YİRMİ ALTINCI SİFİR 1. Bölüm
Rahman ve Rahim Allah Teâlâ’nın Adıyla
[ÜÇ YÜZ ALTMIŞ DOKUZUNCU BÖLÜMDEN] YEDİNCİ
VASIL
Cömertlik Hâzinelerinden: Kölenin/kulun Efendinin Mertebesinden Sonra Gelmesinin
Zorunluluğu ve Kulluğu Bütünüyle Allah Teâlâ’ya Adamak Hakkındadır
Bu hâzinede kul/köle efendisinin
mertebesinden geride kalması, kulluğunu -başkasına değilbütünüyle Allah
Teâlâ’ya tahsis etmesinin zorunluluğu ele alınır. Kul zerreler âleminde
(bezm-i elest) Allah Teâlâ’nın avucundayken bunu kabul etmiş, Hakk o ikrarın
ve kabulün dünya hayatında ki orası perde ve örtü yeridirkendisine eşlik
etmesini irade etmiştir. Çünkü Hakk Varlık, mertebe ve rütbe itibarıyla
yaratıklardan öncedir. Allah Teâlâ vardı ve başka yaratılmış yoktu; varlık
önceliği bu demektir. Allah Teâlâ takdir etmiş, hüküm vermiş, hükmünü
uygulamıştır. Bu hüküm geri çevrilemeyeceği gibi O’nun kendisi hükme konu
olamaz; rütbenin önce gelmesi de bu demektir. ‘Siz
dileyemezsiniz, Allah Teâlâ diler.’289 Yani sizin ne dileyeceğinizi O
irade eder. Öyleyse kulun bütün yönlerden Hakkın mertebesinden geride kalması
zorunludur. Çünkü kula çokluk mutlak birlik Hakka özgü kalsın diye çokluk
verildi. Her yaratılmışa Allah Teâlâ, temyiz ve fraklılık birliği vermiştir ve
o sayede her yaratılmışta mutlak birlik ‘zevk’ yoluyla bulunur. Bu sayede
herkes bir ahadiyet, yani mutlak birlik olduğunu anlar ve kendisiyle Allah
Teâlâ’ya tanıklık edeceği ilahi birliği öğrenir. Her yaratılmış ‘zevk’ yoluyla
öğreneceği ahadiyeti olmasa ve ondan dolayı başkalarından ayrışmamış olsaydı, Allah
Teâlâ’nın sayesinde yaratıklarından ayrışmasını sağlayan ahadiyetinin olduğunu
anlamazdı. Demek ki herkeste bir birliğin bulunması zorunludur. Aynı zamanda
çokluk, çokluğun birliğinin (ahadiyet-i kesret) sahibidir. Her sayının
başkasına ait olmayan bir birliği olduğu kadar ikinin, üçün ve aklen sonsuza
kadar aklen gidenbütün sayıların birliği vardır. Şu halde her çokluğun kendine
özgü bir birliği vardır.
Her durumda Hakk, kuluna Yaratanın
mertebesinden geride kalmasını zorunlu kılmıştır. Nitekim Hakk bizim O’nu
bilmemizi kendimizi bilmemizden sonra getirmiştir. Başka bir ifadeyle Allah
Teâlâ hakkındaki hadis bilgi, varlık bakımından bizim hakkımızdaki hadis
bilgiden sonra gelir. Allah Teâlâ âlemdeki eşya arasına da bir derecelenme
yerleştirdi ki, ‘zevk’ yoluyla kendimizden derecelenmeyi öğrenelim. Buradan Hakkın
bizden olan üstünlüğünü öğrendik. Bununla birlikte Hakkı bilmemiz kendi
hakkımızdaki bilgiden sonra gelir. Böylece kendimizi bilmemizin gayesinin Allah
Teâlâ’yı bilmemiz olduğunu anladık ve O’nun tarafından talep edildiğimizi
öğrendik; yoksa kendimiz ve varlıklarımız nedeniyle talep edilmedik. Çünkü
delil, kendisi için değil, medlûl için talep edilir ve bu nedenle de ikisi bir
araya gelmediği gibi yaratıklar ve Hakk da kesinlikle herhangi bir yönden bir
araya gelmez: Kul kendisi nedeniyle kul iken, Rab kendisi nedeniyle Rabdir.
Kulluk ancak kendisini bilen adına sahih olabilir. O kişi kullukta Rablıktan
herhangi bir şey bulunmadığını da örenir. Rablık da kendisini bilen adına sahih
olabilir ve bilir ki Rablıkta kulluktan bir şey yoktur.
O halde Allah Teâlâ kullarına
Rabliğinden geri durmalarını vacip kılmış, kendisini ‘musalli (ikinci olan,
namaz kılan)’ diye isimlendirmek üzere ona namazı farz kılmıştır. Bu yorumla
‘musalli’ Rabbinin mertebesinden geri kalan demektir. Allah Teâlâ kendisine de
salâtı (namaz; Hakka nispet edilen salât
rahmet demektir) nispet etmiş, bu sayede kendisi hakkındaki hadis bilginin
yaratılmış hakkındaki hadis bilgiden sonra geldiğini ifade etmiştir. Ayette ‘O
size salât eder, melekleri de’290 denilir. Başka bir
ayette ‘Rabbin için namaz fet!’291
denilir. Bir şeyden geride kalanın ondan kesilmiş olacağını bildiğimiz için,
her birinin -kendi mertebesinde bulunarakötekinden ayrıldığını ve
farklılaştığım anladık. Birine ötekine verilen isim verilmiş ve bu nedenle bir
ortaklık bulunduğu vehmedilebilir. Hâlbuki Allah Teâlâ’ta bir ortaklık söz
konusu değildir, çünkü mertebesi ve rütbesi O’nu ayrıştırır ve her birisi
farklılaşmasını sağlayan rütbenin gereğiyle o hükmü kabul eder.
Kesin olarak biliriz ki, elimizdeki
ilahi isimleri Allah Teâlâ’ya ve bize verebiliriz. Bununla birlikte hem kendi
mertebemizi hem Hakkın mertebesini bilmemiz nedeniyle müşterek lafızlı
isimlerin Allah Teâlâ’ya nispetinin bize nispetinden farklı olduğunu da
biliriz. Allah Teâlâ Rabliği nedeniyle bizden biz de kulluğumuzla O’ndan
ayrıştık. Her kim kendi mertebesinin gereğini yerine getirirse, hiç kuşkusuz,
kendisine haksızlık yapmamış, işe hakkını vermiş demektir:
Hakk senin için ayan beyan ortada
Halk da senin için ayan beyan ortada
Artık istediğini söyle veya adını
ver
Her söz Hakk; fakat
O’nun varlığında yalan yok
Bizim varlığımızda doğru yok
Şair Lebid’in mısraı bununla
ilgilidir:
Dikkat ediniz! Allah Teâlâ dışındaki
her şey batıldır.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem şöyle der: Arapların söylediği en doğru mısra şair Lebid’in söylediğidir
ki yarısı bu olan beyti kastetmektedir.
Konuya dönersek şöyle deriz: Bu
mertebe Allah Teâlâ’nın zikredenlerden başkalarına tahsis edip övmüş olmadığı
bir mertebedir. ‘Zikreden (hatırlayan)’ herhangi bir konuda bilgisi olup sonra
yaratılış özelliği olan unutma nedeniyle unutan kimsedir. Allah Teâlâ şöyle
der: ‘Onlar Allah Teâlâ’yı, Allah Teâlâ onları unuttu:292 İnsanlar
şöyle unuturlar: Allah Teâlâ’nın kendilerine izafe ettiği amel, mal ve sahiplik
nedeniyle insanlar Rablıkta paylarının bulunduğunu veya O’nun rububiyette
kendilerine pay ayırdığını zannetmişlerdir. Böyle ayetlere misal olarak ‘Ya da
sahip olduklarınız’293 ayetini verebiliriz.
Kullar arasından inayete mazhar olup ilahi mertebeden rahmet verilenler Rabbin
ismini zikretmişlerdir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ben beni zikredenle birlikte
otururum.’ Allah Teâlâ’yı zikredenler Hakk ile oturanlardır ve zikir onlara Hakk
ile oturma imkânı sağlar. Hakk ile oturmak eşyada O’nu müşahedeyi ve görmeyi
sağlar. Hz. Ebu Bekir ‘Gördüğüm her şeyden önce Allah Teâlâ’yı gördüm’ derken
Hz. Ömer ‘Her şeyle beraber Allah Teâlâ’yı gördüm’ der. Başkaları ise ‘Gördüğüm
her şeyden sonra’ veya ‘gördüğüm her şeyde Allah Teâlâ’yı gördüm’ der. Bazı
insanlar herhangi bir şeyle irtibatlı olmadan bir şey görmedim der. Hakkı görmek,
vehmettiği bir şeyden insanın geride kalmasını sağlar; bu vehim Allah Teâlâ’nın
ona rablıktan pay ayırdığı ve rabliğin onun niteliği olduğu ve herhangi bir şekilde
rububiyette ayağının bulunduğu hakkındadır. Öyleyse insan zikretmekle bu
vehimden geride durur. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Rabbinin ismini
zikret ve namaz kıl.’294 Yani kulluk makamına geri dön, Rabliği Allah
Teâlâ’ya bırak! Öyle bir kul bütün yönlerden felaha erer.
Bu nitelik zikredenden başkası için
müşahede değildir. Zikreden insan, kendini Allah Teâlâ’ya adamış ‘sırf kul’
demektir. Bu halin zıddıyla nitelenen hakkında ne söylediğine dikkat ediniz.
Söz konusu insan rabbinin zikrinin kendisine gelmediği -ki Kur’an
demektirkişidir ve bu nedenle hem kendisiyle ve hem Rabbiyle zikreder: ‘Tasdik
etmedi (ilk anlamıyla sadaka vermedi).’295 Yani kitabı Rabbinin katından
getirdiğini iddia edeni tasdik etmedi ve ‘Namaz da kılmadı (ikinci anlamıyla
geri kalmak).’ Yani büyüklük iddiasından geri durmadı. O insan Allah Teâlâ’nın Hakk
sözünü duymuştur: bu söz Allah Teâlâ katından gelmemiş olsaydı bile, akıllı
insan, yanındaki birinin hakikati söylediğini duyunca hakikate dönmesi ve onu
kabul etmesi gerekirdi ki böyle yapsa, hakikati reddetmek yerine onun ehli
olurdu. Bu insan delilinin (doğru olduğunu söylediği) hususta hakikati söyleyen
herhangi bir kimseyi tasdik etmemiş, Allah Teâlâ da onu kınamıştır. O kişi
kendine hakikati getiren kimseyi yalanlamıştır. Onu getiren peygamberdir. Hakkı
yalanlamak ya bilgisizlikten kaynaklanır ve kişi onun Hakk olduğunu bilmez; ya
da inattan kaynaklanır. İnatçı onun doğuluğunu bilir ve peygamber bir haberi getirdiğinde
mugalataya başlar. Böyle bir insan hakkında Allah Teâlâ şöyle der: ‘Onu
inkâr ettiler, taşkınlık ve haddi aşarak, içlerinden ona inanmaktaydılar.’296 Başka bir ayette ‘Yüz
çevirdi’297 denilir.
Kastedilen hakikati ve onu getireni yalanlamanın ardından yüz çevirmedir. Böyle
biri hakikatten yüz çevirmiş, ‘sonra da çalım sata sata ailesine
dönmüştür.’298 Bu hal,
kibirli ve düşüncesi meşgul şaşkın birinin halidir. Onu duyduğu söz
tembelleştirmiştir, çünkü işin zahirinden onun hakikat olduğunu bilir. Çünkü Allah
Teâlâ mucizeyi -insanda yarattığı özellikleonu kabul gücüne sahip kimseye
getirir.
Bu nedenle her nebinin delilleri
birbirinden farklı olduğu kadar her grup hakkındaki deliller de birbirinden
farklı olmuştur. Peygamber insanlara kabul edemeyecekleri bir ayet ve mucize
getirmiş olsaydı, yüz çevirdiklerinde Allah Teâlâ’nın onları nasıl
cezalandıracakları hakkında kendilerini cahil bırakmış olurdu. Allah Teâlâ
Alim, Hakim ve Adildir. Kim başkasının hakkından (geri kalarak) kendi hakkına
dönerse, hiç kuşkusuz, kendisine karşı insafla davranmış, herhangi bir Hakk
sahibinin onun üzerinde talebi ortaya çıkmamış olur. Böyle biri iki eliyle
hayırları toplamış, Allah Teâlâ da onu bütün hayırlara ulaştırmış sayılır:
‘Kime hikmet verilirse, pek çok hayır verilmiş demektir.’ Hakîm her şeyi kendi
mertebesine yerleştiren ve her Hakk sahibine hakkını veren demektir. Böyle bir
insan yetkin delil ve susturucu kelimenin sahibidir. Onun müşahedesi kesilmez,
ilahi yardım kulluğunu yaparken ondan geride kalmaz. Çünkü biz onu ‘efendinin
kulu ve kölesi’ saydık, yoksa efendinin mülkü aymadık. Çünkü mülkiyet bazen
köleliğini bilende bulunabilirken (akıllı mallar) bazen onu bilmeyende olabilir
(eşya). Kulun/kölenin hali, efendisinin sözünü dinlemek ve ona itaattir.
Kölenin dışındakiler ise efendinin dilediği şekilde tasarrufta bulunduğu ve bu
tasarrufu kendisini işinden alı koyacak bir övgüye konu olmadığı mülktür.
Akıllı mülk ise öyle değildir ki kastedilen köledir. Kendisini yönlendirirken
bir mal gibi davranan kimseyi Allah Teâlâ över. Çünkü Allah Teâlâ akıllı
insanın yaratılışına doğru sözünü reddetme ve (kendindeki tasarrufu) engelleme
özelliği vermiş, ona itaat etme ve günah işleme imkânı tanımıştır. Hakkın
tasarrufu karşısında bir mal gibi teslimiyetle kalan ise, kullanıldığı yerde
kalmıştır ve bundan dolayı Allah Teâlâ onu övmüştür. Nitekim Allah Teâlâ meleklerini
de överek ‘Kendilerine emrettiği işte Allah Teâlâ’ya asi olmaz
ve emredileni yaparlar’299 buyurur.
Meleklerin güç ve yaratılışlarında Allah Teâlâ’nın emrini reddetme imkânı olup
kabul etmeleri gereken şeyi reddedebilselerdi, emre karşı gelmemek ve emrettiği
işleri yapmalarıyla onları övmezdi, çünkü mecbur olan övülmez. Namaz kılana
bakınız! O Rabbinin huzurunda dururken, zelil bir şekilde ellerini bağlar ve
el bağlamak iki elin salınmasından daha iyi bir davranıştır. Hadis de böyle
belirtmiştir.
Şöyle ki: Allah Teâlâ namazı kuluyla
arasında ikiye bölmüştür. Namazın bir parçası Allah Teâlâ’ya aittir, bu kısım
Fatiha suresinin ilk kısmından ‘din gününün sahibi (yevmi’d-din)’ ayetine
kadarki kısımdır. Bu kısım, kulun sağ eli konumundadır, çünkü kuvvet,
bütünüyle Allah Teâlâ’ya aittir. Biz sağı, yani kuvveti Allah Teâlâ’ya verdik.
Diğer kısım ‘ihdina (bizi ulaştır)’ kısmından surenin sonuna kadarki kısımdır
ve kula aittir. Bu parça sol eldir, çünkü o zayıf taraftır ve kulun mertebesi
odur. Çünkü kul başta zayıflıktan yaratılmış, işin sonunda da (yaşlılık)
zayıflığa döndürülmüştür. Onun bir parçası ise Allah Teâlâ ile kulu
arasındadır. Böylece o parça Allah Teâlâ ile kulu birleştirir. Bu kısım ‘Ancak
sana ibadet eder ve senden yardım dileriz’ ayetidir. Bu birleşme nedeniyle kul
namazda Hakkın önünde durduğunda ellerini bağlar. Böylece kulun namazı ellerini
bağlamasıyla tamamlanır. Elleri bağlamak sağ eli sol el üzerine koymakla
gerçekleşir. Daha önce söylediğimiz gibi sağ el Allah Teâlâ’ya aittir ve sola
karşı üstündür. Sağ elin avuç içi sol elin sırtının üzerine getirilir ve
parmaklarla diğer el kuşatılır ki böylece Allah Teâlâ’nın kuluna namaz için yıkamayı
emrettiği el tam olarak içermiş olur.
Bu hikmetin görenler için ne kadar
açık olduğuna bakınız! Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem namaz kılanın
gözlerini namazı esnasında göğe kaldırmasını yasaklamıştır, çünkü Allah Teâlâ
onun kıblesindedir ve ayakta dururken ufkun karşısında bulunur. Başka bir
ifadeyle Allah Teâlâ kendisine yönelen kulun kıblesidir. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem secde yerine bakan kulu ise övmüştür, çünkü bu sayede Allah
Teâlâ kulun dikkatini kendini ve kulluğunu bilmeye çekmiştir. Allah Teâlâ
namazdaki yakınlığı secde hali saymıştır ve insan namazda sadece secdedeyken
şeytandan korunmuştur. Secde edince, şeytan onu bırakır ve ağlamaya başlar,
şöyle der: ‘Ademoğluna secde emredildi, o secde etti, ona cennet var! Bana
secde emredildi, direndim, benim için cehennem var!’
SEKİZİNCİ
VASIL
Cömertlik
Hâzinelerinden: Kııl Gerçekte de Yaratanın Mertebesinden
Sonra Gelir
Cömertlik
hâzinelerinden birisi de bitirdiğimiz vasılla ilgilidir. Bu konu kulun gerçekte
de Yaratanın mertebesinden sonra gelmesidir. Kulun bu gerçeği görmesinin önüne Allah
Teâlâ’nın onda yarattığı gaflet, unutma ve yanılma perde olur ve efendilikte
ayağının bulunduğunu zannederken gerçek bunun tersine şahittir. İnsan haliyle
bu durumdan kesin olarak emindir. Gerçekte bulunduğu durumda ise müşahede sahibidir
ve onun bu konuda muduluğu yoktur, aksine bedbahttır. Mahrumiyetin zirvesi
budur. Kul böyle yaşamayı sürdürür. En sonunda perde kalkar, göz keskinleşir,
gerçeğe olduğu hal üzere iman eder, fakat imanı fayda vermez. İman haber
varken olabilir, görmeyle anlamını yitirir. Mümin gabya iman edendir ve gayb
burada Allah Teâlâ katından gelen haber demektir. Çünkü mümkün varlık ve
yokluğu kabul edebileceği gibi ‘haber5 olmak bakımından haber
doğruluk ve yanlışlığa konu olabilir.
Bilmelisin
ki, kulun maruz kaldığı durum, üzerinde zorunlu olan ve şeriatın farz kıldığı
haklardan gafletinden kaynaklanır. Kim farzları gözünün önünde tutup yapmak
için gücünü harcar, sonra Allah Teâlâ katında mazeret sayılan engeller
nedeniyle yerine getiremezse, hiç kuşkusuz, işine hakkını vermiş, Allah
Teâlâ’ya görevini teslim etmiş demektir. Artık onun üzerinde sorumluluk veya
günah olmadığı gibi Hakk da -o engel söz konusu oluncakulu yükümlü tutmaz.
Engeller
iki kısma ayrılır: Bir kısmı huzur halinin (gafletin zıddı) birlikte olurken
bir kısmı huzurun olmayışıyla gerçekleşir. Huzurun olmayışı gaflet demektir.
Huzur halinde ortaya çıkan engeller iki kısma ayrılır: Bir kısmı vacibe bakışa
döner: Acaba o vacip kendisine vacip midir, değil midir? Kişi Allah Teâlâ’nın
kendisini yükümlü tuttuğu üzere bütün gayretini o vacibin delilini aramaya
verir, fakat onu bulamaz. Böyle biri içtihat ehli müçtehittir ve ona delili ne
verirse ona göre hareket etmelidir. Bununla birlikte söz konusu hüküm Allah
Teâlâ katında gerçekte vacip olabilir, fakat müçtehit hükmü tespitte hata
etmiştir. Yanılan bir müçtehit, Şâri’nin hükmüyle, Allah Teâlâ katında sevap
kazanır ve Allah Teâlâ onu kendi içtihadıyla yükümlü tutar: O Allah Teâlâ’nın
kendisini yükümlü tutuğu ‘delil arama’ işini yerine getirmiş, fakat delili bulamamıştır.
Müçtehit delilini bilmediği bir hükümde başkasını taklit edemez. Fakat bir
delile ulaşamadığı takdirde, onun içtihadının neticesi, o mesele hakkında vacip
hükmü vermiş içtihat ehline sormak ve onların delilini öğrenmektir: ‘Bu
meselede farz hükmüne ulaşmanızı sağlayan delil nedir?5 Bu soruyu
sormakla birlikte verdikleri hükümde onları taklit etmez. Müçtehiderin
söyledikleri delil kendi içtihadında dikkate alıp eleştirdiği delil ise o
görüşe uyması veya aynı hükmü vermesi gerekmez, çünkü o delili ardına atmıştı.
Onların söylediği delil kendi araştırmasıyla ulaşmamış olduğu delil ise soru
sorduğu müçtehidin delilini incelemesi gerekir: Onun delili soru soran
müçtehidin ölçülerine uygun mudur, değil midir? Bu araştırmayla delilin
kendisini delil kabul eden müçtehitte olduğu gibi delil olduğu sonucuna
ulaştırırsa, ona göre amel etmesi gerekir. Fakat öteki müçtehidin dikkate
almadığı bir yönden delili tenkit ederse, onu benimsemesi gerekmeyeceği gibi o
delilden hareket ederek öteki müçtehidin verdiği hükümde kendisini taklit
etmesi gerekmez. İşte bu (gaflet hali olmadan ortaya çıkan) bir engeldir.
Diğer tür, o işin yapmak veya yapmamak hususunda vacip olduğunu bilmesidir.
Ardından bu işle kendi arasına -iş ve emir yapılmaması gereken iş isezorunluluk
veya -yapılması emredilen bir emir isegüçsüzlük engeli ortaya çıkar ki bu
bağlamda başka bir engel yoktur. Farkındayken ortaya çıkan engelin bir türü de
budur. ,
Engellerin
diğer türü ise gaflettir. O da iki kısma ayrılır: Birincisi bir türden ve bir
tür hakkında gaflettir. Bir türden gaflet, o işi bütünüyle terk etmektir.
Böyle biri Allah Teâlâ katında o iş nedeniyle cezalandırılmaz. Allah Teâlâ,
kullarını -rahmetin gereğiylehatadan dolayı sorumlu tutmaz. Bu, daha önce
zikrettiğimiz müçtehidin halidir. Allah Teâlâ unutmadan dolayı da insanları
yükümlü tutmaz. Bu ise ‘gaflet’ demektir. Aynı zamanda yapmadığı veya dile
getirmediği sürece iç konuşmalarından dolayı Allah Teâlâ insanları yükümlü
tutmaz. Çünkü kelam ve söz bir ameldir, telaffuzu nedeniyle kişi ondan
sorumludur. Bir sözü söyleyen, sadece telaffuz fiili olsa bile -söz gelişi
gıybet ve laf taşımak gibio kişi bu telaffuzun kendisini sevk ettiği duruma
göre cezalandırılır. O sözü telaffuz eder, ilave olarak da ameli olur ve onu
yapmazsa sadece telaffuz ettiği şeyin sorumluluğu üzerindedir. Böyle biri dili
nedeniyle Allah Teâlâ katında sorumludur.
Bir
şeye niyetlenmek iç konuşmanın parçası değildir, çünkü niyetlenmenin şeriata
göre başka bir hükmü vardır ve o hüküm iç konuşmasının hükmünden farklıdır,
çünkü onun bazı özel yerleri vardır. Bu bağlamda Mekke’deki Harem’de ‘haksızlık sözü söyleyene şiddetli azap
tattırırız’300 denilir. Burada insanın niyetlendiği ve söylediği
zulmün ondan meydana gelip gelmemesi birdir. Mescid-i Haram’ın dışında niyetlenmek
nedeniyle kişi cezalandırılmayacağı gibi niyetlendiğini yapmazsa bir iyilik
yazılır. Bu durum, bilhassa Allah Teâlâ nedeniyle günahı terk etmesi
durumundadır. Allah Teâlâ’dan dolayı kötülüğü terk etmezse, kendisine sevap
veya günah yazılmaz. İşte iç konuşmasıyla bir şeye niyetlenmek anlamındaki
irade arasındaki fark budur. Bu ve benzeri durumlar, Allah Teâlâ’nın kullarına
dönük rahmetidir.
‘Bir
şey hakkındaki gaflete’ gelirsek, insan onunla yükümlü olsaydı güç bir
yükümlülük olurdu. Fakat Allah Teâlâ kullarını bir şeyden gafil olmakla
cezalandırmadığı gibi bir şeyde gafil olmakla da cezalandırmaz. Çünkü kul bir
şeyde gafil olduğunda, başladığı veya yaptığı amelin parçalarından birisinden
gafil olmuştur (mesela sehv secdesi gerektirecek şekilde namazın kısmında
yanılmak). Böyle biri bir şeyden gafil kalan kimsedir. Allah Teâlâ bir şeyden
gafil olan için bazı amellerde hükümler belirlemiştir. Misal olarak namazında
unutanı verebiliriz. Şâri onun için unutmuş olduğu kısmı telafi edip vesvesesiyle
unutmasına ve yaptığı işten gafil kalmasına yol açan şeytanın burnunu sürtmek
üzere ‘sehiv secdesi’ belirlemiştir. Kişi gafil kalıp gaflet ona başka bir
gaflet hali getirmişse, Allah Teâlâ bu nedenle onu cezalandırır. Çünkü böyle
bir kul Allah Teâlâ’nın yapmasını veya bırakmasını zorunlu kıldığı bir işe
engel teşkil edecek şekilde kasıtla davranmıştır.
İnsan
kulluğundan gafil kalıp bir kul olduğunu unutur ve kendisi gibi başka bir
kuldan üstün olduğunu zannedebilir. Bilhassa öteki kul onun kölesi ise veya
gafil insan hükümdar ve vali gibi yönetici olduğunda bu durum daha yaygındır.
Böyle biri diğer insanlara karşı kendinde bir meziyet görür ve meziyeti
yerleştirilmiş olduğu mertebeye ait saymaz. Başka bir ifadeyle yönetici olan
meziyetin (kendinden değil) hükümdarlık mertebesinden veya -ilahi tahsis
nedeniylekendisinde bulunan nitelikten kaynaklandığım unutur. İkinci kısma
misal olarak bilgi ve iyi ahlak gibi huyları verebiliriz. Bu insan kendisiyle
mertebeyi ayırt edemediği gibi nitelik ile sahibini de ayırt edememiştir,
çünkü bilgisiz, gafil ve erdemsiz biridir. Bu nedenle hemcinslerinin durumu
hakkında şöyle konuşur: ‘Sen de benim gibisin’, ‘falan benim gibidir’ veya
‘bana denktir’ veya ‘falan kim oluyor, değeri nedir ki, benim gibi kul değil mi?’
veya ‘falan benim yönettiklerimden biri değil mi?’ Böylece kendisini tenzih
ettiği kınanmış özelliklerle öteki insanı niteler. Hâlbuki kulluğundan gafil
kalmayan insan öyle değildir. O fazileti kendisine değilmertebe ve sıfata
tahsis eder, çünkü (bilir ki) ona Hakk ettiği için değil ilahi ihsanla
ulaşmıştır. Allah Teâlâ, nimeti inkâr ederse bedbahtlığı veya şükrederse
mutluluğuna yol açsın diye kendisine bunu ihsan etmiştir.
Bu
nitelik sahibinde bilgisizlik etkili olmasaydı, bütün bunlarla nitelenmezdi.
Bilgili olduğu halde gafil ise, öyle biri şaşkındır. Zalimliğin üst derecesi
budur. Hatta bu halde o kişi yalan yere yemin eden insan gibidir. Gafil ise
boş yere yemin edene benzer. İnsanın kendi hakikatinin farkında olup
başkasının mahrum kaldığı şeyi kendisinden çekip alınabileceğini de aklında
tutması gerekir. Bunu bilirse Allah Teâlâ’nın onun üzerindeki nimetine
şükreder, başkasının da kendisine ihsan edilenlere ulaşması için Allah
Teâlâ’ya dua eder, ona karşı şefkat duyar. Nankör olsa bile, o insan -aynı
nefisten olmaları bakımındanyine onun kardeşidir. Mümin ise din ve mutluluk
yoluyla özel kardeşidir. Öyleyse her durumda Allah Teâlâın yaratıklarına karşı
şefkat göstermek ve merhamet etmek zorunludur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem şöyle der: ‘Zalim olsun veya mazlum olsun, kardeşine yardım etmelisin.’
Mazluma yardım herkes tarafından bilinir. Zalime yardım ise gizli-nebevi bir
rahmete işaret eder, çünkü bu ifade, zulmün nefislerin bir şiarı olmadığını
bildirir. Nefisler asıl itibarıyla temizdir. Onların temizliklerindeki eksiklik
yaratılışlarında bulunan kabiliyet nedeniyle geçici ve arızî durumdan
kaynaklanır. Nefislerin yaratılıştan gelen özellikleri baskın gelmek ve
kendini göstermektir. İblis vesvesesiyle buradan nefislere girmiştir. Hiç
kuşkusuz ‘Zalimlik nefislerin bir özelliğidir’ diyen insan cahildir. Bu insan
şöyle ekler: ‘İffetli ve zalim olmayan birini bulursan, bir nedenle zalim değildir.’
Böyle biri insaflı değildir ve doğruyu söylememiştir. Zulüm yerine ‘baskın
gelmek (kahır) nefislerin özelliğidir’ deseydi, doğru olabilirdi. Bu bağlamda
bir insandan başkası hakkında ortaya çıkan zulüm kendisinden meydana gelmezona
dışarıdan aktarılan (vesveseden) kaynaklanır ki aktaran şeytandır. İnsan zulme
karşı kendini savunma özelliğindedir, çünkü zulüm nefislerin bir şiarı
değildir. Nefsin özelliği, menfaat elde etmek ve zararı kendinden
uzaklaştırmaktır. Nefis zararları kendinden uzaklaştırmada bütün hayvanlarla
ortakken menfaatleri kazanmak insan nefsine özgüdür. Bir hayvan bir menfaat
elde ederse, bu durum -başka bir nedenle değilbir zararı uzaklaştırma amacı
taşır. Hayvan veya insan hakkmda başka bir hayvandan ortaya çıkan her zarar,
hayvanın bir zararı kendisinden uzaklaştırma amacıyla yapılmıştır.
İnsan
nefsi böyledir ve bununla birlikte herhangi biri hakkında bir zulüm gerçekleşir
ve ‘zalim’ diye isimlendirilir. Zalime yardım etmek, (zulmün sebebi) İblise
karşı ona yardımcı olmak demektir. İblis onun içine zulüm yapmasını sağlayacak
şekilde sözle vesvese verendir. O sözü nefisler beğenir, İblis’e boyun
eğerler. İşte şeytanın verdiği vesveseyi reddetmesi için insana yardım edilir.
Zalime yardım budur. Bu nedenle zalime yardımla ilgili rivayette ‘elini
tutmak’ zikredilmiştir ki kastedilen belirttiğimiz durumdur. Ve yine bu
nedenle kardeşliğin gerekli kıldığı ‘yardım’ sözü zikredilmiştir, çünkü
yardımın bir şeye karşı olması gerekir ki, ancak söylediğimiz vardır. Çünkü
gönlüne vesvese verilen düşman, Rabbi üzerinde yeminle şöyle der: ‘Onların hepsini saptıracağım, halis
kulların hariç:301 Onlar
Allah Teâlâ’nın kendilerine aktarılan ve ilka edilen vesveseden
uzaklaştırdıklarıdır ve onlarda koruma ve masumiyet nuru bulunur. Bu nedenle Allah
Teâlâ, ‘Kullarım üzerinde
senin otoriten yoktur’302 der.
Kastedilen kuvvet, kahır ve susturucu delil anlamındaki hüccettir. Allah Teâlâ
onların korunma ve kendilerine nasip ettiği takva sayesinde öğretim işlerini
üstlenmiştir. Onlar Allah Teâlâ’yı siper edindiklerinde (takvanm birinci
yönü), lanedenmiş İblis onlara girebilecek bir gedik bulamaz, çünkü dinden ve
bilgiden çıkartmak üzer bir insana girmek amacıyla her teşebbüsünde Allah
Teâlâ’nın vechinin o kişiyi koruduğunu görür. Artık şeytan vesveseyle takva
sahibine ulaşma imkânı bulamaz. Bunun üzerine kendisi gibi bir insanın suretine
girerek bedenlenir. Takva sahibi onun insan olduğunu zannedince, İblis kulağından
ona iğva ulaştırır ve mesela kendisini sınırladığı teville ona tesir eder. Bu
bağlamda tevilin en azı, günahı kendisine mubah göstermektir ve dolayısıyla bu
teville onu işlemesi kendisine zarar vermeyecektir. Çünkü şeytan, insanın
-düşman vesvesesi olmaksızınkendiliğinden Allah Teâlâ’ya karşı günah
işlemeyeceğini bilir. Düşman kötü amelini süsler ve kişi onu güzel bulur.
Zikrettiğimiz üzere İblis, üzerinde otorite kuramadığı alime kendisinden
gerçekleşmesini istediği bir fiili tevil ettirince, yaptığı tevil nedeniyle
kişi içtihat ehli olur; hata ederse, bir sevabı vardır, isabet ederse iki
sevabı vardır. Müçtehit her durumda sevap kazanır. Bu durumda İblis maksadına ulaşmamış
olur.
Adem
unuttuğu gibi kişi itaati unutursa, masiyet ve itaati belirleyip onların
hükmünü açıklamış olan Allah Teâlâ, unutan ve hata edenden hükmü kaldırmıştır.
Nitekim müçtehit hakkında da bu hükmü kaldırmıştır. Öyleyse insan her durumda
meşru bir işte hareket eder ve Allah Teâlâ’nın vechi zahirde ve batında insanı
ihata etmiştir. Şeytan -zahirde ve batındainsana her nereden yönelirse, Allah
Teâlâ’nın vechi oradadır ve onu himaye eder, şeytan onun üzerinde otorite
sahibi olamaz. Bu durum Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin şeytanı
hakkında söylediği ‘Allah Teâlâ ona karşı bana yardım etti, ondan salimim
(fe-eslemu)’ hadisinde belirtilir. Burada -bir rivayete bağlı olarakanlamın
‘ondan salimim’ şeklinde olması gerekir. Şeytanın onun üzerinde otoritesi, yani
kesin delili yoktur. Burada delil şendir. Şeytan zahirine veya batınına vesvese
aktarır ve ilka ederse, şeriat o düşmanı getirdiği şeyle ilgili olarak
cezalandırmanın kalkması zikredilmiştir. Öyleyse şeytanın bu kişi üzerinde bir
otoritesi yoktur, çünkü şerî delil kendisine aittir. ‘Kesin delil Allah Teâlâ’ya aittir.’303 Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ
bana ona karşı yardım etti demiştir. Bunun anlamı, kesin delille Allah
Teâlâ’nın peygambere yardımıdır ve artık ona değer vermez. Bu nedenle Allah
Teâlâ kullarına ‘Ancak
senden yardım dileriz’304 demeyi emretmiştir. Yani senin vasıtanla yardım
isteriz. Sadece bilgi vardır ve bilgi Allah Teâlâ’nın kuluna verdiği yardımcı
haberdir. Adem’in unutmuş olduğu şey, Allah Teâlâ’nın kendisine söylediği ‘İblis sana ve eşine düşmandır’305 ayetiydi. Adem Allah Teâlâ’nın kendisine bildirdiği
şeytanın düşmanlığını unutmuş, tavsiyesini kabul etmiştir. İblis ise Adem’in Allah
Teâlâ yönünden korunduğunu anlamış, ona yasakladığı şeyin meyvesi değil ağaca
yaklaşmak olduğunu görmüştür. Bu nedenle yaklaşmak tarzında değil, yemek yeme
suretinde kendisine gelmiştir; çünkü Rabbi ağaca yaklaşmayı yasakladığı için
Adem’in ona yaklaşmayacağını biliyordu. Bu nedenle ağacın meyvesini getirmiş,
Adem ile eşi Havva meyveyi yemiş, İblis’in sözünü doğrulamışlardı. Hâlbuki ‘Size ebedilik ağacını ve tükenmeyen mülkü
göstereyim mi?”306 derken yalancıdır. Aynı şekilde meyveden yemek, ona
cennette ebedi kalmayı ve tükenmez mülkü kazandıracaktı. Hâlbuki onun ne zaman
olacağını söylememiş, bu durumu kendisinden yiyenler için ağacın özelliği
saymıştır. Bu meyveden yemek ona Allah Teâlâ’nın kendisini seçmesini
kazandırmış, -meleklerine söylediği şekildesözünü doğrulamak üzere onu
yeryüzünde halife olması için indirmiştir. Allah Teâlâ ‘Ben yeryüzünde halife yaratacağım.’307 buyurur. Allah Teâlâ Havva’yı da çoğalmak üzere
indirmiştir. İblis’i ise saptırmak üzere indirmiştir. Böylelikle Allah
Teâlâ’nın rahmeti bütün insanları kuşattığında Ademoğullarını saptırmasına yol
açan her şey döner dolanır kendine ulaşır. Bu nedenle Allah Teâlâ insandan
meydana gelen bütün muhalefeti, düşmanın ona verdiği vesveseye bağlamıştır. Allah
Teâlâ şöyle der: ‘Şeytan
size yoksulluk vaat eder, size taşkınlık vaat eder.’308 Yani onu izhar etmenizi emreder. Kastedilen günahın
meydana gelmesidir; çünkü İblis bilir ki, Allah Teâlâ içindeki konuşmayla
insanı yükümlü tutmayacaktır. Bunun yanı sıra Allah Teâlâ insanın organlarıyla
işleyerek ortaya çıkartmadığı sürece kötülüğe niyetlenmesi nedeniyle insanı
yükümlü tutmaz. İşte ‘ortaya çıkartma’ taşkınlıktır. Buna karşılık Allah Teâlâ
‘Allah Teâlâ size mağfiret’ eder buyurur. Yani şeytanın emriyle meydana gelen
taşkınlığa karşılık mağfiret vaat eder. ‘Ve ihsan vaat eder.’ İhsan ise onun
sizi kendisiyle korkuttuğu fakirliğe karşılıktır.
İblis’in
kulağına çarpan en şiddetli ayet, budur, çünkü bu ayetle iğvanın fayda
vermeyeceğini anlar. Bu nedenle de bilhassa insanı şirke düşürmek hususunda
hırslı davranır, çünkü Allah Teâlâ’nın şöyle buyurduğunu bilir: ‘Allah Teâlâ kendisine şirk koşulmasını
bağışlamaz.’309 Şirke verilen cezanın süresinin bitmeyeceğini
zannetmiştir, hâlbuki Allah Teâlâ böyle dememiştir. Ayetten çıkan anlama göre,
müşrikin cezalandırılması kaçınılmazdır. Allah Teâlâ her kimi cehenneme
yerleştirirse, o kişi cehennemden çıkmaz ve orada kalanlar ebedi kalır. Fakat Allah
Teâlâ ayette bedbahtlara yönelik azabın sona erip ermeyeceğine değinmemiştir.
Korku o yerin kendisini imar edenlerin ikamet yeri olmasıyla ilgilidir. Öyleyse
Allah Teâlâ’nın müşrikin şirki nedeniyle cezalandırılması hakkındaki ifadesi
açıktır. Bu cezalandırma dünya veya ahirette hakkında ortaya çıkan kimse adına
haddin uygulanması mesabesindedir. Başka bir ifadeyle cezalandırma, Hakkın
sebepleri bağışlanmadığı takdirde, kuluna şirk koşması nedeniyle uygulanan
ilahi hadlerden ibarettir. İblis müşrikin cezalandırılma süresinin şirki
nedeniyle sona ereceğini anlamamış, bu nedenle de her şeyi kapsamış ilahi
rahmete tamahla mudaklığı nedeniyle o ihsana tamah etmiştir. İblis gerçekte
kendinin birleyen olduğunu bilir. Allah Teâlâ, ‘İblis kâfirlerden oldu’310 demiştir. Çünkü o kullardan onları mutluluğa
ulaştıracak yolları gizlemektedir. Hâlbuki şeriat her insan için o yolları -bu
konudaki takdire görebelirlemiştir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Direndi ve kibirlendi, kâfirlerden oldu.’311 Hâlbuki müşrik demedi, çünkü İblis âlemlerin rabbi Allah
Teâlâ’dan korkar ve O’nun birliğini bilir. İblis birleyenlerin tevhitlerinin
-ister imandan ister iman olmaksızın nazari düşünceden meydana gelsinsonunda
nereye varacağını bilir.
Hz.
İsa ile İblis arasındaki konuşmada bu husus vardır. Kendisine itaat ettirmekten
aciz kalan İblis Hz. İsa’ya şöyle der: ‘Ey İsa! Allah Teâlâ’dan başka ilah
yoktur’ de.’ Böyle dedirterek İblis onu kendine itaat ettirmek istiyordu.
Bunun üzerine Hz. İsa şöyle der: ‘Ben ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur’
diyorum da sen söylediğin için değil!’
İblis
cehennemin tevhit ehlinin kendisinde ebedi olarak kalmasına kabul etmeyeceğini
biliyordu. Allah Teâlâ -tevhidi hangi tarzda olursa olsunmuvahhideri, yani
birleyenleri cehennemde bırakmaz. Bu nedenle İblis kendisi hakkında da bu
kadere bel bağlamış, böylece bir yönden bilirken bir açıdan bilememiştir. Bir
şeyi bütün yönlerinden ise her şeyi bilgisiyle ihata eden Allah Teâlâ
bilebilir; bilinen sonlu veya sonsuz sabit veya değişken olabilir.
Hakk
bana dedi ki sırrımda Yaratıklar işleri ne kadar az biliyor
Bir kişiden başka kimse hakikati bilmiyor
Haber veren, alim ve
bildiren .
Hidayet
için hazır ve kabiliyetli Yaratıkların işi hakkında basiretli
Hakkı zevk yoluyla bilmiş Sezgi veya şuur değil o bilgi
Unutmaz veya gizlilik ve zuhur yok
DOKUZUNCU VASIL
Bozulmayan İttifak
Allah Teâlâ şöyle der: ‘Topuk topuğa
yapıştı.’ Bu, ayrılmayan birleşmedir, çünkü Allah
Teâlâ ayeti tamamlayarak şöyle der: ‘O gün Rabbine kavuşur.’ Burada sebat
bildiren Rab ismi gelmiştir. Bir şey ötekine bağlanmış, varış yeri ise
Rab’dir. Ahiret hayatında bu birbirine bağlanmanın bir sürekliliği ve sebatı
olmalıdır. O halde dünya işi ahiret işinin ta kendisidir. Şu var ki ahiret yeri
dünyanın yerine benzemez. Bunun nedeni ahirette iki diyarın varlığına bağlı
olan ayrışma ve saflaşmanın bulunmasıdır. Böylece bulunulan yer nedeniyle
ayrım gerçekleşir. Hepsi ahirettir. Böylece dünya işi ahiret işine bağlanmıştır,
yoksa dünyanın kendisi ahirete bağlanmayacağı gibi dünya da ahiretin kendisine
bağlanmaz. Her yerin ehli ve bir cemaati vardır. İş ve emir, herkesin üzerinde
bulunduğu durumdur. Haller başkalaşsa bile, insanlar ahirette halleriyle
intikal ettikleri gibi dünyada da halleriyle yer değiştirirler. Onların
cevherleri ise sabittir, çünkü Rab onları korur ve himaye eder. O halde intikal
ve yer değiştirme toplayıcıdır. Peki neye intikal edeceklerdir? Bu husus başka
bir yönden bilinen başka bir bilgidir. Ahiret bir ceza yeri olduğu gibi dünya
da hayır ve şerlere karşı bir ceza yeridir. Bu nedenle ahirette ortaya çıkan
muduluk ve bedbahtlık ortaya çıkar. Bedbahtlık ilahi gazaba ait iken muduluk
ilahi rızaya aittir. Rıza bir sona varmaksızın rahmetin yayılmasıdır. Gazap ise
peygamberin verdiği haberle sona erer ve hükmü biter. Buna mukabil rızanın
hükmü bitmez. Bu kitapta daha önce insanın ‘fıtrat5 üzeninde
doğruluğunu zikrettik. Fıtrat Rabbin var olduğunu ve Rabbimiz olduğunu
bilmemizdir. Biz ise O’nun kullarıyız. İnsan canını teslim ederken perde
kalkmış olduğu halde teslim eder ve dolayısıyla ‘mümin’ olarak ölür, mümin
olarak diriltilir. Şu var ki Allah Teâlâ şöyle der:' ‘Onlar
azabımızı görünce, imanları kendilerine fayda vermez’312 Onlar
sadece acı onlardan uzaklaşsın diye iman etmişler, fakat onlardan uzaklaşmamış,
Allah Teâlâ bu umutsuzluk nedeniyle onları cezalandırmış fakat ahirette böyle
bir imanın kendilerine fayda vermeyeceğini zikretmemiştir. ‘İman
etmiş bir köye imanları fayda vermedi, Yunus’un kavmi müstesna’313 ayeti bu durumu
destekler. Ayet şöyle devam eder: ‘Onlar azabı gördüklerinde dünya hayatında
kendilerinden hüsranı kaldırdık.’ İşte bu, ‘onlara imanları fayda vermedi’
ayetiyle ilgili yorumumuzu destekler. Kastettiğimiz dünya hayatında azabın
onlardan uzaklaştırılmasıdır. Nitekim Yunus’un kavmine imanları fayda
vermiştir. Bununla birlikte Allah Teâlâ ahirete değinmemiştir. Her halükarda Allah
Teâlâ cezalarını dilediği şekilde ve dilediği zaman kullarını tatbik eder.
Böylece insanların iki diyarda hallerindeki intikalleri sabit olur: nimetten
nimete, azaptan azaba, azaptan nimete ve burada bizce bilinen bir süre yoktur.
Çünkü Allah Teâlâ bize bu konuda bir bilgi vermemiştir, sadece şu ayet bize bir
iyimserlik verebilir: ‘Miktarı elli bin sene olan bir günde...’314,
Bu miktar cezaların uygulanma müddetidir. Yine de en iyisini Allah Teâlâ bilir!
Benim de bu konuda keşif yoluyla elde
edilmiş bir bilgim yoktur. Allah Teâlâ bir kuluna keşif yoluyla bedbahtlar
hakkında müddetin sona ereceğini bildirirse -ki ona merhamet etsinkitabımın bu
bölümüne onu eklesin. Ben de tafsili olmaksızın genel anlamıyla onu
öğrenmiştim. Allah Teâlâ ‘O gün dönüş Rabbinedir,3İS der. Rab
ıslah eden demektir. Allah Teâlâ kıyamette insanların arasım bulur ve düzeltir.
Nitekim Peygamberden gelen bir hadiste böyle denilir: ‘Davalı iki adamdan
birisinin ötekinden alacağı vardır. Allah Teâlâ’nın huzurunda dururlar ve
alacaklı şöyle der: ‘Benim hakkımı şundan al.’ Allah Teâlâ ona şöyle der:
‘Başını kaldır.’ Başını kaldırınca pek çok hayır ve iyilik görür ve şöyle der:
‘Rabbim! Bunlar kimindir?’ Allah Teâlâ şöyle der: ‘Bedelini verenin.’ Mazlum
şöyle der: ‘Bunun bedelini ödemeye kim güç yetirebilir ki?’ Allah Teâlâ şöyle
der: ‘Sen kardeşini affedersen o bedeli ödemiş olursun.’ Mazlum ‘onu bağışladım’
der ve kardeşinin elinden tutarak birlikte cennete girerler. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem bunu söyledikten sonra şu ayeti okumuş: ‘Allah
Teâlâ’dan korkun ve birinizin arasını düzeltin.'’316 Allah Teâlâ kıyamet günü kıllarının
arasını düzeltir ve ıslah eder. Çünkü O’nun özelliği, mazlumun hakkının düşmesi
ve kardeşini bağışlaması gibi, kulların arasmda barışı temindir. Kul böyle
yapmışken, Allah Teâlâ kullarına hakkını bırakmada kulundan daha çok bu
niteliğe layıktır. Allah Teâlâ başkasına haksızlık yaptığı için diledi kullarını
cezalandırır, fakat kendi hakkı nedeniyle cezalandırmaz. Bu bağlamda şirki de
başkasına zulüm yapmanın gereği olarak cezalandırmıştır. Allah Teâlâ kendi
adına intikam almaz, başkası adına intikam alır. Allah Teâlâ dilediğinin
intikamım alır, çünkü Allah Teâlâ’ya ortak koşulanlar, kendilerine uyanlardan
kıyamet günü uzaklaşır.
Allah Teâlâ besleyen ve terbiye
edendir. O kullarını terbiye eder. Mürebbinin özelliği, terbiye ettiklerinin
ahvalini ıslahtır. Terbiyenin bir gereği de elemin kendisiyle gerçekleştiği
şeyle terbiyedir. Misal olarak kendisine edep öğretmek üzere çocuğunu döven
insanı verebiliriz. Dövmek çocuğu terbiyenin bir yönü ve ilgili yerde kendisine
fayda sağlasın diye onun yararına olan bir şeydir. Allah Teâlâ’nın cezaları
ilgili yerlerde kulları terbiye amacı taşır. Allah Teâlâ farkında olmadıkları
yönden mutluluklarını içerdiği için bu hadlerle ve cezalarla kullarını terbiye
eder. Nitekim çocuk babasının kendisini dövmesindeki yararın farkında
değildir. Rab ve efendi de öyledir. Efendi kölesine karşı onun kendisine
merhametinden daha şefkatlidir, çünkü efendi kölenin maslahatlarını daha
bilir. Bir efendi kölesini yok etmek üzere çalışmaz, onun efendiliği kölenin
varlığına bağlıdır. Efendilik göreli bir niteliktir. Öyleyse görelide
taraflardan biri ortadan kalktığı ölçüde öteki tarafın hükmü de kalkar. Misal
olarak hükümdarı verebiliriz. Onun sürekli halkının işleriyle ilgilenmesi
gerekir, aksi halde hükümdarlığı sözde hükümdarlıktır ve görevinden azledilir.
Çünkü mertebe sultanı şartlarıyla birlikte kabul edebilir. Halkını bırakıp
eğlence ve zevkiyle meşgul olan hükümdar sıradan bir insandır ve saltanattan
nasibi yoktur, hakları düşmüştür. Bunun yanı sıra dünyada avıyla, oyun ve
eğlencesiyle, keyfiyle ilgilenip halkından gafil kaldığı ölçüde ahiret
hayatında da hükümdarlığın sevabını, ücretini, izzetini ve haşmetini yitirir.
Sultan halkından birinin yardım istediğini duyup yardım edene dönmez ve lehinde
veya aleyhinde olacak şekilde ona karşılık verip gereğini yerine getirmezse, bu
davranışla görevinden azledilmiş olduğuna şahitlik eder. Artık o hükümdar
değildir ve onunla sıradan insanlar arasında bir fark yoktur. Böyle bir
davranış Allah Teâlâ’nın kendilerini üzerlerine yönetici yaptığı halkın
değerini bilmeyen cahil hükümdarlardan meydana gelebilir. Çünkü bu davranışın
vebali kıyamette ona döner ve Allah Teâlâ katında halkının onun aleyhine
delili ortaya çıkar. Böylece amelini yüklenmiş bir halde kalır, malı veya eğlencesi
veya oğulları ona fayda vermediği gibi hükümdarlığın gereklerinden alıkoyan
ilgilendiği hiç bir şey ona fayda vermez.
Rabbin aynı zamanda ‘malik’ olmasına
gelirsek, bunun nedeni bu ismin şiddetli bir şekilde mertebenin hakkına bakmayı
ve ona hakkını vermeyi gerektirmesidir. Bu bağlamda topuklar birbirine
karıştığında, varış yeri olacak Rab isminin anlamı belli olmuş, iki iş
düzenlenmiş, iki intikal sabit olmuştur. Varlığın sabit olduğunu bilip onun
malikinin, efendisinin ve ıslah edeninin kim olduğunu bilen ve hükmünün kendisinde
sabit olanın kim olduğunu bilen malikinin Rabbi olduğunu bilir. Kulluğunu
mertebesini bilen efendisinin efendilik menzilini bilir, ondan korkar, umut
eder ve efendiyi tasdik eder. Çünkü onun efendi, yeterli, sadık ve zengin
olduğunu bilir. Varlık evinden bir şey yıkıldığında, Efendi kulun eliyle onu
onarır. Kulu işte O’nun aracı ve hizmetçisidir. O’nun eliyle yıkılan yerine
getirilir. Efendi ya şifahen veya birinin tebliğiyle o bozulan yeri ıslahını
emreder. Bazen o şeyin durumu herhangi bir efendiden gelecek emir
beklemeksizinkendiliğinde ıslahı gerektirir. Misal olarak iyi bir adet olarak
ortaya konulan ruhbanlığı verebiliriz. Onu çıkartan insan ruhbanlık nedeniyle
sevap kazanır, efendinin nefsinde olan şey nedeniyle hal suretiyle muvaffak
olur. Bununla birlikte Efendi fetret ehlinin kanunlarında bu ruhbanlığı emretmemiş
olsa bile şeriat dünya ve ahiret maslahadarı için gelmiştir. Ahiret Yaratanın
haberleriyle öğrenilirken ahiret haberleri akla göre mümkün işlerken dünya ve
oiıun maslahadarı malumdur; çünkü onlar gerçekleşir ve görülür. Öyleyse
ahiretteki duruma aykırı olarak, dünya maslahadarını bilmede teorik düşüncenin
farklı bir imkânı vardır. Dünya maslahadarı ahiret maslahadarının dayalı olduğu
şeye dayanmaz. Bu nedenle herhangi bir grup kendisine göre yaşadıkları bir
yasadan yoksun olmamıştır. Çünkü maslahat talebi canlılarda zatî bir özellikken
tefekkür etme ve düşünme özelliğindeki insanda durum nasıl olabilir?
Kim bu bölümü iyi incelerse garip
sırlar görür, dünya ve ahirette kendisine yükseklik kazandıracak bilgi elde
eder. Ona cem’ ilmi ile cemdeki fark ilmini ekler. Hallerin ve şe’nlerin
ilimlerini, iki zaman ilmini, oluşa özgü ilmi, Hakkı sığdıran kalplerin
ilmini, bu varlığın bekasını sağlayan şeyin ilmini ekler. Bütün varlıkları
kastediyoruz. Ayrıca akıbet ilmi de bu bilgilere eklenir.
Her kul zatî olarak kul olunca
Varlıkta efendiliği sahih olur ,
Efendisi gibi hüküm
verir, ortaya çıkar .
Bununla artışın alametleri üzerinde
Hal dili bize haber verir ondan ki:
Onun bu konudaki bilgisi müşahedeyledir
Zuhur edince yüzler döner ona
Melekler de secdeyle yöneldiği gibi
Hem yücelir hem zelil olur
Murad (irade edilen) ve mürid (irade eden)
diye çağrılır
ONUNCU VASIL
Zevkler Vaslı
Bu vasıl, zevklerle ilgilidir ve
keyfiyetleri bilmek demektir. Keyfiyetler erbabı
arasında belirli bir terimde uzlaştıklarında söylenebilir. Uzlaşma olmadığında
zevk sahipleri arasında da söylenmezler. Bu durum yaratılmışlarda ‘zevk’
yoluyla bilinen hususlarda geçerlidir. Misal olarak duyulurlardan tat
alınanları verebiliriz. İnsanın onlardan aldığı hazzı veya fikir yoluyla
insanın elde ettiği bilgiden sağladığı hazzı ifade etmesi dediğimiz şekilde
olabilir. Böyle bir hususta yakın bir şekilde terimleştirme olabilir.
Hakkı müşahedede meydana gelen zevke
gelirsek, böyle bir zevk terimleştirilemez, çünkü o sırların zevki olduğu kadar
teorik ve duyusal zevkin dışındadır. Çünkü eşya, yani Allah Teâlâ’nın dışındaki
her şeyin misil ve benzerleri vardır. Bu nedenle tadan herkes için anlatımı sağlamak
üzere bir terimleştirme yapılabilir ve herkes için -hangi tür idrakten olursa
olsunbir zevk ve tat olur. Bari Teâlâ’nın ise benzeri yoktur, bu nerenle O’nu
bir terimin zabtetmesi mümkün değildir. Bir şahsın müşahede ettiğiyle genel
itibarıyla ötekinin müşahede ettiği bir değildir. Nitekim arifler O’nu böyle
bilir. Dolayısıyla bir şey hakkında marifeti olan arif, Rabbinden müşahede
ettiği şekilde başkasına müşahedesini ulaştıramaz. Çünkü ariflerden her biri
benzeri olmayanı müşahede etmiştir ve ifade ise ancak benzerlerde olabilir.
İki arif müşahede ettikleri surette ortak olsalar bile, her biri dilediği
şekilde onu terimleştirir. Bir suret buna elverişli ise, bütün âlemin de
elverişli olması mümkündür. Dolayısıyla ariflerden iki şahıs için Hakk bir
surette tecelli etmez.
Fakat Allah Teâlâ kullarının bir
kısmının derecelerini yükseltir ve onları kendileri adına derecelerin
gerçekleşmediği kimselere vermez. Onlar görenler, yani rüyet ehlinin genelidir.
Hakk onlara misali suretlerde tecelli eder ve bu nedenle ümmet Allah Teâlâ
hakkında bir inançta birleşir, belirli bir gruptan her birisi Allah Teâlâ
hakkında ötekinin inandığı gibi inanır. Mutezile, Hanbelî, Eşari ve kadim
kelamcıları Allah Teâlâ hakkındaki bir inanç birleştirir. Onlar mezhep içinde
ihtilafın bulunmadığı bir konuda görüş birliğine varırlar. Yine bu nedenle
görüş birliğine vardıkları meselede terimleştirme yapabilmişlerdir.
Allah Teâlâ ehli olan ariflere
gelirsek, onlar, Hakkın bir şahsa bir surette iki kere veya iki şahsa aynı
şekilde tecelli etmeyeceğini bilir ve bu nenle gerçeği zabtetmeleri mümkün
olmaz. Çünkü herkese özel bir tecelli vardır ve insan bu durumu kendinden
bilir. Hakk insana bir surette tecelli edip sonra başka bir surette tecelli
ederse, birinden ötekinden öğrenmediği bir şeyi Haktan öğrenir. Her tecellide
durum böyledir. Arif işin gerçekte kendisi ve başkası hakkında da böyle
olduğunu bilir. Bu durumda iki konuşan arasında faydayı sağlayacak bir terim
belirlemek mümkün olmaz. Öyleyse arifler bilir, bildiklerini aktaramazlar. Bu
makam sahipleri -ki bu makam mümkünlerde kendisinden daha yüce makamın
olmadığı bir makamdırAllah Teâlâ’dan öğrendikleri şeyi gösterecek lafız koyma
gücüne sahip değillerdir. Bununla birlikte Allah Teâlâ bu imkânı vermiş
olabilir. Bu durum ‘O’nutı benzeri bir şey yoktur’317 ayetinde belirtilir. Burada Allah
Teâlâ benzerliği olumsuzlamıştır. Öyleyse Allah Teâlâ’nın bir şahsa tecelli
ettiği suret öteki surete benzemez.
Geçek bilinemeyecek ve anlatılamayacak
kadar yüce Yüceldi ve onu ihata edecek bir terim yok
Akıllar görse bilmezler onu Fasih diller
ifade eder ve anlatır onu
Taklitçi kavimlerden anlayarak Salahın
bulduğu bir mekân yok
Onlar bu konuda hemfikir
Bilgisizlikte; kurtuluş ihanet etmiş
kendilerine
Arifler gördüklerini söylemiş Terim getirmemişler
de
Kurtuluş onlara
gelmiş,
Yok bir benzeri O’nun Bizim bildiğimiz
O’nun genişliği
Biz sınırlılığımızla O’nun hakkında
mutlaklık hükmü verdik. Gerçekte iş nasıldır dersen, sınırlılık teya
mudaldıkla nitelenmez. Aksine o genel varlıktır (vücûd-ı âmm). O eşyanın
aynıyken eşya O’nun aynı değildir. O hüviyetin aynı olmayan bir şey zuhur
edemez. Kimin varlığı böyleyse mutlaklığı veya sınırlılığı nasıl kabul
edebilir ki? Arifler Hakkı böyle tanır. Kim O’nu mutlak sayarsa O’nu bilmemiş,
kim sınırlarsa yine bilmemiştir.
Allah Teâlâ; bizim yegâne gördüğümüz
Münezzehtir O ve bizi birleştiren
Mutlaklık ve sınırlılık birdir O’nda Her ikisi de bizim
hükmümüz
O’na kendi gözüyle bak, var ise aklın O’nu
tahtında apaçık görürsün
Gören için en açık
hakikat bu
O’ndan daha açık ve
delilli bir şey görmedim
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ ruhlar
arasında sadece emir mertebesinden halk mertebesine sefer eden melekler için
kanadar yaratmıştır. Dolayısıyla onların bir sebepleri olmalıdır ki, onlar
vasıtasıyla iniş ve yükselme gerçekleşsin. Çünkü hikmet mevzusu bunu
gerektirir. Allah Teâlâ onlara Hakkın mertebesinden yolculuk yaptıkları kimseye
veya halkın mertebesinden yükseldikleri mertebeye göre aradaki mertebeler
ölçüşünce kanadar belirlemiştir. Onlar yaratılış ve emir arasında gider gelir
ve şöyle derler: ‘Rabbimizin emriyle ineriz.’318 Bunu
bilmelisin.
Sefirler kalplere indiğinde, onların
temiz olduklarını ve hayrı kabul ettiklerini görürlerse, getirdikleri ilimden
-kalbin istidadının sığdıracağı ölçüdeona verirler. Kirli ve hayırdan yoksun
kalpleri ise o halde kalmaktan men ederler ve Şâri’nin belirlediği şekilde
temizlenmelerini emrederler. Konu Allah Teâlâ’yı bilmekle ilgili olursa, fikir
gücünün talep ettiği ve peygamberin Allah Teâlâ’dan bildirdiği haberden ortaya
çıkan bilgiyle temizlenmesi gerekir. Konu varlıklarla ilgiliyse hükümleri ve
inançları bilmekle temizlenir. İşte kalpleri bulduklarında onları bu bilgiyle
temizlenmeyi zorlarlar. Kalpleri bulamadıkları da olabilir. Mesela ‘O’nun
benzeri bir şey yoktur’319 ayetini
(düstur) edinen ariflerin kalplerini verebiliriz. Bu durumda melekler nereye
gideceklerini bilemezler. Onlar sahip oldukları hallerini özel yönden
alanlardır. Bu nedenle bilinmezler. Melekler de getirdikleri şeyi onlara
bırakırlar. İşte Hızır bilgisini böyle bir özel yönden almıştır. Bunlar, tepki
gösterilen kimseler iken kendileri şeriatın hükmünün dışında hiç kimseye tepki
göstermezler. Böyle bir durumda ise tepki gösteren şeriatın dilidir, onlar
değildir! Böyle bir durumdaki arif Allah Teâlâ’nın hamdini tespih eden
gibidir. Gerçekte bulunduğu halde kendisini bildiği şekilde öven Allah Teâlâ’dır.
İnsan haddi olmayan bir işe girer ve hakkında ilahi hitabın bulunmadığı bir
övgü çıkartır ve onunla Allah Teâlâ’yı överse, O’nun hamdiyle Allah Teâlâ’yı övmüş
sayılmaz. Aksine o kendi anlayışından çıkarttığı bir şeyle övmüş demektir.
Böyle bir övgü ise olması gereken dereceden eksiktir. Öyleyse Allah Teâlâ’nın
kendinden bildirdiği hamdi söylemelisin ve iyi bile olsa sayıyı
artırmamalısın! Sana öyle bir mesele açıkladım ki, onun gereğini yaparsan Hakk
ehlinden olursun.
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.
CÖMERTLİK HÂZİNELERİNDEN ON BİRİNCİ VASIL
Ateş İki Kısma Ayrılır: Allah Teâlâ’ya
izafe edilen ateş ve O’na izafe edilmeyen ateş
Ateş iki tane: Allah Teâlâ’nın ateşi ve
alev Diyar iki tane: kurtuluş ve ceza diyarı
Hepsi yaratan yönünden bir sebep Sen
oluştan çekin, sebepten değil
Bilgiden kork, çünkü bilgi hüküm verir
Barışa kanat çırp, savaşa değil!
Allah Teâlâ sana öğretsin, bilmelisin
ki, Hakkın (bir şeye tamlama yapmadan) mutlak ve kayıtsız olarak zikrettiği
bir ateş vardır. Misal olarak ‘ateş’320 ayetindeki ifadeyi verebiliriz.
Burada ateş kelimesi belirlidir. Bazı yerlerde ise tamlamalı gelmiştir;
Bunlardan birisi ‘Allah Teâlâ’nın tutuşturulmuş ateşi’321 ayetinde olduğu üzere kendisine
izafe edilen ateştir. Diğeri Allah Teâlâ’nın başkasma izafe ettiği ateştir.
Misal olarak ‘Onlar için cehennem ateşi vardır’322 ayetini verebiliriz. Allah Teâlâ bu
ateşi bazı özelliklerle nitelemiş, onun tutuşturucu ve kuşatıcı vb.
özelliklerini zikretmiştir. Allah Teâlâ ateşin zahirde bir hükmü olduğunu
belirtmiş, onu bir mekân yapmıştır. Misal olarak ‘Onun
için cehennem ateşi vardır, orada kalıcıdır’323 ayetini verebiliriz. Burada mekân
zikredilmiştir. Ateşin batında da bir hükmü vardır. Bu, kulun zahirinin ateşin
zarfı olmasıdır ve ‘Allah Teâlâ’nın tutuşturulmuş ateşi,
kalplere ulaşır’324 ayetinde
geçer. Kalpler insanın batınıdır ve onlar insanın fiıadında ortaya çıkar. Bu
batinı ateşten ise zahirdeki ateş çıkar. Kul her iki halde iki ateşin
menşeidir. Öyleyse kula kendi inşa ettiğinden başkası azap etmez. Aynı şekilde Hakk
da yarattığı kimseden başkasına ğazaplanmamıştır. Yaratıklar olmasaydı, Hakk
gazap etmeyecekti. İki ateşin suretini zahiri ve batinı ameliyle inşa eden
yükümlü olmasaydı, ateşle azap olmayacaktı. Kimse gerçekte başkasma karşı suç
işlemez. Doğru düşünce budur:
Amel etme ve bedbaht olma Bir kul ol ve bir Hakk ol
Dediğimden başka yok Bak ki göresin Hakkı
Yaratıkların azabı yaratıkla İster Hakk
ister halk ol
Başka bir şiirde şunları dedik:
Ateş senden, amellerinle tutuşturursun onu
iyi amelinle de söndürürsün ateşi Sen doğal
olarak kaçarsın ateşten
Her durumda inşa edersin onu Nefsinin
tasarrufunda aklı yok mu?
Bugün ona geldim, açıklıyorum ona Ölümden
önce hem de; çünkü Allah Teâlâ der ki:
Arz günü yaratıklar doldurur ateşi
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ
peygamberlerinin diliyle kıyamette daha önce hiç kızmadığı ve bir daha öyle
kızmayacağı şekilde öfkeleneceğini bildirmiştir. Cehennem kendisine ‘daha var
mı?’ diye sorar, böyle sormasının nedeni Allah Teâlâ’nın kendisini
dolduracağını vaat etmiş olmasıdır. Orası gazap diyarıdır. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘el-Cebbar cehenneme ayağını koyar,
cehennem ‘yeter, yeter’ der.’ Yani doldum. Bu ayak Allah Teâlâ’nın gazabından
başka bir şey değildir. Allah Teâlâ gazabını ona koyunca, cehennem dolar,
çünkü orası gazap yeridir. Hakk geniş rahmetle nitelenmiştir. O’nun rahmeti
gazabıyla doldurduğu cehennemi kuşatır ve orada sakladığı şeylerle haz alır. Allah
Teâlâ orada bulunanlara merhamet eder. Yani ehli olan cehennemliklere yardım
eder ve bu rahmetten onlar adına cehennemde bir nimet yaratır. Nitekim
cehennem de kendisine yerleştirilen ilahi gazaptan nimetlenir. Hakikati fani
olmak olan bir yaratılmışı' bir yaratılmış dolduramaz, çünkü cehennem ondan
meydana gelecek her şeyi yok eder. Nitekim derilerin pişmesi hakkındaki ifadede
bu husus belirtilir. Dolayısıyla herhangi bir yaratılmış cehennemi dolduramaz.
Onu sadece Hakk doldurur. Allah Teâlâ’nın gazabı haktır ve böylece cehenneme
gazabıyla nimet verir, onu cehenneme koyar. Bunun neticesinde cehennem, cennet Hakkın
ırza ve rahmetiyle dolduğu gibi, Hakk ile dolar.
Hakk sığdırdı her şeyi Her şeyin aynı O
Haktan başka göremezsin Her nurda ve hepsi O’nda
Başka bir şiirde şunları dedik:
Allah Teâlâın ateşi varlığımdan başka değil
Bir de tutuşmuş cehennem ateşidir
İnsanların ibadet ettiği ilahlar Onlar ateşte ebedi kalır.
Bu bölümü yazarken vakıada beni
korkutan bir müşahede gördüm. Bana mümin-salih kadınlardan birisinin diliyle
Vakıa suresi okundu. Onun okuduğu ayeüerden biri şuydu: ‘Çoğu
ilklerdendi, çoğu sonrakilerdendi’325 Burada bağlacı (atıf va^ı) hazf
etmişti. Bu konuda ben daha öncesinden bir bilgiye sahip değildim ve bağlaç
edatını okuması için kendisini ikaz ettim, o ise okumadı. Böylece kendime döndüm
ve Hakkın bu harfi düşmekle bana yönelik ikazını anladım. O âlem arasındaki
kesintiye dikkatimi çekmekteydi: Bağlaç okununca, zahir surette ve birinci
anlamda ortaklığın kendisiyle gerçekleştiği şeye riayet etmişti. Bağlaç
düşünce, temyizin gerçek ve o şeyin hakikatinin kendisiyle ortaya çıktığı
tekliğe riayet etmiştir. Bir şeyin hakikati onu ayrıştıran özelliktir. Böylece
bağlacın konuşmada düşülmesiyle neyin kastedildiğini anladım. Kastedilen Allah
Teâlâ’nın birliğini anlamaktır. Bu sayede ‘O’nun
benzeri bir şey yoktur’326 ayetinin
anlamı öğrenilir. Bununla birlikte eşya da vardır. Allah Teâlâ eşya yokken de
vardı ve benzerliği olumsuzlamıştır. Öyleyse iş şurada düğümlenir: Allah Teâlâ
münasebeti olumsuzlamış mıdır, olumsuzlamamış mıdır? Çünkü münasebet olmadan
var etmek düşünülemez. Hâlbuki yaratma gerçekleşmiş ve yaratılan ortadadır.
Buradan münasebetin zorunluluğunu anladık. Münasebet kesinlikle benzeşmeyi
ortaya çıkartmaz. Çünkü yaratma bütünüyle Allah Teâlâ’ya ait olduğu kadar emir
de O’na aittir ve bir ortaklık yoktur. Böylece Hakkın zatı gereği kendisini
talep ettiği münasip var iken benzeşme ortadan kalkmıştır. Herhangi bir
yaratılmış izafe edilen her yaratma, bir perde sureti ve örtüdür. Bu sayede
alim cahilden ayrışır, yaratıkların birbirlerine karşı üstünlüğü ortaya çıkar.
Böylece üstün olandan şükür ortaya çıkarken daha aşağı derecede bulunanın
muhtaçlığı ve talebi ortaya çıkar. Bunun üzerine şükrettiği için üstün olana
daha çok verilirken aşiağı derecedekine de -talep ettiği içinverilir. Öyleyse
herkes bir artış içindedir ve derecelenme ortadan kalkmaz. Artış nedeniyle
üstün insanın derecesi yükseldikçe, aşağı derecedeki insan da bir dereceyle ardından
yükselir. Öyleyse birbirlerine ulaşmadan herkes bir yükselme ve artış
içindedir:
Hakk bana nida etti varlığımdan Müşahede
üzere her halde
Zatınız doldu; dedik ki İmkânsızdır
doluluk, yok mu daha
Oluşu bir tek cömert doldurur Varlık
vermekle halka karşı cömert olan
Haktır O, başkası değil Rabbin mertebesi
kul gibi değil
Hakkı zevk ilmiyle bilen kimse Secdenin
hazzını bilmedi
Cehennem ateşi derileri pişirir,
cisimleri parçalarken Allah Teâlâ’nın ateşi de bedenlenmiş misalî bir ateştir.
Çünkü o manevi-batıni amellerin neticeleridir. Cehennem ateşi duyusal-zahiri
amellerin neticesidir. Böylelikle onu Hakk eden insanda iki azap birleşir.
Nitekim cizye verenlere de Allah Teâlâ öyle yapar: Onlar alçalmış ye zorlanmış
bir şekilde cizye verirler. Allah Teâlâ onlara hem ellerinden malı çıkartmakla
ve hem alçaltmakla azap eder. Bu eziklik ve kahır, o konuda çektikleri
sıkıntıdan duydukları azaptır. Bakınız! Münafık cehennemin en aşağı
mertebesindedir ve inançsızlıkta ısrar ettiği için ‘Allah Teâlâ’nın ateşindedir.’
Onun birinci mertebede oturağı yoktur, çünkü kâfirden farklı olarak, zahir
amelleri yapmıştır. Kâfirin cehennemin üst ve aşağısında mertebeleri vardır.
Onu ‘Allah Teâlâ’nın ateşinden’ veya cehennem ateşinden koruyacak yoktur. Onu
inkâr eden ve doğru olduğunu bilip ona iman eden ise münafığın azabının
tersine veya zıddına azap görür. Çünkü o Hakkı bilmekte ve içinden ona
inanmaktadır. Fakat bunu varlığının dışına çıkartmamış, içinde gizlediğinden
başkasını izhar etmiştir. Ateş insandan -zahir ve batındahakikatin suretinin
kendinde gözükmediği şeyi talep eder. Bu bağlamda batın için ilim zahir için
amel gibidir. Batın için cehalet farzı terk etmek gibidir. Burada insan adına
mertebeler belirlenir ve Allah Teâlâ’nın ahiret hayatında kullarına vereceği
ilahi cezalandırma sebepleri ortaya çıkar.
Hadler tam olarak uygulanınca, ilahi
rahmet cömertlik hâzinelerinden herkese yaydır. Bu durum ‘Bedbahtlar
ateştedir, orada onların (öyle feci) nefes alıp vermeleri vardır ki! Rabbinin
dilediği hariç, (onlar) gökler ve yer devam ettikçe oradadırlar’327 ayetinde
belirtilir. Bu, zamansal bir sınırdır, çünkü gökler ve yerin değiştirilmesi
kaçınılmazdır ve bu esnada müddet biter. Öyleyse bu müddet, her insan için
yükümlülük anından göklerin ve yerin değiştirilme anına kadar sürer. Bedbaht
ve mutlular hakkındaki süre böyledir. Onlar amellerinin neticelerinde bu belli
miktarda bulunurlar. Süre bitince, sevap ve günah için ‘uygun nimet5
ve ‘uygun azap’ biter, insanlar ilahi ihsana kavuşur. Allah Teâlâ bu İhsam
amellere veya belirli bir kavme tahsis etmemiş, ‘o
sınırlı olmayan bir ihsandır.’328 Onun
biteceği bir müddeti de yoktur. Hâlbuki küfür ve iman dünya hayatında
yükümlünün ömrünün sona ermesiyle sona erer. Bedbahdarda hadlerin uygulanması
ve mutlularda da nimet karşılığının uygulanması, göklerin ve yerin müddetinin
bitimiyle sona erer: ‘Rabbinin dilediği müstesna.’329 Bu,
bedbahdar hakkındadır. ‘Kuşkusuz senin Rabbin dilediğini
yapandır.’330 Öyleyse
ilahi meşiyetin belirlediği şekilde, ilahi emir gerçekleşmiştir. Allah Teâlâ
mudular hakkında zikrettiği gibi bedbahtlar hakkında da ‘gayrı meczuz’ diye
nitelediği azaptan başka bir azap zikretmedi. Göğün ve yerin müddetinin
zikredilmesi, bedbahdar hakkmda ilahi iradenin hükmü ve azabın
zikredilmeyişinden şunu anladık: Bedbahtlar için kendisinde hükmün sona ereceği
bir müddet vardır ve sürenin bitmesiyle azap kesilir. Mudunun karşılığı da
öyledir. Sonra ihsan ve ilahi rıza hangi menzilde olursa olsun herkesi kuşatır,
çünkü nimetin başka bir anlamı yoktur. Nimet nefislerin maksadına uymaktır ve
bu hususta mekânların bir etkisi yoktur. Her nerede gerçekleşirse
gerçekleşsin, gayeye uygunluk ve mizaca yatkınlık sahibi için nimettir. Bunu
bilmelisin!
Burada istisnanın her iki grup için
neyle ilgili olduğu aşikârdır: Kâfir dünyada maksadara ulaşmak ve bedenin
sağlığıyla ilgili nimedere sahiptir. Mümin ise gayelerine ulaşamaz ve dünya
hayatında hastalıklara maruz kalır. Bütün bunlar, yükümlülük vaktiyle
ilgilidir. Her biri her iki gruptan meydan^ jşjelir. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler
ve doğru yola ulaştırır.’
CÖMERTLİK HÂZİNELERİNDEN ON İKİNCİ VASIL
Hakkın İhmal Etmesi ve Süre Vermesi
Bu bölüm Hakkın
ihmaliyle ilgilidir ve sahibi neyin onun lehinde olduğunu bilemez. Çünkü
peygamberin kendisine getirdiği emre karşı çıkmasına karşı cezayı Hakk eden her
kula Allah Teâlâ süre vermiş, onu cezalandırmamıştır. Böyle bir kul el-Halim
isminin otoritesi altındadır ve ihmal edilmiş gibidir. Kul ilahi ceza kendisine
uygulanmazdan önce mağfiret ve affetmek üzere ilahi inayetin öne geçip geçmediğini
bilemez? Yoksa cezalandırılacak ve işlediği suçlara karşılık belli bir süreye
kadar cezalar uygulanacak mıdır? Bu ihtimal Allah Teâlâ’nın mühlet verdiği biri
hakkında mümkün olduğu için, bu nitelikteki biri ‘ihmal edilen’in suretidir.
Çünkü Hakk yönünden ihmal diye bir şey olamaz. O’nun ezeli bilgisinde kişi ya
bağışlanmış veya işlediği suça karşı ceza belirlenmiştir. Böyle bir insan bir
tehlike üzerindedir ve hükmü geçmiş ezeli kitapta neyin takdir edildiğini
bilmemektedir. Çünkü hüküm adil hakim üzerinde hüküm verdiği gibi hakkında
hüküm verilen üzerinde de hüküm verir. Bu hüküm, zikrettiğimiz şekilde, belli
bir niteliğe sahip veya iki durumdan birisini Hakk eden bir şahısta ya
cezalandırma veya affetmek şeklinde ortaya çıkar. Sadece Allah Teâlâ’nın mühlet
verdikleri ve günah esnasında cezalandırmadıkları vardır. İhmal edilmiş
suretindeki mühlet verilmiş günahkâr arife azap olarak kendi hakkmdaki azabı gözetmesi
yeter. Çünkü o kendisi hakkmdaki sonucu bilmez.
Her grup şeriat kaynaklı veya insanlar
tarafından konulmuş bir hikmet ve yasanın yönetimi altındadır. Dolayısıyla
hiçbir ümmet, her ne olursa olsun yasalarına karşı gerçekleşecek muhalefetten
yoksun kalamaz. Muhalefet eden insan affı veya yasayı koyanın belirlediği
şekilde cezalandırmayı gözetmelidir. Yasalar bütün ümmetleri kuşatmıştır. Bu
durum ‘Her ümmete bir korkutucu geldi’331 ayetinde belirtilir. Söz konusu
insan ya Allah Teâlâ’nın emri ve iradesiyle korkutmuştur veya -Allah Teâlâ
katından geldiği bilinecek şekildeindirilmiş bir vahiy olmaksızın Allah
Teâlâ’nın iradesiyle korkutmuştur. Bu durumda Allah Teâlâ’nın emrinin konusu, o
konuda kişide korkutmayı meydana getirmektir. ‘Korkutma’ fiiline ‘falan kişide
ol’ denilir, o da onda meydana gelir. Bunun neticesinde o kişide korkutma fiili
gerçekleşir ve insan onun nereden geldiğini anlamaz. Peygamberlerin Allah Teâlâ
katından getirdikleri ilahi şeriat ile hakimlerin devirlerindeki insanların
maslahatları için koydukları yasaların farkı budur. Benimsediği yasanın hükmünü
yerine getirip ona hürmet eden ve Allah Teâlâ’nın rızasını kazanmak üzere
yasanın sınırında duran, ihsan üzere amel işlemiştir. Allah Teâlâ ihsan üzere
amel yapanın ecrini zayi etmez. Kastedilen ihsan ‘sanki Allah Teâlâ’yı görür
gibi’ ibadet etmek veya O’nun seni gördüğünü bilmen demektir. Ameldeki ihsanın
gerçek tanımı budur. Bunun dışındakiler çirkin ve kötü ameldir. İnsan ameli
süslenip onu güzel görenlerden olabilir. Böyle biri kötü amelini bütün araştırma
imkânlarını tüketip ulaştığı içtihadından sonra güzel görmüş olabilir. Bu
araştırmada müçtehit içtihada hakkını vermiştir ve güzel/iyi amel sahibidir. O
kişi, kötü amelini içtihadıyla doğruya ve hakka isabet eden iyi amel görmekle
iki sevap sahibidir. Bu nitelikle ameli süslenen kimse bir sevap alır. İmkân
ölçüsünde içtihadını yerine getirmeden amelini güzel görmüş olursa, öyle
birinin durumu ilahi meşiyete kalmıştır ve Allah Teâlâ’nın onun hakkındaki
hükmü bilinemez: Dünya ve ahirette ilahi cezalar uygulandıktan sonra onun işi
neye varır? Bu kişi kendine karşı haddi aşanlardan olabilir ve hâlbuki Allah
Teâlâ umutsuzluluğa kapılarak kendisine karşı aşırı gitmeyi yasaklamıştır.
Acaba bu yasaklanmış günahı işlemekten kaynaklanan umutsuzluğu, aşırı gitmenin
ardından kendisiyle mağfiret arasına girecek bir etkiye sahip midir? Yoksa onun
aşırı gitmesi bütün aşırı gidenlerin durumuyla bir midir? Bu kişi de ihmal
edilen ve hakkında araştırmacının insaflı davrandığında durumun ne olduğunu
bilmeyeceği bir meseledir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah
Teâlâ bütün günahları bağışlar.’332 Bununla birlikte umutsuzluk ortadan
kalkar veya var olabilir. Bunun istisnası, ilahi isimde çokluğun bulunmadığı
bir arayışta gücünü harcamayan bir müşriktir ki onun cezalandırılması gerekir.
Bu durumda akıl sahibinin zamansız süreyi bilmesi, zamanın, dehirlerin ve
asırların değişmesini bilmesi gerekir. Burada zaman oldukları söylenen
şahıslarda belli bir süreye kadar akan şeyleri bilmesi gerekir. Bu zamanlardan
-bir süre olmaksızındevam edenleri ve şükrü gerektiren Hakk ile sabrı
gerektiren hakkı bilmelidir.
‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’
İmana gelirsek, iman geneldir. Aynı
şekilde imanın zıddı küfîir de böyledir. Çünkü Allah Teâlâ mümini Hakka iman
eden kimse diye isimlendirmişken aynı zamanda batıla iman eden kimseyi de mümin
diye isimlendirmiştir. Kâfiri Allah Teâlâ’yı inkâr eden kimse diye
isimlendirmişken tağutu inkâr edeni kâfir diye isimlendirmiş, hepsinin
varacakları yeri ve onları getiren yolları açıklamıştır. Allah Teâlâ bir takım
mucize ve delillerle (imanı getiren) yolu desteklemiş, her dinde, örfte ve her
grupta onun doğruluğunu göstermiştir.
Salih amellerin başı imandır. Ameller
-iman her ne olursa olsunimana tabidir. Var olan işler arasında bundan daha
kapalısı yoktur. Çünkü Allah Teâlâ kötü ameli de süslenme özelliğiyle
nitelemiştir ve bu sayede sahibi kedisini güzel ve ‘salih’ amel olarak görür.
İşlerin açıklanması Allah Teâlâ’ya kalmıştır.
Yol kelimesinde kapsamlılık bildirmek
üzere marife takısı gelmiştir. Çünkü onların hepsi yoldur ve Allah Teâlâ
yolunda cehd eden kimse onları görür. Bu cihat ilahi yolları kişiye açıklar.
Bu durumda kendince daha doğru olanı takip eder ve yaratıkların üzerinde
bulundukları yollarda mazerederini kabul eder. Kendisi tek başma Allah
Teâlâ’ya yönelir. Böyle bir insan Allah Teâlâ’dan bir nur üzerindedir:
Allah Teâlâ’yı kendi fiilinden bilince
O’nun ihmali mühlet vermenin ta kendisi
Bir göz tafsiliyle görürken Bir göz icmal
üzere görür
Bir kavim ihsanında Bir kavim celalinde
Bir şahsı kabzeder tarifiyle ihmaliyle bir
şahsı basteder
Hükmü tek olan münezzeh Yüz çevirme ve
yönelmeyle
İhsanı genel olan münezzeh Nazlanma ve
şımartmasıyla
Herkes istidadıyla kabul eder Hüsranı ve sapmayı
‘Allah Teâlâ selam diyarına çağırır, dilediklerini doğru yola
ulaştırır.’
CÖMERTLİK HAZÎNELERİNDEN ON ÜÇÜNCÜ VASIL
Müşrik veya Müminde İşin Sonunun Çokluktan Birliğe Dönmesi
Bunun
nedeni işleri bulundukları hal üzere ortaya
çıkartan (keşfin sahibi olan) mümin, bunu gerektirir. Bu durum Allah Teâlâ’nınn
‘O gün senden perdeni kaldırırız, artık gözün keskindir’333 ayetinde belirtilir. Bu durum
dünyadan çıkmadan gerçekleşir. Öyleyse her insan canını keşf üzere can teslim
eder ve böyleyken Hakka yönelir, kendisini birlemeye ve O’na imana katılır. Kim
can vermezden bu kesinliği elde ederse, onun Mutlu olması ve muduluğa erişmesi
de kesindir. Çünkü sahih düşünceden ve açık keşiften meydana gelmiş yakın onu
hakikatten ve Haktan yüz çevirmekten alıkoyar. Böyle bir insan gerçek hakkında
kesin delil ve basirete sahiptir. Can çekişme halinde bu kesinliği elde edenin
durumu ise ilahi meşiyete kalır. Bununla birlikte işin sonunda (herkes)
muduluğa ulaşacaktır. Fakat herkesin mutluluğa ulaşması işlenen günahlar
nedeniyle cezalandırılanlar hakkında cezaların uygulanmasından sonradır. Can
çekişme vakti, yaratıkların ulaşacakları gerçeği görmelerinden önce gelmez. O
durumu görmeyen insan, henüz can çekişme haline ulaşmamıştır ve onun durumu can
çekişme hali sayılmaz. Her kim tek nefeslik bile olsa can çekişme halinden
önce iman eder veya tövbe ederse, ahiret hayatında Allah Teâlâ katında bu tövbe
ve iman ona fayda verir. Onun can verme esnasındaki hali ise günahsızın hali
gibidir. İnsanı bu Hakk duyduğu acının şiddetinin veya dünya hayatından
beklentilerini kesen hastalığının veya başka bir şeyin ulaştırmış olması dururumu
değiştirmez. Böyle bir insan mümindir, tövbekârdır ve imanı ve tövbesi ona
fayda verir. Çünkü o henüz can çekişme halinde değildir. Böyle bir durumda
insan sadece içinde ve kalbinde bulunup henüz kendisinin bile farkında olmadığı
derin tabiatı nedeniyle iman etmiş ye tövbe etmiştir. Başka bir ifadeyle söz
konusu insan yöneldiği şeye ancak hükmü dışmda ve zahirinde ortaya çıkmamış fakat
içinde etkin olan bir halin etkisiyle yönelmiştir. Onun içindeki bu hal, can
çekişme halinin kendisini takip ettiği bu zaman diliminde ortaya çıkmıştır.
Buna mukabil can çekişme halinde gerçekleşen imanın durumu ilahi iradeye ve
meşiyete kalmıştır.
M utlu olacağı hükme bağlanmış kimseler ile
Mutluluğu meşiyete kalanlar arasında fark var
Biri yüce ve mukaddes kurtarma O ise
hakikatinin gösterdiği bir halde
O olmasaydı yolu kendisine varmazdı Ahlakı
da bir gün ona şahitlik etmezdi
Kul dünya hayatından büyük arz gününe
intikal eder. Bu bağlamda hiç kuşkusuz Allah Teâlâ âlemde iki kıyamet
yaratmıştır: Bincisi küçük kıyamet, diğeri büyük kıyamettir. Küçük kıyamet,
kulun dünya hayatından misali bir bedende berzah âlemine intikali ve
göçmesidir. ‘Kim ölürse kıyameti kopmuştur’ hadisinde belirtilen budur. Rüyet
ehlinden olan, hiç kuşkusuz, Rabbini görür. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem ümmetini Deccal’den sakındırırken ‘hiç kimse ölmeden önce Allah Teâlâ’yı
göremez’ demiştir. Büyük kıyamet ise insanların kendinde toplandığı diriliş ve
büyük toplanma kıyametidir. Büyük kıyamette insanlar sorguya çekilir, hesaba çekilir,
hesabı hakkında tartışır, bir kısmı ise hesabı hakkında tartışmaz. Bu
kısımdaki insanların hesabı kolaydır. Söz konusu hesap amellerin kula herhangi
bir itiraz ve tartışma olmadan sunulmasından ibarettir. Burada tartışma,
amellerdeki illederi ve nedenlerle ilgilidir. Sorgu geneldir, hatta
peygamberlere bile sorulur. Nitekim Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah
Teâlâ o gün peygamberleri toplar ve size nasıl cevap verildi diye sorar,’334 Öyleyse
sorgu iki türlüdür: Birincisi Hakkın soru sorulana yakınlık göstermesi yoluyla
nimederin onaylanması üzere sorudur. Böyle bir insan sorudan haz alır. İkincisi
ise nimetlerin belirtilmesiyle birlikte kınama amaçlı sorudur. Böyle bir insan
sıkıntı içindedir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bir
keresinde açlıklarını gidermek üzere suyla hurma yediklerinde şöyle demişti:
‘Bugün yediğinizden bile sorguya çekileceksiniz.’ Böyle bir soru belli bir grup
hakkında -ki kastedilen orada bulunanlardırhem uyarı hem müjdeyi amaçlarken
bütün insanlar hakkında işin kendinde bulunduğu durum hakkında uyandır. Öyleyse
Allah Teâlâ âlemi nimetlerin onaylamasından sonra ancak zatı gereği muduluğa
ulaşması için yaratmıştır. Bir kimse hakkında bedbahtlık, dolaylı olarak
gerçekleşir. Çünkü kendinde kötülüğün bulunmadığı sırf hayır ve iyilik, âleme
varlığını ihsan eden Hakkın varlığıdır. Ondan ancak kendisine uygun şey
meydana gelebilir ki, o da bilhassa iyilik ve hayırdır. Bu nedenle âlem için
iyilik zatı gereği gerçekleşirken yine de âlem hakkında verilmiş olan hüküm
‘imkân’, yani olabilirliktir. Bu durum âlemin birbirinin yerini alacak şekilde
iki zıt hükümle nitelenmiş olması demektir ve bu nedenle âlem zatı gereği
varlığı zorunlu olanın mertebesinde bulunmamış, kötülük ona dolaylı olarak
ilişmiştir. Bu bağlamda kötülük maksada ulaşmamak ve maruz kalınan şeye doğanın
yatkın olmayışı demektir. Çünkü âlemin ‘mümkün’ olması, yokluk ile arasına
girememiş, bu ölçüde de âlemde kötülük ortaya çıkmıştır. O halde kötülük
-Hakkın yönünden değilbizzat âlemin imkân yönünden ortaya çıkar. Bu nedenle Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem bir duasında şöyle buyurur: ‘Bütün iyilik Senin
elinde, kötülük ise Sana ulaşamaz.’ Kötülük mümkün olması yönüyle yaratılmışa
ilişir:
Hakkın zatı nedeniyle biz mutluyuz
Mümkün olmamız nedeniyle bedbahtlık var
Hakka kavuşmak zorunlu bir Hakk
Kavuşmadaki iyiliklerle sevinin
Bize bizden ait olan beka ve fena
O’ndan bize ait olan varlık ve kavuşma
O zıddı olmayan iyilik İyilik,
iyilikle karşılaştığında
Her şeyi iyilik olur ancak
Kötülüğü ve bedbahtlık sebeplerini
yok eder o
Bilmelisin ki, cisimler ruhların
ağları ve perdeleridir. Bunlar ruhların görülmesini ve görmesini perdelemiş,
ruhlar ancak kendilerinden bütünüyle ayrılmadan bu kalelerden ‘fani olarak’
ayrıldıklarında görebilirler. Öyleyse ruhları bedenleri görmekten ‘fani’
olduklarında, göz sahibi olurlar ve kendilerini gördükleri gibi Yaratanlarını
görürler. Bu nedenle ‘Her kim kendini bilirse, Rabbini de bilir.’ Her kim
kendini görürse, Rabbini de görür. Böylece insan, bilgi kesinliğinden görme
kesinliğine ve yakınlığına ulaşır. Kalesine ve bedenine döndürüldüğünde ise
görme kesinliğinden bu kez Hakk kesinliğine, yani hakka’lyakîne geçer, yoksa
ilme’l-yakîne geçmez. Buradan insan, kendisinin verdiği doğru haberlerle Hakk
(ile birlik anlamındaki cem’ halinden) fark haline geçmeyi hakka’l-yakin,
ayne’l-yakin ve ilme’l-yakin kesinlikle öğrenir. Bu durumda her hüküm kendi
mertebesine yerleşir. Artık eşya onun gözünde belirsizleşmez ve haberlerin
kendisini yalanlamadığını anlar. Her kim Allah Teâlâ’yı bu yolla bilirse, hiç
kuşkusuz, incinin sedefte acı ve tuzlu bir sudan yaratılmasının hikmetini
öğrenir. Onun sedefi cismiyken tuzu doğasıdır. Bu nedenle tabiatm ve doğanın
hükmü sedefine baskın olarak ortaya çıkmıştır, çünkü tuz beyazdır ve o keşfe
sebep ışık mesabesindedir. Bu delili iyi incelemen gerekir, işlerin sonu Allah
Teâlâ’ya varır.
ON DÖRDÜNCÜ VASIL
Cömertlik
Hâzinelerinden Kulağa Çarpan Kendini Dinleten Sırrın
Bilinmesi ve Dip İle Zirveyi Bir Araya Getiren Vasıl
Âlemin varlık sebebi insan-ı kâmildir.
Bununla birlikte âlemde doğasının yaratılışı bakımından insan-ı kâmile benzeyen
hayvan insan da bulunur. İnsanın içerdiği hakikatler âlemde dağınık bir halde
bulunur. Hakk âlemin bütün yönlerinde dağınık halde bulunan bu hakikatlere
nida etmiş, onlar da bir araya toplanmış, toplamlarından da insan meydana
gelmiştir. Başka bir ifadeyle insan, söz konusu hakikatlerin hâzinesidir.
Âlemin bütün yönleri ise o hakikatlerin toplanması hakkmdaki Hakkın nidasından
neyin ortaya çıkacağını görmek üzere insan hâzinesine yönelmiştir. Alem, boyu
dik ve hareketi doğrusal ve yönleri belirli bir suretin ortaya dikildiğini
görmüşlerdir. Âlemde bulunan hiç kimse insan suretinde bir şeyi görmemişti. Bu
zamandan itibaren ateşten oluşan ruhlar ile melekler (bir surete gireceklerinde)
insan suretinde suretlenmişlerdir. Bu durum bir ayette ‘Ona
beşer suretinde temessül etti’335
ayetinde belirtilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise şöyle der:
‘Bazen melek bana bir adam suretinde gözükür.’ Çünkü ruhlar bildikleri suretlerin
şekline girebilir ve onları ancak görerek tanırlar. Ruhlar insan yaratılmadan
önce âlemdeki bütün suretlere girebilirlerdi, çünkü ruhlar surete girme gücüne
sahip olsalar bile insanda olduğu gibi musavvire gücüne sahip değillerdir.
Çünkü musavvire gücü müfekkire gücünün bir vasfı olan fikir gücüne tabidir.
Öyleyse ruhlar için tasavvur (ve surete girmek), onlarm zati özekliklerinden
kaynaklanır, yoksa manevi özelliklerinden veya sahip oldukları musavvire
gücünden kaynaklanmaz. Bununla birlikte onların suredenmesi zati olsa bile,
doğal âlemin suretlerinden idrak ettikleri suretlere girebilirler. Bu nedenle
doğanın üzerinde bulunana ruhlar suredenmeyi kabul etmezler. Çünkü onların doğal
şekiller hakkında bilgileri yoktur. Doğanın üzerindekiler -dünya ve
ahirette(tümel) nefs, akıl ve müheymen meleklerden ibarettir.
Öyleyse doğanın üzerindekiler âlemin suretlerini
göremezler. Bununla birlikte bir kısmı -tümel nefs gibizatı gereği doğa
âlemine yardım eder. Fakat onun yardımı, güneşin menfaat sağlama veya zarar
verme amacı olmadan ışınlarını vermesindeki gibi bir maksada matuf değildir.
İşte tümel nefs için ‘zatî’ bu demektir. Bilgi ve amel nispetleri de onun için
zatîdir, çünkü o kendisini bilir, yoksa üzerinde bulunan illeti gibişeyleri
bilmez. Onun ameline gelirsek, tümel nefse amel nispet edilir. Bu nispet
güneşe eşyayı beyazlatmanın ve çamaşırcının yüzünü karartmasının nispetine
benzer. Ateşe de yakmak ve ısıtmak fiilleri nispet edilir ve şöyle denilir:
‘Güneş şöyle beyazladı, güneş şöyle ortaya çıktı, ateş şöyle yaktı, ateş şöyle
pişirdi veya şöyle ısıttı vs.’
İşte akıllı ve derin düşünce
sahibiysen âlemdeki durumun da böyle olduğunu bilmelisin! Allah Teâlâ her şeyi
bilen ve her şeye güç yetirendir. Bu nedenle Allah Teâlâ her surette tecelli eder.
Öyleyse bütün âlem yokluktan varlığa çıkmıştır. İnsan ise öyle değildir. İnsan
varlıktan varlığa çıkmıştır. Başka bir ifadeyle insan, dağınık hakikatlerin
varlığından hakikatlerin toplamının varlığına çıkmıştır. İnsanda durum
dağınıklıktan toplanmaya doğru başkalaşma şeklinde gerçekleşmişken âlemde yokluktan
varlığa doğru başkalaşma şeklinde gerçekleşmiştir. İnsan ile âlem arasındaki
fark, varlık ile yokluk arasındaki farka benzer ve bu nedenle âlemde hiçbir şey
insanın benzeri değildir.
Varlığın özüyüm çünkü ben Varlıktan
meydana geldim
İşin bende bir hükmü yok Yokluk
bende hüküm vermez
Kitapta bir mislim yok
Daha fazlanın hazzı benimle tadılır
Bu nedenle secde tahsis edildi bana
Ben secde için yaratıldım
Emir benim için her varlığı secde
ettirdi Secde emrini verenden başka
Donuk (cemad) olan çözüldüğünde, suretler
başkalaşır ve bu durumda isim değiştiği için hüküm de değişir. Akışkan olan
donuklaştığında ise suretler başkalaşır ve isim değişir, buna bağlı olarak
hüküm de değişir. Şeriadar ise suretlerin, hallerin ve isimlerin kendiliğinde
bulundukları duruma göre hitabı ulaştırmak üzere nazil olmuştur. Herhangi bir
varlığa kendinden hitap olmadığı gibi hakikatinden kaynaklanacak şekilde ona
yönelik hüküm de yoktur. Bir varlığın kendi halindeki hükmü, mubahlıktır.
Vacip, mendup, haram ve mekruh gibi fiiller onun varlığına yabancı ilhamlardan
kaynaklanır ki bu ilhamlar kendisine gelen temiz-meleki ruhlar ile temiz
olmayan şeytani ruhlardan gelir. Bu durumda insan üç hüküm arasında gider
gelir: Birincisi kendinden kaynaklanan zati hükmüdür. Diğer iki hüküm ise ona
bitişmiştir. Kitabın takdirine ve hitabın hükmüne göre, varlık bu hükümleri
kabul eder veya reddeder. Bu bağlamda bir kısmı bedbaht iken bir kısmı mududur.
Nitekim onun dostlarının bir kısmı Hakka yakın iken bir kısmı kovulmuş dosttur.
İnsan kime icabet eder ve karşılık verirse, ona göre kalır. Hata ile doğruyu
açıklamak Allah Teâlâ’ya kalmıştır. İşin sonu ise en iyi sonucun Allah Teâlâ
katında olmasıdır. Allah Teâlâ kendisine ulaşan şeye kesinlikle bir kötülük
bitiştirmez. Birinci anlayışa göre bu bağlamda tehdit amacıyla gelen şey ‘Zulmedenler
kimin döneceğini göreceklerdir’336 ayetinde belirtilen
durumdur. Böylelikle insanlar, bağışlanan kimseler için cezalandırma olmazdan
ve cezalandırılanlar cezalandırmanın ardından Allah Teâlâ’nın kereminden hesap
etmedikleri şeyleri öğreneceklerdir. Binaenaleyh Allah Teâlâ’nın rahmeti
geniş, nimederi bol ve kapsayıcıdır. Alemdekilerin nefisleri ise o nimederi
arzular, çünkü Allah Teâlâ bir sınırlama ve daraltma olmadan kerim ve
cömerttir. Bu nedenle bütün âlem, kıyamet günü hallaç pamuğu gibi
toplanacaktır, çünkü rahmet her mekâna yayılmıştır. Her varlık farklı hallerde
ve suretlerde bulunduğu için, herkes rahmeti elde etmek üzere dağılacaktır. Bu
sayede Allah Teâlâ’dan kendisini bedbahdığa götüren sureti ortadan kaldıracak
rahmeti talep eder. Kıyamet gününde âlemdekilerin dağılmasının ve (rahmeti
aramak üzere) yayılmasının nedeni budur. Yalçın dağlar da o gün atılmış pamuk
gibi olacaklardır. Bunun nedeni kendilerindeki sertliğin yerini yumuşaklığa
bırakmış olmasıdır. Söz konusu yumuşaklık kullara rahmeti ulaştırır. Bu
söylediğimizi ancak müşahede ehli bilebilir. Onlar varlığın hakikatleriyle
tahakkuk eden kimselerdir. Kendi ağırlığıyla birlikte kalanlar da olacaktır,
zaten Allah Teâlâ sakaleyn’i, yani insan ve cinleri ‘ağırlık’ demek olan bu
adla bulundukları he;r yerde başkalarından ayırt edilmeleri için
isimlendirmiştir. Onlar her nerede bulunurlarsa bulunsunlar başkalarından
ayırt edilirler. Dolayısıyla her iki sınıfın ruhları, dünyada, ahirette ve
berzahta doğal cisimleri ve bedenleri yönetmeyi sürdürür. Bu iki sınıfın
yaratılışları itibarıyla kendilerine yerleştikleri menzilleri de böyledir.
Onların bütün nimetleri doğalarına benzeyen nimetlerdir.
Soyutlanmayı (tecrit) kabul edenlere
gelirsek, onlar, doğru fikre sahip kimselerdir. Çünkü nefs-i natıka gerçekte
cisimlerde ve doğal bedenlerde soyut olarak bulunur ve bedenlerdeki yegâne işi
tedbirdir (yönetme). Bu görüşü kabul edenler nefislerin bu tedbirinin sürekli
ve ebedi olduğunu anlamamışlardır. Bununla birlikte bizim söylediğimizi
kastetmişlerse, bu yönden haklıdırlar. Fakat nefs-i natık’ın tedbirden de
soyutlanacağını ileri sürmüşlerse, hatalıdırlar. Bize göre nefs-i natıka
tedbire bitişik fakat zat, tanım ve bireysel hakikatlerinin gereğiyle ayrıktır:
Dolayısıyla ne bitişiktir ne ayrıktır. Tedbir tıpkı güneş ve (ışık) gibi
onların zati özelliğidir. Işınlarının vurduğu şeyler üzerinde güneşin tedbiri
kendinden kaynaklanan bir özelliktir. Şu var ki güneş, ay, yıldızlar ve Allah
Teâlâ’nın âlemin maslahatlarını kendilerine bağladığı sebeplerin çoğunun bu
hususta bilgileri yoktur. Natık nefisler ise tedbirleri zati olsa bileneyi
tedbir ettiklerini ve yönettiklerini bilirler. O nefislerin arasından keşif
sahibi olan erdemli nefisler ise yönettikleri şeylerin parçaları hakkında da
bilgi sahibidir. Erdemli olmayan nefisler ise yönettikleri şeylerin parçalarını
bilmez. Bazen bilirler fakat bildiklerini bilmezler. İşte yönetici ve tedbir
edici her nefis böyledir.
Alemi tedbir eden ise âlemin
parçalarını ve tikellerini en iyi bilendir. O ise belli bir parçayı ve tümeli
bilen Allah Teâlâ’dır. Bununla birlikte Allah Teâlâ âlemi sadece kendisine ait
olabilecek şekilde zati gereği yönetir.
Öyleyse muüu nefisler -ki onların
binekleri hayvani nefislerdirkıyamet günü o yerin sağlamış olduğu en hoş ve
tadı hayat içindedirler. Nitekim onlar bedbaht olduklarında en çetin acılar
çekerek hapiste bulunurlar ve dar bir yerde hapsedilirler. Nitekim Allah Teâlâ
şöyle buyurur: ‘Oradan alındıklarında...’
yani cehennemden ‘dar bir yere atıldıklarında,
oracıkta yok oluvermeyi isterler.’337 Bu
haller hayvani nefislere aittir. Natık nefisler ise bineklerinin hallerinin
farklılığı hakkındaki bilgilerine göre haz alır, çünkü onlar bu hususta
sürekli bilgi artışı içindedirler ve bu artış onlara uygun ilahi bir artıştır.
Dünya hayatında şöyle bir tecrübî
bilgiye ulaşabilirsin: Hayvani nefis ve natık nefis sahibi iki şahsı düşün! Her
birisine acı veren bir sebep iliştiğinde, birisi acı o sebepten acı duyarken
öteki nimet bulur. Bunun nedeni onlardan birisine -her ne kadar nefs-i natıkası
olsa bilehayvani nefsin hakim olmasıdır. Hayvani nefsin başlan gelmesiyle de
onun nefs-i natıkası düşünme gücünü ve teorik gücünü kullanamayacak şekilde
işlevsizleşir ve etkisiz kalır. Diğerinin nefs-i natıkası ise teorik gücünü,
fikir ve gözlem aracını kullanabilecek durumdadır. Acı veren durum onun
hayvani nefsinde nasıl bulunup kendisini ilk kişinin durumuna taşıyabilsin ki?
Acı veren sebep onun nefsinde silinir, ardından hayvani nefs de kendisine tabi
olur ve acı veren sebep varlığını sürdürse bile acı kaybolur. Her iki şahıs
daha önce söylediğimiz gibi natık nefs sahibidir ve her ikisi için de acı
verici sebep ortadadır. Acı şahıslardan birisinde kalkarken öteki hakkında
ortadan kalkmamıştır.
Çünkü hayvan(-ı nefs) natık nefsin
nuruyla aydınlanır. Natık nefs Hakkın yönüne yöneldiğinde, nuru da kendisini
takip eder. Nitekim güneşin ışığı batışı ve doğumu esnasında güneşi takip eder.
Hayvani nefs ise daha önce kendisini görmediği için elde ettiği müşahede nedeniyle
haz alır. Öyleyse elem veya haz hayvani nefse aittir. Fakat daha önce
söylediğimiz olursa, bu durumdaki haz bilgi hazzıdır. Doğaya ve mizaca
yatkınlıktan veya gayeye ulaşmaktan meydana gelen haz ise duyusal hazdır.
Nefs-i natıka soyut bilgidir ve elem veya hazzı taşımaz. Gerçeği olduğu hal
üzere bilmeyen insan, bu konuda gerçeği karıştırır ve yanılır ve natık nefsin
bilgiler nedeniyle haz alabileceğini zanneder. Bunu ilahi mertebe hakkında da
söylemiş ve Allah Teâlâ’nın kendi kemalinden haz aldığını ileri sürmüşlerdir.
Bak, kardeşim! Böyle insanlar işlerin
hakikatlerini bilmekten ne kadar uzaktır. Şâri ne güzel söylemiş: ‘Kendini
bilen rabbini bilir.’ İnsan rabbine ancak kendisine nispet ettiği şeyleri
nispet eder. Hâlbuki Allah Teâlâ, hakkında herhangi bir Hakk göre veya mahalle
göre hüküm verilemeyecek kadar mütealdir. İş başında da sonunda da Allah
Teâlâ’ya aittir. Allah Teâlâ bizi ve sizi afederden korusun, en yüce derecelere
ve en uzak ufuklara ulaştırsın!
ON BEŞİNCİ VASIL
Cömertlik Hâzinelerinden: Doğal cisimlerin
taşıdıkları nurlar
Doğal cisimlerin
varlıkları taşıdıkları nürlar vasıtasıyla aydınlanır. Bununla birlikte
cisimler gözlerimize karanlık olarak görünebilirler. Bu tezada misal olarak kan
ile işkembenin arasından saf ve durı,ı ve içenlere haz verecek şekilde ortaya
çıkan sütün halini verebiliriz. O sütü develerin ve ineklerin memeleri
damarları onlar için saklar. Arıların karnından insanlar için şifa olan farklı
renklerdeki bir içecek çıkar. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah
Teâlâ göklerin ve yerin' nurudur.’338
Nur olmasaydı mümkünler dışta ortaya çıkmazdı. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem bir duasında şöyle der: ‘Allah Teâlâ’m! Benim kulağımı, gözümü nur yap,
saçımda nur yarat.’ En sonunda şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ’m beni nur yap!’
Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem nurdu, sadece gözlere gözükecek
şekilde bunu görmek istemişti. Çünkü manevi nur, gizlidir ve gözler tarafından
algılanmaz. Başka bir ifadeyle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem iman ve
akılla idrak ettiği şeyi duyuyla da idrak etmek istemiştir ki böyle bir şey
ancak mücahede sahipleri tarafından görülür.
Ateş taşlarında gizli
Çakmak göstermeden ortaya çıkmaz
Biz ortada bir ateş olduğunu biliriz.
Fakat taştayken veya çakmak taşındayken yakma özelliğini bilmeyiz. Meseleyi
teorik yolla araştıran veya basirede bakan veya müşahede edenler için bütün
varlıklar böyledir. Bunu dikkate almalısın! Öyleyse Hakk nur olması bakımından yaratıklarda
gizlenmiştir. Yaratıkların ‘fikir çakmağı’ kendisini çaktığında, O’nun nuru
ortaya çıkar. ‘Kendini bilen rabbini bilir.’ Bir insan kadehi ve çakmağı
biliyorsa, ateş onun nezdindedir ve öyle bir insan Rabbinden bir nura sahiptir;
ne zaman isterse onu izhar eder. Bu durumda O Zahirdir. Ne zaman dilerse
kendisini gizler; bu durumda ise Batındır. Batın olduğunda ‘O’nun benzeri
yoktur:339
Zuhur ettiğinde ise ‘O gören ve duyandır.’ Öyleyse kadeh kendi yanındaki bir
ışığı getirmiş değildir. Hakk ister varlık ve ister yoklukta, her nerede
olursak olalım bizimle beraberdir. Biz Hakkın bizimle birlikte olması nedeniyle
zuhur ettik.
O halde biz, farkında değil iken, bir nur
sahibiyiz.
Allah Teâlâ’nındır Allah Teâlâ’nın
olan bizim varlığımız Oluşundur oluşun olan, O’nun zatının nurundan
Biz çoğuz el-Müheymin bir İsim ve sıfatlarında bir olmuştur O
‘Biz çoğuz, bir olan O'dur’, çünkü
çakmaklar çoktur fakat bütün çakmaklardan ortaya çıkan ateş birdir. Çakmağın
ateşten veya ağaçtan olması durumu değiştirmez. Bu nedenle Allah Teâlâ hakkında
ileri sürülen görüşler birbirinden farklılaşmıştır. Hâlbuki hepsindelçi maksat
tektir. Öyleyse her talibe gözüken şey sadece Allah Teâlâ’dır, başkası
değildir! Her şey O’ndan çıkmış ve tekrar O’na döner. Çakmakta ateş bulmak isteyen
kimse ‘çakan (zedeleyen, vuran)’ diye isimlendirmiştir, çünkü zatını bilmek
üzere Hakkı yaratıklardan öğrenmeyi istemek sahih bilgiye zarardır. Bu yönden Allah
Teâlâ hakkında bilinecek olan sadece mertebedir ve bu bilgi Hakkın bilhassa bir
ilah olmasından ibarettir. Zatını bilmek istemek, müşahede delmektir ve Hakkı
müşahede O’nun tecellisinden meydana gelir. Bu durum bulunduğu duruma
‘zedeler.’ Çünkü sen O’nu sınırlı bir halde görebilirsin: Aklın O’nu fikriyle
sınırlar ve Hakk da kendisini sınırlamış olduğun surette sana tecelli eder. Bu
ise kendinde bulunduğu duruma ‘zarar verir.’ Sen kendinde aklî bir nura sahip
solmasaydın, O’nu bilemeyecektin. Göz nuruna sahip olmasaydın, göremeyecektin.
Öyleyse sen Hakkı nur ile müşahede edebilirsin. O’ndan başka da nur yok!
Öyleyse sen Hakkı Hakk ile gördün ve bildin. Binaenaleyh Hakk akla göre
göklerin nuru iken göz için yerin nurudur.
Allah Teâlâ nurunun özelliğini ancak
lambadan ibaret olan bir nura vermiştir. Lamba semavi değil yeryüzüne ait bir
nurdur. Böylelikle Allah Teâlâ kendi nurunu lambaya benzetmiştir. Bizim O’nu
görmemiz güneşi ve ayı görmemiz gibidir. Başka bir ifadeyle Hakk lamba gibi
olsa bile görülme ve idrak edilmede lamba ışığı gibi değildir. Hakk kendi
nefsiyle benim arzımdır, çünkü Hakk bize tenezzül etmemiş olsaydı, O’nu
bilemezdik. Görmek yönünden ise semavidir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in Allah Teâlâ hakkmdaki bilgisinin ne kadar hikmedi olduğuna bakınız!
Bu bilgi nerede, aklın bilgisi nerede! Bu nedenle Allah Teâlâ şöyle buyurur:
‘O’nu gözler idrak edemez, O gözleri idrak
eder.’340
Çünkü Hakk nurdur ve nur bir nur vasıtasıyla idrak edilir. Dolayısıyla Hakk
kendisiyle idrak edilir. ‘O gözleri idrak eder.’ Çünkü O nurdur. ‘O latiftir.’ Hakk
latiftir ve zuhur ederken gizlenir. Bu nedenle kendisini bildiği ve gördüğü
gibi bilinmez ve görülmez. ‘Habir’dir.’ Haber, zevk yoluyla bilgi demektir.
Hâlbuki Allah Teâlâ nurlar O’nu idrak edemez dememiştir.
Nur olmasaydı gözler görmezdi
Akıl olmasaydı hiç bir varlık
bilmezdi
Öyleyse ilahi ve kevni nur
vasıtasıyla varlıklar zuhur etmiştir. Bununla birlikte onlar yokluk halinde
sürekli Hakka gözükürlerken var olduklarında bize görünürler. Biz onları yokluk
halinde akılla idrak ederken dışta var olduklarında duyuyla idrak ederiz. Hakk
ise her iki durumda onları ‘görerek’ idrak eder. Mümkün yokluk halinde bir nura
sahip olmasaydı, varlığı kabul edemez ve imkânsızdan tefrik edilemezdi.
Öyleyse Hakk mümkünü imkân nuru ile görmüşken varlığının nuruyla da yaratıklar
kendisini görmüştür. Hakk ile halk arasındaki fark, iki görme arasındaki
fraktan bellidir. Hakk nur içinde nur iken yaratıklar yokluktaki karanlık
içindeki nur; dışta var olduklarında ise nur üstüne nur olurlar. Çünkü
yaratılmış Rabbine delilin ta kendisidir.
Bu bölüm daha fazla açıklamayı
kaldırmaz, çünkü Hakkın bir benzeri olmadığı için bu bölümde gizli bir tuzak
vardır. Hakkın misal vermenin dışında bilinmesi veya görülmesi mümkün değildir.
Bu nedenle Allah Teâlâ bize şöyle misal vermiştir: ‘O’nun nurunun misali
içinde lamba bulunan bir kandilliktir. Lamba fanus içindedir. Sanki o yıldız
gibidir. Mübarek bir ağaçtan tutuşur. Doğulu ve
batılı olmayan bir ağaç...’341 Sonra
şöyle buyurmuştur: ‘Nur üstüne nurdur. Allah Teâlâ dilediğini
nuruna ulaştırır. ’342 Yani bu iki nurdan
kendi nuruna ulaştırır. Doğruya ulaşan kimse, hakkında misal verilen ile misali
ayırt eder. ‘Allah Teâlâ misaller verir.’343
Allah Teâlâ bu misali kendi nurunu anlatmak üzere vermiştir. Misal verirken
gerçekleşmesi mümkün olmayan bir şey de misal olarak verilebilir. İmkânsız
olan var sayımla var olmayacağı gibi yaratılmış bir şey de var sayım nedeniyle Hakk
olmaz. Hâlbuki var sayım yoluyla mevcut olan dışta var olmayabilir. Hakkında
misal verilen ve teşbih yapılan o misalin kendisi olsaydı, misal bir yönden
verilebilirdi. Dolayısıyla burada yapılan benzetme var sayım yoluyla mevcut
olabilir.
Verilen misalden şunu anladık: Biz Allah
Teâlâ’ya bir yandan uzakken aynı zamanda O’na çok yakınız ve bu nedenle misal
bizim için verilebildi ve bu sayede yakınlık ile uzaklığı birleştirdik. Allah
Teâlâ da bizim için kendisini el-Karib ve el-Baid, Uzak ve Yakın diye
isimlendirdi. Bununla birlikte ‘O’nun benzeri
bir şey yoktur.’344
Hâlbuki Allah Teâlâ bize şah damarından yakındır. ‘O duyan ve görendir.’
Öyleyse Allah Teâlâ misal verilirken yakın suret itibarıyla uzaktır. Çünkü bir
şeyi var saymak, o şeyin kendisi gibi olmayacağı gibi aynı zamanda onun benzeri
de olmaz.
Bu bölümde hacıların Arafat’tan cem’e
ve oradan Mina’ya gidişi öğrenilir. Arafat’tan hacılar geceleyin ayrılırken
Cem’den ayrılma oruçlunun gündüz vakti ayrılır; dilersen tamlamaya yapmadan
gündüz dersin. Hac bütün bunları kendinde toplayarak gündüz ve gece demek olan zamansal günün bütün kısımlarını kabul eder. Aynı
zamanda onda akılların nurunun talep edilene ulaşmasını zorlaştıran şeyler
bulunur. Bu, maduba aşırı yatkınlıktan kaynaklanan latif bir perdedir. Çünkü
özlemin en güçlü hali, sevilenin yerinin görülme vaktidir. Şair şöyle der:
Şevk en çok ne zaman artar:
Yolcu vatana yaklaştığında
Öyleyse en garip
işlerden birisi Hakkın insan vasıtasıyla gizlenmesi ve artık görülmeyişidir.
Bilinmek için de insan vasıtasıyla zuhur eder ve böylece bilinir. Bu sayede
insan perde olma halini ve zuhuru kendinde toplar: İnsan izhar eden-gizleyen,
keskin-kör kılıçtır. Hakk bu durumu ondan görür, çünkü bu özellikte onu
yaratmıştır. İnsan da kendinden bunu görür, çünkü' kendinden habersiz kalmaz.
Aynı zamanda insan kendisine ulaşılamayacağını bildiği şeye ulaşmak isteyendir.
Öyleyse insan, kendisinden gerçekleşmesini irade etmediği bir fiili bir kimseye
emrederken Hakk gibidir. Bu durumda Hakk, Müriddir ve değildir. Öyleyse Hakk
bizim gözlerimizin sedefi olmasaydı, biz O’nu bilmenin sedefi olmazdık. Sedefte
inci oluşur. Öyleyse inci ve sedef varlıkta oluşurlar ve varlık O’ndan başkası
değildir. Fakat bu durum bize gizli kalmıştır. Bu gizlenme bir koruma
gizlenmesidir. Sonra bizi izhar etmiş ve bize bizimle tanınmıştır. Allah Teâlâ
bizi kendisini tanımak üzere bize yönlendirmiştir. Biz kendimizi tanıyınca,
kendisini bilmeye perde olduk. Öyleyse iş inciyi örten sedefin dışına çıkmamış
olsa bile zaman zaman çıkar:
0
bir filiz biz ise pas
Cömertlik olmasaydı varlığımız yoktu
Kim nida ederse sanki o olur
Bu oluş sebepsiz olmadı ondan
Oluş sözünden meydana gelir
1
sözü boş yere değil
Biz O’ndan olduk ve O’nunla ortaya
çıktı Dışta ortaya çıkan her şey
Geceleyin O bir nida Biz ise gündüz
O’ndanız
Söylediğimin aksini dersen bil ki:
O gecedir biz nida’yız
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
CÖMERTLİK HÂZİNELERİNDEN ON ALTINCI
VASIL
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ âlemdeki
her şeyi canlı ve konuşan olarak yaratmıştır. Ulvi ve
süfli âlemde yaratılan şey ister donuk ister bitki ister hayvan olsun canlı ve
konuşandır. Bunun doğruluk ölçütü şu ayet-i kerimedir: ‘Her şey
O’nun hamdini tespih eder, fakat siz onların tespihlerini anlayamazsınız Allah
Teâlâ halimdir.’345
Yani sizi cezalandırmak için acele etmez. ‘Bağışlayandır.’ Yani varlıkların
tespihlerini sizden gizlemiştir. Öyleyse doğa âleminde beslenen ve hisseden her
cisim, canlıdır ve gizli veya açık bir şekilde konuşandır. Başka bir ifadeyle
‘natık’ olmanın tanımının herhangi bir alt bölümüne göre ‘natıktır.’ Bu
bağlamda belirli bir tanımlananda eksik kalan şey, bazı insanlar için o şeyden
gizli kalan şeydir. Ondan gözüken kısım ise açık olandır. Bu nedenle
donuklarda, bitkilerde, hayvanda ve insanda tanımlar farklılaşmıştır. Keşif
ehline göre hepsi canlı ve konuşandır: Her şey Allah Teâlâ’nın hamdini tespih
eder.
İşin gerçeği böyle olunca, Hakkın
bütün varlıklara hitabı mümkün olmuş, hatta fiilen böyle gerçekleşmiş, Allah
Teâlâ gök, yer, dağ gibi bütün varlıklara vahyetmiş, onları -kendilerine emir
verdiğindeitaat veya emaneti sunduğunda geri durmak özelliğiyle nitelemiştir.
Her şey O’na secde ettirmiştir, çünkü Allah Teâlâ her şeye tecelli etmiştir ve
her şeye o şeyin anlayacağı şekilde hitap etmiştir. Allah Teâlâ yere ve göğe
şöyle der: ‘İsteyerek veya istemeden geliniz.
Onlar isteyerek geldik dediler.'346 Allah
Teâlâ her göğe kendi emrini vahyettiği gibi her yere o yerin emrini
vahyetmiştir. ‘Rabbin arıya vahyettf,347
‘Sana vahyettik’ yani Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e hitap ederek
‘emrimizden bir ruh.’ Böylelikle Allah Teâlâ’nın vahyi herkese şamil olmuştur.
Fakat geride şu kalmıştır: İtaat edenlerle itaat etmeyenler kimdir? Duyan
duyandan nasıl üstün olur? En garip işlerden birisi duyanın sağırlık, görenin
körlük, konuşanın dilsizlikle nitelenmesidir. Böyle bir insan anlasa bile
düşünmez ve pişman olmaz.
İnkâr direnen
nefislerin özelliği
Tıpkı kendinde
gizlenmiş ateş ile yakıcı olması gibi
Haber almanın
varlığı ve zorlaması olmasaydı
Nefisler herhangi
bir vakit direnemezdi
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘O gün
dilleri ve elleri yaptıklarına karşılık aleyhlerine tanıklık eder.’348 Bu
nedenle aleyhlerine tanıklık eden derilerine şöyle derler: ‘Niçin
aleyhimize şahitlik ettiniz.’349
Deriler ise şöyle derler: ‘Bizi her şeyi konuşturan Allah Teâlâ
konuşturdu.’350 Bu
ifade geneldir ve deriler ‘konuşma/nutk’ özelliğini insanın ayırıcı özelliği
sayanlara göre hakikati daha iyi bilmiştir. Böyle yapanlar insanın dışındaki
varlıkları canlılık ve konuşma özelliğinden bütünüyle soyudarlar. Kim
müşahededen yoksun kalmışsa, pek çok bilgiyi de kaçırmış demektir. Sen
görmediğin bir şey hakkmda hüküm verme ve ‘Allah Teâlâ yarattığını en iyi
bilendir’ de!
İnsanın arzı bedenidir ve beden
yaptıkları hakkında onun aleyhine şahidik eder. Bakınız! O bilmediği bir şeyle
mi insanın aleyhine şahitlik eder? Allah Teâlâ katından gelen vahiyden başka
bir şeyle mi şahidik yapar? Biz de Allah Teâlâ’nın peygamberlerin ümmederiyle
yaşadığı hikâyelerle ilgili bildirdiği vahye göre önceki ümmetler hakkında
şahidik yaparız.
Biri görmediğiyle
şahitlik eder
Doğru haber gelince
ona
Hepsine kendi türünden vahyedilmiş , .
Öyleyse hepsi
natıktır
Bak! Varlıkta O’ndan başka yok
Halkın ve Yaratan’ın varlığı
Gerçek hakkındaki bilgi kaynağımız
sadık haber ile görmekle sınırlanınca, bütün âlemin ona keşfolunduğunu
anladık.
Ne örtü var ne perde Hepsi zahir ve
açık
Hakk kuşkusuz bilinir de Onun sırrı
içinde saklı
Allah Teâlâ bir şeye var olmayı
‘vahyeder’ ve o şey var olur. Ona dilediğini gösterir, o da görür. Öyleyse bir
varlığın sadık haberden hareketle şahidik etmesi, hiçbir kuşkunun bulunmadığı
görmek nedeniyle şahitlik etmesi gibidir. Misal olarak Huzeyme’nin şahitliğini
verebiliriz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem onun şahitliğini iki adamın
şahitliği saymış, tek başına yaptığı şahitliğe göre hüküm vermiştir. Böylece
vahiyle şahidik etmek, görerek şahidikten daha kâmildir. Çünkü Huzeyme’nin şahitliği
görmesinden kaynaklansaydı, şahitliği iki adamın şahidiğinin yerini alamazdı. Allah
Teâlâ bu sayede bizim hakkımızda şu ayeti muhafaza etmiştir: ‘Size
nefislerinizden bir resul gelmiştir. ’351
Surenin sonuna kadar bu ayet (tek sahabenin şahidiğiyle) sabit olmuştur. Çünkü
Kuran’ı toplayan kimse, bir ayeti iki veya daha fazla şahidin şahitliğiyle
kabul etmişken bunun tek istisnası bu ayettir: ‘Size
kendinizden bir resul gelmiştir.’352
Çünkü bu ayet sadece Huzeyme’nin şahitliğiyle sabit olmuştur.
VASIL VE TEMBİH
Zevk kaynaklı hadiselerden söz etmek
mümkündür, fakat onların tam olarak anlaşılması söz
konusu değildir. Fakat ‘zevk’ edilen bir şeyin verilmiş misali vardır ve ondan
bilhassa o misale uygun yön anlaşılır. Bir hakikate dair verilebilecek haber
ortak tecrübe alanıyla sınırlıdır ve bu bilgi terimleştirilebilir. Misal olarak
duyu sahiplerine duyuyla algılanan durumların bildirilmesini verebiliriz.
Böyle bir haberi duyusuyla algılayan insan haber verir ve bu algıya hangi
lafzın uygun düşeceğini bilir. Söz konusu lafız insanlar arasındaki ortak
kullanımla bulunmuş bir lafızdır. Kuran okunduğunda Allah Teâlâ’nın kelamım
duyduğumuzdan kuşku duymayız. Hz. Musa kendisiyle konuştuğunda Allah Teâlâ’nın
kelamım duymuştu. Bu duyma karşısında biz nerede, ‘onu doğrudan duyan’ Musa
nerede? Zevk kaynaklı haberler de böyle gerçekleşir! Çünkü Allah Teâlâ’nın
kelamını vasıtalar ortadan kalkarak bizzat O’ndan duyan ile O’ndan aktarılırken
kelamı duyanla eşit olmaz. Birinci kişi vasıtalıdır ve duyduğunu haber vermede
muhayyerdir: dilerse vasıtalı olarak haber verir, dilerse kelam sahibinden
aktarır. Nitekim Kuran’da da böyle gelmiştir. Allah Teâlâ kelamı kendisine
izafe ederken şöyle der: ‘Onu komşu
edin, ta ki, Allah Teâlâ’nın kelamını duysun.’353
Burada Allah Teâlâ kelamı kendisine izafe etmiştir. Allah Teâlâ bu kelamın
vasıtaya ve mütercime izafesi hakkında yeminle şöyle der: ‘Değerli
bir resulün getirdiği sözdür. O resul güçlü arşın sahibi Allah Teâlâ katında
çok itibarlıdır.’354
Başka bir ayette şöyle der: ‘O
kerim bir resülün sözüdür, şairin sözü değildir.’355
Bu hitabın içerdiği şeyi İlah’tan
anlardıysan, değerli bir bilgiyi öğrendin demektir. Aynı şekilde ‘Rablerinden
onlara hadis bir söz geldiğinde...’356
buyurur. Burada Allah Teâlâ hadisliği kelamına izafe etmiştir. Her kim kelamla
konuşulan şeyi ayırt ederse, bir tür marifete ulaşmış demektir. Rahman
vasıtaları kaldırmakla sözünü duyurmak ister, bunun gayesi, sözün güzelliğini
görünce dinleyende konuşanı görme özlemini yerleştirmektir. Dinleyici dinlediği
kelamın güzelliğini duyunca, sözü söyleyeni görmeyi arzular ve bu özlem
pekişir. Bilhassa Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Allah
Teâlâ güzeldir ve güzeli sever.’ Cemal ve güzellik, özü gereği sevilir. Hakk
kendisini güzellikle nitelemiş, nefisler kendisini görmeye özlem duymuştur.
Akıllara gelirsek, onlar bu hususta ya hayrette kalırlar ve bir hüküm
veremezler veya görmenin imkânsız olduğu hükmünü verirler. Böyle hüküm
vermelerinin nedeni, doğal olarak gözlerdeki sınırlama özelliğinin
bulunmasıdır. Zevkten yoksun oldukları için de sınırlanmanın gözlerin
görmesinde doğal ve zorunlu bir durum olduğunu zannederler. Müminler söz konusu
olunca ‘Gözler O’nu idrak edemez’357
ayeti nedeniyle bu hükmü daha da pekiştirebilir. Hâlbuki baş gözünün bir idraki
olduğu gibi kalp gözlerinin de idraki vardır ve her ikisi de hadistir. Kendisi
yaratılmış olan akılla idraki mümkün ise (kalpteki) gözle idraki de mümkün ve
sahihtir. Çünkü bir yaratılmışın diğeri üzerinde hadislik itibarıyla üstünlüğü
yoktur. İstidatların farklılığı dikkate alınırsa, her kabiliyet istidatlar
nedeniyle Hakkı kendi teorik/nazari gücüyle idrak ettiği söylenen istidat neyi
kabul ediyorsa onu kabul edebilir. Binaenaleyh böyle bir idrak ya bütünüyle
reddedilmeli veya bütün olarak mümkün sayılmalı veya Haktan bir bildirim ve
kuşkusuz nas gelene kadar veya insan kendinden bunu öğreninceye kadar bu
görmenin imkânsızlığı veya imkânı hakkında hüküm vermeden çekimser kalmak
gerekir.
Hakkın akılla idrak edilebileceği
fakat gözle idrak edilemeyeceğini zannetmek ciddiyetten uzak bir davranıştır.
Böyle bir insanın ne akıl ne göz ne de kendinde bulundukları hal üzere
hakikatler hakkında bilgisi vardır. Mutezile mezhebinden olanlar bu kısma
girer, çünkü onlar böyle düşünür. Adete bağlı durumlar ile doğal durumları
ayırt etmeyen kimseyle herhangi bir bilgi hakkında konuşmak uygun değildir.
Özellikle zevk bilgileri hakkında böyle birisiyle konuşmak doğru değildir. Allah
Teâlâ kelamını (vasıtaları ortadan kaldırmak yoluyla duyurmakla) kullarını
görmeye boş yere teşvik etmemiştir. Hz. Musa Allah Teâlâ onunla konuştuğunda,
kendisini görmeye sevkedecek bir şeyi anlamamış olsaydı, böyle bir talepte
bulunmazdı. Çünkü vasıtaların kalkmasıyla Allah Teâlâ’nın kelamını doğrudan
duymak, O’ndan anlamanın ta kendisidir. Dolayısıyla bu esnada tevile veya
düşünmeye gerek yoktur. Buna karşılık Allah Teâlâ’nın peygamber ve kitap gibi
bir vasıtayla konuştuğu kimseyse, tevile ihtiyaç duyar. Bu makamda duymak
anlamanın kendisi olunca, Hz. Musa kendisine uyup bu yüce menzilin sahibi
olmayanlara Allah Teâlâ’yı görmenin imkânsız olmadığını öğretmek amacıyla O’nu
görmek istemiştir. Allah Teâlâ peygamberlik görevini verip konuşmak üzere
seçmesiyle Hz. Musa’yı insanlardan üstün yaptığına şahitlik etmiştir. Allah
Teâlâ ona şöyle der: ‘Sana verdiğimizi al ve
şükredenlerden o!.’358 Başka bir ayette
şöyle der: ‘Şükrederseniz artırırız:359
Hiç kuşkusuz Hz. Musa seçilme,
kendisiyle konuşulma nimetine karşılık olarak -Aliah’ın emretmesi
nedeniylezorunlu bir şekilde şükretmiş, Allah Teâlâ da nimetlerine
şükretmesine ilave olarak kendisine fazladan ‘görmek nimetini’ ihsan etmiştir.
Acaba Allah Teâlâ Hz. Musa’nın talebine karşılık şarta bağladığı ve ayette
belirtildiği üzere uyguladığı görme nimetini ona vermiş midir? Yoksa Hz. Musa
O’nu görmemiş midir? Ayet farklı şekillerde yorumlanabilir. Allah Teâlâ şimdiki
zamanda görmeyi olumsuzlamış, sadece ‘cek’ ekiyle gelecek zamanı
olumsuzlamıştır. Allah Teâlâ dağa tecelli etmiştir. Dağ hadis bir şeydir ve
Hakkın tecellisi karşısında parçalanmıştır. Buradan dağın Rabbi gördüğü
bilgisini elde ettik ve bu görmek, onun parçalanmasını zorunlu kılmıştır. Öyleyse
bir yaratılmış Hakkı görmüştür. Böyleyken parçalanma esnasında Hz. Musa’nın
Hakkı görmesine mani var mıdır? Olumsuzlama gelecek zamanda gerçekleşmiştir ki
akıllı insan için o vakitte görmenin de engeli yoktur. Hz. Musa için bayılma
dağın parçalanmasının karşılığıydı.
Sonra bilmelisin ki, Hakkı bilgi
yönünden idrak eden, ilahi bilgi hakkında herhangi bir meseleyi kaçırmaz. Hakkı
gözüyle gören, âlemdeki her türü görür. Kendisini bir maddede olmadan
gördüğünde ise âlemdeki hiçbir türü kaçırmaz. O’nu nefsine ait olumlu özellikle
bilirse bu bilgi bir tenzih bilgisidir ve bu bilgi kendisine bu makamı kazandırmaz.
Hakkı görmenin Allah Teâlâ hakkındaki
nazari bilgide bir artış ve açıklık demek olduğunu ileri sürenler de vardır.
Böyle bir görüş, orada bulunanlardan birisi gerçeği anlamayacağı için bunu
söylememişse, keşif ve tecelli yolundan Allah Teâlâ hakkında bilgisi olmayan
kimselerin görüşüdür.
>
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
CÖMERTLİK HÂZİNELERİNDEN ON YEDİNCİ
VASIL
Var Olmayanın
Fenası ve Ezeli Olanın Bekası
Büyüklerden
birisi bu hâzinenin var olmayanın fenası ile ezeli olanın
bekasını içerdiğini söylemiştir. Bu mesele, keşfi tam yerleşmemiş ve müşahedesi
kesinleşmemiş bir insanın yanılacağı bir meseledir. Şöyle ki: İnsanların bir
kısmına madubu hakkında bir şimşek parıldar ve halinin gereğini yapmak ve onu
tamamlamak yerine bununla yetinerek bu makam hakkında görmüş olduğu şeyle hüküm
verir. Bu hükmü ise (müşahede eksik kaldığı için) ya kendi zannına göre verir
veya halinin gereğini yerine getirdiğini zannederek kesin bir inançla verir. Bu
nitelikte olan adamlar gördüm. Böyle bir hal, bu hususta berzah ilmi hakkında
tanınan Sehl b. Abdullah Tüsteri’ye arız ölmüştü. Bir parıltı kendisine
ilişmiş, bilgi bakımından insanların berzahta bulundukları durumu kavramış,
fakat şunu görmek üzere beklememiştir: Acaba gördüğü hususta ehlinde farklı
hallerde bir değişme meydana gelecek mi? Yoksa onlar bir halde sürekli
kalacaklar mıdır? Sehl insanların kendisinin gördüğü üzerebir halde kalacakları
hükmünü vermiştir. Bu durumda onun görüşü sahih ve sadık iken Berzah âleminde
insanların -gördüğü şekildekıyamete kadar bir halde kalacakları hakkındaki
hükmü yanlıştır.
Benim de bu vasıftaki insanlardan
gördüklerim vardır. Onların hızla geri geri döndüklerini ve kendinden
alındıklarında da sabit kalmadıklarını gördüm. Onlardan birisine sordum: ‘Seni
böyle süratle döndüren nedir?’ Bana şöyle dedi: ‘Kendisini görünce varlığımın
yok olmasından korkarım.’ Yani nefsi hakkında korkuyordu. Hali böyle olan bir
insanın bir şeyin hakikatine ulaşmada ayağı sabit olmayacağı gibi onda
derinleşenlerden de olmaz. Öyleyse gördükleriyle sınırlı kalsalardı ve hüküm
vermeselerdi, onlar adına daha iyi olurdu. Yabancı bir insan böyle bir sözü
doğru sözlü bu insandan duyup sonra Berzahta bir halde kalmanın mümkün
olmayacağını işittiğinde, sûfiler arasında böyle hususlarda görüş ayrılığı bulunduğunu
zanneder. Hâlbuki bu bir görüş ayrılığı değildir, çünkü derinleşen insan
müşahede ettiği şeyi söyler ve onun bilgiden ulaştığı yer burasıdır.
Derinleşmemiş olan ise yine gördüğünü söyler, fakat buna bir de ulaştığı halin
sabit olduğu hükmünü ekler. Biraz daha kalmış olsaydı, Berzah’ta dünyada olduğu
gibi değişmeyi görecekti, çünkü Allah Teâlâ ‘her gün bir iştedir.’ Gün bir
şe’ndeki birim zamandır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Göklerde
ve yerdeki herkes O’ndan ister. O her gün bir şe’ndedir.’360
Yaratma, dünyada, ahirette veya berzahta olsun, yenidir ve bir varlığın iki
nefes bile bir halde kalması mümkün değildir. Bunun nedeni âlemin sürekli Allah
Teâlâ’ya muhtaç olması için ilahi genişliktir. O halde âlemde her an başkalaşmanın
olması zorunludur. Allah Teâlâ, âlemi her nefes yaratandır ve bu nedenle her
nefes varlıkların halleri yenilenir. A’yan’ın hükmü kendi hakikatlerine göre
şunu verir: Bir hakikat olduğunda, bu hallere göre meydana gelir.
Arkadaşlarımızın bir kısmı
mümkünlerin hakikatlerinin hallerini koruyanın varlığın kendisi olduğunu ileri
sürmüştür. Mümkünlerin ise kesinlikle varlıkları yoktur, onlar sabittir. Hüküm
hakiki varlık demek olan zahiri varlığındır. Bir kısmı a’yanın varlıkla
nitelenmiş olduğunu ve o varlığı Hakk’tan kazandıklarını söylemiştir. Çünkü
onlar, çok olsalar bile cevher bakımından birdirler. Hakk her nefes halleri
onlara giydirir, çünkü hallerin ancak onlarda varlığı olabilir ve Hakk her
zaman biriminde onlarda halleri yeniler. Birinci görüşe göre ‘var olmayan fani
olsun diye’ ifadesi anlaşılır. Bu durumda gerçekte olmayan şeyin varlıkta izi
kalmaz ve ondan nitelikler çekip alınır. Bu, tenzih halidir. Ezeli olarak var
olan ise bulunduğu hal üzere kalıcıdır. O, âlemlerden müstağnidir, çünkü âlem
mümkünlerden başkası değildir. Allah Teâlâ ise onların kendisine delil olmasına
muhtaç değildir, çünkü daha önce belirttiğimiz üzere böyle htr durumda Allah
Teâlâ’ya delil arayacak kimse yoktur. Mümkünler sabit hakikatlerinde Hakk
tarafından görülürler. Hakk da sabit -yoksa mevcut değilgözleriyle mümkünlerin
sabit hakikatlerine görünür. Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ mümkün hakikatleri
sabit hallerinde görürken onlar Hakkı var olarak görür.
Diğer görüş ise mümkünlerin hakikatlerinin
var olduğu, ilahi isimlerin onlarda eserlerinin bulunduğu ve baki kalmaları
için Hakkın o isimler vasıtasıyla kendilerine yardım ettiğini söyler. Söz
konusu eserler ve müşahede sahibinden onları kabul eden hakikatler ‘hal’ itibarıyla
fani olurken gerçekte bulundukları hal üzere kalırlar; bu görüşü söyleyende
fani olduğu gibi fani olmazlar. Bu fena halinin ardından böyle bir insan Allah
Teâlâ’dan başkasını müşahede etmez. Bütün varlıklar Hakkın varlığında içkindir
ve bu makam sahibine görünmezler. Bu durumda varlıklar güneş karşısında
yıldızlar gibidir. En büyük ışık kaynağı olan güneşin doğmasıyla yıldızlar
gizlenir ve onların varlıktan ‘fani’ oldukları söylenir. Hâlbuki onlar gerçekte
yok olmamıştır. Aksine onlar' kendi imkân hallerinde kalıcıdır ve bulundukları
feleklerde yüzmeyi sürdürürler. Sûfilerin her iki görüşü de dile getirdikleri
bilinir.
Bu makamdakilerin bir kısmı Hakk
karşısında yaratıkların durumunu aya yansıyan ışınlarına bakarak güneş
karşısında ayın durumuna benzetmiştir. Zatı bakımından ayın ışığı olmadığı gibi
güneş veya onun ışığı da ayda bulunmaz. Fakat göz durumu böyle algılar. Öyleyse
aydaki ışık güneşten başka olmadığı gibi mümkünlere ait varlık da Hakkın
varlığından başka değildir. Bu yönüyle mümkünlerin varlığı aynadaki surete
benzer. Güneş ayda olmadığı gibi güneş ışığının gizlenmiş olduğu geceleyin
aydan yayılan ışık da güneşin ışığından başka bir şey değildir. Fakat ışık aya
izafe edilir. Nitekim Allah Teâlâ’nın kelamı da ‘O
kerim bir elçinin sözüdür’361
ayetinde peygambere/elçiye izafe edilir. Kendisini okurken Peygamber’in sözünün
Allah Teâlâ’nın kelamı olduğu söylenmiştir. Bütün Kuran okuyucularının sözleri
Allah Teâlâ’nın kelamıdır. Her görüşün bir doğruluk yönü vardır ve keşif de
zikrettiğimiz bu hususlardadır. O halde Allah Teâlâ ehlinin görüş ayrılığı
(gerçekte) bir ittifaktır, çünkü onlar hep aynı yaydan ok atarlar. Öyleyse işin
bütünü bir hakikatin yok olmasıyla halin fani olması arasında gider gelir. Allah
Teâlâ ehlinden başka iki zıddı birleştirebilecek kimse âlemde yoktur, çünkü
onların hakka’l-yakîn olarak idrak ettikleri Hakk iki zıddı kendinde topladığı
gibi arifler de O’nu bilmişlerdir. Binaenaleyh O, ‘ilktir,
sondur, zahirdir ve batındır.’362 Hakk
iki farklı nispet yönünden değil bir yönden ve bir hakikatten böyle nitelenir.
Onlar makulün alanını ayırt etmişler, bu nedenle akıllar kendilerini
sınırlamamıştır. Aksine onlar, muhakkik metafızikçilerdir (ilahiyyun) ve Allah
Teâlâ onlara kendilerine göstermiş olduğu şeyleri hakka’l-yakîn olarak
göstermiştir. Öyleyse onlar kendileridir ve kendileri değillerdir. ‘Attığında
sen atmadın, fakat Allah Teâlâ attı.’363
Ayette Allah Teâlâ önce olumlamış, sonra olumsuzlamıştır. ‘Allah Teâlâ bize
yeter ve kâfi gelir.’
Bu meselede imam olan Şeyh
Ebu’l-Abbas b. Arif es-Sünhacî şöyle derdi: ‘Hakk resmin (beden) ortadan kalkmasıyla
zuhur eder.’ Şeyh Ebu Meyden de şöyle derdi: ‘Rabliği müşahede etmekten haz
alabilmek için kulluk resminin geride kalması zorunludur.’ Kuşeyrî’nin
Risale’sinde zikredilen şeylerden birisi olan Kasım b. Kasım ise şöyle der:
‘Hakkı müşahede etmek fena demektir. Onda haz olmaz.’ Bütün bu görüşler
doğrudur. Çünkü daha önce bu kitapta iki şahsın bir tecelliyi bir araya
getiremeyeceklerini söylemiştik. Hakk bir şahsa iki defa aynı şekilde tecelli
etmez ve O’nun tecellilerinin birbirinden farklı olduklarını da belirtmiştik.
Çünkü tecelliler manevi, ruhani, melekî, doğal, unsurî suretleri içerir. Hakk
hangi surette dilerse, onda tecelli eder. Nitekim Allah Teâlâ, ‘dilediği
bir surette seni terkip etmiştir.’364
Yolda da dilediği herhangi bir makama seni yerleştirir. Binekler farklı
farklıyken binen birdir. Allah Teâlâ kime manevi suretlerde tecelli ederse,
resmin fani olduğunu söyler; kime doğal ve unsuri suretlerde tecelli ederse,
müşahededen haz aldığını söyler. Müşahedede haz bulunmadığını söyleyen kimseye
tecelli ruhani suretlerde gerçekleşmiştir. Öyleyse herkes doğru söylemektedir
ve müşahede ettiğini ifade etmektedir.
Peki bütün bu müşahedelerin arasında
hangi müşahede daha üstündür? Bu konuda seni kendi zevkinle baş başa
bırakırız. Böylece bizim öğrenmiş olduğumuzu sen de kendi zevkinden
öğrenirsin.
Bu vasıldan ayrık olan ve olmayan şey
öğrenilir. Kimin farkta olduğu ve kimin olmadığı bu vasıldan bilinir.
Rabbinden açık delile sahip olanın kim olduğu ve bu delilin mahiyeti bu
vasıldan öğrenilir. Temizlikle nitelenen herkes için temizlik türleri bu
vasıldan öğrenilir. Kınanmış meyil ile övülmüş meyil bu vasıldan öğrenilir.
Dinde kendisiyle ortaklığın gerçekleştiği hususlar bu vasıldan öğrenilir.
Dinde neshedilip iki peygamberin kendisinde ortak olmadığı hususlar, bu vasıldan
öğrenilir. Yaratıklar arasında mevcut bir şeyden yaratılan ile mevcut bir
şeyden olmadan yaratılanların neler olduğu bu vasıldan öğrenilir. Âlemin bu
konudaki mertebeleri bu vasıldan öğrenilir. Hakkın kullarından talep ettiği
muamele tarzı bu vasıldan öğrenilir. Onlar Hakka nasıl davranırlarsa, Hakk da
onlara öyle davranır. Bu durum şeriatın bütün hükümlerini içerir. Allah Teâlâ
yaratıkları hakkında olduğu gibi kendisi hakkında da böyle hüküm vermiştir.
Yaratıklarda bulunan güzel ahlakın ilahi ahlak demek olduğu da bu vasıldan
öğrenilir.
CÖMERTLİK HÂZİNELERİNDEN ON SEKİZİNCİ
VASIL
Doğanın Kendi
Dışındaki Şeylere Üstünlüğü:
Çünkü Doğa İlahi İsimlere Benzer
Bu vasıl,
dpğanın kendi dışındaki şeylere üstünlüğünü içerir. Bunun nedeni doğanın ilahi
isimlerle olan benzerliğidir. Şaşılacak olan, var olan bir şeyin etki etmesi
değildir: Şaşılacak olan, etki edenin madum olmasıdır. Bütün nispetler var
olmayan durumlar/şeylerdir. Bununla birlikte onlar etki ve hüküm sahibidir.
Öyleyse varlığı olmayan ve fakat etkisi ve hükmü gözüken her şey, gerçekte
görünmeyen ve gayb diye ifade edilen şeydir. Çünkü dışta var olmayan şey
gerçekte gayb halindedir. Doğa dışta varlığı olmayan bir şeydir ve dolayısıyla
onda bir varlığı yoktur. Aynı zamanda sabitlikte de bir durumu yoktur,
dolayısıyla onda da bir varlığı bulunmaz. O halde doğa gerçek gayb âlemidir ve
tıpkı imkânsızın bilinir olması gibi o da bilinendir. Bununla birlikte doğa
sabitliğin ve varlığın kendinden olumsuzlanmasında imkânsıza benzese bile, onun
bir etkisi vardır ve kendisinden suretler ortaya çıkar. İmkânsız ise öyle
değildir.
Bu gaybın anahtarları ise kendilerini
sadece her şeyi bilen Allah Teâlâ’nın bilebildiği ilahi isimlerdir. İlahi
isimler gaybî nispederdir, çünkü gayb; gayb iken, yani kendisi görünmezken,
anahtar olabilir. Bu isimlerden farklı hakikatler öğrenilir ve onların
birbirinden çok farklı oldukları bilinir. Bütün bu farklı ve çok sayıdaki
hakikat ancak Hakka izafe edilebilir. Çünkü Hakk bunlarla isimlendirildiği halde
onlar nedeniyle çoğalmayandır. Söz konusu hakikatler Hakk’ta bulunan (O’nunla
kaim) var olan durumlar olsalardı, hiç kuşkusuz, Hakk onlar nedeniyle çoğalırdı.
Binaenaleyh Hakk onları da bilinen her şeyi bildiği gibi bilmiştir. Biz ise o hakikatleri
onlardan bizde gerçekleşen etkilerin farklılığından hareketle bildik ve bizdeki
etkilerine göre onları isimlendirdik. Böylelikle eserler bizde çoğalmış, bu
nedenle isimler de çoğalmıştır. Hakk ise onların isimlendirilenidir (müsemma).
Bu nedenle hakikatler kendisine nispet edilmiş, fakat Hakk kendiliğinde
hakikatler nedeniyle çoğalmamıştır. Biz de hakikatlerin dışta varlıkları
olmadığı şeklinde onları bildik.
Allah Teâlâ daha önce gaybde dağınık
ve ayrı halde bulunan hakikatleri bir araya getirmekle doğal cisimler âlemini
açmıştır (yaratmıştır). Söz konusu hakikatler gaybde dağınık bulunurken
bilgide dağınık oldukları biliniyordu (veya ayrı ayrı biliniyorlardı). Hakikatler
kendileri nedeniyle toplanmış olsaydı, cisimler âleminin varlığı -Allah Teâlâ
nedeniyle değilkendisi nedeniyle ezeli olurdu. Hâlbuki Allah Teâlâ’dan olmayan
Allah Teâlâ’dan başka bir varlık yoktur. Başka bir ifadeyle kendisi nedeniyle
demektir. Böylelikle cisim ve bölünebilir her şey tanımın dışına çıkar. Sonra
‘arazları kabul eden’ dersin, bu kez arazları kabul etmeyen şeyler tanımın
dışına çıkarken arazları kabul edenler tanıma dahil olur. Bütün bu anlamların
bir araya gelmesiyle cevher-i ferd diye isimlendirilen şeyin tanımı
gerçekleşir. Nitekim diğer tanımlarla birlikte bir araya gelmekle de cisim
meydana gelir. Anlamların bir araya gelmesiyle kendi başlarma var olup araz ve
sıfatların kendisinde bulunacağı bir yer talep eden suretler meydana gelir.
Buradan kesin olarak şunu anladık: Hakkın dışındaki her şey yok olucu arazlar
ve yön değiştiren gayelerdir. Her şey, varlıkla nitelenmiş olsa bile,
kendiliğinde madum hükmündedir ve onun varlığını koruyacak bir koruyucunun
bulunması gerekir. Varlığını koruyacak olan Allah Teâlâ’dan başkası değildir.
Alem yani onun varlığı nispedere değil de Hakkın zatından kaynaklanmış olsaydı,
âlem varlıkta hakka eşit olurdu. Hâlbuki gerçek böyle değildir. Öyleyse nispetler
ezeli olarak Allah Teâlâ’nın hükmüdür ve onlar âlemin varlığının Hakkın
varlığından sonra gelmesini isterler ki böylelikle âlemin varlığının zamanda
meydana gelmesi, yani hadisliği mümkün olur. Bu durum Hakka ait meşiyet
nispetinden ve ilahi bilginin âlemin zaman içinde varlığını takdir etmesinden
kaynaklanır. Böylelikle âlemin var olması yok olmasına tercih edilmiştir.
Tercih edilen varlığı tercihle nitelenmeyen zatî varlıkla yanşamaz ve onunla
bir olamaz.
Alemin dışta zuhuru bu anlamların
toplamından ibaret olunca, bu tanımlanmış ve akledilir şeye söz konusu
anlamların tümü ilişince, kendiliğinde bu anlamların toplamından başka bir şey
olarak ortaya çıkmıştır. Anlamlar ise onun üzerinde yenilenir. Allah Teâlâ
anlamları üzerinde yenilemekle âlemin varlığını koruyandır ve bunlar
tanımlanan şeylerin ta kendisidir. Öyleyse bütün tanımlananlar, insanların
hakkında karışıklık ve kuşku içinde oldukları ‘yeniden yaratma’ halindedir. Allah
Teâlâ sürekli yaratırken âlem Hakkın yenilemesiyle varlığının korunmasına
muhtaçtır. Alem özü gereği makul ve Allah Teâlâ vasıtasıyla mevcuttur ve onun
zati tanımları kendisinden ibarettir. İşte Hisbaniyye’yi (sofistler) âlemdeki
varlıkların her an yenilendiği fikrine inanmaya götüren sebep budur. Hâlbuki
onlar böyle düşünürken tanımlanan olması bakımından âlemin makuliyetinden ve
anlamın kendisinden habersiz kalmışlardı. Bu ise gerçekte vehmi bir durumdur ve
ancak vehimde varlığı olabilir. Âlem bu anlamları kabul eden şeydir. Bilgide
ise âlem varlığı zorunlu olan yegâne varlık, Allah Teâlâ’dır. O’nun
dışındakiler -zatı gereği değilAllah Teâlâ nedeniyle mevcuttur. Öyleyse (Allah
Teâlâ sırrı ve daha gizliyi bilir ayetinde geçen) Sır nispederin akledilir
olmasıyken daha gizli olan ise onların hakikatleridir. Öyleyse doğanın etkisi
ilahi meşiyet vasıtasıyla ortaya çıkmıştır ve doğa gaybtir. Meşiyet gaybın
anahtarıdır.
Meşiyet dışta varlığı olmayan ilahi
bir nispettir. Öyleyse anahtar gaybtir ve görünmezdir. Bu nispeder bilgide
sabit olmasaydı, kendileri gayb ve yok olsalar bile, herhangi bir mevcudun var
olması mümkün olmayacağı gibi halk veya Hakk da olmazdı. Öyleyse bu hakikatlerin
varlığı zorunludur. Gayb bütün varlığın kendisiyle zuhur ettiği genel ve yaygın
nurdur. Hâlbuki o nur kendiliğinde gözükmez. Başka bir ifadeyle gayb hâzinesi
kendinden olan genel hazine demektir.
Söylediğim meseleyi daha anlaşılır Hakk
getirecek bir açıklama istersen, tanımlanan bir şeye ait zatî tanımlara dikkat
etmelisin! Tanımlanan tanımlar sayesinde bilinir. Tanımlar yoksa bilinen yok
olacağı gibi var olduklarında -var olmasalar bilegenel anlamda bilinirler. Şöyle
ki: Cevherin, yani cevher-i ferdin tanımını yapıp onun bir ‘şey5 olduğunu
söylersin. Burada en genel cinsi ifade etmiş sayılırsın. Eşya için ‘şeylik’ bir
varlık durumu değildir ve bunun böyle olması gerekir. Bu durumda kendi başına
var olan şeyler ile kendi başına var olmayan şeyler bu tanıma dahildir.
Cevheri açıklaman gerekir ve bilinenler kendi zadarıyla açıklanabilir. Zati
tanım bu demektir. Bunun için ‘mevcut5 dersin ve şey kelimesinden
daha özel bir şeyi getirmiş olursun ve bütün mevcudar bu sözün kapsamına
girerken şeyliği olup varlığı olmayanlar bunun dışında kalır. Sonra cevher için
‘kendi başına kaim5 dersin. Bütün bunlar, bilinen manalardır ve
kendileriyle bir takım sıfadarın bilindiği tanımlanana ait şeylerdir. Sıfat
ise kendi başına var olamaz. Bu anlamların bir araya toplanmasıyla
kendilerinden var olan varlıklar meydana gelir. Bunlar duyu ve akıl tarafından
idrak edilen şeylerdir. Böylelikle kendi başına var olmayan bütün varlıklar bu
tanımın dışına çıkar.
Sonra ‘mekânlı5 dersin. Bu
kez başkaları bu tanıma ortak olurken bazı şeyler de kendisinden ayrışır.
Mekâna yerleşmek bir hükümdür ve alanda ölçüsü olan veya mekâna yerleşmeye
elverişli şeye işaret eder. Sonra cevher için ‘tekil (fert)5 dersin
ki tekil (fert) zatı bölünmeyen bu anlamların bütününden başka bir şey değildir
ve böylelikle âlem duyulur Hakk gelmiştir. Kendiliğinde ise makullerin
toplamından ibarettir. Bu durumda âlemin tasavvur edilmesi güçleşmiş ve yehmin
baskın geldiği kimse için daha da çetin gelmiştir. Vehmi baskın gelen insan
bilgisiyle vehmi arasmda hayrete düşmüştür ki, bu mesele hayrete düşülecek bir
meseledir. Bir grup cevherde arazların yenilendiğini ileri sürmüştür. Cevher
ise varlığı sabit olandır. Bununla birlikte onun bekası arazlarla mümkündür.
Bu görüşü ileri sürenler, inkâr ettiklerini iyice incelemiş değildir; bir şey
gizli kalmış, onu bilememiş, bir şey kendisine gözükmüş ve onu bilebilmiştir.
Başka bir grup ise arazların bir kısmının yenilendiğini ileri sürmüştür ki
onlara göre arazlar denilenler bunlardır. Bu arazların dışındakiler ise
gerçekte âlemin verdiği hükme göre araz olsalar bile ‘lazım sıfatlar’ diye
isimlendirilir. Misal olarak altının sarılığını ve zencinin siyahlığını
verebiliriz. Bütün bu görüşler arazları var olan şeyler sayanlara ait
görüşlerdir. Bazı kimseler ise bütün bunların var olmayan nispeder olduklarını
ileri sürmüştür. Onlara göre arazlar sadece kendilerini algılayanda vardır ve
gerçekte varlıkları yoktur. Bize ulaştığına göre -ki sorumluluk aktarana
aittirKadı Ebu Bekir b. Tayyib el-Bakillani bu görüştedir.
Keşif ehli Allah Teâlâ hakkında
söylenmiş bütün görüşlere, bütün mezheplere, nihale ve
milele muttalidir ve bilmedikleri bir
mesele yoktur. Bir yöntem sahibinden aktarılan veya bir yasaya bağlı din
mensubundan gelen veya Allah Teâlâ veya âlemdeki herhangi bir varlık hakkında
dile getirilen görüş, inanç veya hakkında görüş ayrılığına düşülen veya çelişkili
veya birbirine benzeyen bir kanâat söz konusu olunca, keşif ehli herkesin kendi
inancına nasıl vardığını ve bu düşünceyi nereden aldığını anlar ve o kanaati o
yere nispet eder, onu ifade eden kimsenin gerekçesini onaylar. Onu suçlamaz ve
‘abes bir görüştür’ demez. Çünkü Allah Teâlâ yeri ve göğü ve ikisinin
arasındaki şeyleri abes
olarak yaratmamıştır. Allah Teâlâ insanı da abes yaratmamıştır. O insanı
sadece kendi suretinde olsun diye yarattı. Âlemdeki her şey bazı şeyleri
bilirken bazı şeylerin cahilidir. İnsan-ı kâmil ise öyle değildir, çünkü Allah
Teâlâ insan-ı kâmile ilahi isimleri öğretmiş, cevamiü’l-kelim’i ona vermiş,
böylelikle insan-ı kâmilin sureti kemale ermiştir. Bu sayede insan-ı kâmil
Hakkın suretiyle âlemin suretini kendinde toplamış, Hakk ile âlem arasında bir
berzah ve bir ayna olarak dikilmiştir. Hakk kendi suretini insan aynasında
görmüşken yaratıklar da kendi suretlerini o aynada görür. Bu mertebede bulunan
kimse, hiç kuşkusuz, kemal mertebesini elde etmiş demektir. Bu öyle bir
kemaldir ki ondan daha üstün bir kemalin imkân âleminde olması mümkün değildir!
Hakkın kendi suretini insan aynasında
görmesinin anlamı, bir rivayette belirtildiği gibi, bütün ilahi isimleri ona
vermek demektir. Rivayette ‘Onlar vasıtasıyla size yardım edilir, yardım eden Allah
Teâlâ’dır, onlar vasıtasıyla rızıklanırsınız, gerçekte rızkı veren Allah Teâlâ’dır,
onlar vasıtasıyla merhamet görürsünüz, gerçekte merhamet eden Allah Teâlâ’dır’
denilir. Kemalini bildiğimiz ve bu kemaline inandığımız kimse hakkında Kuran’da
şöyle denilmiştir: ‘O müminlere karşı rauf ve rahimdir.’365
Başka bir ayette ‘Seni âlemlere rahmet olarak
gönderdik’366
denilir. Bu, Ra’l, Zekvan ve Asiyye’ye davetiyle ilgilidir. İnsanın Allah
Teâlâ’ya ayna olmasının başka bir anlamı ise bütün ilahi isimlerle
ahlaklanabilmesidir ki bütün alimler bu görüştedir. İnsan el-Hay, el-Alim,
el-Mürid, el-Basir, elMütekellim, el-Kadir ve bütün ilahi isimlerle isimlenmiş
ve nitelenmiştir. Bunlar, tenzih isimleridir. Aynı zamanda insan zikrettiğimiz
yedi ismin altındaki fiil isimleriyle isimlenmiş ve onlarla nitelenmiştir. Söz
konusu fiil isimleri zikrettiğimiz bu isimlerden ortaya çıkar ve bu nedenle
onların ayrıntısını zikretmedik; İnşaü’l-cedavil
ve’d-devair adlı kitabımızda onları yeterli
ölçüde zikretmiştik. O kitapta hayaliyle gerçekleri anlayan kimse meseleyi
doğru bir şekilde öğrensin diye âlemi ve iki mertebeyi bir takım şekillerde
gösterdik. Çünkü insan imkânsız olduğunu bildiği bir meselede vehmin hükmünden
kurtulmuş bir halde aklıyla tek başına kalmaz. İmkânsız olduğunu bilse bile,
onu tasavvur eder ve vehmin hükmü kendisine baskın gelir. Çünkü bu konuda onun
bilgisi kendisini tasavvur ettikten sonra mümkün olabilir. Bu esnada kendisini
hafıza kuvveti korur ve hafıza kuvveti üzerinde baskın olduğunda müzekkire
kuvveti onda hükümrandır ve böylelikle onun hükmünün altından çıkar. Çünkü
müzekkire gücünde ifrat yoktur. Dolayısıyla bilinen şey bilgide korunmuş halde
kalır. Bu nedenle malum ve ihata edilir olmuştur. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Her
şeyi bilgi bakımından ihata etmiştir.’367
Bu bölümde zikrettiklerimiz hususları
ve hâzinenin içerdiği meseleleri öğrenen kimse, kendisini bilir ve dolayısıyla
rabbini bilir. Bunun yanı sıra âlemi bilir ve âlemin aslının ne olduğunu
öğrenir. Âlemden herhangi bir şey kendisine gözüktüğünde onun nereden geldiğini
ve nereye döneceğini bilir, onun kendinden neyi Hakk ettiğini öğrenir ve o şeye
hakkını verir. Bu durumda insan her şeye hakkını vermiş olur. Nitekim Allah
Teâlâ da ‘her yaratılmışa yaratılışını
vermiştir:368
Hakka özgü husus yaratmayken âlemde insan-ı kâmile özgü olan şey ise haktır
(hakkı vermek). İnsan-ı kâmil âlemdeki her varlığın Hakk ettiği şeyi bilir ve o
şeye hakkını verir. İnsaf denilen şey budur: Kime hakkını verirsen, ona insaf
etmişsin demektir. Bu konuda aşırı gidersen kâmil sayılmazsın ve nakıssın.
Çünkü hadde ziyade ve eksiltme tanımlanan şeye eksiklik demektir. Kâmil hiçbir
şeye mertebesini taşırmaz. Allah Teâlâ dinde aşırılığa gidip Hakkı Hakk ettiği
özelliklerden tenzih edenleri kınamıştır. Bu kınamanın amacı bize öğretmektir.
Öyle bir insan bu aşırılıkla Hakkı yüceltmeyi amaçlamış olsa bile bilgisizliğe
düşmüş, kemal mevzisine eksiklik getirmiştir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Dininizde
aşırı gitmeyin, Allah Teâlâ hakkında sadece hakkı
söyleyin.’369 Bu bağlamda bir taşkınlık Allah Teâlâ’ya halleri
nispettir. Hâlbuki onlar sadece nispederin hükümleridir ve anlamları var eden Allah
Teâlâ’dır. Onlar bir yerde var olduklarında, zadarı gereği, mahallin kendisiyle
niteleneceği bir hal verirler. Allah Teâlâ hakkında böyle hüküm vermek bir
aşırılıktır. Kadir, alim, beyaz, siyah, cesur, korkak, harekedi, sakin gibi hal
sahiplerini zikredebiliriz. Bunlar makul anlamların halleridir ve onlara
nispeder de diyebilirsin. Hangisini dilersen onu söyle! Bunlar bilgi, kudret,
beyazlık* siyahlık, hamaset, korkaklık, hareket ve durağanlıktır. Allah Teâlâ
bize şöyle der: ‘Allah Teâlâ hakkında sadece hakkı
söyleyin:370
Her ne olursa olsun, hakkı söylemek gerekir. Nitekim insanlar Allah Teâlâ’ya
eş, çocuk sahibi olmayı izafe etmişler ve O’nun için misaller vermişler, Allah
Teâlâ karşısında ortaklar edinmişlerdir. Bu davranış da onların dinlerindeki
taşkınlıkları ve peygamberlerini yüceltmelerinden kaynaklanır. İnsanlar Hz.
İsa’ya Allah Teâlâ demişken bir grup Allah Teâlâ’nın oğlu olduğunu ileri
sürmüştür. Dinde aşırı gitmeyenler ise Allah Teâlâ’nın kulu ve Meryem’e attığı
kelimesi ve O’ndan bir ruhtur demişlerdir. Böyle diyerek gerçeği tahrif
etmemişlerdir. Kim bizim yolumuzu tutarsa, hiç kuşkusuz, kurtuluş ve iman
yolunu tutmuş, imana hakkını vermiş, akla ve fikre, kendilerine ait haklarda
haksızlık yapmamış demektir.
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’
Bu hâzinedeki ilimlerden birisi bütün
meleklerin makamlarının bilgisidir. Nurlar, sırlar bu hâzineden öğrenilir.
Zamana bağlı olmayan -zamana bağü olan değilerdem bu hâzineden öğrenilir.
Melekler şeriat koyan vahyi peygamberlerin kalplerine bu hâzineden indirirler.
Velilerin kalplerine de söz ve ilham indirirler. Bir durumu sırrı veya gayb
olmak üzere idrak edip kendisi için açık ve şehadet halinde meydana gelen her
şey, bu hâzinedendir.
Eşyayı tertip edeni tenzih ederim! O
gönülleri açan ve kabirlerde bulunanları diriltendir. O’ndan başka ilah yoktur,
Alim ve Kadir’dir.
CÖMERTLİK HÂZİNELERİNDEN ON DOKUZUNCU
VASIL
Talim Hâzinesi ve Muallimin Öğrenenden Üstünlüğünün Bilinmesi
Bu
hazine, talim hâzinesidir ve muallimin öğrenenden
üstünlüğü ve öğrenenin öğreten karşısındaki edebinin nasıl olması gerektiğini
içerir.
Bilmelisin ki, gerçekte öğreten ve
muallim olan Allah Teâlâ’dır. Bütün âlem bilgi alan ve ihtiyaç sahibi bir
talebedir. Onun kemali budur. Bu nitelikte olmayan kimse, hiç kuşkusuz,
kendisini bilmemiş demektir. Kendini bilmeyen ise, hiç kuşkusuz, rabbini de
bilmemiştir. Bir şeyi bilmeyen o şeye hakkını veremez. Bir şeye hakkını
vermeyen ise, hiç kuşkusuz, hüküm bakımından bilgi elbisesinden soyutlanmış
demektir. Öyleyse üstünlük ve şerefin bilgide olduğu açıktır. Onu bilen ise
bilgisine göre davranır: Bilgisi Hakka karşı bir şeyi yapmayı gerektiriyorsa,
onu yapar; yaratıklara karşı bir amel yapmasını gerektiriyorsa, onu yapar.
Öyleyse bilen insan, bir eğrilik ve engebenin görülmediği beyaz ve düz bir
alanda yürüyen kimsedir.
Bilgiye zad gereği sahip olmadan,
öğrenerek bilgiyi kabul eden ilk varlık, ilk akıldır. İlk akıl Allah Teâlâ’dan
bilgiyi almış, anlamış, Allah Teâlâ da ona öğrendiklerini Levh-i mahfuz’a
yazmasını emretmiştir. Allah Teâlâ Levh-i mahftız’u kendisinden yaratmış ve onu
Kalem diye isimlendirmiştir. İlk Akıl’ın kendisine öğretilen bilginin gereği
şuydu: Ona yazmayı emreden muallim karşısındaki edebin gereğiyle ‘Neyi
yazacağım? Bana öğrettiklerini mi yazacağım? Yoksa bana yazdıracaklarını mı?’
demesi gerekir. Bu soru, talebenin muallim karşısındaki edebinin gereğidir.
Başka bir ifadeyle muallim kendisine genel bir söz söylediğinde, onu açmasını
istemelidir. Bunun üzerine muallim Hakk, kendisine şöyle demiştir: ‘Olanları
yaz, senin öğrenmiş olduklarını yaz, olacak olanlardan sana yazdıracaklarımı
yaz. Bu benim kıyamete kadar yaratıklarım hakkındaki bilgimdir.’ Bu emir
üzerine ilk, akıl bilgisinde bulunan var olanlar hakkındaki şeyleri yazdı. Bu
bağlamda ilk akıl yaratıklarını yaratmazdan önce Hakkın bulunduğu Amâ’yı ve
Amâ’nın içerdiği hakikatleri yazdı. Daha önce bu meseleleri bu kitabın nefes
bölümünde yazmıştık.
İlk akıl bunun ardından müheymen
ruhların varlığını, onları kendilerinden geçiren şeyin ne olduğunu, hallerini
ve üzerinde bulundukları durumu yazdı. Bütün bunlar, ilk akıl’a öğretilmek
için yazılmıştı. İlk akıl Hakkın isimlerinin onlardaki tesirini, kendisini,
varlığını ve varlık tarzını ve içermiş olduğu bilgileri yazdı. Sonra Levha’yı
yazdı.
Bunları tamamladığında Hakk ilk
akıl’a kıyamete kadar olacak şeyleri yazdırdı, çünkü sonsuz olan şeylerin
varlığa girmesi imkânsızdır ve dolayısıyla onlar yazılamaz. Yazmak bir varlık
eylemidir ve yazılan şeylerin sonlu olması gerekir. Hakk ilk akıl’a yazdırmış,
o da muallimin karşısındaki edebin gereğiyle başı eğik bir halde bunları
yazmıştır. Başını eğmiştir çünkü yazma yazdıranı görmeyi gerektirmez. Aksine
yazarken göz, yazılana bakar. Kalemin kulağı ise Hakkın kendisine yazdırdığı
şeylere yönelmişti. Kulağın hakikati duyulanın belli bir yönle
sımrlanmamasıdır. Hâlbuki görmek öyle değildir. Çünkü göz bakarken ya belli bir
yönle sınırlıdır veya bütün yönlerle sınırlıdır. Kulak öyle değildir. Çünkü
kulak söze yönelir ve konuşan bir yöne sahipse veya bir yöndeyse, bu onu
ilgilendirmez. Belli bir yönde değilse, bu durum da -duyana değilkendisine
racidir. Öyleyse kulak/duymak, göze göre daha çok tenzihe işaret eder ve
sınırlanmadan çıkmıştır, daha geniştir ve daha serbesttir.
A •
Alemdeki ilk üstat ilk akıl iken
yaratılmış bir üstattan bilgi alan ilk öğrenci levh-i mahfuz’dur. Bu
isimlendirme şeriat tarafından yapılmıştır. Akılcılara göre levh-i mahfiız’un
adı tümel nefistir. Tümel nefs akıldan türeme yoluyla çıkan ilk varlıktır ve
akıl karşısında o, Âdem karşısındaki Havva gibidir. Havva kendisinden
yaratılmış ve sonra onun vasıtasıyla Âdem çift olmuş, varlık hadis varlık ile
ikilendiği gibi Âdem de iki olmuştur. Nitekim bilgi de hadis kalem vasıtasıyla
iki olmuştur. Sonra Allah Teâlâ sıra ve tertip sona erinceye kadar, yaratma
yoluyla eşyayı bir düzene ve tertibe yerleştirmiştir. Hakkın eleme
yerleştirdiği tertip Âdem’in yaratılışıyla birlikte sonuna ulaşır. Allah Teâlâ
onu en güzel surette yaratmış, sonra kendi ruhundan üflemiş, meleklerine
kendisine secde etmelerini emretmiş, melekler de bu konudaki ilahi emir nedeniyle
Âdem’e secdeye kapanmışlardır. Böylece Allah Teâlâ Âdem’i meleklerin kıblegâhı
yapmıştır. Sonra Allah Teâlâ Âdem’in yeryüzünde halife olacağını meleklerine
bildirmiş, fakat onlar Âdem’in kime halife olacağını anlamamış, belki de yeryüzünü
mamur kılmak için Âdem’in seleflerine halife olduğunu zannetmişlerdi. Bu
nedenle de yaratılışında birbirine zıt doğaları (unsurlar) gördükleri için
itiraz etmişler, Âdem’in acul olduğunu anlamışlardır. Bunun yanı sıra
kendilerinden yaratıldığı unsurların birbirine karşıt olması Âdem’in
tartışmacı ve kavgacı olmasına yol açar. Böylelikle Âdem’in yaratılışının
yeryüzünde bozgunculuk ve kan akıtmaya yol açacağını ileri sürmüşlerdi.
Allah Teâlâ meleklerine Âdem’in kendi
suretinde yaratılmış halifesi olduğunu bildirmiş, unsurdan oluşan âlemi ve
onun dışında ve üzerindeki âlemi yaratmaya yönelen bütün ilahi isimlerini
kendisine öğrettiğini onlara söylemiştir. Sonra da bunların
isimlendirilenlerini meleklerine göstermiş ve şöyle demiş: ‘Bana
şunların isimlerim bildirin.’371 Yani
yaratılışlarına yöneldiğiniz isimleri söyleyin. Başka bir ifadeyle o varlıklara
yönelmiş isimleri bildirin: Acaba siz beni o isimlerle tespih ettiniz mi ve
onlardan dolayı beni takdis ettiniz mi? Çünkü siz melekler, benim hamdimi
tespih ettiğinizi ve beni takdis ettiğinizi iddia etmiştiniz. Bunun üzerine
melekler şöyle demiş: ‘Bizim bir bilgimiz yok.’ Allah Teâlâ Âdem’e ‘Onların
isimlerini meleklere bildir’ diyerek onu meleklerin üstadı yapmıştır. Âdem o
isimleri meleklere bildirmiş ve bu durumda melekler Âdem’in geçmişlerin değil, Allah
Teâlâ’nın yeryüzündeki halifesi olduğunu anlamışlardır. Ardından gelen kâmiller
de bu halifeliği üstlenir. En sonunda iş kemali hakkında şahidik yapılmış en
büyük efendi Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’de biter. Hz. Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellem henüz Âdem su ile toprak arasındayken nebiliğini
bilendir. Burada su çocuklarının varlığının sebebiyken toprak Âdem’in varlık
sebebidir. Âdem’e bütün isimler verildiği gibi Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi
ve sellem’e de cevamiü’l-kelim verilmiş, sonra Allah Teâlâ Âdem’e öğrettiği
isimleri ona öğretmiş, böylelikle Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem
öncekilerin ve sonrakilerin bilgilerini öğrenerek en yüce halife ve en büyük
imam olmuştur. Onun ümmeti de ‘İnsanlar
için çıkartılmış en hayırlı ümmet’372
olmuş, Allah Teâlâ onun varislerini önceki nebi ve resullerin konumuna
yerleştirmiş, bu nedenle onlara hükümlerde içtihat yetkisi tanımıştır.
Binaenaleyh içtihat, Şâri’nin haberine bağlı olan bir teşri demektir. Her
peygamber masum olduğu gibi buna mukabil olarak her müçtehit isabet eder. Bu
ümmet adına teşriden geride pay meydana gelsin ve kendisinde tecrübeleri olsun
diye, onlar bu içtihatlara göre Allah Teâlâ’ya ibadet eder. Onların önüne
sadece nebileri olan Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem geçmiştir.
Böylece ümmetin alimleri Muhammedi şeriatın koruyucuları olarak ümmetlerin
saflarında değil nebilerin saflarında diriltilir. Binaenaleyh onlar insanlar
üzerindeki şahitlerdir. Bu onların adil oldukları hakkındaki nas ve kesin
hükümdür. Her peygamberin yanında bu ümmetin alimlerinden birisi veya ikisi
veya üçü veya daha fazlası bulunacaktır. Onlardan her bir alim, zahiri
ilimlerde, hallerde, makamlarda, menzillerde ve münazelelerde üstatlık
rütbesine sahiptir. En nihayetinde bu husustaki iş hatmü’l-evliya’ya ulaşır. O
Muhammedi müçtehiderin hatemidir. Buradan da iş hatemü’l-âmm’a (Hz. İsa)
ulaşır; o Allah Teâlâ’nın ruhu ve kelimesidir. Öyleyse o, son öğrenci ve
kendisinden bilgi alanlar için son öğretmendir. O ve Muhammed ümmetinden olan
arkadaşları aynı nefesle temiz bir rüzgârla ölür. Bu rüzgâr onlara koltuk
altlarından ulaşır ve onlar uyuyanın kendisini hissettiği tarzda bir tat
hissederler. Şâri onu tatlılığı nedeniyle bal diye isimlendirmiştir. Böylelikle
Hz. İsa ve Muhammed ümmetinden olan arkadaşları ölüm esnasında değeri takdir
edilemeyecek şekilde ölümden haz duyarlar. Geride tıpkı hayvanlar gibi bir
güruh olarak kalan insanlar üzerinde kıyamet kopar.
Ruhu’l-emin olan Cebrail
peygamberlerin muallimi ve üstatlarıydı. Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve
sellem kendisine vahyin aktarılmasını beklemeden Kuran’ı okumada acele
ediyordu. Bu davranışla da Allah Teâlâ’nın onun talim işini -meleğin kendisini
fark etmediğiözel yönden (vech-i has) üstlendiğini göstermek istemiştir. Allah
Teâlâ vahyi getiren meleği bir perde yapmış, sonra kendisine vahyettiği hususta
ona şöyle demeyi emretmişti: ‘Dilini
hareket ettirme, acele okuyacaksın diye ’373
Üstadın karşısındaki saygı böyle davranmayı gerektirir, çünkü Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Bana edebi rabbim öğretti, edebimi
ne güzel yapmıştır.’ Bu da Allah Teâlâ’nın peygamberin öğretim işini
üstlendiğini destekleyen delillerden birisidir. Sonra Allah Teâlâ yine
pekiştirmek üzere şöyle buyurur: ‘Onu
toplamak ve okumak
bizim işimizdir, sen onun okunuşuna tabi ol. Onu açıklamak bizim işimizdir.’374
Burada Allah Teâlâ kendisinden başkasını zikretmemiş, bu fiilleri sadece
kendisine izafe etmiş, tarifte Allah Teâlâ’dan başkasının adı geçmemiştir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemin de ‘Beni rabbim terbiye etti’ hadisinde böyle
geçmiştir: Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’dan başkasını zikretmediği
gibi herhangi bir vasıtaya değinmemiş ve meleği zikretmemiştir. Çünkü Allah
Teâlâ bize böyle öğretmiştir. Bu durumun bütün gruplardaki peygamber
varislerine sirayete ettiğini gördük. Başka bir ifadeyle şekilci alimlere ve
kalp alimlerine bu hal sirayet etmiştir. Öyleyse dolaylı veya doğrudan olmak
üzere talim Rabbe raci bir iştir. Bu nedenle melek şöyle der: ‘Biz
Rabbinin emriyle ineriz.’375
Bu bölümde talimin tarzı belli
olmuştur. Sonra Allah Teâlâ üstadarın öğrencileri karşısmda kendilerinde
meziyet görmemelerini de hükme bağlamıştır. Üstadık mertebesi hiçbir kimseyi
kendisini ve kulluğunu görmekten habersiz Hakk getirmemelidir. Kendisine
başvurulacak asıl ve ilke budur. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola
ulaştırır.’
CÖMERTLİK HAZÎNELERİNDEN YİRMİNCİ
VASIL
Bu Vasıl İlahi Hükümlerin Hâzinesi ve Vaz’î ve Şerî Yasaların Hâzinesidir
Allah Teâlâ’nın kullarının kalplerine
yönelik vahyinde her ümmette şeriat yaptığı hususlarda iki yolu vardır:
Birincisi Ruhu’l-emini -ki Cebrail diye isimlendirilirveya meleklerden birisini
bir kuluna göndermesidir.
Gelen vahiy nedeniyle peygamber ve
nebi diye isimlendirilen böyle bir insana ve Rabbinden gelen vahye iman
zorunludur, ikinci yol ise devrin akıllı insanın eliyle ilham etmesidir. Allah
Teâlâ böyle bir insanın nefsine ilham verir ve ilahi-mukaddes ruh onun rav’ına
-peygamberlerin gelmediği ve yolun bilinmediği fetret dönemindeilham aktarır.
Böylece Allah Teâlâ can güvenliğinin sağlanması, malların, ırzların
korunmasıyla ilgili toplum menfaaderinin bulunduğu hususları ona ilham yoluyla
bildirir. (Mal ve can güvenliği olmayışının nedeni) Allah Teâlâ’nın hayvani
nefislere gayret ve mücadele özelliği vermiş olmasıdır. Allah Teâlâ onlara
kendisini takip ettiklerinde maslahatlarına ulaşacakları bir yolu hazırlar ve
canları, malları ve ırzları hakkında güvende olurlar. Bu bağlamda Allah Teâlâ
onlar için sınırlar ve cezalar belirler; onları korkutur, sakındırır,
umudandırır, kendilerine verdiği emirlere itaat etmelerini ve sakındırdığı
işlere boyun eğmelerini, kendisine karşı gelmemelerini emreder. Onlar için öldürme,
dövme ve maddi cezalar gibi engelleyici cezalar belirler ve bunlarla bozulmaya
ve parçalanmaya yol açacak hususları ortadan kaldırmayı hedefleyerek hükmün
yaygınlaşması ve nizamın sağlanmasını teşvik eder. Allah Teâlâ fetret döneminde
yaşayan insanları bu yola uymaları halinde ödüllendirir. İçlerinde bir
peygamberin bulunduğu veya peygamberin hitabının altında yükümlü olan ümmete
gelirsek, onlara böyle akılcı bir yol yasaklandığı gibi peygamberin getirdiği
şeriatın hükümlerinden çıkmaları da yasaktır.
Hikmetin kendisini gerektirdiği bu
vaz’î yöntem bütün türler içinde sadece insan türünde ortaya çıkabilir. Bunun
nedeni ise insanın ilahi surete göre yaratılmış olmasıdır. İnsan içinde
maslahatları için hüküm koymaya kendisini çağıran ilahi bir güç bulur. Başka
birisi bu hükümleri koymuşsa -ki başkası peygamberdirakıllı insan daima onun
koyduğu hükümleri teyit eder, toplumunu peygamberin koyduğu hükümler için
hazırlar, anlayış eksikliği nedeniyle peygamberliğinden gizli kalan sırları
insanlara açıklar. Akıllı insan gücü yettiği halde bunları yapmazsa kıyamet
gününe kadar sefil ve hor kalır. Bir rivayette ardında imamlığa daha layık
kimsenin bulunduğunu bilip onu geçirmeyip de kendisi imamlık yapan insanın
kıyamet vaktine kadar sefil olacağı zikredilmiştir. Fakat daha üstün olan o
insan kendisini imamlığa geçirir ve onun emri nedeniyle imamlığa geçerse, durum
farklıdır. Misal olarak Hz. Ebu Bekir’in Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’e namaz kıldırmasını ve namaza gelip bir rekât kaçırdığında Abdurrahman
b. Avfın namaz kıldırmasını verebiliriz. Abdurrahman b. Avf böyle bir vakitte
vaktin çıkması endişesiyle namaz kıldırmak için öne geçmiş, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem geldiğinde ise cemaat bir rekât kılmıştı. Bunun
üzerine Abdurrahman’ın ardında namaz kılmış ve bu davranışlarından dolayı
onlara teşekkür ederek ‘İyi yaptınız’ demiştir. Şâri bu ümmetin içinde
müçtehiderin hükmünü onaylamış olmasaydı, müçtehidin hüküm vermesi mümkün
olmazdı.
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ’yı
bilenler ilahi bilgiyi almada derece derecedir: Bir kısmı bilgiyi Allah
Teâlâ’dan alır ki onlar haklarınd^ ‘biliniz ki, O tek ilahtır’ denilen
kimselerdir. Bir kısmı Allah Teâlâ hakkmdaki bilgisini teorik düşünme gücü ve
istidlalden alır. Bunlar kendileri için delillerin ve ayetlerin ufuklara ve
nefislerine yerleştirildiği kimselerdir. Allah Teâlâ onlara ‘Hakk ortaya
çıkıncaya kadar’ o delillere bakmayı emretmiştir. Bu duruma misal olarak şu
ayeti verebiliriz: ‘Onlar göklerin ve yerin melekûtuna
ve Allah Teâlâ’nın yarattığı şeylere bakmazlar mı?376
Başka bir ayette ise ‘0 ikisinde ilahlar bulunsaydı, fesada
uğrarlardı’377
denilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Kendini bilen rabbini bilir’
der. Allah Teâlâ’yı bilenlerin bir kısmı bilgilerini Allah Teâlâ karşısında takva
sahibi olmalarından elde eder. Bu kısımdakilerin bilgisine ‘Allah
Teâlâ’dan çekinirseniz, sizin için Jurkan yaratır’378
ayetinde işaret edilir. Yani siz bu fiırkan sayesinde Allah Teâlâ ile
müşriklerin ibadet ettiği ilahları ayırt eder, onların ibadet ettiklerini
tanırsınız. Bununla birlikte onlar bu ilahlara ibadet etseler de adlarını
verdiklerinde onların taş, ağaç, yıldız, melek, insan ve cin olduklarını da
bilirler. Başka bir ifadeyle müşrikler, her isimlendirilenin hakikatini bilir.
Bütün bunları bilirken, niçin ibadeti onlardan herhangi birisine tahsis
etmişlerdir? Bunlar kimlerdir? Bununla birlikte onlar Allah Teâlâ’yı tanım ve
hakikatte taptıklarının cinsinde onlarla eşit bir mabud saymamışlardır.
Bu gruplar içerisinde Allah Teâlâ’yı
bilmede bilgisini takvadan elde edenden daha üstün grup yoktur. Bu kaynak,
bilgiyi almada en üst mertebedir. Çünkü tyı kaynağın sahibi Allah Teâlâ, bütün
hükümlere ve herhangi bir şekilde hüküm verenlere göre, en genel hüküm
sahibidir. Binaenaleyh Allah Teâlâ hüküm verenlerin en hayırlısıdır. Bu
bilginin kendiliğinden olması mümkün değildir ve bu jıedcnle sâdece mümin
alimler ona tahsis edilmiştir. Onlar kendisine dönülecek ve müşahedesine
ulaşılacak kimsenin varlığını bilenlerdir. Bunu bilmezlerse himmederi eksik
kalır.
Himmeti düşük olanlara Hakk
kendiliğindeki haliyle tecelli etseydi O’nu inkâr ederler ve reddederlerdi.
Çünkü Allah Teâlâ onlarda belirli bir özellikle sınırlanmıştır. Kendisiyle Allah
Teâlâ’yı sınırladıkları bu özelliği onlara tecelli edende bulamamışken
kendilerine ‘O Allah Teâlâ’dır’ denilse veya bizzat Allah Teâlâ böyle deseydi,
O’nu reddeder ve inkâr ederlerdi ki, bunun böyle olması zorunludur.
Himmetleri eksik kalınca teorik
düşünceleri onlara şu bilgiyi vermiştir: ‘Hakkı kimse göremez.’ Böylelerine
misal olarak filozofları veya Mutezile mezhebindeki insanları verebiliriz.
Bunlar bilse bile, zorunlu olarak O’nu kendilerine dönük tecellisinde inkâr
ederler. İman nuru Hz. Musa’da olduğu gibi mümine öyle bir hal vermelidir ki o Allah
Teâlâ’yı görmeyi arzulamalıdır. Hz. Musa görmeyi isteyince, Allah Teâlâ dağa
tecelli ettiğini bildirmiştir. Dağ, âlemdeki bir şeydir ve Rabbini gördüğünde
parçalanmıştır. Allah Teâlâ hâdis bir şeye tecelli ettiğine göre, dilediğinde
her yaratılmışın O’nu görmesi mümkün olduğu kadar kendisine tecelli etmesi de
mümkündür. Onlar bunu bilip iman ettiklerinde, iman nuru mertebelere ve
makamlara yayılır. Böylelikle keşf ve vecd yoluyla O’nu bilirler. Ardından bu
nur nefislerine yayılır. Onlar da nefislerini müşahede ederler ve neticede
nefislerini tanırlar. Nefislerini tanıdıklarında hiç kuşkusuz iman ve keşif
yoluyla rablerini tanımış olurlar. Sonra Allah Teâlâ karşısında takva sahibi
olmayı öğrenirler. Takva sahibi olduklarında ise Allah Teâlâ kendilerine bir
furkan verir. Bu furkan Allah Teâlâ’dan haber yoluyla öğrendikleri şeylerle
teorik düşünceyle öğrendiklerini ve takvadan meydana gelen bilgileri ayırt
etmelerini sağlar. Bu ayrımla söz konusu bilgilerden tam ve eksiksiz olanın
hangisi olduğunu öğrenirler. Öyleyse her kim takva sahibi olduğunu iddia eder
de bu furkan onun adına gerçekleşmemişse, iddiasında doğru söylememiştir.
Yalanın tümü de yokluktur. Başka bir ifadeyle yalan yokluğa delildir. Bununla
birlikte yalan genel anlamıyla kınanmışken bazen övülen bir davranış olabilir
ve bu sınırlı durumlarda övülür. Doğruluk ise bütünüyle haktır. Yani doğruluk
Hakka ve hakikate delildir. Bununla birlikte doğruluk genel anlamıyla iyiyken
bazı durumlarda kötülenebilir. Bu yerlerde doğruluk kınanır (söz gelişi gıybet
yapmak gibi).
Hakk beni müşahedemde durdurdu
Varlığıma olan cömertliği ve
ihsanıyla
Şükrederek durdum
huzurunda
Daha artırmasının
hazzını talep ediyordum
Cömertliği ilimler
kattı bana
Allah Teâlâ hakkmda
ilimler, varlığın nispetlerinde
Hep O’na döner
nispetler
Keşif ve
müşahedeyle görürsün
Allah Teâlâ’yı
bilen tek kalp
Dolunay gibi bir
kalp, mutlular menzilinde
O’na yükselir
O’ndan gelir
Beyazlık ve
siyahlık arasında
Allah Teâlâ’yı haber (rivayet)
yoluyla bilenler ise O’ndan ancak Kitap veya Sünnette hakkında haber
verdiklerini bilebilirler. Bunlar ya teville teşbih yapanlar (Eşariler) veya
çekimser duranlardır (selefi). Çekimser kalmak bu bağlamda daha salim bir
yoldur ve diğerine göre kurtuluşa daha yakındır. Çünkü lafızları veya onların
gösterdikleri şeyleri reddetmek mümkün değildir ve bu durumda zorunlu olarak
teşbihe düşer. Öteki ise lafızları veya onların gösterdiği şeyleri reddetmesi
mümkün olmasa bile lafızlar onun diliyle inmiştir. Öte yandan teşbihle çelişen
ayetlerdeki karşıdığı da görür. Böylece bu ayetlere iman eder ve bilgisini
herhangi bir belirleme ve saptama yapmadan Allah Teâlâ’ya havale eder. Çünkü o
isimlendirileni ve niteleneni görmemiş, kendisinden gelen bu haberlerin
dışında O’nun kendinde bulunduğu durumu bilememiştir.
Nazarî bilgi sahipleri ise pek çok
gruptur ve her grup Allah Teâlâ’yı bilmek üzere edindiği delile göre bir iddia
ileri sürmüştür. Bu nedenle Allah Teâlâ hakkındaki görüş ve iddiaları
birbirinden büsbütün farklılaşmıştır. Onlar kendilerine bağlandıklarında
alamet sahibi olan kimselerdir (ilah-ı mutekad). Keşif ve müşahede sahipleri
ise takva sahibi müminlerdir. Allah Teâlâ onlar için bir furkan belirlemiş, bu
furkan onları teorik düşünce sahiplerinin Allah Teâlâ hakkında iddialarına veya
ilahi haberin kendilerine söylettiği düşüncelere vakıf kılmıştır. Acaba onların
kalplerine ve basirederine hakikatten tecelli eden şey nedir? Furkan bunu onlara
gösterir. Acaba onun tamamı Hakk mıdır? Yoksa bir kısmı Hakk iken bir kısmı
öyle değil midir? Bütün bunlar, keşif ve müşahede yoluyla onlara bellidir. Bu
nitelikteki birisi Allah Teâlâ’ya emir ibadetiyle ve zati ibadetle ibadet
eder. Bu durum, onlar ve melekler adına geçerli olabilir. Emri bilmeyen ruhlara
gelirsek, onların ibadetleri, zati ibadettir. Teorik araştırma ve haberden
hareket eden alimlere gelirsek, onların ibadetleri emir kaynaklıdır. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Suheyb ne güzel kuldur! Allah Teâlâ’dan
korkmasaydı bile O’na asi olmazdı.’ Bu, zati ibadet demektir. Böylece onun iki
ibadet sahibi olduğunu bildirmiştir: birincisi emir ibadeti iken diğeri ise
zati ibadettir. Bu ibadet ile cennedilder ve cehennemlikler Allah Teâlâ’ya
ibadet eder. Bu nedenle bedbahdarın sonu rahmete ulaşır, çünkü zati ibadet
otoritesi güçlü bir ibadettir. Emir ise arızidir ve bedbahdık belli bir süreye
kadar devam eden arızi ve yok olucu bir şeydir.
Bilmelisin ki, nebiliğinden önce
hiçbir peygamber Allah Teâlâ hakkında nazari bir bilgiye sahip değildi. Zaten
böyle bir bilgi de ona gerekmez. Aynı şekilde seçilmiş herhangi bir velinin Allah
Teâlâ hakkında önceden nazari bir bilgisi yoktur. Allah Teâlâ hakkında
öncesinde nazari bilgisi olan veli -veli olsa bileseçilmiş olmadığı gibi aynı
zamanda Allah Teâlâ’nın ilahi kitaba varis kıldığı kimselerden değildir. Bunun
nedeni şudur: Teorik düşünme kendisini diğer durumlardan ayırt etmesini
sağlayan Allah Teâlâ hakkında bir özellikle sınırlar ve bütün varlığı O’nunla
ilişkilendirmeyi başaramaz. Böyle bir durumda o insan salt tenzihten başka bir
hükme sahip değildir. Binaenaleyh bu gücüyle Allah Teâlâ hakkında bir inanç
sahibi olup O’ndan inancına aykırı bir şey geldiğinde, onu reddederek O’nun
katından gelen haberleri destekleyen delilleri zayıflatır. Allah Teâlâ bir kuluna
inayet nasip ederse, kendisini seçmezden önce onu teorik bilgilerden korur,
onu kendisine ayırarak teorik ilimlerle ilgilenmesinin önüne perde çeker, ona Allah
Teâlâ’ya ve peygamberin diliyle O’nun katından gelen hususlara imanı nasip
eder. Bu durum, Peygamberin daveti genel olan bu ümmet hakkında da böyledir.
Peygamberlerin gelmediği fetret döneminde yaşayan önceki nebilik dönemlerinde
böyle bir insana maişetiyle ve sanadarla ilgilenmek sevdirilir. Veya böyle bir
insan, aritmetik, geometri, gök bilimi gibi matematik veya tıp gibi Allah
Teâlâ’ya dair olmayan ilimlerle ilgilenir.
Nebiliğin devam ettiği vakitte böyle
biri Allah Teâlâ’nın bilgisinde ‘seçilmiş nebi’ olacağı takdir edilmiş birisi
olabilir ve kalbi İlah hakkında herhangi bir sınırlanmadan temizlenmişken
kendisine vahiy gelir. Bu esnada onun kalbinde Allah Teâlâ hakkında akim
idrakiyle sınırlanmış bir inanç yoktur. Kendisi nebi olmasa bile, yaşadığı
topluma peygamber geldiğinde onun getirmiş olduğu vahyi kabul eder. Bunun
nedeni, idrak aracının saflığı ve temizliğidir. Sonra imanın gereğiyle amel
eder ve Rabbinden sakınır, Allah Teâlâ da kalbine furkan ihsan eder. Başka
birisi için böyle bir ihsan yoktur. Allah Teâlâ yaratıklarındaki âdetini böyle
uygular. Akılcı insan Mutlu ve said olsa bile, iman yolundan ve takvadan başka
bir yolla Allah Teâlâ’ya dair bilgisi bulunmayan saf insanın mertebesine
çıkamaz. Böyle birisi bu nitelikteyken nebilerin varisidir ve onlarla beraberdir,
onların derecesinde bulunur. Bunu bilmelisin! ‘De ki
Rabbim benim bilgimi artır.’379
Meleklerin ve insan bedenlerini yöneten
nesf-i natıkanın dışındaki varlıkların ilimlerine gelirsek, onların hepsi
yaratılışları itibarıyla Allah Teâlâ’yı bilenlerdir. Onlar bu bilgilerini
istidlal ile veya düşünmeyle elde etmemişlerdir. Bu nedenle bedende deriler,
kulaklar, gözler, eller, ayaklar ve diğer organlar kendilerini yöneten nefs-i
natıkanın Allah Teâlâ’nın emrini aşmalarını emretmesi durumunda aleyhte
şahitlik edeceklerdir. Onların şahitlikleri, Allah Teâlâ’nın fiillerini
bildirmekle gerçekleşir, çünkü organlar haddi aşmayı veya isyankârlığı bilmez.
Bu bildirme o fiillerin belirlenmesiyle kendilerini o fiillere yönelten
nefislere karşı şahidik olur. Çünkü aleyhine tanıklık yapılan nefislerin
dışındaki her şey, sadece rablerinin hamdini tespihi bilirler.
Yaratılışlarında sadece bu hamdi ve tespihi buldukları için, başka bir şey
bilmezler. Bilgiler içerisinde bundan daha zor tasavvur edilen bir bilgi
yoktur. Çünkü natık nefs asıl itibarıyla temiz olduğu kadar cisimler ve onların
güçleri de yaratılışları itibarıyla temizdir. Sonra cismin ve nefsin bir araya
gelmesiyle, bizatihi muhalefet gerçekleşir. Hayvani nefisler eşyada doğaları
gereği hareket eder ve onların yükümlülükleri yoktur. Organlar da Allah
Teâlâ’nın hamdini söyler ve O’nu tespih ederler. Hal böyleyken muhalif olan ve
kınanma ve cezayla muhatap olacak kimdir? ‘insan’ adı kendisi için bir toplanmayla
meydana geldiği gibi insandaki toplanmışlık ve bir araya gelme nedeniyle başka
bir durum gerçekleşmiş olabilir. Böyle bir durumda insan bilhassa muhalefet
nedeniyle kınanır, çünkü akıllı ve yetişkin insan, yükümlüdür, başkası değil!
Beşer türünde bu şartların düştüğü kimseler yükümlü olmadığı gibi yapılması
emredilen bir işi yapmadığı veya yasaklanan bir işi yaptığı için de kınanmaz.
Allah Teâlâ’yı bilenler beşincisi
olmayan dört kısma ayrılırlar. Bir kısmı Allah Teâlâ hakkındaki bilgisini
zahiri delil veya batini şüphe olmaksızın Allah Teâlâ’dan almışlardır. Onlar
nur ehlidir. Birinci grup ilimlerden haz alanlardır. Üçüncü kısım bilgide
derinleşenlerdir. Onlar Allah Teâlâ hakkındaki bilgide yaratıkların Hakkın
suretinden neyi kabul ettiğini görmek üzere yarattıklarına meyilleri vardır.
Onların Allah Teâlâ ve yaratıklar hakkındaki bilgilerinde bir kuşkuları yoktur.
Onlar sır ehli, gayblerin bilgilerini bilenler, marifet hâzinelerinin
sahipleri, sarsıntılar içinde sebat sahibi olanlar ve bağlandıkları şeylerden
daha büyük olanlardır. Dördüncü kısım ise cem’ ve vecd ehli, bütün
bilinenlerin hakikatlerini ihata edenlerdir. Bildikleri şeylerde onlara
herhangi bir yön gizli kalmaz. Bu gruptaki insanlar sahip oldukları bilgileri
diledikleri şekilde âlemde yorumlarlar. Onlar ‘eman’ sahipleridir ve herhangi
bir etkin şüphenin onların bilgisine zarar vermesi mümkün değildir. Onlar aynı
zamanda sır sahipleridir. Bu iki grup alimin dışındakiler, Allah Teâlâ’nın
yaratıkları arasından herhangi bir sınıftır. Onlar yaptıkları işlerde tasarruf
eder ve içlerinden birisi ihtiyar sahibi olursa ihtiyarlarında mecburdurlar.
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
CÖMERTLİK HÂZİNELERİNDEN YİRMİ
BİRİNCİ VASIL
Gizli İkramların İzharı
Bu hazine Allah Teâlâ ehlinin varidadarında ve gönüllerindeki gizli ilahi
ikramların ve lütufların izharını içerir. Ayrıca çadırlar, yükler ve ağırlıkların
konulmasıyla ilgilidir.
Bu menzilin adamları vardır ve aynı
zamanda müşahede menzilleri vardır. Bunlar, yolların .kat edilmesine dönen
müşahede menzilleridir. Onlar ‘Allah
Teâlâ isminin yüceltilmesine ve söylenmesine
izin verdiği evlerdir.
Orada gece gündüz Allah Teâlâ’nın
ismi zikredilir.’’380 Bu
hâzineden rahmetin söz, hal ve fiillerden oluşan amelleri ihatası öğrenilir. Bu
hâzineden kulda bulunması gereken Rabbine yönelme, O’na dönme ve bütün işlerini
bırakıp Allah Teâlâ’ya teveccüh halinin keyfiyeti öğrenilir. Bu hazine kerem
hâzinesi ve himmeder madeni, ümmetlerin mazeretlerini kabul, âlemin kendisinde
bulunduğu yolların en doğru yol olduğunu söyleten hazinedir. Başarıya ve
doğruya ulaştıran Allah Teâlâ olmakla birlikte, ilahi cömertlik ve keremin bize
açmış olduğu sırlara mütercim olarak şöyle derim:
Bilmelisin ki âlemdeki her varlık,
üzerinde yaratıldığı makamındadır. Hiçbir şey kendi makamını yukarı çıkmayacağı
gibi ondan aşağı inemez. Herkes kendi makamında değişme ve başkalaşmadan korunmuş
halde kalıcıdır. ‘Allah Teâlâ’nın kullarında işleyen
sünnetidir.’381
‘Allah Teâlâ’nın sünnetinde tebdil bulamazsın.’382
İşaret ettiğimiz hususta bilgisi olmayan kimse ise fazlayı talepten ümit
kesmiş, durum, insan vasıtasıyla adeta ‘adı konmuş ecel’ haline gelmiştir.
Çünkü insan bedbaht veya Mutlu sürekli bir terakkidedir. Bu bağlamda Mutlu
insana gelirsek, bütün gruplarda onun terakkisi bilinir. Bedbahtın Allah Teâlâ
hakkındaki bilgide terakkisine gelirsek, bu terakkiyi sadece Allah Teâlâ ehli
bilebilir. Bedbaht bedbahdık sebeplerinde terakki içinde olup en sonunda
rahmetin kendisini kuşatacağını, ilahi keremin onda hüküm sahibi olacağın
bilmez. Fakat işin sonunda bu durum belli olur. Böylelikle bedbaht işin sonunda
bedbaht olmasına yol açan günahlarda Allah Teâlâ hakkındaki bilgide nasıl
yükseldiğini öğrenir ve bundan dolayı hamd eder. ‘Tövbe
eden ve salih amel işleyenlerin günahlarını Allah Teâlâ iyiliklerle değiştirir’383
ayetinde belirttiği üzere, tövbekâr hakkında bir misal vermiştir. Yani ona kötü
diye gördüğü şeyin aynısını iyi diye gösterir. Daha önce şeriatın hükmünden
habersiz kalarak, onu iyi görmüştü. Hükümlerin ortadan kalktığı mevzie
ulaştığında ise -ki orası ahirettirperdenin kalkması esnasında bütün
amellerdeki güzelliği görür. Çünkü orda kendisine amel edenin -başkası değilAllah
Teâlâ olduğu keşfolunur. Öyleyse ameller Allah Teâlâ’nındır. Allah Teâlâ’nın
bütün amelleri kendilerinde bir eksiklik ve çirkinlik olmadan tam anlamıyla
güzel ve iyidir. Çünkü amellere sirayet eden kötülük ve çirkinlik -bizatihi
kendilerinden değilAllah Teâlâ’nın haklarındaki hükmüne aykırılıktan
kaynaklanır. Kimin basiretinden ve baş gözünden perde kalkarsa, söylediğimizi
görür. Bununla birlikte keşif vakti değişebilir. İnsanların bir kısmı bu durumu
dünyada görür; onlar Allah Teâlâ’nın bütün fiillerinin iyi olduğunu ve Allah
Teâlâ’dan başka fail olmadığını söyleyenlerdir. Onlara göre kulun fiildeki payı
sadece kendisine izafe edilen kesptir. Bu ise o fiilde kula ait ihtiyardan
ibarettir. Yaratılmış yani hadis kudretin -onlara göreherhangi bir işte etkisi
yoktur, çünkü hadis kudret kendi mahallini aşamaz.
Allah Teâlâ ehlinden ariflere
gelirsek, onlar hadis kudretten herhangi bir işte fiil meydana geldiğini
düşünmezler. Yükümlülük ve hitap onlara göre ilahi bir isimden ilahi bir isim
hakkında yaratılmış kulun mahallinde gerçekleşebilir. Böylelikle kul ‘yükümlü’
diye isimlendirilirken hitap ‘yükümlülük’ diye isimlendirilir. Yaratıklardan
meydana gelen fiillerin kendilerinin yarattığı şeyler olduklarını düşünenler
vardır. Mesela Mutezile böyle düşünmektedir. Perde kalktığında gerçeğin
kendinde bulunduğu durum lehlerine ve aleyhlerine olacak şekilde onlara
keşfolunur. Onların bir kısmına keşif ölüm esnasında gerçekleşirken bir kısmına
kıyamette bir kısmına topukların birbirine karışması esnasında bir kısmına
azabın etkin olmasından sonra gelir. Böylelikle amelleri Allah Teâlâ’ya nispet
etmenin gerekliliği (Mutezile mezhebindeki) insana keşfolunur.
Bu bağlamda sadece insanın Allah
Teâlâ’ya bir gelişi ve Allah Teâlâ’dan ayrılışı vardır. Bu geliş diğer yoldan
gelişin ta kendisidir. O halde kul istifade amacıyla Allah Teâlâ’ya yönelmek
ile ifade, yani başkasına fayda vermek üzere Allah Teâlâ’dan ayrılma
arasındadır. Bu ayrılma başka bir istifade amacıyla Allah Teâlâ’ya yönelmenin
ta kendisidir. Fethin en çok olduğu kısım, Allah Teâlâ’ya yönelme olması
bakımından, Allah Teâlâ’dan ayrılma halidir. Böyle bir insan Hakkı halkta
görendir. Allah Teâlâ ehlinden bazılarına Hakkı halkta görmek ağır gelir. Bunun
nedeni kendisi nedeniyle varlığı zorunlu olan ile başkası nedeniyle varlığı
zorunlu olan arasındaki uzak ilişkidir. Kulun zevki bu müşahede olunca, Hakk
kendisine ağır gelen şeyin varlık itibarıyla Allah Teâlâ olduğunu ona gösterir
ve o hakikatte mümkünün hükmünün bulunması nedeniyle ‘halk (yaratılmış)’ diye
isimlendirilir. Kul mevcut hakikatin ne olduğunu ve hükmünün ue olduğunu ve
onun madum bir şeyden var olduğunu öğrenince, artık hiç bir şey ona ağır gelmez
ve daha önce oluştan duyduğu ağırlık kalkar. Söz konusu ağırlık, insan ve
cinlerin sakaleyn, iki ağır diye isimlendirilmesini sağlayan durumdur. Sakaleyn
doğal bütün cisimlerin adıdır. Mümkünün yokluktan var olduğunu öğrenen insan,
içinde hissettiği acı ve elemden kurtulur. Allah Teâlâ bu esnada kendisini yüce
bir yere çıkartır. Bu yüce makam, İdris’in makamından onun payıdır. Böylelikle
onun mertebesi yükselir, sıkıntısı ortadan kalkar, vardığı yer nedeniyle Allah
Teâlâ’ya hamd eder, sırrının kendisine verdiği şeyi öğrenir. Bu sayede
mertebeler ayrışır, mezhepler bir olur, cetveller ve yan yollar çizilir,
kudredi olanla olmayan ve kazanan eşidenir.
Hakka yönelmelerin en büyüğü ve
yücesi, Allah Teâlâ’ya yönelirken çıkan nefesinin O’ndan ayrılırkenki giren
nefesinin aynı olduğu kimsenin halidir. Böyle bir insan çıkan nefesi ihata
eden olması bakımından Allah Teâlâ’ya yönelmişken suduru esnasında giren
nefesiyle O’na yönelmiştir. Bunun nedeni kalbinin Allah Teâlâ’yı sığdırmış
olmasıdır. Böylelikle kul her nefes zahirdeki bir ilahi isim ile batındaki
ilahi isim arasında ‘istifade eden’ haline gelir. Öyleyse kuşatıcı ve zahir
Hakka çıkan nefes, Hakkı ufuklarda göstermeyi amaçlar. Batın olan hakka giden
nefes de nefsindeki hakkı ona gösterme amacı taşır. Böyle bir durumda insan
zahir ve batın olarak sadece Hakkı görür. Dolayısıyla onun zatında -edebi
yerine getirmek üzere Hakkın diliyle olanın dışındaherhangi bir fiil hakkında
itiraz kalmaz. Öyleyse konuşan ve konuşturan göreli olarak iki farklı surette
bir kimsedir.
Sonra, ey dostum! Bilmelisin ki, Allah
Teâlâ âlemi yaratmış ve onunla boşluğu doldurmuştur. Artık âlemde fazla gelecek
veya eksik kalacak bir cevher yoktu. Bu yönüyle âlem cevheri bakımından tektir.
Bununla birlikte boşluğu dolduran bu cevherde Hakk sürekli yaratıcı olmayı sürdürür.
Allah Teâlâ onda şekilleri açar, onda kesifleri latifleştirir, suretleri izhar
eder, renk ve olgular gibi arazları var eder, kendilerinde var ettiği
niteliklerle kesiflerin bütün suretlerini ayrıştırır. Bu cevherde açılan suretlere
göre zati ve resmî tanımlar ortaya çıkar. Nispet ve izafederin hükümleri de
onda ortaya çıkar. Allah Teâlâ ondan sonra bir cevher var etmez. Fakat o
cevherde var eder.
Bunu anlayınca, gözün üzerine düştüğü
şeyin ne olduğu ve gözün kendiliğinde bulunduğu durumu bilmelisin! Kulağın
duyduğu şey nedir, kulağın kendisi nedir? Dilin söylediği nedir? Sesin kendisi
nedir? Organların temas ettiği nedir? Organın kendisi. nedir? Damağın tat alma
duyusu nedir? Damak nedir? Burnun kokladığı nedir, burnun kendisi nedir? Aklın
idrak ettiği şey nedir, aklın mahiyeti nedir? Duymak^ görmek, koklamak,
tatmak, dokunmak ne demektir? Tahayyül edilen, tahayyül ve hayal ne demektir?
Tefekkür, tefekkür eden, hakkında tefekkür edilen ve fikir nedir? Musavvire
gücü, tasvir edilen ve suret ne demektir? Hatırlama gücü, hatırlama ve
hatırlanan nedir? Vehim, vehmeden ve vehmedilen nedir? Hafıza gücü, ezberlemek
ve ezberlenen nedir? Akledilir olan nedir?
Senin elde ettiğin şey, tek
cevherdeki araz, nispet ve izafeder hakkındaki bilgidir. Bu hakikat bir-çoktur.
Bütün isimler, Allah Teâlâ’nın kendisinde zikrettiğimiz hususları var etmesine
göre, ona verilir. Öyleyse bu hakikat, zatı bakımından boşluğu dolduran ve
bütün zikrettiklerimizi kabul eden cevherdir. Suri cevher ve araz, zaman, mekân
o cevherde ortaya çıkar. Bunlar varlığın analarıdır, ondan başkası değillerdir!
Ona eklenen şeyler ise etken-edilgen, göreli, konum, sayı ve nicelik gibi
bunlardan bileşen şeylerdir.
Buradan manaların manalarla mı yoksa
manayı kabul eden cevherle mi var olup olamayacağı öğrenilir? Söz konusu mana
öteki mananın kendisiyle kaim olduğu zannedilen bir manadır. O mana ise
nitelenmiş olan mananın kendisiyle var olduğu cevherle vardır. Misal olarak
siyahın parlaklığını verebiliriz. Bu bağlamda ‘Parlak siyah’ veya ‘güzel bilgi’
veya ‘kerim ahlak’ veya beyazlık hakkında aşırı beyaz dersin.
Bunu öğrenince, kim olduğunu ve bütün
bu zikrettiklerimizi ve benzerlerini sana ihsan eden Hakkın kim olduğunu
öğrenirsin. Ayrıca yaratıklarından kimsenin O’na benzemeyeceğini öğrenirsin.
Bununla birlikte varlığının O’nun varlığına ve senin O’na bağlanmasını ve irtibatlı
olmasını mümkün kılan münasebet akılla bilinir. Nitekim ‘Kendini bilen rabbini
bilir5 hadisinde O’nu bilmen kendini bilmene bağlanır.
Yaratılmışları en iyi bilen, onların içinde Allah Teâlâ’yı en iyi bilendir.
Bunun yanı sıra çokluğun birliği karşısında Bir’in birliğini öğrenirsin. Kadim
ve hadis kısımlarıyla varlığın hangi kısımlarla sınırlı olduğunu öğrenirsin.
Kadim’in hadisten hangi özellikle ayrıştığını öğrenirsin. Ezeli kadim’e nispet
edilen isim ve hükümler ile yaratılmış hadise nispet edilen isim ve hükümler
nelerdir? Alemin kendisi neye dayanır? Sana tecelli edip kendisini gördüğünde
Haktan müşahede edilen nedir?
Tecellinin farklılığının nedeni
nedir? Onu başkalaştıran nedir? Bunun nedeni senin idrakinin tek hakikatte
farklılaşması mıdır? Bu sayede senin tecelliyi görmen de frakhlaşırken O’nun
kendisi kendiliğinde başkalaşmaz. Yoksa tecellideki başkalaşma ve türlere
ayrılma -sana veya kendisine değil denispete mi dayanır? Ona dayanmasına
gelirsek, Allah Teâlâ ehline göre böyle bir şey imkânsızdır. Geride iki husus
kalır: Birincisi sana dayanmasıyken diğeri ne sen ne O olan başka bir duruma
dayanmasıdır. Sen de O’nu böyle görürsün.
Binaenaleyh gören herkes gördüğünü
tanımaz. Hayret ehli boş yere hayrete düşmez, çünkü bu iş zordur ve anlaşılması
çetindir. Müşahede edilen şey genel, varlık ise büyüktür. Kemal gerçekleşmiş,
bilgi ayırmış, hüküm ise inmiştir. Her nefes var olanlarda yenilenme ise
akledilir. Hakka dair söylenen ise makul olan ile olmayan arasında aktarılır.
Bu kuyulara ulaşılmak sır ehlinin, nur sahiplerinin ve basiret ve göz
sahiplerinin yapabileceği bir iştir. Kimin sadece sırrı olur ve nuru olmaz veya
nuru olur sırrı olmazsa veya baş gözü olmaz basireti olursa veya baş gözü olur
basireti olmazsa veya batını olmaz zahiri olursa, sahip olduğu özellikle kalır
ve kemale ulaşamaz. Onunla nitelenip bulunduğu hal üzerinde tam olarak
kalabilir. Fakat unutmamak gerekir ki, talep edilen şey, tamlık değil kemaldir,
çünkü tamlık yaratılmıştadır. Kemal tamın elde etmek istediği ve ona ifade
edilen şeydir ve tam olmasına rağmen bu derece onun adına gerçekleşmemiş
olabilir. Allah Teâlâ her şeye yaratılışını vermiş, her şey (yaratılma yönüyle)
tamamlanmış, sonra ona kemali elde etmesi için yolu göstermiştir. Kim hidayete
uyarsa, kemale erer; kim tamlıkla birlikte kalırsa, mahrum kalır.
Allah Teâlâ bizi ve sizi acizlik makamına
ulaşmakla nasiplendirsin ve bunu bize ihsan etsin. İhsan eden ve bu makama
ulaştıracak O’dur.
CÖMERTLİK HÂZİNELERİNDEN YİRMİ İKİNCİ
VASIL
Fetret Hâzinesi
İşlerin kesildiği zannedilir, hâlbuki onlar kesilmez ve kesilmeleri mümkün
değildir. Çünkü Allah Teâlâ, âlemi sürekli korur. Başka bir ifadeyle âlemi
sürekli koruyucudur. Koruma kesilmiş olsaydı, âlem yok olurdu. Allah Teâlâ,
kendisi nedeniyle âleme zuhur etmesinin dışında âlemden müstağnidir. Öyleyse Allah
Teâlâ, âlem vasıtasıyla bilinmekten de müstağnidir. O halde başkası O’na delil
olamaz. Allah Teâlâ yaratıklarına zuhur etmesiyle kendisine delildir. Onların
bir kısmı kendisini bilir ve O’nu yaratıklarından ayrıştırırken bir kısmı
yaratıklarının aynı kabul eder. Bir kısmı hakkında hayrete düşer ve
yaratıklarının aynı mıdır, yoksa onlardan ayrı mıdır, bilemez. Bir kısmı Allah
Teâlâ’nın yaratıklarından ayrı olduğunu bilir, fakat yaratıkların Haktan veya
Hakkın onlardan hangi özellikle ayrıştığını bilemez. Bu nedenle Ebu Yezid de
hayrete düşmüştür. Çünkü Ebu Yezid genel itibarıyla bir ayrımın bulunduğunu
anlamış, fakat onun mahiyetini anlamamıştır. En sonunda Hakk ona ayrışmanın ve
farklılığın zillet ve yoksullukta olduğunu bildirmiş, böylece Ebu Yezid
sakinleşmiştir. Hakk ile âlem arasındaki ayrım ve temyizin diğer kısmı âlemden
müstağniliktir.
Şöyle diyebilirsin: ‘Zillet ve
muhtaçlık da müstağni kılar.’ Şöyle deriz: Şahitte kendisini gördüğümüz üzere
zelil zilletten ve fakir fakirlikten müstağni kalmaz. Allah Teâlâ âlemi bazı
mertebe ve derecelerde birbirine muhtaç yaratmış, birbirlerini hizmetçi
edinsinler diye bir kısmını bir kısmının üzerine yerleştirmiştir. Bu nedenle Allah
Teâlâ âlemin bir kısmını üstün, bir kısmını aşağı dereceye yerleştirmiştir.
İşin kendinde olduğu hakikat Allah
Teâlâ’nın Ebu Yezid’in dikkatini çektiği şekilde olunca, buradan Allah Teâlâ
dikkatimizi şu ayete çekmiş oldu: ‘Ey
insanlar! Siz Allah Teâlâ’ya muhtaçsınız. Allah Teâlâ hamid ve müstağnidir.’384
Yani Allah Teâlâ kendisine muhtaç olunan her şey ile övülendir. Bütün âlem Allah
Teâlâ’nın isimleri ve yüce şifadandır. Dolayısıyla Allah Teâlâ insan bir surete
muhtaç kaldığında, sürekli kullarına görünmek için farklı suretlerde âleme
tecelli eder. İnsan bir suretten müstağni kalınca, bu kez müstağni kalınan
suret o kişi için yaratılmış bir surettir. Tekrar ona muhtaç olduğunda ise o
suret Haktır ve suretin adı zahirde kendisine ait olsa bile gerçekte Hakkın bir
ismidir. Perdeli insan surete muhtaç olduğunu zannederek -kendisine muhtaç
olduğu içinonun önünde zelil Hakk gelir. Hâlbuki gerçekte sadece her şeyin
melekûtunu elinde tutan Allah Teâlâ’nın karşısında zelil ve O’na muhtaç
olmuştur. O halde insanlar bir vadide, Allah Teâlâ’yı bilenler başka bir
vadidedir.
Alemdeki görünür derecelenmeye
gelirsek, bu derecelenme insanların bir kısmı tarafından bilinmezken bir
kısmınca bilinir. Bir kısmı bu hususta yanılırken bir kısmı isabet eder. Allah
Teâlâ âlemi varlık yönüyle gayb-şehadet, zahir-batın, evvel-ahir (ilk ve son)
diye ikiye ayırmış, batını, ahiri ve gaybı bir tarz, evveli, zahiri ve
şehadeti diğer tarz yapmıştır. İnsanların bir kısmı evvelliğin bulunduğu kısmı
üstün tutmuş, bir kısmı ahirlik kısmını, bir kısmı genel olarak iki kısmı eşit
saymış, bir kısmı ise sınırlamıştır. Bunlar bilhassa Allah Teâlâ ehlidir. Onlar
şöyle derler: Ahirliğin bulunduğu kısım mutlular hakkında hayırlıyken bedbahdar
hakkında hayırlı değildir. Allah Teâlâ ehlinin ise geçmişe değil geleceğe yönelmeleri
daha uygundur. Çünkü geçmiş zaman ve şimdiki zaman gerçekleşmişken gelecek ise
gelecektir. Dolayısıyla geleceğin gelmesi zorunludur ve himmeti ona bağlamak
daha uygundur. Gelecek kendisine bağlanan bir himmetten gelirse, insanın
aleyhine değil, lehine olarak gelir; kendisine bağlanmamış bir himmetten
gelirse, lehinde olabileceği gibi aleyhinde de olabilir. Dedik ki, himmet
gelecek zamana bağlanırsa, gelecek zaman insana -kötülük değiliyilik getirir,
bunun nedeni himmet sahibinin gelecek hakkındaki hüsnü zannıdır. Himmetler etkindir,
dolayısıyla geleceğin gelişi kişinin lehine değil aleyhine bile olsaydı,
himmet nedeniyle -aleyhine kalmazlehine dönerdi. Bu öyle bir faydadır ki, kim
onu muhafaza ederse, bütün nimetleri kazanır.
Gelecek zaman himmetini kendisine
bağlamış bir insana geldiğinde, himmet sahibi ondan nimet elde etmek, onun
karşısında basiret üzere ve sakince edepli davranarak sürade ona koşar. Buna
mukabil geleceğin ansızın geldiği insan böyle değildir. Öyle bir insan dehşete
kapılır, onu nasıl karşılayacağı ve kendisine karşı nasıl davranacağı hususunda
hayrete düşer. Zaman ise hızla kaybolur, şimdiki anı terk eder ve mazi haline
gelir, dehşete kapılan insan onun hakkını ve kendisine karşı yerine getirmesi
gereken edebi yerine getirmemiş olur. Hâlbuki hazırlıklı insan öyle değildir.
Bununla birlikte hazırlıklı insanın geçmiş zaman hakkında kâmil olması gerekir,
çünkü onu muhafaza etmezse, iyiliğini yitirmiş demektir.
Allah Teâlâ cömerdik hâzinelerinden
koruma hâzinesini kula yerleştirmiştir. Onun bu hâzinede bulunması gerekir.
Böyle bir insan şimdiki zaman ve geçmiş zaman hakkında hal sahibiyken onun için
geride kalan gelecek zamandır. Hafıza kuvveti koruma kapısının üzerinde saklamış
olduğu şeyin ondan çıkmasını engellemek üzere durur ve şimdiki zamanı terk eden
şeyleri de alarak onları hâzinede saklar. Hafıza kuvvetinin iki yardımcısı
vardır: Birincisi hatırlama kuvvetidir. Bu güç maddelerden soyut anlamları
korumakla görevlendirilmiştir. Diğer yardımcı ise hayaldir ve hayali bu
hâzinedeki misalleri korumakla görevlendirmiştir. Kendisi ise şimdiki zaman
vaktinin ayrılmasından itibaren ve geçmiş zaman hükmünün sona ermesinden sonra
gelecek zamanın getireceklerini kabulle ilgilenmek üzere kalır. Onun
getirdiklerini alır, onları koruma hâzinesinde saklar. Bu hazine ‘hafıza
hâzinesi’ diye isimlendirilmiştir, çünkü gelecek hakkında şimdiki zamanı -ki daim
demektirkorur. Böyle bir hazırlık ve istidattan yoksun olanlardan farklı
olarak, mazi zaman onun üzerinde hüküm vermez. Bu hazırlığı olmayanlarda ise
geçmiş zaman kendisini çekip alır ve kul gelecek zamanı unutur, dolayısıyla
nereye gittiğini bilemez! Böyle bir insan gafletin, unutmanın, yanılmanın
hakim olduğu biridir. Hakk da kulun lehine veya aleyhine olmak üzere onu
saklarken kul bu ilahi korumanın farkında değildir. Daha doğrusu bütün kullar
değil, kulların çoğu bunun farkında değildir. Bu durum ‘Kim
miskal miktarı hayır yaparsa, onu görür, kim miskal miktarı kötülük yaparsa onu
görür’385 ayetinde belirtilir. Başka bir ayette Allah Teâlâ şöyle
der: ‘Küçük büyük hiçbir şeyi ihmal
etmeden bir kitapta kaydetti. Yaptıklarını hazır olarak onda bulurlar,’386
Öyleyse kâmil kulun hafızası (yaptığını) saklarken hafızası olmayan gafil kulun
yaptıkları ise (Allah Teâlâ tarafından) korunur. İki adam asında ne büyük fark
vardır! Genel hüküm şimdiki zamana aittir ki, ‘daim’ denilen şeydir. O kendisi
gelmezden önce gelecek zamanı aklında tutar ve geçmiş zamanın getirmiş
olduklarını korur. Çünkü zaman bir surettir ve onun ruhu getirdiğidir. O halde
şimdiki zaman bütün zamanların hayatıyla canlıdır, çünkü o bütün zamanların
getirmiş olduklarını koruyan ve muhafaza eden şeydir.
Zamanlar üç kısım olduğu gibi haller
de üç kısma ayrılır: Birincisi yumuşaklık ve atıfet halidir. Çünkü yumuşaklık
hali serdik ve kahır ile getirilen şeyleri getirdiği gibi kahır ve zorlamayla
yumuşaklıkla getirilen şeyler getirilmez. Kahır kahra mazhar olanın kalbinde
sevgiyi ve merhameti meydana getirmez. Yumuşaklık yoluyla maksat gerçekleşir,
yumuşaklık sevgi getirir ve onu yumuşaklık gösterdiğin insanın kalbine
yerleştirirsin. Yumuşak insana karşı konulmaz ve bunun nedeni onun etkisinin
gücüdür. İkinci hal ise hayrete düşenin hidayet halidir. Çünkü hayretteki
insan bir şey sorduğunda ya haliyle veya sözüyle sorar. O konuyu bilenin de
hakkında hayrete düşülen meseleyi açıklaması gerekir. Sorulan konu hayrete
düşülen şeyin hakikatinin kendinde olduğu bir konuysa, alim onu söz konusu şeyi
bilmenin hayrete yol açtığını açıklar ve bunu öğrenmekle hayret kalkar. Hayret
açıklanması mümkün bilgilere dairse o bilgi kendisine açıklanır ve hayret
kalkar. Böylelikle iki gözü olan kimseye sabah aydınlığı gibi bilgiler
açıklanır ve hayret ortadan kalkar. Alim kişi kendisine soru soran insanı
terslemez, ‘böyle bir soru senin sorabileceğin soru değildir’ veya ‘sen
makamının gerektirmediği bir şeyi sordun’ demez. Çünkü insan kendisine soru soranı
böyle terslerse alim olmadığı gibi sorulan meseleyi ve o meseleyle ilgili cevap
verilmesi uygun yönü bilmeyen bir cahildir. Bilgi ve kötü ahlak bir araya
gelmez. Her alim geniş bir hoşgörü ve merhamet sahibidir. Kötü ahlak ancak
darlıktan ve zorluktan ortaya çıkar ve bunun nedeni bilgisizliktir. Bilginin
değerini Allah Teâlâ’yı bilenler bilebilir ve Allah Teâlâ zamanı ve müddeti
bakımından nihayetsiz genişlik sahibidir.
Bir şahıs için bir hükümdar nezdinde
şefaatçi olmuştum. Adam öyle bir suç işlemişti ki hükümdara göre böyle bir
suçun sahibi mudaka öldürülmeliydi. Çünkü hükümdarlar pek çok suçu bağışlasa
bile üç şeyi bağışlamaz ve bunlar affedilmeyecek suçlardır. Hükümdarlar bu
suçlarda sadece cezalandırmanın tarzında derecelenirler. Bu üç suç şunlardır:
Haremine saldırmak, sırrının açıklanması ve mülküne zarar vermek. Bu adam
hükümdarın mülküne zarar verecek bir suç işlemiş, hükümdar onun kadine ferman
vermişti. Adamm hikâyesi bana ulaşınca, onu öldürmesin diye ricacı olmak
üzere, hükümdara gittim. Hükümdarm beti benzi attı ve bana şöyle dedi: ‘Yaptığı
bağışlanamayacak bir suçtur ve öldürülmesi gerekir.’ Tebessüm ettim ve şöyle
dedim: Hükümdarım! Vallahisenin affını aşan bir suç bulunduğunu ve bağışlamana
galebe çaldığını bilseydim, senden ricacı olmadığım gibi senin hükümdar
olduğuna da inanmazdım. Sıradan bir Müslüman olan bana göre, bütün âlem suç ve
günah olsaydı yine de benim affıma galip gelemezdi.’
Hükümdar söylediklerim karşısında
hayrete düştü ve ricam üzerine adamı affetti. Ben de kendisine şöyle dedim:
‘Onun cezası hükümdarın sırlarını öğrenip devlete karşı suç işlemesine yol
açan mertebeden uzaklaştırılması olmalıdır.’ Çünkü her ne kadar adamın ölüm
cezasmı engellemek istesem de, yönetimine zarar verecek bir hususa karşı hükümdarın
yardımcısı olmak isterim. Bu sözüm üzerine hükümdar sevinerek ve memnuniyetle
şöyle dedi: ‘Allah Teâlâ bana yaptığına karşılık olarak seni hayırla ödüllendirsin.’
Sonra yanımdan ayrıldı ve sarayına gitti. Adamı hapisten çıkartıp bana
gönderdi, ben de adama uygun şekilde tavsiyede bulundum. Bu meselede
hükümdarın aklım ve edebini beğendim, yaptığı işe karşılık olarak kendisine
teşekkür ettim.
Üçüncü hal nimet verilenin verilen
nimeti sahibine göstermesidir. Çünkü nimetin izharı şükrün ve onun hakkının
verilmesinin kendisidir. Böyle bir şükür sayesinde artış gerçekleşirken nimete
nankörlük nedeniyle nimet kaybolur. Nimete nankörlük onun gizlenmesidir, çünkü
küfran-ı nimet terkibindeki küfran ‘örtmek’ demektir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah
Teâlâ bir köyü misal verir, o köy emin ve mutmaindi, rızıkları her mekândan
kendilerine gelirdi.’387
Böyle bir durum nimederin gelebileceği en iyi tarzdır. ‘Nankörlük ettiler.’
Yani nimet verilen topluluk nankörlük etti. ‘Allah Teâlâ’nın nimetlerine, Allah
Teâlâ da onlara açlık elbisesini giydirdi.’ Yani rızıklarını kaldırdı. Güveni
ortadan kaldırmakla da ‘ve korku elbisesini giydirdi, yaptıklarına karşılık
olarak.’ Onlar nimederi gizlemiş, inkâr etmiş ve onlar nedeniyle kötü ve
taşkınlık yapmışlardır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Şükrederseniz,
artırırız.’388
Başka bir ayette ‘Bana şükredin, nankör olmayın’389
buyurur. Bununla birlikte Allah Teâlâ âlemlerden müstağnidir. Böyleyken muhtaç
ve fakir bir varlık Allah Teâlâ’nın nimederinden kendisi gibi birisine ikramda
bulunur ve verir. Böyle bir insan, âlemlere muhtaç olmayan mutlak zengin
değildir ama o şükre muhtaçtır ve onunla sevinir.
Bu değerli bir hazinedir, onu bilmek
değerli bir bilgiyken makamı yararlı bir makamdır.
CÖMERTLİK HÂZİNELERİNDEN YİRMİ ÜÇÜNCÜ
VASIL
Adalet
Bu hazine itidal ve her Hakk sahibine hakkını verme hâzinesidir. Öyleyse o ihsan hâzinesi değil adalet hâzinesidir ve Allah Teâlâ
kulları arasındaki adaleti ondan yerleştirir. Bu hazine hükmü biten ve kapısı
kapanan bir hazinedir, çünkü ihsan hâzinesi ona karşı lütufkâr davranır. ‘Allah
Teâlâ adaleti emreder.’390 Bu
hakkı alınana yönelik bir ihsandır. ‘İhsanı da emreder.’ Burada ihsan
emredilmesi itibarıyla adalete atfedilmiştir. Yani adaletin otoritesinin ortaya
çıkıp suçu nedeniyle cezalandırılan kimseye ihsanla merhamet edilir ve
cezalandırma işi sona erer, nimet verme ve ihsan sona ermez. Bazen ihsan
kendiliğinden gerçekleşirken bazen yaratılmışın iyiliğine karşılık
gerçekleşebilir. Ayette şöyle denilir: ‘İyiliğin
karşılığı iyilik değil midir?’391
Başka bir ayette şöyle denilir: ‘İyilik
yapanlar için iyilik ve fazlalık vardır.’392
‘Fazlalık’ derken adaletten sonra gelen ihsan ve cezalandırmadan olan ihsan kastedilir.
‘Kötülüğün karşılığı kendisi gibi kötülüktür. Kim
bağışlar ve iyilik yaparsa...’393
Yani kötülüğe kötülükle karşılık vermemek daha iyidir. ‘Onun ecri Allah
Teâlâ’ya kalmıştır.’ Yani başkasının hakkı değil de, kendisine ait bir hakkı
affetmek, Allah Teâlâ’nın niteliğidir. Öyleyse adil davranmak başkasının
haklarıyla ilgilidir, yoksa ilahi mertebeyle ilgili değildir. Allah Teâlâ
ilahi mertebe kendisiyle nitelenmemiş olduğu halde güzel ahlakı emredecek
değildir. Bu nedenle insanlardan haklarını almayan ariflerin ecri Allah
Teâlâ’ya kalmıştır.
Bu hazine insanların gözlerine sır
perdelerini çeken hazinedir. Bunlar Hakkın sakladığı ayıplardır ve onları
kendisinin bildiği ‘gaybı bilendir’394
ayetinde belirtilir. Dolayısıyla razı olduğu peygamber gibi kullarının dışında
kimse O’nun gaybını öğrenemez. Peygamber ise Allah Teâlâ’nın dilediğini
öğrenebilir. O zaman perdeler kaldırılır, nurlar ortaya çıkar, gözler nurlar
sayesinde bütün makulleri idrak eder. Akıl ise nurlar sayesinde akıl
tarafından idrak edilmesi mümkün her şeyi idrak eder. Göz nurlar sayesinde
duyuyla idrak edilmesi mümkün her şeyi idrak eder. Bu durum Allah Teâlâ’nın
özel ve seçilmiş hayırlı kullarına tahsis edilmiştir. Bu kullar sürekli yeniden
yaratmayı keşfederler. Binaenaleyh âlemde yeniden yaratma sona ermediği gibi
onların keşifleri de bitmez.
Bu hazine Allah Teâlâ’yı bilmek
hakkında fail, fiil, yapılan iş, fiilin vasıtası ve fiilin durumunun ve halinin
bilgisini verir. Böylelikle kişi Hakkın yaratmasıyla âlemdeki yaratmaları
öğrenir. Aynı zamanda kul fiilin kendisine nispet edilişi bakımından her failin
bir tarzı olduğunu öğrenir.
Başkalarına
karşı cömertlik yapan kerem ehline gelirsek, Allah Teâlâ öyle birine iyilik
sebeplerini ihsan eder, güçlükleri kolaylaştırır ona, zorlukları yolundan
kaldırır, karanlıklardan nura, darlıktan genişliğe, yanlışlıktan doğruya
çıkartır. Haklara bakarken kendisini daha Hakk sahibi görenler vardır. Onların
başkasına bakışı kendi hakkını görmek amacı taşır. Böyle bir insan başka her
şeyden habersiz kalmış, kendisiyle meşgul olmuş, himmetini kendine yöneltmiş,
Hakkın hakkını verdiği her şeyi kendine vermiştir. O insan Rabbiyle müstağni
kalır ve zatı kendisine keşfolunur. Sonra âlemin onun mertebesinde
toplandığını ve kendisiyle âlemdeki her parça arasındaki ince bağlar görür, o
ince bağlar üzerinden âleme iyilik yapmaya başlar. Bu iyilik âlemde o şeye münasip
kimseye uzamış bir bağdır. Hakk sebepleri kendisine ulaştırdığı gibi o insan de
himmetiyle âlemde bulunan herkese gaybten ihsan ulaştırır. Alem ise onu
tanımaz. Çünkü âlem onu ihsan ederken görmemiştir. Nitekim âlem sebepler
nedeniyle Hakkı tanımaz. Öyle olmasaydı böyle olmazdı. Alenidekiler Hakkı
sebeplerden olayı unuttuğuna göre kâmil kulu unutmaları da zorunludur. '
Allah Teâlâ’nın öyle kulları vardır
ki, onlar sebeplerin farkında olsalar bile ‘Bu ihsan Allah Teâlâ’dandır,
sebebin onda etkisi yoktur’ derler. Allah Teâlâ’nın bazı kulları daha vardır
ki, onlar da ‘bu iyilik falanın bereketiyle ve himmetiyledir’ derler. Onun
himmeti olmasaydı, bu nimet olmaz ve Allah Teâlâ kötülüğü bizden
uzaklaştırmazdı. Bir kısmı bunu inanarak ve bağlanarak söylerken, bir kısmı
zannı galibiyle söyler. Böyle biri Hakkın kendisini iki halde kulların
kalplerine kendi makamında yerleştirdiği kuldur. İnsanlar da bunu söylerler
fakat kaynağını bilmezler.
Sahih bir hadiste aktarıldığına göre,
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Huneyn savaşında Mekke’nin fethinde
gerçekleşen bir hadise nedeniyle Ensar’a şöyle demişti: ‘Siz dalaletteydiniz, Allah
Teâlâ benim vasıtamla size hidayet etmemiş miydi?’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem kendisini zikretmiş. ‘Sizi ateşe düşecek bir tehlikede bulmuş ve
benim vasıtamla sizi kurtarmış değil midir?’ Hadiste belirtilen şey insanların
‘falanın bereketiyledir’ sözlerinin ta kendisidir. Bazen de ‘beni hatırında
tut, beni himmetinde tut, beni unutma’ derler. Her kim bu müşahededen yüz
çevirir ve müşahede edilen ile müşahede edeni ayırt etmezse, hayrete düşmüş ve
hüsrana uğramıştır. Buna mukabil öteki insan yaptığı ticaretinde kazançlı ve
alışverişinde adildir.
Kazananlar iki kısma ayrılır:
Karşılık için çalışanlar ve vefa için çalışanlardır. Karşılık için çalışanlar,
kendilerine özgü niteliklere sahip iken vefa için çalışanlar iki kısma ayrılır:
Birinci kısım çalışan olmayan çalışanlar iken ikinci kısım ‘çalışan’
çalışanlardır. Bu kısım da iki kısma ayrılır: Hakk vasıtasıyla çalışanlar ve
kendileriyle çalışan ve amil olanlardır. Her ikisi de karşılığı dile
getirenlerdir. ‘Çalışan olmayan’ çalışanlar ise karşılığı amele ait görür,
çalışana ait görmezler! Amel karşılık nimetini kabul etmez ve bu nedenle
amelin karşılığı kendilerine döner. Amel edenin karşılığına gelirsek, onlar
amel edenin Allah Teâlâ olduğunu görür. Allah Teâlâ ise karşılığı kabul edecek
bir mahal değildir, çünkü karşılık amel edenin ölçüsündedir. Böylelikle onlar
ilahi karşılığı da elde ederler. Bu, amel sahibinin Hakk ettiği şeyi yerine
getirmedeki eksikliğidir. Başka bir ifadeyle bu eksiklik, Allah Teâlâ’yı
bilenlerde tezahür eden ‘O’nun hamdini ve övgüsünü yerine getirme’
karşılığıdır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şu hadisinde bu husus
belirtilir: ‘Ben Seni hakkıyla övemem. Sen kendini nasıl övmüşsen öylesin.
Fakat ya senin nezdinde olanın nefsinde veya yaratıklarından birinin nefsinde
övdüğün şekilde!’
Dikkatini çektiğim hususa iyi
bakmalısın! Çünkü benim sözlerimi kabul eder ve nasihatime kulak verirsen,
kazançlı çıkarsın.
Bu bölüm hakkında konuşmak sözü çok
uzatır, çünkü o nurları, karışımları, sırları, birbirine girmeyi, ayrışmayı ve
temyizi içerir. Kurtuluşu sağlayan şeyler bu bölümden öğrenilir. Bu bölümle
ilgili bu kadar açıklama yeterlidir.
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar