MEVLÂNA’NIN PERVÂNE MU’İNÜ’D-DÎN SÜLEYMAN İLE İLİŞKİLERİ
Hazırlayan:
Devriş KÜÇÜKYILDIRIM
Devletler,
ulemâ ile ümerânın özelliklerine ve birbirine verdiği desteğe göre toplumlara
hükmederler. Müslüman toplumlarında tarih boyunca ulemâ ve ümerâ sınıfı arasında
sürekli bir ilişki var olmuştur. Bu iki zümre devletlerin ve halkların
geleceğini belirleyip yön vermişlerdir. Bu zümreler topluma, devlete can verip
yücelteceği gibi en büyük zararlara ve yıkımlara da neden olabilmişlerdir. Türk
Medeniyeti de tarih boyunca bu iki zümrenin temelinde yükselmiş, dünyaya
hükmeden devletler kurmuştur. Bu süreçte Mevlâna ve Pervâne Mu’înü’d-Dîn
Süleyman’ın yakın münasebetleri, siyasi iktidarın manevi iktidar ile teması
açısından Türkiye Selçuklu Devleti’nin (1075-1308) içinde bulunduğu olumsuz
şartlar nedeniyle çok ayrıcalıklı olmuştur.
Türkiye
Selçuklu Devleti, bu toprakların ilk Türk devleti özelliğini taşımasının
yanında büyük Osmanlı Medeniyetinin de kuruluşuna temel teşkil etmesi adına
önemlidir. Anadolu’ya ilk yerleşen ve burayı Türkleştiren Türkiye Selçuklu
Devleti’nin son dönemleri Osmanlı’nın temellerinin atılması adına çok mühimdir.
Bu açıdan da dönemin baş aktörleri olan Mevlâna ile ülkenin siyasetine yön
veren Pervâne Mu’înü’d-Dîn Süleyman’ın ilişkileri önem taşımaktadır.
Türkiye Selçuklu Devleti, I. Alaü’d-Dîn Keykubad
(1220-1237) döneminde siyasi ve ekonomik olarak zirveye çıkmıştır. Halk büyük
bir zenginlik ve huzur içinde yaşamakta iken I. Alâü’d-Dîn Keykubad’ın
öldürülmesi ve Moğol istilası ile Türkiye Selçuklu Devleti tarihinin en
sıkıntılı dönemi başlamıştır. Türkiye Selçuklu Devleti’nin en karışık döneminde
Pervâne Mu’înü’d-Dîn Süleyman siyasi olarak bu dönemin bir numaralı aktörü iken
çağlar boyu örnek alınan bir kişiliğe sahip olan Mevlâna da manevi anlamda en
önemli şahsiyetidir. Mevlâna’nın Pervâne Mu’înü’d- Dîn Süleyman ile ilişkisinin
bilinip ortaya çıkarılması, yönetim anlayışı ve yöneticilerle ilişkileri
bakımından önem arz etmektedir.
Bugüne kadar
Mevlâna ve Pervâne Mu’înü’d-Dîn Süleyman’ı konu alan müstakil bir çalışma
yapılmamıştır. Ancak Nejat Kaymaz “Pervâne Mu’înü’d-Dîn Süleyman” adlı
bir çalışma yapmıştır. Mevlâna’nın Türkiye Selçuklu Devleti yöneticileriyle
ilişkilerini konu alan Osman Nuri KÜÇÜK’ün “Mevlâna ve iktidar,
Yöneticilerle İlişkileri Ve Moğol Casusluğu İddiaları” ile Aydın
TANERİ’nin, “Mevlâna Ailesinde Türk Milleti Ve Devleti Fikri” adlı
kitapları yayınlanmıştır. Pervâne Muînüddin Süleyman, Sâhip Fahrü’d-Dîn Ali,
Celalü’d-Dîn Karatay ve Eminü’d-Dîn Mikail gibi dönemin önde gelen bazı devlet
adamları hakkında araştırmalar yapılmış olmakla birlikte, bu devlet adamlarının
Mevlâna ile ilişkilerini konu alan bir tez çalışması yapılmamıştır. Aynı
zamanda müstakil olarak Mevlâna ve Pervâne Mu’înü’d-Dîn Süleyman’ı konu alan
bir kitap veya bir makale de yayınlanmamıştır. Bu çalışma ile hem bu alandaki
eksiklik giderilmiş hem de Mevlâna’nın ümerâya olan tavrı ortaya çıkarılmıştır
MEVLÂNA
CELÂLEDDÎN-İ RUMİ’NİN HAYATINA KISA BİR BAKIŞ
Mevlâna,
bugün Afganistan’ın kuzeyinde yer alan eski büyük Türk kültür merkezi Belh
şehrinde 6 Rebiü’l Evvel 604/30 Eylül 1207’de dünyaya gelmiştir (Sipehsâlâr,
1977: 33). Mevlâna’nın adı Muhammed, lâkabı Celâleddin’dir. İslâm dünyasında
hürmet belirtmek için önemli kişilerin isimlerinin önünde kullanılan “efendimiz”
anlamındaki “Mevlâna” lâkabı, Mevlâna Celâleddin Muhammed’le birlikte
özel bir isme dönüşmüştür. Mevlâna, çocukluk döneminin dışındaki yıllarının
hemen hemen tamamını, önceki asırlarda “Diyâr-ı Rûm” diye bilinen Anadolu’da
geçirdiği için “Rûmî” sıfatıyla anılmıştır (Can, 2006: 31-32;
Fürûzanfer, 1963: 1-3).
Mevlâna daha
çocuk yaşta iken; babası Bahaeddin Veled ve çevresiyle Belh şehrinden
ayrılmıştır. Hac yapmak niyetiyle hareket eden kafile, Nişâbûr ve Bağdat’a uğrayarak
Hicaz’da Hac vazifesini de yerine getirerek Şam üzerinden Anadolu’ya
ulaşmıştır. Kafile Şâm’dan Malatya’ya, sonra Erzincan’a, buradan Lârende’ye
(Karaman) gelmiştir (Sipehsâlâr, 1977: 20-23). Bahaeddin Veled, on yedi yaşında
olan Mevlâna’yı Karaman’da 1225 yılında kafilenin üyelerinden Semerkantlı Lala
Şerefeddîn’in kızı Gevher Hatun’la evlendirmiştir. Bu evlilikten 1226’da Sultan
Veled ve daha sonra Alâeddîn Çelebi dünyaya gelmiştir (Eflâki, I, 2001:
185-186). Yedi yıl kadar ikamet ettikleri Karaman’da Mevlâna’nın annesi Mümine
Hatun ile ağabeyi Alaeddin Muhammed vefat etmişler ve “Mâder-i Mevlâna
Türbesi” olarak bilinen yerde toprağa verilmişlerdir. Mevlâna Gevher
Hatun’un vefatından sonra Konyalı Kira Hatun ile ikinci evliliğini yapmış ve bu
evlilikten Muzaffereddin Emîr Âlim Çelebi adlı bir oğlu ve Melike Hatun adında
bir kızı dünyaya gelmiştir (Eflâki, II, 2001: 595-596).
Bahaeddin Veled, Sultan
Alâü’d-Dîn’in ısrarlı davetleri üzerine 1229 yılında Karaman’dan Türkiye
Selçuklu Devleti’nin başkenti Konya’ya gelmiştir (Veled, 2001: 191). Bahaeddin Veled, Konya’ya
yerleştikten iki yıl sonra ebedi âleme
göçmüş geriye
Muhammed Celâleddin gibi oğul ile Maârif adlı eserini bırakmıştır. Mevlâna, bir
yıl sonra babasının müritlerinden Seyyid Burhâneddîn-i Tirmizî’nin Konya’ya
gelişiyle onun manevi terbiyesi altına girmiş ve bu bağlılığı dokuz yıl kadar
sürmüştür. Mevlâna, mürşit olarak kabul ettiği Seyyid Burhâneddin-i Tirmizî’nin
tavsiyesiyle tahsil için bir müddet Şam ve Hâlep’te bulunmuştur. Seyyid Burhâneddin-i
Tirmizî, 1241’de Kayseri’de vefat etmiş ve türbesi Kayseri’dedir (Eflâki, I,
2001: 254).
Mevlâna’ya
aşk ve cezbe yolunu açan, Şems-i Tebrîzî ise, Konya’ya ilk olarak 29 Kasım 1244
tarihinde gelmiştir. Bu Allah dostları bir müddet yalnız başlarına bir köşeye
çekilerek kendilerini tamamıyla Hakk’a vermişler ve gönüllerine gelen ilahi
ilhamlarla sohbetlere koyulmuşlardır. (Fürûzanfer, 1963: 32). Mevlâna’nın
öğrenci ve müritleri, kendileriyle ilgilenilmemesinden rahatsız olup Şems’ten
yakınmaya başlamışlardır. Bu yakınmalar nedeniyle Şems-i Tebrîzî, 11 Mart
1246’da Konya’dan ayrılmıştır. Mevlâna, oğlu Sultan Veled’i, Şems’i getirmesi
için Şam’a göndermiş ve on beş ay kadar sonra 1247’de birlikte dönmüşlerdir
(Sipehsâlâr, 1977: 126-129). Ancak bu beraberlik uzun sürmemiş ve 1248 yılı
içerisinde Şems tamamen kaybolmuştur. Mevlâna, Tebrizli Şems’in ardından onu
bulabilmek için iki defa Şam’a gitmiştir. Mevlâna, bu arayış ve üzüntülerden
sonra kendisine dost ve hâlife olarak Konyalı Kuyumcu Şeyh Selâhaddin’i seçmiştir
(Eflâki, II, 2001: 287). Onun ebedi âleme göçüşünden sonra Mevlâna kendisine
dost ve halife olarak Çelebi Hüsameddin’i seçmiş son on yılını Mesnevî’nin de
yazılmasına sebep olan Çelebi Hüsameddin ile geçirmiş ve eser bitene kadar
yanında olmuştur (Sipehsâlâr, 1977: 138). Mevlâna söylemiş O yazmış, her cildin
bitiminde Mevlâna’ya okumuş ve beyitler yeniden gözden geçirilmiştir (Eflâki,
II, 2001: 329). Mevlâna, altmışaltı yaşında 5 Cemaziyel Ahir 672/17 Aralık
1273’te ebedi âleme göçmüştür (Sipehsâlâr, 1977: 114).
Pervâne
Mu’inü’d-dîn Süleyman’ın hayatı hakkında bilgi vermeden önce, Mevlâna’nın
1229’da Konya’ya geldiği tarihten, Pervâne Mu’inü’d-dîn Süleyman’ın Türkiye
Selçuklu Devlet’i hizmetine girdiği 1254 tarihine kadarki süreçte yaşanan
gelişmeler ve devletin genel durumu ile ilgili bilgi vermek faydalı olacaktır.
1.
1229’DAN 1254’E
KADAR TÜRKİYE SELÇUKLU DEVLETİ’NİN GENEL DURUMU
I. İzzü’d-Dîn
Keykâvus’un vefatıyla 1220 yılında otuz yaşında iken tahta oturan Sultan I.
Alaü’d-Dîn Keykubad’ın dönemi Türkiye Selçuklu Devleti’nin en güçlü dönemidir.
(Sümer, XXV, 1993: 358-359). I. Alaü’d-Dîn Keykubad ülkeyi askeri, siyasi ve
ekonomik olarak zirveye çıkarmış, yeni fetihlerle ülkenin sınırlarını
genişletmiştir. Mevlâna ve ailesi, I. Alaü’d-Dîn Keykubad’ın daveti üzerine
Karaman’dan Konya’ya 1229 yılında gelmiştir (Veled, 2001: 191). Türkiye
Selçuklu Devleti’nin bu huzurlu dönemi 1 Haziran 1237’de I. Alâü’d-Dîn
Keykubad’ın Ramazan bayramı dolayısıyla, ileri gelen devlet adamlarına ve
yabancı elçilere düzenlemiş olduğu bir şölen sırasında zehirlenerek, hayatını
kaybetmesiyle sona ermiştir[1] (Turan, 2013: 409).
Türkiye
Selçuklu Devleti’nin bu altın dönemi I. Alaü’d-Dîn Keykubad’ın ölümü ile
birlikte sona ermiş, daha sonra çocuk yaştaki güçsüz sultanlar ve güçlü devlet
adamlarının dönemi başlamıştır. Sultan I. Alaü’d-Dîn Keykubad ölmeden önce
küçük oğlu İzzü’d-Dîn Kılıç Arslan’ı veliaht olarak ilân etmiş olmasına rağmen
sultanın öldürülmesinde de aktif rol alan Sadü’d-Dîn Köpek’in önderliğindeki
devlet adamlarının girişimleriyle II. Gıyasü’d-Dîn Keyhüsrev (II. Keyhüsrev)
tahtı ele geçirmiştir (Ersan ve Alican, 2013: 147). Sultan II. Keyhüsrev’in
eğlenceye düşkün zayıf kişiliği, Vezîr Sadü’d-Dîn Köpek’in, devlet
yönetimindeki etkinliğinin artmasına neden olmuş ve bu sayede kendi çıkarları
doğrultusunda hareket etmiştir.
Bununla
birlikte, Sadü’d-Dîn Köpek, değerli pek çok devlet adamını ortadan kaldırarak
devlet idaresinin zayıflamasına yol açmış ve Selçuklu tahtına çıkma amacıyla
çalışmalar yapmaya başladığı sırada Sultan II. Keyhüsrev’in emriyle ortadan
kaldırılmıştır (Turan, 2013: 431-436).
II.
Gıyâsü’d-Dîn Keyhürev’in
kötü yönetimi, Türkmenlerin, 1240 yılında Baba İshak önderliğinde
ayaklanmalarına sebep olmuş ve bu isyan ücretli Frank askerlerinin yardımıyla
zorlukla bastırılabilmiştir. Bununla birlikte, bu isyanın ardından Türkiye
Selçuklu Devleti yönetimindeki zayıflığın farkına varan Moğollar, 1242 yılında
Erzurum’u işgal etmişler ve bir yıl sonra da Kösedağ’da, Selçuklu ordusunun
neredeyse hiç savaşmadan dağılması üzerine Sivas, Kayseri, Erzincan gibi
Selçuklu şehirlerini yağmalayarak, Azerbaycan’daki Mugan kışlağına
çekilmişlerdir. Yenilginin ardından Pervâne Mu’inü’d-Dîn Süleyman’ın babası
Vezîr Mühezzibü’d- Dîn Ali’nin Mugan’a giderek, Moğollarla yapmış olduğu anlaşma
sonrasında da Türkiye Selçuklu Devleti, artık Moğollara her yıl düzenli vergi
ödemesi gereken vassal bir devlet haline gelmiştir (Turan, 2013: 443-466).
Sultan II. Keyhüsrev’in 1246 yılında ölmesi, geride kalan üç şehzâdenin çocuk
yaşta olmaları devletin içinde bulunduğu durumun daha kötü bir hal almasına
neden olmuş, karmaşık ve önemli olayların da başlangıcı olmuştur (Bal, 2005:
240). Sultan II. Keyhüsrev’in oğullarının en büyüğü olan II. İzzü’d-Dîn
Keykâvus (II. Keykâvus), şehzadeliğini yapmakta olduğu Uluborlu’dan Akşehir’e
getirilerek tahta oturtulmuştur (Aksarayî, 1943: 133). Tahta oturma merasiminin
ardından yeni atamalar yapılmıştır. Şemsü’d-Dîn İsfehani vezirlik makamında
kalırken, Celalü’d-Dîn Karatay saltanat naibliğine, Şemsü’d-Dîn Has Oğuz beylerbeyliğine,
Fahrü’d-Dîn Attar Pervâneliğe, Esedü’d-Dîn Ruzbe saltanat atabeyliğine
getirilmiş ve henüz onbir yaşında olan Sultan II. Keykâvus adına ülkeyi
yönetmeye başlamışlardır (Bibi, II, 1996: 89).
1246’da
Konya’ya gelen Moğol elçileri Güyük Han’ın tahta çıkması münasebetiyle
yapılacak olan kurultay’a Sultan II. Keykâvus’un da bağlılığını bildirmesi
adına davet edilmiştir. Sultan II. Keykâvus’u temsilen IV. Rüknü’d-Dîn Kılıç
Arslan (IV. Kılıç Arslan), Atabeyi Bahaü’d-Dîn Tercüman ve kıymetli hediyelerle
geçici bir çözüm olarak gönderilmiştir (Farac, II, 1999: 545). Bahaü’d- Dîn
Tercüman, Güyük Han’a Şemsü’d-Dîn İsfehani’nin gayrı meşru hareketlerde
bulunduğunu ve Sultan II. Keykâvus’un da onun izni olmadan tahta oturduğunu
söyleyerek şikâyette bulunmuştur. Sultan II. Keykâvus’un gelmemesine kızgın
olan Güyük Han, IV. Kılıç Arslan’ın tahta çıkarılmasını ve Şemsü’d-Dîn
İsfehani’nin de öldürülmesini emretmiştir (Farac, II, 1999: 548).
1249 yılında
Moğolistan’dan aldığı yarlığ ile dönen IV. Kılıç Arslan’ın Sivas’ta saltanatını
ilan etmesi ve Celalü’d-Dîn Karatay’ın bunu kabul etmemesi üzerine kardeşler
arasındaki mücadele savaşa dönüşmüştür. Kılıç Arslan Hanı’nın yakınlarındaki
çarpışmayı Sultan II. Keykâvus ve taraftarları kazanmıştır. Saltanat naibi Celalü’d-Dîn
Karatay devreye girmiş, Sultan II. Keykâvus, IV. Kılıç Arslan ve II. Alaü’d-Dîn
Keykubad birlikte 1249 yılında tahta oturtulmuş ve 1254 yılına kadar sürecek
olan “Müşterek Saltanat Dönemi” başlamıştır. Bu dönemde Tokat emiri olan
Mu’înü’d-Dîn Süleyman yaklaşık otuz yaşlarındadır ve 1252’den sonra da Erzincan
serleşkerliği görevine getirilmiştir. Celalü’d-Dîn Karatay saltanat naibliği
görevini bırakarak üç sultanın birden Atabeyi olarak devletin birliğini
sağlamıştır (Turan, 2013: 487-490). Sultan II. Keykâvus 1254’de Batu Han’a
bağlılığını arz etmek için Karakurum’a gitmek için yola çıktığında Celalü’d-Dîn
Karatay vefat etmiştir. Sultan II. Keykâvus bu vefat haberi üzerine gitmekten
vazgeçmiş ve onun yerine kardeşi II. Alaü’d-Dîn Keykubad’ın gitmesine karar
verilmiştir. Celalü’d-Dîn Karatay’ın ölümüyle üçlü ortak saltanat fiilen sona
ermiş ve çıkarcı zümrelerin yeniden teşebbüse geçmeleri adına bir dönüm noktası
olmuştur. Bu kişiler, Batu Han’a giden II. Alaü’d-Dîn Keykubad’ı sultan olması
için kışkırtmışlar ve bu sebeple yolda Sultan II. Keykâvus taraftarlarıyla
tartışmışlardır. Bütün bu kışkırtma ve tartışmaların sonucunda II. Alaü’d-Dîn
Keykubad, Batu Han’ın huzuruna varamadan esrarengiz bir şekilde yolda
öldürülmüştür (Bibi, II, 1996: 154).
Üçlü ortak
saltanat böylece bir sultanın ortadan kaldırılması ile saltanat mücadelesi iki
sultanın arasında geçmeye başlamıştır. Kıdemli devlet adamlarını uzaklaştırıp
önemli mevkilere kendi Rum kölelerini yerleştiren Sultan II. Keykâvus, Kir Haye
ve Kir Kedid adlı iki Hristiyan dayılarının etkisinde hareket etmeye
başlamıştır. Sultan II. Keykâvus tek başına yönetime el koymuş ve ortanca
kardeşi Sultan IV. Kılıç Arslan’ı da sarayda hapsetmiştir. Sultan II.
Keykâvus’un hareketlerinden memnun olmayan, kendine çıkar sağlamak isteyen bazı
ümerâ, Sultan IV. Kılıç Arslan’ın hayatından endişe ederek onu Konya’dan
Kayseri’ye kaçırarak tahta çıkarmışlardır. Böylece iki sultan arasındaki
mücadele tekrar başlamış Sultan II. Keykâvus, ülkenin doğusunu Sultan IV. Kılıç
Arslan’a terk etmek zorunda kalmıştır (Kaymaz, 1970: 58). İşte bu sırada
Erzincan serleşkerliği yapan Mu’înü’d-Dîn Süleyman Kayseri’den Konya’ya Sultan
IV. Kılıç Arslan’ın elçisi olarak gelmiştir. Sultan II. Keykâvus, Mu’înü’d-Dîn
Süleyman’ı kendi tarafına çekmek için Emir-i Hacib’lik (Melikü’l Hüccab)
görevine getirmiştir. Bu şekilde tezimizin konusunu teşkil eden Pervâne
Mu’înü’d-Dîn Süleyman’ın tarih sahnesine çıktığı ilk görevi başlamıştır.
Türkiye Selçuklu Devleti’nin Moğol tabiiyetine girdiği bu ilk on yılda
Isfahanlı Şemsü’d-Dîn Mehmet ve Celalü’d-Dîn Karatay, gerek şahsiyet, gerekse
idareci olarak birbirinden çok farklı karakterlerde olmalarına rağmen her ikisi
de, devrin iç ve dış şartları sonucu birer diktatördür. Devletin devamlı dış
baskı ve müdahaleler altında bulunması kuvvetli bir hükümdarın bulunmaması bu
diktatörlerin çıkmasına zemin hazırlamıştır (Kaymaz, 1970: 54-55). Bu dönemde,
olayları yönlendiren, her istediğini yaptırabilen güçlü bir ümerâ kadrosu asıl
söz sahibi olmuş, çoğu İran kökenli Sadü’d-Dîn Köpek, Şemsü’d-Dîn İsfehani ve
Celalü’d-Dîn Karatay gibi devlet adamları bu yönetim boşluğunu doldurmuşlardır.
Bu devlet adamlarından sonra esas itibariyle devlete doğrudan yön veren ve tek
söz sahibi olan devlet adamı Pervâne Mu’înü’d-Dîn Süleyman olmuştur.
PERVÂNE MU’İNÜ’D-DÎN SÜLEYMAN
1.1.
PERVÂNE MU’İNÜ’D-DÎN
SÜLEYMAN’IN MENŞEİ, AİLESİ VE YETİŞTİĞİ ORTAM
Mu’înü’d-Dîn Süleyman, aslen
Horosanlı olup Kösedağ mağlubiyeti üzerine Moğollarla sulh yapan faziletli
vezir Mühezzibü’d-Dîn Ali bin Muhammed’in oğludur. Onun Merv köylerinden
Kaze’ye mensup veya Deylemli olduğu da rivayet edilir (Turan, 2013: 540). Mu’înü’d-Dîn
Süleyman’ın babası Mühezzibü’d-Dîn
Ali’nin İran’dan
Anadolu’ya gelişi I. Alaü’d-Dîn Keykubad’ın ilk yıllarına (1220) rastlar.
Memleketinde iyi bir eğitim görmüş olan Mühezzibü’d-Dîn Ali, Müstevfi
Sa’dü’d-Dîn Ebubekir’in (Erdebili) kızı ile evlenmiş ve onun himayesinde
Türkiye Selçuklu Devleti’nin müstevliliğine kadar yükselmiştir (Kaymaz, 1970:
30-32). Mu’înü’d-Dîn Süleyman’ın babası Mühezzibü’d-Dîn Ali, Sultan II.
Keyhüsrev (1237-1245) döneminde vezirliğe kadar yükselmiştir.
Mu’înü’d-Dîn
Süleyman’ın doğum yeri ve tarihi hakkında kaynaklarda herhangi bir bilgiye
rastlanılmamaktadır. Mühezzibü’d-Dîn Ali’nin Anadolu’ya gelişi I. Alaü’d-Dîn
Keykubad’ın ilk yıllarında olduğuna ve Müstevfi Sa’dü’d-Dîn Erdebili’nin kızı
ile evlendiğine göre Mu’înü’d-Dîn Süleyman’ın Konya’da 1220’li yıllarda doğmuş
olma ihtimali yüksektir.
Mu’înü’d-Dîn
Süleyman’ın çocukluk ve gençlik dönemleri I. Alaü’d-Dîn Keykubad’ın döneminde
geçmiştir. Mu’înü’d-Dîn Süleyman çocukluk ve delikanlılık çağında çevresi,
yetişme olanakları açısından hem anne ve hem babası yönünden Türkiye Selçuklu
Devleti hizmetindeki İranlı yüksek idareci sınıfından gelen aristokrat bir ailedendir.
Bu yönüyle doğduğu günden itibaren, gerek babası gerek dedesi gerekse
akrabaları dolayısıyla siyasi olayların içinde bilgi ve tecrübe imkânına sahip
olmuştur (Kaymaz, 1970: 33).
Mu’înü’d-Dîn
Süleyman’ın ilk evliliğini kiminle yaptığı belli değildir. Fakat Mu’înü’d-Dîn
Süleyman ikinci evliliğini II. Keyhüsrev’in dul kalan eşi Gürcü Hatun
ile yaptığı kaynaklarda
belirtilmiştir. Gürcü Hatun olarak bilinen Kraliçe Tamar 1237 yılında Sultan
II. Keyhüsrev ile evlenmiş ve kocasının saltanatı boyunca da Hristiyan olarak
kalmıştır. Sultan II. Keyhüsrev’in çok sevdiği, resmini paralara bastırdığı ve
kendisinden doğan oğlu II. Alaü’d-Dîn Keykubad’ı veliaht yaptırdığı Kraliçe
Tamar, daha sonra müslüman olmuş, Anadolu’da Gürcü Hatun namıyla tanınmıştır[2] (Turan, 2013: 434-435). 1266’da
Mu’inü’d-Dîn Süleyman, Sultan II. Keyhüsrev’in 1245’de vefatından yirmi bir yıl
sonra Gürcü Hatun ile evlenmiş ve fiilen hükümdar gibi davranmaya başlamıştır
(Kaymaz, 1970: 23).
Mu’înü’d-Dîn Süleyman’ın
Mühezzibü’d-Dîn
(Alaü’d-Dîn) Ali, Mu’inü’d-Dîn Mehmet adlı iki oğlu ve Haventzade adlı bir kızı
dünyaya gelmiştir. Gürcü Hatun’dan ise Aynü’l Hayat adlı bir kız çocuğu
doğmuştur (Kaymaz, 1970:201; Eflâki, II, 2001: 511-512). Dönemin tarihçisi İbni
Bibi, Gürcü Hatun’un iyi bir müslüman olduğunu âlim ve dervişlerle, bilhassa
Mevlâna ile dostane münasebetleri olduğunu rivayet etmiştir (Turan, 2013: 435).
Mu’inü’d-Dîn Süleyman’ın oğlu Mühezzibü’d-Dîn Ali,
Sultan III. Gıyasü’d- Dîn Keyhüsrev’in (III. Keyhüsrev) muhafızı olmuş ve
1277’de Elbistan savaşında babası tarafından Beylerbeyi yapılmıştır.
Mühezzibü’d-Dîn Ali, Elbistan savaşında Memlük sultanı Baybars’a tutsak olmuş
ve daha sonra kurtulmuştur. Mu’inü’d-Dîn Süleyman’ın Sinop’da naib olarak görev
yapan diğer oğlu Mu’inü’d-Dîn Mehmet 1277’de babasının öldürülmesinden sonra
Sinop’da şehri kendi adına yönetmeye başlayarak Pervâneoğulları Beyliği’ni
kurmuştur. Erzincanlı Mecdü’d-Dîn Mehmet, Pervâne’nin kızı Haventzade’nin
kocasıdır. Mecdü’d-Dîn Mehmet, kayınpederi Pervâne tarafından 1262’de müstevfi
ve 1275’de Fahrü’d-Dîn Ali’nin yerine vezir yapılmıştır. Fahrü’d-Dîn Ali’nin
vezirliğe geri dönmesi ile atabey olmuştur (Kaymaz, 1970: 217-220).
1.2.
PERVÂNE MU’İNÜ’D-DÎN
SÜLEYMAN’IN TÜRKİYE SELÇUKLU
DEVLETİ HİZMETİNE GİRİŞİ VE BULUNDUĞU GÖREVLER
1.2.1.
Emir Mu’înü’d-Dîn Süleyman’ın Emir-i Hacib’lik[3] (Melikü’l Hüccab) Dönemi (1254-1256)
Babası
Mühezzibü’d-Dîn Ali’nin, Sultan II. Keyhüsrev’in veziri olduğu bu dönemde
Mu’înü’d-Dîn Süleyman ilk Tokat emiri olarak adından söz ettirmiştir. (Kesik,
XXXI, 2006: 91). Fürüzanfer, Mu’înü’d-Dîn Süleyman’ın daha önceden öğretmenlik
yaptığını ifade etmiştir (1963: 185). Fakat Fürüzanfer’in verdiği bu bilgiye
başka hiçbir kaynakta rastlanılmamıştır.
Mu’înü’d-Dîn
Süleyman’ın adının tarihte ilk geçişi 1243’de babası Mühezzibü’d-Dîn Ali,
Selçuklu veziri olarak barış için Mugan’a giderken kardeşi ile beraber onu
yanında götürmesi ile olmuştur. Mühezzibü’d-Dîn Ali, 1243’de Selçuklu Devleti
adına Moğollarla barış antlaşması yapmak için Mugan’a gittiğinde yanına aldığı
oğulları ancak 15-20 yaşlarında birer delikanlı olmalı idiler. 1243’den
itibaren kaynaklarda Mu’înü’d-Dîn Süleyman’ın adına, aşağı yukarı dokuz yıl hiç
rastlanmamıştır (Kaymaz, 1970: 27-33).
Kaynaklarda
adı ilk defa Tokat emiri olarak geçen Mu’înü’d-Dîn Süleyman takriben 1252 veya
1253 yılları arasında yaklaşık otuz yaşlarında iken Erzincan serleşkerliği
(subaşılık) için devrin güçlü kumandanlarından Seyfü’d-Dîn Torumtay ile nüfuz
mücadelesine girmiş ve Baycu Noyan’ın desteğiyle Erzincan serleşkerliğini elde
etmiştir (Kesik, XXXI, 2006: 91).
1243’de
hiçbir ünvanı olmadığı halde, önemli bir askeri makam olan Erzincan
Serleşkerliği’ne hak iddia ederek ortaya çıkan Mu’înü’d-Dîn Süleyman’ın, böyle
önemli bir mevkiye talip olabilmesi ve sonra merkeze atlayarak hızla yükselmesi
doğrudan doğruya Moğol istilasının sebep olduğu yeni siyasi ve idari şartlarla
ilgili olmuştur (Kaymaz, 1970: 34).
Türkiye Selçuklu Devleti, devlet idaresi o dönemde Türk ve İran
hususiyetleri taşıyan İslami usüllere dayalı bir yönetime sahiptir. Resmi dili
Farsça’dır. Sivil idare tamamen İranlı kadroların eline geçmiştir. Siyasi
bağımsızlığının fiilen sona erdiği 1243 tarihine kadar, askeri kadrolar yine
çoğu köle asıllı ve gayrımüslim ümerânın elindedir. Fakat 1243 yılından sonra,
Moğolların işe karışması ile İranlılar, yavaş yavaş askeri kadroyu da ele
geçirerek orayı da kendi adamları ile doldurmaya başlamışlardır. (Kaymaz, 1970:
30-34). Bu dönemde birbirlerine karşı güvensiz ve her an öldürülme korkusu
içerisinde yaşayan ümerâ, iktidarı elde tutma uğruna ülkesine halkına ihanette
bulunmak pahasına da olsa Moğollara yaranacak biçimde hareket etmişlerdir.
1254 yılında
Atabeylik görevinde bulunan Celalü’d-Dîn Karatay vefat etmiş, II. Alaü’d-Dîn
Keykubad, Batu Han’ın huzuruna varamadan esrarengiz bir şekilde yolda
öldürülmüş, saltanat mücadelesi Sultan II. Keykâvus ve Sultan IV. Kılıç Arslan
arasında geçmeye başlamıştır. Sultan II. Keykâvus tek başına yönetime el koymuş
ve ortanca kardeşi Sultan IV. Kılıç Arslan’ı da sarayda esir tutmuştur. Sultan
II. Keykâvus’un hareketlerinden memnun olmayan, kendine çıkar sağlamak isteyen
bazı ümerâ onu Konya’dan Kayseri’ye kaçırarak tahta çıkarmışlar ve böylece iki
sultan arasındaki mücadele tekrar başlamıştır. Sultan II. Keykâvus ülkenin
doğusunu Sultan IV. Kılıç Arslan’a terk etmek zorunda kalmıştır. İşte bu sırada
Tokat emiri olan Mu’înü’d-Dîn Süleyman, 1254’de Hatirü’d-Dîn Zekeriya ile
birlikte, Sultan IV. Kılıç Arslan’ın elçisi olarak Kayseri’den Konya’ya
gelmiştir. Sultan II. Keykâvus elçilik görevi sırasında Mu’înü’d-Dîn Süleyman’ı
kendi tarafına çekebilmek için onu kendi hizmetine alıp Emir-i Hacib (Melikü’l
Hüccab) yapmıştır (Kaymaz, 1970: 59). Devlet işlerini Mu’înü’d-Dîn Süleyman’ın
da Emir-i Hacib olarak yer aldığı bu idare kadrosuna bırakan Sultan II. Keykâvus,
1256 tarihine kadar Hristiyan dayıları ile birlikte eğlence hayatına
dalmışlardır.
Moğol Hakanı Mengü Han’ın
kardeşi Hülagü, 1256 tarihinde Irak ve Mısır’a askeri bir harekât yapmayı
düşünmüş, bu bölgeden gelebilecek tehlikelerden emin olmak istemiş ve Baycu
Noyan’dan Bağdat seferi için ihtiyaçlarını karşılamasını istemiştir (Farac, II,
1999: 562).
Baycu Noyan Erzurum’a gelince ordusuna
kışlayacak bir
yer vermesi için Sultan II. Keykâvus’a elçi göndermiştir. Sultan II. Keykâvus,
Baycu Noyan’ın amacını öğrenmek için elçi olarak Pervâne Nizamü’d- Dîn Hurşid’i
ve Emir-i Hacib Mu’înü’d-Dîn Süleyman’ı göndermiştir (Kaymaz, 1970: 61).
Pervâne Nizamü’d-Dîn Hurşid ve Mu’înü’d-Dîn Süleyman dönüşünde Baycu Noyan’ın
asıl amacının yalnızca ordusunun barınabileceği bir yer verilmesi olduğunu
söylemelerine rağmen Sultan II. Keykâvus savaşmaya karar vermiştir. Sultan II.
Keykâvus’un bu kararına etrafında bulunan tecrubesiz, liyakatsiz emirlerle
birlikte Vezir Kadı İzzü’d-Dîn de neden olmuştur (Aksarayî, 1943: 41).
Ebu’l Ferec’e
göre Sultan II. Keykâvus, Baycu Noyan’ın kendi efendisi tarafından kovulmuş ve
gözden düşmüş olmasından dolayı savaş kararı almaya cesaret etmiştir (1941:
27). Selçuklu ordusu, Vezir Kadı İzzü’d-Dîn’in nezareti ve Beylerbeyi
Kont-Istabl-ı Rumi Michael Paleologos ile tecrübeli iki kumandan eski
Beylerbeyi Yavtaş ve Emir Ahur Arslandoğmuş’un idaresi altında Moğollarla
savaşa gönderilmiştir[4] (Kaymaz, 1970: 62). Baycu Noyan
bunu haber alınca Hoca Noyan idaresinde öncü birlik göndermiş ve Selçuklu öncü
birliğini mağlup etmiştir. İki ordu ertesi günü (23 Ramazan 654-14 Ekim 1256)
Sultan Alaü’d-Dîn Kervansarayı önünde karşılaşmıştır (Bibi, II, 1996: 148).
Savaş
sırasında Emir-i Ahur Fahrü’d-Dîn Arslandoğmuş, savaş alanında askerleri ile
birlikte düşman ordusuna katılmıştır. Çünkü savaşın yapıldığı gün Sultan II.
Keykâvus Konya’da sarhoş bir halde bu emirin evine girip karısına tecavüz
etmiştir. Bunu duyan Fahrü’d-Dîn Arslandoğmuş, savaşın en kritik anında
Moğol ordusuna katılmıştır. Savaş kaybedilmiş Vezir Kadı İzzü’d-Dîn dâhil
birçok emir ve sayısız asker Moğollar tarafından öldürülmüştür. 1256 yılı
sonlarında yapılan Sultan Hanı savaşı sonunda Sultan II. Keykâvus bütün maiyeti
ile birlikte Antalya tarafına kaçmıştır. Baycu, Konya’yı yağmaladıktan sonra ordusu
ile birlikte kışı geçirmek için Aksaray’a çekilmiştir. Sultan Hanı savaşı
doğurduğu neticeler bakımından Türkiye Selçuklu Devleti adına ne derece zararlı
olmuşsa Emir-i Hacib Mu’înü’d- Dîn Süleyman’ın şahsi hesabına aksine o derece
yararlı olmuştur. Çünkü Selçuklu tarihi sahnesinde başrol oynamaya başlamasında
bu hadise dönüm noktası olmuştur (Kaymaz, 1970: 63-64).
1.2.2.
Emir-i Hacib Mu’înü’d-Dîn Süleyman’ın
Pervânelik[5] Dönemi (12561260)
1256 yılında
yapılan Sultan Hanı muharebesi, Emir-i Hacib Mu’înü’d-Dîn Süleyman’ın
yükselmesinde çok önemli rolü olmuştur. İsmi yerine geçen Pervânelik görevini
bu savaştan sonra almıştır. Sultan II. Keykâvus’un Sultan Hanı savaşında Moğol
kuvvetlerine yenilip kaçması üzerine IV. Kılıç Arslan hapisten çıkarılıp
Konya’ya getirilmiş ve sultan ilan edilmiştir. Bu yeni dönemde, Pervâne olan
Nizamü’d-Dîn Hurşid Naib-i Saltanat, Fahrü’d-Dîn Arslandoğmuş Atabey ve
Mu’înü’d-Dîn Süleyman da Pervâne olarak görev almıştır (Bibi, II, 1996: 149).
Konya’da
artık yeni bir hükümet kurulmuş; Nizamü’d-Dîn Hurşit ve Pervâne Mu’înü’d-Dîn
Süleyman, Sultan IV. Kılıç Arslan’ın devlet adamları arasında birinci derecede
rol oynamış, vilayetlere yeni vali ve subaşılar tayin edilmiştir. Naib
Nizamü’d-Dîn Hurşid ve Pervâne Mu’înü’d-Dîn Süleyman, Moğol kumandanı Hoca
Noyan’ın zalimliklerinden bıktıklarından birlikte hazırladıkları bir planla
Hoca Noyan’ı zehirleterek kötülüklerinden kurtulmuşlardır. Bununla beraber bu
olay Nizamü’d-Dîn Hurşid’e isnad olunduğu için Moğollara götürülürken
Erzurum’da onun hayatına son verilmiştir. Onun ölümü ile yerine Mu’înü’d-Dîn
Süleyman, Pervâne olmuş ve Anadolu’nun kaderi üzerinde rol oynayan tek şahsiyet
olarak Pervâne ünvanı, onun ismi yerine geçmiştir (Turan, 2013: 503).
Nizamü’d-Dîn
Hurşid’in idam edilmesiyle Pervâne Mu’înü’d-Dîn Süleyman çok geniş yetkilere
sahip olmuştur. Çünkü Naib Nizamü’d-Dîn Hurşid’in ortadan çekilmesinden sonra,
Sultan IV. Kılıç Arslan’ın hükümetinin dizginleri tek başına onun eline
geçmiştir. Pervâne Mu’înü’d-Dîn Süleyman, Kılıç Arslan’ın koruyuculuğunun
yanında devletin yönetimini de ele almış ve Pervâne adının bundan böyle şahsını
ve devlet üzerindeki liderlik pozisyonunu ifade eden bir âlem haline gelmesine
neden olmuştur (Kaymaz, 1970: 68).
Sultan II.
Keykâvus ise Baycu Noyan’ın Irak’a gittiğini haber almış ve herhangi bir
direnişle karşılaşmadan görkemli bir törenle 1257’de tekrar tahta oturmuştur.
Bunun üzerine Pervâne Mu’înü’d-Dîn Süleyman, yanına Sultan IV. Kılıç Arslan’ı
da alarak Kayseri’ye gitmiş ve oradan da Tokat’a geçmiştir (Bibi, II, 1996:
153).
Sultan II.
Keykâvus ülkeyi kendi hâkimiyetine almaya çalışırken Pervâne Mu’înü’d-Dîn
Süleyman yanına Sultan IV. Kılıç Arslan’ı da alarak Hülagü’nün yanına gitmiş,
saltanatın yalnızca Sultan IV. Kılıç Arslan’a verildiğine dair bir yarlığ ve
askeri yardım sözü ile Anadolu’ya gelmişler ve kışı Erzincan’da geçirmişlerdir
(Kaymaz, 1970: 71). Şemsü’d-Dîn Yavtaş onlara karşı Sultan II. Keykâvus’un
askerleri ile hareket etmiş ve Yıldız dağı mevkiinde yapılan savaşlarda Pervâne
Mu’înü’d-Dîn Süleyman’ı ve Moğol askerlerini bozguna uğratarak onları
Erzincan’a kaçırtmıştır. Kılıç Arslan ve emirleri oradan elçi gönderip
Moğollardan tekrar yardım istemişler ve Moğollar da Alıncak Noyan’ın
kumandasında ikinci bir tümen (10.000 kişi) daha göndermişlerdir. Bu defa Kılıç
Arslan’a ve Moğollara ait askerler Niksar’ı almıştır. Sultan II. Kılıç Arslan,
Moğollar nezdinde nüfus sahibi olan Pervâne Mu’înü’d-Dîn Süleyman’a Niksar
emirliğini ve serleşkerliğini vermiştir. II. Kılıç Arslan burada merasim ile
tahta çıkarılmıştır (Turan, 2013: 504-505). Bu sırada II. Alaü’d-Dîn
Keykubad’ın ölümünden sonra beraberinde giden kafilenin aralarındaki çekişme
had safhaya varınca heyet ikiye ayrılarak kendi sultanlarını Mengü Han’a
onaylatmak için Moğolistan’a gitmişlerdir. Emir Seyfü’d-Dîn Torumtay, Sultan
II. Keykâvus’un tahta geçirilmesi için bir yarlığ almış olmasına rağmen Baycu
Noyan’ın elçileri onun Moğol askerlerine savaş açtığını haber vermişlerdir. Bu
nedenle Mengü Kağan, Türkiye Selçuklu Devleti’nin başına sadece Sultan IV. Kılıç
Arslan’ın oturmasını onaylayan bir yarlığı Sahip Şemsü’d-Dîn Mahmud Tuğrai’ye
vermiştir. Sahip Şemsü’d-Dîn Mahmud Tuğrai, Hülagü’nün huzuruna çıkıp olanları
anlatmıştır. Hülagü Han, ağabeyi Mengü Han’ın Kılıç Arslan’a verdiği yarlığı
almış, her iki sultanın da Suriye’ye yapacağı sefere katılmalarını emretmiştir
(Bibi, II, 1996: 156).
Sahip
Şemsü’d-Dîn Mahmud Tuğrai, Tokat yakınlarında bulunan Sultan IV. Kılıç Arslan
ve Pervâne Mu’înü’d-Dîn Süleyman’a durumu anlatması üzerine Sultan II.
Keykâvus’u davet için Konya’ya elçi göndermişlerdir. İbni Bibi, taksimatla
ilgili kendisinin yazmış olduğu ahidnameye göre Kızılırmak’ın batısında kalan
yerlerin Sultan II. Keykâvus’a, doğusunda kalan yerlerin de Sultan IV. Kılıç
Arslan’a bırakıldığını ifade etmiştir (1996: 155). Pervâne Mu’înü’d-Dîn
Süleyman, Mengü Han’dan Kılıç Arslan için yarlığ getiren Şemsü’d-Dîn Mahmud ile
birlikte, Sultan II. Keykâvus’u, Kızılırmak hudut olmak üzere, taksim yapma
zorunda bırakmıştır (Kaymaz, 1970: 75). Hülagü’nün fermanına göre; Sultan II.
Keykâvus’un Kayseri yakınından Bizans sınırına kadar olan yerleri alması ve
Konya’da oturması, Sultan IV. Kılıç Arslan’ın da Kızılırmak’tan itibaren
güneyde Kayseri, kuzeyde Samsun’u içine alan Moğol sınırlarına kadar olan
yerleri alması ve Tokat’ta oturması kararlaştırılmıştır (Aksarayî, 1943: 152).
Hülagü, ülkeyi bölüştürdüğü gibi vergiyi de kardeşler arasında paylaştırmıştır.
Her iki
Selçuklu sultanı, Pervâne Mu’înü’d-Dîn Süleyman ve diğer maiyyet de yanlarında
olduğu halde Hülagü’nün 1260’daki Suriye seferinde beraber katılmışlardır.
Ermeni, Hristiyan ve Putperest askerlerle birlikte Moğol Han’ının maiyetinde
Halep ve Şam’ın alınması sırasında Müslümanların katliamlarını seyretmişlerdir
(Kaymaz, 1970: 78). Pervâne Mu’înü’d-Dîn Süleyman, Hülagü’nün yanında geçen bir
buçuk yıllık sürede onun güvenini kazanmıştır. Aksarayî’nin rivayetine göre
Pervâne Mu’înü’d-Dîn Süleyman iki sultanın rekabeti sayesinde Moğol hanına daha
iyi hizmette bulunacaklarını izah etmiş ve bu suretle de Kılıç Arslan’ın saltanata
iştirakini sağlamıştır. Hülagü, Kılıç Arslan’a “Bundan sonra devlet işleri
için bana Pervane Mu’înü’d-Dîn Süleyman’dan başka kimse gelmesin” demiştir
(Turan, 2013: 509).
Pervâne
Mu’înü’d-Dîn Süleyman, sultanlarla beraber 1260’da Hülagü’nün Suriye seferi
sırasında onun itimadını kazanarak Anadolu’ya dönmüştür. Böylece Pervâne
Mu’înü’d-Dîn Süleyman, yaklaşık on beş yıllık bir devir esnasında Anadolu’da
yegâne siyasi şahsiyet haline gelmiş ve Moğollara dayanarak hâkimiyetini
kurmuştur (Turan, 2013: 540).
Her iki
sultanın vezirliğini yapan Şemsü’d-Dîn Mahmud Tuğrai, Moğollara yaranmak için
onların Anadolu’daki masraflarını çok fazla artırmış ve Türkiye Selçuklu
Devleti’ni ağır borçların altında ezdirmiş kendisi bu sayede ülkede vezirliği
ve iktidarı elinde tutmuştur. Mahmud Tuğrai’nin Türkiye aleyhine ve kendi
iktidarı lehine Moğollara yaranarak kazandığı vezirliği kısa sürmüştür. Mahmud
Tuğrai 1260’da arkasında birçok borç bırakarak vefat etmesiyle iki kardeş
sultan arasındaki anlaşmazlık tekrar başlamıştır (Turan, 2013: 510). Sultan II.
Keykâvus, Şemsü’d-Dîn Mahmud Tuğrai’nin vefat haberini alınca Hülagü Han’a
danışmadan yerine saltanat naibi Fahrü’d-Dîn Ali’yi veziri yapmıştır.
Fahrü’d-Dîn Ali’den boşalan saltanat naibliğine de Eminü’d-Dîn Mikail’i getirmiştir
(Aksarayî, 1943: 153).
Konyalı eski
bir aileden gelen, zenginliği, mensuplarının çokluğu, hayır müesseseleri ile
meşhur olan Fahrü’d-Dîn Ali, devlet hizmetinde çeşitli yüksek mevkilerde otuz
beş yıl bulunmuş ve yirmi yedi yılı vezirlikle geçmiştir (Turan, 2013: 510).
Sahip
Şemsü’d-Dîn Tuğra’inin ölümüyle Sultan II. Keykâvus, Naib Fahrü’d- Dîn Ali’yi
kendi kendine vezir tayin ederken, Sultan IV. Kılıç Arslan’ın vezirliği, bizzat
Hülagü Han’ın bir yarlığı ile 1260 yılında Pervâne Mu’înü’d-Dîn Süleyman’a verilmiştir.
Hülagü tarafından bizzat verilen vezirlik görevi Pervâne Mu’înü’d-Dîn
Süleyman’ın Moğollar nezdindeki mevkiinin ne kadar artmış olduğunu
göstermektedir (Bibi, II, 1996: 156).
1.2.3.
Pervâne Mu’înü’d-Dîn Süleyman’ın Vezirlik
Görevi (1260-1261)
Sultan II. Keykâvus ve Sultan IV.
Kılıç Arslan, Mengü Kağan ve Hülagü’nün yarlığ ve kararlarına göre Selçuklu
Devleti’ni, nihai bir hal çaresi olarak, taksim edip saltanat mücadelelerine
son vermiş bulunuyorlardı (Turan, 2013: 511).
Vezir
Mu’înü’d-Dîn
Süleyman Hülagü Han’ın güvenini ve nüfuzunu kazandığı bu tarihten sonra Sultan
II. Keykâvus’un saltanatına son vermek için çalışmaya başlamıştır (Kaymaz,
1970: 83). Sultan II. Keykâvus bu taksimden sonra, Hristiyan dayıları ile
Konya’yı bırakıp önce Kubad-Abad’a sonra da Antalya’ya gidip eğlenceye
başlamışlardır. Buna mukabil Sultan IV. Kılıç Arslan’ın bütün işlerini eline
alan Vezir Mu’înü’d-Dîn Süleyman’ın zekâsı, Moğollar nezdinde kazandığı itimat
ve destek sayesinde Türkiye Selçuklu Devleti’ni kendi ihtiraslarına göre
birleştirmek ve Sultan II. Keykâvus’u düşürmek siyasetini gütmeye devam
etmiştir (Turan, 2013: 511).
Bu sırada
dünyada o zamana kadar mağlûbiyet yüzü görmeyen Moğolları yalnız Kıpçak
Türklerinin, Mısır ve Suriye’de kurdukları Memlûk imparatorluğu, ilk defa
olarak, 1260 yılında, bugün Filistin topraklarında yer alan Ayn Câlût mevkiinde
yenmişlerdir. Bu imparatorluğun başında bulunan Sultan Baybars, Haçlılara ve
putperest Moğollara karşı kazandığı bu zafer ile Moğollar tarafından ezilen
Müslümanların yegâne ümidi ve İslâm dünyasının da en büyük mücahidi olmuştur.
Hatta bu zafer ile Sultan Baybars, İslâm an’anesine göre her asırda bir
gelmesine inanılan bir müceddid olarak görülmüştür (Turan, 2013: 543).
Hülagü,
Türkiye Selçuklu Devleti’nin borçlarını[6]
ve vergilerini almak için bir başka İranlı Tacü’d-Dîn Mu’tez[7] ile bir Uygur Türkü olan
Tükelek Bahşi’yi ilk elçi olarak Anadolu’ya göndermiştir. Önce yolları üzerinde
Kılıç Arslan’a uğrayan elçileri Vezir Mu’înü’d-Dîn Süleyman güzel karşılamış ve
memnun etmiştir. Vezir Mu’înü’d-Dîn Süleyman, gönderilen elçilere Sultan II.
Keykâvus’un isyan düşüncesinde olduğunu, Muhammed Bey’in idaresinde bulunan Uc
Türkleri ile birleşmek amacıyla payitaht Konya’yı terk edip Antalya’ya
geldiğini ve dolayısı ile onların niyetini anlamak için tahsilâtın oradan
başlaması gerektiğini tavsiye etmiştir (Turan, 2013: 511). Tacü’d-Dîn Mu’tez o
sırada devletin merkezini Beyşehir’de Kubad-Abad Sarayı’na taşımış bulunan
Sultan II. Keykâvus ile görüşmüş ve ondan vergi ve borçları ödemesini istemiştir.
Fakat Sultan II. Keykâvus Hristiyan dayılarının etkisiyle ilk önce Kılıç
Arslan’a ait vergilerin alınmasını ve bu sırada da kendi vergilerini
hazırlayacaklarını söylemiştir (Aksarayî, 1943: 155).
Tacü’d-Dîn
Mu’tez, Sultan IV. Kılıç Arslan’ın bölgesine geçmiş ve Vezir Mu’înü’d-Dîn
Süleyman, Hülagü Han’ın elçilerine büyük bir hürmet göstermiş, kendilerini
ikrama ve hediyelere boğmuş; böylece, hepsinin gönlünü kazanmıştır. Vezir
Mu’înü’d-Dîn Süleyman, Moğol Veziri Tacü’d-Dîn Mu’tez’i de yanına çekerek
Sultan II. Keykâvus aleyhine yoğun bir karalama kampanyası başlatmıştır. Sultan
II. Keykâvus’un Mısırlılarla ittifak yapmak için her zaman deniz yoluyla
haberleştiğini ve Uc Türkmenleri ile birlikte isyan etmek üzere olduğuna dair
elçilerle mektuplar göndermiştir. Moğol elçileri de bu durumu araştırmadan
Hülagü Han’a bildirmişlerdir (Bibi, II, 1996: 158).
Elçiler Tebriz’e dönünce Sultan II. Keykâvus’un hareketini, borcu yapan
Şemsü’d-Dîn Tuğrai’nin öldüğünü ve kalan mallarının borcunun onda birine yetmediğini
anlatmışlardır. Moğollar, Sultan II. Keykâvus’a tahtını verdiklerini ve her
arzusunu yaptıklarını, buna mukabil elçilerine kötü muamelede bulunduğunu,
eğlence ve içkiye dalınca iyiliklerini unuttuğunu ve bu sebeple de artık
kendilerinden emin olunamayacağını bildirmişlerdir (Turan, 2013: 512).
İbni Bibi, Sultan II. Keykâvus’un Veziri Fahrü’d-Dîn Ali’ye şunları
söylediğini nakletmiştir:
Her ne kadar öz kardeşim olsa da
Sultan Rüknü’d-Dîn ile hediye ve bağış yoluyla yakınlık kurulsa, onunla
aramızda olan ayrılık, gayrılık ve kavga bir yana bırakıp kardeşlik, dostluk ve
birlik havasına girilse çok iyi olur. Fakat Mu’înü’d-Dîn Pervâne’nin yaptıkları
hile ve oyunlardan aramızda büyük bir gerginlik var. Düşmanımızın oyununu
bozmak, hasetlerin hilelerini önlemek için bir defa daha İlhan’a gidersek bizim
için son derece iyi olur (Bibi, 1996: 158-159).
Sultan II.
Keykâvus’un bu görüşünü Sahib Fahrü’d-Dîn Ali de doğru bularak elçilerin talep
etmiş olduğu vergileri, borçları ve pek çok hediyeyi Tebriz’e göndermek için
hazırlatmıştır (Bibi, II, 1996: 159). Fakat bu sırada Tacü’d-Dîn Mu’tez’i ve
Alıncak Noyan’ı elde eden Vezir Mu’înü’d-Dîn Süleyman, Sultan II. Keykâvus’u
Hülagü nezdinde jurnallaması sonucunda cezalandırılması için yarlığ
çıkarmıştır. Sultan II. Keykâvus, Tebriz’e gitmek için Ruzbe ovasına vardığında
Alıncak Noyan’ın büyük bir ordu ile Anadolu’ya geldiği, Kılıç Arslan’ın Pervâne
Mu’inü’d-Dîn Süleyman ile birlikte Erzincan’da buluştuğu ve süratle Aksaray’a
ilerlediği haberini aldı. Bunun üzerine Sultan II. Keykâvus vezirini Kılıç
Arslan ile görüşmek, hareketin sebebini öğrenmek ve mümkün olursa münasebetleri
düzeltmek maksadı ile Aksaray’a gönderip oradan gelecek haberi beklemiş, fakat
Sahib Fahrü’d-Dîn Ali’yi karşılamaya hazırlanırken onun kardeşinin vezirliğini
kabul ettiğini öğrenmiştir (Turan, 2013: 513). Aksarayî, Sahib Fahrü’d-Dîn
Ali’nin ülkenin yarısı üzerinde vezirlik yapmaktansa tüm Selçuklu ülkesinin
veziri olmanın daha hoşuna gittiğini ifade etmiş ve Sahib Fahrü’d-Dîn Ali’yi
Sultan II. Keykâvus’a ihanetle suçlamıştır (1943: 157). Aksarayî, Vezir
Mu’înü’d-Dîn Süleyman ve Kılıç Arslan’ın görüşmeler sırasında Sahib Fahrü’d-Dîn
Ali’yi kendi saflarına çektiklerini nakletmiştir. Bununla beraber faziletli bir
devlet adamı olan Sahip Fahrü’d-Dîn Ali’nin bu hareketinde siyasi ihtirastan
ziyade Moğollara karşı Sultan II. Keykâvus ile mukavemetin mümkün olmadığı ve
iki sultanın birleştirilmesi gayesi ile hareket ettiğini düşünmek daha isabetli
olmalıdır (Turan, 2013: 513).
Sahib
Fahrü’d-Dîn Ali’nin bu hareketini değerlendirirken Sultan II. Keykâvus’un
Müslüman devlet erkânını bir kenara atıp bir Hristiyanı[8]
beylerbeyi ve danışman yapmış olması da sebep olmuş olabilir (Kaymaz, 1970:
80). Sahib Fahrü’d- Dîn Ali’nin Moğollarla mücadelenin sonunun olmayacağını
düşünmesi ve Sultan II. Keykâvus’un Hristiyan dayıları ile sefahat âlemine
dalması[9] da bu kararında etkili olmuş
olabilir.
Kaymaz’a
göre; Sultan II. Keykâvus, 1261 yılının sonlarına doğru sığınmak için Baybars’a
elçi göndermiş, elçiler Mısır’a varmadan karısını, oğullarını, kız kardeşini,
Hristiyan dininde olan annesini, dayısını, yakın adamlarını, hizmetkârlarını ve
bütün hazinelerini Antalya’da hazır bulundurduğu kadırgalara koyup bir daha
dönmemek üzere, İstanbul’a gitmiştir. Böylece onun aralıksız mücadelelerle dolu
on yedi yıllık saltanatı sona ermiş ve uzun bir gurbet hayatı başlamıştır
(1970: 90). Vezir Mu’înü’d-Dîn Süleyman, 1261’de Aksaray’a gelip kendi üzerinde
bulunan ve kendisi için bir şey ifade etmeyen vezirlik makamını Fahrü’d-Dîn
Ali’ye peşkeş çekerek Sultan II. Keykâvus’u en büyük dayanağından yoksun
bırakmış ve yönetimi tamamen eline geçirmek için çok önemli bir adım atmıştır
(Kaymaz, 1970: 86). Bununla birlikte Vezir Mu’înü’d-Dîn, Sultan II. Keykâvus’un
veziri Fahrü’d-Dîn Ali’yi kendi üzerindeki vezirliği ona bırakmak suretiyle
Kılıç Arslan’ı tek başına tahta oturtmuştur.
Pervâne Mu’înü’d-Dîn Süleyman’ın Moğol yardımı alması, onların
politikasını benimsemesiyle Sultan II. Keykâvus’u ülkesinden uzaklaştırarak
yaklaşık yirmi yıldır, gerek Moğol egemenliğine, gerekse Moğollarla işbirliği
yapan İranlı yönetime karşı direnmiş olan örgütlü cepheyi yok etmiştir (Kaymaz,
1970: 92).
1.2.4.
Pervâne Mu’înü’d-Dîn Süleyman’ın Hâkimiyet
Dönemi (1261-1277)
Pervâne Mu’înü’d-Dîn Süleyman, Sultan IV.
Kılıç Arslan’ı yalnız başına saltanat makamına yerleştirmekle gerçekte bütün
bir ülke üzerinde kendi egemenliğini kurmuş, Moğol efendilerine sadık kalmak
şartı ile Türkiye Selçuklu Devleti’nin gerçek ve tek hâkimi olmuştur. Devlet
hizmetinde yer aldığı günden itibaren, Moğollara hoş görünmek sureti ile
nüfuz sağlamış, bu uğurda Moğol menfaatlarını savunmuş, her türlü bağımsızlık
eylemine karşı çıkmış olan Pervâne, çevirdiği entrikalarla, Sultan II.
Keykâvus’u tacından, tahtından ve ülkesinden uzaklaştırmıştır. Zayıf şahsiyetli
Sultan IV. Kılıç Arslan’ı bir kukla olarak kullanarak da Türkiye Selçuklu
Devleti’ne fiilen egemen olmuştur (Kaymaz, 1970: 91-92).
Pervâne
Mu’înü’d-Dîn Süleyman, 1262 senesinden sonra, mutlak iktidar sahibi olmuş ve
önemli makamlara kendi adamlarını yerleştirmiştir. Pervâne, İstifa (maliye) nezaretine
ErzincanlI âlim Mecdü’d-Dîn Muhammed bin Hüseyin, teftiş (işraf) nezaretine
Celalü’d-Dîn Mahmud, beylerbeyi makamına Hatıroğlu Şerefü’d-Dîn’i getirmiştir.
Niğde vilayeti Şerefü’d-Dîn’e iktâ edilmiş, Kütahya, Sandıklı, Akşehir ve
Beyşehir bölge valilikleri de Vezîr Fahrü’d-Dîn Ali’nin oğulları Tâcü’d-Dîn ve
Nüsrü’d-Dîn Hasan’a verilmiştir. Melik üs-sevâhilliğe (Sahiller beyliği)
Bahaü’d- Dîn Muhammed ve Kırşehir valiliğine de Cacaoğlu Nurü’d-Dîn’i getirmiştir.
Yalnız Vezir Fahrü’d-Dîn Ali ile saltanat naibi Eminü’d-Dîn Mikâil makamlarını
muhafaza etmiştir (Turan, 2013: 543). Pervâne Mu’înü’d-Dîn Süleyman, Sultan II.
Keykâvus taraftarlığı ile Konya’ya saldıran Karamanlıları Gavele’de yenmiş,
Karaman ve Bunsuz’a mevki verip bir süre itaatlarını sağlamıştır. 1263’de, Ali
Bahadır’ın son teşebbüsünü de Arslan-Doğmuş vasıtası ile kırmış, Şah Melik’i ve
Sultan II. Keykâvus taraftarlarını Konya’da tutuklayıp Moğollar eli ile
öldürerek tamamen ortadan kaldırmıştır (Kaymaz, 1970: 102-103).
Moğollara karşı izlediği bağlılık
politikası ile mevkisini koruyan, zayıf Kılıç Arslan adına devlete hâkim olan
Pervâne, ülkede düzeni kurduktan sonra, Moğollar ve sultan için gördüğü
hizmetlerin karşılığı olarak, Anadolu’da mülkiyet hakları kendisine ait bir
araziye sahip olmayı, böylece şahsının ve ailesinin geleceğini garanti altına
almayı düşünmüştür (Kaymaz, 1970: 111).
Pervâne Mu’înü’d-Dîn
Süleyman’ın
ülkeyi mülk ve iktalar halinde adamları ile paylaşması yüzünden Kılıç Arslan’la
arası açılmıştır. Bu anlaşmazlık Hatıroğlu Şerefü’d-Dîn Mes’ud’a Niğde
Serleşkerliğinin verilmesi ile içten içe başlamış ve Sinop’u kendisine mal
etmeye kalkışması ile de açık bir ihtilaf haline dönüşmüştür. (Bibi, II, 1996:
166).
1265 yılında
Sultan IV. Kılıç Arslan ile Pervâne Mu’înü’d-Dîn Süleyman İlhanlı tahtına çıkan
Abaka Han’ın yanına giderek kendisini kutlamış, değerli hediyeler sunmuşlar ve
Sinop’u Rumlar’ın elinden almak istediklerini söyleyip ondan izin almışlardı.
Anadolu’ya dönüşlerinde Sultan, Konya’da kalırken Pervâne, Tokat, Niksar ve
Samsun yörelerinden topladığı askerlerle Sinop üzerine yürüyerek şiddetli bir
kuşatmayla 1266’da komutanlarından Tacü’d-Dîn Kılıç sayesinde şehri ele
geçirmiş ve şehirde kiliseye çevrilmiş olan camileri yeniden ibadete açmıştır.
Pervâne Mu’înü’d-Dîn Süleyman fethin hemen arkasından Sultan IV. Kılıç
Arslan’dan Sinop’un temlik mensurunu istemesiyle gerginlik iyice artmıştır.
Sultan IV. Kılıç Arslan sarayda Pervâne’nin aleyhinde konuşmaya başlamıştır.
Pervâne’nin Selçuklu ailesinin mülkü olan toprakları gaspettiğini, egemenlik
haklarını elinden aldığını ve bunun için Abaka’ya gideceğini söylemeye
başlamıştır (Bibi, II, 1996: 165).
Sultan IV.
Kılıç Arslan’ı takip için casus tâyin edilen Hatîroğlu Ziyâü’d-Dîn bu sözleri
kardeşi Şerefü’d-Dîn vasıtasiyle Pervâne’ye nakletmiştir. Bununla beraber
Moğollara dayanarak devleti eline geçirmiş bulunan Pervâne’ye karşı mukavemet
edemeyen Sultan IV. Kılıç Arslan nihayet İbni Bibi’nin kaleme aldığı bir
temlikname[10] ile Sinop’u ona vermeye mecbur
kalmıştır (Turan, 2013: 547).
Sultan IV.
Kılıç Arslan’ın varlığının kendisi için tehlikeli olduğunu düşünen Pervâne, ona
karşı, tıpkı ağabeyi II. Keykâvus’a yaptığı gibi, yalan ve iftira silahlarını
kullanmaya başlamıştır. Sultan IV. Kılıç Arslan ile Abaka Han’ın yanına
Sinop’un fethi için gittiklerinde, Pervâne bir süre daha Moğol pahitahtında
kalmış ve sultanın Mısır hükümdarı ile gizlice anlaşmaya kalkışabileceği
ihtimalinden bahsederek kendi efendisi hakkında Abaka’nın fikrini bulandırmıştır
(Kaymaz, 1970: 117). Pervâne, Abaga Han’a gizlice: “Bu Selçuk oğullarına
emniyet etmek caiz değildir. Hususiyle Rüknü’d-Dîn Kılıç Arslan’ın kalbi Mısır
Sultanı ile beraberdir ” demiş; Abaka Han da: “Ben seni Anadolu
sultanlığı naibliğine tayin ettim. Orada bir kimse bana muhalefet ederse hayatı
senin elindedir” cevabını vermiştir (Turan, 2013: 547).
Sultan IV.
Kılıç Arslan Uluborlu’da hapiste olduğu sırada kendisine kötü davranan II.
Keykâvus’un Rum dayısı Kir Haye’yi öldürüp köpeklere yedirmiştir. Kir Haye,
Sahib Fahrü’d-Dîn Ali’nin oğlu Tacü’d-Dîn Hüseyin’in kayınpederi olduğu için
Fahrü’d-Dîn Ali’ye de hakaret ve tehditlerde bulunmuştur. Sultan IV. Kılıç
Arslan, Moğol veziri Tacü’d-Dîn Mu’tez’e de sık sık kafa tuttuğu için
gücendirmiş, Hatıroğlu Şerefü’d-Dîn’e de kızmış Sahib Fahrü’d-Dîn Ali’nin araya
girmesiyle yirmi bin altın ödeyerek kurtulmuştur. Bu yapılanlara dayanamayan
ümerâ, Aksaray’da Tacü’d-Dîn Mu’tez’in yanında toplanarak Pervâne’ye Sultan IV.
Kılıç Arslan’ın kendisini öldürmeyi planladığını söyleyerek Sultan’ın aleyhine
doldurmuşlardır (Aksarayî, 1943: 82). Pervâne de Sultan IV. Kılıç Arslan’ın
Sultan Baybars ile ittifak kurmak istediğini, asker toplayarak Moğollara
saldıracağını ve kendisinin engel olmaya çalıştığı için hayatının tehlike içerisinde
olduğunu söyleyerek Moğol emirlerini ikna etmeyi başarmıştır. Moğol emirleri,
Pervâne, Hatıroğlu Şerefü’d-Dîn ve Cacaoğlu Nurü’d-Dîn ile birlikte Sultan IV.
Kılıç Arslan’ı Abaka Han’dan gelen yarlığı görüşmek bahanesiyle Aksaray’a davet
etmişlerdir (Bibi, II, 1996: 167).
Pervâne,
Aksaray’da Sultan IV. Kılıç Arslan’a ağır hakaretler etmeye başlamıştır. Bu
hakaretlerle karşılaşan Sultan ise, Pervâne’ye: “Ici (Ağabey)! Sen sarhoş
musun veya afyon mu çektin” diyerek şaşkınlığını belirtmiştir. Pervâne de: “Evet!
Senin kötü hareketlerin beni sarhoş ve afyon çekmiş bir hâle getirdi. Zira seni
Burdur (Uluborlu) kalesinden çıkarıp saltanat makamına oturttum. Fakat sen bu
hizmetlerimi unuttun” cevabını vermiştir. Moğol beyleri aynı gün Tacü’d-Dîn
Mu’tez’in verdiği yemekte Sultan IV. Kılıç Arslan’ı sıkıştırarak aleyhindeki
iddialarla ilgili sorgulamışlardır. Pervâne Mu’înü’d-Dîn Süleyman, Sultan IV.
Kılıç Arslan’ın kadehine zehir koymuştur. Yemekte zehirlenen ve sancıya tutulan
Sultan, bu durumda saraya dönmek istemiş ise de Moğol muhafızları müsaade
etmemişlerdir. 1266’da Sultan IV. Kılıç Arslan, çadırda yalnız bırakılmış ve
yayın kirişi ile boğularak şehid edilmiştir (Aksarayî, 1943: 172). Bununla
birlikte Sultan IV. Kılıç Arslan’ın zehirlenmesi ve boğdurulması saklanmış ve
içkiden hastalanarak öldüğü ilan edilmiştir (Turan, 2013: 548-549).
Çeşitli hile
ve entrikalara başvurarak, Moğolları tahrik edip, Sultan II. Keykâvus’u
tahtından ve ülkesinden uzaklaştıran Pervâne, tahta geçirdiği Sultan IV. Kılıç
Arslan’ı da, beş sene sonra, yine Moğollar vasıtası ile ortadan kaldırttı.
Yirmi sekiz yaşında iken şehit edilen Sultan IV. Kılıç Arslan, arkasında
bebeklik çağında bulunan bir erkek çocuk bırakmıştır.[11]
Sultan IV. Kılıç Arslan’ın öldürülmesi olayı, Türkiye Selçuklu Devleti’nin
Moğol egemenliği altına girmesinden sonra yediği darbelerin en ağırı ve
sonuçları bakımından en önemlisidir. Çünkü bebeklik çağında olan bir çocuğun
tahta oturması ile Selçuklu saltanatı artık ülke yönetimi üzerindeki rolünü ve
hâkimiyet fonksiyonunu da fiilen kaybetmiş ve kuru bir sembol haline gelmiştir
(Kaymaz, 1970: 123-124).
Sultan IV.
Kılıç Arslan’ın şehit edilmesinden sonra nâşı Pervâne Mu’înü’d-Dîn Süleyman ve
Sahib Fahrü’d-Dîn Ali tarafından Konya’ya getirilmiştir. Yerine Sultan IV. Kılıç
Arslan’ın geride bıraktığı henüz bebeklik çağında bulunan, daha iki buçuk
yaşlarında olan III. Gıyasü’d-Dîn Keyhüsrev tahta oturtulmuştur (Bibi, II,
1996: 170).
Bebeklik
çağındaki Sultan III. Keyhüsrev’i kukla olarak tahta geçiren Pervâne, Selçuklu
saltanatını fiilen yok etmiş ve Vezir Isfahanlı Şemsü’d-Dîn Mehmet gibi bir
kraliçe, yani II. Keyhüsrev’in dul karısı Gürcü Hatun ile evlenmek suretiyle
fiilen hükümdar rolü oynamaya başlamıştır. Sultan IV. Kılıç Arslan’ın ölümünden
itibaren Türkiye Selçuklu Devleti’nin idaresinde Pervâne’ye ortak kalmamıştır.
O tahta oturtmuş olduğu çocuğun namına, hükümdarlığın adet ve törenlerinin
yerine getirilmesine itina göstermiştir. Bu adet ve törenlerde, küçük Sultan
III. Keyhüsrev bir sembol olarak yer almıştır. Küçük Sultan’a düşen tek resmi
iş, yazılan menşur ve ferman’ların üzerine, özel surette hazırlanmış bir ağaç
kalıp ile tuğrasını basmaktan ibaret olmuştur. Pervâne, Sultan III. Keyhüsrev’i
tahta çıkararak her ne kadar devletin dizginlerini tek başına kendi elinde
tutmayı başarmış ise de diğer taraftan Moğolların Anadolu üzerindeki
hâkimiyetlerinde ileri bir adım daha atmalarına vesile olmuştur. Bu dönemde
Abaka Han’ın kardeşi Moğol şehzadesi Acay ve Moğol kumandanı Samagar Noyan’ın
Anadolu’ya atanması ile hem kendisi hem de ülke üzerinde Moğol kontrolü ve
baskısı da daha fazla artmıştır. Pervâne’nin putperest Moğollara karşı güttüğü
teslimiyet ve uyduluk politikası, ister Müslüman, ister Hristiyan olsun,
Anadolu halkının çoğunu manen rencide etmiştir. Fakat ülkede onlar sayesinde
kurulmuş olan sıkı kontrol rejimi, toplumun çeşitli unsurları tarafından
birbirinden çok farklı hislerle karşılanmıştır. Uçların ve dağlık sahil
bölgelerinin göçebe halkı bundan hiç hoşlanmazken, şehirlerin ve köylerin
zenaat, ticaret ve tarım ile uğraşan yerleşik ahalisi, işlerini eskisine
nispeten daha rahat yapabildikleri için fazla şikâyetçi olmamışlardır (Kaymaz,
1970: 125-127).
Anonim,
Aksarayî, İbn Bibi ve Eflâki, Pervâne’nin iktidarı tam olarak eline aldığı bu
dönemin huzur ve asayiş içinde geçtiği konusunda benzer ifadeler
kullanmışlardır.
Anonim
Selçukname yazarı, “Bu öyle bir devirdi ki, kurt ile kuzu aynı sudan içiyor,
aynı otlakta yayılıyor, halk gayet emin ve rahat yaşıyordu; Pervâne, Moğolları
parmağındaki yüzük gibi döndürüyordu” demiştir (1952: 55).
Aksarayî,
Sultan IV. Kılıç Arslan’ın ölümünden sonra ülkenin uzun müddet mamur, halkın
rahat ve huzur içinde yaşadığını hatta saray çavuşlarının her gün davası olan
kimseleri davet ettikleri halde çoğu zaman bir tek kişinin bile çıkmadığını
yazmıştır (1943: 176).
İbn Bibi,
Pervâne devrinde memleketin sakin, yolların emin olduğunu, fitne ve
karışıklıktan eser kalmadığını nakletmiştir. İbni Bibi bu durumun sebebi olarak
da Moğollarla Anadoluluların kardeşçe geçinmelerinin bir sonucu olarak saymış
ve I. Alaü’d-Dîn Keykubad’ın günleri ile mukayese etmiştir (1996: 200).
Eflâki ise,
menkıbelerden birinde, Pervâne sayesinde bütün âlemin rahata, emniyete ve
berekete kavuşmuş olduğunu ifade etmiştir (I, 2001: 279-280). Eflâki bir başka
rivayetinde, Mevlâna’yı ziyaret için Sivas’tan Konya’ya gelen Fahreddin
Sivasi’nin, yolda Pervâne’ye ait bir han olmadığı halde Pervâne’nin hanında
konaklamış olduğunu söyleyerek nükte yapmış, bununla da Pervâne’nin zamanında
kervanların her yerde korkusuz, endişesiz konaklayabildiklerini, insanların
huzur ve güven içinde yaşadıklarını anlatmak istemiştir (Eflâki, I, 2001: 513).
1266 dan 1276
ya kadar on yıl süren bu sükûn devri sırasında, Pervâne, diğer ümera ile
birlikte bir taraftan devlet işleriyle uğraşırken, diğer taraftan da ilim,
tasavvuf ve tarikat mensupları ile ilişkiler kurmuştur. Pervâne, ulema ve
tarikat mensuplarına hediyeler vermek, tekkeler yaptırmak, vakıflar yapmak
suretiyle maddi bakımdan destekleyerek himaye etmiştir. Mutasavvıfların ders ve
sohbetlerine katılmış, dini, ilmi, siyasi nasihatlerini dinlemiş, kendilerine
bol bol iltifatta bulunup hayır dualarını almaya çalışmıştır. Özellikle başta
Mevlâna olmak üzere Sadreddin Konevi, Fahreddin Iraki ve bu gibi tasavvuf ve
ilim erbabı seçkin kişiler, Pervâne’nin döneminde Selçuklu payitahtında ve
diğer şehirlerde büyük bir ilgi ve saygı görmüşlerdir. Bağımsızlıktan yoksun
olarak yaşayan bir ülkede, ümitsizliğin yarattığı bu mistik hava putperest
Moğollara bağımlı olmaktan duyulan teessürü hafifleten bir unsur olmuştur
(Kaymaz, 1970: 130).
Sultan III.
Keyhüsrev’in saltanatında Sâhib Fahrü’d-Dîn Ali ile birlikte Eminü’d-Dîn
Mikâil, ErzincanlI Mecdü’d-Dîn Mehmet ve Hatıroğlu Şerefü’d-Dîn makamlarını
muhafaza etmişlerdir. Devletin hâkimi olan Mu’înü’d-Dîn Süleyman, Pervâne
unvanı ile emirlik mevkiindedir. Tâcü’d-Dîn Mu’tez Moğollar nâmına gelirlere ve
malî hesaplara bakan Moğol veziridir (Turan, 2013: 550).
Moğolların kesin bir hâkimiyet
kurmuş olduğu ve Selçuklu saltanatının bir sembol haline geldiği bu on yıllık
sükûn devrinde Pervâne dışarıya karşı son derece karışık ve tehlikeli bir
siyaset izlemiş, içeride de yine eski entrika faaliyetlerini yapmaktan geri
durmamıştır (Kaymaz, 1970: 133).
Pervâne’nin akrabaları ve
yetiştirdiği
adamlarından yukarıda isimlerinden bahsedilen ümerâ, Konya’lı eski bir aileye
mensup olan Sahib Fahrü’d-Dîn Ali’yi yabancı sayarak, onu vezirlikten düşürmek
istemişlerdir. Aksarayî’ye göre, Pervâne’nin yakın adamlarından oluşan ve 670
(9 Ağustos 1271-28 Temmuz 1272) yılına kadar düzen içinde çalışan yönetim
Pervâne’nin Sahib Fahrü’d-Dîn Ali
ile arasının açılması ile bozulmuştur (1943: 275). İbni Bibi’ye göre, Sahib
Fahrü’d-Dîn Ali, Sultan II. Keykâvus’dan gelen bu mektubu derhal Pervâne’ye
gösterip yardım için yetki ve izin almıştır (1996: 173-174).
Pervâne ise bu mektubu bir vesile ile kendi yanında alıkoymuş ve Sahib
Fahrü’d-Dîn Ali’ye istenilen yardımı vermesini tavsiye etmiştir. Bundan cesaret
alan Sahib Fahrü’d-Dîn Ali de, Sultan II. Keykâvus’a, mektubun cevabıyla birlikte
birkaç elbise, altın bir maşrapa ile 500 altını ve başka kıymetli eşyaları
göndermiştir. Ancak bir süre sonra, mevkiine göz dikenlerin Pervâne’yi ona
karşı kışkırtmalarıyla Sahib Fahrü’d-Dîn Ali’yi tevkif ettirmiştir. Pervâne o
zamana kadar yanında tuttuğu mektubu, aleyhine kullanmıştır. Hatıroğlu
Şerefü’d-Dîn’in bir planı ile Pervâne’nin gücünden çekindiği Fahrü’d-Dîn
Ali’nin büyük oğlu Emir Tacü’d-Dîn Hüseyin hile ile tutuklatılarak saf dışı
bırakılmıştır. Pervâne, Sultan II. Keykâvus’dan gelen mektubu divandakilere
göstererek: “Efendimize hile ve tuzak kurmayı düşünen, onun muhalifleri ve
düşmanları ile işbirliği yapan bu kimse ile nasıl bir arada yaşanır? Ona ne tür
bir ceza ve ders verelim?” diye sormuş ve Sahip Fahrü’d-Dîn Ali şu cevabı
vermiştir:
Bu konuyu, bu şekilde ele alarak
saptırmamak gerekir. Bu mektuplar bana geldiği zaman hiç vakit kaybetmeden size
gönderdim. Konuşulanları fırsatı gelince anlatmıştım. İşin başlangıcından bu
zamana kadar hiçbir durumda size muhalefet etmedim ve anlaşma sınırlarının
dışına çıkmadım. Benim bu olayda hiçbir suçum yok. Bundan sonra Tanrı ve siz
efendimiz ne buyurursa o olur (Bibi, II, 1996: 174).
Pervâne, Sahib Fahrü’d-Dîn Ali’yi Sultan II. Keykâvus ile iş birliği
yapmakla suçlayarak Osmancık kalesine hapsettikten sonra boş kalan vezirlik
makamına kendi damadı olan Erzincanlı Mecdü’d-Dîn Mehmet’i getirmiş, sivil ve
askeri bütün mevkilere de yakın adamlarını yerleştirmiştir. Bir süre sonra
Fahrü’d-Dîn Ali, Abaka Han’a götürülmüştür. Yapılan sorgulama ve yargılamaların
sonunda suçsuz bulununca devlet işlerine karışmamak şartıyla Konya’da
oturmasına izin verilen bir ferman çıkmıştır (Aksarayî, 1943: 177).
Sahib
Fahrü’d-Dîn Ali 1274’e kadar Konya’da kendi işleri, vakıfları ve hayır
kurumlarının işletilmesi ile meşgul olmuştur (Bibi, II, 1996: 175). Fakat
Fahrü’d-Dîn Ali düşmanlarının onun servetine göz dikmeleri nedeniyle kendini
güvence altına alabilmek için vezirlik görevini yeniden geri almak istedi[12] (Aksarayî, 1943: 96). Sâhib
Fahrü’d-Dîn Ali çok miktarda para ve sayısız hediyelerle Abaka Han’a varınca
onun huzurunda yapılan mahkeme sonucunda II. Keykâvus’a yardım etmesinin insanî
bir duygu ile olduğunu ve siyasî bir maksadının olmadığını ispat etmiştir.
Fahrü’d-Dîn Ali’nin samimiyeti ve 1275’de Samagar Noyan’ın yerine Anadolu’da
muhafız kumandanlığına atanan Tuku Noyan’ın araya girmesi ile her yıl iki bin
baliş (120 000 dirhem) para, Moğollara gönderilen vergi ve malları taşımak için
de yedi yüz at tahsis etmesi karşılığında vezirlik makamını tekrar elde
etmiştir. Her iki oğluna da Lâdik (Denizli), Honas ve Karahisar-ı Devle (Afyon)
serleşkerliği verilmiştir (Bibi, II, 1996: 176).
Böylece Sâhib
Fahrü’d-Dîn Ali yaklaşık dört yıl aradan sonra 1275 yılında tekrar vezirlik
makamına oturmuştur. Sâhib Fahrü’d-Dîn Ali Moğollar nezdinde itibarını ve
vezirlik makamını kazanınca Pervâne Mu’inü’d-Dîn Süleyman ile barışıp tekrar
devleti birlikte idare etmişlerdir. Bununla beraber Pervâne’nin Moğollar nezdinde sahip
olduğu güven ilk defa kendi aleyhinde bir şüphe uyandırmasına sebep olmuştur
(Turan, 2013: 553).
1.2.5.
Pervâne Mu’înü’d-Dîn Süleyman’ın Öldürülmesi
Pervâne Mu’inü’d-Dîn Süleyman,
yaklaşık 1252 yılından itibaren Türkiye Selçuklu Devlet idaresinde bulunduğu
her görevinde kendi iktidarını kurma uğruna Moğollara sadakat politikasından
ayrılmamıştır. Anonim yazarının ifadesine göre Pervâne, Moğolları parmağındaki
yüzük gibi döndürmüştür (1952: 55). 1274’e
kadar, II. Keykâvus, Sultan IV. Kılıç Arslan gibi iki Selçuklu Sultanını
aynı yöntemleri kullanarak saf dışı bırakmış ve 1266’da çocuk yaştaki Sultan
III. Keyhüsrev’i tahta oturtmuştur. Bu tarihe kadar Moğolları kullanarak
Türkiye Selçuklu Devleti’ni ele geçiren Pervâne Mu’inü’d-Dîn Süleyman, önemli
mevkilere akraba ve yakınlarını getirerek dönemin tüm kaynaklarının
naklettiklerine göre bu tarihten sonra devleti huzur ve adalet içinde
yönetmiştir. Fakat 1274’den sonra, Abaka’nın kardeşi Acay’ın aşırı mali
talepleri ve zulmü yüzünden, Moğollara sadakatten ilk defa ayrılmış ve
Baybars’la gizlice mektuplaşmaya başlamıştır.
Pervâne Mu’inü’d-Dîn Süleyman
hâkimiyetini kurmak için kendisine engel saydığı ümerâyı ve sultanları hep
Memlûk devleti veya Sultan II. Keykâvus taraftarı olarak tasfiye etmiştir. Bunu
yaparken de Anadolu halkının Baybars (1260-1277) gibi büyük bir İslâm
mücâhidine ve bu Türk pâdişâhına karşı beslediği sevgi ve ümid duygularını
kendi iktidarı için tersine bir istikamette kullanmıştır (Turan, 2013: 553).
Pervâne, sayısı azaltılmış Selçuklu askerini Moğol ordusunun basit bir yardımcı
birliği haline getirmiş ve Moğolların kendi aralarında yaptıkları çatışmalarda
İlhan’a hizmet etmiştir. Bununla kalmamış bu küçük Selçuklu ordusu ile
putperest Moğolların yanında Mısır Türk Memlükler’ine karşı girişilen harekâta
katılmıştır (Kaymaz, 1970: 137).
Mevlâna, Pervâne Mu’inü’d-Dîn Süleyman’ı putperest
Moğolların yanında,
Müslüman Memlukler’e karşı savaşması sebebiyle suçlamıştır
(Mevlâna, 2001: 4).
Bütün Memlûkler gibi Baybars da Kıpçak Türklerinden olup Sivas’ta
sıradan bir bir köle idi. Haçlılar Moğollara karşı kazandığı zaferlerle o, iki
düşman arasında kalan İslâm dünyası ve Anadolu Türkleri için bir kurtuluş ümidi
olmuştur. Bu sebeple de durumu bilen Abaka Han, Selçuklulara güvenmemiştir.
Pervâne Mu’inü’d-Dîn Süleyman’ın sadâkati ve kendi askerleri başlıca teminat
olarak sayılmıştır. Sultan Baybars 1271 Haziran’ında Şam’da bulunduğu sırada
Samagar Noyan ile Pervâne’nin iki elçisini kabul etmiş; iki komşu devlet
arasında dostluk kurulması için Abaka’ya elçi göndermesi teklifleri ile
karşılaşmıştır. Bu teşebbüs üzerine Baybars da kendi elçileri ile birlikte
Abaka’ya bir zırh ve Samagar’a bir ok göndermiştir. Sultanın elçileri Konya’ya
gelince Cuma günü halkın camide Baybars için dua ettiklerine şâhit olmuşlardır.
Pervâne elçilerle birlikte İlhan’a gitmiştir.
Elçiler, Han’a Samagar Noyan’ın talebi üzerine Sultan tarafından
gönderildiklerini ve İlhan’ın Müslüman ülkelerinden el çekmesini tebliğe memur
edildiklerini bildirmişlerdir. Bu davranış ve sözler Abaka’nın şiddetli
tepkisine sebep olmuştur. Pervâne Mu’inü’d-Dîn Süleyman bu vesile ile
Anadolu’da baskısını gördüğü Acay ve Samagar’dan bu fırsatla kurtulmak
istemiştir. Nitekim Pervâne, onlar aleyhinde Han’a: “Padişahlıkta akrabalığa
bakılmaz. icabında oğul babaya ve kardeş kardeşe kıyar. Kardeşin Acay beni
öldürüp Anadolu’ya hâkim olmak ve Mısır sultanı ile de anlaşmak yolundadır. ”
demiş ve bu iki Noyan’ın Anadolu’dan alınmasını istemiştir. Pervâne, böylece
Baybars’ın, Han’a elçi göndermesini de kendi iddiasının bir delili gibi telkin
etmiştir. Onun Abaka’ya söylediği bu kışkırtıcı sözler Acay tarafından duyulmuş
olmalıdır. Çünkü Acay Anadolu’ya dönüşte Pervâne’ye karşı daha şiddetli
davranmaya başlamıştır (Turan, 2013: 553).
İbni Şeddad’ın ifadesine göre
Pervâne, yaptığı şikâyetten çekinerek Sultan Baybars’a, kendisinin ve Sultan
III. Keyhüsrev’in yerlerinde kalmaları şartıyla Anadolu’daki Moğolların
temizlenmesi için gizli bir mektup yazmıştır. Fakat bu sırada Abaka, Pervâne’ye
verdiği sözü tutmuş, Acay ve Samagar Noyanları Anadolu’dan göndermiştir.
Pervâne de Acay ve Samagar’dan kurtulduğunu düşünerek Baybars’ın gönderdiği
mesaja cevap bile vermemiştir. Baybars, ertesi yıl 1275’de ordusunu Anadolu’ya
hareket ettirmiştir. Telaşa kapılan Pervâne, Baybars’a Anadolu’yu bir sonraki
yıl teslim edebileceği haberini göndermiştir. Bu haber üzerine Baybars ordusunu
Ermenistan’a yönlendirerek Ayas, Misis ve Adana’yı ele geçirmiştir (Aktaran:
Kaymaz, 1970: 139). Bununla
beraber Acay ve Samagar
Noyanlar, Abaka’ya Pervâne ile Moğol emiri Toku’nun
Anadolu’ya hâkim olmak için kendisi aleyhinde şikâyette bulunduğunu
söylemişlerdir. Abaga da kardeşine: “Pervâne kim oluyor; onun hayatı senin
elindedir” cevabını vermiştir (Turan, 2013: 554). Pervâne, bu mektuba
gizlice ulaşmış ve kendisi hakkındaki bu düşünceleri öğrenmiştir. Pervâne,
Acay’ın bir taraftan hediyelerle gözünü boyamaya çalışırken diğer taraftan da
kadı ve fakihlere zalimane hareketlerini anlatan yazılar yazdırmıştır. Aynı
zamanda Acay’ın Mısır Sultanı Baybars ile haberleştiğine dair şahitler temin
etmiş ve bunları Abaka’ya göndermiştir. Abaka, Pervâne, Tuku ve Acay’ı da
yanına çağırdığı zaman Pervâne, Acay’ın zulmüne uğrayan kişileri yanına
götürmüştür.
Yargılamanın sonunda Abaka, Acay Noyan’ı Anadolu’ya gitmekten menetmiş,
halka zulmeden yedi adamını da öldürtmüştür. Pervâne, 1275’de Abaka’nın emriyle
yarısı Moğollardan oluşan otuz bin kişilik ordu ile Müslümanlara karşı yapılan
Bire kuşatmasına katılmıştır. İbni Şeddad’a göre bu harekât sırasında Moğollara
karşı eskisi gibi sadakatla hizmet etmediği gibi el altından onlarla
anlaşmıştır. Pervâne, bu kuşatma sırasında Moğolları beraberce yenebilmek için
Baybars’a tekliflerini yenilemiş ve bir an önce harekete geçmesini isteyen bir
mektup göndermiştir. Bu mektup Pervâne’nin kendi sonunu hazırlayacak en büyük
hatası olmuştur. Çünkü mektubu götüren elçi keşif yapan Moğol atlıları
tarafından ele geçirilerek Moğol kumandanı Abatay Noyan’a teslim edilmiştir.
Abatay Noyan da Pervâne’nin mektubunu Abaka Han’a göndermiştir. Abatay Noyan,
kalenin iyi tahkim edilmiş olması ve Baybars’a yakalanmaktan çekinmesi
nedeniyle kuşatmayı kaldırmaya karar vermiştir (Aktaran: Kaymaz, 1970:
139-142).
Kaymaz’a göre; Pervâne, Acay’dan kurtulmuş olmasına
rağmen yine de onun Baybars’dan yardım istemesi, Moğolların yanında
Müslümanlara karşı savaşmış olmasının verdiği vicdan azabı ve Müslümanlara
karşı savaşmasının Anadolu kamuoyu ve uleması tarafından eleştirilmesi
sebebiyledir. Aynı zamanda Moğollar ile Memlükleri birbirine düşürerek aradan
sıyrılmak gayreti ile de olabilir. Fakat bu mektup Pervâne Mu’inü’d-Dîn
Süleyman’ın bu tehlikeli oyununu ortaya çıkarmış ve hayatını tehlikeye
atmıştır. Hayatlarının tehlikeye girdiğini düşünerek yaptıkları bir istişarenin
sonunda, başta Pervâne olmak üzere Hatıroğlu Şerefü’d-Dîn Mes’ud, kardeşi
Ziyaü’d-Dîn, Eminü’d-Dîn Mikail, Harput serleşkeri Hüsamü’d-Dîn Bicar ve oğlu
Diyarbakır serleşkeri Bahaü’d-Dîn Bahadır ile birlikte Moğolların Anadolu’dan
atılması için Baybars ile anlaşma yapmaya karar vermişlerdir. Kendi aralarında
and içmişler ve bu andı ayrıca kâğıt üzerinde imzalamışlardır. Pervâne’nin
damadı Atabey Mecdü’d-Dîn Mehmet ve Müstevfi Celalü’d-Dîn, Moğollara bağlı
kalacaklarını ve bu anlaşmaya katılmayacaklarını bildirmişlerdir. 1276 yılında
yaptıkları bu anlaşmayı Baybars’a göndermişler fakat Baybars bu mevsimde su
sıkıntısı çekilebileceği için sonbahardan sonra geleceğini bildirmiştir (1970:
143).
Abaka Han, Türkiye Selçuklu
halkının Moğolların yönetimini daha kolay kabullenmesi için Sultan IV. Kılıç
Arslan’ın kızı Selçuk Hatun’u oğlu Argun’a nikâhlamaya karar vermiştir.[13] Pervâne Mu’inü’d-Dîn Süleyman,
Baybars’ı beklerken Abaka’nın ısrarlı talepleri karşısında Selçuk Hatun’u,
Şehzade Argun’a götürmeye karar vermiştir. Bu yüzden Moğollardan kurtulmak için
yemin etmiş olan Hatıroğulları, Şerefü’d-Dîn Mes’ud ve Ziyaü’d-Dîn Mahmut ile bozuşup,
isyan etmelerine sebep olmuştur. Bunlar her ne olursa olsun Pervâne’nin Selçuk
Hatun’u götürmemesini istemişlerdir (Kaymaz, 1970: 144-146). Bu muhalefete rağmen
1276’da Pervâne, Sahib Fahrü’d-Dîn Ali, Naib Eminü’d-Dîn Mikail ve
Tacü’d-Dîn Mu’tez ile birlikte Selçuk Hatun’u götürmek zorunda kalmışlardır.
Pervâne, zaman kazanmak için Kayseri ve Sivas’ta oyalanmış fakat Baybars’ın
gelmesinden ümidi kesince tekrar yollarına devam etmişlerdir. Pervâne olay
çıkaracaklarını tahmin ettiği Hatıroğullarını gözaltında tutmak için de Kayseri
serleşkeri Emir Tacü’d-Dîn Giv ve Konya Serleşkeri Fahrü’d-Dîn Arslandoğmuş’un
oğlu Sinanü’d-Dîn’i görevlendirmiştir (Bibi, II, 1996: 179).
Bu sırada Hatıroğlu Şerefü’d-Dîn,
Baybars’ı Anadolu’ya davet eden bir mektup yazmıştır. Baybars da, Bedrü’d-Dîn
Bektut adlı komutanını hem cevap mektubunu ulaştırması hem de bölgede keşif
yapması için onun huzuruna göndermiştir. Bektut, Baybars’ın mektubunu
Anadolu’daki tüm emirlere göndermiş iltica etmek isteyenleri de Sultan
Baybars’a götürmüştür (Kaymaz, 1970: 147).
Tacü’d-Dîn Giv
ve Sinanü’d-Dîn, Pervâne’nin oğlu Mühezzibü’d-Dîn Ali ve diğer emirlere durumu
anlatmış ve Hatıroğullarının öldürülmesine karar vermişlerdir. Mühezzibü’d-Dîn
Ali’nin hizmetkârlarından biri durumu Hatıroğlu Ziyaü’d-Dîn’e haber vermesiyle
onlar da karşı saldırı için plan yaparak Tacü’d-Dîn ve Sinanü’d- Dîn’i
öldürmüşlerdir. 1276 yılının Temmuz ayında meydana gelen bu hadise ile
Hatıroğulları isyanı başlamıştır. Hatıroğlu Şerefü’d-Dîn, askerlerini Meşhed
Ovası’na indirmiş ve Sultan III. Keyhüsrev’i getirmesi için kardeşi
Ziyaü’d-Dîn’i Kayseri’ye göndermiştir. Kayseri’de sultanın yanında bulunanlar
Ziyaü’d-Dîn’e karşı koyamamışlar ve sultanı teslim etmişlerdir (Bibi, II, 1996:
181).
Şeddad’ın ifadesine göre,
Hatıroğlu Şerefü’d-Dîn, Sultan III. Keyhüsrev ve emirlerle birlikte Niğde’ye
gitmiş kardeşi Ziyaü’d-Dîn’i de Suriye’ye göndermiştir. Baybars da ordusunun
Mısır’da olması sebebiyle kışa kadar gelemeyeceğini bildirmiştir (Aktaran:
Kaymaz, 1970: 152).
Hatıroğlu Şerefü’d-Dîn Niğde’de
kardeşinin ve
Baybars’ın gelmesini sabırsızlıkla beklemiş, Karamanoğulları ile Uc
Türkmenlerini Moğollara karşı direnişe geçmeleri için davet etmiş ve onları da
isyana dâhil etmiştir. Baybars’ın altı bin kişilik öncü bir kuvvet göndermesi,
arkasından kendisinin de geleceği haberi Anadolu’da heyecana sebep olmuştur.
Diğer taraftan Argun Han’a Selçuk Hatun’u bırakan Pervâne, Erzurum’a geldiğinde
isyanı öğrenerek tekrar geri dönmüş ve Han’dan altmış bin kişilik bir Moğol
birliği ile geri dönmüştür. Baybars’ın gönderdiği altı bin kişilik öncü
birliği, altmış bin kişilik bir Moğol birliğinin geldiğini haber alarak geri
dönmüştür. Yaşanan bu gelişmelerden habersiz olan Hatıroğlu, kendi güçleriyle
birlikte yalnız kalmıştır (Aksarayî, 1943: 182).
Baybars’ın
askerlerini bekleyen Hatıroğlu Şerefü’d-Dîn karşısında aniden Moğol ordusunu
görünce şaşırmış ve bir fırsatını bularak Ulukışla (Lulu’e) kalesine
sığınmıştır. Burada yakalanan Hatıroğlu Şerefü’d-Dîn yapılan sorgulamanın
ardından ölüm cezasına çarptırılmıştır (Bibi, II, 1996: 185).
îbni
Şeddad’ın ifadesine göre, Mısır Sultanı ile neden anlaşmaya kalkıştığı
sorusunun Pervâne tarafından yöneltildiği, O da cevap olarak bütün bu olanların
kendisinin başlattığı mektuplaşmaların ve yaptığı teşviklerin sonucu olduğunu
söylemiştir. Pervâne o anda inkâr etmiş, fakat daha sonra Hatıroğlu’na gizlice
haber göndererek bu şekilde konuşmakla ikisinin de ölümüne sebep olacağını ve
kendisine yardım edebilmesi için ifadesini değiştirmesi gerektiğini
söylemiştir. Bundan ümitlenen Hatıroğlu sorgu sırasında bir önceki, Pervâne’yi
suçlayan ifadesini değiştirmiştir. Sorgulamanın sonucunda Hatıroğlu
Şerefü’d-Dîn işkence ile öldürülmüş ve Moğollar 1976-1977 kışını isyana
karışanları yargılamakla geçirmişlerdir (Aktaran: Kaymaz, 1970: 155-158).
Sultan
Baybars, Moğolların yaptıkları karşısında Selçuklu emirlerinin gizli bir
ithamla karışık sızlanmaları sebebiyle ve seferi bir haysiyet meselesi yaparak
savaş hazırlıklarını hızla tamamlamıştır. Abu’l Farac’ın ifadesine göre Ermeni
Kralı Leon, Baybars’ın savaşa hazırlandığını haber almış ve Anadolu’daki Moğol
emirlerine bildirmiştir. Fakat Pervâne, bu emirleri eğlence ve ziyafet ile
oyalamayı başararak Moğolların takviye güç göndermesini engellemiştir (Farac,
II, 1999: 598).
Memlük tarihçisi
İbni Şeddad’a göre, Baybars hazırlıklarını tamamlayarak 7 Nisan 1277’de
Halep’ten yola çıkmış ve 14 Nisan’da Elbistan ovasına gelmiştir (Aktaran:
Kaymaz, 1970: 159). İbni Bibi’ye göre, Küçük Ermenistan kralı arka arkaya
gönderdiği habercilerle büyük bir ordunun yaklaşmakta olduğunu bildirmiştir.
Bunun üzerine Moğol kumandanları Tuku ve Tudavun, Pervâne ile birlikte Moğol ve
Selçuklu askerlerini Kayseri’de toplayarak Elbistan’a hareket etmiş ve
Baybars’ın ordusu gelmeden Elbistan ovasında savaş düzeni almışlardır. Moğol
kumandanları, ihanet edebilecekleri endişesiyle tedbir amaçlı Selçuklu
askerlerini Moğol ordusundan ayrı bir yere almışlardır. İlk olarak iki ordunun
öncü birlikleri karşı karşıya gelmişler ve Moğollar bozguna uğramışlardır
(Bibi, 1996: 186).
15 Nisan’da
çarpışmalar şiddetlenmeye başlamış, Moğol ordusu tamamen bozguna uğramış ve beş
binin üzerinde zayiat vererek geri çekilmek zorunda kalmıştır (Farac, II, 1999:
599). Savaşın sonunda pekçok Moğol ve Selçuklu emiri esir düşmüş ve Selçuklu
emirlerinden bazıları ülkelerini terk etme pahasına aileleriyle birlikte
Baybars’ın ordusuna katılmışlardır (Turan, 2013: 562-563).
Moğolların
yenilmekte olduğunu anlayan Pervâne 17 Nisan’da savaş alanını süratle
terkederek Kayseri’ye doğru yola çıkmış, yanındaki emirlerle birlikte Sultan
III.
Keyhüsrev’i, hanımı Gürcü
Hatun’u ve kızını yanına alarak Tokat kalesine sığınmıştır (Aksarayî, 1943:
114).
Sultan
Baybars, Pervâne’yi yanına çağırmış olmasına rağmen savaş sırasında kendi oğlu,
kumandan ve askerlerinin akıbetlerini sormadan savaş alanından kaçmıştır.
Kaymaz’a göre; Pervâne, ya zaferin küçük bir Moğol ordusuna karşı
alındığını düşündüğü için esas
Moğol ordusunun gelmesi ile alınacak sonucu beklemek istemiş ya da Sultan
Baybars’ın Anadolu’da devamlı olarak kalamayacağını düşünerek kaçmıştır (1970:
163). İbni Şeddad’ın ifadesine göre, Kayseri’ye gelip Selçuklu tahtına oturan
Sultan Baybars’ı Pervâne elçi göndererek tebrik etmiştir. Sultan Baybars
huzuruna gelmesini istemiş olmasına rağmen Pervâne, kendisinden onbeş gün izin
istemiş ve bu süre içinde Abaka’ya durumu bildirmek için bir elçi göndermiştir.
Bu suretle Pervâne ikiyüzlü bir siyaset izlemiş, iki orduyu tekrar karşı
karşıya getirip savaşın sonucuna göre de kendi durumunu tayin etmek istemiştir
(Aktaran: Kaymaz, 1970: 165). Sultan Baybars, Pervâne’nin bu tavrından sonra
samimi olmadığını anlamış 25 Nisan’da ordusunu toplayarak Kayseri’den
ayrılmıştır (Aksarayî, 1943: 114).
Aksarayî, Baybars’ın erken dönüş kararını
vermesinin
sebebini; o yıl Anadolu’da yaşanan yağış azlığı nedeniyle yaşanan yem ve erzak
sıkıntısından olduğunu belirtmiştir (1943: 115).
Pervâne ülkesine dönmek üzere Sivas’a doğru ilerleyen Baybars’a, elçi
göndererek Anadolu’dan ayrılmamasını rica etmiştir. İbni Abdi’z-Zahir’in
naklettiğine göre Sultan Baybars, Pervâne’ye bir mektup göndererek şu cevabı
vermiştir:
Biz verdiğimiz sözü
tuttuk. Defalarca kendilerinin davetlerine icabet ettik. Buna karşılık, onlar
anlaşma şartlarını yerine getirmediler; aramızda geçen yazışmalara sadık
kalmadılar. Harp sahasında bizim askerimizin sol kanadının karşısında yer
aldılar; atlarını küffarın hizmetine verdiler. Tatarların egemenliği altına
girdikten beri onlar fesat kumkuması insanlar olmuşlardır. Anadolu ülkesinde
bizim askerlerimiz arasına girebilecek ve bize yarar sağlayacak asker yoktur.
Çünkü geçmişte yemiş oldukları darbelerin korkusundan, onların hiçbirinde
Moğolların karşısına çıkacak cesaret kalmamıştır. Onlar zevk ve safaya düşkün
insanlardır, iş becerecek ve savaş yapacak kimseler değil. Kumandanlıkla hiçbir
ilgisi olmayan bezm adamlarıdırlar. Ona (Pervâne’ye) de ki, biz Anadolu’nun
durumunu, yollarını öğrenmiş ve kendisinin annesini, oğlunu ve kızının oğlunu
esir etmiş bulunuyoruz. Bizim için bu kadar zafer kâfidir. Hacca giden kimsenin
orada yerleşip kalması gerekmez. Artık kendilerine daha başka bir yardım yapmak
niyetinde değiliz. Bu hususta başkaca müzakereye de ihtiyaç yoktur. Biz ahirete
Anadolu halkını öldürerek ve mallarını yağmalayarak değil, ölümden koruyarak
gitmek istemiştik. Sizin Tatara severek verdiğiniz mallardan ve onların ganimet
olarak aldıkları şeylerden elimizi uzak tuttuk. Saltanat tahtınıza oturuşumuz,
Âl-i Selçuk tahtı’nı kendimize mal etmek için değildi. Sadece, size bizim
önümüzde hiçbir engel bulunmadığını göstermiş ve hiç kimsenin bizim kudretimiz
karşısında korkmadan duramayacağını anlatmış olmak içindi. Allah’a şükür ki,
bizim atlarımızın eğerleri bu tahttan daha yüksektir ve değerlidir. Bizim
ülkemizde bu taht ile aynı ayarda olan kaç hükümdar tahtı vardır! (Aktaran:
Kaymaz, 1970: 168).
Arkalarından
gelen bazı Türkmen beyleri ve Karamanoğulları elçilerinin Anadolu’ya davetini
kabul etmeyen Baybars, savaşta esir aldığı emirleri ve kendisiyle beraber
gelmek isteyenleri yanına alarak 30 Nisan’da Anadolu’dan ayrılır. 10 Haziran
1277’de Şam’da içtiği kımız’dan zehirlenen Sultan Baybars aynı ayın sonunda
vefat etmiştir (Kaymaz, 1970: 168).
Ciddi
savaşmayıp Moğolların yenilgisine seyirci kalan Pervâne, Tokat’a sığındığında
Abaka’ya haber vermek için elçileri Tebriz’e göndermiştir. Fakat savaştan kaçan
bir Moğol askeri Abaka’ya haber vermiştir. Abaka bu haber üzerine Suriye’ye
yürümek için ordusunu hazırlamış ve Elbistan’a hareket etmiştir (Bibi, II,
1996: 196).
İbni
Şeddad’ın ifadesine göre, Abaka’nın Elbistan’a doğru yola çıktığını haber alan
Pervâne, Sultan III. Keyhüsrev’i ve Sahib Fahrü’d-Dîn Ali’yi de yanına alarak
karşılamaya çıkmıştır. Abaka, savaş meydanını gezerek Baybars’ın askerlerinin
söylenenden çok daha fazla olduğunu anlamış, kızgınlığı ve üzüntüsü parçalanan Moğol
cesetlerini görünce daha da artmıştır. (Aktaran: Kaymaz, 1970: 176). Bunlarla
birlikte hiçbir Selçuklu askerinin ölmemiş olması ve Sultan Baybars’ın Abaka’ya
iltica eden Emiri İzzü’d-Dîn Aybekü’ş-Şeyhi’nin, Pervâne’nin Baybars ile uzun
zamandır gizlice mektuplaştıklarını söylemesi Pervâne’yi iyice köşeye
sıkıştırmıştır (Anonim, 1952: 59).
İntikam ve öfke ile ordusunu Suriye’ye yönlendiren
Abaka, sonucun daha kötü olmasından çekinerek Baybars’a tehdit dolu bir mektup
yazmış ve öfkesini de Anadolu halkından çıkarmıştır. Önce Kayseri’den
başlayarak halkın her kesiminden yüz binlerce Anadolu insanını katletmiştir.
Memlük kaynaklarına göre, Abaka’nın emriyle iki
yüzbinden fazla kişi katledilmiştir. Bir başka rivayete göre de Kayseri’den
Erzurum’a yarım milyon insan öldürülmüş, bütün köy, kasaba ve şehirler
yağmalanmıştır. Abaka, küçük kardeşi Şehzade Kongurtay’ı ve Sahib Fahrü’d-Dîn
Ali’yi de yanına katarak, Konya’da Cimri’yi tahta çıkarmış olan Karamanoğulları
ile Aksaray’da başkaldırmış olan Kızıl Hamit’in üzerine göndermiştir. Abaka,
Pervâne Mu’inü’d-Dîn Süleyman’ı yanına alarak Pervâne’nin mülkü olan
Şebinkarahisar kalesinin önlerine gelmiştir. Abaka, kale dizdarından kapıyı
açmasını ve Pervâne’nin tüm mal ve hazinelerini teslim etmesini istemiş ancak
fakat Pervâne’nin tüm çabalarına rağmen dizdar, kale kapısını açmaya ikna
olmamıştır. Dizdarın bu hareketi Abaka’nın Pervâne’ye olan öfkesini bir kat
daha artırmış ve onu daha sıkı gözaltına aldırmıştır. Pervâne’nin yanındaki
maiyyeti de bu durumu görünce öldürüleceğini anlayarak oradan kaçmışlardır.
Buradan ayrılan Abaka, Pervâne’yi Aladağ’da bulunan yazlık karargâhına götürdü.
Burada, savaşta öldürülmüş olan Tuku ve Tudavun’un yakınları feryat ve figan
içinde Pervâne’yi suçlayarak katledilmesini istediler. Moğol kumandanları da
Pervâne’yi savaş sırasında kaçtığı, Baybars’ın gelişini hemen Tebriz’e
bildirmediği ve kaçtıktan sonra hemen Abaka’nın yanına gelmediği için
suçladılar. Bu sırada Abaka’nın Baybars’a gönderdiği elçiler, Pervâne’nin
Baybars’a yazmış olduğu gizli mektupları getirmeleriyle idam kararı
kesinleşmiştir. Pervâne’den intikam almak isteyen Baybars, bu mektupları
elçilere vererek Pervâne’nin idam fermanını da imzalamıştır. Bunun üzerine
sorgusu sırasında herşeyi itiraf eden Pervâne yakın hizmetkârları ve otuz adamı
ile birlikte 2 Ağustos 1277’de Aladağ’da meçhul bir yerde öldürülmüştür
(Kaymaz, 1970: 177-179). Abu’l Farac’ın rivayetine göre, Abaka’nın Pervâne’yi
öldürme kararından sonra ona bir ziyafet çekmiş, su dökmek için dışarı çıktığı
bir sırada adamlarına işaret ederek arkasından göndermiş ve onu tıpkı
kendisinin Sultan
IV.
Kılıç Arslan’ı öldürttüğü
tarzda öldürtmüştür. Moğollar kılıçlarını çektiği esnada, Pervâne, hiç
korkmadan, titremeden sövüp saymış: “Sizden göreceğim mükâfat bu mu idi?
Sizi sevenlerin gördüğü karşılık bu mudur?” diye söylemiştir (Farac, II,
1999: 558).
Anonim
Selçukname yazarı da Elbistan savaşında ölenlerin yakınları tarafından
öldürülmüş olduğunu ve öldürüldükten sonra Abaka’nın pişmanlık duyduğunu
rivayet etmiştir. Anonim’e göre; Sahib Fahrü’d-Dîn Ali, Pervâne ölüme
götürüldüğü sırada, kendisine Moğollara mal vererek hayatını kurtarmayı teklif
etmiş fakat Pervâne zaten bu hayattan bıktığını söylemiştir (Anonim, 1952: 59).
Aksarayî’ye
göre Pervâne, ölüme giderken kendisine kurtulup sağ salim döneceğini söyleyen
dostlarına şunları söylemiştir: “Bundan sonra bu memlekete nasıl olsa
Horasanlılar gelecek; bana onlarla bir arada sağ kalmış olmanın faydası yok”
diye söylemiştir. Kendisine kaçmayı teklif eden bir başka adamına ise: “Bir
kaç gün fazla yaşamak ümidi için, halk benim kaçışımdan dolayı Moğolların
düşmanca ve zalimane hareketlerine hedef olsun reva mı?” diye cevap
vermiştir (Aksarayî, 1943: 117-118).
Ermeni
tarihçisi Hayton da; Abaka’nın, Pervâne’yi öldürttükten sonra vücudunun
parçalara ayrıldığını, Moğol âdetince herkesin ondan bir parça yemesini
emrettiğini ve bizzat kendisi de yiyerek intikamını böylece almış olduğunu
rivayet etmiştir (Aktaran: Kaymaz, 1970: 179). Pervâne’nin cenazesinin sonradan
Selçuklu topraklarında bir yere veya kendi mülkü olan Sinop’a nakledilmiş
olması mümkündür. Fakat kesin olarak bilinen bir mezarına ya da türbesine
rastlanmamıştır.
1.2.6.
Pervâne Mu’inü’d-Dîn Süleyman’ın Siyaseti
Vezir olan
bir babanın oğlu olarak devlet hizmetine giren Pervâne Mu’inü’d- Dîn Süleyman,
devletin içinde bulunduğu şartları ve olayları en iyi şekilde kullanarak kısa
sürede önemli mevkileri elde etmiştir. Pervâne, ülkenin esaret altında
bulunduğu bir dönemde, zekâ ve siyasetinin yanında dönemin şartlarını da
kullanarak serleşkerlik, emir-i haciplik, pervanelik ve vezirlik gibi
görevlerde bulunmuştur.
Pervâne
Mu’inü’d-Dîn Süleyman, bu süreçte kendisine engel saydığı ümerayı ve sultanları
hep Memlûk Devleti veya Sultan II. Keykâvus taraftarı olduğunu iddia ederek
tasfiye etmiştir (Turan, 2013: 553). Pervâne, dış siyasetinde olduğu gibi iç
siyasetinde de ihtiraslarına göre hareket etmiş, kendi hâkimiyetini kurmak için
ülke içindeki tüm rakiplerini her türlü yolu kullanarak safdışı bırakmıştır.
Bunun neticesinde devletin her kademesine kendi adamlarını yerleştirerek kendi
hâkimiyetini kurmuş ve Moğollara dayanarak Pervâne ünvanıyla hükümdar gibi
hareket etmiştir.
Pervâne,
Moğolların aşırı baskısı sonucunda, milli olmayan duygularla Müslüman, Türk
Memlük Devleti’nin hükümdarı Baybars ile ittifak yapmak için girişimlerde
bulunmuştur. Pervâne bu süreçte Baybars ile gizlice mektuplaşarak ikiyüzlü bir
politika izlemiştir (Kaymaz, 1970: 181).
Pervâne,
Moğollara dayanan siyaset ve nizamını kurmakta ne kadar maharet göstermiş ise
onlara karşı Sultan Baybars’ı çıkarma metotları da cesaretsizlik, tereddüt ve
hataları yüzünden o derece başarısızlığa uğramıştır. Moğollar arasında
kazandığı güvenin sarsılmaya başlaması üzerine onlara karşı da tatbik etmek
istediği aynı siyaset ve taktikler artık iflâs edince hem kendisi hem de
memleket kurban gitmiştir. Böylece kendi devrinin kurucusu olan Pervâne,
devletin çöküşünde de birinci derecede mesuliyet sahibi olmuştur (Turan, 2013:
573). Pervâne, ülke içinde rakiplerine uyguladığı siyasi oyunları dış siyasetinde
de uygulamıştır. Bütün siyasi hayatı boyunca Moğolların temsilcisi olarak
hareket ederek kendi dönemini kurmuş olan Pervâne, Moğolların son dönemlerdeki
çok fazla artan baskılarından kurtulmak istemiştir. Pervâne’nin Moğollara
dayanarak izlediği siyaset belli bir noktadan sonra tıkanmıştır. Bir başka
deyişle, Pervâne’nin Mevlâna tarafından da eleştirilen Moğollarla birlikte,
şahsi fikir ve planlara dayalı hareket etme siyasetinin iflâs ettiği bir
noktaya gelinmiştir.
İki büyük
hükümdarı karşılaştırarak sonucuna göre hareket etmek isteyen Pervâne, izlemiş
olduğu bu iki tarafa da dönen siyaset çarkının arasında kendisi kalmıştır.
Öldürülmesinden sonra Türkiye Selçuklu Devleti’nin doğusu Moğolların bir
eyaleti haline gelirken batısı da bağımsızlık hareketlerinin cereyan sahası
olmuştur. Bu bağımsızlık hareketleri Anadolu Beyliklerinin ve Osmanlı
Devleti’nin doğmasına yol açmıştır. Pervâne izlediği bu siyaset ile Türk
tarihinin kaderi üzerinde bilmeden olumlu bir rol oynamıştır (Kaymaz, 1970:
181).
Pervâne’nin
siyaset ve hareketlerinde fazilet, zekâ ve feragat şahsî ihtirasları kadar rol
oynamamıştır. Zira O, kendi hâkimiyeti için rakip saydığı insanları hatta
sultanları tasfiye ve imha etmekten sakınmamıştır. Pervâne dışta Moğolları ve
içte de münevverleri kazanan siyaseti ile ne kadar aranmış ise Moğollarla daimî
cihat hâlinde bulunan Türkmen beylikleri ve göçebeler nezdinde de o derece
Moğolların bir temsilcisi sayılmıştır. Pervâne böylece, tarihte meziyet ve
hataları ile dikkate şayan mühim simalardan biri olmuştur (Turan, 2013:
573-574). Pervâne, Türkiye Selçuklu Devleti’nin esaret altında bulunduğu bir
dönemde kendine has siyasetiyle bütün olumsuzluklara rağmen bir sükûn dönemi
yaşatmıştır.
1.2.7.
Pervâneoğulları Beyliği
Pervâne
Mu’inü’d-Dîn Süleyman 1266 yılında Sinop’u fethedip kendine mülk yaptıktan
sonra Sinop ve çevresinde Pervâneoğulları adında küçük ve kısa ömürlü bir
beylik kurulmuştur. Bu beyliğin kuruluşu, Pervâne’nin 1277’de öldürülmesinden
sonra Sinop’da naib olarak bulunan oğlu Mu’inü’d-Dîn Mehmet’in bağımsızlığını
ilan edip şehri kendi adına yönetmesi ile başlamıştır (Kaymaz 1970: 188).
Mu’inü’d-Dîn
Mehmet 1297’ye kadar yaklaşık yirmi yıl süreyle Pervâneoğulları Beyliği’ni
yönetmiş ve 1297’de vefat etmiştir. Onun yerine kardeşi Mühezzibü’d-Dîn Ali’nin
oğlu Mühezzibü’d-Dîn Mes’ud geçti. Bafra ve Samsun’u ele geçirerek beyliğinin
sınırlarını genişletmiştir. Mühezzibü’d-Dîn Mes’ud’un 1300’de vefatının
ardından yerine oğlu Gazi Çelebi geçmiştir. Gazi Çelebi Moğollar’ın
düşmanlığını çekmemek için karadan değil, Karadeniz’in doğu ve kuzey
sahillerindeki Rum ve Cenevizliler’e karşı denizden seferler yapmıştır.
Yaklaşık yirmi iki yıl boyunca hüküm süren Gazi Çelebi bu süre içinde gerek
Rum’ların gerekse Ceneviz’lilerin saldırılarını engellemiştir. Gazi Çelebi’nin
1322 yılında vefatından sonra yerine bir süre kızı geçmiştir. Pervâneoğulları
Beyliği’nin toprakları daha sonra Kastamonu’da hüküm süren Candaroğulları
Beyliği’ne katılmıştır (Kesik, 2007: 245-246).
Gazi
Çelebi’nin ölümünden birkaç yıl sonra Sinop’u ziyaret eden meşhur seyyah İbni
Batuta Gazi Çelebi’nin denizde kazandığı kazandığı destanlarını, cesaret ve
kahramanlıklarına dair menkıbeleri dinlemiş; Sinop limanını dolduran düşman
gemilerini ve içlerindeki insanları nasıl esir aldığını anlatmış ve nihayet
atından düşerek öldüğünü yazmıştır (Turan, 2013: 645).
Pervâneoğulları
Beyliği, Trabzon Rum’ları ile Ceneviz’lilere üstünlük kurarak Sinop’un
Türklerde kalmasını sağlayarak 1277-1322 tarihleri arasında Karadeniz
ticaretini elinde tutmayı başardı. Pervâneoğulları Beyliği Sinop’ta tersaneler
kurarak denizcilikte ileri gitmiştir (Karakök, 2014: 36-37).
Pervâneoğulları
Beyliği ilim meclislerine destek vererek ilim adamlarını himaye etmiş, aynı
zamanda Sinop’un İslamlaşmasına ve Türk yurdu olarak kalmasına hizmet etmiştir.
MEVLÂNA’NIN ESERLERİNDE PERVÂNE MU’İNÜ’D-DÎN
SÜLEYMAN
Mevlâna’nın “Fîhi
Ma Fîh” ve “Mektubat” adlı eserlerinde Pervâne ile olan özel
ilişkileri karşımıza çıkmaktadır. Bu nedenle bu iki eser ekseninde Mevlâna ve
Pervâne Mu’înü’d-Dîn Süleyman arasındaki ilişkiler incelemek önem arzeder.
Mevlâna’nın Pervâne Mu’înü’d-Dîn Süleyman ile ilişkilerini anlayabilmek
için öncelikle Mevlâna’nın ümerâya olan genel yaklaşımı ve bakış açısını
anlamak bu ilişkilerin özel boyutunu ortaya çıkarma adına önemlidir.
2.1.
MEVLÂNA’NIN ÜMERÂYA
YAKLAŞIMI
Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi
ve sellem) “Âlimler peygamberlerin varisleridir” (Buhârî, I, 1981: 123) hadisi tarih boyunca halkın ve
ümerânın ulemâya karşı hal ve
hareketlerini belirlemiştir. Bu
hadis, ulemânın ümerâya karşı İslam’ı anlama, anlatma, sorunlara Kur’an ve
hadis eksenli çözüm üretme sorumluluğu vermiştir. Ulema sadece yönetime karşı
değil, toplumu aydınlatma ve rehberlik etme konusunda da sorumludur. Bu sorumluluğun
bilincinde olan ve “Ben yaşadığım müddetçe Kur’ân’ın kölesi; Hz.
Muhammed’inyolunun tozuyum (....)” (Mevlâna, II, 1995: 189) diyen Mevlâna’nın ümerâya yaklaşımı da bu
doğrultuda olmuştur.
Mevlâna’nın
Pervâne Mu’înü’d-Dîn Süleyman ile ilişkilerini anlayabilmek için öncelikle
Mevlâna’nın ümerâya olan genel yaklaşımını ve bakış açısını anlamak
gerekmektedir.
Hz. Peygamber
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) bir hadiste ümerâ ile ilgili şunları
söylemiştir:
Bir takım emirler türeyecektir.
Onların etrafını yaltakçıları ve taraftarları olan insanlar kuşatacaklardır.
Onlar yalan söyleyip, zulmederler. Her kim onların yanlarına girer,
yalanlarında onları tasdik eder, zulümlerinde onlara yardımcı olursa, benden
değildir, bende ondan değilim. Onların yanına girmeyen, yanlarında onları tasdik
etmeyen, zulümlerine yardım etmeyen ise bendendir ve ben de ondanım (Münziri,
IV, 2009: 452-453).
Ümerânın
hâkimiyeti altında olan ulemâ, bu hadis gereği hakkı ve hakikati söylemiş,
Kur’an ve sünnet ekseninde yanlış buldukları uygulamalarda uyarı vazifelerini
yerine getirmişlerdir. Kendilerini Peygamberin varisi olarak gören Kur’an ve
sünnet çizgisinde hareket eden ulemâ, her şeyi göze alarak hakkı ve hakikati
söylemeye; zulme ve adaletsizliğe karşı toplumun sesi olmaya devam etmişlerdir.
Mevlâna da ümerâ ile ilişkilerinde de Kur’an ve sünnet çizgisinde hareket
ederek hakkı hakikati anlatmıştır. Ümerâyı kapısında bekletmiş, kapısına geleni
kabul etmemiş, gördüğü yanlışları söylemiş, gerektiğinde azarlamaktan
çekinmemiş, yerine göre de yaptıkları iyi işleri övmüş ve onları
desteklemiştir.
Mevlâna’nın
ülkenin yaşadığı en sıkıntılı dönemde insanlara, hayata, ümerâya yaklaşımı ve
bakış açısı şu beyitleriyle açıklanabilir:
Biz dünyaya güneş gibi,
herkese can vermeye ve böylece herkese yararlı bir işte bulunmaya gelmişiz.
Kalpleri kırılmış, gamlara
düşmüş kişilere dost olalım. Onların gamlarını paylaşalım. Hor görülenleri,
toprağa düşenleri ayakaltında ezilenleri gül bahçesi haline getirelim. Biz,
dünyaya bunun için gelmişiz.
Biz altın
gibi birkaç kişinin öz malı değiliz, maden gibiyiz, biz herkesin malıyız.
Şu âlemin bedenine, canın
ne olduğunu gösterelim. Gaflet içinde kalan, Hakk’ın san’atını, yaratma gücünü
göremeyen gözleri aydınlatalım. Biz dünyaya bunun için gelmişiz (....)
(Mevlâna, II, 2006a: 362-363)
Bu dünyadaki
vazifesini güneş gibi herkese can vermek, herkese yararlı bir işte bulunmak
olarak belirleyen Mevlâna, yardım isteyen halk ile yardım edecek olan ümerâ
arasında bağlantı kurmanın yanında, onları “gül bahçesi” haline getirmek
için çalışmıştır. Mevlâna hayatı boyunca, bu bakış açısıyla hareket etmiş,
herkese dost olmaya çalışmış ve onların gamlarını paylaşmıştır. İhtiyaç
sahipleri ve herhangi bir konuda yardıma ihtiyacı olanlar için ümerâ ile halk
arasında köprü vazifesi
görmüştür.
Mevlâna’nın ümerâ ile ilişkisi şahsi menfaat temin etmek için olmamış, amacı
gözler, gönüller aydınlatmak, insanlara el uzatmak için olmuştur.
Mevlâna,
Mu’înü’d-Dîn Pervâne’ye ithaf etmiş olduğu (Köprülü: 2012: 223) “Fîhi Mâ
Fih” adlı eserinin ilk konusunda ümerâ ile münasebetler ile ilgili
açıklamalara yer vermektedir.
Mevlâna, Fîhi
Mâ Fih’de, bu ilişkilerin nasıl olması gerektiğini şu hadis ile anlatır: “Âlimlerin
kötüsü beyleri ziyaret eden bilgindir; beylerin hayırlısı da bilginleri ziyaret
eden bey. Ne güzel beydir yoksulun kapısındaki bey; ne kötü yoksuldur beyin
kapısındaki yoksul.” (Mevlâna, 2001: 1). Mevlâna halkın bu hadisin dış
anlamını, yani âlimlerin, beylerin kapısına gitmemeleri şeklinde anladığını,
fakat sözün anlamının sandıkları gibi olmadığını belirtmekte ve asıl anlamı ise
şu şekilde açıklamaktadır:
Bilginlerin kötüsü,
beylerden yardım gören, beyler yüzünden düzelen, doğru yolu tutan kişidir.
Beyler bana ihsanlarda bulunsunlar, beni saysınlar, bana mevkii versinler
kuruntusuyla, onlardan korkarak okumaya başlamıştır da beyler yüzünden işi
düzene girmiştir; bilgisizliği bilgiye dönmüştür.(....) Artık ne çeşit olursa
olsun, ister görünüşte bey onun ziyaretine gelsin, ister o, beyi ziyarete
gitsin, herhalde ziyaret eden odur, ziyaret edilense bey (Mevlâna, 2001: 1).
Mevlâna ümerâ
ile ilişkilerde, onlara göre şekil alınmaması gerektiğini belirtmekte ve doğru
tavrı da şu şekilde ifade etmektedir:
Fakat bilgin, beyler
yüzünden bilgiye sahip olmamışsa, önceden de, sonradan da bilgisi Tanrı için
elde edilmişse o başka.(....) Böylesine bilgin, beyin tapısına gitse bile
gerçekte ziyaret eden beydir, ziyaret edilen kendisi. Çünkü herhalde bey,
aldığını ondan alır, yardımı ondan görür; oysa beye aldırış bile etmez. O
bilgin güneş gibi her yana ışık salar; işi-gücü, her şeye, herkese
bağıştır.(....) Hâsılı böylesine bilginler ziyaret edilenlerdir, beylerse
ziyaret edenler (Mevlâna, 2001: 1).
Mevlâna bu
sözlerle ümerâ ile ilişkilerde âlimin niyetinin esas olduğunun altını
çizmektedir. İlmin Allah için elde edilmesi gerektiğini, ziyaretlerin de Allah
için olması gerektiğini ve bu niyete sahip olan âlimlerin ümerâyı ziyarete
gitse bile hep ziyaret edilen konumunda olacağını belirterek bu ilişkilerin
sınırlarını da çizmektedir.
Mevlâna’ya
göre ümerâ ve ulemâ davet beklemeden birbirlerini aramalı ve ziyaret
etmelidirler. Çünkü Mevlâna için asıl olan hizmet ve hakikattir (Taneri, 1987:
694).
Mevlâna, Padişahları örnek vererek ümerâ ile ilişkilerdeki tehlikeleri
de şu cümleleriyle açıklar:
Padişahlarla düşüp
kalkmada şu bakımdan tehlike yok: Gidecek baş zati gider; ha bugün, ha yarın.
Fakat şu yüzden tehlike var ki onlar o makama geçtiler mi nefisleri
kuvvetlenir, ejderha kesilirler. Onlarla görüşüp konuşan, onlarla dostluk
davasına girişen, onların malını kabul eden bu adam da çaresiz onların
isteklerine uygun sözler söyler; onların kötü düşüncelerini, hoşlansınlar diye
kabul eder; aykırı bir söz söyleyemez; bu yüzden tehlikelidir; çünkü dine
ziyandır. Onların yanını yaptın mı temel olan öbür yan, sana yabancı olur. O
yana ne kadar gidersen sevgilinin bulunduğu bu yan, o kadar kızar sana. “Kim,
bir zalime yardım ederse Allah o zalimi, yardım eden kişiye musallat eder.”
(Mevlâna, 2001: 7).
Mevlâna yukarıdaki tehlikeleri de göz önünde bulundurarak ümerâyı çok
sık ziyaret etmemiştir.
Mevlâna daha
ziyade dervişlerle, yoksullarla oturup kalkmış, iğreti efendiliklere devamlı
kalmayacak mevkilere gönlünü asla kaptırmamıştır. Yüksek tabaka ile ancak
zaruret olduğu yahut onları doğru yola getirmek icap ettiği zaman görüşmüş ve
bunun dışında o sınıf ile hiç karışmamıştır (Fürûzanfer, 1963: 189).
İbnu Abbas’ın
(r.a) rivayet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
şöyle buyurur: “Badiyede (kırda, sahrada, köyde) yaşayan kabalaşır, av
peşinden koşan gaflete düşer. Sultanın kapısına gelen fitneye düşer. Kişi
sultana yakınlığı artırdığı nisbette Allah’tan uzaklaşır.” (Canan, XVI,
1993: 419).
Bir başka
hadiste ise Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: “Ümmetimden
bir takım insanlar din konusunda bilgi sahibi olacaklar, Kur’an okuyacaklar ve
diyecekler ki, “emirlere gidelim, dünyalıklarından istifade edelim, ama
dinimizde onlardan uzak duralım. Bu dedikleri gerçekleşmez. Dikenli ağaçtan
ancak diken toplanacağı gibi, onlara yakınlıktan da ancak günah kazanılır.”
(Münziri, IV, 2009: 452-453). Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
çizgisinde hareket eden Mevlâna, bu hadiste belirtildiği gibi dikenli ağaç
olarak nitelenen ümerâdan uzak kalmayı tercih etmiştir.
Mevlâna,
ümerânın itibarını kazandığı halde, daha çok fakirlerle ilgilenmiş müritlerinin
çoğu alt tabakadan, hor hakir görülen kimseler olmuştur. O, kapısını
padişahlara kapattığı halde, adı sanı belli olmayanlarla, sanat sahiplerinin
ıslahı, eğitimi ile uğraşmış, onlarla konuşup, onları iyiliğe, doğruluğa
çağırmıştır (Fürûzanfer, 1963: 194-195) Zamanının geçici ve yüksek diye
adlandırılan zümresine karşı yaklaşımı; onları eğitmek, irşat etmek şeklinde
olmuştur. O, memleketin esas tabakası olan halkla kaynaşmış, onları kendi
seviyesine çıkarmaya çalışmış ve önemli ölçüde de başarılı olmuştur (Ünver,
1968: 4).
Mevlâna’nın çevresinde ümerâ vardır, fakat çevresini asıl kuşatan halk
tabakasından olan kişilerdir. Bunlar:
Babasıyla göçenlerden Muhammed Hadim,
Erzincanlı Hekim Alaeddîn, Mevlâna’nın şefaatıyle idamdan kurtulan ve aslen Rum
olan Alaeddîn Siryanus, Konya Ahilerinin başı Ahi Ahmet Şah, Kazzaz Ahi Ahmet,
Çiftçi Ahi Muhammed-i Seydaveri, kürkçülerin hamamında natırlık[14] eden Ahi Natur, resmini yapan Rum ressam Ayn’ud-devle, Mimar
Tebrizli Bedreddîn, Konyalı tacir Hacı Emire, Hanende Şerefeddîn, Marangoz
Bedreddîn, Beşikçi Şeyh, Neyzen Hamza, Debbağ Hüsameddîn, Rum Ressam Kaloyan,
Hanende Kemal, Rebab çalan Ebubekir, Pamukçu Nasıreddîn, Marangoz Mahmud,
Sinaneddîn, çulhalar, terziler, tabaklar, esnaf, işçi sanatkâr, Müslüman ve
Hristiyan halktır, Mevlâna’nın dostları (Mevlâna, 1992: LXXV).
Ümerânın bu durumdan şikâyetçi
olduğu görülmektedir. Mevlâna’ya en yakın ümerâdan biri olan Pervâne,
Mevlâna’nın müritlerini çok manasız ve fena insanlar olarak nitelemiş ve Ebü’l
Hayrat lakabıyla bilinen, Sahib Fahreddîn Ali: “Mevlâna Hazretleri büyük bir
padişahtır. Fakat onun müritleri arasından çekip almak ve müritlerini öldürmek
lazımdır” demiştir (Eflâki, I, 2001: 303-305).
Bir başka
rivayette Mahfil
Emiri Kemaleddîn, Pervâne’ye: “Mevlâna’nın müritleri acayip insanlardır.
Çoğu aşağı tabakadan ve zanaat sahibi kimselerdir. Onun etrafında şehrin ileri
gelenleri hemen hemen yok gibidir. Her nerede bir terzi, bir bakkal varsa onu
müritliğe kabul ediyor” diyerek Mevlâna’nın etrafında olan insanları hor
görmektedir (Eflâki, I, 2001: 328).
Mevlâna’nın
ümerâya karşı gösterdiği bu tavrı gereği dönemin ümerâsı da Mevlâna’dan ziyade
diğer şeyh ve bilginleri daha sık ziyaret etmişlerdir. Hatta Mevlâna’nın bu
tavrı ve ümerânın daha çok diğer şeyhleri ziyaret etmeleri, düşmanları
tarafından kendisini inkâra bile sebep olmuştur (Fürûzanfer, 1963: 195).
Bir gün
sohbetindeki müritleri bu durumdan rahatsız olduklarını şöyle dile
getirmişlerdir: “Zamanın büyükleri ve emirleri, şehrin şeyhlerine sık sık
gidiyor, fakat sizin ziyaretinize az geliyorlar. Acaba sebebi nedir? Yoksa
bunlar, sizdeki büyüklüğü görmüyorlar mı? Bu sırlara karşı gözleri kapalı mı?”
Mevlâna ise onlara şu cevabı vermiştir: “Siz onların (yalnızca) gelmeyişini
görüyor, sürülmelerini görmüyorsunuz. Eğer onlara tarafımızdan yol vermiş
olsak, sohbetimize susamış dostlarımıza yer kalmaz.” Bu konuşmanın ertesi
günü sabahı Pervâne, Sâhip Fahrü’d-Dîn Ali, Celalü’d-Dîn Müstevfî, Emînü’d-Dîn
Mîkâil, Tacü’d-Dîn Mu’tez, Mecdüd-Dîn Atabek gibi şehrin bütün emirleri hep
birden Mevlâna’nın ziyaretine gelmişlerdir. Medresenin sofası tamamen dolmuş ve
müritlerin hepsi dışarı çıkmak zorunda kalmışlardır. Mevlâna, o gün ümerâ ile
sohbet etmiş ve müritlere hiç iltifat etmemiştir. Bu yüzden onlar çok rahatsız
olmuşlar ve ümerâ gittikten sonra da feryat edip Mevlâna’nın ayaklarına
kapanıp: “Biz bugün bilgi ve hakikat rızkımızdan mahrum kaldık.” diye
şikâyette bulunmuşlardır. Mevlâna, onların gönüllerini alıp teskin ettikten
sonra; “Sadakalar, fakirler ve muhtaçlaradır...”11 âyetini
okur ve ardından şunları söyler:
Bizim ilâhî bilgi ve
sırlarımız gerçekte dostlarımızın nasibidir. Öyle ki bunlar, başkalarının
başına da dostlarımızın uğuru sayesinde taşar. Nasıl ki koyunun sütünü de
başkaları, (ancak) kuzunun asalağı olarak içerler. Bu durum da yine dostlarımızın,
emirlerin ziyaret etmeyişlerini hoş görmeyişlerinden oldu. Eğer emirler,
ziyaretimize sıkça gelseler, dostlarımız buna dayanamaz, râzı olmazlardı.
Binaenaleyh bize lâzım olan, onların halkın işleriyle meşgul olması ve
dervişlere zahmet vermeyişleri için duâ etmektir. Tâ ki bu mânevî helâl rızık
ve Rabbin yücelik nûru yalnız dostlarımızın hakkı olarak kalsın (Eflâki, I,
2001: 308).
Bu olayda
Mevlâna, ümerânın kendisiyle sıkça görüşmek istediğini, fakat kendisinin buna
izin vermediğini açıkça ifade etmektedir. Bu olaydan çıkarılacak diğer bir
sonuç da emirler ile müritler arasındaki farklılığın vurgulanması olabilir.
Mevlâna’ya göre ümerâ halkın işleriyle meşgul olmalı, müritler de kendilerine
rahat ve huzur içinde ibadet etmeleri için ortam sağlayan idarecilere dua
etmelidirler.
Ümerânın
rolünü halkın ibadetlerini yapacak huzur ortamı oluşturmaları olarak belirleyen
Mevlâna, ümerânın yaptığı işin önemini şu sözlerle dile getirmiş ve onlara
manevi destek vermiştir. Bu hususta Pervâne, Mevlâna’ya şöyle demiştir: “Gece-
gündüz canım da, gönlüm de tapınızda hizmet etmede; fakat Moğollarla
uğraşmaktan, onların işleriyle oyalanmaktan vakit bulup da tapınıza
gelemiyorum”. Bu sözleriyle tasavvufi bir yaşama özlem duyan Pervâne’yi,
Mevlâna: “Bu işler de Tanrı işi, çünkü Müslümanların emin olmalarına, aman
bulmalarına sebep olmada. Onların gönülleri olsun da birkaç Müslüman, emniyet
içinde ibadete koyulsun diye kendinizi, malınızla, bedeninizle feda ettiniz. Şu
halde bu da hayırlı bir iştir. ” sözleriyle yaptığı işte gayrete
yöneltmiştir: (Mevlâna, 2001: 9).
Ka’b İbnu Ucre’nin (r.a) rivayet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:
17 Ayetin
devamı şöyledir: “Sadakalar, ancak şunlar içindir: Fakirler, miskinler,
sadakalar/zekâtlar üzerinde görevli olanlar, müellefe-i kulûp, yani kalpleri
İslâm’a ısındırılanlar, kölelik bağı ile bağlı boyunlar, borçlu olanlar, Allah
yolundakiler, yolda kalmışlar... Allah tarafından kesin olarak böyle farz
buyruldu. Ve Allah âlimdir, hâkimdir. (Tevbe, 9/60)
Ey Ka’b İbnu Ucre,
seni, benden sonra gelecek ümeraya karşı Allah’a sığındırırım. Kim onların
kapılarına gider ve onları, yalanlarında tasdik eder, zulümlerinde onlara
yardımcı olursa, o benden değildir, ben de ondan değilim; ahrette havz-ı
kevserin başında yanıma da gelemez. Kim onların kapısına gitmez, yalanlarında
onları tasdik etmez, zulümlerinde yardımcı olmazsa o da bendendir, ben de
ondanım; o kimse havzın başında yanıma gelecektir. Ey Ka’b İbnu Ucre! Namaz
bûrhandır. Oruç sağlam bir kalkandır. Sadaka hataları söndürür, tıpkı suyun
ateşi söndürdüğü gibi. Ey Ka’b İbnu Ucre! Haramla biten bir ete mutlaka ateş
gerekir (Canan, V, 1993: 422).
Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
yolundan giden Mevlâna, “Sana ne öğüt vereyim. Sana çobanlık emretmişler;
sen kurtluk yapıyorsun. Sana bekçilik emretmişler; sen hırsızlık yapıyorsun.
Tanrı seni sultan yaptı; sen şeytanın sözüyle hareket ediyorsun.” diyerek
Sultan II. Keykâvus’un hatalarını, zulümlerini tasdik etmemiştir (Eflâki, I,
2001: 669). Mevlâna kendisinden öğüt isteyen Pervâne’ye: “Emîr Muineddîn,
Kur’an’ı ezberlediğini duydum. ”, “Ayrıca hadîsler hakkındaki Câmi’-ül- Usûl’ü
de Şeyh Sadreddin hazretlerinden dinlediğini duydum” diye söyler.
Pervâne’nin: “Evet” diye cevap vermesi üzerine Mevlâna: “Mademki,
Tanrı ve onun elçisinin sözlerini okuduğun, gerektiği gibi bahsettiğin ve
bildiğin halde o sözlerden nasihat alamıyorsun ve hiçbir âyet ve hadîsin
muktezaınca amel edemiyorsan, benim nasihatimi nasıl dinler ve ona nasıl
uyarsın?” (Eflâki, I, 2001: 344) sözleriyle fiili olarak sultanlık yapan
Pervâne’yi ilmiyle amel etmemesi sebebiyle eleştirmiştir.
Mevlâna, ümerâ ile ilişkilerinde Hz. Peygamber’in (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) çizdiği sınırlar içerisinde hareket etmiştir. Mevlâna,
yönetiminde Kur’an ve sünnet çizgisinde hareket etmeyen ümerayı gerektiği zaman
uyarmış, kapısında bekletmiş, eleştirmiş, yerine göre övmüş, desteklemiş,
nasihat etmiş ve manevi rehberlik yaparak doğru yolu göstermiştir. Mevlâna
sadece Pervâne Mu’înü’d-Dîn Süleyman’a değil dönemindeki ümerânın tamamına aynı
yaklaşımı sergilemiştir.
2.2. FİHİ MA
FİH’DE MEVLÂNA’NIN PERVÂNE MU’İNÜ’D-DÎN
SÜLEYMAN’A SOHBETLERİ
2.2.1.
Mevlâna’nın Pervâne ile Arasındaki Sevgi ve
Saygıyı Konu Alan
Fîhi Mâ Fîh’in on
ikinci bölümünde Mevlâna, Pervâne’ye uzun bir aradan sonra ve tehlikeli bir
dönemin sonunda olduğu anlaşılan bir ziyaret gerçekleştirmiştir. Ziyarette
Pervâne’ye hitaben şunları söylemiştir: “Özledik, fakat biliyoruz ki halkın
işyeriyle meşgulsünüz; onun için zahmet vermiyoruz; onun için uzun bir
zamandır, gelmedik.” Pervâne, bu söze şöyle cevap vermiştir: “Bu, bize
gerekti, ziyaretinize bizim gelmemiz lâzımdı. Korku çağı geldi-geçti artık;
bundan böyle tapınıza biz geliriz. ”[15]
Bu konuşmaların ardından Mevlâna, Pervâne’yi şu sözlerle övmüştür: “Arada
bir fark yok, hepsi de bir; öyle bir lütuf var ki sizde, hepsi de bir oluyor.
Zahmetlerle nasılsınız? Bugün biliyoruz ki hayırlar, güzel işler yapmadasınız;
bu yüzden size başvuruyoruz.” (2001: 44)
Sohbetin devamında
Mevlâna’nın sözlerini kaydeden kişi, içlerinde Mevlâna’nın da bulunduğu esnada
Pervâne’ye: “Mevlâna, sizi çok seviyor” diye söylemiştir. Mevlâna da
ziyarete gelme sebebinin sevgi ile ilgili olmadığını şu sözlerle ifade
etmiştir:
Hayır; ne ziyarete gelmem, sevgi miktarıncadır, ne söz söylemem. Ne
gelirse içimden, onu söylüyorum ben. Tanrı dilerse şu azıcık sözü faydalı bir
hale getirir; onu gönüllerinizde saklatır, unutturmaz; pek büyük faydalar verir
size. Fakat dilemezse yüz bin söz söylenmiş say; hiçbiri de gönülde durmaz,
akılda kalmaz; hepsi geçer, unutulur gider. Hani elbiseye sıçrayan kıvılcım
gibi... Tanrı dilerse bir tek kıvılcım, sönmez de büyüdükçe büyür. Fakat diledi
mi de yüz kıvılcım sıçrarsa hepsi söner, hiçbir şeycik yapmaz. “Göklerin
orduları, Tanrı’nındır.” Bu sözler de Tanrı ordularıdır; Tanrının izniyle
kaleleri açar, zapteder. Bu kadar bin atlı, gidin filân kaleye, kendinizi
gösterin, fakat kaleyi almayın diye buyurursa öyle yaparlar. Amma bir
tek atlıya, git, o kaleyi al buyruğunu verirse o tek atlı, kalenin kapısını
açar, kaleyi zapteder.
Bir sivrisineği Nemrûd’a musallat eder, onunla Nemrûd’u öldürür.
Hani derler ya; Arifin katında pulla dînâr, arslanla kedi birdir. Ulu Tanrı
bereket verirse bir pul, bin dînârın yaptığı işi yapar, hattâ daha da fazlasını
başarır. Fakat bin dinârdan bereketi kaldırdı mı bir pulun gördüğü işi bile
göremez. Birisine de kediyi musallat etse, Nemrûd’u bir sivrisinek nasıl
öldürdüyse o kedi de onu öldürür; fakat dilemezse arslan bile onun karşısında
tir-tir titrer yahut da ona binek kesilir. Nitekim dervişlerden bâzıları
arslana biner; nitekim ateş, İbrâhim’e karşı soğumuştur, esenlik olmuştur;
yeşermiştir, güllük-gülüstanlık kesilmiştir; çünkü Tanrı, onu yakmak için izin
vermemişti ateşe. Hâsılı herşeyin Tanrı’dan olduğunu bilenlerin katında hepsi
de birdir. Tanrı’dan umudumuz var, siz de bu sözleri içinizden duyarsanız, can
kulağıyla işitirsiniz, fayda veren de budur zâten. İçerden bir hırsız yardım
etmez de kapıyı açmazsa dışarıdaki bin hırsız, kapıyı açamaz. Dışardan bin söz
söylesen içerde bir gerçekleyici olmadıkça fayda vermez. Bir ağacın kökünde
yaşlık olmazsa bin sel akıtsan fayda etmez hani. Onun kökünde bir yaşlık olmalı
ki, ona yardım etsin. (...) Bütün dünyayı ışık kaplasa gözünün ışığı olmayan
kişi, o ışığı asla göremez. Şimdi asıl olan nefisteki kabiliyettir. Nefis
başkadır, can başka. Görmez misin, insan uykudayken nefis nerelere gider; cansa
bedendedir. Nefis döner dolaşır, başka bir şey olur (2001: 46-47).
Mevlâna sözlerinin ve ziyaretlerinin
miktarının Pervâne’ye olan sevgisini göstermediğini, çünkü sözleri ve
ziyaretleri faydalı hale getirenin Cenab-ı Hakk olduğunu ve her şeyin Allah’tan
olduğunu ifade etmektedir. Mevlâna, sözün fayda etmesi için nefiste kabiliyet
olması gerektiğini, çünkü dışarıdan bin söz söylesen de içeriden bir
gerçekleyici olmadıkça sözün bir anlamı olmadığını belirtmektedir. Bu sözünü
bir ağacın kökünde yaşlık olmazsa bin sel akıtsan da fayda etmeyeceği örneğiyle
açıklamaktadır.
Mevlâna, Fîhi Mâ Fîh’in on yedinci
bölümünde Pervâne’ye olan sevgisinin sebebini şu şekilde açıklar:
Biz Emîr’i dünya için yahut bilgisi, ibâdete koyulması yüzünden
sevmiyoruz. Başkaları bunlar için severler; çünkü Emîr’in arkasını
görmüşlerdir, yüzünü değil. Emîr aynaya benzer, bu huylar da tıpkı değerli
incilerdir, altınlardır; bunları aynanın ardına koymuşlardır.[16] Altına âşık olanların, inciye
tutulanların gözleri aynanın ardındadır. Aynaya âşık olanların gözleriyse
altında, incide değildir; onlar boyuna aynaya yüz tutmuşlardır; aynayı ayna
olduğu için sever onlar; çünkü aynada güzel yüz seyrederler; usanmazlar
aynadan. Fakat yüzü çirkin olan, ayıplı olan, aynada bir çirkin, bir ayıplı yüz
görür, aynanın yüzünü çevirir; o incileri mücevherleri diler. Evet; aynanın
ardına binlerce çeşit nakışlar yaparlar, mücevherler korlar; bundan aynaya ne
ziyan var (2001: 68).
Mevlâna, Pervâne’yi
aynaya benzetmekte; güzel yüzlü olanların aynada güzel bir yüz, çirkin
yüzlülerin ise aynada çirkin, ayıplı bir yüz gördükleri için aynaya değil
arkasında olan inci ve altınlara bakmayı tercih ettiklerini belirtmektedir.
Mevlâna’nın Pervâne’ye olan sevgisinin sebebinin dünya veya ibadetleri için
olmadığını, fakat başkalarının bunun için sevdiğini belirtmektedir.
Mevlâna, Pervâne’ye
olan sevgisini anlattığı bu bölümde, beylerin canlarının bundan kaçtığı halde
Cenab-ı Hakk’ın insanları beylikle azaplandırdığını şu şekilde nakleder:
Birçok
kişiler vardır ki Ulu Tanrı onları nîmetle, malla, altınla, beylikle
azâplandırır; oysaki onların canları, bunlardan kaçar. Bir Tanrı yoksulu, Arab
ilinde, ata binmiş bir bey gördü; alnında peygamberlerin, erenlerin ışığı
vardı. Bunu gördü de dedi ki: Kullarını nimetlerle azaplandıran Tanrı, arıdır
noksan sıfatlardan (2001: 69).
Pervâne, Fîhi Mâ Fîh’in
beşinci bölümünde Mevlâna’ya “Bu ne lûtuftur ki Mevlâna şereflendirdi bizi;
hiç beklemezdim; gönlümden bile geçmezdi; buna lâyık da değilim. Benim
gece-gündüz el kavuşturup onun kullarının-kölelerinin safında bulunmam gerekti;
hâlbuki ona bile lâyık değilim hâlâ. Bu ne lûtuf?” diye söylemiştir.
Mevlâna da bu sözler üzerine şöyle buyurmuştur: “Bütün bunlar, himmetinizin
yüceliğinden. Yüce, büyük bir dereceniz var. Ağır, yüce işlere koyulmuşsunuz.
Himmetinizin yüceliği yüzünden gene de kendinizi kusurlu görüyorsunuz; buna
razı olmuyorsunuz; kendinize birçok şeyleri gerekli biliyorsunuz. Gönlümüz
daima tapınızda; fakat bedenle de şereflenmeyi diledik.” [17] (2001: 16).
Pervâne’nin “Benim
gece-gündüz el kavuşturup onun kullarının-kölelerinin safında bulunmam gerekti;
hâlbuki ona bile lâyık değilim hâlâ. Bu ne lütuf?” şeklinde Mevlâna’ya
söylediği saygı ifadelerinin ardından, insana derdin yol gösterdiği şeklindeki
nasihatlerine şu sözlerle devam eder:
İnsana yolu gösteren
derttir, hem de her işte. İnsan, hangi işe koyulursa koyulsun, o işin derdi, o
işin hevesi, aşkı, gönlünde doğmazsa adam, o işe girişemez; o iş, dertsiz kolay
gelmez ona. İster dünya olsun, ister âhiret... İster alış-veriş olsun, ister
padişahlık... İster bilgi olsun, ister yıldız; isterse başkası; hepsi de
böyledir. Meryem de doğum ağrısı başlamadan baht ağacının yanına gitmedi.
“Doğum ağrısı, onu hurma ağacının dibine sevk etti.” (Meryem, 19/23) Onu, ağaca
götüren o dertti de kuru ağaç meyve verdi. Beden Meryem’e benzer. Her birimizin
bir Îsâ’sı var. Bizde dert meydana gelirse Îsâ’mız doğar; fakat dert olmazsa
Îsâ, geldiği o gizli yoldan gider, gene aslına kavuşur; ancak biz mahrum
kalırız; faydalanamayız ondan (2001: 16).
Bu sözlerle,
Mevlâna’nın ziyaretinden Pervâne’nin çok memnun olduğu ve bu sohbetin de davet
haricinde bir ziyaret sırasında gerçekleştiği anlaşılmaktadır. Mevlâna,
Pervâne’nin ağır ve yüce işlere koyulmuş olduğunu ve hangi işe koyulursa
koyulsun derdinin kendisine yol göstereceğini ifade etmektedir.
Fîhi Mâ Fîh’in onuncu
bölümünde Pervâne, Mevlâna’nın da bulunduğu bir ortamda Mevlâna’nın oğlu
Bahaeddîn Veled ile arasında geçen olayı şöyle aktarmıştır:
Mevlâna Bahaeddin,
Hudâvendigâr yüz göstermeden önce, Mevlâna, bunun için Emir benim ziyaretime
gelmesin, yorulup zahmet çekmesin; çünkü bizim türlü- türlü hallerimiz vardır.
Bir hale düşer, söz söyleriz de, bir hale uğrar, söz söyleyemeyiz; bir halimiz
olur, halkla ilgileniriz; bir halimiz olur, yalnızlığa çekiliriz; bir halimiz
de olur ki dalar-gideriz, şaşırır-kalırız; olur ya, Emîr, ben öyle bir
haldeyken gelir ki gönlünü alamayız; onunla konuşmaya, ona öğüt vermeye gücümüz
yetmez; onun için şu daha iyi: Dostlarla oyalanmaya, onları faydalandırmaya,
gücümüz olursa biz gideriz, dostları ziyaret ederiz buyurmuştu diye özür
getirdi (2001: 31).
Bu sözlerle Mevlâna, kendisini ziyarete gelen Pervâne’ye, kendisini
ziyarete gelmemesini çünkü farklı halleri olduğunu ve kendisinin gücü olursa
ziyaret edeceğini oğlu Sultan Veled aracılığıyla iletmiştir. Pervâne’de
Mevlâna’nın da bulunduğu ortamda, bu olayla ilgili olarak, ona gösterdiği
saygıyı ve Mevlâna’nın kendisini bekletmesinin nedenini şu şekilde
yorumlamıştır:
Emîr, Mevlâna Bahâedin’e cevap verdim de
dedim ki dedi: Ben, Mevlâna benimle meşgul olsun, benimle konuşsun diye
gelmiyorum ki; onunla şeref bulayım, kullarının arasına katılayım diye
geliyorum. Şimdicek oluveren olayların biri şu: Mevlâna diyelim kî meşguldü, yüzünü
göstermedi, uzun bir zaman beni bekletti. Bu bekletiş, Müslümanlar, iyi
kişiler, benim de kapıma gelince onları bekletirim, tez yol vermem, bunun bu
kadar güç, bu kadar zor olduğunu bilmem içindir; Mevlâna, başkalarına bu çeşit
davranmamam için beni terbiye etti (2001: 31).
Mevlâna, bu bekletilme konusuyla ilgili Pervâne’nin yaptığı bu yoruma
şöyle bir cevap vermiştir:
Hayır, sizi bekletmem, lütfün da
kendisidir. Hani anlatırlar ya, Ulu Tanrı, a kulum buyurur; duâya koyulup
feryâda başladın mı isteğini tez yerine getirirdim; fakat senin ah etmen,
feryât etmen, hoşuma gidiyor; onun için geciktiriyor, duânı tez kabul
etmiyorum; fazla feryât etmeni istiyorum; çünkü sesin, feryâdın hoşuma gidiyor.
Meselâ bir adamın kapısına iki yoksul gelse, birisi, sevilir, istenir biri
olsa, öbürü de hiç hoşa gitmez biri bulunsa ev sahibi, kölesine, tez, durup
dinlenmeden o hoşuma gitmeyen herife bir ekmek parçası ver de çekilip gitsin
der. Sevileneyse vaatlerde bulunur; daha ekmek pişmedi, dayan da ekmek pişsin
der (2001: 31).
Mevlâna, Pervâne’yi bekletmesinin
sevgisi sebebiyle olduğunu bu örneklerle açıkladıktan sonra, kendisi de
dostları görmek istediğini söylemiş ve dostlukla ilgili de şu nasihatlerde
bulunmuştur:
Çok defa
gönlüm ister ki dostları göreyim, onları doya-doya seyredeyim; onlar da beni
doya-doya görsünler. Burada iyi öze sahip dostlar, birbirlerini iyiden-iyiye
görürlerse o dünyada toplandıkları vakit bildiklik, tanışıklık, pekişmiş
olacağından birbirlerini gene tanırlar, bilirler de dünya yurdunda da
beraberdik biz derler, birbirlerine bir hoşça sarılırlar; bağdaşırlar; çünkü
insan, dostunu tez kaybeder. Görmez misin ki bu dünyada birisiyle dost olursun,
sevgili dersin ona; gözünde bir Yûsuf kesilmiştir o. Fakat bir kötü iş yüzünden
silinir-gider; onu kaybedersin; Yûsufluk, kurtluğa, dönüverir; önceden Yûsuf
gördüğünü şimdi kurt şeklinde görürsün. Görünüşü de değişmemiştir, neyse gene
odur o; fakat şu bir tek eğreti hareket yüzünden onu yitirdin-gitti. Hâlbuki
yarın, bir başka türlü toplanış belirecek; onun özü de bir başka öze dönecek.
Onu iyi tanımazsan, özüne iyiden-iyiye dalmazsan nasıl tanıyabilirsin onu?
Hâsılı insanların birbirlerini iyiden iyiye görüp tanımaları, her adamda eğreti
olan iyi ve kötü huyları bir yana bırakıp özlerine dikkat etmeleri, özlerini
iyiden-iyiye görüp bilmeleri gerek. Çünkü insanların birbirlerine naklettikleri
şu vasıflar, insanın asıl vasıfları değildir (2001: 31-32).
Mevlâna daha sonra Şeyh Serrezi’yi
örnek vererek, müritlerinin bütün isteklerinin Şeyh’te de belirdiğini çünkü
şeyhin bir ayna olduğunu belirterek Pervâne’nin isteklerinin kendisinde de
belirebileceğini ifade etmiştir. Mevlâna, Şeyh Serrezi örneğini şu şekilde
ifade etmiştir:
Şeyh
Serrezî, müritlerinin arasında oturmuştu. Müridin birinde kebap olmuş baş
iştahı belirdi. Şeyh, filâna kebap olmuş baş getirin diye emir verdi. Dediler
ki: A şeyh, onun kebap olmuş baş istediğini ne bildin? Şeyh dedi ki: Otuz
yıldır ki bende istek kalmamıştır; kendimi bütün isteklerden arıttım, hepsinden
de münezzehim; ayna gibi tertemizim, safım. Hatırıma kebap olmuş baş geldi;
kebap olmuş başı içim çekti; bildim ki bunu isteyen filândır. Aynada hiçbir
şekil yoktur, bir şekil görünürse aynadan değildir, bir başkasındandır o.
(....) Tanrı’nın öyle erleri vardır ki pek yüce olduklarından, Tanrı da onları
kıskandığından halka yüz göstermezler; fakat dileyenleri, pek büyük dileklere
kavuştururlar; onlara ihsanlarda bulunurlar. Bu çeşit ulu padişahlar, hem pek
azdır, hem pek nazlı olurlar (2001:
34-35).
Sohbet esnasında
dinleyenlerden biri, “Sizin yanınıza geliyorlar mı o büyükler” diye
Mevlâna’ya bir soru yöneltmiş ve Mevlâna da bu soruyu şu şekilde
cevaplandırmıştır:
Bizim
yanımız kalmamış ki. Nice zamandır ki ne yanımız var, ne önümüz. Geliyorlarsa
inandıkları, düşüncelerinde yarattıkları varlığa geliyorlar, İsa’ya, evine
geleceğiz dediler. Dedi ki: Dünyada bize ev nerde, ne vakit evimiz olabilir ki?
(............................................ )
Senin, seni evden sürüp çıkaran böylesine bir sevgilin varken evin yokmuş,
ne korkun var. Böylesine bir sürüp çıkaranın lûtfuna-ihsanına, böyle bir ağır
elbiseye lâyık oldun; bu lütuf sana mahsus oldu; artık onun seni sürüp
çıkarması, yüzlerce milyon göğe, yere, ahrete, Arş’a, Kürsî’ye değer; hattâ
daha da arıktır bu lütuf, daha üstündür bunlardan (2001: 35).
Mevlâna bu sözleriyle
ziyaret edilecek yanının, bir benliğinin kalmadığını, ziyaretine gelenlerin de
kendi düşüncelerinde yarattıkları Mevlâna’yı ziyarete geldiklerini, kendisinin
Cenab-ı Hakk’ta bütün varlığını yok ettiğini ifade etmiş ve Pervâne’nin yaptığı
ziyaret ile ilgili şu açıklamalarla sohbetin sonunu getirmiştir:
Emîr geldi,
biz de tezcek görünmedik ya; hatırının kalmaması gerektir. Çünkü bu gelişinden
maksadı, ya bizi ağırlamaktı, ya kendini ağırlamak. Bizi ağırlamaya geldiyse
fazla oturdu, bizi bekledi, böylece de bizi fazla ağırlamış oldu; maksadı da
yerine geldi. Yok, maksadı kendini ağırlamaksa, sevaba girmekse fazla
beklediğinden, bekleyiş zahmetini fazla çektiğinden fazla sevaba girdi. Hâsılı
şu iki halde de maksadı neyse maksadına kat-kat erişti, fazlasıyla dilediğini
elde etti. Bu yüzden gönlünün hoş olması, sevinmesi gerekir (2001: 35).
Fîhi Mâ Fîh’in
onbirinci bölümünde Pervâne’nin sorularıyla devam eden sohbetin devamında
sohbeti dinleyenlerden birisi Pervâne için, “Emîr bildiği için Mevlânâpek
büyük, yüce sözler söylüyor” diye bir söz söylemiştir. Mevlâna ise bu söz
üzerine şunları söylemiştir:
Söz zâten
kesilmiş değil; söz, söz ehli olana, o da, söze boyuna ulaşır. Kışın ağaçların
yaprakları yoktur, meyve vermezler amma işte-güçte değil sanmasınlar onları;
daima iştedir-güçtedir onlar. Kış gelir zamanıdır, yazsa harcamak zamanı.
Harcamayı herkes görür, fakat geliri görmez. (....) Başkaları da nazım olsun,
nesir olsun, güzelim sözler söylerler, ince konulara dalarlar, irfana ait
sözlerde bulunurlar. Fakat Emîr’in meyli bu yanadır, bizedir; irfana, ince
konulara, öğütlere değil. Çünkü her yerde bu çeşit sözler vardır, hem de az
değil mi hani. İşte buracıkta, bizi seviyor, bize meyli var; bu, apayrı birşey,
başkalarında gördüğünden apayrı birşey görüyor bizde; başka bir aydınlık
gerekiyor ona (2001: 42).
Mevlâna, Pervâne Mu’inü’d-Dîn
Süleyman’ın ince konulara, irfana ait sözlere öğütlere ilgisinin olmadığını ve
başkalarının da bu tür sözleri olduğunu Pervâne’nin kendisine olan sevgisi,
başkalarında göremediğini kendisinde görmesi sebebiyle meyli olduğunu söylemiş,
bunun ayrı bir şey olduğunu Leyla ve Mecnûn örneğini vererek şu sözlerle ifade
etmiştir:
Hani
anlatırlar; padişahın biri Mecnûn’u çağırdı da ne olmuş sana dedi; neye
uğramışsın? Kendini rezil-rüsvây etmişsin, evinden-barkından, soyundan-sopundan
olmuşsun; yıkılmış, yok olmuş-gitmişsin; Leyla dediğin de kim oluyor, ne
güzelliği var ki? Gel de sana güzeller, alımlı dilberler seyrettireyim, onları
sana feda edeyim, hepsini de sana bağışlayayım. Güzelleri çağırdılar, Mecnûn’un
yanına getirdiler. Güzeller cilvelenmeye başladı. Mecnûn, başını önüne eğmişti,
önüne bakıp durmadaydı. Padişah, başını kaldır da bir bak dedi. Mecnûn dedi ki:
Leylâ’nın aşkı kılıcını çekmiş, başımı kaldırırsam korkuyorum, başımı
uçuruverir. Mecnûn, Leylâ’nın aşkına dalmış, bu hale gelmişti işte.
Başkalarında da göz vardı, yüz vardı, dudak vardı, burun vardı; onda ne
görmüştü de bu hale gelmişti? (2001: 42)
Mevlâna, kendisini ziyarete gelen
Pervâne’ye, kendisini ziyarete gelmemesini çünkü farklı halleri olduğunu, gücü
olursa kendisinin ziyaret edeceğini oğlu Sultan Veled aracılığıyla iletmiş ve
Pervâne’yi kapısında bekletmesinin nedenini sevgisi sebebiyle olduğunu ifade
etmiştir.
Mevlâna, Pervâne’ye olan muhabbetinin sebebinin dünya
için olmadığını, fakat başkalarının bunun için sevdiğini belirtmektedir.
Mevlâna, Pervâne’ye olan sözlerinin ve ziyaretlerinin, sevgisinin miktarını
göstermediğini, sözleri ve ziyaretleri faydalı hale getirenin Cenab-ı Hakk
olduğunu ifade etmektedir. Mevlâna, Pervâne’nin ince konulara, irfana ait
sözlere, öğütlere ilgisinin olmadığını, başkalarının da bu tür sözleri olduğunu
Pervâne’nin kendisine olan sevgisinin sebebinin, başkalarında göremediğini
kendisinde görmesi sebebiyle olduğunu Leyla ve Mecnûn örneğini vererek
açıklamaktadır.
2.2.2.
Mevlâna’nın Pervâne’ye Siyasi Konulara Dair
Sohbetleri:
Mevlâna, Fîhi Mâ Fîh’in birinci bölümünde yeri ve zamanı belirtilmeyen
Pervâne’nin de bulunduğu bir sohbet meclisinde, yaptığı sohbetinin konusuyla
onun ilgisi olmadığı halde Enfal süresinin 70. ayetinin[18]
detaylı olarak tefsirini yapmıştır (2001: 2). Bu dönemde Pervâne Mu’înü’d-Dîn
Süleyman’ın putperest Moğolların Müslüman Memlüklere karşı mücadelesinde ve
kendi aralarındaki çatışmalarında, miktarı azaltılmış Selçuklu askeri ile 1271
yılından sonra İlhan’a hizmet etmesi sebebiyle Anadolu kamuoyunda
eleştirilmiştir (Kaymaz, 1970: 137). Dolayısıyle bu sohbetin konusuna göre
zamanı, 1271 yılından sonra Mevlâna’nın son sönemlerinde yapılmış olmalıdır.
Mevlâna, bu tefsiri Pervâne için yaptığını söylemiştir. Mevlâna,
Pervâne’nin daha önce Müslümanlığa kalkan olduğunu, “Kendimi, feda edeyim,
Müslümanlığın çoğalması için aklımı tedbirimi kullanayım da Müslümanlık kalksın
” diye söylediğini, eskiden buna göre hareket ettiğini söylemiştir.
Mevlâna, Pervâne’nin daha sonra kendi görüşünü beğendiğini, Hakk’ı görmediği ve
her şeyi Hakk’dan bilmediği zamanda, İslamı yüceltmek olan bu sebebi, Cenab-ı
Hakk’ın İslam’ın zararına sebep kıldığını söylemektedir (2001: 4).
Mevlâna bu sohbetinde; Moğol yanlısı bir siyaset izlemesinden dolayı
Pervâne’nin siyasetini tenkit eder ve sonrasında nasihatte bulunur. Mevlâna,
Pervâne’nin Moğollara yardım ederek, Şamlıları ve Mısırlıları yok etmek ve
İslam vilayetlerini harap etmek gibi bir suça düştüğünü belirterek bu durumun
korkulacak, kötü bir hal olduğunu, Cenab-ı Hakk’ın Pervâne’yi, baştaki amacı
olan Müslümanlığın yücelmesi için çalışmak ibadetinden böyle bir suça ve günaha
attığını söyler. Moğollarla birlik olmanın bir suç olduğunu bu suça düşmesinin
sebebini de Pervâne’nin Cenab-ı Hakk’a güvenmeyip kendi fikrine güvenerek iş
yapması sebebiyle olduğunu anlatmak istemiştir. Mevlâna, Moğollarla birlik olan
ve ibadetleri kendinden gören Pervâne’nin hata yaptığını, günaha düştüğünü
fakat yine bu durumdan kurtulmak için Cenab-ı Hakk’tan ümidini kesmemesi
gerektiğini Âl-i İmran süresinin 27. ayeti[19]
ve Yusuf süresinin 87. ayetleriyle[20]
açıklar (2001: 4).
Mevlâna, sohbetinde Cenab-ı Hakk’ın insanları içinde
kötü suretler olan, dışı güzel suretlerle aldattığını, aldatma sebebinin,
insanların iyi işler yaptım diye mağrur olmamaları için olduğunu söyler.
Pervâne’nin bu nedenle her şeyin göründüğü gibi olmadığını anlaması gerektiğini
ta ki, Peygamber Efendimizin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bile o kadar
aydınlık ve aydınlatıcı bir görüşe sahip olmasına rağmen “Ey Allah ’ım
eşyayı bize olduğu gibi göster” diye dua ettiğini söyleyip uyarır. “Güzel
görürsün, hâlbuki hakikatte, o çirkindir; çirkin görürsün hâlbuki o hakikatte
güzeldir” diyerek Peygamberimizin bile “Her şeyi bize nasılsa öyle
göster ki tuzağa düşmeyelim ve daima şaşırmayalım” diye dua ettiğini
söyler. Pervâne’nin kararının da elbette Peygamberden daha aydınlık
olamayacağına göre her bir tasavvura ve karara güvenmeyip Cenab-ı Hakk’tan
korkup ona yalvarıp, yakarıp dua etmesi gerektiğini tavsiye etmiştir (2001: 4).
Mevlâna, Pervâne’ye
bu ayetlerle yüksek bir halden süfli bir hale düşmesinden dolayı, Cenab-ı
Hakk’dan ümidini kesmemesini, ona yalvarıp yakarması ve sadakalar vermesini
nasihat etmiştir. Mevlâna bu tefsiri, bu amaçlarla yaptığını ve Pervâne’nin bu
şekilde anlaması gerektiği halde tefsiri kendine göre yanlış anladığını şu
şekilde belirtmektedir: “Maksadım buydu benim. Oysa bu ayeti, bu tefsiri şu
anda ordular çekmedeyiz; onlara dayanmamak, bozguna uğrasak bile o korku, o
çaresizlik
halinde, gene O’ndan umut kesmemek gerek tarzında kendi meramınca tevil etti;
sözü dileğine göre anladı. Benim maksadımsa söylediğim şeyleri anlatmaktı. ” (2001: 4).
Mevlâna’nın, yaşadığı dönemde Moğol yanlısı bir
siyaset takip ettiği iddia edilmiştir. Yukarıda Pervâne’ye hitaben söylediği
sözlerden de apaçık anlaşılacağı gibi, Mevlâna, Moğollara karşıdır. Nitekim
Pervâne’yi, Moğollarla birlik olup, onlara yardım ederek, Şamlıları ve
Mısırlıları yok etmek ve İslam vilayetlerini harap etmekle suçlamıştır.
Bilhassa o, Pervâne’yi Müslümanların menfaatlerini kollamaması; Selçuklular,
Moğollar ve Memlükler arasında kişisel isteklerine göre hareket etmesi, Cenab-ı
Hakk’a değil, kendi fikrine güvenerek iş yapması yüzünden Müslümanları zarara uğrattığını
belirterek uyarmıştır. Mevlâna, Pervâne’ye, devlet yönetiminde şahsi fikir ve
planlara dayalı izlediği bu yolun hatalı olduğunu, ibadetleri kendinden görerek
hata yaptığını, günaha düştüğünü söyleyerek onu doğru yola çağırmıştır.
Mevlâna, Pervâne’ye ne yapması gerektiği konusunda yol göstermiş, bu durumdan
kurtulması için yapması gerekenleri anlatmıştır. Pervâne’ye, Cenab-ı Hakk’tan
ümidini kesmemesi gerektiğini, yüce Allah’ın ve Peygamberimizin emir ve
tavsiyelerine göre hareket etmesi gerektiğini nasihat etmiştir. Mevlâna’nın
bütün bu nasihatlerine rağmen Pervâne, yanlışa devam etmiş, söylenenleri
anlamamış ya da kendi bildiği şekilde anlamıştır.
Fîhi Mâ Fîh’in üçüncü bölümünde Pervâne, Mevlâna’ya, “Gece
gündüz canım da, gönlüm de tapınızda hizmet etmede; fakat Moğollar’la
uğraşmaktan, onların işleriyle oyalanmaktan vakit bulup da tapınıza gelemiyorum
” diye söyler. [21] Mevlâna da cevaben bu işlerin
de Müslümanların emin ve güven içinde olmalarına sebep olan Allah’ın işi
olduğunu söyler. Müslümanların hoşnut ve ibadetlerle meşgul olmalarını
sağladığı ve malını, bedenini feda ettiği için Pervâne’yi manevi olarak destek
olmuştur. Pervâne’nin yaptığı bu işlerin de Allah’a ibadet için yapılmış hayır
işi olduğunu belirterek yaptığı iş konusunda onu şevklendirmiştir (2001: 13).
Cenab-ı Hakk’ın Pervâne’ye böyle hayırlı bir işe meyil
verdirmiş olmasının sebebini de Yüce Allah’ın yardımına mazhar olmaktan ileri
geldiğini şu sözleriyle açıklamıştır:
Ulu Tanrı mademki
böyle bir hayırlı işe meyil vermiş, ona aşırı rağbet göstermeniz Tanrı
yardımına mazhar oluşunuza delildir. Fakat bu meyilde bir gevşeklik, bir usanç
hâsıl oldu mu bu, Tanrı yardımından mahrum oluşunuza delildir. Çünkü ulu Tanrı,
usanca uğrayan adamın, o işin öylesine bir hayırlı işe sebep olmasını istemez.
Hamam gibi hani, hamam sıcaktır amma o sıcaklığı, külhanda yanan ot, odun,
tezek gibi şeylerdendir. Ulu Tanrı, görünüşte kötü görünen, insanı tiksindiren
sebepler meydana getirir; görünüşte kötüdür amma adamın hakkında yardımdır,
lûtuftur. Hamam bunlarla kızar, halka da faydası dokunur (2001: 9).
Mevlâna, önceki sohbetlerinde Moğol yanlısı bir
siyaset izlemesinden dolayı Pervâne’yi eleştirmiş olmasına rağmen, Moğolların
kötülüklerine engel olarak, Müslümanların güven içinde ibadetlerle meşgul olmalarını
sağlamak için çalışmasından dolayı onu desteklemiş, moral vermiştir.
Fîhi Mâ Fîh’in on
yedinci bölümünde geçen sohbet; Mevlâna ve Pervâne’nin Moğollara bakış açısını
ifade etmesi açısından önemlidir (Mevlâna, 2001: 66). Bu bölümde Pervâne,
Mevlâna’ya hitaben şunları söylemiştir: “Bundan önce kâfirler, putları öperler, putlara secde
ederlerdi. Biz de şu zamanda onun tıpkısını yapıyoruz. Gidiyor, Moğollara secde
ediyoruz; sonra da kendimizi Müslüman sayıyoruz. Ayrıca içimizde hırs, istek,
kin, haset gibi bunca put var; bunların hepsine de itâat etmedeyiz; hem içten,
hem dıştan biz de aynı işi yapıyoruz; sonra da kendimizi Müslüman sayıyoruz. ”
[22] Mevlâna, Pervâne’nin bu
sözleri üzerine şu cevabı verir:
Amma burda bir başka şey var. Hatırınıza şu kötüdür, beğenilmeyecek bir
şeydir düşüncesi geliyor ya; gönül gözünüz, kesin olarak niteliksiz bir pek
büyük şey görmüştür ki bu, size kötü, çirkin görünüyor. Acı su, tatlı suyu
içmiş olana acı gelir. “Her şey, zıddiyle meydana çıkar.” Şu halde Ulu Tanrı
canınıza inanç ışığını vermiş ki bu işleri çirkin görüyorsunuz. Demek ki
güzelin karşısında bu çirkin görünüyor. Böyle olmasaydı neden başkalarında bir
dert yok; ne haldeyseler hallerinden memnunlar; iş bundan ibâret diyorlar. Ulu
Tanrı, size dileğinizi verecektir; elde etmeye çalıştığınızı elde edeceksiniz (2001: 66).
Pervâne bu sözleriyle Moğol yanlısı bir siyaset
izlemesinden duyduğu rahatsızlığı, bir Müslüman olarak kendine bu siyaseti
yakıştıramadığını, içindeki kötü düşünceleri ve iç âlemindeki gerçek düşüncelerini
Mevlâna’ya itiraf etmiştir. Mevlâna, Pervâne’yi bu sözlerle teselli ettikten sonra Kur’an’-ı
Kerim’den bir ayetin (Nasr, 110/1) tefsiri ile Pervâne’ye başarının Allah’tan
geldiğini şu sözleriyle ifade etmiştir:
Tanrı rahmet etsin, esenlikler versin. Mustafa, dünyayı Müslüman
edeyim, Tanrı yoluna sokayım diye çalıştı, çabaladı. Öleceğini anlayınca âh
dedi, ömrüm yetmedi ki halkı çağırayım. Ulu Tanrı dedi ki: Gam yeme, şu anda
geçip gidiyorsun; orduyla, kılıçla iller aldın, şehirler zaptettin ya, ben ordusuz
olarak her yeri, herkesi sana uydurayım, inanç sahibi edeyim. Bunun nişânesi de
işte şu: Ölürken halkın, kapıdan bölük-bölük girdiğini, takım-takım Müslüman
olduğunu göreceksin. Bunu gördün mü de bil ki yolculuk vaktin geldi-çattı;
Tanrı’nın noksan sıfatlarından arı olduğunu söyle, ondan yarlığanma dile ki
oraya göçeceksin artık. Fakat gerçeğe ulaşanlar derler ki manası şudur; insan
sanır ki, kötü işleri kendi gücüyle, kendi çabasıyla kendisinden
giderebilirler. Fazla savaşır, gücünü-kuvvetini daha çok harcar, fakat
gideremez; umutsuz bir hale düşer. Ulu Tanrı ona der ki: O işi gücünle,
kuvvetinle başaracağını sandın (2001: 67).
Mevlâna, Pervâne’ye her
türlü gayreti göstermesini, çalışıp çabalamasını fakat başarıyı kendisinden
bilmemesi gerektiğini, gücün kuvvetin kalmadığı anda Cenab-ı Hakk’ın yardımının
elinden tutacağını şu sözleriyle ifade eder:
Hani çocuk süt emdikçe kucakta taşınır, büyüdü mü yürüsün diye onu
kucaktan indirirler, yere bırakırlar. Şimdi de gücün-kuvvetin bitti artık.
Gücün, kuvvetin varken savaşıp dururdun; arada sırada uykuyla uyanıklık
arasında yahut da uyanıkken sana bir lûtufta bulunurduk da onunla biz arama
yolunda kuvvet bulurdun, umutlanırdın. Şimdi, şu anda araç da kalmadı ya; artık
bizim lûtuflarımızı, bağışlarımızı, yardımlarımızı seyret; bölük bölük başından
dökülür-saçılır onlar. Yüzbinlerce çalışıp çabalamayla bir zerresini bile
göremezsin bu lûtufların. Şimdi bunları gördün, bu devlete erdin ya; “Rabbin:
Överek noksan sıfatlardan arı olduğunu söyle onun” o işi kendi kendine
başarırsın, elinden gelir o iş sanmıştın ya, o sanıdan, o düşünceden tövbe et
artık. Bu işi başarmayı kendinden bildin, bizden değil; fakat şimdi gördün ya;
bu işi başarma, bizdendir; “Yarlığanma dile; gerçekten de o, tövbeleri kabul
eder.” (2001: 68).
Mevlâna, Moğolları konu alan sohbette
Pervâne’ye herşeyin zıddıyla belli olduğunu ve her dönemde Firavunların ve
Nemrutların olduğunu fakat kâfirler istemeseler de Cenab-ı Hak’ın nurunu
tamamlayacağını şu sözleriyle ifade eder:
“Herşey zıddıyla
belli olur, meydana çıkar.” Çünkü zıddı olmadıkça, zıddını söylemedikçe hiçbir
şey, târif edilemez; imkân yoktur buna. (....) Hani Âdem’in karşısında İblis,
Mûsâ’nın karşısında Firavun, İbrâhim’in karşısında Nemrûd, Tanrı rahmet etsin,
esenlikler versin, Mustafa’nın karşısında Abû-Cehl gibi tıpkı... Sonu da yoktur
bunun. Şu halde anlam bakımından zıddı yoktur amma erenlerle Tanrıya bir zıt
belirlemede; hem de halk, onlara ne kadar düşmanlık ederse, ne kadar aykırı
hareket ederse işleri o kadar yücelmede onların, o kadar yayılıp tanınmada.
“Tanrı ışığını nefesleriyle söndürmek isterlerse de Tanrı, kendi ışığını tam
parlatır; kâfirler hoş görmeseler de böyledir bu.” (2001: 68-69).
Mevlâna, Moğol yanlısı bir siyaset izlemesinden dolayı Pervâne’nin
siyasetini eleştirmekte; Moğollarla birlik olup, onlara yardım ederek,
Şamlıları ve Mısırlıları yok etmek ve İslam vilayetlerini harap etmek gibi bir
suça düştüğünü, bu durumun korkulacak, fena bir hal olduğunu ifade etmektedir.
Mevlâna, Pervâne’nin baştaki amacının Müslümanlığın yücelmesi için
çalışmak olduğunu, fakat daha sonra Moğollarla birlik olup ibadetleri kendinden
görerek ve Cenab-ı Hakk’a güvenmeyip kendi fikrine güvenerek hareket etmesi
nedeniyle hata yaptığını tespit etmektedir. Mevlâna, Pervâne’yi
bilhassa
Müslümanların menfaatlerini
kollamadığı; Selçuklular, Moğollar ve Memlükler arasında kişisel isteklerine göre hareket
edip Müslümanları zarara uğratması
sebebiyle uyarmaktadır.
Mevlâna, Pervâne’ye,
devlet yönetiminde şahsi fikir ve planlara dayalı izlediği bu yolun hatalı
olduğunu söyleyerek onu doğru yola çağırmıştır. Mevlâna, Pervâne’ye ne yapması
gerektiği konusunda yol göstermiş; ona bu durumdan kurtulması için yapması
gerekenleri anlatmıştır. Mevlâna, Pervâne’ye, Cenab-ı Hakk’tan ümidini
kesmemesini, yüce Allah’ın ve Peygamberimizin emir ve tavsiyelerine göre
hareket etmesini nasihat etmiştir. Mevlâna’nın bütün bu nasihatlerine rağmen
Pervâne, yanlışa devam etmiş söylenenleri anlamamış ya da kendi bildiği şekilde
anlamıştır.
Mevlâna, Moğollarla birlik olması ve Moğol yanlısı bir
siyaset izlemesinden dolayı Pervâne’yi eleştirmiş olmasına rağmen, Moğolların
kötülüklerine engel olarak Müslümanların güven içinde ibadetlerle meşgul
olmalarını sağlamak amacıyla malını, bedenini feda ederek çalışmasından dolayı
onu manevi olarak desteklemiş, moral vermiştir.
2.2.3.
Mevlâna’nın Pervâne’ye Dini Konulara Dair
Sohbetleri
Mevlâna’nın Pervâne’ye
dini konularla ilgili açıklayıcı sohbetlerine güzel bir örnekle başlayalım.
Fîhi Mâ Fîh’in üçüncü
bölümünde, “Gece gündüz gönlünün Mevlâna ile birlikte olduğunu fakat kötü
meşguliyetler ve Moğolların meseleleri ile uğraşmaktan gelemediğini”
söyleyen Pervâne, sohbetin devamında Mevlâna’ya, “Hakk Teâlâ’ya namazdan
daha yakın bir şey var mıdır?” diye bir soru yöneltir[23].
Mevlâna da bu soruya şu şekilde cevap verir:
Gene namazdır, fakat namaz, yalnız şu görünen şekil değildir. Bu,
namazın kalıbıdır; çünkü bu namazın önü vardır, sonu vardır. Önü, sonu olan her
şey kalıptır; çünkü tekbir, namazın önüdür, selâm namazın sonu. Şehadet
getirmek de yalnız dille söylenen söz değildir. Çünkü onun da önü vardır, sonu
var. Harfe, sese gelen her şeyin önü, sonu olur, o da görünüştür, kalıptır.
Canıysa neliksiz-niteliksizdir, sonu yoktur; ne başlangıcı vardır, ne bitimi.
Sonu-ucu şu namazı peygamberler icad etmişlerdir. Şimdi şu namazı meydana
çıkaran Peygamber şöyle der: “Allah ile bir vaktim olur ki o vakte ne şeriatle
gönderilmiş bir peygamber sığabilir, ne de Tanrıya yaklaştırılmış bir melek” Şu
halde bildik anladık ki namazın canı, yalnız şu görünen şekil değildir;
dalıştır, kendinden geçiştir; şu halde bütün şekiller dışarıda kalır, oraya
sığamaz. Salt anlam olan Cebrail de sığmaz (2001: 9-10).
Mevlâna sohbetin devamında Pervâne’ye
gerçek kıblenin şeyhe yönelmek olduğunu ve benliğini Cenab-ı Hak’ta yok etmesi
gerektiğini, namazdaki halinin nasıl olması gerektiği ile ilgili hadisten
yararlanarak şu nasihatlerde bulunmuştur:
Tanrı rahmet etsin, esenlikler versin, Mustafa, bir gün, bir dostu,
seni çağırdım, nasıl oldu da gelmedin diye azarladı. O dost, namaz kılıyordum
dedi. Mustafa dedi ki: Seni ben çağırmadım mı? Adam, çaresizim ben dedi.
Mustafa buyurdu ki: Her vakit kendini çaresiz görürsen iyidir. Bunda kaldığın
zaman nasıl kendini çaresiz görüyorsan, her halde, hattâ gücün-kuvvetin
yeterken de çaresiz görmelisin. Çünkü senin gücünün- kuvvetinin üstünde bir
güç-kuvvet var ve sen, her halde Hakk’a karşı yok olmuş-gitmişsin. İkiye
bölünmüş değilsin sen ki kimi zaman çaren elinde olsun, kimi zaman çaresiz
kalasın. Onun gücünü-kuvvetini gör de kendini her zaman çaresiz, elsiz-ayaksız,
bunalmış yoksul olmuş bil. Arık bir adamın da yeri mi var, sözü mü olur?
Arslanlar, kaplanlar, timsahlar bile onun karşısında hep çaresizdir, tir-tir
titrerler. Gökler, yerler, hep çaresizdir, onun buyruğuna uymuştur. O pek büyük
bir padişahtır; onun ışığı, ayın, güneşin ışığına benzemez ki o ışık varken
herhangi birşey, olduğu yerde kalakalsın. Onun ışığı, perdesiz yüz gösterdi mi,
ne gökyüzü kalır, ne yeryüzü... Ne güneş kalır, ne Ay. O padişahtan başka
kimsecik kalmaz. “Herşey helâk olur, ancak onun hakikati kalır” (2001: 10-11).
Fîhi Mâ Fîh’in onikinci bölümünde de
Mevlâna’nın Pervâne’ye zalim ve mazlumu konu alan bir sohbeti bulunmaktadır.
Mevlâna, Pervâne’ye yaptığı bir ziyaretinde şunları söyler: “Özledik, fakat
biliyoruz ki halkın işleriyle meşgulsünüz; onun için zahmet vermiyoruz; onun
için uzun bir zamandır, gelmedik.” sözleriyle başlamış olan sohbetin
devamında, Pervâne: “Korku çağı geldi-geçti artık; bundan böyle tapınıza biz
geliriz.” diye bahsettiği, ancak tespit edemediğimiz bu olayla ilgili
Mevlâna, gerçek zalim ve mazlum ile ilgili bir konuşma yapmıştır. Mevlâna,
Pervâne’ye iyi niyetli olunması halinde kurtuluşa ereceği nasihati ile biten şu
sözleri söylemiştir:
Şimdi şundan bahsediyorduk: Birinin çoluğu-çocuğu olsa, başkasının da
olmasa, ondan kesseler de buna verseler görünüşe bakanlar, çoluğu-çocuğu
olandan kesiyor da çoluğu-çocuğu olmayana veriyorsun derler. Fakat dikkat
edersen gerçekten çoluğu-çocuğu olan, asıl odur. Hani mayası temiz bir gönül
ehli, birisini dövse, başını, burnunu, ağzını kırıp dağıtsa herkes, bu adam
mazlum der; fakat gerçekte hiç de zulüm görmemiştir o. Zâlim, gereken işi
yapmayan adamdır. O dayak yiyen, başı yarılandır zulmeden; şu dövense işkilsiz
mazlumdur; çünkü özü temizdir, Tanrı’da yok olmuştur; yaptığı Tanrı işidir;
Tanrı’ya da zâlim denmez. Nitekim Tanrı rahmet etsin, esenlikler versin,
Mustafa da öldürüyordu, kan döküyordu, yağma ediyordu; bütün bunlarla beraber
zâlim onlardı, kendisiyse mazlumdu. Meselâ Mağrib ilinde oturan bir Mağripli olsa,
doğulu biri de kalksa Mağrib iline gelse, garip o Mağriplidir; doğudan gelen şu
adam değil. (....) Nitekim Tanrı rahmet etsin, esenlikler versin, Mustafa,
bozguna uğrasa da mazlumdu, bozsa da mazlumdu; çünkü her iki halde de hak, onun
elindeydi. Mazlum o kişidir ki hak, onun elinde olsun. Tanrı rahmet etsin,
esenlikler versin Mustafa’nın tutsaklara gönlü yandı. Ulu Tanrı, elçisinin
hatırını yapmak için vahiy gönderdi de onlara de ki dedi, bağlarla, zincirlerle
bağlanmışsınız amma bu halde de iyi niyet kurarsanız Ulu Tanrı, sizi bundan
kurtarır, elinizden çıkanı, hattâ kat-kat fazlasını gene verir, başka şeyler de
ihsan eder size; ahrette de sizden razı olur. İki hazne var; biri elinizden
çıkan, biri de ahret haznesi (2001: 44).
Sohbet devam ederken
Pervâne, Mevlâna’ya şu soruyu sormuştur: Kul, ibâdette bulunur, hayır yaparsa o başarı, o hayır,
yaptığı ibâdetten mi meydana gelir, yoksa Tanrı vergisi midir?” [24] Mevlâna bu soruya şu cevabı
verir: “Tanrı vergisidir, Tanrı başarısı. Fakat Ulu Tanrı, lûtfunun sonsuzluğundan
ikisini de kula verir de ikisi de sendendir der. Yaptıkları şeylere
karşılıktır.” Pervâne bu cevaba şöyle karşılık verir: “Mademki,
Tanrı’nın böylesine lûtfu var; kim gerçek olarak birşey diler, isterse onu
bulur, elde eder demektir.” Mevlâna da cevaben şöyle buyurmuştur:
Evet, amma birisine uymadan da olmaz. Nitekim kavmi, Mûsâ’ya uydular,
buyruğunu dinlediler, denizde yollar açıldı, denizi tozuttular,
geçtiler-gittiler. Fakat buyruğunu tutmamaya başladılar, filân çölde bunca
yıllar kaldılar. Başbuğ, eli altındakilerin kendisine uyduklarını, buyruğunu
dinlediklerini gördü mü, onları düzene koyma kaydına düşer. Meselâ, şu kadar
asker, bir kumandanın emri altında olsa kumandana itâat ederler, buyruğunu
dinlerlerse o da onların işlerini düzene sokmak için akıl yorar, onları düzene
koyma kaydında olur. Fakat itaat etmezlerse nerden onların işlerini düzene
koyma kaydına düşecek? Akıl da insanın bedeninde bir başbuğa benzer, bedenin
uzuvları ona itâat ettikçe bütün işleri düzeninde gider; fakat itâat etmezlerse
hepside bozulur. (...) Umarız Ulu Tanrı’dan ki bir hal belirir; o da ancak onun
lûtfudur; bu lûtuf, yüz binlerce çalışıp çabalamadan da üstündür. “Kadir
gecesi, bin Aydan da hayırlıdır.” Bu sözle “Tanrı çekişlerinden bir çekiş,
insanların ibâdetlerinden de yeğdir, cinlerin ibâdetlerinden de” sözü birdir.
Yâni onun lûtfu- keremi gelip çattı mı bu, yüz binlerce çalışıp çabalamanın
yaptığı işi, hattâ daha da fazlasını başarır. Çalışmak da pek güzeldir, pek
iyidir, pek faydalıdır amma lûtfun- keremin karşısında ne olabilir ki? (2001:
45-46).
Pervâne, yine bu
sohbetin devamında sorularına devam eder ve Mevlâna’ya: “Lûtuf da çalışıp
çabalama gücü vermez mi?” diye bir soru sorar ve Mevlâna ise bu soruya şu
cevabı verir:
Nasıl vermez; lûtuf-kerem geldi mi, çalışıp çabalama gücü de gelir.
Fakat Tanrı esenlikler versin, Îsâ neye çalıştı da beşikte “Gerçekten de
Tanrı kuluyum ben, bana kitap verdi” (Meryem, 19/30) demiş; daha anasının
karnındayken Yahyâ onu övmedeydi. Tanrı rahmet etsin, esenlikler versin, Tanrı
Elçisi Muhammed de çalışmadan mı buldu dedi. Mevlâna dedi ki: “Allah göğsünü
açmadı mı ki?” (Zümer, 39/22) İlk olan şey, lûtuftur-keremdir; temel budur;
çünkü sapıklıktan uyanış, onunla gelir; o, Tanrı’nın lûtfudur-keremidir; onun
salt vergisidir. Onunla görüşüp konuşan dostlarda ne diye bu hal belirmedi? O
lûtuftan, o ihsandan sonradır ki kıvılcım gibi birşeydir, sıçrar. Önü Tanrı
vergisidir amma sen pamuk korsun, o kıvılcımı geliştirir, çoğaltırsın; bundan
sonrası da gene Tanrı lûtfudur, Tanrı ihsanıdır. İnsan, ilk kertede küçücük,
arık bir yaratıktır. “İnsan arık olarak yaratılmıştır. ” (Nisa, 4/28)
Hani çakmaktan elbiseye sıçrayan kıvılcım da önce küçücük birşeydir. İnsan arık
olarak yaratılmıştır fakat o arık ateş geliştirilirse bir âlem olur, bir dünyayı
yakar-gider; o önemsiz, o küçük ateş, büyük, ulu bir ateş olur. “Gerçekten
de sen, pek büyük bir huya sahipsin elbet.” (Kalem, 68/4) (2001: 46).
Fîhi Mâ Fîh’in onaltıncı bölümünde
Mevlâna, sohbetinin bir bölümünde Pervâne’nin[25]
kendisine “Temel olan ibâdettir” dediğini ve kendisi de cevaben şunları
söylediğini ifade eder:
İbâdet ehlini, ibâdet dileyeni göster de ben de onlara ibâdet nedir,
göstereyim. Sen şimdi söz istiyorsun, kulağını vermişsin, birşey işitmek,
birşey duymak isteğindesin; söylemezsem üzülürsün. İbâdet iste de ibâdet nedir,
göstereyim sana. Biz, dünyada er arıyoruz ki ona ibâdet nedir, gösterelim.
İbâdet müşterisi bulamıyoruz, söz müşterisi buluyoruz da sözle oyalanıyoruz.
Mâdem ki ibâdet etmiyorsun, ne bilirsin sen, ibâdet nedir? İbâdet, ibâdetle
öğrenilebilir; bilgi bilgiyle anlaşılabilir. Şekil, şekille öğrenilir; anlam,
anlamla. Biz yolda olmuşuz, ibâdete koyulmuşuz, ne çıkar; kim görebilir bizi?
Yolcu yok, yol, ıpıssız. Zâten bu ibâdet, namaz, oruç değil ki. Bunlar,
ibâdetin şekilleri; asıl ibâdet, özdeki anlam. Âdem’in zamanında tâ, Tanrı
rahmet etsin, esenlikler versin, Muhammed’in zamanına dek namaz, oruç bu
şekilde değildi, fakat ibâdet genede vardı. Şu halde bu, ibâdetin şeklidir,
ibâdetse insandaki anlamdır. Hangi ilaç tesir etti dersin ya; orda tesir edişin
şekli yoktur, ancak anlamdır orda bulunan. (....) Ulu Tanrı, evreni sözle
yarattı; “Ol, der, olur” dedi. İnanç gönüldedir, sözle söylemezsen fayda etmez.
Namaz bir iştir; fakat Kur’ân okumazsan doğru olmaz. Sözün değeri yoktur
dediğin zaman bile bu değersizliği gene sözle söylüyorsun; nasıl olur da değeri
olmaz sözün? Sözün değeri yoktur sözünü duyuyoruz ya senden; bunu da sözle
söylüyorsun.
A insan, Tanrı kitabı sensin, sen.
Padişahın güzelliğine
bir aynasın sen.
Kâinatta ne varsa
senden dışarda değil;
Ne istiyorsan
kendinden iste, kendinde ara...
Ne arıyorsan sensin,
sen (2001: 63).
Fîhi Mâ Fîh’in
onbirinci bölümünde Mevlâna, bir sohbetinde: “Hani Gönüller görür görüşür
derler ya; bir laftır, bir sözdür, bir hikâyedir; söyler-dururlar amma onlara
da anlamı açılmamıştır; yoksa söze ne hacet vardı? Gönül tanıklık ettikten
sonra dilin tanıklığına ne hacet? ” diye söylemiş, Pervâne ise bu söze
cevap olarak şunları söylemiştir: “Evet, gönül tanıklık veriyor amma gönlün
aldığı ayrı bir tat var, kulağın aldığı ayrı bir tat, gözün aldığı ayrı bir
tat, dilin aldığı ayrı bir tat. Daha fazla fayda elde etmek için herbirine
ihtiyaç var. ” Mevlâna ise Pervâne’nin bu sözü üzerine şunları söyler:
Gönül dalar-batarsa
hepsi, onunla yok olur-gider, dile ihtiyaç kalmaz. Sevgisi, Tanrı sevgisi
değildi; bedene, nefse aitti; Leyla da balçıktan yaratılmıştı; fakat bu sevgi,
Leyla’nın sevgisi, Mecnûn’u öylesine bir almıştı, Mecnûn, o sevgiye öylesine
bir dalmıştı, batıp gitmişti ki Leyla’yı gözle görmeye de muhtaç değildi;
sözlerini kulakla duymaya da muhtaç değildi. Leyla’yı, kendisinden ayrı
görmüyordu ki.
Hayalin gözümde, adın
ağzımda;
Anışın gönlümde; nereye
mektup yazayım?
Şimdi bedene ait sevgide bile bu güç-bu kuvvet oluyor, âşığı bir hale
getiriyor ki kendisini, sevgiliden ayrı göremiyor; duyguları hep onda gark olup
gidiyor; gözü, kulağı, burnu, başka âzasından hiçbiri, ayrı bir tat istemiyor,
hepsini bir yerde toplanmış görüyor; hepsini bir yerde hazır buluyor. Şu
söylediğimiz uzuvlardan bir tanesi, tam bir zevk duydu mu, hepsi de onun
zevkine dalıp-gidiyor, başka bir zevk istemiyor. (...) Halk “Ben Tanrı’yım”
demeyi büyük bir dâva sanır; hâlbuki “Ben kulum” demek büyük bir dâvâdır. “Ben
Tanrı’yım” demek, büyük bir gönül alçaklığıdır. Çünkü “Tanrı kuluyum” diyen,
iki varlık ispat eder; bir kendisini, bir de Tanrıyı isbata kalkışır. Fakat
“Ben Tanrı’yım” diyen, kendisini yok etmiştir, yele vermiştir; “Ben Tanrı’yım”
der; yâni ben yokum, hep odur, Tanrı’dan başka varlık yoktur; ben salt yokluğum,
hiçim der. (....) Şu kullar, bu âlemde delille, taklitle değil de apaçık,
örtüsüz-perdesiz gördüler ki herkes, iyiden-kötüden, ne yapıyorsa Tanrı’ya
kullukta bulunuyor. “Hiçbir şey yoktur ki onu överek noksan sıfatlardan arı
olduğunu söylemesin” (...) Kesin olarak da bu çeşit bilgiye sahip olan bilgin,
yüz zahitten yeğdir; bu çeşit bilgin kesin olarak yüz zâhitten yeğ. Bu, şuna
benzer hani: Bir adam bir ağaç diker, ağaç da meyve verir. Kesin olarak o meyve
veren ağaç, meyve vermeyen yüz ağaçtan yeğdir; çünkü yolda âfetler çoktur, bu
yüzden o ağaçlar meyve vermeyebilirler. Kâbe’ye varmış bir hacı, çölde yol
aladuran yüz hacıdan yeğdir; çünkü erişebilecekler mi, erişemeyecekler mi diye
korku içindedir onlar. Fakat bu gerçekten de ulaşmıştır; bir gerçekse bin
sanıdan yeğdir (2001: 36-40).
Sohbetin devamında
Pervâne tekrar söze katılır: “Erişmeyen de umutlanır ya.” diye söyler,
Mevlâna da Pervâne’nin bu sözü üzerine şu cevabı verir:
Nerde umutlanan, nerde ulaşan? Korkuyla eminlik arasında çok fark var.
Hattâ bu farktan söz açmaya bile ne hacet... Bu fark, herkesçe görünüp
durmadadır. Söz, asıl şunda: Eminlikten eminliğe de pek büyük farklar var.
Tanrı rahmet etsin, esenlikler versin, Mustafa’nın peygamberden üstün oluşu,
eminlik yüzündendir. Yoksa bütün peygamberler eminliktedir, korkudan
geçmişlerdir; ancak eminlikte de duraklar vardır, “Bâzılarını, dereceler
bakımından bâzılarından üstün ettik” denmiştir. Korku âlemiyle korku
duraklarını söyleyip göstermeye imkân vardır, fakat eminlik duraklarının ne izi
vardır-ne tozu. Herkes Tanrı yoluna ne bağışlıyor diye korku âlemine bir
bakılsa görülür ki biri bedenini bağışlamada, biri mal bağışlamada, biri de can
bağışlamada... Biri oruç tutuyor, öbürü namaz kılıyor... Biri on rek’at
kılıyor, öbürü yüz rek’at. Şu halde onların durakları meydandadır, besbellidir,
onları göstermek de mümkündür. Şuna benzer hani; Konya’ya yahut Kayseri’ye
giden yolların konakları bellidir; Kaymaz, Ubruh, Sultan, daha da başka
duraklar meselâ. Fakat Antakya’dan Mısır’a dek denizdeki konakların izi-tozu
yoktur; onları kaptan bilir, karadakilere söylemez; çünkü zâten de anlamaz
onlar (2001: 40).
Pervâne yine gittikçe
derinleşen bu sohbetin arasında şunları söyler: “Söyleme de bir fayda verir;
dinleyenler, hepsini anlamasalar da birazını anlarlar, izine düşerler,
tahminlere kalkışırlar ya. ” Mevlâna bu sohbeti şu sözleriyle tamamlar:
And olsun Tanrı’ya, bir kimse kap-karanlık gecede elbette gündüze
kavuşacağım, ona doğru gitmedeyim deyip de bu kuruntuyla otursa, uyumasa, ne
biçim gittiğini bilmese de mademki gündüzü bekliyor, gündüze yaklaşıp
durmadadır. Yahut da birisi, kap-karanlık, bulutlu bir gecede bir kervanın
peşine düşse de gitse, nereye ulaştı, nereyi aşıyor, ne kadar yol aldı; bunları
bilmez amma sabah olunca nereye vardığını görür, ne kadar yol aldığını anlar.
Hattâ birisi, Allah için gözlerini yumup açsa bu bile yitmez. “Kim zerre
ağırlığında hayır yapsa karşılığını görür.” Ancak şu var ki: İçi karanlıktır,
özü perdelidir de ne kadar ilerledi, göremez bunu; fakat sonunda görür. “Dünya,
ahretin tarlasıdır.” Kim ne ekerse burada, onu biçer orada (2001: 40-41).
Mevlâna’ya sorduğu sorulardan
Pervâne’nin, dini konulara en ince detaylarına kadar vakıf olduğu ve ileri
seviyede dini bilgiye sahip olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim Fîhi Mâ Fîh’in onbirinci
bölümünde Pervâne’nin soruları ve Mevlâna’nın cevaplarıyla devam eden sohbetin
arasında sohbeti dinleyenlerden birisi Pervâne için, “Emîr bildiği için
Mevlânâ pek büyük, yüce sözler söylüyor” diye bir söz söylemiştir (Mevlâna,
2001: 42).
Mevlâna, Pervâne’ye sohbetlerinde
gerçek kıblenin şeyhe yönelmek olduğunu ve bunun için benliğini Cenab-ı Hakk’ta
yok etmesi gerektiğini tavsiye etmektedir. Mevlâna, Pervâne’ye bir hadisten
yararlanarak kendini her vakit her durumda; gücün-kuvvetin yerinde iken de çaresiz
görmesini, çünkü bütün gücün kuvvetin üstünde bir güç kuvvet olduğunu ve her
halde Hakk’a karşı yok olup gitmiş olması gerektiğini nasihat etmektedir.
Mevlâna, Pervâne’nin ibâdet ile
ilgili sorusunu, ibâdetin namaz, oruç olmadığını, bunların ibâdetin şekilleri
olduğunu, asıl ibâdetin insandaki, özdeki anlam olduğunu ve söz müşterisi
bulduğunu fakat ibâdet müşterisi bulamadığını söyleyerek cevaplamaktadır.
Mevlâna, Pervâne’ye ibâdet, ibâdetle öğrenilebilir; bilgi bilgiyle
anlaşılabilir, şekil, şekille öğrenilir; anlam, anlamla diyerek onu gerçek
ibâdeti öğrenmeye yöneltmektedir.
Mevlâna, sohbet ve beyitleriyle
insanın Cenab-ı Hakk’ın güzelliğine bir ayna olduğunu, kâinatta ne varsa
insanın kendinde bulunduğunu, ne ararsa kendinde aramasını tavsiye ederek
Pervâne’ye manevi olarak yol göstermekte ve onu doğru yola çağırmaktadır.
MEVLÂNA’NIN PERVÂNE MU’İNÜ’D-DÎN SÜLEYMAN’A GÖNDERDİĞİ
MEKTUPLAR
Mevlâna’nın mektuplarında, Mevlâna ve ümerâ arasındaki
münasebetlere dair önemli bilgiler bulunmaktadır. Mevlâna’nın mektuplarında
çağında yaşayan ümerâdan hangileri ile ve ne şekilde münasebetleri olduğu ile
ilgili bilgileri bulmanın yanında, ümerânın özellikleri, mevkileri, özel
hayatlarındaki yaşayışları, kültür dereceleri, nüfuz, zenginlik ve hayır
işlerine ne derece katkıda bulundukları ile ilgili bilgileri de
bulabilmekteyiz.
Mevlâna’nın mektuplarının tamamının üzerinde tarih
yoktur ve iki mektupta da Mevlâna’nın imzası vardır (Mevlâna, 1999: XVIII).
Mevlâna ümerâya yazdığı mektuplarında genel olarak aynı kalıbı kullanmıştır.
Mevlâna tüm mektuplarına “Allah kapıları açandır” manasında “Allah
mufettihu’l-ebvab” sözü ile başlamıştır. Girişte, ümerânın özelliklerine
göre hitap kısmı, sonra dua kısmı, devamından insanlara yardım etmenin
güzellikleri ile ilgili ayet, hadis, öğüt, atasözü veya hikâye, daha sonra
varsa muhatabına olan ricası, istek kısmı ve son olarak dua ile tamamlanmıştır.
Mektupların sonu genellikle “Öyle olsun ey âlemlerin Rabbi” cümlesi ile
tamamlanmıştır.
Mevlâna nasıl düşüncesinde, yaşayışında, hatta
şiirinde hürse, bu mektuplarda da hürdür. Hitap ettiği zata, zamanının türesine
uyup donmuş inşa kaidelerine sığınarak hitap etmez. İçinden nasıl geliyorsa
öyle hitap eder. Mektuplarda, baş taraflardaki hitaplarda bile temayüle uymamıştır
(Mevlâna, 1999: XIII). Mevlâna diğer
mensur eserlerinde olduğu gibi mektuplarında da sade ve anlaşılır bir dili
tercih etmiştir. Mevlâna’nın mektupları içinde sadece bir tanesi nesr-i müsecca[26] ile yazılmıştır. Konya’nın
arif ve zenginlerinden olan Hace-i Cihan’a yazılan bu mektubun müsecca oluşu bu
zatın müsecca yazmaya meraklı olması sebebiyle olmalıdır (Mevlâna, 1999: XVI).
Mevlâna da bu mektubunda bu zatın diliyle konuşmuştur. Mektûbât’ın üslûbu ve
önemi hakkında Bediuzzaman Fürûzanfer de şu tespiti yapmıştır:
Mektupların üslûbu
incelenirse, nesr-i mürsel, yani sade yazılmış olduğundan seci ve diğer sanat
oyunları göstermeyen yazılar arasına koymak gerektir. San’at için ağır bir yük
olan ünvanlardan sarfınazar edilirse, diğer kısımlar sade, külfetsiz tarzda
yazılmıştır. (....) Mevlâna’nın hayatını aydınlatmak, Mesnevi’yi iyi anlamak
bakımından mektupların okunması zaruridir. Mevlâna’nın yaşayışına ait birçok
özelliklerin, Eflâki Menâkıbındaki müphem konuların açıklanması, ancak
mektupların yardımı ile kabil olabilecektir. Mektupların konuları nispetinde
yazılan fesahatli Arapça, Farsça şiirlerle Kur’an-ı Kerim âyetleri, hadisler
onlara yüz türlü güzellik bağışlamaktadır. (Fürûzanfer, 1963: 288).
Mevlâna yazdığı mektuplarında, ümerânın ahlakına, yaptığı hayra,
insanlara karşı gösterdiği iyiliğe, inancına, yaşantısına ve ruhi hallerine
hangi sözler uyuyorsa, onlara o vasıflarla hitap etmektedir.
Mevlâna, ümerâya yazdığı mektupların giriş kısmında yazdığı kişiye göre;
Horosan’ın övüncü, aziz oğlumuz, kardeşimiz, orduların öncüsü, savaş arslanı,
bilginlerin mürebbisi, “Gecenin pek az kısmında uyurlar; seherlerde
yarlığanma dilerler” bölüğünden mazlum olanların imdadına yetişen, vezirler
padişahı, padişahlarla sultanların babası, dinin hariminden ve Müslümanlığın
mülkünden düşmanları kovan, vergiler madeni olan, işin sonunu görür, zayıfların
kaçıp sığındıkları zat, korunmak isteyenlere set kesilen, soylu-boylu, melek
huylu, evlatların övüncü, nefsini şehvetlerden ayıran, nefsini soruya çeken,
gibi emirlerin özelliklerine göre hitaplar kullanmıştır. Mevlâna, mektuplarında
genellikle doğrudan isim söylemeyip; Dinin Muin’i, Dinin Celal’i, Din ve Devlet
Âlemi, Din ve Devletin Tac’ı, Devlet ve Din Fahr’i, Devlet ve Dinin Nuru,
Devlet ve Din Emin’i, Devlet ve Din Mecd’i, Davud soyunun iftiharı ve Din Bedri
gibi ifadeler kullanmıştır.
Mevlâna, “Kardeşlerdir tahtlar üstünde karşı karşıya otururlar”
(Mevlâna, 1999: 21), “Yedi başak bitiren, her başağında yüz buğday olan
tohuma benzer; Allah dilediğine kat kat artırır” (1999: 182) ayetleriyle, “Halk
Allah’ın ayalidir; insanların Allah’a en yakın sevgili, en aziz, Hakk katında
en ulu olanı, ayaline en faydalı olanıdır” (1999: 22), “Gerçekte Allah
çekinenlerledir, ihsanda bulunanlarladır” ve “Kim işi darmadağın olan
birisinin işini düzene sokarsa, Allah da onun işini düzene sokar” (1999:
171), hadisleriyle ümerâyı yardım için teşvik etmektedir.
Mevlâna, ümerâya bir
fakiri, bir düşkünü, zulüm görmüş birine yardım tavsiye etmek, birine öğüt
vermek veya kendisine yazılan bir mektuba cevap vermek için mektuplar yazmıştır
(Öztürk, 1986: 90). Mevlâna, ümerânın ve zengin kişilerin gönderdikleri
paraları Hüsameddîn Çelebi aracılığıyla ihtiyacı olanlara dağıttırmıştır. Kendisi
fetva parası ve medreselerde okuttuğu derslere karşılık verilen ücretle,
kimseye muhtaç olmadan yaşamış, kendisini başkalarının minneti altında
bırakmamıştır. O, bir rubaisinde şöyle demiştir: “Bir kâse ayranım oldukça
onu içerim. Şunun bunun kâsesi ve kesesi ile bağlanmam. Fakirlik ve zaruret
ölümle beni tehdit etse de yine hürriyetimi kulluk mukabilinde satamam.”
(Eflâki, I, 2001: 670).
Mevlâna’nın günümüze
ulaşan yüz kırk yedi mektubundan, ümerâya yazılmış yetmiş sekiz mektuptan yirmi
beş tanesini Pervâne Mu’înü’d-Dîn Süleyman’a yazmıştır. Eflâki’nin, günde on
ila on iki mektubun Mevlâna tarafından Pervâne’ye gönderildiği ifadesine göre
değerlendirilecek olursa bu mektuplardan günümüze çok azının ulaştığı
söylenebilir (Eflâki, I, 2001: 567).
Abdulbaki Gölpınarlı;
VIII, LIV ve LXVI. mektupları içeriğine göre değerlendirerek Mevlâna tarafından
yazılmadığını ve Mevlâna’ya ait toplam yüz kırk yedi mektubun günümüze
ulaştığını tespit etmiştir (Mevlâna, 1999: III). Bu mektuplardan, yetmiş sekiz
tanesi dönemin ümerâsına gönderilmiştir. Bu oran yüzde elli üçe tekabül eder
ki; bu da mektupların çoğunluğunun ümerâya yazıldığını göstermektedir.
(Ayrıntılı bilgi tablo 2’de verilmektedir.)
Mevlâna’nın mektup gönderdiği
ümerânın dönemleri ve yaptıkları görevlere ilişkin bilgiler aşağıdaki tabloda
ayrıntılı olarak verilmiştir.
Tablo 1. Mevlâna’nın Döneminde
Mektup Gönderdiği Tanınmış Ümerânın Dönemleri
ve Yaptıkları Görevler
Sıra No |
Mevlâna’nın
Mektup Gönderdiği Ümerâ |
Dönemi |
Y aptığı
Görevler |
1 |
Pervâne
Mu’înü’d-Dîn Süleyman |
1252 - 1277 |
Serleşker, Emir-i hacip, Pervâne, Vezir |
2 |
II. İzzü’d-Dîn
Keykâvus |
1237 - 1246 |
Sultan |
3 |
Sahip Fahrü’d-Dîn
Ali |
1247 - 1288 |
Melik Dad.[27] Naib, Vezir, |
4 |
Tacü’d-Dîn Mu’tez |
? - 1272 |
Emir, Vezir. |
5 |
Mecdü’d-Dîn Atabek |
? - 1277 |
Vezir, Atabek. [28] |
6 |
Fahrü’d-Dîn
Arslandoğmuş |
1249 -? |
Atabek. |
7 |
Eminü’d-Dîn Mîkâil |
1249 - 1278 |
Naib, Müstevfi.[29] |
8 |
Alemü’d-Dîn Kayser |
? - 1284 |
Atabek |
9 |
Bedrü’d-Dîn
Gühertaş |
? |
Emir |
10 |
Cacaoğlu Nurü’d-Dîn |
? |
Serleşker (Subaşı) |
11 |
Celalü’d-Dîn
Müstevfi |
? |
Müstevfi, Naib |
12 |
Celalü’d-Dîn
Karatay |
1236 - 1254 |
Taştdar,[30] Naib, Atabek |
Türkiye Selçuklu Devleti’nde
Mevlâna’nın çağında, I. Alaaddîn Keykubat (1220-1237), II. Keyhüsrev
(1237-1246), II. Keykâvus (1246-1262), IV. Kılıçarslan (1249-1254, 1257-1266)
ve III. Keyhüsrev (1266-1282) olmak üzere toplam beş sultan hüküm sürmüştür.
Mevlâna ile mektuplaşan veya mektupları günümüze kadar ulaşan sultan sadece II.
Keykâvus’tur. Türkiye Selçuklu Devleti ümerâsından; Pervâne Mu’înü’d-Dîn
Süleyman, Sahib Ata Fahrü’d-Dîn Ali, Tacü’d-Dîn Mu’tez, Mecdü’d-Dîn Atabek,
Fahrü’d-Dîn Arslandoğmuş, Eminü’d-Dîn Mîkâil, Alemü’d- Dîn Kayser, Bedrü’d-Dîn
Gühertaş, Cacaoğlu Nurü’d-Dîn, Celalü’d-Dîn Müstevfi ve Celalü’d-Dîn Karatay
olmak üzere tanınmış toplam on bir ümerâ ile Mevlâna arasında mektuplarla
iletişim kurulmuştur.
Sıra No |
Mevlâna’nın
Mektup Gönderdiği Ümerâ |
Gönderilen
Mektup Sayısı |
Mektupların Ümerâ Arasında Dağılım Oranı (%) |
1 |
Pervâne
Mu’înü’d-Dîn Süleyman |
25 |
32,0 |
2 |
Sultan II.
İzzü’d-Dîn Keykâvus |
10 |
12,8 |
3 |
Sahib Fahrü’d-Dîn
Ali |
13 |
16,6 |
4 |
Tacü’d-Dîn Mu’tez |
9 |
11,5 |
5 |
Mecdü’d-Dîn Atabek |
5 |
6,4 |
6 |
Fahrü’d-Dîn
Arslandoğmuş |
4 |
5,1 |
7 |
Eminü’d-Dîn Mîkâil |
3 |
3,8 |
8 |
Alemü’d-Dîn Kayser |
2 |
2,5 |
9 |
Bedrü’d-Dîn
Gühertaş |
2 |
2,5 |
10 |
Cacaoğlu Nurü’d-Dîn |
2 |
2,5 |
11 |
Celalü’d-Dîn
Müstevfi |
2 |
2,5 |
12 |
Celalü’d-Dîn
Karatay |
1 |
1,2 |
Ümerâ arasında; 25 mektup ile diğer ümerâya göre yüzde 32
oranla, en fazla mektup, Pervâne Mu’înü’d-Dîn Süleyman’a gönderilmiştir. Ayrıca
ümerâ ile en fazla mektuplaşma; Pervâne Mu’înü’d-Dîn Süleyman, Sahib
Fahrü’d-Dîn Ali, Tacü’d-Dîn Mu’tez ve Sultan II. Keykâvus ile yapılmıştır. Bu
dört ümerâya yazılan mektupların, tüm ümerâya göre yazılma oranı ise yüzde
72,9’a tekabül etmektedir. Bu mektupların yüzde 27,1’lik oranı da, diğer
ümerâya; Mecdü’d-Dîn Atabek Fahrü’d-Dîn Arslandoğmuş, Eminü’d-Dîn Mîkâil,
Alemü’d-Dîn Kayser, Celalü’d-Dîn Karatay, Cacaoğlu Nurü’d-Dîn ve Bedrü’d-Dîn
Gühertaş’a gönderilmiştir.
Sıra No |
Mevlâna’nın
Ümerâya Yazdığı Mektupların Gönderilme Nedeni |
Gönderilen
Mektup Sayısı |
Ümerâ
Arasındaki Mektuplara Göre Dağılım Oranı (%) |
1 |
Maddi Yardım |
35 |
44,8 |
2 |
İş Talep Etme |
10 |
12,8 |
3 |
Adaletin Temini |
10 |
12,8 |
4 |
Vergi Affı |
5 |
6,4 |
5 |
Suçun Affı |
4 |
5,1 |
6 |
Nasihat, Tavsiye |
4 |
5,1 |
7 |
Teşekkür Etme |
3 |
3,8 |
8 |
Ayrılık Tesellisi |
3 |
3,8 |
9 |
Kutlama |
2 |
2,5 |
10 |
Mazeret Bildirme |
1 |
1,2 |
11 |
Cevap Mektubu |
1 |
1,2 |
Tablo 4. Mevlâna’nın Dönemindeki Tanınmış Ümerânın Mektuplarının Gönderilme
Nedenlerinin Dağılımı
|
MEKTUPLARIN
GÖNDERİLME NEDENLERİ
O
Z cs c/5
2 |
Sultan II. İzzü’d-Dîn Keykâvus |
1 |
|
3 |
|
1 |
|
3 |
1 |
1 |
|
|
3 |
Sahib Fahrü’d- Dîn Ali |
6 |
3 |
1 |
2 |
1 |
■ |
■ |
■ |
■ |
■ |
|
4 |
Tacü’d-Dîn Mu’tez |
6 |
2 |
|
|
1 |
|
|
|
|
|
|
5 |
Mecdü’d-Dîn Atabek |
3 |
■ |
■ |
1 |
|
■ |
■ |
■ |
■ |
■ |
■ |
6 |
Fahrü’d-Dîn Arslandoğmuş |
2 |
|
|
1 |
|
1 |
|
|
|
|
|
7 |
Eminü’d-Dîn Mîkâil |
1 |
1 |
1 |
■ |
■ |
■ |
■ |
■ |
■ |
■ |
■ |
8 |
Alemü’d-Dîn Kayser |
|
|
|
|
|
1 |
|
|
|
|
1 |
9 |
Bedrü’d-Dîn Gühertaş |
2 |
■ |
■ |
■ |
■ |
■ |
■ |
■ |
■ |
■ |
■ |
10 |
Cacaoğlu Nurü’d-Dîn |
1 |
|
|
|
1 |
|
|
|
|
|
|
11 |
Celalü’d-Dîn Müstevfi |
1 |
|
1 |
■ |
■ |
■ |
■ |
■ |
■ |
■ |
■ |
12 |
Celalü’d-Dîn Karatay |
1 |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
1 |
TOPLAM |
35 |
10 |
10 |
5 |
4 |
4 |
3 |
3 |
2 |
1 |
1 |
1 |
Pervâne Mu’înü’d-Dîn Süleyman |
Mevlâna, ümerâya mektuplarını; maddi
yardım, iş talep etme, adaletin temini, vergi affı, suçun affı, nasihat,
tavsiye, teşekkür etme, cevap mektubu, kutlama, mazeret bildirme ve ayrılık
tesellisi gibi amaçlarla yazmıştır. Mevlâna mektupların yüzde 44,8’ini;
yakınlarına, dostlarına ve müritlerine maddi yardım ricasıyla ümerâya
yazmıştır. Bu mektupların yüzde 70,4’ü; maddi yardım, iş talep etme ve adaletin
temini ricasıyla yazılmıştır. Bu mektupların yüzde 29,6’lık oranı da; vergi
affı, suçun affı, nasihat, tavsiye, teşekkür etme, cevap mektubu, kutlama,
mazeret bildirme ve ayrılık tesellisi gibi diğer nedenlerle yazılmıştır. (Bkz. Tablo:
3 ve Tablo: 4).
2.3.2. Mektûbât’a
Göre Mevlâna Ve Pervâne Mu’înü’d-Dîn Süleyman Arasındaki İlişkiler
2.3.2.I.
Mevlâna’nın Mektuplarında Pervâne’ye Karşı Kullandığı Hitaplar
Mevlâna, yazdığı bütün mektuplarında
Pervâne’ye çoğunlukla birbirinden farklı hitaplar kullanmıştır. Fakat Din ve
Devlet Muini, Pervâne Bik, Pervâne-i Muazzam, Din’in Muini Pervâne,
Mu’inü’d-Dîn, Pervâne, gibi hitaplardan birini veya birden fazlasını bütün
mektuplarında kullanmıştır.
Mevlâna’nın, Pervâne için kullandığı
bazı hitapları onun maneviyatı ile ilgili hitaplarıdır. Ona; Allah lütfuna
ihsanına sarılan, kurtuluş muradına eriş mührüyle mühürlenmiş, dindar Pervâne
Bik ahiret yurdunu yüce konakları dileyen, Ruhul- Kudüs’le kuvvetlendirilmiş, “Onlar,
gecenin az bir kısmında uyurlar, seher çağlarında yarlığanma dilerler; Allah’ı
ayakta, oturarak, yan yatarak anarlar; kınayan kişinin kınayışından korkmazlar”
ayetlerinde bildirdiği gibi Allah’a kulluk için çalışan, Allah’a kulluk etmeye
pek düşkün olan, Allah’ın sevdiği şeyleri seven, “Yanları döşek nedir
bilmez, Rablerini korkarak, umarak çağırırlar” ayetiyle övülen, “Elbette
ahiret, sana dünyadan hayırlıdır” başarısıyla kuvvetlendirilen, kendini din
uğruna savaşa vakfetmiş, Allah halkını esirgeyen, “Kâfirlere karşı çetin,
aralarında merhametli kişiler” den olan, ebedi bağışla kuvvetlendirilmiş,
ruhu Arş’a mensup olan, diye hitap etmiştir.
Bazı kullandığı hitaplar onun
bulunduğu makamıyla ilgilidir ona; Din ve Devletin Muîn’i, beylerin padişahı
ulu Pervâne, emirler padişahı, kendi gücünden kuvvetinde çekinen, Sahib-i Azam,
Rabbani vezir, ruhani hâkim, Pervâne Bik, Pervâne-i Muazzam, Mu’inü’d-Dîn,
Pervâne, Din’in muini Pervâne.
Bazı kullandığı hitaplarda onun
cömertliği ile ilgilidir ona; şihapların ışığı olup bulutları rahmetle dolduran
yaratıkların imdadına koşan ululular ulusu, tertemiz, apaydın, güzel kokulu,
latif, yüce, bağışlar bağışlayan, nimetler sunan, sonsuz devletle
kudretlendirilmiş, cömertlikte ve kuşluk çağında gizlenmez, örtülmez güneş.
Bazı hitaplarda onun yönetimi ile
ilgilidir ona; adaletle, halk katında övülmüş bulunan emirler padişahı, mülkün
güvenci, mazlumların yardımcısı, yoksullarla düşüp kalkan, beylerle
perdecilerin padişahı, “Doğuda olmayan, batıda da olmayan” yerde de
bulunmayan, gökte de bulunmayan; İlahi, Rabbani, ezeli ve ebedi olan, devletler
bağışlayan güneş; gerçekleri aydınlatan, pek aydın ay, yağmur yağdıran bulut,
bilginlerin terbiyecisi, emirlerin, perdecilerin padişahı, yücelikleri baş
tacı, sağlam kulp, en yüce direk, yeter derecede rahmet gölgesi, tertemiz
şeraitin arkası, dayancı, iki devletle kuvvetli, beline-diline dindar, doğru
yolla tam inancı dirilten, lakapları yüce, büyük kişilerin övüncü Pervâne-i
muazzam, adalet Asaf’ı, savaş aslanı, ordunun öncüsü, padişahlarla sultanların
özü doğru gerçek dostu, emniyet ve âmânı sağlayan, anılışı yüce, düşüncesi
ince, soyu-boyu, aslı-nesli güzel, işin sonunu gören, kâfirlerle şeytanların
köklerini söken, zamanın Nizam-ül Mülkü, erenleri seven, öz doğruluğu madeni
bulunan, şeklindeki hitaplarla hitap etmektedir.
2.3.2.2. Mevlâna’nın Mektuplarının
Pervâne’ye Gönderilme Nedenleri
Mevlâna, Pervâne’ye gönderdiği yirmi
beş mektuptan onbirini maddi yardım talep etmek amacıyla, dördünü adaletin
temini için, dördünü iş isteme ricasıyla, üçü teşekkür amacıyla, biri vergi
affı istemek için ve gönderdiği bir mektubunu da, Pervâne’nin seferden dönüşünü
kutlamak için yazmıştır.
Mevlâna, gönderdiği
mektuplardan onbirini Pervâne’den maddi yardım talep etmek amacıyla yazmıştır.
XXXI. mektupda oğlu Emîr Alîm Çelebî için yardım istemektedir (Mevlâna, 1999: 49). Mevlâna LXXXVIII. mektubunda Çelebî
Hüsameddîn’in
masraflarına, giderlerine yardım etmesi için Pervâne’ye ricada bulunmaktadır
(1999: 120). LXXII. mektup Seyyîd Şerefeddîn’e yardım ricasında bulunmuştur
(Mevlâna, 1999: 110). LXXXIV. mektup, mektubu kendisine getiren ismi
belirtilmeyen şahsa yardım için yazmıştır (Mevlâna, 1999: 126). LXXXV.
mektup,
Çelebî Hüsameddîn’in oğlu Sadreddîn için Pervâne’den yardım ricasıyla
yazılmıştır (Mevlâna, 1999: 127). Mevlâna LXXXVI. mektubunda Pervâne’den zikir
meclisinde bulunan birkaç derviş için yardım istemektedir (1999: 128). XCVI.
Mektup,
Çelebî Hüsameddîn’in damadı Nizameddîn’e yardım ricasıyla yazılmıştır. (1999: 141). Dua ve selamlarla başlayan CXVI.
mektubunda işleri bozulan
Nizameddîn’e
yardım etmesi için yazmıştır (Mevlâna, 1999: 174). Mevlâna LXIII. mektubu
İhtiyâreddîn ve Îmâdeddîn için yazmış ve bu şahıslarla Pervâne’ye göndermiştir.
Bu mektupta öğrenim gören bu iki gencin birkaç dirhem olan elbise paralarının
kesildiğini bildirmiş ve Pervâne’den yardım istemiştir (1999: 96).
Mevlâna XXXVII. mektupta borçlu olan
bir şahsı bağışlaması halinde kendisini çok mutlu edeceğini ve çok dua
edeceğini yazmıştır (1999: 55). Mevlâna, Pervâne’ye yazdığı XLII. mektubunda
Moğolların katır istediklerini beyân etmiştir (1999: 64).
Mevlâna, Pervâne’ye gönderdiği
mektuplardan dördünü adaletin temini amacıyla yazılmıştır. XXVII. mektup,
Pervâne’ye cevaptır. Ayrıca bu mektupta Mevlâna, bazı şahısların Pervâne’nin
kendilerini bağışlaması, lütuflarda bulunması için Mevlâna’dan yardım
istemeleri üzerine yazılmıştır (1999: 44). Mevlâna XLIII. mektubu “oğlumuz’”
diye hitap ettiği Nizameddîn’in affı için yazmıştır. Pervâne’nin Nizameddîn’i
affetmesi halinde kendisine çokça dua edeceğini ve Allah katında yüzlerce lütuf
göreceğini yazmıştır (1999: 65). Nizameddîn’in kim olduğuna dair tam bir
kesinlik yoktur. Sipehsâlâr (1977: 150), Nizameddîn-i Hattât diye tanınan bu
kişiyi Mevlâna’nın halifelerinden biri olarak göstermektedir. Eflâkî, Kuyumcu
Selâhaddîn’in kızı Hediye Hâtun’un eşi olarak bildirmektedir (II, 2001:
310-312).
Mevlâna LI. mektubunu kendisiyle
ilgilenen ve yakını olarak gösterdiği Kerîmeddîn Mahmûd için Pervâne’ye
yazmıştır. Kerîmeddîn Mahmûd ile birlikte gönderdiği bu mektupta Bektemüroğlu
Kerîmeddîn’in bir töhmet altında bırakıldığını, bu şahsın Pervâne tarafından
yargılanıp bağışlanmasını rica etmektedir (1999: 78). Mevlâna LXXXII. mektubu,
Pervâne’ye bağlı olan kişilerin Mevlâna’nın “aziz, kız kardeş”” olarak
vasıflandırdığı bir hanımın zaviyesine yerleştiklerini, orayı konak haline
getirip oradaki şahıslara kötü davrandıklarını yazmış ve bu konuda yardım
istemek için yazmıştır (1999: 124).
Mevlâna, gönderdiği mektuplardan
dördünü Pervâne’den iş isteme amacıyla yazmıştır. Çelebî Hüsameddîn’in de
selamı olduğu LXVIII. Mektup, Mevlâna’nın övdüğü “oğlumuz'’” diye
vasıflandırdığı Hamîdeddîn aracılığı ile Pervâne’ye gönderilmiştir. Mevlâna
mektubunda Nusretüddîn’e ait olan tekkenin bu zâta verilmesini yazmıştır (1999:
103).
Mevlâna XCIX. mektubunda, Pervâne’den
“oğlumuz”” diye vasıflandırdığı Hüsâmeddîn’e bir işe girmesi için ricada
bulunmaktadır (1999: 146).
CI. mektup, Mevlâna’nın yakınlarından
olduğunu belirttiği Şemseddîn adlı şahıs için Pervâne’ye yazdığı tavsiye
mektubudur (1999: 150).
Mevlâna CXIV. mektubunu Pervâne’ye
bir hayli övdüğü Şemseddîn’e bir iş vermesi için yazmıştır (1999: 172).
Mevlâna, CXX. mektubunda “Oğlumuz””
dediği “Müderrislerin baş tacı” olarak vasıflandırdığı Müderris
Mecdeddîn’i tavsiye etmiştir. Mektubu götüren Mecdeddîn’i ev halkından göstermiş
ve onu övmüştür (1999: 180).
Mevlâna, Pervâne’ye gönderdiği yirmi
beş mektuptan üçü teşekkür amacıyla gönderilmiştir. Bunlardan, gönderilen II.
Mektup, Çelebî Hüsâmeddîn’in oğlu Sadreddîn için yaptığı yardımlardan dolayı
teşekkür amacıyla yazmıştır (1999: 4). XVI. mektup Emir Seyfeddîn’i affeden
Pervâne’ye ailesi, oğulları ve akrabaları adına teşekkür için yazılmıştır
(1999: 28). XXX. mektubunda, Pervâne’ye dualarda bulunmuş ve Pervâne’nin
kendisine gönderdiği selamlara teşekkür için yazmıştır (1999: 48).
Mevlâna, Pervâne’ye gönderdiği bir mektubu vergi affı
istemek için yazmıştır.
Mevlâna XXVI. mektubu, Eflâkî’nin Melike Hâtun’un eşi
olduğunu bildirdiği Şihabeddîn’in alış veriş için Sivas’a gitmesi gerektiğini
fakat Bac vergisinden dolayı sıkıntı çektiği için bu vergiden affı için
yazmıştır (1999: 44).
Mevlâna, Pervâne’ye gönderdiği
CXXXVII. mektubu, Pervâne’nin seferden dönüşünü kutlamak için yazmıştır (1999:
207).
Mevlâna, Pervâne’den müritlerinin ve
halkın maddi yardım, iş ve adalet isteme ricalarını, mektuplarla iletmek
amacıyla yazmıştır. Bazı mektuplarını da teşekkür ve tebrik amacıyla yazmıştır.
Mevlâna, diğer mektuplarında olduğu gibi Pervâne’ye gönderdiği mektuplarında
girişte muhatabına uygun hitap kısmıyla başlamış, dua, istek, övgü ve nasihatle
devam etmiş, fakat mektupları, insanlara yardım etmek amacıyla göndermiştir.
Mevlâna yazdığı mektuplarla ümerâ ile halk arasında aracı olmuştur.
2.3.2.3. Mektuplarda Mevlâna’nın
Pervâne’ye Yaklaşımı
Mevlâna, XXVI. mektupta; Pervâne’ye
şunları ifade eder: “Bu duacının selamını, duasını okuduktan sonra
ısrarlarımdan, baş ağrıtmalarımdan dolayı utanmakta olduğumu da bilin; sizi
anıp durmadayım; lütuflarınıza şükürler etmedeyim.” (1999: 43).
Mevlâna, LI. mektupta; “Bu birbiri
üstüne baş ağrıtmalarımızı da ma’zur görün; çünkü “Tatlı suyun başı
kalabalıktır.” (1999: 78).
Mevlâna, LXVIII. Mektupta; “Bu özü
doğru duacı, kutlu tapınıza, mektuplarla, yazılarla, zahmet vermemeyi son
derecede istemekte ama ihtiyaç sahipleri; zamanın yılların sonuna dek daimi
olsun; o bengi sudan, o kutluluklar Kevserinden başka bir yerde, bir kaynak
göremediklerinden, size başvuruyorlar” (1999: 102).
Mevlâna, CXVI. mektupta; Pervâne’ye
çok isteklerde bulunduğu için utandığını söylemiştir. Mevlâna mektubunda şu
ifadeleri kullanmıştır: “Devlet ve Din Muin’inin mektuplarımla başını
ağrıttığımdan ve ona ısrarlarda bulunduğumdan çok mu ama çok utanıyorum ”
(1999: 173).
Mevlâna, LXXVIII mektupta; “Boyuna,
Pervane Bik’in yaptığı hayırları duyuyoruz; bütün halka, afet yollarını
kapatıp, hele muhtaçlara sadakalar vererek yaptığı iyilikleri işitiyoruz. Bu
duacının, boyuna isteği; hayırlararınızın büyük ve faydası çok yerlere,
müstehak olanlara harcanmasıdır. (....) Böylece de hayır tohumlarınız, en
hayırlı tarlalara ekilmeli ki şaşılacak meyvalar versin (1999: 120).
Mevlâna, XXVII mektupta; Pervâne’ye olan sevgisini şu
şekilde ifade etmiştir:
Sevgimi ve duamı, gösterişle karışmasın
diye bildirmek istemedim, ama Allah rahmet etsin, esenlik versin, Mustafa’nın
emrine uyup bildiriyorum. Mustafa, mescitte oturuyordu; birisi, mescidin kapısı
önünden geçti. Dostlardan biri, ey Allah elçisi dedi, şu geçen kişiyi seviyorum
ben. Mustafa, kalk buyurdu, bu sevgiyi ona bildir. Bildirmede gösteriş âfeti
olsaydı, o Âdem’in de, âlemin de en ince şeylerini bilen, asla bu bildiriş için
fetvâ vermezdi (1999: 55).
Mevlâna, Pervâne Mu’înü’d-Dîn
Süleyman’a gönderdiği CXXXVII. mektubu, onun seferden dönüşünü kutlamak için
yazmıştır. Mektubunu şu beyitlerle süslemiştir:
“Cennetin de seninledir, cehennemin de.
Özüne bak da, ciğerde cehennemler gör, gönülde cennetler.
Erler, tan yeri dolaylarında gönül gibi sefer ederler;
Ne konaklara bağlıdır onlar, ne palana, deveye bakarlar.”
Darmadağın olan saltanat, şeytanın şomluğundan darmadağın
olmuştur;
Gene saltanat Süleyman’ın oldu, oldukça da dilerim, böyle
olsun.” (1999: 207).
Mevlâna, devrinde bir padişah gibi
hüküm süren Pervâne’ye Cenab-ı Hakk’ın bir insana kendi padişahlığını verdiğini
ülkeleri ve şehirleri emrine verdiğini, padişahların adını minberin üstünde
okuttuğunu, gümüş ve altın paralara adını kazıttığını yani isteyenlere her
türlü bağışlarda bulunduğunu yazdığı II. mektubunda şu sözleri ifade eder:
Ululandıkça ululansın, mülk ıssı yüce
padişah, birisine dünya mülkünü verir; başına yücelik tacını kor; saltanat
tahtına oturtur onu. Ülkeleri, şehirleri onun buyruğuna râmeder; baş çekenlerin
gönüllerini, kendileri isteseler de, istemeseler de ona bağlar; hazineleri,
askerleri, onun dileklerine feda eder; o da hâzinelerin lütfuyla, askerlerin
kahriyle, kendi padişahlığını isteyenlere bağışlarda bulunur; minberin üstünde,
hutbede adını okutur; gümüş, altın, bütün paralara adını, damgasını bastırır (1999: 4).
Mevlâna, Pervâne’ye
bütün bu ihtişamın, dünyanın nimetlerinin boş olduğunu, bu saltanatın geçici
olduğunu verdiği gece ve gündüz örneği ile şu şekilde açıklar:
Fakat pek az bir zaman içinde, önüne ön
olmayan mühendisin toprak levhine çizdiği bu çizgileri, gene o mühendis, her
gece yok eder durur; çünkü “Bir delil olan geceyi giderdik” (İsra, 17/12)
denmiştir. Gecenin habersizliği içinde ne emir kalır, ne memur; ne hâkim kalır,
ne mahkûm: ne efendi kalır, ne kul. Bu çizgilerin, bir tek mühendisin eline
mahkûm olduğunu bilsinler diyedir bu. Gerçekten bir koku almadılar mı da,
herkes bu durmayan, bu ebedi olmayan saltanat dalgıcının, ebedi saltanatı,
ebedi tacı - tahtı, askeri - hazneyi bildirme için bir numune, bir usturlap
olduğunu anlasın, bilsin diye hepsini ölüm gecesiyle yok eder. Çünkü her hayâl,
bir gerçeğin numunesidir; her rüya, bir yoruşun numunesi (1999: 4).
Mevlâna, Pervâne’ye
bütün bu yaşantının bir rüyadan ibaret olduğunu, bu rüyanın sonunun iyi
biteceğini fakat Pervâne’nin Allah’a kavuşmak için özlem duyması, onun
razılığını istemesi ve yoksulların gönüllerini alması gerektiğini şu şekilde
açıklar:
Beylerin padişahı ulu Pervâne’nin,
meleklere, peygamberlere yaraşan yüce himmetini sarf etmesi, zevali olmayan
Tanrı’ya kavuşmak için özlemler çekmesi, ibadette, itaatte bulunması, Tanrı
razılığını istemesi, yoksulların gönüllerini alması her işin sonunu düşünmesi,
Tanrı’nın vaatlerine dayanması da bir rüyadır; bu rüyanın yorumu, Tanrı
tapısında biricik olan o zatın yüce mertebeye erişeceğidir, tam yardıma
kavuşacağıdır, iyi bir son elde edeceğidir. Allah yüceliğini ebedi kılsın;
güzel huyları, olgunluğuna tanıktır. Ona bağışlanan bu başarı kutluluğunun sonu
gelmesin, bu kutluluk kesilmesin (1999: 4).
Mevlâna, mektubunu esas
gayesine gelir, gecikmemesi gerektiğine değinir. Bütün diğer mektuplarında
sözlerini bir ayet, hadis veya bir şiir ile desteklediği gibi burada da bu
gecikmeyi bir hadisle ve devamında da bir beyitle destekler: “Aziz oğlumuz
Sadreddîn ’e lütuflar buyrulmuş; öğrendik, şükürler ettik; umarız ki gecikmez.
“Geciktirmede, hayır için afetler vardır, geciktirme. Namazı, vakti geçmeden
kılın, tez olun.” Nâipler, nerden verelim, nasıl edelim derler”.
“Ustan, aşktır senin; oraya varınca,
Zati o, hâldiliyle sana söyledi mi, dediğini yap” (1999: 4).
Mevlâna, Pervâne’ye
Hakk ehline yardım etmeyen münafık insanların Kur’an’da “Dileseydi Allah
doyururdu onu, biz mi doyuralım” dediklerini Yüce Allah’ın onlara, “Göklerin
hazineleri de Allah ’ındır, yeryüzünün hazineleri de; ama münafıklar
bilmiyorlar” şeklinde cevap verdiğini belirtir (1999: 5).
Mevlâna, zor durumda
kalan ihtiyaç içindeki insanlara yardım etmenin önemini Pervâne’ye şu şekilde
ifade eder:
Bilmezler ki bu,
onları sınamak içindir. Çünkü bu kulların razılığı, bizim razılığımızdır; kendi
razılığımızı, onların razılıklarında gizlemişizdir. Düzenlerle yedi kat göğe
ağsan razılığımızı bulamazsın; İblis gibi kahır durağında kalakalırsın. Kendi
havana, kendi hevesine uyup gönül alçaklığı etsen de, ta öküzün, balığın
sırtına insen, gene razılığımızı bulamazsın. Tanrı: “Yerime sığamadım, göğüme
sığamadım da ancak mü’min kulumun gönlüne sığdım” der. Yani razılığımı, onların
razılığına verdim; onların razılığını ara. Çünkü akıllı, devletli, o kişidir ki
her şeyi, benim koyduğum yerde arar (1999: 5).
Mevlâna, Pervâne’ye
hayatın gayesini, bu dünyanın gece gündüzden ibaret bir rüya olduğunu ve bu
dünyada nasıl yaşaması gerektiğini ifade etmiştir. Yere ve göğe sığamayan
Cenab-ı Hakk’ın, kulun gönlüne sığdığı için insanın, bu dünyada değerlilerin en
değerlisi olduğunu, onu
razı etmenin Allah’ı razı etmek olduğunu, bu nedenle onların ihtiyaçlarını
gidermenin en önemli görev olduğunu yazmıştır. Mevlâna, Pervâne’ye
mektuplarıyla yol gösteren bir mürşit, etrafında her kesimden insanların türlü
isteklerininin giderilmesi için bir aracıdır. Allah yolunda çalışan gerçek
anlamda ihtiyacı olan insanların dertleriyle dertlenen, dertlerine derman olan
bir babadır. Zamanının zor durumda kalan insanlarının ihtiyaçlarını gidermek
için kurulmuş bir yardım vakfının başkanı gibidir. İnsanlar ona her türlü
isteklerini iletirler o da gerçek ihtiyaç sahibi insanlar için referans olan
bir aracıdır (1999: 4-5).
Mevlâna’nın Pervâne
Mu’înü’d-Dîn Süleyman ile ilişkileri, Mevlâna’nın kendi eserleri olan, “Fihi
Ma Fih” ve “Mektubat” ışığında ortaya çıkarılmaya çalışıldıktan
sonra, üçüncü bölümde de bu konu ile ilgili menâkıbnâmelerde yer alan
rivayetler incelenmeye çalışılacaktır.
MENKIBELERE GÖRE MEVLÂNA VE PERVÂNE MU’İNÜ’D-DÎN
SÜLEYMAN
Mevlâna’nın Pervâne Mu’inü’d-Dîn
Süleyman ile ilişkilerini konu alan iki menkıbe kitabı vardır. Bunlardan biri
Ahmed Eflâki’nin yazdığı “Menâkıbü’l-Ârifîn” (Ariflerin Menkıbeleri) ile
Feridun bin Ahmed-i Sipehsâlâr’ın kaleme aldığı “Mevlâna ve Etrafındakiler”
adlı eserlerdir.
Eflâki, Menâkibu’l-Arifin’de
Mevlâna’nın, devrin ileri gelen yöneticileri ve Selçuklu otoriteleriyle olan
ilişkisini, bize oldukça canlı bir şekilde nakletmiştir (Paydaş, 2007: 25). Bu
eserde Eflâki, Mevlâna’nın Pervâne ile ilişkileri hakkında ayrıntılı ve önemli
bilgiler rivayet etmektedir. Mevlâna’nın Pervâne ile ilişkileri hakkında en teferruatlı
bilgiler Eflâki’de yer almakta fakat Sipehsâlâr “Mevlâna ve Etrafındakiler”
adlı eserinde Mevlâna’nın Pervâne ile ilişkileri ile ilgili çok az rivayete yer
vermektedir.
3.1. Mevlâna ve
Pervâne’nin İlk Tanışma Dönemleri İle İlgili Rivayetler
Pervâne, kendi döneminde yaşayan
bütün ulema ile yakın ilişkiler kurmuştur. O, diğer âlimlerle olduğu gibi
Mevlâna ile de aynı ilişkileri kurmak istemiş, fakat diğer âlimlerden gördüğü
yaklaşımı görememiştir. Pervâne’nin, Mevlâna’yı kendince imtihan etmek istemesi
ve Mevlâna’nın tavrı karşısında şaşkınlık göstermesi sebebiyle aşağıda rivayet
edilen olay ilk tanışma dönemleriyle ilgili olmalıdır.
Eflâki’nin rivayetine göre Pervâne,
Mevlâna’yı kendince imtihan etmek ister. Bu olay Mevlâna ile Pervâne’nin ilk
tanıştığı sıralardadır, çünkü Pervâne, Mevlâna’yı deneyerek onu tanımaya
çalışmaktadır. Tarikat büyüklerinin de bulunduğu bir toplantıda Sema’dan sonra
bir sofra kurulur. Pervâne’nin işaretiyle Mevlâna’yı imtihan etmek ve onun ne
yapacağını görmek amacıyla altın bir kâsenin içine altın dolu bir kese
yerleştirip bunu pirinç pilavının altına gizlemişlerdir. Kâse Mevlâna’nın önüne
koyulur ve Pervâne de Mevlâna’yı helal paradan yapılmıştır diyerek pilavdan
yemesi için teşvik eder. Gönül gözüyle yapılanların farkında olan Mevlâna
birdenbire Pervâne’ye: “Bu tiksinilen yemeği, bu tiksinilen kap içine koymak
ve Tanrı erlerinin önüne getirmek icra ve idaresi tedbire ihtiyaç gösteren bir
dinin ve insanlık mezhebinin dışındadır. Tanrı ’ya çok şükür olsun ki, O, bize
kâse ve keselerden tam bir feragat bağışlamış ve bizi bu gibi şeylere doyurmuş
ve kandırmıştır” diye bağırır ve şu gazeli söyleyerek Sema’ya başlar: “Tanrı
hakkı için ne yağlıya, ne tatlıya, ne altın kaseye meylim vardır” (Eflâki,
I, 2001: 374-375).
Bu olay ile Mevlâna’nın
büyüklüğünün farkına varan Pervâne, yaptığı hatanın farkına vararak özür
dilemiş, kâseleri ve keseyi dağıttırmıştır.
Bu rivayet Mevlâna ile Pervâne
Mu’inü’d-Dîn Süleyman’ın ilk karşılaşmaları olarak tespit edilmektedir.
Pervâne’nin daha sonraki görüşme taleplerinde Mevlâna’nın doğrudan kabul
etmeyerek bazı gerekçelerle geri çevirdiğine rastlanır.
Eflâki, Pervâne’nin
bekletilmesi hadisesi ile ilgili iki ayrı rivayete yer vermektedir. Bu
hadiselerden biri Fîhi Mâ Fîh’in onuncu bölümünde de geçmektedir (Mevlâna,
2001: 31). Pervâne’nin bekletilmesi hadisesini Eflâki, Sultan Veled’i kaynak
göstererek, Fîhi Mâ Fîh’de anlatılanlara benzer bir şekilde aktarır. Eflâki,
Pervâne’nin bekletilme hadisesiyle ilgili Sultan Veled’in şunları söylediğini
rivayet etmiştir:
Bir gün Mu’inü’d-Dîn
Pervâne Mevlâna’yı ziyarete gelmişti. Ben Pervâne’nin yanında çok oturdum.
Pervâne, babamın gelmesini bekliyordu. Ben kendisine mazeretler beyan edip:
“Mevlâna çok defa benim Tanrı ile birçok işlerim, hallerim ve istiğraklarım
olur. Emirler ve dostlar beni her zaman göremezler, onlar kendi halleri ve
halkın işleriyle meşgul olsunlar. Biz gider kendilerini görürüz, buyurmuştur”
dedim. Pervâne tevazu gösterdi, (fakat) bu sırada birdenbire Mevlâna çıkıp
geldi. Pervâne baş koydu ve: “Bahaeddîn Hazretleri, benden son derece özürler
diledi. Ben kulunuz Mevlâna Hüdavendigar’ın bize geç gelmesinden bana şöyle bir
işaret olduğunu sezdim; bununla siz demek istediniz ki, Ey Pervâne! Muhtaç bir
kimsenin beklemesi ne kadar büyük bir zahmettir. İşte sizin geç gelmenizden
benim bu faydam oldu.” dedi. Bunun üzerine Mevlâna: “Bu düşünceniz çok
güzeldir. Fakat öteden beri kaide ve adettir: Mesela: Birisinin kapısına çirkin
bir dilenci gelse, onun sesini tekrar işitmemek ve yüzünü görmemek için ona bir
şey verip yolcu ederler. Fakat güzel yüzlü ve güzel sesli bir dilenci gelse ona
hemen bir ekmek parçası verip yolcu etmezler. Belki, onun güzel sesini işitmek
için kendisine yalvarıp yakarma ile: “Ekmek pişinceye kadar biraz sabredip dur”
derler. Bizim de geç gelmemizin sebebi, sizin yalvarmanızın, aşkınızın ve
niyazınızın Tanrı erlerine hoş gelmesi ve bunları daha ziyade işitmek
istemeleridir ve istedik ki bu ziyaretin, Tanrı yanında daha çok kabul edilsin”
buyurdu (Eflâki, I, 2001: 500-501).
Mevlâna, bu sözleriyle Pervâne’yi
sevgisinden beklettiğini söylemiş, Pervâne de bu sözler karşısında Mevlâna’ya: “Bu
kulunuz Hüdavendigar ’ın kapısına gelmesi, herkesin benim de kullarınızdan ve
kapınızın hizmetçilerinden olduğumu bilmesi içindir” diye cevap verir. Pervâne,
ayrılırken Hüsameddin Çelebi’nin evine götürülüp paylaştırılmak üzere
Mevlâna’nın müritlerine altı bin sultani verir (Eflâki, I, 2001: 501-502).
Eflâki, Pervâne’nin bekletilmesi
hadisesi ile ilgili bir başka rivayetinde Pervâne, yanında ileri gelen ümerâ
olduğu halde Mevlâna’yı ziyarete gelir. Mevlâna meydanda yoktur. Pervâne,
yanındaki emirlerle birlikte uzun süre bekler ve ne yapacaklarını şaşırırlar.
Mevlâna hala ortalıkta görünmediği için Pervâne’nin hatırından şu sözler geçer:
Emir sahibi olan adaletli
emirleri, din büyüklerinin ve yakin ilmi şeyhlerinin aziz ve muhterem tutmaları
onlar için bir can kuvveti bir yardım olur... O inayetin ışığı sayesinde de
emirler, (halkı) irşat etmek ve hidayete ulaştırmak yolunu bulur. Acaba
Mevlâna’nın bu gibi emir ve meliklerden kaçmasının sebebi nedir? Hâlbuki
zamanın şeyh ve bilginleri emirlerin iltifatlarını mumla arıyor ve bunun için
ölüyorlar. Mevlâna ise bizden, cennetliğin cehennemden ve uçan kuşun tuzaktan
kaçması gibi kaçıyor (Eflâki, I, 2001: 446).
Bu sırada Mevlâna, birdenbire
medresenin toplantı yerinden çıkarak şu hikâyeyi anlatır:
Sultan Said-i
Mes’ud-i Gazi Mahmud Sebüktekin bir gün kalkıp şeyh Ebu’l Hasan-ül Harakani’nin
ziyaretine gitti. Vezirler ve devletin ileri gelen adamları İslam Sultanı’nın gelmekte
olduğunu şeyhe haber vermek için önceden koştular. Şeyh hiç tınmadı. Sultan
adamları ile beraber hanikahın bahçe kapısına kadar geldi. Hasan-i Meymendi
gelip şeyhin yanına girdi ve baş koyduktan sonra: “Tanrı rızası, arkadaşların
menfaati ve sultanın hatırı için kapıya kadar zahmet et de, saltanatın namus ve
şerefi lekelenmesin” dedi. Şeyh hiç yerinden kımıldamadı. Sultan, şeyhin
odasının kapısına kadar geldiği vakit, vezir ileri koşup şeyhe: “Ey din ulusu!
Sen Kur’an da “Tanrı’ya, onun elçisine ve sizden emir sahibi olanlara itaat
ediniz” ayetini okumadın mı? Emir sahiplerine hürmet göstermek onları ağırlamak
vacip olan vazifeler cümlesindendir. Hususu ile böyle evliya karakterli olan
padişaha (hayli hayli lazımdır) dedi. Şeyh cevabında “Tanrı’ya itaat ediniz”e o
kadar daldık ve battık ki, daha: “Elçisine itaat ediniz”e bile başlamadık;
nerede kaldı ki, emir sahiplerine” buyurdu. Bunun üzerine sultan baş koyup
halis bir mürit oldu. Sultan (ve maiyeti) ağlayarak şeyhin huzurundan çıktılar.
Mevlâna bu hikâyenin anlattıkran
sonra Pervâne’ye, tacını, tahtını kulluk uğruna terkeden İbrahim Ethem’i örnek
vererek kulluk ve efendilik ile ilgili şu gazeli söyler:
Sema vaktinde, aşk mutribi “Kulluk
bağdır, efendilik baş ağrısıdır” dedi. Padişahlık ve kulluk anlaşıldı. Âşıklık,
bu kayıtlardan kurtuldu. Aşk ve aşıkın mezhebi ve milleti yetmiş iki
milletinkinden başkadır. Padişahların tahtı, aşk ve aşığın tahtı yanında,
tahtadan bir kerevettir. Dünya padişahları nefislerinin ve tabiatlarının
kötülüklerinden, kulluk şarabının kokusunu bile almadılar. Yoksa İbrahim Ethem
gibi şaşkın ve başı dönmüş bir vaziyette durmadan saltanatı yıkıp
harabederlerdi.
Mevlâna’nın bu sözlerinden sonra
Pervâne ve yanında bulunan bütün ümerâ ağlayıp eseflenerek oradan ayrılırlar
(Eflâki, I, 2001: 446-447).
Bekletilme hadisesi ile ilgili bu
rivayetler, Pervâne’nin Mevlâna ile ilk tanıştığı döneme ait olmalıdır, çünkü
Pervâne, tam olarak tanıyamadığı Mevlâna’nın bu tavrını yadırgamış, ziyaretine
gittiği bütün şeyhlerden büyük bir itibar ve ilgi gördüğünden olsa gerek,
Mevlâna’nın kendisini karşılamayıp kapıda bekletmesinden dolayı büyük bir
şaşkınlık yaşamıştır. Mevlâna bu tavrının sebebini çok güzel bir hikâyeyle
sonuçlandırmış, Pervâne’yi hakikate çağırmış ve padişahlığa değil aşka, Allah’a
kul olmaya davet etmiştir.
3.2. Pervâne’nin
Mevlâna’ya Olan Saygısı ve Sevgisi İle İlgili Rivayetler:
Eflâki’nin bir
rivayetinde bir gece Pervâne’nin evinde, bilginler ve emirlerin olduğu büyük
bir Sema vardır. Mevlâna gece yarısına kadar Sema’ya dalmıştır. Uykusu gelen
Pervâne, Hatıroğlu Şerefü’d-Dîn’in kulağına eğilerek: “Hüdavendigar ’a bir
an dikkat et de büyüklere hizmette bulunabilmem için azıcık uyuyup
kuvvetleneyim” diye söyler. Sema sırasında Mevlâna birdenbire şu gazele
başlar:
“Ey can! Bir gece uyumasan ve
hicranın kapısını çalmasan ne olur?
Dostların hatırı için bir gece
sabahlasan ne olur?
Süleyman, “Karınca, Süleyman olsun ”
diye karıncaların tarafına gelirse ne olur?
ilk göz, seninle aydınlanırsa, şeytanın gözünün körlüğü ne
olur? ”
Mevlâna’nın gönül
kulağı ile duyduklarından ve söylediklerinden etkilenen Pervâne şaşkınlık
geçirmiş ve sabaha kadar uyumamıştır (Eflâki, II, 2001: 113).
Başka bir rivayette
Sipehsâlâr’a göre “Buzagu” Eflâki’ye (I, 2001: 324-325) göre “Baba
Merendi ” adında birine Sultan IV. Kılıç Arslan mürit olmuştur. Kılıç
Arslan, Buzagu’nun tavır ve davranışlarını inceleyince, onun halktan biri ve
anlattıklarından da boş bir şahıs olduğunu görmüş ve onu ziyarete geldiğine
pişman olmuştur. Bu olay Mevlâna’ya anlatılır, Mevlâna: “Kolaydır, eğer onun
başka bir baba ve şeyhi oldu ise biz de başka bir oğul seçeriz.” diye cevap
verir. Bu sözü Sultan IV. Kılıç Arslan’a haber verirler ve Sultan da
Pervâne’den çare bulmasını ister. Pervâne “Hüdavendigar hazretlerinin
Sema’dan başka hiçbir şeye gözü yoktur. Çare bir Sema tertip edip onları
çağırmaktan ibarettir” diye çözüm bulmuş ve Pervâne Sema toplantısında
güzel sözlerle aracı olarak Mevlâna’dan özür dilemiştir. Mevlâna da hazırlanan
yemek sofrasına: “Tanrı ’ya yemin ederim ki, ne yağlıya, ne tatlıya, ne o
altın dolu keseye, ne de o altın kaba meylim vardır diyerek” oturmamıştır
(Sipehsâlâr, 1977: 88).
Eflâki’nin bir başka rivayetinde
Pervâne, vezir Tacü’d-Dîn’in oğlunu Konya’da kadı yapmak ister. Bu zat
Pervâne’ye kadılık makamını kabul etmesi için, rebabı halk arasından kaldırması
şartıyla birlikte toplam üç şart öne sürer. Pervâne: “Her iki şartı taahhüt
ediyorum ve bunları yapabilirim, fakat rebabı kaldıramam; çünkü o hayli büyük
bir padişahın eseridir ” diye cevap vermiştir (I, 2001: 637).
Diğer bir rivayette Pervâne, dönemin
ileri gelenlerini bir meclise çağırmış ve Mevlâna’yı da davet etmiştir. Sema
bittikten sonra Mevlâna, abdesthane’ye gitmek için Muhammed Hadim’den bir ibrik
ister. Pervâne de Mevlâna’ya hizmet etme şerefini elde etme adına ibriği
Muhammed Hadim’den üç bin dirhem vererek satın alır. Pervâne, Mevlâna’yı elinde
ibrikle abdesthanenin kapısında beklemiştir. Pervâne, abdesthanenin kapısında
ibrikle beklemeyi bir şeref olarak görmüş, Mevlâna’ya saygısını bu şekilde
göstererek değer vermiştir (Sipehsâlâr, 1977:87; Eflâki, I, 2001: 546-547).
Pervâne, Mevlâna’ya duyduğu saygıyı,
onun babası Sultan-ül Ulema Bahaeddin Veled’in vefatından sonra onun kabrinin
üzerine bir kubbe inşa etmek istemesiyle de gösterir. Ancak Mevlâna: “Mademki,
senin yapacağın kubbe feleklerin kubbesinden daha güzel olmayacaktır, o halde
bırak da onun mezarı bu gökkubbesiyle kalsın, bundan vazgeç” diyerek
Pervâne’nin isteğini kabul etmemiştir (Eflâki, II, 2001: 142).
Pervâne, Mevlâna’ya duyduğu sevgi ve
saygıdan dolayı Sema sırasında uyumamış, rebabı yasaklamamış, abdesthanenin
kapısında ibrikle beklemeyi bir şeref olarak görmüştür. Pervâne, Mevlâna’ya
olan saygısını, babası Sultan-ul Ulema’nın kabrine bir kubbe inşa ettirmek
istemesiyle de göstermiştir.
3.3. Mevlâna’nın
Pervâne’ye Verdiği Tavsiyeler
Eflâkî, Sultan Veled’e dayanarak;
Pervâne’nin bir gün Mevlâna’ya nasihat ve öğüdünü almak için ricada bulunduğunu
anlatmaktadır. Mevlâna bir zaman düşündükten sonra başını kaldırıp: “Emîr
Mu’inü’d-Dîn, Kur’an’ı ezberlediğini duydum” der. O da: “Evet” diye
cevap verir. Mevlâna: “Ayrıca hadîsler hakkındaki Câmi-ül Usûl’ü de Şeyh
Sadreddin hazretlerinden dinlediğini duydum” diye sözlerine devam eder.
Pervâne’nin: “Evet” diye cevap vermesi üzerine Mevlâna: “Mademki,
Tanrı ve onun elçisinin sözlerini okuduğun, gerektiği gibi bahsettiğin ve
bildiğin halde o sözlerden nasihat alamıyorsun ve hiçbir âyet ve hadîsin
muktezaınca amel edemiyorsan, benim nasihatimi nasıl dinler ve ona nasıl
uyarsın?” diye söylemiştir. Bu sözlerin ardından Pervâne ağlayarak kalkıp
gitmiştir (Eflâki, I, 2001: 344).
Bu rivayet ile Pervâne’nin dini
bilgisi hakkında bilgi sahibi olmaktayız. Pervâne’nin Kur’an-ı Kerim’i
ezberlediğini ve dini bilgisini artırmak için de Sadreddin Konevi’nin hadis
derslerine katıldığını öğrenmekteyiz. Fakat Mevlâna kendisinden nasihat isteyen
Pervâne’yi ezberlediği ayetleri ve dinlediği hadisleri amel etmediği için
eleştirmiştir.
Bir başka rivayette Pervâne
Mu’inü’d-Dîn Süleyman, Hatıroğlu Şerefeddin ve Ziyaeddin ile birlikte Mevlâna’yı
ziyarete gelmiş öğüt dinlemek için ısrarda bulunmuştur. Mevlâna: “Emir Mu
’inü’d-Dîn muktedirsen, hiç gevşeklik göstermeden dört kıbleye hizmet et ve o
dört kıbleye hizmet etmeği kendine gerekli bil” diye söylemiş, Pervâne de: “Biz
bir kıble biliyoruz, diğer üçü hangileridir” diye sormuştur. Mevlâna şu
cevabı vermiştir:
Bunlardan birincisi
namaz kıblesidir ki günde beş defa yüzünü ona çevirirsin. İkincisi dua kıblesi
olan gökyüzüdür. İhtiyaç düştüğü vakit yüzünü dua kıblesine çevirir ve ağlayıp
sızlanarak kendi arzunun yerine gelmesi için ricada bulunursun. Üçüncüsü
padişahlardır: Padişahlar yoksulların ihtiyaçlarının kıblesi ve mazlumların
sığınağıdırlar. Bir mazlum ve çaresiz kimse senin tarafına yüzünü çevirdiği
vakit, onun ihtiyacını yerine getir ki, yüce Tanrı da senin din ve dünya
ihtiyacını yerine getirsin. “Elinden geldiği kadar kimsenin kalbini kırmamağa
çalış, Çünkü bu yolda dikenler çoktur.” “Muhtaç olan dervişin işini yap; Çünkü
senin de ona işlerin düşer.” Dördüncüsü Tanrı erlerinin kalbidir. Bu kalp,
Tanrı’nın nazarının kıblesidir ve kâinattan da daha yüksek ve yücedir.
“Göklerden daha yüksek olan gönül, Abdal’ın veya Peygamberin kalbidir.
Velilerin içinde olan mescit herkesin secde ettiği bir mesciddir ve Tanrı da
oradadır.” Sakın dikkat et de fısk ve fücur taşını o gönüllere atmayasın ve
ondan başkası ile de meşgul olmayasın. Eğer sen tam bir samimiyet ve ihtimamla
Tanrı tarafını tutarsan, yüce Tanrı da din ülkesini, dünya devletini ve ahireti
senin için tutar (Eflâki, I, 2001: 672).
Mevlâna önceki rivayette Pervâne’yi
tenkit etmiş olmasına rağmen bu rivayette ona, namazlarını kılmasını,
ihtiyaçları için dua etmesini, mazlum ve çaresizlerin ihtiyaçlarını giderip
kalplerini kırmamasını, velilerin kalb kıblesinde yer alan Cenab- Hakk’ın yoluna
tam bir samimiyet ve özenle bağlanmasını nasihat etmiştir. Mevlâna, Pervâne’nin
ziyarete geldiği bir başka gün şu hikâyeyi anlatmıştır:
Bir gün Seyidimiz
Mustafa’yı Mücteba (Tanrı’nın selat ve selamı üzerine olsun), bir yolda
gidiyordu. Birdenbire bir kemik gördü, onu mübarek eliyle alıp toprağa gömüp
gitti. Başka bir kemik daha gördü. O kemiğin üzerine akrep oturmuş, ona eziyet
ediyordu. Peygamber, bu kemiğe baktı ve onu gömmeden geçip gitti. Sahabeden
biri o hali Peygamberden sordu. Peygamber “İlk gördüğümüz kemik, daima
zalimlerin zulmüne uğrayan bir mazlumdu. Acıdım, onu toprağa gömdüm. Bu öteki
kemik ise, halkı hiç gözetmeyen ve daima zulümde bulunan bir zalimindi. Yüce
Tanrı, onun zulmünün zulmetinden bir akrep yaratmıştır ki kıyamete kadar ona eziyet
etsin. Onu gömmem için emir verilmedi. Bende onu öylece bırakıp geçtim ki basar
sahipleri gözlerinden gözyaşı dökerek ibret alsınlar ve günahlarından tövbe
etsinler ve: “Tanrı intikam sahibi azizdir” (Maide, 5/95) ayetinde buyurulan
intikamdan korksunlar” buyurdu. “O halde dişinle günahsızları ısırma.
Sakınılamayan darbeyi düşün.” “Eğer sen o zayıfı dişinle ısırıp kan içinde
bırakırsan, Bunun cezası olarak seni bir diş ağrısı yakalarsa ne yaparsın!”
Mevlâna bu sözlerle Pervâne’yi
mazlumlara karşı zulüm, haksızlık yapmaması ve kötü işlerden uzak durması için
bir hadis ile uyarmış, bu sözleri işiten Pervâne ağlayarak dışarı çıkmıştır
(Eflâki, I, 2001: 682-683).
Yine Mevlâna bir gün Pervâne’ye, “Derviş’in
vücut gemisi, Tanrı’nın tasarrufunda bulunan denizin elindedir, kendi hükmü
altında değildir” diyerek bir söz söylemiş ve insanı gemiye, bu dünyayı da
denize benzetmiştir. “Rüzgârlar gemilerin istemediği şekilde eserler”
şiiriyle bu dünyanın imtihan dünyası olduğunu hatırlatmış ve iyilik yapmanın
önemini Pervâne’ye şu şekilde anlatmıştır:
“Tanrı işlerinde
galiptir.” (Yusuf, 12/12). Kim “Tanrı istediğini yapar” (İbrahim, 14/27)
çehresinin nurunu mütalaa ederse, onun mizacında hiçbir itiraz etmek duygusu
kalmaz. O, bütün yaratıklara acır. Tanrı’nın rızası için yapılan iyilik, sırf
Tanrı için olan iyilik, güneşin ve ayın nurundan daha iyidir. İyilik yapanın
kemiği mezara girer, ama nuru mezara girmez. İşte, dene de güneşin nurunu
mezara göm, o yine üste çıkar, aşağıda kalmaz. Bu sözün sonu yoktur. Yani iyilerin
iyiliği böyledir. İyi adam, mezara girse de onun iyiliğinin nuru ve iyi adının
parıltısı kıyamete kadar parlar. Hayır da güneş gibidir. Daimi olarak
gizlenemez (Eflâki, II, 2001: 148-149).
Bir gün Pervâne, Mevlâna’ya:
“Cengiz Han sülalesinin devleti ne zaman sona erecek ve onların akibeti ne
olacak?” diye bir soru sormuş Mevlâna şu cevabı vermiştir:
Mevlâna’yı Buzurg
(yani Bahaeddîn Veled) (Tanrı ondan razı olsun), Harizmşah’ın kötülüğe yüz
tutan hal ve hareketlerinden çok incinip Belh’den çıkmaya karar verdiği vakit
Tanrı’dan “Müntekim” adıyla bu, şeriatte olmayan şeyleri icad eden adamdan
intikam alması için dua etmişti. Çünkü “Tanrı intikam sahibi bir azizdir.”
(Âl-i İmran, 3/3-Maide, 5/96). Bunun üzerine Tanrı ucu bucağı olmayan Moğol
ordusunu doğu tarafından çıkarıp getirdi. Bunlar Belh ve Horasan tahtını harab
ettiler... Ve şu ilahi hadisi şahit olarak getirdiler. Tanrı vahy yoluyla
Muhammed’e: “Benim bir takım askerlerim vardır. Ben onları doğu tarafına
yerleştirdim ve onlara Türk adını verdim. Onları hiddet ve gazab arasında
yarattım. Herhangi bir kul, bir ümmet benim emrimi yapmazsa, bunları onların
üzerine musallat ederim ve bunlar vasıtasıyla onlardan intikam alırım ilah...”
diye bildirdi. O tayfanın devleti, bizim çocuklarımıza, çocuklarımızın çocuklarına,
torunlarımıza kötü muamele ettiği ve onlara karşı cefa ve eziyette bulunduğu
saygısızlık gösterdiği, zorbalıklardan ve kibirlerinden ötürü bizim neslimizi
layıkıyle ağırlamadığı zaman zeval bulur ve Tanrı’nın gayreti mutlaka onları
basiret sahiplerine ibret yapar. “Zalimlerin yardımcıları yoktur” (Bakara,
2/273-Âl-i İmran, 3/189-Maide, 5/76) ayeti bunlar hakkında okunur. Herkes
zalimlerin nasıl ceza gördüklerini görürler (Eflâki, II, 2001: 581).
Mevlâna, Moğollar nezdinde sorulan bu
soruyu zalimin akibetinin hayır getirmeyeceği ve onu takip edenlerinde hayırla
karşılaşamayacağını Mesnevi’sinde de yer alan şu cevabıyla belirtmiştir:
Zalimlerin zulmü
karanlık bir kuyudur. Bütün bilginler böyle demişlerdir. Bir insan ne kadar
zalimse, kuyusu da o kadar korkunçtur. Adalet beterin beteri olduğunu söylüyor.
Sen düşmanlarını korkutan bir filsin, fakat işte Ebabil kuşları ceza olarak
gelip yetiştiler. Eğer yeryüzünde bir zayıf, bir mazlum “aman aman” dese bundan
gök sakinleri arasına bir gürültü düşer (Mevlâna, I, 2002: 94-95).
Mevlâna’nın bu sözlerini işiten
Pervâne ağlıyarak çıkıp gitmiştir (Eflâki, II, 2001: 582).
Pervâne’nin düzenlemiş olduğu bir
Semâ meclisinde Semâ’dan sonra bir yemek tertip etmiş, fakat Mevlâna yemeğe
elini bile sürmemiştir. Bu durum, Pervâne’yi bir hayli üzmüştür. Pervâne,
adamlarına hoşaf yaptırtmış ve Mevlâna yine yememiş ve sakalını tutarak: “Ey
Emir Mu’înü’d-Dîn! Sakalımdan utanmıyor musun? Beni ayakyoluna gitmeye mecbur
ediyorsun” demiş ve: “Cismaniyağlı, tatlı şeyler temiz ve hoş görünür.
Fakat bir gece geçtikten sonra bunlar sende pislik olur. Sen cisme değil, ruha
gıda olabilecek yağlı ve tatlı şeyler ye ki, kanatların bitsin ” diyerek
öğüt vermiştir (Eflâki, I, 2001: 491-492).
Bu rivayette Mevlâna, Pervâne’ye az
yemeyi tavsiye etmiş, bedeni değil ruhu doyurmayı tavsiye etmiştir.
Eflâki, Pervâne’nin Sultan Veled’e: “Mevlâna
hazretlerinin bana halvette bilgiler saçmasını ve bu kulu hakkında hususi bir
inayette bulunmasını mutlaka istiyorum” diyerek yalvardığını rivayet
etmiştir. Sultan Veled, Pervâne’nin bu isteğini Mevlâna’ya arzetmiştir. Mevlâna
da Pervâne’nin bu isteğiyle ilgili: “O bu yüke tahammül edemez” diye
cevap vermiş, fakat Sultan Veled’in üç kez ısrar etmesi üzerine: “Ey
Bahaeddin kırk kişinin kuyudan çektiği kovayı bir kişi çekemez” diyerek
karşılık vermiştir (Eflâki, I, 2001: 343). Mevlâna, Pervâne’nin alabileceği
kadar manevi bilgiler vermiş daha fazlası için bu yüke dayanamayacağını
söylemiştir.
Pervâne, kendi ailevi problemlerinin
çözümünde de Mevlâna’dan tavsiye istemiştir. Eşi Gürcü Hatun ile Pervâne’nin
arası açılmıştır. Divan naipleri Pervâne’yi affetmesi için aracı olmuşlar fakat
Gürcü Hatun razı olmamış ve Pervâne’nin kendisinden istediği her şeyi
vereceğine dair üç talakla yemin etmesi şartıyla razı olacağını söylemiştir.
Pervâne buna razı olup kabul eder. Gürcü Hatun da kendisini boşamasını şart
koşar. Pervâne bu zor durum karşısında ne yapacağını şaşırarak hemen
Mevlâna’dan yardım ister. Mevlâna, Pervâne’ye, Gürcü Hatun’un bu isteğini
askıda bırakmasını ve her zaman “Veririm, veririm” diye söylemesini
tavsiye etmiştir (Eflâki, I, 2001: 656).
Bütün bu rivayetlere bakıldığında
Mevlâna’nın, Kur’an-ı Kerim’i ezberleyip hadis dersi alan Pervâne’yi
öğrendiklerini amel etmemesi sebebiyle tenkit ettiğini ve aynı zamanda ona dini
konularda nasihatlerde bulunduğunu görmekteyiz. Mevlâna dini sohbetleriyle vaaz
ve nasihatleriyle Pervâne’yi sürekli doğru yola, adaletli davranmaya, insanlara
yardım etmeye davet etmektedir. Pervâne’nin de zor duruma düştüğünde hatta
kendi ailevi problemlerinde bile Mevlâna’dan yardım istediği görülmektedir.
3.4. Pervâne’nin
Yönetimi İle İlgili Rivayetler
Eflâki’nin bir rivayetinde
müritlerden bazıları Mevlâna’nın yanında Pervâne’nin adaletinden, hayrat ve
hasenatından bahsederek: “Bu zatın cömertlik timsali olan vücudu ile dünya
rahata erişmiştir. Büyük bir emniyet, sonsuz bir feyz ve berekete kavuşmuştur.
Onun zamanında bilginler, şeyhler ve fazıllar medrese ve tekkelerde sessizlik
ve rahat içinde yaşıyorlar” diye Pervâne ile ilgili övgülerde bulunmuşlardır.
Mevlâna ise bu övgülere: “Evet, dostlarımız doğru söylüyorlar. Onun hayrat
ve hasenatı bu dediklerinden yüz misli daha fazladır. Yalnız burada dikkat
edilecek bir şey vardır; bu sizin dediğiniz Kâbe ’ye ziyarete giden hacıların
hikâyesine benziyor” diye cevap vermiş ve şu hikâyeyi anlatır:
Fakir bir adamın bir
çöl yolunda devesi hastalandı. Ne kadar uğraştılarsa yerinden kalkmadı. Nihayet
onun yükünü başka bir deveye yükledi, onu da orada bırakıp geçip gittiler.
Bunlar devenin yanından ayrılır ayrılmaz birçok vahşi ve yırtıcı hayvan onun
etrafını çevirdi; fakat hiçbiri deveye yaklaşmadı. Bunu uzaktan gören hacılar
kafilesi: “Acaba bu vahşi hayvanlar niçin bu deveyi parçalamıyor da ondan
çekiniyor?” deyip şaşa kaldılar. Bunun sırrını anlamak için birisi kafileden
arta kaldı. Devenin boynunda bir hamayilin bağlı olduğunu gördü. Hamayili
devenin boynundan çıkarıp gidince yırtıcı hayvanlar hemen hücum edip deveyi
parça parça ettiler. Şimdi biliniz ve haberdar olunuz ki bu dünya işte o deve
gibidir ve bu dünyada bulunan bilginler, emirler, fakirler v.s. de bu hac
kafilesi gibidir. Bizim vücudumuz, bu âlem devesinin boynuna asılmış hamayile
benzer. Bu hamayil onun boynunda oldukça işler yolundadır. Dünya kafilesi de
selametle yoluna devam eder. Bu hamayili, “Ey tatmin edilmiş olan nefis,
Rabb’ine sen ondan, o da senden razı olduğu halde dön.” (Fecr, 89/27-30)
mucebince dünya devesinin boynundan çıkardıkları vakit dünyanın ne olacağını ve
insanların nereye gideceklerini sultanların bilgi ve kalem sahiplerinin nasıl
yok olacaklarını görürsünüz (Eflâki, I, 2001: 280-281).
Bu rivayetten anlaşıldığı gibi
Mevlâna’nın müritleri Pervâne döneminde büyük bir emniyet, sonsuz bir bereket
dönemine kavuştuklarını, bilginler, şeyhler ve fazıllar medrese ve tekkelerde
sessizlik ve rahat içinde yaşadıkları anlaşılır.
Mevlâna Pervâne’nin hayır, hasenatını
övmüş ve bir hikâye ile Pervâne dönemini, çölde çöküp kalan hasta bir deveye
benzetmiştir. Bu devenin yırtıcı hayvanlar tarafından parçalanma zamanını
kendisinin bu dünyadan göçtükten sonra olacağını belirtir. Nitekim Mevlâna’dan
sonra, Pervâne çok huzursuz, sıkıntılı bir dönemin içine girmiş ve Mevlâna’nın
ebedi âleme göçmesinden dört yıl sonra öldürülmüştür.
3.5. Pervâne’nin
Mevlâna’nın Müritlerine Karşı Tavrı İle İlgili Rivayetler
Pervâne bir gün kendi sarayında
divânda, Mevlâna’nın müritlerini şu ifadelerle eleştirmiştir: “Hüdavendigâr
hazretleri, eşi olmıyan bir padişahtır. Onun gibi bir hakikat sultanının
asırlar boyunca gelmiş olduğunu sanmıyorum. Fakat müritleri çok mânâsız ve fena
insanlardır. ” Pervâne bu sözleri söylediği sırada Mevlâna’nın
muhiblerinden biri de orada bu sözlerden çok fazla alınarak bu sözleri
Mevlâna’ya iletir. Mevlâna’nın bütün müritleri de bu sözden alınmışlardır.
Hemen bir tezkere gönderen Mevlâna, Pervâne’ye şunları yazar: “Eğer benim
müritlerim iyi insan olsalardı, ben onların müridi olurdum. Kötü insan
olduklarından ahlâklarını değiştirip iyi olmaları, iyiler ve iyi amel eden
insanlar sırasına girmeleri için onları müridliğe kabul ettim. ” Ve ardından
şu beyiti yazar:
“Ben kör değilim
fakat bende (bakırı altın yapan) bir kimya var. Ben onun için bu kalp diremi
alıyorum.”
Mevlâna tezkeresine şu
cümlelerle devam eder: “Babamın temiz ruhu hakkı için şuna kaniim ki, Tanrı
onları rahmetine mazhar edeceğini üzerine almasaydı ve makbul kullar sırasına
sokacağına kefil olmasaydı, onlar kabule mazhar olmayacaklar ve Tanrı
kullarının temiz kalblerinde yer etmiyeceklerdi. ” Mevlâna tezkeresini şu
gazelle tamamlar:
“Tanrı ’nın
rahmetine mazhar olmuşlar, kurtulmuşlar; fakat lanetine uğramışlar tedaviye
muhtaç hastalardır. işte biz bu lânetlikleri rahmetlik yapmak için dünyaya
geldik.”
Pervâne, Mevlâna’nın
tezkeresini okuyunca, gelip, özürler dilemiş ve müritlere hediyeler vermiştir
(Eflâki, I, 2001: 303-304).
Eflâki’ye göre bir gün
Pervâne’nin, Şeyh Sadreddin’in zaviyesinde düzenlediği bir mecliste Mevlâna da
bulunmaktadır. Semâ’ya başladıkları vakit mahfil emîri Kemaleddin, Pervâne’nin
yanına oturur: “Mevlâna’nın müritleri acayip insanlardır. Çoğu aşağı
tabakadan ve zanaat sahibi kimselerdir. Onun etrafında şehrin ileri gelenleri
hemen hemen yok gibidir. Her nerede bir terzi, bir bakkal varsa onu müridliğe
kabul ediyor” diyerek Mevlâna’nın müritleri kötüler. Mevlâna birdenbire
mahfil emîri Kemaleddin’e yüksek sesle: “Ey kahpenin kardeşi! Bizim Mansur,
hallaç değil miydi? Şeyh Ebubekr-i Buhârî dokumacı değil miydi? Ve şu öteki
kâmil insan camcı değil miydi? Onların sanatları kendi marifetlerine ne ziyan
getirdi ki, Tanrı’nın rahmeti üzerine olsun diyorsun?” diye karşılık
vermiştir. Kendi aralarında konuştukları bu sözleri Mevlâna’nın işitmesinden ve
bu beklenmedik sözler ve sert karşılık üzerine Pervâne ve Kemaleddin şaşırmış
ve söylediklerinden pişmanlık duymuşlardır (Eflâki, I, 2001: 328-329).
Tüm bu rivayetlerden anlaşılacağı
üzere Mevlâna’nın müritleri halkın her tabakasından sıradışı insanlardan
oluşmaktadır. Başta Pervâne olmak üzere Türkiye
Selçuklu Devleti ümerâsının da bu durumdan oldukça rahatsız olduğu
anlaşılmaktadır.
3.6. Pervâne’nin
Hayırseverliği İle İlgili Rivayetler
Eflâki, Mevlâna’nın ihtiyaç
sahiplerine yardım etmesi için, her gün Pervâne’ye ve başkalarına en aşağı on
ile on iki tezkere gönderdiğini ve hiçbirinin de reddedilmediğini rivayet
etmiştir (I, 2001: 567).
Eflâki, bir gün Mevlâna’nın Pervâne’nin evinde yaptığı
sohbetin bir kısmını şu şekilde nakleder:
Bir gün müminlerin
emiri Osman b. Affân (Tanrı ondan razı olsun), Mustafa’nın (Selâm onun üzerine
olsun) yanında kendi servetinin çokluğundan şikâyet edip nefret gösterdi ve:
“Ne kadar zekât veriyor, sadaka dağıtıyor ve fazlasıyla harcıyorsam da servetim
daha fazla oluyor. O ilgilerin engellerinden tamamı ile kurtulamıyor ve
kayıtsız olamıyorum. Gerçekten can huzurunun ve din olgunluğunun fakirlik
âleminde olduğunu biliyorum ve: “Hafifletilmişler, kurtuldular” sözündeki
hikmet de fakirliktedir. Nihayet Peygamber hazretleri, bu hususta nasıl bir
çare düşünüyor” dedi. Peygamber hazretleri: “Ey Osman, git, Tanrı’nın verdiği
nimet için yaptığın şükürde kusur et ve bir zaman onun verdiği nimete karşı
nankörlükte bulun ki malın azalsın ve çabucak fakir olasın, hiç de bereketin
kalmasın” buyurdu. Bunun üzerine Osman “Ey Tanrı’nın elçisi! Tek olan Tanrı’ya
ve onun sonsuz nimetlerine şükretmek, benim canımın enisi ve dilimin virdi
olmuştur. Ona alışmışım, nasıl olur da şükretmiyeyim?” dedi. Hazreti Mustafa
(Selât ve selâm onun üzerine olsun) buyurdu ki: “Kur’an-ı Mecid’te: “Eğer
şükrederseniz nimetinizi arttırırım” (İbrahim, 14/7) âyetini okumadın mı? Yani
her türlü kusurdan arı duru olan yüce Tanrı Kelâm-ı Kadim’inde Tanrı
şükredenlerin şükrüne fazlasiyle vaitte bulunmuştur ve: “Şükür, nimeti avlamak
için bir vasıta, elde bulunan nimeti korumak için de bir bağdır” sözü de benim
sözümdür. “Nimete şükretmek, nimetini arttırır. Nimete küfretmek ise, nimetini
avucundan çıkarır. Çünkü nimete şükredene fazla nimet verileceği vadedilmiştir.
Nitekim secdenin mükâfatı, Tanrı’ya yakınlıktır.” O halde ey Osman! Senin için
bu zenginlik ve servetten kaçınmak imkânsızdır. Senin malına da asla bir hasar,
ziyan ve noksanlık gelmiyecektir. Osman, bu müjdenin şükranesi olarak siyah
gözlü, kıvırcık tüylü üçyüz deveyi, üç yüz gaziye gereken teçhizatla birlikte
Peygamberin gazilerine feda etti. Peygamber hazretleri (Tanrı’nın selât
ve selâmı onun üzerine olsun), mübarek kaldırarak Osman’a dua etti ve: “Ey
Osman! Senin verdiğini ve sakladığını Tanrı mübarek etsin” dedi (Eflâki, I,
2001: 335-337).
Bu sohbetin ardından Mevlâna bu hikâyeyi Pervâne için
söylediğini buyurmuş ve Pervâne’nin hayırseverliği ile ilgili şunları
söylemiştir:
Tanrı’ya
hamd ve minnet olsun ve kuvvet ve kudret de onundur. Zamanımızda da Emîr
Muineddin Süleyman, Osman gibi, yüce Tanrı’nın verdiği nimetlere tam bir
ciddiyetle şükrediyor, bütün bilginleri, fakirleri, sâlihleri ve arifleri
besliyor. Ümmetin bütün müstahak olanlarına türlü yardımlarda bulunuyor ve:
“Şefkat, Tanrı’nın mahlûku içindir” sözü gereğince halkı korumayı kendine vâcıp
biliyor; daima gönüller Kâbe’sinin etrafını dolaşıyor, velilerin makamlarının
hüccetleri olan bu Arafat’ta güzel gayretler gösteriyor. Şüphesiz o da bunların
dua ve himmetinin bereketiyle ne tarafa dönse ve nereye el atsa muzaffer ve
galip oluyor. Her türlü kusurdan arı duru olan yüce Tanrı da, onun şükrüne
karşılık günden güne ona nimet üzerine nimet, devlet üzerine devlet veriyor. O
ne kadar lütuf ve inayette bulunsa o nispette nimete mazhar oluyor ve
ilerliyor.
Pervâne, Mevlâna’nın bu müjde ve
iltifatının ardından sevincinden Mevlâna’nın ayaklarına kapanmış, müritlere,
şeyhlere, yetim ve fakirlere bağışlarda bulunmuştur (Eflâki, I, 2001: 337-338).
Pervâne’nin hayırseverliğine delil olarak Eflâki yine bir rivayetinde,
Mevlâna’nın dostlarından biri, iki veya üç
yüz dinara yakın borçlanmıştır ve
ödemeye gücü yoktur. Tüm
ailesi ile Mevlâna’ya gelip bu hususta Pervâne’nin borca indirim yaptırması
veya biraz mühlet verdirmesi için rica etmiştir. Mevlâna derhal bir pusula
gönderip Pervâne’den yardım istemiştir. Pervâne de, “Bu işin divanla ilgisi
vardır” demiştir. Mevlâna ona cevap olarak, “Devler Süleyman'ın
hükmündedirler. Süleyman devlerin hükmünde değildir” diye yazılmasını
emretmiştir. Pervâne’nin adı Süleyman olduğu için çok sevinip bu cevaptan haz
duymuş, pusulayı öpmüş ve o kişinin borcunu da indirmiştir. Mevlâna duâlar
edip, “Mu'inü'd-Dîn Pervâne 'nin alnında Süleyman 'a ait bir nûr vardır.
Eğer bu nûr gözükmek isterse Şark ve Garp ülkesini kaplar ” diye söyler.
Bunun üzerine, “Bu nûr ne nûrdu” diye sorarlar, Mevlâna, da “Bu nûr
bizim aşkımızın nûrudur” diye cevap verir. Müritler bunu Pervâne’nin
kulağına ulaştırırlar, Pervâne de bunu işitince çok sevinip hediyeler
göndermiştir (I, 2001: 405-406).
Bir başka rivayette, medresede büyük
bir Sema vardır. Zamanın şeyhlerinden Fahreddin-i Iraki o anda cezbelenip
hırkası düşmüş bir halde dolaşarak bağırıyor ve Mevlâna da diğer bir köşede
Sema yapıyordur. Semadan sonra, Ekmeleddin Tabib: “Hüdavendigar, şeyh
Fahreddin-i Iraki hakikaten bundan sonra hoş rüyalar görecek” der. Mevlâna “Eğer
başını bu tarafa çevirip uyarsa. ” diye buyurur. Mevlâna’nın müsaadesi ile
Pervâne, Şeyh Fahreddin-i Iraki’yi Tokat tarafına çağırır ve onun için yüksek
bir tekke yapılmasını emreder. Fahreddin-i Iraki o tekkenin şeyhi olur. Şeyh
Fahreddin-i Iraki’nin daima medresenin Sema’ında hazır bulunduğu ve Mevlâna ile
ilgili: “Hiç kimse Mevlâna’yı gerektiği gibi anlayamadı. O bu dünyaya garip
olarak geldi, garip olarak gitti” diye söylediği rivayet edilir.
Fahreddin-i Iraki şu beyiti söyler:
“Dünyaya geldi, Bize bir iki gün
yüzünü gösterdi, Fakat öyle çabuk gitti ki, Kim olduğunu bile bilemedim (Eflâki, I, 2001: 618-619).
Bütün bu rivayetlerden Pervâne’nin
evine sürekli olarak başta Mevlâna olmak üzere zamanın şeyhlerini davet ettiği,
ikramlarda bulunduğu, sohbetlerine katıldığı ve bu şeyhler için her türlü
yardımlarda bulunduğu anlaşılmaktadır. Bu davetlerin yanında onlar için tekke
yaptırmış ve onların her türlü isteklerini yerine getirmiştir. Bu yaptığı
yardımlardan dolayı Mevlâna, Pervâne Mu’inü’d-Dîn Süleyman’a zamanın Hz.
Osman’ı gibi, bütün bilginlere, fakirlere, sâlihlere ve ariflere her türlü
yardımlarda bulunduğu şeklinde iltifatlarda bulunmaktadır.
3.7. Mevlâna’nın
Vefatından Sonra Pervâne’nin Tavrı İle İlgili Rivayetler
Eflâki’nin rivayetinde Mevlâna’nın vefatından sonra bazıları Pervâne’ye
gelerek: “Sema haramdır. Mevlâna’nın zamanında Sema yaptığı ve bunun kendisine
özgü olduğunu kabul ediyoruz; fakat şimdi, onun bu âdeti arkadaşlarına geçti.
Onlar bu bid’ate sarılıyor ve aşırı dereceye vardırıyorlar. Sizin, önayak olup
asıl ve esası olmayan böyle bir bid’atiyasak etmeniz gerekir” diye ısrarda
bulunurlar. Pervâne de bu meseleyi Sadreddin Konevi’ye anlatır. Konevi de,
Mevlâna’nın şan ve şerefi hakkında manası sağlamsa, bu konuda müdahalede
bulunmaması gerektiğini, Allah dostlarının bu çeşit bid’atleri peygamberlerin
sünneti gibi olduğunu söyler. Bu sözler üzerine Pervâne de herhangi bir
müdahale de bulunmaz (II, 2001: 149-150).
Mevlâna’nın vefatından sonraki başka
bir rivayette Alemeddin Kayser türbenin üstüne benzeri görülmemiş bir kubbe
yapmak istemiştir. Sultan Veled’ten de müsaade alır, fakat sadece otuz bin
dirhem parası vardır. O gece sarayın duvarına çıkar ve Mevlâna’dan beyitler
okur. Bunun üzerine Pervâne ve eşi Gürcü Hatun gözyaşı döküp, Alemeddin
Kayser’e türbeyi yapması için seksen bin dirhem verir ve Kayseri’nin
gelirlerinden de elli bin dirhem tahsis eder. Bu suretle bu günkü türbenin ilk
hali inşa edilmiştir (Eflâki, II, 2001: 381-382).
Mevlâna’dan sonra Eflâki’nin bir
başka rivayetinde Pervâne Kayseri’de yaptırdığı medreseye Sultan Veled’i de
davet eder. Sultan Veled’in verdiği vaazdan sonra Pervâne, Mevlâna’ya olan
sevgisi nedeniyle Sultan Veled hakkında şunları söyler:
Bahaeddîn Hazretleri
hiçbir söz söylemese, açıklamaya, anlatmaya girişmese de, onun Mevlâna’nın
sevgili oğlu, onun sırrının çocuğu ve Sıddık-ı Ekber’in tertemiz neslinin özü
olması yine keramet sayılmaya yeter. Bütün nasihat ve öğütlerin (mevaiz) esası,
onları sevmektir; bütün teatlerin hülasası dervişler hakkındaki gerçek
itikadımızdır. O mübarek hanedana saygı göstermek, bütün mümin erkek ve
kadınlara vacip olan şeyler cümlesindendir. Bu kanatları yanmış miskin
Pervâne’nin, o sultanın inayetinden mahrum kalmaması ve onun merhametine,
inayetine ulaşmışlardan olması umulur (II, 2001: 403-404).
Bu rivayetlerden anlaşılacağı üzere
Pervâne, Mevlâna’nın ebedi âleme göç ettikten sonra ona olan saygı ve sevgisini
devam ettirmiştir. Türbenin yapımı ile ilgili yardım etmiş ve Sultan Veled’e
olan saygısının sebebinin Mevlâna’nın oğlu olduğu için olduğunu söylemiştir.
Pervâne, Mevlâna’nın ebedi aleme göçmesinden sonra kendisini kanatları yanmış
miskin bir Pervâne’ye benzetmiştir.
Pervâne Mu’inü’d-Dîn
Süleyman, Türkiye Selçuklu Devleti’nin Moğol egemenliği altında bulunduğu bir
dönemde, vezir olan bir babanın oğlu olarak devlet hizmetine girmiş, zekâ ve
siyasetinin yanında dönemin şartlarını da kullanarak serleşkerlik, emir-i
haciplik, pervanelik ve vezirlik gibi görevleri yapan bir devlet adamıdır.
Pervâne, siyasetinde ihtiraslarına
göre hareket etmiş, kendi hâkimiyetini kurmak için rakiplerini her türlü yolu
kullanarak safdışı bırakmış ve Moğolların temsilcisi olarak da kendi devrini
kurmuştur. Pervâne’nin Mevlâna tarafından eleştirilen Moğollarla birlikte,
şahsi fikir ve planlara dayalı hareket etme siyaseti iflâs edince hem kendisi
hem de ülke elden gitmiştir.
Mevlâna, ümerâ ile
ilişkilerin nasıl olması gerektiğini eserlerinde ayrıntılı olarak ele almış ve
bunu hayatında uygulamıştır. Denilebilir ki; Mevlâna’nın Pervâne ile
ilişkilerinde din merkezî önemdedir ve esasen Mevlâna, ümerâ ile ilişkilerinde
Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) çizdiği sınırlar içerisinde
hareket etmiştir.
Bu çalışmanın
gösterdiği gibi, Mevlâna, Pervâne arasında karşılıklı saygı ve sevgiye dayalı
bir dostluk vardır. Mevlâna’nın eserlerinden ve menkıbelerden anlaşıldığına
göre Pervâne, Mevlâna’nın sık sık dini sohbetlerine katılmıştır. Mevlâna, bu
sohbetlerinde Pervâne’ye hayatın gayesini, bu dünyanın gece gündüzden ibaret
bir rüya olduğunu ve bu dünyada nasıl yaşaması gerektiğini ifade etmiştir.
Mevlâna, Pervâne’ye, yere ve göğe sığamayan Cenab-ı Hakk’ın, kulun gönlüne
sığdığı için insanın, bu dünyada değerlilerin en değerlisi olduğunu, onu razı etmenin Allah’ı razı etmek
olduğunu söyleyerek ayet, hadis ve hikâyelerle onu insanlara yardım etmeye
teşvik etmiştir.
Mevlâna, Pervâne’yi
siyasetinde olduğu gibi dini yaşantısında da eleştirmiştir. Mevlâna, Pervâne’yi
devlet yönetiminde şahsi fikir ve planlara dayalı, Moğol yanlısı bir siyaset
izlemesinden dolayı tenkit etmiş, Kur’an-ı Kerim’i ezberleyip hadis dersi
almasına rağmen öğrendiklerini amel etmemesi sebebiyle de eleştirmiştir.
Mevlâna, Pervâne’yi
eleştirmesinin yanında Moğolların kötülüklerine engel olarak, Müslümanların
güven içinde ibadetlerle meşgul olmalarını sağlamak amacıyla malını, bedenini
feda ederek çalışmasından dolayı desteklemiş ve moral vermiştir. Mevlâna,
Pervâne’ye siyasetinde ve dini yaşantısında nasıl hareket etmesi konusunda yol
göstermiş; ona içinde bulunduğu durumdan kurtulması için yapması gerekenleri
anlatmıştır. Mevlâna, Pervâne’ye, Cenab-ı Hakk’tan ümidini kesmemesi, yüce
Allah’ın ve Peygamberimizin emir ve tavsiyelerine göre hareket etmesi konusunda
nasihat etmiştir. Mevlâna’nın bütün bu nasihatlerine rağmen Pervâne, yanlışa
devam etmiş söylenenleri anlamamış ya da kendi bildiği şekilde anlamıştır.
Mevlâna, dini
sohbetleriyle, vaaz ve nasihatleriyle, yazdığı mektuplarla Pervâne’yi halka
hizmete, adaletli davranmaya, insanlara yardım etmeye, sürekli doğru yola ve
hakikate çağırmış, padişahlığa değil aşka, Allah’a kul olmaya davet etmiştir.
Mevlâna sadece
dönemindeki insanların manevi mimarlığı için çalışmamıştır. Mevlâna, Moğolların
vergileri ve baskıları ile çaresizlik içerisine düşmüş olan insanların bu
dünyadaki maddi ihtiyaçlarını temin etmek için de yardım etmiştir. Bu yardımı
ümerâ ile halk arasında köprü vazifesi görerek yapmıştır. Bu konuda kendisine
en büyük yardımı şüphesiz Pervâne Mu’înü’d-Dîn Süleyman yapmıştır. Pervâne,
Mevlâna’nın bütün isteklerini yerine getirmiştir. Bu yaptığı yardımlardan
dolayı Mevlâna, Pervâne’yi zamanın Hz. Osman’ına benzeterek iltifat etmiştir.
Pervâne, Mevlâna’nın
ebedi âleme göç ettikten sonra ona olan saygı ve sevgisini devam ettirmiş
türbenin yapımında yardım etmiş ve Sultan Veled’e olan saygısının sebebinin
Mevlâna’nın oğlu olduğu için olduğunu söylemiştir. Pervâne, Mevlâna’nın ebedi
aleme göçmesinden sonra kendisini kanatları yanmış miskin bir Pervâne’ye
benzetmiştir.
Mevlâna, Pervâne’ye olan sevgisinin
sebebinin bu dünya için olmadığını, sözlerinin ve ziyaretlerinin Pervâne’ye
olan sevgisinin miktarını göstermediğini belirtmektedir. Mevlâna sözleri ve
ziyaretleri faydalı hale getirenin Cenab-ı Hakk olduğunu ve kendisinin de
ziyaret edilecek yanının, bir benliğinin kalmadığını, ziyaretine gelenlerin de
kendi düşüncelerinde yarattıkları Mevlâna’yı ziyarete geldiklerini, kendisinin
Cenab-ı Hakk’ta bütün varlığını yok ettiğini ifade etmiştir.
Bu çalışma bize
göstermiştir ki; Mevlâna, dönemindeki insanların hem maddi hem de manevi
ihtiyaçları için çalışmıştır. Bu dünyaya geliş amacını güneş gibi herkese can
vermek, herkese yararlı bir işte bulunmak olarak belirleyen Mevlâna, ülkenin en
buhranlı zamanlarında esaret altında kalan, çok zor şartlar altında ümitsizce
yaşamaya çalışan, hem ümeranın hem de halkın maddi, manevi huzuru için çalışmış
ve yol göstericisi olmuştur.
1075 1086 1092 1097 1107 1110 1116 1152 1155 1176 1192 1196 1204 1205 1207 1211 1212 1217 |
Kutalmışoğlu Süleyman Şah tarafından
Türkiye Selçuklu Devleti’nin kurulması
Süleyman Şah’ın ölümü
I. Kılıç Arslan’ın Türkiye Selçuklu
Devleti tahtına oturması
I. Haçlı Seferi ve İznik’in
kaybedilmesi
Sultan Şahinşah’ın Türkiye Selçuklu
Devleti tahtına oturması
Sultan Şahinşah’ın kardesi Mesut
tarafından öldürülmesi ve Sultan I.
Mes’ud’un Türkiye Selçuklu Devleti
tahtına oturması
Mevlâna’nın babası Sultan-ül Ulema
Bahaeddin Veled’in Belh’de dünyaya gelmesi
Sultan I. Mes’ud ’un vefat etmesi ve
II. Kılıç Arslan’ın tahta oturması
II. Kılıç Arslan’ın
Miryakefalon Savaşında Bizans’ı ağır bir yenilgiye uğratması
Sultan II. Kılıç Arslan’ın ölümü ve
I. Gıyasü’d-Dîn Keyhüsrev’in (I.
Keyhüsrev) tahta oturması
I. Keyhüsrev’in I.
Saltanat Döneminin sona ermesi ve II. Rüknü’d-Dîn Süleyman Şah’ın tahta geçmesi
II.
Rüknü’d-Dîn Süleyman Sah’ın Gürcistan seferine çıktığı
sırada ölümü
I. Keyhüsrev’in ikinci kez devletin
başına geçmesi
Mevlâna’nın Horasan’ın Belh şehrinde
dünyaya gelmesi
I. Keyhüsrev’in vefatı ve I. İzzü’d-Dîn Keykâvus’un tahta çıkması
Mevlâna beş yaşında iken, babası
Bahaü’d-Dîn Veled, ailesi ve müritleriyle birlikte Belh’ten göçmesi
Bahaü’d-Dîn Veled, ailesi ve müritleriyle birlikte
kısa süreliğine Şam ve Malatya’da kalmaları
1218 1219 1222 1224 1226 1229 1231 1232 1237 1239 1241 1242 1243 1244 1245 1246 |
Mevlâna ve ailesinin dört yıllığına
Erzincan yakınlarındaki Akşehir’de kalmaları
I. İzzü’d-Dîn Keykâvus’un ölümü ve I.
Alaü’d-Dîn Keykubad’ın tahta geçmesi
Bahaü’d-Dîn Veled, ailesi ve
müritleriyle yedi yıllığına Larende’de (Karaman) kalmaları
Mevlâna’nın Gevher Hatun’la evlenmesi
Mevlâna’nın oğlu Sultan Veled’in, Karaman’da dünyaya gelmesi
Mevlâna’nın babası Bahaü’d-Dîn Veled’in, Selçuklu hükümdarı Alaü’d-Dîn
Keykubad’ın daveti üzerine ailesiyle birlikte Karaman’dan Konya’ya
gelmesi Mevlâna 24 yaşında iken babası Bahaü’d-Dîn Veled’in Konya’da ebedi
âleme göçmesi
Bahaü’d-Dîn Veled’in müridi
Muhakkık-ı Tîrmizî’nin, Kayseri’den Konya’ya gelmesi
I. Alaü’d-Dîn Keykubad’ın vefatı,
Sultan II. Keyhüsrev’in tahta oturması Moğolların Suğdak’ı işgali
Mevlâna’nın 1244 yılına kadar Halep
ve Şam’daki eğitimini tamamlayarak
Konya’ya dönmesi
Mevlâna’nın hocası Tirmizî Kayseri’de
Hakk’a yürümesi
Babailer isyanı
Baycu Noyan’ın Erzurum’u işgal ve
tahrip etmesi
Kösedağ Savaşında Selçukluların Moğollar tarafından ağır bir yenilgiye ve
bozguna uğratılmaları
Şems-i Tebrizî’nin Konya’ya gelişi
(29 Kasım)
Sultan II. Keyhüsrev’in ölümü
Mevlâna ile Şems’in dostluğundan incinen halkın Şems’e eziyet etmeleri
üzerine onun Konya’dan ayrılışı (11
Mart)
Sultan II. Keykâvus’un tahta çıkması
(ilk müstakil saltanatı)
Sultan’ın Moğolistan’a davet edilmesi, ancak onun yerine kardeşi Kılıç
Arslan’ın Moğolistan’a gönderilmesi
1247 Mevlâna’nın oğlu Sultan Veled’in, Şam’a giden Şems’i
babasının isteği üzerine gidip getirmesi.
Şems’in Kimya ile evlenmesi
Mevlâna’nın ricasıyla Konya’ya getirilen Şems’in bir daha ortaya
çıkmayacak şekilde kaybolması veya öldürülmesi
1249 Şems’in kayboluşundan sonra Mevlâna’nın Konyalı Kuyumcu Selâhaddin
Zerkûbi’yi onun yerine koyarak,
halife seçmesi
Moğolistan’dan aldığı yarlığ ile
dönen IV. Kılıç Arslan’ın Sivas’ta saltanatını ilanetmesi, Celalü’d-Dîn
Karatay’ın bunu kabul etmemesi üzerine kardeşler arasındaki mücadelenin savaşa
dönüşmesi
Sultan Hanı savaşı’nı kazanan
Celalü’d-Dîn Karatay’ın üç kardeşi müşterek saltanat tahtına oturtması
1252 Pervâne Mu’înü’d-Dîn Süleyman’ın
Erzincan serleşkeri (subaşı) olması
1254 Pervâne Mu’înü’d-Dîn Süleyman’ın
Sultan II. Keykâvus’un hizmetine girip Emir-i Hacib (Melikü’l Hüccab) olması
Moğolların Sultan II. Keykâvus’u
ikinci kez Moğolistan’a çağırması, ancak II. Keykâvus’un bu sırada Celalü’d-Dîn
Karatay’ın ölümünü bahane ederek yerine Alaü’d-Dîn Keykubad’ı göndermesi ve
onun yolda şüpheli bir şekilde ölümü
Sultan IV. Kılıç Arslan’ın Sultan II.
Keykâvus’a karşı taht mücadelesini kaybedip Burgulu Kalesine hapsedilmesi
1256
Baycu Noyan’ın Anadolu’yu ikinci kez istila etmesi ve
Sultan Hanı Savaşı
1257
Sultan II. Keykâvus’un önce Antalya’ya sonra da İstanbul’a
gidip İznik
Rumlarına sığınması
Sultan IV. Kılıç
Arslan’ın tek başına Selçuklu tahtına oturması
Mu’înü’d-Dîn Süleyman’ın Pervâne olması
1258
Selâhaddin Zerkubi’nin ebedi âleme göçmesi (29 Aralık)
Sultan II. Keykâvus’un İznik
Rumlarının yardımıyla hükümdarlığını ilan etmesi ve Sultan IV. Kılıç Arslan’ın
geri çekilmesi
1259 II. Alaü’d-Dîn
Keykubad ile birlikte Karakurum’a giden devlet adamlarının
Mengü Han’dan aldıkları yarlığla geri
dönmeleri ve Mu’înü’d-Dîn Süleyman’ın da etkisiyle Hülagü’nün bu yarlığa göre devleti
iki sultan arasında paylaştırması
İki kardeş sultanın birlikte Tebriz’e gidip Mengü Han’a bağlılıklarını
bildirmeleri
1260
VI ciltlik, 25632 beyitlik Mesnevî’nin yaklaşık 8 yıl
sürecek yazımına başlanması
Sahib Şemsü’d-Dîn Mahmut Tuğrai’nin
ölümü ile IV. Kılıçarslan’ın, Hülagü’nün yarlığı ile Pervâne Mu’înü’d-Dîn
Süleyman’ı, II. Keykâvus’un da Sahib Fahrü’d-Dîn Ali’yi vezir yapması
Moğol ordusunun ilk kez mağlûbiyet
alması; Moğolları Mısır Memlük sultanı Baybars’ın Ayn Calût Savaşı’nda yenmesi
1261
Pervâne Mu’înü’d-Dîn Süleyman’ın Aksaray’a gelip
Sultan II. Keykâvus’un veziri Fahrü’d-Dîn Ali’yi kendi üzerindeki vezirliği de
ona bırakmak suretiyle Kılıç Arslan’ı tek başına tahta oturtması
Pervâne Mu’înü’d-Dîn Süleyman’ın
kışkırtmasıyla Hülagü ve Sultan II.
Keykâvus’un arasında başlayan
gerginlik Hülagü’nün Sultan II. Keykâvus’u huzuruna çağırması ancak Sultan II.
Keykâvus’un bunu reddetmesi üzerine Moğol ve Sultan IV. Kılıç Arslan
kuvvetlerinin Sultan II. Keykâvus’un üzerine yürümesi ve Sultanın Antalya’ya
sığınması
Altun-Aba Savaşında Sultan II. Keykâvus’un
kuvvetlerinin savaşı kaybetmesi
1262 Mevlâna’nın
ikinci oğlu Alâeddin Muhammed’in Hakk’a yürümesi
Mesnevi’nin yazılmaya başlanması
Sultan II. Keykâvus’un, Sultan
Baybars’la ittifak yapması, Sultan II. Keykâvus’un İstanbul’a sığınması ve
Sultan IV. Kılıç Arslan’ın tek başına Selçuklu tahtına sahip olması
Pervâne Mu’înü’d-Dîn Süleyman’ın
Anadolu’yu Sultan II. Keykâvus taraftarlarından temizlemesi
Türkmenlerin Sultan II. Keykâvus’un
ardından Bizans’a gitmeleri
1263
Bizans imparatoru Mihael’in Sultan II. Keykâvus’u
Hülagü’nün baskısı ile Enez Kalesine hapsetmesi ve Sultan II. Keykâvus
taraftarlarını dinlerini değiştirmeye zorlaması itiraz edenlere de işkence
yapması
Pervâne’nin Ali Bahadır’ın son teşebbüsünü Arslandoğmuş vasıtası ile
kırmak ve Şah Melik’i ortadan kaldırmak suretiyle, Sultan II. Keykâvus
taraftarlarını tamamen temizlemesi
1264 Mevlâna’nın
Mesnevisini yazmasında büyük etken olan Hüsamettin Çelebi’nin vefat eden
Selâhaddin Zerkubi’nin yerine geçip, Mevlâna'nın en yakın dostu ve halifesi
olması
Mesnevi’nin 2. Defterine başlanması
Memlük ve Altınordu devletlerinin
Bizans’a karsı ittifakı
Berke Han’ın gönderdiği ordunun Sultan II. Keykâvus’u kurtarması ve
oğullarıyla birlikte Kırım’a götürmesi
Sultan II. Keykâvus’un Altınordu
Hanlığındaki sürgün ve gurbet hayatının başlaması
1265
Sultan IV. Kılıç Arslan ve Pervâne’nin tahta çıkan
Moğol Hanı Abaka Han’ı tebrik için Tebriz’e gitmeleri ve bağlılıklarını
bildirmeleri, Pervâne’nin Sinop fethi için yarlığ alması
1266
Pervâne’nin Sinop’u zapt edip mülkiyetine geçirmesi.
Pervâne’nin Moğolların desteğiyle
Sultan IV. Kılıç Arslan’ı öldürmesi ve küçük yaştaki oğlu Sultan III.
Keyhüsrev’i tahta çıkarıp hâkimiyeti ele alması Pervâne’nin Vezir Isfahanlı
Şemsü’d-Dîn Mehmet gibi II. Keyhüsrev’in dul karısı Gürcü Hatun ile evlenmek
suretiyle fiilen hükümdar rolü oynamaya başlaması
1271 Pervâne Mu’înü’d-Dîn Süleyman’ın
Putperest Moğolların Müslüman Memlüklere karşı mücadelesinde ve kendi
aralarındaki çatışmalarında, sayısı azaltılmış Selçuklu askeri ile İlhana
hizmet etmesi ve bundan dolayı Anadolu kamuoyunda eleştirilmesi
Sultan II. Keykâvus’un Fahrü’d-Dîn
Ali’ye yazdığı mektupla yardım istemesi ve Pervâne’nin Fahrü’d-Dîn Ali’yi
tutuklatıp Osmancık kalesine hapsetmesi Fahrü’d-Dîn Ali’nin oğlunun Abaka Han
ile görüşerek babasını kurtarması Pervâne’nin Fahrü’d-Dîn Ali’yi vezirlikten
uzaklaştırdıktan sonra bu makamı kendi damadı Mecdü’d-Dîn Mehmed’e vermesi,
sivil ve askeri bütün mevkilere yakın adamlarını yerleştirmesi
1272
Sultan Veled ile Fatma Hatun’un (Selahaddin Zerkub’un
kızı) oğlu Ulu Arif Çelebi’nin doğumu
1273
Mevlâna’nın ebedi âleme göçmesi
1274
Fahrü’d-Dîn Ali’nin Abaka Han’a giderek muhakeme
edilmesi ve vezirliğe iade edilmesi
Pervâne’nin, Abaka’nın kardeşi
Acay’ın aşırı mali talepleri ve zulmü yüzünden, Moğollara sadakatten ilk defa
ayrılarak Baybars’la gizlice mektuplaşıp yardım istemesi
1275
Pervâne’nin, Bire kuşatmasına katıldığı sırada
Baybars’la ikinci defa temas kurması ve mektup taşıyan elçilerin Moğollar
tarafından yakalanması
1276
İlhanlı Hanı Abaka’nın Pervâne Mu’înü’d-Dîn Süleyman
başta olmak üzere devlet adamlarını yanına çağırtması ve devlet adamlarının bu
davete icabet etmeleri
Hatıroğlu isyanı, Karamanoğulları
isyanı ve Akşehir savaşı
Hatıroğlu Şerefü’d-Dîn’in, idamından
önce yargılanması sırasında Pervâne Mu’înü’d-Dîn Süleyman’ın da Baybars’la
mektuplaştığını açıklaması
1277
Sultan Baybars’ın Moğollara karşı Anadolu seferine
çıkması ve Selçuklu tahtına oturması ve Pervâne’den gerekli desteği alamaması
üzerine tekrar Şam’a geri dönmesi
Abaka’nın bunun intikamını almak
maksadıyla Anadolu’ya gelip
Kayseri halkını katletmesi
Abaka Han’ın bazı kumandanlarının da
ısrarıyla Pervâne Mu’înü’d-Dîn
Süleyman’ı yakınlarıyla birlikte
Aladağ’da öldürtmesi
Pervâne Mu’înü’d-Dîn Süleyman’ın oğlu
Mu’înü’d-Dîn Mehmed tarafından Pervâneoğulları Beyliği’nin kurulması
1279 Sultan II. Keykâvus’un Kırım’da
vefatı
1284 Mevlâna’nın ölümünden sonra onun makamına oturan Hüsâmeddin
Çelebi’nin 11 yıl süren bu görevinden
sonra vefatı. Sultan Veled’in şeyh postuna oturması
1297
Mevlâna’nın üçüncü oğlu Emir Âlim’in hakka yürümesi
1304
Mevlâna’nın kızı Melike Hatun hakka yürümesi
1312 Mevlevîliğin yolunu tanzim edip
yayan Mevlâna’nın, en büyük oğlu Sultan Veled’in Hakk’a yürüyüşü
1322 Pervâneoğulları
Beyliği’nin ortadan kalkması.
KUR’AN-I KERİM, (2011); Kur'an-ı
Kerim Meali, (Çev.: Elmalılı M. Hamdi Yazır), Tuğra Kitap, İstanbul: Ayfa
Basın Yayın.
AKSARAYİ, Kerimüddîn Mahmud, (1943); Musameretu’l-Ahbar,
(trc.: M. Nuri Gençosman - Feridun Nafiz Uzluk), Türk Tarih Kurumu Yay.,
Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi.
ANONİM, Tevârih-i Âl-i Selçuk,
(nşr. Feridun Nafiz Uzluk), Ankara: 1952
AYDIN, Mehmet, (1986); Hz.
Mevlâna’nın Yaşadığı Devrin Sosyal Yapısı, II. Milli Mevlâna
Kongresi-(Tebliğler), No: 2, 3-5 Mayıs 1986, Konya: Selçuklu Araştırmaları
Merkezi, s. 286.
BAL, Mehmet
Suat (2005); Türkiye Selçuklu Devleti Tarihinde Bir Dönüm Noktası;
II. Keykâvus Dönemi, Tarih
Araştırmaları Dergisi, C 24, S. 38, Ankara: s. 240.
BUHÂRÎ, Ebû Abdullah Muhammed b.
İsmail, (1981); el-Camiu’s-Sahih, C I, İstanbul: s. 123.
CAN, Şefik, (2006); Mevlâna,
Hayatı, Şahsiyeti, Fikirleri, 6. baskı, Ötüken Neşriyat A.Ş., İstanbul:
Özener Matbaası.
CANAN, İbrahim, (1993); Hadis
Ansiklopedisi Kütüb-i Sitte C V-XVI, Akçağ Yay., İstanbul: Feza Gazetecilik
A.Ş.
DEVELLİOĞLU, Ferit, (1993); Osmanlıca-Türkçe
Ansiklopedik Lügat, Ankara: Aydın Kitabevi Yayınları.
DTS (Dini Terimler Sözlüğü), (2009); Editör: Ahmet Nedim Serinsu,
Ankara: Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları.
EFLÂKİ, Şemsü’d-Dîn Ahmed, (2001); Menâkıbü’l-arifin,
Âriflerin Menkıbeleri C I-II, (çev.: Tahsin Yazıcı), 3. baskı, Milli Eğitim
Bakanlığı Yayınları, İstanbul: Serler Matbaacılık.
ERSAN, Mehmet - ALİCAN Mustafa,
(2013); Osmanlı’dan Önce Onlar Vardı, Türkiye Selçukluları, Timaş
Yayınları, 1. baskı, İstanbul: Sistem Matbaacılık.
FÜRÛZANFER, Bediuzzaman, (1963); Mevlâna
Celaleddîn, (çev.: Feridun Nâfiz Uzluk), 1. baskı, İstanbul: Milli Eğitim
Basımevi.
GREGORY, Abû’l-Farac (Bar Hebraeus),
(1999); Abû’l- Farac Tarihi, CI-II, Abû’l- Farac Tarihi, C II (çev. Ömer
Rıza Doğrul), Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi.
GÖLPINARLI, Abdulbaki, (1959); Mevlâna
Celaleddîn, İnkılap Kitabevi Yayın San. Ve Tic. A.Ş., İstanbul: İnkılap
Kitabevi Baskı Tesisleri.
İBNİ BİBİ, (1941); Anadolu Selçuki
Devleti Tarihi, (Farsça Muhtasar Selçuknamesi’nden), (çev.: M. Nuri
Gençosman, Feridun Nâfiz Uzluk), Kültür Bakanlığı Yay., Ankara: Kültür
Bakanlığı Milli Kütüphane Başkanlığı Basımevi.
, (1996); El- Evâmirü’l-Alaiyye
fi’l-Umuri’l-Alaiyye, C II (Selçukname),(trc. Mürsel Öztürk), Kültür
Bakanlığı Yay., Ankara: Kültür Bakanlığı Milli Kütüphane Başkanlığı Basımevi.
KARAKÖK, Tunay, (2014);
Sinop Hâkimi Bir Beylik: Pervâneoğulları Beyliği (Sosyo-Ekonomik Ve Kültürel Durumu Hakkında Bir
Değerlendirme), Asia Minor Studies, C II, Sayı: 3, Ocak 2014, s. 36-37.
KAYAOĞLU, İsmet, (1989); Mevlâna’nın
Konya’daki Sosyal Muhiti, IV. Milli Mevlâna Kongresi (Tebliğler), 12-13
Aralık 1989 Konya: Selçuklu Araştırmaları Merkezi, s. 57.
KAYMAZ, Nejat, (1970); Pervâne
Mu’înü’d-Dîn Süleyman, Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi
Yayınları, Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi.
KESİK, Muharrem, (2006); Mu’înü’d-Dîn
Süleyman Pervâne, DlA, C XXXI, İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yay., s.
91-93.
, Muharrem, (2007); Pervâneoğulları, DİA,
C XXXIV, İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yay., s. 245.
KOCA,
Salim, (2010); Türkiye Selçuklu Tarihine Damgasını Vuran Menfur Bir Cinayet: Sultan I. Alaeddîn
Keykubad’ın Zehirlenmesi, Türkiyat
Araştırmaları Dergisi, Sayı, 27, s. 361.
KÖPRÜLÜ, M. Fuad, (2012); Türk
Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, 12. Baskı, Akçağ Yay. Ankara: Erek
Matbaası.
KÜÇÜK, Osman Nuri, (2007); Mevlâna
ve iktidar, Yöneticilerle ilişkileri Ve Moğol Casusluğu İddiaları,1. baskı,
Rumi Yayınları, Konya: Meltem Ofset.
LEWİS, Franklin D., (2010); Mevlâna
Geçmiş ve Şimdi, Doğu ve Batı, (çev.: Gül Çağalı Güven-Hamide Koyukan), 1.
baskı, Kabalcı Yay., İstanbul: Ayhan Matbaası.
MEVLÂNA Celaleddîn, (1937); Anadolu
Selçukileri Gününde Mevlevi Bitikleri 2, Mevlâna’nın Mektupları, (nşr.:
Feridun Nafiz Uzluk, dzl.: Ahmed Remzi Akyürek), İstanbul: Sebat Basımevi.
, (1992); Divan-ı Kebir, C I,
(çev.: Abdulbaki Gölpınarlı), 1. baskı, Kültür Bakanlığı Yayınları, Eskişehir:
Anadolu Üniversitesi Basımevi.
, (1995); Külliyut-ı Dîvân-ı Şems,
C I-II, (nşr.: Bediüzzamân Furûzânfer), Tahran, 1374 hş./1995 (IV. Baskı), II,
1387, Rubai: 1331.
, (1999); Mevlâna Celaleddîn
Mektuplar, İnkılap Kitabevi Yayın San. Ve Tic. A.Ş., İstanbul: Anka Basım.
, (2001); Fîhi Ma Fîh , (çev.:
Abdulbaki Gölpınarlı), Konya ve Mülhakatı Eski Eserler Sevenler Derneği Yayını,
Konya: Altunarı Ofset Ltd. Şti.
, (2002); Konularına Göre Mesnevi
Tercümesi C I-II, (çev.: Şefik Can), 4. baskı, Ötüken Neşriyat A. Ş.,
İstanbul: Özener Matbaası.
, (2006a); Divan-ı Kebir, Seçmeler
C II, (çev.: Şefik Can), 2. baskı, Ötüken Neşriyat A. Ş., İstanbul: Özener
Matbaası.
, (2006b); Fîhi MaFîh , (çev.:
Meliha Ülker Tarıkahya/Anbarcıoğlu), Konya ve Mülhakatı Eski Eserler Sevenler
Derneği Yayını, Konya: Altunarı Ofset Ltd. Şti.
, (2013); FîhiMa Fîh, (trc.:
Ahmed Avni Konuk, hzl: Dr. Selçuk Eraydın), İz Yayın Ltd. Şti. İstanbul: İklim
Ofset.
MÜNZİRİ, Abdülazîm b. Abdilganiy b.
Abdillah, Ebû Muhammed Zekiyyuddîn, (2009); Hadislerle İslam-(Tergib ve
Terhib) C IV (trc.: A. Muhtar Büyükçınar, Ahmet Apa, Durak Pusmaz, Abdullah
Yücel), Huzur Yay., İstanbul: Eren Ofset.
ÖNGÖREN, Reşat, (1993); Mevlâna
Celaleddîn-i Rûmî, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C XXIX,
İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, s. 447.
ÖZON, Mustafa Nihat, (1965); Osmanlıca-Türkçe
Sözlük, İstanbul: İnkılap ve Aka Kitabevleri, Tan Gazetesi ve Matbaası.
ÖZTÜRK, Mürsel, (1986); Mevlâna’nın
Mektupları, I. Milli Mevlâna Kongresi (Tebliğler), No: 1, 3-5 Mayıs
1985, Konya: Selçuklu Araştırmaları Merkezi, s. 90.
Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri
Sözlüğü, (1983);
haz.: Mehmet Zeki Pakalın, İstanbul: Mili Eğitim Basımevi.
PAYDAŞ, Kazım, (2007); Mevlâna,
Celalü’d-Dîn’in Anadolu Selçukluları İle Olan Münasebetleri, Harran
Üniversitesi ilahiyat Fakültesi Dergisi, Mevlâna Özel Sayısı, Şanlıurfa:
Sayı 18, s. 25.
SİPEHSÂLÂR, Ferîdûn b. Ahmed, (1977);
Risâle-i Sipehsâlâr be Menâkıb-ı Hüdâvendigâr, Mevlâna ve
Etrafındakiler, (çev. Tahsin Yazıcı), İstanbul: Tercuman 1001 Temel Eser.
SÜMER, Faruk, (1993); Keykubad I, Türkiye
Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C XXV, İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı
Yayınları, s. 358 -359.
TANERİ, Aydın, (1987); Mevlâna
Ailesinde Türk Milleti Ve Devleti Fikri, 1. baskı, Kültür Ve Turizm
Bakanlığı Yayınları, Ankara: Sevinç Matbaası.
TURAN, Osman, (1971); Selçuklular
Zamanında Türkiye, Turan Neşriyat Yurdu İstanbul: İstanbul Matbaası.
ÜNVER, Süheyl, (1968); Mevlâna’nın
Sözleri Ve Hallerinden Alınacak Dersler, İslam Medeniyeti Dergisi, VI.
Sayıdan ayrı basım, Sayı 6, s. 4.
VELED, Sultan, (2001); İptidaname,
(Çev. Abdülbaki Gölpınarlı) Konya ve Mülhakatı Eski Eserleri Sevenler Derneği
Yayını, Konya: Altunarı Ofset Ltd. Şti.
, Sultan, (1941); Anadolu
Selçukileri Gününde Mevlevi Bitikleri 3, Divan-ı Sultan Veled, (nşr.:
Feridun Nafiz Uzluk), İstanbul: Uzluk Basımevi.
[1] Bu zehirlenme olayında oğlu II.
Gıyaseddin Keyhüsrev’in de parmağı olduğu iddia edilmiştir (Koca, 2010:361).
[2] Gürcü Kraliçesi Rosudan (1223-1247) ile
Selçuklu hanedanından Erzurum Meliki Mugisü’d-Din Tuğrul Şah’ın (ö.1225)
oğlundan dünyaya gelen kızları prenses Tamar’dır. Gürcü ve Süryani kaynaklarına
göre Prenses Tamara’nın dinine dokunulmaması evlenme şartlarından olduğu için O
Konya sarayına papazı, mukaddes eşyası ve hizmetçileri ile gelmiştir. Bunlar
arasında, Kraliçe oğlunu tahta çıkarmak için, uzaklaştırmak maksadı ile
Türkiye’ye gönderdiği yeğeni David de vardır. Karısına çok düşkün olan
Gıyasü’d-Din Keyhüsrev bu evlilikten sonra kendisini tamamıyle eğlence ve
sefahat hayatına vermiştir. Hatta bastırdığı paralar üzerinde kendisini arslan
ve zevcesini de onun üstünde kadın yüzlü bir güneş resmi ile tasvir ettirmiştir
(Turan, 2013: 435).
[3] Emeviler zamanından itibaren birçok İslam
devletlerinde, çeşitli şekil ve mahiyetler alarak devam eden haciplik
müessesesi Türkiye Selçuklu Devleti’nde de devam etmiştir. Haciplerin başı olan
en büyük memura Emir-i Hacib veya Melikü’l Hüccab denilmektedir. Büyük Selçuklu
Devleti’nde umumiyetle Türk gulam’larından yetişen hacib’lerin başı Hacib-i
Büzürg en büyük saray memuru olup devlet teşkilatında vezirden sonra en büyük
dereceye sahip olan kimsedir. Türkiye Selçuklu Devleti’nde bu fonksiyonunu çok
fazla kaybetmiş olan baş hacib’in (Emir-i Hacib) görevi ve hiyerarşideki yeri
hakkında bilgi yok denecek kadar azdır. Emir-i Hacib hükümdarların özel mesajlarını
taşımış ve hacib’ler de devlet erkânı arasında aynı işi yapmışlardır. Bu görevi
Pervâne’ye atfeden Cl. Cohen’e göre Emir-i Hacib’in, maiyetindeki haciplere
kumanda eden baş mabeyncidir ve herşeyden önce de bir ordu generali derecesine
sahiptir (Kaymaz, 1970: 59).
[4] Kont-Istabl-ı Rumi Michael Paleologos (Michael
VIII Paleologos) 1261-1282 yılları arasında Bizans imparatorluğu yapmıştır.
1246’da II. Keykâvus’un yanında sürgün iken Beylerbeyi olarak Baycu’nun
kuvvetlerine karşı Türkiye Selçuklu ordusunda savaşmıştır (Kaymaz, 1970:219).
[5] Pervâne, malum hayvana, kelebeğe dendiği gibi,
haber çavuşuna, kumandana, müfettişe de denir. Kadıların hükümlerine,
padişahların buyruklarına da Pervâne adı verilir. Selçuklular devrinde,
toprağı, dirlik olarak veren, buna ait defterleri tutan, sunulacak beratları
hazırlayan memura bu ad verilmiştir (Mevlana, 1999: 246). Selçuklu
hiyerarşisinde Sadrazamdan sonra gelen makamdır. “Pervâne” adları
verilen makam sahibine Osmanlılar da “Nişancı” denilmiştir (Nişancı Md.),
(Pakalın, II, 1983: 697).
[6] Vezir Şemseddin Mahmud Tuğrai’nın vefat
ettikten sonra kalan borçlardır.
[7] Celalü’d-Din Harizmşah’ın başkadısı olan ve
aynı zamanda Alaü’d-Din Keykubad’a elçi olarak gönderilen Tahir Bin Ömer el
Harezmî’nin oğludur (Turan, 2013: 511).
[8]
II. Keykâvus Beylerbeyliğini Yavtaş’ın yerine Kont-Istabl-ı Rumi’ye vermiştir.
1261-1282 yılları arasında Bizans imparatorluğu yapan Kont-Istabl-ı Rumi
Michael Paleologos (Michael VIII Paleologos), II. Keykâvus ile II. Theodor
Laskaris arasındaki anlaşma üzerine 1258’de ülkesine dönmüştür (Kaymaz, 1970:
80)
[9] Abu’l Farac, İzzü’d-Din
Keykâvus’un kendini işrete, sefahata ve türlü türlü ihtiraslara verdiğini
rivayet etmiştir. Aynı zamanda İzzü’d-Din Keykâvus’un bir kadın veya kız
hakkında yahut eşraftan ve halktan biri hakkında bir şeyler haber aldı mı
bunları zorla getirip ve ırzlarına tecavüz ettiğini bu yüzden eşrafın
kendisinden nefret ettiğini ve kardeşi Rüknü’d-Din Keykâvus’un tebası olmayı
özlediğini rivayet etmiştir (Farac, II, 1999: 517).
Sinop’ta kurulan Pervâneoğulları
Beyliği de bu temliknâmeye göre meydana çıkmıştır (Turan, 2013: 547).
Aksarayî
(1943:172), III. Gıyasü’d-Din Keyhüsrev’in tahta çıktığı yaşı altı, Abu’l-Farac
(II, 1999:545) ise dört olarak rivayet etmiştir.
[12] Vezir Sâhib Ata Fahrü’d-Din Ali’yi otağında ziyaret eden
Mısırlı Abdullah bin Abd’ül-Zâhir onun büyük hükümdarlardan daha debdebeli bir
hayat sürdüğünü, arkasında daima 200 köle beklediğini, evlâdlarına ve
yakınlarına aid, iktâ gelirleri dışında, günlük iradının 7000 dirhem tuttuğunu
söyler. Erzincan’da bulunan Moğol şehzadesi Geyhatu’ya ve askerlerine masraf
bedeli olarak, 1285 yılında, Karahisar’daki kendi hazinesinden, bir defada
400.000 dirhem nakit göndermesi onun serveti ile muazzam vakıfları ve muhteşem
âbideleri olan eserleri arasındaki münasebeti meydana koymaya kâfidir (Turan,
2013: 552).
Abu’l
Farac’a göre, Moğolların Mısırlılara temayül göstermekte olmasının şüphe
uyandırmasından endişe eden Pervâne’nin Selçuk Hatun’u götürmüş ve şu sözleri
söylemiştir: “Mısırlılar’ın gelip bu kızı ele geçirmek istediklerini haber
aldım. Onun için acele ederek onu buraya getirdim” (II, 1999: 556).
[14] Hamamda hizmetçilik yapan
kişi, hamam natırı. (Devellioğlu, 1993)
Ahmet Avni Konuk
un (2013: 42) çevirisinde ve Meliha Ülker Anbarcıoğlu nun (2007: 94)
çevirisinde bu sözü Mevlâna’nın Pervâne’ye söylediği şeklinde geçerken
Abdulbaki Gölpınarlı’nın (2001: 44) çevirisinde bu sözü söyleyen
belirtilmemektedir.
Ahmet
Avni Konuk’un (2013: 75) çevirisinde bu sözün “Muineddin Pervâne”ye söylendiği
belirtilirken Abdulbaki Gölpınarlı’nın (2001: 68) ve Meliha Ülker
Anbarcıoğlu’nun (2007: 119)
çevirisinde “Emir” olarak geçmektedir.
[17] Ahmet Avni Konuk’un (2013: 20)
çevirisinde bu sözü Mevlâna’nın Pervâne’ye söylediği şeklinde geçerken
Abdulbaki Gölpınarlı’nın (2001: 16) ve
Meliha Ülker Anbarcıoğlu’nun (2007: 63)
çevirisinde bu sözü Atabek’in söylediği yazılmıştır.
[18] Enfal süresinin 70. ayeti: Ey
Peygamber elinizdeki esirlere de ki: “Eğer Allah sizin kalplerinizde bir hayır
(olduğunu) bilirse, size, sizden (fidye olarak) alınandan daha hayırlısını
verir ve günahlarınızı bağışlar. Allah çok bağışlayıcı, çok merhametlidir
(Kur’an-ı Kerim, 2011: 104).
Alı İmran süresinin 27. ayeti: Geceyi gündüzün içine
sokarsın, gündüzü gecenin içine sokarsın; ölüden diri çıkarırsın, diriden ölü
çıkarırsın, dilediğine de hesapsız rızık verirsin (Kur’an-ı Kerim, 2011: 34).
Yusuf süresinin
87. ayeti: Ey oğullarım! Haydi, gidiniz de Yusuf ile kardeşini bütün gücünüzle
araştırıp bulunuz ve Allah’ın rahmetinden ümitsizliğe düşmeyiniz. Çünkü
Allah’ın rahmetinden ümit kesenler, ancak kâfirler sürüsüdür (Kur’an-ı Kerim,
2011: 137).
Ahmet
Avni Konuk’un (2013: 13) çevirisinde bu sözü söyleyen “Emir Pervâne” olarak
geçerken Abdulbaki Gölpınarlı’da (2001: 9) ““Birisi” ve Meliha Ülker
Anbarcıoğlu’nun (2007: 56) çevirisinde ““Biri ” olarak geçmektedir.
[22] Ahmet
Avni Konuk’un (2013: 73) çevirisinde bu sözü söyleyen, “Emir Pervâne”
olarak geçerken Abdulbaki Gölpınarlı (2001:66) ve Meliha Ülker Anbarcıoğlu’nun
(2007: 116) çevirisinde “Naib” olarak geçmektedir.
[23] Ahmet
Avni Konuk’un (2013: 14) çevirisinde soruyu soran “Emir Pervâne” olarak
geçerken Abdulbaki Gölpınarlı’da ““Birisi” (2001: 66) ve Meliha Ülker Anbarcıoğlu’nun (2007: 116)
çevirisinde ‘“Biri” olarak geçmektedir.
[24] Ahmet
Avni Konuk’un (2013: 51) çevirisinde “Emir Pervâne sual etti ki” olarak
geçerken Meliha Ülker Anbarcıoğlu’nun (2007: 95) çevirisinde “Bir kimse” ve
Abdulbaki Gölpınarlı’da (2001: 45) ise herhangi bir isim zikredilmemiştir.
Ahmet Avnı Konuk un (2013: 70), Abdulbakı Gölpınarlı da (2001: 63) ve Meliha Ülker
Anbarcıoğlu’nun (2007: 113) çevirisinde de “Emir Pervâne”
olarak geçmektedir.
[26] Nesr-i Müsecca, Cümlelerinin sonu secili
(kafiyeli), olan nesirdir. (Özon,1965)
[27] Günümüzdeki karşılığı Adalet Bakanıdır.
[28] Selçuk hükümdarları oğullarına harp ve siyaset işlerini öğretmek
için ümerâdan birini muallim tayin ederlerdi. Bunlara atabek denilirdi
(Pakalın, 1983).
[29] Günümüzdeki karşılığı Maliye Bakanıdır (Kaymaz, 1970: 220).
[30] İslam devletlerinde, yemekten önce ve sonra, elini, yüzünü
yıkarken, abdest alırken, leğen, ibrik getirerek hizmette bulunan, hükümdarın
elbise, kılıç ve oda takımlarını korumakla görevli bulunan kimsedir
(Devellioğlu, 1993).
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar