[FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] SEKSEN İKİNCİ KISMI
Rahman ve Rahim Olan Allah Teâlâ’nın
Adıyla
YİRMİ BİRİNCİ SORU
Velîlerin Allah Teâlâ’nın İsimlerinden
Olan Payı Nedir? Cevap:
Burada bir
açıklama yapmak gerekir: Acaba Tirmizî onların
bu paylan elde etmesini sağlayan ismi mi, yoksa bu paylarda onları yöneten
ismi mi veya bu payları meydana getiren ismi mi kast etmiştir?
Tirmizî, velîler adına bu payları
zorunlu kılan ismi veya isimleri kast etmişse, bu bağlamda paylar iki kısma
ayrılır: Birincisi müktesep (kazanılmış), İkincisi müktesep olmayan paylardır.
Her kısmın kendine özgü ismi vardır. Bu ise gerektirip onları üsdenmesi ve
meydana getirmesi yönünden paylara aittir. Müktesep gelirsek, onları
gerektiren isimler, bu payları elde etmeyi sağlayan amelleri veren isimlerdir.
Bunlar ise, farklı farklıdır. Her amel kendi cinsine göre iken her amel sahibi
de -şayet ârif iseo amelî harekete özgü ilahi ismi de bilir. Meselenin
açıklanması uzun sürer. Bu paylar velîler adına gerçekleştiğinde onları yöneten
isimlere gelirsek, bu isimler, o paya göredir. Pay, özü gereği kendisini
yönetecek ismi arar. Paylar ise farklı farklıdır. Aynı şekilde, onları
gerektiren ve meydana getiren isimler ede paylara göre değişir. İsimler
payların değişmesiyle değişir. Müktesep olmayan paylardaki durum da böyle
ayrıntılıdır.
YİRMİ İKİNCİ SORU
Başlangıç Bilgisi Hangisidir? Cevap:
Tirmizî, genel içinde başlangıcı (el-büd‘), seçkinlerde ise bunu kabul
edenin mezhebine göre neshi gerektiren lafızla soru sordu. Her iki duruma göre
konuşalım ki, iki dili (avam ve seçkin dili) de açıklamak mümkün olabilsin ve
cevap genel olsun!
Bilmelisin ki, başlangıç ilmi (ilm-i
büd‘), öğrenilmesi çetin bir ilimdir, çünkü sınırlı değildir. Onu ifade
edebilecek en yakın ifade şunu demektir: Başlangıç, mümkünlerin varlığının peşi
sıra ve müteakiben açılmasıdır. Çünkü onu var eden zât, bir zamanla
sınırlanmaksızın bunu gerektirmiştir, çünkü zaman da cisimsel mümkünler
arasında yer alır. Öyleyse, ancak mümkünün özü gereği Zorunlu ile irtibatı düşünülebilir.
Böylelikle Hakkın varlığının karşısında, ‘sabit hakikatler9 (a’yân-ı
sâbite) vardır. Bunlar, ezelde yoklukla nitelenmiştir. Söz konusu olan, Allah
Teâlâ ile birlikte başka herhangi bir şeyin bulunmadığı (ilk, ezelî) oluştur.
Dikkat ediniz! Allah Teâlâ’nın varlığı, bu a’yân(-ı sâbite) üzerine onların
istidatlarının gerektirdiği şekilde yayıldı. Böylelikle arada aklî ya da vehmî
biraralık bulunmaksızın, kendisi için değil onlar için a’yân (dışta) oluştu.
Bunu tasavvur edişte, her iki yönden de hayret ortaya çıkar; hem keşf hem
teorik delil yönünden. Keşfin gördüğü şeyin anlamını dile getirmek,
imkânsızdır, çünkü buradaki iş, tahayyül edilemezdir. Dolayısıyla aktarılamaz
ve zikrettiğimizden daha açık bir şekilde söz kalıplarına girmez.
Buradaki güçlüğün nedeni, ilk Sebeb’i
bilememektir. İlk Sebep, Hakkın zâtıdır. Hakkın zâtı ‘sebep’ olduğunda ise
me’lûh, me’lûh olduğunu bilmezken, kendisine ait bir ‘me'lûh’un ilahıdır.
Arkadaşlarımızın bir kısmı, başlangıcın ‘kahır nispetinden’, bir kısmı ‘kudret
nispetinden’ meydana geldiğini söylemiştir. Şeriat ise, ‘emir nispetinden’ olduğunu
söyler. Buradaki tahsis, onun nezdinde ayrışan herhangi bir mümkünün kendisinde
gerçekleşir. Bizim bilgimizin bu konuda ulaştığı ve nebîlere katıldığımız
husus şudur: Başlangıcın emir nispetinden olmasında bir ‘zorlama (cebr)’ kokusu
vardır. Çünkü hitap, ancak var olmayan (ma’dum), akleden, duyan, duyduğunu
bilen ayn-ı sâbiteye (sabit bir hakikate) olabilir. Söz konusu ayn-ı (sâbite),
var olan bir duyuşla hitabı duymadığı gibi var olan bir akledişle veya var
olan bir bilgiyle de (hitabı) bilmez. Böylelikle bu hitabı duyuş esnasında
Hakkın varlığım giyinir
(telebbüs). Bu durumda ise, el-Evvel ve ez-Zâhir ismi yönünden O’nun mazharı
olur. Bu hakikat ise, bu yolda, sonsuza dek tüm hakikatlere yayılır.
Öyleyse başlangıç(’taki bu model), bu
yorumla (tüm a’yân-ı sâbite’ye) eşlik eden ve her biriyle bilfiil bulunan
kesintisiz bir şeydir. Çünkü varlığı vereni (Hakk), mümkünlerin dizilişi
sınırlamaz. Öyleyse O’ndan meydana gelen (a’yân-ı sâbite’ye dönük) nispet,
tektir. Bu durumda başlangıç, sürekli ve daimîdir. Mümkünlerden her biri,
başlangıçta öncelik sahibidir. Sonra, mümkünler birbirlerine nispet edildiklerinde,
-Allah Teâlâ’ya göre değilbirbirlerine göre öncelik-sonralık (ilişkisi) ortaya
çıkar. Bu durumda teorik araştırmacılar (ehl-i nazar), mümkünlerin dizilişini
dikkate alırken biz, onların Allah Teâlâ’ya dönük nispederini dikkate alırız.
Bütün âlem, bize göre, bilhassa Allah Teâlâ ile sınırlanmıştır. Allah Teâlâ
ise, sınır ve sınırlanmadan münezzehtir. O halde, O’nunla sınırlanan bu
tenzihte O’na tabidir. Hakkın ilk oluşu, âlemin de ilk oluşu demektir, çünkü
âlem olmaksızın Hakk için ilk olmak, kendisine nispet edilemeyecek ve
betimlenemeyecek bir şeydir. Bütün isimlerle ilgili nispetlerde, aynı şey
geçerlidir.
Kul Rab’dır,
isimlendirildiğinde İsimlendirilmiş olduğu bir halde
Rab kuldur, bir halde
Senin O’na isim verdiğin
durumda
Çünkü O benimledir, ben kast
etmiyorum Varlığımı, çünkü sağır ve körüm
Kendi gözümden başka her
şeyden Çünkü O’nu isimler izhar etti.
Tirmizî, sorusunda bede’ kelimesini
kast etmiş olabilir. Bu ise, zuhur etmemiş bir şeyin Hakk için ortaya çıkması
demektir. Örnek olarak ‘Sizi öğrenmek için sizi sınayacağız’332
ayetini verebiliriz. Ayet, ‘Allah Teâlâ amelinizi görecektir'333 ayetine benzer. İlahi hüküm, halin
gereğine göre gerçekleşir. Allah Teâlâ, bizim vehimlerimizdeki sürekliliği
şartıyla, belirli bir halle bir işi ortaya koyar. Hal sürekliliği -ki devam
etseydi iş de devam ederdikalktığında, Hakkın yönünden başka bir hüküm ortaya
çıkar. Bu hükmü ise, oluştan ortaya çıkan hal gerektirmiştir. Oluştaki zuhur,
Haktan ortaya çıkanın mukabilidir. İşte bu, diğer bir yorumla ‘beda lehû (onun
için ortaya çıktı)’ ilminin anlamıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Hesap
etmedikleri şey Allah Teâlâtan onlar adma ortaya çıktı (beda, ortaya çıktı).’334 Peygamber şöyle buyurdu: ‘Size ne
verdiysem, onunla yetinin, beni bırakın.’ Şeraitler soruya göre iner. Soru
sorulmasaydı, şeriat bu kadar hüküm getirmezdi. Buradan anlaşılan ise, ‘bedâ’
ilmidir.
Bunu öğrendikten sonra, zuhur ve
başlangıç ilmini de öğrendin demektir. Bu durumda ise, başlangıcın zuhur
bilgisini ve zuhurun başlangıç bilgisini de öğrenmiş sayılırsın. Çünkü
bunlardan her biri diğeriyle irtibatlıdır. (Tirmizî’nin sorusunda geçen bedâ
ilmi) başlangıcın zuhuru ise, bu, başlangıcın kendisinden çıktığı ‘gizlenme
mertebesi’ değildir. Hiç kuşkusuz, bu niteleme, ancak (ayefte onlar için ortaya
çıktı’ şeklinde dile getirilen) bedâ ilmi adına geçerli olabilir. Dolayısıyla
onda bir gizlenme vardır ve zuhur ondan çıkmıştır. Bu gizlilikten ortaya çıkma
ve zuhur hali ‘bedâ’ denilen şeydir. Başlangıç zuhurun başlangıcı ise onun
kadimlik ile bir ilişkisi var mıdır? Onun bir zuhur hali yok ise, kadimliğin
onunla ilişkisinin mahiyeti nedir?
Şöyle deriz: Onun sabit hakikati,
yokluktur. Bu ise, onun için evveli olmayan ezelin nispetidir. Zuhurun
başlangıcı ise ayn-ı sâbite’nin Hakkın mazharı olduğunda ilahi varlıktan
nitelendiği şeydir. İşte bu ‘zuhurun başlangıcı’ diye ifade edilen şeydir.
Hükme konu olan şeyde hakikat bir olmakla birliktehükümler çoğalırsa, bu durum
bir takım nispet ve itibarlara döner. O halde, onun mazhar olup kendisine
varlık ile nitelenme hükmü verilmiş olması, kendisini ‘imkân’ hükmünden çıkartmaz,
çünkü imkân ayn-ı sâbite için zâtî bir niteliktir. Hakikatler, nispetlerin
değişmesine bağlı olarak haklarında verilen hükmün değişmesiyle
başkalaşmazlar. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Sen
bir şey değil iken seni yarattım.’331 Başka bir ayette ise, ‘Bir
şeyi irade ettiğimizde, ona sözümüz ol olur.’336 Birinci ayette şeylik, ayn-ı sâbite’den
olumsuzlanırken ikinci ayette olumlanmıştır. Hakikat ise, tektir.
YİRMİ ÜÇÜNCÜ SORU
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Allah Teâlâ Vardı, O’nunla Birlikte Başka Bir Şey
Yoktu’ Sözünün Anlamı Nedir? Cevap:
Allah
Teâlâ’ya şeylik eşlik etmediği gibi böyle bir isim de O’na
verilemez. Aynı şekilde, O’nunla beraber bir şey de yoktur. Allah Teâlâ,
kendisiyle beraber bir şeyin olmadığı kimsedir. Bu, O’nun zâtî niteliğidir.
Kastedilen, şeyliğin O’ndan düşürülmesi ve ‘şeylik beraberliği’nin O’ndan olumsuzlanmasıdır.
Buna karşın Allah Teâlâ, eşya ile beraberdir. Eşya ise, O’nunla beraber
değildir. Beraberlik, bilgiye bağlıdır. Dolayısıyla ‘Allah Teâlâ bizi bilir ve
bizimle beraberdir.’ Biz ise, O’nu bilemeyiz. Dolayısıyla O’nunla beraber
değiliz.
Bilmelisin ki, ‘kâne (oldu, idi)’
sözü, zamansal sınırlanmayı anlatır. Bu ifadeyle kastedilen, bu sınırlanma
değildir. Kastedilen, varlıktan ibaret olan ‘kevn’dir (bu durumda kevn varlık
ve oluş bildirir). Bu durumda kâne’nin gerçek anlamı, varlık bildiren bir harf
olmasıdır, yoksa zamanı gerektiren bir fiil değildir (fiiller zamanı
gerektirir). Bu nedenle, şekilci-kelamcı bilginlerin söylediği söz,
peygamberden gelmemiştir. Bu söz, onların ‘O şimdi de bulunduğu hal üzeredir’
ifadesidir. Bu ilave, kâne’nin özellikle bu yerde anlamı hakkında bilgisi
olmayanların hadise yaptığı bir eklemedir. Allah Teâlâ, gafur ve affedicidir
(kâne) gibi, kâne sözüne bitişen ifadeler hep bu konuyla ilgilidir. Bu nedenle
bazı nahivciler, kâne ve benzerlerini ‘fiillerin işini yapan harfler’ diye isimlendirmiştir.
Bu harfler, Sibeveyh’e göre, varlık bildiren harflerdir ve Arapların anladığı
şey de budur. Kâne fiil görevi görse bile, bir yönden bir şeye benzemek, her
yönden benzemek sayılamaz.
Hadise eklenen ‘şimdi de O’ sözü,
böyle değildir, çünkü ‘şimdi’ zamanı gösterir ve bu kelime esas itibarıyla iki
zamanı ayırt eden zamanı göstermek üzere konulmuştur. İki zaman, geçmiş ve
gelecektir. Bu nedenle ‘şimdi/el-ân’ için ‘iki zamanın sınırı’ denilmiştir.
Şimdi’nin gösterdiği şey gerçek bir zaman olduğu için, Şâri’ onu Hakkın varlığı
için kullanmamış, kâne’yi kullanmıştır, çünkü kâne, varlık bildiren bir
harftir. Bununla birlikte bir eylem içerdiği için de kendisinde zaman bulunduğu
zannedilmiştir. Çünkü kâne, yekûnu, kâin, mekûn veznindedir. Tıpkı katele
(öldürdü), yaktulu (öldürür), kâtil (öldüren) ve maktûl (öldürülen) gibi. Aynı
şekilde (kâne’nin emri) ‘kün (ol)’ de ‘uhruc (çık)’ gibidir.
Şekilci bilginler, kevn kelimesinde
zamanlı fiillere katılan bu etkiyi gördüklerinde, onun zaman bildirdiğini
zannetmiş, ‘şimdi’ kelimesini de kendisinden olmadığı halde hadise bir tamlama
olarak eklemişlerdir. Muhakkik ise, kesinlikle ‘O şimdi de olduğu hal üzeredir’
demez. Çünkü öyle bir ifade, peygamberden gelmemiştir. Muhakkik, Allah
Teâlâ’ya Allah Teâlâ’nın kendisine vermediği bir şeyi vermez. Çünkü bu ifade,
zamanın yaratıcısı olan Hakkın varlığının hakikatinin gerektirdiği anlam ihlal
edilmiş demektir. Binaenaleyh ‘Allah Teâlâ var idi ve beraberinde bir şey
yoktu’ demek, ‘Allah Teâlâ vardır (mevcuttur) ve O’nunla birlikte başka bir şey
yoktur’ demektir. Başka bir ifadeyle Haktan başka, özü gereği varlığı zorunlu
kimse yoktur. Mümkün ise, O’ndan dolayı varlığı zorunlu olandır, çünkü mümkün
O’nun mazharıdır. Allah Teâlâ, onun vasıtasıyla zuhur etmiştir. Mümkün varlık
ise, kendisinde zuhur eden (Hakk) ile örtülmüştür. Böylelikle bu zuhur ve
zuhur eden, ‘imkân’ ile nitelenmiştir. Başka bir ifadeyle mazharm -ki miiml
indürhükmüne konu olmuştur. Mümkün özü gereği varlığı zorunluya bir hakikat
olarak katılmış, özü gereği varlığı zorunlu ise hüküm bakımından mümküne
katılmıştır. Söylediğimiz şeyi iyice düşün!
Bilmelisin ki, bu rivayet hakkmdaki
söylediklerimiz, bir velî böyle bir söz söylediğinde ya da peygamber
gönderildiği mertebeden değil, velîlik makamından dile getirdiğinde peygamberin
sözüyle ilgilidir. Peygamber Allah Teâlâ’yı bilmeyle ilgili böyle bir sözü özel
makamından söylerse, bu konuda konuşmayız ve hakkında zevkimizin bulunmadığı
bir meseleyi açıklayamayız. Biz o konuda velîlik diliyle konuşuruz ve halinin
gerektirdiği en üst yorumla onu dile getiririz. Velînin bu konuda yapabileceği
nihai iş budur.
Bilmelisin Ki, bu rivayette beraberük
sabit iken ‘şeylik’ olumsuzlanmıştır. Beraberlik çokluğu gerektirir. Mevcut-Hakk
ise, kendisine ve hüviyetine nispede onun varlığıdır. O, mazharının kendisini
nitelendiği şeyin aynıdır. Öyleyse her iki nispette de hakikat birdir.
Hakikat tek iken, bu beraberlik nasıl
geçerli olabiliyor? Burada ‘şeylik’ O’nun aynı değil, mazharın aynıdır. Allah
Teâlâ, o şeylik ile beraberdir, çünkü varlık, şeyliğe eşlik eder, halbuki
şeylik Allah Teâlâ ile beraber değildir. Çünkü şeylik, varlığa eşlik etmez. Bu
varlık için zorunluluk zâtî iken, şeylik nasıl O’na nispet edilebilsin ki?
Mümkünün zâti zorunluluktan bir payı yoktur. Öyleyse Hakk şeyliği (mümkün ayn)
gerektirir ve bu durumda onunla beraber olması geçerlidir. Şeylik ise, zâtî
zorunluluğu gerektirmez, dolayısıyla şeyliğin Hakk ile beraber olması mümkün
değildir. Bu nedenle Peygamberin hadisi, şeyin Haklcın hüviyetiyle beraber
olabileceğini dışladı. Çünkü beraberlik, bir yüceltmedir. Özü gereği varlık
zorunluluğundan yoksun şeyin ise, yüceliği yoktur. Bir şey ya tehdit ya da iyi
bir vaadin hükmü nedeniyle başka biriyle beraber olabilir. Bu ise aşağıdakinin
üsttekiyle olan beraberliğinden anlaşılır. Öyleyse âlem, ister varlık ile
ister yokluk ile nitelensin, hiçbir zaman Allah Teâlâ ile beraber değildir.
Özü gereği varhğı zorunlu Hakk, varlık ve yokluk halinde âlem ile beraber olma
niteliğine sahiptir.
YİRMİ DÖRDÜNCÜ SORU
İsimler Neyle Başlamıştır? Cevap:
Bu sözün
‘bu yolda (tasavvuf)’ kullanımı, iki durumu
gerektirir: Birincisi, isimlerin ilkinden sormak, İkincisi isimlerin başladığı
eserlerden soru sormak. Her iki durum da isimlerin gösterdiği şeyin sonuçlarıdır.
Bu nedir? Varlık veya yokluk mudur? Ne varlık ne yokluk mudur? İsimler
nispederdir. Dolayısıyla hâdislik (sonradanhk) v;ya kadimliğe konu olmazlar. Bu
nitelemeyi varlık ve yokluk kabul eder.
Bilmelisin ki, bizim bildiğimiz ilahi
isimler, ‘ilahi isimlerin isimleri’dir. Söz konusu isimler ile Allah Teâlâ
kendisini ‘mütekellim’ (konuşan) olması yönünden isimlendirmiştir. Dolayısıyla
bizim burada yapacağımız açıklama, bildiğimiz isimlere göre bu isimlerin
gösterdikleri şey olacaktır. İsimlerin gösterdiği, mazharlar yönünden ve kelamı
yönünden bu isimlerle isimlendirilendir. Allah Teâlâ’nın kelamı ise, O’nun
bilgisi, bilgisi de zâtıdır. Öyleyse Allah Teâlâ, zâtı yönünden bu isimlerle
isimlendirilmiştir. Nispeder ise nitelenen için bütün yönlerden ‘mutlak
birlik’ ile düşünülemez. İsimler nispederin öğrenilmesiyle anlaşılabilir ve
nispetler ‘âlem’ diye ifade edilen mazharlar öğrenilmeksizin öğrenilemez. Bu
durumda nispeder, mazharların varlığıyla meydana gelir. Çünkü mazharlar, dış
varlılc olmaları yönünden meydana gelmemiştir. Mazhar olmaları yönünden ise
sonradan olmuşlardır. Bu yönüyle nispeder, sonradan olmuştur. İsimler de onlara
tabidir ve -hükmü makul olmakla birlikteonların varlığı yoktur.
Bu sabit olduğunda, ‘isimler neyle
başlamıştır?’ diyen kişi, ‘nispetler neyle başlamıştır?’ demektedir. Nispet iki
şey arasında ‘var olmayanakledilir’ durumlardır. Bu durumda ise ya birinciye
mensup olması yönünden ya da eserin onu göstermesi yönünden nispet için
konuşabiliriz. Nispete eserinin delaleti yönünden değil, isimlendirilen
yönünden bakarsak, isimlerin başlangıcı nedir sorusu, ‘ilk isim hangisidir?’
anlamına gelir. İsimlerin ilki, ‘Vahid-Ahad’dır. Bu isim Balebeldee,
Ramehürmüz Rahman-Rahim gibi bileşik tek isimdir. Konuşan, bu ifadeyle iki ismi
kast etmez.
Vahid-Ahad ille isimdir, çünkü isim
delalet için konulur. Bu yönüyle isim, zâta delalet eden özel bir işarettir,
yoksa eşyaya verilen donuk (câmid) isimler gibi, zâtın kendisiyle nitelendiği
herhangi bir nispet yönünden zâta işaret etmezler. Özel isim olmada
Vahid-Ahad’dan daha özeli yoktur, çünkü o, bu lafzın örtüşme yoluyla verildiği Allah
Teâlâ için zâtî bir isimdir.
Şöyle sorabilirsin: Allah Teâlâ ismi,
ille olmak halamından VahidAhad’dan öncedir. Çünkü Allah Teâlâ, Vahid-Ahad ile
nitelenirken, bu isim, Allah Teâlâ adıyla nitelenmez. Şöyle deriz: Allah Teâlâ
ismi, delalet ettiği şey bakımından bütün içerdikleriyle birlikte âlemi talep
eder. Bu isim elMelik ve es-Sultan gibi, bir isimdir. Bu bakımdan Allah Teâlâ
ismi, zâtın değil, mertebenin adıdır. Vahid-Ahad ise, kendisinden başkasına
delaletin olmadığı bir isimdir. Bu nedenle Allah Teâlâ’nın ilk isim olması
uygun değildir ve geride Vahid ismi kalır. Çünkü bu isimden sadece -terkip olmaksızınkendisi
anlaşılır. Şayet Hakk ‘şey1 diye isimlendirilseydi, hiç kuşkusuz,
O’nu ‘Şey5 diye isimlendirir ve bu durumda ‘Şey5 ilk isim
olurdu. Fakat ilahi isimler içerisinde ‘Ya Şey!’ diye bir isim yoktur. Bu
durumda Vahid’in gösterdiği ile (böyle bir ismi olsaydı) Şey arasında hiç bir
fark yoktur, çünkü o da, bileşiklik olmaksızın zâta delildir. Bileşik olsaydı,
ne el-Vahid ne de ‘Şey5 adı Allah Teâlâ’ya gerçek anlamda verilemezdi.
O’nun benzeri olmadığı gibi sayesinde özel varlığıyla ayrışacağı benzeri de
yoktur. O halde, O zâtında ve özü gereği Vahid-Ahad’dır.
Bununla beraber, isimlerin
‘nispeder’den ibaret olduğunu söyledik. Peki, kendisinden talepte bulunacak
bir eseri yok iken, bu ille ismin nispeti nedir? Şöyle deriz: Bu ismi Allah
Teâlâ için zorunlu kılan ilk nispet ‘malum’dur (bilinen). O da O’nun
varlığının karşısında a’yân-ı sâbite’nin bulunmasıdır. A’yân-ı sâbite’nin
Hakkın varlığından kazanılma yoluyla bir varlığı olabilir. Bu durumda onlar,
bu varlık ile nitelenirken Hakkın mazharları haline gelir. Öyleyse onlar, özü
gereği ‘a'yândır (hakikatler).’ Yoksa onlar herhangi bir illet veya zorlayıcı
nedeniyle a’yân(-ı sâbite) olmamıştır. Aynı şekilde Hakkın varlığı da bir
illete dayanmaz. Hakk, özü gereği vardır. Nasıl ki kayıtsız anlamda zenginlik Allah
Teâlâ’ya aitse; bu, özü gereği zorunlu ve zengin olana kayıtsız anlamda
yoksunluk da bu a’yâna aittir. A’yân bu konumda ise onların benzerleri olan ve
olmayanlar vardır. Bunlar bir durumla ayrışan ve ortaklığın kendisinde
gerçekleştiği ayrışmayan durumlara sahiptir. Ortaklık söz konusu olduğu için
her a’yâna Ahad-Vahid adı verilemez. Bu nedenle kayıtsız anlamda müstağni zâtı
Vahid-Ahad diye isimlendirdik, çünkü O’ndan başka var olan (mevcut) yoktur. O,
kendiliğinde ve mazharlarında varlığın ta kendisidir. Bu, bir eserden (meydana
gelmeyen) bir nispettir, çünkü mümkünlerin ‘a'yân’ oluşunda ya da onların
imkân hallerinde O’nun bir etkisi yoktur.
Tirmizî’nin ‘isimlerin başlangıcı
nedir?’ sorusu ‘isimlerin bu a'yân'daki ilk etkileri nedir?’ anlamına
gelebilir. Bu durumda soru iki şeyin cevabını arar: Birincisi her bir ayn’da
isimlerin ilk etkisidir. Diğeri ise, bütünde -kayıtsız olarakisimlerin ilk
etkisidir. Bunun anlamı şudur: A’yân(-ı sâbite)’da eserinin görünmesini isteyen
ilk isim nedir? Bilmelisin ki, bu isim, bütün söz konusu olduğunda özel anlamda
elVehhab’dır. Aynı şey, tek tek ayn’larda geçerlidir ve arada bir fark yoktur.
el-Vehhab yoksunlukları yönünden a'yân’a ihsan etmenin meydana getirdiği
isimdir. Onlara ‘mazhar’ adı verildiğinde -ki bu isimden yoksun idiler ve
el-Gani’nin bu a’yânı mazharları yapması da zorunlu değildibu nispet (yani
mazharlık ile Zâhir arasındaki nispet) el-Vehhab ismini talep etmiştir. Bu
nedenle el-Gani, Allah Teâlâ’yı herhangi bir şeyin illeti yapmaz. Çünkü malul
illetini aradığı gibi, illet de nedenlisini (malul) arar. el-Gani ise taleple
nitelenemez. Öyleyse onun illet olması mümkün değildir. Vehb ise böyle
değildir. Çünkü o bir ihsandır. Vehb (ihsan) Allah Teâlâ için zâtî olsa bile,
bu durum, O’nun her şeyden müstağni oluşuna zarar vermez.
el-Vehhab isminin ilk ihsan ettiği
şey, her bir a'yn'a (a'yn-ı sâbite) varlık vermektir. Varlık vermek, a'yn'ın
‘a'yn’ olmanın gerektirmediği bir şeyle nitelendiğinde gerçekleşir. Öyleyse bu
ismin (varlık vermeye) ilk başladığı a'yn ise, tenzihi talep eden isimlere en
yakın ilişkisi olan a'yn’dır. Bundan sonra ise, teşbihi talep eden isimlerin
otoritesi ortaya çıkar. Tenzihi talep eden isimler, özü gereği zâtı talep eden
isimler iken teşbihi talep eden isimler ise, ilah olması yönünden zâtı talep
eden isimlerdir. Tenzih isimleri el-Gani, el-Ahad ve Hakka özgü olabilecek
isimlerdir. Teşbih isimleri ise, er-Rahim, el-Gafur ve kulun -bir a'yn olması
yönüyle değilmazhar olmak yönünden gerçek anlamda nitelenebileceği tüm
isimlerdir. Kul a'yn’ı yönünden bir isimle nitelenseydi, hiç kuşkusuz, o da
müstağni olurdu. Halbuki kul için müstağnilik söz konusu değildir.
Bu a’yân -ki mazharlardırböyle bir
müstağnilikle nitelenip elGani diye isimlendirildiklerinde, bunun anlamı, Allah
Teâlâ sayesinde diğer a'yân’a muhtaç kalmamaktır. Yoksa ayn’rn özü gereği
muhtaç olmayışı demek değildir. Tenzih isimlerinden her biri için durum
böyledir. Öyleyse a’yân(-ı sâbite), ‘mazhar’ olmak yönünden bu isimlere
sahiptir, isimlendirilen kendisinde zuhur edenin dili ise -ki bu O’nun ilah
olmasıdır*, isimlendirilen müstağnilik özelliğiyle isimlendirildiğinde,
mazharın dili yönünden zâta en yakın şey bu olur. Bu durumda mazharda
müstağnilik ismi bulunsa bile, yoksunluk adını yitirmez. Mazharda zuhur edenin
müstağnilik özelliğiyle isimlendirilmesi ise, onun adına geçerlidir, çünkü o,
cömerdik ve ihsanı verir. O, nimetlenilsin diye nimet veren el-Vehhab’tır,
bazen de ibadet edilsin diye verir. Bu verme, tenzih ihsanı değil, bedel
ihsanıdır. Dolayısıyla onda bir talep vardır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Ben
cinleri ve insanları bana ibadet etsinler diye yarattım.’337
Burada yaratmanın ‘verilmesi’ talebin verilmesidir, hibe ve ihsanın verilmesi
değildir. Vehbî olan ise, nimedendirme amacı taşır, yoksa o şükür veya bedel
karşılığında verilmez. ‘Dilediğine dişi, dilediğine erkek
verir, bir kısmına erkek-dişi verir.’338 Kastedilen,
hünsâdır. Allah Teâlâ, bu konuda kendisini ‘alîm’ ve ‘kadir5 diye
isimlendirdi -ki bu kendisine dönen bir niteliktirve onlardan bu konuda bir
bedel istemedi. Halbuki ‘İnsanları ve cinleri bana ibadet
etsinler diye yarattım’339 ayetinde bedel istedi. Öyleyse Allah
Teâlâ için insan ve cinlerin yaratılış konumu, onların kendileri için olan
konumlarıyla bir değildir. Onların kendileri için yaratılışları, tenzih
isimlerinden kaynaklanırken Allah Teâlâ için yaratılışları teşbih isimlerinden
kaynaklanır. Bu kadarı, maksadı anlatmaya kâfidir!
YİRMİ BEŞİNCİ SORU
Vahiy Neyle Başladı?
Cevap:
Vahyin
başlangıcı, aklî-soyut anlamların uyku veya uyanıklıkta hayal mertebesinde
sınırlı-duyusal kalıplara indirilişidir. Bu durum, duyulur mertebede duyunun
algıladığı şeylerdendir. Örnek olarak ‘Ona
düzgün bir erkek olarak göründü’3*0 ayetini
verebiliriz. Hayal mertebesinde Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bilgiyi
süt şeklinde gördüğü gibi ilk rüya da böyleydi. Hz. Aişe şöyle demiştir: ‘Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemin ilk vahyi rüya idi. Bir rüya gördüğünde, sabah
aydınlığı gibi çıkardı.’ Rüya, Allah Teâlâ’nın müslümanlar adına (vahiyden)
geride bıraktığı kısımdır ve nebîliğin parçalarından biridir.
O halde, nebîlik tümüyle ortadan
kalkmamıştır. Bu nedenle ‘teşriî (yasa koyucu) nebîlik kalkmıştır’ dedik. İşte
bu, ‘benden sonra nebî yoktur’ sözünün anlamı budur. Aynı şekilde ‘Kur’an’ı
ezberleyen, kuşkusuz, nebîliği içine sokmuştur’ denilir. Böyle bir durumda
nebîlik, hiç kuşkusuz, onda bilfiil bulunur. Buradan ‘Benden sonra nebî yoktur’
sözünün özel anlamda ‘şeriat getiren nebî yoktur’ anlamına geldiğini anladık,
yoksa bu hadis, daha sonra hiçbir nebînin bulunmayacağı anlamına gelmez. Bu
ifade, şu söze benzer: Kisra yok olduğunda ondan sonra kisra olmayacaktır.
Kayser yok olduğunda, ondan sonra kayser olmayacaktır. Bunlar, İran ve Roma
imparatorlarıdır. Halbuki Roma’nın imparatorları devam etmektedir. Fakat
hükümdar olmalarına rağmen bu ismi yitirmişlerdir. Artık onların hükümdarları,
Kayser ve Kisra’nın yok olmasından sonra başka bir adla isimlendirilmişlerdir.
Nebî ismi de Peygamberden sonra kalkmıştır, çünkü Allah Teâlâ nezdinde vahiyle
indirilen şeriat getirme imkânı, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemden
sonra ortadan kalkmıştır. Dolayısıyla hiç kimse ondan sonra bir şeriat
getiremez. Hükümler konusunda müçtehit bilginlerin yargıları bu hükmün dışındadır.
Çünkü -Peygamberin onayıylamüçtehidin hükmü geçerlidir. Öyleyse müçtehidin
verdiği hüküm de, bunu şeriatında onaylayan ve müçtehide kanıtını veren
peygamberin şeriatının parçasıdır. Bu durum, Allah Teâlâ’nın izin verdiği bir
iştir. Allah Teâlâ’nın izin vermediği bir hüküm, küfür ve Allah Teâlâ’ya iftira
olabilir.
Şöyle sorulabilir: Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemde ilk başlayan hâdisenin (sadık rüya) vahyin
başlangıcı olduğunu neye dayandırıyorsunuz? Şöyle deriz: Müminlerde ve
velîlerde, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in Allah Teâlâ tarafından
bütün erdemlerde kemâle tahsis edildiğinde bir tereddüt ve kapalılık yoktur.
Kemâlin bir yönü de, Allah Teâlâ’nın ona vahyin kemâlini tahsis etmesidir ve bu
vahyin tür ve çeşiderini yerine getirmektir. Bu durum, bana ‘cevamiü’l-kelim
verildi’ hadisinin anlamıdır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, herkese
gönderilmiştir. O halde vahyin her türü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme
indirilmiştir. Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem bu konumda olduğu ve
vahyine altı ay rüyayla başladığı için, vahyin rüyayla başladığını öğrendik.
Rüya, nebiliğin kırk altıda birlik parçasıdır. Çünkü rüya altı ay sürdü, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemin nebîliği ise yirmi üç senedir, altı ay onun kırk
altıda biridir. Rüyanın her peygamber için olması zorunlu değildir. Bazen bir
peygamber için vahyin başlangıcı, vahyin başka bir türü olabilir ve rüyayla
olmayabilir.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellemin vahyi rüyayla başladığında şöyle dedik: Rüya, vahyin başlangıcıdır.
Çünkü Peygamberin kendisini nitelemiş olduğu kemâl, bu makamda vahyin
başlangıcının Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin vahyinin başladığı şey
olmasını gerektirir. Bunun böyle olması zorunludur. Çünkü bize göre başlangıç,
öncelikle duyuya uygun olmalıdır, sonra duyunun dışındaki soyutlara doğru
yükselir. Bu durumda vahyin başlangıcı, ister uyku ister uyanıklık olsun, rüya
olmuştur. Burada vahiy, nebî veya resul olması yönünden -ki herhangi biri
olabilirşeriatları ortaya koymak demektir.
Bütün bunlar, insanlara indirilen
vahiyden soru sorulmuş ise bir cevap olabilir. Tirmizî vahiy olması yönünden
vahyin başlangıcından veya vahiy alan melek veya insan olmayanlar gibi herhangi
bir tür için vahyin başlangıcını sormuş olabilir, insan olmayanlara vahye örnek
olarak ‘Rabbin arıya vahyetti’341 ayetini verebiliriz. Hayvanın
dışındaki cinslere örnek olarak ise, emanetin göklere, yere ve dağlara
sunulmasını verebiliriz. Bu sunum vahiyle gerçekleşmiştir. Başka bir örnek ise
‘Allah Teâlâ her göğe emrini vahyetti’342
ayetidir. Başka bir örnek ise, ‘Nefse ve onu düzenleyene yemin olsun
ki’343 ayetidir.
Kastedilen, her yükümlünün nefsidir. Halbuki ‘ona
günahı ve takvayı ilham etti’344 ayetine göre, yükümlü olmayan kimse
de yoktur. Bu durumda melek de, günahtan nasibi olmadığı için, takvayla bu
ayete girer, insan ve cinlerin dışındaki diğer nefisler de böyledir. Öyleyse
insan ve cinlere günah ve takva ilham edilmiştir. ‘Onlara
ve şunlara Rabbinin ihsanından ihsan edeceğiz. O kısıtlı değildir:345 Tirmizî her sınıfta ve şahısta
vahyin neyle başladığını sormuş ise, bunun cevabı, ilhamdır. Çünkü hiçbir
varlık bundan yoksun kalmaz ve o bir vahiydir. İşte bu, vahiy olması ve her
bir şahısla ilgili olması yönünden vahyin başlangıcıdır. Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğruya ulaştırır.
YİRMİ ALTINCI SORU
Ruhun Başlangıcı Nedir? Cevap:
Tasavvuf
ehli ‘ruh’ sözünü farklı anlamlarda kullanır.
‘Falancada ruh vardır’ demek, bulunduğu kimsenin canlı olduğu ‘rabbani bir şey
vardır’ demektir. Başka bir ifadeyle onun kalbi bu şeyle hayat bulur. Bazen
ruhu Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme sorulan anlamda kullanırlar. Bazen
yaratılış tesviyesinin kemâle ulaşmasıyla üflenilen ruhu kastederler. Tasavvuf
yolunun etrafında döndüğü şey, Allah Teâlâ ehlinin himmeder ve ibadetlerle
kendisine yönelip buldukları ruhtur. Genellikle onlara soru da bu konuda
sorulur. Tirmizî’nin ‘ruhun başlangıcı nedir?’ sorusu, ‘ârifin kalbinde bu
ruhun meydana gelmesinin başlangıcı nedir?’ demektir.
Şöyle deriz: Allah Teâlâ’nın
kendisini elde etmeye ehil kıldığı kimselerin nefislerinde buldukları ruhun
başlangıcı şöyledir: Söz konusu kimselerin nefislerinde Allah Teâlâ’yı
görmekten yoksun olarak ‘başka’yı görmeye yol açan ve kul ile Allah Teâlâ
arasmda bir engel haline gelen mücahedeler güçlü bir şekilde yerleşir. Bu
durumda mücahede sahibi, kabz, himmet, gam ve ortadan kaldırmak istediği bir
takım perdelerin sahibidir. Nefes-i Rahman’dan bâtınında engel olduğunu
zannettiği bu engellerde, perdelerde ve eşyada -ki bütün gayreti yolu boyunca
kendisine bunlardan ilişen şeyleri kesmeye ve ortadan aldırmaya çalışmaktaydıHakkın
yüzünü görmeyi sağlayan bir esinti ona ulaşır. Söz konusu nefes, ona her şeyde
Hakk’ın yüzünü gösterir. Bu, bir şeyin varlığını koruyan gözdür. Mücahede
sahibi, artık Hakkın dışında bir şey görmez. Bu durumda, kesilmesini istediği
yönden yorgunluğu gider. Bu esnada ise, bu mârifetin yok olduğunu zannettiği
için, şiddedi bir acı duyar. Acıyı bu nefesin varlığı nedeniyle büyük bir
muduluk takip eder. Bu mutluluk sayesinde kalbi hayat bulur ve onun sayesinde
bir ‘ruh’ haline gelir. ‘Ona emrimizden ruh vahyettik’346 ayetinde belirtilen durum budur. Söz
konusu hal, senin gayretinin altında olmadığı gibi onu elde edecek bir düşünce
de sende yoktur. ‘Sen kitabın ve imanın ne olduğunu
bilmezdin. Fakat onu bir nur yaptık, dilediğimiz kullarımıza hidayet ederiz.’347 Böyle bir ârif, Hakkın kullarından
‘dilediği’ kimsedir. Bu esnada onun için ‘ruh sahibi’ denilir ve o dirilere
katılmıştır. ‘Ölü iken ona hayat verdiğimiz sonra
kendisiyle insanlar arasında yürüdüğü bir ruhu yarattığımız kimseyle nur
yaratmadığımız kimse bir midir?’348 İşte ruh budur. ‘Onun
nuru yoktur.’349 İşte bu
nur, Allah Teâlâ’nın yaratmasına bağlıdır. Allah Teâlâ onu kazanmaya
bağlamamıştır, çünkü o zevk bulunmadığı için, varlığı bilinmeyen bir şeydir.
Ariflerin bu yolla bulmuş oldukları
ruhun kaynağı budur. Soru soranlar da bunu kast eder. Bu ruh, başka bir şeyden
değil, Rablik mertebesindendir. Onun aslı ise Rabbin emrindendir. Başka bir
ifadeyle, yaratılıştan meydana gelmemiş bir ruhtur. Çünkü emir âlemi, kendisinden
önce bulunan kevnî bir sebepten meydana gelmeyen varlıklardır. Her varlığın da
ondan bir payı vardır. Bu ise, sebepten veya sebep olmaksızın meydana gelen her
şeye ait ‘özel yön’dür. Tirmizî’nin soru sorduğu ve bu yol ehlinin ‘bulduğu’
söz konusu ruh, bu ruhtan meydana gelir.
YİRMİ YEDİNCİ SORU
Dinginliğin (Dinginlik) Başlangıcı
Nedir? Cevap:
Dinginlik,
varlığı her yönden ihata edecek şekilde mütalaa
etmekle gerçekleşir. Böyle olmadığı sürece dinginlik gerçekleşmez. İbrahim
Peygamber (Allah Teâlâ’ya) şöyle der: ‘Bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster?
(Allah Teâlâ) İnanmıyor musun dedi. İnanıyorum,
fakat kalbimin tatmin olmasını istiyorum dedi.’310 Burada, yaratma tarzlarının değişip
her bir yönden İbrahim’i kendine çekmesi (ve bu sayede itminanın oluşmayışma
karşı) itminanın varlığı dinginliğin sebebi yapılmıştır. Allah Teâlâ işin
keyfiyetini kendisine gösterdiğinde ise, farklı yönlere ait bu çekmelerden
kaynaklanan sıkıntı dinginleşmiştir. Şair şöyle der:
Sakındığım şeyden endişe
ediyorum Yerleştiğinde, artık ne korkayım
İstediğim şey hakkında
tamahkârım Kaçtığında ise neyleyim tamahı
Öyleyse arzulanan şeyi elde etmek ya
da gerçekleşmesinden ümit kesmek, arzulanan şeyde dinginliğin gerçekleşmesinin
ilkesidir. Aynı durum, kendine yaraşır tarzda, korkularla ilgilidir. Bunu
bilmelisin!
İnsan iman şardarını kemâle erdirip
sağlam Hakk geldiğinde, böyle bir müminin kalbine Haktan bir tecelli gelir.
‘Zevk’ diye isimlendirilen bu tecelli, müminin kalbinde dinginliğin başlangıcı
olan tecellidir. Dinginlik, kendisine inandığı bilinmeyen şeyin gerçekleşmesine
bir kapı ve merdiven olur. Kendisiyle birlikte bulunan şey ise, ilk işin
verisi nedeniyle, alışıla gelen bir iş haline gelir. Örnek olarak, sebeplere
alışık birinin sebeplerle dinginleşmesini verebiliriz. Böyle bir hal, görmeksizin
(gaybten) meydana gelmez, bilakis görmek anlamındaki bir zevkten meydana
gelebilir. Çünkü insan günlük besinine sahip ise besinin mülkü altında
bulunduğunu görmek nedeniyle günün sıkıntısından dinginleşir. İman bu mesabede
gerçekleştiğinde ise, dinginlik gerçekleşmiş demektir. İnsan iman hükmü
altındaysa, hiç kuşkusuz, müşahede onunla didişir ve dinginlik gerçekleşmez.
Bilmelisin ki, kalplerin kendileriyle
bezendiği anlamları Allah Teâlâ dilediği kullarının nefslerinde dinginliğin
gerçekleşmesinin alametleri yaptı. Bu alametler, kalplerde dıştan alametler
meydana getirir. Söz konusu alamet, Allah Teâlâ’dan o kişinin nefsinde meydana
gelen anlamın adıyla isimlendirilir. Bu isimlendirmenin nedeni, bu alametin o
anlamın gerçekleşmesi için ortaya konulduğunun bilinmesini sağlamaktır. Örnek
olarak Allah Teâlâ’nın İsrailoğullarının tabutu hakkında söylediği ‘Allah Teâlâ
onda dinginlik yarattı’ sözünü verebiliriz. Tabut, bir hayvanın şeklindeydi.
İnsanlar onun hangi hayvan suretinde olduğunda görüş ayrılığına düşmüştür,
hakkında söylenenleri aktarmamızın da yararı yoktur. Söz konusu suret
çöktüğünde ya da ondan özel bir hareket ortaya çıktığında, yardım alırlardı.
Bu durumda, Allah Teâlâ’nın ‘dinginlik’ diye isimlendirdiği bu suretten ortaya
çıkan o belirtiyi gördüklerinde kalpleri dinginleşirdi. Kuşkusuz bilinen
dinginliğin yeri kalplerdir. Allah Teâlâ, bu ümmet için dinginliğin
gerçekleşmesine dıştan bir alamet yaratmadığı gibi dinginliğin kalplerindeki
yegâne alameti de onun gerçekleşmesidir. Öyleyse onların kalplerinde
dinginliğin gerçekleşmesinden başka bir alamet yoktur. Bu yönüyle dinginlik,
kendi kendine delildir ve -İsrailoğullarındaki gibidışardan bir delile muhtaç
değildir.
Dinginliğin başlangıcını açıklamış
olduk. Dinginliğe gelirsek, dinginlik, yapılan vaat nedeniyle nefsin kendisi
için dinginleştiği şeydir. Ya da dinginlik, içte istenilen bir şeyin
gerçekleşmesidir. Bu durum ‘dinginlik’ diye isimlendirilir. Çünkü söz konusu
şey kalpte gerçekleştiğinde, kendisiyle dinginleştiği şeyden başka hususlara
nefsin arzuları kesilir. (Sekinet kökünden gelen) Sikicin (bıçak),
kesilebilecek şeyler kendisiyle kesildiği için bu adla isimlendirildi. Sikkîn
‘sükûn’ lafzından türetilmiştir ki, sübut demektir. Sübut ise hareketin
zıddıdır. Hareket ise, yer değiştirmedir. Dinginlik nefsin kendisiyle
sakinleştiği şeye karşı sabitliği gerektirir. Sakinlik harekete doğru bile
olsa durum aynıdır. Dinginliğin hakikati budur. Bu ise ancak mütalaa ve
müşahededen meydana gelir. Dinginlik, onların -ki müminlerdirüzerine iner ve
inişiyle de müminleri kendisine ‘mümin’ oldukları mertebeden ‘görme’
mertebesine taşır. Bu ise ‘imanlarıyla birlikte imanlarının
artması için’351 görmeyle
imanlarının katmerleşmesi demektir. Dikkat ediniz! Allah Teâlâ
Teala şöyle buyurur: ‘îç
huzurun (güven) onları kuşatması için’352 Dikkat ediniz! Burada güven, sadece
dinginlik demektir. Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğruya ulaştırır.
YİRMİ SEKİZİNCİ SORU
Adalet Nedir? Cevap:
‘Adalet’
kendisiyle göklerin ve yerin yaratıldığı Haktır.
Sehl b. Abdullah et-Tüsterî ve başkaları onu ‘Adi’ diye isimlendirmişken
Ebu’lHakem Abdüsselam b. Berrecan ise ‘kendisiyle yaratılan Hakk (yaratmada
vasıta olan Hakk)’ diye isimlendirdi. Çünkü Berrecan, Allah Teâlâ’nın söyle
dediğini duymuştur: ‘Biz o ikisini ancak Hakk ile yarattık:353 Başka bir ayette ise ‘Biz
gökleri, yeri ve arasındakileri ancak Hakk ile yarattık'354 denilir. Başka bir ayette ise ‘Hakk
ile onu indirdik'355 buyrulur.
Yani, yaratılmışın halinin özel olarak gerektirdiği şeyle indirdik. Allah Teâlâ
‘sonra hidayet etti’356 buyurur. Bunun
anlamı, ‘her şeye yaratılışını verdi’357 demektir. Başka bir ifadeyle onu
ancak ‘Hakk’ ile yaratmıştır. Kastedilen, onun için zorunlu olan şeydir.
Öyleyse gerçekte bilen, a'yân’m(-ı
sâbite) yokluk hallerinde Hakk ettikleri şeyi bilen Allah Teâlâ’dır. Allah
Teâlâ, onları bu kuşatıcı nispet ile birbirlerinden ayırmıştır. Böyle
olmasaydı, mümkünlerin aklın yargısında kendileri için zorunlu olan varlıktaki
nispederi tek bir nispet olurdu. Halbuki iş, böyle değildir ve böyle de
olmamıştır. Allah Teâlâ ‘dün’ var olacak diye sınırlanan bir mümkünün bugün ya
da yarın var olmasının mümkün olmadığını bilir. Çünkü bir şeyin zamanını
belirlemek, yaratılışın kemâlindendir ve bu da ‘kader’ demektir. Kaderin
çoğulu ‘kaderlerdir (akdâr)’. Anlamı, yaratmanın vakideri demektir. Öyleyse Allah
Teâlâ, yaratışında kaderin hükmü altında kalmaksızın yaratır. Yaratıklar ise,
doğrudan kaderleri talep eder. ‘Allah Teâlâ her şeye yaratılışını verdi.’358
Verilen şey, varlığı zamanla sınırlanan hakkında zamandır. Allah Teâlâ,
varlığı halle sınırlanana hal, varlığı nitelikle sınırlanana ise nitelik verir.
Bununla birlikte Allah Teâlâ hakkında
‘Muhtar (dilediğini serbestçe yapan)’ dersen, doğru söylemiş olursun; ‘Hakîm’
dersen, yine doğru söylemiş olursun. ‘Allah Teâlâ şeyleri bu sıralamaya göre
sadece bilgisinin gereğiyle böyle yarattı’ dersen, yine doğru söylemiş
olursun. ‘Her şeyin zâtında, ayrılmaz özelliklerinde ve arazlarında bulunduğu
hal üzere yaratılmasını O’nun zâtı gerektirmiştir’ dersen, yine doğru söylemiş
olursun. Ayrılmaz özellik değişmeyeceği gibi arazlar da başkalaşmaz ve bu
ayrılmaz özelliğin ya da arazın o mümkünden başkasına ait olması da söz konusu
değildir. İşin gerçekte nasıl olduğunu açıkladıktan sonra, istediğini
söyleyebilirsin! Çünkü senin sözün de, senden ortaya çıkışı halamından,
‘yaratılışın verildiği’ şeyler arasındadır. Öyleyse o da, senin hakkındaki
arazlardandır. Onun da, zâtî niteliği, ayrılmaz özelliği ve kendisi bakımından
geçici bir özelliği vardır, bunu bilmelisin.
Bu nispet yönüyle bu ismin (el-Adl)
tam açıklamasına gelirsek, bilmelisin ki, adi meyil demektir. Yoldan
meyledildiğinde ‘adele an tarik’ (yoldan saptı) denilir. Bir şeye
yöneldiğinde, ‘adele ileyh’ (ona yöneldi) denilir. Hakka yönelmek, adi diye
isimlendirildiği gibi Haktan ayrılmak (başka yöne yönelmek) de cevr (zulüm)
diye isimlendirilir. Allah Teâlâ’mn yarattıklarını cadl’ ile
yaratmasının anlamı şudur: Zâtın hüviyeti bakımından bir Hakk edişi olduğu gibi
mertebesi -ki uluhiyettirhalamından da bir Hakk edişi vardır. Zâtın Hakk ettiği
şeyden ulûhiyetin Hakk ettiğine (ulûhiyete) dönük meyil gerçekleştiği için -ki
ulûhiyet özü gereği mazharları talep ederbu yönelme; adi, yani ‘zâtî Hakk
edişten ilahi Hakk edişe yönelmek’ diye isimlendirilir. Bu ise, kendisini Hakk
eden me’lûhu talep eder. Öyleyse Hakk edene Hakk ettiğini veren kimse, ‘âdil’
diye isimlendirildiği gibi bu veriş de adi (adalet) diye isimlendirilir. Bunu
veren Haktır. O halde, Allah Teâlâ yaratıklarını ‘Hakk ile’ yaratmıştır. Bu
ise, yaratıklarına Hakk ettikleri şeyleri vermesi demektir. Bunun ötesinde,
meseleyi daha çok açıklayabilecek bir izah yoktur. Allah Teâlâ hakkı söyler ve
doğru yola ulaştırır.
YİRMİ DOKUZUNCU SORU
Peygamberlerin Bir Kısmının
Diğerlerinden Üstünlüğünün Sebebi Nedir? Aynı Şekilde
Velîlerin Birbirlerine Üstünlüklerinin Sebebi Nedir?
Cevap:
ı j Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Bazı nebileri diğer
bir kısmından üstün yaptık ve Davud’a Zebur’u verdik.’359 İnsanlar hakkmda şöyle der: ‘Bir
kısmının derecelerini yükselttik.’360 Bu, insanlar hakkındaki genel bir
ifadededir ve velîler de genel ifade içine girer. ‘Allah
Teâlâ sizden iman edenleri ve kendilerine bilgi verilenlerin derecelerini
yükseltti.’361
Arkadaşlarımız bu gibi hususlarda görüş ayrılığına düşmüştür. İbn Kasî,
onların bir yönden üstün iken (başka bir yönden) aşağı derecede bulunduğunu
ileri sürmüştür. Bir peygamber (söz gelişi) bir sebepten üstün olmuşken üstün
olduğu kimse de başka bir nedenle ondan üstün olabilir. Öyleyse her peygamber
bir yönden üstün, başka bir yönden üstün olduğu kimseden aşağıdadır. Bu durum
ise, fazilette bir denkliğe götürür. Bu görüş sahibi, meseleyi hakikatin
gerektirdiği şekilde ortaya koymuş sayılamaz. Şöyle ki: Mertebelere bakıp
mertebeler bir üstünlüğü gerektiriyorsa, hangi mertebenin diğerinden daha
genel ve büyük olduğuna da bakmak gerekir! Bu durumda söz konusu mertebeyle
nitelenen kimse, daha üstündür. Başka bir ifadeyle mertebe sahiplerinin
üstünlüğü mertebelerinin üstünlüğüne bağlıdır. Bazı insanlar, bu faziletin
bulunduğu bir şey nedeniyle diğerlerinden artık ve üstün olabilir, çünkü burada
fazilete ‘artış’ olması bakımından bakılmaz. Ona, örf ve akılda şeref sahibi
olan artışların dikkate alınması bakımından bakılır. Söz gelişi marangozluk,
terzilik, dini hükümleri bilmek ve Allah Teâlâ’nın mertebesine yaraşan şeyi
bilmeyi dikkate alalım. Her biri diğerinin bilgisinden habersizdir. Bu noktada
marangoz, marangozluk deliliyle birleyenden üstündür denilir. Böyle bir yargı,
övünme ve metih yönüyle değil, bilakis fazlalık yönüyle söylenebilir. Bu
durumda Allah Teâlâ’yı bilen kişi, şeref ve övgü bakımından marangozdan daha
üstündür. Geçerli üstünlük, budur. Bu, zikredilen kimselerden her birinin
arkadaşından övgü ve şerefi gerektiren bir mertebeyle artık ve üstün olmasıdır.
İşte ‘Bazı peygamherleri diğerlerinden üstün yaptık’362 ayetinin anlamı budur. Kast edilen,
şerefin gereği olan üstünlüktür.
Biz bu artışın varlığında görüş
birliğindeyiz ve ‘Bazı peygamberleri bir kısmından
üstün yaptık’363 ayetini
böyle yorumluyoruz. Yani her birisinde diğerinde yapmadığımız bir üstünlük ve
şeref niteliği yarattık. Bazı peygamberler, diğerlerinden üstün olmalarını
sağlayan şeref ve mertebe niteliklerine daha fazla sahiptir. Yoksa burada
karşılıklı bir üstünlük yoktur. Çünkü bu nitelikler, ilahi isimler ve rabbani
hakikatlerle irtibadıdır. İlahi isimler arasında ise, şu iki açıdan dereceli
bir üstünlük söz konusu olamaz: Birincisi, isimlerin zât ile ilişkilerinin tek
bir ilişki (nispet) olmasıdır. Dolayısıyla isimler içinde dereceli bir üstünlük
yoktur. Mertebeler ilahi hakikatlerin kendisine dayandığı şeyler nedeniyle
birbirlerinden üstün olsalardı, hiç kuşkusuz, Allah Teâlâ’nın isimlerinde de
bir üstünlük meydana gelir, bazı ilahi isimler diğerlerinden daha üstün olurdu.
Bu ise, akla ve şeriata göre, kimsenin benimsemediği bir düşüncedir. İsmin
genelliği ise onun üstünlüğünü göstermez. Çünkü üstünlük, ancak ‘kabul
edicilik’ özelliğindeki bir şeyde gerçekleşebilir halbuki kabulde bir çaba
yokturya da, kendisiyle nitelenmesi caiz olan bir hususta olabilir -halbuki
onunla nitelenmemiştir.
Meselenin ikinci yönü şudur: İlahi
isimler Allah Teâlâ’nın zâtına döner. Zât tek iken (isimlerdeki) derecelenme,
çokluğu gerektirir. Bir şey ise kendinden üstün olamaz. Öyleyse üstünlük yoktur.
Bu durumda ‘Bazı peygamberleri diğerlerinden üstün yaptık’36* ayetinin
anlamı, ‘birine diğerine vermediğimizi verdik, ötekine ise üstün yaptığımıza
vermediğimizi verdik’ demektir. Fakat bu üstünlük, şeref mertebeleri
bakımındandır. Söz gelişi bazı peygamberlerle Allah Teâlâ konuşmuş iken Meryem
oğlu İsa’ya apaçık kanıdar vermiş ve Ruhu’l-kuds ile kendisini desteklemiştir.
Bir peygamberi ise iki eliyle yaratmakla üstün kılmış, melekleri ona secde
ettirmiştir. Bazı peygamberleri ise, vasıtaları kaldırarak, ilahikadim
kelamıyla üstün yapmış, bir kısmını dostlukla üstün yapmış, bir kısmını ‘seçme’
ile üstün yapmıştır. Bu ise İsrail-Yakub’tur. Bütün bunlar, şeref ve övgü
nitelikleridir. Şu söylenemez: Allah Teâlâ’nın dosduğu konuşmasından ya da
konuşması iki eliyle yaratmasından daha üstündür denilemez. Bunların hepsi,
çokluk veya sayı kabul etmeyen biricik zâta döner. Öyleyse Allah Teâlâ, şuna
göre Yaratıcı iken diğerine göre Mâlik, falancaya göre ise Âlimdir. Hangi üstün
nispeti dikkate alırsan (ismi ona göre değişir). Hakikatte ise, tektir.
İnsanların görüş ayrılığına
düştükleri tartışmalı bir sorun olan meleklerin insanlardan üstün olup
olmadığı meselesine gelirsek, bu meseleyi bir vakıada Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’e sordum. Bana şöyle yanıt verdi: ‘Melekler daha üstündür?’
Ben de şöyle dedim: ‘Ey Allah Teâlâ’nın peygamberi! 'Delilin nedir?' diye
sorulursa, ne cevap vereceğim?’ Şöyle işaret buyurdu: ‘İnsanların en üstünü
olduğumu biliyorsunuz. Ayrıca güvenilir bir şekilde Allah Teâlâ’nm şöyle
buyurduğu benden aktarılmış ve sabit olmuştur: ‘Kim beni içinden zikrederse,
ben de onu içimden zikrederim. Kim beni bir toplulukta zikrederse, onu
kendilerinden daha hayırlı bir toplulukta zikrederim. Nice kişi Allah Teâlâ’yı
içlerinde benim de bulunduğum bir toplulukta zikretmiş, Allah Teâlâ da onu
benim içinde bulunduğum o topluluktan daha hayırh bir toplulukta zikretmiştir.’
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin bu sözüyle hiç bir şeyden sevinmediğim
kadar sevindim, çünkü bu mesele, kalbimde derince yer etmişti. ‘O ve melekleri
size salât eder5365 ayetini düşünürsen, meseleyi
anlarsın!
Bütün bunlar, açıklama ve
ayrıntılandırma diliyledir. Meselenin hakikat yönüne gelirsek, ne üstünlük
vardır ne de üstün olan! Bunun nedeni şahısların mertebelerle, mertebelerin ise
ilahi isimlerle irtibatıdır. İlahi isimlerin kendilerinden ve kemâllerinden
kaynaklanan bir sevinçleri vardır. Fakat -bu esnada otoriteleri ortaya çıktığı
içineserlerinin mazharların varlığında ortaya çıkması nedeniyle olan sevinçleri
ise daha tam ve yetkindir. Nitekim şair işaret yorumuyla buna dikkat çeker.
Şair, Kur’an’da Allah Teâlâ’yı anlatan bir zamir olan ve çokluğu belirten ‘biz’
zamiriyle konuşur ve bu duruma dikkat çeker:
Biz mutluluk meclisindeydik
Fakat mutluluk sizinle tamamlanır
Muduluk meclisi, zât mertebesinin
sahibidir. Muduluğun tamamlanması ise, hakikatlerin mazharlardaki sonuçlarıyla
gerçekleşir. Bu ise, şiirde ‘sizin ile’ diye ifade edilmiştir. Bu durum,
varlığın ve bilginin kemâli içindir, yoksa -şayet anladıysanzâtın kemâli için
değildir.
OTUZUNCU SORU
Allah Teâlâ Âlemi Bir Karanlık İçinde (Mi)
Yarattı? Cevap:
Bu ifade Allah
Teâlâ’mn ‘Allah
Teâlâ sizi hiçbir şey bilmiyor iken annelerinizin
karınlarından çıkarttı’366 ve ‘size
kulak, gözler ve kalpler verdi’367 ayetine benzer. Bunlar, eşyayı
algılamanı sağlayan şendeki nurlardır. Öyleyse sen, sende yaratılan bir şeyle
algılayabilirsin ve sende senden başkası yaratılmadı. Sende Allah Teâlâ’ya ait
olan husus, varlıktır. Sen ise bu varlık karşısında onunla algılayan
‘ma’dum-mevcut’sun. Yokluk veya varlık ile nitelenmeyen, zikredilen şeyle
kalplerin algılamasıdır. O halde sonsuz haldeki mümkünler kendileri ve zâdarı
bakımından karanlıktadır. Onun varlığına mazhar olmadıkça, hiç bir şey
bilemezler. Bu varlık, mümkünün Haktan kazandığı şeydir. ‘Rabbinden
bir nur üzerinedir’368 ayetinde dile getirilen husus budur.
Burada ‘yarattı’ ‘takdir etti’
demektir. Allah Teâlâ ‘Her şeyi yarattı ve takdir etti’369 buyurur. Allah Teâlâ, henüz mazhar
değillerken onları takdir etmiştir. Gerçi onlar mazhar değildi, fakat O’nun
takdirini kabul edecek şeylerdi. Öyleyse yaratılıştaki ilk ilahi eser,
takdirdir ve bu, yaratılanların varlığından ve Hakkın mazharları olmayı
kabullerinden Öncedir. Hakkın onları takdiri (tasarlama), bir mühendisin
ortaya çıkartmak istediği şeyi önce zihninde tasarlamasına benzer. Buradaki
ilk eser, mühendisin örneksiz bir şekildeki tasavvurudur. Bu makamın ayeti ise ‘Her
işi düzenleyip, ayetleri tafsil eder ki Rabbinize kavuşmaya inanasınız’370 ayetidir. Başka bir ifadeyle, bilgi
bakımından, dünya varlığından âhiret varlığına intikal etmeniz, -şayet
inanıyorsanızyokluk halinden varlık haline intikalinizden daha yakındır.
Öyleyse siz, içinizdeki karanlıkta bulunmaktasınız. Varlıkta ise O’ndasmız. Şu
var ki O’nun varlığında bir takım yer değiştirmeleriniz vardır. Sizin
karanlığınız, hiçbir zaman sizden ayrılmaksızın size eşlik eder.
‘Onlar için bir ayet de gecedir. Ondan
gündüzü soyup çıkartırız ve karanlıkta kalırlar.’371 Burada ‘onları karanlığa sokarız’
dememiştir. Varlıktan ibaret olan nurun yok olması, sizin karanlıkta olmanızın
ta kendisidir. Başka bir ifadeyle, dış varlıklarınız nursuz, yani varlıksız
kalakalir. Karanlık var olmayan bir nispet olmasaydı -ki bu aynî zâtlarınızın
yok olmasıdırkaranlık, yaratılanlardan biri olur, karanlık, (başka bir)
karanlık içinde olmayı gerektirirdi. Bu karanlık hakkında söylenecek de, ilki
hakkındakiyle bir olur ve iş uzayıp giderdi. Çünkü ‘Allah Teâlâ halk'ı
karanlıkta yarattı’ ifadesinde ‘halk’ ile yaratılmışlar kast edilmiş olabilir.
Karanlık var olan bir şey ise, bu durumda o da, yaratılmış demektir,
dolayısıyla o da karanlıktadır. Burada ‘halk’ mastar anlamıyla, yani ‘yaratma’
anlamıyla alınmışsa, adeta şöyle denilmiş olur: ‘Allah Teâlâ takdiri karanlıkta
belirlemiştir.’ Başka bir ifadeyle mevcutların dışında belirlemiştir.
Mevcudar, a’yân (varlıklar) demektir. Nitekim Allah Teâlâ ‘Allah
Teâlâ sizi üç katlı karanlıkta yarattıktan sonra annelerinizin karnında yaratır’372
demiştir.
Allah Teâlâ uhrevi hayatta yeryüzünü
değiştirmek istediğinde, yaratma köprünün dışındakaranlıkta meydana gelir.
Öyleyse karanlık, her iki makamda da kendilerine eşlik eder. Allah Teâlâ onları
uhrevi âlemde yaratmak istediğinde, onların dış varlıklarında bulunmayan başka
bir yaratılışla onları yaratır. Bu durumda onlar, hallerinin başkalaşmasıyla
bir zorlayıcının (el-Kahhar) hükmü altında bulunduklarını öğrenirler.
Böylelikle de varlık hallerinde yolduk hallerindeki gibi olurlar. Bu nedenle Hakk
‘İnsan om bir şey değilken yarattığımızı düşünmez mi?,37i ayetiyle
akıllarımızı uyarmıştır. Başka bir ifadeyle biz, insanı şeylik halinde takdir
ettik. Allah Teâlâ’nın başka bir şey olmaya dönük emri, söz konusu ilk şeyliğe
yönelmiştir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle der: ‘Biz
bir şeyi irade ettiği: mizde, ona sözümüz . .’374
Kastedilen, yokluk halidir. ‘Ol demekten ibaretti r.’375
Bu ise, tekvîn’den (yaratmadan) gelen varlık kelimesidir. Böylelikle Allah
Teâlâ, olumsuzlama şeyliğinin bulunmadığı bir halde onu ‘şey* dişe
isimlendirmiş ve ‘bir şey değildi’ demiştir. Arif ‘Bir
şeye sözümüz’376 ayetinde
yokluğu halinde sabit şeyliğin ne olduğunu düşünmelidir: Acaba ‘bir şey
değildi’ sözünde yokluk halinde ondan olumsuzlanan şeylik nedir? İşte Allah
Teâlâ’nın halkı (yaratmayı veya yaratılmışları) kendisinde yarattığı karanlık,
bu şeyliğin onlardan olumsuzlanmasıdır. Olumsuzlama, varlığın bulunmadığı ‘sırf
yokluk’tur. Müfessirler, üç karanlıkta sözünü yorumlamışlardır. Kast edilen,
sadece soru sahibinin zikrettiğidir. Ayet ise, Allah Teâlâ’yı bilenlere göre,
belirli bir yaratılışla ilgilidir ki o da rahimdeki yaratılıştır. Başka bir
şey değildir.
Seksen ikinci kısım sona erdi
-ihsanlan veren Allah Teâlâ’ya hamd olsunonu otuz birinci soruyla seksen üçüncü
kısım takip edecektir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar