Print Friendly and PDF

YİRMİ ALTINCI SİFİR 1. Bölüm

 


Rahman ve Rahim Allah Teâlâ’nın Adıyla

[ÜÇ YÜZ ALTMIŞ DOKUZUNCU BÖLÜMDEN] YEDİNCİ VASIL

Cömertlik Hâzinelerinden: Kölenin/kulun Efendinin Mertebe­sinden Sonra Gelmesinin Zorunluluğu ve Kulluğu Bütünüyle Allah Teâlâ’ya Adamak Hakkındadır

Bu hâzinede kul/köle efendisinin mertebesinden geride kalması, kulluğunu -başkasına değilbütünüyle Allah Teâlâ’ya tahsis etmesinin zorun­luluğu ele alınır. Kul zerreler âleminde (bezm-i elest) Allah Teâlâ’nın avucun­dayken bunu kabul etmiş, Hakk o ikrarın ve kabulün dünya hayatında ki orası perde ve örtü yeridirkendisine eşlik etmesini irade etmiştir. Çünkü Hakk Varlık, mertebe ve rütbe itibarıyla yaratıklardan öncedir. Allah Teâlâ vardı ve başka yaratılmış yoktu; varlık önceliği bu demektir. Allah Teâlâ takdir etmiş, hüküm vermiş, hükmünü uygulamıştır. Bu hüküm geri çevrilemeyeceği gibi O’nun kendisi hükme konu olamaz; rütbenin önce gelmesi de bu demektir. ‘Siz dileyemezsiniz, Allah Teâlâ diler.’289 Yani si­zin ne dileyeceğinizi O irade eder. Öyleyse kulun bütün yönlerden Hakkın mertebesinden geride kalması zorunludur. Çünkü kula çokluk mutlak birlik Hakka özgü kalsın diye çokluk verildi. Her yaratılmışa Allah Teâlâ, temyiz ve fraklılık birliği vermiştir ve o sayede her yaratılmışta mutlak birlik ‘zevk’ yoluyla bulunur. Bu sayede herkes bir ahadiyet, yani mutlak birlik olduğunu anlar ve kendisiyle Allah Teâlâ’ya tanıklık edeceği ilahi birliği öğrenir. Her yaratılmış ‘zevk’ yoluyla öğreneceği ahadiyeti olmasa ve ondan dolayı başkalarından ayrışmamış olsaydı, Allah Teâlâ’nın sa­yesinde yaratıklarından ayrışmasını sağlayan ahadiyetinin olduğunu an­lamazdı. Demek ki herkeste bir birliğin bulunması zorunludur. Aynı zamanda çokluk, çokluğun birliğinin (ahadiyet-i kesret) sahibidir. Her sayının başkasına ait olmayan bir birliği olduğu kadar ikinin, üçün ve aklen sonsuza kadar aklen gidenbütün sayıların birliği vardır. Şu hal­de her çokluğun kendine özgü bir birliği vardır.

Her durumda Hakk, kuluna Yaratanın mertebesinden geride kal­masını zorunlu kılmıştır. Nitekim Hakk bizim O’nu bilmemizi kendi­mizi bilmemizden sonra getirmiştir. Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ hakkındaki hadis bilgi, varlık bakımından bizim hakkımızdaki hadis bilgiden sonra gelir. Allah Teâlâ âlemdeki eşya arasına da bir derecelenme yerleştirdi ki, ‘zevk’ yoluyla kendimizden derecelenmeyi öğrenelim. Buradan Hakkın bizden olan üstünlüğünü öğrendik. Bununla birlikte Hakkı bilmemiz kendi hakkımızdaki bilgiden sonra gelir. Böylece kendimizi bilmemizin gayesinin Allah Teâlâ’yı bilmemiz olduğunu anladık ve O’nun ta­rafından talep edildiğimizi öğrendik; yoksa kendimiz ve varlıklarımız nedeniyle talep edilmedik. Çünkü delil, kendisi için değil, medlûl için talep edilir ve bu nedenle de ikisi bir araya gelmediği gibi yaratıklar ve Hakk da kesinlikle herhangi bir yönden bir araya gelmez: Kul kendisi nedeniyle kul iken, Rab kendisi nedeniyle Rabdir. Kulluk ancak kendi­sini bilen adına sahih olabilir. O kişi kullukta Rablıktan herhangi bir şey bulunmadığını da örenir. Rablık da kendisini bilen adına sahih olabilir ve bilir ki Rablıkta kulluktan bir şey yoktur.

O halde Allah Teâlâ kullarına Rabliğinden geri durmalarını vacip kılmış, kendisini ‘musalli (ikinci olan, namaz kılan)’ diye isimlendirmek üzere ona namazı farz kılmıştır. Bu yorumla ‘musalli’ Rabbinin mertebesin­den geri kalan demektir. Allah Teâlâ kendisine de salâtı (namaz; Hakka nis­pet edilen salât rahmet demektir) nispet etmiş, bu sayede kendisi hakkındaki hadis bilginin yaratılmış hakkındaki hadis bilgiden sonra gel­diğini ifade etmiştir. Ayette ‘O size salât eder, melekleri de’290 denilir. Başka bir ayette ‘Rabbin için namaz fet!’291 denilir. Bir şeyden geride ka­lanın ondan kesilmiş olacağını bildiğimiz için, her birinin -kendi mer­tebesinde bulunarakötekinden ayrıldığını ve farklılaştığım anladık. Birine ötekine verilen isim verilmiş ve bu nedenle bir ortaklık bulun­duğu vehmedilebilir. Hâlbuki Allah Teâlâ’ta bir ortaklık söz konusu değildir, çünkü mertebesi ve rütbesi O’nu ayrıştırır ve her birisi farklılaşmasını sağlayan rütbenin gereğiyle o hükmü kabul eder.

Kesin olarak biliriz ki, elimizdeki ilahi isimleri Allah Teâlâ’ya ve bize ve­rebiliriz. Bununla birlikte hem kendi mertebemizi hem Hakkın merte­besini bilmemiz nedeniyle müşterek lafızlı isimlerin Allah Teâlâ’ya nispetinin bize nispetinden farklı olduğunu da biliriz. Allah Teâlâ Rabliği nedeniyle bizden biz de kulluğumuzla O’ndan ayrıştık. Her kim kendi mertebe­sinin gereğini yerine getirirse, hiç kuşkusuz, kendisine haksızlık yap­mamış, işe hakkını vermiş demektir:

Hakk senin için ayan beyan ortada

Halk da senin için ayan beyan ortada

Artık istediğini söyle veya adını ver

Her söz Hakk; fakat

O’nun varlığında yalan yok

Bizim varlığımızda doğru yok

Şair Lebid’in mısraı bununla ilgilidir:

Dikkat ediniz! Allah Teâlâ dışındaki her şey batıldır.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: Arapların söylediği en doğru mısra şair Lebid’in söylediğidir ki yarısı bu olan beyti kastetmektedir.

Konuya dönersek şöyle deriz: Bu mertebe Allah Teâlâ’nın zikredenlerden başkalarına tahsis edip övmüş olmadığı bir mertebedir. ‘Zikreden (ha­tırlayan)’ herhangi bir konuda bilgisi olup sonra yaratılış özelliği olan unutma nedeniyle unutan kimsedir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Onlar Allah Teâlâ’yı, Allah Teâlâ onları unuttu:292 İnsanlar şöyle unuturlar: Allah Teâlâ’nın kendilerine izafe ettiği amel, mal ve sahiplik nedeniyle insanlar Rablıkta paylarının bu­lunduğunu veya O’nun rububiyette kendilerine pay ayırdığını zannet­mişlerdir. Böyle ayetlere misal olarak ‘Ya da sahip olduklarınız’293 ayetini verebiliriz. Kullar arasından inayete mazhar olup ilahi mertebeden rahmet verilenler Rabbin ismini zikretmişlerdir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ben beni zikredenle birlikte otururum.’ Allah Teâlâ’yı zikredenler Hakk ile oturanlardır ve zikir onlara Hakk ile oturma imkânı sağlar. Hakk ile oturmak eşyada O’nu müşahedeyi ve görmeyi sağlar. Hz. Ebu Bekir ‘Gördüğüm her şeyden önce Allah Teâlâ’yı gördüm’ derken Hz. Ömer ‘Her şeyle beraber Allah Teâlâ’yı gördüm’ der. Başkaları ise ‘Gördüğüm her şeyden sonra’ veya ‘gördüğüm her şeyde Allah Teâlâ’yı gördüm’ der. Bazı insanlar herhangi bir şeyle irtibatlı olmadan bir şey görmedim der. Hakkı gör­mek, vehmettiği bir şeyden insanın geride kalmasını sağlar; bu vehim Allah Teâlâ’nın ona rablıktan pay ayırdığı ve rabliğin onun niteliği olduğu ve herhangi bir şekilde rububiyette ayağının bulunduğu hakkındadır. Öy­leyse insan zikretmekle bu vehimden geride durur. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Rabbinin ismini zikret ve namaz kıl.’294 Yani kulluk makamına geri dön, Rabliği Allah Teâlâ’ya bırak! Öyle bir kul bütün yönlerden felaha erer.

Bu nitelik zikredenden başkası için müşahede değildir. Zikreden insan, kendini Allah Teâlâ’ya adamış ‘sırf kul’ demektir. Bu halin zıddıyla nite­lenen hakkında ne söylediğine dikkat ediniz. Söz konusu insan rabbi­nin zikrinin kendisine gelmediği -ki Kur’an demektirkişidir ve bu ne­denle hem kendisiyle ve hem Rabbiyle zikreder: ‘Tasdik etmedi (ilk an­lamıyla sadaka vermedi).’295 Yani kitabı Rabbinin katından getirdiğini iddia edeni tasdik etmedi ve ‘Namaz da kılmadı (ikinci anlamıyla geri kalmak).’ Yani büyüklük iddiasından geri durmadı. O insan Allah Teâlâ’nın Hakk sözünü duymuştur: bu söz Allah Teâlâ katından gelmemiş olsaydı bile, akıllı insan, yanındaki birinin hakikati söylediğini duyunca hakikate dönmesi ve onu kabul etmesi gerekirdi ki böyle yapsa, hakikati red­detmek yerine onun ehli olurdu. Bu insan delilinin (doğru olduğunu söylediği) hususta hakikati söyleyen herhangi bir kimseyi tasdik etme­miş, Allah Teâlâ da onu kınamıştır. O kişi kendine hakikati getiren kimseyi yalanlamıştır. Onu getiren peygamberdir. Hakkı yalanlamak ya bilgi­sizlikten kaynaklanır ve kişi onun Hakk olduğunu bilmez; ya da inattan kaynaklanır. İnatçı onun doğuluğunu bilir ve peygamber bir haberi ge­tirdiğinde mugalataya başlar. Böyle bir insan hakkında Allah Teâlâ şöyle der: ‘Onu inkâr ettiler, taşkınlık ve haddi aşarak, içlerinden ona inanmaktaydı­lar.’296 Başka bir ayette ‘Yüz çevirdi297 denilir. Kastedilen hakikati ve onu getireni yalanlamanın ardından yüz çevirmedir. Böyle biri hakikat­ten yüz çevirmiş, ‘sonra da çalım sata sata ailesine dönmüştür.’298 Bu hal, kibirli ve düşüncesi meşgul şaşkın birinin halidir. Onu duyduğu söz tembelleştirmiştir, çünkü işin zahirinden onun hakikat olduğunu bilir. Çünkü Allah Teâlâ mucizeyi -insanda yarattığı özellikleonu kabul gücüne sahip kimseye getirir.

Bu nedenle her nebinin delilleri birbirinden farklı olduğu kadar her grup hakkındaki deliller de birbirinden farklı olmuştur. Peygamber insanlara kabul edemeyecekleri bir ayet ve mucize getirmiş olsaydı, yüz çevirdiklerinde Allah Teâlâ’nın onları nasıl cezalandıracakları hakkında kendi­lerini cahil bırakmış olurdu. Allah Teâlâ Alim, Hakim ve Adildir. Kim baş­kasının hakkından (geri kalarak) kendi hakkına dönerse, hiç kuşkusuz, kendisine karşı insafla davranmış, herhangi bir Hakk sahibinin onun üzerinde talebi ortaya çıkmamış olur. Böyle biri iki eliyle hayırları top­lamış, Allah Teâlâ da onu bütün hayırlara ulaştırmış sayılır: ‘Kime hikmet verilirse, pek çok hayır verilmiş demektir.’ Hakîm her şeyi kendi mer­tebesine yerleştiren ve her Hakk sahibine hakkını veren demektir. Böyle bir insan yetkin delil ve susturucu kelimenin sahibidir. Onun müşahe­desi kesilmez, ilahi yardım kulluğunu yaparken ondan geride kalmaz. Çünkü biz onu ‘efendinin kulu ve kölesi’ saydık, yoksa efendinin mül­kü aymadık. Çünkü mülkiyet bazen köleliğini bilende bulunabilirken (akıllı mallar) bazen onu bilmeyende olabilir (eşya). Kulun/kölenin ha­li, efendisinin sözünü dinlemek ve ona itaattir. Kölenin dışındakiler ise efendinin dilediği şekilde tasarrufta bulunduğu ve bu tasarrufu kendi­sini işinden alı koyacak bir övgüye konu olmadığı mülktür. Akıllı mülk ise öyle değildir ki kastedilen köledir. Kendisini yönlendirirken bir mal gibi davranan kimseyi Allah Teâlâ över. Çünkü Allah Teâlâ akıllı insanın yaratılışı­na doğru sözünü reddetme ve (kendindeki tasarrufu) engelleme özelli­ği vermiş, ona itaat etme ve günah işleme imkânı tanımıştır. Hakkın tasarrufu karşısında bir mal gibi teslimiyetle kalan ise, kullanıldığı yer­de kalmıştır ve bundan dolayı Allah Teâlâ onu övmüştür. Nitekim Allah Teâlâ me­leklerini de överek ‘Kendilerine emrettiği işte Allah Teâlâ’ya asi olmaz ve emredi­leni yaparlar299 buyurur. Meleklerin güç ve yaratılışlarında Allah Teâlâ’nın emrini reddetme imkânı olup kabul etmeleri gereken şeyi reddedebilselerdi, emre karşı gelmemek ve emrettiği işleri yapmalarıyla onları övmezdi, çünkü mecbur olan övülmez. Namaz kılana bakınız! O Rabbi­nin huzurunda dururken, zelil bir şekilde ellerini bağlar ve el bağlamak iki elin salınmasından daha iyi bir davranıştır. Hadis de böyle belirt­miştir.

Şöyle ki: Allah Teâlâ namazı kuluyla arasında ikiye bölmüştür. Namazın bir parçası Allah Teâlâ’ya aittir, bu kısım Fatiha suresinin ilk kısmından ‘din gününün sahibi (yevmi’d-din)’ ayetine kadarki kısımdır. Bu kısım, ku­lun sağ eli konumundadır, çünkü kuvvet, bütünüyle Allah Teâlâ’ya aittir. Biz sağı, yani kuvveti Allah Teâlâ’ya verdik. Diğer kısım ‘ihdina (bizi ulaştır)’ kısmından surenin sonuna kadarki kısımdır ve kula aittir. Bu parça sol eldir, çünkü o zayıf taraftır ve kulun mertebesi odur. Çünkü kul başta zayıflıktan yaratılmış, işin sonunda da (yaşlılık) zayıflığa döndürülmüş­tür. Onun bir parçası ise Allah Teâlâ ile kulu arasındadır. Böylece o parça Allah Teâlâ ile kulu birleştirir. Bu kısım ‘Ancak sana ibadet eder ve senden yar­dım dileriz’ ayetidir. Bu birleşme nedeniyle kul namazda Hakkın önünde durduğunda ellerini bağlar. Böylece kulun namazı ellerini bağ­lamasıyla tamamlanır. Elleri bağlamak sağ eli sol el üzerine koymakla gerçekleşir. Daha önce söylediğimiz gibi sağ el Allah Teâlâ’ya aittir ve sola karşı üstündür. Sağ elin avuç içi sol elin sırtının üzerine getirilir ve parmaklarla diğer el kuşatılır ki böylece Allah Teâlâ’nın kuluna namaz için yı­kamayı emrettiği el tam olarak içermiş olur.

Bu hikmetin görenler için ne kadar açık olduğuna bakınız! Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem namaz kılanın gözlerini namazı esnasında göğe kaldırması­nı yasaklamıştır, çünkü Allah Teâlâ onun kıblesindedir ve ayakta dururken ufkun karşısında bulunur. Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ kendisine yönelen kulun kıblesidir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem secde yerine bakan kulu ise övmüş­tür, çünkü bu sayede Allah Teâlâ kulun dikkatini kendini ve kulluğunu bil­meye çekmiştir. Allah Teâlâ namazdaki yakınlığı secde hali saymıştır ve insan namazda sadece secdedeyken şeytandan korunmuştur. Secde edince, şeytan onu bırakır ve ağlamaya başlar, şöyle der: ‘Ademoğluna secde emredildi, o secde etti, ona cennet var! Bana secde emredildi, diren­dim, benim için cehennem var!’

SEKİZİNCİ VASIL

Cömertlik Hâzinelerinden: Kııl Gerçekte de Yaratanın Mertebesinden Sonra Gelir

Cömertlik hâzinelerinden birisi de bitirdiğimiz vasılla ilgilidir. Bu konu kulun gerçekte de Yaratanın mertebesinden sonra gelmesidir. Kulun bu gerçeği görmesinin önüne Allah Teâlâ’nın onda yarattığı gaflet, unutma ve yanılma perde olur ve efendilikte ayağının bulunduğunu zannederken gerçek bunun tersine şahittir. İnsan haliyle bu durumdan kesin olarak emindir. Gerçekte bulunduğu durumda ise müşahede sa­hibidir ve onun bu konuda muduluğu yoktur, aksine bedbahttır. Mah­rumiyetin zirvesi budur. Kul böyle yaşamayı sürdürür. En sonunda perde kalkar, göz keskinleşir, gerçeğe olduğu hal üzere iman eder, fa­kat imanı fayda vermez. İman haber varken olabilir, görmeyle anlamını yitirir. Mümin gabya iman edendir ve gayb burada Allah Teâlâ katından ge­len haber demektir. Çünkü mümkün varlık ve yokluğu kabul edebile­ceği gibi ‘haber5 olmak bakımından haber doğruluk ve yanlışlığa konu olabilir.

Bilmelisin ki, kulun maruz kaldığı durum, üzerinde zorunlu olan ve şeriatın farz kıldığı haklardan gafletinden kaynaklanır. Kim farzları gözünün önünde tutup yapmak için gücünü harcar, sonra Allah Teâlâ katın­da mazeret sayılan engeller nedeniyle yerine getiremezse, hiç kuşkusuz, işine hakkını vermiş, Allah Teâlâ’ya görevini teslim etmiş demektir. Artık onun üzerinde sorumluluk veya günah olmadığı gibi Hakk da -o engel söz konusu oluncakulu yükümlü tutmaz.

Engeller iki kısma ayrılır: Bir kısmı huzur halinin (gafletin zıddı) birlikte olurken bir kısmı huzurun olmayışıyla gerçekleşir. Huzurun olmayışı gaflet demektir. Huzur halinde ortaya çıkan engeller iki kısma ayrılır: Bir kısmı vacibe bakışa döner: Acaba o vacip kendisine vacip midir, değil midir? Kişi Allah Teâlâ’nın kendisini yükümlü tuttuğu üzere bü­tün gayretini o vacibin delilini aramaya verir, fakat onu bulamaz. Böy­le biri içtihat ehli müçtehittir ve ona delili ne verirse ona göre hareket etmelidir. Bununla birlikte söz konusu hüküm Allah Teâlâ katında gerçekte vacip olabilir, fakat müçtehit hükmü tespitte hata etmiştir. Yanılan bir müçtehit, Şâri’nin hükmüyle, Allah Teâlâ katında sevap kazanır ve Allah Teâlâ onu kendi içtihadıyla yükümlü tutar: O Allah Teâlâ’nın kendisini yükümlü tutuğu ‘delil arama’ işini yerine getirmiş, fakat delili bulamamıştır. Müçtehit delilini bilmediği bir hükümde başkasını taklit edemez. Fakat bir delile ulaşamadığı takdirde, onun içtihadının neticesi, o mesele hakkında va­cip hükmü vermiş içtihat ehline sormak ve onların delilini öğrenmek­tir: ‘Bu meselede farz hükmüne ulaşmanızı sağlayan delil nedir?5 Bu soruyu sormakla birlikte verdikleri hükümde onları taklit etmez. Müçtehiderin söyledikleri delil kendi içtihadında dikkate alıp eleştirdiği de­lil ise o görüşe uyması veya aynı hükmü vermesi gerekmez, çünkü o delili ardına atmıştı. Onların söylediği delil kendi araştırmasıyla ulaş­mamış olduğu delil ise soru sorduğu müçtehidin delilini incelemesi ge­rekir: Onun delili soru soran müçtehidin ölçülerine uygun mudur, de­ğil midir? Bu araştırmayla delilin kendisini delil kabul eden müçtehitte olduğu gibi delil olduğu sonucuna ulaştırırsa, ona göre amel etmesi gerekir. Fakat öteki müçtehidin dikkate almadığı bir yönden delili ten­kit ederse, onu benimsemesi gerekmeyeceği gibi o delilden hareket ederek öteki müçtehidin verdiği hükümde kendisini taklit etmesi ge­rekmez. İşte bu (gaflet hali olmadan ortaya çıkan) bir engeldir. Diğer tür, o işin yapmak veya yapmamak hususunda vacip olduğunu bilme­sidir. Ardından bu işle kendi arasına -iş ve emir yapılmaması gereken iş isezorunluluk veya -yapılması emredilen bir emir isegüçsüzlük enge­li ortaya çıkar ki bu bağlamda başka bir engel yoktur. Farkındayken ortaya çıkan engelin bir türü de budur.        ,

Engellerin diğer türü ise gaflettir. O da iki kısma ayrılır: Birincisi bir türden ve bir tür hakkında gaflettir. Bir türden gaflet, o işi bütü­nüyle terk etmektir. Böyle biri Allah Teâlâ katında o iş nedeniyle cezalandı­rılmaz. Allah Teâlâ, kullarını -rahmetin gereğiylehatadan dolayı sorumlu tutmaz. Bu, daha önce zikrettiğimiz müçtehidin halidir. Allah Teâlâ unut­madan dolayı da insanları yükümlü tutmaz. Bu ise ‘gaflet’ demektir. Aynı zamanda yapmadığı veya dile getirmediği sürece iç konuşmala­rından dolayı Allah Teâlâ insanları yükümlü tutmaz. Çünkü kelam ve söz bir ameldir, telaffuzu nedeniyle kişi ondan sorumludur. Bir sözü söyleyen, sadece telaffuz fiili olsa bile -söz gelişi gıybet ve laf taşımak gibio kişi bu telaffuzun kendisini sevk ettiği duruma göre cezalandırılır. O sözü telaffuz eder, ilave olarak da ameli olur ve onu yapmazsa sadece telaf­fuz ettiği şeyin sorumluluğu üzerindedir. Böyle biri dili nedeniyle Allah Teâlâ katında sorumludur.

Bir şeye niyetlenmek iç konuşmanın parçası değildir, çünkü niyet­lenmenin şeriata göre başka bir hükmü vardır ve o hüküm iç konuşma­sının hükmünden farklıdır, çünkü onun bazı özel yerleri vardır. Bu bağlamda Mekke’deki Harem’de ‘haksızlık sözü söyleyene şiddetli azap tattırırız300 denilir. Burada insanın niyetlendiği ve söylediği zulmün ondan meydana gelip gelmemesi birdir. Mescid-i Haram’ın dışında niyetlenmek nedeniyle kişi cezalandırılmayacağı gibi niyetlendiğini yap­mazsa bir iyilik yazılır. Bu durum, bilhassa Allah Teâlâ nedeniyle günahı terk etmesi durumundadır. Allah Teâlâ’dan dolayı kötülüğü terk etmezse, kendi­sine sevap veya günah yazılmaz. İşte iç konuşmasıyla bir şeye niyet­lenmek anlamındaki irade arasındaki fark budur. Bu ve benzeri durum­lar, Allah Teâlâ’nın kullarına dönük rahmetidir.

‘Bir şey hakkındaki gaflete’ gelirsek, insan onunla yükümlü olsaydı güç bir yükümlülük olurdu. Fakat Allah Teâlâ kullarını bir şeyden gafil ol­makla cezalandırmadığı gibi bir şeyde gafil olmakla da cezalandırmaz. Çünkü kul bir şeyde gafil olduğunda, başladığı veya yaptığı amelin parçalarından birisinden gafil olmuştur (mesela sehv secdesi gerektire­cek şekilde namazın kısmında yanılmak). Böyle biri bir şeyden gafil ka­lan kimsedir. Allah Teâlâ bir şeyden gafil olan için bazı amellerde hükümler belirlemiştir. Misal olarak namazında unutanı verebiliriz. Şâri onun için unutmuş olduğu kısmı telafi edip vesvesesiyle unutmasına ve yap­tığı işten gafil kalmasına yol açan şeytanın burnunu sürtmek üzere ‘se­hiv secdesi’ belirlemiştir. Kişi gafil kalıp gaflet ona başka bir gaflet hali getirmişse, Allah Teâlâ bu nedenle onu cezalandırır. Çünkü böyle bir kul Allah Teâlâ’nın yapmasını veya bırakmasını zorunlu kıldığı bir işe engel teşkil edecek şekilde kasıtla davranmıştır.

İnsan kulluğundan gafil kalıp bir kul olduğunu unutur ve kendisi gibi başka bir kuldan üstün olduğunu zannedebilir. Bilhassa öteki kul onun kölesi ise veya gafil insan hükümdar ve vali gibi yönetici oldu­ğunda bu durum daha yaygındır. Böyle biri diğer insanlara karşı ken­dinde bir meziyet görür ve meziyeti yerleştirilmiş olduğu mertebeye ait saymaz. Başka bir ifadeyle yönetici olan meziyetin (kendinden de­ğil) hükümdarlık mertebesinden veya -ilahi tahsis nedeniylekendisin­de bulunan nitelikten kaynaklandığım unutur. İkinci kısma misal ola­rak bilgi ve iyi ahlak gibi huyları verebiliriz. Bu insan kendisiyle mer­tebeyi ayırt edemediği gibi nitelik ile sahibini de ayırt edememiştir, çünkü bilgisiz, gafil ve erdemsiz biridir. Bu nedenle hemcinslerinin du­rumu hakkında şöyle konuşur: ‘Sen de benim gibisin’, ‘falan benim gi­bidir’ veya ‘bana denktir’ veya ‘falan kim oluyor, değeri nedir ki, benim gibi kul değil mi?’ veya ‘falan benim yönettiklerimden biri değil mi?’ Böylece kendisini tenzih ettiği kınanmış özelliklerle öteki insanı niteler. Hâlbuki kulluğundan gafil kalmayan insan öyle değildir. O fazileti kendisine değilmertebe ve sıfata tahsis eder, çünkü (bilir ki) ona Hakk ettiği için değil ilahi ihsanla ulaşmıştır. Allah Teâlâ, nimeti inkâr ederse bed­bahtlığı veya şükrederse mutluluğuna yol açsın diye kendisine bunu ih­san etmiştir.

Bu nitelik sahibinde bilgisizlik etkili olmasaydı, bütün bunlarla nitelenmezdi. Bilgili olduğu halde gafil ise, öyle biri şaşkındır. Zalimli­ğin üst derecesi budur. Hatta bu halde o kişi yalan yere yemin eden in­san gibidir. Gafil ise boş yere yemin edene benzer. İnsanın kendi haki­katinin farkında olup başkasının mahrum kaldığı şeyi kendisinden çe­kip alınabileceğini de aklında tutması gerekir. Bunu bilirse Allah Teâlâ’nın onun üzerindeki nimetine şükreder, başkasının da kendisine ihsan edi­lenlere ulaşması için Allah Teâlâ’ya dua eder, ona karşı şefkat duyar. Nankör olsa bile, o insan -aynı nefisten olmaları bakımındanyine onun karde­şidir. Mümin ise din ve mutluluk yoluyla özel kardeşidir. Öyleyse her durumda Allah Teâlâın yaratıklarına karşı şefkat göstermek ve merhamet et­mek zorunludur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Zalim olsun veya mazlum olsun, kardeşine yardım etmelisin.’ Mazluma yardım herkes tarafından bilinir. Zalime yardım ise gizli-nebevi bir rahmete işaret eder, çünkü bu ifade, zulmün nefislerin bir şiarı olmadığını bildirir. Nefisler asıl itibarıyla temizdir. Onların temizliklerindeki eksiklik yaratılışlarında bulunan kabiliyet nedeniyle geçici ve arızî durumdan kaynaklanır. Ne­fislerin yaratılıştan gelen özellikleri baskın gelmek ve kendini göster­mektir. İblis vesvesesiyle buradan nefislere girmiştir. Hiç kuşkusuz ‘Zalimlik nefislerin bir özelliğidir’ diyen insan cahildir. Bu insan şöyle ekler: ‘İffetli ve zalim olmayan birini bulursan, bir nedenle zalim de­ğildir.’ Böyle biri insaflı değildir ve doğruyu söylememiştir. Zulüm ye­rine ‘baskın gelmek (kahır) nefislerin özelliğidir’ deseydi, doğru olabi­lirdi. Bu bağlamda bir insandan başkası hakkında ortaya çıkan zulüm kendisinden meydana gelmezona dışarıdan aktarılan (vesveseden) kaynaklanır ki aktaran şeytandır. İnsan zulme karşı kendini savunma özelliğindedir, çünkü zulüm nefislerin bir şiarı değildir. Nefsin özelli­ği, menfaat elde etmek ve zararı kendinden uzaklaştırmaktır. Nefis za­rarları kendinden uzaklaştırmada bütün hayvanlarla ortakken menfaat­leri kazanmak insan nefsine özgüdür. Bir hayvan bir menfaat elde ederse, bu durum -başka bir nedenle değilbir zararı uzaklaştırma amacı taşır. Hayvan veya insan hakkmda başka bir hayvandan ortaya çıkan her zarar, hayvanın bir zararı kendisinden uzaklaştırma amacıyla yapılmıştır.

İnsan nefsi böyledir ve bununla birlikte herhangi biri hakkında bir zulüm gerçekleşir ve ‘zalim’ diye isimlendirilir. Zalime yardım etmek, (zulmün sebebi) İblise karşı ona yardımcı olmak demektir. İblis onun içine zulüm yapmasını sağlayacak şekilde sözle vesvese verendir. O sö­zü nefisler beğenir, İblis’e boyun eğerler. İşte şeytanın verdiği vesvese­yi reddetmesi için insana yardım edilir. Zalime yardım budur. Bu ne­denle zalime yardımla ilgili rivayette ‘elini tutmak’ zikredilmiştir ki kas­tedilen belirttiğimiz durumdur. Ve yine bu nedenle kardeşliğin gerekli kıldığı ‘yardım’ sözü zikredilmiştir, çünkü yardımın bir şeye karşı ol­ması gerekir ki, ancak söylediğimiz vardır. Çünkü gönlüne vesvese ve­rilen düşman, Rabbi üzerinde yeminle şöyle der: ‘Onların hepsini saptı­racağım, halis kulların hariç:301 Onlar Allah Teâlâ’nın kendilerine aktarılan ve ilka edilen vesveseden uzaklaştırdıklarıdır ve onlarda koruma ve ma­sumiyet nuru bulunur. Bu nedenle Allah Teâlâ, ‘Kullarım üzerinde senin otori­ten yoktur302 der. Kastedilen kuvvet, kahır ve susturucu delil anlamın­daki hüccettir. Allah Teâlâ onların korunma ve kendilerine nasip ettiği takva sayesinde öğretim işlerini üstlenmiştir. Onlar Allah Teâlâ’yı siper edindikle­rinde (takvanm birinci yönü), lanedenmiş İblis onlara girebilecek bir gedik bulamaz, çünkü dinden ve bilgiden çıkartmak üzer bir insana girmek amacıyla her teşebbüsünde Allah Teâlâ’nın vechinin o kişiyi korudu­ğunu görür. Artık şeytan vesveseyle takva sahibine ulaşma imkânı bu­lamaz. Bunun üzerine kendisi gibi bir insanın suretine girerek bedenlenir. Takva sahibi onun insan olduğunu zannedince, İblis kula­ğından ona iğva ulaştırır ve mesela kendisini sınırladığı teville ona tesir eder. Bu bağlamda tevilin en azı, günahı kendisine mubah göstermek­tir ve dolayısıyla bu teville onu işlemesi kendisine zarar vermeyecektir. Çünkü şeytan, insanın -düşman vesvesesi olmaksızınkendiliğinden Allah Teâlâ’ya karşı günah işlemeyeceğini bilir. Düşman kötü amelini süsler ve kişi onu güzel bulur. Zikrettiğimiz üzere İblis, üzerinde otorite ku­ramadığı alime kendisinden gerçekleşmesini istediği bir fiili tevil etti­rince, yaptığı tevil nedeniyle kişi içtihat ehli olur; hata ederse, bir seva­bı vardır, isabet ederse iki sevabı vardır. Müçtehit her durumda sevap kazanır. Bu durumda İblis maksadına ulaşmamış olur.

Adem unuttuğu gibi kişi itaati unutursa, masiyet ve itaati belirle­yip onların hükmünü açıklamış olan Allah Teâlâ, unutan ve hata edenden hükmü kaldırmıştır. Nitekim müçtehit hakkında da bu hükmü kaldır­mıştır. Öyleyse insan her durumda meşru bir işte hareket eder ve Allah Teâlâ’nın vechi zahirde ve batında insanı ihata etmiştir. Şeytan -zahirde ve batındainsana her nereden yönelirse, Allah Teâlâ’nın vechi oradadır ve onu himaye eder, şeytan onun üzerinde otorite sahibi olamaz. Bu durum Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin şeytanı hakkında söylediği ‘Allah Teâlâ ona karşı bana yar­dım etti, ondan salimim (fe-eslemu)’ hadisinde belirtilir. Burada -bir rivayete bağlı olarakanlamın ‘ondan salimim’ şeklinde olması gerekir. Şeytanın onun üzerinde otoritesi, yani kesin delili yoktur. Burada delil şendir. Şeytan zahirine veya batınına vesvese aktarır ve ilka ederse, şe­riat o düşmanı getirdiği şeyle ilgili olarak cezalandırmanın kalkması zikredilmiştir. Öyleyse şeytanın bu kişi üzerinde bir otoritesi yoktur, çünkü şerî delil kendisine aittir. ‘Kesin delil Allah Teâlâ’ya aittir.’303 Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ bana ona karşı yardım etti demiştir. Bunun anlamı, kesin delille Allah Teâlâ’nın peygambere yardımıdır ve artık ona değer vermez. Bu nedenle Allah Teâlâ kullarına ‘Ancak senden yardım dileriz304 demeyi emret­miştir. Yani senin vasıtanla yardım isteriz. Sadece bilgi vardır ve bilgi Allah Teâlâ’nın kuluna verdiği yardımcı haberdir. Adem’in unutmuş olduğu şey, Allah Teâlâ’nın kendisine söylediği ‘İblis sana ve eşine düşmandır305 ayetiy­di. Adem Allah Teâlâ’nın kendisine bildirdiği şeytanın düşmanlığını unutmuş, tavsiyesini kabul etmiştir. İblis ise Adem’in Allah Teâlâ yönünden korundu­ğunu anlamış, ona yasakladığı şeyin meyvesi değil ağaca yaklaşmak ol­duğunu görmüştür. Bu nedenle yaklaşmak tarzında değil, yemek yeme suretinde kendisine gelmiştir; çünkü Rabbi ağaca yaklaşmayı yasakla­dığı için Adem’in ona yaklaşmayacağını biliyordu. Bu nedenle ağacın meyvesini getirmiş, Adem ile eşi Havva meyveyi yemiş, İblis’in sözünü doğrulamışlardı. Hâlbuki ‘Size ebedilik ağacını ve tükenmeyen mülkü gös­tereyim mi?”306 derken yalancıdır. Aynı şekilde meyveden yemek, ona cennette ebedi kalmayı ve tükenmez mülkü kazandıracaktı. Hâlbuki onun ne zaman olacağını söylememiş, bu durumu kendisinden yiyen­ler için ağacın özelliği saymıştır. Bu meyveden yemek ona Allah Teâlâ’nın kendisini seçmesini kazandırmış, -meleklerine söylediği şekildesözünü doğrulamak üzere onu yeryüzünde halife olması için indirmiştir. Allah Teâlâ ‘Ben yeryüzünde halife yaratacağım.’307 buyurur. Allah Teâlâ Havva’yı da ço­ğalmak üzere indirmiştir. İblis’i ise saptırmak üzere indirmiştir. Böyle­likle Allah Teâlâ’nın rahmeti bütün insanları kuşattığında Ademoğullarını sap­tırmasına yol açan her şey döner dolanır kendine ulaşır. Bu nedenle Allah Teâlâ insandan meydana gelen bütün muhalefeti, düşmanın ona verdiği vesveseye bağlamıştır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Şeytan size yoksulluk vaat eder, size taşkınlık vaat eder.’308 Yani onu izhar etmenizi emreder. Kastedilen günahın meydana gelmesidir; çünkü İblis bilir ki, Allah Teâlâ içindeki ko­nuşmayla insanı yükümlü tutmayacaktır. Bunun yanı sıra Allah Teâlâ insanın organlarıyla işleyerek ortaya çıkartmadığı sürece kötülüğe niyetlenmesi nedeniyle insanı yükümlü tutmaz. İşte ‘ortaya çıkartma’ taşkınlıktır. Buna karşılık Allah Teâlâ ‘Allah Teâlâ size mağfiret’ eder buyurur. Yani şeytanın emriyle meydana gelen taşkınlığa karşılık mağfiret vaat eder. ‘Ve ihsan vaat eder.’ İhsan ise onun sizi kendisiyle korkuttuğu fakirliğe karşılık­tır.

İblis’in kulağına çarpan en şiddetli ayet, budur, çünkü bu ayetle iğvanın fayda vermeyeceğini anlar. Bu nedenle de bilhassa insanı şirke düşürmek hususunda hırslı davranır, çünkü Allah Teâlâ’nın şöyle buyurduğu­nu bilir: ‘Allah Teâlâ kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz.’309 Şirke verilen ce­zanın süresinin bitmeyeceğini zannetmiştir, hâlbuki Allah Teâlâ böyle de­memiştir. Ayetten çıkan anlama göre, müşrikin cezalandırılması kaçı­nılmazdır. Allah Teâlâ her kimi cehenneme yerleştirirse, o kişi cehennemden çıkmaz ve orada kalanlar ebedi kalır. Fakat Allah Teâlâ ayette bedbahtlara yönelik azabın sona erip ermeyeceğine değinmemiştir. Korku o yerin kendisini imar edenlerin ikamet yeri olmasıyla ilgilidir. Öyleyse Allah Teâlâ’nın müşrikin şirki nedeniyle cezalandırılması hakkındaki ifadesi açık­tır. Bu cezalandırma dünya veya ahirette hakkında ortaya çıkan kimse adına haddin uygulanması mesabesindedir. Başka bir ifadeyle cezalan­dırma, Hakkın sebepleri bağışlanmadığı takdirde, kuluna şirk koşması nedeniyle uygulanan ilahi hadlerden ibarettir. İblis müşrikin cezalandı­rılma süresinin şirki nedeniyle sona ereceğini anlamamış, bu nedenle de her şeyi kapsamış ilahi rahmete tamahla mudaklığı nedeniyle o ih­sana tamah etmiştir. İblis gerçekte kendinin birleyen olduğunu bilir. Allah Teâlâ, ‘İblis kâfirlerden oldu310 demiştir. Çünkü o kullardan onları mut­luluğa ulaştıracak yolları gizlemektedir. Hâlbuki şeriat her insan için o yolları -bu konudaki takdire görebelirlemiştir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Di­rendi ve kibirlendi, kâfirlerden oldu.’311 Hâlbuki müşrik demedi, çünkü İblis âlemlerin rabbi Allah Teâlâ’dan korkar ve O’nun birliğini bilir. İblis birleyenlerin tevhitlerinin -ister imandan ister iman olmaksızın nazari dü­şünceden meydana gelsinsonunda nereye varacağını bilir.

Hz. İsa ile İblis arasındaki konuşmada bu husus vardır. Kendisine itaat ettirmekten aciz kalan İblis Hz. İsa’ya şöyle der: ‘Ey İsa! Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur’ de.’ Böyle dedirterek İblis onu kendine itaat ettir­mek istiyordu. Bunun üzerine Hz. İsa şöyle der: ‘Ben ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur’ diyorum da sen söylediğin için değil!’

İblis cehennemin tevhit ehlinin kendisinde ebedi olarak kalmasına kabul etmeyeceğini biliyordu. Allah Teâlâ -tevhidi hangi tarzda olursa olsunmuvahhideri, yani birleyenleri cehennemde bırakmaz. Bu nedenle İblis kendisi hakkında da bu kadere bel bağlamış, böylece bir yönden bilir­ken bir açıdan bilememiştir. Bir şeyi bütün yönlerinden ise her şeyi bilgisiyle ihata eden Allah Teâlâ bilebilir; bilinen sonlu veya sonsuz sabit ve­ya değişken olabilir.

Hakk bana dedi ki sırrımda Yaratıklar işleri ne kadar az biliyor

Bir kişiden başka kimse hakikati bilmiyor

Haber veren, alim ve bildiren                                                 .

Hidayet için hazır ve kabiliyetli Yaratıkların işi hakkında basiretli

Hakkı zevk yoluyla bilmiş Sezgi veya şuur değil o bilgi Unutmaz veya gizlilik ve zuhur yok

DOKUZUNCU VASIL

Bozulmayan İttifak

Allah Teâlâ şöyle der: ‘Topuk topuğa yapıştı.’ Bu, ayrılmayan birleşme­dir, çünkü Allah Teâlâ ayeti tamamlayarak şöyle der: ‘O gün Rabbine kavu­şur.’ Burada sebat bildiren Rab ismi gelmiştir. Bir şey ötekine bağlan­mış, varış yeri ise Rab’dir. Ahiret hayatında bu birbirine bağlanmanın bir sürekliliği ve sebatı olmalıdır. O halde dünya işi ahiret işinin ta kendisidir. Şu var ki ahiret yeri dünyanın yerine benzemez. Bunun ne­deni ahirette iki diyarın varlığına bağlı olan ayrışma ve saflaşmanın bu­lunmasıdır. Böylece bulunulan yer nedeniyle ayrım gerçekleşir. Hepsi ahirettir. Böylece dünya işi ahiret işine bağlanmıştır, yoksa dünyanın kendisi ahirete bağlanmayacağı gibi dünya da ahiretin kendisine bağ­lanmaz. Her yerin ehli ve bir cemaati vardır. İş ve emir, herkesin üze­rinde bulunduğu durumdur. Haller başkalaşsa bile, insanlar ahirette halleriyle intikal ettikleri gibi dünyada da halleriyle yer değiştirirler. Onların cevherleri ise sabittir, çünkü Rab onları korur ve himaye eder. O halde intikal ve yer değiştirme toplayıcıdır. Peki neye intikal edecek­lerdir? Bu husus başka bir yönden bilinen başka bir bilgidir. Ahiret bir ceza yeri olduğu gibi dünya da hayır ve şerlere karşı bir ceza yeridir. Bu nedenle ahirette ortaya çıkan muduluk ve bedbahtlık ortaya çıkar. Bedbahtlık ilahi gazaba ait iken muduluk ilahi rızaya aittir. Rıza bir sona varmaksızın rahmetin yayılmasıdır. Gazap ise peygamberin verdi­ği haberle sona erer ve hükmü biter. Buna mukabil rızanın hükmü bitmez. Bu kitapta daha önce insanın ‘fıtrat5 üzeninde doğruluğunu zikrettik. Fıtrat Rabbin var olduğunu ve Rabbimiz olduğunu bilmemizdir. Biz ise O’nun kullarıyız. İnsan canını teslim ederken perde kalkmış olduğu halde teslim eder ve dolayısıyla ‘mümin’ olarak ölür, mümin olarak diriltilir. Şu var ki Allah Teâlâ şöyle der:' ‘Onlar azabımızı gö­rünce, imanları kendilerine fayda vermez312 Onlar sadece acı onlardan uzaklaşsın diye iman etmişler, fakat onlardan uzaklaşmamış, Allah Teâlâ bu umutsuzluk nedeniyle onları cezalandırmış fakat ahirette böyle bir imanın kendilerine fayda vermeyeceğini zikretmemiştir. ‘İman etmiş bir köye imanları fayda vermedi, Yunus’un kavmi müstesna313 ayeti bu du­rumu destekler. Ayet şöyle devam eder: ‘Onlar azabı gördüklerinde dünya hayatında kendilerinden hüsranı kaldırdık.’ İşte bu, ‘onlara imanları fayda vermedi’ ayetiyle ilgili yorumumuzu destekler. Kastetti­ğimiz dünya hayatında azabın onlardan uzaklaştırılmasıdır. Nitekim Yunus’un kavmine imanları fayda vermiştir. Bununla birlikte Allah Teâlâ ahirete değinmemiştir. Her halükarda Allah Teâlâ cezalarını dilediği şekilde ve dilediği zaman kullarını tatbik eder. Böylece insanların iki diyarda hallerindeki intikalleri sabit olur: nimetten nimete, azaptan azaba, azaptan nimete ve burada bizce bilinen bir süre yoktur. Çünkü Allah Teâlâ bize bu konuda bir bilgi vermemiştir, sadece şu ayet bize bir iyimserlik verebilir: ‘Miktarı elli bin sene olan bir günde...’314, Bu miktar cezaların uygulanma müddetidir. Yine de en iyisini Allah Teâlâ bilir!

Benim de bu konuda keşif yoluyla elde edilmiş bir bilgim yoktur. Allah Teâlâ bir kuluna keşif yoluyla bedbahtlar hakkında müddetin sona ere­ceğini bildirirse -ki ona merhamet etsinkitabımın bu bölümüne onu eklesin. Ben de tafsili olmaksızın genel anlamıyla onu öğrenmiştim. Allah Teâlâ ‘O gün dönüş Rabbinedir,3İS der. Rab ıslah eden demektir. Allah Teâlâ kıyamette insanların arasım bulur ve düzeltir. Nitekim Peygamberden gelen bir hadiste böyle denilir: ‘Davalı iki adamdan birisinin ötekinden alacağı vardır. Allah Teâlâ’nın huzurunda dururlar ve alacaklı şöyle der: ‘Be­nim hakkımı şundan al.’ Allah Teâlâ ona şöyle der: ‘Başını kaldır.’ Başını kaldırınca pek çok hayır ve iyilik görür ve şöyle der: ‘Rabbim! Bunlar kimindir?’ Allah Teâlâ şöyle der: ‘Bedelini verenin.’ Mazlum şöyle der: ‘Bu­nun bedelini ödemeye kim güç yetirebilir ki?’ Allah Teâlâ şöyle der: ‘Sen kardeşini affedersen o bedeli ödemiş olursun.’ Mazlum ‘onu bağışla­dım’ der ve kardeşinin elinden tutarak birlikte cennete girerler. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bunu söyledikten sonra şu ayeti okumuş: ‘Allah Teâlâ’dan korkun ve birinizin arasını düzeltin.'’316 Allah Teâlâ kıyamet günü kıllarının arasını dü­zeltir ve ıslah eder. Çünkü O’nun özelliği, mazlumun hakkının düşme­si ve kardeşini bağışlaması gibi, kulların arasmda barışı temindir. Kul böyle yapmışken, Allah Teâlâ kullarına hakkını bırakmada kulundan daha çok bu niteliğe layıktır. Allah Teâlâ başkasına haksızlık yaptığı için diledi kul­larını cezalandırır, fakat kendi hakkı nedeniyle cezalandırmaz. Bu bağ­lamda şirki de başkasına zulüm yapmanın gereği olarak cezalandırmış­tır. Allah Teâlâ kendi adına intikam almaz, başkası adına intikam alır. Allah Teâlâ dilediğinin intikamım alır, çünkü Allah Teâlâ’ya ortak koşulanlar, kendilerine uyanlardan kıyamet günü uzaklaşır.

Allah Teâlâ besleyen ve terbiye edendir. O kullarını terbiye eder. Mürebbinin özelliği, terbiye ettiklerinin ahvalini ıslahtır. Terbiyenin bir gereği de elemin kendisiyle gerçekleştiği şeyle terbiyedir. Misal olarak kendisine edep öğretmek üzere çocuğunu döven insanı verebiliriz. Dövmek çocuğu terbiyenin bir yönü ve ilgili yerde kendisine fayda sağlasın diye onun yararına olan bir şeydir. Allah Teâlâ’nın cezaları ilgili yer­lerde kulları terbiye amacı taşır. Allah Teâlâ farkında olmadıkları yönden mutluluklarını içerdiği için bu hadlerle ve cezalarla kullarını terbiye eder. Nitekim çocuk babasının kendisini dövmesindeki yararın farkın­da değildir. Rab ve efendi de öyledir. Efendi kölesine karşı onun ken­disine merhametinden daha şefkatlidir, çünkü efendi kölenin maslahat­larını daha bilir. Bir efendi kölesini yok etmek üzere çalışmaz, onun efendiliği kölenin varlığına bağlıdır. Efendilik göreli bir niteliktir. Öy­leyse görelide taraflardan biri ortadan kalktığı ölçüde öteki tarafın hükmü de kalkar. Misal olarak hükümdarı verebiliriz. Onun sürekli halkının işleriyle ilgilenmesi gerekir, aksi halde hükümdarlığı sözde hükümdarlıktır ve görevinden azledilir. Çünkü mertebe sultanı şartla­rıyla birlikte kabul edebilir. Halkını bırakıp eğlence ve zevkiyle meşgul olan hükümdar sıradan bir insandır ve saltanattan nasibi yoktur, hakla­rı düşmüştür. Bunun yanı sıra dünyada avıyla, oyun ve eğlencesiyle, keyfiyle ilgilenip halkından gafil kaldığı ölçüde ahiret hayatında da hü­kümdarlığın sevabını, ücretini, izzetini ve haşmetini yitirir. Sultan hal­kından birinin yardım istediğini duyup yardım edene dönmez ve le­hinde veya aleyhinde olacak şekilde ona karşılık verip gereğini yerine getirmezse, bu davranışla görevinden azledilmiş olduğuna şahitlik eder. Artık o hükümdar değildir ve onunla sıradan insanlar arasında bir fark yoktur. Böyle bir davranış Allah Teâlâ’nın kendilerini üzerlerine yöne­tici yaptığı halkın değerini bilmeyen cahil hükümdarlardan meydana gelebilir. Çünkü bu davranışın vebali kıyamette ona döner ve Allah Teâlâ ka­tında halkının onun aleyhine delili ortaya çıkar. Böylece amelini yük­lenmiş bir halde kalır, malı veya eğlencesi veya oğulları ona fayda ver­mediği gibi hükümdarlığın gereklerinden alıkoyan ilgilendiği hiç bir şey ona fayda vermez.

Rabbin aynı zamanda ‘malik’ olmasına gelirsek, bunun nedeni bu ismin şiddetli bir şekilde mertebenin hakkına bakmayı ve ona hakkını vermeyi gerektirmesidir. Bu bağlamda topuklar birbirine karıştığında, varış yeri olacak Rab isminin anlamı belli olmuş, iki iş düzenlenmiş, iki intikal sabit olmuştur. Varlığın sabit olduğunu bilip onun malikinin, efendisinin ve ıslah edeninin kim olduğunu bilen ve hükmünün kendi­sinde sabit olanın kim olduğunu bilen malikinin Rabbi olduğunu bilir. Kulluğunu mertebesini bilen efendisinin efendilik menzilini bilir, on­dan korkar, umut eder ve efendiyi tasdik eder. Çünkü onun efendi, ye­terli, sadık ve zengin olduğunu bilir. Varlık evinden bir şey yıkıldığın­da, Efendi kulun eliyle onu onarır. Kulu işte O’nun aracı ve hizmetçi­sidir. O’nun eliyle yıkılan yerine getirilir. Efendi ya şifahen veya birinin tebliğiyle o bozulan yeri ıslahını emreder. Bazen o şeyin durumu herhangi bir efendiden gelecek emir beklemeksizinkendiliğinde ıslahı gerektirir. Misal olarak iyi bir adet olarak ortaya konulan ruhbanlığı verebiliriz. Onu çıkartan insan ruhbanlık nedeniyle sevap kazanır, efendinin nefsinde olan şey nedeniyle hal suretiyle muvaffak olur. Bu­nunla birlikte Efendi fetret ehlinin kanunlarında bu ruhbanlığı emret­memiş olsa bile şeriat dünya ve ahiret maslahadarı için gelmiştir. Ahiret Yaratanın haberleriyle öğrenilirken ahiret haberleri akla göre mümkün işlerken dünya ve oiıun maslahadarı malumdur; çünkü onlar gerçekleşir ve görülür. Öyleyse ahiretteki duruma aykırı olarak, dünya maslahadarını bilmede teorik düşüncenin farklı bir imkânı vardır. Dünya maslahadarı ahiret maslahadarının dayalı olduğu şeye dayan­maz. Bu nedenle herhangi bir grup kendisine göre yaşadıkları bir yasa­dan yoksun olmamıştır. Çünkü maslahat talebi canlılarda zatî bir özel­likken tefekkür etme ve düşünme özelliğindeki insanda durum nasıl olabilir?

Kim bu bölümü iyi incelerse garip sırlar görür, dünya ve ahirette kendisine yükseklik kazandıracak bilgi elde eder. Ona cem’ ilmi ile cemdeki fark ilmini ekler. Hallerin ve şe’nlerin ilimlerini, iki zaman il­mini, oluşa özgü ilmi, Hakkı sığdıran kalplerin ilmini, bu varlığın be­kasını sağlayan şeyin ilmini ekler. Bütün varlıkları kastediyoruz. Ayrıca akıbet ilmi de bu bilgilere eklenir.

Her kul zatî olarak kul olunca

Varlıkta efendiliği sahih olur ,

Efendisi gibi hüküm verir, ortaya çıkar                     .

Bununla artışın alametleri üzerinde

Hal dili bize haber verir ondan ki:

Onun bu konudaki bilgisi müşahedeyledir

Zuhur edince yüzler döner ona

Melekler de secdeyle yöneldiği gibi

Hem yücelir hem zelil olur

Murad (irade edilen) ve mürid (irade eden) diye çağrılır

ONUNCU VASIL

Zevkler Vaslı

Bu vasıl, zevklerle ilgilidir ve keyfiyetleri bilmek demektir. Keyfi­yetler erbabı arasında belirli bir terimde uzlaştıklarında söylenebilir. Uzlaşma olmadığında zevk sahipleri arasında da söylenmezler. Bu du­rum yaratılmışlarda ‘zevk’ yoluyla bilinen hususlarda geçerlidir. Misal olarak duyulurlardan tat alınanları verebiliriz. İnsanın onlardan aldığı hazzı veya fikir yoluyla insanın elde ettiği bilgiden sağladığı hazzı ifade etmesi dediğimiz şekilde olabilir. Böyle bir hususta yakın bir şekilde terimleştirme olabilir.

Hakkı müşahedede meydana gelen zevke gelirsek, böyle bir zevk terimleştirilemez, çünkü o sırların zevki olduğu kadar teorik ve duyusal zevkin dışındadır. Çünkü eşya, yani Allah Teâlâ’nın dışındaki her şeyin misil ve benzerleri vardır. Bu nedenle tadan herkes için anlatımı sağlamak üzere bir terimleştirme yapılabilir ve herkes için -hangi tür idrakten olursa olsunbir zevk ve tat olur. Bari Teâlâ’nın ise benzeri yoktur, bu nerenle O’nu bir terimin zabtetmesi mümkün değildir. Bir şahsın mü­şahede ettiğiyle genel itibarıyla ötekinin müşahede ettiği bir değildir. Nitekim arifler O’nu böyle bilir. Dolayısıyla bir şey hakkında marifeti olan arif, Rabbinden müşahede ettiği şekilde başkasına müşahedesini ulaştıramaz. Çünkü ariflerden her biri benzeri olmayanı müşahede et­miştir ve ifade ise ancak benzerlerde olabilir. İki arif müşahede ettikleri surette ortak olsalar bile, her biri dilediği şekilde onu terimleştirir. Bir suret buna elverişli ise, bütün âlemin de elverişli olması mümkündür. Dolayısıyla ariflerden iki şahıs için Hakk bir surette tecelli etmez.

Fakat Allah Teâlâ kullarının bir kısmının derecelerini yükseltir ve onları kendileri adına derecelerin gerçekleşmediği kimselere vermez. Onlar görenler, yani rüyet ehlinin genelidir. Hakk onlara misali suretlerde te­celli eder ve bu nedenle ümmet Allah Teâlâ hakkında bir inançta birleşir, be­lirli bir gruptan her birisi Allah Teâlâ hakkında ötekinin inandığı gibi inanır. Mutezile, Hanbelî, Eşari ve kadim kelamcıları Allah Teâlâ hakkındaki bir inanç birleştirir. Onlar mezhep içinde ihtilafın bulunmadığı bir konuda görüş birliğine varırlar. Yine bu nedenle görüş birliğine vardıkları me­selede terimleştirme yapabilmişlerdir.

Allah Teâlâ ehli olan ariflere gelirsek, onlar, Hakkın bir şahsa bir surette iki kere veya iki şahsa aynı şekilde tecelli etmeyeceğini bilir ve bu nenle gerçeği zabtetmeleri mümkün olmaz. Çünkü herkese özel bir tecelli vardır ve insan bu durumu kendinden bilir. Hakk insana bir surette te­celli edip sonra başka bir surette tecelli ederse, birinden ötekinden öğ­renmediği bir şeyi Haktan öğrenir. Her tecellide durum böyledir. Arif işin gerçekte kendisi ve başkası hakkında da böyle olduğunu bilir. Bu durumda iki konuşan arasında faydayı sağlayacak bir terim belirlemek mümkün olmaz. Öyleyse arifler bilir, bildiklerini aktaramazlar. Bu ma­kam sahipleri -ki bu makam mümkünlerde kendisinden daha yüce ma­kamın olmadığı bir makamdırAllah Teâlâ’dan öğrendikleri şeyi gösterecek lafız koyma gücüne sahip değillerdir. Bununla birlikte Allah Teâlâ bu imkânı vermiş olabilir. Bu durum ‘O’nutı benzeri bir şey yoktur317 ayetinde be­lirtilir. Burada Allah Teâlâ benzerliği olumsuzlamıştır. Öyleyse Allah Teâlâ’nın bir şahsa tecelli ettiği suret öteki surete benzemez.

Geçek bilinemeyecek ve anlatılamayacak kadar yüce Yüceldi ve onu ihata edecek bir terim yok

Akıllar görse bilmezler onu Fasih diller ifade eder ve anlatır onu

Taklitçi kavimlerden anlayarak Salahın bulduğu bir mekân yok

Onlar bu konuda hemfikir

Bilgisizlikte; kurtuluş ihanet etmiş kendilerine

Arifler gördüklerini söylemiş Terim getirmemişler de

Kurtuluş onlara gelmiş,

Yok bir benzeri O’nun Bizim bildiğimiz O’nun genişliği

Biz sınırlılığımızla O’nun hakkında mutlaklık hükmü verdik. Ger­çekte iş nasıldır dersen, sınırlılık teya mudaldıkla nitelenmez. Aksine o genel varlıktır (vücûd-ı âmm). O eşyanın aynıyken eşya O’nun aynı değildir. O hüviyetin aynı olmayan bir şey zuhur edemez. Kimin varlı­ğı böyleyse mutlaklığı veya sınırlılığı nasıl kabul edebilir ki? Arifler Hakkı böyle tanır. Kim O’nu mutlak sayarsa O’nu bilmemiş, kim sınır­larsa yine bilmemiştir.

Allah Teâlâ; bizim yegâne gördüğümüz Münezzehtir O ve bizi birleştiren

Mutlaklık ve sınırlılık birdir O’nda Her ikisi de bizim hükmümüz

O’na kendi gözüyle bak, var ise aklın O’nu tahtında apaçık görürsün

Gören için en açık hakikat bu

O’ndan daha açık ve delilli bir şey görmedim

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ ruhlar arasında sadece emir mertebesinden halk mertebesine sefer eden melekler için kanadar yaratmıştır. Dolayı­sıyla onların bir sebepleri olmalıdır ki, onlar vasıtasıyla iniş ve yüksel­me gerçekleşsin. Çünkü hikmet mevzusu bunu gerektirir. Allah Teâlâ onlara Hakkın mertebesinden yolculuk yaptıkları kimseye veya halkın merte­besinden yükseldikleri mertebeye göre aradaki mertebeler ölçüşünce kanadar belirlemiştir. Onlar yaratılış ve emir arasında gider gelir ve şöyle derler: ‘Rabbimizin emriyle ineriz.’318 Bunu bilmelisin.

Sefirler kalplere indiğinde, onların temiz olduklarını ve hayrı ka­bul ettiklerini görürlerse, getirdikleri ilimden -kalbin istidadının sığdı­racağı ölçüdeona verirler. Kirli ve hayırdan yoksun kalpleri ise o hal­de kalmaktan men ederler ve Şâri’nin belirlediği şekilde temizlenmele­rini emrederler. Konu Allah Teâlâ’yı bilmekle ilgili olursa, fikir gücünün talep ettiği ve peygamberin Allah Teâlâ’dan bildirdiği haberden ortaya çıkan bil­giyle temizlenmesi gerekir. Konu varlıklarla ilgiliyse hükümleri ve inançları bilmekle temizlenir. İşte kalpleri bulduklarında onları bu bil­giyle temizlenmeyi zorlarlar. Kalpleri bulamadıkları da olabilir. Mesela ‘O’nun benzeri bir şey yoktur319 ayetini (düstur) edinen ariflerin kalple­rini verebiliriz. Bu durumda melekler nereye gideceklerini bilemezler. Onlar sahip oldukları hallerini özel yönden alanlardır. Bu nedenle bi­linmezler. Melekler de getirdikleri şeyi onlara bırakırlar. İşte Hızır bil­gisini böyle bir özel yönden almıştır. Bunlar, tepki gösterilen kimseler iken kendileri şeriatın hükmünün dışında hiç kimseye tepki göstermez­ler. Böyle bir durumda ise tepki gösteren şeriatın dilidir, onlar değil­dir! Böyle bir durumdaki arif Allah Teâlâ’nın hamdini tespih eden gibidir. Gerçekte bulunduğu halde kendisini bildiği şekilde öven Allah Teâlâ’dır. İn­san haddi olmayan bir işe girer ve hakkında ilahi hitabın bulunmadığı bir övgü çıkartır ve onunla Allah Teâlâ’yı överse, O’nun hamdiyle Allah Teâlâ’yı öv­müş sayılmaz. Aksine o kendi anlayışından çıkarttığı bir şeyle övmüş demektir. Böyle bir övgü ise olması gereken dereceden eksiktir. Öyley­se Allah Teâlâ’nın kendinden bildirdiği hamdi söylemelisin ve iyi bile olsa sa­yıyı artırmamalısın! Sana öyle bir mesele açıkladım ki, onun gereğini yaparsan Hakk ehlinden olursun.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.

CÖMERTLİK HÂZİNELERİNDEN ON BİRİNCİ VASIL

Ateş İki Kısma Ayrılır: Allah Teâlâ’ya izafe edilen ateş ve O’na izafe edilmeyen ateş

Ateş iki tane: Allah Teâlâ’nın ateşi ve alev Diyar iki tane: kurtuluş ve ceza diyarı

Hepsi yaratan yönünden bir sebep Sen oluştan çekin, sebepten değil

Bilgiden kork, çünkü bilgi hüküm verir Barışa kanat çırp, savaşa değil!

Allah Teâlâ sana öğretsin, bilmelisin ki, Hakkın (bir şeye tamlama yap­madan) mutlak ve kayıtsız olarak zikrettiği bir ateş vardır. Misal olarak ‘ateş320 ayetindeki ifadeyi verebiliriz. Burada ateş kelimesi belirlidir. Bazı yerlerde ise tamlamalı gelmiştir; Bunlardan birisi ‘Allah Teâlâ’nın tutuştu­rulmuş ateşi321 ayetinde olduğu üzere kendisine izafe edilen ateştir. Di­ğeri Allah Teâlâ’nın başkasma izafe ettiği ateştir. Misal olarak ‘Onlar için ce­hennem ateşi vardır322 ayetini verebiliriz. Allah Teâlâ bu ateşi bazı özelliklerle nitelemiş, onun tutuşturucu ve kuşatıcı vb. özelliklerini zikretmiştir. Allah Teâlâ ateşin zahirde bir hükmü olduğunu belirtmiş, onu bir mekân yapmıştır. Misal olarak ‘Onun için cehennem ateşi vardır, orada kalıcı­dır323 ayetini verebiliriz. Burada mekân zikredilmiştir. Ateşin batında da bir hükmü vardır. Bu, kulun zahirinin ateşin zarfı olmasıdır ve ‘Allah Teâlâ’nın tutuşturulmuş ateşi, kalplere ulaşır324 ayetinde geçer. Kalpler insa­nın batınıdır ve onlar insanın fiıadında ortaya çıkar. Bu batinı ateşten ise zahirdeki ateş çıkar. Kul her iki halde iki ateşin menşeidir. Öyleyse kula kendi inşa ettiğinden başkası azap etmez. Aynı şekilde Hakk da ya­rattığı kimseden başkasına ğazaplanmamıştır. Yaratıklar olmasaydı, Hakk gazap etmeyecekti. İki ateşin suretini zahiri ve batinı ameliyle inşa eden yükümlü olmasaydı, ateşle azap olmayacaktı. Kimse gerçekte başkasma karşı suç işlemez. Doğru düşünce budur:

Amel etme ve bedbaht olma Bir kul ol ve bir Hakk ol

Dediğimden başka yok Bak ki göresin Hakkı

Yaratıkların azabı yaratıkla İster Hakk ister halk ol

Başka bir şiirde şunları dedik:

Ateş senden, amellerinle tutuşturursun onu

iyi amelinle de söndürürsün ateşi Sen doğal olarak kaçarsın ateşten

Her durumda inşa edersin onu Nefsinin tasarrufunda aklı yok mu?

Bugün ona geldim, açıklıyorum ona Ölümden önce hem de; çünkü Allah Teâlâ der ki:

Arz günü yaratıklar doldurur ateşi

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ peygamberlerinin diliyle kıyamette daha önce hiç kızmadığı ve bir daha öyle kızmayacağı şekilde öfkeleneceğini bildirmiştir. Cehennem kendisine ‘daha var mı?’ diye sorar, böyle sor­masının nedeni Allah Teâlâ’nın kendisini dolduracağını vaat etmiş olmasıdır. Orası gazap diyarıdır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘el-Cebbar cehenne­me ayağını koyar, cehennem ‘yeter, yeter’ der.’ Yani doldum. Bu ayak Allah Teâlâ’nın gazabından başka bir şey değildir. Allah Teâlâ gazabını ona koyun­ca, cehennem dolar, çünkü orası gazap yeridir. Hakk geniş rahmetle ni­telenmiştir. O’nun rahmeti gazabıyla doldurduğu cehennemi kuşatır ve orada sakladığı şeylerle haz alır. Allah Teâlâ orada bulunanlara merhamet eder. Yani ehli olan cehennemliklere yardım eder ve bu rahmetten on­lar adına cehennemde bir nimet yaratır. Nitekim cehennem de kendi­sine yerleştirilen ilahi gazaptan nimetlenir. Hakikati fani olmak olan bir yaratılmışı' bir yaratılmış dolduramaz, çünkü cehennem ondan meydana gelecek her şeyi yok eder. Nitekim derilerin pişmesi hakkındaki ifadede bu husus belirtilir. Dolayısıyla herhangi bir yaratılmış ce­hennemi dolduramaz. Onu sadece Hakk doldurur. Allah Teâlâ’nın gazabı hak­tır ve böylece cehenneme gazabıyla nimet verir, onu cehenneme koyar. Bunun neticesinde cehennem, cennet Hakkın ırza ve rahmetiyle dol­duğu gibi, Hakk ile dolar.

Hakk sığdırdı her şeyi Her şeyin aynı O

Haktan başka göremezsin Her nurda ve hepsi O’nda

Başka bir şiirde şunları dedik:

Allah Teâlâın ateşi varlığımdan başka değil

Bir de tutuşmuş cehennem ateşidir İnsanların ibadet ettiği ilahlar Onlar ateşte ebedi kalır.

Bu bölümü yazarken vakıada beni korkutan bir müşahede gör­düm. Bana mümin-salih kadınlardan birisinin diliyle Vakıa suresi okundu. Onun okuduğu ayeüerden biri şuydu: ‘Çoğu ilklerdendi, çoğu sonrakilerdendi325 Burada bağlacı (atıf va^ı) hazf etmişti. Bu konuda ben daha öncesinden bir bilgiye sahip değildim ve bağlaç edatını oku­ması için kendisini ikaz ettim, o ise okumadı. Böylece kendime dön­düm ve Hakkın bu harfi düşmekle bana yönelik ikazını anladım. O âlem arasındaki kesintiye dikkatimi çekmekteydi: Bağlaç okununca, zahir surette ve birinci anlamda ortaklığın kendisiyle gerçekleştiği şeye riayet etmişti. Bağlaç düşünce, temyizin gerçek ve o şeyin hakikatinin kendisiyle ortaya çıktığı tekliğe riayet etmiştir. Bir şeyin hakikati onu ayrıştıran özelliktir. Böylece bağlacın konuşmada düşülmesiyle neyin kastedildiğini anladım. Kastedilen Allah Teâlâ’nın birliğini anlamaktır. Bu sa­yede ‘O’nun benzeri bir şey yoktur326 ayetinin anlamı öğrenilir. Bununla birlikte eşya da vardır. Allah Teâlâ eşya yokken de vardı ve benzerliği olumsuzlamıştır. Öyleyse iş şurada düğümlenir: Allah Teâlâ münasebeti olumsuzlamış mıdır, olumsuzlamamış mıdır? Çünkü münasebet olmadan var etmek düşünülemez. Hâlbuki yaratma gerçekleşmiş ve yaratılan orta­dadır. Buradan münasebetin zorunluluğunu anladık. Münasebet kesin­likle benzeşmeyi ortaya çıkartmaz. Çünkü yaratma bütünüyle Allah Teâlâ’ya ait olduğu kadar emir de O’na aittir ve bir ortaklık yoktur. Böylece Hakkın zatı gereği kendisini talep ettiği münasip var iken benzeşme ortadan kalkmıştır. Herhangi bir yaratılmış izafe edilen her yaratma, bir perde sureti ve örtüdür. Bu sayede alim cahilden ayrışır, yaratıkla­rın birbirlerine karşı üstünlüğü ortaya çıkar. Böylece üstün olandan şükür ortaya çıkarken daha aşağı derecede bulunanın muhtaçlığı ve ta­lebi ortaya çıkar. Bunun üzerine şükrettiği için üstün olana daha çok verilirken aşiağı derecedekine de -talep ettiği içinverilir. Öyleyse her­kes bir artış içindedir ve derecelenme ortadan kalkmaz. Artış nedeniyle üstün insanın derecesi yükseldikçe, aşağı derecedeki insan da bir dere­ceyle ardından yükselir. Öyleyse birbirlerine ulaşmadan herkes bir yük­selme ve artış içindedir:

Hakk bana nida etti varlığımdan Müşahede üzere her halde

Zatınız doldu; dedik ki İmkânsızdır doluluk, yok mu daha

Oluşu bir tek cömert doldurur Varlık vermekle halka karşı cömert olan

Haktır O, başkası değil Rabbin mertebesi kul gibi değil

Hakkı zevk ilmiyle bilen kimse Secdenin hazzını bilmedi

Cehennem ateşi derileri pişirir, cisimleri parçalarken Allah Teâlâ’nın ateşi de bedenlenmiş misalî bir ateştir. Çünkü o manevi-batıni amellerin ne­ticeleridir. Cehennem ateşi duyusal-zahiri amellerin neticesidir. Böyle­likle onu Hakk eden insanda iki azap birleşir. Nitekim cizye verenlere de Allah Teâlâ öyle yapar: Onlar alçalmış ye zorlanmış bir şekilde cizye verirler. Allah Teâlâ onlara hem ellerinden malı çıkartmakla ve hem alçaltmakla azap eder. Bu eziklik ve kahır, o konuda çektikleri sıkıntıdan duydukları azaptır. Bakınız! Münafık cehennemin en aşağı mertebesindedir ve inançsızlıkta ısrar ettiği için ‘Allah Teâlâ’nın ateşindedir.’ Onun birinci merte­bede oturağı yoktur, çünkü kâfirden farklı olarak, zahir amelleri yap­mıştır. Kâfirin cehennemin üst ve aşağısında mertebeleri vardır. Onu ‘Allah Teâlâ’nın ateşinden’ veya cehennem ateşinden koruyacak yoktur. Onu inkâr eden ve doğru olduğunu bilip ona iman eden ise münafığın aza­bının tersine veya zıddına azap görür. Çünkü o Hakkı bilmekte ve içinden ona inanmaktadır. Fakat bunu varlığının dışına çıkartmamış, içinde gizlediğinden başkasını izhar etmiştir. Ateş insandan -zahir ve batındahakikatin suretinin kendinde gözükmediği şeyi talep eder. Bu bağlamda batın için ilim zahir için amel gibidir. Batın için cehalet farzı terk etmek gibidir. Burada insan adına mertebeler belirlenir ve Allah Teâlâ’nın ahiret hayatında kullarına vereceği ilahi cezalandırma sebepleri ortaya çıkar.

Hadler tam olarak uygulanınca, ilahi rahmet cömertlik hâzinele­rinden herkese yaydır. Bu durum ‘Bedbahtlar ateştedir, orada onların (öyle feci) nefes alıp vermeleri vardır ki! Rabbinin dilediği hariç, (onlar) gökler ve yer devam ettikçe oradadırlar327 ayetinde belirtilir. Bu, zamansal bir sınırdır, çünkü gökler ve yerin değiştirilmesi kaçınılmazdır ve bu esnada müddet biter. Öyleyse bu müddet, her insan için yükümlü­lük anından göklerin ve yerin değiştirilme anına kadar sürer. Bedbaht ve mutlular hakkındaki süre böyledir. Onlar amellerinin neticelerinde bu belli miktarda bulunurlar. Süre bitince, sevap ve günah için ‘uygun nimet5 ve ‘uygun azap’ biter, insanlar ilahi ihsana kavuşur. Allah Teâlâ bu İh­sam amellere veya belirli bir kavme tahsis etmemiş, ‘o sınırlı olmayan bir ihsandır.’328 Onun biteceği bir müddeti de yoktur. Hâlbuki küfür ve iman dünya hayatında yükümlünün ömrünün sona ermesiyle sona erer. Bedbahdarda hadlerin uygulanması ve mutlularda da nimet karşı­lığının uygulanması, göklerin ve yerin müddetinin bitimiyle sona erer: ‘Rabbinin dilediği müstesna.’329 Bu, bedbahdar hakkındadır. ‘Kuşkusuz senin Rabbin dilediğini yapandır.’330 Öyleyse ilahi meşiyetin belirlediği şekilde, ilahi emir gerçekleşmiştir. Allah Teâlâ mudular hakkında zikrettiği gibi bedbahtlar hakkında da ‘gayrı meczuz’ diye nitelediği azaptan baş­ka bir azap zikretmedi. Göğün ve yerin müddetinin zikredilmesi, bed­bahdar hakkmda ilahi iradenin hükmü ve azabın zikredilmeyişinden şunu anladık: Bedbahtlar için kendisinde hükmün sona ereceği bir müddet vardır ve sürenin bitmesiyle azap kesilir. Mudunun karşılığı da öyledir. Sonra ihsan ve ilahi rıza hangi menzilde olursa olsun herkesi kuşatır, çünkü nimetin başka bir anlamı yoktur. Nimet nefislerin mak­sadına uymaktır ve bu hususta mekânların bir etkisi yoktur. Her nere­de gerçekleşirse gerçekleşsin, gayeye uygunluk ve mizaca yatkınlık sa­hibi için nimettir. Bunu bilmelisin!

Burada istisnanın her iki grup için neyle ilgili olduğu aşikârdır: Kâ­fir dünyada maksadara ulaşmak ve bedenin sağlığıyla ilgili nimedere sahiptir. Mümin ise gayelerine ulaşamaz ve dünya hayatında hastalıklara maruz kalır. Bütün bunlar, yükümlülük vaktiyle ilgilidir. Her biri her iki gruptan meydan^ jşjelir. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

CÖMERTLİK HÂZİNELERİNDEN ON İKİNCİ VASIL

Hakkın İhmal Etmesi ve Süre Vermesi

Bu bölüm Hakkın ihmaliyle ilgilidir ve sahibi neyin onun lehinde olduğunu bilemez. Çünkü peygamberin kendisine getirdiği emre karşı çıkmasına karşı cezayı Hakk eden her kula Allah Teâlâ süre vermiş, onu cezalandırmamıştır. Böyle bir kul el-Halim isminin otoritesi altındadır ve ihmal edilmiş gibidir. Kul ilahi ceza kendisine uygulanmazdan önce mağfiret ve affetmek üzere ilahi inayetin öne geçip geçmediğini bile­mez? Yoksa cezalandırılacak ve işlediği suçlara karşılık belli bir süreye kadar cezalar uygulanacak mıdır? Bu ihtimal Allah Teâlâ’nın mühlet verdiği biri hakkında mümkün olduğu için, bu nitelikteki biri ‘ihmal edilen’in suretidir. Çünkü Hakk yönünden ihmal diye bir şey olamaz. O’nun eze­li bilgisinde kişi ya bağışlanmış veya işlediği suça karşı ceza belirlen­miştir. Böyle bir insan bir tehlike üzerindedir ve hükmü geçmiş ezeli kitapta neyin takdir edildiğini bilmemektedir. Çünkü hüküm adil ha­kim üzerinde hüküm verdiği gibi hakkında hüküm verilen üzerinde de hüküm verir. Bu hüküm, zikrettiğimiz şekilde, belli bir niteliğe sahip veya iki durumdan birisini Hakk eden bir şahısta ya cezalandırma veya affetmek şeklinde ortaya çıkar. Sadece Allah Teâlâ’nın mühlet verdikleri ve günah esnasında cezalandırmadıkları vardır. İhmal edilmiş suretindeki mühlet verilmiş günahkâr arife azap olarak kendi hakkmdaki azabı gö­zetmesi yeter. Çünkü o kendisi hakkmdaki sonucu bilmez.

Her grup şeriat kaynaklı veya insanlar tarafından konulmuş bir hikmet ve yasanın yönetimi altındadır. Dolayısıyla hiçbir ümmet, her ne olursa olsun yasalarına karşı gerçekleşecek muhalefetten yoksun ka­lamaz. Muhalefet eden insan affı veya yasayı koyanın belirlediği şekilde cezalandırmayı gözetmelidir. Yasalar bütün ümmetleri kuşatmıştır. Bu durum ‘Her ümmete bir korkutucu geldi331 ayetinde belirtilir. Söz konu­su insan ya Allah Teâlâ’nın emri ve iradesiyle korkutmuştur veya -Allah Teâlâ katın­dan geldiği bilinecek şekildeindirilmiş bir vahiy olmaksızın Allah Teâlâ’nın iradesiyle korkutmuştur. Bu durumda Allah Teâlâ’nın emrinin konusu, o ko­nuda kişide korkutmayı meydana getirmektir. ‘Korkutma’ fiiline ‘falan kişide ol’ denilir, o da onda meydana gelir. Bunun neticesinde o kişide korkutma fiili gerçekleşir ve insan onun nereden geldiğini anlamaz. Peygamberlerin Allah Teâlâ katından getirdikleri ilahi şeriat ile hakimlerin devirlerindeki insanların maslahatları için koydukları yasaların farkı budur. Benimsediği yasanın hükmünü yerine getirip ona hürmet eden ve Allah Teâlâ’nın rızasını kazanmak üzere yasanın sınırında duran, ihsan üze­re amel işlemiştir. Allah Teâlâ ihsan üzere amel yapanın ecrini zayi etmez. Kastedilen ihsan ‘sanki Allah Teâlâ’yı görür gibi’ ibadet etmek veya O’nun se­ni gördüğünü bilmen demektir. Ameldeki ihsanın gerçek tanımı bu­dur. Bunun dışındakiler çirkin ve kötü ameldir. İnsan ameli süslenip onu güzel görenlerden olabilir. Böyle biri kötü amelini bütün araştır­ma imkânlarını tüketip ulaştığı içtihadından sonra güzel görmüş olabi­lir. Bu araştırmada müçtehit içtihada hakkını vermiştir ve güzel/iyi amel sahibidir. O kişi, kötü amelini içtihadıyla doğruya ve hakka isabet eden iyi amel görmekle iki sevap sahibidir. Bu nitelikle ameli süslenen kimse bir sevap alır. İmkân ölçüsünde içtihadını yerine getirmeden amelini güzel görmüş olursa, öyle birinin durumu ilahi meşiyete kal­mıştır ve Allah Teâlâ’nın onun hakkındaki hükmü bilinemez: Dünya ve ahirette ilahi cezalar uygulandıktan sonra onun işi neye varır? Bu kişi kendine karşı haddi aşanlardan olabilir ve hâlbuki Allah Teâlâ umutsuzluluğa kapılarak kendisine karşı aşırı gitmeyi yasaklamıştır. Acaba bu yasak­lanmış günahı işlemekten kaynaklanan umutsuzluğu, aşırı gitmenin ardından kendisiyle mağfiret arasına girecek bir etkiye sahip midir? Yoksa onun aşırı gitmesi bütün aşırı gidenlerin durumuyla bir midir? Bu kişi de ihmal edilen ve hakkında araştırmacının insaflı davrandığın­da durumun ne olduğunu bilmeyeceği bir meseledir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ bütün günahları bağışlar.’332 Bununla birlikte umutsuzluk ortadan kalkar veya var olabilir. Bunun istisnası, ilahi isimde çokluğun bulun­madığı bir arayışta gücünü harcamayan bir müşriktir ki onun cezalan­dırılması gerekir. Bu durumda akıl sahibinin zamansız süreyi bilmesi, zamanın, dehirlerin ve asırların değişmesini bilmesi gerekir. Burada zaman oldukları söylenen şahıslarda belli bir süreye kadar akan şeyleri bilmesi gerekir. Bu zamanlardan -bir süre olmaksızındevam edenleri ve şükrü gerektiren Hakk ile sabrı gerektiren hakkı bilmelidir.

‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’

İmana gelirsek, iman geneldir. Aynı şekilde imanın zıddı küfîir de böyledir. Çünkü Allah Teâlâ mümini Hakka iman eden kimse diye isimlen­dirmişken aynı zamanda batıla iman eden kimseyi de mümin diye isimlendirmiştir. Kâfiri Allah Teâlâ’yı inkâr eden kimse diye isimlendirmişken tağutu inkâr edeni kâfir diye isimlendirmiş, hepsinin varacakları yeri ve onları getiren yolları açıklamıştır. Allah Teâlâ bir takım mucize ve delillerle (imanı getiren) yolu desteklemiş, her dinde, örfte ve her grupta onun doğruluğunu göstermiştir.

Salih amellerin başı imandır. Ameller -iman her ne olursa olsunimana tabidir. Var olan işler arasında bundan daha kapalısı yoktur. Çünkü Allah Teâlâ kötü ameli de süslenme özelliğiyle nitelemiştir ve bu sa­yede sahibi kedisini güzel ve ‘salih’ amel olarak görür. İşlerin açıklan­ması Allah Teâlâ’ya kalmıştır.

Yol kelimesinde kapsamlılık bildirmek üzere marife takısı gelmiş­tir. Çünkü onların hepsi yoldur ve Allah Teâlâ yolunda cehd eden kimse on­ları görür. Bu cihat ilahi yolları kişiye açıklar. Bu durumda kendince daha doğru olanı takip eder ve yaratıkların üzerinde bulundukları yol­larda mazerederini kabul eder. Kendisi tek başma Allah Teâlâ’ya yönelir. Böy­le bir insan Allah Teâlâ’dan bir nur üzerindedir:

Allah Teâlâ’yı kendi fiilinden bilince

O’nun ihmali mühlet vermenin ta kendisi

Bir göz tafsiliyle görürken Bir göz icmal üzere görür

Bir kavim ihsanında Bir kavim celalinde

Bir şahsı kabzeder tarifiyle ihmaliyle bir şahsı basteder

Hükmü tek olan münezzeh Yüz çevirme ve yönelmeyle

İhsanı genel olan münezzeh Nazlanma ve şımartmasıyla

Herkes istidadıyla kabul eder Hüsranı ve sapmayı

‘Allah Teâlâ selam diyarına çağırır, dilediklerini doğru yola ulaştırır.’

CÖMERTLİK HAZÎNELERİNDEN ON ÜÇÜNCÜ VASIL

Müşrik veya Müminde İşin Sonunun Çokluktan Birliğe Dönmesi

Bunun nedeni işleri bulundukları hal üzere ortaya çıkartan (keşfin sahibi olan) mümin, bunu gerektirir. Bu durum Allah Teâlâ’nınn ‘O gün senden perdeni kaldırırız, artık gözün keskindir333 ayetinde belirtilir. Bu durum dünyadan çıkmadan gerçekleşir. Öyleyse her insan canını keşf üzere can teslim eder ve böyleyken Hakka yönelir, kendisini birlemeye ve O’na imana katılır. Kim can vermezden bu kesinliği elde ederse, onun Mutlu olması ve muduluğa erişmesi de kesindir. Çünkü sahih düşünceden ve açık keşiften meydana gelmiş yakın onu hakikatten ve Haktan yüz çevirmekten alıkoyar. Böyle bir insan gerçek hakkında ke­sin delil ve basirete sahiptir. Can çekişme halinde bu kesinliği elde edenin durumu ise ilahi meşiyete kalır. Bununla birlikte işin sonunda (herkes) muduluğa ulaşacaktır. Fakat herkesin mutluluğa ulaşması iş­lenen günahlar nedeniyle cezalandırılanlar hakkında cezaların uygu­lanmasından sonradır. Can çekişme vakti, yaratıkların ulaşacakları ger­çeği görmelerinden önce gelmez. O durumu görmeyen insan, henüz can çekişme haline ulaşmamıştır ve onun durumu can çekişme hali sa­yılmaz. Her kim tek nefeslik bile olsa can çekişme halinden önce iman eder veya tövbe ederse, ahiret hayatında Allah Teâlâ katında bu tövbe ve iman ona fayda verir. Onun can verme esnasındaki hali ise günahsızın hali gibidir. İnsanı bu Hakk duyduğu acının şiddetinin veya dünya ha­yatından beklentilerini kesen hastalığının veya başka bir şeyin ulaştır­mış olması dururumu değiştirmez. Böyle bir insan mümindir, tövbekârdır ve imanı ve tövbesi ona fayda verir. Çünkü o henüz can çekişme halinde değildir. Böyle bir durumda insan sadece içinde ve kalbinde bulunup henüz kendisinin bile farkında olmadığı derin tabiatı nedeniy­le iman etmiş ye tövbe etmiştir. Başka bir ifadeyle söz konusu insan yöneldiği şeye ancak hükmü dışmda ve zahirinde ortaya çıkmamış fa­kat içinde etkin olan bir halin etkisiyle yönelmiştir. Onun içindeki bu hal, can çekişme halinin kendisini takip ettiği bu zaman diliminde or­taya çıkmıştır. Buna mukabil can çekişme halinde gerçekleşen imanın durumu ilahi iradeye ve meşiyete kalmıştır.

M utlu olacağı hükme bağlanmış kimseler ile Mutluluğu meşiyete kalanlar arasında fark var

Biri yüce ve mukaddes kurtarma O ise hakikatinin gösterdiği bir halde

O olmasaydı yolu kendisine varmazdı Ahlakı da bir gün ona şahitlik etmezdi

Kul dünya hayatından büyük arz gününe intikal eder. Bu bağlam­da hiç kuşkusuz Allah Teâlâ âlemde iki kıyamet yaratmıştır: Bincisi kü­çük kıyamet, diğeri büyük kıyamettir. Küçük kıyamet, kulun dünya hayatından misali bir bedende berzah âlemine intikali ve göçmesidir. ‘Kim ölürse kıyameti kopmuştur’ hadisinde belirtilen budur. Rüyet eh­linden olan, hiç kuşkusuz, Rabbini görür. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ümmetini Deccal’den sakındırırken ‘hiç kimse ölmeden önce Allah Teâlâ’yı göremez’ demiştir. Büyük kıyamet ise insanların kendinde toplandığı diriliş ve büyük toplanma kıyametidir. Büyük kıyamette insanlar sor­guya çekilir, hesaba çekilir, hesabı hakkında tartışır, bir kısmı ise hesa­bı hakkında tartışmaz. Bu kısımdaki insanların hesabı kolaydır. Söz konusu hesap amellerin kula herhangi bir itiraz ve tartışma olmadan sunulmasından ibarettir. Burada tartışma, amellerdeki illederi ve ne­denlerle ilgilidir. Sorgu geneldir, hatta peygamberlere bile sorulur. Ni­tekim Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ o gün peygamberleri toplar ve size na­sıl cevap verildi diye sorar,’334 Öyleyse sorgu iki türlüdür: Birincisi Hak­kın soru sorulana yakınlık göstermesi yoluyla nimederin onaylanması üzere sorudur. Böyle bir insan sorudan haz alır. İkincisi ise nimetlerin belirtilmesiyle birlikte kınama amaçlı sorudur. Böyle bir insan sıkıntı içindedir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bir keresinde açlıklarını gidermek üzere suy­la hurma yediklerinde şöyle demişti: ‘Bugün yediğinizden bile sorguya çekileceksiniz.’ Böyle bir soru belli bir grup hakkında -ki kastedilen orada bulunanlardırhem uyarı hem müjdeyi amaçlarken bütün insan­lar hakkında işin kendinde bulunduğu durum hakkında uyandır. Öy­leyse Allah Teâlâ âlemi nimetlerin onaylamasından sonra ancak zatı gereği muduluğa ulaşması için yaratmıştır. Bir kimse hakkında bedbahtlık, dolaylı olarak gerçekleşir. Çünkü kendinde kötülüğün bulunmadığı sırf hayır ve iyilik, âleme varlığını ihsan eden Hakkın varlığıdır. Ondan an­cak kendisine uygun şey meydana gelebilir ki, o da bilhassa iyilik ve hayırdır. Bu nedenle âlem için iyilik zatı gereği gerçekleşirken yine de âlem hakkında verilmiş olan hüküm ‘imkân’, yani olabilirliktir. Bu du­rum âlemin birbirinin yerini alacak şekilde iki zıt hükümle nitelenmiş olması demektir ve bu nedenle âlem zatı gereği varlığı zorunlu olanın mertebesinde bulunmamış, kötülük ona dolaylı olarak ilişmiştir. Bu bağlamda kötülük maksada ulaşmamak ve maruz kalınan şeye doğanın yatkın olmayışı demektir. Çünkü âlemin ‘mümkün’ olması, yokluk ile arasına girememiş, bu ölçüde de âlemde kötülük ortaya çıkmıştır. O halde kötülük -Hakkın yönünden değilbizzat âlemin imkân yönün­den ortaya çıkar. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bir duasında şöyle buyu­rur: ‘Bütün iyilik Senin elinde, kötülük ise Sana ulaşamaz.’ Kötülük mümkün olması yönüyle yaratılmışa ilişir:

Hakkın zatı nedeniyle biz mutluyuz Mümkün olmamız nedeniyle bedbahtlık var

Hakka kavuşmak zorunlu bir Hakk Kavuşmadaki iyiliklerle sevinin

Bize bizden ait olan beka ve fena O’ndan bize ait olan varlık ve kavuşma

O zıddı olmayan iyilik İyilik, iyilikle karşılaştığında

Her şeyi iyilik olur ancak

Kötülüğü ve bedbahtlık sebeplerini yok eder o

Bilmelisin ki, cisimler ruhların ağları ve perdeleridir. Bunlar ruhla­rın görülmesini ve görmesini perdelemiş, ruhlar ancak kendilerinden bütünüyle ayrılmadan bu kalelerden ‘fani olarak’ ayrıldıklarında göre­bilirler. Öyleyse ruhları bedenleri görmekten ‘fani’ olduklarında, göz sahibi olurlar ve kendilerini gördükleri gibi Yaratanlarını görürler. Bu nedenle ‘Her kim kendini bilirse, Rabbini de bilir.’ Her kim kendini görürse, Rabbini de görür. Böylece insan, bilgi kesinliğinden görme kesinliğine ve yakınlığına ulaşır. Kalesine ve bedenine döndürüldü­ğünde ise görme kesinliğinden bu kez Hakk kesinliğine, yani hakka’lyakîne geçer, yoksa ilme’l-yakîne geçmez. Buradan insan, kendisinin verdiği doğru haberlerle Hakk (ile birlik anlamındaki cem’ halinden) fark haline geçmeyi hakka’l-yakin, ayne’l-yakin ve ilme’l-yakin kesinlik­le öğrenir. Bu durumda her hüküm kendi mertebesine yerleşir. Artık eşya onun gözünde belirsizleşmez ve haberlerin kendisini yalanlamadı­ğını anlar. Her kim Allah Teâlâ’yı bu yolla bilirse, hiç kuşkusuz, incinin sedef­te acı ve tuzlu bir sudan yaratılmasının hikmetini öğrenir. Onun sedefi cismiyken tuzu doğasıdır. Bu nedenle tabiatm ve doğanın hükmü sede­fine baskın olarak ortaya çıkmıştır, çünkü tuz beyazdır ve o keşfe sebep ışık mesabesindedir. Bu delili iyi incelemen gerekir, işlerin sonu Allah Teâlâ’ya varır.

ON DÖRDÜNCÜ VASIL

Cömertlik Hâzinelerinden Kulağa Çarpan Kendini Dinleten Sırrın Bilinmesi ve Dip İle Zirveyi Bir Araya Getiren Vasıl

Âlemin varlık sebebi insan-ı kâmildir. Bununla birlikte âlemde doğasının yaratılışı bakımından insan-ı kâmile benzeyen hayvan insan da bulunur. İnsanın içerdiği hakikatler âlemde dağınık bir halde bulu­nur. Hakk âlemin bütün yönlerinde dağınık halde bulunan bu hakikat­lere nida etmiş, onlar da bir araya toplanmış, toplamlarından da insan meydana gelmiştir. Başka bir ifadeyle insan, söz konusu hakikatlerin hâzinesidir. Âlemin bütün yönleri ise o hakikatlerin toplanması hak­kmdaki Hakkın nidasından neyin ortaya çıkacağını görmek üzere insan hâzinesine yönelmiştir. Alem, boyu dik ve hareketi doğrusal ve yönleri belirli bir suretin ortaya dikildiğini görmüşlerdir. Âlemde bulunan hiç kimse insan suretinde bir şeyi görmemişti. Bu zamandan itibaren ateş­ten oluşan ruhlar ile melekler (bir surete gireceklerinde) insan suretin­de suretlenmişlerdir. Bu durum bir ayette ‘Ona beşer suretinde temessül etti335 ayetinde belirtilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise şöyle der: ‘Bazen melek bana bir adam suretinde gözükür.’ Çünkü ruhlar bildikleri suretlerin şekline girebilir ve onları ancak görerek tanırlar. Ruhlar insan yaratıl­madan önce âlemdeki bütün suretlere girebilirlerdi, çünkü ruhlar sure­te girme gücüne sahip olsalar bile insanda olduğu gibi musavvire gü­cüne sahip değillerdir. Çünkü musavvire gücü müfekkire gücünün bir vasfı olan fikir gücüne tabidir. Öyleyse ruhlar için tasavvur (ve surete girmek), onlarm zati özekliklerinden kaynaklanır, yoksa manevi özel­liklerinden veya sahip oldukları musavvire gücünden kaynaklanmaz. Bununla birlikte onların suredenmesi zati olsa bile, doğal âlemin suret­lerinden idrak ettikleri suretlere girebilirler. Bu nedenle doğanın üze­rinde bulunana ruhlar suredenmeyi kabul etmezler. Çünkü onların do­ğal şekiller hakkında bilgileri yoktur. Doğanın üzerindekiler -dünya ve ahirette(tümel) nefs, akıl ve müheymen meleklerden ibarettir.

Öyleyse doğanın üzerindekiler âlemin suretlerini göremezler. Bu­nunla birlikte bir kısmı -tümel nefs gibizatı gereği doğa âlemine yar­dım eder. Fakat onun yardımı, güneşin menfaat sağlama veya zarar verme amacı olmadan ışınlarını vermesindeki gibi bir maksada matuf değildir. İşte tümel nefs için ‘zatî’ bu demektir. Bilgi ve amel nispetleri de onun için zatîdir, çünkü o kendisini bilir, yoksa üzerinde bulunan illeti gibişeyleri bilmez. Onun ameline gelirsek, tümel nefse amel nis­pet edilir. Bu nispet güneşe eşyayı beyazlatmanın ve çamaşırcının yü­zünü karartmasının nispetine benzer. Ateşe de yakmak ve ısıtmak fiil­leri nispet edilir ve şöyle denilir: ‘Güneş şöyle beyazladı, güneş şöyle ortaya çıktı, ateş şöyle yaktı, ateş şöyle pişirdi veya şöyle ısıttı vs.’

İşte akıllı ve derin düşünce sahibiysen âlemdeki durumun da böyle olduğunu bilmelisin! Allah Teâlâ her şeyi bilen ve her şeye güç yetirendir. Bu nedenle Allah Teâlâ her surette tecelli eder. Öyleyse bütün âlem yokluk­tan varlığa çıkmıştır. İnsan ise öyle değildir. İnsan varlıktan varlığa çıkmıştır. Başka bir ifadeyle insan, dağınık hakikatlerin varlığından ha­kikatlerin toplamının varlığına çıkmıştır. İnsanda durum dağınıklıktan toplanmaya doğru başkalaşma şeklinde gerçekleşmişken âlemde yok­luktan varlığa doğru başkalaşma şeklinde gerçekleşmiştir. İnsan ile âlem arasındaki fark, varlık ile yokluk arasındaki farka benzer ve bu nedenle âlemde hiçbir şey insanın benzeri değildir.

Varlığın özüyüm çünkü ben Varlıktan meydana geldim

İşin bende bir hükmü yok Yokluk bende hüküm vermez

Kitapta bir mislim yok

Daha fazlanın hazzı benimle tadılır

Bu nedenle secde tahsis edildi bana Ben secde için yaratıldım

Emir benim için her varlığı secde ettirdi Secde emrini verenden başka

Donuk (cemad) olan çözüldüğünde, suretler başkalaşır ve bu du­rumda isim değiştiği için hüküm de değişir. Akışkan olan donuklaştı­ğında ise suretler başkalaşır ve isim değişir, buna bağlı olarak hüküm de değişir. Şeriadar ise suretlerin, hallerin ve isimlerin kendiliğinde bu­lundukları duruma göre hitabı ulaştırmak üzere nazil olmuştur. Her­hangi bir varlığa kendinden hitap olmadığı gibi hakikatinden kaynak­lanacak şekilde ona yönelik hüküm de yoktur. Bir varlığın kendi halin­deki hükmü, mubahlıktır. Vacip, mendup, haram ve mekruh gibi fiil­ler onun varlığına yabancı ilhamlardan kaynaklanır ki bu ilhamlar ken­disine gelen temiz-meleki ruhlar ile temiz olmayan şeytani ruhlardan gelir. Bu durumda insan üç hüküm arasında gider gelir: Birincisi ken­dinden kaynaklanan zati hükmüdür. Diğer iki hüküm ise ona bitişmiştir. Kitabın takdirine ve hitabın hükmüne göre, varlık bu hükümleri kabul eder veya reddeder. Bu bağlamda bir kısmı bedbaht iken bir kısmı mududur. Nitekim onun dostlarının bir kısmı Hakka yakın iken bir kısmı kovulmuş dosttur. İnsan kime icabet eder ve karşılık verirse, ona göre kalır. Hata ile doğruyu açıklamak Allah Teâlâ’ya kalmıştır. İşin sonu ise en iyi sonucun Allah Teâlâ katında olmasıdır. Allah Teâlâ kendisine ula­şan şeye kesinlikle bir kötülük bitiştirmez. Birinci anlayışa göre bu bağlamda tehdit amacıyla gelen şey ‘Zulmedenler kimin döneceğini göre­ceklerdir336 ayetinde belirtilen durumdur. Böylelikle insanlar, bağışla­nan kimseler için cezalandırma olmazdan ve cezalandırılanlar cezalan­dırmanın ardından Allah Teâlâ’nın kereminden hesap etmedikleri şeyleri öğ­reneceklerdir. Binaenaleyh Allah Teâlâ’nın rahmeti geniş, nimederi bol ve kapsayıcıdır. Alemdekilerin nefisleri ise o nimederi arzular, çünkü Allah Teâlâ bir sınırlama ve daraltma olmadan kerim ve cömerttir. Bu nedenle bütün âlem, kıyamet günü hallaç pamuğu gibi toplanacaktır, çünkü rahmet her mekâna yayılmıştır. Her varlık farklı hallerde ve suretlerde bulunduğu için, herkes rahmeti elde etmek üzere dağılacaktır. Bu sa­yede Allah Teâlâ’dan kendisini bedbahdığa götüren sureti ortadan kaldıracak rahmeti talep eder. Kıyamet gününde âlemdekilerin dağılmasının ve (rahmeti aramak üzere) yayılmasının nedeni budur. Yalçın dağlar da o gün atılmış pamuk gibi olacaklardır. Bunun nedeni kendilerindeki sert­liğin yerini yumuşaklığa bırakmış olmasıdır. Söz konusu yumuşaklık kullara rahmeti ulaştırır. Bu söylediğimizi ancak müşahede ehli bilebi­lir. Onlar varlığın hakikatleriyle tahakkuk eden kimselerdir. Kendi ağırlığıyla birlikte kalanlar da olacaktır, zaten Allah Teâlâ sakaleyn’i, yani in­san ve cinleri ‘ağırlık’ demek olan bu adla bulundukları he;r yerde baş­kalarından ayırt edilmeleri için isimlendirmiştir. Onlar her nerede bu­lunurlarsa bulunsunlar başkalarından ayırt edilirler. Dolayısıyla her iki sınıfın ruhları, dünyada, ahirette ve berzahta doğal cisimleri ve beden­leri yönetmeyi sürdürür. Bu iki sınıfın yaratılışları itibarıyla kendilerine yerleştikleri menzilleri de böyledir. Onların bütün nimetleri doğalarına benzeyen nimetlerdir.

Soyutlanmayı (tecrit) kabul edenlere gelirsek, onlar, doğru fikre sahip kimselerdir. Çünkü nefs-i natıka gerçekte cisimlerde ve doğal bedenlerde soyut olarak bulunur ve bedenlerdeki yegâne işi tedbirdir (yönetme). Bu görüşü kabul edenler nefislerin bu tedbirinin sürekli ve ebedi olduğunu anlamamışlardır. Bununla birlikte bizim söylediğimizi kastetmişlerse, bu yönden haklıdırlar. Fakat nefs-i natık’ın tedbirden de soyutlanacağını ileri sürmüşlerse, hatalıdırlar. Bize göre nefs-i natı­ka tedbire bitişik fakat zat, tanım ve bireysel hakikatlerinin gereğiyle ayrıktır: Dolayısıyla ne bitişiktir ne ayrıktır. Tedbir tıpkı güneş ve (ışık) gibi onların zati özelliğidir. Işınlarının vurduğu şeyler üzerinde güneşin tedbiri kendinden kaynaklanan bir özelliktir. Şu var ki güneş, ay, yıldızlar ve Allah Teâlâ’nın âlemin maslahatlarını kendilerine bağladığı se­beplerin çoğunun bu hususta bilgileri yoktur. Natık nefisler ise tedbirleri zati olsa bileneyi tedbir ettiklerini ve yönettiklerini bilirler. O nefislerin arasından keşif sahibi olan erdemli nefisler ise yönettikleri şeylerin parçaları hakkında da bilgi sahibidir. Erdemli olmayan nefisler ise yönettikleri şeylerin parçalarını bilmez. Bazen bilirler fakat bildikle­rini bilmezler. İşte yönetici ve tedbir edici her nefis böyledir.

Alemi tedbir eden ise âlemin parçalarını ve tikellerini en iyi bilen­dir. O ise belli bir parçayı ve tümeli bilen Allah Teâlâ’dır. Bununla birlikte Allah Teâlâ âlemi sadece kendisine ait olabilecek şekilde zati gereği yönetir.

Öyleyse muüu nefisler -ki onların binekleri hayvani nefislerdirkı­yamet günü o yerin sağlamış olduğu en hoş ve tadı hayat içindedirler. Nitekim onlar bedbaht olduklarında en çetin acılar çekerek hapiste bu­lunurlar ve dar bir yerde hapsedilirler. Nitekim Allah Teâlâ şöyle bu­yurur: ‘Oradan alındıklarında...’ yani cehennemden ‘dar bir yere atıldık­larında, oracıkta yok oluvermeyi isterler.’337 Bu haller hayvani nefislere aittir. Natık nefisler ise bineklerinin hallerinin farklılığı hakkındaki bil­gilerine göre haz alır, çünkü onlar bu hususta sürekli bilgi artışı için­dedirler ve bu artış onlara uygun ilahi bir artıştır.

Dünya hayatında şöyle bir tecrübî bilgiye ulaşabilirsin: Hayvani nefis ve natık nefis sahibi iki şahsı düşün! Her birisine acı veren bir se­bep iliştiğinde, birisi acı o sebepten acı duyarken öteki nimet bulur. Bunun nedeni onlardan birisine -her ne kadar nefs-i natıkası olsa bilehayvani nefsin hakim olmasıdır. Hayvani nefsin başlan gelmesiyle de onun nefs-i natıkası düşünme gücünü ve teorik gücünü kullanamaya­cak şekilde işlevsizleşir ve etkisiz kalır. Diğerinin nefs-i natıkası ise teo­rik gücünü, fikir ve gözlem aracını kullanabilecek durumdadır. Acı ve­ren durum onun hayvani nefsinde nasıl bulunup kendisini ilk kişinin durumuna taşıyabilsin ki? Acı veren sebep onun nefsinde silinir, ardın­dan hayvani nefs de kendisine tabi olur ve acı veren sebep varlığını sürdürse bile acı kaybolur. Her iki şahıs daha önce söylediğimiz gibi natık nefs sahibidir ve her ikisi için de acı verici sebep ortadadır. Acı şahıslardan birisinde kalkarken öteki hakkında ortadan kalkmamıştır.

Çünkü hayvan(-ı nefs) natık nefsin nuruyla aydınlanır. Natık nefs Hakkın yönüne yöneldiğinde, nuru da kendisini takip eder. Nitekim güneşin ışığı batışı ve doğumu esnasında güneşi takip eder. Hayvani nefs ise daha önce kendisini görmediği için elde ettiği müşahede nede­niyle haz alır. Öyleyse elem veya haz hayvani nefse aittir. Fakat daha önce söylediğimiz olursa, bu durumdaki haz bilgi hazzıdır. Doğaya ve mizaca yatkınlıktan veya gayeye ulaşmaktan meydana gelen haz ise du­yusal hazdır. Nefs-i natıka soyut bilgidir ve elem veya hazzı taşımaz. Gerçeği olduğu hal üzere bilmeyen insan, bu konuda gerçeği karıştırır ve yanılır ve natık nefsin bilgiler nedeniyle haz alabileceğini zanneder. Bunu ilahi mertebe hakkında da söylemiş ve Allah Teâlâ’nın kendi kemalinden haz aldığını ileri sürmüşlerdir.

Bak, kardeşim! Böyle insanlar işlerin hakikatlerini bilmekten ne kadar uzaktır. Şâri ne güzel söylemiş: ‘Kendini bilen rabbini bilir.’ İn­san rabbine ancak kendisine nispet ettiği şeyleri nispet eder. Hâlbuki Allah Teâlâ, hakkında herhangi bir Hakk göre veya mahalle göre hüküm veri­lemeyecek kadar mütealdir. İş başında da sonunda da Allah Teâlâ’ya aittir. Allah Teâlâ bizi ve sizi afederden korusun, en yüce derecelere ve en uzak ufuk­lara ulaştırsın!

ON BEŞİNCİ VASIL

Cömertlik Hâzinelerinden: Doğal cisimlerin taşıdıkları nurlar

Doğal cisimlerin varlıkları taşıdıkları nürlar vasıtasıyla aydınlanır. Bununla birlikte cisimler gözlerimize karanlık olarak görünebilirler. Bu tezada misal olarak kan ile işkembenin arasından saf ve durı,ı ve içenle­re haz verecek şekilde ortaya çıkan sütün halini verebiliriz. O sütü de­velerin ve ineklerin memeleri damarları onlar için saklar. Arıların kar­nından insanlar için şifa olan farklı renklerdeki bir içecek çıkar. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ göklerin ve yerin' nurudur.’338 Nur olmasaydı mümkünler dışta ortaya çıkmazdı. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bir duasında şöyle der: ‘Allah Teâlâ’m! Benim kulağımı, gözümü nur yap, saçımda nur yarat.’ En sonunda şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ’m beni nur yap!’ Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem nurdu, sadece gözlere gözükecek şekilde bunu görmek istemiş­ti. Çünkü manevi nur, gizlidir ve gözler tarafından algılanmaz. Başka bir ifadeyle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem iman ve akılla idrak ettiği şeyi duyuyla da idrak etmek istemiştir ki böyle bir şey ancak mücahede sahipleri tara­fından görülür.

Ateş taşlarında gizli

Çakmak göstermeden ortaya çıkmaz

Biz ortada bir ateş olduğunu biliriz. Fakat taştayken veya çakmak taşındayken yakma özelliğini bilmeyiz. Meseleyi teorik yolla araştıran veya basirede bakan veya müşahede edenler için bütün varlıklar böyledir. Bunu dikkate almalısın! Öyleyse Hakk nur olması bakımından yara­tıklarda gizlenmiştir. Yaratıkların ‘fikir çakmağı’ kendisini çaktığında, O’nun nuru ortaya çıkar. ‘Kendini bilen rabbini bilir.’ Bir insan kadehi ve çakmağı biliyorsa, ateş onun nezdindedir ve öyle bir insan Rabbinden bir nura sahiptir; ne zaman isterse onu izhar eder. Bu durumda O Zahirdir. Ne zaman dilerse kendisini gizler; bu durumda ise Batındır. Batın olduğunda ‘O’nun benzeri yoktur:339 Zuhur ettiğinde ise ‘O gören ve duyandır.’ Öyleyse kadeh kendi yanındaki bir ışığı getirmiş değildir. Hakk ister varlık ve ister yoklukta, her nerede olursak olalım bizimle beraberdir. Biz Hakkın bizimle birlikte olması nedeniyle zuhur ettik.

O  halde biz, farkında değil iken, bir nur sahibiyiz.

Allah Teâlâ’nındır Allah Teâlâ’nın olan bizim varlığımız Oluşundur oluşun olan, O’nun zatının nurundan

Biz çoğuz el-Müheymin bir İsim ve sıfatlarında bir olmuştur O

‘Biz çoğuz, bir olan O'dur’, çünkü çakmaklar çoktur fakat bütün çakmaklardan ortaya çıkan ateş birdir. Çakmağın ateşten veya ağaçtan olması durumu değiştirmez. Bu nedenle Allah Teâlâ hakkında ileri sürülen görüşler birbirinden farklılaşmıştır. Hâlbuki hepsindelçi maksat tektir. Öyleyse her talibe gözüken şey sadece Allah Teâlâ’dır, başkası değildir! Her şey O’ndan çıkmış ve tekrar O’na döner. Çakmakta ateş bulmak iste­yen kimse ‘çakan (zedeleyen, vuran)’ diye isimlendirmiştir, çünkü zatı­nı bilmek üzere Hakkı yaratıklardan öğrenmeyi istemek sahih bilgiye zarardır. Bu yönden Allah Teâlâ hakkında bilinecek olan sadece mertebedir ve bu bilgi Hakkın bilhassa bir ilah olmasından ibarettir. Zatını bilmek istemek, müşahede delmektir ve Hakkı müşahede O’nun tecellisinden meydana gelir. Bu durum bulunduğu duruma ‘zedeler.’ Çünkü sen O’nu sınırlı bir halde görebilirsin: Aklın O’nu fikriyle sınırlar ve Hakk da kendisini sınırlamış olduğun surette sana tecelli eder. Bu ise ken­dinde bulunduğu duruma ‘zarar verir.’ Sen kendinde aklî bir nura sa­hip solmasaydın, O’nu bilemeyecektin. Göz nuruna sahip olmasaydın, göremeyecektin. Öyleyse sen Hakkı nur ile müşahede edebilirsin. O’ndan başka da nur yok! Öyleyse sen Hakkı Hakk ile gördün ve bil­din. Binaenaleyh Hakk akla göre göklerin nuru iken göz için yerin nu­rudur.

Allah Teâlâ nurunun özelliğini ancak lambadan ibaret olan bir nu­ra vermiştir. Lamba semavi değil yeryüzüne ait bir nurdur. Böylelikle Allah Teâlâ kendi nurunu lambaya benzetmiştir. Bizim O’nu görmemiz gü­neşi ve ayı görmemiz gibidir. Başka bir ifadeyle Hakk lamba gibi olsa bile görülme ve idrak edilmede lamba ışığı gibi değildir. Hakk kendi nefsiyle benim arzımdır, çünkü Hakk bize tenezzül etmemiş olsaydı, O’nu bilemezdik. Görmek yönünden ise semavidir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in Allah Teâlâ hakkmdaki bilgisinin ne kadar hikmedi olduğuna bakınız! Bu bilgi nerede, aklın bilgisi nerede! Bu nedenle Allah Teâlâ şöyle buyu­rur: ‘O’nu gözler idrak edemez, O gözleri idrak eder.’340 Çünkü Hakk nur­dur ve nur bir nur vasıtasıyla idrak edilir. Dolayısıyla Hakk kendisiyle idrak edilir. ‘O gözleri idrak eder.’ Çünkü O nurdur. ‘O latiftir.’ Hakk latiftir ve zuhur ederken gizlenir. Bu nedenle kendisini bildiği ve gör­düğü gibi bilinmez ve görülmez. ‘Habir’dir.’ Haber, zevk yoluyla bilgi demektir. Hâlbuki Allah Teâlâ nurlar O’nu idrak edemez dememiştir.

Nur olmasaydı gözler görmezdi

Akıl olmasaydı hiç bir varlık bilmezdi

Öyleyse ilahi ve kevni nur vasıtasıyla varlıklar zuhur etmiştir. Bu­nunla birlikte onlar yokluk halinde sürekli Hakka gözükürlerken var olduklarında bize görünürler. Biz onları yokluk halinde akılla idrak ederken dışta var olduklarında duyuyla idrak ederiz. Hakk ise her iki durumda onları ‘görerek’ idrak eder. Mümkün yokluk halinde bir nura sahip olmasaydı, varlığı kabul edemez ve imkânsızdan tefrik edilemez­di. Öyleyse Hakk mümkünü imkân nuru ile görmüşken varlığının nu­ruyla da yaratıklar kendisini görmüştür. Hakk ile halk arasındaki fark, iki görme arasındaki fraktan bellidir. Hakk nur içinde nur iken yaratık­lar yokluktaki karanlık içindeki nur; dışta var olduklarında ise nur üs­tüne nur olurlar. Çünkü yaratılmış Rabbine delilin ta kendisidir.

Bu bölüm daha fazla açıklamayı kaldırmaz, çünkü Hakkın bir benzeri olmadığı için bu bölümde gizli bir tuzak vardır. Hakkın misal vermenin dışında bilinmesi veya görülmesi mümkün değildir. Bu ne­denle Allah Teâlâ bize şöyle misal vermiştir: ‘O’nun nurunun misali içinde lamba bulunan bir kandilliktir. Lamba fanus içindedir. Sanki o yıldız gibi­dir. Mübarek bir ağaçtan tutuşur. Doğulu ve batılı olmayan bir ağaç...’341 Sonra şöyle buyurmuştur: ‘Nur üstüne nurdur. Allah Teâlâ dilediğini nuruna ulaştırır.342 Yani bu iki nurdan kendi nuruna ulaştırır. Doğruya ulaşan kimse, hakkında misal verilen ile misali ayırt eder. ‘Allah Teâlâ misaller ve­rir.’343 Allah Teâlâ bu misali kendi nurunu anlatmak üzere vermiştir. Misal verirken gerçekleşmesi mümkün olmayan bir şey de misal olarak veri­lebilir. İmkânsız olan var sayımla var olmayacağı gibi yaratılmış bir şey de var sayım nedeniyle Hakk olmaz. Hâlbuki var sayım yoluyla mevcut olan dışta var olmayabilir. Hakkında misal verilen ve teşbih yapılan o misalin kendisi olsaydı, misal bir yönden verilebilirdi. Dolayısıyla bu­rada yapılan benzetme var sayım yoluyla mevcut olabilir.

Verilen misalden şunu anladık: Biz Allah Teâlâ’ya bir yandan uzakken aynı zamanda O’na çok yakınız ve bu nedenle misal bizim için verilebildi ve bu sayede yakınlık ile uzaklığı birleştirdik. Allah Teâlâ da bizim için kendisini el-Karib ve el-Baid, Uzak ve Yakın diye isimlendirdi. Bunun­la birlikte ‘O’nun benzeri bir şey yoktur.’344 Hâlbuki Allah Teâlâ bize şah da­marından yakındır. ‘O duyan ve görendir.’ Öyleyse Allah Teâlâ misal verilir­ken yakın suret itibarıyla uzaktır. Çünkü bir şeyi var saymak, o şeyin kendisi gibi olmayacağı gibi aynı zamanda onun benzeri de olmaz.

Bu bölümde hacıların Arafat’tan cem’e ve oradan Mina’ya gidişi öğrenilir. Arafat’tan hacılar geceleyin ayrılırken Cem’den ayrılma oruç­lunun gündüz vakti ayrılır; dilersen tamlamaya yapmadan gündüz der­sin. Hac bütün bunları kendinde toplayarak gündüz ve gece demek olan zamansal günün bütün kısımlarını kabul eder. Aynı zamanda on­da akılların nurunun talep edilene ulaşmasını zorlaştıran şeyler bulu­nur. Bu, maduba aşırı yatkınlıktan kaynaklanan latif bir perdedir. Çünkü özlemin en güçlü hali, sevilenin yerinin görülme vaktidir. Şair şöyle der:

Şevk en çok ne zaman artar:

Yolcu vatana yaklaştığında

Öyleyse en garip işlerden birisi Hakkın insan vasıtasıyla gizlenme­si ve artık görülmeyişidir. Bilinmek için de insan vasıtasıyla zuhur eder ve böylece bilinir. Bu sayede insan perde olma halini ve zuhuru ken­dinde toplar: İnsan izhar eden-gizleyen, keskin-kör kılıçtır. Hakk bu durumu ondan görür, çünkü bu özellikte onu yaratmıştır. İnsan da kendinden bunu görür, çünkü' kendinden habersiz kalmaz. Aynı za­manda insan kendisine ulaşılamayacağını bildiği şeye ulaşmak isteyen­dir. Öyleyse insan, kendisinden gerçekleşmesini irade etmediği bir fiili bir kimseye emrederken Hakk gibidir. Bu durumda Hakk, Müriddir ve değildir. Öyleyse Hakk bizim gözlerimizin sedefi olmasaydı, biz O’nu bilmenin sedefi olmazdık. Sedefte inci oluşur. Öyleyse inci ve sedef varlıkta oluşurlar ve varlık O’ndan başkası değildir. Fakat bu durum bize gizli kalmıştır. Bu gizlenme bir koruma gizlenmesidir. Sonra bizi izhar etmiş ve bize bizimle tanınmıştır. Allah Teâlâ bizi kendisini tanımak üzere bize yönlendirmiştir. Biz kendimizi tanıyınca, kendisini bilmeye perde olduk. Öyleyse iş inciyi örten sedefin dışına çıkmamış olsa bile zaman zaman çıkar:

0                   bir filiz biz ise pas

Cömertlik olmasaydı varlığımız yoktu

Kim nida ederse sanki o olur

Bu oluş sebepsiz olmadı ondan

Oluş sözünden meydana gelir

1                      sözü boş yere değil

Biz O’ndan olduk ve O’nunla ortaya çıktı Dışta ortaya çıkan her şey

Geceleyin O bir nida Biz ise gündüz O’ndanız

Söylediğimin aksini dersen bil ki:

O gecedir biz nida’yız

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

CÖMERTLİK HÂZİNELERİNDEN ON ALTINCI VASIL

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ âlemdeki her şeyi canlı ve konuşan ola­rak yaratmıştır. Ulvi ve süfli âlemde yaratılan şey ister donuk ister bitki ister hayvan olsun canlı ve konuşandır. Bunun doğruluk ölçütü şu ayet-i kerimedir: ‘Her şey O’nun hamdini tespih eder, fakat siz onların tespihlerini anlayamazsınız Allah Teâlâ halimdir.’345 Yani sizi cezalandırmak için acele etmez. ‘Bağışlayandır.’ Yani varlıkların tespihlerini sizden gizlemiştir. Öyleyse doğa âleminde beslenen ve hisseden her cisim, canlıdır ve gizli veya açık bir şekilde konuşandır. Başka bir ifadeyle ‘natık’ olmanın tanımının herhangi bir alt bölümüne göre ‘natıktır.’ Bu bağlamda belirli bir tanımlananda eksik kalan şey, bazı insanlar için o şeyden gizli kalan şeydir. Ondan gözüken kısım ise açık olandır. Bu nedenle donuklarda, bitkilerde, hayvanda ve insanda tanımlar farklı­laşmıştır. Keşif ehline göre hepsi canlı ve konuşandır: Her şey Allah Teâlâ’nın hamdini tespih eder.

İşin gerçeği böyle olunca, Hakkın bütün varlıklara hitabı mümkün olmuş, hatta fiilen böyle gerçekleşmiş, Allah Teâlâ gök, yer, dağ gibi bütün varlıklara vahyetmiş, onları -kendilerine emir verdiğindeitaat veya emaneti sunduğunda geri durmak özelliğiyle nitelemiştir. Her şey O’na secde ettirmiştir, çünkü Allah Teâlâ her şeye tecelli etmiştir ve her şeye o şeyin anlayacağı şekilde hitap etmiştir. Allah Teâlâ yere ve göğe şöyle der: ‘İsteyerek veya istemeden geliniz. Onlar isteyerek geldik dediler.'346 Allah Teâlâ her göğe kendi emrini vahyettiği gibi her yere o yerin emrini vahyetmiştir. ‘Rabbin arıya vahyettf,347 ‘Sana vahyettik’ yani Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e hitap ederek ‘emrimizden bir ruh.’ Böylelikle Allah Teâlâ’nın vahyi herkese şamil olmuştur. Fakat geride şu kalmıştır: İtaat edenlerle itaat etmeyenler kimdir? Duyan duyandan nasıl üstün olur? En garip işler­den birisi duyanın sağırlık, görenin körlük, konuşanın dilsizlikle nite­lenmesidir. Böyle bir insan anlasa bile düşünmez ve pişman olmaz.

İnkâr direnen nefislerin özelliği

Tıpkı kendinde gizlenmiş ateş ile yakıcı olması gibi

Haber almanın varlığı ve zorlaması olmasaydı

Nefisler herhangi bir vakit direnemezdi

Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘O gün dilleri ve elleri yaptıklarına karşı­lık aleyhlerine tanıklık eder.’348 Bu nedenle aleyhlerine tanıklık eden de­rilerine şöyle derler: ‘Niçin aleyhimize şahitlik ettiniz.’349 Deriler ise şöyle derler: ‘Bizi her şeyi konuşturan Allah Teâlâ konuşturdu.’350 Bu ifade geneldir ve deriler ‘konuşma/nutk’ özelliğini insanın ayırıcı özelliği sayanlara göre hakikati daha iyi bilmiştir. Böyle yapanlar insanın dışındaki var­lıkları canlılık ve konuşma özelliğinden bütünüyle soyudarlar. Kim müşahededen yoksun kalmışsa, pek çok bilgiyi de kaçırmış demektir. Sen görmediğin bir şey hakkmda hüküm verme ve ‘Allah Teâlâ yarattığını en iyi bilendir’ de!

İnsanın arzı bedenidir ve beden yaptıkları hakkında onun aleyhine şahidik eder. Bakınız! O bilmediği bir şeyle mi insanın aleyhine şahit­lik eder? Allah Teâlâ katından gelen vahiyden başka bir şeyle mi şahidik ya­par? Biz de Allah Teâlâ’nın peygamberlerin ümmederiyle yaşadığı hikâyelerle ilgili bildirdiği vahye göre önceki ümmetler hakkında şahidik yaparız.

Biri görmediğiyle şahitlik eder

Doğru haber gelince ona

Hepsine kendi türünden vahyedilmiş ,                                              .

Öyleyse hepsi natıktır

Bak! Varlıkta O’ndan başka yok Halkın ve Yaratan’ın varlığı

Gerçek hakkındaki bilgi kaynağımız sadık haber ile görmekle sı­nırlanınca, bütün âlemin ona keşfolunduğunu anladık.

Ne örtü var ne perde Hepsi zahir ve açık

Hakk kuşkusuz bilinir de Onun sırrı içinde saklı

Allah Teâlâ bir şeye var olmayı ‘vahyeder’ ve o şey var olur. Ona diledi­ğini gösterir, o da görür. Öyleyse bir varlığın sadık haberden hareketle şahidik etmesi, hiçbir kuşkunun bulunmadığı görmek nedeniyle şahit­lik etmesi gibidir. Misal olarak Huzeyme’nin şahitliğini verebiliriz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem onun şahitliğini iki adamın şahitliği saymış, tek başına yap­tığı şahitliğe göre hüküm vermiştir. Böylece vahiyle şahidik etmek, gö­rerek şahidikten daha kâmildir. Çünkü Huzeyme’nin şahitliği görme­sinden kaynaklansaydı, şahitliği iki adamın şahidiğinin yerini alamazdı. Allah Teâlâ bu sayede bizim hakkımızda şu ayeti muhafaza etmiştir: ‘Size ne­fislerinizden bir resul gelmiştir.351 Surenin sonuna kadar bu ayet (tek sa­habenin şahidiğiyle) sabit olmuştur. Çünkü Kuran’ı toplayan kimse, bir ayeti iki veya daha fazla şahidin şahitliğiyle kabul etmişken bunun tek istisnası bu ayettir: ‘Size kendinizden bir resul gelmiştir.352 Çünkü bu ayet sadece Huzeyme’nin şahitliğiyle sabit olmuştur.

VASIL VE TEMBİH

Zevk kaynaklı hadiselerden söz etmek mümkündür, fakat onların tam olarak anlaşılması söz konusu değildir. Fakat ‘zevk’ edilen bir şe­yin verilmiş misali vardır ve ondan bilhassa o misale uygun yön anlaşı­lır. Bir hakikate dair verilebilecek haber ortak tecrübe alanıyla sınırlıdır ve bu bilgi terimleştirilebilir. Misal olarak duyu sahiplerine duyuyla al­gılanan durumların bildirilmesini verebiliriz. Böyle bir haberi duyusuy­la algılayan insan haber verir ve bu algıya hangi lafzın uygun düşeceği­ni bilir. Söz konusu lafız insanlar arasındaki ortak kullanımla bulun­muş bir lafızdır. Kuran okunduğunda Allah Teâlâ’nın kelamım duyduğumuz­dan kuşku duymayız. Hz. Musa kendisiyle konuştuğunda Allah Teâlâ’nın ke­lamım duymuştu. Bu duyma karşısında biz nerede, ‘onu doğrudan du­yan’ Musa nerede? Zevk kaynaklı haberler de böyle gerçekleşir! Çünkü Allah Teâlâ’nın kelamını vasıtalar ortadan kalkarak bizzat O’ndan duyan ile O’ndan aktarılırken kelamı duyanla eşit olmaz. Birinci kişi vasıtalıdır ve duyduğunu haber vermede muhayyerdir: dilerse vasıtalı olarak ha­ber verir, dilerse kelam sahibinden aktarır. Nitekim Kuran’da da böyle gelmiştir. Allah Teâlâ kelamı kendisine izafe ederken şöyle der: ‘Onu komşu edin, ta ki, Allah Teâlâ’nın kelamını duysun.’353 Burada Allah Teâlâ kelamı ken­disine izafe etmiştir. Allah Teâlâ bu kelamın vasıtaya ve mütercime izafesi hakkında yeminle şöyle der: ‘Değerli bir resulün getirdiği sözdür. O resul güçlü arşın sahibi Allah Teâlâ katında çok itibarlıdır.’354 Başka bir ayette şöyle der: ‘O kerim bir resülün sözüdür, şairin sözü değildir.’355

Bu hitabın içerdiği şeyi İlah’tan anlardıysan, değerli bir bilgiyi öğ­rendin demektir. Aynı şekilde ‘Rablerinden onlara hadis bir söz geldiğin­de...’356 buyurur. Burada Allah Teâlâ hadisliği kelamına izafe etmiştir. Her kim kelamla konuşulan şeyi ayırt ederse, bir tür marifete ulaşmış de­mektir. Rahman vasıtaları kaldırmakla sözünü duyurmak ister, bunun gayesi, sözün güzelliğini görünce dinleyende konuşanı görme özlemini yerleştirmektir. Dinleyici dinlediği kelamın güzelliğini duyunca, sözü söyleyeni görmeyi arzular ve bu özlem pekişir. Bilhassa Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Allah Teâlâ güzeldir ve güzeli sever.’ Cemal ve güzellik, özü gereği sevilir. Hakk kendisini güzellikle nitelemiş, nefisler kendisini görmeye özlem duymuştur. Akıllara gelirsek, onlar bu hususta ya hay­rette kalırlar ve bir hüküm veremezler veya görmenin imkânsız olduğu hükmünü verirler. Böyle hüküm vermelerinin nedeni, doğal olarak gözlerdeki sınırlama özelliğinin bulunmasıdır. Zevkten yoksun olduk­ları için de sınırlanmanın gözlerin görmesinde doğal ve zorunlu bir durum olduğunu zannederler. Müminler söz konusu olunca ‘Gözler O’nu idrak edemez357 ayeti nedeniyle bu hükmü daha da pekiştirebilir. Hâlbuki baş gözünün bir idraki olduğu gibi kalp gözlerinin de idraki vardır ve her ikisi de hadistir. Kendisi yaratılmış olan akılla idraki mümkün ise (kalpteki) gözle idraki de mümkün ve sahihtir. Çünkü bir yaratılmışın diğeri üzerinde hadislik itibarıyla üstünlüğü yoktur. İsti­datların farklılığı dikkate alınırsa, her kabiliyet istidatlar nedeniyle Hakkı kendi teorik/nazari gücüyle idrak ettiği söylenen istidat neyi ka­bul ediyorsa onu kabul edebilir. Binaenaleyh böyle bir idrak ya bütü­nüyle reddedilmeli veya bütün olarak mümkün sayılmalı veya Haktan bir bildirim ve kuşkusuz nas gelene kadar veya insan kendinden bunu öğreninceye kadar bu görmenin imkânsızlığı veya imkânı hakkında hüküm vermeden çekimser kalmak gerekir.

Hakkın akılla idrak edilebileceği fakat gözle idrak edilemeyeceğini zannetmek ciddiyetten uzak bir davranıştır. Böyle bir insanın ne akıl ne göz ne de kendinde bulundukları hal üzere hakikatler hakkında bil­gisi vardır. Mutezile mezhebinden olanlar bu kısma girer, çünkü onlar böyle düşünür. Adete bağlı durumlar ile doğal durumları ayırt etme­yen kimseyle herhangi bir bilgi hakkında konuşmak uygun değildir. Özellikle zevk bilgileri hakkında böyle birisiyle konuşmak doğru değil­dir. Allah Teâlâ kelamını (vasıtaları ortadan kaldırmak yoluyla duyur­makla) kullarını görmeye boş yere teşvik etmemiştir. Hz. Musa Allah Teâlâ onunla konuştuğunda, kendisini görmeye sevkedecek bir şeyi anlama­mış olsaydı, böyle bir talepte bulunmazdı. Çünkü vasıtaların kalkma­sıyla Allah Teâlâ’nın kelamını doğrudan duymak, O’ndan anlamanın ta kendi­sidir. Dolayısıyla bu esnada tevile veya düşünmeye gerek yoktur. Buna karşılık Allah Teâlâ’nın peygamber ve kitap gibi bir vasıtayla konuştuğu kimseyse, tevile ihtiyaç duyar. Bu makamda duymak anlamanın kendisi olunca, Hz. Musa kendisine uyup bu yüce menzilin sahibi olmayanlara Allah Teâlâ’yı görmenin imkânsız olmadığını öğretmek amacıyla O’nu gör­mek istemiştir. Allah Teâlâ peygamberlik görevini verip konuşmak üzere seçmesiyle Hz. Musa’yı insanlardan üstün yaptığına şahitlik etmiştir. Allah Teâlâ ona şöyle der: ‘Sana verdiğimizi al ve şükredenlerden o!.’358 Başka bir ayette şöyle der: ‘Şükrederseniz artırırız:359

Hiç kuşkusuz Hz. Musa seçilme, kendisiyle konuşulma nimetine karşılık olarak -Aliah’ın emretmesi nedeniylezorunlu bir şekilde şük­retmiş, Allah Teâlâ da nimetlerine şükretmesine ilave olarak kendisine fazla­dan ‘görmek nimetini’ ihsan etmiştir. Acaba Allah Teâlâ Hz. Musa’nın tale­bine karşılık şarta bağladığı ve ayette belirtildiği üzere uyguladığı görme nimetini ona vermiş midir? Yoksa Hz. Musa O’nu görmemiş midir? Ayet farklı şekillerde yorumlanabilir. Allah Teâlâ şimdiki zamanda görmeyi olumsuzlamış, sadece ‘cek’ ekiyle gelecek zamanı olumsuzlamıştır. Allah Teâlâ dağa tecelli etmiştir. Dağ hadis bir şeydir ve Hakkın te­cellisi karşısında parçalanmıştır. Buradan dağın Rabbi gördüğü bilgisi­ni elde ettik ve bu görmek, onun parçalanmasını zorunlu kılmıştır. Öy­leyse bir yaratılmış Hakkı görmüştür. Böyleyken parçalanma esnasında Hz. Musa’nın Hakkı görmesine mani var mıdır? Olumsuzlama gelecek zamanda gerçekleşmiştir ki akıllı insan için o vakitte görmenin de en­geli yoktur. Hz. Musa için bayılma dağın parçalanmasının karşılığıydı.

Sonra bilmelisin ki, Hakkı bilgi yönünden idrak eden, ilahi bilgi hakkında herhangi bir meseleyi kaçırmaz. Hakkı gözüyle gören, âlem­deki her türü görür. Kendisini bir maddede olmadan gördüğünde ise âlemdeki hiçbir türü kaçırmaz. O’nu nefsine ait olumlu özellikle bilirse bu bilgi bir tenzih bilgisidir ve bu bilgi kendisine bu makamı kazan­dırmaz.

Hakkı görmenin Allah Teâlâ hakkındaki nazari bilgide bir artış ve açıklık demek olduğunu ileri sürenler de vardır. Böyle bir görüş, orada bulu­nanlardan birisi gerçeği anlamayacağı için bunu söylememişse, keşif ve tecelli yolundan Allah Teâlâ hakkında bilgisi olmayan kimselerin görüşüdür.

> 

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

CÖMERTLİK HÂZİNELERİNDEN ON YEDİNCİ VASIL

Var Olmayanın Fenası ve Ezeli Olanın Bekası

Büyüklerden birisi bu hâzinenin var olmayanın fenası ile ezeli ola­nın bekasını içerdiğini söylemiştir. Bu mesele, keşfi tam yerleşmemiş ve müşahedesi kesinleşmemiş bir insanın yanılacağı bir meseledir. Şöy­le ki: İnsanların bir kısmına madubu hakkında bir şimşek parıldar ve halinin gereğini yapmak ve onu tamamlamak yerine bununla yetinerek bu makam hakkında görmüş olduğu şeyle hüküm verir. Bu hükmü ise (müşahede eksik kaldığı için) ya kendi zannına göre verir veya halinin gereğini yerine getirdiğini zannederek kesin bir inançla verir. Bu nite­likte olan adamlar gördüm. Böyle bir hal, bu hususta berzah ilmi hak­kında tanınan Sehl b. Abdullah Tüsteri’ye arız ölmüştü. Bir parıltı kendisine ilişmiş, bilgi bakımından insanların berzahta bulundukları durumu kavramış, fakat şunu görmek üzere beklememiştir: Acaba gördüğü hususta ehlinde farklı hallerde bir değişme meydana gelecek mi? Yoksa onlar bir halde sürekli kalacaklar mıdır? Sehl insanların kendisinin gördüğü üzerebir halde kalacakları hükmünü vermiştir. Bu durumda onun görüşü sahih ve sadık iken Berzah âleminde insan­ların -gördüğü şekildekıyamete kadar bir halde kalacakları hakkındaki hükmü yanlıştır.

Benim de bu vasıftaki insanlardan gördüklerim vardır. Onların hızla geri geri döndüklerini ve kendinden alındıklarında da sabit kal­madıklarını gördüm. Onlardan birisine sordum: ‘Seni böyle süratle döndüren nedir?’ Bana şöyle dedi: ‘Kendisini görünce varlığımın yok olmasından korkarım.’ Yani nefsi hakkında korkuyordu. Hali böyle olan bir insanın bir şeyin hakikatine ulaşmada ayağı sabit olmayacağı gibi onda derinleşenlerden de olmaz. Öyleyse gördükleriyle sınırlı kal­salardı ve hüküm vermeselerdi, onlar adına daha iyi olurdu. Yabancı bir insan böyle bir sözü doğru sözlü bu insandan duyup sonra Berzah­ta bir halde kalmanın mümkün olmayacağını işittiğinde, sûfiler arasın­da böyle hususlarda görüş ayrılığı bulunduğunu zanneder. Hâlbuki bu bir görüş ayrılığı değildir, çünkü derinleşen insan müşahede ettiği şeyi söyler ve onun bilgiden ulaştığı yer burasıdır. Derinleşmemiş olan ise yine gördüğünü söyler, fakat buna bir de ulaştığı halin sabit olduğu hükmünü ekler. Biraz daha kalmış olsaydı, Berzah’ta dünyada olduğu gibi değişmeyi görecekti, çünkü Allah Teâlâ ‘her gün bir iştedir.’ Gün bir şe’ndeki birim zamandır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Göklerde ve yerdeki herkes O’ndan ister. O her gün bir şe’ndedir.’360 Yaratma, dünyada, ahirette veya berzahta olsun, yenidir ve bir varlığın iki nefes bile bir halde kalması mümkün değildir. Bunun nedeni âlemin sürekli Allah Teâlâ’ya muhtaç olması için ilahi genişliktir. O halde âlemde her an başkalaş­manın olması zorunludur. Allah Teâlâ, âlemi her nefes yaratandır ve bu ne­denle her nefes varlıkların halleri yenilenir. A’yan’ın hükmü kendi hakikatlerine göre şunu verir: Bir hakikat olduğunda, bu hallere göre meydana gelir.

Arkadaşlarımızın bir kısmı mümkünlerin hakikatlerinin hallerini koruyanın varlığın kendisi olduğunu ileri sürmüştür. Mümkünlerin ise kesinlikle varlıkları yoktur, onlar sabittir. Hüküm hakiki varlık demek olan zahiri varlığındır. Bir kısmı a’yanın varlıkla nitelenmiş olduğunu ve o varlığı Hakk’tan kazandıklarını söylemiştir. Çünkü onlar, çok olsa­lar bile cevher bakımından birdirler. Hakk her nefes halleri onlara giydi­rir, çünkü hallerin ancak onlarda varlığı olabilir ve Hakk her zaman bi­riminde onlarda halleri yeniler. Birinci görüşe göre ‘var olmayan fani olsun diye’ ifadesi anlaşılır. Bu durumda gerçekte olmayan şeyin varlık­ta izi kalmaz ve ondan nitelikler çekip alınır. Bu, tenzih halidir. Ezeli olarak var olan ise bulunduğu hal üzere kalıcıdır. O, âlemlerden müs­tağnidir, çünkü âlem mümkünlerden başkası değildir. Allah Teâlâ ise onların kendisine delil olmasına muhtaç değildir, çünkü daha önce belirttiği­miz üzere böyle htr durumda Allah Teâlâ’ya delil arayacak kimse yoktur. Mümkünler sabit hakikatlerinde Hakk tarafından görülürler. Hakk da sabit -yoksa mevcut değilgözleriyle mümkünlerin sabit hakikatlerine görünür. Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ mümkün hakikatleri sabit hallerinde görürken onlar Hakkı var olarak görür.

Diğer görüş ise mümkünlerin hakikatlerinin var olduğu, ilahi isimlerin onlarda eserlerinin bulunduğu ve baki kalmaları için Hakkın o isimler vasıtasıyla kendilerine yardım ettiğini söyler. Söz konusu eserler ve müşahede sahibinden onları kabul eden hakikatler ‘hal’ itiba­rıyla fani olurken gerçekte bulundukları hal üzere kalırlar; bu görüşü söyleyende fani olduğu gibi fani olmazlar. Bu fena halinin ardından böyle bir insan Allah Teâlâ’dan başkasını müşahede etmez. Bütün varlıklar Hakkın varlığında içkindir ve bu makam sahibine görünmezler. Bu durumda varlıklar güneş karşısında yıldızlar gibidir. En büyük ışık kaynağı olan güneşin doğmasıyla yıldızlar gizlenir ve onların varlıktan ‘fani’ oldukları söylenir. Hâlbuki onlar gerçekte yok olmamıştır. Aksi­ne onlar' kendi imkân hallerinde kalıcıdır ve bulundukları feleklerde yüzmeyi sürdürürler. Sûfilerin her iki görüşü de dile getirdikleri bili­nir.

Bu makamdakilerin bir kısmı Hakk karşısında yaratıkların duru­munu aya yansıyan ışınlarına bakarak güneş karşısında ayın durumuna benzetmiştir. Zatı bakımından ayın ışığı olmadığı gibi güneş veya onun ışığı da ayda bulunmaz. Fakat göz durumu böyle algılar. Öyleyse aydaki ışık güneşten başka olmadığı gibi mümkünlere ait varlık da Hakkın varlığından başka değildir. Bu yönüyle mümkünlerin varlığı aynadaki surete benzer. Güneş ayda olmadığı gibi güneş ışığının giz­lenmiş olduğu geceleyin aydan yayılan ışık da güneşin ışığından başka bir şey değildir. Fakat ışık aya izafe edilir. Nitekim Allah Teâlâ’nın kelamı da ‘O kerim bir elçinin sözüdür361 ayetinde peygambere/elçiye izafe edilir. Kendisini okurken Peygamber’in sözünün Allah Teâlâ’nın kelamı olduğu söy­lenmiştir. Bütün Kuran okuyucularının sözleri Allah Teâlâ’nın kelamıdır. Her görüşün bir doğruluk yönü vardır ve keşif de zikrettiğimiz bu husus­lardadır. O halde Allah Teâlâ ehlinin görüş ayrılığı (gerçekte) bir ittifaktır, çünkü onlar hep aynı yaydan ok atarlar. Öyleyse işin bütünü bir haki­katin yok olmasıyla halin fani olması arasında gider gelir. Allah Teâlâ ehlin­den başka iki zıddı birleştirebilecek kimse âlemde yoktur, çünkü onla­rın hakka’l-yakîn olarak idrak ettikleri Hakk iki zıddı kendinde topladığı gibi arifler de O’nu bilmişlerdir. Binaenaleyh O, ‘ilktir, sondur, zahirdir ve batındır.’362 Hakk iki farklı nispet yönünden değil bir yönden ve bir hakikatten böyle nitelenir. Onlar makulün alanını ayırt etmişler, bu nedenle akıllar kendilerini sınırlamamıştır. Aksine onlar, muhakkik metafızikçilerdir (ilahiyyun) ve Allah Teâlâ onlara kendilerine göstermiş olduğu şeyleri hakka’l-yakîn olarak göstermiştir. Öyleyse onlar kendileridir ve kendileri değillerdir. ‘Attığında sen atmadın, fakat Allah Teâlâ attı.’363 Ayette Allah Teâlâ önce olumlamış, sonra olumsuzlamıştır. ‘Allah Teâlâ bize yeter ve kâfi gelir.’

Bu meselede imam olan Şeyh Ebu’l-Abbas b. Arif es-Sünhacî şöy­le derdi: ‘Hakk resmin (beden) ortadan kalkmasıyla zuhur eder.’ Şeyh Ebu Meyden de şöyle derdi: ‘Rabliği müşahede etmekten haz alabil­mek için kulluk resminin geride kalması zorunludur.’ Kuşeyrî’nin Risale’sinde zikredilen şeylerden birisi olan Kasım b. Kasım ise şöyle der: ‘Hakkı müşahede etmek fena demektir. Onda haz olmaz.’ Bütün bu görüşler doğrudur. Çünkü daha önce bu kitapta iki şahsın bir tecelliyi bir araya getiremeyeceklerini söylemiştik. Hakk bir şahsa iki defa aynı şekilde tecelli etmez ve O’nun tecellilerinin birbirinden farklı oldukla­rını da belirtmiştik. Çünkü tecelliler manevi, ruhani, melekî, doğal, unsurî suretleri içerir. Hakk hangi surette dilerse, onda tecelli eder. Ni­tekim Allah Teâlâ, ‘dilediği bir surette seni terkip etmiştir.’364 Yolda da dilediği herhangi bir makama seni yerleştirir. Binekler farklı farklıyken binen birdir. Allah Teâlâ kime manevi suretlerde tecelli ederse, resmin fani oldu­ğunu söyler; kime doğal ve unsuri suretlerde tecelli ederse, müşahede­den haz aldığını söyler. Müşahedede haz bulunmadığını söyleyen kim­seye tecelli ruhani suretlerde gerçekleşmiştir. Öyleyse herkes doğru söylemektedir ve müşahede ettiğini ifade etmektedir.

Peki bütün bu müşahedelerin arasında hangi müşahede daha üs­tündür? Bu konuda seni kendi zevkinle baş başa bırakırız. Böylece bi­zim öğrenmiş olduğumuzu sen de kendi zevkinden öğrenirsin.

Bu vasıldan ayrık olan ve olmayan şey öğrenilir. Kimin farkta ol­duğu ve kimin olmadığı bu vasıldan bilinir. Rabbinden açık delile sa­hip olanın kim olduğu ve bu delilin mahiyeti bu vasıldan öğrenilir. Temizlikle nitelenen herkes için temizlik türleri bu vasıldan öğrenilir. Kınanmış meyil ile övülmüş meyil bu vasıldan öğrenilir. Dinde kendi­siyle ortaklığın gerçekleştiği hususlar bu vasıldan öğrenilir. Dinde neshedilip iki peygamberin kendisinde ortak olmadığı hususlar, bu va­sıldan öğrenilir. Yaratıklar arasında mevcut bir şeyden yaratılan ile mevcut bir şeyden olmadan yaratılanların neler olduğu bu vasıldan öğ­renilir. Âlemin bu konudaki mertebeleri bu vasıldan öğrenilir. Hakkın kullarından talep ettiği muamele tarzı bu vasıldan öğrenilir. Onlar Hakka nasıl davranırlarsa, Hakk da onlara öyle davranır. Bu durum şe­riatın bütün hükümlerini içerir. Allah Teâlâ yaratıkları hakkında olduğu gibi kendisi hakkında da böyle hüküm vermiştir. Yaratıklarda bulunan gü­zel ahlakın ilahi ahlak demek olduğu da bu vasıldan öğrenilir.

CÖMERTLİK HÂZİNELERİNDEN ON SEKİZİNCİ VASIL

Doğanın Kendi Dışındaki Şeylere Üstünlüğü:

Çünkü Doğa İlahi İsimlere Benzer

Bu vasıl, dpğanın kendi dışındaki şeylere üstünlüğünü içerir. Bu­nun nedeni doğanın ilahi isimlerle olan benzerliğidir. Şaşılacak olan, var olan bir şeyin etki etmesi değildir: Şaşılacak olan, etki edenin madum olmasıdır. Bütün nispetler var olmayan durumlar/şeylerdir. Bununla birlikte onlar etki ve hüküm sahibidir. Öyleyse varlığı olma­yan ve fakat etkisi ve hükmü gözüken her şey, gerçekte görünmeyen ve gayb diye ifade edilen şeydir. Çünkü dışta var olmayan şey gerçekte gayb halindedir. Doğa dışta varlığı olmayan bir şeydir ve dolayısıyla onda bir varlığı yoktur. Aynı zamanda sabitlikte de bir durumu yok­tur, dolayısıyla onda da bir varlığı bulunmaz. O halde doğa gerçek gayb âlemidir ve tıpkı imkânsızın bilinir olması gibi o da bilinendir. Bununla birlikte doğa sabitliğin ve varlığın kendinden olumsuzlanmasında imkânsıza benzese bile, onun bir etkisi vardır ve kendisinden su­retler ortaya çıkar. İmkânsız ise öyle değildir.

Bu gaybın anahtarları ise kendilerini sadece her şeyi bilen Allah Teâlâ’nın bilebildiği ilahi isimlerdir. İlahi isimler gaybî nispederdir, çünkü gayb; gayb iken, yani kendisi görünmezken, anahtar olabilir. Bu isimlerden farklı hakikatler öğrenilir ve onların birbirinden çok farklı oldukları bi­linir. Bütün bu farklı ve çok sayıdaki hakikat ancak Hakka izafe edile­bilir. Çünkü Hakk bunlarla isimlendirildiği halde onlar nedeniyle çoğalmayandır. Söz konusu hakikatler Hakk’ta bulunan (O’nunla kaim) var olan durumlar olsalardı, hiç kuşkusuz, Hakk onlar nedeniyle çoğa­lırdı. Binaenaleyh Hakk onları da bilinen her şeyi bildiği gibi bilmiştir. Biz ise o hakikatleri onlardan bizde gerçekleşen etkilerin farklılığından hareketle bildik ve bizdeki etkilerine göre onları isimlendirdik. Böyle­likle eserler bizde çoğalmış, bu nedenle isimler de çoğalmıştır. Hakk ise onların isimlendirilenidir (müsemma). Bu nedenle hakikatler kendisine nispet edilmiş, fakat Hakk kendiliğinde hakikatler nedeniyle çoğalmamıştır. Biz de hakikatlerin dışta varlıkları olmadığı şeklinde onları bil­dik.

Allah Teâlâ daha önce gaybde dağınık ve ayrı halde bulunan hakikatleri bir araya getirmekle doğal cisimler âlemini açmıştır (yaratmış­tır). Söz konusu hakikatler gaybde dağınık bulunurken bilgide dağınık oldukları biliniyordu (veya ayrı ayrı biliniyorlardı). Hakikatler kendile­ri nedeniyle toplanmış olsaydı, cisimler âleminin varlığı -Allah Teâlâ nede­niyle değilkendisi nedeniyle ezeli olurdu. Hâlbuki Allah Teâlâ’dan olmayan Allah Teâlâ’dan başka bir varlık yoktur. Başka bir ifadeyle kendisi nedeniyle demektir. Böylelikle cisim ve bölünebilir her şey tanımın dışına çıkar. Sonra ‘arazları kabul eden’ dersin, bu kez arazları kabul etmeyen şeyler tanımın dışına çıkarken arazları kabul edenler tanıma dahil olur. Bütün bu anlamların bir araya gelmesiyle cevher-i ferd diye isimlendirilen şe­yin tanımı gerçekleşir. Nitekim diğer tanımlarla birlikte bir araya gel­mekle de cisim meydana gelir. Anlamların bir araya gelmesiyle kendi başlarma var olup araz ve sıfatların kendisinde bulunacağı bir yer talep eden suretler meydana gelir. Buradan kesin olarak şunu anladık: Hak­kın dışındaki her şey yok olucu arazlar ve yön değiştiren gayelerdir. Her şey, varlıkla nitelenmiş olsa bile, kendiliğinde madum hükmünde­dir ve onun varlığını koruyacak bir koruyucunun bulunması gerekir. Varlığını koruyacak olan Allah Teâlâ’dan başkası değildir. Alem yani onun varlığı nispedere değil de Hakkın zatından kaynaklanmış olsaydı, âlem varlıkta hakka eşit olurdu. Hâlbuki gerçek böyle değildir. Öyleyse nis­petler ezeli olarak Allah Teâlâ’nın hükmüdür ve onlar âlemin varlığının Hak­kın varlığından sonra gelmesini isterler ki böylelikle âlemin varlığının zamanda meydana gelmesi, yani hadisliği mümkün olur. Bu durum Hakka ait meşiyet nispetinden ve ilahi bilginin âlemin zaman içinde varlığını takdir etmesinden kaynaklanır. Böylelikle âlemin var olması yok olmasına tercih edilmiştir. Tercih edilen varlığı tercihle nitelenme­yen zatî varlıkla yanşamaz ve onunla bir olamaz.

Alemin dışta zuhuru bu anlamların toplamından ibaret olunca, bu tanımlanmış ve akledilir şeye söz konusu anlamların tümü ilişince, kendiliğinde bu anlamların toplamından başka bir şey olarak ortaya çıkmıştır. Anlamlar ise onun üzerinde yenilenir. Allah Teâlâ anlamları üze­rinde yenilemekle âlemin varlığını koruyandır ve bunlar tanımlanan şeylerin ta kendisidir. Öyleyse bütün tanımlananlar, insanların hakkın­da karışıklık ve kuşku içinde oldukları ‘yeniden yaratma’ halindedir. Allah Teâlâ sürekli yaratırken âlem Hakkın yenilemesiyle varlığının korunma­sına muhtaçtır. Alem özü gereği makul ve Allah Teâlâ vasıtasıyla mevcuttur ve onun zati tanımları kendisinden ibarettir. İşte Hisbaniyye’yi (sofist­ler) âlemdeki varlıkların her an yenilendiği fikrine inanmaya götüren sebep budur. Hâlbuki onlar böyle düşünürken tanımlanan olması ba­kımından âlemin makuliyetinden ve anlamın kendisinden habersiz kalmışlardı. Bu ise gerçekte vehmi bir durumdur ve ancak vehimde varlığı olabilir. Âlem bu anlamları kabul eden şeydir. Bilgide ise âlem varlığı zorunlu olan yegâne varlık, Allah Teâlâ’dır. O’nun dışındakiler -zatı gereği değilAllah Teâlâ nedeniyle mevcuttur. Öyleyse (Allah Teâlâ sırrı ve daha gizliyi bilir ayetinde geçen) Sır nispederin akledilir olmasıyken daha gizli olan ise onların hakikatleridir. Öyleyse doğanın etkisi ilahi meşiyet vasıtasıyla ortaya çıkmıştır ve doğa gaybtir. Meşiyet gaybın anahtarıdır.

Meşiyet dışta varlığı olmayan ilahi bir nispettir. Öyleyse anahtar gaybtir ve görünmezdir. Bu nispeder bilgide sabit olmasaydı, kendileri gayb ve yok olsalar bile, herhangi bir mevcudun var olması mümkün olmayacağı gibi halk veya Hakk da olmazdı. Öyleyse bu hakikatlerin varlığı zorunludur. Gayb bütün varlığın kendisiyle zuhur ettiği genel ve yaygın nurdur. Hâlbuki o nur kendiliğinde gözükmez. Başka bir ifadeyle gayb hâzinesi kendinden olan genel hazine demektir.

Söylediğim meseleyi daha anlaşılır Hakk getirecek bir açıklama is­tersen, tanımlanan bir şeye ait zatî tanımlara dikkat etmelisin! Tanım­lanan tanımlar sayesinde bilinir. Tanımlar yoksa bilinen yok olacağı gibi var olduklarında -var olmasalar bilegenel anlamda bilinirler. Şöy­le ki: Cevherin, yani cevher-i ferdin tanımını yapıp onun bir ‘şey5 ol­duğunu söylersin. Burada en genel cinsi ifade etmiş sayılırsın. Eşya için ‘şeylik’ bir varlık durumu değildir ve bunun böyle olması gerekir. Bu durumda kendi başına var olan şeyler ile kendi başına var olmayan şey­ler bu tanıma dahildir. Cevheri açıklaman gerekir ve bilinenler kendi zadarıyla açıklanabilir. Zati tanım bu demektir. Bunun için ‘mevcut5 dersin ve şey kelimesinden daha özel bir şeyi getirmiş olursun ve bütün mevcudar bu sözün kapsamına girerken şeyliği olup varlığı olmayanlar bunun dışında kalır. Sonra cevher için ‘kendi başına kaim5 dersin. Bü­tün bunlar, bilinen manalardır ve kendileriyle bir takım sıfadarın bilin­diği tanımlanana ait şeylerdir. Sıfat ise kendi başına var olamaz. Bu an­lamların bir araya toplanmasıyla kendilerinden var olan varlıklar mey­dana gelir. Bunlar duyu ve akıl tarafından idrak edilen şeylerdir. Böyle­likle kendi başına var olmayan bütün varlıklar bu tanımın dışına çıkar.

Sonra ‘mekânlı5 dersin. Bu kez başkaları bu tanıma ortak olurken bazı şeyler de kendisinden ayrışır. Mekâna yerleşmek bir hükümdür ve alanda ölçüsü olan veya mekâna yerleşmeye elverişli şeye işaret eder. Sonra cevher için ‘tekil (fert)5 dersin ki tekil (fert) zatı bölünmeyen bu anlamların bütününden başka bir şey değildir ve böylelikle âlem duyulur Hakk gelmiştir. Kendiliğinde ise makullerin toplamından iba­rettir. Bu durumda âlemin tasavvur edilmesi güçleşmiş ve yehmin bas­kın geldiği kimse için daha da çetin gelmiştir. Vehmi baskın gelen in­san bilgisiyle vehmi arasmda hayrete düşmüştür ki, bu mesele hayrete düşülecek bir meseledir. Bir grup cevherde arazların yenilendiğini ileri sürmüştür. Cevher ise varlığı sabit olandır. Bununla birlikte onun be­kası arazlarla mümkündür. Bu görüşü ileri sürenler, inkâr ettiklerini iyice incelemiş değildir; bir şey gizli kalmış, onu bilememiş, bir şey kendisine gözükmüş ve onu bilebilmiştir. Başka bir grup ise arazların bir kısmının yenilendiğini ileri sürmüştür ki onlara göre arazlar denilenler bunlardır. Bu arazların dışındakiler ise gerçekte âlemin verdiği hükme göre araz olsalar bile ‘lazım sıfatlar’ diye isimlendirilir. Misal olarak altının sarılığını ve zencinin siyahlığını verebiliriz. Bütün bu gö­rüşler arazları var olan şeyler sayanlara ait görüşlerdir. Bazı kimseler ise bütün bunların var olmayan nispeder olduklarını ileri sürmüştür. On­lara göre arazlar sadece kendilerini algılayanda vardır ve gerçekte var­lıkları yoktur. Bize ulaştığına göre -ki sorumluluk aktarana aittirKadı Ebu Bekir b. Tayyib el-Bakillani bu görüştedir.

Keşif ehli Allah Teâlâ hakkında söylenmiş bütün görüşlere, bütün mez­heplere, nihale ve milele muttalidir ve bilmedikleri bir mesele yoktur. Bir yöntem sahibinden aktarılan veya bir yasaya bağlı din mensubun­dan gelen veya Allah Teâlâ veya âlemdeki herhangi bir varlık hakkında dile getirilen görüş, inanç veya hakkında görüş ayrılığına düşülen veya çe­lişkili veya birbirine benzeyen bir kanâat söz konusu olunca, keşif ehli herkesin kendi inancına nasıl vardığını ve bu düşünceyi nereden aldı­ğını anlar ve o kanaati o yere nispet eder, onu ifade eden kimsenin ge­rekçesini onaylar. Onu suçlamaz ve ‘abes bir görüştür’ demez. Çünkü Allah Teâlâ yeri ve göğü ve ikisinin arasındaki şeyleri abes olarak yaratma­mıştır. Allah Teâlâ insanı da abes yaratmamıştır. O insanı sadece kendi sure­tinde olsun diye yarattı. Âlemdeki her şey bazı şeyleri bilirken bazı şey­lerin cahilidir. İnsan-ı kâmil ise öyle değildir, çünkü Allah Teâlâ insan-ı kâmile ilahi isimleri öğretmiş, cevamiü’l-kelim’i ona vermiş, böylelikle insan-ı kâmilin sureti kemale ermiştir. Bu sayede insan-ı kâmil Hakkın suretiyle âlemin suretini kendinde toplamış, Hakk ile âlem arasında bir berzah ve bir ayna olarak dikilmiştir. Hakk kendi suretini insan ayna­sında görmüşken yaratıklar da kendi suretlerini o aynada görür. Bu mertebede bulunan kimse, hiç kuşkusuz, kemal mertebesini elde etmiş demektir. Bu öyle bir kemaldir ki ondan daha üstün bir kemalin imkân âleminde olması mümkün değildir!

Hakkın kendi suretini insan aynasında görmesinin anlamı, bir ri­vayette belirtildiği gibi, bütün ilahi isimleri ona vermek demektir. Ri­vayette ‘Onlar vasıtasıyla size yardım edilir, yardım eden Allah Teâlâ’dır, on­lar vasıtasıyla rızıklanırsınız, gerçekte rızkı veren Allah Teâlâ’dır, onlar vasıta­sıyla merhamet görürsünüz, gerçekte merhamet eden Allah Teâlâ’dır’ denilir. Kemalini bildiğimiz ve bu kemaline inandığımız kimse hakkında Kuran’da şöyle denilmiştir: ‘O müminlere karşı rauf ve rahimdir.’365 Başka bir ayette ‘Seni âlemlere rahmet olarak gönderdik366 denilir. Bu, Ra’l, Zekvan ve Asiyye’ye davetiyle ilgilidir. İnsanın Allah Teâlâ’ya ayna olmasının başka bir anlamı ise bütün ilahi isimlerle ahlaklanabilmesidir ki bütün alimler bu görüştedir. İnsan el-Hay, el-Alim, el-Mürid, el-Basir, elMütekellim, el-Kadir ve bütün ilahi isimlerle isimlenmiş ve nitelenmiş­tir. Bunlar, tenzih isimleridir. Aynı zamanda insan zikrettiğimiz yedi ismin altındaki fiil isimleriyle isimlenmiş ve onlarla nitelenmiştir. Söz konusu fiil isimleri zikrettiğimiz bu isimlerden ortaya çıkar ve bu ne­denle onların ayrıntısını zikretmedik; İnşaü’l-cedavil ve’d-devair adlı ki­tabımızda onları yeterli ölçüde zikretmiştik. O kitapta hayaliyle gerçek­leri anlayan kimse meseleyi doğru bir şekilde öğrensin diye âlemi ve iki mertebeyi bir takım şekillerde gösterdik. Çünkü insan imkânsız oldu­ğunu bildiği bir meselede vehmin hükmünden kurtulmuş bir halde ak­lıyla tek başına kalmaz. İmkânsız olduğunu bilse bile, onu tasavvur eder ve vehmin hükmü kendisine baskın gelir. Çünkü bu konuda onun bilgisi kendisini tasavvur ettikten sonra mümkün olabilir. Bu esnada kendisini hafıza kuvveti korur ve hafıza kuvveti üzerinde baskın oldu­ğunda müzekkire kuvveti onda hükümrandır ve böylelikle onun hük­münün altından çıkar. Çünkü müzekkire gücünde ifrat yoktur. Dolayı­sıyla bilinen şey bilgide korunmuş halde kalır. Bu nedenle malum ve ihata edilir olmuştur. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Her şeyi bilgi bakımından ihata etmiştir.’367

Bu bölümde zikrettiklerimiz hususları ve hâzinenin içerdiği mese­leleri öğrenen kimse, kendisini bilir ve dolayısıyla rabbini bilir. Bunun yanı sıra âlemi bilir ve âlemin aslının ne olduğunu öğrenir. Âlemden herhangi bir şey kendisine gözüktüğünde onun nereden geldiğini ve nereye döneceğini bilir, onun kendinden neyi Hakk ettiğini öğrenir ve o şeye hakkını verir. Bu durumda insan her şeye hakkını vermiş olur. Ni­tekim Allah Teâlâ da ‘her yaratılmışa yaratılışını vermiştir:368 Hakka özgü hu­sus yaratmayken âlemde insan-ı kâmile özgü olan şey ise haktır (hakkı vermek). İnsan-ı kâmil âlemdeki her varlığın Hakk ettiği şeyi bilir ve o şeye hakkını verir. İnsaf denilen şey budur: Kime hakkını verirsen, ona insaf etmişsin demektir. Bu konuda aşırı gidersen kâmil sayılmazsın ve nakıssın. Çünkü hadde ziyade ve eksiltme tanımlanan şeye eksiklik demektir. Kâmil hiçbir şeye mertebesini taşırmaz. Allah Teâlâ dinde aşırılığa gidip Hakkı Hakk ettiği özelliklerden tenzih edenleri kınamıştır. Bu kı­namanın amacı bize öğretmektir. Öyle bir insan bu aşırılıkla Hakkı yü­celtmeyi amaçlamış olsa bile bilgisizliğe düşmüş, kemal mevzisine ek­siklik getirmiştir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Dininizde aşırı gitmeyin, Allah Teâlâ hakkında sadece hakkı söyleyin.’369 Bu bağlamda bir taşkınlık Allah Teâlâ’ya halleri nispettir. Hâlbuki onlar sadece nispederin hükümleridir ve anlamları var eden Allah Teâlâ’dır. Onlar bir yerde var olduklarında, zadarı gereği, mahallin kendisiyle niteleneceği bir hal verirler. Allah Teâlâ hakkında böyle hüküm vermek bir aşırılıktır. Kadir, alim, beyaz, siyah, cesur, korkak, harekedi, sakin gibi hal sahiplerini zikredebiliriz. Bunlar makul anlamların halleridir ve onlara nispeder de diyebilirsin. Hangisini di­lersen onu söyle! Bunlar bilgi, kudret, beyazlık* siyahlık, hamaset, kor­kaklık, hareket ve durağanlıktır. Allah Teâlâ bize şöyle der: ‘Allah Teâlâ hakkında sadece hakkı söyleyin:370 Her ne olursa olsun, hakkı söylemek gerekir. Nitekim insanlar Allah Teâlâ’ya eş, çocuk sahibi olmayı izafe etmişler ve O’nun için misaller vermişler, Allah Teâlâ karşısında ortaklar edinmişlerdir. Bu davranış da onların dinlerindeki taşkınlıkları ve peygamberlerini yüceltmelerinden kaynaklanır. İnsanlar Hz. İsa’ya Allah Teâlâ demişken bir grup Allah Teâlâ’nın oğlu olduğunu ileri sürmüştür. Dinde aşırı gitmeyenler ise Allah Teâlâ’nın kulu ve Meryem’e attığı kelimesi ve O’ndan bir ruhtur de­mişlerdir. Böyle diyerek gerçeği tahrif etmemişlerdir. Kim bizim yo­lumuzu tutarsa, hiç kuşkusuz, kurtuluş ve iman yolunu tutmuş, imana hakkını vermiş, akla ve fikre, kendilerine ait haklarda haksızlık yapma­mış demektir.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Bu hâzinedeki ilimlerden birisi bütün meleklerin makamlarının bilgisidir. Nurlar, sırlar bu hâzineden öğrenilir. Zamana bağlı olmayan -zamana bağü olan değilerdem bu hâzineden öğrenilir. Melekler şeri­at koyan vahyi peygamberlerin kalplerine bu hâzineden indirirler. Veli­lerin kalplerine de söz ve ilham indirirler. Bir durumu sırrı veya gayb olmak üzere idrak edip kendisi için açık ve şehadet halinde meydana gelen her şey, bu hâzinedendir.

Eşyayı tertip edeni tenzih ederim! O gönülleri açan ve kabirlerde bulunanları diriltendir. O’ndan başka ilah yoktur, Alim ve Kadir’dir.

CÖMERTLİK HÂZİNELERİNDEN ON DOKUZUNCU VASIL

Talim Hâzinesi ve Muallimin Öğrenenden Üstünlüğünün Bilinmesi

Bu hazine, talim hâzinesidir ve muallimin öğrenenden üstünlüğü ve öğrenenin öğreten karşısındaki edebinin nasıl olması gerektiğini içe­rir.

Bilmelisin ki, gerçekte öğreten ve muallim olan Allah Teâlâ’dır. Bütün âlem bilgi alan ve ihtiyaç sahibi bir talebedir. Onun kemali budur. Bu nitelikte olmayan kimse, hiç kuşkusuz, kendisini bilmemiş demektir. Kendini bilmeyen ise, hiç kuşkusuz, rabbini de bilmemiştir. Bir şeyi bilmeyen o şeye hakkını veremez. Bir şeye hakkını vermeyen ise, hiç kuşkusuz, hüküm bakımından bilgi elbisesinden soyutlanmış demektir. Öyleyse üstünlük ve şerefin bilgide olduğu açıktır. Onu bilen ise bilgi­sine göre davranır: Bilgisi Hakka karşı bir şeyi yapmayı gerektiriyorsa, onu yapar; yaratıklara karşı bir amel yapmasını gerektiriyorsa, onu ya­par. Öyleyse bilen insan, bir eğrilik ve engebenin görülmediği beyaz ve düz bir alanda yürüyen kimsedir.

Bilgiye zad gereği sahip olmadan, öğrenerek bilgiyi kabul eden ilk varlık, ilk akıldır. İlk akıl Allah Teâlâ’dan bilgiyi almış, anlamış, Allah Teâlâ da ona öğrendiklerini Levh-i mahfuz’a yazmasını emretmiştir. Allah Teâlâ Levh-i mahftız’u kendisinden yaratmış ve onu Kalem diye isimlendirmiştir. İlk Akıl’ın kendisine öğretilen bilginin gereği şuydu: Ona yazmayı em­reden muallim karşısındaki edebin gereğiyle ‘Neyi yazacağım? Bana öğrettiklerini mi yazacağım? Yoksa bana yazdıracaklarını mı?’ demesi gerekir. Bu soru, talebenin muallim karşısındaki edebinin gereğidir. Başka bir ifadeyle muallim kendisine genel bir söz söylediğinde, onu açmasını istemelidir. Bunun üzerine muallim Hakk, kendisine şöyle demiştir: ‘Olanları yaz, senin öğrenmiş olduklarını yaz, olacak olanlar­dan sana yazdıracaklarımı yaz. Bu benim kıyamete kadar yaratıklarım hakkındaki bilgimdir.’ Bu emir üzerine ilk, akıl bilgisinde bulunan var olanlar hakkındaki şeyleri yazdı. Bu bağlamda ilk akıl yaratıklarını ya­ratmazdan önce Hakkın bulunduğu Amâ’yı ve Amâ’nın içerdiği haki­katleri yazdı. Daha önce bu meseleleri bu kitabın nefes bölümünde yazmıştık.

İlk akıl bunun ardından müheymen ruhların varlığını, onları ken­dilerinden geçiren şeyin ne olduğunu, hallerini ve üzerinde bulunduk­ları durumu yazdı. Bütün bunlar, ilk akıl’a öğretilmek için yazılmıştı. İlk akıl Hakkın isimlerinin onlardaki tesirini, kendisini, varlığını ve varlık tarzını ve içermiş olduğu bilgileri yazdı. Sonra Levha’yı yazdı.

Bunları tamamladığında Hakk ilk akıl’a kıyamete kadar olacak şey­leri yazdırdı, çünkü sonsuz olan şeylerin varlığa girmesi imkânsızdır ve dolayısıyla onlar yazılamaz. Yazmak bir varlık eylemidir ve yazılan şey­lerin sonlu olması gerekir. Hakk ilk akıl’a yazdırmış, o da muallimin karşısındaki edebin gereğiyle başı eğik bir halde bunları yazmıştır. Ba­şını eğmiştir çünkü yazma yazdıranı görmeyi gerektirmez. Aksine ya­zarken göz, yazılana bakar. Kalemin kulağı ise Hakkın kendisine yaz­dırdığı şeylere yönelmişti. Kulağın hakikati duyulanın belli bir yönle sımrlanmamasıdır. Hâlbuki görmek öyle değildir. Çünkü göz bakarken ya belli bir yönle sınırlıdır veya bütün yönlerle sınırlıdır. Kulak öyle değildir. Çünkü kulak söze yönelir ve konuşan bir yöne sahipse veya bir yöndeyse, bu onu ilgilendirmez. Belli bir yönde değilse, bu durum da -duyana değilkendisine racidir. Öyleyse kulak/duymak, göze göre daha çok tenzihe işaret eder ve sınırlanmadan çıkmıştır, daha geniştir ve daha serbesttir.

A                                                                             

Alemdeki ilk üstat ilk akıl iken yaratılmış bir üstattan bilgi alan ilk öğrenci levh-i mahfuz’dur. Bu isimlendirme şeriat tarafından yapılmış­tır. Akılcılara göre levh-i mahfiız’un adı tümel nefistir. Tümel nefs akıldan türeme yoluyla çıkan ilk varlıktır ve akıl karşısında o, Âdem karşısındaki Havva gibidir. Havva kendisinden yaratılmış ve sonra onun vasıtasıyla Âdem çift olmuş, varlık hadis varlık ile ikilendiği gibi Âdem de iki olmuştur. Nitekim bilgi de hadis kalem vasıtasıyla iki ol­muştur. Sonra Allah Teâlâ sıra ve tertip sona erinceye kadar, yaratma yoluyla eşyayı bir düzene ve tertibe yerleştirmiştir. Hakkın eleme yerleştirdiği tertip Âdem’in yaratılışıyla birlikte sonuna ulaşır. Allah Teâlâ onu en güzel surette yaratmış, sonra kendi ruhundan üflemiş, meleklerine kendisine secde etmelerini emretmiş, melekler de bu konudaki ilahi emir nede­niyle Âdem’e secdeye kapanmışlardır. Böylece Allah Teâlâ Âdem’i meleklerin kıblegâhı yapmıştır. Sonra Allah Teâlâ Âdem’in yeryüzünde halife olacağını meleklerine bildirmiş, fakat onlar Âdem’in kime halife olacağını anla­mamış, belki de yeryüzünü mamur kılmak için Âdem’in seleflerine ha­life olduğunu zannetmişlerdi. Bu nedenle de yaratılışında birbirine zıt doğaları (unsurlar) gördükleri için itiraz etmişler, Âdem’in acul oldu­ğunu anlamışlardır. Bunun yanı sıra kendilerinden yaratıldığı unsurla­rın birbirine karşıt olması Âdem’in tartışmacı ve kavgacı olmasına yol açar. Böylelikle Âdem’in yaratılışının yeryüzünde bozgunculuk ve kan akıtmaya yol açacağını ileri sürmüşlerdi.

Allah Teâlâ meleklerine Âdem’in kendi suretinde yaratılmış halife­si olduğunu bildirmiş, unsurdan oluşan âlemi ve onun dışında ve üze­rindeki âlemi yaratmaya yönelen bütün ilahi isimlerini kendisine öğret­tiğini onlara söylemiştir. Sonra da bunların isimlendirilenlerini melek­lerine göstermiş ve şöyle demiş: ‘Bana şunların isimlerim bildirin.’371 Ya­ni yaratılışlarına yöneldiğiniz isimleri söyleyin. Başka bir ifadeyle o varlıklara yönelmiş isimleri bildirin: Acaba siz beni o isimlerle tespih ettiniz mi ve onlardan dolayı beni takdis ettiniz mi? Çünkü siz melek­ler, benim hamdimi tespih ettiğinizi ve beni takdis ettiğinizi iddia et­miştiniz. Bunun üzerine melekler şöyle demiş: ‘Bizim bir bilgimiz yok.’ Allah Teâlâ Âdem’e ‘Onların isimlerini meleklere bildir’ diyerek onu meleklerin üstadı yapmıştır. Âdem o isimleri meleklere bildirmiş ve bu durumda melekler Âdem’in geçmişlerin değil, Allah Teâlâ’nın yeryüzündeki halifesi olduğunu anlamışlardır. Ardından gelen kâmiller de bu hali­feliği üstlenir. En sonunda iş kemali hakkında şahidik yapılmış en bü­yük efendi Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’de biter. Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem henüz Âdem su ile toprak arasındayken nebiliğini bilendir. Burada su çocuklarının var­lığının sebebiyken toprak Âdem’in varlık sebebidir. Âdem’e bütün isimler verildiği gibi Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e de cevamiü’l-kelim verilmiş, sonra Allah Teâlâ Âdem’e öğrettiği isimleri ona öğretmiş, böylelikle Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem öncekilerin ve sonrakilerin bilgilerini öğrenerek en yüce halife ve en büyük imam olmuştur. Onun ümmeti de ‘İnsanlar için çı­kartılmış en hayırlı ümmet372 olmuş, Allah Teâlâ onun varislerini önceki nebi ve resullerin konumuna yerleştirmiş, bu nedenle onlara hükümlerde iç­tihat yetkisi tanımıştır. Binaenaleyh içtihat, Şâri’nin haberine bağlı olan bir teşri demektir. Her peygamber masum olduğu gibi buna mu­kabil olarak her müçtehit isabet eder. Bu ümmet adına teşriden geride pay meydana gelsin ve kendisinde tecrübeleri olsun diye, onlar bu içti­hatlara göre Allah Teâlâ’ya ibadet eder. Onların önüne sadece nebileri olan Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem geçmiştir. Böylece ümmetin alimleri Muhammedi şe­riatın koruyucuları olarak ümmetlerin saflarında değil nebilerin safla­rında diriltilir. Binaenaleyh onlar insanlar üzerindeki şahitlerdir. Bu onların adil oldukları hakkındaki nas ve kesin hükümdür. Her pey­gamberin yanında bu ümmetin alimlerinden birisi veya ikisi veya üçü veya daha fazlası bulunacaktır. Onlardan her bir alim, zahiri ilimlerde, hallerde, makamlarda, menzillerde ve münazelelerde üstatlık rütbesine sahiptir. En nihayetinde bu husustaki iş hatmü’l-evliya’ya ulaşır. O Muhammedi müçtehiderin hatemidir. Buradan da iş hatemü’l-âmm’a (Hz. İsa) ulaşır; o Allah Teâlâ’nın ruhu ve kelimesidir. Öyleyse o, son öğrenci ve kendisinden bilgi alanlar için son öğretmendir. O ve Muhammed ümmetinden olan arkadaşları aynı nefesle temiz bir rüzgârla ölür. Bu rüzgâr onlara koltuk altlarından ulaşır ve onlar uyuyanın kendisini his­settiği tarzda bir tat hissederler. Şâri onu tatlılığı nedeniyle bal diye isimlendirmiştir. Böylelikle Hz. İsa ve Muhammed ümmetinden olan arkadaşları ölüm esnasında değeri takdir edilemeyecek şekilde ölümden haz duyarlar. Geride tıpkı hayvanlar gibi bir güruh olarak kalan insan­lar üzerinde kıyamet kopar.

Ruhu’l-emin olan Cebrail peygamberlerin muallimi ve üstatlarıy­dı. Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem kendisine vahyin aktarılmasını beklemeden Kuran’ı okumada acele ediyordu. Bu davranışla da Allah Teâlâ’nın onun talim işini -meleğin kendisini fark etmediğiözel yönden (vech-i has) üst­lendiğini göstermek istemiştir. Allah Teâlâ vahyi getiren meleği bir perde yapmış, sonra kendisine vahyettiği hususta ona şöyle demeyi emretmişti: ‘Dilini hareket ettirme, acele okuyacaksın diye 373 Üstadın karşısındaki saygı böyle davranmayı gerektirir, çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Bana edebi rabbim öğretti, edebimi ne güzel yapmış­tır.’ Bu da Allah Teâlâ’nın peygamberin öğretim işini üstlendiğini destekleyen delillerden birisidir. Sonra Allah Teâlâ yine pekiştirmek üzere şöyle buyurur: ‘Onu toplamak ve okumak bizim işimizdir, sen onun okunuşuna tabi ol. Onu açıklamak bizim işimizdir.’374 Burada Allah Teâlâ kendisinden başkasını zikretmemiş, bu fiilleri sadece kendisine izafe etmiş, tarifte Allah Teâlâ’dan başkasının adı geçmemiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin de ‘Beni rabbim terbiye etti’ hadisinde böyle geçmiştir: Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’dan başkasını zik­retmediği gibi herhangi bir vasıtaya değinmemiş ve meleği zikretmemiştir. Çünkü Allah Teâlâ bize böyle öğretmiştir. Bu durumun bütün grup­lardaki peygamber varislerine sirayete ettiğini gördük. Başka bir ifa­deyle şekilci alimlere ve kalp alimlerine bu hal sirayet etmiştir. Öyleyse dolaylı veya doğrudan olmak üzere talim Rabbe raci bir iştir. Bu ne­denle melek şöyle der: ‘Biz Rabbinin emriyle ineriz.’375

Bu bölümde talimin tarzı belli olmuştur. Sonra Allah Teâlâ üstadarın öğrencileri karşısmda kendilerinde meziyet görmemelerini de hükme bağlamıştır. Üstadık mertebesi hiçbir kimseyi kendisini ve kulluğunu görmekten habersiz Hakk getirmemelidir. Kendisine başvurulacak asıl ve ilke budur. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

CÖMERTLİK HAZÎNELERİNDEN YİRMİNCİ VASIL

Bu Vasıl İlahi Hükümlerin Hâzinesi ve Vaz’î ve Şerî Yasaların Hâzinesidir

Allah Teâlâ’nın kullarının kalplerine yönelik vahyinde her ümmette şeriat yaptığı hususlarda iki yolu vardır: Birincisi Ruhu’l-emini -ki Cebrail diye isimlendirilirveya meleklerden birisini bir kuluna göndermesidir.

Gelen vahiy nedeniyle peygamber ve nebi diye isimlendirilen böyle bir insana ve Rabbinden gelen vahye iman zorunludur, ikinci yol ise dev­rin akıllı insanın eliyle ilham etmesidir. Allah Teâlâ böyle bir insanın nefsine ilham verir ve ilahi-mukaddes ruh onun rav’ına -peygamberlerin gel­mediği ve yolun bilinmediği fetret dönemindeilham aktarır. Böylece Allah Teâlâ can güvenliğinin sağlanması, malların, ırzların korunmasıyla ilgi­li toplum menfaaderinin bulunduğu hususları ona ilham yoluyla bildi­rir. (Mal ve can güvenliği olmayışının nedeni) Allah Teâlâ’nın hayvani nefisle­re gayret ve mücadele özelliği vermiş olmasıdır. Allah Teâlâ onlara kendisini takip ettiklerinde maslahatlarına ulaşacakları bir yolu hazırlar ve canla­rı, malları ve ırzları hakkında güvende olurlar. Bu bağlamda Allah Teâlâ on­lar için sınırlar ve cezalar belirler; onları korkutur, sakındırır, umudandırır, kendilerine verdiği emirlere itaat etmelerini ve sakındırdığı işlere boyun eğmelerini, kendisine karşı gelmemelerini emreder. Onlar için öldürme, dövme ve maddi cezalar gibi engelleyici cezalar belirler ve bunlarla bozulmaya ve parçalanmaya yol açacak hususları ortadan kal­dırmayı hedefleyerek hükmün yaygınlaşması ve nizamın sağlanmasını teşvik eder. Allah Teâlâ fetret döneminde yaşayan insanları bu yola uymaları halinde ödüllendirir. İçlerinde bir peygamberin bulunduğu veya peygamberin hitabının altında yükümlü olan ümmete gelirsek, onlara böyle akılcı bir yol yasaklandığı gibi peygamberin getirdiği şeri­atın hükümlerinden çıkmaları da yasaktır.

Hikmetin kendisini gerektirdiği bu vaz’î yöntem bütün türler içinde sadece insan türünde ortaya çıkabilir. Bunun nedeni ise insanın ilahi surete göre yaratılmış olmasıdır. İnsan içinde maslahatları için hüküm koymaya kendisini çağıran ilahi bir güç bulur. Başka birisi bu hükümleri koymuşsa -ki başkası peygamberdirakıllı insan daima onun koyduğu hükümleri teyit eder, toplumunu peygamberin koyduğu hü­kümler için hazırlar, anlayış eksikliği nedeniyle peygamberliğinden giz­li kalan sırları insanlara açıklar. Akıllı insan gücü yettiği halde bunları yapmazsa kıyamet gününe kadar sefil ve hor kalır. Bir rivayette ardında imamlığa daha layık kimsenin bulunduğunu bilip onu geçirmeyip de kendisi imamlık yapan insanın kıyamet vaktine kadar sefil olacağı zik­redilmiştir. Fakat daha üstün olan o insan kendisini imamlığa geçirir ve onun emri nedeniyle imamlığa geçerse, durum farklıdır. Misal ola­rak Hz. Ebu Bekir’in Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e namaz kıldırmasını ve namaza gelip bir rekât kaçırdığında Abdurrahman b. Avfın namaz kıldırmasını verebiliriz. Abdurrahman b. Avf böyle bir vakitte vaktin çıkması endi­şesiyle namaz kıldırmak için öne geçmiş, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem geldiğinde ise cemaat bir rekât kılmıştı. Bunun üzerine Abdurrahman’ın ardında namaz kılmış ve bu davranışlarından dolayı onlara teşekkür ederek ‘İyi yaptınız’ demiştir. Şâri bu ümmetin içinde müçtehiderin hükmünü onaylamış olmasaydı, müçtehidin hüküm vermesi mümkün olmazdı.

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ’yı bilenler ilahi bilgiyi almada derece derecedir: Bir kısmı bilgiyi Allah Teâlâ’dan alır ki onlar haklarınd^ ‘biliniz ki, O tek ilah­tır’ denilen kimselerdir. Bir kısmı Allah Teâlâ hakkmdaki bilgisini teorik dü­şünme gücü ve istidlalden alır. Bunlar kendileri için delillerin ve ayetlerin ufuklara ve nefislerine yerleştirildiği kimselerdir. Allah Teâlâ onlara ‘Hakk ortaya çıkıncaya kadar’ o delillere bakmayı emretmiştir. Bu duruma misal olarak şu ayeti verebiliriz: ‘Onlar göklerin ve yerin melekûtuna ve Allah Teâlâ’nın yarattığı şeylere bakmazlar mı?376 Başka bir ayette ise ‘0 ikisinde ilahlar bulunsaydı, fesada uğrarlardı377 denilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Kendini bilen rabbini bilir’ der. Allah Teâlâ’yı bilenlerin bir kısmı bilgilerini Allah Teâlâ kar­şısında takva sahibi olmalarından elde eder. Bu kısımdakilerin bilgisine ‘Allah Teâlâ’dan çekinirseniz, sizin için Jurkan yaratır378 ayetinde işaret edilir. Yani siz bu fiırkan sayesinde Allah Teâlâ ile müşriklerin ibadet ettiği ilahları ayırt eder, onların ibadet ettiklerini tanırsınız. Bununla birlikte onlar bu ilahlara ibadet etseler de adlarını verdiklerinde onların taş, ağaç, yıldız, melek, insan ve cin olduklarını da bilirler. Başka bir ifadeyle müşrikler, her isimlendirilenin hakikatini bilir. Bütün bunları bilirken, niçin ibadeti onlardan herhangi birisine tahsis etmişlerdir? Bunlar kim­lerdir? Bununla birlikte onlar Allah Teâlâ’yı tanım ve hakikatte taptıklarının cinsinde onlarla eşit bir mabud saymamışlardır.

Bu gruplar içerisinde Allah Teâlâ’yı bilmede bilgisini takvadan elde eden­den daha üstün grup yoktur. Bu kaynak, bilgiyi almada en üst merte­bedir. Çünkü tyı kaynağın sahibi Allah Teâlâ, bütün hükümlere ve herhangi bir şekilde hüküm verenlere göre, en genel hüküm sahibidir. Binaena­leyh Allah Teâlâ hüküm verenlerin en hayırlısıdır. Bu bilginin kendiliğinden olması mümkün değildir ve bu jıedcnle sâdece mümin alimler ona tah­sis edilmiştir. Onlar kendisine dönülecek ve müşahedesine ulaşılacak kimsenin varlığını bilenlerdir. Bunu bilmezlerse himmederi eksik kalır.

Himmeti düşük olanlara Hakk kendiliğindeki haliyle tecelli etseydi O’nu inkâr ederler ve reddederlerdi. Çünkü Allah Teâlâ onlarda belirli bir özellikle sınırlanmıştır. Kendisiyle Allah Teâlâ’yı sınırladıkları bu özelliği onla­ra tecelli edende bulamamışken kendilerine ‘O Allah Teâlâ’dır’ denilse veya bizzat Allah Teâlâ böyle deseydi, O’nu reddeder ve inkâr ederlerdi ki, bunun böyle olması zorunludur.

Himmetleri eksik kalınca teorik düşünceleri onlara şu bilgiyi ver­miştir: ‘Hakkı kimse göremez.’ Böylelerine misal olarak filozofları veya Mutezile mezhebindeki insanları verebiliriz. Bunlar bilse bile, zorunlu olarak O’nu kendilerine dönük tecellisinde inkâr ederler. İman nuru Hz. Musa’da olduğu gibi mümine öyle bir hal vermelidir ki o Allah Teâlâ’yı görmeyi arzulamalıdır. Hz. Musa görmeyi isteyince, Allah Teâlâ dağa tecelli ettiğini bildirmiştir. Dağ, âlemdeki bir şeydir ve Rabbini gördüğünde parçalanmıştır. Allah Teâlâ hâdis bir şeye tecelli ettiğine göre, dilediğinde her yaratılmışın O’nu görmesi mümkün olduğu kadar kendisine tecelli etmesi de mümkündür. Onlar bunu bilip iman ettiklerinde, iman nuru mertebelere ve makamlara yayılır. Böylelikle keşf ve vecd yoluyla O’nu bilirler. Ardından bu nur nefislerine yayılır. Onlar da nefislerini müşa­hede ederler ve neticede nefislerini tanırlar. Nefislerini tanıdıklarında hiç kuşkusuz iman ve keşif yoluyla rablerini tanımış olurlar. Sonra Allah Teâlâ karşısında takva sahibi olmayı öğrenirler. Takva sahibi olduklarında ise Allah Teâlâ kendilerine bir furkan verir. Bu furkan Allah Teâlâ’dan haber yoluy­la öğrendikleri şeylerle teorik düşünceyle öğrendiklerini ve takvadan meydana gelen bilgileri ayırt etmelerini sağlar. Bu ayrımla söz konusu bilgilerden tam ve eksiksiz olanın hangisi olduğunu öğrenirler. Öyley­se her kim takva sahibi olduğunu iddia eder de bu furkan onun adına gerçekleşmemişse, iddiasında doğru söylememiştir. Yalanın tümü de yokluktur. Başka bir ifadeyle yalan yokluğa delildir. Bununla birlikte yalan genel anlamıyla kınanmışken bazen övülen bir davranış olabilir ve bu sınırlı durumlarda övülür. Doğruluk ise bütünüyle haktır. Yani doğruluk Hakka ve hakikate delildir. Bununla birlikte doğruluk genel anlamıyla iyiyken bazı durumlarda kötülenebilir. Bu yerlerde doğruluk kınanır (söz gelişi gıybet yapmak gibi).

Hakk beni müşahedemde durdurdu

Varlığıma olan cömertliği ve ihsanıyla

Şükrederek durdum huzurunda

Daha artırmasının hazzını talep ediyordum

Cömertliği ilimler kattı bana

Allah Teâlâ hakkmda ilimler, varlığın nispetlerinde

Hep O’na döner nispetler

Keşif ve müşahedeyle görürsün

Allah Teâlâ’yı bilen tek kalp

Dolunay gibi bir kalp, mutlular menzilinde

O’na yükselir O’ndan gelir

Beyazlık ve siyahlık arasında

Allah Teâlâ’yı haber (rivayet) yoluyla bilenler ise O’ndan ancak Kitap ve­ya Sünnette hakkında haber verdiklerini bilebilirler. Bunlar ya teville teşbih yapanlar (Eşariler) veya çekimser duranlardır (selefi). Çekimser kalmak bu bağlamda daha salim bir yoldur ve diğerine göre kurtuluşa daha yakındır. Çünkü lafızları veya onların gösterdikleri şeyleri red­detmek mümkün değildir ve bu durumda zorunlu olarak teşbihe dü­şer. Öteki ise lafızları veya onların gösterdiği şeyleri reddetmesi müm­kün olmasa bile lafızlar onun diliyle inmiştir. Öte yandan teşbihle çeli­şen ayetlerdeki karşıdığı da görür. Böylece bu ayetlere iman eder ve bilgisini herhangi bir belirleme ve saptama yapmadan Allah Teâlâ’ya havale eder. Çünkü o isimlendirileni ve niteleneni görmemiş, kendisinden ge­len bu haberlerin dışında O’nun kendinde bulunduğu durumu bile­memiştir.

Nazarî bilgi sahipleri ise pek çok gruptur ve her grup Allah Teâlâ’yı bil­mek üzere edindiği delile göre bir iddia ileri sürmüştür. Bu nedenle Allah Teâlâ hakkındaki görüş ve iddiaları birbirinden büsbütün farklılaşmış­tır. Onlar kendilerine bağlandıklarında alamet sahibi olan kimselerdir (ilah-ı mutekad). Keşif ve müşahede sahipleri ise takva sahibi mümin­lerdir. Allah Teâlâ onlar için bir furkan belirlemiş, bu furkan onları teorik düşünce sahiplerinin Allah Teâlâ hakkında iddialarına veya ilahi haberin kendilerine söylettiği düşüncelere vakıf kılmıştır. Acaba onların kalple­rine ve basirederine hakikatten tecelli eden şey nedir? Furkan bunu on­lara gösterir. Acaba onun tamamı Hakk mıdır? Yoksa bir kısmı Hakk iken bir kısmı öyle değil midir? Bütün bunlar, keşif ve müşahede yoluyla onlara bellidir. Bu nitelikteki birisi Allah Teâlâ’ya emir ibadetiyle ve zati iba­detle ibadet eder. Bu durum, onlar ve melekler adına geçerli olabilir. Emri bilmeyen ruhlara gelirsek, onların ibadetleri, zati ibadettir. Teo­rik araştırma ve haberden hareket eden alimlere gelirsek, onların iba­detleri emir kaynaklıdır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Suheyb ne güzel kuldur! Allah Teâlâ’dan korkmasaydı bile O’na asi olmazdı.’ Bu, zati ibadet demektir. Böylece onun iki ibadet sahibi olduğunu bildirmiştir: birin­cisi emir ibadeti iken diğeri ise zati ibadettir. Bu ibadet ile cennedilder ve cehennemlikler Allah Teâlâ’ya ibadet eder. Bu nedenle bedbahdarın sonu rahmete ulaşır, çünkü zati ibadet otoritesi güçlü bir ibadettir. Emir ise arızidir ve bedbahdık belli bir süreye kadar devam eden arızi ve yok olucu bir şeydir.

Bilmelisin ki, nebiliğinden önce hiçbir peygamber Allah Teâlâ hakkında nazari bir bilgiye sahip değildi. Zaten böyle bir bilgi de ona gerekmez. Aynı şekilde seçilmiş herhangi bir velinin Allah Teâlâ hakkında önceden na­zari bir bilgisi yoktur. Allah Teâlâ hakkında öncesinde nazari bilgisi olan veli -veli olsa bileseçilmiş olmadığı gibi aynı zamanda Allah Teâlâ’nın ilahi kitaba varis kıldığı kimselerden değildir. Bunun nedeni şudur: Teorik dü­şünme kendisini diğer durumlardan ayırt etmesini sağlayan Allah Teâlâ hak­kında bir özellikle sınırlar ve bütün varlığı O’nunla ilişkilendirmeyi ba­şaramaz. Böyle bir durumda o insan salt tenzihten başka bir hükme sahip değildir. Binaenaleyh bu gücüyle Allah Teâlâ hakkında bir inanç sahibi olup O’ndan inancına aykırı bir şey geldiğinde, onu reddederek O’nun katından gelen haberleri destekleyen delilleri zayıflatır. Allah Teâlâ bir kulu­na inayet nasip ederse, kendisini seçmezden önce onu teorik bil­gilerden korur, onu kendisine ayırarak teorik ilimlerle ilgilenmesinin önüne perde çeker, ona Allah Teâlâ’ya ve peygamberin diliyle O’nun katından gelen hususlara imanı nasip eder. Bu durum, Peygamberin daveti ge­nel olan bu ümmet hakkında da böyledir. Peygamberlerin gelmediği fetret döneminde yaşayan önceki nebilik dönemlerinde böyle bir insa­na maişetiyle ve sanadarla ilgilenmek sevdirilir. Veya böyle bir insan, aritmetik, geometri, gök bilimi gibi matematik veya tıp gibi Allah Teâlâ’ya dair olmayan ilimlerle ilgilenir.

Nebiliğin devam ettiği vakitte böyle biri Allah Teâlâ’nın bilgisinde ‘seçil­miş nebi’ olacağı takdir edilmiş birisi olabilir ve kalbi İlah hakkında herhangi bir sınırlanmadan temizlenmişken kendisine vahiy gelir. Bu esnada onun kalbinde Allah Teâlâ hakkında akim idrakiyle sınırlanmış bir inanç yoktur. Kendisi nebi olmasa bile, yaşadığı topluma peygamber geldiğinde onun getirmiş olduğu vahyi kabul eder. Bunun nedeni, id­rak aracının saflığı ve temizliğidir. Sonra imanın gereğiyle amel eder ve Rabbinden sakınır, Allah Teâlâ da kalbine furkan ihsan eder. Başka birisi için böyle bir ihsan yoktur. Allah Teâlâ yaratıklarındaki âdetini böyle uygu­lar. Akılcı insan Mutlu ve said olsa bile, iman yolundan ve takvadan başka bir yolla Allah Teâlâ’ya dair bilgisi bulunmayan saf insanın mertebesine çıkamaz. Böyle birisi bu nitelikteyken nebilerin varisidir ve onlarla be­raberdir, onların derecesinde bulunur. Bunu bilmelisin! ‘De ki Rabbim benim bilgimi artır.’379

Meleklerin ve insan bedenlerini yöneten nesf-i natıkanın dışındaki varlıkların ilimlerine gelirsek, onların hepsi yaratılışları itibarıyla Allah Teâlâ’yı bilenlerdir. Onlar bu bilgilerini istidlal ile veya düşünmeyle elde et­memişlerdir. Bu nedenle bedende deriler, kulaklar, gözler, eller, ayak­lar ve diğer organlar kendilerini yöneten nefs-i natıkanın Allah Teâlâ’nın em­rini aşmalarını emretmesi durumunda aleyhte şahitlik edeceklerdir. Onların şahitlikleri, Allah Teâlâ’nın fiillerini bildirmekle gerçekleşir, çünkü organlar haddi aşmayı veya isyankârlığı bilmez. Bu bildirme o fiillerin belirlenmesiyle kendilerini o fiillere yönelten nefislere karşı şahidik olur. Çünkü aleyhine tanıklık yapılan nefislerin dışındaki her şey, sade­ce rablerinin hamdini tespihi bilirler. Yaratılışlarında sadece bu hamdi ve tespihi buldukları için, başka bir şey bilmezler. Bilgiler içerisinde bundan daha zor tasavvur edilen bir bilgi yoktur. Çünkü natık nefs asıl itibarıyla temiz olduğu kadar cisimler ve onların güçleri de yaratılışları itibarıyla temizdir. Sonra cismin ve nefsin bir araya gelmesiyle, bizatihi muhalefet gerçekleşir. Hayvani nefisler eşyada doğaları gereği hareket eder ve onların yükümlülükleri yoktur. Organlar da Allah Teâlâ’nın hamdini söyler ve O’nu tespih ederler. Hal böyleyken muhalif olan ve kınanma ve cezayla muhatap olacak kimdir? ‘insan’ adı kendisi için bir toplan­mayla meydana geldiği gibi insandaki toplanmışlık ve bir araya gelme nedeniyle başka bir durum gerçekleşmiş olabilir. Böyle bir durumda insan bilhassa muhalefet nedeniyle kınanır, çünkü akıllı ve yetişkin in­san, yükümlüdür, başkası değil! Beşer türünde bu şartların düştüğü kimseler yükümlü olmadığı gibi yapılması emredilen bir işi yapmadığı veya yasaklanan bir işi yaptığı için de kınanmaz.

Allah Teâlâ’yı bilenler beşincisi olmayan dört kısma ayrılırlar. Bir kısmı Allah Teâlâ hakkındaki bilgisini zahiri delil veya batini şüphe olmaksızın Allah Teâlâ’dan almışlardır. Onlar nur ehlidir. Birinci grup ilimlerden haz alan­lardır. Üçüncü kısım bilgide derinleşenlerdir. Onlar Allah Teâlâ hakkındaki bilgide yaratıkların Hakkın suretinden neyi kabul ettiğini görmek üze­re yarattıklarına meyilleri vardır. Onların Allah Teâlâ ve yaratıklar hakkındaki bilgilerinde bir kuşkuları yoktur. Onlar sır ehli, gayblerin bilgilerini bilenler, marifet hâzinelerinin sahipleri, sarsıntılar içinde sebat sahibi olanlar ve bağlandıkları şeylerden daha büyük olanlardır. Dördüncü kı­sım ise cem’ ve vecd ehli, bütün bilinenlerin hakikatlerini ihata eden­lerdir. Bildikleri şeylerde onlara herhangi bir yön gizli kalmaz. Bu gruptaki insanlar sahip oldukları bilgileri diledikleri şekilde âlemde yo­rumlarlar. Onlar ‘eman’ sahipleridir ve herhangi bir etkin şüphenin on­ların bilgisine zarar vermesi mümkün değildir. Onlar aynı zamanda sır sahipleridir. Bu iki grup alimin dışındakiler, Allah Teâlâ’nın yaratıkları arasın­dan herhangi bir sınıftır. Onlar yaptıkları işlerde tasarruf eder ve içle­rinden birisi ihtiyar sahibi olursa ihtiyarlarında mecburdurlar.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

CÖMERTLİK HÂZİNELERİNDEN YİRMİ BİRİNCİ VASIL

Gizli İkramların İzharı

Bu hazine Allah Teâlâ ehlinin varidadarında ve gönüllerindeki gizli ilahi ikramların ve lütufların izharını içerir. Ayrıca çadırlar, yükler ve ağır­lıkların konulmasıyla ilgilidir.

Bu menzilin adamları vardır ve aynı zamanda müşahede menzilleri vardır. Bunlar, yolların .kat edilmesine dönen müşahede menzilleridir. Onlar ‘Allah Teâlâ isminin yüceltilmesine ve söylenmesine izin verdiği evlerdir.

Orada gece gündüz Allah Teâlâ’nın ismi zikredilir.’’380 Bu hâzineden rahmetin söz, hal ve fiillerden oluşan amelleri ihatası öğrenilir. Bu hâzineden kulda bulunması gereken Rabbine yönelme, O’na dönme ve bütün iş­lerini bırakıp Allah Teâlâ’ya teveccüh halinin keyfiyeti öğrenilir. Bu hazine ke­rem hâzinesi ve himmeder madeni, ümmetlerin mazeretlerini kabul, âlemin kendisinde bulunduğu yolların en doğru yol olduğunu söyleten hazinedir. Başarıya ve doğruya ulaştıran Allah Teâlâ olmakla birlikte, ilahi cömertlik ve keremin bize açmış olduğu sırlara mütercim olarak şöyle derim:

Bilmelisin ki âlemdeki her varlık, üzerinde yaratıldığı makamındadır. Hiçbir şey kendi makamını yukarı çıkmayacağı gibi ondan aşağı inemez. Herkes kendi makamında değişme ve başkalaşmadan korun­muş halde kalıcıdır. ‘Allah Teâlâ’nın kullarında işleyen sünnetidir.’381 ‘Allah Teâlâ’nın sünnetinde tebdil bulamazsın.’382 İşaret ettiğimiz hususta bilgisi olmayan kimse ise fazlayı talepten ümit kesmiş, durum, insan vasıtasıyla adeta ‘adı konmuş ecel’ haline gelmiştir. Çünkü insan bedbaht veya Mutlu sürekli bir terakkidedir. Bu bağlamda Mutlu insana gelirsek, bütün gruplarda onun terakkisi bilinir. Bedbahtın Allah Teâlâ hakkındaki bilgide terakkisine gelirsek, bu terakkiyi sadece Allah Teâlâ ehli bilebilir. Bedbaht bedbahdık sebeplerinde terakki içinde olup en sonunda rahmetin ken­disini kuşatacağını, ilahi keremin onda hüküm sahibi olacağın bilmez. Fakat işin sonunda bu durum belli olur. Böylelikle bedbaht işin so­nunda bedbaht olmasına yol açan günahlarda Allah Teâlâ hakkındaki bilgide nasıl yükseldiğini öğrenir ve bundan dolayı hamd eder. ‘Tövbe eden ve salih amel işleyenlerin günahlarını Allah Teâlâ iyiliklerle değiştirir383 ayetinde belirttiği üzere, tövbekâr hakkında bir misal vermiştir. Yani ona kötü diye gördüğü şeyin aynısını iyi diye gösterir. Daha önce şeriatın hük­münden habersiz kalarak, onu iyi görmüştü. Hükümlerin ortadan kalktığı mevzie ulaştığında ise -ki orası ahirettirperdenin kalkması es­nasında bütün amellerdeki güzelliği görür. Çünkü orda kendisine amel edenin -başkası değilAllah Teâlâ olduğu keşfolunur. Öyleyse ameller Allah Teâlâ’nındır. Allah Teâlâ’nın bütün amelleri kendilerinde bir eksiklik ve çirkinlik olmadan tam anlamıyla güzel ve iyidir. Çünkü amellere sirayet eden kötülük ve çirkinlik -bizatihi kendilerinden değilAllah Teâlâ’nın haklarındaki hükmüne aykırılıktan kaynaklanır. Kimin basiretinden ve baş gözün­den perde kalkarsa, söylediğimizi görür. Bununla birlikte keşif vakti değişebilir. İnsanların bir kısmı bu durumu dünyada görür; onlar Allah Teâlâ’nın bütün fiillerinin iyi olduğunu ve Allah Teâlâ’dan başka fail olmadığını söyleyenlerdir. Onlara göre kulun fiildeki payı sadece kendisine izafe edilen kesptir. Bu ise o fiilde kula ait ihtiyardan ibarettir. Yaratılmış yani hadis kudretin -onlara göreherhangi bir işte etkisi yoktur, çünkü hadis kudret kendi mahallini aşamaz.

Allah Teâlâ ehlinden ariflere gelirsek, onlar hadis kudretten herhangi bir işte fiil meydana geldiğini düşünmezler. Yükümlülük ve hitap onlara göre ilahi bir isimden ilahi bir isim hakkında yaratılmış kulun mahal­linde gerçekleşebilir. Böylelikle kul ‘yükümlü’ diye isimlendirilirken hi­tap ‘yükümlülük’ diye isimlendirilir. Yaratıklardan meydana gelen fiil­lerin kendilerinin yarattığı şeyler olduklarını düşünenler vardır. Mesela Mutezile böyle düşünmektedir. Perde kalktığında gerçeğin kendinde bulunduğu durum lehlerine ve aleyhlerine olacak şekilde onlara keşfolunur. Onların bir kısmına keşif ölüm esnasında gerçekleşirken bir kısmına kıyamette bir kısmına topukların birbirine karışması esnasında bir kısmına azabın etkin olmasından sonra gelir. Böylelikle amelleri Allah Teâlâ’ya nispet etmenin gerekliliği (Mutezile mezhebindeki) insana keşfolunur.

Bu bağlamda sadece insanın Allah Teâlâ’ya bir gelişi ve Allah Teâlâ’dan ayrılışı vardır. Bu geliş diğer yoldan gelişin ta kendisidir. O halde kul istifade amacıyla Allah Teâlâ’ya yönelmek ile ifade, yani başkasına fayda vermek üzere Allah Teâlâ’dan ayrılma arasındadır. Bu ayrılma başka bir istifade amacıyla Allah Teâlâ’ya yönelmenin ta kendisidir. Fethin en çok olduğu kısım, Allah Teâlâ’ya yönelme olması bakımından, Allah Teâlâ’dan ayrılma halidir. Böyle bir insan Hakkı halkta görendir. Allah Teâlâ ehlinden bazılarına Hakkı halkta görmek ağır gelir. Bunun nedeni kendisi nedeniyle varlığı zorunlu olan ile baş­kası nedeniyle varlığı zorunlu olan arasındaki uzak ilişkidir. Kulun zevki bu müşahede olunca, Hakk kendisine ağır gelen şeyin varlık itiba­rıyla Allah Teâlâ olduğunu ona gösterir ve o hakikatte mümkünün hükmü­nün bulunması nedeniyle ‘halk (yaratılmış)’ diye isimlendirilir. Kul mevcut hakikatin ne olduğunu ve hükmünün ue olduğunu ve onun madum bir şeyden var olduğunu öğrenince, artık hiç bir şey ona ağır gelmez ve daha önce oluştan duyduğu ağırlık kalkar. Söz konusu ağır­lık, insan ve cinlerin sakaleyn, iki ağır diye isimlendirilmesini sağlayan durumdur. Sakaleyn doğal bütün cisimlerin adıdır. Mümkünün yok­luktan var olduğunu öğrenen insan, içinde hissettiği acı ve elemden kurtulur. Allah Teâlâ bu esnada kendisini yüce bir yere çıkartır. Bu yüce ma­kam, İdris’in makamından onun payıdır. Böylelikle onun mertebesi yükselir, sıkıntısı ortadan kalkar, vardığı yer nedeniyle Allah Teâlâ’ya hamd eder, sırrının kendisine verdiği şeyi öğrenir. Bu sayede mertebeler ayrı­şır, mezhepler bir olur, cetveller ve yan yollar çizilir, kudredi olanla olmayan ve kazanan eşidenir.

Hakka yönelmelerin en büyüğü ve yücesi, Allah Teâlâ’ya yönelirken çıkan nefesinin O’ndan ayrılırkenki giren nefesinin aynı olduğu kimsenin ha­lidir. Böyle bir insan çıkan nefesi ihata eden olması bakımından Allah Teâlâ’ya yönelmişken suduru esnasında giren nefesiyle O’na yönelmiştir. Bunun nedeni kalbinin Allah Teâlâ’yı sığdırmış olmasıdır. Böylelikle kul her nefes za­hirdeki bir ilahi isim ile batındaki ilahi isim arasında ‘istifade eden’ ha­line gelir. Öyleyse kuşatıcı ve zahir Hakka çıkan nefes, Hakkı ufuklarda göstermeyi amaçlar. Batın olan hakka giden nefes de nefsindeki hakkı ona gösterme amacı taşır. Böyle bir durumda insan zahir ve batın ola­rak sadece Hakkı görür. Dolayısıyla onun zatında -edebi yerine getir­mek üzere Hakkın diliyle olanın dışındaherhangi bir fiil hakkında iti­raz kalmaz. Öyleyse konuşan ve konuşturan göreli olarak iki farklı su­rette bir kimsedir.

Sonra, ey dostum! Bilmelisin ki, Allah Teâlâ âlemi yaratmış ve onunla boşluğu doldurmuştur. Artık âlemde fazla gelecek veya eksik kalacak bir cevher yoktu. Bu yönüyle âlem cevheri bakımından tektir. Bununla birlikte boşluğu dolduran bu cevherde Hakk sürekli yaratıcı olmayı sür­dürür. Allah Teâlâ onda şekilleri açar, onda kesifleri latifleştirir, suretleri iz­har eder, renk ve olgular gibi arazları var eder, kendilerinde var ettiği niteliklerle kesiflerin bütün suretlerini ayrıştırır. Bu cevherde açılan suretlere göre zati ve resmî tanımlar ortaya çıkar. Nispet ve izafederin hükümleri de onda ortaya çıkar. Allah Teâlâ ondan sonra bir cevher var et­mez. Fakat o cevherde var eder.

Bunu anlayınca, gözün üzerine düştüğü şeyin ne olduğu ve gözün kendiliğinde bulunduğu durumu bilmelisin! Kulağın duyduğu şey ne­dir, kulağın kendisi nedir? Dilin söylediği nedir? Sesin kendisi nedir? Organların temas ettiği nedir? Organın kendisi. nedir? Damağın tat alma duyusu nedir? Damak nedir? Burnun kokladığı nedir, burnun kendisi nedir? Aklın idrak ettiği şey nedir, aklın mahiyeti nedir? Duy­mak^ görmek, koklamak, tatmak, dokunmak ne demektir? Tahayyül edilen, tahayyül ve hayal ne demektir? Tefekkür, tefekkür eden, hak­kında tefekkür edilen ve fikir nedir? Musavvire gücü, tasvir edilen ve suret ne demektir? Hatırlama gücü, hatırlama ve hatırlanan nedir? Ve­him, vehmeden ve vehmedilen nedir? Hafıza gücü, ezberlemek ve ez­berlenen nedir? Akledilir olan nedir?

Senin elde ettiğin şey, tek cevherdeki araz, nispet ve izafeder hakkındaki bilgidir. Bu hakikat bir-çoktur. Bütün isimler, Allah Teâlâ’nın kendi­sinde zikrettiğimiz hususları var etmesine göre, ona verilir. Öyleyse bu hakikat, zatı bakımından boşluğu dolduran ve bütün zikrettiklerimizi kabul eden cevherdir. Suri cevher ve araz, zaman, mekân o cevherde ortaya çıkar. Bunlar varlığın analarıdır, ondan başkası değillerdir! Ona eklenen şeyler ise etken-edilgen, göreli, konum, sayı ve nicelik gibi bunlardan bileşen şeylerdir.

Buradan manaların manalarla mı yoksa manayı kabul eden cevher­le mi var olup olamayacağı öğrenilir? Söz konusu mana öteki mananın kendisiyle kaim olduğu zannedilen bir manadır. O mana ise nitelenmiş olan mananın kendisiyle var olduğu cevherle vardır. Misal olarak siya­hın parlaklığını verebiliriz. Bu bağlamda ‘Parlak siyah’ veya ‘güzel bil­gi’ veya ‘kerim ahlak’ veya beyazlık hakkında aşırı beyaz dersin.

Bunu öğrenince, kim olduğunu ve bütün bu zikrettiklerimizi ve benzerlerini sana ihsan eden Hakkın kim olduğunu öğrenirsin. Ayrıca yaratıklarından kimsenin O’na benzemeyeceğini öğrenirsin. Bununla birlikte varlığının O’nun varlığına ve senin O’na bağlanmasını ve irti­batlı olmasını mümkün kılan münasebet akılla bilinir. Nitekim ‘Ken­dini bilen rabbini bilir5 hadisinde O’nu bilmen kendini bilmene bağla­nır. Yaratılmışları en iyi bilen, onların içinde Allah Teâlâ’yı en iyi bilendir. Bunun yanı sıra çokluğun birliği karşısında Bir’in birliğini öğrenirsin. Kadim ve hadis kısımlarıyla varlığın hangi kısımlarla sınırlı olduğunu öğrenirsin. Kadim’in hadisten hangi özellikle ayrıştığını öğrenirsin. Ezeli kadim’e nispet edilen isim ve hükümler ile yaratılmış hadise nis­pet edilen isim ve hükümler nelerdir? Alemin kendisi neye dayanır? Sana tecelli edip kendisini gördüğünde Haktan müşahede edilen nedir?

Tecellinin farklılığının nedeni nedir? Onu başkalaştıran nedir? Bunun nedeni senin idrakinin tek hakikatte farklılaşması mıdır? Bu sayede se­nin tecelliyi görmen de frakhlaşırken O’nun kendisi kendiliğinde baş­kalaşmaz. Yoksa tecellideki başkalaşma ve türlere ayrılma -sana veya kendisine değil denispete mi dayanır? Ona dayanmasına gelirsek, Allah Teâlâ ehline göre böyle bir şey imkânsızdır. Geride iki husus kalır: Birin­cisi sana dayanmasıyken diğeri ne sen ne O olan başka bir duruma da­yanmasıdır. Sen de O’nu böyle görürsün.

Binaenaleyh gören herkes gördüğünü tanımaz. Hayret ehli boş yere hayrete düşmez, çünkü bu iş zordur ve anlaşılması çetindir. Mü­şahede edilen şey genel, varlık ise büyüktür. Kemal gerçekleşmiş, bilgi ayırmış, hüküm ise inmiştir. Her nefes var olanlarda yenilenme ise akledilir. Hakka dair söylenen ise makul olan ile olmayan arasında ak­tarılır. Bu kuyulara ulaşılmak sır ehlinin, nur sahiplerinin ve basiret ve göz sahiplerinin yapabileceği bir iştir. Kimin sadece sırrı olur ve nuru olmaz veya nuru olur sırrı olmazsa veya baş gözü olmaz basireti olursa veya baş gözü olur basireti olmazsa veya batını olmaz zahiri olursa, sa­hip olduğu özellikle kalır ve kemale ulaşamaz. Onunla nitelenip bu­lunduğu hal üzerinde tam olarak kalabilir. Fakat unutmamak gerekir ki, talep edilen şey, tamlık değil kemaldir, çünkü tamlık yaratılmışta­dır. Kemal tamın elde etmek istediği ve ona ifade edilen şeydir ve tam olmasına rağmen bu derece onun adına gerçekleşmemiş olabilir. Allah Teâlâ her şeye yaratılışını vermiş, her şey (yaratılma yönüyle) tamamlanmış, sonra ona kemali elde etmesi için yolu göstermiştir. Kim hidayete uyarsa, kemale erer; kim tamlıkla birlikte kalırsa, mahrum kalır.

Allah Teâlâ bizi ve sizi acizlik makamına ulaşmakla nasiplendirsin ve bunu bize ihsan etsin. İhsan eden ve bu makama ulaştıracak O’dur.

CÖMERTLİK HÂZİNELERİNDEN YİRMİ İKİNCİ VASIL

Fetret Hâzinesi

İşlerin kesildiği zannedilir, hâlbuki onlar kesilmez ve kesilmeleri mümkün değildir. Çünkü Allah Teâlâ, âlemi sürekli korur. Başka bir ifadeyle âlemi sürekli koruyucudur. Koruma kesilmiş olsaydı, âlem yok olurdu. Allah Teâlâ, kendisi nedeniyle âleme zuhur etmesinin dışında âlemden müs­tağnidir. Öyleyse Allah Teâlâ, âlem vasıtasıyla bilinmekten de müstağnidir. O halde başkası O’na delil olamaz. Allah Teâlâ yaratıklarına zuhur etmesiyle kendisine delildir. Onların bir kısmı kendisini bilir ve O’nu yaratıkla­rından ayrıştırırken bir kısmı yaratıklarının aynı kabul eder. Bir kısmı hakkında hayrete düşer ve yaratıklarının aynı mıdır, yoksa onlardan ay­rı mıdır, bilemez. Bir kısmı Allah Teâlâ’nın yaratıklarından ayrı olduğunu bi­lir, fakat yaratıkların Haktan veya Hakkın onlardan hangi özellikle ay­rıştığını bilemez. Bu nedenle Ebu Yezid de hayrete düşmüştür. Çünkü Ebu Yezid genel itibarıyla bir ayrımın bulunduğunu anlamış, fakat onun mahiyetini anlamamıştır. En sonunda Hakk ona ayrışmanın ve farklılığın zillet ve yoksullukta olduğunu bildirmiş, böylece Ebu Yezid sakinleşmiştir. Hakk ile âlem arasındaki ayrım ve temyizin diğer kısmı âlemden müstağniliktir.

Şöyle diyebilirsin: ‘Zillet ve muhtaçlık da müstağni kılar.’ Şöyle deriz: Şahitte kendisini gördüğümüz üzere zelil zilletten ve fakir fakir­likten müstağni kalmaz. Allah Teâlâ âlemi bazı mertebe ve derecelerde birbi­rine muhtaç yaratmış, birbirlerini hizmetçi edinsinler diye bir kısmını bir kısmının üzerine yerleştirmiştir. Bu nedenle Allah Teâlâ âlemin bir kıs­mını üstün, bir kısmını aşağı dereceye yerleştirmiştir.

İşin kendinde olduğu hakikat Allah Teâlâ’nın Ebu Yezid’in dikkatini çek­tiği şekilde olunca, buradan Allah Teâlâ dikkatimizi şu ayete çekmiş oldu: ‘Ey insanlar! Siz Allah Teâlâ’ya muhtaçsınız. Allah Teâlâ hamid ve müstağnidir.’384 Yani Allah Teâlâ kendisine muhtaç olunan her şey ile övülendir. Bütün âlem Allah Teâlâ’nın isimleri ve yüce şifadandır. Dolayısıyla Allah Teâlâ insan bir surete muhtaç kaldığında, sürekli kullarına görünmek için farklı suretlerde âleme tecelli eder. İnsan bir suretten müstağni kalınca, bu kez müstağ­ni kalınan suret o kişi için yaratılmış bir surettir. Tekrar ona muhtaç olduğunda ise o suret Haktır ve suretin adı zahirde kendisine ait olsa bile gerçekte Hakkın bir ismidir. Perdeli insan surete muhtaç olduğu­nu zannederek -kendisine muhtaç olduğu içinonun önünde zelil Hakk gelir. Hâlbuki gerçekte sadece her şeyin melekûtunu elinde tutan Allah Teâlâ’nın karşısında zelil ve O’na muhtaç olmuştur. O halde insanlar bir vadide, Allah Teâlâ’yı bilenler başka bir vadidedir.

Alemdeki görünür derecelenmeye gelirsek, bu derecelenme insan­ların bir kısmı tarafından bilinmezken bir kısmınca bilinir. Bir kısmı bu hususta yanılırken bir kısmı isabet eder. Allah Teâlâ âlemi varlık yönüyle gayb-şehadet, zahir-batın, evvel-ahir (ilk ve son) diye ikiye ayırmış, ba­tını, ahiri ve gaybı bir tarz, evveli, zahiri ve şehadeti diğer tarz yapmış­tır. İnsanların bir kısmı evvelliğin bulunduğu kısmı üstün tutmuş, bir kısmı ahirlik kısmını, bir kısmı genel olarak iki kısmı eşit saymış, bir kısmı ise sınırlamıştır. Bunlar bilhassa Allah Teâlâ ehlidir. Onlar şöyle derler: Ahirliğin bulunduğu kısım mutlular hakkında hayırlıyken bedbahdar hakkında hayırlı değildir. Allah Teâlâ ehlinin ise geçmişe değil geleceğe yö­nelmeleri daha uygundur. Çünkü geçmiş zaman ve şimdiki zaman ger­çekleşmişken gelecek ise gelecektir. Dolayısıyla geleceğin gelmesi zo­runludur ve himmeti ona bağlamak daha uygundur. Gelecek kendisine bağlanan bir himmetten gelirse, insanın aleyhine değil, lehine olarak gelir; kendisine bağlanmamış bir himmetten gelirse, lehinde olabilece­ği gibi aleyhinde de olabilir. Dedik ki, himmet gelecek zamana bağla­nırsa, gelecek zaman insana -kötülük değiliyilik getirir, bunun nedeni himmet sahibinin gelecek hakkındaki hüsnü zannıdır. Himmetler et­kindir, dolayısıyla geleceğin gelişi kişinin lehine değil aleyhine bile ol­saydı, himmet nedeniyle -aleyhine kalmazlehine dönerdi. Bu öyle bir faydadır ki, kim onu muhafaza ederse, bütün nimetleri kazanır.

Gelecek zaman himmetini kendisine bağlamış bir insana geldiğin­de, himmet sahibi ondan nimet elde etmek, onun karşısında basiret üzere ve sakince edepli davranarak sürade ona koşar. Buna mukabil ge­leceğin ansızın geldiği insan böyle değildir. Öyle bir insan dehşete ka­pılır, onu nasıl karşılayacağı ve kendisine karşı nasıl davranacağı husu­sunda hayrete düşer. Zaman ise hızla kaybolur, şimdiki anı terk eder ve mazi haline gelir, dehşete kapılan insan onun hakkını ve kendisine karşı yerine getirmesi gereken edebi yerine getirmemiş olur. Hâlbuki hazırlıklı insan öyle değildir. Bununla birlikte hazırlıklı insanın geçmiş zaman hakkında kâmil olması gerekir, çünkü onu muhafaza etmezse, iyiliğini yitirmiş demektir.

Allah Teâlâ cömerdik hâzinelerinden koruma hâzinesini kula yerleştir­miştir. Onun bu hâzinede bulunması gerekir. Böyle bir insan şimdiki zaman ve geçmiş zaman hakkında hal sahibiyken onun için geride ka­lan gelecek zamandır. Hafıza kuvveti koruma kapısının üzerinde sak­lamış olduğu şeyin ondan çıkmasını engellemek üzere durur ve şimdiki zamanı terk eden şeyleri de alarak onları hâzinede saklar. Hafıza kuv­vetinin iki yardımcısı vardır: Birincisi hatırlama kuvvetidir. Bu güç maddelerden soyut anlamları korumakla görevlendirilmiştir. Diğer yardımcı ise hayaldir ve hayali bu hâzinedeki misalleri korumakla gö­revlendirmiştir. Kendisi ise şimdiki zaman vaktinin ayrılmasından iti­baren ve geçmiş zaman hükmünün sona ermesinden sonra gelecek za­manın getireceklerini kabulle ilgilenmek üzere kalır. Onun getirdikle­rini alır, onları koruma hâzinesinde saklar. Bu hazine ‘hafıza hâzinesi’ diye isimlendirilmiştir, çünkü gelecek hakkında şimdiki zamanı -ki da­im demektirkorur. Böyle bir hazırlık ve istidattan yoksun olanlardan farklı olarak, mazi zaman onun üzerinde hüküm vermez. Bu hazırlığı olmayanlarda ise geçmiş zaman kendisini çekip alır ve kul gelecek za­manı unutur, dolayısıyla nereye gittiğini bilemez! Böyle bir insan gaf­letin, unutmanın, yanılmanın hakim olduğu biridir. Hakk da kulun le­hine veya aleyhine olmak üzere onu saklarken kul bu ilahi korumanın farkında değildir. Daha doğrusu bütün kullar değil, kulların çoğu bu­nun farkında değildir. Bu durum ‘Kim miskal miktarı hayır yaparsa, onu görür, kim miskal miktarı kötülük yaparsa onu görür’385 ayetinde belirtilir. Başka bir ayette Allah Teâlâ şöyle der: ‘Küçük büyük hiçbir şeyi ihmal etmeden bir kitapta kaydetti. Yaptıklarını hazır olarak onda bulurlar,’386 Öyleyse kâmil kulun hafızası (yaptığını) saklarken hafızası olmayan gafil kulun yaptıkları ise (Allah Teâlâ tarafından) korunur. İki adam asında ne büyük fark vardır! Genel hüküm şimdiki zamana aittir ki, ‘daim’ denilen şey­dir. O kendisi gelmezden önce gelecek zamanı aklında tutar ve geçmiş zamanın getirmiş olduklarını korur. Çünkü zaman bir surettir ve onun ruhu getirdiğidir. O halde şimdiki zaman bütün zamanların hayatıyla canlıdır, çünkü o bütün zamanların getirmiş olduklarını koruyan ve muhafaza eden şeydir.

Zamanlar üç kısım olduğu gibi haller de üç kısma ayrılır: Birincisi yumuşaklık ve atıfet halidir. Çünkü yumuşaklık hali serdik ve kahır ile getirilen şeyleri getirdiği gibi kahır ve zorlamayla yumuşaklıkla getiri­len şeyler getirilmez. Kahır kahra mazhar olanın kalbinde sevgiyi ve merhameti meydana getirmez. Yumuşaklık yoluyla maksat gerçekleşir, yumuşaklık sevgi getirir ve onu yumuşaklık gösterdiğin insanın kalbine yerleştirirsin. Yumuşak insana karşı konulmaz ve bunun nedeni onun etkisinin gücüdür. İkinci hal ise hayrete düşenin hidayet halidir. Çün­kü hayretteki insan bir şey sorduğunda ya haliyle veya sözüyle sorar. O konuyu bilenin de hakkında hayrete düşülen meseleyi açıklaması gere­kir. Sorulan konu hayrete düşülen şeyin hakikatinin kendinde olduğu bir konuysa, alim onu söz konusu şeyi bilmenin hayrete yol açtığını açıklar ve bunu öğrenmekle hayret kalkar. Hayret açıklanması müm­kün bilgilere dairse o bilgi kendisine açıklanır ve hayret kalkar. Böyle­likle iki gözü olan kimseye sabah aydınlığı gibi bilgiler açıklanır ve hayret ortadan kalkar. Alim kişi kendisine soru soran insanı terslemez, ‘böyle bir soru senin sorabileceğin soru değildir’ veya ‘sen makamının gerektirmediği bir şeyi sordun’ demez. Çünkü insan kendisine soru so­ranı böyle terslerse alim olmadığı gibi sorulan meseleyi ve o meseleyle ilgili cevap verilmesi uygun yönü bilmeyen bir cahildir. Bilgi ve kötü ahlak bir araya gelmez. Her alim geniş bir hoşgörü ve merhamet sahi­bidir. Kötü ahlak ancak darlıktan ve zorluktan ortaya çıkar ve bunun nedeni bilgisizliktir. Bilginin değerini Allah Teâlâ’yı bilenler bilebilir ve Allah Teâlâ zamanı ve müddeti bakımından nihayetsiz genişlik sahibidir.

Bir şahıs için bir hükümdar nezdinde şefaatçi olmuştum. Adam öyle bir suç işlemişti ki hükümdara göre böyle bir suçun sahibi mudaka öldürülmeliydi. Çünkü hükümdarlar pek çok suçu bağışlasa bile üç şeyi bağışlamaz ve bunlar affedilmeyecek suçlardır. Hükümdarlar bu suçlarda sadece cezalandırmanın tarzında derecelenirler. Bu üç suç şun­lardır: Haremine saldırmak, sırrının açıklanması ve mülküne zarar vermek. Bu adam hükümdarın mülküne zarar verecek bir suç işlemiş, hükümdar onun kadine ferman vermişti. Adamm hikâyesi bana ulaşın­ca, onu öldürmesin diye ricacı olmak üzere, hükümdara gittim. Hükümdarm beti benzi attı ve bana şöyle dedi: ‘Yaptığı bağışlanamayacak bir suçtur ve öldürülmesi gerekir.’ Tebessüm ettim ve şöyle dedim: Hükümdarım! Vallahisenin affını aşan bir suç bulunduğunu ve bağış­lamana galebe çaldığını bilseydim, senden ricacı olmadığım gibi senin hükümdar olduğuna da inanmazdım. Sıradan bir Müslüman olan bana göre, bütün âlem suç ve günah olsaydı yine de benim affıma galip ge­lemezdi.’

Hükümdar söylediklerim karşısında hayrete düştü ve ricam üzeri­ne adamı affetti. Ben de kendisine şöyle dedim: ‘Onun cezası hüküm­darın sırlarını öğrenip devlete karşı suç işlemesine yol açan mertebeden uzaklaştırılması olmalıdır.’ Çünkü her ne kadar adamın ölüm cezasmı engellemek istesem de, yönetimine zarar verecek bir hususa karşı hü­kümdarın yardımcısı olmak isterim. Bu sözüm üzerine hükümdar se­vinerek ve memnuniyetle şöyle dedi: ‘Allah Teâlâ bana yaptığına karşılık ola­rak seni hayırla ödüllendirsin.’ Sonra yanımdan ayrıldı ve sarayına git­ti. Adamı hapisten çıkartıp bana gönderdi, ben de adama uygun şekil­de tavsiyede bulundum. Bu meselede hükümdarın aklım ve edebini beğendim, yaptığı işe karşılık olarak kendisine teşekkür ettim.

Üçüncü hal nimet verilenin verilen nimeti sahibine göstermesidir. Çünkü nimetin izharı şükrün ve onun hakkının verilmesinin kendisi­dir. Böyle bir şükür sayesinde artış gerçekleşirken nimete nankörlük nedeniyle nimet kaybolur. Nimete nankörlük onun gizlenmesidir, çünkü küfran-ı nimet terkibindeki küfran ‘örtmek’ demektir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ bir köyü misal verir, o köy emin ve mutmaindi, rızıkları her mekândan kendilerine gelirdi.’387 Böyle bir durum nimederin ge­lebileceği en iyi tarzdır. ‘Nankörlük ettiler.’ Yani nimet verilen toplu­luk nankörlük etti. ‘Allah Teâlâ’nın nimetlerine, Allah Teâlâ da onlara açlık elbisesini giydirdi.’ Yani rızıklarını kaldırdı. Güveni ortadan kaldırmakla da ‘ve korku elbisesini giydirdi, yaptıklarına karşılık olarak.’ Onlar nimederi gizlemiş, inkâr etmiş ve onlar nedeniyle kötü ve taşkınlık yapmışlardır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Şükrederseniz, artırırız.’388 Başka bir ayette ‘Bana şükredin, nankör olmayın389 buyurur. Bununla birlikte Allah Teâlâ âlemlerden müstağnidir. Böyleyken muhtaç ve fakir bir varlık Allah Teâlâ’nın nimederinden kendisi gibi birisine ikramda bulunur ve verir. Böyle bir insan, âlemlere muhtaç olmayan mutlak zengin değildir ama o şükre muhtaç­tır ve onunla sevinir.

Bu değerli bir hazinedir, onu bilmek değerli bir bilgiyken makamı yararlı bir makamdır.

CÖMERTLİK HÂZİNELERİNDEN YİRMİ ÜÇÜNCÜ VASIL

Adalet

Bu hazine itidal ve her Hakk sahibine hakkını verme hâzinesidir. Öyleyse o ihsan hâzinesi değil adalet hâzinesidir ve Allah Teâlâ kulları ara­sındaki adaleti ondan yerleştirir. Bu hazine hükmü biten ve kapısı ka­panan bir hazinedir, çünkü ihsan hâzinesi ona karşı lütufkâr davranır. ‘Allah Teâlâ adaleti emreder.’390 Bu hakkı alınana yönelik bir ihsandır. ‘İhsanı da emreder.’ Burada ihsan emredilmesi itibarıyla adalete atfedilmiştir. Yani adaletin otoritesinin ortaya çıkıp suçu nedeniyle cezalandırılan kimseye ihsanla merhamet edilir ve cezalandırma işi sona erer, nimet verme ve ihsan sona ermez. Bazen ihsan kendiliğinden gerçekleşirken bazen yaratılmışın iyiliğine karşılık gerçekleşebilir. Ayette şöyle denilir: ‘İyiliğin karşılığı iyilik değil midir?’391 Başka bir ayette şöyle denilir: ‘İyilik yapanlar için iyilik ve fazlalık vardır.’392 ‘Fazlalık’ derken adaletten sonra gelen ihsan ve cezalandırmadan olan ihsan kastedilir. ‘Kötülüğün karşılı­ğı kendisi gibi kötülüktür. Kim bağışlar ve iyilik yaparsa...’393 Yani kötülü­ğe kötülükle karşılık vermemek daha iyidir. ‘Onun ecri Allah Teâlâ’ya kalmış­tır.’ Yani başkasının hakkı değil de, kendisine ait bir hakkı affetmek, Allah Teâlâ’nın niteliğidir. Öyleyse adil davranmak başkasının haklarıyla ilgili­dir, yoksa ilahi mertebeyle ilgili değildir. Allah Teâlâ ilahi mertebe kendisiyle nitelenmemiş olduğu halde güzel ahlakı emredecek değildir. Bu neden­le insanlardan haklarını almayan ariflerin ecri Allah Teâlâ’ya kalmıştır.

Bu hazine insanların gözlerine sır perdelerini çeken hazinedir. Bunlar Hakkın sakladığı ayıplardır ve onları kendisinin bildiği ‘gaybı bilendir394 ayetinde belirtilir. Dolayısıyla razı olduğu peygamber gibi kullarının dışında kimse O’nun gaybını öğrenemez. Peygamber ise Allah Teâlâ’nın dilediğini öğrenebilir. O zaman perdeler kaldırılır, nurlar ortaya çıkar, gözler nurlar sayesinde bütün makulleri idrak eder. Akıl ise nur­lar sayesinde akıl tarafından idrak edilmesi mümkün her şeyi idrak eder. Göz nurlar sayesinde duyuyla idrak edilmesi mümkün her şeyi idrak eder. Bu durum Allah Teâlâ’nın özel ve seçilmiş hayırlı kullarına tahsis edilmiştir. Bu kullar sürekli yeniden yaratmayı keşfederler. Binaenaleyh âlemde yeniden yaratma sona ermediği gibi onların keşifleri de bitmez.

Bu hazine Allah Teâlâ’yı bilmek hakkında fail, fiil, yapılan iş, fiilin vasıtası ve fiilin durumunun ve halinin bilgisini verir. Böylelikle kişi Hakkın yaratmasıyla âlemdeki yaratmaları öğrenir. Aynı zamanda kul fiilin kendisine nispet edilişi bakımından her failin bir tarzı olduğunu öğre­nir.

Başkalarına karşı cömertlik yapan kerem ehline gelirsek, Allah Teâlâ öyle birine iyilik sebeplerini ihsan eder, güçlükleri kolaylaştırır ona, zorluk­ları yolundan kaldırır, karanlıklardan nura, darlıktan genişliğe, yanlış­lıktan doğruya çıkartır. Haklara bakarken kendisini daha Hakk sahibi görenler vardır. Onların başkasına bakışı kendi hakkını görmek amacı taşır. Böyle bir insan başka her şeyden habersiz kalmış, kendisiyle meş­gul olmuş, himmetini kendine yöneltmiş, Hakkın hakkını verdiği her şeyi kendine vermiştir. O insan Rabbiyle müstağni kalır ve zatı kendi­sine keşfolunur. Sonra âlemin onun mertebesinde toplandığını ve ken­disiyle âlemdeki her parça arasındaki ince bağlar görür, o ince bağlar üzerinden âleme iyilik yapmaya başlar. Bu iyilik âlemde o şeye müna­sip kimseye uzamış bir bağdır. Hakk sebepleri kendisine ulaştırdığı gibi o insan de himmetiyle âlemde bulunan herkese gaybten ihsan ulaştırır. Alem ise onu tanımaz. Çünkü âlem onu ihsan ederken görmemiştir. Nitekim âlem sebepler nedeniyle Hakkı tanımaz. Öyle olmasaydı böyle olmazdı. Alenidekiler Hakkı sebeplerden olayı unuttuğuna göre kâmil kulu unutmaları da zorunludur.          '

Allah Teâlâ’nın öyle kulları vardır ki, onlar sebeplerin farkında olsalar bile ‘Bu ihsan Allah Teâlâ’dandır, sebebin onda etkisi yoktur’ derler. Allah Teâlâ’nın bazı kulları daha vardır ki, onlar da ‘bu iyilik falanın bereketiyle ve himmetiyledir’ derler. Onun himmeti olmasaydı, bu nimet olmaz ve Allah Teâlâ kö­tülüğü bizden uzaklaştırmazdı. Bir kısmı bunu inanarak ve bağlanarak söylerken, bir kısmı zannı galibiyle söyler. Böyle biri Hakkın kendisini iki halde kulların kalplerine kendi makamında yerleştirdiği kuldur. İn­sanlar da bunu söylerler fakat kaynağını bilmezler.

Sahih bir hadiste aktarıldığına göre, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Huneyn sa­vaşında Mekke’nin fethinde gerçekleşen bir hadise nedeniyle Ensar’a şöyle demişti: ‘Siz dalaletteydiniz, Allah Teâlâ benim vasıtamla size hidayet etmemiş miydi?’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kendisini zikretmiş. ‘Sizi ateşe düşe­cek bir tehlikede bulmuş ve benim vasıtamla sizi kurtarmış değil mi­dir?’ Hadiste belirtilen şey insanların ‘falanın bereketiyledir’ sözlerinin ta kendisidir. Bazen de ‘beni hatırında tut, beni himmetinde tut, beni unutma’ derler. Her kim bu müşahededen yüz çevirir ve müşahede edilen ile müşahede edeni ayırt etmezse, hayrete düşmüş ve hüsrana uğramıştır. Buna mukabil öteki insan yaptığı ticaretinde kazançlı ve alışverişinde adildir.

Kazananlar iki kısma ayrılır: Karşılık için çalışanlar ve vefa için ça­lışanlardır. Karşılık için çalışanlar, kendilerine özgü niteliklere sahip iken vefa için çalışanlar iki kısma ayrılır: Birinci kısım çalışan olmayan çalışanlar iken ikinci kısım ‘çalışan’ çalışanlardır. Bu kısım da iki kısma ayrılır: Hakk vasıtasıyla çalışanlar ve kendileriyle çalışan ve amil olanlar­dır. Her ikisi de karşılığı dile getirenlerdir. ‘Çalışan olmayan’ çalışanlar ise karşılığı amele ait görür, çalışana ait görmezler! Amel karşılık nime­tini kabul etmez ve bu nedenle amelin karşılığı kendilerine döner. Amel edenin karşılığına gelirsek, onlar amel edenin Allah Teâlâ olduğunu görür. Allah Teâlâ ise karşılığı kabul edecek bir mahal değildir, çünkü karşı­lık amel edenin ölçüsündedir. Böylelikle onlar ilahi karşılığı da elde ederler. Bu, amel sahibinin Hakk ettiği şeyi yerine getirmedeki eksikliği­dir. Başka bir ifadeyle bu eksiklik, Allah Teâlâ’yı bilenlerde tezahür eden ‘O’nun hamdini ve övgüsünü yerine getirme’ karşılığıdır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şu hadisinde bu husus belirtilir: ‘Ben Seni hakkıyla övemem. Sen kendini nasıl övmüşsen öylesin. Fakat ya senin nezdinde olanın nefsinde veya yaratıklarından birinin nefsinde övdüğün şekilde!’

Dikkatini çektiğim hususa iyi bakmalısın! Çünkü benim sözlerimi kabul eder ve nasihatime kulak verirsen, kazançlı çıkarsın.

Bu bölüm hakkında konuşmak sözü çok uzatır, çünkü o nurları, karışımları, sırları, birbirine girmeyi, ayrışmayı ve temyizi içerir. Kur­tuluşu sağlayan şeyler bu bölümden öğrenilir. Bu bölümle ilgili bu ka­dar açıklama yeterlidir.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar