ki, böylelikle,
zayıf kuvvetlenecek, cahil akıllanacak ve herkes beraberce daha iyi şartlar
altında daha mesut yaşayacak."
Bu düşüncelerledir ki,
ikinci defa Cumhurbaşkanı seçilmesini müteakip Kongredeki ilk nutkunda (4 Mart, 1865), suçluların cezalandırılmasından ziyade, yaraların sarılması, yıkılan
Birliğin yeniden kurulması üzerinde durdu:
Her iki taraf da mücadelenin bu kadar büyük ve uzun
olacağını sanmıyor ve mücadele
sebebinin de çatışmanın son a erişinden önce ortadan silineceğini umuyordu. Her iki
taraf da kolay ve ucuz bir zafer ümit ediyor, ve neticenin böylesine temelli,
böylesine hayret verici olacağını düşünmüyordu.. Her iki taraf da aynı Incil’i
okuyor ve aynı Allah’a dua ediyor; her biri, diğer ini n
aleyhine
O’n un yardımını diliyordu. Başkalarının alın terleriyle kazandıkları ekmeği onların
ellerinden almak
için Allah'tan yardım dilemek garip görünebilir; fakat, kendimiz
hakkında hüküm veremediğimiz için. başkaları hakkında da
alelıtlak yargılardan sakınalım. Ulu Tanrı’nın da kendine mahsus
maksatları olduğundan,
her iki tarafın da duaları kabul olunamazdı, nitekim olunmadı da....
Amerika'daki köleliği cürüm ve kabahatlerimizden biri sayalım ve bir vakitler Allah'ın indinde de
tasdik edildiğini kabul edelim. Fakat zamanını doldurmuş olduğundan, Allah, art ık o müesseseyi kaldırmak istiyor, ve bunun
için
de cürmün sâdır olduğu hem Kuzeye hem de Güneye bu müthiş silleyi
indirdiğinden, Allaha inananların O'nda mevcudiyetine
inandıkları
ilâhı vasıfların artık bulunmadığını mı söyliyeceğiz? Harbin getirdiği
bu muazzam yaraların süratle ortadan kalkacağına derinden inanıyor ve en
samimi inançlarımızla dua ediyoruz ki, harbin ortaya çıkardığı bu muazzam
musibetler süratle ortadan kalkacaktır. Buna rağmen, Allah isterse, kölelerin
iki yüz elli senelik karşılıksız çalışma ve alın terleri neticesinde biriken
servet yok olacak ve üç bin sene önce de söylendiği gibi, kamçının çıkardığı
her damla kan kılıçla ödenecek. Bundan böyle, Allahın karar ve hükümleri her
zaman doğru ve yerindedir.
Kimseye kötülük düşünmeyerek, herkese iyilik ederek. Allahın
gösterdiği şekilde doğruya ve hakka inanarak üzerimize aldığımız işi bitirelim,
milletimizin yaralarını saralım, harbi taşıyanların, onun zahmet ve acısına
katlananların ve bu uğurda ölenlerin arkada bıraktıkları dul ve yetimlere
bakalım; kendi aramızda ve diğer milletlerle adilce ve devamlı bir barışın
tesisi için elimizden geleni yapalım.
Cumhurbaşkanı Lincoln’ un şu
sözleri, Harp sonrası Amerikası için düşündüklerini gayet veciz bir şekilde ifade
ediyor:
Doğulu bir hükümdarın bir zamanlar etrafındaki âkıl kimseleri, her zaman
ve her durumda doğru, ve her yerde görülebilecek bir cümle icad etmeye {Ilemur
ettiği söylenir. Buldukları cümle şu: “Bu da geçer." Ne derin ifade
kudretini haiz kelimeler! Gururlu anlarımızda derhal aklımızı başımıza toplamamıza
yarayacak ne kudretli bir ifade! Hüzünlü ve ıstıraplı zamanlarımızda bizleri
teselli edebilecek ne derin mânalı bir söz! Fakat bu kudretli ve derunî ifade
zenginliğine rağmen, ümit edelim ki, tamamen doğru da değil. Daha doğrusu, altımızdaki
ve etrafımızdaki fizikî dünyayı öylesine işleyebilmeyi ümit edelim ki,
içimizdeki en iyi entellektüel ve ahlâki dünyayı harekete geçirsin, daima
ileri ve yukarı bakabilecek fertleri, ve dünya durdukça da payidar kalabilecek
sosyal refah ve saadeti yaratalım.
Lincoln, maamafih, gerektiğinde haşin bir dil de kullanabileceğini yıllarca
önce bir lokantada göstermişti. Yemekten sonra getirilen kahvesinden bir yudum
aldıktan sonra garsonu çağırmış ve demişti ki:
"Eğer bu kahve ise, lütfen bana bir çay getiriniz; ama bu içtiğim şey çay
ise, lütfen bana bir kahve getiriniz."
Her iyi hatip gibi, nutuklarını yazılı
kağıttan okumaz, irticalen konuşurdu. Zaman zaman kürsüye elinde kağıtla
çıkmasına rağmen, çok defa kağıda göz atmadı. Tabii, Lincoln, her iyi hatip
gibi, nutukları üzerinde haftalarca, ba- zan aylarca çalışır, nutkunun planını
hazırlar, pratik yapardı.
Avukatlığı sırasında Amerikan İstiklâl
Harbinde ölen bir askerin iki büklüm dul kansı Lincoln'ü ziyaret ederek,
sigorta acentasının kendisini aldattığından ağlamaklı bir sesle şikayet etti.
Sigortacı, hükümetin yaşlı kadına vereceği dört yüz dolarlık ikramiyeyi
tahakkuk ettirebilmek için kadından iki yüz dolar almıştı. Lincoln sigortacı
aley • hine derhal dava açtı.
Avukat Lincoln iddiasını
nasıl hazırladı? Şevkini arttırmak, his ve heyecanlarını tazelemek için
Amerikan İstiklal Harbinin kahramanı ve ilk Cumhurbaşkanı Washing- ton'un
biyografisini, ve İstiklal Harbi hakkında bir kitap okudu. Mahkemede
sigortacı aleyhine konuşurken, Amerikan vatanseverlerini hürriyet uğruna
çarpışmaya sevke- den zulüm ve baskılardan, onların karşılaştığı müşküllerden,
katlanmak zorunda kaldıkları ıstırap ve acılardan bahsetti; harbin en şiddetli
savaşlarından birinin cereyan
ettiği Valley Forge'da kar ve buz üzerinde aç ve yalın ayak çarpışan İhtilal
ordusu askerlerinin hayatlarını anlattı. Ve, yüzünden ve gözlerinden dehşetli
kızgınlık okunan bir ifade ile, o kahramanlardan birinin geride bıraktığı dul
karısının hakkı olan tazminatın yansını alan bu hayasıza dönerek, şimdi onun
"derisini yüzeceğini” söyledi, ve gözlerinden kan fışkırırcasına şunları
ilave etti:
Zaman
geçiyor. 1776'nın kahramanları bu dünyadan göçtüler, kamplarını öteki dünyada
kurdular. Gerçi vatanı uğruna canını feda eden asker ebedi istirahat yerinde,
fakat onun sakat, kör, ve sefalet içinde inleyen karısı bana ve siz muhterem
jüri üyelerine müracaat ederek kendisine reva görülen haksızlıkların
düzeltilmesini istiyor. Bu kadın her zaman şimdi gördüğünüz gibi değildi. Bir
zamanlar genç ve güzeldi. Adımları canlı, yüzü parlak, ve sesi Virginia
dağlarındaki her hangi bir ses kadar tatlı idi. Ama artık o fakir ve kendini müdafaadan âciz. Burada,
çocukluk yıllarını geçirdiği yerlerden yüzlerce mil
uzakta, Illinois'in düzlüklerinden bizlere, İhtilâlin vatanseverlerinin
canlarını feda ederek imtiyazlar bahşettiği bizlere müracaat ederek, şimdiki
durum ve hali karşısında anlayış göstermemizi ve yardım elimizi kendisine
uzatmamızı, kendisini erkekçe korumamızı istiyor. Sormak istediğim sadece şu:
Bu kadına biz şimdi sırt mı çevireceğiz’?
Lincoln
sustuğu vakit, jüri üyelerinden bazılarının gözleri yaşlanmıştı. Mahkeme, yaşlı
kadından alınan paranın son kuruşuna kadar sigortacıdan geri alınmasına karar
verdi. Lincoln, kadının bütün masraflarını üzerine aldı, otel ücretini ödedi,
yolculuğu için biletini temin etti ve kendi hukuki ücreti için hiç bir şey
kabul etmedi.
Bir kaç
gün sonra, Lincoln'ün ortağı yazıhanede yazılı bir kağıt parçası buldu. Bu,
Lincoln'ün mahkemedeki hitabesinin planıydı. Ortağı, bunu okurken
kahkahalarını zap- tedemedi:
"Kontrat
yok—Profesyonel hizmet değil—Gayri makul ücret—Sigortacının aldığı para kadına
verilmedi—İstiklâl Harbi—Valley Forge'daki sıkıntılar—Mağdurun kocası— Asker
terhis oluyor—Sigortacının derisini yüz—Bitiriş.''
Cumhurbaşkanı
Lincoln, Dahili Harbin kötü gittiği zamanlarda dahi hikaye kitapları okuyarak
kendini avutuyordu. Kuzeyliler için kesin bir yenilgi ile neticelenen Fre-
dericksburg cengi sırasında Isaac Arnold adlı bir mebus, Cumhurbaşkanının
çadırına girdiği vakit, onu, Artemus Ward adlı yazarın mizah kitabını okurken
buldu. Bu yetmiyormuş gibi, Lincoln, millet vekiline, kitaptan parçalar
okumakta ısrar etti. Muhatabı hayret içindeydi. Ülkenin kan ağladığı bir sırada
Cumhurbaşkanı (ve Başkumandan) nasıl olur da mizahî yazılar okuyabilir, ve
üstelik bu gülünç fıkraları diğerlerine nasıl tekrarlamak isteyebilirdi?
Temsilciler
Meclisi üyesinin sonradan anlattığına göre, Lincoln, elindeki kitabı masasının
üzerine koyduğu vakit gözlerinden yaşlar boşanıyor, koca vücudu zangır zangır
titriyordu. Bağırarak cevap verdi. “Arnold, eğer sırtımda
taşımağa mecbur
olduğum bu ezici yükü yere koyup bir kaç dakika dinlenmezsem, kalbim parça
parça olacak."
Kasım 8, 1864 gecesi seçim
neticelerinin gelmeğe başladığı sırada Lincoln'ün yanına çıkan Savunma Vekili
Stan- ton gözlerine inanamıyordu. Cumhurbaşkanı, kendisinin gözde
hümoristlerinden Petroleum V Nasby'nin bir kitabını okuyor, seçim neticelerini
öğrenmek için istical göstermiyordu.
Çok defa
mesai arkadaşlarını da anekdotlarına konu yaptı. İlk kabinesinde maliye
vekilliği yapan
Chase,
Lincoln'ün şakalarından alınıyordu. Öte yandan, Chase, Cumhurbaşkanlığına göz
dikmişti. Lincoln
bunu
biliyor, fakat iyi bir maliyeci Chase'i değiştirmek de istemiyor, Chase'in
sağda solda kendisini tenkit etmesini dahi hoş karşılıyordu. Cumhurbaşkanı bir
gün New York Times gazetesinin o
zamanki sahibi Henry Jarvis Raymond ile hasbihal ederken, B. Raymond'un sözü
Maliye Vekili Chase'e getirmesi üzerine şunu anlattı:
"Sen
köyde doğdun, değil mi? O halde at sineğinin ne olduğunu bilirsin. Bir gün
kardeşim ve ben tarla sürüyorduk. Sapanı ben tutuyordum. At ise, tembel ve
uyuşuk bir hayvandı. Fakat bir defasında, öyle koşmaya başladı ki, şu gördüğün uzun bacaklarıma rağmen
peşinden zor yetiştim. Tarlanın diğer tarafına geldiğimiz vakit, hayvanın
neden çılgınca koştuğunu anladım: kuyruğunun altına koca bir at sineği yapışmıştı. Derhal bir vuruşta
hakkından geldim. Kardeşim sineği niçin öldürdüğümü sordu. Zavallı atın
ısırılmasına tahammül edemiyeceğimi söyleyince hayretini gizleyemedi. 'Niye?'
dedi. 'Onu koşturan da o sinekti.' Ben de şimdilik B. Chase'i tokatlamak
niyetinde değilim—başında bulunduğu vekalet de onunla birlikte koştuğu
müddetçe.''
Maamafih, ikinci defa Cumhurbaşkanı seçildikten sonra (1864), maliye vekilliğine
Hugh McCulloh adında birini getirdi. Vekil, bir gün peşinde bir grup New York banka- cısıyle
Cumhurbaşkanının yanına girdi, ve alçak bir sesle dedi ki: "Bay Cumhurbaşkanı, bu
beyler hükümetin
mali
istikrarı ile ilgili hususları görüşmek üzere New York'tan geliyorlar. Bankacı
olduklarından hükümetimizin milli tahvillerini kasalarında muhaf^şa etmek
zorundalar. Ben onların vatanseverlik ve sadakatlerine şahadet ederim. İncilde
de söylendiği gibi 'Hazinenin bulunduğu yerde kalp de vardır' "
Lincoln derhal cevap verdi: "B. McCulloh, o kitapta
buna benzer bir bahis daha var ki, aynı derece doğru: 'Kartallar leşin
bulunduğu yerde toplaşır.' "
Cumhurbaşkanı Lincoln her çeşit hikaye anlattı. Bunlardan
biri bir tımarhaneyi ziyaret eden adamla ilgili. Koridorda bir deli ile
karşılaştı. Deli ziyaretçiyi selamlı- yarak dedi ki: "Ben Julias
Caesar'ım.'' Ziyaretçi deliyi biraz sonra yine gördü. Deli tekrar bir selam
çaktı, ve bu sefer kendisinin Napoleon Bonapart olduğunu söyledi. Ziyaretçi,
"Evet, Napoleon," dedi. "Fakat, biraz önce kendinin 'Julias
Caesar' olduğunu söylüyordun." Deli, "Haklısın, cevabını verdi,
"ama o diğer annemdendi.
Her hümor sahibi insan gibi, Lincoln da, kendisi ve ailesi
hakkında hikayeler söylerdi. Bir gün iki küçük çocuğu Willie ve Ted ile
sokakta giderken, küçükler bağrışma- ya başladı. Yoldan geçen bir arkadaşı
sordu: "Ne oluyor?" Lincoln cevap verdi: ''Tıpkı dünya meseleleri
gibi. Elimde üç tane ceviz var, ve her ikisi de benden ikişer ceviz istiyor."
Kendisi hakkında anlattığı hikayelerden birinde iki dindar
kadın tren kompartmanında konuşur. Biri der ki: "Jef- ferson Davis'in
kazanacağını zannediyorum." Diğeri öğrenmek ister: "Nereden
biliyorsun?" Birincisi cevap verir: "Çünkü, Jefferson mütedeyyin bir
insan." İkincisi, "Haklısın," der. "Ama Lincoln da
mütedeyyin bir adam." Birincisi tekrar cevap verir: "Evet, ama Allah
onun şaka yaptığını zannedecek."
Cumhurbaşkanı son derece dürüst, namuslu bir insandı. Bir
nutkunda şöyle dedi:
"Eğer vatandaşlarımın itimadlarını kötüye kullanacak
olursam, onların sevgi ve itimatlarını tekrar kazanmama imkan yoktur. Evet,
herkesi bir zaman için aldatabilirsiniz, hatta bazılarını her zaman da
aldatabilirsiniz, fakat herkesi her zaman aldatamazsınız."
Lincoln gerçekten çirkindi. Ama o, çirkinliğini dahi seçim
konuşmalarına konu yapmaktan zevk aldı. Stephen Douglas ile tartışırken bir gün
şu fıkrayı anlattı:
Kasabanıza bundan önceki gelişimde, otelde soyunurken aynada kendimin
cidden çok çirkin bir insan olduğumu üzülerek gördüm. Artık iyiden iyiye kaani
olmuştum ki, dünyanın en çirkin insanı bendim. Bunun için, kendimden de çirkin
birini gördüğüm vakit, onu öldürmeğe karar verdim. Ertesi günü Andy de
[dinleyiciler arasında yer almış avukat arkadaşı Andy'i işaret eder] kasabanıza
gelmişti. Kendisini ilk defa görür görmez, kendi kendime, işte aradığım adam
bu, dedim. Onu ortadan kaldırmağa karar vermiştim. Acele otele döndüm, tabancamı
takındım, ve aşağı inerek köşe başında Andy'yi beklemeğe başladım.
Birazdan Andy göründü. Hemen önünü kestim. Tabancamı göstererek,
“Kıpırdama, Andy," dedim. “Allaha son duanı söyle. Seni
öldürüyorum."
Andy sordu: “Niye, B. Lincoln, niye? Ben sana ne kötülük ettim?"
“Ben, kendimden de çirkin birini gördüğüm vakit onu öldürmeğe yemin
etmiştim—ve sen benden de çirkin bir insansın.
"B.
Lincoln, ben gerçekten senden daha mı çirkinim?" “Evet."
Andy,
gözlerini gözlerime dikerek ağır ağır konuştu: “O halde, B. Lincoln, ben
hakikaten sizden daha çirkinsem, hiç hE'k- lemeyin, tetiği derhal çekin."
Tartışmalar
sırasında bir gün Douglas, Lincoln'ü "iki yüzlü'lükle ith^rn etmişti.
Lincoln. "Bu konuda dinleyicilerin hükmüne müracaat etmeyi tercih
ederim," dedi. "Eğer benim bir diğer yüzüm daha olsaydı, hiç bu
gördüğünüz yüzü takınır mıydım?"
Bir
seçmen sordu: "B. Lincoln, sizin politikanız nasıl olacak?"
Cevap verdi: "Tıpkı yaşlı bir kadının dansı gibi—kısa
ve tatlı."
Dahilî
Harp sırasında generallerin tutumu Cumhurbaşkanını rahatsız ediyordu. Lincoln,
generallerin nihai hücuma geçmekteki kararsızlıklarının harbi uzattığına
inanıyordu. Bilhassa, Gen. McCellan 'ın elindeki birlikleri harbe sokmakta gecikmesi canını fazlasıyle sıkıyordu. Bir
gün generale
şu notu gönderdi: Azizim, McCellan: şayet orduyu kullanmayacaksanız, kısa bir
süre için ödünç alabilir miyim? Hürmetlerimle. A. Lincoln."
Cumhurbaşkanı,
bir diğer gün, yardımcısıyle Generalin karargahın a gitti. Yerinde yoktu. Biraz ileridek i ağaçlar arasından balta sesleri geliyordu. Lincoln,
ağaçlara doğru yürüdü. Bir kaç er bir çukur
kazmakla meşguldüler. Cum- hurbaşkanı askerlere ne yaptıklarını sordu. Biri,
"General için yeni bir hela
yapıyoruz," dedi. Cumhurbaşkanı öğrenmek istedi: “Bir delikli mi, iki
delikli m i?"
Asker cevap verdi: "Bir delikli."
Erlerin yanından ayrılan
Lincoln, onların işitemiyecek- leri bir mesafeye geldiği vakit, yardımcısına,
"Allaha şükür, bir delikliymiş," dedi. "Eğer iki delikli olsaydı, Mc Cellan, hangisini kullanmak
gerektiğine karar verinceye kadar donuna ederdi."
Güneyliler
ordusunun sayısı sorulduğu vakit Cumhurbaşkanı şu cevabı verdi: "En güvenilir
kaynaklardan edindiğimiz
bilgiye göre, takriben 1,200,000."
Bu rakamın şüpheli olduğu
söylenince, Lincoln izah etti: "Hiç şüphe etmeyiniz—1,200,000. Bütün generallerimiz, mağlûp
edildikleri vakit, karşı taraf kuvvetlerinin kendi- lerinkinden
üç i la beş misli olduğunu ileri
sürü yorlar. Bizim ordumuzun mevcudu ise 400,000."
Başarısını her şeyden önce
çalışkanlığına borçlu olan Lincoln, hayatı boyunca tembellerden nefret etti. Gençliğinde bir torba buğday öğütmek için bir değirmene gitmişti. Değirmenci, bütün Illinois eyaletinin en
tembel insanı olarak biliniyordu. Onu işi
başında bir müddet seyreden müstakbel Cumhurbaşkanı canı sıkılarak dedi ki: "Senin
öğüttüğün süratte ben bu buğdayı yiyebil iri
m."
Değirmenci, "Sahi mi!"
diye ha) ret etti. "Ve
o işi ne kadar devam
ettireceğini zannediyorsun?"
Lincoln cevap verdi: "Açlıktan ölünceye
kadar."
Nihayet McCellan'ın kararsızlığına
tahammül edemiyen Lincoln, onu yerin d en aldı ve Gen. Hooker'i getirdi. Maa- mafih, onu da gözü
ısırmadığından, bir müddet sonra Federal orduları kumandanlığına
General Grant'ı tayin etti. Başarılı bir kumandan olduğunu ispat eden Grant,
harpten sonra politikaya atıldı ve Cumhurbaşkanı da seçildi (1869-771. Gen.
Grant'ın da hicivli bir dili vardı. Bir gün, emrindeki yüksek rütbeli
subaylardan biri, diğer yüksek rütbeli bir subaydan hoşlanmadığını söylerken,
araya glren bir general, hakkında konuşulan şahsın değerli bir general
olduğunu, çünkü on savaşa iştirak ettiğini söylemesi üzerine, Gen. Grant dedi ki:
"Bundan ne çıkar? Şu gördüğün katır da bir o kadar savaşa katıldı—ama o hâlâ bir katır."
General Grant'ın kurmay
subaylarından birinin aptallığı dillere destandı. Halk, böylesine beceriksiz
bir kimseyi generalin nasıl tuttuğunu merak ediyordu. Bir gün Grant' ın şahsi
dostlarından biri o subay hakkında sorunca, General şu cevabı verdi: "Oo,
Yarbay Blank çok değerli bir subay. Onsuz bir iş yapmağa hemen hemen imkân yok.
Şöyle ki. çok önemli ve muğlak bir emir yayınladığımız zaman, okuması için onu
önce Yarbaya veririz, ve şayet o bu emri anlarsa, biliriz ki herkes anlayacak.
Ondan sonra da emri yayınlarız."
Cumhurbaşkanı Lincoln,
Grant'ı—çarpışmaya hazır bir kumandan olduğu için—destekledi. Fakat Grant'ın
bir sürü düşmanları vardı. Bazıları onun içkici bir insan
olduğundan azledilmesini istiyorlardı. Bu grubun temsilcisi Ohio Senatörü
Benjamin Wade, bir gün Cumhurbaşkanını Beyaz Ev'de ziyaret ederek,
Grant'ın azledilmesini talep etti. Lincoln, "Senatör, bu isteğiniz bana şu
hikâyeyi hatırlatıyor," derken Senatör Wade, "Evet, evet," diye
Cumhurbaşkanının sözünü kesti. "Efendim, sizin hikâyeden başka
düşündüğünüz bir şey yok. Hep hikâye, hep anekdot. Siz, bu harpte yapılan her
askeri hatânın babasısınız. Siz, cehenneme giden yoldasınız, efendim... ve şu
anda da cehennemden bir mil uzakta dahi değilsiniz."
Gayet sakince Senatörü dinliyen
Cumhurbaşkanı şu cevabı verdi: "Senatör, buradan Senato binasına da hemen
hemen bir mil mesafe vardır. değil mi?"
Abraham ı.incoln'ün, emrindeki her
generalin şerefine içmesi için, Gen. Grant'a bir fıçı en iyi viski gönderdiğine
dair çeşitli söylentiler dolaşıyordu. Maamafih, Lincoln'ün yaverlerinden
Binbaşı Thomas T. Eckert, Cumhurbaşkanının hikayeyi duyduğunu ve çok
beğendiğini, fakat maalesef hikayenin kendisinden çıkmadığını üzülerek ilave
ettiğini de söyledi.
Cumhurbaşkanının anlattığına göre,
hikaye, 1 714-27 yıllarında İngiltere tahtında oturan Birinci George'a aittir.
Bu krala ordudaki generallerden birinin delirdiği kendisine iletildiği vakit,
bu neviden söylentilerin kendisi hakkında da pek âlâ çıkarılabileceği Kral I.
George, şu cevabı vermiş: "O generalin, diğer generallerimden bazılarını
ısırmasını ne kadar isterdim!"
Cumhurbaşkanı, Savunma vekaletine
Simon Cameron'u getirmeyi düşündü. Kabinedeki bir diğer vekil, Stevens, B.
Cameron'un bahis konusu vekaletin başına geçebilecek değerde olmadığını
söyleyerek itiraz edince Lincoln sordu: "Hırsızın biridir, çalar, demek
istiyorsun, değil mi?" Stevens cevap verdi: "Kıpkızıl kor halindeki
bir sobayı çalabileceğim zannetmiyorum
Lincoln, bu muhavereyi Simon
Cameron'a naklettiği vakit, muhatabı küplere bindi. Hemen Stevens'i görerek sözünü
geri almasını talep edeceğini söyledi. Lincoln, Came- ron'un dediklerini
Stevens'e nakledince, ikincisinin cevabı şu oldu: "Zannedersem ben size,
onun kıpkızıl bir sobayı çalamıyacağını
söylemiştim. Şimdi sözümü geri alıyorum."
Bir kabine
toplantısında devrin tanınmış bir Amerikan vatandaşından söz ediliyordu. Biri
onu övmeye başladı: "Bizim neslimiz arasında bilgi kuyusuna onun kadar derin
dalmış biri yoktur." Cumhurbaşkanı cevap verdi: "Ve onun kadar da
kupkuru çıkan."
Cumhurbaşkanı Lincoln şahsı
aleyhine yöneltilen bütün hücumlara, iftira ve şayialara cevap ve^eği reddetti.
"Bu. durmaksızın pire avlamaya benzer," diyordu. "Her birine
ayrı ayrı cevap vermek bir yana, bu hücumları teker teker okumaya kalksam, bu
dükkanın yapacak başka işi kalmazdı. Ben elimden geleni yapıyorum; elimden
geleni en iyi bir şekilde yapmağa çalışıyorum, ve sonuna kadar da inandığım
yolda yürümeğe azimliyim. Eğer iyi netice alınırsa, aleyhimde sölenenlerin bir
damlacık değeri olmıya- cak; şayet hadiseler benim yanıldığımı ispat ederse, meleklerden
ibaret bir ordunun dahi benim tarafımı tutması beni haklı çıkarmağa kifayet
etmiyecektir."
Cumhurbaşkanı Lincoln'ün, harpten
sonra Güneylilere karşı anlayışlı bir politika güdülmesini tenkit edenler bir
haylice idi. Onlar, Güneylilerin bir daha baş kaldırmalarına imkan
verilmeyecek şekilde, sert bir politika takip edilmesini ısrarla istiyorlardı.
Kendisine bu hususta bir mektup yazan bir kadına Lincoln şu cevabı verdi:
"Fakat, hanımefendi, ben, onlan dostum yapmakla yıkmış olmuyor
muyum?"
Bir mesele üzerine, bir vekil
müstesna, bütün kabine Cumhurbaşkanına karşı cephe almıştı. Mesele, müzakere
edildiği sırada, Lincoln, Illinois eyaletinde, dini bir toplantı sonunda bir
papazın, "Allahla beraber olanlar kimlerdir?” diye sorduğu vakit, ayağa
kalkmıyan adamın hikayesini anlattı. Herkes ayağa kalkmış, fakat o, uyukladığı
için papazın sualini duymamış, ve oturduğu yerde kalmıştı. Papaz, daha sonra,
"Şeytanla beraber olanlar kimlerdir?" diye sorunca, bizimki
uyandığından, sıçrıyarak ayağa kalkmış. Papaz hariç, kendinden başka kimseyi
ayakta göremeyince de şu cevabı vermiş: "Papaz efendi, sualinizi pek
anlıyamadım, fakat ben sonuna kadar sizinle beraberim." Lincoln, kabine
üyelerine bir göz attıktan sonra, kendisini destekliyen tek vekile dönerek,
"Öyle görülüyor ki," dedi, "biz de ümitsiz bir azınlık
halindeyiz."
Kendi ecdadından bahsettiği vakit Cumhurbaşkanı
daima mütevazi idi. Gayet popüler bir dergi, hazırladığı bir yazı serisi için
kendisine başvurmuş, ailesi hakkında bilgi rica etmişti. Lincoln, gazetelere,
dergilere geçecek kadar renkli bir ailenin çocuğu olmadığını, karnını doyurmak
için gece gündüz çalışmak mecburiyetinde kaldığını belirtmiş, başka bir şey
söylememişti. Bir diğer gün şunları .söyledi: "Bü^yük babamın kim
olduğunu bilmiyorum. Fakat benim asıl üzerinde durduğum, torunumun ne olacağıdır."
Tavsiye mektuplarıyla iş istemeğe
gelenlere pek kızardı. Bir gün bu insanlardan söz ederken, ava çıkmadan önce,
havanın nasıl olacağını öğrenmek istiyen bir kraldan bahsetti. Kral, Saray
nazırına, hava nasıl olacak, diye sordu. Nazır, iyi olacağını söyleyince, av
partisi hazırlandı ve kral da yola çıktı.
Yolda, eşeği üzerinde köyüne doğru
yol alan bir köylüye rastladılar. Köylü, krala, yağmur yağacağını söyledi.
Kral güldü, ve yoluna devam etti. Fakat çok geçmeden bardaktan boşanırcasına
yağan yağmur kral ve maiyetin- dekileri sırılsıklam bırakmıştı. Kral, sarayına
döner dönmez, saray nazırını azletti ve köylüyü huzura getirtti.
"Yağmur yağacağını nereden
biliyordun?"
"Ben bilmiyordum, haşmetlim.
Eşeğim biliyordu! Çünkü eşeğim, yağmurdan önce, kulağını daima yere kor."
Kral köylüyü gönderdi ve eşeği
saray nazırı yaptı. Lincoln, "Ama kralın en büyük hatası da bu
oldu," dedi. "Çünkü o zamandan beri her eşek iş istiyor."
Bir başka gün, huzuruna çıkarak iş
talep eden bir genç, köklü bir Amerikan ailesinden geldiğinden bahsediyordu:
"Benim ecdadım Amerika'ya ilk yerleşenler arasındaydı. Büyük-büyük babam
Kızıl Derililere karşı savaştı; Amerikan İstiklâl Harbinde İngilizlere karşı
cenk edenler arasında büyük babam da vardı. Babam, Dahili Harpte büyük
yararlıklar gösterdi; amcam—" Cumhurbaşkanı, gencin sözünü kesti ve
"Delikanlı, siz bana patatesi hatırlatıyorsunuz" dedi. "Zira
onun da en iyi tarafı toprak altındadır."
Bir partili, Cumhurbaşkanının
Illinois eyaletindeki kampanyasında önemli işler yaptığını ileri sürerek,
Lincoln'ün. kendisine bir hakimlik veresini ısrarla istiyordu. Adamın bu
hususta gerekli vasıflara sahip olmadığını bilen Lincoln, ona hâkimlik
verilemeyeceğini söyledi. Çünkü, "halen boş bir yer yok."
Adam, Cumhurbaşkanının yanından
ayrıldı. Ertesi sabah Washington'dan geçen Potomac nehri kıyısında yürürken,
nehirde boğulmuş bir adanın sahile çıkarıldığını gördü ve onun da federal
hükümetin bir hâkimi olduğunu derhal tanıdı. Dakika kaybetmeksizin
Cumhurbaşkanının yanına gitti. Lincoln kahvaltıda idi. Gördüğünü anlattı ve
ondan boşalan yere derhal kendisinin tayin edilmesini istedi.
Lincoln başını salladı.
"Maalesef, çok geç kaldınız,” dedi. "Onun nehre düştüğünü gören avukatı hâkim tayin ettim
bile."
Yine bir gün, kendini beğenmiş bir
kadın Cumhurbaşkanının yanına çıktı ve emredici bir tonla dedi ki:
"B. Cumhurbaşkanı, oğlumu
albaylığa yükseltmelisiniz. Bunu bir lütuf olarak değil, bir hak olarak talep
ediyorum. Büyük babalarım (İngilizlere karşı] Lexington'da savaştı; amcam
IDahili Harptel Bladensburg'tan kaçmayan yegane insandı; babam New Orleans'ta
çarpıştı ve koc^n da Monterey'de öldü."
"Kanaatımca sizin aileniz
ülkemiz için yeterince hizmet etmiş,” dedi Cumhurbaşkanı Lincoln. "Artık
başkalarına da fırsat vermenin zamanı geldi."
Dahili Harp sırasında disiplin cezalarına
uğrayan ordu mensuplarının affı için yapılan müracaatlarda, çok defa, tanınmış
şahsiyetlerden mektuplar da gönderiliyordu. Bir gün bir erden gelen mektupta
her hangi bir diğerinin onun namına bir yazısı olmadığını gören Lincoln
hayretini gizlemedi: "Ne, bu zavallı adamın dostu yok mu? O halde, onun
dostu ben olayım!"
Cumhurbaşkanını gö^ek, arkadaş ve
tanıdıklarını ona takdim etmek isteyenler onu rahatsız etmekten dahi çekinmiyorlardı. Hayatının son günlerinde Adliye Vekili Speed, bir
arkadaşını Cumhurbaşkanına tanıştırmak müsaadesini istemek üzere yanına
çıktığı vakit, Lincoln'ü son derece yorgun görmüş ve özür dilemişti. Speed'in
hala huzurdan ayrılmadığını gören Lincoln, "Speed, sen bana Henry Ward
Beecher'i hatırlatıyorsun," dedi. "Bir P^azar günü vaiz vermek üzere
kiliseye giderken yolda zıpzık oynayan çocuklara rastladı. [Devrin
Amerika’sında Pazar günleri oyun oynamak 'günah' sayılıyordu.] Beecher durdu,
ve çocukların yüzüne dikkatle baktıktan sonra 'Çocuklar, gördüğüm beni
ürkütüyor,' dedi. "Küçük çocuklardan biri cevap verdi: 'O halde, efendim,
niye defolup gitmiyorsunuz?' ”
Cumhurbaşkanı
Lincoln, bir gece tiyatroda öldürüldü. Lincoln'ün biyografisini yazan W.J.
Lampton'a göre, Cumhurbaşkanı, son nüktesini hayatının son günü söyledi. Öldürüldüğü
gece, Washington'daki Ford Tiyatrosunda oynanan Our American Cousin (Amerikalı Kuzenimiz) adlı
komediyi, daha önce seyrettiğinden, bir defa daha görmeğe pek niyetli değildi.
Fakat kansı Mary, bir tiyatro partisi tertiplemiş, ve şeref misafirleri olarak
da General Grant ve eşini davet etmişti. Maamafih, Generalin önemli bir işi
çıktı ve son dakikada özü'r dilemek zorunda kaldı. Mary da, bundan böyle,
kocasının gelmesinde ısrar edince, Cumhurbaşkanı Lincoln, "Pek âlâ, Mary,
pek âlâ, dedi. "Gideceğim, ama tarihe
de şehit bir Cumhurbaşkanı olarak geçmezsem, tahminimde yanılmış olacağım.''*
•Babasının cumhurbaşkanlığı sırasında Abraham Lincoln'ün oğlu
Robert orduda. subaydı. Robert bir_gün Washington'a. gelmesi için emir aldı; ve
şehre geldiği vakit de ebeveynlerinin
Forü Tiyatrosunda. olduklarını öğrendi. Tiyatroya girdiği
sırada babasının cesedini dışarı alınırken gördü.
Robert seneler sonra lBBl'de Cumhurbaşkanı James Garfield'in
kabinesinde Savunma Vekili idi. Cumhurbaşkanı, bir
gün kendisiyle beraber New Jersey eyaletine gelmesini rica. etti. Son dakikada
Was- hington'd.a kalmasını gerektiren bir iş çıktığından, Robert Lincoln, durumu Cumhurbaşkanına.
bildirmek üzere tren istasyonuna. koştu. İstasyona. girerken, bir suikast kurbanı
Cumhurbaşkanı Garfield'in dışarı çıkarıldığını gördü.
Yirmi sene sonra. 190l'de Cumhurbaşkanı McKinley, Pan-American Sergisine Robert Lincoln'ü de davet etmiş, Lincoln
da istemeye istemeye daveti kabul etmişti. Binada,
Cumhurbaşkanı ile buluşacağı salona. girerken, katledilerek öldürülen
Cumhurbaşkanı McKinley'in cesedi dışan kiınıyordu.
VI
Biraz huysuz olmaksızın nüktedan olmağa imkân yoktur.
Nükteli iğne, iyi bir şeyden kötü niyetle bahsedildiği vakit acıtır.
Sheridan. Skandal Mektebi
Nüktenin
ruhu ukalâlıktır.
William Somerset Maugham
Nüktenin
ruhu kısalığıdır.
Shakespeare
'T'javid Lloyd George, başvekilliğe
seçildiği gün hatıra defterine şunları yazıyordu: "Disraeli de dahil, eski
ve tanınmış üniversitelerin ku^ay kolejlerinden geçmeksizin Başvekilliğe
yükselen bir diğer 'alelade' parti adamı görülmedi."
Lloyd George'ın kendisi hakkında
verdiği bu hüküm doğru idi. Gerçekten, hayat yolunda aşmak zorunda kaldığı
engeller, her hususta, Disraeli'nin önüne çıkan engellerden de çetin ve
meşakkatliydi. Bir defa, Welsh aslından
gelmişti; dini inanışları gayri-konfonnist idi. Bunlar ise, onu, Disraeli
kadar, cemiyet dışında tuttu. Ayrıca, Lloyd George, ne Disraeli'nin sahip
olduğu zenginliğe—ve resmi kanallarla olmasa dahi—Disraeli'nin rahat bir eğitimle
elde ettiği avantajlara da malik değildi.
Manchester şehrinde
doğdu (1863). Eğer kendisinin zaman zaman
iddia ettiği gibi, büyük Welsh kralı Owen Glendower'in sülalesinden geldiği
doğru dahi olsa, ailesi
eski şaşaalı
günlerini çoktan gerilerde bırakmıştı. Babası, başarısız bir öğretmendi, ve
Lloyd George sekiz aylık iken öldü. Annesi, çocuğu, bekar kardeşi Richard
Llyod'a emanet etti.
Amcası
Richard ayakkabı tamirciliği yapıyor, Pazar günleri de kilisede vaız
veriyordu. "Kulübede büyütülmüş bir çocuk" olmasına rağmen,
politikada başarılı olduğunu söyleyen Lloyd George, amcasının evini
"rahat fakat tutumlu ve idareli" olarak hatırlıyordu.
"Ekmeğimizi kendimiz pişiriyorduk, eve et pek seyrek giriyordu. Pazar
sabahlan her çocuğa verilen yarım yumurtanın, biz küçükler için ne büyük bir
lüks olduğunu bugün hala bütün canlılığı ile hatırlıyorum.
Amcası, Baptist
kilisesinden ayrılarak İsa'nın Kilisesi adlı müstakil bir kilise
kuranlar arasındaydı. Bu dinin mensuplan kilisede vaız verenlere para ödemenin
mukaddesata hürmetsizlik olacağına inandılar; bu işi her hafta bir üye üzerine
alıyordu. Lloyd George'ın amcası da böyle sivil "vaiz"lardan biriydi.
David, dine ve siyasi fikirlere bağımsızca bağlanmayı ondan öğrendi.
Lloyd
George'ın sonraki yıllarında, kendisine en fazla tesir eden şeyler, biraz
mübalağalı bir şekilde anlattığı çocukluk yıllarındaki sefaletinden de fazla
olarak, İngiltere'nin resmi dini Anglikan Kilisesi, ve mahalli toprak
ağalan idi. Gayri-konformist olmasına rağmen, Lloyd George, her İngiliz
vatandaşı gibi, Anglikan Kilisesini desteklemeğe mecbur kılınıyordu. Llyod
George'da, yaşadığı devrin cemiyet düzenine karşı husumet tohumlarının yeşermesinde,
maamafih, en büyük rolü siyasi adaletsizlik oynadı. Kasabadaki bütün
seçmenlerin Parlamento seçimlerinde rey vermeleri gerekiyordu. Fakat onlar
diledikleri kimseleri seçmek hakkına sahip değillerdi. Kime rey verileceğini
mahallî toprak ağaları tayin ediyordu. Bu aristokrat ağaların arzulan dışında
rey kullananlar yerlerinden, yurtlarından atılabiliyorlardı.
David'in
ruhunda adaletsizliğe karşı ilk isyan tohumları ilk mektebe giderken ekilmeğe
başlandı. İsa'nın Kilisesi mensuplarının kurdukları bir mektebe
devam etmesine rağmen, sınıfta, Anglikan Kilisesinin duaları söyleniyordu. David, bunlann
kaldırılması için çalışmış, diğer öğrencilerle beraber greve giderek bahis
konusu dualann eğitim programından çıkarılmasını temin etmişti.
Gençlik çağındaki
diğer isyanları her zaman başarılı olmadı. Hayatının son yıllarında,
çocukluğunda, arkadaşla- rıyle birlikte, ağalann bahçesinden meyva çaldığını
itiraf etti. "Köyü çevreleyen bahçeler bizim için kesinlikle yasaktı.
Fakat bu elma, fındık, ilh. gibi tabiat nimetlerinden hakkımıza düşeni bolca
almamıza engel teşkil etmiyordu. Fakat, "bir gün bir çocuk bir tavşan
öldürdüğünden, dul anası yanından alınarak başka bir yere gönderilmişti.
Kadın, çocuğunun götürülmesine müsaade etmemiş olsaydı, kendisi de evden
atılacaktı. Bütün bunlar, Lloyd George'ın ömrü boyunca neden Anglikan
Kilisesine ve gözde hedefi toprak ağaları "dük"lere ısırıcı bir dille
hücum ettiğini anlatır.
Lloyd George hukuk tahsiline karar
verdi. Fakat o yıllarda avukat olabilmek için Fransızca bilmek de gerektiğinden,
amcasıyle beraber eskimiş bir Fransızca lügatının ve bir gramer kitabının
yardımıyle Fransızca öğrenmeğe çalıştı. Fransızca çalışacak başka bir tek
kitabı yoktu. Bu arada, yani onyedi yaşı ile ondokuz arasında, her fırsatta
mahalli toplantılarda da konuşuyor Cbazan kendi ana dili Welsh'çe" hazan da İngilizce), mahalli tartışma kulübünün
oturumlanna katılıyordu. Ayrıca, "Brutus" imzası altında, daha sonra
kendisini meşhur yapacak ısırıcı diliyle, Muhafazakarlar ve Anglikan Kilisesi
aleyhine mahalli gazetede kızgın ve köpüklü yazılar yazdı. Hitabe ve yazılarında,
"mağrur ve katı yürekli toprak ağaları"nı itham ediyor, "şeytani
ruhlu emlak sahiplerinin sebep oldukları yaralar"dan bahsediyor,
"köhnemiş prejödilerin kereste ambarı" ve "ırsi sahtekarlığın
tımarhanesi" diye karakte- rize ettiği Lordlar Kamarasına saldırıyor,
"zenginlerin adi ve sefil his ve zevklerine kur yapılmadan önce sefaletin
ortadan kaldırılması" gerektiğini söylüyordu.
Genç Lloyd George'ın hukuk
çalışmaları semereli oldu, ve 1884 yılında Londra barosuna kabul edildi. Fakat
"katip bir avukat" olmak istemediğinden, kendi başına çalışmağa başlamış, ve kısa bir zaman içinde,
"baskı altında yaşıyan" insanla^n haklarını içten bir samimiyetle
savunan savaşçı bir avukat olarak isim yapmağa başlamıştı. Bu sıralarda
CDisraeli gibi) radikal bir politikacı sıfatıyle politikaya atıldı. Ve
İngiltere Yüksek Mahkemesinde başarı ile savunduğu bir dava da, onu, ülke
çapında şöhrete eriştirdi. Bahis konusu davada (kendisi gibi)
gayri-konformistlerin kendi mahalli kiliselerinin avlularında gömülebHme haklarını
savunmuştu.
Lloyd
George, 1888
yılında
anlayışlı ve sadık bir kadınla evlendi. Bu evlilikten dört çocuğu oldu; en küçük
erkek çocuğu ile kızı, ileride, millet vekilleri olarak Parlamentoda
babalarının safına katılacaklardı.
Lloyd
George'ın politik hayattaki ilk adımı "muhtar"lık idi; daha sonra 1890 ara seçiminde,
Muhafazakâr muarızını 18 reyle mağlûp ederek Parlamentoda kendisine bir sandalye
temin etti.
O yıllarda İngiltere'de
kuvvetli bir içki aleyhtarlığı cereyanı vardı; pek çok meyhaneler kapatılıyordu.
Maama- fih, Parlamentoya, meyhane sahiplerine tazminat ödenmesi hususunda bir,
de teklif getirilmişti.
Mebus
Lloyd George, Avam Kamarasındaki ilk nutkunda Cl3 Haziran. 1890), bu teklife şiddetle hücum etti:
"Liliputlar kralının elbise askısını kılıç gibi
kullanarak Güliver'e hücuma geçtiği günden beri" içki iblisine karşı
böylesine aptal ve beceriksizce mücadeleye girişilmediğinı söyledi. Lord
Randolph Churchill'i (Başvekil Winston Churchill'in babası), "diğer pek
çok içki aleyhtarları gibi, hafta tatilleri onun da prensiplerine tesir
etmiş," diyerek azarladı. Zehirli oklarını Mr. Joseph Chamberlain'e nişan-
lıyarak dedi ki:
Muhterem Centilmen ve asil Lord,
Amerikan cambazlarını akla getirircesine, ayaklarını bir yöne ve yüzünü de
diğer isti - kamete çevirerek ne tarafa yol alacağı bilinmiyen akrobat bir politikacıya benziyor.*
'Joseph Cham'ıerlain meşhur İngiliz devlet ad^mlanndan biridir. Oğlu Neville C'ıamberlain, Churchill'den
hemen önceki yıllarda İn-
Lloyd George, Parlamentoda,
katıldığı birinci oturumda, kendi Liberal partisi parlamento grubunun aleyhinde
rey kullanarak, "Partinin putperestliğin mabedi haline getirilmesine"
müsaade etmiyeceğini söyledi. Partisinin lideri Gladstone'ın bilhassa
kanunlaştırmak istediği bir tasarıya dahi karşı gelmek "cüret"ini
gösterdi. Bu hadiseyi yıllar sonra şöyle anlattı: "Yaşlı adam IGladstonel
beni, bir daha ayağa kalkmamak üzere devirmek, tüylerimi teker teker yolmak
için ayağa kalktı. Ben sözlerimi bitirip yerime oturduğum vakit, bu olağanüstü
parlamento hareketinin maharet, veh^net ve cezbesine—kurbanının kendim
olmasına rağmen—kendimi kaptırarak zevklendim.”
Lloyd George, doğduğu Wales
bölgesindeki ve Parlamentodaki ilk şöhretini Welsh milliyetçiliğine olan
bağlılığı, Welsh'lilere has gayri-konfonnistliği ve aşırı radikalliği ile
yapmıştı. Fakat onu İngiltere çapında tanıtan bir tutumu, kendi siyasi
tabutunun çivisini kendisinin çakmasına da sebep olabilirdi. Bu,
"Boer-lehindeki" veya "harp- aleyhtan" tutumuydu. Pek çok
kimseyi kızdırmasına, kendisine düşman kazandı^asına rağmen, Lloyd George, tutumunun
haklı olduğuna samimi olarak inanıyor, vicdanının sesinden başka kimseye boyun
eğmediği için İngiltere'ye karşı Hollanda'yı desteklediğini söylüyordu.*
Lloyd George'ın bu
harpte Hollanda'nın tarafını tutmasında çocukluk yıllanndan beri içinde
mayalaşmakta olan
giltere
Başvekilliği yaptı; bir diğer oğlu Austin Chamberlain de tanınmış bir devlet adamı idi;
Parlamentoda 45 yıl vazife gördü.
•Güney
Afrika'daki Hollanda aslından beyaz insanlara “Boer” deniyordu. Bugünkü Güney Afrika Cumhuriyetinde bir milyondan fazla Boer bulunduğu tahmin ediliyor. Boer’ler
Güney Afrika'da ilkin 1652 de yerleşti. İngiltere,
1806 da, bu bölgeyi İmparatorluğuna
ilhak ettiği zaman, Boerlerin
çoğu içerlere kaçarak Güney
Afrika’nın muhtelif yerlerinde
ayrı ayrı cumhuriyetler kurdular. İngiltere ile Boerler arasındaki husumet, 1899-1902 Güney Afrika Harbini tetikledi. Harp sonunda Boer bölgeleri İngiltere'nin
eline geçti ve İngiliz
Milletleri Ca- miası'na dahil
Güney Afrika Birliği kuruldu. Siyah-beyaz ırk tefriki gütmesi neticesi, Birlik,
1980'ların ilk yıllarında İngiliz Milletleri Camiasından
ayrılarak bağımsız Cumhuriyet
ilân etti. isyankar hislerin bü^yük tesiri oldu. İngiltere'nin Welsh'- liler
üzerindeki baskısı ile Hollanda'ya karşı güttüğü politika arasında hiç bir
fark görmüyor, her iki baskıyı da nefretle karşılıyordu. Fakat bu harpte,
Welsh'liler dahi İngiltere'yi desteklediğinden, Lloyd George'in karşı tarafı
tutması kendi politik hayatını tehlikeye sokmakla kalmadı; Birmingham'daki bir
konuşmasında Hollanda'yı desteklediğini ifade ettiği sırada linç edilmekten
zor kurtuldu.
Parlamentoda, Joseph
Chamberlain ve onun Muhafazakar mebusları aleyhindeki konuşmaları, nükteleri,
ısırıcı hicivleri ve hazır cevaplığı şöhretini arttırdı. Lloyd George'- ın asit
dili, bilhassa, serbest ticaret konusunda kendini belli ediyordu.
Muhafazakarlar gümrük duvarlarının yükseltilmesi taraftarıydılar. (Bu
tartışmalar sırasında bir gün Winston Churchill adında genç bir millet vekili
Muhafazakarlar arasındaki yerinden kalkmış, salonun karşı tarafına doğru
yürüyerek Liberaller safına katılmıştı.)
Lloyd George'a göre
geçen asırda iyi neticeler veren serbest ticaret, İngiltere için
yine hayırlı olacak, halkın refah seviyesi yükselecekti. Chamberlain ise
tamamen zıt düşüncedeydi. Arkada bırakılmış yüzyıldan örnekler vererek,
serbest ticareti, gümrük duvarlarının indirilmesini savunan Lloyd George'a
veryansın etti. Nihayet bir gün Welsh'li cevap verdi:
Altmış sene tecrübe edilmiş ve bu ülkeye
zenginlik sağlamış bu müesseseye sırf
eskimiş bir müessese olduğu için mi itiraz ediyoruz? Halbuki, sadece bu
sebepten ötürü, ona, dört elle sarılmak gerekmez mi? Zeytindağı'nda [İsa'nın
ölümünden önceki son vaizini verdiği yer] söylenen sözler de oldukça eski. Ve
bu hitabe, intikam peşinde koşanlara karşı kazanılmış ilk büyük zaferdi [Alkışlar]. B. Chamberlain ise, o hitabede
belirtilen prensiplere artık inanmamak gerektiğini söylüyor. Bir-
mingham'lı kuyumcuların Incil'deki prensiplere göre zengin olamayacaklarını
anlatıyor.
Lloyd George, bu
hücumlarında, gayet tabii, geleneksel düşmanları "dükler”i ihmal
etmiyordu. Ch^rnberlain'in Glasgow'daki bir nutkundan bahsederek şunları
söyledi:
Toplantıya
üç dük, iki'markiz, üç veya dört kont, ve kabineden istifa eden vekillerin
sayısı kadar da lord katıldı. B. Cham- berlain, her işçinin bir domuza sahip
olacağı mesut ve müreffeh günlerin yaklaşmakta olduğundan bahsetti. Halbuki,
bir kaç yıl önceki siyasetin temeli, herkes için bir kaç hektarlık tarla ve bir
inekti; şimdi ise, üç dük ve bir domuz.
Dinleyiciler de,
Lloyd George kadar, bu hücumlardan zevkleniyorlardı; 1903 sonbaharında
tekrar aynı konuya döndü:
B.
Chamberlain işçilere hitap ettiği vakit, platformda İngiliz işçilerinin seçkin
temsilcileri de yer almıştı: üç dük, iki markiz, üç veya dört lord. Bu
insanlar, işçinin günlük ekmeğinden alınacak vergi nisbetinde fikir beyan
etmek üzere toplantıya katılmışlardı. Mısır Kanunları [daha önce bahsetmiştik]
onlara yüksek kira getiriyordu. Bundan böyle, B. Chamberlain çapında bir
devlet adamının ortaya atılarak, eski
Mısır Kanunlarının geri getirilmesini teklif etmesiyle, bütün lord ve dükler,
kont. ve ağalar, küfede sallanan mısır seslerini işiten bir sürü ördek ve tavuk
gibi, onun etrafında kümelendiler.
Lloyd George'ın lordlara karşı en
tesirli ve acı hücumları, maamafih, kabine üyesi olduktan bir müddet sonra
başlıyacaktı. Liberal partinin lideri Sir Henry Campbell- Bannerman başvekil
olduğu vakit (1905), asit dilli Welsh' liye de ticaret vekaletini teklif etti.
Lloyd George, bu görevinde, iyi bir iş yapmağa azmetmişti—ve yaptı da. Parlamentonun
bu 1 No.lu eşek ansı, rolüne bir müddet ara vererek kendisini
ciddiyet ve titizlikle vazifesine adadı. Demiryolu
grevinde (1906) tarafların uzlaşmasında bilhassa
tesirli oldu. Yine aynı sene, onun gayretleriyle Deniz Ticaret Kanunu
Parlamentodan çıktı. Ticaret vekilliğindeki başarısından dolayıdır ki,
İngiltere başvekilliğine Herbert Henry Asquith getirildiği vakit (1908), partisinin bu şöhretli üyesine maliye vekilliği verildi. Lloyd
George, bu vekalette gerçekten başarılı olmuş, İngiltere'nin sosyal hayatını
değiştirecek kanunların Parlamentodan çıkarılmasını temin etmişti.
Maliye Vekili Lloyd
George, 1909-10 bütçesinin takdiminde gelir vergisini hatırı sayılır bir ölçüde
arttırıyor, ve aynı zamanda, o ana kadar işitilmemiş bir vergi teklifinde
bulunarak, "hak edilmemiş topraktan yüzde 20" "şerefiye' vergisi
almak istiyordu. Bu vergi sayesinde devlet hazine- sine girecek para bir nevi
"harp bütçesi” olarak kullanılacak ve Lloyd George’ın kendi
kelimeleriyle, sefalet, "bir vakitler ormanları kaplıyan kurtların
uzaklaştırıldığı şekilde" ortadan silinecekti. Bu yetmiyormuş gibi, Lloyd
Geor- ge, daha sonra, aristokratlar ve şehirlerdeki mülk sahipleri aleyhine
biribiri ardından kışkırtıcı nutuklar irad etmeğe başladı. Bu nutuklarında, o
zamana kadar hiç bir Ingiliz politikacısının konuşmadığı şekilde, zengin ve
fakir sınıflar arasındaki uçurumlardan bahsetti. Londra'nın doğu kesimindeki
fakir semtlerden birinde dört bin kişiye hitap ettiği vakit (30 Temmuz, 1909),
topraklarının değerlerindeki "hak edilmemiş" artışlar sayesinde
refah içinde yüzen "asalak” ağalar ve emlak sahiplerine hücum etti:
Bunları
kim yarattı? Bu altın kuğu kuşlarını kim meydana getirdi? Toprak sahipleri mi?
Emlâk sahipleri mi? Onların enerjisi, kafaları mı? İhtiyar bir işçinin, kendi
mezarına çıkan kapıyı, sefaletin diken ve çalılıkları arasından bitkin ve
bitap geçtikten sonra ancak bulabilmesi gerçekten hazin. Bizimkiler ise şimdi
onun için yeni bir yol yapmak istiyorlar—meltem rüzgârlarının salladığı mısır
tarlaları arasından geçecek daha rahat ve cazip bir yol. Fakat bu da kâfi
değilmiş. Onlar şimdi yeni bir yol için para topluyorlar. Maksatları, şimdiki
yolu, iki yüz bin dilencinin de yürüyüşe iştirak edebilecekleri şekilde
genişletmek.
Lloyd George, muhaliflerini
kızdıran ve ürküten bu ısırıcı ve demagojik kelimelerine ilave olarak, teklif
ettiği yeni vergiler hakkında nükte yapmaktan da geri kalmıyordu. Parlamentoda
Joynson-Hicks adlı Muhafazakar bir üye vardı. Mebus seçilmeden önce geçimini
zor temin edebilen bir avukattı. O zamanki ismi de sadece Hicks idi. Sonraları, Joynson adlı zengin ve dul bir kadınla evlendi, ve
ismini de (kadının adını kendi isminin önüne alarak) Joynson- Hicks yaptı. Bu
millet vekili Maliye Vekilinin yeni vergi tasarılarından istihzalı bir şekilde
bahsediyor, alaylı bir dille Vekilden “hak edilmemiş kazanç”ın tarifini istiyordu.
Bir gün Parlamentoda yine aynı mealde konuşurken, Lloyd George, "hak
edilmemiş kazanç"ın ne olduğunu anlattı: 'Şu anda 'hak edilmemiş
kazanç'ın ne olduğu hususunda muhterem centilmenin ismindeki çizgiden [tire
işareti] daha iyi bir örnek aklıma gelmiyor."
Çıkarmak istediği
kanun tasarılarının müzakeresi sırasında, lordlara karşı alevli bir dille
hücuma geçti. "Bu insanlar zırhlı harp gemileri kadar
pahalı," diyordu. "Ama bu gemilerin yarısı kadar dahi faydaları
yok." Lordlar ise, bütçeye, intihari diyebileceğimiz bir karşı-hücuma
girişti. Ülkedeki hemen hemen bütün bankacıların Lloyd George aleyhinde
saflanmalanna rağmen, Maliye Vekili, en şiddetli sözlerini meşhur bankacı
CYahudi) Lord Rothschield aleyhinde söyledi:
Memlekette
hemen yapılması gereken bir sürü iş var, ama onlar hâlâ itidal tavsiye
ediyorlar. Niye? Çünkü Lord Rothschield, her lorda bir bildiri göndererek, bü
kanun teklifine en tesirli ve şiddetli bir şekilde muhalefet etmelerini
söyledi. Öte yandan, aynı lordlara göre, bizim daha fazla zırhlıya ihtiyacımız
varmış. Niye? Çünkü Londra şehri Belediye binasındaki toplantıda Lord
Rothschild böyle emir büyurdülar.... Toprak -ve bina vergileri ile süper vergi
Parlamentodan geçmemeliymiş. Niye? Çünkü Lord Rothschild, bankacılar namına
lordlara bir protesto mektubu göndererek, böyle bir vergiyi kabul edemiyeceğini
söyledi. İşletilmemiş topraklardan vergi almamak gerekiyormuş. Niye? Çünkü
Lord Rothschild, büyük bir sınaî inşaat şirketinin idare heyeti başkanıdır.
İhtiyarlara emeklilik primleri ödenme- meliymiş. Niye? Çünkü Lord Rothschild,
bu teklife hayır diyen bir komisyonun üyesidir. Bu memleket artık öyle bir
duruma geldi ki, malî ve sosyal bütün reformlara gidecek her yolun başlangıcına
şu işareti koymak gerek: "Buradan geçmek yasaktır—Nathaniel Rothschild’in
emriyle!"
Lloyd George'ın
bütçesi Kamarada büyük engellerle karşılaşıyordu. Tam yetmiş üç gün ve hazan
bütün gece tartışıldı. Nihayet Avam Kamarasındaki tartışmalar sona erip,
Lordlar Kamarasına gönderildiği vakit, lordlann bütçeye hücumlarıyle birlikte,
Lloyd George'ın da lordlara saldırılan şiddetlendi:
Aleyhimize
karşı siperlenmiş bu insanların kimler olduklarını bilmekte gerçekten fayda
var. Bunlardan biri Lord Curzon.... Lord Curzon çok akıllı ve kurnaz bir adam
değildir. Onun hakkında söyliyeceklerim sadece şu: Lord Curzon, Lordlar Kamarasında,
Hindistan Valiliğindeki yıllarından daha az tehlikeli. • . - - . . .
_ ___________
Bu konuda daha fazla bilgi edinmek isterseniz, Lord Kitchner'e müracaat
ediniz.... Sonra bir de Lord Milner var. Lord Milner ile Lord Curzon arasındaki
müşterek nokta da şu: her ikisi de, zeki
insanlar olmalarına rağmen, sağduyudan başka her armağana sahip zeki insanlar
sınıfına dahildirler.... Lord Milner'in enstitülerin ve ülkelerin başına
felâketler getirmekte özel bir dehası var.
<Politik
rüzgarların nasıl yön değiştirdiğinin, en sert ve haşin siyasi hücumların dahi
hazan ne kadar küçük hasar husule getirdiklerinin en iyi örnekleri, bu şiddetli
hücumlardan bir kaç sene sonra ortaya kondu: Başvekil Lloyd George, "çok
akıllı ve kurnaz olmayan" Lord Curzon'u, Birinci Dünya Harbindeki
kabinesinde Hariciye Vekilliği koltuğuna oturttu. Lloyd George'ın, harp sonrası
barış müzakerelerindeki baş muşaviri ise, "enstitüleri ve ülkeleri
felaketlere sürüklemekte özel bir deha sahibi" Lord Milner idi.) rt
Maliye Vekili Lloyd George'ın
bütçesinin yerinde ve iyi bir bütçe olup olmadığı, inanmak güç ama, gUnUmUzUn
İngiltere'sinde dahi zaman zaman tartışılır. Eğer hadiselerin normal akışına
müsaade edilseydi, ve Lordlar Kamarası bazı makul değişiklikler için bütçeyi
Avam Kamarasına geri gönderdikten sonra, İngiltere Parlamentosunun bu her iki kısmı tarafından da kabul edilmiş olsaydı, bütçe,
İngiltere tarihinin seyrini muhtemelen değiştirmiyece- ği gibi, We]sh'linin,
"yağlı direğin tepesi"ne çıkması da. çelmelenmiş olacaktı. Fakat, o
zamanlarda emekli olmasına rağmen, hala büyük nüfuz ve kudrete sahip Joseph
Chamberlain, Lordlar Kamarasının, hükümeti genel seçime gitmeğe zorlamasını
istedi. Lord Landsdowne başkanlığındaki Lordlar Kamarası da, eski politikacı
Chamberla- in'in tavsiyesine uyarak, hükümeti seçime zorladı. Artık bütçe
hakkındaki son sözü seçmenler söyliyecekti. Fakat, Lordlar, bu yolu seçmekle,
sadece Lloyd George'ı tegiltere çapında şöhrete ulaştırmakla kalmadı, kendi tabutlarının
çivilerini de kendileri çaktılar.
İngiliz seçmeni, Lloyd George'ın
ihtilali bütçesinin getireceği yenilikleri, bütçenin girdi-çıktılarını belki
anlamamıştı, ama onun bir nokta üzerinde zerrece şüphesi yoktu: ırsi hak ve
imtiyazlar sayesinde Lordlar Kamarasına gönderilen bu insanlar, halkın reyiyle
seçilen Ava m Kamarasının
çalışmasını baltalıyordu.
Seçimi
Lloyd George kazandı, ve yeni Kamara, Lordlann bir daha Avam Kamarasının
çalışmasına burunlarını sokmamaları için kanun teklifleri hazırladı. Fakat
İngiltere Kralının ölümü, Irlandalı üyelerin Kamarayı terketmeleri ve Birinci
Dünya Harbinin patlak vermesi, Lordlar Kamarasının kuvvetini azaltmağa,
nüfuzunu kısıtlamağa matuf tedbir ve kanunların gecikmesine sebep olduysa da,
bugünkü İngiltere Parlamentosunda tali rol oynıyan Lordlar Kamarasının bir
zamanki ulu tepelerden alaşağı edilmesinde ilk tekmeyi Lloyd George'ın
indirdiği de bir vakıa.
''Dünyada en tehlikeli şey, bir uçurumu iki adımda geçmeğe
çalışmaktır," diyen Lloyd George, bu prensibine daima sadık kaldı,
düşmanlarına daima cepheden hücuma geçmeyi tercih etti.
İlk
bütçesinin takdimi ile Birinci Dünya Harbinin başlangıcı arasındaki yıllar
zarfında, Maliye Vekili sıfatıy- le, bütün gayret ve mesaisini kanunî
yollarla İngiltere'deki
sosyal
şartların değiştirilmesi üzerinde odakladı. İlk Milli Sağlık Sigortası ve
işsizlik sigortası onun çalışmala- nyle kanunlaştı. Gerçi artık hitabeleri eski
hırçınlıklarının pek kalmadığı
hissini uyandırıyor idiyse de, Devonshire Dükü, hükümetin politikasını
"mevcut hukuki düzeni yıkma" kanunu ve “Allah soygunculuğu"
diye tavsif edince, Lloyd George, eski günlerini hatırlatan alevli bir dille
saldırarak, dükün sahip olduğu servetin temelini “yağma edilen mabedler"
teşkil ettiğini söyledi:
Reforınasyondaki [Orta Çağlardan sonra kiliseye karşı girişilen
başkaldırma hareketleri] yağmaların hikâyelerini okudunuz. Bu insanlar kiliseleri soydular,
düşkünler evlerini soydular, ölüleri
soydular. Ve biz şimdi, bu soyguncuların ellerindeki mal ve mülkün bir kısmını
onlardan geri alıp, onların hakiki sahiplerine iade etmek istediğimiz vakit
karşımıza dikiliyorlar, ve parmaklarından damlıyan mukaddesata hürmetsizlik
kanlarına bakmadan, fuzi.-AİIla:tıı
sovmakla itham etmek cüretini kendilerinde bulu yorlqr.
Bütün büyi,ik •' insanlar gibi, Lloyd George'ın da
gölgeli tarafları vardî.. Mesela, Birinci Dünya Harbinden önce, İm-
paratorluli^.AIınanyası’nın tehdidini göremedi. Önceleri Winston . Ğhurçhilİ.
de aynı kanaatleri taşımakla beraber, bir müdtjet sandal fikrini değiştirmişti.
Bu sıramda açığa vurulan ve The Marconi Affair (Mar- koni Meselesi) diye anılan
bir mesele, kısa bir süre için de olsa, Lloyd George'ın, ülkesindeki itibarını
sarsacaktı. Haki katın ortaya çıkmasına kadar ısırıcı nutuklarına ara vermek
zorunda kaldı.
Lloyd George, İngiltere Posta
idarecilerinin İngiliz Mar- koni Şirketini kurmak üzere Amerikalılarla müzakere
halinde bulundukları bir sırada, Amerikan Markoni
Şirketinden bin İngiliz lirası değerinde hisse senedi satın almıştı. Bunda her
hangi bir kötü niyeti yoktu, sadece hatalı tavsiyelerin kurbanı olmuştu. Buna
rağmen, Parlamento durumu tahkik etti ve Lloyd George'ın suçsuz olduğu kanaa-
tına vardı. Gerçi Parlamentodan güven oyu almıştı, fakat kendisini takbih
edenler de bir haylice olduğundan, Lloyd George'ın, amme önündeki itibarı bir
müddet için sarsıldı.
Almanya'dan gelecek tehlikeyi
görememesine gelince, önceki “pasifist” Winston Churchill, Amirallik Dairesindeki
vazifesinde Almanya'ya karşı silahlanmak gerektiğini hararetle savunduğu
sırada, Lloyd George'ın fikirlerinde esaslı bir değişiklik gömüyoruz. Harpten
önceki son bütçesini (1913) Parlamentoya takdim ederken, “yüz doksan beş
milyon sterling'lik" bir bütçeyi "son derece hayret uyandırıcı”
buluyor, ve bunun başlıca sebebinin de muhtemel bir Alman tehdidinin doğurduğu
"panik ve kabuslar" olduğunu iddia ediyordu. Müzakereler sırasında
bütçeyi elli yıl önceki Fransa'nın, İngiltere’ye hücum edebileceği
korkusuyle girişilmiş olan hazırlıklara benzetti. Lloyd George'ın kanaatınca, III. Napoleon İngiltere ile dostane münasebetler
kurmaktan başka bir şey istemiyordu. Londra'da münteşir Daily Chronicle gazetesinin belirttiğine göre,
Lloyd George, 1913 yılındaki İngiltere-Almanya ilişkilerinin, daha
önceki yıllarla kıyaslanamayacak derecede iyi olduğunu söylemişti.
Fakat harp koptuktan
sonra Lloyd George, karakteristik enerji ve belagatiyle kendisini harp
gayretlerine verdi. Harp sırasında söylediği bazı nutukların, yirmi beş yıl
sonra, Churchill'in irad edeceği nutuklarla bir üslûp benzerliği taşımasa dahi,
Churchill'in nutuklarındaki ilham verici ve yüceltici karakteristikleri haiz
olduğu görülür. Bir nutkunda şöyle diyordu:
Elimize geçen bu büyük fırsat, beşer nesillerinin ancak asırlar boyunca
bir defa yakalıyabilecekleri boyutta büyük bir fırsat. Bir çok nesiller için,
fedakârlık, mücadele azmi ve ruhun bitap ve bitkin düşüşü şeklinde kendini
gösterir. Halbuki bugün elimizdeki fırsat, sizlere, hepimize, bütün Avrupa
boyunca, milyonlarca insanı da aynı asil gayeler uğrunda harekete getirecek büyük
bir hürriyet mücadelesinin ateş ve heyecanı şeklinde kendini belli ediyor.
Bizler, nesiller boyu, üzeri örtülü bir vâdide kendimizden memun bir hayat
sürdük, etrafımızda olup bitenleri—belki de gayet bencil hareket ettiğimiz
için—görmemezliğe geldik, umursamadık. Fakat kaderin haşin ve sert eli, bir
millet için ebedî olan değerleri—şeref, vazife, vatanseverlik gibi unuttuğumuz
yücelikleri—gösterecek şekilde bizleri tokatlıyarak yeniden yüceltti, ve
yalçın bir paıtmak gibi, Cenneti göstererek, göz kamaştırıcı beyazlara bürünmüş
ulu fedakârlık zirvelerini işaret etti. Biz bir gün yine o vâdilere ineceğiz.
Fakat Avrupa’nın, bu en büyük harbin depreminde sarsılması ve sallanmasına
rağmen, bu neslin erkek ve kadınları yaşadıkları müddetçe, temelleri sar-
sılmıyan bu ulu zirvelerin görüntülerini kalplerinde taşıyacaklar.
Lloyd George, Maliye Vekili olarak
(Harbin ilk on ayında) İngiltere'nin harp gayretlerini mali yönden düzenlemek
görevini yüklendi ve başarılı bir çalışma da gösterdi.
Bu arada, cephedeki İngiliz
birliklerine gönderilen malzeme ile ilgili bir skandal iktidardaki Liberal
hükümeti parçaladı ve Asquith'in başkanlığında bir koalisyon hükümetinin
kurulmasına yol açtı (19 Mayıs, 1915). Bu kabinede, Lord Kitchner'in Savunma
Vekilliği dışında bir de Mühimmat Vekaleti kuruldu ve başına da Lloyd George
getirildi. Herkülvari enerji ve gayrete ihtiyaç gösteren bu vazife
Welshli'nin tabiatına da uyuyordu. Harp öncesinde İngiltere'nin silah imalatı
ancak bir barış ordusunun ihtiyaçlarına yetecek şekilde düzenlenmişti. Lloyd
George, silah ve cephane imalini hızla arttırdı. Öyle M, lüzumundan fazla
imalâta girişmekle ve elli veya yetmiş tümen için değil de, yüz tümeni ferah
ferah teçhiz edebilecek silâh ve mühimmatı hazırlamakla itham edildi.
Aleyhindeki söylenti ve suçlamaların ardı arası kesilmediğinden, nihayet,
Kabinenin de tasvibiyle, bir tahkik komisyonu kuruldu. Komisyon, toplantılarını
bitirdiği vakit, Lloyd George'ın sekreteri, "Efendim, tahmin ederim, bu
sizin programınızın da sonu olacak,” demişti. Lloyd George, "Hayır,"
cevabı verdi, "komisyonun sonu demek olacak." Gerçekten Lloyd
George'ın hazırlıklarının İngiliz birliklerinin isteklerinden de az olduğu,
araştırma sonunda meydana çıkmıştı.
Mühimmat Vekili olarak programını
tatbik sahasına koyan Lloyd George, harbin yürütülmesinde de söz sahibi olmak
istedi. Fakat bu, Savunma Vekili Lord Kitchner'in mesuliyeti altındaydı.
Welsh'linin bu uğurdaki gayretleri, ne var ki, netice vermedi. Başvekil
Asquith'in fikrince, harbin yürütülmesinden profesyonel askerler sorumlu
idiler.
Lord Kitchner'in harp politikası
Lord North'ın gazetelerinde şiddetle tenkit ediliyordu. Lloyd George, Lord
Kitchner'in müdafaasına koştu. Onun fikrince gazeteci krallarından Lord No^h,
"Loc^mo gölü kenarında bir leylek gibi poz veren çekirge kafalı bir
insan"dı. North'ın bütün hücumları, kimseye hesap vermek lüzumunu
hissetmiyen "kahraman-general"i yerinden oynatmadı. Lord Kitchner,
esasında, harp harekatı ile ilgili olarak politikacılara hiç bir şey
söylemek niyetinde olmadığını da itiraf etmişti. "Çünkü hepsi, kendilerine
söylenilenleri evlerine gider gitmez karılarına tekrarlıyorlar—Başvekil
Asquith müstesna. Başvekil, kendisine anlatılanları, diğerlerinin karılarına naklediyor."
Mecburi askerlik hakkında L!oyd
George'ın hazırladığı bir kanun teklifi kabul edildi; ve Lord Kitchner'in
ölümüyle (16 Haziran, 1916) boşalan Savunma Vekilliğine Welsh' li getirildi.
Artık Lloyd George, Asquith'in bir harp lideri olarak işi yürüteceğine
inanmıyor, harbin ancak kendisinin liderliğinde kazanılacağını dahi
söylüyordu. Bundan böyle, fevkalade yetkilerle yüklenecek üç veya dört kişiden
ibaret bir harp komisyonunun kurulmasını teklif etti. Kendisinin de bulunacağı
bu komisyonda Başvekil Asquith' e yer verilmiyecekti. Asquith'in reddetmesi
üzerine, Lloyd George da kabineden istifa etti (16 Aralık, 1916). Daha sonraki
kabine değişikliğinde ise, Welsh'li, yıllardır peşinde koştuğu emeline nihayet
nail olmuştu: Başvekillik koltuğu artık Lloyd George'ındı.
Bir koalisyon kabinesinin başına
getirilmesine rağmen, Lloyd George, gemiyi tek başına
yürütmekte ısrar etti—ve yürüttü de. Harp Başvekili olarak, artık
popüleritesinin zirvesine erişmişti. Asquith
kabinesinde vekil iken
başaramadığı pek çok şeyleri yaptırdı; 1918 yılında birleşik bir
Müttefik Orduları Kumandanlığı kurulmasını kabul etti— hem de bütün İngiliz
askeri geleneklerini çiğneyerek, yabancı bir kumandan, Fransız Mareşali Foch'un kumandası altında.
Başvekilin belagatı ve ikna kuvveti Amerikalılar üzerinde de tesirini gösterdi.
Cumhurbaşkanı Woodrow Wilson, önceleri, Amerikan birliklerinin temelli bir eğitimden
geçmeden Avrupa'ya gönderilmesi taraftarı değildi. Maamafih, Lloyd George'ın
ısrarı üzerine ve Rusya'nın düşüşünü müteakip, Batı cephesine taşınan Alman
birlikleri karşısında Müttefik kuvvetlerini pekleşti^ek ama- cıyle, Avrupa'ya
asker gönderilmesini kabul etti.
Lloyd George, gruplara
vadedilenlerin ileride yaratacağı çatışmaları göz önüne almaksızın,
Kabinesinde yer alanların temsil ettikleri
gruplara tavizler vererek Koalisyon Kabinesini yürütmeğe çalıştı. Bu tavizler, hiç bir sahada, Almanya politikası kadar bariz değildi. Onun, harbin ilk yıllındaki düşünceleri, Cumhurbaşkanı Wilson'^^rinden pek
farklı değildi: “Almanya'dan toprak ilhakına gidilmi-
yecek, Almanya'ya yardım edilmeyecek, Almanya'ya
şiddetli ceza
verilmiyecek."
Koalisyon hükümetini devam ettirebilmek
için, Lloyd George, bir müddet sonra, "Kayzer'i asalım," ve
"Almanya'ya unutamayacağı bir ders verelim," diyenlere ayak uydurmağa
başladı. Bu sıralarda İngiliz seçmeninin Almanya hakkında beslediği his ve
fikirleri Sir Eric Geddes şöyle dile getiriyordu:
"Biz
ondan [Almanya] alabileceğimiz kadarını alacağız. Ve sonra da, limonun
sıkıldıktan sonra dahi sıkılabilece- ğini göstereceğiz.... Onu, çekirdeklerinin
çatırdaması işi- tilene kadar sıkacağız."
Harp sonrasındaki Barış Konferansı,
ilkin, Merkezi Kuvvetlerin mağlûp edilmesinde rol oynamış bütün ülkeler (otuz
tane) temsilcilerinin iştirakiyle başlamışsa da, zamanla delegasyonun sayısı
ona, sonra beşe, arkadan dörde ve nihayet üçe inmişti. Bunlar da: İngiltere’nin
Lloyd Ge- orge'ı, Fransa'nın Georges Clemanceau'su ve Amerika'nın Woodrow
Wilson'u. Üç büyükler, aralarında tam bir anlaşmaya hiç bir zaman varamadı.
Lloyd George, Almanya ile uzlaşma taraftarıydı; Clemanceau, bir zafer barışı ve
intikam istiyordu; Wilson ise, aslanla kuzunun yan yana yatacağı hayali bir
Kudüs peşindeydi.
"Bütün harpleri sona erdirecek
harp"in sonunda, Barış Antlaşması mimarlarının ne gibi düşüncelerle masa
başına oturduklarını onlann nüktelerinden de anlamak mümkün.
"Kaplan" Clemenceau bir gün
yolda arkadaşı Dubost'u gördü. Çok aptal bir insan olduğu yaygınca söylenen Du-
bost, Fransa Cumhurbaşkanlığını ele geçirmek istiyordu. Dubost, arkadaşı
Clemenceau'ya dert yandı: "Her yerde benim budala bir insan olduğumu
söylüyorlar—ama ben diğerinden de budala bir insan değilim ki." (Dubost, bu sözleriyle Amerika Cumhurbaşkanı
Wilson'u kastediyordu; Wilson ikinci defa Beyaz Ev'de otu^nak peşindeydi.)
Clemenceau sordu: "Hangi diğeri?" (Onun fikrince Lloyd George da bir
budala idi. l
Meşhur "gençlik" doktoru
Voronof bir gün Clemenceau' yu ziyaret ederek aşı ile kendisini
gençleştirebileceğini söyledi. Clemenceau, "Teklifinizi şimdilik kabul
edemiyece- ğim,
cevabını verdi. "İhtiyarlıyayım, o zaman belki düşünürüm."
Clemenceau bu sırada 83 yaşındaydı.
Clemenceau bir gün Aurore gazetesi idarehanesinde otururken
silah sesleri işitilir, ve bir kurşun karşılarındaki pencerenin camını delip
geçer.
Salona koşan gazete sahibi,
korkudan titremekte olan gazeteciler arasında tabancalı bir genç görür.
Ardından Clemenceau da içeri girer. Genci görünce, "Delinin biri, der.
Gazete sahibi, "Hayır," diye cevap verir. "Bir anarşist.
Bu arada yetişen polisler genci
yakalayıp karakola götürürlerken, o, "Yaşasın adalet-" diye
bağırmağa başlar.
Clemenceau, "Gördün mü,"
der. "Haklıymışım. Delinin biri!"
Dahiliye Vekilliği sırasında (1906)
Clemenceau, özel kalem müdürünü yanına alır, daire daire dolaşmak
suretiyle bütün memurların çalışmalarını. şahsen görmek ister. Bir odaya
girerler, kimseyi bulamazlar. Ötekine girerler, keza. Nihayet, üçüncü odada
bir memur görülür, ama o da horul horul uykuda. Kalem müdürü memuru
uyandırmak için davranınca, Clemenceau hemen elini tutar: "Aman, ne
yapıyorsunuz? Uyandırırsanız, o da çıkıp gidecek.
Birinci Dünya Harbi sırasında,
Almanlara karşı Fransız cephesinin önemli bir kesimine kumanda eden General
Serail, yaşlı olmasına rağmen, harbin en kızıştığı bir sırada genç bir kadınla
evlenmişti. Başvekil Clemenceau haberi alınca, "Şu işe bakın, hele,"
dedi. "General şimdi iki cephede birden dövşmek zorunda kalacak."
Başvekil Clemenceau, kendi
kabinesinin üyelerini de zaman zaman merhametsizce tenkit etmekten kaçınmazdı.
Bir defasında dedi ki: "Ne kötü bir talihim varmış! Fransa’daki yegane
Yahudiyi maliye vekili yaptım—ve o da para hakkında hiç bir şey bilmiyor."
Kabinesine niye daha
muktedir insanları getirmediği sorulduğu vakit şu cevabı verdi: "Hükümet
merkezini kazlar kurtardı—kartallar değil."*
•Coligny kumandasında.ki Fr^^ız kuvvetleri Hollanda'nın Douay şehrine bir
gece hücumu <Ocak 6, 1557) tasarladıkları
vakit, şehrin
Clemenceau bir gün Fransız
Temsilciler Meclisinde Jean Jaurös'in sözünü kesti: "Söylediklerinin
zerrece önemi yok. Sen Allah değilsin." Jaures cevap verdi: "Siz de
şeytan değilsiniz." Clemenceau'nun cevabı şu: "Nereden biliyorsun?"
Clemenceau, Raymond Poincare ( 1913-20
yıllarında Fransa Cumhurbaşkanı ve meşhur Fransız matematikçisi Jules Henri
Poincare'nin kuzeni) ve tanınmış devlet adamı Bri- and (on bir defa vekillik
yaptı) hakkında şunları söyledi: "Poincare her şeyi bilir, fakat hiç bir
şey anlamaz; Brian hiç bir şey bilmez, ama hepsini anlar."
Başvekil Clemenceau, Fransızlar ve
Fransız politikası hakkındaki skeptik görüşünü de şöyle belirtiyordu:
"İmparatorluk zamanındaki Fransız Cumhuriyeti ne güzeldi."
Clemenceau, Versailles'in
"kötü ruhlu" insanı olarak vasıflandırıldı. J. K. Keynes.
Clemenceau'nun Avrupa tarihini "mütemadi bir şampiyonluk maçı"
olarak gördüğünü söyler. "Gerçi bu maçın ilk raundunu Fransa kazandı, ama
bu, hiç de son raund olmayacak."
Clemenceau ne
istediğini biliyordu istikbaldeki muhtemel Alman saldırılarına karşı Fransa'yı
mümkün olan en iyi şekilde hazırlıklı bulundurmak. O, skeptik bir realistti de. Bütün bildiklerini otuz yaşından sonra
öğrendiğini söy- liyen Clemenceau, askeri meselelerde İngiliz
Başvekili As- quith 'den tamamen zıd kutupta bulunduğunu şöyle anlattı: "Harp, generallere bırakılmayacak kadar önemli bir
meseledir."
bütün bekçileri uyuyordu. Fakat yaş11 bir kadın Fransız kuvvetleri nin harekete geçtiğini tesadüfen gördü ve haykıra haykıra sokaklarda
koşmağa başladı. Onun bağırış ve
çığlıkları bekçileri uyan
d ırd ı ve şehir
kurtarıldı.
Yine orta
çağlardaki Katolik-Protestan harpleri
sırasında, Protes- tanlar, Fransa'nın Beziers şehrin i
muhasara ettikleri zaman,
şehri ve Fransızları kurtaran sarhoş bir Fransız askeri ol muştu. Gece yarısı sallana sallana
karargâhına dönmekte
olan asker, bilmeyerek kas
a - banın alarm çanını çaldı. Tam
bu esnada Protestanlar şehre nihai bir hücuma geçmek
üzereydiler. Fakat çanın çalınışıyle paniğe kapılarak kaçıştılar ve kasaba
da kurtuldu.
Başvekil, Amerika için şunları
söyledi: "Tarihte, barbarlıktan sonra, normal medeniyet devrini yaşamadan
dejenereleşen yegane ülke."
Versailles müzakereleri sırasında
Amerika, İngiltere, Fransa ve İtalya delegelerinin hangi saatte toplanmaları
gerektiği üzerinde görüşülürken, Amerikan delegesi toplantının 18 den
sonraya bırakılmasını teklif etmişti. Çünkü doktorun tavsiyesi üzerine
yemekten sonra iki saat dinlenmesi gerekiyormuş. İtalyan delegesi ise 15 ten
önceye alınmasını istedi, zira öğle yemeğinden sonra iki saat uyuması gerekli
imiş. İngiliz delegesi ise hiç bir şey söylememişti.
Toplantıya başkanlık eden
Clemenceau, oturum saatini şöyle tesbit etti: "Oturum 15 te başlayıp 18 de
bitecektir. Böylelikle, Italyan delegesi oturumdan önce, Amerikan delegesi
oturumdan sonra, İngiliz delegesi de oturum sırasında
uyuyabileceklerdir."
Müzakelere Amerikan Cumhurbaşkanı
Wilson On dört Teklif ile gelince, Clemenceau, Allah'ın bile On Emirle kifayet
ettiğini, Wilson'un ise bu kadarını dahi beğenmiyerek, on dört “emir”le
geldiğini söyledi. IHıristiyanlıkta "on emir" vardır—öldü^iyeceksin,
hırsızlık etmiyeceksin, v .s. 1
Clemenceau'nun Wilson ve Lloyd
George hakkındaki en iyi sözleri, Versailles Antlaşmasını tenkit eden bir arkadaşına verdiği cevaptır: "Elimden başka ne
gelebilirdi? Bir tarafında İsa IWilsonl oturuyordu, diğer tarafımda da Napoleon
[Lloyd Georgel.
Versailles müzakerelerinde baş
rollü oynıyan Cumhur- başkan Wilson'un nüktelerinden ileride bahsedeceğiz. Bununla
beraber, bir kaç kelime de şimdi söyliyelim. Wilson bir yeryüzü cenneti
peşindeydi. Gelgelelim, düşüncelerinde apaçık çelişkiler göze çarpıyordu.
Mesela, Wilson'un inanışına göre, bir ülkedeki etnik gruplar, hükümet idaresinde
sayıları nisbetinde söz sahibi olmalıydılar! Fakat, bu düşüncesine rağmen,
Fiume’nin İtalya’ya verilmek istenmesine karşı idi. Fiume halkının ırki
terkibi, dilleri ve müesseseler! Italyandı. Cumhurbaşkanı Wilson, kalya Başvekili
Orlando'ya şunları söyledi: "Bay Başvekil, eğer aynı münakaşayı daha da
ileri götürür ve New
York şehrine de
uygularsanız, Manhattan adasının hatırı sayılır bir kısmını da sizlere vermek
gerekecek." CManhattan, New York şehrinin beş kazasından biridir. Meşhur
gökdelenler, Birleşmiş Milletler, "Broadway," ve 'Wall Street"
bu adadadır. Manhattan adasında bir milyon kadar İtalyan asıllı Amerikan
vatandaşı yaşar. >
Wilson'un, Fiume'yi İtalya'ya
bırakmaması üzerine bir arkadaşı şu suali sordu: "Fakat Bay Cumhurbaşkanı,
Senatonun, kararınızı öğrenir öğrenmez küplere bineceğinden korkmuyor
musunuz?" Wilson cevap verdi: "Tahmin ederim, köpürecekler—Fiume'nin
nerede olduğunu öğrenir öğrenmez.''
Amerikan Kongresini
ve halkını ikna edemediği için, Cumhurbaşkanı Wilson'un yeryüzünde bir Kudüs
kurma hayalleri gerçekleşemedi. Boston şehrinin pek tanınmış ailelerinden
birinden gelen Senatör Henry Cabot Lodge CCumhuriyetçiJ, Amerika'nın Milletler Cemiyeti'ne girmesi aleyhindeki meşhur
nutkunu irad ettiği vakit, Wilson ve Demokratların mağlûp oldukları iyiden
iyiye anlaşılmıştı. Ama yine bir cevap vermek
gerekiyordu. Bu işi Senatodaki Demokratların lideri Arkansas'lı Thaddus
Caraway üzerine aldı: "Massachusetts Senatörünün zeka ve nüktesine dair
yıllardır pek çok şey işitmiştim. Artık onun nutkunu dinledikten sonra şuna
iyice kaani oldum: muhterem centilmenin kafası tıpkı kendi eyaletine benziyor:
Tabiat tarafından çıplak bırakılmış ve fazla işlendiği için de yozlaşmış.
"Görevimiz nedir? İngiltere'yi
kahramanların yaşıyaca- ğı bir ülke haline geti^ek," diyen Lloyd George,
kendinden "sıradan, alelAde bir politikacı" diye bahsedenlere aldırış
etmiyor ve şu cevabı veriyordu:
"Fikirlerini tasvip
etmediğiniz insan politikacıdır; hemfikir olduğunuz kimse ise devlet
adamı."
Lloyd George, maamafih, en keskin
nükte ve hicivlerini İngiliz politikacıları için saklıyordu. Önceki
meşhur başvekillerden Gladstone'ın oğlu millet vekili Lord Gladstone' dan şu
kelimelerle bahsetti: "Bir devin cüppesine bürünerek sahne ışıkları
altında poz veren bir cüce." Reginald McKenna için de dedi ki: ''Her şeyi
anında tahmin eden ehil bir matematikçi, at gözlüğü takmış bir bankacı.
Başvekil, en kızgın
ve ısırıcı sözlerini partiden ayrılan Liberallere yöneltmişti. Muhafazakâr
sıralarından ayrılıp kendi partisi safları arasına katılan Winston Churchill'in
dönekliğini hoş karşılıyorsa da, ister doğrudan doğruya Muhafazakarlara
katılmış olsunlar, ister Milli Liberaller adı altında Muhafazakarlarla
işbirliği yapmış olsunlar, eski Liberaller, onun gazaplı oklarının acısını
şiddetle hissettiler. Sir John Simon, bir Milli Liberal sıfatıyle Muhafazakarlar
arasında oturmağa başlayınca, Parlamentoda uzun yıllardır işitilmeyen sert ve
zehirli bir dille saldırdı:
Benim
ortodoks liberalizm prensiplerine bağlılığım hakkında şüpheler izhar edildi;
muhterem centilmen ise, liberalizme, İncil’ in sütüymüş gibi bağlıydı. Fakat
buna rağmen. yeryüzündeki insanlar sanki içki içenler ve içmeyenler diye iki
kampa ayrılabilirlermiş gibi, hayatı boyunca ağzına bir damla olsun içki koy-
mıyan bu muhterem centilmen, kendisini birdenbire önüne ge- çilemezcesine
içkiye verdi, ve bir sağa bir sola, yalpalayarak gitti, Muhafazakâr sarhoşların arasına
oturdu.
İngilizcede "çit
(duvar) üzerinde oturmak," diye bir deyim vardır. Sözü edilen her hangi
bir mesele üzerinde nasıl hareket edeceklerini henüz bilemiyen veya kendi
çıkarları uğrunda en uygun zamanı kollayan oportünist insanların tutumlarını
anlatmak için—çok defa istihfafla—kullanılır. Lloyd George, Sir John Simon'a
hücumuna şöyle devam etti:
"Muhterem centilmen, çit
üzerinde öylesine uzun müddet oturdu ki, çitin demirleri ruhuna kadar girdi
(işledi!.”
Alfred de Mond yarı-Muhafazakar
sıfatıyle Lloyd Geor- ge'ı iğnelemeğe başlayınca, Başvekil şunları söyledi:
"Ben onu kuyruğundan yakaladım, ama kuyruk elimde kaldı.
Muhafazakar bir mebus
kendi partisinden ayrılıp, Lloyd George'ın memleketi Wales'den, Başvekilin bir
arkadaşına karşı bağımsız namzetliğini koyduğu vakit, Lloyd George, Welsh'li
arkadaşının seçim bölgesinde şöyle konuştu:
Jack Jones adlı biri
vardı, karısının ismi de Mary idi. Bir sürü
koyunları da vardı, fakat paraları az olduğundan koyunlara göz kulak olmakta
güçlük çekiyorlardı. Bir gün bir çoban köpeği satın
aldılar. Bu gerçekten güzel ve sevimli bir köpekti. Ama dehşetle gördüler ki,
bu köpek koyunlara saldıranları parçalıyacağı yerde koyunları yiyordu.
Karı-koca o zaman biribirlerine sordular: "Şimdi ne yapacağız?” Nihayet
Mary dedi ki: "Yapabileceğimiz
tek şey, köpeğin ismini değiştirip birine
satmaktır." Bunun üzerine, köpeğin ismini
değiştirerek sattılar. "Ama o yine
kaatil bir köpekti."
[Müstakil namzedin seçimi kaybettiğini söylemeğe
lüzum yok.]
Lloyd George'un nüktelerine—ve onun
şahsına karşı duyulan hayranlığı—en iyi ifade eden belki de kansı oldu. Kocası
tarafından çok defa aldatılmasına rağmen, Bn. Lloyd George, onun nüktelerine
sabah kahvaltısında gözlerinden yaşlar boşanırcasına kahkahalarla gülüyor ve
sonra da kendi arkadaşlarına anlatıyordu: "Beraber geçirdiğimiz bunca
yıllardan sonra onun fıkra ve nüktelerine artık gülmemem gerektiğini
söyleyeceksiniz, değil mi? Ne yapayım, elimde değil."
Lloyd George'a bir sürü adlar
takılmıştı: "Welshli küçük avukat," "kabinenin aşağılık
adamı," "yarısı pantolon, yarısı eşkiya." Birinci Dünya Harbi
sırasındaki Başvekil As- quith'in karısı da, "Kemerden aşağı vurmadan
kemeri göre- miyen adam," demişti. [İngilizcede "kemerden aşağı vurmak,"
deyimi, mücadelesini, çarpışmasını gayri meşru usûllerle yürütenler için
söylenir.) Stanley Baldwin (Başvekil) ise ünlü yazar ve tarihçi Carlyle'in, bir
çağdaşı hakkında söylediklerini Lloyd George için tekrarladı: "O, bütün
hayatı boyunca, doğru ile yanlışı beraberce karıştırarak zahiren doğru görüleni
inşa etti."
Keynes, Essays in Biography adlı eserinde Welshli Lloyd George hakkında şunları yazar:
Çağımızın bu
hayret uyandırıcı şahsiyetini, bu "siren”i*, bu keçi ayaklı saz
şairini, bu kadim Sellik**
dünyasının büyücü ca-
*"Siren," kadim Yunan efsanelerinde kısmen kadın
ve kısmen kuş vücutlu ve şuh şarkılarıyle denizcileri kendisine
çekerek ortadan kaldıran fet tan
su perilerinden biri.
•‘"Seltik,”
İngiltere'de yerleşen ilk kavimlerden biridir
ciolozlarla dolu cazip ve
renkli âleminden dünyamıza misafir gelen, bu yarı-beşeri mahlûku, onun hakkında bilgi
sahibi olmıyan okuyucuya nasıl tanıtabilirim!
Onun şahsiyetinde, bizim Saxon
ecdadımızın iyilik ve kötülük anlayışından farklı, veya bu anlayışın dışında,
daha ziyade kuzey Avrupa folklorunun sarışın sihirbazlarının hayranlık, cazibe
ve dehşet uyandıran kurnazlık, pişmanlık duymama, ve kuvvet aşkı ile karışmış
nihai gayesizlik ve deruni mesuliyetsizlik elemanlarının birleştiğini
görüyoruz.
Birinci Dünya Harbinden sonra
mebus seçilen önceki ngiliz Başvekili Atlee, Lloyd George'ın hazan kendisini
al- ışlıyarak teşvik eden, hazan da kızdırmağa çalışan bir işçi millet vekili tarafından mütemadiyen
sözlerinin kesildiğini anlattı. Lloyd George ona bir gün şu cevabı verdi:
"Muhterem arkadaşımla bir anlaşma yapalım: beni ne alkışlasın, ne de tenkit
etsin." Arka sıralardan bir diğer üye seslendi: "Ama siz hiç
sözünüzde durmuyorsunuz ki.
Kısa boylu
oluşu zaman zaman mahçubiyet hisleri uyandırıyordu. Bir gün siyasî bir
toplantıda onu halka takdim eden toplantı başkanı, "Ben Lloyd George'ı her
bakımdan büyük bir insan zannediyordum, fakat gördüğünüz gibi oldukça küçük bir
adam," deyince, Lloyd George sözlerine şöyle başladı: "Muhterem
başkan, memleketim kuzey Wales'de, biz, insanları çenesinden yukarı ölçeriz.
Siz ise, görüyorum ki, çenesinden aşağısını ölçüyorsunuz."
Bir seçim
nutku söylerken bir kadın, Başvekilin sözünü kesti: “Eğer ben senin karın
olsaydım, yemeğine zehir katardım." Başvekil hemen cevap verdi:
"Muhterem hanımefendi, eğer ben de sizin kocanız olsaydım, o yemeği hemen
yerdim."
Muhaliflerine
en zehirli oklarını fırlatmaktan çekinmi- yen Lloyd George elbette,
diğerlerinin de aynı şekilde mukabelelerine maruz kalacaktı. Lloyd George'a,
kendisinin anlıyacağı bir dille en şiddetli bir şekilde cevap veren Wedgewood
Benn adlı bir mebus oldu. Benn, millet vekilliğinden önce bir Lord idi. Bu
unvanı geri vermek hiç de
kolay olmamıştı. Oldukça kısa boylu, fakat son derece faal ve cevval
zekalı Wedgewood Benn, Lloyd George'ın Liberallerini terketmiş, Sosyalistlere
iltihak etmişti. Welsh'li bunu ne unuttu, ne de affetti.
Sosyalist Benn'in, Liberal Lloyd
George'a verdiği c:.ğır cevabı daha iyi takdir edebilmek için, iki noktanın
bilinmesi gerekiyor. Lord ve dükler aleyhinde yıllarca sürdürdüğü şiddetli
savaşlara rağmen, Lloyd George zengin insanların arkadaşlığından zevk aldı.
Lord ve düklere karşı beslediği derin düşmanlığa rağmen, hiç bir İngiliz
başvekili Lloyd George kadar lordluk "satmamıştı." (İngiliz kralları
(veya kraliçeleri] her yıl ihsan ettikleri unvanları başvekilin tavsiyelerine
göre dağıtırlar.) Pek çok kimseyi "lord" yapan Lloyd George, onlardan
topladığı "ücretler’i, ananeye göre, kendi partisine devreceği yerde, özel
"Lloyd George sandığı”nda toplamış ve bu paraları şahsi politik
emellerinin gerçekleşmesi uğrunda kullanmıştı.
Bir de "altın inek”
deyiminin bilinmesi gerek. Tabir İn- cil'de geçer. Dindar
gözükmelerine rağmen, bazı insanların Allahın önünde değil, Kudüs'teki bir
mabedde bulunan bir altın inek heykeli önünde eğildikleri, yani parayı, maddiyatı,
dini inanışlardan üstün tuttukları anlatılmak istenir. Şimdi, Lloyd George ile
Wedgewood Benn arasındaki söz düellosuna geçebiliriz:
Başvekil Lloyd George, bir gün
Parlementoda kısa boylu Benn'i itham edici ve istihzalı bir dille şöyle küçük
düşürmeğe çalıştı: "Musa’nın cebine sığabilecek bu adam, beşeriyeti bir
Yeni Kudüs'e götürecek yolda önderlik etmeğe çalışıyor."
Avam Kamarası üyesi Wedgewood
Benn, derhal yerinden zıphyarak cevap verdi: "Ama ben Altın İnek
önünde hiç bir zaman eğilmedim ki.
İstiklal Mücadelemiz
sırasında Lloyd George Yunanlıları desteklemiş, İngiltere'yi Türkiye
aleyhine harbe sokmağa çalışmıştı. Öte yandan, İrlanda meselesinde, muhalefet
sıralarında söylediklerinden tamamen aykırı yol tutmuş, şiddetle tenkit ettiği
renkli selefleri gibi, adadaki ayaklanmaları bastırmak için kuvvet
kullanmıştı.
Başvekilin değişen İrlanda
siyaseti karŞJsında, işçi vekilleri Koalisyon kabinesinden ayrıldı. Bu
kabinede Sömürgeler Vekilliğini deruhte eden Winston Churchill'in gayret ve
çalışmalarıyle, Katolik Güney Irlanda'ya, İngiliz Milletleri Camiası içinde
bağımsızlık verilince, Muhafazakarlar da kabineden ayrıldı ve böylece Lloyd
George'ın Koalisyon Kabinesi de düştü CEkim, 1922).
Müteakip bir kaç yıl Liberal Partisinin de dağıldığını gördü; ve
1920'lerin ortalarından itibaren İşçi Partisi (Sosyalist resmi
muhalefet partisi olarak Liberallerin yerini aldı. Parlamentodaki Liberallerin
sayısı ise her seçimde biraz daha azaldı ve 1970'lerin ilk yıllarında dört-beş
milletvekiline kadar düştü. Uzun ve devamlı sürüp süremiyeceği hakkında henüz
bir şey söylenemezse de, son seçimlerin Liberal Partisi için yeni bir canlanış
olduğunu belirtmek her halde hatalı bir görüş olmasa gerek.
Başvekillik
koltuğunu terketmesine rağmen, Lloyd George, Parlamentodaki hizmetine devam
etti. Siyasi kuvvet ve nüfuzu kaybolmuşsa da prestiji hala fazlaydı. Zaman
zaman asit dilini yine muhafaza ettiğini göstermekten de geri kalmıyordu. İkinci
Dünya Harbinden önce çağın başvekili Neville Chamberlain aleyhindeki nutukları
Avam Kamarası tarihinin unutulmaz sayfaları arasındadır. Bir konuşmasında
Neville Chamberlain'in "dış siyaseti, bir şehrin kanalizasyon borusunun
yanlış ucundan” gördüğünü söylemiş, bir diğerinde de Başvekilin ancak
"bir kıtlık yılında Birmingham şehri belediye başkanlığı görevini yerine
getirebilecek” vasıflara sahip olduğunu ifade etmişti.
Başvekil
Chamberlain'in tavizci politikasına karşı 1940 yılında İngiltere
Parlamentosunda büyük bir muhalefet hareketi başladı. Leopold Amery adlı bir
mebus o yılın Mayısında verdiği bir nutukta, Chamberlain'e hücum ederken, İngiltere'de
Kralcılarla Parlamentocular arasında cereyan eden dahili harpte C 1642-52)
Parlamentocuların lideri Oliver Cromwell'in (1653-58 arasında Başvekil idi) çağının
başvekiline söylediği sözleri tekrarladı:
"Orada, bundan sonra iyi hiç bir iş yapmana imkan olmayacak
şekilde, uzun zamandır oturuyorsun. Çekil, ve senden kurtulalım, artık! Çekil,
Allah aşkına çekil!"
Chamberlain
ise, hala kendisini desteklemekte devam eden arkadaşlarına hitap ediyor, karşı
saflara geçmemelerini rica ediyor, onların hislerine başvurarak kendisine
bağlı tutmağa çalışıyordu. Millet vekili Lloyd George, işte bu sıralarda
Parlamentodaki son sözlerini söylüyordu:
Bu, Başvekilin arkadaşlarının kimler
olduğu meselesi olmaktan çıkmıştır. Bu, çok daha büyük bir meseledir.
Başvekil halktan fedekârlık istiyor. Millet, başındaki hükümetin liderlik vazifesin
i yürütebileceğini bildiği, hükümetin gayesinin ne olduğunu
açıkça gösterdiği ve liderlik mevkiindekilerinin ellerinden geleni samimiyetle
yaptığına inandığı müddetçe, kendinden istenen
ve beklenen her türlü fedakârlığı yapmağa âmadedir.
... Başvekilden,
gayet samimi ve ciddî olarak, millete bir fedakârlık
örneği göstermesini istiyorum. Harbi
zafere ulaştıracak yolda bizim için, millet için
yapabileceği tek fedakârlık, elindeki mü- hürünü artık bırakmasıdır.
Lloyd
George'ın bu sözleri Kamarada öylesine bir elek- triki hava yarattı ki. bir çok
Muhafazakar mebus da hükümete güven oyu vermedi. Chamberlain gerçi yine de çoğunluğu
temin etmeğe muvaffak olduysa da istifa etti, ve Winston Churchill'in harp
yıllan Koalisyon kabinesini kudasına zemin hazırladı.
Bir
"kulübede" büyütüldüğünü söyliyen ve hayatı boyunca en zehirli
oklarını "dük"lere saplamaktan vahşi bir zevk duyan, Lordlar
Kamarasının kuvvet ve nüfuzunu bizzat kısıtlıyan David Lloyd George'ın, 31
Aralık, 1944 te "Lordluk" unvanını kabul etmesi, gayet tabii,
hayretle karşılandı. Üç ay sonra da, amcası
tarafından büyütülen kasabada öldü (26 Mart,
1945).
Güney, Afrikalı Mareşal Smuts, Lloyd George için, "Birinci Dünya
Harbi zaferinin baş mimarı" demişti. İkinci Dünya Harbinde
İngiliz milletini zafere ulaştıran Winston Churchill de,
Lloyd George'dan şöyle bahsetti:
"Yirminci asrın ilk
çeyreğinin İngiltere tarihi yazıldığı vakit.
harp ve barıştaki hadiselerin büyük bir kısmının
bu adam tarafından
şekillendirildiği görülecektir"
Fakat Welshli
hakkında en iyi söz, her ikisinin de pek sevdikleri ve İngiltere'ye gönülden
hizmet ettikleri Parlamentoda, yine Churchill tarafından söylenen
kelimelerdir. Churchill'in başlıca hususiyetlerinden biri de, Kamaradaki
konuşmalarında, sözlerine, üyeleri itiraza sevkedecek şekilde başladıktan
sonra, söylediklerinin gerçekte Parlamentonun çoğunluğu tarafından kabul
edilebilecek mahiyette olduğunu göstermekti. Lloyd George'ın ölümünden iki gün
sonra. Başvekil Winston Churchill, Parlamentoda şunları söylüyordu:
"O zaman
Lloyd George devletin temel kudretini ve hükümetin liderliğini eline
geçirdi." Başvekil Churchill bunu söyler söylemez, Parlamentonun muhterem
mebusları itiraz sesleri çıkarttılar: "Ele geçirmek mi dediniz?" Başvekil Churchill, hiç
bir şey olmamışcasına devam etti: "Cariyle I
ünlü tarihçi ve yazarı, Oliver Cromwell'den, zannedersem, böyle
bahsediyordu: 'O, bu mevkie göz dikti. Bu mevki, belki de onun hakkı idi.'
" Ve muhterem üyeler Başvekilin bu kelimelerini alkışladılar.
VII
Bir şey size tuhaf görünüyorsa onun gerisindeki
gerçeği arayınız.
George
Bernard Shaw
Beşer ırkının elindeki ş^aalı tek silâh, gerçekten, gülmektir.
Mark
Twain
Nükte saatını koruyor, gong, zamanı geldiği vakit
vuracak.
Shakespeare
Tngiltere ve
Amerika'daki seçimlerde namzetlerin kapanmasında veya parlamentolara getirilen
muhtelif tekliflerin kanunlaşmasında ve yahut reddedilmesinde nüktenin
oynadığı inkar edilmez rollere dair muhtelif örnekler verilebilir. Fakat
bunların hiç biri, Franklin Delano Roosevelt'in Amerika Cumhurbaşkanlığı içm
dördüncü kampanyasını açtığı, 23 Eylül, 1944 teki nutkunun "Fala"
kısmı kadar dünya tarihine tesir etmedi.
Roosevelt
ailesi Amerika'nın en eski ailelerinden biridir. İlk üyesi ülkeye 1638 de
Hollanda'dan göç etti. Bu aile Amerika'ya pek çok devlet adamı, iş adamı, iki
cumhurbaşkanı Cbiri Theodore Roosevelt) hediye etti. Roosevelt'ler bilhassa
yirminci asrın ilk yansında Amerikan tarihinde büyük rol oynadılar.
Franklin Delano Roosevelt ise dört defa ardı ardına cumhurbaşkanı
seçildi. Bir Anayasa tadili ile (1948) bir
kimsenin ardı ardına iki defadan fazla cumhurbaşkanı seçilebilmesi önlendiğinden,
Roosevelt'in bu rekoru hiç bir zaman yenilenemiyecek.
Roosevelt
1882 de doğdu ve Harvard üniversitesini bitirdikten sonra (1904), Columbia
Üniversitesinde hukuk tahsil etti; 1910 da da New York eyaleti senatosuna seçildi.
Cumhurbaşkanı Wilson'un 1912 kampanyasında büyük hizmeti görüldüğünden,
Roosevelt, 1913 te Wilson tarafından Deniz Kuvvetleri Vekil Muavinliğine tayin
edildi ve 1920 ye kadar bu mevkide kaldı. Roosevelt, 1920 yılında Demokrat
parti Cumhurbaşkanı Muavini namzedi idi, fakat o yılın
seçimlerinde Demokratlar büyük bir farkla mağlup oldular. Ertesi yıl (39
yaşında iken> Roosevelt'te nüzul isabet etti ve vücudünün belinden aşağı
kısmı tutmaz oldu. Bükülmez azmi ve tükenmez enerjisi sayesinde, bacaklarını
kısmen kullanacak kadar kendi kendini iyileştirdi. Daha sonra inmeli insanlara
yardım için büyük bir vakıf kurdu. Karısı ve yakın arkadaşlarının teşviki ile
tekrar politikaya döndü ve 1928 de küçük bir farkla New York valisi seçildi.
Ertesi yıl Amerika kendini büyük bir iktisadi
krizin içinde buldu, milyonlarca insan bir anda işsiz kaldı,
binlerce ve binlerce zengin bütün servetlerini kaybetti. Roosevelt 1930 da
tekrar New York valiliğine seçildi; 1932 yılında Amerika cumhurbaşkanı
oldu ve ölünceye kadar ( 1945) Cumhurbaşkanı kaldı.
Onüç sene cumhurbaşkanlığı yapmasına ve pek çok anekdotları ile de
^niınmasına rağmen, Roosevelt'in politik nüktelerini değerlendirmek iki
sebepten ötürü güçtür. Birincisi, mesai arkadaşları ve biyografisini yazanlara
göre, Roosevelt; Randolph, Disraeli, ve Churchill gibi yaratıcı bir nüktedan
değildi. Roosevelt, daha ziyade, diğerlerinin nüktelerinden büyük zevk duydu
ve siyasi düşmanlarının kendisi aleyhinde çıkardıkları fıkraları, onlara karşı
bir seçim silahı olarak kullanmasını gayet iyi bir şekilde başardı. Uzun yıllar cumhurbaşkanlığı
mevkiinde oturan bir kimsenin elbette pek çok düşmanları olacaktı. Onlar
Roosevelt aleyhine bir sürü fıkralar yayınladı. Fakat Roosevelt, onların bu
anektodlarını alıyor, yine onlara karşı bir silah olarak kullanıyordu. Nitekim,
aşağıdaki anekdotu
karısı Elanor (ki iyi bir yazar
ve hatipti),
kocası namına Uzak-doğudaki
Amerikan birliklerini ziyaret ettiği vakit, bir iki defa
binlerce er, subay ve general
önünde tekrarlad ı:
Amerikan ve Japon birliklerini bıribirlerine karşı bir
ölüm - kalım savaşına tutuştukları Pasifik adalarından birinde bir subay bir
gün üzüntülü bir erle karşılaşır, ve sorar: "Ne var? Ne oldu?''
Er, zor işidilen bir
sesle, âdeta ağlarcasına cevap verir: "Aylardır buradayım, hâlâ bir tek
Japon askeri öldüremedim. Ben şimdi Amerika’ya, ailemin yanına ne yüzle
döneceğim?"
Subay, erin üzüntü ve
endişesine bütün kalbiyle iştirak ediyordu. "Bak," dedi, "seni
muradına erdireyim. Şu karşıki tepeyi görüyor musun? Oraya tırman, ve avazın çıktığı kadar, "Hiro- hito’nun canı
cehenneme!" diye bağır. Göreceksin, mukaddes imparatorlarına
hakaret edildiğinden gazaba gelecek Japon askerleri derhal etrafını
çevirecekler. O zaman sen de gönlünün
arzusunu yerine getirir, istediğin kaciar Japon askeri öldürürsün."
Fakat er daha
ağlamaklı olur. Subay, "Peki, şimdi ne var?" diye sorunca, er,
gözyaşlarını güç zaptederek şunları söyler:
"Efendim, onu da yaptım, ama para
etmedi. Etrafımı alan dü- zünelerle Japon askerlerinden bir tanesini dahi
öldürmeğe vakit bulamadan hepsi bir ağızdan bağırdılar: ‘Roosevelt’in canı cehenneme!'
"
Roosevelt, aleyhindeki şu fıkrayı da
bilhassa beğenirdi. Zaman zaman diğerlerine de anlattı.
Cumhurbaşkanı Roosevelt'in amansız
muhaliflerinden tanınmış bir iş adamı her sabah, New York
şehrinin bir banliyosundaki evinden trenle New York Grand Central İstasyonuna
gelir gelmez, perondaki gazeteciden bir New York Times satın alır ve
birinci sayfaya bir göz attıktan sonra bırakıp gider.
Gazeteci, nihayet dayanamayarak sorar:
"Beyim, gazete yi satın alıyor, ama sadece birinci sayfaya şöyle bir göz
attıktan sonra bırakıp gidiyorsunuz. Sebebini sorabilir miyim1? "
"Gazetenin ölenler
sütununa bakıyorum," cevabını verir adam.
* i a •• ı ı . 4 • ■ »• »• »• r» ı > ı
Ama ölenler sütunu yirmi uçuncu sayfada.
Adam, "Benim baktığım herifin ölümü birinci sayfada verilecek,
cevabını verir.
Cumhurbaşkanı
Roosevelt, aleyhinde söylenenleri Amerikan sisteminin totaliter rejimler
karşısında üstünlüğünü gösterdiğine inanırdı. Alelade bir vatandaşın dahi
cumhurbaşkanını tenkit etmesi en tabii hakkı idi. Onun hoşuna giden
anekdotların birinde, bir Amerikan vatandaşı bir Sovyet vatandaşına sorar:
"-Bak, ben, 'Roosevelt'in canı cehenneme,' diyebiliyorum. Sen Rusya'da
bunu söyleyebilir misin?"
"Elbette,
söyliyebilirim," der Sovyet vatandaşı. "Hem de Stalin'in yüzüne
karşı. Kremlin'e gider, Stalin'in yanına çıkan ve haykırabilirim: 'Roosevelt'in
canı cehenneme!' "
roosevelt'in
nüktelerini değerlendirmenin ikinci güçlüğü de şurada: Cumhurbaşkanı,
evvelemirde, kelimelerini, fikirlerini ve hazan bütün nutuklannı başkalarının
yazdığı siyasi bir liderdi. Bunun içindir ki, nükteleri arasında hangilerinin
kendisinin, hangilerinin diğerlerinin olduğunu tayin etmek zor.
Hakim Samuel I. Rosenman
Roosevelt'in baş nutuk yazan idi; 1928 den, Roosevelt'in öldüğü yıl 1945 e
kadar Cumhurbaşkanının pek çok nutuklarını bilfiil kaleme aldı. Working with Roosevelt adlı kitabında Hakim
R^nman, Cumhurbaşkanının, diğerlerinin yazdıklan nutuklan kullanmasının elzem
olduğunu söyler. Bir Amerikan cumhurbaşkanı hükümetinin icraatıyle ilgili
temel nutuklarından Kızılhaç'ın mesai senesinin açılışıyle ilgili beyanına kadar,
binlerce ve binlerce yazılı ve sözlü beyanat vermek zorunda. Bir
cumhurbaşkanının hem bu nutuklarla meşgul olması hem de cumhurbaşkanlığı
görevini layıkıyle yerine getirmesi imkansız denecek kadar güçtür. Bundan
böyle, Roosevelt, gazetecilerden piyes yazarlarına kadar pek çok tanınmış
Amerikalıyı nutuk yazmaları için etrafına topladı. Bunların arasında Şair
Archibald MacLeish, meşhur gazeteci kadın Dorothy Thompson da vardı. Bundan
başka, gerek istenildiği ve gerekse istenilmediği zaman bu çevre dışında kalan
insanlardan da yüzlerce fikir, nutuk planları ve nutuklar geldi. Bunları
gönderenler arasında Amerikan vatandaşlan olmıyanlar dahi vardı.
Başarılı bir
hatip olabilmenin ilk şartının, gerekenden fazla konuşmamak olduğunu Roosevelt
senelerce önce öğrenmişti. Avukatlığının ilk yılında çok zor bir davayı üzerine
aldı. Karşı tarafın avukatı jüriye nasıl hitap edilmesi gerektiğini çok iyi
bilen biri idi ve genç rakibinden çok daha inandırıcı deliller ortaya koydu.
Maamafih, bir hatip için öldürücü bir hata işlemişti: saatlerce konuştu. Roosevelt,
jürinin onun söylediklerine pek aldırış etmediğine dikkat etmişti. Jüriye hitap
etme sırası kendisine geldiği vakit şunları söyledi:
"Efendim,
delilleri işittiniz. Mükemmel bir hatip olan muhterem meslekdaşımı dinlediniz.
Eğer ona inanır ve delillere inanmazsanız, onun lehinde karar vermek zorundasınız.
Söyleyeceklerim bundan ibaret."
Kendi odasına çekilen jüri üyeleri sadece beş dakika sonra Roosevelt'in lehinde karar verdiler.
Hakim
Rosenman kitabında, Roosevelt'in, kendisi için yazılan nutukların, hiç olmazsa
ana noktalannı değiştirdiğini tekrar tekrar söyler, ve böylelikle, bu
nutuklann, başkaları tarafından yazılmış dahi olsa, "Roosevelt'in kendi
nutukları" olduğunu belirtir. Rosenman, Cumhurbaşkanı için nutuk
yazanların zamanla onun nelerden hoşlandıklarını öğrendiklerini ve nutukları
Roosevelt'in stilinde kaleme aldıklarını da ilave eder.
Kendisini Beyaz Ev'e götürecek 1932 Cumhurbaşkanlığı seçimine
hazırlanan Roosevelt, depressiyon'la Cbüyük iktisadi kriz) mücadelede
kendisine fikir vereleri için etrafına Columbia Üniversitesinin ünlü
profesörlerini topladı. Nutuk yazan Louis Howe, Roosevelt'in bu
"müşavir"lerin- den "beyin sandığı" (brain
trust) diye istihfafla bahsedince, Amerikan politikası yeni bir
terim kazanmış oldu. Gerçekte, halkın, Roosevelt'in zannettiği bir çok cümle
ve ibareleri nutuk yazarlan bulmuştu. Mesela, Roosevelt'in 1932 de Chicago
şehrinde Demokratik partinin cumhurbaşkanlığı namzetliğini kabul ederken
verdiği nutuktaki meşhur cümleyi Rosenman yazdı: "Amerikan halkına bir ‘new deal'
getireceğimi
size .vadediyorum, kendime
vadediyorum.
Böylelikle,
Amerikan tarihinde, bütün bir devreyi ifade eden iki kelimelik bir terim ortaya
çıkmış oldu: New Deal. (Bu iki
kelimenin harfi tercümesi "yeni pazarlık" veya "yeni
anlaşma" ise de, "yeni devir" diye Türkçeleştirmek kanaatımca
daha yerinde olur.) Rosenman, kitabında, bu terimin böylesine tutacağını hiç
bir zaman düşünmediğini yazar. Gerçekte, Roosevelt de aynı düşüncedeydi.
Roosevelt'in
nutuk yazarlarının Amerikan politik edebiyatına kazandırdığı ibareler arasında
şunlar da var: "İktisadi hanedancılar" ve "kaderle
randevü." "Korkudan başka korkulacak korku yoktur," cümlesini
de onlar çıkardı.
Roosevelt'in
bir diğer meşhur sözü, "demokrasi tersanesi" de kendinin değildi.
Gerçekte, bunu ilk defa Fransız devlet adamı Jean Monnet, Amerikan Yüksek
Mahkemesi üyesi Felix Frankfurter ile görüşürken kullanmıştı. Tabiri çok
beğenen Hakim Frankfurter, bunun Roosevelt'e çok iyi yaraşacağını söylemiş, M.
Monnet'den bir daha kullanmamasını rica etmişti. Roosevelt, Jean Monnet'inin
"demokrasi tersanesi" sözünü 1940 da sık sık kullandı.
İtalya, Almanya ve diğer ülkelerde demokrasilerin dik-
tatoryalar karşısında gerilediği, mutlak bir devlet kontrolüne dayanan
iktisadi sistemlerin serbest teşebbüsün yerini aldığı bir devirde, Roosevelt,
kendisini demokrasi ve serbest iktisadi teşebbüs sisteminin kurtarıcısı
mevkiinde gördü. Öte yandan, Amerikalıların alışık olmadığı ekonomik tedbir ve
sistemleri memleket çapında uyguladığı için de pek çok Amerikalı indinde,
Roosevelt, demokrasi ve serbest teşebbüs sisteminin yıkıcısı idi.
Cumhurbaşkanı onlara şu cevabı verdi:
Bin dokuz yüz otuz üç
yazında rıhtımın ucunda duran iyi ve yaşlı bir centilmen, başındaki ipek fötr
şapkasıyle denize düştü. Yüzmek bilmiyordu. Bir arkadaşı hemen koştu, denize
atlıyarak kendisini ölümden kurtardı. Bu arada akıntı bu centilmenin şapkasını
alıp götürmüştü.
Nihayet kendine gelen
yaşlı centilmen hayatını kurtaran arkadaşına candan teşekkür etti, hayatını
ona borçlu olduğunu söyledi. Şimdi aradan üç sene geçtikten sonra, yaşlı centilmen,
ipek fötr şapkasını kurtaramadığı için bu arkadaşına çıkışıyor.
Bu "ipek
fötr şapka" hikayesi, Roosevelt'in, diğerlerinin yazdığı nutuklara kendi
anekdotunu nasıl sıkıştırdığının iyi bir örneğidir.
Kendisinin "solcu" olduğunu iddia edenlere, Cumhurbaşkanı
Roosevelt, İngiliz tarihçisi ve yazarı Macaulay'ın. bir sözünü tekrarhyarak
cevap veriyordu:
Büyük hâdiseler bize sesleniyor:
"Muhafaza etmek istersen reform yap." Akıllı ve 'basiretli insanlar,
zeki muhafazakârlar uzun zamandır, değişen bir dünyada, değerli müesseselerin,
ancak bu müesseseleri değişen zamanlara uydurmakla korunabileceğini
biliyorlardı. ... Ben böylesine bir liberal olduğum için böy- lesine bir
muhafazakârım.
Amerikan demokratik sistemini yıkmakla itham edenlere
verdiği cevaplarda, Roosevelt, sık sık fıkralar da anlattı. Chicago'daki bir
seçim nutkunda (14 Ekim, 1936) şunları söyledi:
Bu insanlardan bazıları ne kadar hasta
olduklarını gerçekten unuttular. Nasıl ateşler içinde kıvrandıklarını gösteren
grafikler bende duruyor. Bizim, metin, ferdiyetçi insanlarımızın o zamanlar dizlerinin nasıl titrediğini,
kalplerinin nasıl attığını ben biliyorum. Kalabalık gruplar halinde
Washington’a geliyorlardı. Washington, o zaman
tehlikeli bir bürokrasi gibi görünmüyordu. Hayır, hayır! Washington o zaman
âcil bir hastahane gibi görünüyordu. Bütün bu
mümtaz hastalar o zaman iki şey istiyorlardı: ağrının giderilmesi için derhal
bir iğne ve hastalığın tedavi edilmesi. Bunların hemen yapılmasını
istiyorlardı; biz her ikisini de yaptık. Ve
artık bu hastalarımızın çoğu iyileşti, yeniden eski sıhhatlerini
kazandılar. Öyle ki, bazıları, koltuk
değneklerini doktora fırlatacak kadar iyileşti.
Roosevelt,
radyo ve gazetelerin haber servislerinden
fevkalade istifade etmesini bildiğinden, halka doğrudan doğruya hitap etmesini
gayet iyi beceriyordu. Churchill gibi
aristokratik bir şivesi olmasına rağmen, bilhsssa "arkadaşlarım"
diye başladığı radyo sohbetlerinde, vatandaşları ile karşılıklı anlayışa
dayanan tam bir ilişki kurmuştu. Devrin en iyi piyes yazarlarından (ve
Roosevelt’in nutuk yazan) Robert E.
Sherwood'a göre, "Bu adam her jest ve hareketi tam anında yapabilmesi, ses
ve ifade tarzını istediği şekilde değiştirebilmesiyle günümüzün en iyi aktörlerinden
biri olabilecek evsafa sahip”ti. Roosevelt dinleyicilerini güldürmesini çok
seviyor ve muhaliflerinden sık sık meşhur gülüşleriyle bahsediyordu. New
York'taki bir nutkunda, dünya krizini önceden görebilmek yerine, kendisine her
adımda muhalefet eden Cumhuriyetçileri ele aldı ve isimlerini müzikal bir
şekilde söylediği üç Cumhuriyetçiden bahsetti: “Martin,
Barton ve Fish.
Dinleyiciler bundan fazlasıyle hoşlandıklarından, R^sevelt, bu üç ismi diğer
nutuklarında da aynı şekilde söyledi. Artık öyle bir durum hasıl olmuştu ki,
Cumhurbaşkanı "Martin” der demez, dinleyiciler Roosevelt'le birlikte
bağırıyordu: "Bar- ton ve Fish!"
O yıl Bruce Barton, New York
eyaleti senatörlüğü için mücadele ediyordu. Cumhurbaşkanı bu isimleri ilk defa
söylediği zaman, Burton, "Eğer başka yerde de tekrarlarsa, yandım, dedi.
Bruce Barton kendi istikbalini iyi görmüştü. Büyük bir çoğunlukla seçimi
kaybetti. Gerçekte 1940 yılında Cumhuriyetçi partinin cumhurbaşkanı namzedi
Wandell Wilkie, bu infiratçı üç cumhuriyetçinin kendi seçimine dahi tesir
ettiğini söyledi.
Bu seçimde,
madenciler sendikasının meşhur lideri John L. Lewis ile Amerikan Komünistleri
de Cumhuriyetçileri desteklemişlerdi. Hitler-Stalin Paktına rağmen, Roosevelt'
in Hitler'e hücum etmesi Amerikan Komünistlerini kızdırmıştı. Fakat John L.
Lewis ve Komünistlerin, Wilkie'nin arzu etmemesine rağmen, kendisini
desteklemeleri ona pek çok rey kaybettirdi. Roosevelt, bundan "gayri mukaddes
bir ittifak" diye, hem nükteli hem de ciddi bir şekilde bahsediyordu:
Cumhuriyetçi partide
müfrit reaksiyonerlerle müfrit radikallerin gayri mukaddes ve meşum bir ittifaka giriştiklerini görüyoruz.
Hepimizin bildiği
gibi, onların birleşecekleri müşterek bir nokta yok. O halde onları
biribirleriyle işbirliğine sevkeden şey, normal demokratik yollarla
yetinmeyerek, kudreti bir an önce ele geçirmek,
bir gece içinde diktatörlük kurmak istemelerinden başka ne olabilir?
Kahverengi halıya konduğu zaman kahverengi, kırmızı
halıya konduğu zaman kırmızı olan fakat ekose bir kumaşa konduğu zaman trajik
bir şekilde ölen talihsiz bukalemunu hepimiz biliyoruz. Birbirleriyle çelişki
halinde olan ve halen Cumhuriyetçi partiyi destekliyen bu grupların
biribirlerine karşı yaptıkları gizli vaatleri yerine getirmeğe çalıştığımız
takdirde, Hükümetin de ne hallere gireceğini hepimiz biliyoruz.
Roosevelt'in
vekillerinden Harold Ickes'ın gerçekten ha- karetli bir dili vardı. Tanınmış
bir şirket avukatı Wandell Wilkie politika sahnesinde göründüğü vakit,
Cumhuriyetçiler onu ülkeyi kurtaracak, köyden yetişme bir mesih gibi
göste^eğe çalışıyorlardı. Ickes, Wilkie
için şunları söyledi: "Zengin adamların Roosevelt'i, Wall Street'in
[dünyanın en büyük kapitalistlerinin toplandığı meşhur sokakl basit,
yalın-ayak çocuğu."
İngilizcede
"şapkayı ringe fırlatmak" diye bir deyim vardır. Bilhassa politikacılar
için kullanılır. Bir kimse her hangi bir politik mevki için mücadele etmeğe
karar verdiğini açıkladığı vakit, "şapkasını ringe fırlattığı" söylenir.
"Diaper" de "çocuk bezi" demektir. New York valisi Dewey de
Cumhuriyetçi partinin cumhurbaşkanı namzedi olmak için mücadele etmeğe karar
verdiği vakit, Vekil Harold Ickes şunları söyledi: "Dewey 'diaper'ini
ringe fırlattı. (Cumhuriyetçi partinin 1944 ve 1948 yıllarındaki
cumhurbaşkanı namzedi Thomas Dewey idi. Birincisinde Roosevelt'e, ikincisinde
Truman'a kaybetti.) Yine Harold Ickes'in şu sözünün Dewey'e epeyce reye mal
olduğu söylenir: "Dewey, düğün pastası üzerindeki minnacık adama
benziyor."
Kabine üyeleri arasında anlaşmazlık çıktığı vakit, Cumhurbaşkanı
Roosevelt, nükte ile hal çaresi bulmağa çalışıyordu. Maliye Vekili Henry
Morgenthau ve Bütçe Direktörü Harold Smith, biribirlerinin boğazlarına
sanlacakca- sına münakaşa ediyorlardı. Roosevelt, aşağıdaki memoran- dum'u
nutuk yazarı Samuel 1. Rosenman'a
gönderdi. dincisi de onu her ikisine gösterince, bu iki hükümet üyesi
arasındaki husumet de sona erdi. R^^evelt'in memorandumu şöyle idi:
S.
I. R'a memorandum:
Genellikle
"Kavgacı Smith" diye bilinen Harold Smith'le, umumiyetle
"Gemici Morgenthau” diye bilinen Maliye Vekilini aynı odaya kilitle,
kavgadan galip çıkanı dışarı çıkar.
Roosevelt'le nutuk yazarları
arasında da nükte eksik olmuyordu. Cumhurbaşkanın muhalifleri, 19 Ekim,
1932
de Pittisburgh şehrinde verdiği bir nutuktan ötürü bilhassa acı bir
dille onu tenkit ediyorlardı. Roosevelt o nutkunda, masrafların azaltılacağını
vadetmişti. Öte yandan, depres- siyonla kesin bir mücadeleye girişebilmek için
tamamen zıddını yapmak zorunda kaldı. Roosevelt, 1936 kampanya sına başlayacağı
sırada nutuk yazarı Hakim Rosenman'a 1932 nutkunu "izah
eden" bir nutuk hazırlamasını söyledi. Nutku tetkik eden Rosenman,
Cumhurbaşkanına şunu tavsiye etti: "Bay Cumhurbaşkanı, 1932 nutku
için yapacağınız tek şey, o nutku söylediğinizi kesinlikle reddetmektir."
Hiç bir Amerikan Cumhurbaşkanı
Roosevelt kadar basında tenkit edilmedi. Cumhurbaşkanı da muhtelif vesilelerle
bundan hümorla bahsetti, ve Amerikan askeri stratejisini tenkit eden
gazetecilere de şöyle cevap verdi: "Planlarımız hakkında şunları
söyleyebilirim: bu planların ne olduğunu ve nasıl yürütüleceğine karar
verenler, görüşlerini, basın veya radyoda aksettiren daktilo strate- jistleri
değillerdir.
"Amerika’nın en büyük
askerlerinden biri, Robert E. Lee, kendi devrinin harbi sırasında, bütün
generallerin ordudan ziyade gazetelerde çalıyor göründüklerini söyleyerek
trajik bir hakikatı belirtmişti. Ve öyle görülüyor ki, bu, bütün harpler için
doğru."
Roosevelt, 1940 yılında
üçüncü defa olarak Cumhurbaşkanlığı için mücadele edeceğini söyledikten sonra,
bütün ailesi zaman zaman en ağır hücumlara maruz kaldı, Cumhurbaşkanlığında
kalmasının Amerika içinde felaketli neticeler doğuracağı söylendi.
Cumhurbaşkanı, şahsına ve ailesi efradına yapılan hücumları bir nutkunda şöyle
cevaplandırdı (8 Ocak, 1940):
Tabii—politik
görüşler karşısında alarma kapılanlar dışında— hayatın daima karanlık yüzüne
bakanlar da bulunur. Eşyanın eskisi gibi olmadığından şikâyet
edenler, ve kendileriyle aynı fikirde olmayanları ahmak veya sahtekâr diye sıfatlandıranlar
vardır. Onlar, benim kanaatimca—hemen hemen her ailede bir tanesinin
bulunduğu—talihsiz insana, "sıhhatinin kötü olmasından zevk alan"
talihsiz insana benzerler. [Kahkahalar]
Ben, bazan bu gibi
insanları dinlediğim vakit, ihtiyar Jed Amcayı daha iyi anlıyorum.
[Roosevelt burada
mükemmel bir mahalli şive ile aşağıdaki hi
kây eyi anlatmağa başlad
ı. ]
Ezra bir gün, "Jed
Amca,” dedi, “işitmen biraz ağırlaşmıyor
mu?"
“Evet,” cevabını
verdi, Jed Amca, "korkarım biraz sağırlaşıyorum.”
Ezra, bunun üzerine.
Jed Amcayı Boston'a gidip
bir kulak dok- torwıu
görmeğe ikna etti.
Jed Amca Boston’dan
döndü ve Ezra doktorun ne dediğin
i sordu.
Jed
Amca, “Doktor bana içki içip içmediğimi
sordu ve ben de zaman
zaman içtiğimi söyledim.”
"Bunun üzerine
doktor, ‘Bak, Jed,' dedi,
‘İşitme hassanı kaybetmek istemiyorsan, içkiyi bırakacaksın.' ”
Jed Amca, doktorun
bu sözünden sonra iyice düşündüğünü ve doktora şu cevabı verdiğini söyledi:
“Doktor, içtiklerimi işittiklerimden öylesine fazla
seviyorum
ki, sağırlaşmakta devam etmeğe karar verdim.”
[Kahkahalar]
Roosevelt hayatının en büyük politik
nutkunu 23
Eylül. 1944 te, Washington'daki Statler Otelinde verdi. Bu nutku ile
dördüncü defa olarak Cumhurbaşkanlığı kampanyasını açtı. Roosevelt'in bu
nutkunda yapacağı şey, ya memleketin karşılaştığı meseleler üzerinde durmak
veya halkın düşüncelerini başka noktalara çekmekti. Bir kimsenin dördüncü defa
cumhurbaşkanı olmak istemesi Amerikan tarihinde ilk defa görülüyor, ve üstelik
Roosevelt'in sıhhati da her geçen gün kötüleşiyor ve bu da ülkede derin
endişeler doğuruyordu, zira en son konuşmasında bir
kararsızlık ve tutukluk sezilmişti. Halk ve gazeteler şimdi genç
Dewey'nin bu "yorgun yaşlılar"dan ülkenin dizginlerini alacağını
söylemeğe başlamıştı.
Washington nutkundan bir kaç ay
önce, Cumhuriyetçi partili bazı mebuslar bir söylenti üzerinde durarak, Cumhurbaşkanının,
Alaska dönüşü köpeği Fala'yı gende bıraktığının farkına vardığını, ve bunun
üzerine, deniz kuvvetlerini büyük masrafa sokarak, geriye bir muhrip gönderip
Alaska'daki bir deniz üssündeki köpeği gen getirdiğini yaymağa başlamışlardı.
Hikaye muhalif gazetelerde defalarca yayınlandı ve Roosevelt de, bu hikayede
potansiyel bir cevher sezerek kimsenin cevap vermemesini, çünkü gereken cevabı
kendisinin vereceğini söyledi. Ro- senman, bu nutukta hem kendisinin hem de
She^oed’un hissesi olduğunu söylemekle beraber, köpekle ilgili kısmın tamamen
Roosevelt tarafından yazıldığını belirtti. Nutuk, "nükte" ile
muhaliflerin nasıl alt edilebileceklerine en iyi bir örnekti. Sadece alaylı ve
istihfaflı bir nutuk değil, aynı zamanda eğlendirici, sadece bir kimseye
değil, Cumhuriyetçi Partinin bütün üst kademelerine hücum eden bir nutuk.
Roosevelt’in muhalifleriyle
ısırıcı bir dille alay edişi hiç bir nutkunda bu hitabesindeki kadar belli
olmadı. Nutkuna, Dewey'nin "yorgun ihtiyar adam" sözüyle alay ederek
başladı: "İşte, bir defa daha—dört yıl sonra—tekrar bir araya geldik. Ve
ne hararetli bir dört seneydi bu! Biliyor musunuz, gerçekte ben şimdi dört sene
daha yaşlıyım, ve bu gerçek bazı kimseleri nedense rahatsız ediyor. Hakikatte,
1933 te kucaklarımıza bırakılan çöplüğü temizlemek işine başladığımızdan bu
yana milyonlarca Amerikalı on bir sene yaşlandı."
Roosevelt işçiler için çok
şeyler yapmış, işçiler ve sendikaları da genellikle kendisini candan
desteklemişti. Bundan böyle, işçilerden zevkle bahsederdi. Bu nutkunda da aynı
konuya değindi:
"Hepimizin bildiği gibi,
bazı insanlar işçilerin başanla- nnı küçümsemeyi meslek haline getirmişlerdir,
bu insanlar işçileri vatanse^mezlikle dahi itham ederek ûç sene altı ay
durmaksızın onlara hücum ederler. Fakat ondan sonra, anlaşılmıyan garip
sebeplerden ötürü, dört senede bir, seçimlerden önce, notalarını değiştirmeğe
karar veriyorlar. İş reye geldi mi, onlar birdenbire işçileri sevdiklerini
anlıyor ve onları eski dostlarından korumağa çalışıyorlar.
"Mesela,
Chicago'da geçen Temmuzda toplanan Cumhuriyetçi Kongresinin seçim platformu
beni—ve eminim sizleri de—kahkahalara garketti:
IRoosevelt,
bundan sonra, gayet ciddi bir şekilde aşağıdaki paragrafı okudu:
"Cumhuriyetçi Parti İşçi-işveren Milli Kanununu, Çalışma
Saatleri ve Ücret Kanununu, Sosyal Sigorta Kanununu ve Amerikan kadın ve erkek
işçilerine daha iyi bir hayat standardı getirmeğe matuf bütün kanunları kabul
ettiğine ve bu kanunların hakkaniyet esasları dahilinde uyarlanacağına söz
verir." 1
"Biliyorsunuz
ki, Genel Kongrelerinde bu platformu heyecanla tasvip edip alkışlıyan bir çok
Cumhuriyetçi lider, Kongre üyeleri ve namzetler mütekamil kanunlarla
güpegündüz dahi karşılaşsalar tanımazlar. Gerçekte onlar senelerce gayret ve
enerjilerini—ve paralarını— bu kanunların her birine muhalefet yolunda
harcadılar.
"Sirklerde
cambaz fillerin şahaser numaralarını hep seyrediyoruz. [Cumhuriyetçi partinin
sembolü fildir.] Fakat hiç bir fil sırtı üstü düşmeksizin ayakları üzerinde
dönemez.''
Roosevelt,
daha sonra, kendisini harbe hazırlanmamak- la itham edenlere alaylı bir dille
cevap verdi:
"Kongrede
ve Kongre dışında 1939 dan önce ve sonra giriştiğimiz hazırlıklara muhalefet
seslerini yükseltenler vardı.... Biz bu sesleri şimdi hatırlıyoruz. Ama onlar
bunları unutmamızı istiyorlar. Fakat 1940 ve 1941 de—gerçek- ten, çok uzak bir
mazideymiş gibi geliyor—bu sesler pek gür seslerdi.
"Cumhuriyetçi
liderleri şimdi şunu demek istiyorlar: 'O zamanlar söylediklerimizi unutun. Biz
şimdi fikrimizi değiştirdik. Biz anketleri yakından takip ediyor ve artık Amerikan
halkının bu hususta neler düşündüklerini biliyoruz.' Ve ilave ediyorlar: 'Barış
yapmadan önce hazırlanmamızı söyleyen, temellerini hazırlıyan ve barışı
gerçekleştirmek İçin son beş sene zarfında adım adım
çarpışmak zorunda kalan o ihtiyar insanlara barışı yaptırmayın. Bırakın, biz
yapalım. Biz iyi bir barış getireceğiz—ve bunu yaparken de bir tek infiratçı
rey veya infiratçıların seçim kampanyasına verecekleri bir tek doları dahi
kaybetmiyeceğiz.' "
Cumhuriyetçiler 1930'ların ilk
yıllarındaki depressiyonun müsebbibi Demokratlardır diyorlardı. Roosevelt
konuşmasına devam etti:
"Bu kelimeleri okurken gözlerimi
oğuşturmak zorunda kaldım. Bu Cumhuriyetçilerin değil de Demokratların sebep
olduğu bir depressiyon imiş. Ülkeyi 1933 dep- ressiyonundan onlar kurtarmış ve
bu Hükümet, Amerikan halkının ve tarih sayfalarının oniki yıllık kötü Cumhuriyetçi
rejiminin doğurduğuna inandığı depressiyonun sorumlusu imiş.
"Eski ve oldukça hazin bir ata sözü
var:'Asılmış bir adamın evinde ipten bahsetme.' Aynı şekilde, eğer ben her iki
partili insanlardan oluşmuş bir topluluğa hitap eden bir Cumhuriyetçi lideri
olsaydım, bütün bir lügattan aktaracağım en son kelime, bana öyle geliyor ki,
‘depressiyon’
olurdu."
Roosevelt
şimdi nutkunun köpeğini müdafaa eden kısmına gelmişti. Bu kısmı ikinci Quebec
konferansı sırasında kendi yazmış ve nutka eklenmesi için Rosenman’a göndermişti.
Cumhurbaşkanı gayet ciddi bir tavır ve ses tonu ile, dinleyicilerin kahkahaları
karşısında köpeği Fala'- yı şöyle savundu:
Bu Cumhuriyetçi
liderleri, bana,
karıma ve oğullarıma hücumla yetinmediler. Hayır, bununla
yetinmedikleri için, şimdi saldırılarına benim küçük köpeğim Fala'yı da
dahil ediyorlar. Onların hücumlarına alınmam; bu hücumlara ailem de
alınmaz, fakat
Fala alınıyor. Biliyorsunuz, Fala İskoç aslından gelme, ve
İskoç- yalı olduğu için de kendisini Aleutian adalarında
bıraktıktan sonra bulup geri getirmesi için—Amerikan vatandaşlarının verdikleri
vergilerden iki veya üç, veya sekiz veyahut yirmi milyon
dolarını sarfederek—bir destroyer gönderdiğime dair Cumhuriyetçi partinin
Kongredeki hikâye yazarlarının uydurduğu masalı öğrenince bütün İskoç cinleri
başına üşüştü. Artık o günden beri hiç de aynı köpek değil. Ben—yaşlı, içi geçmiş
kestane, kendisini gayri kabili elzem gören—bunak diye hakkımda uydurulan çirkin iftiralara alışığım. Fakat köpeğim hakkımda ortaya sürülen
iftiralara gücenmek. itiraz etmek hakkımdır.
Nutuk, sadece Statler otelindeki
dinleyiciler üzerinde değil, ülke çapında derin tesir bıraktı. Bir seçim kampanyası
konusu olarak Cumhurbaşkanının sıhhatı artık rey verenlerin kafalarından
silinmişti. Nutuktan sonra ve seçim kampanyası boyunca seçmenler Roosevelt'in
her zaman olduğu gibi nükteden, canlı ve hareketli bir mücadeleci olduğuna
inandılar. Yaşlı adamın muhaliflerini kızgın ateşte kavurması neticesinde,
dördüncü defa cumhurbaşkanlığı meselesi de unutulmuştu.
Roosevelt'in "Fala"
nutkuna önem vermemesi gerekirken, Dewey, ertesi günü, önceden hazırlanmış
nutkunda, Amerikan çocukları cephede ölürken, Cumhurbaşkanının. köpeği hakkında
nükte yaptığını söylemek hatasına düştü. Dewey, "Fala" nutkunun
fantastik ha.şansı karşısında öylesine sinirlenmişti ki, Roosevelt'in nutuk
yazarlarından Paul Porter'in yazdığı bir muhtıra şu sözlerle nihayet buluyordu:
"Seçim kampanyası merkezimizde şimdi yeni bir sloganımız var: bu yarış
Roosevelt'in köpeği ile Dewey'nin keçisi arasında." "Fala"
şakasının halk üzerindeki tesirini idrak eden Porter, nutkun o kısmını radyo
reklamlarıyle verirken şu güfteli kelimelerle takdim etti: "Niye hala benim
köpeğimi tekmeliyorlar?" Demokratik partinin seçim fonunun büyük bir kısmı
bu reklam için sarfedildi.
Seçim neticeleri, sekmenlerin,
"Fala" nutkundan sonra Cumhurbaşkanının sıhhatını düşünmediklerini
gösterdi. Cumhurbaşkanı seçiminden beş ay sonra Franklin Delano Roosevelt
ölmüştü.
VIII
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar