Print Friendly and PDF

Politikada Nükte /Nejat Muallimoğlu 2



Abraham Lincoln

Bazıları cesur olmadıkları halde cesurmuş gibi davranabilirler. Fakat nüktedan olmayan bir insan, hiç bir zaman, nüktedanmış gibi hareket edemez.

Halifax

Diğerlerinin aptallıklarını mevzu alan hicivlere güleriz. Ama kendi aptallıklarımıza ağlamayı unu­turuz.

Madame Necker

En nüktedan insanlar melankolik olanlardır.

Aristo

Avrupa sanat tacirleri arasında yıllarca dilden dile dolaşan Standard nüktelerden biri de, ondokuzuncu asır Fransız ressamlarından Carot'un, hayatı boyunca iki bin tablo yaptığı ve bunlardan üç bin tanesinin de Amerika'­da bulunduğu idi. Bununla beraber, sahte bir Carot'u ger­çek bir Carot'tan ayırd etmek, uyduruk bir Lincoln anek­dotunu hakikisinden ayırabilmekten çok daha kolay. Ame­rika'nın 16 ıncı Cumhurbaşkanı (1860-65) Abraham Lin­coln, hayatı boyunca durmadan hikaye anlattı; şöhretin zirvesine tırmandığı vakit de, onun söylemediği pek çok anekdot Lincoln damgasıyle mühürlenerek piyasaya çıka­rıldı.

Isaac N. Arnold, Lincoln'ün Anekdotları adlı kitabında­ki fıkraların belki ancak yarısının Lincoln tarafından söy­lenmiş olabileceğini itiraf etti. Bir diğer yazar, Lincoln'ün


bütün hikayelerinin ancak yüz kadar olduğunu söyledi. Lincoln ise, Noah Brooks adlı bir yazara, kendisine atfedi­len hikayelerin ancak altıda birinin kendinin olduğunu be­lirtti. "Ben iyi bir hikaye işittiğim zaman hatırlarım," de­di. "Fakat ben şahsen bir tek hikaye icad etmiş değilim. Ben sadece bir perakendeciyim.”

Abraham Lincoln, Kentucky eyaletinin küçük bir köyün­de doğdu < 1809). Babası, marangozluk ve ırgatlık yaparak ailesini geçindirmeğe çalışan çok fakir bir işçi idi. Lincoln dokuz yaşında iken annesi öldü, ve babası dul bir kadın­la evlendi. Üvey annesi müşfik bir kadındı, Lincoln'ü bağ­rına bastı.

Amerikan çocuklarına başarılı bir hayata örnek olarak gösterilen Lincoln, babası mütemadiyen iş peşinde bir ka­sabadan diğerine gittiğinden, sadece bir yıl ilk mektebe devam edebildi, başka hiç bir resmi eğitim görmedi. Fakat okumak, öğrenmek için giderilmez bir iştahı vardı; gez­ginci kütüphanelerden edindiği kitapları tekrar tekrar okudu, hatmetti. Kendisinin rendelediği ve düzelttiği bir tahta parçası üzerinde, geceleri odadaki ateşin aydınlı­ğında aritmetiğini ilerletti. Gündüzleri de çalışarak baba­sına yardım ediyordu. Bakkal çıraklığı yaptı, arazi ölçü­münde çalıştı, bir fabrikada işçilik yaptı, bir köy posta- hanesinde de çalıştı. Fakat ne işi yaparsa yapsın, gecesini gündüzüne katarak okuyor, okuyordu. Bunun semeresini gördü ve baro imtihanını kazanarak avukat oldu.

Bununla beraber, gençlik yıllarında, iş hayatında—ve politikada—ardı ardına bir sürü başarısızlıkla karşılaştı. Her fırsatta okumasına rağmen hala bir baltaya sap ola­madığını gören biri kendisini tenkit etmişti: "Sana doğru dürüst bir geçim sağlayamadıktan sonra, bu kadar oku­manın faydası ne?" Lincoln ona şu cevabı verdi: "Eğitimin gayesi doğru dürüst bir geçim sağlamak değildir. Eğitim, onu elde ettikten sonra, hayatınıza ne gibi bir istikamet vereceğinizi öğrenmektir."

Gençlik yıllarındaki başarısızlıklarına rağmen, ''namus­luluğu ile itibar kazanıyordu. Illinois eyaletinin New Sa­lem kasabasında yirmi dört yaşında postahane müdürlü­ğü yapan Lincoln'ün senelik maaşı ^sadece 56 dolardı.

Bu postahane 1836'da kapandı ve ancak seneler sonra Washington'dan gelen bir görevli, o zaman hayatını avu­katlık yapmakla kazanan önceki postahane müdürü Lin- coln'ün hesaplarını kontrol etti. Hükümet görevlisi, onun 1 7 dolar borcu olduğunu söyleyince, Lincoln yazıhanesinin bir köşesinde duran eski bir bavul içinden ağzı iple bağ­lanmış bez bir torba içindeki parayı masanın ü^zerine dök­tü ve dedi ki: "Hepsi burada. Ben, kendimin olmayan pa­raya hiç bir zaman el sürmem."

Geçimini temin etmekte güçlük çeken ve oldukça çirkin ve gayet uzun boylu Cl.93 cm.J olan Lincoln, maamafih, fi­zikî kuvveti, cana yakınlığı ve bilhassa anekdotları ile o yılların Amerika'sının köy ve kasabalarında popülerite kazanıyordu. Fıkraları dillerde dolaşmağa başlamıştı.

Genç avukat Lincoln bir kasabadan diğerine at sırtında gidiyordu. Bir ^gün mahkemede karşı tarafın avukatı, jü­rideki bir üyeye itiraz etti. (Amerikan jüri sisteminde, avu­katlar, makul sebep ve delil gösterebildikleri takdirde jü- ridekileri reddedebilirler.) Avukat, bahis konusu jüri üye­sinin Lincoln'ü tanımadığını söylemişti. Hakim Davis, avu­katın itirazını kabul etmedi; zira, aksi takdirde, Lincoln' ün haysiyeti zedelenmiş olacaktı.

Söz sırası kendisine geldiği vakit, Lincoln, jürideki ba­zı üyelere karşı tarafın avukatını tanıyıp tanımadıklarını sordu. Hakim Lincoln'ü azarladı: "B. Lincoln, jüri üyeleri­nin muarızınızı tanıyıp tanım^nası onun bu vazifeden af­fedilmesini gerektirmeyeceğini bilmeniz gerekir."

Avukat Lincoln, "Hayır, Hakim bey," cevabını verdi, "be­nim korkum jüriyi oluşturan centilmenlerin onu gerçek­ten tanımalarıdır—ki böyle bir hal de, onu, şahsıma karşı avantajlı bir duruma getirmiş olur."

Bir diğer duruşmada, karşı tarafın avukatı için şunları söyledi: "En fazla kelimeyi en küçük bir fikre sığdırmasını onun kadar iyi beceren bir başkasını ben tanımıyorum."

Yine bir gün, dikkafalı bir muarızı saçma bir iddia ile onu küçük düşürmek gayretindeydi. Lincoln'ün belagati, adamı, kör inatla savunmağa çalıştığı tutumundan bir santim dahi kımıldatamamıştı. Sabrı tükenen Lincoln, ni­hayet, "Pek ala, pek ala," dedi. "Bir öküzün kaç ayağı var?"

Damdan düşercesine sorulan bu suale adam hemencecik "dört"ü yapıştırdı. Lincoln, "Haklısın, arkadaşım," diye ce­vap verdi. "Bununla beraber, bir An için, öküzün kuyru­ğunu da ayak farzedelim. O takdirde öküzün kaç ayağı olmuş olur?"

Bir an önce münakaşaya dönmek için sabırsızlanan adam, "Beş, elbette," dedi. "Ama bundan ne çıkar?"

"Bundan senin yanıldığın meydana çıkar. Çünkü, bir öküzün kuyruğu, ayak olsun demekle, ayak olmaz."

Abraham Lincoln, siyasi hayatta bir gün başarıya ula­şacağına inanıyordu. Temsilciler Meclisi üyeliği için mü­cadele ettiği bir seçim sırasında, bir Pazar günü devrin meşhur vaızı Peter Cartwright'ı- dinlemek üzere kiliseye gitti. Vaiz sırasında Papaz Cartwright, cennete gitmek is­teyenlerin ayağa kalkmasını istedi. Lincoln hariç herkes ayağa kalktı. Papaz daha sonra cehenneme gitmek iste­yenlerin ayağa kalkmasını istedi. Lincoln yine oturduğu yerde kalmıştı.

Papaz bunun üzerine, "Bu çağırılar sırasında Abraham Lincoln'ün yerinden kımıldamaması beni hayrete düşür­dü," dedi. "Eğer B. Lincoln, ne cennete ne de cehenneme gitmek istemiyorsa, bize nereye gitmek istediklerini aca­ba söylerler mi?"

Lincoln, ağır ağır ayağa kalktı ve cevap verdi: "Ben Kongreye [Parlamento! gidiyorum."

Abraham Lincoln, o seçim sonunda Kongreye gidemedi­ği --gibi, daha sonraki siyasi hayatında da bir çok başarısız­lıklarla karşılaşacaktı. Gerçekten, onun siyasî hayatı, Cumhurbaşkanı seçilinceye kadar, tam bir başarısızlıktı. Lincoln'ün bir doğum gününde Detroit Free Press gazete­sinde yayınlanan bir başyazı bu hakikatı gayet veciz bir şekilde ifade ediyor:

İş hayatında iflas etti                                      1831

Illinois Eyaleti Temsilciler Meclisi

seçimini kaybetti                                          1832

İş hayatında ikinci iflâs                                   1833

Illinois Eyaleti Temsilciler

Meclisine seçildi                                        1834

Sevgilisi öldü                                                1835

Sinir buhranı geçirdi                                     1836

lllinois Eyaleti Temsilciler Meclisi.

Başkanlığı Seçimini kaybetti                        1838

ABD. Temsilciler Meclisi

seçimini kaybetti                                        1340

A B D. Temsilciler Meclisine seçildi               1846

Temsilciler Meclisindeki

sandalyesini. kaybetti                                 1848

A B D. Kongresi Senato seçimini kaybetti 1855 Cumhuriyetçi Partinin Cumhurbaşkanı

Muavini namzedi idi, kaybetti                      1856

Senato seçimini yine kaybetti                          1858

A B D. Cumhurbaşkanlığına seçildi                1860

Lincoln, kendi ifadesine göre, siyasi inanışlarının çoğu­nu Thomas Jefferson'dan aldı. Onun Amerikan demokra­tik düşüncesine katkısı sadece Jefferson'un fikirlerini yo­rumlamak, genişletmek ve mükemmel bir şekilde ifade et­mek oldu. Fakat bugün sadece Amerika'da değil, hemen hemen dünyanın her tarafında insanlar, demokrasinin ön­de giden sözcüsü ve örneği olarak Lincoln'ü gösteriyor. Eğer demokratik bir liderin değerlendirilmesinde onun de­mokratik inanışları başta geliyorsa, halkın hükmü doğru­dur, ve işte o zaman Lincoln'ü önde giden bir demokratik lider olarak görüyoruz.

Lincoln, beşeriyete olan bu derin inancını nereden aldı? Lincoln'ün hayranlarından Adlai Stevenson der ki: "Çün­kü Lincoln halktan bir insandı. İmtiyaz denen şeyi katiyen bilmedi; sefalet içinde doğdu, kendi kendini yetiştirdi, ha­yattaki her başarısı için inanılmazcasına gayret sarfetme- ğe mecbur kaldı. İnsanların hem iyilerini hem kötülerini, hem gülünç hem yüce olanlarını biliyordu, ve iyilerin kö­tülerden fazla olduğuna inandı. Buna öylesine derinden inanıyordu ki, bunu ispat için bir harbi dahi göze almak­tan çekinmedi."

Abraham Lincoln, siyasî hayata bir Whi.g'li (Liberal) olarak atıldı. Illinois Eyaleti Temsilciler Meclisine seçildi­ği yıl, eyaletin tanınmış politikacılarından George Forquer, kendi l WhigJ partisinden istifa ederek Demokratlara ka­tılmış ve parti değiştirmesinin mükafatı olarak da, yıllık maaşı 3000 dolar olan bir mevkie getirilmişti. Lincoln, der­hal bu politikacı ile kılıç şakırdatmağa karar verdi. For- q ue, gösterişli bir ev yaptırmış ve damına da (o zaman için bir statü sembolü sayılan) bir yıldırım-savar diktir- mişti. Eyalet Meclisinde kendisine hücum eden Forque'un bir nutkunu müteakip söz isteyen Lincoln şunları söyledi:

Ben yaşamayı arzu ediyorum, ben şöhrete ulaşmak azminde- yim. Fakat ben, kendimin bir gün, senede 3000 dolar getirecek bir iş için parti değiştirerek, günahkâr vicdanımı gücendirilmiş Allaha karşı korumak için bir yıldırım-savar dikeceğim günü görmektense, şimdiden ölmeyi tercih ederim.

Demokrat Partinin 1848 genel seçimlerindeki Cumhur­başkanı namzedi General Lewis Cass idi. Generalin 1831 yılına ait ödenek cetveli şüpheyi çekiyordu. O yıl Birleşik Amerika Temsilciler Meclisinde üye olan Lincoln bu konu üzerinde durdu:

Bay Başkan, ben bir arkadaşın, General Cass'ın düşmana karşı giriştiği hücumlarda şahaserce başarılı olduğu iddiasını, maalesef, kabul edemeyeceğim. Evet, hücumlarında cidden şa- haserdi. Yalnız, ne var ki, onun hücumları âmmenin düşman­larına karşı değil, bizzat âmme hazinesine karşı! Ben gerçekten onun ne şaheser kabiliyetlere sahip bulunduğunu göstermek için, General Cass'ın yolluk ve ödenek cetvelleri üzerinde duraca­ğım. Bu cetveller onun sadece, herhangi bir anda, tek başına, müteaddid insanın işini üzerine almış olduğunu göstermekle kalmıyor; bilâkis, çok defa, biribirlerinden yüzlerce mil uzak­larda, muhtelif yerlerde aynı anda yaptığı çeşitli işleri hayret \'e ibret gözlerimiz önüne seriyor.

Yediklerine gelince, bu vesile ile onun olağanüstü bir kapa­siteye sahip olduğunu da öğreniyoruz. Kasım, 1821 den Mayıs, 1822 ye kadar her gün Michigan'da [bir eyalet] ve bu şehirde [Washington] her gün yediği on öğün yemekten gayrı yine her gün için—her halde bu iki yer arasında bir yemekten di­ğerine gidip gelirken sarfettiği para için olacak—beş dolarlık yol masrafı gösteriliyor. Sonra, bu cetvelden şu önemli nokta­yı da öğrenmiş bulunuyoruz: bir kimseden yediklerinin para­sı alınacak yerde, ona, yedikleri için ayrıca para ödeniyor! ...

Baş Başkan, iki saman yığını arasında durmasına rağmen, açlıktan ölen hayvanın hikâyesini hepimiz biliriz. General Cass için böyle bir şey asla bahis konusu olamaz. Yığınları, biribi- rinden binlerce mil mesafeye koyun, ve onu da ikisi arasına; göreceksiniz, General Cass, her ikisini de aynı anda yiyip bi­tirmekle kalmayacak, bu iki yığın arasında kalan diğer yeşil otlar da azalacaktır. İsterseniz, onu, Cumhurbaşkanı yapınız. Bu, sizin bileceğiniz bir şey. Ve şayet Cumhurbaşkanı seçilirse, hepinize de bol bol yedirecektir—eğer kendisi yedikten sonra geriye bir şey kalırsa!

[Gen. Cass Cumhurbaşkanlığı seçimini kaybetti.]

O çağlarda Amerika'nın batı bölgeleri alt-nüfuslu ve ol­dukça da alt-işlenmişti. Cumhurbaşkanları, genellikle, do­ğu ve güney bölgelerinden geliyordu. Buna rahnen, batı­lı bir politikacı Lincoln'ü Cumhurbaşkanlığına yükselten şey, onun, bilhassa Illinois Senatörü (Demokrat) Stephen Douglas ile halk önünde yaptığı tartışmalardı. Maamafih, devrinin en büyük hatibi ünvanını kazanan Lincoln'ün, Illinois Temsilciler Meclisindeki ilk nutku kati bir başarı­sızlıktı. Lincoln kürsüye çıkmış, "Bay Başkan, kabul ediyorum ki—" demiş ve arkasını getirememişti. Üç defa tekrarlaması­na rağmen, "Bay Başkan, kabul ediyorum ki—"den başka bir şey söyleyemeyince, o zaman kendisi gibi eyaletin Temsil­ciler Meclisinde üye olan Stephen Douglas (bir yıl önce seçil­mişti), aşağıdaki sözü ile Lincoln'ü beş paralık etti: "Bay Başkan, Muhterem Centilmen üç defa kabul etti, fakat hâ­lâ bir şey çıkaramıyor."

Bin sekiz yüz elli sekiz senatör seçimlerinin Lincoln-De- uglas savaşı Amerikan siyasi tarihinin büyük hâdiselerin­den biridir. Stephen Douglas, Birleşik Amerika Senatosu­nun bir üyesi idi. Seçimlerde, Cumhuriyetçi partinin Illi­nois Senatör n^nzedi de, Cumhuriyetçi Abraham Lincoln. Bu iki politikacının Illinois vatandaşları önünde serbest­çe tartışmaları siyasi tartışmaya klâsik örneklerdir. Öyle ki, Lincoln ve Douglas, diğer eyaletlerden gelen istekler üzerine, tartışmalarını Illinois sınırları dışına dahi götür­düler. Bu, gerçekten teamül dışı, gerçekten anormal bir şeydi; Çünkü, senatör seçimlerinde her hangi bir eyaletin seçmenleri ancak kendi eyaletlerinin senatör namzedleri için rey kullanabilirler.

Lincoln, gerçi bu seçimi kaybetti, fakat Amerika çapın­da büyük bir hatip olduğunu da pek çok Amerikalıya ka­bul ettirdi. Nitekim, iki yıl sonraki Cumhurbaşkanlığı se­çiminden sonra Washington'daki Beyaz Ev'i o işgal ede­cekti.

Lincoln, ara sıra, normal bir insan kadar içki içerdi. Doug- las ise, Lincoln'ün çok daha fazla içtiğini ileri sUruyor- du. Tartışmaların birinde, Lincoln'ün, hiç olmazsa kendisi kadar içtiğini ima etmek istercesine, "Ben, B. Lincoln ile bir içkici dükkanında tanıştım," dedi. "Lincoln, tezgah ge­risinde, içki satıyordu."

Lincoln, söz sırası kendine gelince, şu cevabı verdi:

"Efendim, B. Douglas’ın dediği gerçekten doğrudur. Be­nim, bir vakitler, küçük bir dükkânım vardı. B. Douglas da en iyi müşterilerimden biri idi. Çok defa ben tezgah ge­risinden B. Douglas'ın viski bardağını doldururdum. Yıl­lar sonra, şimdi, aramızdaki fark şu: Ben tezgah başından ayrıldım, fakat B. Douglas hala tezgah başındaki sandal­yesinde oturuyor."

Lincoln-Douglas tartışmaları Amerika'nın her tarafında dikkat ve hayranlıkla takip ediliyor; hatipleri dinleyemi- yenler tartışmaların safahatini gazetelerden takip ediyor­du. Lincoln, bir kasabada Douglas'ın içkiyi seven bir ol­duğunu şöyle anlattı:

"B. Douglas, sizlere, babasının mesleğinin fıçıcı olduğu­nu; marangozluk ve fıçıcılık mesleğini de ondan öğrendi­ğini söyledi. Bunun fevkalade bir tarafı yok. Gayet normal bir şey. Yalnız ben babasının mesleğinin fıçıcılık olduğu­nu şu ana kadar bilmiyordum. Onun iyi bir fıçıcı olduğun­da da zerrece şüphem yok; çünkü [Lincoln, sözlerinin bu noktasında Douglas'a doğru bir reverans yaptı 1 şimdiye kadar gördüğüm viski fıçılarından en iyisini o yapmış."

Bir başka toplantıda, Douglas'ın fikirlerindeki "sathi"liği şöyle anlattı: "Aç bırakılmış bir güvercinin gölgesinin su­yunu kaynatarak bir hastaya verilmiş çorba gibi."

Lincoln'ün anekdotlan memleket sathında yayıldıkça, aleyhindeki dedikodular. ileri-geri çekiştirmeler ve çamur atmalar da artıyordu. Kendisini ikinci defa cumhurbaş­kanı adayı seçecek Cumhuriyetçi partinin genel kongresi Baltimore şehrinde toplandığı sırada, ülkenin en nüfuzlu gazetesi New York Herald, Lincoln'ün bir göz boyacıdan başka bir şey olmadığını yazdı: "Ölüp de dirilmiş bir şa­ka. Onun tekrar Cumhurbaşkanlığına seçilmesi hazin bir şaka olur." Devrin ünlü gazetecilerinden Richard Henry Dana da soruyordu: "Bu adam isteğinde gerçekten ciddi olabilir mi?"

Lincoln, aleyhindeki iftiraları, kendisine yöneltilmiş hücumları müdrikti. "Hakkımda söylenenlerden bazıları, maalesef, hiç de nazik değil," diyordu. "Ama. içinde hakiki bir nükte bulunan bir hikayenin üzerimde, bir viski ziya­fetinin bir sarhoş üzerinde bırakabileceği tesiri gösterdiği­ni söylersem bana inanmanızı istiyeceğim. iyi bir nükte bana yeni bir hayat aşılıyor."

Lincoln, Amerika'nın en talihsiz bir devrinde Cumhur­başkanı oldu. Amerika bir fikir üzerine kurulmuştu: insan­ların kendi kendilerini idare edebilecekleri fikri üzerine. Ve bu Birlik dağıldığı takdirde, fikir de kaybolup gidecek­ti. Kölelik, Dahili Harbin sadece bir parçası idi, bir baha­ne, fakat asla bütün sebebi değil.

Lincoln, siyahi Amerikalıların bazı haklara sahip bulun­masını istiyor, "zenci meselesi"nde mutedil bir tutumu sa­vunuyor, bir adaletsizlik müessesesi olan köleliğin daha da genişletilmesine tâviz vermezcesine karşı geliyordu. Se­natörlük için mücadele ettiği 1858 yılında, tarafların, üze­rinde anlaşabilecekleri bir hal çaresi bulamadıkları tak­dirde, ülkenin başına büyük bir felaketin geleceği keha­netinde bulundu: "İçinden parçalanmış bir ev ayakta du­ramaz."

Harbin başlamasından çok önce, bu konudaki görüşünü şöyle anlatıyordu: "Bu mücadelenin ana fikri, bence, halk hükümetinin bir saçmalık olmadı^rnı ispat etmek zorun­da kaldığımızdır. Hür bir cemiyet içinde, bir azınlığın is - tediği an hükümeti parçalamağa hakkı olup olmadığında artık karar vermeğe mecburuz. Eğer biz muvaffak olamaz­sak, halkın kendi kendini idare edemeyeceği de anlaşılmış olacaktır.''

Lincoln, bu inanışını, en kuvvetli bir şekilde Gettsburg nutkunda, bilhassa nutkun son cümlelerinde ifade ede­cekti. Muhaliflerinin "hokkabaz"ın biri diye lekelemeğe çalıştıkları Cumhurbaşkanı Lincoln'ün bu nutku bir dün­ya şaheseridir. Ve nutuktan sonra, "böyle nutuk mu olur­muş-" diye dudak büken ve hattâ alay eden gazeteciler bi­le vardı. Nutkun bir "şaheser" olduğunu o anda ancak bir kaç kişi takdir edebilmişti.

Gettsburg, Pennsylv^ia eyaletinde küçük bir kasabadır. Amerikan Dahili Harbinin (1861-65) en kanlı cenglerin- den biri burada cereyan etmiş (Temmuz, 1863) ve Fede­ral devletin zaferiyle neticelenen bu çarpışmada Güneyli­ler 28,000, Kuzey ve Batı eyaletleri (Federal devlet) ordula­rı da 23,000 kayıp vermişti.

Gettsburg'da ölenlerin hatırasına bir abide dikilmesine karar verildiği vakit, Cumhurbaşkanı Abraham Lincoln'den "usulen bir kaç söz" söylemesi istendi; zira "günün konuş­masını devrin tanınmış bir avukatı yapacaktı.

Abraham Lincoln, bugün dünya hitabet edebiyatının "şa- heser"leri arasına giren nutkunu vermek için platfo^na çıktı, gözlüğünü taktı, ve cebinden, nutku sırasında hemen hemen hiç bakmadığı bir kağıt parçası çıkararak konuş­mağa başladı (19 Kasım, 1863):

Seksen yedi yıl önce, dederimiz, bu kıtada, hürriyeti hak ve idrak eden, yeryüzündeki bütün insanların eşit yaratıldığına inanan, ve bu gaye uğruna kendisini vakfeden bir milletin te­melini attılar. Biz, şimdi, hürriyete böylesine candan inanmış bir milletin veya her hangi bir milletin uzun müddet dayanıp dayanamıyacağını gösterecek büyük bir dahili harbin içindeyiz. Bu harbin en büyük cenglerinden birinin cereyan ettiği bu meydanda, bu milletin payidar olması için burada hayatlarını feda edenlere, bu meydanın küçük bir kısmını onlar için ebe­di istirahat yeri olarak, onlara ithaf etmek üzere buraya top­lamış bulunuyoruz. Bunu yapmamız gayet yerinde ve doğru. Fakat geniş manasıyle ele aldığımız takdirde, burasını, onlar için ithaf, takdis ve tahsis edebilecek kudrete sahip olamaya­cağımızı idrak edeceğiz. Burada çarpışarak ölen ve kalan kah­raman insanlar, bizim âciz kudret ve kuvvetimizin ilâve edebi­leceğinden veya eksilteceğinden çok daha fazla olarak burası­nı takdis edip kutsileştirdiler. Bizim burada söyliyeceklerimiz ne fazla dikkati çekecek ve ne de uzun müddet hafızalarda yaşıyacak; fakat, onların yaptıkları hiç bir zaman unutulmaya­caktır. Şu halde, bu insanların asilce geliştirdikleri henüz ta­mamlanmamış bu işe kendilerini adayacak ve onu tamamlaya­cak olanlar, gerçekte, biz hayattakileriz. Önümüzdeki bu bü­yük vazifeye kendimizi vakfederken, sadakatlerinin ölçüsünü göstermek için, ideal ve gayeleri uğrunda canlarını feda eden bu muhterem ölülerden sadakat öğrenelim ve onların beyhude yere can vermediklerini ispat edelim. Ve ancak ondan sonra, bu millet, Allahın himayesi altında, hürriyetin yeni bir doğu­şuna şah itlik edecek ve halk tarafından, halk için kurulmuş bu halk hükümeti de yeryüzünden silinmeyecektir.

Lincoln, gerçekte, bir "azınlık" Cumhurbaşkanı idi. Cum­hurbaşkanlığı (1960) seçiminde Cu mhuriyetçi Partiden başka üç parti daha namzet çıkarmıştı: Kuzey Demokrat­ları <Senatör Douglas), Güney Demokratları, ve Anayasa Birliği Partisi. Lincoln'ün topladığı reylerin sayısı diğer namzetlerin reyleri toplamından azdı. Seçimleri müteakip hadiseler süratle inkişaf etti. Güney eyaletleri Federal Bir­likten ayrılarak kendi Konfederasyonlannı kurdular, bu­nu n neticesinde de, her iki taraf büyük bir harbin içine itildi.

"Başkumandan" sıfatıyle harbin yürütülmesi sorumlulu­ğunu yüklenen Lincoln'ün harp yıllarındaki rejimi "dikta­törce" idiyse de, onun tek emeli, her ne bahasına olursa olsun, Amerikan Birliğini kurta^ak ve korumaktı. Kuzey eyaletlerindeki Güneyli taraftar ve sempatizanlara karşı şiddetle harekete geçmiş olmasına rağmen (ki bunun için çok tenkide uğramıştı), Güneylilere anlayışlı ve müşfik davranılması taraftan idi. Onlara kızmıyor, acıyordu. Öte yandan, kendi kabinesi de derin ihtilaflar içinde çalkala­nıyordu. Köleliğin mutlak surette ilgasını isteyenler, Cum­hurbaşkanını "yumuşak" davranmakla itham ederlerken, muhafazakarlar, harbin neticesinden ümitli görünmüyor­lardı. Bütün bu mücadeleler ortasında, Lincoln, zesı ve sabrının rehberliği altında hazan, hemen hemen tek ba­şına kaldığı vakitlerde dahi, inandığı yolda yürümekte de­vam etti. Harp yıllarındaki nutukları, zahiren şen-şakrak olan bu adamın içinden kan ağladığını gösterir. Sık sık halk arasında dolaşıyor, harpte ölenlerin ailelerini ziyaret ediyor, halktan hükümeti desteklemesini istiyordu:

İlâhi Varlık, beni, koruyucu kanatları altında muhafaza et­medikçe ve büyük, hür, mesut, ve zeki halk kütleleri beni des­teklemediği takdirde, başarılı olmama imkân yoktur; onlar be­nimle beraber oldukları müddetçe de, başarısızlık bahis konusu olamaz.

Cumhurbaşkanı, her nutkunda Amerikan Birliğinin ko­runması üzerinde duruyordu: "Birliğimizin bu tecrübeden geçmiş ve iyi gemisinin limana sağ salim ulaşmasını temin için hepimiz el ele vermezsek, yarınki yolculuğunda ona kaptanlık etmek isteyen bulunmıyacak."

Lincoln, halkın sağduyusuna güveniyor, gerçeklere vakıf bir milletin doğru yoldan şaşmayacağına inanıyordu: "Ben halka derinden inanıyorum. Kendisine gerçekler anlatıldı­ğı vakit, her hangi bir milli krizle boy ölçüşebileceklerine emin olabilirsiniz. Esas mesele, onlara gerçekleri iletebil- mektir." Ve: "Halkın nihai adaletine niye sabırla güven beslemeyelim? Buna benzer başka bir ümit dünyada var mı?"

Harbin yürütülmesi hususunda şahsına yöneltilen ten­kitlere bir gün şu cevabı verdi: "Ben kendimin hiç bir za­man bu işi bu memlekette en iyi yürütecek adam olduğu­mu söylemedim, ama bir köylünün, bir çaydan geçerken, arkadaşının bir teklifi üzerine, çay ortasında atların değiş­tirilemeyeceğini söylediğini hatırlıyorum."

Tenkitlerin yükseldiği bir sırada devrin meşhur cambazı Blondin'den bahsetti:

"Efendiler, bir an için şöyle bir durum tasavvur ediniz. Ülkemizin bütün mal ve mülkünü altın halinde cambaz Blondin'nin eline verdiniz; ve bu altınlarla birlikte, Niaga- ra Şelalesi üzerinde gerilmiş bir ipte yürüyerek karşı ta­rafa gedmesini söylediniz. Cambaz ip üzerinde yürüdüğü sırada, ipi mi sallarsınız, yoksa, 'Blondin, adımlarını aç, daha hızlı yürü, acele et' diye mi bağırırsınız? Hayır, emi­nim, ne onu ne bunu yapacaksınız. Nefesinizi, dilinizi tu­tacak, cambaz karşı tarafa geçinceye kadar ipe dokunma­yacak, sağ salim karşı tarafa geçmesi için dua edeceksi­niz. Halen, hükümetin durumu da böyledir. Fırtınalı bir havada vasi bir okyanusu geçmeğe çalışan hükümetin elinde muazzam bir ağırlık, engin hazineler var. Onu ra­hatsız etmemek gerekir. Sükûnetinizi muhafaza ediniz, sağ salim karşı yakaya geçeceksiniz."

Lincoln, sosyal tekamüle, beşeri gelişmenin önleneme­yeceğine inandı, ve bu tekamül için en ümit verici çevre olarak da demokratik hükümet tarzını gördü. "Biz herke­se fırsat vermeyi teklif ediyoruz," dedi. "Ve ümit ediyoruz ki, böylelikle, zayıf kuvvetlenecek, cahil akıllanacak ve herkes beraberce daha iyi şartlar altında daha mesut ya­şayacak."

Bu düşüncelerledir ki, ikinci defa Cumhurbaşkanı seçil­mesini müteakip Kongredeki ilk nutkunda (4 Mart, 1865), suçluların cezalandırılmasından ziyade, yaraların sarıl­ması, yıkılan Birliğin yeniden kurulması üzerinde durdu:

Her iki taraf da mücadelenin bu kadar büyük ve uzun ola­cağını sanmıyor ve mücadele sebebinin de çatışmanın son a eri­şinden önce ortadan silineceğini umuyordu. Her iki taraf da kolay ve ucuz bir zafer ümit ediyor, ve neticenin böylesine te­melli, böylesine hayret verici olacağını düşünmüyordu.. Her iki taraf da aynı Incil’i okuyor ve aynı Allah’a dua ediyor; her biri, diğer ini n aleyhine O’n un yardımını diliyordu. Başkaları­nın alın terleriyle kazandıkları ekmeği onların ellerinden al­mak için Allah'tan yardım dilemek garip görünebilir; fakat, kendimiz hakkında hüküm veremediğimiz için. başkaları hak­kında da alelıtlak yargılardan sakınalım. Ulu Tanrı’nın da ken­dine mahsus maksatları olduğundan, her iki tarafın da duaları kabul olunamazdı, nitekim olunmadı da.... Amerika'daki köle­liği cürüm ve kabahatlerimizden biri sayalım ve bir vakitler Allah'ın indinde de tasdik edildiğini kabul edelim. Fakat za­manını doldurmuş olduğundan, Allah, art ık o müesseseyi kal­dırmak istiyor, ve bunun için de cürmün sâdır olduğu hem Kuzeye hem de Güneye bu müthiş silleyi indirdinden, Allaha inananların O'nda mevcudiyetine inandıkları ilâhı vasıfların artık bulunmadığını mı söyliyeceğiz? Harbin getirdiği bu mu­azzam yaraların süratle ortadan kalkacağına derinden inanı­yor ve en samimi inançlarımızla dua ediyoruz ki, harbin or­taya çıkardığı bu muazzam musibetler süratle ortadan kalka­caktır. Buna rağmen, Allah isterse, kölelerin iki yüz elli sene­lik karşılıksız çalışma ve alın terleri neticesinde biriken ser­vet yok olacak ve üç bin sene önce de söylendiği gibi, kamçının çıkardığı her damla kan kılıçla ödenecek. Bundan böyle, Al­lahın karar ve hükümleri her zaman doğru ve yerindedir.

Kimseye kötülük düşünmeyerek, herkese iyilik ederek. Al­lahın gösterdiği şekilde doğruya ve hakka inanarak üzerimize aldığımız işi bitirelim, milletimizin yaralarını saralım, harbi taşıyanların, onun zahmet ve acısına katlananların ve bu uğur­da ölenlerin arkada bıraktıkları dul ve yetimlere bakalım; ken­di aramızda ve diğer milletlerle adilce ve devamlı bir barışın tesisi için elimizden geleni yapalım.

Cumhurbaşkanı Lincoln’ un şu sözleri, Harp sonrası Amerikası için düşündüklerini gayet veciz bir şekilde ifa­de ediyor:

Doğulu bir hükümdarın bir zamanlar etrafındaki âkıl kim­seleri, her zaman ve her durumda doğru, ve her yerde görüle­bilecek bir cümle icad etmeye {Ilemur ettiği söylenir. Bulduk­ları cümle şu: “Bu da geçer." Ne derin ifade kudretini haiz ke­limeler! Gururlu anlarımızda derhal aklımızı başımıza topla­mamıza yarayacak ne kudretli bir ifade! Hüzünlü ve ıstıraplı zamanlarımızda bizleri teselli edebilecek ne derin mânalı bir söz! Fakat bu kudretli ve derunî ifade zenginliğine rağmen, ümit edelim ki, tamamen doğru da değil. Daha doğrusu, altı­mızdaki ve etrafımızdaki fizikî dünyayı öylesine işleyebilmeyi ümit edelim ki, içimizdeki en iyi entellektüel ve ahlâki dün­yayı harekete geçirsin, daima ileri ve yukarı bakabilecek fert­leri, ve dünya durdukça da payidar kalabilecek sosyal refah ve saadeti yaratalım.

Lincoln, maamafih, gerektiğinde haşin bir dil de kulla­nabileceğini yıllarca önce bir lokantada göstermişti. Ye­mekten sonra getirilen kahvesinden bir yudum aldıktan sonra garsonu çırmış ve demişti ki: "Eğer bu kahve ise, lütfen bana bir çay getiriniz; ama bu içtiğim şey çay ise, lütfen bana bir kahve getiriniz."

Her iyi hatip gibi, nutuklarını yazılı kağıttan okumaz, irticalen konuşurdu. Zaman zaman kürsüye elinde kağıtla çıkmasına rağmen, çok defa kağıda göz atmadı. Tabii, Lin­coln, her iyi hatip gibi, nutukları üzerinde haftalarca, ba- zan aylarca çalışır, nutkunun planını hazırlar, pratik ya­pardı.

Avukatlığı sırasında Amerikan İstiklâl Harbinde ölen bir askerin iki büklüm dul kansı Lincoln'ü ziyaret ede­rek, sigorta acentasının kendisini aldattığından ağlamaklı bir sesle şikayet etti. Sigortacı, hükümetin yaşlı kadına ve­receği dört yüz dolarlık ikramiyeyi tahakkuk ettirebilmek için kadından iki yüz dolar almıştı. Lincoln sigortacı aley hine derhal dava açtı.

Avukat Lincoln iddiasını nasıl hazırladı? Şevkini arttır­mak, his ve heyecanlarını tazelemek için Amerikan İstik­lal Harbinin kahramanı ve ilk Cumhurbaşkanı Washing- ton'un biyografisini, ve İstiklal Harbi hakkında bir kitap okudu. Mahkemede sigortacı aleyhine konuşurken, Ame­rikan vatanseverlerini hürriyet uğruna çarpışmaya sevke- den zulüm ve baskılardan, onların karşılaştığı müşküller­den, katlanmak zorunda kaldıkları ıstırap ve acılardan bahsetti; harbin en şiddetli savaşlarından birinin cereyan ettiği Valley Forge'da kar ve buz üzerinde aç ve yalın ayak çarpışan İhtilal ordusu askerlerinin hayatlarını anlattı. Ve, yüzünden ve gözlerinden dehşetli kızgınlık okunan bir ifade ile, o kahramanlardan birinin geride bıraktığı dul karısının hakkı olan tazminatın yansını alan bu hayasıza dönerek, şimdi onun "derisini yüzeceğini” söyledi, ve göz­lerinden kan fışkırırcasına şunları ilave etti:

Zaman geçiyor. 1776'nın kahramanları bu dünyadan göçtü­ler, kamplarını öteki dünyada kurdular. Gerçi vatanı uğruna canını feda eden asker ebedi istirahat yerinde, fakat onun sa­kat, kör, ve sefalet içinde inleyen karısı bana ve siz muhterem jüri üyelerine müracaat ederek kendisine reva görülen haksız­lıkların düzeltilmesini istiyor. Bu kadın her zaman şimdi gör­düğünüz gibi değildi. Bir zamanlar genç ve güzeldi. Adımları canlı, yüzü parlak, ve sesi Virginia dağlarındaki her hangi bir ses kadar tatlı idi. Ama artık o fakir ve kendini müdafaadan âciz. Burada, çocukluk yıllarını geçirdiği yerlerden yüzlerce mil uzakta, Illinois'in düzlüklerinden bizlere, İhtilâlin vatanse­verlerinin canlarını feda ederek imtiyazlar bahşettiği bizlere müracaat ederek, şimdiki durum ve hali karşısında anlayış gös­termemizi ve yardım elimizi kendisine uzatmamızı, kendisini erkekçe korumamızı istiyor. Sormak istediğim sadece şu: Bu kadına biz şimdi sırt mı çevireceğiz’?

Lincoln sustuğu vakit, jüri üyelerinden bazılarının gözleri yaşlanmıştı. Mahkeme, yaşlı kadından alınan paranın son kuruşuna kadar sigortacıdan geri alınmasına karar verdi. Lincoln, kadının bütün masraflarını üzerine aldı, otel ücretini ödedi, yolculuğu için biletini temin etti ve kendi hukuki ücreti için hiç bir şey kabul etmedi.

Bir kaç gün sonra, Lincoln'ün ortağı yazıhanede yazılı bir kağıt parçası buldu. Bu, Lincoln'ün mahkemedeki hita­besinin planıydı. Ortağı, bunu okurken kahkahalarını zap- tedemedi:

"Kontrat yok—Profesyonel hizmet değil—Gayri makul ücret—Sigortacının aldığı para kadına verilmedi—İstiklâl Harbi—Valley Forge'daki sıkıntılar—Mağdurun kocası— Asker terhis oluyor—Sigortacının derisini yüz—Bitiriş.''

Cumhurbaşkanı Lincoln, Dahili Harbin kötü gittiği za­manlarda dahi hikaye kitapları okuyarak kendini avutu­yordu. Kuzeyliler için kesin bir yenilgi ile neticelenen Fre- dericksburg cengi sırasında Isaac Arnold adlı bir mebus, Cumhurbaşkanının çadırına girdiği vakit, onu, Artemus Ward adlı yazarın mizah kitabını okurken buldu. Bu yet­miyormuş gibi, Lincoln, millet vekiline, kitaptan parçalar okumakta ısrar etti. Muhatabı hayret içindeydi. Ülkenin kan ağladığı bir sırada Cumhurbaşkanı (ve Başkuman­dan) nasıl olur da mizahî yazılar okuyabilir, ve üstelik bu gülünç fıkraları diğerlerine nasıl tekrarlamak isteyebilir­di?

Temsilciler Meclisi üyesinin sonradan anlattığına göre, Lincoln, elindeki kitabı masasının üzerine koyduğu vakit gözlerinden yaşlar boşanıyor, koca vücudu zangır zangır titriyordu. Bağırarak cevap verdi. “Arnold, eğer sırtımda

taşımağa mecbur olduğum bu ezici yükü yere koyup bir kaç dakika dinlenmezsem, kalbim parça parça olacak."

Kasım 8, 1864 gecesi seçim neticelerinin gelmeğe başla­dığı sırada Lincoln'ün yanına çıkan Savunma Vekili Stan- ton gözlerine inanamıyordu. Cumhurbaşkanı, kendisinin gözde hümoristlerinden Petroleum V Nasby'nin bir kita­bını okuyor, seçim neticelerini öğrenmek için istical gös­termiyordu.

Çok defa mesai arkadaşlarını da anekdotlarına konu yaptı. İlk kabinesinde maliye vekilliği yapan Chase, Lin­coln'ün şakalarından alınıyordu. Öte yandan, Chase, Cum­hurbaşkanlığına göz dikmişti. Lincoln bunu biliyor, fakat iyi bir maliyeci Chase'i değiştirmek de istemiyor, Chase'in sağda solda kendisini tenkit etmesini dahi hoş karşılıyor­du. Cumhurbaşkanı bir gün New York Times gazetesinin o zamanki sahibi Henry Jarvis Raymond ile hasbihal eder­ken, B. Raymond'un sözü Maliye Vekili Chase'e getirme­si üzerine şunu anlattı:

"Sen köyde doğdun, değil mi? O halde at sineğinin ne olduğunu bilirsin. Bir gün kardeşim ve ben tarla sürüyor­duk. Sapanı ben tutuyordum. At ise, tembel ve uyuşuk bir hayvandı. Fakat bir defasında, öyle koşmaya başladı ki, şu gördüğün uzun bacaklarıma rağmen peşinden zor ye­tiştim. Tarlanın diğer tarafına geldiğimiz vakit, hayvanın neden çılgınca koştuğunu anladım: kuyruğunun altına ko­ca bir at sineği yapışmıştı. Derhal bir vuruşta hakkından geldim. Kardeşim sineği niçin öldürdüğümü sordu. Zavallı atın ısırılmasına tahammül edemiyeceğimi söyleyince hay­retini gizleyemedi. 'Niye?' dedi. 'Onu koşturan da o sinek­ti.' Ben de şimdilik B. Chase'i tokatlamak niyetinde deği­lim—başında bulunduğu vekalet de onunla birlikte koştu­ğu müddetçe.''

Maamafih, ikinci defa Cumhurbaşkanı seçildikten son­ra (1864), maliye vekilliğine Hugh McCulloh adında birini getirdi. Vekil, bir gün peşinde bir grup New York banka- cısıyle Cumhurbaşkanının yanına girdi, ve alçak bir ses­le dedi ki: "Bay Cumhurbaşkanı, bu beyler hükümetin ma­li istikrarı ile ilgili hususları görüşmek üzere New York'tan geliyorlar. Bankacı olduklarından hükümetimizin milli tahvillerini kasalarında muhaf^şa etmek zorundalar. Ben onların vatanseverlik ve sadakatlerine şahadet ederim. İn­cilde de söylendiği gibi 'Hazinenin bulunduğu yerde kalp de vardır' "

Lincoln derhal cevap verdi: "B. McCulloh, o kitapta buna benzer bir bahis daha var ki, aynı derece doğru: 'Kartallar leşin bulunduğu yerde toplaşır.' "

Cumhurbaşkanı Lincoln her çeşit hikaye anlattı. Bun­lardan biri bir tımarhaneyi ziyaret eden adamla ilgili. Koridorda bir deli ile karşılaştı. Deli ziyaretçiyi selamlı- yarak dedi ki: "Ben Julias Caesar'ım.'' Ziyaretçi deliyi bi­raz sonra yine gördü. Deli tekrar bir selam çaktı, ve bu sefer kendisinin Napoleon Bonapart olduğunu söyledi. Zi­yaretçi, "Evet, Napoleon," dedi. "Fakat, biraz önce kendi­nin 'Julias Caesar' olduğunu söylüyordun." Deli, "Haklı­sın, cevabını verdi, "ama o diğer annemdendi.

Her hümor sahibi insan gibi, Lincoln da, kendisi ve ai­lesi hakkında hikayeler söylerdi. Bir gün iki küçük çocu­ğu Willie ve Ted ile sokakta giderken, küçükler bağrışma- ya başladı. Yoldan geçen bir arkadaşı sordu: "Ne oluyor?" Lincoln cevap verdi: ''Tıpkı dünya meseleleri gibi. Elimde üç tane ceviz var, ve her ikisi de benden ikişer ceviz isti­yor."

Kendisi hakkında anlattığı hikayelerden birinde iki din­dar kadın tren kompartmanında konuşur. Biri der ki: "Jef- ferson Davis'in kazanacağını zannediyorum." Diğeri öğ­renmek ister: "Nereden biliyorsun?" Birincisi cevap verir: "Çünkü, Jefferson mütedeyyin bir insan." İkincisi, "Hak­lısın," der. "Ama Lincoln da mütedeyyin bir adam." Birin­cisi tekrar cevap verir: "Evet, ama Allah onun şaka yaptı­ğını zannedecek."

Cumhurbaşkanı son derece dürüst, namuslu bir insan­dı. Bir nutkunda şöyle dedi:

"Eğer vatandaşlarımın itimadlarını kötüye kullanacak olursam, onların sevgi ve itimatlarını tekrar kazanmama imkan yoktur. Evet, herkesi bir zaman için aldatabilirsi­niz, hatta bazılarını her zaman da aldatabilirsiniz, fakat herkesi her zaman aldatamazsınız."

Lincoln gerçekten çirkindi. Ama o, çirkinliğini dahi se­çim konuşmalarına konu yapmaktan zevk aldı. Stephen Douglas ile tartışırken bir gün şu fıkrayı anlattı:

Kasabanıza bundan önceki gelişimde, otelde soyunurken ay­nada kendimin cidden çok çirkin bir insan olduğumu üzülerek gördüm. Artık iyiden iyiye kaani olmuştum ki, dünyanın en çirkin insanı bendim. Bunun için, kendimden de çirkin birini gördüğüm vakit, onu öldürmeğe karar verdim. Ertesi günü Andy de [dinleyiciler arasında yer almış avukat arkadaşı Andy'i işaret eder] kasabanıza gelmişti. Kendisini ilk defa görür gör­mez, kendi kendime, işte aradığım adam bu, dedim. Onu orta­dan kaldırmağa karar vermiştim. Acele otele döndüm, taban­camı takındım, ve aşağı inerek köşe başında Andy'yi bekleme­ğe başladım.

Birazdan Andy göründü. Hemen önünü kestim. Tabancamı göstererek, “Kıpırdama, Andy," dedim. “Allaha son duanı söy­le. Seni öldürüyorum."

Andy sordu: “Niye, B. Lincoln, niye? Ben sana ne kötülük ettim?"

“Ben, kendimden de çirkin birini gördüğüm vakit onu öldür­meğe yemin etmiştim—ve sen benden de çirkin bir insansın.

"B. Lincoln, ben gerçekten senden daha mı çirkinim?" “Evet."

Andy, gözlerini gözlerime dikerek ağır ağır konuştu: “O hal­de, B. Lincoln, ben hakikaten sizden daha çirkinsem, hiç hE'k- lemeyin, tetiği derhal çekin."

Tartışmalar sırasında bir gün Douglas, Lincoln'ü "iki yüzlü'lükle ith^rn etmişti. Lincoln. "Bu konuda dinleyici­lerin hükmüne müracaat etmeyi tercih ederim," dedi. "Eğer benim bir diğer yüzüm daha olsaydı, hiç bu gördüğünüz yüzü takınır mıydım?"

Bir seçmen sordu: "B. Lincoln, sizin politikanız nasıl ola­cak?"

Cevap verdi: "Tıpkı yaşlı bir kadının dansı gibi—kısa ve tatlı."

Dahilî Harp sırasında generallerin tutumu Cumhurbaş­kanını rahatsız ediyordu. Lincoln, generallerin nihai hü­cuma geçmekteki kararsızlıklarının harbi uzattığına inanıyordu. Bilhassa, Gen. McCellan 'ın elindeki birlikleri harbe sokmakta gecikmesi canını fazlasıyle sıkıyordu. Bir gün generale şu notu gönderdi: Azizim, McCellan: şayet orduyu kullanmayacaksanız, kısa bir süre için ödünç ala­bilir miyim? Hürmetlerimle. A. Lincoln."

Cumhurbaşkanı, bir diğer gün, yardımcısıyle Generalin karargahın a gitti. Yerinde yoktu. Biraz ileridek i lar arasından balta sesleri geliyordu. Lincoln, ağaçlara doğru yürüdü. Bir kaç er bir çukur kazmakla meşguldüler. Cum- hurbaşkanı askerlere ne yaptıklarını sordu. Biri, "General için yeni bir hela yapıyoruz," dedi. Cumhurbaşkanı öğren­mek istedi: “Bir delikli mi, iki delikli m i?" Asker cevap verdi: "Bir delikli."

Erlerin yanından ayrılan Lincoln, onların işitemiyecek- leri bir mesafeye geldiği vakit, yardımcısına, "Allaha şü­kür, bir delikliym," dedi. "Eğer iki delikli olsaydı, Mc Cellan, hangisini kullanmak gerektiğine karar verinceye kadar donuna ederdi."

Güneyliler ordusunun sayısı sorulduğu vakit Cumhur­başkanı şu cevabı verdi: "En güvenilir kaynaklardan edin­diğimiz bilgiye göre, takriben 1,200,000."

Bu rakamın şüpheli olduğu söylenince, Lincoln izah et­ti: "Hiç şüphe etmeyiniz—1,200,000. Bütün generallerimiz, mağlûp edildikleri vakit, karşı taraf kuvvetlerinin kendi- lerinkinden üç i la beş misli olduğunu ileri sürü yorlar. Bi­zim ordumuzun mevcudu ise 400,000."

Başarısını her şeyden önce çalışkanlığına borçlu olan Lincoln, hayatı boyunca tembellerden nefret etti. Gençli­ğinde bir torba buğday öğütmek için bir değirmene git­mişti. Değirmenci, bütün Illinois eyaletinin en tembel in­sanı olarak biliniyordu. Onu işi başında bir müddet sey­reden müstakbel Cumhurbaşkanı canı sıkılarak dedi ki: "Senin öğüttüğün süratte ben bu buğdayı yiyebil iri m."

Değirmenci, "Sahi mi!" diye ha) ret etti. "Ve o işi ne ka­dar devam ettireceğini zannediyorsun?"

Lincoln cevap verdi: "lıktan ölünceye kadar."

Nihayet McCellan'ın kararsızlığına tahammül edemiyen Lincoln, onu yerin d en aldı ve Gen. Hooker'i getirdi. Maa- mafih, onu da gözü ısırmadığından, bir müddet sonra Fe­deral orduları kumandanlığına General Grant'ı tayin et­ti. Başarılı bir kumandan olduğunu ispat eden Grant, harpten sonra politikaya atıldı ve Cumhurbaşkanı da se­çildi (1869-771. Gen. Grant'ın da hicivli bir dili vardı. Bir gün, emrindeki yüksek rütbeli subaylardan biri, diğer yük­sek rütbeli bir subaydan hoşlanmadığını söylerken, araya glren bir general, hakkında konuşulan şahsın değerli bir general olduğunu, çünkü on savaşa iştirak ettiğini söyle­mesi üzerine, Gen. Grant dedi ki: "Bundan ne çıkar? Şu gördüğün katır da bir o kadar savaşa katıldı—ama o hâ­bir katır."

General Grant'ın kurmay subaylarından birinin aptal­lığı dillere destandı. Halk, böylesine beceriksiz bir kimseyi generalin nasıl tuttuğunu merak ediyordu. Bir gün Grant' ın şahsi dostlarından biri o subay hakkında sorunca, Ge­neral şu cevabı verdi: "Oo, Yarbay Blank çok değerli bir subay. Onsuz bir iş yapmağa hemen hemen imkân yok. Şöyle ki. çok önemli ve muğlak bir emir yayınladığımız za­man, okuması için onu önce Yarbaya veririz, ve şayet o bu emri anlarsa, biliriz ki herkes anlayacak. Ondan sonra da emri yayınlarız."

Cumhurbaşkanı Lincoln, Grant'ı—çarpışmaya hazır bir kumandan olduğu için—destekledi. Fakat Grant'ın bir sü­düşmanları vardı. Bazıları onun içkici bir insan oldu­ğundan azledilmesini istiyorlardı. Bu grubun temsilcisi Ohio Senatörü Benjamin Wade, bir gün Cumhurbaşkanı­Beyaz Ev'de ziyaret ederek, Grant'ın azledilmesini talep etti. Lincoln, "Senatör, bu isteğiniz bana şu hikâyeyi ha­tırlatıyor," derken Senatör Wade, "Evet, evet," diye Cum­hurbaşkanının sözünü kesti. "Efendim, sizin hikâyeden başka düşündüğünüz bir şey yok. Hep hikâye, hep anek­dot. Siz, bu harpte yapılan her askeri hatânın babasısınız. Siz, cehenneme giden yoldasınız, efendim... ve şu anda da cehennemden bir mil uzakta dahi değilsiniz."

Gayet sakince Senatörü dinliyen Cumhurbaşkanı şu ce­vabı verdi: "Senatör, buradan Senato binasına da hemen hemen bir mil mesafe vardır. değil mi?"

Abraham ı.incoln'ün, emrindeki her generalin şerefine içmesi için, Gen. Grant'a bir fıçı en iyi viski gönderdiğine dair çeşitli söylentiler dolaşıyordu. Maamafih, Lincoln'ün yaverlerinden Binbaşı Thomas T. Eckert, Cumhurbaşka­nının hikayeyi duyduğunu ve çok beğendiğini, fakat maa­lesef hikayenin kendisinden çıkmadığını üzülerek ilave ettiğini de söyledi.

Cumhurbaşkanının anlattığına göre, hikaye, 1 714-27 yıl­larında İngiltere tahtında oturan Birinci George'a aittir. Bu krala ordudaki generallerden birinin delirdiği kendi­sine iletildiği vakit, bu neviden söylentilerin kendisi hak­kında da pek âlâ çıkarılabileceği Kral I. George, şu cevabı vermiş: "O generalin, diğer generallerimden bazılarını ısır­masını ne kadar isterdim!"

Cumhurbaşkanı, Savunma vekaletine Simon Cameron'u getirmeyi düşündü. Kabinedeki bir diğer vekil, Stevens, B. Cameron'un bahis konusu vekaletin başına geçebilecek değerde olmadığını söyleyerek itiraz edince Lincoln sordu: "Hırsızın biridir, çalar, demek istiyorsun, değil mi?" Ste­vens cevap verdi: "Kıpkızıl kor halindeki bir sobayı ça­labileceğim zannetmiyorum

Lincoln, bu muhavereyi Simon Cameron'a naklettiği va­kit, muhatabı küplere bindi. Hemen Stevens'i görerek sö­zünü geri almasını talep edeceğini söyledi. Lincoln, Came- ron'un dediklerini Stevens'e nakledince, ikincisinin ceva­bı şu oldu: "Zannedersem ben size, onun kıpkızıl bir so­bayı çalamıyacağını söylemiştim. Şimdi sözümü geri alı­yorum."

Bir kabine toplantısında devrin tanınmış bir Amerikan vatandaşından söz ediliyordu. Biri onu övmeye başladı: "Bizim neslimiz arasında bilgi kuyusuna onun kadar de­rin dalmış biri yoktur." Cumhurbaşkanı cevap verdi: "Ve onun kadar da kupkuru çıkan."

Cumhurbaşkanı Lincoln şahsı aleyhine yöneltilen bütün hücumlara, iftira ve şayialara cevap ve^eği reddetti. "Bu. durmaksızın pire avlamaya benzer," diyordu. "Her birine ayrı ayrı cevap vermek bir yana, bu hücumları teker teker okumaya kalksam, bu dükkanın yapacak başka işi kal­mazdı. Ben elimden geleni yapıyorum; elimden geleni en iyi bir şekilde yapmağa çalışıyorum, ve sonuna kadar da inandığım yolda yürümeğe azimliyim. Eğer iyi netice alı­nırsa, aleyhimde sölenenlerin bir damlacık değeri olmıya- cak; şayet hadiseler benim yanıldığımı ispat ederse, me­leklerden ibaret bir ordunun dahi benim tarafımı tutması beni haklı çıkarmağa kifayet etmiyecektir."

Cumhurbaşkanı Lincoln'ün, harpten sonra Güneylilere karşı anlayışlı bir politika güdülmesini tenkit edenler bir haylice idi. Onlar, Güneylilerin bir daha baş kaldırmala­rına imkan verilmeyecek şekilde, sert bir politika takip edilmesini ısrarla istiyorlardı. Kendisine bu hususta bir mektup yazan bir kadına Lincoln şu cevabı verdi: "Fakat, hanımefendi, ben, onlan dostum yapmakla yıkmış olmuyor muyum?"

Bir mesele üzerine, bir vekil müstesna, bütün kabine Cumhurbaşkanına karşı cephe almıştı. Mesele, müzakere edildiği sırada, Lincoln, Illinois eyaletinde, dini bir toplan­tı sonunda bir papazın, "Allahla beraber olanlar kimler­dir?” diye sorduğu vakit, ayağa kalkmıyan adamın hika­yesini anlattı. Herkes ayağa kalkmış, fakat o, uyukladığı için papazın sualini duymamış, ve oturduğu yerde kalmış­tı. Papaz, daha sonra, "Şeytanla beraber olanlar kimler­dir?" diye sorunca, bizimki uyandığından, sıçrıyarak aya­ğa kalkmış. Papaz hariç, kendinden başka kimseyi ayak­ta göremeyince de şu cevabı vermiş: "Papaz efendi, sua­linizi pek anlıyamadım, fakat ben sonuna kadar sizinle be­raberim." Lincoln, kabine üyelerine bir göz attıktan son­ra, kendisini destekliyen tek vekile dönerek, "Öyle görü­lüyor ki," dedi, "biz de ümitsiz bir azınlık halindeyiz."

Kendi ecdadından bahsettiği vakit Cumhurbaşkanı dai­ma mütevazi idi. Gayet popüler bir dergi, hazırladığı bir yazı serisi için kendisine başvurmuş, ailesi hakkında bil­gi rica etmişti. Lincoln, gazetelere, dergilere geçecek ka­dar renkli bir ailenin çocuğu olmadığını, karnını doyur­mak için gece gündüz çalışmak mecburiyetinde kaldığını belirtmiş, başka bir şey söylememişti. Bir diğer gün şunla­rı .söyledi: "Bü^yük babamın kim olduğunu bilmiyorum. Fakat benim asıl üzerinde durduğum, torunumun ne ola­cağıdır."

Tavsiye mektuplarıyla iş istemeğe gelenlere pek kızardı. Bir gün bu insanlardan söz ederken, ava çıkmadan önce, havanın nasıl olacağını öğrenmek istiyen bir kraldan bah­setti. Kral, Saray nazırına, hava nasıl olacak, diye sordu. Nazır, iyi olacağını söyleyince, av partisi hazırlandı ve kral da yola çıktı.

Yolda, eşeği üzerinde köyüne doğru yol alan bir köylü­ye rastladılar. Köylü, krala, yağmur yağacağını söyledi. Kral güldü, ve yoluna devam etti. Fakat çok geçmeden bardaktan boşanırcasına yağan yağmur kral ve maiyetin- dekileri sırılsıklam bırakmıştı. Kral, sarayına döner dön­mez, saray nazırını azletti ve köylüyü huzura getirtti.

"Yağmur yağacağını nereden biliyordun?"

"Ben bilmiyordum, haşmetlim. Eşeğim biliyordu! Çün­kü eşeğim, yağmurdan önce, kulağını daima yere kor."

Kral köylüyü gönderdi ve eşeği saray nazırı yaptı. Lin­coln, "Ama kralın en büyük hatası da bu oldu," dedi. "Çün­kü o zamandan beri her eşek iş istiyor."

Bir başka gün, huzuruna çıkarak iş talep eden bir genç, köklü bir Amerikan ailesinden geldiğinden bahsediyordu: "Benim ecdadım Amerika'ya ilk yerleşenler arasındaydı. Büyük-büyük babam Kızıl Derililere karşı savaştı; Ameri­kan İstiklâl Harbinde İngilizlere karşı cenk edenler ara­sında büyük babam da vardı. Babam, Dahili Harpte bü­yük yararlıklar gösterdi; amcam—" Cumhurbaşkanı, gen­cin sözünü kesti ve "Delikanlı, siz bana patatesi hatırlatı­yorsunuz" dedi. "Zira onun da en iyi tarafı toprak altın­dadır."

Bir partili, Cumhurbaşkanının Illinois eyaletindeki kam­panyasında önemli işler yaptığını ileri sürerek, Lincoln'ün. kendisine bir hakimlik veresini ısrarla istiyordu. Ada­mın bu hususta gerekli vasıflara sahip olmadığını bilen Lincoln, ona hâkimlik verilemeyeceğini söyledi. Çünkü, "halen boş bir yer yok."

Adam, Cumhurbaşkanının yanından ayrıldı. Ertesi sa­bah Washington'dan geçen Potomac nehri kıyısında yü­rürken, nehirde boğulmuş bir adanın sahile çıkarıldığını gördü ve onun da federal hükümetin bir hâkimi olduğunu derhal tanıdı. Dakika kaybetmeksizin Cumhurbaşkanının yanına gitti. Lincoln kahvaltıda idi. Gördüğünü anlattı ve ondan boşalan yere derhal kendisinin tayin edilmesini is­tedi.

Lincoln başını salladı. "Maalesef, çok geç kaldınız,” de­di. "Onun nehre düştüğünü gören avukatı hâkim tayin et­tim bile."

Yine bir gün, kendini beğenmiş bir kadın Cumhurbaş­kanının yanına çıktı ve emredici bir tonla dedi ki:

"B. Cumhurbaşkanı, oğlumu albaylığa yükseltmelisiniz. Bunu bir lütuf olarak değil, bir hak olarak talep ediyorum. Büyük babalarım (İngilizlere karşı] Lexington'da savaştı; amcam IDahili Harptel Bladensburg'tan kaçmayan yega­ne insandı; babam New Orleans'ta çarpıştı ve koc^n da Monterey'de öldü."

"Kanaatımca sizin aileniz ülkemiz için yeterince hizmet etmiş,” dedi Cumhurbaşkanı Lincoln. "Artık başkalarına da fırsat vermenin zamanı geldi."

Dahili Harp sırasında disiplin cezalarına uğrayan ordu mensuplarının affı için yapılan müracaatlarda, çok defa, tanınmış şahsiyetlerden mektuplar da gönderiliyordu. Bir gün bir erden gelen mektupta her hangi bir diğerinin onun namına bir yazısı olmadığını gören Lincoln hayretini giz­lemedi: "Ne, bu zavallı adamın dostu yok mu? O halde, onun dostu ben olayım!"

Cumhurbaşkanını gö^ek, arkadaş ve tanıdıklarını ona takdim etmek isteyenler onu rahatsız etmekten dahi çe­kinmiyorlardı. Hayatının son günlerinde Adliye Vekili Speed, bir arkadaşını Cumhurbaşkanına tanıştırmak mü­saadesini istemek üzere yanına çıktığı vakit, Lincoln'ü son derece yorgun görmüş ve özür dilemişti. Speed'in hala hu­zurdan ayrılmadığını gören Lincoln, "Speed, sen bana Henry Ward Beecher'i hatırlatıyorsun," dedi. "Bir P^azar günü vaiz vermek üzere kiliseye giderken yolda zıpzık oy­nayan çocuklara rastladı. [Devrin Amerika’sında Pazar günleri oyun oynamak 'günah' sayılıyordu.] Beecher dur­du, ve çocukların yüzüne dikkatle baktıktan sonra 'Çocuk­lar, gördüğüm beni ürkütüyor,' dedi. "Küçük çocuklardan biri cevap verdi: 'O halde, efendim, niye defolup gitmiyor­sunuz?' ”

Cumhurbaşkanı Lincoln, bir gece tiyatroda öldürüldü. Lincoln'ün biyografisini yazan W.J. Lampton'a göre, Cum­hurbaşkanı, son nüktesini hayatının son günü söyledi. Öl­dürüldüğü gece, Washington'daki Ford Tiyatrosunda oy­nanan Our American Cousin (Amerikalı Kuzenimiz) adlı komediyi, daha önce seyrettiğinden, bir defa daha görme­ğe pek niyetli değildi. Fakat kansı Mary, bir tiyatro par­tisi tertiplemiş, ve şeref misafirleri olarak da General Grant ve eşini davet etmişti. Maamafih, Generalin önem­li bir işi çıktı ve son dakikada özü'r dilemek zorunda kal­dı. Mary da, bundan böyle, kocasının gelmesinde ısrar edince, Cumhurbaşkanı Lincoln, "Pek âlâ, Mary, pek âlâ, dedi. "Gideceğim, ama tarihe de şehit bir Cumhurbaşkanı olarak geçmezsem, tahminimde yanılmış olacağım.''*

•Babasının cumhurbaşkanlığı sırasında Abraham Lincoln'ün oğlu Robert orduda. subaydı. Robert bir_gün Washington'a. gelmesi için emir aldı; ve şehre geldiği vakit de ebeveynlerinin Forü Tiyatrosunda. olduklarını öğrendi. Tiyatroya girdiği sırada babasının cesedini dı­şarı alınırken gördü.

Robert seneler sonra lBBl'de Cumhurbaşkanı James Garfield'in ka­binesinde Savunma Vekili idi. Cumhurbaşkanı, bir gün kendisiyle beraber New Jersey eyaletine gelmesini rica. etti. Son dakikada Was- hington'd.a kalmasını gerektiren bir iş çıktığından, Robert Lincoln, durumu Cumhurbaşkanına. bildirmek üzere tren istasyonuna. koştu. İstasyona. girerken, bir suikast kurbanı Cumhurbaşkanı Garfield'in dışarı çıkarıldığını gördü.

Yirmi sene sonra. 190l'de Cumhurbaşkanı McKinley, Pan-American Sergisine Robert Lincoln'ü de davet etmiş, Lincoln da istemeye iste­meye daveti kabul etmişti. Binada, Cumhurbaşkanı ile buluşacağı sa­lona. girerken, katledilerek öldürülen Cumhurbaşkanı McKinley'in ce­sedi dışan kiınıyordu.


VI

David Lloyd George

Biraz huysuz olmaksızın nüktedan olmağa imkân yoktur. Nükteli iğne, iyi bir şeyden kötü niyetle bahsedildiği vakit acıtır.

Sheridan. Skandal Mektebi

Nüktenin ruhu ukalâlıktır.

William Somerset Maugham

Nüktenin ruhu kısalığıdır.

Shakespeare

'T'javid Lloyd George, başvekilliğe seçildiği gün hatıra defterine şunları yazıyordu: "Disraeli de dahil, eski ve tanınmış üniversitelerin ku^ay kolejlerinden geçmeksizin Başvekilliğe yükselen bir diğer 'alelade' parti adamı görül­medi."

Lloyd George'ın kendisi hakkında verdiği bu hüküm doğru idi. Gerçekten, hayat yolunda aşmak zorunda kal­dığı engeller, her hususta, Disraeli'nin önüne çıkan en­gellerden de çetin ve meşakkatliydi. Bir defa, Welsh as­lından gelmişti; dini inanışları gayri-konfonnist idi. Bun­lar ise, onu, Disraeli kadar, cemiyet dışında tuttu. Ayrıca, Lloyd George, ne Disraeli'nin sahip olduğu zenginliğe—ve resmi kanallarla olmasa dahi—Disraeli'nin rahat bir eği­timle elde ettiği avantajlara da malik değildi.

Manchester şehrinde doğdu (1863). Eğer kendisinin za­man zaman iddia ettiği gibi, büyük Welsh kralı Owen Glendower'in sülalesinden geldiği doğru dahi olsa, ailesi


eski şaşaalı günlerini çoktan gerilerde bırakmıştı. Baba­sı, başarısız bir öğretmendi, ve Lloyd George sekiz aylık iken öldü. Annesi, çocuğu, bekar kardeşi Richard Llyod'a emanet etti.

Amcası Richard ayakkabı tamirciliği yapıyor, Pazar gün­leri de kilisede vaız veriyordu. "Kulübede büyütülmüş bir çocuk" olmasına rağmen, politikada başarılı olduğunu söy­leyen Lloyd George, amcasının evini "rahat fakat tutumlu ve idareli" olarak hatırlıyordu. "Ekmeğimizi kendimiz pi­şiriyorduk, eve et pek seyrek giriyordu. Pazar sabahlan her çocuğa verilen yarım yumurtanın, biz küçükler için ne büyük bir lüks olduğunu bugün hala bütün canlılığı ile hatırlıyorum.

Amcası, Baptist kilisesinden ayrılarak İsa'nın Kilisesi adlı müstakil bir kilise kuranlar arasındaydı. Bu dinin mensuplan kilisede vaız verenlere para ödemenin mukad­desata hürmetsizlik olacağına inandılar; bu işi her hafta bir üye üzerine alıyordu. Lloyd George'ın amcası da böyle sivil "vaiz"lardan biriydi. David, dine ve siyasi fikirlere bağımsızca bağlanmayı ondan öğrendi.

Lloyd George'ın sonraki yıllarında, kendisine en fazla te­sir eden şeyler, biraz mübalağalı bir şekilde anlattığı ço­cukluk yıllarındaki sefaletinden de fazla olarak, İngilte­re'nin resmi dini Anglikan Kilisesi, ve mahalli toprak ağa­lan idi. Gayri-konformist olmasına rağmen, Lloyd George, her İngiliz vatandaşı gibi, Anglikan Kilisesini destekleme­ğe mecbur kılınıyordu. Llyod George'da, yaşadığı devrin cemiyet düzenine karşı husumet tohumlarının yeşerme­sinde, maamafih, en büyük rolü siyasi adaletsizlik oynadı. Kasabadaki bütün seçmenlerin Parlamento seçimlerinde rey vermeleri gerekiyordu. Fakat onlar diledikleri kim­seleri seçmek hakkına sahip değillerdi. Kime rey verilece­ğini mahallî toprak ağaları tayin ediyordu. Bu aristokrat ağaların arzulan dışında rey kullananlar yerlerinden, yurtlarından atılabiliyorlardı.

David'in ruhunda adaletsizliğe karşı ilk isyan tohumla­ilk mektebe giderken ekilmeğe başlandı. İsa'nın Kilisesi mensuplarının kurdukları bir mektebe devam etmesine rağmen, sınıfta, Anglikan Kilisesinin duaları söyleniyordu. David, bunlann kaldırılması için çalışmış, diğer öğrenci­lerle beraber greve giderek bahis konusu dualann eğitim programından çıkarılmasını temin etmişti.

Gençlik çağındaki diğer isyanları her zaman başarılı ol­madı. Hayatının son yıllarında, çocukluğunda, arkadaşla- rıyle birlikte, ağalann bahçesinden meyva çaldığını itiraf etti. "Köyü çevreleyen bahçeler bizim için kesinlikle ya­saktı. Fakat bu elma, fındık, ilh. gibi tabiat nimetlerin­den hakkımıza düşeni bolca almamıza engel teşkil etmi­yordu. Fakat, "bir gün bir çocuk bir tavşan öldürdüğün­den, dul anası yanından alınarak başka bir yere gönderil­mişti. Kadın, çocuğunun götürülmesine müsaade etmemiş olsaydı, kendisi de evden atılacaktı. Bütün bunlar, Lloyd George'ın ömrü boyunca neden Anglikan Kilisesine ve gözde hedefi toprak ağaları "dük"lere ısırıcı bir dille hü­cum ettiğini anlatır.

Lloyd George hukuk tahsiline karar verdi. Fakat o yıl­larda avukat olabilmek için Fransızca bilmek de gerekti­ğinden, amcasıyle beraber eskimiş bir Fransızca lügatının ve bir gramer kitabının yardımıyle Fransızca öğrenmeğe çalıştı. Fransızca çalışacak başka bir tek kitabı yoktu. Bu arada, yani onyedi yaşı ile ondokuz arasında, her fırsatta mahalli toplantılarda da konuşuyor Cbazan kendi ana di­li Welsh'çe" hazan da İngilizce), mahalli tartışma kulübü­nün oturumlanna katılıyordu. Ayrıca, "Brutus" imzası al­tında, daha sonra kendisini meşhur yapacak ısırıcı diliy­le, Muhafazakarlar ve Anglikan Kilisesi aleyhine mahalli gazetede kızgın ve köpüklü yazılar yazdı. Hitabe ve yazı­larında, "mağrur ve katı yürekli toprak ağaları"nı itham ediyor, "şeytani ruhlu emlak sahiplerinin sebep oldukları yaralar"dan bahsediyor, "köhnemiş prejödilerin kereste ambarı" ve "ırsi sahtekarlığın tımarhanesi" diye karakte- rize ettiği Lordlar Kamarasına saldırıyor, "zenginlerin adi ve sefil his ve zevklerine kur yapılmadan önce sefaletin ortadan kaldırılması" gerektiğini söylüyordu.

Genç Lloyd George'ın hukuk çalışmaları semereli oldu, ve 1884 yılında Londra barosuna kabul edildi. Fakat "katip bir avukat" olmak istemediğinden, kendi başına çalışmağa başlamış, ve kısa bir zaman içinde, "baskı altında yaşıyan" insanla^n haklarını içten bir samimiyetle savunan savaş­çı bir avukat olarak isim yapmağa başlamıştı. Bu sıralar­da CDisraeli gibi) radikal bir politikacı sıfatıyle politikaya atıldı. Ve İngiltere Yüksek Mahkemesinde başarı ile sa­vunduğu bir dava da, onu, ülke çapında şöhrete eriştirdi. Bahis konusu davada (kendisi gibi) gayri-konformistlerin kendi mahalli kiliselerinin avlularında gömülebHme hakla­rını savunmuştu.

Lloyd George, 1888 yılında anlayışlı ve sadık bir kadınla evlendi. Bu evlilikten dört çocuğu oldu; en küçük erkek çocuğu ile kızı, ileride, millet vekilleri olarak Parlamento­da babalarının safına katılacaklardı.

Lloyd George'ın politik hayattaki ilk adımı "muhtar"lık idi; daha sonra 1890 ara seçiminde, Muhafazakâr muarızı­nı 18 reyle mağlûp ederek Parlamentoda kendisine bir san­dalye temin etti.

O yıllarda İngiltere'de kuvvetli bir içki aleyhtarlığı ce­reyanı vardı; pek çok meyhaneler kapatılıyordu. Maama- fih, Parlamentoya, meyhane sahiplerine tazminat öden­mesi hususunda bir, de teklif getirilmişti. Mebus Lloyd George, Avam Kamarasındaki ilk nutkunda Cl3 Haziran. 1890), bu teklife şiddetle hücum etti:

"Liliputlar kralının elbise askısını kılıç gibi kullanarak Güliver'e hücuma geçtiği günden beri" içki iblisine karşı böylesine aptal ve beceriksizce mücadeleye girişilmediğinı söyledi. Lord Randolph Churchill'i (Başvekil Winston Churchill'in babası), "diğer pek çok içki aleyhtarları gibi, hafta tatilleri onun da prensiplerine tesir etmiş," diyerek azarladı. Zehirli oklarını Mr. Joseph Chamberlain'e nişan- lıyarak dedi ki:

Muhterem Centilmen ve asil Lord, Amerikan cambazlarını akla getirircesine, ayaklarını bir yöne ve yüzünü de diğer isti - kamete çevirerek ne tarafa yol alacağı bilinmiyen akrobat bir politikacıya benziyor.*

'Joseph Cham'ıerlain meşhur İngiliz devlet ad^mlanndan biridir. Oğlu Neville C'ıamberlain, Churchill'den hemen önceki yıllarda İn-

Lloyd George, Parlamentoda, katıldığı birinci oturumda, kendi Liberal partisi parlamento grubunun aleyhinde rey kullanarak, "Partinin putperestliğin mabedi haline geti­rilmesine" müsaade etmiyeceğini söyledi. Partisinin lideri Gladstone'ın bilhassa kanunlaştırmak istediği bir tasarı­ya dahi karşı gelmek "cüret"ini gösterdi. Bu hadiseyi yıl­lar sonra şöyle anlattı: "Yaşlı adam IGladstonel beni, bir daha ayağa kalkmamak üzere devirmek, tüylerimi teker teker yolmak için ayağa kalktı. Ben sözlerimi bitirip ye­rime oturduğum vakit, bu olağanüstü parlamento hare­ketinin maharet, veh^net ve cezbesine—kurbanının ken­dim olmasına rağmen—kendimi kaptırarak zevklendim.”

Lloyd George, doğduğu Wales bölgesindeki ve Parlamen­todaki ilk şöhretini Welsh milliyetçiliğine olan bağlılığı, Welsh'lilere has gayri-konfonnistliği ve aşırı radikalliği ile yapmıştı. Fakat onu İngiltere çapında tanıtan bir tu­tumu, kendi siyasi tabutunun çivisini kendisinin çakma­sına da sebep olabilirdi. Bu, "Boer-lehindeki" veya "harp- aleyhtan" tutumuydu. Pek çok kimseyi kızdırmasına, ken­disine düşman kazandı^asına rağmen, Lloyd George, tu­tumunun haklı olduğuna samimi olarak inanıyor, vicdanı­nın sesinden başka kimseye boyun eğmediği için İngilte­re'ye karşı Hollanda'yı desteklediğini söylüyordu.*

Lloyd George'ın bu harpte Hollanda'nın tarafını tutma­sında çocukluk yıllanndan beri içinde mayalaşmakta olan

giltere Başvekilliği yaptı; bir diğer oğlu Austin Chamberlain de ta­nınmış bir devlet adamı idi; Parlamentoda 45 yıl vazife gördü.

•Güney Afrika'daki Hollanda aslından beyaz insanlara “Boer” de­niyordu. Bugünkü Güney Afrika Cumhuriyetinde bir milyondan fazla Boer bulunduğu tahmin ediliyor. Boer’ler Güney Afrika'da ilkin 1652 de yerleşti. İngiltere, 1806 da, bu bölgeyi İmparatorluğuna ilhak ettiği zaman, Boerlerin çoğu içerlere kaçarak Güney Afrika’nın muhtelif yerlerinde ayrı ayrı cumhuriyetler kurdular. İngiltere ile Boerler ara­sındaki husumet, 1899-1902 Güney Afrika Harbini tetikledi. Harp so­nunda Boer lgeleri İngiltere'nin eline geçti ve İngiliz Milletleri Ca- miası'na dahil Güney Afrika Birliği kuruldu. Siyah-beyaz ırk tefriki gütmesi neticesi, Birlik, 1980'ların ilk yıllarında İngiliz Milletleri Ca­miasından ayrılarak bağımsız Cumhuriyet ilân etti. isyankar hislerin bü^yük tesiri oldu. İngiltere'nin Welsh'- liler üzerindeki baskısı ile Hollanda'ya karşı güttüğü po­litika arasında hiç bir fark görmüyor, her iki baskıyı da nefretle karşılıyordu. Fakat bu harpte, Welsh'liler dahi İn­giltere'yi desteklediğinden, Lloyd George'in karşı tarafı tut­ması kendi politik hayatını tehlikeye sokmakla kalmadı; Birmingham'daki bir konuşmasında Hollanda'yı destekle­diğini ifade ettiği sırada linç edilmekten zor kurtuldu.

Parlamentoda, Joseph Chamberlain ve onun Muhafaza­kar mebusları aleyhindeki konuşmaları, nükteleri, ısırıcı hicivleri ve hazır cevaplığı şöhretini arttırdı. Lloyd George'- ın asit dili, bilhassa, serbest ticaret konusunda kendini belli ediyordu. Muhafazakarlar gümrük duvarlarının yük­seltilmesi taraftarıydılar. (Bu tartışmalar sırasında bir gün Winston Churchill adında genç bir millet vekili Muhafaza­karlar arasındaki yerinden kalkmış, salonun karşı tarafı­na doğru yürüyerek Liberaller safına katılmıştı.)

Lloyd George'a göre geçen asırda iyi neticeler veren ser­best ticaret, İngiltere için yine hayırlı olacak, halkın refah seviyesi yükselecekti. Chamberlain ise tamamen zıt dü­şüncedeydi. Arkada bırakılmış yüzyıldan örnekler vere­rek, serbest ticareti, gümrük duvarlarının indirilmesini sa­vunan Lloyd George'a veryansın etti. Nihayet bir gün Welsh'li cevap verdi:

Altmış sene tecrübe edilmiş ve bu ülkeye zenginlik sağlamış bu müesseseye sırf eskimiş bir müessese olduğu için mi itiraz ediyoruz? Halbuki, sadece bu sebepten ötürü, ona, dört elle sa­rılmak gerekmez mi? Zeytindağı'nda [İsa'nın ölümünden önce­ki son vaizini verdiği yer] söylenen sözler de oldukça eski. Ve bu hitabe, intikam peşinde koşanlara karşı kazanılmış ilk bü­yük zaferdi [Alkışlar]. B. Chamberlain ise, o hitabede belirti­len prensiplere artık inanmamak gerektiğini söylüyor. Bir- mingham'lı kuyumcuların Incil'deki prensiplere göre zengin olamayacaklarını anlatıyor.

Lloyd George, bu hücumlarında, gayet tabii, geleneksel düşmanları "dükler”i ihmal etmiyordu. Ch^rnberlain'in Glasgow'daki bir nutkundan bahsederek şunları söyledi:

Toplantıya üç dük, iki'markiz, üç veya dört kont, ve kabine­den istifa eden vekillerin sayısı kadar da lord katıldı. B. Cham- berlain, her işçinin bir domuza sahip olacağı mesut ve müref­feh günlerin yaklaşmakta olduğundan bahsetti. Halbuki, bir kaç yıl önceki siyasetin temeli, herkes için bir kaç hektarlık tarla ve bir inekti; şimdi ise, üç dük ve bir domuz.

Dinleyiciler de, Lloyd George kadar, bu hücumlardan zevkleniyorlardı; 1903 sonbaharında tekrar aynı konuya döndü:

B. Chamberlain işçilere hitap ettiği vakit, platformda İngiliz işçilerinin seçkin temsilcileri de yer almıştı: üç dük, iki markiz, üç veya dört lord. Bu insanlar, işçinin günlük ekmeğinden alına­cak vergi nisbetinde fikir beyan etmek üzere toplantıya katıl­mışlardı. Mısır Kanunları [daha önce bahsetmiştik] onlara yük­sek kira getiriyordu. Bundan böyle, B. Chamberlain çapında bir devlet adamının ortaya atılarak, eski Mısır Kanunlarının geri ge­tirilmesini teklif etmesiyle, bütün lord ve dükler, kont. ve ağa­lar, küfede sallanan mısır seslerini işiten bir sürü ördek ve ta­vuk gibi, onun etrafında kümelendiler.

Lloyd George'ın lordlara karşı en tesirli ve acı hücum­ları, maamafih, kabine üyesi olduktan bir müddet sonra başlıyacaktı. Liberal partinin lideri Sir Henry Campbell- Bannerman başvekil olduğu vakit (1905), asit dilli Welsh' liye de ticaret vekaletini teklif etti. Lloyd George, bu gö­revinde, iyi bir iş yapmağa azmetmişti—ve yaptı da. Par­lamentonun bu 1 No.lu eşek ansı, rolüne bir müddet ara vererek kendisini ciddiyet ve titizlikle vazifesine adadı. De­miryolu grevinde (1906) tarafların uzlaşmasında bilhassa tesirli oldu. Yine aynı sene, onun gayretleriyle Deniz Tica­ret Kanunu Parlamentodan çıktı. Ticaret vekilliğindeki başarısından dolayıdır ki, İngiltere başvekilliğine Herbert Henry Asquith getirildiği vakit (1908), partisinin bu şöh­retli üyesine maliye vekilliği verildi. Lloyd George, bu ve­kalette gerçekten başarılı olmuş, İngiltere'nin sosyal ha­yatını değiştirecek kanunların Parlamentodan çıkarılması­temin etmişti.

Maliye Vekili Lloyd George, 1909-10 bütçesinin takdimin­de gelir vergisini hatırı sayılır bir ölçüde arttırıyor, ve ay­nı zamanda, o ana kadar işitilmemiş bir vergi teklifinde bulunarak, "hak edilmemiş topraktan yüzde 20" "şerefiye' vergisi almak istiyordu. Bu vergi sayesinde devlet hazine- sine girecek para bir nevi "harp bütçesi” olarak kullanıla­cak ve Lloyd George’ın kendi kelimeleriyle, sefalet, "bir va­kitler ormanları kaplıyan kurtların uzaklaştırıldığı şekil­de" ortadan silinecekti. Bu yetmiyormuş gibi, Lloyd Geor- ge, daha sonra, aristokratlar ve şehirlerdeki mülk sahipleri aleyhine biribiri ardından kışkırtıcı nutuklar irad etmeğe başladı. Bu nutuklarında, o zamana kadar hiç bir Ingiliz politikacısının konuşmadığı şekilde, zengin ve fakir sınıf­lar arasındaki uçurumlardan bahsetti. Londra'nın doğu kesimindeki fakir semtlerden birinde dört bin kişiye hitap ettiği vakit (30 Temmuz, 1909), topraklarının değerlerin­deki "hak edilmemiş" artışlar sayesinde refah içinde yü­zen "asalak” ağalar ve emlak sahiplerine hücum etti:

Bunları kim yarattı? Bu altın kuğu kuşlarını kim meydana ge­tirdi? Toprak sahipleri mi? Emlâk sahipleri mi? Onların enerjisi, kafaları mı? İhtiyar bir işçinin, kendi mezarına çıkan kapıyı, se­faletin diken ve çalılıkları arasından bitkin ve bitap geçtikten sonra ancak bulabilmesi gerçekten hazin. Bizimkiler ise şimdi onun için yeni bir yol yapmak istiyorlar—meltem rüzgârlarının salladığı mısır tarlaları arasından geçecek daha rahat ve cazip bir yol. Fakat bu da kâfi değilmiş. Onlar şimdi yeni bir yol için para topluyorlar. Maksatları, şimdiki yolu, iki yüz bin dilencinin de yürüyüşe iştirak edebilecekleri şekilde genişletmek.

Lloyd George, muhaliflerini kızdıran ve ürküten bu ısırı­cı ve demagojik kelimelerine ilave olarak, teklif ettiği ye­ni vergiler hakkında nükte yapmaktan da geri kalmıyor­du. Parlamentoda Joynson-Hicks adlı Muhafazakar bir üye vardı. Mebus seçilmeden önce geçimini zor temin edebilen bir avukattı. O zamanki ismi de sadece Hicks idi. Sonrala­rı, Joynson adlı zengin ve dul bir kadınla evlendi, ve ismi­ni de (kadının adını kendi isminin önüne alarak) Joynson- Hicks yaptı. Bu millet vekili Maliye Vekilinin yeni vergi tasarılarından istihzalı bir şekilde bahsediyor, alaylı bir dille Vekilden “hak edilmemiş kazanç”ın tarifini istiyor­du. Bir gün Parlamentoda yine aynı mealde konuşurken, Lloyd George, "hak edilmemiş kazanç"ın ne olduğunu an­lattı: 'Şu anda 'hak edilmemiş kazanç'ın ne olduğu husu­sunda muhterem centilmenin ismindeki çizgiden [tire işa­reti] daha iyi bir örnek aklıma gelmiyor."

Çıkarmak istediği kanun tasarılarının müzakeresi sıra­sında, lordlara karşı alevli bir dille hücuma geçti. "Bu in­sanlar zırhlı harp gemileri kadar pahalı," diyordu. "Ama bu gemilerin yarısı kadar dahi faydaları yok." Lordlar ise, bütçeye, intihari diyebileceğimiz bir karşı-hücuma girişti. Ülkedeki hemen hemen bütün bankacıların Lloyd George aleyhinde saflanmalanna rağmen, Maliye Vekili, en şid­detli sözlerini meşhur bankacı CYahudi) Lord Rothschield aleyhinde söyledi:

Memlekette hemen yapılması gereken bir sürü iş var, ama onlar hâlâ itidal tavsiye ediyorlar. Niye? Çünkü Lord Rothschield, her lorda bir bildiri göndererek, bü kanun teklifine en tesirli ve şiddetli bir şekilde muhalefet etmelerini söyledi. Öte yandan, aynı lordlara göre, bizim daha fazla zırhlıya ihtiyacımız varmış. Niye? Çünkü Londra şehri Belediye binasındaki toplantıda Lord Rothschild böyle emir büyurdülar.... Toprak -ve bina vergileri ile süper vergi Parlamentodan geçmemeliymiş. Niye? Çünkü Lord Rothschild, bankacılar namına lordlara bir protesto mek­tubu göndererek, böyle bir vergiyi kabul edemiyeceğini söyle­di. İşletilmemiş topraklardan vergi almamak gerekiyormuş. Ni­ye? Çünkü Lord Rothschild, büyük bir sınaî inşaat şirketinin idare heyeti başkanıdır. İhtiyarlara emeklilik primleri ödenme- meliymiş. Niye? Çünkü Lord Rothschild, bu teklife hayır diyen bir komisyonun üyesidir. Bu memleket artık öyle bir duruma geldi ki, malî ve sosyal bütün reformlara gidecek her yolun baş­langıcına şu işareti koymak gerek: "Buradan geçmek yasak­tır—Nathaniel Rothschild’in emriyle!"

Lloyd George'ın bütçesi Kamarada büyük engellerle kar­şılaşıyordu. Tam yetmiş üç gün ve hazan bütün gece tartı­şıldı. Nihayet Avam Kamarasındaki tartışmalar sona erip, Lordlar Kamarasına gönderildiği vakit, lordlann bütçe­ye hücumlarıyle birlikte, Lloyd George'ın da lordlara sal­dırılan şiddetlendi:

Aleyhimize karşı siperlenmiş bu insanların kimler olduklarını bilmekte gerçekten fayda var. Bunlardan biri Lord Curzon.... Lord Curzon çok akıllı ve kurnaz bir adam değildir. Onun hak­kında söyliyeceklerim sadece şu: Lord Curzon, Lordlar Kama­rasında, Hindistan Valiliğindeki yıllarından daha az tehlikeli. •              .             - -           . .            . _ ___________

Bu konuda daha fazla bilgi edinmek isterseniz, Lord Kitchner'e müracaat ediniz.... Sonra bir de Lord Milner var. Lord Milner ile Lord Curzon arasındaki müşterek nokta da şu: her ikisi de, zeki insanlar olmalarına rağmen, sağduyudan başka her arma­ğana sahip zeki insanlar sınıfına dahildirler.... Lord Milner'in enstitülerin ve ülkelerin başına felâketler getirmekte özel bir dehası var.

<Politik rüzgarların nasıl yön değiştirdiğinin, en sert ve haşin siyasi hücumların dahi hazan ne kadar küçük hasar husule getirdiklerinin en iyi örnekleri, bu şiddetli hücum­lardan bir kaç sene sonra ortaya kondu: Başvekil Lloyd George, "çok akıllı ve kurnaz olmayan" Lord Curzon'u, Bi­rinci Dünya Harbindeki kabinesinde Hariciye Vekilliği koltuğuna oturttu. Lloyd George'ın, harp sonrası barış mü­zakerelerindeki baş muşaviri ise, "enstitüleri ve ülkeleri felaketlere sürüklemekte özel bir deha sahibi" Lord Milner idi.)                            rt

Maliye Vekili Lloyd George'ın bütçesinin yerinde ve iyi bir bütçe olup olmadığı, inanmak güç ama, gUnUmUzUn İngiltere'sinde dahi zaman zaman tartışılır. Eğer hadise­lerin normal akışına müsaade edilseydi, ve Lordlar Ka­marası bazı makul değişiklikler için bütçeyi Avam Kama­rasına geri gönderdikten sonra, İngiltere Parlamentosunun bu her iki kısmı tarafından da kabul edilmiş olsaydı, büt­çe, İngiltere tarihinin seyrini muhtemelen değiştirmiyece- ği gibi, We]sh'linin, "yağlı direğin tepesi"ne çıkması da. çelmelenmiş olacaktı. Fakat, o zamanlarda emekli olma­sına rağmen, hala büyük nüfuz ve kudrete sahip Joseph Chamberlain, Lordlar Kamarasının, hükümeti genel seçi­me gitmeğe zorlamasını istedi. Lord Landsdowne başkan­lığındaki Lordlar Kamarası da, eski politikacı Chamberla- in'in tavsiyesine uyarak, hükümeti seçime zorladı. Artık bütçe hakkındaki son sözü seçmenler söyliyecekti. Fakat, Lordlar, bu yolu seçmekle, sadece Lloyd George'ı tegiltere çapında şöhrete ulaştırmakla kalmadı, kendi tabutlarının çivilerini de kendileri çaktılar.

İngiliz seçmeni, Lloyd George'ın ihtilali bütçesinin geti­receği yenilikleri, bütçenin girdi-çıktılarını belki anlama­mıştı, ama onun bir nokta üzerinde zerrece şüphesi yoktu: ırsi hak ve imtiyazlar sayesinde Lordlar Kamarasına gön­derilen bu insanlar, halkın reyiyle seçilen Ava m Kamara­sının çalışmasını baltalıyordu.

Seçimi Lloyd George kazandı, ve yeni Kamara, Lordlann bir daha Avam Kamarasının çalışmasına burunlarını sok­mamaları için kanun teklifleri hazırladı. Fakat İngiltere Kralının ölümü, Irlandalı üyelerin Kamarayı terketmeleri ve Birinci Dünya Harbinin patlak vermesi, Lordlar Kama­rasının kuvvetini azaltmağa, nüfuzunu kısıtlamağa matuf tedbir ve kanunların gecikmesine sebep olduysa da, bu­günkü İngiltere Parlamentosunda tali rol oynıyan Lordlar Kamarasının bir zamanki ulu tepelerden alaşağı edilme­sinde ilk tekmeyi Lloyd George'ın indirdiği de bir vakıa.

''Dünyada en tehlikeli şey, bir uçurumu iki adımda geç­meğe çalışmaktır," diyen Lloyd George, bu prensibine da­ima sadık kaldı, düşmanlarına daima cepheden hücuma geçmeyi tercih etti.

İlk bütçesinin takdimi ile Birinci Dünya Harbinin baş­langıcı arasındaki yıllar zarfında, Maliye Vekili sıfatıy- le, bütün gayret ve mesaisini kanunî yollarla İngiltere'de­ki sosyal şartların değiştirilmesi üzerinde odakladı. İlk Milli Sağlık Sigortası ve işsizlik sigortası onun çalışmala- nyle kanunlaştı. Gerçi artık hitabeleri eski hırçınlıklarının pek kalmadığı hissini uyandırıyor idiyse de, Devonshire Dükü, hükümetin politikasını "mevcut hukuki düzeni yık­ma" kanunu ve “Allah soygunculuğu" diye tavsif edince, Lloyd George, eski günlerini hatırlatan alevli bir dille sal­dırarak, dükün sahip olduğu servetin temelini “yağma edi­len mabedler" teşkil ettiğini söyledi:

Reforınasyondaki [Orta Çağlardan sonra kiliseye karşı girişi­len başkaldırma hareketleri] yağmaların hikâyelerini okudunuz. Bu insanlar kiliseleri soydular, düşkünler evlerini soydular, ölü­leri soydular. Ve biz şimdi, bu soyguncuların ellerindeki mal ve mülkün bir kısmını onlardan geri alıp, onların hakiki sahipleri­ne iade etmek istediğimiz vakit karşımıza dikiliyorlar, ve par­maklarından damlıyan mukaddesata hürmetsizlik kanlarına bak­madan, fuzi.-AİIla:tıı sovmakla itham etmek cüretini kendilerinde bulu yorlqr.

Bütün büyi,ik •' insanlar gibi, Lloyd George'ın da gölgeli tarafları vardî.. Mesela, Birinci Dünya Harbinden önce, İm- paratorluli^.AIınanyası’nın tehdidini göremedi. Önceleri Winston . Ğhurçhilİ. de aynı kanaatleri taşımakla beraber, bir müdtjet sandal fikrini değiştirmişti.

Bu sıramda açığa vurulan ve The Marconi Affair (Mar- koni Meselesi) diye anılan bir mesele, kısa bir süre için de olsa, Lloyd George'ın, ülkesindeki itibarını sarsacaktı. Ha­ki katın ortaya çıkmasına kadar ısırıcı nutuklarına ara ver­mek zorunda kaldı.

Lloyd George, İngiltere Posta idarecilerinin İngiliz Mar- koni Şirketini kurmak üzere Amerikalılarla müzakere ha­linde bulundukları bir sırada, Amerikan Markoni Şirketin­den bin İngiliz lirası değerinde hisse senedi satın almıştı. Bunda her hangi bir kötü niyeti yoktu, sadece hatalı tav­siyelerin kurbanı olmuştu. Buna rağmen, Parlamento du­rumu tahkik etti ve Lloyd George'ın suçsuz olduğu kanaa- tına vardı. Gerçi Parlamentodan güven oyu almıştı, fakat kendisini takbih edenler de bir haylice olduğundan, Lloyd George'ın, amme önündeki itibarı bir müddet için sarsıldı.

Almanya'dan gelecek tehlikeyi görememesine gelince, önceki “pasifist” Winston Churchill, Amirallik Dairesin­deki vazifesinde Almanya'ya karşı silahlanmak gerektiği­ni hararetle savunduğu sırada, Lloyd George'ın fikirlerin­de esaslı bir değişiklik gömüyoruz. Harpten önceki son bütçesini (1913) Parlamentoya takdim ederken, “yüz dok­san beş milyon sterling'lik" bir bütçeyi "son derece hayret uyandırıcı” buluyor, ve bunun başlıca sebebinin de muh­temel bir Alman tehdidinin doğurduğu "panik ve kabus­lar" olduğunu iddia ediyordu. Müzakereler sırasında büt­çeyi elli yıl önceki Fransa'nın, İngiltere’ye hücum edebile­ceği korkusuyle girişilmiş olan hazırlıklara benzetti. Lloyd George'ın kanaatınca, III. Napoleon İngiltere ile dostane münasebetler kurmaktan başka bir şey istemiyordu. Lond­ra'da münteşir Daily Chronicle gazetesinin belirttiğine gö­re, Lloyd George, 1913 yılındaki İngiltere-Almanya ilişkile­rinin, daha önceki yıllarla kıyaslanamayacak derecede iyi olduğunu söylemişti.

Fakat harp koptuktan sonra Lloyd George, karakteristik enerji ve belagatiyle kendisini harp gayretlerine verdi. Harp sırasında söylediği bazı nutukların, yirmi beş yıl sonra, Churchill'in irad edeceği nutuklarla bir üslûp benzerliği taşımasa dahi, Churchill'in nutuklarındaki ilham verici ve yüceltici karakteristikleri haiz olduğu görülür. Bir nut­kunda şöyle diyordu:

Elimize geçen bu büyük fırsat, beşer nesillerinin ancak asırlar boyunca bir defa yakalıyabilecekleri boyutta büyük bir fırsat. Bir çok nesiller için, fedakârlık, mücadele azmi ve ruhun bitap ve bitkin düşüşü şeklinde kendini gösterir. Halbuki bugün eli­mizdeki fırsat, sizlere, hepimize, bütün Avrupa boyunca, milyon­larca insanı da aynı asil gayeler uğrunda harekete getirecek bü­yük bir hürriyet mücadelesinin ateş ve heyecanı şeklinde ken­dini belli ediyor. Bizler, nesiller boyu, üzeri örtülü bir vâdide kendimizden memun bir hayat sürdük, etrafımızda olup biten­leri—belki de gayet bencil hareket ettiğimiz için—görmemezliğe geldik, umursamadık. Fakat kaderin haşin ve sert eli, bir millet için ebedî olan değerleri—şeref, vazife, vatanseverlik gibi unut­tuğumuz yücelikleri—gösterecek şekilde bizleri tokatlıyarak ye­niden yüceltti, ve yalçın bir paıtmak gibi, Cenneti göstererek, göz kamaştırıcı beyazlara bürünmüş ulu fedakârlık zirvelerini işaret etti. Biz bir gün yine o vâdilere ineceğiz. Fakat Avrupa’nın, bu en büyük harbin depreminde sarsılması ve sallanmasına rağmen, bu neslin erkek ve kadınları yaşadıkları müddetçe, temelleri sar- sılmıyan bu ulu zirvelerin görüntülerini kalplerinde taşıyacak­lar.

Lloyd George, Maliye Vekili olarak (Harbin ilk on ayın­da) İngiltere'nin harp gayretlerini mali yönden düzenle­mek görevini yüklendi ve başarılı bir çalışma da gösterdi.

Bu arada, cephedeki İngiliz birliklerine gönderilen mal­zeme ile ilgili bir skandal iktidardaki Liberal hükümeti parçaladı ve Asquith'in başkanlığında bir koalisyon hükü­metinin kurulmasına yol açtı (19 Mayıs, 1915). Bu kabine­de, Lord Kitchner'in Savunma Vekilliği dışında bir de Mü­himmat Vekaleti kuruldu ve başına da Lloyd George geti­rildi. Herkülvari enerji ve gayrete ihtiyaç gösteren bu va­zife Welshli'nin tabiatına da uyuyordu. Harp öncesinde İngiltere'nin silah imalatı ancak bir barış ordusunun ihti­yaçlarına yetecek şekilde düzenlenmişti. Lloyd George, si­lah ve cephane imalini hızla arttırdı. Öyle M, lüzumundan fazla imalâta girişmekle ve elli veya yetmiş tümen için de­ğil de, yüz tümeni ferah ferah teçhiz edebilecek silâh ve mühimmatı hazırlamakla itham edildi. Aleyhindeki söy­lenti ve suçlamaların ardı arası kesilmediğinden, nihayet, Kabinenin de tasvibiyle, bir tahkik komisyonu kuruldu. Komisyon, toplantılarını bitirdiği vakit, Lloyd George'ın sekreteri, "Efendim, tahmin ederim, bu sizin programı­nızın da sonu olacak,” demişti. Lloyd George, "Hayır," ce­vabı verdi, "komisyonun sonu demek olacak." Gerçekten Lloyd George'ın hazırlıklarının İngiliz birliklerinin istek­lerinden de az olduğu, araştırma sonunda meydana çık­mıştı.

Mühimmat Vekili olarak programını tatbik sahasına koyan Lloyd George, harbin yürütülmesinde de söz sahibi olmak istedi. Fakat bu, Savunma Vekili Lord Kitchner'in mesuliyeti altındaydı. Welsh'linin bu uğurdaki gayretleri, ne var ki, netice vermedi. Başvekil Asquith'in fikrince, har­bin yürütülmesinden profesyonel askerler sorumlu idiler.

Lord Kitchner'in harp politikası Lord North'ın gazetele­rinde şiddetle tenkit ediliyordu. Lloyd George, Lord Kitch­ner'in müdafaasına koştu. Onun fikrince gazeteci kral­larından Lord No^h, "Loc^mo gölü kenarında bir leylek gibi poz veren çekirge kafalı bir insan"dı. North'ın bütün hücumları, kimseye hesap vermek lüzumunu hissetmiyen "kahraman-general"i yerinden oynatmadı. Lord Kitchner, esasında, harp harekatı ile ilgili olarak politikacılara hiç bir şey söylemek niyetinde olmadığını da itiraf etmişti. "Çünkü hepsi, kendilerine söylenilenleri evlerine gider git­mez karılarına tekrarlıyorlar—Başvekil Asquith müstesna. Başvekil, kendisine anlatılanları, diğerlerinin karılarına naklediyor."

Mecburi askerlik hakkında L!oyd George'ın hazırladığı bir kanun teklifi kabul edildi; ve Lord Kitchner'in ölümüy­le (16 Haziran, 1916) boşalan Savunma Vekilliğine Welsh' li getirildi. Artık Lloyd George, Asquith'in bir harp lideri olarak işi yürüteceğine inanmıyor, harbin ancak kendisi­nin liderliğinde kazanılacağını dahi söylüyordu. Bundan böyle, fevkalade yetkilerle yüklenecek üç veya dört kişiden ibaret bir harp komisyonunun kurulmasını teklif etti. Kendisinin de bulunacağı bu komisyonda Başvekil Asquith' e yer verilmiyecekti. Asquith'in reddetmesi üzerine, Lloyd George da kabineden istifa etti (16 Aralık, 1916). Daha sonraki kabine değişikliğinde ise, Welsh'li, yıllardır pe­şinde koştuğu emeline nihayet nail olmuştu: Başvekillik koltuğu artık Lloyd George'ındı.

Bir koalisyon kabinesinin başına getirilmesine rağmen, Lloyd George, gemiyi tek başına yürütmekte ısrar etti—ve yürüttü de. Harp Başvekili olarak, artık popüleritesinin zir­vesine erişmişti. Asquith kabinesinde vekil iken başara­madığı pek çok şeyleri yaptırdı; 1918 yılında birleşik bir Müttefik Orduları Kumandanlığı kurulmasını kabul etti— hem de bütün İngiliz askeri geleneklerini çiğneyerek, ya­bancı bir kumandan, Fransız Mareşali Foch'un kumandası altında. Başvekilin belagatı ve ikna kuvveti Amerikalılar üzerinde de tesirini gösterdi. Cumhurbaşkanı Woodrow Wilson, önceleri, Amerikan birliklerinin temelli bir eği­timden geçmeden Avrupa'ya gönderilmesi taraftarı değil­di. Maamafih, Lloyd George'ın ısrarı üzerine ve Rusya'­nın düşüşünü müteakip, Batı cephesine taşınan Alman bir­likleri karşısında Müttefik kuvvetlerini pekleşti^ek ama- cıyle, Avrupa'ya asker gönderilmesini kabul etti.

Lloyd George, gruplara vadedilenlerin ileride yarataca­ğı çatışmaları göz önüne almaksızın, Kabinesinde yer alan­ların temsil ettikleri gruplara tavizler vererek Koalisyon Kabinesini yürütmeğe çalıştı. Bu tavizler, hiç bir sahada, Almanya politikası kadar bariz değildi. Onun, harbin ilk yıllındaki düşünceleri, Cumhurbaşkanı Wilson'^^rinden pek farklı değildi: “Almanya'dan toprak ilhakına gidilmi- yecek, Almanya'ya yardım edilmeyecek, Almanya'ya şid­detli ceza verilmiyecek."

Koalisyon hükümetini devam ettirebilmek için, Lloyd George, bir müddet sonra, "Kayzer'i asalım," ve "Alman­ya'ya unutamayacağı bir ders verelim," diyenlere ayak uy­durmağa başladı. Bu sıralarda İngiliz seçmeninin Alman­ya hakkında beslediği his ve fikirleri Sir Eric Geddes şöy­le dile getiriyordu:

"Biz ondan [Almanya] alabileceğimiz kadarını alacağız. Ve sonra da, limonun sıkıldıktan sonra dahi sıkılabilece- ğini göstereceğiz.... Onu, çekirdeklerinin çatırdaması işi- tilene kadar sıkacağız."

Harp sonrasındaki Barış Konferansı, ilkin, Merkezi Kuv­vetlerin mağlûp edilmesinde rol oynamış bütün ülkeler (otuz tane) temsilcilerinin iştirakiyle başlamışsa da, za­manla delegasyonun sayısı ona, sonra beşe, arkadan dörde ve nihayet üçe inmişti. Bunlar da: İngiltere’nin Lloyd Ge- orge'ı, Fransa'nın Georges Clemanceau'su ve Amerika'nın Woodrow Wilson'u. Üç büyükler, aralarında tam bir an­laşmaya hiç bir zaman varamadı. Lloyd George, Almanya ile uzlaşma taraftarıydı; Clemanceau, bir zafer barışı ve intikam istiyordu; Wilson ise, aslanla kuzunun yan yana yatacağı hayali bir Kudüs peşindeydi.

"Bütün harpleri sona erdirecek harp"in sonunda, Barış Antlaşması mimarlarının ne gibi düşüncelerle masa başı­na oturduklarını onlann nüktelerinden de anlamak müm­kün.

"Kaplan" Clemenceau bir gün yolda arkadaşı Dubost'u gördü. Çok aptal bir insan olduğu yaygınca söylenen Du- bost, Fransa Cumhurbaşkanlığını ele geçirmek istiyordu. Dubost, arkadaşı Clemenceau'ya dert yandı: "Her yerde benim budala bir insan olduğumu söylüyorlar—ama ben diğerinden de budala bir insan değilim ki." (Dubost, bu sözleriyle Amerika Cumhurbaşkanı Wilson'u kastediyor­du; Wilson ikinci defa Beyaz Ev'de otu^nak peşindeydi.) Clemenceau sordu: "Hangi diğeri?" (Onun fikrince Lloyd George da bir budala idi. l

Meşhur "gençlik" doktoru Voronof bir gün Clemenceau' yu ziyaret ederek aşı ile kendisini gençleştirebileceğini söy­ledi. Clemenceau, "Teklifinizi şimdilik kabul edemiyece- ğim, cevabını verdi. "İhtiyarlıyayım, o zaman belki dü­şünürüm." Clemenceau bu sırada 83 yaşındaydı.

Clemenceau bir gün Aurore gazetesi idarehanesinde otururken silah sesleri işitilir, ve bir kurşun karşılarında­ki pencerenin camını delip geçer.

Salona koşan gazete sahibi, korkudan titremekte olan gazeteciler arasında tabancalı bir genç görür. Ardından Clemenceau da içeri girer. Genci görünce, "Delinin biri, der. Gazete sahibi, "Hayır," diye cevap verir. "Bir anar­şist.

Bu arada yetişen polisler genci yakalayıp karakola gö­türürlerken, o, "Yaşasın adalet-" diye bağırmağa başlar.

Clemenceau, "Gördün mü," der. "Haklıymışım. Delinin biri!"

Dahiliye Vekilliği sırasında (1906) Clemenceau, özel ka­lem müdürünü yanına alır, daire daire dolaşmak suretiyle bütün memurların çalışmalarını. şahsen görmek ister. Bir odaya girerler, kimseyi bulamazlar. Ötekine girerler, ke­za. Nihayet, üçüncü odada bir memur görülür, ama o da horul horul uykuda. Kalem müdürü memuru uyandırmak için davranınca, Clemenceau hemen elini tutar: "Aman, ne yapıyorsunuz? Uyandırırsanız, o da çıkıp gidecek.

Birinci Dünya Harbi sırasında, Almanlara karşı Fransız cephesinin önemli bir kesimine kumanda eden General Serail, yaşlı olmasına rağmen, harbin en kızıştığı bir sıra­da genç bir kadınla evlenmişti. Başvekil Clemenceau ha­beri alınca, "Şu işe bakın, hele," dedi. "General şimdi iki cephede birden dövşmek zorunda kalacak."

Başvekil Clemenceau, kendi kabinesinin üyelerini de za­man zaman merhametsizce tenkit etmekten kaçınmazdı. Bir defasında dedi ki: "Ne kötü bir talihim varmış! Fran­sa’daki yegane Yahudiyi maliye vekili yaptım—ve o da para hakkında hiç bir şey bilmiyor."

Kabinesine niye daha muktedir insanları getirmediği so­rulduğu vakit şu cevabı verdi: "Hükümet merkezini kazlar kurtardı—kartallar değil."*

•Coligny kumandasında.ki Fr^^ız kuvvetleri Hollanda'nın Douay şehrine bir gece hücumu <Ocak 6, 1557) tasarladıkları vakit, şehrin

Clemenceau bir gün Fransız Temsilciler Meclisinde Jean Jaurös'in sözünü kesti: "Söylediklerinin zerrece önemi yok. Sen Allah değilsin." Jaures cevap verdi: "Siz de şeytan de­ğilsiniz." Clemenceau'nun cevabı şu: "Nereden biliyor­sun?"

Clemenceau, Raymond Poincare ( 1913-20 yıllarında Fran­sa Cumhurbaşkanı ve meşhur Fransız matematikçisi Jules Henri Poincare'nin kuzeni) ve tanınmış devlet adamı Bri- and (on bir defa vekillik yaptı) hakkında şunları söyledi: "Poincare her şeyi bilir, fakat hiç bir şey anlamaz; Brian hiç bir şey bilmez, ama hepsini anlar."

Başvekil Clemenceau, Fransızlar ve Fransız politikası hakkındaki skeptik görüşünü de şöyle belirtiyordu: "İmpa­ratorluk zamanındaki Fransız Cumhuriyeti ne güzeldi."

Clemenceau, Versailles'in "kötü ruhlu" insanı olarak va­sıflandırıldı. J. K. Keynes. Clemenceau'nun Avrupa tarihi­ni "mütemadi bir şampiyonluk maçı" olarak gördüğünü söyler. "Gerçi bu maçın ilk raundunu Fransa kazandı, ama bu, hiç de son raund olmayacak."

Clemenceau ne istediğini biliyordu istikbaldeki muhte­mel Alman saldırılarına karşı Fransa'yı mümkün olan en iyi şekilde hazırlıklı bulundurmak. O, skeptik bir realistti de. Bütün bildiklerini otuz yaşından sonra öğrendiğini söy- liyen Clemenceau, askeri meselelerde İngiliz Başvekili As- quith 'den tamamen zıd kutupta bulunduğunu şöyle anlat­tı: "Harp, generallere bırakılmayacak kadar önemli bir meseledir."

bütün bekçileri uyuyordu. Fakat yaş11 bir kadın Fransız kuvvetleri nin harekete geçtiğini tesadüfen gördü ve hayra haykıra sokaklar­da koşmağa başladı. Onun bağırış ve çığlıkları bekçileri uyan d ırd ı ve şehir kurtarıldı.

Yine orta çağlardaki Katolik-Protestan harpleri sırasında, Protes- tanlar, Fransa'nın Beziers şehrin i muhasara ettikleri zaman, şehri ve Fransızları kurtaran sarhoş bir Fransız askeri ol muştu. Gece yarısı sallana sallana karargâhına dönmekte olan asker, bilmeyerek kas a - banın alarm çanını çaldı. Tam bu esnada Protestanlar şehre nihai bir hücuma geçmek üzereydiler. Fakat çanın çalınışıyle paniğe kapı­larak kaçıştılar ve kasaba da kurtuldu.

Başvekil, Amerika için şunları söyledi: "Tarihte, barbar­lıktan sonra, normal medeniyet devrini yaşamadan deje­nereleşen yegane ülke."

Versailles müzakereleri sırasında Amerika, İngiltere, Fransa ve İtalya delegelerinin hangi saatte toplanmaları gerektiği üzerinde görüşülürken, Amerikan delegesi top­lantının 18 den sonraya bırakılmasını teklif etmişti. Çün­kü doktorun tavsiyesi üzerine yemekten sonra iki saat din­lenmesi gerekiyormuş. İtalyan delegesi ise 15 ten önceye alınmasını istedi, zira öğle yemeğinden sonra iki saat uyu­ması gerekli imiş. İngiliz delegesi ise hiç bir şey söyleme­mişti.

Toplantıya başkanlık eden Clemenceau, oturum saatini şöyle tesbit etti: "Oturum 15 te başlayıp 18 de bitecektir. Böylelikle, Italyan delegesi oturumdan önce, Amerikan de­legesi oturumdan sonra, İngiliz delegesi de oturum sıra­sında uyuyabileceklerdir."

Müzakelere Amerikan Cumhurbaşkanı Wilson On dört Teklif ile gelince, Clemenceau, Allah'ın bile On Emirle kifayet ettiğini, Wilson'un ise bu kadarını dahi beğenmiyerek, on dört “emir”le geldiğini söyledi. IHıristiyanlıkta "on emir" vardır—öldü^iyeceksin, hırsızlık etmiyeceksin, v .s. 1

Clemenceau'nun Wilson ve Lloyd George hakkındaki en iyi sözleri, Versailles Antlaşmasını tenkit eden bir arkada­şına verdiği cevaptır: "Elimden başka ne gelebilirdi? Bir tarafında İsa IWilsonl oturuyordu, diğer tarafımda da Napoleon [Lloyd Georgel.

Versailles müzakerelerinde baş rollü oynıyan Cumhur- başkan Wilson'un nüktelerinden ileride bahsedeceğiz. Bu­nunla beraber, bir kaç kelime de şimdi söyliyelim. Wilson bir yeryüzü cenneti peşindeydi. Gelgelelim, düşüncelerinde apaçık çelişkiler göze çarpıyordu. Mesela, Wilson'un ina­nışına göre, bir ülkedeki etnik gruplar, hükümet idaresin­de sayıları nisbetinde söz sahibi olmalıydılar! Fakat, bu düşüncesine rağmen, Fiume’nin İtalya’ya verilmek isten­mesine karşı idi. Fiume halkının ırki terkibi, dilleri ve mü­esseseler! Italyandı. Cumhurbaşkanı Wilson, kalya Baş­vekili Orlando'ya şunları söyledi: "Bay Başvekil, eğer aynı münakaşayı daha da ileri götürür ve New York şehrine de uygularsanız, Manhattan adasının hatırı sayılır bir kıs­mını da sizlere vermek gerekecek." CManhattan, New York şehrinin beş kazasından biridir. Meşhur gökdelenler, Bir­leşmiş Milletler, "Broadway," ve 'Wall Street" bu adada­dır. Manhattan adasında bir milyon kadar İtalyan asıllı Amerikan vatandaşı yaşar. >

Wilson'un, Fiume'yi İtalya'ya bırakmaması üzerine bir arkadaşı şu suali sordu: "Fakat Bay Cumhurbaşkanı, Sena­tonun, kararınızı öğrenir öğrenmez küplere bineceğinden korkmuyor musunuz?" Wilson cevap verdi: "Tahmin ede­rim, köpürecekler—Fiume'nin nerede olduğunu öğrenir öğrenmez.''

Amerikan Kongresini ve halkını ikna edemediği için, Cumhurbaşkanı Wilson'un yeryüzünde bir Kudüs kurma hayalleri gerçekleşemedi. Boston şehrinin pek tanınmış ailelerinden birinden gelen Senatör Henry Cabot Lodge CCumhuriyetçiJ, Amerika'nın Milletler Cemiyeti'ne girme­si aleyhindeki meşhur nutkunu irad ettiği vakit, Wilson ve Demokratların mağlûp oldukları iyiden iyiye anlaşılmış­tı. Ama yine bir cevap vermek gerekiyordu. Bu işi Senato­daki Demokratların lideri Arkansas'lı Thaddus Caraway üzerine aldı: "Massachusetts Senatörünün zeka ve nükte­sine dair yıllardır pek çok şey işitmiştim. Artık onun nut­kunu dinledikten sonra şuna iyice kaani oldum: muhterem centilmenin kafası tıpkı kendi eyaletine benziyor: Tabiat tarafından çıplak bırakılmış ve fazla işlendiği için de yoz­laşmış.

"Görevimiz nedir? İngiltere'yi kahramanların yaşıyaca- ğı bir ülke haline geti^ek," diyen Lloyd George, kendin­den "sıradan, alelAde bir politikacı" diye bahsedenlere al­dırış etmiyor ve şu cevabı veriyordu:

"Fikirlerini tasvip etmediğiniz insan politikacıdır; hem­fikir olduğunuz kimse ise devlet adamı."

Lloyd George, maamafih, en keskin nükte ve hicivlerini İngiliz politikacıları için saklıyordu. Önceki meşhur baş­vekillerden Gladstone'ın oğlu millet vekili Lord Gladstone' dan şu kelimelerle bahsetti: "Bir devin cüppesine bürüne­rek sahne ışıkları altında poz veren bir cüce." Reginald McKenna için de dedi ki: ''Her şeyi anında tahmin eden ehil bir matematikçi, at gözlüğü takmış bir bankacı.

Başvekil, en kızgın ve ısırıcı sözlerini partiden ayrılan Liberallere yöneltmişti. Muhafazakâr sıralarından ayrılıp kendi partisi safları arasına katılan Winston Churchill'in dönekliğini hoş karşılıyorsa da, ister doğrudan doğruya Muhafazakarlara katılmış olsunlar, ister Milli Liberaller adı altında Muhafazakarlarla işbirliği yapmış olsunlar, es­ki Liberaller, onun gazaplı oklarının acısını şiddetle hisset­tiler. Sir John Simon, bir Milli Liberal sıfatıyle Muhafaza­karlar arasında oturmağa başlayınca, Parlamentoda uzun yıllardır işitilmeyen sert ve zehirli bir dille saldırdı:

Benim ortodoks liberalizm prensiplerine bağlılığım hakkında şüpheler izhar edildi; muhterem centilmen ise, liberalizme, İncil’ in sütüymüş gibi bağlıydı. Fakat buna rağmen. yeryüzündeki insanlar sanki içki içenler ve içmeyenler diye iki kampa ayrıla­bilirlermiş gibi, hayatı boyunca ağzına bir damla olsun içki koy- mıyan bu muhterem centilmen, kendisini birdenbire önüne ge- çilemezcesine içkiye verdi, ve bir sağa bir sola, yalpalayarak git­ti, Muhafazakâr sarhoşların arasına oturdu.

İngilizcede "çit (duvar) üzerinde oturmak," diye bir de­yim vardır. Sözü edilen her hangi bir mesele üzerinde na­sıl hareket edeceklerini henüz bilemiyen veya kendi çıkar­ları uğrunda en uygun zamanı kollayan oportünist insan­ların tutumlarını anlatmak için—çok defa istihfafla—kul­lanılır. Lloyd George, Sir John Simon'a hücumuna şöyle devam etti:

"Muhterem centilmen, çit üzerinde öylesine uzun müd­det oturdu ki, çitin demirleri ruhuna kadar girdi (işledi!.”

Alfred de Mond yarı-Muhafazakar sıfatıyle Lloyd Geor- ge'ı iğnelemeğe başlayınca, Başvekil şunları söyledi: "Ben onu kuyruğundan yakaladım, ama kuyruk elimde kaldı.

Muhafazakar bir mebus kendi partisinden ayrılıp, Lloyd George'ın memleketi Wales'den, Başvekilin bir arkadaşı­na karşı bağımsız namzetliğini koyduğu vakit, Lloyd Ge­orge, Welsh'li arkadaşının seçim bölgesinde şöyle konuştu:

Jack Jones adlı biri vardı, karısının ismi de Mary idi. Bir sürü koyunları da vardı, fakat paraları az olduğundan koyunlara göz kulak olmakta güçlük çekiyorlardı. Bir gün bir çoban köpeği sa­tın aldılar. Bu gerçekten güzel ve sevimli bir köpekti. Ama deh­şetle gördüler ki, bu köpek koyunlara saldıranları parçalıyacağı yerde koyunları yiyordu. Karı-koca o zaman biribirlerine sor­dular: "Şimdi ne yapacağız?” Nihayet Mary dedi ki: "Yapabile­ceğimiz tek şey, köpeğin ismini değiştirip birine satmaktır." Bu­nun üzerine, köpeğin ismini değiştirerek sattılar. "Ama o yine kaatil bir köpekti."

[Müstakil namzedin seçimi kaybettiğini söylemeğe lüzum yok.]

Lloyd George'un nüktelerine—ve onun şahsına karşı du­yulan hayranlığı—en iyi ifade eden belki de kansı oldu. Kocası tarafından çok defa aldatılmasına rağmen, Bn. Lloyd George, onun nüktelerine sabah kahvaltısında gözlerinden yaşlar boşanırcasına kahkahalarla gülüyor ve sonra da kendi arkadaşlarına anlatıyordu: "Beraber geçirdiğimiz bunca yıllardan sonra onun fıkra ve nüktelerine artık gül­memem gerektiğini söyleyeceksiniz, değil mi? Ne yapayım, elimde değil."

Lloyd George'a bir sürü adlar takılmıştı: "Welshli küçük avukat," "kabinenin aşağılık adamı," "yarısı pantolon, ya­rısı eşkiya." Birinci Dünya Harbi sırasındaki Başvekil As- quith'in karısı da, "Kemerden aşağı vurmadan kemeri göre- miyen adam," demişti. [İngilizcede "kemerden aşağı vur­mak," deyimi, mücadelesini, çarpışmasını gayri meşru usûl­lerle yürütenler için söylenir.) Stanley Baldwin (Başvekil) ise ünlü yazar ve tarihçi Carlyle'in, bir çağdaşı hakkında söy­lediklerini Lloyd George için tekrarladı: "O, bütün hayatı boyunca, doğru ile yanlışı beraberce karıştırarak zahiren doğru görüleni inşa etti."

Keynes, Essays in Biography adlı eserinde Welshli Lloyd George hakkında şunları yazar:

Çağımızın bu hayret uyandırıcı şahsiyetini, bu "siren”i*, bu keçi ayaklı saz şairini, bu kadim Sellik** dünyasının büyücü ca-

*"Siren," kadim Yunan efsanelerinde kısmen kadın ve kısmen kuş vücutlu ve şuh şarkılarıyle denizcileri kendisine çekerek ortadan kaldıran fet tan su perilerinden biri.

•‘"Seltik,” İngiltere'de yerleşen ilk kavimlerden biridir


ciolozlarla dolu cazip ve renkli âleminden dünyamıza misafir ge­len, bu yarı-beşeri mahlûku, onun hakkında bilgi sahibi olmıyan okuyucuya nasıl tanıtabilirim!

Onun şahsiyetinde, bizim Saxon ecdadımızın iyilik ve kötülük anlayışından farklı, veya bu anlayışın dışında, daha ziyade ku­zey Avrupa folklorunun sarışın sihirbazlarının hayranlık, cazibe ve dehşet uyandıran kurnazlık, pişmanlık duymama, ve kuvvet aşkı ile karışmış nihai gayesizlik ve deruni mesuliyetsizlik ele­manlarının birleştiğini görüyoruz.

Birinci Dünya Harbinden sonra mebus seçilen önceki ngiliz Başvekili Atlee, Lloyd George'ın hazan kendisini al- ışlıyarak teşvik eden, hazan da kızdırmağa çalışan bir iş­çi millet vekili tarafından mütemadiyen sözlerinin kesil­diğini anlattı. Lloyd George ona bir gün şu cevabı verdi: "Muhterem arkadaşımla bir anlaşma yapalım: beni ne al­kışlasın, ne de tenkit etsin." Arka sıralardan bir diğer üye seslendi: "Ama siz hiç sözünüzde durmuyorsunuz ki.

Kısa boylu oluşu zaman zaman mahçubiyet hisleri uyan­dırıyordu. Bir gün siyasî bir toplantıda onu halka takdim eden toplantı başkanı, "Ben Lloyd George'ı her bakımdan büyük bir insan zannediyordum, fakat gördüğünüz gibi oldukça küçük bir adam," deyince, Lloyd George sözleri­ne şöyle başladı: "Muhterem başkan, memleketim kuzey Wales'de, biz, insanları çenesinden yukarı ölçeriz. Siz ise, görüyorum ki, çenesinden aşağısını ölçüyorsunuz."

Bir seçim nutku söylerken bir kadın, Başvekilin sözünü kesti: “Eğer ben senin karın olsaydım, yemeğine zehir ka­tardım." Başvekil hemen cevap verdi: "Muhterem hanım­efendi, eğer ben de sizin kocanız olsaydım, o yemeği he­men yerdim."

Muhaliflerine en zehirli oklarını fırlatmaktan çekinmi- yen Lloyd George elbette, diğerlerinin de aynı şekilde mu­kabelelerine maruz kalacaktı. Lloyd George'a, kendisinin anlıyacağı bir dille en şiddetli bir şekilde cevap veren Wedgewood Benn adlı bir mebus oldu. Benn, millet vekil­liğinden önce bir Lord idi. Bu unvanı geri vermek hiç de


kolay olmamıştı. Oldukça kısa boylu, fakat son derece faal ve cevval zekalı Wedgewood Benn, Lloyd George'ın Libe­rallerini terketmiş, Sosyalistlere iltihak etmişti. Welsh'li bunu ne unuttu, ne de affetti.

Sosyalist Benn'in, Liberal Lloyd George'a verdiği c:.ğır cevabı daha iyi takdir edebilmek için, iki noktanın bilin­mesi gerekiyor. Lord ve dükler aleyhinde yıllarca sürdür­düğü şiddetli savaşlara rağmen, Lloyd George zengin in­sanların arkadaşlığından zevk aldı. Lord ve düklere karşı beslediği derin düşmanlığa rağmen, hiç bir İngiliz başvekili Lloyd George kadar lordluk "satmamıştı." (İngiliz kralla­rı (veya kraliçeleri] her yıl ihsan ettikleri unvanları baş­vekilin tavsiyelerine göre dağıtırlar.) Pek çok kimseyi "lord" yapan Lloyd George, onlardan topladığı "ücretler’i, ananeye göre, kendi partisine devreceği yerde, özel "Lloyd George sandığı”nda toplamış ve bu paraları şahsi politik emellerinin gerçekleşmesi uğrunda kullanmıştı.

Bir de "altın inek” deyiminin bilinmesi gerek. Tabir İn- cil'de geçer. Dindar gözükmelerine rağmen, bazı insanla­rın Allahın önünde değil, Kudüs'teki bir mabedde bulunan bir altın inek heykeli önünde eğildikleri, yani parayı, mad­diyatı, dini inanışlardan üstün tuttukları anlatılmak is­tenir. Şimdi, Lloyd George ile Wedgewood Benn arasında­ki söz düellosuna geçebiliriz:

Başvekil Lloyd George, bir gün Parlementoda kısa boy­lu Benn'i itham edici ve istihzalı bir dille şöyle küçük dü­şürmeğe çalıştı: "Musa’nın cebine sığabilecek bu adam, beşeriyeti bir Yeni Kudüs'e götürecek yolda önderlik et­meğe çalışıyor."

Avam Kamarası üyesi Wedgewood Benn, derhal yerin­den zıphyarak cevap verdi: "Ama ben Altın İnek önünde hiç bir zaman eğilmedim ki.

İstiklal Mücadelemiz sırasında Lloyd George Yunanlıları desteklemiş, İngiltere'yi Türkiye aleyhine harbe sokmağa çalışmıştı. Öte yandan, İrlanda meselesinde, muhalefet sı­ralarında söylediklerinden tamamen aykırı yol tutmuş, şiddetle tenkit ettiği renkli selefleri gibi, adadaki ayaklan­maları bastırmak için kuvvet kullanmıştı.

Başvekilin değişen İrlanda siyaseti karŞJsında, işçi ve­killeri Koalisyon kabinesinden ayrıldı. Bu kabinede Sömür­geler Vekilliğini deruhte eden Winston Churchill'in gayret ve çalışmalarıyle, Katolik Güney Irlanda'ya, İngiliz Mil­letleri Camiası içinde bağımsızlık verilince, Muhafazakar­lar da kabineden ayrıldı ve böylece Lloyd George'ın Koa­lisyon Kabinesi de düştü CEkim, 1922).

Müteakip bir kaç yıl Liberal Partisinin de dağıldığını gördü; ve 1920'lerin ortalarından itibaren İşçi Partisi (Sos­yalist resmi muhalefet partisi olarak Liberallerin yerini aldı. Parlamentodaki Liberallerin sayısı ise her seçimde bi­raz daha azaldı ve 1970'lerin ilk yıllarında dört-beş millet­vekiline kadar düştü. Uzun ve devamlı sürüp süremiyeceği hakkında henüz bir şey söylenemezse de, son seçimlerin Liberal Partisi için yeni bir canlanış olduğunu belirtmek her halde hatalı bir görüş olmasa gerek.

Başvekillik koltuğunu terketmesine rağmen, Lloyd Ge­orge, Parlamentodaki hizmetine devam etti. Siyasi kuvvet ve nüfuzu kaybolmuşsa da prestiji hala fazlaydı. Zaman zaman asit dilini yine muhafaza ettiğini göstermekten de geri kalmıyordu. İkinci Dünya Harbinden önce çağın baş­vekili Neville Chamberlain aleyhindeki nutukları Avam Kamarası tarihinin unutulmaz sayfaları arasındadır. Bir konuşmasında Neville Chamberlain'in "dış siyaseti, bir şehrin kanalizasyon borusunun yanlış ucundan” gördüğü­nü söylemiş, bir diğerinde de Başvekilin ancak "bir kıtlık yılında Birmingham şehri belediye başkanlığı görevini ye­rine getirebilecek” vasıflara sahip olduğunu ifade etmişti.

Başvekil Chamberlain'in tavizci politikasına karşı 1940 yılında İngiltere Parlamentosunda büyük bir muhalefet hareketi başladı. Leopold Amery adlı bir mebus o yılın Mayısında verdiği bir nutukta, Chamberlain'e hücum eder­ken, İngiltere'de Kralcılarla Parlamentocular arasında ce­reyan eden dahili harpte C 1642-52) Parlamentocuların lide­ri Oliver Cromwell'in (1653-58 arasında Başvekil idi) ça­ğının başvekiline söylediği sözleri tekrarladı:

"Orada, bundan sonra iyi hiç bir iş yapmana imkan ol­mayacak şekilde, uzun zamandır oturuyorsun. Çekil, ve senden kurtulalım, artık! Çekil, Allah aşkına çekil!"

Chamberlain ise, hala kendisini desteklemekte devam eden arkadaşlarına hitap ediyor, karşı saflara geçmemele­rini rica ediyor, onların hislerine başvurarak kendisine bağlı tutmağa çalışıyordu. Millet vekili Lloyd George, işte bu sıralarda Parlamentodaki son sözlerini söylüyordu:

Bu, Başvekilin arkadaşlarının kimler olduğu meselesi olmak­tan çıkmıştır. Bu, çok daha büyük bir meseledir. Başvekil halk­tan fedekârlık istiyor. Millet, bındaki hükümetin liderlik va­zifesin i yürütebileceğini bildiği, hükümetin gayesinin ne oldu­ğunu açıkça gösterdiği ve liderlik mevkiindekilerinin ellerinden geleni samimiyetle yaptığına inandığı müddetçe, kendinden iste­nen ve beklenen her türlü fedakârlığı yapmağa âmadedir. ... Baş­vekilden, gayet samimi ve ciddî olarak, millete bir fedakârlık örneği göstermesini istiyorum. Harbi zafere ulaştıracak yolda bizim için, millet için yapabileceği tek fedakârlık, elindeki mü- hürünü artık bırakmasıdır.

Lloyd George'ın bu sözleri Kamarada öylesine bir elek- triki hava yarattı ki. bir çok Muhafazakar mebus da hü­kümete güven oyu vermedi. Chamberlain gerçi yine de ço­ğunluğu temin etmeğe muvaffak olduysa da istifa etti, ve Winston Churchill'in harp yıllan Koalisyon kabinesini kudasına zemin hazırladı.

Bir "kulübede" büyütüldüğünü söyliyen ve hayatı bo­yunca en zehirli oklarını "dük"lere saplamaktan vahşi bir zevk duyan, Lordlar Kamarasının kuvvet ve nüfuzunu biz­zat kısıtlıyan David Lloyd George'ın, 31 Aralık, 1944 te "Lordluk" unvanını kabul etmesi, gayet tabii, hayretle kar­şılandı. Üç ay sonra da, amcası tarafından büyütülen ka­sabada öldü (26 Mart, 1945).

Güney, Afrikalı Mareşal Smuts, Lloyd George için, "Bi­rinci Dünya Harbi zaferinin baş mimarı" demişti. İkinci Dünya Harbinde İngiliz milletini zafere ulaştıran Winston Churchill de, Lloyd George'dan şöyle bahsetti:

"Yirminci asrın ilk çeyreğinin İngiltere tarihi yazıldığı vakit. harp ve barıştaki hadiselerin büyük bir kısmının bu adam tarafından şekillendirildiği görülecektir"

Fakat Welshli hakkında en iyi söz, her ikisinin de pek sevdikleri ve İngiltere'ye gönülden hizmet ettikleri Parla­mentoda, yine Churchill tarafından söylenen kelimelerdir. Churchill'in başlıca hususiyetlerinden biri de, Kamaradaki konuşmalarında, sözlerine, üyeleri itiraza sevkedecek şekilde başladıktan sonra, söylediklerinin gerçekte Parlamentonun çoğunluğu tarafından kabul edilebilecek mahiyette oldu­ğunu göstermekti. Lloyd George'ın ölümünden iki gün sonra. Başvekil Winston Churchill, Parlamentoda şunları söylüyordu:

"O zaman Lloyd George devletin temel kudretini ve hü­kümetin liderliğini eline geçirdi." Başvekil Churchill bunu söyler söylemez, Parlamentonun muhterem mebusları iti­raz sesleri çıkarttılar: "Ele geçirmek mi dediniz?" Başvekil Churchill, hiç bir şey olmamışcasına devam etti: "Cariyle I ünlü tarihçi ve yazarı, Oliver Cromwell'den, zanneder­sem, böyle bahsediyordu: 'O, bu mevkie göz dikti. Bu mev­ki, belki de onun hakkı idi.' " Ve muhterem üyeler Başve­kilin bu kelimelerini alkışladılar.


VII

Franklin Roosevelt'in köpeği

Bir şey size tuhaf görünüyorsa onun gerisindeki gerçeği arayınız.

George Bernard Shaw

Beşer ırkının elindeki ş^aalı tek silâh, gerçekten, gülmektir.

Mark Twain

Nükte saatını koruyor, gong, zamanı geldiği vakit vuracak.

Shakespeare

Tngiltere ve Amerika'daki seçimlerde namzetlerin ka­panmasında veya parlamentolara getirilen muhtelif tekliflerin kanunlaşmasında ve yahut reddedilmesinde nük­tenin oynadığı inkar edilmez rollere dair muhtelif örnek­ler verilebilir. Fakat bunların hiç biri, Franklin Delano Roosevelt'in Amerika Cumhurbaşkanlığı içm dördüncü kampanyasını açtığı, 23 Eylül, 1944 teki nutkunun "Fala" kısmı kadar dünya tarihine tesir etmedi.

Roosevelt ailesi Amerika'nın en eski ailelerinden biridir. İlk üyesi ülkeye 1638 de Hollanda'dan göç etti. Bu aile Amerika'ya pek çok devlet adamı, iş adamı, iki cumhur­başkanı Cbiri Theodore Roosevelt) hediye etti. Roosevelt'ler bilhassa yirminci asrın ilk yansında Amerikan tarihinde büyük rol oynadılar.

Franklin Delano Roosevelt ise dört defa ardı ardına cumhurbaşkanı seçildi. Bir Anayasa tadili ile (1948) bir


kimsenin ardı ardına iki defadan fazla cumhurbaşkanı se­çilebilmesi önlendiğinden, Roosevelt'in bu rekoru hiç bir zaman yenilenemiyecek.

Roosevelt 1882 de doğdu ve Harvard üniversitesini bi­tirdikten sonra (1904), Columbia Üniversitesinde hukuk tahsil etti; 1910 da da New York eyaleti senatosuna seçil­di. Cumhurbaşkanı Wilson'un 1912 kampanyasında büyük hizmeti görüldüğünden, Roosevelt, 1913 te Wilson tarafın­dan Deniz Kuvvetleri Vekil Muavinliğine tayin edildi ve 1920 ye kadar bu mevkide kaldı. Roosevelt, 1920 yılında De­mokrat parti Cumhurbaşkanı Muavini namzedi idi, fakat o yılın seçimlerinde Demokratlar büyük bir farkla mağlup oldular. Ertesi yıl (39 yaşında iken> Roosevelt'te nüzul isa­bet etti ve vücudünün belinden aşağı kısmı tutmaz oldu. Bükülmez azmi ve tükenmez enerjisi sayesinde, bacakla­rını kısmen kullanacak kadar kendi kendini iyileştirdi. Daha sonra inmeli insanlara yardım için büyük bir vakıf kurdu. Karısı ve yakın arkadaşlarının teşviki ile tekrar politikaya döndü ve 1928 de küçük bir farkla New York valisi seçildi. Ertesi yıl Amerika kendini büyük bir iktisa­di krizin içinde buldu, milyonlarca insan bir anda işsiz kaldı, binlerce ve binlerce zengin bütün servetlerini kay­betti. Roosevelt 1930 da tekrar New York valiliğine seçil­di; 1932 yılında Amerika cumhurbaşkanı oldu ve ölünceye kadar ( 1945) Cumhurbaşkanı kaldı.

Onüç sene cumhurbaşkanlığı yapmasına ve pek çok anekdotları ile de ^niınmasına rağmen, Roosevelt'in poli­tik nüktelerini değerlendirmek iki sebepten ötürü güçtür. Birincisi, mesai arkadaşları ve biyografisini yazanlara gö­re, Roosevelt; Randolph, Disraeli, ve Churchill gibi yaratı­cı bir nüktedan değildi. Roosevelt, daha ziyade, diğerleri­nin nüktelerinden büyük zevk duydu ve siyasi düşmanla­rının kendisi aleyhinde çıkardıkları fıkraları, onlara kar­şı bir seçim silahı olarak kullanmasını gayet iyi bir şekil­de başardı. Uzun yıllar cumhurbaşkanlığı mevkiinde otu­ran bir kimsenin elbette pek çok düşmanları olacaktı. On­lar Roosevelt aleyhine bir sürü fıkralar yayınladı. Fakat Roosevelt, onların bu anektodlarını alıyor, yine onlara karşı bir silah olarak kullanıyordu. Nitekim, aşağıdaki anekdotu karısı Elanor (ki iyi bir yazar ve hatipti), kocası namına Uzak-doğudaki Amerikan birliklerini ziyaret etti­ği vakit, bir iki defa binlerce er, subay ve general önünde tekrarlad ı:

Amerikan ve Japon birliklerini bıribirlerine karşı bir ölüm - kalım savaşına tutuştukları Pasifik adalarından birinde bir su­bay bir gün üzüntülü bir erle karşılaşır, ve sorar: "Ne var? Ne oldu?''

Er, zor işidilen bir sesle, âdeta ağlarcasına cevap verir: "Aylar­dır buradayım, hâlâ bir tek Japon askeri öldüremedim. Ben şim­di Amerika’ya, ailemin yanına ne yüzle döneceğim?"

Subay, erin üzüntü ve endişesine bütün kalbiyle iştirak ediyor­du. "Bak," dedi, "seni muradına erdireyim. Şu karşıki tepeyi görüyor musun? Oraya tırman, ve avazın çıktığı kadar, "Hiro- hito’nun canı cehenneme!" diye bağır. Göreceksin, mukaddes imparatorlarına hakaret edildiğinden gazaba gelecek Japon as­kerleri derhal etrafını çevirecekler. O zaman sen de gönlünün arzusunu yerine getirir, istediğin kaciar Japon askeri öldürür­sün."

Fakat er daha ağlamaklı olur. Subay, "Peki, şimdi ne var?" diye sorunca, er, gözyaşlarını güç zaptederek şunları söyler:

"Efendim, onu da yaptım, ama para etmedi. Etrafımı alan dü- zünelerle Japon askerlerinden bir tanesini dahi öldürmeğe vakit bulamadan hepsi bir ağızdan bağırdılar: ‘Roosevelt’in canı ce­henneme!' "

Roosevelt, aleyhindeki şu fıkrayı da bilhassa beğenirdi. Zaman zaman diğerlerine de anlattı.

Cumhurbaşkanı Roosevelt'in amansız muhaliflerinden tanınmış bir iş adamı her sabah, New York şehrinin bir banliyosundaki evinden trenle New York Grand Central İstasyonuna gelir gelmez, perondaki gazeteciden bir New York Times satın alır ve birinci sayfaya bir göz attıktan sonra bırakıp gider.

Gazeteci, nihayet dayanamayarak sorar: "Beyim, gazete yi satın alıyor, ama sadece birinci sayfaya şöyle bir göz at­tıktan sonra bırakıp gidiyorsunuz. Sebebini sorabilir mi­yim1? "

"Gazetenin ölenler sütununa bakıyorum," cevabını ve­rir adam.

* i a   •• ı ı . 4    •  ■ »• »•    »•     r» ı > ı

Ama ölenler sütunu yirmi uçuncu sayfada.

Adam, "Benim baktığım herifin ölümü birinci sayfada verilecek, cevabını verir.

Cumhurbaşkanı Roosevelt, aleyhinde söylenenleri Ame­rikan sisteminin totaliter rejimler karşısında üstünlüğünü gösterdiğine inanırdı. Alelade bir vatandaşın dahi cumhur­başkanını tenkit etmesi en tabii hakkı idi. Onun hoşuna giden anekdotların birinde, bir Amerikan vatandaşı bir Sovyet vatandaşına sorar: "-Bak, ben, 'Roosevelt'in canı ce­henneme,' diyebiliyorum. Sen Rusya'da bunu söyleyebilir misin?"

"Elbette, söyliyebilirim," der Sovyet vatandaşı. "Hem de Stalin'in yüzüne karşı. Kremlin'e gider, Stalin'in yanına çıkan ve haykırabilirim: 'Roosevelt'in canı cehenneme!' "

roosevelt'in nüktelerini değerlendirmenin ikinci güçlüğü de şurada: Cumhurbaşkanı, evvelemirde, kelimelerini, fi­kirlerini ve hazan bütün nutuklannı başkalarının yazdığı siyasi bir liderdi. Bunun içindir ki, nükteleri arasında han­gilerinin kendisinin, hangilerinin diğerlerinin olduğunu tayin etmek zor.

Hakim Samuel I. Rosenman Roosevelt'in baş nutuk ya­zan idi; 1928 den, Roosevelt'in öldüğü yıl 1945 e kadar Cum­hurbaşkanının pek çok nutuklarını bilfiil kaleme aldı. Working with Roosevelt adlı kitabında Hakim R^nman, Cumhurbaşkanının, diğerlerinin yazdıklan nutuklan kul­lanmasının elzem olduğunu söyler. Bir Amerikan cumhur­başkanı hükümetinin icraatıyle ilgili temel nutuklarından Kızılhaç'ın mesai senesinin açılışıyle ilgili beyanına ka­dar, binlerce ve binlerce yazılı ve sözlü beyanat vermek zorunda. Bir cumhurbaşkanının hem bu nutuklarla meş­gul olması hem de cumhurbaşkanlığı görevini layıkıyle yerine getirmesi imkansız denecek kadar güçtür. Bundan böyle, Roosevelt, gazetecilerden piyes yazarlarına kadar pek çok tanınmış Amerikalıyı nutuk yazmaları için etra­fına topladı. Bunların arasında Şair Archibald MacLeish, meşhur gazeteci kadın Dorothy Thompson da vardı. Bun­dan başka, gerek istenildiği ve gerekse istenilmediği za­man bu çevre dışında kalan insanlardan da yüzlerce fi­kir, nutuk planları ve nutuklar geldi. Bunları gönderenler arasında Amerikan vatandaşlan olmıyanlar dahi vardı.

Başarılı bir hatip olabilmenin ilk şartının, gerekenden fazla konuşmamak olduğunu Roosevelt senelerce önce öğ­renmişti. Avukatlığının ilk yılında çok zor bir davayı üze­rine aldı. Karşı tarafın avukatı jüriye nasıl hitap edilmesi gerektiğini çok iyi bilen biri idi ve genç rakibinden çok da­ha inandırıcı deliller ortaya koydu. Maamafih, bir hatip için öldürücü bir hata işlemişti: saatlerce konuştu. Roose­velt, jürinin onun söylediklerine pek aldırış etmediğine dikkat etmişti. Jüriye hitap etme sırası kendisine geldiği vakit şunları söyledi:

"Efendim, delilleri işittiniz. Mükemmel bir hatip olan muh­terem meslekdaşımı dinlediniz. Eğer ona inanır ve delil­lere inanmazsanız, onun lehinde karar vermek zorunda­sınız. Söyleyeceklerim bundan ibaret."

Kendi odasına çekilen jüri üyeleri sadece beş dakika son­ra Roosevelt'in lehinde karar verdiler.

Hakim Rosenman kitabında, Roosevelt'in, kendisi için yazılan nutukların, hiç olmazsa ana noktalannı değiştir­diğini tekrar tekrar söyler, ve böylelikle, bu nutuklann, başkaları tarafından yazılmış dahi olsa, "Roosevelt'in ken­di nutukları" olduğunu belirtir. Rosenman, Cumhurbaş­kanı için nutuk yazanların zamanla onun nelerden hoş­landıklarını öğrendiklerini ve nutukları Roosevelt'in sti­linde kaleme aldıklarını da ilave eder.

Kendisini Beyaz Ev'e götürecek 1932 Cumhurbaşkanlığı seçimine hazırlanan Roosevelt, depressiyon'la Cbüyük ikti­sadi kriz) mücadelede kendisine fikir vereleri için etra­fına Columbia Üniversitesinin ünlü profesörlerini topladı. Nutuk yazan Louis Howe, Roosevelt'in bu "müşavir"lerin- den "beyin sandığı" (brain trust) diye istihfafla bahsedin­ce, Amerikan politikası yeni bir terim kazanmış oldu. Ger­çekte, halkın, Roosevelt'in zannettiği bir çok cümle ve iba­releri nutuk yazarlan bulmuştu. Mesela, Roosevelt'in 1932 de Chicago şehrinde Demokratik partinin cumhurbaşkan­lığı namzetliğini kabul ederken verdiği nutuktaki meşhur cümleyi Rosenman yazdı: "Amerikan halkına bir ‘new deal'

getireceğimi size .vadediyorum,            kendime vadediyorum.

Böylelikle, Amerikan tarihinde, bütün bir devreyi ifade eden iki kelimelik bir terim ortaya çıkmış oldu: New Deal. (Bu iki kelimenin harfi tercümesi "yeni pazarlık" veya "yeni anlaşma" ise de, "yeni devir" diye Türkçeleştirmek kanaatımca daha yerinde olur.) Rosenman, kitabında, bu terimin böylesine tutacağını hiç bir zaman düşünmediğini yazar. Gerçekte, Roosevelt de aynı düşüncedeydi.

Roosevelt'in nutuk yazarlarının Amerikan politik edebi­yatına kazandırdığı ibareler arasında şunlar da var: "İkti­sadi hanedancılar" ve "kaderle randevü." "Korkudan baş­ka korkulacak korku yoktur," cümlesini de onlar çıkardı.

Roosevelt'in bir diğer meşhur sözü, "demokrasi tersane­si" de kendinin değildi. Gerçekte, bunu ilk defa Fransız devlet adamı Jean Monnet, Amerikan Yüksek Mahkemesi üyesi Felix Frankfurter ile görüşürken kullanmıştı. Tabiri çok beğenen Hakim Frankfurter, bunun Roosevelt'e çok iyi yaraşacağını söylemiş, M. Monnet'den bir daha kullan­mamasını rica etmişti. Roosevelt, Jean Monnet'inin "de­mokrasi tersanesi" sözünü 1940 da sık sık kullandı.

İtalya, Almanya ve diğer ülkelerde demokrasilerin dik- tatoryalar karşısında gerilediği, mutlak bir devlet kontro­lüne dayanan iktisadi sistemlerin serbest teşebbüsün ye­rini aldığı bir devirde, Roosevelt, kendisini demokrasi ve serbest iktisadi teşebbüs sisteminin kurtarıcısı mevkiinde gördü. Öte yandan, Amerikalıların alışık olmadığı ekono­mik tedbir ve sistemleri memleket çapında uyguladığı için de pek çok Amerikalı indinde, Roosevelt, demokrasi ve ser­best teşebbüs sisteminin yıkıcısı idi. Cumhurbaşkanı on­lara şu cevabı verdi:

Bin dokuz yüz otuz üç yazında rıhtımın ucunda duran iyi ve yaşlı bir centilmen, başındaki ipek fötr şapkasıyle denize düştü. Yüzmek bilmiyordu. Bir arkadaşı hemen koştu, denize atlıyarak kendisini ölümden kurtardı. Bu arada akıntı bu centilmenin şap­kasını alıp götürmüştü.

Nihayet kendine gelen yaşlı centilmen hayatını kurtaran ar­kadaşına candan teşekkür etti, hayatını ona borçlu olduğunu söyledi. Şimdi aradan üç sene geçtikten sonra, yaşlı centilmen, ipek fötr şapkasını kurtaramadığı için bu arkadaşına çıkışıyor.

Bu "ipek fötr şapka" hikayesi, Roosevelt'in, diğerlerinin yazdığı nutuklara kendi anekdotunu nasıl sıkıştırdığının iyi bir örneğidir.

Kendisinin "solcu" olduğunu iddia edenlere, Cumhur­başkanı Roosevelt, İngiliz tarihçisi ve yazarı Macaulay'ın. bir sözünü tekrarhyarak cevap veriyordu:

Büyük hâdiseler bize sesleniyor: "Muhafaza etmek istersen reform yap." Akıllı ve 'basiretli insanlar, zeki muhafazakârlar uzun zamandır, değişen bir dünyada, değerli müesseselerin, an­cak bu müesseseleri değişen zamanlara uydurmakla korunabile­ceğini biliyorlardı. ... Ben böylesine bir liberal olduğum için böy- lesine bir muhafazakârım.

Amerikan demokratik sistemini yıkmakla itham eden­lere verdiği cevaplarda, Roosevelt, sık sık fıkralar da an­lattı. Chicago'daki bir seçim nutkunda (14 Ekim, 1936) şun­ları söyledi:

Bu insanlardan bazıları ne kadar hasta olduklarını gerçekten unuttular. Nasıl ateşler içinde kıvrandıklarını gösteren grafikler bende duruyor. Bizim, metin, ferdiyetçi insanlarımızın o zaman­lar dizlerinin nasıl titrediğini, kalplerinin nasıl attığını ben bili­yorum. Kalabalık gruplar halinde Washington’a geliyorlardı. Washington, o zaman tehlikeli bir bürokrasi gibi görünmüyor­du. Hayır, hayır! Washington o zaman âcil bir hastahane gibi gö­rünüyordu. Bütün bu mümtaz hastalar o zaman iki şey istiyor­lardı: ağrının giderilmesi için derhal bir iğne ve hastalığın tedavi edilmesi. Bunların hemen yapılmasını istiyorlardı; biz her ikisi­ni de yaptık. Ve artık bu hastalarımızın çoğu iyileşti, yeniden eski sıhhatlerini kazandılar. Öyle ki, bazıları, koltuk değneklerini doktora fırlatacak kadar iyileşti.

Roosevelt, radyo ve gazetelerin haber servislerinden fev­kalade istifade etmesini bildiğinden, halka doğrudan doğ­ruya hitap etmesini gayet iyi beceriyordu. Churchill gibi aristokratik bir şivesi olmasına rağmen, bilhsssa "arka­daşlarım" diye başladığı radyo sohbetlerinde, vatandaşla­rı ile karşılıklı anlayışa dayanan tam bir ilişki kurmuş­tu. Devrin en iyi piyes yazarlarından (ve Roosevelt’in nu­tuk yazan) Robert E. Sherwood'a göre, "Bu adam her jest ve hareketi tam anında yapabilmesi, ses ve ifade tarzını istediği şekilde değiştirebilmesiyle günümüzün en iyi ak­törlerinden biri olabilecek evsafa sahip”ti. Roosevelt din­leyicilerini güldürmesini çok seviyor ve muhaliflerinden sık sık meşhur gülüşleriyle bahsediyordu. New York'taki bir nutkunda, dünya krizini önceden görebilmek yerine, kendisine her adımda muhalefet eden Cumhuriyetçileri ele aldı ve isimlerini müzikal bir şekilde söylediği üç Cum­huriyetçiden bahsetti: “Martin, Barton ve Fish. Dinleyiciler bundan fazlasıyle hoşlandıklarından, R^sevelt, bu üç is­mi diğer nutuklarında da aynı şekilde söyledi. Artık öyle bir durum hasıl olmuştu ki, Cumhurbaşkanı "Martin” der demez, dinleyiciler Roosevelt'le birlikte bağırıyordu: "Bar- ton ve Fish!"

O yıl Bruce Barton, New York eyaleti senatörlüğü için mücadele ediyordu. Cumhurbaşkanı bu isimleri ilk defa söylediği zaman, Burton, "Eğer başka yerde de tekrarlar­sa, yandım, dedi. Bruce Barton kendi istikbalini iyi gör­müştü. Büyük bir çoğunlukla seçimi kaybetti. Gerçekte 1940 yılında Cumhuriyetçi partinin cumhurbaşkanı nam­zedi Wandell Wilkie, bu infiratçı üç cumhuriyetçinin ken­di seçimine dahi tesir ettiğini söyledi.

Bu seçimde, madenciler sendikasının meşhur lideri John L. Lewis ile Amerikan Komünistleri de Cumhuriyetçileri desteklemişlerdi. Hitler-Stalin Paktına rağmen, Roosevelt' in Hitler'e hücum etmesi Amerikan Komünistlerini kızdır­mıştı. Fakat John L. Lewis ve Komünistlerin, Wilkie'nin arzu etmemesine rağmen, kendisini desteklemeleri ona pek çok rey kaybettirdi. Roosevelt, bundan "gayri mukad­des bir ittifak" diye, hem nükteli hem de ciddi bir şekilde bahsediyordu:

Cumhuriyetçi partide müfrit reaksiyonerlerle müfrit radikal­lerin gayri mukaddes ve meşum bir ittifaka giriştiklerini görü­yoruz.

Hepimizin bildiği gibi, onların birleşecekleri müşterek bir nok­ta yok. O halde onları biribirleriyle işbirliğine sevkeden şey, normal demokratik yollarla yetinmeyerek, kudreti bir an önce ele geçirmek, bir gece içinde diktatörlük kurmak istemelerinden başka ne olabilir?

Kahverengi halıya konduğu zaman kahverengi, kırmızı halıya konduğu zaman kırmızı olan fakat ekose bir kumaşa konduğu zaman trajik bir şekilde ölen talihsiz bukalemunu hepimiz bili­yoruz. Birbirleriyle çelişki halinde olan ve halen Cumhuriyetçi partiyi destekliyen bu grupların biribirlerine karşı yaptıkları giz­li vaatleri yerine getirmeğe çalıştığımız takdirde, Hükümetin de ne hallere gireceğini hepimiz biliyoruz.

Roosevelt'in vekillerinden Harold Ickes'ın gerçekten ha- karetli bir dili vardı. Tanınmış bir şirket avukatı Wandell Wilkie politika sahnesinde göründüğü vakit, Cumhuriyet­çiler onu ülkeyi kurtaracak, köyden yetişme bir mesih gi­bi göste^eğe çalışıyorlardı. Ickes, Wilkie için şunları söy­ledi: "Zengin adamların Roosevelt'i, Wall Street'in [dünya­nın en büyük kapitalistlerinin toplandığı meşhur sokakl basit, yalın-ayak çocuğu."

İngilizcede "şapkayı ringe fırlatmak" diye bir deyim var­dır. Bilhassa politikacılar için kullanılır. Bir kimse her hangi bir politik mevki için mücadele etmeğe karar ver­diğini açıkladığı vakit, "şapkasını ringe fırlattığı" söyle­nir. "Diaper" de "çocuk bezi" demektir. New York valisi Dewey de Cumhuriyetçi partinin cumhurbaşkanı namzedi olmak için mücadele etmeğe karar verdiği vakit, Vekil Harold Ickes şunları söyledi: "Dewey 'diaper'ini ringe fır­lattı. (Cumhuriyetçi partinin 1944 ve 1948 yıllarındaki cumhurbaşkanı namzedi Thomas Dewey idi. Birincisinde Roosevelt'e, ikincisinde Truman'a kaybetti.) Yine Harold Ickes'in şu sözünün Dewey'e epeyce reye mal olduğu söy­lenir: "Dewey, düğün pastası üzerindeki minnacık adama benziyor."

Kabine üyeleri arasında anlaşmazlık çıktığı vakit, Cum­hurbaşkanı Roosevelt, nükte ile hal çaresi bulmağa çalışı­yordu. Maliye Vekili Henry Morgenthau ve Bütçe Direk­törü Harold Smith, biribirlerinin boğazlarına sanlacakca- sına münakaşa ediyorlardı. Roosevelt, aşağıdaki memoran- dum'u nutuk yazarı Samuel 1. Rosenman'a gönderdi. din­cisi de onu her ikisine gösterince, bu iki hükümet üyesi
arasındaki husumet de sona erdi. R^^evelt'in memoran­dumu şöyle idi:

S. I. R'a memorandum:

Metin Kutusu: F. D. R.Genellikle "Kavgacı Smith" diye bilinen Harold Smith'le, umu­miyetle "Gemici Morgenthau” diye bilinen Maliye Vekilini aynı odaya kilitle, kavgadan galip çıkanı dışarı çıkar.

Roosevelt'le nutuk yazarları arasında da nükte eksik olmuyordu. Cumhurbaşkanın muhalifleri, 19 Ekim, 1932 de Pittisburgh şehrinde verdiği bir nutuktan ötürü bilhas­sa acı bir dille onu tenkit ediyorlardı. Roosevelt o nutkunda, masrafların azaltılacağını vadetmişti. Öte yandan, depres- siyonla kesin bir mücadeleye girişebilmek için tamamen zıddını yapmak zorunda kaldı. Roosevelt, 1936 kampanya sına başlayacağı sırada nutuk yazarı Hakim Rosenman'a 1932 nutkunu "izah eden" bir nutuk hazırlamasını söyle­di. Nutku tetkik eden Rosenman, Cumhurbaşkanına şunu tavsiye etti: "Bay Cumhurbaşkanı, 1932 nutku için yapa­cağınız tek şey, o nutku söylediğinizi kesinlikle reddetmek­tir."

Hiç bir Amerikan Cumhurbaşkanı Roosevelt kadar ba­sında tenkit edilmedi. Cumhurbaşkanı da muhtelif vesile­lerle bundan hümorla bahsetti, ve Amerikan askeri stra­tejisini tenkit eden gazetecilere de şöyle cevap verdi: "Planlarımız hakkında şunları söyleyebilirim: bu planla­rın ne olduğunu ve nasıl yürütüleceğine karar verenler, görüşlerini, basın veya radyoda aksettiren daktilo strate- jistleri değillerdir.

"Amerika’nın en büyük askerlerinden biri, Robert E. Lee, kendi devrinin harbi sırasında, bütün generallerin ordu­dan ziyade gazetelerde çalıyor göründüklerini söyleyerek trajik bir hakikatı belirtmişti. Ve öyle görülüyor ki, bu, bütün harpler için doğru."

Roosevelt, 1940 yılında üçüncü defa olarak Cumhurbaş­kanlığı için mücadele edeceğini söyledikten sonra, bütün ailesi zaman zaman en ağır hücumlara maruz kaldı, Cum­hurbaşkanlığında kalmasının Amerika içinde felaketli neticeler doğuracağı söylendi. Cumhurbaşkanı, şahsına ve ailesi efradına yapılan hücumları bir nutkunda şöyle ce­vaplandırdı (8 Ocak, 1940):

Tabii—politik görüşler karşısında alarma kapılanlar dışında— hayatın daima karanlık yüzüne bakanlar da bulunur. Eşyanın eskisi gibi olmadığından şikâyet edenler, ve kendileriyle aynı fi­kirde olmayanları ahmak veya sahtekâr diye sıfatlandıranlar vardır. Onlar, benim kanaatimca—hemen hemen her ailede bir tanesinin bulunduğu—talihsiz insana, "sıhhatinin kötü olmasın­dan zevk alan" talihsiz insana benzerler. [Kahkahalar]

Ben, bazan bu gibi insanları dinlediğim vakit, ihtiyar Jed Am­cayı daha iyi anlıyorum.

[Roosevelt burada mükemmel bir mahalli şive ile aşağıdaki hi kây eyi anlatmağa başlad ı. ]

Ezra bir gün, "Jed Amca,” dedi, “işitmen biraz ağırlaşmıyor mu?"

“Evet,” cevabını verdi, Jed Amca, "korkarım biraz sağırlaşıyo­rum.”

Ezra, bunun üzerine. Jed Amcayı Boston'a gidip bir kulak dok- torwıu görmeğe ikna etti.

Jed Amca Boston’dan döndü ve Ezra doktorun ne dediğin i sor­du.

Jed Amca, “Doktor bana içki içip içmediğimi sordu ve ben de zaman zaman içtiğimi söyledim.”

"Bunun üzerine doktor, ‘Bak, Jed,' dedi, ‘İşitme hassanı kay­betmek istemiyorsan, içkiyi bırakacaksın.' ”

Jed Amca, doktorun bu sözünden sonra iyice düşündüğünü ve doktora şu cevabı verdiğini söyledi: “Doktor, içtiklerimi işittik­lerimden öylesine fazla seviyorum ki, sağırlaşmakta devam et­meğe karar verdim.” [Kahkahalar]

Roosevelt hayatının en büyük politik nutkunu 23 Eylül. 1944 te, Washington'daki Statler Otelinde verdi. Bu nut­ku ile dördüncü defa olarak Cumhurbaşkanlığı kampan­yasını açtı. Roosevelt'in bu nutkunda yapacağı şey, ya memleketin karşılaştığı meseleler üzerinde durmak veya halkın düşüncelerini başka noktalara çekmekti. Bir kim­senin dördüncü defa cumhurbaşkanı olmak istemesi Ame­rikan tarihinde ilk defa görülüyor, ve üstelik Roosevelt'in sıhhati da her geçen gün kötüleşiyor ve bu da ülkede de­rin endişeler doğuruyordu, zira en son konuşmasında bir kararsızlık ve tutukluk sezilmişti. Halk ve gazeteler şim­di genç Dewey'nin bu "yorgun yaşlılar"dan ülkenin diz­ginlerini alacağını söylemeğe başlamıştı.

Washington nutkundan bir kaç ay önce, Cumhuriyetçi partili bazı mebuslar bir söylenti üzerinde durarak, Cum­hurbaşkanının, Alaska dönüşü köpeği Fala'yı gende bırak­tığının farkına vardığını, ve bunun üzerine, deniz kuv­vetlerini büyük masrafa sokarak, geriye bir muhrip gön­derip Alaska'daki bir deniz üssündeki köpeği gen getir­diğini yaymağa başlamışlardı. Hikaye muhalif gazeteler­de defalarca yayınlandı ve Roosevelt de, bu hikayede po­tansiyel bir cevher sezerek kimsenin cevap vermemesini, çünkü gereken cevabı kendisinin vereceğini söyledi. Ro- senman, bu nutukta hem kendisinin hem de She^oed’un hissesi olduğunu söylemekle beraber, köpekle ilgili kısmın tamamen Roosevelt tarafından yazıldığını belirtti. Nutuk, "nükte" ile muhaliflerin nasıl alt edilebileceklerine en iyi bir örnekti. Sadece alaylı ve istihfaflı bir nutuk değil, ay­nı zamanda eğlendirici, sadece bir kimseye değil, Cumhu­riyetçi Partinin bütün üst kademelerine hücum eden bir nutuk.

Roosevelt’in muhalifleriyle ısırıcı bir dille alay edişi hiç bir nutkunda bu hitabesindeki kadar belli olmadı. Nutku­na, Dewey'nin "yorgun ihtiyar adam" sözüyle alay ederek başladı: "İşte, bir defa daha—dört yıl sonra—tekrar bir araya geldik. Ve ne hararetli bir dört seneydi bu! Biliyor musunuz, gerçekte ben şimdi dört sene daha yaşlıyım, ve bu gerçek bazı kimseleri nedense rahatsız ediyor. Hakikat­te, 1933 te kucaklarımıza bırakılan çöplüğü temizlemek işine başladığımızdan bu yana milyonlarca Amerikalı on bir sene yaşlandı."

Roosevelt işçiler için çok şeyler yapmış, işçiler ve sen­dikaları da genellikle kendisini candan desteklemişti. Bun­dan böyle, işçilerden zevkle bahsederdi. Bu nutkunda da aynı konuya değindi:

"Hepimizin bildiği gibi, bazı insanlar işçilerin başanla- nnı küçümsemeyi meslek haline getirmişlerdir, bu insan­lar işçileri vatanse^mezlikle dahi itham ederek ûç sene al­tı ay durmaksızın onlara hücum ederler. Fakat ondan sonra, anlaşılmıyan garip sebeplerden ötürü, dört senede bir, seçimlerden önce, notalarını değiştirmeğe karar veri­yorlar. İş reye geldi mi, onlar birdenbire işçileri sevdikle­rini anlıyor ve onları eski dostlarından korumağa çalışı­yorlar.

"Mesela, Chicago'da geçen Temmuzda toplanan Cum­huriyetçi Kongresinin seçim platformu beni—ve eminim sizleri de—kahkahalara garketti:

IRoosevelt, bundan sonra, gayet ciddi bir şekilde aşağı­daki paragrafı okudu: "Cumhuriyetçi Parti İşçi-işveren Milli Kanununu, Çalışma Saatleri ve Ücret Kanununu, Sosyal Sigorta Kanununu ve Amerikan kadın ve erkek iş­çilerine daha iyi bir hayat standardı getirmeğe matuf bü­tün kanunları kabul ettiğine ve bu kanunların hakkaniyet esasları dahilinde uyarlanacağına söz verir." 1

"Biliyorsunuz ki, Genel Kongrelerinde bu platformu heyecanla tasvip edip alkışlıyan bir çok Cumhuriyetçi li­der, Kongre üyeleri ve namzetler mütekamil kanunlarla güpegündüz dahi karşılaşsalar tanımazlar. Gerçekte onlar senelerce gayret ve enerjilerini—ve paralarını— bu kanun­ların her birine muhalefet yolunda harcadılar.

"Sirklerde cambaz fillerin şahaser numaralarını hep sey­rediyoruz. [Cumhuriyetçi partinin sembolü fildir.] Fakat hiç bir fil sırtı üstü düşmeksizin ayakları üzerinde döne­mez.''

Roosevelt, daha sonra, kendisini harbe hazırlanmamak- la itham edenlere alaylı bir dille cevap verdi:

"Kongrede ve Kongre dışında 1939 dan önce ve sonra giriştiğimiz hazırlıklara muhalefet seslerini yükseltenler vardı.... Biz bu sesleri şimdi hatırlıyoruz. Ama onlar bun­ları unutmamızı istiyorlar. Fakat 1940 ve 1941 de—gerçek- ten, çok uzak bir mazideymiş gibi geliyor—bu sesler pek gür seslerdi.

"Cumhuriyetçi liderleri şimdi şunu demek istiyorlar: 'O zamanlar söylediklerimizi unutun. Biz şimdi fikrimizi de­ğiştirdik. Biz anketleri yakından takip ediyor ve artık Ame­rikan halkının bu hususta neler düşündüklerini biliyoruz.' Ve ilave ediyorlar: 'Barış yapmadan önce hazırlanmamızı söyleyen, temellerini hazırlıyan ve barışı gerçekleştirmek İçin son beş sene zarfında adım adım çarpışmak zorunda kalan o ihtiyar insanlara barışı yaptırmayın. Bırakın, biz yapalım. Biz iyi bir barış getireceğiz—ve bunu yaparken de bir tek infiratçı rey veya infiratçıların seçim kampan­yasına verecekleri bir tek doları dahi kaybetmiyeceğiz.' "

Cumhuriyetçiler 1930'ların ilk yıllarındaki depressiyonun müsebbibi Demokratlardır diyorlardı. Roosevelt konuşma­sına devam etti:

"Bu kelimeleri okurken gözlerimi oğuşturmak zo­runda kaldım. Bu Cumhuriyetçilerin değil de Demokrat­ların sebep olduğu bir depressiyon imiş. Ülkeyi 1933 dep- ressiyonundan onlar kurtarmış ve bu Hükümet, Amerikan halkının ve tarih sayfalarının oniki yıllık kötü Cumhuri­yetçi rejiminin doğurduğuna inandığı depressiyonun so­rumlusu imiş.

"Eski ve oldukça hazin bir ata sözü var:'Asılmış bir adamın evinde ipten bahsetme.' Aynı şekilde, eğer ben her iki partili insanlardan oluşmuş bir topluluğa hitap eden bir Cumhuriyetçi lideri olsaydım, bütün bir lügattan ak­taracağım en son kelime, bana öyle geliyor ki, ‘depressi­yon’ olurdu."

Roosevelt şimdi nutkunun köpeğini müdafaa eden kıs­mına gelmişti. Bu kısmı ikinci Quebec konferansı sırasın­da kendi yazmış ve nutka eklenmesi için Rosenman’a gön­dermişti. Cumhurbaşkanı gayet ciddi bir tavır ve ses to­nu ile, dinleyicilerin kahkahaları karşısında köpeği Fala'- yı şöyle savundu:

Bu Cumhuriyetçi liderleri, bana, karıma ve oğullarıma hücum­la yetinmediler. Hayır, bununla yetinmedikleri için, şimdi saldı­rılarına benim küçük köpeğim Fala'yı da dahil ediyorlar. Onla­rın hücumlarına alınmam; bu hücumlara ailem de alınmaz, fakat Fala alınıyor. Biliyorsunuz, Fala İskoç aslından gelme, ve İskoç- yalı olduğu için de kendisini Aleutian adalarında bıraktıktan sonra bulup geri getirmesi için—Amerikan vatandaşlarının ver­dikleri vergilerden iki veya üç, veya sekiz veyahut yirmi milyon dolarını sarfederek—bir destroyer gönderdiğime dair Cumhuri­yetçi partinin Kongredeki hikâye yazarlarının uydurduğu masa­lı öğrenince bütün İskoç cinleri başına üşüştü. Artık o günden beri hiç de aynı köpek değil. Ben—yaşlı, içi geçmiş kestane, ken­disini gayri kabili elzem gören—bunak diye hakkımda uyduru­lan çirkin iftiralara alışığım. Fakat köpeğim hakkımda ortaya sürülen iftiralara gücenmek. itiraz etmek hakkımdır.

Nutuk, sadece Statler otelindeki dinleyiciler üzerinde değil, ülke çapında derin tesir bıraktı. Bir seçim kampan­yası konusu olarak Cumhurbaşkanının sıhhatı artık rey verenlerin kafalarından silinmişti. Nutuktan sonra ve se­çim kampanyası boyunca seçmenler Roosevelt'in her zaman olduğu gibi nükteden, canlı ve hareketli bir mücadeleci ol­duğuna inandılar. Yaşlı adamın muhaliflerini kızgın ateş­te kavurması neticesinde, dördüncü defa cumhurbaşkanlı­ğı meselesi de unutulmuştu.

Roosevelt'in "Fala" nutkuna önem vermemesi gerekir­ken, Dewey, ertesi günü, önceden hazırlanmış nutkunda, Amerikan çocukları cephede ölürken, Cumhurbaşkanının. köpeği hakkında nükte yaptığını söylemek hatasına düş­tü. Dewey, "Fala" nutkunun fantastik ha.şansı karşısında öylesine sinirlenmişti ki, Roosevelt'in nutuk yazarlarından Paul Porter'in yazdığı bir muhtıra şu sözlerle nihayet bu­luyordu: "Seçim kampanyası merkezimizde şimdi yeni bir sloganımız var: bu yarış Roosevelt'in köpeği ile Dewey'nin keçisi arasında." "Fala" şakasının halk üzerindeki tesirini idrak eden Porter, nutkun o kısmını radyo reklamlarıyle verirken şu güfteli kelimelerle takdim etti: "Niye hala be­nim köpeğimi tekmeliyorlar?" Demokratik partinin seçim fonunun büyük bir kısmı bu reklam için sarfedildi.

Seçim neticeleri, sekmenlerin, "Fala" nutkundan sonra Cumhurbaşkanının sıhhatını düşünmediklerini gösterdi. Cumhurbaşkanı seçiminden beş ay sonra Franklin Delano Roosevelt ölmüştü.

VIII

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar