YİRMİ SEKİZİNCİ SİFİR 1. Bölüm
Rahman ve Rahim
Allah’ın Adıyla
ÜÇ YÜZ SEKSEN DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Hitabî Münazelelerin
Bilinmesi
BEŞİNCİ FASIL
Münazeleler Hakkındadır
Bu bölüm ‘Allah vahiy veya perde ardından olmadan kimseyle konuşmaz’268
ayetinin sırrından ve Muhammedi mertebeden öğrenilir.
İlimlerin münazeleleri izhar
eder
Hakkın ve kulların
hakikatlerini
Tartışma ve cedel olmaksızın .
İnat veya itiraz da olmaz
De ki benim aklım eksik belki lâkin
Nakil hem sapkınlığa ve hem
doğruya götürür
Her öğüt iyiliğe götürürken
Fikrimin bir kısmı fesada
sevk eder
Bilgiden bir muhtaç olarak
yararlan
Cömert ve vehhab efendiye
olan muhtaç olarak
Allah seni ve bizi desteklesin, bilmelisin ki, münazele iki failin fiilidir.
Başka bir ifadeyle münazele (karşılıklı inme) iki failden meydana gelen bir
tenezzüldür ve her biri ötekine yerleşmek veya konuk olmak için -dilediğini
söyleyebilirsin- onu arar. Ararken yolun belli bir yerin-
de karşılaşırlar. İşte her birinden gerçekleşen talep nedeniyle bu karşılaşma
‘münazele’ diye isimlendirilir. Gerçekte burada kulun ‘inmesi’ yükselmedir. Onu
‘inme’ veya ‘iniş’ diye isimlendirmemizin nedeni, kulun bu çıkmayla Hakka konuk
olmayı (nüzûl) talep etmiş olmasıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Güzel söz
Allah’a yükselir, salih amel onu yükseltir.’269 Bu anlamıyla
salih amel, güzel sözü Allah’a götüren bir Burak’tır ve onun vasıtasıyla
Allah’a konuk olur. Kutsi bir hadiste Hz. Peygamber Allah hakkında şöyle haber
verir: ‘Rabbimiz her gece yakın semaya iner.’ Bu hadis uzun bir hadistir.
Kısaca Hz. Peygamber Allah’ı bize ‘inmek’ özelliğiyle nitelemiştir. Söz konusu
olan Hakk’m yaratıklarına inmesidir. Biz de Hakk’a ineri, çünkü yükseklik,
büyüklüğün ve Ö’ndan müstağniliğin bize ait olması mümkün değildir. Bize ait
sıfat, küçüklük ve Hakk’a muhtaçlıkken O’na ait olan, müstağnilik ve büyüklüktür.
Hepimiz muhtacız O’na
Hepimiz küçüğüz yanında
Hepimiz O’nu başka diye
görüyor O bize muhtaç değil, büyüktür O
Ben görürüm O’nu
Kendimin aynı ve ben haberdarım
Bunu öğrendikten sonra dedim ki:
O’nun müstağniliği karşısında muhtaç bir kulum
Gerçekte kendimizle O’na nüzul ederiz ve O da bizim vasıtamızla (ve bize
göre) bize nüzul eder (iner ve konuk olur). Böyle olmasaydı, hitabında bize ne
dediğini anlamazdık. Çünkü Allah Gani’dir ve Hamid’dir. Hakikatin
hakikatindeyse, biz Ö’nun vasıtasıyla O’na nüzul ederiz ve O kendisiyle (ve
kendisine göre) bize nüzul eder ve iner. Burada nüzulün tam nüzul veya
münazele olması durumu değiştirmez. Böylece konuşan ve dinleyen bizzat O’dur ve
O ne söylediğini bilendir, çünkü işitir! Makamı bu olanın sözünü kendisinden
başkası duymamıştır. Asıl olan Hak olunca, biz O’nun nedeniyle var olduk,
çünkü
fer (dal) aslın suretinde olduğu kadar onun suretine göre ortaya çıkar.
Meyveler de dallarda ve ferde ortaya çıktığı gibi faydalar orada ortaya çıkar.
Aynı zamanda ferler ihtiyaçların mahallidir. Gerçekte sadece O vardır!
Sana ulaşacak yolum olsaydı
Senin hakkında bir delilim olmazdı
Bunun için sen Aziz Rab
Ben de zelil kulum .
ilah’a ve kula şaşılır!
Korku veren yüce bir
menzilde
İzafeli bir şekilde ve
varlığım kapsar Karşılıklı yer değiştiririz
Allah dedi onu yaratılmış
değil 0 darken ben de söyledim
Başka bir şiirde şöyle dedik:
işte budur o emir Gerekli ve
yeterli olan
Bu sözümle amel et Onunla
nitelenmiş olursan
Hakka dair düşünürken .
İnsaflı olman gerek
O’na karşı gelirsen Tehlike
üzerindesin demektir
Bilmelisin ki, Hak kullarıyla kendilerine tecelli ettiği bir suret perdesinin
ardından konuşur ve onlara hitap eder. O suret kullar için Hak’tan bir perde
olduğu kadar aynı zamanda O’na delildir. Nitekim insanın görünen bedeni de bir
perdedir. Nefs-i natıka başka bir nefsle konuşmak istediğinde, beden suretinin
perdesinin ardından onunla ve
onun diliyle konuşur. Bununla birlikte nefs yaratılmıştır ve onun durumu
daha önce de zikrettiğimiz gibidir. Hal böyleyken Yaratan nasıl olabilir? Bu
nerenle hitap eden münazeleler içerisinde kişi ancak suretler görür ve Hak’tan
aktarılan hakikatler ve sırlar o suretlerden alınır. Bunlar anlayış dilleridir.
Münazelelerin sınırı, Amâ’dan yeryüzüne ve o ikisinin arasındaki şeylere
kadar uzanır. Suret Amâ’dan ve insanın bâtını sureti yeryüzünden ayrılıp yolda
kavuştuklarında, bu durum ‘münazele’ diye isimlendirilir. İnsanın sureti
Amâ’ya ulaşırsa veya emir yeryüzüne gelirse, bu durum ‘münazele’ olarak değil,
nüzûl diye isimlendirilir. Bir araya gelişin (içtima) gerçekleştiği yer,
menzildir. İlahı hitabın dilediği kullar için kendisinden çıktığı mertebe,
diller mertebesidir. Allah Hz. Musa ile bu mertebeden konuşmuştur. Bakınız!
Allah Hz. Musa’ya ihtiyacının suretinde tecelli etmiştir. Allah Hz.
Peygamber’e cevamiu’l-kelim’i bu menzilden vermiş, bu mertebede onun için
âlemin bütün suretlerini birleştirmiştir. Söz konusu suretlerin isimlerinin
bilgisi Adem’de bulunmuşken hakikatleri isimleriyle birlikte Hz. Muhammed’e
tahsis edilmiştir; isimler daha önce Adem’e verilmişti. Çünkü Âdem Hz.
Peygamber’e bilgilerinin verildiği söylenen ilklerden idi. Hz. Peygamber
kendisinden söz ederken Allah’ın ona öncekilerin ve sonrakilerin ilimlerini
öğrettiğini söylemişti.
Bu mertebeden Allah Teâlâ Hz. Davud’a hikmeti ve sözü ayırma gücünü
vermiştir. Bütiin sayfalar ve indirilmiş kitaplar, bu mertebeden ortaya çıkar.
Bu mertebeden Hak Yüce Kalem’e Levh-i mahfuz’a yazacağı şeyleri yazdırmıştır.
Âlemin bütün sözleri -gaybıyla şahadetiyle- bu mertebeden çıkmıştır ki hepsi
O’nun kelamıdır. Bu mertebe ilk mertebedir. Mümkünlere Allah’tan dönen ille şey
‘o!’270 emridir. Mümkünlerin kulaklarını bu hitap açmış ve
‘parçalamıştır.’ Cennetteki son sözleri ise ‘Hamd âlemlerin rabbi Allah’adır’
olacaktır. Onlar bu sözü Allah’ın cennetliklere söylediği ‘Sizden razıyım, bir
daha size öfkelenmem’ cümlesi vesilesiyle söyleyeceklerdir. Rahman’ın nefesi
olmasaydı, mümkünlerin kelimeleri ortaya çıkmazdı.
Bilmelisin ki, herhangi bir şeydeki hareketliden meydana gelen bütün
hareketler, hareket ettirenin kastıyla ortaya çıkar; hareket ettiren
hareketlinin kendisi veya başkası olabilir. Böylece suretler onun hareketinden
meydana gelir, hatta maksadına ve niyetine göre kendisine doğru hareket ettiği
işteki hareketinden meydana gelir. Suretler, mertebeye göre ve hareket
ettirenden meydana gelen kasta göre şekillenir. Misal olarak kendi mahrecinde
bir harfi var etmek isteyen insandan çıkan nefesteki harfleri verebiliriz.
Nefesin çıkmasıyla (ve iradeyle birlikte) söz konusu harfin sureti, kendisine
ait mertebede ve mahreçte ‘açılır.’ İnsan o harfe mahsus bir isim belirler ve
bu sim zikredildiğinde harfi diğerlerinden ayırır. Nitekim harfin sureti de
öteki harflerin suretinden ayrıdır. Bu ayrışmalar (ve harflerin ortaya çıkışı)
nefesin (mahreçlerde) uzamasına göre gerçekleşir Bu harflerle bir kelime
ortaya çıkartmak istediğinde, nefesindeki harflerin varlıklarını izhara niyetlenirken
belirli harflerin izharına yönelir ve niyetlenir, o harflerden başkalarını
çıkartmaz. O belirli harfler kulakta birbirlerine eklenerek bir kelime meydana
gelir. Kelime o harflerin birbirlerine eklenmesinden ibarettir, yoksa harflere
ilave bir şey değildir! Şu var ki onları bir araya getiren bir nispet ve
ilişkidir. Böylece harflerin bir araya gelişi ve toplanışı, belirli bir suret
meydana getirir. Harfler o birleştirici nispet olmadan o sureti
oluşturamazlardı. İşte âlemde basitlerden bileşiklerin meydana gelişi ve
terkibi böyle gerçekleşir. Göz ancak basitlerden bileşerek meydana gelenleri
görür. Bileşik olan kendisini oluşturan baside- re onların bir araya
toplanmasını sağlayan nispete göre ilave bir durumdur. Bunu söylememizin
nedeni, gözün görmüş olduğu ve harflerin varlıklarında gerçekleşen (farklı
tarzdaki) terkibin sonsuz olduğunu öğrenmeni istememizdir. Terkip sonsuz olduğu
için Allah’ın kelimeleri tükenmez ve kelimelerin suretleri sürekli meydana
gelir. O halde varlık ve yaratma sürekli devam eder. .
Ey bileşik varlık! Kim olduğunu bilmelisin. Hangi basiderden birleştirildin
ve terkip edildin? Nasıl birleştirildin? Basitlerinle birlikte görünmezken
bileşik halde nasıl gözükmektesin? Var olan bir durum ancak bileşik bir nispet
vasıtasıyla ortaya çıkabilir. Birleşmeyi sağlayan nispet, terkipten önce
olmayan bir hükümle o varlık üzerinde hüküm verir, bunu anlamalısın!
‘Kün (ol)’ emrinin sureti nefesten meydana geldi. Sonra var olanlar bu
emirden (ol) meydana gelmiştir. Başka bir ifadeyle her şey ancak ‘kün’ emriyle
var olan kelimelerdir ve onlar gerçek (vücûdî) bir emrin lafızlarıdır. Onlardan
ancak kendilerine münasip ve uygun bileşik harfler meydana gelir. Bunlar, ‘kün
(ol)’ sözüyle bir kelime olmak üzere birleşen bileşik harflerdir. O’nun emri
bir tek şeydir. O da Allah’ın ‘ol’ emridir. Allah Teâlâ şöyle buyur: ‘Bizim
emrimiz tek bir şeydir.’271 Başka bir ayette ‘Var etmek
istediğimizde bir şeye sözümüz ‘ol’ olur, o da var olur’271
denilir. Yani o şey kendiliğinde ve dışta meydana gelerek daha önce ‘mevcut
olmamak’ ile nitelenmişken bu kez varlıkla nitelenir. Bununla birlikte var
olmazdan önce o şey, (dış varlığı demek olan) harfi var olmadan nefeste içkin
olarak sabitti.
Binaenaleyh asıl münazele, varlıkları meydana getirir ve mümkünlerin
suretlerini dışta izhar eder. Söylediğimizi bilen, âlemin mahiyetini veya kim
olduğunu da öğrenir. Bu sırları zuhur hallerinde gizleyen ve gizliliklerinde
izhar eden Allah münezzehtir! Onlar, akıl sahibi bir grup için, hem gözüken hem
bâtın kalan hem ilk ve hem son olan sırlardır.
Hakikat bir, hüküm ise
nispetlere ait Hakikat görünür oluş sebebe izafe edilir
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Sen atmadın.’273 Burada
olumsuzlamış- tır. ‘Attığında seti.’274 Burada ise
olumsuzladığını olumlamıştır. ‘Fakat Allah attı.’273 Burada
olumladığını bu kez olumsuzlamıştır. Böylece müspet atma fıüi iki olumsuz
arasında bir vasata döner ve birinci olumsuzlama öteki olumsuzlamanın aynıdır.
Vasatın iki olumsuzluk arasında bulunması imkânsızdır, çünkü o sınırlıdır ve
sınırlılık onun üzerinde hüküm verir. Özellikle diğer olumsuzlama birinci
olumsuzluğa -vasat için değil kendisi için atmanın olumsuzlanmasıyla ilave olmuştur.
Böylece duyuda ve gözde atma fiili, Peygamberin Haldun kelimesinde sabit
olması nedeniyle Hz. Peygamberden ortaya çıkmıştır. Öyleyse Hz. Peygamber,
‘atan-atmayandır.’ Aynı şekilde ilahi kelimede de o ‘Muhammed olan ve Muhammed
olmayandır.’ Çünkü sureti ve dış varlığı görüldüğü üzere kendisi de Muhammed
olsaydı, atma fiili
bizimle sofistlerin arasındaki fark, onların bütün âlemin bir hakikatinin
olmadığını iddia etmeleridir. Biz böyle bir şey söylemeyiz. Bize göre o
hakikattir. Böylelikle biz bütün gruplardan ayrılırız ve gördüğümüzün ardında
bulunan hususlardan bize verdikleri bilgide Allah’a ve peygamberine uyarız. Bu
bilgi sayesinde müşahede ettiğimiz şeyi öğrendik. Müşahede, kendisiyle
Allah’ın basiretlerimizi aydınlattığı iman nurunun kazandırdığı ve Allah’tan
bize dönük bir inayettir.
Burada ortaya koyduğumuz hususu anlayan, Hz. Âdem’in topra- ğinın hamurunun
kalıntısından yaratılmış şeyi öğrenir. Bütün âlem, hatta var olan her şey,
yeryüzünü doldurmaktadır ve imar etmektedir. Bunun dışında sadece onu yaratan,
var eden Hak kalır. Hak ise hüviyeti bakımından bu hükmün dışındadır. Çünkü
var olanlar yokken bütün varlık O’na aitti. Gerçek söylediğimiz gibi olmasaydı,
bizimle Hak arasında ‘münazele (nüzul ve urûc esnasında yolda karşılaşma)’
gerçekleşmez veya Hakk’ın yakın semaya inmesi veya Arş’a veya âlemi yaratmazdan
önce Rabbimizin kendinde bulunduğu Amâ’da bulunması söz konusu olmazdı,
ez-Zahir isminin hükmü olmasaydı, bu mertebe ortaya çıkmayacağı gibi bu âlem
de surete göre zuhur etmezdi. el-Bâtın ismi olmasaydı Muhammedi surette taşı
atanın Allah olduğunu anlayamazdık. Diğer suretlerde de durum aynıdır. Ayette
‘Herhangi bir beşerle Allah konuşmamıştır.. .’28° buyrulur.
Kastedilen insandır. ‘Ancak vahiyle konuşmuştur.’281 Bu
vahyin bir misali ‘Fakat Allah atmıştır’282 ayetidir. Burada
atan Allah’tır. Göz ise Hz. Peygamber’i görür. ‘Veya perde ardından...’283
İki suret arasında hitap ve konuşmada ilişki olabilsin diye, beşeri suretin
bulunması demektir. ‘Veya bir elçi gönderir.’28* Elçi Hakk’ın
kulun kalbindeki tercümanıdır. Ayette ‘Onu senin kalbine Ruh-ı emin indirdi’
denilir.
Allah Teâlâ insanlar arasından seçtiği peygamberine vasıtaları kaldırarak
özel yönden vahyedip peygamber de vahyi bize aktardığında, o vahiy Hakkın bize
‘peygamber’ denilen kişinin perdesinin ardından kelamı haline gelir; peygamber
olarak gönderilen kişi resul veya nebi olabilir. Bu mertebe bazı veliler adına
da gerçekleşebilir. Kalp gözü üzerindeki beşeri perde kalktığında, kalp gözü
birbirleriyle konuşmada ve birbirlerini duymada tüm varlıkların aynı durumda
olduğunu görür.
görüldüğü gibi atan da olması gerekirdi. Hâlbuki ilahi haber, Hz.
Peygamber’den ‘atma’ fiilini olumsuzladığı gibi onun varlığını da
olumsuzlamıştır, çünkü onun varlığıyla fiili arasında fark yoktur. Aynı durum
‘Onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü’ ayetinde geçerli- dir. Allah’a
davet edenlerin kendisine göre hareket ettikleri basiret bu ayrımları
bilmektir. Onlar Allah’a davet edenin kim olduğunu bildikleri gibi O’na davet
edileni de bilirler. O halde idrak tektir: Bir insan bu tek idrakle gerçeği
bulunduğu halde idrak ederse, bu idrak ‘basiret’ diye isimlendirilir, çünkü bu
bilgi kesin bilgidir. Bu idrakle duyuda ortaya çıkan bir nispeti idrak
ettiğinde, bu idrak ‘görme’ diye isimlendirilir. Böylece yerin değişmesiyle
idrake verilen adlar da değişir. Nitekim bir surette olsa bile edatın hükmü
değişir. Başka bir ifadeyle edat, bulunduğu yerin değişmesiyle birlikte değişir.
Misal olarak ma edatını verebiliriz: Hiç kuşkusuz ma tek bir edat
iken bir yerde olumsuzluk anlamı bildirir; misal olarak ‘Onun tevilini
Allah’tan başkası bilmez’276 ayetini verebiliriz. Bir yerde
şaşırma bildirir; misal olarak ‘Ateşe ne kadar da sabırlıdırlar!’277
ayetini verebiliriz. Bir yerde hazır olmak anlamındadır; misal olarak ‘Kâfir
olanlar...’278 Bir yerde isim olarak kullanılır; misal olarak ‘Ancak
bana emretmiş olduğun şey’279 ayetini verebiliriz. Böyle
misaller artırılabilir. Bazen mastar anlamında kullanılır, bazen soru sormak
için kullanılır, bazen zait olarak gelir. Böylece bir tek edat farklı yerlerde
farklı anlamlar kazanır. Bütün bu durumlarda edat tektir fakat mertebeler
farklı hükümlerle onda hüküm vermiştir. Tecelli su- rederi de -gördüğünü
anlayan için- hükümler mesabesindedir. Allah Teâlâ bu ayede bize duyulur bir
gerçek zannettiğimiz şeyin bir hayal olduğunu açıklamıştır. Göz kendisini görse
bile, o şey kendiliğinde gözün gördüğünden farklıdır. Bu durum (yani görmeyle
kendindeki durum arasındaki çelişki), cisimsel ve ruhani güçlere yayılmış bir
durumdur. Bütün bilgi, ortaya konulmuş misaller gibidir ve varlık mertebesi
hayal mertebesi demektir. Sonra gördüğün şeyler, duyulur ve hayali suretlere
ayrılır ve hepsi hayaldir. Bu hüküm, bu müşahedeye ulaşanın söyleyebileceği bir
sözdür. Filozof ise onu reddettiği gibi akıl delilini kullananların hepsi bu
görüşü reddeder. Aynı zamanda zahir ehli de bu görüşü reddeder. Onlar bu suretlerin
getirdiği manaları da reddederler. Böyle bir müşahedeyi ancak sofısder
yaklaşabilir. Ancak
Böylece konuşan, duyan, tutan, koşan, hisseden, hayal eden, tasavvur eden,
ezberleyen ve insana nispet edilen bütün güçler birleşir. Bütün münazeleler,
ilk ve son zahir ve bâtın arasında ve de âlemin suretleriyle tecelli suretleri
arasında berzah olarak bulunurlar. ‘Onu komşu edin ki, Allah’ın kelamını
duysun.’285 Burada Haktan aktaran, konuşandır. Allah bize
duyulan söz ve kelamın kendi kelamı olduğunu -peygamberin değil- söylemiştir.
Bu berzahî hitapta getirmiş olduğun şeyi incelemeli ve anlayış gözünü
açmalısın! Böyle yaparsan sana hitap ettiği şeye göre olursun. Allah’ın kelamı
O’nun kulağıyla duyulabileceği gibi yaratılmış olan kelam da yaratılmış kulakla
duyulabilir. Duyan kulağın ardından olduğu gibi konuşan da kelamın ardındadır.
Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah onları artlarından ihata edendir. O şanlı
Kuran’dır, Levh-i mahfuzdadır.’286 Yani Kuran değişme ve
başkalaşmadan korunmuş Lev- ha’dadır.
Kuran tevhide delil olan şeyler olabileceği gibi tenzihe veya fiil sıfatına
veya ortaklık bildiren anlama veya teşbih veya hüküm veya kıssalar veya teşvik
ile korkutma bildiren öğütler veya delillendirilen husus- lularda bir delil
olabilir. Bu yönüyle Kuran-ı Kerim muhkem ve müteşabih ayetlerle sınırlıdır.
Alemdeki bütün hitaplar da öyledir. O halde cisim, içerdiği doğal meyil
nedeniyle, varlığında müstakil değildir. ‘Yazılmış kitaptır.’287
Yani o ilahi imlerle ve iktidar kalemini tutan kâtibin sağ eliyle yazılmıştır.
‘Deri içinde...’288 Kastedilen işarı yorumuyla -yoksa tefsir
olarak değil-sensin. ‘Neşredilmiştir.’289 Yani zahirdir ve
dürülmemiştir. Başka bir ifadeyle örtülü değildir. ‘Beyt-i Mamur.’290 Beyt-i
mamur, Hakkı sığdıran kalp demektir. O kalbi dolduran Hak’tır. ‘Yükseltilmiş
çatı...’291 Kastedilen baştaki duyusal ve manevi güçlerdir. ‘Tutuşturulmuş
deniz. .’292 Yani hareketin sebebi olan ateşle tutuşmuş doğa
demektir. ‘Rabbinin azabı gerçekleşecektir.’293 Yani hayvani
nefsin, emir âleminden olan ruhun ve yüce aklın haz alacağı şey, efendisinden,
terbiye edeninden ve onun durumunu ıslah eden efendisinden meydana gelecektir.
‘Kuşkusuz gerçekleşecektir.’294 Yani vaki olacaktır. Çünkü
‘imkân’ özelliği bakımından süfli menziller kayıtsız anlamda doğası bakımından
sınırlı nefse aittir. ‘Onu engelleyen yoktur.’295 Çünkü
zikrettiğimizin dışında bir şey yoktur. Öyleyse bizde olan,
O’nun tecellisini telakki ve O’na yaklaşmak üzere yükselmekten ibarettir.
Bu iki hüküm arasında en büyük ihtişamın ve derin bilginin kendilerine ait
olduğu berzahlar ortaya çıkar.
Münazele ilahi isimler arasında da gerçekleşebilir. Misal olarak insan
üzerinde gerçekleşen çatışmadaki münazeleyi verebiliriz. İnsan Allah’ın emrine
karşı geldiğinde, bir yandan et-Tevvab, el-Gafiır ve er- Rahman isimleri onu
ararken diğer yandan el-Muntakim, ed-Darr ve el-Müzill vb. isimleri de insanı
onu arar. Bu bölümde bir hadis zikredilmişti: Kutsi hadiste Allah Teâlâ
‘Yaptığım bir işte müminin canını alırken olduğu gibi tereddüt etmedim, o ölümü
kerih görür, ben gecikmesini, bana kavuşması ise kaçınılmazdır’ buyurur.
Burada anlatılan ilahi isimler arasındaki münazelenin bir yönüdür. Bu keşfi Hz.
Peygamberin huzurunda Deccal’ın öldürülmesiyle ilgili olarak Allah’tan
öğrendim (zevk). Oradan bana rahmetin Allah’ın kulları üzerine yayılmış olduğu
bir kapı açılmıştır ve bu zevk ile birlikte Ö’nun rahmetinin her şeyi
kuşattığını öğrendim. Dolayısıyla rahmetin hükmünün her şeye nüfuz etmesi
gerekir. Buradan arazların var olma anından sonraki ikinci anda yok olmalarının
hikmeti öğrenilir. Allah Teâlâ arazın bulunduğu mahalde önceki arazların
benzerlerini veya zıtlarını yaratır. Çünkü araz bulunduğu mahalli gibi sabit
kalsaydı -ki bu durum mahallin onun gibi bir şey, yani araz olma bakımından
onun benzeri başka bir araz olmaması durumunda böyledir-, hiç kuşkusuz araz
cevher gibi baki kalır olur ve cevherin hali değişmezdi. Böyle bir araz mesela
ilk yaratılış anından itibaren sürekli bedbahttır veya sürekli mutludur. Böyle
bir durumda Allah’ın rahmeti, belirli kimselerde sınırlanmış olarak kalırdı.
Nitekim ilahi rahmet özel bir nitelik sahibi kimseler hakkında zorunluluk
(vücub) şeklinde ortaya çıkarken zorunlu rahmeti hale etmelerini sağlayan bir
nitelikten yoksun olanlara ise ihsan ve lütuf yoluyla ulaşır. Nitekim daha önce
söylediğimiz rahmeti hak edip hakkında rahmetin vacip olduğu kimse ise
zorunluluk yoluyla rahmete ulaşır, onunla nitelenir ve rahmet onun adına
zorunlu ve vacip olur. Gerçekte herkes ihsan yoluyla rahmete ulaşmış, rahmet de
onları ulaşmıştır. Binaenaleyh asıl veya fer itibarıyla her şey O’ndandır.
Ardından münazele irade meydanında Rahman’ın kalpteki parmaklarından iki
parmak arasına sirayet eder. Kalbini eğriltirse Rahman da kendisini eğriltir;
doğrultursa Rahman da onu doğrultur. Her hüküm Allah’a aittir, çünkü O Arş
üzerine istiva edendir ve hükümler bu isimden icra edilir. Sonra münazele, kalp
üzerindeki hâkimiyet mücadelesinde melek ile şeytan arasında ilham ve vesvese
vermede ortaya çıkar. Mükellef insan vesvese ve ilhamı kalbinde bulur. Mükellef
olmaksızın kalbinde bir tereddüt bulduğunda, ya yükümlülük diya- rındadır veya
orada değildir. Teklif diyarındaysa, tereddüt meleğin ve şeytanın ilhamınıdır
(vesvese). Her biri ilhamını kendisine ulaştırdığında, yükümlünün fesada
yardım etmek üzere bir katkı sağlamasını ister ve bu sayede günah yükümlünün
üzerinde kalır. Misal olarak yükümlülük çağına ulaşmamış iki sabiyi
verebiliriz. İki sabi her birisine hâkim olan şeytanın dürtüsü ve vesvesesiyle
kavgaya tutuşurlar, ardından babaları veya akrabaları veya komşuları veya
orada bulunan iki şahıs gelir ve -şer’i bir ölçüyü dikkate almaksızın- sadece
savunma güdüsüyle aralarına girer. Belki de o iki çocuk için yaptıkları iş
onların günah kazanmasına yol açar. Bu nedenle bir sabinin kötülük yapmak üzere
hareket etmesi, şeytanın ona verdiği vesveseden kaynaklanır.
Bunu anlamalısın ve en yetkin bilgi ortaya çıksın diye mertebeleri
bilmelisin. İnsan yükümlü olmadığı veya teklif diyarında bulunmadığı takdirde,
iki fiil arasında bir tereddüde düşerse, herhangi birisini yapmasında bir
sorumluluk yoktur. Düşünceler arasındaki bu tereddüt ve ‘münazele (gidip
gelme)’ ilahi tereddüde benzer. Bununla birlikte kul için tereddüt, kendisi
hakkında en üst ve öncelikli olanı arama arzusundan ve talebinden kaynaklanır.
Yükümlü insan iki ibadetten hangisini yapacağı hususunda tereddüde düşebilir.
Böyle bir tereddüt ilahi tereddüdün ta kendisidir, yoksa böyle bir tereddüt iki
ilhamdan (melek ve şeytanın ilhamı) kaynaklanmaz. Bu esnada insanda ya iki gaye
vardır veya eşit ölçüde veya vaktin gerektirdiği bir tercihle iki duruma ilişen
tek bir gaye vardır. Aynı zamanda o kişi yükümlü olmadığı gibi teklif diyarında
da değildir, çünkü teklif olmasaydı şeytan iğva vermek üzere zaman insana
yaklaşmazdı. Öyle bir iş abestir, gerçekte her iş
Allah’ın fiili olduğuna
göre, abesi ise Allah yaratmamıştır. ‘Bütün iş O’na döner:296
Münazeleleri bilen kimse bütün bunlara ve benzerlerine vakıf olmalıdır.
Alemde gerçekleşen bütün tereddütlerin aslı ve dayanağı bu- dur. Bu bağlamda
ilahi tereddüde veya (benzer bir duruma işaret eden Rahman’a ait) iki parmağa
veya iki ilhama gelirsek, bu konu ayrı bir konudur. Onun burada ele
alamayacağımız başka bir hükmü vardır. (Alemdeki bütün tereddüder için) Asıl
olan ilahi tereddüt ile mütekabil ilahi isimlerin hakikaderinin verdiği şeydir.
‘Allah hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır:
Şimdi bu bölümde münazeleler esnasında bizim için meydana gelen bazı ilahi
bilgileri zikredelim, çünkü o bilgiler sayılamayacak kadar çoktur. Biz bir
kısmını zikredeceğiz.
ÜÇ YÜZ SEKSEN BEŞİNCİ BÖLÜM
'Hakir Gören Galip Gelir,
Küçümseyen Mahrum
Kalır' Münazelesinin Bilinmesi
Allah’ın kullarını
küçümseme, var bir kıymetleri Makamlar senin için bir araya gelse de yapma
Onların hakikatlerini izhar
eden O’nun isimleri değil mi? Onlar bu isimler hakkında bilgisiz kalsa bile
öyledir
Şeriatı ihlal ettiklerinde
Yasakları ihlal etmiş olurlar
Rahman’ın korusudur diye
kaçmaksın Hamiyetin etkisindeki kimsede bir hükmü var
Senin en güzel isimlerin O’nun güzel isimleriyle
Nitelenir ve inayetlere mazhar olurlar
Allah bize ve sana ruhu’l-kuds ile yardım etsin,
bilmelisin ki:
A
Alemde bir şeyi hakir görmek Allah’tan çekinen bir takva sahibinden meydana
gelebilecek bir davranış değilken Allah’ı ya delille veya zevk yoluyla bilen
bir insandan meydana gelebilir mi? Çünkü âlemdeki her varlık Allah’ın şiarıdır,
çünkü bizzat Allah onu kendisine delil yapmıştır. Allah Teâlâ şiarlarını
yüceltenleri nitelerken şöyle buyurur: ‘Allah’ın şiarlarını yüceltenlere
gelirsek, bu davranış, kalplerin takvasındandır.’297 Yani
şiarları yüceltmek, kalplerin takva duygusundan veya şiarların kendisi
kalplerin takvasındandır. Sonra Allah Teâlâ teklif diyarında şiarları (dediği
şeyler) için zahirî ve bâtını davranış ve hareketlerinde yükümlü için sınırlar
belirlemiş, o sınırlar ruhen ve duyusal olarak tasarrufta bulunacağı bütün
hususları kaplamıştır. Allah o sınırları yükümlü için ‘haramlar’ olarak
belirleyerek şöyle buyurmuştur: ‘Kim Allah’ın haramlarını yüceltirse..
,’298 Onların yüceltilmiş olması, hüküm itibarıyla Allah’ın
kendilerini belirlemiş olduğu şekilde haram olarak bırakılmaları demektir,
çünkü haramların haram olmaktan çıkartacak bazı durumlar vardır. Nitekim
ahirette cennette bir engelleme olmaksızın kayıtsız anlamda haram olmanın
dışma çıkartılırlar. Bu durum ‘Cennette dilediğiniz yere yerleşiniz’2"
ayetinde belirtilir. ‘Orada nefislerinizin arzu edeceği şeyler vardır.’ Allah ‘Bugün
cennet ehli meşguliyet içinde eğlencededir,30° buyurur. Orada
engelleme kalkmıştır.
Bazen kul yükümlülük diyarı olan dünyada bu mertebeye yerleştirilir ve
hakikatinin verdiği üzere tasarrufta bulunmak ister, fakat kendi mertebesinde
tasarruf eder. Allah’ın haramları o yerde düşer. Kul haramları kendiliğinden
kaldırmaz fakat onlar hakkında bir tazim bulmaz. Rabbinin nezdinde kendilerini
yüceltmemiş olduğu için, onların hayırlarından yoksun kalır. Allah Teâlâ ‘Kim
Allah’ın haramlarını yüceltirse, bu durum onun adına Rabbi katında daha
hayırlıdır’301 buyurur. Allah böyle demiş ve vaatte
bulunmamıştır. Bunun sebebi şudur: Hal sahiplerine halleri baskın geldiğinde,
yaptıkları davranışları nedeniyle sorumlu tutulamayan deliler mesabesinde
olurlar ve neticede Allah katında pek çok hayır ve iyilikten mahrum kalırlar.
Bu nedenle hal, kâmil büyükler tarafından talep edilen bir şey olmamıştır. Hal
yerine onlar
makamın peşindedirler, çünkü biz teklif diyarındayız. Burada bir şeyi
kaçırırsak, ahirette onun hayrım yitirmiş oluruz ve o hayrı yitirmiş olmakla
Allah katında inayete mazhar kimselerden olmadığımızı anlarız. Bu durum, hayrı
yitirmemize yol açan o hali elde etmek üzere çalışmadığımızda böyledir. Peki
işlerin esaslarını (öğrenmek için) nazari düşünceyle hareket edip hakikatin bir
kısmını öğrenmekle iyiliği yitirmeye yol açan böyle bir hükümle
nitelendiğimizde durum nasıl olabilir? Bizi hayırdan mahrum eden bu az bilgide
o hüküm bulunur. Bu konuda nazarî/teorik düşünceyle hareket edenlerden pek çok
kimse gördük: Onların zevk kaynaklı halleri yoktu. Allah hal ve düşünce bakımından
bizi böyle bir durumdan korusun!
Delilin değeri medlulün (delillendirilen) değerine bağlıdır. Allah’ın
varlığına delil olduğuna göre, âlem her yönüyle değerlidir. Bu nedenle âlemde
herhangi bir şey küçümsenemeyeceği gibi hafife de alınamaz. Teorik düşünce
yönüyle meseleye bakarsak durum böyledir. Kuran-ı Kerim’de de çeşitli ayederle
aynı husus dile getirilir: ‘Deveye bakmazlar mı, nasıl yaratılmıştır?
Göğe bakmazlar mı, nasıl yükseltilmiş? Dağlara bakmazlar mı, nasıl
dikilmişler?’302 Bunlar Kuran-ı Kerim’de bakmaya (ve nazarî
düşünmeye) işaret eden ayederdir. Başka bir ayette ‘Göklerin ve yerin
melekûtunu düşünmezler mi?5303 denilirken başka birinde 'Bakmaz
mısın, Rabbin gölgeyi nasıl uzatır!’304, başka bir ayette ‘Görmez
misin Allah’a secde eder’305 buyrulur. Başka bir misal ‘Onlara
ayetlerimizi ufuklarda ve nefislerinde göstereceğiz, ta ki onun hak olduğu
kendilerine görünecek’306 ayetidir. Kur’an-ı Kerim’de böyle
ayeder çoktur.
Keşf ve vecd ehline gelirsek, onlara göre, âlemdeki her parça hatta
Allah’ın âlemde yaratmış olduğu her şey, var oluşunda ilahi bir hakikate
dayanır. Kim bir şeyi küçümser veya hafife alırsa, hiç kuşkusuz, onu yaratan
kimseyi hafife almış ve küçümsemiştir. Varlıktaki her şey, hiç kuşkusuz,
Allah’ın kendisine göre yaratmış olduğu bir hikmede var olmuştur, çünkü Allah
hikmete göre yaratır. Başka bir ifadeyle ancak gerekli olan, gerektiği şey için
ve gerektiği üzere ortaya çıkar. Kim eşyanın hikmetini görmezse, hiç kuşkusuz,
yaratılmış olanı da anlayamaz. Kim yaratılışın hikmetli olduğunu bilmezse, hiç
kuşkusuz, her
şeyi izhar eden el-Hâkim’i
de tanımaz. Bilgisizlikten daha çirkin bir şey yoktur.
Şöyle sorabilirsin: ‘Bilgisizlik de âlemdendir. Hâlbuki sen onu çirkin
saydın. Onu çirkin saydığına göre, varlığında bilgisizliğin kendine dayandığı
kimseyi de çirkin görmüş olmalısın.’ Buna cevaben şöyle deriz: ‘Bilgisizlik var
olan bir nispet olsaydı, söylediğin doğru olurdu. Bilgisizlik ‘bilginin
yokluğu’ demektir, o kadar! Dolayısıyla bilgisizlik var olan bir şey değildir
(yoktur) ve yokluk kötülük demektir. Bu itibarla kötülük her nerede/zaman
düşünülürse düşünülsün bizatihi kabih ve çirkindir. Sahih bir rivayette Hz.
Peygamber’in Rabbine şöyle niyaz ettiği aktarılır: ‘Bütün iyilik senin elinde,
kötülük sana ulaşamaz.’ Hz. Peygamber kötülüğü Hakka nispet etmemiştir. Kötülük
var olan bir şey olsaydı, var edilmesi Allah'ın işi olurdu, çünkü O’ndan başka
fail yoktur. O halde bütün varlık hayır ve iyidir! Daha doğrusu varlık, mudak
hayrın ta kendisi, o da Allah’tır.
Tekrar esas meseleye dönerek şöyle deriz: ‘Kim hakir görürse galip gelir.’
Bunu himmeder bahsinde açıklayacağız.
Meselenin esası şudur: Bir şeyi küçümseyenin himmeti, küçümsediği şeye
tesir edecek şekilde güçlenir. Bir şey ne kadar yüce görülürse, ona tesir o
kadar azalır veya herhangi bir etkide bulunmayacak hale gelir. Çünkü eşyada
edilgenlik ve infial, himmederin (gücüyle) alakalıdır. İnsanların malum sihri
yaparkenki tesirlerini düşününüz! Sihirbaz sihir yapılanı küçümsememiş olsaydı
ve söz veya hal veya davranışıyla icra ettiği sihrin himmeti nedeniyle tesir
edebileceğinden emin olmasaydı, sihir kesinlikle etkili olmazdı; hâlbuki sihir
etkili olmaktadır. Yaptığı işte böyle bir himmeti olmayan ve bilgisiyle,
sözüyle ve davranışıyla sihirlemek istediği insanı gözünde büyük gören kimse
hiç bir şekilde tesirini icra edemez. Bu nedenle şöyle dedik: Kim hakir görürse
galip gelir! Nitekim bu münazelede bize de böyle denilmişti. Teveccüh doğru
olursa, vecd de (ve vücûd) doğru olur. Alemde meydana gelen eşyaya bakınız!
Onlar âlemin etkisinden meydana gelemeyecek veya âlemin hükmüne konu olmayacak
kadar yücedirler. Çünkü benzerler, hakikatleri itibarıyla, âlemdeki diğer
şeylerin edilgeni olmaya karşı direnir ve benzerlerini küçümserler, daha
doğrusu âlemdeki cüzî-
şeyi izhar eden el-Hâkim’i
de tanımaz. Bilgisizlikten daha çirkin bir şey yoktur.
Şöyle sorabilirsin: ‘Bilgisizlik de âlemdendir. Hâlbuki sen onu çirkin
saydın. Onu çirkin saydığına göre, varlığında bilgisizliğin kendine dayandığı
kimseyi de çirkin görmüş olmalısın.’ Buna cevaben şöyle deriz: ‘Bilgisizlik var
olan bir nispet olsaydı, söylediğin doğru olurdu. Bilgisizlik ‘bilginin
yokluğu’ demektir, o kadar! Dolayısıyla bilgisizlik var olan bir şey değildir
(yoktur) ve yokluk kötülük demektir. Bu itibarla kötülük her nerede/zaman
düşünülürse düşünülsün bizatihi kabih ve çirkindir. Sahih bir rivayette Hz.
Peygamber’in Rabbine şöyle niyaz ettiği aktarılır: ‘Bütün iyilik senin elinde,
kötülük sana ulaşamaz.’ Hz. Peygamber kötülüğü Hakka nispet etmemiştir. Kötülük
var olan bir şey olsaydı, var edilmesi Allah'ın işi olurdu, çünkü O’ndan başka
fail yoktur. O halde bütün varlık hayır ve iyidir! Daha doğrusu varlık, mudak
hayrın ta kendisi, o da Allah’tır.
Tekrar esas meseleye dönerek şöyle deriz: ‘Kim hakir görürse galip gelir.’
Bunu himmeder bahsinde açıklayacağız.
Meselenin esası şudur: Bir şeyi küçümseyenin himmeti, küçümsediği şeye
tesir edecek şekilde güçlenir. Bir şey ne kadar yüce görülürse, ona tesir o
kadar azalır veya herhangi bir etkide bulunmayacak hale gelir. Çünkü eşyada
edilgenlik ve infial, himmederin (gücüyle) alakalıdır. İnsanların malum sihri
yaparkenki tesirlerini düşününüz! Sihirbaz sihir yapılanı küçümsememiş olsaydı
ve söz veya hal veya davranışıyla icra ettiği sihrin himmeti nedeniyle tesir
edebileceğinden emin olmasaydı, sihir kesinlikle etkili olmazdı; hâlbuki sihir
etkili olmaktadır. Yaptığı işte böyle bir himmeti olmayan ve bilgisiyle,
sözüyle ve davranışıyla sihirlemek istediği insanı gözünde büyük gören kimse
hiç bir şekilde tesirini icra edemez. Bu nedenle şöyle dedik: Kim hakir görürse
galip gelir! Nitekim bu münazelede bize de böyle denilmişti. Teveccüh doğru
olursa, vecd de (ve vücûd) doğru olur. Alemde meydana gelen eşyaya bakınız!
Onlar âlemin etkisinden meydana gelemeyecek veya âlemin hükmüne konu olmayacak
kadar yücedirler. Çünkü benzerler, hakikatleri itibarıyla, âlemdeki diğer
şeylerin edilgeni olmaya karşı direnir ve benzerlerini küçümserler, daha
doğrusu âlemdeki cüzî-
leri küçümserler. Bu bağlamda himmetler bir durumu/şeyi var etmeye
yönelirler. Sen de o şeyi var etmek üzere kendisine ait belirli bir sebebi incelersin
ve araştırırsın. Onun sebebi fiillerden ve sözlerden ise, o fiile veya söze
koyulursun. Söz konusu şeyin sebebi (söz veya fiille etki edilemeyecek kadar)
yüce bir şey olup ancak Allah’a yönelmeyle etki etmek mümkün olursa, duayla ve
sadakatle O’na yönelirsin ve bu teveccühle himmet etki eder. Himmet sahibi
mümin bir insan ise etki edeceği şeyi Allah’ın gücü ve azameti karşısında
küçümser; mümin değilse, himmetinin gücü ve ona etki etmek için yararlandığı
araçlar nez- dinde o şeyi küçümser. Küçümseme gerçekleştiğinde o şey, her durumda
kişinin gözünde mağluptur. Onun aslı da küçümsemedir (kendisi nedeniyle
değersizliktir), çünkü âlemdeki her şey, Allah’ın büyüklüğü karşısında
değersizdir. Bu bahis, nispederi bilmenin bir yönüdür.
Buna mukabil âlemdeki her şeye -o şeyin kendi büyüklüğüyle değil- Allah’ın
büyüklüğüyle bakarsan, o şey değerlidir. İşte edep bu demektir. Çünkü azim
olan Hakka ancak saygın ve değerli bir şey nispet edilebilir. Böyle bir
davranış, azîm olanın büyüklüğünü âleme bu bakış açısıyla bakan insanın
nefsinde yüceltir. Onu küçümseyip kendisini değerli görendeki gibi herhangi bir
tarzda yüceltmeyen bir insan ‘O şey Allah’a göre değerli değildir’307
ayetini delil getirebilir. Hâlbuki bilgili insan, bu ayeti bir şeyin değerini benzerlerine
karşı tasavvur ederken düşünmelidir. Bir şeyin değerine inandığında, bu durumda
şöyle demelidir: Benim gözümde değerli olan ‘O şey Allah’a karşı değerli
değildir.’308 Bununla birlikte bize göre o şey değerlidir.
Böylece aziz olan aziz olan için sabittir.
İşte edep ve yüceltme bu demektir. Her şey kendi izzetine rağmen Allah’ın
izzeti karşısında değersizdir. Onun izzeti bu hüküm nedeniyle tesire konu
olmaz. İma ettiğimiz hususun hakikatini bilen biri, Allah’ı kızdıran ve O’nu
razı edenden hareketle âlemden ilahi mertebede ortaya çıkan etkinin konuyla
ilgili olup olmadığını sorabilir. Ona şöyle deriz: ‘Bu husus incelediğimiz
bahse girmez. Çünkü âlemdeki ‘Her şeyin melekûtu Allah’ın elindedir.’309
Her şeyi yönlendirmek Allah’a ait bir iştir. Bu bağlamda kızgınlık, razı olmak
ve duaya icabetin sebeplerini var eden Allah’tır. Herhangi bir şey O’nun dışına
çıkmamıştır ki, o şey
Allah’a etki edebilsin? Allah var olmasını irade ettiği her hususta zahirde
ve bâtında âlemi hareket ettirendir. Bu yönüyle O’na etki eden biri olsaydı,
Allah kendi kendine etki eden olurdu, yoksa âlem etki etmiş sayılmazdı. Hatta
bu konuda söyleyebileceğimiz söz şudur: ‘Allah kendine etki etmiştir.’ Bunu
söylersek, âlem, yani sebebin önce gelmiş olması, Allah’ın bir şahısta kendini
kızdırtan sebebi var etmesi demektir. O kişi de Allah’ın kendisinde yaratmış
olduğu fiil nedeniyle O’nu kızdırır. Bu fiilin onda yaratılması, kulun bedbaht
olmasından kaynaklandığı gibi -Hakk’ı kızdıran işin akabinde ortaya çıkan
duruma göre- ilahi ceza veya mağfiretin ortaya çıkması veya rahmetinin kula
hâkim olması amacı da taşır.
Münazelede bize ‘Kim küçümserse men edilir’ denilmişti. Bazen küçümsemek
hakkında küçümsendiği İçimse için mahrumiyetin ta kendisi olur, çünkü öyle
biri neyi talep ettiğini bilmiyordun Bu durumda hakkında o şeyin küçümsendiği
kimseden o varlık, daha üstün bir şey nedeniyle men edilir. Çünkü talip
istediği şeyin değerini bilmiyordur ve yanında bulunmadığı için de o şey
değerlidir. Hâlbuki söz konusu şey Allah kannda talep eden hakkında talibin
(zannettiğinden) daha değersizdir. Bu nedenle Allah o insanı talep ettiği
şeyden men eder. Engellenen insan ise bu durumun istediğini verme gücüne sahip
olana karşı yaptığı hatadan kaynaklandığını zanneder, hâlbuki gerçek öyle değildir.
Allah Teâlâ dilerse onun basiretini açar ve kendisi ve talep ettiği şey
hakkında keşf ile onu rızıklandırır. Bu keşifle birlikte ona doğruyu
göstererek, talep ettiği şeyin gerçekte o şey olmadığını bildirir. Bu durumda
insan böyle (değersiz) bir şeyi talep ederek Allah’a muhtaçlıkla nitelenmeyecek
kadar değerli olduğunu görür. Anlar ki Allah kendine karşı hata yaptığı için
onu men etmemiş, sadece ona nispetle talep edileni değersiz gördüğü için men
etmiştir. Bunun üzerine insan bu engellenme nedeniyle Allah’a şükreder. Bu
‘küçümseyen men edilir’ sözünün yorumlarından biridir.
Diğer yorum şudur: Talip kendi kadrinin üzerinde bir şeyi isteyebilir. O
kadar ki o şey kendine verilseydi, onu alamaz ve kabul edemezdi, çünkü onu
taşıyamayacak kadar zayıftır. Bu nedenle talep ettiği şeye göre zayıflığı ve
(değersizliği) nedeniyle men edilir. Bu durum
ilkinin zıddıdır. Bu durumda Allah’ın onu men etmesi, rahmetinden
kaynaklanır. Misal olarak Allah Teâlâ’nın ‘Allah rızkı kullarına yaymış
olsaydı, yeryüzünde taşkınlık yaparlardı5310 ayetini
verebiliriz. Çünkü onlar rızkın yayılmasının hak ettiği şükrü yerine
getiremeyecek kadar zayıftırlar. Onun gücü nimete karşı nankörlük, taşkınlık,
kötülük ve şımarıklığa yeter. Bu durum dünyada makam sahipleri arasında tezahür
eder: Bir makamın sahibinde hükümran olduğunu gördüğünde, o kişinin makamın
aşağısında bulunduğunu ve makamın izzetiyle onu dilediği şekilde
yönlendirdiğini anlamalısın. Böyle birisi Hakkın veya yaratıkların diliyle her
halükarda kınanmıştır. Makam sahibinin makamı yönlendirdiğini ve makam
üzerinde hüküm sahibi olduğunu gördüğünde ise o kişinin makamın üzerinde
olduğunu bilmelisin. Böyle bir insan Allah nezdinde ve âlemde her dille övülür.
Öyleyse insan hikmetin ve hakikatin gereğiyle men edildiği kadar hakikat ve
hikmetin gereğiyle ona verilir. Nitekim Allah Teâlâ kendinden söz ederken ‘Fakat
onu dilediği şekilde ölçüyle indirir’311 buyurur. Bu durum o
şahsın ölçüleri bilmesinden kaynaklanır. Allah Teâlâ ‘Kuşkusu? O kulları hakkında
haberdar ve onları görendir’312 buyurur. Allah rızkı kime yayacağım,
başkasına verip de taşkınlık yapmasına yol açtığı genişliğe göre kimden
daraltacağını en iyi bilendir. Bu nedenle Allah bütün kullar arasında rızık
genişlemesinden söz etmiş, taşkınlığı da hepsine izafe etmiştir. Çünkü Allah
Teâlâ rızkı bir kısmına yaymış onlardan bu geniş rızık nedeniyle taşkınlık
meydana gelmiştir. Çünkü geniş rızık onu nefsinin zorunlu olmayan ihtiyacıyla
meşgul olmakla zorunlu ihtiyaçlarından alıkoymuştur. Misal olarak Allah’ın geniş
mülk verdiği bir hükümdarı düşünebiliriz. Hükümdarın asıldan kaynaklanan
yoksunluğu ve muhtaçlığı başkasının mülkünü ele geçirmek üzere çalışmasını ve
sahip olduğuyla yetinmemesine yol açar. Hâlbuki sahip olduklarına sahip
olmazdan önce onların bir kısmına sahip olmak ve onunla yetinmek isterdi.
Allah tatmin olacağı kadarı ona verdiğinde, başkasının elindekini de elde etmek
istemiş, fakat onu elde edememiştir. Başkasının elindekini ancak yeryüzünde
taşkınlık yapmayla ele geçirebilir. Bazen taşkınlık elindekini yitirmesine yol
açabilir. Böylece yaptığı işin neticesinde pişm.uı olur ve kendisine dönen
şeyin bizzat kendi taşkınlığı olduğunu anlar. Hâlbuki talibinde izzedi olur ve
küçümsemezse, men edilmez. İşte kendinden böyle haber vermektedir.
Bazen Allah’ın onu talebinden engellemesi ve elindekini ondan alması,
kişinin Hakk’a dönmesinin ve tövbe etmesinin sebebi olabilir. Allah onu bu
tövbe nedeniyle said ve mudu kılar. Öyleyse akıllı insan hallerinde ve
tasarruflarında Allah’ın onu neye ehil kıldığına bakmalıdır! Bütün bunların
Allah’ın hal diliyle gerçekleşen hitapları olduğunu anlar. Böylece anlayış
gözünü ve kulağını bu aklî ve halı hitaba açar, o konudaki anlayışının
gereğiyle amel eder. Şöyle diyebilirsin: Kişinin o konudaki anlayışı o makamın gücünün
verdiği bir şey olabilir.’ Cevaben şöyle deriz: Biz bunu kastetmiyoruz ve bize
karşı ileri sürdüğün bu görüşten de habersiz değiliz. Fakat Allah, yeryüzünde
adaleti uygulayalım diye bizim için âlemde şer’î ölçüler ve teraziler
yerleştirmiştir. Allah Teâlâ âlemde bir ölçüye göre gerçekleşmesini irade
ettiği bir şeyi verdiğinde, ondan teraziye giren kadarını alır ve terazinin
kaldıramayacağı kısmı bırakırız. Çünkü tartılan kefenin karşısında diğer
kefede belli bir miktar ve ölçü vardır. O miktar, tartılan ve ölçülen şeyden o
vakitte muhtaç olduğumuz kısmı belirler. İşte ‘Dilediği şeyi bir ölçüyle
indirir’313 ayetinin anlamı budur. Bu kısım, terazinin diğer
kefesinde bulunan miktardır. ‘Biz onu belli bir miktarla indiririz.’314
Bazen terazi mekîl olabilir (tahıl ölçeği). Terazi ile mikyal arasındaki fark
şudur: Terazi senin dışındadır ve tartılandan diğer kefede bulunan miktarı
alırsın. Hâlbuki mikyal veya mekîl, belirli bir halle nitelenmiş olman
itibarıyla, senin zatın demektir. İşte o hal mekîlin ölçü birimidir. Dolayısıyla
ondan ancak mikyalin kabul ettiği şekilde hale göre olanı alabiliriz. Bizim
aldığımız gerçekte terazide olduğu gibidir. Çünkü kefelerden biti ağır
geldiğinde, terazi ve ölçü olmaktan çıkar. Çünkü o ya hafif gelmekle veya başka
bir nedenle mukabilindeki miktardan uzaklaşmıştır. Peygamber kendisine inzal
edilen şeriatlar için ‘mikyal’ mesabesindedir. Hak ise bir emrin mahalli
olamayacağı için kendisini mikyal yerine koymaz. Fakat Allah kendisini âlemdeki
mertebelere göre adaleti yükseltmek ve aşağı indirmek üzere elinde terazi
bulunmakla nitelemiştir. Hakk’ın terazisindeki her yükselme ve aşağı inme,
âleme yerleştirilmiş olan terazideki iki kefe arasındaki itidalden kaynaklanır.
Çünkü Hak ancak hak olarak ölçer ve tartar. Bu nedenle Hakk’ın terazisinde
iki kefeden birisinde yukarı kalkma ve aşağı inmenin bulunması gerekir.
Terazinin kefeleri itidalde bulunsaydı, âlemde ne adalet ne bir varlık ortaya
çıkardı. Aleme ilahi şeriat terazileri yerleştirildiğinde, adalet âleme yayılmıştır.
Aynı şekilde âleme doğal terazi yerleştirilmiş olsaydı, dünyada hastalık veya
ölüm gerçekleşmezdi. Nitekim cennette bunlar bulunmayacaktır, çünkü cennetteki
doğal terazi ve mizan, kendi hükmünü izhar eder. Bu nedenle orası beka
diyarıdır. Dünyadan doğal terazi kaldırıldığı gibi cennetten de şer’î terazi
kaldırılmıştır. Öyleyse verme ve engelleme iki terazi olmasaydı, âlemde
hükümleri olmazdı. Bu terazilerle tartan ise el-Mu’ti (veren), el-Mani
(engelleyen), ed-Dar (zarar veren) en-Nafı’ (fayda veren) diye nitelenendir. O
her şeyi bilendir.
Tahkik ehlinden birisi çıkıp ilahi cömertlikte engellenmenin bulunmadığını
ileri sürerse, ‘haklısın’ deriz. O da şöyle der: Ben haklı isem ve söylediğimi
kabul ediyorsan, Allah’ın el-Mani isminin hükmü
A .
ne olacaktır? Alemde gerçekleşen engellemenin kaynağı nedir? Çünkü biz onu
inkâr etmiyoruz.’ Şöyle cevap veririz: İlahi cömerdiğe gelirsek, bu konuda bir
engellenme yoktur, fakat onu mümkün kabul ederken imkânsız olan (muhal) kabul
etmez. Kabul edeni bilince, engelleyeni ve engellemeyi de öğrenirsin! Mudak
cömerdikten kabul edenler, kendi istidadarına göre kabul ederler. Misal olarak
güneşin ışığını almada kumaşı ve çamaşırcıyı verebiliriz. Kumaş güneş ışığıyla
beyazlarken yüzü beyaz olan çamaşırcının yüzü kararır. İşin hikmetini bilen
akılcı onlar hakkında şöyle der: Işık tektir, fakat çamaşırcının mizacı güneşin
ışığını siyah olarak kabul etmişken, kumaş beyazlığı kabul edecek mizaçtadır.
Dolayısıyla mizacın seni beyazı kabul etmekten alıkoymuştur. Kumaşa da şöyle
denilir: Mizacın seni siyahı kabul etmekten alıkoymuştur. Öyleyse
zikredenlerin her birisinin kendi hal diliyle söyleyebilecekleri şudur: ‘Niçin
bana siyahı kabul edebilecek bir mizaç vermedin? Çamaşırcı da şöyle der: Niçin
bana beyazı kabul edecek bir mizaç vermedin?’
Şöyle deriz: Alemde çamaşır ve çamaşırcının bulunması kaçınılmazdır.
Âlemde beyazı kabul edecek bir mizaç olması gerektiği kadar
siyahı kabul edecek bir mizaç da olmalıdır. Dolayısıyla her ikiniz de - her
kim olursanız olun- gereklisiniz, çünkü âlemdeki her şey lazımdır ve âlemde her
bir mizaç bulunmalıdır. Hakkın fiili kullarında yaratmış olduğu amaçlara göre
gerçekleşmez. O’nun fiili hikmetin gereğine göre gerçekleşir. Hikmetin
gerektirdiği şey ise âlemde vaki olan ve meydana gelendir. Başka bir ifadeyle
onun ortaya çıkması, hikmetin ta kendisidir. Çünkü Allah’ın fiili hikmetin
malûlü değil, hikmetin ta kendisidir. O’nun fiili hikmetle malul olsaydı,
fiilin gerektireni hikmet olur, bu durumda Allah hükme konu olan biri haline gelirdi.
Hakk’ın hükme konu olması mümkün değildir ve dolayısıyla herhangi birinin O’na
bir şeyi zorlaması mümkün değildir. Fakat Allah Teâlâ’nın bize zikrettiği
durumlar vardır. Allah bizzat kendisinin kendisine zorunlu kıldığı durumlardan
söz etmiştir, başak bir sebep O’na herhangi bir şeyi zorunlu kılmamıştır.
‘Beni bu mizaçtan başka bir şey engellemiştir’ diyebileceği düşünülen özel
bir mizacın sahibine bu düşüncenin bir hata olduğu söylenmelidir. Çünkü mizaç
ortaya çıkan şeyin ta kendisidir, başka bir şey değildir! Bir şeyin ‘niçin
benden başkası olmadı’ demesi mümkün değildir. Nitekim bu hususu daha önceki
bölümde terkibin basitlerden ibaret olduğunu söylerken açıklamıştık. Terkip bir
nispettir ve nispet var olmayan (ademî) bir durumdur. Bu basitlerin terkibi
olmasa ve onlar bir araya gelmeseydi, daha önce var olmayan bir şey ortaya çıkmayacak
ve var olmayacaktı. Öyleyse ortaya çıkan şey, basitlerin kendilerinden başka
bir şey değildir. Bu mizaçtan ortaya çıkan şey de mizaçtan başkası değildir.
Dolayısıyla ‘niçin engellendim?’ diyecek biri yoktur. Böyle bir şey olmayınca,
ilahi cömertlikte engellenme de mümkün olmamıştır. O halde engelleme ve
engelleyen (bahsi), var sayılan nis- pedere döner. Allah herkese bu ve benzeri
bilgileri öğretmez. Şeriadar ise insanların dillerinde alışkanlık haline gelmiş
ifadelere göre inmiştir. Bu nedenle Allah ‘Her peygamberi kavminin diliyle
gönderdik’315 buyurur. Dolayısıyla her peygamber dilde aşina
olunan anlayışlara göre vahiy getirmiştir. Bazen dildeki uzlaşma hakikatlerin
kendinde bulunduğu durumdan farklı bir şekilde gerçekleşirken bazen öyle
olmaz. Allah Teâlâ bütün bu durumlarda kendi katından indirmiş olduğu hükümle-
ri, korkutmalarını ve vaatlerini anlasınlar diye onlara uyar. Akıl delili
Hakk’ın bir mekânda sınırlanmasının imkânsızlığını gösterirken şeriatın dili
Allah için mekânda bulunmayı zikretmiştir. Bu durum, kendilerine peygamber
gönderilenlerin dillerindeki ortak kullanımdan kaynaklanır. Hz. Peygamber
zenci cariyeye ‘Allah nerededir?’ diye sormuştur. Soruyu peygamberden başkası
sormuş olsaydı, akıl soruyu soranın cahil olduğuna hükmederdi, çünkü Allah
için mekân olamaz. Soruyu soran peygamber olup onun hikmeti ve bilgisi malum
olduğu için,' buradan muhatabın Yaratıcısını ancak kendi tasavvuru ölçüsünde
bilebileceğini anladık. Alışık olduğu dilden ve kendi tasavvurundan başka bir
şekilde peygamber kadına hitap etseydi, hiç kuşkusuz, amaçlanan yarar kalkar,
kabul gerçekleşmezdi. Binaenaleyh peygamberin hikmeti, öyle bir hususu öyle bir
soruyla ve ifadeyle sormak şeklinde tecelli etmiş, kadın göğü işaret ettiğinde
Hz. Peygamber ‘Mümin bir kadın’, yani Allah’ın varlığını tasdik eden bir
kadındır demiş, hâlbuki ‘bilgili bir kadın’ dememiştir. Alim bilgisiyle
cehaletinde cahile eşlik edebilir (onu
A
anlayabilir). Alim olmayan cahil ise âlime eşlik edemez ve ona bilgisizce
yaklaşır. Bütün bunlar, âlemdeki ilahi hikmetlerdir.
Bilmelisin ki zelillik ve küçüklük, âlemin kendinde bulunduğu hakikatin ta
kendisidir, çünkü âlem özü gereği mümkün ve yoksuldur. Öyleyse âlem amaçlarına
ulaşmaktan men edilmiş olandır. Aynı zamanda iradesine ulaşmaktan da zatı
gereği engellenmiştir. Alemdeki bazı arzuların gerçekleşmiş olması, bazı
gayelere ulaşılmış olması, âlem için söylemek istediğimiz husustan seni
perdelemesin. Bu durum âlem için -kendi iradesiyle değil- Hakk’ın iradesiyle
gerçekleşir. İrade edilen şey ve kulun iradesi beraberce Hakk’ın iradesiyle
meydana gelmişlerdir. Binaenaleyh varlıkta herhangi bir şeyin bizatihi kulun
iradesinden var olması imkânsızdır. Kulun iradesi herhangi bir şeye nüfuz etmiş
olsaydı, her şeye etki ederdi ve irade edilen gerçekleştiğinde mümkünün
iradesiyle gerçekleşmiş olurdu. Vaki olan işlerin Allah’ın iradesiyle
gerçekleşmiş olduğu ortaya çıkmıştır. O halde âlem zatı gereği hakir olduğu
gibi zatı gereği mahrümdur. Alem zatı gereği hakirdir, çünkü kulluk onun zati
özelliğidir ve kulluk zillet demektir: zelil olan herkes hakir ve küçümsenen,
küçümsenen herkes yaratılmıştır.
Böylece münazelede zikredilmiş olan ‘hakir gören galip gelir ve küçümsenen
men edilir’ ifadesi anlamını bulmuştur.
‘Allah hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
ÜÇ YÜZ SEKSEN ALTINCI BÖLÜM
'Şah Damarı' ve Beraberlik
Mekânı Münazelesinin
Bilinmesi
Ben kulumla beraberim her nerede olursa
Gelecekte geçmişte ve şimdi
Sınırlı mutlak veya münezzeh iken
Mukaddesken veya bir mekânı doldururken
Kim özlemden söz edip beni görmek isterse
Sıkıntı vermiş olur bize
Ben neredeyim, sen neredesin!
Niçin fiil ve zamanı düşünmedin?
Nasıl olur da celalimi görebilir
Bayılma bizi göreni gördü
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Biz ona şah damarından daha yakınız’316
Başka bir ayette şöyle der: ‘Her neredeyseniz O sizinle
beraberdir’317 Allah hüviyetiyle bizimle beraberken isimleri
itibarıyla bize bizden yakındır. Hak mutlak birliğiyle birlikte kendini çoğul
zamirle ifade ettiğinde, kendine delil olmaları bakımından farklı hakikatlere
sahip isimlerini dikkate alarak çoğul yapmıştır. İsimlerin medlulü ve
gösterdikleri ise Hak’tan başkası değildir, çünkü onların medlülleri Hak’tır ve
hepsi O’nun isimleridir. Bu durum, lafız ve kelimeler âleminde cem’ (yani
çoğul) lafzıyla ifade edilir, başka bir ifadeyle çoğul zamirle anlatılır.
Misal olarak ‘biz’, ‘kuşkusuz biz’ gibi ayetlerde geçen ifadeleri verebiliriz.
Ayette ‘Biz her şeyi ölçüyle yarattık’318 ve ‘Biz zikri
indirdik ve biz onu koruyacağız’319 buyrulur. Allah -isimlerini
değil de- yalnızca hüviyetini anlatmak isterse ‘Kuşkusuz ben Allah olanım,
benden başka ilah yok’320 buyurur. Burada tekil yapmıştır. Biz
nerede, ben nerede! ‘Biz’ zamirinin azameti ifade ettiğini söylemenin manası
yoktur, aksine o çokluğun ta kendisidir. Bu bağlamda çokluk, esma-i hüsna’nın
(güzel isimler) delil olduğu şeylerdir. Bazen de çokluğun anlamı, Hakk’ın var
olanların aynı olmasıdır. Bu durumda suretler, bileşik mümkünlerin
hakikatlerinin değişmesi nedeniyle, değişir. Çünkü Allah Teâlâ kendi
hüviyetinin suretlerin bütün güçleri olduğunu söylemiştir. Başka bir ifadeyle
Allah kulunu sevdiğinde, ona kendini gösterir ve kul - mümkün sabit kalmakla
birlikte- Hakk’ı Hak ile görür. Hak kendisinden ibaret olan kuvveti kula izafe
eder. Allah Teâlâ ‘Ben kulun duyma- sıyım’ der. Burada onun zamiri kula
dönerken duyma (gücü) Hakk’ın ta kendisidir. Kul ancak duyma gücü vasıtasıyla
kul olmuştur. Aksi halde yaratılırken ve bütün tasarruflarında çağrıldığında ‘İşittik
ve itaat ettik’321 diyecek kimdir? Kendisine ‘ol’ denilen şey
sözü duymamış olsaydı, var olmazdı. Rabbine itaati de olmasaydı, var olmazdı.
Allah Teâlâ bütün hallerde kulun duymasıdır ve bu durumu ona keşfettirir.
Durum Allah’ın kendinden haber verdiği ve müşahede ve keşfin verdiği
bilgiye göre olunca, Allah hakkında ‘biz’, ‘kuşkusuz biz’ gibi çoğul zamirler
kullanılabilmiştir. (Mümkünlere ait) güçler ve varlıklar O’ndan başka
olmadıkları için de ‘Kuşkusuz ben Allah olanım’322 ayetinde
geçen teklik geçerli olmuştur. Bunun yanı sıra hüve (O) ve sen gibi tekil şahıs
zamirleri Allah hakkında kullanılabilmiştir. Misal olarak ‘Ancak sana
ibadet ederiz’323 vb. ayetlerde geçen zamirleri verebiliriz.
Allah ‘biz’ zamirinin çokluğu karşısında kendini birleyerek şöyle buyurmuştur:
‘0 sizinle beraberdir’324 Başka bir ayette bizim birliğimiz
karşısında kendini çoğul yaparak ‘Biz ona daha yakınız’325
buyurmuş, insana dönen zamiri tek yapmıştır. Öyleyse çokluk bizimle ortaya
çıkmışken birlik O’nunla vardır.
Yaratılmışlar her nerede bulunurlarsa, Hak er-Rahman ismiyle onlara eşlik
eder, çünkü rahim O’nun bir dalıdır ve bütün insanlar ra-
himdir ( ve akraba). Çünkü onlar bir babanın ve annenin oğullarıdır. Allah
Teâlâ bizi bir nefisten yaratmıştır ki o da Adem’dir. Sonra Adem’den ve
Havva’dan pek çok erkek ve kadın meydana getirmiştir. Öyleyse biz, rahim
Rahman’ın bir dalı olduğu için, rahimiz (akraba). Bu sayede akrabalık mümkün
olabilmiş, yine bu nedenle Allah Teâlâ akraba ziyaretini emrederek, ‘Akrabalar
birbirlerine Allah’ın kitabında daha yakındır’326 buyurmuştur.
Allah akraba ziyaretini emretmiştir. Bize göre Allah böyle bir vasfa daha
layıktır. Bu nedenle rahim için vuslat kaçınılmazdır, çünkü Rahman’dan bir
daldır. Allah babasından başkasına ait olduğunu iddia edeni veya efendisinden
başkasına ait olduğunu söyleyen köleyi lanetlemiştir. Lanet uzaklık demektir.
Başka bir ifadeyle Allah, kendi ‘rahminden’ başkasına intisap etmeyi lanedemiş-
tir. Biz rahim itibarıyla yakın akrabayız. Mertebe ve rütbemiz ise kulluktur
(köle). Dolayısıyla sadece O’na müntesibiz ve O’ndan başkasına dayanmayız.
Sahih bir rivayette Allah ‘Bugün nesep bağınızı indiriyorum’ der. Çünkü nesep
bağı bize ilişmiştir, asıl değildir. Çünkü ayrılırız ve bir daha toplanmayız
ve bazen de birbirimizi tanımayız. Dolayısıyla aramızdaki nesep bağı aslî
değildir. Asıl olsaydı, geçici durumları kabul etmeyeceği gibi akrabaların
birbirine yabancılaşmaları da söz konusu olmazdı. Kutsi hadisin devamında Allah
şöyle der: ‘Kendi nesebimi ise yükseltiyorum.’ Çünkü biz O’ndan ayrılmadığımız
gibi kendisinden ayrılmamız da söz konusu değildir. Hak da bizden ayrılmaz ve
uzaklaşmaz. Nasıl olur da ‘avucunda bulunduğumuz’ ve ‘her nerede olursak olalım
bizimle beraber olan’ kimseden ayrılalım? Varlık veya yoklukla nitelendiğimiz
hangi durumda olursak olalım Allah bizimle beraberdir.
Sonra şöyle der: Takva sahipleri nerededir?’ Bunun üzerine hepimiz O’na
doğru gideriz, çünkü içimizden her biri kendine gelen zorlukları uzaklaştırmada
Allah’ı siper edinir. Bu anlamıyla takva, ‘Size denizde bir zarar isabet
ettiğinde, O’ndan başka dua edecek kimseler kaybolur’327
ayetinde belirtilir. Aynı zamanda her birimizi Hak, kendisi hakkında kötü
olduğu söylenen şeye karşı siper edinir. Kötülük okları bize fırlatılırken
Hakk’a siper oluruz ve nahoş olan her şey bize nispet edilir. Bu durum Hakk’ı
kendimize tercihimizden kaynaklanır. Böylece
bütün insanların takva sahibi oldukları geçerli olmuştur. Fakat takva iki
kısımdır: özel takva ve genel takva. Bu ikisini ayıran şeriatlardır.
Söylediğimiz meseleyi bilen, takva fiilini genel anlamıyla bütün yaratılmışlara
yükler, insanlar katında bilinen takvayı dikkate alan ise, onu özel anlamda
kullanır. Bu meseleye sadece şeriatın riayet etmesi nedeniyle dikkat çektik,
çünkü şeriat bu konuya dikkat çekmiş ve riayet etmiştir. Öyle ki insan bu
meseleyi öğrenip hakka’l-yakîn olarak idrak ederse, başkasına karşı üstünlüğü
ortaya çıkar. Çünkü Allah şöyle der: ‘Bilenler ile bilmeyenler bir
midir?5328 Allah bize sıla-ı rahmi emretmiştir. Rahman ise bizim
için rahimdir ve bu nedenle biz ona döneriz. Dolayısıyla Allah’ın emrine itaat
edenin sıla-ı rahim yapması kaçınılmazdır. O ise Rabbiyle sıla-i rahm yapar.
Çünkü Allah, hiç kuşkusuz, rahmimiz (yakan ve varlık sebebi) olması itibarıyla
bize vasıl olmuştur. Allah rızık veren, metanetli, kuvvedi ve her durumda
-ister emrine itaat edelim, ister günah işleyelim, yoluna uyalım veya
uymayalım- nimet verendir. Allah hiçbir durumda kendi yönünden sıla-ı rahmi
kesmez. Hâlbuki bilgisizliğimiz nedeniyle bizim tarafımızdan O’na dönük sıla-i
rahm (akraba ziyareti) kesilebilir. Allah akrabalarla sıla-ı rahmi sadece mudu
olsunlar diye emretmiştir. Her şahsın sadece selam vermekle bile yerine
getirebileceği bir sıla-ı rahmi vardır. Hz. Peygamber şöyle buyurur: ‘Sadece
selam vermekle bile olsa sıla-ı rahim yapınız.5 Sıla-ı rahim
yaptığımızda, yani rahme vuslat ettiğimizde (kavuştuğumuzda), gerçekte Allah’a
ıılaşmış ve O’nunla sıla yapmış oluruz. Biz O’nu rahmimize yüklemiş olsak
bile, Allah kendini bilir. Nitekim sadaka alıcının eline düşmezden önce
Rahman’ın eline düşer. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onların etleri veya
kanları Allah’a ulaşmaz, sizden takva duygusu Allah’a ulaşır.’329
Gerçekteyse her türlü kötülüğe karşı O’nun siperi olduğumuzu söylemiştik. Her
insanın bir dostu olmalıdır ve hangi dinde olursa olsun dostunun haklarını
gözetmelidir. Dostu nesep itibarıyla onun rahmi, yani akrabasıdır, çünkü anne
ve baba bir kardeştirler. Bir insandan başka birine yönelik ortaya çıkan her
iyilik, bir sıla-ı rahimdir (akraba ziyareti) ve Allah bir ihsan ve nimeti
olarak onu herkesten kabul eder. Bununla birlikte insanlar arasında yakınlıkta
bir derecelenme vardır. Ali b. Ebu Talib el-Kayrevanî bu konuda şu beyideri
söylemiştir:
İnsanlar temsil itibarıyla
eşit Babaları Adem, anneleri Havva
Asılları bakımından nesepleri olsa
Kalkıp övünseler onunla; toprak ile sudur onların aslı
Demek ki üstünlük bilgi
sahiplerinin Delillere uyanlara rehberlik ederler
Herkes güzel gördüğü şeyi takdir
etmiş Cahiller bilgi sahiplerine düşman olmuş
Akrabalık iki kısımdır: Birincisi din akrabalığı, diğeri kan akrabalığıdır.
İki akrabalığı kendinde toplayan kimse, sıla-ı rahimde önceliklidir. Sadece
din bağıyla akraba veya kan bağıyla akraba olduğunda, din akrabalığı kan
akrabalığının önündedir. Nitekim Allah Teâlâ mirasta böyle yapmış, din
kardeşliği miras sebebi olmuşken dinde farklı olduklarında kan akrabalığı miras
sebebi olamamıştır. Başka bir ifadeyle birisi Allah’ın birliğine iman eden
diğeri inkâr eden iki kardeşten biri öldüğünde, ötekinin mirasta payı olmaz.
Hz. Peygamber şöyle buyurur: ‘İki din mensubu birbirine varis olamaz.’ Hz. Ali
değil fakat kardeşi Akıl, Peygamberin amcası Ebu Talip öldüğünde baba malına
varis olabilmişti. Bir şahısla akrabalığını ve ilişkisini kesen kimse, hiç
kuşkusuz, başka biriyle akrabalığı yerine getirmiş demektir. Allah’ın burada
dikkate aldığı ise vuslat yönüdür, kesme yönü değildir. Çünkü Allah Teâlâ
peygamberin diliyle şöyle demiştir: ‘Kötülüğün ardından iyilik yap.’ Yani
akrabalığı kesmek gibi bir kötülüğün ardından iyilik yap, yani sıla-ı rahim
gibi bir iyilik yap ki ‘o kötülüğü siler.’ Başka bir ifadeyle Zeyd ile
akrabalık bağı kurmak ve ziyaretleşmek (sıla-ı rahim) Ömer ile akrabalığı
kesmek günahını siler; hâlbuki her ikisi de kardeşidir. Allah ilişkiyi korur
ve kesmez. Allah sıla-i rahmi koruyanı desteklerken kim akrabalık bağını ve
sıla-i rahmi keserse, onunla (ilişkiyi) keser, çünkü Hak, kişinin kestiği
‘rahmin’ kendisidir. Sıla-i rahimde işin failine dönük ilahi inayet varken
kesmede tahkik, yani işin bu şekilde olduğunu bildiren bir kelime bulunur.
Öyleyse âlemde en yakın ve en güçlü akrabaya vasıl olan (sıla-i rahm) vardır.
Çünkü ‘rahimler’
içinde en faziletli sıla en yakın akrabayla sıladır (akrabalık bağının korunması).
Ondan sonra ikinci yakın gelir. Sadakalar arasında en üstün sadakanın insanın
kendi ağzına verdiği lokma olduğu zikredilmiştir, çünkü insana kendinden daha
yakın biri yoktur. Allah ise kula kulun kendinden daha yakındır. Çünkü Allah ‘Biz
ona şah damarından yakınız’330 buyurur. Kul Allah ile sıla ve
vuslat etiğinde, hiç kuşkusuz, en yakın olanla vuslat etmiş, akrabalar arasında
en öncelikli olan sıla-ı rahmi yerine getirmiş demektir. Vahiy bunu böyle beyan
buyurmuştur!
Bu nedenle Allah’ın rahmetinin genişliği her şeyi kuşatmıştır. Allah'ın
rahmetini sınırlayan, onu kendisi hakkında sınırlamış olur. Gerçek
söylediğimizden farklı olsaydı, rahmeti sınırlayan ve daraltana Allah’ın
rahmeti ulaşmazdı. Yine de Allah rahmetinin hükmünü sınırlayanla sınırlamayıp
ihsanından dolayı onu mudak ve sınırsız sayanı bir tutmamıştır. Nitekim Allah
kitabında rahmeti kayıtsız zikrederek ‘Benim rahmetim her şeyi kuşatmıştır’331
buyurur. Bu nedenle her şey O’nun rahmetine tamah eder; bir kısmına rahmet
zorunlulukla ulaşırken bir kısmına Allah’ın ihsanıyla ulaşır.
Bir gün İşbiliye’de bu yolda şeyhimiz olan Ebu’l-Abbas El Ureynî’nin -Batı
Endülüs’ün Ulya şehrindendi- huzurundaydım. Bir adam huzuruna girdi, maruftan
ve sadakadan söz edilmeye başlandı. Bunun üzerine adam şöyle dedi: ‘Allah
yakınlar maruf ve iyilikte önceliklidir demektedir.’ Buna karşılık şeyhin
ağzından şu sözler döküldü: ‘Allah’a yakın olanlar!’ Böylece adamın heyecanını
yatıştırdı. Gerçekte de durum öyledir ve Allah’tan daha yakın akraba yoktur.
Allah tenzihin olmaksızın kendisinden uzaklaşılmayan ‘yakındır.’ Rahimler ve
akrabalıklar ölümle birlikte sona ererken Allah’a nispet edilen akrabalık sona
ermez. Çünkü Allah her nerede olursak olalım bizimle beraberdir. Biz ise kendi
aramızda bazen sıla-ı rahim yaparken bazen ölümle veya kaybolmayla veya yer
değiştirmeyle ilişkiyi keseriz. Dileğe ve suale ihtiyaç bırakmayan bir halle
hangi hal karşılaştırılabilir ki! Kendini bilmeyen kimse, başkasının daha da
cahilidir. Başkasını bilen ise kendini daha iyi bilir. Kendini bilen ise
Rabbini bilir.
Başkasından haber veren nerede!
Kendinden haber veren nerede!
Kendinden haber veren zevkinden haber verir
Gaybda veya duyuda
Kendinden haber veren herkes
Cinsinden haber verir
Hakkı sınırlarsan şayet
Hapsedilen perdelenmez diye
Hakkı mutlaklıkla sınırlayan
Ölüyü kabrinden kaldırmamış demektir
Heyhat! Sırları kim bilir ki?
Kutsiyetine yolculuk yapandan gayri
Hak kime güç verirse o kişi
Dövenin temelinden attığı kimsedir
İnsanların çoğunun bilmediği ilahi bir sır vardır: Allah Teâlâ Hz. Musa ve
Hz. Harun’u Firavun’a göndererek ona şöyle söylemelerini emretmiştir: ‘Ona
yumuşak söz söyleyin, belki öğüt alır veya korkar?332 Allah’ın
‘belki, umulur ki’ demesi bütün alimlere göre ‘gerçekleşir’ ve vaki olur
demektir. Nitekim ayette ‘Umulur ki Allah onların tövbesini kabul eder’333
buyurur. Bu ayet hakkında alimler, Allah için ‘umulur ki’ ifadesinin vücûb
bildirdiğini söylemişlerdir. Bu bağlamda ‘lealle ve asa’ (umulur ki, belki)
edadan kardeş edadardır. Allah Firavun’un öğüt alacağını bilir. Öğüt almak ise
unutulmuş-ezeli bilgiden kaynaklanabilir. Sonra davederine karşılık vermemesi
üzerine korktuklarını görünce, onlara şöyle demiştir: ‘Korkmayınız! Ben
sizinle beraberim, duyarım ve görürüm.,33i Yani rabbinizin
davetini tebliğ ettiğinizde Firavun’u duyduğum gibi size tavsiye ettiğim
hitapta yumuşaklık ve hoşgörüyü yerine getirip getirmediğinizi görürüm! Bu
yumuşaklık nedeniyle Firavun kendisine karşı kibirlenecek birisini
bulamamıştı, çünkü büyüklenme duygusu ancak büyüklük taslayanlara karşı
duyulabilir. Firavun
Hz. Musa ve Harun’un konuşmalarındaki yumuşaklığı görünce onlara yumuşak
davranmış, rabbani inayetle ilahi rahmet içine işlemiş, o ikisinin bildirdiği
hususun doğru ve hakikat olduğunu anlamıştı. Hz. Musa ve Hz. Harun’dan konuşan
Hak olduğu gibi Firavun’un Hz. Musa’nın sözünü anlaması demek olan ‘duymak’ da
Hakka ait idi. Bu nedenle içinden kabul etmiş, fakat kabulü kavminden
gizlemişti. O da Hakk’ın bir işidir. Bakınız! Allah Teâlâ kıyamette inkâr
edileceği surette tecelli etmeyecek midir? Onun inancını gizlemesi de bunun
bir yönüdür.
Firavun Hakkın yaratıkların duyma, görme, konuşma ve bütün güçleri olduğunu
bilince, Hakkın diliyle ‘Ben sizin en yüce rabbinizim’335 dedi.
Çünkü biliyordu ki kulunun diliyle ‘Ben sizin en yüce rabbinizim’336
diyen Allah’tır. Allah ise ‘onun dünya ve ahirette nekal (ibret) olacağını ,337
bildirdi. Ayette gecen ‘nekal’ kayıt ve sınırlamak demektir. Allah dünyada
rabbi karşısındaki kulluğuyla onu sınırlamıştır, çünkü Allah’ın kulu olduğunu
biliyordu. Ahiretteyse bilgi ve söz olarak kendisine iman etmiş halde ölmüş
olmasına göre diriltir. Allah’ın şahitliğinin ötesinde bir şahidik yoktur ve
Allah onu dünya ve ahirette ‘sınırlamış’ olduğunu bildirmiştir. ‘Bunda’338
yani cezalandırmada ‘ibret vardır.’339 Yani şaşılacak bir
durum olduğu kadar sıradan insanların anlayışından Allah’ın seçkin kulların
anlayışına geçmek söz konusudur. Onlar âlimlerdir. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘korkan
kimse için ibret vardır’340 demiştir. Allah bize ‘Allah’tan
âlim kulları korkar’341 buyurmuştur. Başka bir ayette ‘Umulur
ki öğüt alır veya korkar’342 buyrulmuştur. İnsan Allah
hakkındaki bilgiden unutmuş olduğunu hatırlamadıkça korkmaz. Hak bir kimseyi
sınırlarsa, onun bağdan serbest kalması veya kurtulması mümkün değildir
Allah Hz. Musa ve Hz. Harun’un ‘Bize karşı ifrata gider diye korkuyoruz’343
dediklerini aktarır. Yani kendisine döndüğü tevhit anlayışıyla bize karşı
delil getirir. ‘Ya da taşkınlık yapar.’344 Yani hakikati
ifade etmek ve ona yönelmek üzere sözünü yükseltir ve karşısında bîtab düşeriz.
Bu nedenle Allah Teâlâ onlara ‘korkmayın, Ben sizinle birlikteyim, duyarım
ve görürüm’345 demiştir. Allah onlara Firavun’a yumuşak söz
söylemelerini tavsiye etmiş, onlar da Firavun’a söyleyeceklerini Allah’ın
istediği şekilde söylemişlerdi. Ardından Firavun ‘sizin rabbiniz kimdir,
ey Musa?’346 diye sormuştur. Bir deyimde ‘Kabir ölü içindir’
denilir ya, Firavun o soruyu bilmediği için değil, orada bulunanların dikkatini
o ikisinin sözlerine çekmek ve onların doğru söylediklerini öğrensinler diye
söylemişti. Akıllı insan o ikisinin böyle sözler söylediklerini öğrenince,
belki düşünceleri uyarılır ve gerçeğin farkına varırlar. Onların sözleri,
insanları bu hususta düşünmeye çağırmaktaydı ve sözleriyle Allah’a delil olan
ayederi ortaya koyuyorlardı. Firavun hasmına soru sormamıştı. Onun sorusu,
kavminin o ikisinin getirmiş olduğu vahyi anlamalarına sağlamak amacıyla
sorulmuştu. Bunun üzerine Hz. Musa ve Harun ‘Rabbimiz her şeye yaratılışını
verdi, sonra hidayet etti’3*7 diyerek, bu konuşmayla
Firavun’a insaf göstermişlerdir. Bu, yumuşak konuşmanın bir yönüdür, çünkü
onların sözleri kapsamına Firavun’un iddia etmiş olduğu ‘her şey’348
girmiştir. ‘Allah her şeye yaratılışını vermiştir.’ O halde onların sözlerine
Firavun’un vermiş olduğu cevap da dahildir. Çünkü Firavun’un zikretmiş olduğu
husus da Allah’ın yarattığı bir şeydi. Sonra delili pekiştirmek üzere soruya
ekleme yaparak ‘ilk kavimlerin durumu ne oldu’349 diye
sormuş, onlar da ‘Onların bilgisi rabbimizin katında bir kitaptadır,
rabbimiz şaşırmaz ve unutmaz’350 demişlerdir. Hâlbuki sen
unuttun ve biz de sana hatırlattık. Biz hatırlat- masaydık, hatırlamayacaktın.
Binaenaleyh ilah olsaydın, unutmayacaktın. Çünkü Allah ‘Belki hatırlar’351
demiştir. Sonra onların söyledikleri sözlere ilave olarak -ki ayetin bitimine
kadar devam eder- diğer delilleri zikretmiştir. Bu (inanç) Firavun’un içinde
gizli kalmayı sürdürdü ve başkanlık sevdası kendilerini hafife alıp itaat
etmelerini sağladığı hususta kendisini yalanlamasına imkân vermemişti. Kavmi
fasık bir kavimdi ve bu nedenle Allah Firavun’u onlara işaret eden çoğul zamire
ortak yapmayarak şöyle demiştir: Firavun umutsuzluğu görünce ‘iman ettim’332
demiş, hala içinde kalmış olan itikadını dille söylemiştir. Allah ise ona ‘şimdi
mi?’353 bunu söyledin? demiştir. Allah ‘şimdi mi’354
sözüyle onun kesin bir bilgiyle iman etmiş olduğunu tespit etmiştir. En iyisini
Allah bilir!
Firavun’un imanı hakkında ihtimal olabilir ve Allah’ın kulları hak- kındaki
sünneti ölüm anında imanın kendilerine o esnada indirilen
azabı uzaklaştıramayacağı -ki bunun istisnası Yunus, peygamberin kavmidir-
şeklinde kesinleşmiş ve gerçekleşmiştir. Nitekim hırsızlık yapan bir insanın
hâkimin huzurunda tövbe etmesi kendisine fayda vermez ve bu pişmanlık cel
kesme’ cezasını kaldırmaz; bir zaninin pişmanlığı ona fayda vermez. Bununla
birlikte Allah katında tövbesinin kabul edildiğini de biliriz. Nitekim Maiz’in
durumunu anlatan sahih hadiste onun tövbesi övülmüştür: o öyle bir tövbe
yapmıştır ki, bütün Medinelilere taksim edilmiş olsaydı, hepsine yeterdi.
Bununla birlikte tövbe ondan cezayı düşürmemiş, Hz. Peygamber onun taşlanmasını
emretmişti. Aynı durum kâfirler arasından umutsuzluk vaktinde iman edenler için
geçerlidir. Böyle bir iman onlara gelecek belayı kaldırmaz. Fakat Allah ahiret
hayatında onların imanlarını kabul edebilir. Böylece günahları yokken Allah’a
kavuşurlar, çünkü imandan sonra yaşamış olsalardı, günah işleyebilirlerdi.
Ey tesviye edilerek yaratılmış olan
Daha ne kadar çağırılacaksın ve yüz çevireceksin!
Öyle bir günden önce acele
etmelisin Toprak beni yutsaydı diye istersin
Kapkaranlık bir halde
olsaydım dersin Tıpkı söylediği gibi sonra tesviye etti
Sonra ona bir iktidar verdi
Güçlendi ve kadir oldu
Her şeye‘ol’dedi Olmamıştı
ve bir imtihan oldu
Allah Teâlâ yaraüp tesviye ettiğini ve sonra yol gösterdiğini bildirmiştir.
Böyle iken O’nun yüce ismini niçin tespih etmezsin? Allah bizi kendisiyle
sınırlayıp sınırlarında duran ve kurallarını gözeten insanlardan etsin.
Kardeşim! Allah’ın kullarıyla beraberliğinin verdiği inayete bak! Allah
Teâlâ ‘O sizinle beraberdir her nerede olursanız’355 buyurur.
Allah hüviyetiyle bizimle olduğu gibi isimleriyle de bizimle beraberdir. Aca-
ba arifin gözü kendisiyle Hakkın olmadığı bir varlığı görür mü? Allah ‘bir’
vasıtasıyla çokluğa ve herkese mağfiret eder. Böyleyken nasıl olur da çok
vasıtasıyla bir’e mağfiret etmesi? İnsan ve bütün parçaları Allah’ın hamdini
tespit eder ve her gücü Allah’ın övgüsünü söyler. İnsanın yükümlü nefs-i
natıkası da yaratılışı ve varlığı bakımından -tıpkı mülkü olan bedeni gibi-
Allah’ı tespit eder. ‘İnsan’ denilen bu bütünün parçalarından hiç biri Allah’a
asi değildir. Bakınız! Allah bir’in günahı nedeniyle bütünün itaatini kabul
etmez mi? Heyhat! İlahi cömerdik burada tezahür eder. Ey insan! Seni kerim olan
rabbine karşı kışkırtan nedir? Bu soruya insan ‘keremin’ diye karşılık verir.
Bu ayet ‘senin keremin’ desinler diye Allah’ın kullarına dönük bir uyarıdır.
Nitekim mümin ve âlim bir hâkim böyle yaparak hırsızlık yapana ve zina suçu
işleyene ‘ben hırsızlık yapmadım’, ‘ben zina etmedim’ de’ der. Veya (yaptın mı
sorusuna karşılık) ‘ hayır, de’ der. Çünkü hakim bilir ki, suçunu itiraf
ederse, ceza uygulanacaktır. Belki zani hakimin önünde dehşete kapılabilir.
Hâkim onun dikkatini çekerek, bu sözü söyleyip had cezasından kurtulmasını
ister.
‘Allah hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’ .
ÜÇ YÜZ SEKSEN YEDİNCİ BÖLÜM
Kibriyâî-Tevazu
Menzillerinin Bilinmesi
Hemcinsinin korkuttuğu kimse
Kendinden bihaber bir cahildir
Keşke bilseydi vasıflarını O
zaman korkutmazdı onu hemcinsi
Cömertlikteki her şey ondadır
Gecelerin karanlığı ve güneşin yüksekliği gibi
Alemdeki her şey O’ndandır
Yakın semadan ve kutsiyetinden tenezzülünden her şey
Bak! Emir sensin, sabit dur
Bilgi üzere kal, sezgisine bakma
Allah Teâlâ söyle buyurur: ‘O’nun benzeri bir şey yoktur.’356
Başka bir ayette ‘Allah’ı hakkıyla takdir edemediler’357,
başka bir ayette ‘Rabbin onların nitelemelerinden münezzehtir’358,
başka bir ayette ‘Göklerde ve yerlerde olan büyüklük Allah’a aittir, O aziz
ve hakimdir’359, başka bir ayette ‘Allah âlemlerden
müstağnidir’360 buyurur. Bütün bunlarla birlikte Allah kendinden
aktarılan sahih kutsi bir hadiste şöyle der: ‘Hasta oldum, ziyaret etmedin
beni, acıktım, yemek vermedin bana, susadım, su vermedin bana.’ Allah bu vb.
sözleri kuluna söyler ve kendisini kullarının yerine yerleştirir. Peki bu
büyüklükle bu tenezzülün ne ilişkisi vardır? Sahih bir rivayette Allah’ın
taşkınlığı olmayan gence şaşırdığı aktarılmıştır. Bunun yanı sıra kulunun
tövbesiyle sevineceğini bildirmiştir. Allah kulunun tövbesi nedeniyle
‘üzerinde yemeğinin bulunduğu devesini çölde kaybedip sonra bulan bir insan
gibi sevinir.’ Devesini yitiren adam yeryüzünün ıssız bir yerinde öleceğine
kesin inanmış bir haldedir. İşte devesini bulunca nasıl sevinirse, Allah
kulunun tövbesiyle onun devesini bulmasından daha çok sevinir. Allah’ın mescide
gelen kimseden dolayı sevinmesi kayıp birinin haneye dönmesiyle ortaya çıkan
sevince benzetilmiştir. Bütün bunlar ‘Rabbin onların nitelemelerinden
münezzehtir, peygamberlere selam olsun, hamd Allah’a aittir’361
ayetlerinde gecen müstağnilikle nasıl ilişkilendirilebilir? ‘Ayette ‘Allah’ı
hakkıyla takdir edemediler’362 buyurur. Bu yükseklik karşısında
bu tenezzülün yeri nedir? İşte kibriyaî tevazu, yani kibriyayla birlikte olan
tevazu budur. Bunların hepsi gerçek, hepsi doğru söz ve Allah’ın kalp gözlerini
açmış olduğu alim kulları için sahih hükümdür. Gözlerini açmakla Allah onlara
hakkı ‘hak’ batılı batıl olarak gösterir. Buradan görmek, var olmayana ilişir,
çünkü batıl, yokluk demektir. Kul var olmayanı görmekle nitelendiği gibi Hak
yokluk halinde bizi görme niteliğine daha layıktır. O bizi -bilmek anlamında
değil- göz görmesiyle görür.
Allah Teâlâ ‘O’nun benzeri bir şey yoktur’363 buyurur. Bu
ayet, sahih anlayışta, ‘Allah Adem’i kendi suretinde yarattı’ hadisinin bazı
yorumlarıyla birdir. Allah Teâlâ ‘İnsanı en güzel surette yarattık5364
buyurur. Bunun nedeni, insanın Hakkın suretine göre yaratılmış olmasıdır. Allah
onu vasıflarıyla kâmil sureti kendinde toplaması için ‘aşağıların aşağısına’
atmıştır. Nitekim kendisi kâmil surette olduğunu bildirmiştir. Allah’ın
kendini benzersizlikle nitelemesi karşısında, smır ve miktarla nitelenmek,
istiva etmek, inmek, merhamet etmek, hitabında lü- tufkâr olmak, öfke, rıza
gibi özelliklerle nitelemesi nasıl bağdaşır? Bütün bunlar, yaratılmışın
nitelikleridir. Allah kendini bizim niteliklerimizle nitelemeseydi, O’nu
bilemeyecektik. Allah kendini bizim niteliklerimizden tenzih etmeseydi, O’nu
yine bilemeyecektik. Allah her iki durumda da bilinen, iki nitelikle de
nitelenendir. Bu nedenle Allah her şeyi çift yaram. Bunun gayesi çiftlerden
birinin yüksek -erkek- diğerinin de aşağıda olmasını sağlamaktır ki o da
dişidir, ikisinin birleşmesinden ise türün varlığının bekası gerçekleşir.
Allah bunu her türe yerleştirip bize varlığımızdaki durumun da böyle olduğunu
öğretmiştir. Biz Allah ile doğanın (tabiat) aklî varlığı arasındayız. Allah
ondan doğal cisimleri yaratmışken kendisine yönelme nispetinden de yönetici
ruhları yaratmıştır. Allah’ın dışındaki her şeyiıı binen ve binilenden oluşması
gerekir. Bunun nedeni binenin binilene, binilenin binene muhtaçlığının ortaya
çıkmasını sağlamaktır. Bu sayede Allah yalnız başına el-Gani (Zengin, hiçbir
şeye muhtaç olmayan) olarak kalır. Nitekim kendini böyle nitelemiştir. Allah
kendisi nedeniyle el-Gani iken biz kendisinden müstağni olamayacağımız hususta
O’na muhtaç iken O’nun vasıtasıyla zenginiz. Allah’ın dışındaki her şey, bu
yöneten karşısında yönetilen ve idare edilendir. Yöneten olması itibarıyla
yöneten, bu durumu zatında bir güç (kuvve) olarak bulur ve tedbirinin (bilfiil)
zuhur edeceği bir şeye muhtaç olur. Kendisi olmak bakımından yönetilen ise
yönetilmeyi zatında bir hal olarak bulur ve bekasının gerçekleşmesi ve
varlığının sürmesi için bir yöneticiye muhtaç olur. Öyleyse her birinin ötekine
muhtaçlığı, zati bir durumdur,
Allah el-Gani diye nitelenmiştir, çünkü O, belirli bir yönetilene muhtaç
değil, bir yönetilene muhtaçtır. Yönetilen de ‘gani’ diye nitele-
nir, çünkü o da belirli bir yönetene değil, bir yönetene muhtaçtır. Binaenaleyh
her birisi ötekinden bağımsız olsalar bile yönetmeden ve yönetilmeden müstağni
kalamazlar. O halde hiç birinin müstağniliği kayıtsız ve mutlak değildir.
Hakk’ın müstağniliği kendine kıyasla olduğu kadar yaratıklar da kendine
kıyasla mutlak anlamda muhtaçtır. Bu sayede Hak yaratılmışlardan ayrılmış, bu
nedenle ‘Allah yoksul, biz zenginiz’365 diyen insanlar kâfir
olmuştur. Bu ayrım hiç bir zaman ortadan kalkmaz, çünkü o, Hak veya
yaratılmışlar (halk) olmak üzere onunla nitelenen herkeste bulunan zatî bir
ayrımdır. O halde iki tane şeylik vardır: Hakk’ın şeyliği ve yaratıkların
şeyliği. Herhangi bir şeye muhtaç olmada yaratıkların benzeri yoktur, çünkü
Hakk’ın dışında bir şey yoktur ve Hak muhtaç olmakla nitelenemez. Başka bir
ifadeyle Hak yaratıklar gibi değildir. O halde yaratıklara benzeyen bir şey de
yoktur. Hakk’ın müstağniliğinde ise Hakk’ın benzeri bir şey yoktur. Çünkü
(Hakk’ın dışında) halktan başka bir şey yoktur. Halk (yaratılmışlar) ise zatı
gereği müstağnilikle nitelenmez ve bu nedenle de Hak gibi değildir,
dolayısıyla Hakk’ın benzeri bir şey yoktur. Çünkü daha önce söylediğimiz
üzere, sadece Hak ve halk vardır. O halde halk, kendisi itibarıyla, çok
içindeki birdir. Hak ise zatı ve hakikati itibarıyla pek çok isim ve nispet
sahibi bir zattır.
‘O’nun benzeri bir şey yoktur’366 ayetini söylediğimiz üzere anlamayanın ayete dair bilgisi yoktur. Çünkü
ayette ‘kef (gibi anlamında edat veya zait harf)’ harfi gelmiş, sonra
olumsuzluğu pekiştirmek üzere kef harfinin zait olarak getirilerek kendisinden
benzerliği olumsuzlamış, sonra kef harfini sıfat yaparak benzerliği âlemden
olumsuzlamıştır. Olumsuzlamada (nefıy) benzerlik ve olumsuzlamayı birbirine
bağlamıştır. Yani yaratıklardan benzerlik olumsuzlanmıştır, çünkü sadece
benzersiz Hale vardır; Hak’tan benzerlik olumsuzlanmıştır, çünkü benzersiz
halk vardır.
Manaları böyle anlamalısın işte
Nur beyanı getirdiğinde bize
Alemde yok bir olan Haktan başka
İstersen iki kişi var de
Her biri de tektir kendinde
Artık İkinciyi görmezsin
Namazda hüküm gelmiş O’ndan
İkiye bölmüş namazı
Namazda yaratılmışlar
ayrılmış O’ndan Bu nedenle iki ortaya çıkmış
‘Kulumla benim aramda’ demiş
Hak ‘Onu gören beni görmüş’ demiş
Hak’tan başka değilim ben ya
Varlıktaki birliğim nedeniyle O da ikinci değil
Yaratıkların dili O’nu
aktarır Zikrettiğimiz açıklamayla
Allah ‘Allah’ı hakkıyla takdir edemediler,367 buyurur.
Allah, kendi hakkında söyledikleri sözleri onlara söyletendir. Çünkü Allah
haklarında şahitlik yapılanların şöyle diyeceklerini bildirmiştir: ‘Onlar
derilerine niçin aleyhimize şahitlik yaptınız?’ dediklerinde derileri ‘bizi
her şeyi konuşturan Allah konuşturdu.’368 Söylenenler değişse
bile konuşan herkesi Allah konuşturmuştur. Sözlerin bir kısmı övülen sözler
iken bir kısmı kınanır. Bazı sözler Allah’ın âlemde belirlediği kullanıma ve
kabule göre mecaz sayılırken bazı sözler söylendiği hal üzere kabul edilir.
Böyle sözler, bir hakikati bildiren sözlerdir. O halde sadece söylediklerimiz
vardır.
Bu bağlamda övülen konuşma ve söz, bilgi sahiplerinin Allah’ın birliği
halikındaki şahitlikleriyken kınanan konuşma ‘Allah yoksuldur’369 ve
‘Allah’ın eli kapalıdır’370 gibi sözlerdir; ayette cimrilik
kastedilmektedir. Gerçeği dile getiren söz ‘Allah sizi yaratmıştır’371
ayetinde belirtilir. Yaygın kullanıma göre mecaza yorumlanan konuşma ise ‘yaptıklarınızı
da’372 ayetinde dile getirilir. Burada ayet tektir. Allah Teâlâ ‘Allah’ı
hakkıyla takdir edemediler’373 buyurur, çünkü onlar, O’nun
benzeri değillerdir ve dolayısıyla O’nu bilememişlerdir. Bir şeyi bilmeyen,
O’nun değerini takdir edemez. Onlar Allah’ın benzeri olmadıkları gibi Allah
da onların benzerleri değildir. Bu nedenle Allah’ı kendi özelliklerine ve
durumlarına göre nitelemişlerdir ve bundan başka yapabilecekleri bir iş yoktu.
Çünkü onlar Allah’ın sübûtî niteliklerini dile getirmek istemişlerdi ve bunun
yegâne yolu ise teşbihti. Benzeri olmayan biri için benzer kabul eden, hiç
kuşkusuz, onu takdir edememiş, hak ettiği mertebeye kendisini yerleştirememiş
demektir. Zaten Allah da bilgi sahibi olmadıkları bir husus hakkında
kendilerinden hareket ederek hüküm vermeye kalkıştıkları için onları
kınamıştır. Buna mukabil kendilerine indirilmiş vahiyle konuşmuş olsalardı, bu
sözleri nedeniyle Allah tarafından kınanmayacaklardı. Çünkü anlatıcıya
anlattığı şey nispet edilemeyeceği gibi bu konuda kınanmaz veya övülemez.
Binaenaleyh yaratıkların Allah hakkındaki bilgileri, kıyas yoluyla elde
edilemez. O’nun hakkındaki bilgi, ya Hakk’ın kendi söylediği veya O’ndan
aktaran peygamberin diliyle söylediği söze kulak vermekle gerçekleşebilir.
İlahi hitaba kulak verirken duyulana başka bir şeyin katışmasına imkân vermeyecek
şekilde bir müşahede gerekir. Ayet-i kerimede ‘Bunda kalbi olan kimse için
öğüt vardır,m deniür. Yani daha önce zikredilen hususlarda
işaret vardır ki Allah hallerin başkalaşmasını düşünmeye dikkat çekmiştir. ‘Veya
şahit olduğu halde kulak veren kimse için,’375 Bu iki sınıfın
dışındakiler, Hakka ve yaratıklara izafenin doğru olduğu özelliklerin
bilgisine ulaşamaz. Kim kendini bilirse, Hak ona benzemez (diye kendini bilir).
Kim rabbini bilirse, yaratıkların O’na benzemeyeceği (şekilde O’nu bilir).
Âlemdeki herhangi bir parçayı delil olması itibarıyla bilmek, bütün âlemi
bilmek demektir. Bu nedenle âlemi ‘bir’ mesabesine yerleştirdik ve onun
benzeri olmadığını söyledik. Çünkü varlıkta Hakkın dışmda bir şey yoktur ve
Hak âlemin benzeri değildir. Bununla birlikte âlemdeki şeyler birbirine benzer.
Nitekim (ilahi isimlerde de) el-Gafir, el-Gafur ve el-Gaffar vb. isimlerin
birbirinin benzeri oldukları hükmü verilir, hâlbuki onlar da tıpkı âlem gibi
mertebelere göre ayrışırlar. Çünkü mertebe ve varlıkları bakımından
farklılaşsalar bile, âlemde benzerler vardır. Bu nedenle ayetler, bir hadiste
geçtiği üzere, onlardan çıkan bir sözün karşılığında inmiştir. Ayette ‘Allah
hiç bir insana bir şey indirmemiştir dediklerinde, O’nu hakkıyla takdir edemediler’376
denilir. Hâlbuki onlar Tevrat’ın Hz. Musa’ya Allah katından indiğini kabul
etmiş, Allah’a karşı yalan söylemiş, yüzleri, yani zatları
kara olmuştu. Artık eşyayı
görebilecekleri bir nurları yoktu. Onlar kördür, artık görmezler.
Allah Teâlâ 7zzet sahibi rabbin onların nitelemelerinden münezzehtir,
peygamberlere selam olsun, hamd âlemlerin rabbi Allah’adır’377
buyurur. Ariflere göre, bu ayetten daha kapalı ayet inmemiştir. Bunun nedeni
ayetteki tedahüldür. Böylece Allah’ın kendini tenzih ederken söylemiş olduğu ‘onların
nitelemelerinden’378 ifadesinin kapsamına kullarının kendisiyle
Hakkı niteledikleri hususlar girmiştir. Onlar, Hakk’ı inançlarına göre
nazarî/teorik düşüncelerle elde ettikleri delillerin verilerine göre nitelemiş,
herkes kendi hayaline göre Hakk’ı tenzih etmiştir. Mesela filozof (tenzihin
bir gereği olarak) Allah’ın âlemdeki cüzîleri bilemeyeceğini söylemiştir.
Onlara göre Allah Ali oğlu Veli’nin parmağını hareket ettirmesini bilemeyeceği
gibi şu an giydiği belirli bir elbiseyi de bilemez. Fakat Allah -herhangi bir
belirleme olmaksızın- âlemde bu nitelikte birinin bulunduğunu bilir. Çünkü özel
bilginin gerçekleşmesi, duyuyla ilgilidir. Allah ise duyulardan münezzehtir.
Hâlbuki onlara göre parça hakkındaki bilgi tüm bilgiye dâhildir. Tüm bilgi
âlemde o nitelikteki birinin bulunduğunu bilmektir. Bu bilgiyle onlara göre
maksat gerçekleşmiş olsa bile, pek çok bilgiyi kaçırmışlardır. Çünkü belirli
bir şahıstan meydana gelen özel hareket, başka birisinde de bulunabilir. Hal
böyleyken ahirette ortaya koymak üzere, Allah’ın o şahsa karşı delili nasıl
sabit olacaktır ki? Ya da dünyada kendisine gerekli ceza veya o hareketi
yapmayana karşı gereken şey nasıl ortaya konulacaktır? Gerçi bu düşünce
sahibinin esas gayesi, mahsûs ahireti ve dünyada vehbi olanı inkâr etmek ve
özellikle o hareket sahibine ait cezayı inkâr etmektir. Onun görüşü, söz konusu
hareketin -özü gereği- sahibini engelleyen olduğudur. Böyle bir insan, bozuk
bir ilkeye dayanmıştır. Bozuk ilke, mutlak birliği nedeniyle Allah’tan sadece
birin çıkabileceğini ileri süren ilkedir. Bu ilkeye göre, birden bir çıktıktan
sonra Allah’ın tafsili bilgisi olmaksızın, âlem birbirinin edilgeni olarak
ortaya çıkmıştır. O’nun bilgisi, sahip olduğu külli (tümel) bilgiden ibarettir.
Eşarî gibi kelarncılar ise Hakkı bir yaratılmışa teşbihten tenzih edip başka bir
yaratılmışa teşbihe intikal etmişlerdir. Mesela Allah’ın Arş’a istiva eurıesini
yorumlarken istivanın cisimlere yerleşmek anlamında
olamayacağını ileri sürmüşlerdir, çünkü Allah cisim değildir. Cisim olmak,
mekân, nicelik ve miktarlarla ilgili özelleştiriciye gerek duyar ve bu durumda
O’nun muhtaç olması gerekir. Eşarîlere göre Allah’ın arşa istiva etmesi, bir
hükümdarın tahtına ve mülküne yerleşmesine benzer. Bu konuda vardıkları görüşü
desteklemek üzere de şu şiirden delil getirmişlerdir:
Bişr Irak’a istiva etti (hakim oldu)
Kılıç kullanmadan ve kan dökmeden
Onlar Hakkın arşına istiva edişini Bişr’in Irak’ı istilasına benzetmiştir.
Hâlbuki istila etmek, yaratılmış bir fiildir. Bunu yaparak Allah’ı bir
yaratılmışa benzetmişlerdir ki kadim ise yaratılmışa benzemez. Çünkü Allah ‘O’nun
benzeri bir şey yoktur’379 buyurur. Doğru düşünce, onların
söylediklerinin tersini gösterir. Allah Teâlâ düşünen herkes için ‘Rabbin
münezzehtir’380 buyurur. Burada zamir ve hitap Hz. Peygam- ber’e
yöneliktir. Yani senin aracılığınla kendilerine bildirilen ve indirilenleri
öğretmek üzere seni gönderen rabbin münezzehtir. ‘İzzet sahibidir.’381
Yani zatı gereği onların nazarî düşünceleriyle yaptıkları nitelemeleri ve
hakkında verdikleri hükümleri kabul etmeyendir. Herhangi bir yaratılmış Allah
hakkında hüküm veremez, çünkü akıl ve onun sahibi yaratılmıştır. Allah ancak
bize indirdiği bilgiyle veya ilahi vahiy veya bize tebliğ ettiği hususlarda
masumluğu ve doğruluğu sabit olan peygamberin elçiliğine (uyarak) keşif ve
müşahede yoluyla bilinebilir. ‘Onların nitelemelerinden münezzehtir.’382
Yani fikirleriyle ortaya koydukları düşünceler ve akıllarını kullanarak
yaptıkları istidlallerden münezzehtir. Çünkü Allah’ı bilmek bilgisizliğe
dönüşmeyeceği gibi kuşku da ona bulaşmaz. Hâlbuki aklî delil kuşkuya açıktır ve
bu nedenle akıl sahipleri çelişkilere düşmüşlerdir. Görüş ayrılığına
düşünlerden her biri için ötekinin delili, kendi deliline aykırı olduğu için
kuşkudur. Başka bir ifadeyle akılcıların bütün delilleri, şüphelerden ibarettir.
Hakikat nerede ve güvenilirlik nerede! Düşüncedeki bozukluğun kaynağı, yaratılmış
olanların kendilerini var eden Hak üzerinde hüküm vermiş olmalarıdır.
Ayet şöyle devam eder: ‘Peygamberlere selam olsun.’3*3
Peygamberlerin getirdikleri bilgileri, teorik delillerin imkânsız saydığı,
bazen de kabul ettiği bilgilerdir. Bu nedenle insanlar kendi düşüncelerine göre
onları bazen tasdik etmişken bazen yalanlar. Böylece insanlar arasında bir
hayret ortaya çıkar. Peygamberlerin diliyle söylediği sözlerini kabul edip
peygamberlere itaat ettiklerinde, hiç kuşkusuz onları yerli yerlerine
yerleştirmiş olurlar. Çünkü onlar peygamberlere kendileri olmak bakımından
boyun eğmemişlerdir, peygamberler de onlar gibidir; onlar peygamberlere itaat
ederken Allah katından getirdikleri ve aktardıkları bilgiye boyun eğmişlerdir.
Söz konusu bilgi Allah’ın kendi hakkında haber verdiği bilgidir, yoksa
kendisine ulaşan birinin tevil ettiği tarzdaki bir bilgi değildir. Dolayısıyla
vahyi hakkında Allah’ın muradı sadece O’nun bildirmesiyle öğrenilebilir (tevil
ile değil). Bu nedenle teorik düşünce sahibi, vahiy karşısında teslimiyeti
benimser. Çünkü vahiy peygamberin kendisini getirdiği dildeki kullanıldığı ve
anlaşıldığı anlamıyla gelmiştir. Vahyin belirli bir dille gelmiş olmasının
yegâne maksadı, bir lafzın o dilde kullanıldığı anlamda anlaşılmasını temin
etmektir. Fakat kelimenin Allah ile ilişkisi meçhuldür. Bu nedenle kelimenin
dildeki kullanımını anlamış olmakla birlikte Allah ile ilişkisini O’na havale
ederiz ve peygamberler de kendisine boyun eğdikleri gibi biz de Allah’a boyun
eğeriz. Nitekim Allah ‘Peygamberlere selam olsun (teslimiyet)’3*4
demiştir. Yani teslimiyet onlara farzdır. (Tevil etmek yerine anlamı Hakka
havale ettiğimizde) Biz de onlar gibi oluruz.
Sonra şöyle demiştir: ‘Hamd Allah’a aittir.’3*5
Yani bütün övgü sonuçları Allah’a aittir, çünkü onlar getirdikleri her şeyle
Allah’ı övmeyi amaçlamışlardır. Allah’ın kendisini tenzihine göre övgünün
sonuçları, bütün bu hususlarda övgünün Allah’a ait olması demektir. Başka bir
ifadeyle Allah bu hususta onları konuşturmuş, övgüyü onlarda yaratmıştır.
Çünkü onların söyledikleri doğrudur ve bunun böyle olması gerekir. Bu nedenle ‘hamd’3*6
kelimesini kullanmıştır, çünkü hamd, sonuç demektir. O halde övgünün sonuçları,
Allah’a döner. İşin sonu ise ahirettir. Onların söylediği şeyin sonu ise
Allah’tan var olmasıdır ve bundan başka bir son yoktur. Çünkü Allah,
rububiyetin hak ettiği mukaddes niteliklere göre, rabliğinde sabit olması
itibarıyla âlemlerin rab-
bidir. O âlemin efendisi, terbiye edeni, besleyeni ve
ıslah edenidir.
‘O’ndan başka ilah yoktur. O aziz ve hâkimdir.’387
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Göklerde ve yerde büyüklük O’na aittir. O
aziz ve hâkimdir.’388 Bilmelisin ki, âlem, ulvi ve süfli olmak
üzere iki kısımdır ve âlem için ulvi ve süflilik izafi iki durumdur. Âlemdeki
ulvi kısım ‘gök (sema)’ diye isimlendirilirken süfli kısım yer diye isimlendirilir.
Âlem adına bu iki nispetin gerçekleşmesi, gök ile yer arasında bulunan orta
bir duruma bağlıdır. Ortadaki kendiliğinde yönlerin sahibidir. Onu
gölgelendiren gök iken altında bulunan yeridir. Dilersen üst ve aşağı âlem
hakkında şöyle dersin: Doğadan oluşan her şey aşağı, nurdan doğan her şey
yukarı âlemi teşkil eder. Âdemin en kâmili ise o ikisini kendinde birleştirendir.
Bu yönüyle o, sahip olduğu yönleriyle onları ayrıştırdığı gibi aynı zamanda
toplayıcılık özelliğiyle etken ve edilgenliğe göre ulvi ve süfli kısımlarına
ayrıştırır. Hak ise âlemin kendisiyle nitelendirildiği herhangi bir özellikle
nitelenmez. İnsanların dillerinde geçtiği üzere, Allah’a nispet edilen azamet
ve büyüklük zikre- dildiğinde ve Allah’a nispet edildiğinde, onun mahalli
gökler ve yer olmuştur. Bu bağlamda Allah ‘Göklerde ve yerde büyüklük
Allah’a aittir; O aziz ve hâkimdir’389 buyurur. Hâlbuki Allah
‘kendiliğinde’ dememiştir. O halde mahal, Allah’a ait büyüklükle nitelenen
şeydir. Âlem kendini küçük olarak görüp üzerindeki etkisi ve kahrı nedeniyle
yaratıcısını kendine yakışan özelliklerden münezzeh gördüğünde, O’nu büyük ve
büyüklük sahibi diye isimlendirir. Âlem Allah’ın tesirine mazhar olmasaydı,
kendisini küçük rabbinin büyük olduğunu bilemeyecekti. Öte yandan âlem
başkasına muhtaçtır ve ihtiyaç özelliğindedir. Bu özelliğiyle âlem, muhtaç
olduğu kimsenin zengin olduğuna inanmış ve bunu öğrenmiştir. Öyleyse Allah,
kulunun nefsinde zengin olandır (el- Gani). Buna mukabil âleme bakmaksızın
zatına göre Allah müstağnilik özelliğiyle nitelenmez. Çünkü böyle bir durumda
kendisinden müstağni kalınacak kimse yoktur.
A
Alem zelil oluşuna bakınca, zilletinin nedeninin kendisi olmadığını anlar;
o başkasının otoritesi altında zelildir. Bunun üzerine kendini zelil kılan
başkayı ‘Aziz’ diye isimlendirir. Böylece Hak zelil kulun nefsinde aziz olur.
O halde kul, (Hakka izafe edilen) büyüklük, müstağnilik, azamet ve Allah’a ait
izzetin (kendinde tezahür ettiği) bir mahaldir. Böylece kul rabbini kendinde
bilfiil bulunan özelliklere göre nitelemiş, söz konusu mana hükmünü bilfiil
bulunmadığı birisinde zorunlu yapmıştır. Buradan ‘Allah kendinde bulunmayan
hadis bir iradeyle irade edendir’ diyen akılcılara bir ışık çakılır. Onlara
göre Allah yaratılmışların bulunduğu bir mahal değildir. Bu nedenle Allah, bir
mahalde olmaksızın, bir irade yaratmış, onunla irade etmiş ve bu irade hükmünü
bilfiil bulunmadığı birisinde böyle gerekli kılmıştır. İşte büyüklüğe dair
söylemiş olduğumuz meselenin ruhundan onlara parıldayan anlam ve ışık budur.
Hâlbuki onlar düşüncelerini işin sonuna vardıramamış, aksine karışık ve kötü
ifadelerle düşüncelerini açıklamışlardır. Çünkü akıl sahiplerinin çoğu,
manaların hükümlerini ancak bulundukları kimselerde zorunlu hale
getirdiklerini zannetmişlerdir. Bu düşünce onların yanlış kanaaderidir ve buna
varmaları sıfaüarı var olan çoğul şeyler saymalarından kaynaklanır. Onlara göre
sıfadar, kendi başına var olmayıp bilfiil var olacakları ve kendileriyle
nitelenecek olan bir mevsufu (nitelenen) gerektiren şeylerdir. Hâlbuki böyle
düşünmek yerine bütün bunların bir hakikatteki nispet ve izafeder olduklarını
söylemiş olsalardı, isabet etmiş olacaklardı. Bu sayede söz konusu tek hakikat
bir şeye nispede ‘bilen’, bir şeye nispede ‘güç yetiren’, bir şeye nispede
‘irade eden’, bir şeye nispede ‘büyük’, bir şeye nispede ‘müstağni’, bir şeye
nispede ‘aziz’ vb. diye isimlendirilir. Bakınız! Onlar, büyüklük, azamet,
müstağnilik ve izzetin tenzih sıfatı olduğunu söylerler. Yani Allah onlara göre
bu niteliklerin zıdarından münezzehtir. Muhakkiklere göre gerçek öyle değildir.
Onlara göre Allah, mahal olacak şekilde büyüklüğün kendisinde bulunmasından
münezzehtir. Onlara göre büyüklüğün mahalli, Hakkın kendisi için belirlediği
bir yer olarak gökler ve yer demektir. Allah şöyle der: ‘Göklerde ve yerde
büyüklük Allah’a aittir.’390 O, yani Hakkın hüviyeti, azizdir.
Yani Hak, göklerin ve yerin mahalli olabildikleri bir şeyin mahalli olmaktan
münezzeh ve uzaktır; söz konusu şey büyüklüktür. O halde büyüklük ancak âlemin
nefsinde büyüklük olmuştur. Hak ise kendisi olmayan bir şeyin bulunduğu bir
yer olmaktan münezzehtir. Allah bütün yönlerden bir olduğu gibi yaratıklarındaki
tertibinde de hikmet sahibidir. Allah’ın bilgi ve hikmetinde tertip ettiği
şeylerden birisi de, gökleri ve yeri büyüklüğünün mahalli
yapmasıdır. Bu yönüyle Allah adeta söyle der: ‘Göklerin ve yerin nefsinde
yaratmış olduğu büyüklük O’na aittir.’ Onlar ilahlarını bu büyüklükle
yüceltirler. Nitekim böyle de olmuş ve Allah’ı nefislerinde ululayarak şöyle
demişlerdir: ‘O celal sahibidir.’391 Yani içimizde bulduğumuz
celal O’na aittir. ‘Ve ikram sahibidir.’392 Yani bize ikram
edendir.
Hakikat gözüyle bakar ve Allah da anlayışını açarsa, kimi isimlendirdiğini
ve kimi nitelediğini, niteliklerin sahibinin kim olduğunu, kimde bulunduklarını
ve hangi varlığa nispet edildiklerini de öğrenirsin.
Bu bağlamda Allah’ın kendisini nitelemiş olduğu ve akılcılara göre gerçekte
yaratıkların nitelikleri olan özellikler de vardır. Akılcılar söz konusu
nitelikleri Allah hakkında ‘mecaz’ olarak kullanırlar. Bunlara misal olarak
acıkmak, susamak, hastalanmak, öfkelenmek, razı olmak, kızmak, şaşırmak,
sevinmek, müjdelemek gibi fiiller ile ayak, el, göz, kulaç gibi hadislerde ve
ayederde Allah hakkında kullanılan ifadeleri verebiliriz. Bunun yanı sıra
sayfa, Kuran, Furkan, Tevrat, İncil ve Zebur diye isimlendirilen Allah’a izafe
edilen kelamlarda söz konusu ifadeler geçer. Muhakkiklere göre bu konularda
işin gerçeği, onların yaratıkların değil Hakk’ın sıfadarı olmasıdır.
Yaratıklar onlarla Hakka ortak olarak nitelenmişlerdir. Nitekim âlem de
Allah'ın bütün güzel isimleriyle nitelenmiştir. Akılcılar bu konuda görüş
birliğindedir. Hâlbuki bütün bunlar, bir daraltma olmaksızın, Hakkın
isimleridir. Bu konuda muhakkiklerin görüşü budur. Bu görüş doğrudur ve biz de
bu hususta tevkifi benimseriz: Allah’ı kendisini nitelediği özelliklerle nitelerken
kendisine verdiği isimlerle isimlendiririz. Allah’a bir isim vermediğimiz gibi
O’nun için bir hüküm getirmeyiz veya O’na bir sıfat izafe etmeyiz. Çünkü daha
önce de söylediğimiz gibi, Allah bize biz O’na benzemeyiz. Bizden herhangi bir
şey O’na benzemezken O’ndan herhangi bir şey de bize benzemez. Allah kendisi
nedeniyle ve kendisine göredir. Biz ise kendi (varlığımızda) O’nunlayız
(varlığımızın kaynağı O’dur). Çünkü biz varlığımızda müstakil değilken Allah
müstakildir. Bununla birlikte Allah âlemi kendi suretinde yaratmıştır ve bu
nedenle âlem, O’nun isimleriyle isimlenmeyi kabul etmiştir. Aleme verilen
isimler, Hakkın kendine verdiği şekilde, O’na da verilir. Bura-
dan isimlerde asıl olanın -âlem değilAllah
Teâlâ olduğunu anladık. Allah Teâlâ bize ait bir veya Hakk ettiğimiz bir şeyi
bizden almamıştır. Aksine hepsi Allah Teâlâ’ya aittir.
Allah Teâlâ’nın yarattığı şeylerden
biri de hayaldir. Allah Teâlâ bizim için hayalde o isim ve sıfatlarda ortaya
çıkmış ve tecelli etmiştir. Böylece bizi tafsil etti, taksim etti, kaldırdı,
düşürdü ve âlemdeki her nitelikle Yaratıcımız bizi niteledi. Böylece Hakk bize
tecelli etti, çünkü bütün bunlar, bizim değil O’nun şifadandır. Alemin şifadan,
gerçekte Hakkın hüviyetidir. Farklılık, Hakta bulunan mümkünlerin hakikatleri nedeniyle
ilahi tecellilerdedir. Çünkü Hakk idrak ettiğimiz suretin ta kendisidir. Çünkü
gördüğümüz hususlarda Hakkı bizimle arasındaki alamete göre göreceğimizden
kuşku duymayız. O, hüviyetiyle bizim görmemiz ve duymamızdır. O halde biz Hakkı
kendi gözümüz ve kulağımızla değil, bizzat kendisiyle görmüş, kendisiyle
duymuşuz. Öyleyse âlem diye isimlendirilen bir şey ve Hakk diye isimlendirilen
bir şey olmalıdır; onlardan birisinden olan bir şey ötekine benzemez. İşte
kibriyaî tevazuun içerdiği hususlardan biri budur.
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar