Aşk Mesleğini Anlamak İçin MEVLANA’DA DİN VE DİNÎ TECRÜBE
Hazırlayan: Aysel TAN
Ankara-2017
A)
MEVLANA: HAYATI VE
DİN ANLAYIŞI
Mevlana’nın düşüncesi tahlil edildiğinde, onun din
anlayışında üç mektebin etkisi olduğu görülmektedir.
a)
Babası
Bahaeddin Veled[1] etkisiyle
şekillenen Necmeddin-i Kübra’nın (Ö.1221) zühdçü nitelikteki tasavvuf sistemi.[2] Necmeddin
Kübra’nın öğretisi tecrübi bir nur mistisizmidir. Daha
sonra bu nur mistisizmi, Şihabeddin Yahya Sühreverdî’nin (Maktûl, Ö.1191)
İşraki metafiziğiyle birleşerek, metafizik bir ‘imgeler dünyası1
(hayal/rüya âlem) ontolojisi ileri süren yeni bir nur metafiziği oluştururlar.[3]
b)
Kaynağını
Horasan Melametiyesi’nden alan ve Şems’in etkisiyle gelişip şekillenen ilahi
aşk ve cezbeye dayalı, zühde boş veren Kalenderane[4] tasavvuf.[5]
c)
Muhyiddin el-Arabi’nin
(İbn Arabi) aşk ve nur mistisizmini metafizik sistem haline getirdiği Vahdet-i
Vücud mektebi.[6] Yine bunu babası Bahaeddin Veled’in
etkisiyle geliştirmiştir.
A.1. Şems[7] Öncesi Dönem
Mevlana, 20 Eylül 1207 yılında Belh’te doğdu. Belh o dönem
Maverâünnehr, İran ve Hint medeniyetleri arasında bir köprü vazifesi
görmekteydi. İpek yolunun üzerinde bulunması nedeniyle aynı zamanda değişik
dinlerin, inançların, felsefe ve tarikatların buluşma, çatışma ve uzlaşma
merkeziydi. Burada İslam dininin egemenliğinden önce pek çok milletten ve
dinden insan yaşıyordu. Buralarda Zerdüştlüğün[8], Budistliğin, Mecusiliğin,
Şamanizmin ve Hıristiyanlığın etkili olduğu görülüyordu.[9] Bu bölgede Sünniler, Şiiler,
Mutezile, Cebriyye ve Sufiler bir arada bulunuyordu. O bölgede medreselere
Şiilik, Cebriye ve Mutezile hâkimdi.[10] Tüm bu grupların,
babası Baha Veled’in ve dolayısıyla Mevlana’nın entelektüel gelişimi üzerinde
etkili olduğu söylenebilir.
Bahaeddin Veled, o dönem Belh’te etkili olan Necmeddin
Kübra’nın tarikatı olan Kübreviliğe bağlıdır. Necmeddin Kübra’nın temel
öğretisi Nur mistisizmidir. O, Mısır’da Ebu Necip Sühreverdi’nin öğretilerinden
etkilenmiş ve Şihabeddin Yahya Sühreverdi’nin (Maktül)[11] kurduğu İşraki metafiziği ile
görüşlerini birleştirip bir nur metafiziği oluşturmuştur. Ona göre aranan Tanrı
(nur), arayan ise ‘O’ndan gelen bir nur’dur. Yani arayan ‘nurun kendisinden’,
‘nur insanı'ndan başka biri değildir.[12] Ebu Necib Sühreverdi’yle dost
olan Bahaeddin Veled’in[13] Maarif
Kitabında[14] [15] [16] [17] [18] [19] nur
ve aşk mistisizminin izlerine rastlamak mümkündür. O, kitabında Allah’ın
‘bedenlerimize zapt olunmuş nuru’ olduğuna inanmakta ve bundan dolayı
ruhlarımızı Tanrı’yla birleşmek için maddi dünyadan kaçıyormuş gibi
resmetmektedir. Allah aşkı insanın kirlerini yakıp yok eder ve sonunda onu
aydınlatarak ‘peygamberlerin nuru’ kadar aklaştırır.
Namaz Allah’a ulaştırıyor, zekât Allah’a
ulaştırıyor ve oruç Allah’a ulaştırıyor. Bunlar Allah’a ulaşmanın araçlarıdır
ve her ulaşma tıpkı bir maşukun yanı
başında oturmanın ve başını onun omuzuna
dayamanın neşe vermesi gibi neşe 64 verir.04
Bu öğretilerinden etkilenen Mevlana ve Şems,
Tanrı’yla birleşmek için peygamberin izinden gitmeyi hedef olarak görürler.
Bahaeddin Veled, İşrakiler gibi Allah’ın sürekli olarak varoluşun her parçasını
yeniden yarattığı atomcu kelamı kabul eder. Kendi vücudunun atomlarını
çağırır, hepsi Tanrı’nın buyruğuna boyun eğer ve Tanrı aşkı içinde erirler.05
Bu nedenle ona göre insanlar ‘mekânsızlıktan gelip mekânsızlığa gitmektedir.00
Ayrıca Bahaeddin Veled birçok keramet göstermektedir.07 Şems,
Mevlana’nın ledünni bilgiye ulaşması için babasının kitabını ve başka kitapları
okumasını yasaklamıştır.08 Böylece Şems, Mevlana’nın babasından
aldığı mistik öğretilerine başka bir biçim vermek istemiştir.
Mevlana’nın din anlayışını etkileyen ikinci
kişi babasının ölümüyle kendisine sufi eğitimi veren Seyyid Burhaneddin idi.
Seyyid Burhaneddin kendisini deli olarak nitelendirmekte ve imamlığa layık
olmadığını söylemektedir. O, on iki sene dağlarda deli gibi dolaşmış ve
Bahaeddin Veled’e mürit olduktan sonra tecelli nurlarının çokluğu nedeniyle
mustarip olmuştur. Tanrı’yı görmek istemiş ve bu isteğine kavuşmuştur.
Şihabettin Ömer Sühreverdi onu ziyaret etmiştir.09 Tıbbi ve dinî
ilimleri gaybtan bilmektedir. İbadetlerini yerine pek getirmemektedir, oruç
tutmadığı ve düzenli namaz kılmadığı söylenmektedir. Elini ayağını mangalın
ateşine koyarak kerametler göstermektedir. Ruhu yıkamanın elbiseleri yıkamaktan
daha iyi olduğunu söyleyerek on iki yıl elbiselerini yıkamamıştır.[20] [21]
Seyyid Burhaneddin’in öğretileri, Mevlana’nın ve
müritlerinin aldığı notlar biçiminde Maarif kitabında toplanmıştır. Ona göre
nebilerle veliler günahkârlar için acı çekerler, işte bu yüzden onlar çok
büyüktürler.[22] Seyyid’e
göre, ledün ilmi ‘Hakk’ı bilme ve Hakk’ı bulma ilmi’ peygamberlerin, velilerin
ilmidir ve o, bu ilmi Mevlana’ya öğretmiştir.[23] Kitabında âşık, aşk ve
maşuk’un bir ve aynı şey olduğunu söyler. Bunları birbirinden ayırmak ona göre
imkânsızdır. “Eğer suda yıldız görürsen ne dersin? Yıldız suya vurmuş dersin,
değil mi? Eğer Âşık başka, aşk başka ve maşuk başka olsaydı herkes kendisini
sever miydi?”[24] Zahiri bilgi
geçicidir, kitaplarla bir yere erişilemez. Ona göre ‘Gönlüm, Rabbimin ilhamıyla
söyledi bana’ sözü bir medresedir.”[25] Kur’an’ı Kerim okunduğunda
gerçek manasının şu olduğu görülecektir: “Ey benden ayrılmış olan kimse, bana
dön!”[26] İnsan ruhani
yolda ilerleyince kemalata erişir, Allah’la birleşir ve melekleri bile geçer.
Mevlana tıpkı Seyyid Burhaneddin gibi izleyicilerini nur olmaya
çağırır. Mesnevi’de ondan aldığı hikâye ve şiirlerle öğretisini devam ettirir.[27]
Seyyid Burhaneddin, eğitimini tamamlaması için Mevlana’yı
Halep ve Şam’a yollar. Mevlana, Halep’te Kemaleddin bin el-Adim (ö.1262)’in
edebiyat, tarih derslerine katılmış, klasik Kur’an tefsirlerinin çoğunu
okumuştur. Şam’da riyazetle ve din ilimleriyle eğitimine devam etmiştir.
Şam’dayken İbn Arabi, Kübrevî Sadeddin Hamevî, Osman er-Rumi, Evhededdin
Kirmani ve Sadreddin Konevi gibi kişilerle görüşmüştür. Şems ile ilk burada
karşılaştığı söylenmektedir.[28] İbn
Arabi’nin Mevlana üzerinde etkili olduğu söylenebilir. Özellikle vahdet-i vücud
kavramı olmak üzere pek çok ortak kanıları vardır.[29] İkisi de fikirler ve
suretlerin hayal âleminde (misal âlemi) var olduğu inancını paylaşmaktadır.[30] İbn Arabi
mistik aşkı savunmuş bununla ilgili erotik şiirler yazmıştır. Mevlana’nın
benzer şekilde mistik aşkı benimsediği ve erotik şiirler yazdığı görülür.[31] İkisi de aşk
dinini savunmakta ve şiirlerinde anlatmaktadır. İbn Arabi şöyle der:
Tevrat levhası, ya Kur'an
ayeti.
Ya ister olsun rahip
hücresi,
Hepsi kalpten gelen
ilhamımdır,
Din-i aşk benim tek
itikadımdır.[32]
İbn Arabi aşkı, ruhun en yüce makamı olarak kabul eder, ona
göre aşk beşeri iradenin ilahi cezbe ile bütünüyle emilip özümsenmesidir, ilk
beşeri örneği İbrahim olan aşk, delilik durumudur.[33] İbn Arabi’ye göre ilahi
aşk[34] Allah’ın zatına bir ilave değil, zatının aynıdır.
Mevlana’nın mistik düşüncesinde de aşk daima öndedir. Çünkü aşk kâinatın
ruhudur, insan ilahi aşk sayesinde varlığının kaynağına yönelir. Kâinattaki her
şey kendisi ile sırların tezahür ettiği ilahi aşka bağlıdır.[35]
İbn Arabi’nin mistik düşüncesiyle Sühreverdi’nin
(Şihabeddin Yahya-Maktûl) İşraki (Nurculuk-Aşkçılık-Işıkçılık) felsefesi
arasında çok açık bağlar vardır.[36] O ifade
edilemez dediği Saf Nur’u Saf Varlık’a özdeş kılar.[37] Aynı şekilde Mesnevi’deki pek
çok konuyu İbn Arabi’nin eseri Fususu’l Hikem’deki görüşlerle irtibatlı
ve birbirini açıklayan örnekler olarak görmek mümkündür. Örneğin, karanlık oda
ve fil hikâyesi İbn Arabi’nin ilah-ı mutekad görüşünü
açıklamaktadır.[38] Seyyid
Hüseyin Nasr, Mesnevinin aslında Fütuhat el-Mekkiyye'nin Farsça
versiyonu olduğunu iddia etmektedir.[39] Fakat Chittick, İbn Arabi’nin
Mevlana üzerinde hiçbir fark edilir etkisinin olmadığını söyler.[40] Ona göre İbn
Arabi ve Mevlana tasavvufun iki farklı damarına aittir. Bunlardan her biri
kendi tarzında geleneğin doruk noktasını belirtir.[41]
İbn Arabi’nin üvey oğlu Sadreddin Konevi
(1210-1274), Konya’da Mevlana ile aynı sohbet meclislerinde bulunmuştur. O,
eserlerinde ağırlıklı olarak mistik felsefeye uygun olan bilgi ve tevil yolunu
kullanmıştır. Mevlana ise eserlerinde aynı mistik felsefenin edebiyatını yaparak
aşk ve cezbe yolunu tercih etmiştir. Yine Sadreddin Konevi, hakikati kavramak
için ‘mükaşefe’ ve ‘müşahede’ye ihtiyaç olduğunu söyleyip akılcı felsefeye
karşı çıkarak filozofların rasyonalizmiyle hakikatin bulunamayacağını iddia
eder. Benzer iddialar Mevlana’da da vardır. Mevlana, İbn Arabi’nin ve Sadreddin
Konevi’nin karmaşık düşüncelerine benzer düşünceleri daha basit ve şairane bir
vecd ile canlandırıp halk arasında yayılmasını sağlamıştır.[42]
Mevlana üzerinde
Feridüddin Attar (1142-1220) ve Senai (1071/72-1131?) geleneğinin bir yansıması
olan didaktik-tasavvufi şiir geleneği çok etkilidir.[43] Mevlana, “Attar’ın
sözlerini ve Senai’nin sırlarını itikatla okuyan bizim sözlerimizi anlar ve
onlardan faydalanır”[44] demektedir.
Mevlana bütün eserlerinde bu iki şairin şiirlerine yer vermiştir. Senai’nin Işkname
(Aşkname) adlı eserindeki fikirlerin Mevlana’ya kaynaklık ettiği söylenebilir.
Bu eserde Senai, kulun Allah karşısında sahip olduğu en önemli sermayenin Allah
aşkı olduğu üzerinde durur. Mevlana bu düşünceyi daha da geliştirmiştir.
Vahdet-i vücut anlayışının gereği olarak zıtlıkları bir görme eğilimi, yani
“küfür ve din aynıdır” anlayışı, ikisinde de görülür: “Zülfünse küfür, misli
yüzü örtmededir. Dininse, küfürlerle ne parlak görünür!”[45] Senai hikâyelerinde
ve şiirlerinde müstehcen ifadeler kullanmaktan kaçınmaz ve Mevlana da
hikâyelerinde aynı yolu izler.[46] Mevlana,
Senai’nin Ilahiname kitabını Kur’an’dan daha üstün ve değerli görmekte
ve Ilahiname üzerine edilen yeminin Kur’an’a edilen yeminden daha sağlam
olduğunu söylemektedir. Çünkü Kur’an yoğurt ise Senai’nin şiirleri Kur’an’ın
yağı ve kaymağıdır.[47] Ilahiname'yi
arkasına koyarak uyuyan kişiyi şiddetle azarlayan Mevlana, bu kitabı kutsal
kitap gibi görmektedir.[48] Senai’yi
Müslüman olmamakla suçlayan ve Kur’an ayetlerini şiirlerinin arasına sokarak
onlardan kafiye düzen kişi, şeklindeki suçlamalara
Mevlana şiddetle kızarak Senai’yi Müslümanlıktan üstün
görmekte ve ‘Müslümanlık onun büyüklüğünü görseydi, külahı başından düşerdi
demektedir.[49] Mevlana bir
mecliste Senai’nin ruhunun geldiğini ona özürler dilediğini iddia etmektedir.[50]
Mevlana’yı yazdığı
şiirlerle etkileyen Feriduddin Attar, yıllarca halk hikâyesi toplayıp onları
şiirleştiren[51] Şii bir şairdir. Onun fikirlerinde
Zerdüşçü Mazdeizm’in ve Sühreverdi’nin İşrakilik’inin izleri görülmektedir.[52] Onun aşkla ilgili fikirleri aşk
dinini savunduğu yönündedir.[53] Bu yönü Mevlana’nın düşünceleriyle
paralellik arz etmektedir. Fakat Mevlana yine de Senai ve Attar’ı kendi
düşüncesinden farklı görmektedir: “İlahi hâkim Hoca Senai ve Feriduddin Attar
dinin ulularından oldukları halde çok defa ayrılıktan söz ettiler. Biz ise hep
vuslattan bahsettik.”[54] Bu iki şairden başka etkilendiği bir
diğer şair ise Mütenebbi (ö.965) lakaplı klasik Arap şiirinin önde gelen
şairlerinden biridir. Onun Mütenebbi’nin Divariını çok okuduğunu
kaynaklardan öğrenmekteyiz.[55] Mütenebbi gençliğinde peygamberlik
davasına kalkışmış, Kur’an surelerine nazireler yazmıştır.[56] Şems, Mevlana’nın ledünni bilgiye sahip
olması için Mütenebbi’nin Divan ’ını okumayı yasaklamıştır.[57]
A.2. Şems Dönemi
Şems gelmeden önce aldığı eğitimin etkisiyle Mevlana,
klasik din anlayışını yani, dini taklitten tahkike götüremediğini düşündüğü
medrese hocalarını eleştirip Hz. Peygamber yolunun ‘Şeriat yolu’ değil, ‘aşk
yolu’ olduğunu düşünmekteydi. “Bizim peygamberimizin yolu aşk yoludur,”[58] demektedir.
Şems bu düşüncesine yeni bir fikir eklemekten ziyade var olanı geliştirmiş,
Şems onun, ‘Temaşa Şahidi’ olmuştur.[59]
Şems, çocukken Tanrı’yı ve melekleri gördüğünü, dünyanın
gayblarını müşahede ettiğini iddia etmektedir. Babası ise onun Isa gibi
beşikte konuştuğunu ve mucize gösterdiğini söylemiştir.[60] İlahi güzelliğin kendisinde
olduğunu iddia eden[61] Şems,
Kalenderi/Melami meşrepli bir derviştir. Şeyh Rükneddin Secasi’mn takipçisidir,
Secasi ise Ebu Necip Sühreverdi’nin nesebine bağlıdır.[62] Şems, İşraki Şihabeddin
Sühreverdi’ye dair suçlamalarda Sühreverdi’yi savunmuştur. Şeyh Muhammed’den
çok şey öğrenmiştir ama onu, peygamberi inkâr ediyor diye eleştirmiştir.[63] Şarap
içtiğine[64] dair rivayetler[65] vardır.
Uyuşturucu içtiğine dair rivayetleri reddetmesine rağmen o dönemde Kalenderi
dervişlerin uyuşturucu kullandığına dair genel bir kanaat vardır.[66] Şems çeşitli
kerametler gösterdiği rivayet edilmektedir. Örneğin kış ortasında birine bir
deste gül getirdiği söylenmektedir.[67]
Şems, ilmin insanı kendisine itaat ettirmesi gerektiğine
inanmaktadır. Eğer böyle yapmıyorsa o ilim zahmet ve yorgunluktan başka bir şey
olmaz. Senai’nin şiirinden alıntı yapan Şems şöyle der: “Seni senden almayan
ilimden cehalet yüz kere daha iyidir”[68] Bu nedenle Mevlana’nın kitap
okumasını ve başkalarıyla konuşmasını yasaklamıştır. Böylece ledünni ilim onun
yüreğinde kaynayacaktır.[69] Müslümanda
hiç Müslümanlık yolunu bulamayabilirsin, ama bir zındıktan Müslümanlık yolunu
bulursun, demektedir.[70] Onun
düşüncelerini öğrenenler kendisini kâfirlikle itham etmektedir.[71] Bir ilim
meclisinde konuşanlara hitaben şöyle demiştir: “İçinizde, ‘Kalbim bana
Rabbimden bu haberi veriyor’ diyecek kimse yok mu, ne zamana kadar başkalarının
asasıyla ayakta yürüyeceksiniz?”[72]
Cehennemliklerin çoğu kesin fikirli kişilerden, filozoflardan, bilginlerden
meydana gelmektedir, onların keskin zekâları kendilerine perde olmuştur. Hakk’a
hakikate, keskin zekâ ile akıl ve ilimle değil, sevgi ve hayranlıkla ulaşılır.[73] Hakka giden
yol iç âlemini geliştirme yoludur, bu yoldan nebilerle veliler yürümüşlerdir.[74] Allah’ın
ilmi derindir, o derinlik ise insandır. Derinlik insanın içindedir.[75] Bunun
haricinde insan vücudu bir mezbele ve gübre yığınıdır, demektedir.[76]
Şems’in bu fikirlerinden yola çıkarak onun mistik bir
felsefeye sahip olduğunu söyleyebiliriz. Şems Mevlana’yı da keşfe dayalı
tasavvufa yönlendirmiştir. Fakat Mevlana bu düşünceyi ilk Şems’ten
öğrenmemiştir. Babası Bahaeddin Veled ve Seyyid Burhaneddin Mevlana’yı keşfe
dayalı tasavvufçu eğitimden geçirmişlerdi. Bu durum Mevlana’nın Şems’ten neden
çok etkilendiğini açıklayabilir. O bu durumu şöyle açıklar: “Ey benim orucumun,
namazımın düşmanı, ey benim uzun ömrüm, sürüp giden kutluluğum. Av oldum, nasıl
uçayım? Sana mat oldum artık nasıl oynayayım?”[77] Şems’ten önce zahit iken,
Şems’ten sonra mistik bir Mevlana ortaya çıkmış ve büyük bir değişim
yaşamıştır.[78]
Şems’e göre Mevlana Tanrı’nın zatını ifade etmektedir. “Her
şey helak olacaktır, ancak onun zatıdır kalan”[79] ayetindeki kalandan maksadın
dostların yüzü olduğunu o dostun da Mevlana olduğunu söylemektedir.[80] Ayrıca
Mevlana’yı peygamber yerine koymakta ve şöyle söylemektedir: “Kim peygamberleri
görmek isterse Mevlana’ya baksın.”[81] Şems, Mevlana ve kendisinin
peygamberin izinden gittiğini düşünmektedir. Peygamberi, tasavvufî yolda
izlemek onu gerçek anlamda izlemekle olur. “Hz. Muhammed’e uymak ona derler ki,
o miraca gidince sen de arkasından yürüyesin.”[82] Yani Şems Hz. Peygamber’in
dünyevi ve şer’i kuralları koyan bir yorumunu kabul etmek yerine, kendi görüşü
ve mizacına uygun olan, mistiklerin ve ariflerin peygamber yorumunu kabul
etmektedir.
Mevlana’nın ilmini öven Şems, “Biz birçok yazma eserden
daha üstün geldik ama Mevlana bizden daha üstün”[83] demekte ve onda ledün ilminden
sözler olduğunu söylemektedir.[84] Şems’e göre
avamın diliyle konuşmak Allah tarafından kendisine yazılmadığı için ve
kendisinin dilinden sadece Mevlana anladığı için sıradan insanları aydınlatmak
Mevlana’ya düşmektedir. Şems’e göre kendi varlığı güneşe benzer, varlığının
güneşine gözler erişemez. Güneşin ışınları sadece aya erişebilir. Ay ise
Mevlana’dır.[85] Mevlana bir
şiirinde şöyle der: “Şems-i Tebriz! Senin güneşin yüzünden ay gibiyiz.”[86]
Mevlana Şems’i adeta Tanrı olarak görmektedir: “Bu sözleri
açıkça ilan ediyorum, benim Şems’im ve ilahım... Sen ebedi hayatsın ey Şems’im
ve ilahım.” Ayrıca o merhamet hazinesi ve mekânsızlıktan gelen kişidir.[87] Lewis de
Mevlana’nın, Şems’i ilah olarak gördüğünü söyler.[88] O Rabbani bir saptırıcıdır:
“Allah’ım bu kim? Allah’ım o, rabbanî bir saptırıcıdır.”[89] “Ululuğu yüzünden Cebrail bile
onun kapısında kanadı açamaz.”[90] Şems,
‘sırların sırrı’ ve ‘aydınlanmanın nuru’ dur.[91] “Tanrı’nın evvelde ve ahirdeki
gizli nuru” dur.[92] Ve kendisini
onunla birlikte nur olarak nitelendirmektedir: “Cansız, bedensiz, ikimiz de bir
nuruz.”[93] O aynı
zamanda hem aşk, hem de maşuktur. “Ey aşk! Ey maşuk! Mâniaları aş ve inadı
bırak da gel.”[94] Sonuç olarak
Mevlana’ya göre Şems kendisinin aşk mumunu yakmıştır:
Şems’in nuru, aşk mumlarını yaktı da
binlerce ilahi sır malum oldu, anlaşıldı. Onun bir hükmüyle dünya, aşkla ve
âşık ile hükmedenle, hükmedilenle dolup taştı.[95]
Şems öldürülünce Mevlana kendisini Şems gibi görmeye
başladı ve onun tıpkısı olduğunu söyledi.[96] Ayrıca, geleneksel dini, taklit
olarak nitelendirip onun zahire bağlı kaldığını, peygamberin yolunun şeriat
yolu değil, aşk yolu olduğunu söyledi ve aşk dinini yaymak için mücadele etti.
Mevlana, Şems’in ölümünden sonra eserleriyle aşk
mistisizmini yaymak için mücadele etmiştir. Önce Divan-ı Şems’i Tebrizi’yi,
sonrasında ise Hüsameddin Çelebi’nin tavsiyesiyle Mesnevi-i Manevî adlı
şiir kitaplarını yazdı. Diğer eserlerine göre daha önemli olduğu için
Mesnevi’den başlayarak Mevlana’nın din algısının nasıl olduğuna bir bakmak
gerekir.
İran edebiyatına özgü nazım şekillerinden birisi olan
mesnevinin sözlük anlamı "ikişer, ikişerli" demektir. Mesnevi,
ilk bakışta fabl tekniği ile yazılmış bir şiir kitabı gibi görünürse de o
sadece edebi bir eser olarak kaleme alınmış değildir. Amaç insanlara aşk
mistisizmini (dinini) öğretmektir. İçeriği itibariyle Mesnevi, her şeyden önce
bir din kitabıdır. Onun gayesi yeni bir din ve yeni bir bakış açısı
getirmektir.[97] Mevlana
yazdığı bu şiir kitabını kutsal kitap olarak nitelendirmekte vahiy ürünü
olduğunu söylemektedir.
O Allah’a
kavuşma ve onun hakkında kesin bilgiye ulaşma sırlarını açan, dinin aslının
aslının aslıdır. Melekler, ona sadece temiz olanların dokunmasını sağlarlar.
Âlemlerin Rabbinden indirilmiştir.[98]
Bu ne yıldız
bilgisidir, ne remil, ne de rüya.. Allah, doğrusunu daha iyi bilir ya, Allah
vahyidir! Sofiler, bunu halktan gizlemek için gönül vahyi demişlerdir.
Sen istersen
onu gönül vahyi farzet... Gönül zaten onun nazargahıdır.[99]
Eflaki Mevlana’ya dayandırdığı sözlerinde, onun bir dönem
vahiy alamadığı için Mesnevi’ye ara verdiğini sonra tekrar vahyin geldiğini
söylemektedir.[100]
Mesnevi’yi birçok yerde Kur’an ayetlerine nazire yapıp,
Allah’ın Kur’an için söylediği ifadeleri Mesnevi’ye uyarlayarak şiirleştirip
övmektedir: “Yeryüzündeki bütün ağaçlar kalem olsa, deryalar da mürekkep olsa,
yine de Mesnevi son bulmaz.”[101] Böylece
kitabına Kur’an’ın vasıflarını vererek yazdığı şiir kitabını Kur’an-ı Kerim’e
eş gibi anlatmakta; Kur’an’ın edebi üslubunu da taklit etmektedir. Kur’an’a
yapılan bu benzerlik ve taklitçilik hiçbir şarihin dikkatinden kaçmamıştır. Bu
nedenle olsa gerek, Mesnevi’ye “Farsça yazılmış Kur’an” demişlerdir.[102] Bu
taklitçiliği nedeniyle bazı din âlimleri onu şiddetle eleştirmiştir. Mevlana
onlara kin tutmuş ve onlardan nefret etmiş, bunu Mesnevi’de dile getirmiştir.[103]
Mevlana, Kur’an’ı, peygamberi veya diğer olayları ele
alırken her şeyde mutlaka “doğaüstü, mucizevi, normal dışı” bir yön
aramakta ve hepsini bu bakış açısına göre değerlendirmektedir. Yani din de
dâhil olmak üzere hiçbir şey göründüğü gibi değildir, sırlıdır, mucizevidir,
olağanüstüdür, sıra dışıdır, gizemlidir (mistik), her şeyin altında bir ‘mânâ’
vardır. Gözüne Kur’an okunan bir körü Kur’an iyileştirebilir, Hz. Peygamber
aslında insan görünümlü nuranî bir varlıktır.[104] Mevlana, Kur’an’ın
‘ruhanî’ mesajına odaklanmış ve Kur’an’ı tefsir etmekten ziyade Şeyh Rızaeddin
Remzi er-Rıfai’nin dediği gibi ‘keşfetmekte, lahuti mana ve esrarları izhar”
etmektedir.[105]
Mesnevi’sinin amacı “dinleyicinin yüreğine ulaşmaya ve onu bir Tanrı, peygamber
ve kâmil insan aşığına dönüştürmeye yardımcı olma”dır.[106] “Mesnevimiz vahdet
dükkânıdır. Orada birden başka ne görürsen puttur”[107] demekte ve vahdet-i vücudun
savunusunu yapmaktadır.
Mevlana, Mesnevi’nin çoğunu diğer kaynaklardan ödünç almış,
eserinde anlatılan küçük bir kısmını da kendi yazmıştır. Fakat o hikâyeleri
değiştirmiş[108] ve
hikâyeleri kendi aşk felsefesine uygun olarak kurgulamış, bazı kısımlarını ön
plana çıkarmıştır. Hikâyelerin sadece dış hattını almış ve sonra kendi tarzında
bunu şiirleştirmiştir. Kelile ve Dimne, İran’ın bazı klişe kişilik özellikleri
hakkında etnik şakalar, menkıbevi ve tarihsel olaylar, Kur’an, hadis,
peygamberlerin hayat hikâyeleri, sufilerin menkıbevi işleri, Senai-Attar gibi
şairlerin beyitlerini yorumlamış, özellikle Attar’ın eserlerinden yaklaşık otuz
beş hikâye almıştır.[109] Yine,
örneğin Kelile’de geçen üç balık hikâyesinde hikâyenin sadece kabuğu
verilmiştir fakat Mevlana hikâyenin ruhani özünü vereceğini söyler.[110] Aynı şeyi
Kur’an için yapan Mevlana şöyle demektedir: “Biz Kur’an’ın özünü, ruhunu, içini
ve cevherini aldık, postunu köpeklerin önüne attık.”[111] Kur’an’a her zaman aşk dinî
çerçevesinde anlam veren Mevlana Kur’an’ın insanları vahdet-i vücuda
götürdüğünü söylemektedir:
Ey canı biz ve ben kaydından kurtulan! Ey
erkekte kadında söze ve vasfa sığmaz ruh! Erkek, kadın kaydı kalkıp bir olunca
o bir, sensin. Birler de aradan kalkınca kalan yalnız sensin. Kendi kendinle
huzur tavlasını oynamak için bu “ben” ve “biz”i vücuda getirdin.[112]
Hak nuru yiyen Kur’an olmaktadır.[113] “Tanrı Kur’an’ına kaçar,
sığınırsan peygamberlerin ruhlarına karışırsın”[114] demektedir. Kur’an’ın
görünen, bilinen değil görünmeyen dış yüzünün ötesine bakmak gerekmektedir.
Şeytan sadece dışı görür, tıpkı Âdem’i sadece insan olarak görüp secde etmediği
gibi.[115] Şems’te
Kur’an’ın yedi türlü manası olduğunu ve yedi türlü manasını veya yüz bin türlü
manasını bilmenin bir hak vergisi olduğunu söylemektedir.[116] Zahiri manayı âlimler, batıni
manayı veliler, batıni mana içinde gizli olan manayı ise peygamberler bilirler.[117]
İlk on sekiz beyit Kur’an’da “Ben insana ruhumdan üfledim”[118] ayetinin
açıklamasıdır. Ney, insanı ve içindeki Tanrı’nın nefesini temsil eder, onun
nefesi tekrar ona ulaşmak ister.[119] Mevlana insanın önünde bir
vahiy (nur) olduğunu söyler. Bu vahiyle, ruhun dinlenirken zamanın kutbuna
karşı kitabı önüne açıp nakli ilimlerle meşgul olmamak gerektiğini ifade ederek
“Kendini aptal yerine koy, ona uy da yürü... Ancak bu aptallıkla
kurtulabilirsin!”[120] demektedir.
Sonuç olarak Mevlana’nın Mesnevi kitabını nasıl gördüğü ve
onu insanlara nasıl anlattığına bakacak olursak; kendisini aşk mistisizminin
(dininin) kurucusu bir peygamber/veli, Mesnevi’yi Kur’an’a eş kutsal kitap gibi
algıladığını söylemek yanlış olmayacaktır. Kur’an’a gelen eleştirilere benzer
eleştirilerin Mesnevi’ye de geldiğini ikisinin de ilahi kaynaklı olduğunu,
bununla mücadele edeceğini söylemektedir.[121] Mevlana İslam dinini aşk
mistisizminin (dinin) bir parçası ve devamı olarak görmektedir.
Fihi Ma Fih, Arapça
sözcük karşılığı "ne varsa içindedir" manasına gelen, anlam karşılığı
ise "ne varsa onun içinde var" veya "ne varsa onda var"a
gelen bir eserdir. Bu kitap ismini büyük ihtimalle Hallac-ı Mansur’un Tavasin
kitabında geçen bir ifadeden almıştır: “Ne şununladır o, ne de bundan.
Anlayacağın fihi mâfih. O bizzat fihtir fih. Yoktur onun içinde fih. Çöl içinde
çöl, ayet içinde ayettir o.”[122] Mevlana, Fihi Ma
Fih kitabında yine Mesnevi’deki görüşlerinin benzerini savunmaktadır. Kur’an’ı
ikiyüzlü bir dîbâ (süslü ipekli kumaş) olarak vasıflandırmakta ve bazı
kişilerin bir yüzünden bazılarının da diğer yüzünden nasiplendiklerini her
ikisinin de doğru olduğunu ifade etmektedir.[123] Yine bu kitapta Kur’an’ın
anlamının suretten bağımsız olduğu ve sayısız olduğunu vurgulamış, “Rabbimizin
kelimeleri tükenmeden o denizler tükenir”[124] ayetine dayanarak, Kur’an’a
sınırsız anlamlar verilebileceği söylenmiştir. Ayetler açıklanmış, hadisler
şerh edilmiş ve böylece tasavvufî dünya ve ahiret görüşleri amel, ahlak, ibadet
konuları hikâyelere bağlanarak anlatılmıştır.[125]
Başka bir eseri olan Mecalis-i Seba (Yedi Meclis/Yediler
Meclisi) yedi vaazdan oluşan bir derlemedir. Büyük ihtimalle Şems gelmeden
önceki vaazlarından oluşmaktadır.[126] Bu vaazlarda yine tasavvuf
düşüncesini yansıtan alıntılar ve açıklamalar vardır. Ayet, hadis açıklamaları,
tarih bilgisi, Senai ve Attar’ın şiirlerinden bölümler, hikâye ve masallar
vardır.[127]
Mektubat (Mektuplar),
Mevlana’nın mektuplarının derlenmesinden oluşur. Mevlana’nın mektupları, geniş
bir mürit topluluğu ve akrabanın Mevlana’yı yalnızca kendileriyle Tanrı
arasında değil, aynı zamanda devlet adamları ve itibar sahibi kişiler arasında
da arabuluculuk yapan bir şefaatçi olarak gördüklerini ortaya koymaktadır.[128] Sultan
Veled’in babasının dünya işlerini terk ettiğine dair rivayetlerini
yalanlarcasına Mevlana dünya menfaati, makam, mevki elde etme; medrese, hankah,
tekke ve vakıflara ait kurumlara kendi müritlerini yerleştirmek için çabalamış
ve elbette uğraşlarının sonucunu almıştır.
Dîvân-ı Kebîr veya Dîvân-ı Şems-i Tebrizî, Mevlana’nın söylediği
ilahi aşk şiirlerinden oluşan, nazım bir eserdir. Bu eser, Şems’e adanmış ve
Şems’in ölümünden sonra yazılmış mistik gazeller derlemesidir. Aşka, görünüşte
dünyevi ama aslında ilahi aşka yönelik yazılan, aşka adanmış bir
eserdir.[129] “Aşkı seç,
aşk ek, aşk biç... Şu şatafatı sür gitsin; korkma. Ey gönlü Tanrı ayeti,
mushafı ters oku istersen; korkma,”[130] diyerek yine aşk dinini
savunmakta “Âşık Müslüman olamaz, aşk mezhebinde küfürle iman yoktur”[131] diyerek
mevcut taklitçi dini (İslam’ı) eleştirmektedir. Divan’ın genelinin, Mesnevi
veya Fihi Ma Fih’te olduğu gibi öğretici niteliğinden ziyade, duygu verici
olduğu görülmektedir. İnsanı temelden kavrayıcı ve değiştiricidir.[132] Yine bu
eserinde de akıl ve bilim kötülenmekte ve duygu tecrübesinin önemi
anlatılmaktadır.[133]
Rubaiyat Arapça’da
dörtlükler anlamına gelmektedir. Rubaiyat adlı eser, Mevlana’nın
dörtlüklerinden oluşur. Rubai tarzının kısa, etkileyici ve esas itibariyle şifahi
(sözlü kültüre ait) olan yapısı çoğu rubainin şairden şaire dolaştığı anlamına
gelir. Rubai türü, tasavvuf meclisleri ve müziğiyle ilişkilidir.[134] Tasavvufı düşüncenin kaynakları ve bu
kaynaklara kolay ulaşılması, Mevlana gibi mutasavvıflara rehberlik eden
kültürel alt yapıyı oluşturmaktadır. Bu kültürel alt yapı sözlü gelenekle
beslenmiş bir halk kültürüdür. Mevlana böyle şifahi bir kültürden
beslendiğini övünerek eserlerinde anlatmaktadır.
A.4. Mevlana’nın Din
Algısını Belirleyen Tasavvuf Düşünürleri
İspanyol oryantalist A. Blacios, İslam’ın
diğer dinlerle, özellikle de Hıristiyanlık’la yüzyüze geldikten sonra ruhanilik
alanında gittikçe esnekleştiğini söylemektedir. Hıristiyanlığın adetleri kısa
bir süre sonra zühd ve rahiplikleri tasavvufa dönüşmüştür. Senai, Feridüddin
Attar, Nizami, Rudeki, Minuçihri, Nasır-ı Husrev, Arap cahiliyye şairleri:
İmru’ul-Kays, Kab b. Zuheyr; el-Mütenebbi, Ebu Temmam, Ebu’l-Ala el Maa’arri
gibi Emevi ve Abbasi şairleri, Ebu Haşim Küfi, İbrahim ibn Ethem, Davud-i Tai,
Şakik-i Belhi, Fudayl b. Iyad, Ma’ruf-i Kerhi, Bişr- i Hafi, Ahmed b. Hıdraveyh,
Haris b. Esedu’l-Muhasibi, Ebu Turab-ı Nahşebi, Zün- Nun el-Mısri, Yahya b.
Muaz, Ebu Yezıd-i Bestami gibi mutasavvıflar, gerek şiirleriyle gerekse
düşünceleriyle Mevlana’nın fikri ve edebi dünyasını etkilemişlerdir.[135] Mevlana’nın
eserlerine konu olan Gazneli Şeyh Muhammed-i Serrezi,[136] Abbazi,[137] Şeyh Ahmed-i Hıdraveyh,[138] Hallac-ı
Mansur (ö.857)[139] insanın
nihai amacının Allah’la, aşk yoluyla gerçekleştirilen mistik birleşme olduğunu
ilan etmişlerdir. Bu birleşme tecrübesini de ‘Ene’l Hak’ sözüyle ifade etmişlerdir.[140] Mevlana sık sık şiirlerinde Hallac’ı
anmaktadır.[141] Zunnun Mısri (ö.859)[142] Yeni Eflatunculuğun mistik rengini bol
miktarda İslam’a aktarmıştır.[143] Iraklı Niffari (ö.865); ibadet
Allah vergisi demektedir, insan isteyerek ibadet edemez, Allah dilerse ve isterse
ibadet edebilir,[144] demektedir. Mevlana’ya göre Beyazıd-i Bistami
(ö.874), öğrencisi Ebu’l Hasan’a mezarında ders anlatmaktadır[145] ve vahdet-i vücudu savunmaktadır. Mevlana,
öğrencisi Şeyh Selahaddin’in ruhuna Beyazıt’ın geldiğini söyler,[146] Hüseyin Tirmizi (el-Hâkim-ö.898), marifet ve
velayet kavramları üzerinde durmuş ve veliliğin peygamberlikten üstün olduğunu
söylemiştir. Peygamberlik sona erse bile veliliğin sona ermeyeceğini
vurgulamıştır.[147] Cüneyd-i Bağdadi (ö.910)[148] adı geçen mutasavvıflardandır. Şibli (ö.945),
kendisini kurbağaya benzeterek şatahatları ve şiirsel iç dökmelerini mazur
göstermeye çalışmıştır.[149] Ebu’l-Hasan el-Harakani(ö.1033),
vahdet-i vücud teorisini benimsemiş, kıblenin serçe parmağı olduğunu
söylemiştir.[150] İbrahim Ethem (ö.777), zühdün üç aşamasını
tanımlamıştır. Dünyadan vazgeçmek (terk-i dünya), dünyayı terk etmenin
getirdiği mutluluktan vazgeçmek (terk-i ukba), dünyaya bir daha bakmamak
(terk-i terk).[151]
B)
MEVLANA’DA TECRÜBE
VE DİNÎ TECRÜBE
Mevlana’nın tecrübe anlayışı duyu verilerinin
gerçekliğini reddeden, aşk duygusuna önem veren sübjektif bir tecrübe
anlayışıdır. O aşk duygusunu şöyle anlatmaktadır: “Aşk ocak gibi yakar,
yandırır. Fakat bu yanışı görmeyen, o tadı almayan da ocak değildir zati.”[152] Mistik
düşüncesini aşk duygusu üzerine oturtan Mevlana’da tecrübe, mistik haller için
gereklidir. Bu haller tecrübe dışında bilinemeyeceği için akıl yürüterek,
mantık ilkelerini kullanarak veya duyu verileri ile çıkarsama yaparak ona
ulaşılamaz. Bâtıni bilgiye ancak mistik tecrübeyle ulaşılır ve bu manevi bilgi
türünün derinliklerine ulaşmak zor olduğu ve sadece bazı özel insanlara
verildiği (vehbi) için insanların çoğundan gizlenmelidir.
Duyu yani deney
bilgisinin yolu Mevlana’ya göre eşeklerin yoludur çünkü hayvanlar duyu
bilgisine takılıp kalırlar ve bu nedenle Allah’ı göremezler.[153] İnsanın dış
dünyayı gözlemlediği beş maddi duyusuna karşın beş tane de manevi duyu
organı[154] olduğunu söyleyen
Mevlana bu duyu organlarını kapatıp manevi duyu organlarını açarsa insanın
gerçek görüşe ulaşacağını söyler. İnsan bedenini testiye, duyu organlarını ise
bu testide açılmış deliklere benzetir. Testinin içindeki su ise anlayıştır.
Delikler açık olursa su deliklerden akarak anlayış azalmakta, kapatılırsa
anlayış artmaktadır.[155] Çünkü beden
duyusu zulmet gıdasıdır, can duyusuysa güneşten çerezlenir.[156] O nedenle beden çerçevesinden
kurtulmak gerekir, görme duyusu olan göz, ‘rahimde bir et parçasından
ibarettir ve bu et parçası görmeye sebep olamaz, “göz yanlış görür, duyu yolu
yanlıştır”[157] demektedir.
İnsanlar göz olmadan rüyada da görebilmektedir. Nur’un et parçasıyla bir
alakası yoktur, topraktan yaratılan insanın toprakla alakası olmadığı gibi.[158] Duyu organı
olan gözün yerine ise ‘gönül gözü’nü koyan Mevlana, gönül gözünün insanı
gerçeğe ulaştıracağını söyler. Zaten gerçek görüş gönül gözüyle ‘Dost’u
görmektir: “İnsan dostu görmeyince kör olsun, daha iyi”[159] der. Gönül, isterse duyulara
hitap eden şeylere gitmektedir. Her beş duyu, boru gibi gönlün isteği ve
buyruğu üzere akmakta, gönlün onlara işaret ettiği her tarafa gitmektedir. El,
ayak, Musa’nın elindeki asa gibi gönlün emrinde hareket etmektedir. Gönül
istediği için el parmaklarla hesap yapmakta ve kitap yazmaktadır. Dıştaki ve
içteki beş duyu gönlün emrindedir.[160]
Gönül ile görme ve bilme yolunun peygamberler
ve mucizeler yoluyla olduğunu söyler:
Gönül sarhoşluğu nerededir? Görmezsin. Onu
nergise benzeyen mahmur gözlerde ara. Allah’ın zatından da uzak olduğun için
onu peygamberlerle mucizelerden bilebilirsin.
Demekte ve buradan da pir ve onun
kerametlerine geçiş yaparak aşk tecrübesini yaşayan biri olarak konuyu
kendisine getirmektedir: “Gizli olan mucize ve kerametler, temiz pirlerden
gönüllere akseder” diyerek gönül bilgisine pir/veliler yoluyla ulaşacağımızı
söyler. Mucize ve kerametlerin cansız şeylere tesiri eğretidir, gelip geçici
tesirdir. Bundan daha önemli olan ise ‘vasıtasız’ olarak gerçekleşen can’a olan
tesirdir. Cansız olan nesnelere tesir yoluyla insanın gönlüne tesir eder ve
gönlün hayat bulmasına yarayan araçlara dönüşür. Böylece insan mucize denizinde
yaşamayı öğrenip karakuşundan su kuşuna dönüşmeyi başarabilir.[161]
Görme duyusunu işitme duyusuyla birleştirerek
açıklayan Mevlana, işitmenin görme duyusu gibi gönülle alakalı olduğunu, sadece
işitmenin de değil bütün duyuların gönülle alakalı olduğunu söylemekte ve beş
duyunun beş iç duyu karşılığı olduğunu söylemektedir:
Kulakların da can sesini, Allah
haberlerini, peygamber buyruklarını duymada bir mesnedi var. Yüz binlerce göze
ses duyma kabiliyeti verilmemiştir: Hiçbir gözün ses duymadan haberi yoktur.
Böylece her duyuyu birer birer say... Her biri, öbürünün işini göremez! Beş
tane dış, beş tane iç duyusu, hepsi on tane duygu ayakta saf kurmuştur.[162]
Bazı beyitlerinde aklı (külli akıl) gönülle bir tutmakta ve
akıl gözünü övmektedir. “Duyu gözünün mezhebi, İtizal’dir. Akıl gözüyse vuslata
kavuşmuştur Sünni’dir. Gören göz, izi hoş akıl gözüdür.”[163] Duyu bilgisini akılla (cüz’i
akıl) ilişkilendirip açıklayan Mevlana’ya göre duyu bilgisi akla esir olmakla
beraber akıl da ruhun esiridir.[164] Aklı
kullanarak zahirden istidlalde bulunmak sadece ‘namahrem can’ın yapacağı iştir.
O tamamen tesirlere bakar, fakat tesir edene bakmaz, ilacı düşünürler fakat
ilacın ‘manasını’, hakikatini yani onu yapanı düşünmezler. Oysaki o ilacı yapan
tıpkı sihir gibi gizlenmiştir. Sebeplerle tesirler iç ve kabuktur, fakat o
sebebi ve tesirleri yaratan Allah’tır. İnsanlar sadece eserlere bakmamalı ondan
o eseri yaratana ulaşmalıdır. Böylece doğru bilgiye ve hakikate ulaşmış olur.[165]
Din ve tecrübe kavramlarında görüldüğü üzere Mevlana’nın aşkı,
nuru ve duyguları merkeze alan bir din anlayışı vardır. O, rasyonel bir din
tanımından ziyade duygusal tecrübeye dayalı din tanımı yapmaktadır. Dinî
tecrübeye dayalı olmayan fıkıh, kelam, felsefe gibi ilimleri zahiri ilimler
diyerek eleştirir. Fıkıh iyi-kötü, helal- haram, günah-sevap ayrımı
yapmaktadır. Bu da insanın bütünü görmesini engeller. Mevlana’ya göre Tanrı’yı
içsel olarak hissedebilmek için insan ile Tanrı arasındaki engelleri kaldırmak
gerekir ve akılla yol almanın ‘Tahta bacakla yok almaya’[166] benzediğini ifade
ederek, ‘akıl kabiliyetsizliğinden dolayı buraya yol bulamaz”[167] der.
Aklın ürettiği kavramları kullanıp, dinî tecrübeleri ifade etmeye çalışmak ve
başkalarına nakletmek mümkün değildir. Bu tür tecrübeler bir ‘hal’dir, bunu
sadece tecrübe sahipleri anlayabilmektedir.
Mevlana dinî tecrübeyi anlatırken belli bir
dine veya geleneksel öğretiye bağlı kalmayı reddeder, onları eleştirir çünkü
onlar birbirinin aynıdır; “Bence bütün şeriatlar, bütün dinler birdir. Bence yüz
binlerce yılla bir saat aynı”[168] der ve
kendi tecrübesini onlardan üstün görür: “Aşk dinî bütün dinlerden ayrıdır.
Âşıkların dinî ve mezhebi ise Allah’tır,”[169] diyen Mevlana’ya göre, bir
insanın kendisini Allah’a teslim etmesi için, oruç tutması, namaz kılması veya
hac için Mekke’ye gitmesi gerekmez, insanın kendisi dinî tecrübenin merkezi
olur.[170] Bireyin iç
tecrübelerini öne çıkardığı gibi bireyin bu tecrübesine yol açacak,
canlandıracak ve sürekli canlı kalacak ifadeleri şiirlerinde kullanmayı ihmal
etmeyen Mevlana’ya göre, her türlü tecrübe sadece bireysel tecrübeye odaklı
olarak açıklanmalıdır. O, ayetlerden, peygamberin mucizelerinden,
kerametlerden, olağanüstü olaylardan, rüyalardan örnekler verdiği gibi iç
tecrübeyi coşturacak tabiatta temaşacı tecrübeleri, din dışı tecrübe
örneklerini de kullanmaktan çekinmez. Dinî tecrübesinin merkezine yerleştirdiği
aşk tecrübesini insanların gönüllerinde uyandırabilmek için mistik yolları, din
dışı ritüelleri ve ibadetleri tavsiye eder. Tüm bu anlatılanlar aşk tecrübesi çerçevesinde şekillenmektedir. Mevlana’nın sözünü ettiği dinî
tecrübeler incelendiğinde bunların, merkezinde “Tanrı”, “insan” ve “din”
olmasına bağlı olarak, üç sınıfta değerlendirilebileceği anlaşılmaktadır. Şimdi
bunları sırayla ele alalım.
B.1. Mevlana’da Tanrı
Merkezli Dinî Tecrübeler
Bu tecrübelerin ortak özelliğini “Tanrı tecrübe edilebilir”
görüşü oluşturur. İslam tarihinde bu konu rüyetullah meselesi etrafında
tartışılmıştır. Rüyetullah konusunda iki görüş benimsenmiştir: Birincisi
dünyada rüyetullahtır, bunlar Tanrı’nın dünyada görülebileceğini söyler.
Müşebbihe ve bazı sufiyye grupların benimsediği bu anlayışın delili Tanrı’yı
zikretme, sevme ve O’na fazlaca ibadet etme sonucunda yaşandığı söylenen ruhî
tecrübelerden ibarettir. Ancak bu yöntem kontrolü mümkün olmadığı ve yanıltma
ihtimali taşıdığı için bir delil olarak kabul edilmemiştir. İkinci anlayışa
göre ise peygamberler dahil olmak üzere hiçbir insan Tanrı’yı dünyada göremez.
Nitekim Hz. Musa, Tanrı’yı dünyada görmek istemiş, fakat ‘sen, beni asla
göremezsin’[171] cevabını
almıştır.[172] Mevlana bu
gruplardan birincisine dahil olmaktadır. Yani Tanrı’nın dünyada
görülebileceğini iddia eder. Tanrı’nın tecrübe edilmesi meselesini Mevlana’da
genellikle aşk tecrübesi çerçevesinde değerlendirmemiz doğru olacaktır. Aşk,
yaşanması ve tecrübe edilmesi gereken bireysel bir tecrübe türüdür. Aşk
işitilerek, görülerek öğrenilen bir şey değildir, onu bizzat gönül gözüyle
görmek gerekir: “Ey aşk sözünü sadece duymuş olan, bir de aşkı gör. Duyanın
hali nerede, görenin hali nerede,”[173] “Aklımdan kalktım, gönüle
doğru yola düştüm; fakat onun bulunmadığı hiçbir yer de görmedim”[174] ve “Her
nereye bakarsam, seni tek görmedeyim!”[175] diyerek Tanrı’nın görülmesi
meselesini vahdet-i vücut felsefesine göre açıklamaktadır.
Mevlana, insanın aşk ile görmesi yani gönül gözünün
açılması için oğlu Sultan Veled’e, yavaş yavaş dünya işlerinden el etek çekerek
kendisini ibadete vermesini söyler. Böylece “Tanrı’yı gör ve sevgili ile aşk
oyunları oyna” demektedir. Sultan Veled, babasının dediklerini yaptıktan sonra
Tanrıyı gördüğünü söyler.[176] Veled,
bunu kitabında şöyle ifade eder: “Senin varlık evinde parlayan bu hakikat
nurunu görürsen, mutlaka Tanrı’yı da görürsün.”[177] Mevlana’nın torunu Ulu Arif
Çelebi’ye göre; “Arifler, Tanrı’yı bilen, Tanrı’yı çağıran değil, Tanrı’yı
görendir.”[178] Şems
ise Musa peygamberin Tur dağında kendisine hitap edilen ‘dağa bak’ ifadesini
insanın kendi nefsi olarak yorumlamakta ve insanın kendi nefsine baktığı zaman
Tanrı’yı görebileceğini iddia etmektedir.[179]
Dinî tecrübede Tanrı ile buluşma ve birlik esastır. Mevlana gibi mutasavvıflar, “Allah her şeyi ihata
etmiştir” (Nisa, 125.ayet) ayetine farklı yorumlar getirmişlerdir. Allah’ın her
şeyi ihata etmesi zat itibariyle değildir, sıfat itibariyledir. Bu ifade, Allah’ın
emri ve iradesi, ilmi kudreti her şeyi ihata etmiş demektir.[180] Buna karşın
Mevlana gibiler, varlığı ve evrendeki her şeyi Allah’ın zatı ile açıklarlar. Bu
yönüyle Allah’ı tabiatla eşitler ve tabiatla Allah’ı bir görürler. (Dış temaşa-
Doğa=Allah) »Benzer şekilde insanın varlığını da Allah ile bir görme
eğilimindedirler. (İç temaşa-İnsan=Allah)
Mevlana, müritlerine Allah’ı gökte değil kendi içlerinde
aramalarını, arayış içine girmelerini ve burada amacın Allah-benzeri olmak[181] veya sadece
hakikat olmak gerektiğini söyler.[182] O, “Geceleyin gönlümüz aşk
ile gözlerimiz ise uyku ile karışmış olduğu halde bizim dostun güzel yüzü ile
işimiz vardır, buluşmamız vardır.” demektedir.[183] Ona göre her şey bir başka
şeyle dost oldu mu, iki olur. Fakat der Mevlana, sen onunla beraber oldun mu
bir olursun; onsuz kaldın mı, iki-iki olursun; üç-üç olursun, dört-dört
olursun.[184] Böylece
İslam’ın dayandığı tevhit esası, yani Allah-insan başkalığı vahdet-i vücut
nazariyesinde eriyip gitmiş olmaktadır. Allah’tan başka gerçek varlık yoktur,
insan Mutlak Varlık’ın bir feyzi, bir tecellisi veya bir halidir. Şahsiyet
olarak kabul ettiği şey hakikatte yokluktur (fena).[185] “İnsanlar gündüz
güneşte yok olan yıldızlar gibi Allah’ın varlığında yok olup kendilerinden
geçmelidir,”[186] Mevlana’ya
göre gerçek yaşam tanrısal olanla bütünleşmiş yaşamdır. Şu halde benim yaşamım,
uzun süredir kaynağından ayrı olduğuna göre gerçek değildir.[187] İnsanlar
Allah’ın varlığında yok olduktan sonra tekrar onun varlığıyla dirilerek onunla
tam birlik olurlar:
Ölmedin de onunla
dirilmedin mi ona ortak olmaya, ülke ve devlet kazanmaya savaşan bir düşmansın!
Fakat onunla dirildin mi, zaten dirilen odur... Bu, tam birliktir; nerde şerik
oluş?[188]
Böylece Tanrı’yla dirilen kişi; Tanrı’yla söyler, Tanrı’yla
görür, Tanrı’yla işitir. “Ben, onun nutku, onun dili ve dilinden söyleyen
olurum ve benimle işitir,” İlahi sözüne mazhar olur.[189] Sonuç olarak Mevlana’ya göre
‘ene’l hak’ demek tevazuya işaret eder. Çünkü bu sözle insan kendisini yok
etmiş ve aslında şöyle demek istemiştir: “Ben yokum, hep O’dur.”[190] Böylece ilahlaşma
tasavvuf ehlinin en yüce hedefi olmuş olur.[191]
Dinî tecrübe, vehbîdir; Tanrı vergisidir. Bir olan Tanrı ile birleşmiş olarak anlaşılan âşık (yani
insan-ı kâmil) ya da mükemmel insan olmak Mevlana’ya göre, insanın kendi içindeki
sesi duymasıyla gerçekleşen bir durumdur. Bu sesi gerçekten ciddiye almak,
mükemmellik yolunda atılan ilk adımdır. Bu iç ses dışardan gelmez ve öğrendiği
herhangi bir bilgi ona bu sesi duyuramaz. Bu, insanın içindeki tanrısal sestir,
insan bu sese kulak vermelidir. Kitap okumak, düşünmek, zihni meşgul etmek
içteki bu sesin kısılmasına neden olur, iç ses cılızlaşır. O nedenle bu tür
faaliyetlerle iç sesi susturmamak gerekir. Birey iç sesle baş başa kalınca
bütün evrenden gelen dış sese de kulak vermeye başlar. İşte bu iki ses açık ve
net duyulmaya başlayınca Mevlana’ya göre aşk ortaya çıkar. Sonlu olan insan ile
sonsuz imkânların birleşmesi sonucu insan sınırsız bir güç elde eder. Bu güç
sayesinde insan (veli) sebeplere güç yetirebilir:
Velîlerde
Allah’dan öyle bir kudret vardır ki atılmış oku yoldan geri çevirirler. Allah
velîsi, pişman olursa sebeplere eserlerin kapılarını kapar (fiilleri neticesiz
bırakır). Fakat bunu, Allah eliyle yapar. Allah kudretiyle; söylenmiş bir sözü
söylenmemiş hale getirir... Bütün kalplerdeki nükteleri işitir, gönüllerden o
sözü yok eder.[192]
Aşk,
tıpkı marifet gibi sonradan kazanılan bir şey değil ilahi bir vergidir.
Aşk, insanlardan öğrenilmez; o bir Allah vergisidir ve O’nun bir ihsanıdır.[193] Hallac,
Hakk’ın kendisiyle konuştuğunu, ilmini kalbinden diline söylediğini iddia
etmekte ve seçilmiş olduğunu söylemektedir.[194] Bayezid, “Onu sevdiğimi
sanıyordum, fakat düşününce gördüm ki, onun aşkı benimkinden öncedir”[195] demektedir.
Cüneyd aşkı, maşukun sıfatlarının aşığın sıfatlarıyla yer değiştirmesi olarak
tarif eder. Başka deyişle aşk, ferdi nefsin fena bulmasını ifade eder. Bu ilahi
bir lütuftur.[196] Şems’e göre
arayan Tanrı, aranan ise insandır.[197] Mevlana bu durumu şöyle ifade
eder, “Dışardan bakınca aşkın benden doğduğu görülmektedir, ancak sen de
biliyorsun ki, gerçekte beni doğuran aşktır.”[198] Böylece aşk tecrübesinde aşk,
maşuk’tan önce gelmektedir. Fakat bunun için insanın ön hazırlık yapması
gerekmektedir. Birey önce gönlünde kelimenin harfleri ve şekli silininceye
kadar zikre devam eder, bu zikir süreci kişinin iradesine ve seçimine bağlıdır;
fakat Allah’ın rahmetinin erişmesi ona bağlı değildir. Allah onun gönlünü
rahmet esintilerine açar. Böylece sufinin gönlünde Hakk’ın nuru parlar.[199] “O, günlerin gelip geçmesiyle değil, Tanrı
tarafından pir olmuştur.”[200] diyen Mevlana bir ayete
nazire yaparak şöyle der: “Hakk, velileri alemlere rahmet olmak üzere yeryüzüne
getirmiştir.”[201]
Aşk davası isteyerek elde edilmediği için âşıklık davasında
bulunan başkalarını eleştiren Mevlana bu tür iddiaları şöyle yanıtlar:
“Gerçekte bunlarda iddia ettiklerinin hiç biri yoktur. Kendilerinde olan da
dıştan gelmedir; içten bitme değildir.”[202] Böyle olduğu için “Aşk
davasına kalkışıyorsun; senin harcın mı aşk? A orospu karılı köpek, Tanrı’dan
utan hiç olmazsa”[203] diyerek
âşıklık iddiasında bulunanları eleştirmekte ve kendi aşk davasını tek
görmektedir. İnsan aşkı seçerse aynı zamanda seçilmiş olur: “Aşkı seç, aşkı ki,
sen de seçilmiş bir insan olasın. Belki sana en sağlam fikri aşk verir.”[204]
Mevlana, birlik
tecrübesinde, Tanrı ’nın bir zat olarak mutlak varlığını kabul etmez, Tanrı her
şeyde içkindir. Teistik dinlere
göre ontolojik anlamda Tanrı-insan ayırımı esastır ve Tanrı, bir zat olarak
insandan ayrı olup tamamen yaratıcıdır. Martin Buber’in deyişiyle, “ilahi
olanın şahıs niteliğini koruması ve Tanrı’nın bir kişi olarak kavranıp insandan
ayrılmış bir Tanrı”[205] olmasını Mevlana kabul etmemektedir.
Ona göre böyle bir düşünce ikilik demektir ve bu da şirktir. O insanı bir birey
olarak Tanrı’nın karşısına koymaz. Birey Tanrı’nın karşısında varlığını yok
etmeli (fena) ve onunla birleşmelidir (beka). Bireylerin zatı Tanrı’nın zatında
yok olduğu için her şey Tanrı haline gelir; tabiat, insan ve canlı/cansız
nesneler. Eğer herhangi biri, iradesi olan özgür bir varlık olarak ‘Tanrı var
ama ben de varım’ derse büyük şirke girmiş olur. İnsan Tanrı’nın karşısında
kulluk iddia edemez, ona kul değildir, onun varlığı karşısında yok olur. Çünkü
“Her şey odur.” (Heme ost) Böylece gerçek tevhide ulaşılmış olur.[206]
B.2. insan Merkezli
Dinî Tecrübeler
Mevlana aşk tecrübesinin merkezine zaman zaman insanı
koymakta, özellikle gönülle ilgili tecrübelerini ön plana çıkarmaktadır.
İnsanın bizzat kendisi Hakk’ın tecelli ettiği bir ayna gibidir, insan bu
nedenle halife olarak nitelendirilmiştir. İnsanın dış sureti değersiz
bir madde olan toprakla yaratılmış olsa bile özünde veya cevherinde Hakk’a ait
bir yön bulunur. Çünkü Tanrı ona, ‘ruhumdan üfledim" demiştir.
Tanrı’nın ruhundan bir parça taşıyan insan bu kaynağını keşfetmeli, hayatın
kaynağına yani ‘öne’ ‘önceki hayata" odaklanmalı böylece
kendisinde bir farkındalık geliştirmeye çalışmalıdır. Seyr-i sülukla kendi
benliğini nurda eritip ‘bir’den zuhur eden kesretin tekrar ‘bir’e
döndüğü ve ilk ve asli vatanlarına gittikleri döngüsel işleyişe göre ilerleyen
bir yolcu olmalıdır.[207] “Önün de
ezeli aşktır, sonun da o olacaktır.”[208] “Ölsem, çürüsem bile ben yine
o aşkım.”[209] İnsan öne
baktığında kaynağının Tanrı yani nur olduğunu görecektir. İnsan nur’dan
yaratılmış, nuranî bir varlıktır. Bunu özellikle Nur-u Muhammedî[210] anlayışıyla
temellendiren Mevlana, bu nur ile diğer peygamberlerin ve velilerin[211] onlardan
aydınlandığını söyler.[212] Muhammed’in
nuruyla aydınlanan veliler ilim ve hikmeti bu şekilde öğrenir. Bilginin merkezi
gönülde doğan bir aydınlanmadır. Böylece gönüle bilgiler vasıtasız olarak
doğrudan doğruya Hak’tan gelir.[213]Mevlana
insanı üç sınıfa ayırmaktadır:
1)
Nur/Tanrı
olan peygamber/veli: İnsan görünümlü olan
fakat hakikatte insan olmayan nuranî varlıklar. “Hak ile birlikte olmak isteyen
kişi, velilerin huzurunda otursun.”[214]
Bir kısmı,
mutlak varlık olan Allah’a dalmış, kendini kaybetmiş olanlardır... Bunlar İsa
gibi meleklere katılmışlardır. Surette insandır bunlar, fakat hakikatte
Cebrail.[215]
Mevlana, Tanrı’yı insan katına indirir, insanları da Tanrı
katına çıkarır. Nihayetinde Tanrı insanlaşır, insan ise Tanrılaşır:[216] “O periden
doğmuştur. İnsanların bahtı yaver olsun diye insan şeklinde görünmüştür.”[217] Sultan
Veled, babası Mevlana’nın Tanrılık iddia ettiğini ve insanların bu iddialara
yeterince karşı koyamadığını söylemektedir.[218]
2)
Nurani
varlıkları fark eden ve onlara hizmet etmekle görevli ve tabii olan mürit grubu
(âşıklar): Bunlar nuranî varlık olmaya
namzettir. Çabalayarak nuraniliğe ulaşabilmektedirler. Fakat velilerin yardım
etmesi gerekir:
Cezaya
çarptırılmamaları ve yavaş yavaş padişahın dergâhına ulaşmaları için bunların
her birine vacip ve doğru olan şey, kendi hâkimlerine (veli) itaat etmek ve
boyun eğmektir.[219]
3)
Son
grup dünyaya bağlı kalarak, özündeki nuraniliğin yok olduğu insana benzeyen
fakat hakikatte insan olmayan hayvanlaşmış varlıklardır: (Bu gruba taklit
dinine tabi olan medrese hocaları, kelamcılar, fakihler yani İslam
âlimleri/Müslümanlar girmektedir) Bu
hayvanlaşan insanların öldürülmeleri, kadınlarının ve çocuklarının esir
edilmeleri, mallarının elinden alınması caizdir. Çünkü aklın aklından
(velilerden) kaçarak hayvan mertebesine intikal etmişlerdir.[220]
Şimdi Mevlana’nın bu dinî tecrübe anlayışı çerçevesinde
insan anlayışını şu şekilde değerlendirmeye tabi tutabiliriz:
Evrimsel bir gelişme izleyen insan; bitkiden hayvana,
hayvandan da insana doğru evrimleşir.[221] İnsanlar da kendi arasında
evrimsel bir gelişme gösterir. Mevlana’nın insan sınıflamasına göre velilerden
ayrı olan sıradan insanlar ikiye ayrılır. İlki gelişmeye açık, aşkı öğrenebilme
ve yaşayabilme potansiyeli göstermektedir. Fakat bunlar tek başlarına akıl
yürüterek ve mantıklarını kullanarak aşk ilmini öğrenemezler. Bu süreçte aşk
tecrübesi vehbi olduğu için bunu sıradan bir insan anlamaz, gönülle gelen
bilgileri almaya müsait yapıları olmadığı için bir velinin (pirin, şeyhin,
abdalın, erenlerin) hizmetine girmek ve onlara secde edip kul köle olmak zorundadırlar.
İnsan, dinî tecrübe yaşayanın, yani aşığın (aynı zamanda hem aşk ve maşuk)
rehberliğinde dinî tecrübeleri yaşayabilir. O nedenle bir velinin emrine
girmeli ve onun peşini bırakmamalıdır. Çünkü velinin eli ‘Allah’ın eli’dir.
Velinin sohbetini dinleyerek, dediklerini yaparak gönül ilmini elde etmeye
çalışmalıdırlar. Veli (şeyh) yeryüzünde Tanrı’nın halifesidir ve Tanrı, veli
(şeyh) suretinde tanrılık eder.[222] Velinin
aynı zamanda peygambere kadar uzanan kesintisiz
bir irşat silsilesi içerisinde yer alması şarttır.[223] Veli müride
ders vererek öğretmemeli, müridin neyi tecrübe etmesi gerekiyorsa onu tecrübe
etmesi için zemin hazırlamalıdır. Çünkü ‘ruh, ruhtan bilgiyi alır, kitaptan ve
dilden değil’.[224] Veli onu
sohbet yoluyla eğitir.[225] [226] Bir gün
müritlerinden birini sohbetine çağıran Mevlana ona şöyle seslenir: “Bugüne
kadar Tanrı’dan gıyaben bahsediyorlardı ve sen de dinliyordun. Bugünden sonra doğrudan
doğruya Tanrı ’dan dinle'”215 Onun sohbeti vasıtasıyla insanlar
Tanrı’yı onun gördüğü gibi görmeye başlar.[227] Bu nedenle sıradan insanlar
sadece dua, namaz, oruç gibi ibadetler yaparak ‘Tanrı’nın sırrını’ elde edemez,
yani dinî tecrübe yaşayamazlar. Hal, kelimesiz ve mefhumsuz olarak yaşanmış
olan ‘sırri hal’dir. O, bilinmez, keşf olunur.[228] O yüzden velilerin önlerinde
iki büklüm eğilmedikçe o emaneti insanlara vermezler.[229]
Sıradan insanların ikinci grubundaki insanlar aşk dinini
inkâr ettiği ve gönül ilmini kabul etmedikleri için öğrenme potansiyelleri
yoktur. İbn Arabi insanlar arasında kemale ulaşamayanların hayvan-ı natık
olduğunu ve insanlık derecesine layık olmadıklarını söylemektedir. O sadece
şeklen insandır, gerçekte ise insan değildir.[230] Onlar her zaman hayvan
kalmaya mahkûmdurlar. Onlar tıpkı eşek gibi velilere ve insanlığa hizmet etmekle
görevli aşağılık kişilerdir. Mevlana ise, “Hayvani ruhla cüz’i akıl, vehim ve
hayal ayranına benzer... Yıllardır şu ten ayranı meydandadır da can yağı onda
fani ve değersiz bir hale gelmiştir,”[231] der. Ulu Arif Çelebi ise
şöyle der: “Şeyhin zekâ ile dolan içindeki nurlardan habersizsin; çünkü
eşeksin.”[232]
Mevlana, insanın psişik yapısına göre de insanı tanımlar.
Mevlana’nın yaşadığı geleneksel hayat, diğer insanlarla ve çevreyle ilişkisi,
onun kişiliğini etkilemiştir. Yaşanan hayatın bilinçaltı mücadeleleri, onun
gelişmesi gereken dönemde çoğunlukla ona engel olmuş ve toplumsal önyargılar
geliştirerek yanlış değerleri benimsemesine yol açmıştır. Özellikle içinde
bulunduğu kaos ortamı Mevlana’yı bilinçaltının hâkimiyetine sokmuş ve din
anlayışını değiştirmiştir.
Mevlana, özellikle varlık felsefesini zihin üzerine
kurgulamaktadır. Dünya ve dünyada var olan her şey bir hayaldir. Hayal,
hakikat karşılığıdır; gerçekte olmayan, muhayyile tarafından zihinde beliren,
bir sebeple göze görünen şekillere denir.[233] “Allah, her
hayali, bir iradesiyle var eder... Sıfattan ve addan ne doğar, hayal. Onun o
hayali kavuşmaya delildir.”[234] Yani
hayatın gerçekliği yoktur, hayat zihnimizin bize bir oyunudur, her şey zihinde
gerçekleşmektedir.[235] Bu dünya
tıpkı rüyaya benzer. Rüya nasıl zihnimizin ürettiği bir şeyse fakat biz rüyayı
gerçek gibi algılıyor ve uyanınca her şeyin sadece rüyada olduğunu görüp
şaşırıyorsak, dünya hayatı da tıpkı böyledir. Dünyanın, zihnin oluşturduğu
bir hayal (misal âlem)[236] olduğu
ölünce anlaşılacaktır. Tanrı’nın varlığı ise insanın zihninin çok ötesindedir,
zihin onu anlayamaz. Mevlana bazı beyitlerinde tecrübeleri, zihnin anlamaya
gücü yetmeyeceğini söylemektedir: “Öyle bir güneştir ki, ona zihinde de,
dışarda da benzer olamaz. Nerede tasavvurda onun sığacağı bir yer ki misli
tasvir edilebilsin!”[237]
Mevlana dinî tecrübeler için müridin hatırını her türlü
düşünceden kurtarmayı ve saf bir zihinle ilme, kulluğa yönelmeyi önermektedir.
Dünya geçimi için endişelerden uzak olmalıdır.[238] Sonra mürid zihnini sürekli
okuma yazma gibi derslerle doldurmamalı, olur olmaz her duyusal veriye
kapılmamalıdır. Çünkü bunlar zihnini karıştırmakta ve böylece insan binlerce
yanlış hayal peşine düşmektedir. Akıllı adam bu nedenle kötümser olmaktadır.[239] Dinî
tecrübeler için zihin boş olmalı ve duyu (beş duyu)larını dış dünyaya
kapamalıdır.[240]
Sultan Veled’e göre herkes Tanrı’yı havsalası
nispetinde anlayabilir. Tanrı’nın herkesteki tecellisi başka başkadır.
İnsanlara tecellisi onlara verdiği kıymet değerinde olmaktadır.[241] Böylece
dinî tecrübelerde insan zihninin ürettiği iki hayal ortaya çıkar: Birincisi
âlem-i misale işaret eden hayal olan âlem, ikincisi ise vehmin ürettiği, insan
hayatını ve dünyayı gerçek zanneden hayal. Mevlana ikinci hayalin gerçeği
yansıtmadığını ifade eder.
Bilinçaltı sonsuz imkânları içerir, bu nedenle bilinçaltı
insanın gerçek benliğini bulmak için yegâne yol olmaktadır. İnsanın içinde
bulunduğu kültürel çevre insanın aslını (kaynağını-önünü) görmesine engeldir.
Gerçeği görmeyi engelleyen faktörleri insan fark etmeli ve bilincini boşaltarak
bilinçaltını açığa çıkarmalı, tüm varlığının bilincine vararak, tam bir
farkındalıkla hayatı yaşamalıdır. Böylece bilinç aşılmış olur.[242] Bütün
eserlerinde bu bilinçaltını hedef alan Mevlana bu şekilde insanları aşkın bir
bilince yönlendirmek istemekte[243] ve
müritlerine bunu amaç olarak göstermektedir. Aşk yönü ağır basan ve evrensel
özelliklere sahip insan, Tanrı’yla birlik olmanın bilincine vararak ruhani
boyutun zirvesine ulaşır ve nurani bir varlığa dönüşür. O, bir şiirinde aşk
insanının nurani olduğunu şöyle ifade eder:
Eğer sen, kendinde ön, art olduğunu
sanıyorsan cisme bağlısın, candan mahrumsun. Alt, üst, ön, art; cismin
vasfıdır. Nuranî olan can ise bunlardan münezzeh ve cihetsizdir. Kısa
görüşlüler gibi zanna düşmemek için gözünü, o pâk padişahın nuruyla aç!”[244] “Periden
doğmuş güzel, insanların bahtı yaver olsun diye insan şeklinde görünmüştür.[245]
Mevlana’nın varlık anlayışına göre insanların yaşadıkları
real dünya, ontolojik manada objektif bir varoluşa sahip olmayıp, insan düşüncesinin
ürünü olmaktadır. Böylece dinî tecrübeleri belirleyen bizzat aşk
şuuru olmaktadır. Böylesi sübjektif bir aşk tecrübesinde yaşananlar,
aşk dinî şuurunun içeriğine göre değişecektir. Bu sebeple Mevlana bütün
insanlar için bağlayıcı temel prensipleri olan, kural koyucu bir din yerine
bireylerin duygularına bağlı aşk neticesinde meydana gelen dinî tecrübeleri
dinin yerine koymaktadır. Aynı şekilde objektif bir dinî doğruluk ve kuraldan
bahsetmek son derece zorlaşır. Aşk şuuru, duygusal bir farkındalığı içerir ve
bu farkındaklıkla tecrübeler şekillenir. Zaten insan, insan olma şuuruna sevgi
ve aşkla ulaşmaktadır. “Aşkı olmayan kişinin insanlığını inkâr ederim,”[246] demektedir.
Çünkü onlar ölüdürler.[247] Âşık
olmayan insanlar Mevlana’ya göre insan görünümlü hayvandır.[248] “Kurt, ayı ve aslan, aşkın ne
olduğunu bilir; aşka kör olan köpekten aşağıdır.”[249] Yani Mevlana’ya göre aşk bir şuuru,
bir uyanıklığı ifade etmektedir. Bu aynı zamanda bir hayret
durumudur. Hayret eden insan tamamen uyanıktır. Fakat hayret etmeyen insan da
düşünür, ancak bu düşünce sade bir şuur, pratik bir akıl düzeyindedir.[250]
Mevlana’ya göre bütün güzel zevkler, sanat, estetik,
psikoloji, hayat, ibadet vb. hepsi aşk tecrübesinde ortaya çıkmaktadır. Ona
göre aşk Tanrı’nın bir sıfatıdır.[251] Bütün varlıklarda
tecelli eder. İnsan, Tanrı ile bir olunca kâinata o gözle bakar ve her türlü
güzelliği görür.[252] Bu
güzelliğin ortaya çıkması ve insanın olgunlaşması için aşkı, raksı (sema),
zikri ve müziği (ney ve rebab[253]) esas
almaktadır.[254] Çünkü ona
göre aşk ile yokluk (fena) ve ihlas ortaya çıkar. Müzik; ruhun gıdasıdır ve
şiirde buna benzer. Raks (sema) insanı vecde ve sefaya ulaştırır. Zikirden ise
nur, hayat ve beka doğmaktadır.[255] Bunun
yanında estetik bir eser (insan yapımı bir resim veya doğayı seyretmek-temaşa)
insanın gönül âlemine yolculuk yapmasına yardımcı olur.[256]
Aşk tecrübesinde önemli
olan insanın kendisini bu aşka adayabilmesi, aşk ateşinde yanabilmesi ve onun
sürekli ve kalıcı olmasını sağlayabilmesidir. Çünkü aşk özel bir yetenek
gerektirmektedir.[257] İnsanlar
aşk yeteneğini ise danslar, müzik ve kendi kendini hipnoz ederek geliştirirler;
çünkü aşk duygusu diğer duygular gibi bağımlılık yapmakta ve aynı tecrübeleri
tekrar yaşamak için çareler aranmaktadır. Mesela müzikle insan düşüncesinin
bilinçdışı/altı kaynaklarına ulaşılabilmektedir. İnsan bilinçliyken gerçeğe ve
vahiy gibi bir sezgiye ulaşamadığı için zihin gücü ancak uyku, hastalık,
bunaklık ile uyuştuğu zaman bu duruma ulaşmaktır.[258] İşte Mevlana’ya göre; müzik,
ilahiler, raks (sema) insanları ‘fena’ olarak adlandırılan cezbe haline götüren
en makul yol olur ve amaç zaten fena’ya ulaşmaktır.[259]
Sema,[260] aslında aşk’ın
fena’ya, fena’dan da beka’ya dönüşmesi için bütün yolları içinde barındırır
ve semanın gerçek amacı ‘dinlemek’tir.[261] Mevlana’ya göre sema; namaz,
oruç gibi farz bir ibadettir:[262]
“Peygamberin ardında namaz oldu sema!”[263]
Nağmeler göğün hareketinden alınmadır.[264] Âşıklar kâinattaki bütün
seslerin Allah’ı tesbih ettiğine inanırlar bu nedenle onun sesini her yerde
işitirler, bu ses sema ayininde çalınan ney ve rebab olduğu gibi, müezzinin
nağmesi, su taşıyan adamın bağırışı, rüzgârın uğultusu, bir koyunun meleyişi veya
bir kuşun ötüşü olabilir. Bütün bu sesler onları vecde getirir.[265] “Güzel ses
dinlemede kalp huzuru ve Allah’a kavuşma zevki vardır.”[266] Müzik Tanrı’ya yaklaştırır,[267] sema insanı
kendi varlığından geçirir; işte bu nübüvvettir. Bu nedenle semayı inkâr
eden peygamberi inkâr etmiş olur.[268] Aşk ateşi güzel seslerle
kuvvet bulur.[269] Müzik insan
ruhuna gerçek vatanını ve son amacını hatırlatarak onu uyandırır.[270] Ayrıca
cenazede müzik çalmak; dünya zindanında ve tabiat kuyusunda hapis kalıp beden
sandığının esiri olan insan ruhu, birden bire Tanrı’nın lütfu ile kurtulup
kendi aslına ulaştığı ve sultana ait olan ruh, bir zindandan çıktığı için bu
olaya bir hamd ve sevinç gösterisi olmaktadır.[271]
Mevlana aklın karşısına
duyguyu koyarak, akla karşı duygunun savunuculuğunu yapmıştır. Çünkü ona göre
duygu insanın teninin özüdür, duygunun özü ise insanın canıdır. Fakat duygudan,
tenden ve candan öteye geçince de hepsinin Tanrı olduğu fark edilmektedir.[272] Aslında ona göre her şey Tanrı değil
Aşk’tır, her şeyi aşk yaratmıştır: “Ey Aşk! Senin, benim sevgilim olduğun kesin
ben yaratılmışım, sen mutlak yaratıcısın.”[273]
B.3. Din Merkezli Dini
Tecrübeler
Mevlana, teistik dinlerin dinî tecrübeye yüklediği anlamı,
özellikle vahiy tecrübesini ve sıradan insanların ibadet tecrübesini kabul etmemektedir.
Aşk, vahyi anlamada öncüdür; vahiyden önce gelmektedir. Mesnevi’de vahiy
tanımını şöyle yapar: “Vahiy nedir? Zâhiri duygudan gizli söz. Can kulağı ile
can gözü, zahirî duyguya yabancıdır; o duygu, bu duygudan bambaşkadır.”[274] Vahiy, ona
göre gönüle gelebilir. Sadece peygamberler vahiy almaz; Tanrı’nın velileri de
vahiy almaktadır. O Mesnevi hakkında konuşurken şöyle der: “Bu, ne yıldız
bilgisidir, ne remil, ne de rüya... Allah, doğrusunu daha iyi bilir ya, Allah
vahyidir! Sofiler, bunu halktan gizlemek için gönül vahyi demişlerdir.”[275]
Mevlana, vahyin Hz. Muhammed’le bittiği
iddiasını kabul etmemektedir. Vahiy süreci peygamberlerden sonra halifelere,
halifelerden tasavvufçulara geçmiştir.[276] “Gayb âleminden vahiy gelmeye
başlayınca kulak kesil.”[277] O, aşk tecrübesi
ve nur kavramıyla bu süreci açıklamaktadır. Hz. Peygamber’in yolunu
anlatırken , “Bizim peygamberimizin yolu, aşk yoludur. Biz aşktan doğmuşuz,
bizim anamız aşktır”,[278] diyerek Hz.
Peygamber’i aşk tecrübesinin bir parçası yapar. Hz. Peygamber insanları Aşk’a
davet etmektedir: “Ey aşk tüm bir varlıksın sen...
Peygamber’in davetisin.”[279] Aşk, onun için Âdem
peygamberden gelip bütün peygamberlerin anlattığı ve sonra da halifeler ve
veliler yoluyla devam eden bir dinî tecrübe biçimidir. Bu ise nöbet şeklinde
olmaktadır. O, peygamberleri sayarken, Hz. Peygamber’e gelince saymayı
bitirmez. ‘Nurlara doğan, nurları aydınlatan nurları yaratan’, Âdem[280] peygamberin
‘feyiz aldığı’ ve ‘marifete eriştiği’ aydın ziyayı meydana getiren ‘nur’un
sıralamasını şöyle yapar:
Âdem’den biter ve o, nura Şit’i halife
yapar. Sonra Nuh ondan ‘feyz’ alır onun nöbeti bitince İbrahim’in canı o nurla
nurlanır, İsmail o nur sayesinde bıçağın önüne baş koyar. Ondan sonra Davut’un
canı nurdan hararetlenir, yumuşar, erir. Süleyman o nur’un vuslatından süt
emer, Yakup nurun kaza-kaderine teslim olur. Musa onun elinden su içer, İsa o
nurun merdivenini bulur göğe çıkar, Muhammed o nur sayesinde ayı ikiye böler.
Ebubekir o nura mazhar olur, Ömer o (nur) maşuka âşık olur ve böylece hakkı bâtılı
ayırır. Osman ‘feyiz’li bir nura sahip olur da adı Zinnureyn olur. Mürteza
(Ali) o nur yüzünden inci saçar. Cüneyd o nurun askerinden yardıma nail olur.
Bayezıd nurun ihsanına yol bulunca ‘Kutb’ül Arifin’ adını Allah’tan duyar.
Kerhi (Maruf Kerhi) nurla aşk halifesi olur, Edhemoğlu nur tarafına koşturunca
adil sultanların sultanı olur. Şakik, o nur yolu ile ‘Her şeyi gören göze’
erişir. Bunun gibi nice yüz bin gizli padişah vardır o ‘nur âleminde’ yüceliğe
sahiptir ve makamları vardır.[281]
Teistik dinlerin emrettiği, sıradan
insanların Allah’a kulluk için yaptıkları dinî tecrübeleri yani namaz, dua,
hac, oruç... vb. ritüelleri ‘şekilcilik’ ve ‘taklitçilik’ olarak eleştiren
Mevlana, bunları dinî tecrübe olarak kabul etmez. Mevlana’ya göre “akla
meyleden”[282] sıradan
insanlar velilere secde etmek, kul, köle olmak zorundadır. Teistik dinlerin
ibadet kavramını ve içeriğini değiştirerek bunlara farklı anlamlar yüklemekte
ve bu ibadetlerin yanına yeni ibadetler eklemektedir. Namaz, oruç, hac, dua
kavramlarına aşk tecrübesine göre yeni anlamlar yüklediği gibi aşk tecrübesini
sürekli kılabilmek için sema yapmayı, müzik (ney ve rebab) dinlemeyi,
zikretmeyi, velilerin sohbetinde bulunmayı ibadet olarak saymaktadır. Hatta
Arasteh’e göre “Namazların ve dinî ibadetlerin yerine sema onun dini”[283] olmuştur.
Çünkü hocası Şems’e göre sema yapmak farzdır.[284]
Mevlana’nın dinî tecrübesinde iki eğilim açıkça
görülmektedir. Bunlar nur (İşrakilik) ve aşk (aşk dini)
mistisizmidir. Nur ve aşk mistisizmini kuran Şihabeddin Sühreverdi Maktül’ün
düşünceleri İbn Arabi’ye ve Mevlana’ya ulaşmıştır. Necip Sühreverdi (Necmeddin
Kübra ve babası Bahaeddin Veled Yoluyla), Ömer Sühreverdi (Şems ve babası
vasıtasıyla) ve Şihabeddin Sühreverdi (Attar ve İbn Arabi yoluyla)’nin mistik
düşünceleri Mevlana’yı etkilemiştir. Nur ve aşk mistisizmi ise Yeni
Eflatunculuk ve eski İran dinlerinin etkisiyle gelişmiştir. Şeyhü’l İşrak
Sühreverdi, Hikmetü’l-Işrak adlı kitabında eski Pers bilgelerinin
teosofilerini canlandırmış ve İran Nurcuları (İşrakileri-Platoncuları) akımını
ortaya çıkarmıştır. Bu akım sonra İbn Arabi’nin Şii metafiziği ile
bütünleştirilmiştir.[285]
Mevlana dinin rasyonel tarafından mistik alanına odaklanmış
ve ailesinden gelen geleneği sürdürerek dinin metafizik yönlerini mistik yoruma
tabi tutarak hayat felsefesi haline getirmiştir. Elbette o, İslam kültürü
içinde yetişip büyüdüğü ve medresede dinî eğitim aldığı için İslam’ın
kavramlarına yabancı değildir ve kendi nur ve aşk konulu mistik tecrübelerini
bu kavramları kullanarak insanlara aktarır. O, kavramların anlamları üzerinde
oynayarak onlara İslam’ın kavramlara yüklediği anlamın tamamen dışında yeni
anlamlar yükler. Bu nedenle onun dinî tecrübesini, teistik dinlerin kavramlarıyla
tanımlanan mistik tecrübeler sınıfına dâhil etmek mümkündür. Buna ek olarak
kutsal kitapta geçen kıssaları, hadisleri, sahabe hikâyelerini yine kendi nur
ve aşk tecrübesine göre değiştirip İslam dışında bir yorumla anlatmaktadır.
İbadetlerin şekli değeri olmadığını söyleyen Mevlana’da asıl önemli olan
insandaki anlamdır. Sadece şekli yerine getirmekle ibadet edilmiş sayılmaz, her
şeyin temeli sözdür, söz ibadet ağacının meyvesidir; ibadet sözden
doğar.
Her şeyin
aslı hep sözdür ve kavildir. Senin sözden ve kavilden haberin yoktur. Onu hakir
görürsün; söz, amel ağacının meyvesidir; zira söz amelden doğar. Hak Teâlâ
âlemi kavl ile yarattı. “Kün fe-yekûn” kelam-ı münifi buna şahiddir ve iman
gönüldedir. Eğer kavil ile söylemezsen faide vermez.[286]
İslam dininin namaz kavramına yüklediği anlam, bir ibadet
biçimidir ve şu anlamlarda kullanılır: ‘Allah’ı anmak”,[287] “Allah rızasını kazanmak”,[288] Allah’a
kulluk etmek.[289] Fakat
Şems’e göre namaz ikiye ayrılır. Namazın zahiri ve batıni olanı vardır ve batın
namaz ‘kalp huzuru’dur.[290] Mevlana da
tıpkı Şems gibi namazı ikiye ayırmakta ve müzikten aldığı zevki batıni namaz
olarak nitelendirmektedir: Rebabın çaldığı bir meclise bir gün biri gelip
“İkindi ezanı (namaz-ı diğer)okunuyor” dedi. Mevlana ona şöyle cevap vermiştir:
“Hayır hayır o başka namaz, bu da başka; her ikisi de Hakk’a çağırıyor. Birisi insanın
zahirine hizmete, ötekisi ise batınını Tanrı’nın sevgi ve marifetine
çağırıyor” dedi.[291] Başka bir
yoruma göre namazın aslı ‘Şeyhi dinlemek ve ona yönelmek’tir. Şeyhinin
sohbetinden kalkıp namaz kılanlara kızan Mevlana, asıl kıblenin şeyh olduğunu,
şeyhin huzurunda bizlikten ve benlikten geçip fena bulmanın böylece nur-u
hakk olmanın daha önemli olduğunu söylemektedir.[292]
Namazla insan Allah’a bağlanarak ondan haber alabilir.
Çünkü namazla insan Allah ile birleşmektedir[293] Namazla insanın nur
olmasını istemekte ve ‘beni nur yap diyerek dua etmektedir.[294] “Onlar
namazlarında devamlıdır”,[295] ayetinde
geçen namaz kavramına sadece zikir anlamı yüklemekte ve ‘Allah’ı anmak’
olduğunu söylemektedir.[296]
Secde Kur’an’da Allah’a yönelme “Her secde edişte yüzünüzü
O’na doğrultun”[297] şeklinde ve
sadece O’na kulluk için[298] yapılması
gereken bir ibadet olarak anlatıldığı halde Mevlana secde kavramını
değiştirerek, secde eden ile secde edilenin aynı kişiler olduğunu
söylemektedir: “Yoklukta varlık gizlenmiştir; secde edenin hamurunda secde
edilen vardır.”[299]
Kur’an’daki anlamına bakıldığında oruç, Allah’a kul olma
bilincine varabilmek, müminlere yakışmayacak hal ve davranışlardan sakınmak ve
kulluğun belli bir disipline bağlanması için emredilmiştir.[300] Mevlana’nın eserlerine
bakıldığında orucun tamamen farklı anlamları ve amaçları olduğu görülmektedir.
Oruç, kalplerde gizli olan bilgilerin, gayb bilgisinin anahtarıdır. Açlık
‘yakin’ vesilesidir.[301] Yine ona
göre oruç insanı melekleştiren bir araç olmaktadır. “Bu karın (mide)
dağarcığından ekmeği boşaltırsan ululuk incileri ile doldurursun. Önce can
çocuğunu şeytan sütünden kes de sonra onu meleklere ortak yap.”[302] “Oruç
insanı bütün zevklerin, güzelliklerin kaynağı olan yokluğa doğru götürür.”[303]
Mevlana kutsal kitap anlayışını değiştirmekte ve Kur’an
yerine Mesnevi’yi koymaktadır. “Her kim Mesnevi’nin manasını dinler ve onunla
amel etmezse ‘işittik ve isyan ettik’[304] ayetindekilerden olur,
‘İşittik ve itaat ettik”[305]
ayetindekilerden olmaz”[306] diyerek,
Allah’ın Kur’an için kullandığı ifadeleri kendi şiir kitabı için kullanarak
Kur’an’a nazire yapmaktadır. Yine o Mesnevi’nin birinci cildinin önsözünde
Mesnevi’yi kastederek, “Allah tarafından indirilen bir vahiydir”[307] demektedir.
Mevlana Kur’an’da geçen Rab kelimesinin yerine Aşk’ı
getirmekte ve ayetlere nazire yaparak onları şiirleştirmektedir: “Ey âşık, aşk
Tur dağının canı oldu, Tur sarhoş oldu ve Musa yıkıldı gitti,” beyti Araf
Suresi 143. ayetine gönderme yapmaktadır: “Rabbim! Bana (kendini) göster, sana
bakayım” dedi. Allah da, “Beni katiyen göremezsin. Fakat dağa bak, eğer o
yerinde durursa sen de beni görebilirsin.” dedi. Rabbi dağa tecelli edince
onu darmadağın ediverdi. Musa da baygın düştü.”[308]
Başka bir ayette Kur’an’da ve daha önceki kitaplarda belli
olan insanın önce kilden/balçıktan yapılması, sonra da ona ilahi bir ruh
üflenmesiyle ilgili bilgiyi[309] Mevlana,
“Sonra Allah bu kile aşk nefesi üfledi” şeklinde ifade etmekte ve ayeti
değiştirerek nazire yapmaktadır. Böylece ruh, aşk karakterine
büründürülmektedir.[310]
İhlas Suresi, aşk dinine ve nur mistisizminin Tanrı-velilik
iddialarına[311] uymadığı
için sureyi dinleyenleri ve anlamını kabul edenleri şiddetle eleştirmektedir:
Atını körce ne kadar koşturacaksın? Meslek
ve kazanç için usta gereklidir. Kendini Çin ülkesinde rüsva etme; bir akıllı
ara, kendini ondan ayırma. Dikkat et! Zamanın o Eflatun’u ne derse, hevesini
bırak ve ona uygun davran. Çin’de herkes padişahları için ciddiyetle der ki:
Doğmamıştır. Padişahımız hiçbir oğul da doğurmadı; hatta kendisine hiçbir kadın
yaklaştırmadı.[312]
Padişah’ın, yani Allah’ın, insan olamayacağı ve insani
nitelikler atfedilemeyeceği iddialarını, yani İslam’ın soyut tevhid anlayışını
reddetmekte olduğu[313] şeklinde
yorumlanmaya müsait ifadelerdir.
Mevlana’nın Dinî Tecrübe Tanımlarının Değerlendirilmesi
sadedinde şunları söylemek mümkün gözükmektedir:
Dinî tecrübe tanımlarında kullandığımız kriterlerin başında
Tanrı gelmekteydi. Mevlana Tanrı’nın tecrübe edilebileceğini,
görülebileceğini söylemekte ve zaman zaman da onunla birleşme/bütünleşme
yaşadığını söylemektedir. Bu aşkla/nurla olmakta ve aşkla/nurla
açıklanmaktadır. Tanrı; aşk, âşık ve maşuk olduğu gibi insan da buna benzer
şekilde hem aşk, hem de âşık ve maşuk olarak tanımlanmaktadır.[314] Şihabettin
Sühreverdi Maktül, daha önce İbn Sina’nın akıl, akil ve makul ifadelerini nur,
saf nur ve arazî nur dönüştürmüştü.[315] Mevlana da ondan etkilenerek
hem nur kavramını hem aşk kavramını kullanır. Aslında o Allah, Rahman ve Rahim
algısını yani İbn Arabi’deki Hak, Allah, İnsan üçlemesini yeni bir kılıfa
sokarak tekrar etmektedir.[316]
Hakk yolunda
rüzgârdan daha hızlı giden kişinin rüzgârı beklemesine lüzum yoktur! Aşk ile
âşık candan birdirler. Aynı canı taşırlar. Sakın sen onları iki sanma, ayrı sanma![317]
Bu birlik fikrini ise nur mistisizmiyle açıklar.
İkinci kriter olan ve insanı merkeze alan dinî tecrübe
tanımlamalarında ise Mevlana, sıradan insanların ibadet tecrübelerinin yetersiz
olduğunu söyleyerek üstüne yeni ibadetler eklemiş, müziği, sema yapmayı, zikri
ibadet olarak nitelendirmiştir. Dinî şuuru, aşk yaşayan veya âşık olan
kişinin edineceğini söyleyen Mevlana bu tecrübeleri nuranî kişilerin (veli)
dışındakilerin anlayamayacağını ve yaşayamayacağını söylemektedir. Aşk
tecrübesini sanatın bir parçası haline getiren Mevlana, o dönemin bütün sanat
faaliyetlerini, aşkı insanlara açıklamak ve yaymak için kullanmış, sanatı bir
ibadete dönüştürmüştür ve sanatı dinî tecrübe kılıfına sokmuştur. Özellikle
sema (dans) onun için başlı başına bir dinî tecrübedir, çünkü sema Tanrı ile
buluşmayı ifade etmektedir. O zaten duyguların hâkim olduğu aşk tecrübesini
canlı tutma ve tekrar tekrar yaşama yolunun bu olduğunu düşünmektedir. Bu
şekilde insanları ‘aşk bağımlısı’ yapmaktadır.
Din merkezli dinî
tecrübe tanımlamalarına göre ise Mevlana teistik dinlerin öğretilerinin
geleneksel anlamını tamamen reddetmekte; onları taklitle suçlamakta ve yeni bir
din anlayışı ortaya koymaktadır. O, teistik dinlerin kavramlarına tekrar yeni
kavramlar yükleyip, diğer kültürlerden aldığı mistik öğelerini yani aşk ve nur
kavramlarını ekleyerek yapmaktadır. Böylece ortaya İslam kılıfında, eski İran
kültüründen beslenen (Zerdüşlük, Maniheizm) ve kökeni İşrakiliğe (ışıkçılık-
aşkçılık) dayanan, Hıristiyanlığın, Şamanizmin, Yunan mistik felsefesinin ürünü
Yeni Eflatunculuğun izleri olan, mistik bir din anlayışı, yani aşk dinî
(aşkçılık) veya nur dinî (nurculuk) çıkmış olmaktadır.
C)
MEVLANA’NIN
DİNİ TECRÜBELERİNİN ÖZELLİKLERİ
C.1. Doğrudan
doğruyadır.
Aşk tecrübesine göre,
Tanrı ancak gönül (kalp) gözüyle görülebilir. Tanrı’yı görmeyi sağlayan yakin
nuru, ona Tanrı tarafından verilen (vehbi) bir ışıktır ve Tanrı’yı görmenin
başka yolu yoktur.[318] Şems, Allah’ı bu dünyada görebilmenin
mümkün olduğunu söyler.[319] Musa peygamberin kıssasında geçen Tur
dağını insanın nefsine benzeten Şems, insanın kendisine bakınca Allah’ı
görebileceğini söylemektedir.[320] Mesnevi bu bakış açısını onaylar:
“Musa’ya tecelli eden nurlar dağa vurmuş, Musa’nın hakikatinin ışığına
dağ tahammül edememiştir.[321] Kendisini Musa peygambere benzeten
Mevlana şöyle der: “Musa’yım ben; şu yamalı hırkanın içinde Allah var.”[322] Sonuçta Mevlana, dinî tecrübenin
doğrudan doğruya olduğunu, Aşk’ın (yani Tanrı’nın) kendisine söylettiğini,
söylediği sözlerin kendisine değil Allah’a ait olduğunu iddia eder.[323]
C.2. Tahlili mümkün
değildir
Mevlana aşk tecrübesini yaşamayanların
bilemeyeceğini ve herkesin anlayamayacağını bu tecrübelerin bir ‘hal’ olduğunu
söyler. Dolayısıyla, tecrübeyi anlamayan kişiler bu tecrübenin ürünü olan
eserleri de anlamayacaktır. Bu nedenle kendi eserlerini herkesin okumamasını
istemektedir. Söylediklerinin anlaşılmadığını şöyle ifade eder: “Kulaklar ancak
benim sözlerimin dışını anlıyor. Canımdan kopup gelen feryatları kim
anlayacak.”[324] “Erenlerin
halinden ham olan anlamaz.”[325] Çünkü
gönlün ne olduğunu ancak gönül sahipleri bilmektedir. Tamamen hale ait olan
böyle bir tecrübeyi anlayabilmek ve tahlil edebilmek Mevlana’ya göre, mümkün
görünmemektedir. Kendisini anladığını söyleyen ve eleştiren kimselerin
görüşlerini asla kabul etmez.
C.3.
Tanrı ile birlik ve buluşma vardır (Vahdet-i Vücud)
Hz. Peygamber zat olarak Tanrı’yı kabul edip, tevhidi
tebliğ ettiği halde, mutasavvıflar İslam’ın tevhit inancıyla ilişkisi
tartışmalı olan vahdet-i vücutçu veya birleyici (monist) görüşleri savunmuştur.
Yine İslam’ın tevhid nazariyesinin tamamen dışında bir dil kullanarak bazı
mutasavvıflar Kur’an’ın şirkle dolu olduğunu söylemiştir ki bu monist açıdan
doğru bir ifadedir.[326] Hakikat,
gerçek benin, her şeyle birlik olmak, Allah’a benzemek[327] veya sadece hakikat olmanın
kavranmasından ibarettir.[328] Mevlana
bunu şu dizelerinde yoruma yer kalmayacak şekilde ifade etmektedir:
Gönlün içi, gönlün dışı
elbette O’dur;
Hem tende, damar, kan, yine
hem can da O’dur!
Hem burada nasıl küfr ile
iman oturur?
Ben şimdi yokum, varlığımız hepten O’dur![329]
C.4. Tam olarak
anlatılamaz
Mistik tecrübelerde sembolik üslup bazı
sırları saklamak için kullanır. Bu şekilde İslam dışı söylemlere karşı gelecek
tepkileri önlemiş olurlar.[330] Özellikle
Hallac’ın idam edilmesinden sonra mutasavvıflar bu üslubu benimsemişlerdir.
Onlar, aşk tecrübesini genellikle bir muamma olarak nitelendirdikleri,
yaşayanların bile aşkı görmediklerini, görenlerin ise bir şey anlatamadığını
iddia ederler.[331] Fakat bu
durum onların yaşadıkları tecrübeleri açıklamaktan alıkoymamıştır.[332] Mevlana aşk
tecrübesinden bahsederken, aşkın (gönlün) kendi tercümanlığına ihtiyacı
olmadığını aşkın kendisinin kendi tercümanı olduğunu söylemektedir.[333] Hakikati
anlatmada tıpkı Senai gibi yetersiz kaldığını söyler: Senai’nin ‘Ruhtan
yükselen bu sözler yine ruhu perdeler’ ifadesine nazire yaparak, kendi aşk
tecrübesine göre şöyle aktarmaktadır: “Söz bir cihetten, manayı açıklarsa da,
on yönden de örtüp, gizler.”[334] Biri
kendisine âşıklığın ne olduğunu anlatmasını isteyince “benim gibi olursan anlarsın”[335] cevabını vermektedir. Aşk söze sığmaz,
işitmekle anlaşılmaz; aşk bir ummandır ki, dibi yoktur, görünmez.[336] Fakat aşk tecrübesinin anlaşılamayacağına
dair bu tür iddialara rağmen Mevlana ardında, tecrübesini anlattığı altı
ciltlik Mesnevi; Divan, Rubailer gibi şiir külliyatı ve Fihi Ma Fih,
Mecalis-i Seb’a gibi nesir türü eserler bırakmıştır. O, ayrıca müzikle,
sanatla tecrübesini insanlara anlatmak için farklı yöntemler denemiştir.
C.5. Kişiye özel
Mevlana’ya göre dinî tecrübeler bazı kişilere özeldir ve
her insan aşk tecrübesini yaşayamaz. Âşıklık durumunu pişmek olarak adlandıran
Mevlana’ya göre pişmek kişiye özeldir ve herkes aşk ateşinde pişemez. “Yüce
Tanrı, peygamberlerin ve velilerin hepsine hususi bir isimle tecelli etmiştir.”[337] Hal,
kelimesiz ve mefhumsuz olarak yaşanmış olan ‘sırri hal’dir. O, bilinmez, keşf
olunur.[338] Bu aşk
tecrübesini kimse tahmin edemez veya bilemez:
O pir sana
gülümser, fakat sen onu öyle görme; onun için yüzlerce kıyamet var. Cennet,
cehennem... Hepsi onun cüzileri. Ne düşünürsen, O, o düşünceden de üstün. Ne
düşünüyorsan yokluk kabul eder, fakat düşünceye sığmayan yok mu?
İşte Allah odur.[339]
Böylece tecrübeyi yaşayan
pirin cüzilerinin cennet, cehennemden oluştuğunu hatta ne düşünülürse
düşünülsün yine bir olduğu, pirin düşünceye sığmayacağını söyleyerek piri
Allah’a benzetmektedir. Hatta Mevlana’nın ifadesiyle onun eli Allah’ın eline
benzer o nedenle böyle kişiye özel bir tecrübeyi insanlar anlayamazlar,
bu tür tecrübeleri yaşayan kişiler beşeri tenkidin üzerindedir ve
eleştirilemezler.[340]
C.6. Edilgendir (Allah
Vergisidir)
Mutasavvıflara göre, “aşk insanlardan
öğrenilmez, o bir Allah vergisidir ve onun bir ihsanıdır.”[341] Seyyid Burhaneddin’e göre
ariflerin canı Rabbe mensup bir sırdır ve bu sır onda kendiliğinden meydana
gelmiştir, Allah vergisidir. “Kimi âşık görürsen bil ki maşuktur. Çünkü o, âşık
olmakla beraber maşuk tarafından sevildiği cihette maşuktur
da”[342] demekte ve böylece dinî tecrübeyi yaşayan sadece Tanrı
olmaktadır. Mevlana’da vahdet-i vücut inanışına paralel olarak tecrübeleri
sadece Tanrı’nın yaşadığını söyler: “Mademki âşık odur, sen sus artık. Mademki
o, kulağını çekmekte, sen tamamıyla kulak kesil!”[343]
C.7. Duygu merkezlidir
Mevlana’da duygu kavramı iki anlamda kullanılır: a) Zahiri
duygu (beş duyuyla elde edilen bilgiler) b) Hissi/aşk duygusu (içten doğan
bilgiler). Mevlana eserlerinde sık sık içsel duygu-akıl (duyu verileriyle bilgi
elde etmeye çalışan) karşılaştırması yapar ve duygu her zaman onun için daha
önemlidir. Duygular insanı Allah’a ulaştıran yollardır. Zaman zaman bazı kötü
duyguları eleştirse ve pratik aklı övse bile genel itibariyle duygular
özellikle de aşk tecrübesini ifade eden ‘aşk, sevgi, merhamet” gibi duygular
sürekli şiirlerde tekrarlanır. Mevlana’ya göre aşk engin, derin ve uçsuz
bucaksız bir okyanustur. Aşksız bir dünya, ölüm gibi soğuk ve sessizdir.
Mevlana, dinin temel kavramlarından vahyi de duyguyla açıklar:
Vahiy nedir? Zahiri
duygudan (duyu bilgisinden) gizli söz. Can kulağı ile can gözü, zahiri duyguya
(duyu bilgisine) yabancıdır; o duygu (duyu bilgisi), bu duygudan (his/aşk
bilgisinden, içsel bilgiden) bambaşkadır. Akıl ve duygu kulağı (beş duyu
bilgisi), bu hususta müflistir.[344]
C.8. Paradoksal ifade
içermektedir
Mevlana’nın dinî tecrübesini incelediğimizde onda birçok
paradoksal[345] ifadelere
rastlamak mümkündür. Onun felsefesi vahdet-i vücut öğretisinin uzantısı olarak
zıtların birliğine dayanmaktadır. İbn Arabi’ye göre, nasıl ki Tanrı aynı anda
zıt niteliklerin sahibidir ve aynı anda aynı öznede bulunmaktadır. Bu ise bir
paradoksu ortaya çıkarmaktadır. Tanrı’nın zıt niteliklere sahip olması,
Allah’ın zıt şeyleri birleştirmesi özelliği ile bilmesi onun bilinmezliğinin ve
idrak edilemeyişinin ifadesidir.[346] İbn Arabi’nin fikirleriyle
paralel fikirleri olan Mevlana, “Her şey zıddıyla belli olur, meydana çıkar,”[347] demekte ve
Tanrı’dan yola çıkarak doğadaki zıtlıklara dikkat çekmekte fakat bunların
gerçekte hakikatinin olmadığını söylemektedir. Çünkü beşer aklı (cüz’i akıl)
yetersiz olduğu için teki çift olarak görmekte, tezat âlemine takılı
kalmaktadır. Asıl önemli olan, isimlerinde zıttı olsa bile kendi varlığında
zıttı olmayan Allah ile bir olmaktır.[348] Böylece aşk tecrübesinde, iki
şeyin veya kişinin bir olduğu fakat buna rağmen iki olarak kaldığı bir paradoks
meydana gelir.[349] Beyaz ve
zenci birbirine zıt olduğu için meydana çıkmaktadır.[350] Ressam bazen güzeli çizer
bazen çirkini. Fakat bu onun çirkinliğine delil olmaz, tam tersine yeteneğine
delil olmaktadır.[351] Tıpkı
doğada olduğu gibi insanın kullandığı dilde de zıtlıklar vardır. Fakat bu dil
insana perdedir.[352] O nedenle
böyle adlandırmaların bir anlamı yoktur. İman-küfür, şirk-tevhit, helal-haram,
iyilik- kötülük, mümin-münafık, Firavun-Musa... vb.[353] adlandırmalar vardır. Biri
acı sudur, diğeri tatlı sudur. Aralarında set vardır, karışmazlar[354] ama ikisi
de aslında sudur, özleri aynıdır.[355] Bunu gerçek anlamda insan
ancak âşık olunca anlamaktadır: “Âşıksan küfrü imanı bir bil.”[356] Şems bunu
daha da abartarak şöyle ifade etmiştir: “İman küfür, küfür de iman olmadıkça,
Hakkın bir kulu, hakkıyla Müslüman olamaz.”[357] Yine Şems’in mensup olduğu
Kalenderliğin liderlerinden Ebu Said b. Ebi’l Hayr, vahdet-i vücudu şu şekilde
savunmuş ve zıtları birleştirmek istemiştir:
Yeryüzündeki
her cami harap oluncaya kadar Kutsal görevimiz yerine getirilmiş olmaz; Ve
imanla küfür bir oluncaya kadar da Gerçek Müslüman bulunmaz.[358]
Zıtların birliğine Âdem peygamberden örnek veren Mevlana,
madem Allah Âdem’e bütün isimleri öğretmiştir ve Âdem doğuştan bütün bilgileri
bilerek doğar, bütün isimlendirmelerin kaynağı Tanrı olmaktadır. Her
şeyi o belirlemektedir, zahiri olarak farklı olsa da mana yönünden aynıdır.[359] Böylece o
kötülük problemini vahdet-i vücut açısından ele alarak değerlendirmiş,
kötülüğün gerçekte olmadığını, bütün kötü gibi görünen şeylerin bir ‘adlandırmadan’
ibaret olduğunu söyleyerek kötülüğün gerçekliğini reddetmiştir.
Paradoksallık ifadelerine Tanrı ve insanın aynı olduğu bu nedenle
de insanın Tanrı olduğu iddialarını eklemek gerekir. Bazı insanlar zahiren
insan görünse bile aslında insan değildir ve nurdan yaratılmıştır. Onlar Tanrı
ile aynı özdendir, ikisi arasında ayırım yoktur: “Kimi âşık görürsen bil ki
maşuktur. Çünkü o, âşık olmakla beraber maşuk tarafından sevildiği cihette
maşuktur da.”[360]
C.9. Bütünlükten
yoksun ve irrasyoneldir
Paradoksallığın bir sonucu olarak aşk tecrübesi irrasyonel
özellikler taşır ve tecrübelerde akıl-mantık aranmaz. Nicholson tasavvufun
etkisiyle Müslümanlarda oluşan zihin yapısını şöyle tasvir eder: “Bir Müslüman
bir telgraf hadisesinde bile bir çeşit ruh-bir ifrit veya cin- görecektir. O,
telepati ve benzeri gizli olguları, apaçık gerçeklermiş gibi kabul eder.
Bunları araştırmak onun hatırına bile gelmez. Onun zihin yapısında
tabiatüstünün, kanuna tabi olabileceği fikrine mukavemet gösteren bir şey
vardır.”[361]
Düşüncelerini mistik felsefeye dayandıran Sühreverdi’ye göre neden-sonuç
zinciri doğrusal ve tersine çevrilemezdir, tek yönlüdür ve onun temeli ebedi
ilahi Zat’tır... O canlı ışıktır ve yaratıcı nedenler olarak iş görmektedir.[362] Mevlana
ise, aşk tecrübesinde her zaman aklı ve mantığı kötülemektedir: “Külli akıl
özdür, içtir, parça bölük akılsa deridir, kabuktur. Haberleri yorumlama,
kendini yorumla. Kendi beynine kötü de. Gül bahçesine değil.” Ayrıca
insanların, doğadan yola çıkarak ulaştığı nedensellik ilkesini inkâr
etmekte doğa olaylarını, doğa yasalarına aykırı bir şekilde yorumlamaktadır:
Yedi yıldız, ana karnına düşen çocuğu terbiye etmekte, ceninin canlanma zamanı
gelince güneş ona yardım etmektedir.[363] Doktora gitmek
insanın gerçek dertlerini iyileştiremez.[364] Kendisi torununu muska
yazarak iyileştirmiştir.[365] Doğum
gecikince azizlerden muska istenir.[366] Kuş havadan (rüzgârdan)
yaratılmıştır.[367] Mevlana
ayetleri de nedensellik ilkesine aykırı ele alır ve ‘suyu kaynağından
çıkarırız”[368] ayetini
sadece Allah’ın kaynağından suyu çıkardığı şeklinde akıl yürütüp, insanların
suyu çıkaramadığını, kazmayla kuyu açamayacakları gibi bir sonuca ulaşır. Yerin
altından suyun çıkarılabileceğini iddia edenleri de aşağılık mantıkçı ve
felsefeci diyerek aşağılar.[369] Onun, akıl
yürütürken öz ve varlık nedenleri ayırımı yapamadığını görmekteyiz.[370] Aynı
zamanda o, Allah ve âlemin aynılığını ve atomcu zaman anlayışını savunduğu için
bu düşünce onu böyle mantık dışı bir anlayışa götürür.[371] Sufi felsefe öğretilerinde nedensellik
kavramı bütünüyle terk edilmiştir.[372] Bunların yerine ise duyguları
ve aşkı koymakta ve aşkın akıldan üstün olduğu söylemektedir.[373] [374] Duygular
Mevlana’nın düşüncesine hâkim olduğu için onun düşüncelerinde şiirsel yön ağır
basmakta, bu durum düşüncelerine de yansımaktadır. Tüm bu duygu merkezli
açıklamaların kaynağını şiirsel düşünme biçimi oluşturur. Şiir sanatında
önemli olan duygudur. Bu duygu övüldüğü zaman geriye kalan şeyler
unutulmaktadır. Bundan dolayıdır ki, şiirsel bir düşünce biçimiyle fazla
ilerlemek mümkün değildir43 Mucizeleri ise akıl-mantık ve
nedensellik ilkesine karşı delil olarak gösterir:
Dünyada bu sebep
iplerini, sakın ha, sakın ha... Bu başı dönmüş felekten bilme ki felek gibi
bomboş ve sersem bir halde kalmayasın; akılsızlıktan çıra gibi yanmayasın! Rüzgâr
Hakk’ın emriyle ateş olur; her ikisi de Allah şarabıyla sarhoş olmuşlardır. Ey
oğul! Eğer gözünü açarsan hilim suyunun da, hışım ateşinin de Hak’tan olduğunu
görürsün. Rüzgârın canı Hakk’a vâkıf olmasaydı, Ad kavmini (müminlerden) nasıl
ayırt ederdi?[375]
Bütün Kur’an, sebebi gidermeye aittir.
Zahiren yoksul olan Peygamber’in yüceliğini, yine zahiren yüce olan Ebu
Leheb’in helakini anlatır durur.[376]
Sebeplerin
altında afetler vardır; sebep eşeğin kuyruğu gibi dönücüdür; sebebe
yaslanmazsan, daha iyidir. Sebebi tutarsan da sağlamca tutmayasın; çünkü
altında gizli nice afetler vardır... Şüphelendirme değildir. Hakk’ın
dönüştürmesidir; gerçeklerin nerede olduğunu gösteriyor.[377]
Ve Mevlana sonuca ulaşır:
“Benim sebeplere ihtiyacım yok; o sebep, perde ve örtü içindir.”[378] Sebepler perde olduğu gibi, akıl, kalp,
aşk, vücut, insanın varlığı, dünya, yaşam, toprak, gayb da gerçeği görmeye bir
perdedir. “Aşk, göklere uçmaktır. Her an yüzlerce perdeyi yırtmaktır.”[379]
C.10. Otoriterdir
Mevlana dinî tecrübeyi
yaşarken kendisini her şeye karşı koyabilecek güçte hissetmektedir.
Ben-merkezli bir dile sahip olan aşk tecrübesinde her şey kişinin etrafında
dönmekte, birey Tanrı’yla birlik olmanın verdiği mutlulukla kendisinde tanrısal
güç olduğunu hissetmektedir. Mevlana, cehennemi anlatırken insanın bu dünyada
başına gelen kötülükleri kastetse bile zaman zaman İslam’ın anlattığı
cehennem kavramına yakın bir anlamda cehennemi şiirlerinde ele alır. Ona göre,
cehennem artık korkulacak bir yer olmaz: “Seninle ateşe girsem ateş, ışık olur.
Fakat sensiz cennette olsam ışıklar, ateş olur bana.”[380] Şems’e göre cehennemliklerin hepsi
cennettedir: “Cehennemlik nerede? Acaba sonunda cehennem mi sonsuz kalacak,
yoksa cennet mi? O halde nerede cehennemlik kul? Bütün âlemde tek cehennemlik
yoktur. Bunların cehennemi, cennettir.”[381]
C.11. Mutluluk ve
dinginlik vericidir
Mevlana aşk tecrübesi sonucu sonsuz bir
mutluluğa eriştiğini ifade etmektedir. Nefsi yenerek ruh âlemine kavuşmakta,
vahiy mertebesine yükselmekte ve kendisinin Hallac-ı Mansur gibi Hak olduğunu
düşünmekte ve Hak’la birleşerek onun bir parçası haline geldiğini anlamaktadır.
İşte yüce mutluluk ve kemale ermek budur.[382] “İsa’nın nefesi seni
diriltsin, kendisi gibi güzel ve mutlu bir hale getirsin!
Baharların tesiriyle taş
yeşerir mi? Toprak ol ki renk renk çiçekler bitiresin.”[383] “Toza, toprağa bulanmamış akla ne mutlu!”[384] diyerek aklın maddi dünyaya bağlı
kalmayınca mutlu olduğunu ima etmekte ve ölümü bir mutluluk olarak kabul
etmektedir: “Ölsem bile ne mutlu bir ölüm! Ben, nerede bir ırmak görsem ah, o
ırmak ben olsam diye haset etmekteyim.”[385] Burada ırmak kendisini temsil etmekte
ırmağın denize yani Tanrı’ya karışmasını ölüm olarak nitelendirmektedir.
C.12. Bilgi vericidir
Tasavvuf düşüncesinde marifet ve aşk, manevi
açıdan aynı şeyleri ifade etmektedir. Onlar aynı hakikati farklı şekilde ifade
ederler.[386] Aşk
tecrübesi bilgi verici nitelikler taşır ve insanı marifete ulaştırır. Sultan
Veled, babasının verdiği ilim ve velayetten başka bir ilmi ve velayeti
olmadığını, bütün zahiri ve batini ilimleri o sultanın bereketiyle öğrendiğini
söylemektedir.[387] Âşıklar her
bilgiyi bilmese bile yine de bütün akranlarından öne geçmişlerdir: “Tılsım,
büyü ve felsefe bilgisini gerçek bilişle bilmeseler de, çalıştılar; imkân
olduğunca, bütün akranlarını geçtiler... Sen, âşıkları aşk gözüyle gör.”[388] Mevlana’ya
göre zaten bilgiler doğuştan gelir, doğuştan insan zeki ve bilgili doğar.
Sonradan tecrübe, öğreniş aklı çoğaltmaz ve azaltmaz.[389] Çünkü vahiy alan peygamberler
okuyup yazmadan Allah tarafından bilgilenmişlerdir. Aşk tecrübesi yaşayan
biri tıpkı ümmi[390]
peygamberler gibi vahiy bilgisi alabilir. “Ulular, Allah aşkının vahyi
yakınlığına sahip olurlar.”[391] Bu vahyi
almanın imkânı gönül sahibi olmaktır: “Allah’ın nazargahı gönüldür”[392] ve bu
nedenle “Hakk’ın nuruyla nurlanma kabiliyeti olan gönül sahibinin canı, Hakk’ın
sırlarıyla dolar.”[393] “İlham,
vahiy ve sır lezzeti yine o gönülden ibarettir.”[394] “Kalbe gelen
vahiy”[395] ile insan bilgi elde eder. Sonuç olarak Mesnevi vahiy mahsulü
olan bilgi verici bir kitaptır.[396] Bunun dışında akıl yürüterek elde edilen
bilgiler “hayvanların yüzüne konan küçük sinekler gibi’ dir.[397] Dünyanın bilgisiyle meşgul olan âlimler
varlık ve bilgi ile aslında bilgisizliklerini artırmaktadır.[398]
C.13. Zaman ve mekân
dışıdır
Goleman, duygusal zihnin
saniyeler içinde karar verdiğini oysa akılsal zihnin karar vermek için 1-2
dakikaya ihtiyaç duyduğunu söylemektedir.[399] Mevlana bu durumu, bir
beytinde şöyle dile getirmiştir: “Akıl tedbirlere koyuldu, düşüncelere daldı mı
aşk, ta yedinci göğe kadar gider, akıl hac etmek için deve aramaya koyuldu mu
aşk, Safa dağına çıkar.”[400] İbn
Arabi’de olduğu gibi Mevlana’da atomcu zaman anlayışını savunur. Bu
düşüncesiyle aynı zamanda babasını takip eder. Bahaeddin Veled, İşrakiler gibi
Allah’ın sürekli olarak varoluşun her parçasını yeniden yarattığı atomcu bir
anlayışı kabul eder. Kendi gövdesinin atomları diğer varlık atomlarını çağırır,
hepsi Tanrı’nın buyruğuna boyun eğmiştir ve Tanrı aşkı içinde erirler.[401] İlahi öz,
özü dolayısıyla zorunlu varlık olan mutlak birliktir. Âlem veya Allah’tan gayri
her şey bu birliğin içsel bir çokluğudur. Burada ayırım dışsal değil ilahi özün
içsel bir ayırımıdır. Zaman, süreden yoksun bırakılan bireysel anlardan (zaman
ferd, vakt ferd) ibaret olmaktadır. İbn Arabi’nin felsefesinde zamanın her bir
anında, âlemin fani özleri, birliğin içsel ilişkilerinin bir vücut bulmuş hali
gibi görünmekte ve daha sonra mutlak dışsal birlik içinde yok olup giderek,
ortadan kaybolmaktadır. Sonuç olarak âlemin birbirini izleyen iki geçici
durumu, neden ve eser gibi birbiriyle ilişkili değildir. Âlemin daha ileri
aşamalardaki her bir durumu, daha önceki durumu tarafından değil, fakat İlahi
birliğin içsel ilişkilerinin, kendisinin içerisinde verilmiş muayyen anda
somutlaştırılacağı bir yolla saptanır. Neden ve eser ilişkileri zamanın her bir
anında yenilenir, onlar yeniden başlar. İbn Arabi’ye göre katı bir determinizm
vardır. Nedeni olmaksızın asla meydana gelmeyen şey için nedenlerin
etkilenmesinden hiçbir kaçış yoktur; çünkü kesin olarak neden ve sonuç birdir.
Neden-sonuç modeli, herhangi bir zamanda yeniden meydana
getirilmez ve böylece, sabit olarak nedensel yasaları ve herhangi bir zamanda
yinelenen ilişkileri hiçbir incelemeye tabi tutma mümkün değildir. Bu doktrin
geleceği etkileme imkânını inkâr etmekte ve bu yüzden etik açıdan “aklı
kullanma ve bir insanın sorumluluğunun temellerini geçersiz hale getirmektedir.”45'1 Buna benzer şekilde Mevlana’da zamanı tek bir vakte
indirerek zaman anlayışını değiştirmiştir: “Geçmişin de Allah’a perdedir,
geleceğin de. Her ikisini de ateşe vur.”[402] [403] Vaktin çocuğu olmayı tavsiye
eden Mevlana şöyle der: “Ey yoldaş, ey arkadaş! Sûfî, vakit oğludur (bulunduğu
vaktin iktizasına göre iş görür). ‘Yarın’ demek yol şartlarından değildir.”[404]
Mekânsızlık tecrübelerine
gelince; Mevlana bu tür tecrübeleri genellikle keramet yoluyla göstermektedir.
Kerametlerinden birinde aşk dinini inkâr eden birine Arafat dağında lebbeyk
diyen hacıları göstermiştir.[405] Başka bir kerametinde ise bir anda Hacı
Bektaş’ın yanına gidip onu tehdit etmiş, gırtlağını sıkmış ve bir anda ortadan
yok olmuştur.[406] Mevlana, fırtınaya yakalanan müridinin
kendisinden yardım istemesi üzerine gemiyi fırtınadan kurtarmıştır.[407]
C.14.
Nesnellik/Bilinçlilik ve gerçeklikten uzaktır
İslam düşünürleri rasyonel bilincin,
gerçeklik tecrübeleri doğrultusunda yani beş duyuyla elde edilen ve deneye
bağlı bir şekilde gelişim gösterdiğini söylerler. Yani gerçeklik, tecrübe
arttıkça rasyonel bilinç kendisi olmaya başlar. Potansiyel durumdan
aktif bir konuma yükselir. (Ör.: Yazı yazma potansiyeli ve yazı yazma gibi)[408] Dinî
tecrübelere duygusal bakan ve rasyonel tecrübeleri reddeden Mevlana gibi
mistiklere göre tecrübelerde nesnellik ve gerçeklik yoktur.[409] Tek
gerçeklik Tanrı’nın gerçekliğidir. Gerçeklik algısını tamamen değiştiren ve
bozan Mevlana, ontolojik bir gerçekliği reddetmekte o nedenle rasyonel bilinçle
kavranıp potansiyelden aktif duruma geçecek bir tecrübeyi
(yeteneği/hüneri) kabul etmemektedir. Böylece insanın zihinsel anlamda gelişimi
engellenmiş olur ki, zaten Mevlana insanın okuyarak, düşünerek, akıl yürüterek
yeteneklerinin gelişeceğini kabul etmez. Bu tür zihinsel yeteneklerin
peygamberler/velilerde bulunduğunu ve onlar aracılığıyla bilginin öğretildiğini
savunmaktadır. Âdem peygambere ‘isimleri öğreten’ Allah, tüm bilgileri
kendisine de vermiştir. Duyu verilerini kullanarak bilgi oluşturma, deney
yapma, akıl yürütme ve mantık kullanma Mevlana’nın öğretisine göre ahırla
(dünya) uğraşmaktan başka bir şey değildir.[410] Bir hayal ve rüya olan[411] veya gerçekliğin iki kutbu
arasındaki berzahta yaşayan kâmil insan, yani veli, yaratma gücünü
Allah ile paylaşır, içsel tecrübelerini nesnel olarak gerçekleştirebilir.[412]
C.15. Yanılabilir
karakterlidir, mutlak değildir
Mevlana tecrübelerini vahiy olarak nitelendirip kesinliğine
inansa bile, teistik dinin ölçütlerine göre değerlendirme yapan zamanın İslam
âlimleri Mevlana’nın dinî tecrübesini mutlak hakikat olarak görmemiş ve
yanıldığını söylemişlerdir.
Dinî tecrübeler bireysel nitelik taşıdığından ve gerçekliği
deneysel yollarla ispatlanamadığından her zaman hata/yanılma payı olduğunu
söyleyebiliriz. Mevlana’nın aşk tecrübesinde de aynı şey geçerlidir. Bunu
Mevlana’nın tecrübesine getirilen eleştirilerden anlamak mümkündür. Fıkıh
/kelam âlimleri, aşk tecrübesinin etkisiyle şekillenen Mevlana’nın iddialarına
şiddetle karşı koyup Kur’an’dan çeşitli deliller getirerek iddialarını
çürütmeye çalışmışlardır. Bunu özellikle Mesnevi’de ve sonraki dönemlerde
kaleme alınan Ariflerin Menkıbeleri’ne bakarak anlıyoruz:
Bu söz, yani Mesnevi, aşağılık bir söz...
Peygamber’in hikâyesi ona uymayı anlatıp durmakta. Bunda öyle velilerin at
koşturdukları makamlara ait yüce bahisler, yüksek şeyler yok.[413]
Şeklinde eleştirilerin olduğuna değinen Mevlana, Mesnevi’yi
savunmak için Kur’an’ın indirilişinden örnek verir ve Kur’an’a yapılan
itirazların aynısının Mesnevi’ye yapıldığını söyleyerek Mesnevi’yi Kur’an’la
bir tuttuğunu ima eder.
Yine dönemin İslam âlimleri
Mevlana’nın öğretileri için şöyle bir yorum yapmıştır: “Bu bozuk hayallerden
vazgeçmek ve daima dinî ilimlerle meşgul olmak lazımdır.”43
Mevlana’yı ‘bir mahlûka (Şems’e) secde etmekle’ suçlamaktadırlar.
Mevlana, onlara: “Ey kahpenin kardeşi, şeytanın hilesinden kurtarıp hürriyetimi
sağlayan ve bana yeniden hayat bağışlayan kimsenin önünde niçin secdede
bulunmayayım ve uğruna canımı feda etmeyeyim?” diyerek bir insana secde etmenin
yanlış olmadığını savunmaktadır.[414] [415]
D)
MEYDANA GELİŞİ
BAKIMINDAN MEVLANA’DA DİNÎ
TECRÜBE TÜRLERİ
D.
1. Dua - ibadet
şeklinde olan tecrübeler
Mevlana aşk tecrübesini
anlatırken sık sık sıradan insanların yaptığı dua ve ibadetlerden
bahsetmektedir. Fakat o ibadetlere İslam’ın yüklediği anlamın dışında farklı
anlamlar yükler. Dua, onda Allah’a yalvarma, yakarma değil, onunla birlik olma
amacı gütmektir: “O ihtiyarsız dua yok mu? Bambaşka bir şeydir. O da, adamın
kendisinden değildir, Allah’tandır. Allah ilhamıdır.”[416] Dua, aslında Hakkın ‘kendinden isteği,
dileği’dir: “O dua yedi semadan geçti; o zavallının işi sonunda güzel oldu.
Çünkü o şeyhin duası her dua gibi değildir. O fanidir, onun sözü Hakk’ın
sözüdür. Hak, kendinden isterse o zaman kendi duasını nasıl reddeder?”[417] Aşk tecrübesinin amacı Tanrı ile
birleşmek olduğundan aşkla şekillenen ve yorumlanan ibadetlerin amacı da Tanrı
ile birleşmek olmaktadır.
D.2. Rüya/Hayalyoluyla
Meydana Gelen Tecrübeler
Mevlana’nın rüya tecrübelerini ikiye ayırmamız gerekir.
Biri keramet türü rüyalar, diğer ise dünyanın gerçekliğini inkâr eden ve dünya
hayatını rüyaya/hayale benzeten rüyalar.
Keramet türü rüyaların en ilginç olanı Mevlana’nın beş
yaşındayken gördüğü rüyadır. Geceleri genellikle korkarak ve heyecanla yerinden
sıçrayarak uyanan Mevlana rüyasında, ruhani suretler, görünmeyen gizli şeyler,
melekler, mümin cinler ve veliler gördüğünü iddia etmektedir. Bu rüyalar tıpkı
peygamberlerin rüyalarına benzemektedir. Çünkü peygamberler de melekleri
görmüştür. Babası Bahaeddin Veled’e göre, bu rüyaları görmenin nedeni oğlunu
Tanrı’nın lütuf ve inayetine mazhar etmek ve o âlemden armağan sunmaktır.[418] Bunun
haricinde Mevlana, aşk dinini inkâr eden birine rüyasında görünerek onu
korkutmuş ve müridi yapmıştır. Başka bir rivayette ise müridinin din
ilimleriyle ilgili sorularını rüya yoluyla açıklamıştır.[419] Yine rüya yoluyla bazı fıkıh
âlimlerine ders vermiştir.[420] Bir gün
Sadreddin (Konevi) rüyasında Hz. Peygamber’i görmüş ve onlara sorular sormuş ve
Hz. Peygamber onun sorularını cevaplarken Mevlana’nın Hz. Peygamber’in
karşısına oturup onun sözlerini onayladığını görmüş. Sabah uyanınca onun yanına
gelip aynı müşkül meseleleri tekrar ona anlatmıştır.[421] Yine Sadreddin Konevi,
Mevlana’nın ayaklarını rüyasında ovduğunu görmüş ve bu olaydan sonra
Mevlana’nın aşk öğretisine (dinine) inanmaya başlamıştır.[422] Bu şekilde rüya rivayetleri
aktarılan Mevlana, kurduğu aşk öğretisine/dinine birçok mürit kazandırmıştır.
Dünyanın gerçekliğini inkâr üzerine kurulan rüyalara
değinen Mevlana’ya göre “dervişler uyumazlar, belki uyanıkken rüya görürler” ve
“uyanıkken güzel rüya gören kimse ariftir.”[423] “Veliler, Ashab-ı Kehf’tir,
ayakta olsalar da yürüyüp gezseler de uykudadırlar”[424] şeklinde tarif edilmiştir. Dünya
insanı örten bir örtü gibidir: “Bu dünya, rüya gibidir; bulutun yıldızı
kapattığı gibi -insanı- örter.”[425] Eflatun’un
gölgeler âlemine gönderme yaptığı bir beyitte şöyle der: “Suret gölgedir, mana
ise güneş; gölgesiz ışık harap yerdedir... Kerpiç altın olsa da alınıp
atılmalıdır; çünkü kerpice karşılık vahiy ve aydınlık vardır.”[426] Dünyada
uyanık olmak (gerçekliği kabul etmek) veya dünya işleriyle uğraşmak gaflet
uykusudur, bu gaflet uykusu, gece uykusundan daha ağırdır. Hz. Peygamber’in
sözlerinden bu görüşünü delillendirmektedir: “Gözlerim uyuyor, fakat kalbim
insanların haline karşı uyanıktır,” dedi.[427] Peygamberler ve veliler
insanları bu gaflet uykusundan uyandırmak için gelirler.[428] Mevlana vahdeti, uyku
olarak tanımlamış ve uyumaya ise vahdete çekilmek demiştir.[429] Çünkü eski
Iran düşüncesinde aşk nesnesi kendisini rüyalarda göstermektedir.[430] Ona göre
rüya peygamberlerin vahiy tecrübesi ve haber almaları için bir araçtır. Rüya
gören kimse tıpkı Zekeriya peygamber gibi üç gün kimseyle konuşmamalıdır.[431] Yine Yusuf
peygamber gibi kendisinin de rüyada sırlara vakıf olduğunu iddia etmektedir.[432] Allah
rüyalar vasıtasıyla özel kullarını seçer ve görevlendirir.[433]
Mevlana dünya hayatını sadece bir rüya olarak değil aynı
zamanda bir hayal olarak da tanımlamaktadır: “Sen bütün bir cihanı hayal üzere
yürür gör! Onların başları da, savaşları da hayale müstenittir. Övünmeleri de,
utanmaları da bir hayalden ötürüdür.”[434] Sultan Veled, Maarif
eserinde şöyle der: “Dünya, ancak bir hayaldir; fakat hakikatte Hak’tır.”[435] Demekte ve
dünyanın gerçekliğini reddetmekte ve evreni vahdet-i vücut düşüncesine göre
yorumlayarak her şeyin Hak olduğunu söylemektedir. “Ruhumuz Hak’la uyanık
değilse uyanıklığımız, tutsaklığımızdır.”[436] Bu tutsaklığın en
önemli nedeni aklın dünyanın renklerine takılı kalarak gerçek olanı
görememesidir. Renkler nurun görünmesine engel olmaktadır. Fakat dıştan
yansıyan ruhun bizzat kendisi rengin görünmesine neden olmaktadır. Bir de
insanın içinde olan bir nur vardır. Bu, içte, insanın ruhunda olan nurlar
sayesinde insan dâhili renkleri görebilir. Bu içteki renkler ‘hayal
renkleri’dir. Bu renk, yani karanlık veya tamamen aydınlık (nur) anlayışı
Necmeddin Kübra’nın renge dayalı nur mistisizmine benzemektedir:
Senin aklın
renkler içinde kaybolduğundan dolayı o renkler senin nurunu görmene engel oldu.
Gece olunca o renkler örtüldü, o vakit rengi görmenin nurdan olduğunu görüp
anladın. Harici nur olmadıkça rengin görünmesi mümkün değildir. İçteki hayal
rengi de böyledir. Dış renkleri güneş ve Süha yıldızının nuruyla görünür. İç
renkleri ise yüce nurların aksiyle görünür.
Gözünün nurunun nuru da gönüldür. Göz nuru
gönüllerin nurundan meydana gelir.[437]
Bağda binlerce ay
yüzlü güzeller, güller ve misk kokulu menekşeler var. Dereler içinde akıp giden
sular var. Bütün bunların hepsi birer bahane, aslında yalnız o, yalnız o var.[438]
D.3. Bilgi Yönü Olan
Tecrübeler
Mevlana’ya göre insan, doğmadan önce bütün bilgileri elde
eder. Fakat zulümat perdeleri insanın kendindeki ilimleri okumaya fırsat
vermez. Bu zulümat perdeleri dünyanın meşguliyetleri, tedbirleri ve
arzularıdır. Bu zulmetler ve perdeler kalkınca, yani dünyadan uzaklaşınca insan
birçok şeye vakıf olur ve kendinden ilimler ortaya çıkar. Terzilik, mimarlık,
dülgerlik, kuyumculuk, yıldız bilimi, tıp... vs. gibi ilimler insanın ‘batın’ından
peyda olmuştur.[439] Taştan ve
kerpiçten (yani insan bedeninden) zuhur etmemiştir. Ölüyü mezara gömmeyi insana
talim eden kargadır ve o da insanın kuşa çarpan aksidir.[440] İlk insan Âdem peygamber
olduğuna ve Tanrı ona bilgileri öğrettiğine göre[441] bütün bilgileri peygamberler
bilirler ve insanlara öğretirler. Akılla,[442] okuma ve düşünmeyle yeni
bilgiler öğrenilmez. Süleyman peygamber bitkilerle konuşarak neye faydalı
olduğunu sormuş ve tıp ilmini geliştirmiştir, tıp ve yıldız bilgisi gibi
bilimler ‘peygamberlerin vahiyleri" dir.[443] Cüz’i akıl bir şeyden hüküm
çıkaracak akıl değildir, o sadece fen sahibinin fennini kabul eder, ondan
öğrenmeye muhtaçtır. Akıl sadece vahiyden öğrenmeye kabiliyetlidir, bütün
sanatlar ise bu vahiyden meydana gelmiştir. Akıl bunun üzerine bazı şeyler
ilave edebilir. Yoksa yeni bir sanat üretmeye, icat etmeye gücü yetmez.[444] Allah,
Tevrat’ı bilip onunla amel etmeyen kişiyi kitap taşıyan eşeğe benzetmektedir.
Allah’tan olmayan bilgi yüktür ve Allah ’tan vasıtasız olarak verilmeyen
ilim, gelini süsleyen kadının ona sürdüğü renk gibi diri kalmaz, uçup
gider.[445] İlim
kavramına yeni anlam yükleyen Mevlana’ya göre ilim üç şeyden ibarettir:
“Zikreden dil, şükreden kalp, sabreden ten.”[446] Zaten insanın kendini bilmesi
başarıların en büyüğüdür.[447] Addan ve
harften geçmek için insan kendini tamamen kendinden arıtmalı (yok olmalı-fena),
renksiz bir hale gelmeli, riyazetle passız bir aynaya dönüşmelidir. Böylece
insan kendi saf, pak zatını ve peygamberliğin ilimlerini görür, bulur.[448]
Peygamberliğin devamı olan veliler[449] tıpkı peygamberler gibi
insanlara öğretirler, insanlar velileri dinlemeli ve onlardan gerçek ilmi
kapmalıdır.
Peki, veliler bu bilgileri nasıl elde etmektedirler? Aşkı,
Allah vergisi tecrübeyle elde eden veliler bununla bilgi elde ederler. Bu bilgi
sadece Allah’a kullukla elde edilebilmektedir: “Hizmet edersen bir kitap bile
okumadan yeninden, yakandan duyulmadık bilgiler bulursun.”[450] Peygamberin meşrebinden olmak
için tahsile lüzum yoktur. Sadece Tanrı’nın huzurunda olmak yeterlidir. Halkı
okutarak yetiştirmek imkânsızdır, onları aşk yönünden yetiştirmek (irfan
eğitimi vermek) gerekmektedir.[451] Bu bilgiyi
şeyhler (veli) verir. “Şeyh, Allah gibi aletsiz işler görür. Müritlere sözsüz
dersler verir.”[452] Böylece
“Ahmed gibi akıl ve irfan nuruyla dolarsın.”[453]
İnsanların zahiri bilgilerine, ibadet ve ilimlerine
bakmamak gerekir. Çünkü şeytan da ibadet ve ilimde önde giden olmuş ve melekler
onun zahirine bakarak onu sevmişler ve kendilerine öncü bilmişlerdi. Fakat
Allah şeytanın zahirine ve ilmine değil batınına bakmış ve ona kâfir demişti.[454] Bazı
insanların zahirine yani, ibadet ve ilimlerine bakarak aldanmamak ve onların
sırrına vakıf olmak gerekir. Çünkü bunlar kâfirdir.
Mevlana düşüncesinde bilgi edinme yollarının başında “aşk”
gelir. Mevlana bilgiye ve hakikate ulaşmanın tek yolunun aşk olduğunu söyler.
“Dünyada aşk gibi bir üstat, bir mürşit ve insanı doğruya ulaştıran bir kimse
yoktur.”[455] Aşk hali,
‘insanın mahiyetinin Allah’a benzeyecek şekilde değişmesi’ dir.[456]
Aşk’tan sonra en önemli bilgi edinme yolu kulluk ve
velilere hizmettir. Mevlana İslam’ın kulluk anlayışını değiştirerek kendi aşk
tecrübesine göre yeniden yorumlamıştır. Ona göre kulluk, Allah’tan bilgi
alma yoludur, Allah’ın büyüklüğünü kabul edip, insanın acziyetini gösterme
yolu değil. “Her kim, kırk sabah Tanrı’ya ihlas ile kulluk ederse, onun
yüreğinden hikmet pınarları, diline doğru akar” hadisini delil olarak gösteren
Sultan Veled, Hz. Peygamber’in ümmî olmasına yani okuma ve yazma bilmemesine
rağmen Allah tarafından bilgilendirildiğini ifade eder. Gerçek bilgi budur, bu
bilgi kalbe dirilik verir.[457] Mevlana,
(velilere) hizmet ve güzel ahlakla, ibadetle bilgi elde edileceğini, akıl
yürüterek, hünerle bilgi elde edenlerin ise tepetaklak olduklarını söyler.[458]
Mevlana’ya göre hayatın anlamı aşkla anlaşılmakta ve aşkla
insanlar bilgiye ulaşmaktadır. Tasavvufta marifet; irfan ve ilhama dayanan
vasıtasız bilgiyi ifade eder.[459] Marifet ve
aşk, manevi açıdan aynı şeylerdir. Onlar aynı hakikati ayrı bir dille ifade ederler.[460] Aşkla
marifet arasında karşılıklı bir ilişki vardır. Marifet arttıkça aşk artmakta,
aşkla da marifet gerçekleşmektedir. Aşk marifetin merkezinde durmakta fakat
marifete ulaşmak için ibadet yapmak gerekmektedir. İbadet kavramının anlamını
da değiştiren ve yeniden tanımlayan Mevlana’ya göre ibadet, marifete
ulaşmanın yoludur. Örneğin oruç ibadeti İslam’ın tanımladığı gibi Allah’a
kulluk için yapılmaz, o marifete ulaşmanın aracıdır.[461] Marifet, ‘Ben’in mecaz olduğu
ve insanın gerçekten kendi nefsine herhangi bir irade, düşünce veya fiil isnat
edilemeyeceği[462] anlamına
gelir. Marifet, zihni faaliyetin sonucu elde edilen bir bilgi değildir.[463]
Akıl-vahiy karşılaştırması yapan Mevlana, vahyin akla
düşman olduğu algısını vermeye çalışmaktadır. “Nas karşısında ilk olarak kıyası
(akıl yürütme) ileri süren İblis’ti”[464] diyerek vahiy bilgisinin
mutlak olduğunu ve ona itiraz edilemeyeceğini söyler ve meseleyi kendi aşk
tecrübesiyle elde ettiği gönül vahyine getirerek kendisine yapılan itirazları
susturmaya çalışır. Söylediği şiirleri ‘gönül vahyi’ olarak nitelendiren[465] ve yazdığı
Mesnevi’yi, Kur’an’dan üstün tutup kutsal kitap olarak kabul edilmesini isteyen[466] Mevlana,
iddialarına itiraz edenleri (yani dönemin İslam âlimlerini) İblis’e benzeterek
vahye akılla itiraz edilemeyeceğini söyler. Gönlün kendisini bizzat bir bilgi
kaynağı olarak nitelendiren Mevlana’ya göre insanlar bu yolla vahiy
alabilmektedirler. “Gönülden bilgi ırmağı coştu mu ne kokar, ne eskir, ne de
sararır!”[467] Bu yolla
İslam’ın vahiy anlayışını kendi aşk tecrübesine göre değiştiren Mevlana, vahye
yepyeni bir anlam yüklemiş olur. Mevlana sezgicidir, ona göre önemli olan her
gün çalışıp, çabalamayla yavaş yavaş bir şeyler öğrenmek önemli değildir.
Sezgiyle her şeyi bir anda bilebilir insan: “Sen her gün çalışır- çabalar,
yavaş-yavaş bir şeyciğiz bilirsin hani... Yürü, ona kul-köle ol, o birdenbire,
hemencecik bilir.”[468] Böylece
insan emeksiz bilgi elde etmiş olur. “Allah ilhamına erenler, hayatın ta
kendisi kesilirler, hava ve hevesle süslenenler ise ölüm zehiri”[469] diyen
Mevlana’ya göre insanlar Allah’tan ilham yoluyla bilgi alabilirler.
Mevlana’ya göre, sırların keşfedilmesi için
insanın mal, makam, şeref peşinde koşan iç sesi susturması gerekir: “İçinden bu
sesleri men et de sırlar keşfedilsin. Allah’ı an da gulyabanilerin seslerini
mahvet.”[470] Yine
Kur’an’da geçen mucizeleri anlamak aklın harcı değildir, bunu anlamak için
kulluk yapmak gerekir: “Fakat bunları anlamak, işi uzatıp duran aklın harcı
değildir. Kulluk et de bunlar sana keşfolsun!”[471]
Mevlana rüya ile hayal
kavramlarını çoğu zaman eş anlamlı olarak kullanır. Dünya hayatını rüya olarak
nitelendirdiği gibi, dünyanın gerçek olduğunu söyleyenleri de hayale kapılmakla
suçlar. “Hayal zandan doğmaktadır.”[472] Dünyanın gerçekliği iddialarına cevap
verirken rüya ve hayale olumsuz bir anlam yükleyen Mevlana, aşk tecrübesini
anlatırken ise rüya ve hayale olumlu anlam verir. Olumlu anlamda rüya ve hayal
ise bu dünyanın gerçek olmadığını fark edenlerin rüya ve hayalidir. Bu âlemde
insanlar rüya veya hayal gibi bir durumda yaşamaktadırlar. Bunu fark eden
insanların rüya ve hayali doğrudur ve bu anlamda insana bilgi verir. Çünkü
“Haktan öte hepsi hayal” dir.[473] Mevlana rüyayı ikiye ayırır: Halkın
gördüğü rüya alelade rüyadır, Allah’a yaklaşmış erlerin rüyası ise Allah
seçmesidir ve Allah’a yakınlığı gösterir.[474] Rüyada Hak tarafından ses gelir, asıl
ses odur, o sesten başka sesler aksi sedadır.[475]
D.4. Bilgi yönü
olmayan tecrübeler: Kerametler
Mevlana’nın oğlu Sultan Veled’e göre evliya
ve peygamberlerin Tanrı’dan ayrı bir varlıkları yoktur. Bunlar, Tanrı’nın birer
aleti hükmündedirler, Tanrı ise her şeyi yapmaya muktedirdir. O halde, bunların
bazı şeyleri yapıp bazılarını yapamamaları söz konusu değildir. Bunların her
şeyi yapabileceklerini, her türlü mucize ve kerametleri gösterebileceklerini
kabul etmek zaruridir.[476] Mevlana’ya
göre, “gizli olan mucize ve kerametler, temiz pirlerden gönüllere akseder.”[477] Keramet,
velilerin batın nurlarının sıfatıdır.[478] Kerametler duyularla
kavranamaz ve anlatılamaz.[479] Mevlana’nın
hayatına baktığımızda keramet türü birçok olayla karşılaşırız. O keramet
yoluyla aşk dinine mürit kazandırmış, her kerametinden sonra mürit sayısı
artmıştır.
a)
Çocukken göğe yükselmesi: Mevlana altı yaşında, sokakta çocuklarla oynarken bir anda göklere
uçmuş ve melekût âleminin menzillerini dolaşmıştır. Göğe uçtuğunda yeşiller
giymiş bir cemaatin kendisini karşıladığını, feleklerin tabakaları ve göklerin
burçları etrafında dolaştırdığını söylemiştir.[480]
b)
Uzak mekânları göstermesi/uzak mekânlara gitmesi: Aşk dinine inanmayan ve velilerin hallerini inkâr eden
münkir birine Mevlana Arafat dağında lebbeyk lebbeyk diyen hacıları
göstermiştir.[481] Eşi bir gün
Mevlana’nın ortadan kaybolduğunu eve döndüğünde ayakkabısının kumla dolu
olduğunu görmüş, kumun ne olduğunu sorunca Kâbe’de bir dervişi görmeye
gittiğini söylemiştir.[482] Bir gün
Mevlana, Konya’nın dışında yaşayan Hacıbektaş’ın yanına giderek "kahpenin
kardeşi" diyerek küfür edip gırtlağını sıkmıştır.[483]
c)
Nesnelerin mahiyetini değiştirmesi/nesnelerle konuşması: Biri, Tanrı’nın bazı kullarının kimya ilmi olmadan taşı
altına çevirebileceğini söylemesi üzerine Mevlana elini bir mermer sütunun
üzerine koyar koymaz mermer altına dönüşmüştür.[484] Başka bir rivayete göre ise
Mevlana, Şeyh Selahaddin’in dükkânındaki bütün eşyaları altına çevirmiştir.[485] Yine başka
bir gün çeşitli bilim dallarında uzman olan bir müridini çağırmış ve dışarıya
çıkmışlar, Mevlana yerden aldığı taşı bir anda yakuta çevirerek onu hayrette
bırakmıştır.[486] Başka bir
gün yine Mevlana, değirmen taşının başında sema ederken, değirmen taşının
‘sübbuh kuddus’ dediğini iddia etmiş, etrafındakiler bunu doğrulamıştır.[487]
d)
Su tanrısını kovması:
Bir köprüden geçerken nehirde su tanrısı olduğunu söylemeleri üzerine Mevlana
hemen nehre dalıp su tanrısını yakalamaya çalışmış, bir süre sonra su tanrısı
Kira Hatun’a gelip bundan sonra insanlara zarar vermeyeceğine dair söz
vermiştir.[488]
e)
Doğayla ilgili kerametleri: Bir gün göl kenarında sohbet eden Mevlana, çok ses çıkaran
kurbağalara, ses çıkarmamaları için bağırmış ve onlar da bir daha ses
çıkaramamışlardır. Gölden ayrılırken onlara bağırmaları için izin vermiş ve
onlar bağırmaya başlamışlardır.[489] Başka bir
rivayete göre Şems’le birlikte gece medresenin damında oturan Mevlana,
insanları uyandırmak için kıbleye dönerek yağmur duası yapmış ve bir anda gayb
âleminden büyük bir bulut gelerek yağmur yağmıştır.[490]
f)
Tıbbî kerametleri:
Mevlana kambur olan bir müridinin haline üzülerek eliyle sırtını ovmuş ve
adamın kamburu düzelmiştir.[491] Mevlana
sıtma hastalığının, “Gazapla dolu, mavi gözlü ve sarı yüzlü bir şahıs” olarak
kendisine geldiğini “Ben sıtmayım, bana humma derler” dediğini, kendisinde üç
gün misafir kalmasına müsaade ettiğini üç gün sonra gittiğini söylemektedir.[492] Sıtma
hastalığına tutulan bir müridini muska yazarak iyileştirmiştir.[493] Ayağı
kırılan Seyyid Burhaneddin’e üzülen Mevlana elini o kırık yere koymuş ve bir
şeyler okuyup üfledikten sonra yara hemen kapanıp iyileşmiştir.[494] Bazı
bilginlerin “insanlar kanla yaşar” sözünü yalana çıkarmak ve “insanın kanla
değil, Tanrı ile yaşadığını” ispat etmek için Mevlana bütün kanını hacamatçıya
aldırmıştır. Böyle olduğu halde ölmemiş ve insanın kanla değil Tanrı’yla
yaşadığını doğrulamıştır.[495] Başka bir
rivayete göre ise Mevlana uzaktan bir bakışıyla düşmanını hadım etmiş, düşmanı
da bu nedenle homoseksüel olmuştur.[496]
g)
At üstünde giden adamı tepetaklak etmesi: Babası Bahaeddin Veled’in türbesinin yanından hızla geçen
atlıya kızan Mevlana “Bu adam bilmiyor mu ki Bahaeddin Veled’in bütün damarları
bu mezarın her tarafını kaplamış ve onun kutlu cesedi bu yerde gömülmüştür”
demiştir. Tam o esnada atlı atından düşmüş, Atı, onu yere vurmuş ve velilere
bir daha saygısızlık yapmaması için onu parça parça edinceye kadar
sürüklemiştir.[497]
h)
Ölülerle konuşması:
Ölen bir müridi, kendisini yıkayan ölü yıkayıcısının elini tutup bırakmamış bu
durumu Mevlana’ya söylemişler, o da müridiyle konuşarak elini bırakmasını
sağlamıştır.[498]
i)
Bedeninin büyüyerek mekânı kaplaması: Mevlana’nın bir müridi sabah namazında gizlice Mevlana’yı
izlemiş onun mihrapta namaza durduğunu bu esnada yükselmeye başladığını,
büyüyüp yücelerek ve irileşerek her yere dolduğunu görmüştür.[499]
j)
ilmi Kerametleri: Bir gün bazı bilginler bazı sorular yazıp Mevlana’ya
iletmişler, Mevlana kâğıtlarda yazılan sorulara bakmadan her meselenin cevabını
yazarak cevaplandırmıştır.[500] Sema yapmasına anlam veremeyen ve onu
kınayan bir adamın içinden geçenleri okuyan Mevlana, sema yapma nedenini,
öldürücü açlıkta leş ve haram şeyleri yiyen adamın durumuna benzeterek açıklamıştır.
Tanrı erlerinin bazı halleri öldürücü açlık durumuna benzediği için bunu savmak
için sema, raks, vecd ve musikiden başka çare olmadığını söylemiştir.[501] Ayrıca o, rüya ile insanlara ilim
öğretmekte ve ders vermektedir.[502]
D.5. Birlik-Hiçlik
Tecrübeleri: Aşk, Âşık ve Maşuk ’un Birliği
Mevlana’ya göre, insan çeşitli riyazetler yoluyla ve
kendine dönerek özüne ulaşınca kendi mahiyetini kavrayabilmektedir. İnsan kendi
idrakine varınca yani âşık (insan) olunca aynı zamanda maşuk (yani Tanrı)
olduğunu fark etmektedir.[503] Yani insan
hem insan olma vasfını hem de Tanrı olma vasfını kendinde barındırmaktadır.
Tanrı insanın içindedir ve onu keşfetmesi gerekir. Tanrı ile insan bir dairenin
başlangıç ve bitiş noktası gibi aynı nokta üzerinde birleşirler.[504] Böylece
insan ile Tanrı’nın birliği ortaya çıkmaktadır. Bu yönüyle Mevlana, İbn
Arabi’nin vahdet-i vücut yolunu izlemektedir. Ona göre, insan Allah’a âşık
olduğu gibi, Allah da insana âşıktır. Böylece insan, maşuk-ı ilahi (Allah’ın
aşkı) olmaktadır. Mevlana’nın aşk tecrübesine göre; Aşk-Âşık-Maşuk üçlemesinde
her bir kavramın bazen Allah için, bazen insan için kullanıldığı görülmektedir.
Aşk; hem âşık hem de maşuk olduğu gibi âşık; hem aşk, hem de maşuktur. Maşuk da
hem aşk hem de âşıktır. Bundan çıkardığı sonuç; âşık (Allah veya insan) ve
maşukun (Allah veya insan) her ikisinin de aşktan meydana gelmiş olmasıdır.[505] Böylece
teslise benzer bir inancı formüle eden Mevlana’nın, Hıristiyanlığı ve İbn
Arabi’nin öğretisini değişik bir formda devam ettirdiği söylenebilir. “Sen kendi
güzelliğini aynada görebilsen kendi güzelliğine âşık olur da kendini put
yaparsın”[506] diyen
Mevlana’ya göre insanın içinde bir Tanrı saklıdır.
İnsan, içinde saklı
Tanrı’yı keşfetmeyi yani Tanrılaşma sürecini kendisini aşkla yok ederek
(fena) tamamlayabilir. “Aşk öyle bir alevdir ki, bir parladı mı maşuktan başka
her şeyi yakar”[507] Böylece maşuk (Tanrı) olan insan
tamamen Tanrılaşmış yani vahdete ermiş olur. “Kimi âşık görürsen bil ki
maşuktur. Çünkü o, âşık olmakla beraber maşuk tarafından sevildiği cihette
maşuktur da... Mademki âşık odur, sen sus artık.”[508] Çünkü aralarında birlik vardır: “Aşk
erleri bölük bölüktür ama hepsi de bir denizin dalgalarıdır. Görünüşe
kapılırsan sayı meydana çıkar; ama anlama erersen hepsi de bir olur.”[509] Bunun dışında kalanlar yani âşık
olmayanlar ise hayvandır, yaban eşeğidir, akılları yoktur.[510]
D.6. Peygamberlerin
kıssalarında geçen olaylara benzer tecrübeler
a)
Torunu
Ulu Arif Çelebi’nin beşikteyken konuşması:
Bir gün Mevlana altı aylık torunu Ulu Arif Çelebi’ye “Arif, Allah Allah de”
diye seslenir. Arif bunun üzerine İsa peygamber gibi konuşarak, “Allah” demeye
başlar ve bunu üç kere tekrar eder. Mevlana bu olaydan sonra torununu şeyh ilan
eder ve başbuğluğa layık olduğunu söyler.[511]
b)
Azrail’in
Mevlana’nın canını almak için gelmesi:
Çelebi Hüsameddin, Mevlana’nın ölüm döşeğindeyken güzel yüzlü bir adamın
geldiğini, kim olduğunu sorunca da Azrail olduğunu ve Mevlana’nın canını almak
için ondan izin almaya geldiğini rivayet eder.[512]
c)
Cinleri
kendisine mürit yapması: Kira Hatun bir
gün cinlerin gece yanan mum ışığından çok rahatsız olduğunu Mevlana’ya
iletince, o da birkaç gün sonra cinleri kendine mürit yaptığını ve artık
kimseyi rahatsız etmeyeceğini söyler.[513]
d)
Hud
Peygamber gibi mucize göstermesi: Mevlana
Şam’a giderken haramiler kendisine saldırmaya kalkmış o da kervanın etrafına,
Hud peygambere gelen kasırganın ümmetini mahvetmemesi için çevirdiği daire gibi
bir daire çizmiştir. Böylece haramiler kervana doğru bir adım ileri
atamamışlardır.[514]
e)
Hızır’la ilgili
tecrübeleri: Tasavvufta Hızır ile ilgili
anlatımlar daha çok velinin “beşerî tenkidin üzerinde” bulunduğu
şeklindeki şüphe götürmez iddiaya delil olarak kullanmaktadırlar.[515] Mevlana, velinin elinin Allah’ın eline
benzediği şeklindeki iddialarını bu kıssadan yola çıkarak delillendirir. Çünkü
velinin yaptığı din dışı veya ahlaksızlık gibi görünse bile öyle değildir,
onlar sorgulanamaz; tıpkı Hz. Musa’nın Hızır’ı sorgulayamadığı gibi.
Mevlana’yla sürekli görüşüp konuşan ve ondan gayb işlerinin hakikat sırlarını
soran Hızır’ın bilgisi Mevlana’dan az olmaktadır. Şam’da öğrenciyken Hızır’ın
birçok kez Mevlana’nın hücresine gelip gittiğini görmüşlerdir.[516] Başka bir rivayette ise müritlerden
biri Hızır’ın Mevlana’nın sohbetini dinlediğini görmüş ondan yardım dilemiş,
Hızır ise “Biz hepimiz ondan (Mevlana) yardım diliyoruz... Sen onun eteğine
yapış, ne istersen ondan iste” demiştir. Mevlana; Hızır, peygamber ve bütün
azizlerin kendisine âşık olduğunu söylemiştir.[517]
D.7. Mevlana’da uyuşturucu ve içki
tecrübeleriyle erotik, histerik, şuur dışı tecrübeler
Aşk yoğun bir duygu durumu olduğu için ona bir nevi tutku
ve ihtiras denilebilir. Birincil süreçler olarak ifade edilen bilinçaltı (tıp
dilinde; limbik sistem, ilkel beyin veya duyguların kontrolünde olan alt beyin
bölgesi) bağımlılık yapan duygulardan ve ödülden hoşlanan bölümdür.
Bilinçaltını saran ve ona hâkim olan aşk duygusunu alt beynimiz bir ödül
olarak algıladığı gibi bu bölgeyi uyaran uyuşturucu, içki, erotizm
(cinsellik), para, sigara... vb. şeyleri de ödül olarak algılamaktadır. Bu
nedenle aşk; uyuşturucuya, içkiye, cinselliğe benzer ve aşk bağımlılık
yapmaktadır.[518] Bu tür bir
bağımlılık Sinan Canan’ın ifade ettiği gibi insanın alt beynini yani duyguları
yöneten bölgeyi hâkimiyeti altına almasıyla olmaktadır.[519] Canan, bir insanın alt beyin
bölgesinin işleyişini bilir ve onu ele geçirirseniz, o insana her şeyi
yaptırabilirsiniz demektedir. Böylece irade, iç kontrolünü kaybetmekte ve kısa
devre denilen içgüdüyle yönetilen duygu merkezli davranışlar ortaya
çıkmaktadır. Bir insan, akıl ve mantığın hâkimiyetindeki iradenin kontrolünden
çıkıp, duyguların hâkimiyetine ne kadar çok girer, kısayolu (içgüdü) ne
kadar çok kullanırsa o kadar çok hata yapmaktadır.[520] Mevlana, öğretisinde insanların
akıl ve mantığına savaş açıp, aşkı ön plana çıkararak insanların alt
beyinlerine hâkim olmuş ve onları kontrol etmeyi başarmıştır. O şiirlerinde
sadece aşkı değil uyuşturucuyu, içkiyi, erotizmi (cinselliği), müziği de
insanları kontrol etmek ve onları daha duygusal yapmak için kullanmaktadır.
Aşkın aklı dumanlandırması, sarhoşluk durumunu hatırlattığından aşk
anlatılırken içki, şarap, sarhoşluk. vb. teşbihler kullanılmıştır.[521] Sarhoşluk,
mistisizm, aşk bunların hepsi insanı kendinden uzaklaşmaya sevk etmektedir.
Mistik hale zikir ve meditasyonl a geçemeyenler şaraba, uyuşturucuya ve diğer
cismanî vasıtalara yönelmektedirler.[522]
Eflaki ve Nicholson gibi yazarlar, bazı şiirlerinden yola
çıkarak Mevlana’nın zaman zaman uyuşturucu kullandığını dile getirmişlerdir:
“İnsanlar, şarap ve esrardan yana kınanmaya katlanırlar. Bir an için de olsa,
kendilerinden geçsinler diye; çünkü hepsi bu hayatın bir tuzak, isteyerek
hatırlama ve düşünmenin bir cehennem olduğunu sanırlar”[523] demektedir. Başka bir
beytinde ise sarhoşun ve esrarkeşin yaptıkları şeriat tarafından mazur
görüldüğü için, yaptıklarının yanlış olmadığını ima etmektedir:
Bir insan, şer’an murdar olan hurma şarabı
içse kendinde değilse şeriat, onu mazur tutar. Sarhoş ve esrarkeşin karı
boşaması ve bir şey satması, makul ve muteber değildir. O, çocuğa benzer,
yaptığı affedilir, hürdür, serbesttir.[524]
Başka bir beytinde ise derin denize (yani
Tanrı) girmeyi afyon içmeye bağlamaktadır: “Derin denize girdiler. Çünkü
afyonları bu kâse içinde ulaştı; kâseler görünüyor, ama afyon görünmüyordu.”[525] Yine haşhaş[526]
kullandığını ima ettiği bir beytinde şöyle der: “Marulla haşhaş kozalağı
yiyenin, öpmeyle, kucaklamayla ne işi var; bunlar için gam mı yer?”[527] “Allah...
Bir avuç yeşil ota esrara öyle bir hassa vermiştir ki bir zaman olsun insanı
kendisinden alır!”[528] Uyuşturucu
onun uzun süre aç ve uykusuz kalmasını sağlamıştır.[529] Mevlana, kendisi uyuşturucu
kullandığı gibi aşırı uyku sorunundan kurtulması için bir müridine haşhaşın
sütünü emmesini tavsiye etmiştir. Mürit, haşhaşın sütünü emdikten sonra yedi
gün yedi gece
X „
579 uyuyamamıştır.[530]
Mevlana sarhoşluğu iki anlamda kullanır, biri
gerçek sarhoşluk yani şarapla meydana gelen sarhoşluktur, diğeri mecazi sarhoşluktur.
“Şarap edepsiz olanı daha edepsiz yapar. Şarap içen akıllıysa daha ziyade
akıllı olur.”[531] Gerçek
sarhoşluğu yani şarap içmeyi hiçbir zaman kötü görmeyen Mevlana, Şems’in şarap
içtiğini söyleyenlere karşı “İçse ne çıkar, bir tulum şarabı denize dökseler
deniz değişmez ve denizi bulandırmaz... Şems şarap içiyorsa her şey ona
mubahtır”[532] diyerek onu
savunmuş hatta bir gün ona şarap getirmiştir.[533] Şems “Bütün namus ve
şerefinin bir kadeh şaraba satılması”[534] gerektiğini söyler. Bazı
müritlerinin sürekli şarap içtiği ve sarhoş vaziyette dolaştığı bilinmektedir.[535] Mevlana’nın
torunu Ulu Arif Çelebi’nin alkolik olduğu ve içki meclislerinde sürekli içtiği
rivayet edilmektedir.[536] Yine bir
rivayete göre şarabın halka helal olduğunu söyler: “Şarap, gıda için halka helaldir.”[537]
Mecazi sarhoşluğu bazen
olumsuz anlamda bazen de olumlu anlamda kullanır. Bazen bu dünyaya değer
vermeyi, şehveti sarhoşluğa benzeterek şöyle der: “Bil ki şehvet, şarap ve
afyon gibidir; akla örtüdür ve akıllı ondan dolayı ahmaktır.”[538] “Varlık çok
sarhoşluk verir; baştan aklı, gönülden arı alıp götürür.”[539] Aşk sarhoşluğu
anlamında kullandığında ise sarhoşluk olumlu bir anlama bürünmektedir: “Yok
oluş sarhoşluktur, yok oluşun ardından mutlaka bir kendine geliş var”[540] “Allah
şarabıyla sarhoş ol.”[541] Çünkü o
şarap, gönül bulandıran üzümden yapılan şarap değildir, Tanrı elinden
gelmiştir.[542] Sarhoşluk
insanı birliğe ulaştırır: “Can bir bucakta çırpına kalmış. Sun o şarabı da
kurtulsun. Bedenimin yarısı, öbür yarısıyla savaşıyor; hadi, ne vakte dek
eğleşeceksin? Barıştır onları.”[543] Her ne
kadar mecazlarla ‘Nefsinden kurtulman için şarap iç’ derken, “İlahi temaşanın
cezbesi içerisinde maddi varlığını terk et” demek isteseler de[544] bu her
zaman mecaz olarak anlaşılmamış gerçek şarabın sarhoşluğuna da başvurulmuştur.
Mevlana’nın eserlerine baktığımızda birçok erotik hikâyeye
rastlamamız mümkündür. O bu hikâyelerle insanları etkisi altına almayı ve
düşmanları olan İslam âlimlerini aşağılamayı hedeflemektedir. “Şaka ve latife
bir şey belletmeye yarar. Onu ciddi gibi dinle; görünüşte latife oluşuna
kapılma!”[545] diyerek bu
erotik hikâyelerin ders vermeye yönelik olduğunu söyler. Örneğin o kendi aşk
dinini kabul etmeyenlere şöyle demektedir: “Puşt ancak zekerden zevk alır.
Zekerden başka ne dinî vardır, ne zikri; o düşünce, o adamı da aşağılık yere
kadar çekip götürür.”[546] Yine bir
hikâyesinde çocuğa tecavüz eden homoseksüeli anlatan Mevlana şöyle demektedir:
Bir iri adam
bir oğlanı ele geçirdi. Bu adam bana kast eder diye çocuğun yüzü sarardı. Adam
dedi ki ‘Güzelim emin ol. Sen benim üstüme bineceksin. Ben korkunç görünsem de
aldırış etme, bil ki ben bir ibneyim. Deveye biner gibi bin üstüme, sür’
İnsanların suretleriyle manaları da işte böyledir. Dışardan adam görünürler,
içerden melun Şeytan![547]
Böyle diyerek düşüncelerini kabul etmeyen kişilere “şeytan”
demektedir. Yine buna benzer bir hikâye, kölesi ile zina yapan zahidin[548] , camide
kadın kılığına girerek kadınlara cinsel organını elleten erkeğin,[549] halifenin
koynundayken cariyenin hatırladığı erkeklerin,[550] eşekle çiftleşen kadının,[551] köleyle
hanımının eşekli cinsel ilişkisinin,[552] kocasını onun gözü önünde
aldatan kadının[553]
hikâyelerini Mesnevi’de şiirleştiren Mevlana böylece aşk dinine iman etmeyen
İslam alimlerini aşağılayarak insanların gözünde değerlerini hem düşürmekte hem
de insanları eğlendirmektedir.
Mevlana, keskin bir
çizgiyle şehvet ve aşkı birbirinden ayırır. Ona göre aşk sema ile artmakta
cinsi münasebette ise azalmaktadır. Çünkü cinsi münasebette bulunan insan kendi
kanatlarını makasla kesmekte, hayat iplerini koparmakta ve insanı göklere
yükselten gök merdiveninin basamağını kırmaktadır.[554] “İnsaf ediver, aşk işi
elbette güzel... Sen şehvete aşk ismini verdin, bilesin; ermek diliyorsun, sana
lazım nice yol!”[555] Şehvetten
aşka ulaşabilmek için çok uzun yollardan geçmek gerektiğini söyleyen Mevlana,
aşkı sadece ilahi aşka hasretmektedir. “Allah’ta yolculuk. âşığın maşuğa
yönelmesi olup, bundan sonrası maşuğun âşıkta yol alması olur.”[556] Aşk, ona
göre Hakk’ın vasıllarındandır ve ondan başkasına âşık olmak geçici bir
hevestir.[557] Böylece aşk
tamamen ‘ilahi’ bir niteliğe bürünmüştür.
Tamamen insan türünün bir devamı için gerekli olan[558] aşk
duygusunun, bağlamından koparılıp Tanrı’ya yöneltilmesi aşkın amacında büyük
sapmaya neden olmuştur. Tasavvufçular, bu sapma sonucu, cinsellikle aşk bir
bütün teşkil ettiği için âşık oldukları Tanrı’yı cinsel obje yerine
koymuşlardır. Şems Tanrı’nın kendisine kadın şeklinde geldiğini ve onunla
seviştiğini söylemektedir: “Tanrı beni o kadar sever ki istediğim şekilde
yanıma gelir. Şu anda Kimya şeklinde geldi”[559] demektedir.
Mevlana, hem Şems’in hem de İbn Arabi’nin[560] izinden giderek Tanrı’yı
geline, dilbere veya sevgiliye benzetmektedir.
Mevlana ilahi aşkı insanların aşkı üzerinden
temellendirmeye çalışmıştır. Bunu yaparken ünlü aşk hikâyelerini; tıpkı
ayetleri, hadisleri, Senai-Attar’ın şiirlerini değiştirdiği gibi kendi aşk
tecrübesine göre değiştirerek yeniden yazmıştır. Leyla- Mecnun, Vamık-Azra,
Ferhat ile Şirin, Kerem ile Aslı, Yusuf ile Züleyha hikâyesini tamamen kendi
aşk tecrübesine göre şekillendirmiştir. Mecazi aşkı kötüleyip “Mecazi aşk
altınlarla bezenmiş bir güzelliktir. Görünüşü nurdur, fakat içi dumandır.”[561] demekte ve
geçici aşkın insan üzerindeki değişikliğine değinip gerçek aşkın neler
yapacağını anlatmaya çalışmaktadır:
Mecnun neden binlerce delilik etti?..
Elbisesini yırttı, bazen insanlardan kaçtı, dağlara düştü, bazen zehir tattı,
bazen faniliği seçti, düşün bir kere, fani bir varlık olan Leyla’nın aşkı
bunları yaptırırsa gerçek Leyla olan ve şanlı sevgilisini gece, Miraç’a yürüten
Allah’ın aşkı nasıl olur, neler yaptırmaz?[562]
Tanrı’yı Leyla’ya
benzetmekte ve ona kavuşmanın gerçek amaç olması gerektiğine işaret etmektedir.
“Sevgili dediğimiz varlıklar bir bahanedir. Gerçek sevgili Allah’tır.”[563] Mecnun ve Leyla çiftinde öznenin
dönüşümünün tipleştirilmesi ortaya çıkar. Aşkının doruk noktasında Mecnun
‘Tanrı’nın aynası’ olur. Sevenin bakışı sayesinde sevilende kendi ezeli-ebedi
yüzünü seyreden, Tanrı’nın kendisidir.[564] Mevlana bu durumu şöyle açıklar: “Aşk
ister mecaz olsun, ister hakiki olsun, nihayet insanı Hakk’a ulaştırır.”[565] Böylece kişilerarası ilişkiler yani
kadın- erkek ilişkisi normal seyrinden sapmaktadır. O insanı tek bir hedefe
odaklar, amaç sadece Allah-insan ilişkilerinin muhafaza olunmasıdır. Bazı
durumlarda somut bir kişiyle ilişkiden bahsetse bile sonuç itibariyle bu ilişki
de mistikleşmekte, ilahileşmekte ve Allah’a yönelen bir duygunun geçici bir
aşaması olarak ona ciddi önem verilmemektedir.[566] Mevlana’ya göre bütün insani
ilişkilerin yönü bu olmaktadır. Çünkü “yalnız insanlar değil, şu kâinatta
bulunan her şey, her zerre bile ilahi aşkla mest olmuş, kendinden geçmiştir.”[567]
D.8. Doruk tecrübeler
Maslow, doruk deneyimlerde kişinin kendini
daha bütünleşmiş (tek parça) duyumsadığını ifade eder.[568] Kendine karşı savaşım
azalmıştır, kendisi ile daha barışıktır. Sonra benlik dışı olan dünya ile
birleşebilme yeteneği artar. Evreni derinlemesine duyumsar. Belirli bir anlamda
ilkel, çocuksu, yapaylıktan uzak, savunmasız ve daha denetimsiz ve özgür bir
şekilde yönelir. Birey daha çok anı ve şimdiyi yaşar. Geçmişten ve gelecekten
bağımsızdır, duygularına göre kural koymaz, davranışlar duygulardan
bağımsızdır. Davranışları erek-davranış, erek deneyimdir, araç
davranış ya da araç deneyim değil. Bu düzeydeki insan tanrısal olarak
nitelendirilebilir. En yüksek ve en iyiye odaklanmıştır. Doruk deneyim yaşamak
güçlü bir benlik edinmekten geçer. Bunun yolu çilecilik değil, temel
gereksinimlerin doyurulmasıdır.[569] Bu sayılan özelliklere göre Mevlana’nın aşk
tecrübesini değerlendirdiğimizde bazı yönlerin uyduğunu bazılarının ise
uymadığını görürüz. Mevlana, kendini Tanrı ile bütünleşmiş, birleşmiş olarak
duyumsadığını ifade eder.[570] Yine ilk başlarda kendisiyle bir savaş içinde
olan Mevlana ‘hamdım, piştim yandım” ifadesiyle gelişimini anlatmaya çalışmış,
kendisiyle barışarak evrenle bütünleşmiştir. Bu evreni derinden duyumsama ve
aşkla açıklama onun doruk deneyiminde en üst seviyeyi oluşturmaktadır. Yine
Mevlana’nın genellikle ‘an’a odaklandığını görmekteyiz. O geçmişi veya geleceği
düşünerek kendisini üzmez.[571] Mevlana bazen müritlerine çocuk
gibi olmayı tavsiye etmiş, tecrübesini çocuksu düşünceye benzetmiştir. O olgun
davranmayan müritlerinin davranışlarını hoş karşılamıştır. Yine aşk tecrübesini
ifade ederken şiir, düş veya coşkusal bir anlatım kullanmıştır. Kendilik algısı
onda ‘Tanrısal’ özellikler göstermektedir. Fakat doruk tecrübede insanlar
duyguların hâkimiyetinden kurtulurken, Mevlana her zaman duyguları merkeze
koymuş akıl ve mantığı ikinci plana itmiştir. Onda davranışlar hep aşk
duygusunun etkisiyle yönetilir ve o, insanlara, davranışlarında bir amaç
gözetmeksizin ‘kuralsız’ yaşamayı öğütler ve mevcut kuralları önemsemez. Bu
nedenle toplumdan daha yüksek, en iyi gibi bir amaçtan yani toplumsallıktan
ziyade bireysel tecrübeye odaklı bir hayatı öngörür.[572]
D.9. Savaş/kaos
ortamında meydana gelen tecrübeler
Mevlana çocukluğundan yetişkinliğine kadar sürekli göç,
savaş ve kaos ortamında bulunmuştur. Sürekli huzursuzluk ve stresin onu aşk
mistisizmine yönelttiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Sadece Mevlana değil
Anadolu halkı da Moğol zulmünden dolayı tekke ve zaviyeleri bir sığınak ve
rahatlama aracı olarak görmüştür.[573] Mevlana halkı rahatlatmak
için onlara aşkı, sevgiyi, dostluğu vurgulayan şiirler söylemiştir. Savaşan
insanların durumunu vahdet-i vücud felsefesine göre ele alan Mevlana, kötülüğün
sonlanması için bir çözüm üretmeye çalışmaktadır:
Renksizlik
âlemi, renge esir olunca bir Musa öbür Musa ile savaşa düştü. Renksizlik
âlemine ulaşırsan Musa ile Firavun’ un karıştığı âleme erişirsin. Bu renk,
renksizlik âleminden zuhura geldiği halde, renksizlikle nasıl savaşa girişir...
Gül dikenden meydana gelmiştir, diken de gülden... Böyle olduğu halde niçin
savaşa, maceralara düşmüşlerdi?[574]
Demekte ve savaşın anlamsızlığına vurgu yapmaktadır. O,
insanları evrensel barışa davet eder:
Beri gel, daha beri, daha
beri.
Bu yol vuruculuk nereye dek
böyle?
Bu hır gür, bu savaş nereye
dek?
Sen bensin işte, ben senim
işte.
Hele birliğe ulaş, hır gürü,
savaşı bırak.[575]
Bazen umutsuzluk onu aşk tecrübesinin
doğurduğu cebriyeye götürür ve her şeyin birliğinden dolayı varlık
aslında “Hakikatte savaş yeri değildir, bir hikmet içindir. Hayretten
ibarettir”[576] “Halkın
savaşı çocukların savaşı gibidir. Tamamı ile manasız, esassız ve hor! Hepsi
sopadan kılıçlarla savaşırlar. Hepsi faydasız şeylerle uğraşıp dururlar,”[577] diyerek
savaşın gerçekliğini inkâr ettiği gibi yine olanları aşk cebri kaderine
bağlar: “Zaten insanları birbirine düşüren pençeleştiren, savaştıran da kaza ve
kaderdir.”[578] Dış
savaştan kurtulmak gerektiğini söyleyen Mevlana, insanlara savaşılacak yeni
bir hedef gösterir: “Asıl aslan, nefsi mağlup eden kişidir, önemli olan
onunla savaştır.”[579] İnsan
kendisiyle savaşı kazanırsa artık düşmanı kalmayacaktır:
“Nefsini öldürürsen özür serdetmeden kurtulursun, ülkede hiçbir düşmanın
olmaz.”[580]
D.10. Dışa ve içe
Dönük Tecrübeler
Mevlana’nın yaşadığı dinî tecrübe türlerini
bir başka açıdan “dışa dönük” ve “içe dönük” olmak üzere iki grupta
değerlendirmek de mümkün gözükmektedir. Onun, tecrübe hayatındaki genel tutumuna
baktığımızda hem dışa dönük hem de içe dönük bir mistik olduğunu
söyleyebiliriz. Ama Şam’da ve Bağdat’ta eğitim aldığı için ağırlıklı olarak içe
dönük bir mistik olduğunu söylemek daha doğru olacaktır.
D.10.1.Dışa Dönük Dinî Tecrübe
Aşk, duygusal yoğunluğun olduğu ve zaman
zaman bu duyguların taşkınlık gösterdiği bir tecrübedir. Bu taşkınlık
durumlarını gözlemlediğimiz en iyi yer sema ayinleridir. Sema ayinlerinde aşkın
dışa vurduğunu, Tanrı’yla birliğin tecrübe edildiğini, vecde götürücü bir yol olduğunu
görmek mümkündür.[581] Mevlana’ya
göre sema yapmak, tabiatla bütünleşmek ve bütün varlıkların evrende yaptığı
mükemmel dönme hareketini taklit etmek anlamına gelmekteydi. Bu anlamda sema
ile gök cisimlerinin hareketi arasında paralellikler olduğu söylenmiştir.[582] “O seyre
dalmışım ya; sarhoşum, sema’a düşmüşüm... Fakat herkesin sema’ı
varlıktan-benlikten temiz olamaz. Bizim semamız bakıştır-görüştür.”[583] Sema ona
göre bir ibadettir: “Peygamberin ardında namaz oldu sema!”[584] Oğlu Sultan Veled ise semanın
bir raks olmadığını, sema ile insanın kendi varlığından geçtiğini, elinin,
ayağının ve aklının kaybolduğunu sonuçta tamamen mahvolduğunu söyleyerek, bu
hale ‘nübüvvet demektedir.[585] Sema sırasında zaman zaman
taşkınlıkların, ahlaksız görüntülerin olduğu rivayet edilmektedir. Bu nedenle
sema yapılmasını yasaklayan çevrelere karşı Şems sema yapmayı teşvik etmiş ve
eleştirilere karşı sema yapanları savunmuştur. Şems sema’yı iki ye ayırır. Bazı
semalar batıl iken bazıları haktır.[586] Çünkü bazı sema gösterileri
psikopatik kendinden geçmelerle sonuçlanabilmektedir.[587] Fakat hak olan semada böyle
şeyler görülmemektedir.
Dışa dönük aşk tecrübesini sadece sema
ayiniyle açıklamak doğru değildir. Mevlana’ya göre her ses, doğadaki her
hareketlenme onun vecde gelmesine neden olmaktadır. Kuyumcunun altın döverken
çıkardığı ses, gece yıldızların muhteşemliği, bir kuş sesi... vs. bu yönüyle
onun tecrübelerinin afaki, somut, gözlemlenebilir bir yönü vardır ve bu yönüyle
her insan için kolay anlaşılabilir temaşacı bir tecrübe tavsiye eder.
Âşık olan ve aşkı içselleştirenler Tanrı’nın sesini her yerde işitir ve vecde
gelebilirler.[588] Mevlana’ya
göre her şey insanı vuslata (Tanrı’yla birliğe, Tanrı aşkına) çağırmaktadır:
Âşık, vuslata çağrıldığını duyunca yavaş
yavaş kımıldamaya başladı. Âşık, topraktan da aşağı değil yaa... Toprak bile
sabah rüzgârının işvesiyle yeşiller giyinir, yokluktan başını kaldırır! Meniden
de aşağı değil ya... Meni bile Allah emrini duyar da güneş yüzlü Yusuflar
meydana getirir. Rüzgârdan da aşağı değil ya... Kün emrini işitir de rahimde
tavus olur, güzel güzel söz söyleyen kuş kesilir! Bunların hepsini bir tarafa
bırak, yokluk koskoca bir âlem doğurmadı mı? Hala da her an bütün varlıklar
ondan doğmuyor mu? Âşık, sıçradı, titredi, neşeli neşeli bir iki döndü, bir iki
çark vurdu. Yere kapandı, secdeye vardı![589]
Mevlana’nın dışa dönük dinî tecrübelerine
kerametler de örnek verilebilir. Daha önce bu çalışmada değinildiği gibi o,
peygamberlerin mucizelerine benzer şekilde torununun beşikteyken konuşması,
Azrail’in canını alması için izin istemesi, cinleri mürit yapması, Hud
peygamber gibi çizgiyle hırsızları durdurması, Hızır’la görüşmesi gibi
mucizeler gösterdiğini iddia ettiği gibi, velilere has kerametler de
göstermektedir. Çocukken göğe yükselmesi, uzak mekânlara gitmesi, nesneleri
değiştirmesi, su tanrısını kovması, doğa kerametleri, tıbbi kerametler,
ölülerle konuşması... vb. dışa dönük tecrübeler sınıfına sokulabilecek
tecrübeleri dile getirmek mümkündür.
D.10.2.îçe Dönük Dini Tecrübe
İyi eğitim alan entelektüel mistikler genellikle içe dönük
mistik deneyim yaşamaktadırlar. Stace, Alman mistik Eckhart’ın eğitimli olması
nedeniyle ağırlıklı olarak içe dönük olduğunu, tecrübelerinin tahlilini daha
profesyonel, ayrıntılı yaptığını, öz denetimli olduğunu, Azize
Teresa’nın ise dışa dönük olduğunu ve tecrübelerinin yüzeysel ve denetimsiz
olduğunu söylemektedir. Mevlana Şam’da ve Halep’te aldığı eğitimler onun dinî
tecrübelerini içe dönük yaptığı gibi tecrübeleri daha üst düzeyde edebi bir
dille anlatma imkânı da vermiştir. Mevlana tıpkı Ömer İbn el-Farid ve Hallac-ı
Mansur gibi aşkın dilini kullanır. Onlara göre ilahi gerçeklik her şeyden önce
zevkin sınırsız konusu olmaktadır.[590] Zevki elde etmenin yolu ise
insanın içine yönelmesidir. İçe dönük mistik, içinde özüyle karşılaşarak gerçek
benliğini bulacak ve bu özün aslında Tanrı’dan bir parça olduğunu anlayıp
onunla birlik haline gelecektir. Dış âlemde gözlemlenen şeyler bir değer ifade
etse bile aslolan insanın özünü/kendisini bilmesidir. Asıl temaşa iç dünyaya
yapılan temaşadır:
Sofinin
biri, bir bağda neşelenip açılmak için soficesine yüzünü dizine dayamış,
varlığının ta derinlerine dalmış gitmişti. Herzevekilin biri onu bu uykusundan
usandı. Dedi ki: Ne uyuyorsun ya hu? Bir başını kaldır da üzüm çubuğuna, şu
ağaçlara, ‘Allah’ın rahmet eserlerine, yeşilliğe bak! Allah emrini dinle...
Allah: ‘Rahmet eserlerine bakın’ dedi. Yüzünü şu rahmet eserlerine çevir,
seyret! Sofi dedi ki: A heveskâr kişi, Allah eserleri gönüldür. Dışarıdakilerse
ancak ve ancak Allah eserlerinin eserleridir. Bağlar, bahçeler, yeşillikler,
gönüldedir. Dışarıdakiyse akarsuya vuran akislere benzer. O görünen bağ, suya
akseden hayali bir bağdır. Suyun letafeti yüzünden oynar durur![591]
Bir hayalden ibaret olan bu dünyayı seyretmenin bir anlamı
yoktur, zaten bu hayal erlerin gönülleriyle canlarının aksinden ortaya
çıkmıştır. Asıl bağlar ve bahçeler insanın içinde olan Tanrısal ruhtur.
Mevlana içe dönük dinî tecrübesinin bilgi verici özelliği
olduğunu ve bu yolla ‘gönül vahyi’ aldığını söylemektedir. Bu gelen vahiyleri şiire
dönüştürmüş ve geniş bir şiir literatürünün oluşmasına yol açmıştır.
E)
MEVLANA’NIN DİNÎ TECRÜBESİNE YOL AÇAN
FAKTÖRLER
E.
1. Mevlana’nın Dinî Tecrübesinin Psikolojik Temeli
Mevlana’nın dinî tecrübesinde duygular ön plandadır, aşk duygusu,
hayranlık, hayret... vb. duygular vardır. Her duygu insanı harekete
yönlendirir, aşk duygusu akıl ve mantığın kontrolüne girmediği zaman tehlikeli
olmaktadır. Duygu temalı Mevlana’nın dinî tecrübesi insan beyninde duygusal
zihni etkilemektedir. Mevlana insanın düşünen zihnini aşırı eleştirip
kötüleyerek hisseden zihnin (gönül, kalp) önemli olduğunu söylemektedir. Ona
göre akılcı zihin her ne kadar birçok görevi yerine getirse, bazı şeyleri
anlayıp yorumlasa da gerçeği anlamada yetersiz kalmaktadır. “Aslında akıl
bağdır. Duygu (duyu) insanı yanıltan bir his, hayvanî ruh da bu gerçeği bizden
gizleyen bir perdedir. Hakikatin, gerçek aşkın yolu, bu üçünden de gizlidir.
Akıldan, duygudan (duyudan), hayvani ruhun etkisinden kurtulunca; gerçek inanca
doğru gider. Bu da senden umulur ey oğul!”[592]
Bunun yanında Mevlana’ya göre; güçlü, hızlı, çok kısa ve
saniyelerle ifade edilen bir sürede gelip geçici, irade dışı olan ve gönüle
işaret eden zihin vardır. Mevlana akıl ve gönül karşılaştırması yaptığı bir
beytinde aklın yavaş olduğunu, gönlün hızlı olduğunu şöyle anlatır: “Akıl
tedbirlere koyuldu, düşüncelere daldı mı aşk, ta yedinci göğe kadar gider, akıl
hac etmek için deve aramaya koyuldu mu aşk, Safa dağına çıkar.”[593] demektedir.
“Sen, her gün çalışır-çabalar, yavaş yavaş bir şeyciğiz bilirsin hani. Yürü,
ona kul-köle ol, o birdenbire, hemencecik bilir.”[594] Bu kadar hızlı olan
duyguların yanında aklın yavaşlığı insana yol aldıramaz ve insanın üzüntülere
ve strese sokar: “Bu aşkla, aşkın Tanrı katından verdiği bilgiyle medreseden de
kurtulduk, kâğıttan da, dersi tekrarlamadan da”[595] demektedir.
Böylece duygu merkezli bir tecrübeye değer
verdiğini göstermektedir. Bu duyguları, aklın kontrol etmesi, onu yargılayıp
doğruluğu veya yanlışlığına dair karar vermesi düşünülemez. Çünkü duygu,
akıldan ve mantıktan üstündür. “Gönül isterse akıl, mantık ve duyular da o yöne
gitmektedir.”[596] Sonuçta
Mevlana, aşk duygusuyla meydana gelen tecrübelerin akıl ve mantığın
denetiminden geçmesine izin vermemektedir. Tam tersine duyguların aklı ve
mantığı kontrol etmesini istemekte ve şiirlerinde sürekli bu hususu
vurgulamaktadır.
E.1.1. Mevlana’da Duygusal Zihnin (Aşkın) Mantığı
Mevlana’nın duygusal zihin yapısı ve mantığı çağrışımsal
özelliktedir. Gerçekliği simgeleyen (sembolik olan) gerçekliğin bir anısını
(cennetteki sesi sema sesine benzetmek gibi)[597] çağrıştıran öğeleri,
gerçekliğin aynısı olarak kabul eder. Aslında gerçeklik denilen şey bir sembol,
gölge, hayal, rüyadan (misal âlem-alemü’l misal-mundus imaginalis)[598] ibarettir.
Bu yönüyle felsefesi mistik Eflatunculuğa ve Eflatun’daki gölgeler/ideler âlemi
ayrımına benzemektedir. Duyguların etkisinde olan Mevlana’nın mantığı bu
şekilde olduğu için eserlerinde teşbih, mecaz, tasvir, şiir, masal, hikâye...
vb. unsurları çok kullanır. Çünkü bunlar doğrudan doğruya duygusal zihne
hitap etmektedir. Özellikle şiir ve masal yoluyla anlattığı sembolik dil mantık
dışı olsa bile insanların kalbine yani duygularına hitap ederek onları, etkisi
altına alır. Bu tarz bir anlatımla Mevlana aslında Kutsal Kitapların anlatım
yolunu da taklit etmiş olmaktadır. Kutsal kitaplarla olan bu benzerlikten
dolayı insanlar Mesnevi’yi kutsal kitap gibi nitelendirmişler ‘Peygamber değil
ama kitabı var’[599] demişlerdir.
Ondaki bu duygusal zihin[600] Freud’un
birincil süreçler olarak ifade ettiği şiirin, psikozun, çocukların, düş
ve mitin mantığına çok benzemektedir. Mevlana’nın düşüncesi çağrışımsal
nitelik taşır, onda gerçek çağrışımlar şiirlerinin akışına yön verir. Bu
nedenle onun üslubunu çocuksu bulanlar vardır.[601] Mesela Mevlana’da simgeler ve
anlamları sürekli değişiklik gösterir, birbirine zıt anlamlar bazen aynıdır,
bazen birbirinden farklı anlamlara gelir. Firavun bazen iyi bir insan olarak,
bazen kötü biri olarak tasvir edilir. “Firavun veli idi ama Musa veliden daha
üstündü.”[602] Cebri
kader, aşk tecrübesine göre anlatılınca iyiyi, aşk dışı cebriyeyi anlatınca
kötü bir şeyi ifade eder.
Mevlana’nın duygusal zihin yapısında zaman algısı
bozulmuştur. Geçmiş, şimdi, gelecek zamanları yani zaman kavramını
reddetme eğilimindedir. Bunların gerçekliğini kabul etmez. O’nda zaman anlayışı
sadece ‘an’ dan ibarettir. Çünkü ona göre zamanı fark eden kişi renklerle
uğraşır ve renksizliğin farkına varamaz:
Kırmızı,
yeşil ve sarı... Bu üç renkten önce ziyayı görmezsen bunları nasıl görürsün?
Fakat senin aklın renkler içinde kaybolduğundan dolayı o renkler senin nurunu
görmene engel oldu. Gece olunca o renkler örtüldü, o vakit rengi görmenin
nurdan olduğunu görüp anladın. Harici nur olmadıkça rengin görünmesi mümkün
değildir. İçteki hayal rengi de böyledir. Dış renkleri güneş ve Süha yıldızının
nuruyla görünür. İç renkleri ise yüce nurların aksiyle görünür. Gözünün nurunun
nuru da gönüldür. Göz nuru gönüllerin nurundan meydana gelir.[603]
Yine Mevlana, Freud’un açıklamalarına paralel olarak
birincil süreçlere dâhil olan çağrışımsal mantığın sonucundan biri olarak neden-sonuç
yasalarını inkâr eder. Ona göre, neden-sonuç yasası mantıksal bir düşünme
biçimini ve aklı kullanmayı beraberinde getirdiği için, akıl da duyguları
anlamakta yetersiz olduğu için bu yasalarla hakikate ulaşılamaz. Çünkü ‘Tek
fail Allah’tır. Bütün sebepleri yaratan ve ortaya koyan Allah’tır. Allah
dışında bir sebep göstermek yanlıştır Bunu delillendirmek için Kur’an’daki mucizeleri
örnek gösteren Mevlana mucizeleri Allah ’ın koyduğu evrensel yasa olarak
düşünür:
“Musa ve Ahmed’in mucizesine bak; sopa nasıl yılan oldu,
direk de haberdar. Sopadan bir yılan ve direkten inleme, din için saltanat
davulu çalıyor. Yoksa bu tad, akılla kavranabilir olsaydı, bu kadar mucizeye
nasıl ihtiyaç olurdu?”[604]
Yani peygamberlerin yaptığı şeyler evrensel (doğa) yasadır,
bu yasayı koyma yetkisi sadece Allah’a aittir ve Allah’ın bir görünüşü olan
peygamberler ve onların devamı olan velilere aittir. Veliler sebepleri
değiştirme gücüne sahiptir: “Veliler ne isterlerse olur. Bütün eşya onların
fermanının kulu olur.”[605] “Veli
üzülürse, sebepten doğacak kapı kapanır... Hatırlatmaya ve unutturmaya güçleri
yeter.”[606]
Mevlana’nın çağrışımsal mantığında ‘hayır’ diye bir şey
yoktur, her şey mümkündür. Her şey O’ysa (Heme ost) ve ondan başka hiçbir şey
mevcut değilse her zaman her şeyin (La mevcudu illallah) olması da mümkün hale
gelir. Çünkü Allah’ın bir şeyi yapması için bir sebebe ihtiyacı yoktur. Doğa
yasaları değil Allah’ın yasaları geçerlidir. Çünkü o ayette ‘bir şeye ol der ve
o hemen olur’[607] demektedir.
Allah’ın varlığında yok olan veli de böylece Allah’la birlik olup her şeyi
yapacak güce kavuşur. Velinin eli Tanrı’nın eli olur. Yine başka bir yönüyle
akılcı zihin yapısı neden-sonuçlar arasında mantıksal bağlantılar kurarken
Mevlana’nın duygusal zihin yapısı, hiçbir ayrım yapmadan sadece benzer ve
çarpıcı özellikleri olan şeyleri birbirine bağlar. Örneğin, kuşun havadan
oluştuğunu yine kuşların namaz kılmadığı için tuzağa yakalandığını, [608]annenin
doğum sancısı gelmesi için muska yazılması gerektiğini, namazlardan
uzaklaşmanın fazla su içmeye bağlı olduğunu, sıtmanın erkek kılığına
girebileceğini ve onu kovarak uzaklaştırabileceğini düşünür.
Aşk tecrübesiyle gelişen duygusal zihin
birçok yönden çocuksu özellikler taşır ve aşk duygusu güçlenirse o derece artış
gösterir. Mevlana’da tecrübelerin ben- merkezli olduğu görülmektedir. Aynı
özellik çocuklarda kişiselleşmiş düşünce olarak ortaya çıkar. Çocuklar
olayları ben-merkezli bir sapma eğilimiyle algıladıkları gibi aynısı Mevlana’da
gözlemlenmektedir. Onda aşk tecrübesini yine aşk doğrulamaktadır. Aşkın
hâkimiyetindeki zihin, aşk inancını mutlak doğru olarak kabul etmektedir, aşk
için başka delile gerek yoktur. Aşka ters düşen hiçbir delili hesaba katmaz ve
aleyhinde delil gösterenleri şiddetle eleştirir. Ona göre delil insanın
gönlüdür: “Gönlümde delil var. Bence bu alemin sonradan yaratıldığına alamet!..
Sözlerimin sırrı, ancak yüzümün sarılığından, zayıflığından anlaşılır.
Yanaklara akan kanlı gözyaşları sevgilinin güzelliğine delildir.”[609] Bu yüzden
Mevlana’nın aşk felsefesinin akıl yoluyla eleştirilmesi onu aşırı rahatsız
etmiştir. Çünkü Goleman’ın dediği gibi ‘ duygusal rahatsızlık yaşayan birini
akıl yoluyla ikna etmek oldukça zordur .”[610]
Mevlana aşk sonucunda duygusal zihni,
benliğine hâkim olduğu gibi akılcı zihni de kendi amaçları için kullanır. Aşkı
açıklamak için çoğu kez akılcı zihnin akıl yürütmelerini, mantığını ve felsefe
delillerini kullanmaktan çekinmez. Bunları dönüştürerek duyguya dayalı bir
mantık kurar. Piaget, çocukta yaşla beraber gelişen mantığın dili
şekillendirdiğini söylemektedir.[611] Böylece şiirsel dil ortaya
çıkar ve her şeyi açıklamaya başlar. Aşk tecrübesini rasyonelleştirmeye çalışıp
insanları etkileyerek kontrol altına alır. O bunu elbette bilerek yapmaktadır:
“Onların akılları senin aklının çelik çomağıdır, onlarla istediğin gibi
oynarsın”[612] demektedir.
Hume, Goleman ve Damasio akıl ve mantığın
insanın karar alma mekanizmasında çok etkili olmadığını, aklın duygular olmadan
tam çalışmadığını söylemektedir.[613] Bu nedenle akıl ve duygudan
birini tercih etme gibi bir durum söz konusu değildir. İkisi arasında bir denge
oluşturmak gerekmektedir. Duygular doğru karar verebilmek, mantıklı olmak için
gereklidir. Mevlana bu dengeyi duygu lehine bozmuştur. Normalde olması gereken,
duyguların ve akılcı zihnin el ele verip doğru karar almasıdır. Duygular,
akılcı zihin tarafından kontrol edilerek tekrar duygusal zihne gönderilir.[614] Buna karşın
Mevlana’da duyguları kontrol eden üst beyin ve tekrar duygu merkezine dönüş
şeklinde olan mekanizma bozulmuştur.
Normalde olması gereken: (1) Duyguların ortaya çıkışı
(limbik sistem,[615] alt beyin);
(2) Duyguların prefrontal lobda işlemden geçirilmesi (akıl ve mantık duyguları
işler); (3)Kontrol edilmiş duygulara göre bireyin hareket etmesi.
Mevlana’nın aşk tecrübesine göre beynin durumu:
1)
Limbik
(alt beyin) sistemde duygunun ortaya çıkışı (aşk duygusu).
2)
Akıl
ve mantığın sürekli kötülenerek akıl yürütmenin ‘şeytan işi’ olduğunun
söylenmesi sonucu, duyguların prefrontal lobda, akıl ve mantık süzgecinden
geçirilememesi/ işlenememesi. “Akıl-fikir mutfağından gelen şu yemeği ne
yapacaksın sen? Gece-gündüz o mutfağı görüp gözeten Tanrı’dır.”[616] der ve
duyguların akılla olan ilişkisini keser.
3)
Akıl
ve mantık tarafından işlenmeyen duyguların kontrolden çıkarak beynin tümüne
hâkim olması. Bunun sonucunda duyguların (aşkın) akıl ve mantığın işlevini
bozarak duygu temelli bir düşünme biçimi geliştirmesi.[617]
Duygusallığın mantığı inşa etmesiyle; aptallığın,
deliliğin, sarhoşluğun, çocuk akıllı olmanın, âşık olmanın övülmesi ve
mantıksızlığın mantık haline gelerek insanın düşünce mekanizmasını tamamen
bozması sonucu, zihinsel gelişimin durmasıyla insan zekâsı yani zihin; değişme
ve kendini yenileme yetisini kaybeder. Bu şemada bireyler somut
(tümevarım), soyut (tümdengelim) ve akılcı sezgici aşamaya asla ulaşamazlar.
Duygusal (sembolik-sezgisel) döneme takılı kalırlar. Çünkü Mevlana’ya göre:
“Bir gönüle aşk geldi kondu mu, akıl-fikir nasıl kalır ki? Susuzluk illetine
tutulan ciğerde su mu bulunur hiç?”[618]
E.1.2. Mevlana’da Duygusal Zihin ve Aşk Tecrübesi:
Mevlana’nın dinî tecrübesinde sezgi (gönül) ve duygu (aşk)
ön plandadır. Çünkü onun tecrübesi mahiyeti itibariyle gönülden doğan sezgisel
bir algılama ve aşkın yoğunluğu nedeniyle duygusal bir ilişkiden ibarettir. Bu
sezgi ‘akılcı bir sezgi’ değil duyguya dayalı ‘duygusal bir sezgi’ dir.
Mevlana’nın aşk anlayışı, onun aşkı dile getirme biçimini
yani şiirini, hikâyelerini etkilemektedir. O, eserlerinde kullandığı bütün
şiirleri aşk tecrübesine göre yorumlamakta ve her şeyi duygusal ifadelerle
açıklamakta, hikâyelerin sonlarını değiştirerek aşka göre sonuçlandırmaktadır.
Mecaz ifadeler hikâyelerle açıklığa kavuşur, bu hikâyeler vecd halinde,
Tanrı’yla bütünleşme anındaki duygulardan etkilenmiş, sarsılmış durumdayken
anlatılmıştır. Mevlana’ya göre sadece akılla insanın duygusal hali kavranamaz.
Duygusal hisler, aşk tecrübesi, aklı yakalayıp kuşatır. Mantıksal akıl ise, hiçbir
şekilde insan gerçeğini anlamak için tek kaynak olamayacağı gibi tek araç da
olamaz.
Yoğun aşk duygusuna ve sezgici yapıya sahip olan Mevlana,
aklı ve mantığı dışlayıp mantığın yapısını bozduğu için tecrübesi;
çelişkiler, paradokslar, zıtlıklarla doludur. Bu akıl dışılık; duyguların
etkisiyle bozulan bir zihin yapısını ve düşünme biçimini ve çelişkili sonuçlara
varabilecek iflas etmiş bir mantığı gösterir. Mevlana’nın duygusal zihni,
mantığını biçimlendirip dili etkilemektedir. O, şiirlerinde ve
hikâyelerinde mantık dışı düşünceleri, çelişkili ifadeleri savunmakta bir
sakınca görmemektedir. Yine O, aşk tecrübesini insanlara anlatırken duygulara
seslenir ve duygusal bir dil kullanır. Şiirle, edebi ve içli söyleyişle
insanların duygularını canlandırır ve bu yolla algılarını biçimlendirir.
Böylece, aşk duygusu bir kavrama, tanıma ve bilgi tarzı olur. İçten doğan aşkın
duygusal coşkunluğu duyguların dinî dille yeniden ifade edilmesine yol açar ve
Mevlana İslam dininin kavramlarını bu sembolik dille ve her bir kavramın
içeriğini asıl anlamından kopararak aşk duygusuyla biçimlenmiş zihne göre
tanımlar.
Mevlana’nın duygusal zihninin oluşturduğu mantık
çağrışımsal olduğu için bir şeyin simgesi veya bir anıyı çağrıştıran herhangi
bir şeyi gerçeklik olarak kabul eder. Yani onda gerçek dışı, sembollere dayalı
bir dünya algısı vardır. Bu nedenle tecrübe dili her zaman duygusal zihne hitap
edecek şekilde şiirsel, mecaz, teşbih ve tasvirlerle doludur. O, aşkı anlatırken
bu tür ifadeleri çokça kullanır. Bunu hem aşk tecrübesini anlatmak hem de aşk
duygusunu canlı tutmak amacıyla yapar. Aşk tecrübesi akıl dışıdır ve bu
tecrübede her şey semboliktir. Dinî ifadeler duygusal bir zihne göre
yorumlandığında, bir anlamda kavramların içi boşalmış olacaktır. Böyle
olduğunda da dinî ifadeler adeta kurguya dönüşmektedir. Tanrı bile, son derece
muğlak bir şekilde, adeta kurgusal bir hayale, sadece insan zihninde olan,
gerçekliği olmayan bir şeye dönüşmektedir.
Aşk tecrübesi insanın gerçeklik algısını
değiştirmektedir. Mevlana; insanın, doğanın, varlığın ve dilin gerçekliğini
reddeder ve tek gerçeğin, varlığın Tanrı olduğunu söyler. Dilin gerçekliğini
reddettiği için, aşk tecrübesinde İslam dininin kavramları ve diğer kavramlar
tamamen sembolik anlamlara bürünerek duygusal bir mana ve değer kazanmaktadır.
Sembolik hale gelen bilgi, duygusal bir forma girip ‘sembolik’ hale dönüştüğü
için artık bilgi elde etmek, işlemek ve değerlendirmek sorunlu
olur. Çünkü Mevlana aşkın etkisiyle birbirine zıt, çelişkili, bağlamdan uzak ve
akıl dışı fikirleri peş peşe sıralamakta sakınca görmez. İtiraz edenlere, akıl
ve mantık dışı olduğunu söyleyenlere karşı ise, her şeyin
sembol/gölge/hayal/rüya olduğunu, gerçek olmadığı, zahirine değil batınına ve manaya
dikkat edilmesi gerektiğini söyler. Bu ise duyguyla (gönülle/sezgiyle)
olmaktadır:
Gönül
dilerse gözler; zehrin, yılanların bulunduğu tarafa gider; gönül dilerse
baktığı şeylerden ibret alır. Gönül dilerse görülen şeylere bakar; gönül
dilerse örtülü, gizli şeylere akar... Beş duyu da aynı tarzda gönle tabidir.
Onun muradınca ve onun emrine göre iş görür. Gönül ne tarafı işaret ederse beş
duyu da eteklerini toplayıp o tarafa gider. Beş duyu dışarıda kolayca onun
mahkûmu olmuş, beş bâtıni duygu da içeride onun memuru.[619]
Mevlana’da aşk duygusu yoğun olduğu gibi zaman zaman korku,
mutluluk, sevgi. vb. duygular da yoğundur ve bu yoğun duyguların coşkusuyla
onda birlik fikri belirgin olarak görülmektedir. O zaman zaman Tanrı ile
doğrudan buluştuğunu ve onunla birlik olduğunu ve çoğu kez de kendisi ile Tanrı
arasında fark olmadığını iddia eder: “Allahlık şerbetinden, ene’l-Hak’lık
şarabından herkes kadehle içti, bense küplerle-varillerle içtim”[620] demektedir.
Mevlana aşk tecrübelerinin evrenselliğine sürekli
vurgu yapan düşünürlerden biridir. Duygusal bir tecrübeyi her insan
yaşamaktadır, aşk da duygusal bir tecrübedir. Her insanın âşık olması veya
Mevlana’nın aşk tecrübesinin etkisiyle her şeyde aşkı görmesi ve evrenin aşk
yüzünden meydana çıktığını söylemesi yine duygusal zihnin inşa ettiği bir
varsayımdan ibarettir.
Duygusal tepkiler akla göre daha hızlı olduğu için duygusal
tepkilerin beyinden değil kalpten geldiği düşünülmüştür. (Oysa duyguların
beyinde çıktığı ve yönetildiği bölge Limbik sistemdir.) Bu nedenle Mevlana, aşk
tecrübesini anlatırken kalbe (gönül) sürekli vurgu yapmakta ve onun önemini
belirtmektedir. Aşk duygusunun akılla (ön beyin-prefrontal lob) değil kalple
(alt beyin-limbik sistem- ilkel beyin-hayvani beyin) anlaşılması gerektiğini
söyler. Aklı terk edip, mantıktan uzaklaşarak ‘kalbe’ yönelmek ve kalple
hissetmek aşk tecrübesini anlamak için önemlidir. Çünkü kalple anlamaya
çalışmayanlar, aşkın ne demek olduğunu bilemez ve o nedenle âşık olanları
sürekli yargılar ve tamamen duygulara dayanan tecrübeleri akla mantığa aykırı
diye eleştirmeye kalkar. Oysa ‘Allah’ın kalplerini açtığı ve manevî bir
kavrayış ihsan ettiği kimseler, onun sesini her yerde işitirler.”[621]
Aşk duygusu düşünerek, tartarak, okuyarak, yazarak
öğrenilecek bir duygu değildir. “Aşk defterlerde, kitap sayfalarında yazılı
değildir. Aşk, kendinde kendini bulmaktır.”[622] Aşk, irade dışı gelişir, onun
nasıl ortaya çıkacağına insan karar veremez. Bu yönüyle o Tanrı vergisi (vehbi)
dir. Mevlana’ya göre aşk duygusu insanın benliğini sarar ve insanın seçimi
olmaktan çok insana olan (Tanrı tarafından olan, çünkü Tanrı aynı zamanda
insana âşıktır)[623] bir şeydir.
Onun düşüncesinde çelişkili ifadeler vardır ve aynı
obje/nesne/insan için birbirine zıt iki yargıya sahiptir. Örneğin şeytanı bazen
kötüler, bazen över. Çocuk aklına bazen iyi bazen kötü der. Firavunu bazen
Tanrı’nın has kulu olarak tanımlar, Musa ile eşittir. Bazen Tanrı’yı inkâr eden
bir kâfir olduğunu söyler.[624] Mevlana’nın
zihin yapısı tıpkı çocuğun düşünme biçimine benzer. O bilimsel gerçekleri
bulmaya çalışmaz, istekleri tamamen bireyseldir ve kendisini tatmin etmeye
yöneliktir. Tecrübesinin dille ifade edilemeyeceğini söyler ve şiirin
sembolizmini (imajları) çok kullanır, kendi aşk tecrübesine göre tekrar
yorumladığı masal/hikâye ile düşüncelerini ifade eder.
O cansız nesneleri sürekli canlı olarak betimler ve onlara
canlıymış gibi davranılması gerektiğini söyler. Mevlevilikte cansız nesnelere
canlı gibi davranmaya ‘görüşmek’ denilir. “Mevlevî sâliki, eline aldığı
her şeyi; mesela su içeceği vakit bardağı, eline aldığı kahve fincanını,
yatacağı vakit ve kalktığı zaman yastığını... vb. öper... Bu suretle ‘külli
ruhun’ her şeye sâri olduğu, daha doğrusu her varlığın, tek ve mutlak
varlığın tezahürü olduğu kastedilirdi.”[625] Ateşin canlı olduğunu söyler:
“Ateş Allah kahrından bir zerredir. Aşağılık kişileri korkutmak için adeta bir
kamçıdır.”[626] Ayrıca
Mevleviler balıkların ruhu var diye balık yememektedirler.[627]
Hareketin ve dolayısıyla canlılığın tek sebebini Aşk
(Tanrı) olarak açıklamakta, bunların fiziki özelliklerini, ortaya çıkış
sebeplerini, türleri ve derecelerini, seçme gücüyle ilgili -irade (akıl)
kriterlerini dikkate almamakta- her hangi bir sınıflama yoluna gitmemektedir.
Böylece aşkla ve aşktan meydana geldiği için bütün varlıklar (nesne, bitki,
hayvan ve insan) birbirinin aynı ve eşiti olmakta, sınıflar kaldırılmaktadır.
Ve her şey Tanrılaşmakta, Tanrı olmaktadır. Tanrı ile insan, Tanrı ile varlık,
Tanrı ile nesne aynı olduğu gibi insan ile nesne, nesne ile hayvan, hayvan ile
insan da aynı olur. Aslında bunların hepsinin, ruh olmaları nedeniyle gerçekliğinin
olmadığı sonucuna varır. Rüya olan bir âlemde aslında hiçbir şey gerçek
olmamaktadır. Çocukların gerçeklik algısının bozuk olması gibi Mevlana’nın da
gerçeklik algısı bozuktur.
Mevlana’nın Tanrı anlayışı çocuğun Tanrı tasavvuruna çok
benzemektedir. Çocuk Tanrı’yı duygusal ve tek taraflı yani kendisine sadece
iyilik yapan, istekleri için çalışan ve cezalandırmayan olarak düşünür.[628] Mevlana’da
Tanrı anlayışı bu şekilde tek yönlüdür. Aşk tecrübesine göre her şeye sevgi
hakimdir ve günahları cezalandırıcı bir Tanrı yoktur. Tanrı, yani diğer adıyla
Aşk her yerde ve her şeyde vardır. Aşk doğadaki her şeyi ayı, güneşi hareket
ettirdiği gibi, Aşk olan veliler de bunları hareket ettirme gücüne sahiptir.
Çocuk; Tanrı, insan ve nesneler arasında herhangi bir sınıflandırmaya gitmez.
Benzer şekilde Mevlana’ da; Tanrı, insan ve nesneler arasında sınıflandırma
yapmaz. Burada çocuk Tanrı’yı ben merkezli/kişisel algıladığı gibi Mevlana da
aşk duygusunun etkisiyle Tanrı’yı ben merkezli/kişisel algılar. Mevlana
Tanrı’ya insani özellikler (antropomorfik) atfeder. İnsanın bizzat kendisi de
Tanrı’dır: “Varlık ve yokluk hep O’dur... Sende görecek göz yok ki, tepeden
tırnağa kadar hep O’ndan ibaret olduğunu görebilesin.”[629] İnsan Tanrı olduğunu fark
edince, artık dışarda bir Tanrı aramasına, ibadet etmesine gerek kalmaz, her
şeyi kendisinden ister: “Sen, Tanrı kitabının bir nüshasısın... Dünyada ne
varsa senden dışarıda değil, ne istiyorsan, sen onu, kendinden iste, kendinde
arat.”[630] “Tepeden
tırnağa kadar bütün varlığın Hakk’tan ibarettir.”[631] “Sana yardım, ancak senden
gelecektir. Ey hakikat fakiri, sen kendi ekmeğini kendi sepetinde ara.”[632]
E.2. Mevlana’nın Dinî Tecrübesinin Sosyolojik Temeli
(KültürelBağlam) Mevlana’nın dinî
tecrübesi belirli bir kültür içinde gelişmiştir.
Çocukluğundan itibaren ailesiyle yaptığı göç, farklı
kültürlerle tanışma ve etkileşime girme imkânı doğurmuştur. Bu farklı kültürler
ve dinlerle karşılaşma, bunun onda yarattığı zihinsel süreç ve bu kültürlerin
içselleştirilmesi, Mevlana’nın ‘dinî zihni’nin oluşmasında etkili
olmuştur. Bu dinî yapı, babasından aldığı eğitimde izleri görülen Sühreverdi
(ışıkçılık-aşk mistisizmi), Budist (Belh'te), Zerdüşti, Hıristiyan, Yahudi ve
Şamanist öğeler barındırmaktadır.[633] Ayrıca Şam ve Bağdat’ta
aldığı eğitim sonucu Yunan kültürü ve felsefesi, İbn Arabi’nin aşk mistisizmi,
o dönem çok etkili olan İran mistisizmi (Senai ve Attar’ın etkisiyle) ve Arap
mistik şairi Mütenebbi gibi şairler Mevlana’nın din anlayışını biçimlendiren
öğeler olarak değerlendirilebilir.[634]
Mevlana, Şems’in gelişine kadar sıradan zahid bir
tasavvufçu ve hocayken Şems’in gelişiyle birlikte tamamen aşk ve nur
mistisizmine yönelmiştir. Şems onu - zaten onda mevcut olan- ‘aşk’a yöneltmiş
ve bu aşk tecrübesini derinlemesine yaşaması yönünde telkinde bulunmuştur.
Şems, hem Mevlana’nın kimseyle görüşmesine izin vermemiş hem de kitap okumasını
yasaklamıştır. Böylece Mevlana sadece aşk tecrübesine yoğunlaşmıştır. Bu içe
yöneliş ve iç dünyada kendini keşfetme, Mevlana’da, sübjektif bir dünya
ve din anlayışı doğurmuştur. Bu süreçte Mevlana’nın tasavvuf düşüncesi tamamen
mistik düşünceye doğru yol almıştır. O bunu şöyle şiirleştirmiştir: “Senin
aşkından bir yaprak öğreninceye kadar ilimden üç yüz yaprak unuttum.”[635] Bir grup
halk ve öğrencileri, Mevlana’nın bu değişimine olumlu bakmamaktadır, fakat
Mevlana, aşk tecrübesinin coşkusuyla Allah’tan davet etme emri aldığını düşünmekte
ve halkı umursamamaktadır: “Allah’tan davet etme emri gelince artık halkın
kabul edip etmemesiyle ne işimiz var?”[636] demekte ve kendisini
peygamber olarak görmektedir. Yine bir grup medrese hocası ve zahit tasavvufçu
Mevlana’nın iddialarını şiddetle reddetmiş ve İslam dışı olduğunu söylemiştir.[637] Fakat
Mevlana aşkın etkisiyle eleştirilere kulak asmamıştır. Çünkü o, “Şems aklımı ve
dinî elimden aldı,”[638] demekte ve
artık o zamana kadar kurumlaşmış İslam’a bağlı olmadığını itiraf etmektedir. O,
ayetleri, hadisleri, sahabe kıssalarını, hikâye ve masalları değiştirerek kendi
aşk tecrübesine göre yeniden biçimlendirmiştir. Mesnevi kitabında, aşk
tecrübesini sistematize ederek bir din kitabı hüviyetine büründürmüş ve onun
‘Allah’tan indirme’ ve vahiy ürünü bir kitap olduğunu söylemiştir. Bu şiirlerle
aynı zamanda kurduğu aşk dininin propagandasını yapmış ve iddialarına itiraz
edenlere cevap vermiştir. Böylece ‘taklitçilikle’ suçladığı İslam âlimlerine
meydan okumuş ve ‘dünle beraber gitti, cancağızım, ne kadar söz varsa düne ait.
Şimdi yeni şeyler söylemek lazım,’[639] diyerek taklitçilikle
suçladığı İslam dininin dünde kaldığını söyleyip yerine aşk tecrübesini
koyarak toplumu değiştirme işine girişmiştir.
Mevlana’ya göre aşk,
Allah’a ulaşmanın en emin ve en kestirme yoludur. İnsan bu yolculuğunda; mal,
evlat, dünya ve içindekilerden ve hatta kendi benliğinden vazgeçmesi gerekir.
Çünkü ona göre aşk, maşuktan başka her şeyi yakmaktadır.[640] Böyle söylemesine rağmen,
aslında o inzivaya[641] çekilmemiş
oldukça güçlü şiir yeteneği, karakter ve insan okumadaki yüksek kabiliyeti ve
ortamdaki siyasi-kültürel çalkantılardan faydalanarak her şeyi kendi lehine
çevirme becerisiyle aşk dinini yavaş yavaş kurumsal alana taşımayı başarmıştır.
İnzivaya çekildiği hayatında bile daima, dünya menfaatini kazanmak, makam,
mevki elde etmek ve aşk mistisizmini yaymak için uğraşmıştır. Ona göre zaten bu
dünya velilere aittir. Oğlunun da dediği gibi; “Mülkü hak etmiş olan onlardır
(veliler), çünkü Tanrı bu âlemi yeri ve göğü peygamberler, veliler, abdallar,
salihler ve abidler için yaratmıştır.”[642] Moğollarla ve mevcut
yönetimle arasını daima iyi tutmuş onlarla işbirliği yapmaktan çekinmemiştir.
Böylece o devlet politikasında söz sahibi olmuş ve devlet adamları Mevlana’yı
ve çevresini her zaman himaye etmişlerdir. Devlet o dönemde Mevlana’ya bağlanma
ve Mevlevi tarikatına girme mecburiyeti getirmiştir.[643] O dönemde, Mevlevilik sadece
dinî bir yapı değildir, aynı zamanda kültürel ve siyasi kadrolaşmayı da
sağlamaktadır ve her tarikat/dinî zümre, desteklediği şehzadeyi ve onun siyasi
kadrosunu iktidara getirmek için faaliyet göstermektedir.[644] Mevlana iktidara hangi
hükümdar geldiyse daima onu desteklemiştir.
Mevlana, çeşitli devlet adamlarından, komutanlara ve
valilere yolladığı mektupları vasıtasıyla ailesi, akrabaları ve müritlerini
devlet kuramlarına yerleştirmeyi; medrese, hankah, tekke, mescid, zaviye ve
vakıfları üzerine geçirmeyi başarmıştır. Çünkü ona göre Hakk’ın halifelerine
devlet bakmak zorundadır.[645] Mektuplarında,
oğlunun bir medreseye yerleştirilmesini,[646] Cemaleddin adlı bir müridinin
başka bir medreseye müderris olarak atanmasını ister.[647] Öğrenci yurduna şeyhlik
görevi için başka bir öğrencisine görev verilmesi[648] ve Karatay medresesi
şeyhliğine kendi müridini atamak için,[649] bir tekkenin başka müridine verilmesi
için[650], yine
birine kadılık görevi verilmesi için,[651] bir öğrencisinin medreseye
müderris olması için,[652] tekke ve
vakfın Hüsameddin Çelebi’ye verilmesi için[653] mektuplar
yazmıştır. Ayrıca yine öğrencisinin medrese tayini için mektup[654] yazmıştır.
Bu ve buna benzer birçok mektup kaleme alarak medreselere müritlerini
yerleştiren Mevlana, devlet kuramlarında kadrolaşmıştır. Böylece aşk/nur
mistisizmi medreselere iyice sızmıştır. Bundan sonra toplumun dinî eğitimi,
öğretimi ve diğer ilimler Mevlana’nın aşk tecrübesine göre şekillenmeye ve aşk
mistisizmi çerçevesinde işlenmeye başlanmıştır. Vakıfların şartnamelerine
‘Kur’an ve Mesnevi okuma şartı’ konulmuştur.
Karatay medresesi ilk dönemlerinde ileri düzeyde fıkıh
eğitiminin verildiği bir medrese konumundadır.[655] Müderrisler şeriat, hadis,
usul, furû, hilâf gibi dinî ilimlerde ders vermektedir. Elde yeterli kanıt
olmasa da medresenin mimarisi ve süslemeleri astronomi eğitimi için ideal bir
ortam sunmaktadır.[656] Yavuz Unat,
astronomi eğitimi veren medreselerin içine Karatay medresesini dâhil
etmektedir.[657] Bu
medresenin Selçuklu Sarayı’na yakın konumlanması özellikle yönetici sınıfa
eleman yetiştirmek amacıyla kurgulandığını akla getirmektedir. Yapıyı inşa
ettiren Selçuklu veziri Celaleddin Karatay’ın dönemin sultanları ile siyasi ve
sosyal ilişkileri düşünüldüğünde bu amaca hizmet etmiş olabilir. Medresenin,
sarayın yakınındaki Alaeddin Cami’nin kuzey taç kapısı ile benzer kurgulanan
taç kapısı da bu bağlantıyı desteklemektedir.[658] Mevlana Karatay Medresesi’yle
belki de bu nedenle özellikle ilgilenmiş ve buraya müritlerini yerleştirmek
için özel çaba sarf etmiş, [659] medresenin
müderrislerini mistisizm konusunda etkilemiştir.[660] Medresenin ilk müderrisi
Şemseddin Mardinî başka medreseye gidince Afsahaddin ve Siraceddin adlı iki
müridini buraya müderris yapmıştır.[661] Böylece ileri seviyede fıkıh
eğitimi ve astronomi gibi akli ilimlerde ders verdiği söylenen medrese, Mevlana
ve müritlerinin eline geçince önemini kaybetmiş basit düzeyde İslami ilimler
okutulur hale gelmiştir.[662] Böyle bir
değişikliğin nedeni Mevlana’nın fıkıh ve astronomi gibi bilim dallarını
küçümsemesidir. Çünkü bu ilimler ona göre ‘ahır ve hayvan bilgisidir”[663] Arifler,
nahiv ve fıkıh gibi zahir ilimlerini terk etmişler, ama Tanrı katındaki Sıdk
Makamı’nı yurt edinmişlerdir.[664] Aşk ilmini
bilmek fıkıh ilmini bilmekten daha önemlidir.[665] Kendini bilmek ilimlerin en
üstünüdür.[666]
Mevlana’nın o dönemin sosyal yapısında yaptığı en büyük
değişikliklerden biri toplumu şifahi kültüre döndürmesidir. Ona göre
akıl insana kıyas yaptırmakta ve her şeyi iki gördürmektedir. Oysa her şey
birdir (vahdet-i vücut). Bu nedenle Mevlana bir veli olarak her şeyde
kendinin tek otorite sahibi olduğunu söylemekte ve kendisine bağlanan
insanların susmasını ve velileri dinleyerek bilgiye ulaşmasını öğütlemektedir.
Sonuç olarak velilerin ‘sohbeti tek bilgilendirici yol olmaktadır.[667] Bu
nedenle Kur’an’ın ‘oku’[668] emrine
nazire yaparak Mesnevi kitabına ‘dinle’[669] ile başlamaktadır. Böylece
Müslüman toplumu, Allah’ın emrettiği okuma ve yazmadan yani yazılı kültürden
uzaklaştırarak tekrar cahiliye dönemine benzeyen şifahi (dinlemeye, sohbete,
hikâyeye, şiire dayalı) kültüre döndürmüş olmaktadır. Mesnevi’de sürekli
velileri dinlemenin ve sohbetin önemi vurgulanmaktadır:
Ticarette
kâmil değilsen yalnız başına dükkân açma; yoğrulup kemale gelinceye dek
birisinin hükmü altına gir. “Susun, dinleyin” emrini işit, sükût et. Mademki
Allah dili olamadın, kulak kesil. Söylersen bile sual tarzında söz söyle.
Padişahlar padişahıyla edepli konuş![670]
Velileri dinlemenin yetmeyeceğini söyleyen Mevlana aynı
zamanda velilere kulluk yapılmasını, huzurlarında edebe riayet
edilmesini, önlerinde iki büklüm eğilmesini (secde) istemekte, velilerin ‘ulu
bir tapıdan’ geldiğini, sır söyleyen ‘gönül elçileri’ olduğunu ifade
etmektedir.[671] Mevlana ve
Şems ‘gönül elçilerinin sohbetleri dışındaki sohbetleri dinlemeyi
müritlere yasaklamışlardır.[672] Bir ayete
nazire yapıp Kur’an’ın ifadelerini şiirleştirerek şöyle der: “Her kim
Mesnevi’nin manasını dinler ve onunla amel etmezse ‘işittik ve isyan ettik”[673]
ayetindekilerden olur”[674] demektedir.
Kendisini dinlemeyen ve iddialarını kınayan İslam âlimlerini köpeğe benzeten
Mevlana, onların dinlemediğini ve havladığını söylemektedir: “Kınayanlar, senin
dolunayına karşı köpeklere benzerler... Sana karşı ürüyüp dururlar! Bu
köpekler, ‘Susun, dinleyin’ emrine karşı sağırdırlar...”[675]
Her düşünür kendi düşüncesini inşa ederken içinde bulunduğu
şartları, gerek olumlu yanlarıyla gerekse olumsuz yanlarıyla yansıtır. Dahası,
yazdığı eserlerinde de
sorunların biçimlendirdiği düşünce yapısı görülür.
Savaşların ve göçlerin çok olduğu bir ortamda yaşayan Mevlana’nın duygu
ağırlıklı aşk dinî anlayışının etkisiyle, akli ilimlerin ilerlemesi
durmuştur. Akli ilimler, sadece birkaç insanın arzusuyla gelişmez ya da
birkaç duygusal akımın etkisiyle de yok olmazlar. Aklî ilimler, toplum
tarafından istenirse ve desteklenirse gelişirler. Toplumsal zihne bir virüs
gibi bulaşan aşk/nur mistisizminin bu gelişmenin durmasında etkili olduğunu
değerlendirmek için haklı gerekçelerimiz bulunmaktadır.
Mevlana’nın toplumda yaptığı bir diğer değişiklik ise aşk
tecrübesine evrensel demesidir. Bu evrensellik iddiası Mevlana’ya aşk
duygusunun yoğunluğu ve vahdet-i vücut teorisinin etkisiyle olmuştur.
Bilinçaltı veya alt beyine ait bir tecrübe olan aşk, onu evrensel benliğe
ulaştığına inandırmıştır.[676] Ona göre bilinçaltı
gerçek benliği bulmanın araçlarını sağlamaktadır. Oysa geleneksel din anlayışı
bilinci (akıl-mantık) içerir bu ise sınırlı bir alanı kapsar.[677] Aşkın,
insanı evrensel topluma ve evrensel ahlaka götürdüğünü söyleyen Mevlana’ya göre
tek doğru yol budur. Fakat aşkla ulaşılan evrensellikle, akılla ulaşılan
(soyut) evrensellik bir midir? Akledilir alandaki evrensellik, gerçek
için olduğu kadar mümkün için de doğruluğun sabit olması demektir.[678] Fakat
Mevlana’nın aşk tecrübesine göre zaten gerçeklik bir hayal/rüyadır. Gerçekliğin
reddedildiği, rüya içinde bir rüyanın olduğu bu dünya hayatında aslında
evrensellik ne gerçeğe ne de mümkün hayata uyar ve doğruluğu
kabul edilebilir. Mevlana, her ne kadar kendi aşk tecrübesinin evrensel bir
değer ifade ettiğini (sevgi, barış, ahlak) söylese de aslında evrensellikten
uzaktır. Çünkü rüya âleminde yaşayan insan için her şey mümkündür ve her şey
‘bir’ dir. (vahdet-i vücut) İyi-kötü, mümin-kâfir, siyah-beyaz ayırımı olmayan
bir dünyada aslında ahlaki değerler de anlamını yitirecektir. Aşk duygusunun
etkisiyle kuralsız, nizamsız ve ölçüsüz bir hayatı tavsiye eden Mevlana
insanları şöyle eleştirir: “Ben cana bakıyorum sen renge bakıyorsun...
Cisimlerin şu yedi rengini gören boş gözün, bu perde ardından o ruhu göremez.”[679] “Gönül
birliği dil birliğinden daha iyidir. Gönülden sözsüz, işaretsiz, yazısız yüz
binlerce tercüman zuhur eder.”[680] “Akıl ona
diyordu: Cinsiyet, kesin olarak mana yönündendir, su ve topraktan değil. Sakın!
Surete tapan olma ve bunu söyleme; cinsiyet sırrını surette arama. Suret cansız
gibidir, taş gibidir; cansızın cinsiyetten haberi yoktur.”[681]
Aşk dininin evrenselliğini savunan Mevlana’ya göre ‘bütün dinlerin aslı aşktan doğmuştur”
ve İslam peygamberi dâhil olmak üzere bütün peygamberler ‘aşk
peygamberi" dir.[682] Böylece
Mevlana bütün dinlerin özdeş olduğunu söylemekte, tek din olarak aşk’ı kabul
etmektedir. Onun dayandığı düşünce, Attar’dan önce var olan ve ondan kısa süre
sonra İbn Arabi tarafından sistemleştirilen vahdet-i vücut, ilahi aşk ve tek
din öğretisine dayanmaktadır. Mevlana şöyle demektedir: “Yetmiş iki inanç ve
fırka, gerçekte yoktur; Allah’a yemin ederim ki, bütün bunlar benim.”[683] (Ben-merkezci
düşünce)
E.3. Mevlana’nın Dinî
Tecrübesinde Dinî inanç Boyutu
Mevlana’nın aşk tecrübesini ‘dinî’ kılan şey önceden
zihninde olan dinî kavramlar ve inançlardır. Medresede aldığı eğitim sonucu
oluşan inançlar tecrübelerinin şekillenmesinde etkili olmuştur. Fakat onun
tecrübesine nihai anlamda dinî demek doğru değildir. Stace, mistik tecrübelerin
kökeninin ‘öznenin sınırlarını aştığını’ söylemektedir[684] ki, Mevlana’nın tecrübesi de kendini
ve mensup olduğu dinin sınırlarını aşmakta, mevcut dine karşı gelmekte ve
dini dışlamaktadır. Onun tecrübesini dinden ayırarak İslam dininin
kavramlarıyla tanımlanan mistik tecrübeler sınıfına sokmamız gerekir.
Mevlana, insanlığın doğasına yerleştirilmiş mistik duyguları (alt
beyini/bilinçaltını) canlandırarak birçok insanı kendisine çekmiştir.[685]
Aşk tecrübesini farklı düzeylerde yaşayanlar olmuştur. Bu
ilahi aşk tecrübelerini Hıristiyan mistik Eckhart ve Azize Teresa, mensubu
olduğu Hıristiyan dininin kavramlarına ve inancına göre dile getirmiştir. İslam
kültürü içinde yetişen Mevlana da ilahi aşk tecrübesini İslami kavramlarla
ifade eder. O her ne kadar aşk tecrübesiyle herhangi bir din için “gerçeklik
âleminde küfür de yoktur, din de, mezhep de”[686] diyerek bütün dinleri inkâr
etse ve “kâfir de o ululuk sahibi Allah’a âşıktır”[687] dese de tecrübelerini içinde
bulunduğu teistik kültürden gelen dinî kavramlar ve inançlara göre anlatmıştır.
Bu nedenle onun tecrübelerinin ‘dinî’ özellik taşıdığını ve belli bir inanç
çevresinde şekillendiğini söylemek mümkündür. Mevlana daha önce inandığı Allah,
peygamber, melek, kutsal kitaplar gibi iman akideleri ve namaz, oruç, zekât,
hac... vb. ibadet kavramlarını aşk tecrübesine göre yeniden şekillendirmiş yani
İslam’ın kavramlarını kullanarak aşk dinini tanımlamıştır.
F)
MEVLANA’NIN AŞK
TECRÜBESİNE GÖRE DİNLER
Mevlana, tüm dinlerin tek bir dinde (aşk dinî)
toplandığı dini savunur. Tanrı’yı herkes farklı şekilde tanımlar, farklı
isimler verir, fakat her yerde Tanrı (Aşk) ve mesajı (aşk dini)
aynıdır. Evrensel din inancında insanlar birleşmeli ve zıtlık gibi görünen âlem
gerçekten anlaşılabilir olmalıdır. Bu nedenle dinin sadece şeriat ile
sınırlandırılmasını yanlış bulan Mevlana’ya göre aşk yolu tek çaredir. Bu
anlamda herhangi bir dinin diğerine önceliği yoktur çünkü hepsi aynı evrensel
kaynaktan yani Aşktan doğar.[688]
Mevlana herhangi bir dinin emrini, kurallarını inançlarını
kabul etmez ve kendisini bunların üzerinde görür. Çünkü o, herkesin kutsal
kitapta göremediği, anlamadığı gizli anlamları bildiğini, bu sırların gönlüne
geldiğini söyler. Böylece mensubu olduğu tasavvufi hakikatlerin çeşitliliği, dinî
tecrübe yaşayanın sayısına göre artmakta ve çeşitlenmektedir.[689] “Aşk
şeriatı, bütün dinlerden ayrıdır. Âşıkların şeriatı da Allah’tır, mezhebi de.”[690]
Bir rint görüverdim, oturur buldu zemin!
Yok, onda küfür, ne de İslam, ne de din![691]
F.
1. Yahudilik ve
Hıristiyanlık
Tek din olarak aşk dinini kabul eden Mevlana’ya göre[692] diğer
dinler aşk dininin devamından başka bir şey değildir. O bütün geçmiş
peygamberlerin, halifelerin ve tasavvufçuların aşk veya nur geleneğine ait
olduğunu söyleyerek sınıflandırır.
“Peygamberimizin yolu, izi aşktır. Biz, aşk oğullarıyız.
Aşk, bizim anamızdır,”[693] demekte ve
İslam peygamberini de aşk dinine dâhil etmektedir. İbn Arabi, Hz. Muhammed’e habibullah
dendiği için, İslam’ın özellikle bir aşk dini olduğunu söyler.[694] Yahudilik,
Hıristiyanlık ve İslam, aşk dini geleneğini devam ettiren dinlerdir. Yani
hepsini kapsayan aşk dinidir. Çünkü tüm dinlerin davet ettiği, bütün dinî
duyguların merkezinde duran, bütün dinleri birbirine yaklaştıran ve özdeşlik
noktasına dönüştüren aşktır. Hem Yahudilik, hem Hıristiyanlık hem de İslam’da
kabul gören kapsayıcı sevgi prensibi yine aşka yani Allah’a sevgi
prensibine götürür (ilahi aşk). Bu da bütün dinleri aynileştirmektedir
(evrensel din algısı).[695] “Mızrak
kalkanı nasıl delip geçerse ben de geceler ve gündüzlerden öyle geçtim. Bu
yüzden bütün dinler bence bir, yüzbinlerce yıl bir an.”[696] Yahudi kral ve vezirinin
Hıristiyanlığı yok etmek için yaptığı tuzaklara değinen Mevlana’ya göre,
Yahudilerin Hıristiyanlara düşmanlık beslemesi anlamsızdır, çünkü evrensel din
anlayışına paralel olarak Musa ve İsa aşk dinine mensup, aşk peygamberleridir.
Sadece bu ikisi değil geçmişteki bütün peygamberler de aşk peygamberidir. Davut
peygamberi anlatırken onun bir aşk peygamberi olduğunu,[697] İsa peygamberin ise ‘dinin
sırlarını’ anlattığını söyler. Hikâyenin sonunda İncil’de Ahmet ismini
okuyan Hıristiyanlar ‘Ahmet’in nuru sayesinde’ korunmuşlardır, Ahmet’in
nuru onlara yardım etmiştir.[698]
Dinleri aşk tecrübesinin ulaştığı birlik (vahdet-i vücut)
düşüncesine göre açıklayan Mevlana, “Nur’a (ışığa) baktın mı ikilikten de, önü
sonu bulunan cisim âleminin sayısından da kurtulursun,”[699] demektedir. İsa’nın rengi
nereye düşerse onu renkten arındırmakta, her şeyi aynı renge yani mana rengine
boyamaktadır. Böylece zıtlar bir olmakta, sayıya sığmaz sonsuz olmaktadır.
Mustafa’nın nurunun cilasıyla karanlıklar ışık olur ve bütün dinler birbirine
eş olur:
O ulu er
yüzünden Yahudilerin, Allah’a şirk koşanların, Hıristiyanların, Mecusilerin
hepsi bir renge boyandılar. Yüz binlerce kısa ve uzun gölgeler o sır denizinin
nurunda bir oldular.[700]
Hıristiyanlığın mistik geleneğinde ana tema
‘ilahi aşk’tır ve bilgin mistik Hıristiyanlar kendilerini Aşk’ın simgeciliği
ile anlatırlar. Hıristiyan şark mistisizmi, Plotinus’un ve Yeni-Eflatuncu
mektebin fikirleriyle yoğrulmuş ve bu akımın dilini benimsemiştir.[701] Tıpkı bunun
gibi kalple bilgiye ulaşan tasavvufçu da aşkın diliyle konuşur ve aşk
sarhoşluğu her düşüncenin üstüne çıkan bir hale bürünür.[702] Mevlana, Hıristiyanlarla çok
içli dışlı olmuş onlarla sürekli görüşmüştür. Onları ziyaret etmiş, manastırda
kalmıştır hatta birkaç Hıristiyan dönmesi müridi vardır.[703] Aşk mistisizminde onlardan
etkilenmesi mümkündür. O, Hıristiyanların üzerine Tanrı’nın inayet güneşinin
parlayacağını ve onların derhal nurlanacağını, yüzlerinin ak olacağını söyler.[704]
Hıristiyanların yaptığı resim ve heykelleri çocukların oyuncaklarına
benzetmektedir.[705] Asılan bir
Allah’tan medet uman Hıristiyanları eleştiren Mevlana’ya göre “böyle bir
Allah’ın kimin yardımına gücü yetebilir?” demekte ve aşk dinini öne
çıkarmaktadır.[706]
Düşüncesinin başlangıç noktası, İslam dininin insana
verdiği anlamlardan çok, insanın bir birey olarak bu anlamları nasıl
anladığı/yorumladığıdır. Mevlana, İslam dininin emirlerinin/kurallarının
insanların hayatında hissedilerek yaşanması gerektiğini düşünür. Yani
dinî emirlerin ‘mana’sı öne çıkmaktadır. Mana ise gönülle anlaşıldığı için dine
duygusal bir yönelme söz konusudur. Bu elbette aşk duygusunun etkisiyle,
Kur’an’ın ve dinin özünün mecaz/sembol/simge şeklinde yorumlanmasıyla
olur. Fakat bu yorumlama duygusal zihnin mantığıyla olduğu için O, çoğu zaman
yargılarında; çelişkili, paradoksal, zıt, nedensellik ilkesine ters, akıl dışı
sonuçlara ulaşmakta ve bunda bir sakınca görmemektedir. Bunu da dil felsefesi
yaparak, Kur’an ayetlerini tevil ederek, mistik yorumlar getirerek yapar.
Tevil, kendisine yapılacak her türlü itiraza, karşı koymaya ve reddedilmeye
karşı kalkan gibidir. Felsefi düşüncelerin aklı ön planda tutan akli
muhakemelerini reddeder, ‘Tanrısal iç sesle’ (gönül/kalp/duygu) hareket eder.
Aşk tecrübesine göre Mevlana, mümin, kâfir, münafık,
müşrik... vb. kavramların İslam’ın kullandığı bağlamdan kopararak aşk
mistisizmine uyarlamıştır. Artık ona göre mümin, Allah’a inanan değil Aşk’a
inanan kimsedir. Kâfir ise aşk dinini inkâr edene verdiği sıfattır. İkbal
bir şiirinde “Bir mümin âşık değilse kâfirdir” demiştir. Mevlana ise:
“Ben aşkı olmayan kişinin insanlığını inkâr ederim”[707] diyerek aşk dinine
inanmayanları hayvan olarak nitelendirir.
Kavramlara yeni anlamlar yüklemesi Mevlana’nın İslam
dinine yaptığı değişikliğin bir yönüdür. Diğer yön ise İslam’ın öğretileriyle
anlam kazanan kavramların içini boşaltmak ve onların anlamsız
olduğunu söylemektir. Mümin-kâfir, iyilik-kötülük, Musa-Firavun. vb. Kur’an’da
ele alınan bu kavramların hakikatini inkâr eden Mevlana, bunları aşk
tecrübesine göre yeniden açıklar. Aslında Kur’an’da kötü olarak anlatılan
birçok ahlaksız davranış Hakk’ın katında iyidir ancak insana göre kötüdür.
Dervişler Hakk’ın katına eriştikleri için halka göre kötü gelen davranışlarını
iyi olarak karşılamak gerekmektedir. O böylece ahlaksızlığı ahlak gibi
göstererek şöyle anlatır:
Dervişlerin
Hakk’a nispeten iyidir dedikleri doğrudur ve her şey Hakk’a nispeten iyidir ve
kemaldir. Fakat bize nispeten her şey müsavi değildir. Zina ve na-paklık,
bi-namazlık ve namaz, küfür ve İslam, şirk ve tevhid, cümleten Hakk’a nispetle
iyidir. Velakin bize nispetle zina ve sirkat, küfür ve şirk kötüdür, tevhid ve
namaz, hayrat bize nispeten iyidir ve bunların cümlesi Hakk’a nispetle iyidir.[708]
Çünkü derviş Allah’ın
sırrına erişmiş ve her şeyden affedilmiştir.
Mevlana’ya göre kâfir kavramı artık İslam’ın tanımladığı
kavramdan tamamen başka bir şekle bürünerek tam tersi bir anlama yani,
“gerçekten iman eden kişi” anlamına gelir:
Puta tapmak,
kâfirliğin temelidir ama bu puta tapmazsak ak kâfiriyiz biz. Tebrizli Tanrı
Şems’inden başkasından bahsetmeyin; Ay’dan söz etmeyin bize, güneşe tapanlarız
biz.”[709] Sultan
Veled’e göre ise “kâfirler bile Tanrı’ya tapmaktadır.[710]
Mevlana aşk tecrübesi çerçevesinde İslam’ın ibadet, akaid,
inanç esaslarında köklü değişikliklere girişmiştir. Aşk, parladığı zaman
Tanrı’dan başka her şeyi yakmakta, insanın ruhunda aşktan bir ateş
parlamaktadır. Bu da ibadet ve düşünceyi yakmaktadır.[711] [712] Mevlana’ya göre amel; namaz
ve oruç anlamına gelmez. Bunlar amelin suretidir, bu suret ise amel değildir.
Amel insanda bir ‘mâna’dır16 Kıyamette namazları, oruçları, sadakaları bir teraziye
koyarlar. İlahi aşk ise teraziye sığmaz, bu nedenle asıl olan aşktır.[713]
Kulluğun bir bağ olduğunu söyleyen Mevlana’ya göre âşık,
kulluk gibi kayıtlardan kurtulmuştur. Çünkü aşk ve aşığın mezhebi ve milleti
yetmiş iki milletinkinden başkadır.[714] Mevlana’da kulluk Allah’a
değil bizzat Hakk olan veliye yani kendisine yapılması gerekir. Mevlana ve
ailesine, secde ve tanzimde bulunan halkı görüp şaşıran oğluna Mevlana şöyle
der: “Ben bunu sana bağışladım. Senden oğullarına kalacak ve kıyamet gününe
kadar halkın secde ettiği kimseler olacaksınız” demiş ve insanların velilerin
kulları olduğunu söylemiştir.[715]
Mevlana, İslam’ın yasaklamadığı şeyleri haram olarak kabul
etmekte ve şöyle demektedir. “Dervişin yemeği iştahsız yemesi büyük haramdır.”
Başka beyitte ise helal olan arpa ekmeğinin yenmesinin haram olduğunu, nefsin
önüne kepek ekmeği konması gerektiğini söylemiştir.[716] O haramı fıkhi anlamından
daha geniş olarak insanın hak etmediği her şey anlamında kullanmaktadır.[717] Yine
Mevlana Kur’an’ın yasakladığı içki içmeyi Şems için helal saymaktadır. “Denize
bir damla şarabın düşmesiyle denizin bozulmayacağını” ve “zevk veren her şey,
şu aşağılık kişiler, bir delil elde edip dadanmasınlar diye yasaklanmıştır.
Yoksa şarap, çeng, güzel sevmek ve sema, haslara helaldir”[718] diyerek, halkın şarap
içmesinin helal olduğuna fetva vermiştir. “Şarap, gıda için halka helaldir ama
sevgiyi dileyenlere haramdır”[719]
Mevlana’ya göre namaz, İslam’daki gibi, Allah’a kulluk için
yapılmaz; çünkü peygamber aşkın coşkusu nedeniyle namaz kılar yoksa
geçmişteki günahların bağışlanması veya Allah korkusundan ve recadan değildir.
Peygamber “Namaz, zahiren bilinmesi mümkün olmayacak şekilde Tanrı ile
birleşmektir” buyurmuştur.[720] Bu
rivayetten yola çıkan Mevlana’ya göre namaz, Allah’a kulluk amacıyla yapılan
bir ibadet olmaktan ziyade Allah ile birleşmek için yapılan bir iştir. Âşıklar
sürekli Allah ile birleştiği için ‘günlük namaz beş vakittir ama âşıkların
namazı devamlıdır’[721] demektedir.
Namaz insanı sadece Allah ile değil bizzat Tanrı olan veli ile de birleştirir: “Dekuki,
namaz kıldırmak üzere onların önüne geçti, o kadar birleştiler, o kadar
kaynaştılar ki sanki onlar atlas bir kumaştı, Dekuki de o kumaşın
sırması, süsü!”[722] Namaz
insanın mânâ yolunda yürümesini ve nefis hapishanesinden kurtulmasını sağlar.[723] Namaz
sadece Tanrı ile birleşmek için kılınmaz, gayb âleminden istediklerinin yerine
gelmesi için kılınır. Namaz kılan kişinin her istediği olur, dert ve beladan
kurtulur.[724] Mevlana bir
namazdan sonra namazın kendisini nur yapmasını istemekte ve şöyle
söylemektedir: “Önümde, arkamda, altımda, üstümde, sağımda, solumda bir nur
yap. Ya Rabbi, sen benim nurumu artır, bana nur ver. Beni nur yap. Ey nurların
nuru, ey merhametlilerin en merhametlisi bu duayı kabul et.”[725] Nur
olmayı ibadetlerin amacı olarak görür. Zaten aslolan zahiri namaz değil bâtıni
namazdır. Bâtıni namaz ise ‘kalp huzuru’dur.[726] Fakat bunlara rağmen Mevlana
yine de namazdan vazgeçmemekte, namazı insanları kendisine bağlamanın bir aracı
olarak görmektedir: “Birçok dostlar ve kimseler bize bağlanıp itimat
etmişlerdir. Eğer biz (bu ibadetlerden) vazgeçer, hiçbir şey yapmazsak onlar ne
yapar ve kimin kapısına giderler... Her şeyh, kendi çaresiz müritleri hakkında
bu çareye başvuracaktır.”[727]
Oruç ibadeti de yine namaz ibadetine paralel olarak kulluk
amacıyla yapılmaz. Oruç insanın melekleşmesinin yoludur: “Karın (mide)
dağarcığından ekmeği boşaltırsan ululuk incileri ile doldurursun. Önce can
çocuğunu şeytanın sütünden kes de sonra onu meleklere ortak yap.”[728] Oruç insanı
ululuk ve meleklik yoluna götürdüğü gibi kalplerdeki gizli bilgileri bilmenin
yoludur: “Orucu elden bırakmayınız; çünkü o, kalplerde gizli olan bilgilerin
anahtarlarındandır.”[729] [730] Seyyid
Burhaneddin’e göre oruç ‘ hikmet kaynaklarını fışkırtan kazmadır/119
Yine namazda olduğu gibi oruç da insanı ‘nur’ yapmaktadır: Orucun mana ateşiyle
mum gibi yanar, nur olursun, der. İnsan oruç sayesinde varlık iddia ve
sevdasından kurtulur, fakr duygusuna erer.[731] Oruç Allah ile perdesiz
görüşmenin yoludur. “Mideden vazgeçip gönüle doğru yürü de Allah insana
perdesiz gelsin ve Hak nuru yiyen Kurân olur.”[732]
Sufilere göre haccın ahlakî bir anlamı vardır.
Onlara göre hac Kâbe’ye gitmek değil, günahlardan arınmak, arzu ve ihtirasları
terk etmektir.[733] Mevlana bu
tanıma paralel olarak hac kavramını da kendi aşk tecrübesine göre yeniden
tanımlamış ve İslam’ın hac kavramını tamamen değiştirmiştir. Ona göre hac
insanların kendisini ve kendi evini ziyaret etmesi demektir:
Ey hacılar, ey hacılar! Nerdesiniz,
nerdesiniz? Sevgili buracıkta, gelin hele, bir gelin siz! O sevgili kapı
komşun, duvar duvara üstelik. Siz çöllerde, neden öyle şaşkın şaşkın
gezersiniz?[734]
Demekte ben-merkezci düşünce yapısının bir ürünü olarak
haccın merkezine kendisini ve dergahını koymaktadır. “Kâbe her ne kadar onun
lütuf ve ihsan evidir ama benim vücudum da onun sır evi.”[735] “Hac, Allah evini ziyarettir,
ev sahibini ziyaret ise erliktir.[736] Hac konusunu Mesnevi’de
Bayezıd ile kör şeyhin hikâyesinde ele alan Mevlana, şeyhin kişiliğini
(benmerkezci düşünceye paralel olarak) ön planda tutan yaklaşımıyla şeyhe şöyle
dedirtmektedir: “Benim çevremde yedi defa tavaf et; bunu hac tavafından daha
iyi say.”[737]
Mevlana, İslam’ın ibadethanesi olan mescide önem veren
kişileri ahmak ve eşek olarak nitelendirmiş ve gerçek mescidin İslam’ın mescidi
değil ‘gönül mescidi’ olduğunu söylemiştir:
Ahmaklar,
mescidi ulular da, gönül ehlinin gönlünü yıkmaya çalışır. Hâlbuki o mecazidir
be eşekler, bu hakikat. Uluların gönlünden başka mescid yoktur.
Herkesin
secdegahı olan velilerin gönül mescitlerinde Allah vardır.[738]
Böylece Tanrı/veli iddialarını kabul etmeyip kendisini
kınayan kişilerin velileri üzdüğünü ve gönül mescidini yıktığını ima
etmektedir.
Mevlana, iman etme işini âşık olmayla değiştirmektedir.[739] Kur’an’da
Allah’ın isim ve sıfatları sayılmaktadır. Kur’an’da Allah’ın sıfatı olarak aşk
söylenmediği halde Mevlana aşkı Tanrı’nın sıfatı olarak kabul etmektedir: “Aşk
Hakk’ın vasfıdır (sıfatıdır)”[740] Ona göre
Allah’a iman edilmez, âşık olunur: “Yüzlerce gönül ve can, yaratıcı Allah’a
âşık olmuştur.”[741]
Peygamberlik anlayışında değişiklik yapan ve aşk
mistisizmine göre yorumlayan Mevlana’da peygamber insan değil ‘aşk’ (Tanrı)
veya ‘nur’dur. “Peygamberlerle savaşa girişenler, onları cisim görüp
kendileri gibi insan sanmışlardır.”[742] Peygamberler insan olmadığı
gibi aşkla da eştirler: “Pak aşk Hz. Muhammed’le eşti. Allah, aşk yüzünden ona,
‘sen olmasaydın felekleri yaratmazdım’ dedi. O aşkta tek idi.”[743] Peygamberi
aşkla eşitlediği gibi aynı zamanda onu ‘âşık’ olarak nitelendirir: “Onda sevgiliye
aşktan, sevgiliye meyil ve muhabbetten başka bir heva ve heves nerde”
demektedir.[744] Mevlana,
aşk mistisizminin devam ettiricisi olup “Bugün Ahmed benim, ama dünkü Ahmet
değil.”[745] diyerek
peygamber olduğunu ima etmektedir. Bu nedenle bazı yazarlar ona ‘aşkpeygamberi
demekten çekinmemiştir.[746] Peygambere
Cebrail vasıtasıyla vahiy geldiği gibi ‘Kalbinin de vahyi’ vardır. Veli de
böyledir.[747] O hakikat-i
Muhammediye nuruyla aydınlandığını, ondan nur aldığını söyler.[748] Mevlana bu
fikirleri İşrakilikten gelen nübüvvet anlayışından alır.[749]
Sonuç olarak aşk tecrübesiyle meydana gelen bu velilik
fikirleri toplumda iyice yaygınlaştı ve Hz. Peygamber’in kendisinde tabiatüstü
hiçbir şey bulunmadığı şeklindeki ifadeleri görmezden gelinerek tarihte bir
insan olarak görülen peygamberi, İslam’dan tamamen farklı, her şeye gücü yeten
bir kâhin ve sihirbaz durumuna soktu.[750] Mevlana bu şekilde dinî
efsaneleştirmiştir.[751] İslam
yerine efsanelere dayalı bir dini yani aşkı anlatmıştır.
Mevlana vahyin alanını çok genişleterek anlatır; ona göre
vahiy sadece doğruluğa inananların anladığı vahiy değildir. Vahiy aynı zamanda
bilgi anlamına gelir: Ticaret hukuku bilgisi, tıp bilgisi ve astronomi bilgisi.
Bu görüşe göre bilgi, vahyin kelimeleri ve sesleridir. Mevlana bunu çeşitli ses
imajlarına benzetmekten hoşlanır. Kelimeler ve sesler, kalbin sesini hissetmeye
ihtiyaç duyarlar.[752] [753] Mevlana’ya
göre Allah’ın yazılı kelamı (yani kutsal kitaplar), doğrudan doğruya gelen
gizli bir vahiy ile neshedilmiştir®02 Çünkü o âşıklar doğrudan
doğruya Tanrı’dan vahiy alırlar bu nedenle artık Kur’an’a ve hadise gerek
kalmaz: “Öyle bir makama erişmiş veli vardır ki doğrudan doğruya arada Kur’an,
hadis vasıta olmaksızın hareket eder... Bu ‘Tanrı dilediğini yapar’ sırrına mazhar
olmuştur.[754] Mevlana
kendi şiir kitabı Mesnevi’yi kutsal kitap olarak tanıtmaktadır: “Bu âlemlerin
rabbinden indirilmedir”[755] diyerek
Kur’an’ın bir ayetine nazire yapar.
Mevlana’nın babası Baha Veled’e göre ahiret hayatı
yoktur ve ölümden sonra Tanrı’nın zatının nuruyla birleşeceğini söyler: “İşte
ben, Tanrı’nın huzuruna gidiyorum. Tanrı’nın zatının nurlarıyla birleşeceğim.
‘Biz zattan doğmuş, yine zata gidiyoruz.’[756] Sultan Veled de dedesinin bu
görüşüne katılır ve nefsini yenen insanın tanrısal (rabbani) olduğunu söyler.
Her şey aslına döneceğine göre, insan da her şeyin ve kendinin aslı olan
Tanrı’ya dönecektir.[757] Mevlana’ya
göre ise bu âlemde renk hâkimdir. Yok olma, bitme, zıttın zıttını yok
etmesinden ileri gelir. Zıt olmayınca ebedilikten başka bir şey olamaz. Her
ayrılığın aslı buluşmadır.[758] Tanrı’nın
velisi bu dünyadan göçünce onun seyri, sağlığı zamanındaki seyrinden yüz bin
kere fazla olur. Çünkü o, Tanrı’da seyreder. Bunun ise sonu yoktur,”[759] demektedir.
Ahiret hayatının ve hesaba çekilmenin olmadığını ima eden Mevlana hayatın
akışını şöyle sıralar:
Haberin
olmaksızın cansızlıktan yeşermeye doğru, yeşermekten hayata ve imtihana doğru,
sonra akla ve güzel ayırt etmelere doğru (beş duyu ve altı yönün olduğu) sonra
beş duyu ve altı yönün dışına doğru, sonra denizin (Tanrı) kıyısına kadar bu
ayak izleri var. Bu ayak izleri denizde yok olur. Yani bu dünyada yapılan
işler, konak yerleri, artık görünmez, onların ne izi ne adı vardır.[760]
Zaten ona göre kim Şems’in peşinden giderse evvel-ahir,
dünyaya ve ahirete boş verir.[761] “Ruh bu
sandıktan kurtulunca, O ruhanî bahçede olacaktır!” “Rüya, mekânsızlık âlemine
sürer, Ruhanî çayırlığa götürür.”[762] Zaten mutasavvıflara göre
mahşer ana rahmidir. Ana baba, dağılma halinde olan insan cüzünü bira araya
getirip ana rahminde toplar.[763] Böylece
onların ahiret anlayışında geriye doğru bir kayma olduğunu görmek
mümkündür. Mevlana’ya göre müminler (âşıklar) ölmezler bir evden diğerine
taşınırlar.[764] Onda
reenkarnasyonun izlerine de rastlamak mümkündür, ölüm döşeğinde şöyle demiştir:
Bu dünyadan göçeceğim diye hiç
üzülmeyiniz. Mansur’un nuru, yüz elli sene sonra F. Attar’ın ruhunda tecelli
edip, onun mürşidi oldu. Ne halde olursanız olunuz benimlesiniz. Size gözükmem
için beni hatırlayın. Hangi kıyafette olursam olayım, daima sizinleyim,
kalplerinize mana ve hakikatleri dökerim... Benim dirim doğru yolu göstermek ve
ölümüm de yardım etmek içindir, demektedir.[765]
Mevlana’nın babası Baha Veled’e göre Kur’an’da geçen cennet-cehennem
ifadeleri semboldür ve aslolan ‘rüyetullah” (Allah’ı görmek)tır.
Cenneti anlattığı vaazı sırasında kendisine rüyetullah meselesini soran birine
şöyle cevap vermiştir: “Ey azizim! Huriler ve köşkler sembolü, anlayışı kıt
insanlar içindir. Yoksa asıl, dostun yüzünü görmektir. O Tanrı yüzünün türlü adları
vardır. (Tanrı erleri) her yaratıkta yaratanı müşahede ve her zerrede
hakikatler güneşini mütalaa ederler.”[766] Mevlana babasının
bu görüşüne katılır. “Sevgilinin yüzünün bulunduğu yerde cennetin ve nehirlerin
yeri mi olur... Eğer cehennemde senin zülfün elime geçerse, cennetlik olmaktan
ar ederim”[767] O cennet
ile cehennem kavramlarını her zaman dünyayla ilgili olaylar bağlamında
kullanır. “Cehennem bu nefistir. Bizim nefsimizde cehennemin bir parçasıdır.[768] Cehennem
tabiatlı nefsi çalışıp çabalayıp tertemiz hale getirip ateşi söndürmek gerekir.[769] Cennet ise
Şems’tir: “Cennetim sensin benim, ibadetlerime karşılık sevabım sen.”[770] “Gerçek
âleminde cennet de erenlerin gönlüdür.”[771]
Mevlana’nın kader anlayışı aşk tecrübesiyle
bağlantılıdır. Âşık olan kişi her şeyde aşkı görür ve aşktan başka hiçbir şey
bulunmadığını fark eder. Tanrı da aşktır ve ondan başka fail ve fiil bulunamaz.
Herkesin işini yapan Tanrı’dır. “...Attığın zaman sen atmadın, Allah attı”[772] Bu nedenle insan
cebri kadere bağlıdır fakat bu kader geçmişteki cebri kadere benzemez.
Bu aşk cebridir. Aşkta ise zorlama ve cebir yoktur, sevgi vardır. Sevgi ise
her şeyi bir yapan ve güzelleştiren unsurdur:
Halkın
yaptığı işler yoksa her şeyi Hak yapıyorsa, şu halde kimseye ‘bunu niye böyle
yaptın’ deme! Allah’ın yaratması, bizim yaptığımız işleri meydana
getirmektedir. Bizim işlerimiz, Allah işinin eserleridir.[773]
“Sen Allah elisin; yapan, Allah’ın eli. Hakkın aletini
nasıl kınayayım. Hakkın aletine nasıl itiraz edeyim?”[774] demektedir. Sonuç olarak İslam dininin
kavramlarının içi tamamen boşaltılmış ve yeni bir aşk
mistisizmi (dini) kurularak kavramlar buna göre tanımlanmıştır. Mevlana
kendisinin yoldan çıktığını ve sapıttığını itiraf etmekte fakat Tanrı’nın bu
sapıklığı bile iman yolu yaptığını söylemektedir:
Bu ne hikmetti
ki istek kıblemi, yolu kaybedip neşeli şekilde evin dışına çıkardım. Böylece
koşarak sapıklık içinde gidiyordum; her an istekten ayrı düşüyordum. Yine de
Hak, o sapıklığın kendisini olgunluk ve kâr aracı yaptı. Sapıklığı, iman yolu
yapar; eğri gidişi, bağış hasat etme yeri yapar. Böylece hiçbir iyilik sahibi
korkusuz olmaz; böylece hiçbir hain ümitsiz olmaz.[775]
Taklit perdesinden çıkıp kurtulanlar her şeyi Allah nuru ile
görmeye başlarlar.[776] Aşk yokluk
deryasıdır.[777]
MEVLANA’DA DİNÎ TECRÜBE DELİLİ
Aşk tecrübesi, Mevlana düşüncesinin
temel yapısını oluşturur. Bu tecrübe aynı zamanda onun düşüncesine tutarlı bir
yapı kazandırmaktadır. Daha önce değinildiği gibi Mevlana’nın amacı İslam’ı aşk
tecrübesiyle yeniden yorumlamaktır. Böylece ortaya çıkan yeni anlayış yani, aşk
mistisizmi onun öğretisinin temeli olmaktadır. İslam’ın kavramlarını değiştirip
aynı kavramlara farklı anlamlar verir. Mevlana, edebi bir dil kullanarak aşkın
üstünlüğünü, şeriatın (İslam) tamamen kuru taklitten ibaret olduğunu ve aşk mistisizmi
ile arasındaki farklılığı ortaya koymaya çalışır. İslam’ın Allah’ının Aşk’a
dönüştüğü böyle bir bakışla o, İslam’ın özünü (manasını) bulduğunu
düşünmektedir. Ona göre bu ‘mana’ yakalandığında ayrıca Tanrı ’nın
varlığı için delil aramaya gerek kalmaz. Bu mana her sorunun
cevabını verir ve insanın evrendeki durumu ve bütün dinlerin mesajı bu mana
’da ortaya çıkar. Bunun anlaşılması için insanların âşık olması gerekmekte ise
de insanlar bunu âşık olan ‘veli’lerin sohbetine katılıp ‘dinleyerek’
öğrenebilirler.
A)
MEVLANA’NIN TANRI’NIN VARLIĞINA GETİRDİĞİ
DELİLLER
Mevlana’nın eserlerine bakıldığında, O Tanrı’nın varlığını
kanıtlama gibi derin bir çabanın içine girmeksizin Tanrı hakkında konuşur.
Çünkü insan Tanrı’yı sevmesini öğrenince tasavvurun daha üstünde ortaya çıkan
hakikati duyumsar ve sevginin kendisi sevgilinin varoluşuna tanıklık eder.
Mevlana, akıl ve mantıksal delille değil hisle, duyguyla ve sevgiyle
Tanrı’ya yönelir: “Bizim Sultanımız münezzehtir altüst olmaktan, altüst olmuş,
O’na ilişkin bir kanıt arayan”[778] “Düşünce
dağının yüceliğine de pek bakma... Çünkü onu bir dalga altüst ediverir!”[779]
Mevlana’nın Tanrı’nın varlığına getirdiği delilleri beşe
ayırmak mümkündür:
b)
Tabiat
Delili (Dış Temaşa/yüzeysel olarak yapılan duyusal gözlem)
c)
İnsan
Delili (İç Temaşa/yüzeysel olarak nefsi/duyguları gözlemek)
d)
Veli
Delili (Veli’nin şahsında Tanrı’nın varlığına şahit olmak)
e)
Dinî
Delil (Mucize ve Kerametler)
“Aşkın öyle bir nuru vardır ki, güneşte, ona benzer bir nur
yoktur. O nur, âşıklara delil olur, kılavuz olur, onları yürütür,”[780] diyen
Mevlana, aşk ve nur kavramlarını birlikte kullanarak bunların birbirini
tamamladığına işaret eder. Bütün âlemin ortaya çıkmasını sağlayan bu aşkı
insan, nur sayesinde diğer varlıklarda da görür:
İnsanların... Gökyüzündeki meleklerin,
denizdeki balıkların... Bütün güzelliklerde, her güzel yüzde kendinden bir nur,
bir iz, bir tatlılık bulunan güzeller güzeli. Her büyük varlığın, her üstün,
her ulu varlığın ulusu Sen’sin; her peygamberin yol göstericisi, delili
Sen’sin. Benim çaresiz aşk derdime Sen çaresin![781]
Burada her ne kadar
âlemdeki nur’a bakılmasını istese bile aslında bu akılla anlaşılamaz. Yine
akılla aşk da anlaşılamaz: “Aşkı, âşıklığı yine aşk şerh etti. Güneşin vücuduna
delil, yine güneştir”[782] diyerek merkeze yine bireysel aşk
tecrübesini koymakta ve bu tecrübeyi yaşayan kişinin delil isteğini
anlamsız bulmaktadır: “Âşık olmuşsan aşkın, delil olarak yeter sana. Yok, âşık
olmadıysan delil isteği de nedir ki?”[783]
A.2. Tabiat Delili
(Yüzeysel Gözlem Yapmak=Temaşa)
Mevlana’ya göre Tanrı’yı hissetmek, bilgiyle,
ilim, kültür ve kitap okumayla gerçekleştirilemez. Felsefe ve kelam bu konuda
eksiktir. Tanrı’yı hissetmek, evreni iyi gözlemlemek ve içte görülen Tanrı’nın
dış dünyadaki yansımalarını duyu organlarıyla fark etmek, fakat duyguyla
açıklamak, hissetmek gerekir. Gözlemlenen şey doğa olduğu gibi güzelliği ifade
eden herhangi bir şey, sanat, müzik, şiir, ses de olabilir. İnsanoğlunun
doğadaki güzelliklere olan eğilimi ve hayranlığı da tamamlanma ve ahenk
duygusunun tezahürüdür:[784]
Vuslat zevkinin yeşilliği nasıl yetişir,
kaynaklardan arı, duru su nasıl coşar? Gül bahçesi; yeşilliğe nasıl sır söyler,
menekşe nasıl olur da yaseminle ahdedebilir? Çınar, dua için nasıl el açar,
ağaç havada nasıl baş sallar? Çiçek bahar mevsiminde (renklerle, kokularla dolu
olan) eteğini nasıl serper? Lâlenin yüzü nasıl kan gibi kızarır? Gül,
kesesinden nasıl altın saçar? Nasıl olur da bülbül gülü koklar; üveyik kuşu,
bir istekli gibi “Kû-kû- nerede, nerede” diye öter? Nasıl olur da leylek “lek
lek - senin sesin” sesini canla, başla çıkarır. Ey yardımı dilenen Allah, senin
de ne demek? Zaten her şey senin mülkünden ibarettir. Nasıl olur da toprak,
içteki sırları gösterir? Nasıl olur da bahçe gökyüzü gibi aydınlanır? Bu güzel
ve ağır elbiseleri nereden getirdiler? Hepsini de kerem sahibi Allah'tan...”
“Bahçede sevgilinin yüzünden başka bir şey görmüyoruz; daldan sarhoş bir halden
başka bir şey seyretmiyoruz. İpekböceği yaprak yerse koza olur; biz de aşk
kozasıyız, dünyanın dalı, yaprağı yok bizde.” “Bu kimin hikâyesi? Kimin
destanı? Aşkın aşkın. Aşk özel kadehler dolaştırmada. Bu özel kadehler kimin
aşkına dolaşıp duruyor? Bunu kimse bilmez. Ancak aşk bilir. İlkbahar geldi.
Dağa da, ovaya da can verdi. Ey Allah'ım! Ey Allah'ım bu canı kim verdi? Bu can
kimin canı? Bu ne güzel ne hoş bir bahçedir. Bu bahçeyi gördü de cennet bile
mest oldu. Bu bahçedeki menekşeler, süsenler, reyhanlar kimin? Bunlara bu renkleri,
bu kokuları, bu güzellikleri kim verdi? Bu bahçenin güzelliğini gördü de gül
dalı bülbülden daha fazla dile geldi. Selvi; ‘Bu bahçe ne güzel bir bahçe,
acaba kimin?' diye sallanmaya başladı. Yasemin; ‘Van gülüne söylemez misin?'
diyor. Böyle eşsiz bir nergis kimin bahçesinde yetişmiştir? Yasemin diyor ki:
“Ben bu soruyu sorunca Van gülü güldü de; ‘Bunu bana sorma! Ben kendimde
değilim. Kimin nergis bahçesinde yetiştiğini ben; bilmiyordum.” Bu bahar
mevsiminde yeryüzü çeşit çeşit renklerde hoş kokulu güllerle, yaseminlerle,
nergislerle, şebboylarla süslenmişken, gökyüzünde de güneş altın bir top gibi
durmadan koşmada. Şaşılacak şey! Acaba onu böyle kim dolaştırıyor? Kimin
çevgeninin kıvrık yeri onu böyle asırlardan beri koşturuyor?[785]
Dış duyular insanın duygularını canlandırdığı
gibi, içteki duygular da dış dünyayı anlamada etkili olmaktadır. Mevlana’ya
göre Tanrı’yı bilmenin tek yolu duygulardan doğan marifettir. Bunun yeri ise
gönüldür, gönül her şeyi anlamada tek araçtır.[786] İnsan bu bilgiyle doğaya
yönelir ve doğayı incelemeye başlar. İçte oluşan duygusal bilgi doğada kendini
değişik şekillerde gösterir. Bunun için doğanın kendisinde uyandırdığı
duygulara dikkat etmek gerekir. Sonuçta, doğaya yapılan temaşa, insanı; bir
kuşun sesinde, suyun akışında, yıldızlarda. vb. Tanrı’nın varlığına götürür.
A.3. insanın Özü
(Ruhu) Delil (içe yapılan yüzeysel gözlem/iç temaşa)
İnsanın kendi iç âlemine dönmesi gerekir. Evrene/âleme
yönelen temaşa sonucu doğada ‘aşk" bulan kişi sonra bulduğu bu aşk"ı
kendi iç dünyasında araştırmaya başlar; içteki araştırma sonucu (iç temaşa)
kişi özbenliğinde Tanrı’ya ulaşır. Bu ruhsal farkındalığın adı aşktır:
Aşağılık zahiri hallerle
kıyaslanamayacak bir derecede olan iç âlemin esaslarını, iç âlemin hallerini üç
satıra sığdırmaya imkân mı olur? İç âlemde, yeniden yeniye, bir biri ardınca
gelip duran; her solukta yenilenen; tazelenen; sınır, miktar, son nedir,
bilmeyen hallerden zevk duyarsınız.[787]
Onun düşüncesi aşk tecrübesinin insan kapasitesini
kullanmasıyla neler gerçekleştireceğini keşfetmiş olmasıdır. Ona göre kendi
içinde Tanrı’yı aramaya çalışmak, hiçbir kayıt altında yaşamadan özgürlüğü
tatmak demektir.
Mevlana’nın bilgi anlayışı, onun Tanrı’nın varlığına
getirdiği delilleri de biçimlendirmektedir. Aşk tecrübesi insanın iç dünyasına yönelmesini,[788] duygulara
odaklanmasını ve gönülde/kalpte Tanrı’nın ‘hissedilmesi" ni
öngörmektedir. Böylece insanın gönlüne bilgiler akar, bu bilgiye tasavvufta marifet
denir. İnsan kendi içine yönelince, kendinden kurtulunca, manen Hakk’ı bulunca,
onda coşkunluk görünmektedir. Böylece o kişinin, Mansur gibi dudaklarından
değil de, canından ‘Ene’l Hakk sesi yükselir. Bu da güzel bir güç ve delil
olmaktadır.[789] Sonuç
olarak insan tefekkürle gerçek özünü, benliğini anlayamaz, bu benlik ancak fena
(hiçlik) makamında anlaşılır.[790] “Fakr tamam olunca Allah yüz
gösterir, onu bulur ve görürsün.”[791]
Gözlerinin önüne zar
perdesi gerilmiş
Dağınık hatırana kendi vehmin verilmiş Varlığın görünse de
yeryüzünde bir hiçsin Bir hiç ki, ortalıkta var gibi gösterilmiş.[792]
Tevhidde sakın sanma ki, ön-arkası var!
Kendinden öte sanma ki boş, huzur ile yar!
Sen şaş bakıyorsun, bakışın şaş ki senin;
Haktan
öte hepsi hayal, yandı, söner![793]
Böylece başka delillere gerek kalmadan insan kendi özünde
Tanrı’yı bizzat görerek inanır. Kendisinin de Tanrı olduğunu fark eder. Mevlana
bunu üçlü bir ilkeyle ortaya koymaktadır. İnsan; aşk, âşık ve maşuk
olduğu gibi, Tanrı da aşk, âşık ve maşuktur. Bu nedenle bunlar birbiriyle
eştir.[794] Bizzat
aşkın varlığı her şeye yetmekte ve aşk hem filozof hem doktor olmaktadır:
Bir aşk yüzünden elbisesi yırtılan,
hırstan, ayıptan adamakıllı temizlendi. Ey bizim sevdası güzel aşkımız; şadol;
ey bütün hastalıklarımızın hekimi; ey bizim kibir ve azametimizin ilacı, ey
bizim Eflatunumuz! Ey bizim Calinusumuz![795]
Müminlerdeki yani
âşıklardaki aşk sırrı, Tanrı’nın varlığına delildir... Bil ki o delil, dile
gelmez; âşıkların aşk sırrının durumu gibidir. Gözyaşı ve kan yüze akıp
koşuyor; onun güzellik ve cemaline delil oluyor”[796] Böylece Tanrı’nın varlığına tek delil
aşk ve ondan doğan duygulardır. Tanrı ’nın varlığı bizzat tecrübe edilebilir
bir şeydir, ispatlanabilir değil. Buna göre Tanrı anlayışı tamamen insan
tecrübesiyle delillendirilmeli ve bireysel tecrübeden çıkarılmalıdır. Böylece
aşkın tecrübe konusu yani Tanrı, soyuttan, somut hale gelir. Aynı durum
evrendeki aşk’ın keşfedilmesiyle evrende de görülebilir. Evrendeki aşk,
Tanrı’nın somut göstergesi olur.
A.4. Veli
Delili:(Velinin şahsında Tanrı ’nın varlığına şahit olmak)
Mevlana’ya muhalefet edenlerden bir grup da zahitlerdir. O
eserlerinde sürekli arif-zahit karşılaştırması yapar. Arif, gaybı gören nurla
nurlanmaktadır. Sülukta bir duygu değişince öbür duyguların hepsi birden
değişir ve bir duygu zahiri duyularla (duyu organlarıyla) idrak edilemeyecek
şeyleri duyup görünce, gayba ait bütün duyulara sahip olabilir. O nedenle
insanlar o duyguları elde etmek için insanlara ‘peygamberlik’ yaparlar.
Duygular, insana dilsiz, dudaksız, hatta ‘hakikatten öte’ mecazdan öte sırlar
söylerler; zaten hakikat denilen şey türlü türlü tevil edilen bir şeydir.
Vehim, hayal doğurur, hâlbuki ayan âlemine mensup hakikatler ise hiçbir şekilde
tevil edilemez. O nedenle duyguları insan, kendisine kul yapmalı ve feleklerin
ötesine geçebilmelidir.[797] Zahitler
sadece kendisine bakmakta ve kendisini görmektedir. Onlar sadece bireysel
kurtuluşu düşünürler. Oysa arif, ‘Tanrı’nın cemalini seyretmekle meşguldür.
Ariflerin görüşü yok olmaya (fena) kadar giden, arifin sarhoşluğu Tanrı’nın
ululuğuna mazhar olmaktır. Arif gizli âlemde Tanrı’yı seyreder, arif gaybı
gören nurla nurlanmaktadır.[798] Yani arif
kendi benliğini yok edip Tanrı’yı görerek onun varlığına delil getirmektedir.
Böylece hem Tanrı’nın varlığına şahit olmuş, hem de bu görüş nedeniyle bizzat
kendi varlığı ‘Tanrısal nurlarla’ nurlanarak evrimsel sürecin nihayetine ermiş,
arifin kendisi delil olmuştur. Arifi görmek Tanrı’yı görmek demektir. Aynı
meseleyi Mesnevi’nin ilk on sekiz beyitinde ele alan Mevlana, insanı ney’e
benzetir.[799] Ney
(insan), suda yani Tanrı’da yetişen sazlıktan biten kamıştan yapılmıştır.
Ney’den çıkan her ses onun sazlığa (suya=Tanrı’ya) dönme isteğini dile getirir.
Arif de tıpkı ney gibi her yakarışında aslını, yani Tanrısal kaynağını görür ve
içindeki potansiyel Tanrı’yı fark eder. Bu farkındalık Tanrı’nın varlığına en büyük
delili teşkil eder. Arifin sohbetini dinleyenler de nurlaşıp Tanrılaşan arifte
Tanrı’yı görerek Tanrı’ya iman ederler. “Allah gölgeyi nasıl uzattı (ayeti)
evliyanın nakşidir. Çünkü veli, Allah güneşi nurunun delilidir. Bu yolda bu
delil olmaksızın yürüme.”[800]
O mukallit,
alamet olarak delilden başka bir şey bilmediği için daima buna yol arar. Onun
için işe girişeceksen o pire danış dedi. Çünkü o, taklit perdesinden çıkmış
kurtulmuştur da ne varsa her şeyi Allah nuru ile görür. Onun pak nuru
delilsiz, beyansız deriyi yırtar, içi meydana çıkarır... Gönlü görürüz biz, dış
yüzüne bakmayız biz! Zahirin etrafında dönüp dolaşan kadılar, zahiri görünüşe
göre hükmederler.[801]
Oysa kendisi veliyi
(Şems=Tanrı) görüp iman etmiştir, (Şems’e hitaben): “Yüzün Peygamber’in
güzelliğine, Allah’ın güzelliğine sahip; can bunca delil gördükten sonra sana
neden iman etmesin?”[802]
A.5. Dinî Delil
(Mucize ve Kerametler)
Mevlana dinî delili genellikle kendi tecrübesine itiraz
eden ve aşk’ı kabul etmeyen İslam alimlerine karşı kullanmaktadır. İslam
alimleri Mevlana’nın aşk tecrübesiyle kendisini ilah olarak görmesini ve Şems’i
Tanrı ilan etmesini kabul etmemekte ve bunun Kur’an’da olmadığını ayetlerden
‘delil’ getirerek çürütmeye çalışmaktadırlar. Mevlana kendisine yapılan bu
itirazları yine Kur’an’dan ayetleri ‘delil’ getirerek çürütmeye çalışmıştır ve
kendi tecrübesinin akılla/mantıkla anlaşılamayacağını çünkü tecrübesinin
Kur’an’da anlatılan mucizelere benzediğini söylemektedir. Müslümanlar, İslam’daki
vahyi ve mucizeyi kabul ediyorlarsa Mevlana’nın gönül vahyini ve aşk
tecrübesini de kabul etmek zorundadırlar.
Dinden yola çıkarak
insan Tanrı’ya ulaşabilir. Özellikle peygamberlerin ortaya koyduğu ve doğa
yasalarını, akıl-mantığı veya sebep-sonuç ilişkisini çiğneyen mucizeler, insanı
hakikate götürür, gerçeği gösterir. Tanrı’nın varlığına tek delil, mucizeye
dayalı olan dinî delildir. Bu yol Mevlana’ya göre bilinen, geleneksel eğitimle
anlaşılamaz ve akli ilimlerle elde edilen bilgiler insanın iç benliğinde
geliştirdiği bilgilerin yerini tutamaz. Çünkü kendisi araştırarak, İbn Sina’nın
varlık anlayışıyla ve onun bilgisiyle Tanrı’ya ulaşılamayacağını bulmuştur.[803] Böylece
Mevlana’da Tanrı’ya götüren dinî delili üçe ayırmamız mümkün olur:
1)
Doğa
yasalarının olmadığını, doğaya akıl-mantıkla yani ‘bilimsel/deneysel gözlemle’
bakmanın yanlış olduğunu ispat eden peygamberlerin mucizeleri, velilerin
kerametleri, peygambere gelen vahiy, velilere gelen gönül vahyi... vb. dinî
delillere girer. “Doktorlar, hastanın sidiğine bakar, hastalığını öyle anlar.
Bizim delilimizse ulu Allah’ın vahyidir, hastalığı vahiyle anlarız.”[804]
2)
Dinin
inanmayı emrettiği şeytan, melek, cin. vb. varlıklar ve Hz. Peygamber’in başına
gelen olağanüstü durumlar (Hannane direğinin inlemesi, ayın yarılması,
parmaklardan su gelmesi)
3)
Sahabilerin
kerametleri (ateşe atılan bezin temizlenerek çıkması. vb.) Bunlar Tanrı’nın
varlığını delillendiren örneklerdir.
Aşk tecrübesiyle şekillenen duygu temelli bilgi
felsefesi çerçevesinde filozofları eleştiren Mevlana, filozofların delil
anlayışını kabul etmemektedir:
Ömürlerini
mahmul ve mevzu derdiyle geçirenler, yapanı ancak yapılan şeylerle görebilen,
ikranı kıyasla her şeye kanaat eden filozoflar, davasını savunurken sürekli her
şeye delil getirerek, delilleri sürekli çoğaltmaktadır. Oysaki ‘kalbi temiz
Allah’ın kulu’ onun delillerine bakmaz; delil ve hicaptan kaçar. Filozofa
göre duman ateşe delildir, fakat der Mevlana, “Bizce dumansız olarak ateşe
atılmak daha hoştur.
Özellikle de kendisine ‘yakınlıktan’ gelen ateşin, dumandan
daha yakın olduğunu söyler. Sonuç olarak filozoflar gibi hayallere kapılıp
dumana koşmamak gerekir. Eğer böyle yapılırsa gerçek ‘can’dan olur insan, bu da
kötü bir iştir.”[805]
Mevlana’ya göre gerçeği sadece gönül ehli bilir.
Doğayı temaşacı bir gözlemle incelemeyi tavsiye eden Mevlana, “Gönül ehlinin
duyguları; suyun, toprağın, çamurun sözünü duyar durur” demektedir. Filozof
hannane direğinin inlemesini inkâr etmektedir. Filozof velilerin duygusunu
anlayamaz, bu duygulara yabancıdır.[806] Filozof, “velilerin sevdası
(aşkı) insanda hayaller yaratır, olmayanı var gösterir” diyerek velileri
eleştirmektedir. Aynı filozof dinin söylediği âlemin yaratılma iddiasını inkâr
ettiği gibi şeytan ve cini de inkâr etmektedir, fakat aslında bizzat şeytan
olan, şeytanın kendisi filozoftur. Âlemin yaratıldığına en büyük delil, gönüldür:
Gönlümde
bir delil var... Bence, bu alemin sonradan yaratıldığına bir alamet!..
İnancımın nişanesi şu:
“Sözlerinin sırrı, ancak yüzümün sarılığından, ^zayıflığından
anlaşılır. Yanaklara akan kanlı gözyaşları, sevgilinin güzelliğine delildir.[807]
Kimin gönlünde şüphe, vesvese varsa felsefeye inanmış gizli
münkirdir. Bazen dine inanırlar ama gerçekte filozofluk onun yüzünü kapkara
etmektedir. Müminlerin (âşıkların) felsefeye inanmaması ve sakınması gerekir. Gerçekte
insanın içinde sonsuz âlimler vardır, din ve şeriat insanın içindedir.[808] Filozoflar
ise yolunu kaybeden kişilerdir.[809]
Hikmetler, peygamberlerin
açıklamaları ve delilleridir; ariflere mahsus olan Allah’ın sırları ve
kudretinden haber verir; dumanlı, yuvarlak ve inci özellikli göğün üzerinde
hâkimi olan nuranî ve ilahî feleğin, Allah’ın döndürüşünü bildirir.[810]
Tabiattan elde edilen hikmetin yerine dinî hikmeti koyan
Mevlana’ya göre Tanrı’nın varlığına en büyük delil peygamberlerin
mucizeleridir.
B)
MEVLANA’NIN DİNÎ TECRÜBESİNE GÖRE SEZGİ
KAVRAMI
Akılcı sezgici açıklamalar, Piaget’in
zihinsel gelişim kuramlarına göre, insanın zihinsel gelişimine paralel olarak
en üst dönemde yani soyut dönemde olmaktadır. İnsan zihni, önce duygusal
dönem, sonra somut işlemler dönemi en son da soyut işlemleri yapacak şekilde
gelişmektedir. Bu dönemlere paralel olarak en son aşamada da akılcı sezgici
düşünceye ulaşır.[811] Mevlana’nın
aşk tecrübesinde ise insan tamamen duyguların hâkimiyetinde olduğu için zihin
duygusal dönemden öteye geçememekte ve evreni sadece duygusal (temaşa) bir
bakışla gözlemlemektedir. Dünya’nın gerçekliğini inkâr eden ve duyu verilerinin
insanı hakikate ulaştıramayacağını söyleyen Mevlana böylece zihinsel gelişimde
ikinci ve üçüncü dönemin yani somut ve soyut işlemler dönemlerinin yolunu
tamamen kapatmaktadır. O sadece duyu verilerinin geçersiz olduğunu söyleyerek
insanın zihin gelişimine ket vurmaz, aynı zamanda zihinsel gelişimde çok etkili
olan okuma, yazma, düşünme, anlama ve bunlardan mantıksal sonuçlar çıkarmanın
da gereksizliğini söyleyerek insan zihnini geliştiren araçlara ulaşmasını
engeller. Böylece Mevlana’nın aşk tecrübesi duygusallığa hapsolmuş, akıl,
mantık ve deneyden uzak bir tecrübe haline gelmiş ve Tanrı’nın varlığının
rasyonel delili olan ‘akılcı sezgici’ döneme ulaşamamış olur. Doğayı temaşacı,
yüzeysel bir gözlemle inceleyip Tanrı’ya yönelen Mevlana’da duygusal zihne
uygun olarak her şey duygusal/sezgici bir bakışla değerlendirilmekte ve
açıklama yoluna gitmektedir. Olaylar yorumlanırken sebep- sonuç ilişkisi yok
sayılmakta, ben-merkezci düşünce yapısının etkisiyle Tanrı ile kendisini, doğa
ile kendisini ve doğa ile Tanrı’yı birbirinden ayırt edememektedir.[812] Yine
yoğun aşk duygusunun etkisiyle gerçeklik algısı bozulduğu için kendisini,
dünyayı ve çevresinin gerçekliğini reddetmekte, rüyaları gerçek, gerçeği rüya
gibi değerlendiren bir zihinsel karmaşa yaşamaktadır.
Zihinsel gelişime paralel olarak deneyden,
kuramdan yoksun ve tamamen aşk duygusuyla Tanrı’nın varlığını temellendirmek
geçerli bir kanıt oluşturamaz.
Duyguya dayalı duygusal
sezginin,[813] gözlem ve deneyin, akıl ve mantık
tarafından işlenerek akılcı sezgiye dönüştürülmesi şarttır. Böylece
Tanrı’ya ilk başta duygusal bir yönelim ve iman olsa bile (duygusal sezgi) bu
duyguların bir süre sonra işlenmesi gerekmektedir. Tanrı’nın sıfatlarını ve
özellikle fiillerini doğada gözlemleyen insan, araştırarak, kuramlar üreterek,
çıkan sonuçlara göre akılcı sezgiye ulaşır. Düzenlilik ve gayelikten
Tanrı fikrine giden bir çizgiye gelen insana, Tanrı’nın varlığını ispat eden,
teleolojik, kozmolojik, ahlakî deliller anlamlı hale gelir. Çünkü bu deliller
sadece duygusal değil aynı zamanda sınanabilir zihinsel deliller olur. İnsanlar
bu yolla, insan zihninin en üst ve gelişmiş soyut düşünme becerisiyle Tanrı’nın
varlığına ulaşır. Tanrı’nın varlığına dair kanıtlar böyle bir sürecin
sonuncunda geliştirilir. Mevlana’nın aşk tecrübesi gibi tamamen bireysel olan
ve sadece ‘kendisini doğrulayan’ sübjektif bir tecrübe değil, herkes için
anlamlı olan objektif bir biçime ve sınanabilir bir hipoteze dönüşür. Böylece akılcı
sezgici dinî tecrübede mantıksal çelişkiler ortadan kalkar ve Tanrı’nın
varlığına ilişkin deliller, kendi kendisini tekrar eden totolojik bir önerme
olmaktan kurtulur. Bu yolla bilgisel bir içeriğe kavuşur. Bu şekilde ifade
edilen ve başta ilkel olan soyut sembolik ifadeler akıl/mantıkla işlenmiş ileri
düzeyde soyut kavramlara dönüşür; ahlaka aykırı olmayan bir din anlayışı
gelişir.
B.1. Mevlana’da
Duygusal Sezgicilik
Mevlana’da din, duygu merkezli ve duygu kaynaklı sezgici
bir tecrübe ile tanımlanmaktadır. O, aşk duygusu ile ifade ettiği ve Tanrı ile
birleşmek diye açıkladığı yöntemin Tanrı’ya götüren tek hakiki yol olduğunu
ileri sürmüştür. Böylece aşkın etkisiyle mevcut din anlayışı (İslam) kurumsal
ve teistik bir din olmaktan çıkıp bireylerin duyguları ve tecrübelerine göre
tanımlanabilir hale gelmiştir. Mevlana bu nedenle kendi aşk tecrübesi
çerçevesinde dinî kavramları yeniden şekillendirmiştir. Aşk duygusuyla elde
ettiği bilgiye (marifet) dayalı böyle bir değişikliğin doğruluğunu ispat
etmek mümkün değildir, çünkü bu bilgi tamamen özneldir. Aşk duygusuna
dayalı bir bilgi anlayışı ortaya koymaya çalışan Mevlana, tecrübesini doğadan,
dinden, kıssalardan, masal ve hikâyelerden örnekler vererek anlatmaya
çalışmaktadır. Bu çabasının her ne kadar ‘rasyonel’ yollarla olduğunu söylese
de bu yolu istemeden ve gönülsüz kullandığını ifade eder:
Akıl ikiye
ayrılır, kazanılan akıl (mektepte öğrenilir, aklın artar, başkalarından daha
fazla akıllı olursun, fakat bu ezberlemekle de ağırlaşır, sıkılırsın!) İkinci
akıl Allah vergisidir, onun kaynağı candadır. Gönülden bilgi ırmağı coştu mu ne
kokar, ne eskir, ne de sararır!.. Tahsil ile elde edilen akıl, ırmaklara
benzer... O, şuradan buradan çıkar, evlere gider. Yolu kapandı mı çaresiz
kalır, akmaz! Sen, çeşmeyi gönlünde ara.[814]
Mevlana Tanrı’nın ‘bilinmesini’ değil ‘hissedilmesini’
istemektedir. Bu ise sadece gönülle/kalple olmaktadır. Gönül/kalp iki yöntemle
Tanrı’yı hisseder: ilki doğayı temaşa etmek (yüzeysel gözlem); ikincisi ise
insanın kendi benliğinde yaptığı gözlem (içsel gözlem). Asıl önemli olan iç
gözlemdir. İnsan kendi ruhunun farkına vararak onun asıl ruhtan, yani Tanrı’dan
geldiğini anlayarak kendisinin Tanrı olduğunu fark edebilir.[815] “Kendinden
geçmeye çalış da hemencecik kendini bul.”[816] “Kendinden geçtin,
varlığını bıraktın mı, ne yaparsan Allah yapar. ‘Sen atmadın Allah attı’
hükmüne girersin, eminsin”[817] demektedir.
Bu iç gözlem insanın kendi doğasını anlamak için yapılan ‘bilimsel’ bir gözlem
değildir o daha çok kendi doğasının Tanrı’yla kesiştiği noktalar ve birbiriyle
aynılığın keşfedilmesi üzerine odaklanan, içte yapılan ‘temaşa’dır. Yani
Mevlana’nın aşk tecrübesiyle oluşan insan zihninin yapısı, doğayı yüzeysel
(temaşa) gözlemlediği gibi doğanın bir parçası olarak kendi iç dünyasını da
yüzeysel (temaşa) gözlemlemekte ve doğasındaki Tanrısallığını araştırmaktadır.
Duygusal sezgici düşünceye insanın içgüdüleri yani limbik
sistem hâkimdir. Kontrol edilip, akıl-mantığın süzgecinden geçirilmemiş bu
duygular ‘bilimsel’ nitelikte değildir. Mevlana, dinî tecrübeyi sadece ‘aşk’
duygusuyla temellendirmekte böylece dinî tecrübe delilinin zayıflamasına yol
açmaktadır.
Mevlana’ya göre aşk tecrübesi herkesi kapsamaz. O zaman, bu
tecrübeyi sınırlı insanlar yaşayacağı ve anlayacağı için bunu Tanrı’nın
varlığına delil olarak göstermek veya dinî inanç gibi ifade etmek yanlış
olacaktır. Teistik dinlere bakıldığında özellikle de İslam dinî insanı sürekli
akıl yürütmeye çağırmaktadır. İbn Rüşd’ün dediği gibi İslam’daki nefsin
arındırılması doğru düşünebilmek, akıl yürütebilmek için gereklidir; yoksa tek
başına nefis eğitimi yetersiz olacaktır.[818]
Fakat Mevlana aşk tecrübesiyle marifete ulaştığını ve
çeşitli bilgiler elde ettiğini söylemektedir. Onun çoğu iddiasında zıtlıklarla
ve çelişkilerle dolu görüşleri vardır. Örneğin, Firavun ve şeytanın durumu,
çocuk olmak veya cebri kader ile ilgili görüşleri böyledir. Bu tür tecrübeler,
dinin yanlış olduğunu bildirdiği hususları doğru gibi göstermektedir.
Dolayısıyla Mevlana’nın tecrübe merkezli düşüncesi, doğruyu yanlıştan ayırt
edecek sabit/objektif bir ölçütten mahrum gözükmektedir. Çünkü Mevlana’nın
duygusal tecrübelerini değerlendirilirken akla uygun olup olmadığına ve vahyin
ne dediğine bakmak anlamsızlaşmaktadır. O dönemde Mevlana’ya bu tür
itirazlar yapılmış olmasına rağmen o, itirazları şiddetle reddetmiş ve aşk
duygusunun etkisiyle söylediklerinin doğru olduğunda ısrar etmiştir:
Fakihlerden zevk ve eğlenceye düşkün
olanlar: ‘Bir mahlûka secde etmek doğru değildir’ diyerek arkadaşları
kötülüyor. Mevlana: Ey kız kardeşi fahişe! Şeytan'ın hilesinden kurtarıp
hürriyetimi sağlayan ve bana yeniden hayat bağışlayan kimsenin önünde niçin
secdede bulunmayayım ve uğruna canımı feda etmeyeyim?
Diyerek insana (veli) secde etmenin doğruluğunu
savunmuştur.[819]
Mevlana’nın bilgi felsefesine göre yeni bilgiler duyu
verileriyle oluşmaz. Duyu verilerinin söyledikleri her zaman bizi
yanıltmaktadır. Duyu verileri bizi yanılttığı gibi, duyu verilerini
işleyerek bilgi üreten akıl ve mantık da bizi yanıltmaktadır. Çünkü bunlar
kıyasa dayanır, ilk kıyası yapan ise şeytandır. Şeytan, insan ile kendisini
kıyaslamış “onu topraktan beni ateşten yarattın” demiştir. İnsanın sadece
topraktan yaratılmış bir varlık olduğunu zannetmiştir. Sonuçta kıyas yapan akıl
aşk alanında çok söz söyleyememektedir. Akıl sadece görünen (zahiri) âleme
odaklanır, mana âlemini anlayamaz. Buna göre Mevlana her şeyi duygusal sezgiye
odaklayarak içgüdüsel tecrübeleri, akıl ve deney tecrübesinin önüne
koymaktadır.
Mevlana’da aşk tecrübesiyle meydana gelen sezgi bazen kısa
süreli, bazen de uzun süreli olabilmektedir. Bu duygusal sezgi, insanın
benliğini kaplayarak bütün dünya ve varlıklar bu duygunun etkisiyle
açıklanmaktadır. Böylece bu duygusal bağımlılığa ve alışkanlığa yol
açmaktadır. Bu aşk bağımlılığının azalmaması için Mevlana, çevresindeki
insanları müziğe, şiire, semaya, dansa yönlendirmiş erotik hikâyeler anlatarak
insanların kendisine olan bağımlılığını artırmıştır. Böylece tecrübeler bir
alışkanlık haline gelmiştir. Whitehead’ ın dediği gibi, alışkanlıklar ise
insanların çoğunu ikna etme gücünden yoksundur,[820] bu nedenle de delil olarak
nitelendirilemez. Yine Mevlana’nın aşk tecrübesiyle meydana gelen sezgide
Tanrı’nın yeri, tamamen gizemsel bir sezgi nesnesidir. Bu ise Tanrı’nın
varlığını ispat etmekten uzaktır.
B.2. Mevlana’da Akılcı
Sezgicilik
Mevlana aşk tecrübesiyle elde edilen sezginin
insanı hakikate götüreceğini söyler. Deney ve açıklamalara dayanan
epistemolojik faaliyetler sonucu oluşan, akla dayalı sezgiyi kabul etmez. Tanrı
hakkındaki bilginin araştırma ve rasyonel bir yorumla elde edileceğine
inanmayan Mevlana’ya göre, sadece aşk ve aşktan doğan gönül bilgisiyle/gönül
vahyiyle Tanrı’nın bilgisine ulaşabiliriz. İnsanın içine doğan ‘his’
insanı doğruya götüren ve mantıkla açıklanamayan bir histir. Akıl bunu
anlayamaz, aklî fonksiyon sadece ibadetleri yerine getirmede ortaya
çıkar. Riyazet ve ibadetler, aşk yolunda gerekli adımlardır, bu yöneliş insanın
aklını kullanmasıyla gerçekleşir. Bunun dışında aklın etkisi yoktur. Aşk
duygusuyla, akıl ve duyu verileri tamamen kapanmıştır ve birey tamamen iç
dünyasına (gönül/kalp) yönelerek Tanrı’yı içinde aramaya koyulmuştur. Sezgi
böylece aklın kontrolünde değil, gönlün/kalbin yani limbik sistemin/alt beynin
kontrolünde gelişmiş duygu ve hisse dayanan içgüdüsel bir sezgi meydana
gelmiştir. Mevlana’nın bu aşk sezgisinde evrenin, insanın, canlıların
derinlemesine tahlili yapılmaz, sadece yüzeysel (temaşa) gözlemler yapılır,
estetiğin veya sanatın/güzelliğin insanda uyandırdığı duygudan yola çıkarak
Tanrı’nın varlığına ulaşılır. Birey sadece hislerle hareket etmekte, duyu ve
akıl devre dışı kalmaktadır. Bu sezgi sadece duygunun temellendirdiği, akıldan
uzak ve sadece düşünmeyle elde edildiği için ‘zayıf kavrayış’ tır. Mevlana’nın
duygusal sezgisiyle evren temaşa edilmekte fakat zayıf kavrayışla zihne girmektedir.
C)
MEVLANA’NIN DİNÎ
TECRÜBESİNE GETİRİLEN
ELEŞTİRİLER
Mevlana’nın dinî tecrübesine bazı itirazlar
gelmiştir. Bu itirazları fakihler (medrese hocaları/ulema), kelamcılar
(Fahrettin Razi’nin takipçileri) ve her ne kadar aynı fikirleri savunsalar da
birbirlerine rakip oldukları için, zahit/kuramcı tasavvufçular (Şihabeddin
Yahya Sühreverdi’nin takipçileri: İbn Arabi ve onun kurduğu aşk dininin
mensupları, Sadreddin Konevi, Şeyh Evhadü’d-in Kirmani) ve Sühreverdiliğin
fütüvvet[821] teşkilatı
mensupları (Ömer Sühreverdi’nin takipçileri-Ahi Evren) olarak ayırmak
mümkündür.
O dönemde Mevlana’ya yapılan itirazlar genellikle aşk
tecrübesinin "bilgi verici" olduğu iddiası nedeniyledir.
Mevlana, aşkın etkisiyle, bazen vecd halinde bazen sema yaparken,
gece uykusuz halde söylediği şiirlerde kendisini adeta Tanrı ilan eder gibi
görünmektedir. Veliler zahiren insan gibi görünseler de insan değildir.
“Âşık ol, âşık, bırak şu sersemliği, padişah (Tanrı) oğlusun sen, ne vakte dek
tutsaklık?”[822] der ve
söylediği şiirleri “doğrudan Tanrıdan dinle” diyerek Tanrı’nın söylediğini
iddia eder. “Şu yamalı hırkamın içinde Allah var”[823] der. Bu nedenle kendisine ‘secde’
edilmesini istemektedir. İslam âlimleri (medrese hocaları) bu iddiaların
Kur’an’da olmadığına ayetlerden ‘delil’ getirmiş ve örnekler vermiştir.
Mevlana, bu ayetleri delil olarak kabul etmemekte ve bizzat kendisinin Tanrı
olması nedeniyle söylediklerinin delil yerine geçtiğini iddia
etmektedir. Yine kendisini peygamber/veli olarak görmekte, zaman zaman tıpkı peygamberlerin
mucizelerine benzer mucizeler gösterdiğini söylemektedir. Hud peygamber gibi
rüzgâra emir vermekte, taşı elmasa çevirmekte ve torununun beşikte konuştuğunu
söylemektedir.
Dönemin İslam âlimlerinin Mevlana’yı eleştirdiği ikinci
nokta ise, İslam’ın emrettiği ibadetlere yeni yorumlar getirmek suretiyle yeni
ibadetler ihdas etmesi ve bu ibadetlerin yapılmasını emretmesidir. O namaz
ibadetine ilave olarak sema (raks) yapmayı ve rebabı koymakta, haccın Kâbe’ye
gidilerek yapılmasına engel olmaktadır. Kendi dergâhına yapılan ziyaretin hac
ibadeti olduğunu söylemektedir. Zekâtın kendisine yani âşıklara verilmesini
ister. Bu değişikliklerin farkına varan âlimler onu şiddetle eleştirmiş ve
yaptıklarının ‘İslam dışı’ olduğunu söylemiştir. Hatta Mevlana ölünce vezir
Pervane’ye giderek İslam’ın ibadet anlayışını bozan bu uygulamalarını
yasaklamasını istemişlerdir.[824] Fakat
Pervane bu isteklerini reddetmiştir.
Başka bir itiraz da Mesnevi’yi Kur’an’dan üstün tutması
nedeniyledir. Yazdığı şiir kitabı Mesnevi’ye ‘Âlemlerin Rabbinden indirme’ ve
‘gönül vahyi’ demekte ve bu şiir kitabının kutsal kitap gibi kabul edilmesini
istemektedir. Çünkü aşk geleneğinin devamı olan Hz. Peygamber’in, yani İslam’ın
nöbeti bitmiş, peygamberlik ve din nöbetini kendisi devralmıştır. Bu iddiasını
kabul etmeyen İslam âlimleri, Mesnevi’nin kutsal kitap olmadığını söylemiş
fakat Mevlana onlara kızmış ve hakaret etmiştir:
Sultan Veled
buyurdu ki: Dostlardan biri babama: “Danişmentler, ‘Mevlana, Mesnevi’ye niçin
Kur’an diyor’ diye benimle münakaşa ettiler. Ben kulunuz, onlara cevaben
‘Mesnevi Kur’an’ın tefsiridir’ dedim, diye şikâyette bulundu. Babam bunu
işitince bir müddet sustu, sonra: ‘Ey köpek! Niçin Kur’an olmasın? Ey kız
kardeşi fahişe! Niçin Kur’an olmasın? Peygamberlerin ve velilerin söz kalıpları
içinde ilahî sırların nurlarından başka bir şey yoktur. Tanrı’nın kelamı
onların temiz yüreklerinden kaymıştır ve ırmak gibi olan dillerinden akmıştır.[825]
Yani İslam âlimlerinin itirazlarını önemsemeyen Mevlana,
hikâyeleri, şiirleri, masalları, Kur’an kıssalarını, sahabe hikâyelerini aşk
tecrübesiyle değiştirerek oluşturduğu, çoğuna nazire yaptığı, şiir kitabının
kutsal kitap olarak kabul edilmesini istemiştir.
Görüldüğü gibi o dönemde Mevlana’ya yapılan itirazlar,
sadece İslam’ın emirleri çerçevesinde değerlendirilip ele alınmış, itirazlara
her zaman ayetlerden yola çıkarak delil getirilmiştir. Fakat felsefi,
psikolojik, sosyolojik yönleriyle eleştirilip değerlendirilmemiştir.
Mevlana’nın aşk tecrübesi kabul edilse bile bunun bir bilgi
değeri taşıdığı ve tecrübenin doğru olduğu söylenebilir mi? Martin’e göre
bu tür tecrübeler ispatlanamaz ve tecrübe sadece o kişiyi bağlar.[826] Bu nedenle
Mevlana’nın aşk tecrübesiyle insanları dinî bir öğretiye, bir ahlak ve din
anlayışına sevk etmesi problemli gözükmektedir. Çünkü bir tecrübenin yaşanmış
olması, onun bilgi verdiği veya bilgi değeri olduğu anlamına gelmeyecektir.
Yine Mevlana’nın dinî tecrübesinin, Tanrı’nın varlığına
delil olduğunu söylemesi ve bizzat kendisini tecrübe edenlerin Tanrı’yı
gördüğü iddiası da kabul edilemez gözükmektedir. Çünkü Mevlana aşk duygusunun
etkisiyle her şeye ‘aşk’ ile bakmakta ve her şeyde ‘aşk’ı görmektedir. Vahdeti
vücutçu öğretiye uygun olarak onda her şey ‘aşk’tır. Kendisi de bizzat bu
aşktan meydana gelmesinden dolayı Tanrı olmaktadır. Aslında ‘Her şey o’dur.
(Heme ost). Fakat bunu sadece veliler fark edebilir. Bu farkındalıktan dolayı
ona secde edilmesi gerekir. Daha önce de ifade edildiği gibi Mevlana’ya
duygular hâkimdir ve duygusal zihin yapısı çocukta olduğu gibi ben-merkezcidir.
Bu zihin yapısında varlığın merkezine kendisini koyan insan, kendisini
varlıktan ayıramaz. Her şeyi kendisi için yapılıyor zanneder, gerçeklik algısı
bozulur; gerçeği rüya, rüyayı gerçek gibi düşünür. Mevlana’da da aynı düşünme
biçiminin olduğunu söylemek mümkün gözükmektedir. Çünkü kendisini varlıktan,
Tanrı’dan, diğer canlılardan ayıramamaktadır. Böylece kendisini Tanrı gibi
düşünmekte ve ‘ene’l hak’ iddiasının doğruluğunu savunmaktadır.
Dinî tecrübelerin kişinin iç dünyasında büyük bir değişiklik
yaptığını ve bireyi faziletli bir hale dönüştürdüğü söylenerek dinî
tecrübelerin doğruluğu kanıtlanmaya çalışılmaktadır. Meyve ölçütü[827] olarak isimlendirilen
bu ölçüte göre Mevlana’nın tecrübesi değerlendirilmelidir. Aşk tecrübesi
Mevlana’da kutsallık hissi uyandırmış ve kendisini Tanrı ile özdeş olarak
görmesine neden olmuştur. O, bizzat Tanrı/veli anlayışına uygun olarak
kendisine ‘secde’ edilmesini istemektedir. Aşk, âşık ve maşuk olmasından dolayı
kendisini Tanrı/veli gibi görür ve âşıkların yani aşk dinine giren müritlerin
Tanrı/veli’ye hizmet etmelerini şart koşar. Aşk tecrübesini kabul eden
insanları koruyup kollayan, onlara iş bulan, medreselere yerleştiren Mevlana,
tecrübesini inkâr eden kişileri ise aşağılamakta ve ‘insan görünümlü hayvan’ olarak
nitelendirmektedir. Veliyi inkâr edenler ‘insan görünümlü hayvan’dır. Bu en alt
grubun öldürülebileceğine, kadınlarının ve çocuklarının esir edilebileceğine
dair fetva verir. Bu nedenle Mevlana’nın ahlak anlayışı evrensel olmaktan
uzaktır. Onun ahlak anlayışı sadece kendi tecrübesini kabul edenlerle
sınırlı kalmakta onların dışındaki insanlara her türlü kötülüğün yapılması
için ‘fetva’ vermekte, onları eşek, şeytan, orospu karılı köpek, hain, kurt,
kız kardeşi fahişe... vb. sözlerle aşağılamaktadır. Aşka inanmayan ve
iddialarını yalanlayanlara edepsiz diyerek onları edebe mugayir bir şekilde
edebe davet etmektedir: “Ümmetten gönülleri zayıf olanların bu sırları bilmeye
tahammülleri yoktur. Bunlar, Tanrı’nın hikmetinden habersiz, beşer suretinde
eşeklerdir.”[828] Ayrıca Şems
sadece Müslümanları değil âşıkları da aşağılamış kendisine kavun ikram eden
âşıkların kafasına kavunun kabuğuyla vurmuştur.[829] Yine Şems başka bir yerde
insanlara ahlaksız yaklaşımını şöyle dile getirir: “Ben yüz yıllık bir kâfire
sövsem mümin olur. Mümine sövsem veli olup cennete gider.”[830] Mevlana bu sövme işine
Mesnevi’de şöyle değinir: “Akıl bana sövse razıyım. Çünkü benim feyiz
vericiliğimden bir feyze sahiptir. Onun sövmesi faydasız değildir. Gönlün
aydınsa şunu iyice bil: Eşek götünü öpmede bir lezzet yoktur!”[831] Burada eşek
ifadesiyle dönemin İslam âlimleri kastedilmektedir. Böylece Mevlana’nın aşk
tecrübesinde meyve ölçütünün pek geçerli olmadığını aşk tecrübesinin onu ve
müritlerini daha ahlaklı değil tam tersine ben-merkezci düşünme biçimine
paralel olarak kuralsız, iyi-kötü ayırımı yapamayan insan tipine dönüştürdüğü
söylenebilir. Kohlberg, bu döneme gelenek öncesi düzey der[832]. Bu düzeyde
iki evre vardır. Birinci evre itaat ve ceza evresidir. Mevlana,
aşk tecrübesinde doğru/yanlış, helal-haram, iyi kötü ayırımı yapmadığı, tek tip
ve yüzeysel bir düşünce ona egemen olduğu için olgu ve olayların sadece
sonuçlarına bakarak karar verir. Ayrıca Mevlana doğru ve yanlışı kendi
çıkarına uygun olup olmadığına bakarak belirlemektedir. O hayatındaki her şeyi
karşılıklılık ilişkisine[833] göre
belirler. İkinci dönem ise saf çıkarcı evredir. Başkalarının
davranışlarını değerlendirirken; niyetleri, gereksinimleri veya duyguları
dikkate almaz, yalnızca gözlenebilir sonuca bakar.[834] Aşk dinini kabul eden âşıklara
iyi davranırken Müslümanları aşırı derecede kötüleyerek hakaret eder. Bunun en
açık örneğini torunu Ulu Arif Çelebi’nin davranışlarında görmek mümkündür. O,
‘Alkolik’ olan, içki meclislerinde sürekli içen biridir.[835] Kendisi dışında âşıklık iddia
eden kişileri tehdit etmiş ve bu kişiler onunla görüştükten kısa bir süre sonra
meçhul bir şekilde ölmüştür. Yine bir kadınla ahlaksız bir ilişki yaşamış,
kendisine yanlış yapan bu kadının tüm af dileyip yalvarmalarına aldırış etmeden
yakında öleceğini söylemiş ve ne tesadüf ki kadın kısa bir süre sonra ölmüştür.[836] Tıpkı
dedesi gibi Moğollarla işbirliğini sürdürmüş ve Hıristiyanlarla dostluğunu
devam ettirmiştir.[837]
Sonuç merkezli aşk tecrübesi ele alındığında bu delilin
doğruluğunu gösterecek bir işaret yoktur. Çünkü bireyler üzerinde olumlu değil,
bilakis olumsuz sonuçlar doğurmuş toplumu duyguların hâkimiyetine
sokmuş, kuralsızlık kural haline gelmiş, insanlar okuma-yazma kültüründen
koparak şifahi kültüre yani İslam’dan önceki cahiliyeye benzer bir
döneme tekrar sürüklenmişlerdir. Bunun tesiri bir sel gibi Osmanlı toplumunu
hâkimiyeti altına almış ve bu nedenle Mustafa Armağan, Osmanlı toplumuna
matbaanın geç gelmesini toplumun şifahi özelliklere sahip olmasına
bağlamıştır.[838]
İnsanların beyin yapısı aynı olduğu için aşırı duygusallık
ve bunun aklı ve mantığı ele geçirerek zihni tamamen kontrol altına alması
bütün insanlarda aynı
olmaktadır. Bu özellik herkes için geçerlidir. Bundan yola
çıkarak mistik düşünce yapısının her insanda potansiyel olarak var olduğunu
söylemek mümkündür. Fakat bu çalışmada, teistik dinlerin kavramlarıyla
yorumlanan mistik tecrübeler başlığında ifade edildiği gibi, mistik tecrübeler
ifade edilirken teistik dinlerin kavramları ve iddiaları ele alınıp mistik
çerçeve (yani aşka göre) biçimlendirilmektedir. Mevlana İslam kültürü içinde
yetişmiş bir mistik olduğu için aşk tecrübesini İslam kavramlarıyla dile
getirmiştir. Fakat düşünce olarak asıl tutum mistiklerin düşünme biçimlerine ve
davranışlarına benzer. Aşırı duygusal eğilimler bütün insanlarda aynı etkileri
gösterdiği için bu aşk duygusu tecrübenin evrensel olduğu anlamına gelmez.6-2
Dolaysıyla bu evrensel özellikten yola çıkarak aşk tecrübesinin doğru olduğunu
ve Tanrı’nın varlığına delil olduğunu söylemek mümkün görünmemektedir.
Son olarak Mevlana’nın dinî tecrübesinin Tanrı hakkında
delil sayılıp sayılamayacağı hakkında sağlıklı karar verebilmek için onun
tecrübesini kutsal kitap, peygamberlik, zihin kuramları ve genel ahlak
anlayışı açısından kısaca değerlendirmek istiyoruz.
(1) Mevlana’nın aşk tecrübesi, İslam
dininin kutsal kitabı Kur’an-ı Kerim’i Mesnevi’ye göre ikincil bir öneme
indirgemiş; dinî açıdan ölçüt olarak Mesnevi’yi öne çıkartmıştır. Ayrıca
Mesnevi’de merkeze aldığı ahlakî yaklaşımı, Kutsal Kitabın ahlak anlayışına uymamaktadır.
Mevlana Kur’an’ın dışında ve ona uymayan bir ahlak anlayışını benimsemiş
gözükmektedir. Bu ahlak anlayışında bazı insanları insan olarak kabul etmemekte
ve onlara her türlü kötülüğün yapılmasına izin vermektedir. O devlete düşman
olan Moğollarla işbirliği yapmaktan çekinmemekte, dönemin âlimlerine ağza
gelmeyecek her türlü ahlaka aykırı ifadeyi kullanmaktadır. Dolayısıyla onda
genel ahlak açısından kuralsızlık, kural haline gelmiş ve aşk duygusunun
etkisiyle kurumsal dinî değer ve ahlaki kriterler önemini kaybetmiştir.
(2)
Peygamberlik
kurumu açısından değerlendirdiğimizde;
Mevlana kendisini peygamberliğin devamı niteliğinde bir veli olarak
görmektedir. Ona göre [839]
peygamberler, ‘insan görünümlü nur’ yani Tanrı olduğu için, kendisi de nur yani
Tanrı’dır. Onun bu görüşleri vahdet-i vücud anlayışının ışığında yorumlanması
halinde, kendisini veya peygamberleri, literal anlamda tam olarak, Tanrı ile
özdeş görmediği değerlendirilebilse bile, mevcut Tanrı/peygamber anlayışına
uygun olarak o, kendine has yeni tutumlar geliştirmiş; peygamberleri ‘mucize
gösteren sihirbaz, kâhin’ olarak anlatmış, kendisini de kerametler gösteren
insanüstü varlık olarak tanıtmıştır. O hiçbir zaman peygamberin insani
özelliklerine değinip Kur’an’da peygamberin sadece bir insan olduğu fikrine
vurgu yapan ayetleri eserlerinde kullanmamış, peygamberin Tanrı olduğunu
ispatlayabilmek için Kur’an ayetlerini bağlamından kopararak aşk tecrübesine
göre okumuştur. Bu nedenle Mevlana’nın tutumları, gelenekte kabul gören normal
bir din adamı tutumuna aykırıdır; İslam’ın açık ana ilkeleriyle tam olarak
örtüşmemektedir.
(3)
Duygu
merkezli aşk tecrübesinde, insanın beynine hâkim olan duygular yani limbik
sistem prefrontal lobu kontrol etmeye başladığı için[840] bu tür bir tecrübede rasyonel/bilimsel
bir yön aramak faydasızdır. Nicholson “şairin mantığını eleştirmek
anlamsızdır”[841] diyerek
buna dikkat çekmiştir. Duygularıyla hareket eden insanı akıl-mantık yoluyla
ikna edemezsiniz[842] diyen
Goleman da aynı şeye dikkati çekmektedir. Duygular akıl ve mantığı kullanarak
her işini ‘rasyonel’ göstermeye çalışır ve ‘kendi çıkarları doğrultusunda’
kullanır.[843]
Duyguların etkisinde ve ben-merkezci bir düşüncenin ve bu
tür bir zihin yapısının evrensel ahlaki ilkelere uygunluğunu beklemek de
anlamsız olacaktır. Bu tür bir ahlak rasyonel alt yapısı olmayan, somut ve
soyut işlemler dönemiyle biçimlenmemiş bir ahlak olduğu için ‘Her ne kadar
söylemler evrensel gibi görünse de’ evrensel değildir. Bu duygu temelli ahlak,
olaylara, durumlara ve kişilere göre değişkenlik gösteren, ‘geçişli’
(transductif) düşünce yapısına uygundur.[844] Kurallar ve insanlar arası
ilişkiler rasyonel temele uymaktan ziyade olayların gidişatına ve insanların
birbirine olan tutumlarına göre şekillenir. Bir olayda farklı, başka bir olayda
farklı tepkiler olur, değişir. Bunun en açık örneğini Mevlana’nın tutumlarında
görmemiz mümkündür. Kur’an’da kesin bir ifadeyle insan ayırmaksızın getirilen
içki yasağını Mevlana değiştirerek bazı insanlara ve durumlara göre
değiştirmiştir. İçki içme yasağının bazı insanlar için geçerli olmadığını
söyleyerek geçişli (tranductif- kişiden kişiye, olaydan olaya, durumdan duruma
göre değişen) düşünce yapısına uygun şekilde bir kural getirmiştir. Yine bazı
ahlaksız davranışları âşıkların yapmasında bir sakınca görmemekte ve onların
her türü işi yapabileceğini, çünkü özel durumları olduğunu söylemektedir.
Âşıkları edepsizlikle suçlayanlara Mevlana’nın cevabı şöyledir:
Kemale
ermeyenlerin Allah’a karşı yürüttükleri bu kıyas yok mu? Aşk coşkunluğundan
ileri gelen bir şeydir. Edebi, terbiyeyi terk etme değil! Âşığın nabzı, edepten
dışarı atar. Âşık kendini padişahın terazisine kor, sevgilisinin tapısına
varır. Dünyada ondan edepsiz, ondan terbiyesiz kimse yoktur. Fakat hakikatte
ondan terbiyeli, ondan edepli kimse de yoktur.[845]
Yani âşık istediği zaman edepsizlik yapabilir, fakat onun
edepsizliği aslında aşk yüzündendir, aşkın coşkunluğundan kaynaklanmaktadır
yoksa terbiyesizlikten veya edepsizlikten değildir.
(4)
Mevlana’nın
düşünce sisteminde ahlak alanında aşk’ın dışında iyiyi kötüden ayırt edebileceğimiz
her türlü ölçüt kaldırıldığı için, “aşk” adına yapılabilecek her türlü “gayri
ahlaki” davranış ahlaken onaylanır hale gelmektedir. Bu düşünce sisteminin
ahlak alanındaki mantıki sonucunun, aşırı bir ahlaki rölativizm veya ahlaki
nihilizm olacağını değerlendirmek mümkün gözükmektedir. Mesela insan öldürmek,
Kur’an’a göre bütün insanlar için yasaklanan evrensel bir ilke olarak kabul
edilmişken Mevlana aşk dinini inkâr edenlerin ‘kanları mubahtır’[846] diyerek
insan öldürülmesine bir ‘istisna’ getirmektedir. Buna benzer birçok örnekte
Kur’an’ın evrensel ahlak ilkeleri, aşk tecrübesine göre yorumlanarak
değerlendirilmiş ve geçişli zihne (transductif) göre şekillendirilmiş
bir ahlak/kural oluşturulmuştur. Bu özelliğinden dolayı Mevlana’nın dinî
tecrübesini Tanrı’nın varlığına delil olarak kabul etmek mümkün
gözükmemektedir.
Dinî
tecrübelerin dikkat çeken diğer bir özelliği teistik dinî tecrübeler (vahiy,
ibadet, dua... vb.) ile mistik tecrübelerin (aşk, huşu, vecd, fena... vb.)
birbiriyle aynı olduğu iddialarıdır. Bu iddia, bu çalışmada dinî tecrübelerin
yeni bir sınıflandırmayı gerektirdiğini ortaya çıkarmıştır. Dinî tecrübeler dinlere
göre yeniden sınıflandırılmıştır: Teistik
dinî tecrübe, mistik tecrübe ve teistik dinlerin
kavramlarıyla tanımlanan mistik tecrübeler. Teistik din
mensupları; mistik tecrübeleri ve buna benzer iddiada bulunanları genellikle eleştirmiş
veya bu tür iddiaların dinden çıkmaya neden olduğunu söylemiştir. Örneğin
Yahudi geleneğinde Spinoza ve Sabetay Sevi buna örnek verilebilir. Dinî
gelenek, insanlara dinin vaz’ettiği belli bir ibadet, dua ve ritüel dışında
olan tecrübelerin (aşk, vecd, birlik... vb.) din dışı olduğunu söylemekte ve bu
tür tecrübeleri kontrol altına almaya çalışmaktadır.
Dinî tecrübeler söz konusu olduğunda en önemli
problemlerden biri, dini ve mistik olan tecrübenin nasıl ayrılacağı ve bunu
oluşturan ana etmenlerin ne olduğuyla ilgilidir. Dinî tecrübelerin ortaya
çıkmasında temelde üç etken olduğuna değinilmiştir: Psikolojik durum, kültürel
bağlam ve dinî inanç.
Teistik dinlerin insanlardan beklentisi temelde aynı
olmasına rağmen dinî tecrübeler yüzyıllar boyunca değişmiş ve din dışı birçok
mistik tecrübe dinî gelenekte ortaya çıkmıştır. Dönemin din otoriteleri
tarafından dine büyük bir tehdit olarak algılanan bu tecrübeler de dinî tecrübe
sorununun başka bir boyutunu teşkil etmektedir.
Dinî tecrübeler üzerinde yapılan araştırmalar iki noktada
yoğunlaşmaktadır. Birincisi, tecrübelerin psikolojik olduğu ve dolayısıyla
önemli olanın birey için faydası ve onda meydana getirdiği olumlu değişim
şeklinde açıklanabilir. İkincisi ise, tecrübeyi oluşturan sosyolojik etmenlerin
son derece önemli olduğu ve toplumun dinî tecrübeyi ortaya çıkarması gibi dinî
tecrübenin de topluma yön verdiği noktasında toplanmaktadır. Bu iki temel
özellikten farklı olarak her iki tarafı değişik oranda etkileyen dinî inançtan
da söz edilebilir.
Mevlana’nın aşk tecrübesinde psikolojik, sosyolojik ve dinî
yön tek tek ele alındı. Aşk tecrübesini oluşturan, insanın asli niteliğine ve
kaynaklarına dönmesi gerektiğini düşünen Mevlana, aşk yolundaki engelleri
sıralamakta, onlara dikkat çekmekte ve mutlaka bunların aşılması gerektiğini
düşünmektedir. Ancak onun tecrübesindeki ağırlığın aşkın nasıl yaşanması
gerektiğini anlatmaya çalışmak olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Mevlana, Mesnevi’nin ilk on sekiz beyitinde düşüncesini ve
ne yapmak istediğini gözler önüne sermektedir:
Dinle, bu ney nasıl şikâyet ediyor;
ayrılıkları nasıl anlatıyor: Beni kamışlıktan kestiklerinden beri feryadımdan
kadın erkek/herkes ağladı. İştiyak derdini anlatmak için, ayrılıktan parça
parça olmuş sine istiyorum. Aslından/vatanından ayrı kalan, tekrar kavuşma
anını arar.
Mevlana insanın aslına, özüne dönmesini istemektedir. Ancak
bu öze dönüş ve farkındalık farklı özellikler arz etmektedir. İnsanın özünün ne
olduğu bu noktada önem arz etmektedir. Ona göre öz “insana ruhumdan üfledim”
ayeti gereğince Tanrı’nın ruhu yani Tanrı’nın kendisi olmaktadır. Böylece
Mevlana bir parçayı (insan) bütünle (Tanrı) özdeş kılmaktadır. Zamanla onda
antropomorfik yani velinin Tanrı’yla bir olduğu şeklinde İslam’a aykırı bir
Tanrı anlayışı ortaya çıkmıştır. Mevlana gibi mutasavvıflar zaman zaman
Tanrı’nın ulûhiyetinden bahsetse bile bu sadece dönemin din otoritelerinden
korktuğu içindir yoksa onlarda koşulsuz Tanrı- insan birliği vardır.
Mevlana’nın düşünce aşamalarına bakıldığında tüm İslam
kavramlarının yeni anlamlar kazandığı görülecektir. Bu durum aşk tecrübesi
yaşayan için son derece doğaldır. İslam’a ait bir kavramın geçmişte kaldığı
için yetersiz olduğu ya da zamanla ‘taklit’e dönüştüğünü fark eden Mevlana o
kavramları aşka göre yeniden tanımlamaktadır. Bu şekilde, dinsel kavramlar hem
taklitçi din anlayışından uzaklaşmış; hem de ‘aşk’la dinin gerçek ‘mana’sı
anlaşılmış olur.
Öze (asla/vatana) ve kaynağa dönmeyi, onun farkına
varılmasını isteyen Mevlana, bu amacı gerçekleştirmenin yolu olarak tamamen
duyguya dayalı aşk yolunu karşımıza çıkarmaktadır. Yapılan eleştirileri dikkate
almadan, dinsel kavramlara köklü değişiklikler getiren Mevlana’nın tecrübesinin
psikolojik temeline inmek gerekmektedir. Duyguya dayalı böyle bir tecrübede
akıl/mantık önemsenmemekte ve paradoksal ifadeler, tutarsızlıklar, zıtlıklar,
çelişkiler... vb., Mevlana’nın ifade ettiği ‘aşk duygusu’yla, anlamlı hale
bürünmektedir. Buradaki ‘aşk tecrübesinin tamamen mistik bir nitelikte
olduğunu belirtmek gerekmektedir.
Piaget’in zihinsel gelişim kuramlarına göre; Mevlana’nın
mistik tecrübe anlatımı, onda duygusal mantığın ortaya çıkmasına neden
olmaktadır. Onun düşüncesinde akıl/mantık dışı birçok yaklaşım ve bununla
bağlantılı olarak bozuk bir insan, Tanrı, Kur’an ve peygamber anlayışı ortaya
çıkmıştır. Mevlana’nın mantığının asli karakteri duyguyla biçimlenmiş ‘çocuksu"
bir mantık olmaktadır. Bu çocuksuluk onun bütün eserlerinde göze çarpmaktadır.
Mevlana, genel olarak tecrübesinin evrenselliğini
savunmuştur. Aşk dini (mistisizmi) olarak anlattığı bu tecrübe, dinler üstüdür
ve gönül vahyine dayanır; bu sebeple kutsal kitabının Mesnevi olduğu bir din
ortaya koyar. Ona göre aşk, insanın evrende içkin olan Aşk’ı tecrübe etmesiyle
ortaya çıkan ve sonra kendi içinde farkına varmasıyla, yani özündeki aşkı
keşfetmesiyle, devam eden bir süreçtir. Aşk dinini bu şekilde tanımlayan
Mevlana, tüm dinlerin aşktan doğduğuna inanmaktadır. Onun deyişiyle: “Bence
bütün şeriatlar, bütün dinler birdir. Bence yüz binlerce yılla bir saat aynı.”[847]
Mevlana’ya göre gerçek bilgiyi elde edenler aşk tecrübesi
yaşayanlardır. Zira o, aşkı tek bilgi verici kaynak olarak görmektedir. Böylece
gerçek bilgiyi doğrudan elde edenler, âşık olan veliler olmaktadır. Sıradan
insanlar aşk tecrübesi yaşayabilmek ve gerçek bilgiyi elde etmek için velileri
‘dinle’mekle yükümlüdür. Çünkü Tanrı hakkında bilgi sahibi olmak ve onu görmek veliyle
mümkün olur. Veliyi dinleyenler ve görenler Tanrı’yı dinlemiş ve görmüş olur.
Böylece Mevlana toplumu şifahi kültüre (sözlü) döndürmüş, okuma-yazma ve
akıl yürütmenin ‘şeytan’ işi olduğunu söyleyerek[848] yazılı kültürden
uzaklaştırmıştır. Tanrı’ya yüklediği nitelikler göz önüne alındığında,
Mevlana’nın ulûhiyet anlayışının İslam’ın ulûhiyet anlayışına benzediğini
söylemek zordur. O, İslam’ın Tanrı merkezli iman anlayışını, veli (Tanrı-veli)
merkezli aşk imanı haline getirmiş, velilere yapılan kulluğun gerçek
kulluk olduğunu savunmuştur. Tanrı’yı sembolik bir tarzda ve aşk olarak
yorumlamaktadır. Bu yönüyle Platon’un Eros (Aşk Tanrısı)una benzemektedir.
İslamî anlamda Tanrı’dan insana verilen bir mesaj olan vahiy, Mevlana’nın
düşüncesinde insanın içinde ortaya çıkan bir ‘gönül vahyine"
dönüşerek vahiy kavramı, insan kaynaklı olmuştur. Aşk, dıştan gelen değil, içte
gelişendir.
Vahiy anlayışına paralel olarak Mevlana’nın düşüncesi
gözden geçirildiğinde görülecektir ki, teistik anlamda bir peygamberlikten söz
etmek de son derece güçtür. Çünkü kendi benliğini keşfeden ve özünde aşkı bulan
herkes ‘gönül vahyi’ alabilir ve aşk peygamberi olabilir. Bu bağlamda, Musa,
İsa, Muhammed aşk peygamberleri olduğu gibi, Ömer, Osman, Ali, Hallac,
Bayezıd-ı Bistami... vb. kişiler de aşk peygamberleridir ve kendisi de bu
halkanın bir parçasıdır.
Onun aşk tecrübesinin başka bir yönü de, uyuşturucu ve içki
ile kurulan yakın ilişkisi nedeniyle, tıbbi yönüdür. Beyitlerine ve ilgili
diğer eserlere bakıldığında uyuşturucu ve içkiyle olan tecrübeler
betimlenmektedir. Bu nedenle uyuşturucu/içki tecrübelerinin, aşk"a
kaynaklık etmesini imkân dâhilinde gören değerlendirmeler vardır. Çünkü tıbbi
açıdan bazı dinî tecrübelerin, maddi nedenlere (uyuşturucu, içki, manik,
depresyon, şizofreni. vb. hastalıklar) bağlı olarak açıklanması da ihtimal
dahilinde gözükmektedir. Uyuşturucu ve içki, Mevlana’nın beyitlerinde hem
gerçek hem de mecaz anlamda kullanılmaktadır. Bu ise bazı tecrübelerin maddi
nedenlerini da aramayı hem gerekli hem de haklı kılmaktadır. Döneminin
tasavvuf, tekke ve tarikat kültürü dikkate alındığında ve Şems’in Kalenderi
meşrep bir derviş olduğu düşünüldüğünde Mevlana’nın tecrübesinin uyuşturucu
veya içkiyle ilişkisinin özel olarak incelenip değerlendirilmesi gereken bir
konu olduğu anlaşılmaktadır. Bu bağlamda bizzat Mevlana’nın kendisinin,
öğrencisine haşhaş kullanmayı tavsiye etmiş olması[849] da anlamlıdır.
Mevlana’ya göre Tanrı’nın varlığına tek delil olan Aşk,
evrende içkindir ve insanı kuşatır. Bu kuşatma sonucu insan da, evrendeki
canlı/cansız nesneler gibi, aşkın bir ‘görünüşü’ haline gelir. Aşk’ın bu yönü,
ona ayrıca başka bir delil getirmeye ihtiyaç duyurmaz. Ona göre aşktan
hareketle insan; tabiatta, kendi varlığında, veli’de, dinde (mucize/keramet)
Aşk’ı (Tanrı’yı) görür.
Mevlana’nın Tanrı’nın varlığına getirdiği bu delil
anlayışı, klasik teistik dinlerin delillerin akıl/mantık temelinden uzak,
duyguyu esas alan bir açıklamadır. Burada diğer delillerde olan akıl öğesi yok
sayılmaktadır. Zira Mevlana’ya göre akıl, metafizik alanda yetersizdir. Bu
nedenle Tanrı’ya delili; akıl yürütmede ve mantığı kullanmada değil, aşkta ve
gönülde aramak gerekir. Akıl yürütme ‘şeytan’ işi[850] olduğundan,
bilginin kaynağı okuma/yazma ve araştırma olamaz.
Mevlana’nın dinî tecrübe delili, duygu ile açıklanması,
tecrübeyi yaşayan öznenin içindeki derin farkındalığa dayanması açısından
önemlidir. Böylece tecrübe insan kaynaklı olur. Ancak, böyle bir tecrübenin
Tanrı’nın varlığına delil olması için bir ölçüt olmalıdır.
Aşk tecrübesiyle şekillenen Mevlana’nın düşüncesinde,
dinler ve kutsal kitaplar aşk dininin bir parçası olarak ele alınmaktadır. Aşk,
her devirde ve dönemlerde farklı şekillerde ve biçimlerde ortaya çıkmaktadır.
Geçmişte Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam şeklinde göründüğü gibi en son da
aşk dinî şeklinde ortaya çıkmış ve ‘nöbet’ kendisine geçmiştir. Nasıl bir
peygamberin şeriatı diğerlerinden farklıysa aşk dininin peygamberi olarak
kendisinin koyduğu şeriat da farklıdır. Bu nedenle Mevlana, Kur’an’dan ayetleri
delil olarak gösterenleri ve kendisine itiraz edenleri dikkate almaz şöyle der:
“Dünle beraber gitti cancağızım ne kadar söz varsa düne ait. Şimdi yeni
şeyler söylemek lazım.”[851] Gerek bu
düşüncesi nedeniyle gerekse eserlerindeki anlatım dikkate alındığında onun
tecrübesinin Kur’an’ın öngördüğü din tasavvuruna uygun olmadığı söylenebilir.
Mevlana’nın düşüncesi bir bütün olarak dikkate alındığında
rasyonel düşünceye aykırı bir niteliğe sahip olduğu görülür. Mevlana’da
inançlarını akla, bilime ve mantığa dayandırma yerine; aşka, duyguya ve gönüle
yönelme hali vardır. Bunun en önemli sebeplerinden biri, dinin kaynağını dışta
yani Tanrı’da arama yerine insanda (kendinde) yani gönülde aramasıdır. Bunun
insan psikolojisi disiplinindeki/dilindeki karşılığı “Ben-merkezci düşünce”dir.
Bu şekilde anlaşılan mistik bir düşüncede rasyonellik ve bilimsellik aramak
boşuna bir uğraştır. Mevlana’nın ahlak anlayışı, şeklen çok iyi gibi
görünmesine ve edebe sürekli vurgu yapmasına karşılık, içerik olarak aynı
özelliklerden yoksundur. Her şeyden önce ahlakta bulunması gereken evrensellik
öğesi ihmal edilmektedir. Mevlana olaydan olaya, kişiden kişiye değişen ahlaki
yargılara sahiptir. Buna Piaget’in zihinsel gelişim kuramlarında “Transductif
Düşünce” adı verilmektedir; bu ise Mevlana’nın belli bir mürit grubuna
(âşıklar) dinin emirleriyle ilgili farklı fetvalar, bu grup dışındaki insanlar
için farklı fetvalar vermesine yol açmıştır. Örneğin, içki içmeyi
müritlerine/dostlarına (Şems’e) helal sayarken, bazı insanlara haram demiştir.
Yine müritlerinin yaptığı genel ahlak kurallarına aykırı bazı davranışların
onlar için ahlaksızlık olmadığını savunmuştur. Kısaca ifade etmek gerekirse;
Mevlana’nın dinî tecrübesi, Tanrı’nın varlığına delil olabilecek aklî
kriterlere sahip olmadığı için, teistik bir delil olarak kabul edilmesi mümkün
görünmemektedir.
, Divan, (Çev. Abdülbaki Gölpınarlı),
inkılap ve Aka Y., İstanbul, 1974.
, Divan-ı Kebir, 1-7.cilt, (Ed. Emre Yalçın), Türkiye İş Bankası Y., 2007
,Divan-ı
Kebir’den Seçmeler, 1-4. cilt, http://www.semazen.net/download
detail.php?id=6
, Mevlana’nın Rubaileri, (Der. Ahmet
Metin Şahin), Irmak Y., I. Basım, İstanbul, 2008.
, Mevlana’dan Seçme Rubailer, (Haz.
Abdülbaki Gölpınarlı), MEB Y., İstanbul, 1945
Mesnevi, (Çev. Adnan Karaismailoğlu), Akçağ Y., 7. Baskı, Ankara,
2009.
Mesnevi, (Çev. Veled
İzbudak), MEB Y., 1991
Masnavi-i
Manavi, (Çev. E.H. Whinfield),
Omphaloskepsis P. , 2001
,Fîhi Ma Fih, (Çev. Ahmet Avni Konuk), Haz. Selçuk Eraydın, İz Y.,
İstanbul, 2013.
Mecalis-i Sab’a (Yedi Meclis), (Çev. Abdülbaki Gölpınarlı), Konya Turizm Derneği Y.,
Konya,1965.
, Mektubat, (Çev. Abdülbaki
Gölpınarlı), inkılap ve Aka Y., İstanbul, 1963.
Ablay Mehmet Necati, “Mevlana ve Goethe;
Panteizmin İki Büyük Temsilcisi”, I. Milletlerarası Mevlana Kongresi,1987.
Açıkgenç
Alparslan, Bilgi Felsefesi, İnsan Y., İstanbul, 1992.
Afifi A.E., Muhyiddin İbnu’l Arabi’nin
Tasavvuf Felsefesi, (Çev. Mehmet Dağ), Ank.Ü.İ.F.Y., 1974.
Ahi Evren, Tasavvuf Düşüncenin Esasları
(Tabsiratü’l-mübtedi ve Tezkiretü’l-müntehi- Şeyh Nasirü’d-din Mahmud
el-Hoyi-Ahi Evren), (Çev. Mikail Bayram), NKM Y., 3. Baskı, İstanbul, 2008.
Akdemir Betül, Dinî Tecrübede
Güvenilirlik Ölçütleri, Marmara Üniversitesi, SBE., Basılmamış Yüksek
Lisans Tezi, 2007.
Akdemir Betül, Dinî Tecrübenin
Güvenilirlik Ölçütleri, Genç Akademisyenler İlahiyat Araştırmaları,
M.Ü.İ.F.V.Y., No: 226, I. baskı, İstanbul , 2009.
Akdemir Ferhat, Tanrı İnancının
Temellendirilmesi ve William Alston’ın Algı Tecrübesi, O.M.Ü.İ.F.D.,
sayı:22, 2006.
Akyüz Niyazi (vd.), “Dinî Tecrübenin İfade
Şekilleri”, Din Sosyolojisi, (Ed. Niyazi Akyüz, İhsan Çapçıoğlu),
Grafiker Y., I. Baskı, Ankara, 2012.
Albayrak Ahmet, “Dinî Tecrübenin Dışa Vurum Problemi”, Milel
ve Nihal, 2 (2), 2005.
, “Din Görevlilerinin Mistik Tecrübe Düzeyleri
(Giresun Yöresi Örneği)”, Din Bilimleri Akademik Araştırma Dergisi, IX,
2009, sayı: 1.
Alston William P., “Religious Diversity and
Perceptual Knowledge of God”, Faith and Philosophy, (5), 1988.
, Perceiving God (The Epistemology of
Religious Experience), Cornell University P., USA,1993.
Andruzac Christophe, Metafizik Temaşa ve
Mistik Deneyim (Rene Guenon), İnsan Y.,I. Baskı, İstanbul, 2005.
Arabi İbn, Fütuhât-ıMekkiyye, (Çev. Ekrem Demirli),
Litera Y., I. cilt, İstanbul, 2006.
, Fütuhat-ıMekkiyye, (Çev. Selahaddin Alpay), Şakir
Hoca Y., İstanbul, 1977.
, Fusus ül-Hikem, (Çev. Nuri Gençosman), MEB Y.,
İst.,1992.
, Muhiddin-i Arabi Hazretlerinin
Müslümanlara Nasihatleri ,(Çev. Abdullah Toprak, Münir Derman), Önder Y.,
Ankara, 1978.
Arasteh, A. Reza, Aşkta ve Yaratıcılıkta
Yeniden Doğuş-Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin Kişilik Çözümlemesi, (Çev.
Bekir Demirkol, İbrahim Özdemir), Kitabiyat Y., I. Baskı, Ankara, 2000.
Ardoğan Recep, “Kelamcılara Göre Allah’a
İmanda Akıl Yürütmenin Değeri”, C.Ü.İ.F.D., cilt: 8/1,Sivas, 2004.
Armaner Neda, Psikopatoloji ’de Dinî Belirtiler,
Demirbaş Y., Ank.,1973.
Aslantürk Fatma, Şehbenderzâde Filibeli
Ahmet Hilmi’ye Göre Dinî Tecrübe, Erciyes Ü., Basılmamış Yüksek Lisans
Tezi, Kayseri, 2010.
Aydın Mehmet S., “Muhammed İkbal’in Din
Felsefesinde Ulûhiyet Kavramı”, İslam Felsefe Yazıları, (Ed. M.
Armağan), Ufuk Y., İstanbul, 2000.
Aydın Mehmet, “Muhyiddin-i Arabî ve Hz.
Mevlana Yaklaşımı”, I. Milletlerarası M.K., 1987.
, “Hz. Mevlâna’nın Yaşadığı Devrin Sosyal
Yapısı” - II. M.M.K., Selçuk Ü.Y., Konya 1986.
, “Hz. Mevlana’da ve Muhyiddin-i Arabi’de
Aşk Kavramı”, III.M.M.K., Selçuk Ü.Y., Konya,1988.
Aydın Mehmet S., Din Felsefesi, Selçuk Y., 3. Bas.,
Ankara, 1988.
Aydın Mehmet, İslam Felsefesi Yazıları, Ufuk Y.,
İstanbul, 2000.
Ayten Ali, “William James ve Din
Psikolojisinde Tecrübe Merkezli Bir Yaklaşım”, İslâmî Araştırmalar Dergisi,
Cilt:19, Sayı:3, 2006.
, Psikoloji ve Din, İz Y., İstanbul, 2006.
Bahaeddin Veled, The Drowned Book (Ecstatic
And Earthy Reflections Of Bahauddin, The Father Of Rumi), (İngilizce’ye çev.
Coleman Barks and John Moyne), Harper Collins e-books, USA, 2008.
Bâkır Çelebi Celaleddin M., “Hz. Mevlana’ya
Göre Mesnevî, Kur’an-ı Kerim ve Ayetlerden Mülhem Birkaç Misal”, I.M.M.K.,
1985.
Bakış Rıza, “Dinî Tecrübe Bağlamında
Hallâc’ın Ene’l Hakk İfadesinin Tahlili”, C.Ü.İ.F.D., Cilt: XV, Sayı: 2,
2011.
Bayraktar
Mehmet, Din Felsefesine Giriş, Fecr Y., 2. Baskı, Ankara, 2005.
(Ed.), İslam
Düşünce Tarihi, AÖF Y.,5. Baskı, Eskişehir, 2014.
Bayram Mikail, Sosyal ve Siyasi Boyutlarıyla Ahi
Evren-Mevlana Mücadelesi, Damla Y, Konya, 2006.
Bayru Esin Çelebi vd., Yüzyıllar Boyu Mevlana ve
Mevlevilik, Kültür ve Turizm Bakanlığı Y.,1. Baskı, İstanbul, 2008.
Berger Peter L., The Heretical Imperative: Contemporary
Possibilities of Religious Affirmation, Garden City, NY: Doubleday, 1979.
Bergson Henry, Ahlak ile Dinin İki Kaynağı, (Çev.
Mehmet Karasan), 2. Baskı, MEB Y., "^Ankara, 1962.
Bolay
Süleyman Hayri, Felsefi Doktrinler Sözlüğü, Akçağ Y., 5. Baskı, 1990.
Burckhardt Titus, İslam Tasavvuf Doktrinine Giriş,
(Çev. Fahreddin Arslan), Ribat Y., İstanbul, 1982.
Can,
Şefik, Mevlana ve Eflatun, Kurtuba Y.,2. Baskı, İstanbul, 2011.
Cevizci
Ahmet, Felsefe Sözlüğü, Paradigma Y., İstanbul, 2005.
, Felsefe
Ansiklopedisi, Babil Y., 2006.
, Felsefe
Tarihi, Say Y., 2009.
Ceyhan
Semih, “Şems-i Tebrizi”, TDVİslam Ansiklopedisi, 38.cilt, 2010
Chittick William, Tasavvuf-Kısa Bir Giriş, (Çev.
Turan Koç), İz Y., 2. Baskı, İstanbul, 2003.
, Rumî ve Vahdet’ul-Vücud: Varolmanın Boyutları,
(Çev. Turan Koç), İnsan Y., 3. Baskı, İstanbul, 2008.
Colin Pierre, “Gabriel Marcel’de Dinî Tecrübe ve
Anlaşılabilirlik”, (Çev. Murtaza Korlaelçi), Ank.Ü.İ.F.D., 52:1, 2011.
Corbin Henry, İslam Felsefesi Tarihi, (Çev. Ahmet
Arslan), İletişim Y., II. cilt, 7. baskı, İstanbul, 2013.
Cox James
L., Din Fenomenolojisine Giriş, (Çev. Fuat Aydın), İz Y., İstanbul, 2004
Cüceloğlu
Doğan, insan ve Davranışı, Remzi Y., 10. Basım, İstanbul, 2000.
Çankı
Mustafa Namık, Büyük Felsefe Lügati I. Cilt, Cumhuriyet Y. , İstanbul,
1954
Davis Caroline Franks, “Religious Experience”, Philosophy
of Religion: An Anthology, (Ed. Charles Taliaferro and Paul J. Griffiths),
Blackvell P., 2003.
Demirci,
Mehmet, Mevlana ve MevlevîKültürü, H Y., I. Baskı, İstanbul, 2008.
Demirel Şenel, “Şeyh Rızaeddin Remzi Er-Rıfai’nin Tasavvuf
Dergisi’ndeki Mesnevi Şerhi”, Tasavvuf Dergisi, sayı: 14, Ankara, 2005,
(ss. 591-629)
Demirli Ekrem, “Mesnevi’yi Fusûsu’l-Hikem’e Göre
Yorumlamak: ‘İlâh-ı Mu’tekad’ ve Mevlana’nın Mesnevi’sinden Hikâyeler”, Tasavvuf
Dergisi, Ankara, 2005.
Derdiyok İ.
Çetin, “Mesnevi-i Manevi’de Leyla ve Mecnun”, IX. MillîMevlânâ Kongresi,
S.Ü.S.A.M.Y. , 1997.
Doğan Nermin Şaman, “Ortaçağ’da Anadolu’nun Eğitim
Mekânları: Selçuklu Medreseleri- Darüşşifalarından Örnekler”, H.Ü.E.F.D.,
28 (2), 2013.
Dönmez
İbrahim Kâfi, “İslam’da Oruç”, TDV. İslam Ansiklopedisi, cilt: 33.
Durant
Will, Felsefenin Öyküsü, (Çev. Ender Gürol), İz Y., 2002.
Düzgün Şaban Ali, “Tecrübe, Dil ve Teoloji: Dinî
Tecrübe’nin Teolojik Yorumu”, Tasavvuf Dergisi, Ankara, Yıl: 5, Sayı:13,
2004.
Eflaki Ahmet, Ariflerin Menkıbeleri I-II. cilt,
(Çev. Tahsin Yazıcı), Hürriyet Y., İstanbul, 1973.
Eflatun, Symposion , (Fatma Paksüt, Platon ve Platon
Sonrası, Ayyıldız Y., Ankara, 1980, kitabının içinde)
Eflatun, Theaitetos,
MEB Y., İstanbul, 1997
Eliade Mircea, Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi
3.cilt, (Çev. Ali Berktay), Kabalcı Y., 1. Baskı, İstanbul.
Emin, İlhami, “Mevlana’nın Mesnevi’sinde Kimi Bengi
Fikirler”, II. Milletler Arası M.K., 1990.
Emiroğlu
İbrahim, Sufı ve Dil, İnsan Y., 2002
Ermetin
Günnur Yücekal, Mevlevilikte Şamanizm izleri, Töre Y., İstanbul,
Tarihsiz.
Esed
Muhammed, Kur’anMesajı, (Çev. Cahit Koytak, Ahmet Ertürk), İşaret
Y.,2001.
Filiz
Şahin, İslam Felsefesinde Mistik Bilginin Yeri, İnsan Y., İstanbul,
1995.
Flew A., Felsefe
Sözlüğü, (Çev. Nurşen Özsoy), Yeryüzü Y., Ank., 2005.
Fürüzanfer Bediüzzaman, Mevlana Celaleddin, (Çev.
Feridun Nafiz Uzluk), MEB Y., İstanbul, 1997.
Gazali, Kalplerin
Keşfi, (Çev. Abdullah Aydın), Bahar Y., İstanbul, 1998.
, Mişkatü’l-Envar (Varlık, Bilgi, Hakikat), (Çev.
Mahmut Kaya), Klasik Y., İstanbul, 2016.
, Mizanu ’l-Amel, Beyrut, 1979 (Alıntı: Necip
Taylan, Düşünce Tarihinde Tanrı Sorunu, Şehir Y. İstanbul, 2000)
, Risaletü’l-Ledünniyye, (Mecmuati
Resâili’l-İmami’l-Gazzâlî içinde), cilt: III, Beyrut, 1986.
, TasavvufUn
Esasları, (Çev. Ramazan Yıldız), Şamil Y., Tarihsiz
Ghomshei Husayn Ilahi, “The Symphony of Rumi” (Ed. Leonard
Lewisohn, The Philosophy of Ecstasy Rumi andSufi Tradition, World
Wiston, 2014 kitabının içinde)
Goleman Daniel, Duygusal Zekâ, (Çev. Banu Seçkin
Yüksel), Varlık Y., 25. Baskı, İstanbul, 2004.
Gökberk
Macit, Felsefe Tarihi, Remzi Y., İstanbul, 2000.
Gölpınarlı Abdülbaki, Mesnevi Tercemesi ve Şerhi 1.cilt,
Inkılap Y., 3. Baskı, İstanbul, 1972.
, Mevlana Celaleddin Rumi: Hayatı, Eserleri, Felsefesi,
Inkılap Y., İstanbul, 1999.
, Mevlana’dan
Sonra Mevlevilik, İnkılap ve Aka Y., 2. Baskı, İstanbul, 1983.
Güllüce Hüseyin, “Mevlana’nın yaşadığı VII/XIII. Asırda
Belh ve Konya’nın İlmî ve Tasavvufî Durumuna Genel Bir Bakış”, v'V'V'.ekevakademı.org.
Günay Ünver, “Birey-Toplum Dikotomisinin
Dinî Tecrübe Alanındaki Yansımaları: Dinin Bireysel ve Toplumsal Boyutları”, E.
Ü.Î.F.D., Sayı: 11, Kayseri, 2001.
Güngör Erol, İslam Tasavvufunun Meseleleri, Ötüken
Y., İstanbul,1982.
Haklı Şaban, “İbn Sina Epistemolojisinde Bir
Bilgi Kaynağı Olarak ‘Sezgi’”, H.Ü.Î.F.D., cilt: 6, Sayı: 11, 2007/1.
Halilov Selahaddin, Felsefe Optiğinden Aşkın Renkleri,
Binyıl Y., Ankara, 2015.
Hemşinli Hakan, “Dinî Tecrübenin Nesnelliği Üzerine”, A.Ü.Î.F.D.,
33. sayı, 2010.
Hökelekli Hayati, Din Psikolojisi, TDV Y., 1998.
Işık Aydın, Bir Felsefi Problem Olarak Vahiy ve Mucize,
Elis Y., I. Baskı, 2006.
İkbal Muhammed, İslam ’da Dinî Düşüncenin
Yeniden Doğuşu, (Çev. Sofi Huri), Birleşik Y., İstanbul, Tarihsiz.
İnançer Ömer Tuğrul, “SemaAdabı”, http://akademik.semazen.net/author article detail.php?id=965.
İncil, Yuhanna (Öncesiz Söz 1-5), Kitabı Mukaddes
Şirketi, İstanbul, 1996.
James William, The Varieties of Religious
Experience, The Pennsiylvania State University, A Penn State Electronic
Classics Series P., USA, 2002.
Jeeves M.A., Din Psikolojisi, (Çev.
Ahmet Albayrak), Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, cilt:10, sayı: 2,
2010.
Johnson Paul E., “Dinî Tecrübe”, (Çev. Recep
Yaparel), D.E. Ü.İ.F.D., 3. Sayı, İzmir, 1986.
Jung Carl Gustav, Anılar Düşler Düşünceler, (Çev.
İris Kantemir), Can Y., İstanbul, 2001.
, Dört Arketip, (Çev. Zehra Aksu Yılmazer), Metis
Y., 2. Baskı, 2005.
Kaplan Hayri, “Baha Veled, Şems ve Mevlana’nın
Razi’ye Yönelik Eleştirileri ve Razi’nin Sufilere /Tasavvufa Bakışı”, Tasavvuf
Îlmi ve Akademik Araştırma Dergisi, 2005, (ss. 285-330)
Kara Kerim, “Mevlana’nın Mesnevi’sinde
Kalp-Gönül”, Tasavvuf Îlmi ve Akademik Araştırma Dergisi, Ankara, 2005,
Yıl: 6, Sayı: 4, (ss. 483-523).
Keklik Nihat, “Mevlana’da Metafor Yoluyla Felsefe”, 1.M.M.K.,
Selçuk Ü.Y., Konya, 1985.
Khudson A.C., The Validity of Religious
Experience, New York and Nashville: Abington- Cokesbury P., 1937.
Kılıç Recep, “Din Öğretimini Temellendirme Problemi ”,
A.Ü.İ.F.D. , Cilt: 40, sayı: 1, 1999.
, Modern Batı Düşüncesinde Vahiy, AÜİF Y., Ankara,
2002.
, Dini Anlamak Üzerine, Ötüken Y., İstanbul, 2004.
vd., Din Felsefesi, Ankara
Üniversitesi Uzaktan Eğitim Y.,1.Baskı, Ankara, 2013.
Kitabı Mukaddes ,Yeni Ahit, Matta, 7/15-20, Kule Y.,
İstanbul, 1996.
Kocatürk Sadettin, “Mevlana’nın Mesnevî’de
İnsanlara Mesajı”, I. Milletler Arası Mevlana Kongresi, 1987.
, “Mevlânâ'nın Dîvanında Aşkın Çilesini
Çekmek”, II. Milletler Arası Mevlânâ Kongresi, 3-5 Mayıs 1990.
Kök Mustafa, Nurettin Topçu’da Din Felsefesi, Dergâh
Y., İstanbul, 1995.
, “Nurettin Topçu’da Mistik İmanın Estetik
ve Felsefi Temelleri”, Atatürk Üniversitesi İlahiyat Tetkikleri Dergisi,
Sayı: 13, 1997.
Kur’ân-ıKerim, (Haz.:
Halil Altuntaş, Muzaffer Şahin), Diyanet İşleri Y., Ankara, 2003.
Kurtuluş Rıza, “Maarif’, TDVİslam Ansiklopedisi,
27.cilt, 2003
Kuşçu Emir, “Dinî Tecrübenin Otonomluğu Sorunu”, İ.Ü.F.D.,
Güz 2010/1, (2).
Kuşeyri Abdülkerim, Tasavvufun İlkeleri
(Risale), (Çev. Tahsin Yazıcı), Tercüman Y., 1. cilt, İstanbul.
Kuşpınar Bilal, İbn-i Sina’da Bilgi Teorisi, MEB Y.,
Ankara, 2001.
Kuvancı Cenan, “Friedrich Schleiermacher’e Göre Din”, Felsefe
Dünyası, sayı: 57, 2013/1.
Küçük Osman Nuri, “Mevlânâ’nın Üslup,
Tasavvufî Fikir ve Meşrep Kaynaklarından Senâ’î”, Tasavvuf İlmi ve Akademik
Araştırma Dergisi, Sayı: 14, Ankara, 2005, (ss. 455-472)
, Mevlana’ya Göre Manevi Gelişim
(Benliğin Dönüşümü ve Miracı), İnsan Y., 5. Baskı, 2014.
, “Mevlana’ya Göre Seyr ü Sülûk” http://akademik.semazen.net/author article print.php?id=859.
Laing
R.D. , Ruh Hastalığını Anlamak (Aşkın Yaşantı), Kaknüs Y., 2. Baskı,
İstanbul, 2001.
Lenard John, All the King’s Falcons: Rumi on Prophets
and Revelation, State University of New York P., Albany, 1994.
Leuba
James H., Psychology of ReligiousMysticism, Great Britain: Routledge.
Lewis Franklin, Mevlânâ (Geçmiş ve Şimdi, Doğu ve Batı),
(Çev. Gül Çağalı Güven-Hamide Koyukan), Kabalcı Y.,1. Baskı, İstanbul, 2010.
Ludlow Fitzhugh, “Haşhaş Yiyici”, (Bert Kaplan, Akıl
Hastalarının İç Dünyası, (Çev. "^Bengi Güngör), Öteki Y. , 5. Baskı, 1999 içinde)
Mansur Hallac-ı, Hallac-ı Mansur ve Eseri
(Kitâb’üt-Tavâsin) , (Çev. Yaşar Nuri Öztürk), Tercüman Y.,1976.
Martin,
C.B., Religious Belief, Ithaca: Cornell University P., 1959.
Maslow Abraham H., Dinler, Değerler, Doruk Deneyimler,
(Çev. H. Koray Sönmez), İstanbul, Kuraldışı Y., 1996.
, İnsan
Olmanın Psikolojisi, (Çev. Okan Gündüz) ,İstanbul Kuraldışı Y., 2001.
Merdin,
Saadettin, İslam’ın Pavlusları -I- Felsefî Tasavvuf, Araştırma Y.,
Ankara, 2014.
Nasr
Seyyid Hüseyin, Tasavvuf Makaleler, (Çev. Sadık Kılıç), İnsan Y., 2002.
, “Sufi Geleneği ve Rumî”, Mevlana Araştırmaları-2-,
(Çev. H. İbrahim Gök), Akçağ Y., I. Baskı, 2008.
Nicholson, Reynold A., İslam Sufileri, (Çev.
Komisyon), Kültür Bakanlığı Y., Ankara, 1978.
, “The Matnawi of Jalalu’ddin Rumi’ye önsöz 1”, (Çev. Ekrem
Yıldız), Mevlana Araştırmaları 2, Akçağ Y., 1. Baskı, Ankara, 2008.
Niyazi, Mansur-Nâme,
MEB Y., İstanbul, 1997.
Ocak, Ahmet Yaşar, Marjinal Sufilik: Kalenderîler,
Türk Tarih Kurumu Y., 2. Baskı, Ankara, 1999.
Odabaşı Zehra, Selçuklu Devleti’nde
Mühtedi Vakıfları: Celaleddin Karatay Vakıfları Örneği, Selçuk Ü. SBE.,
Basılmamış Doktora Tezi, Konya, 2012.
Okudan Rıfat, “Mesnevi’yi Okumak”, Tasavvuf
ilmi ve Araştırma Dergisi, Sayı: 14, 2005, (ss. 631-643)
Osmanoğlu Cemil, Basamak Teorileri
Açısından Dinî Gelişim, İnanç Gelişimi ve Eğitimi, Marmara Üniversitesi
SBE., Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2007.
Otto Rudolf, The Idea of Holy: An Inquiry
into the Non-Rational Factor in the Idea of the Divine andIts Relation to the
Ratinal, (Çev. John W. Harvey), London, 1936.
Öner Necati, Fransız Sosyoloji Okuluna
Göre Mantığın Menşei Problemi, A.Ü.İ.F.Y. , Ankara, 1965.
Özgökmen Fatih, İbn Arabi’de Dinî
Tecrübe, Ankara Üniversitesi, SBE., Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, 2002.
Özlem
Doğan, ‘Etik’: Ahlak Felsefesi, Say Y., İstanbul, 2010.
Öztürk M.
Orhan vd., Ruh Sağlığı ve Bozuklukları I., Nobel Y., 11. Baskı, Ankara,
2011.
Paksu Mehmet, “Mevlana’da Hz. Muhammed Aşkı” http://tasavvufkitapligi.com/i/uploads/405713mevlana’da-hz.
-muhammed-aski.pdf.
Peterson M. vd., Din Felsefesi Seçme Metinler, (Çev.
Rahim Acar vd.), Küre Y. , İstanbul, 2013.
, Akıl ve İnanç (Din Felsefesine Giriş), (Çev. Rahim
Acar), Küre Y., İstanbul, 2006.
Piaget Jean, Çocukta Dil ve Düşünme, (Çev. Sabri
Esat Siyavuşgil), Devlet Basımevi, İstanbul, 1938.
, Çocukta Dünya Tasarımı, (Çev. Refia Uğurel-Şemin),
Marmara Ü. Y, İstanbul,1988.
, Genetic Epistemology, (İngilizceye Çev.Eleanor
Duckworth), Columbia University P., 1971.
Pike Nelson, Mystic Union: An Essay in the Phenomenology
of Mysticism, Cornell University P., Ithaca and London, 1992.
Plantinga
Alvin, Reason and Belief in God, Faith and Rationality, (ed.) Alvin
Plantinga&Nicholos
Wolterstroff, Notre Dame: University of Notre Dame P., 1983.
Poloma Margaret M., “Dinî Tecrübenin Sosyolojik Bağlamı”,
(Çev. Mehmet Süheyl Ünal), Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi,
cilt: 9, sayı: 1, Samsun, 2009.
Reçber
Mehmet Sait, Tanrıyı Bilmenin imkânı ve Mahiyeti, Kitabiyat Y., Ankara,
2004.
vd., Din Felsefesi, Ankara
Üniversitesi Uzaktan Eğitim Y.,1. Baskı, Ankara, 2013.
Roman
Sanaya, Ruhsal Büyüme, (Çev. Jale Gizer Gürsoy), II. Baskı, İstanbul,
2002.
Sarma
Sibnath, Religious Philosophy of Rudolf Otto, Ajanta P., Delhi, 1996.
Sarmış, İbrahim, Teorik ve Pratik Açıdan
Tasavvuf ve İslam, Ekin Y., 2. Baskı, İstanbul, 1997.
Savran
Ahmet, “Mesnevi’de Kur’an Tesiri ”, I. M.M.K. , Selçuk Ü. Y.,
1985, Konya
Sayar Serkan, Bir Din Felsefesi Sorunu Olarak Kur’an’da
Dinî Tecrübe, Ç.O.M.Ü., Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, 2007.
Schleiermacher Friedrich,
“Dine Dair”, (Alev Alatlı, Batıya Yön Veren Metinler, Kapadokya
MYO. Y., 3. cilt içinde)
http:www.dusuncetarihi.com pdjbativavonverenmetinlercilt3.pdf'.
Selçuk
Ziya, Eğitim Psikolojisi, Nobel Y., Ankara, 2009.
Seyhan
Ertuğrul, Tasavvuf Edebiyatında Mevlana ve Mevlevi, Sır Y, Bursa, 2006.
Smart Ninian, “Din ve İnsan Tecrübesi”, (Çev. Ali
İhsan Yitik), D.E.Ü.İ.F.D., 6. Sayı, İzmir, 1992.
Smirnov Andrey, “Nedensellik ve İslam Düşüncesi”, (Çev.
Fethi Kerim Kazanç), Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, cilt: 10,
sayı: 1, 2010.
Solso Robert L. vd., Psikoloji, (Çev. Ayşe
Ayçiçeği-Dinn), Kitabevi Y., 2. Baskı, İstanbul, 2009.
Sönmez Kemal, “Mevlana’nın İnsan ve İnsanlık Anlayışı”, III.
Milli Mevlana Kongresi, 1988.
Stace
Walter T., Mistisizm ve Felsefe, (Çev. Abdüllatif Tüzer), İnsan Y.,
2004.
Suzuki
D.T., Mysticism: Christian andBuddhist, Routledge Classics, 2002.
Sühreverdi Şihabettin Yahya (Maktül), Nur Heykelleri,
(Çev. Saffet Yetkin), MEB Y., İstanbul, 1988.
Sülemi Ebu Abdurrahman, Tasavvufun Ana ilkeleri
(Sülemi’nin Risaleleri), (Çev. Süleyman Ateş), Ank. Ü. Y., Ankara, 1981.
Şahin
Muhammed, Mesnevi’nin Tenkidi, Güven Y., İstanbul, 1946.
Şardağ Şükrü, “Mevlana ve Mesnevi’deki Üslup”, Mevlana
(Bildiriler), (Ed. Fevzi Halıcı), Ülkü Y., Konya, 1983.
Şems, Makalat (Konuşmalar) 1. cilt, (Çev. M. Nuri
GENÇOSMAN), Hürriyet Y., İstanbul, 11974.
Tarhan
Nevzat, Aşk Terapi, Timaş Y., İstanbul, 2014.
Tarlan Ali Nihat, “Mevlana’nın Dünyası” http://akademik.semazen.net/article detail.php?id=217.
Taylan
Necip, Düşünce Tarihinde Tanrı Sorunu, Şehir Y., 2. Baskı, İstanbul,
2000.
Taylan
Necip, İslam Düşüncesinde Din Felsefeleri, M.Ü.İ.F.Y., İstanbul, 1994.
Tirmizi Seyyid Burhaneddin, Maarif, (Çev. Ali Rıza
Karabulut), Yayınevi yok, İstanbul, 1995.
Türer
Celal, ‘William James’ten Muhammed İkbal’e’, Felsefe Dünyası, sayı: 29,
1999
Türkmen Erkan, The Essence of Rumi’s Masnevi Including
His Life and Works, Publications of the Ministry of Culture, 2002, Ankara.
,“Mevlana’nın Mesnevisine Boyutsal Bir Bakış” http://akademik.semazen. net/author article
print.php?id=1005.
Tüzer
Abdülatif, Dinî Tecrübe ve Mistisizm, Dergâh Y., I. Baskı, İstanbul,
2006a.
, “Uyuşturucu Tecrübeleri ve Mistisizm” (Psychedelic
Experiences and Mysticism) , İslami Araştırmalar Dergisi, c. 19, Sayı:
19, Sayı: 3, 2006b.
Tuna Serhat, Vygotsky ve Piaget’nin Düşünme ve Dil
İlişkisi Bağlamında Karşılaştırılması, Maltepe Ü. SBE, Basılmamış Yüksek
Lisans Tezi, 2006.
Unat Yavuz, “Selçuklularda Astronomi
Bilimi”, II. Uluslararası Selçuklu Sempozyumu, Konya, 2011.
Unger Johan, On Religious Experience (A
Psychological Study), (Çev. David C. Minugh), Uppsala, 1976.
Uludağ Süleyman, İslam Düşüncesinin Yapısı, Dergâh
Y., 2. Baskı, 1985.
Uysal Veysel, “Dinî Tecrübe ve Din
Psikolojisindeki Yeri”, İslamî Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt: 3, Sayı:
4, 1995.
Ülken Hilmi Ziya, “Tasavvuf Psikolojisi”, (Türkiye’de
Bir Felsefe Gelen-ek-i Kurmaya Çalışmak- Feylesof Simalardan Seçme Metinler 1,
kitabının içinde, (Der.: Recep Alpağıl), İz Y., İstanbul, 2010.
, Genel Felsefe Dersleri, Ank. Ü.İ.F.Y. , Ankara,
1972
Ünal Mehmet Süheyl, “Peter L. Berger’e Göre
Dinî Tecrübe’nin Günümüz Dindarı İçin Anlamı: Sosyolojik Bir Bakış Açısı”, Din
Bilimleri Araştırma Dergisi, XIII. cilt, sayı: 3, 2008.
Ürün, Ahmet Kazım, “Mevlana’nın Edebî Kişiliğini
Etkileyen Şahsiyetler ve Eserleri”, III. Uluslar Arası Mevlana Kongresi,
Selçuk Ü. Y. , Konya, 2003.
Veled Sultan, Maarif, (Çev. Meliha Tarıkahya), MEB
Y., Ankara, 1949.
, İbtidaname, (Çev. Abdülbaki
Gölpınarlı), Konya Turizm Derneği Y., Ankara, 1976.
Wach Joachim, Types of Religious
Experience, Chicago: The University of Chicago P., 1972.
, Dinler Tarihi, (Çev. Fuat Aydın), İstanbul, Ataç
Y., 2004.
, Din Sosyolojisi, (Çev. Ünver Günay), İstanbul,
Marmara Ü.İ.F.V.Y., 1995.
Yakıt İsmail, “Türk-İslam Düşünürü
Mevlana’ya Göre ‘İdeal İnsan’ Tasavvuru”, I. Millî Mevlâna Kongresi, 3-5
Mayıs, 1985.
, Mevlana’da Aşk Felsefesi, Ötüken Y., 2. basım,
İstanbul, 2011.
Yapıcı Şenay vd., Gelişim ve Öğrenme Psikolojisi,
Anı Y., 2005.
Yaran Cafer Sadık, “Eleştirel Deneyimcilik”, İ.Ü.İ.F.D.,
sayı:15, 2007.
, Dinî Tecrübe ve Meûnet, Rağbet Y.,
İstanbul, 2009.
Yasa Metin, Rubailer Işığında Mevlana’da
Aşk ve işlevi, Elis Y., Ankara, 2010.
Yavuz, Yusuf Şevki, “İlham”, TDVİslam
Ansiklopedisi, cilt: 22.
Yavuzer Yasemin vd., Eğitim Psikolojisi
(Gelişim-Öğrenme), Nobel Y., 2. Baskı, Ankara, 2006.
Yeşilyurt Temel, “Rü’yetullah”, TDV İslam
Ansiklopedisi, cilt. 35
Yılmaz H. Kâmil, “Mevlânâ ve Nefs Eğitiminde Oruç”, Asitane
Mevlevi Kültür Dergisi,
Sayı: 8, 2010, (ss.10-13)
Yousofi Gholam Hosein, “Bir Hikâyeci Olarak Mevlana”, (Çev.
Ramazan Muslu), Tasavvuf Dergisi, Sayı: 14, Ankara, 2005 (ss. 645-658).
Her şey zihindedir (Mooji): https://www.youtube.com/watch?v=YDe8RyYXIEc&nohtml5=False.
Gerçek dünyanın inkârı: (Mooji)
https://www.youtube.com/watch?v=mJtWsJoGJrc.
Limbik Sistem:
http://lepicallidus.com/sonyazilar/limbik-sistem.
Müzik Terapi:
http://webnaturel.com/urunbilgi/id/1397/katid/102/ustkatid/4/tarihsel-surec-icinde- muzikoterapi.html
Üftade:
http://www.huzuradogru.com/dinî-hikayel
er/4124-hazreti-üftadenin-yardımı.html.
Sinan Canan-Öteki Gündem - N Beyin 04.07.2014
https://www.youtube.com/watch?v=73lORErDatE; https://www.youtube.com/watch?v=b3l4YA7T6zM.
Akıllı İnsanlar Niçin Aptalca Şeyler Yapar: http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/diger/416804/Akilli
insanlar nicin aptalca sey ler yapar .html#.
Oytun Erbaş, Aşkın Nörobiyolojisi Konferansı:
https://www.youtube.com/watch?v=P-ZVbuFX2Bk.
Damasio’ya göre Duygulara Göre Karar Vermek:
http://www.temelaksoy.com/duygu-yoksa-karar-da-yok/.
Alexander Tsiaras, Conception to birth (Döllenmeden Doğuma):
https://www.ted.com/talks/alexander tsiaras conception to
birth visualized?langua ge=tr.
Nevzat Tarhan /Tuluhan Videosu:
https://www.youtube.com/watch?v=sdMiDhd0NjI.
Psikotik Bozukluklar:
http://www.madalyonklinik.com/tr/bolumlerimiz/yetiskin-bolumu/psikotik- bozukluklar-sizofreni-vb.
Rudolf Otto:
https://www.otuken.com.tr/u/otuken/docs/Rudolf Otto.pdf.
Piaget:
http://egitimbilimlerinotlari.com/.
Mustafa Armağan, Matbaa Osmanlı'ya Niçin Geç
Geldi? https://www.youtube.com/watch?v=typyc64b Zg
Duyguların fizyolojisi:
http://blog.milliyet.com.tr/duygular-kalpte-mi--beyinde-mi-/Blog/?BlogNo=41022.
http://www.islamansiklopedisi.info/
http://medical-dictionary.thefreedictionary.com/syncretic+thinking
[1] Bahaeddin Veled,
Necmeddin Kübra’nın öğrencisidir. Henry Corbin, İslam Felsefesi Tarihi,
(Çev. Ahmet Arslan), İletişim Y. , 7. Baskı, II. Cilt, İstanbul, 2013, s. 89.
[2] Necmeddin Kübra,
Mısır’da Necip Sühreverdi’nin öğrencisi olmuştur. Franklin Lewis, Mevlânâ
(Geçmiş ve Şimdi, Doğu ve Batı), (Çev. Gül Çağalı Güven-Hamide Koyukan),
Kabalcı Y., 1. Baskı, İstanbul, 2010, s. 61.
[3] Corbin, age, s.
86-87; Cevizci, 12. yy.’ da İran’da başlayan İşraki felsefenin esas öncüsünün
Gazali olduğunu söyler. Ahmet Cevizci, Felsefe Tarihi, Say Y. , 2009, s.
295.
[4]Kal; söz, lakırtı,
laf anlamına gelir. Kalen, söylemek, söyleyerek. Kalender,
söz sahibi demektir. İslam toplumunun şifahî (sözlü) kültüre
dönüşünü temsil etmesi açısından bu tarikat önem taşır.
http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com
gts&arama=gts&guid=TDK.GTS.5831a6c020f3d7.33497521
[5] Kalenderîlik,
bütün kollarıyla çok çeşitli sufi akımları etkilemiştir. Anadolu’da Mevlevilik,
Bektaşilik ve hatta Halvetilik, Kalenderî eğilimlerin belli ölçüde
ortaya çıktığı tasavvufi ve mezhebi teşekküllerdir. Ahmet Yaşar Ocak, Marjinal
Sufilik: Kalenderîler, T.T.K.Y. , 2. Baskı, Ankara, 1999, s. 195.
[6] “İbn Arabi’nin
teosofisi ile Sühreverdi Maktül’ün İşrakî teosofisi arasında çok açık bağlar
vardır. Onda nur metafiziğinin (nurculuk) izlerini görmekteyiz.” Corbin, age,
s. 79-80.
[7] Şemsüddîn Muhammed
b. Alî b. Melikdâd Tebrîzî (ö.1247): Mevlânâ’nın sohbet şeyhi. 1186 yılı
civarında Tebriz’de doğdu. Adı Muhammed’dir. Daha çok Şemseddin, Şemsü’l-hak
ve’d-dîn, Şems, Şems-i Tebrîzî lakaplarıyla anılır. Babası Ali b. Melikdâd,
ticaret maksadıyla Horasan’ın Bezer vilâyetinden Tebriz’e gelip yerleşen bir
kumaş tüccarıdır. Devletşah, Şems’in silsilesini Sücâsî vasıtasıyla Ebü
’n-Necîb es-Sühreverdî ve Ahmed el-Gazzâlî’ye; Kemâleddin Hüseyin Hârizmî,
Baba Kemâl-i Cendî vasıtasıyla Necmeddîn-i Kübrâ’ya ulaştırır. Semih
Ceyhan, “Şems-i Tebrizi”, TDVİslam Ansiklopedisi, 38.cilt, 2010, s. 511.
[8] Olabildiğince
ayrıntılı bir ahlaki monoteizmin savunuculuğunu yapan Zerdüşt, pek çok
kaynağa göre, Yahudi inançlardan, eski Mısır tanrılarından, hatta Vedalardan
etkilenmişti. Cevizci, 2009, s. 24, 25.
[9] Hüseyin Güllüce,
“Mevlana’nın yaşadığı VII/XIII. Asırda Belh ve Konya’nın İlmî ve Tasavvufî
Durumuna Genel Bir Bakış” www.ekevakademi.org (erişim:
06.04.2016).
[10] Erkan Türkmen, The
Essence of Rumi ’s Masnevi Including His Life and Works, Publications of
the Ministry of Culture, 2002, Ankara, s. 5.
[11] “Şihabeddin Yahya
Sühreverdi (Maktûl), Hallac’ın teolojisinden oldukça etkilenmiştir.” Mehmet
Aydın, “Muhyiddin-i Arabî ve Hz. Mevlana Yaklaşımı”, I. Milletlerarası
Mevlana Kongresi, 1987, s. 300.
[12] Corbin, age, s. 86-88
ve Lewis, 2010, s. 61.
[13] Eflaki, 1973,
1. cilt, (46. hikâye), s. 134-135; Bahaeddin Veled, Sühreverdilerle
akraba olduklarını iddia eder. Eflaki, age, 1. cilt, s. 45-46.
[14] Maarif
adlı eser, Bahaeddin Veled’in nasihat ve vaazlarıyla sohbet meclislerinde
kendisine sorulan sorulara verdiği
cevapların bir araya getirilmesinden oluşmuştur. Bu kitabın
her bölümünde bir veya birkaç ayetin işâri tefsiri yapılmıştır. Eserde
kelam meseleleri tasavvufa göre çözülmeye çalışılmıştır. Yine
bu kitapta yetmişe yakın hadis zikredilmiş ve yorumu yapılmıştır. Mevlana,
babasının eserindeki konuları Mesnevi’de geniş şekilde işlemiştir. Bu açıdan
kitap Mesnevi’nin kaynaklar
arasında sayılabilir. Rıza Kurtuluş, “Maârif’, TDV İslam
Ansiklopedisi, 27.cilt, 2003, s.271-272. Kitabın bazı bölümleri
İngilizce olarak basılmıştır: Bahaeddin Veled, The Drowned
Book (Ecstatic And Earthy Reflections Of Bahauddin, The Father
05 Lewis, age, s. 123-125, 128.
00 B. Veled, 2008, s.18; Eflaki, 1973, 1. cilt, (10. hikâye),
s. 115.
07 Eflaki, 1973, 1. cilt, (33-35. hikâye), s. 129.
08 Şefik Can, Mevlana ve Eflatun, Kurtuba Y. , 2.
baskı, İstanbul, 2011, s. 95.
09 Eflaki, age, 1. cilt, (24. hikâye), s. 153.
[21] Eflaki, age. 1. cilt,
(23. hikâye), s. 152.
[22] Esin Çelebi Bayru
vd., Yüzyıllar Boyu Mevlana ve Mevlevilik, Kültür ve Turizm Bakanlığı Y.
, 1. Baskı, İstanbul, 2008, s.
53.
[23] Eflaki, age, 1. cilt,
(1. hikâye), s. 144 ve Can, age, s. 50.
[24] Seyyid Burhaneddin
Tirmizi, Maarif, (Çev. Ali Rıza Karabulut), Yayınevi yok, İstanbul,
1995, s. 69.
[25] Lewis, 2010, s. 144.
[26] Tirmizi, 1995, s. 45.
[27] Seyyid Burhaneddin
eserinde, Senai’nin şiirlerine yer verdiği gibi Hakan-i Şirvani, Attar, Nizami,
Buharalı Sadeddin Kâfi, Esirüddin-i Ahsiketi, Cüneyd, Hallac ve Hasan Basri’den
de bahsetmiştir. Lewis, age, s. 142-143.
[28] Lewis, age, s.
150-154.
[29] Ekrem Demirli’ye
göre İbn Arabi’nin F. Mekkiyye eserinin ana fikri vahdet-i vücud öğretisidir.
Vahdet-i vücudu bilim ve düşünce ürünlerinin odağına yerleştirir. İbn Arabi,
2006, s. 9.
[30] “Âlem ister mevcut
ister yok olsun, O’nunla beraber başka bir şey yoktur.” İbn Arabi, Fütuhat-ı
Mekkiyye, (Çev. Selahaddin Alpay), Şakir Hoca Y., İstanbul,1977, s. 119.
[31] Mircea Eliade, Dinsel
İnançlar ve Düşünceler Tarihi 3. Cilt, (Çev. Ali Berktay), Kabalcı Y., 1.
Baskı, İstanbul, 2003, s. 159.
[32] Nicholson, 1978, s.
89-90.
[33] Titus Burckhardt, İslam
Tasavvuf Doktrinine Giriş, (Çev. Fahreddin Arslan), Ribat Y., İstanbul,
1982, s. 42. Mevlana’nın peygamberlik anlayışında da aynısını görmek mümkündür.
John Lenard, All the King’s Falcons: Rumi on Prophets and Revelation,
State University of New York P., Albany, 1994, s. 11-13.
[34] İbn Arabi kendi
tasavvufi aşk nazariyesini, Hallac gibi hulul ile izah etmeyi reddeder. O,
hululcuların dediklerine katılırsa da, yorumda onlardan ayrılır. İbn Arabi’de
Hallac’la benzerlik gösteren birçok mısralar varsa da o bunları kendi vahdet-i
vücut sistemine göre izah eder. Mehmet Aydın, “Hz. Mevlana’da ve Muhyiddin-i
Arabi’de Aşk Kavramı”, III. M.M.K., Selçuk Ü. Y., Konya, 1988, s. 160.
[35] Aydın, agm, (III.
MMK), s. 158.
[36] Mevlana’nın üzerinde
önce Gazali (ö.llll)’nin, sonra Sühreverdi (Maktül-ö.1191) ve nihayet özellikle
İbn Arabi’nin (ö.1240) bariz etkileri vardır. Nihat Keklik, “Mevlana’da Metafor
Yoluyla Felsefe”, 1.MM.K., Selçuk Ü. Y., Konya, 1985, s. 52; Mevlana’nın
Sühreverdilikle ilişkisini Mektubat eserinde görmek mümkündür: “XII. Mektupta
Şems’in sevdiği ve övdüğü Şihabettin Sühreverdi-i Maktül’ün bir beyti vardır.” Mektuplar,
s. XIII.
[37] Corbin, 2013, s.
79-80.
[38] Ekrem Demirli,
“Mesnevi’yi Fusûsu’l-Hikem’e Göre Yorumlamak ‘İlâh-ı Mu’tekad’ ve Mevlana’nın
Mesnevi’sinden Hikâyeler”, Tasavvuf Dergisi, Ankara, 2005, s. 357. İlah-ı
Mutekad: İnanılan Tanrı’nın sayısının, inanç sahiplerinin sayısıyla artması
ve taptığı ilahının suretini yarattığında bu ilaha (suret) ilah-ı mutekad
denir. Demirli, agm. , s. 348.
[39] Seyyid Hüseyin Nasr,
“Sufi Geleneği ve Rumî”, Mevlana Araştırmaları-2-, (Çev. H.
İbrahim Gök), Akçağ Y. , I. Baskı, 2008, s. 217.
[40] William Chittick, Rumî
ve Vahdet’ul-Vücud Varolmanın Boyutları, (Çev. Turan Koç), İnsan Y., 3.
Baskı, İstanbul, 2008, s. 265.
[41] William Chittick, Tasavvuf-Kısa
Bir Giriş, (Çev. Turan Koç), İz Y., 2. Baskı, İstanbul, 2003, s. 144.
[42] Mehmet Demirci, Mevlana
ve MevlevîKültürü, H Y., I. Baskı, İstanbul, 2008, s. 78-79.
[43] Bahaeddin Veled’i
Bağdat’ta Ömer Sühreverdi karşılamıştır. Eflaki, 1973, 1. cilt , (46.
Hikâye), s. 134-135. Yine aile, Nişabur’da Feridüddin Attar’la karşılaşmıştır.
Bir başka rivayet Şam’da İbn Arabi’nin Celaleddin’i tasavvufa soktuğunu
söylemektedir. Bu hikâyeler tarihi olarak şüpheli olmakla birlikte derin bir
sembolik hakikati içlerinde barındırmaktan geri kalmazlar. Onlar sufilerin,
üç büyük üstatları arasında gördükleri manevi soy ağacı bağına işaret
etme değerine sahiptirler. Corbin, 2013, s. 93-94 ve Lewis, 2010, s. 344-346.
Nicholson, Mevlana’nın şiir söyleyişinin Sadi ve Hafız gibi şairlere göre sağlam
olmadığını, ikinci sınıf kafiyeler kullandığını söyler. Reynold A. Nicholson,
“The Matnawi of Jalalu’ddin Rumi’ye önsöz 1”, (Çev. Ekrem Yıldız),MevlanaAraştırmaları
2, Akçağ Y., 1. Baskı, Ankara, 2008, s. 255.
[44] Eflaki, age, 1. cilt,
(430. bölüm), s. 423.
[45] Ahmet Metin Şahin, Mevlana’nın
Rubaileri, Irmak Y., I. Basım, İstanbul, 2008, 549. rubai , s. 87. Bundan
sonraki göndermelerde sadece Rubailer olarak anılacaktır.
[46] Osman Nuri Küçük,
“Mevlânâ’nın Üslup, Tasavvufî Fikir ve Meşrep Kaynaklarından Senâ’î”, Tasavvuf
İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi, Sayı: 14, Ankara, 2005, s. 469.
[47] Eflaki, age, 1. cilt
, (132. hikâye), s. 257.
[48] Eflaki, age, 1. cilt,
(387. hikâye), s. 406.
[49] Eflaki, 1973, 1.
cilt, (131. hikâye), s. 256.
[50] Eflaki, age, 1. cilt,
(133. hikâye), s. 257.
[51] Attar, halk
hikâyelerini toplayıp (Corbin, 2013, s. 72) onları ilahi aşk tecrübesine göre
yorumlayarak toplumda şifahî (sözlü) geleneği tekrar canlandırmıştır ve aşk
dinini, İslam’ın kavramlarını kullanarak insanlara yaymıştır.
[52] Corbin, age, s. 73,
75.
[53] Selahaddin Halilov,
Felsefe Optiğinden Aşkın Renkleri, Binyıl Y., Ankara, 2015, s. 58.
[54] Küçük, 2005, s. 5.
[55] Eflaki, age, 2.
cilt, (14. hikâye), s. 82.
[56] Mevlana
Celaleddin-i Rumi, Divan, (Çev. Abdülbaki Gölpınarlı), İnkılap ve Aka
Y., İstanbul, 1974, s. 698 (Açıklamalar Bölümü).
[57] Eflaki, age, 2.
cilt, (14-15. hikâye), s. 82-83.
[58] Rubailer, 49.
rubai, s. 15.
[59] Corbin, age, s. 95.
[60] Eflaki, 1973, 2.
cilt, (82. hikâye), s. 123.
[61] Mehmet Aydın, “Hz.
Mevlâna’nın Yaşadığı Devrin Sosyal Yapısı” , II. M.M.K., Selçuk Ü. Y.,
Konya, 1986, s. 283.
[62] Lewis, 2010, s.
321-322.
[63] Lewis’e göre,
Şems’in Şeyh Muhammed dediği kişi İbn Arabi’dir. Lewis, age, s. 193-194.
[64] Lewis, age, s.
197-198. Şems’in homoseksüel olduğuna dair rivayetlere de rastlamak mümkündür.
Mevlana, Sultan Veled’in livata yapmak ve haşhaş kullanmak için daha küçük
olduğunu söyler, başka bir rivayette ise oğlunu ve karısını homoseksüel Şems’e
sunar. Bkz. Eflaki, age, 2. cilt, s. 89 ve karısını sunması (11. hikâye), s.
81.
[65] Şems’in homoseksüel
olduğuna dair rivayetlere de rastlamak mümkündür. Bu rivayetlerden birinde
Mevlana, Sultan Veled’in livata yapmak ve haşhaş kullanmak için daha küçük
olduğunu söyler, başka bir rivayette ise oğlunu ve karısını Şems’e sunar. Bkz.
Eflaki, age, 2. cilt, s. 89 ve karısını sunması (11. hikâye), s. 81.
[66] Ocak, 1999, s.
173-174.
Mevlana, Şems’e oğluna uyuşturucu
içirmemesini rica etmektedir. Eflakî, age, 1. cilt, (32. hikâye), s. 89.
[67] Eflaki, age, 2.
cilt, (17. hikâye), s. 84.
[68] Eflaki, age, 2.
cilt, (53. bölüm), s. 101.
[69] Eflaki, age, 2.
cilt, (13. bölüm), s. 82.
[70] Şems-i Tebrizi, Makalat
(Konuşmalar), (Çev. M. Nuri Gençosman), Hürriyet Y., İstanbul, 1974, 1.
cilt, s. 301.
[71] Şems, age, s. 101.
[72] Eflaki, age, 2.
cilt, (52. hikâye), s. 99.
[73] Can, 2011, s. 71.
[74] Şems, 1974, s. 122.
[75] Lewis, 2010, s.
249.
[76] Mevlana
Celaleddin-i Rumi, Fihî Ma Fih, (Çev. Ahmet Avni Konuk), Haz. Selçuk
Eraydın, İz Y., İstanbul, 2013, s. 181 (Bundan sonra sadece eserin ismi
yazılacak: Fihî Ma Fih).
[77] Lewis, age,
s. 217.
[78] Lewis, age, s.
214-218.
[79] Kur’ân-ı Kerim,
Kasas Suresi, 28/88.
[80] Eflaki, 1973, 1.
cilt, (242. bölüm), s. 325.
[81] Eflaki, age, 1.
cilt, (209. bölüm), s. 308-309.
[82] Lewis, age, s. 201,
203.
[83] Şems, age,
s. 341.
[84] Şems, 1974,
s. 291.
[85] Şems, age, s. 81.
[86] Divan-ı Kebir (İş
Ban.), 5. cilt, 3822. beyit, s. 411.
[87] A. Reza Arasteh, Aşkta
ve Yaratıcılıkta Yeniden Doğuş-Mevlana Celaleddin-i Rumi ’nin Kişilik
Çözümlemesi, (Çev. Bekir Demirkol vd.), Kitabiyat Y., I. Baskı, Ankara,
2000, s. 57.
[88] Lewis, 2010, s.
214.
[89] Sadettin Kocatürk,
“Mevlânâ'nın Divanı’nda Aşkın Çilesini Çekmek”, II. Milletler Arası M.K.,
3-5 Mayıs 1990, s. 61-83.
[90] Divan, 7905.
gazel, s. 595.
[91] Arasteh, age,
s. 41.
[92] Eflaki, age, 2.
cilt, (24. Bölüm), s. 86-87.
[93] Can, 2011, s. 69.
[94] Eflaki, age, 2.
cilt, (112. Bölüm), s. 138.
[95] Lewis, age, s. 224.
[96] Lewis, age, s. 232.
[97] Bayru, 2008, s.
56-80.
[98] Mevlana
Celaleddin-i Rumi, Mesnevi, (Çev. Adnan Karaismailoğlu),
Akçağ Y., 7. Baskı, Ankara, 2009, 1. cilt-Dibace (önsöz), s. 37; Vakıa
Suresi’ne nazire yapmaktadır. Vakıa Suresi’nde bu ayet şöyle geçmektedir: “O elbette değerli bir Kur’an’dır. Korunmuş
bir kitaptadır. Ona, ancak tertemiz olanlar dokunabilir. Âlemlerin Rabb’inden
indirilmedir.” Allah’ın Kur’an için
tanımladığı ayetleri kendi yazdığı Mesnevi’yi tanımlamak için kullanmaktadır.
Yine başka bir rivayette Mesnevi’yi Kur’an olarak nitelendirmektedir. Çünkü
Mesnevi’de, “Peygamberlerin ve velilerin söz kalıpları içinde ilahi sırların
nurlarından başka bir şey yoktur.” Eflaki, 1973, 1. cilt, (205. rivayet),
s. 305-306. Caferi’nin hesaplarına göre Mesnevi’de 2200 tane ayete atıf,
alıntı veya açıklama vardır. Hadi Hariri’ye göre ise Mesnevi’nin 6000 kadar
mısraının Kur’an’ı alıntıladığını, açıkladığını veya Kur’an’a atıfta
bulunduğunu hesaplamıştır. Lewis, 2010, s. 17.
[99]Mesnevi, 4. cilt,
1851-1853. beyit, s. 503-504.
[100] Mesnevi, 2.cilt, önsöz (dibace), s. 167; Eflaki,
age, 2. cilt, (3. bölüm), s. 170. Eserde vahiy kelimesi kullanılmaktadır.
Buradaki vahyin ilham manasında kullanıldığı iddia edilebilir. Ancak, sufilerin
ilhama yüklediği anlamlar dikkate alındığında, onun vahiyden ayırt edilmesi son
derece güç hale gelmektedir. Örneğin: “İlham, Allah veya melek tarafından kalbe
ulaştırıldığı için en doğru bilgi olup kesin delil kabul edilebilir. Başta
sûfîler olmak üzere İbn Sînâ, Abdülkâdir el-Bağdâdî, Gazzâlî, Fahreddin
er-Râzî, İbn Haldûn, Zebîdî ve Haydar el-Âmülî gibi âlimler bu görüştedir.”
Bkz. Yusuf Şevki Yavuz, “İlham” TDV İslam Ansiklopedisi, cilt: 22; s.
99.
15Mesnevi, 6. cilt,
2248. beyit, s. 792; Lokman Suresi (31/27)’ne nazire yapmaktadır: “Eğer
yeryüzündeki ağaçlar kalem, deniz de mürekkep olsa, arkasından yedi deniz daha
ona katılsa, Allah’ın sözleri (yazmakla) yine de tükenmez. Şüphesiz Allah
mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.”; Gölpınarlı, 15. Mektupta bir
ayete nazire yapan Mevlana’nın ayette yaptığı değişikliği yazıcıların hatası
olarak yorumlamakta ve şöyle bir dipnot düşmektedir: 2. surenin 110. ve 73.
surenin 20. ayetlerinde geçen “Vema tukaddimu li enfusikum min hayrin teciduhu
indallah” (Kendiniz için her ne iyilik işlemiş olursanız, Allah katında
bulursunuz) yanlış olarak “Vema tafalu min hayrin” (iyilikten ne yaparsanız
(Allah katında bulursunuz)) yazılmış. Şüphe yok ki, bu yanlış, Mevlana’ya
değil, mektubu yazdırdığı kişiye yahut istinsah edenlere aittir.” Mektubat, 15.
Mektup (52.dipnot), s. 28; Fakat Mevlana’nın diğer eserlerinde nazire yaptığı
ve değiştirdiği ayetlere bakarak, yapılan bu değişikliğin “yazıcıların hatası
olmadığını”, ayete bilerek nazire yaptığını rahatlıkla söylemek mümkündür.
[102] Lewis, 2010, s. 441;
Ertuğrul Seyhan, Tasavvuf Edebiyatında Mevlana ve Mevlevi, Sır Y. ,
Bursa, 2006, s. 29. “Mesnevi’nin esası, Kur’an’ın özüdür. Beyitleri ayet içinde
ayettir.” (Yenişehirli Avni) Seyhan, 2006, s. 30; Husayn Ilahi Ghomshei, “The
Symphony of Rumi” (Ed. Leonard Lewisohn, The Philosophy of Ecstasy Rumi and
Sufi Tradition, World Wiston, 2014 kitabının içinde) s. 5-6.
[103] Sarmış, s. 407.
[104] Celaleddin M. Bâkır
Çelebi, “Hz. Mevlana’ya Göre Mesnevî, Kur’an-ı Kerim ve Ayetlerden Mülhem
Birkaç Misal”, I. M.M.K, 1985, s. 335, 342.
[105] Şenel Demirel, “Şeyh
Rızaeddin Remzi Er-Rıfai’nin Tasavvuf Dergisi’ndeki Mesnevi Şerhi”, Tasavvuf
Dergisi, sayı: 14, Ankara, 2005, s. 598.
[106] Lewis, age, s. 444.
[107]Mesnevi, 6.
cilt, 1528. beyit, s. 769.
[108] “Mesnevi’de yer
alan Leyla ve Mecnun motiflerinin Nizami’nin ve Fuzuli’nin mesnevilerindeki
Leyla ve Mecnun motifleriyle aynı olmadığı görülmüştür. Mesnevi’de yer
alan Leyla ve Mecnun, bilinen hikâyenin kahramanları olmakla beraber burada
daha çok tasavvuftaki güzelliği ve gerçek aşkı anlatmada kullanılan sembol
kişilerdir.” İ. Çetin Derdiyok, “Mesnevi-i Manevi’de Leyla ve Mecnun”, IX.
MillîMevlânâ Kongresi, S.Ü.S.A.M.Y. , 1997, s. 76, 83.
[109] Lewis, 2010, s.
347-348.
[110] Lewis, age, s. 347.
[111] Süleyman Uludağ, İslam
Düşüncesinin Yapısı, Dergâh Y. , 2. Baskı, 1985, s. 141.
[112] Mesnevî,
2. cilt, 1785-1786. beyit, s. 94.
[113]Mesnevî, 5.
cilt, 2478. beyit, s. 653.
[114] Mesnevî, 1.
cilt, 1538. beyit, s. 186.
[115] Mesnevî,
3. cilt, 4245. beyit, s. 422.
[116] Şems, 1974,
s. 171. Tasavvufun ilk dönemlerinde yapılan tefsirlerde başlangıçta bazı
ayetlerin iç manaları aranırken, gittikçe her ayetten nice manalar çıkarma
yoluna gidilmiş ve Kur’an’ın manasının nihayetsiz olduğu hükmü hakim hale
gelmiştir ve böylece Kur’an’da her şeyin mevcut olduğuna hükmedilmiştir. Sehl
b. Abdullah Tüsteri: “Kur’an, Allah’ın kelamıdır, Kelam Allah’ın sıfatıdır.
Nasıl Allah’ın sonu yoksa kelamın da sonu yoktur.” demektedir. Mesnevi’ye
bakıldığında Mevlana söylemek istediklerini ayet, hadis ve halk deyimlerine
bağlayarak, bazen bunlar şerh ederek eserini kuvvetlendirmiştir. O Kur’an’ı
işari olarak tefsir etmiştir. Rıfat Okudan, “Mesnevi’yi Okumak”, Tasavvuf
İlmi ve Araştırma Dergisi, Sayı: 14, 2005, s. 635.
[117] Şems,
age, s. 189.
[118] Hicr Suresi,
15/28-29.
[119] Erkan Türkmen,
“Mevlana’nın Mesnevisine Boyutsal Bir Bakış” 2005
http://akademik. semazen. net/author article
print.php?id=1005.
[120]Mesnevi, 4. cilt,
1418. beyit, s. 490.
[121] Sadettin Kocatürk,
“Mevlana’nın Mesnevî’de İnsanlara Mesajı”, I. Milletler Arası M. K.,
1987, s. 77.
[122] Mansur, 1976, s. 105,
164.
[123] FihîMaFih, s.
150.
[124] Kehf, 18/109.
[125] Bayru, 2008, s. 111.
[126] Bayru, age, s. 113.
[127] Lewis, 2010, s. 353.
[128] Lewis, age, s. 354-355.
[129] Eliade, 2003, s. 165.
[130] Divan, 2433.
gazel, s. 192.
[131] Rubailer,
821-822. rubai, s. 127.
[132] Ahmet Kazım Ürün,
“Mevlana’nın Edebî Kişiliğini Etkileyen Şahsiyetler ve Eserleri”, III.
Uluslar Arası M. K., S.Ü.Y. , Konya, 2003, s. 171.
[133] “Haydin, gelin;
komşularla bir devlettir komşu oldu; artık bundan böyle Ebu Ali de, Ebu’l
Alâ’da kalktı gitti; onlarla işimiz kalmadı.” “Gönülde Isa gibi babasız bir
güzel resmedersin; anlamakta Ebu Ali Sina bile buzda kalakalmış eşeğe döner.” Divanı
Kebir, 2007, III.-V. cilt, 3649, 5749. gazel, s. 436, 628.
[134] Lewis, 2010, s. 363,
365.
[135] Ürün, age, s.
170.
[136]Mesnevî, 5.
cilt, 2680-85. beyit, s. 660.
[137]Mesnevî, 5.
cilt, 3780-3784. beyit, s. 698.
[138] Mesnevi, 2. cilt, 375-379. beyit, s. 180.
[139]Mesnevi, 2. cilt,
1390. beyit, s. 210.
[140] Eliade, 2003, s. 150.
[141] Divan, 939. ve
3870. gazel, s. 70, 72, 302.
[142] Mesnevî, 2.
cilt, 1378. beyit, s. 210.
[143] Nicholson, 1978,
s. 11.
[144] Eliade, age, s. 152.
[145] Mesnevî,
4. cilt, 1923-1933. beyit, s. 506 ve ayrıca Şems, 1974, s. 277 ve Sultan Veled,
Maarif, (Çev. Meliha Tarıkahya), MEB Y. , Ankara, 1949, s. 258.
[146] Eflaki, 1973, 2.
cilt, (26. bölüm), s. 154-155.
[147] Eliade, age, s. 149.
[148] Mesnevî, 3.
cilt, 690. beyit, s. 309.
[149] Eliade, age, s. 152
“Başımızın kâsesini şu şaraba vakfettik; böylece Seri’ye, Şibli’ye, Zün’nun’a
eşit olacağız biz.” Divan, 4361. gazel, s. 339.
[150] Mesnevî, 6.
cilt, 2044. beyit, s. 785.
[151] Eliade, age, s.
144-145.
[152] Mesnevî, 2.
cilt, 1369. beyit, s. 209.
[153]Mesnevî, 2. cilt,
64-68. beyit, s. 170-171.
[154] Mevlana eserinde açıklamadığı bu gizli iç kuvvet
anlayışını Şihabettin Sühreverdi (Maktül)’den almıştır. Sühreverdi’ye göre
nefsin idrak edici gizli ve açık kuvvetleri vardır. “Açık kuvvetleri havassı
hamse denilen dokunmak, tatmak, koklamak, işitmek, görmek gibi idrak
kuvvetleridir. Gizli kuvvetleri dahi hiss-i müşterek dedikleri bâtınî
kuvvettir ki beş mecradan içine su akan bir havuz gibidir. Bâtıni gizli
kuvvetlerden biri hayal kuvvetidir ki, hissi müşterek’in hazinesi
gibidir. Bu gizli kuvvetlerin biri de müfekkire kuvvetidir ki, düşünmek
kuvveti demektir. Terkip, tafsil ve istimbat hep bununla yapılır. Biri dahi vehim
kuvvetidir ki aklın tasdik ettiği kaziyelerde akıl ile çelişir... Batınî
kuvvetlerin biri dahi hafıza kuvvetidir. Geçen ve olup bitenleri
muhafaza eder ve hatırlatır. Batınî kuvvetlerin her birinin kendilerine mahsus
bir yeri vardır.” Şihabettin (Maktül) Sühreverdi, Nur Heykelleri, (Çev.
Saffet Yetkin), MEB Y., İstanbul, 1988, s. 8-10; Benzer bir ayırım Gazali’de de
vardır: İmam Gazali, Kalplerin Keşfi, Çev.: Abdullah Aydın, Bahar Y.,
İstanbul, 1998, s. 16-17; İmam-ı Gazali, Tasavvufun Esasları, (Çev.
Ramazan Yıldız), Şamil Y., Tarihsiz, s. 70-71.
[155]Mesnevî, 3. cilt,
2098-2103. beyit, s. 354.
[156]Mesnevî, 2. cilt, 51.
beyit, s. 170.
[157]Mesnevî, 5. cilt,
1100-1103. beyit, s. 605.
[158]Mesnevî, 4. cilt,
2400-2406. beyitler, s. 521.
[159] Mesnevi, 1.
cilt, 1406-1407. beyit, s. 82.
[160] Mesnevi, 1.
cilt, 3561-3575. beyit, s.150.
[161]Mesnevî, 6. cilt,
1297-1309. beyit, s. 762.
[162] Mesnevî, 4. cilt, 2020-2022. beyit, s. 509.
[163]Mesnevî, 2.
cilt, 60-63. beyit, s. 170.
[164] Mesnevî, 3. cilt, 1823. beyit, s. 345.
[165]Mesnevî, 6. cilt,
1310,1311, 1315, 1319. beyit, s. 762.
[166] Mesnevi, 1.
cilt, 2128. beyit, s. 105.
[167] Mesnevî,
1. cilt, 3504. beyit, s. 148.
[168] Mesnevî, 1.
cilt, 3503. beyit, s. 148.
[169]Mesnevî, 2.cilt, 1760.
beyit, s. 221.
[170] Arasteh, 2000,
s. 49.
[171] Araf Suresi, 7/143
[172] Temel Yeşilyurt,
Rü’yetullah, T.D.V. İslam Ansiklopedisi, c. 35, s. 312.
[173] Divan, 635.
gazel, s. 47.
[174] Divan, 7089.
gazel, s. 540.
[175] Rubailer,
1507. rubai, s. 225.
[176] Eflaki, 1973, 1.
cilt, (115. bölüm) s. 245-246.
[177] Veled, 1949, s.
333-334.
[178] Eflaki, age, 2. cilt,
(94. rivayet), s. 316.
[179] Şems, 1974, s.
135.
[180] Muhammed Şahin,Mesnevi’nin
Tenkidi, Güven Y., İstanbul, 1946, s. 193.
[181] Farabi de insanın
amacının Tanrı’ya benzemek olduğunu söyler. Filozofun yapması gereken şey de
Tanrı hakkında bilgi edinmeli ve insanın gücü kadarıyla yaratıcıya benzemek
(teşebbüh)tür. Necip Taylan, İslam Düşüncesinde Din Felsefeleri, M.Ü.I.F.Y.,
İstanbul, 1994, s.161.
[182] Arasteh, 2000,
s. 91.
[183] Rubailer, 219.
rubai, s. 40.
[184] Mevlana Celaleddin-i
Rumi, Mecalis-i Sab ’a (Yedi Meclis), (Çev. Abdülbaki Gölpınarlı), Konya
Turizm Derneği Y., Konya, 1965, s. 26.
[185] Nicholson, 1978,
s. 132.
[186] Mesnevî, 5.
cilt, 672. beyit ve açıklama bölümü, s. 591.
[187] Metin Yasa, Rubailer
Işığında Mevlana’da Aşk ve İşlevi, Elis Y., Ankara, 2010, s. 59.
[188] Mesnevî, 4.
cilt, 2765-2766. beyit, s. 532.
[189] Veled, 1949, s. 49.
[190] FihîMa Fih, s.
43.
[191] Nicholson, 1978,
s. 127; Osman N. Küçük, fenanın âşıktaki yerini anlatırken şöyle der: “Fena
halinin âşıktaki ayrılmazı, Mevlana’ya göre vahdet şuurudur. Zira fena halini
yaşayan arifin gönlü, suret düzlemindeki sınırlı ve iğreti benliğinden ve onun
hitab ettiği suretlerden kurtulup ilahi nur ile bütünleştiğinden, aynı zamanda
tüm varlığın manası ile de bütünleşmiştir. Arif, bütünleştiği bu ilahi nurun
kendi benliğinin aslını teşkil ettiğini anlar. Suret düzlemindeki ayıran ve
tasnif eden benlik aşıldığı için, artık kendisini Hakk’tan tefrik edemez hale
gelir. Mevlana, fenaya erişen kişideki bu şuuru şöyle ifade etmektedir: Ben
külliyen o şey oldum ki; herkes O’nun üzerine yemin etmektedir.” Osman Nuri
Küçük, Mevlana’ya Göre Manevi Gelişim (Benliğin Dönüşümü ve Miracı) ,
İnsan Y., 5. Baskı, 2014, s. 752.
[192] Mesnevi, 1. cilt,
1670-1673. beyit, s. 90.
[193] Nicholson, 1978,
s. 5.
[194] Mansur, 1976, s. 87.
[195] Nicholson, age, s.
96.
[196] Nicholson, age, s.
96.
[197] Şems, 1974, s. 90.
[198] Arasteh, 2000,
s. 62.
[199] Kalbin Allah’ı
görmesini sağlayan yakin nuru, ona bizzat Allah tarafından verilen bir ışıktır
ve Allah’ı görmenin başka bir yolu da yoktur. Nicholson, age, s. 43, 41.
[200] Eflaki, 1973. 1.
cilt, (32. rivayet), s. 182.
[201] Mesnevî, 3.
cilt, 1803. beyit, s. 345 ve Eflaki, age, 1. cilt , (137. rivayet), s.
259. Enbiya Suresine nazire yapmaktadır: “(Ey
Muhammed) Seni ancak âlemlere
rahmet olarak gönderdik” (21/107).
[202] Eflaki, age, 1. cilt
, (93. rivayet), s. 226.
[203] Divan, 5042.
gazel, s. 388.
[204] Eflaki, age, 1. cilt,
(128. rivayet), s. 255.
[205] Cevizci, 2006, s.
512, 516.
[206] FihîMa Fih, s.
43.
[207] Osman Nuri Küçük,
“Mevlana’ya Göre Seyr ü Sülûk”, http://akademik.semazen.net/authorarticle print.php?id=859 , 12.12.2016.
[208] Divan, 4774.
gazel, s. 368.
[209] Bayru, 2008, s. 115.
[210] İnsan, âlemin tacı
ve son sebebidir (tekâmülün sonu). Yaratılış sırası bakımından sonuncu ise de,
ilahi düşünce sürecinde ilktir. Çünkü onun asli parçası doğrudan doğruya
ulûhiyetten sudur eden ilk akıl veya külli akıldır. Bu, bütün eşyanın canlı
ilkesi olan Kelam’a tekabül eder ve Hz. Muhammed olarak kendisini gösterir.
Burada Hıristiyan mistik teologların Hz. İsa hakkında kullandıkları ifadelerin
aynı, İslam’ın kurucusu hakkında da kullanılır. Böylece Hz. Muhammed’e Allah’ın
nuru denir; âlemin yaradılışından önce var olduğu söylenir; fiili ve mümkün her
hayatın kaynağı olarak yüceltilir. O, insan-ı kâmildir ve bütün ilahi sıfatlar
onda tecelli eder. Sufiler şu sözü Hz. Muhammed’e atfederler: “Beni gören
Allah’ı görmüş olur.” Nicholson, 1978, s. 70.
[211] Mevlana,
peygamberliğin devamı olarak gördüğü veli kavramını çok kullanır. Veli
ile eş anlamlı olarak şeyh, sufi (yani âşıkları kastetmektedir,
zahit sufiyi eleştirir), pir, abdal, arif, kutup kavramlarını da
kullanmaktadır.
[212] “Mustafa'nın sureti
yok olduğu vakit her şeyden büyük olan Tanrı dünyayı kapladı.” Eflaki, 1973, 1.
cilt, (192. rivayet), s. 299.
[213] Kerim Kara,
“Mevlana’nın Mesnevi’sinde Kalp-Gönül”, Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırma
Dergisi, Ankara, 2005, Yıl:
6, Sayı: 4, s. 521.
[214] Mesnevi, 2.
cilt, 2152. beyit, s. 233.
[215]Mesnevî,4. cilt,
1505-1506. beyit, s. 493.
[216] İlhami Emin,
“Mevlana’nın Mesnevi’sinde Kimi Bengi Fikirler”, II. Milletler Arası M. K.,
1990, s. 60.
[217] Divan, 8324.
gazel, s. 625.
[218] Eflaki, age, 1. cilt
, (439. rivayet), s. 429. Bu söylemin aşırı yorum olduğu iddia edilebilir.
Ancak ifadeler Eflaki’ye aittir: “Bir gün Sultan Veled hazretleri (Tanrı onun
sırrını kutsasın) zamanı överek: "Bu zaman ne de güzel bir zamandır; bütün
insanlar mutekit ve samimidirler. Münkirler varsa da kuvvetleri yoktur,"
diyordu. Mevlana hazretleri: "Bahaeddin, bunu nasıl söylüyorsun?"
dedi. Sultan Veled: "Şundan dolayı ki, bundan önceki zamanlarda: 'Ben
Tanrı'yım,' dediği için Mansur'u idam ve kaç defa Bayezid'in katline kastettiler,
ne kadar ulu şeyhi öldürdüler ve belki 'haksız yere peygamberleri öldürdüler'
(K., II, 61 ) ayeti geçmiş asırlar hakkında vâkı olmuştur. Tanrı'ya hamdolsun
zamanımızda Hudâvendigâr'ın her beytinde bir 'Ben Tanrı'yım, ve ben tesbih
edilmeğe layığım' sözü vardır. Kimse de ağzını açıp itiraz edemiyor,"
dedi. Mevlana hazretleri gülerek: 'Onların makamı âşıklık makamı idi. Âşıklar
belâlara müptela olurlar,' buyurdu.”
[219] Eflaki, 1973, 2.
cilt, s. 82.
[220] Mesnevî,
1. cilt, 3310-3319. beyit, s. 142.
[221]Mesnevî, 4. cilt,
3645-3650. beyit, s. 560.
[222] Veled, 1949, s.
XXIX-XXX.
[223] Kara, 2005, s. 22.
[224] Arasteh, 2000,
s. 92.
[225] Küçük, 2005, s. 4-5.
[226] Eflaki, 1973, 1.
cilt, (62. rivayet), s. 206-207. “Sarhoş Musa’yım ben; şu yamalı hırkamın
içinde Allah var.” Divan, 7954. gazel, s. 599.
[227] Veled, 1949, s. 21.
[228] Hilmi Ziya Ülken,
“Tasavvuf Psikolojisi”, (Türkiye’de Bir Felsefe Gelen-ek-i Kurmaya Çalışmak-
Feylesof Simalardan Seçme Metinler 1, kitabının içinde, Der. Recep Alpağıl)
İz Y. , İstanbul, 2010, s. 428.
[229] Mesnevî,
3. cilt, 3607. beyit, s. 401.
[230] İsmail Yakıt,
“Türk-İslam Düşünürü Mevlana’ya Göre ‘İdeal İnsan’ Tasavvuru”, I. M.M.K,
1985, s. 219; Mevlana dünya ehlini hayvanlara benzetir ve şöyle der: Zahid odur
ki, ahiri görür ve ehl-i dünya ise ahırı görür; velakin ehass ve arif (yani veliler)
olanlar ne ahiri/ ve ne de ahırı görür. Onların nazarı evvele vaki olmuştur ve
her şeyin mebdeini görürler. Nitekim buğday eken bir arif nihayet buğday
çıkacağını bilir. Evvelden ahiri görür. Arpa ve pirinç vesaire de böyledir.
Evveli görünce, artık ahire nazar etmez. Âhir, evvelinde ona ma’lum olmuştur ve
onlar nadirdirler. Ve ahiri görenler mutavassıtlardır ve ahırda olanlar ise
en’am yani hayvanattırlar. Fihî Ma Fih, s. 22; Kocatürk,1990, s. 81.
[231] Mesnevî, 4. cilt,
3031. beyit, s. 541.
[232] Eflaki, age, 2. cilt,
(53. rivayet), s. 283.
[233] Mesnevî,
1. cilt, 3066. beyit, s. 135. “Aynı şekilde zaman da zihnin ürettiği bir
şeydir. Zaman, insan zihninin oyunudur, ezel ebed sadece zihinde vardır o
nedenle arif için sadece an önemlidir.” “Yine aynı şeklide zaman, hadiselerin
zihinde kıyaslanmasından, mekân da mevcuttan doğar.” Abdülbaki Gölpınarlı, Mesnevi
Tercemesi ve Şerhi, İnkılap Y., 3. Baskı, 1. cilt, İstanbul, 1972, s. 298,
192.
[234] Mesnevi, 1.
cilt, 3453. beyit, s. 147.
[235] Buna benzer bir
iddiayı şu videoda da görmekteyiz. Mooji (Anthony Paul Moo-Young): “Her şey
zihinde gerçekleşmekte.” https://www.youtube.com/watch?v=YDe8RyYXIEc&nohtml5=False.
[236] Misal Âlem (Berzah):
Bu görüş Sühreverdi Maktül tarafından ortaya atılmıştır. Her varlığın ve her
şeyin üçlü varoluş tarzı vardır. Duyusal âlem düzeyinde, imgeler âlemi (âlem-i
misal) düzeyinde ve nihayet saf akıllar düzeyinde(varoluş). Sühreverdi, imgeler
âlemi ontolojisini sağlam bir şekilde ortaya koymuştur. Benzer düşünceleri
Bahaeddin Veled’in hocası olan Necmeddin Kübra da savunur. Corbin, 2013, s. 87,
144-45.
[237] Mesnevî,1.
cilt, 121-122. beyit, s. 42.
[238] Mevlana Celaleddin-i
Rumi, Mektubat, (Çev. Abdülbaki Gölpınarlı), İnkılap ve Aka Y.,
İstanbul, 1963, 60. mektup, s. 92
(Bundan sonraki göndermelerde sadece
eser ismi yazılacak: Mektubat).
[239] Mektubat, 61.
mektup, s. 94.
[240]Mesnevî, 3. cilt,
2100. beyit, s. 354.
[241] Veled, 1949, s.
XXVIII.
[242] Arasteh, 2000,
s. 43.
[243] Aynı zamanda aşk
tecrübesiyle delilik, çocukluk, sarhoşluk, aptallık arasında
paralellikler kurarak (hepsi bilinçaltına ait olduğu için) bu düşünce yapısına
sahip olan akılsız ve şuuru yerinde olmayan insanları övmektedir.
[244] Mesnevi, 1.
cilt, 2008-2009. beyit, s. 101.
[245] Divan, 8324.
gazel, s. 625.
[246] Divan-ı Kebir’den
Seçmeler, I. cilt, s. 3 http://www.semazen.net/download
detail.php?id=6.
[247] Mesnevi, 1.
cilt, 2495. beyit, s. 116.
[248] “Aşk ab-ı hayattır,
onu inkâr da eşek.” Rubailer, 2093. rubai, s. 310.
[249] Mesnevi, 5. cilt,
2008. beyit, s. 637.
[250] Halilov, 2015, s. 91.
[251] Aşk’ı tıpkı İslam’ın
Tanrı’yı anlatışına göre tanımlar: “ Şunu bil ki aşkın ne önü vardır, ne sonu;
nereye bakarsan bak, ordan münezzehtir aşk.” Divan-ı Kebir (İş B. ), 2.
cilt, 2523. gazel, s. 324. Aşk’ın Allah’ın sıfatlarından oluşu düşüncesini İbn
Arabi’den almıştır: “Aşk, Allah’ın sıfatlarındandır, mahlûk sevgisinin Allah
ile ilgisi yoktur.” İbn Arabi, 1977, s. 303.
[252] İsmail Yakıt, Mevlana’da
Aşk Felsefesi, Ötüken Y., 2. basım, İstanbul, 2011, s. 24.
[253] Rebabın sesi cennet
kapısının sesidir. Eflaki, 1973, 1. cilt , (458. rivayet), s. 441.
[254] Seyhan, 2006, s. 17.
[255] Seyhan, age, s. 26.
[256] Halilov, age, s. 19.
[257] Halilov, age, s. 82.
[258] Durant, 2002, s. 40.
Ayrıca, sezgi ve uyuşturucu ilişkisi için bkz. Aslı N. Özkan vd., “Tarihsel
Süreç içinde Müzikoterapi”, Sendrom Dergisi, Osmangazi Ü. Tıp F.
Deontoloji ABD, Haziran, 2002, http://webnaturel.eom/urunbilgi/id/1397/katid/102/ustkatid/4/tarihsel-surec-icinde-muzikoterapi.html, erişim: 08.05.2016.
[259] Nicholson, 1978,
s. 41: Mevlana’nın Şems öncesi dönemde eşinin annesi (Kiray-i Buzurg)
tarafından sema yapmaya teşvik edilmiştir. Eflaki, 1973, 2. cilt, 84. hikâye,
s. 124. “Marifet sahiplerinin sema yapmaları mubah hatta müstehaptır. Allah’a
kavuşmuş olanlara sema, hiçbir halde kötü bir tesir icra etmez. Çünkü onlar
telvin ve tağyir (halden hale girme, değişme) sınırını aşmış, varidat
değişmelerini geçmişlerdir... Avamın semaına gelince bunun değeri yoktur, çünkü
tab’ın (nefsani duyguların) gereği olan bir sema’dır. Onlar semada tıpkı
çocuk gibidirler. Çocuk annesinin sesini duymaktan hoşlanır. Yine onların
sema’daki halleri, develerin durumuna benzer. Biri şarkı söyleyince
develer hızlanır.” Ebu Abdurrahman Sülemi, Tasavvufun Ana İlkeleri
(Sülemi’nin Risaleleri), (Çev. Süleyman Ateş), Ank. Ü. Y., Ankara, 1981, s.
28.
[260] Sema adı ile
tanınan Mevlevi ayininin resmi adı Mukabele-i Şeriftir. Ömer Tuğrul
İnançer, “Sema Adabı”, http://akademik.semazen.net/authorarticle detail.php?id=965, Erişim: 18.10.2016.
[261] Nicholson, age, s.
54. Nicholson’un sema ibadetinin gerçek amacının ‘dinlemek’ olduğunu
söylemesi Mevlana’nın şifahi kültüre yaptığı vurguyla örtüşmektedir. O sadece
müziği değil, velileri de dinlemek gerektiğini söyler.
[262] Eflaki, age, 1. cilt
, (96. hikâye), s. 230.
[263] Rubailer,
1018. beyit, s. 155.
[264]Mesnevî, 4. cilt,
732-733. beyit, s. 468.
[265] Nicholson, age,
s. 55.
[266] Mesnevî, 4.
cilt, 733-742. beyit, s. 468 ve Demirci, age, s. 117.
[267] Veled, 1949, s. 21.
[268] Veled, age, s. 344.
[269]Mesnevî, 4. cilt,
741-742. beyit, s. 468.
[270] Eliade, 2003, s. 166.
[271] Eflaki, age, 1. cilt,
(147. rivayet), s. 265.
[272] Can, 2011, s. 139.
[273] Rubailer,
1510. rubai, s. 225.
[274] Mesnevi, 1.
cilt, 1462-1463. beyit, s. 84.
[275]Mesnevî, 4.
cilt, 1851. beyit, s. 503.
[276] Lenard, 1994, s. 5.
[277] Divan-ı Kebir (İş
B.), 2232. gazel, III. cilt, s. 267.
[278] “Aşk benden doğmadı,
aşk beni doğurdu. Ben aşkın çocuğuyum.” Divan-ı Kebir’den Seçmeler, I.
cilt, 78. gazel, s. 38.
[279] Divan-ı Kebir (İş
B. ), 254. gazel, II. cilt, s. 35.
[280] “Âdem’de Hakkın nuru
var. Melekler o nedenle ona secde ederler.” Mesnevi, 1. cilt, 1248.
beyit, s. 77.
[281] Mesnevî,
2. cilt, 910-934. beyit, s. 196-197.
[282] Sıradan insanların
bazıları akla değil ahıra meyleder. Onlar eşektir. Mesnevi, 4. cilt,
1492-1516. beyit, s. 492-493.
[283] Arasteh, 2000,
s. 47.
[284] Şems, 1974, s. 39.
[285] Corbin, 2013, s. 124;
“Attar’ın eserlerinde Zerdüştçü Mazdeizm’den ve Sühreverdi’nin nurculuğunun
(İşrakilik) etkisi olan canlı imgeler ağı vardır.” Corbin, age, s. 74.
[286] Fihî Ma Fih,
s. 71; Mevlana’nın bu açıklamaları Yuhanna’nın 1-5.ayetlerini hatırlatmaktadır:
“Her şeyin başlangıcından önce Tanrısal Söz vardı. Tanrısal Söz Tanrı’yla
birlikteydi ve Tanrı neyse Tanrısal Söz O’ydu. Başlangıçta Tanrı’yla
birlikteydi. Tanrı her şeyi O’nun aracılığıyla oluşturdu ve olanlardan hiçbiri
O’nsuz olmadı. Her varlığa yaşam veren O’ydu ve yaşam insanların Işığı’ydı.” İncil,
Yuhanna (Öncesiz Söz 1-5), Kitabı Mukaddes Şirketi Y. , İstanbul, 1996, s.
181-182.
[287] Taha Suresi, 20/14, 62/9.
[288] En’am Suresi, 6/162.
[289] Enbiya Suresi, 21/73;
Hac Suresi, 22/77.
[290] Şems, 1974, s. 269.
[291] Eflaki, 1973, 1.
cilt, (328. rivayet), s. 379. Bir başka rivayette âşıkların namazını (sema)
kılamadığı için üzülmektedir. Eflaki, age, 1. cilt, (327. rivayet), s. 379.
[292] Fihî Ma Fih, s. 15.
[293] Eflaki, age,
1. cilt, (283. rivayet), s. 348-349.
[294] Eflaki, age. 1.
cilt, (199. Hikâye), s. 303; Benzer şekilde İbn Arabi’de Allah’ın insanlara nur
vereceğini söyler: “İlmi öğrenip amel edenlerden ol ki Allah sana nur versin...
O Allah’tan gelen bir ilimdir. Allah’tan gelen bir feyzdir.” İbn Arabi, Muhiddin-i
Arabi HazretlerininMüslümanlaraNasihatleri, (Çev. Abdullah Toprak vd. ),
Önder Y. , Ankara, 1978, s. 30.
[295] Me’aric Suresi,
70/23.
[296] FihîMaFih, s.
XVI, 158, 159.
[297] Araf Suresi, 7/29.
[298] Hac Suresi, 22/77.
[299]Mesnevî, 6.
cilt, 3576. beyit, s. 835.
[300] İbrahim Kâfi Dönmez,
İslam’da Oruç, TDV. İslam Ansiklopedisi, cilt: 33, s. 417; Bakara
Suresi, 2/183-185-187.
[301] Eflaki, 1973, 1.
cilt, s. 481.
[302] Mesnevî, 1.
cilt,1639-1640. beyit, s. 89.
[303] FihîMaFih, s.
116.
[304] Bakara Suresi, 2/93;
Nisa Suresi, 4/48 ayetlerine nazire yapmaktadır.
[305] Bakara Suresi, 2/285;
Nisa Suresi, 4/ 49; Maide Suresi, 5/10.
[306] Eflaki, age, 1. cilt,
(231. rivayet), s. 320.
[307] Mesnevî, 1. cilt, Dibace (önsöz), s. 37: Vakıa Suresi
(56/80)’ne nazire yapmıştır: “(Kur’an) Âlemlerin Rabbinden
indirilmedir”.
[308] Araf Suresi, 7/143;
Ahmet Savran, “Mesnevi’de Kur’an Tesiri”, I. MilliMevlanaKongresi,
Selçuk Ü. , 1985, Konya, s. 96.
[309] Hicr Suresi, 15/28,
29.
[310] Halilov, 2015, s. 51.
[311]“Veliler Hakk’ın çocuklarıdır.” Mesnevi, 3. cilt, 79. beyit, s.
291; İsa peygamberden yola çıkarak insanların Tanrı ile aynı renkte olduğunu
söyler. Mesnevî, 1. cilt, 500. beyit, s. 54.
[312] Mesnevî,
6. cilt, 4140. beyit, s. 854. İhlas Suresi(112/1-3)’ne nazire yapmaktadır;
Mevlana, Tanrı’yı ‘padişah’ kavramı ile niteler. İbrahim Emiroğlu, Sufi ve Dil,
İnsan Y., 2002, s.19.
[313] Mutasavvıflar, kenzi
mahfi sembolünün zikredildiği, hadis-i kutsiyi zikrettikleri kadar, bu ifadenin
batınî manasını şerh eden şu nebevî ifadeyi aynı sıklıkla ifade etmişlerdir:
“Ben mimsiz Ahmed, aynsız Arabım; beni gören Rabb’ı görmüştür.” (Hz.
Peygamber’in batıni gerçekliğine işaret eden bu hadis, mimsiz Ahmed’le ahad,
aynsız Arap’la rab ifade edilmiştir. O aynı zamanda Hz. Peygamber
rehberliği olmadan kimsenin Allah’a ulaşamayacağını da ifade etmektedir.)
Seyyid Hüseyin Nasr, Tasavvuf Makaleler, (Çev. Sadık Kılıç), İnsan Y.,
2002, s. 192.
[314] Yakıt, 2011, s. 37.
[315]Mehmet Bayraktar, İslam Düşünce Tarihi, AÖF Y. , 5. Baskı, 2014,
s. 48.
[316] İbn Arabi, vahdet-i
vücud bağlamında gerçeklikten söz ederken, Hakk terimini kullanır.
Manevi veya akli bir kutupla kozmik veya varoluşsal bir kutba bölünmüş gerçeklikten
söz ettiğinde, birincisini Allah veya Yaratıcı (halik), ikincisini ise Yaratım
(halk) veya Kozmos diye ifade eder. Eliade, 2003, s. 160.
[317] Divan-ı Kebir’den
Seçmeler, 1. cilt, 224. bölüm, s. 87-88.
[318] Nicholson, 1978,
s. 43.
[319] Şems, 1974, s.
169.
[320] Musa Tur dağı kıssası
için: Şems, age, s. 135.
[321]Mesnevi, 5. cilt,
3914. beyit, s. 702.
[322] Divan, 7954.
beyit, s. 599.
[323] Divan,
1890-1897. gazel, s. 151.
[324] Ali Nihat Tarlan,
“Mevlana’nın Dünyası”, http://akademik.semazen.net/article detail.php?id=217
[325] Türkmen, 2005, s. 3.
[326] Nicholson, 1978,
s. 79.
[327] Allah insana ruhundan
üflediği için insanın bir yönü ruh yani nurdur. Ve bu yönü Tanrı’yla
benzer ve birleşir. “Bir bölüğün, tam olarak aklı, ilmi ve cömertliği vardır.
Bu, melektir; o secdeden başka bir şey bilmez. Tabiatında hırs ve heves yoktur;
tam nurdur, Allah’ın aşkıyla diridir.”Mesnevi, 4. cilt,
1497-1498. beyit, s. 492.
[328] Arasteh, 2000,
s. 26.
[329] Rubailer,
339. rubai, s. 57.
[330] Nicholson, age,
s. 88.
[331] Halilov, 2015, s. 21.
[332] Nicholson, age,
s. 127.
[333] Divan, 7090.
gazel, s. 540.
[334] Mesnevî, 4.
cilt, 2973. beyit, s. 539.
[335] Mesnevî, 2.
cilt, Dibace (önsöz), s. 167.
[336] Seyhan, 2006, s. 281.
[337] Eflaki, 1. cilt,
(160. rivayet), s. 278.
[338] Ülken, 2010, s. 428.
[339] Mesnevi, 2.
cilt, 3091-3093. beyit, s. 262.
[340] Nicholson, 1978, s.
110.
[341] Nicholson, age,
s. 5.
[342] Tirmizi, 1995, s. 69.
[343] Mesnevî,
1. cilt, 1742. beyit, s. 92.
[344] Mesnevi, 1.
cilt, 1460-1461. beyit, s. 84. Not: Parantez içindeki açıklamaları biz ekledik.
[345] Emiroğlu,
Mevlana’nın dilinin paradoksal oluşunu dilin imkanlarının sınırlı oluşuna,
yaşadığı yoğun dini tecrübenin özelliğine, biraz da yanıklığına ve
pervasızlığına bağlamaktadır. Emiroğlu, 2002, s.19.
[346] Demirli, 2005, s.
355; Fazlur Rahman bu konuda şöyle der: “Ne kadar dindar ve doğru olduğunu
ileri sürerse sürsün, baştanbaşa monistik bir sistem, yapısı bakımından,
ahlaksal ölçülerin objektif geçerliliğini ciddiye alamaz. Çünkü bu durumda iyi
de kötü de Allah’tandır. Muhammed ‘doğru yola götüren’ anlamına gelen el-Hadi
isminin tecellisi olduğu kadar, şeytan da ‘insanı yoldan saptıran’ anlamına
gelen el-Mudil isminin tezahürüdür. Aydın,1988, s. 302.
[347] Fihî Ma Fih,
s. 76 ve Mesnevi, 1. cilt, 1132. beyit, s. 73.
[348] Nicholson, 1978,
s. 79.
[349] Arasteh, 2000,
s. 128.
[350] Mesnevî, 1.
cilt, 1133. beyit, s. 73.
[351]Mesnevî, 2.
cilt, 2540. beyit, s. 244-245.
[352] Demirli, 2005, s.
358.
[353] Rubailer,
1925. rubai, s. 286.
[354] Rahman Suresi, 55/19,
20. Ayetlere nazire yapmaktadır.
[355]Mesnevî, 1. cilt,
270-275. beyit, s. 47; Nicholson, age, s. 76.
[356] Rubailer, 339.
rubai, s. 57.
[357] Şems, 1974,
1. cilt, s. 120.
[358] Nicholson, age,
s. 76.
[359] Mesnevi,
1.cilt, 1245-1250. beyit, s. 77.
[360] Mesnevî,
1. cilt, 1740. beyit, s. 92.
[361] Nicholson, 1978, s.
103.
[362] Andrey Smirnov,
“Nedensellik ve İslam Düşüncesi”, (Çev. Fethi Kerim Kazanç), Dinbilimleri
Akademik Araştırma Dergisi,
10. cilt, sayı: 1, 2010, s. 288.
[363] Mesnevî,
1. cilt, 3775. beyit, s. 156.
[364] Demirci, 2008, s. 60.
[365] Eflaki, 1973, 2.
cilt, (14. rivayet), s. 234.
[366]Mesnevi, 4. cilt, 150.
beyit, s. 449.
[367] Mesnevî, 4.
cilt, 2407. beyit, s. 521.
[368] Nazi'at Suresi,
79/31: “Ondan da suyunu ve otlağını çıkardı.” Kamer Suresi, 54/12: “Yeri de
'coşkun kaynaklar' halinde fışkırttık. Derken su, takdir edilmiş bir işe karşı
(hükmümüzü gerçekleştirmek üzere) birleşti.”
[369]Mesnevî, 2. cilt,
1635-1645. beyit, s. 218.
[370]“İbn Sina’nın hedefi iki tip nedenselliği
birbirinden ayırt etmekti. O nedenle, mantık ve metafizikte öz ve varlık ayrımı
yapmıştır. Böylece özün nedenleri ve varlığın nedenleri ortaya çıkar. İbn Sina
(Aristo’da olduğu gibi) dört neden sayar: Maddi, suri, etkin ve gai.
1)
Sandalyenin
nedeni,
2) Sandalyenin yapıldığı madde,
3)Kendisini oluşturan biçim,
4)Onu meydana getiren marangoz ve oturma için onu kullanma
arzumuz.
Bunlardan
sadece birisi varlığı gerektirir; dolayısıyla, nedenler öylesine ikinci
dereceye konulur ve böylece varlığın nedeninin mantıksal olarak veya zamanda mahiyetin
nedenlerinden daha önce geldiği görünmektedir. Böylesi bir neden, sonunda fail
veya gai bir neden olup çıkar. Sonraki varlık birincisine
indirgendi, zira gai neden etkin (fail) nedenin nedenselliği için etkin
nedendir.” Smirnov, 2010, s. 283-284.
[371] Smirnov, agm. , s.
290.
[372] Smirnov, agm. , s.1.
[373] Divan,
5406-5409. gazel, s. 415.
[374] Halilov, 2015, s.
100.
[375] Mesnevî, 1.
cilt, 850-865. beyit, s. 65.
[376]Mesnevî, 3. cilt,
2519-2524. beyit, s. 367.
[377]Mesnevî, 6.
cilt, 3689-3694. beyit, s. 839.
[378] Mesnevî, 4.
cilt, 3600. beyit, s. 559.
[379] Can, 2011, s. 157.
[380] Divan, 6690.
gazel, s. 510.
[381] Şems, 1974,
s. 300.
[382] Halilov, 2015, s. 54.
[383] Mesnevî, 1.
cilt, 1910. beyit, s. 98.
[384]Mesnevî, 3. cilt,
3262. beyit, s. 391.
[385] Mesnevî, 3.
cilt, 3887. beyit, s. 410.
[386] Nicholson, 1978,
s. 86.
[387] Veled, 1949, s. XXI.
[388] Mesnevî, 5.
cilt, 2767. beyit, s. 663.
[389]Mesnevî, 3.
cilt, 1543-1544. beyit, s. 336.
[390] Ümmilik: Halvetin sağlıklı sonuçlar verebilmesi için
halvete giren kişinin ümmi olması gerekir diyen İbn Arabi, ümmiliği şöyle
açıklar: Ümmilik; Kur’an, hadis... vb. ezberlemeyi gerektirmez. Asıl ümmilik,
bunların içerdiği mana ve sırları çıkarmak hususunda kendi fikri bakışı ve akli
hükmüyle hareket etmemektir. Akli delillerin hem ilahiyat ilmindeki
verileriyle, hem de dinî hükümlerle müçtehitlere kazandırdığı fıkhi delillerle,
kıyaslarla ve neden aramalarla kendini sınırlamamak, donuklaştırmamaktır. Kalp,
düşünceye dayalı bu ilimden dinen ve aklen uzaksa ümmi olur ve manevi fethi çok
hızlı şekilde kabul ederek ledün ilminden nasiplenir. Bu ilim sayesinde,
düşünceye dayalı bilgilerin isabetli olup olmadığını bilir. Hayri Kaplan, “Baha
Veled, Şems ve Mevlana’nın Razi’ye Yönelik Eleştirileri ve Razi’nin Sufilere
/Tasavvufa Bakışı” Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi, 2005, s.
327.
[391]Mesnevî, 3.
cilt, 704. beyit, s. 310.
[392] Mesnevi, 1.cilt, 835.
beyit, s. 194.
[393] Divan-ı Kebirden
Seçmeler, 4. cilt, 55. bölüm, s. 5.
[394] Mesnevî,
1. cilt, 2081. beyit, s. 103.
[395]Mesnevî, 3. cilt,
2559. beyit, s. 368.
[396] Mikail Bayram, Sosyal ve Siyasi Boyutlarıyla Ahi Evren-Mevlana
Mücadelesi, Damla Y, Konya, 2006, s. 87.
[397]Mecalis-i Seba, s. 80.
[398] Veled, 1949, s. 215.
[399] Goleman, 2004, s.
364.
[400] Divan-ı Kebir (İş
B. ), IV. cilt, 2937-2938. gazel, s. 349.
[401] Lewis, 2010, s. 128.
[402] Smirnov, 2010, s.
290-291.
[403] Mesnevi, 1.
cilt, 2201-2202. beyit, s. 107.
[404] Mesnevi, 1.
cilt, 133. beyit, s. 43. “Sufiler vakit için; İki zaman arası, yani geçmiş ve
gelecek gibi iki zaman arasıdır; sufi de vaktin oğlu (İbn al-vakt)’ dur”
derler. Onlar bununla sufi geçmiş ve geleceğe asla iltifat etmeyip, olduğu
halde bulunduğu zaman içinde kendisine daha iyi olan ve lüzumlu bulunan
ibadetlerden biriyle meşgul ve o anda kendisinden istenilen şeyle de kaimdir”
manasını kastederler. Abdülkerim Kuşeyri, Tasavvufun İlkeleri (Risale),
(Çev. Tahsin Yazıcı), Tercüman Y., 1. cilt, İstanbul, 1978, s. 124, 125.
[405] Eflaki, 1973, 1.
cilt, (314. rivayet), s. 369.
[406] Eflaki, age, 1. cilt,
(315. rivayet), s. 370-371.
[407]Eflaki, age, 1. cilt, (449. hikâye), s. 434. Bu yardımı başka bir
kaynakta Üftade’nin yaptığı rivayet edilmektedir. http://www.huzuradogru.
com/dinî-hikayeler/4124-hazreti-üftadenin-yardımı .html.
[408] Bayraktar, 2014, s.
67.
[409] Benzer bir öğretiyi
savunan Mooji’dir: https://www.youtube.com/watch?v=mJtWsJoGJrc.
[410] "Hendese
(geometri) bilgisinin incelikleri yahut heyet (astronomi), hekimlik bilgisi
(tıp), felsefe. Hep bu dünyaya bağlıdır; bunlar, adama, yedinci kat göğün
üstüne çıkacak yolu göstermez. Bütün bunlar ahır yapma bilgisidir; ahırda
öküzün; devenin varlığına destektir.”Mesnevî, 4. cilt, 1516-1520. beyit,
s. 493.
[411] Dervişler uyumazlar
ve uyanıkken rüya görürler, arifler uyanıkken güzel rüya gören kimseye denir.
Eflaki, age, 1.cilt, (471. rivayet), s. 448.
[412] Eliade, 2003,
s. 160-161.
[413]Mesnevî, 3.
cilt, 4230-4239. beyit, s. 421.
[414] Eflaki, 1973, 1.
cilt, (117. hikâye), s. 247.
[415] Eflaki, age, 1. cilt,
(496. rivayet), s. 460.
[416]Mesnevî, 3. cilt,
2219. beyit, s. 358.
[417]Mesnevî, 5.
cilt, 2242. beyitten önceki açıklama bölümü, s. 645.
[418] Eflaki, 1973, 1.
cilt, (1. rivayet), s. 154.
[419] Eflaki, age, 1. cilt,
(211. rivayet), s. 309-310.
[420] Eflaki, age, 1. cilt,
(373. rivayet), s. 399-400.
[421] Eflaki, age, 1. cilt,
(378. bölüm), s. 402-403.
[422] Eflaki, age, 1. cilt,
(224. rivayet), s. 316.
[423] Eflaki, age, 1. cilt,
(471. rivayet) s. 448.
[424] Mesnevî, 1.
cilt, 3186. beyit, s. 138-139.
[425]Mesnevî, 4. cilt,
3632. beyit, s. 560.
[426]Mesnevî, 6.
cilt, 4745-4747. beyit, s. 874.
[427] Eflaki, 1973, 1.
cilt, (471. rivayet), s. 448.
[428] Veled, 1949, s. 291.
[429] Bayru, 2008, s. 432.
[430] Arasteh, 2000,
s. 28.
[431]Mesnevî, 2.
cilt, 1665-1669. beyit, s. 218.
[432] Mesnevi, 3.
cilt, 2364-2365. beyit, s. 362.
[433] Mesnevî,
4. cilt, 2424-2429. beyit, s. 521-522.
[434] Mesnevî, 1.
cilt, 70-72. beyit, s. 41.
[435] Veled, age, s. 290.
[436] Mesnevî, 1.
cilt, 411. beyit, s. 51.
[437] Mesnevî, 1.
cilt, 1122-1128. beyit, s. 73.
[438] Divan-ı Kebirden
Seçmeler, I. cilt, 173. bölüm, s. 72.
[439] Buna benzer bir
düşünceyi Eflatun’da görmekteyiz: “Sevgi öyle usta bir şairdir ki, dilediği
kimseyi şair yapabilir. Eline geçirdiği insan, hemen şair kesilir. Her çeşit
sanat alanında, sevgi, her yaratmanın yaratıcısıdır. Evet, hekimlik, binicilik
Apollon’un buluşlarıdır. Ama o bunları, arzu ve sevgi yolu ile bulmuştur.
Musa’lara müziği, Hephaistos’a demir dövmeyi, Athena’ya kumaş dokumayı öğreten
odur. Kısacası, ilkin sevginin kendisi her şeyden güzel, her şeyden iyidir;
sonra da o, başka güzelliklerin, başka iyiliklerin kaynağıdır.” Eflatun,
“Symposion”, (Fatma Paksüt, Platon ve Platon Sonrası, Ayyıldız Y.,
Ankara, 1980, kitabının içinde), s. 158.
[440] FihîMa Fih, s.
48-49.
[441] Belletilmeden
söyleyen Allah'tır, çünkü onun sıfatları, sebeplerden ayrıdır. Yahut Âdem gibi
ana ve dadı hicabı olmaksızın Allah telkini ile söyler. Yahut da Allah
belletmesiyle Mesih gibi doğar doğmaz konuşur. Mesnevî, 4. cilt,
3040-3042. beyit, s. 541.
[442] Zihin ve akıl
yürütme insana rehberlik etmez; sadece insanın kendini bir nebze tanımasına
yardım eder, bütün benliğini değil. Arasteh, 2000, s. 50.
[443] Mesnevi, 4. cilt,
1293. beyit, s. 486.
[444] Mesnevî, 4.
cilt, 1287-1300. beyit, s. 486; “Mevlana aklı ele alırken her zaman ahlaki
fonksiyonu açısından ele alır. Akıl, insana sadece dünyanın kötülüğünden ve
acılarından uzaklaşmak için işe yarar.” Yakıt, 1985, s. 222.
[445] Mesnevî, 1.
cilt, 3446-3448. beyit, s. 146.
[446] Eflaki, 1973, 2.
cilt, (59. bölüm), s. 104.
[447] Arasteh, 2000,
s. 83. Kendini bilmeyen âlimleri eleştirisi: Mesnevî, 3. cilt, 2650-2655.
beyit, s. 371. “Kendi iç âleminde dolaşmalı ve kendini bilmeğe çalışmalısın.
Bundan başka bir şeyi bilmenin sana faydası olmaz, senin için lazım olan ve
seninle alakası bulunan şey, kendini bilmendir.” Veled, 1949, s. 334.
[448] Mesnevî, 1.
cilt, 3457-3460. beyit, s. 147.
[449] Hadisi kendi
felsefesine göre yorumluyor: Peygamber “ ümmetimden öyleleri vardır ki onlar,
benimle aynı yaratılıştadırlar, benimle aynı himmete sahiptirler. Ben onları
hangi nurla görüyorsam onların canları da beni mutlaka aynı nurla görür” dedi. Mesnevi,
1. cilt, 3461-3463. beyit, s. 146-147.
[450]Mesnevî, 6. cilt,
1932. beyit, s. 782.
[451] Şems, 1974, s. 224,
162, 165.
[452] Mesnevî, 2.
cilt, 1315. beyitten sonraki dipnot, s. 208.
[453] Mesnevî, 3.
cilt, 1131. beyit, s. 323. Bu görüşünü tasavvuf haberleriyle delillendiriyor :
“Kürt olarak yattık” sırrını bil, “ Arap olarak sabahladık” sırrını oku! Mesnevî,
1. cilt, 3464. beyit, s. 147.
[454] Veled, age, s. 148;
Bakara Suresi, 2/32.
[455] Eflaki, 1973, 1. cilt,
(128. rivayet), s. 255.
[456] Arasteh, 2000, s.
30; Mevlana’nın bu düşüncesi Eflatun’a benzer. Eflatun, insanın amacının
Tanrı’ya benzemek olduğunu söyler. Eflatun, Theaitetos, MEB Y.,
İstanbul, 1997, s. 90.
[457] Veled, age, s.
233-234.
[458]Mesnevi, 6. cilt, 2500.
beyit, s. 800.
[459] Nicholson, 1978, s.
151.
[460] Nicholson, age,
s. 86.
[461] H. Kâmil Yılmaz,
“Mevlânâ ve Nefs Eğitiminde Oruç”, Asitane Mevlevi Kültür Dergisi, Sayı:
8, 2010, s. 11.
[462] Böylece insanın kişiliği
ve benlik bilinci yok edilmektedir. Nicholson, 1978, s. 72.
[463] Nicholson, 1978,
s. 60.
[464] Mesnevi, 1.
cilt, 3395. beyit, s. 145.
[465] Mesnevi, 4.
cilt, 1851-1852. beyit, s. 503-504.
[466] Kocatürk,1987,
s. 77.
[467] Mesnevî, 4.
cilt, 1964. beyit, s. 507.
[468] Divan, 5530.
gazel, s. 424.
[469] Mesnevî, 3.
cilt, 3294. beyit, s. 392.
[470] Mesnevî, 2.
cilt, 749-750. beyit, s. 191.
[471] Mesnevî, 3.
cilt, 2525. beyit, s. 367.
[472] Mesnevî, 3.
cilt, 4123. beyit, s. 418.
[473] Rubailer,
1692. rubai, s. 252.
[474] Mesnevî, 4.
cilt, 3065-3066. beyit, s. 542.
[475] Mesnevi, 1.
cilt, 2106-2107. beyit, s. 104.
[476] Veled, 1949, s.
XXVIII, 238, 239.
[477] Mesnevî, 6.
cilt, 1300. beyit, s. 762.
[478] Eflaki, 1973, 1.
cilt, (294. rivayet), s. 354.
[479] Mesnevî, 5.
cilt, 1195. beyit, s. 609.
[480] Eflaki, , 1973, 1.
cilt, (2. rivayet), s. 155.
[481] Eflaki, age, 1. cilt,
(314. rivayet), s. 369-370.
[482] Eflaki, age, 1.
cilt,(171. rivayet), s. 286.
[483] Eflaki, age, 1. cilt,
(315. rivayet), s. 371.
[484] Eflaki, age, 1. cilt,
(320. rivayet), s. 375.
[485] Eflaki, age, 2. cilt,
(379. rivayet), s. 403.
[486] Eflaki, age, 1.cilt,
s. 151-152. Mevlana bu kişiyi başka bir hikâyede kimyagerlikten (bilimsel
çalışma yapmaktan) vazgeçilmiştir. Eflaki, age, 1. cilt, (103. hikâye), s.
236-237.
[487] Demirci, 2008, s. 71.
[488] Eflaki, age, 2. cilt,
(598. hikâye), s. 72.
[489] Eflaki, 1973, 1. cilt,
(88. hikâye), s. 222-223.
[490] Eflaki, age, 2. cilt,
(40. rivayet), s. 93.
[491] Eflaki, age, 1. cilt,
(145. rivayet), s. 264.
[492] Eflaki, age, 1. cilt,
(396. rivayet), s. 408-409.
[493] Eflaki, age, 1. cilt, (181.
rivayet), s. 293.
[494] Eflaki, age, 1. cilt, (3. hikâye),
s. 145.
[495] Eflaki, age, 1. cilt, (41.
rivayet), s. 188-189.
[496] Eflaki, age, 1. cilt, (99.
hikâye), s. 232-234.
[497] Eflaki, age, 1. cilt, (34.
rivayet), s. 129-130.
[498] Eflaki, 1973, 1.
cilt, (38. rivayet), s.131-132.
[499] Eflaki, age, 1. cilt,
(140. rivayet), s. 261-262.
[500] Eflaki, age, 1. cilt,
(251. rivayet), s. 330-331.
[501] Eflaki, age, 1.cilt,
(546. rivayet), s. 493-494.
[502] Eflaki, age, 1.cilt,
(211. rivayet), s. 310.
[503] Yakıt, 1985, s. 225.
[504] Yakıt, age, s.
226-227.
[505] Arasteh, 2000,
s. 61; Ayrıca Tanrı, hem aşk, hem âşık, hem de maşuktur. Yakıt, 2011, s. 94.
[506] Divan-ı Kebir’den
Seçmeler, III. cilt, 1304. bölüm, s. 140.
[507] Demirci, 2008, s. 31;
Yakıt, age, s. 64.
[508] Mesnevî, 1.
cilt, 1742. beyit, s. 92.
[509] Sultan Veled,
İbtidaname, (Çev. Abdülbaki Gölpınarlı), Konya Turizm Derneği Y. , Ankara,
1976, 966-967. Beyit, s. 60;
“Onun zatı önünde var ve yok, yok
olur; yokluk içinde varlık, tam şaşılacak bir şeydir.” Mesnevî, 3. cilt, 4660. beyit, s. 435.
[510] Mesnevî,
1. cilt, 3310-3319. beyit, s. 142. Mevlana’nın bir müridinin dediğine göre âşık
olmayan kişi, köpekten daha aşağıdır. Eflaki, 1973, 2. cilt, (81. hikâye), s.
304.
[511] Eflaki, age, 2. cilt,
(6. hikâye), s. 229-230.
[512] Eflaki, 1973, 2.
cilt, (579. rivayet), s. 57.
[513] Eflaki, age,
1. cilt, (15. rivayet), s. 168.
[514] Eflaki, age,
1. cilt, (122. hikâye), s. 250-251.
[515] Nicholson, 1978,
s. 109-110.
[516] Eflaki, age, 1. cilt,
(280. rivayet), s. 347.
[517] Eflaki, age, 1. cilt,
(259. rivayet), s. 336.
[518] Nevzat Tarhan, Tuluhan
Tekelioğlu ile Aşk Terapi: https://www.youtube.com/watch?v=sdMiDhd0NjI 30.08.2016.
“2007
yılında yayınlanmış bir araştırma sonuçları aşkın beyinsel boyutu hakkında
anlamlı sonuçlar açıklıyor. Bu araştırmada aşkın beyinde tıpkı kokain gibi bir
etki yarattığı belirtildi.. .Aşk duygusunun tıpkı açlık ve susuzluk gibi temel
duygular arasında yer aldığı ve çok güçlü olduğu dile getirildi.. “Bağımlılık
çok güçlüdür. Kokain bağımlılığı da dopaminle ilgilidir” diyen Prof. Fisher,
yeni âşıkların çok enerjik olmasını da dopamin etkisine bağladı. Prof. Fisher’e
göre, ‘Dopamin dikkat odaklanmasını sağlar. Bu yüzden âşıkların gözünde
sevdiklerinden başkası yoktur.” Nevzat Tarhan, Aşk Terapi, Timaş Y.,
İstanbul, 2014, s. 16-17.
[519] Sinan Canan videosu,
Öteki Gündem - N Beyin 04. 07. 2014 /(Erişim: 15.01.2017) 12. 00 dk.
[520] Akıllı insanlar
Neden Aptalca Şeyler Yaparlar:
http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/diger/416804/Akilli
insanlar nicin aptalca seyler yapar.html#.
[521] Halilov, 2015, s. 80.
[522] Halilov, age, s. 96.
[523] Mesnevî, 6.
cilt, 225-226. beyit, s. 726. (aktaran: Nicholson, age, s. 57- Nicholson bu
beyitte geçen kelimeye esrar demektedir). Bu beyitte geçen esrar
kelimesi Veled İzbudak ve Adnan Karaismailoğlu çevirilerinde çalgı
olarak tercüme edilmiştir. Whinfield bu kelimeyi ‘güçlü içki’ (strong drink)
olarak İngilizceye tercüme etmiştir. “Men incur the reproach of wine and strong
drink; For all know well this existence is a snare, This thought and memory and
will only a hell” Maulana Jalalu’d-din Muhammed Rumi, Masnavi-i Manavi,
Trans: E.H. Whinfield, Omphaloskepsis P. , 2001, VI. Book, s. 411.
[524] Mesnevî, 3.
cilt, 671-674. beyit, s. 309.
[525]Mesnevî, 6. cilt,
3759-3764. beyit, s. 842.
[526] Haşhaş Tecrübesi:
Bu ani ürpertinin anlamı ne? Sanki bir gücün yarattığı şoku hissediyor
gibiydim; beynim parçalanıyor, parmaklarımın ucuna kadar sarsılıyordum,
neredeyse oturduğum iskemleden fırlayacaktım. Artık şüphe yoktu. Haşhaş
etkisini gösteriyordu. İlk duygum, kontrol edemediğim bir dehşet hissiydi,
istemediğim, hazır olmadığım bir şeyi elde etmiş olmanın dehşeti.
Anlatılamayacak bir gariplik bulutu üzerime çöküyor, beni tanıdığım, bildiğim
her şeyden ayırıyordu. Eskiden beri çok iyi tanıdığım, sevdiğim yüzler
çevremdeydiler, ama yalnızlığımı paylaşmıyorlardı. Onların paylaşamayacakları
bir yaşama dalmıştım. Yerin yakınlığı ve sonsuz bir uzaklık kavramı iç içe
girmişti sanki... Sanki konuşan benim sesim değildi; başka bir zamanda, başka
bir yerde işitmiş olduğum bir sesti. Bir süre dış âlemde neler olup bittiğini
bilemedim, sanki bir düşü birkaç gün sonra anımsamış gibiydim. Bütün gece
boyunca şömineden hafif bir esinti geliyordu; bu şimdi durmadan hızlanan bir
tekerleğin dönme sesine benzedi. Bu ses bütün dünyayı dolduruyordu, bir an
sersemledim. Adeta bu sesin içinde kaybolmuş oldum. Tekerleğin dönüşü yavaşladı
ve durdu ve monoton sesi değişti ve büyük bir katedralin orgunun titreşimleri
haline geldi. Org’un titreşimlerinin inişli çıkışlı tonu içimi bir hüzünle
doldurdu. Bunun gerçek olduğuna öylesine inanmıştım ki, müziğin arkadaşlarımın
üzerinde bıraktığı etkiyi görmek için etrafıma bakındım. Ama gerçekle ayrı
dünyalarda yaşıyorduk. Kimse müziğin farkına bile varmamıştı. Belki de
ben tuhaf davranıyordum. Bir kez daha bana yabancı gelen sesimi duyunca, başka
bir dünyadan, bir yabancının konuştuğunu sandım. Oturdum ve dinledim, o
ses hala konuşuyordu. İlk defa olarak haşhaşın zaman kavramlarında da
değişiklikler yaptığını anladım. Cevabın ilk sözcüğüyle son sözcüğü
arasında sanki yıllar geçmişti. Zamanla beraber mekân boşluğu da genişlemiş
gibiydi. Orta masasında üç fit kadar uzaklıkta bu koltuğa oturuyordum. Hızla bu
uzaklık büyüdü. Atmosfer genişledi, çevremi büyük boşluklar sardı. Tavan ve
duvarlar birdenbire yerlerinden kayar ak salonu genişletmişlerdi... Sonsuz bir
boşluğun ortasında tek başına kalamazdım! Ve şimdi her an izlendiğimden
emindim. Sonradan öğrendiğime göre, dünyadaki her şeyden ve herkesten
şüphelenmek, haşhaş sarhoşluğunun tipik bir belirtisiymiş . Karmaşık
halüsinasyonumun ortasındayken, çift kişiliğim olduğunu algılayabiliyordum.
Varlığımın bir parçası bu müthiş deneyim girdabında dönüp dururken, öbür
parçası da yukarıda bir yerlere oturmuş, olup bitenleri gözlemliyor,
yorumluyordu. Bu sakin varlık diğerine acıyordu, ama kendine hâkimiyeti elden
bırakmıyordu. Bir ara eve gitmem gerektiği konusunda beni uyardı, aksi halde
haşhaşın etkisiyle arkadaşlarımı korkutacak bazı şeyler yapabilirdim. Bu
uyarıyı sanki başka birisi tarafından yapılmış gibi duydum ve çıkmak üzere
kalktım.” Fitzhugh Ludlow, “Haşhaş Yiyici”, (Bert Kaplan, Akıl Hastalarının
İç Dünyası, (Çev. Bengi Güngör), Öteki Y. , 5. Baskı, 1999 içinde), s.
369-371.
[527] Mektubat, 21.
mektup, s. 35.
[528] Mesnevî, 4.
cilt, 2683. beyit, s. 530.
[529] Eflaki, 1973, 1.
cilt, (343. rivayet), s. 386.
[530] Eflaki, 1973, 1.
cilt, (380. rivayet), s. 403-404; (256. rivayet), s. 334-335.
[531]Mesnevi, 4. cilt,
2155-2156. beyit, s. 513.
[532] Eflaki, age, 2. cilt, (41.
rivayet), s. 94.
[533] Eflaki, age, 2. cilt, (11.
rivayet), s. 81.
[534] Eflaki, age, 2. cilt, (4.
rivayet), s. 78.
[535] Eflaki, age, 1. cilt, (555.
hikâye), s. 499-500.
[536] Eflaki, age, 2. cilt,
(38. hikâye), s. 267-268.
[537]Mesnevî, 5. cilt,
3484. beyit, s. 688.
[538]Mesnevî, 4. cilt,
3611. beyit, s. 559.
[539]Mesnevi, 5. cilt,
1920. beyit, s. 634.
[540] Divan, 4054.
gazel, s. 315.
[541] Mesnevî, 6.
cilt, 642. beyit, s. 740.
[542] Divan, 986.
gazel, s. 73.
[543] Divan,
7651-7652. gazel, s. 578.
[544] Nicholson, 1978,
s. 88.
[545]Mesnevî, 4. cilt,
3557. beyit, s. 557.
[546] Mesnevî, 2.
cilt, 3136-3137. beyit, s. 263.
[547] Mesnevi, 2.
cilt, 3141-3144. beyit, s. 263-264.
[548] Mesnevî, 5. cilt,
2163-2204. beyit, s. 642-644 (Bu hikâyede arif-zahit karşılaştırması
yapmaktadır. Ariflerin korkusuzluğu anlatılır).
[549]Mesnevî, 5. cilt,
3325-3350. beyit, s. 683 (Sakalla ve hayayla adam olunamayacağı).
[550] Mesnevi, 5.
cilt, 3831, 3994. beyit, s. 700-705.
[551] Mesnevî, 5. cilt, 1333-1389. beyit, s. 614-615 (Bu
hikâye, ölçüsüz şehvetin insana mahvedebileceği konusunu
anlatmaktadır).
[552] Mesnevî, 5.
cilt, 3391-3394. beyit, s. 685.
[553] Mesnevi, 4.
cilt, 3542, 3556. beyit, s. 557.
[554] Eflaki, 1973, 1.
cilt, (392. rivayet), s. 407-408; Eflatun aşkı ikiye ayırmaktadır; “Aşk (Eros)
çok eski bir Tanrı’dır. Pausanias, Aşk’ı hemen övmenin doğru olmayacağı
kanısındadır. Aşk’ın Aphrodite’den ayrılmadığına bakılırsa ve iki türlü
Aphrodite olduğu düşünülürse, iki türlü sevginin varlığı kabul edilecektir.
Eski Aphrodite bir anadan doğmamıştır. O göğün kızıdır. Sonra gelen Aphrodite
ise, Zeus’la Dione’nin kızıdır. Ona, orta malı Aphrodite denir. Övülmeye değer
olan, bizi sevginin güzeline götüren sevgidir. Orta malı Aphrodite’ye bağlanan
insanın kendisi de orta malıdır. Böyleleri, kadınları da delikanlılar kadar
severler. Göğün kızı olan Aphrodite’nin yolundan gidenlerin sevgisi ise erkek
cinsine dönüktür. Onların sevdiği, daha gürbüz, daha akıllı varlıklardır.”
Eflatun, 1980, s. 154-155.
[555] Rubailer, 224.
rubai, s. 41.
[556] Ahi Evren, Tasavvufi
Düşüncenin Esasları (Tabsiratü’l-mübtedi ve Tezkiretü’l-müntehi-Şeyh
Nasirü’d-din Mahmud el- Hoyi-Ahi Evren) , (Çev. Mikail Bayram), NKM Y. , 3.
Baskı, İstanbul, 2008, s. 171.
[557]Mesnevî, 6. cilt, 971.
beyit, s. 751.
[558] Oytun Erbaş, agk.,
09.01 dk.
[559] Eflaki, age, 2. cilt,
(39. rivayet), s. 92-93 (Şems’in karısının adı Kimya’dır.).
[560] İbn Arabi’nin aşk
konusunda yazdığı şiirlerini aslında kendisinin sevgilisi, Konyalı Nizam
isminde bir kıza ithaf ettiği söylenmektedir. İbn Arabi 1215 senesinde ona
ithaf ettiği şiirlerinde aşırı müstehcen ifadeler kullandığı gerekçesiyle
kınanmış ve İbn Arabi kendisini savunmak için burada kullandığı ifadelerin
aslında sembolik nitelik taşıdığını ispat etmeye çalışmış ve bunun için söz
konusu şiirlerle ilgili yorumlar yazmıştır. Halilov, 2015, s. 57; Nicholson,
1978, s. 87.
[561]Mesnevî, 6. cilt, 972.
beyit, s. 751.
[562] Can, 2011, s.
160-161.
[563] Can, age, s. 121.
[564] Corbin, 2013, s.
69-70.
[565] Mesnevi, 1.
cilt, 111. beyit, s. 42.
[566] Halilov, 2015, s.
56-57.
[567] Can, age, s. 198.
[568] Maslow, 1996, s.
41-46.
[569] Abraham Maslow, İnsan
Olmanın Psikolojisi, (Çev. Okan Gündüz), Kuraldışı Y., İstanbul, 2001, s.
112-122.
[570] “Erkek, kadın kaydı
kalkıp bir olunca o bir, sensin. Birler de aradan kalkınca kalan yalnız
sensin.” Mesnevî, 1. cilt, 1786. beyit, s. 94.
[571] Vaktin çocuğu: Ey
yoldaş, ey arkadaş! Sûfî, vakit oğludur (bulunduğu vaktin iktizasına göre iş
görür). “Yarın” demek yol şartlarından değildir. Mesnevî, 1. cilt, 133.
beyit, s. 43.
[572] Mevlana sadece
bağlılığın bir aracı ve gelişmenin bir engeli olarak dinî ritüellerin
yapılmasını protesto etmekle kalmamış, daha ileri giderek korku ve ümit,
cehennem ve cennet, sadece kurtuluş için sevgi üzerine bina edilen bir hayatı
da protesto etmiştir. Arasteh, 2000, s. 113. “Camiye hürmet eden aptallar,
durmadan gönül ehlini incitiyorlar! Ey eşekler, o mecaz, bu hakikattir!
Büyüklerin ve gönül ehlinin derunundan ve kalbinden başka mescit mi var? Aşk
medresesinde kal ve söz bulunsaydı, kal ile hal arasında ne fark olurdu? Aşk
konusunda hiçbir müftü fetva vermez. Aşk bahsinde müftülerin dili lal olur.”Mesnevi,
2. cilt, 3095-3102. beyitler, s. 262.
[573] Bayram, 2006, s.
202. “Toplumsal şartlar zühdün yaygınlaşmasını beslemiştir.” Arasteh,
age, s. 21. “Beş yaşlarındaki Mevlana’ya hiç silinmemek üzere nakşedilen
göç olayı ve Moğol istilası korkusunun sosyal hayattaki tedirginliğin ondaki
akisleri, Mevlana’nın çok erken yaşlarda çok büyük olaylarla duygulanan,
içlenen bir gönül sahibi olmasını sağlamıştır. Aydın, 1986, s. 282. “İkinci
çocukluk ve delikanlılık yıllarında, ailesiyle birlikte, uzun süren bir
“kaç-göç” hayatı yaşadı. Ayrıca göç yollarında, konaklama yerlerinde, can
korkusu ile yollara düşmüş yığınların neler çektiğini, gözleriyle gördü. Ölümün
korkunç ve soğuk yüzünü, yaşlı, sakat, hasta, fakir ve perişan milyonların
gözlerinden okudu. Akşamları, Moğol vahşetiyle ilgili haberler, hikâyeler
dinliyordu; insan kellelerinden, şehir meydanlarına dikilen kulelerin
hikâyelerini. Her sabah uyanınca, karşısında, hep solgun yüzler ve ağlayan
gözler görüyordu.” Bayru, 2008, s. 49-50.
[574] Mesnevî, 1.
cilt, 2467-2474. beyit, s. 116.
[575] Mesnevi, 1.
cilt, 3825-3843. beyit, s. 158. Veled İzbudak çevirisinde ‘Beri gel’ olan
ifade, Adnan Karaismailoğlu çevirisinde ‘gir’ olarak tercüme edilmiştir.
Abdülbaki Gölpınarlı bu şiirin Senai’ye ait olduğunu söylemektedir. Mektubat,
(Açıklamalar Bölümü), s. 286.
[576] Mesnevî, 1.
cilt, 2472-2474. beyit, s. 116.
[577] Mesnevî, 1.
cilt, 3434-3435. beyit, s. 146.
[578] Mesnevî, 1.
cilt, 977. beyit, s. 69.
[579] Mesnevî, 1.
cilt, 1385-1389. beyit, s. 81-82.
[580] Mesnevî, 2.
cilt, 785-794. beyit, s. 192; “Ne mutlu o kişiye ki savaşır, çabalar, bedenine
azap eder.” Mesnevî, 2. cilt, 24602461. beyit, s. 242.
[581] Sema= Vecd elde
etmek. Dinleme, işitme. Musiki, teganni ve raks gibi şeylerle vecd’in elde
edilmesi. Nicholson, 1978, s.
153.
[582] Demirci, 2008, s. 99.
[583] Divan,
2163. gazel, s. 171.
[584] Rubailer,
1018. rubai, s. 155.
[585] Veled, 1949, s. 343-344.
[586] Şems, 1974, s.
38-39.
[587] Eliade, 2003, s.166.
[588] Nicholson, 1978,
s. 55. “Eğer marifet görülebilir bir şekil alacak olsaydı, onu temaşa eden
herkes, güzelliği, hoşluğu, iyiliği ve inceliği karşısında ölecek ve her
parlaklık da onun ihtişamı yanında kararacaktı.” Nicholson, age, s.6.
“Sufiler, manevi irtibat kurmak için üç uzvun varlığını ileri sürerler. Allah’ı
bilen kalp; O’nu seven ruh ve O’nu temaşa eden nefsin sırrı (özü).” Nicholson,
age, s. 58.
[589]Mesnevi, 3. cilt,
4685-4689. beyit, s. 436.
[590] Burckhardt, 1982, s. 38.
[591]Mesnevi, 4. cilt,
1360- 1371. beyit, s. 488.
[592] Divan-ı Kebir’den
Seçmeler, II. cilt, (535. bölüm), s. 28.
[593] Divan-ı Kebir (İş
B.), IV. cilt, 2937-2938. gazel, s. 349.
[594] Divan, 5530.
gazel, s. 424.
[595] Divan, 401.
gazel, s. 30.
[596] Mesnevi, 1.
cilt, 3561-3576. beyit, s. 150.
[597] Nicholson, 1978, s.
55.
[598] Corbin, 2013, s. 87.
[599] Uludağ, 1985, s. 142.
[600] Duygusal zihin
(sezgisel) mantık yürütmeden çalışır. Bu haliyle doğruluk kriterleri olmayan
bir bilginin egemenliğine kapı açar.
[601] Şükrü Şardağ,
“Mevlana ve Mesnevi’deki Üslup”, Mevlana (Bildiriler), (Ed. Fevzi
Halıcı, Ülkü Y.) , Konya, 1983, s. 126127.
[602] Şems,1974, s. 136.
[603] Mesnevi, 1.
cilt, 1122-1125. beyit, s. 73.
[604] Mesnevi, 1.
cilt, 2141-2142. beyit, s. 105.
[605] Eflaki, 1973, 2. cilt,
(49. hikâye), s. 280.
[606] Mesnevi, 1.
cilt, 1671, 1676. beyit, s. 90.
[607] Şu ayete nazire
yapmaktadır: “O, gökleri ve yeri örneksiz yaratandır. Bir işe hükmetti mi ona
sadece ‘ol’ der. O da hemen oluverir.” Bakara Suresi, 2/117. Mevlana bu ayetle
Allah’ı değil, Tanrılaşan veliyi kastetmektedir.
[608] Eflaki, age, 1. cilt,
(109. rivayet), s. 241.
[609] Mesnevi, 4.
cilt, 2850-2853. beyit, s. 535.
[610] Goleman, 2004, s.
367.
[611] Mantık dili
oluşturur, dil mantığı değil. Jean Piaget, Genetic Epistemology, (İngilizceye
Çev. Eleanor Duckworth), Columbia University P., 1971, s. 7-9; Serhat Tuna,
Vygotsky ve Piaget’nin Düşünme ve Dil İlişkisi Bağlamında Karşılaştırılması,
Maltepe Ü. SBE, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, 2006, s. 64.
[612] Mektubat, 24.
Mektup, s. 41.
[613] Hume’un görüşünü
aktaran: Recep Kılıç, Dini Anlamak Üzerine, Ötüken Y., İstanbul, 2004,
s. 170-171; Goleman, 2004, s.
17, 23, 25; Damasio’nun görüşü: http://www.temelaksoy.com/duygu-yoksa-karar-da-yok/.
[614] His (feeling):
Herhangi bir şeye karşı zihinde veya bedende oluşan ve yoğunluğu yüksek olmayan
bir duygusal tepkinin farkına varma işidir (awareness). Ör. Ayağı olmayan
kediye acıma gibi.
Duygu
(emotion): Farkına varılan bir hissin kuvvetlenerek, bilinçte ve bedende genel
bir uyarılmışlık hali (arousal) oluşturmasıdır. Korku, üzüntü, aşk gibi...
“Kültürel kutsallaştırma” yüzünden çok sayıda insanın yanlış bir inanca
kapıldığı gibi, öyle kalbe yerleştirilmiş, manevi bir oluşum değil; aksine
tamamen maddi ve bedensel bir olgu olup genlerin ve hormonların bedenimizde ve
beynimizde ortaya çıkardıkları etkilerdir. Beyinde, hipotalamus denen, nohut
büyüklüğünde bir ‘duygu merkezi’ var. Bu merkez, bedenin psikofiziksel
faaliyetlerini düzenleyen ve ‘endokrin sistemi’ denen hormonlar sistemine bağlı
olan salgı bezleri ile sıkı bir işbirliği içindedir. Hipotalamus, bu salgı
bezlerinin gerekli hormonları ürettikten sonra hedef organlara
gönderilmelerinde önemli bir rol oynar. Tiroit bezi, hipofiz bezi, epifiz bezi,
pankreas, testisler, yumurtalıklar ve diğer birkaç organdan çeşitli hormonlar
salgılanır. İşte bu hormonlar sayesinde ve vücuttaki bazı fizyolojik
fonksiyonlar sonucu hislenir, duygulanır ya da heyecanlanırız. http://blog.milliyet.com.tr/duygular-kalpte-mi--beyinde-mi- /Blog/?BlogNo=41022.
[615] Limbik sistem beyinde
düşüncelerin, duygulara dönüştüğü merkezdir. Düşünceler Limbik sistemde
işlenerek duygularımızı, duygularımız da ruh halimizi etkilemektedir: http://lepicallidus.com/sonvazilar/limbik-sistem.
[616] Divan, 3410.
gazel, s. 267.
[617] “Amigdala (ve ilgili
limbik yapılar) ile neokorteks arasındaki bağlantılar, zihin ve kalp, düşünce
ve duygu arasındaki savaşların ya da işbirlikçi antlaşmaların ana terminalidir.
Bu devreler bize, etkili düşünmede, hem akıllıca kararlar vermek hem de zihin
açıklığı bakımından, duygunun önemini gösterir. Duygunun düşünmeyi engelleyen
gücünü düşünün... Prefrontal korteks işleyen bellekten sorumlu beyin bölgesidir.
Ancak limbik beyinden prefrontal loblara giden devreler, kaygı, öfke ve benzeri
kuvvetli sinyallerinin sinirsel statik yaratabilmesine olanak verir; bu da
prefrontal lobun işleyen belleği koruma yeteneğini köreltir. Bu yüzden duygusal
bakımdan altüst olduğumuzda ‘doğru dürüst düşünemiyorum’ deriz ve duygusal
sıkıntıların sürüp gitmesi çocuğun entelektüel yeteneklerini azaltarak, öğrenme
yetisini felce uğratır.” “Duygular mantıklı olmak için gereklidir. Duygu ile
düşüncenin dansında, duygusal yetenek akılcı zihinle el ele verip düşüncenin
kendisini devreye sokarak -veya devreden çıkararak- kararlarımızı her an
yönlendirir. Benzer şekilde, düşünen beyin, duyguların kontrolden çıkıp
duygusal beynin doludizgin gittiği anlar hariç, duyguları idare eder.” Goleman,
2004, s. 43-45.
[618] Divan, 5383.
gazel, s. 413.
[619] Mesnevî, 1.
cilt, 3562-3575. beyit, s. 150.
[620] Divan, 7972.
gazel, s. 600.
[621] Nicholson, 1978, s.
54.
[622] Divan-ı Kebirden
Seçmeler, 1. cilt, 192. bölüm, s. 77.
[623] “Topluluk bütün
vasıflarıyla sevgili, Tanrı’ysa bir bir hepsine de âşık. ” Divan, 7343. gazel,
s. 557.
[624]Mesnevi, 2. cilt,
3312-3316. beyit, s. 269.
[625] Gölpınarlı, 2006, s. 434.
[626]Mesnevi, 4. cilt,
3741. beyit, s. 563.
[627] Gölpınarlı, age, s.
417.
[628] Çünkü çocuklara göre
insan her şeyin varlık nedenidir. Jean Piaget, Çocukta Dünya Tasarımı, (Çev.
Refia Uğurel-Şemin), Marmara Ü. Y, İstanbul,1988, s. 216.
[629] Can, 2011, s. 119;
Çocuk da Tanrı’yı insan şeklinde düşünmektedir. Piaget, 1988, s. 226-228.
[630] Can, age, s. 119.
[631] Can, age, s. 124.
[632] Can, age, s.
156.
[633] Örneğin, Mevlevi
ayinleri, Şamanistlerin Kam ayinleri gibi sevap kazanmak amacıyla
yapılmamaktaydı. Amaç ruhun Tanrısal boyutla iletişimidir. Mevlana’ya göre
sema, dervişlerin vecde kapılması ve Tanrı’yı özleyişleri artsın diye
yapmaktadır. Ermetin Günnur Yücekal, Mevlevilikte Şamanizm İzleri, Töre Y.,
İstanbul, Tarihsiz, s. 56.
[634] Bediüzzaman
Fürüzanfer, Mevlana Celaleddin, (Çev. Feridun Nafiz Uzluk), MEB Y.,
İstanbul, 1997, s. 97.
[635] Eflaki, 1973. 2.
cilt, (18. rivayet), s. 84.
[636]Mesnevî, 6. cilt, 9. beyit,
s. 7İ9.
[637] “Zamanın İslam
âlimleri Mevlana’nın mistik din anlayışıyla çok mücadele etmişlerdir. “Onlar
Mevlana’ya anlatılamayacak kadar itiraz etti, hal ve hareketini inkârda
bulundular, aleyhine fetvalar yazdılar, semanın ve rebabın haram olduğuna dair
bütün bapları ve fasılları karıştırdılar.” Eflaki, 1973, 1. cilt, (69.
rivayet), s. 209. Şems’i ‘bir büyücü ve deli’ olarak nitelendirdiler.” Eflaki,
age, 1. cilt, (13. rivayet), s. 165-66.
[638] Arasteh, 2000, s. 41.
[639] Abdülbaki Gölpınarlı,
Mevlana Celaleddin Rumi: Hayatı, Eserleri, Felsefesi, İstanbul, İnkılap
Y., 1999, s. 297.
[640] Yakıt, 2011, s. 37.
[641] Mevlana bir tezkere
yazılmasını buyurdu. Bunda, dünyayı süsleyen bilginlerin malumu olsun ki ben
dünyanın tacı olan paranın, süslerin, bu neviden olan şeyleri Nas için
süsledim. (K.III., 14) buyruğunca bütün medreseleri, dergâhları yüze gelen
bilginlerin emirlerine bıraktım. Bunlardan hiçbir mevkide gözüm yoktur.
Dünyaya, dünyadakilere ait olan her şeye hiç bakmıyorum. Bu zatların paraları
bol olsun, dünyalıkları artsın, biz kendimizi bunlardan uzak tuttuk; bir
bucakta inzivaya çekildik, demesine rağmen uygulamaları ters yöndedir.
Fürüzanfer, 1997, s. 112.
[642] Veled, 1949, s. 183.
[643] Bayram, 2006,
s. 90.
[644] Saadettin Merdin, İslam’ınPavlusları
-I-Felsefi Tasavvuf, Araştırma Y., Ankara, 2014, s. 331.
[645]Mektubat, 28. mektup,
s. 46.
[646]Mektubat, 41. mektup,
s. 63; (açıklamalar bölümü) s. 263.
[647] Mektubat, 61.
mektup, s. 93.
[648] Mektubat, 76.
mektup, s. 117.
[649] Mektubat,
87./42. mektup, s. 224; 93./14. mektup, s. 229.
[650] Mektubat,
108/228. mektup, s. 165; 228. mektup, s. 232; 108. mektup, s. 234
Sahib Ata Fahreddin’e yazdığı istek bu mektupta.
[651] Mektubat, 115.
mektup, s. 173.
[652] Mektubat,
117. mektup, s. 175-176. Mevlana, 3. mektubunu yazdığı zata, Sıraceddin’in
selamını bildirmektedir. 117. mektuptaysa, Sıraceddin’in kendisini büyük bir
medreseye müderris, büyük bir tekkeye şeyh olmak için hazırladığını söyler.
s. 257.
[653]Mektubat, 26. mektup,
s.189; 126. mektup, s. 226.
[654] Mektubat, 90.
mektup, s. 232.
[655] Zehra Odabaşı, Selçuklu
Devleti ’nde Mühtedi Vakıfları: Celaleddin Karatay Vakıfları Örneği, Selçuk
Ü. SBE., Basılmamış Doktora Tezi, Konya, 2012, s. 84.
[656] Nermin Şaman Doğan,
“Ortaçağ’da Anadolu’nun Eğitim Mekânları: Selçuklu
Medreseleri-Darüşşifalarından Örnekler”, H.Ü.E.F.D., 28 (2), 2013, s. 436.
[657] Yavuz Unat,
“Selçuklularda Astronomi Bilimi”, II. Uluslararası Selçuklu Sempozyumu,
Konya, 2011, s. 6; “Bazı kaynaklarda, medrese öğrencilerine astronomi
öğretildiğine dair kayıtlar bulunmaktadır. Kubbenin altındaki havuzdan
faydalanılarak gökyüzü ile ilgili gözlemlerin yapıldığı, dolayısıyla gök bilimi
derslerinin öğretildiği söylenti halinde bulunsa da Selçuklu dönemi
kaynaklarında bunu teyit eden bir bilgiye rastlanmamıştır.” Osman Yalçın, Konya,
İstanbul, 1957, s.17 (alıntı yapan: Odabaşı, 2012, s.115).
[658] Doğan, 2013, s. 436.
[659] Karatay Medrese’nin
Şemseddin Mardinî’den sonra müridi Afsahaddin’e verilmesini istediği mektup
için bakınız: Mektubat, 93. Mektup, s. 137.
[660] Odabaşı, age, s.
66-67.
[661] Mektubat,
117-93. Mektup, s. 175, 137; Odabaşı, age, s. 119-120; Karatay Medresesi,
Osmanlı döneminde de genellikle Mevlana Dergâhı postnişinlerinden olan
müderrislerle eğitim faaliyetlerini devam ettirmiştir. Mevlana Dergâhı ile olan
yakınlığını XX. yy’e kadar devam ettirmiştir. Odabaşı, age, s. 80.
[662] Odabaşı, age, s. 84.
Mevlana sadece bu medreseye değil birçok medreseye müridini yerleştirmiştir. Bu
nedenle Selçuklu medreselerinin vakfiyelerinde görüldüğü üzere dinî ilimler
öne çıkmıştır. Doğan, 2013, s. 439.
[663] “Hendese bilgisinin
incelikleri yahut heyet, hekimlik bilgisi, felsefe... Hep bu dünyaya bağlıdır;
bunlar adama, yedinci kat göğün üstüne çıkılacak yolu göstermez. Bütün bunlar
ahır yapma bilgisidir; ahırda öküzün, devenin varlığına destektir. Tanrı
yolunun, Tanrı’ya ulaşmanın durağının bilgisini, gönül ehli, gönlüyle bilir.”
Mesnevî, 4. cilt, 1515-1519. beyit, s. 493.
[664] Bayru, 2008, s. 79.
[665] Eflaki, 1973, 1.
cilt, (358. rivayet) , s. 392, 127.
[666] FihîMaFih, s.
18-20.
[667] “İnsanoğlunun
yükselme alameti, Tanrı erleri ve yüce velilerle sohbet etmesidir. Şeyh bir
güneştir, onun eteğine yapışınız ve kendinizi ona teslim ediniz...” Eflaki,
1973,1. cilt, (363. rivayet), s. 394
[668] Muhammed Esed “Oku”
ayetine şöyle bir yorum getirmektedir: Zımnen, “bu ilahi kelamı”. İkra emri,
“oku” yahut “telaffuz et/dile getir” olarak çevrilebilir. Birinci çeviri (yani
oku), bana göre, bu bağlamda daha tercihe şayandır; çünkü “telaffuz etmek/dile
getirmek” kavramı, yalnızca o anda yazılı olan veya hafızada bulunan bir şeyi
-anlayarak veya anlamadan- dil ile söylemeyi ifade eder; oysa “okumak”, bir dış
kaynaktan, burada Kur’an mesajından, alınan sözleri veya düşünceleri, yüksek
sesle olsun veya olmasın, ama anlamak niyetiyle bilinçli olarak zihnine
nakşetmeyi ifade eder.” Muhammed Esed, Kur’an Mesajı, (Çev. Cahit
Koytak, Ahmet Ertürk), İşaret Y., 2001, s. 1287.
[669] Mesnevî, 1.
cilt, 1. beyit, s. 39.
[670] Mesnevî,
2. cilt, 3442-3443. beyit, s. 273.
[671]Mesnevi, 3. cilt,
3607-3608. beyit, s. 401.
[672] Eflaki, age, 1. cilt,
(195. rivayet), s. 300-301.
[673] Yahudilerin Hz.
Peygamber’e hitabı olan bu sözü Mevlana kendi Mesnevi’sini dinlemeyen, aşk
dinini kabul etmeyen Müslümanlara söylemektedir. (“Yahudilerden öyleleri var
ki, kelimeleri (yerlerinden kaydırıp) tahrif ederek onları anlamlarından
uzaklaştırırlar. Dillerini eğip bükerek ve dine saldırarak “İşittik, karşı
geldik”, “İşit, işitmez olası!” “Raina” derler. Hâlbuki onlar, “İşittik ve
itaat ettik; dinle ve bize bak” deselerdi bu kendileri için daha hayırlı
olurdu. Fakat Allah, küfürleri yüzünden kendilerini lanetlemiştir. Bu yüzden
pek az iman ederler.” Nisa Suresi, 4/46. ayet).
[674] Eflaki, age, 1. cilt,
(231. rivayet), s. 320.
[675]Mesnevî, 4. cilt,
1464-1465. beyit, s. 491.
[676] Arasteh, 2000, s. 43.
[677] Arasteh, age, s. 43.
[678] Kılıç, 2004, s. 243.
[679]Mesnevî, 6. cilt,
1040-1042. beyit, s. 753.
[680] Mesnevî, 1. cilt, 1209. beyit, s. 76.
[681]Mesnevî, 6. cilt,
2950-2952. beyit, s. 815.
[682] Ghomshei, 2014, s.
9-12.
[683] Nicholson, 1978,
s. 138.
[684] “Her anlayışı aşan
erinci”; “Bütün anlayışları aşan erinci”, Stace, 2004, s. 182, 207, 299.
[685] Kaplan, 2005, s. 329.
[686] Mehmet Necati Ablay,
“Mevlâna ve Goethe: Panteizmin İki Büyük Temsilcisi”, I. Milletler Arası
M.K. , 1987, s. 147-157;
“Aşk dinî bütün dinlerden ayrıdır.
Âşıklar için din ve mezhep, Allah’tır.”Mesnevî, 2. cilt, 1760. beyit, s.
221.
[687] Mesnevi, 1.
cilt, 2445. beyit, s. 115.
[688] Yakıt, 2011, s. 72; Mesnevi,
6. cilt, 1862. beyit, s. 780.
[689] Nicholson, 1978, s.
21. “Mutasavvıflar bu durumu şöyle ifade ederler: “et-Turuku lillahi bi adedi
enfüsi’l-halaik” (Allah’a ulaşan yollar, insan ruhu (bireyler) kadardır” Gholam
Hosein Yousofi, “Bir Hikâyeci Olarak Mevlana”, (Çev. Ramazan Muslu), Tasavvuf
Dergisi, Sayı: 14, Ankara, 2005, s. 7.
[690]Mesnevî, 2. cilt,
1760. beyit, s. 221.
[691] Rubailer,
1694. rubai, s. 253.
[692] Aşk dini iddiası İbn Arabi’de
de vardır. Aşk tanrıcılığı İbn Arabi tarafından sistemleştirilmiştir. Halilov,
2015, s. 68.
[693] Divan-ı Kebir’den
Seçmeler, 4. cilt, 34. bölüm, s. 4.
[694] Nicholson, age,
s. 95.
[695] Halilov, age, s.
74-5.
[696] Mesnevi, 1.
cilt, 3502-3503. beyit, s. 148.
[697] Ghomshei, 2014, s. 8.
[698] Mesnevî,
1. cilt, 725-740. beyit, s. 61.
[699]Mesnevî, 3.
cilt, 1256. beyit, s. 327.
[700]Mesnevî, 6. cilt,
1862. beyit, s. 780.
[701] Nicholson, 1978, s.
10.
[702] Burckhardt, 1982, s.
41.
[703] Sarhoş bir halde
sema ayini yapan Hıristiyan bir mürit için: Fürüzanfer, 1997, s.192; Eflaki,
1973 1. cilt, (184. hikâye), s.
293-294.
[704] Eflaki, 1973, 1.
cilt, (54. hikâye), s. 198-199.
[705]Mesnevî, 5. cilt,
3598-3599. beyit, s. 692.
[706] Mesnevî, 2.
cilt, 1393. beyit, s. 21.
[707] Divan,
1610. gazel, s. 111; Seyhan, 2006, s. 111.
[708] Fihî Ma Fih, s. 31.
[709] Divan,
351-352. gazel, s. 26.
[710] Veled, 1949, s.10.
[711] Eflaki, 1973, 2.
cilt, (19. hikâye), s. 187.
[712] Fihî Ma Fih, s. 71.
[713] Fihî Ma Fih,
s. 194 (Aşk kelimesini bazı tercümelerde, muhabbet/sevgi şeklinde tercüme
edenler de vardır.).
[714] Eflaki, age, 1. cilt,
(İ63. rivayet), s. 279.
[715] Eflaki, 1973, 1.
cilt, (454. rivayet), s. 438.
[716]Mesnevî, 5. cilt,
3484-3488. beyit, s. 688.
[717] Osman Nuri Küçük,
2005, s. 467, 468.
[718] Mevlana, Mevlana’dan
Seçme Rubailer, 172. rubai, (Haz. Abdülbaki Gölpınarlı), MEB Y., İstanbul,
1945, s.43; Eflaki, age,
2. cilt, (41. rivayet), s. 94.
[719] Mesnevî, 5. cilt,
3484-3488. beyit, s. 688.
[720] Eflaki, age, 1. cilt,
(283. rivayet), s. 248.
[721]Mesnevi, 6. cilt,
2669. beyit, s. 806.
[722] Mesnevi, 3.
cilt, 2139-2140. beyit, s. 355.
[723] Eflaki, age, 1. cilt,
(110. rivayet), s. 241.
[724] Eflaki, 1973, (109.
rivayet), s. 241 ve “Dünyalık ve ahretlik bütün istekleri hâsıl olur.” Eflaki,
age, 1. cilt, (108. rivayet), s.
241.
[725] Eflaki, age, 1. cilt,
(199. rivayet), s. 303.
[726] Şems, age, s. 269.
[727] Eflaki, age, 1. cilt,
(111. rivayet), s. 242.
[728] Mesnevî, 1.
cilt, 1641. beyit, s. 89.
[729] Eflaki, age, 1. cilt,
(524. bölüm), s. 481.
[730] Eflaki, age, 1. cilt,
s. 675 ve Eflaki, age, 1. cilt, (13. bölüm), s. 149.
[731] Yılmaz, 2010, s. 11.
[732] Mesnevî, 5.
cilt, 2475-2479. beyit, s. 653.
[733] Nicholson, 1978,
s. 149.
[734] Sarmış, 1997, s. 426;
Bayru, 2008, s. 77.
[735]Mesnevi, 2. cilt,
2233. beyit, s. 236.
[736]Mesnevi, 4.
cilt, 15. beyit, s. 445.
[737] Mesnevi, 2. cilt,
2229. beyit, s. 235.
[738] Mesnevi, 2.
cilt, 3095-3097. beyit, s. 262.
[739] Mevlana’nın iman
anlayışı İbn Arabi’ninkine benzemektedir. İbn Arabi, imanı beşe ayırır: Taklit
iman, bilgi imanı, görme imanı, hak imanı, hakikat imanı. Taklit imanı avama,
bilgi delil sahiplerine, görme müşahede sahiplerine, hak imanı ariflere,
hakikat imanı ise (işin kaynağına) vakıf olanlara aittir. Hakikatin hakikati
ise altıncı kısımdır. Asaleten ve varis olarak gönderilmiş bilginlere aittir.
Bunun açıklanması yasaklandı, dolayısıyla izah edilmesi imkânsızdır. Arabi,
1977, s. 335.
[740]Mesnevi, 5. cilt,
2185-2187. beyit, s. 643.
[741]Mesnevi, 6. cilt, 193.
beyit, s. 725.
[742] Mesnevî, 2.
cilt, 3099. beyit, s. 262.
[743] Mehmet Paksu,
“Mevlana’da Hz. Muhammed Aşkı” httv://tasavvufkitavligi.com/i/unloads/405713mevlana’da-hz.- muhammed-aski. pdf.
[744] Mesnevi, 1.
cilt, 3950-3954. beyit, s. 162.
[745] Divan, 7970.
gazel, s. 600.
[746] Seyhan, 2006,
s. 18.
[747] Eflaki, 1973, 2.
cilt, (52. hikâye), s. 100-101.
[748] “Ancak ben şimdi
Muhammed’in nuruyla bu fani dünyanın tutsağı değilim. Hissin dışından padişahın
ordu yerini, Hakk’ın nuruyla dolu görüyorum.” Mesnevi, 3. cilt,
3430-3431. beyit, s. 396.
[749] Bayraktar, 2014, s.
49.
[750] Nicholson, 1978, s.
112.
[751] Şahin, 1946, s. 6.
[752] Lenard, 1994, s. 29
Mevlana, keşf kelimesini vahiy kelimesi yerine kullanır. Lenard, age, s. 30.
[753] Nicholson, 1978, s.
73.
[754] Veled, 1949, s. 257.
[755] Mesnevî, 3.
cilt, Dibace (önsöz), s. 287.
[756] Eflaki, 1973, 1.
cilt, (159. hikâye), s. 277.
[757] Veled, age, s. XXIX.
[758]Mesnevî, 6. cilt,
55-59. beyit, s. 720.
[759] Eflaki, age, 1. cilt,
(215. rivayet), s. 311-312.
[760] Mesnevî, 5.
cilt, 800-805. beyit, s. 595. Ermetin, Mevlana’nın reenkarnasyon inancına sahip
olduğunu söylemektedir.
Ermetin, Tarihsiz, s. 237-240.
[761] Divan,
8548. gazel, s. 642.
[762] “Rüya, mekansızlık
âlemine sürer, ruhani çayırlığa götürür.” Divan-ıKebir’denSeçmeler, I.
cilt, (265. bölüm), s. 102.
[763] Eflaki, 1973, 1.
cilt, s. 535 (Açıklamalar Bölümü).
[764] Eflaki, age, 1. cilt,
(486. rivayet), s. 454.
[765] Eflaki, age, 2. cilt,
(570. rivayet), s. 54.
[766] Eflaki, age, 1. cilt,
(29. rivayet), s. 127.
[767] Eflaki, age, 1. cilt,
(331. rivayet), s. 38.
[768]Mesnevî,1. cilt, 1376.
beyit, s. 81.
[769]Mesnevî, 2. cilt,
2545-2546. beyit, s. 245.
[770] Divan, 3012.
gazel, s. 238.
[771] Mektubat, 54.
mektup, s. 83.
[772] Enfal Suresi:
“(Savaşta) onları siz öldürmediniz, fakat Allah onları öldürdü. Attığın zaman
da sen atmadın, fakat Allah attı.
Müminleri, tarafından güzel bir
imtihanla denemek için Allah öyle yaptı.” 8/17. Ayet.
[773]Mesnevî, 1. cilt,
1481-1483. beyit, s. 84.
[774] Mesnevî, 1. cilt, 3853. beyit, s. 159.
[775]Mesnevî, 6. cilt,
4337-4341. beyit, s. 861.
[776]Mesnevî, 4. cilt,
2168. beyit, s. 513.
[777]Mesnevî, 3. cilt,
4721. beyit, s. 437.
[778] Rubailer, 1004. rubai, s. 153.
[779]Mesnevi, 4. cilt,
3363. beyit, s. 551.
[780] Divan-ı
Kebir’den Seçmeler, 3. cilt, 1092. bölüm, s. 61.
[781] Divan-ı
Kebir’den Seçmeler, 3. cilt, 956. bölüm, s. 11.
[782] Mesnevi,
1. cilt, 115. beyit, s. 42.
[783] Divan,
3660. gazel, s. 286.
[784] Halilov,
2015, s. 46.
[785] Divan-ı
Kebirden Seçmeler, I. cilt, (146. bölüm), s. 61-62.
[786] Divan-ı
Kebir’den Seçmeler, I. cilt, (150. bölüm), s. 63.
[787]Mektubat, 50. mektup,
s. 75.
[788] “Çünkü
ilim, içten ve dıştan bir anlayıştır. Eğer iç âlemine ait olursa ona hikmet,
felsefe derler.” Şems, 1974, s. 72.
[789] Divan-ı
Kebir’den Seçmeler, 3. cilt, (1035. Bölüm), s. 40.
[790] Bayram,
2006, s. 98.
[791] Şems,
1974, s. 196.
[792] Kemal
Sönmez, “Mevlana’nın İnsan ve İnsanlık Anlayışı”, III. Milli Mevlana
Kongresi, 1988, s. 154.
[793] Rubailer,
1692. rubai, s. 252.
[794] Aşk,
âşık, maşuk üçlemesi: “Âşık ile maşuku ayırt etmek çok zordur. Yeryüzünde aşk
medresesi açıldığından beri, sevenle sevilenin, âşık ile maşukun arasındaki
fark kadar zor bir mesele ortaya çıkmadı. Hekimlerin başvurdukları kıyastan
başka yollar var ama meseleyi çözmeye yarayan bu yollar, fıkıh bilgisi bilene
de kapalı, hekime de kapalı, yıldızlarla uğraşan müneccime de kapalı. Âşık ile
maşukun yani sevenle sevilenin arasında birçok farkların bulunduğundan
bahsettiler, fakat hepsinin de yolları bağlandı.” Divan-ı Kebir’den Seçmeler,
I. cilt, (345. bölüm), s. 131.
[795] Mesnevî,
1. cilt, 22-24. beyit, s. 39.
[796]Mesnevî, 4. cilt,
2851-2853. beyit, s. 535.
[797]Mesnevî, 2. cilt,
3224-3235. beyit, s. 266.
[798] Mecalis-i Seba, s. 58-59.
[799]Mesnevî, 1. cilt,
1-18. beyit, s. 39.
[800] Mesnevi, 1. cilt, 425. beyit, s. 52.
[801]Mesnevi, 4. cilt,
2166-2175. beyit, s. 513.
[802] Divan-ı Kebir (İş B. ), III. cilt, 3659. gazel, s. 437.
[803] Arasteh, 2000, s. 24.
[804]Mesnevi, 3. cilt,
2706. beyit, s. 373.
[805]Mesnevî, 5. cilt,
565-574. beyit, s. 587-588.
[806] Mesnevî, 1. cilt, 3286. beyit, s. 141.
[807]Mesnevi, 4. cilt,
2850. beyit, s. 535.
[808] Mesnevî, 1. cilt, 3279-3289. beyit, s. 141-142.
[809]Mesnevî, 6. cilt,
1832-1833. beyit, s. 779.
[810] Mesnevî,
3. cilt, Dibace (önsöz), s. 287.
[811] Piaget’e
Göre insan zihnin gelişim dönemleri 3’e ayrılır: 1.Dönem: İşlem öncesi dönem.
(Sembolik ve Sezgisel dönem- 2-5 yaş) 2. Dönem: İşlem sonrası dönem (5-12 yaş)
3. Dönem: Soyut işlemler dönemi/Akılcı Sezgicilik (12-18 yaş) Cüceloğlu, 2000,
s. 347-353.
[812] Mevlana
doğayla Tanrı’yı eşitlediği gibi eşyayla da aynı görmektedirler. Her nesne
zerreden (atom=aşk) olduğu için cansız nesneleri de öper. Benzer düşünceler İbn
Arabi’de de vardır: “O Allah’ı teşbih ederim ki yarattığı eşyanın aynıdır.”
Sarmış, 1997, s. 189.
[813]Cevizci Sezgiciliği duygusal zihne göre
tanımlamaktadır. Sezgicilik: Genel olarak, sezgiyi bilginin temeli olarak
gören; her türlü bilginin ve dolayısıyla da bilgeliğin doğrudan ya da dolaylı
olarak entelektüel süreçlere ve akıl süzgecinden geçmiş yargılara dayandığını
savunan anlayışa karşı cephe olarak, açıklık ve kesinlik veren doğrudan ve
aracısız kavrayışı ön plana çıkaran tavır. Cevizci, 1999, s. 771.
[814] Mesnevi,
4. cilt, 1959-1967. beyit, s. 507.
[815] Mevlana’da özne-nesne
ayırımı yoktur. “Özne-nesne ayırımı olmayan bir durumda bilişsel anlama
imkansız hale gelir.” Peterson M. Vd., Akıl ve İnanç (Din Felsefesine
Giriş), (Çev. Rahim Acar), Küre Y., 2006, İstanbul, s. 23.
[816]Mesnevi, 4. cilt,
3216. beyit, s. 547.
[817]Mesnevi, 6. cilt,
1523. beyit, s. 769.
[818] Recep
Ardoğan, “Kelamcılara Göre Allah’a İmanda Akıl Yürütmenin Değeri”, C.Ü.İ.F.D.,
cilt: 8/1,Sivas, 2004, s. 137.
[819] Eflaki,
1. cilt, (495. rivayet), s. 460.
[820] Hemşinli,
2010, s. 137.
[821] Fütüvvet İslam’da Bâtıniliğin
sosyal gerçeklikle özel ilişkisinin aldığı biçimi ifade eder. Fütüvvet
fikrinin, Şiiliğin velayet fikrinden ayrılamaz göründüğünü unutmamalıyız.
Corbin, 2013, s. 76-77.
[822] Divan,
838. gazel, s. 62 ve Uzun süre uykusuz kalarak sema yaptığı rivayet: Eflaki,
1973, 1. cilt, (61. rivayet), s. 205.
[823] Divan,
7954. gazel, s. 599.
[824] Eflaki,
1973, 2. cilt, (564. rivayet), s. 51.
[825] Eflaki,
age, 1. cilt, (205. hikâye), s. 306.
[826] Martin,
1959, s. 86-87.
[827] Türer,
1999, s. 56.
[828] Eflaki,
1973, 2. cilt, (10. hikâye), s. 204.
[829] Eflaki,
age, 2. cilt, (47. hikâye), s. 96.
[830] Eflaki,
age, 2. cilt, (22. hikâye), s. 86.
[831] Mesnevi,
4. cilt, 1949-1951. beyit, s. 507.
[832] Cüceloğlu,
2000, s. 353, 354.
[833] Şenay
Yapıcı vd., Gelişim ve Öğrenme Psikolojisi, Anı Y., 2005, s. 125.
[834] Yapıcı,
age, s. 121.
[835] Abdülbaki
Gölpınarlı, Mevlana ’dan Sonra Mevlevilik, İnkılap ve Aka Y., 2. Baskı,
İstanbul, 1983, s. 77-80; Arif Çelebi’nin şarap içmesi hakkında bkz. Eflaki,
age, 2. cilt, (38. hikâye), s. 267-268.
[836] Eflakî,
1973, 2. cilt, (65. hikâye), s. 290.
[837] Eflaki,
age, 2. cilt, (70. rivayet), s. 294; (50. rivayet), s. 280.
[838] Mustafa Armağan, Matbaa
Osmanlı'ya Niçin Geç Geldi? https://www.yojutube.com/watch7vMypyc64b Zs erişim:
15.01.2017; 11.14 dk.
[839] Duygusal
eğilimler bütün insanlarda aynı olduğu gibi Piaget’in dediği gibi zihinsel
gelişim dönemleri de tüm kültürler için evrenseldir. Kültürler arasındaki
farklılıklara karşın, bütün kültürler aynı yaşam problemleriyle başa çıkmaya
çalıştıkları için gelişim evreleri bütün kültürlerde aynıdır. Dolayısıyla
ahlaki gelişimleri de aynı olacaktır. Cemil Osmanoğlu, Basamak Teorileri
Açısından Dinî Gelişim, İnanç Gelişimi ve Eğitimi, Marmara Üniversitesi SBE.,
Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2007, s. 10, 28.
[840] Prefrontal
lob bu çalışmada s. 141 (662.dipnot) de açıklanmıştır.
[841] Nicholson,
1978, s. 82-83; “Şiirle varlığı tanıma, kuşkusuz bir takım sorunları
beraberinde getirir. Bunların başında ‘şiirsel doğrular’ gelir. Şiir, ‘eşyanın
doğası’ hakkında kavrayışlar ve sezgileri dışa vurduğu söylenir. Ve şiirsel
doğruluk türünün şiirde olması gerektiği vurgulanır. Konunun aydınlatılması
için de her tür şiire başvurulabileceği dile getirilir.” Yasa, 2010, s. 117.
[842] Goleman,
2004, s. 367.
[843] Goleman,
age, s. 367.
[844] Geçişli (tranductif)
düşünce yapısı: Birey akıl yürütürken bireyden bireye, nesneden nesneye gider.
Akıl yürütmesinde mantıkî bir zorunluluk yoktur, düşünceleri çelişkilerle
doludur, aynı obje üzerinde birbirine zıt iki yargıya sahiptir. Bu da henüz
mantıklı düşüncenin meydana gelmediğine işarettir. Participation (ortaklık-özelden
özele akıl yürütme) söz konusudur. Yasemin Yavuzer vd., Eğitim Psikolojisi
(Gelişim-Öğrenme), Nobel Y., 2. Baskı, Ankara, 2006, s. 66.
[845]Mesnevî, 3. cilt,
3676-3681. beyit, s. 404.
[846] Mesnevî, 1. cilt, 3317-3319. beyit, s. 142.
[847] Mesnevî, 1. cilt, 3503. beyit, s. 148.
[848] Mesnevi,
4.cilt, 1401-1406. beyitler, s. 489.
[849] Eflaki,
1973, 1. cilt, (380. rivayet), s. 403-404; (256. rivayet), s. 334-335.
[850] Mesnevi,
4.cilt, 1401-1406. beyitler, s. 489.
[851] Gölpınarlı,
1999, s. 297
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar