Geçmiş Zaman Edipleri / Abdülhak Şinasi Hisar
İÇİNDEKİLER
Önsöz (N. Turinay) • 7
EDİPLERİMİZE DAİR HATIRALAR
Hamdullah Suphi'ye Dair Hatıralar I »25
Hamdullah Suphi'ye Dair Hatıralar II • 32
Süleyman Nazif' e Dair Hatıralar • 38
Halil Halit'in Hayatı ve Eserleri • 47
Nigâr Hanım • 53
Şehabeddin Süleyman • 57
Halit Raşit • 61
Tunalı Hilmi • 66
Saffeti Ziya • 71
Tevfik Fikret I »76
Tevfik Fikret II • 81
Ahmet Midhat Efendi • 86
Ziya Gökalp • 93
Abdullah Zühtü • 98
Süleyman Nazif'in Son Günleri I »103
Süleyman Nazif'in Son Günleri II » 109
Cenab Şehabeddin'e Dair Hatıralar »114
Nigâr Hanım'a Dair Bir Hatıra » 121
Celal Sahir'e Dair Hatıralar I *128
Celal Sahir'e Dair Hatıralar II • 134
Şairin Altmış Beş Yılı • 139
Selim Nüzhet Gerçek • 142
Abdülhak Hamid • 146
Faik Ali • 150
GEÇMİŞ ZAMAN EDİPLERİ
Halit Ziya I • 157
Halit Ziya II • 163
Mehmet Rauf *171
Nigâr Binti Osman I *178
Nigâr Binti Osman II *184
Ahmet Hikmet I * 189
Ahmet Hikmet II * 197
Abdurrahman Şeref I * 204
Abdurrahman Şeref II * 210
Recaizade Ekrem * 215
Ercüment Ekrem Talu'ya Dair Hatıralar * 220
Ziya Osman Saba'nın Ölümü * 224
Hazırlayanın Önsözü
Hatıra Portreler
Abdülhak Şinasi Hisar'ın vefatından önce yayınladığı Yahya
Kemal'e Veda (1959) ile Ahmet Haşim: Şiiri ve Hayatı (1963) adlı
eserlerinin baş kısımlarında, yazarın eserleri listesi verilirken ilkinde
"yakında basılacağı", diğerinde de "yakında neşir olunacağı"
belirtilen yeni bir eserinden söz ediliyor. Hisar'ın Geçmiş Zaman Edipleri
adını taşıyan bu eseri, ne yazık ki kendi sağlığında yayınIanma imkânı
bulamadı. O yıllarda Hisar'ın eserlerini topluca yayınlayan Hilmi Kitabevi bu
işi gerçekleştirmediği gibi, 1966'da aynı eserlerin yayın hakkını elde eden
Yaşar Nabi de maalesef başarılı olamadı.
Bunun
her halde bir sebebi bulunmalıdır diye düşünüyoruz. Bu da olsa olsa Hisar'ın,
vefatı sonrasında, böyle hazırlanmış bir dosya bırakmamış olmasıdır. Nitekim
Hisar'ın vefatının ardından terekesi sokaklara saçılmış, parça parça yazıları,
evrakları da kapanın elinde kalmıştır. İşte bu evrakların, yazıların peşine
düşenler, şimdiye kadar Hisar'ın böyle bir eserine maalesef ulaşamadılar.
Dolayısıyla Hisar'a ve sanatına büyük saygı besleyen, onu yeni yeni eserler
noktasında teşvik edip duran Hilmi Kitabevi'nin, böyle bir eserin peşine
düşmemesi düşünülemez. Kaldı ki yayınevinin, "yakında basılacağını"
kendisinin duyurduğu bir eserin peşine düşmemesi nasıl mümkün olabilir?
Aynı
husus Varlık dergisi ve yayınevi sahibi Yaşar Nabi için de geçerlidir.
Nitekim bir yandan Hilmi Kitabevi'nin içine düştüğü ekonomik müzayakayı, diğer
yandan da Varlık camiasının Abdülhak Şinasi'ye karşı duyduğu
kadirşinaslığı hatırdan çıkarmayan Yaşa Nabi, Hisar'rn eserlerini çağdaş baskı
tekniklerine uygun şekilde yeniden basmak istemiş, bunun için de Hisar'rn
varisieri ile yepyeni bir sözleşme irnzalarnıştı. İşte bu sözleşmenin ardından
Yaşar Nabi, ilki Fahim Bey ve Biz olmak üzere Hisar'rn bütün eselerini
yayınlama yoluna gitmişti. Bu açıdan Yaşar Nabi'nin, Hisar'ın şahsına ve
sanatına karşı duyduğu yüksek takdir hislerini tanırnak bakımından, dizinin
ilk kitabı Fahim Bey ve Biz'in başına koyduğu uzun, rnufassal "gi-
riş/sunuş" rnetnini okumak lâzımdır. İşte oradan öğreniyoruz, Abdülhak
Şinasi Hisar ile Yaşar Nabi arasındaki dostluğun derinliğini. Ta Varlık
dergisinin ilk çıktığı tarihe kadar uzanan bir dostluk... Hatta daha da
gerilerde, Yedi Meşale döneminde Yaşar Nabi ve Ziya Osman Saba'ya,
Hisar'ın doğrudan destek ve arkalamaları. Nitekim Varlık çıktığında,
dergide en çok yazan ve en düzenli yazan Abdülhak Şinasi'den başkası değildir.
Bu yakınlığı tanımak, derinleştirmek bakımından, bu açıklamalar bile belki
yeterli olmayabilir. Bir de ikisi arasında 1928'den beri sürüp gelen
mektuplaşmalar, vardır. İşte o mektuplaşmalardan öğreniyoruz Abdülhak
Şinasi'nin Varlık'a olan destek ve bağlılığını. Dergiye yazı temin
etmeye, çeşitli şair ve yazarları dergiye transfere, özellikle de İstanbul ve
Ankara'daki iş çevrelerinden, bankalardan Varlık'a reklâm teminine dönük
gayretlerini. Hele bir de bunlara Boğaziçi Yalıları, Geçmiş Zaman Köşkleri
ve Boğaziçi Mehtapları'nı teşkil eden metinlerin peyderpey ya da tefrika
halinde Varlık'ta yayınlandığını eklerseniz, ne dernek istediğimiz daha
iyi anlaşılır diye düşünüyoruz.
Hal
böyle olunca Yaşar Nabi gibi birinin, Abdülhak Şinasi Hisar'rn yayınlanacağı
duyurulan, fakat yayınlanarnayan böyle bir eserinin peşine düşmemesi mümkün
olabilir mi? Ancak görünen odur ki Yaşar Nabi, Hisar'ın sağlığında yayınladığı
eserlerin hemen bütününü neşrediyor, fakat çıkacağı duyurulan ve beklenen
eseri Geçmiş Zaman Edipleri'ne sıra gelince, maalesef ondan da bir ses
çıkmıyor.
İşte biz bu olumsuz sonucu, vefatının ardından Hisar'a
karşı sergilenen umumi bir lâkaydi ile, umursamazlıkla izah etmiyoruz. Tam
tersine, büyük nesir ustasının terekesinden çıkan evraklar arasında
düzenlenmiş, yayma hazır hale getirilmiş bir dosyanın mevcut olmaması ihtimali
ile izah ediyoruz. Ya da geçen yıllar arasında peyderpey yayınlanmış bu portre
ve hatıra metinlerinin, cahil ve fırsatçı sınıfların dikkatsizliği sonucu,
oraya buraya savrulup dağılmasına bağlıyoruz. Fakat siz neye sayarsanız sayın:
İster o eski metinler bir dosya olarak düzenlenmemiş bulunsun, isterse de
yazılar, hazırlanmış dosyalardan sağa-sola savrulup saçılmış bulunsun... Zira
netice meydanda! Tesbihin dizildiği ibrişim ip kopmuş, ya da zihinde dizilmiş
hazır bekleyen yazıların insicamı ve ahengi bozulur gibi birşey olmuş. Geriye
kalan da, farklı farklı tarihlerde kaleme alınmış sayısız yazı ve not! Kimi
eleştiri, kimi biyografik hatıra, kimisi de Boğaziçi hatıralarına dayalı
sayısız deneme. Dolayısıyla bunları kim tasnif eder, nasıl tasnif eder,
boşlukları nasıl doldurulur? Özellikle de yazarın tasavvur ettiği gibi bir
tasnif ve kurgulama nasıl mümkün olabilir? Bir de Hisar'm evrak-ı metrukesinin
çuvallar halinde oraya buraya, Sahaflar'a dağıldığı düşünülecek olursa,
meselenin güçlüğü daha iyi anlaşılır sanıyoruz.
Kayıp
Kitabın İzleri
Fakat ne olursa olsun, Abdülhak Şinasi Hisar gibi bir nesir
ustasının, edebiyatçılarımız hakkındaki hatıralarının boşlukta kalmaması,
peşine düşülmesi, ayrıca yeniden düşünülmesi de gerekirdi. İşte elinizin
altındaki eser, böyle bir çalışmanın sonunda ortaya çıkmış bulunuyor. Tabii ki
bu çalışmanın, Hisar'ın tasavvur ettiği eserin aynısı olması beklenemez. Geçmiş
Zaman Edipleri'ne Hisar hangi yazılarını alır, kime veya kimlere dair
hatıralarını koyardı? Ayrıca bunları nasıl bir sıraya sokardı, doğrusu bunu
tahmin bir hayli güç.
Fakat
şu var ki Hisar'ın yazılarının bibliyografyası bilinir, o yazıların
hangilerinin deneme ve eleştiri, hangilerinin hatıra/ portre metinleri olduğu
iyi tayin edilirse, önümüzün biraz olsun aydınlanması mümkündür. Ancak bu da
yetmeyebilir. Bunun ötesinde yazarın, yazı ve düşünce hayatına ilişkin
ayrıntılara da vakıf olmak icap eder. Mesela kendi sağlığında dostlarına yazdığı
mektuplarda, özel hatıralarında, bu esere dönük atıflarla karşılaşmak mümkün
olmaz mı? Nitekim hadiseye böyle yaklaşınca, bazı eserlerin kaderinin ne kadar
derinlere kök saldığını fark ederiz. Yani sanatçı bir eser tasavvur ediyor,
yıllar boyu onu kendi ruhunda besleyip büyütüyor. Bazı bölümlerini yazıyor,
bazı bölümlerini de boşluğa bırakıyor, ya da gelecek zamanlara doğru tehir edip
duruyor.
İşte Geçmiş
Zaman Edipleri de aynen böyle bir eser. Yazımı çeşitli sebeplerle uzun
tarihlere yayılmış, parça parça yazılmış bir eser. Nitekim 1959 veya 1963'te
yayınlanması düşünülen eserin kökleri, bakın nerelere uzanıyor?
Abdülhak
Şinasi Hisar 1931'de, dönemin Mz'llzyef'inde haftalık deneme ve eleştiri
yazıları yayınlıyor. Bu yazılar ilgi ile de takip ediliyor. Faruk Nafiz, Hikmet
Feridun, Halit Ziya, Cevdet Kudret, Yaşar Nabi, Nurullah Ataç, Necip Fazıl,
Peyarni Safa, Tanpınar vs. Yani dönemin edebiyat ve sanat çevreleri Hisar'ı
yakından takip diyor. Yazıları gündem oluşturuyor, takdir görüyor, hakkında da
çeşitli değerlendirmeler yapılıyor. İşte o sıralarda dağılmış Yedi
Meşale'ciler, Hisar'la yakın temas içindedirler. Hem onunla sık sık
buluşuyor, uzakta oldukları takdirde de mektuplaşıyorlar. Nitekim onlardan biri
de, Yaşar Nabi'nin yanı sıra, Cevdet Kudret'tir. Meğer Cevdet Kudret, Hisar'ın
kendine yolladığı mektuplardan bir haylisini muhafaza etmemiş mi? İşte o
mektupların birinde Hisar Milliyet'teki yazılarını kestiğini, bundan
böyle Hakimiyet-i Milliye'de yazmaya başlayacağını söylüyor. Fakat bir
şey daha söylüyor Cevdet Kudret'e. Hakimiyet-i Milliye'de, Milliyet'teki
gibi çok değişik konuları değil de, edebi portreler yazmayı düşündüğünü
vurguluyor: "Niyetim böyle hatıralara müstenit otuz kadar portre
yazmaktır. Sonra bunları bir ciltte toplamak istiyorum." (4 Ağustos 1931)
İşte Hisar'ın Cevdet Kudret'e yazdığı bu mektup, ilgili
eser için bize bir hareket noktası teşkil ediyor. Buradan öğreniyoruz ki o,
bundan böyle hatıralarının içinden çekip çıkardığı edebi portreler kaleme
alacak, bunların sayısı otuzu bulacak, ayrıca bir cilt içinde toplayarak kitaba
da dönüştürecek... Dolayısıyla Hakimiyet-i Milliye'deki hatıra/portre
denemelerinin bu açıdan izlenmesi gerekirdi. Nitekim Hakimiyet-i Milliye'de
çıkan yazılarda bir şey daha dikkatimizi çekiyor. O da dönem yazıları için
kullandığı genel "köşe başlığı"dır: Yani onları okuyucularına,
Ediplerimize Dair Hatıralar biçiminde sunuyor. İşte Hisar'ın 1930'larda kullandığı
bu adın, yıllar içinde evrile çevrile şekil değiştirdiği, nihayetinde de Geçmiş
Zaman Edipleri biçimine dönüştüğü kolayca anlaşılabiliyor.
Kimlerin
portresini yazıyor?
Dolayısıyla bu noktadan kademe kademe ilerleyerek, ilgili
kitabın içeriğini tayin edemez miyiz? Mesela Hakimiyet-i Milliye'de, Ediplerimize
Dair Hatıralar başlığı altında kimleri yazmıştır gibi! Nigâr Hanım, Şehabeddin
Süleyman, Halit Raşit, Tunalı Hilmi, Saffeti Ziya, Tevfik Fikret (iki yazı),
Ziya Gökalp, Abdullah Zühdü'yle ilgili hatıralar bu arada zikredilebilir.
Fakat takdir edersiniz ki bunlar sayıca pek azdır. Ama o dönemde, aynı
mahiyette başka yazılarının bulunduğunu da unutmamak gerekir. İşte Muhit'te
yazdığı Süleyman Nazif, Ahmet Mithat, Halil Halit ve iki yazı halinde kaleme
aldığı Hamdullah Suphi metinleri gibi! Dolayısıyla Hakimiyet-i Milliye'de
çıkan hatıra/ portrelere Muhit'te çıkanlar da eklenince, sayı otomatik olarak
yükselecek demektir.
Fakat
1933'de Varlık çıkmaya başlayınca, Hisar'ın bütün ağırlığını bu dergiye
verdiği görülür. Artık orda burda yazdığı yazıları kesmiş, bütün yazılarını Varlık'ta
yayınlamaya başlamıştır. Bu bakımdan Varlık'ta Boğaziçi Yalıları ile Geçmiş
Zaman Köşkleri'ni teşkil eden yazılarını yayınlarken, öbür yandan da deneme
ve eleştirilerini, hatıra/portrelerini sürdürdüğü görülür. Nitekim Süleyman
Nazif, Ahmet Haşim, Celal Sahir, Nigâr Hanım ve Cenab Şehabeddin'e dönük
hatıralarını bu dönemde yazar ve yayınlar.
Sonradan
sonraya araya uzun bir fasıla girer. Çünkü Hisar, 1940 öncesinde, daha farklı
konular üzerinde yoğunlaşmaya başlar. O da kendisi için yeni bir edebi tür,
yani roman konusudur. 1941'de Hakimiyet-i Milliye'de tefrika edilmeye
başlanan Fahim Bey ve Biz'in o arada yazıldığını, onun ardından da Boğaziçi
Mehtapları ile Çamlıcadaki Eniştemiz romanına eğildiğini belirtmemiz
gerekir. Dolayısıyla Hisar bu döneminde, parça parça yazdığı deneme ve
eleştirileri gibi, hatıra portrelere de ara vermiş gözükmektedir.
Bilahare Hisar'ın 1950 ortalarında, Hamdullah Suphi'nin ıs-
ran ile, Türk Yurdu dergisinin yayın yönetmenliğini üstlendiğini
görüyoruz. Üç yıl süren görevi sırasında Türk Yurdu'nda çoğu aylar
ikişer, üçer yazı kaleme alır. Bir yandan kitap kritikleri yapar, diğer yandan
da birbirinden bağımsız seyreden "Türk Ocağı Hatıraları" ile, sözünü
ettiğimiz hatıra portreleri sürdürür. İşte orada yazdığı hatıra portrelerin,
öncekilere göre daha geniş ve daha derinlikli olduğunu görüyoruz. Hem kendisi
ya- şını-başını almış, zevkleri durulmuş, hem de sayfalar kendisine açıldıkça
açılmıştır. Dolayısıyla Türk Yurdu'nda yayınladığı portreler, öncekilere
göre daha geniş tutulmuş metinlerdir denebilir. Nitekim Halit Ziya, Nigâr
Binti Osman, Ahmet Hikmet, tarihçi Abdurrahman Şeref'le ilgili hatıraları
ikişer sayı devam etmişlerdir.
Yaptığımız bu izahları toparlayacak olursak, elinizin altındaki
kitaba giren hatıra portrelerden dördünün (Hamdullah Suphi (iki bölüm),
Süleyman Nazif, Halil Halit ve Ahmet Mithat Efendi'nin) Muhit'te; Nigâr
Hanım, Şehabeddin Süleyman, Halit Raşit, Tunalı Hilmi, Saffeti Ziya, Tevfik
Fikret (iki bölüm), Ziya Gökalp ve Abdullah Zühdü olmak üzere sekizinin Hakimiyet-i
Milliye'de; gene Süleyman Nazif (iki bölüm), Cenab Şehabeddin, tekrar Nigâr
Hanım, Celal Sahir (iki bölüm) ve Ahmet Haşim kitabındaki bir hayli
hatırasının da, 1933'te çıkmaya başlayan Varlık'ta yayınlandığı
görülür. 1954'te yeni bir dalga olarak yazmaya giriştiği Abdülhak Hamid, Halit
Ziya (iki bölüm), Mehmet Rauf, Nigâr Binti Osman (iki bölüm), Ahmet Hikmet (iki
bölüm), Abdurrahman Şeref (iki bölüm), Recaiza- de Ekrem, Ercüment Ekrem ve
Ziya Osman Saba'ya ait olanlar da Türk Yurdu'nda yayınlanmış olurlar.
Dolayısıyla bunlara Yeni İstanbul'da çıkan "Şairin Altmış Beş
Yılı" (Yahya Kemal) ile yeni bir Abdülhak Hamid yazısı ve Akşam'da
çıkan "Selim Nüzhet Gerçek" eklenince, tablo daha bir kabarmış olur.
Fakat böyle böyle de, Geçmiş Zaman Edipleri'nin çatısı az çok kurulmuş
sayılabilir.
İşte
biz elinizin altındaki eseri hazırlarken, yukarıdaki biyografik hatıra
metinlerini, yayınlandığı tarihlere göre sıraya sokarak, yeni bir düzenlemeye
tabi tuttuk. Bununla da yetinmeyerek, onları iki ayrı bölüm halinde düzenledik
Birinci bölümde, Hakimiyet-i Milliye yazılarında kullandığı Ediplerimize
Dair Hatıralar başlığını; ikinci bölümde de Türk Yurdu'nda kullandığı
Geçmiş Zaman Edipleri başlığını kullandık. Böyle yapınca da, Türk Yurdu
öncesinde Muhit, Yeni İstanbul ve Akşam'da çıkan birkaç parça
biyografik hatıranın Ediplerimize Dair Hatıralar bölümüne yerleştirilmiş
olduğu rahatlıkla görülebilecektir.
Fakat
bu çalışmayı sürdürürken kitabın adını, ister istemez yeni baştan düşünmemiz
gerekti. Yukarıdaki iki ayrı genel başlıktan acaba hangisi daha uygun düşer
diye. Hatta bir yerde Hisar, ilgili eseri için, "Geçmiş Zaman
Muharrirleri" adını bile düşünüyor. İşte bu noktada daha serbest hareket
edebilir miyiz diye, kendi kendimize sormadık değil. Çünkü bu adlandırmaların
üçü de güzel göründü bize. Fakat sonunda da, yazarın vefatına yakın tercih
ettiği isimde karar kılmak durumunda kaldık. Böylece de eserin adı olduğu gibi
kaldı ve Geçmiş Zaman Edipleri öne çıktı. Geçmiş Zaman Köşkleri
(1956) ile Geçmiş Zaman Fıkraları'nda (1958) olduğu gibi, bu eser de Geçmiş
Zaman Edipleri olarak şekil ve hüviyet kazandı.
Ancak
dikkat etmişseniz, Hisar'ın yazdığı kişi sayısı otuza yaklaşıyor, fakat
bulmuyor. Halbuki kendisi başlangıçta, kitabı için, otuz portre/hatıra yazmayı
düşündüğünü söylüyordu. Demek ki listesine dahil ettiği bazı sanatçıları
yazamamıştır. Ancak burada, Türk Ocağı Hatıraları içinde de bazı portreler,
yazıcı sınıfIara dair hatıralar kaleme aldığını kaydetmek gerekir. Ağaoğlu
Ahmet, Veled Çelebi, Necip Asım ve Reşit Saffet bunlar arasındadır. Eğer o
metinleri de kitaba dahil etmiş olsa idik, sayı kendiliğinden otuzu bulur veya
aşardı. Fakat böyle bir zorlamayı gereksiz bulduğumuzu ifade edelim. Çünkü
ilgili metinlerin yeri olarak, o eser daha uygun düşmektedir. Ayrıca Hisar'm o
eserini de yayma hazırlayacağımızı bu vesile ile hatırlatmış olalım.
Kimleri,
Niçin Yazıyor, Niçin Yazmıyor
Geçmiş Zaman Edipleri'nin kurgusu meselesini burada tamamlayarak, biraz da kitabın içine doğru
ilerlememiz gerekiyor. Mesela Hisar kimleri, niçin yazıyor, daha önemlisi de
nasıl yazıyor gibi... Bu sorulara verilecek ayrı ayrı cevapların, Hisar'ın
yazma tutumuna açıklık getireceği düşüncesindeyiz. Gerçi Hisar'ın roman
kişilerini nasıl yazdığım, karakter oluşturma tekniklerinin neye dayandığını
azçok biliyor olsak bile, bu metinler onlara bakarak gene de farklı sayılır.
Bilmem biliyor musunuz? Hisar'm bir de, Geçmiş Zaman Adamları adı
altında yayınlamayı düşündüğü hikâyeleri vardır. Nitekim o hikâyelerde de
kişilerin belirli zaman ve mekânlarla ilişkilerini kurarak, onların hayat karşısında
takındıkları farklı farklı tutumları açığa çıkarmaya çalışıyor. Fakat
romanlarında olduğu gibi hikâyelerinde de Hisar'ın, hemen daima iç hayatın
yazımına ağırlık verdiğini unutmamak gerekir. Bundan ayrı olarak Hisar'ın,
kendi benini merkeze aldığı Boğaziçi hatıraları vardır ki, orda da daha ayrı
bir yol tuttuğu görülür. Tabiatı ve zamanı derinden duymaya dayalı, dıştan
ziyade içte cereyan eden akışı öne çıkarmaya çalışan bir yazış tarzı. Hatta bu
noktada daha da ileri giderek, sosyal çevreyi bütünüyle ihmale varan bir yaklaşım.
Sizin anlayacağınız eylemi, hareketi durdurmaya dayalı bir yazış ve anlatma
tekniğidir bu. Dolayısıyla geriye, güç hal ile hatırlanan bir çocukluk ve onun
yarı panteist, cezbeli duyumları kalır. Bir de tabii bu eserleri, çocukluk
döneminde.duyumsanan zamanın ebediyeti ile, yazma sırasında ancak fark
edilebilen bir başka zaman algısı alttan alta gerer ve ilgili eserlerin trajiği
buradan kuvvet alır. Kaldı ki söylediğimiz hususu daha iyi kavramak için,
Fazıl Hüsnü'nün Çocuk ve Allah'ı önemli bir anahtar mesabesindedir.
Nitekim Fazıl Hüsnü'nün şiirinden bildiğimiz, çocukla aramıza giren büyük
boşlukların sırrı burada yatmaktadır.
Öyleyse asıl söyleyeceğimize gelirsek, Hisar
ilgili portreleri, ya da sanatçılara dair hatıralarını kaleme alırken nasıl
bir yol izlemektedir? Onları çoğu hatıra yazanların yaptığı gibi, olabildiğince
dıştan mı anlatmaktadır? Ya da mesela amacı daha ziyade, yazdığı kişiler
hakkında bilgi vermeye mi dayalıdır? Yoksa yukarıda işaret ettiğimiz gibi,
kendi yazma tarzına uygun derin tahliliere mi girişmektedir?
Fakat bu metinlerin bütünü aynı havada değiller tabii ki.
Kimisi çok erken zamanlarda, kimisi de Hisar'ın son yıllarında yazdığı metinler
bunlar. Bazılarında ölümün ardından yazılmış olmanın verdiği bir sıcaklık var,
bazılarında da araya zamanlar girmekle ancak hasıl olan bir durmuş
dinlenmişlik... Fakat ne olursa, onları bütünleyen bir yan var ki, o da
Abdülhak Şinasi Hisar tarafından yazılmış olmaları. Yani Hisar'm eserlerinden
aşinası olduğumuz kuvvetli, derinlikli bir bakış açısı ile kaleme alınıyor bu
metinler.
Daha garibi ve belki Ahmet Haşim'e ait olanlar hariç,
hiçbir sanatçıyı yüceltmeye ve övmeye kalkışmayan, devirden devire şahit olduğu
kınimalara bir bütün olarak bakmaya çalışan bir yazış tarzı bu. Fakat şunu fark
ediyoruz ki bu hatıralar boyunca, bir yandan yazılan sanatçı değişiyor, öbür
yanda da onları yazan Hisar'm bizzat kendisi. Dolayısıyla bu iki değişmenin bir
arada ve yan yana izlendiği, uzun birer hikâye ortaya çıkmaktadır desek
yanılmış olmayız.
İşte bu yüzdendir ki Hisar'ın her hangi bir sanatçı hakkın-
daki düşüncesi, bir esere veya olaya bağlı kalmıyor. Buradan yola çıkarak başı
sonu gelmez genellemelere başvurmuyor, vurmamaya çalışıyor. Sanatçıları öyle
uzun zamanlar içinde gözlemlediği anlaşılıyor ki, bunun da adeta başı sonu
gelmiyor. Yani bir hayatın, sanatçı ile geçirdiği ilişkilerin bütününe bakarak
hükümler çıkarıyor. Dolayısıyla yazmaya değer gördüğü hayat ve hatıranın
tamamlanması lüzumu, kendiliğinden hasıl oluyor demektir. Fakat buradaki amacı
da, sonuca bakarak genel hükümlere varmak değil. Tam tersine ilgili kişinin
zamana bağlı iniş çıkışlarını, tavır değişikliklerini daha iyi kavrayabilmek
için. Öyleyse diyebiliriz ki Hisar, yazdığı sanatçıları akan, sona doğru akan
hayatlar olarak, bir bütün halinde yazmayı tercih etmektedir.
Bu böyle de, bu hatıra portreler okunurken, satır aralarından
buharlaşıp duran bir acı duygusu sarıyor, kuşatıyor etrafı. İşte bu buruk acı
bizim, okuma esnasında, Hisar'm bakış açısına teslim olduğumuzun resmidir.
Belki o öyle söylemiyor ama, okuduğumuz portreler bir an gelip gözümüzün
önünde, neredeyse birer Fahim Bey olup çıkmıyorlar mı?
Yani zaman geçiyor, şartlar değişiyor, yazdığı sanatçılar
da halden hale giriyor... Fakat bu hal, görünen manzaranın bir yönüdür sadece.
Öbür yandan da Hisar'dan metinlere yansıyan bir yan var ki, asıl o tesir
dolduruyor metinleri. Dolayısıyla yazılanlar kadar, bizzat yazanın trajiği de
bir o kadar ağır basmış oluyor.
Hisar'm kimleri yazdığı ile ilgili olarak da, şunları söylemek
mümkün. Onun yazdığı kişiler için, önemlisi veya önemsizi yok. Nitekim eserde
çok meşhur şair ve romancılar bulunduğu gibi, hemen hiç bilmediklerimiz de
eksik değil. Dolayısıyla edebiyatımızda önemli bir yer işgal etmemiş
kişilikleri neden yazmış olabileceği düşünülebilir. Bu tür bir soruya cevap
verebilmek için, Hisar'ın bize izah etmediği örtük noktainazarını şüphesiz
bilmek gerekir. Bir defa o çocukluğundan, aile muhitinden, Galatasaray veya
Paris döneminden tanımadığı, daha doğrusu sonradan tanıdığı kişileri yazmak
taraftarı değil. Geçmiş Zaman Ediplerini okurken, bu hususu asla
unutmamak gerekir. Yani onun tercihi her önüne geleni, her tanıdığını, ya da
her şöhreti yazmaktan yana değil. Dolayısıyla onun yazmak istediği kişilerin,
kendi derin hatıraları arasında kök salmış bulunması icap eder. Tevfik Fikret,
Recaizade, Cenab Şehabeddin, Halit Ziya, Nigâr Hanım, Hamdullah Suphi veya
Haşim gibi isimler bunun için öne çıkıyorlar. Fakat bu tercihinin bazı
istisnaları da yok değil, mesela Süleyman Nazif!
İşte bu açıdan düşününce çok yakın dostu Yakup Kadri'yi,
Cevdet Kudret ve Yaşar Nabi'yi, gazete ve dergisinde yazılar yazdığı Celal Nuri
ile Sedat Nuri'yi, beraber parti kurdukları İsmail Hami Danişment'i, Hisar'ı o
kadar çok takdir eden Mustafa Şekip Tunç'u, Fahim Bey ve Biz'in CHP roman yarışmasında birinci gelmesi için çırpınıp duran
Ismayıl Hakkı Baltacıoğlu'nu, hatta hatta Ahmet Harndi Tanpınar'ı, devamlı
yazar kadrosunda yer aldığı Ağaç'ın sahibi Necip Fazıl'ı, dahası Nahit Sırrı
Örik'i, Peyarni Safa'yı niçin yazmadığı kolayca anlaşılabilir.
Fakat bazı isimler var ki, onların mutlaka
yazılması gerekirdi diye düşünüyoruz. İşte mesela İzzet Melih, kendi okul
arkadaşı ve uzaktan akrabası. Özellikle de Ruşen Eşref, hem Galatasaray'dan
arkadaşı, hem de nesrini takdir ettiği yazıcılardan biri. Ve bir de tabii,
bilhassa Prens Sabahattin Bey! Türk düşünce hayatında Ziya Gökalp'ten farklı
bir kutup teşkil etmesi ile tanınıyor. Kaldı ki şu günkü günde Türkiye'de, onun
düşünce sistemi daha bir revaçta görünüyor. Ayrıca Ziya Gökalp'e göre Hisar,
Prens Sabahattin'i daha yakından tanıyor. Paris'te iken ona o kadar yakın.
Çünkü İttihat Terakki'cilere değil, ona yakın hissediyor kendini. Onun
tesiriyledir ki devlet memurluğuna ve bürokrasiye, 1930'lara varıncaya kadar
itibar etmiyor. Hatta kendisi açığa vurmak istemese bile, Mütareke yıllarında,
Prens Sabahattin'ci gruplarla birlikte, Milli Ahrar Fırkası'nın kurucuları
arasında yer aldığı nasıl olur da unutulur? Bu parti bilindiği gibi, Anadolu'da
başlayacak olan Milli Mücadele'ye destek çıkmış, sonra da kendini feshetmek
yoluna gitmiştir. Demek istiyoruz ki Prens Sabahattin gibi yakından tanıdığı
bir düşünürün, Hisar tarafından yazılması beklenen bir husus olmalıydı. Fakat
onun bu yönünü, Cumhuriyet tarihi boyunca devamlı örtük tutmak istediği
anlaşılıyor. Fakat bu hatıraların bir yerinde Prens Sabahattin, hafiften başını
çıkarır gibi de olur. Cenab Şehabed- din bölümü bu açıdan ayrıca okunabilir.
Refik
Halit ile Ahmet Haşim
Bir de burada Refik Halit'in yokluğu meselesine değinmemiz
gerekiyor. Çünkü Refik Halit Hisar'ın, Galatasaray'dan yakın arkadaşıdır.
Daha önemlisi de Refik Halit ile Ahmet Haşim, Abdülhak Şinasi'nin sahibi olduğu
edebi birikimin en çok farkında olanlar. Düşünün ki Mütareke yıllarında Refik
Halit, Hisar'ın geliştirdiği roman anlayışını o kadar benimser hale gelir.
Maupassant tarzından rücu ile, İstanbul'un İç Yüzü romanını kaleme alır
ve bu eserini Hisar'a ithaf ederek yayınlar. Dolayısıyla bu romanın, Refik
Halit'in eserleri arasında, çok farklı bir anlayışı temsil ettiği kolayca
anlaşılır. Vakaları kırmak, gerilimi düşürmek, tahlili ön plana çıkarmak,
ilgili romanın alametifarikaları arasındadır. Biz bu roman tutumunu, ancak
Abdülhak Şinasi Hisar'm telkin ve tesirleri ile izah edebiliyoruz. İşte bütün
bunlara rağmen de Hisar, bu hatıralarında Refik Halit'e yer vermiyor. Bu duruma
sadece dikkat çekmek istiyor, fakat sebebini izaha girişmiyoruz.
Son bir husus olarak da, Hisar'ın hayatının son günlerinde
kitaplaştırdığı Ahmet Haşim'le ilgili yazılara değinmemiz icap ediyor.
Bilindiği gibi Haşim, Hisar'm kendine en yakın hissettiği sanatçı!.. Yahya
Kemal'den bile daha yakın!.. Galatasaray'dan arkadaşı ve ömür boyu dostlukları
devam eden birisi. Belki bunda bir istisna düşünülürse, o da Ahmet Haşim'in, Piyale
adlı şiir kitabını yayınladığı sırada (1926) birbirine küs olmaları. Dolayısıyla
dostluğun derinliğine bakın ki, tam da o sırada Haşim, çıkacak kitabı Piyale'yi
Abdülhak Şinasi Hisar'a ithaf etmek büyüklüğünü gösterir. Fakat bu ithaf, bir
ilk değildir ki!.. Bundan önce de Haşim, bazı önemli şiirlerini Abdülhak
Şinasi'ye ithaftan geri durmamıştır. Dolayısıyla Haşim'in kendi şiirini, en
iyi ve en erken kavrayan kişi olarak Abdülhak Şinasi Hisar'a ayrı bir önem
verdiği ortadadır. Çünkü Hisar, Mütareke yıllarında Göl Saatleri'ni
(1921) yadırgayan çevrelere, bu şiiri izah noktasında adeta bir misyoner
kesilmişti. Ayrıca bu şiirin edebiyatımız için yeni bir ufuk teşkil ettiğini
ilk söyleyen o olmuştu. Bunun için de sayısız yazı kaleme almıştı.
Haşim'in bir de, İkdam ve Akşam gibi
gazetelerde sürdürdüğü günlük yazı denemeleri vardır. Haşim'e bu imkânı sağlayan,
gazeteleri kapı kapı dolaşarak Haşim'in oralarla bağlantısını kuran kişi, gene
Abdülhak Şinasi'den başkası değildir. Yani Haşim'in nesirde de başarılı
olabileceğini keşfeden, buna kendisini ikna eden kişidir Abdülhak Şinasi. İşte
bu yüksek sanatı takdir bir yana, aralarındaki derin dostluğun hatıralar
biçiminde yazılması, anlatılması gerekmez miydi? Nitekim görüyoruz Hisar'ın,
hakkında en çok yazı yazdığı kişidir Ahmet Haşim. Hem eleştiri ve tahliller
biçiminde, hem de bu eserde okuyacağınız gibi edebi hatıralar olarak!..
Fakat Haşim'le ilgili bu yazı bolluğu, bizi bu eseri
hazırlarken rahatlatacağı yerde, tahminlerin ötesinde sıkıntıya sevketti. O da
Hisar'm, Haşim'le ilgili müstakil bir eserinin bulunmasından ileri geldi.
Hisar, Ahmet Haşim: Şiiri ve Hayatı (1963) adlı eserini hazırlarken,
ister istemez o eski yazılarını da kullanmak istemiş, hatta kullanmış da!..
Dolayısıyla Hisar'm Haşim'le ilgili hatıra metinlerinin, Geçmiş Zaman
Ediplerine dahil edilip edilmeyeceği hususu bizi epeyi düşündürdü.
Nihayetinde aynı muhtevayı tekrarlamamak adına söz konusu yazılardan hiçbirini,
ilk halleriyle bile olsa, Geçmiş Zaman Edipleri'ne dahil etmemeye karar
verdik.
Yalnız o metin karşılaştırmalarımız sırasında
şunu fark ettik: Hisar daha önce yazdığı metinleri kitabına dahil ederken
orasından burasından bölüp parçalamış. Bu bölümleri birbirinin devamı olarak da
değil, hazırladığı kitabın ihyacına göre ayrı ayrı yerlere, bölümlere
yerleştirmiş. Bu bölümler için de ayrı ayrı başlıklar kullanmış. Hatta bazı
bölümlerin başlarına, aralarına paragraflar eklemiş. Tabii bütün bunların
sebebi, müstakil makale veya hatıra metinleri ile, kitabın ihtiyaç duyduğu bir
farklılıktan ileri geliyor. Bir de şu var ki yazılan her yazı, kendi içinde
yazıldığı dönemin aktüalitesinden bir şeyler barındırır.
Bütün bu izahların
ardından vardığımız sonuç şu oluyor: Sözünü ettiğimiz, Haşim'le ilgili hatıra
metinlerin müstakil hüviyetleri, büsbütün ortadan kalkmıştır. Çünkü onların
parçalanmış, dağılmış, genişletilmiş, kitabın orasına burasına serpiştirilmiş
halleri başka, yazıldığı halleri ile ifade ettikleri özgün, bütünlükçü yapıları
daha bir başkadır. Metin mukayeselerine heves duyan okuyuculara bilgi
mahiyetinde yeri gelmişken bu konuyu da böylece açıklama gereği duyduk.
Geçmiş
Zaman, Başka Zaman
Bu eser dolayısıyla Abdülhak Şinasi'nin,
"zaman" kavramı karşısında takındığı bir tutuma da temas etmek
gerekir. Onun sanatının şifreleri burada yatmaktadır çünkü. Roman ve hikâyelerinde
olsun, Boğaziçi Yalıları veya Boğaziçi Mehtapları'nda olsun, ya
da burada olduğu gibi hatıra-portrelerde... Onda şahidi olduğumuz farklı bir
zaman idraki, yazdığı metinleri baştan sona işgal ediyor, dolayısıyla da kendi
rengine boyamakta gecikmiyor. Nihayetinde de yazdığı metinleri ve kişileri bir
uzak zamana, bizim dünyamızdan ve zamanımızdan çok çok ötelerde duran bir
"geçmiş zaman"a öteleyip duruyor.
Mesela Saffeti Ziya'yı anlatırken kullandığı bir ifadesi
var ki bayağı dikkat çekici: "Tarihten önceki vukuat" diyor. Yani
anlattığı şeylerin bize göre çok uzak zamanlarda cereyan ettiğini, bunların
şimdiki zamanla alâkasının kurulamayacağını söylemek istiyor. Gene bu eserin
ilk metinlerini teşkil eden Hamdullah Suphi bölümlerinde de benzer bir ifadesi
var: "Dostluğa inandığımız o zamanlarda." Hisar buna benzer,
anlattığı hususların bizim zamanımıza olan uzaklığı duygusunu verebilmek için,
zamanı sürekli müphemleştirmeye dayalı bir dil geliştiriyor. Böylece de bu
metinlerin yazıldığı veya bizim tarafımızdan okunduğu zamanla, hadiselerin
cereyan ettiği zamanlar arasm- da öyle büyük mesafeler, uçurumlar hasıl ediyor
ki tahmin edilemez. İşte o uzak zamanlara Hisar, eserin adında olduğu gibi,
"Geçmiş Zaman" tabirini kullanıyor. Fakat mantıki olarak düşündüğümüzde
de o zamanlar, bize çok uzak ve eski gelmiyor, gözükmüyor. Çünkü şunun
şurasında takvimle tayin edilen, yıl olarak hesap edilebilen zamanlar bunlar.
Fakat o sayıp döktüğü bin bir ayrıntı ile, gelip geçen modalarla, devir-dönem
kırılmaları ile aramıza öyle setler çekiyor, bunları kurduğu uzun cümlelerle
öyle dolduruyor ki, biz buradan ister istemez bir uzaklık, eskilik, geçmişlik
duygusu ediniyoruz. Dahası, Hisar'm bizzat kendi sanatının ürettiği bu derin,
müphem zaman algılaması karşısında da adeta ürpertiler duyuyoruz.
İsterseniz bu izahı biraz daha geliştirelim. Yukarıda bir
yerlerde, Hisar'm yazdığı sanatçılara ilişkin değişmeleri, kırılmaları
gözlemlediğini, bunların anlatımına büyük önem verdiğini söylemiştik. Kaldı ki
geçen zamanla birlikte devirlerin değişmesi kadar, anlatılan sanatkârların
değişmesi de çok tabiidir. Fakat bu metinleri okurken, aynı anda, yazıcı
Hisar'm da değiştiğini farkediyoruz biz. Yani öyle bir hal ki bir yandan devir
dönem, bir yandan anlatılan sanatçı, öbür yandan da anlatıcının bizzat
kendisi... İşte Hisar bütün bunları anlatırken, süratle akıp giden bir zaman
duygusu ile, bizi adeta karşı karşıya bırakıyor.
Fakat burada asıl önemli olan, bize göre, yazdığı
sanatçıdan ziyade, Hisar'm bizzat kendisinde şahit olunan bir değişmedir.
Sanatkârlarla ilgili olan hususları zaten bu metinlerden okuma imkânı
bulacaksınız. Ne var ki Hisar'a ait olan ve bu metinlerin orasına burasına
monte edilmiş, şifre niteliği arz eden dil kullanımlarına ise özellikle işaret
edilmesi gerekiyor.
Nitekim
Cenab Şehabeddin'le ilgili hatıralarını naklederken, şöyle bir ifade
kullandığı dikkatlerden kaçmıyor: "Çocukluğumun hayranlığını, ilk
gençliğimin hayretini, orta yaşımın anlaşamamazlığını ve son
zamanlarımın teessürünü tespit eden dört beş hatıramı
kaydedeceğim." O zaman burada sormamız gerekmez mi? Değişen kim, Cenab
Şehabeddin mi, Hisar'ın bizzat kendisi mi? Yoksa, yazan ve yazılan olarak, her
ikisi birden mi değişime uğramışlardır? Kuşkusuz biz bu metinleri okurken,
Cenab Şehabeddin'e ait olumlu-olumsuz bazı gelişmelere şahit oluyoruz. Fakat
alttan alta, Hisar'ın bizzat kendisinde cereyan bir başkalaşma da söz konusudur
ki, bunu asla unutmamak icap eder. Veya şöyle ifade edelim: Bir kişiye veya
nesneye çocukluğumuzda, ilk gençliğimizde, orta yaşta veya yaşlılıkta bakıyoruz
ve onu her seferinde de farklı farklı idrak ediyoruz gibi bir durum.
İşte bu tür atıflarla, Geçmiş Zaman Edipleri'ni
teşkil eden metinlerde sık sık karşılaşmak mümkün. Mesela:
Lâkin dalgın ve muhayyel hayatımın
çocukluğunda, gençliğinde, ve orta yaşında hayal, hakikat, sanat ve ölümün canlı,
hesabi, mesut ve biçare yüzlerini temsil ederek, bana dört kıymetli
ders vermiş olduğunu düşünüyorum.
İnsanlar yaşlandıkça aralarındaki dostluklar
git gide ya fikir, ya menfaat yakınlıklarına dayandığı için bir dostluk, bir
hayat içinde ne güç kök tutar! (...) Öyle ki
insan, içinde bu uzun köklerin artık kuruduğunu duyduğu gün temelinden
sarsılıyor. [Celal Sahir]
Gençler geleceğini hissettikleri "iyi
zamanları" kendi yakın istikballerinde görürler, bu hayal onlara şimdiden
içine girdikleri bir saray, bir kâinat gibidir" gibi!.. [Hamdullah Suphi]
Öyleyse biz bu hatıralar vasıtasıyla, Hisar'ın
çocukluğundan itibaren tanıdığı sanatçıları okuyacağız. Fakat aynı zamanda da
Hisar'ın bizzat kendisini! Dolayısıyla duyan, düşünen, değişen bir yazıcı ve
onun bakış açısı, bu eseri baştan sona işgal ediyor gibi bir durum söz konusu.
Hisar'ın yakın arkadaşı
Yakup Kadri'nin, Gençlik ve Edebiyat Hatıralarının başına koyduğu şu
ifadeleri dikkat çekici:
Arkamda bıraktığım uzak geçmişi hayalimde tekrar yaşarken,
"zevk" diyebileceğim bir şey duymamaktayım. Hatta tam tersine
hayıflanmaya, yerinmeye ya da hayal kırıklığına benzer bir takım yürek
sıkıntılarına kapılmaktayım. Çünkü, o geçmişte birçok yanlış davranışlar,
kaçırılmış fırsatlar, erişilmemiş amaçlar görmekteyim. (Bilgi Yayınevi, 1969)
Kuşkusuz Hisar'ın, kendi
eserinin/başına koyduğu böyle bir önsözü bulunmuyor. Keşke bu eser onun
sağlığında yayınlansaydı da, o da geriye böyle bir önsöz bıraksaydı diye
düşünmeden edemiyoruz. Ayrıca o bu bölümde nelere işaret ederdi, doğrusu onu da
kestiremiyoruz. Yakup Kadri gibi bir acıyı, nedameti mi dile getirirdi? Kendi
tarzını, yöntemini mi açıklamaya çalışırdı, kestiremiyoruz. Fakat bu
hatıra-portrelerin okunmasından ne çıkıyor, geriye ne kalıyor? İşin bu kısmına
girmiyor ve onu doğrudan okuyucunun kendisine bırakmak istiyoruz.
Necmettin Turinay
Ankara, Nisan
2013
Edebi Musahabe
Hamdullah Suphi'ye Dair Hatıralar -1
O zamanın hatıraları ruhuma öyle sinmiştir ki hâlâ daha,
uyurken kalbimin üstüne biraz fazla yaslanmış olsam, kendimi o âleme dönmüş
sanırım. Fakat bir türlü geçmiyor zannolunan günlere ve gecelere rağmen,
seneler o kadar çabuk geçti, aradan öyle berrak mevsimler ve bedbaht seneler,
ihtilâller, harpler ve facialar ve öyle beklenmez, inanılmaz ve unutulmaz
şeyler geçti ki, şimdi o eski zamanları tavsif için "tufandan evvel"
demek ihtiyacını duyuyorum.
Meşhur
bir söze tebaiyetle haydi tufandan evvelki zamanı karıştırmasak bile, bu
hatırlatmak istediğim 1902-1905 seneleri, ismi o vakit Mektebi Sultani olan
Galatasaray Lisesi herhalde türlü türlü sefaletler içinde, fakat ümit suları
üstünde yüzen bir Nuh gemisini andırırdı. Talebe bilhassa yağışlı, ıslak ve
karlı mevsimlerde, titreşen zavallı bir muhacir kafilesine benzerdi. Sabahları
yataktan uykuya doymamış ve bir saniye geç kalmayı bir kâr sayarak ayrılır,
midelerimizi yemekle doyurmaktan ziyade, iştahımızı çirkin kokularla kaçıran
yemekhanelerin kirinden yarı aç kalkardık Rutubetli dehlizlerde rüzgârlar
eser, çamurlu ve karlı bahçelerde ayaklarımız sızlar, ellerimiz donardı. Bütün
bunlar hassasiyetimizi marazi bir halde arttırıyordu. Bazı günler Boğaziçi'ne
yahut Adalar'a gittiğini duyduğumuz bir vapurun uzaktan gelen sesi ruhumuzdaki
daüssılaya dokununca, bütün mevcudiyetimiz sanki manevi bir romatizma ile
sızlardı; ekserisini "rate" ve akılsız bulduğumuz ve haklarında
hiçbir hürmet beslemediğimiz, bazıları ise aramızda tahkiri ta- zammun eden
lakaplarla anılan hocalarımız bize, ne hayalimizi zenginleştirecek ne
ruhlarımıza bir gıda olacak bir ders veremi- yorlardı. Dersler hep imtihanlar
için öğrendiğimiz kaba, kuru şeylerdi ve bütün bu ruhsuzluk, bu gıdasızlık, bu
rahatsızlık felaketleri arasında, çabuk çabuk akan, parlayan ve geçen emsalsiz
şiir ve lezzet menbaları vardı: Fikirlerimize bir aşinalık, samimiyetimize bir
mukabele bulmak imkânını bahşeden teneffüs saatleri! Bahçeye çıkınca, dostluğa
inandığımız o zamanlarda, kendimize benzediklerini sandığımız arkadaşlar
vardı; onlarla, bir işte şerik olanlar arasında mutat olduğu gibi, kesik kesik
cümlelerle çabuk çabuk konuşup anlaşmak, emellerle hülyalarımızı birbirimize
itiraf etmek, edebiyattan, hürriyetten, Paris'ten ve atiden bahsetmek imkânı
vardı. Dört kuru duvar arasında bir leyli mektep bahçesi, ne kadar hülyaların
sinmiş olduğu bir yerdir. En asil hayallerin konduğu yüksek bir tepe, bir ati
yuvası ve akıllara heyret verici bir yer!
Senelerden sonra, bu bahçeyi tekrar gördüğüm zaman bu kadar
küçük, bakımsız, hakir ve manasız göründüğüne, taşları arasında her yerdeki
yeşil otların bittiğine ve toprağının da her taraftaki adi, esmer ve hissiz
topraktan ibaret olduğuna hayret ettim. Benim hafızamda, büyük ressamların
tersim etmiş oldukları resimler gibi, manalarla ve şiirle dolu harikulade bir
bahçe, müstakbel saadetlerimizin mahfuz bulunduğu bir hazine idi ve biz halin
bütün yoksulluklarından ve rahatsızlıklarından ziyade, istikbalin vaatlerinin
hakikatine inanıyorduk.
Mektebin sınıfları üç bahçeye tabi idi. Bunların her
birinde ancak birkaç sınıfın talebesi birleşip tanışırlar, diğerleriyle ihtilat
etmezlerdi. Bizden birkaç yaş büyük olan Hamdullah Suphi büyüklerin
bahçesindendi. Fakat Müfit Ratip, Ahmet Haşim, İzzet Melih, Emin Bülent, ben
vesair birkaç arkadaşın edebiyatla iştigal ettiğimizi duymuş, bize haber
gönderdi ve bir gün teneffüs saatinde tanışmak için bahçemize geldi. O zamanlar
ekser talebenin giydikleri de, mektebin sefalet manzaralarına ve renklerine
uygundu. Hamdullah Suphi'nin giyinişi ise itinalı idi. Sesi samirniyetten
ziyade resmiyet hissini veriyordu ve o teşrifatla, tekellüf perestane bir
tarzda konuşuyordu. Bize edebiyattan, Namık Kemal'den, atiden bahs etti.
Hamdullah Suphi'de vatan âşığı ve şairi Namık Kemal'in tesiri çok mühim
olmuştur. Gerçi kendisini tecrübesi çoğalmış bir ağabey telakki ediyor, fakat
bize itibarla hitap ediyordu. Ruhumuza bir tesir icra etmek isteyen üstat veya
arkadaş, en evvel bize inandığını göstermelidir. Öyle zengin bir kalbi
olmalıdır ki bize muhabbet ve emniyetini bezl ettiğini görebilelim.
Hamdullah Suphi hakkımızdaki muhabbetli
sözleriyle, nezdimizde kendi nüfuzunu tesis ediyordu ve biz de kendimize
verilen bu ehemmiyetten memnun oluyorduk. Birbirimizden tekrar görüşmek
temennisiyle ayrıldık Onunla ilk görüşmemizin bu tarzını sonra âdet edindiğini
ve tanışmak istediği başkaları için de tatbik ettiğini gördüm, ve onunla ilk
görüştüğüm gün bana yaptığı tesiri sonra birçok gençlere de yapmış olduğunu
müşahade ettim. Binaenaleyh bu ilk hissim sonraki gördüklerimle teeyyüt
etmiştir: Hassas, şair bir mütefekkir olan ve ta mektepte bulunduğu zamanlardan
beri ruha heyecan veren fikirleri seven Hamdullah Suphi, sözleriyle genç
kalplere muhabbet ve hürmet telkin etmeyi bilen, daha hisli bir hayata atılmak
cesaretini bahş eden ve muvaffak olmak ümidini veren, nazarların hududunu tevsi
ve kalplerin hararetini tezyit eden, ruhları yükselten, hülasa asil bir musiki
tesiri yapan üstatların soyundandı.
Böylece tanıştığımız Hamdullah Suphi bizi, o
tatil mevsiminde, Küçük Çamlıca tepesinde pederinden kalan korudaki köşkte bir
öğle yemeğine davet etti ve o gün ilk defa, onun hülyalarını açan manzaraları,
fikirlerinin kök salmış olacağı yerleri gördük. Bütün bu güzel ve büyük koru,
buradaki ahşap ve şimdi harap köşk, izmihlal eden bir eski zaman debdebesine, gönüllerde
baki kalan ve hatıralarda yaşayan bir asalet ananesine delildi. Eski zaman
çehrelerinin mübarek ve yüksek manalarını taşıyan birer sima gibi manidar
yerlerdi. Buralarda yaşayan ecdat geniş odalar, sofalar ve mufassal teşrifat
içinde kendi ruhlarının vakarını korumuş olacaklardı. Şahsın kendi kendisine
verdiği bu paye, bu asalet hissi, bu ecdattan ve bu yerlerden arkadaşımızın
ruhuna sinmiş olmalı ve fikirlerinin köklerini bu yerler beslemiş olmalı idi.
Hamdullah'ın babası Suphi Paşa ve büyük babası Sami Paşa'dan evvelki ecdadı da,
Mora'nın merkezi olan Tire- Poliçe'nin mutasarrıfları ve aynı zamanda oradaki
Nakşıbendi tekkesinin bütün cemaat işleriyle uğraşan şeyhleri imiş.
Sınıfımız değişince biz de artık büyüklerin,
Hamdullah'ın bahçesine gelmiştik. Ders aralarında buluşuyor, yeni dostumuzun
seslerini dinliyorduk. Onun biri kalbine, latifesine ve evine ait hususi;
diğeri telkinine, işlerine ve yabancılara ait resmi iki sesi vardır, yahut sesi
bu iki makamdan birine tabi olur. Arkadaşlarımız bize, niçin kendileriyle oyun
oynamadığımızı sorarlardı. Fakat hülyalarımıza, atiye ve şiire dair sözlere
hangi oyunları tercih edebilirdik? Bizim yaptığımız gibi, şiir ve hülya ile,
hayat ve istiklal ile oynamak, daha müheyyiç bir oyun değil miydi? Bu bahçe
saatlerinde uzun uzadıya atiden, arzularımızdan, emellerimizden bahsederdik ve
tasavvur ettiğimiz hayat ne cazip, ne güzel, ne kadar da hürdü! Gençler
geleceğini hissettikleri "iyi zamanlar"ı kendi yakın istikballerinde
görürler, bu hayal onlara şimdiden içine girdikleri bir saray, bir kâinat gibidir.
Ve daha ancak kendi hülyalarında mevcut olan bu güzellikler de kendilerinin
asıl sevgilileridir. Mektebi Sultani'ye, demin yad ettiğim maddi hayatın bütün
hatıralarına rağmen, manen ne kadar şükran borçlu olduğumu duyuyorum. Zira
gençliğimin bu tahayyül, bu ümit, bu iman senelerini o muhit içinde geçirdim
ve burada maddi çerçevenin sefaletine rağmen, ruhlarımızın inkişaf ve
serbestisine halel gelmiyordu. İstipdadın tev- lid ettiği anarşi içinde, harice
nefretle bakan bu muhit, emellerden ve ümitlerden mahrum kalmıyordu. Epeyce
öğrendiğimiz Fransızca sayesinde kendimize, inanabileceğimiz üstatları da,
bilhassa hariçte, buluyorduk.
İşte, bu samimiyet, tahayyül ve itiraf
saatlerinde Hamdullah Suphi, ati hakkındaki arzularını böyle icmal ederdi:
Sesiyle halkı sevk etmeyi bilen kuvvetli bir hatip olmak, bir de memleketin
maarifini istediği istikametlere tevcih eden müteceddit bir Maarif Nazırı olmak
istiyordu. Mazi bizi ne kadar eski bir zamandan beri hazırlar, yaptığımız
işlerin ve hatta hayalimizden geçen şeylerin bize meçhul kalan mezarlar içinde
ne derin ve ne eski kökleri ve sebepleri vardır? Birçoklarımız, Hamdullah Suphi
gibi, filhakika istediklerini olmuşlardır, çünkü hep mukadder olan şeyleri istemişlerdi.
Denilebilir ki inkişaf eden atinin tohumlarını, zaten kendi kalplerinde
taşıyorlardı.
O zamanlar bile Hamdullah Suphi'nin ismi, kendi sınıfından
diğer sınıfIara geçerek, mektep muhitinde tanılmağa başlamıştı. Ve onun belki
birbirine zıt olan şöhretleri vardı. Evvela hiçbir fen için hususi bir temayülü
olmadığı, hatta fenden uzaklaşan bir zihniyeti olduğu halde, bir fen adamı
olarak telakki ediliyordu. Bu şöhretinin hikmeti şudur ki Hamdullah Suphi, ta
mektep zamanından beri, bütün bildiğini çok iyi bilir ve katiyetle söyler.
Kafası mütemadiyen madalyonlar darp eden bir makina gibi, muntazam cümleler
hazırlar. Sözleri hep yazılmış cümleler halindedir. Bunun içindir ki, bugün de
yazmaktan ziyade söyleyerek yazdırmayı kolay buluyor. İşte, içimizden kimse
bildiğini böyle söylemez ve bundan dolayı onun çok bilmişli- ğine ve fennine
hükmederdi.
Sonra manzumeler yazdığı ve bahçe
zamanlarında bazan bir cezbe halinde yüksek sesle şiir okuyarak gezindiği için
kendisine şair diyorlardı. Biz daha ziyade Edebiyat-ı Cedide üstatlarının
tesirine kapılıyorduk. İzzet Melih "Tezad"ının ilk şekli olan ve
benim o zaman daha ziyade beğendiğim "Maziye Rağmen" hikâyesini büyük
bir hürmetle Halit Ziya Bey'e ithaf ediyordu. Cenab Şehabeddin Bey'in şiirleri
bende bir sihir tesiri yapıyor, kendi kendime ve başkalarının yanında muttasıl
sevgili şairimi zikrederek:
Kim bilir, kim bilir neler
söyler
Bu susup durma
sonra söylemeler...
diye mırıldanıyordum. Hâlâ daha, ne zaman Edebiyatı-Cedîde
Kütüphanesi'nin kırmızı-beyaz kaplı kitaplarından birini görsem, vaktiyle pek
sevilmiş şeylerin bir mahfazasını görmüş gibi, mütehassis olmaktan kendimi
alamam. Hamdullah Suphi o zamanlarda, dışarıda edebi simalardan birkaçını,
mesela Halit Ziya ve Faik Ali beyleri tanır, onlarla görüşür ve bize onlardan
bahsederdi. Fakat o, Edebiyat-ı Cedîde'nin üstünden atlayarak, daha evvelki
Namık Kemal, Abdülhak Hamid ve kendi amcası Samipaşazade Sezai beylerin azarnet
hissini daha iyi duymuş olan neslinden ilham alıyordu. Bizim malumatımız daha
ziyade kitabi kalıyor, onunki doğrudan doğruya ruha, fikre, söze, "ak-
tualiteye" hülasa hayat ve hakikate temas ve istinat ediyordu.
Hamdullah Suphi kitapları hiç bilmiyordu, İzzet Melih
Fransız tiyatrosuyla teferruatına kadar meşguldü. Ahmet Ha- şim Fransız
sembolist şairlerinin şiiriyle meşbu idi. Ben bütün vaktimi Fransızca kitaplara
vakfediyordum. Esasen içlerinden muhtaç olduğumuz bütün sevgili musikiler,
iklimler ve hayatların intişar ettiği kitapların bir gün bile, nasıl ihmal
edilebileceğini hiçbir zaman anlayamadım ve daima Celal Sahir Bey'in meşhur
bir mısraını tanzir ile, "Kitaplar olmasa öksüz kalırdı eyyamım"
diyeceğim gelir. Fakat o bunlardan müstağni kalmış ve mektep zamanlarında bile
pek az okumuştur. O sıralarda Ahmet Şuayp Bey'le ilk tanıştığı gün,
malumatfuruş olan ve her ilmi yalnız kitaplarda gören bu muharrir, ona derhal
ne okumuş olduğunu sormuş. Hamdullah o zamanlarda belki yirmi yaşında bir
gençti. Saymaya başlamış: "Aziyade, Les Chatiments, L'Aiglon, Pecheurs
d'Islande" demiş ve söylenecek başka bir isim hatırlamayınca, Ahmet
Şuayp Bey bu kadar az okumuş bir gencin kalemiyle bir isim kazanmaya başlamış
olmasına şaşarak: "Demek ki size de ancak dört kitap1 nazil
oldu!.." cevabını vermiş. Bilahare bize bu sözleri nakleden arkadaşımız,
hafızasına kızarak: "Halbuki hiç olmazsa on kitap okumuşumdur, hatırlayamadım
işte!.." diyordu.
Fakat bizim, kendisine hiçbir hudut tanımayan muhayyilemize
ve hiçbir istinat toprağı aramayan kültürümüze mukabil, Hamdullah'ın
etrafımızdaki hakikatin hududunu tanımaya başlayan ve en evvel bizi tahdid
eden bu tali ve mukadderata râm olarak, sonra onları ilâ etmek isteyen ruhu ne
kadar daha haklı imiş!.. İşte bilahare icraat hayatına giren bu mütefekkir,
yine bu sayede sukut etmemiştir.
Hamdullah Suphi kendini idrak etmeye başladığı o günlerden
beri, vatanı ve milleti için "daha iyi günler"in layık olduğunu
duymuş, sözleri, hitabeleri ve şiirleriyle hep o günleri çağırmıştır. Tevfik
Fikret'in, "Bu memlekette de bir gün sabah olursa, Haluk!" mısraı, söylendiğinden
çok zaman evvel hepimizin ruhunu dolduran bir histi. Onun için bu mısraı bu
kadar kolay tefsir etmiş, bu kadar zengin duymuş ve bu kadar sevmiştik. O da
ruhumuzdaki daussılayı inleten bir sesti.
Hamdullah Suphi'nin yazdığı şiirlerin ekserisi bile içinde
bulunduğu hayat ve hadiseleri terennüm ediyor, vatanamızm geçirmekte olduğu acı
devirden, hülasa aktüaliteden ilham alan şiirler oluyordu. O, istipdat aleyhine
gayet coşkundu. İşte bu coşkunlukla yazdığı manzumeleri Paris'e amcası
Samipaşaza- de Sezai Bey'e gönderir, o da bunları Paris'te İttihat Terakki'nin
neşrettiği Şûra-yı Ümmet gazetesine dere ederdi. O devirde Şûrayı
Ümmet İstanbul'a gizlice gönderiliyordu. Bu manzumelerin Hamdullah
Suphi'nin olduğunun anlaşılması, kendisi için şüphesiz pek büyük tehlikeleri
mucip olacaktı. O şiirlerini bastır- mamaktansa bu tehlikelere girmeyi tercih
ediyordu.
Muhit, Teşrinisani 1930, nr. 25, s. 18-21
Edebi
Musahabe
Hamdullah Suphi'ye Dair Hatıralar - II
İtalya dahi şairi Gabriele d'Anunzio, bir gün, İtalyan
Millet Meclisi'nde, kendisinin güzelliğin mebusu olduğunu söylemiş. Sonra,
"estetik" muallimi olunca güzelliği birtakım düsturlara rabt ve ders
halinde talim eden Hamdullah Suphi, ta o zamanlarda, güzelliğin âşığı ve
taraftarı olduğunu da beklenmez bir tarzda göstermişti. 1904 tarihindeki
Rus-Japon muharebesi esnasında bütün arkadaşlarımız, Rusların tarihi
düşmanlığını ve vatanımıza ne muzır olmuş olduklarını bilerek Japonların
muzafferiyetlerini alkışlarken, içimizden yalnız o, kalbinde beslediği
güzellik muhabbetiyle, güzellik namına da bir fikir ser- detmek ve bir söz
söylemek cesaretinde bulunmuş: "Çirkin bir ırkla güzel bir ırk çarpışıyor,
ben dünyada çirkinliğin tarafını iltizam edemem, güzellik tarafında
kalarım" demiş ve bu sözü bize cidden garip görünmüştü. Aradan birçok
seneler geçti, bir gün mühim bir payitahta, sefirimiz olarak gayet çirkin bir
zat tayin edilmişti. Siması bilakis ince, munis ve kendisi zarif, sevimli bir
genç de kâtip olarak ona refakat edecekti. Senelere rağmen değişmemiş olan
Hamdullah birdenbire, ta o eski sözünü hatırlatan bir cümle ile, kâtibe:
"Sizin sefirle birlikte gideceğinize çok memnun oldum. O yalnız gitseydi,
Türklerin pek çirkin bir mümessili olacaktı. Siz onun yanında milletimiz
hakkındaki fikirleri tenvire yarayacaksınız" dedi.
Hamdullah Suphi, mektepten çıktıktan sonra ve Meşrutiyet'ten
bir sene kadar evvel büyük bir hastalık geçirmiş, pek sarsılmış bir halde
kaldığından yorgunluğun, zafiyetin ve mizacı bir kabiliyetin neticesi olarak
kuvvetli bir nevrasteniye tutulmuş. Yirmi sene sonra bu hastalığın kendisinde
büyük bir zihin yorgunluğu neticesinde nüksettiğini gördük. Hamdullah Sup-
hi'ninki kadar kalabalık bir muhite, yevmi bir temas ile yorulan asabın, bazan
böyle isyan etmemesi imkânsız değil midir? Bir de o, bütün icraat ihtiyacını
tevarüs etmiş olduğu ecdadından, bazan manevi inzivaya çekilmek ihtiyacını da
tevarüs etmiş olmalıdır. Öyle ki ömrünün uzun say seneleri arasında belki
böyle asabi bir yorgunluk neticesinde büyük bir sükût, uzun bir tahayyül ve
tam bir vahdet fasılası ile geçirilecek devrelerin belirlemesi tabii ve
mukadderdir. Bunu anlamak için, bu müfrit hassasiyet için İstanbul'un dağınık
mesafelerinden, Ankara'nın tozundan, toprağından, gazete idarehanelerinin ve
Meclis koridorlarının patırtılarından ve dedikodularından, harareti gittikçe
artan Ocak içinde sarfedilmiş bu kadar müdafaa ve bu kadar muzafferiyetten
sonra, artık yorulmuş bir asap ile kalınca, saatlerini ancak sabah, öğle ve
akşam vakitlerine taksim eden bir inzivagâhın sükûn ve sükûtu içinde kalbinin
çarpışlarını ecdadının vakur ve yavaş ahengine tevfik etmek, kim bilir ne
lezzet, ne saadet olacaktır. Aynı zamanda sanırım ki bu uzlet, maksat ve
hayatlarını daha iyi anlamak isteyen dindarların, muhtelif vechelere dağılan
kalplerini bir noktaya tevcih etmek ve ondaki aşkı daha alevlendirmek için,
çekmeyi ihtiyar ettikleri ve zaman zaman da buna muhtaç oldukları
"çile"lerden biridir. İnsan bu uzlette asabını dinlendirir, düşünür,
unutur, toplanır, hazırlanır ve bu sayede bütün mevcudiyet, yeni bir hamle için
lâzım olan bir intizam ve çeviklik kesbeder.
Meşrutiyet'in
ilanından sonra tekrar buluştuğumuz zamanlar Hamdullah Suphi, muhitinde iyi
bir tesir yapmaya pek ziyade itina eden bir gençti. Daima hitabet cümlelerine
dönen sözleri ve resmi bir ahenkteki sesi, yabancılara daha ziyade musanna
gibi geliyordu. Konuşmasında merasimpereset, giyinişinde gayet dikkatli ve
titizdi. Çamlıca tepesindeki güzel koru satılmıştı. İstanbul'da Horhor'da,
pederinden kalma ve artık bahçevansız ve bakımsız bir bahçe ortasında büyük,
kâgir ve eski bir konakta oturuyordu. Gidip iki üç saat Beyoğlu'nda gezinmek
kararıyla buluştuğumuz günler, sokağa çıkıncaya kadar akla karayı seçerdik. Marmara'ya
bakan camlardan akşamın koyulaşan maviliği gözlerimize bir davet, bir serzeniş
gibi görünürdü. Biz, ümit ettiğimiz tesadüfleri belki şu esnada kaçırmakta
olduğumuzu düşünür, sabırsızlanırdık. Arkadaşımız iki saat sürecek bu seyrana,
ancak iki saatte hazırlanırdı. Bir heykeltıraşın yaptığı bir heykele vereceği
itinayı, yahut kendisinin hazırladığı bir nutka sarf edeceği emeği üşenmez,
yorulmaz, usanmaz bir say ile kendi kıyafeti için sarf ederdi.
O zamanki matbuat hürriyete kavuşunca,
gazetecilik etmeye ve muharrirlik hayatına başlamıştı. Abdullah Zühdü Bey'in
neşrettiği ve bir aralık edebi başmakalelerini Cenab Şehabeddin Bey'in yazdığı Yeni
Gazete'de bir müddet, her gün bir mizahi yazısı intişar etti.
Nutkunun cümlelerini tanzim etmemiş ve yüzünün
çizgilerini yabancılara karşı birer müdafaa hattı gibi kapayarak, haricin
ciddiyeti karşısında bir cephe almaya mecbur olmamış olduğu zamanlarda,
Hamdullah Suphi'nin kolay kolay ve uzun uzun gülen, eğlenen, latife eden,
neşeli bir gençliği, hiç yıpranmamış bir saffeti vardı. Her zaman nükte ile
konuşur ve gayet hazır cavaptır. Komik şeyleri görür ve göstermeyi sever.
Bir aralık, birkaç ay müddetle, Davul
isimli resimli bir mizah mecmuası da neşretmişti. Burada gayet tumturaklı ve
eğlenceli birkaç manzumesi vardı. Birisinde, hatırlıyorum ki "peki
efendim" demek itiyadında olan mebusları tehzil ile, Mahmut Şevket
Paşa'dan bahsederken "fikrinin hay hay diye başlarlar is- tihsanına"
diyordu.
Sonra İkdam, Sabah, Hak gibi gazetelerde, Musavver
Muhit, Resimli Kitap ve Servet-i Fünun gibi mecmualarda, daha kitap
halinde toplanmamış birçok yazılar neşretti ve mektepteki şifahi
mücadelelerini hatırlatan birçok münakaşalarda bulundu.
1909 senesinde Fecr-i Ati edebi zümresi
teşekkül ettiği zaman, o da bu toplanışa iştirak etmekle kalmamış, nazım ve
nesri ile tanılmış muharrir, bu zümrenin riyesetine intihap olunmuştu. Hatta
denilebilir ki Fecr-i Ati reisinin Rumeli seyahati esnasındaki gaybubeti ile
dağılmıştı.
Yine o
sıralarda Hamdullah Suphi ilk önce Ayasofya rüştiyesinde kitabet ve Fransızca,
bilahare Darülmuallimin'de edebiyat ve fen, terbiye, nihayet Darülfünun'da
estetik muallimliklerine tayin olunmuştu. Bu sonuncu derste, istihlaf ettiği
Halit Ziya Bey ona, bu kürsü ile hereber bir de kitap bırakmıştı: Eugene
Veron'un L'esthetique'i. Fakat, Hamdullah Suphi derslerini yalnız bu
kitaptan çıkarmaya razı olmamış, bilahare mühim bir yenilik olarak, bu dersi
Türk ve İslam Sanayi-i Nefisesi kürsüsü haline koymuştu.
O
zamanlara Hamdullah Suphi talebeye ders takrinin verdiği bir meleke ile,
fırsat buldukça umumi konferanslar da veriyor ve nutuklar irat ediyordu.
Kendisinin hiçbir zaman kitabi bir müfekkiresi olmadığını söylemiştim.
Seyahatlar ona çok yaramıştır. Tepebaşı tiyatrosunda ilk verdiği konferanslardan
birinde, dikkat etmiştim ki mevzubahis ettiği fikirler mücerret birtakım
düsturlar olduğu halde, o bütün misallerini, bir müddet evvel iştirak ettiği
ve zihninde birçok intibalar uyandırmış olduğu belli olan Romanya ve Rumeli
seyahatlerinden alıyordu. Bir mehaz zikreder gibi, hep bu Romanya ve Rumeli
seyahatinden bahseden hatip, sanki bütün bildiklerini yolda öğrenmiş ve
oralardan avdetinden eşyasıyla birlikte getirmişti.
Fakat
çoğumuzun gözleri daha bağlı kalırken, Hamdullah Suphi'ninkiler yavaş yavaş
açılmıştı. O milletimizin nasıl sağlam ruhlu olduğunu, tarihini ve varlığını
biliyor ve bu varlığı ve bu ruhu korumak için bir iman lazım geldiğini
görüyordu. O, milli abidelerimizi, çeşmeleri, sebilleri, hanları, imaretleri,
mezarları, türbeleri, mescitleri ve ilahi camilerimizi görüyor ve bunlardan
ilim ve muhabbetle bahsedip, bunları göstermeyi ve sevdirmeyi de biliyordu.
Şimdi
karşımızda daha mezhebini bulmamış ve ona ermemiş olduğu halde, yaşıyla
beraber tecrübesi artmış, kuvvetleri çoğalmış ve etrafında hayatın, geniş
manzaraları açılan bir genç beliriyor.
Onun
pek hususi meziyetleri ve kabiliyetleri de var:
O
bilhassa vatanında müstait telakki ettiği bütün genç kuvvetleri arayıp takdir
ve teşvik etmeye alışkın, onlara mefkureli bir ruh telkin etmeye ve onlardan
kendisi için de bir muhabbet duymaya susamıştır. Namık Kemal'den ateşli
vatanperverlik, hamiyet, cesaret, feragat ve fedakârlık dersleri almıştır ve
onu kalbinde bir veli gibi taziz ediyor. Kendi ailevi asaleti hakkında, samimi
bir hisle mütehassistir ve aldığı terbiyenin tesiri altında, her zaman asil
kalmayı hayatın en büyük mazhariyeti biliyor. Onda bir tekke cemaatini
asırlarca idare etmiş olan, ecdattan mevrus bir didinme ve uğraşma ihtiyacı ve
kabiliyeti var. Sesine, milletinin hislerini duyuracak bir olgunluk vermeyi ve
milleti de bu sesle harekete getirmeyi murat ediyor. Milletin marifetiyle
meşgul olmayı istiyor. Onda, fikirlerinin maddi tahakkukunu istihsal etmek,
edebiyattan hayata geçmek zevki, itinası ve azmi vardır. Kütüphanesine çekilmiş
bir alim değil, ilmini muhit, hayat ve tecrübesine medyun bir mütefekkirdir.
Ruhun lirik bir ifadesi olan şiirde bile, vatanını terennüm etmeyi seven bir
şairdir. İstipdada karşı gayzla mütehassistir. Tehlike karşısında cesaret
göstermeyi biliyor. Hayatta güzelliğin mevkiini müdrik ve hukukunu tasdike
kaildir. Kendisi hakkında etrafına iyi bir fikir vermeye daima itina ediyor.
Ruhunda hiç yıpranmamış, tamamen genç kalmış dinç bir cephe, bir neşe vardır.
Ta mektepten beri elinde tuttuğu kalemine, gazetecilik hayatına girdikten
sonra her istediğini yazdırabiliyor. Muallimlik hayatı da onda, yazmak
kudretinden daha müessir olan söyleme kabiliyetini çoğaltmıştı. Milliyet
mefhumunun noksanını, milletin en büyük bir kusuru olarak görmüş, milli
ananeleri bulmuş, kadim faziletlere ermiştir. Ecdadın mirasını ruhunda bir
hazine gibi muhafaza ediyor. Milli abidelerimizin azametini ve güzelliğini
anlıyor ve bunları hissettirmeye çalışıyor. Onun yapmaya başladığı şey,
fikirleri his haline ifrağ ve ıs'at ve ruhumuza mal etmektir.
Biz, onun arkadaşları, daha onun kıymetini
iyice takdir edemiyor, kalbimizin taziz ihtiyacına layık olan bir üstadı, bir
mürşidin tekevvününün arifesinde olduğunu daha idrak edemiyoruz. Bu ruhta,
etrafına diğer ruhları da toplamayı bilen mukaddes bir ateş vardır ve yarınki
muzafferiyetleri için kendisine lazım olan silahlar da bugünden elindedir. O
ırsi kabiliyetleri ve mizacıyla, geçirmiş olduğu hayat ve tecrübeleriyle,
kalbiyle, fikriyle, kalemiyle, sözüyle hazırdır. Her şey onu o sıralarda,
1912'de açılmış olan Türk Ocağı'nın eşsiz bir reisi olmak için hazırlamıştır.
Demin, birer birer, hafızamda bulduğum canlı hatıraları buraya kaydettim.
Hafızamız hatırladığı şeylere, mazinin daima kullandığı bir şiir damgası basar.
Binaenaleyh ben de mazinin sihrine kapılarak, fazla samimi ve laubali ol- dumsa
mazur görülmeliyim. Fakat yad ettiğim bu eski şeylerin, hep bu günkü Ocak reisi
Hamdullah Suphi'nin simasını tersime nasıl iptidadan beri başlamış olduklarını,
yola çıktıklarından senelerce sonra gözlerimize vasıl olan yıldız ziyaları
gibi, şimdi görüyor ve bunların o zaman delalet ettikleri manaları şimdi
anlıyorum. Mukadderatın tecellisine ve onu Ocak reisliğine hazırlayan taliin
inkişafına doğru bu ömrün gidişindeki ziya insicam ve intizamını şimdi
kavrıyorum. Dostlarının da bir üstada gösterebilecekleri en büyük muhabbet,
onun kanaatlerinin inkişafı hakkında bildiklerini söylemek ve böylece hayat ve
eserinin ihtiva ettiği dersleri daha ziyade tebarüz ettirmek değil midir? Hamdullah
Suphi'yi, hemen kendisini idrak etmeye başladığı ilk zamanlardan beri tanımış
ve hemen otuz senedir samimiyetinden mahrum kalmamış olduğum içindir ki, bu
gün ruh ve fikrinin tekevvünü hakkında bu şahadette bulunmayı bir nevi vazife
bildim. Onun Ocak'ı ve Ocak'ın onu bulmuş oldukları gün, Türk'ün hayırlı ve
talihli bir günüdür. Hamdullah Suphi Ocak'ı bulmakla sayine, muhabbetine,
kalbine ve bütün hayatına, nasıl muhtaç olduğu bir iman ve bir ruh buldu ise,
Ocak da başında Hamdullah Suphi'yi bulmakla milliyetçiliğin bizde taammüm ve
inkişafı uğruna mukaddes ışığını Türk kalplerine salmak için öylece vakit,
fırsat ve kuvvet kazanmıştır.
Muhit, Kanunuevvel 1930, nr. 26, s. 18-20
Büyük Ediplerimiz
Süleyman Nazif'e Dair Hatıralar
Kanunusaninin beşi Süleyman Nazif'in bizden ayrılalı dört
sene geçmiş olduğunu hatırlatıyor. Burada onun hakkında sadece birkaç küçük
hatıramı kaydetrnek istiyorum. 1908'de Meşrutiyet'in ikinci ilanından biraz
sonra tanıdığım Süleyman Nazif'i ta vefatına, 1927 senesine kadar -o arada
İstanbul'dan ayrıldığından- fasılalı olmak üzere, hemen yirmi sene gördüm ve
dinledirn. Ve onun bütün hayatı, bulunduğumuz devir içinde, vatanırnızda bir
edip tali ve rnukadderatının ne olabileceğini bana tamarnıyle ve etrafıyla
göstermiş oldu.
Süleyman Nazif'i daima ilk gördüğüm gün gibi
buldum ve seneler onun hakkında edindiğirn fikirleri değiştirrnedi, teyit
etti. Onun pek şarklı ve hatta Asuri bir çehresi ve rnanzarası vardı. Ekser
koyu renkli esvaplar giyer, güler ve söylerdi. Son zamanlarına doğru yanları
beyazlaşmış siyah bir sakalı, iri ve esrner bir yüzü, çıkık dişli bir ağız
üstüne açılan irice dudakları ve bu simayı sanki örten ve ona bütün manasını
veren siyah, parlak, zeki ve cevval gözleri vardı.
31 Mart irticaı,
Meşrutiyet ilanının verdiği sarhoşluktan bizi acı acı uyandırrnıştı. Havaya
atılan silah sesleri içinde neye uğradığırnızı şaşırmıştık Süleyman Nazif
İttihatçı değildi. Fakat fırkaya intisap etmemiş olması rnâni olmadı, bu
hareketin karşısına geçmek isteyerek, Ayasofya'da askerlerin ve matbuatta
mürteci gazetelerin önüne bir emniyet temin etmek isterken
o kendisini ateşe, afete attı.
Meşrutiyet'in ilk zamanlarında Hasan Fehmi
Bey isminde, İttihat ve Terakki'nin muhalifi bir gazeteci köprü üstünde öldürülmüştü.
Atiyi keşfeden gazeteler maktulden "hürriyet-i matbuatın ilk kurbanı"
diye bahsettiler, ve hakları vardı: Çok geçmeden hürriyet-i matbuatın ikinci
kurbanı dostumuz Ahmet Samim ile, üçüncü kurbanı Zeki Bey'in de
öldürüldüklerini görecektik. Bu birinci katle isyan eden Süleyman Nazif'in,
şimdiki adliye binasında bulunan o zamanki Meclis-i Mebusan koridorlarında,
mebuslardan mürekkep bir grup içinde hiddetle bağırdığını işittim.
Süleyman Nazif'in büyük bir hasleti
cesaretti. Kin yahut din namına olsun o kalemiyle, sözüyle, bütün
mevcudiyetiyle mesuliyet deruhte etmeyi ve harbin içine girmeyi bilirdi. Bu
harikulade adam bu gibi cesaret numunelerini bize bütün hayatında
gösterecekti. Mesela İaşe Nazırı Kara Kemal'e yazdığı mektupta[*],
Beylerbeyi'nde mevkuf Sultan Hamid'e hitap eden şarkısında, "Kara
Gün"de vatana müstevli ecnebilere dair yazıda ve nihayet Sultan Vahdettin
ile Damat Ferit Paşa'sına karşı isyanında!.. Süleyman Nazif böyle buhranlı
günlerde emsali bulunmaz bir kuvvetti. Cesareti, rüzgârların söndüremediği,
alevini artırdığı büyük ateşlere benzerdi.
Üstat "hücum için hücum"u da sever,
makalelerinde hududun haricine çıkarak sağa sola çatar, sırası gelmemişken ve
damdan düşer gibi ism-i haslar zikrederek bütün mevzuunu hasmının başına yığar,
ve zülfüyar ile oynardı. O zaman "bey" olan Talat Paşa,
"Süleyman Nazif herhangi bir gazeteye girse uslu duramaz, ikinci yazısında
sapıtır, üçüncüsünde pot kırar" dermiş.
Acaba o zamanki nüktelerinin ve hücumlarının
vaktinde malum olmuş ve şimdi unutulmuş gizli maksatları ve itiraf olunmayan
gayeleri yok mu idi? O zamanki tecrübesizliğim bu hususta bir fikir edinmeme
imkân bırakmıyor. Fakat şimdi düşünüyorum: Politikanın profesyonelleri,
siyaset âlemini bir cambazhaneye çevirmişlerdir. Burada herkesin gözü önünde
hünerler gösterilir ve sonra derhal bir mükâfat istenir; âdet böyledir.
Süleyman Nazif hakikati gören o müthiş gözleriyle, dünyanın olağan şeylerine
bizden elbette çok evvel ve çok ziyade vakıftı.
Paris'e firarında, Bursa mektupçuluğunu kabul
ile avdet etmiş olduğuna belki pişman olan Süleyman Nazif, Meşrutiyet'ten
sonra İstanbul'a dönünce kendisine teklif edilen bir mutasarrıflığı kabul
etmemiş, az bir müddet geçince de Tasvir-i Efkar gazetesinde her gün
bir makale ve yüz günde tam yüz makale yazmış. Ortalığı karıştırmasın ve
uzaklaşsın diye ona Basra valiliğini vermişler. Kendisi de gülüyor ve bu yüz
günü Napolyon'un "Cent Jours"una teşbih ediyordu.
Kaç defa Süleyman Nazif'in deruhte ettiği
vazife başında ciddi, çetin, sert olduğunu ve pürüzsüz iş görmek arzusunda
bulunduğunu müşahede ettim. Kaç defa bütün manasıyla bir aristokrat olan
üstadın, babası Sait Paşa'nın asalet ve şöhretiyle olduğu gibi, kendi hükümet
adamlığıyla da iftihar ettiğini gördüm. Bununla beraber onun iyi bir devlet
memuru ve bilhassa iyi bir vali olabildiğini zannetmiyorum. Hiç beğenmediği ve
sevmediği İttihatçılar'la yarı uyuşarak, yarı hırlaşarak ve neticede vali
olarak Trabzon'a, Musul'a, Bağdat'a gider, fakat çok durmadan yine geri
dönerdi. Bütün bu vilayetlerin onca müşterek bir kusuru Babaıali caddesinden
çok uzakta olmaları idi.
Bir aralık İttihatçılar gerek kendisini,
gerek muhalif olabilecek genç ve kıymetli muharrirleri celp ile, lehlerinde
çalıştırmak için ona Hak gazetesini neşrettirdiler. Süleyman Nazif
burada yazmayı aleyhlerinde de yazabilmek şartıyla kabul etmişti. Ekser genç
muharrirler, nispeten yüksek bir yazı ücreti almak için buraya yazıyorlar, Hak
İttihatçılar'ı tutuyor, Tevfik Fikret bu gazeteye "Hak tuuu
gazetesi" diyordu.
Süleyman Nazif'in kuvvetli irfanına rağmen,
mazimizin birçok ananesinden pek kolaylıkla ve iffetle ayrılışına, bunların
aleyhinde bulunuşuna bazan hayret ederdim. Süleyman Nazif pek şarklı idi. Halis
Türk olmakla beraber, Türk Ocağı'nı hiç sevmezdi.
Üstat işlek ve seri olmayan Fransızcasıyla yeni neşriyatı
pek okumaz, Fransız edebiyatını en çoğumuz gibi hemen bir rubu asırlık bir
teehhürle takip ederdi. Fakat fena telaffuzuna rağmen, keyifli zamanlarında
Victor Hugo ile Sully Prudhomme'dan ezberlediği şiirleri yüksek sesle
söylemeyi severdi. O bunları imalelerle okudukça, işittiğiniz Fransızca
Parisiyi andırırdı ve siz dinlediklerinizi aruz vezninde şiirler sanırdınız.
Lakin o okuduğu bu güzel şiirleri kıskanarak, böylece ilâ ettiği garbın yanma,
hemen şarkı da ikame etmek lüzumunu duyar ve derhal size Farisiden, Arabiden,
Türkçeden de birçok şiirler söylemeye koyulurdu, ve bu kadar zeki olan bu adam,
bu vadide bazan bir çıkmaz sokağa benzeyen sualler sorardı: "Fransızcayı
İzzet Melih Bey mi daha iyi bilir, Reşit Saffet Bey mi? Yoksa Halit Ziya
onlardan daha iyi mi bilir?"
"Milliyetçi" olmayan üstat, gayet
"milli" idi ve milli bir hüviyetti. Ecnebileri iyi anlamıyor ve çok
sevmiyordu. Lisan meselelerindeki taassubu hoşumuza giderdi. Zaten o çok kere,
her sahada bir mutaassıp zihniyetin nasıl bir şey olduğunu anlamamıza yardım
ediyordu.
Süleyman Nazif halis ve eski zaman manasıyla bir "efendi"
idi ve bu efendilik onun en hürmet edilecek hasletlerinden biri idi. Bilhassa
ecnebilere karşı vakarını gayet gözetirdi. Macar sefiri Mösyö Tahi cenaplarını
galiba Bağdat'ta tanımıştı. Bir iş için ona müracaat etmek isteyen matbuat
erkanından bir dostuna uzun uzadıya itiraz etti ve istemiş olduğu gibi bir
takdim ve rica mektubu vermedi. Gayet meşhur bir Fransız gazetesinin pek maruf
bir muhabiri, hem kendisiyle görüşmek istediğini yazıyor, hem kendisini nerde
ziyaret edebileceğini sormuyor da, onu kendi ikamet ettiği yere davet ediyordu.
Üstat Fransızcasına itina ettiği bir cevapla bu zata bir nezaket dersi verdi ve
kendisini görmek isterse evine gelebileceğini bildirdi.
Onun için asıl âlem Babıali cıvarı, İstanbul'un yalnız söz
değil hatta nükte ve remz anlayan, Osmanlı inceliklerini bilen ve kendisine
hürmet ve itibar gösteren muhitlerdi. Süleyman Nazif İstanbul'un maruf ailelerini
de ecdat ve ahfad, adeta bütün aza- sıyla tanır ve söylerdi. Bu hususta
kendisine tefevvukunu teslim ettiği galiba bir Ali Emiri Efendi vardı. Şair
Ziya Paşa hakkında toplamış olduğu vesikalarla memnun ve müftehirdi. Bunlara
hasretmiş olduğu zamanlara hiç acımazdı. "Diyarıbekir'den geldim. Siz
İstanbullular'ın yapamadığınız bir işi ben yaptım" derdi.
Osmanlı tarihinin menkıbevi kısmı hakkında
birçok malumatı vardı. Bu mesmuat ne dereceye kadar mevsuk ve itimada şayandı
ve kendisinin imaleli bir "t" ile "târîh" diye telaffuz ettiği
tarihin doğruluklarına nasıl emniyet ediyordu? Bunu bilemiyorum. Fakat
Süleyman Nazif bunlara dair hikâye ettiklerini de yazsa o ahenkli, edebi,
müheyyiç ve Namık Kemal'in şivesindeki makalelerinin yanı sıra, tarihi
kıymetleri olacak başka zihniyette yazıları da bulunacaktı. Osmanlı
paşalarının bazılarını biz belki ne yapsak, artık onun gibi hissedip
anlayamayacağız.
Süleyman Nazif pek çabuk heyecana gelir,
fakat yine süratle yatışırdı. Aleyhtarlığı da lehtarlığı da pek şiddetli idi.
Zannederim ki o hayatında hiçbir vakit bitaraf kalamamıştır. Ya kaside, ya
hicviye!.. Yazdıkları ekseriyetle bunların biridir. İşte, fikirleri his halinde
bir adam!..
Onun taraftarları da aleyhtarları da çok
olacaktı ve filhakika böyle olmuştur. Ölümünden sonra kendisine acımış olan
muharrirlerin birçoğu hayatında onu kırmışlardır. Matbuat âleminde kendisine
birçok kere hücum edilmişti, fakat kendisinin de başkalarına pek mübalağalı
tecavüzlerde bulunduğunu gördüm. Bunların sebepleri sırf fikri meseleler
miydi? Yoksa hissine tabi ve alıngan olan üstat onlara kızardı da, bundan
dolayı mı aleyhlerinde bulunurdu? Bunu muttasıl tahkike fırsat bulamadım. Ancak
onun muasırlarının en çoğu ile dargın olması dikkate şayandır. Üstadın eserlerine,
şahıslarına kalemle ve sözle hücum ettiği muharrirlerin tam bir listesi
yapılmış olsa, bu listenin haricinde ancak birkaç kişi kalırdı.
Abdullah Cevdet, Ahmet Cevdet, Ahmet Haşim,
Falih Rıf- kı, Hamdullah Suphi, Hüseyin Cahit, İzzet Melih, şair Mehmet Emin,
Köprülüzade Mehmet Fuat, Refik Halit, Rıza Tevfik, Ebuzziyazade Velit, Yakup
Kadri, Yunus Nadi ve Ziya Gökalp beyler, sözleriyle ve kalemiyle en çok
aleyhtarlık ettiği muarızlarıydı. Celal Nuri Bey'le barışıp darılmak mutadı
idi. Sırf siyasiyat âlemindeki düşmanlarını bilemiyor, sayamıyoruz.
Süleyman Nazif, Mütareke devrinde Hadisat
gazetesinin yazı odasına, Rumların mavi beyaz renklerle basmış oldukları ve bir
köşesinde Ayasofya'nın, diğerinde Atina'nın resimlerini gösteren bir haritayı
asmış ve cami resminin üstüne "dinim", öteki manzaranın üstüne
"kinimdir" kelimelerini yazmıştı. Fakat muhabbet kadar kin besleyen
bu hassasiyetin duyduğu mütemadi öfke, onu elbette yoruyor ve ona ızdırap
veriyordu.
Süleyman Nazif, Edebiyat-ı Cedide erkanının çoğunu
takdir etmez, ve gençler arasında da kimseye büyük bir kıymet at- fetmezdi. En
çok Cenab Şehabeddin Bey'in zekâsına, ilmine ve dehasına kani ve ona muhip ve
taraftardı. Abdülhak Hamid'e ise perestiş ederdi, bu malum!.. Onu vatanın
"şair-i azam"ı ve velinimeti bilir, hakkında samimi, ciddi, derin bir
muhabbet besler, ve onun işleriyle uğraşmaktan bıkmaz, yorulmaz, usanmazdı.
Umumi Harp içinde, her cuma günü
Tokatlıyan'da hususi bir odada, Abdülhak Hamid'in lafzi kalan riyaseti altında
buluşur, bir masa etrafında hepimiz kendi hesabımıza çay içerek konuşurduk.
Süleyman Nazif'le Celal Nuri Bey bu içtimaların en çok söyleyen hatipleriydi.
Buraya en çok devam edenler de, isimlerini saydıklarımdan mada Samipaşazade
Sezai, Cenab Şehabeddin, Ali Ekrem, Sami (Süleyman Nesip), Faik Ali, Hüseyin
Suat, İsmail Hâmi, Celal Esat, Yusuf Razi, Diyarıbekirli İsmail Hakkı beylerdi.
Umumi Harp'in sonlarına doğru Süleyman Nazif
maişetinde sıkıntı çekiyordu. İaşe Nazırı Kara Kemal'e yazdığı meşhur mektup,
medeni bir şecaat eseri ve numunesidir. Sultan Hamid'e hitap eden meşhur
şarkısı da basılmamış olmakla beraber, derhal şayi olmuş bir feryattı.
Süleyman Nazif'in yazısı işlek ve güzeldi.
Mürettiphaneye giden her müsveddesi bir mektup kadar itinalı idi. Hüsnü hattını
herkesten evvel kendi beğenir, gazete idarehanesine her gelişinde mutlaka
ister, makalesini bizzat ve yüksek sesle okur, dikkatle dinlenilmesini arzu
eder, ve çok kere yazısının methine kendi başlardı. Bunu galiba muharrirlere
lazım olduğunu hissettiği bir nevi üslup ve edebiyat dersi diye yapıyordu.
Süleyman Nazif bu zamanlarda küçük bir tenkit ve itiraza tahammül edemezdi.
Kendisine üstat diye hitap olunmasını severdi. Musahhihleri hiç yormaz, çünkü
tashihlerini kendisi yapardı. Gazetenin siyasetiyle mesleği icabı olarak, eğer
yazısından bir kelime, bir cümle, yahut birkaç satır çıkarılması lazım gelse,
adeta hasta olurdu. Hülasa meslek ve vazifesini pek ciddiye alıyordu ki bu
itibarla da takdire layıktır.
Üstat birkaç seneden beri her cuma sabahı evinde misafir
kabul etmeyi itiyat edinmişti. Ve bu ziyaretler biraz garip birtakım merasime
tabi idi. Kendimi hâlâ bugünlerin birisinde sanıyorum: Gelenler içinde belli
başlı kimler var? Birazı mütekait, bu misafirlerin gitmesini bekliyoruz. Yemek
vakti gelince, gideceklere yolu hatırlatmak isteyen bir sükut devresi
beliriyor. Susuyorum; ayrılanlar bu sükut içinden sıyrılıp çıkıyorlar. Üstadın
arzusu üzerine nadiren Ali Ekrem Bey, İsmail Hâmi ve ben kalıyoruz. İptidai
bir masa, basit bir sofra takımı, alaturka bir yemek. Bütün bu evdekiler ne
kadar sade eşyalar!.. Şu birtakım küçük raflar ve küçük vazolar "eser-i
sanat" değil, süs değil, Almanların "ersatz" dedikleri zavallı
şeyler!.. Ciddi ve kıymetli olarak yalnız büyük bir kütüphane var. Eski zaman
tabı'ları ve eski zaman itinalarıyla çoğu ciltlenmiş kitaplar!.. Ekserisini o
kadar biliyorum ki onlara doğru eğilsem, bütün çiçeklerini bildiğim bir büyük
baharı birden koklamış oluyorum. Ruhum bir nevi baygınlık geçiriyor.
Fakat sonunda o kadar çok iş için ricacı gelmeye ve gelenlerin
bazısı da birer bahane ile yemeğe kalmaya başlamışlar ki, üstat nihayet kendi
kendini bu cuma ziyaretlerini kabul etmek zevkinden de mahrum etmeye mecbur
olmuştu.
Tanıdığım adamların en incelerinden biri, senelerdir vefatına
bir türlü alışamadığım akrabamdan biri, Hişam, Süleyman Nazif'in nüktedanlığını
pek beğenirdi. Ona hürmetini ibraz etmek istiyordu. Umumi Harp'in sonuna doğru,
Tokatlıyan'da hususi bir odada, ona benim de bulunduğum bir yemek daveti vermek
istemişti. Üstat memnunen geldi. Ve gördüğü ve bulunduğu şeylerle, kendisi
için süslenmiş masa ile, kendisine gösterilen itina ve ikram ile daha çok
memnun oldu. Bir iki sene bu küçük daveti unutmamış ve ondan minnetle
bahsetmişti.
Yine bir akşam Süleyman Nazif yemekten sonra buluşmamızı
ve o gece mükemmel bir saz dinleyeceğimizi söylemeye geldi. Buluştuk. Taksim
bahçesinin bir köşesinde, hususi bir kapıdan girilen, şimdi otomobil satan bir
dükkân olmuş, ve o zaman Eldorano unvanını taşıyan bir bara gittik. Meğer
üstadın bir iki şarkısını bestelemişler ve o gece bunları çalacaklarmış. Tenha
bir salonda rakı içenlerin masaları, nim-sarhoşlukla söylenen sözler arasında,
nim-dinlenen bir saz!.. Söylenen şarkılar belli değil, çalgının matbu bir
programı yok. Derken, sazende veya hanendelerden biri, "Sıranız
geldi" der gibi üstada ima ile bakıyor. Kimsenin ne yeniliğine, ne
Süleyman Nazif'in olduğuna, ne güfte sahibinin salonda bulunduğuna haberi
olmadan dinlenilen bir iki şarkı. Biz hafif tertip alkışlıyoruz. Hanende
yanımıza geliyor. "Doğrusu güzeldi" tarzında birkaç cümle!.. Bir iki
kadeh rakı ikram ediyoruz. O biraz oturup başka havalar çalmaya gidiyor.
Yarabbi!.. Şark ne kadar reklamdan çekinen, ticaretten ne kadar uzak, ne
mütevazı, ne kadar deryadil bir yerdir?*
Hak
gazetesinin niçin kapanmış olduğunu şimdi hatırlayamıyorum. Fakat kendi
kendime diyorum ki: Gazeteler niçin kapanır? Elbette o da parasızlıktan
kapanmıştır! Süleyman Nazif Mütareke devrinde Cenab Şehabeddin Bey'le birlikte
Hadisat isimli, ve diğerlerinden daha ucuz bir gazete neşrine
başlamıştı. Bu da tutunamayarak ve ucuzluğundan dolayı ötekilerden beter bir
imkânsızlıkta kalarak kapandı.
* Hisar'ın, "Meğer üstadın bir iki şarkısını
bestelemişler ve o gece bunları çalacaklarmış" dediği eserler neler
olabilir? Süleyman Nazif'in yedi ayrı güftesi ayrı ayrı makamlarda ve bunlardan
bazıları da tekrar tekrar bestelendiğine göre (bestelerin sayısı on biri
buluyor), bunlardan hangileri Mütareke yıllarına denk düşebilir? Bu hususta
kesin bir şey söylemek güçtür.
Fakat Leyla Saz
tarafından bestelenen hicazkâr şarkı (Sensiz ne kadar şiid u şenim) ile
Bimen Şen'in hicaz şarkısı (Ağyar ile sen geşt ü güzâr eyle çemende) ve
gene Bimen Şen'in (Derdimi ummana döktüm, âsümana ağladım) adlı
bestenigâr şarkısı bu arada düşünülebilir görünüyor. Fakat İbrahim Alaattin
Gövsa Süleyman Nazif adlı eserinde, Leyla Saz tarafından bestelenmiş bir
başka Süleyman Nazif güftesi daha veriyor. Onun sözleri şu şekildedir:
Serapa
kaplamış kasvet cihanı Arar daim gözüm geçmiş zamanı Gelince hatıra vuslat
avânı Bahar ağlar hayalimde nihânî
[Haz.N.]
Süleyman Nazif, General Franchet
d'Esperay'nin İstanbul'a girişi üzerine, "Kara Bir Gün" unvaniyle
Hadisat'ta neşrettiği müheyyiç fıkra sebebiyle general tarafından kurşuna
dizilmeye mahkûm edilmişken, yapılan adilane bir tetkik neticesinde hayatını
kurtarmıştı. Fakat bir müddet sonra sevmediği İttihatçılar'a karıştırılarak,
İngilizler tarafından Malta'ya sevk edildi. Ve oradan da birkaç manzume, bir
iki mensure ve kavga etmiş oldukları arasından yeni birkaç düşman daha
edinerek avdet etti.
Edebiyat tarihlerinin
kaydına göre dünyanın hemen her tarafında, her devrinde ve hemen her büyük
edip için vaki olmuş olduğu gibi, onun da hayatında birçok edebi
muvaffakiyetleri, mesela Pierre Loti'ye dair olan gibi galeyanla alkışlanmış hitabeleri
ve on beş bin nüsha satılmış kitapları (ki bizde edebi eserlerin nadiren vasıl
oldukları azami satış miktarı demektir) ve sonra, kendi gazetesinin kapanması
gibi adem-i muvaffakiyetleri de vardı.
Muhit, Mart 1931, sene: 3, nr. 29, s. 29-32
Haftalık Edebi Musahabe
Halil Halil'in Hayatı ve Eserleri
Halil Halit'in bugün sonuna varmış olan hayatını düşünerek
simasını hafızamızda ihya ettiğimiz zaman, onun hususiyetlerini teşkil eden
sıfatlarla bizi ona cezbeden meziyetlerin bu ömrü nasıl yoğurmuş ve ona şeklini
vermiş olduğunu anlar, ve bu hayatın ondan kalan en canlı eser olduğunu
görürüz.
Halil Halit bilhassa hürriyete muhip ve
otoriteye taraftar, mübariz ve çekingen, haluk ve titiz, ilim ve fazilete
meftun, fakat sanatkâr ve şair değil, yazıcı ve hoca yani okuyup öğrenmek
ihtiyacı ile doğmuş bir misyoner tabiat, fakat sözünde talakat ve kaleminde
cazibeden mahrum, vatan hissiyle meşbu, milliyetçi, azimkâr, sebatkâr, halis bir
"efendi", salabet ile muttasıf bir şahsiyetti. İşte bütün hüviyeti
bu sıfatlarla hülasa edilebildiği gibi, bütün hayatı da bu hasletlerin
mahsulüdür. Ve onun asıl eseri silintiler ve tashihlerle dolu olan bu atılgan
ve perişan hayatıdır.
Halil Halit kadim
Çerkeş-şeyhi ailesinden, 1868'de Ankara'da doğmuş, tahsilini İstanbul'da Hukuk
Mektebi'nde ikmal etmişti. Sarık sarıyordu. Oldukça muntazam bir Şark ve İslamiyet
kültürü iktisap etmişti. Bu sonraları garp kültüründen istifade edince
kendisine çok yaramış, bir taraftan lisanına kıymetli bir vokabüler kazandırmış
olduğu gibi, diğer taraftan da garbın hakkımızda, dinimiz ve şark hakkında
beslediği fikirlerdeki yanlışlıkları ve bunlara ne cevap verilebileceğini
öğretmişti.
Halil Halit Efendi, ta o gençlik zamanında ilim ve hürriyet
istiyor, yazmak istiyordu. Burası ona sükutu ve samirniyetsiz sözleriyle
tahammül edilmez bir muhit geldi. Bir adaya hapsedilmiş Namık Kemal'in
hatırası kalplerde canlı idi. Abdülhak Hamid Londra'nın sisleri içine
bürünmüştü. Bu, Ahmet Midhat Efendi'nin, bir münkir tesiri yapmış olduktan
sonra, şimdi de bir alim tesiri yaptığı devirdi. Matbuat âlemini Sait Bey'in,
Muallim Naci'nin, Recaizade Ekrem'in, Ebuzziya Tevfik'in isimleri
dolduruyordu. Halil Halit kendini muhitine karşı haklı ve mü- tefevvik
hissetmekle, bu muhiti biraz istihfaf etmeye mütemayil kalmıştı.
Halil Halit buradan kaçtı. En evvel Paris ve Cenevre ile
birlikte, hürriyetçi Türklere makarr olmuş olan Londra'ya kaçtı. Orada Selim
Paris'in neşretmekte olduğu Hürriyet gazetesine nam-ı müstearla yazmaya
başladı. Abdülhak Hamid hatıratında kırk yıllık dostu Halil Halit'ten uzun
uzadıya bahseder. Sarayın daveti ve şairin delaletiyle Halil Halit bir müddet
sonra İstanbul'a dönmüş, adliyede bir memuriyete tayin edilmişti. Fakat on
sekiz gün sonra tekrar fikrini değiştirdi, tekrar Londra'ya kaçtı. Ve bir
müddet sonra Abdülhak Hamid'le Londra'da tekrar buluştular.
İngilizler o zaman da bizim pek aleyhimizde idiler. Bizi
barbar telakki eden bir hükümet ve onun tesiri altında kalan bir efkârıumumiye
vardı ve bu zamanda Cambridge darülfü- nûnunda asil, zeki ve çalışkan bir
İngiliz, Mister E. J. Gipp Türk Edebiyatı tarihini tedris ederek Türk irfan ve
medeniyetini ilâ ediyordu. Mister Edward G. Browne kendisinin hem dostu, hem
muaviniydi. Abdülhak Hamid'in Mister Gipp'e takdim etmiş olduğu Halil Halit de
onların yanında, Cambridge darülfünû- nunda otuz İngiliz lirası maaşla Türkçe
muallim muavinliğine tayin olundu.
Halil Halit Londra'da on altı sene kalmıştı. Yazılarının
bir kısmı istipdat aleyhine olan neşriyatımızın ve "Jön Türk"lerin
edebiyatına dahil olduğu gibi, bir kısmı da hukukumuzu garp cihanına karşı
müdafaa mahiyetindedir. İngiltere'de Türk düşmanlığı aleyhine birtakım
neşriyattır ve dünyadaki İngiliz cihangirliği aleyhtarı cereyan edebiyatında
yer alır.
Halil Halit Londra'da İngilizce olarak
1903'te Bir Türk’ün Jurnali, 1904'te İngiliz Türko-Fobisi Üzerine Bir
Tedkik ve 1907'de Hilâle Karşı Salip unvanlı üç eser neşretmişti.
Gene Meşrutiyet'ten evvel Cezayir Hatıratı
unvanlı seyahatnamesi, 1906'da Mısır'da İçtihat matbaasında Hilal ve Salip
Münazaası unvanlı büyük eseri, 1907'de gene Mısır'da tab edilmiş bir kitap
Arapçaya ve Hindistani'ye tercüme edilmişti.
Meşrutiyet'in ilanından sonra, İttihatçılar
nezdindeki itibarı malum olan Sait Halim Paşa'yı Mısır'dan tanıyan Halil Halit
memleketine dönmüş ve Ankara mebusluğuna intihap edilmişti. Cambridge'de terk
etmiş olduğu kürsü kendisine bir şöhret temin ediyordu. Tekrar matbuata intisap
etmiş, yevmi Servet-i Fünûn’da yazmaya başlamıştı. Bosna-Hersek'in
Avusturya'ya ilhakında memlekette hasıl olan heyecana tercüman olarak, garplı
"boykot" kelimesini ilk defa ortaya atmış ve halkı bu fikrin
arkasından yürütmeye muvaffak olmuştu.
Fakat Halil Halit ilmin, sahibine bir nevi
rütbe şeklinde bir selahiyet bahşetmiş olmasını ister, kendisinde ilimdeki eskiliğinden
mütevellit bir paye görür ve buna müsteniden haklı bilinmek arzu ederdi. O
zamanki Osmanlı muhiti pek karışıktı. Halil Halit'in belagati mefkut olduğu
gibi, kalemi ateşin ve cerbezeli değildi. Teessürünü mavi gözlerinin hüznü ile
ifşa ederek sustu ve Meclis'te bir tesir icra edemedi.
Bir müddet sonra Bombay başşehbenderliğine
tayin edildi. Halil Halit imzası, İngiliz matbuatında az çok tanılmıştı.
İngiltere hükümeti onun Hindistan'da bulunmasını istemedi ve Halil Halit'le
doğrudan doğruya meşgul oldu. Nihayet onu göndermiş olan Sait Halim Paşa,
bilmem neredeki istemediğimiz bir İngiliz konsolosunun tebdil edilmesi
mukabilinde memuriyetinden geriye çağırdı.
Halil Halit'te bir muharrir tabiat ve sedyesi
vardı. Kalemi en genç yaşından beri şahsına itimat etmek için lüzumunu hissettiği
bir silâh ve bütün hayatı müddetince de kendisine yarayan bir destek olmuştu.
Türkçe ve ecnebi lisanlarındaki gazetelere birçok yazı yazmış olduğu gibi,
kitap ve risaleleri ecnebi lisanlarına en çok tercüme edilmiş veya doğrudan
doğruya o lisanlarda yazmış muharrirlerimizden biridir. Ve bu eserler biraz
para olmak ümidiyle Maişetimizi İstihsal, Her Günkü Hayatın İktisadiyatı,
İngilizceden tercüme ettiği bir iki kitap hertaraf edilirse, Türkçe ve
İngilizce, Almanca, Fransızca yazılmış veya tercüme edilmiş, hep vatanın ve
İslamiyet harsımızın hukukunu müdafaa için yazılmış eserlerdir.
Halil Halit İstanbul'da, 1910/1326'da tarihi bazı bahisler
hakkında Pusûl-i Mütenevvia unvanı altında dört küçük risale ve Balkan
muharebesi sırasında Mısır'da, Arapçasıyla birlikte olarak Arap ve Türk
unvanlı bir eser daha neşretmişti.
Umumi Harp esnasında Almanya'ya giderek neşriyat ve
müdafaatına devam etti. 1918'de Berlin'de, Bazı Berlin Makalatı unvanlı
bir makale mecmuası ve aynı sene zarfında Almanca olarak Panislamizm
Tehlikesi unvanlı bir risale neşretti.
Mütareke senelerinde İsviçre'ye geçti. 1919'da hem Fransızca
hem İngilizce olarak, La Turco-phobie des İmperialistes Anglais unvanlı
ve aynı sene zarfında İngilizce İngiliz Mesai Fırkası ve Şark unvanlı
iki eser neşretti. Türklüğün varlığını ve hukukunu müdafaa için yazılmış bu
eserlerin hepsi Arapça, Hindistani ve Urdu lisanlarına tercüme edilmiştir.
Halil Halit imzası evvelce İngiltere'de olduğu gibi, böylece Alman ve Fransız
matbuatında da bir hayli tanılmıştı. O bütün hayatı müddetince hazırlanmış
olduğu fikirleri şimdi büyük bir teessürle müdafaa ederek, Türk hukuk ve
İrfanının kıymetli bir mümessili ve müdafii olmuştu. Yüksek ve kibar manasıyla
bir propagandacı, bir mücahit ve bu sıfatla hükümetten bir yardım da görüyordu.
Mütareke devrinin ortasına doğru vatanına döndü. Müca- hede
hayatı devam ediyordu. Harbiye Mektebi'nde İngilizce muallimi ve İlahiyat
Fakültesi'nde Milel-i İslamiye Menşe-i Tarihi müderrisi tayin edilmişti. Bazan
gazetelerde makaleler yazıyordu. 1925/1341'de telif olarak Türk Hakimiyeti
ve İngiliz Cihangirliği ve 1927/1343'te İngilizceden büyük bir İntişar-ı
İslam Tarihi tercümesini tab ettirmişti.
İstanbul'u gezmek için gelen seyyahlara, daha onlar vapurdan
çıkmadan evvel, İngilizce birtakım konferanslar vermesi teklif edilmişti. Bunun
için de vapur limana yanaşmadan evvel yetişrnek lazım geliyordu. Bu zahmetli
işi de deruhte etmişti. Zaten hayatına hatime veren hastalıkların başlangıcı
olan zatül- cenbi de böyle bir gün kapmıştır. Zavallıya bu konferanslardan
ziyade, maruz kaldığı acib ve garib sualleri dinlemek güç geliyordu. Bunlara
müessir ve müskit cevaplar buluyor, fakat kızıyordu.
Esasen bütün bu işler biraz fahri kalıyordu.
Halil Halit refikasından ayrılmış, tekrar Beyoğlu'nun kiralık oda ve pansiyon
hayatına düşmüştü. Duvarlarında biraz dağınık ve seyyah hayatını İngiltere'de,
Mısır'da, Cezayir'de, çölde, Hindistan'da, muhtelif kılık ve başlıklarla
çıkartmış olduğu fotoğraflarını astığı bu odalarda, akşamın yalnız saatleri acı
geliyordu. Bütün bu faaliyet neye müncer olmuştu? Kendisini takdir eden sadık
dostları var mıydı? Hak vermeyen adamlarla mücadeleden artık bıkmıştı ve
yaşlanmış vücudu bu ömre tahammül etmekte müşkilat çekiyordu. Harbiye
mektebindeki muallimliğine nihayet verdiler. Bir ev ve bir aile hayatı ve
rahatı ihtiyacıyla yeniden evlenmişti. Yazıları pek az bir para getiriyordu.
Halini biraz düzeltmek için yeni birtakım projeler tasavvur ediyordu.
Bazı konferanslar vermek için Amerika'dan
davet edilmişti. Mesarif-i rahiyesini temin edemediğinden gidemedi. Bütün
bunlar da maneviyatını kırıyordu. İngiliz gazetelerine birtakım makaleler
gönderecek, Hindistan'a gidip konferanslar verecekti. Bu işi tertip etmek üzere
iken, hastalık ve ihtiyarlık yakasına yapışıp birçok ümitlerini kırınca, Halil
Halit ağladı. Artık vücudu pek yıpranmıştı. Geçen sene yazın Çamlıca'da bir yer
tutmuş, hava tebdilini orada geçiren kadim dostu Abdülhak Hamid'in komşusu
olmuştu. Kışı İstanbul'da geçirmek pek tehlikeli olacağından Mısır'a gitti.
Fakat zaafı ve hastalığı arttığından döndü. Geçen cuma günü İstanbul'a,
Laleli'deki apartmanına avdet ve cumartesi günü de vefat etti.
Halil Halit'in yazıldığı
zaman canlı olan eseri, vatanın mü- tehavvil hayatının yevmi meselelerine bağlı
kaldığı ve hülasa aktüaliteye tabi olduğu cihetle geçmiş hissini veriyor. Onda
noksan olan, çoğumuzda olduğu gibi edebiyattı. Eğer edebiyat için daha hassas
olsa ve müdafaa ettiği fikirleri daha klasik ve derin bir kültür ve daha cazip
bir kalemle yazsa, bugün irfan hayatımızda daha payidar bir isim ve daha
müessir bir eser bırakmış olurdu. Fakat biz ki onun hayatının, hep vatan
menfaatlerinin müdafaasına vakfedilmiş olduğunu gördük, ona hürmetimizin esbabı
mucibesini söylemek vazifemiz değil midir? Halil Halit asıl muasırlarının
şehadetine mazhar olmaya layık bir mücahittir. Bu bildiklerimize nasıl şehadet
etmek isterneyelim ki, vatan muhabbet ve hizmetine mevkuf geçen hayatı, bu en
samimi, müessir ve perişan eseri de bugün hitam buluyor.
Muhit, 7 Nisan 1931
Ediplerimize Dair Hatıralar
Hayatın zevklerinden bile bıkmış ve lütuflarmdan bile
müstağni bir ruh ile kaldığımız kuraklık ve bitkinlik zamanlarında, dünyanın
hars ve sanat yatağı olan meşhur beldelerini saysa- lar Paris, Roma, Londra,
Venedik, kalbirnize hiçbir kıvılcım sıçratmayan bu şehrayin isimlerini lakaydi
ile duyabiliriz. Fakat, arzulardan ve hülyalardan başka kalp eski zamanın ve
hatıraların bir nevi mahfazasına döner. İçinde mazimizin geçtiği bir
mahallenin ismini duyar duymaz, derhal çocukluk zamanının kokusunu alarak
uyanır ve canlanırız.
Yanımda birisi, en lakayt bir sesle,
Rumelihisarı'nda oturmuş olduğundan bahsetse, birden bire, sanki daha genç bir
kan tabakası beynimi ve kalbimi istila eder, sözüne derhal alakadar olurum. Ya,
Rumelihisarı'nda mı, derim. Hangi mahallesinde, yalı boyunda mı, hangi yalısında?
Tekmil suallerim birer cevap ister. Zira Rumelihisarı, hayatımın duymuş olduğu
musikilerin ilk kaynağıdır. İçinde bütün ailemin yaşadığı geniş bir yalı, ve
buna bitişik bir diğerinin alt tarafında da Nigâr Hanım'ın yalısı vardı. Nigâr
Hanım, yani çocukluk gözlerimin temaşa ettiği ilk şair!.. O mavi sularıyla ve
mavi akşamlarıyla Rumelihisarı ve Nigâr Hanım'ın yalısı, kayığı ve rengârenk
feraceleri, kalbimin bir türlü aşındıramayacağı hatıralardır.
Bir sanat eserinin kıymeti daima nisbi kalır.
Eserine bu kıymeti atfeden ve buna inanan sanatkârın kendisi ve bir de muhitidir.
Onun bütün muhiti bilinmezse, zamanında yapmış olduğu tesir bir türlü
ölçülemez. Vaktinde gözlerimizde büyüyen birçok hususi kıymetler, bugün
istihsal olunmayacak bir yekun teşkil ederler. Nigâr Hanım Tanzimat'tan sonraki
teceddüt edebiyatında en çok şöhret kazanmış kadın şairdi. Resmi bir rütbesi,
nişanları, bir madalyası vardı. Hatta edebiyat düşmanı olan o istipdat devri
bile, zevcinden ayrılmış olduğundan, babasından mevrus küçük bir maaş alan
şairenin ihtiyacını tehvin için, ona "hidemat-ı kalemiye" mükâfatı
olmak üzere, on beş lira olarak hatırladığım bir maaş tahsis etmişti.
Nigâr Hanım şiirinin ciddiyetine kani idi.
Tevfik Fikret'e kızgın ve dargındı. Zira Makbule Leman Hanım'dan bahsettiği
bir makalesinde, onu yegane kadın şair addeder gibi, kendisinden hiç
bahsetmemişti. Nigâr Hanım bundan dolayı Tevfik Fikret'in yazılarını okumazdı.
Esasen tanıştığı Cenab Şehabed- din ile Halit Ziya'ya muhabbetine rağmen,
Edebiyat-ı Cedîde'ye hemen lakayt kalıyordu. Onun itikadınca halis şiir, Üstat
Ekrem'in Zemzeme'lerinde kalmıştı. Belki bu zevki ancak Mustafa Reşit'le,
Ahmet Rasim'in bazı şarkılarında buluyordu. Ben, günlerin perşembe olduğunu
hatırlamayarak, Servet-i Fünun'un mündericatını merak etmeyen Nigâr
Hanım'a şaşar ve bu lakay- diye kızardım.
Nigâr Hanım, kısmen babasının mühtedi oluşu
sayesinde, daha serbest bir terbiye ve tahsil görmüş olduğu için, Meşru-
tiyet'in ilanından sonra, Türk hanımları arasında sanırım ki ilk olarak,
Osmanbey'deki küçük evinde, sah günleri, erkek ve kadın, Türk veya ecnebi
misafirlerini birlikte kabul ederdi. Bu tabii ve basit usulü ilk tatbik eden
olduğu için, kim bilir, vaktinde ne acı, ne müfteris, ne mecnun tenkitlere
maruz kalmış, ve izzeti nefsini yaralayan ne sözler işitmişti? Bugün hayat içinde
bir refika, bir anne veya bir hemşire ile beraber yaşamaya bir kere alışanlar;
hem günün aydınlık ve makul, hem akşamın müphem ve hassas, hem de gecenin
esrarlı ve bihuş saatlerinde, elleri içine teslimiyetle terk edilen bir elin
nevazişini duyanlar, bu daimi refakatten mahrum edilmeye razı olmazlar. Kadınlarımızın
hayatımıza daimi iştiraki, medeniyetimizin inkişafında en mesut tahavvüllerden
biri olmuştur. Ve bugün muasır hayata girmiş olan hanımlarımız, bu hayatın ilk
mübeşşiri olan Nigâr Hanım'ın hatırasını hürmetle yad edebilirler.
Onun birçok fotoğraflarla süslenen
odalarında, Pierre Loti'nin bahriyeli ve sivil kıyafetle alınmış imzalı ve
dedikas- lı resimleri vardı. Şimdiki İtalya kralı da veliahtlığı zamanında
İstanbul'a gelmiş, bir Türk hanımıyla görüşmek istemiş, o zamanki İtalya
sefiri Baron Blanc daha pek genç olan Nigâr Ha- nım'ın babası Osman Paşa'yı
tanıdığı cihetle, onun vasıtasıyla Nigâr Hanım'la görüşmüş ve bu musahabenin
hatıra ve teşekkürü olmak üzere büyük bir resmini imzalayarak şaire hediye
etmişti. Nigâr Hanım misafirlerine elinden geldiği kadar ikram eder ve burada
birçok dedikodular yapılırdı. Gelip gidenler, söylenen sözler ve hatta giyilen
şeylerle o kadar alakadar olurdum ki, sonraları bu şeylere duyduğum kati
alakasızlığı hep bu salonda sarfetmiş olduğum itina sermayesine ve bundan
duymuş olduğum yorgunluğa medyunum sanırım.
Hayatta bazan ne hazin tesadüfler oluyor!..
Diyorlar ki, Nigâr Hanım ilk manzume olarak, feci bir kaza neticesinde ölen
kardeşi için bir mersiye yazmış ve vefatından iki üç hafta evel, hastalığının
daha kendisince malum olmayan inkübasyon devresinde iken de, aynı hastalıktan
ölen M. Rauf Bey'e bir mersiye yazmış. Bütün şiirleri iki mersiye arasında yazılmış
oluyor. Ve bu manzumesinin, artık sonuncusu olacağını kendisi de bilmiş. Tedavi
için yatırıldığı ve. içinde öldüğü Etfal hastahanesinde kendisini ziyarete
giden Raif Necdet Bey'le görüştükten sonra, o veda edip ayrılmışken, onu tekrar
odasına çağırtmış ve zihni ölümün pençesinde bozulmaya başlayan biçare
sanatkâr, son düşüncelerinden birini gene eseri hakkında söyleyerek, ona:
"Raif Bey demiş, bilin ki Rauf Bey için yazmış olduğum mersiye, benim
sonuncu yazım olacak!"
Fanilerin namını ve
hatırasını ancak dahilerin eserleri tem- did edebilir. İstanbul'a, Umumi
Harp'ten bir sene evelki sonuncu seyahatini, Supremes Visions d'Orient
eserinde nakleden Pierre Loti, şiirinden hiç bahsetmediği şairimizden,
"solgun mor esvabıyla pencerenin kafesi arkasından kendisine son selamını
vermiş olan Nigâr Hanım" diye bahsediyor. İşte Nigâr Hanım o saniye
zarfında hiç bilmeyerek, namını ibka için, şiirlerine bütün hayatı müddetince
tahsis etmiş olduğu zamanların yekûnundan daha kıymetli bir saniyesini yaşamış.
Her yıl, hazanın soldurup çürüttüğü o binlerce yapraklar gibi, şairlerin
şiirleri de geçip unutulduğu zamanlarda, onun hayatında sevmiş ve intihap etmiş
bulunduğu renklerin hepsi ebediyen solmuş ve uçmuş olacak, fakat muhtemeldir ki
ondan insanların hafızasında en sonraya kalacak hatıra, eski Boğaziçi
akşamlarından birinde veda için kafes arkasından elini sallayan leylaki esvaplı
bir eski zaman hanımının Loti tarafından bir sahifesine nakşedilen bu hatırası
olacaktır.
Hakimiyet-i Milliye, T7 Haziran 1931
Ediplerimize
Dair Hatıralar
Şehabeddin
Süleyman
Kalıpsız ve tepesi kalkık bir fes, uzun bir boy,
ergenliklerin kapladığı bir yüz, sarı bir ten, siyah saçlar, gözlüğün camları
arkasında büyüyen ve titrekleşen siyah gözler, sarı ve yosunlu dişler, kirli
tırnaklı esmer eller!.. Onu düşündüğüm zaman bunlarla bir de, muttasıl uçlarına
kadar içtiği küçük sigaralarını hatırlıyorum ve bu sigarayı tutan parmakları
bir kehrüba suyu ile boyanmış gibi sapsarıydı. Şehabeddin Süleyman'ın sesi de
biraz kısık alkolün, nikotinin ve tasannuun tesirleriyle çatal çutal olmuş bir
sesti ve galiba hafif bir tarzda peltekti. Yahut onun biraz telaffuzu bozuktu.
Sözleri sigarasının dumanlarına dökülüp karışmış gibi fikirleri vuzuhtan mahrum
geliyor, iyi görünmeyen gözleri bu karışık çehre hakkında muayyen bir fikir
vermiyor, fakat o parmaklarında bir kordon sallayarak, yüksekten ve amirane bir
şeyler söylüyordu. Bütün bu hüviyetleriyle biraz dumanlı, biraz silik, biraz
kendine mahsus, biraz malum, biraz amiyane ve bazı kadınların sevdikleri
çirkinlikte bir tip teşkil ediyordu. Rum bir de metresi vardı.
Onun matbuata dahil olduğu sene, Meşrutiyet'in ilan edildiği
seneydi. Her şeyin adeta bir kepçe ile, hürriyet kepçesiyle karıştırılarak
karmakarışık edildiği sene!.. İstipdadın durgun sularında, derinliklere ve
sazlara sinmiş bekleyen ne varsa hep suyun üstüne çıkıyor, yüzüyor, bir şenlik
ziyasında parlıyor, bir avam musikisi gibi keyifleniyordu. Acele acele birçok
yazılar yazılıyor, bunlar harıl harıl basılıyor ve basılanların birçoğu
okunuyordu. Hürriyetin verdiği ilk hızla yazıya başlayanları bir cesaret ve bir
hamle, bir su gibi boyuna sürüklüyordu.
Şehabeddin Süleyman, Fecr-i Ati zümresine
mensup bir muharrir, hatta içlerinde kendisinden en çok bahsettirenlerden
biriydi. Resimli Kitap mecmuasında Çıkmaz Sokak unvanlı roman
gibi okunmak için yazılmış bir piyes neşrediyordu. Bunun mevzuu kadınlar
arasındaki sevgiydi. O, bir taraftan muhavereli küçük hikâyeler, bir taraftan
da edebiyata dair ve tenkide benzer yazılar, "doktrin" yazıları, bir
de edebiyat için tedris kitapları neşrediyor, çok yazıyordu. Ancak bana üslubu
daha rahatını bulmamış ve samimiyetine ermemiş gibi geliyordu.
Bir müddet sonra edebiyat muallimliği de
etti. İşittim ki talebesine derbeder, bakımsız, süfli ve perişan bir adam
hissini veren bir hoca imiş. Fakat edebiyat tedrisini "retorik"
belasından o kurtardı ve asrileştirdi. "Talim-i Edebiyat" usulünden
beri daha yeni bir edebi usulü pek iptidai bir tarzda, ilk tatbik eden muallim
belki odur. Nasıl ki o sıralarda Köprülüzade Mehmet Fuat Bey'le birlikte
yazdıkları edebiyat kitabı da, iptidai bir şekilde olmakla beraber,
şimdikilerine bir yol açmıştır ve edebiyat tedrisi bugün hâlâ bu usulü takip
ediyor.
Nihayet bir parça gazeteciliğe yani siyasete
de karıştı. Ahmet Samim'in dostu idi. Samimi miydi? Belli değildi. Onun kuvveti
ve ehemmiyetle telakki ettiğimiz hüviyeti yalnız edebiyat sevgisi, tasannuu ve
havasında yaşıyordu. Edebiyatın asıl "bohem" tipi o, asıl
"dekadan" Edebiyat-ı Cedîde'ciler değil o idi. Acaba kimleri
beğeniyor ve seviyordu? Bizdeki muharrirleri anlamak için, garpta kendilerine
edindikleri üstatları bilmek başlıca bir anahtardır. Şehabeddin Süleyman
Fransızcayı da az bilirdi.
Ona bazan Beyoğlu'nda, muttasıl çektiği küçük
sigarasının dumanları içinde, itikafa çekilmiş gibi sivri ve yalnız, ve bazan
da Şeyhülislamzade Ahmet Muhtar Bey'in yalısında veya arabasında, sözlerini
beğendirmeye uğraşırken tesadüf ederdim. Fakat hiçbir zaman samimiyetine dahil
olmadım. Ben onunla çünkü samimi olabilecek bir tabiatta değildim.
O aralık, güya felsefi bir mecmua neşreden
genç bir Baha Tevfik vardı. Kendi yazdıklarına yine kendisi cevap verirmiş!..
Kullandığı müstear adları bilenler "Baha, Tevfik'e çatıyor; Tev- fik,
Baha'ya cevap veriyor" derlerdi. O da bu numuneden mi ilham almıştı? Bir
gün, İstanbul'da bir kahvehanede, Şehabeddin Süleyman'ı gençleri Nayiler
unvanlı bir mecmua çıkarmaya teşvik ederken duymuştum. Gençlere izah ediyordu
ki, onlar güya üsluba ve ahenge büyük bir ehemmiyet verecekler, bunun için Nayi
olacaklar, kendisi fikir narnma onlara hücum edecek, ve neticede hem mecmua
satılacak, hem kendi şöhreti artacak ve iş cümlesi için bir kâr olacaktı.
O zaman gülüyordum. Şimdi düşünüyorum: Zira
çok kere vaktinde ders almaz da, hakikatin hikmetini sonradan anlarız. Şimdi
düşünüyorum ki o zamanlar Şehabeddin Süleyman, reklamla geçinen modern
edebiyatın ve edebiyatın politikasını yapan gençlerin bir
"prekürsörü", bir mübeşşiri imiş!..
Biraz, fakat ekseriyetin olduğundan fazla değil,
gülünç bulduğum Şehabeddin Süleyman'da safdil bir kurnazlık, ahlaksız
görünmeyi seven bir sadedillik, biçare bir gösteriş ve aleni bir parasızlık
göze çarpıyordu. Ailesi kimdi? Bu bizce meçhuldü. Yani o İstanbul'da
tanıdıklarımızdan bir ailenin çocuğu değildi.
Nihayet, nasıl oldu bilmiyorum, İhsan Raif
Hanım'la nişanlandı. İhsan Hanım İstanbul'un en maruf, kibar ve zengin bir
ailesindendi ve ondan kat kat akıllı, rabıtalı ve canlı bir tesir yapardı.
Galiba Rıza Tevfik'ten hece veznini öğrenmişti. Bazı arkadaşlarımla onun
birkaç mısraını pek seviyorduk.
İhsan Hanım Yeniköy'de otururdu. Bir ilkbahar
yahut yaz mevsiminde kaç akşam Şehabeddin Süleyman'ın, köprüden Yeniköy'e giden
vapura nişanlısı ile binip, oradan bir başka vapurla avdet ettiğini gördüm. Ve
bunu ancak bir vapurda bulunduklarını bilmek zevki için yapıyorlardı. Zira kaç
göçten dolayı vapura girer girmez, İhsan Hanım hanımlar arasında kayboluyor,
Şehabeddin Süleyman da bizimle kalıyordu.
Fakat bu izdivaçla Şehabeddin Süleyman zengin
bir evin beyi olunca, bilhassa gidip bu evin maroken koltuklarında bir kere
oturan onun asıl eski arkadaşları, güya bu kırmızı odada kuduz bir kıskançlık
kalplerini ısırmış da kudurmuşlar gibi, hep birden onun aleyhine
saldırıyorlardı. O zamanlar ben de işittiğim bu sözlere kızar, onun müdafii
kesilirdim. Zavallı Şe- habeddin Süleyman'a en çok bu sıralarda taraftar
olduğumu hatırlıyorum. Böylece onunla muarefemizin en iyi ve en hararetli
devresine gelmiştik.
Bir müddet sonra refikasıyla birlikte İsviçre'ye giden Şe-
habeddin Süleyman, Mütareke'nin bidayetlerinde, o seneki öldürücü gripten
birkaç gün içinde ölüverdi. Yakup Kadri'nin bulunduğu otelde, beraberce
hastalanmışlar. Odadan odaya bi- ribirleriyle muhabere ederlerken, birden onun
mektupları kesilmiş. Vefatını Yakup Kadri'den saklamışlar. Ailesinin bazı ecnebi
dostları, bütün hüsnüniyetleriyle hareket ederek, ölüsünü bir gün belki
İstanbul'a nakletmek isterler diye tahnit etmişler; Müslüman âdetlerini
bilmedikleri için ona Hıristiyan ölüsü gibi fırak giydirmişler. Şimdi
Şehabeddin Süleyman, Davos tepesinde, frakı içinde "anbome" ve belki
ömründe olmadığı kadar şık, muttasıl bir haber bekler gibi, fakat unutulmuş
yatıyor!..
Yakup Kadri Hüküm Gecesi'nde, Şehabeddin Süleyman'ı
romanın eşhasından biri olarak yaşatıyor. Fakat onu bir parça karikatüre
doğru sürüklemiyor mu? Bir sanatkârın gözü ne müthiş bir kudrettir? Gördüğü
şeyi artık ilanihaye, size de kendi görmüş olduğu gibi gösterir. İhtimal ki
ben de onun çizmiş olduğu karikatürvari portrenin tesiri altında kalıyorum.
Şimdi, kendi kendime soruyorum: Bu eserden
acaba ne kalacak, ve hatta şimdiden ne kaldı? Şehabeddin Süleyman'ın o kesik
cümleli muhavere üslubuyla, derin bir şey yapılabileceğini zannetmiyorum.
Sanıyorum ki onun bu muhavere tarzındaki hikâyelerinin bir mecmuası, Fecr-i Âti
kütüphanesinin dördüncü kitabı olarak intişar etmişti. İsmi nedir? Bunu bile
hatırlayamıyorum. Şehabeddin Süleyman'ın büyük hisleri yoktu. Kendisini
yaşatmış, sürüklemiş ve tebah etmiş olan, bir büyük aşk değil küçük
iptilalardı.
Hakimiyet-i Milliye, 3 Temmuz 1931
Ediplerimize Dair Hatıralar
Paris'in ruha bir musiki gibi tesir eden ve bir vuslat
zamanı kadar güzel gelen ince ve mavi bir akşam saatinde, büyük sarı yüzlü,
omuzlarına doğru kesilmiş uzun siyah saçlı ve iri siyah gözlü tıknaz bir genç,
bir hülyada yürür gibi, ölçülü ve sessiz adımlarla Rue des Ecoles'den geçiyor.
Arkasındaki uzun etekli pelerin bir harmaniyeyi andırıyor, ceketi Rus
buluzlarına dönmüş, pantolonu kadife şalvarlara benziyor, boyunbağı var ama
fular bir fiyongadır. Sanılır ki harici ona hiç tesir etmiyor, kendini ihata
eden şeylerden hiç mütehassis olmuyor gibidir. Vücudunu sarsmayan bir intizam
ile gelip geçen o, böylece Rue des Carmes'da fakir bir talebe odasında
kendisiyle birlikte yaşayan bir Rus kızını, metresini bulmaya gidiyor.
Halit Raşit bizden çok evvel, belki 1900'den
biraz sonra buraya gelmiş, şimdi tahsilini unutmuş, belki ailesi de onu burada
unutmuştur. Bu fakir kız da, kendisinden daha az bohem hissini veren bir Rus
talebesidir. Bana onları, İstanbul'dan Paris'e firarı o devir içinde bir hadise
teşkil etmiş olan arkadaşım Neyyir tanıttı ve bir gün onların odalarına
gittim.
Esvapları siyah ve yüzleri sarı birçok genç
sakallı Ruslar, burada matemli edalarla oturmuşlar, belki başlıca gıdalarını
teşkil eden çay içiyorlardı. Biraz konuştuk. Bu hava benim ruhumu sıkıyordu.
İhtimal ki bu fakir, sarı ve siyah odanın loşluğunda, mahrumiyetten kısılmış ve
bitkin bir sesle konuşan ve biribiri- ne benzeyen (zira bir hayat ve
mukadderatın adamları hep biri- birini andırırlar) ve adeta birer tarik-i
dünyaya dönmüş olarak çay içenlerden biri, sonraları bir kısım beşeriyetin
taliini ve bir kısım dünyanın yüzünü değiştirecek olan insanlardan biri idi:
Lenin!.. Ve belki böylece ben, haberim olmadan, o gün kendisiyle bir müddet
beraber bulunmuşumdur. Zira Lenin'in o senelerde Paris'te gayet mütevazı bir
hayat geçirdiğini ve Closeries des Lilas kahvesine bir iki kere, bu çiftle
birlikte gitmiş olduğunu sonradan işittim. Belki bu tarih daha sonraki bir
zamana tesadüf eder. Fakat böyle olmasa da şimdi milyonlarca zihni dolduran bu
isim, vakitsizken, yani daha hiçbir mana ifade etmediği zamanlar, kulaklara
değse de hafızaya bir şey söylemediği için hatırda kalamazdı.[†]
Ancak Halit Raşit'i hatırlıyorum: O,
düşünün!.. O zaman, bütün hayatını kahvede geçiren Yahya Kemal'i bile burjuva
buluyordu ve ben ona ne kadar bohem diye şaşıyordum. Fakat şimdi sefir Yahya
Kemal'i hatırladıkça, görüyorum ki onun için hakkı varmış. Yahya Kemal'le dargındı.
Neyyir'i ise, bir arkadaşından fazla ailesinden biri gibi telakki ediyor ve
yaşamak için ondan biraz para alıyordu. Halit Raşit'te beğendiğimiz, en sevdiğimiz
şey "espri"si ve "pastiş"leriydi. Maeterlinck, Paul Adam
vesair meşhur ediplerin taklitleri olarak yazılmış, manzum ve mensur öyle
yazıları vardı ki, sonraları Fazıl Ahmet Bey'in Türk şair ve muharrirleri
ağzından yazdıkları kadar kıymetli, zeki ve güzeldi. Edebiyattan anlayan
tanıdığımız bazı Fransızlar da bu taklit edilmiş, daha doğrusu avlanmış
ahenkleri pek takdir ederlerdi. Pastiş olduklarını bildiğimiz bazı şiirleri,
asıllarından ziyade severiz. Arkadaşımızın bu zekâ ve kabiliyetine gıpta ediyorduk.
O, Meşrutiyet'in ilanından sonra da Paris'te
kalmıştı. Aradan iki üç sene geçti. Birgün galiba Tanin gazetesinde
Mehmet Ali Tevfik Bey'in bir makalesini okuduk. Bizce meçhul kalan dâhi bir
Türk şairinin Fransızcaya tercüme edilmiş bir eserinden, onu göklere çıkaran
bir medih ve sitayişle bahsediyordu. Paris'teki bir matbaa bütün milletlerin edebiyatından,
birer numune tercüme ettirerek tab etmeye karar vermiş. Türk edebiyatının bu
milli şaheseri de bu külliyatta intişar etmiş. Buna hayran kalmış olan Mehmet
Ali Tevfik, bir bilmece hallini teklif eder gibi, edebiyat tarihi
mütehassıslarından bu eser sahibinin kaçıncı asırda yaşamış, hangi dahi şair
olduğunu soruyordu.
Meğer bu şair Halit Raşit'miş!.. Fransız
matbaası, Türk eserleri arasında milli bir şaheserin tercemesine mukabil
birkaç para teklif edince, o bilmediği böyle bir eseri, eski edebiyatımız içinde
aramanın pek güç, hiç bulmamanın da pek mümkün olduğunu düşünerek, bunu eski
bir eser tercüme ediyormuş gibi ve doğrudan doğruya Fransızca yazmayı daha
kolay bulmuş. Zavallı Mehmet Ali Tevfik'in o kadar bayıldığı bu şaheser, onun
bir "pastiche"i imiş!..
Halit Raşit, Umumi Harp'ten evvel Paris'ten İstanbul'a dönmüştü.
O daima biraz esrarlı ve garip bir tesire malikti. Hükümetin, böyle
teşebbüslerin ne kadar milli menfaatimiz iktizasından olduğunu henüz
kavramadığı bir zamanda, İstanbul'da La Pense Turque unvanlı Fransızca
bir mecmuanın intişarını temin etti. Halit Raşit asıl Paris'te yaşamış
Türklerin, Fransız inceliğine en yaklaşmış olanlarından biridir. Eğer bir gün,
Paris'te bir müddet yaşamış Türklerin bir hikâyesi yazılırsa, onun bu tarihçede
muhakkak bir mevkii olur. O, hülasa Türkçe yazmış bir muharrir değil, fakat
Fransızca yazmış Türk muharrirlerinin en iyilerinden biridir. Eğer kardeşi ve
dostlarının himmetiyle bir gün "pastiche"leri toplanıp bastırılırsa,
bu Türk zekâ ve zerafe- tinin Fransızca güzel bir vesikası olacaktır.
Paris'te parası olmayan bu gencin,
Trablusgarp'ta mı, böyle uzak bir yerde zengin emlaki ve arazisi varmış,
bunları da kurtarmak istiyor. Talat Paşa ile randevu alıyor, görüşüyor ve
başka
işlere de teşebbüs ediyordu. Eski bohem, asri bir iş adamı
olmuştu. Bu, vesika ve vagon ticaretiyle pek çabuk zengin olunduğu bir
devirdi. İşittim ki Halit Raşit böyle bir iki işle para kazanmış, İzmir'de
Kordonboyu'nda güzel bir yalı satın almış veya kiralamış, hayatında Paris'in
fakrı nisbetinde bir servet kaim olmuş. Gurubun kızıllıklarında başlayan saz
âlemleri ta fecre kadar devam eder ve sular daha şarkılar inlerken ağarırmış.
Halit Raşit burada Yahya Kemal'in mısraıyla, "Cananla, meyle, son günü, ey
mevt sendeyiz!" diyebilmiş olacaktır. Onun talii inip çıkan büyük bir
dalga gibi idi. Bu İzmir kâşânesinden daha uzun müddet kâm alamadan, o seneki
grip-İspanyol kendisini raksan bir gecesinde yakalayarak, iki üç gün zarfında
kim bilir neredeki mezarına tıktı ve onun küçük şöhretini de üflediği bir mum
ziyası gibi söndürüverdi.
Fakat düşünüyorum: Hayatta çok kere yardım
etmek, alkışlamak veya okşamak için uzattığımız elin ısırıldığını görürüz. Ve
muhabbet ekenlere çok kere, haset ve iftira mahsulünü biçmek düşer. Gülleri
muntazaman dikenli yollardan geçenlerin elleri o kadar kanıyor ki, insan
tabiatında görmeye maruz kaldığımız bu kabalık, artık insana bıkkınlık veriyor.
Yeni bir çehre ile tanışmak, yeni bir tehlike karşısında kalmak gibi emniyetsizliğimizi
uyandırıyor. Halbuki Halit Raşit odasında ve sokakta beni kendisine ve
hayatının tarzına taraftar bulmamış, müctenip bulmuş olmalıydı. Ben ona belki
züppe ve snop, herhalde haki ve burjuva bir genç tesiri yapmış olmalıydım.
Zira zevkimin, mecnun ve bihuş rüyalara dalmak için, muttasıl dayanacağım,
muntazam çerçevelere ihtiyacı vardır. Böyle iken, ancak beraber sevdiğimiz bir
iki Fransız üstadının muhabbetine iştirak ve refakatimiz kifayet etti. Ve
benim kendisine hiçbir arkadaşlığım dokunmamış olduğu halde, onu daima hakkımda
hayırhah, nazik ve mültefit buldum. İnsanlar arasında sadece
"correct" olmak en büyük kibarlık yerine geçiyor. Bazan insana
mütebaki ömrünün kıymeti, ancak böyle, yapabileceği birkaç şehadette
bulunmaktan ibarettir gibi geliyor. Bunun içindir ki onun bu mümtaz halini de
kaydediyorum ve onu hatırladığım zamanlar başı fikirler ve projeler ve elleri
para ve kalemle oynamayı bilmiş bu ince ve keskin zekâlı, bu sert ve çalak
tabiatlı adam benim hayatıma, ancak bir havuz üstünde yüzen su kuşları gibi
sessiz ve munis temas etti; biraz yabancı ve uzakta kalan nazarlarla bakıştık,
o sonra bu dostluğun ahengini bozmadan, bana yokluğunun teessürüyle bir hiffet
hatırası bırakarak uzaklaşıp gitti sanıyorum!
Hakimiyet-i Milliye, 13 Temmuz 1931
Ediplerimize
Dair Hatıralar
Tunalı
Hilmi
Tunalı Hilmi!.. O, hepimiz gibi alelade bir insan değil,
fakat sanki Tuna'dan bir dalga, bir rüzgâr gibi bir şeydi. Ben onu tanımış
olduğum zaman yaşı bir hayli geçkindi. Beyaz ve kıvırcık saçları daima
harekette ve coşkun yüzü, her vakit üst perdeden taşan sözü, dağınık yürüyüşü
ve perişan tavrıyla o adama samimi ve muztar bir kuvvet hissi veriyordu. Onun,
ilk insanların söylemiş olacakları gibi lisanını zahmetle, yoğura yoğura ve
adeta kelimeleri kendi icat ediyor gibi, içinden taşan bir hisle konuştuğunu
duyduğunuz vakit, hitap edilecek bir mantığı olmadığına acır ve onu makul
cevaplarla rencide etmekten kaçınırdınız.
Ben esasen, şöhretini temin etmiş olan eserlerini de okumamıştım.
Bunlar onun "hutbe"leriydi. İsmini taşıdığı Tuna gibi uzun mesafeler
kat etmeyi seven bu seyyah, 1900 senesinden evvel vatanın kurtuluşu için
hariçte çalışan genç Türklerin yanma gitmiş ve bunları kâh Avrupa'da, kâh
Mısır'da yazmış, bastırmış ve gizlice memlekete dağıtmıştı. Tunalı Hilmi'nin
ismi, Sultan Hamid istiptadına karşı, gurbette hürriyet için çalışmış Türklerin
hatıralarına karışır. Bunların hep Paris'ten, Cenevre'den, Kahire'den gelen
biraz başı dumanlı bir "Genç Türk" edebiyatı vardı ki, o zamanlar
İstanbul'un manevi kafeslerle örtülü mekteplerindeki gençliği gönülden buna
vurgundu. Eminim ki bu neslin çocukları olan hepimizin kalbi, bağrı yanık bu
edebiyat ile sızlamış ve bütün o senelerimize bazı içli manzumeler, mısralar ve
ahenklerle biraz bu edebiyatın fedakâr kokusu sinmiştir.
Fakat Avrupa'daki hürriyetçi genç Türkler hep aristokrat
yahut burjuva idiler. İçlerinde bir halk çocuğu, bir plebyen olarak galiba
yalnız Tunalı Hilmi vardı. O Eski Cumalı bir esnaf- rençperin, Kantarcı
oğullarından İsmail Ağa'nın oğlu imiş.
Bu yazıları samimiyet hissi veren coşkun ve dalgalı bir
nevi nutuklar, bir nevi kalp ve fikir köpüğü bir edebiyat imiş ve o istipdat
zamanının mekteplerinde bunalan gençlere, mesela Yusuf Akçura'nın şehadetiyle
anlıyoruz ki pek çok tesir edermiş.
Tunalı Hilmi'nin idari teşkilatımız hakkında düşünülmüş
etraflı fikirleri, talim ve terbiyeye dair muayyen düsturları ve
noktainazarları vardı. Gurbette bu "hutbe"lerinden başka mesela Türk
gençlerine Avrupa'da çalışmak emelini aşılamak için İsviçre'de Tahsil ve
Abdülhamid aleyhinde olarak Peşte'de Reşit Efendi'yle Mülakat gibibazı
risaleler de neşretmişti. Meşrutiyet'ten sonra vatanına avdet edince, siyasi ve
içtimai makalelerini, şiirlerini yazmaya ve bastırmaya devam etti. Fakat onun
bu küçük risaleleri hep ötede beride, en çoğu Sinop'ta basılmış ve ekseriyetle
meçhul kalmış kitaplardır. Memiş Çavuş unvanlı manzum ve mensur bir
temaşası varmış, bu da otuz küsur perdeden mürekkepmiş. Bununla yapmak istediği
şey, bir nevi milli halk tipi, bir köylü tipi vücuda getirmekti. Tunalı Hilmi o
kadar demokrattı ki, bu demokratlık yalnız fikrine ve sözüne değil, hatta
kitaplarının unvanlarına, şekillerine, harflerine ve basılışlarına kadar
sirayet etmişti. Bu risalelerde bir muharririn bizde belki ilk defa olarak,
doğrudan doğruya ve bilhassa "köylü"ye hitap ettiği görülür. Fakat bu
eserler vakitlerinde de büyük bir edebi rağbet bulmamışlardı ve bugün belki
maddeten bile bulunamazlar.
Bu isim yahut bu lakap bile (Tunalı, bir kasaba, bir şehir
değil de bir nehir ismi "Danünziyesk" değil mi), bizim hoşumuza
gitmeli değil miydi? Niçin onun yanında sırf muhabbetle mütehassis olamıyor,
bir emniyetsizlik duyuyor, o söylerken ben dikkat edilse iştirak ve tasvip
edeceğim fikirleri dinlerken, sevmediğim bir halet sezmiş gibi oluyor, rahatsız
oluyor ve hep itiraz etmek istiyordum?
Bazan o coşkunca söyleştiği zaman, ona bir muhabbet duymak
ister ve kendi kendime: "İşte vatanına ait toprakların bir mahsulü!..
Böyle yerden bittikleri belli olan Fransızlar yok mu? Sen bazan böyle Sosyalist
mebusları dinlerken, bunların nasıl birer kuvvet olduklarını duymaz mıydın?
Böyle milli kuvvetlerin teşekkülüne taraftar değil misin? Sevmeyi istediğin
bir şeyi sevsene!.." derdim ve yine derdim ki: "Makul olmak ve kendi
fikirlerine sadık kalmak için, asıl böylelerini dinleyip anlamaya ve vasi bir
kısım topraklar üzerinde husule gelen fikirleri toplayarak kaale almaya
taraftar olmalısın!.."
O eski zamandan kalma ve gelme bir tip, coşkun, mütehay-
yir, yanık ve şair bir mahluk değil miydi? Onun eski, şarklı bünyesi üzerine
aşılanmış olan hususiyetleri de garplılığı, çalışmak sevdası, milliyetçiliği,
halkçılığı ve sade lisan taraftarlığı ise hep kendi prensiplerimiz değil miydi?
Fakat böyle iken, ona her tesadüfüm ve onu her dinleyişim,
bende samimi bir mantık ihtiyacını isyan ettirerek, beni öfkelendirir ve ondan
uzaklaştırırdı. Zira Tunalı söylemez, bağırır; izah etmez, teganni ederdi.
Nasıl ki bir gün Meclis-i Mebusan riyasetine mensur bir takrir değil, takrir
olarak bir manzume vermişti. O böyle zamanlarda "sublime" katabilmek
için, laakal Lamartine kadar bir üsluba malik olmalıydı.
Şimdi düşünüyorum: Onunla aramızdaki mühim farkı ve
suitefehhüm teşkil eden hep onun "plebyen" oluşu ve hal ü ka- linde
böyle kalmakta devam edişiydi. O içimizden biri değildi, ve bunun içindir ki
söylemeye değil haykırmaya başlar başlamaz biz: "Eyvah, kimbilir yine ne
potlar kıracak?" diye düşünür; bu gürültülü ses, bu acemi eller, o
beğendiğimiz ve sevdiğimiz his ve fikirleri kırıp birbirlerine karıştırmasın
diye yüreğimiz hoplar, heyecanımız başlar, benzimiz uçar, keyfimiz ve
rahatımız kaçardı.
Fakat Tunalı Hilmi, "yeni lisan" taraftarlarından
çok evvel, öz ve sade Türkçenin yazıcısı ve hatta nazariyecisi değil mi, ve bu
itibarla edebiyat tarihimizde ismi zikredilmeli değil midir? Hürriyet,
medeniyet ve milliyet için uğraşmış ve yazmış muharrirlerimizin tarihçesinde
bir mevki işgal etmez mi? Fikirleri içinde bizim milli ananemize intikal ile
yaşayacak olanları ve eserleri içinde de böyle milli bir noktainazardan
kıymetli olanları yok mudur? Onun ölümünden sonra ondan bize miras kalması
layık ve ziyan olması günah olacak fikirleri ve sahifeleri toplamak isterdik
Ancak bu vazife, asıl onun eserlerini vaktinde okumuş olan muasırlarına,
arkadaş ve takdirkârlarına düşer. Zira her muharririn bütün eserlerini bulup
okumak, ancak alimlere müyesser olacak bir iştir. Bir de harcıalem bir ilim olmalıdır
ki bunun rayiç akçelerini, ancak bir muharririn dostlarının sadakatleri ve
himmetleri meydana çıkarabilir. Şimdi bütün bunları bize kim tespit edecek?
Bütün bunlar ki, bugün parça parça bildiğimiz ve yarın hayatımız gibi parça
parça unutacağımız şeylerdir!
Tunalı Hilmi vefat ettiği
zaman Zonguldak mebusu bulunuyordu. Fakat Millet Meclisi'nde mevkiini yadırgıyor
gibiydi. Denilebilirdi ki müsterihti, fakat rahat değildi. Muhitine istediği
tesiri yapamıyor, ciddi bir adamdan ziyade mizahi bir adam tesiri veriyordu.
Maksadını işittirmeye güya yalnız sesi kâfi gel- miyormuş gibi, daha çok
bağırıyor, daha çok çırpınıyor ve gülünç oluyordu. Çok kere kendisi alayla,
sözleri kahkahayla istikbal edilirdi. Onu belki bizden daha çok sevenler
"Gel bakalım, Tunalı!.." diye eğlenirler, o birçok sebeplerle teessür
duydukça, bunlar gülerlerdi. Hülasa, demek ki o bizim heyeti içtimaiye- mizce
mevcut ve malum bir tipi teşkil ediyordu ve ona meczup diyorlardı.* Fakat ilmin
karşısında zaten hepimiz nim-akıllı ve
* Abdülhak Şinasi Hisar'ın Tunalı Hilmi anlatımı, uzaktan
uzağa, Fahim Bey ve Biz romanının kahramanı Fahim Bey'i hatırlatmıyor
değil. Bir yandan Tunalı Hilmi'yi anlamaya ve anlatmaya çalışırken, öbür yandan
da bu anlatmaya üstü örtülü bir istihza eşlik ediyor çünkü. Nitekim Tevfik
Fikret'in 14 kanunu sani 1314/1897 tarihinde Servet-i Fünun'da
yayınlanan "Nef'î" adlı şiiri ile bu yüzden oynuyor. Fikret'in,
Nef'î'yi yüceltme amaçlı şiiri, bütünüyle aksi bir yönde kullanılıyor. Şiirin
son iki beyitinin aslı şu şekildedir:
Sana bir başka zemin, başka
zaman lâzımdı Sana bir âlem-i liihut-nişan lâzımdı Öyle bir nehr-i muazzam gibi
ciş etmişsin Fakat eyvah! Çorakyerde akıp gitmişsin.
Tevfik
Fikret'in daha böyle Fuzûli, Cenab Şehabeddin, Nedim, Recaizade Ekrem ve
Abdülhak Hamid için de şiirleri vardır. İlgili şiirler için Rübab-ı
Şikeste'ye bakılabilir. [Haz.N.]
nim-deliyiz. Normal akıl
nerede biter ve delilik nerede başlar? Gayri muayyen ve adeta mütehavvil bir
mıntıkada!.. O kadar hepimiz de biraz anormaliz ki, anormal de bugün biraz
normal olmuştur. Bu talii yadettiğim zaman, Fikret'in Nef'î'ye hitabını
hatırlayarak, bu hitabı biraz daha küçük bir mikyasa indirmek için biraz tahrif
ederek, Tunalı'ya demek istiyorum ki:
Sen de bir nehr-i mutantan gibi cuş etmişsin Fakat eyvah!
Çorak yerde akıp gitmişsin!
Hakimiyet-i
Milliye, 24 Temmuz 1931
Ediplerimize Dair Hatıralar
Bu isim bende en uzak ve uzun hatıralara yol açıyor. Zira
1900 senesi civarından, çocukluğumdan ta Paris'e gidinceye kadarki zamanıma ait
Boğaziçi, Mektebi Sultani ve Edebiyat-ı Cedide hatıralarıma karışmıştır.
Saffeti Ziya'nın babası Ziya Bey'in ailesiyle benim ailemin, çifte bir
sıhriyetle çoğalmış dostlukları vardı. Bizde isimleri "Boyacı
köyündekiler" olan bu komşularımızla sık sık görüşürdük. Ziya Bey'in
ailesi o zaman, alafrangalılaşan ailelerden biriydi. Yeni yaptırmış oldukları
kuleli yalı -ki pek çirkindir- alafrangalığın olanca cazibesiyle şık ve güzel
görünürdü. Saffeti Bey babasının ismini kendi ismine ilave eden ilk Türklerden
ve o zaman Türklerin müdavimi olmadıkları Beyoğlu, balo, Fransız tiyatrosu ve
suvare âlemlerine dahil olan sayılı Türklerden biriydi. Yalıda kulelerin
birinin altındaki yuvarlak ve büyük odasını bilirdim, ama kendisine burada bir
defa bile rastgelmemiştim.
Saffeti Bey gençliğinde şıklığı ile meşhurdu: Açık renkli
kalın İngiliz kumaşları ve Botter'den olacak, kloş pardösüler, yakası kadife
lacivert makferlanlar, açık renk eldivenler giyer, kutusundan yeni çıkmış gibi
fazla ütülü, renkli, Tepebaşı ve Beyoğlu caddelerinde dolaşır, bir aşağı bir
yukarı ve arada -şimdiki Turkuvaz'ın bulunduğu Bonmarşe'nin içinden-, bir
sokaktan ötekine geçerdi. Bir gün o böyle her önünden geçtiği camekânda
tuvaletini süzerek, memnun ve neşeli dolaşırken, arkasından yürüyordum ve
haline baktım. Potinlerinin, gömleğinin, boyun bağının, esvabının renkleri ve
biçimleri kendisine aleni bir haz veriyor ve gözleriyle bu taşıdığı şeyleri
adeta yiyor gibiydi. Siyah, ince, uzun, uçları yukarıya doğru kalkık, tıpkı
Edmond Rostand'ın meşhur bir resminde görüldüğü gibi bıyıkları vardı. Ve o
zamanlar bu ince siyah saçlı, sivri bıyıklı genç "Aiglion" şairini
andırıyordu. Kendisinin de fraklı olarak alınmış bir resmi vardı ki bunu hem
odasına asmış, hem akrabasından birisine vermiş ve her ikisinde de Saffeti Ziya
ismi üstünde, şu cümleyi yazmıştı: "Gayet resmi!.."
Bir gün de, inanılmaz manzara!.. Saffeti Bey o şıklıktan
adeta frenkleşmiş haliyle, Küçüksu deresinin sandalla gidilen son noktasında,
Hasan'ın salaş tiyatrosuna geldi ve bizim bulunduğumuz locanın yanında oturan
birisine şu cümleyi söylediğini duydum: "Ben buraya, 'ide' almaya
geliyorum, monşer!.." Hatta bu geliyorumu bile "r", Fransızcaya
çalan fena bir telaffuzla iyi çıkmadığından, -zira Saffeti Ziya Bey biraz
peltekti- "geliyo- ğum" gibi ecnebilik, tasannuu kokan bir kelime
oluyordu.
Bütün bir refah ve medeniyetin, bu kadar sathi ve basit bir
mahsül yetiştirmesi hazindir!.. Fakat Edebiyat-ı Cedide'nin zavallı muhitini,
gitgide anlayamaz bir hale geliyoruz. O zamanlar, her türlü tezahüratında
garplılaşmak o kadar seviliyor ve isteniyordu ki, iyi giyinip vakitlerini
alafranga bir yerde çay içmekle geçiren adamlar, bir medeniyet lazımesini ifa
etmiş gibi, vicdanen müsterih ve memnun olurlar ve kendi kendilerine bir
mübeşşir, bir örnek, bir mücahit kıymet ve ehemmiyeti atfederlerdi.
İstanbul'un böyle alafranga bazı mahalleri vardı ki, buralarda yalnız bir
seyran zevki değil, hem de yüksek bir medeniyete intisap etmiş olmanın gururu
da tadılırdı.
O zamanlar Şura-yı Devlet azasından olan
Saffeti Ziya Bey Sadrazam Sait Paşa'nın kızıyla evlenmiş, fakat ayrılmıştı. Ona
Servet-i Fünûn'da bastırmış olduğu romana izafetle, “Salon Köşelerinde
muharriri" denilirdi. Bir müddet sonra da Hanım Mektupları unvanlı
hikâyelerini, yine o mecmuada neşretmiş ve kısmen Fransızcaya da tercüme
etmişti. Edebiyat-ı Cedide kendi hareketine iştirak edenlere kuvvetli
damgasını basardı. Harice karşı bir mekteb-i edebiyeye mensup görünmenin tesiri
ne büyük oluyor!.. Bir gün yalıda rahatsız bulunduğu bir perşembe, kendisine Servet-i
Fünûn getirmeyi ihmal etmiş olan kayınbiraderine karşı, pek ziyade
hiddetlenmiş olması bize bir hürmet ilka ediyordu. Onun üstünde bütün
Edebiyat-ı Cedîde'nin havası vardı. Ben onu böyle bir edip olarak takdir
ederken daha pek çocuktum. O meşhur romanını bile okumamıştım. Kitapları, hep
edebiyata mevkuf olacağını umduğum bir atiye saklardım. Bu eseri yine
anlayamayacak bir yaşta okudum. Onun içindir ki pek beğenmiştim.
Bütün bunlar bende hoş birer hatıra idi. Şimdi bunlara
"tarihten evvelki vukuat" diyeceğim geliyor. Sonra Meşrutiyet oldu.
Saffeti Ziya, hafiyelere dair Yıldız Böcekleri diye adi bir roman, Haralambos
Cankıyadis diye, isminin kastettiği cinastan belli, diğer hayide bir roman
neşretmişti. Eyvah, sukutu hayale uğramıştım!.. Edebiyat-ı Cedîde'nin zarif
muharriri bu muydu? Şimdi şahsen de tanışmıştık. Zavallı Saffeti Ziya Bey! Ne
iyi bir adama benziyordu. Nazik, kibar, hüsnüniyetle muttasıf, lakin mahdut ve
havai!..
Sonra menhus harp seneleri başladı. Ve o Umumi Harp içinde
Berlin'e, sefirimiz Mahmut Muhtar Paşa'nın yanına gidip kalmış, tekrar uzun bir
müddet matbuat âleminden uzaklaşmıştı. Nihayet Mütareke içinde, avdetinde
tekrar buluştuk. Ailesi yine Boyacı köyünde oturuyordu. Kömür az, köprüden son
vapur erken kalkıyor, inanılmayacak kadar dolu, yan kamarasında da sigara
içiliyor, herkes müşterek mübahaseyi duyuyor: "Medeniyet demek konfor
demek midir?" -ki kendisi böyle derdi-, "Değil midir?" gibi bir
mevzu üzerine bir münakaşa!.. Asabımı ve tahammülümü yoran ve bozan bu akşamlar
için, o bir müddet sonra tekrar Avrupa'ya gitmek üzere veda ederken:
"Ömrümde bu kadar lezzetli ve istifadeli saatler geçirmedim, o vapur akşamlarını
pek arayacağım" deyince şaşırdım.
Bir müddet sonra tekrar döndü geldi, yevmi bir gazetede
gençlerin edebiyatı takip etmediklerine, eskilerine hürmette kusur ettiklerine
ve saireye dair çarşaf boyunda makaleler yazıyordu. Her fikir, her fikircik
ikizli, hatta üçüzlü sıfatlarla, uzun boylu üç dört cümle içinde seriliyor,
sallanıyor, dağılıyor, bir türlü kendini toplayamıyordu. Ve bu makaleler
mabadlı olarak intişar ediyordu. Zavallı Saffeti Ziya Bey!.. Kalemi ve edebiyatı
hakkında yeni bir sukutu hayale uğradım. Ve sonra "Adâbı Muâşeret"
hakkında bir kitap neşredince, ki belki yegâne ehemmiyet verdiği ve ihtisası
olduğu bir şeydi, ne yapayım, onu artık ciddiye alamadım ve bu kitabını
okuyamadım.
Saffeti Ziya şimdi orta yaşlı bir adamdı.
Tekrar evlenmişti. Hayatından memnundu. Ankara'ya gelmiş, şehri ve idareyi pek
takdir etmiş, ve nihayet "Salon Köşeleri"nden teşrifat koltuğuna
geçmiş, Teşrifat Umum Müdürü olmuştu. Bu kendi zevkine, tabiatına ve merakına
uyan bir vaziyfeydi. Bu hizmette ifratı vazi- fe-perestlik olacak, hoppalığı
ciddiliğe dönecek, kusuru bir meziyet sayılacaktı. O kadar vazife-şinastı ki,
iyi bir hareketin teşrifata muhalif olabileceğini düşünse, -nasıl ki misalini
gördük- bunu yapmaktan vazgeçerdi. Saffetli gözleri hâlâ gençliklerini muhafaza
ediyordu. Bıyıklarını büsbütün kesmişti. Pek ziyade memnundu. Hemen evvelki
perran devirlerindeki kadar neşeli, çalak ve adeta raksandı. Hayatının en
muvaffakiyetli devresine gelmişti. Ancak geçmiş seneler, omuzlarında yaşlılığın
çöküntüsünü hasıl etmiş, ve saçları beyazlaşmıştı. Hâlâ monokl takarak eski
monden zarafetiyle giyiniyorsa da, vücudundan taşan bol kumaşlar ve boynuna
sardığı fularlar ona bir nevi ihmal ve acele hali veriyordu.
Hayat ve tecrübesi onu öyle hesabi bir
burjuva yapmıştı ki ekseriyetle söze ve tenkide karışmayan tok bir diplomat
hali almıştı. Bazan cevap vermek istemediği sözleri, hiç duymamış gibi sükutla
karşılardı. Bu, belki protokola muvafıktı, fakat bu derece basit bir çareye
tevessülünden, insan adeta çocukluk karşısında gibi, biraz merhamet duyuyordu.
Ölümü de hayatına benzedi. Fransızlar olsa,
"sans accent grave" diyeceklerdi. O zamana kadar gördüğüm diğer
ölülerde bir ağırlık, güya bir hazırlanış duymuştum. Sanıyordum ki hariçten
kazaen gelmeyen ölümün, içimizde bir hazırlanış devresi vardır. Saffeti Ziya'da
bunun aksini gördüm. Ve o bana ne biçim hiçten oyuncaklar olup, nasıl
birdenbire kırılıverdiğimizi gösterdi.
Bir akşam Lebon'da,
refikasına götürmek için hazırlattığı fondan paketini almaya acele ediyordu. Ve
bana: "Bu gece adada balo var" diye tebessüm ederek gitti. Ertesi
sabah gazetede onun, o gece vefat etmiş olduğunu hayretle karışan bir teessürle
okudum. Zavallı "Salon Köşelerinde muhariri" bir salon köşesinde
ve baloda, frakıyla gayet resmi çalgı dinlerken fenalaşmış ve kendisine şüphe
yok ki Boğaziçi, Beyoğlu, Berlin, Ankara hayatının zübdesini sunmuş olacak bir
kadeh suyu içerken, ve ötede daha susmamış musiki şüphesiz bütün ümitlerini ve
hülyalarını kendinden söküp sonuncu bir guruba doğru sürüklüyor gibi gelirken,
her şeyin bitmekte olduğunu duyuran ancak iki üç dakikalık facianın büyük
buhranı içinde, birden bire ölüvermiştiL
Hakimiyet-i Milliye, 7 Ağustos 1931
Ediplerimize Dair Hatıralar
Burada ne Tevfik Fikret'e dair bütün hatıralarımı
kaydetmeye, ne de onun edebi ve içtimai hüvviyeti hakkında etraflı malumat
vermeye imkân yok. Sadece bu düşünceli, hassas, muhabbetli, müstağni, titiz,
münzevi, mükedder, kibar, mağrur, zarif, mustarip ve ma'lul adamın mahpus
kalmış bulunduğu muhtelif muhitlerin birer krokisini çizeceğim.
Tevfik Fikret'in ilk gençliği hakkında
bildiklerimiz onun çok zeki, çok neşeli bir çocuk olduğu ve eski zaman tarzında
yazdığı Mehmet Tevfik imzalı ilk manzumelerinin bir mecmuada, o zamanın adeti
veçhile birçok medhiyelerle neşredildiğidir.
Ebubekir Hazım Bey'in bir makalesiyle de
öğrendik ki, Fikret'in yarı memur, yarı menfi hayatıyla İstanbul'dan uzak vilayetlerde
gezdirilen ihtiyar babası, şair kelimesini haylaz ve işe yaramaz suretinde
tefsir ederek onu aşağı yukarı reddetmiş, hatta ve Servet-i Fünun'da
epeyce bir şöhret ve hürmet kazandığı zamanlara kadar, oğlu hakkında fena bir
fikir beslemiş olan bu babanın, ancak vali beyin bu hususta irşadı üzerine
gözleri açılmış ve oğluna kalbini ve kesesini tekrar açmış.
Tevfik Fikret'i çok takdir eden hocası Üstat Ekrem onu, Servet-i
Fünun'da çalışması için Ahmet İhsan'la tanıştırmıştı. Fikret Servet-i
Fünün'da sırasıyla veya hep beraber musahhih, muharrir, heyet-i tahririye
müdürü, arada sırada ressam, şair, sermuharrir, nihayet "mekteb-i
edebi" şefi gibi bir şeyler oldu. Bütün bu zamanlarda maaşı pek azdı,
titizliği malum olan Ahmet İhsan Bey'le geçinebildi. Ve daha mühimi,
yazılarını Servet-i Füniin'da neşreden bütün şairler ve muharrirlerle
geçinebildi. Bizde hiçbir mecmuanın devam edemediği ve sahipleri yahut
muharrirleri olan birkaç arkadaşın şiirlerinin biri ötekinden daha büyük
puntolu harflerle dizildiği, makalelerinin öteki berikinden daha evvele
konduğu gibi sebeplerle, mutlaka aralarında kavga çıkarak ayrıldıkları
düşünülürse, Tevfik Pikret'in İsmail Safa, Süleyman Nazif, Süleyman Nesip,
Cenab Şehabeddin, Faik Ali, Hüseyin Sîret, Hüseyin Suat ve Celal Sahir gibi
şairleri; Halit Ziya, Mehmet Rauf, Hüseyin Cahit, Ahmet Hikmet, Saffeti Ziya
gibi hikâye ve romancıları; Ahmet İhsan, Mahmut Sadık, Ahmet Şuayp gibi makale
muharrirlerini idare ederek ve aynı zamanda -bu vakıa şahsen pek iyi bir adam
olan Çelebi Veled Bahai Efendi'ydi- devrin sansürüne de meram anlatarak, mecmuayı
bu kadar uzun müddet yaşatabilmiş olması, bizde emsali tekerrür etmemiş bir
mucize değil midir? Esasen Pikret'in eski edebiyatımıza epeyce vukufu olduğu
halde, garp kültürü biraz zayıftı. Arkadaşları içinde belki bu irfanı en
kuvvetli olan kendisi değildi. Buna ancak tabiatındaki asalet, ciddiyet ve
"otorite" kabiliyetiyle muvaffak olmuştur.
Kavga ancak bir kere, Ali Ekrem ve H. Nâzım
beylerin Ser- vet-i Füniin'u müştereken terk ederek, mahut Malumat
mecmuasına geçmeleriyle vaki oldu ki Pikret bunu senelerce affetmemiş ve Üstat
Ekrem'in rica ve ısrarına rağmen Ali Ekrem Bey'le son zamanlarına kadar
barışmamıştı.
İşte bu uzun sa'y neticesinde Servet-i
Füniin edebiyatımızın tarihinde mühim bir yer tutmuş, etrafında bir de
"mekteb-i edebi" teessüs etmişti: "Edebiyat-ı Cedide!.."
Edebi bir mektebin programı ve gayesi ne kadar mazbut olursa olsun, daima ona
intisap edenlerin hususiyetlerine göre muhtelif temayülleri ve birtakım
farkları ihtiva etmesi tabiidir. Bugün edebiyat tarihi noktainazarından,
Edebiyat-ı Cedîde'ye edebi bir mektep diyebiliriz. O zamanlar daha ziyade
şarklı bir edebiyattan ve zihniyetten kurtulamamış olan muhitimiz de, daha
ziyade garplı bir cereyana müteveccih ve taraftardır. Bu mektebin bize miras
kalan kitaplarını bugün hâlâ bulabiliyor, okuyabiliyor, hiç olmazsa ismen
biliyoruz ve tenkit ediyoruz. Edebiyat-ı Cedîde'yi tenkit etmek artık moda
olmuştur. Ve ona atfolunan kusurların birçokları doğru, binaenaleyh bu
tenkitlerin çoğu haklıdır. Fakat Edebiyat-ı Cedîde'nin muhiti, bu cereyana
muarız olan matbuat ekseriyetle çürümüş ve unutulmuştur. Onun muharrirlerini
bugün muahaze etmiyoruz. Çünkü isimlerini bile bilmiyoruz. Edebiyat-ı
Cedîde'nin şiirine karşı müdafaa edilen şiir ne adi, hikâye ne bayağı, fikir ne
saçma ve ruh ne musibetti!
Ahmet Midhat Efendi'nin "Dekadanlar" unvanlı bir
makalesi üzerine ağzından salyalar akan ahmak ve bunak bir istipdat idaresinin
adeta tasvip ve teşviki karşısında, bizim garplılaşmak fikirlerimizin alemdar
ve pişdarları olan muharrirler, senelerce manası anlaşılmayan ve kırk türlü
tefsir edilen bu "dekadanlar" kelimesiyle tahkir ve tezyif edildiler.
Tevfik Fikret yolda giderken kavgalaşan sokak çocuklarının bile biribirlerini
"dekadan" diye tahkir ettiklerini ve en kaba ve adi adamların bu
dekadan kelimesiyle cinas yapmak istediklerini duymuştur. Muarızları
yazılarında, Fikret'in ölümünü istemeye kadar vardılar. İşte onu, Ahmet Midhat
Efendi'yi "Timsal-i Cehalet" unvanlı bir manzume ile tahkir etmeye
sevkeden sebepler bunlardır. Ve bu adilikler karşısında duymuş olacağı gayz ve
nefret de kolayca anlaşılır.
Tevfik Fikret o zamanlar Rumelihisarı'nda kayınpederinin
yalısında oturuyordu. Kendisinde hattat, hicviyeci, eski şairlerin gazellerini
seven, eski kibarlıkların varisi olan bir "efendi" şahsiyeti mevcut
oluşuna rağmen, oğlunu başı açık gezdirdiği için alafranga telakki edilir, o
zamanki dar kafalı, mutaassıp ve dedikoducu avam muhitinde bir hayli aleyhinde
bulunulurdu. Fikret de biliyordu ki bu muhit kendisini haksızca tenkit ediyordu.
Devir yalnız müstebit değil, bir taraftan da halkın müthiş cehaleti sayesinde
"popüler"di. Her yandan fisebilillah hafiyeler türüyordu. Esasen
Fikret idare tarafından mimlenmişti; tarassut altında bulunduğunu duyuyordu.
Bir iki defa kendisi istintak edilmiş, evrakı aranmıştı. Muhitiyle teması pek
sevmez, hatta ihtilattan kaçardı. İstipdat idaresine hizmet etmekten istinkaf
ediyordu. Bir defa tecrübe etmiş olduğu memuriyet hayatından istikrah ile kaçmıştı.
Kabul etmiş olduğu ancak bir hocalık kalmıştı. Mekteb-i Sultani'de
"kitabet ve edebiyat" muallimi idi. Buradan da istifa etmeye mecbur
oldu. Bütün maruz kaldığı bu tenkitler ve geçimsizlikler Pikret'i bittabi
küçültmez, büyültür. O zamanki efkârıumumiyenin ve idarenin ne oldukları malum
olduğuna göre, onların yalnız medih ve tasvip edecekleri bir adamın küçük bir
adam olması lazım gelecekti.
Pikret, sonra Robert Kolej'de bir muallimlik
aldı. Burası da pek basit ve iptidai zihniyette adamların muhiti idi.
Arkadaşlarının ekserisi kendisini anlayacak, takdir edecek ve hatta onu müteessir
etmeden muamele edebilecek bir kabiliyette değillerdi.
O eski gülen ve şakacı Pikret, senelerce
bütün bu muhitlerde yavaş yavaş yıpranmış, hırpalanmış, yaralanmış ve şimdi
haşin, sert, titiz, ters ve hasta bir Pikret olmuştu. Cenab Şehabed- din Bey
bir gün bana: "Ömrümde ahlak ve tabiatı onunki kadar değişmiş bir adam
görmedim" demişti. Fikret ta 1897/1314'te, Süleyman Nazif'e yazdığı bir
mektupta "sönüyorum!" diyor.
Bütün bu sebeplerle Pikret'in ruhunda büyük
bir hayal, bir "mythe" doğmuştu. Kendisi bir de Hüseyin Kâzım, Hüseyin
Cahit beyler ve dahasını bilmiyorum, belki Mehmet Rauf Bey vesair birkaç
arkadaş haremleriyle, çocuklarıyla galiba Yeni Zelanda'da hayali küçük bir
adaya gidip yerleşecekler ve orada hep birlikte müsterih, asude, sakin,
çalışkan ve bilhassa medeni bir hayat yaşayacaklardı. Daha yüksek bir medeniyet
usulüne tabi olarak yaşamak!.. İşte gayeleri buydu. Eminim ki bu emelin asıl
müşevviki ve şairi Tevfik Pikret'ti. Bu projeyi, bu ideali senelerce
zihinlerinde taşıyarak yaşadılar. Bu hayal ile Pikret şüphe yok ki bir nevi
"mythomane" olmuştu. Nihayet hemen her güzel tasavvurun fiile inkilap
etmesine mani olan parasızlık, hakikate yaklaştıkça beliren ve çoğalan
müşkilat, arkadaşlardan birkaçının bu hülyadan vazgeçmesi bu ümidi de suya
düşürdü. Edebiyat-ı Cedîde'den bahseden muharrirlerin bu hayal ve maceraya,
bir zamanlar onların ne ehemmiyet vermiş olduklarını kaydettiklerini görmedim.
Halbuki Fikret'in "Bir An-ı Huzur", "Yeşil Yurt", "Bir
Mersiye" manzumeleri hep zihninde çok yer tutmuş olan bu ümidin sukutu
üzerine yazılmışlardır. Hüseyin Cahit'in de Edebiyat-ı Cedîde Kütüphanesi'nin
ilk kitabının ilk hikâyesi olan ve ismini kitaba veren "Hayat-ı
Muhayyel" bu hayalin hikâyesidir.
Pikret'in yazmış olduğu hemen bütün
manzumeleri böyle ya vatanın umumi hayatına ait siyasi ve içtimai, ya kendi hayatının
vakalarına ait hususi, yahut hiç olmazsa tanıdığı bazı kimselere dair şahsi bir
telmih, bir cinas, bir ima saklar. Bütün Rübab-ı Şikeste bu devirden
gizli bir iştika ve bir feryat mahiyetindedir. Bu meşhur şiir mecmuasının ilk
tabı muhteviyat itibariyle zayıftır. Fikret daha bundan sonraki marazi, taşkın
ve coşan talakatine, ruh hamlesine vasıl olmamıştır. Ancak kitabının ikinci
tabında o hisli, kuvvetli, buhranlı, isyanlı ve imanlı klasik şiirlerini
buluruz. Ve kitabın asıl kıymetlerini teşkil eden bunlardır. Fakat Rübab-ı
Şikeste gerek ilk ve gerek sonraki tabılarıyla bizde en çok okunmuş, beğenilmiş,
sevilmiş şiir kitaplarından biri oldu. Ve zavallı Fikret hayatında hiç olmazsa
bu büyük mu- vaffakıyeti olsun gördü.
Hakimiyet-i Milliye, T7 Ağustos 1931
Ediplerimize Dair Hatıralar
Tevfik Fikret - II
Tevfik Pikret'in "Sis" manzumesi, içinde
bunaldığı İstanbul muhitinin bir tasviridir. Manzume güzeldir, fakat kim bilir
nasıl ruhunu dolduran bir acının taşması, içinde ne derin bir teessürün
kanaması ve ne ağır gelen bir sukutun feryadıdır!
Pikret, bir aralık bizde Anglo-Sakson terbiye usulünü tamim
için galiba "Yeni Mektep" unvanıyla ve gençlerin hem tahsilini temin
etmek, hem onları hayata hazırlamak üzere ve adeta Edmond Demolins'in
"Ecole des Roche"undan mülhem olan hususi bir lise tesis etmek
emeline düşmüştü. Bu hayal ile uğraşıyor, mektebe bir yer arıyor, binanın
resimlerini çiziyor, programlarını bastırıyordu. Bunun aynı zamanda bir para
işi olacağını da memul ediyordu. Yalnız mektebin masrafı çok olacağından, tabii
daha yüksek bir tahsil ücreti almak da iktiza edecekti. Birçok müracaatlara ve
hatta kendisine ilk önce verilen vaitlere rağmen sermayeyi tedarik edemedi.
Müteşebbislerin belki bu mektebin rahat bırakılacağına ümitleri kalmamıştı. Ve
o, bu hülyayı da terk etmeye mecbur oldu.
Tevfik Pikret denebilir ki, bütün zevkleri itibariyle
artist ve işgüzardı. İyi bir hattattı, bizde hatırı sayılır bir ressamdı. Resimlerinin
çerçevelerini de kendisi yapardı. Marangozluğa merakı vardı. Hayli becerikli
bir "tapisiye" idi. Evini kendi süslemiş, evinin planlarını, resimlerini
de kendi çizmişti.
Pikret kayınpederinin yalısından çıkarak, dostu Hüseyin
Kâzım Bey'den aldığı borç sayesinde, gene Rumelihisarı'nda, Kayalar tepesinde
kendi yaptırmış olduğu ve Aşiyan unvanını verdiği köşke nakletti. Bu zamanlarda
bütün sayini Robert Kolej muhitine hasrediyordu.
Bu milletin kara "yıldızı" etrafına
ziya değil karanlık ve korku salarken, Fikret Kayalar tepesinde, "Bir
Lahza-i Taah- hur"u ve Meşrutiyet'in ilanından on beş gün evvel de
"Millet Şarkısı"nı yazdığı zaman, hayatını tahdid eden bir uçurum
önünde, bir başına müstesna bir zirveye yükselmişti. Küçükler ona aşağıdan, bu
tehlikeli şahikada başının dönmediğine hayretle bakıyorlardı. Millet, Namık
Kemal'den beri daha böyle bir şair görmemişti. Fikret, kendi kendisi için
yazdığı manzume olan "Heykel-i Say"inde ve oğluna verdiği
nasihatlerde sakin bir burjuva ahlakına değil, bir nevi kahramanlığa yükselmek
isteyen, yevmi ve kevni bir ahlaka kanmayan: "Yüksel ki yerin bu yer
değildir!" diyen bir adamdır. Bu kahramanlık ihtiyacı Edebiyat-ı
Cedîde'nin tasannuundan ve açtığı haki yollardan değil, kendi ruhundan
geliyordu. Fakat bu kadar yüksekten bakı- hp görülünce, bütün adamlarıyla
birlikte belde kirli ve kusurlu görülür. Fikret'in şehirle arası açılmakta
devam ediyordu.
Meşrutiyet'in ilanından sonra Aşiyan'ını
günler ve geceler- ce donatmış ve "Sis" manzumesine zeyl olarak
"Rücu"unu yazmış olan Tevfik Fikret, gene Hüseyin Cahit ve Hüseyin
Kâzım beylerle birlikte Tanin gazetesini neşre başladı. Burada, ilk günleri,
bir Rus gömleği giymiş, ellerini kirleterek şevk ile çalışıyordu. Fakat
politikanın profesyonelleri aralarında yeni bir menfaat birliği teşkil
ederlerken, bu asri mütefekkiri yanlarına almakta bir fayda ummadılar.
Fikret'in fırkalarına getireceği asaleti hiçe saydılar. Fikret İstanbul mebusu
olmadı. Ve çok geçmeden yevmi politikanın adilikleri, vakaları ve dedikoduları
kendisine birer diken gibi batmaya başladı. Meşrutiyet'in ilk zamanlarında
matbuatta öyle bir rekabet vardı ki, bu say kârlı bir iş olmuyor ve o şerikleriyle
de pek iyi geçinemiyordu. Mekteb-i Sultani müdüriyetini kabul ile Tanin'den
ayrıldı.
Hatırlıyorum ki Fikret, Taninde Cahit
Bey'den ayrıldıktan sonra bu iftirakın hikâyesini söylemiyordu, ama Cahit
Bey'le kendisinin tabiatındaki farkı anlatıyor, "Cahit, çamura taş atmaktan
çekinmiyor. Hatta dahası, gördüğü şeyin ismini de veriyor, çamur diyor ve
paçasını sıvayarak içine giriyor" diyordu. O böyle değildi, çamurun
manzarasından bile tiksiniyor, muttasıl kaçıyor, istifa ediyordu. Belki ancak
bir şiir, bir de istifaname yazdığı zaman biraz ferahlardı.
Pikret Mekteb-i Sultani müdürü olunca,
mektebe maddeten büyük bir temizlik, manen de yeni bir hamle, medeni bir ruh temin
etmişti. Muhitine zarif, ince, şair, çelebi, sportmen, arif, üstat tesiri,
canlı bir tesir yaptı. Gençler üzerindeki nüfuzu harikuladeydi ve günden güne
artıyordu. Mektep hakkında büyük bir aşkı vardı. Burası kendisi için yeni bir
"Yeşil Yurt", yeni bir ideal oldu. Fakat kendisini rahat
bırakmadılar. Gerçi ilk verdiği istifasını rica ve ısrar üzerine geri almıştı.
Lakin bir müddet sonra gene işine kabaca müdahale ettiler, o da tekrar istifa
etti ve gene Kayalar tepesindeki Aşiyan'ına çekilerek, gene Robert Kolej'deki
derslerine döndü. Talebe arkasından mektebi terk ve adeta ihtilal ettiler.
Şimdi böyle bir üstadın, gençlik ve mektep muhitinde böyle bir mevki ve nüfuz
sahibi olduğunu göremiyoruz.
Memleketi pek fena idare eden İttihatçılar
kendi mevkilerini pek iyi müdafaa ediyorlar ve istipdatlarını da günden güne
artırıyorlardı. Pikret hürriyetçi burjuvazinin şairi oldu. Sultan Hamid
istipdadına karşı o zamanki usul ile gizli gizli yazmış ve eserleri elden ele
kopya edilerek dolaşmış olan Fikret, şimdi matbuatın arasıraki serbestisinden
istifade ederek "Doksan Beşe Doğru", "Hân-ı Yağma" gibi
şiirlerini yazdıkça neşrediyordu. Bu şüphe yok, şiirin bizde bir numunesini
maatteessüf göster- ınediği medeni bir cesaret eseriydi. Pikret yeni bir Namık
Kemal gibi bir şey, yani olmak istediği bir kahraman olmuştu. Biz harbe
girdikten ve "cihad" ilan ettikten sonra bile, "Feteva-yı Şerife
Karşısında" diye yazdığı manzumede, bu hale gözyaşları ile gülüyordu. Onun
görüşlerinde bir "pathetique" ve bir asalet bulunduğu muhakkaktır.
Pikret'te milli hislerin neşvünema bulmamış olduğu ve kendisinin bir milliyet
şairinden ziyade bir beşeriyet şairi olduğu, muahaze yolunda söyleniliyor.
Fakat muhitinin şüphesiz bir kurbanı olan Fikret, gene şüphe yok ki muhitinin
bir neticesidir. Fikirlerimiz, hayatımızın geçtiği zamanların ve yerlerin
mahsulüdürler. Biribirini takip eden insan nesillerinin, biribirine bu kadar az
benzeyerek geçişleri içinde, tahayyül ettikleri ve yaşadıkları zamanların da
kendi aralarında, biribirlerine daha fazla benzemediklerinden ileri geliyor.
Pikret hepimizin kalbini dolduran bir tahassür
ve melal ile, "Bu memlekette de bir gün sabah olursa Haluk!" demişti.
Onun hayatı hep bu sabah için mütehassir, asabi, hırçın ve münfail bir intizar
oldu. Bir gün eski bir talebesi olan, ilk gençliğinden beri kendisini çok seven
ve hakkında küçük bir kitap neşretmiş olan Ruşen Eşref'e, "Şaşıyorum!
Pikret bütün Edebiyat-ı Cedide zamanında, o matbaada geçen hayatına nasıl
mukavemet etti? Resmi ve müesses kuvetlerle ne Sultan Hamid, ne İttihat ve Terakki,
ne de arada sırada hükümete gelen muhalifler zamanında anlaşamayarak,
muhitlerine mütemadiyen muhalefette kalan bir ruh ile yaşamaya nasıl tahammül
etti?" diyordum. Ruşen Eşref cevaben, "Dayanamadı, kırk sekiz
yaşında öldü" diye cevap verdi.
Tevfik Pikret, Ömer Seyfettin ve Ziya Gökalp
gibi, hastalığına başlangıcında teşhis konulamamış olduğu için, tedavi
edilerneden ölmüş sayılabilir. Meğer şeker hastalığına tutulmuş. Doktorlar
kendisine, sinirlerini tedavi için, Şirket-i Hayriye vapuruyla her gün
Kavaklar'a kadar giderek hava almasını tavsiye ettiler. Nasıl ki biçare bunu
yapıyordu. Şeker veremi tevlid ettikten sonra hastalığını tedaviye başladılar,
ama tedavi artık imkânsız olmuştu. Zavallı, sonuncu gün, ölümünü duymuş ve
"yıkılıyorum" diye bağırmış!
Gerek Tevfik Pikret, gerek
Ziya Gökalp, yani son zamanlarımızın yetiştirdiği en mümtaz iki üstadı, tedavi
edilmek üzere Avrupa'ya gitmeleri kendilerine musırran tavsiye edilmişken,
parasızlıklarından dolayı buna muvaffak olamadıkları için kaybettik.
Kendilerine sonraları o kadar acımış olan milletin idari teşkilatı, vaktinde
böyle, belki hayatlarını kurtaracak bir yardımda bulunmaya müsait olmadı.
Halbuki bıraktığı eserin kıymeti ne olursa olsun, Pikret'in hayatı düşünülürse,
numune ve tesir olarak bunun kıymetinin, eserine de tefevvuk ettiği görülür.
Pikret'in hayatını tanıyanlarca bu eserinden lakayt bir tarzda bahsetmeye imkân
yoktur. Bu o kadar mütemadi, hisli ve içli bir ibda, müessir bir sanat
eseridir. İnsanlara hiç itimat ve muhabbetleri kalmamış olanlar, onun
hatırasını nasıl taziz etmesinler ki, o da insanlara itimat ve muhabbetinden
nadim, pişman ve perişan olmuştu. Tevfik Pikret bir zamanlar, vatanın
kayalarına bağlı bir "Promethe" gibi bir şey olmuştu! Biz ki, onun
ruhundaki kanatların, bütün bu muhitlerin içine sığmayarak ve çarparak kanadığını
gördük. Biz bu meşhur mezarın başı ucunda, yavaşça ve ağlar gibi, kendisinin
Nef'î'ye söylemiş olduğunu ona tekrar edebiliriz: "Sana bir başka zemin,
başka zaman lazımdı!.."
Hakimiyet-i Milliye, 3 Eylül 1931
Ediplerimize Dair Hatıralar
Şimdi gözlerimi kapasam hâlâ daha çocukluğumda görmüş olduğum
gibi mavi, rakit ve geniş bir su tabakası üstünde, alçak bacalı bir çatananın
arkasında sürüklediği sıra sıra, bir küçük donanma kadar muntazam mavnalar ve
kayıkların, Boğazın aşağısına inerken dolu ve yukarısına dönerken boş su
fıçılarıyla geçtiklerini görüyorum. Bunlar, bundan otuz sene evvel, Ahmet
Midhat Efendi'nin sattırdığı galiba şu tılsımlı, "Sırmakeş" ismini
taşıyan Beykoz sularıydı.
Ben daha okuyabildiklerim hakkında hiçbir hüküm edi-
nemeyecek bir yaşta iken, Ahmet Midhat Efendi'ye dair bizim evde söylenen
fikirler, kanaatler ikiye ayrılırdı: Büyük annem onun kitaplarını pek sever ve
onu pek çok takdir ederdi. Lakin büyük babamla annem, onun tercüme veya telif
ancak birkaç eserini beğenirler ve onu pek takdir etmezlerdi. İşte böylece Ahmet
Midhat Efendi kavgasını ben bir çeyrek asırdan beri ve içinden bilirim. Bu
münakaşanın elbette daha evvelleri de olacaktı ve daha sonrası da olacaktır.
Boğaziçi'ne nefiy edilmiş gibi, kendini münzevi bir hayata
mahkûm eden zavallı büyük babam, Ahmet Midhat Efendi'yi tanıyor, o zamanlar sık
sık işleyen zikzak vapurlarda bazan ona rastgeliyordu. Biz bu tesadüfleri akşam
sofrada hep beraber yemek yerken duyardık. Fakat o devirde bütün muharirler
biraz "mimli" idi. Zaman, Sultan Hamid korkusuyla o kadar dolu
idi ki, hep "zülfüyare" dokunmamak kaygusuyla geçer,
"mim"liler yalnız biribirlerinden değil, hatta kendi gölgelerinden
bile çekinirlerdi. Bunun içindir ki bu tesadüflerinde kim bilir nasıl, aşina
selamlar teatiysiyle iktifa ederler, ve pek az görüşürlerdi. O bazı kitaplarını
resmi elkap ile, bir isimden ibaret bir dedikasla gönderir, fakat
biribirlerine hiç gidip gelmezlerdi.
Onu, küçükken görmüş olduğumu da hatırlıyorum:
Bir gün, ona Köprü'ye yakın bir yerde rastgelmiştik. Ve bana elini öptürdüler.
Gayri muntazam bir kılık, siyah bir redingot, arkaya atılmış bir fes, sapsarı
bir beniz, son derece canlı siyah gözler, uzun, sivrice ve karışık bir sakal ve
bu sakalda, bıyıklarda ve kaşlarda çarpık çurpuk siyah kılların bir hareket
teşkil ettikleri irice bir yüz, o kadar çocukça ve bedevi bir yüz gördüm ki,
hâlâ bu siyah ve keskin gözlerin çölde yetişmiş gibi parıltısına rağmen, bu
yüzdeki iptidailiğe ve çocukluğa şaşıyorum. Ahmet Midhat Efendi kendi
zamanında bile bir eski zaman tipiydi. Aceleci ve çalak haliyle bir uzak
yerden koşarak gelmiş bir haberci gibi hususi bir hali vardı. Vakıa ben, o
zamanki ketum ruhumda, bu muarefenin şerefini duymuştum. Fakat o sanki benden
daha ziyade memnun olmuş gibiydi. Kulaklarına kadar gülerek ve -okumak bildiğim
için miydi?- bana nasıl aferin diyeceğini şaşırarak, bende mahçup ve hassas
bir adam ve daha tanzim edilmemiş büyük cüsseli bir kuvvet hatırası bıraktı. Ve
kocaman vücudundan umulmayacak bir hiffetle, bir omuzunu indirip kaldırarak ve
sanki yalpa vurarak, yanımızdan bir ayrıldı, gittiydi!..
Ahmet Midhat Efendi bu mu idi? Çocuk
gözlerim, tecrübesizliklerine rağmen, -zira tecrübesiz çocuklar gözleriyle
gördüklerine inanırlar. Gözlerimize bile itimad etmemek ve gördüklerimizden
bile şüphe etmek bize sonraki acı tecrübelerimizin yadigârıdır-, bana büyük
bir adamın böyle olmaması lazım geleceğini duyurmuştu. Güya nasıl olduğunu
biliyormuş gibi, büyük bir adam böyle değildir diyordum. Ondan daha evvel
görmüş olduğum Recaizade Üstat Ekrem bana tasvip ettiğim büyük adam tipinde,
çelebi bir tesir yapmıştı.
Sonraları Ahmet Midhat Efendi'nin bazı
yazılarını ve ona dair yazılan şeylerin bazılarını okudum. Leh ve aleyhinde söylenen
birçok sözler duydum. Fikirlerirn havalandı. Şimdi hatıralarıma hariçten gelme
birtakım malumat ve düşündüklerime başkalarından duyulmuş birtakım şeyler
karışıyor. Kendi zamanlarımla başka toprakların bu mahsullerini, hep beraber
bağlıyorum:
Gerçi Recaizade Üstat Ekrem ve Samipaşazade
Sezai gibi edebiyatperestler hiçbir zaman ona büyük bir paye vermemiş ve hatta
onu hiçbir vakit ciddiye almamışlardı. Hatırlanın ki, babam istihza kasdıyla
ondan hep, "Ahmet Midhat Efendi hazretleri" diye bahseder ve bazan
cahilane bulduğu bir şey için: "Acaba bunu da Ahmet Midhat Efendi
hazretlerinin eserlerinde mi okudunuz?" derdi. Kemalpaşazade Sait Bey'in
de onu istihfaf edenler arasında olduğu malumdur. Meşhur bir münakaşaları,
Babıali caddesinde bir rnudarebe ile hitam bulmuştu. Belki fikri bir münakaşayı
bir döğüşle fasletmek zevkini Babıali mahallesine aşılamış olan bu örnektir.
Ahmet Midhat Efendi münakaşanın çıkmaz bir sokağa saplandığını görmüş, bu
Gordiorn düğümünü kesmekten başka bir çare olmadığına hükmetmiş.
Etrafındakilere: "Ben bu işi başka türlü halledeceğim" demiş ve
Babıali caddesinde Sait Bey'e rasgeldiği bir gün, ona bastonuyla vurarak,
ertesi günü de "Lastik Said'e Dayak" unvanlı bir makalesinde bununla
öğünrnüştü.
Lakin muhitine mühim bir tesir icra etmiş ve
muasırlarının ekseriyeti nezdinde büyük bir şöhret kazanmış olduğu muhakkaktır
ki, bunun da esbabı rnucibesini anlamak için fikirlerimizi o zamanlara irca
etmek ve bu "chaotique" devri düşünmek lazım gelir.
Ahmet Midhat fikir ve matbuat hayatına dahil
olduğu sıralarda, eskilerden bize miras kalan medeniyet sistemi hiçe sayılmaya
başlamıştı. Tanzimat'tan sonra yenileşme hareketinin hızlanmaya, her garplı
fikrin doğru telakki edilmeye, ladini bir felsefenin mücerret bir ilim
addedilmeye ve yeni bir fen âleminin bizi mesut edecek makineler getireceği,
fabrikaların hayatı refaha, yeni bir usül ve nizamın bizi medeniyete götüreceği
düşünülmeye başlamıştı. Yani bunları düşünmeye başlayanlar türemişti. İşte
Ahmet Midhat Efendi, içinde bütün bu fikirlerin kaynaştığı geniş bir kazan
gibiydi. Bu şeylere karşı bir kısım için de bu hareket bir hamiyetsizlik, bir
dinsizlik, bir gâvurluk telakki ediliyordu. Her iki taraftaki bütün bu
fikirler, tabii büyük bir kargaşa içinde kekeliyor ve haykırışıyordu. İhtisas
sahalarının daha ayrılmamış olduğu o zamanlarda, adi bir
"vülgarizatör" kendini bir alim addetmek ve basit bir
"poligraf" bir allame geçinmek zevklerini duyarlardı. Sade bir
tercüme bile bir keşif ve fetih mahiyetinde telakki edilirdi. İlme karşı
cahillerin müfrit hürmetini duymuşa benzeyen Ahmet Midhat Efendi, ah kim
bilir, bu ilim deryasına kendinden emin olan ne cahilane bir saffet ve lezzetle
atılmıştı!
Ahmet Midhat Efendi'nin tabiatında, eski
istila devri Osmanlılarını hatırlatan kabarık ve taşkın bir ruh ve bir eda
vardı. Akıl ve zekâsı bolluk ve bereket istiyor, hayatı hareket seviyordu.
Kalemi Sırmakeş suyu kadar mebzul akıyor ve o su sattığı gibi, kaleminden
durmadan akan bu yazıları da iyi bir fiatla satabiliyordu. Ahmet Midhat iki
yüzlü bir adam değildi. Fakat onun, resimlerini gördüğümüz eski Hint mabutları
gibi, sanki birçok yüzleri ve birçok elleri vardı. Onu köşesinde bağdaş
kurmuş, bu muhtelif ellerinde tuttuğu muhtelif kalemlerle yazarken tasavvur
ediyorum. Kendisine daha yazı makinelerinin icat edilmiş olmadığı o zamanlarda,
tabı makinelerinden kinaye olarak "Yazı Makinesi" lakabını
vermişlerdi.
Fakat o bir Şark kafasıyla "Avrupa
kafalı" olmak isteyen bizlerin bir pişdarımız değil miydi? Ve zaten böyle
olduğu için tekfir edilmiş ve ilk zamanlarında bu kadar aleyhinde bulunulmuş
değil midir?
Ahmet Midhat Efendi bir kanaat edinmişti. Ve
bunda haksız değildi. Vatanın kurtarılması için maarifin tamimi lazımdır.
Yüksek edebiyat yapmanın sırası değil, lakin bu millete okumak hevesi
aşılamanın zamanıdır. Maarifin her şubesini teşvik etmelidir. İşte bundan
dolayıdır ki o, her vadide yazar çizerdi. Binaenaleyh okuyup yazmanın gayet az
müteammim olduğu o zamanlarda, o kendisine bilhassa halkın hocası nazarıyla
bakıyordu. Ve Ahmet Midhat, hocaları şaşırtacak bir yazıcıdır: Sathi, acul,
adi, amiyane, hayide, lakin işte, sonra kendini bihakkın beğenmeyip inkâr
edeceklere yol açmış bir muharrirdir. Bir muharririn nasıl olmaması lazımsa
öyledir. Her telden çalar, her mevzuu yazar. Lakin devasa bir şahsiyettir ve
milletimizde okumak merakını tenmiye edebilmiş bir yazıcıdır!
Sonraları Ahmet Midhat Efendi, Çelebi Veled Bahai Efen-
di'ye: "Benim için 'popüler' bir muharrir derler, amma bizim zamanımızda
hiçbir şey bilinmiyordu. Ve daha mütehassıslık zamanı gelmemişti. Her vadide
yazmaya ben mecburdum. O zamanki hal bunu icap ediyor ve bu millete bilhassa
okutmayı öğretmek lazım geliyordu" dermiş.
Bir gün Sirkeci civarında, arabasında müşteri bekleyen bir
arabacı, bir gazete okuyormuş. Bunu gören Ahmet Midhat Efendi'nin fahr ve
sevincinden gözleri yaşarmış: "Şükür ki bu günleri de gördük!.. Millet
okumaya o kadar alıştı ki, işte bir arabacı bile gazete okuyor."
Edebiyat, lisan, felsefe, tarih, roman, masal, din,
politika, ilm-i iktisat, tıp, askerlik, muhtelif ilim ve fenler, her yolda gazete
makaleleri ve her türlü tercümeler!.. "Hezarfen" Ahmet Midhat
Efendi'nin yazmadığı vadi kalmamıştır. Ciltsiz kitaplarını üst üste kor,
"Boyumca kitap yazdım!" diye öğünürmüş. Fakat eminim ki bunların tam
sayısını kendisi de bilmedi. Kırk Ambar müellifinin neşretmiş olduğu
irili ufaklı eserlerinin sayısını bir Allah bilir!..
Ahmet Midhat Efendi gazetecilik âleminde de büyük bir
varlık göstermiş ve mühim bir tesir icra etmişti. Tercüman-ı Hakikat'!
nasıl çıkarmış olduklarını Velet Bahai Efendi'ye anlatmış: "Gazeteyi
kendi evlerinde, kadın erkek bütün ailesinin yardımıyla kâmilen hazırlarlar,
hatta kâğıtlarını, kardeşi Mehmet Cevdet Efendi Galata'dan İstanbul'a kadar
sırtında taşırmış. Böylece gazetenin her şeyi tertip edildikten sonra, ancak
basılması bir Ermeninin matbaasına havale edilirmiş." Ahmet Mid- hat
Efendi görülüyor ki, bizde matbaayı İbrahim Müteferrika ile birlikte tesis
edenlere benzeyen bir şahsiyetti. Böyle basılmasına kadar uğraştığı Tercüman-ı
Hakikat'in makalesinden ve birçok fıkralarından başka, tefrika edilen
romanlarını da yazan ken- disiydi.
Ve o mutlu zamanlarda kalemin öyle bir kıymeti, muharrirliğin
öyle bir payesi vardı ki gazeteci hüriyetperver demek; muharrir de milliyetperver
demek gibi bir şeydi. İstipdat idaresi Ahmet Midhat Efendi'ye Üssü İnkılap
diye kendi müdafaaname- sini yazdırmışken, o yine bir hürriyetperver diye
tanılırdı. Nasıl ki zamanı cahiliyyette, diğer taraftan da bir hakim ve bir
filozof tesiri yapıyordu.
Ahmet Midhat Efendi'nin o zamanın okuyan gençliği üzerinde
bir alim tesiri yapmış olduğu muhakkaktır. Mahmud Sadık gibi fikir hayatına o
zaman yeni doğan gençler, onda üstat ve mütefennin bir muharriri
selamlamışlardır. Bu onun fenne dair eserler yazdığı ve adeta bir
"materyalist" tesiri yaptığı zamanlardı. O zamanın dini istipdadı o
kadar şiddetliydi ki, biraz fen bile böyle zımmen bir dinsizlik, hatta bir din
aleyhtarlığı gibi telakki ve tefsir ediliyordu. Ve daha garibi, yalnız
dindarlar tarafından değil, hatta din aleyhtarı olanlarca bile!
İşte Ahmet Midhat Efendi bu zamanlarda kazandığı mevki ve
şöhreti, bu defa dine dair aynı sadedillik, sathilik, saffet ve acele ile ve
mal bulmuş magribi gibi, her öğrendiğini derhal öğretivermek gayesiyle yazınca,
gençler indinde kaybetmiş ve onların ıs'at ettikleri mevkiden sukut etmişti.
Bütün bu eserlerin tesirlerini hikâye ile, onlar hakkında
hem esasi, hem tarihi bir hüküm ihtiva eden tetkikleri biz ancak mesela Ali
Kemal gibi, onun zamanındaki gençlerin yazılarında ve şehadetlerinde
bulabiliriz. Ve bunları bizde şimdi, bilhassa Meclis-i Umuru Sıhhiye'de onu
çok tanımış ve onunla uzun müddet beraber çalışmış olan Cenab Şehabeddin Bey,
yahut Ahmet Rasim ve Necip Asım beyler gibi o devre yetişmiş olanlar yazabilirler.
Cenab Şehabeddin Bey hikâye edermiş ki, uzun müddet
Meclis-i Umuru Sıhhiye reis vekili bulunan Ahmet Midhat Efendi, daireden -yani
Köprü'ye iki dakikalık bir yer- çıkarken, hatırına bir roman mevzuu gelir,
bunu Boğaziçi vapuruna girinceye kadar zihninde tasarlar, yan kamarada bir yer
bulup yerleşir yerleşmez yazmaya başlar. Vapur Beykoz'a gelinceye kadar,
romanda bir hayli maceralar geçermiş. Fakat Ahmet Midhat Efendi'nin asıl
Hüseyin Efendi isminde halis hattat bir katibi varmış ki, işte ekseri
eserlerini ve bilhassa romanlarını imla suretiyle bu Hüseyin Efendi'ye yazdırır
ve o esnada bir yandan da resmi işleriyle meşgul olarak, odadakilerle de
görüşürmüş. Bahtiyar muharrirler ki yazmanın hiçbir müşkilatını duymamış ve
yalnız çocukluklarından zevk almışa benziyorlar! Biz niçin onlara
benzeyemiyoruz?
Böyle iken, bu kitaplarının, hele romanlarının birkaçı pek
çok şöhret kazanmıştır. Gerçi, bilhassa ilk zamanları, bu romanlar züppelik,
ahlaksızlık, frenklik ve dinsizlik addedilerek, kendisini adeta küfürle itham
etmişlerdi. Lakin bir kısım kariler yavaş yavaş bu tarza ısınıp alıştılar. O,
romanlarında hem bir yandan merakı tahrik etmek, hem de diğer yandan rastgele,
bir sürü malumat vererek, kendini okuyanlara birtakım şeyler öğretmek gayesini
takip ediyordu. Bu itibarla her roman bir nevi ambardı. Ve tabii tercüme
olmayan romanlara da, tercüme etmiş oldukları gibi bir örnek hizmetini
gördürüyordu. Monte Christo'nun tercümesinden sonra ve ona birer nazire
gibi yazılmış Hüseyin Mellah, şimdiki bazı romanların kariler nezdinde
kazandığı şöhreti o zamanlar da kazanmışlardı. O, vaktinde en okunmuş, beğenilmiş,
büyük görülmüş bir romancımızdı. Ve Türk romanı tarihinde elbette mühim bir
mevki işgal eder.
Ahmet Midhat Efendi bir
taraftan millete okumayı öğretmek, halkı buna alıştırmak isterken, bir
taraftan da kendisinin kitap ticareti yaptığını, bir kitap taciri olduğunu
bilirdi. Bu hususta bazı fikirlerini "orijinal" buluyorum: Beykoz'da
küçük bir çiftliği, yahut bir arazi ortasında bir köşkü varmış. İşte kendi
bastırdığı kitaplarını İstanbul'da depo kirası vermeden ceste ceste satabilmek
için, bu çiftliğe, köşke veyahut yalısına nakleder, burada saklarmış. Ahmet
Midhat Efendi'nin böylece bastığı kitaplar, tercümeler, mecmualar ve
gazetelerden epeyce bir kazancı olmuştu. Belki bizde hiç kimse doğrudan
doğruya yazıdan bu kadar para kazanamamıştır. Ve belki paranın o zamanki kıymeti
itibariyle ve şimdi kitapların getirdiklerine nispetle kazandığı küçük bir
servet teşkil eder.
Muhit, Eylül 1931, sene:
3, nr. 35, s. 27-29 ve 76
Ediplerimize Dair Hatıralar
Esmer, kısa boylu, tıknaz, kara gözlü, kara bıyıklı,
alnında bir bere, onu ilk defa bir konferans vereceği gün sahnede görmüştüm.
Perde arasından meydana öyle gösterişsiz, mahçup, mütereddit, yavaş ve acemi
bir tavırla çıkıverdi ki konferansçı mı, yoksa masayı hazırlayacak, suyu
değiştirecek ve gidecek bir haderne mi, birden anlayamadım. Ve haderne değil
konferansçı olduğuna emniyet edince eyvah! Muvaffak olamayacak, şimdi
kekeleyecek, sonra söyleyemeyecek, mütevazı bir tarziye verip çekilecek
korkusuna düştüm. Halbuki o, bilakis o kadar samimi, ciddi ve ilmi söyledi ki,
söylediğini düşündüğü görülüyor gibi oluyordu. Ve bu konferans yalnız bir
mütefekkir değil, hem de bir hatip muvaffakiyeti oldu.
O zekâsını böyle maddeten göstermeyen bir
adamdı. Lakin dünyada emsalini ancak üç dört kişiye çıkardıkları Fransız alimi
Henri Poincare, ondan daha şaşkın ve beceriksiz bir adama benzerdi. Halbuki
onun aklının muayyen bir meseleyi derin, etraflı, doğmatik ve milli bir tarzda
düşünmek ve hülasa etmek kabiliyeti yekta idi.
Ziya Gökalp, Süleyman Nazif gibi Diyarbekirli
idi. Birçok zeki adam yetiştiren bu diyar içinde, şüphesiz pek külliyetli bir
akıl hamule ve hissesiyle doğmuştu. Diyarbekir bu çocuğu ile ilanihaye iftihar
edebilir. Doğarken herkesten fazla bir akıl ve mantık kabiliyetiyle yaratılmış
bu mahluk kendini, zekâsından dolayı saydıran ve sevdiren bir çocuk, bir genç,
ve nihayet bir üstat olacaktı. Ancak irsi hazırlanışı, tabiatı itibariyle
bilhassa ibtidalarında, hayat içinde fikirlere müfid bir ehemmiyet verecek,
onları fazla ciddiye, hatta feci olacak tarzda fazla ciddiye alacaktı.
Beyni düşünen, hüküm veren, tasnif eden,
netice ve düstur çıkaran kuvvetli bir makine idi. Ondaki zekâ o kadar bereketliydi
ki, yoğurmak ihtiyacında bulunduğu büyük yani umumi, milli yani hissi fikirlere
kavuşmadan evvel, boşuna işleyen bir değirmen gibi aşınmış ve asabileşmiş ve
gençliğinde had bir buhrana tutulmuştu. Ziya Gökalp mütedeyyinmiş, Arapçayı iyi
bilir, Kuran'ı ezbere bilirmiş. Bütün meşhur mutasavvufları okumuş. Sonra
tabiatın müstebit ve insanın esir olduğunu, insanda hiçbir irade ve istiklal
bulunmadığını düşünmeye başlayınca, bu determinizm onda öyle büyük bir hayal
inkisarı ve ruh acısı olmuş ki, gördüğü kâinatın manasızlığı ve hayatın
insafsızlığı karşısında geceleri uyuyamamaya başlamış ve nihayet intihar etmeye
kalkmıştı. Bu felsefi bir intihardı. Bir gün çalışma odasında Ziya Gökalp,
beynine bir kurşun sıkmış. Kurşun alnının kemiğini delmemiş, kemiğin içinde
kalmış. İmdadına koşanlar, gelen doktor kurşunu çıkaramamış. Bu kurşun senede
ancak iki milimetre kadar Ziya Gökalp'in beynine doğru ilerlermiş. Süleyman
Nazif'ten duymuştum. Ziya Gökalp, bu ameliyat esnasında dişlerini sıkarak, hiçbir
ses çıkarmadan tahammül etmiş ve ona: "Acımıyor mu? Istırap çekmiyor
musun?" diye soranlara, "Çektiğim manevi ıstırap o kadar büyük ki,
onun yanında bunun acısını hiç duymuyorum!" diye cevap vermiş.
Süleyman Nazif, Ziya Gökalp'e deli derdi.
Bilakis onun kadar kuvvetli ve halis bir "entellektüel" tipi
olamazdı. Ve biz bu kadar mükemmel bir numunesini bir daha göremedik İntihar
teşebüsünden sonra bin müşkilatla, kendini hayata rapteden fikri bulabilmişti:
Bu, aklın mabedinde takdis ettiği bir mefkure, bir vatan ve hürriyet
mefkuresiydi!.. Bu mefkureyi kuruncaya kadar birçok düşünmüş ve uğraşmıştı.
Eğer zihnen bu çareyi bulamazsa, ruhunda bu kanaati ve hayat ile bu rabıtayı
tesis edemezse, hülasa bu felsefi ukdeyi halletmezse, şüphe yok ki gene intihar
etmek isteyecekti!
Ziya Gökalp deruni bir adam, yani içinden yaşayan, içli ve
mahrem bir adamdı. Bütün ihtirasları, müthiş bir merkeziyetle beyninde ve
kalbinde toplanırdı. Süleyman Nazif gibi sesleri, tavır ve hareketleri ve
sözleriyle, muttasıl etrafına taşkın ve "ko- münikatif" değildi. Eğer
böyle olsa, fikirlerini gençliğe telkin edebildiği kadar, halka ve umuma da
temin edebilecek, emsali bulunmaz, tam ve rehakâr bir üstadımız olacaktı. Onda,
fikirlerine muttasıl bir vuzuh ve sarahat bahşeden bir ilmi tefekkür
kabiliyeti, harikulade bir tahlil ve tasnif kabiliyeti vardı. Milli felsefemizi
bulmuş, milli filozofumuz olmuştu. Biz onu, bilhassa Türk milliyetçiliğinin en
büyük nazariyecisi ve üstadı olarak tebcil ediyoruz. Doğmatizmi ve taassubu bu
sahada yanlış ve muzır olmaktan çıkıyor, feyizli bir muhabbet oluyordu.
İçtimai meselelerde Fransız filozofu Durkheim'ın nazari-
yelerinin ve fikirlerinin isabetine kanaat etmişti ve hep bunları müdafaa
ederdi. O kadar salabet ve katiyetle ki Durkheim duysa, belki bu emniyette
biraz fazla cesaret ve mübalağa var diyecekti.
Ziya Gökalp o kadar "entellektüel"di ki bir
mübahasesinde, Yeni Mecmua 'daki bir makalesinde muarızlarına cevap verirken, onlara
prensipleri namına bir de program çiziyor ve arzularının ne olması iktiza
ettiğini madde madde sayarak, işte siz kendi fikirlerinizin neticesi olmak
üzere şu ve bu şeylere de taraftar olmalısınız diyor, hülasa kendisinin tasvip
etmediği ve onların tasavvur edemeyecekleri bütün bir sistem daha kuruyordu.
Ziya Gökalp İttihat ve Terakki merkezi umumisi azasından-
dı. O zamanlar için bu hudutsuz bir kudret ve kuvvet demekti. Ve onun bu
sıfatı, bazıları nezdinde, fikirlerine mühim bir kıymet ve sıklet veriyordu.
Diğer bazıları gibi de, onun bu azalığını tenkit ve muahaze etmek kabildir,
hatta kolaydır, belki de lazımdır. Zira denebilir ki bir fikir adamı için,
fikrini dinletemeyeceği icraat adamları ile teşrikimesai etmek neye yarar ve
tasvip etmediği İcraatın mesuliyetini üstüne almak niçindir?
Yakup Kadri'nin Hüküm Gecesi'nde, onun siyaset ve
icraat adamları olan arkadaşları arasında, şaşırmış ve perişan halinin canlı
bir tasviri var. Ziya Gökalp gibi bir hürriyet mücahidi, hürriyet ihtilalcisi
için, İttihat ve Terakki'nin istipdadına iştirak
etmiş olmak talihin bir cilvesi, hayatın bir istihzası
değil midir? Bu fırkanın memleketi pek fena idare etmiş olduğu meydandadır.
Ziya Gökalp felsefi ve içtimai fikirlerinde ne kadar yükselmiş ve faydalı
olmuş olursa olsun, daha hesabı verilmemiş bir siyasi mesuliyet yüklenmiş olduğu
muhakkaktır. Fakat bir Ziya Gökalp, alelade bir şahsiyet gibi telakki edilemez
ve hatta anlaşılamaz. Onu sevk ve idare eden sebeplerin hep fikri olduğunu
bilmeli ve bunları hep tahlil edebilmelidir. O sırada kendisine Maarif Nezareti
teklif edilince, bunu kabul etmeyerek reddetmiş olduğunu da duymuştuk. Ziya
Gökalp muttasıl yazarak neşrettiği ve gençlerle konuşarak tamim ettiği
fikirlerini, hükümete kabul ve tatbik ettirmek için böyle bir mevkie ihtiyacı
vardı. Bunda milli bir zarar değil, umumi bir fayda görüyordu. Emin olmalı ki,
hükümet kuvvetlerine dert anlatmak için hitap ediyordu. Bunun haricinde yevmi
siyasiyata karıştırılmamıştır.
O milletini bütün duymuş, belki saymış ve
onlara karşı yazıları ve sözleriyle, birtakım panzehirler dağıtmıştır. Ziya
Gö- kalp nazariyelerini tedvin etmiş olduğu gibi, şiirini de teganni etmiştir.
Onun bu şiir ve musikisi, Yunus'un zirvelerinde esen ilahi rüzgârlardandır.
Onda en hürmetle sevdiğimiz hassa bir malumat yığını değil, ilimle münevver bir
dimağ oluşu; kuru bir mantık değil canlı bir düstur oluşu ve, susuzluğumuz
karşısında, birçokları gibi suyu içilmez bir sarnıç değil, taze bir memba
oluşudur. Onu hatıramızda bir üstat, bir mürşit, bir ulu diye taziz edeceğiz.
Muharebenin felaketli neticesi, İttihat ve
Terakki'nin sukutu ve memleketin izmihlali hep kafasıyla yaşayan bu adamda
şüphe yok ki müthiş sarsıntılar yapmıştı. Zira onun başındaki fikirler vücudunu
yiyecek kadar şiddetli, ihtiraslı ve canlı durdu. Bir iki kere ötede beride
Ziya Gökalp'i, bir kanepe üstünde yana sarkan başıyla ve fersiz gözleriyle,
doğru durmayan bir köşe yastığı kadar cansız ve manasız gördüm. Onu Beyoğlu'nda
Librairie Mondiale'da son gördüğüm gün, yorgunluğuna hayret etmiş ve bundan
pek müteessir olmuştum. Bitkin, kekeleyen bir halde idi. Lakırtıları, okunmaz
bir yazı gibi, anlaşılamıyor- du. Az bir müddet sonra, ne yazık ki çok geç
kalmış olarak, onu Fransız hastanesine yatırdılar. Yahya Kemal, hastanenin iyi
tanıdığı doktoruna, Dr. Cassen olacak, Ziya Gökalp'e verdiğimiz ehemmiyeti
anlatmış ve onu kurtarabilmek için ellerinden gelen her şeyi yapmalarını rica
etmişti. Hastane, hastayı tedaviye hususi bir itina ile gayret ediyor, Yahya
Kemal de sair birkaç dostla, hergün onun halinden haber alıyordu. Eyvah!.. Bu
haberler iyi çıkmıyor, mühim bir dimaği yorgunluk, mühim bir kan bozgunluğu,
büyük bir anemi ile hayat ondan çekiliyor, Ziya Gö- kalp günden güne ölüyordu.
Bizi minnettar bırakmış olan büyük ihtimarnlara rağmen kurtulamadı.
Resmi kuvvetler kendisine
layık bir cenaze tertip ettiler. Bilhassa gençlik, ciddi bir matem gösterdi.
Tabutunu çiçeklerle, Sultan Mahmud türbesindeki mezara götürdük. Üstadı nutuklarla
defnettik Bıraktık, ayrıldık ve unuttuk!.. Bugün hâlâ bu vaziyetteyiz.
Eserlerini neşir ve tamim için, bir Ziya Gökalp Cemiyeti teşekkül etti. Bugüne
kadar ne yapmış olduğunu bilemiyoruz. Onun güzel ismi şimdiden klasik bir
hatıraya inkılap etmeden, içimizde canlı bir mefhuma, faal bir düstura alem olmalı
ve hayatında müdafaa etmiş olduğu fikirleri, muttasıl neşir ve tamime yaramalı
değil miydi?
Hakimiyet-i
Milliye, 13 Ağustos 1931
Ediplerimize Dair Hatıralar
Abdullah Zühtü silik bir şahsiyetti ve ben onu hayal meyal
gördüm. Lakin dalgın ve muhayyel hayatımın çocukluğunda, gençliğinde ve orta
yaşında hayal, hakikat, sanat ve ölümün canlı, hesabi, mesut ve biçare
yüzlerini temsil ederek bana dört kıymetli ders vermiş olduğunu anlıyorum.
İsmini ilk önce bir baharın gülleri, dikenleri arasında
açılan bir sabah mahsulü gibi duymuştum. Ben daha çocuktum. Belki ilk romancı
ismi olarak onunkini öğrendim. Hatırlıyorum: İnce ve pembe kâğıtlı, kocaman
kıtalı Sabah gazetesi gelince, evdeki hanımların ilk merak ettikleri şey
onun romanları olurdu. Bir aralık Journal des Debats gazetesi de bu
pembe renkte ve bu geniş kıtada çıkardı. Okumayı sevenlere ne mutlu!.. Her gün
kendilerine böyle çarşaf boyunda bir mektup gelmiş demektir. Kalbin melali,
hiçbir mektuptan bir hayır ummadığı zaman başlıyor. O zamanlar büyüklerin
okuduklarını seyrettiğim ve benim okuyamadığım bu gazetelerde Abdullah
Zühtü'nün biribirini takiben ve isimleri de biribirini andıran romanları
çıkardı: Güller Dikenler, Şikeste Beste!.. Bunlar okumadan evel
isimlerini ilk duymuş olduğum romanlardır.
Edebiyatta roman ve hikâye kılığına giren
yazılara fazla bir ehemmiyet atfedenlere daima şaşarım. Zira sanırlar ki edebiyatın
başlıca şekli, böyle küçük ve büyük hikâyelerdir. Vakıa bir romancı ekseriyetle
bir şair, bir münekkit, bir filozof ve bir müverrihten daha çok okunur. Zira
kitapları doğrudan doğruya edebiyatla alakadar olmayan karilerin nezdinde de
alaka uyandırır. Lakin bu ani muvaffakiyet, atide bir muvaffakiyetsizlik
hazırlar; bu kitapların karileri ekseriyetle kültürsüz, hafızasız ve zevksiz
oldukları için, nesiller değiştikçe bu eserler daha kolay unutulur. İptidai ve
basit zihniyetler, biraz şiir ve biraz hayal ihtiyaçlarını birer küçük
pencereden hava alır gibi, bu romanlarda tatmin ederler. Fakat nesillere bir
hürmet ve muhabbet telkin edemezler. Yeniler de biraz şiir ve biraz hayal
ihtiyaçlarını bunlara muadil olan başka sahifelerde tatmin etmek imkânını
bulurlar. Artık hiç kimse bu romancıları bir daha okumaz ve hatırlamaz bile.
Ölmüş muharrirlerin kitaplarına bizi sevkeden merak, edebiyattır. Tenkit edebiyatta
hafıza rolünü tutar. Ede- biyatperestleri alakadar eden bir kitap edebiyat
tarihine geçer, fakat tenkidin nazarı dikkatini celbetmeyen romanlar, kitaplar
en çabuk ve en çok eskiyenlerdir.
Bu bahsettiğim zamanlarda Sabah
gazetesi gelince, bir romancının uyandırdığı merak ve alakayı ben hanımların
yüzlerinde ve sözlerinde görürdüm. Abdullah Zühtü bana, romanlarda bulduğumuz
eşhasın, nasıl hayatta tanıştıklarımızın sıcak âlemine dahil olanlar gibi,
ahbaplarımız telakki edildiklerini öğretmiş oldu.
Abdullah Zühtü'yü Meşrutiyet'in ilanından sonra
Yeni Ga- zete'yi çıkardığı sıralarda tanıdım.
Eseri gibi silik, çiçek bozuğu, ince ve zaif
bir yüz!.. Hafif ve nazik bir vücut!.. Kısa kısa ve seri nazarlı, çiy, mavi,
zeki gözlerle mütehavvil, ısrar etmeyen, değişen bir adam!.. Mütemadiyen
hareket ve nezakette tavırlar!.. Bu biraz müphem adamı görünce, (hazır, uysal,
hamarat) kendisinden her işi başaracağını me'mul ederdiniz. Edipler arasında en
hatıra getirdiği Hüseyin Rahmi Bey'di. Belki biraz derbeder, biraz
"boheme" bir şahsiyet. Onu biriktirdiği ve sakladığı, manası belki
büsbütün anlaşılmamış bir hüviyet gibi hatırlıyorum.
Abdullah Zühtü Yeni Gazete'yi
çıkarıyor, İttihatçıları değil, Kâmil Paşa'yı müdafaa ediyor, yani muhalefet
yapıyordu. Belki ve galiba bu yıkık tahta merdivenli, döşemeli ve tavanlı
idarehanenin arka tarafında, iş âlemine bakan gizli bir penceresi vardı. Ekser
gazeteciler her şeyden bahsetmeye mecbur oldukları için, hiçbir şeyi adamakıllı
bilmeye imkân bulamazlar. Ve bundan dolayı gazete idarehanelerinin hülyalara,
ümit ve tahayyül edilen iktidar ve servetlere nazır bu pencerelerinden görülen
manzaralar, kim bilir ne süslüdür! Zühtü de bu penceresinden geniş, zengin bir
ufuk seyrediyor, Nihat Reşat Bey'i, Sabahattin Bey'i, Reşit Sadi Bey'i görüyor,
Sir Erneste Cassel'i görüyor. Türkiye Milli Bankası'nı görüyor, birtakım
ihtimaller seçiyor, birşey söylemiyor, fakat bizi nezakete boğuyordu.
Nezaketin fazlası daima biraz ticaridir. Yahut bu hissi verir. Abdullah Zühtü
de biraz hayal peşinde, hayalperver bir adam tesirini veriyordu. Fakat bu
süslü sahillere varacağını uman gemi, şimdilik yoksulluk um- manınm fırtınası
içinde sallana sallana gidiyor, bir yığın enkaz manzarası halinde gözüküyordu.
Yeni Gazete'de, bizde
galiba ilk önce Saadet gazetesinin yapmış olduğu gibi, başmakale olarak
edebi makaleler neşrediyor ve ilk zamanlar bunları Cenab Şehabeddin Bey
yazıyordu. "Çöl ve Hacılar" gibi bazılarının güzelliğini hâlâ
hatırlıyorum. Gazete bunların tanesine birer lira vermeyi vaadetmiş. Yazılar
her gün basılacağına ve bu para bu günkü on liraya müsavi olduğuna göre,
matbuat âlemi için hayli bir kadirşinaslık demekti. La- kin bunlar otuz kırk
tane kadar basıldığı halde, hiçbirinin tediye edilmediğini gören Cenab
Şehabeddin Bey de bunları kesmeye mecbur olmuştu. Sonraları Mahmut Sadık bu
gazeteye "Takvimden Bir Yaprak" unvanlı yevmi fıkralarını vermeye
başladı. Mahmut Sadık, Abdullah Zühtü'nün eski bir dostuydu. O da gazetenin
vaadini tutmamak usulünden müşteki idi.
Görülüyor ki o eski zamanlarda Yeni Gazete'nin bize irae ettiği numune, bizde klasik olacak bir gazete
tipi idi. Model olarak hayli etraflı bir fikir veriyordu. Abdullah Zühtü, daha
yeni açılan gözlerimize vakit kaybettirmeden, matbuatın iç yüzü hakkında bir
ders vermiş oluyordu.
Uzun bir fasıla!.. Şimdi bildiğimiz bütün o
eski hülyalar ve emeller solmuş ve dağılmış, o baharın üstüne sanki müfrit bir
hazan gelmiş, Mütareke denilen şeamet devri başlamıştı. Ona hiçbir yaşı
yakıştıramamakla beraber, sanıyorum ki Abdullah Zühtü daha yaşlanmışa
benzemiyordu. Ancak uslanmış, matbuat âlerninden çekilmiş, bilmem nasıl bir
zevk, bir muhabbet, bir zekâ diyeceğim geliyor, bu hafif adamı birtakım
güzelliklerin muhitine çekmiş, kurtarmıştı. Abdullah Zühtü biriktirmiş olduğu
kıymetli, nadide asar-ı nefise arasında yaşıyordu. Milli zevkimizin vaktiyle,
tezyini sanatların birçok şubesinde ne harikalar vücuda getirmiş olduğu
malumdur. Abdullah Zühtü eskilerden bize miras kalan bu güzel eşyaları almakla
ve satmakla iştigal ediyor ve yaşıyordu. Kendisini bu güzel şeyler arasında,
bir şiir ve bir sanat gazisine bürünmüş gibi gördüm. Parası, vakti ve zevki
olanlara, bu eşyayı cehalet ve harnakatin tahribinden muhafaza etmek,
düşürüldükleri çamurdan ve külfetten kurtarmak necip bir vazifedir. Kabiliyeti
olan Türkler böylece, Türkülüğün mazisinden birer parça şey kurtarmış olurlar.
Dünyanın gözlerine canlı canlı gösterebileceğimiz bütün bu eşyanın baş
döndürücü, gönül alıcı güzelliklerini biliyorum. Bütün bunları görsem, gözlerim
dönüyor, ağzımda bir tebessüm ve kalbimde bir aşk hasıl oluyor. Lakin bütün bu
geçmiş mevsimlerden koparılmış ve bir tılsım sayesinde gibi, hâlâ solmadan
mahfuz kalmış bu çiçeklerle hasıl olan bu bahçe, nihayet muayyen bir sayıda bir
altına denk geliyor. Ve para biraz ağır bastı mı, mesela bin yerine bin yüz,
bin iki yüz, bin üç yüz oldu mu, eyvah! Bütün bu güzel şeylere elveda dernek
iktiza ediyor. Onların yerinde yeller esiyor ve tozlar uçuşuyor. Ve bütün bu
mazi baharı, mesela Londra'nın sisli ve mağmum, yahut Amerika'nın taştan ve
maddeten pek yüksek muhitine göç ediyor. Böyle eşyaya günün birinde nihayet
İstanbul'dan ziyade Paris, Londra ve New York'un zengin mahallelerinde
rastgelinecek, ve mesela New York'un rüzgârları içinde bir katnda bu zavallı
eşyanın başı dönecek ve tehlikeli bir yerde barınarnayan kuşlar gibi,
kondukları bu yerlere kim bilir ne kadar şaşacaklardır! İşte bu güzel sevginin
zaif noktası da budur!..
Lakin iftirakın acısından evvel bu vuslatn da
kim bilir ne derin tatları ve zevkleri vardır? Hayatını böyle bir meşgalenin
merakına ve keyfine vermek hiç de akılsızlık değildir. Anatole France da bütün
boş vakitlerini, antikacı dükkânlarının ziyaretine hasrederrniş! Abdullah
Zühtü böylece, bana, sanatın eskilik merakını ve zevkini de göstermişti.
Ve ben onu daha genç
addederken, vefatını birden bire gazetelerde gördüm. Ancak birkaç satır yazı
ile!.. Ne bir dost feryadı, ne bir müşahit hesap ve mizanı!.. Yalnız kuru bir
iki satır yazı, içinde binlerce satırlar ve yüzlerce makaleler imzaladığı
matbuat içinden bu emektar hadimine taşan, yalnız bir iki satır yazıydı!.. Ve
ölünce böyle büsbütün unutulan Abdullah Züh- tü bana, ölümün maziyi nasıl
büsbütün silerek yok ettiğini ve mümkün olan bütün şansın, eğer biraz varsa,
ancak hayatta kaldığı dersini de vermiş oldu.
Hakimiyet-i Milliye, 17 Ekim 1931
Süleyman Nazif'in Son Günleri -1
Süleyman Nazif'i tanıyanlar onun hayatta mızıkçılık
ettiğini zannedebilirlerdi. Çünkü bütün kullandığı tartılar bozuk ve ölçüler
yanlıştı. Muhabbeti ve kini sirayet ve tesir ederek, bunları kendine göre
değiştirmişti. Muhabbetinde ifrat ve kininde tefrit vardı. Onu iyi bilen bir
şair olan Hüseyin Sîret'in, ona dair bir şiirinde yazdığı gibi denilebilirdi
ki: "Eder muaraza kalbinde küfr ile iman!"
Kalbinin büyük bir nefret iktidarı vardı. "Dinim
kinimdir" diyen bu adam kinlerini mütemadiyen besleyebiliyordu. Onun
soyundan olanlar yırtıcı mahluklar gibi, tehlikeli hücumlardan zevk alırlar. O
da sevmediklerini hep korkunç birer heyula gibi görüyor ve onlara manen sille,
tokat ve tırnakla hücum ediyor, onlarda kalp yerine birer ejderha saklı ve
hatta para çantası yerine birer bankaları var sanıyor ve müsait rüzgârlarla
bir müddet dönen ve sonra rüzgârlar müsait olmayınca duruveren bu yel
değirmenlerine kollarını olanca kuvvetiyle açarak ve kalemini de süngü gibi
kullanarak, bir Don Kişot gibi hücum ediyor ve bütün bu hücumlar onu yoruyordu.
O, müstakil bir hükümdar gibi mağrur ve zevkperestti. Kalemini
gülerek tehzil için kullanmayı sever, kendi hücumlarının Acem mübalağasıyla da
alay eder ve bu akıl durdurucu mübalağayı da bir zarafet telakki ederdi. Bu da
bir estetik meselesidir.
Bu tenkitlerim onu küçültmez. Etrafındaki efkârıumumiye
tabakasının kendi kulaklarına kadar gelen tenkitleri daha kati, ağır ve şamildi.
Fakat bizde şimdiye kadar efkârıumumiyenin muaheze ettiği bir adamın mutlaka
küçük bir adam olması iktiza etmez ve hatta bilakis onun muaheze etmeyeceği
bir adamın belki küçük bir adam olması iktiza edecekti.
Bir Türk edibinin hayatındaki boşluğu, bir
sanatkârın muhtaç olduğu alkış ve itibara mukabil, nail olduğu sitayişlerin azlığını
ve çektiği uzleti düşünüyorum. Gözleriyle ve sözleriyle sizin kalbinize aşina
bir kalp ve sizin fikirlerinize iştirak eden bir baş taşıdıklarını ima etmek
ister gibi size manalı selamlar verenler, ketum bir âlemin mütehassısı geçinir
ve yanınızdan bir gölge gibi geçerler. Hiçbirisinden size bir fenalık gelmesi
melhuz değilse de, karanlık saatlerden önce evlerine çekilen bu hodgâmlardan
hangi bir iyilik gelmesi kabildir? Bütün bu adamlar iyi adamlardır amma, sanki
neye iyidirler? Sizin için güya duydukları bu hürmet ve muhabbet hangisinin
hodgâmlığını yenebilir? Sizin kalbinizi duyan, hakkınızı anlayanlar içinde
bile, sizinle samimi ve ciddi meşgul olan kimse yok, mesela sizin Abdülhak
Hamid'e gösterdiğiniz dostluk ve alakayı size gösteren ve gösterebilecek hiç
kimse yok!..
Mademki fikirleriyle galeyana gelen ve
yazılarını okumakla kendisine nisbi bir refah temin eden bir ekseriyet yoktur,
bari kendisini selamları, alkışları ve muhabbetleriyle saran, takip ve teşci
eden ve güzideler ekalliyeti diyebileceği bir ekalliyet olsa; işte o bile
kalmamış!.. İttihat ve Terakki devrinde olduğu gibi, hükümetle arası açılarak
ona hücum ettiği zamanlar bu aşina ve dost selamlarının kısalıp uzaklaştığını
ve çekingen gözlerin kendisini görmemezliğe geldiğini de muhakkak, görmüştü.
Süleyman Nazif'in Pierre Loti hitabesinin ve
Namık Kemal hakkındaki konferansının pek çok alkışlandığı halde, neden bu
nutukvari konferanslarını daha çok tekrar etmediğini bilemiyorum. Sözlerini
alkışlayan samiler, kendisine lazım olan bir muhabbet ve hürmet hediyesi
getirmiş oluyorlar, heyecanlı kalbinin karşısında heyecanlı bir hava ile,
kendisine lazım gelen bir muhit teşkil ediyorlardı.
Fakat bulunduğumuz devirde, her türlü
grupların ve menfaat birliklerinin karşısında, kendi hususiyetleriyle münferit
ve aciz kalan en küşayişli ruhlar bile yalnızlıklarını duymaya mahkûmdurlar.
Biliyorum ki Süleyman Nazif bu yalnızlığı bol bol tatmıştı.
Başka birkaç makalede onun zekâsının bazı
nüktelerini ve kininin bazı sözlerini kaydetmiştim. Lakin Süleyman Nazif'in
daha nadir olarak, teessüründen ve kalbinden gelen sözleri de yok değildi.
İstanbul'un büyük bir güzellik şaşaası
içinde, bir donanma manzarasıyla parladığı ve -kalbimizin aşkla sevdiği şeyler
gibi- gözleri kamaştırdığı güneşli bir gününde:
-
Ne
güzel şehir!.. İnsan manzarasına bir türlü doyamıyor, demiştim.
-
Evet,
çok güzel şehir!.. Fakat içindeki insanlar ne küçük ruhlu, ne kadar
menfaatperest ve ne kadar hodgâm!.. diye cevap verdi.
Yine o sıralarda bir gün, ahlakıumumiyeyi
tenkit ediyormuş: "Biz içimizden pek yükselttiğimiz insanı, sonra o
mertebesinden indirmek için, vasıta-i maişetinden de mahrum ederiz!"
demiş.
Süleyman Nazif'in hayatında kim bilir ne acı
tecrübeleri olmuştu. Tecrübeler insanda bir hüzün bırakır, zira tecrübe bizi
ihata eden mukadderatın parmaklıklarını tutmak ve ellemektir. Hayat eğlenceden
ibaret değil ve deli olmayana göre her gün bayram değildir. Süleyman Nazif'in
tebessümü ve nüktesi bir hücum silahı olduğu kadar, bir müdafaa vasıtası da
olmuş değil miydi? Bu gibi sözleri ölümünden sonra, onu böyle hatırladığım ve
düşündüğüm zamanlarda bana daha çok müessir geliyor.
Bir gün, yolda uzaktan geçen ve ikimizin de
tanıdığımız birini yanımıza çağırmak istemiştim.
-
Hayır,
bırakın! dedi. Ben şimdi öyle alıngan oldum ki, kendiliklerinden yanıma gelip
selam vermeyenleri ne çağırıyorum, ne de ben onlara selam veriyorum!..
Gayretli fakat çok kere parasız, üstat fakat
müritsiz, sanatkâr fakat dostsuz, fedakâr fakat hamisiz, denilebilir ki koca
İstanbul'da ancak zekâsına hayran birkaç ahbap ile aile dostu birkaç
Diyarbekirli'den başka kimsesiz kalmış, işlerinin iyi gitmemesinden, istediği
mevkiyi ve arzu ettiği refahı temin edemeyişinden, yalnızlığından mustarip,
bıkmış, yorgun, asabi ve titiz olmuştu. Ve artık gittikçe artan bir feveran
halinde yaşıyordu.
İşleri de düzelmiyordu. Nişantaşı'nda yirmi
seneye yakın bir müddet kira ile oturduğu evi, hiç istemediği halde bırakmaya
mecbur olmuş, hemşiresinin damadı ve küçük çocuklarıyla birlikte oturduğu küçük
ve ahşap bir eve nakletmişti. Harbiye ve Maçka civarında bulunan ve içinde
ölmüş olduğu bu evin sokağına şimdi Süleyman Nazif ismi verilmiştir. Diyorlar
ki o, içinde kendine mahsus bir yazı odası bile bulunmayan bu eve ancak yatmak
için gelirmiş. Abdülhak Hamid'le birlikte, bir gün kendini görmek için bu eve
gitmiştik. Bizi kabul etmiş oldukları konsolu aynalı ve iskemleleri duvarların
önünde sıralı misafir odasını hatırlıyorum. Oğlunu da hususi işlerinin
tesviyesi için Diyarbekir'e göndermişti. Fakat işleri bir türlü düzelmiyordu.
Süleyman Nazif mutekit bir Müslümandı.
İslamiyeti pek yüksek görürdü. Bununla beraber dinin emirlerini yerine getirdiğini,
tatbik ettiğini bir kere görmedim. Bana Müslümanlığı sırf bir itikat, bir
felsefe, bir merbutiyetten ibaretti gibi geliyor. Hülasa dininin hayatına fiili
olarak ne kadar teselli ve sükun getirmiş olduğunu kestiremiyorum.
Senelerce akşamlar ve gecelerini tutuşturmuş
olan rakı, ruhunu yakmış olan ihtiraslar, memuriyet ve sürgün hayatının
meşakkatli seyahatleri, arada nükseden parasızlıklar, matbuat âleminin nankör
münakaşa ve dedikoduları, hülasa bütün hayat yavaş yavaş bu adamı, bu vücudu
yormuş ve bu asabı bozmuştu.
Haris Süleyman Nazif manzumelerinde en çok
tekrar eden bir kelime ile, "şebab"ının elinden gittiğine ve ondan
mahrum kaldığına bir türlü teselli bulamıyordu. Şimdi gençlerde moda olan büyük
camlı bağa gözlüklerini çok kere sokakta çıkarmıyor ve bunlar onu biraz daha
yaşlanmış gösteriyor.
Gerçi, hâlâ istihzasının neşesi ve zekâsının
kuvvetiyle güldüğü zamanlar, sapsarı iri dişleri, kalın dudakları, büyük ve
fırlamış sakalı, keskin nazarlı parlak gözleriyle bütün çehresi bir şehrayin
yapıyor gibidir. Bazan da içini dolduran bir keyif duyuyor. "İstihza
zekânın hukuku tabiiyesindendir!" diyerek ve kendini zeki bilerek,
gülmeye ve eğlenmeye hakkı olduğunu hissediyor ve hayatı bir şenlik gibi
telakki etmek istiyor. Fatih-Harbiye gibi en uzun yollu tramvaylara binip,
gidip gelerek geziyor. Fakat onda bu his artık ne çok devam, ne de sık
nüksetmiyor. Sustuğu ve dinlendiği zamanlarda bu çehre ne kadar kalın bir hüzne
dalıyor, zekâsı parlayıp onu açmadığı ve aydınlatmadığı zamanlar, bu yüzün
çizgilerini sanki bir elem kilitliyor, bu yüzde sanki inkıraza yüz tutan sarı
duvarlı bir ıssız binanın hüznü var!
O son zamanlarında üstadı, dostu, şeriki ve
akrabası olmuş Cenab Şehabeddin Bey'den bile biraz uzaklaşmıştı ve evvelden
cuma sabahları evinde kabul ettiği misafirlerin küçük kafilesi bile şimdi
bozulup dağılmıştı. Muhabbet ve hürmetine pek layık gördüğü bir Abdülhak Hamid
vardı. O da ne kadar iyi olsa da, etrafındakilerinin bazılarını hiç
çekemiyordu. Etrafındakileri, bu mazhariyetlerinden dolayı acaba kıskanır
mıydı, bilmem, fakat bazılarından pek fena huylanırdı.
Matbuatın bir kısmı, efkârıumumiyenin bir
kısmı kendisinin aleyhindeydi. Düşmanlarının adetleri de hayli bir yekun
tutmuştu.
Süleyman Nazif artık Dante'nin şahıslarından
biri gibi bir şey olmuştu. Beytullahm sokaklarında sallana yıkıla giden küfürbaz
bir muteassıp gibi, yollarda giderken söylendiği gölgesinden bile belli!
Süleyman Nazif son zamanlarında alkole artık
hiç mütehammil değildi. Bir kadeh rakı ile sarhoş olmaya başlıyordu. Ölümünden
üç ay kadar evvel rakıyı büsbütün bıraktı ve onun yerine her akşam bir Temps
gazetesi okumaya başladı. Bu yaşında, daha pek gençmiş gibi, her günkü
terakkisini ve istifadesini söylüyordu. Temps gazetesinin kıraatine
verdiği bu ehemmiyet, bana biraz fazla görünüyordu. Bu gazete ona medeniyet ve
belki de Y'sini imale ile uzatarak hürmetle telaffuz ettiği,
"tarih!"ten bir nevi mektup gibi geliyordu ve burada okuduğu şeylerin
ehemmiyetini izam ettiğini sanıyorum.
Süleyman Nazif rakıyı
bırakınca ona mutadın hilafında bir sükunet arız olmuştu. Alkolü böyle
birdenbire kesmesi sıhhatı için iyi olmadı diyorlar. Zira alkole alışan bir
vücut, ondan böyle birdenbire mahrum kalırsa, soğuğa karşı daha az mukavemet
edebilecek bir hale düşer diyorlar. Fakat bence onun ufulünü hazırlayan yalnız
bu maddi sebep olmamalıdır. Ve sanıyorum ki Süleyman Nazif içerek neşelendiği
akşamlar ve gecelerden daha çok, içmeyerek teellüm ettiği akşamlar ve geceler
yorulmuş ve kendini tahrip etmiş olmalıdır. Zira, ey her şeyi ölçmesini ve
tartmasını bilen alimler!.. Bir kadeh rakının uzviyete yaptığı tesiri ölçmeyi,
elli dirhem alkolün bir vücuda yaptığı tahribatı hesap etmeyi biliyorsunuz,
fakat insanın siniri denilen kuvvetin oynadığı rolü, beynin başıboş
ejderhalarının şahlanıp kalbi kemirdiği zamanlar, uzviyetin duyduğu teessürle
ettiği ziyanları ölçebiliyor musunuz? Hayatının akşamında bütün hülyalarının
nafile açılmış çiçekler gibi solduğunu gören, tekmil hatıralarının inlemeye
başladığını duyan ve taliinin izmihlal ve iflasını seyreden avare bir insanın,
ıssızlığın yalnızlığında yuttuğu zehrin vücuduna yaptığı tahribatı hesap
edebiliyor musunuz?..
Varlık, 15 Birinci kanun 1933, c. 1, nr. ll, s. 164-166
Süleyman Nazif'in Son Günleri - II
En yakın muhiti bile Süleyman Nazif'e yar olamamış, onun rüzgârlı
ruhuyla uyuşamamıştı.
Ekseriyet itibariyle denilebilirdi ki arası yabancılarla da
çok iyi değildi. Gerçi, ruhumuzu ve taliimizi yenmek ve yere sermek için en
muvaffakıyetli pehlivanlar yabancılar değildir. Yabancılar bize uzak ve
hayatımızın asıl unsuruna tesir edemeyen, bizce sathi ve silik şahsiyetler ve
bizim için adeta insan taslaklarıdır.
Asıl hayat büsbütün mahrem bir şey, adeta ruhun bir sırrıdır.
Harice karşı öyle kalın kabukları vardır ki birer kaleye değer. Bu kaleler
ancak içeriden açılır. Herkes ancak kendi hislerinden dolayı yaralanır ve
kendi aşkı yüzünden zehirlenir.
Terbiyesini, aklını, muhakemesini, zevkini beğenmediğimiz
ve hiçliğini bildiğimiz bir yabancı bize nasıl tesir icra edebilir?
Yaşayışını, düşünüşünü beğenmiyoruz ki tenkitleriyle meşgul olalım. Onun kendi
cinsimizden olduğunu kabul etmiyoruz.
Ben sizi beğenmezsem, muahezenize elbette lakayt kalırım.
Sizi sevmezsem, bana muhabbetiniz olmadığını görmek beni müteessir etmez. Bu
hissiniz benimkine uygun ve bana muvafık gelir. Hatta dahası var: Sizi adi
bulursam, tarizinize memnun olacağım gelir. Hakaretiniz bence bir medih,
tezyifiniz bir senadır. Öfkeleniniz!.. Belki beni eğlendirebilirsiniz!.. Devam
edin!.. Belki de, hiç niyetim olmadığı halde, beni güldürürsünüz!
Fakat Sokrat'a sunulan zehir kadar öldürücü hakikati bize
yudum yudum ve yavaş yavaş yutturmak içinse yabancılara lüzum yok,
sevdiklerimiz, dostlarımız ve akrabalarımız kâfidir. Bize hakikati gösteren
aynalar gibi, görmeye alışkın olduğumuz asıl sevdiklerimiz, dostlarımız ve
akrabalarımız hakikatimizi yüzümüze çarparlar. Belki hakikatler bize güle güle,
eski zaman padişahlarına hitap eden nedimler usulünde, latife yollu
söylenmiştir. Fakat biliriz ki bize yutturulan bu yaldızlı hapların içi zehir
doludur.
Size karşı lakayt değilsem, eyvah!.. Beni müdafaa eden bütün
zırhları kendim ellerimle çözüp açıyorum ve yüzümden beni zehirlerinize karşı
koruyan yüzlüğü kendim çıkarıyorum demektir. Sizden gördüğüm en hafif bir
kayıtsızlık beni üzecek, en küçük bir itap beni ezecek, beni anlamadığınıza
yanacağım ve artık benim çekmeyeceğim ıstırap kalmayacak!
Ah! keşke insanı yaralamak için mutlaka yumruk veya tekme,
öldürmek için mutlaka bıçak veya tüfek lazım olsaydı!.. Fakat bizi yaralamak ve
öldürmek içinse sevdiklerimizin ihmalleri, yalanları, ihanetleri yetişir,
hatta bol bile gelir!
Sevgilimizin yaptığı bir ima, hiçliğimizi kendi nazarımızda
ispat eder, onun bir nazarı kanımızın devrini durdurmaya, bir sözü ruhumuzu
zehirlemeye kâfidir ve hatta bir ayrılış, dünyaya geldiğimize nadim olmamız
için kâfi gelir ve hatta öyle sükutlar bilirim ki her hatırlayışımda,
hafızamda hava boşluklarına tesadüf etmişim gibi beni hâlâ yerlere düşürür!
(Ben "yerlere" diyorum, fakat kafamda kalmış bir ses yahut bir
aksisada var: "Esfeli safiline düşürür!" diyor!)
Hemen hepimiz gözlerimizi, sevmiş olduklarımızın kafilesine
dikerek, aşağı yukarı şöyle diyebiliriz:
Siz ki, varlığınız varlığımla kaynaşmıştı, gündüz hülyalarımda
ve gece rüyalarımda, umduğum atide ve unutmadığım mazide daima ruhunuzu ruhuma
karıştırır ve kendimi sizden ayıramazdım, teneffüs ettiğim havada ve içtiğim
suda vardınız. Siz ki kendimden, kanımdan, beynimden, bendensiniz ve benliğimin
etrafında daha genişlemiş ve havalanmış benliğimsiniz!..
Babam, annem, karım, sevgilim, kardeşim, çocuğum, dostum
ve talebem!..
Siz ki benim tamamımdınız, kendime itimadımı ve gururumu
sizde, bendeki kadar tam ve muhtaç olduğum şefkati sizde daima hazır sanırdım,
zira gönlümün iyiliği sizi kendime göre tahayyül etmişti!
Kalbimi, size aşkımdan sonra en çok yoran,
sizin hod- gâmlığmız olmuştur! Bana en büyük fenalığı yapan, kendimden sonra
muhakkak sizler; beni dinlememiş, anlamamış, ihmal etmiş, sevmemiş, aldatmış
ve ağlatmış olan sizlersiniz!
Ne vakit beni anlamak için bir dikkat, bir
zahmet sarfetti- niz? Nasıl görmediniz ki ben her gün en çok buna muhtaçtım?
Sizin beni bir gün bile anlamayışınızın kurbanıyım. Ne vakit ruhunuza muhtaç
oldumsa, onu yerinde bulamadım. Dikkatiniz kaçak, muhabbetiniz aksak ve
gönlünüz eyvah, ne kadar uzaktı!
Bana nasıl kıydınız? Ben ihanet etsem bile,
bana itimat etmeli değil miydiniz? Aklımın doğruluğundan, muhabbetimin,
kuvvetinden, kalbimin vefasından şüphelendiniz ve benden dikkatinizi ve
muhabbetinizi esirgediniz, bana ihanet ettiniz!..
Nasıl beni anlamıyor, ruhumun ışığını
görmüyor, kalbimin musikisini duymuyor ve asabımın ahengini sevmiyorsunuz?
Nasıl ben ağlarken siz gülmek istiyorsunuz? Benden mi bıktınız? Bana mı
kızdınız? Bilin ki ben işte bu şüphenizden ölüyorum!
Bakın, beni ne hale koydunuz! İnadıını nasıl
yendiniz, neşemi nasıl çiğnediniz, gururumu nasıl ezdiniz, gönlümü nasıl kırdınız,
kalbimi nasıl parçaladınız, canımı nasıl yaktınız, aklımı nasıl söndürdünüz,
ruhumu nasıl kemirdiniz, bakın, görünüz!
Kalbime ve beynime gözleriniz ve sözlerinizle
sapladığınız okları, bir türlü kalbimden ve beynimden ayıklayıp çıkaramıyorum,
içimde bana salmış olduğunuz bazı hatıralar, tıpkı yaralar gibi sancıyor, hâlâ
daha onların acısıyla sızlayan hafızamı karış- tıramıyor ve ağrıyan başımı
sallayamıyorum!
Görmüyor musunuz ki beni öldüren sizlersiniz?
Sizin sükutlarınız yahut gözyaşlarınız, sizin kayıtsızlığınız yahut iha-
netlerinizdir! Sahi, hâlâ bilmiyor musunuz ki beni öldüren siz- lersiniz? Bunu
nasıl hâlâ bilmiyor, bunu ve beni nasıl anlayamıyorsunuz?
... Hıristiyanlığın azizi
ve bütün vücudu oklar altında yaralı Sebastien gibi, hemen hepimiz gözlerimizi,
sevmiş olduklarımızın kafilesine dikerek, aşağı yukarı böyle söyleyebiliriz.
Nasıl ki onlar da bize böyle söyleyebilirlerI
* * *
Süleyman Nazif'in başında şekiller, ahenkler ve renklerden
yapılma bir âlem yaşardı. Bu, bir kelime, mana ve cinas âlemiydi ve o kırk
yıldır kafasındaki bu hakikate inanıyordu. Hayal ve imanında birtakım itimatlar
ve itibarlar vardı. Başkaları için belki büsbütün değersiz, fakat kendisi için
belki bütün dünya ve hayat olan birtakım kıymetler!.. O kırk yıl bu iklimin
bahçelerinde gezinmiş, kokularıyla kendinden geçmiş ve onun ebediliğine
inanmıştı.
Bu iklime bir hazan arız oldu. Ne oldu? Nasıl oldu? Canının
sevdiği kokular uçmuş, baharın o genç renkleri solmuş ve gönlünün bütün
bülbülleri susmuştu. Bahçelerin havuzlarında sular şimdi denilebilirdi ki
çürüyordu. Geçen saatlerin üşüdüğünü duydu. Akşamların içlendiğini gördü.
Yorulmuş olan, inhitata doğru giden asabıyla dünyanın hastalandığına kandı. Ve
bu asırlık ağaçların köklerinin sağlam, bu çiçeklerin kokularının kutsi ve bu
cennetin varlığının ebedi olduğundan şüpheye düştü. Çok kullandığı bir tabirle,
"tebcil" etmeyi sevdiği şeylerin geçmesine ağlayan bir hüzün ruhunu
sardı. Bu kıyınet itibarlarının değişmesi insana bir hastalık gibi tesir eden,
vücudun derinliklerini açan, duyuran, sızlatan bir nevi manevi romatizma
gibidir ki, Süleyman Nazif bu derin sancıları duyuyordu. Rüzgârlara tutulmuş
bir selvi hüznüyle, kökünden tepesine kadar titrediğini kendi gölgesinden
anlıyordu.
Hülasa bu şaşaalı ve ziyalı adam da, belki büyük ve küçük
bunca adamlar ve ihtiraslar, telakkiler ve ilimler, şehirler ve milletler
gibi, Süleyman Nazif de bir "harp sonu" kurbanıydı.
Bir gün o da gördü ki "Bu sönen, gölgelenen
dünyada" yapayalnız kalan kendisine, ancak bir "zevk-i
tahattur" kalmış!
Yaprakları dökülmüş bir ağaç gibi, hülyalarından ayrılmış
Süleyman Nazif katılaşmış acıları, kocamış çirkinliği ile, bakınız, ne kadar
yalnız!
Bakınız, azı dişleri ne kadar fırlamış!.. Güldüğü zamanlar,
Asyayi bir çift göz gibi, bu yüzde onlar da parlıyor! Şarklı sakalı ne kadar
uzamış! Zamanın acılığı ile sanki ağlıyor!..
Bakınız, tabiatın coşmuş bir kuvveti gibi
gözleri, dişleri, ağzı ve sakalı ile, bütün hüviyetinden Irak'm, Dicle'nin,
Diyarbekir'in ve uzak diyarların yanık hüznü ve çöl rüzgârları nasıl savrulup
taşıyor!
Kin ve nefret bu sert ve Asuri çehrenin siyah
ve keskin gözlerinden, sarı ve fırlamış dişlerinden ve ağarmış ve uzamış sakalından
akıyor!
Bakınız, bütün haliyle o nasıl, hıncından
gürleyen bir ıstırap olmuş!
Herkes kendi gözleriyle görmeye ve kafasıyla
düşünmeye ve hükmetmeye mahkûmdur. Ve dolayısıyla her kesimde, biraz da
ressamın kendisi gizlidir. Hatta bir ressam portresinde muvaffak oldukça, ona
modelinden aldığı çizgiler kadar, kendisinden de benzeyişler sirayet eder
diyorlar. "Madam Bovary kimdir?" sualine, "Benim!" diye
cevap veren Gustave Flaubert kadar ileri gitmeden denilebilir ki, yaptığımız
her portrede biraz da kendimiz varız. "Hakiki âlem" veya
"hakikat âlemi" dediğimiz âlem bile, biraz beynimizin inşa ettiği ve
yarattığı bir varlıktır. Bahsettiğmiz muvzuu kendimizden ayırmak öyle güçtür
ki, her zaman şahsi ve nisbi kalmaya mutlaka mecbur ve mahkûmuz. Bu, gözlerimin
gördüğü ve temaşa ettiğine ve bu, zihnimin anladığına ve hükmettiğine göre bir
Süleyman Nazif'tir.
Acıların yontmuş olduğu gözlerimle bakarak,
onu ben mi böyle görmüştüm, yoksa, şimdiki gibi bir hatıraya inkılap etmeden
evvel, o hakikaten mi böyleydi? Olanca şuurum ve hafızamla düşünüyorum ve
diyorum ki:
Şimdiki gibi bir hatıraya
inkılap etmeden evvel o, hakikaten böyleydi ve, acıların yontmuş olduğu
gözlerimle bakarak, onu ben böyle görmüştüm!..
Varlık, 1 İkinci kanun 1934, c. 1, nr. 12, s. 182-183
Cenab Şehabeddin'e Dair Hatıralar
Cenab Şehabeddin'e dair, okuyanlarda bir alaka uyandırabileceğinden
emin olmadığım halde, birer birer hikâye etmekle kendimi oyalandırabileceğim
birçok hatıralarım vardır. Bir makalenin çerçevesini aşmamak için bu gün
bunları bırakarak, kaybıyla müteessir olduğumuz sanatkâr karşısında yalnız çocukluğumun
hayranlığını, ilk gençliğimin hayretini, orta yaşı- mm anlaşamamazlığını ve son
zamanlarımın teessürünü tespit eden dört beş hatırayı kaydedeceğim.
Cenab Şehabeddin benim Galatasaray mektebinde, şiir okumaya
başlar başlamaz sevmiş olduğum şairdi. Zihnim daha sonraki düşünceler ve
tecrübelerimin ziyalarıyla aydınlanmadan evvel, çocukluğun ilk gençliğe
inkılap ettiği o tatlı zamanların alaca karanlığı içinde, onun tabiatın,
sanatın ve aşkın füsununu mırıldanan mısraları bana harikulade güzel ve
müessir gelirdi.
Rumelihisarı'nda komşumuz Tevfik Fikret'i tanıyordum. Fakat
çok zamanlar İstanbul'da bulunmayan Cenab Şehabeddin'i görmüş bile değildim.
1904 senesi civarında olacak, bir gün Ce- nab, Bebek'te bir ahbabına gelmiş ve
bu dostu ve onun kayın biraderi olan benim bir mektep arkadaşımla birlikte,
yalısında Tevfik Fikret'i aramış, bulamamışlar. Biraz oturmak için Bebek
bahçesine dönüyorlarmış. Bizim evin önünden geçerken, arkadaşım bana
uğrayarak, bunları ayaküstü haber verdi. Cenab'a, çok sevdiğimi, ekser şiirini
ezber bildiğimi söylemişler. Arkadaşım: "Bahçeye gelin de sizi takdim
edeyim!" dedi.
O gün, ilk defa olarak bu kadar ehemmiyet verdiğim bir
sanatkârı görmek alakası ve zevkiyle, ne telaşla hazırladığımı şimdi acı bir
tebessümle hatırlıyorum. Zira bu gün, belki halis bir peygamberin huzuruna
davet edilsem de, artık içimde o helecan ve galeyanı bulamazdım. Kayık,
Hisar'dan Bebek bahçesine gelinceye kadar mavi sularda geçirdiğim, boğuluyor
sandığım zamanlara acıyordum. Bahçede denize yakın bir masanın önünde Cenab,
kendi ahbabı ve benim arkadaşımla birlikte oturmuş, bira içiyordu. Orta boylu,
tıknaz, beyaz tenli, keskin siyah gözlü, uzunca saçlı ve uzun bıyıklıydı.
Arada sırada bir kolu havada yarım bir daire çiziyor ve o kıs kıs gülüyordu.
Onunla tanıştım diye dünya benim olmuş sandım. Ve her şey içimdeki hazzı o
kadar büyütmüştü ki, kâinata sığamıyorum sandım. Doktor Cenab Şehabeddin ise
benim için: "Ne cılız bir genç!" demiş, "Keşke söyleseniz de,
biraz jimnastik yapsa, sıhhatine biraz daha dikkat etse!.."
Cenab Şehabeddin, Meşrutiyet'in ilk
zamanlarında, Hudut ve Sevahil-i Sıhhiye idaresinin İstanbul'daki merkezinde
çalışıyor, her dairede işe yarayan bir adam bulunduğunu ve bütün işlerin ona
yüklenmesi adet olduğunu söylüyor, kendisinin de bu idarenin işleri altında
ezildiğinden şikâyet ediyordu.
Paris'ten yeni dönmüş olan ve bütün
gazetelerin kendisinden pek çok bahsettikleri Sabahattin Bey'le görüşmek
istedi. Paris'te tanımış olduğum Sabahattin Bey'den bir randevu alarak, ona
beraber gitmek üzere Cenab Şehabeddin'i aradım. Şair o gün tuvaletine pek itina
etmişti: En kıymetli esvabını sandığından çıkarmış olduğu belliydi. Bunun
kumaşı Suriye'de rastgelinen canfes gibi bir kumaş ve rengi yeşilden pembeye
gidip dönen janjan bir renkti. Ve Cenab'ın kravatı havayi mavi ve potinleri
fıstıki ve saçları ve bıyıkları uzun ve fesi küçücüktü. Ve esvabını sandığında
saklamış olduğu katmerli buruşuklarından belliydi.
Sıhhıye Meclisi odacısının gelip, kırk kuruşa
pazarlık ettiğini bildirdiği açık arabayı tutmuş olmak semahatiyle memnun ve
bu harikulade tuvaletten o biraz müftehir, ben biraz mütehay- yir, Galata'dan
bindiğimiz bu araba ile Sabahattin Bey'in Kuruçeşme'deki yalısına doğru yola
revan olduk.
Bitmez tükenmez iki sıra duvar arasından
geçen bu yolun hüznünü belki bilirsiniz. O zamanlar bu yolun sıkıntısı daha ziyadeydi.
Zira denizi boydan boya gizleyen duvarlar bazı yerlerde şimdikinden daha
yüksek ve hele şimdikinden daha fasılasızdı. Fakat ben o gün bu halimizle
görülmernek için, bu duvarlar arasındaki yolun tenhalığından geçtiğimize
memnundum. Ve buna rağmen yine bu yüksek duvarların uzletinden sanki sıra sıra
gözler bize bakıyorlar sanıyordum. O gün yorgunluğumdan, musahabelerini adam
akıllı takip ederneyecek bir haldeydim. Fakat bana Prens Sabahattin'le Cenab
Şehabeddin biri- biriyle pek anlaşamıyorlar gibi gelmişti.
Hep Kadıköy, Bakırköy gibi semtlerde oturan
Cenab, şehrin merkezi yerlerinde çokluk gözükmezdi.
Bir kere Yalova kaplıcalarında bulunduğum
sırada, Cenab da arkadaşı Hüseyin Suat Bey'le birlikte oraya gelmişti. Gazinoda,
barda, yollarda, lokantada ona rast geliyordum.
Cenab septikti. Fakat istihzası hayata lezzet
veren bir neşe değil, her itikat ve saffeti ret ve inkâr eden bir hüzün
oluyordu. Böylece sözler bir çıkmaza saplanıyor, tebessümler donup duraklıyor
ve istihza ile açıldığı halde, dikkat edilse, mahzun olan ağzıyla, şair arada
sırada mırıldanıyordu.
"Bu, böyle olmayacaktı; bu, böyle
olmayacak!.."
Şarklı, deryadil, şair, nüktedan olan
Cenab'ın alaturka zevk âlemlerinde ahbapları, fıkraları, cinasları, hatırı
sayılır bir varlığı olacaktı. Fakat bu cihetlerini ben hiç bilmiyorum.
Eski İstanbul efendisi yahut beyi, eski bir refah
ve medeniyet sayesinde incelmiş, hususiyet ve asalet kazanmış bir tipti. Dünya
yollarında biraz gezenler böyle bir mahsulün ne güç yetiştiğini görerek,
kıymetini takdir etmeyi öğrenmişlerdir. Cenab, belki eski, küçük memuriyet
hayatından kalma, zahiri tevazuu- na rağmen ağır başlı tavırlarıyla, ukala
sözleriyle, meclislerde bir baş olmak arzu ve kanaatini ihtimal ki için için
beslerdi. Fakat kendisinde, halis bir Türk centilmeninin bazı meziyetleri
eksikti. Mesela gözle görülür hasisliği, gidişatında bir falso teşkil ederdi.
Ve o kadar alenen hodgâmdı ki, bu itibarla da gündelik hayatında, ekseriya iyi
bir dost değil, fena bir arkadaş olurdu diyorlar.
Onunla en çok Umumi Harp içinde,
Tokatlıyan'daki cuma toplantılarımızda görüşebildim. Abdülhak Hamid'in lafzi
riyaseti altında, haftada bir, öğle üstü, on on beş kişi kadar, Tokat-
lıyan'ın küçük salonlarından birinde toplanır, hepimiz kendi hesabımıza
istediğimizi ısmarlar ve bilhassa edebiyata dair konuşurduk.
Bu toplatıların, ekseriyetle susan azalarına
mukabil, başlıca iki hatibi vardı: Süleyman Nazif ile Celal Nuri Bey!.. Ve
Cenab bu hatip rolünü üstüne almadığı için, sükûtlarıyla ve nadir sözleriyle
doğrusu daha iyi bir tesir yapıyordu. Esasen bu toplaşmalar bende, devam
etmemiş olduklarına teessüf ettirecek bir hatıra bırakmıştır.
Hayatının bu zamana kadar olan devresinde, Cenab'a eski
muhabbet ve hürmetimi muhafaza etmiştim. Ona hâlâ bir üstat ve beni meclup
etmiş eski şair diye bakar ve her tesadüfümde Evrak-ı Leytil'i ne zaman
toplayıp bastıracağını sorardım.
O da, Namık İsmail Bey'in yapmış olduğu ve
Galatasaray'da açılan bir resim sergisinde teşhir olunan bir resmim münasebetiyle,
benden bir "dost"u diye bahsetmiş ve ilk yazılarımı okuyarak,
edebiyata dair küçük notlar, vecizeler tarzında yazmış olduğum bazılarını
methetmişti.
Ancak Kuvayı Milliye zamanlarında, başka
başka itikatlar beslememiz neticesi olarak, bir gün hayat bizi büsbütün ayırdı.
O vakitten beri onu ancak fasılalı zamanlarda ve uzaktan uzağa görürdüm.
Yıllar geçti, onunla hemen hiç konuşamadık Eski tılsım bozulmuştu.
Bir gün gidip onu ziyaret etmek, ona eski
muhabbetimin gösterebileceği son hürmeti ifa etmek, yani onu anlamak için bir
emek sarfetmek, edebiyatına dair bazı şeyler sormak ve bazı itirazlarımı
söyleyip, vereceği cevapları dinlemek istiyordum. Fakat zamanlar geçiyor,
Abdülhak Hamid'in dediği gibi:
"Günler, evet, gelip geçiyor, kârban
gibi"
Ve ben bir türlü gidip, Cenab Şehabeddin'le
görüşemiyordum. Bu arzumu her hatırlayışımda içimden: "Daha sonra"
diyordum. Ancak daha sonradan kimse emin olamıyor. Daha sonra mezar
açılıveriyor.
Ona en son defa geçen teşrini sanide olacak,
Tokatlıyan'da rastgeldim. Arkası dönük oturmuş, yemek yiyordu. O kadar
söyleyeceklerim vardı ki, vakitsizlikten, o gün kendisine görünmek bile
istemiyordum. Fakat ben birisiyle konuşurken, beni sesimden tanıdı. Başını
çevirdi. Selâmlaştık. Meğer bu bakışmak sonuncusu olacakmış!.. Hiç bunu tahmin
edebilir miydim?
14 Şubat 1934'te, Cenab'ın Bakırköy'deki
evinden cenazesi kaldırılacaktı. Bir gün evvel, Yahya Kemal ile buluşup, cenazesine
beraber gitmeyi kararlaştırdık Fakat bu 14 Şubat, İstanbul için harikulade bir
gün oldu. Kırk yıldan beri bu kadar şiddetli bir kar fırtınası görülmemiş!..
İlk önce, Moda'da oturan Yahya Kemal, İstanbul'a geçmesine fırtınanın mani
olduğunu telefon etti. Ben hazırlandım, fakat ancak yirmi dakikada bir otomobil
buldurabildim. Bununla Sirkeci'ye kadar geldim. Fakat tren kaçmıştı. Oto
mütemadiyen kayıyor, kardan göz gözü görmüyordu. Şoför Bakırköyü'ne gitmenin
imkânı olmadığını söyleyerek, bunu tecrübe etmeye bile razı olmadı. Ve ben
dönmeye mecbur kalarak, Tokatlıyan'ın büyük camlarının önünde oturup düşen
karları seyretmeye koyuldum.
Cenab gözlerimin önüne geliyordu:
Senelerden beri kasdi bir istihza ile açılmış
tebessümleri, bir gözünün kenarında oyduğu çizgilerle, o susarken bile yüzünde
bir gülümseme saklı ve gömülü gibi görünürdü. Onun bütün hatırımda kalmış
tavırlarını, havada bir yarım daire çizdikten sonra kapanan kolunu; başını bir
kere silker gibi sallayarak ve bir eliyle ağzını örterek bıyıklarının altından
kıs kıs ve soğuk soğuk gülüşlerini; tıknaz vücudunu sarsan bir kahkaha üzerine
birdenbire kesilen bu gülüşünü ve susan sesini, artık hep sapından kopmuş,
dağılan şeyler gibi hatırlıyordum.
O günkü gazetelerde Cenab Şehabeddin'e dair
tek tük, bir iki şey vardı. Başka bir müşahede ayrıca teessürüme dokunuyor,
yeisimi tamamlıyordu. Biraz hususi bir sanatkâr şahsiyetiyle umumi görüş ve
anlayışın arası, ne çabuk ve ne kadar çok açılıyor? Ona dair bütün yazılan
şeyler hep beylik şeylerdi. Methedilecek Cenab değil de, metholunmayacak Cenab
methediliyor; Cenab hizmet, kıyınet ve meziyetleri için sena edilmiyor da,
kendisinde mevcut olmayan kıyınet ve meziyetler namına sena ediliyordu.
Pek müteessir, durgun ve dalgındım. Karlar
fena halde yağıyordu. Ve giden şairin, hafızamda kalan meyus bazı seslerini
duyuyordum.
O baharın bu işte ferdası!..
Karlar bütün ortalığı kaplamıştı. Bu sanki bugüne mahsus
büyük, beyaz bir matemdi:
Dök, haki siyah üstüne, ey dest-i sema, dök,
Ey dest-i sema, dest-i kerem, dest-i şita,
dök!..
Fakat, bu bir dest-i kerem değil, ey şair! Tabiat belaları
yüzümüze, başımıza yağdırıyor! Belki siz de hayatın acı maddiliklerine ve
haksız adiliklerine layıkıyla ehemmiyet vermediniz, bütün şiir ve hülyanız
hayat karşısındaki bu isabetsiz vaziyetinizi hikâye ediyor. Ve işte, belki
bundan dolayıdır ki hayat size, ikidebir çelme takıyor, sizi yerlere
düşürüyordu. Ve nihayet sizi yendi, sizi büsbütün yere serdi.
Karlar,
Ki havada uçar uçar, ağlar!
Karlar büyük bir kefen gibi ortalığı örtüyor, bu sessiz ve
beyaz matem ruhumu üşüten, titreten bir elem oluyordu. Şimdi onu orada, karlar
altında gömdükleri zamandı. Ruhumda ölümün soğukluğunu duyuyordum. Ve böylece
karları seyrederken, şehrin en işlek caddesinden bile hemen hiç kimsenin geçmediği
bu garip gün, bu eşsiz saatte, o talihin müthiş iflasını düşündüm: Şüphe yok,
biz, edebiyatı sevenler ve onu sevenler, ölümüne müteessir oluyorduk. Fakat bu
ölüm asıl kendisi için ne müthiştir ki, bütün ömrünün toplanmış, fakat bitirmek
fırsatı bulunmamış hazırlıklarını hep birden mahvetmişti.
Na'şın üstünde şimdi, ey mürdel
Başladı parça parça pervaza
Karlar,
Ki semadan düşer düşer, ağlar!
Acaba şair ne gibi bir saikle, evvellerden beri seyyal
ifadesiyle, beyaz renkleri, billuri sesleri, hatta gariptir, şimdi öyle sanıyordum
ki, bu yağan karları hatıra getiriyordu? Ve bugün ben de, kendisinin ve
eserinin hatırasını bir kefene bürünmüş gibi beyaz, bugünün matemine
karıştırıyor, gömüyorum sandım.
Ölümün müthiş hakikatı yanında nazlı ve güzel, ve zavallı
hayatın bütün hesapları nafile, başka hiçbir şey ciddi değil, her şey abes ve
manasız gözüküyor. Ölüm en kati bir nihilizm dersidir. Leconte de Lisle'in
ebedi mısraında:
Qu, est-ce que tout cela qui n'est pas
eternel?
"Ebedi olmayan bütün bu şeyler de sanki nedir?"
sözündeki yeis, bütün ruhu kaplıyor. Hayata sığmayan ölüm insanda, hatta bir
nedamet hissinin bile yaşamasına imkân bırakmayarak, hayatın bütün hislerini
inkâr ediyor. Yalnız Cenab Şehabeddin'e değil kalanlara da; yalnız ölüme değil,
fani olan hayata da acıyor ve ölüm varken diyordum, vaktiyle onunla anlaşsak
şimdi sanki ne olacaktı; anlaşmadık sanki ne oldu
Lakayt olmadıklarımızın ölümleriyle, hisler
ve fikirlerimizin birer cüzünün de öldüklerini; biraz kendimizin de öldüğünü
duyuyoruz. Cenab Şehabeddin'in ölümüyle çöken, şimdi eskimiş "yeni"
veya "genç Türkiye"nin bir parçası, göçen bizim gençliğimizin bir
kısmıdır.
Varlık, 1 Nisan 1934, c. 1, nr. İS, s. 277-279
Şair Nigâr Hanım'a Dair Bir Hatıra
Boğaziçi'nin kendine mahsus bir âlem teşkil ettiği
zamanlarda, birçok yalıların ya bir kayığı ya bir sandalı vardı. Ve bir yalı hayatının
hususiyetini ikmal eden bunlardı. Biz kayığımızı yalının sularda yüzen, gezen
bir parçası, bir yavrusu gibi severdik Komşumuz Şair Nigâr Hanım'm da
arkalığında gök mavi renkli, üstü gümüş sırmadan yıldızlar ve bir de ay
işlemeli ve dört uçları denize değen bir örtünün serilmiş durduğu bir kayığı
vardı.
Her gün ikindi sularında gezmeye çıkılır, bazan Kalender'e
kadar gidilir, sonra, mutlaka Dere'ye girilirdi. Nigâr Hanım çok kere yaşmaklı;
mavi örtülü kayığına yaslanmış, renkli şemsiyesini açmış, Dere'de mutlaka
bizim kayığa tesadüf eder ve kayıkçıların elleriyle yan yana, bitişik tuttukları
kayıklarda, hanımlar arasında bir muhavere başlar, -harareti hep değişen
münasebetlerinin o günkü derecesine göre- bazan kısa geçer, bazan uzun
sürerdi. Hatta bazı akşamlar büyük annem yahut biz çocuklar da gezmeye Nigâr
Hanım'la birlikte çıkardık
Sandal ve kayıkların hepsi, ezani saat on bir buçuğa doğru,
büyük bir sürü halinde, Göksu köşkünün önünde toplaşırlar ve ortalığa karanlık
çökünce, buradan yuvalarına dönen malıluk- lar gibi, birer birer kendi
semtlerine doğru, dağılırlardı. Bir iki saatten beri Dere'de ve köşkün önünde
küreklerle ve sularla oynamış ve şimdi dinlenmiş kayıkçılar, o zaman
küreklerine yeni bir hız ve hazla sarılırlar ve kayıklar, yalılarına doğru
revan olurlardı.
Bizim yalıya kadar geçecek hayli uzun bir yolumuz vardı.
Göksu'dan Rumelihisarı'na gitmek için sandallar, suyun akıntı payını vermek
üzre ta Körfez'e yakın, aşı boyalı bir yalı harabesine kadar gider ve oradan
saparlar. Anadolu sahilinden Rumeli kıyısına doğru döndüğümüz bu an, daima, o
yakadaki sırtların üstünde gurubun çağladığı ve ufukta güya ilahi güllerin kanadığı
bir andı. Başlarının üstündeki tepelerde geçen bu kanlı facialardan habersiz,
fakat hüzünlü, deniz boyunca sıralanmış yalıların gittikçe siyahlaşan,
hülyalaşan varlıklarına doğru, yüzer gibi gelirdik
Bu zamanlarda sular, faniliklerine acındıran milyonlarca
menekşeler renginde, birden gözlere harikulade bir kıymette gelir. Sahillerin
ihtişamlı cepheleri büyük bir operanın tabii dekorlarına benzer. Yalılar,
susan, fakat teessürlerini gösteren yüzler ve rüzgârlar, kalbe hitap eden
sözlerdir
Bütün bu dönüş zamanlarının hususi şivesini kanımda ve
asabımda hâlâ duyarım. Akşamın solgunluğu ve loşluğu çöküp, Boğaz'ın suları
daha acele ile daha çabuk akınaya başlar. Yanımızdan kayan bu suların artık
için için, sualli ve iştikalı mırıldanışları, karşımızdaki gurubun sırları,
kanları ve ihtişamları ve üstümüzdeki saf ve yüksek semanın sükutu ve bu nazlı
yerlerden geçen zamanın sessiz çağlayışları, tıpkı en şiddetli bir iptila ile
sevdiğimiz gözlerin tahammül edilmez nazarları gibi, ruhumuza geçerek, en
mahrem şiirimizi taşırır, en galeyanlı hislerimizi coşturur, bize bir vuslat
kadar heyecan verirdi.
Ve biz, aynı zamanda, en derin sevgilimizden ihanet görmemizin
ve onun indinde kendi hiçliğimizi öğrenmemizin vereceği acıyı duyardık. Zira
bu kadar açık ve güzel bir manzara ruhu daima acıtır. Vücudun en hisli noktası
olan ruh, bir edebiyat için hazırlanmış kadar güzel ve derin görünen bu
ihtişamlı varlık karşısında faniliğini o kadar iyi bildiği kendi kendisi için
acımaktan kurtulamaz. "Ya? Bana ve bendeki büyük aşka yazık değil
miydi?" düşüncesi, içimizde en mahrem derinliklerimize kadar sızlayan
bütün hislerimizin köküdür.
Gözleri inceleştirerek silinen güzellikler, ruhun
ihtiyaçlarını çoğaltarak ve sivrilterek geçen zamanlar, ruhları genişleterek
ölen saatler, dünyanın en güzel fakat hüzünlü bir köşesi olan Boğaziçi'ne pek
yaraşır ve, burada, tam yerindedirler.
Bu dönüşlerde güya fazla miktarda şiir yutarak, bir şiir
sarhoşluğuna tutulurdum. Henüz genç uzuvlara bir böyle ihtişamın ve
güzelliğin, mesela kloroform gibi tesir edebileceğini niçin kabul ve hesap
etmemeli?
Nasıl ki bindiğimiz sandalı büyük bir dalga kaldırıp indirdiği
zaman içimizin oyulduğunu, içimizde güya varlığımızın kazıldığını duyar gibi
olursak bu akşam, bu dönüş, bu gurup saati başladı mı, gönlümde, pek hususi
bir lezzetle, bir büyük ezinti ve çöküntü duyar gibi olur, kendimi hep bu hale
kaptırırdım. Güya o zamana kadar manen bir mumya gibi imişim de, bütün bağlanın
şimdi birer birer çözülüyormuş gibi bir ferahlık ve bir genişlik içinde
dağıldığımı duyardım. Daha ziyade serinlemiş hava ile Boğaziçi, bin lisan ve
bin mana alır ve canlı, küçük, genç çocuk rüzgârlar yüzünüze, başınıza,
üstünüze üşüşerek, sanki mesamatınızı, kalbinizi, beyninizi açar ve size,
maneviyatınıza dolar, muammalar ve sırlar söyler. Güya bize gelen ve bizden geçen
bu sular, üstümüzden kayan bu kesik ve canlı rüzgârlar, bu akşam, bu gurup ve
bu kâinat ile, her defa aynı ve her defa yeni olan bu mucizeli birleşme, bu tılsımlı
bütünleşme sanki beni tamamlardı. Akşamla, tabiatla bu musikili, rüzgârlı temas
ve birleşme, son derece müessir bir şeydi. Güya vücudumuzun ve maneviyatımızın
bütün boysuz hudutları eriyerek, muhitimizin vuslatı içine yayılmamıza mani
kalmıyordu. Her şey bir açılış, bir iç içe akış, bir dağılış hissiyle
duyulurdu. Bu maddi kâinat o kadar güzeldi ki, ruhu metafizik bir güzellikle
doldururdu.
Gurubun esmer ve gittikçe koyulaşan renklerine dalan bu
suların gizli ve demin hafifken, gittikçe derinleşen mırıltıları, güya
tabiatın, belki de ademin itiraz ve şikâyet eden bu müphem, hafif şuurlu, belki
de şuursuz sesleri ruhumu, ta son hudutlarına kadar öyle doldurmuş ve içimde
öyle aksisadalar uyandırmış ki bu sesleri hâlâ duyarım.
Boğaziçi'nin Anadolu ve Rumeli kıyıları arasındaki, bu,
dünyanın pek sağlam olmadığı hissini veren çalkantılı, salıntılı noktası, bu
saatlerde bana kâinatın en cazibeli, tesirli ve benim tatmaya en ziyade
hazırlanmış bulunduğum noktası tesirini yapmış ve bende böyle bir hatıra bırakmıştır.
Dünyanın ötesinde berisinde nice günler ve gecelerle hissettim,
düşündüm, gezdim, sevdim, ağladım ve hatırladım. Fakat hiçbir şey, güzellikleri
âlemi teshir etmiş en meşhur beldelerde görülmüş hiçbir manzara, duyulmuş
hiçbir şiir ve kucaklanmış hiçbir lezzet bana bu havai sular üstünden, yeisli
akşam saatlerinin ihtişamını ve tamamlığını duyarken tattığım bu dolgun hissi
vermedi. En tesirli musikiler bile, hiçbir zaman ruhumda, daha derin bir
noktaya temas etmedi ve beni hülyalarımın ve hatıralarımın daha ileri ve mahrem
bir noktasına götürmedi.
Bu zamanlar mutlaka susardım. Ve hatta
başkalarının bile söz söylemelerinden çekinmeye mahal kalmazdı. Zira akrabalarım
mutlaka susarlar ve demin gelirken bize kendi küçük hesaplarına göre, birtakım
kahve ocağı dedikoduları dinletmiş olan sert yüzlü kayıkçılar da, bir şarklı
hassasiyetiyle söz sırasının geçmiş ve susmak sırasının gelmiş olduğunu
duyarlar ve mutlaka susarlardı.
Sandalda, akşamın ve gurubun şiirini geniş ve
vahim bir dram gibi seyreder, ruhum bu azametli gıda ile dolmuş, vücudum
uyuşmuş ve bütün ruh ölmüş, şiirden ezilmiş, fakat -kalbimizi gıcıklayan
güzellikler bizi daima kahramanlığın iklimine çıkardığı için- bilmem nasıl,
harikulade şeylere (mesela kendimi mahvedecek fedakârlıklara) muktedir olmuş
bir kahraman kesilmiş olurdum. Fakat nafile yere!.. Ve duyardım ki böyle akşamlar,
sandallardan çıkanların hepsi de bir musiki tufanından çıkıyorlar gibi,
evlerine kahramanlaşmış bir ruhla dönerlerdi. Bu hal, o hafif evlerin içinde
barınan o zaif insan saadetleri için acaba bir tehlike değil miydi?
Sandal rıhtıma yanaşıp, kayıkçı ayağa
kalkarak, kancasıyla onu rıhtıma yanaşık tuttuğu zaman ben de, büyük bir
emekle, bir manevi romatizmanın bütün sızılarıyla, adeta dağılmış gibi duyduğum
benliğimi bulur ve ne yorgunlukla, toplar birleşti- rirdim!
Bu dakikalarda evin şefkatini, sükutunu
aydınlatan lambalı odaları, hele sokağa artık hiç çıkmayan annemin büyük annesini,
onun hiç ayrılmadığı köşesinde hazır, gafil, safdil ve mütevekkil şefkatini,
iyi nazarlı yüzünü bir an evvel bulmak, bir an önce artık bu sihir ve füsundan
kurtulmak için acele ederdim. Ve yalının alt katındaki alçak tavanlı avluya
açılan deniz kapısının çıngırağını bir tehlike işareti gibi çeker, imdada
çağıran bir adam gibi çalardım. Bu ses kulaklarımda ne hazin bir iflas sedası
ve yeisiyle çınlardı.
Bir böyle akşam kayıkla dönüşümüzde, bana vereceği bir
kitabı almak için Nigâr Hanım'm yalısına gitmiş ve, kendisiyle, odasına
çıkmıştım. Bu, üst katta, pencereleri denize bakan, alçak tavanlı bir odaydı.
Nigâr Hanım vereceği kitabı aramadan evvel, aynasının önüne geçti ve ağır ağır
başından yaşmağını çıkarmaya başladı. Lambasız odanın içinde renkler büsbütün
solmuş, demin görülen şeyler seçilmez olmuştu.
Ben, oturmuş, sükutu bozmayarak bekliyordum. Ve Nigâr Hanım
da susuyor, aynanın karşısında, yavaş yavaş başından yaşmağını, hotuzunu,
kurdelalarını, iğnelerini çıkarıyor, süslerini, saçlarını bozuyor,
düzeltiyordu. Sükut gitgide derinleşiyor, akşamın renkleri gittikçe
koyulaşıyor, ve açık pencerelerin önünden geçen Boğaziçi sularının koyu bir
gölge halinde aktığı görülüyordu. Bu gölgeler, bu karanlık, bu sessizlik,
demin seyrettiğim guruptan ruhuma sinmiş renkler ve manalar, beni artmış bir
düşünme ve duyma kabiliyetiyle hazırlamış ve ben yavaşça açılan, doğrusu yarım
açılan manevi gözlerle biten bu akşama ve solan bu ayna karşısında bozulan,
artık manasız bu süslere baktıkça her şeyin nasıl zeval bulmaya mahkûm olduğunu,
bu nazlı ve ihtişamlı güzelliklerin faniliğini ve bundan gelen melalleri
gizliden gizliye, derinden derine duymaya koyulmuştum.
Daha hemen çocuktum. Fakat çocuklar daha teferruatıyla
düşünemedikleri şeyleri bile bir his bütünlüğüyle bulur, ihata ederler. Ve ben
hayatı tecrübelerimle değil, daha ancak hayal ile his eden ben, bu anlarda, hiç
aldanmadan, hem tekmil hülyalarımı, hem gelecek bütün saadetler ve
mahrumiyetlerimi şimdiden beraber kucaklıyor gibi olmuştum. Sanki bu ayna
karşısında birden gözlerim gelecek ve geçecek zamanları görmüştü. Ta ileride,
uzak ve çorak bir mevsime vasıl olarak, gelecek akşamların da birer çiçek gibi
solduklarını, gelecek baharların da birer akşam gibi geçtiklerini, açılacak
güzelliklerin de sonbahar içinde dökülen yapraklar gibi çürüdüklerini ve bütün
bu şeylerin hep sönerek yokluğa inkılap etmekte olduklarını, bir anda
istikbali de kavrayan bir nazarla görmüştüm. Ve, baş döndürücü bir hızla akan
Boğaz'ın suları gibi, içimde birçok hislerle mevsimlerin ve güya hayatların
kafileleri, küçük dalgaları biribirlerine karışarak ve hafif köpükleri birer
birer sönerek geçip gittiler.
Boğaz'ın bütün suları ruhumun içinden
geçiyor, akıyor, ademe kayıyor ve bunu biliyor gibiydi. Ben onları tutamıyordum.
Onların hissine eş bir his, bir umumi zeval hissiyle, ben eminim ki o an, ruhum
yerinden oynamış ve titremişti.
Gönlümde, gözlerimde artık tesellisini bir
daha büsbütün bulamayacak bir fanilik melali başladı. Eyvah!.. En sabit sandığım
güzellikler, gönlümün lisanlarını iyice şerh ve tefsir edemediğini bildiğim
için daha okşamaya, sevmeye kıyamadığım ve asıl vuslatlarını kemale erecek bir
ati âlemine sakladığım bu güzellikler, bu akşamlar, guruplar, geceler ki size
daha hep yan gözle bakar ve kendimden büyük kadınlar gibi, yüzünüzden öpmeye
cesaret etmezdim, meğer ne fani imişsiniz! Hürmetimden koparıp koklamaya
cesaret etmediğim yıldızlar, meğer birer kandil gibi sönecekmişsiniz!.. Hayat
ancak akan, mahvolan, muhteşem bir şelale, hayat, bu geçen şey, demin tekmil ve
şimdi bozulan bu şekil ve şimdi mevcut fakat uçan bu rayiha, solan bu renk,
dağılan bu saatmiş!
Ben hâlâ bekliyordum. Yaşamayı bekliyordum.
Nigâr Ha- nım'ın vereceği kitabı bekliyordum.
O, aynanın karşısında, süslerini bozuyor,
çıkarıyordu. Gurubun demin içtiğim sessiz musikisinden kahramanlaşmış ruhumla
ben, karanlıkta, son süslerini dağıtan beyaz ellerini hâlâ seçiyor,
seyrediyordum. Fakat bildiğim Nigâr Hanım gölgeye karışmış, onun yerinde, beyaz
ellerini gördüğüm hülya gibi bir kadın, gittikçe gölgede kalan ve dağılan bir
âlemin güya perisi gibi, karanlıklar içinde, sanki kendi kendisini dağıtıyordu.
Ve ben sanıyordum ki kararan gözlerimin ve solan aynanın karşısında o, artık
yorgun argın, inhilal eden bütün bu saatin, bu muhitin, bütün hayatın ve
tabiatın süslerini ve varlıklarını dağıtıyordu. Gittikçe koyulaşan akşam içinde,
böyle umumi bir dağılış seziyordum. Bu beyaz elleriyle bir kadının, bütün abes
süsleri, geçen modaları, solan çiçekleri, uçan hararetleri, ölen hisleri, zeval
bulan güzellikleri karanlığa karıştırdığını, ademe yolladığını ve bu kâinatın
sanki ta içinden bozulup dağıldığını, en sağlam sandığım temeller ve köklerin,
hafif dumanlar gibi, incelip havaya karıştığını görür gibi oluyordum. Hatta,
elbette Boğaz ve akşam bile, böyle ihtişam ile yaşadıkları bir gün, bütün
güzellikleriyle bir daha dirilmemek üzere can verip geçeceklerdi.
Elimde nafile kitap, iki adım ötedeki
yalımıza o kadar yorgun ve bitkin döndüm ki, bu geçmiş zamanların, mevsimlerin
ölüsünü taşıyor, yahut taşımış gibi idim. Diz kapaklarım erimiş, kollarım
kırılmış, gözlerim sönmüş ve ruhum donmuştu. Annem beni görünce benzi atarak;
"Nen var? Ne oldun?" diye sordu. Utandım. Cevap veremedim. Ne
söyleyebilirdim ki, makul olmak için: "Ademi gördüm ve anladım!"
gibi bir şey demek lazım gelecekti!
Ruhuma bu ânın verdiği
buhranı belki hâlâ tanzim ve haz- medememişimdir. Bu acıyı o kadar şiddetle
duymuşum ve bu his ruhuma öyle derin işlemiş ki şimdi, kalbimin üstüne eğilmiş,
belki otuz sene evvel[‡]
anneme veremediğim cevabı buraya telaşsız bir itina ile yazmaya çalıştığım
halde, bana bu sahifelerde bile istediğim gibi açılamamış ve bu hissimi olanca
çıplaklığıyla ifadeye hâlâ cesaret edememiş, ve bütün bu söylediklerimle onu
olduğu gibi anlatamamış, bitirememişim gibi geliyor!
Varlık, 1 Ağustos 1934, c. 2, nr. 26, s. 20-22
Ediplerimize Dair Hatıralar
Celal Sahir'e Dair Hatıralar -1
Celal Sahir'in babasından ziyade annesi, Hakkı Paşa
kerimesi Fehime Nüzhet Hanım İstanbul'da tanılmış bir şahsiyetti. Bu
gösterişli, cerbezeli, sözleri ıstılahlı, sesi kalın perdeli bir hanımdı. O
zamanlar için pek garplı bir giyinişi vardı. Çok kere boyun bağlı yakası, bir
erkek yakalığını andıran bir bluz ve bunun üstüne erkeklerinkine benzeyen bir
ceket giyerdi.
Celal Sahir'in nazım istidadı ta mektepte başlamış ve rnek-
tebin bir mükâfat tevzii gününde kendi yazdığı bir manzumeyi okuması, ona
mektepli çocukların anneleri nezdinde bir şöhret kazandırmıştı. Bu hadise
üzerinden yıllar geçmiş olduğu halde, hatırlıyorum ki annelerimiz, bizi teşvik
için hâlâ onun bu muvaffakiyetinden bahsederlerdi.
Ben Celal Sahir'i 1910 senesi civarında, İttihat ve Terakki
Cemiyeti'nin çileden çıkmış muhalifleri arasında tanımıştım. Bundan yirmi beş
sene evvel!.. Şimdi bu çeyrek asır içindeki hayatının bildiğim kısımları biraz
silik, biraz aşınmış ve safvetiyle rikkatime dokunan bir eski zaman sinema
şeridi gibi, gözlerimin önünden geçiyor. Bütün bu uzak hatıraları hâlâ o kadar
sıcak duyuyorum ki, eyvah!.. Harikulade bir haksızlık, aklı durduracak bir
yanlışlık oldu, bu yirmi beş sene, yirmi beş hafta gibi geçti diyorum. Çaresizliğini
bilen öyle bir isyan duyuyorum ki, bu buhranın acılığını bir türlü tarif
edemem.
İnsanlar yaşlandıkça, aralarındaki dostluklar gitgide ya
fikir, ya menfaat yakınlıklarına dayandığı için bir dostluk, bir hayat içinde
ne güç kök tutar? Ruhun çorak topraklarında, onun gizli köklerine saldırarak
sağlarnlaşması için, ne kadar çok zaman ister!.. Öyle ki insan, içinde bu uzun
köklerin artık hep kuruduğunu duyduğu gün temelinden sarsılıyor. Gönül isterdi
ki bir gün biz içinden ayrılıp gidinceye kadar, ahbaplarımızın halkası hiç
bozulmasın. Dostlarımızın bize yapabilecekleri en kati ihanetin ölmek olduğunu
görüyoruz. Nazik Celal Sahir'in de bize yaptığı en büyük sadakatsizlik, bizi
büsbütün bırakıp gitmesi olmuştur.
Arkadaşı Ahmet Samim İttihat ve Terakki
çetecileri tarafından sokak ortasında fırka menfaatlerine kurban edilince,
Celal Sahir her şuurlu Türk gibi bu vahşetten, bu cinayetten utanmış, sevdiği
arkadaşına da yanmış ve ne yapsın, "Feryad" unvanlı bir isyan
manzumesi yazmıştı. Servet-i Fünûnda basılmış olan bu manzumeyi, kendine
mahsus bir eda ile üst perdeden okuyup duruyordu.
Celal Sahir'in genç bir değişme kabiliyeti,
yeniliklere uyma sanatı ve, bir bukalemun gibi, renkten renge geçme hususiyeti
vardı. Onu edebiyatın muhtelif mahallelerinden göç ettirerek, nice yolları
üstünde koşturan bu huyu hayatında da tecelli ediyordu. Onun, kendi gibi nazlı
münevverler arasında, bu yoldaki halk işlerine ilk karışanların biri, bir
müddet oturduğu Hubar mahallesinde mahalle muhtarı oluşu, ne kadar garibimize
gitmişti!
Bu, Celal Sahir'in ikinci
şiir kitabı olan Beyaz Gölgeler'in başında ayrıca zikrettiği ve kendi
hayatının "devise"i gibi kullandığı:
Bütün hayatımı onlar verir de ben yaşarım, Kadınlar olmasa
öksüz kalırdı eş'arım!
beytini, evindeki odasında, atlas üstüne işlenmiş bir levha
halinde asılı gördüğümüz zamanlardı.
Bu, şair olarak, onun bize biraz hoppa, biraz
züppe, ve o zamanın tabiriyle niçin söylememeli, biraz dekadan tesiri
yaptığı zamanlardı. Daha ancak Servet-i Fünûn, Edebiyat-ı Cedide,
"Leyâl-i Sâhiriyet" şairi Celal Sahir'i görüyorduk. Şiirlerinin
ettiği tesir kendisinin aleyhine idi. Onun, "Lakin niçin, kamer!
Gülüyorsun bu halime?" gibi mısralarını, bazı arkadaşlar aramızda birbirimize
tekrar edince, bizim de gülüşüne iştirak ile kamere hak vereceğimiz gelirdi.
Celal Sahir, bir nevi sanatkâr gösterişini
sevmekten geri kalmıyordu. Resmini çıkartmak için başını, okuyor göründüğü bir
sahifenin üstüne eğerek, -filhakika en kuvvetli tarafı olan- saçlarının resmini
aldırmış ve mecmuada neşretmiş oluyor. Yine bir mecmuanın basacağı bir
resminde, yanına o kadar çok kitap yığılmış oluyordu ki, buna bakan Yahya
Kemal, "Şu Celal Sahir, resim çıkarmak için etrafına topladığı kitapların
eğer yarısını okusa, hayli okumuş bir adam olacak" diyordu.
Celal Sahir nesil farklarını kolayca
aşıyordu. Daha mektepte iken Servet-i Fünûn'a gidip, kendisinden yaşlı
olan Tevfik Fikret ve Cenab Şehabeddin'i bularak onlarla arkadaşlık ettiği
gibi, Meşrutiyet'in ilanından sonra Fecr-i Âti'de Şehabeddin Süleyman ve Tahsin
Nahid'le buluşuyor; sonra Türk Ocağı'nda ve Türk Yurdu'nda Hamdullah
Suphi ve Mehmet Emin ile anlaşıyor, Bilgi Derneği'ne uğrayarak, burada kendini
gösteren dil hareketine iştirak ile Ziya Gökalp'le çalışıyordu. Bir müddet
Sultanahmet'te oturduğu ev, Türk Yurdu'nun üstatlarına bir toplanma yeri
olmuştu. Ziya Gökalp Türkçülüğün Esasları unvanlı eserini, oradaki
mübahaselerle hazırlamıştır derler.
Bir aralık, Umumi Harp sonlarında
İttihatçılar kendisine epeyce yardım ederek, imtiyazlı ve himayeli bir
ticaretle para kazanmasını temin ettiler. İstanbul'da Makulyan adlı bir hanın
üst katında bir yazıhanesi vardı. Bunu için için belki biraz kıskanan Süleyman
Nazif, "Celal Sahir'in Makulyan hanın üst katına bu itilası, itilaların
en makulüdür!" diyordu. Lakin bu küçük servet bir saman ateşi gibi
parlayıp sönmüştü.
Celal Sahir'in bir iptilası vardı ki hayatını
sarsmış, kalbini yormuş, sıhhatini bozmuştur. Ve eğer insanların iptilalarında
mantık aransa, çalışma kabiliyeti kuvvetli, zihni münevver bir adam için bu
inhimak garip sayılır. Yapılacak bunca iş, görülecek bunca güzellik,
düşünülecek bunca mesele, duyulacak bunca his, okunacak bunca kitap, gezilecek
bunca yer varken, güya bunların en ehemmiyetlisi imiş gibi, insanı çok kere
kapanık ve dumanlı bir hava içine hapsederek, taliini bir masa üstündeki
kâğıtların gelip geçişine bağlayan bu iptila, hiç de kolay kabul ve izah
edilemez. Bu kumar iptilası onun vaktini, kazancını, asabını kemiriyordu. Sahir
hayatında bu yüzden epeyi sıkıntı çekmişti.
Aynı şehirde oturan ve muhitlerde yaşayanlar, aynı merakları
besleyenler, ötede beride biribirlerine mutlaka rastgelirler ve aralarında
duyduklarının, fikirlerinin ve hislerinin o günkü yeniliklerini, birkaç kelime
ile teati etmeyi bilirler.
Celal Sahir'i ayrıca aramıyordum. Buna lüzum kalmadan
buluyordum. Kendisiyle mesela, Abdülhak Hamid gibi müşterek sevdiklerimiz
vardı. Sahir ona ve bilhassa "Makber"ine hayrandı ve ateşli
hislerinde bile hesaplı olan bu adam, bu eseri kaç defa okumuş olduğunu sayar,
söylerdi. O zamanlarda bile, herhalde otuzdan fazla bir rakam söylüyordu ve
ölümüne yakın, muhakkak kırkıncı defayı çoktan geçmiş olacaktır. Yine daha
müşterek tanışıklarımız, çekiştirdiklerimiz de vardı. Tesadüflerimiz
ekseriyetle yollarda, umumi yerlerde ve nakil vasıtalarında olurdu. Gülerek
bir selam verir, bir latife söyler ve geçerdik Yeni bir tesadüfümüzde onu yine
dudaklarında bir tebessümle, sinmiş ve munis görürdüm ve ömrümde ancak bir
kere, Kadıköy vapurunda, o da hakikaten manasız, izansız ve insafsız bir
memura fena halde kızarak, tepinip bağırdığına şahit oldum. Bu da asabi şairin
evinde, bizim görmediğimiz zamanlardaki sinirli halinin ne olabileceğini bana
göstermiş oldu.
Celal Sahir âşık, severek, duyarak, susarak, fısıldayarak,
kaçarak, bularak, parasızlık çekerek, israf ederek, mahalle değiştirerek bir
İstanbul hayatı yaşıyordu. O da hepimiz gibi sıkılmış, atılmış, sonra tutulmuş,
yardım görmüş, aldatılmış, kendini bulmuş, dostluk yüzü görmüş, göstermiş,
çile çekmiş, maceralar geçirmiş ve "Deli gönül bir gün olur
uslanır", uslanmış veya buna yüz tutmuştu.
Mevsimler uzaktan bize şarkılar gibi geliyor, bizi kâm ile
doldurarak sevgiler gibi geçiyor, ateşlerinden gönüllerimizde ince, sıcak
küller kalıyordu. Bu büyük bir tesanüt hissinin, bizi biribirimize hiç olmazsa
insani bir merakla ve hiç olmazsa kendinden memnun bir nezaket duygusuyla
sarıp bağladığı mutlu zamanlardı. Biz bir nevi ilahlar gibi, yani güya hiç
ölmeyecekmiş gibi yaşıyorduk.
Şimdi düşünüyorum da, bu devremizde Celal Sahir'in ne
fikri, ne sanatı, ne hayatı bize mühim ve halecanlı bir şey söylemediğini
hatırlıyorum. Bu rahat ve müsterih bir münasebetti. Aşklarında belki bihud olan
Sahir, hayat işlerinde ve şiire verdiği ehemmiyette pek mutedildi. Mesela
okuduğu şiir yalnız en büyük bir şairin değil, velevki kendisininki olsa bile,
onun büyük bir vecde düşerek kendisinden geçtiğini görmedim. Birçok
sanatkârlar için, "sanatkâr fikri yedi" diyebiliriz. Onun için böyle
diyemeyiz. O, hodgâmlıktan gözleri kararmış ve gök gürlese bunu mahza kendisini
korkutmak için kurulmuş tuzak sanacak kadar alıngan bir artist değildi.
Sanatkârların bu nevi çılgınlıklarına tutulmamıştı. Beyninde şeytani bir
âlemin cehennemleri tutuşmuyor ve nefesinde dünyayı ateşe verecek alevler yanmıyordu.
Hülasa birçok sanatkârlar gibi bir "monstre", bir ejderha değil; o
hatta eserinin yanıbaşında bile, -dostları için ne büyük istirahat!..-
itidalini kaybetmeyen bir adamdı. Onun meziyeti sade şair değil, fakat sade bir
adam oluşuydu.
Bir de şu meziyeti vardı: Bozulmamış bir
"kıble-nüma" gibi, mevzu ne ise zihni o tarafa teveccüh ederdi. Size
muhatapken, -ne saadet- söylediğiniz sözü dinlediğini duyar, anladığını görürdünüz.
Hazır kurulmuş nezaketi, muntazam işleyen saatler gibi vaktini, saniyesini
şaşırmazdı. Onda size her zaman hafif, açık, hayırhah bir hava getiren nazik,
iltifatlı, güler yüzlü bir dost, bir insan bulurdunuz.
Celal Sahir'i hiçbir taassup, hiçbir sahile bağlamıyor ve
esir etmiyordu. Bundan dolayı bu kadar uysaldı ve aynı samimiyeti, aynı edayı
taşıyıp karşı tarafa geçmekte hiç müşkilat çekmezdi. Filhakika kıyılardan karşı
taraflara geçe geçe bu, onun kaçıncı seyahatiydi, düşünün!.. Hayli tecrübe ve
meleke edinmişti. Bu uzlaşmalarla onda kuvvetli bir aklıselim, itimat
edilebilir bir itidal hasıl olmuştu. Ben bu meziyetlerine kaç kereler, haklı
olarak istinat edebilmiştim.
Nesillerin arasından kayarak geçen Celal Sahir hiçbir teli
ağarmamış saçlarını, hiç yağlanmamış bir zayıf vücudun muhafaza ettiği
gençliğini, hiçbir yorgunluğun bozmamış olduğu nazik tebessümünü ve munis
çalımını, gözlerinin fazla mahmul ve bulanık değil, hep açık ve sade olan
bakışlarını, daima daha genç olanların safında ve daima daha ziyade modaya
uyanların arasında göstermeyi bildi. Bir bakıma hiç geçmez ve tedavi edilmez
bir gençliği olan Sahir'in, bir nevi "maturite" olgunluğa ererneden
ölmüş olduğu söylenebilir.
Celal Sahir'in kendisi
şiirinden iyi, adamlığı şairliğine üstündü. Ve edebi şahsiyeti, edebi eserinin
fevkinde idi. Ona adam olarak sevgimiz de, şair olarak bağlılığımızın
fevkindedir. Onun ölümü bir eserle bir şahsiyetin, başka başka ve ayrı ayrı
şeyler olduğunu insana daha açık düşündürüyor. Sahir'in hareket ve faaliyeti
fikir, sanat ve kültür bakımından hep verimli ve faydalı, ve hep eserinin
fevkinde olmuştur. O, zamanındaki bütün edebi hareket ve fikri
istikametlerimize iştirak eden faaliyeti ile, asıl sanata ve fikre hizmet etmiş
oluyordu. Ve bundan dolayıdır ki eserinden çok tesiri olmuş ve canlı eserlerden
ziyade kendisini tanıyanların hafızalarında yaşayan hatıralar bırakmıştır.
Politikanın feylosofları olduğu gibi, sanat ve fikir meselelerinin de icraat
adamları, teşrifatçıları, "metteur en scene"leri, vulga- rizatörleri,
gönüllüleri vardır. Sahir nadir, kıymetli bir şahsiyet, yüksek ve münevver bir
idarenin arayıp da bulamayacağı kültürlü, "intellectuel" bir memur
tipi idi.
Varlık, 1 Son kanun 1936, c. III, nr. 60, s.
181-182
Ediplerimize Dair Hatıralar
Celal Sahir'e Dair Hatıralar - II
Okumak adet olmayan yerler ve devirlerde yaşarken, yalnız
eserlerine itina eden muharrirlerin haline acınır. Zira bu muhitlerde onlar,
kendilerini yazılarıyla değil ancak şifahen tanıtabilirler ve tesir
edebilirlerse bunu okunmayan eserleriyle değil ancak duyulan sözleriyle,
görülen halleriyle icra edebilirler. Bu âlemde elbette gösterişe, görünüşe
bakılır. Kelli felli ve sözleri kati bir muharrir, yazdıklarının ciddiyeti ve
ehemmiyeti hakkında insana ilk nazarda cılız, zayıf, mütereddit veya züppe
tesiri veren bir delikanlıdan elbette daha ziyade itimat ve emniyet telkin
eder.
Bizde muharrirlerin üsluplarından ziyade kılıklarına ve
eserlerinin ehemmiyetinden ziyade sözlerinin dinleyicilerin hesaplarına uygun
olmasına ve kendi işgal ettikleri mevkilerin nüfuzlu olmasına dikkat etmeleri,
onlara verilebilecek edebi tavsiyelerin en kıymetlisidir. Zira yazılar
okunmaz, üslup görünmez; yazınızda gülünç olursanız da ziyanı yok, üstün
olursanız da faydası yoktur. Halbuki üst-baş meydandadır, görülür. Mevki ve
nüfuz ise duyulur, bilinir.
Eseri bir muharririn asıl hakikati olduğu halde, insanlar
ona eserinin lezzet ve ehemmiyetinden ziyade, kendisiyle münasebetlerinin
temin ettiği lezzet ve menfaat nisbetinde bir kıy- ınet biçerler. Ancak
sohbetinden zevk alabilirler ve kendilerine benzerneyişini takdir değil,
benzeyişini tasvip ederler.
Şair Celal Sahir'in de muhitinde tesiri, ancak mazbut zihniyeti
ve uysal terbiyesi sayesinde artmıştı. O da şarabına su katmak sanatını iyi
bilirdi. O kadar ki bazıları, şiirinin badelerinde, şaraptan ziyade su bulunduğunu
söylüyorlardı. Fakat şiiriyle kim meşgul olurdu? Hiç kimse!.. Uslanmış şair,
şiirlerini büsbütün unutturmuş gibi idi. Safi şair değil, fakat safi adam
olmuş veya kalmıştı. Hayatının teselsül etmiş muharrir muvaffaki-
yetsizliklerine rağmen, ağırbaşlı bir münekkit edasıyla kendisi, yazıcı
arkadaşlarını kolay ve pek beğenmezdi. Mazisi, şöhreti, otuz beş senelik işlek
ve dönek kalem hayatı ve hizmeti, ona bir otorite izafe etmiş oluyordu.
Celal Sahir nesil farkları gibi zihniyet, sanat ve dil
farklarını da atlıyor, geçiyordu. Edebiyat-ı Cedîde'den sonra -muayyen bir
edebiyat mektebi olmayan- Fecr-i Âti'ye riyaset ettiği gibi, sırasıyla Türk
Ocağı'na ve Türk Yurduna göçmüş, harp içinde Harbiye'nin çıkardığı Harp
mecmuasını idare etmiş, sonra bir köy ve halk haftalık gazetesinin başına
geçmiş, eski lisanın sadeleşmesi cereyanına yardım etmiş, sonra yeni alfabenin
yerleşmesine hizmet etmiş, nihayet dil inkilabı sırasında Türk Dili Tedkik
Cemiyeti genel sekreterliği vekilliğinde bulunmuştu.
Esasen Celal Sahir şöhretini birçok faziletlerin beslediği
ve kıymetini birçok meziyetlerin süslediği bir adamdı. Eğilen fakat bunun için
kırılmayan ve büyük fırtınaları atlatan bir saz gibi, her rüzgâra belki iştika
ile ses verirdi ama, onda yavaş yavaş ve için için sağlam bir mantık,
muvazeneli bir düşünce, ciddi bir çalışma kabiliyeti, her iştirak ettiği
hareketi nizarnlandır- maya muvaffak olan bir intizam sevgisi hasıl olmuştu.
Fikirlerinde tecrübeli bir itidal ve eskimiş bir tabirle "alicenap"
bir uysallık, hareketlerinde hüzünleşmiş bir hesap ve hesaplarında olura
bağlayan bir kibarlık vardı. Eski bir medeniyet ocağı olan İstanbul
şehirlilerinin çoğunda görüldüğü gibi, ciddi bir vazife duygusu, büyük bir
vicdan ve iz'an ile pek intizamlı bir surette çalışıyordu. En küçük
teferrüata, hatta masasının üstündeki kâğıtların yerlerine kadar intizamı sever
ve tatbik ederdi.
Celal Sahir'in makul, mutedil, medeni muhakemeleri, en
büyük ve kıymetleri daha ne kadar layıkıyla takdir edilemeyen birer tat ve
birer meziyetti. Bunlar kim bilir, ne yavaş yavaş kemaline ermiş bir eski
medeniyet mahsulleriydi. Tabiat bazı mutena ağaç ve nebat cins ve nevilerini
bile, mesela bir asırda yetiştirebilirken, nasıl tasavvur olunabilir ki bir
insan kafasının yetiştirip vereceği en tatlı, en medeni mahsul olan bu muhakemeler
kolay kolay yetişebilsin? Sahir'in kafasının verdiği mahsul, eski bir terbiye
ve ananenin nihayet kendisinde açan çiçekleriydi. Bazı çocuklar bizi
zekâlarıyla, sözleriyle hayran bırakırlar. Sahir'in kendisi de, son
zamanlarında, gönlünü en ziyade hoşnut ve müteselli eden çiçekler gibi, küçük
oğlunun güzel sözlerini beğenir, koklardı. Bunlar babaların hazırlamış olduğu
bir zekanın ve annelerin nice gevezeliklerle bilenmiş dillerinin mümkün kılmış
olduğu şiirlerdir.
Celal Sahir'in bu aklıselimi her işe yarardı. Hüsnüniyetine
olduğu kadar, mantığına da itimat olunabileceği için sağlam bir adamdı. Hayatın
acı tecrübeleri gösteriyor ki, bu ikinci meziyet de bize ilki kadar faydalı ve
nadirdir. Ve en çok "hayat"ı sevmekte olduğumuz ve onu
"edebiyat"ın fevkinde sevmekte mazur olduğumuz için, tabii bütün bu
hayat meziyetlerini, bu dürüstlük, bu kibarlık meziyetlerini en büyük
faziletler sayıyoruz. Sahir'in edebiyatımızdan ziyade aramızda, cemiyetimizde
tuttuğu yer büyüktü. Hayat adamları, bu kıymetli hayat yoldaşlarını kaybetmekle,
büyük bir kayıpları olduğunu duymakta haklıdırlar. Sahir etrafımızda inkiraz
bulduğunu, söndüğünü gördüğümüz bir neslin mahsulü ve bir cinsin mahlukuydu.
Korkulur ki eskiden "gentilmen" manasına söylenen "efendi
adam", "efendiden adam" methiyesi yakında en kıymetleşen, zira
en nadirleşen bir methiye olacak.
Karşınızda dans edenlerin hepsi aynı musikiyi duyar. Fakat
bunu kimi bir curcuna havası, kimi bir ilahi gibi dinler. Ve yüzlerine
bakarsanız bu sesleri, hepsinin kendi gönüllerine göre tefsir ettiklerini
görürsünüz. Bazı yüzler bu sesleri hep hile ve adiliğe doğru çekip tefsir eder,
diğer birinde basit bir neşeye dönen bu sesler, bir başka yüzde asil bir manaya
inkılap eder.
Celal Sahir'in ruhu vücudundan genç, hamlesi tahammülünden
dinçti. O, hastalığından az evveline kadar, henüz bir kılı ağarmamış
saçlarıyla, henüz hiç yağlanmamış vücuduyla, hiç ihtiyarlamamış bir eski gence
benzerdi. Fakat bazan yoksul ve her zaman asabi bir ömrün yorgunlukları, her
zaman sevdalı ve buhranlı bir kalbin hırçınlıkları vücudunu için için sarsmamış
değildi. Eskiden beri zayıf olan Sahir, son zamanlarda bir deri bir kemik
kalmıştı. Mütemadiyen içtiği sigara dişlerini çürütmüştü. Bütün yüzünü sanki
derin bir yorgunluk kaplamış ve artık bu gençlik bir ihtiyarlığı andırmaya yüz
tutmuştu.
Ankara'da olmayanlar, nakil vasıtalarının
insanın hiçbir vaktini yemediği bu şehrin, doğrudan doğruya çalışma saatlerine
açılan günlerinde, bazı muhitlerde gecelere kadar süren bir faaliyetle nasıl
çalışıldığını görememişlerdir ve bilemezler.
Celal Sahir'in hastalığı bu çalışkan günlerin
birinde, saçağı sarmış görülen bir yangın gibi, birden bire meydana çıktı. Bu
müthiş hastalığı kendisinin ne sağlam bir kalp, bir iyileşme ümidiyle
karşılamış, manevi kuvvetlerinin ona ne büyük yardımlar etmiş ve belki bu
sayede ömrünü biraz uzatabilmiş olduğunu hepimiz gördük. Sahir'in hep
güzellikleri görmeyi seven gözleri denilebilir ki, adeta yakasına yapışmış olan
ölümü görmek istemiyordu. Hekimler hâlâ kati bir teşhis koyamadılar diye üzülüyordu.
Fakat hekimler onun ölmekte olduğunu teşhis etmişlerdi.
O, hasta döşeğinde, etrafını edebi mecmualar
ve kitaplarla sardı. Etrafına muhafızlar gibi aldığı bu kitaplarda, bu
mecmualarda kendini unutmak istiyor, edebiyat ile avunuyor, güya ölümle kendi
arasına fikirden ve histen bir sis, bir perde germek istiyordu. Benim gibi,
tatmış olduğu bir eski zamana, eski Boğaziçi'ne ve şair Nigâr Hanım'a dair,
Var/ık'ta çıkan iki üç yazıının daüssılasını severek, mahza bunları beğenmiş olduğunu
söylemek için beni yanma çağırtmıştı.[§]
Hastalık onu ölüme ittikçe o eski, sakin ve mesut zamanlarının âdetlerinden
ayrılmamak, hayatı kucaklamak istiyordu. Samson'a yaptıkları gibi, onun da
saçlarını kesmişlerdi. Sahir'in bu kesik saçlı, bütün romantizminden ayrılmış
zaif başı, baharın terk etmiş olduğu kuru bir dal gibi görünüyordu.
Celal Sahir Ankara'da, Viyana'da,
Büyükada'da, tekrar Ankara'da ve Suadiye ve Kadıköy gibi İstanbul'un bazı mahallelerinde
uzun zamanlar yattı. Fennin bütün yardımlarından istifade edilmekle beraber,
onun hayatını kurtarmaya imkân olmadığını söylüyorlardı. Ve biz bunu
görüyorduk. Onu nadiren ayakta gördükçe: "Acaba?.." diye ümitlenmek
istiyorduk. "Hiçbir ümit yok!.." diye cevap veriyorlardı. Sahir son
aylarına doğru, Ankara'dan son defa İstanbul'a dönmeden evvel tekrar ayağa
kalktı. Beni görmeye geldiği gün, ümitlerini harikulade bulduğumu kendisine
örtmeye çalışıyor, duyduğum gizli ümidi tabii bir memnuniyet hacminde
göstermeye uğraşıyordum. Kendisi de gülerek, "ben bir revenant
[hortlak]'ım" diyordu. Acaba hayata dönmüş olduğunu ve ölmeyeceğini, o da
umuyor muydu? Ne hastalığım, ne de nasıl yaşadığını hekimler galiba iyice
bilip anlatamıyorlardı. Hatta bazan buna: "Garip bir mucize!"
dedikleri bile oluyormuş.
Hiç olmazsa, denilebilir ki bütün hayatının
tesellisini aşkında bulmuş olan Sahir, son zamanlarında bu teselliden mahrum
olmamıştı. Yeryüzünün en büyük tesellisi olan bu şefkati, yanından eksik olmayan
genç refikasının elleri ona sunuyordu. Zavallı Sahir bu himaye sayesinde ölümle
pençeleşerek yaşayabilen bir insan, ölümü ancak yenmek şartıyla yaşayan bir
kahraman olmuştu. Ya veremden, ya en çok tekrar edilen teşhise göre
ciğerlerindeki kanserden, ya bazan ikiz yahut birlik olan bu müthiş
hastalıkların ikisiyle birden çarpışmaya, iki seneden fazla dayandıktan sonra
devrildi.
Öleceğini duyan, düşünen,
anlayan ve kendi ölümüne bakan, iki seneden fazla can çekişen bir insan!.. Bu
facia sanki hangi insani günahın kefareti olabilir? Bu büyük trajedinin
fecaatini söylemek için bulunacak hiçbir söz yetişmiyor. Hatıra gelen bütün
sözler nafile geliyor. Bunu ifade için yalnız göz yaşları, ancak dinin ve
musikinin bildiği birtakım matem sesleri ve bir nevi musiki işaretlerinin
kaydedeceği ağlamalar ve haykırışlar isterdi.
Varlık, 15 Son kanun
1936, c. III, nr. 61, s. 197-198
Edebiyat Köşesi
Şairin Altmış Beş Yılı
1884'de Üsküp'te doğan bir çocuk, şüphe yok ki dünyaya
büyük bir şiir kabiliyetiyle gelmişti. Onun küçüklüğü ve ilk gençliği hakkında
pek az şey biliyoruz. Bu devresinde dikkati üstüne daha çekmemişti.
O, 1902'de İstanbul'a geliyor ve 1903'e -o
vakit Avrupa'ya gitmek müsadesi verilmediğinden- kaçıyor. Orada garp tekniğinde
manzumeler yazıyor.
O zamanki Paris'in emsalsiz sanat ve şiir
muhitinin kendisine en güzel dersleri vermiş, en iyi numuneleri göstermiş ve
en derin bir surette tesir etmiş olduğunda hiç şüphe yoktur. Artık bütün ömrü
boyunca sürecek huylarının yerleştiğini görüyoruz. Gündüz nice tahlilleri
yapılan ve gece rüyalara karışan mısraları zamanın tecrübesine tabi tutmak
üzere, haftalarca, aylarca ve bazan senelerce ağızda sakız gibi çiğneye erite
ibda etmek sanatı!.. Bu, adeta dini bir taassupla vücuda getirilen mısralar
yanında, hezel ve latife vadisinde kolay ve açık mısralar yazmak âdeti!..
Sonra, yine adeta mısralar kadar itina ile hazırlanan nükteler yapmak
zarafeti!..
Velut olmadığı söylenen şair, birçok mısralar
yazmıştı ve yazıyordu. Fakat bunları, kafasında taşıdığı bir mükemmeliyet
derecesine vardırmak gayesine kurban ediyor, mevsim sonunda yapraklarını döken
bir ağaç gibi feda ediyordu. Böylece ilk gençliğinin bütün şiirlerini red ve
inkâr etmişti.
Ancak bu sayede, ilk kalan mısraları hatta bazan bitmemiş,
yarım oldukları halde, ilkbaharda cıvıldaşmaya başlayan kuşlar gibi ses ses,
perde perde bütün bir sıcak iklimi müjdeliyor ve şairin gönlünü hoşnut eden bu
sesler başkalarının hatıralarına nakşoluyordu.
1912'de İstanbul'a dönünce, Yahya Kemal'in daha şiirleri
olmadan mısraları, eseri olmadan da şöhreti vardı. Tevfik Fikret'in, bir başka
şair Abdülhak Hamid'ten bahsederken dediği gibi!
Geçer hengâmeler mes'ud u muzlim; şatır u
nâşâd
Heybelerinde saadetlerle felaketleri, zevklerle zehirleri
beraber getirip götüren günlerle gecelerin kafilesi geçedursun, ortada
Balzac'ın "hakikat" diye andığı eser kuruluyor ve kalıyordu.
Manzumeleri Yeni Mecmua'da, aruzla oldukları
için Bulunmuş Şiirler diye neşrediliyor, şair maziperestlikle,
Yunanperestlikle ve daha bilmem nelerle itham olunuyordu. Birtakım eski
dostlarıyla münazaraları, münakaşaları, anlaşmazlıkları, kavgaları, ayrılışları
ve matbuatın bazı sinsi ve imzasız hücumlarına maruz kalışları oluyordu. Fakat
halis insan aşkına, bütün vefasıyla sadık kalmış bir aşk şairi!.. "Ömrün
bütün ikbalini vuslatta duyanlar..."ın şairi olduğunu bilmek emniyetine
mazhar olacaktı.
1920'de, başkalarıyla birlikte Dergâh mecmuasını
çıkarıyor, daha sonra İleri gazetesinde, milli mukavemet hislerini destekleyen
başmakaleler yazıyor. Ankara'ya gidiyor, Hakimiyet-i Milliye'de
başmuharrirlik ediyor, ancak nesir neşriyatına devam edemiyor. Çünkü fikir
adamları otoriter bir idare altında, nelere müsamaha etseler, yine bir türlü
makbul olamazlar. Nihayet mebus ve sonra Prag'a elçi oluyor. Memleketten uzakta
kalması şaire, Türkiye tarihini içinden keşif ve fethetmek fırsatını veriyor.
Şairlerin de kahramanların ırkından olduklarını biliriz. Yahya Kemal'in bazı
şiirleri, milliyetçilik mabedinde evliyaların ve kahramanların hatıraları
yanında yanan kandiller gibi, tarihimizin içini aydınlatan ışıklardır.
1933'te tekrar memlekete dönüyor, Ömer Hayyam'ın rubailerini,
yine rubai vezniyle tercümeye başlıyor ve kendisi de birçok rubailer yazıyor.
Bu güzel, bir ince yaz havası açıklığı içinde parıldayan İstanbul
mahallelerinin yüzünü ve ruhunu şiirine aksetmiş duyarak, kendini bir İstanbul
şairi bilmek hazzını bol bol tadıyor.
1944'te, politikanın cilveleriyle ekseriyet fırkasının
mebusu intihap ediliyor ve sonra edilmiyor. Ve hayatın bu keşmekeşleri içinde,
yavaş yavaş vücudunun tabii inhitatlarını duymaya başlaması, bazı davetlerini
dinlediği ve bazı seslerini gönlünde senelerdir taşıdığı nice şiirlerin, Hugo
gibi, en güzel şiirlerini ihtiyarlıklarında yazdıklarını bilmek tesellisini ve
Türkçenin belki en güzel mısralarından birçoğunu yazmış olmak emniyetini
duyuyor.
Ömrünün bu 65'inci yılında, şair bugünkü
tertip ve muve- zenesine ermek ve şiirini bugünkü kıvam ve tesirine erdirmek
için, acaba bizim bilip bilmediğimiz kaç İstihaleden geçmiştir? Ta gönlümüzü
saran bu derin sesleri Türk mısraına aşılamak mu- vaffakıyeti, kimbilir ne uzun
bir sabır ve itinanın mahsulüdür? Bu tashihten tashihe daha derinlere inmek,
daha güzele varmak hüneri, ne büyük bir inat ve ısrarın mükâfatıdır. Böyle
tesadüfi süslerden ve zoraki sözlerden kaçış, eslafın belki gevezelik ettikleri
mevzularda, ancak zaruri kelimelere mutavaat için ne büyük bir feragat ister!
Şair bu mertebeye ermek için kaç kitabın tesiri altında kalmıştır? Kaç üstat
inanç değiştirmiştir? Kaç çile doldurmuştur? Kaç fetret devresi geçirmiş, kaç
faaliyet ve atalet, hırs ve sükunet, rüya ve hakikat fasılları yaşamış, kaç
nöbet atlatmıştır?
İşte, safi ve halis şiire
bu tam bağlılık, bu hodgâmlığa dönen sanatkâr feragatı, bu uzun evliya sabrı,
bu rüyalara karışan tashihler, bütün bu geçmiş mevsimler, iklimler,
estetikler, kitaplar, üstatlar usarelerini şiirine katarak ve onun bugünkü
sonbaharında gönlümüze ve rikkatimize dokunan renklerini olgunlaştırarak,
bütün şiiri seven ve milli kültüre hürmet besleyenleri bugün etrafında
toplayıp birleştiriyor ve bunları bir şiir mucizesi karşısında bulunduklarına
inandırıyor.
Yeni İstanbul, 2 Aralık 1949
Ölümünün dördüncü yıldönümünde, hafızamı, kardeşim Selim
Nüzhet'in hatırasından ayıramıyorum. Onun vaktiyle bana ümit ve teselli,
muhabbet ve emniyet manalarına gelen ismi, hayat trajedisinin içinde talihsiz
ömrünün sonunu görmüş olduğumdan beri, bence artık ümitsiz bir elem ve
tesellisiz bir matem manalarma geliyor.
Düşünüyorum ki mukadderatın biri bizim
içimizde, tabiatımızda, huylarımızda; diğeri de bize tesirlerine rağmen dışımızda,
iki cephesi, ikiz cepheleri var.
Bir taraftan şüphe yoktur ki ömrümüz içinde bizi
sevkeden hisler, cedlerimizden tevarüs etmiş olduğumuz birtakım kuvvetler ve
zaaflardan ibarettir. Hayat yolunda bizi daima bunlar sürükler. Her insan
ömrünü olduğu gibi, bilhassa Selim Nüzhet'in ömrünü de terkip eden unsurlar,
birer birer ele alınıp tahlil edilince görülüyor ki bunlar kalıpları
itibariyle maddi meşgaleler, meşakkatler, gayretler, zahmetler şeklinde
tezahür etmekle bareber, hüviyetleri itibariyle manevi şeylerdir. Kanımızla,
canımızla beslediğimiz ümitler, hülyalar, istekler, sevgiler kuruntulardan
ibarettir.
Zaten bu yüzden sürüklediğimiz maddiyat
âleminin zincirleri, hep birer maneviyat âleminin halkalarına döner, vücutlarımızı
yıpratan zahmetlere, zamanımızı yiyen dikkatlere hep bunun için katlanırız.
Daima zahmetli ve meşakkatli ömürleri- ınize bol bol düşünceler, manevi
mülahazalar karıştırırız. Böy- lece; biz insanlar, ancak birkaç fikir ve imana
bağlanmış birkaç his ve hayale gönül vermiş olarak yaşarız. Hayatımızdan çıkan
mana, daima bir maneviyat âlemi içinde kökleşmiştir.
Binbir zahmet ve gayrete katlanan her insanın ruhunda,
bütün acılarını sindirerek, bütün yeislerine teselli veren bir gurur vardır.
Onun yoksulluğu içinde bu gururun elması parıldar.
Ve işte bunun içindir ki bütün ömürler rüyalara benzer.
Bütün maddiyatı ile tezahür eden hayat esasında, sanki ancak maneviyat ile
yapılmış oluyor. Ona istinad ediyor ve manasını ondan alıyor.
Şüphesiz, Selim Nüzhet'in uzaktan bakılsa maddiyat ile,
maddi zahmetlerle dolu ömrünün sırrı da beslediği kanaatler, bu manevi itiyatlar
ve itikadlardı. O, bilhassa ömrünün son senelerinde, üstünde bir adamın bütün
faaliyetini alacak bir vazifenin ağırlığı varken, birtakım tali işleri daha
benimser, kim bir ricada bulunsa onu reddetmez, herkese yardımdan çekinmez, ya
ihtisasını göstermek yahut gönlünü eğlendirmek için birtakım işlerle daha
uğraşmayı kabul ederdi.
Her hafta yazılacak tiyatro tenkitleri ve vaktinde
yetiştirilecek yazılar, bibliyografyalar, bütün bu meşguliyetlerle dolu ve
taşkın görünen hayat, bu her biri muhtelif işlerle yüklü geçen saatler, bu
herbiri bir göç arabası kadar tıklım tıklım dolu geçen günler, bütün bu maddi
zahmetlerin bir hikmeti vardı. Bütün bunlar onun ihtiyacını duyduğu bir ahlaki
ferahlık, bir gönül rahatı, bir vicdan huzuru, bir izzeti nefis gururu, hülasa
bir maneviyat için hayalinde taşıdığı nazlı bir itikat ve hülyaya toz kondurmamak
içindi.
Nice zamanlardan beri sarfedilmiş bunca zahmet, dikkat ve
emek ve bütün bunların mükâfatını ancak günün veya gecenin mahrem bir
saniyesinde, bir "vakt-i merhun"da kendi kendine yapılan bir vicdan
şahadeti idi. Ruhunun içinde, kendi hakkında duyduğu itimada sadık kalmak
isteği ve kendi hakkında beslediği bir gurura layık olmak emeliydi.
Selim Nüzhet pek sıhhatli, faal, hayata âşık, her gayrete
atılmaya hazır, her aksiliğe eyvallah demeye alışık, iğne ile kuyu kazmaya
razı görünürdü. Kendini yıpratan bütün bu mesaiye hamaratlıkla atılır ve
birkaç işi birden başarmaya çalışırdı. Vakitlerini yiyen küçük zahmetlere
katlanmak usulü, günlerinin meşgalelerine mütemadiyen ötekinin, berikinin
ricalarıyla gördüğü işleri ilave etmek fedakârlığı, bu daima kendisinden verme,
bu mütemadi didinme gözlerimize çarpardı. Dalgın, meşgul, yorgun olarak, genç
senelerini artık geçirmiş olduğunu duymayarak, sıhhatine güvenir ve yorulmaktan
bıkmazdı.
Konforu tam olmayan küçük apartmanını bile bazan gelen
misafirlerine terk eder, gecesini geçirmek için üstündeki esvabıyla, daha
konforsuz bir otele giderdi. Birçok memurlarımız gibi, bir yarı asker, yarı
derviş ömrü sürerdi.
Biri kendisine kuvvetlerini fazla yorduğunu söylediği zaman,
haksız bir tecavüze maruz kalmış gibi alınarak ve pek yorgun göründüğü
söylenildiği zaman, bir itimatsızlığa uğramış gibi canı sıkılarak hastalığı
kendine kondurmak istemez, hep can sıkıntısından bahsederdi.
Ben kendisine: "Kardeşim kendini nafile yere üzüyor,
yıpratıyorsun!" dediğim zaman, o omuzlarını kaldırarak ve başını
sallayarak dervişane bir eda ile, "Sağlık olsun!" demeyi âdet etmişti.
Onda, selameti sükutta bulan vahim bir hal sezerdim.
Yine biliriz ki, insanların çoğu, yaşayabildikleri hayat
ile iktifa edemezler. Zira bu hayatın şartları ve imkânları, ruhlarının ve
muhayyilelerinin ihtiyaçlarını tatmin etmez. Bunun içindir ki böyle birçok
insan, hep geçici telakki ettikleri hal içinde değil de, hep payidar
addettikleri istikbalde yaşarlar. Ve böylece denilebilir ki, ömürlerini
yaşamaktan ziyade tahayyül ederler. Adeta kafalarının içinde geçen ikinci bir
hayatları vardır. Kendileri ekseriyetle o ömrü sürerler. Maddenin ve
realitenin bir ilahı gibi şöhret bulan Napolyon bir mektubunda: "Ben daima
iki sene sonrasında yaşarım!" diyor. Böylece, hakikatle her zaman bir
ahenkte olamayanlar, geceleri zahmetli günlerin sonunda, biraz rahata kavuşmak,
biraz uyuyabilmek için mutlaka hülyalarına ve rüyalarına dönerler. Zira ancak
onun içinde uyuyup rahat edebilirler.
Bu hemen umumi bir temayülle Selim Nüzhet de, istediklerini
yapmaya vakit bulamayan ömrünü, atisini projeleriyle doldurmuştu. Birçok
dosyaları, atide yazmayı tasavvur ettiği yazılarına yarayacak matbu vesikaları
vardı. Bu daima istical eden hayata, yarma karşı güya tam bir itimat besliyor,
bu hayat yarın da devam edecekmiş gibi hep istikbaline hazırlanıyordu.
Bu aceleci, hamarat hayatın "zaman"
mefhumuna karşı, atide gelecek bir zamana karşı; insiyaki surette duyduğu bu
itimatta bu kadar yanılmış olduğunu görmek, insanın rikkatine dokunuyor!
Zira diğer taraftan da,
yine şüphe yok ki isimlerini bilmediğimiz kuvvetlerin, isimlerine tesadüf
dediğimiz arnillerin başımıza getirdiği kaza ve belalarla, ömrümüze şiddetle
müdahale ettikleri görülüyor. Zaman elimize geçmiyor, elimizden geçiyor.
Denilebilir ki, mukadderatımız kâh içimizden, kâh dışımızdan, kâh biri durup
öteki uçuran kanatlarla; kâh biri çekip öteki duran küreklerle, bizi muttasıl
ademe sürüklüyor!..
Akşam, 12 Aralık 1949
Edebiyat Köşesi
Zamanla solmuş bir eserin karşısına geçip bugünkü
numarasını vermek başka, onun vaktiyle yaptığı tesire şehadet etmek başkadır.
Bir taraftan fikir adamının fikri, diğer taraftan bu fikrin mevkii yani
kazandığı rağbet, yahut maruz olduğu muhalefet vardır. Bir taraftan sanatkârın
eseri, diğer taraftan bu eserin zaman içinde yapmış olduğu tesir vardır.
Hemen bütün fertleri edebiyatçı bir aileden
doğan Abdülhak Hamid, kendi olmasa pek boş kalacak bir devri; sesi, şivesi
hürriyet telmihleri, tiyatrosunun nutukları ve hele buhranlı düşünceleriyle
doldurmuştu. Zamanına üstün olan ve yepyeni göründüğü için bazılarınca tenkit
edilen şiiri karşısında, babalarımızın neslinde Avrupakâri bir sanata taraftar
olanların hepsi de hayran olmuşlardı. Hamid'in büyük şöhreti zamanla artacak ve
son senelerinde artık "şair-i azam" demek; resmi rütbesini söylemek
gibi birşey olacaktır.
Denilebilir ki bazı talihleri mukadderat,
adeta özene bezene ve en ince teferruatına kadar itina ile yaratır.
Büyük bir şiir ve ifade kabiliyetiyle doğan
Abdülhak Ha- mid'e talih, böyle bir nasip hazırlamıştı. Kaderi; şark ve garbın,
tarih ve şiirin iştirakleriyle dokunmuş ve yoğurulmuş gibidir. Henüz on, on bir
yaşında iken Ecole Ottomane'a girmesi için Paris'e gönderilmiş, daha
çocukluktan çıkmadan on dört yaşında, babasının sefir bulunduğu Tahran'a
gitmiş, evlenir evlenmez Bombay konsoloshanemizde, sonra, uzun müddet de Londra
sefarethanemizde memur bulunmuştu. Böylece bir taraftan "Hindustan-ı pür
zeheb, İran-ı bâ tarab" diye andığı Hindistan'la İran yani şark; sonra Divaneliklerim’de
neşelerle terennüm ettiği Paris'le, Finten’de tezatlarıyla yad ettiği
Londra yani garp; diğer taraftan da şarklı ve garplı lisanlar, Türkçeden başka
okumaya ve konuşmaya yetişecek kadar Farsça ve Fransızcadan başka, İngilizce
hep onun yetişmesine yardım etmişlerdi.
Abdülhak Hamid hayata, dünyaya, aşka doymayan
ve bunun için geçen zamana kızan ve ölüm karşısında haşyet duyan ve bunun için
de muttasıl hayat muammasını kurcalayan, söyleten bir şairdir. Şair herhalde
bir "mütefekkir"dir. Ve her fikir adamını da kayıtsız bırakmayacak
olan meseleler, insanla dünyanın münasebetleri ve yeryüzünde beşer talihinin
cilveleridir. İsteyerek veya istemiş olmadan, Hamid şiirle felsefeyi yeniden
kavuşturmuştu. Hayat ve ahiret düşünceleri, isyanlar, tövbeler, buhranlar,
istiğfarlar, bütün bu mezafizik, onun en ufak manzumelerine kadar siniyordu.
Hamid'in, belki başka türlü olmasını tasavvur bile etmediğinden, şiiri insanın
mukadderatı ve ademi karşısında vuzuhlu bir görüşe erebilmek ihtiyacıyla
samimi, ciddi, müselsel bir düşünce, feryat ve hasbihaldir.
Şiirinin konuları hep edebiyatın edebi mevzularıdır. Kara
sevdadan ta nazari sevgilere ve ta fuhşa kadar her türlü aşk Hac- le,
Finten, Cünûn u Aşk ve ilh, zamanın geçişi ("Bed mest-i gazab elimde
bir cam / Dursun diyorum şu seyl-i eyyam"), ölüm karşısında
insanın buhranı ("Makber", "Ölü", "Bunlar Odur",
ilh) ve insanın çektiği yalnızlık ve ıstırap karşısında, muhteşem tabiatın
ezeli kayıtsızlığı, hissizliği!.. Hamid, bir bakıma münkir ve kâfir gibi
telakki ve tenkit edilirken, diğer taraftan da mutasavvıf şairlerin
kendilerinden ad ve takdis edebilecekleri bir şairdir.
Şairlere has olan hususiyet ise, bu ezeli
meselelere kalbi yollardan yanaşmak ve onları akli olmaktan ziyade hissi
bestelerle sallamak, ve adeta ilahilerle halletmek emelidir. Zira şair ilahilerle
düşünen bir mütefekkirdir.
Şairin bütün üstünlüğü, fazileti, kerameti,
belki vezninin alıenginden ve kafiyelerinin mucizesinden gelir. İki mısra sonunda,
eşsiz bir surette yan yana getirilmiş birkaç kelime yüzünden, ilanihaye
büyülenmiş kalan gönüller vardır. Filozofla- rm bütün muhakemeleri ve
kurdukları tekmil sistemler bu kadar ileri gidemez ve bu neticelere erişemez.
Hemen her şairin ve bilhassa Abdülhak Hamid'in ruhu, hükümdarların,
kahramanların, evliyaların, filozofların, âşıkların, sevgililerin, meczupların
gelip, tezatlı benliklerini ifade ettikleri bir sahnedir. Şairin ruhu kendi
taabbüdünü, ırsi hatıralarını, hayalinin gezindiği diyarlarla zamanları, bu
muhtelif şahsiyetlerle söyletir. Elbette başkalarının ağzından söylediği bu
düşünceleri daha evvelce duyanlar çok olmuştur. Fakat onların ifade edemeyecekleri
bu muhtelif hisleri şair, birtakım mısralar içine avlamaya muvaffak olur. Onun
vazifesi bu tezatlı düşünce ve tahassüslere bir ifade imkânı vermektir. Bunun
içindir ki -burada çocukluk eserleri olan ilk üç mensur piyesten (Macera-yı
Aşk, Sabr u Sebat, İçli Kız) bahsetmiyorum- Hamid, daima muhtelif eşhasın
gelip konuştukları piyesler tarzında eserler yazmayı daha kolay bulmuş ve
tercih etmiştir. Bu itibarla tiyatrosunun mühim bir kısmı oynanılmak kastıyla
bile yazılmış değil, sırf bu his ve fikirleri ifade kolaylığı yüzünden tercih
edilmiştir. O kadar ki Hamid birer monolog'dan ibaret "Bir Sefilenin
Hasbihali"ni ve ancak iki şahıslık diyaloglar (Nazife) ve ancak
muhaverelerden mürekkep eserler (Garam, Yabancı Dostlar, ilh.) da
yazmıştır.
Romain Rolland'ın çok kere ileri sürdüğü
fikre göre, yüksek bir sanat daima, biraz olsun kahramanlık istilzam eder. Her
sanatkârda bir kahraman vardır. Hamid bir söz, ifade ve beyan kahramanıdır. Her
his ve fikri, her felsefi mektebin inceliklerine kadar, nazımla ve şiirle ifade
edebilmiştir.
Babıali caddesinde dolaşmaya mecbur olan bir
sanatkârın, bir şairin haline acınır. Ne kadar büyük bir üstat olsa da, kaidesinden
yere inmiş bir heykel gibi, yüksekliğinden kaybetmiş olacaktır. Herkes onu
kolayca görerek, kendisiyle bir ayarda bulur. Herkes ona yakından baktığı için,
kifayetsizliklerini ve kusurlarını iyice görür. Artık kim onu, olduğundan daha
üstün farzedebilir? Kim onun hususiyetlerini yükseltici tefsirlerle bü-
yümseyebilir?
Halbuki bir şair için, sislerin ardından
parıldayan bir güneş gibi şiirin ışıklarını, kendini yarı gizleyen bir
alacakaranlık içinden Hindistan'ın azametli ormanları, Londra'nın benek benek
elektriklerle süslenmeye başlayan sisleri içinden neşredebilmek ne
mazhariyettir!
Şiirin başından veliliğin
halesi henüz uçmamış olduğu zamanlarda, babalarımızın neslinden olanlar
Abdülhak Hamid'i işte böyle, genç muhayyilelerini sonuna kadar kamaştıran
halesi içinde temaşa etmişler ve "Kürsi-i İstiğrak" şairini adeta
vecd ve istiğrak içinde dinlemişlerdi.
Yeni İstanbul, ll Şubat 1950
Her yeni nesil mensubu, kendini yeni doğan bir edebiyatın
havarisi sayar. Biz de Galatasaray'da, artık çocuk olmadığımızı bildiğimiz
zamanlarda, Türk edebiyatını bizden birkaç sene evvel dünyaya gelmiş telakki
eder ve onun nimetlerini tadardık.
Galatasaray Mektebi bahçesinde pazar
akşamları, dönüşlerimizde, gurub altın renkli gözleriyle romantik bir saat kurarken,
memleketin ve Paris'in şiir, tiyatro, sanat havadislerini biribirimizden duyar,
o kadar kıymetli bir musahabede bulunurduk ki, bu dünya hazları öyle nice
mesafelere uzanmış gibi bugün hâlâ daha sönmemiş, hâlâ daha solmamış
hatıralarımız- dandır.
Her şairin başı şiirin kutsi bir halesiyle
çevrildiği o zamanlarda, üç dört yaş büyüğümüz olan ve her milli fikri ve hadiseyi
bir şiire inkılap ettirmeyi bilen Hamdullah Suphi yeni bir şairden, yeni bir
yıldızdan söz açar gibi bahsetmişti. Ve biz hem Faik hem de Ali olan bu ismi
bile, İranlıların imtiyaz, şöhret ve asalet, rütbe adlarını hatırlatan ve
bizlerden hemen birer ömür kadar, yani ta on, on iki sene daha yaşlı bulunan
şairi ilk defa ondan duymuştuk, bu şairle görüştüğünü, anlaştığını öğrenmiştik.
Şimdi siz, o her şeyin aynı büyü ile
bağlandığı bir vakitlerin Edebiyat-ı Cedîde'sinin bir üstadı olan şair Faik
Ali'nin bana eserlerini sorsanız, ben elbette o eski hatıralarımın kanunlarına
uyduğum ve nasihatlerini dinlediğim zamanlardaki o eski birleşik manevi manaları
nasıl susturabilir ve bugünkü şuurumun kör kandillerini bir vazıh ülkede nasıl
uyandırabilirim?
O zaman bana sorsaydmız, ben, Edebiyat-ı Cedide ile ilk
Türk edebiyatının başlayarak, yeni şairlerimizin kanaatlerinin filizlendiği,
sözlerini ebediyet için söyledikleri Edebiyat-ı Cedide'nin bir mektep, bir
iklim, bir iman olduğu; Fani Teselli- ler'in Edebiyat-ı Cedide
Kütüphanesi'nin ilk on, yirmi kitabı arasında vaat olunmuş bulunduğu, o kitabın
ezber bildiğimiz mısralarıyla ve manzumeleriyle -bütün tesellilerin fani birer
teselliden ibaret olduklarını bildiğimiz halde- bu Fani Teselliler'in, Edebiyat-ı
Cedide zamanı içinde fani değil berhayat olduğu cevabını imanla verirdim.
•Fakat her kitabın bir vakt-i merhunu vardır.
Her kitabın tab olunması kaderin bir cilvesidir. Meşrutiyet'in ikinci ilanında
yeni bir edebiyat hamlesi yapan edebiyatçılar, Edebiyat-ı Cedide'nin bazı
üstatlarını yaşlı, bazılarını ise bir üstat yaşının kemaline henüz ermemiş
bulmuşlar ve Faik Ali'yi kendilerine reis intihap etmişlerdi. O da, bu
cereyanın unvanını "Fecr-i Âti" olarak tayin etmişti. Edebiyat-ı
Cedide Kütüphanesi devam ediyorsa da, artık bu kitaplar eski zamanınkilere
tamamen benzemiyorlardı. Fani Teselliler ise, bu koleksiyonda hiçbir
zaman çıkmadı. Bu kitap ayrı bir şekilde, başka bir kıtada ve o tarih,
milliyetçilik, Yeşil Cami ve evliya diyarı olan Bursa'da basıldı. Bir şairin hayatının
en mühim hadisesi, mecmua-i eş'arının tab olunmasıdır. Abdülhak Hamid'in
ölümünden hemen yarım asır önce mev'ud bulunan Hep yahut Hiç, daha hâlâ
çıkmadı, Edebiyat-ı Cedide'nin bir üstadı Cenab Şehabeddin de Evrak-ı Leyâl'ini hiçbir zaman bastıramadan gitti.
Faik Ali'nin eseri ve
hayatı, bilhassa hayran olduğu iki büyük şairin tesiri altında görülür. Nedim,
yalnız güzellik aşkıyla terennüm etmiş gibidir. Ankara'da görüştüğümüz bir gün,
Faik Ali not kâğıtlarımın üstüne şu beyti yazmıştı:
Benim gözümde ne servet, ne iştihar ü haşem, Güzel: yegâne
hayalim, yegâne endişem!"
Bir de Nedim [ve Lâle Devri] adlı bir piyesi
bulunduğu malumdur.
Büyük kardeşi Süleyman Nazif gibi, kendisinin
de çok küçüklüğünden, on ikinci yaşından beri hayran olduğunu yazdığı Abdülhak
Hamid'in adını, Kur'an dedikten sonra mutlaka Kerim de dedikleri gibi,
"şair-i azam" demeden söylemezdi. İlk manzumelerinden bazıları
Abdülhak Hamid'in o kadar tesiri altında yazılmışlardı ki, adeta birer nazireye
benzemişlerdir. llham-ı Vatan şiir kitabı gibi, kendisinin de Elhan-ı
Vatan kitabı, vatani manzumelerden mürekkeptir. Bir de "Şair-i Azam'a
Mektup" unvanıyla küçük bir broşür neşretmişti. "Abdülhak Hamid'e
Dair Hatıralar", şairin, Hisar mecmuasında neşretmiş olduğu belki
sonuncu yazısıdır.
Şairler bir lüks mahsulüdürler. Her şair ismi
bir devir, bir şehir, bir mahalle, bir aile, bir mecmua, bir cemiyet, bir şan,
birçok arkadaşlar, hayranlar, düşmanlar, yeni bir edebiyat, yeni birtakım
mücevherat, renkler, rayihalar, hatıralar, birçok yadigâr ve nihayet bir
mezardır.
Bu yalnız şairler için değil, az çok hepimiz
için de böyledir. Her düşündüğümüz, her söylediğimiz, her gördüğümüz rüya,
ancak birer hatıra ve ancak birer şiirdir. Ümit, hayal ve rüya iklimi solmadan
önce, bu geçen zamanların hatıraları muttasıl devam eder ve bütün bu ilk
gençliğimizin, belki de çocukluğumuzun bütün mukaddes hatıraları devam
ettikçe, ta ölümümüz tahakkuk edinceye dek kaderimiz devam ediyor demektir.
Sevdiklerimiz hep tekrar ettiklerimizdir.
Son zamanlarında ihtiyarlamış olan şair,
Ankara'da, hepimiz gibi o da hatıralarına ve mazilerine düşkün kalmıştı. Yeni
bir fikir duymaktansa eski hislerini tekrar eder, sevdiği mısraları tekrar
eder, tekrar etmeyi sevdiği beş on Fransızca cümleyi tekrar ederdi. Kendisini,
büsbütün bir Edebiyat-ı Cedide kitabı gibi dinlerdik Asil bir kanın varisleri
olan asil çocuklarının, bütün ailesinin hürmeti, muhabbeti, şefkati içinde,
hatıraları, hülyaları, sevdikleri arasındaydı. Sürdüğü bu asude ömür, ince bir
medeniyetin neticesi, tesellisi ve mucizesiydi.
Her sözüyle İstanbul'a olan aşkını tekrar ve
güzellik muhabbetini teganni ediyordu. Ölünce, İstanbul'a naklolunmasını ve
Abdülhak Hamid'in üst tarafına değil, bir eski İstanbul ananesine uyarak, eski
hattatlarımızın, bazı eski şairlerimizin üstatlarının ayak uçlarında yatmak
isteyişleri gibi, üstadının ayakları hizasına gömülmeyi istiyordu. Ve filhakika
bu istekleri oldu.
İstanbul mezarlığı da,
üstadının yakınlığı da mukaddermiş. Abdülhak Hamid'in ayak ucunda bir yer
bulunmuş. Bizlerin, hayatta dünyalara sığmazken, ölümümüzde istediğimiz ne küçük
bir yerdir! İşte istedikleri bu yeri bulabilen aziz ölülerimiz için,
bulduklarını, fani olsun, birer teselli telakki ediyoruz.
Hisar, 1 Ekim 1953, yıl 4, c. Il, nr. 42, s.
3 ve 18
• • •
geçmiş zaman edipleri
Geçmiş Zaman Edipleri
Halit Ziya -1
Vaktiyle, Uşşakizade Halit Ziya'nın İzmirli
olduğunu bilirdik Ben, İzmir'e dair ne duyarsam, ona ait fikirlerime
karıştırırdım. Servet-i Fünûn'un bir nüsha-i mümtazesinde kendisinin
küçük bir resmi vardı. İzmir'in kuvvetli bir eski zaman cemiyetine o da, pos
bıyıklarıyla iştirak ediyor gibi görünürdü. Babamın vaktiyle, ben doğmadan
evvel neşrettiği Hazine-i Evrak* mecmuasının, bizim
evde bir ciltli koleksiyonu ve perakende bazı nüshaları vardı. İçlerinde Halit
Ziya'nın hemen bu çocukluk zamanlarının ilk yazıları bulunurdu. Bunlar Fransızcadan
tercüme edilmiş, "İzmir Mekitarist şakirdanından" diye imza edilmiş
ve mecmuanın birtakım methiyeleriyle neşredilmiş bulunurdu. Bunların Halit
Ziya'nınkiler olduklarını babamdan bilirdim.**
* Abdülhak Şinasi Hisar'ın babası Mahmut Celaleddin Bey'in
çıkardığı Hazine-i Evrak adlı dergi, 1 Mayıs 1297/13 Mayıs 1881
tarihinde yayınlanmaya başladı. Yani daha Hisar dünyaya gelmeden, altı-yedi
sene kadar evvel. Derginin yazarları arasında Mahmut Celaleddin ve yakın
arkadaşları Abdülhak Hamid ile Re- caizade Ekrem bilhassa dikkati çekmektedir.
Mahmut Celaleddin Bey, Hazine-i Evrak'ın doğurduğu rahatsızlık nedeniyle
İstanbul'dan uzaklaştırılmış ve Ceza- yir-i Bahr-i Sefid ile Beyrut gibi
illerde maarif müdürü olarak görevlendirilmiştir. Bkz.: Abdiilhak Şinasi
Hisar, MEB Yayınları, İstanbul 1988, 307 s. [Haz.N.]
** Hisar'm sözünü ettiği Halit Ziya Uşaklıgil'in yazısı
için bkz.: Abdiilhak Şinasi Hisar (N. Turinay), MEB Yayınları, İstanbul
1988, s. 33. İlgili sayfada Halit Ziya'nın, Mahmut Celaleddin Bey'e gönderdiği
bir mektup da bulunmaktadır. Mektubun altındaki isim aynen şu şekilde:
"Mekitarist Şâkirdânından Uşşakizade Halit Ziya." Mektubun tarihi
ise, 19 Şubat 1298/ 3 Mart 1883'ü göstermektedir. Buna karşılık da Mahmut
Celaleddin Bey, genç Halit Ziya'nın yazısını şu ifadelerle takdim ediyor:
"Bu mektup İzmir'den taahhütlü olarak gönderilmiştir. Sahib-i
Nice seneler sonra, Halit Ziya bütün
hatıralarını neşredince öğrendik ki, kendisinin İzmirli ailesi, o doğmadan
evvel İstanbul'a nakletmişti. Babası tarikata mensup, sofu bir hacı olduğu
için, ilk önce Eyüp'e yerleşmişti. Halit Ziya, Eyüp Sultan'da doğmuştu. İsmi
de, o zamanlardaki edebiyatçılarımızın birçoğu gibi, Mehmet'ti: Mehmet Halit!..
Halit Ziya, muhakkak yazmak ve yazısının
altında imzasının hasıldığını görmek, insanları duymak ve hikâyelerini duyurmak
ihtiyacıyla doğmuş bir yazıcıydı.
Ailesi, İzmir'e dönünce, yazılarını orada
yazmaya başlamış ve ilk hikâye ve romanlarını orada bastırdıktan sonra, yine
daha genç iken, İstanbul'a gelmişti. Tütün Reji İdaresi'nde, aylık sarfiyatına
yetişen ve gitgide çoğalan bir maaşı vardı. Bütün hayatı gayet muntazam
tabiatını gösterir. Hatıratında babası için: "İş adamı olmaktan ziyade
fikir ve his adamı" diyor. Kendisi de bir fikir ve his adamı olmakla beraber,
şair olmaktan ziyade ciddi bir hesap adamıydı. Hatta, kendisinin kâfi derecede
şair olmadığı söylenebilir.
O, İstanbul'a gelir gelmez, zamanın sansürlü
matbuatının bütün erkaniyle birer birer tanışmıştı: Recaizade Ekrem, Tevfik
Fikret, Cenab Şehabeddin, Mehmet Rauf, Hüseyin Cahit, Ahmet Hikmet, Saffeti
Ziya, Hüseyin Suad, Hüseyin Sîret. Görüldüğü gibi, hemen bütün bu Edebiyat-ı
Cedide azaları muharrir, şair, romancı, hikâyeci, hepsi de hayatlarını
yazılarıyla değil, aldıkları maaşlarıyla geçinen rabıtalı memurlar gibiydiler.
O, İstanbul'da, ilk
zamanlarını Cihangir'de geçirdikten sonra, Osmanbey'de, o zamanki bahçenin bir
köşesini teşkil eden bir yolda kiralık bir evde otururmuş. Nigâr Hanım,
yazlarını Boğaziçi'nde geçirdikten sonra -şimdiki Şair Nigâr Sokağı'nda- ki-
kışlık evine gelirdi. Bundan elli yıl önce*, bir bayram günü,
imza henüz bir mektep çocuğu imiş. Fakat zeki bir zat
olduğu takırtısından anlaşılıyor. Eserini güzel bulduk. Ber-veçhi âti
dercediyoruz".
Burdan anlaşılan odur ki Halit Ziya'yı ilk keşfeden ve su
yüzüne çıkaran, doğrudan doğruya Hisar'ın babası Mahmut Celaleddin Bey'dir.
[Haz.N.]
* Okuduğunuz hatıranın yazım ve yayın tarihi Ağustos 1956
olduğuna göre, elli yıl geriye gidildiğinde ulaşılan tarih 1906 olur ki, bu da
Hisar'ın Halit Ziya ile ilk tanıştığı zamana ulaştırır bizi. Fakat Hisar'm 1905
yılında Paris'e kaçtığı hatırlanırsa, burada bir yanılmanın varlığı ortaya
çıkar. Öyleyse Hisar, Paris'e kaçmadan önce, muhtemelen 1905 yılı içinde Halit
Ziya ile tanış olmalıdır diye düşünüyoruz. [Haz.N.]
Nigâr Hanım'ın sokak kapısının sağındaki misafir odasında,
Halit Ziya'ya takdim olunmuştum. Aşk-ı Memnu basılalı iki üç sene
olmuştu. Ben onu ancak yeni okuyabilmiştim. Kitabın bazı sahifeleri, manalarını
iyi bilmediğim kelimeleriyle, alacakaranlık cümleleriyle, tesirlerinin
kuvvetlerini daha ziyade artırıyordu. Güya bazı pencereleri açılmamış, bazı
yerleri loş kalmış bir evin eşyası tarzında, bana daha çok tesir ediyordu.
Şimdi, aynı sahifelerin nüfuzu altında kalıyor, onun sözleri, Fransızcanın bazı
uzun ve muntazam cümleleri gibi, bana mensur bir şiir duyuruyordu. Adeta başım
dönmüş ve ben biraz sarhoş olmuştum. Tevfik Fikret, ne kadar şair olsa, acı
sesiyle, kısa cümleleriyle, inat eder gibi konuşmasıyla, bir şiir duyurmaktan
ziyade, sinirli bir tesir vücuda getiriyordu.
O zamanlarda, Halit Ziya'nın bir üstat şöhreti yok değildi.
Fakat çoğumuz edebiyatımızı, içine girilmesi mutat olmayan bir hasbahçe telakki
ederlerdi. Yazarların şöhretleri duyulur, fakat kitaplarını okumak pek adet
olmaz, bu eserlerin güya selamlığında kalınır ve haremlerine girilmezdi. Hele,
daha ismi yeni duyulan Edebiyat-ı Cedîde'yi kim okur, kim dinlerdi? Biz, her
gün, edebiyat ve matbuat âleminde inanılmaz birtakım garip sözler duyardık.
Mesela Galatasaray'da benden biraz daha yaşlı ve gayet rabıtalı bir arkadaşım
vardı. Babamın amcazadesi, bu arkadaşımın bir ablası ile evlenmiş olduğundan,
onunla aramızda bir sıhriyet var demekti. Babası da Reji Komiseri bulunuyordu.
Bir gün bana: "Halit Ziya Bey roman yazar mı?" diye sordu.
"Evet, yazar" dedim. Bir yanlışlık olmasın diye: "Bizim Halit
Ziya Bey mi?" diye tekrar etti. "Evet!" dedim. Babasının komiser
bulunduğu rejide memur olan, arada sırada evlerine gelen, gayet iyi Fransızca
bilen, pek ciddi bir zat olan Halit Ziya'nın roman yazdığına biraz şaşıyordu.
Yine bu geçmiş zamanlarda bir başkası da bana: "Halit Ziya Bey
edebiyatımızın en muktedir edibi değil midir?" diye sordu. "Evet,
öyle sanıyorum. Hangi kitaplarını okudunuz?" dedim. "Ben, eserlerini
hiç okumadım. Fakat en büyük edibimiz olduğu fikrine iştirak ediyorum!"
diye cevap verdi. Nice senelerden sonra, geçen gün, Fahri Celal'in gazetedeki
haftalık yazısını geçmiş bir zamandan gelen bir mektup gibi okurken, o bir
hatırasını aynı şekilde kaydetmek-
le, bana doğrudan doğruya eski bir zamanın sesini duyurmuş
oldu. Kendisinin tanıdığı bir ihtiyar paşaya: "Halit Ziya Bey'i tanır
mısınız?" diye sorunca, Sultan Hamid zamanının paşası, "Hangi Halit
Ziya Bey'i?" diyor. "Uşşakizade Halit Ziya Bey'i... Aşk-ı Memnu
müellifi..." Nihayet: "Reji..." deyince o: "Ya? Bizim Halit
Ziya Bey mi?" diye, kulaklarını uzatıyor, ve: "Ya? Demek onun
muharrirliği de var, öyle mi?" diye hayret ediyor.
Halit Ziya'nın kendisinin de hatıratında buna benzer bir
fıkrası var. Saf ve iyi yürekli bir insan tanılan Nuri Bey'in hem bazı
yazılarla, hem saray, hem reji ile alakası vardı. Halit Ziya'nın daha
İstanbul'a yeni dönmüş olduğu zamanlarda kendisine: "Halit Ziya Bey,
sizin hikâyeleriniz vardır. Bilirsiniz ki, Sultan Hamid cinai romanlara pek
meraklıdır. Siz bu yolda bir roman yazınız da, padişaha takdim edelim.
Mukabilinde size mutlak bir mükâfat verir!" demiş olduğunu öğreniyoruz.
Halit Ziya bu Kırk Yıl hatıratında, Edebiyat-ı
Cedîde'yi parça parça anlatmış oluyor. Ahmet Midhat'ın itham etmiş olduğu
gibi, o herhangi bir "dekadanlık" hareketi değil, sadece muntazam
bir zihniyetle düşünülen daha ciddi ve Avrupai bir görüşle şiir, hikâye, roman
ve tenkit yazmak ihtiyacıyla doğan bir hareket ve nihayet hayırlı bir merhale
olmuştur. Bütün bu edebiyatçılar kendi istidat ve kabiliyetleriyle yazarlardı.
Onlar dekadan değillerdi ve kendilerinin hiçbir "doktrin"leri yoktu.
Sadece adi değil, ciddi olmak isterlerdi. Halit Ziya Edebiyat-ı Cedide isminin
nasıl konulduğunu bilmediğini söylüyor. Ben çocukluğumdan başlayarak, ilk
gençliğe kadar serpintisini bütün muhitlerde duyduğum "dekadanlık"
ithamından iğrenmiştim. Halit Ziya "dekadanlar" kavgasını, Tevfik
Fikret gibi, halecan verici bir hadise değil, heyecan vermemiş bir vaka olarak
naklediyor.
İstanbul muhiti, o zamanlarda, edebiyatla alakadar olmaktan
ziyade, "dekadanlık"tan bahsetmeye alışıktı. İstanbul cemiyeti pek
edebiyat meraklısı değildi. Edebi ve fikri kitaplardan ziyade, masallara
benzeyen romanlar okurdu. Hayatlar, fikri ve kitabi olmaktan ziyade, manevi ve
ruhi bir iklim içinde kalırdı. Şiirlerden ziyade şarkılar duyulurdu. Yazmaktan
ziyade söylemek bilinirdi. Gönüllerin huzuru sayesinde, her tatlı bir hatıra,
her güzel bir söz, öz bir şiir kıymeti alırdı. İstanbul cemiyeti, eski ananelerine
sadık kalır; herkes, İstanbul günler ve gecelerinin tiryakisi halinde, kendi
izzeti nefsinin asaleti içinde, kendi terbiyesini korur, kendi dostlar ve
akrabalarını kollar; kandil geceleri ve bayram günleri birer teselli ve birer
vait halinde duyulur; herkes, başkalarının hatırını sayar; umumi âdetlerde
muhafazakâr, zevklerinde kanaatkâr olur; her zaman biraz hafiye korkusu
duyardı. Maaş çıktığı günler, çocuk gibi, herkesin biraz yüzü güler; bazan,
şehrin güzel semtlerinde, sevilen ahbaplarla birlikte, gezintiler tertip
edilirdi. Edebiyat-ı Cedide aza- ları da, bazan, aralarında böyle gezintiler
yaparlarmış. Bunlar o kadar sade ve sudan neşelerdi ki, bunların hiçbirinde ne
içki, ne saz bahis mevzuu olmaz, onlar ancak, beğendikleri yerlere gidip, orada
sevdikleri yemekleri yerler, bu gittikleri yerlerin meşhur şifalı sularını
içmekle iktifa ederlermiş.
Halit Ziya, Reji'de tahrirat ve tercüme kalemi başkâtibi ve
sonra da müdürü sıfatıyla, senelerle aynı yeknesak hayatı yaşamış: O, her
sabah, alt kattaki küçük odasına gelir; her öğle Gala- ta'daki bir lokantadan
getirttiği iki kap yemeğini yer; her akşam, idareden çıkınca, ilkbaharda Taksim
ve yazın da Tepebaşı bahçesine gider; biraz çalgı dinler ve gelen ahbaplarıyla
görüşürmüş. Bütün hikâye ve romanlarında bu Tepebaşı ve Taksim bahçelerinin
ehemmiyetleri duyulur. O zamanlarda, Şişli ve Beyoğlu, uzak ve mahrum İstanbul
tarafı mahallelerine karşı, daha canlı ve neşeli sayılırdı. Muhtelif
mevsimlerde Fransız meşhur aktör ve aktrisleri, musikişinasları, opera ve
operet kumpanyaları, Sarah Bernhardt, Rejane, Hading, Loıe Fuller,
Mounet-Sully, Coqueliu vesairleri birer birer şehrimize gelirlerdi. Bunların
İstanbul'da birkaç gün için kalmaları bir hadise olurdu. Tiyatro fiyatları pek
pahalı sayılır, fakat bütün yerler kapışılırdı. Edebiyat-ı Cedide azaları bu
piyeslere mutlaka gitmeyi isterlerdi.
O zamanlarda, apartmanlarda yaşamak âdet olmadığından, evi
bulunmayanlar ev kiralar, yazın da ayrı bir kira evi ararlardı. Herkes, küçük
olsun, bir ev sahibi olmak diler; hemen herkes de, evinin, küçücük olsun bir
bahçesi, içinde biraz olsun, çiçek bulunmasını isterdi. Halit Ziya, Osmanbey'de
iken, yazın Büyükada'ya naklederdi. Sonra, çocuklar için, bir bahçe bulunmasını
tabii ve zaruri görerek, Büyükada'dan o zaman Ayastefanos denilen Yeşilköy'de
aldığı bahçeli bir köşke naklet- mişti. Bahçesinde yetiştirdiği gayet güzel
beyaz güller, ayrı ayrı isimler taşıyan güller vardı. O zamanlarda satın
alınacak evin mahallesi mühim bir mevzu teşkil ederdi. Çünkü komşular, bir nevi
tabii akrabalıklar sayılırdı. Her yeni mahalle, bırakılan eskisinin
kaybettirdiklerine mukabil, başka kazançlarla telafi olunmasına itina edilirdi.
Ayastefanos, sakinleriyle, böyle mutena bir yer sayılırdı.
Üstat Halit Ziya'nın her günü, böylece biraz
fazla hesabi geçer; o gayet ciddi bir tacir gibi, her zamanının hesabıyla
meşgul, münasip bir zaman bularak, Sirkeci istasyonuna, Reji müdürü Mösyö
Berriat'ının arabasıyla gitmekle meşgul, nihayet her akşam, yeni bir sarfiyata
mecbur olmadan, bir an evvel evine dönmekle meşgul olurdu. Halit Ziya'nın
pratik ciddiyetine, tecrübesine ve zekâsına rağmen, sanıyorum ki, zihnini her
zaman işgal eden bu hesap, her nevi hesaplarını bozuyor, bir nevi hesapsızlık
gibi bir zarar hasıl ediyordu. Kendisinin Reji'de, alt kattaki küçük odasının
gözlere çarpan bir hususiyeti vardı. Kendisinin kasası bu odanın ta ortasında
ve ekseriyetle açık duran kapısının ta karşısında duruyordu. Şunu söylemek
lazım gelir ki, bu kendisinin değil idarenin kasasıydı. Lakin her kasa
bulunduğu odanın bir duvarı yanında görülürken, ortasında duran bu kasa, odanın
en mutena bir noktasını işgal ediyor, ve odanın bir nevi remzini teşkil
ediyordu.
Halit Ziya, bu gündelik vazifelerini görmekle
hayatını kazandığından, para için yazmaya muhtaç kalmıyordu. Ancak,
yazdıklarının basıldığını görmekle ve yazılarının da kârını bilmekle memnun
olurdu. Kendisinin tercih ettiği Kırık Hayatlar romanının başında
yazdığı gibi, 1901'de sansürün büsbütün vehimli mübalağasıyla, edebiyatın artık
devamına imkân kalmadığını ve Edebiyat-ı Cedîde'nin kapatıldığını anlayınca
neş- rolunamayacak yazılarını, âdeti veçhile yazmaya devam edemeyerek, ta
Meşrutiyet'in tekrar ilanna kadar artık hiçbir şey yazamamıştı.
Türk Yurdu, Ağustos 1056, nr. 259, s. 127-131
Geçmiş Zaman
Edipleri
Halit
Ziya - II
Meşrutiyet'in tekrar ilan olunduğu günlerde Sabah
gazetesi sahibi Mihran Efendi, Halit Ziya'mn Reji'deki odasına gelerek, gazetesi
için bir roman vermesini rica etmiş ve her tefrikası için bir lira (ki şimdi
seksen lira) vermeyi vaat etmişti. O da o gün, Nesl-i Ahir romanını,
âdeti veçhile bir yandan yazmaya, bir yandan bastırmaya, diğer yandan da, her
öğleyin yediği iki kap yemeğine bir tatlı ilave etmeye başlamıştı.
Sonra, Halit Ziya, Mabeyn-i Hümayun Başkâtipliği'ne tayin
olununca, romanına devam edememiş ve yazı işlerini tatile karar vermişti. Onun
dürüst memuriyet hayatı malumdur. Bir de, verdiği dersler vardı ki, bu iş daha
az bilinir. İzmir'de bir iki mektep hocalığına ve Meşrutiyet'ten sonra,
İstanbul Darülfununu'nda "Edebiyat-ı garbiye" ve "Hikmet-i
bedayi" müderrisliğine tayin olunmuştu.
Mabeyn başkâtibi bulunduğu sırada ayan azalığına da tayin
olunmuşsa da, bu iki vazife imtizaç edemeyeceği görülünce istifa etmişti.
Ancak, İttihat ve Terakki Fırkası ve hükümetinin düşmesi üzerine hem
başkâtiplikten, hem de Darülfünün'daki derslerinden ayrılmış ve neticede
memuriyetsiz kalmıştı. Sultan Reşad'ın da ölümünden sonra, yalnız kırk dört
yaşında bulunan ve dürüst bir memur şöhretine sahip olan bu adama, memuriyet ve
maaş kayıpları ta sonuna kadar kapalı kalmıştı. Şükür olunur ki kendisi, bir
iki şirkette idare meclisi azalığına seçilmişti.
Diğer yandan, hergün en küçük masraflardan kaçınarak, yavaş
yavaş, damla damla biriktirilen bir servetin mühim bir kısmını da, birdenbire
zayi etmişti. Bilirsiniz ki, az çok para bi- riktirebilmiş olan insanların
çoğu, paralarını hem emniyet altında bulundurmak, hem de çoğaltmak isterler. Sağlam
addettikleri birtakım esham satın almak, ve bunları alırken kendilerine biraz
avans veren bankalara yatırmak isterler. Bunların neticesi olarak da bazan
günün birinde, Alman parasının kıymetinden düşmesi, yahut Amerikan borsasının
büyük bir buhranı yüzünden, aldıkları esham ve sakladıkları paranın mühim bir
kısmını kaybetmiş olurlar. İşte Halit Ziya da böyle mühim bir ziyana uğrayarak,
servetinin ancak bir kısmını muhafaza edebilmişti. En ufak hesaplarına büyük
bir ehemmiyet verirken, böyle birdenbire hasıl olan bu ziyan, ona kim bilir ne
kadar acı gelmiş olacaktı.
Halit Ziya'nın edebi hayatına gelince, kendisinin en çok
yazmış ve kitap neşretmiş yazıcılarımızdan biri olduğu malumdur. Gençliğinden
beri, bazan acele neşretmeye alışkın bulunduğu küçük ve büyük kitaplardan bir
kısmını olsun, gönlünün istediği gibi tashih etmek ve yeni baştan bastırmak
isterdi. Yazarlar, böyle, eserleri hakkında başkalarının yapabilecekleri
tenkitlerden önce, kendilerinin itiraf ettikleri kusurları kısmen müsamaha ile
geçiştirebiliyorlar. Roman* isimli kitabında "Cinq Mars" bir
ismi has olması yerine, beş mart denilmiştir. "Ve kaseme ala
hüvalbaki" diyor. Bunun üzerine artık başkalarının diyebilecekleri çok
bir şey kalmıyor.
Birçok kitaplar bastırmış olan bu yazarın,
nice senelerden sonra, bir gün bana, bütün yazmak istediklerini yazamamış ol
* Hisar'ın belirttiği şekilde, Halit Ziya'nın
"Roman" adını taşıyan her hangi bir eseri bulunmamaktadır. Daha
doğrusu da burada Hisar'ın yanlış bir hatırlaması söz konusudur. O da şudur:
Halit Ziya daha Mai ve Siyah, Aşk-ı Memnu, Kırık Hayatlar gibi büyük
romanlarını yazmadığı bir tarihte 1307/1891-92, roman mevzusu üzerine çalışmış
ve bu çalışmalarını Hikâye adı altında bir kitapta toplamıştı. Dolayısıyla
Hisar'ın kastettiği eser bu olmalıdır. Nitekim o dönemlerde edebiyatımızda
roman kavramı yaygın olmayıp, küçük-büyük bütün romanlar "hikâye"
olarak adlandırılırlardı. Şimdiki hikâye türüne de "Küçük Hikâye" adı
verilirdi.
İşte buradan yola çıkarak, kendi yazdığı romanların piyasadaki
yaygın roman biçimlerinden farkını vurgulamak kastı ile Hisar; Falıim Bey ve
Biz, Çamlıca'daki Eniştemiz, Ali Nizamî Bey'in Alafrangalığı ve Şeylıliği
gibi romanlarını okuyucuya "hikâye" olarak takdim etmiştir. Halit
Ziya'nın, roman türünün tekâmülü ve teorik bazı meselelerini ele aldığı Hikâye
adlı eserinin yeni baskısı için bkz.: Hikâye (Haz. Nur Gürani Arslan),
YKY, İstanbul 1998, 151 s. [Haz .N.] duğuna ve başladığı Nesl-i Ahir romanına devam
edemediğine müteessir olduğunu söylemişti. Bir başka gün de oğluna, bir nevi
yazıcılık mizanını yapar gibi, eserini ikmal edemediğine müteessir olduğunu
söylemiş. Bir yazarın bu duyguları rikkatime dokunuyor. Kendi eserlerine
hayati bir ehemmiyet verdiği görülüyor.
Onun başlıca eserleri, bilindiği gibi Ma i ve Siyah,
Aşk-ı Memnu ve Kırık Hayatlar romanlarıdır. Bunlar Türk romanında
bir merhaledir. En uzunu olan, en büyük ve mühim eseri, ömrünün bütün
hatıralarını teşkil eden beş ciltlik Kırk Yıl, üç ciltlik Saray ve
Ötesi hatıratı olmalıydı. Yadettiği insanları ve zamanları doğru çizgilerle
resmetmiş oluyor. Her hakikat, bizde, zamanla az çok tahrif edilmeden önce,
daha canlı bir hatıra iken o ne yazık ki, bunların en can alacak noktalarında,
adeta tevazu ile ya susmuş ya ihmal ile söylemiş oluyor. Hayatın çıplak tenini
değil, resmi kılıkiarını gösteriyor. Çok ihtiyatlı ve tartılı bu yazılar, resmi
yazıları andırıyor. Muhteşem Chateaubriand'nın en muhteşem kitabı Me'moires
d'outre - tombe eseridir. Halit Ziya'nın kocaman kitabı daha canlı
olabilseydi, o geçmiş senelerin romanı bizce ne kadar alaka duyurabilecekti.
Kendisinin tekmil okuyucuları, hayatının bu hatıralarına mukabil, yine Mai
ve Siyah, Aşk-ı Memnu ve Kırık Hayatlar romanlarını tercih
etmişlerdir. Denilebilir ki bu hatıralar, yad ettikleri zamanları çağlamıyor.
Bu uzun kitabın en sonuncu cümlesi, insan farz ediyor ki eserinin bütünlüğünü
alakadar eden bir söz, bir nevi veda cümlesi olacaktır. Hayır, bu sonuncu
cümle, diğerlerinin olduğu gibi, yine bir küçük hadiseyi naklile, bir tek şahsa
taalluk ediyor ve tesadüfen de, kime ait oluyor dersiniz? Bir Hallac-ı Mansur'a
değil, bir Hallaçiyan Efendi'ye!..[**]
Halit Ziya Kırk Yıl'ın beş cildini de imzalayarak
bana vermişti. Bu eserden kâfi derecede medih ve muhabbetle bahsede- meyeceğim
için, bir şey yazmamıştım. Kendisinin buna dikkat edeceğine hiç ihtimal
vermemiştim. Fakat yazarlar o kadar hassas oluyorlar ki, kitaplarını neşreden
İbrahim Hilmi Bey'e bir gün ismimi söyleyerek, "Benim kitaplarımdan hiç
bahsetmedi!" demiş olduğunu duydum.
Ben, arada sırada, kendisinin Yeşilköy'deki köşküne gidiyordum.
O esnada bazı edebiyatçılar, kendisinin evinde on beş günde bir mi, ayda bir
mi, toplanmayı âdet etmişlerdi. Vaktiyle, Umumi Harp senelerinde, Abdülhak
Hamid'in manevi riyaseti altında, Tokatlıyan'daki cuma toplantılarımız olur, ve
bunlar pek hoşumuza giderdi. Hepimiz yiyip içtiklerimizi ayrı ayrı öder ve
toplantı külfetsizce geçerdi. Birleşmek için yeni intihab olunan bu yerin
kusuru uzaklığı ve ev sahibine de bir külfet olmasıydı. Yeşilköy'e gidip dönmek,
orada geçirilen zaman kadar sürer. Halit Ziya'nın edebiyat muhabbeti,
misafirlerini ağırlamak masrafına galebe etmiş, fakat o, ev sahibi sıfatıyla,
gelenlere birer çay verilmesine lüzum görmeden, onlara bir nevi kurabiye ikram
etmekle halletmişti. O zamanlarda Edebiyat-ı Cedide eskimiş, sönmüş, bir
hatıraya inkilap etmişti. Gelenler arasında, kendisinden başka, belki ancak
bir iki Edebiyat-ı Cedide şairi vardı, diğerleri hep o devrin sonrası
yazarlardı.
Ben diyebilirim ki, üstat Halit Ziya'ya, bana karşı yaptığı
baba dostu hareketleri için, ancak müteşekkir duygularım ve hatıralarım vardır.
Var/ık'ta çıkan bazı yazılarımla birlikte, "Köşkler" parçası için bir
medih yazısı yazmış ve sonra bunu Sanata Dair kitabına almıştı. İlk
kitabım olan Fahim Bey ve Biz için, iki uzun makale ile onu, romanımızın
bir terakki merhalesi addettiğini yazmıştı.[††]
Roman tabii, büsbütün hususi bi âlemdir.
Romancı, kitabını yazmaya başlayınca, bahsettiği adam artık tabii, kendisi sayılmaz.
Bahsettiği akrabaları ve dostları, tabii, artık kendisinin babası, eniştesi ve
sairesi telakki edilmez. Kitap onun şahsi hatıraları değil, bir romanıdır.
Romanın eşhasıyla hayat insanları arasındaki bir suale cevaben bir mektup
yazmak, belki kendisini yormuş olacağını düşündüğümden bunu mahzurlu görerek,
bütün bunları görüşmelerimizde anlatabilmeyi tercih etmiştim. Fakat bunun
vaktini ve fırsatını bulamadım.
O zamanlarda verilmek istenen bir roman
mükâfatı için, rey verecek olanlar Ankara'ya davet edilince Halit Ziya da gelmişti.
Ancak daha yeni basılmış olan ve münekkitlerin en çoğuna yollamamış bulunduğum
bu ilk kitabım olan romanımın intihap olunabileceğine ihtimal vermemiştim.
Kendisi ise, vaktiyle benim kitaplarından bahsetmemiş olduğuma bakmayarak,
romanımın intihabı lehinde çalışmıştı. Bütün bunlar için kendisine kâfi
derecede teşekkürlerimi, beceriksizlikle, iyice söyleyememiş olduğuma
mahçubum.
Halit Ziya'nın ellinci yazı yılını kutlamak
için bir jübile yapılacaktı. O zaman cidden elli yıldan fazla bir yazı hayatı
vardı. Kitapları Edebiyat-ı Cedide zamanından evvel başlamıştı, sonra, devam
ediyordu. Bir milletin en büyük tarafı hafızası olmalıdır. Hafızası iyi olmayan
bir edebiyat, bir milli edebiyat tesis etmiş sayılamaz. Bozulan milli
teşekküller, milliyetlerini tehlikeye düşürmüş olur. Halit Ziya'nın ismi,
tereddütsüz olarak dil, edebiyat, roman, hikâye anlayışı yüzünden ettiği
hizmetler, yerlerini kazanmışlardı. O yalnız kitaplarıyla değil, zamanına
tesirleri itibariyle de bir üstat sıfatına layıktı. Törene bütün matbuat erkanı
iştirak edebileceklerdi.
O zamanlarda, her nedense,
aleyhinde bazı yazılar da çıkmıştı. Bu zamanlarda, kendisine yapılacak
muhabbetli bir tezahürden memnun olacaktı. Ben, Ankara'da bulunduğumdan, bu
törende bulunamadım. Birkaç ahbabın dediklerine göre, o kendi hakkında yapılan
bu jübileden pek mütehassis olmuştu. Ancak,
iki yazı ile eseri, Türk romanının zirvelerinden
addetmiştir. Bkz.: Son Posta, 14 Eylül 1941 ve 17 Eylül 1941.
Uşaklıgil'in bu yazıları Sanata Dair (3. cilt) adlı eserine de dahil
edilmiştir. Bkz.: Maarif Basımevi, İstanbul 1955, s. 208-216. [Haz.N.] toplantı, bazı
noksanları ve kusurları yüzünden hayli hazin bir şey olmuş. Evvela, böyle bir
içtimaın bir reisi bulunması lazım gelirken, bu içtimada kürsüye çıkan hatipler
müstakil telakki edilebilirdi. Halit Ziya'nın kitapları hakkındaki konferans
pek uzun sürmüş. Romanlarının kusurları birer birer sayılıyormuş. Yapılan bu
tenkitler doğru addedilse bile, tören gecesinde bunlar yersiz ve sırasız
sayılmış. Kürsüye çıkan bir Edebiyat-ı Cedide şairi, her nedense, daha evvel
sıralanmamış not kâğıtlarını, halkın önünde, uzun uzun sıraladıktan sonra da,
beklenmedik bir kararla, o gün rahatsız olduğunu, ateşi bulunduğunu ve bunun
için hatıralarını okuyamayacağım söyleyerek kürsüden inmiş. Halit Ziya'nın
hayatına, eserlerine ve tesirlerine ait tabii bir uzunluktaki İzzet Melih'in
musahabesi pek muvaffak olmuş. Halit Ziya'nın kendisi de bu içtimaı, yazı
hayatının bir mükâfatı telakki ettiğini anlatan, muhabbetli ve güzel bir nutuk
söylemiş. Fakat gece saatleri sürdükçe, avdet vasıtalarının müşkilatı yüzünden
çıkıp gidenler çoğalmış, öyle ki, çok geç kalan bu tören bitmeden birçokları
ondan ayrılmışlar. Bazıları, Halit Ziya'nın tahammül kuvvetine hayran olarak,
onun yanında sonuna kadar kalmışlar' ve yapılan bu törenden hayli yorulmuş ve
üzülmüş olarak dönmüşler.
Daha sonraları ben, Halit Ziya'yı
Yeşilköy'deki köşkünde, üst kattaki kitap odasının yanında, galiba daha çok
sevdiği sofada yahut, bahçesinde görmüştüm. Kendisinin vaktiyle, Paris gibi,
memleketi iyi temsil edeceğini düşündüğü bir yere elçi olarak gönderilmediğine
müteessir olduğunu bilirdim. Ancak, kendisinin bazan hayatın ya dûnunda, yahut
fevkinde kalan bir sadeliği vardı ki, bununla şaşmak ve müteessir olmaktan ziyade,
biraz bıkmış, bazı hakikatleri duymamış ve görmemiş, yahut anlamamış gibi biraz
şaşırmış görünüyordu. Halbuki onun büyük bir yenileşme kabiliyeti duyuluyordu
ki, son zamanlarında bile sönmemiş ve ciddiyetle devam etmekte olduğu
duyulurdu. Ancak, bazan, yeni bir istekle hayal sukutuna maruz oluyordu.
Köşkünün bir odasında, 1900 civarından beri
birer birer alınmış kıymetli ve bazıları güzel ciltlenmiş, bir hayli Fransızca
kitapları vardı. Bilmem hangi bir fikirle, bir aralık bu kitapların kendisine
artık yarayamayacağını düşünerek, bunların çoğunu sattırmayı düşünmüştü.
Okuduğumuz bizce kıymetli kitapların bir kısmı ise, kendimizden evvel ölmüş
oluyor ve bizim onlara verdiğimiz kıymetler, başkaları için, bazan büsbütün
yersiz görünüyor. Bahsettiği kıymetler o kadar mübalağalı tahminlere ulaşıyordu
ki, bu hayal sukutunu benden duymasın diye fikriınİ söylememiştim.
Başkalarından öyle rakamlar duymuş olacaktır ki, artık bundan bir daha
bahsetmedi. Bu kitaplar satılmamış ve kendi ölümüne kadar yerlerinde kalmıştı. Edebiyat-ı
Cedide müzesinin bir bütçesi bulunsaydı, bütün bu Fransızca romanların hemen
hepsi, Edebiyat-ı Cedide zamanlarındaki tanılmış yazarların kitapları olmak
itibariyle, bunlar bu yere yakışacaklardı.
Halit Ziya bir tercüme işiyle meşgul olmak
istemişti. Bir gazetede, bazı kitapların kimler tarafından tercüme edildiğine
dair, kıymetli bulduğu bir listesi vardı. Bu sualin bugünkü yazarları alakadar
edeceğini umarak, kimlerin hangi eserleri tercüme etmiş olacaklarına dair
beklediği suallerinden hiçbir cevap alamadı.
Kendi bütün kitaplarının,
"layetegayyer" dediği baskılarını yaptırmak istiyordu. Her zamanki
ciddiyeti ile, birçok kitaplarını sadeleştirmek kararıyla, yeni harflerle
bastırttı. Fakat, yazı inkılaplarında, bazı hususi imla şekillerini muhafaza,
itina ile tatbik olunamadı.
Bütün bu hayal sukutları üzerine, hayatında daha büyük bir
felaketi oldu. Tıpkı, ilk bedbaht küçük çocuklarını, bir kızını ve bir oğlunu
kaybeden ve kendileri hakkında şiirler yazan Recaizade Ekrem gibi, o da
çocukken bir oğlunu ve bir kızını kaybetmiş ve kendisi de "Kırık
Oyuncak" küçük hikâyesiyle Kırık Hayatlar romanında onlardan
bahisle hikâye etmişti. Bundan sonra, yine yetişmiş olan oğlu Nejat'ı kaybeden
Recaizade Ekrem gibi, kendisi de büyük oğlu Vedad'ın hatta mümkün olsa ondan
daha feci bir tarzda, intiharıyla ölümü karşısında kaldı. Senelerden evvelce
Recaizade Ekrem'in Büyükada'da, kendisine ve Tevfik Fikret'e, Nejat Ekrem
kitabındaki bazı parçaları okuması faciası tekerrür etmişti. Kendisi de Bir
Acı Hikaye'sini yazıp neşretti. O da bu felakete tahammül edemiyordu.
Bir gün Yeşilköy'deki
köşkünde, kendisini son derece meyus gördüm. Oğlunun intihar ettiği gün
yanında bulunmuş olan adam da, o zamanlarda köşkünde bulunuyordu. Bu yaşlı
adamın felaketi karşısında, yeisini ve ıstırabını acı acı duydum. Bunların,
hiçbir teselli ile avunulur şeyler olmadığını görüyordum. Yeşilköy'deki
komşusu ve kendisinin nice kitaplarının naşiri olan İbrahim Hilmi Bey'le
görüştüğü bir buhran gününde, Baki'nin mısraını tashih ile "Baki kalan bu
kubbede bir boş sada imiş!" diye zikretmiş. Diğer bir buhran
gününde de ona: "Artık benim zamanım geçti. Vedad beni çağırıyor!.. Ben
ona gidiyorum!" demiş olduğunu duydum. Artık kendisi de, hatıratındaki
tesirli bir sahifesinde, karanlık bir gecede, Tevfik Pikret'in ölümü tercih
ettiğini anlattığı ruh haletine düşmüştü. Kendisi, her zaman ciddi bir faaliyet
hayatı geçirmiş, son zamanlarında her duygusunun değişmiş olduğunu duyuyor;
artık ona geçen zamanlar tahammül edilmez bir azap; uyumak bir korkulu rüya;
uyanmak abes bir külfet; hayat nafile bir zahmet geliyordu. Görülüyor ki,
muvakkat bir kuvvet olan hayat artık sönerken, aslındaki boşluğa ermek istiyor
ve ölümü bir korku değil, bir kurtuluş olarak duyuyordu.
Türk Yurdu, Eylül 1956, nr. 260, s. 207-212
Geçmiş Zaman Edipleri
Tevfik Pikret, kayınbabası Mustafa Bey'in Rumelihisarı
iskelesi yanındaki yalısında oturduğu zamanlar, İstanbul'dan akşam vapuruyla
dönüşlerinde, yürümek ihtiyacıyla olacak ki bazan Bebek iskelesinden çıkar ve
Hisar'a yaya olarak gelirdi. Vapur önümüzden geçeli bir hayli zaman sonra,
yalının arka tarafındaki pencerelerinden bakınca, Pikret'in yanında bir
başkasıyla geçtiklerini görürdüm. O, bazan bir bahriye zabiti üniforması, bazan
bir sivil elbisesi giymiş olurdu. Onun Mehmet Rauf olduğunu öğrenmiş ve bir
zaman sonra da, Pikret vasıtasıyla, kendisiyle tanışmıştım.
Mehmet Rauf, tıknaz ve hayli kısa boylu,
beyaz tenli, kırmızımtırak yüzlü, sarı saçlı, sarı bıyıklı, miyop, açık renk
elbiseli, yüksek yakalıklı, kalın camlı gözlüklerinin arkasından bulanık
bakışlı, hiç sesi duyulmayan, genç, ufak tefek bir insandı. Hemen biraz
mahçubiyetten kızaran bir adam ki, hüviyeti biraz silik kalır ve, gördüğümüz
muhtelif fotoğraflarında da müphem kalırdı. O, Pikret'in yanında az söyler,
bazan ne söylediği pek duyulmaz, bazan iyi duyulsa da, iyi anlaşılmazdı.
Edebiyat-ı Cedide arkadaşları, onun söylediklerini bazan çocukça bulurlar ve
sözlerine gülerlermiş. Pek kısa boylu olan Rauf'un bir hususiyeti vardı. O
bazan biraz cüce tesiri yaparmış.
Mehmet Rauf fakir bir
ailenin çocuğu imiş. Mektebi Bahri- ye'den hemen hemen, kendi kendisine
yetiştiği söylenirdi. İngilizce okumuş ama Pransızcayı kendiliğinden, okuya
okuya öğrenmiş. İlk roman ve hikâyelerini İzmir'de bulunan Halit Ziya'ya
göndererek, onun vasıtasıyla, oradaki gazetelerde neşrettirmiş.
Servet-i Fünûn'a girince, Pikret de, mecmua arkadaşlarının yazılarıyla pek
meşgul olur, tefrika edilen Eylül'ü dikkatle okur, ve uzun uzun tashih
edermiş.
Mehmet Rauf'un Pikret'le bir sıhriyeti vardı.
Onun halası, yahut halasının kızı olan Serınet Hanım'la evlenmişti. Fakat
Pikret bana, Rauf "halamın" yahut "halamın kızının
kocasıdır" demez, "akrabamdan bir hanımla evlidir" derdi. Bu
izdivaç pek hayırlı olmamış ve onlar galiba az zamanda ayrılmışlardı. Bu yüzden
Fikret, Mehmet Rauf'a darılmış ve onu uzun müddet affetmemişti. Hatta, sonra,
affetmiş olduğunu da bilmiyorum.
İşte Eylül kitap halinde basılmasından
az zaman sonra, böylece araları açılınca, matbuat dedikoduları arasında bir tanesi,
ta bizim Galatasaray'a kadar duyulmuştu. Pikret'in Mehmet Rauf'a, halasından
ayrılması yüzünden infiali varken, bu dargınlığını Eylül romanı ile
tefsir etmek uydurma bir şeydir. Romanda bulunan koca, hayatta bulunan koca
değildir. Romanı karıştırmak, vakayı tamamıyla tahrif etmek oluyor. Bir
edebiyat vakası duyurmak için, bir hayata iftira edilmiş olunuyor.
Mehmet Rauf da büyük bir yazı hevesi, bir
hikâye ve roman duyurmak ihtiyacıyla doğmuş bir yazıcıdır. Pikret'in onun yazılarına,
büyük bir kıyınet verdiği görülüyor. Halit Ziya aynı his ile kanaati taşıyor.
Bütün hatıratında ona, birçok yer ayırmaktadır. Hüseyin Cahit de bu eski
arkadaşım, aynı ehemmiyetle telakki ettiği görülüyor. Ancak zamanın Edebiyat-ı
Cedide muharrirleri arasında, Süleyman Nazif ve Ahmet Hikmet gibi bazıları,
yazılarında ona hayran olmaktan ziyade, kendisine muarız görünmüşlerdi.
Mehmet Rauf, Edebiyat-ı Cedide yazıcısı
olarak, "Sanat için sanat" nazariyesine inandığı zamanlardaki iki
kitabı, Eylül romanıyla Siyah İnciler mensureleri pek
beğenilmişti. Yine kendisinin "Mahalleye Mevkuf", "Küçük
Remzi" gibi güzel bazı küçük hikâyeleri vardı ki bunlar ve Servet-i
Fünun'daki sanat ve edebiyata dair bazı yazıları kıymetliydi. Fakat bu
hikâyeler, bu yazılar iyice toplanamamış ve kıymetsiz parçalarla karışmıştır.
Bundan sonraki kitaplarını ise ciddiye almak imkânı kalmamıştı.
Halit Ziya, hatıratında Mehmet Rauf'u zavallı
ve bundan dolayı sevimli görüyorsa da, sonraki şahsi hatıralarımda onu sevimli
değil, yalnız acınacak kadar zavallı gördüm. Ona dair hatırladıklarımın hepsi
de, onun mahrum, mahzun ve perişan olan hatıralarıdır.
Mehmet Rauf'un ömrü, hep buhranlı aşk
maceralarıyla sıralanmıştı. O, bir kadına âşık olmasını, biraz safdilane bir
hisle, biraz da sefahat telakki eder, böylece yeni bir kadını fazlasıyla
sevmesini, hayat için büyük bir buhran addederdi. Böylece, ikide- bir, âşık
olduğu kadınlardan dostlarına bahsettikçe, bu sözlerinde onların kıymetleri
artar, gittikçe daha genç, gittikçe daha güzel, gittikçe daha akıllı, gittikçe
daha kibar olurlarmış. Hatta gariptir, onların kocaları bile, gittikçe daha
zengin ve rütbeleri de daha yükselmiş olurlarmış. Nasıl ki Tarabya'da yatan bir
İtalyan gemisindeki kadın, kendi ilk âşık olduğu zaman, vapurdaki çarkçının
karısı imiş. Fakat dostları duymuşlar ki, o aşkından bahsettikçe, bu kadının
mevkii de yükselmiş, nihayet bir zabit karısı olmuş!..
Bir defa da, Büyükada'da âşık olduğu kadınla
münasebetleri, yahut münasebetsizlikleri yüzünden Mehmet Rauf, intihar etmek
kararıyla dostlarına ayrı ayrı birer veda mektubu göndermiş ve, bu yüzden
herkesin diline düşmüştü. Bu, daha, Meşrutiyet'ten evvelki zamanlardı. O
vakitki cemiyetimizde büyük bir tesanüt duygusu vardı. Bir yazarın intihar
etmek istemesi, niceleri alakadar etmişti.
Bu günün birinde, Halit Ziya'nın Reji'deki
küçük odasına, her zaman tutumlu olan Hüseyin Cahit büyük bir buhran içinde
görünerek gelmiş, bir köşeye oturup hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamış.
Kendisine, ölmek kararını yazmış olan Mehmet Rauf, muhtemeldir ki o esnada, ya
ölmüş bulunuyor, ya şimdi ölüyordu. Yarabbi!.. Ne yapmalıydı ki onun
Büyükada'daki küçük evine, derhal yetişilebilmeliydi! Çünkü o saatte
pencereler kapanmış, mangalın kömürü çoktandır tütmeye başlamış olacaktı.
Biraz daha geç kalınsa, zavallıyı kurtarmak imkânı olmayacaktı. O vakitlerde
telefon yoktu. Peki ama, telgraf vardı!.. Büyükada'daki resmi makamlara
telgraf çekmek neden hatıra gelmemişti? İstipdat idaresinde Mehmet Rauf, belki,
intihar etmek isterken bile, polis karakolundan korkmuş olabilecektir.
Polislere telgraf gönderilse, onun belki bu intihar etmek korkusunu bile
kaçırmış olabilecekti. Neden dolayı oraya bir telgraf çekilmediğini
bilemiyorum. Bu hadiseyi bana Halit Ziya anlatmıştı. Ben de, "Bu
düşüncesizlik neden oldu?" diye sormadım. O sırada adalara giden bir
vapur bulunmuş. İskeleden halecanla, koşa koşa, belki en son dakikalarda
yetişebilmişler. Kapıyı zorlayarak içeri girmişler. Camları açmış, kömür mangalım
kaldırmışlar. Yüzü yemyeşil, gözleri kapanmış Mehmet Rauf'u, odadan ölü gibi
çıkarmışlar ve kendisini Doktor Celal Muhtar'ın tedavisine bırakmışlar! Mehmet
Rauf'un intihar macerası, aralarında nice günlerle konuşulmuş.
Meşrutiyet'ten az zaman sonra gördüğümüz
Edebiyat-ı Cedide azalan, hemen hepsi birer hatırlı mevki sahibiydiler: Tevfik
Fikret, Aşiyan'da, Robert Kolej hocası ve hürriyet şairiydi. Hüseyin Cahit, bir
İttihat ve Terakki mücahidi ve bir matbuat lideriydi. Halit Ziya Mabeyn-i
Hümayun başkâtibiydi. Cenab Şehabeddin, Karantina Hudut ve Sevahil-i Sıhhiye
idaresindeydi. Ahmet Hikmet, İstanbul'da kaldıkça hoca, İstanbul'dan harice
gidince, konsolostu.
Mehmet Rauf ise, yalnız birtakım yazılar
yazan bir edebiyatçı, sadece birtakım neşriyat ile meşgul bir yazıcıydı. Bir
yazar, eğer bir ticaret müessesesinin yazı işlerine bağlanır gibi, gündelik
gazeteye kapılanmaz ve onun her günkü yazısından bir maaş alır gibi, bir ekmek
parası kazanmazsa durumu bir hayli güç olur. Mehmet Rauf her türlü yazı
işlerinin hepsiyle uğraşırdı. Bütün ömrü iki kutup arasında çabalıyordu: Biri,
edebi yazılar neşretmek ve edip şöhretini yükseltmek; diğeri de, bu yazılar ve
bu işlerle hayatını koruyan parayı kazanmak!.. Fakat bütün bu gayretlerine ve
zahmetlerine rağmen, bu iki gayenin hiçbirine ulaşamıyor, bunlardan hayal
ettiği hayırlı neticelere varamıyor, ne istediği büyük edebi şöhretini, ne de
hayat parasını tamamıyla kazanamıyordu.
Mehmet Rauf, gazetecilik yapıyor, gazetelere
makaleler, telif yahut mütercem roman tefrikaları veriyor, mecmuacılık yapıyor,
daha ziyade Mehasin, Süs, Nevsal, Hikaye Külliyatı mecmuaları gibi,
kadın mecmuası yahut magazin neşrediyordu. Tiyatro muharrirliği yapıyor, Halit
Ziya'nın Ferdi ve Şürekası romanından alınan piyes gibi adaptasyonlar
yapıyor, piyesler yazıyordu.
O, kim bilir, bu eserlerinin kaçıyla ne büyük
ümitlere kapılmış ve ne büyük birer hayal sukutuna düşmüş olacaktır. Her
sanatkâr gönlünün, çocuk kalmış nice tarafları vardır. Onun ruhu da, bir çocuk
masalı duyar gibi, zamanla, günün birinde şimdilik anlaşılmayan eserlerinin
duyulup, kendisine büyük bir şöhret ve hatta bir servet temin edeceğini umarak,
kim bilir ne hülyalara kapılmıştır. Refikasının gazetelerde çıkan hatıraları
arasında duymuştuk ki, meğer Mehmet Rauf atide, Sarayburnu'nda, bilmem hangi
bir havuzun önünde, kendisinin bir heykelinin rekz olunacağını tahayyül ederek,
bunun lezzetini şimdiden duyarmış. Gündelik hayatını kazanamayan bu yazar
yalnız servet değil, aynı zamanda şöhret, hatta, heykelini rekzettiren bir
muhabbet umar ve beklermiş.
Halbuki neşrolunan muhtelif kitaplarının
zamanla, okundukça, bir hasılat getirebileceği yerde, kendisinin bir yazısında
hikâye ettiği gibi, beklenmedik bir iflasa sürüklenmişti. Bu kitaplar,
edebiyat meraklılarının alakalarını kazanamıyor, tab'iler onları depolarında
muhafaza edemiyor, hepsi okkalarla satılığa çıkarılınca, bunlar, yok fiyatlarla
çıkarılmış oluyor; o, kitaplarının her birinden beklediği menfaat, bir yekun
teşkil edeceğine, hep birden hiçe inmiş oluyordu. Kendisi mühimce bir hesap bulmayı
beklerken, gördüğü bir iflas oluyordu.
Bütün bu yazı ve neşriyat kargaşalıkları
arasında ikidebir de hayatının aşk maceraları duyuluyor ve ömrü, bütün bir aşk
buhranı hikâyesi sayılıyordu.
Belki on beş sene kadar beraber yaşadığı
ikinci refikasından da ayrılmış olduğunu duyduk.
İşte galiba bu işgal ve buhran zamanlarında,
Mehmet Rauf'un başına elim bir facia gelerek, kendisinin işleyebileceği en
büyük günahı işlemiş, ve bir yazarın başına gelebilecek en büyük felakete uğrayarak,
yegâne bir teselli olabilecek yazı şerefini de kaybetmiş oldu. Para bulabilmek
için, gizli tutabileceğini sanarak bastırttığı, galiba Zambak adlı
resimli bir "bahname" yakalanarak kendisi mahkûm oldu. Ve bu yüzden,
almakta olduğu gayet cüzi tahsisatı ve askerlikle münasebeti kesildi.[‡‡]
Bir hayli zaman sonra, Rauf, üçüncü defa
olarak evlenmişti. Galiba bu sonuncu refikasının bir gazete yahut bir dergiye,
bir edebiyat anketi dolayısıyla vermiş olduğu cevaplarla öğrenmiştik ki,
Mehmet Rauf'un hayatında maruz kaldığı büyük aşk buhranlarının sayısı altıya
varmış.
Bu yeni refikası, edebiyat meraklısı bir
muallime, pek tecrübesiz ve ümitli bir kadındı. Kocası ile arasında 25-30 yıl
kadar bir yaş farkı var gibi görünüyordu. Mehmet Rauf'un bu sonuncu izdivacı da
hiç bahtlı olmamıştı.
Refikasının yazdığı bir mektubuna göre, bir
ayın on üçüncü gününde, Rauf, Son Yıldız unvanlı romanının bir
cümlesinde "perişan" kelimesini yazarken, birden bire, müşterek
yıldızları sönmüş ve kendileri perişan olmuşlar. Zavallının eli tutulmuş ve
kendisine felç gelmiş. Anlaşılıyor ki bu mektubu yazan zavallı da, pek
edebiyatperest bir kadınmış. Edebi bir mektubun insanlara, büyük bir tesir
edeceğine kani görünüyordu. Çok tesir icra edeceği ümidiyle, Rüşen Eşref'e pek
dikkatle ve tam bir Edebiyat-ı Cedide cümleleriyle yazdığı mektubu, feci
hakikate rağmen, insana adeta bir tasannu hissi veriyor, ve ne hazindir ki
bütün bu yazdıkları, eğer mümkün olsa, etmek istediği tesirin aksine olarak,
samimi ve hakiki bir mektup değil de, bir edebiyat vazifesi sayılabileceğiydi.
Mehmet Rauf, sağ kolunu kullanamaz, yazmak
istedikçe refikasına söyler ve o da söylediklerini yazarmış. O, sağ eliyle
karısının koluna girerek, beraberce, gazete idarehanelerine gelip gittiği
görülüyordu.
O zamanlar Ali Naci'nin neşrettiği İkdam
gazetesinde, Ahmet Haşim hemen her gün "Bize Göre" başlığıyla
fıkralar yazmaktaydı. Bazı günler ben de kendisini görmeye gelirdim. Böyle
bir akşam, Mehmet Rauf, kolunda refikasıyla birlikte, gazete idarehanesine
geldi. Tefrika olarak David Copperfield'in İngilizceden tercemesini vermek
istiyordu.
Ahmet Haşim'in dediklerine
göre, bu yeni başlayan hayatla-
Yayınevi veya basıldığı matbaa belirtilmeyen Bir
Zambağın Hikayesi (İstanbul 1326/1910, 72 s.) hakkında daha geniş bilgi
için bkz.: Mehmet Törenek, Hikaye ve Romanları ile Mehmet Rauf, Kitabevi
Yayınları, İstanbul 1999; Ali Birinci, "Müstehcenlik Tartışmaları
Tarihinde Bir Zambağın Hikayesi", Dergah, Haziran 1991, nr. 16, s.
18) [Haz.N.] rını,
yazılarıyla tanzim etmek hülyasında imişler. Yeni bir apartmana taşınmışlar.
Mehmet Rauf beni, bir kapı aralığında durdurarak, bu romanın tercümesini Ali
Naci'ye tavsiye etmemi istedi. Ben de, bu eserin malum olan şöhretini söyleyerek,
inşaallah bu tercümesinin de pek muvaffak olabileceğini anlatmaya çalıştım. Ali
Naci ise, galiba bu romanın gazetesinde basılmasına taraftar değildi. Kendisi
incelikten mahrum bir adam değilse de, Mehmet Rauf'a ve refikasına incelikle
muamele etmeye lüzum görmüyor ve sözleriyle adeta tersliyordu. Onlarsa, bu
derecesine ihtimal vermemiş oldukları bu İstiskale şaşırmışlar gibi, ne
diyeceklerini bilemiyorlar ve hayati bir ihtiyat ile, daha tekliflerinin
reddini duymamışlar da, hâlâ muvafık bir cevap almalarının imkânı varmış gibi
görünmek istiyorlardı. Öyle ki ben de, zayıf bir imkâna koyulmuş gibiydim.
Acaba Ali Naci roman tercümesine az para vermek ve onlara, nârnemnun görünerek,
bir pazarlık hareketi mi yapmak istiyordu? Fakat Ali Naci'nin kaba saba
istiskali, nihayet bu reddi karşısında başka yapılacak bir hareket kalmayınca,
meyus bir halde çıkıp gidişleri benim son derece rikkatime dokundu.
Mehmet Rauf daha şiddetli bir felç darbesiyle yatağa düşerek,
hiç çalışıp yazamayacağı görülünce, edebiyat muhipleri hükümete müracaat
etmişler. Yakup Kadri ve Ruşen Eşref'in ricası üzerine, hükümet Raufa yüz elli
liralık bir maaş verilmesine karar vermiş ve bu sayede Mehmet Rauf'un son
zamanlarını, üç buçuk sene kadar süren halet-i nez'i içinde, Cerrahpaşa hastanesinde
kalabilmesini temin etmiş.
Mehmet Rauf ölünce, birkaç gazetenin havadis
olarak verdikleri bu haber, meğer bizim bildiğimiz Rauf'un nice zaman önce
ölmüş olduğunu göstermiş oldu. Bu gazetelerde, onun öldüğünden başka hiçbir
şey yazılmadı. Cenazesine gitmiş olanlardan hiç bahis olunmadı. İflasından
bahsettiği kitaplardan hiçbir şey duyulmadı. Gördük ki Rauf şimdi değil, o
Edebiyat-ı Cedide zamanında ölmüştü. Bu, Edebiyat-ı Cedide müzesi olan
Aşiyan'da Tevfik Fikret'in, daha ihtiyarlamamış olan Halit Ziya'nın ve Cenab
Şehabeddin'in resimleri yanında, kendisinin de bir resmi bulunmalıydı. Burası
yegâne hatırlanacağı yerdi.
Türk Yurdu, Kasım 1956, nr. 262, s. 369-374
Geçmiş Zaman Edipleri
Nigâr Hanım, çocukluğumda ilk gördüğüm şairdi. O zamanlarda
kendisine şair Nigâr Binti Osman denilirdi. O, her zaman bana, jabotlu renk
renk bluzlarıyla, şiirin üniformasını giymiş ve, yüksek yaşmaklı hotozlarıyla,
bir şiir tacını takmış görünürdü. Kullandığı lavantalarda da, şiirin hudutsuz
ıtrını duyardım.
Bir eski zaman sandığının kapağı açılınca,
içinden bütün bir geçmiş zaman koklanıldığı gibi, ben de, çocukluğum yad edilir
edilmez, gönlümün hâlâ aşındıramadığı hatıralarla Boğaziçi yalılarını, Nigâr
Hanım'ı, hisar yalısıyla, yaşmaklı beyaz feracesiyle, mavi sularda yüzen
kayığıyla canlanmış buluyor ve bu inanılınayacak kadar eski hatıralarımı, ilk
zamanların kıvrımlarında gizlenmiş duyuyorum.
Bu çocukluk âleminin tarih öncesi
zamanlarında, Nigâr Hanım'ın ihtiyar annesiyle babasını görmüştüm. Annesi ilk
defa, yalının bir odasının penceresi önünde, bir kerevet üstünde oturmuş, haber
bekleyen bir hali vardı. Uzun boylu, beyaz saçlı, asker elbisesiyle, Büyükada
vapur iskelesinde gördüğüm babasının da, bir yere giden bir hali vardı. Sonra,
ikinci defasında, yine Büyükada vapur iskelesinde, bir yere gitmek isteyen
edasını gördüm ve bunun içindir ki, varlıklarını hâlâ birini bekleyiş ve
ötekini bir gidiş hareketiyle hatırlamaktayım.
O zamanlarda, Nigâr Hanım, pek gençliğinde
evlenmiş olduğu kocası İhsan Bey'den ayrılmış ve Rumelihisarı'ndaki bu yalının
yarısını kendisinden satın almıştı. Bu yalı, boyanılmamış olduğu için, zamanla
kararmış ve üstüne bir siyah entari giymiş bir kadına dönmüştü. Biz de ona o
kadar gidip gelirdik ki, kendisine temas ede ede, akrabamızdan biri
zannederdik. Yalının diğer yarısına sahip olan da, bu İhsan Bey'in kızkardeşi
olan Besime Hanım'dı.
İlkbahar günleri, birer lütuf gibi duyulmaya
başlayınca, Nigâr Hanım, Osmanbey'deki kışlık evinden yalısına dönerdi. Mektep
tatili olup oğulları da yanma gelince, biz artık bu yakın komşularımızın
mevcudiyetleriyle her gün alakalanırdık.
İkindi zamanları, yani ezani dokuz sularında,
Boğaziçi yalılarının bütün kayık ve sandalları, hamarat kayıkçıların elleriyle
kayıkhanelerinden çıkar, denizde yüzen mahluklar gibi, uzun gezintilerine
başlardı.
O zamanlarda nazlı Boğaziçi ahalisinin riayet
ettikleri nice tiryakilikleri vardı. Hanımlar, bilhassa gezinti günleri olan
cuma ve pazarları, kayık veya sandalla bir kadının yalnız gezinmesi dikkati
çeker diye bunu muvafık bulmazlar, mutlaka akraba veya ahbaplarından biriyle
beraber bulunmasını lazım sayarlardı. Eski Boğaziçi tarihinde hiçbir gün, bir
kayığa veya sandala biri yaşmak ve feraceli, diğeri çarşaflı iki kadının beraber
oturmalarının tasavvur bile edilmesi gözlere batan bir rezalet görülecekti.
Mutlaka ikisinin de ya yaşmak ve feraceli, yahut çarşaflı olmaları lazım
gelirdi.
Yaşmaklar gerçi, yavaş yavaş moda olmaktan
çıkıyorsa da, hâlâ daha yaşlı birçok taraftarları vardı. Bilhassa Mısırlı hanımlar
bu ananeye uyuyorlardı. Nigâr Hanım da, cuma ve pazar günleri gezinmek için
yaşmak ve feraceyi lüzumlu sayıyordu. Kendisinin gündelik bir tek hamlacılı,
bir de cuma ve pazar günleri için, iki çifte kürekli iki kayığı vardı. Bu iki
çifte kayığın arkalığında da gök mavi renkli, üstü gümüş sırmalı, ay ve
yıldızlarla işlenmiş ve etrafı saçaklı, peluş bir örtüsü vardı ki, kayık
gittikçe sulara sürünürdü. Şimdi Nigâr Hanım'ın bir oğlunun evinde; bir duvara
asılmış bu örtüyü gördükçe, yadettiği eski akşamlar rikkatime dokunuyor.
Çay saatinden sonra, Nigâr Hanım kayığıyla
gezinmeye çıkmak için, ekseriyetle bize uğrardı. İki neslin en büyük farkları,
aralarında geçmiş olan on beş yirmi seneden ibarettir. Nigâr Hanım'a nispetle
daha genç olan annem, akşam kayıkla gezinmek için çarşafı daha kolay bulur, o
ise her zaman yaşınağı ve ferace giymeyi tabii bulurdu. Bunun için kayığa
anneannemle birlikte çıkmayı tercih ederlerdi.
Boğaziçi kayıklarının hemen hepsi de klasik
bir yapıda, portakali renkte, kenarları iki çizgili, ekseriya su renginde mavi
zıhlıydı. Her akşam hemen aynı saatlerde ve hemen aynı yerlerde gezinilirdi.
Öyle ki Boğaziçi'nde yeni bir akşam, geçmiş zamandan kalma eski bir akşama
benzer ve bunun için tadı daha çok sevilirdi.
Nigâr Hanım'ın kayığı Rumelihisarı'ndaki
yalısından çıkar, geceleri bülbüller içinde çağlayan Baltalimanı'ndan,
Emirgân'ın büyük bahçeler içindeki büyük yalıları önünden geçer, Recai- zade
Ekrem Bey'in yalısını tavaf eder, Kalender'e uğrar, bahçesinde saz varsa
önünde bir müddet duraklar, sonra, karşı sahile varır, körfeze yani Kanlıca
körfezine ve dereye yani Küçüksu deresine girer, Göksu önünde birkaç defa
dolaşır, bazan da Bebek bahçesinin önüne gelir, ve sonra akşam sular
kararınca, görmüş ve geçirmiş bir gönülle, yalısına dönerdi.
Bu kayıkla gezinilen bu akşamlar, bazan,
Boğaziçililerin tecrübeli gözleri karşısında, tabiatın güzellikleri daha
tesirli görülür, adeta ilahi bir manzara alır ve ruhlar, aşkla sevdikleri bir
vücut karşısında gibi hayran kalırlardı. Bu harikulade akşamlardan, sevilen
gözler üstüne bir nevi sürmeler sürülmüş ve aşkın sırları açıklanmış gibi
görünürdü. Çiçek gibi duyulan sular, fazla kokan güller gibi, adeta gönüllere
taşan ve dünya güzelliği bir aşk mucizesi halini alır, Boğaziçi'nin ıtrı da
gönüllere adeta fazla gelirdi.
Güneş gurup ederken, romantik sularda,
yalılarına dönen kayıklar, tarihi eski yelkenliler gibi kıymetli birtakım
ganimetler, hülyalar, hatıralar taşır gibi, beklenmedik şekiller alır ve, bizim
olmayan birtakım hayaletlere ait birtakım duygular, aşklar, şiirler ve yükler
taşıyan mahluklara dönerlerdi.
Hatırlattığım bu eski akşamlardan bilmem kaç
yıl daha önce, Arnavutköyü'nde, büyükbabası Musurus Paşa'nın bildiğim
yalısında, küçük bir kız, annesinin yanında, bu eski gezintilere birkaç defa
iştirak etmiş ve bu küçük kız sonra, Comtes- se de Noailles olunca, bu
akşamların hatıralarını, canlı bülbül sesleri gibi, bazı mısralarıyla
duyurmuştu. Safi şiirin her zaman bir mucize olduğuna eminim. Şairin gönlünde bir
iz'an halinde söylediği bu zamanlar, ondan ruhumuza da sirayet etmiş oluyor.
Comtesse de Noailles'in bu "Et les soirs turcs avec un cai:que
orange.." gibi bazı mısralarında ben hâlâ Boğaziçi akşamlarının
âdetlerini, sularını, tatlarını, manzaralarını, manalarını, ve hülasa, bu Türk
akşamlarının nefasetini duyuyorum.
Bu daha eski zamanlarda, Comtesse de Noailles'ın çocukluğu
ve Nigâr Hanım'm da daha gençlik zamanlarında, kendisinin bir de güzellik
şöhreti varmış. Macar Osman Paşa'nın kızı olarak bilinen Nigâr Hanım'ın yüzü
büyükçe, kemikli, gözleri büyük, siyah, parlak, saçları da gür ve siyahtı. O
zamanlarda takdir olunmuş bu yüzün bir hususiyeti kalıyordu.
Nigâr Hanım, bu gençliğinde, neşrettirmiş olduğu Efsus
unvanlı şiir kitabı, o zamanlarda kadınlar daha hiç kitap bastırt- madıkları
için, kazandığı şöhret daha büyük olmuştu. Efsus'tan sonra da bir iki kitap
daha neşretmişti.
Çocukluk zamanlarımda Neyran adında neşrettiği küçük
bir kitabı, adı Neyyir olan anneme bir dedikasla verdiği zaman, ben çocukluk
tesiriyle, manalarını pek iyi bilmediğim bu Neyyir ve Neyran kelimeleri
arasında bir münasebet tahayyül ederek, sanmıştım ki her şair, fani bir insana
ismini verdiği bir kitabıyla, ona bir nevi ebediyet vermiş gibi olur.
Nigâr Hanım, o zamanlarda, şiirlerini Kadınlara Mahsus Gazete'de neşrettiriyor, tanıdıklarıyla Fransızca, Almanca
görüşebiliyor, alafranga musikiyi de seviyor, edebiyattan bahsediyor, resmi de
anlıyor ve bütün bunlar o zamanlarda, birer muvaffakiyet diye hanımların
dikkatlerini çekiyordu.
O zamanlarda, kadınların çoğunun okumak âdeti yoktu.
Okumadıkları bu yazılara, bir nevi riayet göstermeye alıştılar. Onları takdir
etmek için okumaya ihtiyaçları yoktu. O zaman çok bahis olunan böyle bir
"şöhret-i sehile", Nigâr Hanım'a kâfi geliyordu. Şiirler nakdi bir
menfaat temin etmiyor, fakat, küçük olsun, bir şöhret temin ediyordu. O da
kendisine verilen bu payeyi duyuyor ve bunu küçümsemiyordu. O, bu küçük Neyran
kitabı için, Cenab Şehabeddin'in Mektep mecmuasında neşrettiği
methiyeyi, birkaç sene sonra, Aks-i Sada kitabına dercetmiş ve bu
methiye ile, bir nevi şahadetnamesini almış gibi, bununla memnun ve müftehir
olmuştu.
Nigâr Hanım'ın bazan bir şiiri değil de,
hayat içinde söylediği bir sözü, nüktesi rağbet ve şöhret bulur, bir yalıdan
bir yalıya hatta, bir mevsimden bir mevsime naklolunduğu duyulurdu.
O zamanlarda, hemen her sene, Boğaziçi'nde
bir iki yalı sahibinin ya mühim bir memuriyeti, yahut mühim bir serveti
yüzünden büyük bir şöhreti bulunur ve bunun için bu yalıların birinde yapılacak
düğün, hemen herkesi işgal ederdi. Öyle ki, bu düğünlerde davetli olan bütün
hanımlar, o günkü tuvaletleriyle meşgul olurlar, hatta davetli olmayanlar,
görücü olarak gelenler bile aralarında, kimleri görebileceklerini merak
ederler, hülasa, bu düğünlerden hemen herkes bahsetmiş olurdu.
Bir sene, bilmem kimlerin düğününde,
davetlilerin taktıkları mücevherat o kadar mebzul ve güzel görünmüş ki, adeta
herkesin gözlerini kamaştırmış ve Nigâr Hanım: "Her tarafta cevahir
kokuyordu" tarzında bir şey söylemiş. Bunu "şair mübalağası"
diye beğenenler birbirlerine tekrar etmişler ve böyle mübalağaları anlamayanlar
da, anlamamış görünmemek için, daha mübalağalı bir tarzda beğenmişler, öyle ki
herkes de Nigâr Hanım'ın sözünden bahsetmiş.
Onun yalnız bazı sözleri değil, bazan bazı
tuvaletleri de hanımların dikkat nazarlarını çekerdi. O da elbette pek iyi
giyinmiş olmak isterdi. Ancak, belki de her zaman, iktiza ettiği kadar
sarfiyatta bulunamazdı. İyi bir giyim, tabii o zamanlarda da, bir hayli
masraflı bir işti. Hanımlar arasında geçen bazı münakaşaları duyarak, Nigâr
Hanım'ın esvapları, feraceleri, mücevherleri mi, yoksa sözleri, cinasları,
nükteleri, şiirleri mi daha rabıtalı ve daha kıymetli olduğunu, ben o
zamanlarda, çocukluk yüzünden iyi tefrik edemiyor ve doğru bir hüküm
veremiyordum.
O zamanlarda, bir türlü
vakitlerinde alınamayan maaşlarla, hemen herkes gibi, o da, bir hayli
parasızlık sıkıntısı çekmiş olmalıydı. Bir de, bir sene yazdığı bir cülûsiyye
manzumesi yüzünden, Sultan Hamid idaresi bile yazarlara bazan bir kıyınet
vermiş olacaktır ki, Nigâr Hanım'ın da "hıdemât-ı kalemiyye
tertibinden", on beş lira olarak hatırladığım hususi bir aylığı vardı. Bu
on beş altın liranın şimdilik kıymeti takriben bin beş yüz lira olduğu gibi,
paranın satın alma kabiliyeti o zaman daha yüksek olduğu düşünülünce, vaktiyle,
bu maaşı ne ehemmiyetsiz sandığımıza şaşıyorum. Eskiden bize cüzi görünen bu
meblağ, herhangi bir yazara böyle bir yazısından dolayı kendisine her ay
verilmiş olsa, bundan ne kadar memnun olabilecekti.
Türk Yurdu, Aralık 1956, nr. 263, s. 444-448
Geçmiş Zaman Edipleri
Nigâr Binti Osman - II
Bazan, herkesi alakalandıran bir matbuat haberi olur, bazan
da yalnız edebiyat âlemimizin ehemmiyet verdiği bir hadise duyulurdu.
O zamanlarda her nedense,
daha doğrusu, bildiğimiz bir sebeple, ikisi de Rumelihisarı'nda oturan Tevfik
Fikret'le Nigâr Hanım'ın araları hayli açılmıştı. Çünkü Tevfik Fikret, eskiden Servet-i
Fünün'da bastırdığı bir yazısında, şiir yazan kadınlardan ve şaire Makbule
Leman Hanım'dan bahsederken, niçinse Nigâr Hanım'ı zikretmemiş ve, o zamanın
telakisine göre, kendisini inkâr etmişti. Nigâr Hanım buna pek gücenmiş
olduğundan, şiirlerini Servet-i Fünün'a göndermez de Kadınlara
Mahsus Gazete'de neşrettirirdi. Bir gün, beklenmedik bir şey oldu. Nigâr
Hanım'ın "Üryan Kalb" imzasıyla gönderdiği şiir, ismi anlaşıl-
mayarak mı, nasıl oldu bilemiyorduk, Servet-i Fünün'da basıldı. Saffeti
Ziya da bu manzumeyi beğenmiş ve iki mısraını kendi yazısında zikretmişti:
Havaîlik mi, aşk-z pür
hakikat mi, Ne anlıyor acaba sevgilim mealimden?
Müstear isimle gönderilen bu manzumenin, şairi anlaşılmadan
beğenilip Servet-i Fünün'da neşrolunması, Tevfik Fikret'in müş-
kilpesentliğine hem bir tariz, hem de bir ispat addediliyordu.
Kayıkla gezindiğimiz akşamların bazılarında,
yalılara döndüğümüz sıralarda, ya anneannem bir pencereden Nigâr Hanım'a, yahut
biz yalısından geçerken, Nigâr Hanım bize: "Yemekten sonra
buluşalım!.." tarzında bir davetle, yeni bir görüşmemiz kararlaştırılmış
olurdu. İki yalı arasında Servet-i Fünûn'dan başka, bir de -o zamanlarda
Samipaşazade Sezai Bey'in bir yazısında "meşhur Les Annales
mecmuası" diye bahsettiği- haftalık Les Annales, bu günler ve
gecelerimizin hepsinde bir yer alırdı. Onu okuyamadan yaşayamaz ve
uyuyamazdık.
Nihayet, bu nazlı günler
ve geceler birer birer geçer, dökülmüş yapraklarıyla sonbahar olur; eylülün
ilk haftasında Mektebi Sultani dersleri duyulur, Nigâr Hanım'ın oğulları
mektepte gece yatısına giderler; eylül akşamları bizi üşütmeye başlar, kayıkla
akşam gezintileri, hele mehtap gecelerinde, rutubet kayıkların döşemelerini
ıslatır, bir romatizma gibi vücuda girer ve bir an olurdu ki, bir mevsimin daha
geçmiş olduğu duyulurdu. O zaman anneannem sevgili piyanosunda çaldığı havaları
değiştirir ve daha daussılalı bir şarkıya geçerdi:
Sislendi heva, tarh-ı
çemenzarı nem aldı
Bülbül yuvadan uçtu gülistanı gam aldı.
Nigâr Hanım da, göç zamanının yaklaştığından, artık önümüzdeki
hafta içinde yalısından ayrılacağından bahsetmeye koyulurdu. Göçten bir gün
evvel, kıymetli komşumuzu bir akşam yemeğine beklerdik. Bu, senenin veda
toplantısı olurdu. Nigâr Hanım'ın sözlerini dinlerdik O, bu sohbetlerde, garbın
şiir, tiyatro, roman, musiki ve hatta resim üstatlarının en meşhur olanlarını
kanaatla zikretmiş olurdu. Zaten bütün bu isimler, hep birlikte, bir düzineyi
pek geçmezdi. Nigâr Hanım'ın büyük üstatlara olan itimadını biz de tasvip ve
söylediklerini takdir ederdik Onun her sözünde kibar kelimesi bir nakarat gibi
duyulurdu. Gerçi kendisi bu kelimeyi bütün manalarıyla tefsir ettiğinden, onu
ibzal ile kullanmakta belki mazurdu. Ancak, insanın aklına bir sual geliyordu:
Fikir, şiir, roman, tiyatro, musiki ve resim üstatlarının en kuvvetli
şahsiyetlerinin hepsi de, kibar kelimesiyle tavsif edilebilir miydi? Nigâr
Hanım'ın kendisi bir kibarlık meraklısı sayılmalı değil miydi? O gece, onunla
ayrılırken, komşusuz bulunacağımız kış aylarında, biraz yalnız kalacağımızı
duyardık.
Nigâr Hanım'ın, Osmanbey bahçesinden Şişli'ye
giderken, sağ kısmının tarafında ve karşısına isabet eden yolda, daracık ve
yüksek olduğu için bir sefertasına benzettiğimiz kârgir bir evi vardı. Sokak
kapısından içeri girilince, sağ tarafta küçük bir selamlık odası, dar
merdivenden çıkılınca da büyükçe bir salon bulunurdu. Burada, birçok tanılmış
adamların imzalı, dedikaslı resimleri görünürdü. Bunlar arasında Pierre
Loti'nin bahriyeli üniformasıyla da, sivil kıyafetiyle de fotoğrafları vardı. O
eski zamanlarda, üstatlar daha ziyade şahsiyet ve tesir sahibi idiler. Her biri
de kanaatı, üslubu, şiiri ve felsefesiyle kendi sesini duyurmuş olurdu. Dalgın
gözlü Pierre Loti'nin resmini görür görmez, daussılalı bir musiki diyarına
dalardık
O zamanlarda, İtalya kıralı bulunan Victor
Emmanuel III vaktiyle, veliaht bulunurken, İstanbul'a gelince ilk defa
bir Türk hanımıyla tanışmak istemiş ve İtalyan sefiri Baron Blane'ın Macar
Osman Paşa ile tanışmasından istifade edilerek, o zaman daha bir genç kız olan
Nigâr Hanım'la görüştürülmüş. Ve bunun bir hatırası olarak kendisine imzalı,
büyük bir resmini, bir de İtalyan nişanını hediye etmiş. Bunlar salonun birer
köşesinde görünürdü.
Annelerimin bana dediklerine göre, Nigâr
Hanım'ın annesi pek sofu bir eski zaman kadını imiş. Buna rağmen Nigâr Hanım,
belki babasının bir mühtedi oluşu yüzünden, o zamana nisbetle daha serbest bir
terbiye ile yetişmişti. Fransızcayı da, Alınancayı da iyi bilirdi. O zamanlarda
her akşam çalgı duyulan Osmanbey bahçesinin civarı bile, biraz daha Avrupai bir
mahalle sayılırdı. Nigâr Hanım'ın salonunda bazı yerli ve ecnebi, kadın ve
erkek ahbapları bazan buluşup görüşebilirlerdi. Nihayet Meşrutiyet'in ilanından
sonra, şehrimizin tanılmış diğer birkaç ailesi gibi, Nigâr Hanım da bu evinde
ve salı günleri erkek ve kadın, Türk ve ecnebi misafirlerini birlikte kabul etmeyi
âdet etmişti. Hürriyetin bu ilk zamanlarında, bu toplantılara o kadar büyük
bir ehemmiyet atfederdik ki, bu safvetli zamanları hatırladıkça, bunları biraz
çocukça buluyorum.
Vaktiyle duymuştum ki, Nigâr Hanım'ın ilk
neşrolunan manzumesi, erkek kardeşinin feci bir kaza yüzünden ölümüne yazmış
olduğu bir mersiye olmuş. Kendi ölümünün de iki üç haftadan önce, hastalığının
başladığını daha bilmediği ve meydana çıkması lazımgelen devir içinde aynı
hastalıktan ölen tanılmış muharrir M. Rauf Bey'e bir mersiye yazmış. Hastalığında,
bunun sonuncu şiiri olacağını da kendisi anlamış. Tedavi için yatırıldığı ve
orada öldüğü Etfal hastahanesinde, kendisini ziyarete gelen tanıdığımız
muharrir Raif Necdet'le görüşerek vedalaşmışken onu, hastahane hademesiyle, tekrar
yanma çağırtmış ve, zihni ölümün pençesinde yorulmaya başlayan şairin son
düşüncelerinden biri, yine yazısına ait olmuş, ona: "Raif Necdet Bey,
bilin ki M. Rauf Bey için yazmış olduğum mersiye, benim son yazdığım şiirim
olacaktır" demiş. Ve filhakika böyle olmuştu. Zavallı Nigâr Hanım'ın
yazmış ve neşretmiş bulunduğu bütün manzumeler bu iki mersiye arasında yer
almış oluyor.
Ölüm haberini duyunca, bu felaketi annelerime nasıl duyurabileceğime
karar veremiyordum. Onlarsa benden evvel öğrenmişler!.. Zira, o zamanki başka
bir komşumuz olan Posta Umum Müdürü Fahri Bey'in yalısından, meğer her gün
telefonla haber alırlarmış. Gelen son haberlerde ise, artık hayatı hakkında
hiçbir ümit imkânı kalmamış.
Nigâr Hanım'ın ölümünden birkaç yıl sonrasıydı. Öteki günlerimden
bir farkı olmayacağını sandığım bir sabah, işlerimle uğraşmak için evden
çıkmıştım. Hiçbir duygu bana, hiçbir şey duyurmamıştı. Halbuki ayrıldığım o
sabah, benim için meş'um bir gün olacakmış. Evimi sonuncu defa olarak terk
edecek ve, avdet için gelince, onun yerinde son yangın küllerinin uçuştuğunu
görecekmişim.
Meğer Nigâr Hanım'ın yalısında bir tamir varmış. Çatıda
çalışan ustaların yanında yangın çıkmış. Aralarında yangın duvarları
bulunmayan ahşap yalıların kaplamaları çıra gibi tutuşmuşlar. Yan yana beş
yalı beraber yanmış.
Yalının yerinde bir yığın enkaz görünce, onun yalnız maddeten
mevcudiyetini değil, manen de öldüğünü; ölen canlı şeylerin tekrar
canlanmadığını; bir binanın yıkılması yahut yanması, yani yok olması, tıpkı
yaşayan bir vücudun ölümü kuvvetinde görüldüğünü; her şeyin tam manasıyla
yanmış olduğunu anladım.
Şimdi, Şişli'deki eski evinin bulunduğu yol,
Şair Nigâr Sokağı ismini taşıyor. Tük edebiyatı tarihi biraz mufassal olarak
yazılınca, elbette Nigâr Binti Osman'dan birkaç satırla olsun bahsolunacak ve
belki de, Türk şairlerinin ebedi bir mezaristanı olacak bir antoloji içinde,
birkaç mısra zikrolunacaktır.
Umumi Harp'ten bir yıl
önce, İstanbul'a sonuncu seyahatinde gelen Pierre Loti Supremes visions
d'Orient unvanlı kitabında, şiirinden hiç bahsetmediği Nigâr Hanım'dan,
kendisine son selamını vermek için, yalısının bir penceresindeki kafes altından,
elini sallayan mor elbiseli bir hanım diye bahsediyor. Nigâr Hanım'ın,
kolundaki mor elbisesinin rengiyle görüldüğü bir iki dakika, kendisi için bütün
hayatında, şiirlerine tahsis etmiş olduğu saatlerin yekunu nispetinde bir
kıymetleri olacaktır. Zira insanların hafızası pek kaprislidir. İhtimal ki
Nigâr Hanım'ın bütün hayatında beğenmiş ve tanımış olduğu tekmil kumaşların
renkleri edebiyen uçmuş ve unutulmuş olacaktır. Fakat belki de Nigâr Hanım'dan,
insanların hafızasında en son kalacak olan hatıra, Pierre Loti'nin bir
sahifesinde olduğu gibi, eski bir Boğaziçi akşamının birinde, veda için,
yalısının kafesi altından elini sallayan mor esvaplı bir hamının yadı
olabilecektir.
Türk Yurdu, Ocak 1957, nr. 264, s. 530-534
Geçmiş Zaman Edipleri
Ahmet Hikmet -1
Ben, Ahmet Hikmet'i, Mektebi Sultani'de, kitabet hocamız bulunduğu
zamanda tanımıştım. Kendisi zayıf, uzun boylu, solgun benizli, iri gözlü,
itinalı giyimli idi. Şakaklarındaki saçlar biraz beyaziaşmış olduğu gibi biraz
da dökülmüş olduğundan, şakaklarının biraz açık görünmesi bir hususiyet
oluyordu. Sesi ve telaffuzuyla, her nedense, İstanbullu olduğu duyuluyordu. Onu
görüp duyanın, bu hususta hiçbir tereddüdü kalmıyordu. Sözlerini acele acele
söylerken, ellerinin ve kollarının süratli hareketleriyle onlara iştirak eder
gibi görünür, duygularının şiddet derecesi de, elleriyle kollarının süratleriyle
ölçülmüş olabiliyordu.
Ahmet Hikmet, ders verdiği günler, bazan
neşeli, şakrak, bazan ise durgun, dalgın görünürdü. Hâlâ hatırlanın ki o yorgun,
bedbin göründüğü günler, maneviyatıma tesir etmiş olur ve ben de onu istemeden,
taklit eder gibi, biraz da o zamanın meşhur tabiriyle "dekadan"
olduğumu duyardım.
O zamanlarda, hocalarımız
arasında sesiyle, sözleriyle, hatta manzarasıyla bize en çok tesir eden Tevfik
Fikret'ti. Onu üstat addettiğimizden, diğerleri arasında onu bir istisna
telakki ederdik. Fakat hayatımda bir hocalığın, bir insana tahammül edilmeyecek
kadar ağır bir mesuliyet yüklediğini, zira genç muhayyileler karşısında bir
nevi kahraman rolü oynadığını duydum. Bahsettiğim bu tesiri, hocalar arasında,
bana en çok düşündüren Ahmet Hikmet olmuştu.
O zamanlarda, Beyoğlu'ndaki kitapçı
dükkânlarında, küçük kıtada, mavi kaplı, kalın bir güzel kâğıda, incecik
harflerle basılmış ve resimlerle süslenmiş, lüks baskısı kadar güzel bir eser
görmüştüm. Şeklinin güzelliği için almış olduğum bu kitap J. H. Rosny
kardeşlerin müştereken, yahut sadece büyük kardeş Rosny'nin "Elem
d'Asie" isimli bir hikâyesiydi. İnsanların tarihten evvelki zamanlarında
yaşayan bir adam, bir kadın görüyor, onlar bir Adem ve bir Havva gibi buluşup
sevişiyorlar. Bu muhit içinde onların hikâyesi bir masal oluyordu.
Ahmet Hikmet'in Haristan ve Gülistan
hikâyesi Edebiyat-ı Cedide Kütüphanesi'nin dokuzuncu kitabı olarak neşrolunmadan
evvel Servet-i Fünûn'da basılan bu hikâyeyi
okuyanlar, Rosny'lerin masalını duymuş oluyorlardı. Ahmet Hikmet, onun tesiri
altında, tam bir tercümesini değilse, bir nevi adaptasyonunu yapmış oluyordu.
Fakat bunu söylemediğinden, bu küçük kitabın bizim gözlerimize görünmemiş
olmasını kim bilir ne kadar isterdi. İstanbul'a ancak birkaç tanesi gelmiş
olan bu küçük kitaptan birini, tesadüfen ben almışım ve bir tanesini de tesadüfen
Halit Ziya Bey almış.
Senelerden sonra, kendisinden duymuştum ki,
Ahmet Hikmet'in bulunduğu bir odaya girer girmez, onun bir masa üstünde duran
mavi renkli küçük kitabı teşhis etmiş ve, üstelik, tabii olmayan bir telaşla bu
kitabı kâğıtlar ve diğer kitaplar arasına karıştırarak saklamak istediğini
görmüş ve, nafile mahçup olmasın diye, görmemezliğe gelmiş. Edebiyat-ı Cedide
zamanının yazarları arasında öyle kuvvetli bir tesanüt vardı ki, yine birçok
seneler daha sonra, Hüseyin Cahit'in Edebi Hatıralar'ını okuyunca
öğrendim ki bu mavi kaplı küçük kitap, İstanbul'da tahminin fevkinde gözlere
çarpmış, onu kendisi yahut Mehmet Rauf da yine tesadüfen görüp almışlar.
Hüseyin Cahit bu adaptasyondan Edebiyat-ı Cedide'nin bir intihali diye bahis
olunmaması için: "Mehmet Rauf ile bunun farkına vardığımız vakit, işi bir
aile sırrı kadar gizli tuttuk" diyor.
Ahmet Hikmet Galatasaray'daki kitabet derslerinde,
talebesine "takrir" ettiği, yani kendisinin notlarından okuduğu ve
bizim de ders defterlerimize yazdığımız metinlere "usûlü tahrir"
diyordu. Sonradan öğrenmiştik ki, Antoine Albalat'ın I.:art d'ecrire
enseigne en vingt leçons adlı kitabının metniydi. O zamanlarda Antoine
Albalat, bu mektep kitapları tarzında iki üç kitap daha neşretmişti. Sonraları
Ahmet Haşim'in hayran kaldığı Remy de Gourmont ise, bu kitaplarla pek ziyade
alay ederdi. Fakat bilirdik ki onun bu kadar itiraz ettiği bu ders kitaplarının
hiçbir ciddi kıymeti yok değildi. Öğrenmiştik ki Fransız Akademisi'nin yine
kitaplara mükâfat dağıttığı bir sene, bir mükâfatını ikiye bölerek yarısını bu
ezeli rakiplerden biri olan Remy de Gourmont'a, diğer yarısını öteki rakip olan
Antoine Albalat'a vermişlerdi. Hülasa demek istiyorum ki, Galatasaray
Mektebi'nde kitabet derslerinde Ahmet Hikmet'in Antoine Albalat'dan naklettiği
fikirlerin çoğu, aşağı yukarı yerli yerle- rindeydi ve küçük kitabı da, hiç de
adi sayılamayacak bir ders kitabıydı. O, zikredilecek misalleri de Türkçe
karşılıklarını bularak, intihap ederek, vecizeler, mısralar, kıtalar ve
şiirlerle ikmal etmiş oluyordu.
Ahmet Hikmet, bir gün, bu "usulü tahrir"
derslerinden birini takrir ederken, tabii hatırlayamadığım o zamanki kelimeler
ve cümlelerle, aşağı yukarı şu düşünceyi anlatmak istemiş: Muayyen bir fikir
telkin etmek ve bir iddiayı ispat etmek gayesiyle yazılan bir manzume,
ekseriyle, şiir bakımından kıymetli ve güzel olamaz. Zira o manzume ancak
kendine has bir serbesti ve azadelikle yazılarak, dar bir mantık kaidesi ve
çerçevelerini adamakallı aşmalıdır ki, tam bir şiir addolunabilsin. İşte o gün
Ahmet Hikmet'in talebelerinin en çoğu, bu fikrin kıymetini takdir etmemiş
olmaları, hatta, birçoklarının bunun manasını iyice kavrayamamış olmaları
muhtemeldir. Bunların arasında ancak bir tanesi, o zamana kadar düşünmemiş
bulunduğu bu kanaatin hazzıyla, duyar duymaz, dünyanın en mühim bir hakikatine
ermiş gibi, adeta gözleri yaşarmış, adeta şuurunda bir ihtilal olmuş ve
kendisini adeta yeni bir dinin müridi kesildiğini düşünmüş. Ahmet Haşim işte
bunları duyar duymaz, yeni bir din meşalesiyle parıldayan gözleriyle, ve yeni
bir dinin müridi sıfatıyla, bana da bu kanaati aşılamak vazifesini duyarak, o
gün, Mektebi Sultani'de, bunları anlatmaya çalışmıştı. Kullandığı kelimelerin
ve cümlelerin hangileri olduğunu tabii, aynen şimdi kaydedemem. Fakat, hülasa
olarak, demiş olacaktır ki, bir ka-
side yazmak kararıyla, bir şeyler düşünüp bunları
anlatmakla bir şiir yazılmış olmaz. Yazılan şeyler yavan ve uydurma kalır. Bir
şiir yazmak için duyulmuş hislerin, hatırlanmış kelimelerin, yaşanmış
zamanların bir nevi aktarılması olmalıdır. İşte Ahmet Haşim'in şair
muhayyilesiyle, bu sanat ve düsturu ile kendisi öyle bir "poetique"
vücuda getirmiş olacaktır ve hocasının takriri esnasında edindiği fikirlerin
tatbikatıyla o zamanlarda yazdığı "Şiir-i Kamer"ini bu yolda yazmaya
koyulmuş olacaktır.
O zamanlarda Edebiyat-ı Cedîde'ye bazı arkadaşlarla, o kadar
taassupla taraftardık ki, Ahmet Hikmet'in Servet-i Fünun'da çıkmış bazı
yazıları bize biraz yabancı kalıyor, ve Mehmet Rauf'un ona ait bazı tenkitleri
bizim duygularımıza uygun oluyordu. Bir gün de Ahmet Hikmet'in, Edebiyat-ı
Cedîde arkadaşı Mehmet Rauf'u istihfaf ettiğini biraz hayretle duymuştum. Yani
bu hocamız bize hem eski edebiyata, hem de yeni edebiyata taraftar ve biraz
tezatlı görünüyordu. Edebiyat-ı Cedide azalarının, Galip Dede'nin edebiyatını
devam ettirdiklerini söyleyerek kendilerine "Galibiyyun" denilmesini
istemesi de, bize garip bir fikir görünüyordu. Ahmet Hikmet'in dilimizin
hudutları hakkındaki fikirleri de bir tabiatsızlık sayılırdı. Dilde bazan hiç
duymadığımız Arabi ve Farisi kelimeleri, ahenklerini pek ziyade beğenerek,
kullanılmasına taraftar olur, bazan da, hudut harici kalmış bir kelimeyi,
dilimizin selikasına daha girememiş bu kelimeyi öz aslından sayar, ve hiç
duymadığımız ve bize aykırı gelen bu kelimeyi, aslen Türkçe diye kullanılmasına
taraftar görünürdü.
Hocamız, hemen her zaman, iyi niyet sahibi görünmekle beraber,
derse geldiği bazı günler, bazan biraz iradesiz, biraz tereddütlü, biraz da
sırf hayal adamı göründüğü gibi, bazı günlerde, lüzumundan fazla paradoks
meraklısı ve âşığı görünüyordu. O yaşlarda biz isterdik ki, kürsülerinde ders
veren hocalar fantezilerden ziyade tecrübeli, klasik fikirlerin eri olsunlar.
Halbuki Ahmet Hikmet'in derslerinde müdafaa ettiği bazı fikirler, talebelerinin
bir kısmının kanaatlerine tamamıyla aykırı görünerek itirazlarına sebep
oluyordu.
Hocamız Ahmet Hikmet'in, her sözünün tasvip olunmasını
istediğini bilirdik Halbuki milliyetçiliği, Türkçülüğü telkin et- rnek
isterken, aksine bir tesirle, bizim bütün itirazlarımızı tahrik etmiş oluyor,
ve kendi fikrinin aleyhine bir cereyan açmış oluyordu. Gariptir, Sultan Hamid
idaresinde, daha milli bir inkılap yapılmadan önce, o bir nevi mutaassıp
milliyetçilik emeliyle, nice eski zamanlarımızın Avrupaileşme hareketlerimize
itiraz eder görünüyordu. Ve biz, tabii olarak, milliyetçi olduğumuz için, onun
fikirlerini duydukça, bir irtica zihniyeti karşısında kalmış gibi müteessir
oluyor, onun iddialarıyla sinirleniyorduk. Onun bazı sözleri bizi çileden
çıkarıyordu.
Hocamız Ahmet Hikmet, mesela biz Türklerin başımıza fes
değil kavuk, külah, destar; vücudumuza da ceket, pantalon ve palto değil; aba,
cübbe ve şalvar giymemize lüzum olduğunu söylerdi. Hocamızın bu sinirli
sesinden sonra biz de, hepimiz, bu sözlere itiraz eder, ve hepimiz müşterek
kanaatlerle, hocamızın iddialarına itiraz eder, ayrı ayrı cevaplar vermek ihtiyacını
duyar, ancak bu cevaplarımızı aramızda İstişare etmek ihtiyacını duymadan,
hepimiz birleşmiş kanaat ve fikirlerimizi söylemiş olurduk. Ahmet Haşim, Emin
Bülent, İzzet Melih ve ben aynı cevapları verirdik Son yüz, yüz elli seneden
beri, fazla şarklı kalan eski adetlerimizi tashih etmek için, padişahların ve
milletin yaptıkları aynı gayretlerle, daha ziyade Avrupalılaşmak en tabii bir
milliyetçilik değil miydi?
Hocamız Ahmet Hikmet, mesela derdi ki bizim milli musikimiz
davul zurnadan ibarettir. Biz Türkler, keman ve piyano yerine, davul ve zurna
dinlemeliydik. Bir opera dinlemektense, davul ve zurnayı sevmeliydik.
Bizse buna itiraz ederek, musiki zevkimizi ve ihtiyacımızı,
yalnız davul ve zurna ile tatmin edebilir miydik? Garp musikisi kısmen ordumuza
girmiş değil miydi? Nice zamandan beridir, resmi marşlarımız yok muydu? Bizim
de milli duygumuz, bir eski ve ananevi çalgımız yok muydu? Alaturka musikimiz,
yerli sazın hanendeleri, sazendeleri, üstatları yok muydu? Biz, musiki ile kâfi
derecede meşgul olmadığımızdan, kâfi derecede mütehassıs olamıyorduk. Fakat bu
fasılların tiryakileri, sevdalıları pek çok değil miydi?
Hocamız Ahmet Hikmet derdi ki, zurna bizim musikimiz
olmasa, her sene, yazın, Mısır'dan İstanbul'a Mısır hidivinin tam İstanbullu
bir hanım olan annesi, Valide Paşa her akşam, Bebek'teki yalısında zurna
çaldırır mıydı?
Ve biz bunu tekzip ederdik Bebek bahçesi
civarında her akşam zurna çalınsa, etrafındaki mahallelere kadar duyulmuş
olmaz, Boğaziçi mahallelerinin huzur ve sükunu bozulmaz ve biz de bütün bunları
duymuş olmaz mıydık?
Biz, bütün bu iddialara cevap vermek
ihtiyacını duyardık. Nasıl ki bu sözler, içimizden duyulmuş olmayarak, bize
karşı birtakım yabancılar tarafından söylenmiş olsa, biz yine, izzeti nefsimizi
kıracak bu sözlere cevap vermek ve bu yanlışları tashih etmek ihtiyacını
duyacaktık Bu, bizim için, ehemmiyetli olan bir hadise oluyordu. Öyle ki
muayyen günler, bu iddialara karşı ettiğimiz itirazlar ve tekzipler öyle bir
münakaşa havası kurmuş olurdu ki, bizim asabımızı bozmuş olurdu.
Hocamız Ahmet Hikmet, bütün bu sözlerimizi
duydukça, kendi iddialarında daha ziyade kuvvetle ısrar eder, daha çok
sinirlenir, ve bilhassa, sözlerine gittikçe daha süratli hareketlerle
elleriyle kollarını iştirak ettirirdi. Daha fenası münakaşa, zamanlarını gülmekle
geçiren bazı arkadaşlarımızın hoşlarına giden cümbüşlü oyun halini alınca,
onlar da, güya hocamızın fikirlerine iştirak etmek tavırlarını alarak, ve bu
kanaatlerinin bir neticesiymiş gibi, Ahmet Hikmet gibi onlar da elleriyle kollarını
süratle sallayarak, bir cezbeye tutulmuş görünürlerdi. Öyle ki hariçten biri
gelse, dershaneyi, bir zuhuri kolu oynuyor sayacaktı. Fakat Ahmet Hikmet, bu
galeyan içinde kendisinin taklidi yapıldığını fark etmez, gülrnek zevkine
kapılan alaycılara belki kıymet verirdi. Fikirlerine ehemmiyet verdikleri için,
kendisine cevap veren bizlere hiç dikkat etmezdi.
İnsanlar böyledir!.. Birisiyle, uzun müdet,
gece gündüz görüşürsünüz. Binaenaleyh o yakın ahbaplık zamanlarınız hakkında
bir hatıra söylerken, onun da yadedecekleri arasında en çok bir fark
görülemeyeceğini tahmin edersiniz. Bir de hayretle görürsünüz ki, vuzuhla
hatırladıklarınızın ve kanaatlerinizin tamamen aykırı olan şeyler söyler.
Benim bahsettiğim bu bir iki sene içinde,
Mektebi Sultani'de diğer bir edebiyat hocası, Edebiyat adlı bir kitabın
muharriri Süleyman Fehmi namında bir hoca vardı. Nice zamandan sonra
kendisiyle görüşürken, mektep yıllarımızın tatlı görünen hatıralarını yad
ederken o bana, Ahmet Hikmet'in kitabet derslerinde benim, kendisinin talim
ettiği fikirler ve derslerine pek ziyade itiraz ettiğimi, benim pek asabiyetle
tenkit etmiş olduğumdan şikâyet etmiş bulunduğunu anlatmıştı. Halbuki benim
iştirak ettiğim itirazlar, katiyen okuttuğu "usulü tahrir"deki
fikirlere ait değil, sadece, bu takrir ettiği ders haricindeki milliyetçilik ve
Türkçülük anlayışının, bir nevi irticai şekline ettiğimiz itirazlardan
ibaretti. Bu fikirler stenografi ile kaydedilmiş olsaydı, sonra kendisinin de,
nice defalar iştirak ettiği avrupaileşme cereyanımıza muhalif gibi kaldığı
görünecekti. Bizim sözlerimiz ancak, kıyafetlerimizin avrupai şekiller almasını
ve musikimizin yalnız davul ve zurnadan ibaret olmayıp, nice
mütehassıslarımızın pek sevdikleri bir milli musikimiz karşısında, mütehassıs
olanlarımızın samimi olmadıkları hakkındaki iddiaları tashih için serdedilen
sözlerdi.
O zamanlarda Fransa'da ve onun tesiriyle
bizde de, bir nevi monolog'lar pek ziyade rağbet ve şöhret kazanmıştı. Bunların
metinleri ezber bilindiğinden, sonra güya irticalen söylenmiş olur, daha durgun
kalan o hayat ve edebiyat zamanlarında, herkes biraz aktörlük etmek zevkini
tatmış, biraz da, başka bir muharririn delaletiyle, biraz da güzel ve doğru
bulduğu sözler kendisi tarafından söyleniyor gibi bir keyif duyulurdu.
Ahmet Hikmet'in bu zamanlarda neşrettiği Yeğenim
mono- loğu pek şöhret kazanmıştı. Burada orta halli bir memur vardır ki,
Paris'te tahsilde bulunmuş olan genç yeğeninden şikâyet eder: En evvel tahsilat
bittiğini söyler. Tahsilat bitince de tahsil biter. Tahsilat, kendisinden
çekmiş olduğu paralardır. Lakin, ettiği tahsil nedir? Bunu bir türlü bilemez.
Yeğeni, kendisini ve memleketi beğenmez. Kendisi de onu, yaptıklarını ve
söylediklerini beğenmez. Yeğenim yalnız bir mudhike telakki edilemeyecekti.
Zira o genç, eski zaman adamından şikâyet ederken, ona istihza ve infial ile
karıştırdığı fikirler arasında, Ahmet Hikmet bu monoloğa bellibaşlı bir yazarın
veremeyeceği bir çeşni vererek, haddizatında müdafaa etmek istediği fikirleri
de söyletmiş oluyor. Öyle ki her iki tarafın da kendilerini haklı bulduğunu
gösteriyordu. Yeğenim muharriri nihayet, haddizatında biraz mürteci
bulunan bir adamı, gülünç olan yeğeni karşısında, ciddi ve haklı olan bir
vaziyette bulup söyletiyordu. Bu monolog Ahmet Hikmet'in şöhretine yardım
etmişti. Meşrutiyet'in ikinci ilanından milliyetçiliğe değil de bir nevi
kozmopolotizme doğru bir hamle telakki edilen ilk zamanlarda, birçokları için
Ahmet Hikmet alafrangalığa muhalif, bir nevi irtica taraftarı hissini veriyordu.
Bu Meşrutiyet'in ilk
zamanlarında, Hamdullah Suphi'nin de iştirakiyle neşrolunan Davul
unvanlı bir mizah dergisinin kapağında, frak giymiş bir Ahmet Hikmet'in büyük
bir davul çaldığı görülüyordu. Bu resim onun bir talebesinin, kendisine ait bir
intibaının mahsulü olacaktır. Hocamızın yanlış bulduğumuz fikirlere tarizi,
bizde geçen zaman içinde, şiddetli bir koz- mopolitizm taraftarlığı şeklini
aldı ki, onun karşısında bu aşırı muhafazakârlık, bir nevi panzehir tesiri
olabileceği bile belki düşünülmüş olacaktır.
Türk Yurdu, Şubat 1957, nr. 265, s. 603-609
Geçmiş Zaman Edipleri
Ahmet Hikmet - II
Ahmet Hikmet'in iştirak ettiği Edebiyat-ı
Cedîde'nin maruz kaldığı "dekadanlar" töhmetinden sonra, kendisinin
yazı hayatında, diğer iki hadiseye daha ehemmiyet vermiş olduğu görülüyor.
Bunların birincisi şudur: Kendi büyük kardeşi, Tevfik Fikret'in hemşiresiyle
evliydi. Bu karı koca iyi geçinemezlermiş. O zamanki anane, kadınlardan ziyade
erkeklere taraftardı. Fikret çok sevdiği ve kahırlandığını düşündüğü kız
kardeşi ölünce: "Hemşirem İçin" diye yazdığı bir manzumede, onun
maruz olduğu fena muameleler yüzünden öldüğünü söyleyerek, kocasını tel'in
ediyordu:
Bu lanetiyle
fakat mustarip mi vicdanın?
Sorun bu ismeti tasmîm eden şu kaatilden!
Ahmet Hikmet, bu manzume ile kardeşine yapılan
ağır ithamları görünce, Tevfik Fikret'e fena halde öfkelenmiş, bu hücumları
haksız telakki etmiş ve bunun neticesinde Fikret'e ağır bir hakaretname
göndermişti. Bu mektubun aslı, merhum Mithat Cemal'in kâğıtları arasında
bulunduğundan, onun basılmak üzere Maarif Vekâleti'ne verilmiş olan Fikret'e
dair kitabında muhtemeldir ki tab edilmiş olacaktır. Şimdi, Fikret'in ölümünden
sonra, Ahmet Hikmet'in bir mecmuanın Fikret'e dair olan bir nüshasında, ondan
"Tevfik Fikret büyük adam" diye bahsetmesi, nasıl tefsir edilmesi
lazım geldiği dikkate değer bir şeydir.
İkinci hadise de şudur: Edebiyat-ı
Cedîde'cilerin bazıları ve bilhassa A. Nadir yani Ali Ekrem ve H. Nâzım yani
Ahmet Raşit, Tevfik Fikret'e kızarak Servet-i Fünun'dan ayrılmışlar ve
sarayla münasebeti olan Baba Tahir'in Malûmat mecmuasında neşriyatta
bulunmuşlardı. Bu tabii, Tevfik Fikret'i son derece müteessir etmişti. İşte,
kendisiyle dargın olan Ahmet Hikmet, hem Fikret'e öfkeli bulunuyor, hem de
diğer yandan Edebiyat-ı Cedîde'ye tabi ve taraftar kaldığından, şimdi pek
ehemmiyetsiz telakki edilen bu hadise, kendisi için mühim bir buhran
sayılıyordu.
Ahmet Hikmet, hoş sözlü, nazik tavırlı bir
insandı. Halis bir yazar olmaktan ziyade, bu sıfatlarıyla beğenilmiş ve
sevilmişti. Bütün hayatında yalnız arada sırada yazı neşretmesi, belki imzasının
ehemmiyetini korumaya yaramıştı. Kendisinin yazılarına verdiği ehemmiyet,
kaarilerinin bir kısmına da sirayet etmişti. Ona dair bütün hatıralarımla,
kendisinin halis bir İstanbul hayranı olduğunu hatırlıyorum. O, İstanbul'u ne
kadar seviyordu? Boğaziçi'nde bulunduğumuz bir gün, bana, içkisini sena eden
bir tiryaki gibi, Boğaz'ın hafif, canlı, elleri okşayan, ruhu okşayan, her
derdi avutan, tatlı, serin, yumuşak, küçük rüzgârlarından, bu "ölüyü dirilten"
dediği emsalsiz rüzgârlarından bahsetmişti. Galiba Çağlayanlar'ın bir
sayfasında, bu rüzgârların methini tespit etmiş olmalıdır. Yine bir gün de,
İstanbul'un kendisine mahsus tatlı bir kokusu, bir nevi sümbül kokusu bulunduğunu
söylemişti. Çağlayanlar'ındaki "Sümbül Kokusu" parçasında,
memleketten uzakta bulunan bir adama bu çiçekleri koklatırken, bu müessir
"İstanbul kokusunu" duyuruyor.
Ne yazık ki, Ahmet Hikmet'in yazılarında bazı
düşünceler ve bazı kelimeler, arada sırada, insanı hayrete düşürecek mahiyettedir.
Bütün tarih ve bütün hatıralar, "Boğaziçi" kelimesini bir mucize gibi
duyururken, onun yalnız güzel değil, aynı zamanda adeta kutsi isminin yerine,
yani "Boğaziçi" yerine yanlış, manasız, acemi, hafızasız bir kelime
ile; mavi gözlü, mavi basmalı bir muhacir kızını hatırlatan "maviş"
kelimesinin kabul olunması teklifini bir türlü anlayamıyorum.
Edebiyat-ı Cedîde'nin arada sırada duyulan
bir hoppalığı ile, o zaman milliyetçilik Turancılığa karışınca ve Ahmet
Hikmet'te milliyetçilik ne kadar tabii bir duygu, bir meziyet olan bu haslet
yanlış ve muzır bir taassup diyebileceğimiz şekline dönüşünce, bir ciddiyet
olmaktan ziyade bir tasannu oluyor. Bir zamanlar da Türkçülük, Türkistan'da,
Turan'da bir seyahati tasvir eden Gönül Hanım ismiyle Tasvir-i Efkar
gazetesinde neşretmeye başladığı romanı, kitap halinde her nedense
basılmamıştı. Türk Yurdu'nda çıkmış olan yazılarını ise, şahsını
sevdiğimiz bir dostun mektupları gibi okumayı severdik
Ahmet Hikmet'in, uzun seneler arasında
neşrolunan iki kitabında güzel parçalar bulunmaktadır. Ancak bu parçalarda
birlik yoktur. Her parça ayrı bir edebiyat mektebinin numunesi gibi görünür.
Her iki kitap uzun senelerin yazdırdığı yazıların toplantısı, birer parça
bohçası gibidir ve bunun için bunlar bir amatörün yazılarının albümü gibi tesir
eder.
Ahmet Hikmet, hakikaten hayatında muharrir
olmaktan ziyade, bir memur olmuştu. İlk önce Yunanistan ve Kafkasya'da
şehbender, ve sonra uzun müddet, senelerle Peşte'de şehbenderimiz bulunmuştu.
Arada sırada mekteplerde ve galiba Darülfünûn'da müderris olmuş, ve hülasa, bu
uzun memuriyet senelerinin tesiriyle, denilebilir ki o bütün hayatında,
edebiyat ile muvazzaf olmaktan ziyade onunla ancak gönüllü bir alakası
olabilmişti.
Ahmet Hikmet'le arada sırada, tesadüf
edebildikçe, onun memleketimizin hayati meselelerine dair, biraz olsun görüşmek
ve onun teşrifatlı kelimelerle söylenen sözlerini işitmek insana bir zevk
oluyordu. Böyle tesadüfler bir şehir hayatının servet ve mazhariyetleri
sayılır. Eski zamanın nazik terbiyesiyle, her zaman teşrifatperest ve
ananeperest kalırdı. Onun sözlerini işitirken de, kendimizi koruyan bir zaman
içinde duyardık.
O zamanlarda, veliahtlığından evvel Mecit
Efendi, tanıl- mış şairleri, yazarları, müellifleri, diğer taraftan da
ressamları pek ziyade takdir ve onları teşvik eder, her birine muhabbet
gösterirdi. Umumi Harp sırasında Abdülhak Hamid'e milletçe bir bina verilmesini
temenni etmiş, fakat gerek bu bina, gerek bütçe imkânları bulunamamıştı.
Sonraları Abdülhak Hamid, bir hayli zamandan beri maaşsız ve tamamen yersiz
kalmıştı. Mect Efendi'nin vaktiyle tatbik etmek istediği fikrin yerinde olduğu
sabit oluyordu. Ayanlık ilga edilmiş ve Abdülhak Hamid ma- aşsız ve yersiz
kalmıştı. Viyana'da bulunuyordu. Mecit Efendi halife intihap olununca, şaire İstanbul'a
dönmesini ve kendisine Halife başkâtipliğini teklif etmiş, Abdülhak Harnid de
bunu rninnetkârlıkla kabul ile İstanbul'a gelmiş, ancak bu vazifeye hükümet
tarafından bir başkası tayin edilmişti.
Mecit Efendi, sarayın müştemilatından bir binada, Abdülhak
Harnid için bir daire tahsis olunmasını arzu ediyor, ancak şairin bu
teklifinden alınmaması için pek nazik, küçük, hafif imalarla bu arzusunu
bildiriyor ve, şairi bu fikre alıştırmak istiyordu. Mecit Efendi belki vakt-i
rnerhunu ümitle bekliyor, şairin kendisi de, dostlarının ve hayranlarının da
bekledikleri vade hayli teahhur ediyordu. İhtiyar şairin o zaman Tepebaşı'nda
oturduğu Kontinantal otelinde, haftalık hesabını ödemekte rnüşkilat çektiğini
ve bu yüzden atisinden nevrnid gibi kaldığını biliyordum. Bu esnada Ahmet
Hikmet Mecit Efendi'nin nezdinde rnabeynci bulunduğundan, belki fazla
intizarnperest bir memur zihniyetiyle, ve biz korkuyorduk ki, belki de çok
kuru bir hodgârnlık tesiriyle, elinden geleni vaktinde ifa etmiyor, şark
ananesiyle zaman geçiyor, bu iş sürüncemede kalıyor, netice alınamıyor ve ne
diye geç kaldığı, Ahmet Hikmet'in hikmetinden sual olunamıyordu. O bize pek
ciddi bir adam olmaktan ziyade, zarif ve şekilperest bir insan tesiri
veriyordu. Büyük şairimize mühim bir hizmet ifa etmek imkânı elinde bulunurken,
bu fırsattan istifade etmediğine şaşıyordum. Bir edebiyat müridi tarafından
gösterilen bu teka- sülü görmek kalbimi kırıyordu. Ahmet Hikmet'in,
Fransızların kraldan ziyade kraliyetçi demeleri gibi, o galiba Halife'den
ziyade Sarayperestlikle bazı noktalarda, kendisinden daha ziyade rnüte- assıp
bulunduğu hissini veriyordu. Zamanla meydana çıkan bu teahhur, bu teenni, acaba
Saray'ın ağırbaşlılığını muhafaza için, bizim bilmediğimiz ve kendisinin
söyleyemediği birtakım mahzurları mı derpiş ediyordu? Abdülhak Harnid'in
vaktiyle refikası bulunan Lucienne Hanırn'ın, şimdiki yeni kocası Kont Sorranzo
ile İstanbul'a gelerek, acaba şairin Saray'daki bu ikametgâhında
görüşebilmeleri ihtimalinde bir mahzur mu tasavvur ediyordu? Şairin, Saray
harirninde, âdeti veçhile, bazan sarhoş olmasından mı çekiniyordu? Daha,
düşündüğü ve bize söyleyemediği mahzurlar mı vardı? Bütün bunları iyice
bilemiyorduk.
Fakat bir gün, Ahmet Hikmet'le alakalı bütün bu düşünceleri
bertaraf ettim. Yine o zaman, Mecit Efendi'nin yaveri bulunan sevdiğim bir
akrabam vardı: Hüseyin Nakip Bey!.. Ona müracaat ve izahatım üzerine, Mecit
Efendi'nin emriyle derhal Abdülhak Hamid'in dairesi tahsis ve döşenmiş oldu. Bu
kolaylık ve bu sürat bizde, Ahmet Hikmet'in o zaman bu vazifesini ve bize
vaadini ifa etmemiş olduğu fikrini vermişti. Öyle ki ben onu, Abdülhak Hamid'e
karşı hürmet ve muhabbette kusurlu hatırlıyorum. Bu söylediklerimden daha başka
hatıralarım da vardır. Saray muhiti daima arızalı oluyor. Hatırımızda tahayyül
edemediğimiz şeyleri de duymuştuk. Meğer Ahmet Hikmet, beklemediğimiz bir memur
zihniyetiyle: "Abdülhak Hamid Saray'a girince, benim mabeyncilik vaziyetim
ne olur? Onun her veçhile bana tekaddüm etmesi lazım gelir!" demiş ve
hatta Mecit Efendi de: "Kendisi bu yere gelsin de, isterse bana da her
veçhile takaddüm etsin!.." demiş olduğunu duymuştuk. Saray teşrifatını
Ahmet Hikmet'vari anlamak güç oluyordu. Zaten bu duyduklarımızın da doğru
olduklarına emin olamıyorduk.
O, başka bir gün de, bana aziz şairin fazla ihtiyarladığını
ve kendisini de tanımamış olduğunu söylemişti. Halbuki bunun sebebi, Abdülhak
Hamid'in sadece miyop oluşu ve kendisini iyice görememesinden ibaretti.
Kendisine kanaatimi söyledimse de ikna edemedim. Daima fani ve acul olan hayat
içinde, hislerimi saklamaya hiçbir vakit imkân bulamayarak, zaten buna da
lüzum görmedim. Binaenaleyh fikirlerimi kendisine gizleme- miştim.
Abdülhak Hamid, misafir bulunduğu bu Saray dairesinde, ayrı
bir binada olmakla beraber, Saray'ın umumi âdetlerine tabi idi ve o zamanlar
eski imparatorluk saray ananeleri olduğu gibi devam ediyordu. Büyük dühul
kapısı miadında, tövbe kapısı gibi, kapandıktan sonra artık açılmaz ve anahtarı
vazifeli bir harem ağasına teslim olunur, artık başkası tarafından açılamazdı.
Abdülhak Hamid'in ikamet ettiği dairede Mecit Efendi'nin
oğlu, Şehzade Faruk Efendi'nin hocası olan Salih Keramet Nigâr Bey de
oturuyordu. Biz de oraya istedikçe giderdik Ahmet Hikmet'in düşündüğü mahzurlar
varsa, bunlar tahakkuk etmişti. Filhakika az zaman sonra, Abdülhak Hamid'in
sabık refikası kontes Lucienne Sorranzo ve kocası İstanbul'a gelmişlerdi. Pera
Palas'ta oturuyorlardı. Abdülhak Hamid'i saraydaki yerinde görmeye
geliyorlardı. Kendisi de onları, oturdukları otele gidip görüştükleri bazı
akşamlar, kapı açılma saati geçtikten sonra, Pera Palas'ta kalıyordu.
Bir akşam ben de yemeğe davet edilmiştim.
Avdet zamanını biraz geçmişiz ve kapı kapanmış!.. Ağa, o akşam, yandaki Saray'a
gitmiş ve Saray'da kaldığı akşamlar, kendisi aranılmazmış. Buna rağmen Ağa
aranıldı. Fakat bulunamadı. Kapı açılamadı. Ben de gece Salih Keramet Bey'de
misafir kaldım.
Hilafetin ilgasından sonra Cumhuriyet
idaresi, pek rabıtalı bir memur olan Ahmet Hikmet'i başka memuriyetlerle taltif
etmek kadirşinaslığını göstermişti. Kendisi de Ankara'ya gitmiş, Hariciye
Teşrifat Müdürü, sonra da, Hariciye Müsteşarı olmuştu.
Daha bir zaman sonra da, kanserden
hastalandığı zaman, İstanbul'daki Fransız Hastahanesi'ne yatırılmıştı.
Doktorlar ümitlerini artık tamamıyle kat ettikleri zaman, Şişli'deki küçük
evine götürüldü.
1927 senesi 20 mayısında Ahmet Hikmet'in
vefatını gazetelerde gördüm. Ertesi günü cenazesi bir hayli kalabalık olarak
kaldırıldı. Diyebilirim ki, bir memur ve muharrir olan Ahmet Hikmet, edebiyat
kaarilerinden ziyade, milliyetçilik ve Türkçülük cereyanımız içinde daha çok
tanılmıştı. Vasiyeti mucibince, Maçka kabristanına ve refikasının mezarı yanına
defin olundu. Ölülerin yerleri için bile bir şans ya oluyor, ya olmuyor. Ondan
evvel vefat eden Süleyman Nazif'in cenazesi için, Ankara'dan, Başvekil İsmet
Paşa'dan, kendisine lazım gelen hürmette bir kusur edilmesin diye bir telgraf
alındığı halde, Maçka kabristanının muvakkat bulunduğu ve kaldırılacağı
cihetle, Şehremaneti bütün arzulara rağmen, oraya defin olunmasına müsaade
edilmemişti. Halbuki Ahmet Hikmet için bu müsaade kolaylıkla verildi. Maçka
mezarlığı temiz, güzel manzaralı olduğu için, yaşayanlar, o mezarlık içinde
kalan ölülerin asude ve memnun kalacaklarını umarlar. Köprülüzade Fuad, mezarın
başında bir nutuk söyledi. Ahmet Hikmet'in Türkçülüğe olan hizmetlerinden
bahsetti. Ankara yeni paytaht olalı, böyle zamanlarda mevcudiyetleri
hatırlanan birçokları İstanbul'da bulunmuyorlardı.
Cenazede Abdülhak Hamid mevcuttu. Teessürle ayrılırken:
"Mezarlıktan çıkış, mezardan çıkmak gibi oluyor!" demişti. Ve ben de
dargınlık, barışıklık gibi duyguların, adem karşısında nasıl tekmil manasızlık
içinde silindiğini müteessir bir haşyetle duyuyordum
O gün gazetelerde Ahmet
Hikmet'e dair yazılar ve hatıralar bulmak istiyordum. Sabah akşam gündelik
gazetelerimiz, bizim yanımızdaki tabii dostlarımız gibi hislerimize,
fikirlerimize iştirak ederek duygularımızı düşündürmeye yardım etmelidirler.
Bir makale içinde bütün fikirlerini icmal edebilenlere her zaman hayran olurum.
Ahmet Hikmet'e dair bu şimdiki yazımdan evvel, iki makale daha neşretmiştim.[§§]
Bütün bu hatıra ve duygularımı o gün hülasa edemeyecektim. Kalbimiz, bir
yazarın ölümüyle meşgulken, ona dair yazılar bulmak ve başkalarının alakasını
görmek ister. Halbuki o gün gazetelerde kıymetli veya kıymetsiz hiçbir yazı
bulunmuyordu. İnsanların hatırası ve hafızası hiçbir cihetle ciddiye
alınamıyor. Bütün bir örnrün hatıraları, insanların hep karmakarışık
yanlışlıklar içinde geçtikleri gibi, onların ölürken de aynen devam ettikleri
görünüyordu. Biçare Ahmet Hikmet bu Haristan ve Gülistana ve kim bilir
daha nelere, ne ehemmiyet ve kıyınet vermişti? Halbuki ölüm gününde kendisine
karşı, ehemmiyet ve kıyınet verilmediği gazetenin haberiyle duyuluyor ve insanı
düşündürüyor, çünkü o günün akşamki Son Saat gazetesi ismini bile doğru
bilmiyor, yanlış yazıyor, "Haristan ve Gülistan mübdii Müftizade
Akif Bey'in cenazesi" diyordu. Bu yanlışlık bütün hayat içinde devam eden
yanlışlıkların bir timsali olmuyor muydu?
Türk Yurdu, Mart 1957,
nr. 266, s. 676-682
Geçmiş Zaman
Edipleri
Abdurrahman
Şeref -1
O zaman, bizim, Mektebi Sultani dediğimiz Galatasaray'da,
kapıdan girilince, sağ taraftaki küçükler bahçesinde oynarken, ba- zan mektep
müdürünün geçtiğini görürdük. O zamanlar onu pek yaşlı sanırdım. Kenarları
beyazlaşan sakallı, gözlüklü, öksürüklü, şemsiyeli, rugan galoşlu, kelli felli
Abdurrahman Şeref Efendi, omuzları kalkık, gözleri sönük, önüne bakışlı,
mektebin ta dış kapısından binanın sağ taraftaki giriş kapısına kadar seke seke
yürür gibi, idareli, ihtiyatlı, edalı, talimatlı, küçük adımlarıyla -güya bir
cambazhanenin telleri üstünde geçiyor gibi- öyle bir yürüyüşü vardı ki, bu
şimdi "devlet otoritesi" diyebileceğimiz gizli kıvamı bize duyurmak
isteyen muvaffakiyetli bir geçiş olurdu.
Abdurrahman Şeref Efendi, herhangi bir sebeple, talebelerden
birisiyle görüşmeye mecbur olunca, çocuk söylerken o gözlerini kapar, böylece
onunla kendi göz kapaklarının perdesi gerilmiş olarak bir uzaklık duyurmuş ve
böylece bir hürmet hissi duyurmuş olurdu. Sözlerinin kıymetini duymazsak,
nazarlarının ehemmiyetini görmüş olurduk. Soma, kendisi söylemeye başlamadan
evvel de, hafif bir rekaketi bulunduğundan, biraz hafif bir kekelemeye
koyulurdu. Bu da onunla sözlerimiz arasında, yine boş kalan küçük bir mesafe
bırakır gibi olur, bu söyleyeceğini bir an düşünmek için bekler gibi, ve
dudakları titrer gibi öyle bir hali vardı ki, bir tedbir hissini arar, vereceği
kararın tesirini çoğaltırdı.
Kendisi her zaman mühim sayılan
memuriyetlerde bulunmuş, fakat kendisine "beyefendi" değil,
"bey" de değil, güya ilk duyduğu ismini harfiyyen değiştirmek istemez
gibi, yine "efendi" denilmesini isterdi. "Bana Abdurrahman
Şeref Efendi derler" derdi. Bu tercihin sebebini kendisine soramamıştım.
Abdurrahman Şeref Efendi talebeleriyle
görüşürken gözlerini kapadığı gibi, belki hizmet ettiği idarelerin
kabahatlerini görmemiş olmak ister gibi, gözlerini kapıyor, fakat görmüş gibi
hareket ettiği bu şeylere dair, başkalarına cinaslı sözleri duyurmaya mahareti
olduğu görülüyordu.
Hele, Sultan Hamid idaresinde, köprünün
İstanbul cihetinde, bazı çürümüş tahtalarının çökmesiyle, birkaç kişinin yaralanmasından
bahisolunduğu gün, mektepdeki ders sırasında öyle şeyler duyurmuştu ki, o
zamanki buluttan nem kapan zihniyetimizle, kendisinin hükümeti mücrim telakki
ettiğine hiç şüphemiz kalmamıştı.
Bu zamanlarda mektebin mümkün mertebe hür bir
irfan merkezi olmasına bir hayli gayret ediyordu. Memlekette ekser kitaplar
memnu, hatta mesela Le Temps gibi gazetelerin bile memnu bulunduğu
sıralarda, biz nisbetle serbest kalıyorduk. Ecnebi hocalarımız idaremiz
memurları iken, malumatlarının istiklalini muhafaza ediyorlar ve o mahut
kapitülasyonlardan bizi de kısmen istifade ettiriyorlar gibi, biz de bazı
fikirlerin istiklaline kavuşmuş oluyorduk.
Abdurrahman Şeref, talebelerden birinin,
mesela Vasfi Ra- şit gibi bir talebenin idareyi çekiştirmesi cürümünden, kendisine
bir hadise çıkarması yüzünden, töhmetli görülmemesine itina ederdi. Kendisi de
bu müsamaha yüzünden, şüphe altına girmesi tehlikesi varken, buna da cesaretle,
hertaraf edilmiş oluyordu. Edilebilecek muahazeleri de, o bir iki tutuk
cümlesiyle cevap vermeye muvaffak oluyordu.
Mektebi Mülkiye, Mektebi Sultani gibi, o
zamanlarda biri- birine rakip telakki edilmiş bu iki müessesede hem hoca, hem
müdür olarak, hem delice vehham olan idareyi kuşkulandırmamak, hem de
talebelerin fikri hürriyetlerine taraftar görünmek tesirini verebilmek iki
cepheli bir muvaffakiyetti. Bir taraftan, Tevfik Pikret lazım oldu mu, hemen Fikret'i
bulur, kabul eder; hem de bir Halit Ziya Reji İdaresi'ne dirayetli memurlar
lazım oldu mu, derhal bunlar arasında en muvafık olanları kendisi intihap eder
ve en iyilerinden tensip ettiği listesini başkasına da tasvip ettirmiş olurdu:
Hamdullah Suphi, Ahmet Haşim, İzzet Melih, Ahmet Bedî, Ali Sami!..
Abdurrahman Şeref Efendi, Sultan Hamid'in hal'inden sonra
toplanan ilk Meclis Vükelada Maarif Nazırı bulunmuştu. Sonra yavaş yavaş,
zaman ile ona, birçok mahfillerde tesadüf ederek kendisiyle tanışmış ve onu
vaktiyle bildiğim adamdan büsbütün başkası olduğunu görerek, sukutu hayale
uğramış değil, ancak diyebilirim ki biraz şaşarak, onun kendisinin vaktiyle
zannettiğimden büsbütün başka bir adam olduğunu anlamıştım.
Biz bunları duymamışken, hocamız meğer, vaktiyle saz ve
muaşaka maceralarından çok haz alırmış. Çalgılı eğlence âlemlerinden zevk
duyarmış. Bundan sayısını bilmediğim nice senelerden evvel, Aksaray'da bir gece
bir baskın vermiş. Kendisini, gecelik entarisi ile, karakola götürmüşler.
Polislere meram anlatmaya çalışırken, bir cemm-i gafir etrafına toplanmış.
Daha, arkadaki bütün mahalle çocukları da, hep bir ağızdan, bir ilahi okur
gibi, o zaman bütün mahallelerin meşhur bir şarkısını tutturmuşlar. Ancak
anlayışlı bir polise kendisinin "rütbe-i bala" ashabından biri
bulunduğunu ikna ve temin ederek yakasım kurtarabilmiş. Kendisi bu kadın
iptilasını, daha nice zamanlara kadar muhafaza etmiş. Öyle ki bu, bu yoldaki
maceralarından ibaret değilmiş.
Hocamız vaktiyle, mektepte bize tarih dersleri verirdi.
Onun mektepte okunan iki cilt bir Osmanh Tarihi vardı. Fakat tarihin
memnu bulunduğu bu zamanda, ne yazmış olabilecekti? Bunları tekrar arayıp
bulamadım. Şiir okuması ise o kadar eski zamanvari idi ki, bunu artık duymamıza
hatta tahammül etmemize imkân kalmamıştır. Her kelime arka arkaya giren kalıplardan,
tantanalı bir ahenkten ibaret bir manasızlık gibi duyulurdu.
Abdurrahman Şeref Efendi'nin sözleri ve neşesi itibariyle
büyük bir kabiliyeti yoktu. Ancak, bulunduğu idareye itimat telkin edebilmekte
yaman bir kabiliyeti vardı. Böylece, adiliğe düşmeden, büyük bir memur iktidarı
ile, emniyet duyurmak zihniyetinin belki üstadı idi. Bir yandan idareye
nabız-girane muamelelerle yaldızlı haplar vermek, bir yandan da üstü kapalı
hücumlarla, bir camekân içinde teşhir edilen silahlar gibi, korkutmayacak,
latife yollu tenkit ve tezyiflerde bulunmak kabiliyetiyle zevk alan şarklı
muhitlerde bu eski ve usullü efendi hali, vakarlı ve temkinli edası, usta
cerbezesi, imaları, göz süzüşleri ve göz bakışları, hülasa, sözleri kadar
sükutu da mühim bir tesir icra eder, herkesi kendisine taraftar ederdi.
Bu ihtiyar kurnazlık, bu kendini aldatmayan
tecrübelilik, bu yorgun edalı tokluk, bu umumi yerlerde adeta azametli bir hal
alıyor, gençlerin cılız "arivizm"ini cebinden çıkarıyordu.
Bulunduğu meclislerde söz sahibi kim ise,
Süleyman'ın mühürü kimde ise, ipin ucunu kim tutuyorsa, derhal gizli gizli
duyulan meyiller, inhinalar ve hatta sadece nefes alışları ile onun tarafına
öyle bir geçişi, onun hikmetinden sual olunmaz hükmüne öyle bir iştirak edişi
vardı ki, kendisini derhal meclisteki reisin mahremi ve kafadan mevkiine
koymuş ve ona adeta insiyaki bir tarzda hak kazandırmış olurdu. Zavallı Tevfik
Fikret: "Hak kavinin demek şeririndir!" diyedursun, Abdurrah- man Şeref,
her hal ve kaliyle: "Hak kavinin, demek vezirindir!" derdi.
Bu tecrübeli adamın bir mevkiden bir mevkiye
geçişinde yeniden muvaffak oluşundaki hikmet, sözlerinden ve icraatından
kendisine hiçbir mesuliyet ve zarar gelmemesini temin için, o evhamlı idarelere
nasıl muamele etmek lazım geldiğini iyi bilmesinden ve hususi bir kabiliyet ve
dirayetle emniyet telkin etmesi sayesinde oluyordu.
Onun köşesinde, güya bağdaş kurarcasma öyle
bir oturuşu vardı ki, ona bahsettiği Osmanh Tarihi içinde bir yer almış
gibi görünür, o, son akıntılara uyan suları dinler gibi görünürdü. Verdiği
nasihatler de amiyane bir hodgâmlık sayılmaz, klasik bir payeye erişme edası
duyulurdu. O, fikirlerini muttasıl misallerle zikrederek, tatlı fıkralar
halinde söylerdi. Hikâyelerinin tesirleri böylece payelenmiş görünürdü.
Muhakkak, tarih zamanlarını, tarihi insanları
yazmasını bilen yazarlar, edebiyatımızın edipleri sayılmalıdırlar. Onların
yaşattığı tarih, edebiyatımızın tarihinde kıymetli bir yer alır. Bu tarih
zamanları ve bu tarihi insanlar, yazılmamış olsalar, büyük bir noksan hasıl
olur. Milli edebiyat içinde tarih olmasa, yalnız şairler, hikâyeciler,
romancılar ve gazeteciler gibi fıkracılar bulunsa, milli bir edebiyatın tamam
olması için kâfi gelmez, mutlaka tarih eserleri de bulunmalıdır. Tanzimat
zamanları edebiyatında Ahmet Cevdet Paşa'nın mühim bir mevkii vardır.
Edebiyat-ı Cedîde'nin büyük noksanlarından biri de, kendisinden evvelki bu
tarih duygusu azlığıdır. Edebiyatı Cedîde'ciler Ahmet Cevdet Paşa'yı
okumazlardı.
Gerçi Abdurrahman Şeref, Ahmet Cevdet Paşa
gibi tam bir müverrih sayılamaz, kendisi böyle bir tarih eseri yazmış değildir.
Fakat tarih merakı ve zevki onda fıtri bir istidad ve tabii bir temayül
görülmektedir. Meşrutiyet'ten sonra, tarihten bahsetmek imkânı olunca,
gazetelerde neşrettiği canlı tarihi makalelerini merakla arar ve lezzetle
okurduk. Kendisi imparatorluk hikâyelerini pek güzel naklederdi. Onun bu
bilhassa tarihin teferruatına dair yazıları, bütün imparatorluk âdetlerine,
kendisinin maceralarını bildiği eski sadrazamlara, eski vezirlere, son devrin
ricaline, Tanzimatı Hayriye'ye, vakaların ve insanların tefsirlerine ait hayat
tecrübeleriyle ve tarihe dair malumatına ve hatırına istinaden yazdığı bu
yazılar, Tarih Musahabeleri adlı kıymetli ve tatlı bir eserde
neşrolunmuştur. Yazık ki, daha yeni harflerle basılmış değildir.[***]
Abdurrahman Şeref, Osmanlı denilen Türk
zamanımızın ve Türk medeniyetimizin hikâyesini, tiryakiler gibi, eski med-
dalılar gibi anlatan bir reviş ve mişvar tutturmuş bir müverrih edasıyla
yazmış, bir müfessir ve bir vakanüvis olmuştu.
Sultan Reşat zamanında, kendisi ayan azası
bulunduğu sırada, Osmanlı İmparatorluğu'nun resmi
"tarih-nüvis"liğine tayin edilmişti. Evvelki tarih-nüvislerin
isimlerini ve yazılarını biliyor, kendisi de, bu ananeye girmiş oluyordu. Bu
hizmetle, pek memnun ve müftehir olmuştu.
Fakat Sultan Reşad'ın bu
son zamanlarında, Abdurrahman Şeref'in yazmak vesilesi bularak, tarih-nüvis
sıfatıyla etraflı ve kıymetli yazılar yazabilmiş olmasına ihtimal veremiyorum.
Ancak, Halit Ziya Saray ve Ötesi hatıralarında, Abdurrahman Şeref için,
"Birkaç ayda bir güzel yazı ile takrirlik kâğıtlarda ve iyi bir ciltte
ufak risalecikler takdim ederdi, bilmem bu risalecikler Sultan Reşad'ın
metrukatı arasında bulundu mu?" diyor.
Türk Yurdu, Nisan 1957, nr. 267, s. 762-764
Geçmiş Zaman
Edipleri
Abdurrahman
Şeref -
II
Mektebi Sultani'ye ilk gitmeye başladığım o geçmiş
zamanlarda evden mektebe, mektepten eve giderken, yanımda bir lala bulunurdu.
Bir pazar günü Nişantaşı'nda bir eve uğradıktan sonra, Galatasaray'ın avdet
zamanına yetişebilmek için, Beşiktaş'a inip bir arabaya binmişiz. Meğer bu
masum hesabımız başımıza işler açmış!..
Bir akşam mektepte mütaleahanede, tam sükut
saati kıvamında, ilkin gelen bir hademe, sonra ortadaki mubassır, sonra ben ve
sonra bütün arkadaşlarım hayretler içinde kalmıştık Zira mektep müdürü
Abdurrahman Şeref Efendi beni odasına çağırtmıştı. Onun bu saatte kimseyi
odasına çağırttığı duyulmuş değildi. Ben bu hayret içinde, mutlaka evden fena
bir haber geldiğini ve bunu başkasından duyurmaktansa, kendisinin bana haber
vermeyi tensip ettiğinden korkuyordum. Odasına girip yanma yaklaşınca, bana
hitap ederken, gözlerini kapamaya başlamıştı. Fakat korku yerine hayretim arttı.
Zira bana sadece, annemin babasının ve büyük babasının isimlerini sordu. Bu
hikmetinden sual olunmaz iki üç sorgu üzerine verdiğim cevaplar, kendisini
tatmin etmiş miydi, yoksa etmemiş miydi, bunu bilemiyordum.
Hafta sonunda eve dönüp müdürün bu suallerini
hikâye edince, annelerim bu işin ta mektebe kadar aksetmiş olmasına şaşarak,
bana lalamın macerasını anlattılar.
Lalam Veli Efendi rabıtalı, mutaassıp bir
eski zaman adamı idi. Rumelihisarı'nda, çarşıda alışveriş ederken polisler
kendisini tevkif ile, Beşiktaş muhafızlığına götürmüşler. Orada kendisine
neler soruldu ise, o kadar ustaca cevaplar vermiş ki, kendisi bir töhmet
altında görülmek şöyle dursun, bilakis adeta bir teveccüh kazanmış. Ve
neticede, Rumelihisarı çarşısında polis efendiler beni tevkif ettiklerinden,
haysiyetim payimal oldu, onlar beni bir araba ile Hisar çarşısına kadar
getirerek, orada serbest bırakmayla haysiyetimi yerine getirsinler diye rica
etmesi Muhafız Yedisekiz Hasan Paşa'nın hoşuna gitmiş ve onu bir polis ve bir
araba ile göndererek, bir de kendisine kıymetsiz bir tespih hediye etmiş.
Veli Efendi'nin tevkifi ve mektep müdürünün
bana sualleri ile anlaşılıyor ki, bir hafiyenin tahmin edemediğimiz bir jurnali
karşısında kalmışız. Fakat bir taraftan cahilane bir samimiyetle Veli
Efendi'nin cevapları, bir yandan da Abdurrahman Şeref Efendi'nin himayekâr
izahları sayesinde bir beladan kurtulmuşuz. O devir, zekâ ve zamanını bir
incir çekirdeği doldurmayacak işlerle harc ederdi. O iddianın ne olabileceğini
tahmin edememiştik. İnsanlar ne tuhaftır ki, bir zaman en ehemmiyet verdiği
bir mesele hakkında, zaman ile merakımızı büsbütün kaybetmiş oluyorlar. Artık
bu sualin ne olabileceğinin merakını bile unutmuştuk. Öyle ki, en sonra
Abdurrahman Şeref Efendi'ye bile bunu sormak hatırıma gelmedi. Halbuki o eski
hocamızla, sonraları daha iyi tanışmış oldum. Çocukluk ve mektep cephesinin
haricinde, laübali yerlerde kendisiyle buluşmak ve görüşmek pek kolay
oluyordu. Mesela Beyoğlu'da o zamanki Luxem- bourg Pastahanesi'nin bilardo salonunda,
çok kere görünürdü ve galiba orada bilardo oynamayı severdi.
Eskiden beri bildikleri ve yeni
tanıştıklarıyla uzun uzun görüşürdü. Adeti veçhile biraz rint hikâyeler ve
biraz açık saçık fıkralar anlatmayı severdi. Ve hikâyesinin sırasını bulunca, onu
kovanından çıkarır gibi, bir daha yerinden anlatırdı. O, bunda, bir eski şark
ananesine tabi oluyordu. Hatta bu eski zaman fıkralarının şahısları bile
şarklı oldukları duyulurdu. Onlar bu eski zaman idarelerinin altında, hayat ve
menfaatlerini korumayı iyi bilirler ve ömürlerinin bir kısmını bu emeklerle
sarf ve heba etmiş olurlardı.
Abdurrahman Şeref, önlerinde o kadar türlü
örneklerini bildiği bu hikâyelerde başlarını uçurtmuş, yahut celladın önünden
kurtarmış bunca vezirlerin birikmiş tecrübeleri süzülerek onun dağarcığına
girmişler gibi, sanılırdı ki bu çıkardığı torbadan onların damgasını basıyor
gibi oluyordu.
Kendisi tarihimizin nice
"ledünniyat"ını biliyordu. Bu malumatı birtakım hikâyeler tarzında
naklediyordu. Hep nerede bulunsa bu beğendiği, sevdiği, tarihi fıkraları
anlatır, ve hatta dinleyenler de bazılarını meraklı bulurlar ve beğenirlerdi.
Bu fıkralarla, bu geçmiş zamanın tarihi canlanır ve muhtelif devirler
kaynaşarak manalarını çoğaltır, bir umumi zaman içinde helmesini dökerdi.
Bu hikâyeler başlayınca, bu muhit içinde
hususi bir zihniyet saffetine konmuş olur, aynı bir duyuş ve anlayış zirvesine
yükselir, bir kanaate varılmış olunur, bir üsluba uymuş olur ve bütün bu
hikâyeler milli bir tarihin huzuruna girmiş olurlardı. Nasıl ki bazı şairlerin
mısralarında son kalan kelimeler yazılmamış olsa bile, mısraların sonlarındaki
kafiyeler söylenilmiş kelimelerin yardımı ile söylenmemiş olsa da, onları
duymuş oluruz.
Bütün idareler Abdurrahman Şeref'e hürmet ve
emniyet gösterirlerdi. Kendisi memuriyetinde iken, her devirde kendi
merhalesinde terakki etmişti.
Sultan Reşat'ın ona çok hürmet ve itimadı
vardı. O zamanki Saray'la münasebeti gayet iyiydi. Sultan Reşat'ın küçük oğlu
Hilmi Efendi'ye bazı hususi dersler verirmiş. Fakat Hilmi Efendi'nin bu
kendisine verilen derslerden çok istifade edemediğini de hikâye ederdi.
Abdurrahman Şeref o zamanlarda ayan azası
bulunuyordu. Halil Menteşe, Şurayı Devlet reisi olduğu sırada, bu hamarat ve
iş görmeyi vazife bilen, yorulmak bilmeyen eski hocamız faydalı olabilir diye,
bazan arada sırada Şura-yı Devlet'e uğrar, reisin yanına gelir, onun da
emniyet ve teveccühünü kazanmakla memnun olarak, ona da yavaş yavaş fıkralarını
anlatır, ve lazım gelen cinası da duyurmuş olur, o zaman Halil Menteşe:
"Ee, sonra?" diye sorarmış!..
İşte Abdurrahman Şeref kendi fıkralarını
Halil Menteşe'ye anlattığı gibi, bizi de görünce onun fıkrasını, bu "Ee,
sonra?" demesini bize anlatırdı. Zira bu itimadı olduğu için, onun
fıkrasını bizim iyi duyacağımıza emin olurdu. O kadar ki, bugünlerden sonra,
biz artık biri birimize bir daha tesadüf edişimizde: "Ee, sonra?"
diye gülüşürdük. Bu dilimizin bir persengi olmuştu.
Sonra, Ayan Meclisi ilga edilmişti. Vaktiyle
Maarif Vekili bulunmuş olan Abdurrahman Şerif, ruhundaki dinçlik kabiliyeti ve
çalışma âdeti ile Mütareke kabinelerinin çoğunda bulunmayan bu yaşlı adamlar,
kendi başında, rütbesinde, mevkiinde bulunmayanlardan daha evvel ve daha çok
sarahat ve cesaretle, Kuvayı Milliye'ye iltihak ile elinde bir tespih,
gözlerinde gözlük, ayaklarında galoşlu potinlerle, o zamanki Ankara'nın
rahatsız bir pansiyon odasına İstanbul mebusu olarak yerleşmişti.
O zamanki mebusların bazıları onu yaşlı bir
hoca diye pek saymazlar da, o zamanki âdetlerle, kadınlara zamparalık hikâyelerini
söyler ve kendisi de yanlarında bir yadırganlık duygusu olmasın diye, başka
hikâyelerle iştirak edermiş.
Osmanlı imparatorluğu'nun sonuncu
"vaka-nüvis"inin sonuncu hikâyesinden, belki alınmış olanlar
olmuştur. Kendisi derdi ki, vaktiyle birer memleket kadar büyük vilayetlerimize
tayin olunan, birer hükümdar kadar azametli valiler varacakları diyarlara
revan olurlarken, yanlarında beraber götürdükleri Harem kadınları, beraber
taşıdıkları eşyalar naklolunurken, kervanların çıngıraklarından dökülen
heybetli sesleri, toprağın uzunluğu, gelenlerin çokluğu ile yanlarındaki
servetin ehemmiyetini duyururlarmış. Halbuki küçülmüş vilayetlerin azalmış,
daralmış kervanları, o eski tantanalı ahenklerin seslerini duyurmaz, ve bunlar
yollarından giderlerken ancak laubali birtakım seslerle "Çankırı,
Mankırı!.." der gibi duyulurmuş.
Cumhuriyet'in ilan olunuş günü, Abdurrahman
Şeref Mec- lis'te bulunmuş. Bazılarının gençliklerini iyi bilen bu hatipler,
kürsüden Cumhuriyet'in ilanından sonra Cumhuriyet lehine gayet hararetli
nutuklar, boğazlarını yırtarcasına hürriyet fikirlerini haykırışlarını
dinledikten sonra, Meclis'ten çıkarken, Hamdullah Suphi'ye rastgelmiş ve
"Ne çok Cumhuriyetçiler yetiştirmişim!.." demiş.
Hayli ihtiyarlamış olan Abdurrahman Şeref'in
gözlerine bir nevi perde inmişti. Siyah bir gözlük takıyordu. Hele bir gözü hiç
görmüyor, ve yanında kendisini idare eden bir uşak dolaştırıyordu. Lakin o
kadar müdebbir, temkinli, ihtiyatlı ve, müneccimlerin hilafına olarak,
"reh-güzer"indeki kuyulara inanmaya, onları görmeye o kadar alışkındı
ki, o zamanki Cihangir yangın yerinden geçtikleri bir gün, önlerindeki üstü
açık bir kuyuya düşen kendisi değil, yanında giden sabık Roma elçisi Kâzım Bey
olmuş ve o, bu yüzden vefat etmişti.
- Ee sonra?
Sonra, Abdurrahman Şeref Efendi'yi tekrar
görmüştüm. Büsbütün çökmüştü. Diş etleri çürüyormuş. Bir nevi kangren olmuştu.
Son zamanlarına kadar müdebbir, akil, hoşgû, zeki olan bu ihtiyara, artık
tesadüf ettiğim zaman "Ee, sonra?" diyemiyor- dum.
Sonra, gözleri kapanmadan evvel bu ihtiyar
hocama bir selam, sonuncu bir peyarn duyurabilmek isterdim. Zamanı geçirmişim.
Onu da, ömürlerini o kadar iyi anlayıp bildiği eski zaman adamları arasına,
Sultan Mahmud türbesindeki vezirler mezarlığına defnetmeliydiler. Lakin bu
yapılamadı. Surların dışında aile mezarlığına götürülmüştü. Daha sonrasını
bilemiyorum.
Sonra, daha nice seneler
geçtikten sonra, yani ancak geçen günlerde tesadüf ettiğim Yahya Kemal'in
kardeşi, hakikaten hayırlı bir hizmette bulunan Tarihi Merkadler Encümeni
azasından olan Reşat Beyatlı'dan, Abdurrahman Şeref Efendi'nin nihayet kendi
ailesinin yanında bulunan mezarını, tarihi mezarlıklarımızla meşgul olan
Encümen'in kararı ve belediyenin yardımı ile, muntazam bir surette yaptırılmış
bulunduğunu öğrendim.
Türk Yurdu, Mayıs 1957, nr. 268, s. 834-838
Geçmiş Zaman Edipleri
Bu bahsettiğim, geçmiş zaman ediplerimize dair en eski bir
ha- tıramdır:
Büyükada'da, büyük babamın Hristos tepesi
civarındaki köşkünde bulunduğumuz zaman, bir akşam, Fransız mürebbiyem Nizarn
Caddesi'nde gezinirken, bir beye tesadüf etmiş olduğumuzu, onun bir şair
bulunduğunu ve eğer kendisi isterse, iki çocuğuna Fransızca okutmak için kendi
evine alabileceğini söylemiş. O zaman, Maarif Müdürü olarak, Beyrut'ta kalmış
olan babamın nezdine gidip İstanbul'a dönerken, o kadını mürebbi- ye olarak
beraber getirmiştik. Matmazele Nizarn Caddesi'nde rastgeldiği bu teklifi yapan
beyin ismi neydi diye sorulunca, bu Fransız kadının telaffuzuyla söylenilen
isim, bir acem şairinin lakaplı bir ismi, yahut tantanalı bir mısra halinde
duyuldu: "Le Poete Recaizade Ekraim Bey!"
Bu ismin işitilmesi zavallı anneannem için
bir yeni hayal sukutu olmuştu. Ya!.. Büyük şair Üstat Ekrem Bey, çocuklarına
mürebbiye olmak için, tanıdığı dostlarının hatırlarını saymadan, onu apartmak
istemeli miydi? Anneannem için onun şiirlerinin kerameti bozuluyor gibiydi.
Onun üç Zemzeme'sini ciltlendirmiş kitabı, yatak odasındaki küçük bir dolabın
rafında, hotozlarının renk renk hevenkleri sırasında dururdu. Üstat Ekrem
Bey'in yapmak istediği vefasızlık, adeta kendi izzeti nefsine dokunuyordu.
Yarabbi!.. Galiba şairlere inan olmuyordu. Burada oturan Ekrem Bey büyük babamı
tanımış olsun, babamın kendisinin nice yıllarla bastırdığı Hazine-i Evrak
mecmuasında şiirlerini neşretsin, babamın dostu gibi bilinsin de, nasıl olmuştu
ki, bizim matmazeli yerinden almak istemişti? Buna nasıl inanılırdı? Doğrusu,
bizim o zamanki dar muhitimizde, bunu duyanların hepsi Ekrem Bey'i
ayıplamışlardı.
Nice senelerden sonra, ben sudan mazeretler
buluyordum: Kendisinin eserine büyük kıyınet atfeden bir şair, baba sıfatı ile,
en sevdiği iki eseri olan oğulları, isimlerini söyleyelim, Nejad Ekrem ve
Ercüment Ekrem'in istifadelerini, bir ahbabın çocuğuna elbette tercih edebilir;
belki de matmazele ancak bulunduğu evden memnun olup olmadığı mahiyetinde bir
sual sormuş olabilir, bir de bu hizmet teklifi yapılmadan önce, kimlerin
nezdin- de çalıştığını daha sormamış, bilmemiş olabilir; bizim matmazel de bu
işi iyice izah etmeden yanlış olarak söyleyip anlatabilirdi. Nasıl ki bu kadın
bizden ayrılmış ve Ekrem Bey'in hizmetine girmiş değildi.
Ben daha doğmadan evvelki bir zamanda babamın
neşrettiği Hazine-i Evrak mecmuasında Recaizade Ekrem'in manzumelerini,
tercümelerini neşrettiği o sıralarda, vaktiyle aralarında birçok konuşmalar
olmuş. Nizam Caddesi'ndeki buluşmamızdan birçok seneler sonra, babamın
Recaizade Ekrem'e dair sözler ve methiyelerinde nihayet bir ölçü bulunurdu.
Onun itikadınca asıl dâhi şair Abdülhak Hamid'ti. Üstadı Ekrem aynı ayarda
değildi. Fransızca zaif tercümeler neşrederdi. Cellat demekle iktifa edeceğine,
bilmem hangi tercümesinde, cellat / Le bourreau demesi gibi,
yanlışlıkları olduğunu söylerdi.
O zaman, şair Nigâr Binti Osman vaktiyle pek
gençmiş. Fransızcadan Alfred de Musset'nin Rappelle-toi'sını Tahattür Et diye
tercüme etmiş. Recaizade Ekrem'e göstermiş. O da Pejmür- de'sinde,
"Yad Et" manzumesiyle bir nevi nazire yazmış ki, pek müessir telakki
edilirdi. Nigâr Hanım güya kendisinin yazısından bir intihal yapılmış gibi,
adeta canı sıkılmış. Galiba bu iki mütercim biri nesren tercüme, diğeri nazmen
ve mealen mülhem bir yazı yazmakla, güya hissi mukarenetlerine rağmen, bir
edebiyat rekabetine düşmüşler gibi, biraz araları açılmış. Daha nice senelerden
sonra Nigâr Hanım, hâlâ bu eski hatıradan bahseder ve "Tercüme etmiş
olduğum bu şiir" diye başlayan bir şeyler naklederdi.
Babamın dediklerine göre, Recaizade biraz
gururlu ve azametli bir adammış. Ona dair bir fıkrasını söylemişti: Bir ahbabının
evinde kendisiyle ilk tanıştıkları gün, "Ekrem Bey" denilince, o zat
gizlice, "Hangi Ekrem Bey?" diye sorunca bunu duymuş ve biraz
alınmış. - Bilirsiniz ki, o zamanlarda, söz arasında birçok Fransızca kelimeler
kullanılırdı - "Meşhur Ekrem Bey!" demek manasına, kendisi de
"Le Ekrem" demiş!..
Babam daha geçmiş bir zamana ait, bir fıkrasını daha anlatmıştı.
Bir cuma günü Ekrem Bey, Cevdet Paşa'yı Bebek'teki yalısında ziyarete gelmiş.
Gidiş ağasını da kapıda görünce, Paşa'nın evde bulunduğunu anlamış. Kapıdaki
uşak harerne haber gönderdikten sonra "Efendim, Paşa evde değilmiş.
Sokağa çıkmışlar!" cevabını getirmiş. Kabul olunmamasına canı sıkılan
Recai- zade, hiç olmazsa yapılan muameleyi anladığını duyurmak için, bir
mukabelede bulunmak üzre ağaya: "Pekiy, Paşa'ya da benim gelmediğimi
söyleyiniz!" demiş. Yine babamın dediklerine göre, Samipaşazade Sezai,
Recaizade Ekrem hayranlığına pek iştirak etmezmiş. Gene o aralık, kendisinin
bilmem hangi bir yazısının Servet-i Fünûnda basılması konuşulurken, o
sırada Araba Sevdası neşrolunduğundan, Sezai Bey "Ekremin şu gürültülü
arabası geçsin de sonra!" diye cevap vermiş.
Bunlara rağmen Recaizade Ekrem, herkesçe
kabul edilmiş bir üstattı. Vaktinde Talim-i Edebiyat, edebiyatımızda bir
merhale olmuş, ve "kafiye semi içindir" nazariyesi de yeni bir
merhale teşkil etmişti.
Abdülhak Hamid'in yeni şiirlerini anlatmış, duyurmuş olan
odur. Nasıl ki, zamanından sonra da Tevfik Fikret'i Servet-i Fünûn'a
getirmekle, Edebiyat-ı Cedîde'yi kurmaya yardım etmiş olan yine kendisidir.
Yazarların bazıları ettikleri tesirle, şöhretlerinin fevkinde bir eser sahibi
olabilirler. Bazıları ise payidar eserlerinden daha ziyade, tesir ettikleri
nüfuzlarıyla, eserlerinin fevkinde bir mevki sahibi olabilirler.
Recaizade Ekrem hayatında, aşkın saltanatını
kabul ediyordu. Sevdiği kadınlara her zaman meclup oluyor, ve hissi münasebetlere
düşkün görünüyordu. Hayatında büyük aşk buhranları olmuş, uzun sürmüş
maceraları şiirlerine sirayet etmiş, sevdiği kadınların isimleri
manzumelerinde yazılır, şarkılarında duyulurmuş. Gençliğinde çıkmış olan Name-i
Seherdeki: "Yarın sabaha demek sohbet ey hilal-i seher!"deki
Seher, aşk ve macera profesyoneli olan bir kadınmış. Recaizade bazan evine bir
odalık getirmiş olur ve günlerce dışarı çıkmadığı bulunurmuş.
Geçmiş yüz elli beş seneye rağmen, bugün
Victor Hugo'nun hangi kadınları sevmiş, onların hangileriyle münasebette bulunmuş
olduğunu biliyoruz. Bir gün Süleyman Nazif, Namık Kemal için iki isimden
bahsetmişti. O, mahsus yalan söylemez, fakat hisleri yüzünden kanaatleri
yanlış olabilirdi. Namık Kemal'in hayatına dair resimli, vesikalı iki üç cilt
hazırlamakta olan Mithat Cemal'e, Namık Kemal'in sevgililerinin isimlerini
sormuştum. Bu kadınlardan hiçbirinin ismini bilmiyordu. Namık Kemal'in hangi
kadınları sevmiş olduğunu bilmiyoruz.
Halbuki Recaizade Ekrem'in sevmiş olduğu
kadınlardan üç dördünü duymuş, öğrenmiş oluyoruz. O zamanlar bilirsiniz ki
meşhur bir aşk, bazan yıllarla platonik kalabiliyordu.
Suphi Paşa'nın büyük kızı,
Saffet paşazade Refet Bey'in refikası Mihrümah Hanım, sarı saçlı, mavi ve çok
güzel gözlü bir' güzellik sultanı iken, genç yaşında ölümü nice İstanbullular
için bir matem olmuştu. Bir iki şarkının bazı mısralarında, şairin kelimeleri
o kadar ruhtan duyulmuş oluyor ki, tabiatın gizli hüznü bir aksiseda halinde
birleşerek, İstanbul hanendelerinin nostaljik sesleriyle bu manalar bir mucize
halinde çağlardı:
Sen bu yerden gideli ey saçı zer
Seni söyler bana dağlar,
dereler.*
Ve yine:
Geldi amma, neyleyim,
sensiz baharın şevki yok!**
* Güftesi Recaizade Ekrem'e ait olan bu şarkı humayûn
makamında olup, Şevki Bey tarafından bestelenmiştir. [Haz.N.]
** Güftesi gene Recaizade Ekrem'e ait olan bu eser, Rahmi
Bey tarafından beyati, Bahattin Bey tarafından da uşşak makamında
bestelenmiştir. Hisar'ın kulaklarında yer tutmuş beste, Rahmi Bey'e ait
olanıdır. O devirde Recaizade algılamasını üreten bu meşhur şarkının güftesi
şu şekildedir: Bu
mucizeli seslerin tesirlerini bir kere duymuş olanlar, artık Recaizade'nin
büyük bir şair olduğuna inanırlardı.
Beraber yaşayan iki dul hemşirenin birisi ile
aralarında, birisinin kayığı ile yalısından geçişi, diğerinin penceresinden,
önünden geçen kayığı seyretmesi kabilinden dikkatlerle, aralarında platonik
bir mukarenet bulunduğuna başkaları bile dikkat etmişlermiş. Nice senelerden
sonra, Meşrutiyet'in ikinci ilanı dediğimiz, belki bu üçüncü ilanın hürriyeti
üzerine, bu hemşirelerden biri gözleri rahatsız olduğundan, tedavi için
Viyana'ya gitmesi lazım gelen bu eski zaman hanımının, Avrupa'ya yalnız giderneyeceği
düşünülmüş ve onun merhum kocasının akrabasından bulunan Reşat Fuat Bey'in
himayesi altında seyahat etmesine karar verilmişti. Reşat Fuat Bey, o
zamanlardan teşrifatta memur bulunan Ercüment Ekrem'e, "Babanla
aralarındaki mukarenet dolayısıyla, babanın hissiyatına hürmeten hanımefendiye
hususi bir saygı göstermelisin!" diyordu.
Fakat Recaizade Ekrem'in,
en uzun müddetle ve en ziyade sevmiş bulunduğu hamının bir başkası olduğu
anlaşılıyor. Zem- zeme'lerin manzumelerinde bir akrostiş vardır.
Mısraların, arka arkaya gelen kelimelerin teşkil ettiği "Hacer"
duyuluyor. Ekrem Bey galiba öleceğini duyarak, kendisinin bir türlü hayatında
yakmaya kıyamadığı aziz hatıralarını, oğlu Ercüment Ekrem'e, kendisi ölünce,
kütüphanesinin üstündeki bir rafta bulunan bir kutu içindeki mektupları,
resimleri, saçları, karıştırmadan yakmasını vasiyet etmiş. Süleyman Nazif ise
bu vasiyetnamenin ifası, günah olacağını söylemiş. Her zaman hissiyatına
inanan Süleyman Nazif, meşhur mübalağası ile, Ercüment Ekrem'e bu kutu muhteviyatının
yakılması, meşhur İskenderiyye Kütüphanesi'nin yakılmasından daha büyük bir
günah olacağını ve Diyarbakır şivesi ile, yemin ile söylermiş, fakat sanıyorum
ki, buna rağmen Ercüment Ekrem babasının vasiyetini yerine getirmişti.
Türk Yurdu, Haziran 1957, nr. 269, s. 926-930
Gül hazin sünbül perişan
bağzârın şevki yok Dertnak olmuş, hezâr-ı nağme-karın şevki yok Başka bir
haletle çağlar cuy-bârın şevki yok Geldi anıma neyleyim sensiz baharın şevki
yok
[Haz.N.]
Kaybettiklerimiz
Ercüment Ekrem Talu'ya Dair Hatıralar
Bir yazarın, başka bir muharririn yazısını kıskanması hayli
güç oluyor. Çünkü başkasının yazdığı eser, tam bizim istediğimizin aynı olmaz.
Bazı kısımları bize yabancı kalır. Hiçbir muharririmizin bir tek eserini
kıskandığımı hatırlayamıyorum. Ancak, çocukken, vakti saadette, bir nevi kısası
enbiya zamanlarımız olur ki, bu tarih öncesi hatıralarıma ait malumatı gıpta
ile duyarım. Bu geçmiş zamanlarda, İstanbul'un eski mahalleleri büyük birer
şahsiyet sahibiydiler. Hepsine de itimat edebilirdik Rumelihisarı ve İstinye
birer cennet parçasıydılar. Büyükada büyük bir adamdı. Ercüment Ekrem'in ve
benim ailelerimizin bazı münasebetleri olmuş; onun babasıyla benim babam
aralarında bir komşuluk bulunmuş; anneannemle onun annesi arasında bir dostluk
duyulmuştu. .
Ercüment Ekrem benden galiba bir iki yıl önce dünyaya gelmiş
olmasıyla, benim, çocukluk tesiriyle, unutup bulamadığım kelimeleri, isimleri,
ıstılahları hatırlayıverirdi. En eski hatıralar arasında, hâlâ duyulan vapur ve
horoz sesleri arasında, eskiden kalma bir cümle söyler, mesela "Belediye
Müfettişi Umumisi Sa- lahaddin Bey'in köşkü" derdi. Bu, benim büyük
babamın eviydi. En eski çocukluk zamanlarımın derinliklerindeki kelimeleri ve
sesleri, açtıkça, o benim hatıralarıma önderlik etmiş olur, ve adeta benim eski
zamanlarımın şuuruna iştirak ederek, hatıralarımın bir nevi şahid-i umumisi
olurdu. Ben, başka hiç kimsenin kitabi malumatına değil, ancak benden evvelki
bu bir iki senenin malumatına gıpta ederdim.
Bir yazarın eserlerinin doğuşu mucize kabilinden bir şey
olur. Bunun vücuda gelmesinde beklenmedik nice tesirler olur. Bazı garip
muharrirlerin eserleri, kendilerinin fevkinde görünür. Bazıları ise
kendilerini, eserlerinin şöhretine feda etmiş sayılabilir. Ercüment Ekrem'in
babası Recaizade Üstat Mahmut Ekrem'in ve oğullarının isimleri edebiyatımız
tarihine girmiştir. Ercüment, gençliğinde, kendi babasının kurulmasına hizmet
ettiği Edebiyat-ı Cedide ile meşgul görünmemiş, sonra, Fecr-i Âti ile alakadar
olmamıştı. Tevfik Fikret'i de sevmezdi. Fakat en eski zamanından beri, Türkçe
ve Fransızca konuşurken, birçok kıymetli fıkralar, nükteler, vecizeler
söyleyerek ve mısralar zikrederek, insana bir edebiyatperest tesiri verirdi.
Kendisini, sevdiğimiz bir edebiyata taraftar olacağını beklerdik. Ancak Ercüment
Ekrem, bir şairin sevebileceği şiirini yazabilmesi kabilinden uğraşmıyor,
neşriyat ve matbuat bakımından sürümlü sayılan yazılar neşretmek istiyor,
eserlerinin içine bir ticaret gayesi karıştırıyordu. Refik Halit'in Tarih-i
Devr-i Mebusan'ından sonra,
kendisinin yazdığı Evliya-yı Cedfd kitabı neşrolununca, ilk yazılarımın
birinde, onun içkisine su katmasını iyi bildiğini, hatta, mızıkçılık ederek,
şaraptan ziyade su karıştırdığını yazmıştım. Evliya-yı Cedîd'i Refik Halit
de beğenmiyordu.
Ercüment Ekrem'in birçok yazılarında, sanat ve edebiyat
bakımından kıymetli olan parçalar ve sayfalar vardır. Kuvvetle şarklı birtakım
eski zaman şahıslarının maneviyatını anlatmayı iyi bilir. Sanıyorum ki, Türk
romanında Meşhedi tipi bir kazanç olmuştur. Fakat kendisi bir mizah muhaririri
şöhretini kazanırken, bu maksat galiba, yazıcılığının tam bir inkişafına mani
olmuştu. Bir mizah muharriri olarak bilindiği için, kendisinin bir yazısından
ne beklenildiğini bilir, mesela bir Ahmet Rasim'in yazacağı bir yazı
aranıldığını bilir ve filhakika böyle bir yazı yazmış olurdu. Hatıralarının
bazılarından, tarihi bir hakikatin ciddiyetinden ve açıklanmasından ziyade,
cinaslı bir fıkra anlatılmasını arardı. Belki hoş telakki edilmeyecek kısımlardan
daha ziyade, espri taraftarlığı görülürdü. Beğenilecek bir "popüler"
yazı yazmak için, feda etmeyeceği hiçbir fedakârlık yoktu.
Dostluklar bazan zamanla uyuklar, fasılalarla uyur ve bazan
uykusu geçmiş olur, tekrar uyanır ve canlanır. Boğaziçi Mehtaplarının
ayrı ayrı parçaları Varlıkta basılınca, o, birdenbire, bana pek
muhabbetli yazılar neşretti. Tesadüfen görüştüğümüz sıralarda, yine,
yadettiğim bu tarzda yazılarımı tasvip eder, bazan bana: "Bunu yazabilir
misiniz?" diye sorar, yine bazan da: "Bunu da yazabilecek
misiniz?" diye şaştığı olurdu.
Ercüment Ekrem'le münasebetimde, senelerle,
garip bir ruh haletine düşmüştüm. Pek eski bir zamanda, bir akşam, Büyükada'da
Nizam Caddesi'nden geçiyordum. Gurup, İstanbul'un ufuklarında şaşaalı "fantasmagori"sini
gösteriyor, lalden bir sahil üstünde, sıra sıra lacivert mabetler, minareler,
sütunlar yükseltiyor, birçok fanuslardan dökülen altın ışıklar kanatıyor ve
ruha romantik birtakım duygular duyuruyordu. Yolda, sarı saçlı, beyaz başörtülü,
ihtiyarlamış, zayıflamış, yüzü uzun çizgilerle buruşmuş bir hanım, evine doğru
gidiyor, fakat, gurubun haletleriyle alakalanarak, bazan, yolunu çiçekler
arasında dolaşan bir arı gibi, başka istikametlere de sapıyor, ve her defasında,
gözleri naşad görünüyordu. Bana, kendisinin, Recaizade Ekrem Bey'den ayrılmış
olan sinirli ve asabi haremi olduğunu söylediler.
Ben, ne bu akşam, yavaş yavaş evine dönen bu
yaşlı hanımla görüşmüş, ne de onu bir kere bile, oğlu Ercüment Ekrem'le
birlikte görmüş değildim. Ancak, gurup zamanında evine dönerken gördüğüm
halsiz hareketleri ve etrafına bakan naşad bakışları, bana öyle tesir etmişti
ki, nice yıllardan sonra ben, yine akşam zamanları, Ercüment Ekrem'i Beyoğlu
sokaklarında, eskiden Tokatlıyan ve şimdi kendisinin tavsiyesi üzerine Konak
denilen otel civarında, bazı dükkânIarın camekânları önünde, yavaş yavaş
dolaştığını ve bir yerden dönüp başka bir yere sap- tığmı gördükçe, onu o kadar
aynen annesinin halsiz ve yavaş edalarıyla, yüzünün buruşuk çizgileriyle, ve
aynı naşad gözleri görüyordum ki işte, bu beklenmedik garip ruh haletiyle, onun
kendisini değil de, Büyükada akşamında gördüğüm annesini görmüş gibi oluyordum
ve bu tesadüflerimizde bütün sözlerimiz, bir gurup yeisi içinde birleşmiş
olurdu.
Bir ölüm haberiyle, gözlerimiz
ölene acıyarak yaşarırken, ruhumuzda, kendimize ait endişeler de gizlenir. En
eski şahitlerimizi birer birer kaybettikçe, bir yandan eski zamanlarımızın
daha mazisine karışıyor, bir yandan da ölümün yalnızlığını duymaya başlıyoruz.
Türk Yurdu, Ocak 1957, nr. 264, s. 548-550
Kaybettiklerimiz
Pek soğuk bir gün, Ziya Osman Saha'nın cenazesine giderken,
iki kuvvetli tesir altında bulunuyordum:
Edebiyatımız, iki yıldır, ne büyük ziyanlara
maruz kalıyor. Sayısı çok olmayan yazarların, eser ve isim sahiplerinin kaç tanesi,
bir yaprak dökümü mevsimine girmişiz gibi, birer birer döküldüler: Orhan Veli,
Sait Faik, Cahit Sıtkı Tarancı, Reşat Nuri Güntekin, Ercüment Ekrem Talu ve
bugün Ziya Osman Saba.
Ziya Osman Saba'yı, temiz yürekli, iyi
terbiyeli, doğru sözlü, cömert muhabbetli, hüsnüniyyet sahibi, nezaketli ve tevazulu
bir insan olarak bilirdik Kendisinin bilinmiş hiçbir kusuru yoktu. Ancak
duyguları itibariyle bu kadar iyi olan kalbi, tahammülü itibariyle, zayıf ve
hasta bir kalpti. İki yıldan beri tamamıyle hasta idi.
Talih ona o kadar gadretmişti ki, bu ölüm
karşısında, kendisine bir haksızlık yapmış olduğu hissiyle insan, ona teessür
duyarken, adeta bir mahçubiyet duyuyor.
Ziya Osman Saha'nın şiiri hakkında düşüncemi
ve muhabbetimi şifahen çok söylemiştim. Fakat, şimdiye kadar daha yazmamıştım.
Başka bir gün eserini daha ziyade dikkat ve itina ile yazmak isterdim. Bence
teessürlerime karışan bu satırlarla, bugün düşüncelerimin ancak bir hülasasını
tespit etmek istiyorum.
Ziya Osman Saba daha
gençti. 1910'da İstanbul'da doğmuş, Galatasaray'da okumuştu. 1928'de yani on
sekiz yaşında iken şiirlerini Servet-i Fünûn'da bastırmaya başlamıştı.
Arkadaşlarıyla müşterek olarak neşrettikleri Yedi Meşale'de:
Ürkmeden su içsinler, yavaşça, susun susun Bir sebile
döküldü bembeyaz güvercinler!
mısralarını duyar duymaz ince, hisli, ahenkli bir
şairimizin mevcudiyetini duyduk.
O 1943'te bastırdığı Sebil ve
Güvercinler'de, on beş yıllık şiirlerini toplamış oluyordu. Öyle ki
itinalı bir imbikten geçirmiş gibi, şiirini, yani çocukluk hislerini
hatırlayan, bir ev ve aile mahremiyetini, mazi muhabbetini ve ölüm düşüncesini
söyleyen şiirleriyle dilini, üslubunu ve ruhunun iklimi olan muhitini kurmuş
ve tesis etmiş oluyordu. Öyle ki 1947'de ikinci kitabı olan Geçen Zaman,
ilk kitabındaki bütün şiirleri ihtiva ettiği gibi, içinde yeni olan "Geçen
Zaman" kısmında da hisler ve fikirler itibariyle hiçbir değişiklik yoktu.
Bütün şiirler denilebilir ki ruh duygularının tebahhurundan, yani
tütsülenmesinden ibaret gibidir. Bu iki şiir kitabının meziyetleri,
duygulardaki insicamdır. Bazı şairler şiir kitaplarını neşretmek için, onların
birer bütün hasıl etmelerini beklerler. Şiirleriyle halis bir klasik insan ruhuna
kavuşan Ziya Osman Saba'nın kitaplarında, bütün şiirler insicam ile birleşmiş
görünür.
Ziya Osman Saba bir çocukluk zamanı şairidir.
Şiirleri çocukluk hatıralarına bağlı ve bunun için şiirlerinin çoğu çocuksu
hislerle kalıyor. Ekserisi de birer his ve hatıra itirafları sayılabilir.
Kendisi için çocukluk bir arz-ı mev'uddur. O, her saniyesinde, bir çocukluk
mazisi duyar. Bu derin tarzda duyduğu zaman, kendi tatlı zamanlarının muhiti ve
iklimidir. Adeta kutsileşen duyguları ve hatıraları, hülasa bu çocukluk
zamanları, yerleri ve duygularıdır. Ziya Osman Saba'nın şiirinin merkezi
çocukluğunda babası ile, annesiyle beraber yaşadığı bir evdir. Şiirleri de
böyle bir evin mahremiyetinin, çocukluk ve gençlik hatıraları oluyor. Bütün bu
şiir kitabının hatırlattığına göre, o zamanlarda böyle, bu eski zaman
tiryakilikleriyle evlerimiz öyle bir şiir kovanı oluyordu ki, hepsi büyülenmiş
gibi, içlerinde bulunan bütün maddi eşyalar da, içlerinden taşan şiirleri
söyler ve isimleri birer şiir ismine benzerdi. En hakir, küçük eşyalar bile
helmesini döken yemekler gibi, tatlarını duyururdu. Bu çocukluk zamanlarımızın
evleri, münferit ve yalnız kalan evler değildi. Yolları, bahçeleri, mesireleri,
mahalleleri vardı. EtrafIarında bir cemiyet, bir medeniyet, bir mescit, bir
mezarlık, bir sebil ve beyaz güvercinler vardı. Bu hatırlanan, yavaşça
geçtiğini hafifçe duyuran asude saatlerin verdiği huzur içinde, çalan saatler
bizi çocukluğumuzun beyaz saatlerine kavuşturuyor. Bugünler de, bu itikat
saatlerinin nizamı, ev hayatının bütün tatlı duygularını tanzim ediyor.
Ruhların tevekkülüyle, gündelik saatlerin hepsi günlük kokularıyla uhrevileşen
saatler oluyor. Yatak odalarında sabahlar birer bayram sabahı oluyor. Ev
kapıları oda kapıları, bahçe kapıları, gönül kapıları oluyor. Zaman ile, birer
kahve içilir gibi duyulan saatler geçiyor. Her şey şiirini söylüyor.
Alevleriyle aruzdan mısralar söyleyen bir soba. Bir ninni söyleyen salıncak.
Rüyaları davet eden bir yatak. Kıvılcımları kestaneler gibi çatIayan bir
mangal. Küller içinde eşinen ve kıvılcımları bazan çatlayan bir mangal. Mangal
kenan ki, kış gününün lalezarıdır. Uyku tiryakisi kediler. Bazan çekilen bir
nargile gibi haşmetle homurdanan kedi. Evin günlük şiirleri kadar gecelik
şiirlerini duyuran saatler. Uykulu günler ve uykusuz geceler, uhrevi geceler.
Mazimizden bize dönen rüyalar. Mazi sularında yüzülen saatler. Geviş getirir
gibi, asıl şimdi yaşadığımızı duyduğumuz eski zamanların mevcudiyeti. Rüyaları
çalan saatler. Yıllardan beri ilk defa gördüğümüz bir eski zaman bahçesine
benzeyen bir şarkı. En eski duyduğumuz bir nakarat. İstihare uykularına dalan
geceler. Talihimizi birer masal gibi söyleyen rüyalar.
Ziya Osman Saba bir geçmiş zaman, yani bir mazi; bir tahassür
yani bir hatıra şairidir. Bunu söylemekle hiçbir zaman bir İrtica muhipliği
ifade edilmiş olmaz. Mazi demek, geçmiş bir zaman ifadesinden ibaret değildir.
Yaşayan bütün zamanlar karışarak mazimiz olur. Mazi, çocukluğumuz ve
gençliğimizden başlayarak, hayatımızın hatıralarıyla karışarak ve birleşerek
ömrümüzün zamanı olur. Mazi, kendimizin mazimiz demektir. Konuşulurken
"geçmiş zaman" dediğimiz, tabii bizim zamanımız demektir. Çocukluk,
gençlik, aşk ve bizde devam eden bir hayat akidesidir. Ona mazi şiiri dediğimiz
zaman, bu zamanın şairi oluyor. Bir devrin yaşama tarzının kaidesi olarak
taraftarı değil, çünkü mazi bir fikir ve felsefe usulü demek değil, ancak kendi
gönlünün daussılasının, hülasa kendi mazisinin şairidir. Her şairin ve her
sanatkârın, hatıralarının çiçek açan bir zamanı içinde kalması pek tabii ve
zaruridir. Kendisi de pek ziyade mazur görünür. Geçmiş zamanına tahassür
duyması kadar tabii bir şey olamaz. Bunun içindir ki, bir şairin ve sanatkârın
mazisinden bahsetmekle, bir İrtica hissiyle tevehhüm edilmesi kadar gayrı
tabii ve haksız bir hareket olamaz.
Ziya Osman Saba'nın mazi muhabbetinin bir
saiki daha vardı ki, o da kendisinin ta ilk gençliğinden beri ölülerine duyduğu
yakınlık ve hatıralarına gösterdiği alakadır. Onlar, şairin gördüğü rüyalarda
hâlâ yaşardı. Kendisinin varmak istediği diyar, bu ölüm diyarında yaşayan
hatıralardı. Bunun içindir ki, iki de bir ölülerden bahseder.
Ziya Osman Saba, yavaş
yavaş, zaman ile tesis etmiş bulunduğu ve muhit ve iklim içinde, samimi
sanatının hudutlarını taşmayarak, şiirleriyle hep ruhunun duygularını yazmak,
hep çocukluk hislerini duyurmak, hep bir aile evinin hatıralarını söylemiş, ve
hep ölüleri yadetmiş oluyor. Bazan da Tanrı'sına, manevi duygularını aşan
hitaplara eriyor. Hep aynı gündelik kelimelerin yardımıyla, hiç adileştirmediği
diliyle, şiirlerinde ne kahramanlık menkıbeleri söylenilmekte, ne de aşk
ilahesinin çektirdiği buhranların uzun ilahileri duyulmaktadır. Kendisi o kadar
mazbut ve mütevazı görünür ki, ömrünün siyanet melekleri olan samimiyet ve
ciddiyet sayesinde, şiirin duymadığı ve ruhunun inanmadığı mübalağalara hiçbir
zaman sapmamıştır.
Türk Yurdu, Şubat 1957, nr. 266, s. 622-625
[*] Süleyman Nazif'in Kara Kemal'e yazdığı pervasız mektup
için bkz.: İbrahim Alaattin (Gövsa), Süleyman Nazif,, Semih Lütfi
Kütüphanesi, İstanbul 1933, s. 135138. İlgili mektup dönemin gazetelerinde
yayınlanmış açık bir mektup olmayıp, İaşe Nazırı Ali Kemal'e özel olarak
gönderilmiştir. [Haz.N.]
[†] Abdülhak Şinasi Hisar, kendinden dört-beş yıl önce Paris'e
firar eden Halit Raşit'i, orada bulunan Rus çevrelerle iç içe veriyor. Bunun
sebebi, Halit Raşit'in birlikte olduğu fakir, bohem bir Rus kızıdır. Yani yazar
Halit Raşit'i anlatırken, Paris'te bulunan muhalif Rus çevreleri de anlatmış
oluyor. Fakat burada enteresan olan, Hisar'ın sözü döndürüp dolaştırıp Rus
devrimci lideri Lenin'e getirmesidir. İlgili bölümde son derece müphem
bırakılan bu anlatmalar, bize ziyadesiyle manidar göründü. Fakat şunu
belirtelim ki Hisar'ın bu yıllarında, aynen Halit Raşit gibi, Sosyalist
söylemi dikkat ve hayranlıkla takip ettiği gerçeğidir. Bundan sonra gelen
Tunalı Hilmi yazısında ve Mütareke yıllarında kaleme aldığı "Haşim Nahit
Bey'in Üç Muamması"nda bu yönde atıflar bulabiliyoruz. Bkz.: A. Ş. Hisar,
Kitaplar ve Muharrirler I
/ Mütareke Dönemi Edebiyatı (Hazırlayan: N. Turinay), YKY, İstanbul 2008, s. 90-96.
[Haz.N.]
[‡] Hisar, Nigâr Hanım'a ilişkin bu hatırası için, "belki
otuz sene evvel" diyor. Varlık’ta yayınlanan metnin yazıldığı tarih 1934
olduğuna göre, bundan otuz yıl geriye gidilerek, aşağı yukarı 1904 tarihine
ulaşılmış olur. Bu tarih de Hisar'ın bir Boğaziçi gezisinin ardından, akşam
saatlerinde, Nigâr Hanım'ın odasında bulunduğu tarihe işaret eder. Fakat burada
önemli olan, Hisar'ın aynı tarihte kaç yaşında olduğudur. Yani metinde
anlatılan hisler, Hisar'ın hangi dönemine denk düşmektedir? Henüz daha çocuk
mu, büluğ döneminde mi, yoksa ilk gençlik çağını idrak eden birisi mi?
Dolayısıyla son derece müphem bırakılan bu hatırayı anlamlandırmak bakımından,
Hisar'ın yaşının tespiti önem arzet- mektedir. Yazar 1887'de doğduğuna göre,
1904'te 17 yaşını idrak etmekte olduğu kolaylıkla tespit edilebilir. [Haz .N.]
[§] Celal Sahir'in hasta yatağında bile olsa dikkatle takip
ettiği ve bu yüzden Hisar'ı yanına çağırdığı yazılar hangileri olabilir?
Anlaşıldığı kadarıyla bu yazılar iki kısımdan oluşmaktadır. Nigâr Hanım'la
ilgili olanlar ve Boğaziçi hatıraları ile ilgili olup, dönemin Varlik'ında
çıkanlar. Nigâr Hanım'la ilgili olan için, yazarın yayma hazırladığımız Kitaplar
ve Muharrirler II / Edebiyat ve Üzerine Makalelerine bakılabilir. (s. 215-219) Varlık'ta çıkanlar ise,
doğrudan Boğaziçi Yalıları ile Geçmiş Zaman Köşkleri'ne dahil
edilmiş metinlerdir. İlgili yazılar dönemin şair, nasir ve eleştirmenleri
tarafından dikkatle takip edilmiş, önemli yankılar doğurmuştur. Sözünü
ettiğimiz yankı ve tesir için, Kitaplar ve Muharrirler Il'nin
giriş bölümüne bakılabilir. [Haz.N.]
[**] Bu ifadeleri ile Hisar, romancı Halit Ziya'nın Kırk Yıl
ile Saray ve Ötesi adlı hatıraları için ağır eleştirilerde bulunmuş
oluyor. Buradan da Halit Ziya ile Ab- dülhak Şinasi'nin hatıra yazımı
noktasındaki tavır farklılığına ulaşıyoruz. Dolayısıyla Hisar hatıra
anlatımlarının, sırf vakaların hikâyesine dayanmamasını, kuru ve didaktik bir
seviye ile iktifa edilmemesini şart koşuyor. Hisar'ın tarzının ne olduğu ise,
gerek bu kitabın, gerekse Boğaziçi Yalıları, Geçmiş Zaman Köşkleri ve Boğaziçi
Mehtaplarının okunması ile rahatça anlaşılabilir. [Haz .N.]
[††] Daha önce Celal Sahir bölümünde de işaret ettiğimiz gibi,
Hisar'ın Varlık dergisinde yayınlanan yazılarının, aynı şekilde romancı
Halit Ziya tarafından da çok beğenildiği ve takdir gördüğü anlaşılıyor. Hisar'ın
ilgili dönem yazıları, hemen bütünüyle Boğaziçi Yalıları, Geçmiş Zaman
Köşkleri, YKY için yayına hazırladığımız Türk Müzeciliği, Geçmiş Zaman
Edipleri, Kitaplar ve Muharrirler II / Edebiyat Üzerine
Makaleler'de toplanmış bulunmaktadır.
Bunlardan ayrı olarak, yayını için çalıştığımız "Balkan Şehirleri"ni
teşkil eden seyahat notları da gene bu sıralarda kaleme alınmışlardır. Halit
Ziya'nın sözünü ettiği ve bu vesile ile Hisar'ın sanatı ve üslubu hakkında
önemli tespitlerde bulunduğu "Köşkler" yazısı, 15 Mayıs 1934'te Varlık
dergisinde çıkmıştır. (c. 1, nr. 16, s. 290-295). İlgili yazı daha sonra Geçmiş
Zaman Köşkleri'ne de alınmıştır. Halit Ziya, Hisar'ın 1941'de yayınlanan Fahim
Bey ve Biz romanı için de kayıtsız kalmamış, dönemin Son Posta
gazetesinde yazdığı
[‡‡] Mehmet Rauf'un balıname nitelikli bir eseri olan Zambak'ın
gerçek adı Bir Zambağın Hikâyesi'dir. Üzerinde
yazarın adı bulunmayan, bu yüzden başlangıçta Mehmet Rauf tarafından inkâr
edilen, fakat yapılan soruşturmalarla neticeyi kabul etmek durumunda kalan
yazara dönemin ağırbaşlı dergileri sayfalarını kapatmak durumunda kalmışlardır.
Şehabeddin Süleyman'ın kadınlar arasında geçen ilişkileri anlattığı Çıkmaz
Sokak (1909) piyesinden sonra ortaya çıkan Zambak skandalının,
Mehmet Rauf için ne güç bir durum yarattığı meydandadır.
[§§] Hisar, bu bölümde yer alan Ahmet Hikmet'le ilgili iki
yazısının dışında, daha önceleri kaleme aldığı iki ayrı yazısının bulunduğundan
söz ediyor. Yaptığımız araştırmalara göre Hisar bu konuda iki değil, bir yazı
kaleme almıştır. O da Ahmet Hikmet'in vefatının ardından yazdığı ve 19 Mayıs
1931 tarihli Milliyet'te çıkan "Ahmet Hikmet" başlıklı
musahabesidir. Bu musahabe için bkz.: Kitaplar ve Muharrirler II / Edebiyat
Üzerine Makaleler, (Haz. N. Turinay), YKY,
İstanbul 2009, s. 236-240. [Haz.N.] '
[***] Tarih Musahabelerinin çevriyazısı yapıldı ve birkaç
kez basıldı. Bunlardan biri: Tarih Söyleşileri (Musahabe-i Tarihiye)
Sadeleştiren: Mübeccel Nami Duru, Sucuoğlu Mtb., İstanbul 1980, 298 s. [Ed.N.]
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar