Arap Dili Ve Edebiyatında Hz. Muhammed salla'llâhü aleyhi ve sellemin Mektupları
Hazırlayan: Kasım KURTULAN
ÖNSÖZ
Arap ve İslâm edebiyatında, Hz. Peygamberin mektupları edebi değerleri ve
taşıdıkları hüküm ve manalar yönünden önemli bir yere sahiptir.
Biz bu incelememizde, Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in
mektuplarının Arap ve İslâm edebiyatındaki önemli durumlarım çeşitli yönlerden
tespit edip açıklamaya çalıştık.
İncelememizi yaparken önce, mektupları muteber kaynaklardan tespit ettik.
Hz. Peygamber’in mektupları hadis ve tarih kitaplarında derlenmiştir.
Bazılarının orijinali günümüze kadar ulaşmıştır.
GİRİŞ
Milletlerin, isteklerini, maksatlarını ve düşüncelerini ifade etmeye
yarayan lafızlar ve kaideler topluluğuna dil denilir.[1]
Bütün diller insanların anlaşma işaretleridir. İnsanların toplumsal hayatı,
farklı dillerin oluşmasına sebep olmuştur.[2]
Arap dili, sâmî diller ailesindendir. Sami dillerden kastedilen, kuzeyde
Ermenistan sınırından güneyde Arap denizine, doğuda İran körfezinden batıda
kızıl denize uzanan güneybatı Asya halkının lehçeleridir. Sâmî diller Hz.
Nuh’un oğlu Sâm’ın neslinden gelenler arasında konuşulduğu için bu adla
anılmıştır. Nitekim Ârî diller de Yafes’e nisbetle Yafesiyye diye
isimlendirilir.[3]
Edebiyat, kelime ve kavram olarak Türkçe’de Tanzimat’tan sonra
kullanılmaya başlanmış veya bu tarihten sonra gittikçe yaygınlaşmıştır. Bu
döneme kadar aynı yahut biraz daha farklı anlamda edep kelimesi
kullanılmaktaydı. Ancak divan edebiyatı hemen tamamen nazımdan ibaret
olduğundan edepten ziyade aynı manayı karşılayan şiir kelimesi tercih
edilmekteydi. 1860’lardan sonra yaygınlaşan edebiyat kelimesi, bu yıllarda
çeşitli bilim alanları için Fransızca’dan tercüme yoluyla Osmanlıca’ya
kazandırılan terimlerle (lisâniyat, arziyat rûhiyat v.b. ) aynı yapıda olduğunu
düşündürmektedir. Buna göre edebiyat kelimesinin Fransızca “litterature veya
belles lettres” karşılığı uydurulduğu tahmin edilebilir. O zamana kadar
Arapça’da bu anlamda kullanılmış böyle bir türevin bulunmaması da bu tahmini
doğrulamaktadır.[4]
Bugün Arapça’da edebiyat için sadece “edep” kelimesi kullanılmaktadır.[5] Bu sebepten şimdi edep
kelimesi üzerinde durmak istiyoruz.
Dilcilerin hakkında farklı görüşlere sahip oldukları[6],
sözlüklerde “davet, iyi tutum, incelik, hayranlık ve takdir” şeklinde
kaydedilen kelime, el-Edeb (kibar ve edepli olmak) veya el-Edb (yemeğe davet
etmek) mastarından türetilmiş bir isimdir.[7]
Cahiliyye dönemine baktığımız zaman yemeğe davet eden anlamında “âdib” lafzını
görürüz. Tarafe ibnuT-‘Abd’in bir beyti şu şekildedir.
“Kış mevsiminde herkesi çağırırız.
Bizim aramızda yemeğe davet edenin adam seçtiğini göremezsin.” Yine bu kabilden
“Me’dube” kelimesi de insanların davet edildiği yemek anlamındadır.[8]
İslâm’ın ilk dönemlerinde edebin manası genişletilerek “üstün ahlak”ın
hepsi için söylenir olmuştur.
“y - Beni Rabbim terbiye etti ve terbiyemi güzel yaptı.”[9] hadisi şerifindeki ve
kelimeleri gibi. Bu iki anlam arasında şüphe yok ki tam bir münasebet vardır.
Her ikisi de davet manasım içermektedir. Birincisi yemeğe, İkincisi üstün
ahlaka davettir. Yemek yedirmek Araplara göre üstün ahlak meyânında temayüz
etmiş bir huydur.[10]
Emevîier döneminde özel bir takım mürebbilere müeddib ünvanı verildi.
Böylece edep kelimesi ikinci defa genişlemiş ve İlmî bir anlam kazanmış oldu.
Bundan sonra kelimenin kullanımı daha fazla yaygınlaştı ve edep, şiir, lüğat,
ensâb, ahbâr vesair ilimlere hasredildi. Bu ilimlerin hepsine edep adı verildi.[11]
Abbasiler döneminde bütün beşeri ilimlerden iş ve sanat alanlarında
uyulması gereken metotlara varıncaya kadar bir çok konu edep kapsamına girdi.
“Edebu’l-Kesb”, “Edebu’l-Mucâlese” gibi kavramlar ortaya çıktı ve bu isimler
altında eserler verildi.
Özet olarak bu dönemde edepten ahlakta, yemede içmede, giyimde kuşamda,
hayatın diğer alanlarında güzellik ve zerafet ortaya koymak, iyi münasebet,
açık ve tatlı söz kastedilmiştir. Daha sonra diğer ilimlerle beraber “beyit” ve
“nükte” ezberleme olarak da anlaşılmıştır.[12]
On dokuzuncu yüzyılın ortalarından itibaren kelime iki manaya delalet
etmeye başlamıştır. Birincisi, ilim, felsefe, edebiyat ayrımı gözetmeksizin
konusu ve üslubu ne olursa olsun yazılan her şey. İkincisi, halis edebiyat.
Bununla yalnız “ifade etmek” kastedilmemektedir. Aynı zamanda ifadenin, şiir
veya nesir kurallarına uygun olarak dinleyici ve okuyucuların duygularına tesir
edecek şekilde güzel olması gerekmektedir.[13]
Arap Edebiyatı dönemler
itibariyle şu şekilde taksim edilmektedir:
1.
Cahiliyye Devri : Bu devir
miladi beşinci asrın ortalarında Adnanîlerin, özgürlüklerini Yemenlilerden
almalarıyla başlar ve İslâm’ın gelişiyle miladi 622 yılında son bulur.
2.
Sadr-ı İslâm ve Emevîler
Devri : İslâm’la birlikte başlar ve Abbasi Devletinin kurulmasıyla hicri 132
yılında sona erer.
3.
Abbasiler Devri : Abbasi
devletinin kuruluşuyla başlar ve Bağdat’m Moğolların eline geçmesiyle hicri
586’da son bulur.
4.
Türkler Devri : Bağdat’ın
alınmasıyla başlar ve hicri 1220 yılında Yeni Devrin başlamasıyla sona erer.
5.
Yeni Devir : Mehmet Ali Paşa’nın
Mısır’ı almasıyla başlayıp günümüze kadar süregelen devir.[14]
Bunun yanında farklı
taksimler de yapılmaktadır.
Arap Dili ve Edebiyatı
nesir ve nazım olmak üzere ikiye ayrılır:
a)
Nesir
Vezin ve kafiye
kalıbında olmayan sözü nesir diye tarif etmemiz mümkündür.[15]
Nesrin birçok çeşidi
vardır, onlardan bazıları şunlardır:
1.
İnsanların, ihtiyaç ve
menfaatleri doğrultusunda oluşturdukları dil. Buna konuşma dili denir. Bununla
edebiyat kastedilmez ve bu bir edebiyat türü de sayılmaz. Şiir de değildir.
Aynı zamanda buna ezberlenen, gelecek nesillere aktan lan bir nesir türü de
denemez. Ancak konuşanların herhangi bir sanatsal güzellik ortaya koymayı
amaçlamadıkları normal söz olarak değerlendirilebilir. Bununla zihinden
geçirilen anlam ve bazı menfaatler elde edilmeye çalışılır. Her ne kadar
içindeki birtakım atasözleri ve hikmetler sanatsal tat ve tesir ihtiva etse de,
genellikle konuşma dilinin ötesine geçmez. Belki bu cihetten konuşma dilinin en
üst seviyesi sayılabilir.
2.
Sanata dayalı nesir :
Sistemli düşünceler ihtiva eden, güzellik, etkileyicilik ve cazibe yönü olan
nesir. Bu tür nesirlerde ifadeler açık, ahenkli ve düzenlidir. Sanat özelliği
taşıdıkları barizdir. Kişi, bu nesir türü sayesinde konuşma dilinden,
içerisinde maharet ve sanat olan bir dile kavuşur.
3.
İlmi nesir : Akla dayalı
hakikatleri ve felsefe, ruh eğitimi, kimya gibi düşünce ürünlerini ortaya
koymada kullanılan nesre denir. İlmi nesrin zuhuru Emevilerin son Abbasilerin
ilk dönemlerine rastlar.[16]
Nesirde vezin olmamakla beraber, şayet nesir kafiyesi (seci‘) bulunursa;
bu nesre “musacca‘ nesir” denir. Seci‘nin makbul olabilmesi için zoraki
olmaması aksine kendiliğinden meydana gelmesi lazımdır.
Nesir kafiyesi
bulunmayan nesre de “mürsel (serbest)” nesir adı verilir.[17]
b)
Nazım
Vezinli ve kafiyeli söze
nazım denir. Şiir de aynı anlamdadır.
Araştırmamızın esas konusu olmadığı için nazım üzerinde fazlaca durmayı
gerekli görmüyoruz.
Arap edebiyatının geçirdiği devirleri yukarıda maddeler halinde
vermiştik. Şimdi burada cahiliye devri nesrini ele almak istiyoruz.
1. Cahiliye Devrinde Nesir
Cahiliyye, ilmin zıttı olarak “bilgisizlik” anlamı verilen “cehl”
kökünden türetilmiştir.[18] Cehl, hilmin zıttı olarak
da ahmak, hafif meşreplilik, vahşilik ve şiddet yanlısı olma anlamına
gelmektedir.[19]
er-Rağıb el-İşfahânî, cehlin üç değişik anlamım kaydeder. Bunlardan
birincisi, nefsin bilgiden yoksun olmasıdır ki bu asıl manasıdır. İkincisi, bir
konuda doğru olanın tersine inanma. Üçüncüsü ise bir konuda yapılması lazım
gelenin zıttım yapmaktır.[20]
Bi‘setten önceki dönem için kullanılan cahiliyle lafzı, İslâmî dönemde
ortaya çıkmıştır.[21]
Kur’an-ı Kerîm ve hadis-i şeriflerde Arapların İslâm’dan önceki inanç,
tutum ve davranışlarından cahiliyye diye söz edilir. Kıır’an-ı Kerîm’de
cahiliyye kelimesi dört yerde geçmektedir.
Münafıkların, Allah hakkmdaki yanlış düşünceleri “cahiliyye zarım” olarak
belirtilmiş ve İslâm’dan önceki halleri ifade eden bir kavram olarak
kullanılmıştır.[22]
Hz. Peygamber’in hanımları ikaz edilirken “İlk cahiliye devrindeki
kadınlar gibi açılıp saçılmayın” buyrulmuştur.[23]
Burada da İslâm öncesine işaret edildiği aşikardır.
Feth Suresi’nde “O zaman inkar edenler, kalplerine taassubu, cahiliye
taassubunu yerleştirmişlerdi. Allah da elçisine ve müminlere sükunet ve güveni
indirdi, onların takva sözünü tutmalarını sağladı” diye buyrulmuş ve îslâm
öncesinin taassub, kibir, vahşilik, şiddet, kin ve nefretine vurgu yapılmıştır.[24]
Cahiliyye kelimesinin yer aldığı diğer bir ayet de şöyledir: “Yoksa onlar
(İslâm öncesi) cahiliye idaresini mi arıyorlar? İyi anlayan bir topluma göre hükümranlığı
Allah’tan daha güzel kim vardır?”[25]
Burada İslâm öncesi dönemdeki haksız, zalim, kişiye göre muamele eden ve
güçlünün haklı sayıldığı idare biçimine cahiliye hükmü denilmiştir.
Hadis-i şeriflerde çokça geçen cahiliyye lafzı genelde iki anlam etrafında
toplanır. Birincisi İslâm’dan önceki dönem, İkincisi ise İslâm’ın kaldırmış
olduğu kötü alışkanlıklar
27 • • • * *
ve anlayışlardır. Şu iki
hadis-i şerifi misal olarak verebiliriz.
“İnsanların cahiliye
devrinde hayırlı olanları İslâm devrinde de hayırlıdır.”[26]
Bilal-i Habeşi’ye “kara kadının oğlu” diye hakaret eden Ebû Zer
el-Gıffârî’ye Hz. Peygamber : “Onu annesinin renginden dolayı mı ayıplıyorsun?
Demek ki sen kendisine hâlâ cahiliyye ahlakı kalmış kimsesin” demiştir.[27]
Arapların İslâm’dan önceki tarihlerinin cahiliye kelimesiyle ifade
edilmesinin sebepleri araştırılırken onların hayat tarzına bedeviliğin hakim olması, çevrelerinde yaşayan insanlara göre
medeniyet bakımından geri kalmaları, bilgisizlik ve gaflet içerisinde göçebe ve
yan göçebe hayatı yaşayan kabile topluluklarından oluşan, kayda değer önemli
bir tarihleri olmayan, puta tapan, kötülük yapmalanm önleyen bir dine, bir
peygambere ve semavi bir kitaba sahip bulunmayan insanlar olmalan gibi hususlar
•20
üzerinde durulmuştur.
Cahiliye çağı “bilgisizlik çağı” demektir. İslâmiyet ise aydınlanma ve
bilgi devridir. Bu anlamda cahiliyle çağının karşıtıdır.[28]
Aslında cahiliyye zamanında halk ekseriyetle ümmi idi. Fakat cehaletle
tavsif edilecek derecede değildiler. Bir kısmı ümmî olmakla beraber bir kısmı
da okur yazar idi. Ve genellikle yazının zevkini bilir, hüsn-ü hattın
güzelliğini taktir ederlerdi.
Cahiliyye şairleri yazıdan o kadar zevk alır olmuşlar ki şiirlerinde yazı
üzerine güzel teşbihler ve gayet hoş ve çekici istiareler yapmışlardır.[29]
Cahiliye devri, ilk ve ikinci cahiliye diye ikiye ayrılmıştır. İlk
cahiliyyenin hangi dönemi içine aldığı hususunda farklı görüşler vardır.
Hz. İbrahim (a.s.)’nm doğduğu dönem olduğu ifade edilmiştir. Hz. Adem ve
Nuh, Hz. İdris ve Nuh arasındaki dönem denilmiştir. Ayrıca Hz. Dâvût ve Hz.
Süleymân dönemi olduğu söylenmiştir.[30]
İkinci cahiliyye ise Hz. İsa ile Hz. Muhammed arasında geçen dönemdir.
İlk cahiliyyenin İslâm’dan önceki küfür dönemi, ikinci cahiliyyenin de İslâmî
devirdeki fisk-u fücur dönemi olması da mümkündür.[31]
Tarihi vesikaların kaybolması sebebiyle Arap edebiyatının tarihten önceki
zamanlarının devrelerine, yani birinci cahiliyye devrine ait malumat elde
edilememiştir. Ancak ikinci cahiliyye denilen devrin edebiyatında görülen
tekamüle bakılırsa, Arap medeniyetinin uzak bir geçmişi olduğu ortaya çıkıyor.[32]
Cahiliyye kavramının ne demek olduğunu anladıktan sonra Arap dili ve
edebiyatmın bölümlerinden olan nesrin cahiliyye devrindeki durumuna bakacağız.
Cahiliyye devrinin Arap dili ve edebiyatında kendine has bazı özellikleri ve
kendinden sonraki dönemi etkileyen bir öncülük rolü vardır. Bu sebeple
cahiliyye devri Arap dili ve edebiyatı iyi kavranmalıdır.
Cahiliyye nesri başlıca hitabet, emsal (atasözleri), sec‘u’l-kuhhân
(kahinlerin seci‘si), vasiyetler, tıikem (hikmetler) ve bazı yazılı
malzemelerdir. Şimdi sırasıyla bunları ele alalım.
a. Hitabet
Arapça aslı “hatâbe” olan kelime “hutbe okuma, güzel söz söyleme ve
nasihat etme” gibi anlamlara gelir.[33]
Terim olarak “bir topluluğa bir maksadı anlatmak, bir fikri açıklamak, öğüt
vermek, bir görüşü benimsetmek, bir eyleme teşvik etmek, dünya ve ahirette
kendileri için hayır olana yönlendirmek gibi amaçlarla yapılan güçlü ve
etkileyici veya güzel konuşma sanatı.[34]
Hutbe ise “konuşmak ve
hatip olmak” manalarına gelmektedir.[35]
İsim olarak da kullanılan hutbe “kelamın (sözün)” adıdır.[36] Hatibin konuştuğu sözün
ismidir.[37] Hutbe Araplara göre; nesir
halinde seci‘li veya bunların benzeri kelamdır.[38]
Hutbe, başlangıcı ve sonucu olan risale gibidir.[39]
Hatip, hutbesi güzel olan kimseye denir.[40]
Arapların İslâm öncesi dönemde hitabete büyük önem verdikleri ve meşhur
hatiplerin yetiştiği bilinmektedir. Ancak sözlü rivayete dayanan bu edebi
mahsuller zamanımıza ulaşmamış, ulaşanların sıhhati konusunda da tereddütler
vardır.[41]
Araplar tarafından şiire verilen önem ve değer hitabete verilmemiştir.
Bundan dolayı İslâm’dan önceki hitabetin gelişimini açık şekilde ortaya koyacak
güvenilir belgeler bize kadar ulaşamamıştır. Buna rağmen Arap hitabet
sanatından bize kadar gelen miktar küçümsenemez.[42]
Mevcut tereddütler bizi cahiliyye dönemine ait hutbeleri yok saymaya
götürmemelidir. Çünkü hitabetin gelişmiş olması Arapların yaşam tarzının bir
gereği olmalıdır.[43] Fakat her ne kadar gelişmiş
olsa da cahiliye döneminde hitabet sadr-ı İslâm dönemi kadar önemli bir paya
sahip değildir.[44]
Cahiliyye devri Araplanm hitabete iten faktörler şunlardır: Edebi
zevkleri, fesahat ve belâğata düşkün olmaları, aralarında savaş ve
anlaşmazlıkların çok olması, ümmilik sebebiyle yazıdan çok konuşmaya önem
vermeleri ve hitabet sahasının genişliği[45]
Cahiliyye devri hitabetinin başlıca konularından birisi karşılıklı övgü
ve yergidir. Münafere ve miifahare lafızlarıyla ifade edilir. Bu iki lafız aym
anlamdadır. Bir topluluk içinde geçmişlerin erdemleri, cömertlikleri, güzel
ahlakları, yüksek mevkileri, yaptıkları işlerin yüceliği gibi özelliklerin dile
getirilmesidir. “‘Alkarne b. ‘Ulâşe ve ‘Âmir b. Tufeyl’in başkanlık için
birbirleriyle atışmaları buna misal olarak verilebilir.[46]
Bilgili ve kültürlü kişilerin îrad ettiği vaazlar da cahiliye
hutbelerinin konularmdandır. Bu kişiler kabilesinin hakikatlerden uzaklaştığım
görünce onlara vaaz etmeye başlar. Vaazlarda konular farklı olsa da aslında
sadece yok olup gitmeye karşı direnme hususu üzerinde durulur.[47]
Bu türün meşhur hatiplerinden birisi el-Me’mûn el-Hârişî’dir. Kavminin
meclisinde oturur, gözlerini semaya çevirir, uzun uzun düşünür ve şöyle der:
Bana kulak verin. Gönlünüzü bana çevirin. Böylece vermek istediğim öğütler size
ulaşsm. Taşkınlıklar çoğaldı. Kalpleri keder bürüdü. Cehalet karanlığı çöktü.
Bütün bu gördüklerinizde anlayanlar için ibretler vardır. Alçaltılmış yeryüzü,
yükseltilmiş gök, doğup batan güneş, akıp kaybolan yıldızlar, ay, erken ölen
gençler, kalan yaşlılar, gidip dönmeyenler, durup ileri gitmeyenler, ölçüyle
inen yağmurlar (birer ibrettir).
İnsanlar yaşar, ağaçlar yapraklanır, meyveler çıkar, çiçekler biter. Sert
kayadan sular fışkırır, yeşil dallarda tomurcuklar açar. Canlılar yaşatılır,
sürüngenler doyurulur, hayvanlar otlatılır. Bütün bunlarda Müdebbir, Mukaddir,
Bâri ve Musavvir olana ulaştıran en açık deliller vardır.
Ey nefret eden akıllar, kaçan kalpler! Nasıl çevriliyorsunuz? Hangi
tereddütler içinde bocalıyorsunuz? Hangi gayeye koşuyorsunuz? Kalpler üzerinden
örtüler kalksa, gözlerden perdeler inse şüpheler gider, gerçek ortaya çıkar,
sapıklığa batmış kişi cehalet sarhoşluğundan uyanır.[48]
Bu konuda Kus b. Sâ‘ide el-İyâdî de en meşhur hatiplerdendir. el-Me’mun
el- Hârişî’nin hutbesiyle benzerlik arzeden hutbesi meşhurdur.[49]
Cahiliye dönemi Arap savaşlarında hikmetin yerini hameset, hilmin yerini
öfke aldığı zaman hatipler, şairler savaşa teşvikte birbirleriyle yarışırlar.
Artık hatipler kabilelerine bir takım değerleri hatırlatarak dünyadan
vazgeçmeye ve savaş için saf tutmaya çağırırlar.[50]
Hâni’ b. Kabîsa eş-Şeybâni’nin Arapları İranlılara karşı savaşmaya teşvik
ederken yaptığı konuşma şöyledir: Ey Bekr topluluğu! Ölen kişi kaçarak
kurtulanlardan daha iyidir. Savaştan sakınmak kaderden kurtarmaz. Zaferi
kazandıracak olan sabırdır. Ölüm küçüklük değildir. Ölüme yönelmek ona sırt
çevirmekten daha iyidir. Gerdandan yara almak arkadan vurulmaktan daha
şereflidir. Ey Bekr sülalesi savaşm! Ölümden kaçış yoktur.[51]
Cahiliye döneminde düğün ve nişan törenlerinde de konuşmalar yapılırdı.
Bu tür konuşmalarda Arapların insani ilişkilere verdikleri önem göze çarpar.
Hatibin evlenilecek olan kızın ailesinden olumlu cevap alabilmek için evlenecek
olan erkeğin iyi hallerini dile getirmesi bu tür konuşmaların özünü oluşturur.
Bazen de kız tarafından bir hatip kalkar ve konuşur. Konuşma orada bulunanların
hoşuna gidecek ustaca cevaplar ve güzel ahlaka tercüman olacak sözlerden
oluşur.
Düğün ve nişan törenlerinde yapılan konuşmalar hatibi bazen zora
sokabilir. Bunun için Ömer b. el-Hattâb (r.a) şöyle demiştir: “Bana hiçbir söz
kız isterken yapılan konuşma kadar zahmet vermez.” Hz. Ömer’in bu şekilde
söylemesinin sebebi belki de konuşmaların yapmacılıktan ve güzel görünmeden
uzak olmamasıdır. Çünkü konuşmalar, karşı taraftan olumlu cevap alabilmek için
yapılan övgülerle sınırlıdır. Sanki hatip durmadan iyiliklerden, güzelliklerden
bahsetmek durumundadır.53
Hz. Peygamberin Hz. Hatice ile evliliği münasebetiyle Ebû Tâlib’in
yaptığı konuşma en meşhur misaldir: Bizi İbrahim ve İsmâîl’in soyundan kılan,
bize haram olan beldeyi ve haccedilen evi veren, bizi insanlara hâkim yapan
Allah’a hamdolsun. Kardeşim Abdullah’ın oğlu Muhammed’le Kureyş gençleri içinde
iyilik, fazilet, cömertlik, akıllılık, yücelik ve zeka bakımından boy ölçüşecek
kimse yoktur. Her ne kadar malı az olsa da, mal geçicidir. Geri alınmak üzere
verilen bir emanettir. O’nun Hatice’ye Hatice’nin de ona bir rağbeti vardır. Ne
kadar mehir isterseniz vermeye hazırım.36
Araplar arasında meydana gelen anlaşmazlıklar, hikmet sahibi kişiler
tarafından giderilir ve taraflar arasında barış sağlanırdı. Bu esnada yapılan
konuşmalar da bir tür hitabet niteliği taşımaktadır. Merşedü’l-Hayr’ın Subey‘
b. el-Hâris ile Mî’sem b. Müsevvib’in arasım düzeltmek için yaptığı bir konuşma
vardır.[52]
Taziye ve tebrik, İslâmî dönemde olduğu gibi cahiliye devrinde de vardı.
Hayatta sevinç ve üzüntü devamlı var olagelen bir gerçektir. Bu sebeple de
kederli kişiye taziyede bulunmak, sevineni tebrik etmek konusunda uzunca olan
konuşmalar yapılmıştır.
Bir kimseye taziyede bulunulurken dünyanın önemsizliğine ve nimetlerinin
geçiciliğine vurgu yapılır. Kişiler daha erdemli davranışlara yönlendirilir.
Eksem b. Şayfî, kardeşi
öldüğü zaman ‘Âmir b. Hind’i taziyesi sırasmda böyle bir
CO
konuşma yapmıştır.
Tebrik ederken de tebrik edilen kişinin faziletlerinden bahsedilir.
Verilen nimetlerin Allah’ın bir lütfü olduğu hatırlatılır. Böylece karşıdaki
kişinin gurura kapılmamasma azgınlık ve şımarıklık göstermemesine dikkat
edilir.
‘Abdulmuttalib b. Hâşim’in Yemen Kralı Seyf b. Zî Yezen’i tebrik ederken
yaptığı konuşma, tebrik hutbelerindendir.[53]
Cahiliye hatipleri, nikah hitabeleri dışındaki konuşmalarını ayakta,
yüksek bir yerde veya binek sırtında yaparlardı. Topluluğun karşısına düzgün
bir kıyafetle çıkmak, elinde baston, kılıç veya mızrak bulundurmak, başa sarık
sarmak, irticalen ve rahat bir şekilde konuşmak bu dönem hitabetinin
kurallanndandır.[54]
Kötü hatip hicviyelerde şöyle tasvir edilir: Fena telaffuz eder, iki
tarafa döner durur, kekeler, öksürür, sakalım karıştırır, parmaklarını
birbirine geçirerek sıkılganlık alameti gösterir.[55]
Eski Araplar arasında hatip adeta kabilenin sözcüsü idi. Ekseriya şair ve
hatip sözleri birbirleriyle tedai eder, kahin ve seyit gibi, hatip de kabilenin
başlarından sayılırdı.[56]
Cahilliye devrinde daha
önce şairler, hatiplerden üstündü. Şiir ve şairlerin çoğalıp
şairlerin şiiri kazanç
vesilesi yapmaları, halkın namusuna dil uzatmaları, hatipleri
•
fil
, şairlerden üstün duruma getirmiştir. Bunun yanında cahilliye
döneminde şair, şair olarak
hatipten üstündür.
Hatibin üstünlüğü toplum içerisindeki misyonundan ileri gelir. Çünkü
kabile başkan!an iyi bir
hatip olmalıdır ki değişik mahfillerde kavminin sözcülüğünü
hakkıyla yerine
getirebilsin.[57]
el-Câhız şöyle der: “Hatipler çoktur, şairler hatiplerden daha çoktur.
Hem şair, hem hatip olan ise azdır.[58]
Cahiliye hitabetinin en
belirgin özellikleri şunlardır:
1.
Daha önce de belirttiğimiz
gibi nikah ve barış konuşmaları dışında genellikle kısadır.
2.
Belli bir metot yoktur.
Konuya başlanırken mukaddime ve anlatılanları özetleyen bir hatime görülmez.
Bazı hatipler ^ ^ ibaresiyle başlasa da bazıları bu ibareyi kullanmadan aklına
gelen ilk fikirleri söyleyerek söze başlar.
3.
Şiirle istişhâd etmek. Şiir
cahiliye döneminin en önemli sanat dallarından olduğundan hatipler de bazen
hutbelerini çoğaltmak, bazen de sözlerini şiirle bitirmek için şiiri
kullanmışlardır.
4.
Ekseriyetle hatipler sözü
ölçülü cümleler halinde söylemeye itina gösterdikleri için cümleler kısadır.
5.
Sanatsal özellikte olması.
Yukarıda geçtiği üzere hatiplerin sözü ölçülü ve seci‘lidir. Böyle olmasının
sebebi kalplere ve kulaklara tesir edebilmektir.
6.
Fikirler basit ve açık
şekilde ifade edilmiştir.[59]
b) Emsâl (Atasözleri)
Emsâl, mesel kelimesinin çoğuludur. Mesel, sözlükte benzeme, benzerlik,
eş, denk anlamlarına gelir.[60] Mesel, mana doğruluğu olan
meşhur veciz sözdür ki bununla yeni bir hal, geçmiş hale benzetilir.[61]
Meselin diğer bir tarifi de şöyledir: tik defa herhangi bir sebepten
dolayı söylenilen, daha sonra sebeplerdeki benzerlikten dolayı başka şeyler
için de tekrar edilmekle yaygın hale gelen veciz sözlerdir.[62]
Atasözlerinin söylenilme sebebi ve kim için söylenildiği belli ise onlara
bu itibarla “el-Emşâlü’l-Hakîkîyye” denir. Şayet bir hayvan, nebat veya
cemâdattan birinin diliyle söylenmiş ise o zaman da
bunlara“el-Emşâlü’l-Faradıyye” adı verilir. Farazi olarak söylenilen atasözleri
zulüm, istibdat ve aşın baskının hükümetler tarafından hüküm sürdürüldüğü
zamanlarda çokça göze çarpar. Aynca atasözleri, bir milletin içtimai durumunu
muhtelif yönleriyle canlandırmış olduğundan büyük önem taşırlar.[63]
Cahiliye devri Araplanndan bize büyük bir mesel mirası kalmıştır.
Yukarıda ifade edildiği gibi, bunlar benzeri hadiselerde de tekrar edilirler.
Abbasi döneminde ulema, bu meselleri inceleyip tedvin etmişlerdir. Bu konuda
ilk önce çalışan el-Mufaddal ed-Dabbî ve Ebû ‘Ubeyde olmuştur. Bunlan Ebû Hilâl
el-‘Askerî “Cemheratü’l-Emsâl” ve el-Meydanî “Mecme Vl-Emşâl” isimli
eserleriyle takip etmişlerdir.[64]
Meselleri tedvin edenler, sözlüklerde olduğu gibi onlan alfabetik sıraya
göre tertip ettiklerinden harf sayısma göre yirmi dokuz bâb olarak aymrlar. Bu
ayrımdan sonra meselleri açıklarlar ve çoğu zaman tahmine ve zanna dayanarak
mesellerle ilgili hikayeler aktanrlar.
Nicholson, mesellerin cahiliye devrine nispetinin zayıf olduğu
görüşündedir. Ona göre mesellerin toplanıp kitaplara geçirildiği Abbasiler
devriye cahiliye devri arasında uzun bir süre vardır. Ancak bu, bütün
mesellerin sonradan uydurulduğu anlamına gelmez. Bu hususta biraz dikkatli
olunması gerekir.[65]
Meseller, toplumun fikri ve ahlaki yapışım, örf ve adetlerini en doğru
şekilde ortaya koyar. Meseller siyasi ve toplumsal hayatın aynasıdır.
Rivayet ve te’lif esnasmda birbirine kanştığı için İslâmî mesellerle
cahili meselleri, birbirinden ayırt etmekte araştırmacılar çoğu zaman
zorlanmıştır. Fakat bir meselin işaret ettiği olay, hikaye veya haber cahiliye
devrine ilişkin ise o meselin cahiliye devrine ait olduğu anlaşılır.[66]
Eğer mesel, İslâmî öğretilere ve ilkelere muhalif ise o da cahiliyeye
aittir. “Zalim de olsa mazlum da olsa kardeşine yardım et” meselinde olduğu
gibi.[67]
Meseller değişmezler. Sarf-nahiv kurallarına aykırı olsalar bile dilden
dile nasıl aktan İmiş ise öylece kullanılmaya devam edilir. Mesela bir mesel
şöyledir:
'Jjîîl Liu-all = Sen
sütü yazın kaybettin
Bu meselle müzekker, müennes, tensiye ve cemi‘ye hitap edilse de
kelimesinin sonundaki “P” zamiri daima kesrelidir, değişmez.[68]
Bu atasözünün varit olma sebebi kısaca şöyledir: Bir kız, kendisinden çok
yaşlı birisiyle evlenir. Fakat değişik sebeplerden kısa bir müddet sonra bir
yaz günü aynlırlar. Kız ikinci bir erkekle evlendikten sonra bir gün ilk kocası
olan ihtiyardan sütlü bir koyun ister. Varlıklı olan ihtiyar : “Sütü yazın
kaybettin” cevabım verir.[69]
Bu atasözü bir şeyi elinden kaçınp fevt eden ve daha sonra da onun
peşinden koşup talebeden kimse için söylenir. Şu halde durum ve hadise nasıl
olursa olsun gerektiği zaman söylenilen bu atasözünde asla bir değişiklik
yapılmaz ve olduğu gibi kullanılır. Diğerleri de böyledir.[70]
: İşi ehline bırak'[71] meselinde ^jWkelimesindeki
“»V’ sakin olarak gelmiştir. Nahiv kaidelerine göre “«-W” fethalı okunması
gerekirdi. Fakat nahiv kaidesine uymasa bile meseller değişmediği için daima
sakin okunmaktadır.[72]
Bazı meseller müphemdir dinleyen veya okuyan kişi onlan mesel kitaplarına
müracaat etmeden anlayamaz. Mesela ^ [73]
meseli “çabuk ol” manasındadır. Fakat lafızdan bunu anlayamayız. Ancak emsal
kitaplarındaki açıklamalardan öğrenebiliriz.[74]
Meseller gerek cahiliyede ve gerekse İslâmî devirde Arapların aksam-ı
hikmetinden biriydi. Araplar sözlerini meseller ile teyit ederlerdi. Çoğunlukla
açıkça beyan etmek istemedikleri şeyleri kinaye ederek maksatlarına vasıl
olurlar ve bunun üzerine mesellerde üç şeyi yani icaz, isabet-i mana ve teşbih
güzelliğini toplarlardı. Araplar şiirleri ve sözlerini hikmetli mesellerle
süslerlerdi.[75]
Cahiliye devri mesellerinin bazılarında edebi sanatlar olduğu görülür.
Aslında mesellerde halk sözü olduğu için edebi sanat bulunmaz. Halk meramım
kısa yoldan anlatmak ister.[76]
Yukarıda bazı mesellerin sarf ve nahiv kaidelerine aykırı söylenişlere
sahip olduğunu belirtmiştik. Ancak şunu belirtmekte fayda vardır. Mesellerin ne
tamamı süslü ve sanatlıdır, ne de tamamı gramer hatalarıyla dolu basit
sözlerdir.
Böylece anlaşılmaktadır
ki mesellerin cahiliye nesri içinde önemli bir yeri vardır.[77]
c) Kâhinlerin Seci‘si (Sec‘u’l-Kuhhân)
Kehânet, sezgi veya bir tür ilhamla yahut bazı işaretlerin yorumuyla
ileride[78] meydana gelecek olayları
önceden görme ya da haber verme, gizli veya esrarengiz bilgiyi otaya çıkarma
işi yahut sanatı. Kahin ise bu işi yapan kişidir.[79]
Araplar arasında kahinler vardı. Bunlardan bazıları kendilerinin
cinlerden tabileri olduğunu bunların kendilerine haber getirdiklerini iddia
eder, bazıları da önce bir takım araçlar kullanarak çalman yahut kaybolan şeyin
bulunduğu yeri tayin etme iddiasında bulunurdu. Buna, arraf da denirdi.[80]
Cahiliye dönemindeki A raplar, savaş ilam, müttefiklere yardımdan geri
durulması, öldürülen bir insan yahut devenin katilinin bulunması, bir adağı
yerine getirmeyenin bulunması gibi en açık işlerde kahinlerden yardım
isterlerdi. Bazen hakemliklerine başvururlar ve onlarm verdikleri kararlar ne
bozulur ne de reddedilirdi. Bazen de onlardan rüyalarının tabirini isterler,
olar da bir felaketin vuku bulacağım veya bir savaş çıkacağını söylerlerdi.
Bütün bunlar gösteriyor ki kahinlerin kabileleri üzerinde geniş bir
yetkileri vardı. Çoğu zaman bir kahinin bir bölgede yaptığı ünden dolayı en
uzak bölgelerden bile ona gelirlerdi.
Arap kahinlerinin çoğu Yemenliydi. Bunların en meşhurlan, Satîh ez-Zi’bî
ve Şıkk b. Mus’ab el-Enmâri’dir.[81]
Rabi‘a b. Naşr Yemen’e hükümdar olduğu zaman bir rüya görür, ne kadar
kahin, sihirbaz, falcı varsa hepsini toplar ve rüyasını yorumlamalarını ister.
Onlar da anlat derler.
O da anlatsam da
sizin yorumunuzla kalbim mutmain olmaz, der. Bunun üzerine onlardan biri şöyle
söyler: Hükümdar isterse Satîh ve Şıkk’ı getirtsin onlar bu rüyayı tabir
ederler. O zaman O hükümdar da rüyasını yorumlatmak için bu iki kahine
başvurmuştur.[82]
Kahinlerden çoğu uydurma
olan epey söz rivayet edilmiştir.[83]
Satîh ve Şıkk’m vücut yapılan hakkında rivayet edilenler, onlan efsanevi
bir hüviyete[84] büründüraıekteyse de
İslâm’dan önceki cahaliye devrinde kahinlerin bulunduğu gerçektir. Kur’an-1 Kerîm ve hadislerde de
kahinlerden bahsedilmektedir.
“(Ey Muhammed) öğüt ver. Rabbinin nimetiyle sen, ne kahinsin ne de
delisin”[85] ve “O, şerefli bir elçinin
sözüdür. O, şair sözü değildir, ne az inanıyorsunuz. Kahin sözü de değildir; ne
az düşünüyorsunuz”.[86] ayetlerinde Hz. Muhammed
(salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in bir kahin, Kıır’an-ı Kerîm’in de kahin sözü
olmadığı bildirilmektedir. Hz. Peygamber kahinlerin cinler ve şeytanların
gökten çaldıkları haberlerle konuştuklarım, bunların gerçeği yansıtmadığım
söylemiştir. Bu husus bir hadiste şöyle yer almaktadır:
Bazı insanlar Rasûluiiah’a kahinler hakkında soru sordular. Rasûlullah:
“Onlar bir şey değildir.” buyurdu. Bunun üzerine dediler ki: Ya Rasûlullah!
Onlar bazen konuşuyorlar doğru çıkıyor. Bunun üzerine Rasûlullah : “O doğru
olan sözü cin kapar velisinin kulaklarına tavuk gibi gıdaklar, böylece o söze
yüz yalan karıştırırlar.”[87]
Bir diğer hadiste
kahinlerin haber alma meselesi şöyle anlatılmaktadır:
“Melekler Anan’a (o bir buluttur) inerler, semada hükmolunan bazı şeyleri
müzakere ederler. Bu esnada şeytanlar kulak hırsızlığı yaparlar, (meleklerin
müzakeresinden) duyduklarım kahinlere gizlice ulaştırırlar. Bu haberlerle
beraber yüzlerce yalanı da kendilerinden katarlar.”[88]
Kahinlerin konuşmaları secili cümlelerden oluştuğu için şimdi de seci1
üzerinde duracağız.
Seci1 bir edebiyat ıstılahı olup umumiyetle nesirde kullanılan
kafiye demektir. Arapça’da bu kelimenin yine ıstılah olarak birkaç manası
vardır.
1
.Bir nesir parçasmda
birbiri arkasından gelen iki cümlenin veya cümle parçasının (fıkra) ses
bakımından birbirine uygun olan, yani birbiriyle bir çeşit kafiye teşkil eden
son kelimeleri, buna karine de denilmektedir. Bu manada seci1 nesre
mahsus olup şiirdeki kafiyeye tekabül eder. Bununla beraber şiirde kafiyeden
başka bir de seci‘nin bulunabileceği kabul edilmektedir.
2.
Yukarıda gösterilen şekilde
iki veya daha çok fıkranın son kelimelerin birbiriyle kafiyeleşmesi.
3.
içinde Seci4
bulunan müsecca4 söz. Bundan dolayı Seci‘li bir sözde veya yazıda
bir fıkranın bütününe Sec‘a veya Uscû'a (Cem‘i : esâci‘) ve secili söz söyleyen
veya yazana Secca4 Sâci‘ ve mübalağa kipiyle secî‘a denilmektedir.
Seci4 manasında olmak üzere teşci4 tabirinin de
kullanıldığı görülür.[89]
Kahinlerin secili ve kafiyeli ifadelerle kısa ve düzgün cümlelerden
oluşan sözleri ve hutbeleri kaynaklarda yer almaktadır. Kur’an-ı Kerîm ve hadislerde de buna işaret edilmektedir.
Kureyş müşrikleri Hz. Peygamberden Kur’ân ayetlerini dinledikleri zaman onların
kahin sözü olduğunu iddia ettiler. Allah-u Teâlâ da bu iddianın asılsızlığını
ortaya koymak için yukarıda zikri geçen ayetleri indirmiştir.[90]
Kahinlerin seci4sinin
Hz. Peygamber’in hadislerinde de zikri geçmektedir.
Ebû Hureyre (radiya’llâhü anh)’den rivayet edildiğine göre, Rasûlullah
Hüzeyl kabilesinden birbiriyle kavga eden iki kadm arasında hâkim olmuştu. Bu
kadınlardan birisi diğerine bir taş atmış ve taş gebe olan kadımn kamına isabet
ederek kamındaki çocuğu öldürmüştü. Bunun üzerine işi Hz. Peygambere
götürdüler. Rasûlullah da: “Kadının kamındaki ceninin diyeti, köle veya cariye
gurresidir (yani bir diyetin yirmide biridir)” diye hükmetti. Bunun üzerine,
diyet ve borçlulukla hükümlü olan kadımn velisi (Seci4li ve kafiyeli
bir eda ile):
Ya Rasûlullah! Henüz yemeyen, içmeyen ve söz söylemeyen, sayha etmeyen
çocuğun diyetiyle nasıl mahkum olurum? Bunun benzeri hüküm batıl olur, dedi.
Hz. Peygamber de: “Bu adam ancak kahinlerin kardeşlerinden birisidir”
buyurmuştur.[91]
Başka rivayetlerde de Hz. Peygamber: “Cahiliyedekilerin ve kahinlerin
yaptığı gibi seci4 yapıyorsun”[92]
demiştir.
Rasûlullah onun yaptığı seci4 üzerine bu şekilde söylemiştir.
Bunlardan anlaşılmaktadır ki kahinlerin sözleri secicidir.
el-Câhız şöyle der: “Hâzî (kâhin) Cüheyne, Şıkk, Satîh 4Uzza
Seleme ve benzerleri seci4lerle kehanette bulunuyorlar ve hüküm
veriyorlardı.[93]
el-Câhız ‘Uzza Seleme’ye
ait şu secili cümleleri nakletmektedir:
Yere göğe, akbabaya, Bak‘a’daki güneşe yemin olsun. Şeref ve övgü
‘Uşarâ’ya aittir.[94]
Eğer ‘Uzzâ b. Seleme’ye nispet edilen bu sözler sahih ise, anlıyoruz ki
kahinler, yere, göğe, kuşa, güneşe ve bunlarla ilişkisi olan ay, yıldızlar,
ağaçlar ve rüzgarlara gizli bir güç taşıdıklarına inandıkları her şeye yemin
etmeye başvurdukları gibi kehanetlerinde de seci‘yi kullanıyorlardı. Aynı
zamanda onlar dinleyicilerde şüphe uyandırmak ve onları tesir altına almak için
garip lafızları tercih ediyorlardı.[95]
Yemen hükümdarı Rabî‘ b. Nasr’ın rüyasını yorumlarken Satîh’in söylediği
sözlerde de kahinlerin Seci‘sine örnekler vardır:
“İki siyah tepe arasındaki
hayvanlar” üzerine yemin ederim ki topraklarmıza Habeşliler inip Ebyen ile
Cüreş arasındaki bölgeleri ele geçireceklerdir.”[96]
“Evet gurup kızıllığına, tan
yerine ve sabaha and içerim ki sana söylediklerim şüphesiz doğrudur.[97]
Görüldüğü gibi rüyanın yorumu, yeminli, Seci‘li cümlelerle yapılmakta,
normal bir mesele esrarengiz hale sokularak anlatılmaktadır. Bunu sağlayabilmek
için de yemin ve seci‘ler kullanılmaktadır.
Anlaşılıyor ki cahiliyedeki kahinlik, şüphe uyandıran garip lafızlara v e
yeminlere dayanan orijinal bir Seci‘ türü getirmiştir.[98]
d) Vasiyetler (Vasâyâ)
Bir kimsenin ecelinin yaklaştığım hissettiği zaman ailesini ve
yakınlarını doğru yola, güzel ahlaka ve erdemli davranışlara yönlendirmeye
dönük irşat ve nasihat ihtiva eden tecrübe mahsulü olarak söylediği hikmetli
sözlerdir.[99]
‘Amr b. Kulsüm’ün ölüm döşeğinde oğullarına yaptığı şu konuşma cahiliye
vasiyetine örnektir:
‘'Doğru olsun olmasın, hiçbir kimseye bir kusur isnat etmeyiniz. Kimseye
sövmeyiniz; komşuya ve mülteciye de iyi muamele ediniz. Zira birincisi
mukabeleyi, İkincisi de medih ve senayı gerektirir. Üçüncüsü zulüm görmüş bir
gurbetzedeyi tecavüzden korumalıdır. Çünkü bazen bir adam bin adama bedeldir.
Dördüncüsü, muhatap vaziyetinde olursanız, sözü sabit, konuşmacı mevkiinde
iseniz, sözü icaz ediniz. Beşincisi, hücumdan sonra düşman cephesinden firar
edenleri himaye etmelidir. Zira en büyük şeceat, nefsin ihtiraslarına galebe
çalmaktır. Öfkeliyken basiret ve te’nisi olmayanın hayrı yoktur: kusurlarım itiraf
edenleri, affetmemek de büyük bir kusurdur. Hayır ve şerri görülmeyenlerle
vakit kaybetmemelidir. Bir de yakın akrabadan olan bir kızla evlenmemelidir;
zira nefret doğurur.”[100]
Hâriş b. Ka‘b’m vefat edeceği zaman oğullarına yaptığı vasiyet de
şöyledir: “Oğullarım! Şu mala sahip çıkın. Onu en güzel şekilde alm ve en güzel
yolda harcayın.
Akrabaları ziyaret edin,
düşmanlara karşı onları koruyun. O malı namusunuza kalkan
108
yapm.
e) Hikmetler (Hikem)
Doğru olduğu herkes tarafından kabul edilmiş bir hüküm ihtiva eden akla,
deneye ve hayat tecrübesine dayanan isabetli, kısa, açık ve özlü söze hikmet
denir.[101]
Hikmeti söyleyen kişiye hakîm denilir. Cahiliye devrinde meşhur hakimler
vardı. Onlardan bazıları şunlardır:
1.
Eksem b. Şayfî. Şu,
meseller ona aittir: tjji4 = Kişinin ölümü iki çenesi arasındadır.[102]
cJjiû! = Doğru konuşmak bende arkadaş bırakmadı.[103]
vi IjjjIS j^aII
^ IjioLS = Gözden ırak, gönle yakın.
Jiall Jı*ll = Adaletin
çabuk olması, adalet değildir.
? j] = Mazluma insaf edilse,
içimizde kınanacak kalmaz.[104]
2.
‘Âmir b. ez-Zarib. Şu
meseller ona aittir. ûÛ4f</jPj r^’ü ûâJI =
Akıl uyur, nefsin istekleri uyumaz.
’ > =
Arayan bulur.[105]
y Akala. ^ jl j = Nice
kişinin kendisi için ektiğini başkası biçer.[106]
•>
"
3.
Zu’l-Eşbâ‘ el-‘Advânî, Kus
b. Sâ‘ide, Hâcib b. Zürâre, Hâşim b. ‘Abdi Menâf ve ‘ Abdulmuttalib b. Hâşim de
cahiliye devri hakîmlerindendir.
4.
Lokman Hakîm de Arapların
hakîmlerindendir. Fakat Araplar Habeşliler, Mısırlılar ve Yahudiler Lokman
Hakîm’i aidiyeti hususunda tartışma konusu yapmışlardır, şu hikmetler ona
aittir:
.id o
lif Çjj
= Senin nice kardeşin var ki onları senin annen doğurmamıştır.113
^1 çl jiîl ji.1 = Dağlamak, en
son tedavidir.
Şu hikmetler de cahiliye
dönemine aittir:
= Sen kötülüğü terk et
ki o da seni terk etsin.[107]
<1 ljİİ V Çjj = Nice
kınanaıım suçu yoktur.[108]
= Zulmün otlağı
tehlikelidir.[109]
J$aJl Âlka = Gençlik
cahilliğin bineğidir.[110]
f) Yazılı Malzemeler
Araplar önceleri, Güney Arabistan’da geliştirdikleri müsned denilen bir
yazıyı kullanmışlardır. Sonra müsnedin yerini bu güne kadar gelen Arap yazısı
almıştır. Bu yazı bitişik Nabat[111] yazısından gelişmiştir.
Burada yazılı malzeme olarak Arap yazısının Nabat yazısından iştikak
ettiğini hatta onun gelişmiş bir devamı olduğunu ortaya koyan bir takım
kitabelerden ve bunun yanında Cahiliye dönemi mektuplarından söz edeceğiz.
1.
Kitabeler : Bu kitabelerin
en eskisi, Araplara ait olduğu halde Nabat kültürünün hakim olduğu bir devrenin
damgasını taşımakla dili de yazısı da nabatî olan birinci Ümmü’l-Cimâl (m.250)
ve en-Nemâre (m.328) kitâbeleridir.[112]
Haleb’in güneyinde bulunmuş m. 512 yılma ait Zebet kitabesi Şam’ın
güneydoğusunda bulunan m. 528 tarihli Üseys kitabesi, Şam’ın güneyinde bulunan
m. 568 tarihli Harran kitabesi, Miladi altıncı yüzyıla ait ikinci Ümmü’l Cimâl
kitabesi diğer kitabelerdir.[113]
İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist adı eserinde halife Me’mun’un hâzinesinde Hz.
Peygamberin dedesi ‘Abdulmuttalib (ö. 979) tarafından parşömen üzerine yazılmış
bir vesika olduğunu ve bu yazının kadınların yazışım andırdığım kaydeder.[114]
Cahiliye devrinin sonlan ile İslâm’ın doğuşu sırasından günümüze intikal
eden herhangi bir vesikaya halen sahip değiliz.[115]
Cahiliye devrinde ve İslâm’m zuhuru sırasında yazı, ancak edebî
mahsullerin nesilden nesle intikalinde hafızaya yardımcı bir vasıta idi. Sözlü
rivayet esastı. Bunun neticesi olarak İslâm öncesinden az miktarda dil ve
edebiyat malzemesi kalabildi. Cahiliye devrinin tahminen son yüzelli yılma ait
olup daha çok hafızadan hafızaya intikal eden şiirlerin, emsalin, ahbann,
eyyamü’l-‘Arab’a dair mensur parçalann, ensaba dair bilgilerin yazıya
aktarılmasına hicretin birinci yüzyılında daha Hulafa-i Raşidîn devrinden
itibaren teşvikle başlamış, Emeviler devrinde sınırlan genişletilmiş hicrî
ikinci ve üçüncü yüzyıllarda bu tedvin faaliyeti büyük bir gayretle devam etmiş
ve daha sonra, toplanan malzemenin tamamlanıp yeniden tasnif ve tedvini
yapılmıştır.[116]
2.
Cahiliye Dönemi Mektup lan:
Cahiliye döneminde Araplar göçebe hayatı yaşadıklan için yazı fazla yaygın
değildi. Mektuplaşmaları söze dayanıyordu. Mektuplanm seçtikleri güvenilir
kişilere söyleyerek gönderiyorlardı.
Göçebe olmayan Araplar arasında yazıyla ilgilenenler olduğu gibi yazılı
mektuplaşmalar da vardı. Fakat bu mektuplar zamanla kaybolmuş onlardan çok az
bir miktar kalmıştır.[117]
Cahiliye dönemi
mektuplannın bazılan nesir bazılan da şiir şeklindedir.
‘Abdu’l- ‘Uzzâ b. İmriu’l-Kays’m kavmine yazdığı mektup[118], ‘Adiy b. Zeyd’in kardeşi
Ubeyy’e yazdığı mektup[119] Ubev’in ona cevabî mektubu[120] ve ‘Abdulmuttalib b.
Hâşim’in Yeşrib’deki dayılarma mektubu[121]
şiir şeklinde olan mektuplardır.
Nesir şeklinde olan mektupların en eskisi ve en meşhuru el-Munzir
el-Ekber in İran Kralı Nûşurevan’a yazdığı mektuptur.[122]
Munzir’in bu mektubu Nûşurevan’a hediye ettiği cariyenin boyunu, rengini,
gözlerini ve nesebini anlattığı uzunca bir mektuptur.
Bu mektuptan daha meşhur olan ‘Amr b. Hind’in mektubu “Şahîfetü’l-
Mütelemmis”tir. Sahifetü’l-Mutelemmis “ölüm fermanım yanında taşıyor” anlamında
mesel olmuştur.[123]
Meşhur şairlerden el-Mütelemmis kız kardeşinin oğlu yani yeğeni, Tarafe
ile Hîra Kralı ‘Amr b. Hind’i ziyarete gider. Orada uzun süre kalırlar. Onun av
partilerine katılırlar. O içip eğlenirken kapısında beklerler. Ona bir türlü
ulaşıp dertlerini anlatamazlar. Bu durumdan iyice sıkılan Tarafe yazdığı bir
şiirde onu hicveder. Bunu duyan kral onu öldürtmek ister fakat dayısının
kendisini hicvetmesinden çekinir. Son çare olarak onları yanma çağırır.
Memleketinizi özlediniz gitmek istiyorsunuz der. Onlar da evet, derler. O halde
ben sizin için Bahreyn’deki valime bir mektup yazayım siz mektubu ona götürün O
sizi ödüllendirecektir, der ve bir mektup yazıp onları Bahreyn’e gönderir.
Yolda ihtiyacını giderirken; bitlenen bir yandan da hurma yiyen bir ihtiyara
rastlarlar. Bu hali gören şair, bundan daha budala bir ihtiyar görmedim diye
söylenir. İhtiyar benim ne budalalığım var, pisliğimi çıkarıyorum, düşmanlarımı
atıyorum, tatlımı da yiyorum, der. “Asıl budala elinde ölüm fermanım götürdüğü
halde bundan haberi olmayandır.” diye ekler. Bundan kuşkulanan şair oradan
geçen bir gence mektubu okutur. Bir de ne görsün! Mektupta:
lîa. 4Jİ1İ j ;UΣjj AjJj (jııx.l*İAİl çla Iİ& ■ijA £)} qa
“Senin adınia Allah’ım , Anır b. Hind’den el-Muka’ber'e: Bu mektubum el-
Miitelemmis'le birlikte sana ulaştığı zaman onun ellerini ve ayaklarım kes
sonra da diri diri mezara koy.” yazılıdır. Böylece şair bu konuda darb-ı mesel
olmuştur.”[124]
Görüldüğü gibi söz konusu mektup oldukça kısa olması hasebiyle
günümüzdeki telgrafa benzemektedir.
Cahiliye dönemindeki mektuplardan bazıları, hikmetli sözler, meseller ve
nasihatler ihtiva eden yazılı vasiyet niteliği taşımaktadır. Eksem b. Şayfî’
nin, en-Nu‘mân b. Hamîsa'ya yazdığı mektup bu şekildedir. [125]
Cahiliye dönemi
nesrinden sonra şimdi de mektup ve tarihçesine geçebiliriz.
2. Mektup ve Tarihçesi
a)
Mektubun sözlük anlamı
Mektub, Arapça fiilinden ism-i mef ul olarak “yazılmış, yazılı”
anlamındadır. Türkçesi betik, bitig’dir. - IŞ& - CjjSj - LiS yazmak
manasınadır. nin aslı mesti ve sahtiyanı iki sırım ile birbirine bitiştirmek
manasında kullanılmıştır.[126] kelimesi ise düzenli bir
şekilde harfleri bir araya getirip kalemle telif (yazmak, bitiştirmek)
etmektir.
kelimesi sözün hece harfleriyle şekillendirilmesi anlamında kullanılması
yaygmdır. Yine aynı kökten olan da bablan, fasılları ve meseleleri bir araya
toplamayı ifade
i
ir
eden bir kelimedir.
b)
Mektubun terim anlamı
Mektub, birbirinden uzakta bulunan kişi ve kurumlar arasında haberleşmeyi
sağlayan bir yazı türüdür. Mektuplar, insanlann bilgi, görüş ve düşüncelerini
birbirlerine bildirmek, istek ve dileklerini iletmek için sık sık kullandıkları
bir araçtır.
Mektuplar genellikle nesir olarak yazılırsa da manzum[127]
olanları da vardır. Bir mektup giriş, gelişme, sonuç gibi bölümlerle, tarih,
hitap ve imzadan meydana gelir. Nesir halinde yazılanlar hususî (özel), iş,
resmî, siyasî ve seyahat mektupları gibi çeşitlere ayrılırlar. Ayrıca bunlara
mektup tarzında yazılmış yazılan (roman, hikaye, tenkit, münakaşa) da eklemek
mümkündür. Bu mektup çeşitleri içinde en büyük yeri özel mektuplar alır ki bir
edebiyat türü olarak da mektup denince akla ilk gelen onlardır. Özel mektuplarda
hitap, dil ve üslup, yazanın ve gönderilenin kültür seviyesine, aralarındaki
ilgiye, aile fertleri oluş veya olmayışma, meslek durumuna ve rütbe farkına
göre değişir. Genel ölçü yapmacığa kaçmadan, nezaketle, içtenlikle, açık,
anlaşılır bir şekilde ve öz olarak yazmaktadır. Özel mektupların eşe, dosta,
akrabalara yazılanlarına sağlık mektupları; birinden yardım, iyilik, anlayış
görülmesi halinde yazılanlara teşekkür mektubu; başarı, bayram, nişan, nikah,
düğün, doğum gibi mutluluk veren olaylarda yazılanlarına tebrik mektupları;
nişan, nikah, düğün veya açılış çağrısı için yazılanlara davet mektupları; bir
şiir bir eser veya bir şair veya yazar hakkında yazılmış mektuplara da edebi
mektuplar denir. Asker mektupları ve aşk mektupları da bu bölüme ilave edilebilir.[128]
c)
Mektubun Tarihçesi
Mektubun geçmişi ilkçağa kadar uzanır. Mezopotamya’da ve Eski Mısır’da
kil tabletlere, papirüslere yazılmış mektuplar ele geçmiştir. “Çömelmiş yazıcı”
olarak tasvir edilen Mısır mektupçulan, resmi ve özel mektup yazan kişilerdi. Nitekim
firavunların diplomatik nitelikteki bazı mektupları ele geçmiştir. Boğazköy’de
bulunan M.Ö. II. Bin yılma ait mektuplar eski doğu ülkelerinin politik
durumlarım yansıtmaları bakımından önemlidir. Batıda Tirşe kullanılan
ortaçağdan sonra (14. yy) kağıdm bulunmasıyla mektuplar yaygın olarak
kullanılmaya başlanmıştır. O dönemlerde yazı bilenlerin az olması sebebiyle
mektupları, daha çok çarşı, pazar gibi yerlerde bulunan katipler yazarlardı.
İlkçağ ve ortaçağdan kalma mektupların üslubu-hemen hepsinin aynı elden çıkması
yüzünden- birbirine çok benzer üslubun yanı sıra dilinin de (Latince) ortak
olduğu bu mektuplar, genellikle dört bölümden meydana gelirdi. Selamlaşma
(salutaio), anlatılacak konu (narratio), mektubun kabul edilmesi isteği ve
sonuç (petitio conclusio).
17. yy.dan itibaren bir edebiyat türü olarak gelişmeye başlayan mektubun
19. yy. dünyasında büyük bir önem kazandığı görülür. Bunda, okur yazar oranının
yükselmesinin olduğu kadar, 1820 yılında mektup zarfının ve arkasından da posta
pulunun kullanılmasının, ulaşımın hızlandırılarak posta hizmetlerinin düzenli bir
şekilde yapılmasının büyük rolü olmuştur. 20. yy da radyo, telgraf, telefon ve
televizyon gibi haberleşme araçlarının yaygınlaşmasıyla mektup, eski önem ve
renkliliğini kaybetmiştir.
Günümüze kadar ulaşabilen ilk mektup örneklerinin konulan, haberleşme ve
öğreticilik dışında din (Hz. Peygamber’in mektupları, kitab-ı Mukaddes’deki
Petrus’un, Yakub’un, Yuhanna’nın, Yahuda’nm mektupları ile Uygurlardan kalan
bazı mektuplar gibi), siyaset ( Büyük İskender’in Pers Kralı III. Darius ile
olan yazışmaları, Firavunların «
birkaç mektubu gibi ) ve
ticaret olmuştur.
Mektubun Türk dünyasındaki yeri henüz açıklığa kavuşmamıştır. M.S 580
yılında İstanbul’a gönderilen diplomatik bir mektup ve daha somaki yüzyıllarda
Uygur prenslerinin yazdıkları mektuplar ele geçmiştir. Bunların dışmda diğer
Türk hükümdarlarının da komşularına veya devlet adamlarına yazdıkları siyasi
nitelikte mektuplar türünü Anadolu’ya yerleştikten sonraki tarih içinde takip
edebiliyoruz.[129]
İslâmiyet’ten önce Arap edebiyatında bir tür olarak mektubun bulunduğunu
ortaya koyup gerekli izahatı vermiştik.
Mükatebe ve Mürasele denilen bu tür İslâm’ın ilk yıllarında da mevcuttu.
İleride üzerinde duracağımız gibi Hz. Muhammed’in (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) Rum Kayserine, Mısır Meliki Mukavkıs’a İran hükümdarı Kisrâ’ya İslâm’a
davetle ilgili olarak gönderdiği mektuplar ve diğer bazı yazıları Allah’a hamd
ve sena ile başlayıp kısa veciz bir ifadeyle sona ermekteydi. Halifeler
zamanında Hz. Ebûbekr’in Halid b. Velid’e Hz. Ömer’in Ebû Ubeyde Âmir b.
Cerrah’a, Herakles’e, Hz. Osman’m Kufe valisine, Hz. Ali’nin Basra valisine ve
Muaviye’ye gönderdikleri mektuplarda Allah’a hamd ve sena, Hz. Peygamber’e
salat ve selamla başlıyor, din ve devlet işleriyle ilgili emir, istek ve
yasaklarla bitiyordu.
Emevi halifesi II. Mervan’ın katibi ‘Abdulhamîd el-Kâtib (öl. 132/750)’e
kadar veciz ifadelerin yer aldığı mektuplar bundan sonra detaylandınlmış,
başlangıçlardaki tahmidat uzatılmış, ‘Abdülhamid el-Kâtib’ten sonra gelenler de
onu takip etmişlerdir.[130]
I. BİRİNCİ BÖLÜM
HZ. MUHAMMED
(SALLA’LLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEM.)’İN MEKTUPLARI
Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’in mektuplarına ilişkin
hususlara geçmeden önce mektupla ilgili olarak bazı tabirler üzerinde kısaca
durmak istiyoruz.
a)
Risale : Başkasma
gönderilen sözdür.[131] Hüküm ve haberleri
ulaştırmada gönderenle kendisine gönderilen arasında bir vasıtadır. Tek bir
konu hakkında yazılmış kitapçık[132]
b)
Kitap : Araplar şimaldeki
komşuları sami kavimlerden yazma sanatı ile birlikte, kitap ve yazı manalarına
gelen kelimeleri almışlardır. Eski ıstılah bilgisinde kitap sadece yazılı bir
şeyi ifade eder ve mutlaka kitap manasına gelmezdi; hakikatte bu kelime, aynı
zamanda alelade “mektup” manasına da gelmektedir.[133]
c)
Ahd : Mastar olarak bir
şeyin yerine getirilmesini emretmek, talimat vermek, söz vermek manalarına
geldiği gibi, isim olarak “emir, talimat, taahhüt, antlaşma, yükümlülük, itimat
veren söz” anlamlarına da gelir. Ahidde hem yemin, hem de kesin söz verme
anlamı vardır. Yemin ahdin dini ve kudsi yönünü, söz verme de ahlaki yönünü
teşkil eder.[134]
Hz. Peygamber, halife ve hükümdarlarla diğer üst seviyedeki yetkililerin
emriyle devletin çeşitli kademelerindeki yönetici ve memurlarla ilgili olarak
düzenlenen tayin kararı yazılı emir ve talimatı, bazı şahıs ve gruplara tanınan
imtiyazları, yabancılarla yapılan antlaşma hükümlerini ihtiva eden belge.[135]
d)
Şahıfe : Şuhuf ve Sahâif in
müfredi olan kelime içinde yazı bulunan kağıt veya deri parçası demektir.[136]
Kur’ân-ı Kerîm’deki “Şüphe yok ki bu, evvelki sahifelerde, İbrahim ile
Musa’nın sahifelerinde de vardır.”[137]
Ayetlerinde sahîfelerden maksat, bu iki peygambere indirilen yazılar (kitaplar)
dır.
Bu tabirlerin ortak özelliği, iki tarafın yani gönderen ve kendisine
gönderilenin bulunmasıdır.
Bu ortak yönlerinin yamnda “kitap” ve “sahife” yazılı olmalarının
gerekliliği yönüyle diğerlerinden ayrılır. Yani bu iki tabir mutlaka yazılı
olmaları gerekir. Sözle ifade edilmezler. Risale, yazılı olabileceği gibi sözle
de olabilir. Ahdler de aym şekilde yazılı veya sözlü olabilir.
Bazen “vasiyet” kelimesi risale ve kitap kelimelerinin alternatifi
olabilir. Yine vasiyet de sözlü veya yazılı olabilir. Fakat vasiyetin içeriği,
genel veya özel yönlendirme ve irşat olur.
Ahd’in genellikle belirli haklan zikretme esasma dayandığım görürüz.
Ahdler bu hakların muhafaza edilmesi için ekseriyetle yazılı olur.
Bu tabirlerin en meşhurlan ve tarih boyunca en çok kullamianian “risale”
ve “kitap”tır. En az kullanılanı ise “sahife” kelimesidir.[138]
Kur’an’da ise sadece çoğul olarak vahiy sahifeleri ve peygamberlere indirilen
kitaplar anlamında geçmektedir.[139]
1. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) Döneminde Yazı
Daha öncede belirttiğimiz gibi İslâm’dan önce cahiliye devrinde, Arap
toplumunun ekseriyeti bedevi halde yaşıyordu, yazı yaygm değildi.
Haberleşmeleri şifahi idi. Bugün bizim mektupla gönderdiğimiz haberleri onlar,
itimat edilir kimseler vasıtasıyla şifahi olarak gönderiyorlardı. Bedevi
olmayanlarsa, yazıyı öğrenmeye çalışıyorlar ve haberlerini yazılı olarak
gönderiyorlardı.[140]
İslâm dini kitabete çok önem vermiştir. Allah Teâlâ Hz. Peygambere
indirdiği ilk ayetlerde kalemden bahsetmiştir: “Yaratan Rabbinin adıyla oku. O,
insanı asıl duran bir şeyden yarattı. Oku. Rabbin nihayetsiz kerem sahibidir
ki, o kalemle (yazı yazmayı) öğretendir. İnsana bilmediğini o öğretti.” [141] Başka bir ayette de Allah
Teâlâ, kaleme yemin ederek yazı yazmanın önemini anlatmaktadır: “Hokka ile
kaleme ve (erbab-ı kalemin) yazmakta oldukları şeylere andolsun.[142]
Kur’an-ı Kerîm muamelelerde, yazıdan istifade etmeye de teşvik etmiştir.
Bu konuda Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Ey iman edenler! Tayin edilmiş bir
vakte kadar birbirinize borçlandığınız zaman, onu yazın. Aranızda bir yazıcı da
doğrulukla onu yazsın. Katip, Allah’ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan
çekinmesin, yazsın.”[143]
Hz. Peygamber zamanında yazı yazma sanatı üzerinde ehemmiyetle
durulmuştur. Çünkü yazının, vahyin muhafazasında ve sair kabile ve devlet
reislerine risaletin tebliğinde çok mühim rolü vardı.[144]
Hicretin ikinci yılında Bedir savaşı vuku bulmuş ve Müslümanların eline
çok sayıda esir düşmüştü. Bu esirlerin fidye ile serbest kalması talep
ediliyordu. Hz. Peygamber bu fırsatı kaçırmadı ve müşriklere yazı bilen her
birinin, on Müslüman çocuğa yazı öğretmek şartıyla serbest bırakılacağım
bildirdi.[145]
Hz. Peygamber Müslümanlarla ilgili muamele ve akitlerde, devlet
başkanlannı İslâm’a davette, bütün vesika ve ahitlerinde yazıyı kullanmıştır.
Kısaca Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) döneminde yazı, sadece
Kur’ân-ı Kerîm’in yazılmasında değil, diğer bütün konularda kullanılıyordu.
2. Hz.
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Yazmayı Biliyor muydu?
Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in bir şeyler yazıp yazmadığı
tartışma konusu olmuştur. Bu konuda her iki yönü de müdafaa edenler
bulunmuştur. Şimdi her iki görüşü de gözden geçirelim.
Kureyş ile Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
arasında Hudeybiye Musalahası aktedilirken musalahanm katibi, ‘Alî b. Ebî Tâlib
idi. Kureyş delegesi Süheyl, musalaha şartlan yazılırken Hz. Peygamberin yazılmasını emretmesi üzerine buna itiraz etmiş
ve isminin babasının ismi ile birlikte yazılmasını teklif etmişti. Bu
durum çeşitli münakaşalara yol açmasma rağmen neticede Hz. Muhammed
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) ‘Alîb.
Ebî Tâlib’e
e
4İıi J>-:j lafzım çizmesini ve yerine lh
yazmasını emretmiş olmasına rağmen o bunu çizmekten kaçınmıştı. Bunun üzerine
Hz. Peygamber, bizzat kendisi istenilen şekilde
157
yazmıştı.
İşte Hudeybiye’de cereyan eden bu hadise, Hz. Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’in bir şey yazıp yazmadığı hususunda bir takım görüşlerin
ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
İmam Ebû’l-Velîd el-Bâcî, Rasûlullah’ın bir şeyler yazdığı hususunda
ısrar eder, el- Hâfız b. Dihye, Hasâisu’l-Kutb el-Haydarî’de ulemadan bir cemaatin
de aym fikirde olduğunu söyleyerek bunlar arasında Ebû Zer el-Herevî ile
Ebu’l-Feth en-Neysâbûrî’yi de zikreder. Aynca Mağrib ulamasmm da bu görüşe
katıldıklarım sözlerine ekler. Yine Ömer b. Şeybe, Nebi (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)’in Hudeybiye’de kendi eliyle yazdığım açıklar. Aynca el-Bâcî, İbn Ebî
Şeybe’nin ‘Abdullah b. ‘Utbe b. Mes‘ud’tan tahric ettiği habere istinaden
Rasûlullah’ın yazmcaya ve okuyuncaya kadar vefat etmediğini haber verir.[146]
el-Münâvî de FeyduT-Kadîr’de “Kalemi kulağma koy” hadisini zikrederken
şerhinde Rasûlullah’m yazdığım, fakat yazısının güzel olmadığı kaydeder. Aynca
bu durumun, onun iimmî oluşuna münaft olmadığını, aksine bunun bir mucize
olduğunu, talim ile de kitabetine bir mani bulunmadığını sözlerine ekler.[147]
Bütün ilim ehli, Hz. Peygamber’in ismini yazdığını bilmektedir. Ancak
onun, ismini yazması kendisini ümmi olmaktan çıkarmaz. Nitekim o, “Biz ümmî
olan bir ümmetiz”[148] buyurmuştur. Fakat bu
ifade onların ekserisidir demek olur. Çünkü az sayıda da olsa sahabeden yazı yazanlar
vardı.
es-Suyûtî (öl. 911 h. 1532 m) Rasûlullah’m ümmî olduğunu okuma yazma
bilmediğini zikreder.[149]
ez-Zehebî de “Rasûlullah’m ümmî olmasından sonra yazı öğrenmesinin caiz
olmasına ne gibi bir mani olabilir. Çünkü o ne vahiy ne de sünnet yazmıştır.
Hatta hükümdarlara gönderdiği mektuplarım bile yazan hususi katipleri vardır.
Nihayet onun yazdığı bir veya iki kelimedir. O da Hudeybiye’de yazmış olduğu
isminden ibarettir. Bu kadarcık yazı yazması onu ümmî olmaktan çıkarmaz” der.[150]
Rasûlullah’m yazdığma ilişkin bütün tartışmaların aslı el-Buhârî’nin
Hudeybiye’deki durumla ilgili olarak naklettiği “kitabı aldı, yazdı” [151]hadis-i filîsinden
ibarettir.
Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in sağlığında yazı yazmadığım
ve yazı bilmediğini iddia edenler ise, “Sen bu (Kur’ân’m inmesi)nden önce
hiçbir kitap okumuş değil idin. Ye elinle de onu yazmadın. O zaman batıl
söyleyenler elbette şüphelenirlerdi.”[152]ayetini
kendilerine delil olarak zikrederler.
Netice olarak söylemek gerekirse Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve
sellem), Hz. ‘Alî’nin Hudeybiyede’ki çekingen tutumu sebebiyle musalahaya kendi
ismini yazmıştır. Ancak ez-
Zehebî’nin de dediği gibi onun bir veya iki kelime yazmış olması, kendini
mezkur ayetlerin anlamı ile tenakuza düşürmez.[153]
3. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)?in
Katipleri
Allah-ü T eâlâ Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’i ümmi olarak
göndermiştir. Ondan başka ümmî birisini peygamber olarak gönderdiği rivayet
edilmemiştir. Ümmîlik sadece O’na
hastır. Ümmîlik O’nun peygamberliğinin en büyük delilidir. Çünkü O, peygamber
olduktan sonra faydalı ilimlerin en yücesini getirmiştir. İnsanların bozulan
inanç, ahlak ve değer yargılan onunla düzeltilmiş ve onun yer yüzünde
görülmemiş bir tesiri olmuştur.[154]
İslâm geldiği zaman ümmilik yaygm olduğu için Arapça yazanlann sayısı
sadece on yedi kişi idi. Onlar : ‘“Alî b. Ebî Tâlib, Ömer b. el-Hattâb, Talhâ
b. ‘Ubeydullah, Osman, Ebû ‘Ubeyde b. el-Cerrâh, Ebân b. Sa‘îd b. el-‘Âş,
kardeşi Hâlid b. Sa‘îd, Ebû Huzeyfe b. ‘Utbe, Yezîd b. Ebî Sufyân, Hâtıb b.
‘Amr b. ‘Abdi Şems, el-‘Alâ’ b. Hadramî, Ebû Seleme b. ‘Abdu’l-Esed, ‘Abdullah
b. Sa‘d b. Ebî Serh, Huveytıb b. ‘Abdu’l-‘Uzzâ, Ebû Sufyân b. Harb, oğlu
Mu‘âviye, Cüheym b. es-Salt b. Mahrame[155]
Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in gerek inzal olunan vahyi,
gerek civar devlet ve kabile başkanlanna göndermiş olduğu İslâm’a davet
mektuplarını ve gerekse diğer bütün yazışmalarım yazdırdığı katipleri vardı.
Kaynakların verdiği b ilgiye göre Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) risâletinin başlangıcından nihayetine kadar kırk civarında katibe görev
vermiştir. Ancak kaynaklarımız mezkur rakam üzerinde ittifak edememiş ve
değişik görüşler ileri sürmüşlerdir. el-Kettânî et- Terâtıbu’l - İdâriyye’sinde
bu görüşlerden bir kısmım cem ederken hafız İbn Asâkir’in Tarihü Dımışk’inde
katiplerin sayısı yirmi üç el-Âmirî’nin Behcet’ül-MehâfiFinde yirmi beş,
Kurtubî tefsirinde yirmi altı, Şübramlesî, Kitâbü’l-Kazâ’smda kırk,
el-‘Irâkî’nin de kırk iki olarak kaydettiklerini nakleder ve her bir müellifin
kaydettiği isimleri ayn ayrı zikreder. îbn Hadîde ise katiplerin sayısını yirmi
dört olarak nakleder.
Kaynaklan birleştirmek suretiyle Rasûlullah’m katiplerinin isimlerini
şöylece nakletmek mümkündür. Abdu Rabbih, ‘Abdullah b. Sa‘d b. Ebî Serh,
‘Abdullah b. el- Erkam, ‘Abdullah b. Revaha, ‘Abdullah b. Ubey b. Selûl,
‘Abdullah b. Zeyd, ‘Alâ’ b. el- Hadramî, ‘Alâ b. ‘Ukbe, ‘Ali b. Ebî Tâlib,
‘Âmir b. Füheyr, ‘Arar b. el-‘Âs, Cüheym b. Salt, Ebân b. Sa'îd, Ebû Bekr Ebû
Bureyde b. el-Hâsib, Ebû Eyyub el-Ensari, Ebû Seleme
b. ‘Abdi’l-Esed, Ebû Sufyân b. Harb, Hâlid b. Sa‘îd el-‘Âs, Halid
b. Velîd, Hâtıb b. Ebi Beltea, Hanzala b. Er-Rabî‘, Huzeyfe b. el-Yemân,
Huveytıb b. ‘AbdiT-'Uzzâ, Huseyn en- Numeyrî, Mu‘âz b. Cebel, Mu‘âviye b. Ebî
Sufyân, Mu‘aykıb b. Ebî Fâtıma ed-Devsî, Muğîra b. Şu‘be, Muhammed b. Mesleme,
Osman b. ‘Affân, Ömer b. el-Hattâb, Şâbit b. Kays, Siccîl, Şurahbil b. Hasene,
Ubey b. Ka‘b, Zeyd b. Şâbit, Zubeyr b. el-‘Awâm (R. Anhum) dır.
Kaydedilen katiplerden her biri, kendine mahsus bir işi yapmakla görevli
olduğu gibi, bazen aym şahıs değişik sahalarda da görev yapardı.[156]
‘Abdullah b. el-Erkam hükümdarlardan gelen mektuplara, Rasûlullah’m
isteğine göre cevap veriyordu.[157]
el-Makrîzî’nin bildirdiğine göre, gizliliği ihtiva eden herhangi bir
hususun yazılması söz konusu olduğu zaman Hz. Peygamber, Ebû Bekr ile ‘Abdullah
b. Ubeyy (r. Anhüma) yı çağmr ve istediğini onlara yazdınrdı. Aynı hususla
ilgili olarak Ebû Dâvûd b. ‘Abdullah Kitâbu’ 1-Mesâhif inde Rasûlullah’m Zeyd
b. Şâbit’i kâtip olarak kullandığım açıklamakta ve sözüne delil olarak da Hz.
Peygamberin kendisine gizliliği olan bazı mektuplann geldiğini ve bunlan
herkese okutamadığmı bildirerek ona İbranice ve Süryanice öğrenmesi yolunda
tavsiyede bulunduğunu zikretmektedir.[158]
el-‘İkdü’l'Ferîd’de Hanzala b. er-Rebî‘(r.a)in bütün katiplerin halifesi
olduğu kaydedilmiştir.
İbn Hacer, Ubey b. Ka‘b’m Zeyd b. Sâbit’ten önce ve onunla birlikte[159] Hz. Peygamber’in ilk
katibi olduğunu bildirir[160].
Şurahbil b. Hasene (r.a)
de Rasûlullah’ın ilk katipleri arasında sayılmaktadır.[161]
Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e Mekke döneminde katiplik
yapan kişinin, ‘Abdullah b. Ebî Serh olduğu ifade edilir. Bu zat irtidat edip
sonradan Mekke’nin fethi esnasında tekrar İslâm’a dönmüştür.[162]
İslâm müesseseleri tarihi bakımından büyük öneme haiz olan Divan-ı
İnşa’ya da işaret ederek bu konuyu noktalayalım.
Bu İslâm’da ilk oluşturulan divandır. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) sahabeden emirleri ve seriye kumandanlarına mektup yazar onlar da ona
yazarlardı. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), yakın ülke krallarına
mektup yazarak onları İslâm’a davet ederdi. Onlara mektuplarla birlikte elçiler
gönderirdi. Amr b. Hazm’ı Yemen’e gönderdiğinde ona bir ahidname yazmıştı.
Temîm ed- Dârî ve kardeşlerine Şam bölgesinde verdiği ikta‘ belgesini,
Hudeybiye yılında Kureyşle arasındaki anlaşmaya dair metni yazmıştı. Zaman
zaman emannameler yazdı. Bütün bu mektupların ilgili olduğu yer Dîvanü’l-Ceyş
değil Dîvanü’l-İnşa’dır. Bunu ilk ortaya koyup düzenleyen ve hilafeti sırasında
Hz. Ömer b. el-Hattab’tır.[163]
4. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) Yazışmaya Neden
İhtiyaç Duymuştur?
Medine İslâm devleti teşekkül ettikten sonra, diğer toplumlarla e skiye d
ayanan v e yeni gelişen bir takım ilişkiler söz konusu olmuştur.
Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in Mekke ve çevresindeki
kafir topluluklarla olan ilişkisi hicretten sonra farklı boyutlar kazanmıştır.
Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in önderliğindeki, Kureyş’in
henüz meşruiyetini tanımadığı Medine toplumu ve Mekke site devleti arasındaki
ilişki, daha sonra Hudeybiye musalahasıyla Kureyş’in de meşruiyetini tanıdığı
bir devlet ilişkisine dönüşmüştür.
Medine çevresinde toplanmış, kaleleri, mezraları, ticaretleri ve mallan
olan bir takım Yahudi kabileleri ve diğer dini unsurlarla Mekke’de benzeri
bulunmayan başım ‘Abdullah
b. Ubey b. Selûl’ün çektiği münafık grub ve Mısır, Şam, İran ve
Bizans’la olan yeni ilişkiler gündeme gelmiştir.
Yeni kurulan Medine İslâm devletinin din, devlet, ahlaki ve insani
maslahatları korumaya yönelik bir takım sınırlar belirlemesi gerekmiştir.
“(Ey Muhammed) Sen Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve
onlarla en güzel şekilde mücadele et. Çünkü Rabbin kendi yolundan sapanları e n
i yi b ilendir v e o hidayete erenleri de en iyi bilendir.”[164]
ayeti, mezkur ilişkilerin bir boyutunu “Kendileriyle savaşılanlara (müminlere)
zulme uğramış olmaları sebebiyle (savaş) konusunda izin verildi. Şüphe yok ki
Allah, onlara yardıma mutlak surette kadirdir.”[165]
ayeti de başka bir boyutunu ortaya koymaktadır. Mekkî olan birinci ayette temel
İslâmî ilke ortaya konuyor. Allah’a hikmet ve güzel öğütle çağırmak, din
hususunda zorlama yapmadan, baskıyla inancı empoze etmeden en güzel şekliyle
mücadele etmek.
Bunlar faydalı netice vermediği zaman savaş kaçınılmaz olmuştur. Hz.
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in savaşlan Mekke’den Medine’ye
hicretinin ikinci yılında başlamıştır. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) yirmi sekiz gazveye komutanlık etmiş ve kırk yedi seriyye göndermiştir.
Bütün bu gazve ve seriyyelerin neticesinde Arap yanmadası İslâm sancağı altında
toplanmıştır.
Yukanda ifade ettiğimiz ilişkilerin gelişimi ve yeni devletin koyması
gereken sınırların belirlenmesinde mektup, ahidname, vasiyetler ve anlaşmalar
şeklindeki yazışmalara ihtiyaç duyulmuştur.
Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in Medine’ye hicret etmesi ve
Ensar’m O’na sahip çıkmasından sonra Kureyş, ‘Abdullah b. Ubey b. Selûl ve Evs
ve Hazreç’ten diğer putperestlere mektup yazmıştır:
“Hemşehrilerimize sığınma hakkı verdiniz (siz Medine halkının en
kalabalık olanısınız -Ziyade Abdurrazık) Allah’a yemin ederiz ki, ya O’nu
öldüreceksiniz ya da onunla savaşacaksınız veya O’nu çıkaracaksınız. (Yoksa
size karşı Araplardan yardım isteyeceğiz. -Ziyade Abdurrazık) Savaşçılarınızı
öldürmek, kadınlarınızı almak için hepimiz size geleceğiz.
Fakat kafirlerin tehdidi ve münafıkların çabalan Ensar müslümanlanm
etkilemedi. Kureyş, Medine Araplarından ümit kesince Bedir savaşından sonra
Medine Yahudilerine mektup yazdı:
“Siz asker ve kale insanısınız. Ya hemşehrimizle savaşırsınız ya da size
şunu şunu yapanz. Kadınlarınızın halhallanm almamızı
kimse engelleyemez.”[166]
Bu arada gerek Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’m ve gerekse
ona tabi olanların karşılıklı hak ve vecibelerinin tayin edilip gösterilmesi
icap etmekteydi. Şehirde yaşayan Arap olsun, Yahudi olsun, gayr-ı Müslimlerle
de anlaşmak ve bir uyum içine girmek gerekmekteydi. Aynı zamanda adliye,
eğitim, maliye, askerlik, din ve sair alanlarda bir takım müesseseler ihdas edip
kurmak suretiyle toplum hayatım teşkilatlandırmak lazım gelmekteydi. Yine
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’in hayatmda asıl hedef ve yegane
vazife olan İslâm’ın istikbalini düşünmek de gerekiyordu.
Bu ve benzeri sebeplerden Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)
neticede Müslüman sahabileri ile olduğu kadar gayr-ı Müslim Medinelilerle
durumu istişare etti. Hepsi Enes’in evinde toplandılar ve Şehir-Devlet yapısı
ortaya çıkarma hususunda anlaştılar. Bu devletin anayasası yazılı bir biçimde tespit
edilip vazedildi ki bu anayasa metni, sevinerek söylemek gerekirse, bir bütün
halinde bize kadar ulaşmış bulunuyor. Bu anayasa ilk İslâm Devletinin Anayasası
olmasından başka, aynı zamanda yeryüzünde bir devletin vazettiği ilk yazılı
anayasa olma hususiyetine de sahiptir.[167]
Birçok yazışmada da psikolojik savaş etkili olmuştur. Bu, karşı tarafı
tehdit, kendi güç ve kuvvetinin büyüklüğünden bahsetme, yardım alma imkanlannm
çokluğunu ortaya koyma ve düşmanın kökünü kazımayı ifade etme şekillerinde
cereyan eder. Ebû Sufyân’ın Hendek Savaşı sırasında Hz. Peygamber’e yazdığı
mektubu örnek olarak verebiliriz.
Kureyş, beklemekten usanınca Ebû Sufyân bir mektup yazdı. Ebû Seleme el-
Huşenî ile gönderdi. Mektubu getirince, Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)
Ubey b. Ka‘b’ı çağırttı. Üstündeki dar giysiyle huzuruna girdi, şunu okudu:
“Senin adına Allah’ım! Lat ve ‘Uzza’ya, [İsafa, Nâile’ye ve Hübel’e]
yemin ederim ki, bu topluluğumuzla sana geldim. Kökünüzü kazıymcaya kadar
senden asla ayrılmak istemeyiz. Bizimle karşılaşmaktan hoşlanmadığını
görüyorum. Çukur ve hendekler açmışsın. Acaba bunu sana kim öğretti? Buradan
aynlsak, Uhud gibi bir günden haberiniz olsun. O gün kadınlan alacağız.[168]
Casusluk ve istihbarat faaliyetleri de yazışmanın ihtiyaç duyulduğu bir
alan olmuştur. Mesela ‘Abbâs b. ‘Abdulmuttalib, Bedir hezimetinden sonra
Kureyş’in savaş
hazırlıklan içerisinde
olduğunu Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’e haber veren bir mektup
i ©2
yazmıştır.
Banş ve istikrarın sağlanmasında da yazışmaya ihtiyaç duyulmuştur. Bunun
en meşhur örneği Hudeybiye Musalahası belgesidir.[169]
Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem.), bütün beşeriyete elçi
olarak gönderilmiştir. Tebliğ etmekle mükellef olduğu İslâm’ı bütün dünya
insanlığına duyurmak gayesiyle bizzat görüşüp konuşma imkanı olmayan ve içtimâ!
bir sorumluluk taşıyan insanlarla yazışma yolunu tutmuştur.
Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem.), mezkur gayesini
gerçekleştirmek maksadıyla komşu devlet reislerine diplomatik mektuplar
göndermiştir.
Bazı arazilerin ikta‘ olarak verilmesi de yazışmayı gerektirmiştir.
Mesela Dârîler, bir defa hicretten önce bir defa da hicretten sonra olmak
üzere, iki defa Hz.Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’i ziyarete
geldiler. İlk defasında Hz.Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’den bir
toprağı (ikta‘ olarak) vermesini istediler. Bir deri parçası getirtti ve şu
yazıyı düzenledi:
Bu
[Muhammed] Rasûlullah’m Dârîler’e verdiğim belirten bir yazıdır. Allah o’na
yeryüzünü bağışlarsa onlara Beyt’ül-'Uyûn’u, Habrûn’u, e'l-Mertûm’u, Beytü
İbrahim’i ve oralarda bulunanları ilelebed verecektir.
‘Abbâs
b. ‘Abdulmuttalib, Huzeyme b. Kays ve Şurahbil b. Hasene tanıklık etti ve
yazdı.”184
Bazı
kişilere emanlar yazıyla verilmiştir. Mesela hicretten önce Surâka b. Malik’e
verilen eman böyledir.
Hz.Muhammed
(salla’llâhü aleyhi ve sellem.) teşrî‘î hükümlerin açıklanmasında da yazışmaya
ihtiyaç duymuştur. Şâri‘ yani Hz.Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) bir
çok dini hüküm ve kaideleri açıklamak için bir takım mektuplar yazmıştır.185
Bazen
de Hz.Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) sadece insan! duyguların bir
gereği olarak yazışmaya ihtiyaç duymuştur. Mesela Mu‘âz b. Cebel (radiya’llâhü
anh) Yemen’de vali iken oğlunun ölümü üzerine bir taziye mektubu yazmıştır.
Özet
olarak diyebiliriz ki Hz.Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) şunun için
yazışmaya ihtiyaç duymuştur: Yeni bir devlet kurulmuş ve bu devlet gün geçtikçe
gelişmektedir. Hükmi şahsiyet olarak devletle toplumun bireyleri arasındaki
ilişkilerin bir düzen ve intizam içerisinde sürdürülmesi lazımdır.
5. Hz.Mufaammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’in Mektuplarının
Muhtevaları
a)
Medine Vesikası
Daha
önce işaret ettiğimiz gibi Hz.Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)
Mekke’den Medine’ye yapmış olduğu hicretten sonra Muhacir, Ensar ve Yahudiler
arasında bir anlaşma imzalamış ve bunu yazıya döktürmiiştü. Buna Medine
anayasası veya Medine vesikası denmiştir. Vesika şöyledir:
Bismillâhirrahmânirrahîm.
1-
)Bu kitap (yazı), Peygamber Muhammed tarafından Kureyşli ve
Yesribli mü’minler ve müslümanlar ve bunlara tabi olanlarla yine onlara
sonradan iltihak etmiş olanlar ve onlarla beraber cihad edenler için (olmak
üzere tanzim edilmiştir.)
2-
)îşte bunlar, diğer insanlardan ayrı bir ümmet (câmi'a) teşkil
ederler.
3-
)Kureyş'ten olan Muhacirler, kendi aralarında âdet
olduğu veçhile kan diyetlerini ödemeye iştirak ederler ve onlar harp
esirlerinin fıdyei necâtım mü'minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara
ve adâlet umdelerine göre ödemeye iştirak edeceklerdir.
4-
)Benû *Avflar kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki
şekiller altında kan diyetlerini ödemeye iştirak edeceklerdir ve (müslümanlann
teşkil ettiği) her zümre (taife), harp esirlerinin fıdyei necâtım mü'minler
arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak
edeceklerdir.
5-
)Benû Hârisler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile evvelki,
şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre, harp esirlerinin
fidyei necâtım, mü'minler arasında iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet
umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.
6-
)Benû Sâide'ler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki
esirlerinin kurtuluş fidyesini, mü'minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen
esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.
7-
)Benû Cuşem'ler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki
şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her zümre, harp esirlerinin fıdyei
necâtım, müminler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve iâlet umdelerine
göre tediyeye iştirak edeceklerdir.
8-
)Benû'n-Neccâr'lar kendi aralarında âdet olduğu veçhile,
evvelki şekiller altında kan diyetlerim ödemeye ve her bir zümre, harp
esirlerinin fidyei necâtım, mü'minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara
ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.
9-
)Benû rAmr ibn *Avflar, kendi aralarında âdet olduğu
veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre,
harp esirlerinin fidyei necâtım, mü'minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen
esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştiraık edeceklerdir.
10-
)Benü'n-Nebît'ler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile,
evvelki şekiller altında kan diyetlerim ödemeye ve her bir zümre, harp
esirlerinin fidyei necâtım, mü'minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara
ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.
1
İ-)Benüi-Evs’İer, kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller
altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre, harp esirlerinin fidyei
necâtım, mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet
umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.
12-
)Mü’minler kendi aralarında ağır malî mes'uliyetler altında bulunan hiç
kimseyi (bu halde) bırakmayacaklar, fidyei necât veya kan diyeti gibi borçlennı
iyi ve mâkul bilinen esaslara göre vereceklerdir.
12/b-)Hiçbir
mü'min diğer bir mü'minin mevlâsma (kendisi ile akdî kardeşlik râbıtası
kurulmuş kimse) mümâna'at edemez (diğer bir okunuşa göre:Hiçbir mü'min diğer
bir mü'minin mevlâsı ile, onun aleyhine olmak üzere bir anlaşma
yapamayacaktır.)
13-
)Takvâ sahibi mü'minler, kendi aralarında mütecâvize ve haksız bir
fiil îkaım tasarlayan yahut bir cürüm yahut bir hakka tecavüz veyahut da
mü'minler arasında bir karışıklık çıkarma kasdını taşıyan kimseye karşı
olacaklar ve bu kimse onlardan birinin evlâdı bile olsa, hepsinin elleri onun
aleyhine kalkacaktır.
14-
)Hiçbir mü'min bir kâfir için, bir mü’mini öldüremez ve bir mü'min
aleyhine hiçbir kâfire yardım edemez.
15-
)AlIah'm zimmeti (himaye ve teminâtı) bir tekdir; (müminlerin en
ehemmiyetsizlerinden birinin tanıdığı himâye) onların hepsi için hüküm ifede
eder. Zîra mü'minler, diğer insanlardan ayrı olarak birbirlerinin mevlâsı
(kardeşi) durumundadırlar.
16-
)Yahudilerden bize tâbi olanlar, zulme uğramaksızın ve
onlara muârız olanlarla yardımlaşılmaksızm, yardım ve müzâheretimize hak
kazanacaklardır.
17-
)Sulh, mü'minler arasında bir tekdir. Hiçbir mü'min Allah yolunda
girişilen bir harpte, diğer mü'minieri hâriç tutarak, bir sulh anlaşması
akdedemez; bu sulh, ancak onlar (mü’minler) arasında umumiyet ve adâlet
esasları üzere yapılacaktır.
18-
)Bizimle beraber harbe iştirak eden bütün (askerî) birlikler,
birbirleriyle münâvebe edeceklerdir.
19-
)Mü'minler, birbirlerinin Allah yolunda (uğrunda)
akan kanların', n intikamını alacaklardır.
20-
)Takvâ sahibi mü’minler, en iyi ve en doğru yol üzerinde bulunurlar.
20/b-)Hiçbir
müşrik, bir Kureyşlinin mal ve canını himâyesi altına alamaz ve hiçbir mü'mine
bu hususta engel olamaz (yani Kureyşliye hücûm etmesine mani olamaz.)
21-
)Herhangi bir kimsenin, bir müminin ölümüne sebep olduğu katî delillerle
sâbit olur da maktûlün velîsi (hakkım müdafaa eden) rızâ göstermezse, kısas
hükümlerine tabî olur; bu halde bütün mü’minler ona karşı olurlar. Ancak
bunlara, sadece (bu kaidenin) tatbiki için hareket etmek helâl (doğru) olur.
22-
)Bu sahife (yazı)nm muhteviyatım kabul eden, Allah'a ve ahiret gününe
inanan bir mü'minin bir kâtile yardım etmesi ve ona sığınacak bir yer temin
etmesi helâl (doğru) değildir; ona yardım eden veya sığınacak bir yer gösteren
Kıyamet günü Allah'ın lânet ve gadabma uğrayacaktır ki o zaman artık
kendisinden ne bir para tediyesi ve ne de bir tavîz alınacaktır.
23-
)Üzerinde ihtilafa düştüğünüz herhangi bir şey, Allah'a ve Muhammed'e
götürülecektir.
24-
)Yahudiler, mü'minler gibi, muharebe devam ettiği
müddetçe (kendi harp) masraflarını karşılamak mecburiyetindedirler.
25-
)Benû *Avf yahudileri, müminlerle birlikte (ibn Hişam'da bu,
“ma’a” (=ile) olarak, Ebû Ubeyde'de ise “min” (=den) olarak zikredilir) bir
ümmet (:câmi'a) teşkil ederler. Yahudilerin dinleri kendilerine, mü'minlerin
dinleri kendilerinedir. Buna gerek mevlâlan ve gerekse bizzat kendileri
dahildirler.
25/b-)Yalnız
kim ki haksız bir fiil irtikâb eder veya bir cürüm îkâ eder, o sadece kendine
ve âile efradına zarar (vermiş) olacaktır.
26-
)Benû’n-Neccâr Yahudileri de Benû *Avf Yahudileri
gibi avm (haklara) sahib olacaklardır.
27-
)Benû’l-Haris Yahudileri de Benû *Avf Yahudileri gibi
aynı (haklara) sahib olacaklardır.
28-
)Benû Sâ'ide Yahudileri de Benû 4Avf Yahudileri gibi
aym (haklara) sahib olacaklardır.
29-
)Benû Cuşem Yahudileri de Benû 4Avf Yahudileri gibi aym
(haklara) sahip olacaklardır.
30-
)Benû'l-Evs Yahudileri de Benû *Avf Yahudileri gibi aym
(haklara) sahip olacaklardır.
31-
)Benû Sa'lebe Yahudileri de Benû 4Avf Yahudileri gibi aym
(haklara) sahib olacaklardır. Yalnız kim ki haksız bir fiil irtikâb eder veya,
bir cürüm îka eder, o sadece kendini ve aile efradım zarardîde etmiş olacaktır.
32-
)Cefne (ailesi) Sa'lebenin bir kolu (’batn)dur; bu bakımdan
Sa'lebe'ler gibi mülâhaza olunacaklardır.
33-
)Benû'ş-Şuteybe de Benû 'Avf Yahudileri gibi aynı
(haklara) sahib olacaklardır, (kaidelere) muhakkak riayet edilecek, bunlara
aykırı hareket olmayacaktır.
34-
)Sa'lebe'nin mevlâları, bizzat Sa'lebeler gibi mülâhaza
olunacaklardır.
35-
)Yahudilere sığınmış olan kimseler (Bitâne),
bizzat Yahudiler gibi mülâhaza olunacaklardır.
36-
)Bunlar (yahudiler)'dan hiçbir kimse (müslümanlarla birlikte bir askerî
sefere), Muham- med'in müsaadesi olmadan çıkamayacaktır.
36/b-)Bir
yaralamanın intikamım almak yasak edilemeyecektir. Muhakkak ki bir kimse bir
adam öldürecek olursa neticede kendim ve âile efradım mes'uliyet altma sokar;
aksi halde haksızlık olacaktır (yani bu kaideye riâyet etmeyen bir kimse haksız
vaziyette olacaktır.) Allah bu yazıya en iyi riâyet edenlerle beraberdir.
37-
)(Bir Harp vukuunda) Yahudilerin masrafları kendi üzerine ve
müslümanların masrafları kendi üzerindedir. Muhakkak ki bu sahîfede (yazıda)
gösterilen kimselere harp açanlara karşı, onlar kendi aralarında
yardımlaşacaklardır. Onlar arasında hayırhahlık ve iyi davranış bulunacaktır,
(kaidelere) muhakkak riayet edilecek, bunlara aykırı hareketler olmayacaktır.
37/b-)Hiçbir
kimse müttefikine karşı bir cürüm işleyemez: Muhakkak ki zulmedilene vardım
edilecektir.
38-
)Yahudiler müslümanlarla birlikte, beraberce harp ettikleri müddetçe
masrafda bulunacaklardır.
39-
)Bu sahîfenin (yazının) gösterdiği kimse lehine Yesrib vâdisi dahili
(cevf), harâm (Mukaddes) bir yerdir.
40-
)Himâye altındaki kimse (cârr), bizzat himaye eden kimse gibidir;
ne zulmedilir ve ne de (kendisi) cürüm îka edecektir.
41-
)Himâye verme hakkına sahip kimselerin izni müstesna, bir himaye hakkı
verilemez.
42-
)Bu sahîfede (yazıda) gösterilen kimseler arasında zuhurundan
korkulan bütün öldürme yahut münazaa vakalarının Allah'a ve Resûlüllah
Muhammed'e götürülmeleri gerekir. Allah bu sahîfeye (yazıya) en kuvvetli ve en
iyi riâyet edenlerle beraberdir.
43-
)Ne Kureyşliler ve ne de onlara yardım edecek olanlar, himâye altına
alınmayacaklardır.
44-
)Onlar (=Müslümanlar ve Yahudiler) arasında, Yesrib'e hücüm edecek
kimselere karşı yardımlaşma yapılacaktır.
45-
)Şayet onlar (yahudiler), (Müslümanlar tarafından) bir sulh
akdetmeye veya bir sulh akdine iştirake davet olunurlarsa, bunu doğrudan
doğruya akdedecekler veya ona iştirak edeceklerdir. Şayet onlar (Yahudiler),
(müslümanlara) aynı şeyleri teklif edecek olursa, mü'minlere karşı aym haklara
sahip olacaklardır;din mevzuunda girişilen harp vak'alan müstesnadır.
45/b-)Her
bir zümre, kendilerine ait mıntıkadan (gerek müdafaa ve gerekse şâir ihtiyaçlar
hususunda) mes'üldür.
46-
)Bu sahifede (yazıda) gösterilen kimseler için ihdas edilen şartlar,
aynı şekilde Evs Yahudilerine, yani onların mevlâlanna ve bizzat kendi
şahıslarına, bu sahifede (yazıda) gösterilen kimseler tarafından sıkı ve tam
bir muhafazakarlık ile tatbik olunur, (kaidelere) muhakkak riâyet edilecek,
bunlara aykırı hareket olmayacaktır. Ve haksız şekilde kazanç temin edenler,
sadece kendi nefsine zarar vermiş olurlar. Allah bu sahifede (yazıda)
gösterilen maddelere en doğru ve en mükemmel riâyet edenlerle beraberdir.
47-
)Bu kitap (yazı), bir haksız fiil îka eden veya cürüm işleyen (ile
cezâ) arasında engel olarak giremez. Kim ki bir harbe çıkar, emniyette olur
veya kim ki Medine'de kalırsa yine emniyet içindedir; haksız bir fıii ve cürüm
îkaı hallerini, (bu sahîfeyi) tam bir sadakat ve dikkat içinde muhafaza eden
kimseler üzerinde tutacaklardır.[170]
Bu
vesika birçok ilke ve siyasal toplumsal haklan içermektedir.
1)
Bazı eski örf ve adetlerin olduğu
şekilde kalması. Bu husus vesikada şu tabirle yer almaktadır: “Kureyş’t en olan
muhacirler kendi aralarında adet olduğu veçhile kan diyetlerini ödemeye iştirak
ederler ve onlar harp esirlerini fidyelerini müminler arasındaki iyi bilinen
esaslara ve adalete göre öderler.”
Bu
şekildeki ibare hiç değiştirilmeden tafsilatlı olarak anlaşmanın bütün
tarafları için tekrar edilmiştir.
Vesikaya
baktığımızda görürüz ki kabile sayısma binaen aym ibare dokuz kere
tekrarlanmıştır. Acaba tekrar etmeden hepsi bir ibare altmda toplanamaz mıydı?
Toplanabilirdi fakat, meselenin önemi, tekidi, açıklığı, tevile yer
bırakılmaması ve metinle amaçlanan içeriğin dışına çıkılmaması düşünülmüştür.
2)
Müslümanlar arasında yardımlaşma
ve kardeşlik şuurunun yerleştirilmesi. Burada İslâm kardeşliğinin sadece slogan
olmadığı, kardeş olmanın gerektirdiği bir takım mükellefiyetlerinin bulunduğu
metnin içerisinde ifade edilmektedir.
“Müminler
kendi aralarında ağır mali mesuliyetler altmda bulunan hiç kimseyi bu halde
bırakmayacaklar, iyilik ve takvada yardımlaşıp azgınlık, günah ve düşmanlığa
karşı cephe alacaklar. Hiçbir mümin diğer bir mümini kafir için öldürmeyecek,
hiçbir mümine karşı kafire yardım etmeyecek, birbirlerinin velisi olacak,
hiçbir mümin, katile veya günahkara yardım ve yataklık etmeyecek.”
3)
Din özgürlüğü: Başkalarına zarar
vermeden, kötülük yapmadan inanç ve dini şiarlan yerine getirebilme özgürlüğü.[171]
“Yahudilerin
d inleri k endilerine, m üminlerin d inleri k endilerinedir. B una g erek Mevlalan
(dostlan) ve gerekse bizzat kendileri dahildir. Yalnız kim haksız bir fiil
işler veya cürüm sergilerse o sadece kendine ve aile efradına zarar vermiş
olacaktır.”
4)
Müslümanlar ve Yahudiler
arasındaki yardımlaşma ve beraberlik girişimi. Anlaşmada bu girişim şöyle ifade
edilmiştir:
“Beni
*Avf Yahudileri müminlerle birlikte bir ümmet teşkil ederler.” Önemine binaen
bu ifade ayn ayn bütün Yahudi kabileleri için zikredilmiştir. “Beni Neccar
Yahudileri de Beni A vf Yahudileri gibi aynı haklara sahip olacaklardır.” gibi.
“Yahudiler
Müslümanlarla birlikte, beraber harp ettikleri müddetçe masrafta
bulunacaklardır.” Yani müminlere harp esnasmda mal ve silahla yardım
edeceklerdir. Bu husus önemine binaen iki defa tekrarlanmıştır.
“Bize
tabi olan Yahudiler için yardım ve muamelede eşitlik vardır, zulme
uğratılmazlar ve onlann aleyhine olmak üzere başkalanna yardım edilmez.” Burada
Müslümanlann Yahudilere yardımı söz konusu edilmiştir.
5)
Mücadele herkes için bir
görevdir. Hiçbir taife bundan istisna edilemez. “Bizimle beraber harbe iştirak
eden bütün birlikler birbirleriyle eşit ve adalete uygun olarak savaşta rol
alırlar.”
6)
Müminler birbirlerinin Allah
yolunda akan kanlarının intikamım alacaklardır.
7)
Bir kimse bir müminin, cinayet
şeklinde olmadan ölümüne sebep olursa, ona da kısas uygulanır. Ancak
öldürülenin velisinin
serbest kalmasına razı olması başka.
8)
Hiç kimse kimsenin
yükünü çekmez. “Kişi müttefikinden dolayı günahkar
olmaz.”
9)
Komşu hakkına riayet zaruridir.
“Komşu zarar vermek ve günah işlemek niyetinde olmadığı sürece ev sahibi gibi
saygındır.”
10)
Eman verme hakkı herkes için eşit
şekilde geçerlidir.
11)
Her zümre kendine ait mıntıkadan
sorumludur. Müdafaa ve diğer ihtiyaçlar hususunda toplumun maslahatı için her
vatandaş üzerine düşeni yapması gerekir.
12)
Bu sayfaya taraf olanlar arasında
bir olay yaşansa ve bozgunculuğa yol açmasından korkulan bir anlaşmazlık ortaya
çıksa çözüm için başvurulacak merci, Allah (c.c.) ve Hz.Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem.)’dir.[172]
Vesikanın
temel özellikleri de şunlardır:
a)
Geniş kapsamlıdır. Anayasa
niteliğinde olduğu için bir çok siyasi, sosyal, ahlaki ve psikolojik kaideleri
ihtiva etmektedir. Çağdaş herhangi bir anayasanın ihtiva edebildiği hususlar
(diğer bir deyimle devletin içte ve dıştaki düzeni) için belirleyici, külli
sınırlar koymakla anayasa olma özelliklerinin tümünü kapsamaktadır.[173]
b)
Belgede genel ifadeler yer
almaktadır. Ayrıntılara ve özel meselelere girilmemiştir. Tabii şahsiyetler
zikredilmemiştir. Yukarıda anayasa niteliğinde olduğunu söylemiştik. İfade
edilen kurallar anayasa maddelerini andırmaktadır.
c)
Medine’de yaşayan toplulukların
tarihi gerçekleri göz önünde bulundurulmuştur. Bundan dolayıdır ki kardeşlik,
yardımlaşma, dayamşma ve diyetlerin ödenmesi gibi konular üzerinde
yoğunlaşılmıştır. Tarihen bilinmektedir ki Evs ve Hazrec kabileleri arasında
Buas Savaşından kalma kan davaları vardır. Ayrıca Yahudilerin Medine halkı
üzerinde özellikle ekonomik alanda daima bir tasallutu söz konusuydu.
d)
Vesika sözlü değil yazılıdır.
Hz.Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) , Akabe beyatlannda olduğu gibi
sözlü bir anlaşma yapmak yerine yazılı bir belge düzenlemiştir. Bunun sebebi,
konunun Hz.Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) ile onlarca kişi arasında
yapılan bir anlaşma olmayıp içinde değişik toplumlan ve farklı görüşleri barındıran
bir millet meselesi olmasıdır.
İnsanları
yönetmek ve siyasi işleri yürütmek için cari örf veya sözlü yönlendirmeler
yeterli olamaz. Yazılı kuralların örfe tercih edilmesinin sebebi hükümlerinin
açık ve sınırlarının belli olmasıdır. Karşı gelinmesi veya saygısızlık
gösterilmesi düşünülemez. Fakat örfün aym derecede açık ve sınırlarının belli
olmasına imkan yoktur. Örfî kuralları uygulamada saptırmalar daha kolay olur.
Aynı
zamanda yazılı kaideler kişilerin zihnine örfi kaidelerden daha çabuk yerleşir.
Söz gider yazı kalır. Hükümlere muhatap olacak olanlar haklarını ve yasanın
hükmedenlere tanıdığı yetki sınırlarım daha kolay bilirler.
Son
olarak şunu da ifade edelim ki yazılı anayasa kaidelerim yerleştirmek, örfün
zıddına daha çabuktur. Örfi kuralların istikrar kazanması uzun zaman ister.[174]
b)
Hudeybiye Musalahası
Medine
vesikasından sonraki altı sene içerinde çok büyük olaylar cereyan etti.
Hz.Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) , Arap yarımadasının değişik
yerlerine seriyyeler gönderdi. Bu müddet içerisinde Kureyş’le Bedir, Uhud ve
Hendek gibi birçok savaş meydana geldi. Bu savaşların neticelerine baktığımız
zaman Müslümanların galip geldiğini görürüz. Hatta Uhud savaşında bile Kureyş
tam anlamıyla bir zafer elde edememiştir. Bu savaşta Müslümanlar için kazanım
sayılabilecek, ders ve ibret alınması gereken h adiseler vukua gelmiştir.
Hz.Muhammed
(salla’llâhü aleyhi ve sellem.) şer odağı haline gelmiş Yahudileri bertaraf
etmiştir. Şair Ebû Afek ve Ka‘b b. el-Eşref gibi meşhur Yahudiler
öldürülmüştür. Yahudiler Medine anlaşmasını bozup ihanet ettiler. Hz. Muhammed
(salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’i öldürmeye kalktılar. Ona karşı müşriklere
yardım ettiler. Bütün bunların neticesinde Beni Kaynuka Medine’den kovuldu, Şam
sınırlarına yakın bir bölgede tarım arazilerinde konakladılar, oraya
yerleştiler. Beni Nadir de kovuldu. Onlardan bazısı Hayber’e bazısı da Şam’a
gitti. Hicretin beşinci senesinde de Beni Kurayza bertaraf edildi.
Özet
olarak diyebiliriz ki bu müddet içerisinde Müslümanların askeri ve toplumsal
yönde kazan imlan arttı. Devlet için bir tehdit ve endişe kaynağı olan
Yahudilerin tasfiyesinden sonra Hz.Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) ve
İslâm devleti bölgede bir güç haline geldi. Yahudilerin elinde sadece hicretin
yedinci yılında fethedilecek olan Hayber kalmıştı.[175]
Fakat
Kabe’nin bulunduğu Mekke, hala müşrik Kureyşlilerin elinde bulunuyordu.
Müslümanlar Allah (c.c.)’ın evini ziyaret edemiyorlardı. Bir sabah mescide
toplandıklarında Hz.Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem.), kendisine ilham
edilen gerçek bir rüyayı anlattı. İnşallah Mescid-i Haram’a güvenlik içinde
başlarım tıraş etmiş olarak korkmadan gireceklerdi.[176]
Hicretin
altıncı yılının Zi’l-ka‘de ayının başlarında Medine’den hareket edildi.
Kureyşliler ise ne pahasına olursa olsun Müslümanları Mekke’ye sokmama karan
aldılar. Müslümanlar Hudeybiye denilen yere geldiler. Bu arada bir takım
olaylar ve görüşmeler cereyan etti. Artık Kureyşliler, Peygamber ve Ashabım
istisnasız Mekke’ye sokmayacaklanna dair aldıklan inatçı karardan vazgeçtiler.
Kendi itibarlarım kurtarmak için Hz. Peygamber’in bu sene geri dönerek gelecek
sene Umre için gelmesinde ısrar ettiler. Süheyl b. ‘Amr önderliğinde bir heyet
banş müzakeresi yapmak için Hz. Peygamber’in kampına geldi. Uzun görüşmelerden
soma banş anlaşmasının maddeleri şöyle belirlendi:
1)
Senin adınla Allah’ım
2)
Bu, Muhammed b. ‘Abdullah’ın,
Süheyl b. ‘Amr’la antlaşmasıdır.
3)
On yıl savaş yapmamak üzere
antlaştılar; bu süre içinde insanlar güvende olacak, birbirinden ellerini
çekeceklerdir.
4)
[Muhammed ashabından hac umre
veya ticaret maksadıyla gelenler, kam (cam) ve malı konusunda güven içindedir.
Kureyş’ten, ticaret maksadıyla Mısır’a veya Suriye’ye transit geçmek üzere
Medine’ye gelenler, kam ve malı konusunda güven içindedir.]
5)
Kureyş’ten velisinin izni olmadan
Muhammed’e gelenleri, onlara geri verecektir. Muhammed’in yanındakilerden
Kureyş’e gelenleri, ona geri vermeyecektir.
6)
Gönüllerimiz (kötü maksat ve
niyetlere) kapalıdır. Başkasıyla (bir taraf) aleyhine yardımlaşma ve hıyanet
olmayacaktır.
7)
Muhammed’le antlaşma ve
sözleşmeye girmek isteyen girebilir. Kureyş’le antlaşma ve sözleşmeye girmek
isteyen girebilir.
Huzâ‘alılar
atılıp, şöyle dediler: “Biz Muhammed’in yanındayız.” Bekir oğullan da atılıp,
“Biz de Kureyş’in yanındayız” dediler.
8)
Bu yıl, yanımızdan ayrılacaksın.
Mekke’ye girmeyeceksin. Gelecek yıl, biz senden ayrılacağız. Ashabınla Mekke’ye
gireceksin. Üç gün kalacaksın. Yamnda sadece yolcu silahı, yani kınlarındaki
kılıçlar olacak, başka bir şey bulunmayacak.
9)
[Bu hediye (hedy) kurbanlıkları,
bulunduklan yerde takdim edilecek, bize (Mekke’ye) getirilmeyecektir.]
10)
...Bu antlaşmaya, Müslümanlardan
bazı kişiler ile müşriklerden bazı kişiler tanıktır: Ebû Bekr eş-Şıddîk, Ömer
b. el-Hattâb, ‘Abdurrahmân b. ‘Avf, ‘Abdullah b. Süheyl b. ‘Amr, Sa‘d b. Ebî
Vakkâs, Mahmûd b. Mesleme.[177]
a
Hudeybiye
musalahasını tarihçilerden birçoğu bir fetih olarak kabul ederler. Hatta
ez-Zuhrî şunlan söylüyor: İslâm’da ondan önce böyle bir fetih olmamıştı. Sadece
karşılaşıldıkça savaşılmıştı. Antlaşma yapılıp harp durunca insanlar birbirleriyle
görüşmüşler, tartışmışlardır. Islâm’ın kendisine anlatıldığı herkes İslâm’a
girmiş ve o iki sene zarfında daha önce Müslüman olanların sayısı kadar belki
daha çok insan Müslüman olmuştur.
İbn
Hişâm da şunlan söylemiştir: “Zuhrî’nin söylediği doğrudur. Delili ise
peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) Hudeybiye'ye bindörtyüz kişiyle
gelmişti. İki sene sonra fetih için onbin kişiyle geldi.”[178]
c)
Emân Mektupları
Emân
mektuplan da banş ve antlaşma belgeleri içerisinde değerlendirilir. Eman
mektuplan, Rasûlullah’m, kişi, cemaat, kabile veya beldeye verdiği eman
yazılandır.
Bazı
emân mektuplan çok geneldir. Mesela; Hz Peygamberin Cerbâ ve Ezruh halkına
yazdığı mektuplar böyledir;
“Esirgeyen
ve bağışlayan Allah’m adıyla
Bu
Peygamber Muhammed’den Ezruh halkına bir kitaptır. Onlar Allah’ın ve
Muhammed’in emâm ile güven içindedir. Onlara her Recep yüz vâfî dinar cizye
gerekir.
Allah
onlara nush ve ihsan ile Müslümanlar adına kefildir. Müslümanlardan onlara
tehlike karşısında sığınanın ( ağırlayacaklar). Muhammed onlara karşı harekata,
bir hadise zuhur edince çıkacaktır. O zamana kadar güven içindedirler.
Makrîzî’nin
Îmtâ‘u’l-Esmâ‘sında onlara iki mektup yazdığı belirtilir:
1-
Cerba halkına: Bu Peygamber
Muhammed Rasûlullah’tan Cerbâ halkına bir yazıdır. Onlar hem Allah ’ın, hem de
Muhammed ’in emâm ile güven içindedirler. Her Recep ayında yüz vafı dinar cizye
ödeyeceklerdir. Allah kefildir.
2-
Ezruh halkına: Esirgeyen
bağışlayan Allah’m adıyla Peygamber Muhammed
Rasûlullah_______ İtan Ezruh halkına. Onlar hem
Allah’ın hem de Muhammed’in emânı
ile
güvendedirler. Her Recep ayında yüz dinar ödeyeceklerdir. Allah onlara nush ve
ihsan ile Müslümanlar adına kefildir.[179]
Görüldüğü
üzere sadece “Allah ve Muhammed’in emâm ile güvendesiniz” diye genel bir ifade
kullanılmıştır.
Bazı
emân mektuplarında da ayrıntılar yer alır. Emânın neleri kapsadığma tek tek
işaret edilir. Mesela; Hz Peygamber’in Eyle halkı ile anlaşması böyledir:
“
Bu Allah ve AJlah‘m elçisi Peygamber Muhammed’den Yııhanna b. Ru‘b’e ve Eyle
halkına bir güven mektubudur. Karadaki kervanları ve denizdeki gemileri de
güven içindedir. Onlara ve onlarla olan Şam, Yemen, Bahreyn halklarına Allah’ın
ve Peygamber Muhammed’in zimmeti (koruma) vardır.
Onlardan
olay çıkaranın malı, canım kurtaramayacaktır; insanlardan onu alan için güzel
(ganimet) tir.Vardıkları sudan, geçmek istedikleri kara veya deniz yolundan
menedilmeleri helal değildir.
Bunû
Cüheym b. es-Salt ve Şurahbil b. Hasene Allah‘m elçisinin izni ile yazmıştır.[180]
Bu
gibi mektupların yazılma sebebi, emân istenilmesi, cizye verilmesi veya barış
ilanıdır. Yahut da buna benzer olaylardır. Emânlarda gerekli şeylerin miktarı
veya yapılması ve yapılmaması gerekenler zikredilir.[181]
Alemlere
rahmet olarak gönderilen Rasûlullah ( salla’llâhü aleyhi ve sellem )[182]
Medine ’ye hicret edip İslâm dinini bir devlet halinde yapılandırdıktan sonra,
bütün dünya insanlığına daveti ulaştırmak için henüz risâletinin başlangıcından
on sene bile geçmeden acem beldelerine, Bizans’a, Yemen’e, Habeşistan’a,
Irak‘a, Suriye’ye, Mısır ve Filistin’e kadar bütün civar beldelerine mektuplar
göndermiştir.[183]
Bunlar
Rasûlullah’m en önemli mektuplanndandır. Hatta Rasûlullah’m mektupları
denildiğinde akla ilk gelen bunlardır.
İslâm’a
davet mektuplarının çoğu hicri altmcı yılda veya ondan soma yazılıp
gönderilmiştir. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem), mektuplarla
birlikte elçiler de göndermiştir. Gönderilen elçiler şunlardır:
1)
‘Amr b. Ümeyye ed-Damrî (radiya’llâhü
anh), Habeşistan kralı Necâşî’ye[184]
2)
Dıhye b. Halîfe el-Kelbî (radiya’llâhü
anh), Kayser’e[185]
3)
‘Abdullah b. Huzâfe es-Sehmî (radiya’llâhü
anh), Kisrâ’ya[186]
4)
Hâtıb b. Ebî Beltea (radiya’llâhü
anh), İskenderiye kralı Mukavkıs’a[187]
5)
Şucâ‘ b. Vehb el-Esedî (radiya’llâhü
anh), Hâriş b. Ebî Şemir el-Ğassânî’ye[188]
6)
Salît b. ‘Amr el-‘Amirî (radiya’llâhü
anh), Yemâme reisi Hevze b. ‘Alî el-Hanefî’ye[189]
7)
el-‘Alâ’ b. el-Hadramî, Munzir b.
Sâvâ’ya[190]
Değişik
tarihlerde Hz. Peygamber tarafından diğer bazı elçiler daha gönderilmiştir ki
bunlardan bazılarım şöyle sıralamak mümkündür:
a)
‘Amr b. el-‘Âş (radiya’llâhü anh)
‘Umân idaresini elinde bulunduran iki kardeş Ceyfer ve Abd el- Cülendâ’ya
b)
Muhacir b. Ümeyye el-Mahzûmî (radiya’llâhü
anh) Himyer reisi Haris b. Abdi Külal el- Himyeri’ye
c)
‘Alî b. Ebî Tâlib, Ebû Mûsâ
el-Eş‘arî, Mu*âz b. Cebel (r. Anhüm) Yemen’ne gönderilmiştir.
Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Arap ve acem reislerine yazmış olduğu
mektuplarda veya şifahi konuşmalarında her kavme mizacına uygun şekilde hitab
ederdi. Kaba ve haşin mizaca sahip olanlara daha sert, kültür seviyesi yüksek,
daha anlayışlı ve medeni sayılabilecek toplumlara hitabı ise daha yumuşaktı.[191]
İşte
Hz. Peygamber (s.av) hal ve şartların gerektirdiği şekilde farklı üsluplarla bu
mektuplarında İslâm’a daveti konu almıştır. Yani temel fikir İslâm’a davettir.
Bunun yanında mektuplara bakıldığında ortak içerikler şöyle sıralanabilir:
1-
Mutluluk İslâm’dadır.
2-
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bütün insanlığa gönderilmiş
Allah’ın peygamberidir.
3-
İslâm’dan yüz çeviren kimse sadece kendi küfrünün günahını yüklenmez aynı
zamanda yönetimi altında bulunanların da günahı üzerine kalır. Çünkü
yönetilenler hidayet ve dalalette yönetenlere tabi olurlar. İnsanlar
krallarının dini üzeredir.
4-
Gönderilen kişinin tabiatına ve makama uygun Kur’ân’dan ayet veya ayetleri
delil getirilir.[192]İslâm’a
davetle birlikte davete icabet etmeye teşvik ve yüz çevirenlere korkutma
vardır.
Bu
ortak yönlerin yanında bazı farklılıkların da olduğu göze çarpar:
i-
Bazı mektuplar kısaca iki satır
halinde düzenlenmiştir.Tafsilata inmeden İslâm’a davet vardır. Haris b. Ebî
Şemir el-Ğassânî’ye gönderilen mektup gibi:
“Esirgeyen
bağışlayan Allah’ın adıyla
Allah’ın
elçisi Muhammed’den el-Hârişb. Ebî Şemir’e.
Hidayete
tabi olanlara ve Allah’a iman ve onu tasdik edenlere selam olsun. Ben seni tek
ve ortaksız Allah’a iman etmeye çağırıyorum ki mülkün sana kalsın.”[193]
Bazılarında
ise biraz tafsilat vardır. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’in Münzir
b. Sâvâ’ya yazdığı mektuplardan birisi böyledir:
“Esirgeyen
ve bağışlayan Allah adıyla Allah’ın elçisi Muhammed’den el-Munzir b. Sâvâ’ya
Sana
Allah’ın selamını dilerim. Kendinden başka ilah olmayan Allah’a olan hamdimi
sana iletirim.
[Mektubun
bana geldi ve ondakini duydum, (anladım). Kim namazımızı kılar] , kıblemize
döner, kestiğimizi yerse, o bizim hak ve ödevlerimize sahip müslümandır. Kim
böyle yapmazsa, mu'âfir (Yemen işi elbise) değerinde bir dinar (cizye) ödemesi
gerekir.
Allah’ın
selam ve rahmetini dilerim. Allah seni affetsin.” [194]
2-
Allah-u Teâlâ’mn “el-Melik,
el-Kuddûs, es-Selâm, el-Mü’min, el- Müheymin” gibi bazı güzel isimleri sadece
Necâşî’ye yazılan mektupta yer almıştır.
Hz.
İsa’mn tabiatının açıklanması da sadece bu mektuptadır.
“Isa
b. Meryem’in Allah’ın ruhu ve kelimesi olduğuna şehadet ederim. Allah onu
iffetli, temiz ve korunmuş Meryem’e ilka etmiş, o da böylece İsa’ya hamile
kalmıştır. Allah onu tıpkı Adem’i eli ve üflemesiyle yarattığı gibi ruhu ve
• 717
üflemesiyle
yaratmıştır.
Rasûlullah’ın
Necâşî’ye yazdığı mektup şöyledir:
“Esirgeyen
bağışlayan Allah’m adıyla.
Allah’ın
elçisi Muhammed’den Habeş hükümdarı Necâşî Asham’a Müslüman ol. [Kendinden
başka Tanrı olmayan] Allah’a olan hamdimi sana iletirim. O meliktir, kuddüstür,
selamdır, mü’mindir, müheymindir, İsa b. Meryem’in Allah’ın ruhu ve kelimesi
olduğuna şehadet ederim. Allah onu iffetli, temiz ve korunmuş Meryem’e ilka
etmiş, o da böylece İsa’ya hamile kalmıştır. Allah onu tıpkı Adem’i eli ve
üflemesiyle yarattığı gibi ruhu ve üflemesiyle yaratmıştır. Ben seni ortağı
olmayan bir Allah’a, O’na itaate devamlı olmaya, bana uymaya ve bana gelene
iman etmeye çağırıyorum. Çünkü ben Allah’m elçisiyim.
Sana
amca oğlum Ca‘fer’i ve yanında bir grup müslümanı gönderdim. Geldiklerinde
onları ağırla, ceberrutluğu bırak, ben seni ve ordunu Allah’a çağırıyorum. Ben
tebliğ etmiş ve öğütlemiş bulunuyorum. Öğüdümü kabul et. Selam hidayete tabi
olanlara.[195]
Gariptir
ki Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) Necâşî’ye gönderdiği mektupta
bunları zikrediyor. Belki de bunları Mukavkıs’a yazmasının daha uygun olması
düşünülebilirdi. Bu dini duygularım ona göndermeliydi. Çünkü o her şeyden önce
dini bir liderdi. Fakat tarihi vaka bize şunu gösteriyor: Ca'Ter b. Ebî Tâlib
ve onlarca müslüman Habeşistan’a hicret etmiş, Kureyş de arkalarından onları
Mekke’ye döndürmek, en azından Necâşî’nin kalbini kazanmalarına engel olmak
için içlerinde Amr b. el-As’m da bulunduğu bir heyet gönderdi. Bu heyet
Necâşî’nin yanında Hz.‘îsâ’yı gündeme getirdi. Müslümanlar bunda kötü bir
niyetin olduğunu anladılar ve Hz.‘îsâ’mn yaratılışının müslümanlar katındaki
yerini açıkladılar. Kureyşliler böylece şaşkına dönmüş oldu. Necâşî
müslümanlara iyi muamele etti. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) de
müslümanlann bu açıklamalarım desteklemek istediği için mektubunda aynı şeyleri
tekrar etmiştir. Rasûlullah’m isteği gerçekleşmiş ve Necâşî ona Ca‘fer b. Ebî
Tâlib’in eliyle müslüman olduğunu ilan eden bir mektup göndermiştir. O,
mektubunda ayrıca Hz.‘îsâ’mn tabiatı hakkında Hz.Peygamberin zikrettiği
hususlara iman ettiğim ifade etmiştir.[196]
3-
Yine aynı şekilde Ca‘fer b. Ebî
Tâlib ve onunla birlikte Habeşistan’a hicret edenlere Necâşî’nin iyi muamele
etmesiyle ilgili bir talep “özel bölüm” olarak sadece Necâşî’ye gönderilen
mektupta vardır.
Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) mektuplarında verdiği tarihî ve dînî
örneklerin, mektubun kendisine gönderildiği kişiyle alakalı ve ona uygun
olmasına dikkat ederdi. Hayber’e gönderdiği mektup şu şekildedir:
“Esirgeyen
bağışlayan Allah’m adıyla.
Musa’nın
ve kardeşinin dostu ve onun getirdiğinin tasdik edicisi Allah’ın elçisi
Muhammed’den.
Dikkat
edin ey Tevrat bağlıları. Allah sizin hakkınızda buyurmuştur; siz onu
kitabımzda bulacaksınız: ‘Muhammed, Allah’ın elçisidir. O’nun beraberinde
bulunanlar, inkarcılara karşı sert, birbirlerine merhametlidirler. Onları
rükuya varırken, secde ederken. Allah’tan lütuf ve hoşnutluk dilerken görürsün.
Onlar
yüzlerindeki
secde izleriyle tanınırlar. İşte bu onların Tevrat’ta anlatılan nitelikleridir.
İncil’de de şöyle nitelendirilmişlerdi: Filizini çıkarmış, onu kuvvetlendirmiş,
kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş, ekincilerin hoşuna giden ekin
gibidirler. Allah böylece bunlan çoğaltıp kuvvetlendirmekle inkarcılan
öfkelendirir. Allah inanıp yararlı işler işleyenlere bağışlama ve büyük ecir
vadetmiştir.’ [197]
Allah
aşkına, sizden önceki ecdadınızı bıldırcın eti ve kudret helvasıyla besleyen ve
denizi atalarınız için kurutup sizi Firavun ve yaptığından kurtaran aşkına bana
haber verin: Allah’ın size indirdiğinde Hz.Muhammed’e imanı buluyor musunuz?
Eğer bu kitabımzda yoksa, size hiçbir zorlama yoktur. ‘İman ile küfür kesin
olarak birbirinden aynlmıştır’ [198]
Sizi Allah’a ve Peygamberine çağınyorum.”
4-
Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi
ve sellem.) bu mektuplarının bazısında hükmedenlerin halkın sapıklığından mesul
olduğunu tekid etmiştir. Bu tekid özellikle İran Kisrâ’sma, Rum Kayser’ine ve
Mukavkıs’a gönderilen mektuplarda daha açık, daha kesin ve sert bir dille
yapılmıştır.
Bunlardan
ilk ikisi yeryüzünde geniş bir nüfuza sahip, üçüncüsünün ise Mısır Kıpti’leri
üzerinde dini bir hegemonyası vardı.
Rum
Kayser’ine gönderilen mektuptaki şu ifade bu açıdan dikkat çekicidir: . .Seni
İslâm’a çağınyorum. Müslüman ol kurtul. Müslüman ol ki Allah sana ecrini
• TlO
iki
defa versin. Yüz çevirirsen bütün halkının günahı senin boynunadır..
Kisrâ’ya
gönderilen mektupta ise: “...Seni Allah’ın davetine çağınyorum. Ben diri olanı
uyarmak ve kafirlere azabm hak olması için, Allah’m bütün insanlara
gönderdiği
elçisiyim. Müslüman ol kurtul. Kabul etmezsen Mecûsîlerin günahı 10
şenindir.”
denilmektedir.
Mukavkıs’a
gönderilen mektupta ise şöyle denilmektedir: “...Seni İslâm’a çağırıyorum,
Müslüman ol kurtul. Allah da sana ecrini iki kere versin. Eğer yüz çevirirsen
Kıpt’ın günahı şenindir.”[199]
İslâm’a
davet mektuplarının farklı tesirleri olmuştur. Mukavkıs Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem.)’ın mektubunu kabul etmiş ve o’na içlerinde Mâriye’nin de
bulunduğu dört cariyeyi hediye olarak göndermiştir. Kayser (ismi HerakPdir) de
daveti kabul edip, peygamberliği itiraf etmiştir. Ama kavminden çekindiği için
geri durmuştur. Hâriş_b. Ebî Şemir el-öassânî kendisine mektup gelince, gidip
onunla savaşacağım, demiştir. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) onun
krallığının yok olduğunu bildirmiştir. Necâşî ise Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem.)’a iman edip ona tabi olmuştur. Ca'fer b. Ebî Tâlib
vesilesiyle müslüman olmuştur. Oğlunu altmış Habeşli ile göndermiş, ama denizde
boğulmuşlardır. İran Kisrâ’sı mektubu yırtmış ve parçalamıştır. Rasûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem.) Allah da onun mülkünü parçalasın diye beddua
etmiş Allah da ona oğlunu musallat etmiş, oğlu da onu öldürmüştür.
Hevze
b. ‘Alî bir heyet göndererek Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’m
kendinden sonra işi ona vermesini ancak o zaman müslüman olacağım, yoksa gelip
savaşacağını bildirmiş. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) de “Allah’ım
sen ona yetersin” buyurmuş, fazla zaman geçmeden Hevze ölmüştür.
Munzir
b. Sâvâ ve Bahreyn halkı müslüman olmuşlardır.[200]
e)
Teşri Yazıları ve Mektupları
Kişi
veya kabilelere yönelik mektuplardır. Bu mektuplardan ibadet ve muamelat
alanında şeriatın gerekli gördüğü hususlar ve .değişik dini hükümler yer alır.
Bu mektuplar çoğu zaman dini kaideleri açıklar. Bu açıklamalar arasında zekat
önemli bir yer tutar. Çünkü zekat açıklamaya ve hesaba dayanan dini bir
ibadettir.222
Rasûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem.) Mu‘âz b. CebePe göğün ve akarsuyun suladığında
onda bir, kovayla sulananda beşte bir, büluğa eren erkek ve kadmda bir dinar
veya karşılığı Me‘âfır elbisesi (bürdesi) olduğunu, Yahudinin dininden dolayı
fitneye uğramamasını, yazdı.
Rasûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem.), Haris b. Kaboğullan’na dini bilgiler vermek,
sünnet ve dinin esaslarını öğretmek, zekatlarım toplamak üzere ‘Amr b. Hazm’ı
gönderdi. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) ‘Amr b. Hazm’a
talimatlarını ve emirlerini içeren bir mektup yazdı. Bu mektup Rasûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’m bu konuda yazdığı en kapsamlı
mektuplardandır. Mektup şöyle:
“Esirgeyen
bağışlayan Allah’ın adıyla.
1-
Bu, Allah ve Peygamber’inden bir açıklamadır. “Ey iman edenler!
Akitlere vefa gösterin.” Bu, Yemen’e gönderilen ‘Amr b. Hazm’a Allah’ın elçisi
Peygamber’in ahdidir.
2-
Ona her işinde Allah’tan
sakınmasını emretti. Şüphesiz Allah, sakınanlarla ve iyilerle beraberdir.
3-
Ona Allah’ın emrettiği gibi hakça
hükmetmesini emretti.
4-
İnsanlara iyiliği duyurmasını ve
emretmesini, Kur’ân’ı öğretmesini ve dini bilgiler vermesini, insanları
kötülüklerden alıkoymasını, herkesin Kur’ân’a yalnızca temizken dokunmasını.
5-
İnsanlara hak ve borçlarım
bildirmesini.
6-
İnsanlara hakta yumuşak,
haksızlıkta sert davranmasını çünkü Allah zulmü sevmez ve onu yasaklar, şöyle
buyurur: “Dikkat edin! Allah’ın lâneti zalimleredir.” (Hûd, 11-18)
7-
İnsanlara cenneti ve amelim
müjdelemesini, ateşten ve amelinden korkutmasını.
8-
Dini kavramaları için insanlarla
ülfet etmesini, haccın esaslarını, sünnetini, farzım ve Allah’m emrettiğini
öğretmesini. Büyük hac, büyük hacdır. Küçük hac ise, umredir.
9-
İnsanların küçük tek parça elbise
içerisinde namaz kılmalarım yasaklamasını; ancak uzun olur da iki ucunu
omuzlarına atabilecek bir elbise olursa ayn. Avret mahallim göğe dikecek bir
elbise içinde kabalan üzerinde oturup bacaklarım dikerek ellerini önden
bağlamayı yasaklamasını.
10-
Birinin başındaki saçını
ensesinde yumak yapmasını yasaklamasını.
11-
İnsanlar arasında bir tahrik
olduğunda kabile ve aşiretlere çağırmayı yasaklamasını, böylelikle davalarının
tek ve ortaksız Allah olmasını.
Kim
Allah’a çağırmaz, kabile ve aşiretlere çağırırsa, davaları tek ve ortaksız
Allah oluncaya kadar kılıçla kesilmelerim.
12-
İnsanlara abdesti güzelce
almalarını. Allah’ın emrettiği gibi yüzlerini ve dirseklere kadar ellerini,
topuklara kadar ayaklarını yıkamalarım, başlarım meshetmelerini.
13-
Namazı vaktinde kılmayı, rükûu ve
huşûu tam yapmayı, sabah namazım erken kılmayı, öğle namazım güneş meyledince
öğle sıcağında kılmayı, ikindi namazım güneş batmaya yönelmişken kılmayı, akşam
namazım gece girince ertelememeyi, yatsıyı gecenin ilk vakitlerinde kılmayı
emretti.
14-
Ezan okununca cumaya koşmayı,
gitmeden önce gusletmeyi emretti.
15-
Ganimetlerden beşte bir Allah
hakkım almayı emretti.
16-
Mü’minlere zekât hususunda farz
kılınanlar: Akardan kaynak ve göğün suladığmda onda bir, kovayla sulanandan
beşte bir.
17-
Deveden her onda iki koyun,
yirmide dört koyun.
18-
Sığırda her kırkta bir inek, her
otuzda bir tebî (bir yaşmda) ceza’ veya ceza’a (iki yaşma girmiş erkek yada
dişi dana).
19-
Sâime koyunda her kırkta bir
koyun.
20-
Bunlar Allah’ın zekat konusunda
mü’minlere farz kıldığı zorunlu miktarlardır. Kim iyilik için daha fazla
öderse, onun hayrınadır.
21-
Yahudi ve Hıristiyanken
kendiliğinden samimi bir şekilde müslüman olan ve İslâm dinini benimseyen,
mü’minlerden olur. Kim Hıristiyan ve Yahudi olarak kalırsa, dininden zorla
döndürülmez. Her bülûğa erene (cizye olarak) -erkek olsun, kadın olsun, hür
olsun, köle olsun- bir vâfî dinar veya karşılığı elbise vardır.
22-
Kim bunu yerine getirirse, ona
Allah’ın ve Peygamber’inin zimmeti vardır, kim kaçınırsa, o Allah’ın,
Peygamber’inin ve bütün mü’minlerin düşmanıdır.”[201]
Çoğunluğu
İslâmî farzlara ve inanca ilişkin zikrettiğimiz mektuplardan daha az kapsamlı
ve daha veciz başka mektuplar da vardır.
Bu
mektupların yazılış amacı müslümanlara dini işleri öğretmek ve hükümdarları,
amilleri, komutanları Allah’ın şeriatına göre hareket etmelerini sağlamaktır.[202]
f)
İkta‘ ve Ganimet Mektupları
Sözlükte
“kesmek, ayırmak” anlamındaki kat‘ kökünden türetilen ikta‘ kelimesi, terim
olarak, devlet başkam veya onun adına yetki kullanan merci tarafından,
özellikle arazi gibi taşınmaz mallarla maden ocağı ve benzeri tabii kaynakların
mülkiyet (temlik), işletme (ifrak) yahut faydalanma (intifa, istiğlal) hak veya
imtiyazlarının ya da bir bölgenin vergi gelirlerinin uygun gördüğü kimselere
tahsisini ifade eder. Kendisine ikta‘ verilen kimseye ikta‘î, iktadar, mukta‘
leh (mukta‘) denir; mukta‘ aynı zamanda ikta‘ edilen şey demektir. [203]
Hz.
Peygamber çok sayıda kişiye değişik mülahazalarla ikta‘ vermiştir. Bu ikta‘lann
büyük bir kısmı müslüman olmaları istenen kişilerin kalplerini İslâm’a
ısındırmak, bir kısmı da toprakların daha verimli hale getirilmesini sağlamak
amacıyla yapılmıştır. Rasul-i Ekrem’in yaygm biçimde arazi ikta‘ ettiği dönem
hicretin dokuzuncu yılma rastlayan “elçiler yılı” dır. Başka devletlerden ve
kabilelerden gelen elçiler Hz.Peygamberden bölgedeki bazı yerlerin kendilerine
verilmesini istemişler. Rasûlullah da bu insanları İslâm’a yaklaştırmak için
istedikleri
arazileri cömertçe vermiştir.[204]
Çünkü Rasûlullah insanların en cömertiydi. Câbir b. ‘Abdullah’dan şöyle rivayet
ediliyor:
“Hayatımda,
kendisinden istenen bir şey için hayır (veremem) dememiştir.”
Enes
b. Sehl b. Sa‘d (R.Anhum) dan da aym şey rivayet edilmiştir. İbn ‘ Abbâs’ın
rivayeti de şöyledir:
“Peygamber
(salla’llâhü aleyhi ve sellem.) iyilik yapma yönünden insanların en cömert
olanıydı. En çok cömert olduğu zaman Ramazan ayı idi. Cebrail’le buluştuğu
zaman Saba rüzgarından daha cömert olurdu.”
Enes (radiya’llâhü
anh) dan da şöyle rivayet edilmiştir:
“Bir
adam kendisinden mal istedi. Ona iki dağ arasım dolduracak kadar koyun verdi.
Adam memleketine dönünce: Gidin sizde müslüman olun, çünkü Muhammed
fakirlikten endişe duymayan bir adam gibi veriyor dedi.”
Bir
çok kimseye yüz deve vermiştir. Safvân’a yüz deve verdi. Sonra bir yüz daha,
sonra bir yüz daha verdi.
Henüz
peygamber olarak gönderilmeden önce de durumu aym idi. Varaka b. Nevfel ona
şöyle dedi: Zayıfa yardım edersin, yoksulun elinden tutarsın. Havazin’den altı
bin civarında olan esirlerini geri vermiştir.[205]
Rasûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem.) kalbini İslâm’a ısındırmak, müslümanlarm
maslahatı için gücü ve nüfuzundan faydalanmak üzere Müccâ'a b. Mürare’ye bazı
arazileri ikta‘ etmiştir. Kendisine bir ikta‘ mektubu (yazısı) vermiştir:
“Esirgeyen
bağışlayan Allah’m adıyla
Bu
Muhammed Rasûlullah’ın Müccâ‘a b. Mürâre’ye gönderdiği yazıdır. Gûra’yı
Gurâbe’yi ve Hubelı sana ikta‘ ettim. Kim sana karşı çıkarsa, bana karşı çıkmış
olur.”[206]
Rasûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem.), yaşam ve yerleşim ihtiyaçlarına binaen
Medine’de bazı yerleri muhacirlere ikta4 etmiştir. Muhacirlerden
çoğunun Medine’de evleri yoktu. Her ne kadar Ensar onlara yardım etmiş ise de
bu geçici bir çözüm olmuştur. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)
Ensar’m da rızasını alarak Medine içinde bazı yerleşim yerlerini muhacirlere
vermiş onlar da o yerlere evlerini yapmışlardır.
Tarihi
rivayetlerden verilen yerlerin mülk arazisi olmadığı anlaşılmaktadır.
Yahudi
kabileleri birer birer Medine’den sürgün edilince onların yerleri müslümanlara
ikta‘ olarak verilmiştir.[207]
Rasûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’ın daha önce zikri geçen Dârîlere verdiği
araziler bir topluluğa verilen ikta‘ örneğini teşkil eder.[208]
Rasûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’ın diğer ikta‘ şekilleri de şöyledir:
Bilal
b. el-Hâriş el-Mtizeni’ye el-Fur‘ bölgesindeki el-Kabeliyye madenlerini ikta‘
etmesi. Burası Medine’den Mekke cihetine uzanan, uçlan deniz kıyılarına uzanan
topraklardır.
“Esirgeyen
bağışlayan Allah’m adıyla
Bu,
Muhammed Rasûlullah’m Bilal b. Haris el-Müzeni’ye verdiği (ikta‘) yazı (sı)
dır:
Toprak
üstündeki ve altındaki Kabeliyye madenlerini ve Kades’in tarıma elverişli
topraklarım (ikta‘) olarak vermiştir. Hiçbir müslümamn hakkını ona vermemiştir.
Ubey b.
Ka‘b yazdı.[209]
Yezîd
b. el-Muhaccel el-Hârisî ve hicretin onuncu yıllannm sonlarında İslâm’a giren
kavmine ikta‘sı:
“Yezid
b. el-Muhaccel el-Harisi’ye:
Nemîra
ve küçük ırmakları, ormandaki rahman vadisi onlarındır. Bu vadi, Malikoğullan
kavminin ve neslinindir. Onlarla savaşılmaz, askerlik yükümlülüğü yoktur.
Muğire
b. Şu‘be yazdı.”[210]
Rasûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’m Zubeyr b. Avvam’a ikta‘ vazılanndan birisi
şöyledir:
“Esirgeyen
bağışlayan Allah’m adıyla
Bu,
Muhammed Rasûlullah’m ez-Zubeyr’e verdiği (ikta‘) yazı(sı)dır:
Yukansıyla
aşağısıyla, Mûri‘u’l-Karye, Mûkid ve el-Melhame arazisindeki Sevank’ı ona
(ikta‘) vermiştir. Bu konuda kimse ona karşı çıkamaz.”
‘Avsece
b. Harmele el-Cühenî’ye ikta‘ yazısı:
“Esirgeyen
bağışlayan Allah’m adıyla
Bu
Rasulün Zü’l-Merve’den ‘Avsece b. Harmele el-Cilhenî’ye verdiği yazıdır:
Ona
Belkeşe, el-Maşna‘, el-Cefelat ve kıble dağı Cedd arasındaki yeri vermiştir. Bu
konuda kimse ona karışamaz. Ona karşı çıkanın hakkı yoktur, ‘Avsece’nin hakkı
ise sabittir.”[211]
Rasûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’ın verdiği bütün bu iktaiar onun yazılarıyla
sabittir. İster bina ve yerleşim için olsun, isterse ziraat için verilenler
genelde topraktır. Biz bu konuda mevcut vesikaların üzerinde uzunca
durmayacağız. Zikredilen misaller ikta‘lar hakkında bir fikir vereceği
kanaatindeyiz.
Ganimet
kelimesi sözlükte “bir şeyi zorluk çekmeden elde etmek” demektir. İslâm
hukukunda, “müslümanlann savaş yoluyla gayri müslimlerden ele geçirdikleri
esirler ve her türlü mal” şeklinde tanımlanmakla birlikte ganimeti savaşta
düşman askerlerinden elde edilen menkul mallara hasreden veya kısmen farklı
şekilde tarif eden fakihler de vardır.[212]'
Fey
ve ganimet mallan, müşriklerden elde edilen veya alınmasına müşriklerin sebep
olduğu mallardır.[213]
Rasûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’m ganimet yazılan ganimet ve feyden bazı
kişilerin belirli haklanna işaret eder.
Hayber
buğdaymm bölüşüm yazışım buna örnek olarak verebiliriz:
“Esirgeyen
bağışlayan Allah’m adıyla
Muhammed Rasûlullah’m Hayber buğdayından hanımlarına
verildiğinin belirtilmesi: i
Onlara
yüz seksen vesk verildi. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’ın kızı
Fatıma'ya seksen beş vesk, Usâmeb. Zeyd’e kırk vesk, Mikdâdb. el-Esved’e on beş
vesk, Ummu Rumeyse’ye de beş vesk verildi.
Bu
bölüşmeye Osman b. ‘Afvân ve ‘Abbâs tamk oldu. ‘Abbâs yazdı.”[214]
Hayber
mallanmn taksimi de böyledir. Bu yazıda özel olarak her şahsın bire bir hissesi
belirtilmiştir:
“Ebû
Bekr’e yüz vesk, Akîl b. Ebî Talib’e yüz kırk” gibi. Yazıda kırktan fazla
kişinin hissesi belirlenmiştir. Bunlar arasında belirli sayıda kadın da vardır,
yazıda aynı zamanda Ca‘fer b. Ebî Tâlib’in ve ‘Ubeyde b. el-Hâriş’in
oğullarının hisseleride zikredilir.[215]
Rasûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’m ‘Uraydoğullan Yahudilerine verdiği yazıda
bunlara ilave edilebilir.
“Esirgeyen
bağışlayan Allah’m adıyla
Bu
Muhammed Rasullullah’dan ‘Uraydoğullanna yiyimlik yazısıdır: Her hasatta on
vesk buğday, on vesk arpa, elli vesk hırana. Her yıl tam hasat döneminde haklan
verilecektir, hiç haksızlığa uğramayacaklardır.[216]
g)
Devîet Yönetimiyle İlgili
Mektuplar
Bu
tür yazılar, savaş ve banş hallerinde devlet yönetimi ile alakalıdır. Bunlardan
bazılannı “tevliye ve tensib” diye isimlendirmemiz mümkündür. Bu yazılar vali,
harp emiri, elçi veya vergi tahsildarı gibi belli bir kişinin belli bir görevle
vazifelendirildiği yazılardır.
Rasûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’ın Rifa‘a b. Zeyd el-Cüzâmî’ye verdiği yazı
“Tevliye” ye örnektir.
Bu
zat hicri altıncı yılın sonlarında Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’a
gelmiş ve müslüman olmuş. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) ona şu
şekilde bir yazı vermiştir:
“Esirgeyen
bağışlayan Allah’m adıyla
Bu,
Muhammed Rasûlullah’tan Rifa‘a b. Zeyd’e bir yazısıdır. Onu bütün kavmine ve
onlara bağlı olanlara, Allah’a ve peygamberine çağırmak üzere gönderdim.
Onlardan bu çağrıya uyanlar hem Allah’ın hem de peygamberinin hizbindedir.
(korumasmdadır) Kim bu çağrıdan yüz çevirirse iki ay (eman) süresi vardır.”[217]
İçinde
tahditler, idari işler ihtiva eden yazılar da bu nevidendir. Bu yazılar haklan
ve görevleri belirler ki istihdam ve kullanımda bir kanşıklığa ve müdaheleye yol
açılmasın. Ukeydir’e verilen mektup bu şekildedir:
“Esirgeyen
bağışlayan Allah’m adıyla
Muhammed
Rasûlullah’dan Dûmetu’l-Cendel ve çevresi hakkında Allah’ın kılıcı Hâlid b.
el-Velîd’in huzurunda İslâm’ın kabul ettiği, yalancı tannlardan (endad) ve putlardan
vazgeçtiği sırada (vazgeçmesi üzerine) Ukeydir’e:
Çorak,
etrafı çevrilmemiş, ekilmemiş ve ihmal edilmiş kıraç topraklar, zırhlar,
silahlar, tırnaklı hayvanlar ile kaleler (hisarlar) bizimdir. Çitle çevrilmiş
hurma bahçeleri ve tarım yapılan topraklardaki sular sizindir. Hayvanlarınız
otlaklardan alıkonmayacaktır. Vergi hesabında küsurat dikkate alınmayacaktır.
Otlaklar size yasaklanmayacaktır. Namazı zamanında kılacaksınız, zekatı
gerektiği gibi ödeyeceksiniz. İşte bu durumda Allah’ın söz ve mîsakmda (korumasında)
olacaksınız. Buna karşılık size sadakat ve vefa vardır.
Buna,
Allah ve hazır bulunan müslümanlar tanıkdır.”[218]
Bazen
bu tür yazılar belli bir meseleyi tanzim ve bazı kurallar belirler nitelikte
olur ve uymayanlara kanuni cezalar koyar. Mesela Sakifteki müslümanlara
Rasûlullah
(salla’llâhü
aleyhi ve sellem.)’m mektubu böyledir:
“Esirgeyen
bağışlayan Allah’ın adıyla
[Bu]
Allah’ın elçisi Muhammed’ten mü’minlere [bir kitaptır]
Vecc
vadisinin yabani otlan [ağaçlan] ve avı yasaktır. Avı öldürülmez. Kimin bunu
yaptığı görülürse, sopa cezasına çarptınlır ve elbisesi çıkanlır (topluma
teşhir edilir). Herhangi biri bunda aşın giderse, yakalanır ve peygamber
Muhammed’e gönderilir. Bu peygamber Muhammed’tendir. Hâlid b. Sa‘îd Rasûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’ın eniriyle yazmıştır. Kimse Muhammed’in
emirlerini çiğneyip de kendisine zulmetmesin.”[219]
Hz.
Peygamberin azadlısı Ebû Dumeyra’ya mektubu da bu kabildendir.
Rasûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem.) Ummu Dumeyra’ya uğradı ki, o ağlıyordu. Bunun üzerine
Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) niye ağlıyorsun, aç mısın? Açık
mısın? O şöyle dedi: Allah’ın Rasulü! Oğlumdan ayn kaldım. Bunun üzerine
Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) şöyle buyurdu: “Biz anayla oğulu
birbirinden ayırmayız. Sonra adam gönderip onu getirdi. Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem.)’m şu yazısı onlarla ilgilidir:
“Esirgeyen
bağışlayan Allah’ın adıyla
Bu,
Allah’ın elçisi Muhammed’den Ebû Dumeyra ve ehl-i Beyt’ine bir yazıdır.
Allah’ın elçisi onlan azad etmiştir. Onlar bir Arap ailesidir. İsterlerse
Allah’m elçisinin yanında otururlar, isterlerse kavimlerine dönerler. Onlardan
ancak haklı olarak yüz çevrilir. Onlarla karşılaşan müslümanlar onlara iyi
davransın. Selam. Ubey b. Ka‘b yazmıştır.”[220]
Buradaki
umûmî kaide “ana ile oğul aynlmaz” sözüdür.
Daha
önce ifade edildiği gibi teşrî‘î yazılar, çoğunlukla dini farzlar ve İslâmî
rükünler özellikle de zekata ilişkindir. Nitekim bunlar çok daha uzun ve
tafsilatlıdır. İdari yazılara gelince sınırlı bir meseleyi yakîn bir veçhile
tanzim eder.
Netice
itibariyle teşrî‘ yazılarında yönetim ve tanzim bulunabilir. Aynı şekilde
yönetim ve tanzim yazılan da aslında teşrî‘ yazılandır. Yukarıda yapılan taksim
mutlak değil çoğunluk itibariyledir.[221]
h)
Keşif ve Casusluk Mektuplan
Arapça
“cess” kökünden “gözetleyen, araştıran” manasında isim olan “casus” kelimesi,
“düşmanın sırlarını araştmp, bilgi sızdıran, düşman içinde çeşitli yıkıcı
faaliyetlerde bulunan kişi” anlamına gelmektedir. Bu faaliyet sırasında göz
önemli bir fonksiyon icra ettiğinden arapçada casusa “göz” anlamına gelen “ayn”
adı da verilmiştir.[222]
Hz.
Peygamber İslâm devletinin başkam olarak banş ve savaş halinde üstünlük
sağlamak amacıyla düşmanın siyasi, askeri ve iktisadi faaliyetlerine dair
istihbarat çalışmalarına büyük önem vermiştir. Bedir savaşma başlamadan önce
Kureyş ordusuyla ilgili araştırmalara bizzat katıldığı gibi önemli savaşların
hemen hepsinde düşman hakkında bilgi toplayacak gözcüler göndermiş ve düşman
ülkesinde yaşayarak merkeze bilgi aktaran casuslar görevlendirmiştir.
Görevlendirilen
bu casusların bir kısmı günümüz tabiriyle “büyükelçi” vazifesi görmektedir.
Günümüzün elçilik anlayışına gelince, bunlar ülkeler arasındaki siyasi,
iktisadi ve içtimai hususlarda iki ülkeyi ilgilendiren meseleleri görüşmek, icabında
karara bağlamakla görevlidirler. Yetki sımnnı aşan meselelerde ülkelerini
haberdar ederler.
Ancak
elçiler, geçici bir süre için bulundukları ülkede genellikle daima bir casus
gibi şüphe ile karşılanırlar.[223]
‘Abbâs
b. ‘Abdulmuttalib ifade edilen hususta önemli bir rol üstlenmiştir. Onun hicret
etmeyip Mekke’de kalmasının müslümanlara çok büyük faydası olmuştur.
Kureyş
Uhud savaşı için harekete geçtiği zaman ‘Abbâs b. Muttalib Rasûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’e durumu bildiren bir mektup yazdı. Şöyle ki:
“Sana
geldiklerinde yapmak istediğini yap. Onlardan önce hazırlığım tamamla.”
Ğıfaroğullanndan
tuttuğu bir adamla mektubu gönderdi. (Yakubi’nin rivayetinde
Cüheyneoğullanndan) öıfarlı adam, Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’e
Küba’da iken yetişti, ‘Abbâs’m mektubunu ona verince Ubey b. Ka‘b okudu.
Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) mektubun içeriğini gizli tuttu.[224]
Mektup
sadece iki satırdan oluşuyor:
“Sana
geldiklerinde yapmak istediğini yap, onlardan önce hazırlığım tamamla.”
Bu
şekliyle mektup Kureyş’in Medine’ye savaş açma durumlarında belirli talimatları
ihtiva eden tarihin bize ulaştırmadığı Hz. Peygamber’in emrinin yer aldığı
mektubuna cevap olduğu izlenimini vermektedir. Yani daha önce Rasûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem.) tarafından yazılmış bir mektuba cevaptır. Veya
en azından içeriği tarihen nakledilmemiş Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem.)’in Hz. ‘Abbâs’a sözlü bir mektubuna cevaptır.[225]
‘Abdullah
b. Cahş’m Kııreyşi gözetleme hadisesi de istihbarat faaliyetlerinden
sayılır.
Rasûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem.) ‘Abdullah b. Cahş’ı gönderdi ve ona bir mektup
yazdı. İki gün gidene dek mektuba bakmamasını, sonra okumasını, emrettiğini
yapmasını ve arkadaşlarından kimseyi zorlamamasını emretti. Mektupta şunlar
yazılıydı:
“Bu
mektuba bakınca Mekke ile Taif arasındaki Nahle’de konaklayıncaya kadar yoluna
devam et. Orada Kureyş’i gözet. Onların haberlerini bizim için öğren.”252
Anlıyoruz
ki mevcut mektuplar içinde en az olanı, casusluk mektuplarıdır. Belki de Hz.
Peygamber zamanında en az varit olan mektuplar, bunlardır.253
ı) Özel
Mektuplar
Özel
mektuplar, iki kişi arasındaki mevzuları içerir. Bunlar devlet yönetimi ve
savaş-banş konularındaki mektuplardan ayrıdır.
Mektuplar
eğer kişisel konular hakkında olursa özel veya kişisel olur. Velev ki iki
tarafı veya tarafları başkan, komutan ve vezir gibi genel şahsiyetler olsun.
Çünkü onların hepsinin şahsi yönleri ve diğer insanlar gibi özel hayatları
vardır.
Rasûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’m Mu‘âz b. Cebel’e yazdığı taziye mektubu bu
konuda önemli bir misal teşkil eder:
“Esirgeyen
bağışlayan Allah’ın adıyla
Muhammed
Rasûlullah’tan Mu‘âz b. Cebel’e
Sana
esenlik dilerim. Kendinden başka ilah olmayan Allah’a hamdimi bildiririm.
Başın
sağ olsun, Allah sabır versin. Allah, bize ve sana şükür ihsan etsin.
Nefislerimiz, ailemiz, mallarımız ve çocuklarımız, Allah’m güzel
nimetlerindendir, bize bırakılan emanetlerdir, bize onları belli bir döneme dek
verir, belli bir süre sonra alır.
Sonra,
verince şükrü, sınayınca sabrı farz kılar. Oğlun, Allah’ın güzel nimetlerinden,
sana verdiği emanetlerindendir, seni onunla sevindirdi, büyük bir ecirle onu
senden aldı. Sabredersen ve dayanırsan, sana salat, rahmet ve hidayet vardır.
Sende iki haslet bulunmasın, ey Mu‘âz. Senin ecrini boşa çıkarır da kaçırdığın
fırsata pişman olursun. Musibetinden dolayı dünyada karşılık görürsen,
musibetin sevabı sağlamakta ve yetersiz kaldığını öğrenirsin. Yüce Allah’tan
vadedileni alırsın. Üzüntün, başma geleni gidersin. Vesselam.”254
Ganim
Cevâd, bu mektup hususunda şüphesi olduğunu şu sözüyle ifade eder: “Tarihi ve
ilmi araştırmalar mektubun peygambere nispetinin sahih olmadığını ortaya
koyuyor.” Fakat bu konuda kendisi herhangi bir delil göstermiyor, sadece
tarihçilerin Mu‘âz b. Cebel’in oğlu hakkındaki ihtilafları, Mu‘âz’ın başka oğlu
olup olmadığım, yaygın kanaate göre bir oğlu olduğunu, oğlunun da Şam’da
Hz.ömer’in hilafeti zamanında taundan öldüğünü, gündeme getirir.
Hz.Mu‘âz
b. Cebel’in oğlu Abdurrahman hakkındaki velev ki Hz.Ömer döneminde Şam’da vefat
etsin, tarihçilerin ihtilafı Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’ın
Mu‘âz’a Abdurrahman’dan başka bir oğlu hakkında taziye mektubu göndermiş
olmasına mani değildir. Çünkü mektubunda kendisi hakkında taziyede bulunulan oğlun
ismine işaret edilmiyor.
Bazı
araştırmacılar da mezkur mektup hakkında şüphe içindedirler. Çünkü peygamberin
mektuplarında bu türe nispet edilen başka bir vesika mevcut değildir. Fakat
bundan başka böyle bir mektubun olmaması bu mektubun şüphe ile karşılanmasını
gerektirmez. İnsan olan peygamberin yüce bir sahabîye taziyede bulunmasında
hiçbir garabet yoktur.255
j)
Cevaben Yazılan Mektuplar
Bu
mektuplar başlangıçta belirli bir maksada binaen yazılmamıştır. Rasûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’a gelen mektuplara cevap niteliğindedir.
Konulan da gelen mektuplarla irtibatlıdır.
Rasûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem.), kendisine gönderilen mektuplara cevap vermeye
gayret ederdi. Yalancı peygamber olan Müseylime’nin mektubuna bile cevap
yazmıştır.
“Esirgeyen
bağışlayan Allah’ın adıyla
Peygamber
Muhammed’den Müseylimetü’l-Kezzab’a
Selam
hidayete tabi olanlara olsun. Yeryüzü Allah’ındır. Onu kullarından dilediğine
miras bırakır. İyi akıbet Allah’tan sakınanlaradır. Ubey b. Ka‘b yazmıştır.”256
Hz.Peygamber
Hâlid b. Velîd’e de bir cevabî mektup yazmıştır. Hâlid (radiya’llâhü anh)
peygamberimize Benî Haris b. Ka‘b’ın müslüman olduklarım haber veren ve ne
yapması gerektiğini soran Hz. Peygambere bir mektup göndermişti.
Peygamberimizin cevabi mektubu şöyledir:
“Esirgeyen
bağışlayan Allah’m adıyla
Allah’ın
elçisi Muhammed’den Hâlid b. Velîd’e. Selam sana. Kendinden başka ilah olmayan
Allah’a hamdimi sana iletirim. Mektubun elçinle birlikte bana geldi. el-Haris
b. Kaaboğullarının onlarla savaşmadan önce müslüman olduklarını, İslâm’a
davetime icabet ettiklerini, Allah’tan başka ilah olmadığına, Muhammed’in onun
kulu ve elçisi olduğuna şehadet ettiklerini, Allah’ın hidayetiyle onlan doğru
yola eriştirdiğini bana bildiriyor. Onları müjdele ve korkut. Dön ve seninle
birlikte elçileri (kurulları) gelsin.
Allah’ın
selamı rahmet ve bereketi sana olsun.”257
Mektupların
ulaşması uzun sürdüğü için peygamberimiz mektubunda Halid (radiya’llâhü anh)’m
mektubunun içeriğini hatırlatmak bakımından tekrar ettiğini anlıyoruz. Zira
Hârisoğullan Necrân’da ikamet ediyorlardı.
Peygamberimiz
bazen de cevaba cevap yazmıştır. Mesela Bahreyn kralı Münzir b. Sâva’ya İslâm’a
davet için yazdığı mektuba Münzir cevap yazmıştı. Peygamberimiz de bu cevaba
cevap yazmıştır.
6- Hz. Peygamberin mektuplarının Nasıl Tespit Edildiği ve Dilde
Şahit Olarak Kullanılması
Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) tarafından gönderilen her bir
mektupla ilgili durum ve şartlar birbirinden çok farklı idi. Hz. Peygamberin
yüzlerce mektubu bize kadar vakanüvist vesair müellifler tarafından muhafaza
edilmiştir. Ancak bunlardan elimizde sadece altı
'ys o
orijinal
bulunmaktadır.
Hangi
maksatla olursa olsun, Hazreti Peygamber tarafından yazılan veya yazdırılan bir
vesikayı, hadisin kapsamı içerisinde mütalâa etmek kadar tabii bir şey olmaması
gerekir. Nasıl ki huzurunda işlenen bir fiil veya söylenen bir söz, onun
tarafından tasvip gördüğü müddetçe takriri sünnetten sayılmış ve hadis olarak
rivayet edilmiştir, onun imzasını taşıyan bir mektubu da, yazılı bir hadis
vesikası olarak kabul etmemek için hiçbir sebep yoktur.[226]
Öyleyse,
Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in mektuplarının dilde şahid olarak
kullanılması, hadisle istişhad gibidir. Bu açıdan şimdi hadisle istişhad
üzerinde duracağız.
Alimler,
rivayet edilen hadisin dil ve nahiv kaidelerini ispatta kabul edilip
edilmeyeceği hususunda ihtilaf etmişlerdir.
Bu
hususta üç görüş ortaya çıkmıştır.
1)
Hadisle istişhada mutlak şekilde
cevaz vermeyenler. Bunların başında Ebû Havyan el-Endelusî (öl: 745/1344),
hocası ibn ez-Zai‘ diye meşhur olan Ebu’l-Hasen Ali b. Muhammed el-İşbili (öl:
680/1281), İbn Haruf (öl: 609/1212) ve benzeri nahivciler gelmektedir.
2)
Her türlü hadisle istişhada cevaz
verenler. Bunların başında “Elfıye” müellifi İbn Malik (öl: 672/1275) ile
“Muğni’l-Lebib” müellifi İbn Hişam (öl: 761/1360) gelmektedir.
3)
Orta bir yol tutarak bazı
şartların mevcudiyeti halinde bir kısmı hadislerle istişhada cevaz verenler.
Bunların başmda eş-Şâtibî (öl:790/1388) ile es-Suyûtî (öl: 911/1505)
gelmektedir.[227]
Hadisle
istişhadı kabul etmeyenlerin ileri sürdükleri en kuvvetli delil, bütün bu
rivayetlerin Arabm en fasihi olduğunda şüphe edilmeyen Hz. Peygamber’in lafzı
olduğuna güvenmemeleridir. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’ın sözü
olduğuna güvenmedikleri için bu rivayetleri terk etmişlerdir. Şayet güvenmiş
olsalardı külli kaidelerin ispatında bunlar Kur’ân gibi değerlendirilirdi.[228]
Bu
güvensizliğin iki sebebi vardır.
a)
Râvîler hadislerin lafızlarına
bağlı kalmadan manalarının aktarılmasına cevaz vermişlerdir. Bu da Hz.
Peygamber zamanında meydana gelen bir hadisenin farklı lafız ve ifadelerle
aktarılmasına sebep olmuştur. Mesela aym nikah olayı ile ilgili şu hadisi ele
alalım.
"Ezberlemiş
olduğun Kur’ân ayetleri karşılığında bu hanımı sana nikahladım.” Anlamındaki bu
hadis, yukarıda görüldüğü üzere dört ayrı lafız ve ifade şekliyle bize intikal
etmiştir. Kesin olarak biliyoruz ki, Hz. Peygamber bu lafızların hepsini
kullanmamıştır. Hatta bunlardan herhangi birini kullandığım bile iddia
edemeyiz. Belki de bunların benzeri başka bir ifade kullanmıştır da râvîler o
cümleden kastedilen manayı bu lafızlarla ifade etmişlerdir. Çünkü istenilen,
mananın naklidir. Buna ilaveten, râvîler hafızalarına güvenerek hadisleri
yazmayıp manalarını zihinlerinde
tutuyorlardı. Zaten özellikle uzun hadisleri sadece bir defa duymakla
lafızlarıyla ezberlemeleri çok uzak bir ihtimaldir.[229]
b)
Rivayet edilen hadislerde bir çok
lahin (dil hatası) mevcuttur. Çünkü râvîlerin çoğu Arab değillerdi. Arapçayı
ancak nahiv ilmi aracılığıyla öğrenmişlerdi. Sözlerinde arapçaya uymayan bir
takım hatalı ifadeler meydana geliyor, onlar bunu bilmiyorlardı.[230]
Hadisle
istişhada mutlak şekilde cevaz verenlerin görüş ve delilleri:
1)
Hz. Peygamberin dil ve lehçe
bakımından Arapların en fasihi olduğunda icma vardır. Nitekim ibn Hazm hadisle
istişhada cevaz vermeyenleri tenkid ederek şöyle der: “Hz. Muhammed yüce Allah
kendisini peygamberlikle şereflendirmeden önce Mekke’de geçirdiği günlerde
kavminin dilini en iyi bilen ve en fasih konuşandı. Yüce Allah’ın ona
peygamberlik verip kendisiyle kullan arasında elçi seçmesinden sonraki durumunu
artık siz takdir edin.”
2)
Hadis rivayetlerindeki senetler
şiir rivayetlerindeki senetlerden daha sıhhatli ve daha itimada şayandır.
Aslında hadisle istişhada karşı çıkanlar da Hz. Peygamberin Arapların en fasihi
olduğunu, hadis senetlerinin de şiir senetlerinden daha sıhhatli olduğunu
itiraf ediyorlar. Onlann itiraz ettikleri husus hadislerin lafızlanyla değil,
manalanyla rivayet edilmiş olabileceği ihtimalidir. Arap şiirinde ve nesrinde
hüküm lafızlar üzerine bina edildiği için râvîler lafızlanyla rivayete
ehemmiyet vermişlerdir, diyorlar.
Hadis
rivayetlerinde asıl olan, hadislerin işitildiği şekilde aym lafızlarla
nakledilmesidir. İlim adamlan da bu mevzu üzerinde titizlikle durmuşlar, hadis
lafızlarının zaptı ve nakli hususunda azami derecede dikkatli davranılmasını
ısrarla istemişlerdir. Böylece hadislerin lafızlarıyla rivayet edildiği
hususunda zannı galip husule gelmektedir. Bu da lügat müfredatının ve nahiv
kaidelerinin takriri ve ispatı için yeterlidir.[231]
Hadisle
istişhada karşı çıkanların, hadislerin lafızlarıyla değil, manalarıyla
nakledildiği şeklindeki iddialarına şöyle cevap veriliyor:
Mana
ile rivayeti caiz görenler, bunu bir takım şartlara bağlamışlardır.
a)
Râvînin, sarf ve nahiv ilmini iyi
bilmesi.
b)
Hadisin manasına kelimeler
arasındaki ince farklara, hadiste gözetilen maksada tam manasıyla aşina olması.[232]
c)
Hz. Peygamber hiç lahin (dil
hatası) yapmadığı için de lahin yapmadan hadisi rivayet etmeye muktedir olması.[233]
Mana
ile rivayete cevaz veren alimler dahi hadiste asıl olan lafzıyla rivayet
edilmesi prensibini kabul ediyorlar. Mana ile rivayeti sadece zaruret halinde
başvurulacak bir ruhsat olarak görüyorlar. Diğer taraftan, mana ile nakle izin
verenler ancak tedvin edilmemiş, yazılmamış hadisler için bu ruhsatı vermişlerdir.
Yazılmış olan hadislerin lafızlarından hiçbir şekilde değişiklik yapmak caiz
değildir. Hadislerin büyük bir kısmının toplanıp kitap haline getirilmesi ise
dilin bozulmasından önce ilk devirlerde vuku bulmuştur. Tedvin edilen bu
hadisler arasında mana ile nakledilen hadisler bulunsa bile, bunu yapan
râvîlerin sözleri de dilde delil kabul edildiği için hiçbir mahzuru yoktur.
Zira yapılan şey, fasih bir sözün başka fasih bir sözle değiştirilmesinden
ibarettir. Ancak her ne şekilde olursa olsun, hadisler bir defa yazıldıktan
sonra artık bir daha değiştirilmesi söz konusu değildir.
3)
Hadisle istişhada karşı olanların
ileri sürdükleri, bir çok hadiste dil hatası vuku bulmuştur, şeklindeki
iddialarına ise şöyle cevap verilmektedir:
Dil
hatası olduğu söylenen bir hadisin dil ve gramer açısından izah şekilleri
tespit edilmiş, hatalı olmadıkları başka şahitlerle ispat edilmiştir.
Ayrıca
bazı hadislerde yaygın olan gramer kaidelerine muvafık olmayan lafızlar bulunsa
bile bu, bütün hadislerle istişhadı terk etmeyi gerektirmez. Bunu sadece o
hadisin râvîsinin dil zaafına hamletmek lazımdır. Bazı hadislerde hata ve
tashif vuku bulmasına karşılık, şiirlerde de dil hataları ve tashifler vuku
bulmuştur.
4)
Eski dilcilerin hadisle istişhad
etmemiş olmasına gelince, eski dilciler sadece nahivle ilgili eserlerinde
hadisle istişhad etmemişlerdir. Bunu o devirde hadis mecmualarının yeteri kadar
intişar etmemiş olmasına bağlamak mümkündür. Bu durum onların hadisle istişhada
cevaz vermedikleri manasına gelmez.
Ayrıca
eski dilciler yazmış oldukları lügat kitaplarında Arapça k elimelerin ispatı
hususunda hadis lafızlarından bol miktarda istifade etmişlerdir.
5)
Hadis râvîleri içinde Arap asıllı
olmayan bir çok râvînin bulunduğu, şeklindeki itiraza da şöyle cevap verirler:
Şiir
ve nesir râvîleri içinde de bir çok Arap olmayan râvî vardır. Buna rağmen
onların rivâyet ettikleri şiir ve nesirlerle istişhad ediyorlar. Hadis râvîleri
şiir râvîlerinden her bakımdan daha dikkatlidirler. Aksi takdirde rivayet
ettikleri hadisler dini mevzularda da delil kabul edilmezdi. Hiç kimse böyle
bir şey söylememiştir.
Hadisle
istişhad konusunda orta bir yol tutanlar da lafızlarıyla nakle itina gösterilen
hadislerle istişhad etmek caiz diğerleriyle caiz olmadığı görüşündedirler.
Es-Suyûtî
de bu görüşü paylaşarak şöyle demektedir: “Hz. Peygamberin hadislerine gelince,
bizzat onun sözü olduğu sabit olanlar delil kabul edilir. Bu gibi hadisler çok
nadirdir. Ancak kısa hadislerde olur. Onlar da azdır.”
Görüldüğü
üzere bu görüş sahipleri hadisle istişhadı çok dar bir çerçeveye inhisar
268
ettirmişlerdir.
Bu görüşleriyle hadisle istişhadı reddedenlere daha yakındırlar.
Dilde
hadisle istişhad konusu asrımızda da tartışılmıştır. Muhammed el-Hıdr Hüseyn’in
(öl: 1377/1958) teklifi üzerine “dilde hadisle istişhad” konusunu incelemek
üzere bir komite kurulmuş ve mesele hakkında şu açıklama yapılmıştır.
Hadisle
istişhad konusunda, mana ile rivayet edilmelerinin caiz oluşu ve râvîler
arasında yabancıların çokluğu sebebiyle Arap dil alimleri ihtilaf etmişlerdir.
Komite,
hadislerin bir kısmıyla aşağıda açıklanan özel durumlarda istişhad edileceği
görüşündedir:
1)
Altı sahih hadis kitabı (Kütüb-i
Sitte) ve onlardan öncekiler gibi ilk devirde yazılan kitaplarda bulunmayan bir
hadisle istişhad edilmez.
2)
Yukarıda adlan geçen kitaplarda
yer alan hadisler aşağıdaki şartlan taşıyorsa istişhad edilir:
a)
Mütevatir ve meşhur hadisler
b)
İbadetlerde kullanılan hadisler
c)
Cevâmi ‘u’ 1-Kelîm’ den sayılan
hadisler
d)
Hz. Peygamber’in mektuplan
e)
Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem.)’ın her kabileye kendi lehçeleriyle konuştuğunu belirtmek için rivayet
edilen hadisler
f)
Fasih dille konuşan Araplar
arasında yetişen kimselerin tedvin ettiği hadisler
g)
Râvîlerinin halinden hadisin mana
ile rivayet edilmesine müsaade etmeyecekleri bilinen hadisler
h)
Değişik rivayetlerle geldiği
halde lafızlan değişmeyen hadisler[234]
II.
İKİNCİ BÖLÜM
HZ.MUHAMMED
(SALLA’LLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEM.)’İN MEKTUPLARININ ARAB DİLİ VE EDEBİYATINDAKİ
YERİ
1. Hz.
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’in Edebî Kişiliği
Hz.
Peygamberin Kur’ân-ı Kerîm’den etkilendiği muhakkaktır.[235]
Bu tabii o lan bir şeydir. O zaman Hz. Peygamberin edebi kişiliğine geçmeden
önce Kur’ân-ı Kerîm’in belâğatından söz etmemiz uygun olacaktır.
«
Kur’ân-ı
Ketim, Arap nesir edebiyatının ilk ve ebedi şaheseridir. Aym zamanda Hz.
Muhammed’in nübüvvet ve risâletini teyid eden en büyük bir mucizedir. Geçmiş
peygamberlerin mucizeleri ekseriya geçici ve elle tutulur gözle görülür
(el-Mu‘cizatu’l- Hissiyye), yani sadece o devirde yaşayanlar ve o anda hazır
bulunanlar tarafından müşahede edilebilirdi. Hz. Muhammed’in mucizeleri ise,
ekseriyetle sürekli ve akli (el- Mu‘cizâtu’ 1- ‘Akliyye) idi. Hz. Muhammed
zamanında Arap dili üslubu ve hitabeti, en yüksek dereceye ulaşmış bulunuyor,
adeta altm çağını yaşıyordu.
îşte
Arap kavminin belâğat ve fesahat sahasında en yüksek bir mertebeye ulaştığı bir
devirde gereken en büyük mucize hiç şüphe yok ki belâğat ve fesahatin en büyük
timsali olan ve hiç kimse tarafından taklit edilemeyen Kur’ân-ı Kerîm’in
vahyedilmesi olmuştur.[236]
Kur’ân-ı
Kerîm kendisine benzer bir eserin meydana getirilemeyeceğini belirtmiş ve
aksini iddia edenlere de meydan okumuştur.Mesela şu ayette böyle bir davet
vardır: “Eğer kulumuza indirdiklerimizden herhangi bir şüpheye düşüyorsanız,
haydi onun benzeri bir sure getirin, eğer iddianızda doğru ise Allah’tan gayri
şahitlerinizi (yardımcılarınızı) da çağırın.
Bunu
yapamazsanız -ki elbette yapamayacaksınız- yakıtı, insan ve taş olan cehennem
ateşinden sakının. Çünkü o ateş kafirler için hazırlanmıştır.”[237]
Bu
ve benzeri davetler karşısında muarızlar, tabiatıyla aciz kalmışlar başka bir
şey yapamamışlardır.
Edipler,
fesahat ve belâğata hakiki manasıyla susamışlar Kur’ân’ın bitmek tükenmek
bilmeyen belâğat ve fesahat deryasından doya doya içmişlerdir. Onun edebinden
edeblenmişler, fesahat ve belâğatı karşısında kendilerinden geçmişlerdir.[238]
Başta
Hz. Peygamber ve halifeleri olmak üzere hatipler hutbelerini Kur’ân ayetleri
ile süslemişler, onunla misal getirmişler ve ondan iktibaslar yapmışlardır.
Hatipler konuşmalarında Kur’ân üslubunu taklide çalışmışlardır. Hutbelerde
konuya uygun ayetler iktibas edilmiş, bazen de hutbenin tamamı çeşitli
ayetlerden oluşmuştur.[239]
Rasûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’m vefatından sonra başında hamd ve sena olmayan
hutbelere “Betra=Noksan, güdük” Kur’ândan ayetler ve Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem.)’a salat bulunmayan hutbelere de “Şevha=Çirkin, yakışıksız”
isimleri verilmiştir.[240]
Şafii
ve Hanbelî mezheplerine göre Cuma hutbesinde ayet bulunması farzdır.[241]
Kur’ân-1 Kerîm,
lafız, mana, üslup, hüccet getirme ve ikna etme yönlerinden de hitabete tesir
etmiştir. Böylece hitabet daha çok gelişmiştir. Kur’ân-ı Kerîm, hitabette
kullanılan lafızları da güzelleştirmiştir. Kur’ân-ı Kerîm, Arap belâğatı için
en üstün örnek olmuştur. Çünkü Kur’ân-i Kerîm’in lafızları tatlı, üslubu
yumuşak, ibareleri ahenklidir. Onda; garip, bayağı, anlaşılması zor lafız, mana
ve tabirler, zoraki seciler yoktur.[242]
Kur’ân-ı
Kerîm’in Arap dili ve edebiyatındaki yerinden kısaca söz ettikten sonra,
Arapların en fasihi olan İslâm’da hitabetin ilk ve en büyük temsilcisi Hz.
Peygamberin belâğat ve edebi kişiliğinden bahsedeceğiz.
Hz.Muhammed
(salla’llâhü aleyhi ve sellem.) belâğat ve fesahatin doruk noktasında
bulunuyordu. Bu Allahu Teâlâ’nın onu bahşettiği bir özelliktir. Bunu bir hadisi
şerifte Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)'m kendi ifadesinden
anlıyoruz. Hz. Ebûbekir (radiya’llâhü anh) ona şöyle demişti: “Araplar arasında
dolaştım fasih olanlarım dinledim ve senden daha fasih konuşan birsine
rastlamadım. Sana bu edebi kim verdi? (Yani kim öğretti?) O da şöyle
buyurmuştur: ‘Beni Rabbim edip kıldı ve beni güzel tedib etti.’”[243]
Rasûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem.) de az öz söz söyleme gücü ve üslup sağlamlığı
vardı. “Bana cevâmi-i kelim (az sözle çok mana ifade etme kaabiliyeti) verildi.”
buyurmuştur.[244]
İbn
Hacer el-‘Askalânî bu vasfın hem Kur’ân’a hem de hadislere şamil olduğunu
söyler.[245]
‘Ali
el-Kârî, bu çeşit hadislerin sadece iki kelimelik olanlarından bir kırk hadis
derlediğini söyler.[246]
Ancak
bu vasfın bütün hadisleri kapsadığı söylenemez.
Hz.
‘Âişe Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’m konuşmasını şöyle
anlatmaktadır: “Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) sizin şu
konuştuğunuz gibi konuşmaz, tane tane konuşurdu. Öyle ki onu duyan kimse
ezberlerdi.”[247]
Hz.
‘Âişe’den başka bir rivayette şöyledir: “Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem.) konuştuğunda, birisi sözünü saymak istese sayardı.”[248]
Câbir
b. ‘Abdullah, Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’ın harfleri düzgün bir
şekilde telaffuz ederek konuştuğunu söyler.[249]
Rasûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem.) gereksiz yere sözü uzatmazdı. Bu konuda şöyle
buyurmuştur: “Az konuşmanın sözü uzatmamanın faydalı olacağı kanaatine vardım
(veya emrini aldım). Çünkü kısa az söz faydalıdır.”[250]
Diğer
bir hadiste şöyledir: “Kişinin namazının uzun hutbesinin kısa oluşu bilgi ve
anlayışının alametidir. O halde namazı uzatın, hutbeyi kısa tutun. Hiç şüphe
yok ki beyanda kalplere işleyen bir güç vardır.[251]
Peygamber
(salla’llâhü aleyhi ve sellem.) dinleyene; şeytanların sihirbazların efsunlan
hissini veren kahin secilerinden nefret ederdi.[252]
Bunun haricinde olarak manası güzel olan sözlerde yapmacık olmayan seci‘ler
bulunursa bu diğer Araplarda olduğu gibi Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem.) tarafından da tabii karşılanmıştır. Onun kelamında da yapmacık olmayan
tabii bir seci‘ vardır. Çoğu zaman bu, ezan gibi açıkça okunan ibarelerde
bulunuyordu.
Rasûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’m bu latif sözünde tuttuğu yol, mert ve yiğit
kişiye yakışan süsten ibarettir ki sözde mertlik söze verilen ziynette mertlik
yoludur. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’m yaptığı seci‘ yemekteki
tuz ölçüsündedir, hiç fazla değildir.[253]
Rasûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem.) bazen insanlara karşı yaptığı hitabelerinde,
bazen Allah’a yaptığı dualarında ve niyazlarında seci'li ifadeler kullanmıştır.
Nitekim Berîre isimli cari yenin velâ hakkı konusunda bir açıklama yapmak üzere
ayağa kalkarak yaptığı konuşmada sözlerini şöyle bitirmiştir:
|
Allah’ın
hükmü daha doğru ve adil, Allah’ın şartı daha kuvvetli ve muhkem, velâ hakkı
ise hürriyeti verene aittir.[254]
Rasûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’m şu duasında da secili bir ifade görülür:
jJj j piijÂI ıjl ı_iLuoJt (Jji« ^1
“Ey
kitabı indiren, hesabı çabuk olan Allah’ım, aleyhimize toplanan grupları dağıt.
Allah’ım onları dağıt ve perişan et.”[255]
Rasûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’in güzel sözün ve hitabetin büyük rağbet
gördüğü bir çevrede, iddiasız fakat mükemmel bir hatip olarak görülmüştür.
Konuşurken kekelemek, harfleri kelimeleri iyi telaffuz edememek, sözü
getirememek, manasız sesler çıkarmak, cümlenin sonunu getirmeyip sözü
karıştırmak, dişlerini kenetleyip konuşmak, konuşurken parmak çıtlatmak,
sakalım karıştırmak, ellerini ovuşturmak gibi manasız hareketlerde bulunmak
onun konuşmasmda rastlanan bir hususiyet değildir. İyi bir hatip için bunların
birer kusur olduğu bellidir.
Bütün
emeli onun davasını durdurmak olan edebiyat meraklısı bir topluluk, bu konuda
bulacağı bir kusuru değerlendirmeden duramazdı. Birinin fark edemediği bir
kusur, diğerinin gözünden kaçmazdı. Onda bulunmayan kusurları bile iftira
yoluyla yakıştırma çabasına düşen sihirbaz[256],
kahin[257],
deli[258],
yalancı[259]
gibi çirkin bir iftira kampanyası açanlar, gariptir ki bu konuya dokunmamış,
arkasından veya yüzüne karşı “güzel konuşmasını beceremiyorsun” dememişlerdir.
Güzel konuşmanın bir gaye olmadığı Mısır’da bile Firavun çevresindekilere
hitaben, Musa’yı göstererek: “Yoksa şu hakir, maksadım doğru dürüst
açıklayamayan kişiden ben hayırlı değil miyim?”[260]
demiştir.
Peygamber
(salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’in karşısında bulunanların bu konuda hatır
sayacaklarını, onun konuşmasındaki kusurlara göz yumacaklarını düşünmek; yersiz
ve iyimserlik olur.[261]
Hz.
Peygamber konuşurken gelişi güzel değil, ne söyleyeceğine dikkat ederek
söyleyeceği kelimeleri tek tek seçmiştir. Mu‘âz b. Cebel ( radiya'llâhü anh)
“Hakkımda en çok korktuğun nedir?” dediği zaman, eliyle ağzını işaret ederek
“işte bunu muhafaza et” demiş, daha sonra, insanları yüzleri üzerine cehenneme
sürükleyenin dilleri olduğunu anlatmıştır.[262]
Rasûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’m bu konuda başkasını uyarması kendisinin aym
konuda daha «
çok
dikkatli olduğu anlamına gelir.
Ebû
Hureyre Hz. Peygamberin şöyle dediğini nakleder: “İnsan hiç ehemmiyet vermeden
bir söz söyler. O söz sebebiyle cehennemde yetmiş yıl sürecek olan derin bir
çukura yuvarlanır.”[263]
Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) köle sahiplerine: “Sizden biri Abdi,
emetî (kulum, cariyem) diye hitap etmesin. Çünkü hepiniz Allah’m kulusunuz.
Kadınlarınızın hepsi de Allah’m kadm kullandır. Bu sebeple kölelerinize hitap
ederken ‘oğlum, kızım, yiğidim, hanım kızım’ desin” demiş, kölelere de: “Sizden
biri sahibine ‘rabbî, mevlaye’ demesin. Çünkü sizin rabbiniz mevlânız
Allah’tır. Bunun üzerine seyyidî (efendim) desin” emrini
•
299
vermiştir.
Berâ
b. ‘Âzib Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’dan uykudan önce okuyacağı
bir dua öğretmesini istemiş, bu isteği yerine getirilmiştir. Daha sonra
Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) bu duayı ezbere alıp almadığım
kontrol için duayı tekrar ettirmiş. Duanın sonunda “ ve nebiyyike “ yerine “ ve
rasûlike “ deyince (aym manayı ifade etmesine rağmen) tashih ederek “ve nebiyyike”
dedirtmiştir.[264]
Hz.
Peygamberin konuşmasında edep dışı, utanç verici kelimeler yer almamıştır.
Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) bir hadisinde şöyle buyuruyor:
“Sakın biriniz nefsim pis oldu, demesin. Lâkin nefsim kötüleşti, desin”.[265]
‘Abdullah
b. Ömer der ki: “Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) tabiatı icabı
olarak fena söz konuşan (fahiş) bir kimse olmadığı gibi, böyle konuşmak için
kendini zorlayan (mütefahhiş) bir kimse de değildi. Ve o dedi ki Rasûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) şöyle
buyurdu: “Sizin en hayırlınız ahlakı en güzel olanınızdır.”[266]
Enes
b. M âlik şöyle der: Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) utanç verici
sözleri konuşan, lanet eden, söven bir kimse değildi. Azarlayacağı zaman “ne
oluyor ona alm toprak olasıca” derdi.[267]
Rasûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem.) muhatabına bazen “vayhake (yazık sana)”
şeklinde bir kelimeyle hitap etmiştir. Fakat bu hakaret manası taşıyan bir
lafız değildir. Karşıdaki kişiyi utandıracak mahiyette bir kelimedir.
Bir
sefer esnasmda hanımlarının bindiği develeri koştura koştura süren köleye:
U
tdijj = Yazık sana Enceşe, yavaş ol, (develerin üzerindeki) billur sırçaları
kıracaksın” demiştir.[268]
Zina
ettiği ve cezasının verilmesini istemek üzere gelen kadma:
•
• 305
“Yazık
sana! Dön, rabbinden mağfiret dile, sonra ona tevbe et” demiştir.
Hz.
Peygamber irticalen konuşmuştur. Yani konuşmalarında bir ön hazırlık yoktur.
Yazılı bir metin hazırlayıp ondan okuma avantajına sahip olmadığı muhakkaktır.
Yazı yazmasını bilmemesi ve hutbelerini yazılı olarak hazırlama imkanına sahip
olmaması onda bir eksiklik meydana getirmemiştir. Çünkü o söylemek istediği her
şeyi söylemiş, yerli yerinde söylemiş, söylemek istediğinden başka sözler
söylemediği gibi, söylemek istemediği bir sözü ağzından kaçırma durumuna
düşmemiştir.
Rasûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem.) konuşmalarında muhatabın durumunu devamlı göz
önünde bulundurmuştur. Kültürlü bir insana kara cahil, zeka seviyesi düşük bir
kimseye de Zekî insana davrandığı gibi davranmamıştır.
Hz.
‘Aişe (r.anha) “Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’ın açık seçik bir
konuşması vardı. Dinleyen herkes anlardı demiştir.[269]
Bu
söz; onun her sözünü herkes anlardı, manasında anlaşılmamalıdır. Rasûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem.) muhatabının durumuna göre uzun, kısa, basit,
edebi... bir ifade tarzı seçer, maksadım muhatabının anlayacağı şekilde
anlatırdı manasınadır. Muhatab, Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’ı
dinlerken, onun sözlerim anlamak için kendini zorlamamış, bunun aksine olarak
peygamber onun anlayabileceği seviyeden bir konuşma yapmanın imkanlarını aramış
ve bunda da muvaffak olmuştur.[270]
Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) dışarıdan gelen
kimselerle konuşurken onların anlayacağı şekilde bir ifade yolunu tutmuş, o
güne kadar kendisiyle yaşamış ve aym lehçeyi kullanmış olanlar hayretlerim
gizleyememiştir. Benî Stileym’den bir adam gelmiş ve L
itelemiş,
Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) ona: 'i' diye cevap vermiştir.
Konuşmayı
takip eden HZ. Ebûbekir (radiya’llâhü anh): Ya Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi
ve sellem.) o sana ne dedi, sen ona ne cevap verdin?” diye sormuş ve şu cevabı
almıştır: “İnsan hanımına vereceği mehri bir
« •
• *
308
müddet
geciktirebilir mi? dedi, ben de evet şayet müflis ise (parası pulu yoksa),
dedim.”
‘Abdu’l-Kays
kabilesinin elçileri geldiği zaman : Allah’ın Rasulü! İçeceklerden bize en
uygun olanı nedir? dediler. Nakirde bulunanı içmeyin, dedi. Allah’ın
peygamberi! Nakirin ne olduğunu biliyor musun? O şöyle dedi. Evet hurma
ağacından yapılan ortası delik bir kaptır.[271]
Rasûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem.) muhatabının lisan kabiliyetine göre çok basit,
çok ağır ifadeli mektuplar göndermiştir. İran kralına yazdığı mektupta kolay
lafızları seçmiş. Fakat Dûmetu’l- Cendel reisi Ukeydir’e yazılan mektup her
Arapça bilenin anlayacağı kabilden değildir.[272]
Muhatabın
tabiatı gereği çekingen, utangaç olması veya açık ve serbest olması, Rasûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’m bu durumlara göre hitap etmesinde etkili
olmuştur.[273]
Muhatabın
anlayış derecesi Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’m veciz veya
teferruatlı konuşmasma sebep olmuştur.[274]
Rasûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’m inananla inanmayana, münakaşa edenle etmeyene
karşı ifade tarzı aym değildi. İnananlarla konuşurken deliller üzerinde fazla
durmamış, bazen söylediği hükmü tekid mahiyetinde tesirinin
daha fazla olmasını temin için delil getiren Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem.), inkar durumunda olanlara hitap ederken onların normal düşünce
hudutları içinde reddetme imkanı bulamayacakları akli deliller kullanmıştır. Bu
deliller muhatabının bilmediği, anlamadığı, kavrama imkanının
bulunmadığı sahalardan değildir. Aksine bir başka zamanda icabı halinde
kendilerinin de delil sayacakları, doğrulunu savunacakları çeşitten
delillerdir. Nitekim Necrân Hıristiyanlan ile yapılan münazarada onlara karşı
ileri sürdüğü delillerden hiçbirine “hayır” diyememişlerdir.[275]
Bu
konuda Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)5a karşı “sen
mugalata yapıyorsun, ispatı mümkün olmayanı delil diye karşımıza getiriyorsun,
verdiği misalleri bizim de bildiğimiz konulardan seç” deme haklan vardı.[276]
Hz.
Peygamber, tekellüfün (kendini zorlayarak yapılan yapmacık konuşma v.s.) her
türlüsünü kötü görmüştür. Allahu Teâlâ bu konuda şöyle buyurmuştur: <> ^
£j =ben tekellüf edenlerden değilim.[277]
Rasûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’d e şöyle buyurmuştur: “Allah, sığırlann geviş
getirdiği gibi, avurdunu doldura doldura edalı konuşan belâğatçılara buğzeder.”[278]
Başka
bir hadiste de şöyle buyralmaktadır: “ Kıyamet gününde bana en sevimsiz ve
benden en uzak olanınız; çok gevezelik yapanlanmz, avurdunu doldura doldura
edalı konuşanlarınız ve boş boğazlık yapanlanmzdır.”[279]
Hz.Peygamberin
edebi kişiliğinden bahsederken bir edebiyat türü olan şiire karşı tutumundan da
bir nebze söz etmek istiyoruz.
Rasûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’m kendine veya bir başkasma ait olmak üzere
şiir söyleyip söylemediği konusunda ihtilaf vardır.
Kur’ân-ı
Kerim’de “Biz ona şiir öğretmedik. Hem şair olmak (şiir söylemek) ona yakışmaz”[280]
buyurulur. Müşriklerin ona iftira olarak “şair” dediklerinden bahsedilmektedir:
“deli bir şair yüzünden taunlarımızı mı bırakalım, derlerdi.”
Başka
bir ayette de: “Şairlere yolunu sapıtan şaşkın kimseler uvar”[281]
buyrulmaktadır.
Rasûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem.) manası güzel olan, İslâm’ı müdafaa kastıyla
söylenen şiirler ve şairler hakkında takdir dolu ifadeler kullanmıştır. Zamanının
değerli şairlerinden Hassân b. Sâbit’e “Kureyş’i hicvetmesini, Cibril'in
kendisine yardımcı olacağını” söylemiş[282]
şiirin bir kısmının da hikmet olduğunu ifade etmiştir.[283]
Hayber’e
doğru yapılan bir gece yürüyüşü esnasmda “Allah’ım sen olmasan hidayet yolunu
bulamaz, sadaka vermez, namaz kılmazdık” diye şiir söyleyen ‘Âmir
b. Ekvâ'a Allah’ın rahmetini dilemiştir.[284]
Lebîb
b. Rabfa’nm “aç gözünü Allah’tan başka var olan her şey batıl (fani) dir.
Mısraını, şairin söylediği en doğru söz olarak değerlendirmiş[285]
Umeyye b. Ebi’s-Salt’m şiirlerinden kendi isteğiyle yüz beyit dinlemiş ve “az
kalsın adam müslüman olacakmış” demiştir."23
Lüzumsuz,
faydasız, çirkin ifadelerle dolu şiirler için, “sizden birinin kamının hastalık
saçan irinle dolu olması, şiirle dolu olmasından daha iyidir” demiştir.[286]
Rasûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’m başkasma ait olan şiirlerden zaman zaman
söylediğinde ihtilaf yoktur.
Hz.
‘Âişe, Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’m şiiri misal olarak
getirdiği olur muydu? Şeklinde sorulan bir soruya İbn Re vaha’mn şiirini misal
olarak getirir ve şöyle derdi:
jj
ja <> j =
azığım hazırlamadığın kimse sana haber getirecek, diye
327
cevap
vermiştir.
Yine
Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.), hendeğin kazılması esnasında ‘
Abdullah b. Revaha’ya ait olan birkaç şiiri defalarca okumuştur. Gerek kazı
esnasında ve gerekse taş ve kerpiç taşırken müslümanlara gayret vermek, onlara
yorgunluğu unutturmak ve bu arada yaptıklarını Allah’ın rızasını elde etmek
olduğunu bir defa daha tekrarlamak gibi düşünceler altında bu şiirleri
söylediği kabul edilir. Bu şiirlerden birisi şöyledir:
l nlı-o V J UÜLjaJ V J * Uİfiftl La diji V
ıjl CıŞ j * tule. Âl&tl îjljjîİ
,
Lnji
IJjI j
lil * |# k
»l'iVl b\
“Allah’ım
sen olmasan hidayet yolunu bulamaz, sadaka vermez, namaz kılmazdık. Üzerimize
bir huzur indir, karşılaştığımız zaman ayaklarımızı sabit kıl. Düşmanlar bize
karşı azıp kudurdular, fakat fitne çıkarmak istedikleri zaman çekindik,
katılmadık.”[287]
Hz. Peygamber’in; şiirlerin sözlerinden çok manasına önem
verdiğini anlıyoruz. Hendek kazılırken söylediği şiirin kelimelerinde bir çok
değişiklikler yapmıştır. Bir defasında da j *
^ ^ ^ =günler sana bilmediğin çok
şeyleri açıklayacak azığım hazırlamadığın (ölüm) sana
haberler getirecek, beytinin ikinci mısraını Ajj2
^ t> suretinde söylemiş Hz. Ebûbekir (radiya’llâhü anh): “Yâ Rasûlullah şair
böyle
söylememiş Ajİ5 ^ <4^ j
demiştir” deyince: “İkisi de birdir”
buyurmuşlardır.
Bunun üzerine Hz.Ebûbekir (radiya’llâhü anh): “Şehadet ederim ki sen şair
değilsin. Şiir elinden bile gelmez.”demiştir.[288]
Rasûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’in kelimelerin yerlerini değiştirerek okuduğu
şiirlerde vezin ve kafiyeler bozulmakta ve böylece şiirde manaya önem verdiği
anlaşılmaktadır.
Hz.
Peygamber’in bazı sözlerinin şiir görünümünü arz ettiğini iddia edenler
vardır.
Huneyn savaşı esnasmda Müslüman ordusu bozulup dağılınca
Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) kaçmakta olanlan bir araya toplamak
gayesiyle «-üa^îi ^ u =ben
peygamberim
yalan yok, ben ‘Abdulmuttalib’in oğluyum, diye seslenmeye başlamıştır.[289]
Bu
söz recez nevilerindendir. Recez (mani) basit bir şiir veznidir. Hatta şiir
saymayanlar da vardır. Recez bir şiir vezni olsa bile hayatında bir iki beyt
söylemiş olana şair denemez.
îbn
Hacer de bunun dört cevabı olduğunu zikreder.
a)
Bu şiiri başkası yazmıştır
ve aslı alkali ±e.
jjjl cül * )!
^1 cûl şeklindedir.
b)
Bu recez olduğu için şiir
türlerinden sayılmaz
c)
Bir kıtaya ulaşmadığı için
şiir değildir. Bu birkaç kelime şiir diye isimlendirilemez.
d)
Şiir söyleme kastı
olmaksızın vezinli şekilde kendiliğinden söylenilmiştir.
İbn
Hacer bunun en uygun cevap olduğunu söyler.[290]
Vezin ve kafiyesi şiire benzer olmakla, maksadın şiir söylemek olması arasında
fark vardır.Bu hadisin söylendiği zamanda içinde bulunulan şartlar,
Rasûlullah’m değil, bir başka komutanın da şiir söylemesine müsait değildir.
Muharebede ordusu bozulmuş bir komutanın yapılacak her şeyi bir tarafa bırakıp
şiir söylemesini ciddiyet ölçüleri içinde izah etme imkanına sahip değiliz.
Mizahlarında bile ciddiyet ölçüsünü elden bırakmayan Rasûlullah, bozulup
kaçmakta olan Müslüman ordusunu, hem üzerine oklar yağa yağa seyrederken şiir
söyletmek garip bir düşüncenin mahsulüdür. Rasûlullah’m kesin bir zafere
ulaştığı Bedir’de, Hayber’de, Mekke’nin fethinde şiir söylemeyip de Huneyn ve
Uhud gibi az çok mağlubiyete uğranılan muharebelerin en şiddetli anlarında şiir
söylemesini normal ölçüler içinde açıklamak kolay değildir.[291]
Yine
Hz. Peygamber bir gazvede yürürken ayağı takılarak düşmüş, parmağı kanamış,
bunun üzerine parmağa hitaben:
Cljil çSjJju» j * CuaZ £A*-al VI
“Sen
nihayet kanayan bir parmak değil misin?
Başma
gelen de Allah yoluna gelmiş değil midir?”[292]
Bu
hadis de recez veznindedir. Bunun bir başka şaire (‘Abdullah b. Revaha’ya) ait
olduğu görüşünün yanında,[293]
normal bir cümle olduğunu söylemek de mümkündür. Vezne uydurabilmek için
yapılmış bir takdim, tehir söz konusu değildir. Her şiir olanda takdim ve
tehirin bulunması şart değilse de, her vezne uygun geleni şiir saymak lazım
gelir diye bir kaide de yoktur. Arapça’nın kafiye uygunluğunu temin için
oldukça bol bir malzemeye sahip olduğu bilinen bir gerçektir. Bu sözü söylerken
Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) şiir veya recez kastıyla söylemiş
midir? Bunu açıklar mahiyette söylediği bir söz yoktur. Yanındakiler bunu bir
şiir olarak mı kabul etmiştir, bunu da bilemiyoruz. Ashaptan kimse kendisine
şiir söylemenin yakışmadığını anlatan ayeti[294]
hatırlatarak, durumun açıklığa kavuşturulmasını istememiştir. Bu gibi zamanlarda -tenkit
kastıyla olmasa bile- zihinlere teşevvüş arız olmasın diyerek sualler
sorulduğuna dair misaller geçmiş bulunmaktadır. Bu durumda ya bir başkasına ait
olan şiirin söylenmiş olması veya düz bir cümle halinde söylenmiş olan fakat
recez kalıplarından birine uygun düşen, ama şiir kastı gözetilmeyen bir cümle
olarak değerlendirmek daha münasiptir kanaatindeyiz.[295]
Arapların en fasihi ve en beliği olan Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem.) şair değildir. Kendisi şiir yazıp söylememiş fakat anlamı güzel olan
şiirleri dinlemiş, takdir etmiş ve zaman zaman onları kendi sözlerinin içinde
misal kabilinden zikretmiştir.
Konuyu
bitirirken Rasûlullah’m fesahat ve belâğatı hakkında söylenenlerden bazılarına
yer vermek istiyoruz.
“Rasûlullah’m
beyan tarzım anlatmak için söylenen sözlerin en doğrusu, geometri bilginlerince
‘doğru çizgi’ için verilen şu tarif olmalıdır: İki noktayı birleştiren en yakın
ve kısa yol.
Maksadı
beyan için Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’ın tuttuğu üsluptan daha
kısa ve doğru bir üslup yoktur. Bir kelam ki onda zorlama yok, anlaşılması zor
ifade yok, kenarda köşede kalmış garip kelime kullanma zevki yok. Sözlerinin
tamamında da, dinleyence garip görülen, bilinmeyen, yahut açıklama veya tekrar
ettirme ihtiyacım hissettirecek bir cihet yoktur. Bunun sim ise, Rasûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’m; dinleyene tebliğ maksadı taşıması, kendisi
ile dinleyen araşma garip bir lafız, garip bir mana girmesini asla arzu
etmemesidir. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’m kelamım, anlaşılsın
diye üç defa tekrarlaması bundandır. Zoraki bir üslubu yürütmekten ve belâğatı
ile öğünmekten nefret edişi de yine bu sebepledir. Nitekim: “Allah Teâlâ,
ineğin geviş getirmesi gibi dilini sağa sola döndürüp edebiyat çatlatan
adamları sevmez” buyurmuştur.”
“Rasûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’in kelamı; harfleri az, manası çok, sanat
gösterisinden uzak tekellüfe tenezzül edilmemiş sözdür. Bu söz Allah Teâlâ’mn
ey Muhammed “Ben tekellüf edenlerden değilim” [296]
buyurduğu şekildeydi. O avurdunu şişirerek konuşanları hoş görmemiş, söz
söyleme derdine düşenlerden uzak kalmıştı. Geniş konuşulacak yerlerde geniş
ibarelerle konuşmuş, az söz gereken yerlerde ise az sözle iktifa etmişti. Az
kullanılan garip kelimeleri terk etmiş, sokak ağzı ile konuşmaktan uzak
kalmıştı. Mutlaka bir hikmete dayalı olan sözü söylemiş, ismet vasfımn ve ilahi
desteğin kuşattığı, ilahi yardımın kolaylık verdiği bir kelamdan başkasını
konuşmamıştır. O, Allah’m sevgi kattığı makbuliyet perdesini örttüğü tatlılıkla
heybet sıfatım bir araya getirdiği, az fakat anlaşılır mana haline getirdiği
sözdür. Tekrarlamaya veya dinleyicinin tekrarlatma isteğine muhtaç olmadığı,
bir kelimesinin bile yersiz düşmediği, mükemmel telaffuz edilmiş, delili çürümemiş,
hiçbir hasmın karşısına duramadığı, hiçbir hatibin susturamadığı ( bir hatibe
ait olan) sözdür. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) uzun hutbelere
kısa sözlerle karşılık verir, ancak hak ve gerçek olanı delil getirir, aldatma
yoluna tevessül etmez, kaş, göz işareti (yaparak muhatapla alay etme) yolunu
tutmaz, cevap vermek için gecikmediği gibi, acele de etmez, ne usandırır, ne de
sözü anlamayacak kadar kısaltır. Hiç kimse ondan daha faydalı, daha mutedil,
daha oturaklı bir söz işitmemiştir.”[297]
“Rasûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem.) halkın en fasihi, sözü en güzel, konuşması en
rahat, dili en tatlı olanı idi. O derecede ki onun sözü kalplere hakim olur,
ruhlara işlerdi. Buna düşmanları bile şahit olurdu. Konuştuğu zaman açık seçik
konuşur, kelimeleri saymak isteyen sayabilirdi. Bununla beraber o ne akılda
tutulması mümkün olmayan bir acelecinin aldatmaca sözleri, ne de kelamının
araşma duraklamaların sıkıştığı kesintili sözlerdir. Gerçek şu ki; onun yolu en
güzel konuşma yolunun ta kendisidir.”[298]
“Her
kabileye kendi lehçesi ile hitap eder, onların mahalli dil ve lehçesi ile
konuşurdu. Kureyş’le, Ensar’la, Hicazlı’larla, Necidli’lerle olan konuşması,
Kahtanlı’larla olan konuşması gibi değildi.”[299]
2-
Mektupların Şekil Yönünden
Özellikleri
Rasûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’in mektup ve yazılarında özel bir metodu var
mıydı? Nasıl başlardı, nasıl bitirirdi? Kullandığı cümleler, hitap şekli nasıl
idi, şimdi onun üzerinde duracağız.
a)
Mektuba
besmele ile başlaması
Siyer kitaplarında belirtildiğine göre Rasûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem.) akid, anlaşma ve benzeri bütün yazışmalarına
besmele ile başlardı. Besmele İslâm’da ister sözle ister fiille olsun, işlerin
başmda teberrüken ve başarı umarak söylenilmesi meşru kılınmıştır. Ğâfıkî, Ebû
Ubeyd’den naklen Şa‘bî’nin şöyle dediğini zikreder: Nebi (salla’llâhü aleyhi ve
sellem.) ilk mektubunda “ *4^ 'ppi =senin adınla Allah’ım” diye yazdı ve bu bir
süre böyle devam etti. Sonra “onun (geminin) akıp gitmesi de durması da
Allah’ın adıyladır.”[300]
ayeti nazil oldu. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) onun üzerine “ =Allah’m
adıyla” diye yazdı. Bu da bir süre devam etti ve
“De
ki ister Allah diye çağırın, ister Rahman diye çağırın. Hangisiyle çağırırsanız
nihayet
A
en
güzel isimler onundur.”[301]
ayeti nazil oldu. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) bu defa
=Rahman
olan Allah’ın adıyla” diye yazmaya başladı ve bu da bir süre devam etti. Sonra
“O
Süleyman’dan (geliyor) ve Rahman ve Rahim olan Allah adıyla (başlamakta) dır.”[302]
ayeti n azil o Idu. V e R asûlııllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) d e “ Cy^ M
Rahman v e R ahim o lan Allah’ın adıyla” diye yazmaya başladı.[303]
Bu
rivayetlerle ilgili olarak Câbir Kamîha’nin şöyle bir değerlendirmesi vardır:
“Birkaç sebepten bize göre bu sözün uydurulduğu açıktır. îlk olarak; zikredilen
ayetlerin hepsi Mekke’de nazil olmuştur. Buna göre Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem.)’m hicretten önce çok sayıda mektup yazmış olması gerekiyor.
Çünkü her bir başlayış bir merhaleye işaret eder. Böyle bir şeyi hiçbir kimse
söylememiştir. Mektupların yazılmaya başlanmasının gerçek zamanı hicretten
sonradır. Belki bir iki mektup hicretten önce yazılmıştır. Bir Sürâka b.
Mâlik’e verilen ahidname ki bunun metni rivayet edilmemiştir, bir de Rasûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’in Müslümanlara Medine’de Cuma namazım
kıldırmasını istediği ve bunun için Medine’ye gönderdiği Mus‘âb b. ‘Umeyr’e
gönderdiği mektubu.
ikinci
olarak besmele, Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) ve Müslümanlar
tarafından bütün bu sureler inmeden önce biliniyordu. Yalnız besmele hakkında
şu şekilde ihtilaflar vardır:
1)
Besmele ne Fatiha ve ne de
başka bir surenin ayetidir. Bu görüş imam Malik’e aittir.
2)
Besmele bütün surelerden
bir ayettir. Bu görüş ‘Abdullah b. Mübarek’e aittir.
3)
Besmele sadece Fatiha’dan
bir ayettir. Bu da Şafii’nin sözüdür. Ondan her surenin
ayeti
olduğu şeklinde başka bir rivayet daha vardır.
İmam
Malik’in sözünün delili yoktur. Besmelenin her sureden bir ayet olduğu sözünü
ele alırsak Müslümanların İslâm’ın doğuşundan yani Al ak suresi ile Kur’ân’m
inişinden itibaren besmeleyi bildikleri ortaya çıkar.
Sadece
Fatiha’mn bir ayetidir görüşü de yine besmelenin Hüd, İsrâ ve Nemi
surelerindeki ayetlerden önce bilindiğini ortaya koyar. Çünkü Fatiha suresinin
bütün bu surelerden önce indiğinde ittifak vardır. Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem.)’m ashabına ve müşriklerden, Yahudilerden ve krallardan
diğerlerine yazdığı, yazı, mektup, ahitnamelerin çoğunda neredeyse sürekli
besmeleyle başlanılmıştır. Ancak çok aza istisna. Ebû Sufyân’ın kendisine
yazdığı bir mektuba Hz. Peygamberin cevabi yazısı gibi. Bu yazıdan besmele
düşmüş veya zamanla silinmiş olabilir.
Özet olarak diyebiliriz ki, besmele neredeyse Hz.
Peygamberin mektuplarının ayırıcı özelliği idi. Onun, =senin adınla Allah’ım” ile başlayan
bir tek mektubu
olduğuna
dair sahih bir rivayet varit olmamıştır.[304]
Yine aynı şekilde veya “
veya “û^j® gibi
besmeleden bir parçayla başladığına dair bir rivayet
yoktur.
Besmele ya tümüyle vardır veya bütün kalıbıyla yoktur.[305]
Peygamber
döneminde müşrikler mektuplarına ibaresiyle
başlıyordu.
Nitekim
Ebû Sufyân’ın Hendek günü Hz. Peygambere yazdığı mektupta bunu görüyoruz:
jillj
CûÜb ı—âlii ^ilâ liLejuiU
Süheyl
b. ‘Amr’m Hudeybiye anlaşmasında “besmelenin” yerine bu ibarenin konması
noktasındaki ısrarından da cahiliye dönemi insanlarının ahitname ve yazılarına
bu ibare ile başlamalarının bir adetleri olduğu ortaya çıkıyor.[306]
b)
Mektuplarda tarafların
ifade ediliş biçimi
Konu
ve taraflarına göre bütün yazı ve mektuplarda tarafların zikredilmesi gerekli
bir husustur. Anlaşma ve barış yazılarında taraflar şöyle zikredilir:
* • *
s * *
ı_sjjjj
(jSyjİ j CBi t JT&
liâ
...JJİC. ıjJ J AlC- fj} 4_ŞİC. I i*»
îkta‘
ve eman yazılarında ise tarafların zikredilişi şöyledir:
■'b0.-wı
ujâ j La 4jS iLılaS Iİ&
...(jjlal
^jL a jÂ^a Alil (Jjjjj Xcaa ^jx ı_lU£ IİA
Krallar,
yöneticiler ve amillere olan mektuplarda da taraflar şöyle zikredilir:
...j»jjSl j
£ıc-
i«a-e (j»«
Burada
iki hususu kaydetmek yerinde olur. Birincisi, Hz. Peygamber daima kendi ismini
karşı taraftan önce zikreder; İkincisi, Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem.) ismini-*' ^ :u^
t>, ı> M
Jj-j gibi nübüvvet veya risâlet sıfatıyla, nadiren de ismiyle iki sıfatını
birlikte zikreder. Hâlid b. Velîd’e yazdığı mektupta, oi Jh\
Jj5?
der[307].
Hz.
Peygambere gönderilen mektuplarda tarafların zikri şöyledir: Bazı mektuplarda
taraflar zikredilmemiştir. Ebû Sufyân’ın mektubu, Münzir b. Sâvâ’nm Hz.
Peygambere yazdığı cevabi mektup, Hevze’nin cevabi mektubu gibi. Bazı
mektuplarda taraflar mevcut fakat “Jismi
yazanm kendisinden sonra zikredilmiştir. Bunun sebebi kötü edep ve kendini övme
gayretidir. Müseylimetu’ 1-Kezzâb’m mektubu gibi.
Bazı
mektuplarda ise taraflar zikrediliyor ifadesi
öne alınıp soma
gönderen
kendi ismini yazıyor. Çoğunlukla Müslümanlardan gelen mektuplar böyledir.
Mesela Hâlid b. Velîd’in mektubunda taraflar şu şekildedir:
...İJÎJ tJJ ^îlâ.
^L*ı j 4jlc. «dil <ıİll
(Jjjjj JUa^
Necâşî’nin
cevabi mektubu da şöyledir:
iyi -sil) JA
Açıktır
ki, bunun sebebi Hz. Peygamberin makamım yüceltmek, saygı göstermektir.330
Besmele
ve taraflar zikredildikten sonra ahitnameler ve diğer yazılar hariç mektupların
başlarına selam ifadesinin konulması temel prensiplerdendir.
Fakat
selam ifadesinin tek bir şekli yoktur. Kendisine mektup gönderilen şahsın
durumuna göre farklılık arz eder.
Kendisine
mektup gönderilen Müslüman ise “ 4^ f^=Allah’ın selamı üzerine olsun”
şeklindedir. Çoğu zaman selam ibaresine Allah’a hamd ibaresi de eklenir. Mesela
Hâlid b. Velîd ve taziye için Mu‘âz b. Cebel’e yazılan mektuplarda ifade
şöyledir:
...j& vı ‘'-it v 4$ ^ 15-^ ..
* » • • • * » • •
Kendisine
mektup gönderilen gayri müslimse, ibaresi
kullamlır.
Bundan sonra “hamd” ifadesi zikredilmez. Mesela Herakl’e gönderilen mektup bu
şekildedir. Bu şekildeki selamlarda bazen tafsilat zikredilir. el-Hâris b. Ebî
Şemir el- Ğassânî’ye yazılan mektupta olduğu gibi:
J
^ tP1' J £4*' Û*
Bu
grup için diğer bir tabirde şöyledir: f^selamette olasm” . Hz. Peygamber Necâşî
için yazdığı mektupta bu ibareyi kullanmıştır. Bazen “hamd” ifadesiyle birlikte
zikredilir. Bahreyn kralı Münzir b. Sâvâ’ya yazılan mektup böyledir:
VI
4İ V -^1 4$ Asaî CÛ\
"^Luı
“fSA*
pL«” ibaresini Hz. Peygamber sadece Müslümanlara has kılmıştır. Bazı müşrikler
Hz. Peygamberin kendilerine yazdığı mektuplara cevabi mektup yazdıklarında
onlara yazdığı cevapta ibareyi “4^ diye değiştirmiştir. Mesela Necâşî’nin ve
Münzir b. Sâvâ’mn cevabına, cevap mektubunda bu şekildedir.
Nadir
olarak selam ifadesi kullanılmadan “Allah’a hamd” ifadesinin olduğu mektupları
da görmekteyiz. Mesela Eksem b. Sayfi’ye yazdığı mektup bu şekildedir:[308]
,..(jl Aasî jjj |a5£f <Jjj-ij (jsı
Bazen
da mektupta selam ifadesi yer almaz. Fakat bu az olan bir hadisedir. Mesela
Ukeydir b. Dume’ye Müslüman olduktan sonra yazdığı mektupta selam yoktur.
Bazı
mektuplannda da “besmele” ve “hamdele” yoktur. Yalnız söylenilmek istenen metin
vardır. Bunlar sadece “gizli mektuplar” diye isimlendirebileceğimiz mektuplarda
olan bir durumdur. Günümüzdeki askeri emirler niteliğindedir. ‘Abdullah b.
Cahş’a teslim ettiği mektup böyledir.
Kafirlerden
Hz. Peygambere gelen mektuplar ise tamamen selamdan hâlidir. Ebû Sufyân’m
mektubu bunun en meşhur örneğidir. Bunun böyle olması tabii bir hadisedir.
Çünkü şirk ve delaletin getirdiği bir kin ve intikam duygusuyla yazılmıştır.
d)
-&J U! ifadesi
Selamdan
sonra zikredilir. Hz. Peygamberin mektuplannda çokça varit olan bir ibaredir.
Hutbelerinde de durum aynıdır. Fakat bütün mektuplannda yer almaz. ^ ifadesinin
bulunmadığı mektuplardan birisi Hâris b. Ebî Şemir’e yazılan mektup, bir diğeri
de Hevze b. ‘Alî’ye yazılan mektuptur.
Bu
ibare daha önce cahiliye yazılarında da vardı. Yani sadece Hz. Peygamber ve
ashabının yazılarına mahsus değildir.
İster
cahiliye yazılarında ister İslâmî dönem yazılarında olsun peygamber veyahut bir
başkası yazsın mektupların konusu bu ibareden hemen sonra yer alır. İstisnasız
Hz. Peygamberin mektuplannda da böyledir.
Mektupların
sonlarına baktığımız zaman konularına göre farklı farklı bitirildiğini görürüz.
Bazen selamla sonuçlandırılır. Buradaki selamın da farklı şekilleri vardır. Mektup
müslümana yazılmışsa normal selamla, bazen ğayri müslime verilen selamla, bazen
de selamdan sonra kendisine mektup gönderilen kimseye dua ile bitirilir. Mesela
şöyle denilir:
(d!
jâij j
pSLJl j
Ğayri
müslime ise şöyle denir:
tj
.İp (>ı tjie j
Veya
Bazı
mektuplarda da yazan katip, mektubun sonunda kendi ismini de yazar. Mesela
‘‘ûö&VtfS “[309]şeklindedir.
3-
Mektuplardaki Edebi Sanatlar
Tabiatı
gereği hareketlerini gösteriş için yapmayan Hz.Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) sözlerini ve yazılarım da edebî sanatlarla süsleme yolunu tutmamıştır.
Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in maksadının edebiyat olmaması,
sözlerinin ve yazılanımı gayr-ı edebî (edebiyat yönüyle değersiz) olmasını
gerektirmez. Söz samimiyetle, hayır dileğiyle söylenir; sevgi, merhamet ve
şefkat duygularının kaynadığı bir kalpten çıkar da yine edebî olursa bu,
aramakla bulunmaz bir güzellik olur. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) “Sözlerimde edebî ifadeler bulunacak” korkusuyla zorla gayr-ı edebî bir
konuşma ve yazma tarzım seçemezdi.[310]
Hz.
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’in mektuplanndaki bir takım edebi
sanatlara geçmeden önce mektubun hutbeden farklılık arz ettiği üç hususa
değinmek istiyoruz.
Birincisi
hutbe irticalidir. Hazırlanılmadan anında söylenilir. Mektup ise düşünmeye aklı
yormaya ve bir ön hazırlık yapmaya ihtiyaç duyar.
İkincisi,
mektupta fikri unsurlar hutbeden daha çoktur.
Üçüncüsü,
mektuplar ye yazılı ahitnameler, fikir ve sanatsal yönden hutbelerden daha
sağlamdır. Çünkü hutbeler şifahi olarak nakledilmiş ve dilden dile aktarılarak
kaydedilene kadar onlarca yıl geçmiştir. Mektup ve ahitnameler ise daha kalıcı
ve zamana karşı daha dayanıklıdır. Çünkü yazılarak kaydedilmiş vesikalardır.
Hz.
Peygamberin hutbe ve mektuplarına bu değerlendirmeler ışığında baktığımız zaman
hutbelerde tasvir ve sanat unsurlarının mektuplarına nazaran daha ağır
bastığını görürüz.
Çünkü
hatip topluluğa karşı konuşur. Dolayısıyla etkili olmaya gayret eder. Hz.
Peygamberin hutbelerinde “ikna” ile “istimale(gönül çekme)”nin bir araya
geldiğine şahit oluyoruz. Tasvir ve temsil “istimale”nin en önemli
unsurlarındandır. Aym şeyler “ikna”da da önemlidir. Peygamberin hutbe ve
konuşmalarında teşbih ve temsilin harika örnekleri vardır. Mesela bir ikindi
namazından sonra irad buyurduğu hutbesinde şu ibareler yer alır:
»Iİ2İI I jîil J IjjjJl 1 jSjlİ
(jjliSj ıjkl& jJâlîii <ili
(jl J VÎ * jia. S jiJas* UliB (jt VI
“Dikkat
edin dünya hoş ve tatlıdır. Dikkat edin Allah, nasıl işler yapacağınıza bakmak
için sizleri dünyada halifeler yapmıştır. Öyleyse dünyadan ve kadınlardan
sakının.”
Rasûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem.), güneş batmaya az bir zaman kalıncaya kadar
hutbesine devam etti ve şöyle buyurdu:
LaJS İik ^LajJ (JA (Jsu
US Vj, Uuâ
Lîill C s
“Dünyadan
kalan süre, bu gününüzden kalan süre kadardır.”
Mektuplar,
genellikle ferde yöneliktir. Bazen de cemaate dönük olmuştur. Antlaşma ve
ganimet yazılan gibi mektup türleri birebir bir üslubu, belağî süsten ve
sanatsal
zevkten uzak, sınırlan belli, tek bir manaya delalet eden kelimelerin
kullanılmasını gerekli kılar. Ki böylece farklı farklı manalar çıkanlmasın,
ihtilaf ve müdahale olmasın.[311]
a)
İtnâb ve îcâz
îtnab:
Sözün manadan fazla olması[312],
sözü gerektiğinden artık kelime veya cümle ile uzatmaya, aym fikri aym şekilde
denecek surette tekrarlamak, fikir veya hayaller arasına maksada yabancı fikir
veya hayal karıştırmak.[313]
Sözü ziyadede bir faide olmazsa tadvil gereksiz söz bulunmasına haşiv denir.
Konuyu iyice anlatmak gayesiyle yapılan itnaba makbul, hiçbir fayda
düşünmeksizin yapılan itnaba mümil denir. Nafi’ye göre itnab
Dua
ile sözü hatmedelim zira hakikatte
Sözün
gevher olursa yeğdir itnabmdan icazı[314]
İcaz:
açık ve net olmak kaydıyla az söze çok mana sığdırmak.[315]
Böyle anlatılmış yazılara, sözlere mucez, veciz denir. Vecizeler bu yoldaki sözlerdir.
İcaz, fikrin anlaşılmayacak, anlamayı
zorlayacak şekilde olmamalı.
Öyle olunca buna “îcaz-ı muhil” denir.[316]
İtnab
ve icazdan hangisinin daha makbul ve üstün olduğu tartışılmıştır. Bazılan
belâğatm icazdan ibaret, sözün en iyisinin az ve öz olanı, haddinden fazla
ziyadenin noksanlık olduğunu söylemişlerdir. Bazılan da itnabın daha üstün
olduğunu söylemişlerdir. Çünkü itnab demek beyan demektir. Beyan da ancak
doyurucu bir anlatımla olur. Sözün en üstünü en açık olanı, en açık olanı da en
kapsamlı olanıdır demişlerdir.
Gerçek
şu ki böyle bir tartışma yerinde değildir. Çünkü önemli olan makam veya
münasebettir. Bütün sözler yerine göre itnaba da icaza da muhtaçtır. Her
ikisinin de ayrı ayrı yeri vardır. Yanlış olan, itnabın yerine icazı, icazın
yerine de itnabı kullanmaktır.
Hz.
Peygamberin mektuplarında hutbelerine kıyasla icazın hâkim
olduğu görülür. Hz. Peygamberin hem kısa olan hem de saatlerce süren hutbeleri
vardır. Yukarıda birkaç cümlesini zikrettiğimiz hutbesi, ikindi namazından
sonra başlayıp akşam namazından
biraz önceye kadar devam etmiştir.[317]
Hz.
Peygamberin mektuplarında icazın hakim olduğunu ifade ettik. Bunun sebeplerini
şöylece özetleyebiliriz.
1-
Mektupların konulan
sınırlıdır. Dolayısıyla ıtnaba ve tafsilata gerek yoktur.
2-
Hz. Peygamber dönemi dini,
siyasi, toplumsal ve askeri tezahürlerin olduğu bir tabiata sahiptir. Her şey
sadeliğe ve temel çizgilere dayanır.
3-
Hz. Peygamber döneminde
Hulefâ-i Raşidîn dönemine nazaran katiplerin azlığı sebebiyle yazı imkanlarının
sınırlı, yazı aletlerinin iptidai, deri ve rakk[318]
üzerine yazmanın zor olmasıdır.[319]
Peygamberin
yazılarının genel özelliği budur. Bundan dolayı Hz. Peygamber mektup yazmadaki
gayeyi iyi gözetmekte ve el-Câhız’m dediği gibi uzatılması gereken yerde
uzatmış kısa olması gereken yerde de sözü kısa tutmuştur.[320]
Hz.
Peygamberin Mekke’den Medine’ye hicret ettikten sonra yazmış olduğu anlaşmada
yani Medine Vesikasında itnabı kullanması, maksadı gözettiğinin bir örneğidir.
Yani toplum gruplan arasındaki ilişkilerin sınırlanın belirlemesi, hak ve
ödevleri ortaya koyması gerekiyordu. Kur’ân-ı Kerîm’in hükümleri henüz
inmemişti veya en azından teşrî‘î hükümlerin ilk safhasında bulunuluyordu.
Böyle anayasa niteliğinde olacak bir yazının kısa kesilmesi uygun olmazdı,
tafsilat, taksimat, sınırlamalar ve açıklamalar
gerekirdi.
Bu Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’ın hayatındaki en uzun ahitname
yazısı olarak bize kadar gelmiştir.
Hudeybiye
sulhnamesi açıklama ve itnab yönünden mezkur anlaşmaya erişemez. Bu musalahada
zikredilen şartlar bir elin parmaklarım geçmez. Bu iki yazımn konulan
farklıdır. Birincisi kalıcı anayasa, İkincisi ise patlak verecek bir savaşm
eşiğinde yapılan Hz. Peygamberin ileri görüşlülüğünün bir eseri olarak görülen
bir ahitnamedir.
Anayasa
nizamında icaz yeterli gelmez. Ama sulhnamede itnab, fazlalık ve haşiv olur. Bu
da makbul bir şey değildir.
Rasûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’m teşrî‘î yazılarında en uzun ve en meşhur olan
sadakalar (zekat) konusundaki yazılardır. Bunu Ebû Bekir muhafaza etmiş ve Enes
b. Mâlik’i Bahreyn’e âmil olarak gönderdiği zaman ona göndermiştir.
Rasûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’m Medine’de yaptığı anlaşma yazısında gerçekten
çok lafız tekran, itnab ve tafsilat vardır. Buradaki tekrar, bir fazlalık veya
haşiv değildir. Bunlarla gerçekten çok dakik sınırlar çizilmiştir.
Rasûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem.), “manevi tekrar” denilebilecek başka bir tekrar
etme biçimi de kullanmıştır. Yani bir fikri farklı farklı lafızlarla ifade
etmiştir. Bu özellikle dini ve ahlaki konulara ilişkindir. Mesela, Hecer
halkına yazısı şöyledir:
il I jjjâj V £$ J Ü
.iâu ijJLüâ p&jjâitj j ^n«-»jl
“Allah
ve kendiniz adına hidayeti bulduktan sonra sapmamanızı, doğruyu bulduktan sonra
şaşırmamanızı öğütlerim.”365
Müseylimetü’l-Kezzab,
peygamberimize gönderdiği mektupta kendisinin peygamberliğe ortak olduğunu,
yeryüzünün yansının kendilerine diğer yansımn da Kııreyş’e ait olduğunu, fakat
Kur ey ş’in haddi aştığım bildirir. Bunun üzerine Rasûlullah
(salla’llâhü
aleyhi ve sellem.) çok veciz bir şekilde şu cevabı gönderir: “Yeryüzü
Allah’ındır. Onu kullarından
a
dilediğine
miras bırakır. İyi akıbet Allah’tan sakınanlarındır.”[321]
Rasûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem.) burada icazı kullanarak iki şey ortaya
koymuştur.
Birincisi
: Dünya menfaati, sultanlık ve makamdan başka derdi olmayan bir adamla kısır
tartışmaya girmeye tenezzül etmemek.
İkincisi:
İslâm inancının özünde yer alan temel bir hakikatle cevabı ifade etmek.
Yine Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’ın ortamı,
o ortamın gerektirdiği durumu ve kendisine mektup yazdığı şahsın konumunu
dikkate aldığının bir örneği de şöyledir: Bazı yazılarında son derece az kelime
kullanmıştır. Günümüz tabiriyle ifade edecek olursak “telgraf’ niteliğindedir.
Bilindiği üzere el-‘Abbâs b. ‘Abdulmuttalip Mekke’de kalmış ve müşrikler
hakkmdaki bilgileri Hz. Peygambere yazmakla görevlendirilmişti. Fakat o,
Mekke’yi terk edip Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’a kavuşmayı
istiyordu. Bunun üzerine Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) şöyle bir
mektup yazdı: “ û^-Mekke’de kalman
daha hayırlıdır.”
Bu
mektupta Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) kendi normal metodunu
kullanmamıştır. Besmele, hamdele ile başlanmamış, gönderen ve gönderilen
zikredilmemiştir. Bunun sebebi, görevin acilen yerine getirilme zarureti,
mektubun Kureyş’in eline düşmesi halinde mektubu taşıyanın ve el-‘ Abbâs’m can
güvenliğini koruma gayretidir.
Bütün
bunların ötesinde sımn, sır olarak kalması, İslâm devletinin el-‘Abbâs’m
çalışmalarından faydalanmaya devam ederek, Kureyş’in aldığı önlemleri bilmek ve
Müslümanları vurmak için yaptıkları hazırlıkları ortaya çıkarmaktır.[322]
Rasûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’m mektuplarında icaz-i hazf da vardır.[323]
Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’m Mu‘âz b. Cebel’e yazdığı taziye
mektubunda icaz-ı hazf şu şekilde yer alır:
|
“...Yüce
Allah’tan vaat edileni alırsm.Üzüntün, başına geleni gidersin.”
JtSâ
ibaresi, V ^cijA
^ Jjj iâ JİSâ =ölüm,başına gelmiştir, ölümün sana gelmemesine imkan yoktur,
takdirindedir.
b)
Tekabül ve Tezat
Tekabül:
sözü söyleyip sonra muvafakat veya muhalefet cihetiyle mana ve lafızda benzer
karşılığım getirmektir.
Tezat:
Bir manası, diğer bir kelimenin manasıyla zıt bir lafzın o kelimeyle birlikte
söylenmesi.[324]
Mukabele,
lafız veya ibarelerin anlamca mukabilini getirmektir. Mesela :
“IjiS
j
5üîi =Az
gülsünler çok ağlasınlar”[325]
ayetinde
=gülsünler”
kelimesinin tekabülü, “'jSjaS
=ağlasınlar” kelimesidir. = az” kelimesinin tekabülü de = çok” kelimesidir.[326]
Rasûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem.) davet mektuplarmda tezat ve tekabülü özellikle
terğîb ve terhîb konularında çokça kullanmıştır. Bununla Rasûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’m hedefi, iki durum arasındaki farkı açıkça
ortaya koymaktır. Mesela Meraki’e gönderdiği mektubunda şu ibare geçmektedir:
“...Müslüman
ol kurtul. Allah senin ecrini iki kat versin.Yüz çevirirsen halkının bütün
günahı senin boynunadır...”
Mukavkıs’a
gönderilen mektupta da şu ibare geçmektedir:
.CujLu
CjjjI ^ j (.•'j.'tauuı
llliü (jlâ ji
jSVI J
Jİ j
“Seni
Allah-ü Teâlâ’mn birliğini ikrara çağırdım.Eğer kabul edersen mutlu olursun,
yüz çevirirsen bedbaht olursun.”[327]
Bu
misallerde “ = ecir(mükafat)” kelimesinin zıddı olarak “fSl = günah”,
=
mutluluk” kelimesinin zıddı olarak da “âjlü = bedbahtlık” kelimesi
getirilmiştir.
c)
Cinas
İki
lafzın söylenişlerinin benzer, manalarının farklı olmasıdır. İki lafız harf,
şekil, sayı ve tertip bakımından aym olursa tam cinas, bunlardan biri farklı
olursa tam olmayan
j
374
cmas
olur.
Yukarıda
örnek olarak verdiğimiz Herakl’e gönderilen mektuptaki ^ Müslüman ol kurtul”
kelimelerinde tam olmayan cinas vardır.
d)
Vazıhu’l-Kelam
Vazıhu’l-Kelam:
Arap dilinin zahirini bilen herkesin duyunca
anlayacağı sözdür.[328]
Bunun
zıddı olan ta‘kid, fesahati bozan sözdür. Kastedilen manaya delaletin gizli
olmasıdır. Bu iki şekilde olur. Birincisi, manaya uygun olarak lafızların
sıralanmaması, veya herhangi bir delil olmadan lafızda hazf yapılması. Mesela
“müpteda” ve “haber”in arasını ayırmak (fasıl). İkincisi, zihnin kavramakta
zorlanacağı mecaz ve kinayelerin kullanılması.[329]
Ta‘kîd
ile kişinin fikri tasarruf altına alınmış, manaya giden yola diken konulmuş,
engel çekilmiş, hatta fikir dağıtılmış, düşünce parçalanmış, neticede mananın
nasıl elde edileceği ve manaya nereden ulaşılacağı bilinmez hale gelmiş olur/[330]'
Bundan
dolayı Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) tuhaf ve garip sözlerden
kaçınmıştır.
el-‘Akkâd,
peygamberimizin üslubunun çağdaş olduğunu, zamanımızdaki ve her zamandaki
çağdaşların uymasının uygun olacağım, çünkü o üslubun doğru fıtrattan geldiğini
ve bunun da tüm asırların üslubu olduğunu ifade etmekte haklıdır.[331]
Fakat
denilebilir ki, peygamberin mektuplan arasında bazı garip ve tuhaf ibareler
görmekteyiz. Mesela Hadramut halkma yazılan mektup böyledir. Hz. Peygamber
orada şöyle buyuruyor:
J.4VVÜI
1 j .ıjîliya Yj 3 jjLo V SL5 ^ j
;i—mLuUİI jjhM
j
*
* *
.S&İ\ Syî (jj iiî'j J J. ^ LS$ j jjp]! ^
“Bağımsız
ve baskıcı (başına buyruk) emirlere:
Nisabı
bulanda bir koyun (zekat) vardır. Ne zayıf ne de semiz verilir. Ortayı veriniz.
Define ve madenlerden beşte bir (humus) vardır. Zina eden bekara yüz (sopa)
vurun. Bir yıl sürgün edin. Zina eden evliyi taşlarla kanatın. Dinde
aldırışsıziık etmeyin. Yüce Allah'ın farzlannda gizleme yoktur. Her sarhoş eden
haramdır. Vail b. Hucr, Akyal’a (emirlere) başkanlık eder.”[332]
Bu
ve benzeri üsluplar Hz. Peygamberin mektuplannda yazdığı, hutbelerinde
konuştuğu genel üslubunu temsil etmez. Meselenin aslı şudur: Rasûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem.) Arapların bütün lehçelerini biliyordu ve her
topluluğa kendi dilleriyle hitap ederek konuşuyordu.[333]
Şüphesiz
Hz. Peygamber bazı garip ifadeler kullandığı zaman sahabe de çok azım
anlıyordu. Fakat bu sürekli olan bir üslup özelliği değil aksine başka şekilde
anlamayan bir topluluğa karşı özel bir üsluptur. Bu da ayrıca bir belâğat
özelliğidir ki, bu “Muraat-u Mukteza-i Hâl” diye bilinir.[334]
Hz.
Peygamber başka bir dille onlara hitap etseydi belâğat açısından bir eksiklik
ve amaçlanan hedef sönük belki de yok olurdu. Bu durum Hz. Peygamberin tebliğci
özelliğine aykırı düşerdi.
Hz.
Peygamber mektuplannda verdiği örneklerinde de “Mukteza-i Hâl”i gözetirdi.
Necâşî’yi yazdığı mektubunda Hz. îsa hakkındaki İslâm’ın görüşünü,
Müslümanların onu nasıl yücelttiğini, ona imanın, İslâm ’m temel ilkelerinden
olduğunu, ona inanmayamn Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’i inkar etmiş
olacağım ifade etmiştir.
Burada
muhatabın Hıristiyan olmuş olması dikkate alınmış ve Müslüman olması halinde
eski dininin ve peygamberinin inkar edilmeyeceği vurgulanmıştır.
Hayber
Yahudilerine yazılan mektupta da Hz Musa’dan ve ona imandan bahsedilmiştir.
Çünkü böyle bir makamda verilebilecek tek örnek Hz. Musa (a.s.)’dır. Durum yani
“mukteza-i hal” bunu gerektirmektedir.
e)
Seci‘
Bedi‘
tabirlerinden olup iki fasılanın son harflerinin uygunluğudur. Daha önce de
ifade edildiği üzere nesirde seci‘ şiirde kafiye gibidir.[335]
Seci‘
zorlamayla olduğu zaman hoş görülmemiştir. Daha öncede zikrettiğimiz bir
hadiste Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’e bir adam gelip şöyle
demiştir: Rasûlullah! Yemeyen, içmeyen, bağırmayan bir çocuğa (gurre) mi olur?
Bunun benzeri batıldır. Bunun üzerine Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem.) hoşlanmayarak “cahiliyye seci‘si gibi seci4 mi yapıyorsun?”
buyurmuştur.[336]
Bu
hadis hakkında geçmişte alimler farklı görüşlere sahip olmuşlardır.
Bazıları,
eğer bu kişi sadece kafiyeli konuşmak istemişse bunda bir beis yoktur. Fakat
bir hakkı iptal etmek, yapmacık tavır ile konuşmak istemiş olabilir. Buna göre
Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) “konuyu” veya zikredilen sözlerle
alakalı belli bir “duruşu” hoş görmemiştir.
Bazılan
da Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’in kaside ve şiirleri
dinlediğini, bazılannı güzel bulup, şairlerinden şiir yazmalannı istediğini,
genel olarak sahabenin az veya çok şiir söylediğini, dinlediğini biliyoruz.
Halbuki seci‘ şiirden daha aşağı bir konumdadır. Nasıl oluyor da az olan haram,
çok olan helal olur?
Söz
uzatılmadığı, isteyerek, bilerek, zorla kafiye oluşturulmaya çalışılmadığı
lOy!
vakit
seci1 güzeldir, makbuldür.
Tekellüf
ve sanatta şiirden aşağı olmasma rağmen seci‘nin bizzat kötü görülmesi,
cahiliye döneminde Arap kahinlerinin olması, insanların muhakeme için onlara
müracaat etmeleri, onlan çağırmalandır. Her bir kahinin cinlerden bir bakıcısı
(reiyy) vardı. Onlar kehanette bulunup seci'li ifadelerle hüküm veriyorlardı.[337]
O
zaman cahiliye dönemine yakınlık sebebiyle ve birçok kişide cahiliye kalıntısı
bulunduğundan seciden men vaki oldu. Sebep ortadan kalkınca haramlıkla kalkmış
olur.[338]
Rasûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’m seci‘i yasaklama sebebi olarak şunlan da
zikredebiliriz. İlk olarak itikat yönüyle alakalıdır. Seci‘nin kısa, seri ve
bozuk inanç üzerinde yoğunlaşan cahiliye kehanetini çağrıştıran cümlelerle
irtibatlandınlması. İkincisi, edebi zevk yönü. Belâğat ve fesahatin zirve
örneğini temsil eden Hz. Peygamberin bu gibi seci‘leri tekellüf (zorlama)
sayması, özünün zayıf olması ve mananın cılızlığı sebebiyle hoşlanmamasıdır.[339]
Seci'özellikle
reddedilmiş değildir. O da şiir gibidir. Şiirin iyisi iyi, kötüsü de kötüdür.
Seci‘ de aym şekildedir.[340]
Hulefâ-i
Raşidîn’in yanında konuşan hatipler vardı. Bu hatiplerin hutbelerinde birçok
seci bulunuyordu. Onlar hatiplere bunu yasaklamamışlardı.[341]
Hz.
Peygamberin sözlerinde önceden düşünülmeden, gelişine olan seci‘ler vardır.
Okuyucu sözün akışına baktığı zaman “mevcut seci‘ler olmasaymış bir eksiklik
olurmuş” der. Söz o seci‘ler olmasa beliğ olmaktan çıkar.
Rasûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’m Münzir b. Sâvâ’ya yazdığı mektuptaki şu
ibareler Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’ın mektuplarındaki seci1
ye örnektir:
ıii]
is' jkî j
liiiıa (JİsjjuiI j
LîûL-a
“Kim,
bizim namazımızı kılar, kıblemize döner, kestiğimizi yerse o, müslümandır.”
Bir
diğer örnek de, ‘Uman kralları Ceyfer ve ‘Abd el-Cülenda’ya yazdığı mektupta
geçmektedir:
L&ÇLo J J (Jjl J
La&SLâ jU I jiâ
jjl LÎiİjf J
“İslâm’ı
kabul etmekten yüz çevirirseniz krallığınız gider, atım bölgenize girer ve
benim peyamberliğim sizin krallığınıza üstün gelir.”[342]
Ebû
Sufyân Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’i ve Müslümanları tehdit
ettiği mektubunun sonunda şöyle der:
. jÎjYI (jîâ j jüill c_ıljLş j&ı\
j tliSi Jl LSŞşJ (jls Âjjidt (JâJ
“Medine
hurmasının yansını senden istiyoruz. Ya bunu kabul edersin, yada yurtlarınızın
harap edileceğini ve eserlerinizin söküleceğini bil.”
Rasûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem.) ona verdiği cevabi mektubunda şöyle buyurur:
ıİJl_jş. (_JAİC- Ls> 41)1^3 3 j jjUjİİI j jâSLİl
j jlilîl j ^
iI'Vn
j (jîâJ
j Ij^yîüî
j Sjlje
(jc. Ijxşkjlâ Uıl J J-Ü3İI
“Şirk
ehli ve nifakçıların, küfür ehli ve kavgacıların mektubu bize geldi. Dediğinizi
anladım. Bilin ki size tek cevabım, ok uçlan ve kıliç uçlandır. Siz her şeyden
önce putlara tapmaktan vazgeçin. Kılıç darbesinden, başların aynlmasmdan,
yurtların harap edilmesinden, eserlerin sökülmesinden haberiniz olsun.”[343]
Bu
mektuptaki <İ^ — ıi&^', jl' — -
^îl} jUıSl -J3^\
kelimerinde
seci‘ vardır.
f)
İktibas
Belâğatın
bedî‘ bölümündendir. Manzum veya mensur bir yazıya Kur’ân ayeti veya bir hadis
katıp, ayet veya hadis olduğuna işaret etmemektir. İktibas edilenin biraz
değiştirilmesi caizdir.[344]
Hz.
Peygamberin Rum İmparatoru Herakl’e yazdığı mektup şöyledir:
<ıîll
?jjîl -jkf- (JljA aJjjuijj 2ii\
-İAC. (j-o
tJLul_£
jli _>« siîja*î <C!sl ^lLmI ^Lli s^iLuı^ îitij «2ÎJc.ji
iâjj Vj tji*i 4j .>& Vj V) -4*0 v'î (»Siij Ûİu ÂjJS l^l«5 i_jUSII J&i U” j jiMjjjVl
£3 «iLlc. ^jli
”{JjaL&s-û UU IjjAfrfl Ijİjââ 1 jljJ
(jlİ /İt (jj«â (j*1® J tjJaaj UjJs&kj
' ^ ✓ ■**
“Esirgeyen
bağışlayan Allah’ın adıyla.
Allah’ın
kıılu ve elçisi Muhammed’den Rum’un ulusu HerakPe. Selam hidayete tabi
olanlara...
Seni
İslâm’a çağırıyorum. Müslüman ol, kurtul. Müslüman ol ki Allah sana ecrini iki
defa versin. Yüz çevirirsen bütün halkının
günahı senin boynunadır.
e
‘Ey
kitap ehli! Sizinle bizim aramızdaki ortak kelimeye, yalmzca Allah’a tapmak,
O’na hiçbir şeyi ortak koşmamak, aramızda Allah’tan başka birbirimizi rabler
edinmemek üzere gelin. Eğer yüz çevirirseniz, tanıklık edin ki biz müslümanız,
deyin.’”393
Âl-i
Imran suresinin altmış dördüncü ayeti alınmış ve ayet olduğuna işaret
edilmemiştir. Aynca iktibas edilen kısımda hiçbir değişiklik yapılmadığından
buna “tam iktibas” denilir. Mukavkıs’a gönderilen mektupta da aym şey söz
konusudur.
Hz.
Peygamber’in Necâşî’ye yazdığı mektup da şöyledir:
4.tSİLo ^ »TA •> ili (jll <ût i&a-a (ja i jx!l p5Lu>ll jAsIl tjO jâ
aJ) V (_jiîl <iL3 ^ Asil ^11
A^kjj
AâÎLs s^^joüaj C-dÂa3 in «vtll 4 jjla.ll fjj-4 <ÜÂİ£j Aİl! JJ jji <_s-uUC. (jî
j/îjjj
^.IajTa (jî j s<ic.'üa Jc. j Aİ 'iLjJj
V a^a.j <İ!İ J] <^IJc.jî ^ij j s^âjjj »Ou ^ (jlL U£
tuaj
Jâj Ijhİlİ .,Wlj dliL .13 j «ilil ı^Iljjikj tjJJftji yj) J
s^âlt (JJ-'-'J 4j_j.it Uk.
<_5AİU
£Jül (j« ^^Ic.
^luıilj . jlilll £Oj s
Jâlâ lilj*La.
Ijli jJAİJuüJl jxf'^>sü
4jmj jüş. (j?l <4$
“Esirgeyen
bağışlayan Allah’ın adıyla.
Allah’ın
elçisi Muhammed’den Habeş hükiimdan Necâşî Asham’a
Müslüman
ol. [Kendinden başka Tanrı olmayan] Allah’a olan hamdimi sana iletirim. O
meliktir, kuddüstür, selamdır, mü’mindir, müheymindir, İsa b. Meryem’in
Allah’ın ruhu ve kelimesi olduğuna şehadet ederim. Allah onu iffetli, temiz ve
korunmuş Meryem’e ilka etmiş, o da böylece İsa’ya hamile kalmıştır. Allah onu
tıpkı Adem’i eli ve üflemesiyle yarattığı gibi ruhu ve üflemesiyle yaratmıştır.
Ben
seni ortağı olmayan bir Allah’a, O’na itaate devamlı olmaya, bana uymaya ve
bana gelene iman etmeye çağırıyorum. Çünkü ben Allah’ın elçisiyim.
Sana
amca oğlum Cafer’i ve yanında bir grup müslümanı gönderdim. Geldiklerinde
onları ağırla, zorbalığı bırak, ben seni ve ordunu Allah’a çağırıyorum. Ben
tebliğ etmiş ve öğütlemiş bulunuyorum. Öğüdümü kabul et. Selam hidayete tabi
olanlara
Necâşî’ye
gönderilen bu mektupta yer alan şu ibarelerde de iktibas vardır:
Aiu-0,%11
Aj'ıJalI (Jjİıîl ,jSJ İAÜÎÎ j Ji\\ jj ja (jjl ^ »»jr.
Bu
iktibasın Allahu Teâlâ’nın şu sözünden yapıldığı açıktır:
*
j» ^ *
iİİ^İjj
4&I (jl_ U dilil
a
“Melekler
demişlerdi ki: Ey Meryem! Allah sana kendisinden bir kelimeyi müjdeliyor. Adı,
Meryem oğlu İsa’dır.Mesih’tir.. .”[345]
Yine
Hz. Peygamber şöyle söylemektedir:
Bu
da Tahrim suresi on ikinci ayetten iktibas edilmiştir:
...Uajj
<Jâ CıiJaa.1
^jJİI Q\
ClİJİ j
“Irzım
korumuş olan, Imran kızı Meryem’i de Allah örnek gösterdi. Biz,ona ruhumuzdan
üfledik...”
Fakat
burada Kur’ân’dan almdığı belirtilmemiş, birazda değişiklik yapılmıştır. Buna
da “nakıs iktibas” denir.
Hz.Muhammed
(salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’in bu mektubunda bir diğer iktibas örneği de
şöyledir:
(jjjJılîl
dUl jA V] y
Bu
iktibasm yapıldığı Kur’ân ayetinin metni şu şekildedir:
“O
öyle bir Allah’tır ki, kendisinden başka ilah yoktur. O, mâlik ve sâhiptir,
münezzehtir, selâmet verendir,emniyete kavuşturandır,gözetip koruyandır...”[346]
Hz.Muhammed
(salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’in mektuplarında başka iktibas örnekleri de
vardır. Fakat biz bu kadar misalle yetiniyoruz.
g)
Kinaye
Bir
sözün asli manasında kullanmayı caiz kılan bir karineyle beraber söyleyip başka
bir anlam kastetmektir.[347]
Kinaye
birden çok anlamı hatıra getirmek amacıyla kullanılan bir sanat olmakla
birlikte sözün açıkça söylenmesinin uygun olmadığı durumlarda da kendisine
başvurulan bir sanattır. Alay, şaka ve sitemde çoğunlukla kinaye yoluyla dile
getirilir. Bu kullanımda
397
sözün
gerçek anlamından bir sonuç çıksa da geçerli olan mecaz anlamıdır.
Hz.
Muhammed(salla’llâhü aleyhi ve sellem) Damraoğulları’na şöyle bir mektup
yazmıştır:
(jASbjJl jSüLuJ
<JJjjİJ ,|j,'*>-
■» (_j-o ı_llÜS I jifc
^âo (Jj U İlt op ^ ljjjlso jl ^9İJ t> ^
jî J ^uij! j f^Jl j3ıî ^gic- ûjiJ fgjj
(-^.u jjwa^
.^j^j ^ (iii'u ,»jji^ı ay^\
iii (j^ j _4ij£<a
/
Esirgeyen
bağışlayan Allah’ın adıyla.
Bu,
Muhammed Rasûlullah’tan Damraoğullan’na bir yazıdır.
Onlar
mallan ve canlan konusunda güven içindedirler. Onlara saldıracaklara karşı,
kendilerine yardım edilecektir. Bu antlaşma, deniz bir yün parçasmı-istiridye
kabuğunu eritinceye kadar-ilelebed geçerlidir. Müslümanlann Allah’m dini
konusunda savaşa çıkmaları hariç. Peygamber onlan yardıma çağırdığında, cevap
vereceklerdir. Bu konuda, hem Allah’m, hem peygamberinin zimmeti(koruması)
onlarındır. Onlar içinden (antlaşma) sözünü tutanlara ve (bozmaktan)
sakınanlara yardım edilecektir.[348]
Bu
mektuptaki Jj
La = Deniz yün parçasını(istiridye kabuğunu eritinceye
kadar)
ibaresi “ilelebed” kelimesinden kinayedir.
JİI
Â\
^■iiSjLîl Jüc.j
jjÎI fjA
b*
jiV öıs o-uîi J) M iULa uU öİoj us>J ^jii ^ U
V
b\ j usiL öü puyu fjs! oî uQİ (jij
*usij$ ?yu»yb iiijjsl <j) C&b
<>■ İJjîa u* jii
.LaSSÜ (jyîc j ‘LoSLİUju
(JLj LeSjc.
Esirgeyen
bağışlayan Allah’m adıyla.
Allah’ın
elçisi Muhammed’den Ceyfer ve Abd b. Culenda’ya,
Selam
hidayete tabi olanlara. Ben, ikinizi Islâm’a davet ediyorum. Müslüman olun,
kurtulun. Ben diri olanı uyarmak ve azabm kafirlere hak olması için Allah’m
bütün insanlara gönderdiği elçiyim. Eğer siz İslâm’ı kabul ederseniz, sizi
tayin ederim. Eğer
İslâm’ı
kabul etmezseniz, mülkünüz gidecek, atım toprağmızagirecek ve peygamberliğim
mülkünüze üstün gelecektir.[349]
Hz. Muhammed(salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in bu
mektubundaki USlaL-u Lisû = Atım
topraklarınıza
girecek ibaresi, güç ve otoriteden kinayedir.
h)
Mecaz
Gerçek
manasında kullanmaya mani bir karineden dolayı ilgi ve benzerliği olan başka
bir manada kullanılan lafız.[350]
Mecaz
ikiye ayrılır: Mecaz-i aklî, mecaz-i lüğavî.
Mecaz-i
aklî: Fiilin başka bir şeye isnat edilerek yapılan mecazdır.
Mecaz-i
Luğavî: Lafızları hakiki manalarından alıp, aralarında ilgi ve benzerlik olan
başka manalara götürmektir. Bu da ikiye ayrılır:
1)
İstiare: Gerçek mana ile
mecazi mana arasındaki ilişkinin benzerlik (müşabehet) e dayandığı, taraflardan
birinin hazfedildiği mecaz.
2)
Mecâz-ı Mürsel: Gerçek mana
ve mecazi mana arasındaki alakanın benzerlik harici bir şeye dayandığı
mecazdır.[351]
Hz.Muhammed
(salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’in Ukeydir’e yazdığı şu mektupta istiare
vardır:
ıjA^,jîl auI
kÂjjjll
(jj jJlÂ. t^lLİaVl J ^İâ.j i^SLu^I Ûü3* J
l^iUSÎ
j
cjüâJl
Esirgeyen
bağışlayan Allah’ın adıyla
Muhammed
Rasûlullah’tan Dumetu’l-Cendel ve çevresi hakkında Allah’ın kılıcı Hâlid b.
el-Velîd’in huzurunda İslâm’ın kabul ettiği, yalancı tanrılardan (endad) ve
putlardan vazgeçtiği sırada (vazgeçmesi üzerine) Ukeydir’e.. ,[352]
= yalancı tanrılar” ve =
putlar” sahibine ağır gelen bir = bağ”
olarak
görülmüştür. Burada müşebbehün bih hazfedilmiş, onun lazımı olan = çıkarıp
atmak” kelimesiyle de ona işaret edilmiştir.
Rasûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’ın şu yazısında da mecâz-ı mürsel vardır:
jjJ
jûLoJl .Wn> ı^ys,
jî t Cikj La (JİŞJ pLuti tdjftj
(^li Jl*J Ual £Âİİ i_sİo piu
_ jâlİJlj LiâJI ^1 jjhj.Tİ
Esirgeyen
bağışlayan Allah’m adıyla
Muhammed
Rasûlullah’tan el-Münzir b. Sâvâ’ya.
Selam
hidayete tabi olanlara. Seni İslâm’a çağırıyorum. Müslüman ol, kurtul. Allah da
elinin altındakini (iktidarım) sana ait kılsın. Bil ki dinim (iktidarım),
yumuşak tabanı üstüne basan develer ile tırnaklan üstüne koşan atlann varacağı
yere (sınırlara, ülkelere) kadar, üstün gelecektir(yayılacaktır).[353]
=
ayak tabanı” kelimesi zikredilmiş, deve kastedilmiştir. Alakası ise cüziyyedir.
Yani parça söylenip bütün kastedilmiştir.[354]
“jsbJ
= toynak” kelimesi zikredilmiş, at kastedilmiştir. Yine mecâz-ı mürsel vardır,
alaka cüziyyedir.
I)
Teşbih
İki
şeyin bir veya daha fazla vasıfta müşterek olmasıdır.[355]
Teşbih bir şeyin bir manada başka bir şeyle ortak olduğuna delalet eder.[356]
Teşbih
Arapça’da benzetme edatlan olan ^ ve benzerlerinin ziredilmesi veya zihinden
geçirilmesiyle yapılır.[357]
Medine
vesikasında geçen şu ibarede teşbîh vardır:
j>3l
V j
jLjm jjö jLşJl ^ = himaye altındaki kimse,-zarar vermedikçe, suç işlemedikçe-
bizzat himaye eden gibidir.[358]
Edat
zikredildiği için mürsel, vech-ü şebeh hazfedildiği mücmel teşbîh vardır.
Hz.Muhammed
(salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’in Mu‘âz b. Cebel’e gönderdiği taziye
mektubunda şu ibare geçmektedir:
HıVj! j j lul&l j tulıâil qI...
“Nefislerimiz,
ailemiz, mallarımız ve çocuklarımız, Allah’ın güzel nimetlerindendir..
Burada
“u^j' = nefisler”, “d*t = aile”, =
mallar” ve “-aYjl - çocuklar”
nimete,
hediyeye benzetilmiştir. Edat ve vech-ü şebeh hazfedildiği için teşbih-i beliğ
vardır.
Hz.
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in mektuplannda gö rdüğümüz belâğat
sanatlan genelde bunlardır. Şüphe yok ki bunlardan başka sanatlar da vardır.
Söz konusu ettiğimiz sanatların misallerini de çoğaltmak mümkündür.
îslâm’ın
gelmesiyle Arap dili ve edebiyatında birçok değişiklik meydana gelmiştir. Bu
değişiklikleri meydana getiren faktörlerin başında Kur’an-ı Kerîm gelir.
Hadis-i Şerifler ve Hulefa-i Raşidîn’in mektupları, hutbeleri vs. Kıır’an-ı
Kerîm’i takip eder. Biz burada Kur’an-ı Kerîm’in ve Hz. Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem.)’in mektuplarının Arap dili ve edebiyatma yaptığı etkileri
ele alacağız.
A)
Kur’ân-ı Kerîm’in Arap dili
ve edebiyatına yaptığı etkiler
Bilindiği
gibi Kur’ânı Kerim, Arap nesir edebiyatının ilk ve ebedi bir şaheseri olup,
stil ve üslup bakımından taklit edilmez bir mükemmeliyettedir. Bu bakımdan
Kur’ân- ı Kerîm, yalnız mukaddes bir din kitabı olmakla kalmamıştır. Muhtelif
sahalarda olduğu gibi bu mukaddes kitabın Arap dili üzerindeki tesiri de çok
büyüktür. Arap dilini ebediyet alemine götürerek kıyamete kadar baki kalmasını
sağlayan Kura’n-ı Kerîm’dir. Kur’ân-ı Kerîm’in Arap dili üzerindeki önemli
tesirlerinden bir kaçım şöyle sıralayabiliriz:
1)
Dilde sağladığı birlik
Kur’ân-ı
Kerîm’in bu dil üzerindeki en bariz tesirlerinden biri, hiç şüphe yok ki Arap
dilinde yarattığı birliktir. Çünkü, Arap dilini tek bir lehçeye münhasır kılan
Kur’ân-ı Kerîm olmuştur.
Gerçi
Araplar, dillerinde bir birlik meydana getirmek için hissedilir bir çaba
içerisinde bulunuyorlardı. Bunu kabul etmemiz gerekir. Ancak bu çalışma ve
çabalara muvaffak olmuş nazarıyla bakmamız mümkün değildir. Ta cahiliye
devrinde başlayan çeşitli panayırlardaki hararetli dil tartışmaları,
konuşmalar, yapılan tercihler hep bu hadisenin öncüleri idiler. Mesela,
tanınmış şair en-Nabiğatü’z-Zübyânî (m.535-634)’nin ‘Ukâz çarşısında hakem
tayin edilerek şairler arasında belâğat ve fesahat hususlarında bir şairi
diğerine tercih ettiği malumdur. Bütün bu tarihi olaylar dil birliğine giden
yolun başlangıcı idi. Fakat bu hareket asla kemale erememişti. İşte, kemale
eremeyen bu hareketi
Kur’ân-ı
Kerîm tamamladı, her şeyde olduğu gibi dilde de bir birlik ve beraberlik
meydana getirdi.[359]
2)
Arap diline kazandırdığı
yeni müfredat
Kur’ân,
Arapça’yı semavi bir dinin dili haline getirmiştir. Böylece daha önce
bilinmeyen mana ve ifade şekilleri Arapça’ya girmiştir. İslâm, daha önce
bilinmeyen, Allaha iman, ibadet vs. konusundaki yeni mazmunları Araplara takdim
etmiştir. Mesela, küfür, kafir, salat, zekat, secde, münafık, savm, hacc,
teyemmüm gibi kelimelerle şer’i ilimlerin birçoklarında kullanılan ıstılahî
tabirlerin doğmasındaki ilk ve hakiki amil
e
Kur’ân-ı
Kerîm’dir. Kur’ân-ı Kerîm vasıtasıyla birçok kelime yeni yeni manalara
kavuşmuştur.
3)
Kur’ân-ı Kerîm, Arapça’yı
hoş olmayan ve manaları zor anlaşılan kelimelerden arıtarak güzelleştirmiştir.
Onu, beyan ve mucizevî belâğat dili haline getirmiştir. Kur’ân’m üslubunda
lüzumsuz fazlalıklar yoktur. Söz, mana miktanncadır.
4)
Arap dilinin yayılmasındaki
büyük tesiri
Kur’ân-1
Kerîm nazil olmadan önce Arapça, Arap yarımadasında konuşuluyordu. Kur’ân-1
Kerim’in nüzulünden sonra ise Arap dili Müslümanların gidebildiği her yerde
yayılmaya başladı. Çünkü her Müslüman Kur’ân-ı Kerîm’le yakından ilgileniyordu.
Böylece Kur’ân-ı Kerîm vasıtasıyla Arap dili dünyanın her yerinde kendisini
göstermiştir.
5)
Kur’ân-ı Kerîm, Arapça’da
meydana gelebilecek bozulma ve yıpranmayı önlemiştir. Bu günkü konuşma dili
olan Arapça, çeşitli Arap ülkelerinde birbirine uygun olmasa bile, ortada
müşterek bir kitap ve edebiyat dili vardır. Kur’ân-ı Kerîm, bugün Araplar
arasındaki resmi dilin bu ahenkte olmasını sağlamıştır [360]
6)
Kur’ân-ı Kerîm fesahat ve
belâğatta örnek bir kitap olmuştur.
Edebiyatçılar
Kur’ân-1 Kerîm: in
fesahat, belâğat ve üslubunu örnek almışlar ve ondan bol bol iktibaslarda
bulunmuşlardır.
Sözün
özü, Araplar İslâm dinini yaymışlar ve onun yayılmasıyla Arap dili Müslüman
ülkelerde yaygınlaşmıştır. Kur’ân-ı Kerîm olmasaydı Arap dilini sağlam olarak
koruma imkanım bulamazdık.
Kur’ân-ı
Kerîm’in hıfzedilmesi hıfzedenin dilini güçlendirir. Kur’ân-1
Kerîm’i ezberleyenlerin ekserisi cahil olmasına rağmen nahiv ve sarf
kaidelerinde hata yapmazlar.[361]
B)
Hz. Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’in Mektuplarının Arap dili ve edebiyatma yaptığı
etkiler
Daha
önce, hangi maksatla olursa olsun, Hazreti Peygamber tarafından
yazılan veya yazdırılan bir vesikayı, hadisin kapsamı içerisinde mütalâa etmek
kadar tabii bir şey olmaması gerekir, nasıl ki huzurunda işlenen bir fiil veya
söylenen bir söz, onun tarafından tasvip gördüğü müddetçe takrîrî sünnetten
sayılmış ve hadis olarak rivayet edilmiştir, onun imzasını taşıyan bir mektubu
da, yazılı bir hadis vesikası olarak kabul etmemek için hiçbir sebep yoktur,
demiştik. Bu münasebetle buradaHadis-i Şerifin Arap dili ve edebiyatma yaptığı
etkiler üzerinde duracağız.
Kur’ân-ı
Kerîm’in yaptığı tesire ulaşmasa d a h adisin de Arap dili ve edebiyatı
üzerinde büyük tesiri vardır. Hadis, her ne kadar söyleyicisi, Arap’m en beliği
ve en fasihi ise de belâğat, fesahat, icaz ve beyanda Kur’an-ı Kerîm’den aşağı
ve ikinci derecededir. Ancak Kur’ân-ı Kerîm’in yolundan ve metodundan
ayrılmadığı için, Arap dili ve edebiyatında hadisin de aym tesirleri meydana
getirdiğini söyleyebiliriz. Yine sıralarsak:
1)
Hadis Arap dilini muhafaza
ve yaymada Kur’ân-ı Kerîm’e yardımcı olmuştur.
2)
Hadis de Kur’ân-1
Kerîm gibi, yeni yeni kelimeler ve tabirler getirmiştir. Mesela bazı kelime ve
tabirler ya ilk defa hadiste kullanılmış yada önceden kullanılıyorsa bazılarına
yeni manalar kazandırılmıştır. Bu konuya dair birkaç örnek vermek istiyoruz:
a)
= şimdi harp kızıştı (şiddetlendi) manasına
gelen bu tabir ilk defa Hz. Peygamber’den duyulmuştur.[362]
b)
= eceliyle öldü, anlamındaki bu sözü ilk
olarak Rasul-i Ekrem kullanmıştır. Daha önce bu terkibin kullanılmış olduğunu
bilmiyoruz.[363]
Hz. ‘Ali’nin; “bu sözü Rasûlullah’tan önce hiçbir Arap’tan duymadım” dediği
rivayet edilmiştir.[364]
c)
Yürüyüşü hoşuna giden bir
at için kelimesi de ilk olarak Rasul-i Ekrem’den duyulmuştur. Daha sonra
edebiyat diline u-jâ şeklinde geçmiştir.[365]
Bunlardan başka , daha pek çok kelime ve terkip, Hz. Peygamber tarafından Arap
diline hediye edilmiştir. Bu kelime ve terkiplere lüğat kitaplarında çok
rastlanır.
3)
Alimlerin ve râvîlerin hadisleri
toplayıp şerhetmek ve onlardan hüküm çıkarmak için yardımlaşmaları hadisleri
bizzat râvîsinden duymak için seyahat etmeleri ve nihayet onları rivayete
koyulmaları; kültür birliğine, kabiliyetlerin eğitilmesine, dilin düzeltilip
yayılmasına ve edebiyatın güçlenmesine büyük etkide bulunmuştur.
4)
Alimler, hadislerin dilini
inceleyip, onları tedvin etmeye mecbur kalmışlar, böylece hadislerin dili
hakkında birçok kitap telif edilmiştir.
5)
Hadis, umumi kültür için
ebedi hikmet ve mesellerden meydana gelen tükenmeyen bir servet bırakmıştır.
Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’m hadislerindeki hikmetler ve
cevami‘u’l-kelim; edebiyatçılar için en güzel örnekler ve onların sözlerini
süsleyen en güzel ziynetler olmuştur.[366]
SONUÇ
Arap
dili ve edebiyatının en yüksek seviyede olduğu bir sırada, Allah tarafından Hz.
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’e indirilen Kur’an-ı Kerîm, fesahat ve
belagatıyla bütün Arap fasihlerini ve belagatçılannı susturmuş ve onları
kendisine hayran bırakmıştır.
Kur’an-ı
Kerîm’i insanlara tebliğ ve açıklamakla görevli olan, kendisine cevami-i kelim
verilen Hz. Peygamber de Arap’ın en fasihi ve beliğidir.
Hz.
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in hadisleri ve mektuplan Sadr-ı
İslâm’da Arap dili ve edebiyatıma durumunu gösteren en önemli vesikalardandır.
O
halde Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in mektuplanndan şunlan
öğreniyoruz.
Cahiliye
devrindeki edebi mahsuller, Islâm gelince başka gaye ve konularla yer
değiştirmiştir. Cahiliye de edebi vasıtalar mufahara ve münafara için
kullanılırken, İslâm’da din, siyaset, cihad, Allah yolunda savaş ve
Müslümanların yararlanna olan toplum meseleleri için kullanılmıştır.
Cahiliyede
zorla seci yapmak bir gaye iken, Hz. Peygamberin mektuplan ve konuşmalarında
seci, sözü güzelleştiren tabii bir vasıtadır. Hz. Peygamber’in mektuplarında
tekellüf ve sunilik yoktur. Çünkü Kur’an-ı Kerîm tabii olmayı emretmiş, Hz.
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) de mütekellifleri kınamıştır.
Hz.
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in mektuplarındaki lafızlar; temiz,
tatlı, güçlü, yumuşak ve etkilidir. Manalar ise; açık, sağlam, ince, derin ve
maksada uygundur.
Hz.
Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’in mektuplarında sanat kaygısı olmadan
tabii olarak belagat sanatîan vardır.
Kur’an-ı
Kerîm Arap dili ve edebiyatına tesir etmiştir. Hz. Peygamber de tabii olarak
Kur’an-ı Kerîm’den etkilenmiştir. Bunu mektuplarında da açıkça görmekteyiz.
Kaynak:
Kasım KURTULAN :Arap Dili Ve Edebiyatında Hz. Muhammed’in Mektupları/ Yüksek
Lisans Tezi Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslâm Bilimleri
Anabilim Dalı Arap Dili Ve Belagatı Bilim Dalı/ Konya - 2004
BİBLİYOGRAFYA
Kur’ân-ı
Kerîm
el-‘Aclûnî
‘Îsmâ‘îi b. Muhammed, Keşfu’l-Hafâ ve Muzîlu’l-İibâs ‘ammâ İştehare min’el-
Ehâdîşi ‘alâ Elsineti’n-Nâs, Mektebetu Turâsi’l-İslâmî, Haleb, Ty.
Ahmed
el-İskenderî-Mustafâ ‘Înânî , el-Vasît fi’l-Edebi’l-‘Arabî ve Tarîhihî Dâru’l-
Me‘ârif,' Mısır, Ty.
Akdağ
Haşan, Arap Dilinde Deyimler ve Atasözleri, Tekin Kitapevi, Konya, Ty.
Asım
Efendi, Kâmûs Tercemesi, Haşan Hilmi Matbaası, İstanbul, 1304.
e
el-‘Askalânî
İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, Mektebe ve Matba‘a Mustafâ el-Bâbî el-Halebî ve
* t »
Evladuhû, Mısır 1378/1959 el-îşâbe
fî Temyîzi’ş-Şahâbe, Dâru Sâdır, Beyrût, T.y
Bedevî
Tabâne, Mu‘cemu’l-Belâğati’l-‘Arabiyye, Dâru îbn Hazm, Beyrût, 1417/1997 Bekrî
Şeyh Emîn, el-Belâğâtu’l-‘Arabiyye, Dâru’l-‘Ilm li’l-Melâyîn, Beyrût 1990,
el-Belâzurî Ebu’l-‘Abbâs Ahmed b. Yahya b. Câbir, Futûhu’l-Buldân, Dâru’n-Neşr
li’l- Câmi‘iyyîn, 1377/1957 el-Buhârî Muhammed b. ‘Ismâ‘îl b. İbrahim,
ŞahîhuT-Buhâri, Dar ve Metâbi’uş-Şa‘b Yy. Ty.
el-Bustânî
Butros, Udebâu’l-‘Arab, Dâru’l-Cîl, Beyrût, 1989. el-Bûtî Muhammed Sa‘îd
Ramadan, Fıkhu’s-Sîre, Dâru’l-Fikr, 1410/1990 * • * * el-Câhız,
Ebû Osman ‘Âmir b. Bahr, el-Beyân ve’t-Tebyîn, Mektebetu’1-Hâncî, Mısır
1395/1975-.
el-Cârim
‘ Alî-Muştafâ Emîn, el-Belâğatu’l-Vâdıha, Eda Neşriyat, İstanbul, 1991
el-Cezîrî Abdurrahman, Kitâbu’l-Fıkhi ‘ale’l-Mezâhibi’l-Erba‘a,
Matba‘atu’l-İstikâme, Kahire, Ty.
el-Curcânî
Abdulkâhir, EsrâruT-Belâğa, Dâru lhyai’l-‘Ulûm, Beyrût 1412/1992 Çağatay Neşet,
İslâmdan Önce Arap Tarihi ve Cahiliye Çağı, Ankara Üniversitesi Basımevi,
Ankara, 1963.
Dayf Şevkî, Târîhu’l-EdebiVArabî ( el-‘Aşru’l-Câhilî ),
Dâru’l-Me‘ârif, Mısır , Ty. el-Fennu
ve Mezâhibuhû, Dâru’l-Me‘ârif, Mısır, Ty.
Devellioğlu
Ferit, Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lügat, Doğuş Matbaası, Ankara, 1970
el-Ebrâşî Muhammed ‘Atıyye, ‘Azametu’r-Rasûl, ‘îsâ el-Bâbî el-Halebî ve
Şurekâhu, Ty.
Ebû
Dâvûd Süleyman b. el-Eş’aş es-Sicistanî, es-Sunen, Daru’l-Hâdî, Suriye, Ty.
Emîn
Ahmed, Fecru’l-İslâm, Dâru’l-Kitâbi’l-‘Arabî, Beyrût, 1969.
el-Ezherî
Ebû Mansûr Muhammed b. Ahmed, Tehzîbu’l-Luğa, ed-Dâru’l-Mısriyye li’t- Te’lif
ve’t-Tercume, Kahire, Ty.
el-Fâhûrî
Hannâ, el-Câmi‘ fî Târîhi’l-Edebi’l-‘Arabî (Edebû’l-Kadîmjo Dâru’l-Cîl, Beyrût,
1986
Fehmî
Mehmed, Tarîh-i Edebiyat-ı Arabiyye, Matbaa-ı Amire, İstanbul, 1332
Fîrûzâbâdî,
Kâtnûsu’l-Muhît, Mektebetü Nevevî, Dimeşk, Ty.
Furat
Ahmet Suphi, Arap Edebiyatı Tarihi, Edebiyat Fakültesi Basımevi, İstanbul 1996.
el-Ğazâlî
Ebû Hamîd Muhammed b. Muhammed, İhyâu ‘Ulûmi’d-Dîn, Dârul Ma‘rife, Beyrût, Ty.
Ğazâlî
Muhammed, Fıkhu’s-Sîre, Risale Yayınlan, İstanbul, Ty., çev: Resul Tosun
Gâzî
Tuleymât-‘İrfân el-Eşkar, el-Edebu’l-Câhilî, DâruT-Fikr, Dimeşk, 2002.
el-Hâdî
Şalâhuddîn, el-Edeb fî ‘Asri’n-Nubuvveti ve’r-Râşidîn, Mektebetü’1-Hâncî,
Kâhire, 1407/1987
HaM
Nâsıf, Târîhu’l-Edeb, Matba‘atu Câmi'ati’l-Kâhire, 1973.
Hamîdullah
Muhammed, Mecmû ‘ atu ’ 1-V esâiku ’ s-S iyâsiyye, Dâru’n-Nefâis, Betrat,
1407/1987
......... İslâm Peygamberi, İrfan
Yayıncılık ve Ticaret, İstanbul, 1414/1993, çev.:Salih Tuğ
......... Hz. Peygamberin Altı Orijinal Diplomatik
Mektubu, Beyan Yayınlan, İstanbul,
1990,
Çev: Mehmet Yazgan
İbn
Hişâm Ebû Muhammed Abdulmelik, es-Sîratu’n-Nebeviyye, Matba‘atu Mustafâ el-
Bâbî et-Halebî ve Evlâduhû, Mısır 1355/1936.
İbn
‘Abdi Rabbih, Ahmed b. Muhammed, el-Endelûsî, el-‘İkdu’l-Ferîd,
Dâru’l-Kutubi’l- ‘İlmiyye, Beyrût, 1407/1987.
İbn
Haldûn, Mukaddime, Dâru’l-Kalem, Beyrût, 1981
İbn
Kesîr Ebû’l-Fidâ’ İsmâ‘îl, es-Sîratu’n-Nebeviyye, Matba‘atu îsâ el-Bâbi
el-Halebî ve Şurakâhu, Kâhire, 1385/1965.
İbn
Manzûr Lisânu’l-‘Arab, Dâra Sâdır Beyrût, Ty.
İbn
Sa‘d, et-Tabakâtu’l-Kûbra, Dâra Sâdır Beyrût, 1376/1957.
İbn
Seyyidi’n-Nas, ‘Uyûnu’l-Eser fî Funûni’l-Meğâzî ve’ş-Şemâili ve’s-Siyer,
Dâru’l- Ma‘rife, Beyrût, Ty.
Îbnu’n-Nedim,
el-Fihrist, Dâru’l-Ma‘rife, Beyrût, Ty.
İbnu’l-Eşîr
‘İzzu’d-Dîn Ebû’l-Hasen Ali b. Muhammed, Usudu’l-Ğâbe, Eş-Şa‘b, Ty. İbnu’l-Esîr
Ebu’l-Hasen ‘Alî b. Ebi’l-Kerem eş-Şeybânî, el-Kâmil fi’t-Târîh, Beyrût,
1407/1987.
İbnu’l-Eşîr,
Ebû’s-Se‘âdât el-Mubarek b. Muhammed el-Cezerî, en Nihâye fî Ğarîbi’l- Hadîş
ve’l-Eşer Y.y. Ty.
İbnu’l-Kayyım
el-Cevziyye Muhammed b. Bekr, Zâdu’l-Me‘âd fî Hedyi Hayri’l-‘İbâd, Matba‘a ve
Mektebe Mustafâ el-Bâbî el-Halebî, Mısır, 1369/1950 el-İşfehânî er-Râğıp,
Mu’cemu’ 1-Mufredâti Elfâzi’l-Kur’ân, Dâru’l-Fikir, 99, Ty.
İslâm
Ansiklopedisi, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1964.
Kâdî
Iyâd Ebû’l-Fadl, eş-Şifâ bi Ta‘rîfi Hukûki’ 1-Mustafâ, Mektebe ve Matba‘a
Mustafâ el-Bâbî el-Halebî ve Evladuhû, Mısır, 1369/1950 el-Kalkaşandî Ahmed b.
‘Alî, Subhu’l-A\şâ fî Şınâ‘ati’l-İnşâ, Dâru’ 1-Kutubi ’ 1-‘ İlmiyye, Beyrût,
1407/1987
Kamîha
Câbir, Edebu’r-Resâil fî Sadri’l-İslâm, Dâru’l-Fikri’l-‘Arabi, Kâhire,
1406/1986.
0 * «
el-Kârî
‘Alî, Şerhu’ş-Şifâ, Dârul Kutubi’l-'Ilmiyye, Beyrût, Ty.
Katâmiş
‘Abdu’l-Mecîd, el-Emsâlu’l ‘Arabiyye, Dânı’l-Fikr Ty.
Kazancı
Ahmet Lütfı, Peygamber Efendimizin
Hitabeti, Marifet Yayınlan, İstanbul 1997 el-Kazvînî el-Hatîb, el-î^âh fî
‘Ulumi’l-Belâğa, Dâru ihyai’l-İlim, Beyrût 1408/1988 el-Kefevî, Ebû’l-Bakâ’
Eyyub b. Mûsâ el-Huseynî, el-Kulliyyât, Muessesetu’r-Risâle, Beyrût, 1413/1993.
Kehhâle
Ömer Rıdâ , el- Edebû’l-‘Arabî , el-Matba‘atu’t -Te‘âvuniyye, Dimeşk • t * •
1932/1972
el-Kettânî
Abdulhay, Nizâmu Hükümeti’n-Nebeviyye (et-Terâtîbu’l-İdâriyye) Dâru’l-
Kâtibi’l-‘Arabî, Beyrût, Ty.
Koçyiğit
Talat, Hadis Usûlü, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara, 1975.
Küçükkalay
Hüseyin, Kur’an Dili Arapça, Manevi Değerleri Koruma ve İlim Yayma Cemiyeti,
Konya, 1969. el-Mâverdî Ebû’l-Hasen ‘Alî b. Muhammed b. Habîb,
Ahkâmu’s-Sultâniyye, Şeriketu
Mektebe
ve Matba‘a, Mustafâ el-Bâbî el-Halebî ve Evladuhû, Mısır, 1386/1966
ektebi
Nezîr Muhammed, Hasâisu’l-Hutbeti ve’l-Hatîb, Dâru’l-Beşâiri’l-İslâmiyye,
Beyrût, 1989.
el-Mes‘ûdî
Ebû’l-Hasen ‘Alî İbnu’l-Huseyn, Murûcu’z-Zeheb ve Me’âdini’ 1-Cevher, el-
Mektebetu’l-‘Asriyye, Beyrût, 1408/1998
Mevsû‘atu
‘Abbâs Mahmûd el-‘Akkâd, Dâra’ 1-Kutubi’ 1-''Arabî, 1971
el-Meydânî,
Ebû’l-Fadl Ahmed b. Muhammed, Mecma‘u’l-Emşâl, Dâru’l-Ma'rife, Matba‘ atu’
s-Sünneti ’ 1-Muhammediyye Beyrût 1374/1955.
el-Munâvî
Muhammed ‘Abdu’r-Raûf, Feydu’l-Kadîr, Dâru’}-Ma‘rife, Beyrût 1391/1972.
Müslim
Ebû’l-Huseyn İbnu’l-Haccâc el-Kuşeyrî, el-Câmi‘us-Sahîh, Dâru İhyau Turâşi’l-
‘Arabî, Beyrût, Ty.
Nâyif
Ma‘rûf, el-Mu‘cezu’l-Kâfî fî ‘Ulûmi’l-Belâğa ve’l-‘Arûd, Dâru’n-Nefais, Beyrût
1993
en-Nesâî
Ebû ‘Abdurrahmân Ahmed b. Şu‘ayb, es-Sunen, el-Matba‘atu’l-Mısnyye bi’l- Ezher,
Mısır, Ty.
en-Nuveyrî,
Şihâbu’d-Dîn Ahmed b. ‘Abdulvehhâb, Nihâyetu’l-İreb fî Funûni’l-Edeb,
Vizâretu’s-Sekâfeti ve’ 1-İrşâdi’ 1-Kavmî, Ty.
Okiç
M.Tayjdp, Kur’ân-ı Kerîm’in Üslup ve Kıraati, Ankara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Yayınlan, Ankara 1963
Özek
Ali, en-Nusûsu’l-Edebiyye, Özek Yaymevi, İstanbul, Ty.
er-Râfı‘î
Mustafâ Sâdık, Târihu Âdâbi’l-'Arab, Dâru’l-Kuttâbi’l-‘Arabî, Beyrût, Ty.
Rıdâ
Muhammed Reşîd, Tefsîru’ 1-Kur’âni’ 1-Hakîm, (Tefsîru’ 1-Menâr) Dâru’l-Fikr
Y.y, Ty.
Safvet
Ahmed Zekî, Cemheratu Hutabi’l-‘Arab, Şeriketu Mektebe ve Matba'a Mustafâ el-
Bâbi el-Halebî ve Evlâduhû, Mısır, Ty.
........ Cemheratu Resâili’l-‘Arab,
Şerikatu Mektebe ve Matba‘a Mustafâ el-Bâbi el-Halebî
ve
Evlâduhû, Kâhire, 1391/1971.
Sönmez
Abidin, Rasûlullah’m İslâm’a Davet Mektuplan, İnkılab Yay. İstanbul, 1984.
........ Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi
ve sellem.)’m Diplomatik Münasebetleri ve Sulh Muahedeleri, İnkılap
Yayınları,
İstanbul, 1984
Şâmil
İslâm Ansiklopedisi, Şamil Yaymevi, İstanbul, 1991
eş-Şehâbî
el-Emîr Mustafâ, el-Mustalahâtu’ 1-‘İlmiyye fî’ 1-Luğati’ 1-‘Arabij^ye
Matba‘atu’l- Mecmau’l-‘İlmiyyi’l-‘Arabî Dimeşk, Ty.
eş-Şerîf
er-Radî, el-Mecâzâtu’n-Nebeviyye, Muessesetu’l-Halebî ve Şurekâhu, Kâhire, Ty.
eş-Şeybânî Muhammed b. Hasen, Kitâbu’ s-Siyeri ’ 1-Kebîr, Matba‘atu Ş eri keti
’ 1-İ iânâ-ti ’ ş- Şarkıyye, 1972.
Türkiye
Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, 1994
et-Taberî
Muhammed b. Cerîr, Câmi‘u’l-Beyân ‘an Te’vîli Âyi’l-Kur’ân, Şeriketu Mektebe ve
Matba‘a, Mustafâ el-Bâbî el-Halebî ve Evladuhû, Mısır, 1373/1954 et-Tehânevî
Muhammed ‘Alî, Keşşâfu Istılahâti’l-Funûn ve’l-‘Ulûm, Mektubetu Lubnân, Beyrût,
1996.
Tural
Hüseyin, Arab Dilinde Şiir ve Hadisle İstişhad Meselesi, A.Ü.Î.F.Dergisi,
sayı:9, Erzurum, 1990
Türk
Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, Dergah Yayınlan, İstanbul, 1986.
Uzun
Taceddin, Arap Dili ve Edebiyatmda Hulafâ-i Raşidîn’in Hutbe ve Mektuplan,
Konya, 1985 (Basılmamış doktara tezi)
........ Hz. Peygamberin Belâğatı, Konya,
1996
Vecdî
Muhammed Ferîd, Dâiratu’Î-Me‘ârifı’ 1-Karni’ 1-‘İşrîn, Dâru’l-Ma'rife, Beyrût,
Ty. ez-Zebîdî Seyyid Muhammed Murtadâ, Tâcu’l-‘Arûs, Dâru Sâdır, Beyrût, Ty.
ez-Zebîdî Zevnuddîn Ahmed b. Ahmed b. Abdillatîf. S ahîh-i B uhârî Muhtasan
Tecrîd-i Sarih Tercümesi ve Şerhi, çev.:Ahmed Nahn, Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınlan, Ankara, 1991
ez-Zemahşerî Cârullah Mahmûd b. Ömer, el-Keşşâf,
Dâru’l-Ma‘rife Beyrût, Ty ........ Esâsu’l-Belâğa,
Dâru Sâdır Beyrût, 1385/1965.
Zeydân
Corcî, Medeniyet-i İslâmiyye Tarihi, Akdâm Matbaası, Dersaadet, 1328, Çev: Zekî
Meğamiz.
ez-Zeyyât
Ahmed Hasen, Târîhu’ 1-Edebi’ 1-1 Arabî, Dâru Nehdatu Mısr
li’t-Tab‘i ve’n- Neşr, Kâhire, Ty.
[1] Ahmed el-İskenderî-Mustafâ ‘Înânî,el-Vasît fî’l-Edebi’l-‘Arabî ve
Tarîhihî, Mısır, Dâru’l-Me‘ârif, Ty., s.3;
» • * *
Taceddin Uzun, Arap Dili Edebiyatında Hulafa-i Raşidîn’in Hutbe ve
Mektupları, Konya, 1985. s. 1 (Basılmamış doktora tezi)
[2] el-Emîn Mustafâ eş-Şehâbî, el-Mustalahâtu’l-‘İlmiyye
fi’l-Luğati’l-‘Arabiyye, Dimeşk, Matba‘atu’1- Mecma‘u’l-‘Ilmiyyi’l-‘Arabî, s.
5.
[3] Mustafâ Sâdık er-Râfi‘î, Târıhu Âdâbi’l-'Arab, Beyrût,
Dâru’l-Kuttâbi’l-‘Arabî, 1,74.
[4] M.Orhan Okay, ‘Edebiyat’, DİA İstanbul, 1994, X,414.
[6] Hannâ el-Fâhûrî, el-Câmi‘ fi Târîhi’l-Edebi’l-‘Arabî
(Edebu’l-Kadîm), Beyrût, Dâru’l-Cîl, 1986, s.12.
[7] İbn Manzur, Lisânu’l-'Arab, Dâru Sâdır, 1,206; Fîrûzâbâdî,
Kâmûsu’l-Muhît, Dimeşk, Mektebetu Nevevî,
11,
36; ez-Zebîdî, TâcuVArûs,
Dâru Sâdır, Beyrût 11,144.
[8] Şevkî Davf, Târîhu’l-Edebi’l-'Arabî, (el-‘Asru’l-Câhilî), Mısır,
Dâru’l-Me‘ârif, s. 7
[9] el-‘Aciûnî, Keşfu’l-Hafâ, Haleb, Mektebetu Turâşi’l-Îslâmî, Ty.,
1,72
[10] Mehmed Fehmî, Tarih-i Edebiyat-ı Arabiyye, İstanbul, Matbaa-ı
Amire, 1332, s. 195-196.
[11] Mehmed Fehmî, a.g.e s. 197.
[12] Hannâ el-Fâhûrî, a.g.e, s. 13,14.
[13] Şevkî Dayf, a.g.e, s. 10; Hannâ el-Fâhûrî a.g.e, s. 14.
[14] Ahmed Hasen ez-Zeyyât, Târîhu’l-EdebiVArabî, Kâhire, Dâru Nehdatu
Mışr li’t-Tab‘i ve’n-Neşr, s. 5.
[15] Ömer Rıdâ Kehhâle, el-Edebu’l-‘Arabî, Dımeşk,
el-Matba‘atu’t-Te‘âvuniyye, 1392/1972,s.l66.
*
• • •
[16] Ali Özek, en-Nusûsu’l-Edebiyye, İstanbul, Özek Yayınevi, s. 48-49.
[17] Taceddin Uzun, a.g.e, s. 2.
[18] İbn Manzûr, a.g.e, XI, 129.
[19] Ğâzî TuIeymât-‘İrfân el-Eşkar, el-Edebu’l-Câhilî, Dimeşk,
Dâru’l-Fikr, 2002, s. 35.
[20] er-Râğıb el-İşfahânî, Mu‘cemu Mufredâîi Elfâzi’l-Kur'ân,
Dâru’l-Fikr, Ty., s.100
[21] Ğâzî Tuleymât-1 İrfan el-Eşkar, a.g.e, s.35; Muhammed
Ferîd Vecdî, Dâiratu’ 1-Me‘ârifi’ 1-Kami’ 1-‘İşrîn, Beyrût, Dâru’l-Ma‘rife,
Ty., 111,293
[22] Kur’an-ı Kerîm, Âl-i îmran, 154.
[23] Ahzab, 33.
[24] Feth, 26.
[25] Maide, 50.
[26]el-Buhârî, el-Câmi'us-Şahîh,
Dâru ve Metâbi‘u’ş-Şa‘b, Ty. Menakıb 1.
[27] el-Buhârî, îman 22.
[28] Mustafa Fayda, aynı yer
[29] Mehmet Fehmî, a.g.e, s. 456.
[30] ez-Zemahşerî, el-Keşsâf, Beyrût, Dâru’l-Ma'rife, Ty. 111,260.
[31] ez-Zemahşerî, a.g.e, s. 260.
[32] Mehraed Fehmî, a.g.e, s. 236-237.
[33] Mahmut Kaya, ‘Hitabet’, DİA, XVIII, 156.
[34] Ali Özek, a.g.e, s.65
[35] îbn Manzûr, a.g.e, 11,361.
[36] îbn Manzûr, aynı yer.
[37] el-Ezherî, Tehzîbu’l-Luğa, Kâhire, ed-Dâru’l-Mışrıyye li’t-Te’lif
ve’t-Tercume, Ty. VII,246.
[38] İbn Manzûr, a.g.e, 1,361.
[39] el-Ezherî, a.g.e, 11,246.
[40] İbn Manzûr, a.g.e, 1,361.
[41] Hüseyin Elmalı, ‘Hitabet’, DİA, XVIII,158.
[42] Nezîr Muhammed Mektebî, Hasâisu’l-Hutbeti ve’l-Hatîb, Beyrût,
Dâru’l-Beşâiri’l-İslâmiyye, 1989, s. 11.
[43] Gâzî Tuleymât-1 İrfan el-Eşkar, a.g.e, s.674.
[44] Butros el-Bustânî, Udebâu’l-‘Arab, Beyrût, Dâru’l-Cîl, 1989,1,254.
[45] Ömer Rıdâ Kehhâle, a.g.e, s. 172.
[46] Ahmet Zekî SafVet, Cemheratu Hutabi’l-‘Arab, Mısır, Şerikatu
Mektebe ve Matba‘a Mustafâ el-Bâbî el-
****** *
Haleb! ve evladuhû, Ty. 1,41-42; Gâzî Tuleymât-1 İrfân
el-Eşkar, a.g.e, s.678.
o ? *
[47] Gâzî Tuleymât-1 İrfân el-Eşkar, a.g.e, s.679.
[48] Ebu ‘Ali el-Kâli, Kitâbu’l-Emâli, Beyrût,
Dâm’l-Kutubi’l-'İlmiyye, Ty., 1,273; Cemheratu Hutabi’l-'Arab, 1,39-40.
[49] Cemheratu Hutabi’l-'Arab, 1,38.
[50] Ğâzî Tuieymât-'İrfârı el-Eşkar, a.g.e, s. 680.
[51] Cemheratu Hutabi’l-‘Arab, 1,37.
[52] Cemheratu Hutabi’l-‘Arab, 11,10.
[53] İbn ‘Abdi Rabbih, a.g.e, 1,291; Nezîr Muhammed
Mektebi, a.g.e, s.12; Ğâzî Tuleymât-‘İrfân el-Eşkar, a.g.e, s.683.
[54] Hüseyin Elmalı, a.g.e, XVIII,158; Ğâzî Tuleymât-‘İrfân el-Eşkar,
a.g.e, s.683.
[55] İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, Milli Eğitim
Basımevi, 1964, V/1,363; Ğâzî Tuleymât-‘İrfân el-Eşkar, a.g.e, s.684.
[56] İslâm Ansiklopedisi, V/1,363.
[57] Nezîr Muhammed Mektebî, a.g.e, s. 12.
[58] el-Câhiz, a.g.e, 1,45.
[59] Ğâzî Tuleymât-‘İrfân el-Eşkar a.g.e s. 685.
[60] İbn Manzûr, a.g.e, XI,610.
[61] ‘Abdu’l-Mecîd Katâmiş, el-Emsâlu’l-‘Arabiyye, Dımeşk, Dâru’l-Fikr,
Ty.
[62] Taceddin Uzun, a.g.e, s.5.
[63] Hüseyin Küçükkalay, Kur’an Dili Arapça,
Konya, Manevi Değerleri Koruma ve îlim Yayma Cemiyeti, 1969 s. 327.
[64] Şevkî Dayf, el-Fennu ve Mezâhibuhû, Mısır, Dâru’l-Me‘ârif, s. 20.
[65] Şevkî Dayf, a.g.e, s.20-21; Taceddin Uzun, a.g.e, s.6.
[66] Ömer Rıda Kehhâle, a.g.e, s. 171.
•
* m
[67] Ali Özek, a.g.e, s.62; Ahmed Emîn, Fecru’l-İslâm, Beyrût,
Dâru’l-Kitâbi’l-‘Arabî, 1969.
[68] Şevkî Dayf, el-Fenru ve Mezâhibuhû, s.21; Gâzî Tuleymât-'îrfan
el-Eşkar, a.g.e, s.686.
[69] Bu meseli türkçeye “Geçti Bor’un pazan” atasözüyle aktarmak
mümkündür.
[70] Hüseyin Küçükkalay, a.g.e, s. 335-336.
[71] el-Meydânî, Mecma‘ul-Emşâl, Beyrût,
DâruT-Ma‘rife, Matba‘a^ta’s-Sunneti’l-Muhammediyye, 1374/1955,11,19.
[72] Şevkî Dayf, a.g.e, s. 21; Gâzî Tuleymât-4 İrfân
el-Eşkar a.g.e s.686.
[73] el-Meydânî, a.g.e, s.686.
[74] Şevkî Dayf, a.g.e, s.21.
[78]
Kehanet, ister geçmişte ister gelecekte olsun gaybi şeylerden haber vermektir.
(Ali Özek, a.g.e, s. 79). Kahin, gizli geçmiş haberleri bir çeşit zan ile haber
vermektir. ‘Arrâf da; gelecek haberleri yine bir nevi zan ile ihbar edendir. Bu
iki sanat bazen hata eder bazen de isabet eder. Zanna dayandıkları için
Peygamber (s.a.v) Her kim arrafa veya kahine gider de onun dediğini tasdik
ederse Ebu’l-Kasım’a indirilmiş olanı inkar etmiş demektir. (er-Râğıb
el-îşfahânî, a.g.e, s.460).
[80] İbnu’l-Esîr, en-Nihâye fî Ğarîbi’l-Hadîs ve’l-Eşer, Dara
İhyâi’l-Kutubi’l-‘Arabiyye, Ty. Yy. IV, 214-215.
[81] Şevkî Dayf, a.g.e, s. 38; Corcî Zeydân, Medeniyet-i İslâm iyye
Tarihi, Dersaadet, Akdar Matbaası, 1328
111,
31, Çev: Zekî Megâmiz.
[82] Îbnu’l-Eşîr, el-Kâmil fl’t-Târîh, Beyrût,
Dâru’l-Kutubi’l-‘İlmiyye, 1407/1987,1,322-323.
[83] öâzî Tuleymât-4 İrfan el-Eşkar, a.g.e, s. 696.
[84] Satîh’in kafa tası dışında vücudunda kemik bulunmadığı, kumaş gibi
dürüldüğü bildirilmektedir, (el- Mes'ûdî, Murûcu’z-Zeheb ve Me‘âdini’l-Cevher,
Beyrût, el-Mektebetu’l-‘Aşriyye, 1408/1988, 11,179; Corcî Zeydân, a.g.e,
111,31.
[85] Tûr, 29.
[86] Hakka, 40-41-42.
[87] el-Buhârî, Tıb 36, Edeb 117.
[89] İslâm Ansiklopedisi, X,307.
[90] Tur 29, Hakka 40-41-42.
[91] el-Buhâri, Tıp 46.
[92] Ebû Dâvûd, es-Sunen, Suriye, Dâru’l-Hadîs, Ty,
diyât 21, en-Nesâî, es-Sunen, Mısır, el-Matba‘atu’1- Mışrıyye bi’l-Ezher, Ty,
kasâme 40-41.
[93] el-Câhız, a.g.e, 1,289-290.
[94] el-Câhız, a.g.e, 1,290.
[95] Şevkî Dayf, a.g.e, s.41.
[96] İbn Hişâm, es-Sîratûn-Nebeviyye, Mısır,
Matba‘atu Mustafâ el-Bâbı el-Halebî ve Evlâduhû, 1355/1936, 1,17.
[97] İbn Hişâm, a.g.e, 1,18.
[98] Şevkî Dayf, a.g.e, s. 41.
[99] Ğâzî Tuleymât - ‘İrfân el-Eşkar, a.g.e, s. 698; Ömer Rıda Kehhâle,
a.g.e, s.171.
[100] Mehmed Fehmî, a.g.e, s.761; Cemheratu HutabiT-‘Arab 1,121.
[101] Ömer Rıdâ Kehhâle a.g.e, s. 170.
[102] el-Meydânî, a.g.e, 11,265.
[103] Ali Özek, a.g.e, s.59; Ahmed
Zekî Şafvet, Cemheratu Resâüi’l-‘Arab, Kâhire, Şeriketu Mektebe ve Matba'a
Mustafâ el-Bâbî el-Halebî, ve evlâdûhû, 1391/1971,1,27.
[104] Şevkî Dayf, a.g.e, s.24.
[105] Ali Özek, a.g.e, s.59.
[106] el-Meydânî, a.g.e, 1,313.
[107] Ali Özek, a.g.e, s. 60.
[108] Ali Özek, a.g.e, s. 60; el-Meydânî, a.g.e, 11,305.
[109] el-Meydânî, a.g.e, 1,444.
[110] el-Meydânî, a.g.e, 1,367.
[111] Nabatlılann asıllan hakkında muhtelif fikirler ileri sürülmüştür.
1. Tevratta bunların Nabayat soyundan üredikleri kaydediliyor.
2. Arap yarımadasının Şeman dağlan bölgesinden gelmişlerdir.
3. Basra Körfezi kıyılarından gelmişlerdir. İlah... bundan başka
bunların soy bakımından Arap mı Aramlı mı oldukları da kesin olarak
halledilmemiştir. (Neşet Çağatay, İslâm dan Önce Arap Tarihi ve Cahiliye Çağı,
Ankara, Ankara Üniversitesi Basımevi, 1963, s.37).
[112] Nihat M.Çetin, ‘Arap’, DİA, 111,276; Ahmet Suphi Furat, Arap
Edebiyatı Tarihi, İstanbul, Edebiyat Fakültesi Basımevi, 1996,1,51; Hafhî
Nâsıf, Tarihu’l-Edeb, Matba‘atu Câmi‘ati’l-Kâhire, 1973, s.59-60.
[113] Nihat M.Çetin, a.g.e, 111,281; Muhammed
Hamîdullah, Hz. Peygamberin Altı Orijinal Diplomatik Mektubu, İstanbul, Beyan
Yayınlan, 1990, Çev: Mehmet Yazgan, s.23.
[114] İbnu’n-Nedîm, el-Fihrist, Dâru’l-Ma‘rife, Beyrût, Ty. s.7-8.
[115] Nihat M.Çetin, a.g.e, 111,276.
[116] Nihat M.Çetin, a.g.e, 111,283.
[117] Cemheratu Resâili’l-‘Arab, 11,9.
[118] Cemheratu Resâili’l-‘Arab, 11,15.
[119] Cemheratu Resâili’l-‘Arab, 11,17.
[120] Cemheratu Resâili’l-‘Arab, 11,18.
[121] Cemheratu Resâili’l-‘Arab, 11,22.
[122] Cemheratu Resâiliİ-‘Arab, 11,10.
[123] el-Meydânî, a.g.e, 1,399.
[124] el- Meydânı, a.g.e, 1,401; Haşan Akdağ, Arap
dilinde Deyimler ve Atasözleri, Konya ,Tekin Kitabevi, Ty; Cemheratu
Resâüi’l-‘Arab, 1,13
[125] Cemheratu Resâili’l-‘Arab, 1,27
[126] Asım Efendi, Kâmus tercemesi, İstanbul, Haşan Hilmi Matba‘ası,
1304, 1,455
[127] Cahiliye dönemi mektuplarım incelerken manzum mektuplara işaret
etmiştik.
[128] Türk Dili ve Edebiyat’ı Ansiklopedisi, VI,233
[129] Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, VI,271-232.
[130] Ahmed el-İskenderî-Muştafâ ‘İnânî, a.g.e, s. 129.
[131] et-Tehânevî, Keşşâfu Istılahâti’l-Funûn ve’l-‘Ulûm, Beyrût,
Mektubetu Lübnan, 1996, 1,895.
[132] el-Kefevi, a.g.e, s.476.
[133] İslâm Ansiklopedisi, VI,829.
[134] Abdurrahman Küçük, ‘Ahid’, DİA, 1,532-533.
[135] Abdurrahman Küçük, a.g.e, 1,535.
[136] ez-Zemahşeri, Esâsu’l-Belâğa, Beyrût, Dâru Sâdır, 1385/1965, s.349
[137] A‘lâ, 18-19.
[138] Câbir Karnîha, Edebu’r-Resâil fı Sadri’l-İslâm , Kâhire,
Dârıı’l-Fikri’l-‘Arabî, 1406/1986, s.12-13.
[139] Bkz : Taha 133, Necm 36, Abese 13, A‘lâ 18-19, Beyyine 2.
[140] Cemheratu Resâili’l-‘Arab, 1,9
[141] Alak 1-5
[142] Kalem 1
[143] Bakara 282.
[144] Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Ankara, Ankara Üniversitesi Basımevi,
1975, s. 22.
[146] el-Kettânî, Nizâmu Hukumeti’n-Nebeviyye (et-Terâtıbu’l-îdâriyye)
Beyrût, Dâru’l-Kâtibi’l-‘Arabî, Ty, I,
179.
[147] el-Munâvî, Feydu’l-Kadîr, Beyrût, Dâru’l-Ma‘rife, 1391/1972,
IV,255
[148] el-Buhârî, Şavm 13
[149] Abidin Sönmez, Rasûlullah’m İslama Davet Mektupları, İstanbul,
İnkılap Yay, 1984, s.63
[150]el-Kettânî, a.g.e, 1,175.
[151] el-Buhârî, Meğâzî 42.
[152] Ankebût, 48.
[153] Abidin Sönmez, Resululiah’ın İslam’a Davet Mektupları, s. 64.
[154] Muhammed Reşid Rıdâ, Tefsiru’l-Menâr, Dâru’l-Fikr, Y.y. Ty.,
IX,225.
[155] İbn ‘Abdi Rabbih, a.g.e, IV,240.
[156] Abidin Sönmez, a.g.e, s. 64-65.
[157] İbn Hacer el-‘Askalânî, el-îsâbe fî Temyîzi’s-Sahâbe, Beyrût, Dâru
Sâdır, Ty. II, 273.
9 p. » »
+ m *
[158] el-Kettânî, a.g.e, 1,120.
[159] el-Kettânî, a.g.e, 11,15.
[160] İbn Hacer el-Xskalânî, el-İsâbe fî
Temyîzi’s-Sahâbe, 1,19.
[161] el-Kettânî, a.g.e, 11,118.
[162] İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usulu, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı
Yay, 1991, s.53; el-Kettânî, a.g.e, 11,118.
[163] el-Kettânî, a.g.e, 1,118-119.
[164] Nahl, 125.
[165] Hac, 39.
[166] Muhammed Hamîdullah, el-Veşâiku’s-Siyâsiyye, Dâru’n-Nefâis,
1403/1983, s.66
[167] Muhammed Hamîdullah, İslâm Peygamberi, İstanbul, İrfan Yayıncılık
ve Ticaret, 1414/1993,1,189
[168] el-Veşâiku’s-Siyâsiyye, s.73
[169] el-Vesâiku’s-Siyâsiyye, s.77
[170] el-Veşâiku’s-Siyâsiyye, s.59; İslâm Peygamberi, 1,202; Cemheratu
Resâili’l-‘Arab, 1,31
[171] ‘İmâduddîn Haiti. Dirâse fı’s-Sîra, Beyrût, Muessesetu’r-Risâle,
1409/1989, s.151-152
[172] Tevfîk el-Va‘î, ed-Devletu’l-İslâmiyye, Beyrût, Dara îbnu‘i Hazm,
1416/1996, s.49-50
[173] el-Bûtî, Fıkhu’s-Sîre, Dâru’l-Fikr, 1410/1990, s.205-206
[174] Câbir Kamîha, a.g.e, s.64-65
[175] Câbir Kamîha, a.g.e, s.70-71
* *
[176] Muhammed Hüseyin Heykel, Hz.Muhammed’in Hayatı, İstanbul, Yöneliş
Yayınları, 2000, çev.:Vahdettin İnce, 11,19
[177] el-Vesâıku’s-Siyâsiyye, s.77-80
[178] Muhammed Ğazâlî, Fıkhu’s-Sîre, İstanbul, Risale Yayınları, Ty., çev:
Resul Tosun, s.364-365
193 el-Veşâiku’s-Siyâsiyye, s.119, el-Makrîzî, Îmtâ‘u’l-Esmâ‘, Beyrût, Dâru’l-Kutubi’l-‘îimiyye,
1420/1999,
[180] el-Veşâiku’s-Siyâsiyye, s.l 18
[181] Câbir Kamîha, a.g.e, s.78
[182] Enbiya 107
[183] Ebû ‘Ubeyd Kâsım b. Sellâm, Kitâbu’l-Emvâl, Beyrût, Dâru’l-Fikr,
1408/1988, s.28-29-32, Talat Koçyiğit, Hadis Tarihi, s.32; Abidin Sönmez,
Rasûlullah’ın İslam’a Davet Mektuplan, s.45
[184] İbn Sa‘d, et-Tabakâtu’l-Kubra, Beyrût, Dâru Sâdır, Ty., 1,258
[185] İbn Sa‘d, a.g.e, 1,259
[186] İbn Sa‘d, a.g.e, 1,259
[187] İbn Sa‘d, a.g.e, 1,260
[188] İbn Sa‘d, a.g.e, 1,261
[189] İbn Sa‘d, a.g.e, 1,263
[190] İbn Sa‘d, a.g.e, 1,263
[192] Câbir Kamıha, a.g.e, s.81
[193] el-Vesâiku’s-Siyâsiyye, s.126; Cemheratu
Resâili’l-‘Arab, 1,44
[194] el-Vesâiku’s-Siyâsiyye, s.148; el-Belâzurî, Futûhu’l-Buldân,
Dara’n-Neşr li’l-Câmi‘iyyîn, 1377/1957,
[195] el-Vesâiku’s-Siyâsiyye, Cemheratu Resâili’l-‘Arab, s.40
[196] Câbir Kamîha, a.g.e, s.82 t t
[197] Fetih 29
[198] Bakara, 256
[199] el-Veşâiku’s-Siyâsiyye, s. 135
[200] Câbir Kamîha, a.g.e ,s.84
[201] el-Veşâiku’s-Siyâsiyye, s.207, 208, 209
[203] Mustafa Demirci, ‘îktâ’, DÎA, XXII,43
[204] Mustafa Demirci, a.g.e, XXII,43
[205] Kâdî İyâd, eş-Şifâ, Mısır, Mektebe ve Matba'a Mustafâ el-Bâbı
el-Halebî ve Evlâduhû, 1369/1950, s.65
[206] Ebû ‘Ubeyd Kasım b. Sellam, Kitabu’l-Emval, s.357;
el-Vesâiku’s-Siyâsiyye, s.157
[207] Câbir Kamlha, a.g.e , s.89
[208] Cemheratu Resaili’l-‘Arab, 1,81
[209] el-Vesâiku’s-Siyâsiyye, s.269
[210] el-Vesâiku’s-Siyâsiyye, s. 170
[211] el-Veşâiku’s-Siyâsiyye, s.263, 264
[212] Mehmet Erkal, ‘Ganimet’, DÎA, XIII,351
[213] el-Mâverdî, Ahkâmu’s-Sultâniyye, Mısır, Şeriketu Mektebe ve Matba‘a,
Mustafâ el-Bâbî el-Halebî ve Evladuhû, 1386/1966, s.126
[214] el-Veşâiku’s-Siyâsiyye, s.95
[215] Bkz: el-Veşâiku’s-Siyâsiyye, s.94
[216] el-Vesâiku’s-Siyâsiyye, s.98, 99
[217] el-Veşâiku’s-Siyâsiyye, s.280, îbn Seyyidi’n-Nâs, ‘Uyûnu’l-Eser,
Beyrût, Dâru’l-Ma‘rife, Ty., 11,245; Cemheratu Resâili’l-‘Arab, 1,49
[218] el-Belâzurî, a.g.e , s.82; el-Veşâiku’s-Siyâsiyye, s.293, 294
[219] el-Veşâiku’s-Siyâsiyye, s.287, Cemheratu Resâili’l-‘Arab, 1,55
[220] el-Vesâiku’s-Siyâsiyye, s.329; İbnu’l-Eşîr, Usudu’l-Gabe, eş-Şa‘b,
111,64, 65
[221] Câbir Kamîha, a.g.e , s.98
[222] Cengiz Kallek, ‘Casus’, DİA, VII, 163
[223] Abidin Sönmez, Rasûlullah (s.a.v.)’m Diplomatik Münasebetleri ve
Sulh Muahedeleri, İstanbul, İnkılap Yayınları, 1984, s.49
[224] el-Vesâiku’s-Siyâsiyye, s.68
[225] Câbir Kamîha, a.g.e , s. 100
2.8
Muhammed Hamîdullah, Hz. Peygamberin Altı Orijinal
Diplomatik Mektubu, İstanbul, Beyan Yayınları, 1990, Çev.Mehmet Yazgan, s.61
2.9
Talat Koçyiğit, Hadis Tarihi,
Ankara, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yay., 1977, s.32
[227] Hüseyin Tural, Arab Dilinde Şiir ve Hadisle İstişhad Meselesi,
Erzurum, A.Ü.Î.F.Dergisi, sayı:9, 1990,
[228] Kâtip Çelebi, Keşfu’z-Zunûn, İstanbul, Me‘ârif Vekaleti,
1360/1941,1,405
[229] Hüseyin Tural, a.g.e , s.71-72
[230] Subhî Sâlih, ‘Ulûmu’1-Hadîş ve Mustalahuhu, Beyrût, Dâru’l-‘İlm
li’l-Melâyîn, 1979, s.328
[231] Hüseyin Tural, a.g.e, s.73
[232] Hayreddin Karaman, Hadis Usulü, İstanbul, İrfan Yayınevi, 1969,
s.36
[233] Subhî Sâlih, a.g.e , s.330
[234] Taceddin Uzun, Hz. Peygamberin Belagatı, Konya, 1996, s.35
[235] Salâhuddîn el-Hâdî, el-Edeb fî ‘Asri’n-Nubuvveti ve’r-Râşidîn,
Kâhire, Mektebetu’l-Hâncî, 1407/1987, s.113
[236] M.Tayyip Okiç, Kur’ân-ı Kerîm’in Üslup ve Kıraati, Ankara, Ankara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, 1963, s.3
[237] Bakara 23-24
[238] Hüseyin Küçükkalay, a.g.e , s. 165
[239] Hüseyin Elmalı, ‘Hitabet’, DİA, XVIII, 160
[241] el-Cezîrî, Kitâbu’l-Fıkhi ‘ale’l-Mezâhibi’l-Erba‘a, Kâhire,
Matba‘atu’1 İstikâme, Ty., 1,390-391
[242] Taceddin Uzun, Arap Dili ve Edebiyatında Hulefa-i Raşidîn’in Hutbe
ve Mektupları, s.59
[243] el-‘Aclûnî, Keşftı’l-Hafâ, Haleb, Mektebetu Turâşi’l-İslâmî, Ty.,
1,72
[244] Müslim, Mesacid 5,7,8
[245] İbn Hacer eI-‘Askalânî, Fethu’l-Bârî, Mısır, Mektebe ve Matba‘a
Mustafâ el-Bâbî el-Haiebî ve Evladuhû, 1378/1959, VI,469
[246] ‘Alî el-Kârî, Şerhu’ş-Şifâ, Beyrût, Dâru’l-Kutubi’l-‘İlmiyye, Ty.,
1,176
[247] Ahmed b. Hanbel, Musned, Kâhire, c.6, s.257
[254] el-Buhârî, Buyu‘ 73
[255] el-Buhârî, Meğâzî 28
[256] Muddessir, 24
[257] Tur 29
[258] Hicr 6
[259] Yunus 41
[260] Zuhruf 52
[261] Ahmet Lütfı Kazancı, Peygamber Efendimizin
Hitabeti, İstanbul, Ma‘rifet Yayınları, 1997, s. 139
[262] Tirmizı, Sünen, Medine, el-Mektebetu’s-Selefıyye,
Ty., İman 8
[263] Tirmizi, Zuhd 7
[264] Müslim, Zikr 56
[265] Müslim, Elfaz 16-17
[266] el-Buhârî, Edeb 38
[267] el-Buhârî, Edeb 44
[268] el-Buhârî, Edeb 95
[269] Ebû Dâvûd, Edeb 2 i
[270] Ahmet Liitfı Kazancı, a.g.e , s. 147
[271] Müslim, İman 28
[272] ‘Alî el-Cârim-Mustafâ Emin,
el-Belâğatu’l-Vâdıha, İstanbul, Eda Neşriyat, 1991, s.260
[273] Bkz. el-Buhârî, Hayız 13, Müslim, Hayız 60
[274] Bkz. Müslim, Zekat 24
[275] Bkz. et-Taberî, Câmi‘u’l-Beyân ‘an Te’vîli
Âyi’l-Kur’ân, Mısır, Şeriketu Mektebe ve Matba‘a, Mustafâ el-Bâbî el-Halebî ve
Evladuhü, 1373/1954, m, 162-163
[276] Ahmet Lütfi Kazancı, a.g.e, s. 152
[277] Sa‘d 38
[279] Tirmizi, Birr 70
[280] Yasin, 69
[281] Şuara, 224
[282] el-Buhârî, Edeb 91, Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe,
153
** * • » t
[283] el-Buhârî, Edeb 90, Tirmizi, İsti’zân 102
[284] el-Buhârî, Edeb 90, Müslim, Cihad 123
[285] el-Buhârî, Edeb 90
[286] Müslim, Şi‘r 8
[287] el-Buhârî, Cihad 158, Müslim, Cihad 125
[288] Ez-Zebîdı, a.g.e , 11,376
[289] el-Buhârî, Meğazi 53
[290] İbn Hacer el-‘Askalânî, Fethu’l-Bârî, IX,92
[291] Ahmet Ltltfı Kazancı, a.g.e, s. 174
[292] el-Buhârî, Edeb 90; Müslim, Cihad 112
[293] İbn Hacer el-‘Askalânî, Fethu’l Bari, XIII,
157
[294] Yasin, 67
[295] Ahmet Lütfı Kazancı, a.g.e , s. 175
[296] Sa‘d 38
[297] el-Câhız, el-Beyân ve’t-Tebyîn, 11,16-17
[298] İbn Kayyım el-Cevziyye, Zâdu’i-Me‘âd, Mısır,
Matba‘a ve Mektebe Mustafâ ei-Bâbî el-Halebî, 1369/1950,1,46
[299] el-Ebrâşî, ‘Azametu’r-Rasûl, ‘İsâ el-Bâbî
el-Halebî ve Şurekâhu, Ty., s.367
[300] Hüd41
[301] İsra 110
[302] Nemi 30
[303] el-Kettânî, a.g.e , 1,140
[304] Hudeybiye anlaşmasına bu ibare ile
başlanılması özel bir durumdur. Kaideyi bozmaz. Rasûlullah (s.a.v.)’ın böyle
bir şeyi kabul etmesi daha öncede ifade ettiğimiz gibi onun çevikliğinin ve
ileri görüşlülüğünün bir neticesidir. (Câbir Kamîha, a.g.e , s.l 17)
[305] Câbir Kamîha, a.g.e, s.l 16-117
[306] Bkz., Cemheratu Resâili’l-'Arab, 1,12
[307] Hatırlanacağı gibi sadece Hudeybiye
Antlaşmasında bir defaya mahsus Muhammed b. Abdullah diye yazılmıştır.
[308] Cemheratu Resâili’l-‘Arab, 1,69
[309] Câbir Kamîha, s. 122-123
* *
[310] Ahmet Lütfi Kazancı, a.g.e, s. 138
[311] Câbir Kamîha, a.g.e ,s. 124-125; Şevkî Dayf, el-Fennu
ve Mezahibuhû, s.98
[312] ‘Alî el-Cârim-Muştafâ Ernîn, a.g.e, s.250
[313] Mustafâ Nihat Özön, Edebiyat ve Tenkid
Sözlüğü, İstanbul, İnkılap Kitabevi, 1954, s. 127
[314] Seyid Kemal Karaalioğlu, Edebiyat Terimleri
Klavuzu, İstanbul, İnkılap ve Aka Kitabevleri, 1975, s.160
[315] ‘Alî el-Cârim-Muştafâ Emîn, a.g.e, s.242
[316] Mustafa Nihat Özön, a.g.e, s. 131
[317] Câbir Kamîha, a.g.e , s. 126
[318] Rakk: Üzerine yazı yazmak için inceltilmiş
deri demektir. (el-Kettânî, a.g.e , 1,122)
[319] Câbir Kamîha, a.g.e , s. 127
[320] el-Câhız, el-Beyân ve’t-Tebyîn, Dâru’l-Fikr
li’l-Cemî‘, 1968,11,44
[321] el-Veşâiku’s-Siyâsiyye, s.305
[322] Câbir Kamîha, a.g.e, s. 130
[323] İcâz-ı Hazf: Hazfedilene işaret eden bir
karine (delil) olmak kaydıyla sözün bir kısmının hazfedilmesi (söylenmemesi)
dir. Bunu yaparken kastedilen manaya bir eksiklik arız olmamalıdır. Karine,
akıl yoluyla
sözün gelişinden anlaşılır. (Nâyif
Ma‘rûf, el-Mu‘çezu’l-Kâfi fi ‘Ulûmi’l-Belâğa ve’I-‘Arûd, Beyrût, Dâru’n-
Nefâis, 1993, Bekrî Şeyh Emîn el-Belâğatu’l-‘Arabiyye, Beyrût, Dâra’l-‘îlm li’l-Melâyîn,
1990,1,198
[324] Ferit Devellioğlu, Osmanlıca Türkçe
Ansiklopedik Lügat, Ankara, Doğuş Matba‘ası, 1970, s. 1329
[325] Tevbe 82
[326] Nâyif Ma‘rûf, a.g.e, s. 132
[327] el-Kalkaşandî, Şubhu’l-A‘şâ, Beyrût,
Dâru’l-Kutubi’l-‘İlmiyye, 1407/1987, VI,364
[328] Bedevî Tabâne, Mu‘cemu’l-BeIâğati’l-‘Arabiyye,
Beyrût, Dâru İbn Hazm, 1417/1997s.738
[329] Aynı eser, s.440-441
[330] el-Curcanî, Esrâru’l-Belâğa, Beyrût, Daru
İhyai’I-‘Ulûm, 1412/1992, s. 193
[331] Mevsû‘atıı ‘Abbâs Mahmûd el-‘Akkâd,
Dâru’l-Kutubi’l-‘Arabî, 1971,11,90
[332] el-Vesâiku’s-Siyâsiyye, s.249,
[333] Kâdî İyâd, eş-Şifâ, ‘Ammân,
Mektebetu’l-Fârâbî, 1407/1986,1,167
[334] Mukteda-i Hâl, Belagatın özü ve cevheridir.
Münasip yere münasip kelimeyi koymaktır. İnsanlara akıl ve anlayışlarına göre
hitap etmektir. (Bekrî Şeyh Emîn, a.g.e, 1,40)
[335] Nâyif Ma'rûf, a.g.e, s. 125; ‘Alî
el-Cârim-Mustafâ Emîn, a.g.e, s.273
[337] el-Câhız, el-Beyân ve’t-Tebyîn, 1,195
[338] el-Câhız, el-Beyân ve’t-Tebyîn, 1,19
[339] Câbir Kamîha,' a.g.e, s. 137
[340] el-öazâlî, İhyau ‘Ulûmi’d-Dîn, Beyrût,
Dâru’l-Ma‘rife, Ty. c.3, s. 126
[341] el-Câhız, el-Beyân ve’t-Tebyîn, 1,196
[342] el-Kalkaşandî, a.g.e, VI,366
[343] el-‘Akkâd, a.g.e, 11,88
[344] ‘Alî el-Cârim-Mustafâ Emîn, a.g.e, s.270;
Nayif MaVuf, a.g.e, s. 126
[345] Âl-i İmran 45
[346] Haşr 23
[347] ‘Alî el-Cârim-Muştafâ Emîn, a.g.e, s. 125;
Nâyif Ma'rûf, a.g.e, s. 117
[348] el-Veşâiku’s-Siyâsiyye, s.267
[349] el-Veşâiku’s-Siyâsiyye, s.162
[350] Bekrî Şeyh Emîn, a.g.e, 11,76; ‘Alî
el-Cârim-Mustafi Emîn, a.g.e, s.71
[351] Beri Şeyh Emîn, a.g.e, 11,78
[352] el-Veşâiku’s-Siyâsiyye, s.294
[353] el-Veşâiku’s-Siyâsiyye, s. 145
[354] Mecâz-ı Mürseiin Alakalarından bazıları
şunlardır: Sebebiyye, musebbebiyye, cuziyye, külliye, itibar-i mâ kân, itibar-i
mâ yekûn, mahalliyye (‘Alî el-Cârim-Mustafâ Emîn, a.g.e, s.l 10)
[355] Bedevi Tabâne, a.g.e, s.300
[356] el-Kazvînî, el-îdâh fî ‘Ulûmi’l-Belâğa, Beyrût,
Dâru İhyâi’l-İlm, 1408/1988, s.203
[357] ‘Alî el-Cârim-Mustafâ Emîn, a.g.e, s.20
[358] el-Vesâiku’s-Siyâsiyye, s.62
[359] Hüseyin Küçükkalay, a.g.e, s. 162
[360] Tacettin Uzun, Arap Dili ve Edebiyatında
Hulefa-i Raşidin’in Hutbe ve Mektupları, s. 135; Hüseyin Küçükkalay, a.g.e, s.
164
[361] Tacettin Uzun, a.g.e, s. 136
[362] TacettinUzun, a.g.e, s.137
[363] Hüseyin Küçükkalay, a.g.e, s. 165
[364] eş-Şerîf er-Radî, el-Mecâzâtu’n-Nebeviyye,
Kahire, Muessesetu’l-Halebî ve Şurekâhu, Ty., s.68
[366]
Tacettin Uzun, a.g.e, s.138
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar