Print Friendly and PDF

Arap Dili Ve Edebiyatında Hz. Muhammed salla'llâhü aleyhi ve sellemin Mektupları

 






Hazırlayan: Kasım KURTULAN

ÖNSÖZ

Arap ve İslâm edebiyatında, Hz. Peygamberin mektupları edebi değerleri ve taşıdıkları hüküm ve manalar yönünden önemli bir yere sahiptir.

Biz bu incelememizde, Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in mektuplarının Arap ve İslâm edebiyatındaki önemli durumlarım çeşitli yönlerden tespit edip açıklamaya çalıştık.

İncelememizi yaparken önce, mektupları muteber kaynaklardan tespit ettik. Hz. Peygamber’in mektupları hadis ve tarih kitaplarında derlenmiştir. Bazılarının orijinali günümüze kadar ulaşmıştır.

GİRİŞ

Milletlerin, isteklerini, maksatlarını ve düşüncelerini ifade etmeye yarayan lafızlar ve kaideler topluluğuna dil denilir.[1] Bütün diller insanların anlaşma işaretleridir. İnsanların toplumsal hayatı, farklı dillerin oluşmasına sebep olmuştur.[2] Arap dili, sâmî diller ailesindendir. Sami dillerden kastedilen, kuzeyde Ermenistan sınırından güneyde Arap denizine, doğuda İran körfezinden batıda kızıl denize uzanan güneybatı Asya halkının lehçeleridir. Sâmî diller Hz. Nuh’un oğlu Sâm’ın neslinden gelenler arasında konuşulduğu için bu adla anılmıştır. Nitekim Ârî diller de Yafes’e nisbetle Yafesiyye diye isimlendirilir.[3]

Edebiyat, kelime ve kavram olarak Türkçe’de Tanzimat’tan sonra kullanılmaya başlanmış veya bu tarihten sonra gittikçe yaygınlaşmıştır. Bu döneme kadar aynı yahut biraz daha farklı anlamda edep kelimesi kullanılmaktaydı. Ancak divan edebiyatı hemen tamamen nazımdan ibaret olduğundan edepten ziyade aynı manayı karşılayan şiir kelimesi tercih edilmekteydi. 1860’lardan sonra yaygınlaşan edebiyat kelimesi, bu yıllarda çeşitli bilim alanları için Fransızca’dan tercüme yoluyla Osmanlıca’ya kazandırılan terimlerle (lisâniyat, arziyat rûhiyat v.b. ) aynı yapıda olduğunu düşündürmektedir. Buna göre edebiyat kelimesinin Fransızca “litterature veya belles lettres” karşılığı uydurulduğu tahmin edilebilir. O zamana kadar Arapça’da bu anlamda kullanılmış böyle bir türevin bulunmaması da bu tahmini doğrulamaktadır.[4]

Bugün Arapça’da edebiyat için sadece “edep” kelimesi kullanılmaktadır.[5] Bu sebepten şimdi edep kelimesi üzerinde durmak istiyoruz.

Dilcilerin hakkında farklı görüşlere sahip oldukları[6], sözlüklerde “davet, iyi tutum, incelik, hayranlık ve takdir” şeklinde kaydedilen kelime, el-Edeb (kibar ve edepli olmak) veya el-Edb (yemeğe davet etmek) mastarından türetilmiş bir isimdir.[7] Cahiliyye dönemine baktığımız zaman yemeğe davet eden anlamında “âdib” lafzını görürüz. Tarafe ibnuT-‘Abd’in bir beyti şu şekildedir.

 “Kış mevsiminde herkesi çağırırız. Bizim aramızda yemeğe davet edenin adam seçtiğini göremezsin.” Yine bu kabilden “Me’dube” kelimesi de insanların davet edildiği yemek anlamındadır.[8]

İslâm’ın ilk dönemlerinde edebin manası genişletilerek “üstün ahlak”ın hepsi için söylenir olmuştur.

“y - Beni Rabbim terbiye etti ve terbiyemi güzel yaptı.”[9] hadisi şerifindeki ve kelimeleri gibi. Bu iki anlam arasında şüphe yok ki tam bir münasebet vardır. Her ikisi de davet manasım içermektedir. Birincisi yemeğe, İkincisi üstün ahlaka davettir. Yemek yedirmek Araplara göre üstün ahlak meyânında temayüz etmiş bir huydur.[10]

Emevîier döneminde özel bir takım mürebbilere müeddib ünvanı verildi. Böylece edep kelimesi ikinci defa genişlemiş ve İlmî bir anlam kazanmış oldu. Bundan sonra kelimenin kullanımı daha fazla yaygınlaştı ve edep, şiir, lüğat, ensâb, ahbâr vesair ilimlere hasredildi. Bu ilimlerin hepsine edep adı verildi.[11]

Abbasiler döneminde bütün beşeri ilimlerden iş ve sanat alanlarında uyulması gereken metotlara varıncaya kadar bir çok konu edep kapsamına girdi. “Edebu’l-Kesb”, “Edebu’l-Mucâlese” gibi kavramlar ortaya çıktı ve bu isimler altında eserler verildi.

Özet olarak bu dönemde edepten ahlakta, yemede içmede, giyimde kuşamda, hayatın diğer alanlarında güzellik ve zerafet ortaya koymak, iyi münasebet, açık ve tatlı söz kastedilmiştir. Daha sonra diğer ilimlerle beraber “beyit” ve “nükte” ezberleme olarak da anlaşılmıştır.[12]

On dokuzuncu yüzyılın ortalarından itibaren kelime iki manaya delalet etmeye başlamıştır. Birincisi, ilim, felsefe, edebiyat ayrımı gözetmeksizin konusu ve üslubu ne olursa olsun yazılan her şey. İkincisi, halis edebiyat. Bununla yalnız “ifade etmek” kastedilmemektedir. Aynı zamanda ifadenin, şiir veya nesir kurallarına uygun olarak dinleyici ve okuyucuların duygularına tesir edecek şekilde güzel olması gerekmektedir.[13]

Arap Edebiyatı dönemler itibariyle şu şekilde taksim edilmektedir:

1.                      Cahiliyye Devri : Bu devir miladi beşinci asrın ortalarında Adnanîlerin, özgürlüklerini Yemenlilerden almalarıyla başlar ve İslâm’ın gelişiyle miladi 622 yılında son bulur.

2.                    Sadr-ı İslâm ve Emevîler Devri : İslâm’la birlikte başlar ve Abbasi Devletinin kurulmasıyla hicri 132 yılında sona erer.

3.                   Abbasiler Devri : Abbasi devletinin kuruluşuyla başlar ve Bağdat’m Moğolların eline geçmesiyle hicri 586’da son bulur.

4.                   Türkler Devri : Bağdat’ın alınmasıyla başlar ve hicri 1220 yılında Yeni Devrin başlamasıyla sona erer.

5.                   Yeni Devir : Mehmet Ali Paşa’nın Mısır’ı almasıyla başlayıp günümüze kadar süregelen devir.[14]

Bunun yanında farklı taksimler de yapılmaktadır.

Arap Dili ve Edebiyatı nesir ve nazım olmak üzere ikiye ayrılır:

a)                  Nesir

Vezin ve kafiye kalıbında olmayan sözü nesir diye tarif etmemiz mümkündür.[15]

Nesrin birçok çeşidi vardır, onlardan bazıları şunlardır:

1.                  İnsanların, ihtiyaç ve menfaatleri doğrultusunda oluşturdukları dil. Buna konuşma dili denir. Bununla edebiyat kastedilmez ve bu bir edebiyat türü de sayılmaz. Şiir de değildir. Aynı zamanda buna ezberlenen, gelecek nesillere aktan lan bir nesir türü de denemez. Ancak konuşanların herhangi bir sanatsal güzellik ortaya koymayı amaçlamadıkları normal söz olarak değerlendirilebilir. Bununla zihinden geçirilen anlam ve bazı menfaatler elde edilmeye çalışılır. Her ne kadar içindeki birtakım atasözleri ve hikmetler sanatsal tat ve tesir ihtiva etse de, genellikle konuşma dilinin ötesine geçmez. Belki bu cihetten konuşma dilinin en üst seviyesi sayılabilir.

2.                   Sanata dayalı nesir : Sistemli düşünceler ihtiva eden, güzellik, etkileyicilik ve cazibe yönü olan nesir. Bu tür nesirlerde ifadeler açık, ahenkli ve düzenlidir. Sanat özelliği taşıdıkları barizdir. Kişi, bu nesir türü sayesinde konuşma dilinden, içerisinde maharet ve sanat olan bir dile kavuşur.

3.                  İlmi nesir : Akla dayalı hakikatleri ve felsefe, ruh eğitimi, kimya gibi düşünce ürünlerini ortaya koymada kullanılan nesre denir. İlmi nesrin zuhuru Emevilerin son Abbasilerin ilk dönemlerine rastlar.[16]

Nesirde vezin olmamakla beraber, şayet nesir kafiyesi (seci‘) bulunursa; bu nesre “musacca‘ nesir” denir. Seci‘nin makbul olabilmesi için zoraki olmaması aksine kendiliğinden meydana gelmesi lazımdır.

Nesir kafiyesi bulunmayan nesre de “mürsel (serbest)” nesir adı verilir.[17]

b)                 Nazım

Vezinli ve kafiyeli söze nazım denir. Şiir de aynı anlamdadır.

Araştırmamızın esas konusu olmadığı için nazım üzerinde fazlaca durmayı gerekli görmüyoruz.

Arap edebiyatının geçirdiği devirleri yukarıda maddeler halinde vermiştik. Şimdi burada cahiliye devri nesrini ele almak istiyoruz.

1.  Cahiliye Devrinde Nesir

Cahiliyye, ilmin zıttı olarak “bilgisizlik” anlamı verilen “cehl” kökünden türetilmiştir.[18] Cehl, hilmin zıttı olarak da ahmak, hafif meşreplilik, vahşilik ve şiddet yanlısı olma anlamına gelmektedir.[19]

er-Rağıb el-İşfahânî, cehlin üç değişik anlamım kaydeder. Bunlardan birincisi, nefsin bilgiden yoksun olmasıdır ki bu asıl manasıdır. İkincisi, bir konuda doğru olanın tersine inanma. Üçüncüsü ise bir konuda yapılması lazım gelenin zıttım yapmaktır.[20]

Bi‘setten önceki dönem için kullanılan cahiliyle lafzı, İslâmî dönemde ortaya çıkmıştır.[21]

Kur’an-ı Kerîm ve hadis-i şeriflerde Arapların İslâm’dan önceki inanç, tutum ve davranışlarından cahiliyye diye söz edilir. Kıır’an-ı Kerîm’de cahiliyye kelimesi dört yerde geçmektedir.

Münafıkların, Allah hakkmdaki yanlış düşünceleri “cahiliyye zarım” olarak belirtilmiş ve İslâm’dan önceki halleri ifade eden bir kavram olarak kullanılmıştır.[22]

Hz. Peygamber’in hanımları ikaz edilirken “İlk cahiliye devrindeki kadınlar gibi açılıp saçılmayın” buyrulmuştur.[23] Burada da İslâm öncesine işaret edildiği aşikardır.

Feth Suresi’nde “O zaman inkar edenler, kalplerine taassubu, cahiliye taassubunu yerleştirmişlerdi. Allah da elçisine ve müminlere sükunet ve güveni indirdi, onların takva sözünü tutmalarını sağladı” diye buyrulmuş ve îslâm öncesinin taassub, kibir, vahşilik, şiddet, kin ve nefretine vurgu yapılmıştır.[24]

Cahiliyye kelimesinin yer aldığı diğer bir ayet de şöyledir: “Yoksa onlar (İslâm öncesi) cahiliye idaresini mi arıyorlar? İyi anlayan bir topluma göre hükümranlığı Allah’tan daha güzel kim vardır?”[25]

Burada İslâm öncesi dönemdeki haksız, zalim, kişiye göre muamele eden ve güçlünün haklı sayıldığı idare biçimine cahiliye hükmü denilmiştir.

Hadis-i şeriflerde çokça geçen cahiliyye lafzı genelde iki anlam etrafında toplanır. Birincisi İslâm’dan önceki dönem, İkincisi ise İslâm’ın kaldırmış olduğu kötü alışkanlıklar

27              • • • *          *

ve anlayışlardır. Şu iki hadis-i şerifi misal olarak verebiliriz.

“İnsanların cahiliye devrinde hayırlı olanları İslâm devrinde de hayırlıdır.”[26]

Bilal-i Habeşi’ye “kara kadının oğlu” diye hakaret eden Ebû Zer el-Gıffârî’ye Hz. Peygamber : “Onu annesinin renginden dolayı mı ayıplıyorsun? Demek ki sen kendisine hâlâ cahiliyye ahlakı kalmış kimsesin” demiştir.[27]

Arapların İslâm’dan önceki tarihlerinin cahiliye kelimesiyle ifade edilmesinin sebepleri araştırılırken onların hayat tarzına bedeviliğin hakim olması, çevrelerinde yaşayan insanlara göre medeniyet bakımından geri kalmaları, bilgisizlik ve gaflet içerisinde göçebe ve yan göçebe hayatı yaşayan kabile topluluklarından oluşan, kayda değer önemli bir tarihleri olmayan, puta tapan, kötülük yapmalanm önleyen bir dine, bir peygambere ve semavi bir kitaba sahip bulunmayan insanlar olmalan gibi hususlar

•20

üzerinde durulmuştur.

Cahiliye çağı “bilgisizlik çağı” demektir. İslâmiyet ise aydınlanma ve bilgi devridir. Bu anlamda cahiliyle çağının karşıtıdır.[28]

Aslında cahiliyye zamanında halk ekseriyetle ümmi idi. Fakat cehaletle tavsif edilecek derecede değildiler. Bir kısmı ümmî olmakla beraber bir kısmı da okur yazar idi. Ve genellikle yazının zevkini bilir, hüsn-ü hattın güzelliğini taktir ederlerdi.

Cahiliyye şairleri yazıdan o kadar zevk alır olmuşlar ki şiirlerinde yazı üzerine güzel teşbihler ve gayet hoş ve çekici istiareler yapmışlardır.[29]

Cahiliye devri, ilk ve ikinci cahiliye diye ikiye ayrılmıştır. İlk cahiliyyenin hangi dönemi içine aldığı hususunda farklı görüşler vardır.

Hz. İbrahim (a.s.)’nm doğduğu dönem olduğu ifade edilmiştir. Hz. Adem ve Nuh, Hz. İdris ve Nuh arasındaki dönem denilmiştir. Ayrıca Hz. Dâvût ve Hz. Süleymân dönemi olduğu söylenmiştir.[30]

İkinci cahiliyye ise Hz. İsa ile Hz. Muhammed arasında geçen dönemdir. İlk cahiliyyenin İslâm’dan önceki küfür dönemi, ikinci cahiliyyenin de İslâmî devirdeki fisk-u fücur dönemi olması da mümkündür.[31]

Tarihi vesikaların kaybolması sebebiyle Arap edebiyatının tarihten önceki zamanlarının devrelerine, yani birinci cahiliyye devrine ait malumat elde edilememiştir. Ancak ikinci cahiliyye denilen devrin edebiyatında görülen tekamüle bakılırsa, Arap medeniyetinin uzak bir geçmişi olduğu ortaya çıkıyor.[32]

Cahiliyye kavramının ne demek olduğunu anladıktan sonra Arap dili ve edebiyatmın bölümlerinden olan nesrin cahiliyye devrindeki durumuna bakacağız. Cahiliyye devrinin Arap dili ve edebiyatında kendine has bazı özellikleri ve kendinden sonraki dönemi etkileyen bir öncülük rolü vardır. Bu sebeple cahiliyye devri Arap dili ve edebiyatı iyi kavranmalıdır.

Cahiliyye nesri başlıca hitabet, emsal (atasözleri), sec‘u’l-kuhhân (kahinlerin seci‘si), vasiyetler, tıikem (hikmetler) ve bazı yazılı malzemelerdir. Şimdi sırasıyla bunları ele alalım.

a.  Hitabet

Arapça aslı “hatâbe” olan kelime “hutbe okuma, güzel söz söyleme ve nasihat etme” gibi anlamlara gelir.[33] Terim olarak “bir topluluğa bir maksadı anlatmak, bir fikri açıklamak, öğüt vermek, bir görüşü benimsetmek, bir eyleme teşvik etmek, dünya ve ahirette kendileri için hayır olana yönlendirmek gibi amaçlarla yapılan güçlü ve etkileyici veya güzel konuşma sanatı.[34]

Hutbe ise “konuşmak ve hatip olmak” manalarına gelmektedir.[35]

İsim olarak da kullanılan hutbe “kelamın (sözün)” adıdır.[36] Hatibin konuştuğu sözün ismidir.[37] Hutbe Araplara göre; nesir halinde seci‘li veya bunların benzeri kelamdır.[38] Hutbe, başlangıcı ve sonucu olan risale gibidir.[39] Hatip, hutbesi güzel olan kimseye denir.[40]

Arapların İslâm öncesi dönemde hitabete büyük önem verdikleri ve meşhur hatiplerin yetiştiği bilinmektedir. Ancak sözlü rivayete dayanan bu edebi mahsuller zamanımıza ulaşmamış, ulaşanların sıhhati konusunda da tereddütler vardır.[41]

Araplar tarafından şiire verilen önem ve değer hitabete verilmemiştir. Bundan dolayı İslâm’dan önceki hitabetin gelişimini açık şekilde ortaya koyacak güvenilir belgeler bize kadar ulaşamamıştır. Buna rağmen Arap hitabet sanatından bize kadar gelen miktar küçümsenemez.[42] Mevcut tereddütler bizi cahiliyye dönemine ait hutbeleri yok saymaya götürmemelidir. Çünkü hitabetin gelişmiş olması Arapların yaşam tarzının bir gereği olmalıdır.[43] Fakat her ne kadar gelişmiş olsa da cahiliye döneminde hitabet sadr-ı İslâm dönemi kadar önemli bir paya sahip değildir.[44]

Cahiliyye devri Araplanm hitabete iten faktörler şunlardır: Edebi zevkleri, fesahat ve belâğata düşkün olmaları, aralarında savaş ve anlaşmazlıkların çok olması, ümmilik sebebiyle yazıdan çok konuşmaya önem vermeleri ve hitabet sahasının genişliği[45]

Cahiliyye devri hitabetinin başlıca konularından birisi karşılıklı övgü ve yergidir. Münafere ve miifahare lafızlarıyla ifade edilir. Bu iki lafız aym anlamdadır. Bir topluluk içinde geçmişlerin erdemleri, cömertlikleri, güzel ahlakları, yüksek mevkileri, yaptıkları işlerin yüceliği gibi özelliklerin dile getirilmesidir. “‘Alkarne b. ‘Ulâşe ve ‘Âmir b. Tufeyl’in başkanlık için birbirleriyle atışmaları buna misal olarak verilebilir.[46]

Bilgili ve kültürlü kişilerin îrad ettiği vaazlar da cahiliye hutbelerinin konularmdandır. Bu kişiler kabilesinin hakikatlerden uzaklaştığım görünce onlara vaaz etmeye başlar. Vaazlarda konular farklı olsa da aslında sadece yok olup gitmeye karşı direnme hususu üzerinde durulur.[47]

Bu türün meşhur hatiplerinden birisi el-Me’mûn el-Hârişî’dir. Kavminin meclisinde oturur, gözlerini semaya çevirir, uzun uzun düşünür ve şöyle der: Bana kulak verin. Gönlünüzü bana çevirin. Böylece vermek istediğim öğütler size ulaşsm. Taşkınlıklar çoğaldı. Kalpleri keder bürüdü. Cehalet karanlığı çöktü. Bütün bu gördüklerinizde anlayanlar için ibretler vardır. Alçaltılmış yeryüzü, yükseltilmiş gök, doğup batan güneş, akıp kaybolan yıldızlar, ay, erken ölen gençler, kalan yaşlılar, gidip dönmeyenler, durup ileri gitmeyenler, ölçüyle inen yağmurlar (birer ibrettir).

İnsanlar yaşar, ağaçlar yapraklanır, meyveler çıkar, çiçekler biter. Sert kayadan sular fışkırır, yeşil dallarda tomurcuklar açar. Canlılar yaşatılır, sürüngenler doyurulur, hayvanlar otlatılır. Bütün bunlarda Müdebbir, Mukaddir, Bâri ve Musavvir olana ulaştıran en açık deliller vardır.

Ey nefret eden akıllar, kaçan kalpler! Nasıl çevriliyorsunuz? Hangi tereddütler içinde bocalıyorsunuz? Hangi gayeye koşuyorsunuz? Kalpler üzerinden örtüler kalksa, gözlerden perdeler inse şüpheler gider, gerçek ortaya çıkar, sapıklığa batmış kişi cehalet sarhoşluğundan uyanır.[48]

Bu konuda Kus b. Sâ‘ide el-İyâdî de en meşhur hatiplerdendir. el-Me’mun el- Hârişî’nin hutbesiyle benzerlik arzeden hutbesi meşhurdur.[49]

Cahiliye dönemi Arap savaşlarında hikmetin yerini hameset, hilmin yerini öfke aldığı zaman hatipler, şairler savaşa teşvikte birbirleriyle yarışırlar. Artık hatipler kabilelerine bir takım değerleri hatırlatarak dünyadan vazgeçmeye ve savaş için saf tutmaya çağırırlar.[50]

Hâni’ b. Kabîsa eş-Şeybâni’nin Arapları İranlılara karşı savaşmaya teşvik ederken yaptığı konuşma şöyledir: Ey Bekr topluluğu! Ölen kişi kaçarak kurtulanlardan daha iyidir. Savaştan sakınmak kaderden kurtarmaz. Zaferi kazandıracak olan sabırdır. Ölüm küçüklük değildir. Ölüme yönelmek ona sırt çevirmekten daha iyidir. Gerdandan yara almak arkadan vurulmaktan daha şereflidir. Ey Bekr sülalesi savaşm! Ölümden kaçış yoktur.[51]

Cahiliye döneminde düğün ve nişan törenlerinde de konuşmalar yapılırdı. Bu tür konuşmalarda Arapların insani ilişkilere verdikleri önem göze çarpar. Hatibin evlenilecek olan kızın ailesinden olumlu cevap alabilmek için evlenecek olan erkeğin iyi hallerini dile getirmesi bu tür konuşmaların özünü oluşturur. Bazen de kız tarafından bir hatip kalkar ve konuşur. Konuşma orada bulunanların hoşuna gidecek ustaca cevaplar ve güzel ahlaka tercüman olacak sözlerden oluşur.

Düğün ve nişan törenlerinde yapılan konuşmalar hatibi bazen zora sokabilir. Bunun için Ömer b. el-Hattâb (r.a) şöyle demiştir: “Bana hiçbir söz kız isterken yapılan konuşma kadar zahmet vermez.” Hz. Ömer’in bu şekilde söylemesinin sebebi belki de konuşmaların yapmacılıktan ve güzel görünmeden uzak olmamasıdır. Çünkü konuşmalar, karşı taraftan olumlu cevap alabilmek için yapılan övgülerle sınırlıdır. Sanki hatip durmadan iyiliklerden, güzelliklerden bahsetmek durumundadır.53

Hz. Peygamberin Hz. Hatice ile evliliği münasebetiyle Ebû Tâlib’in yaptığı konuşma en meşhur misaldir: Bizi İbrahim ve İsmâîl’in soyundan kılan, bize haram olan beldeyi ve haccedilen evi veren, bizi insanlara hâkim yapan Allah’a hamdolsun. Kardeşim Abdullah’ın oğlu Muhammed’le Kureyş gençleri içinde iyilik, fazilet, cömertlik, akıllılık, yücelik ve zeka bakımından boy ölçüşecek kimse yoktur. Her ne kadar malı az olsa da, mal geçicidir. Geri alınmak üzere verilen bir emanettir. O’nun Hatice’ye Hatice’nin de ona bir rağbeti vardır. Ne kadar mehir isterseniz vermeye hazırım.36

Araplar arasında meydana gelen anlaşmazlıklar, hikmet sahibi kişiler tarafından giderilir ve taraflar arasında barış sağlanırdı. Bu esnada yapılan konuşmalar da bir tür hitabet niteliği taşımaktadır. Merşedü’l-Hayr’ın Subey‘ b. el-Hâris ile Mî’sem b. Müsevvib’in arasım düzeltmek için yaptığı bir konuşma vardır.[52]

Taziye ve tebrik, İslâmî dönemde olduğu gibi cahiliye devrinde de vardı. Hayatta sevinç ve üzüntü devamlı var olagelen bir gerçektir. Bu sebeple de kederli kişiye taziyede bulunmak, sevineni tebrik etmek konusunda uzunca olan konuşmalar yapılmıştır.

Bir kimseye taziyede bulunulurken dünyanın önemsizliğine ve nimetlerinin geçiciliğine vurgu yapılır. Kişiler daha erdemli davranışlara yönlendirilir.

Eksem b. Şayfî, kardeşi öldüğü zaman ‘Âmir b. Hind’i taziyesi sırasmda böyle bir

CO

konuşma yapmıştır.

Tebrik ederken de tebrik edilen kişinin faziletlerinden bahsedilir. Verilen nimetlerin Allah’ın bir lütfü olduğu hatırlatılır. Böylece karşıdaki kişinin gurura kapılmamasma azgınlık ve şımarıklık göstermemesine dikkat edilir.

‘Abdulmuttalib b. Hâşim’in Yemen Kralı Seyf b. Zî Yezen’i tebrik ederken yaptığı konuşma, tebrik hutbelerindendir.[53]

Cahiliye hatipleri, nikah hitabeleri dışındaki konuşmalarını ayakta, yüksek bir yerde veya binek sırtında yaparlardı. Topluluğun karşısına düzgün bir kıyafetle çıkmak, elinde baston, kılıç veya mızrak bulundurmak, başa sarık sarmak, irticalen ve rahat bir şekilde konuşmak bu dönem hitabetinin kurallanndandır.[54]

Kötü hatip hicviyelerde şöyle tasvir edilir: Fena telaffuz eder, iki tarafa döner durur, kekeler, öksürür, sakalım karıştırır, parmaklarını birbirine geçirerek sıkılganlık alameti gösterir.[55]

Eski Araplar arasında hatip adeta kabilenin sözcüsü idi. Ekseriya şair ve hatip sözleri birbirleriyle tedai eder, kahin ve seyit gibi, hatip de kabilenin başlarından sayılırdı.[56]

Cahilliye devrinde daha önce şairler, hatiplerden üstündü. Şiir ve şairlerin çoğalıp

şairlerin şiiri kazanç vesilesi yapmaları, halkın namusuna dil uzatmaları, hatipleri

                                                                                                fil , şairlerden üstün duruma getirmiştir. Bunun yanında cahilliye döneminde şair, şair olarak

hatipten üstündür. Hatibin üstünlüğü toplum içerisindeki misyonundan ileri gelir. Çünkü

kabile başkan!an iyi bir hatip olmalıdır ki değişik mahfillerde kavminin sözcülüğünü

hakkıyla yerine getirebilsin.[57]

el-Câhız şöyle der: “Hatipler çoktur, şairler hatiplerden daha çoktur. Hem şair, hem hatip olan ise azdır.[58]

Cahiliye hitabetinin en belirgin özellikleri şunlardır:

1.                    Daha önce de belirttiğimiz gibi nikah ve barış konuşmaları dışında genellikle kısadır.

2.                  Belli bir metot yoktur. Konuya başlanırken mukaddime ve anlatılanları özetleyen bir hatime görülmez. Bazı hatipler ^ ^ ibaresiyle başlasa da bazıları bu ibareyi kullanmadan aklına gelen ilk fikirleri söyleyerek söze başlar.

3.                     Şiirle istişhâd etmek. Şiir cahiliye döneminin en önemli sanat dallarından olduğundan hatipler de bazen hutbelerini çoğaltmak, bazen de sözlerini şiirle bitirmek için şiiri kullanmışlardır.

4.                  Ekseriyetle hatipler sözü ölçülü cümleler halinde söylemeye itina gösterdikleri için cümleler kısadır.

5.                     Sanatsal özellikte olması. Yukarıda geçtiği üzere hatiplerin sözü ölçülü ve seci‘lidir. Böyle olmasının sebebi kalplere ve kulaklara tesir edebilmektir.

6.                  Fikirler basit ve açık şekilde ifade edilmiştir.[59]

b)   Emsâl (Atasözleri)

Emsâl, mesel kelimesinin çoğuludur. Mesel, sözlükte benzeme, benzerlik, eş, denk anlamlarına gelir.[60] Mesel, mana doğruluğu olan meşhur veciz sözdür ki bununla yeni bir hal, geçmiş hale benzetilir.[61]

Meselin diğer bir tarifi de şöyledir: tik defa herhangi bir sebepten dolayı söylenilen, daha sonra sebeplerdeki benzerlikten dolayı başka şeyler için de tekrar edilmekle yaygın hale gelen veciz sözlerdir.[62]

Atasözlerinin söylenilme sebebi ve kim için söylenildiği belli ise onlara bu itibarla “el-Emşâlü’l-Hakîkîyye” denir. Şayet bir hayvan, nebat veya cemâdattan birinin diliyle söylenmiş ise o zaman da bunlara“el-Emşâlü’l-Faradıyye” adı verilir. Farazi olarak söylenilen atasözleri zulüm, istibdat ve aşın baskının hükümetler tarafından hüküm sürdürüldüğü zamanlarda çokça göze çarpar. Aynca atasözleri, bir milletin içtimai durumunu muhtelif yönleriyle canlandırmış olduğundan büyük önem taşırlar.[63]

Cahiliye devri Araplanndan bize büyük bir mesel mirası kalmıştır. Yukarıda ifade edildiği gibi, bunlar benzeri hadiselerde de tekrar edilirler. Abbasi döneminde ulema, bu meselleri inceleyip tedvin etmişlerdir. Bu konuda ilk önce çalışan el-Mufaddal ed-Dabbî ve Ebû ‘Ubeyde olmuştur. Bunlan Ebû Hilâl el-‘Askerî “Cemheratü’l-Emsâl” ve el-Meydanî “Mecme Vl-Emşâl” isimli eserleriyle takip etmişlerdir.[64]

Meselleri tedvin edenler, sözlüklerde olduğu gibi onlan alfabetik sıraya göre tertip ettiklerinden harf sayısma göre yirmi dokuz bâb olarak aymrlar. Bu ayrımdan sonra meselleri açıklarlar ve çoğu zaman tahmine ve zanna dayanarak mesellerle ilgili hikayeler aktanrlar.

Nicholson, mesellerin cahiliye devrine nispetinin zayıf olduğu görüşündedir. Ona göre mesellerin toplanıp kitaplara geçirildiği Abbasiler devriye cahiliye devri arasında uzun bir süre vardır. Ancak bu, bütün mesellerin sonradan uydurulduğu anlamına gelmez. Bu hususta biraz dikkatli olunması gerekir.[65]

Meseller, toplumun fikri ve ahlaki yapışım, örf ve adetlerini en doğru şekilde ortaya koyar. Meseller siyasi ve toplumsal hayatın aynasıdır.

Rivayet ve te’lif esnasmda birbirine kanştığı için İslâmî mesellerle cahili meselleri, birbirinden ayırt etmekte araştırmacılar çoğu zaman zorlanmıştır. Fakat bir meselin işaret ettiği olay, hikaye veya haber cahiliye devrine ilişkin ise o meselin cahiliye devrine ait olduğu anlaşılır.[66]

Eğer mesel, İslâmî öğretilere ve ilkelere muhalif ise o da cahiliyeye aittir. “Zalim de olsa mazlum da olsa kardeşine yardım et” meselinde olduğu gibi.[67]

Meseller değişmezler. Sarf-nahiv kurallarına aykırı olsalar bile dilden dile nasıl aktan İmiş ise öylece kullanılmaya devam edilir. Mesela bir mesel şöyledir:

'Jjîîl Liu-all = Sen sütü yazın kaybettin

Bu meselle müzekker, müennes, tensiye ve cemi‘ye hitap edilse de kelimesinin sonundaki “P” zamiri daima kesrelidir, değişmez.[68]

Bu atasözünün varit olma sebebi kısaca şöyledir: Bir kız, kendisinden çok yaşlı birisiyle evlenir. Fakat değişik sebeplerden kısa bir müddet sonra bir yaz günü aynlırlar. Kız ikinci bir erkekle evlendikten sonra bir gün ilk kocası olan ihtiyardan sütlü bir koyun ister. Varlıklı olan ihtiyar : “Sütü yazın kaybettin” cevabım verir.[69]

Bu atasözü bir şeyi elinden kaçınp fevt eden ve daha sonra da onun peşinden koşup talebeden kimse için söylenir. Şu halde durum ve hadise nasıl olursa olsun gerektiği zaman söylenilen bu atasözünde asla bir değişiklik yapılmaz ve olduğu gibi kullanılır. Diğerleri de böyledir.[70]

: İşi ehline bırak'[71] meselinde ^jWkelimesindeki “»V’ sakin olarak gelmiştir. Nahiv kaidelerine göre “«-W” fethalı okunması gerekirdi. Fakat nahiv kaidesine uymasa bile meseller değişmediği için daima sakin okunmaktadır.[72]

Bazı meseller müphemdir dinleyen veya okuyan kişi onlan mesel kitaplarına müracaat etmeden anlayamaz. Mesela ^ [73] meseli “çabuk ol” manasındadır. Fakat lafızdan bunu anlayamayız. Ancak emsal kitaplarındaki açıklamalardan öğrenebiliriz.[74]

Meseller gerek cahiliyede ve gerekse İslâmî devirde Arapların aksam-ı hikmetinden biriydi. Araplar sözlerini meseller ile teyit ederlerdi. Çoğunlukla açıkça beyan etmek istemedikleri şeyleri kinaye ederek maksatlarına vasıl olurlar ve bunun üzerine mesellerde üç şeyi yani icaz, isabet-i mana ve teşbih güzelliğini toplarlardı. Araplar şiirleri ve sözlerini hikmetli mesellerle süslerlerdi.[75]

Cahiliye devri mesellerinin bazılarında edebi sanatlar olduğu görülür. Aslında mesellerde halk sözü olduğu için edebi sanat bulunmaz. Halk meramım kısa yoldan anlatmak ister.[76]

Yukarıda bazı mesellerin sarf ve nahiv kaidelerine aykırı söylenişlere sahip olduğunu belirtmiştik. Ancak şunu belirtmekte fayda vardır. Mesellerin ne tamamı süslü ve sanatlıdır, ne de tamamı gramer hatalarıyla dolu basit sözlerdir.

Böylece anlaşılmaktadır ki mesellerin cahiliye nesri içinde önemli bir yeri vardır.[77]

c)  Kâhinlerin Seci‘si (Sec‘u’l-Kuhhân)

Kehânet, sezgi veya bir tür ilhamla yahut bazı işaretlerin yorumuyla ileride[78] meydana gelecek olayları önceden görme ya da haber verme, gizli veya esrarengiz bilgiyi otaya çıkarma işi yahut sanatı. Kahin ise bu işi yapan kişidir.[79]

Araplar arasında kahinler vardı. Bunlardan bazıları kendilerinin cinlerden tabileri olduğunu bunların kendilerine haber getirdiklerini iddia eder, bazıları da önce bir takım araçlar kullanarak çalman yahut kaybolan şeyin bulunduğu yeri tayin etme iddiasında bulunurdu. Buna, arraf da denirdi.[80]

Cahiliye dönemindeki A raplar, savaş ilam, müttefiklere yardımdan geri durulması, öldürülen bir insan yahut devenin katilinin bulunması, bir adağı yerine getirmeyenin bulunması gibi en açık işlerde kahinlerden yardım isterlerdi. Bazen hakemliklerine başvururlar ve onlarm verdikleri kararlar ne bozulur ne de reddedilirdi. Bazen de onlardan rüyalarının tabirini isterler, olar da bir felaketin vuku bulacağım veya bir savaş çıkacağını söylerlerdi.

Bütün bunlar gösteriyor ki kahinlerin kabileleri üzerinde geniş bir yetkileri vardı. Çoğu zaman bir kahinin bir bölgede yaptığı ünden dolayı en uzak bölgelerden bile ona gelirlerdi.

Arap kahinlerinin çoğu Yemenliydi. Bunların en meşhurlan, Satîh ez-Zi’bî ve Şıkk b. Mus’ab el-Enmâri’dir.[81]

Rabi‘a b. Naşr Yemen’e hükümdar olduğu zaman bir rüya görür, ne kadar kahin, sihirbaz, falcı varsa hepsini toplar ve rüyasını yorumlamalarını ister. Onlar da anlat derler.

O da anlatsam da sizin yorumunuzla kalbim mutmain olmaz, der. Bunun üzerine onlardan biri şöyle söyler: Hükümdar isterse Satîh ve Şıkk’ı getirtsin onlar bu rüyayı tabir ederler. O zaman O hükümdar da rüyasını yorumlatmak için bu iki kahine başvurmuştur.[82]

Kahinlerden çoğu uydurma olan epey söz rivayet edilmiştir.[83]

Satîh ve Şıkk’m vücut yapılan hakkında rivayet edilenler, onlan efsanevi bir hüviyete[84] büründüraıekteyse de İslâm’dan önceki cahaliye devrinde kahinlerin bulunduğu gerçektir. Kur’an-1 Kerîm ve hadislerde de kahinlerden bahsedilmektedir.

“(Ey Muhammed) öğüt ver. Rabbinin nimetiyle sen, ne kahinsin ne de delisin”[85] ve “O, şerefli bir elçinin sözüdür. O, şair sözü değildir, ne az inanıyorsunuz. Kahin sözü de değildir; ne az düşünüyorsunuz”.[86] ayetlerinde Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in bir kahin, Kıır’an-ı Kerîm’in de kahin sözü olmadığı bildirilmektedir. Hz. Peygamber kahinlerin cinler ve şeytanların gökten çaldıkları haberlerle konuştuklarım, bunların gerçeği yansıtmadığım söylemiştir. Bu husus bir hadiste şöyle yer almaktadır:

Bazı insanlar Rasûluiiah’a kahinler hakkında soru sordular. Rasûlullah: “Onlar bir şey değildir.” buyurdu. Bunun üzerine dediler ki: Ya Rasûlullah! Onlar bazen konuşuyorlar doğru çıkıyor. Bunun üzerine Rasûlullah : “O doğru olan sözü cin kapar velisinin kulaklarına tavuk gibi gıdaklar, böylece o söze yüz yalan karıştırırlar.”[87]

Bir diğer hadiste kahinlerin haber alma meselesi şöyle anlatılmaktadır:

“Melekler Anan’a (o bir buluttur) inerler, semada hükmolunan bazı şeyleri müzakere ederler. Bu esnada şeytanlar kulak hırsızlığı yaparlar, (meleklerin müzakeresinden) duyduklarım kahinlere gizlice ulaştırırlar. Bu haberlerle beraber yüzlerce yalanı da kendilerinden katarlar.”[88]

Kahinlerin konuşmaları secili cümlelerden oluştuğu için şimdi de seci1 üzerinde duracağız.

Seci1 bir edebiyat ıstılahı olup umumiyetle nesirde kullanılan kafiye demektir. Arapça’da bu kelimenin yine ıstılah olarak birkaç manası vardır.

1                .Bir nesir parçasmda birbiri arkasından gelen iki cümlenin veya cümle parçasının (fıkra) ses bakımından birbirine uygun olan, yani birbiriyle bir çeşit kafiye teşkil eden son kelimeleri, buna karine de denilmektedir. Bu manada seci1 nesre mahsus olup şiirdeki kafiyeye tekabül eder. Bununla beraber şiirde kafiyeden başka bir de seci‘nin bulunabileceği kabul edilmektedir.

2.                   Yukarıda gösterilen şekilde iki veya daha çok fıkranın son kelimelerin birbiriyle kafiyeleşmesi.

3.                   içinde Seci4 bulunan müsecca4 söz. Bundan dolayı Seci‘li bir sözde veya yazıda bir fıkranın bütününe Sec‘a veya Uscû'a (Cem‘i : esâci‘) ve secili söz söyleyen veya yazana Secca4 Sâci‘ ve mübalağa kipiyle secî‘a denilmektedir. Seci4 manasında olmak üzere teşci4 tabirinin de kullanıldığı görülür.[89]

Kahinlerin secili ve kafiyeli ifadelerle kısa ve düzgün cümlelerden oluşan sözleri ve hutbeleri kaynaklarda yer almaktadır. Kur’an-ı Kerîm ve hadislerde de buna işaret edilmektedir. Kureyş müşrikleri Hz. Peygamberden Kur’ân ayetlerini dinledikleri zaman onların kahin sözü olduğunu iddia ettiler. Allah-u Teâlâ da bu iddianın asılsızlığını ortaya koymak için yukarıda zikri geçen ayetleri indirmiştir.[90]

Kahinlerin seci4sinin Hz. Peygamber’in hadislerinde de zikri geçmektedir.

Ebû Hureyre (radiya’llâhü anh)’den rivayet edildiğine göre, Rasûlullah Hüzeyl kabilesinden birbiriyle kavga eden iki kadm arasında hâkim olmuştu. Bu kadınlardan birisi diğerine bir taş atmış ve taş gebe olan kadımn kamına isabet ederek kamındaki çocuğu öldürmüştü. Bunun üzerine işi Hz. Peygambere götürdüler. Rasûlullah da: “Kadının kamındaki ceninin diyeti, köle veya cariye gurresidir (yani bir diyetin yirmide biridir)” diye hükmetti. Bunun üzerine, diyet ve borçlulukla hükümlü olan kadımn velisi (Seci4li ve kafiyeli bir eda ile):

Ya Rasûlullah! Henüz yemeyen, içmeyen ve söz söylemeyen, sayha etmeyen çocuğun diyetiyle nasıl mahkum olurum? Bunun benzeri hüküm batıl olur, dedi. Hz. Peygamber de: “Bu adam ancak kahinlerin kardeşlerinden birisidir” buyurmuştur.[91]

Başka rivayetlerde de Hz. Peygamber: “Cahiliyedekilerin ve kahinlerin yaptığı gibi seci4 yapıyorsun”[92] demiştir.

Rasûlullah onun yaptığı seci4 üzerine bu şekilde söylemiştir. Bunlardan anlaşılmaktadır ki kahinlerin sözleri secicidir.

el-Câhız şöyle der: “Hâzî (kâhin) Cüheyne, Şıkk, Satîh 4Uzza Seleme ve benzerleri seci4lerle kehanette bulunuyorlar ve hüküm veriyorlardı.[93]

el-Câhız ‘Uzza Seleme’ye ait şu secili cümleleri nakletmektedir:

Yere göğe, akbabaya, Bak‘a’daki güneşe yemin olsun. Şeref ve övgü ‘Uşarâ’ya aittir.[94]

Eğer ‘Uzzâ b. Seleme’ye nispet edilen bu sözler sahih ise, anlıyoruz ki kahinler, yere, göğe, kuşa, güneşe ve bunlarla ilişkisi olan ay, yıldızlar, ağaçlar ve rüzgarlara gizli bir güç taşıdıklarına inandıkları her şeye yemin etmeye başvurdukları gibi kehanetlerinde de seci‘yi kullanıyorlardı. Aynı zamanda onlar dinleyicilerde şüphe uyandırmak ve onları tesir altına almak için garip lafızları tercih ediyorlardı.[95]

Yemen hükümdarı Rabî‘ b. Nasr’ın rüyasını yorumlarken Satîh’in söylediği sözlerde de kahinlerin Seci‘sine örnekler vardır:

 “İki siyah tepe arasındaki hayvanlar” üzerine yemin ederim ki topraklarmıza Habeşliler inip Ebyen ile Cüreş arasındaki bölgeleri ele geçireceklerdir.”[96]

 “Evet gurup kızıllığına, tan yerine ve sabaha and içerim ki sana söylediklerim şüphesiz doğrudur.[97]

Görüldüğü gibi rüyanın yorumu, yeminli, Seci‘li cümlelerle yapılmakta, normal bir mesele esrarengiz hale sokularak anlatılmaktadır. Bunu sağlayabilmek için de yemin ve seci‘ler kullanılmaktadır.

Anlaşılıyor ki cahiliyedeki kahinlik, şüphe uyandıran garip lafızlara v e yeminlere dayanan orijinal bir Seci‘ türü getirmiştir.[98]

d)   Vasiyetler (Vasâyâ)

Bir kimsenin ecelinin yaklaştığım hissettiği zaman ailesini ve yakınlarını doğru yola, güzel ahlaka ve erdemli davranışlara yönlendirmeye dönük irşat ve nasihat ihtiva eden tecrübe mahsulü olarak söylediği hikmetli sözlerdir.[99]

‘Amr b. Kulsüm’ün ölüm döşeğinde oğullarına yaptığı şu konuşma cahiliye vasiyetine örnektir:

‘'Doğru olsun olmasın, hiçbir kimseye bir kusur isnat etmeyiniz. Kimseye sövmeyiniz; komşuya ve mülteciye de iyi muamele ediniz. Zira birincisi mukabeleyi, İkincisi de medih ve senayı gerektirir. Üçüncüsü zulüm görmüş bir gurbetzedeyi tecavüzden korumalıdır. Çünkü bazen bir adam bin adama bedeldir. Dördüncüsü, muhatap vaziyetinde olursanız, sözü sabit, konuşmacı mevkiinde iseniz, sözü icaz ediniz. Beşincisi, hücumdan sonra düşman cephesinden firar edenleri himaye etmelidir. Zira en büyük şeceat, nefsin ihtiraslarına galebe çalmaktır. Öfkeliyken basiret ve te’nisi olmayanın hayrı yoktur: kusurlarım itiraf edenleri, affetmemek de büyük bir kusurdur. Hayır ve şerri görülmeyenlerle vakit kaybetmemelidir. Bir de yakın akrabadan olan bir kızla evlenmemelidir; zira nefret doğurur.”[100]

Hâriş b. Ka‘b’m vefat edeceği zaman oğullarına yaptığı vasiyet de şöyledir: “Oğullarım! Şu mala sahip çıkın. Onu en güzel şekilde alm ve en güzel yolda harcayın.

Akrabaları ziyaret edin, düşmanlara karşı onları koruyun. O malı namusunuza kalkan

108

yapm.

e)  Hikmetler (Hikem)

Doğru olduğu herkes tarafından kabul edilmiş bir hüküm ihtiva eden akla, deneye ve hayat tecrübesine dayanan isabetli, kısa, açık ve özlü söze hikmet denir.[101]

Hikmeti söyleyen kişiye hakîm denilir. Cahiliye devrinde meşhur hakimler vardı. Onlardan bazıları şunlardır:

1.                 Eksem b. Şayfî. Şu, meseller ona aittir: tjji4 = Kişinin ölümü iki çenesi arasındadır.[102]

cJjiû! = Doğru konuşmak bende arkadaş bırakmadı.[103] vi IjjjIS j^aII ^ IjioLS = Gözden ırak, gönle yakın.

Jiall Jı*ll = Adaletin çabuk olması, adalet değildir.

?                    j] = Mazluma insaf edilse, içimizde kınanacak kalmaz.[104]

2.                  ‘Âmir b. ez-Zarib. Şu meseller ona aittir. ûÛ4f</jPj r^’ü ûâJI = Akıl uyur, nefsin istekleri uyumaz.

’ > = Arayan bulur.[105]

y Akala. ^ jl j = Nice kişinin kendisi için ektiğini başkası biçer.[106]

•> "

3.                  Zu’l-Eşbâ‘ el-‘Advânî, Kus b. Sâ‘ide, Hâcib b. Zürâre, Hâşim b. ‘Abdi Menâf ve ‘ Abdulmuttalib b. Hâşim de cahiliye devri hakîmlerindendir.

4.                      Lokman Hakîm de Arapların hakîmlerindendir. Fakat Araplar Habeşliler, Mısırlılar ve Yahudiler Lokman Hakîm’i aidiyeti hususunda tartışma konusu yapmışlardır, şu hikmetler ona aittir:

.id o lif     Çjj = Senin nice kardeşin var ki onları senin annen doğurmamıştır.113

^1 çl jiîl ji.1 = Dağlamak, en son tedavidir.

Şu hikmetler de cahiliye dönemine aittir:

= Sen kötülüğü terk et ki o da seni terk etsin.[107]

<1 ljİİ V Çjj = Nice kınanaıım suçu yoktur.[108]

= Zulmün otlağı tehlikelidir.[109]

J$aJl Âlka = Gençlik cahilliğin bineğidir.[110]

f)  Yazılı Malzemeler

Araplar önceleri, Güney Arabistan’da geliştirdikleri müsned denilen bir yazıyı kullanmışlardır. Sonra müsnedin yerini bu güne kadar gelen Arap yazısı almıştır. Bu yazı bitişik Nabat[111] yazısından gelişmiştir.

Burada yazılı malzeme olarak Arap yazısının Nabat yazısından iştikak ettiğini hatta onun gelişmiş bir devamı olduğunu ortaya koyan bir takım kitabelerden ve bunun yanında Cahiliye dönemi mektuplarından söz edeceğiz.

1.                  Kitabeler : Bu kitabelerin en eskisi, Araplara ait olduğu halde Nabat kültürünün hakim olduğu bir devrenin damgasını taşımakla dili de yazısı da nabatî olan birinci Ümmü’l-Cimâl (m.250) ve en-Nemâre (m.328) kitâbeleridir.[112]

Haleb’in güneyinde bulunmuş m. 512 yılma ait Zebet kitabesi Şam’ın güneydoğusunda bulunan m. 528 tarihli Üseys kitabesi, Şam’ın güneyinde bulunan m. 568 tarihli Harran kitabesi, Miladi altıncı yüzyıla ait ikinci Ümmü’l Cimâl kitabesi diğer kitabelerdir.[113]

İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist adı eserinde halife Me’mun’un hâzinesinde Hz. Peygamberin dedesi ‘Abdulmuttalib (ö. 979) tarafından parşömen üzerine yazılmış bir vesika olduğunu ve bu yazının kadınların yazışım andırdığım kaydeder.[114]

Cahiliye devrinin sonlan ile İslâm’ın doğuşu sırasından günümüze intikal eden herhangi bir vesikaya halen sahip değiliz.[115]

Cahiliye devrinde ve İslâm’m zuhuru sırasında yazı, ancak edebî mahsullerin nesilden nesle intikalinde hafızaya yardımcı bir vasıta idi. Sözlü rivayet esastı. Bunun neticesi olarak İslâm öncesinden az miktarda dil ve edebiyat malzemesi kalabildi. Cahiliye devrinin tahminen son yüzelli yılma ait olup daha çok hafızadan hafızaya intikal eden şiirlerin, emsalin, ahbann, eyyamü’l-‘Arab’a dair mensur parçalann, ensaba dair bilgilerin yazıya aktarılmasına hicretin birinci yüzyılında daha Hulafa-i Raşidîn devrinden itibaren teşvikle başlamış, Emeviler devrinde sınırlan genişletilmiş hicrî ikinci ve üçüncü yüzyıllarda bu tedvin faaliyeti büyük bir gayretle devam etmiş ve daha sonra, toplanan malzemenin tamamlanıp yeniden tasnif ve tedvini yapılmıştır.[116]

2.                      Cahiliye Dönemi Mektup lan: Cahiliye döneminde Araplar göçebe hayatı yaşadıklan için yazı fazla yaygın değildi. Mektuplaşmaları söze dayanıyordu. Mektuplanm seçtikleri güvenilir kişilere söyleyerek gönderiyorlardı.

Göçebe olmayan Araplar arasında yazıyla ilgilenenler olduğu gibi yazılı mektuplaşmalar da vardı. Fakat bu mektuplar zamanla kaybolmuş onlardan çok az bir miktar kalmıştır.[117]

Cahiliye dönemi mektuplannın bazılan nesir bazılan da şiir şeklindedir.

‘Abdu’l- ‘Uzzâ b. İmriu’l-Kays’m kavmine yazdığı mektup[118], ‘Adiy b. Zeyd’in kardeşi Ubeyy’e yazdığı mektup[119] Ubev’in ona cevabî mektubu[120] ve ‘Abdulmuttalib b. Hâşim’in Yeşrib’deki dayılarma mektubu[121] şiir şeklinde olan mektuplardır.

Nesir şeklinde olan mektupların en eskisi ve en meşhuru el-Munzir el-Ekber in İran Kralı Nûşurevan’a yazdığı mektuptur.[122] Munzir’in bu mektubu Nûşurevan’a hediye ettiği cariyenin boyunu, rengini, gözlerini ve nesebini anlattığı uzunca bir mektuptur.

Bu mektuptan daha meşhur olan ‘Amr b. Hind’in mektubu “Şahîfetü’l- Mütelemmis”tir. Sahifetü’l-Mutelemmis “ölüm fermanım yanında taşıyor” anlamında mesel olmuştur.[123]

Meşhur şairlerden el-Mütelemmis kız kardeşinin oğlu yani yeğeni, Tarafe ile Hîra Kralı ‘Amr b. Hind’i ziyarete gider. Orada uzun süre kalırlar. Onun av partilerine katılırlar. O içip eğlenirken kapısında beklerler. Ona bir türlü ulaşıp dertlerini anlatamazlar. Bu durumdan iyice sıkılan Tarafe yazdığı bir şiirde onu hicveder. Bunu duyan kral onu öldürtmek ister fakat dayısının kendisini hicvetmesinden çekinir. Son çare olarak onları yanma çağırır. Memleketinizi özlediniz gitmek istiyorsunuz der. Onlar da evet, derler. O halde ben sizin için Bahreyn’deki valime bir mektup yazayım siz mektubu ona götürün O sizi ödüllendirecektir, der ve bir mektup yazıp onları Bahreyn’e gönderir. Yolda ihtiyacını giderirken; bitlenen bir yandan da hurma yiyen bir ihtiyara rastlarlar. Bu hali gören şair, bundan daha budala bir ihtiyar görmedim diye söylenir. İhtiyar benim ne budalalığım var, pisliğimi çıkarıyorum, düşmanlarımı atıyorum, tatlımı da yiyorum, der. “Asıl budala elinde ölüm fermanım götürdüğü halde bundan haberi olmayandır.” diye ekler. Bundan kuşkulanan şair oradan geçen bir gence mektubu okutur. Bir de ne görsün! Mektupta:

lîa. 4Jİ1İ j ;UΣjj AjJj                                      (jııx.l*İAİl çla Iİ&                                                         ■ijA £)}          qa

“Senin adınia Allah’ım , Anır b. Hind’den el-Muka’ber'e: Bu mektubum el- Miitelemmis'le birlikte sana ulaştığı zaman onun ellerini ve ayaklarım kes sonra da diri diri mezara koy.” yazılıdır. Böylece şair bu konuda darb-ı mesel olmuştur.”[124]

Görüldüğü gibi söz konusu mektup oldukça kısa olması hasebiyle günümüzdeki telgrafa benzemektedir.

Cahiliye dönemindeki mektuplardan bazıları, hikmetli sözler, meseller ve nasihatler ihtiva eden yazılı vasiyet niteliği taşımaktadır. Eksem b. Şayfî’ nin, en-Nu‘mân b. Hamîsa'ya yazdığı mektup bu şekildedir. [125]

Cahiliye dönemi nesrinden sonra şimdi de mektup ve tarihçesine geçebiliriz.

2.  Mektup ve Tarihçesi

a)                  Mektubun sözlük anlamı

Mektub, Arapça fiilinden ism-i mef ul olarak “yazılmış, yazılı” anlamındadır. Türkçesi betik, bitig’dir. - IŞ& - CjjSj - LiS yazmak manasınadır. nin aslı mesti ve sahtiyanı iki sırım ile birbirine bitiştirmek manasında kullanılmıştır.[126] kelimesi ise düzenli bir şekilde harfleri bir araya getirip kalemle telif (yazmak, bitiştirmek) etmektir.

kelimesi sözün hece harfleriyle şekillendirilmesi anlamında kullanılması yaygmdır. Yine aynı kökten olan da bablan, fasılları ve meseleleri bir araya toplamayı ifade

i                                                    ir

eden bir kelimedir.

b)                  Mektubun terim anlamı

Mektub, birbirinden uzakta bulunan kişi ve kurumlar arasında haberleşmeyi sağlayan bir yazı türüdür. Mektuplar, insanlann bilgi, görüş ve düşüncelerini birbirlerine bildirmek, istek ve dileklerini iletmek için sık sık kullandıkları bir araçtır.

Mektuplar genellikle nesir olarak yazılırsa da manzum[127] olanları da vardır. Bir mektup giriş, gelişme, sonuç gibi bölümlerle, tarih, hitap ve imzadan meydana gelir. Nesir halinde yazılanlar hususî (özel), iş, resmî, siyasî ve seyahat mektupları gibi çeşitlere ayrılırlar. Ayrıca bunlara mektup tarzında yazılmış yazılan (roman, hikaye, tenkit, münakaşa) da eklemek mümkündür. Bu mektup çeşitleri içinde en büyük yeri özel mektuplar alır ki bir edebiyat türü olarak da mektup denince akla ilk gelen onlardır. Özel mektuplarda hitap, dil ve üslup, yazanın ve gönderilenin kültür seviyesine, aralarındaki ilgiye, aile fertleri oluş veya olmayışma, meslek durumuna ve rütbe farkına göre değişir. Genel ölçü yapmacığa kaçmadan, nezaketle, içtenlikle, açık, anlaşılır bir şekilde ve öz olarak yazmaktadır. Özel mektupların eşe, dosta, akrabalara yazılanlarına sağlık mektupları; birinden yardım, iyilik, anlayış görülmesi halinde yazılanlara teşekkür mektubu; başarı, bayram, nişan, nikah, düğün, doğum gibi mutluluk veren olaylarda yazılanlarına tebrik mektupları; nişan, nikah, düğün veya açılış çağrısı için yazılanlara davet mektupları; bir şiir bir eser veya bir şair veya yazar hakkında yazılmış mektuplara da edebi mektuplar denir. Asker mektupları ve aşk mektupları da bu bölüme ilave edilebilir.[128]

c)                  Mektubun Tarihçesi

Mektubun geçmişi ilkçağa kadar uzanır. Mezopotamya’da ve Eski Mısır’da kil tabletlere, papirüslere yazılmış mektuplar ele geçmiştir. “Çömelmiş yazıcı” olarak tasvir edilen Mısır mektupçulan, resmi ve özel mektup yazan kişilerdi. Nitekim firavunların diplomatik nitelikteki bazı mektupları ele geçmiştir. Boğazköy’de bulunan M.Ö. II. Bin yılma ait mektuplar eski doğu ülkelerinin politik durumlarım yansıtmaları bakımından önemlidir. Batıda Tirşe kullanılan ortaçağdan sonra (14. yy) kağıdm bulunmasıyla mektuplar yaygın olarak kullanılmaya başlanmıştır. O dönemlerde yazı bilenlerin az olması sebebiyle mektupları, daha çok çarşı, pazar gibi yerlerde bulunan katipler yazarlardı. İlkçağ ve ortaçağdan kalma mektupların üslubu-hemen hepsinin aynı elden çıkması yüzünden- birbirine çok benzer üslubun yanı sıra dilinin de (Latince) ortak olduğu bu mektuplar, genellikle dört bölümden meydana gelirdi. Selamlaşma (salutaio), anlatılacak konu (narratio), mektubun kabul edilmesi isteği ve sonuç (petitio conclusio).

17. yy.dan itibaren bir edebiyat türü olarak gelişmeye başlayan mektubun 19. yy. dünyasında büyük bir önem kazandığı görülür. Bunda, okur yazar oranının yükselmesinin olduğu kadar, 1820 yılında mektup zarfının ve arkasından da posta pulunun kullanılmasının, ulaşımın hızlandırılarak posta hizmetlerinin düzenli bir şekilde yapılmasının büyük rolü olmuştur. 20. yy da radyo, telgraf, telefon ve televizyon gibi haberleşme araçlarının yaygınlaşmasıyla mektup, eski önem ve renkliliğini kaybetmiştir.

Günümüze kadar ulaşabilen ilk mektup örneklerinin konulan, haberleşme ve öğreticilik dışında din (Hz. Peygamber’in mektupları, kitab-ı Mukaddes’deki Petrus’un, Yakub’un, Yuhanna’nın, Yahuda’nm mektupları ile Uygurlardan kalan bazı mektuplar gibi), siyaset ( Büyük İskender’in Pers Kralı III. Darius ile olan yazışmaları, Firavunların «

birkaç mektubu gibi ) ve ticaret olmuştur.

Mektubun Türk dünyasındaki yeri henüz açıklığa kavuşmamıştır. M.S 580 yılında İstanbul’a gönderilen diplomatik bir mektup ve daha somaki yüzyıllarda Uygur prenslerinin yazdıkları mektuplar ele geçmiştir. Bunların dışmda diğer Türk hükümdarlarının da komşularına veya devlet adamlarına yazdıkları siyasi nitelikte mektuplar türünü Anadolu’ya yerleştikten sonraki tarih içinde takip edebiliyoruz.[129]

İslâmiyet’ten önce Arap edebiyatında bir tür olarak mektubun bulunduğunu ortaya koyup gerekli izahatı vermiştik.

Mükatebe ve Mürasele denilen bu tür İslâm’ın ilk yıllarında da mevcuttu. İleride üzerinde duracağımız gibi Hz. Muhammed’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Rum Kayserine, Mısır Meliki Mukavkıs’a İran hükümdarı Kisrâ’ya İslâm’a davetle ilgili olarak gönderdiği mektuplar ve diğer bazı yazıları Allah’a hamd ve sena ile başlayıp kısa veciz bir ifadeyle sona ermekteydi. Halifeler zamanında Hz. Ebûbekr’in Halid b. Velid’e Hz. Ömer’in Ebû Ubeyde Âmir b. Cerrah’a, Herakles’e, Hz. Osman’m Kufe valisine, Hz. Ali’nin Basra valisine ve Muaviye’ye gönderdikleri mektuplarda Allah’a hamd ve sena, Hz. Peygamber’e salat ve selamla başlıyor, din ve devlet işleriyle ilgili emir, istek ve yasaklarla bitiyordu.

Emevi halifesi II. Mervan’ın katibi ‘Abdulhamîd el-Kâtib (öl. 132/750)’e kadar veciz ifadelerin yer aldığı mektuplar bundan sonra detaylandınlmış, başlangıçlardaki tahmidat uzatılmış, ‘Abdülhamid el-Kâtib’ten sonra gelenler de onu takip etmişlerdir.[130]

I. BİRİNCİ BÖLÜM

HZ. MUHAMMED (SALLA’LLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEM.)’İN MEKTUPLARI

Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’in mektuplarına ilişkin hususlara geçmeden önce mektupla ilgili olarak bazı tabirler üzerinde kısaca durmak istiyoruz.

a)                     Risale : Başkasma gönderilen sözdür.[131] Hüküm ve haberleri ulaştırmada gönderenle kendisine gönderilen arasında bir vasıtadır. Tek bir konu hakkında yazılmış kitapçık[132]

b)                   Kitap : Araplar şimaldeki komşuları sami kavimlerden yazma sanatı ile birlikte, kitap ve yazı manalarına gelen kelimeleri almışlardır. Eski ıstılah bilgisinde kitap sadece yazılı bir şeyi ifade eder ve mutlaka kitap manasına gelmezdi; hakikatte bu kelime, aynı zamanda alelade “mektup” manasına da gelmektedir.[133]

c)                   Ahd : Mastar olarak bir şeyin yerine getirilmesini emretmek, talimat vermek, söz vermek manalarına geldiği gibi, isim olarak “emir, talimat, taahhüt, antlaşma, yükümlülük, itimat veren söz” anlamlarına da gelir. Ahidde hem yemin, hem de kesin söz verme anlamı vardır. Yemin ahdin dini ve kudsi yönünü, söz verme de ahlaki yönünü teşkil eder.[134]

Hz. Peygamber, halife ve hükümdarlarla diğer üst seviyedeki yetkililerin emriyle devletin çeşitli kademelerindeki yönetici ve memurlarla ilgili olarak düzenlenen tayin kararı yazılı emir ve talimatı, bazı şahıs ve gruplara tanınan imtiyazları, yabancılarla yapılan antlaşma hükümlerini ihtiva eden belge.[135]

d)                   Şahıfe : Şuhuf ve Sahâif in müfredi olan kelime içinde yazı bulunan kağıt veya deri parçası demektir.[136]

Kur’ân-ı Kerîm’deki “Şüphe yok ki bu, evvelki sahifelerde, İbrahim ile Musa’nın sahifelerinde de vardır.”[137] Ayetlerinde sahîfelerden maksat, bu iki peygambere indirilen yazılar (kitaplar) dır.

Bu tabirlerin ortak özelliği, iki tarafın yani gönderen ve kendisine gönderilenin bulunmasıdır.

Bu ortak yönlerinin yamnda “kitap” ve “sahife” yazılı olmalarının gerekliliği yönüyle diğerlerinden ayrılır. Yani bu iki tabir mutlaka yazılı olmaları gerekir. Sözle ifade edilmezler. Risale, yazılı olabileceği gibi sözle de olabilir. Ahdler de aym şekilde yazılı veya sözlü olabilir.

Bazen “vasiyet” kelimesi risale ve kitap kelimelerinin alternatifi olabilir. Yine vasiyet de sözlü veya yazılı olabilir. Fakat vasiyetin içeriği, genel veya özel yönlendirme ve irşat olur.

Ahd’in genellikle belirli haklan zikretme esasma dayandığım görürüz. Ahdler bu hakların muhafaza edilmesi için ekseriyetle yazılı olur.

Bu tabirlerin en meşhurlan ve tarih boyunca en çok kullamianian “risale” ve “kitap”tır. En az kullanılanı ise “sahife” kelimesidir.[138] Kur’an’da ise sadece çoğul olarak vahiy sahifeleri ve peygamberlere indirilen kitaplar anlamında geçmektedir.[139]

1.  Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) Döneminde Yazı

Daha öncede belirttiğimiz gibi İslâm’dan önce cahiliye devrinde, Arap toplumunun ekseriyeti bedevi halde yaşıyordu, yazı yaygm değildi. Haberleşmeleri şifahi idi. Bugün bizim mektupla gönderdiğimiz haberleri onlar, itimat edilir kimseler vasıtasıyla şifahi olarak gönderiyorlardı. Bedevi olmayanlarsa, yazıyı öğrenmeye çalışıyorlar ve haberlerini yazılı olarak gönderiyorlardı.[140]

İslâm dini kitabete çok önem vermiştir. Allah Teâlâ Hz. Peygambere indirdiği ilk ayetlerde kalemden bahsetmiştir: “Yaratan Rabbinin adıyla oku. O, insanı asıl duran bir şeyden yarattı. Oku. Rabbin nihayetsiz kerem sahibidir ki, o kalemle (yazı yazmayı) öğretendir. İnsana bilmediğini o öğretti.” [141] Başka bir ayette de Allah Teâlâ, kaleme yemin ederek yazı yazmanın önemini anlatmaktadır: “Hokka ile kaleme ve (erbab-ı kalemin) yazmakta oldukları şeylere andolsun.[142]

Kur’an-ı Kerîm muamelelerde, yazıdan istifade etmeye de teşvik etmiştir. Bu konuda Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Ey iman edenler! Tayin edilmiş bir vakte kadar birbirinize borçlandığınız zaman, onu yazın. Aranızda bir yazıcı da doğrulukla onu yazsın. Katip, Allah’ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan çekinmesin, yazsın.”[143]

Hz. Peygamber zamanında yazı yazma sanatı üzerinde ehemmiyetle durulmuştur. Çünkü yazının, vahyin muhafazasında ve sair kabile ve devlet reislerine risaletin tebliğinde çok mühim rolü vardı.[144]

Hicretin ikinci yılında Bedir savaşı vuku bulmuş ve Müslümanların eline çok sayıda esir düşmüştü. Bu esirlerin fidye ile serbest kalması talep ediliyordu. Hz. Peygamber bu fırsatı kaçırmadı ve müşriklere yazı bilen her birinin, on Müslüman çocuğa yazı öğretmek şartıyla serbest bırakılacağım bildirdi.[145]

Hz. Peygamber Müslümanlarla ilgili muamele ve akitlerde, devlet başkanlannı İslâm’a davette, bütün vesika ve ahitlerinde yazıyı kullanmıştır.

Kısaca Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) döneminde yazı, sadece Kur’ân-ı Kerîm’in yazılmasında değil, diğer bütün konularda kullanılıyordu.

2.  Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Yazmayı Biliyor muydu?

Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in bir şeyler yazıp yazmadığı tartışma konusu olmuştur. Bu konuda her iki yönü de müdafaa edenler bulunmuştur. Şimdi her iki görüşü de gözden geçirelim.

Kureyş ile Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) arasında Hudeybiye Musalahası aktedilirken musalahanm katibi, ‘Alî b. Ebî Tâlib idi. Kureyş delegesi Süheyl, musalaha şartlan yazılırken Hz. Peygamberin yazılmasını emretmesi üzerine buna itiraz etmiş

ve isminin babasının ismi ile birlikte yazılmasını teklif etmişti. Bu durum çeşitli münakaşalara yol açmasma rağmen neticede Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ‘Alîb. Ebî Tâlib’e

e

4İıi J>-:j lafzım çizmesini ve yerine lh yazmasını emretmiş olmasına rağmen o bunu çizmekten kaçınmıştı. Bunun üzerine Hz. Peygamber, bizzat kendisi istenilen şekilde

157

yazmıştı.

İşte Hudeybiye’de cereyan eden bu hadise, Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in bir şey yazıp yazmadığı hususunda bir takım görüşlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur.

İmam Ebû’l-Velîd el-Bâcî, Rasûlullah’ın bir şeyler yazdığı hususunda ısrar eder, el- Hâfız b. Dihye, Hasâisu’l-Kutb el-Haydarî’de ulemadan bir cemaatin de aym fikirde olduğunu söyleyerek bunlar arasında Ebû Zer el-Herevî ile Ebu’l-Feth en-Neysâbûrî’yi de zikreder. Aynca Mağrib ulamasmm da bu görüşe katıldıklarım sözlerine ekler. Yine Ömer b. Şeybe, Nebi (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in Hudeybiye’de kendi eliyle yazdığım açıklar. Aynca el-Bâcî, İbn Ebî Şeybe’nin ‘Abdullah b. ‘Utbe b. Mes‘ud’tan tahric ettiği habere istinaden Rasûlullah’ın yazmcaya ve okuyuncaya kadar vefat etmediğini haber verir.[146]

el-Münâvî de FeyduT-Kadîr’de “Kalemi kulağma koy” hadisini zikrederken şerhinde Rasûlullah’m yazdığım, fakat yazısının güzel olmadığı kaydeder. Aynca bu durumun, onun iimmî oluşuna münaft olmadığını, aksine bunun bir mucize olduğunu, talim ile de kitabetine bir mani bulunmadığını sözlerine ekler.[147]

Bütün ilim ehli, Hz. Peygamber’in ismini yazdığını bilmektedir. Ancak onun, ismini yazması kendisini ümmi olmaktan çıkarmaz. Nitekim o, “Biz ümmî olan bir ümmetiz”[148] buyurmuştur. Fakat bu ifade onların ekserisidir demek olur. Çünkü az sayıda da olsa sahabeden yazı yazanlar vardı.

es-Suyûtî (öl. 911 h. 1532 m) Rasûlullah’m ümmî olduğunu okuma yazma bilmediğini zikreder.[149]

ez-Zehebî de “Rasûlullah’m ümmî olmasından sonra yazı öğrenmesinin caiz olmasına ne gibi bir mani olabilir. Çünkü o ne vahiy ne de sünnet yazmıştır. Hatta hükümdarlara gönderdiği mektuplarım bile yazan hususi katipleri vardır. Nihayet onun yazdığı bir veya iki kelimedir. O da Hudeybiye’de yazmış olduğu isminden ibarettir. Bu kadarcık yazı yazması onu ümmî olmaktan çıkarmaz” der.[150]

Rasûlullah’m yazdığma ilişkin bütün tartışmaların aslı el-Buhârî’nin Hudeybiye’deki durumla ilgili olarak naklettiği “kitabı aldı, yazdı” [151]hadis-i filîsinden ibarettir.

Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in sağlığında yazı yazmadığım ve yazı bilmediğini iddia edenler ise, “Sen bu (Kur’ân’m inmesi)nden önce hiçbir kitap okumuş değil idin. Ye elinle de onu yazmadın. O zaman batıl söyleyenler elbette şüphelenirlerdi.”[152]ayetini kendilerine delil olarak zikrederler.

Netice olarak söylemek gerekirse Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Hz. ‘Alî’nin Hudeybiyede’ki çekingen tutumu sebebiyle musalahaya kendi ismini yazmıştır. Ancak ez-

Zehebî’nin de dediği gibi onun bir veya iki kelime yazmış olması, kendini mezkur ayetlerin anlamı ile tenakuza düşürmez.[153]

3.   Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)?in Katipleri

Allah-ü T eâlâ Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’i ümmi olarak göndermiştir. Ondan başka ümmî birisini peygamber olarak gönderdiği rivayet edilmemiştir. Ümmîlik sadece O’na hastır. Ümmîlik O’nun peygamberliğinin en büyük delilidir. Çünkü O, peygamber olduktan sonra faydalı ilimlerin en yücesini getirmiştir. İnsanların bozulan inanç, ahlak ve değer yargılan onunla düzeltilmiş ve onun yer yüzünde görülmemiş bir tesiri olmuştur.[154]

İslâm geldiği zaman ümmilik yaygm olduğu için Arapça yazanlann sayısı sadece on yedi kişi idi. Onlar : ‘“Alî b. Ebî Tâlib, Ömer b. el-Hattâb, Talhâ b. ‘Ubeydullah, Osman, Ebû ‘Ubeyde b. el-Cerrâh, Ebân b. Sa‘îd b. el-‘Âş, kardeşi Hâlid b. Sa‘îd, Ebû Huzeyfe b. ‘Utbe, Yezîd b. Ebî Sufyân, Hâtıb b. ‘Amr b. ‘Abdi Şems, el-‘Alâ’ b. Hadramî, Ebû Seleme b. ‘Abdu’l-Esed, ‘Abdullah b. Sa‘d b. Ebî Serh, Huveytıb b. ‘Abdu’l-‘Uzzâ, Ebû Sufyân b. Harb, oğlu Mu‘âviye, Cüheym b. es-Salt b. Mahrame[155]

Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in gerek inzal olunan vahyi, gerek civar devlet ve kabile başkanlanna göndermiş olduğu İslâm’a davet mektuplarını ve gerekse diğer bütün yazışmalarım yazdırdığı katipleri vardı.

Kaynakların verdiği b ilgiye göre Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) risâletinin başlangıcından nihayetine kadar kırk civarında katibe görev vermiştir. Ancak kaynaklarımız mezkur rakam üzerinde ittifak edememiş ve değişik görüşler ileri sürmüşlerdir. el-Kettânî et- Terâtıbu’l - İdâriyye’sinde bu görüşlerden bir kısmım cem ederken hafız İbn Asâkir’in Tarihü Dımışk’inde katiplerin sayısı yirmi üç el-Âmirî’nin Behcet’ül-MehâfiFinde yirmi beş, Kurtubî tefsirinde yirmi altı, Şübramlesî, Kitâbü’l-Kazâ’smda kırk, el-‘Irâkî’nin de kırk iki olarak kaydettiklerini nakleder ve her bir müellifin kaydettiği isimleri ayn ayrı zikreder. îbn Hadîde ise katiplerin sayısını yirmi dört olarak nakleder.

Kaynaklan birleştirmek suretiyle Rasûlullah’m katiplerinin isimlerini şöylece nakletmek mümkündür. Abdu Rabbih, ‘Abdullah b. Sa‘d b. Ebî Serh, ‘Abdullah b. el- Erkam, ‘Abdullah b. Revaha, ‘Abdullah b. Ubey b. Selûl, ‘Abdullah b. Zeyd, ‘Alâ’ b. el- Hadramî, ‘Alâ b. ‘Ukbe, ‘Ali b. Ebî Tâlib, ‘Âmir b. Füheyr, ‘Arar b. el-‘Âs, Cüheym b. Salt, Ebân b. Sa'îd, Ebû Bekr Ebû Bureyde b. el-Hâsib, Ebû Eyyub el-Ensari, Ebû Seleme

b.   ‘Abdi’l-Esed, Ebû Sufyân b. Harb, Hâlid b. Sa‘îd el-‘Âs, Halid b. Velîd, Hâtıb b. Ebi Beltea, Hanzala b. Er-Rabî‘, Huzeyfe b. el-Yemân, Huveytıb b. ‘AbdiT-'Uzzâ, Huseyn en- Numeyrî, Mu‘âz b. Cebel, Mu‘âviye b. Ebî Sufyân, Mu‘aykıb b. Ebî Fâtıma ed-Devsî, Muğîra b. Şu‘be, Muhammed b. Mesleme, Osman b. ‘Affân, Ömer b. el-Hattâb, Şâbit b. Kays, Siccîl, Şurahbil b. Hasene, Ubey b. Ka‘b, Zeyd b. Şâbit, Zubeyr b. el-‘Awâm (R. Anhum) dır.

Kaydedilen katiplerden her biri, kendine mahsus bir işi yapmakla görevli olduğu gibi, bazen aym şahıs değişik sahalarda da görev yapardı.[156]

‘Abdullah b. el-Erkam hükümdarlardan gelen mektuplara, Rasûlullah’m isteğine göre cevap veriyordu.[157]

el-Makrîzî’nin bildirdiğine göre, gizliliği ihtiva eden herhangi bir hususun yazılması söz konusu olduğu zaman Hz. Peygamber, Ebû Bekr ile ‘Abdullah b. Ubeyy (r. Anhüma) yı çağmr ve istediğini onlara yazdınrdı. Aynı hususla ilgili olarak Ebû Dâvûd b. ‘Abdullah Kitâbu’ 1-Mesâhif inde Rasûlullah’m Zeyd b. Şâbit’i kâtip olarak kullandığım açıklamakta ve sözüne delil olarak da Hz. Peygamberin kendisine gizliliği olan bazı mektuplann geldiğini ve bunlan herkese okutamadığmı bildirerek ona İbranice ve Süryanice öğrenmesi yolunda tavsiyede bulunduğunu zikretmektedir.[158]

el-‘İkdü’l'Ferîd’de Hanzala b. er-Rebî‘(r.a)in bütün katiplerin halifesi olduğu kaydedilmiştir.

İbn Hacer, Ubey b. Ka‘b’m Zeyd b. Sâbit’ten önce ve onunla birlikte[159] Hz. Peygamber’in ilk katibi olduğunu bildirir[160].

Şurahbil b. Hasene (r.a) de Rasûlullah’ın ilk katipleri arasında sayılmaktadır.[161]

Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e Mekke döneminde katiplik yapan kişinin, ‘Abdullah b. Ebî Serh olduğu ifade edilir. Bu zat irtidat edip sonradan Mekke’nin fethi esnasında tekrar İslâm’a dönmüştür.[162]

İslâm müesseseleri tarihi bakımından büyük öneme haiz olan Divan-ı İnşa’ya da işaret ederek bu konuyu noktalayalım.

Bu İslâm’da ilk oluşturulan divandır. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sahabeden emirleri ve seriye kumandanlarına mektup yazar onlar da ona yazarlardı. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), yakın ülke krallarına mektup yazarak onları İslâm’a davet ederdi. Onlara mektuplarla birlikte elçiler gönderirdi. Amr b. Hazm’ı Yemen’e gönderdiğinde ona bir ahidname yazmıştı. Temîm ed- Dârî ve kardeşlerine Şam bölgesinde verdiği ikta‘ belgesini, Hudeybiye yılında Kureyşle arasındaki anlaşmaya dair metni yazmıştı. Zaman zaman emannameler yazdı. Bütün bu mektupların ilgili olduğu yer Dîvanü’l-Ceyş değil Dîvanü’l-İnşa’dır. Bunu ilk ortaya koyup düzenleyen ve hilafeti sırasında Hz. Ömer b. el-Hattab’tır.[163]

4.  Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) Yazışmaya Neden İhtiyaç Duymuştur?

Medine İslâm devleti teşekkül ettikten sonra, diğer toplumlarla e skiye d ayanan v e yeni gelişen bir takım ilişkiler söz konusu olmuştur.

Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in Mekke ve çevresindeki kafir topluluklarla olan ilişkisi hicretten sonra farklı boyutlar kazanmıştır.

Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in önderliğindeki, Kureyş’in henüz meşruiyetini tanımadığı Medine toplumu ve Mekke site devleti arasındaki ilişki, daha sonra Hudeybiye musalahasıyla Kureyş’in de meşruiyetini tanıdığı bir devlet ilişkisine dönüşmüştür.

Medine çevresinde toplanmış, kaleleri, mezraları, ticaretleri ve mallan olan bir takım Yahudi kabileleri ve diğer dini unsurlarla Mekke’de benzeri bulunmayan başım ‘Abdullah

b.   Ubey b. Selûl’ün çektiği münafık grub ve Mısır, Şam, İran ve Bizans’la olan yeni ilişkiler gündeme gelmiştir.

Yeni kurulan Medine İslâm devletinin din, devlet, ahlaki ve insani maslahatları korumaya yönelik bir takım sınırlar belirlemesi gerekmiştir.

“(Ey Muhammed) Sen Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et. Çünkü Rabbin kendi yolundan sapanları e n i yi b ilendir v e o hidayete erenleri de en iyi bilendir.”[164] ayeti, mezkur ilişkilerin bir boyutunu “Kendileriyle savaşılanlara (müminlere) zulme uğramış olmaları sebebiyle (savaş) konusunda izin verildi. Şüphe yok ki Allah, onlara yardıma mutlak surette kadirdir.”[165] ayeti de başka bir boyutunu ortaya koymaktadır. Mekkî olan birinci ayette temel İslâmî ilke ortaya konuyor. Allah’a hikmet ve güzel öğütle çağırmak, din hususunda zorlama yapmadan, baskıyla inancı empoze etmeden en güzel şekliyle mücadele etmek.

Bunlar faydalı netice vermediği zaman savaş kaçınılmaz olmuştur. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in savaşlan Mekke’den Medine’ye hicretinin ikinci yılında başlamıştır. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) yirmi sekiz gazveye komutanlık etmiş ve kırk yedi seriyye göndermiştir. Bütün bu gazve ve seriyyelerin neticesinde Arap yanmadası İslâm sancağı altında toplanmıştır.

Yukanda ifade ettiğimiz ilişkilerin gelişimi ve yeni devletin koyması gereken sınırların belirlenmesinde mektup, ahidname, vasiyetler ve anlaşmalar şeklindeki yazışmalara ihtiyaç duyulmuştur.

Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in Medine’ye hicret etmesi ve Ensar’m O’na sahip çıkmasından sonra Kureyş, ‘Abdullah b. Ubey b. Selûl ve Evs ve Hazreç’ten diğer putperestlere mektup yazmıştır:

“Hemşehrilerimize sığınma hakkı verdiniz (siz Medine halkının en kalabalık olanısınız -Ziyade Abdurrazık) Allah’a yemin ederiz ki, ya O’nu öldüreceksiniz ya da onunla savaşacaksınız veya O’nu çıkaracaksınız. (Yoksa size karşı Araplardan yardım isteyeceğiz. -Ziyade Abdurrazık) Savaşçılarınızı öldürmek, kadınlarınızı almak için hepimiz size geleceğiz.

Fakat kafirlerin tehdidi ve münafıkların çabalan Ensar müslümanlanm etkilemedi. Kureyş, Medine Araplarından ümit kesince Bedir savaşından sonra Medine Yahudilerine mektup yazdı:

“Siz asker ve kale insanısınız. Ya hemşehrimizle savaşırsınız ya da size şunu şunu yapanz. Kadınlarınızın halhallanm almamızı kimse engelleyemez.”[166]

Bu arada gerek Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’m ve gerekse ona tabi olanların karşılıklı hak ve vecibelerinin tayin edilip gösterilmesi icap etmekteydi. Şehirde yaşayan Arap olsun, Yahudi olsun, gayr-ı Müslimlerle de anlaşmak ve bir uyum içine girmek gerekmekteydi. Aynı zamanda adliye, eğitim, maliye, askerlik, din ve sair alanlarda bir takım müesseseler ihdas edip kurmak suretiyle toplum hayatım teşkilatlandırmak lazım gelmekteydi. Yine Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’in hayatmda asıl hedef ve yegane vazife olan İslâm’ın istikbalini düşünmek de gerekiyordu.

Bu ve benzeri sebeplerden Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) neticede Müslüman sahabileri ile olduğu kadar gayr-ı Müslim Medinelilerle durumu istişare etti. Hepsi Enes’in evinde toplandılar ve Şehir-Devlet yapısı ortaya çıkarma hususunda anlaştılar. Bu devletin anayasası yazılı bir biçimde tespit edilip vazedildi ki bu anayasa metni, sevinerek söylemek gerekirse, bir bütün halinde bize kadar ulaşmış bulunuyor. Bu anayasa ilk İslâm Devletinin Anayasası olmasından başka, aynı zamanda yeryüzünde bir devletin vazettiği ilk yazılı anayasa olma hususiyetine de sahiptir.[167]

Birçok yazışmada da psikolojik savaş etkili olmuştur. Bu, karşı tarafı tehdit, kendi güç ve kuvvetinin büyüklüğünden bahsetme, yardım alma imkanlannm çokluğunu ortaya koyma ve düşmanın kökünü kazımayı ifade etme şekillerinde cereyan eder. Ebû Sufyân’ın Hendek Savaşı sırasında Hz. Peygamber’e yazdığı mektubu örnek olarak verebiliriz.

Kureyş, beklemekten usanınca Ebû Sufyân bir mektup yazdı. Ebû Seleme el- Huşenî ile gönderdi. Mektubu getirince, Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) Ubey b. Ka‘b’ı çağırttı. Üstündeki dar giysiyle huzuruna girdi, şunu okudu:

“Senin adına Allah’ım! Lat ve ‘Uzza’ya, [İsafa, Nâile’ye ve Hübel’e] yemin ederim ki, bu topluluğumuzla sana geldim. Kökünüzü kazıymcaya kadar senden asla ayrılmak istemeyiz. Bizimle karşılaşmaktan hoşlanmadığını görüyorum. Çukur ve hendekler açmışsın. Acaba bunu sana kim öğretti? Buradan aynlsak, Uhud gibi bir günden haberiniz olsun. O gün kadınlan alacağız.[168]

Casusluk ve istihbarat faaliyetleri de yazışmanın ihtiyaç duyulduğu bir alan olmuştur. Mesela ‘Abbâs b. ‘Abdulmuttalib, Bedir hezimetinden sonra Kureyş’in savaş

hazırlıklan içerisinde olduğunu Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’e haber veren bir mektup

i ©2

yazmıştır.

Banş ve istikrarın sağlanmasında da yazışmaya ihtiyaç duyulmuştur. Bunun en meşhur örneği Hudeybiye Musalahası belgesidir.[169]

Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem.), bütün beşeriyete elçi olarak gönderilmiştir. Tebliğ etmekle mükellef olduğu İslâm’ı bütün dünya insanlığına duyurmak gayesiyle bizzat görüşüp konuşma imkanı olmayan ve içtimâ! bir sorumluluk taşıyan insanlarla yazışma yolunu tutmuştur.

Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem.), mezkur gayesini gerçekleştirmek maksadıyla komşu devlet reislerine diplomatik mektuplar göndermiştir.

Bazı arazilerin ikta‘ olarak verilmesi de yazışmayı gerektirmiştir. Mesela Dârîler, bir defa hicretten önce bir defa da hicretten sonra olmak üzere, iki defa Hz.Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’i ziyarete geldiler. İlk defasında Hz.Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’den bir toprağı (ikta‘ olarak) vermesini istediler. Bir deri parçası getirtti ve şu yazıyı düzenledi:

Bu [Muhammed] Rasûlullah’m Dârîler’e verdiğim belirten bir yazıdır. Allah o’na yeryüzünü bağışlarsa onlara Beyt’ül-'Uyûn’u, Habrûn’u, e'l-Mertûm’u, Beytü İbrahim’i ve oralarda bulunanları ilelebed verecektir.

‘Abbâs b. ‘Abdulmuttalib, Huzeyme b. Kays ve Şurahbil b. Hasene tanıklık etti ve yazdı.”184

Bazı kişilere emanlar yazıyla verilmiştir. Mesela hicretten önce Surâka b. Malik’e verilen eman böyledir.

Hz.Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) teşrî‘î hükümlerin açıklanmasında da yazışmaya ihtiyaç duymuştur. Şâri‘ yani Hz.Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) bir çok dini hüküm ve kaideleri açıklamak için bir takım mektuplar yazmıştır.185

Bazen de Hz.Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) sadece insan! duyguların bir gereği olarak yazışmaya ihtiyaç duymuştur. Mesela Mu‘âz b. Cebel (radiya’llâhü anh) Yemen’de vali iken oğlunun ölümü üzerine bir taziye mektubu yazmıştır.

Özet olarak diyebiliriz ki Hz.Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) şunun için yazışmaya ihtiyaç duymuştur: Yeni bir devlet kurulmuş ve bu devlet gün geçtikçe gelişmektedir. Hükmi şahsiyet olarak devletle toplumun bireyleri arasındaki ilişkilerin bir düzen ve intizam içerisinde sürdürülmesi lazımdır.

5.  Hz.Mufaammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’in Mektuplarının Muhtevaları

a)                       Medine Vesikası

Daha önce işaret ettiğimiz gibi Hz.Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) Mekke’den Medine’ye yapmış olduğu hicretten sonra Muhacir, Ensar ve Yahudiler arasında bir anlaşma imzalamış ve bunu yazıya döktürmiiştü. Buna Medine anayasası veya Medine vesikası denmiştir. Vesika şöyledir:

Bismillâhirrahmânirrahîm.

1-            )Bu       kitap (yazı), Peygamber Muhammed tarafından Kureyşli ve Yesribli mü’minler ve müslümanlar ve bunlara tabi olanlarla yine onlara sonradan iltihak etmiş olanlar ve onlarla beraber cihad edenler için (olmak üzere tanzim edilmiştir.)

2-             )îşte     bunlar, diğer insanlardan ayrı bir ümmet (câmi'a) teşkil ederler.

3-                                   )Kureyş'ten    olan Muhacirler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile kan diyetlerini ödemeye iştirak ederler ve onlar harp esirlerinin fıdyei necâtım mü'minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre ödemeye iştirak edeceklerdir.

4-                     )Benû          *Avflar kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye iştirak edeceklerdir ve (müslümanlann teşkil ettiği) her zümre (taife), harp esirlerinin fıdyei necâtım mü'minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.

5-                    )Benû          Hârisler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile evvelki, şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre, harp esirlerinin fidyei necâtım, mü'minler arasında iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.

6-                     )Benû          Sâide'ler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki esirlerinin kurtuluş fidyesini, mü'minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.

7-                    )Benû          Cuşem'ler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her zümre, harp esirlerinin fıdyei necâtım, müminler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve iâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.

8-                                                      )Benû'n-Neccâr'lar    kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerim ödemeye ve her bir zümre, harp esirlerinin fidyei necâtım, mü'minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.

9-                   )Benû           rAmr ibn *Avflar, kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre, harp esirlerinin fidyei necâtım, mü'minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştiraık edeceklerdir.

10-                                                   )Benü'n-Nebît'ler,     kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerim ödemeye ve her bir zümre, harp esirlerinin fidyei necâtım, mü'minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.

1 İ-)Benüi-Evs’İer, kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre, harp esirlerinin fidyei necâtım, mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.

12-                                 )Mü’minler   kendi aralarında ağır malî mes'uliyetler altında bulunan hiç kimseyi (bu halde) bırakmayacaklar, fidyei necât veya kan diyeti gibi borçlennı iyi ve mâkul bilinen esaslara göre vereceklerdir.

12/b-)Hiçbir mü'min diğer bir mü'minin mevlâsma (kendisi ile akdî kardeşlik râbıtası kurulmuş kimse) mümâna'at edemez (diğer bir okunuşa göre:Hiçbir mü'min diğer bir mü'minin mevlâsı ile, onun aleyhine olmak üzere bir anlaşma yapamayacaktır.)

13-                     )Takvâ      sahibi mü'minler, kendi aralarında mütecâvize ve haksız bir fiil îkaım tasarlayan yahut bir cürüm yahut bir hakka tecavüz veyahut da mü'minler arasında bir karışıklık çıkarma kasdını taşıyan kimseye karşı olacaklar ve bu kimse onlardan birinin evlâdı bile olsa, hepsinin elleri onun aleyhine kalkacaktır.

14-                       )Hiçbir    mü'min bir kâfir için, bir mü’mini öldüremez ve bir mü'min aleyhine hiçbir kâfire yardım edemez.

15-                                  )AlIah'm       zimmeti (himaye ve teminâtı) bir tekdir; (müminlerin en ehemmiyetsizlerinden birinin tanıdığı himâye) onların hepsi için hüküm ifede eder. Zîra mü'minler, diğer insanlardan ayrı olarak birbirlerinin mevlâsı (kardeşi) durumundadırlar.

16-                                            )Yahudilerden    bize tâbi olanlar, zulme uğramaksızın ve onlara muârız olanlarla yardımlaşılmaksızm, yardım ve müzâheretimize hak kazanacaklardır.

17-                   )Sulh,         mü'minler arasında bir tekdir. Hiçbir mü'min Allah yolunda girişilen bir harpte, diğer mü'minieri hâriç tutarak, bir sulh anlaşması akdedemez; bu sulh, ancak onlar (mü’minler) arasında umumiyet ve adâlet esasları üzere yapılacaktır.

18-                           )Bizimle           beraber harbe iştirak eden bütün (askerî) birlikler, birbirleriyle münâvebe edeceklerdir.

19-                                       )Mü'minler,           birbirlerinin Allah yolunda (uğrunda) akan kanların', n intikamını alacaklardır.

20-                     )Takvâ      sahibi mü’minler, en iyi ve en doğru yol üzerinde bulunurlar.

20/b-)Hiçbir müşrik, bir Kureyşlinin mal ve canını himâyesi altına alamaz ve hiçbir mü'mine bu hususta engel olamaz (yani Kureyşliye hücûm etmesine mani olamaz.)

21-                              )Herhangi       bir kimsenin, bir müminin ölümüne sebep olduğu katî delillerle sâbit olur da maktûlün velîsi (hakkım müdafaa eden) rızâ göstermezse, kısas hükümlerine tabî olur; bu halde bütün mü’minler ona karşı olurlar. Ancak bunlara, sadece (bu kaidenin) tatbiki için hareket etmek helâl (doğru) olur.

22-              )Bu    sahife (yazı)nm muhteviyatım kabul eden, Allah'a ve ahiret gününe inanan bir mü'minin bir kâtile yardım etmesi ve ona sığınacak bir yer temin etmesi helâl (doğru) değildir; ona yardım eden veya sığınacak bir yer gösteren Kıyamet günü Allah'ın lânet ve gadabma uğrayacaktır ki o zaman artık kendisinden ne bir para tediyesi ve ne de bir tavîz alınacaktır.

23-                            )Üzerinde        ihtilafa düştüğünüz herhangi bir şey, Allah'a ve Muhammed'e götürülecektir.

24-                                 )Yahudiler,   mü'minler gibi, muharebe devam ettiği müddetçe (kendi harp) masraflarını karşılamak mecburiyetindedirler.

25-                  )Benû         *Avf yahudileri, müminlerle birlikte (ibn Hişam'da bu, “ma’a” (=ile) olarak, Ebû Ubeyde'de ise “min” (=den) olarak zikredilir) bir ümmet (:câmi'a) teşkil ederler. Yahudilerin dinleri kendilerine, mü'minlerin dinleri kendilerinedir. Buna gerek mevlâlan ve gerekse bizzat kendileri dahildirler.

25/b-)Yalnız kim ki haksız bir fiil irtikâb eder veya bir cürüm îkâ eder, o sadece kendine ve âile efradına zarar (vermiş) olacaktır.

26-                                                )Benû’n-Neccâr          Yahudileri de Benû *Avf Yahudileri gibi avm (haklara) sahib olacaklardır.

27-                                           )Benû’l-Haris     Yahudileri de Benû *Avf Yahudileri gibi aynı (haklara) sahib olacaklardır.

28-                  )Benû         Sâ'ide Yahudileri de Benû 4Avf Yahudileri gibi aym (haklara) sahib olacaklardır.

29-                     )Benû       Cuşem Yahudileri de Benû 4Avf Yahudileri gibi aym (haklara) sahip olacaklardır.

30-                                 )Benû'l-Evs   Yahudileri de Benû *Avf Yahudileri gibi aym (haklara) sahip olacaklardır.

31-                     )Benû       Sa'lebe Yahudileri de Benû 4Avf Yahudileri gibi aym (haklara) sahib olacaklardır. Yalnız kim ki haksız bir fiil irtikâb eder veya, bir cürüm îka eder, o sadece kendini ve aile efradım zarardîde etmiş olacaktır.

32-                    )Cefne       (ailesi) Sa'lebenin bir kolu (’batn)dur; bu bakımdan Sa'lebe'ler gibi mülâhaza olunacaklardır.

33-                                               )Benû'ş-Şuteybe          de Benû 'Avf Yahudileri gibi aynı (haklara) sahib olacaklardır, (kaidelere) muhakkak riayet edilecek, bunlara aykırı hareket olmayacaktır.

34-                                )Sa'lebe'nin    mevlâları, bizzat Sa'lebeler gibi mülâhaza olunacaklardır.

35-                                     )Yahudilere            sığınmış olan kimseler (Bitâne), bizzat Yahudiler gibi mülâhaza olunacaklardır.

36-                     )Bunlar     (yahudiler)'dan hiçbir kimse (müslümanlarla birlikte bir askerî sefere), Muham- med'in müsaadesi olmadan çıkamayacaktır.

36/b-)Bir yaralamanın intikamım almak yasak edilemeyecektir. Muhakkak ki bir kimse bir adam öldürecek olursa neticede kendim ve âile efradım mes'uliyet altma sokar; aksi halde haksızlık olacaktır (yani bu kaideye riâyet etmeyen bir kimse haksız vaziyette olacaktır.) Allah bu yazıya en iyi riâyet edenlerle beraberdir.

37-                 )(Bir           Harp vukuunda) Yahudilerin masrafları kendi üzerine ve müslümanların masrafları kendi üzerindedir. Muhakkak ki bu sahîfede (yazıda) gösterilen kimselere harp açanlara karşı, onlar kendi aralarında yardımlaşacaklardır. Onlar arasında hayırhahlık ve iyi davranış bulunacaktır, (kaidelere) muhakkak riayet edilecek, bunlara aykırı hareketler olmayacaktır.

37/b-)Hiçbir kimse müttefikine karşı bir cürüm işleyemez: Muhakkak ki zulmedilene vardım edilecektir.

38-                                 )Yahudiler    müslümanlarla birlikte, beraberce harp ettikleri müddetçe masrafda bulunacaklardır.

39-             )Bu    sahîfenin (yazının) gösterdiği kimse lehine Yesrib vâdisi dahili (cevf), harâm (Mukaddes) bir yerdir.

40-                           )Himâye            altındaki kimse (cârr), bizzat himaye eden kimse gibidir; ne zulmedilir ve ne de (kendisi) cürüm îka edecektir.

41-                         )Himâye verme hakkına sahip kimselerin izni müstesna, bir himaye hakkı verilemez.

42-            )Bu     sahîfede (yazıda) gösterilen kimseler arasında zuhurundan korkulan bütün öldürme yahut münazaa vakalarının Allah'a ve Resûlüllah Muhammed'e götürülmeleri gerekir. Allah bu sahîfeye (yazıya) en kuvvetli ve en iyi riâyet edenlerle beraberdir.

43-                 )Ne  Kureyşliler ve ne de onlara yardım edecek olanlar, himâye altına alınmayacaklardır.

44-                    )Onlar       (=Müslümanlar ve Yahudiler) arasında, Yesrib'e hücüm edecek kimselere karşı yardımlaşma yapılacaktır.

45-                    )Şayet        onlar (yahudiler), (Müslümanlar tarafından) bir sulh akdetmeye veya bir sulh akdine iştirake davet olunurlarsa, bunu doğrudan doğruya akdedecekler veya ona iştirak edeceklerdir. Şayet onlar (Yahudiler), (müslümanlara) aynı şeyleri teklif edecek olursa, mü'minlere karşı aym haklara sahip olacaklardır;din mevzuunda girişilen harp vak'alan müstesnadır.

45/b-)Her bir zümre, kendilerine ait mıntıkadan (gerek müdafaa ve gerekse şâir ihtiyaçlar hususunda) mes'üldür.

46-             )Bu    sahifede (yazıda) gösterilen kimseler için ihdas edilen şartlar, aynı şekilde Evs Yahudilerine, yani onların mevlâlanna ve bizzat kendi şahıslarına, bu sahifede (yazıda) gösterilen kimseler tarafından sıkı ve tam bir muhafazakarlık ile tatbik olunur, (kaidelere) muhakkak riâyet edilecek, bunlara aykırı hareket olmayacaktır. Ve haksız şekilde kazanç temin edenler, sadece kendi nefsine zarar vermiş olurlar. Allah bu sahifede (yazıda) gösterilen maddelere en doğru ve en mükemmel riâyet edenlerle beraberdir.

47-            )Bu     kitap (yazı), bir haksız fiil îka eden veya cürüm işleyen (ile cezâ) arasında engel olarak giremez. Kim ki bir harbe çıkar, emniyette olur veya kim ki Medine'de kalırsa yine emniyet içindedir; haksız bir fıii ve cürüm îkaı hallerini, (bu sahîfeyi) tam bir sadakat ve dikkat içinde muhafaza eden kimseler üzerinde tutacaklardır.[170]

Bu vesika birçok ilke ve siyasal toplumsal haklan içermektedir.

1)                           Bazı eski örf ve adetlerin olduğu şekilde kalması. Bu husus vesikada şu tabirle yer almaktadır: “Kureyş’t en olan muhacirler kendi aralarında adet olduğu veçhile kan diyetlerini ödemeye iştirak ederler ve onlar harp esirlerini fidyelerini müminler arasındaki iyi bilinen esaslara ve adalete göre öderler.”

Bu şekildeki ibare hiç değiştirilmeden tafsilatlı olarak anlaşmanın bütün tarafları için tekrar edilmiştir.

Vesikaya baktığımızda görürüz ki kabile sayısma binaen aym ibare dokuz kere tekrarlanmıştır. Acaba tekrar etmeden hepsi bir ibare altmda toplanamaz mıydı? Toplanabilirdi fakat, meselenin önemi, tekidi, açıklığı, tevile yer bırakılmaması ve metinle amaçlanan içeriğin dışına çıkılmaması düşünülmüştür.

2)                            Müslümanlar arasında yardımlaşma ve kardeşlik şuurunun yerleştirilmesi. Burada İslâm kardeşliğinin sadece slogan olmadığı, kardeş olmanın gerektirdiği bir takım mükellefiyetlerinin bulunduğu metnin içerisinde ifade edilmektedir.

“Müminler kendi aralarında ağır mali mesuliyetler altmda bulunan hiç kimseyi bu halde bırakmayacaklar, iyilik ve takvada yardımlaşıp azgınlık, günah ve düşmanlığa karşı cephe alacaklar. Hiçbir mümin diğer bir mümini kafir için öldürmeyecek, hiçbir mümine karşı kafire yardım etmeyecek, birbirlerinin velisi olacak, hiçbir mümin, katile veya günahkara yardım ve yataklık etmeyecek.”

3)                           Din özgürlüğü: Başkalarına zarar vermeden, kötülük yapmadan inanç ve dini şiarlan yerine getirebilme özgürlüğü.[171]

“Yahudilerin d inleri k endilerine, m üminlerin d inleri k endilerinedir. B una g erek Mevlalan (dostlan) ve gerekse bizzat kendileri dahildir. Yalnız kim haksız bir fiil işler veya cürüm sergilerse o sadece kendine ve aile efradına zarar vermiş olacaktır.”

4)                             Müslümanlar ve Yahudiler arasındaki yardımlaşma ve beraberlik girişimi. Anlaşmada bu girişim şöyle ifade edilmiştir:

“Beni *Avf Yahudileri müminlerle birlikte bir ümmet teşkil ederler.” Önemine binaen bu ifade ayn ayn bütün Yahudi kabileleri için zikredilmiştir. “Beni Neccar Yahudileri de Beni A vf Yahudileri gibi aynı haklara sahip olacaklardır.” gibi.

“Yahudiler Müslümanlarla birlikte, beraber harp ettikleri müddetçe masrafta bulunacaklardır.” Yani müminlere harp esnasmda mal ve silahla yardım edeceklerdir. Bu husus önemine binaen iki defa tekrarlanmıştır.

“Bize tabi olan Yahudiler için yardım ve muamelede eşitlik vardır, zulme uğratılmazlar ve onlann aleyhine olmak üzere başkalanna yardım edilmez.” Burada Müslümanlann Yahudilere yardımı söz konusu edilmiştir.

5)                             Mücadele herkes için bir görevdir. Hiçbir taife bundan istisna edilemez. “Bizimle beraber harbe iştirak eden bütün birlikler birbirleriyle eşit ve adalete uygun olarak savaşta rol alırlar.”

6)                           Müminler birbirlerinin Allah yolunda akan kanlarının intikamım alacaklardır.

7)                            Bir kimse bir müminin, cinayet şeklinde olmadan ölümüne sebep olursa, ona da kısas uygulanır. Ancak öldürülenin velisinin serbest kalmasına razı olması başka.

8)                            Hiç kimse kimsenin yükünü çekmez. “Kişi müttefikinden dolayı günahkar

olmaz.”

9)                            Komşu hakkına riayet zaruridir. “Komşu zarar vermek ve günah işlemek niyetinde olmadığı sürece ev sahibi gibi saygındır.”

10)                           Eman verme hakkı herkes için eşit şekilde geçerlidir.

11)                           Her zümre kendine ait mıntıkadan sorumludur. Müdafaa ve diğer ihtiyaçlar hususunda toplumun maslahatı için her vatandaş üzerine düşeni yapması gerekir.

12)                            Bu sayfaya taraf olanlar arasında bir olay yaşansa ve bozgunculuğa yol açmasından korkulan bir anlaşmazlık ortaya çıksa çözüm için başvurulacak merci, Allah (c.c.) ve Hz.Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’dir.[172]

Vesikanın temel özellikleri de şunlardır:

a)                             Geniş kapsamlıdır. Anayasa niteliğinde olduğu için bir çok siyasi, sosyal, ahlaki ve psikolojik kaideleri ihtiva etmektedir. Çağdaş herhangi bir anayasanın ihtiva edebildiği hususlar (diğer bir deyimle devletin içte ve dıştaki düzeni) için belirleyici, külli sınırlar koymakla anayasa olma özelliklerinin tümünü kapsamaktadır.[173]

b)                              Belgede genel ifadeler yer almaktadır. Ayrıntılara ve özel meselelere girilmemiştir. Tabii şahsiyetler zikredilmemiştir. Yukarıda anayasa niteliğinde olduğunu söylemiştik. İfade edilen kurallar anayasa maddelerini andırmaktadır.

c)                                  Medine’de yaşayan toplulukların tarihi gerçekleri göz önünde bulundurulmuştur. Bundan dolayıdır ki kardeşlik, yardımlaşma, dayamşma ve diyetlerin ödenmesi gibi konular üzerinde yoğunlaşılmıştır. Tarihen bilinmektedir ki Evs ve Hazrec kabileleri arasında Buas Savaşından kalma kan davaları vardır. Ayrıca Yahudilerin Medine halkı üzerinde özellikle ekonomik alanda daima bir tasallutu söz konusuydu.

d)                            Vesika sözlü değil yazılıdır. Hz.Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) , Akabe beyatlannda olduğu gibi sözlü bir anlaşma yapmak yerine yazılı bir belge düzenlemiştir. Bunun sebebi, konunun Hz.Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) ile onlarca kişi arasında yapılan bir anlaşma olmayıp içinde değişik toplumlan ve farklı görüşleri barındıran bir millet meselesi olmasıdır.

İnsanları yönetmek ve siyasi işleri yürütmek için cari örf veya sözlü yönlendirmeler yeterli olamaz. Yazılı kuralların örfe tercih edilmesinin sebebi hükümlerinin açık ve sınırlarının belli olmasıdır. Karşı gelinmesi veya saygısızlık gösterilmesi düşünülemez. Fakat örfün aym derecede açık ve sınırlarının belli olmasına imkan yoktur. Örfî kuralları uygulamada saptırmalar daha kolay olur.

Aynı zamanda yazılı kaideler kişilerin zihnine örfi kaidelerden daha çabuk yerleşir. Söz gider yazı kalır. Hükümlere muhatap olacak olanlar haklarını ve yasanın hükmedenlere tanıdığı yetki sınırlarım daha kolay bilirler.

Son olarak şunu da ifade edelim ki yazılı anayasa kaidelerim yerleştirmek, örfün zıddına daha çabuktur. Örfi kuralların istikrar kazanması uzun zaman ister.[174]

b)                     Hudeybiye Musalahası

Medine vesikasından sonraki altı sene içerinde çok büyük olaylar cereyan etti. Hz.Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) , Arap yarımadasının değişik yerlerine seriyyeler gönderdi. Bu müddet içerisinde Kureyş’le Bedir, Uhud ve Hendek gibi birçok savaş meydana geldi. Bu savaşların neticelerine baktığımız zaman Müslümanların galip geldiğini görürüz. Hatta Uhud savaşında bile Kureyş tam anlamıyla bir zafer elde edememiştir. Bu savaşta Müslümanlar için kazanım sayılabilecek, ders ve ibret alınması gereken h adiseler vukua gelmiştir.

Hz.Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) şer odağı haline gelmiş Yahudileri bertaraf etmiştir. Şair Ebû Afek ve Ka‘b b. el-Eşref gibi meşhur Yahudiler öldürülmüştür. Yahudiler Medine anlaşmasını bozup ihanet ettiler. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’i öldürmeye kalktılar. Ona karşı müşriklere yardım ettiler. Bütün bunların neticesinde Beni Kaynuka Medine’den kovuldu, Şam sınırlarına yakın bir bölgede tarım arazilerinde konakladılar, oraya yerleştiler. Beni Nadir de kovuldu. Onlardan bazısı Hayber’e bazısı da Şam’a gitti. Hicretin beşinci senesinde de Beni Kurayza bertaraf edildi.

Özet olarak diyebiliriz ki bu müddet içerisinde Müslümanların askeri ve toplumsal yönde kazan imlan arttı. Devlet için bir tehdit ve endişe kaynağı olan Yahudilerin tasfiyesinden sonra Hz.Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) ve İslâm devleti bölgede bir güç haline geldi. Yahudilerin elinde sadece hicretin yedinci yılında fethedilecek olan Hayber kalmıştı.[175]

Fakat Kabe’nin bulunduğu Mekke, hala müşrik Kureyşlilerin elinde bulunuyordu. Müslümanlar Allah (c.c.)’ın evini ziyaret edemiyorlardı. Bir sabah mescide toplandıklarında Hz.Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem.), kendisine ilham edilen gerçek bir rüyayı anlattı. İnşallah Mescid-i Haram’a güvenlik içinde başlarım tıraş etmiş olarak korkmadan gireceklerdi.[176]

Hicretin altıncı yılının Zi’l-ka‘de ayının başlarında Medine’den hareket edildi. Kureyşliler ise ne pahasına olursa olsun Müslümanları Mekke’ye sokmama karan aldılar. Müslümanlar Hudeybiye denilen yere geldiler. Bu arada bir takım olaylar ve görüşmeler cereyan etti. Artık Kureyşliler, Peygamber ve Ashabım istisnasız Mekke’ye sokmayacaklanna dair aldıklan inatçı karardan vazgeçtiler. Kendi itibarlarım kurtarmak için Hz. Peygamber’in bu sene geri dönerek gelecek sene Umre için gelmesinde ısrar ettiler. Süheyl b. ‘Amr önderliğinde bir heyet banş müzakeresi yapmak için Hz. Peygamber’in kampına geldi. Uzun görüşmelerden soma banş anlaşmasının maddeleri şöyle belirlendi:

1)                          Senin adınla Allah’ım

2)                           Bu, Muhammed b. ‘Abdullah’ın, Süheyl b. ‘Amr’la antlaşmasıdır.

3)                            On yıl savaş yapmamak üzere antlaştılar; bu süre içinde insanlar güvende olacak, birbirinden ellerini çekeceklerdir.

4)                             [Muhammed ashabından hac umre veya ticaret maksadıyla gelenler, kam (cam) ve malı konusunda güven içindedir. Kureyş’ten, ticaret maksadıyla Mısır’a veya Suriye’ye transit geçmek üzere Medine’ye gelenler, kam ve malı konusunda güven içindedir.]

5)                              Kureyş’ten velisinin izni olmadan Muhammed’e gelenleri, onlara geri verecektir. Muhammed’in yanındakilerden Kureyş’e gelenleri, ona geri vermeyecektir.

6)                             Gönüllerimiz (kötü maksat ve niyetlere) kapalıdır. Başkasıyla (bir taraf) aleyhine yardımlaşma ve hıyanet olmayacaktır.

7)                            Muhammed’le antlaşma ve sözleşmeye girmek isteyen girebilir. Kureyş’le antlaşma ve sözleşmeye girmek isteyen girebilir.

Huzâ‘alılar atılıp, şöyle dediler: “Biz Muhammed’in yanındayız.” Bekir oğullan da atılıp, “Biz de Kureyş’in yanındayız” dediler.

8)                            Bu yıl, yanımızdan ayrılacaksın. Mekke’ye girmeyeceksin. Gelecek yıl, biz senden ayrılacağız. Ashabınla Mekke’ye gireceksin. Üç gün kalacaksın. Yamnda sadece yolcu silahı, yani kınlarındaki kılıçlar olacak, başka bir şey bulunmayacak.

9)                             [Bu hediye (hedy) kurbanlıkları, bulunduklan yerde takdim edilecek, bize (Mekke’ye) getirilmeyecektir.]

10)                            ...Bu antlaşmaya, Müslümanlardan bazı kişiler ile müşriklerden bazı kişiler tanıktır: Ebû Bekr eş-Şıddîk, Ömer b. el-Hattâb, ‘Abdurrahmân b. ‘Avf, ‘Abdullah b. Süheyl b. ‘Amr, Sa‘d b. Ebî Vakkâs, Mahmûd b. Mesleme.[177]

a

Hudeybiye musalahasını tarihçilerden birçoğu bir fetih olarak kabul ederler. Hatta ez-Zuhrî şunlan söylüyor: İslâm’da ondan önce böyle bir fetih olmamıştı. Sadece karşılaşıldıkça savaşılmıştı. Antlaşma yapılıp harp durunca insanlar birbirleriyle görüşmüşler, tartışmışlardır. Islâm’ın kendisine anlatıldığı herkes İslâm’a girmiş ve o iki sene zarfında daha önce Müslüman olanların sayısı kadar belki daha çok insan Müslüman olmuştur.

İbn Hişâm da şunlan söylemiştir: “Zuhrî’nin söylediği doğrudur. Delili ise peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) Hudeybiye'ye bindörtyüz kişiyle gelmişti. İki sene sonra fetih için onbin kişiyle geldi.”[178]

c)                          Emân Mektupları

Emân mektuplan da banş ve antlaşma belgeleri içerisinde değerlendirilir. Eman mektuplan, Rasûlullah’m, kişi, cemaat, kabile veya beldeye verdiği eman yazılandır.

Bazı emân mektuplan çok geneldir. Mesela; Hz Peygamberin Cerbâ ve Ezruh halkına yazdığı mektuplar böyledir;

“Esirgeyen ve bağışlayan Allah’m adıyla

Bu Peygamber Muhammed’den Ezruh halkına bir kitaptır. Onlar Allah’ın ve Muhammed’in emâm ile güven içindedir. Onlara her Recep yüz vâfî dinar cizye gerekir.

Allah onlara nush ve ihsan ile Müslümanlar adına kefildir. Müslümanlardan onlara tehlike karşısında sığınanın ( ağırlayacaklar). Muhammed onlara karşı harekata, bir hadise zuhur edince çıkacaktır. O zamana kadar güven içindedirler.

Makrîzî’nin Îmtâ‘u’l-Esmâ‘sında onlara iki mektup yazdığı belirtilir:

1-             Cerba halkına: Bu Peygamber Muhammed Rasûlullah’tan Cerbâ halkına bir yazıdır. Onlar hem Allah ’ın, hem de Muhammed ’in emâm ile güven içindedirler. Her Recep ayında yüz vafı dinar cizye ödeyeceklerdir. Allah kefildir.

2-             Ezruh halkına: Esirgeyen bağışlayan Allah’m adıyla Peygamber Muhammed

Rasûlullah_______ İtan Ezruh halkına. Onlar hem Allah’ın hem de Muhammed’in emânı

ile güvendedirler. Her Recep ayında yüz dinar ödeyeceklerdir. Allah onlara nush ve ihsan ile Müslümanlar adına kefildir.[179]

Görüldüğü üzere sadece “Allah ve Muhammed’in emâm ile güvendesiniz” diye genel bir ifade kullanılmıştır.

Bazı emân mektuplarında da ayrıntılar yer alır. Emânın neleri kapsadığma tek tek işaret edilir. Mesela; Hz Peygamber’in Eyle halkı ile anlaşması böyledir:

“ Bu Allah ve AJlah‘m elçisi Peygamber Muhammed’den Yııhanna b. Ru‘b’e ve Eyle halkına bir güven mektubudur. Karadaki kervanları ve denizdeki gemileri de güven içindedir. Onlara ve onlarla olan Şam, Yemen, Bahreyn halklarına Allah’ın ve Peygamber Muhammed’in zimmeti (koruma) vardır.

Onlardan olay çıkaranın malı, canım kurtaramayacaktır; insanlardan onu alan için güzel (ganimet) tir.Vardıkları sudan, geçmek istedikleri kara veya deniz yolundan menedilmeleri helal değildir.

Bunû Cüheym b. es-Salt ve Şurahbil b. Hasene Allah‘m elçisinin izni ile yazmıştır.[180]

Bu gibi mektupların yazılma sebebi, emân istenilmesi, cizye verilmesi veya barış ilanıdır. Yahut da buna benzer olaylardır. Emânlarda gerekli şeylerin miktarı veya yapılması ve yapılmaması gerekenler zikredilir.[181]

Alemlere rahmet olarak gönderilen Rasûlullah ( salla’llâhü aleyhi ve sellem )[182] Medine ’ye hicret edip İslâm dinini bir devlet halinde yapılandırdıktan sonra, bütün dünya insanlığına daveti ulaştırmak için henüz risâletinin başlangıcından on sene bile geçmeden acem beldelerine, Bizans’a, Yemen’e, Habeşistan’a, Irak‘a, Suriye’ye, Mısır ve Filistin’e kadar bütün civar beldelerine mektuplar göndermiştir.[183]

Bunlar Rasûlullah’m en önemli mektuplanndandır. Hatta Rasûlullah’m mektupları denildiğinde akla ilk gelen bunlardır.

İslâm’a davet mektuplarının çoğu hicri altmcı yılda veya ondan soma yazılıp gönderilmiştir. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem), mektuplarla birlikte elçiler de göndermiştir. Gönderilen elçiler şunlardır:

1)          ‘Amr b. Ümeyye ed-Damrî (radiya’llâhü anh), Habeşistan kralı Necâşî’ye[184]

2)          Dıhye b. Halîfe el-Kelbî (radiya’llâhü anh), Kayser’e[185]

3)           ‘Abdullah b. Huzâfe es-Sehmî (radiya’llâhü anh), Kisrâ’ya[186]

4)          Hâtıb b. Ebî Beltea (radiya’llâhü anh), İskenderiye kralı Mukavkıs’a[187]

5)          Şucâ‘ b. Vehb el-Esedî (radiya’llâhü anh), Hâriş b. Ebî Şemir el-Ğassânî’ye[188]

6)          Salît b. ‘Amr el-‘Amirî (radiya’llâhü anh), Yemâme reisi Hevze b. ‘Alî el-Hanefî’ye[189]

7)          el-‘Alâ’ b. el-Hadramî, Munzir b. Sâvâ’ya[190]

Değişik tarihlerde Hz. Peygamber tarafından diğer bazı elçiler daha gönderilmiştir ki bunlardan bazılarım şöyle sıralamak mümkündür:

a)           ‘Amr b. el-‘Âş (radiya’llâhü anh) ‘Umân idaresini elinde bulunduran iki kardeş Ceyfer ve Abd el- Cülendâ’ya

b)            Muhacir b. Ümeyye el-Mahzûmî (radiya’llâhü anh) Himyer reisi Haris b. Abdi Külal el- Himyeri’ye

c)            ‘Alî b. Ebî Tâlib, Ebû Mûsâ el-Eş‘arî, Mu*âz b. Cebel (r. Anhüm) Yemen’ne gönderilmiştir.

Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Arap ve acem reislerine yazmış olduğu mektuplarda veya şifahi konuşmalarında her kavme mizacına uygun şekilde hitab ederdi. Kaba ve haşin mizaca sahip olanlara daha sert, kültür seviyesi yüksek, daha anlayışlı ve medeni sayılabilecek toplumlara hitabı ise daha yumuşaktı.[191]

İşte Hz. Peygamber (s.av) hal ve şartların gerektirdiği şekilde farklı üsluplarla bu mektuplarında İslâm’a daveti konu almıştır. Yani temel fikir İslâm’a davettir. Bunun yanında mektuplara bakıldığında ortak içerikler şöyle sıralanabilir:

1-                                   Mutluluk       İslâm’dadır.

2-                                           Muhammed          (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bütün insanlığa gönderilmiş Allah’ın peygamberidir.

3-                                       İslâm’dan    yüz çeviren kimse sadece kendi küfrünün günahını yüklenmez aynı zamanda yönetimi altında bulunanların da günahı üzerine kalır. Çünkü yönetilenler hidayet ve dalalette yönetenlere tabi olurlar. İnsanlar krallarının dini üzeredir.

4-                                         Gönderilen kişinin tabiatına ve makama uygun Kur’ân’dan ayet veya ayetleri delil getirilir.[192]İslâm’a davetle birlikte davete icabet etmeye teşvik ve yüz çevirenlere korkutma vardır.

Bu ortak yönlerin yanında bazı farklılıkların da olduğu göze çarpar:

i-                      Bazı mektuplar kısaca iki satır halinde düzenlenmiştir.Tafsilata inmeden İslâm’a davet vardır. Haris b. Ebî Şemir el-Ğassânî’ye gönderilen mektup gibi:

“Esirgeyen bağışlayan Allah’ın adıyla

Allah’ın elçisi Muhammed’den el-Hârişb. Ebî Şemir’e.

Hidayete tabi olanlara ve Allah’a iman ve onu tasdik edenlere selam olsun. Ben seni tek ve ortaksız Allah’a iman etmeye çağırıyorum ki mülkün sana kalsın.”[193]

Bazılarında ise biraz tafsilat vardır. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’in Münzir b. Sâvâ’ya yazdığı mektuplardan birisi böyledir:

“Esirgeyen ve bağışlayan Allah adıyla Allah’ın elçisi Muhammed’den el-Munzir b. Sâvâ’ya

Sana Allah’ın selamını dilerim. Kendinden başka ilah olmayan Allah’a olan hamdimi sana iletirim.

[Mektubun bana geldi ve ondakini duydum, (anladım). Kim namazımızı kılar] , kıblemize döner, kestiğimizi yerse, o bizim hak ve ödevlerimize sahip müslümandır. Kim böyle yapmazsa, mu'âfir (Yemen işi elbise) değerinde bir dinar (cizye) ödemesi gerekir.

Allah’ın selam ve rahmetini dilerim. Allah seni affetsin.” [194]

2-                     Allah-u Teâlâ’mn “el-Melik, el-Kuddûs, es-Selâm, el-Mü’min, el- Müheymin” gibi bazı güzel isimleri sadece Necâşî’ye yazılan mektupta yer almıştır.

Hz. İsa’mn tabiatının açıklanması da sadece bu mektuptadır.

“Isa b. Meryem’in Allah’ın ruhu ve kelimesi olduğuna şehadet ederim. Allah onu iffetli, temiz ve korunmuş Meryem’e ilka etmiş, o da böylece İsa’ya hamile kalmıştır. Allah onu tıpkı Adem’i eli ve üflemesiyle yarattığı gibi ruhu ve

•                                                                                       717

üflemesiyle yaratmıştır.

Rasûlullah’ın Necâşî’ye yazdığı mektup şöyledir:

“Esirgeyen bağışlayan Allah’m adıyla.

Allah’ın elçisi Muhammed’den Habeş hükümdarı Necâşî Asham’a Müslüman ol. [Kendinden başka Tanrı olmayan] Allah’a olan hamdimi sana iletirim. O meliktir, kuddüstür, selamdır, mü’mindir, müheymindir, İsa b. Meryem’in Allah’ın ruhu ve kelimesi olduğuna şehadet ederim. Allah onu iffetli, temiz ve korunmuş Meryem’e ilka etmiş, o da böylece İsa’ya hamile kalmıştır. Allah onu tıpkı Adem’i eli ve üflemesiyle yarattığı gibi ruhu ve üflemesiyle yaratmıştır. Ben seni ortağı olmayan bir Allah’a, O’na itaate devamlı olmaya, bana uymaya ve bana gelene iman etmeye çağırıyorum. Çünkü ben Allah’m elçisiyim.

Sana amca oğlum Ca‘fer’i ve yanında bir grup müslümanı gönderdim. Geldiklerinde onları ağırla, ceberrutluğu bırak, ben seni ve ordunu Allah’a çağırıyorum. Ben tebliğ etmiş ve öğütlemiş bulunuyorum. Öğüdümü kabul et. Selam hidayete tabi olanlara.[195]

Gariptir ki Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) Necâşî’ye gönderdiği mektupta bunları zikrediyor. Belki de bunları Mukavkıs’a yazmasının daha uygun olması düşünülebilirdi. Bu dini duygularım ona göndermeliydi. Çünkü o her şeyden önce dini bir liderdi. Fakat tarihi vaka bize şunu gösteriyor: Ca'Ter b. Ebî Tâlib ve onlarca müslüman Habeşistan’a hicret etmiş, Kureyş de arkalarından onları Mekke’ye döndürmek, en azından Necâşî’nin kalbini kazanmalarına engel olmak için içlerinde Amr b. el-As’m da bulunduğu bir heyet gönderdi. Bu heyet Necâşî’nin yanında Hz.‘îsâ’yı gündeme getirdi. Müslümanlar bunda kötü bir niyetin olduğunu anladılar ve Hz.‘îsâ’mn yaratılışının müslümanlar katındaki yerini açıkladılar. Kureyşliler böylece şaşkına dönmüş oldu. Necâşî müslümanlara iyi muamele etti. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) de müslümanlann bu açıklamalarım desteklemek istediği için mektubunda aynı şeyleri tekrar etmiştir. Rasûlullah’m isteği gerçekleşmiş ve Necâşî ona Ca‘fer b. Ebî Tâlib’in eliyle müslüman olduğunu ilan eden bir mektup göndermiştir. O, mektubunda ayrıca Hz.‘îsâ’mn tabiatı hakkında Hz.Peygamberin zikrettiği hususlara iman ettiğim ifade etmiştir.[196]

3-                 Yine aynı şekilde Ca‘fer b. Ebî Tâlib ve onunla birlikte Habeşistan’a hicret edenlere Necâşî’nin iyi muamele etmesiyle ilgili bir talep “özel bölüm” olarak sadece Necâşî’ye gönderilen mektupta vardır.

Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) mektuplarında verdiği tarihî ve dînî örneklerin, mektubun kendisine gönderildiği kişiyle alakalı ve ona uygun olmasına dikkat ederdi. Hayber’e gönderdiği mektup şu şekildedir:

“Esirgeyen bağışlayan Allah’m adıyla.

Musa’nın ve kardeşinin dostu ve onun getirdiğinin tasdik edicisi Allah’ın elçisi Muhammed’den.

Dikkat edin ey Tevrat bağlıları. Allah sizin hakkınızda buyurmuştur; siz onu kitabımzda bulacaksınız: ‘Muhammed, Allah’ın elçisidir. O’nun beraberinde bulunanlar, inkarcılara karşı sert, birbirlerine merhametlidirler. Onları rükuya varırken, secde ederken. Allah’tan lütuf ve hoşnutluk dilerken görürsün. Onlar

yüzlerindeki secde izleriyle tanınırlar. İşte bu onların Tevrat’ta anlatılan nitelikleridir. İncil’de de şöyle nitelendirilmişlerdi: Filizini çıkarmış, onu kuvvetlendirmiş, kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş, ekincilerin hoşuna giden ekin gibidirler. Allah böylece bunlan çoğaltıp kuvvetlendirmekle inkarcılan öfkelendirir. Allah inanıp yararlı işler işleyenlere bağışlama ve büyük ecir vadetmiştir.’ [197]

Allah aşkına, sizden önceki ecdadınızı bıldırcın eti ve kudret helvasıyla besleyen ve denizi atalarınız için kurutup sizi Firavun ve yaptığından kurtaran aşkına bana haber verin: Allah’ın size indirdiğinde Hz.Muhammed’e imanı buluyor musunuz? Eğer bu kitabımzda yoksa, size hiçbir zorlama yoktur. ‘İman ile küfür kesin olarak birbirinden aynlmıştır’ [198] Sizi Allah’a ve Peygamberine çağınyorum.”

4-                   Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) bu mektuplarının bazısında hükmedenlerin halkın sapıklığından mesul olduğunu tekid etmiştir. Bu tekid özellikle İran Kisrâ’sma, Rum Kayser’ine ve Mukavkıs’a gönderilen mektuplarda daha açık, daha kesin ve sert bir dille yapılmıştır.

Bunlardan ilk ikisi yeryüzünde geniş bir nüfuza sahip, üçüncüsünün ise Mısır Kıpti’leri üzerinde dini bir hegemonyası vardı.

Rum Kayser’ine gönderilen mektuptaki şu ifade bu açıdan dikkat çekicidir: . .Seni İslâm’a çağınyorum. Müslüman ol kurtul. Müslüman ol ki Allah sana ecrini

•                                                                                                                        TlO

iki defa versin. Yüz çevirirsen bütün halkının günahı senin boynunadır..

Kisrâ’ya gönderilen mektupta ise: “...Seni Allah’ın davetine çağınyorum. Ben diri olanı uyarmak ve kafirlere azabm hak olması için, Allah’m bütün insanlara

gönderdiği elçisiyim. Müslüman ol kurtul. Kabul etmezsen Mecûsîlerin günahı 10

şenindir.” denilmektedir.

Mukavkıs’a gönderilen mektupta ise şöyle denilmektedir: “...Seni İslâm’a çağırıyorum, Müslüman ol kurtul. Allah da sana ecrini iki kere versin. Eğer yüz çevirirsen Kıpt’ın günahı şenindir.”[199]

İslâm’a davet mektuplarının farklı tesirleri olmuştur. Mukavkıs Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’ın mektubunu kabul etmiş ve o’na içlerinde Mâriye’nin de bulunduğu dört cariyeyi hediye olarak göndermiştir. Kayser (ismi HerakPdir) de daveti kabul edip, peygamberliği itiraf etmiştir. Ama kavminden çekindiği için geri durmuştur. Hâriş_b. Ebî Şemir el-öassânî kendisine mektup gelince, gidip onunla savaşacağım, demiştir. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) onun krallığının yok olduğunu bildirmiştir. Necâşî ise Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’a iman edip ona tabi olmuştur. Ca'fer b. Ebî Tâlib vesilesiyle müslüman olmuştur. Oğlunu altmış Habeşli ile göndermiş, ama denizde boğulmuşlardır. İran Kisrâ’sı mektubu yırtmış ve parçalamıştır. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) Allah da onun mülkünü parçalasın diye beddua etmiş Allah da ona oğlunu musallat etmiş, oğlu da onu öldürmüştür.

Hevze b. ‘Alî bir heyet göndererek Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’m kendinden sonra işi ona vermesini ancak o zaman müslüman olacağım, yoksa gelip savaşacağını bildirmiş. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) de “Allah’ım sen ona yetersin” buyurmuş, fazla zaman geçmeden Hevze ölmüştür.

Munzir b. Sâvâ ve Bahreyn halkı müslüman olmuşlardır.[200]

e)                Teşri Yazıları ve Mektupları

Kişi veya kabilelere yönelik mektuplardır. Bu mektuplardan ibadet ve muamelat alanında şeriatın gerekli gördüğü hususlar ve .değişik dini hükümler yer alır. Bu mektuplar çoğu zaman dini kaideleri açıklar. Bu açıklamalar arasında zekat önemli bir yer tutar. Çünkü zekat açıklamaya ve hesaba dayanan dini bir ibadettir.222

Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) Mu‘âz b. CebePe göğün ve akarsuyun suladığında onda bir, kovayla sulananda beşte bir, büluğa eren erkek ve kadmda bir dinar veya karşılığı Me‘âfır elbisesi (bürdesi) olduğunu, Yahudinin dininden dolayı fitneye uğramamasını, yazdı.

Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.), Haris b. Kaboğullan’na dini bilgiler vermek, sünnet ve dinin esaslarını öğretmek, zekatlarım toplamak üzere ‘Amr b. Hazm’ı gönderdi. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) ‘Amr b. Hazm’a talimatlarını ve emirlerini içeren bir mektup yazdı. Bu mektup Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’m bu konuda yazdığı en kapsamlı mektuplardandır. Mektup şöyle:

“Esirgeyen bağışlayan Allah’ın adıyla.

1-                           Bu,          Allah ve Peygamber’inden bir açıklamadır. “Ey iman edenler! Akitlere vefa gösterin.” Bu, Yemen’e gönderilen ‘Amr b. Hazm’a Allah’ın elçisi Peygamber’in ahdidir.

2-                 Ona her işinde Allah’tan sakınmasını emretti. Şüphesiz Allah, sakınanlarla ve iyilerle beraberdir.

3-                 Ona Allah’ın emrettiği gibi hakça hükmetmesini emretti.

4-                 İnsanlara iyiliği duyurmasını ve emretmesini, Kur’ân’ı öğretmesini ve dini bilgiler vermesini, insanları kötülüklerden alıkoymasını, herkesin Kur’ân’a yalnızca temizken dokunmasını.

5-                 İnsanlara hak ve borçlarım bildirmesini.

6-                 İnsanlara hakta yumuşak, haksızlıkta sert davranmasını çünkü Allah zulmü sevmez ve onu yasaklar, şöyle buyurur: “Dikkat edin! Allah’ın lâneti zalimleredir.” (Hûd, 11-18)

7-                    İnsanlara cenneti ve amelim müjdelemesini, ateşten ve amelinden korkutmasını.

8-                 Dini kavramaları için insanlarla ülfet etmesini, haccın esaslarını, sünnetini, farzım ve Allah’m emrettiğini öğretmesini. Büyük hac, büyük hacdır. Küçük hac ise, umredir.

9-                      İnsanların küçük tek parça elbise içerisinde namaz kılmalarım yasaklamasını; ancak uzun olur da iki ucunu omuzlarına atabilecek bir elbise olursa ayn. Avret mahallim göğe dikecek bir elbise içinde kabalan üzerinde oturup bacaklarım dikerek ellerini önden bağlamayı yasaklamasını.

10-                 Birinin başındaki saçını ensesinde yumak yapmasını yasaklamasını.

11-                   İnsanlar arasında bir tahrik olduğunda kabile ve aşiretlere çağırmayı yasaklamasını, böylelikle davalarının tek ve ortaksız Allah olmasını.

Kim Allah’a çağırmaz, kabile ve aşiretlere çağırırsa, davaları tek ve ortaksız Allah oluncaya kadar kılıçla kesilmelerim.

12-                  İnsanlara abdesti güzelce almalarını. Allah’ın emrettiği gibi yüzlerini ve dirseklere kadar ellerini, topuklara kadar ayaklarını yıkamalarım, başlarım meshetmelerini.

13-                 Namazı vaktinde kılmayı, rükûu ve huşûu tam yapmayı, sabah namazım erken kılmayı, öğle namazım güneş meyledince öğle sıcağında kılmayı, ikindi namazım güneş batmaya yönelmişken kılmayı, akşam namazım gece girince ertelememeyi, yatsıyı gecenin ilk vakitlerinde kılmayı emretti.

14-                 Ezan okununca cumaya koşmayı, gitmeden önce gusletmeyi emretti.

15-                 Ganimetlerden beşte bir Allah hakkım almayı emretti.

16-                  Mü’minlere zekât hususunda farz kılınanlar: Akardan kaynak ve göğün suladığmda onda bir, kovayla sulanandan beşte bir.

17-                 Deveden her onda iki koyun, yirmide dört koyun.

18-                  Sığırda her kırkta bir inek, her otuzda bir tebî (bir yaşmda) ceza’ veya ceza’a (iki yaşma girmiş erkek yada dişi dana).

19-                 Sâime koyunda her kırkta bir koyun.

20-                    Bunlar Allah’ın zekat konusunda mü’minlere farz kıldığı zorunlu miktarlardır. Kim iyilik için daha fazla öderse, onun hayrınadır.

21-                 Yahudi ve Hıristiyanken kendiliğinden samimi bir şekilde müslüman olan ve İslâm dinini benimseyen, mü’minlerden olur. Kim Hıristiyan ve Yahudi olarak kalırsa, dininden zorla döndürülmez. Her bülûğa erene (cizye olarak) -erkek olsun, kadın olsun, hür olsun, köle olsun- bir vâfî dinar veya karşılığı elbise vardır.

22-                 Kim bunu yerine getirirse, ona Allah’ın ve Peygamber’inin zimmeti vardır, kim kaçınırsa, o Allah’ın, Peygamber’inin ve bütün mü’minlerin düşmanıdır.”[201]

Çoğunluğu İslâmî farzlara ve inanca ilişkin zikrettiğimiz mektuplardan daha az kapsamlı ve daha veciz başka mektuplar da vardır.

Bu mektupların yazılış amacı müslümanlara dini işleri öğretmek ve hükümdarları, amilleri, komutanları Allah’ın şeriatına göre hareket etmelerini sağlamaktır.[202]

f)                 İkta‘ ve Ganimet Mektupları

Sözlükte “kesmek, ayırmak” anlamındaki kat‘ kökünden türetilen ikta‘ kelimesi, terim olarak, devlet başkam veya onun adına yetki kullanan merci tarafından, özellikle arazi gibi taşınmaz mallarla maden ocağı ve benzeri tabii kaynakların mülkiyet (temlik), işletme (ifrak) yahut faydalanma (intifa, istiğlal) hak veya imtiyazlarının ya da bir bölgenin vergi gelirlerinin uygun gördüğü kimselere tahsisini ifade eder. Kendisine ikta‘ verilen kimseye ikta‘î, iktadar, mukta‘ leh (mukta‘) denir; mukta‘ aynı zamanda ikta‘ edilen şey demektir. [203]

Hz. Peygamber çok sayıda kişiye değişik mülahazalarla ikta‘ vermiştir. Bu ikta‘lann büyük bir kısmı müslüman olmaları istenen kişilerin kalplerini İslâm’a ısındırmak, bir kısmı da toprakların daha verimli hale getirilmesini sağlamak amacıyla yapılmıştır. Rasul-i Ekrem’in yaygm biçimde arazi ikta‘ ettiği dönem hicretin dokuzuncu yılma rastlayan “elçiler yılı” dır. Başka devletlerden ve kabilelerden gelen elçiler Hz.Peygamberden bölgedeki bazı yerlerin kendilerine verilmesini istemişler. Rasûlullah da bu insanları İslâm’a yaklaştırmak için

istedikleri arazileri cömertçe vermiştir.[204] Çünkü Rasûlullah insanların en cömertiydi. Câbir b. ‘Abdullah’dan şöyle rivayet ediliyor:

“Hayatımda, kendisinden istenen bir şey için hayır (veremem) dememiştir.”

Enes b. Sehl b. Sa‘d (R.Anhum) dan da aym şey rivayet edilmiştir. İbn ‘ Abbâs’ın rivayeti de şöyledir:

“Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) iyilik yapma yönünden insanların en cömert olanıydı. En çok cömert olduğu zaman Ramazan ayı idi. Cebrail’le buluştuğu zaman Saba rüzgarından daha cömert olurdu.”

Enes (radiya’llâhü anh) dan da şöyle rivayet edilmiştir:

“Bir adam kendisinden mal istedi. Ona iki dağ arasım dolduracak kadar koyun verdi. Adam memleketine dönünce: Gidin sizde müslüman olun, çünkü Muhammed fakirlikten endişe duymayan bir adam gibi veriyor dedi.”

Bir çok kimseye yüz deve vermiştir. Safvân’a yüz deve verdi. Sonra bir yüz daha, sonra bir yüz daha verdi.

Henüz peygamber olarak gönderilmeden önce de durumu aym idi. Varaka b. Nevfel ona şöyle dedi: Zayıfa yardım edersin, yoksulun elinden tutarsın. Havazin’den altı bin civarında olan esirlerini geri vermiştir.[205]

Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) kalbini İslâm’a ısındırmak, müslümanlarm maslahatı için gücü ve nüfuzundan faydalanmak üzere Müccâ'a b. Mürare’ye bazı arazileri ikta‘ etmiştir. Kendisine bir ikta‘ mektubu (yazısı) vermiştir:

“Esirgeyen bağışlayan Allah’m adıyla

Bu Muhammed Rasûlullah’ın Müccâ‘a b. Mürâre’ye gönderdiği yazıdır. Gûra’yı Gurâbe’yi ve Hubelı sana ikta‘ ettim. Kim sana karşı çıkarsa, bana karşı çıkmış olur.”[206]

Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.), yaşam ve yerleşim ihtiyaçlarına binaen Medine’de bazı yerleri muhacirlere ikta4 etmiştir. Muhacirlerden çoğunun Medine’de evleri yoktu. Her ne kadar Ensar onlara yardım etmiş ise de bu geçici bir çözüm olmuştur. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) Ensar’m da rızasını alarak Medine içinde bazı yerleşim yerlerini muhacirlere vermiş onlar da o yerlere evlerini yapmışlardır.

Tarihi rivayetlerden verilen yerlerin mülk arazisi olmadığı anlaşılmaktadır.

Yahudi kabileleri birer birer Medine’den sürgün edilince onların yerleri müslümanlara ikta‘ olarak verilmiştir.[207]

Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’ın daha önce zikri geçen Dârîlere verdiği araziler bir topluluğa verilen ikta‘ örneğini teşkil eder.[208]

Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’ın diğer ikta‘ şekilleri de şöyledir:

Bilal b. el-Hâriş el-Mtizeni’ye el-Fur‘ bölgesindeki el-Kabeliyye madenlerini ikta‘ etmesi. Burası Medine’den Mekke cihetine uzanan, uçlan deniz kıyılarına uzanan topraklardır.

“Esirgeyen bağışlayan Allah’m adıyla

Bu, Muhammed Rasûlullah’m Bilal b. Haris el-Müzeni’ye verdiği (ikta‘) yazı (sı) dır:

Toprak üstündeki ve altındaki Kabeliyye madenlerini ve Kades’in tarıma elverişli topraklarım (ikta‘) olarak vermiştir. Hiçbir müslümamn hakkını ona vermemiştir.

Ubey b. Ka‘b yazdı.[209]

Yezîd b. el-Muhaccel el-Hârisî ve hicretin onuncu yıllannm sonlarında İslâm’a giren kavmine ikta‘sı:

“Yezid b. el-Muhaccel el-Harisi’ye:

Nemîra ve küçük ırmakları, ormandaki rahman vadisi onlarındır. Bu vadi, Malikoğullan kavminin ve neslinindir. Onlarla savaşılmaz, askerlik yükümlülüğü yoktur.

Muğire b. Şu‘be yazdı.”[210]

Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’m Zubeyr b. Avvam’a ikta‘ vazılanndan birisi şöyledir:

“Esirgeyen bağışlayan Allah’m adıyla

Bu, Muhammed Rasûlullah’m ez-Zubeyr’e verdiği (ikta‘) yazı(sı)dır:

Yukansıyla aşağısıyla, Mûri‘u’l-Karye, Mûkid ve el-Melhame arazisindeki Sevank’ı ona (ikta‘) vermiştir. Bu konuda kimse ona karşı çıkamaz.”

‘Avsece b. Harmele el-Cühenî’ye ikta‘ yazısı:

“Esirgeyen bağışlayan Allah’m adıyla

Bu Rasulün Zü’l-Merve’den ‘Avsece b. Harmele el-Cilhenî’ye verdiği yazıdır:

Ona Belkeşe, el-Maşna‘, el-Cefelat ve kıble dağı Cedd arasındaki yeri vermiştir. Bu konuda kimse ona karışamaz. Ona karşı çıkanın hakkı yoktur, ‘Avsece’nin hakkı ise sabittir.”[211]

Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’ın verdiği bütün bu iktaiar onun yazılarıyla sabittir. İster bina ve yerleşim için olsun, isterse ziraat için verilenler genelde topraktır. Biz bu konuda mevcut vesikaların üzerinde uzunca durmayacağız. Zikredilen misaller ikta‘lar hakkında bir fikir vereceği kanaatindeyiz.

Ganimet kelimesi sözlükte “bir şeyi zorluk çekmeden elde etmek” demektir. İslâm hukukunda, “müslümanlann savaş yoluyla gayri müslimlerden ele geçirdikleri esirler ve her türlü mal” şeklinde tanımlanmakla birlikte ganimeti savaşta düşman askerlerinden elde edilen menkul mallara hasreden veya kısmen farklı şekilde tarif eden fakihler de vardır.[212]'

Fey ve ganimet mallan, müşriklerden elde edilen veya alınmasına müşriklerin sebep olduğu mallardır.[213]

Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’m ganimet yazılan ganimet ve feyden bazı kişilerin belirli haklanna işaret eder.

Hayber buğdaymm bölüşüm yazışım buna örnek olarak verebiliriz:

“Esirgeyen bağışlayan Allah’m adıyla

Muhammed Rasûlullah’m Hayber buğdayından hanımlarına verildiğinin belirtilmesi:   i

Onlara yüz seksen vesk verildi. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’ın kızı Fatıma'ya seksen beş vesk, Usâmeb. Zeyd’e kırk vesk, Mikdâdb. el-Esved’e on beş vesk, Ummu Rumeyse’ye de beş vesk verildi.

Bu bölüşmeye Osman b. ‘Afvân ve ‘Abbâs tamk oldu. ‘Abbâs yazdı.”[214]

Hayber mallanmn taksimi de böyledir. Bu yazıda özel olarak her şahsın bire bir hissesi belirtilmiştir:

“Ebû Bekr’e yüz vesk, Akîl b. Ebî Talib’e yüz kırk” gibi. Yazıda kırktan fazla kişinin hissesi belirlenmiştir. Bunlar arasında belirli sayıda kadın da vardır, yazıda aynı zamanda Ca‘fer b. Ebî Tâlib’in ve ‘Ubeyde b. el-Hâriş’in oğullarının hisseleride zikredilir.[215]

Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’m ‘Uraydoğullan Yahudilerine verdiği yazıda bunlara ilave edilebilir.

“Esirgeyen bağışlayan Allah’m adıyla

Bu Muhammed Rasullullah’dan ‘Uraydoğullanna yiyimlik yazısıdır: Her hasatta on vesk buğday, on vesk arpa, elli vesk hırana. Her yıl tam hasat döneminde haklan verilecektir, hiç haksızlığa uğramayacaklardır.[216]

g)                                   Devîet Yönetimiyle İlgili Mektuplar

Bu tür yazılar, savaş ve banş hallerinde devlet yönetimi ile alakalıdır. Bunlardan bazılannı “tevliye ve tensib” diye isimlendirmemiz mümkündür. Bu yazılar vali, harp emiri, elçi veya vergi tahsildarı gibi belli bir kişinin belli bir görevle vazifelendirildiği yazılardır.

Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’ın Rifa‘a b. Zeyd el-Cüzâmî’ye verdiği yazı “Tevliye” ye örnektir.

Bu zat hicri altıncı yılın sonlarında Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’a gelmiş ve müslüman olmuş. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) ona şu şekilde bir yazı vermiştir:

“Esirgeyen bağışlayan Allah’m adıyla

Bu, Muhammed Rasûlullah’tan Rifa‘a b. Zeyd’e bir yazısıdır. Onu bütün kavmine ve onlara bağlı olanlara, Allah’a ve peygamberine çağırmak üzere gönderdim. Onlardan bu çağrıya uyanlar hem Allah’ın hem de peygamberinin hizbindedir. (korumasmdadır) Kim bu çağrıdan yüz çevirirse iki ay (eman) süresi vardır.”[217]

İçinde tahditler, idari işler ihtiva eden yazılar da bu nevidendir. Bu yazılar haklan ve görevleri belirler ki istihdam ve kullanımda bir kanşıklığa ve müdaheleye yol açılmasın. Ukeydir’e verilen mektup bu şekildedir:

“Esirgeyen bağışlayan Allah’m adıyla

Muhammed Rasûlullah’dan Dûmetu’l-Cendel ve çevresi hakkında Allah’ın kılıcı Hâlid b. el-Velîd’in huzurunda İslâm’ın kabul ettiği, yalancı tannlardan (endad) ve putlardan vazgeçtiği sırada (vazgeçmesi üzerine) Ukeydir’e:

Çorak, etrafı çevrilmemiş, ekilmemiş ve ihmal edilmiş kıraç topraklar, zırhlar, silahlar, tırnaklı hayvanlar ile kaleler (hisarlar) bizimdir. Çitle çevrilmiş hurma bahçeleri ve tarım yapılan topraklardaki sular sizindir. Hayvanlarınız otlaklardan alıkonmayacaktır. Vergi hesabında küsurat dikkate alınmayacaktır. Otlaklar size yasaklanmayacaktır. Namazı zamanında kılacaksınız, zekatı gerektiği gibi ödeyeceksiniz. İşte bu durumda Allah’ın söz ve mîsakmda (korumasında) olacaksınız. Buna karşılık size sadakat ve vefa vardır.

Buna, Allah ve hazır bulunan müslümanlar tanıkdır.”[218]

Bazen bu tür yazılar belli bir meseleyi tanzim ve bazı kurallar belirler nitelikte olur ve uymayanlara kanuni cezalar koyar. Mesela Sakifteki müslümanlara Rasûlullah

(salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’m mektubu böyledir:

“Esirgeyen bağışlayan Allah’ın adıyla

[Bu] Allah’ın elçisi Muhammed’ten mü’minlere [bir kitaptır]

Vecc vadisinin yabani otlan [ağaçlan] ve avı yasaktır. Avı öldürülmez. Kimin bunu yaptığı görülürse, sopa cezasına çarptınlır ve elbisesi çıkanlır (topluma teşhir edilir). Herhangi biri bunda aşın giderse, yakalanır ve peygamber Muhammed’e gönderilir. Bu peygamber Muhammed’tendir. Hâlid b. Sa‘îd Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’ın eniriyle yazmıştır. Kimse Muhammed’in emirlerini çiğneyip de kendisine zulmetmesin.”[219]

Hz. Peygamberin azadlısı Ebû Dumeyra’ya mektubu da bu kabildendir.

Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) Ummu Dumeyra’ya uğradı ki, o ağlıyordu. Bunun üzerine Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) niye ağlıyorsun, aç mısın? Açık mısın? O şöyle dedi: Allah’ın Rasulü! Oğlumdan ayn kaldım. Bunun üzerine Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) şöyle buyurdu: “Biz anayla oğulu birbirinden ayırmayız. Sonra adam gönderip onu getirdi. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’m şu yazısı onlarla ilgilidir:

“Esirgeyen bağışlayan Allah’ın adıyla

Bu, Allah’ın elçisi Muhammed’den Ebû Dumeyra ve ehl-i Beyt’ine bir yazıdır. Allah’ın elçisi onlan azad etmiştir. Onlar bir Arap ailesidir. İsterlerse Allah’m elçisinin yanında otururlar, isterlerse kavimlerine dönerler. Onlardan ancak haklı olarak yüz çevrilir. Onlarla karşılaşan müslümanlar onlara iyi davransın. Selam. Ubey b. Ka‘b yazmıştır.”[220]

Buradaki umûmî kaide “ana ile oğul aynlmaz” sözüdür.

Daha önce ifade edildiği gibi teşrî‘î yazılar, çoğunlukla dini farzlar ve İslâmî rükünler özellikle de zekata ilişkindir. Nitekim bunlar çok daha uzun ve tafsilatlıdır. İdari yazılara gelince sınırlı bir meseleyi yakîn bir veçhile tanzim eder.

Netice itibariyle teşrî‘ yazılarında yönetim ve tanzim bulunabilir. Aynı şekilde yönetim ve tanzim yazılan da aslında teşrî‘ yazılandır. Yukarıda yapılan taksim mutlak değil çoğunluk itibariyledir.[221]

h) Keşif ve Casusluk Mektuplan

Arapça “cess” kökünden “gözetleyen, araştıran” manasında isim olan “casus” kelimesi, “düşmanın sırlarını araştmp, bilgi sızdıran, düşman içinde çeşitli yıkıcı faaliyetlerde bulunan kişi” anlamına gelmektedir. Bu faaliyet sırasında göz önemli bir fonksiyon icra ettiğinden arapçada casusa “göz” anlamına gelen “ayn” adı da verilmiştir.[222]

Hz. Peygamber İslâm devletinin başkam olarak banş ve savaş halinde üstünlük sağlamak amacıyla düşmanın siyasi, askeri ve iktisadi faaliyetlerine dair istihbarat çalışmalarına büyük önem vermiştir. Bedir savaşma başlamadan önce Kureyş ordusuyla ilgili araştırmalara bizzat katıldığı gibi önemli savaşların hemen hepsinde düşman hakkında bilgi toplayacak gözcüler göndermiş ve düşman ülkesinde yaşayarak merkeze bilgi aktaran casuslar görevlendirmiştir.

Görevlendirilen bu casusların bir kısmı günümüz tabiriyle “büyükelçi” vazifesi görmektedir. Günümüzün elçilik anlayışına gelince, bunlar ülkeler arasındaki siyasi, iktisadi ve içtimai hususlarda iki ülkeyi ilgilendiren meseleleri görüşmek, icabında karara bağlamakla görevlidirler. Yetki sımnnı aşan meselelerde ülkelerini haberdar ederler.

Ancak elçiler, geçici bir süre için bulundukları ülkede genellikle daima bir casus gibi şüphe ile karşılanırlar.[223]

‘Abbâs b. ‘Abdulmuttalib ifade edilen hususta önemli bir rol üstlenmiştir. Onun hicret etmeyip Mekke’de kalmasının müslümanlara çok büyük faydası olmuştur.

Kureyş Uhud savaşı için harekete geçtiği zaman ‘Abbâs b. Muttalib Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’e durumu bildiren bir mektup yazdı. Şöyle ki:

“Sana geldiklerinde yapmak istediğini yap. Onlardan önce hazırlığım tamamla.”

Ğıfaroğullanndan tuttuğu bir adamla mektubu gönderdi. (Yakubi’nin rivayetinde Cüheyneoğullanndan) öıfarlı adam, Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’e Küba’da iken yetişti, ‘Abbâs’m mektubunu ona verince Ubey b. Ka‘b okudu. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) mektubun içeriğini gizli tuttu.[224]

Mektup sadece iki satırdan oluşuyor:

“Sana geldiklerinde yapmak istediğini yap, onlardan önce hazırlığım tamamla.”

Bu şekliyle mektup Kureyş’in Medine’ye savaş açma durumlarında belirli talimatları ihtiva eden tarihin bize ulaştırmadığı Hz. Peygamber’in emrinin yer aldığı mektubuna cevap olduğu izlenimini vermektedir. Yani daha önce Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) tarafından yazılmış bir mektuba cevaptır. Veya en azından içeriği tarihen nakledilmemiş Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’in Hz. ‘Abbâs’a sözlü bir mektubuna cevaptır.[225]

‘Abdullah b. Cahş’m Kııreyşi gözetleme hadisesi de istihbarat faaliyetlerinden

sayılır.

Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) ‘Abdullah b. Cahş’ı gönderdi ve ona bir mektup yazdı. İki gün gidene dek mektuba bakmamasını, sonra okumasını, emrettiğini yapmasını ve arkadaşlarından kimseyi zorlamamasını emretti. Mektupta şunlar yazılıydı:

“Bu mektuba bakınca Mekke ile Taif arasındaki Nahle’de konaklayıncaya kadar yoluna devam et. Orada Kureyş’i gözet. Onların haberlerini bizim için öğren.”252

Anlıyoruz ki mevcut mektuplar içinde en az olanı, casusluk mektuplarıdır. Belki de Hz. Peygamber zamanında en az varit olan mektuplar, bunlardır.253

ı) Özel Mektuplar

Özel mektuplar, iki kişi arasındaki mevzuları içerir. Bunlar devlet yönetimi ve savaş-banş konularındaki mektuplardan ayrıdır.

Mektuplar eğer kişisel konular hakkında olursa özel veya kişisel olur. Velev ki iki tarafı veya tarafları başkan, komutan ve vezir gibi genel şahsiyetler olsun. Çünkü onların hepsinin şahsi yönleri ve diğer insanlar gibi özel hayatları vardır.

Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’m Mu‘âz b. Cebel’e yazdığı taziye mektubu bu konuda önemli bir misal teşkil eder:

“Esirgeyen bağışlayan Allah’ın adıyla

Muhammed Rasûlullah’tan Mu‘âz b. Cebel’e

Sana esenlik dilerim. Kendinden başka ilah olmayan Allah’a hamdimi bildiririm.

Başın sağ olsun, Allah sabır versin. Allah, bize ve sana şükür ihsan etsin. Nefislerimiz, ailemiz, mallarımız ve çocuklarımız, Allah’m güzel nimetlerindendir, bize bırakılan emanetlerdir, bize onları belli bir döneme dek verir, belli bir süre sonra alır.

Sonra, verince şükrü, sınayınca sabrı farz kılar. Oğlun, Allah’ın güzel nimetlerinden, sana verdiği emanetlerindendir, seni onunla sevindirdi, büyük bir ecirle onu senden aldı. Sabredersen ve dayanırsan, sana salat, rahmet ve hidayet vardır. Sende iki haslet bulunmasın, ey Mu‘âz. Senin ecrini boşa çıkarır da kaçırdığın fırsata pişman olursun. Musibetinden dolayı dünyada karşılık görürsen, musibetin sevabı sağlamakta ve yetersiz kaldığını öğrenirsin. Yüce Allah’tan vadedileni alırsın. Üzüntün, başma geleni gidersin. Vesselam.”254

Ganim Cevâd, bu mektup hususunda şüphesi olduğunu şu sözüyle ifade eder: “Tarihi ve ilmi araştırmalar mektubun peygambere nispetinin sahih olmadığını ortaya koyuyor.” Fakat bu konuda kendisi herhangi bir delil göstermiyor, sadece tarihçilerin Mu‘âz b. Cebel’in oğlu hakkındaki ihtilafları, Mu‘âz’ın başka oğlu olup olmadığım, yaygın kanaate göre bir oğlu olduğunu, oğlunun da Şam’da Hz.ömer’in hilafeti zamanında taundan öldüğünü, gündeme getirir.

Hz.Mu‘âz b. Cebel’in oğlu Abdurrahman hakkındaki velev ki Hz.Ömer döneminde Şam’da vefat etsin, tarihçilerin ihtilafı Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’ın Mu‘âz’a Abdurrahman’dan başka bir oğlu hakkında taziye mektubu göndermiş olmasına mani değildir. Çünkü mektubunda kendisi hakkında taziyede bulunulan oğlun ismine işaret edilmiyor.

Bazı araştırmacılar da mezkur mektup hakkında şüphe içindedirler. Çünkü peygamberin mektuplarında bu türe nispet edilen başka bir vesika mevcut değildir. Fakat bundan başka böyle bir mektubun olmaması bu mektubun şüphe ile karşılanmasını gerektirmez. İnsan olan peygamberin yüce bir sahabîye taziyede bulunmasında hiçbir garabet yoktur.255

j) Cevaben Yazılan Mektuplar

Bu mektuplar başlangıçta belirli bir maksada binaen yazılmamıştır. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’a gelen mektuplara cevap niteliğindedir. Konulan da gelen mektuplarla irtibatlıdır.

Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.), kendisine gönderilen mektuplara cevap vermeye gayret ederdi. Yalancı peygamber olan Müseylime’nin mektubuna bile cevap yazmıştır.

“Esirgeyen bağışlayan Allah’ın adıyla

Peygamber Muhammed’den Müseylimetü’l-Kezzab’a

Selam hidayete tabi olanlara olsun. Yeryüzü Allah’ındır. Onu kullarından dilediğine miras bırakır. İyi akıbet Allah’tan sakınanlaradır. Ubey b. Ka‘b yazmıştır.”256

Hz.Peygamber Hâlid b. Velîd’e de bir cevabî mektup yazmıştır. Hâlid (radiya’llâhü anh) peygamberimize Benî Haris b. Ka‘b’ın müslüman olduklarım haber veren ve ne yapması gerektiğini soran Hz. Peygambere bir mektup göndermişti. Peygamberimizin cevabi mektubu şöyledir:

“Esirgeyen bağışlayan Allah’m adıyla

Allah’ın elçisi Muhammed’den Hâlid b. Velîd’e. Selam sana. Kendinden başka ilah olmayan Allah’a hamdimi sana iletirim. Mektubun elçinle birlikte bana geldi. el-Haris b. Kaaboğullarının onlarla savaşmadan önce müslüman olduklarını, İslâm’a davetime icabet ettiklerini, Allah’tan başka ilah olmadığına, Muhammed’in onun kulu ve elçisi olduğuna şehadet ettiklerini, Allah’ın hidayetiyle onlan doğru yola eriştirdiğini bana bildiriyor. Onları müjdele ve korkut. Dön ve seninle birlikte elçileri (kurulları) gelsin.

Allah’ın selamı rahmet ve bereketi sana olsun.”257

Mektupların ulaşması uzun sürdüğü için peygamberimiz mektubunda Halid (radiya’llâhü anh)’m mektubunun içeriğini hatırlatmak bakımından tekrar ettiğini anlıyoruz. Zira Hârisoğullan Necrân’da ikamet ediyorlardı.

Peygamberimiz bazen de cevaba cevap yazmıştır. Mesela Bahreyn kralı Münzir b. Sâva’ya İslâm’a davet için yazdığı mektuba Münzir cevap yazmıştı. Peygamberimiz de bu cevaba cevap yazmıştır.

6-  Hz. Peygamberin mektuplarının Nasıl Tespit Edildiği ve Dilde Şahit Olarak Kullanılması

Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) tarafından gönderilen her bir mektupla ilgili durum ve şartlar birbirinden çok farklı idi. Hz. Peygamberin yüzlerce mektubu bize kadar vakanüvist vesair müellifler tarafından muhafaza edilmiştir. Ancak bunlardan elimizde sadece altı

'ys o

orijinal bulunmaktadır.

Hangi maksatla olursa olsun, Hazreti Peygamber tarafından yazılan veya yazdırılan bir vesikayı, hadisin kapsamı içerisinde mütalâa etmek kadar tabii bir şey olmaması gerekir. Nasıl ki huzurunda işlenen bir fiil veya söylenen bir söz, onun tarafından tasvip gördüğü müddetçe takriri sünnetten sayılmış ve hadis olarak rivayet edilmiştir, onun imzasını taşıyan bir mektubu da, yazılı bir hadis vesikası olarak kabul etmemek için hiçbir sebep yoktur.[226]

Öyleyse, Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in mektuplarının dilde şahid olarak kullanılması, hadisle istişhad gibidir. Bu açıdan şimdi hadisle istişhad üzerinde duracağız.

Alimler, rivayet edilen hadisin dil ve nahiv kaidelerini ispatta kabul edilip edilmeyeceği hususunda ihtilaf etmişlerdir.

Bu hususta üç görüş ortaya çıkmıştır.

1)                       Hadisle istişhada mutlak şekilde cevaz vermeyenler. Bunların başında Ebû Havyan el-Endelusî (öl: 745/1344), hocası ibn ez-Zai‘ diye meşhur olan Ebu’l-Hasen Ali b. Muhammed el-İşbili (öl: 680/1281), İbn Haruf (öl: 609/1212) ve benzeri nahivciler gelmektedir.

2)                      Her türlü hadisle istişhada cevaz verenler. Bunların başında “Elfıye” müellifi İbn Malik (öl: 672/1275) ile “Muğni’l-Lebib” müellifi İbn Hişam (öl: 761/1360) gelmektedir.

3)                       Orta bir yol tutarak bazı şartların mevcudiyeti halinde bir kısmı hadislerle istişhada cevaz verenler. Bunların başmda eş-Şâtibî (öl:790/1388) ile es-Suyûtî (öl: 911/1505) gelmektedir.[227]

Hadisle istişhadı kabul etmeyenlerin ileri sürdükleri en kuvvetli delil, bütün bu rivayetlerin Arabm en fasihi olduğunda şüphe edilmeyen Hz. Peygamber’in lafzı olduğuna güvenmemeleridir. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’ın sözü olduğuna güvenmedikleri için bu rivayetleri terk etmişlerdir. Şayet güvenmiş olsalardı külli kaidelerin ispatında bunlar Kur’ân gibi değerlendirilirdi.[228]

Bu güvensizliğin iki sebebi vardır.

a)                      Râvîler hadislerin lafızlarına bağlı kalmadan manalarının aktarılmasına cevaz vermişlerdir. Bu da Hz. Peygamber zamanında meydana gelen bir hadisenin farklı lafız ve ifadelerle aktarılmasına sebep olmuştur. Mesela aym nikah olayı ile ilgili şu hadisi ele alalım.

"Ezberlemiş olduğun Kur’ân ayetleri karşılığında bu hanımı sana nikahladım.” Anlamındaki bu hadis, yukarıda görüldüğü üzere dört ayrı lafız ve ifade şekliyle bize intikal etmiştir. Kesin olarak biliyoruz ki, Hz. Peygamber bu lafızların hepsini kullanmamıştır. Hatta bunlardan herhangi birini kullandığım bile iddia edemeyiz. Belki de bunların benzeri başka bir ifade kullanmıştır da râvîler o cümleden kastedilen manayı bu lafızlarla ifade etmişlerdir. Çünkü istenilen, mananın naklidir. Buna ilaveten, râvîler hafızalarına güvenerek hadisleri yazmayıp manalarını zihinlerinde tutuyorlardı. Zaten özellikle uzun hadisleri sadece bir defa duymakla lafızlarıyla ezberlemeleri çok uzak bir ihtimaldir.[229]

b)                      Rivayet edilen hadislerde bir çok lahin (dil hatası) mevcuttur. Çünkü râvîlerin çoğu Arab değillerdi. Arapçayı ancak nahiv ilmi aracılığıyla öğrenmişlerdi. Sözlerinde arapçaya uymayan bir takım hatalı ifadeler meydana geliyor, onlar bunu bilmiyorlardı.[230]

Hadisle istişhada mutlak şekilde cevaz verenlerin görüş ve delilleri:

1)                      Hz. Peygamberin dil ve lehçe bakımından Arapların en fasihi olduğunda icma vardır. Nitekim ibn Hazm hadisle istişhada cevaz vermeyenleri tenkid ederek şöyle der: “Hz. Muhammed yüce Allah kendisini peygamberlikle şereflendirmeden önce Mekke’de geçirdiği günlerde kavminin dilini en iyi bilen ve en fasih konuşandı. Yüce Allah’ın ona peygamberlik verip kendisiyle kullan arasında elçi seçmesinden sonraki durumunu artık siz takdir edin.”

2)                     Hadis rivayetlerindeki senetler şiir rivayetlerindeki senetlerden daha sıhhatli ve daha itimada şayandır. Aslında hadisle istişhada karşı çıkanlar da Hz. Peygamberin Arapların en fasihi olduğunu, hadis senetlerinin de şiir senetlerinden daha sıhhatli olduğunu itiraf ediyorlar. Onlann itiraz ettikleri husus hadislerin lafızlanyla değil, manalanyla rivayet edilmiş olabileceği ihtimalidir. Arap şiirinde ve nesrinde hüküm lafızlar üzerine bina edildiği için râvîler lafızlanyla rivayete ehemmiyet vermişlerdir, diyorlar.

Hadis rivayetlerinde asıl olan, hadislerin işitildiği şekilde aym lafızlarla nakledilmesidir. İlim adamlan da bu mevzu üzerinde titizlikle durmuşlar, hadis lafızlarının zaptı ve nakli hususunda azami derecede dikkatli davranılmasını ısrarla istemişlerdir. Böylece hadislerin lafızlarıyla rivayet edildiği hususunda zannı galip husule gelmektedir. Bu da lügat müfredatının ve nahiv kaidelerinin takriri ve ispatı için yeterlidir.[231]

Hadisle istişhada karşı çıkanların, hadislerin lafızlarıyla değil, manalarıyla nakledildiği şeklindeki iddialarına şöyle cevap veriliyor:

Mana ile rivayeti caiz görenler, bunu bir takım şartlara bağlamışlardır.

a)                        Râvînin, sarf ve nahiv ilmini iyi bilmesi.

b)                        Hadisin manasına kelimeler arasındaki ince farklara, hadiste gözetilen maksada tam manasıyla aşina olması.[232]

c)                        Hz. Peygamber hiç lahin (dil hatası) yapmadığı için de lahin yapmadan hadisi rivayet etmeye muktedir olması.[233]

Mana ile rivayete cevaz veren alimler dahi hadiste asıl olan lafzıyla rivayet edilmesi prensibini kabul ediyorlar. Mana ile rivayeti sadece zaruret halinde başvurulacak bir ruhsat olarak görüyorlar. Diğer taraftan, mana ile nakle izin verenler ancak tedvin edilmemiş, yazılmamış hadisler için bu ruhsatı vermişlerdir. Yazılmış olan hadislerin lafızlarından hiçbir şekilde değişiklik yapmak caiz değildir. Hadislerin büyük bir kısmının toplanıp kitap haline getirilmesi ise dilin bozulmasından önce ilk devirlerde vuku bulmuştur. Tedvin edilen bu hadisler arasında mana ile nakledilen hadisler bulunsa bile, bunu yapan râvîlerin sözleri de dilde delil kabul edildiği için hiçbir mahzuru yoktur. Zira yapılan şey, fasih bir sözün başka fasih bir sözle değiştirilmesinden ibarettir. Ancak her ne şekilde olursa olsun, hadisler bir defa yazıldıktan sonra artık bir daha değiştirilmesi söz konusu değildir.

3)                      Hadisle istişhada karşı olanların ileri sürdükleri, bir çok hadiste dil hatası vuku bulmuştur, şeklindeki iddialarına ise şöyle cevap verilmektedir:

Dil hatası olduğu söylenen bir hadisin dil ve gramer açısından izah şekilleri tespit edilmiş, hatalı olmadıkları başka şahitlerle ispat edilmiştir.

Ayrıca bazı hadislerde yaygın olan gramer kaidelerine muvafık olmayan lafızlar bulunsa bile bu, bütün hadislerle istişhadı terk etmeyi gerektirmez. Bunu sadece o hadisin râvîsinin dil zaafına hamletmek lazımdır. Bazı hadislerde hata ve tashif vuku bulmasına karşılık, şiirlerde de dil hataları ve tashifler vuku bulmuştur.

4)                      Eski dilcilerin hadisle istişhad etmemiş olmasına gelince, eski dilciler sadece nahivle ilgili eserlerinde hadisle istişhad etmemişlerdir. Bunu o devirde hadis mecmualarının yeteri kadar intişar etmemiş olmasına bağlamak mümkündür. Bu durum onların hadisle istişhada cevaz vermedikleri manasına gelmez.

Ayrıca eski dilciler yazmış oldukları lügat kitaplarında Arapça k elimelerin ispatı hususunda hadis lafızlarından bol miktarda istifade etmişlerdir.

5)                      Hadis râvîleri içinde Arap asıllı olmayan bir çok râvînin bulunduğu, şeklindeki itiraza da şöyle cevap verirler:

Şiir ve nesir râvîleri içinde de bir çok Arap olmayan râvî vardır. Buna rağmen onların rivâyet ettikleri şiir ve nesirlerle istişhad ediyorlar. Hadis râvîleri şiir râvîlerinden her bakımdan daha dikkatlidirler. Aksi takdirde rivayet ettikleri hadisler dini mevzularda da delil kabul edilmezdi. Hiç kimse böyle bir şey söylememiştir.

Hadisle istişhad konusunda orta bir yol tutanlar da lafızlarıyla nakle itina gösterilen hadislerle istişhad etmek caiz diğerleriyle caiz olmadığı görüşündedirler.

Es-Suyûtî de bu görüşü paylaşarak şöyle demektedir: “Hz. Peygamberin hadislerine gelince, bizzat onun sözü olduğu sabit olanlar delil kabul edilir. Bu gibi hadisler çok nadirdir. Ancak kısa hadislerde olur. Onlar da azdır.”

Görüldüğü üzere bu görüş sahipleri hadisle istişhadı çok dar bir çerçeveye inhisar

268

ettirmişlerdir. Bu görüşleriyle hadisle istişhadı reddedenlere daha yakındırlar.

Dilde hadisle istişhad konusu asrımızda da tartışılmıştır. Muhammed el-Hıdr Hüseyn’in (öl: 1377/1958) teklifi üzerine “dilde hadisle istişhad” konusunu incelemek üzere bir komite kurulmuş ve mesele hakkında şu açıklama yapılmıştır.

Hadisle istişhad konusunda, mana ile rivayet edilmelerinin caiz oluşu ve râvîler arasında yabancıların çokluğu sebebiyle Arap dil alimleri ihtilaf etmişlerdir.

Komite, hadislerin bir kısmıyla aşağıda açıklanan özel durumlarda istişhad edileceği görüşündedir:

1)                            Altı sahih hadis kitabı (Kütüb-i Sitte) ve onlardan öncekiler gibi ilk devirde yazılan kitaplarda bulunmayan bir hadisle istişhad edilmez.

2)                            Yukarıda adlan geçen kitaplarda yer alan hadisler aşağıdaki şartlan taşıyorsa istişhad edilir:

a)                             Mütevatir ve meşhur hadisler

b)                             İbadetlerde kullanılan hadisler

c)                             Cevâmi ‘u’ 1-Kelîm’ den sayılan hadisler

d)                             Hz. Peygamber’in mektuplan

e)                             Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’ın her kabileye kendi lehçeleriyle konuştuğunu belirtmek için rivayet edilen hadisler

f)                              Fasih dille konuşan Araplar arasında yetişen kimselerin tedvin ettiği hadisler

g)                             Râvîlerinin halinden hadisin mana ile rivayet edilmesine müsaade etmeyecekleri bilinen hadisler

h)                             Değişik rivayetlerle geldiği halde lafızlan değişmeyen hadisler[234]

II. İKİNCİ BÖLÜM

HZ.MUHAMMED (SALLA’LLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEM.)’İN MEKTUPLARININ ARAB DİLİ VE EDEBİYATINDAKİ YERİ

1. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’in Edebî Kişiliği

Hz. Peygamberin Kur’ân-ı Kerîm’den etkilendiği muhakkaktır.[235] Bu tabii o lan bir şeydir. O zaman Hz. Peygamberin edebi kişiliğine geçmeden önce Kur’ân-ı Kerîm’in belâğatından söz etmemiz uygun olacaktır.

«

Kur’ân-ı Ketim, Arap nesir edebiyatının ilk ve ebedi şaheseridir. Aym zamanda Hz. Muhammed’in nübüvvet ve risâletini teyid eden en büyük bir mucizedir. Geçmiş peygamberlerin mucizeleri ekseriya geçici ve elle tutulur gözle görülür (el-Mu‘cizatu’l- Hissiyye), yani sadece o devirde yaşayanlar ve o anda hazır bulunanlar tarafından müşahede edilebilirdi. Hz. Muhammed’in mucizeleri ise, ekseriyetle sürekli ve akli (el- Mu‘cizâtu’ 1- ‘Akliyye) idi. Hz. Muhammed zamanında Arap dili üslubu ve hitabeti, en yüksek dereceye ulaşmış bulunuyor, adeta altm çağını yaşıyordu.

îşte Arap kavminin belâğat ve fesahat sahasında en yüksek bir mertebeye ulaştığı bir devirde gereken en büyük mucize hiç şüphe yok ki belâğat ve fesahatin en büyük timsali olan ve hiç kimse tarafından taklit edilemeyen Kur’ân-ı Kerîm’in vahyedilmesi olmuştur.[236]

Kur’ân-ı Kerîm kendisine benzer bir eserin meydana getirilemeyeceğini belirtmiş ve aksini iddia edenlere de meydan okumuştur.Mesela şu ayette böyle bir davet vardır: “Eğer kulumuza indirdiklerimizden herhangi bir şüpheye düşüyorsanız, haydi onun benzeri bir sure getirin, eğer iddianızda doğru ise Allah’tan gayri şahitlerinizi (yardımcılarınızı) da çağırın.

Bunu yapamazsanız -ki elbette yapamayacaksınız- yakıtı, insan ve taş olan cehennem ateşinden sakının. Çünkü o ateş kafirler için hazırlanmıştır.”[237]

Bu ve benzeri davetler karşısında muarızlar, tabiatıyla aciz kalmışlar başka bir şey yapamamışlardır.

Edipler, fesahat ve belâğata hakiki manasıyla susamışlar Kur’ân’ın bitmek tükenmek bilmeyen belâğat ve fesahat deryasından doya doya içmişlerdir. Onun edebinden edeblenmişler, fesahat ve belâğatı karşısında kendilerinden geçmişlerdir.[238]

Başta Hz. Peygamber ve halifeleri olmak üzere hatipler hutbelerini Kur’ân ayetleri ile süslemişler, onunla misal getirmişler ve ondan iktibaslar yapmışlardır. Hatipler konuşmalarında Kur’ân üslubunu taklide çalışmışlardır. Hutbelerde konuya uygun ayetler iktibas edilmiş, bazen de hutbenin tamamı çeşitli ayetlerden oluşmuştur.[239]

Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’m vefatından sonra başında hamd ve sena olmayan hutbelere “Betra=Noksan, güdük” Kur’ândan ayetler ve Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’a salat bulunmayan hutbelere de “Şevha=Çirkin, yakışıksız” isimleri verilmiştir.[240]

Şafii ve Hanbelî mezheplerine göre Cuma hutbesinde ayet bulunması farzdır.[241]

Kur’ân-1 Kerîm, lafız, mana, üslup, hüccet getirme ve ikna etme yönlerinden de hitabete tesir etmiştir. Böylece hitabet daha çok gelişmiştir. Kur’ân-ı Kerîm, hitabette kullanılan lafızları da güzelleştirmiştir. Kur’ân-ı Kerîm, Arap belâğatı için en üstün örnek olmuştur. Çünkü Kur’ân-i Kerîm’in lafızları tatlı, üslubu yumuşak, ibareleri ahenklidir. Onda; garip, bayağı, anlaşılması zor lafız, mana ve tabirler, zoraki seciler yoktur.[242]

Kur’ân-ı Kerîm’in Arap dili ve edebiyatındaki yerinden kısaca söz ettikten sonra, Arapların en fasihi olan İslâm’da hitabetin ilk ve en büyük temsilcisi Hz. Peygamberin belâğat ve edebi kişiliğinden bahsedeceğiz.

Hz.Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) belâğat ve fesahatin doruk noktasında bulunuyordu. Bu Allahu Teâlâ’nın onu bahşettiği bir özelliktir. Bunu bir hadisi şerifte Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)'m kendi ifadesinden anlıyoruz. Hz. Ebûbekir (radiya’llâhü anh) ona şöyle demişti: “Araplar arasında dolaştım fasih olanlarım dinledim ve senden daha fasih konuşan birsine rastlamadım. Sana bu edebi kim verdi? (Yani kim öğretti?) O da şöyle buyurmuştur: ‘Beni Rabbim edip kıldı ve beni güzel tedib etti.’”[243]

Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) de az öz söz söyleme gücü ve üslup sağlamlığı vardı. “Bana cevâmi-i kelim (az sözle çok mana ifade etme kaabiliyeti) verildi.” buyurmuştur.[244]

İbn Hacer el-‘Askalânî bu vasfın hem Kur’ân’a hem de hadislere şamil olduğunu

söyler.[245]

‘Ali el-Kârî, bu çeşit hadislerin sadece iki kelimelik olanlarından bir kırk hadis derlediğini söyler.[246]

Ancak bu vasfın bütün hadisleri kapsadığı söylenemez.

Hz. ‘Âişe Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’m konuşmasını şöyle anlatmaktadır: “Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) sizin şu konuştuğunuz gibi konuşmaz, tane tane konuşurdu. Öyle ki onu duyan kimse ezberlerdi.”[247]

Hz. ‘Âişe’den başka bir rivayette şöyledir: “Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) konuştuğunda, birisi sözünü saymak istese sayardı.”[248]

Câbir b. ‘Abdullah, Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’ın harfleri düzgün bir şekilde telaffuz ederek konuştuğunu söyler.[249]

Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) gereksiz yere sözü uzatmazdı. Bu konuda şöyle buyurmuştur: “Az konuşmanın sözü uzatmamanın faydalı olacağı kanaatine vardım (veya emrini aldım). Çünkü kısa az söz faydalıdır.”[250]

Diğer bir hadiste şöyledir: “Kişinin namazının uzun hutbesinin kısa oluşu bilgi ve anlayışının alametidir. O halde namazı uzatın, hutbeyi kısa tutun. Hiç şüphe yok ki beyanda kalplere işleyen bir güç vardır.[251]

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) dinleyene; şeytanların sihirbazların efsunlan hissini veren kahin secilerinden nefret ederdi.[252] Bunun haricinde olarak manası güzel olan sözlerde yapmacık olmayan seci‘ler bulunursa bu diğer Araplarda olduğu gibi Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) tarafından da tabii karşılanmıştır. Onun kelamında da yapmacık olmayan tabii bir seci‘ vardır. Çoğu zaman bu, ezan gibi açıkça okunan ibarelerde bulunuyordu.

Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’m bu latif sözünde tuttuğu yol, mert ve yiğit kişiye yakışan süsten ibarettir ki sözde mertlik söze verilen ziynette mertlik yoludur. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’m yaptığı seci‘ yemekteki tuz ölçüsündedir, hiç fazla değildir.[253]

Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) bazen insanlara karşı yaptığı hitabelerinde, bazen Allah’a yaptığı dualarında ve niyazlarında seci'li ifadeler kullanmıştır. Nitekim Berîre isimli cari yenin velâ hakkı konusunda bir açıklama yapmak üzere ayağa kalkarak yaptığı konuşmada sözlerini şöyle bitirmiştir:


 

Allah’ın hükmü daha doğru ve adil, Allah’ın şartı daha kuvvetli ve muhkem, velâ hakkı ise hürriyeti verene aittir.[254]

Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’m şu duasında da secili bir ifade görülür:

jJj j piijÂI ıjl                                                                                             ı_iLuoJt                      (Jji« ^1

“Ey kitabı indiren, hesabı çabuk olan Allah’ım, aleyhimize toplanan grupları dağıt. Allah’ım onları dağıt ve perişan et.”[255]

Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’in güzel sözün ve hitabetin büyük rağbet gördüğü bir çevrede, iddiasız fakat mükemmel bir hatip olarak görülmüştür. Konuşurken kekelemek, harfleri kelimeleri iyi telaffuz edememek, sözü getirememek, manasız sesler çıkarmak, cümlenin sonunu getirmeyip sözü karıştırmak, dişlerini kenetleyip konuşmak, konuşurken parmak çıtlatmak, sakalım karıştırmak, ellerini ovuşturmak gibi manasız hareketlerde bulunmak onun konuşmasmda rastlanan bir hususiyet değildir. İyi bir hatip için bunların birer kusur olduğu bellidir.

Bütün emeli onun davasını durdurmak olan edebiyat meraklısı bir topluluk, bu konuda bulacağı bir kusuru değerlendirmeden duramazdı. Birinin fark edemediği bir kusur, diğerinin gözünden kaçmazdı. Onda bulunmayan kusurları bile iftira yoluyla yakıştırma çabasına düşen sihirbaz[256], kahin[257], deli[258], yalancı[259] gibi çirkin bir iftira kampanyası açanlar, gariptir ki bu konuya dokunmamış, arkasından veya yüzüne karşı “güzel konuşmasını beceremiyorsun” dememişlerdir. Güzel konuşmanın bir gaye olmadığı Mısır’da bile Firavun çevresindekilere hitaben, Musa’yı göstererek: “Yoksa şu hakir, maksadım doğru dürüst açıklayamayan kişiden ben hayırlı değil miyim?”[260] demiştir.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’in karşısında bulunanların bu konuda hatır sayacaklarını, onun konuşmasındaki kusurlara göz yumacaklarını düşünmek; yersiz ve iyimserlik olur.[261]

Hz. Peygamber konuşurken gelişi güzel değil, ne söyleyeceğine dikkat ederek söyleyeceği kelimeleri tek tek seçmiştir. Mu‘âz b. Cebel ( radiya'llâhü anh) “Hakkımda en çok korktuğun nedir?” dediği zaman, eliyle ağzını işaret ederek “işte bunu muhafaza et” demiş, daha sonra, insanları yüzleri üzerine cehenneme sürükleyenin dilleri olduğunu anlatmıştır.[262]

Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’m bu konuda başkasını uyarması kendisinin aym konuda daha «

çok dikkatli olduğu anlamına gelir.

Ebû Hureyre Hz. Peygamberin şöyle dediğini nakleder: “İnsan hiç ehemmiyet vermeden bir söz söyler. O söz sebebiyle cehennemde yetmiş yıl sürecek olan derin bir çukura yuvarlanır.”[263]

Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) köle sahiplerine: “Sizden biri Abdi, emetî (kulum, cariyem) diye hitap etmesin. Çünkü hepiniz Allah’m kulusunuz. Kadınlarınızın hepsi de Allah’m kadm kullandır. Bu sebeple kölelerinize hitap ederken ‘oğlum, kızım, yiğidim, hanım kızım’ desin” demiş, kölelere de: “Sizden biri sahibine ‘rabbî, mevlaye’ demesin. Çünkü sizin rabbiniz mevlânız Allah’tır. Bunun üzerine seyyidî (efendim) desin” emrini

                             299

vermiştir.

Berâ b. ‘Âzib Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’dan uykudan önce okuyacağı bir dua öğretmesini istemiş, bu isteği yerine getirilmiştir. Daha sonra Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) bu duayı ezbere alıp almadığım kontrol için duayı tekrar ettirmiş. Duanın sonunda “ ve nebiyyike “ yerine “ ve rasûlike “ deyince (aym manayı ifade etmesine rağmen) tashih ederek “ve nebiyyike” dedirtmiştir.[264]

Hz. Peygamberin konuşmasında edep dışı, utanç verici kelimeler yer almamıştır. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) bir hadisinde şöyle buyuruyor: “Sakın biriniz nefsim pis oldu, demesin. Lâkin nefsim kötüleşti, desin”.[265]

‘Abdullah b. Ömer der ki: “Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) tabiatı icabı olarak fena söz konuşan (fahiş) bir kimse olmadığı gibi, böyle konuşmak için kendini zorlayan (mütefahhiş) bir kimse de değildi. Ve o dedi ki Rasûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Sizin en hayırlınız ahlakı en güzel olanınızdır.”[266]

Enes b. M âlik şöyle der: Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) utanç verici sözleri konuşan, lanet eden, söven bir kimse değildi. Azarlayacağı zaman “ne oluyor ona alm toprak olasıca” derdi.[267]

Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) muhatabına bazen “vayhake (yazık sana)” şeklinde bir kelimeyle hitap etmiştir. Fakat bu hakaret manası taşıyan bir lafız değildir. Karşıdaki kişiyi utandıracak mahiyette bir kelimedir.

Bir sefer esnasmda hanımlarının bindiği develeri koştura koştura süren köleye:

U tdijj = Yazık sana Enceşe, yavaş ol, (develerin üzerindeki) billur sırçaları kıracaksın” demiştir.[268]

Zina ettiği ve cezasının verilmesini istemek üzere gelen kadma:

                                                                                                                                                                                                                         305

“Yazık sana! Dön, rabbinden mağfiret dile, sonra ona tevbe et” demiştir.

Hz. Peygamber irticalen konuşmuştur. Yani konuşmalarında bir ön hazırlık yoktur. Yazılı bir metin hazırlayıp ondan okuma avantajına sahip olmadığı muhakkaktır. Yazı yazmasını bilmemesi ve hutbelerini yazılı olarak hazırlama imkanına sahip olmaması onda bir eksiklik meydana getirmemiştir. Çünkü o söylemek istediği her şeyi söylemiş, yerli yerinde söylemiş, söylemek istediğinden başka sözler söylemediği gibi, söylemek istemediği bir sözü ağzından kaçırma durumuna düşmemiştir.

Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) konuşmalarında muhatabın durumunu devamlı göz önünde bulundurmuştur. Kültürlü bir insana kara cahil, zeka seviyesi düşük bir kimseye de Zekî insana davrandığı gibi davranmamıştır.

Hz. ‘Aişe (r.anha) “Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’ın açık seçik bir konuşması vardı. Dinleyen herkes anlardı demiştir.[269]

Bu söz; onun her sözünü herkes anlardı, manasında anlaşılmamalıdır. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) muhatabının durumuna göre uzun, kısa, basit, edebi... bir ifade tarzı seçer, maksadım muhatabının anlayacağı şekilde anlatırdı manasınadır. Muhatab, Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’ı dinlerken, onun sözlerim anlamak için kendini zorlamamış, bunun aksine olarak peygamber onun anlayabileceği seviyeden bir konuşma yapmanın imkanlarını aramış ve bunda da muvaffak olmuştur.[270]

Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) dışarıdan gelen kimselerle konuşurken onların anlayacağı şekilde bir ifade yolunu tutmuş, o güne kadar kendisiyle yaşamış ve aym lehçeyi kullanmış olanlar hayretlerim gizleyememiştir. Benî Stileym’den bir adam gelmiş ve                                                                                                                                             L

itelemiş, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) ona:    'i' diye cevap vermiştir.

Konuşmayı takip eden HZ. Ebûbekir (radiya’llâhü anh): Ya Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) o sana ne dedi, sen ona ne cevap verdin?” diye sormuş ve şu cevabı almıştır: “İnsan hanımına vereceği mehri bir

«                                                                                               • •                                                                                                                   * 308

müddet geciktirebilir mi? dedi, ben de evet şayet müflis ise (parası pulu yoksa), dedim.”

‘Abdu’l-Kays kabilesinin elçileri geldiği zaman : Allah’ın Rasulü! İçeceklerden bize en uygun olanı nedir? dediler. Nakirde bulunanı içmeyin, dedi. Allah’ın peygamberi! Nakirin ne olduğunu biliyor musun? O şöyle dedi. Evet hurma ağacından yapılan ortası delik bir kaptır.[271]

Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) muhatabının lisan kabiliyetine göre çok basit, çok ağır ifadeli mektuplar göndermiştir. İran kralına yazdığı mektupta kolay lafızları seçmiş. Fakat Dûmetu’l- Cendel reisi Ukeydir’e yazılan mektup her Arapça bilenin anlayacağı kabilden değildir.[272]

Muhatabın tabiatı gereği çekingen, utangaç olması veya açık ve serbest olması, Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’m bu durumlara göre hitap etmesinde etkili olmuştur.[273]

Muhatabın anlayış derecesi Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’m veciz veya teferruatlı konuşmasma sebep olmuştur.[274]

Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’m inananla inanmayana, münakaşa edenle etmeyene karşı ifade tarzı aym değildi. İnananlarla konuşurken deliller üzerinde fazla durmamış, bazen söylediği hükmü tekid mahiyetinde tesirinin daha fazla olmasını temin için delil getiren Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.), inkar durumunda olanlara hitap ederken onların normal düşünce hudutları içinde reddetme imkanı bulamayacakları akli deliller kullanmıştır. Bu deliller muhatabının bilmediği, anlamadığı, kavrama imkanının bulunmadığı sahalardan değildir. Aksine bir başka zamanda icabı halinde kendilerinin de delil sayacakları, doğrulunu savunacakları çeşitten delillerdir. Nitekim Necrân Hıristiyanlan ile yapılan münazarada onlara karşı ileri sürdüğü delillerden hiçbirine “hayır” diyememişlerdir.[275]

Bu konuda Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)5a karşı “sen mugalata yapıyorsun, ispatı mümkün olmayanı delil diye karşımıza getiriyorsun, verdiği misalleri bizim de bildiğimiz konulardan seç” deme haklan vardı.[276]

Hz. Peygamber, tekellüfün (kendini zorlayarak yapılan yapmacık konuşma v.s.) her türlüsünü kötü görmüştür. Allahu Teâlâ bu konuda şöyle buyurmuştur: <> ^ £j =ben tekellüf edenlerden değilim.[277]

Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’d e şöyle buyurmuştur: “Allah, sığırlann geviş getirdiği gibi, avurdunu doldura doldura edalı konuşan belâğatçılara buğzeder.”[278]

Başka bir hadiste de şöyle buyralmaktadır: “ Kıyamet gününde bana en sevimsiz ve benden en uzak olanınız; çok gevezelik yapanlanmz, avurdunu doldura doldura edalı konuşanlarınız ve boş boğazlık yapanlanmzdır.”[279]

Hz.Peygamberin edebi kişiliğinden bahsederken bir edebiyat türü olan şiire karşı tutumundan da bir nebze söz etmek istiyoruz.

Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’m kendine veya bir başkasma ait olmak üzere şiir söyleyip söylemediği konusunda ihtilaf vardır.

Kur’ân-ı Kerim’de “Biz ona şiir öğretmedik. Hem şair olmak (şiir söylemek) ona yakışmaz”[280] buyurulur. Müşriklerin ona iftira olarak “şair” dediklerinden bahsedilmektedir: “deli bir şair yüzünden taunlarımızı mı bırakalım, derlerdi.”

Başka bir ayette de: “Şairlere yolunu sapıtan şaşkın kimseler uvar”[281] buyrulmaktadır.

Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) manası güzel olan, İslâm’ı müdafaa kastıyla söylenen şiirler ve şairler hakkında takdir dolu ifadeler kullanmıştır. Zamanının değerli şairlerinden Hassân b. Sâbit’e “Kureyş’i hicvetmesini, Cibril'in kendisine yardımcı olacağını” söylemiş[282] şiirin bir kısmının da hikmet olduğunu ifade etmiştir.[283]

Hayber’e doğru yapılan bir gece yürüyüşü esnasmda “Allah’ım sen olmasan hidayet yolunu bulamaz, sadaka vermez, namaz kılmazdık” diye şiir söyleyen ‘Âmir b. Ekvâ'a Allah’ın rahmetini dilemiştir.[284]

Lebîb b. Rabfa’nm “aç gözünü Allah’tan başka var olan her şey batıl (fani) dir. Mısraını, şairin söylediği en doğru söz olarak değerlendirmiş[285] Umeyye b. Ebi’s-Salt’m şiirlerinden kendi isteğiyle yüz beyit dinlemiş ve “az kalsın adam müslüman olacakmış” demiştir."23

Lüzumsuz, faydasız, çirkin ifadelerle dolu şiirler için, “sizden birinin kamının hastalık saçan irinle dolu olması, şiirle dolu olmasından daha iyidir” demiştir.[286]

Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’m başkasma ait olan şiirlerden zaman zaman söylediğinde ihtilaf yoktur.

Hz. ‘Âişe, Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’m şiiri misal olarak getirdiği olur muydu? Şeklinde sorulan bir soruya İbn Re vaha’mn şiirini misal olarak getirir ve şöyle derdi:

jj ja <>                                     j = azığım hazırlamadığın kimse sana haber getirecek, diye

327

cevap vermiştir.

Yine Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.), hendeğin kazılması esnasında ‘ Abdullah b. Revaha’ya ait olan birkaç şiiri defalarca okumuştur. Gerek kazı esnasında ve gerekse taş ve kerpiç taşırken müslümanlara gayret vermek, onlara yorgunluğu unutturmak ve bu arada yaptıklarını Allah’ın rızasını elde etmek olduğunu bir defa daha tekrarlamak gibi düşünceler altında bu şiirleri söylediği kabul edilir. Bu şiirlerden birisi şöyledir:

l nlı-o V J UÜLjaJ V J * Uİfiftl La diji V

ıjl  CıŞ j * tule. Âl&tl îjljjîİ

,

Lnji IJjI j lil * |# k »l'iVl b\

“Allah’ım sen olmasan hidayet yolunu bulamaz, sadaka vermez, namaz kılmazdık. Üzerimize bir huzur indir, karşılaştığımız zaman ayaklarımızı sabit kıl. Düşmanlar bize karşı azıp kudurdular, fakat fitne çıkarmak istedikleri zaman çekindik, katılmadık.”[287]

Hz. Peygamber’in; şiirlerin sözlerinden çok manasına önem verdiğini anlıyoruz. Hendek kazılırken söylediği şiirin kelimelerinde bir çok değişiklikler yapmıştır. Bir defasında da                                                        j * ^ ^ ^ =günler sana bilmediğin çok

şeyleri açıklayacak azığım hazırlamadığın (ölüm) sana haberler getirecek, beytinin ikinci mısraını            Ajj2 ^ t> suretinde söylemiş Hz. Ebûbekir (radiya’llâhü anh): “Yâ Rasûlullah şair

böyle söylememiş Ajİ5 ^                             <4^ j demiştir” deyince: “İkisi de birdir”

buyurmuşlardır. Bunun üzerine Hz.Ebûbekir (radiya’llâhü anh): “Şehadet ederim ki sen şair değilsin. Şiir elinden bile gelmez.”demiştir.[288]

Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’in kelimelerin yerlerini değiştirerek okuduğu şiirlerde vezin ve kafiyeler bozulmakta ve böylece şiirde manaya önem verdiği anlaşılmaktadır.

Hz. Peygamber’in bazı sözlerinin şiir görünümünü arz ettiğini iddia edenler

vardır.

Huneyn savaşı esnasmda Müslüman ordusu bozulup dağılınca Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) kaçmakta olanlan bir araya toplamak gayesiyle «-üa^îi     ^ u =ben

peygamberim yalan yok, ben ‘Abdulmuttalib’in oğluyum, diye seslenmeye başlamıştır.[289]

Bu söz recez nevilerindendir. Recez (mani) basit bir şiir veznidir. Hatta şiir saymayanlar da vardır. Recez bir şiir vezni olsa bile hayatında bir iki beyt söylemiş olana şair denemez.

îbn Hacer de bunun dört cevabı olduğunu zikreder.

a)                              Bu şiiri başkası yazmıştır ve aslı alkali ±e. jjjl cül * )! ^1 cûl şeklindedir.

b)                              Bu recez olduğu için şiir türlerinden sayılmaz

c)                              Bir kıtaya ulaşmadığı için şiir değildir. Bu birkaç kelime şiir diye isimlendirilemez.

d)                              Şiir söyleme kastı olmaksızın vezinli şekilde kendiliğinden söylenilmiştir.

İbn Hacer bunun en uygun cevap olduğunu söyler.[290] Vezin ve kafiyesi şiire benzer olmakla, maksadın şiir söylemek olması arasında fark vardır.Bu hadisin söylendiği zamanda içinde bulunulan şartlar, Rasûlullah’m değil, bir başka komutanın da şiir söylemesine müsait değildir. Muharebede ordusu bozulmuş bir komutanın yapılacak her şeyi bir tarafa bırakıp şiir söylemesini ciddiyet ölçüleri içinde izah etme imkanına sahip değiliz. Mizahlarında bile ciddiyet ölçüsünü elden bırakmayan Rasûlullah, bozulup kaçmakta olan Müslüman ordusunu, hem üzerine oklar yağa yağa seyrederken şiir söyletmek garip bir düşüncenin mahsulüdür. Rasûlullah’m kesin bir zafere ulaştığı Bedir’de, Hayber’de, Mekke’nin fethinde şiir söylemeyip de Huneyn ve Uhud gibi az çok mağlubiyete uğranılan muharebelerin en şiddetli anlarında şiir söylemesini normal ölçüler içinde açıklamak kolay değildir.[291]

Yine Hz. Peygamber bir gazvede yürürken ayağı takılarak düşmüş, parmağı kanamış, bunun üzerine parmağa hitaben:

Cljil çSjJju» j * CuaZ £A*-al VI

“Sen nihayet kanayan bir parmak değil misin?

Başma gelen de Allah yoluna gelmiş değil midir?”[292]

Bu hadis de recez veznindedir. Bunun bir başka şaire (‘Abdullah b. Revaha’ya) ait olduğu görüşünün yanında,[293] normal bir cümle olduğunu söylemek de mümkündür. Vezne uydurabilmek için yapılmış bir takdim, tehir söz konusu değildir. Her şiir olanda takdim ve tehirin bulunması şart değilse de, her vezne uygun geleni şiir saymak lazım gelir diye bir kaide de yoktur. Arapça’nın kafiye uygunluğunu temin için oldukça bol bir malzemeye sahip olduğu bilinen bir gerçektir. Bu sözü söylerken Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) şiir veya recez kastıyla söylemiş midir? Bunu açıklar mahiyette söylediği bir söz yoktur. Yanındakiler bunu bir şiir olarak mı kabul etmiştir, bunu da bilemiyoruz. Ashaptan kimse kendisine şiir söylemenin yakışmadığını anlatan ayeti[294] hatırlatarak, durumun açıklığa kavuşturulmasını istememiştir. Bu gibi zamanlarda -tenkit kastıyla olmasa bile- zihinlere teşevvüş arız olmasın diyerek sualler sorulduğuna dair misaller geçmiş bulunmaktadır. Bu durumda ya bir başkasına ait olan şiirin söylenmiş olması veya düz bir cümle halinde söylenmiş olan fakat recez kalıplarından birine uygun düşen, ama şiir kastı gözetilmeyen bir cümle olarak değerlendirmek daha münasiptir kanaatindeyiz.[295] Arapların en fasihi ve en beliği olan Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) şair değildir. Kendisi şiir yazıp söylememiş fakat anlamı güzel olan şiirleri dinlemiş, takdir etmiş ve zaman zaman onları kendi sözlerinin içinde misal kabilinden zikretmiştir.

Konuyu bitirirken Rasûlullah’m fesahat ve belâğatı hakkında söylenenlerden bazılarına yer vermek istiyoruz.

“Rasûlullah’m beyan tarzım anlatmak için söylenen sözlerin en doğrusu, geometri bilginlerince ‘doğru çizgi’ için verilen şu tarif olmalıdır: İki noktayı birleştiren en yakın ve kısa yol.

Maksadı beyan için Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’ın tuttuğu üsluptan daha kısa ve doğru bir üslup yoktur. Bir kelam ki onda zorlama yok, anlaşılması zor ifade yok, kenarda köşede kalmış garip kelime kullanma zevki yok. Sözlerinin tamamında da, dinleyence garip görülen, bilinmeyen, yahut açıklama veya tekrar ettirme ihtiyacım hissettirecek bir cihet yoktur. Bunun sim ise, Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’m; dinleyene tebliğ maksadı taşıması, kendisi ile dinleyen araşma garip bir lafız, garip bir mana girmesini asla arzu etmemesidir. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’m kelamım, anlaşılsın diye üç defa tekrarlaması bundandır. Zoraki bir üslubu yürütmekten ve belâğatı ile öğünmekten nefret edişi de yine bu sebepledir. Nitekim: “Allah Teâlâ, ineğin geviş getirmesi gibi dilini sağa sola döndürüp edebiyat çatlatan adamları sevmez” buyurmuştur.”

“Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’in kelamı; harfleri az, manası çok, sanat gösterisinden uzak tekellüfe tenezzül edilmemiş sözdür. Bu söz Allah Teâlâ’mn ey Muhammed “Ben tekellüf edenlerden değilim” [296] buyurduğu şekildeydi. O avurdunu şişirerek konuşanları hoş görmemiş, söz söyleme derdine düşenlerden uzak kalmıştı. Geniş konuşulacak yerlerde geniş ibarelerle konuşmuş, az söz gereken yerlerde ise az sözle iktifa etmişti. Az kullanılan garip kelimeleri terk etmiş, sokak ağzı ile konuşmaktan uzak kalmıştı. Mutlaka bir hikmete dayalı olan sözü söylemiş, ismet vasfımn ve ilahi desteğin kuşattığı, ilahi yardımın kolaylık verdiği bir kelamdan başkasını konuşmamıştır. O, Allah’m sevgi kattığı makbuliyet perdesini örttüğü tatlılıkla heybet sıfatım bir araya getirdiği, az fakat anlaşılır mana haline getirdiği sözdür. Tekrarlamaya veya dinleyicinin tekrarlatma isteğine muhtaç olmadığı, bir kelimesinin bile yersiz düşmediği, mükemmel telaffuz edilmiş, delili çürümemiş, hiçbir hasmın karşısına duramadığı, hiçbir hatibin susturamadığı ( bir hatibe ait olan) sözdür. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) uzun hutbelere kısa sözlerle karşılık verir, ancak hak ve gerçek olanı delil getirir, aldatma yoluna tevessül etmez, kaş, göz işareti (yaparak muhatapla alay etme) yolunu tutmaz, cevap vermek için gecikmediği gibi, acele de etmez, ne usandırır, ne de sözü anlamayacak kadar kısaltır. Hiç kimse ondan daha faydalı, daha mutedil, daha oturaklı bir söz işitmemiştir.”[297]

“Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) halkın en fasihi, sözü en güzel, konuşması en rahat, dili en tatlı olanı idi. O derecede ki onun sözü kalplere hakim olur, ruhlara işlerdi. Buna düşmanları bile şahit olurdu. Konuştuğu zaman açık seçik konuşur, kelimeleri saymak isteyen sayabilirdi. Bununla beraber o ne akılda tutulması mümkün olmayan bir acelecinin aldatmaca sözleri, ne de kelamının araşma duraklamaların sıkıştığı kesintili sözlerdir. Gerçek şu ki; onun yolu en güzel konuşma yolunun ta kendisidir.”[298]

“Her kabileye kendi lehçesi ile hitap eder, onların mahalli dil ve lehçesi ile konuşurdu. Kureyş’le, Ensar’la, Hicazlı’larla, Necidli’lerle olan konuşması, Kahtanlı’larla olan konuşması gibi değildi.”[299]

2-   Mektupların Şekil Yönünden Özellikleri

Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’in mektup ve yazılarında özel bir metodu var mıydı? Nasıl başlardı, nasıl bitirirdi? Kullandığı cümleler, hitap şekli nasıl idi, şimdi onun üzerinde duracağız.

a)                                                     Mektuba besmele ile başlaması

Siyer kitaplarında belirtildiğine göre Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) akid, anlaşma ve benzeri bütün yazışmalarına besmele ile başlardı. Besmele İslâm’da ister sözle ister fiille olsun, işlerin başmda teberrüken ve başarı umarak söylenilmesi meşru kılınmıştır. Ğâfıkî, Ebû Ubeyd’den naklen Şa‘bî’nin şöyle dediğini zikreder: Nebi (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) ilk mektubunda “ *4^ 'ppi =senin adınla Allah’ım” diye yazdı ve bu bir süre böyle devam etti. Sonra “onun (geminin) akıp gitmesi de durması da Allah’ın adıyladır.”[300] ayeti nazil oldu. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) onun üzerine “                                      =Allah’m adıyla” diye yazdı. Bu da bir süre devam etti ve

“De ki ister Allah diye çağırın, ister Rahman diye çağırın. Hangisiyle çağırırsanız nihayet

A

en güzel isimler onundur.”[301] ayeti nazil oldu. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) bu defa

=Rahman olan Allah’ın adıyla” diye yazmaya başladı ve bu da bir süre devam etti. Sonra

“O Süleyman’dan (geliyor) ve Rahman ve Rahim olan Allah adıyla (başlamakta) dır.”[302] ayeti n azil o Idu. V e R asûlııllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) d e “ Cy^ M Rahman v e R ahim o lan Allah’ın adıyla” diye yazmaya başladı.[303]

Bu rivayetlerle ilgili olarak Câbir Kamîha’nin şöyle bir değerlendirmesi vardır: “Birkaç sebepten bize göre bu sözün uydurulduğu açıktır. îlk olarak; zikredilen ayetlerin hepsi Mekke’de nazil olmuştur. Buna göre Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’m hicretten önce çok sayıda mektup yazmış olması gerekiyor. Çünkü her bir başlayış bir merhaleye işaret eder. Böyle bir şeyi hiçbir kimse söylememiştir. Mektupların yazılmaya başlanmasının gerçek zamanı hicretten sonradır. Belki bir iki mektup hicretten önce yazılmıştır. Bir Sürâka b. Mâlik’e verilen ahidname ki bunun metni rivayet edilmemiştir, bir de Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’in Müslümanlara Medine’de Cuma namazım kıldırmasını istediği ve bunun için Medine’ye gönderdiği Mus‘âb b. ‘Umeyr’e gönderdiği mektubu.

ikinci olarak besmele, Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) ve Müslümanlar tarafından bütün bu sureler inmeden önce biliniyordu. Yalnız besmele hakkında şu şekilde ihtilaflar vardır:

1)     Besmele ne Fatiha ve ne de başka bir surenin ayetidir. Bu görüş imam Malik’e aittir.

2)     Besmele bütün surelerden bir ayettir. Bu görüş ‘Abdullah b. Mübarek’e aittir.

3)     Besmele sadece Fatiha’dan bir ayettir. Bu da Şafii’nin sözüdür. Ondan her surenin

ayeti olduğu şeklinde başka bir rivayet daha vardır.

İmam Malik’in sözünün delili yoktur. Besmelenin her sureden bir ayet olduğu sözünü ele alırsak Müslümanların İslâm’ın doğuşundan yani Al ak suresi ile Kur’ân’m inişinden itibaren besmeleyi bildikleri ortaya çıkar.

Sadece Fatiha’mn bir ayetidir görüşü de yine besmelenin Hüd, İsrâ ve Nemi surelerindeki ayetlerden önce bilindiğini ortaya koyar. Çünkü Fatiha suresinin bütün bu surelerden önce indiğinde ittifak vardır. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’m ashabına ve müşriklerden, Yahudilerden ve krallardan diğerlerine yazdığı, yazı, mektup, ahitnamelerin çoğunda neredeyse sürekli besmeleyle başlanılmıştır. Ancak çok aza istisna. Ebû Sufyân’ın kendisine yazdığı bir mektuba Hz. Peygamberin cevabi yazısı gibi. Bu yazıdan besmele düşmüş veya zamanla silinmiş olabilir.

Özet olarak diyebiliriz ki, besmele neredeyse Hz. Peygamberin mektuplarının ayırıcı özelliği idi. Onun,                              =senin adınla Allah’ım” ile başlayan bir tek mektubu

olduğuna dair sahih bir rivayet varit olmamıştır.[304] Yine aynı şekilde                  veya “

veya “û^j®                  gibi besmeleden bir parçayla başladığına dair bir rivayet

yoktur. Besmele ya tümüyle vardır veya bütün kalıbıyla yoktur.[305]

Peygamber döneminde müşrikler mektuplarına                                    ibaresiyle başlıyordu.

Nitekim Ebû Sufyân’ın Hendek günü Hz. Peygambere yazdığı mektupta bunu görüyoruz:

jillj CûÜb ı—âlii ^ilâ liLejuiU

Süheyl b. ‘Amr’m Hudeybiye anlaşmasında “besmelenin” yerine bu ibarenin konması noktasındaki ısrarından da cahiliye dönemi insanlarının ahitname ve yazılarına bu ibare ile başlamalarının bir adetleri olduğu ortaya çıkıyor.[306]

b)                 Mektuplarda tarafların ifade ediliş biçimi

Konu ve taraflarına göre bütün yazı ve mektuplarda tarafların zikredilmesi gerekli bir husustur. Anlaşma ve barış yazılarında taraflar şöyle zikredilir:

*                                                                                                                                                                 * s                                                                                                                                                                                                                                                     *                                                               *

ı_sjjjj (jSyjİ                                                              j             CBi                   t JT& liâ

...JJİC. ıjJ                                                                              J          AlC- fj}                 4_ŞİC.                  I i*»

îkta‘ ve eman yazılarında ise tarafların zikredilişi şöyledir:

■'b0.-wı ujâ j La 4jS iLılaS Iİ&

...(jjlal ^jL a jÂ^a Alil (Jjjjj Xcaa ^jx ı_lU£ IİA

Krallar, yöneticiler ve amillere olan mektuplarda da taraflar şöyle zikredilir:

...j»jjSl                                                                                                j £ıc- i«a-e (j»«

Burada iki hususu kaydetmek yerinde olur. Birincisi, Hz. Peygamber daima kendi ismini karşı taraftan önce zikreder; İkincisi, Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) ismini-*' ^ :u^ t>, ı> M Jj-j gibi nübüvvet veya risâlet sıfatıyla, nadiren de ismiyle iki sıfatını birlikte zikreder. Hâlid b. Velîd’e yazdığı mektupta, oi Jh\ Jj5? der[307].

Hz. Peygambere gönderilen mektuplarda tarafların zikri şöyledir: Bazı mektuplarda taraflar zikredilmemiştir. Ebû Sufyân’ın mektubu, Münzir b. Sâvâ’nm Hz. Peygambere yazdığı cevabi mektup, Hevze’nin cevabi mektubu gibi. Bazı mektuplarda taraflar mevcut fakat “Jismi yazanm kendisinden sonra zikredilmiştir. Bunun sebebi kötü edep ve kendini övme gayretidir. Müseylimetu’ 1-Kezzâb’m mektubu gibi.

Bazı mektuplarda ise taraflar zikrediliyor                                       ifadesi öne alınıp soma

gönderen kendi ismini yazıyor. Çoğunlukla Müslümanlardan gelen mektuplar böyledir. Mesela Hâlid b. Velîd’in mektubunda taraflar şu şekildedir:

...İJÎJ tJJ ^îlâ. ^L*ı j 4jlc. «dil                                                                                   <ıİll (Jjjjj         JUa^

Necâşî’nin cevabi mektubu da şöyledir:

iyi -sil)                                                                                                                                                                                                                JA

Açıktır ki, bunun sebebi Hz. Peygamberin makamım yüceltmek, saygı göstermektir.330

Besmele ve taraflar zikredildikten sonra ahitnameler ve diğer yazılar hariç mektupların başlarına selam ifadesinin konulması temel prensiplerdendir.

Fakat selam ifadesinin tek bir şekli yoktur. Kendisine mektup gönderilen şahsın durumuna göre farklılık arz eder.

Kendisine mektup gönderilen Müslüman ise “ 4^ f^=Allah’ın selamı üzerine olsun” şeklindedir. Çoğu zaman selam ibaresine Allah’a hamd ibaresi de eklenir. Mesela Hâlid b. Velîd ve taziye için Mu‘âz b. Cebel’e yazılan mektuplarda ifade şöyledir:

...j& vı ‘'-it v 4$ ^ 15-^                                                                                              ..

*  » • • • * » • •

Kendisine mektup gönderilen gayri müslimse,                                                             ibaresi

kullamlır. Bundan sonra “hamd” ifadesi zikredilmez. Mesela Herakl’e gönderilen mektup bu şekildedir. Bu şekildeki selamlarda bazen tafsilat zikredilir. el-Hâris b. Ebî Şemir el- Ğassânî’ye yazılan mektupta olduğu gibi:

J ^ tP1' J £4*' Û*

Bu grup için diğer bir tabirde şöyledir: f^selamette olasm” . Hz. Peygamber Necâşî için yazdığı mektupta bu ibareyi kullanmıştır. Bazen “hamd” ifadesiyle birlikte zikredilir. Bahreyn kralı Münzir b. Sâvâ’ya yazılan mektup böyledir:

VI 4İ V -^1 4$ Asaî CÛ\ "^Luı

“fSA* pL«” ibaresini Hz. Peygamber sadece Müslümanlara has kılmıştır. Bazı müşrikler Hz. Peygamberin kendilerine yazdığı mektuplara cevabi mektup yazdıklarında onlara yazdığı cevapta ibareyi “4^ diye değiştirmiştir. Mesela Necâşî’nin ve Münzir b. Sâvâ’mn cevabına, cevap mektubunda bu şekildedir.

Nadir olarak selam ifadesi kullanılmadan “Allah’a hamd” ifadesinin olduğu mektupları da görmekteyiz. Mesela Eksem b. Sayfi’ye yazdığı mektup bu şekildedir:[308]

,..(jl                                                     Aasî         jjj |a5£f        <Jjj-ij       (jsı

Bazen da mektupta selam ifadesi yer almaz. Fakat bu az olan bir hadisedir. Mesela Ukeydir b. Dume’ye Müslüman olduktan sonra yazdığı mektupta selam yoktur.

Bazı mektuplannda da “besmele” ve “hamdele” yoktur. Yalnız söylenilmek istenen metin vardır. Bunlar sadece “gizli mektuplar” diye isimlendirebileceğimiz mektuplarda olan bir durumdur. Günümüzdeki askeri emirler niteliğindedir. ‘Abdullah b. Cahş’a teslim ettiği mektup böyledir.

Kafirlerden Hz. Peygambere gelen mektuplar ise tamamen selamdan hâlidir. Ebû Sufyân’m mektubu bunun en meşhur örneğidir. Bunun böyle olması tabii bir hadisedir. Çünkü şirk ve delaletin getirdiği bir kin ve intikam duygusuyla yazılmıştır.

d) -&J U! ifadesi

Selamdan sonra zikredilir. Hz. Peygamberin mektuplannda çokça varit olan bir ibaredir. Hutbelerinde de durum aynıdır. Fakat bütün mektuplannda yer almaz. ^ ifadesinin bulunmadığı mektuplardan birisi Hâris b. Ebî Şemir’e yazılan mektup, bir diğeri de Hevze b. ‘Alî’ye yazılan mektuptur.

Bu ibare daha önce cahiliye yazılarında da vardı. Yani sadece Hz. Peygamber ve ashabının yazılarına mahsus değildir.

İster cahiliye yazılarında ister İslâmî dönem yazılarında olsun peygamber veyahut bir başkası yazsın mektupların konusu bu ibareden hemen sonra yer alır. İstisnasız Hz. Peygamberin mektuplannda da böyledir.

Mektupların sonlarına baktığımız zaman konularına göre farklı farklı bitirildiğini görürüz. Bazen selamla sonuçlandırılır. Buradaki selamın da farklı şekilleri vardır. Mektup müslümana yazılmışsa normal selamla, bazen ğayri müslime verilen selamla, bazen de selamdan sonra kendisine mektup gönderilen kimseye dua ile bitirilir. Mesela şöyle denilir:

(d! jâij                                                                                                             j pSLJl j

Ğayri müslime ise şöyle denir:

tj .İp (>ı tjie j

Veya

Bazı mektuplarda da yazan katip, mektubun sonunda kendi ismini de yazar. Mesela ‘‘ûö&VtfS “[309]şeklindedir.

3- Mektuplardaki Edebi Sanatlar

Tabiatı gereği hareketlerini gösteriş için yapmayan Hz.Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sözlerini ve yazılarım da edebî sanatlarla süsleme yolunu tutmamıştır. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in maksadının edebiyat olmaması, sözlerinin ve yazılanımı gayr-ı edebî (edebiyat yönüyle değersiz) olmasını gerektirmez. Söz samimiyetle, hayır dileğiyle söylenir; sevgi, merhamet ve şefkat duygularının kaynadığı bir kalpten çıkar da yine edebî olursa bu, aramakla bulunmaz bir güzellik olur. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) “Sözlerimde edebî ifadeler bulunacak” korkusuyla zorla gayr-ı edebî bir konuşma ve yazma tarzım seçemezdi.[310]

Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’in mektuplanndaki bir takım edebi sanatlara geçmeden önce mektubun hutbeden farklılık arz ettiği üç hususa değinmek istiyoruz.

Birincisi hutbe irticalidir. Hazırlanılmadan anında söylenilir. Mektup ise düşünmeye aklı yormaya ve bir ön hazırlık yapmaya ihtiyaç duyar.

İkincisi, mektupta fikri unsurlar hutbeden daha çoktur.

Üçüncüsü, mektuplar ye yazılı ahitnameler, fikir ve sanatsal yönden hutbelerden daha sağlamdır. Çünkü hutbeler şifahi olarak nakledilmiş ve dilden dile aktarılarak kaydedilene kadar onlarca yıl geçmiştir. Mektup ve ahitnameler ise daha kalıcı ve zamana karşı daha dayanıklıdır. Çünkü yazılarak kaydedilmiş vesikalardır.

Hz. Peygamberin hutbe ve mektuplarına bu değerlendirmeler ışığında baktığımız zaman hutbelerde tasvir ve sanat unsurlarının mektuplarına nazaran daha ağır bastığını görürüz.

Çünkü hatip topluluğa karşı konuşur. Dolayısıyla etkili olmaya gayret eder. Hz. Peygamberin hutbelerinde “ikna” ile “istimale(gönül çekme)”nin bir araya geldiğine şahit oluyoruz. Tasvir ve temsil “istimale”nin en önemli unsurlarındandır. Aym şeyler “ikna”da da önemlidir. Peygamberin hutbe ve konuşmalarında teşbih ve temsilin harika örnekleri vardır. Mesela bir ikindi namazından sonra irad buyurduğu hutbesinde şu ibareler yer alır:

»Iİ2İI I jîil J IjjjJl 1 jSjlİ (jjliSj ıjkl& jJâlîii                                                                                                 <ili (jl J VÎ * jia. S jiJas* UliB (jt VI

“Dikkat edin dünya hoş ve tatlıdır. Dikkat edin Allah, nasıl işler yapacağınıza bakmak için sizleri dünyada halifeler yapmıştır. Öyleyse dünyadan ve kadınlardan sakının.”

Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.), güneş batmaya az bir zaman kalıncaya kadar hutbesine devam etti ve şöyle buyurdu:

LaJS İik ^LajJ (JA (Jsu US Vj,                                                                                                                           Uuâ Lîill                       C s

“Dünyadan kalan süre, bu gününüzden kalan süre kadardır.”

Mektuplar, genellikle ferde yöneliktir. Bazen de cemaate dönük olmuştur. Antlaşma ve ganimet yazılan gibi mektup türleri birebir bir üslubu, belağî süsten ve

sanatsal zevkten uzak, sınırlan belli, tek bir manaya delalet eden kelimelerin kullanılmasını gerekli kılar. Ki böylece farklı farklı manalar çıkanlmasın, ihtilaf ve müdahale olmasın.[311]

a)                          İtnâb ve îcâz

îtnab: Sözün manadan fazla olması[312], sözü gerektiğinden artık kelime veya cümle ile uzatmaya, aym fikri aym şekilde denecek surette tekrarlamak, fikir veya hayaller arasına maksada yabancı fikir veya hayal karıştırmak.[313] Sözü ziyadede bir faide olmazsa tadvil gereksiz söz bulunmasına haşiv denir. Konuyu iyice anlatmak gayesiyle yapılan itnaba makbul, hiçbir fayda düşünmeksizin yapılan itnaba mümil denir. Nafi’ye göre itnab

Dua ile sözü hatmedelim zira hakikatte

Sözün gevher olursa yeğdir itnabmdan icazı[314]

İcaz: açık ve net olmak kaydıyla az söze çok mana sığdırmak.[315] Böyle anlatılmış yazılara, sözlere mucez, veciz denir. Vecizeler bu yoldaki sözlerdir. İcaz, fikrin anlaşılmayacak, anlamayı zorlayacak şekilde olmamalı. Öyle olunca buna “îcaz-ı muhil” denir.[316]

İtnab ve icazdan hangisinin daha makbul ve üstün olduğu tartışılmıştır. Bazılan belâğatm icazdan ibaret, sözün en iyisinin az ve öz olanı, haddinden fazla ziyadenin noksanlık olduğunu söylemişlerdir. Bazılan da itnabın daha üstün olduğunu söylemişlerdir. Çünkü itnab demek beyan demektir. Beyan da ancak doyurucu bir anlatımla olur. Sözün en üstünü en açık olanı, en açık olanı da en kapsamlı olanıdır demişlerdir.

Gerçek şu ki böyle bir tartışma yerinde değildir. Çünkü önemli olan makam veya münasebettir. Bütün sözler yerine göre itnaba da icaza da muhtaçtır. Her ikisinin de ayrı ayrı yeri vardır. Yanlış olan, itnabın yerine icazı, icazın yerine de itnabı kullanmaktır.

Hz. Peygamberin mektuplarında hutbelerine kıyasla icazın hâkim olduğu görülür. Hz. Peygamberin hem kısa olan hem de saatlerce süren hutbeleri vardır. Yukarıda birkaç cümlesini zikrettiğimiz hutbesi, ikindi namazından sonra başlayıp akşam namazından biraz önceye kadar devam etmiştir.[317]

Hz. Peygamberin mektuplarında icazın hakim olduğunu ifade ettik. Bunun sebeplerini şöylece özetleyebiliriz.

1-                            Mektupların konulan sınırlıdır. Dolayısıyla ıtnaba ve tafsilata gerek yoktur.

2-                             Hz. Peygamber dönemi dini, siyasi, toplumsal ve askeri tezahürlerin olduğu bir tabiata sahiptir. Her şey sadeliğe ve temel çizgilere dayanır.

3-                             Hz. Peygamber döneminde Hulefâ-i Raşidîn dönemine nazaran katiplerin azlığı sebebiyle yazı imkanlarının sınırlı, yazı aletlerinin iptidai, deri ve rakk[318] üzerine yazmanın zor olmasıdır.[319]

Peygamberin yazılarının genel özelliği budur. Bundan dolayı Hz. Peygamber mektup yazmadaki gayeyi iyi gözetmekte ve el-Câhız’m dediği gibi uzatılması gereken yerde uzatmış kısa olması gereken yerde de sözü kısa tutmuştur.[320]

Hz. Peygamberin Mekke’den Medine’ye hicret ettikten sonra yazmış olduğu anlaşmada yani Medine Vesikasında itnabı kullanması, maksadı gözettiğinin bir örneğidir. Yani toplum gruplan arasındaki ilişkilerin sınırlanın belirlemesi, hak ve ödevleri ortaya koyması gerekiyordu. Kur’ân-ı Kerîm’in hükümleri henüz inmemişti veya en azından teşrî‘î hükümlerin ilk safhasında bulunuluyordu. Böyle anayasa niteliğinde olacak bir yazının kısa kesilmesi uygun olmazdı, tafsilat, taksimat, sınırlamalar ve açıklamalar

gerekirdi. Bu Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’ın hayatındaki en uzun ahitname yazısı olarak bize kadar gelmiştir.

Hudeybiye sulhnamesi açıklama ve itnab yönünden mezkur anlaşmaya erişemez. Bu musalahada zikredilen şartlar bir elin parmaklarım geçmez. Bu iki yazımn konulan farklıdır. Birincisi kalıcı anayasa, İkincisi ise patlak verecek bir savaşm eşiğinde yapılan Hz. Peygamberin ileri görüşlülüğünün bir eseri olarak görülen bir ahitnamedir.

Anayasa nizamında icaz yeterli gelmez. Ama sulhnamede itnab, fazlalık ve haşiv olur. Bu da makbul bir şey değildir.

Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’m teşrî‘î yazılarında en uzun ve en meşhur olan sadakalar (zekat) konusundaki yazılardır. Bunu Ebû Bekir muhafaza etmiş ve Enes b. Mâlik’i Bahreyn’e âmil olarak gönderdiği zaman ona göndermiştir.

Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’m Medine’de yaptığı anlaşma yazısında gerçekten çok lafız tekran, itnab ve tafsilat vardır. Buradaki tekrar, bir fazlalık veya haşiv değildir. Bunlarla gerçekten çok dakik sınırlar çizilmiştir.

Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.), “manevi tekrar” denilebilecek başka bir tekrar etme biçimi de kullanmıştır. Yani bir fikri farklı farklı lafızlarla ifade etmiştir. Bu özellikle dini ve ahlaki konulara ilişkindir. Mesela, Hecer halkına yazısı şöyledir:

il I jjjâj V £$ J                                                                         Ü .iâu ijJLüâ         p&jjâitj j ^n«-»jl

“Allah ve kendiniz adına hidayeti bulduktan sonra sapmamanızı, doğruyu bulduktan sonra şaşırmamanızı öğütlerim.”365

Müseylimetü’l-Kezzab, peygamberimize gönderdiği mektupta kendisinin peygamberliğe ortak olduğunu, yeryüzünün yansının kendilerine diğer yansımn da Kııreyş’e ait olduğunu, fakat Kur ey ş’in haddi aştığım bildirir. Bunun üzerine Rasûlullah

(salla’llâhü aleyhi ve sellem.) çok veciz bir şekilde şu cevabı gönderir: “Yeryüzü Allah’ındır. Onu kullarından

a

dilediğine miras bırakır. İyi akıbet Allah’tan sakınanlarındır.”[321]

Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) burada icazı kullanarak iki şey ortaya koymuştur.

Birincisi : Dünya menfaati, sultanlık ve makamdan başka derdi olmayan bir adamla kısır tartışmaya girmeye tenezzül etmemek.

İkincisi: İslâm inancının özünde yer alan temel bir hakikatle cevabı ifade etmek.

Yine Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’ın ortamı, o ortamın gerektirdiği durumu ve kendisine mektup yazdığı şahsın konumunu dikkate aldığının bir örneği de şöyledir: Bazı yazılarında son derece az kelime kullanmıştır. Günümüz tabiriyle ifade edecek olursak “telgraf’ niteliğindedir. Bilindiği üzere el-‘Abbâs b. ‘Abdulmuttalip Mekke’de kalmış ve müşrikler hakkmdaki bilgileri Hz. Peygambere yazmakla görevlendirilmişti. Fakat o, Mekke’yi terk edip Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’a kavuşmayı istiyordu. Bunun üzerine Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) şöyle bir mektup yazdı: “        û^-Mekke’de kalman daha hayırlıdır.”

Bu mektupta Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) kendi normal metodunu kullanmamıştır. Besmele, hamdele ile başlanmamış, gönderen ve gönderilen zikredilmemiştir. Bunun sebebi, görevin acilen yerine getirilme zarureti, mektubun Kureyş’in eline düşmesi halinde mektubu taşıyanın ve el-‘ Abbâs’m can güvenliğini koruma gayretidir.

Bütün bunların ötesinde sımn, sır olarak kalması, İslâm devletinin el-‘Abbâs’m çalışmalarından faydalanmaya devam ederek, Kureyş’in aldığı önlemleri bilmek ve Müslümanları vurmak için yaptıkları hazırlıkları ortaya çıkarmaktır.[322]

Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’m mektuplarında icaz-i hazf da vardır.[323] Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’m Mu‘âz b. Cebel’e yazdığı taziye mektubunda icaz-ı hazf şu şekilde yer alır:


 

“...Yüce Allah’tan vaat edileni alırsm.Üzüntün, başına geleni gidersin.”

JtSâ ibaresi, V ^cijA ^ Jjj iâ JİSâ =ölüm,başına gelmiştir, ölümün sana gelmemesine imkan yoktur, takdirindedir.

b)                            Tekabül ve Tezat

Tekabül: sözü söyleyip sonra muvafakat veya muhalefet cihetiyle mana ve lafızda benzer karşılığım getirmektir.

Tezat: Bir manası, diğer bir kelimenin manasıyla zıt bir lafzın o kelimeyle birlikte söylenmesi.[324]

Mukabele, lafız veya ibarelerin anlamca mukabilini getirmektir. Mesela :

“IjiS j 5üîi                                          =Az gülsünler çok ağlasınlar”[325] ayetinde

=gülsünler” kelimesinin tekabülü, “'jSjaS =ağlasınlar” kelimesidir. = az” kelimesinin tekabülü de = çok” kelimesidir.[326]

Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) davet mektuplarmda tezat ve tekabülü özellikle terğîb ve terhîb konularında çokça kullanmıştır. Bununla Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’m hedefi, iki durum arasındaki farkı açıkça ortaya koymaktır. Mesela Meraki’e gönderdiği mektubunda şu ibare geçmektedir:

“...Müslüman ol kurtul. Allah senin ecrini iki kat versin.Yüz çevirirsen halkının bütün günahı senin boynunadır...”

Mukavkıs’a gönderilen mektupta da şu ibare geçmektedir:

.CujLu CjjjI ^ j (.•'j.'tauuı llliü (jlâ                                                                                                                                                                                               ji jSVI                                           J Jİ j

“Seni Allah-ü Teâlâ’mn birliğini ikrara çağırdım.Eğer kabul edersen mutlu olursun, yüz çevirirsen bedbaht olursun.”[327]

Bu misallerde “ = ecir(mükafat)” kelimesinin zıddı olarak “fSl = günah”,

= mutluluk” kelimesinin zıddı olarak da “âjlü = bedbahtlık” kelimesi getirilmiştir.

c)                         Cinas

İki lafzın söylenişlerinin benzer, manalarının farklı olmasıdır. İki lafız harf, şekil, sayı ve tertip bakımından aym olursa tam cinas, bunlardan biri farklı olursa tam olmayan

j 374

cmas olur.

Yukarıda örnek olarak verdiğimiz Herakl’e gönderilen mektuptaki ^ Müslüman ol kurtul” kelimelerinde tam olmayan cinas vardır.

d)                         Vazıhu’l-Kelam

Vazıhu’l-Kelam: Arap dilinin zahirini bilen herkesin duyunca anlayacağı sözdür.[328]

Bunun zıddı olan ta‘kid, fesahati bozan sözdür. Kastedilen manaya delaletin gizli olmasıdır. Bu iki şekilde olur. Birincisi, manaya uygun olarak lafızların sıralanmaması, veya herhangi bir delil olmadan lafızda hazf yapılması. Mesela “müpteda” ve “haber”in arasını ayırmak (fasıl). İkincisi, zihnin kavramakta zorlanacağı mecaz ve kinayelerin kullanılması.[329]

Ta‘kîd ile kişinin fikri tasarruf altına alınmış, manaya giden yola diken konulmuş, engel çekilmiş, hatta fikir dağıtılmış, düşünce parçalanmış, neticede mananın nasıl elde edileceği ve manaya nereden ulaşılacağı bilinmez hale gelmiş olur/[330]'

Bundan dolayı Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) tuhaf ve garip sözlerden kaçınmıştır.

el-‘Akkâd, peygamberimizin üslubunun çağdaş olduğunu, zamanımızdaki ve her zamandaki çağdaşların uymasının uygun olacağım, çünkü o üslubun doğru fıtrattan geldiğini ve bunun da tüm asırların üslubu olduğunu ifade etmekte haklıdır.[331]

Fakat denilebilir ki, peygamberin mektuplan arasında bazı garip ve tuhaf ibareler görmekteyiz. Mesela Hadramut halkma yazılan mektup böyledir. Hz. Peygamber orada şöyle buyuruyor:

J.4VVÜI 1 j .ıjîliya Yj             3 jjLo V SL5 ^ j ;i—mLuUİI jjhM j

*                                      * *

.S&İ\                     Syî                        (jj iiî'j J                                                       J.                   ^                           LS$                       j jjp]! ^

“Bağımsız ve baskıcı (başına buyruk) emirlere:

Nisabı bulanda bir koyun (zekat) vardır. Ne zayıf ne de semiz verilir. Ortayı veriniz. Define ve madenlerden beşte bir (humus) vardır. Zina eden bekara yüz (sopa) vurun. Bir yıl sürgün edin. Zina eden evliyi taşlarla kanatın. Dinde aldırışsıziık etmeyin. Yüce Allah'ın farzlannda gizleme yoktur. Her sarhoş eden haramdır. Vail b. Hucr, Akyal’a (emirlere) başkanlık eder.”[332]

Bu ve benzeri üsluplar Hz. Peygamberin mektuplannda yazdığı, hutbelerinde konuştuğu genel üslubunu temsil etmez. Meselenin aslı şudur: Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) Arapların bütün lehçelerini biliyordu ve her topluluğa kendi dilleriyle hitap ederek konuşuyordu.[333]

Şüphesiz Hz. Peygamber bazı garip ifadeler kullandığı zaman sahabe de çok azım anlıyordu. Fakat bu sürekli olan bir üslup özelliği değil aksine başka şekilde anlamayan bir topluluğa karşı özel bir üsluptur. Bu da ayrıca bir belâğat özelliğidir ki, bu “Muraat-u Mukteza-i Hâl” diye bilinir.[334]

Hz. Peygamber başka bir dille onlara hitap etseydi belâğat açısından bir eksiklik ve amaçlanan hedef sönük belki de yok olurdu. Bu durum Hz. Peygamberin tebliğci özelliğine aykırı düşerdi.

Hz. Peygamber mektuplannda verdiği örneklerinde de “Mukteza-i Hâl”i gözetirdi. Necâşî’yi yazdığı mektubunda Hz. îsa hakkındaki İslâm’ın görüşünü, Müslümanların onu nasıl yücelttiğini, ona imanın, İslâm ’m temel ilkelerinden olduğunu, ona inanmayamn Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’i inkar etmiş olacağım ifade etmiştir.

Burada muhatabın Hıristiyan olmuş olması dikkate alınmış ve Müslüman olması halinde eski dininin ve peygamberinin inkar edilmeyeceği vurgulanmıştır.

Hayber Yahudilerine yazılan mektupta da Hz Musa’dan ve ona imandan bahsedilmiştir. Çünkü böyle bir makamda verilebilecek tek örnek Hz. Musa (a.s.)’dır. Durum yani “mukteza-i hal” bunu gerektirmektedir.

e)                          Seci‘

Bedi‘ tabirlerinden olup iki fasılanın son harflerinin uygunluğudur. Daha önce de ifade edildiği üzere nesirde seci‘ şiirde kafiye gibidir.[335]

Seci‘ zorlamayla olduğu zaman hoş görülmemiştir. Daha öncede zikrettiğimiz bir hadiste Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’e bir adam gelip şöyle demiştir: Rasûlullah! Yemeyen, içmeyen, bağırmayan bir çocuğa (gurre) mi olur? Bunun benzeri batıldır. Bunun üzerine Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) hoşlanmayarak “cahiliyye seci‘si gibi seci4 mi yapıyorsun?” buyurmuştur.[336]

Bu hadis hakkında geçmişte alimler farklı görüşlere sahip olmuşlardır.

Bazıları, eğer bu kişi sadece kafiyeli konuşmak istemişse bunda bir beis yoktur. Fakat bir hakkı iptal etmek, yapmacık tavır ile konuşmak istemiş olabilir. Buna göre Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) “konuyu” veya zikredilen sözlerle alakalı belli bir “duruşu” hoş görmemiştir.

Bazılan da Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’in kaside ve şiirleri dinlediğini, bazılannı güzel bulup, şairlerinden şiir yazmalannı istediğini, genel olarak sahabenin az veya çok şiir söylediğini, dinlediğini biliyoruz. Halbuki seci‘ şiirden daha aşağı bir konumdadır. Nasıl oluyor da az olan haram, çok olan helal olur?

Söz uzatılmadığı, isteyerek, bilerek, zorla kafiye oluşturulmaya çalışılmadığı

lOy!

vakit seci1 güzeldir, makbuldür.

Tekellüf ve sanatta şiirden aşağı olmasma rağmen seci‘nin bizzat kötü görülmesi, cahiliye döneminde Arap kahinlerinin olması, insanların muhakeme için onlara müracaat etmeleri, onlan çağırmalandır. Her bir kahinin cinlerden bir bakıcısı (reiyy) vardı. Onlar kehanette bulunup seci'li ifadelerle hüküm veriyorlardı.[337]

O zaman cahiliye dönemine yakınlık sebebiyle ve birçok kişide cahiliye kalıntısı bulunduğundan seciden men vaki oldu. Sebep ortadan kalkınca haramlıkla kalkmış olur.[338]

Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’m seci‘i yasaklama sebebi olarak şunlan da zikredebiliriz. İlk olarak itikat yönüyle alakalıdır. Seci‘nin kısa, seri ve bozuk inanç üzerinde yoğunlaşan cahiliye kehanetini çağrıştıran cümlelerle irtibatlandınlması. İkincisi, edebi zevk yönü. Belâğat ve fesahatin zirve örneğini temsil eden Hz. Peygamberin bu gibi seci‘leri tekellüf (zorlama) sayması, özünün zayıf olması ve mananın cılızlığı sebebiyle hoşlanmamasıdır.[339]

Seci'özellikle reddedilmiş değildir. O da şiir gibidir. Şiirin iyisi iyi, kötüsü de kötüdür. Seci‘ de aym şekildedir.[340]

Hulefâ-i Raşidîn’in yanında konuşan hatipler vardı. Bu hatiplerin hutbelerinde birçok seci bulunuyordu. Onlar hatiplere bunu yasaklamamışlardı.[341]

Hz. Peygamberin sözlerinde önceden düşünülmeden, gelişine olan seci‘ler vardır. Okuyucu sözün akışına baktığı zaman “mevcut seci‘ler olmasaymış bir eksiklik olurmuş” der. Söz o seci‘ler olmasa beliğ olmaktan çıkar.

Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’m Münzir b. Sâvâ’ya yazdığı mektuptaki şu ibareler Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’ın mektuplarındaki seci1 ye örnektir:

ıii] is' jkî j liiiıa (JİsjjuiI j LîûL-a

“Kim, bizim namazımızı kılar, kıblemize döner, kestiğimizi yerse o, müslümandır.”

Bir diğer örnek de, ‘Uman kralları Ceyfer ve ‘Abd el-Cülenda’ya yazdığı mektupta geçmektedir:

L&ÇLo                                   J                                 J (Jjl J La&SLâ jU                       I jiâ jjl LÎiİjf J

“İslâm’ı kabul etmekten yüz çevirirseniz krallığınız gider, atım bölgenize girer ve benim peyamberliğim sizin krallığınıza üstün gelir.”[342]

Ebû Sufyân Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’i ve Müslümanları tehdit ettiği mektubunun sonunda şöyle der:

. jÎjYI (jîâ j jüill c_ıljLş j&ı\ j tliSi Jl LSŞşJ (jls Âjjidt (JâJ

“Medine hurmasının yansını senden istiyoruz. Ya bunu kabul edersin, yada yurtlarınızın harap edileceğini ve eserlerinizin söküleceğini bil.”

Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) ona verdiği cevabi mektubunda şöyle buyurur:

ıİJl_jş. (_JAİC-                     Ls> 41)1^3                                            3 j jjUjİİI j jâSLİl j jlilîl j                                                                                      ^ iI'Vn

j                     (jîâJ j                                                             Ij^yîüî j                                           Sjlje (jc.                                      Ijxşkjlâ                                        Uıl                    J J-Ü3İI

J&I cii

“Şirk ehli ve nifakçıların, küfür ehli ve kavgacıların mektubu bize geldi. Dediğinizi anladım. Bilin ki size tek cevabım, ok uçlan ve kıliç uçlandır. Siz her şeyden önce putlara tapmaktan vazgeçin. Kılıç darbesinden, başların aynlmasmdan, yurtların harap edilmesinden, eserlerin sökülmesinden haberiniz olsun.”[343]

Bu mektuptaki <İ^ — ıi&^', jl' —                                                     - ^îl} jUıSl -J3^\

kelimerinde seci‘ vardır.

f)                        İktibas

Belâğatın bedî‘ bölümündendir. Manzum veya mensur bir yazıya Kur’ân ayeti veya bir hadis katıp, ayet veya hadis olduğuna işaret etmemektir. İktibas edilenin biraz değiştirilmesi caizdir.[344]

Hz. Peygamberin Rum İmparatoru Herakl’e yazdığı mektup şöyledir:

<ıîll

?jjîl -jkf- (JljA aJjjuijj 2ii\ -İAC.        (j-o

tJLul_£ jli _>« siîja*î <C!sl ^lLmI ^Lli s^iLuı^ îitij «2ÎJc.ji

iâjj Vj tji*i 4j .>& Vj V) -4*0 v'î (»Siij Ûİu ÂjJS l^l«5 i_jUSII J&i U” j jiMjjjVl £3 «iLlc. ^jli

”{JjaL&s-û UU IjjAfrfl Ijİjââ 1 jljJ (jlİ /İt (jj«â (j*1® J tjJaaj UjJs&kj ' ^ ✓ ■**

“Esirgeyen bağışlayan Allah’ın adıyla.

Allah’ın kıılu ve elçisi Muhammed’den Rum’un ulusu HerakPe. Selam hidayete tabi olanlara...

Seni İslâm’a çağırıyorum. Müslüman ol, kurtul. Müslüman ol ki Allah sana ecrini iki defa versin. Yüz çevirirsen bütün halkının günahı senin boynunadır.

e

‘Ey kitap ehli! Sizinle bizim aramızdaki ortak kelimeye, yalmzca Allah’a tapmak, O’na hiçbir şeyi ortak koşmamak, aramızda Allah’tan başka birbirimizi rabler edinmemek üzere gelin. Eğer yüz çevirirseniz, tanıklık edin ki biz müslümanız, deyin.’”393

Âl-i Imran suresinin altmış dördüncü ayeti alınmış ve ayet olduğuna işaret edilmemiştir. Aynca iktibas edilen kısımda hiçbir değişiklik yapılmadığından buna “tam iktibas” denilir. Mukavkıs’a gönderilen mektupta da aym şey söz konusudur.

Hz. Peygamber’in Necâşî’ye yazdığı mektup da şöyledir:

4.tSİLo ^ »TA •> ili (jll <ût i&a-a (ja i            jx!l p5Lu>ll jAsIl tjO jâ aJ) V (_jiîl <iL3 ^ Asil ^11

A^kjj AâÎLs s^^joüaj C-dÂa3 in «vtll 4 jjla.ll    fjj-4                              <ÜÂİ£j Aİl! JJ      jji <_s-uUC. (jî

j/îjjj ^.IajTa (jî j s<ic.'üa Jc. j Aİ 'iLjJj V a^a.j <İ!İ J] <^IJc.jî ^ij j s^âjjj »Ou ^ (jlL U£

tuaj Jâj   Ijhİlİ .,Wlj dliL .13 j «ilil ı^Iljjikj tjJJftji yj) J s^âlt (JJ-'-'J 4j_j.it Uk. <_5AİU

£Jül (j« ^^Ic. ^luıilj . jlilll £Oj s Jâlâ lilj*La. Ijli jJAİJuüJl jxf'^>sü 4jmj jüş.                                   (j?l <4$

“Esirgeyen bağışlayan Allah’ın adıyla.

Allah’ın elçisi Muhammed’den Habeş hükiimdan Necâşî Asham’a

Müslüman ol. [Kendinden başka Tanrı olmayan] Allah’a olan hamdimi sana iletirim. O meliktir, kuddüstür, selamdır, mü’mindir, müheymindir, İsa b. Meryem’in Allah’ın ruhu ve kelimesi olduğuna şehadet ederim. Allah onu iffetli, temiz ve korunmuş Meryem’e ilka etmiş, o da böylece İsa’ya hamile kalmıştır. Allah onu tıpkı Adem’i eli ve üflemesiyle yarattığı gibi ruhu ve üflemesiyle yaratmıştır.

Ben seni ortağı olmayan bir Allah’a, O’na itaate devamlı olmaya, bana uymaya ve bana gelene iman etmeye çağırıyorum. Çünkü ben Allah’ın elçisiyim.

Sana amca oğlum Cafer’i ve yanında bir grup müslümanı gönderdim. Geldiklerinde onları ağırla, zorbalığı bırak, ben seni ve ordunu Allah’a çağırıyorum. Ben tebliğ etmiş ve öğütlemiş bulunuyorum. Öğüdümü kabul et. Selam hidayete tabi olanlara

Necâşî’ye gönderilen bu mektupta yer alan şu ibarelerde de iktibas vardır:

Aiu-0,%11 Aj'ıJalI (Jjİıîl ,jSJ İAÜÎÎ j Ji\\ jj ja (jjl ^ »»jr.

Bu iktibasın Allahu Teâlâ’nın şu sözünden yapıldığı açıktır:

*                                                                                                                                                j» ^ *

iİİ^İjj 4&I (jl_ U                                                                                               dilil a

“Melekler demişlerdi ki: Ey Meryem! Allah sana kendisinden bir kelimeyi müjdeliyor. Adı, Meryem oğlu İsa’dır.Mesih’tir.. .”[345]

Yine Hz. Peygamber şöyle söylemektedir:

Bu da Tahrim suresi on ikinci ayetten iktibas edilmiştir:

...Uajj <Jâ                                                                         CıiJaa.1 ^jJİI Q\ ClİJİ j

“Irzım korumuş olan, Imran kızı Meryem’i de Allah örnek gösterdi. Biz,ona ruhumuzdan üfledik...”

Fakat burada Kur’ân’dan almdığı belirtilmemiş, birazda değişiklik yapılmıştır. Buna da “nakıs iktibas” denir.

Hz.Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’in bu mektubunda bir diğer iktibas örneği de şöyledir:

(jjjJılîl dUl jA V] y

Bu iktibasm yapıldığı Kur’ân ayetinin metni şu şekildedir:

...0^1 puîl dUl jAVI                                                                                                  jA

“O öyle bir Allah’tır ki, kendisinden başka ilah yoktur. O, mâlik ve sâhiptir, münezzehtir, selâmet verendir,emniyete kavuşturandır,gözetip koruyandır...”[346]

Hz.Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’in mektuplarında başka iktibas örnekleri de vardır. Fakat biz bu kadar misalle yetiniyoruz.

g)                           Kinaye

Bir sözün asli manasında kullanmayı caiz kılan bir karineyle beraber söyleyip başka bir anlam kastetmektir.[347]

Kinaye birden çok anlamı hatıra getirmek amacıyla kullanılan bir sanat olmakla birlikte sözün açıkça söylenmesinin uygun olmadığı durumlarda da kendisine başvurulan bir sanattır. Alay, şaka ve sitemde çoğunlukla kinaye yoluyla dile getirilir. Bu kullanımda

397

sözün gerçek anlamından bir sonuç çıksa da geçerli olan mecaz anlamıdır.

Hz. Muhammed(salla’llâhü aleyhi ve sellem) Damraoğulları’na şöyle bir mektup yazmıştır:

(jASbjJl jSüLuJ

<JJjjİJ ,|j,'*>- ■» (_j-o ı_llÜS I jifc

^âo (Jj U İlt op ^ ljjjlso jl ^9İJ t>                                                                                ^ jî J ^uij! j f^Jl j3ıî ^gic- ûjiJ fgjj

(-^.u                              jjwa^ .^j^j ^ (iii'u ,»jji^ı ay^\ iii (j^ j _4ij£<a

/

Esirgeyen bağışlayan Allah’ın adıyla.

Bu, Muhammed Rasûlullah’tan Damraoğullan’na bir yazıdır.

Onlar mallan ve canlan konusunda güven içindedirler. Onlara saldıracaklara karşı, kendilerine yardım edilecektir. Bu antlaşma, deniz bir yün parçasmı-istiridye kabuğunu eritinceye kadar-ilelebed geçerlidir. Müslümanlann Allah’m dini konusunda savaşa çıkmaları hariç. Peygamber onlan yardıma çağırdığında, cevap vereceklerdir. Bu konuda, hem Allah’m, hem peygamberinin zimmeti(koruması) onlarındır. Onlar içinden (antlaşma) sözünü tutanlara ve (bozmaktan) sakınanlara yardım edilecektir.[348]

Bu mektuptaki                                Jj La = Deniz yün parçasını(istiridye kabuğunu eritinceye

kadar) ibaresi “ilelebed” kelimesinden kinayedir.

JİI Â\

^■iiSjLîl Jüc.j jjÎI                             fjA

b* jiV öıs o-uîi J) M                  iULa uU öİoj us>J ^jii ^ U V

b\ j usiL öü puyu fjs! oî uQİ (jij *usij$ ?yu»yb iiijjsl <j) C&b <>■ İJjîa u* jii

.LaSSÜ (jyîc           j ‘LoSLİUju (JLj    LeSjc.

Esirgeyen bağışlayan Allah’m adıyla.

Allah’ın elçisi Muhammed’den Ceyfer ve Abd b. Culenda’ya,

Selam hidayete tabi olanlara. Ben, ikinizi Islâm’a davet ediyorum. Müslüman olun, kurtulun. Ben diri olanı uyarmak ve azabm kafirlere hak olması için Allah’m bütün insanlara gönderdiği elçiyim. Eğer siz İslâm’ı kabul ederseniz, sizi tayin ederim. Eğer

İslâm’ı kabul etmezseniz, mülkünüz gidecek, atım toprağmızagirecek ve peygamberliğim mülkünüze üstün gelecektir.[349]

Hz. Muhammed(salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in bu mektubundaki USlaL-u Lisû           = Atım

topraklarınıza girecek ibaresi, güç ve otoriteden kinayedir.

h)                           Mecaz

Gerçek manasında kullanmaya mani bir karineden dolayı ilgi ve benzerliği olan başka bir manada kullanılan lafız.[350]

Mecaz ikiye ayrılır: Mecaz-i aklî, mecaz-i lüğavî.

Mecaz-i aklî: Fiilin başka bir şeye isnat edilerek yapılan mecazdır.

Mecaz-i Luğavî: Lafızları hakiki manalarından alıp, aralarında ilgi ve benzerlik olan başka manalara götürmektir. Bu da ikiye ayrılır:

1)                                  İstiare: Gerçek mana ile mecazi mana arasındaki ilişkinin benzerlik (müşabehet) e dayandığı, taraflardan birinin hazfedildiği mecaz.

2)                                  Mecâz-ı Mürsel: Gerçek mana ve mecazi mana arasındaki alakanın benzerlik harici bir şeye dayandığı mecazdır.[351]

Hz.Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’in Ukeydir’e yazdığı şu mektupta istiare vardır:

ıjA^,jîl auI

jjjll (jj jJlÂ. t^lLİaVl J ^İâ.j i^SLu^I Ûü3*                                                  J

l^iUSÎ j cjüâJl

Esirgeyen bağışlayan Allah’ın adıyla

Muhammed Rasûlullah’tan Dumetu’l-Cendel ve çevresi hakkında Allah’ın kılıcı Hâlid b. el-Velîd’in huzurunda İslâm’ın kabul ettiği, yalancı tanrılardan (endad) ve putlardan vazgeçtiği sırada (vazgeçmesi üzerine) Ukeydir’e.. ,[352]

= yalancı tanrılar” ve               = putlar” sahibine ağır gelen bir = bağ”

olarak görülmüştür. Burada müşebbehün bih hazfedilmiş, onun lazımı olan = çıkarıp atmak” kelimesiyle de ona işaret edilmiştir.

Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’ın şu yazısında da mecâz-ı mürsel vardır:

jjJ jûLoJl                       .Wn> ı^ys,

jî t Cikj La (JİŞJ pLuti                                                                              tdjftj (^li Jl*J Ual £Âİİ i_sİo piu

_ jâlİJlj LiâJI ^1 jjhj.Tİ

Esirgeyen bağışlayan Allah’m adıyla

Muhammed Rasûlullah’tan el-Münzir b. Sâvâ’ya.

Selam hidayete tabi olanlara. Seni İslâm’a çağırıyorum. Müslüman ol, kurtul. Allah da elinin altındakini (iktidarım) sana ait kılsın. Bil ki dinim (iktidarım), yumuşak tabanı üstüne basan develer ile tırnaklan üstüne koşan atlann varacağı yere (sınırlara, ülkelere) kadar, üstün gelecektir(yayılacaktır).[353]

= ayak tabanı” kelimesi zikredilmiş, deve kastedilmiştir. Alakası ise cüziyyedir. Yani parça söylenip bütün kastedilmiştir.[354]

“jsbJ = toynak” kelimesi zikredilmiş, at kastedilmiştir. Yine mecâz-ı mürsel vardır, alaka cüziyyedir.

I) Teşbih

İki şeyin bir veya daha fazla vasıfta müşterek olmasıdır.[355] Teşbih bir şeyin bir manada başka bir şeyle ortak olduğuna delalet eder.[356]

Teşbih Arapça’da benzetme edatlan olan ^ ve benzerlerinin ziredilmesi veya zihinden geçirilmesiyle yapılır.[357]

Medine vesikasında geçen şu ibarede teşbîh vardır:

j>3l V j jLjm jjö jLşJl ^ = himaye altındaki kimse,-zarar vermedikçe, suç işlemedikçe- bizzat himaye eden gibidir.[358]

Edat zikredildiği için mürsel, vech-ü şebeh hazfedildiği mücmel teşbîh vardır.

Hz.Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’in Mu‘âz b. Cebel’e gönderdiği taziye mektubunda şu ibare geçmektedir:

HıVj! j j lul&l j tulıâil qI...

“Nefislerimiz, ailemiz, mallarımız ve çocuklarımız, Allah’ın güzel nimetlerindendir..

Burada “u^j' = nefisler”, “d*t = aile”,                                 = mallar” ve “-aYjl - çocuklar”

nimete, hediyeye benzetilmiştir. Edat ve vech-ü şebeh hazfedildiği için teşbih-i beliğ vardır.

Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in mektuplannda gö rdüğümüz belâğat sanatlan genelde bunlardır. Şüphe yok ki bunlardan başka sanatlar da vardır. Söz konusu ettiğimiz sanatların misallerini de çoğaltmak mümkündür.

îslâm’ın gelmesiyle Arap dili ve edebiyatında birçok değişiklik meydana gelmiştir. Bu değişiklikleri meydana getiren faktörlerin başında Kur’an-ı Kerîm gelir. Hadis-i Şerifler ve Hulefa-i Raşidîn’in mektupları, hutbeleri vs. Kıır’an-ı Kerîm’i takip eder. Biz burada Kur’an-ı Kerîm’in ve Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’in mektuplarının Arap dili ve edebiyatma yaptığı etkileri ele alacağız.

A)                          Kur’ân-ı Kerîm’in Arap dili ve edebiyatına yaptığı etkiler

Bilindiği gibi Kur’ânı Kerim, Arap nesir edebiyatının ilk ve ebedi bir şaheseri olup, stil ve üslup bakımından taklit edilmez bir mükemmeliyettedir. Bu bakımdan Kur’ân- ı Kerîm, yalnız mukaddes bir din kitabı olmakla kalmamıştır. Muhtelif sahalarda olduğu gibi bu mukaddes kitabın Arap dili üzerindeki tesiri de çok büyüktür. Arap dilini ebediyet alemine götürerek kıyamete kadar baki kalmasını sağlayan Kura’n-ı Kerîm’dir. Kur’ân-ı Kerîm’in Arap dili üzerindeki önemli tesirlerinden bir kaçım şöyle sıralayabiliriz:

1)                            Dilde sağladığı birlik

Kur’ân-ı Kerîm’in bu dil üzerindeki en bariz tesirlerinden biri, hiç şüphe yok ki Arap dilinde yarattığı birliktir. Çünkü, Arap dilini tek bir lehçeye münhasır kılan Kur’ân-ı Kerîm olmuştur.

Gerçi Araplar, dillerinde bir birlik meydana getirmek için hissedilir bir çaba içerisinde bulunuyorlardı. Bunu kabul etmemiz gerekir. Ancak bu çalışma ve çabalara muvaffak olmuş nazarıyla bakmamız mümkün değildir. Ta cahiliye devrinde başlayan çeşitli panayırlardaki hararetli dil tartışmaları, konuşmalar, yapılan tercihler hep bu hadisenin öncüleri idiler. Mesela, tanınmış şair en-Nabiğatü’z-Zübyânî (m.535-634)’nin ‘Ukâz çarşısında hakem tayin edilerek şairler arasında belâğat ve fesahat hususlarında bir şairi diğerine tercih ettiği malumdur. Bütün bu tarihi olaylar dil birliğine giden yolun başlangıcı idi. Fakat bu hareket asla kemale erememişti. İşte, kemale eremeyen bu hareketi

Kur’ân-ı Kerîm tamamladı, her şeyde olduğu gibi dilde de bir birlik ve beraberlik meydana getirdi.[359]

2)                              Arap diline kazandırdığı yeni müfredat

Kur’ân, Arapça’yı semavi bir dinin dili haline getirmiştir. Böylece daha önce bilinmeyen mana ve ifade şekilleri Arapça’ya girmiştir. İslâm, daha önce bilinmeyen, Allaha iman, ibadet vs. konusundaki yeni mazmunları Araplara takdim etmiştir. Mesela, küfür, kafir, salat, zekat, secde, münafık, savm, hacc, teyemmüm gibi kelimelerle şer’i ilimlerin birçoklarında kullanılan ıstılahî tabirlerin doğmasındaki ilk ve hakiki amil

e

Kur’ân-ı Kerîm’dir. Kur’ân-ı Kerîm vasıtasıyla birçok kelime yeni yeni manalara kavuşmuştur.

3)                                  Kur’ân-ı Kerîm, Arapça’yı hoş olmayan ve manaları zor anlaşılan kelimelerden arıtarak güzelleştirmiştir. Onu, beyan ve mucizevî belâğat dili haline getirmiştir. Kur’ân’m üslubunda lüzumsuz fazlalıklar yoktur. Söz, mana miktanncadır.

4)                              Arap dilinin yayılmasındaki büyük tesiri

Kur’ân-1 Kerîm nazil olmadan önce Arapça, Arap yarımadasında konuşuluyordu. Kur’ân-1 Kerim’in nüzulünden sonra ise Arap dili Müslümanların gidebildiği her yerde yayılmaya başladı. Çünkü her Müslüman Kur’ân-ı Kerîm’le yakından ilgileniyordu. Böylece Kur’ân-ı Kerîm vasıtasıyla Arap dili dünyanın her yerinde kendisini göstermiştir.

5)                             Kur’ân-ı Kerîm, Arapça’da meydana gelebilecek bozulma ve yıpranmayı önlemiştir. Bu günkü konuşma dili olan Arapça, çeşitli Arap ülkelerinde birbirine uygun olmasa bile, ortada müşterek bir kitap ve edebiyat dili vardır. Kur’ân-ı Kerîm, bugün Araplar arasındaki resmi dilin bu ahenkte olmasını sağlamıştır [360]

6)                           Kur’ân-ı Kerîm fesahat ve belâğatta örnek bir kitap olmuştur.

Edebiyatçılar Kur’ân-1 Kerîm: in fesahat, belâğat ve üslubunu örnek almışlar ve ondan bol bol iktibaslarda bulunmuşlardır.

Sözün özü, Araplar İslâm dinini yaymışlar ve onun yayılmasıyla Arap dili Müslüman ülkelerde yaygınlaşmıştır. Kur’ân-ı Kerîm olmasaydı Arap dilini sağlam olarak koruma imkanım bulamazdık.

Kur’ân-ı Kerîm’in hıfzedilmesi hıfzedenin dilini güçlendirir. Kur’ân-1 Kerîm’i ezberleyenlerin ekserisi cahil olmasına rağmen nahiv ve sarf kaidelerinde hata yapmazlar.[361]

B)                            Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in Mektuplarının Arap dili ve edebiyatma yaptığı

etkiler

Daha önce, hangi maksatla olursa olsun, Hazreti Peygamber tarafından yazılan veya yazdırılan bir vesikayı, hadisin kapsamı içerisinde mütalâa etmek kadar tabii bir şey olmaması gerekir, nasıl ki huzurunda işlenen bir fiil veya söylenen bir söz, onun tarafından tasvip gördüğü müddetçe takrîrî sünnetten sayılmış ve hadis olarak rivayet edilmiştir, onun imzasını taşıyan bir mektubu da, yazılı bir hadis vesikası olarak kabul etmemek için hiçbir sebep yoktur, demiştik. Bu münasebetle buradaHadis-i Şerifin Arap dili ve edebiyatma yaptığı etkiler üzerinde duracağız.

Kur’ân-ı Kerîm’in yaptığı tesire ulaşmasa d a h adisin de Arap dili ve edebiyatı üzerinde büyük tesiri vardır. Hadis, her ne kadar söyleyicisi, Arap’m en beliği ve en fasihi ise de belâğat, fesahat, icaz ve beyanda Kur’an-ı Kerîm’den aşağı ve ikinci derecededir. Ancak Kur’ân-ı Kerîm’in yolundan ve metodundan ayrılmadığı için, Arap dili ve edebiyatında hadisin de aym tesirleri meydana getirdiğini söyleyebiliriz. Yine sıralarsak:

1)                         Hadis Arap dilini muhafaza ve yaymada Kur’ân-ı Kerîm’e yardımcı olmuştur.

2)                            Hadis de Kur’ân-1 Kerîm gibi, yeni yeni kelimeler ve tabirler getirmiştir. Mesela bazı kelime ve tabirler ya ilk defa hadiste kullanılmış yada önceden kullanılıyorsa bazılarına yeni manalar kazandırılmıştır. Bu konuya dair birkaç örnek vermek istiyoruz:

a)                                                 = şimdi harp kızıştı (şiddetlendi) manasına gelen bu tabir ilk defa Hz. Peygamber’den duyulmuştur.[362]

b)                                                     = eceliyle öldü, anlamındaki bu sözü ilk olarak Rasul-i Ekrem kullanmıştır. Daha önce bu terkibin kullanılmış olduğunu bilmiyoruz.[363] Hz. ‘Ali’nin; “bu sözü Rasûlullah’tan önce hiçbir Arap’tan duymadım” dediği rivayet edilmiştir.[364]

c)                             Yürüyüşü hoşuna giden bir at için kelimesi de ilk olarak Rasul-i Ekrem’den duyulmuştur. Daha sonra edebiyat diline u-jâ şeklinde geçmiştir.[365] Bunlardan başka , daha pek çok kelime ve terkip, Hz. Peygamber tarafından Arap diline hediye edilmiştir. Bu kelime ve terkiplere lüğat kitaplarında çok rastlanır.

3)                             Alimlerin ve râvîlerin hadisleri toplayıp şerhetmek ve onlardan hüküm çıkarmak için yardımlaşmaları hadisleri bizzat râvîsinden duymak için seyahat etmeleri ve nihayet onları rivayete koyulmaları; kültür birliğine, kabiliyetlerin eğitilmesine, dilin düzeltilip yayılmasına ve edebiyatın güçlenmesine büyük etkide bulunmuştur.

4)                            Alimler, hadislerin dilini inceleyip, onları tedvin etmeye mecbur kalmışlar, böylece hadislerin dili hakkında birçok kitap telif edilmiştir.

5)                             Hadis, umumi kültür için ebedi hikmet ve mesellerden meydana gelen tükenmeyen bir servet bırakmıştır. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’m hadislerindeki hikmetler ve cevami‘u’l-kelim; edebiyatçılar için en güzel örnekler ve onların sözlerini süsleyen en güzel ziynetler olmuştur.[366]

SONUÇ

Arap dili ve edebiyatının en yüksek seviyede olduğu bir sırada, Allah tarafından Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’e indirilen Kur’an-ı Kerîm, fesahat ve belagatıyla bütün Arap fasihlerini ve belagatçılannı susturmuş ve onları kendisine hayran bırakmıştır.

Kur’an-ı Kerîm’i insanlara tebliğ ve açıklamakla görevli olan, kendisine cevami-i kelim verilen Hz. Peygamber de Arap’ın en fasihi ve beliğidir.

Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in hadisleri ve mektuplan Sadr-ı İslâm’da Arap dili ve edebiyatıma durumunu gösteren en önemli vesikalardandır.

O halde Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in mektuplanndan şunlan öğreniyoruz.

Cahiliye devrindeki edebi mahsuller, Islâm gelince başka gaye ve konularla yer değiştirmiştir. Cahiliye de edebi vasıtalar mufahara ve münafara için kullanılırken, İslâm’da din, siyaset, cihad, Allah yolunda savaş ve Müslümanların yararlanna olan toplum meseleleri için kullanılmıştır.

Cahiliyede zorla seci yapmak bir gaye iken, Hz. Peygamberin mektuplan ve konuşmalarında seci, sözü güzelleştiren tabii bir vasıtadır. Hz. Peygamber’in mektuplarında tekellüf ve sunilik yoktur. Çünkü Kur’an-ı Kerîm tabii olmayı emretmiş, Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) de mütekellifleri kınamıştır.

Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in mektuplarındaki lafızlar; temiz, tatlı, güçlü, yumuşak ve etkilidir. Manalar ise; açık, sağlam, ince, derin ve maksada uygundur.

Hz. Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’in mektuplarında sanat kaygısı olmadan tabii olarak belagat sanatîan vardır.

Kur’an-ı Kerîm Arap dili ve edebiyatına tesir etmiştir. Hz. Peygamber de tabii olarak Kur’an-ı Kerîm’den etkilenmiştir. Bunu mektuplarında da açıkça görmekteyiz.

 

Kaynak: Kasım KURTULAN :Arap Dili Ve Edebiyatında Hz. Muhammed’in Mektupları/ Yüksek Lisans Tezi Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslâm Bilimleri Anabilim Dalı Arap Dili Ve Belagatı Bilim Dalı/ Konya - 2004

 

 

BİBLİYOGRAFYA

Kur’ân-ı Kerîm

el-‘Aclûnî ‘Îsmâ‘îi b. Muhammed, Keşfu’l-Hafâ ve Muzîlu’l-İibâs ‘ammâ İştehare min’el- Ehâdîşi ‘alâ Elsineti’n-Nâs, Mektebetu Turâsi’l-İslâmî, Haleb, Ty.

Ahmed el-İskenderî-Mustafâ ‘Înânî , el-Vasît fi’l-Edebi’l-‘Arabî ve Tarîhihî Dâru’l- Me‘ârif,' Mısır, Ty.

Akdağ Haşan, Arap Dilinde Deyimler ve Atasözleri, Tekin Kitapevi, Konya, Ty.

Asım Efendi, Kâmûs Tercemesi, Haşan Hilmi Matbaası, İstanbul, 1304.

e

el-‘Askalânî İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, Mektebe ve Matba‘a Mustafâ el-Bâbî el-Halebî ve

* t »

Evladuhû, Mısır 1378/1959 el-îşâbe fî Temyîzi’ş-Şahâbe, Dâru Sâdır, Beyrût, T.y

Bedevî Tabâne, Mu‘cemu’l-Belâğati’l-‘Arabiyye, Dâru îbn Hazm, Beyrût, 1417/1997 Bekrî Şeyh Emîn, el-Belâğâtu’l-‘Arabiyye, Dâru’l-‘Ilm li’l-Melâyîn, Beyrût 1990, el-Belâzurî Ebu’l-‘Abbâs Ahmed b. Yahya b. Câbir, Futûhu’l-Buldân, Dâru’n-Neşr li’l- Câmi‘iyyîn, 1377/1957 el-Buhârî Muhammed b. ‘Ismâ‘îl b. İbrahim, ŞahîhuT-Buhâri, Dar ve Metâbi’uş-Şa‘b Yy. Ty.

el-Bustânî Butros, Udebâu’l-‘Arab, Dâru’l-Cîl, Beyrût, 1989. el-Bûtî Muhammed Sa‘îd Ramadan, Fıkhu’s-Sîre, Dâru’l-Fikr, 1410/1990 * • * * el-Câhız, Ebû Osman ‘Âmir b. Bahr, el-Beyân ve’t-Tebyîn, Mektebetu’1-Hâncî, Mısır 1395/1975-.

el-Cârim ‘ Alî-Muştafâ Emîn, el-Belâğatu’l-Vâdıha, Eda Neşriyat, İstanbul, 1991 el-Cezîrî Abdurrahman, Kitâbu’l-Fıkhi ‘ale’l-Mezâhibi’l-Erba‘a, Matba‘atu’l-İstikâme, Kahire, Ty.

el-Curcânî Abdulkâhir, EsrâruT-Belâğa, Dâru lhyai’l-‘Ulûm, Beyrût 1412/1992 Çağatay Neşet, İslâmdan Önce Arap Tarihi ve Cahiliye Çağı, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara, 1963.

Dayf Şevkî, Târîhu’l-EdebiVArabî ( el-‘Aşru’l-Câhilî ), Dâru’l-Me‘ârif, Mısır , Ty.     el-Fennu ve Mezâhibuhû, Dâru’l-Me‘ârif, Mısır, Ty.

Devellioğlu Ferit, Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lügat, Doğuş Matbaası, Ankara, 1970 el-Ebrâşî Muhammed ‘Atıyye, ‘Azametu’r-Rasûl, ‘îsâ el-Bâbî el-Halebî ve Şurekâhu, Ty.

Ebû Dâvûd Süleyman b. el-Eş’aş es-Sicistanî, es-Sunen, Daru’l-Hâdî, Suriye, Ty.

Emîn Ahmed, Fecru’l-İslâm, Dâru’l-Kitâbi’l-‘Arabî, Beyrût, 1969.

el-Ezherî Ebû Mansûr Muhammed b. Ahmed, Tehzîbu’l-Luğa, ed-Dâru’l-Mısriyye li’t- Te’lif ve’t-Tercume, Kahire, Ty.

el-Fâhûrî Hannâ, el-Câmi‘ fî Târîhi’l-Edebi’l-‘Arabî (Edebû’l-Kadîmjo Dâru’l-Cîl, Beyrût, 1986

Fehmî Mehmed, Tarîh-i Edebiyat-ı Arabiyye, Matbaa-ı Amire, İstanbul, 1332

Fîrûzâbâdî, Kâtnûsu’l-Muhît, Mektebetü Nevevî, Dimeşk, Ty.

Furat Ahmet Suphi, Arap Edebiyatı Tarihi, Edebiyat Fakültesi Basımevi, İstanbul 1996.

el-Ğazâlî Ebû Hamîd Muhammed b. Muhammed, İhyâu ‘Ulûmi’d-Dîn, Dârul Ma‘rife, Beyrût, Ty.

Ğazâlî Muhammed, Fıkhu’s-Sîre, Risale Yayınlan, İstanbul, Ty., çev: Resul Tosun

Gâzî Tuleymât-‘İrfân el-Eşkar, el-Edebu’l-Câhilî, DâruT-Fikr, Dimeşk, 2002.

el-Hâdî Şalâhuddîn, el-Edeb fî ‘Asri’n-Nubuvveti ve’r-Râşidîn, Mektebetü’1-Hâncî, Kâhire, 1407/1987

HaM Nâsıf, Târîhu’l-Edeb, Matba‘atu Câmi'ati’l-Kâhire, 1973.

Hamîdullah Muhammed, Mecmû ‘ atu ’ 1-V esâiku ’ s-S iyâsiyye, Dâru’n-Nefâis, Betrat, 1407/1987

......... İslâm Peygamberi, İrfan Yayıncılık ve Ticaret, İstanbul, 1414/1993, çev.:Salih Tuğ

.........  Hz. Peygamberin Altı Orijinal Diplomatik Mektubu, Beyan Yayınlan, İstanbul,

1990, Çev: Mehmet Yazgan

İbn Hişâm Ebû Muhammed Abdulmelik, es-Sîratu’n-Nebeviyye, Matba‘atu Mustafâ el- Bâbî et-Halebî ve Evlâduhû, Mısır 1355/1936.

İbn ‘Abdi Rabbih, Ahmed b. Muhammed, el-Endelûsî, el-‘İkdu’l-Ferîd, Dâru’l-Kutubi’l- ‘İlmiyye, Beyrût, 1407/1987.

İbn Haldûn, Mukaddime, Dâru’l-Kalem, Beyrût, 1981

İbn Kesîr Ebû’l-Fidâ’ İsmâ‘îl, es-Sîratu’n-Nebeviyye, Matba‘atu îsâ el-Bâbi el-Halebî ve Şurakâhu, Kâhire, 1385/1965.

İbn Manzûr Lisânu’l-‘Arab, Dâra Sâdır Beyrût, Ty.

İbn Sa‘d, et-Tabakâtu’l-Kûbra, Dâra Sâdır Beyrût, 1376/1957.

İbn Seyyidi’n-Nas, ‘Uyûnu’l-Eser fî Funûni’l-Meğâzî ve’ş-Şemâili ve’s-Siyer, Dâru’l- Ma‘rife, Beyrût, Ty.

Îbnu’n-Nedim, el-Fihrist, Dâru’l-Ma‘rife, Beyrût, Ty.

İbnu’l-Eşîr ‘İzzu’d-Dîn Ebû’l-Hasen Ali b. Muhammed, Usudu’l-Ğâbe, Eş-Şa‘b, Ty. İbnu’l-Esîr Ebu’l-Hasen ‘Alî b. Ebi’l-Kerem eş-Şeybânî, el-Kâmil fi’t-Târîh, Beyrût, 1407/1987.

İbnu’l-Eşîr, Ebû’s-Se‘âdât el-Mubarek b. Muhammed el-Cezerî, en Nihâye fî Ğarîbi’l- Hadîş ve’l-Eşer Y.y. Ty.

İbnu’l-Kayyım el-Cevziyye Muhammed b. Bekr, Zâdu’l-Me‘âd fî Hedyi Hayri’l-‘İbâd, Matba‘a ve Mektebe Mustafâ el-Bâbî el-Halebî, Mısır, 1369/1950 el-İşfehânî er-Râğıp, Mu’cemu’ 1-Mufredâti Elfâzi’l-Kur’ân, Dâru’l-Fikir, 99, Ty.

İslâm Ansiklopedisi, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1964.

Kâdî Iyâd Ebû’l-Fadl, eş-Şifâ bi Ta‘rîfi Hukûki’ 1-Mustafâ, Mektebe ve Matba‘a Mustafâ el-Bâbî el-Halebî ve Evladuhû, Mısır, 1369/1950 el-Kalkaşandî Ahmed b. ‘Alî, Subhu’l-A\şâ fî Şınâ‘ati’l-İnşâ, Dâru’ 1-Kutubi ’ 1-‘ İlmiyye, Beyrût, 1407/1987

Kamîha Câbir, Edebu’r-Resâil fî Sadri’l-İslâm, Dâru’l-Fikri’l-‘Arabi, Kâhire, 1406/1986.

0                  *                                                                                                            «

el-Kârî ‘Alî, Şerhu’ş-Şifâ, Dârul Kutubi’l-'Ilmiyye, Beyrût, Ty.

Katâmiş ‘Abdu’l-Mecîd, el-Emsâlu’l ‘Arabiyye, Dânı’l-Fikr Ty.

Kazancı Ahmet Lütfı, Peygamber Efendimizin Hitabeti, Marifet Yayınlan, İstanbul 1997 el-Kazvînî el-Hatîb, el-î^âh fî ‘Ulumi’l-Belâğa, Dâru ihyai’l-İlim, Beyrût 1408/1988 el-Kefevî, Ebû’l-Bakâ’ Eyyub b. Mûsâ el-Huseynî, el-Kulliyyât, Muessesetu’r-Risâle, Beyrût, 1413/1993.

Kehhâle Ömer Rıdâ , el- Edebû’l-‘Arabî , el-Matba‘atu’t -Te‘âvuniyye, Dimeşk t * •

1932/1972

el-Kettânî Abdulhay, Nizâmu Hükümeti’n-Nebeviyye (et-Terâtîbu’l-İdâriyye) Dâru’l- Kâtibi’l-‘Arabî, Beyrût, Ty.

Koçyiğit Talat, Hadis Usûlü, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara, 1975.

Küçükkalay Hüseyin, Kur’an Dili Arapça, Manevi Değerleri Koruma ve İlim Yayma Cemiyeti, Konya, 1969. el-Mâverdî Ebû’l-Hasen ‘Alî b. Muhammed b. Habîb, Ahkâmu’s-Sultâniyye, Şeriketu

Mektebe ve Matba‘a, Mustafâ el-Bâbî el-Halebî ve Evladuhû, Mısır, 1386/1966

ektebi Nezîr Muhammed, Hasâisu’l-Hutbeti ve’l-Hatîb, Dâru’l-Beşâiri’l-İslâmiyye, Beyrût, 1989.

el-Mes‘ûdî Ebû’l-Hasen ‘Alî İbnu’l-Huseyn, Murûcu’z-Zeheb ve Me’âdini’ 1-Cevher, el- Mektebetu’l-‘Asriyye, Beyrût, 1408/1998

Mevsû‘atu ‘Abbâs Mahmûd el-‘Akkâd, Dâra’ 1-Kutubi’ 1-''Arabî, 1971

el-Meydânî, Ebû’l-Fadl Ahmed b. Muhammed, Mecma‘u’l-Emşâl, Dâru’l-Ma'rife, Matba‘ atu’ s-Sünneti ’ 1-Muhammediyye Beyrût 1374/1955.

el-Munâvî Muhammed ‘Abdu’r-Raûf, Feydu’l-Kadîr, Dâru’}-Ma‘rife, Beyrût 1391/1972.

Müslim Ebû’l-Huseyn İbnu’l-Haccâc el-Kuşeyrî, el-Câmi‘us-Sahîh, Dâru İhyau Turâşi’l- ‘Arabî, Beyrût, Ty.

Nâyif Ma‘rûf, el-Mu‘cezu’l-Kâfî fî ‘Ulûmi’l-Belâğa ve’l-‘Arûd, Dâru’n-Nefais, Beyrût 1993

en-Nesâî Ebû ‘Abdurrahmân Ahmed b. Şu‘ayb, es-Sunen, el-Matba‘atu’l-Mısnyye bi’l- Ezher, Mısır, Ty.

en-Nuveyrî, Şihâbu’d-Dîn Ahmed b. ‘Abdulvehhâb, Nihâyetu’l-İreb fî Funûni’l-Edeb, Vizâretu’s-Sekâfeti ve’ 1-İrşâdi’ 1-Kavmî, Ty.

Okiç M.Tayjdp, Kur’ân-ı Kerîm’in Üslup ve Kıraati, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınlan, Ankara 1963

Özek Ali, en-Nusûsu’l-Edebiyye, Özek Yaymevi, İstanbul, Ty.

er-Râfı‘î Mustafâ Sâdık, Târihu Âdâbi’l-'Arab, Dâru’l-Kuttâbi’l-‘Arabî, Beyrût, Ty.

Rıdâ Muhammed Reşîd, Tefsîru’ 1-Kur’âni’ 1-Hakîm, (Tefsîru’ 1-Menâr) Dâru’l-Fikr Y.y, Ty.

Safvet Ahmed Zekî, Cemheratu Hutabi’l-‘Arab, Şeriketu Mektebe ve Matba'a Mustafâ el- Bâbi el-Halebî ve Evlâduhû, Mısır, Ty.

........ Cemheratu Resâili’l-‘Arab, Şerikatu Mektebe ve Matba‘a Mustafâ el-Bâbi el-Halebî

ve Evlâduhû, Kâhire, 1391/1971.

Sönmez Abidin, Rasûlullah’m İslâm’a Davet Mektuplan, İnkılab Yay. İstanbul, 1984.

........ Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’m Diplomatik Münasebetleri ve Sulh Muahedeleri, İnkılap

Yayınları, İstanbul, 1984

Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Yaymevi, İstanbul, 1991

eş-Şehâbî el-Emîr Mustafâ, el-Mustalahâtu’ 1-‘İlmiyye fî’ 1-Luğati’ 1-‘Arabij^ye Matba‘atu’l- Mecmau’l-‘İlmiyyi’l-‘Arabî Dimeşk, Ty.

eş-Şerîf er-Radî, el-Mecâzâtu’n-Nebeviyye, Muessesetu’l-Halebî ve Şurekâhu, Kâhire, Ty. eş-Şeybânî Muhammed b. Hasen, Kitâbu’ s-Siyeri ’ 1-Kebîr, Matba‘atu Ş eri keti ’ 1-İ iânâ-ti ’ ş- Şarkıyye, 1972.

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, 1994

et-Taberî Muhammed b. Cerîr, Câmi‘u’l-Beyân ‘an Te’vîli Âyi’l-Kur’ân, Şeriketu Mektebe ve Matba‘a, Mustafâ el-Bâbî el-Halebî ve Evladuhû, Mısır, 1373/1954 et-Tehânevî Muhammed ‘Alî, Keşşâfu Istılahâti’l-Funûn ve’l-‘Ulûm, Mektubetu Lubnân, Beyrût, 1996.

Tural Hüseyin, Arab Dilinde Şiir ve Hadisle İstişhad Meselesi, A.Ü.Î.F.Dergisi, sayı:9, Erzurum, 1990

Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, Dergah Yayınlan, İstanbul, 1986.

Uzun Taceddin, Arap Dili ve Edebiyatmda Hulafâ-i Raşidîn’in Hutbe ve Mektuplan, Konya, 1985 (Basılmamış doktara tezi)

........ Hz. Peygamberin Belâğatı, Konya, 1996

Vecdî Muhammed Ferîd, Dâiratu’Î-Me‘ârifı’ 1-Karni’ 1-‘İşrîn, Dâru’l-Ma'rife, Beyrût, Ty. ez-Zebîdî Seyyid Muhammed Murtadâ, Tâcu’l-‘Arûs, Dâru Sâdır, Beyrût, Ty. ez-Zebîdî Zevnuddîn Ahmed b. Ahmed b. Abdillatîf. S ahîh-i B uhârî Muhtasan Tecrîd-i Sarih Tercümesi ve Şerhi, çev.:Ahmed Nahn, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınlan, Ankara, 1991

ez-Zemahşerî Cârullah Mahmûd b. Ömer, el-Keşşâf, Dâru’l-Ma‘rife Beyrût, Ty ........ Esâsu’l-Belâğa, Dâru Sâdır Beyrût, 1385/1965.

Zeydân Corcî, Medeniyet-i İslâmiyye Tarihi, Akdâm Matbaası, Dersaadet, 1328, Çev: Zekî Meğamiz.

ez-Zeyyât Ahmed Hasen, Târîhu’ 1-Edebi’ 1-1 Arabî, Dâru Nehdatu Mısr li’t-Tab‘i ve’n- Neşr, Kâhire, Ty.

 

 



[1]    Ahmed el-İskenderî-Mustafâ ‘Înânî,el-Vasît fî’l-Edebi’l-‘Arabî ve Tarîhihî, Mısır, Dâru’l-Me‘ârif, Ty., s.3;

» • * *

Taceddin Uzun, Arap Dili Edebiyatında Hulafa-i Raşidîn’in Hutbe ve Mektupları, Konya, 1985. s. 1 (Basılmamış doktora tezi)

[2] el-Emîn Mustafâ eş-Şehâbî, el-Mustalahâtu’l-‘İlmiyye fi’l-Luğati’l-‘Arabiyye, Dimeşk, Matba‘atu’1- Mecma‘u’l-‘Ilmiyyi’l-‘Arabî, s. 5.

[3] Mustafâ Sâdık er-Râfi‘î, Târıhu Âdâbi’l-'Arab, Beyrût, Dâru’l-Kuttâbi’l-‘Arabî, 1,74.

[4] M.Orhan Okay, ‘Edebiyat’, DİA İstanbul, 1994, X,414.

3 Mustafa Çağrıcı, ‘Edeb’, DİA, X,414.

[6]    Hannâ el-Fâhûrî, el-Câmi‘ fi Târîhi’l-Edebi’l-‘Arabî (Edebu’l-Kadîm), Beyrût, Dâru’l-Cîl, 1986, s.12.

[7] İbn Manzur, Lisânu’l-'Arab, Dâru Sâdır, 1,206; Fîrûzâbâdî, Kâmûsu’l-Muhît, Dimeşk, Mektebetu Nevevî,

11,       36; ez-Zebîdî, TâcuVArûs, Dâru Sâdır, Beyrût 11,144.

[8] Şevkî Davf, Târîhu’l-Edebi’l-'Arabî, (el-‘Asru’l-Câhilî), Mısır, Dâru’l-Me‘ârif, s. 7

[9]    el-‘Aciûnî, Keşfu’l-Hafâ, Haleb, Mektebetu Turâşi’l-Îslâmî, Ty., 1,72

[10]   Mehmed Fehmî, Tarih-i Edebiyat-ı Arabiyye, İstanbul, Matbaa-ı Amire, 1332, s. 195-196.

[11]   Mehmed Fehmî, a.g.e s. 197.

[12]   Hannâ el-Fâhûrî, a.g.e, s. 13,14.

[13]   Şevkî Dayf, a.g.e, s. 10; Hannâ el-Fâhûrî a.g.e, s. 14.

[14]   Ahmed Hasen ez-Zeyyât, Târîhu’l-EdebiVArabî, Kâhire, Dâru Nehdatu Mışr li’t-Tab‘i ve’n-Neşr, s. 5.

[15]   Ömer Rıdâ Kehhâle, el-Edebu’l-‘Arabî, Dımeşk, el-Matba‘atu’t-Te‘âvuniyye, 1392/1972,s.l66.

*          • • •

[16]   Ali Özek, en-Nusûsu’l-Edebiyye, İstanbul, Özek Yayınevi, s. 48-49.

[17]   Taceddin Uzun, a.g.e, s. 2.

[18]   İbn Manzûr, a.g.e, XI, 129.

[19]   Ğâzî TuIeymât-‘İrfân el-Eşkar, el-Edebu’l-Câhilî, Dimeşk, Dâru’l-Fikr, 2002, s. 35.

[20]   er-Râğıb el-İşfahânî, Mu‘cemu Mufredâîi Elfâzi’l-Kur'ân, Dâru’l-Fikr, Ty., s.100

[21] Ğâzî Tuleymât-1 İrfan el-Eşkar, a.g.e, s.35; Muhammed Ferîd Vecdî, Dâiratu’ 1-Me‘ârifi’ 1-Kami’ 1-‘İşrîn, Beyrût, Dâru’l-Ma‘rife, Ty., 111,293

[22]   Kur’an-ı Kerîm, Âl-i îmran, 154.

[23]   Ahzab, 33.

[24]   Feth, 26.

[25]   Maide, 50.

[26]el-Buhârî, el-Câmi'us-Şahîh, Dâru ve Metâbi‘u’ş-Şa‘b, Ty. Menakıb 1.

[27]   el-Buhârî, îman 22.

[28]   Mustafa Fayda, aynı yer

[29]   Mehmet Fehmî, a.g.e, s. 456.

[30]   ez-Zemahşerî, el-Keşsâf, Beyrût, Dâru’l-Ma'rife, Ty. 111,260.

[31]   ez-Zemahşerî, a.g.e, s. 260.

[32]   Mehraed Fehmî, a.g.e, s. 236-237.

[33]   Mahmut Kaya, ‘Hitabet’, DİA, XVIII, 156.

[34]   Ali Özek, a.g.e, s.65

[35]   îbn Manzûr, a.g.e, 11,361.

[36]   îbn Manzûr, aynı yer.

[37]   el-Ezherî, Tehzîbu’l-Luğa, Kâhire, ed-Dâru’l-Mışrıyye li’t-Te’lif ve’t-Tercume, Ty. VII,246.

[38]   İbn Manzûr, a.g.e, 1,361.

[39]   el-Ezherî, a.g.e, 11,246.

[40]   İbn Manzûr, a.g.e, 1,361.

[41]   Hüseyin Elmalı, ‘Hitabet’, DİA, XVIII,158.

[42]   Nezîr Muhammed Mektebî, Hasâisu’l-Hutbeti ve’l-Hatîb, Beyrût, Dâru’l-Beşâiri’l-İslâmiyye, 1989, s. 11.

[43]   Gâzî Tuleymât-1 İrfan el-Eşkar, a.g.e, s.674.

[44]   Butros el-Bustânî, Udebâu’l-‘Arab, Beyrût, Dâru’l-Cîl, 1989,1,254.

[45]   Ömer Rıdâ Kehhâle, a.g.e, s. 172.

[46]   Ahmet Zekî SafVet, Cemheratu Hutabi’l-‘Arab, Mısır, Şerikatu Mektebe ve Matba‘a Mustafâ el-Bâbî el-

****** *

Haleb! ve evladuhû, Ty. 1,41-42; Gâzî Tuleymât-1 İrfân el-Eşkar, a.g.e, s.678.

o                     ?           *

[47]   Gâzî Tuleymât-1 İrfân el-Eşkar, a.g.e, s.679.

[48]   Ebu ‘Ali el-Kâli, Kitâbu’l-Emâli, Beyrût, Dâm’l-Kutubi’l-'İlmiyye, Ty., 1,273; Cemheratu Hutabi’l-'Arab, 1,39-40.

[49] Cemheratu Hutabi’l-'Arab, 1,38.

[50]   Ğâzî Tuieymât-'İrfârı el-Eşkar, a.g.e, s. 680.

[51]   Cemheratu Hutabi’l-‘Arab, 1,37.

[52]   Cemheratu Hutabi’l-‘Arab, 11,10.

[53]   İbn ‘Abdi Rabbih, a.g.e, 1,291; Nezîr Muhammed Mektebi, a.g.e, s.12; Ğâzî Tuleymât-‘İrfân el-Eşkar, a.g.e, s.683.

[54]   Hüseyin Elmalı, a.g.e, XVIII,158; Ğâzî Tuleymât-‘İrfân el-Eşkar, a.g.e, s.683.

[55] İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, Milli Eğitim Basımevi, 1964, V/1,363; Ğâzî Tuleymât-‘İrfân el-Eşkar, a.g.e, s.684.

[56]   İslâm Ansiklopedisi, V/1,363.

[57]   Nezîr Muhammed Mektebî, a.g.e, s. 12.

[58]   el-Câhiz, a.g.e, 1,45.

[59]   Ğâzî Tuleymât-‘İrfân el-Eşkar a.g.e s. 685.

[60]   İbn Manzûr, a.g.e, XI,610.

[61]   ‘Abdu’l-Mecîd Katâmiş, el-Emsâlu’l-‘Arabiyye, Dımeşk, Dâru’l-Fikr, Ty.

[62]   Taceddin Uzun, a.g.e, s.5.

[63]   Hüseyin Küçükkalay, Kur’an Dili Arapça, Konya, Manevi Değerleri Koruma ve îlim Yayma Cemiyeti, 1969 s. 327.

[64]   Şevkî Dayf, el-Fennu ve Mezâhibuhû, Mısır, Dâru’l-Me‘ârif, s. 20.

[65]   Şevkî Dayf, a.g.e, s.20-21; Taceddin Uzun, a.g.e, s.6.

[66]   Ömer Rıda Kehhâle, a.g.e, s. 171.

         * m

[67]   Ali Özek, a.g.e, s.62; Ahmed Emîn, Fecru’l-İslâm, Beyrût, Dâru’l-Kitâbi’l-‘Arabî, 1969.

[68]   Şevkî Dayf, el-Fenru ve Mezâhibuhû, s.21; Gâzî Tuleymât-'îrfan el-Eşkar, a.g.e, s.686.

[69]   Bu meseli türkçeye “Geçti Bor’un pazan” atasözüyle aktarmak mümkündür.

[70]   Hüseyin Küçükkalay, a.g.e, s. 335-336.

[71] el-Meydânî, Mecma‘ul-Emşâl, Beyrût, DâruT-Ma‘rife, Matba‘a^ta’s-Sunneti’l-Muhammediyye, 1374/1955,11,19.

[72]   Şevkî Dayf, a.g.e, s. 21; Gâzî Tuleymât-4 İrfân el-Eşkar a.g.e s.686.

[73]   el-Meydânî, a.g.e, s.686.

[74]   Şevkî Dayf, a.g.e, s.21.

3~ Mehmed Fehmî, a.g.e, s.232.

33  Ali Özek, a.g.e, s.63.

M Taceddin Uzun, a.g.e, s. 8.

[78] Kehanet, ister geçmişte ister gelecekte olsun gaybi şeylerden haber vermektir. (Ali Özek, a.g.e, s. 79). Kahin, gizli geçmiş haberleri bir çeşit zan ile haber vermektir. ‘Arrâf da; gelecek haberleri yine bir nevi zan ile ihbar edendir. Bu iki sanat bazen hata eder bazen de isabet eder. Zanna dayandıkları için Peygamber (s.a.v) Her kim arrafa veya kahine gider de onun dediğini tasdik ederse Ebu’l-Kasım’a indirilmiş olanı inkar etmiş demektir. (er-Râğıb el-îşfahânî, a.g.e, s.460).

Ömer Faruk Harman, ‘Kahin’, DİA, XXIV,79.

[80]   İbnu’l-Esîr, en-Nihâye fî Ğarîbi’l-Hadîs ve’l-Eşer, Dara İhyâi’l-Kutubi’l-‘Arabiyye, Ty. Yy. IV, 214-215.

[81]   Şevkî Dayf, a.g.e, s. 38; Corcî Zeydân, Medeniyet-i İslâm iyye Tarihi, Dersaadet, Akdar Matbaası, 1328

111,       31, Çev: Zekî Megâmiz.

[82]   Îbnu’l-Eşîr, el-Kâmil fl’t-Târîh, Beyrût, Dâru’l-Kutubi’l-‘İlmiyye, 1407/1987,1,322-323.

[83]   öâzî Tuleymât-4 İrfan el-Eşkar, a.g.e, s. 696.

[84] Satîh’in kafa tası dışında vücudunda kemik bulunmadığı, kumaş gibi dürüldüğü bildirilmektedir, (el- Mes'ûdî, Murûcu’z-Zeheb ve Me‘âdini’l-Cevher, Beyrût, el-Mektebetu’l-‘Aşriyye, 1408/1988, 11,179; Corcî Zeydân, a.g.e, 111,31.

[85]   Tûr, 29.

[86]   Hakka, 40-41-42.

[87]   el-Buhârî, Tıb 36, Edeb 117.

93 el-Buhârî, Bed’u’l-Halk 6.

[89]   İslâm Ansiklopedisi, X,307.

[90]   Tur 29, Hakka 40-41-42.

[91]   el-Buhâri, Tıp 46.

[92] Ebû Dâvûd, es-Sunen, Suriye, Dâru’l-Hadîs, Ty, diyât 21, en-Nesâî, es-Sunen, Mısır, el-Matba‘atu’1- Mışrıyye bi’l-Ezher, Ty, kasâme 40-41.

[93] el-Câhız, a.g.e, 1,289-290.

[94] el-Câhız, a.g.e, 1,290.

[95] Şevkî Dayf, a.g.e, s.41.

[96] İbn Hişâm, es-Sîratûn-Nebeviyye, Mısır, Matba‘atu Mustafâ el-Bâbı el-Halebî ve Evlâduhû, 1355/1936, 1,17.

[97] İbn Hişâm, a.g.e, 1,18.

[98] Şevkî Dayf, a.g.e, s. 41.

[99] Ğâzî Tuleymât - ‘İrfân el-Eşkar, a.g.e, s. 698; Ömer Rıda Kehhâle, a.g.e, s.171.

[100]   Mehmed Fehmî, a.g.e, s.761; Cemheratu HutabiT-‘Arab 1,121.

[101]   Ömer Rıdâ Kehhâle a.g.e, s. 170.

[102]   el-Meydânî, a.g.e, 11,265.

[103]   Ali Özek, a.g.e, s.59; Ahmed Zekî Şafvet, Cemheratu Resâüi’l-‘Arab, Kâhire, Şeriketu Mektebe ve Matba'a Mustafâ el-Bâbî el-Halebî, ve evlâdûhû, 1391/1971,1,27.

[104]   Şevkî Dayf, a.g.e, s.24.

[105]   Ali Özek, a.g.e, s.59.

[106]   el-Meydânî, a.g.e, 1,313.

[107]   Ali Özek, a.g.e, s. 60.

[108]   Ali Özek, a.g.e, s. 60; el-Meydânî, a.g.e, 11,305.

[109]   el-Meydânî, a.g.e, 1,444.

[110]   el-Meydânî, a.g.e, 1,367.

[111] Nabatlılann asıllan hakkında muhtelif fikirler ileri sürülmüştür.

1. Tevratta bunların Nabayat soyundan üredikleri kaydediliyor.

2.  Arap yarımadasının Şeman dağlan bölgesinden gelmişlerdir.

3.  Basra Körfezi kıyılarından gelmişlerdir. İlah... bundan başka bunların soy bakımından Arap mı Aramlı mı oldukları da kesin olarak halledilmemiştir. (Neşet Çağatay, İslâm dan Önce Arap Tarihi ve Cahiliye Çağı, Ankara, Ankara Üniversitesi Basımevi, 1963, s.37).

[112] Nihat M.Çetin, ‘Arap’, DİA, 111,276; Ahmet Suphi Furat, Arap Edebiyatı Tarihi, İstanbul, Edebiyat Fakültesi Basımevi, 1996,1,51; Hafhî Nâsıf, Tarihu’l-Edeb, Matba‘atu Câmi‘ati’l-Kâhire, 1973, s.59-60.

[113]   Nihat M.Çetin, a.g.e, 111,281; Muhammed Hamîdullah, Hz. Peygamberin Altı Orijinal Diplomatik Mektubu, İstanbul, Beyan Yayınlan, 1990, Çev: Mehmet Yazgan, s.23.

[114]   İbnu’n-Nedîm, el-Fihrist, Dâru’l-Ma‘rife, Beyrût, Ty. s.7-8.

[115]   Nihat M.Çetin, a.g.e, 111,276.

[116]   Nihat M.Çetin, a.g.e, 111,283.

[117]   Cemheratu Resâili’l-‘Arab, 11,9.

[118]   Cemheratu Resâili’l-‘Arab, 11,15.

[119]   Cemheratu Resâili’l-‘Arab, 11,17.

[120]   Cemheratu Resâili’l-‘Arab, 11,18.

[121]   Cemheratu Resâili’l-‘Arab, 11,22.

[122]   Cemheratu Resâiliİ-‘Arab, 11,10.

[123]   el-Meydânî, a.g.e, 1,399.

[124]   el- Meydânı, a.g.e, 1,401; Haşan Akdağ, Arap dilinde Deyimler ve Atasözleri, Konya ,Tekin Kitabevi, Ty; Cemheratu Resâüi’l-‘Arab, 1,13

[125]   Cemheratu Resâili’l-‘Arab, 1,27

[126]   Asım Efendi, Kâmus tercemesi, İstanbul, Haşan Hilmi Matba‘ası, 1304, 1,455

[127]   Cahiliye dönemi mektuplarım incelerken manzum mektuplara işaret etmiştik.

[128]   Türk Dili ve Edebiyat’ı Ansiklopedisi, VI,233

[129]   Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, VI,271-232.

[130]   Ahmed el-İskenderî-Muştafâ ‘İnânî, a.g.e, s. 129.

[131]   et-Tehânevî, Keşşâfu Istılahâti’l-Funûn ve’l-‘Ulûm, Beyrût, Mektubetu Lübnan, 1996, 1,895.

[132]   el-Kefevi, a.g.e, s.476.

[133]   İslâm Ansiklopedisi, VI,829.

[134]   Abdurrahman Küçük, ‘Ahid’, DİA, 1,532-533.

[135]   Abdurrahman Küçük, a.g.e, 1,535.

[136]   ez-Zemahşeri, Esâsu’l-Belâğa, Beyrût, Dâru Sâdır, 1385/1965, s.349

[137]   A‘lâ, 18-19.

[138]   Câbir Karnîha, Edebu’r-Resâil fı Sadri’l-İslâm , Kâhire, Dârıı’l-Fikri’l-‘Arabî, 1406/1986, s.12-13.

[139]   Bkz : Taha 133, Necm 36, Abese 13, A‘lâ 18-19, Beyyine 2.

[140]   Cemheratu Resâili’l-‘Arab, 1,9

[141]   Alak 1-5

[142]   Kalem 1

[143]   Bakara 282.

[144]   Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Ankara, Ankara Üniversitesi Basımevi, 1975, s. 22.

136  Talat Koçyiğit, a.g.e, s. 22.

[146]   el-Kettânî, Nizâmu Hukumeti’n-Nebeviyye (et-Terâtıbu’l-îdâriyye) Beyrût, Dâru’l-Kâtibi’l-‘Arabî, Ty, I,

179.

[147]   el-Munâvî, Feydu’l-Kadîr, Beyrût, Dâru’l-Ma‘rife, 1391/1972, IV,255

[148]   el-Buhârî, Şavm 13

[149]   Abidin Sönmez, Rasûlullah’m İslama Davet Mektupları, İstanbul, İnkılap Yay, 1984, s.63

[150]el-Kettânî, a.g.e, 1,175.

[151]   el-Buhârî, Meğâzî 42.

[152]   Ankebût, 48.

[153]  Abidin Sönmez, Resululiah’ın İslam’a Davet Mektupları, s. 64.

[154]  Muhammed Reşid Rıdâ, Tefsiru’l-Menâr, Dâru’l-Fikr, Y.y. Ty., IX,225.

[155]  İbn ‘Abdi Rabbih, a.g.e, IV,240.

[156]   Abidin Sönmez, a.g.e, s. 64-65.

[157]   İbn Hacer el-‘Askalânî, el-îsâbe fî Temyîzi’s-Sahâbe, Beyrût, Dâru Sâdır, Ty. II, 273.

9                                       p.                                »                                                     » + m                                                                     *

[158]   el-Kettânî, a.g.e, 1,120.

[159]   el-Kettânî, a.g.e, 11,15.

[160]   İbn Hacer el-Xskalânî, el-İsâbe fî Temyîzi’s-Sahâbe, 1,19.

[161]   el-Kettânî, a.g.e, 11,118.

[162]   İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usulu, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı Yay, 1991, s.53; el-Kettânî, a.g.e, 11,118.

[163]   el-Kettânî, a.g.e, 1,118-119.

[164]   Nahl, 125.

[165]   Hac, 39.

[166]   Muhammed Hamîdullah, el-Veşâiku’s-Siyâsiyye, Dâru’n-Nefâis, 1403/1983, s.66

[167]   Muhammed Hamîdullah, İslâm Peygamberi, İstanbul, İrfan Yayıncılık ve Ticaret, 1414/1993,1,189

[168]   el-Veşâiku’s-Siyâsiyye, s.73

[169]   el-Vesâiku’s-Siyâsiyye, s.77

[170] el-Veşâiku’s-Siyâsiyye, s.59; İslâm Peygamberi, 1,202; Cemheratu Resâili’l-‘Arab, 1,31

[171] ‘İmâduddîn Haiti. Dirâse fı’s-Sîra, Beyrût, Muessesetu’r-Risâle, 1409/1989, s.151-152

[172] Tevfîk el-Va‘î, ed-Devletu’l-İslâmiyye, Beyrût, Dara îbnu‘i Hazm, 1416/1996, s.49-50

[173] el-Bûtî, Fıkhu’s-Sîre, Dâru’l-Fikr, 1410/1990, s.205-206

[174] Câbir Kamîha, a.g.e, s.64-65

[175] Câbir Kamîha, a.g.e, s.70-71

* *

[176] Muhammed Hüseyin Heykel, Hz.Muhammed’in Hayatı, İstanbul, Yöneliş Yayınları, 2000, çev.:Vahdettin İnce, 11,19

[177] el-Vesâıku’s-Siyâsiyye, s.77-80

[178] Muhammed Ğazâlî, Fıkhu’s-Sîre, İstanbul, Risale Yayınları, Ty., çev: Resul Tosun, s.364-365

193   el-Veşâiku’s-Siyâsiyye, s.119, el-Makrîzî, Îmtâ‘u’l-Esmâ‘, Beyrût, Dâru’l-Kutubi’l-‘îimiyye, 1420/1999,

[180] el-Veşâiku’s-Siyâsiyye, s.l 18

[181] Câbir Kamîha, a.g.e, s.78

[182] Enbiya 107

[183]   Ebû ‘Ubeyd Kâsım b. Sellâm, Kitâbu’l-Emvâl, Beyrût, Dâru’l-Fikr, 1408/1988, s.28-29-32, Talat Koçyiğit, Hadis Tarihi, s.32; Abidin Sönmez, Rasûlullah’ın İslam’a Davet Mektuplan, s.45

[184]  İbn Sa‘d, et-Tabakâtu’l-Kubra, Beyrût, Dâru Sâdır, Ty., 1,258

[185]  İbn Sa‘d, a.g.e, 1,259

[186]  İbn Sa‘d, a.g.e, 1,259

[187]  İbn Sa‘d, a.g.e, 1,260

[188]  İbn Sa‘d, a.g.e, 1,261

[189]  İbn Sa‘d, a.g.e, 1,263

[190]  İbn Sa‘d, a.g.e, 1,263

m Abidin Sönmez, Rasûlullah’m İslam’a Davet Mektuplan, s.46

[192] Câbir Kamıha, a.g.e, s.81

[193] el-Vesâiku’s-Siyâsiyye, s.126; Cemheratu Resâili’l-‘Arab, 1,44

[194]  el-Vesâiku’s-Siyâsiyye, s.148; el-Belâzurî, Futûhu’l-Buldân, Dara’n-Neşr li’l-Câmi‘iyyîn, 1377/1957,

[195]  el-Vesâiku’s-Siyâsiyye, Cemheratu Resâili’l-‘Arab, s.40

[196]  Câbir Kamîha, a.g.e, s.82 t t

[197] Fetih 29

[198] Bakara, 256

[199] el-Veşâiku’s-Siyâsiyye, s. 135

[200] Câbir Kamîha, a.g.e ,s.84

[201] el-Veşâiku’s-Siyâsiyye, s.207, 208, 209

223 Câbir Kamîha, a.g.e , s.87

[203] Mustafa Demirci, ‘îktâ’, DÎA, XXII,43

[204] Mustafa Demirci, a.g.e, XXII,43

[205]  Kâdî İyâd, eş-Şifâ, Mısır, Mektebe ve Matba'a Mustafâ el-Bâbı el-Halebî ve Evlâduhû, 1369/1950, s.65

[206]  Ebû ‘Ubeyd Kasım b. Sellam, Kitabu’l-Emval, s.357; el-Vesâiku’s-Siyâsiyye, s.157

[207]  Câbir Kamlha, a.g.e , s.89

[208]  Cemheratu Resaili’l-‘Arab, 1,81

[209]  el-Vesâiku’s-Siyâsiyye, s.269

[210] el-Vesâiku’s-Siyâsiyye, s. 170

[211]  el-Veşâiku’s-Siyâsiyye, s.263, 264

[212] Mehmet Erkal, ‘Ganimet’, DÎA, XIII,351

[213] el-Mâverdî, Ahkâmu’s-Sultâniyye, Mısır, Şeriketu Mektebe ve Matba‘a, Mustafâ el-Bâbî el-Halebî ve Evladuhû, 1386/1966, s.126

[214] el-Veşâiku’s-Siyâsiyye, s.95

[215] Bkz: el-Veşâiku’s-Siyâsiyye, s.94

[216]  el-Vesâiku’s-Siyâsiyye, s.98, 99

[217] el-Veşâiku’s-Siyâsiyye, s.280, îbn Seyyidi’n-Nâs, ‘Uyûnu’l-Eser, Beyrût, Dâru’l-Ma‘rife, Ty., 11,245; Cemheratu Resâili’l-‘Arab, 1,49

[218] el-Belâzurî, a.g.e , s.82; el-Veşâiku’s-Siyâsiyye, s.293, 294

[219]  el-Veşâiku’s-Siyâsiyye, s.287, Cemheratu Resâili’l-‘Arab, 1,55

[220]  el-Vesâiku’s-Siyâsiyye, s.329; İbnu’l-Eşîr, Usudu’l-Gabe, eş-Şa‘b, 111,64, 65

[221] Câbir Kamîha, a.g.e , s.98

[222]  Cengiz Kallek, ‘Casus’, DİA, VII, 163

[223]  Abidin Sönmez, Rasûlullah (s.a.v.)’m Diplomatik Münasebetleri ve Sulh Muahedeleri, İstanbul, İnkılap Yayınları, 1984, s.49

[224] el-Vesâiku’s-Siyâsiyye, s.68

[225]  Câbir Kamîha, a.g.e , s. 100

2.8    Muhammed Hamîdullah, Hz. Peygamberin Altı Orijinal Diplomatik Mektubu, İstanbul, Beyan Yayınları, 1990, Çev.Mehmet Yazgan, s.61

2.9    Talat Koçyiğit, Hadis Tarihi, Ankara, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yay., 1977, s.32

[227]  Hüseyin Tural, Arab Dilinde Şiir ve Hadisle İstişhad Meselesi, Erzurum, A.Ü.Î.F.Dergisi, sayı:9, 1990,

[228]  Kâtip Çelebi, Keşfu’z-Zunûn, İstanbul, Me‘ârif Vekaleti, 1360/1941,1,405

[229] Hüseyin Tural, a.g.e , s.71-72

[230]  Subhî Sâlih, ‘Ulûmu’1-Hadîş ve Mustalahuhu, Beyrût, Dâru’l-‘İlm li’l-Melâyîn, 1979, s.328

[231] Hüseyin Tural, a.g.e, s.73

[232]  Hayreddin Karaman, Hadis Usulü, İstanbul, İrfan Yayınevi, 1969, s.36

[233] Subhî Sâlih, a.g.e , s.330

[234]  Taceddin Uzun, Hz. Peygamberin Belagatı, Konya, 1996, s.35

[235]  Salâhuddîn el-Hâdî, el-Edeb fî ‘Asri’n-Nubuvveti ve’r-Râşidîn, Kâhire, Mektebetu’l-Hâncî, 1407/1987, s.113

[236] M.Tayyip Okiç, Kur’ân-ı Kerîm’in Üslup ve Kıraati, Ankara, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, 1963, s.3

[237] Bakara 23-24

[238] Hüseyin Küçükkalay, a.g.e , s. 165

[239]  Hüseyin Elmalı, ‘Hitabet’, DİA, XVIII, 160

273 el-Câhız, el-Beyân ve’t-Tebyîn, 11,6

[241] el-Cezîrî, Kitâbu’l-Fıkhi ‘ale’l-Mezâhibi’l-Erba‘a, Kâhire, Matba‘atu’1 İstikâme, Ty., 1,390-391

[242] Taceddin Uzun, Arap Dili ve Edebiyatında Hulefa-i Raşidîn’in Hutbe ve Mektupları, s.59

[243] el-‘Aclûnî, Keşftı’l-Hafâ, Haleb, Mektebetu Turâşi’l-İslâmî, Ty., 1,72

[244] Müslim, Mesacid 5,7,8

[245]  İbn Hacer eI-‘Askalânî, Fethu’l-Bârî, Mısır, Mektebe ve Matba‘a Mustafâ el-Bâbî el-Haiebî ve Evladuhû, 1378/1959, VI,469

[246] ‘Alî el-Kârî, Şerhu’ş-Şifâ, Beyrût, Dâru’l-Kutubi’l-‘İlmiyye, Ty., 1,176

[247] Ahmed b. Hanbel, Musned, Kâhire, c.6, s.257

23j Ebû Dâvûd, Sünen, Dâru İhyau’s-Sunneti’n-Nebeviyye, Ty., îlim 7

234  Ebû Dâvûd, Edeb 21

235   Ebû Dâvûd, Edeb 94

236  Müslim, Cuma 47

237  Müslim, Kasâme 38

233   el-'Akkâd, el-‘Abkariyyetu’l-İslâmiyye, Beyrût, 1971,11,80

[254]  el-Buhârî, Buyu‘ 73

[255]  el-Buhârî, Meğâzî 28

[256]  Muddessir, 24

[257] Tur 29

[258]  Hicr 6

[259]  Yunus 41

[260]  Zuhruf 52

[261] Ahmet Lütfı Kazancı, Peygamber Efendimizin Hitabeti, İstanbul, Ma‘rifet Yayınları, 1997, s. 139

[262] Tirmizı, Sünen, Medine, el-Mektebetu’s-Selefıyye, Ty., İman 8

[263] Tirmizi, Zuhd 7

[264] Müslim, Zikr 56

[265] Müslim, Elfaz 16-17

[266] el-Buhârî, Edeb 38

[267]  el-Buhârî, Edeb 44

[268] el-Buhârî, Edeb 95

[269]  Ebû Dâvûd, Edeb 2 i

[270] Ahmet Liitfı Kazancı, a.g.e , s. 147

[271]  Müslim, İman 28

[272]  ‘Alî el-Cârim-Mustafâ Emin, el-Belâğatu’l-Vâdıha, İstanbul, Eda Neşriyat, 1991, s.260

[273] Bkz. el-Buhârî, Hayız 13, Müslim, Hayız 60

[274] Bkz. Müslim, Zekat 24

[275]  Bkz. et-Taberî, Câmi‘u’l-Beyân ‘an Te’vîli Âyi’l-Kur’ân, Mısır, Şeriketu Mektebe ve Matba‘a, Mustafâ el-Bâbî el-Halebî ve Evladuhü, 1373/1954, m, 162-163

[276]  Ahmet Lütfi Kazancı, a.g.e, s. 152

[277]  Sa‘d 38

3,6 Ebû Dâvûd, Edeb 89

[279]  Tirmizi, Birr 70

[280]  Yasin, 69

[281]  Şuara, 224

[282]  el-Buhârî, Edeb 91, Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 153

** * • » t

[283] el-Buhârî, Edeb 90, Tirmizi, İsti’zân 102

[284] el-Buhârî, Edeb 90, Müslim, Cihad 123

[285]  el-Buhârî, Edeb 90

[286]  Müslim, Şi‘r 8

[287]  el-Buhârî, Cihad 158, Müslim, Cihad 125

[288]  Ez-Zebîdı, a.g.e , 11,376

[289]  el-Buhârî, Meğazi 53

[290]  İbn Hacer el-‘Askalânî, Fethu’l-Bârî, IX,92

[291] Ahmet Ltltfı Kazancı, a.g.e, s. 174

[292]  el-Buhârî, Edeb 90; Müslim, Cihad 112

[293]  İbn Hacer el-‘Askalânî, Fethu’l Bari, XIII, 157

[294] Yasin, 67

[295]  Ahmet Lütfı Kazancı, a.g.e , s. 175

[296]  Sa‘d 38

[297]  el-Câhız, el-Beyân ve’t-Tebyîn, 11,16-17

[298]   İbn Kayyım el-Cevziyye, Zâdu’i-Me‘âd, Mısır, Matba‘a ve Mektebe Mustafâ ei-Bâbî el-Halebî, 1369/1950,1,46

[299] el-Ebrâşî, ‘Azametu’r-Rasûl, ‘İsâ el-Bâbî el-Halebî ve Şurekâhu, Ty., s.367

[300] Hüd41

[301] İsra 110

[302] Nemi 30

[303] el-Kettânî, a.g.e , 1,140

[304]  Hudeybiye anlaşmasına bu ibare ile başlanılması özel bir durumdur. Kaideyi bozmaz. Rasûlullah (s.a.v.)’ın böyle bir şeyi kabul etmesi daha öncede ifade ettiğimiz gibi onun çevikliğinin ve ileri görüşlülüğünün bir neticesidir. (Câbir Kamîha, a.g.e , s.l 17)

[305] Câbir Kamîha, a.g.e, s.l 16-117

[306] Bkz., Cemheratu Resâili’l-'Arab, 1,12

[307]  Hatırlanacağı gibi sadece Hudeybiye Antlaşmasında bir defaya mahsus Muhammed b. Abdullah diye yazılmıştır.

[308]  Cemheratu Resâili’l-‘Arab, 1,69

[309]  Câbir Kamîha, s. 122-123

* *

[310]  Ahmet Lütfi Kazancı, a.g.e, s. 138

[311] Câbir Kamîha, a.g.e ,s. 124-125; Şevkî Dayf, el-Fennu ve Mezahibuhû, s.98

[312]  ‘Alî el-Cârim-Muştafâ Ernîn, a.g.e, s.250

[313]  Mustafâ Nihat Özön, Edebiyat ve Tenkid Sözlüğü, İstanbul, İnkılap Kitabevi, 1954, s. 127

[314]  Seyid Kemal Karaalioğlu, Edebiyat Terimleri Klavuzu, İstanbul, İnkılap ve Aka Kitabevleri, 1975, s.160

[315]  ‘Alî el-Cârim-Muştafâ Emîn, a.g.e, s.242

[316] Mustafa Nihat Özön, a.g.e, s. 131

[317]  Câbir Kamîha, a.g.e , s. 126

[318]  Rakk: Üzerine yazı yazmak için inceltilmiş deri demektir. (el-Kettânî, a.g.e , 1,122)

[319]  Câbir Kamîha, a.g.e , s. 127

[320]  el-Câhız, el-Beyân ve’t-Tebyîn, Dâru’l-Fikr li’l-Cemî‘, 1968,11,44

[321]  el-Veşâiku’s-Siyâsiyye, s.305

[322]  Câbir Kamîha, a.g.e, s. 130

[323]   İcâz-ı Hazf: Hazfedilene işaret eden bir karine (delil) olmak kaydıyla sözün bir kısmının hazfedilmesi (söylenmemesi) dir. Bunu yaparken kastedilen manaya bir eksiklik arız olmamalıdır. Karine, akıl yoluyla

sözün gelişinden anlaşılır. (Nâyif Ma‘rûf, el-Mu‘çezu’l-Kâfi fi ‘Ulûmi’l-Belâğa ve’I-‘Arûd, Beyrût, Dâru’n- Nefâis, 1993, Bekrî Şeyh Emîn el-Belâğatu’l-‘Arabiyye, Beyrût, Dâra’l-‘îlm li’l-Melâyîn, 1990,1,198

[324]  Ferit Devellioğlu, Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lügat, Ankara, Doğuş Matba‘ası, 1970, s. 1329

[325] Tevbe 82

[326] Nâyif Ma‘rûf, a.g.e, s. 132

[327]  el-Kalkaşandî, Şubhu’l-A‘şâ, Beyrût, Dâru’l-Kutubi’l-‘İlmiyye, 1407/1987, VI,364

[328] Bedevî Tabâne, Mu‘cemu’l-BeIâğati’l-‘Arabiyye, Beyrût, Dâru İbn Hazm, 1417/1997s.738

[329] Aynı eser, s.440-441

[330] el-Curcanî, Esrâru’l-Belâğa, Beyrût, Daru İhyai’I-‘Ulûm, 1412/1992, s. 193

[331] Mevsû‘atıı ‘Abbâs Mahmûd el-‘Akkâd, Dâru’l-Kutubi’l-‘Arabî, 1971,11,90

[332] el-Vesâiku’s-Siyâsiyye, s.249,

[333]  Kâdî İyâd, eş-Şifâ, ‘Ammân, Mektebetu’l-Fârâbî, 1407/1986,1,167

[334]  Mukteda-i Hâl, Belagatın özü ve cevheridir. Münasip yere münasip kelimeyi koymaktır. İnsanlara akıl ve anlayışlarına göre hitap etmektir. (Bekrî Şeyh Emîn, a.g.e, 1,40)

[335]  Nâyif Ma'rûf, a.g.e, s. 125; ‘Alî el-Cârim-Mustafâ Emîn, a.g.e, s.273

38j Nâyif Ma‘rûf, a.g.e, s.125

[337] el-Câhız, el-Beyân ve’t-Tebyîn, 1,195

[338] el-Câhız, el-Beyân ve’t-Tebyîn, 1,19

[339] Câbir Kamîha,' a.g.e, s. 137

[340]  el-öazâlî, İhyau ‘Ulûmi’d-Dîn, Beyrût, Dâru’l-Ma‘rife, Ty. c.3, s. 126

[341] el-Câhız, el-Beyân ve’t-Tebyîn, 1,196

[342]   el-Kalkaşandî, a.g.e, VI,366

[343]  el-‘Akkâd, a.g.e, 11,88

[344]  ‘Alî el-Cârim-Mustafâ Emîn, a.g.e, s.270; Nayif MaVuf, a.g.e, s. 126

[345]  Âl-i İmran 45

[346]  Haşr 23

[347]  ‘Alî el-Cârim-Muştafâ Emîn, a.g.e, s. 125; Nâyif Ma'rûf, a.g.e, s. 117

[348]  el-Veşâiku’s-Siyâsiyye, s.267

[349]  el-Veşâiku’s-Siyâsiyye, s.162

[350]  Bekrî Şeyh Emîn, a.g.e, 11,76; ‘Alî el-Cârim-Mustafi Emîn, a.g.e, s.71

[351]  Beri Şeyh Emîn, a.g.e, 11,78

[352]  el-Veşâiku’s-Siyâsiyye, s.294

[353] el-Veşâiku’s-Siyâsiyye, s. 145

[354] Mecâz-ı Mürseiin Alakalarından bazıları şunlardır: Sebebiyye, musebbebiyye, cuziyye, külliye, itibar-i mâ kân, itibar-i mâ yekûn, mahalliyye (‘Alî el-Cârim-Mustafâ Emîn, a.g.e, s.l 10)

[355] Bedevi Tabâne, a.g.e, s.300

[356] el-Kazvînî, el-îdâh fî ‘Ulûmi’l-Belâğa, Beyrût, Dâru İhyâi’l-İlm, 1408/1988, s.203

[357]  ‘Alî el-Cârim-Mustafâ Emîn, a.g.e, s.20

[358] el-Vesâiku’s-Siyâsiyye, s.62

[359] Hüseyin Küçükkalay, a.g.e, s. 162

[360] Tacettin Uzun, Arap Dili ve Edebiyatında Hulefa-i Raşidin’in Hutbe ve Mektupları, s. 135; Hüseyin Küçükkalay, a.g.e, s. 164

[361] Tacettin Uzun, a.g.e, s. 136

[362]  TacettinUzun, a.g.e, s.137

[363]  Hüseyin Küçükkalay, a.g.e, s. 165

[364]  eş-Şerîf er-Radî, el-Mecâzâtu’n-Nebeviyye, Kahire, Muessesetu’l-Halebî ve Şurekâhu, Ty., s.68

4,5 Hüseyin Küçükkalay, a.g.e, s. 165

[366] Tacettin Uzun, a.g.e, s.138

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar