Politikada Nükte /Nejat Muallimoğlu 1
Dildendir mutluluk,
dildendir değer, Dili olmayana insan mı derler!
İnsanda dilince
değişir kader: Ya yurda baş olur ya başı gider.
Bir söz
edeyim ki kalsın seninle
Dilinden sızlanan insanı dinle:
Ağzından
uygunsuz bir söz kaçırma.
Dilinle taş atıp başını kırma!
Çoğu faydasızdır,
eyisi özdür, Asıl söz, bilerek söylenen sözdür.
Kem söz duyanları hep
düşman eder, Ederse insanı söz sultan eder.
Ne yumruktan ne
kılıçtan iz kalır, ! İnsan ölür arkasında söz kalır.
Söyle: doğru,
güzel, öz sandığını.
Söyle: bildiğini, inandığını.
Söyle: inananlar
gelsin izinden, Canına mal olsa dönme sözünden!
Akıllı söz söyler,
amma az söyler, Er olan sözünü sakınmaz, söyler.
Eyi söz,
söyleyenden yanadır.
Oğul! Bütün bu öğütler sanadır.
Dinlersen sözümü,
geçmez iş işten, Değerlidir söz gümüşten, demirden.
Gümüş mümüş
harcandıkça harcanır, Söz gününde harcandı mı kazanır.
Yel altunu sürü sepet götürür,
Bir nasihat bin musibet götürür.
Behçet Kemal Çağlar
Kutadgu - Bilik'ten
Amerikan Yüksek Mahkemesi önceki baş
hakimlerinden John Marshall, bir gün kitaplığındaki merdivene tırmanır.
Baş Hakim o yıllarda epey yaşlı ve oldukça da halsizdi. Aradığı kitap da en
üst rafta ve diğerleri arasına sıkışmıştı. Kitabı çeker—ve çekmesiyle birlikte
raftaki bütün kitapların başına düşerek kendini yerde bulması bir olur.
Patırdıyı işiten hizmetçisi telaş içinde koşar, ve efendisini, yerde, odanın
her tarafına dağılmış kitaplar arasında ağrıyan yerlerini kahkahalarla.
ovalarken bulur. Baş Hakim Marshall, hayret ve şaşkınlık içinde yüzüne bakan
kadına, "Nihayet böyle olacağı belliydi," der. "Yıllarca kanunları
çiğnedim, şimdi de kanunlar benden öç aldı—beni çiğnedi.”
Helen Keller
meşhur bir Amerikan yazarı ve hatibi idi. Fakat bu ünlü ve muhterem kadın kör
ve dilsiz doğmuş, kendi kendine konuşmak öğrenmişti. Bn. Keller, bir gün bir
üniversitedeki konuşmasına şu sözlerle başladı: "Siz gençler benden çok
daha talihli insanlarsınız. Bendeki bir eksiklik hiç birinizde yok."
Hatip, bu sözlerinden sonra biraz durakladı, ve üniversiteli gençler de, bu
kör yazar ve hatip kadın namına üzüntü duymağa başlamışlardı ki, Bn. Keller
sözlerine devam etti: "Çünkü dişlerim takma.
Amerikan Temsilciler Meclisinin
şimdiki başkanı Carl Albert'in boyu çok kısadır. Ama kütleleri sürüklemesini
iyi bilen CarI Albert, bir seçim nutkunda şunları söyledi:
"Saklayamam. Görüyorsunuz,
ben çok kısa boylu biriyim. Sadece dört ayak
ve beş inç kadar 11.35 cm. Bir
gün bir kasabada heyecanlı bir nutuk irad ettikten sonra, küçük bir çocuk
yanıma yaklaşarak dedi ki: 'Efendim, bugün bana gerçekten ilham verdiniz. Çok
teşekkür ederim.'
"Gülümseyerek çocuğa
baktım. Onunla biraz konuşmak istedim. Alacağım cevabı daha sonraki nutuklarımda
kullanmayı düşünerek, ona ilham veren sözlerimin hangileri olduğunu
sordum.
"Çocuk cevap verdi: 'Bana
ilham veren nutkunuzdaki herhangi bir sözünüz değildi. Sizin gibi karides boylu
minicik bir adam Temsilciler Meclisine başkan seçilirse, kendimin de bir gün
Cumhurbaşkanı olabileceğimi düşündüm de onun için size teşekkür ettim.' "
Baş Hakim Marshall'ın
merdivenden düştükten sonra kendi haline gülebilmesi ve hizmetçisine
söyledikleri; kör hatip Bn. Keller'in en büyük eksikliğinin takma dişleri olduğunu
söylemesi; ve Temsilciler Meclisi Başkanı Cari Albert'in seçim nutkunda
kendisinden "karides boylu” diye bahsedebilmesi, bu insanların hüımor hissine sahip bulunduklarını
gösterir. Türkçede karşılığı olmayan bu kelime ile, kendimizdeki, etrafımızdaki
ve cemiyetteki tuhaf ve eğlendirici
şeyleri görebilme yeteneği anlatılır. Hümor hissine
sahip bir insan, hayatın karanlık ve ümitsiz görünen anlarında dahi, onun
komik ve ümitli taraflarına bakabilecek
cesarete sahip biridir. Hümor
hissine sahip bir kimse, diğerlerinin, kendisinin acayip hallerini ve aptallıklarını
nükte konusu yapmalarına alınıp kızmadığı gibi, aleyhinde söylenen nükte ve
anekdotları, yine kendisi —hem de zevkle—anlatmasını bilir.
Bununla
beraber, hümor hissine sahip bir insan sadece, hayatın ve kendisinin trajik ve
komik taraflarını sezinleyen biri değildir. Hümor hissine sahip insanlar bildiklerini
zarafetle taşımasını da bilirler. Gerçekte, hümor hissinden mahrum kültürlü bir
insan tasavvur edilemez. Bildiklerini önemsememek, bildikleri arasındakilerin
aptalca ve eğlendirici olanlanyle ciddî ve öğretici olanlarından da aynı
hislerle bahsedebilmek, h^mor hissine sahip bir insanın başlıca vasıflarından
biridir. Hümor hissine sahip olmak, eşyanın tuhaf ve eğlendirici taraflarını
görebilmekten, yani mizah hissine sahip olmaktan çok daha fazla bir vasıf. Bir
filozof hümor hissini şöyle tarif eder: "Hümor hissi, insandaki bütün
melekelerin tam bir dengesidir; beşeri varlığın iniş ve çıkışlarını akıllı bir
sabır- hlıkla karşılamamıza yarıyan bir vasıta, bilgili olmaktan mütevellit
gurura karşı en iyi bir e^rniyet süpobu."
Hümor'a giden yolun ilk adımı
gülebilme ile başlar. Biz ise, gelgelelim, gülmesini pek bilemeyen insanlarız.
Burada benden ayrılıyorsanız, geçen akşam ailenizle birlikte sofrada yemek
yerken—şayet yemek sırasında ailenin fertleri biribirleriyle konuştuysa—neler
konuştuklarınızı, yemekten sonra ziyaretinize gelen dostunuzla sohbet mevzularını,
veya bugün öğle yemeğini birlikte yediğiniz iş ve mesai arkadaşlarınızla
konuştuklarınızı hatırlayınız. Güle konuşa yemek yediniz, biribirlerinize
neşeli fıkralar anlattınız mı? Çevrenizdekilere bir göz atınız: dolmuşta,
otobüste, trende, vapurda sabah akşam beraber yolculuk yaptığınız
vatandaşlarınıza bakınız, muhaverelerine kulak kabartınız; şen şakrak kaç kişi
görüyorsunuz? Seçim sıralarında işittiğiniz nutukları hatırlayınız! Nükteli konuşan,
hitabelerini anekdotlarla süsleyen, tuzlayan kaç politikacı vardı? Zaman zaman
konferanslara gidiyor, “isim” yapmış hatipleri dinliyorsunuz. Şu kimse
"nüktedan" diye birini gösterebilir misiniz?
Bir Amerikalı arkadaşım vardı.
Yedi sekiz yıl önce Türkiye’yi görmeğe gelmiş; İstanbul, Bursa, Konya, İzmir,
ve Antalya'yı görmüştü. Türkiye izlenimlerini sorduğum vakit, bir an
düşündükten sonra, "Gücenme, ama senin vatandaşların oldukça garip
insanlar,’’ dedi. "Altı halta kaldım, inanır mısın, güleç bir tek Türke
rastlamadım." Arkadaşım, bu sözlerinden sonra biraz duraklamış ve şunları ilave etmişti: "Bazılarının
gülümsemelerinde bile usta bir pokercinin düşünüşünü hatırlatan esrarlı bir
hava var."
Küfretmekle, lanet okumakla işin
işinden çıkamayız. Gerçek bu: bizler—pek çok yerleri görmüş, dolaşmış biri olarak
söylüyorum—yeryüzünün en az gülen insanları arasında her halde pek iyi derece
alırız. Bir müddet önce televizyonda Tayland'la ilgili filmi zannederim
seyrettiniz. Film, şu sözlerle takdim edilmişti: "Güler yüzlü insanların
ülkesi." Türkiye'yi böyle tanıtmak mümkün mü? Gerçekten, yedisinden
yetmişine kadar milyonlarca insanın, "öldüm," "verem
oldum," "sarhoş olamıyorum, "bir ihtimal daha var, o da ölmek mi
dersin," nevinden şarkılarla mest olup kendilerinden geçtikleri bir ülkede
güleç ve nüktedan insanlar bulmak Veliefendi'de altılı ganyanı tutturmak kadar
güç.
Aramızda
gülmeyi, neşelenmeyi hafiflik, ayıp ve hatta soytarılık sayanlar hiç de
küçümsenecek sayıda değil. Bayram sofrasında bile—gülmek, neşelenmek bir
yana—sessiz sedasız, zaman zaman bir tek kelime dahi laf etmeksizin yemek yiyen
insanlarız. Bir Çin atasözü, "Gülmesini bilmeyen dükkan açmamalı,"
der. Türkiye'de ise... Evet, Türkiye'de ise, satın aldığınız herhangi bir
eşyayı tebessümle teşekkür ederek uzatan kaç satıcı, tezgahtar biliyorsunuz?
Amerika'da herhangi bir yere girdiğiniz zaman karşınıza çıkan genç kız,
gönülleri okşayan sesiyle, "Size yardım edebilir miyim?" diye sorar.
Bizde ise—bu tür bir hitaptan vazgeçtim—iş yerlerinde, resmi dairelerde,
bankalarda veya lokantalarda gülümseyerek hizmet edenleri hiç gördünüz mü?
Hatta ve hatta, zaman zaman, Ticaret Müsteşarı Dr. Agah Oktay Güner'in dediği
gibi, ''Mağazalarda tezgahtardan dayak yemediğin için şükrediyorsunuz." (Orta Doğu, 13 Temmuz, 1975).
Dış ülkelerde televizyon
spikerleri en sempatik, gülümsemesini bilen insanlar arasından seçilir.
Bizimkiler ise, ilamaşallah, tıpkı bizler gibi. Tevekkeli, biz bize benzeriz
dememişler! Haberlerini okurken veya bir şarkıcıyı tanıtırken, suratından
düşen bin parça olacak dedirtmeyen birini tanıyor musunuz? Mübareklerin çoğu
soğukluk müsabakasına hazırlanan cansız ve ruhsuz şeyler sanki. Mağazaların
vitrinlerindeki mankenler—vallahi—onlardan çok daha cana yakın.
Niye gülmüyoruz? Gülmesini
bilmesek bile, her şeye kulp takmakta elimize su dökecek bulunmadığı için,
cevap hazır: geçim sıkıntısından gülmeye vakit mi kalır? (Aynı insanlara,
bizler niçin dünyanın en az okuyan insanlarıyız, diye sorduğum vakit, körün
değneğini bellemesi gibi, aynı basma kalıp cevap: geçim sıkıntısından ki^min
okumaya vakti var ki.) Ama onların yaşayışlarına bakıyorum: hiç de ipin iki
ucunu bir araya getirmekte sıkıntı çeken insanlar değiller. Çoğunun altlarında
birer otomobil. Senelik izinlerini başka başka yerlerde, hatta Avrupa'da
geçiriyor, rahat ve konforlu apartman dairelerinde yaşıyorlar.
Geçim sıkıntısı! Türkiye,
kafalarındaki ürkütücü boşlukları da, yüzlerinde okunan haşinlik ve sertliği
de, “geçim sıkıntısı"na yükleyen milyonların ülkesi. Geçim sıkıntısıymış!
Ankara'daki temsilcileriniz de mi akşam yemeğinin nereden geleceğini düşünen
insanlar? Seçim sırasında—ve seçimi kazandıktan sonra—elinizdeki gazetede
karşınıza çıkan yüzlerce politikacının fotoğraflarına bakarak kaç tanesi için
"ne sempatik insan" diyebiliyordunuz? Gazeteler, bilmem hangi
meyhanede söylediği beş altı popüler şarkılarla milyonlar kazanan
“sanatçı’’ların, bir çoklarımızın hayatımız boyunca göremeyeceğimiz parayı bir
transferde ceplerine indiren “yıldız" futbolculara kadar hepinizin tanıdığı,
pek çocuğumuzun hayranlık beslediği insanların resimleriyle dolu. Allah aşkına
söyleyin: kaç tanesi gülüyor? Yoksa onlar da mı yarınlarına endişe içinde bakan
talihsiz insanlar?
Hayır, bizler, gülmesini
bilmiyoruz. Bakınız, yazımızın başında da belirttiğimiz gibi, "hümor"
kelimesinin dilimizde karşılığı bile yok. Kim bilir, belki de, hümor hissinden
mahrum insanlar olduğumuz için, kimse bu iyi kelimeye Türkçe bir karşılık
bulmak lüzumunu hissetmemiş.
Milli Kütüphane Genel
Müdürlüğünün hazırladığı Türk Atasözleri ve
Deyimleri kitabında 10,730; Feridun
Fazıl Tül- bentçi'nin Türk Atasözleri
kitabında da 15,080 atasözü ve deyim var.
Bu binlerce atasözümüz arasında "gülme" ile başlayanlar sadece
şunlar: Güldükçe güller açılır; Güle güle de gerçek söylenebilir; Gülenler
gülsün, dost bizim olsun; Gülme eşine, gelir başına; Gülme ile ağlama bir çıkın
içinde. Hepsi bu kadar! Hümor sahasının geniş kapsamı içinde, “şaka"
konusunda, "şakanın sonuna kaka" dan başka bir tek atasözümüz yok. "Latife,"
"nükte, "mizah” konularında ise hiç bir şey!
Kitaplığımda Türk müellifleri tarafından hazırlanmış iki
"vecizeler" kitabı var. Biri, Hasan Basri Erk'in 480 sayfalık Vecizeler, Güzel Sözler’i;
diğeri, Ertuğrul Saraçbaşı'nın Unutul^maz Sözler’i (480 sayfa). Bu iki büyük kitaptan sadece Ertuğrul
Saraçbaşı'nınkinde şunları görebildim:
Gül gülse dâim ağlasa bülbül acep değil
Zira kimine ağla demişler kimine gül.—Baki
AğU^^inın elbet gülmesi vardır—Katibi
Yaktı nice canlar
o nezaketle tebessüm
Şirin dahi kastetmesi câna gülerektir.—Ziya Paşa
Hatırladıkça
güldüğümüz şeyleri.—Cahit
Sıtkı Tarancı Çok gülenin heybeti azalır.—Hz. Ömer
Şen adam güneşe benzer, girdiği yeri aydınlatır
Cenap Şahab2ttin
Eskiden, bugün "mizah"
dediğimiz mefhum üç tabir içinde gösterdirdi: hezliyyat, şathiyyat, mizah. Yan i, "latife,
şak a, alay, ciddi olmayan söz,
edebiyatta bazı fikirleri, şaka, nükte ve tarizlerle ifade eden yazı çeşidi,
eğlendirici fı k ralar."
Mizah, Arapça bir kelime.
İranlılar mizahla uğraşana "mizâhgûy" demişler, ve "dalkavuk" manasında
kullanmışlar. Araplar ise, "eğlendirici fıkralar, hezliyat"
karşılığında kullandıkları şath kelimesini şathiyyat
şekline sokarak işin
işine dini de karıştırmışlar, şeriata aykırı sözleri "şathiyyat" olarak damgalamışlar.
Yabancıların gözünde niye "çatık kaşlı" göründüğümüzü belki de
bunda aramak gerek. Cemal Kutay, Nelere Güle rlerdi? adlı eserinde der ki:
İşte bu dar kalıplar içine itilen, fakat insanlığın düşünce ze- rafetini temsil eden mizah, musiki ve rakıs gibi, asırlarca dar
kafalılığın içinde sıkışmış kalmış. Nükteler yüksek sesle söylenmez olmuş.
Bazan kalın ciltlerin ifade edemediğini bir te - bessümle sararak hafızalara
yerleştirmek kudretinde olan zeka belirtileri, çatık kaşların ve yapmacık
ciddiliğin korkusuyle sahiplerinin kafasının içinde sönmeye ve ölüme mahkûm
edilmiş.
...Acıyı, katiyı, isyan duygusu uyandırıcı bu hüviyeti içinde dile
getirmek elbette ki, kolay değil. Fakat asıl zor olan, insan zekâsını büyük ifade
mertebesine eriştirebilmek: o sert,
katı, isyan ettirici gerçekleri acı da olsa, gözyaşından veya haykırıştan daha
tesirli bir tebessümün veya kaskatı olan-bitenleri sadakatle belirten tablolar
yerine çizgilerle ifadeleyebilmek!
Mizah
işte bu.
Mizah
hürriyetin çocuğudur: özgürlük hakkına toplum ereme- mişse, mizah onu,
sövüp-sayma, hırpalama, itip-kakma yerine "utanma duygusu"nu tokaddan
ağır tebessümlere sararak kazanmaya çalışır. Düşüncelerin her türlü sansüre
uğradığı baskı devirlerinde bu fıkracıklar kulaktan kulağa söylenir, çizgiler
elden ele gezer, hâfızalar ve gözler vefâsının kutsal emaneti olur ve hürriyet
kavgasını yapanlar, istibdadı, dar kafalılığı, insanlığın en tabii hakkı olan
tebessümü önlemiş baskıyı yıkabilmek için mizâhın kudretinde, top-tüfeğin,
ilmi etüdlerin, yıllar ve belirli idrak seviyesi isteyen ciddi telkinlerin
getiremediğini bulurlar.
Tabii, Batı
ile aramızda çok geniş mesafelerin açılmasının başlıca sebebi, matbaanın bize
çok geç gelmiş olması. Böylece, beşeri duyguların zarafet kaynağı sayılan
mizah, basılı olabilmek saadetinden mahrum kaldı. Cemal Kutay bunu şöyle
anlatıyor:
1500
yılında basının kültür temeli matbaa, bizde, ilk denemenin Patrona Halil
ayaklanması ile yıkılışından sonraki kımıldama safhası dışında, ancak 1780'de
yerleşebildi. İki yüz elli senelik
gecikme! İnanınız ki, bugünkü kafa karanlığımızın asıl sebebi bu. Ötekiler
mazaret masalları.
Matbaanın Türkiye'ye Avrupa’dan
asırlar sonra gelebilmesi genel kültür seviyemizin düşük kalmasına, kültür seviyemizin
düşüklüğü de hümor hissinin
yerleşememesine sebep oldu. Hümor hissinin en fazla geliştiği yerler, genel
kültür seviyesinin belirlice yüksek olduğu ülkelerdir.
Fakat biz kabahati hala “geçim
seviyesi"nde buluyoruz. Kaloriferin, sıcak suyun, otomobilin, kışları
Uludağ'da, yazları Ege sahillerinde tatil geçirmenin hoş bir rüyadan beriye
geçemediği çok yakın bir mazide, hayat, şimdikinden çok, çok daha meşakkatli
idi. Yine de, kış sabahlarının dondurucu ayazında çıra ile tutuşturulan
sobanın oturma odamızı ısıtmadan yataklarımızdan kalkamadığımız yıllarda;
ekmeğin karne, gazın fiş, basmanın muhtar ve- sikasiyle verildiği harp
senelerinde dahi bizim evde güle oynaya, kahkaha ile geçen zamanları dünmüş
gibi hatırlıyorum.
Elinizdeki bu kitabın büyük bir
kısmını onsekizinci asır İngiltere ve Amerika'sından günümüze gelinceye kadar
hümor hisleri sayesinde şöhrete ulaşmış Anglo-Amerikan politikacıları ve devlet
adamları dolduruyor. Gönül, Keçe- cizade Mehmed Fuad Paşa ile Ömer Faiz Efendi
dışında diğer Türk devlet adamı ve politikacılarının da kitapta yer almasını
elbette arzu eder. Gelgelelim, bütün araştırma ve soruşturmalanma rağmen, bu
kitaba girecek yüksek kalitede nükteleriyle şöhret yapmış, kelimenin gerçek
mana- sıyle hümor hissine sahip diğerlerini, maalesef, bulamadım. Bulamadığım
gibi, bu araştırmalar sonunda mazisine, kültürüne bizim kadar yabancı başka
bir milletin belki de hiç bir yerde bulunamayacağını, yürekleri sızlatan, bütün
milletçe utanç duyarak başlarımızı öne eğdirecek gerçeği bir kere daha
anladım.
Ö'mer Faiz Efendi gibi nüktedan,
hoş-sohbet bir Türk devlet adamı belki de gelmedi. İnanmak güç, ama İstanbul
belediye reisliği yapmış, Sultan Abdülaziz'in Avrupa seyahatine katılmış bu
büyük nüktedan Türk'ün hayatı hakkında başta Meydan-Larousse,
Hayat ve Cumhuriyet ansiklopedileri
olmak üzere hiç bir ansiklopedide bir tek satır yok. Daha da hazin tarafı,
İstanbul Belediyesinin 1971 yılında
yayınladığı İstanbul Kadıları, Şehreminleri,
Belediye Reisleri ve Partiler
Tarihi adlı 800 sayfalık
kitapta dahi Ömer Faiz Efendi zikredilmiyor!
Çok şükür, Cemal Kutay aramızda
da, onun araştırmaları sayesinde Ömer Faiz Efendi, bu büyük Türk, tarihimizin
karanlıklarına ebediyen gömülmekten kurtuldu. Cemal Kutay, Ömer Faiz
Efendi'nin Ruzname'sinden uzun uzun parçalar vermiş olmasaydı, böyle bir
kitabın mevcudiyetini dahi bilmeyecektik!
Tarihimizin bir çok karanlık
sayfalannı gün ışığına çıkaran, Türk kitaplığına biribirinden ilgi çekici ve
ibretle okunacak düzüne ve düzünelerle eser veren Cemal Kutay —kendi
deyişiyle—seksenine merdiven day^mş. Ama katiyen üzülmeyin, düşünmeyin.
Kendisinin yari yaşındaki pek çoklarından fazla enerjiye sahip, kendisini
yakından tanıyanları gıpta ettiren, hayrete düşüren dinamizmi ile Cemal Kutay,
daha senelerce, ununu eleyip eleğini asıp köşesine çekilmek niyetinde değil.
Türk tarihinin, Türk kültürünün çok şeyler borçlu olduğu Cemal Kutay, kendisini,
"hac"ca giden kannca ile mukayese ediyor. "Bu bacaklarla ün hacca gideceksin?" sualine, karınca,
"Hiç olmazsa o yolda ölürüm ya," cevabını vermiş.
Bu
satırların yazan gibi, Cemal Kutay’ı yakından tanımak bahtiyarlığına
erişenler; onda bu ruh, onda bu azim, onda bu enerji ve onda bu
"gençlik" bulunduğu müddetçe, daha defalarca "hac"ca gidip
geleceğini, her gidişinde bizlere, bizden sonrakilere emanet etmekle kıvanç
duyacağımız eserler armağan edeceğini çok iyi biliyorlar.
Nükte, ne yazık ki, Türk
politika hayatına giremedi. Ömer Seyfettin, bir arkadaşına yazdığı mektupta,
kendi zamanı nın politikacılarından şu kelimelerle şikayet ediyordu: "On-
la^ hangisi ile bir arada bulunsam, kendimi, penceresiz, ve kapısız bir kümeste
zannediyorum/’
Adalı Avni adıyle tanınan
İstanbul Belediyesi Daimi Encümen üyesi Avni Yağız, bir gün, iki
arkadaşıyle beraber bir taksi ile Ada iskelesine gider. Arkadaşları
uğraştıkları halde otomobilin kapısını bir türlü açamayınca, Avni Yağız
dayanamayarak şoföre seslenir: "Oğlum, mebus ağzı mı bu—neden açılmıyor?”
Politikacının
açılan ağzından da zaman zaman neler çıktığını, son 1975 ara seçimleri fazlasiyle gösterdi. Türkiye’nin kaderine
tesir etmiş bir çok politikacı günlerce, durmaksızın biribirlerini suçladılar:
"Hırsız, sahtekar, riyakar ..." Bu neviden bayağı sözler dışında,
muhaliflerine, nükteli yolla hücum eden, hümoru bir silah olarak kullanan bir
tek ’^ınk politikacısı biliyor musunuz? Bu sualin cevabı, üzülerek söylemek
gerek, "hayır’'dan başka bir şey olamaz. Gerçekte, günümüzün
politikacılarının biribirleri- ne belirli yerlerin diliyle saldırışları, İkinci
Meşrutiyet devrinin Mebusan Meclisindeki "nükteli" konuşmaları hatırlatıyor.
O Meclisin zabıtlarında aynen şunl^ okuyoruz:
Yalan söyleme be! Doğru konuşsana!
Kendine gel... Ben yalan söylemem... Ben sen
değilim...
Hadsiz, terbiyesiz! Söylediği sözün mânasını
bilmeyen cahil. Ağzından çıkanı kulağın işitmez mi?
Ben orada konuşursam, sen burada kalamazsın. Hafiye
eskisi...
Müfteri. .. Jurnalci... Cahil herif!
Cahil mi? Bana mı bu târiz? A cim karnında nokta
...
Sen kim, ilim kim... Lâf salatası, geveze...
Mebusan
Meclisindeki bu "nükteli" konuşmalar üzerinde duran Cem haftalık dergisinde (2 Aralık, 1910),
biribi- rine tamamen zıd iki kişi, "Ak" ve "Kara,"
devrin mebuslarının ağzı ile biribirine sövüyor, sayıyor.
Dergideki
karikatürlerden biri de şöyle: Sedirin köşesinde oturan kadın çorap yamıyor.
Semt politikacısı olan kocası da ayakta, jestlerle, mimiklerle, bağıra çağıra
küfrediyor. Kocasının, isim zikretmeden bazılarına küfrettiğini duyan hanımı sorar: "Ayol, efendi, kime
kızdın da böyle fena sözler söylüyorsun?"
Adam söylenmeye
devam eder: "Ar, alçaklan, mürteci- ler, namussuzları hamiyetsizler!"
Kadın
şaşırmış, tekrar sorar: "Elaleme neden hakaret ediyorsun? Kim
bunlar?"
Politikacı
karısına cevap verir: "Senin aklın ermez... Başkalarına böyle demezsem, kendimin hamiyetli
olduğunu herkes nereden bilecek?"
Bu kitabı
okurken onlanın politikacılanyle bizimkilerini mukayese etmekten kendinizi
alamayacaksınız.
Hümorun,
bilhassa' siyasi hümorun en fazla geliştiği yerler, elbette demokratik
rejimlerin yerleşip kökleştiği ülkeler. Diktatoryalarda hümor hissi olamaz.
Bir despot, alt kademelerde yer alanlar hakkında şu veya bu şekilde nükteli
sözler söyleyebilir, fıkralar anlatabilir. Fakat, bu nükte ve fıkralara konu
olanlar, liderlerine, aynı şekilde cevap verebilmeyi ancak rüyalarında
düşünebilirler. Cumhurbaşkanı Kennedy anlatırdı:
Khruschev'in
bir zamanlar, Kremlin koridorlarında, "Khruschev aptalın biridirl"
diye bağırarak koşuşan bir Sovyet vatandaşından bahsettiği söylenir. Rus
lideri, o vatandaşının yi^mi üç yıl hapse mahkûm edildiğini söyledi: "Üç
sene, Komünist Partisi Genel Sekreterine hakaret ettiğinden; ve yirmi yıl da,
devlet sırrını açığa vurduğu için!"
Hümorun Garp kültüründe
hakikaten büyük bir yeri var. Gerçekte, kadim Yunan ve Roma dünyalarında da
hümorun rol oynadığını görüyoruz. O çağların büyük hatibi De- mostes, General
Phocia'ya dedi ki: "Atinalılar bir gün gazaba gelecek ve seni
öldürecek."
Tarih generalin şu cevabı
verdiğini kaydediyor: "Ve akıllan başlarına geldiği zaman da seni."
Hümor hissinin, insanlarımız
arasında yerleşmemesinin sebebini yine kendimizde aramak gerek. Ezkaza, birisi
bize kendisinin aptalca bir hareketinden bahsedecek olsa, hemen
"estağfurullah’i yapıştırıveriyoruz. Bu yazar, aptalca pek çok hareketler
yaptı, ve Allah bilir, hala da yapıyor. Her hangi bir sohbet sırasında bu
aptallıklarımdan bahsedecek olsam derhal karşıma aynı kelime ile çıkılıyor:
es-tağ-fu-rul-lah. Anlamıyorum: niye? Şayet ben kendi yaptıklarımı
"aptalca," buluyorsam, niçin, Adeta, "hayır, efendim, ne münasebet,
bilakis çok iyi etmişsiniz," derce- sine, aptalca hareketlerimin
belirtilmesine müsaade edilmiyor? Sebebini, biraz da, benim aptalca hareketler
yapacağıma inanmıyanların, kendilerinin de aptalca hareket yapamayacaklarına
inanmalarında aramak doğru olmaz mı? Ve, şahsından hiç bir aptalca hareket
sadır olamayacağına inanan biri için de, "hümor sahibi" insan nasıl
diyebiliriz?
Çeşitli insan topluluklarının
dillerindeki atasözleri ve deyimler onların hayat anlayışları ve yaşayış
tarzları hakkında çok şeyler söyleyebilir. İki sene önce Japonya'nın İstanbul
konsolosluğunda görevli olan ve Türkçe de bilen Hiranao Matsunati adlı genç bir
Japon diplomatı Türk— Japon
Dilleri Arasında Bir Karşılaştırma
adlı küçük kitabında Türkçedeki "kız almak,” "kız vermek" gibi
sözlerin "pederşahi" cemiyet tipinin belirtileri olduğunu söyler.
Dilimizde diğer dillerde olmayan "emredersiniz," "bir emriniz
mi var?" gibi sözlerin, bence, Batı anlayışında hümor hissinin
yerleşmemesinde rolü oluyor. "Bir isteğiniz mi var?" veya "Bir
arzunuz mu var?" yerine "Bir emriniz mi var?" diyen insanların,
ben, hümor hissine sahip olabileceklerine pek inanamıyorum.
Tekrar hümor ve politika
konusuna dönelim. Bizim politikacılar kendilerini vazgeçilmez, "gayri
kabili elzem" görür, kendileri meydanı terkettikleri takdirde Türkiye’nin
batacağını sanırlar. İsim yapmış bazı politikacılanmızın, bilhassa muhalefette
iken, zaman zaman "âdi" hatta "pespaye" denecek
hırçınlıklar göste^elerinin sebebi bu: ya ben ya hiç. Akla, bir Amerikan mezarlığının
girişinde yazılı olduğu söylenen kelimeler geliyor: "Bu mezarlık, hayatta
iken, dünyanın, ancak dümende kendileri bulunduğu müddetçe yürüyeceğine inanan
insanlarla dolu. Onlar bu dünyayı çoktan terkettiler, fakat dünya hâlâ
yürümekte devam ediyor."
Batılı, bilhassa bir
Anglo-Amerikan politikacısı kendini hiç de vazgeçilmez bir insan olarak görmez.
(Gerçekte, politikacıdaki bu his, politika merdiveninde tırmandıkça artar.) Bir
insanın kendini vazgeçilmez gözesinin ilk işareti kibirdir ki, Batılının
tahammül edemeyeceği insanların başında da kibirli politikacılar gelir.
Cumhurbaşkanı
Kennedy, hayatı ve mevkiini gayet ciddiye almasına rağmen, kendisini, hiç de
vazgeçilmez bir insan olarak görmedi. Onu yakından tanıyanlar, Cumhurbaşkanının,
banyosundaki küvetin köpüklü suyu içine gömülü iken dahi zaman zaman resmi
yazıları okuduğunu ve müşavirleri ile muhavere ettiğini de yazdılar. Bir gün
bir arkadaşı Cumhurbaşkanını görmeğe geldiği vakit, yine küvette idi, sıcak
köpüklü suda da oğlu John-John'ın plastik ördekleri. .. Kennedy, başını
kaldırarak arkadaşına baktıktan sonra yanından oyuncak ördeklere bir göz attı
ve gülümseyerek dedi ki "Halk, Amerika Cumhurbaşkanını, banyosunda, bu ördeklerle beraber görse acaba ne
düşünürdü?"
Evet, nükte
ve mizah bizim cemiyetimizde daha dün diyebileceğimiz kısa bir zaman öncesine
kadar "hafiflik" addedildi. Yukanda belirttiğimiz gibi, mizah,
medresenin sert ve kuru hükmü ile, şathiyyat yani "mânasız, afâki
sözler" sayılıyordu. Bu düşünce, zamanla, devleti idare edenlere de h^^ın
olmuş, ve hükıüınet bir ara Osmanlı İmparatorluğu sınırlan dahilinde mizahı
ortadan kaldırmak için kanun d^û getirmek istemişti.
Şinasi'nin
1860'da kurduğu Tercü^n-ı Ahval
adlı ilk Türk gazetesinden sonra, "ciddi" gazetelerin yanısıra mizah
gazete ve dergileri de yayınlanmağa başlandı. Fakat mizah perdesi altında,
kendilerinin tenkid edilmesine tahammül edemeyen hükümet mensupları, bu gazete
ve dergileri kapatmak için Meclise bir kanun teklifi sundu. Mithat Paşanın
yerine gelen Sadrazam Ethem Paşanın, Zat-ı Şahane adına ilettiği ferman, ülkede
mizah gazete ve mecmualarının yasaklanmasını irade etmekteydi. O zaman (1876)
hazırlanan Matbuat Nizamnamesinin 8 inci maddesi şöyle idi: "Mizah gazete ve mecmualannın neşri memnudur. Me-
malik-i Şahanede mi^zah gazete ve ^cmualan neşredilmez ve hariçte intişar
edenlerin ithali memnudur."
Birinci Meşrutiyet Meclisinin Müzakere Zabıtlan’nda (7 Mayıs, 1877)
devrin Matbuat Müdürü Macit Beyin, kanun teklifini şu kelimelerle sunduğunu
öğreniyoruz:
"Efendim,
mizah gazeteleri ve mecmualan lüzumsuz ve faydasız olduğu gibi, zararlan da
azimdir .... Malûmdur ki, gazetelerin iki vazifesi vardır: Birincisi, hakların
muhafazası; ikincisi, mürebbiliktir. Bu gibi mühim mesailde (meseleleri,
yâvegüluk [saçma sapan söylemek], soytarılık ve hoppalığa ne lüzum var? ...
Sonra, daha mühimmi, devletin siyasetini öylesine tenkit ve teşbihler yaparak o
hâle getirirler ki, halkda devlet vekar ve ciddiyeti payimal olur [çiğnenir].
Geçenlerde, mağlûp olan bir devletin ordusunu, galibin bacakları arasından
geçiren bir resim neşrettiler. Bir diğeri kanatlı bir merkep yapıp uçurmuş. Bu
resme bakanlar, hâşâ, merkebi melek mi zannedecekler?... Gazetecilik ciddi bir meslektir. Mizah ise
soytarılıktır. Kimse soytan hoca istemez....
Mizah gazeteleri münhasıran bizde değil, başka milletlerde de haysiye-i meslekiye ve şah- siyeyi muhafaza edememişlerdir. İnsanda
hezele lalay etmek] ve terbiyesizliğe
dair temayül vardır. [Yoktur, bizde
yoktur, belki sizde vardır. Gürültüler.. .J Zamirleriyle
ifadeye ne lüzum var? Mizaha, temsilî
resme ne lüzum var? Herkes
söyleyeceğini ciddi olarak söylesin.... Bu
itibarla mizah gazete ve mecmualarının neşri ve böyle nabeca [uygunsuz)
resimler yapılması sureti kat'iyede men edilmiştir."
Hükümetin teklifini destekleyen Kozan mebusu Mustafa Efendi de şazları söylemişti:
"Bizim şeriatımızda
bunlara dair bahis vardır. Bunlar şer'an memnudur.... Macit Beyin dediğine bakılırsa,
hükümet dahi böyle istiyor.
Ben, şer'an değil, ^den diyo^rum ki, bunlara lüzum yoktur.”
Suriye mebusu Nufel Efendi
de hükümeti desteklemişti:
"Bu şarivari [bir
kimseyi yuhalamak için evinin
önünde teneke çalarak patırdı yapmak manasına gelen Fransızca kelimenin Türkçeleştirilmiş
şekli] gazeteler rümuz ile alay ediyorlar. Herkesin şan
ve şerefi bir mizah gazetesi ile
mahkeme huzuruna çıkmaya müsait değildir. O z^an daha çak alay ederler, teşhire
bağlarlar. Avrupa'da varmış. Olsun... Bizde olmaz, olmamalı. Öyle şeyler yazıyorlar ki, muhatabı belli olmuyor, okuyanlar
da, kime Ai.d diye endişe ediyorlar. Bu azAba neden tahammül etmeli?"
Hükümet teklifinin
reddedilmesinde bilhassa şu mebusların büyük rolleri oldu. İstanbul mebusu Hasan Fehmi Efendi:
"Efendim, bazı nabeca
resimler neşredildi diye mizah gibi, beşeri tefekkürün kadim devirlerden beri mergup [istenilen, sevilen] olmuş nüktedanlığı toptan
reddetmek, bir kısmı mikroplu
diye su içmemeğe benzer....
Ecnebiler çocuklarını mizahın
mütefekkirlerle payidar olacak fıkraları ile terbiye ediyorlar. Nükte, edebiyatın zarafet ve tezyinatıdır. Beşeriyetin hayat-ı fikriyesinde bu kadar derin yeri olan bu mevzuu, na layıktır
diye kökünden söküp .atmak hangi akla ve mantığa hizmet etmek olur?”1
Bursa mebusu Şeyh Rıza Efendi: ''Rica
ederim, Hoca Efendi,
Şeriatı karıştırmayınız. Şeriatı, kâffe-i hürriyet [hürriyetlerin bütünü] ve
hakk-ı beşer teminat altına almıştır. Tefekkürün her şekli mubahtır (şeriatla
ilgisi olmayan davranışı. Nükte, tefekkürün bâlâsıdır [yücesidir]. Hangi
mesned-i şer'iye dayanarak böyle konuşuyorsunuz? Söyleyiniz de biz de
öğrenelim.... Macit Beyefendi, terbiyesizlik başka, mizah başkadır. Mizah,
nükte, insanlann fıtri [yaradılıştanl varlığı arasında ve lütf-i ilahidir. Herkes
nükte yapamaz, herkes resim çizemez. Bunlar ırsi ve fıtri mevhibelerin [Allah
vergisi] ilim ve irfanla terkib ve mahsulüdür. Karagözü de mi kaldıracaksınız?
Meddahları da mı yasak edeceksiniz? Evlerde lâtife yapanları da mı hapse
atacaksınız?... Zararlı mikroplar durgun sudadır. Dibe çöker. Göz önünde ve
açıkta olan fenalığın tamir ve ıslahı mümkündür. Mizah gazetesi çıkacak,
resimler yapılacak, fakat zararlı olanları devlet, kanuni tedbirlerle men
edecek, şahsi tasallutlara, iftiralara mâni olacak? Mahkemelerin vazifeleri
nelerdir?"
Niş mebusu Süleyman Bey: "Her
hâdisenin kendi bünyesi içinde tekevvünü [yerleşmesi] meşruttur [şarta bağlıdır].
Zararı, zaman ve âmme efkârı tâdil ve hayra tebdil eder. Gülü koklarken
dikenine tahammül edeceksin. Komedya binlerce senedir payidar olmuştur. Öyle komedyalar
vardır ki, bünyesinde bin
facianın elemini temsil eder. Bazan bir kaç çizginin fikirde yaratacağı
neticeyi cildler- le kitap anlatamaz. Mizahlı men etmek, Cenab-ı Hak tarafından
beşere bahşedilen bir hakkı elinden almak demektir.
Hükümetin mizah gazete ve mecmualarını
kapatmak üzere getirdiği kanun teklifi reddedildiyse de, ertesi yıl Rus Harbi
sebep gösterilerek, mizah gazetelerinin "adab-ı İslâmiye ve an'anat-ı
mahalliye-ye adem-i intibak-ı derkâr olduğundan nâşi," başka bir ifade
ile, ‘‘din ve geleneklere uygunsuzluğundan ötürü," kapatılmasına karan
verildi. Böylece, imkân verilseydi, çok başanlı meyvalar verebilecek olan Türk
mizah edebiyatı, otuz seneden fazla sürecek bir karanlığa itildi.
Yukarıki satırlarr,
"niye bizden de örnekler almadın," diye tarizde bulunacaklara,
kısmen de olsa, bir cevap olmak üzere yazdım.
Nükte, eğer
zekâya daha çabuk anlaşılma ve hatırlama canlılığım verebiliyorsa, ancak o
zaman üzerinde durulmağa değer. Bayağı ve kaba kelimelerin oluşturduğu bir dil bir politikacının, veya herhangi bir
insanın aleti olabilir. Nükte ise, sadece bir muhalife hücum etmek, veya
gerginleşen politik atmosferi yatıştı^ak, ve yahut sadece eşyayı ve hadiseleri
zahmetsizce görülebilecek bir perspektife yerleşti^eğe yarar bir âlet
değildir. Nükte, gerçekten, bir mazhariyettir. Nükte, cesaret kadar asil, iman
kadar yüceltici olmayabilir, ama düşünebilme ve gülebilme hassaları, hayvanlar
aleminde sadece biz insanlara ihsan edildiğinden, hümor hissine sahip bir
insan, fikirler ve kelimeler arasında diğerlerinin göremediği aptallık ve
komiklikleri görebilecek hususi bir sezgi kabiliyetiyle teçhiz edildiğinden,
politikada nükte, doğruya giden yolu her zaman açık tutmasa dahi, zeka ve
cesaret yolunda ışık tutabilir.
Türkiye’de
hümor hissinin yerleşmemesinin diğer sebepleri de var. Kafalannın
iÇindekilerden ziyade isimlerinin önlerindeki unvanları konuşturan üniversite
hocaları Türk kültür hayatına hakim olduğu müddetçe, hastalarından para yerine
gazetelerde "teşekkür mektubu” isteyen doktorlarımızın sayısı hiç de
küçümsenemeyecek sayıda kaldığı müddetçe, ve hele biribirlerimize
"sayın"sız hitap edemediğimiz müddetçe—siz ne derseniz
deyin—"hümor” denilen şeyin sınırlarımızdan içeri gireceğine benim aklım
kesmiyor.
Buna bir de, maalesef, cemiyetimizin başlıca özelliği halini alan "nefret"i
eklerseniz, hümordan söz etmenin, kavağa çıkmış balıktan bahsetmek kadar saçma
olduğunu daha iyi anlayacaksınız. Bu memlekette, sağcı ve solcu, köylü ve
şehirli, işçi ve patron, varlıklı ve varlıksız arasında dünyanın başka hiç bir
ülkesinde görülmeyen nefret uçurumi^ teşekkül ediyor. Ve cemiyetimizin dokularını
parçalamak hedefini güdenlerin liderleri de politikacılar.
Bu kitap, bilhassa
Anglo-Amerikan tü^inde siyasî bir geleneğin bu topraklarda—korkarım—mahşere
kadar niye yerleşemeyeceğini açık seçik gösterecek.
İngiliz
İşçi Partisinin asit dilli Aneurin Bevan'ı, bir nutkunda, Churchill'in bir kaç
defa parti değiştirdiğine değinerek, Muhafazakar Partinin liderine şu
kelimelerle hücum etmişti:
Memleketin
umacısı, Parlamentonun komedyam bu adamın bukalemun karakteri, artık iyiden
iyiye kaani oldum ki, onda- ki hissi kötürümlük üzerine bina edilmiştir. O,
siyasi istikrarsızlığının sebebini böylece açığa vurarak, üzerine aldığı
rolleri, seyredenleri hayretler içinde bırakan bir cambazlıkla oynuyor.
Bu sözlerin muhatabı Churchill,
Bevan’un bu hücumundan sonra ne yaptı zannedersiniz? Avam Kamarası başka-
nından derhal söz istedi ve Bevan'ı bu ateşli nutkundan ötürü tebrik ederek
dedi ki: "Böylesine canlı ve gerçek tartışmalı
bir nutuk, Parlamentoda, ne yazık ki, artık pek ender işitiliyor."
Bunu bir de, "Hava kapalı
olunca yağmur yağar, yağmurdan göl olur, gölde ördekler yüzer, ve benim bir
adım da ‘ördek’ " diyerek; "bu^in hava kapalı," diyen muhatabına,
"sen bana ‘ördek’ dedin" deyip üzerine çullanan insanların hiç de
azımsanamayacak sayıda olduğu cemiyetimizin genel manzarası ile
karşılaştırırsanız, "ha^ki demokrasi" ve "mahşer"
kelimelerini aynı cümle içinde kullanmakla hiç de hata ve haksızlık etmediğimi
göreceksiniz.
Her neyse,
şimdi sayfayı çevirelim ve onlann bu işi nasıl yaptıklarını locadan
seyredelim.
NEJAT MUALLİMOâLU
Şehremini, İstanbul
Eylül, 1976
Gerçek
nükte bir Hint madeninden çıkarılmış Parlak bir taş gibidir, ve iki büyük
kudret vardır onun:
Biri
kesmek, diğeri parlatmak için.
“Grub
Street Journal," 1730
Zamanı geldiği vakit iyi bir nükte söyleyebilmek
fırsatını kaçıranlara, büyük meselelerin halli tevdi edilemez.
William
Hazlitt
Nüktedan
bir insan, eğer aptallar olmasaydı, çok defa ne söyleyeceğini bilemezdi.
La Rochefoucould
Mf eşhur İngiliz
nüktedanlan arasında İrlanda asıllı olan' "Harı pek çoktur. Richard
Brinsley Sheridan da böyle 'bir İngilizdi. Gerçi günümüzde, genellikle,
onsekizinci asır İngiliz komedisinin zirvesi kabul edilen The School for Scandal (Skandal Mektebi)
adlı piyesin müellifi olarak tanınırsa da, Sheridan, devrinin parlamenterleri
arasında en nüktedanı olarak biliniyordu.
Bir tiyatronun aktör-menecerinin oğlu idi. Dublin'de doğdu; onbir
yaşında iken, tagiltere’dekl Harrow
adlı ünlü mektebe gönderildi. Fakat küçük Sheridan burada kendini mesut
hissedemeyecekti: öğrencilerin büyük bir çoğunluğunu aristokrat ailelerinin
çocukları teşkil ediyordu. Onlar bu aktör çocuğu ile merhametsizce alay
ediyor, tepe-
den bakıyor,
aralarına almıyor, oyunlarına sokmuyorlardı. Küçük Sheridan'ın onlara ne
cevaplar verdiği bugün unutulduysa da, bir tanesi z^anımıza kadar ulaştı. Bu,
Londralı tanınmış bir doktorun oğluna verdiği cevaptı: "Haklısın, benim
babam insanları güldürerek bizim maişetimizi temin ediyor—seninki ise onları
öldürerek."
Aristokrat ailelerden gelme
çocukların kendisine sırt çevirmelerine, onu hiç bir zaman kendilerinden biri
saymamalarına rağmen, Sheridan, hayatı boyunca aristokratik zümreye özendi,
kendisini onlardan biri^niş gibi kabul et- ti^eğe çalışmakta direndi. Onu
yakından tanıyanlar, dostları, Sheridan'ın kendisini tiyatro ile zerrece ilgisi
bulunmayan "asil" bir insan olduğu izlenimini yaratmağa çalışmasının
beyhude bir gayretten beriye geçemeyeceğini iyi biliyorlardı. Sheridan, bir
defa, sadece devrinin en büyük dramatisti değildi, erişkinlik yıllarının büyük
bir kısmı da bilfiil tiyatroda geçmişti. Sonra, geçim.ini, Londra'nın ünlü
tiyatrosu Drury Lane'in getirdiği
para ile sağlıyordu; en büyük hissedarı idi. Bu vakıalara rağmen, Sheridan,
bütün ömründe kendisini hakiki bir "aristokrat" olmaya hasretti, ve
bu yüzden de, giyinişinde, eğlencesinde ve kumarında ifrata kaçtı, ölünceye
kadar borçtan kurtulamadı. Uzun yıllar Whig
partisinin Avam Kamarasındaki temsilcilerinden biri olmasına rağmen, mebusluk
bile onu pek tatmin etmedi. O, bir "tiyatro adamı"ndan ziyade bir
"centilmen" olduğu hissini uyandı^ak ve yerleştirmek için her şeyi
göze aldı—sefalet içinde ölmeyi bile.
Sheridan, Harrow'dan mezun olur
olmaz, kendisini, ömrü boyunca
kurtulamayacak fırtınalı bir hayatın içinde buldu. Diploma alalı henüz bir ay
olmuştu ki, Elizabeth Linley adlı onaltı
yaşında bir kızla tanıştı ve derhal gönül bağladı. Gerçi, nihayet 1773'te
Elizabeth'le resmen evlendiy- se de, bu romantik aşk macerası boyunca iki kişi
ile düello yapmak zorunda kaldı; sevgilisini, göz gözü görmeyen fırtınalı bir
havada Fransa'ya kaçırdı, ve orada bir rakibe mektebinde gizledi. îki aşık ğizlice ve gayri kanuni olarak
Fransa'da evlendiler.
Beş parasız bir insandı. Karisı
ise devrinin en popüler şarkıcılarından biri.
Ama o kansını halk önünde şarkı söylemekten men etti. Bir "aktör
çocuğu" olarak çektiği ıstırap ve maruz kaldığı küsçük düşürülmeleri
unut^nayan Sheridan, bir "şarkıcı kocası" olmak istemiyordu.
"Centilmenlik ateşi" benliğini kasıp kavuruyorsa da, karnın duyurulması
daha önemliydi. İstemeye istemeye yeniden tiyatroya döndü—ve çok da başarılı
oldu. Kısa bir müddet sonra, 1775'te, The Rivals (Rakipler) adlı eseri
sahnelendi. Sheridan artık para kazanıyordu. Bir kaç arkadaşiyle birlikte Drury
Lane tiyatrosunu kurdu.
Para, onu bir diğer
emeline, seneler boyunca göz diktiği bir diğer emeline daha kavuşturdu:
Sheridan şimdi aristokrasiye de girmiş, bir "asil" olmuştu.
lflaşılması gereken bir hedef daha vardı: bilfiil siyasi hayata atılmak. Onu da
başardı, ve 1870'de Statford kasabasından Whig'li sıfatiyle Avam Kamarasına
seçildi. (Whig partisinin adı sonraları Liberal parti olarak değiştirildi.)
Günümüzde dahi, Avam
Kamarasına seçilen bir mebusun ilk nutku, umumiyetle, bir
"hmlise"dir. Kendisini ya- zılariyle, piyesleriyle, eşsiz
nükteleriyle geniş halk kütlelerine tanıtan Sheridan’ın Parlamentodaki ilk
nutkunun "şaheser" olacağı sanılıyordu. Ve o söz alıp kürsüye
çıktığı Andan itibaren de bütün üyeler müstesna bir dikkatle She- ridan’ı
dinlemeğe başladı. Göz ve kulaklarını Sheridan’a dikenlerden biri de,
dinleyiciler locasındaki gazeteci arkadaşı Woodfall’dı. Parlamento dışında
Sheridan intibaım sorduğu vakit, Woodfall dedi ki: "Maalesef söylemeğe mecburum:
bu senin haran değil. Bana kalırsa, önceki mesleğine dönersen daha iyi
edersin."
"Ama o benim
içimde," diye cevap verdi Sheridan. "Ve Allahın yardımıyle de bir gün
dışarı çıkacak."
Sheridan, filhakika,
"içindeki"ni dışarı çıkarmak ıçin uzun bir müddet de beklemeyecekti.
Bir iki ay içinde, William Pitt (Başvekil), Edmund Burke (devlet adamı ve
yazar), Charles James (devlet adamı ve hatip) gibi söz ve kelime üstadlannı
yetiştiren neslin en iyi Parlamento hatibi unvanına hak kazandı. Bunda,
şüphesiz, önceki hayatından, tiyatrodan getirdiği hümorun inkâr edilemez rolü
oldu.
Sözlerini bir türlü bağlayamayan
bir mebus su içmek için duraksadığı vakit, Sheridan, derhal ayağa kalktı ve
Kamaraya başkanlık edene hatibin sadetten dışan çıktığını söyledi. Başkan,
sebebini sorunca, Sheridan şu cevabı verdi: "Efendim, bir yel
değirmeninin su ile çalışmakta direnmesi saadetten dışarı çıkmaktır da onun
için."*
Dünyanın
her tarafında vergi beyannameleri çok defa içinden çıkılamayacak güçlükler
arzeder. Pek çoklarınız, İngiltere Parlamentosuna getirilen bir kanun teklifi
üzerine, Sheridan'ın söylediklerini sempati duyarak okuyacak:
Bundan önceki hükümet zamanında Parlamentodan çıkarılan vergi
kanunlarının sayısı öylesine artmış, bilhassa yürürlükteki vergi kanunlarına ilâve edilen ekler
öylesine muğlak hâle gelmişti ki, vergilerin tatbikinden sorumlu hâkimler dahi
içinden çıkılamayan bu bilmeceler karşısında, ellerinden, hayret ve
şaşkınlıkla kaşlarını çatmak, kızgınlıkla başlarını sallamaktan başka bir şey
gelmiyordu. Başka ne yapabilirlerdi ki! Bakıyorsunuz, önce bir vergi kanunu
çıkarılıyor, ardından alelacele, Parlamentodan henüz çıkmış bu kanunun bazı
maddelerinin tâdili ile ilgili yeni bir kanun teklilı önümüze konuyor. Nihayet
bu da kanunlaşıyor, fakat "çok şükür" derneğe vakit kalmadan,
hükümet, yürürlükteki kanunu tâdil eden kanunun kusurlu ve hatâlı taraflarını
düzelten ikinci kanunun eksiklerini tamamlayacak yepyeni bir kanun teklifi ile
karşımıza dikiliyor. Gelgelelim, iş bununla da bitmiş olmuyor. Bir müddet
sonra, bir de bakıyoruz ki, yürürlükteki vergi kanununu tâdil eden kanunun
kusurlu yönlerini düzelten en son kanunun eksik taraflarını tamamlayacak
yepyeni bir kanun teklif ediliyor, ve böylece vatandaşlar, bir türlü sonu gelmeyen
vergi kanunları fâsit dairesinde bocalayıp duruyor.
Bu, ancak
denize indirildikten sonra, dümeninin konmadığı anlaşılan gemiyi akla
getiriyor. Gemi, dümen takılması için, tekrar kızağa alınıyor. Ne var ki,
geminin denize her indirili- şinde yeni yeni eksikliklerin, yeni yeni hatâların
farkına varılıyor. Omurgasındaki çemberlerin vidaları takılmadığından,
•Sheridan'dan
hemen hemen iki yüz sene sonra, 1952 ve 1956'da Amerikan
Demokrat Partisinin cumhurbaşkanlığı namzedi Adlai Steven- son, bir
nutkunu, Sheridan'ın bu sözüyle dantellemişti. omurgadaki bazı tahtaların kaybolmuş
olduğu anlaşılıyor; eksik tahtalar tamamlanıyor, yeniden çemberleniyor, ve tam
denize indirileceği sırada harcanan bunca paraya rağmen, geminin tamamen
parçalanmasına ve yeni baştan yapılmasına karar veriliyor.
Gerçekte, Parlamentodan, son yıllarda çıkan bütün kanunlar, yumurtadan çıkan
böceğin kelebek haline istihalesine kadar geçirdiği her safhayı
hatırlatırcasına, bir sürü tâdilden geçiriliyor.
Başvekil William Pitt'in (Muhafazakâr)
kabine üyelerinden Henry Dundas, bir ara, üç vekilliği de aynı ânda
yürütüyordu. Sheridan, Pitt'in bu vekili için şunları söyledi: "Hakiki
centilmenler şayet kendilerini—söylenildiği gibi—şahsi menfaat gözetmeksizin
memleket hizmetleri’ ne vakfedebiliyorsa, biz, bugün, İngiltere'nin en centilmenli
hükümetine sahip olmakla cidden gurur duyuyoruz. Vekil Mr. Dundas, bildiğiniz
gibi her hangi bir centilmenden üç defa daha fazla centilmendir—çünkü onun oturacak
üç yeri var."
boğdu. Dundas
kısa bir müddet önce evlenmişti, ve bir
Sheridan'ın şu nüktesi de
Parlementoyu kahkahalara gün Parlementoda, hükümet işleri ile ilgili olarak
izahat verirken, kendi durumunun hiç de gıpta edilecek bir tarafı
bulunmadığını, zira sadece sabahları uyandıktan sonra değil, geceleri yattığı
sırada da, beşer takatının üstünde güç bekleyen görevleri nasıl yerine
getireceğini düşündüğünden fazlasıyle yorgun düştüğünü anlattı. Sheridan,
Dundas'ın bu sözleri üzerine hemen ayağa fırladı, ve Vekil Dundas'ı "Home
Office"indeki (Dahiliye Vekâleti) yorgunluğundan kurtarmanın kendisi için
büyük bir zevk olacağını söyledi. (Bu son derece ince manâlı nükteyi daha iyi
anlayabilmek için, "home" kelimesinin ilk manâsının “ev” olduğunu
hatırlatmak gerekir.)
Sheridan'ın, Dundas için
söylediği bir söz de şu: "Muhterem Centilmen, hafızasını
şakalarına, gerçeklerini de tahayyül kudretine borçlu."
Nükteleri, anında söyleniyormuş
hissini veriyorsa da, Sheridan, her iyi nüktedan hatip gibi, onları önceden titizlikle
hazırladı. Bir makalesinde der ki: “Bir hatip,
nüktelerini, bir generalin savaş plânı üzerinde çalışması gibi hazırlar;
sohbet veya tartışmanın hangi şartlar altında geçeceğini önceden sezer ve
görür; araziyi dikkatle tetkik eder, çarpışmayı gerektirecek durumlar üzerinde
inceden inceye durur, ve ondan sonra da, muhaliflerini, önceden hazırladığı
pusuya düşürmek için, ortaya bir sual atar ve nükteli kancasını derhal onlara
geçiverir."
Parlamentodaki nüktelerini nasıl
hazırladığını şöyle anlatır: "Avam Kamarasını teşkil edenlerin beşte
dördünün kasaba ve köylerden gelmiş toprak sahibi ağalar ve büyük aptallar
olduğunu biliyorum. Bunun için, önce alaylı bir nükte veya istihzalı bir ifade
ile onları güldürürüm. O zaman, yani benim sözlerime güldükleri vakit, fikir ve
görüşlerimle ilgili ve kafalarında daha önceden yerleşmiş düşünceler silinmiş
olur. Daha sonra, artık önümdeki bütün engeller temizlendiğinden, fikirlerimi
iyice pişirip önlerine koymak için, yeniden münakaşama dönerim."
Whig
partisinin üyesi Sheridan, siyasi bağımsızlığını, kendi partisi aleyhinde
ısırıcı nükteler söylemekten çekinmeyecek kadar ileri götürmüştü. Bu tâvizsiz
bağımsızlığı onu sadece politik hayatın zirvesine ulaştırmakla kalmadı, oradan
kolayca alaşağı edilmesine de sebep oldu. Kendi partisi, iktidardayken, son
derece gayri popüler bir kanun neklifi getirişti. Sheridan bu teklifin
aleyhindeydi. Nitekim, Parlamento da reddetti. Sheridan, bunun üzerine,
partisinin ahmaklığını, yine Parlementoda, şu sözlerle belirtti:
"Çaresizlik
içinde bunaldıklarından ne yapacaklarını bilemeyen insanların, kafalarını,
zaman zaman duvara vurduklarını işitmiştim. Ama kafalarını duvara vurmak için,
onların özel olarak bir duvar inşa ettiklerini de ilk defa görüyorum."
Partisinin iktidarda olduğu iki
kısa devre müstesna, Sheridan'ın bütün siyasi hayatı muhalefette geçti. Fakat
bu, onun yaradılışına tıpatıp uyuyordu. Yirmi beş yıllık politika hayatında,
bilhassa iki dikenli meseledeki tavizsiz tutumu ile en iyi arkadaşları dahi
gücendi^ekten çekinmedi. Bu çetrefil meseleler de, Ingiliz Katoliklerinin
vatandaşlık haklan ve İrlanda'ya karşı güdülen politika idi.
Hükümetin
İrlanda politikasını tasvip eden bir mebus, Irlandalılan yola getirecek tek hal
çaresinin şiddetli tedbirler ve katı cezai müeyyideler olduğunu, böylelikle,
oradaki İngiliz aleyhtarlığı cereyanının ezileceğini, ve artık bir daha
İngiltere'ye başkaldı^anın söz konusu olmayacağını söylediği sırada, Sheridan,
oturduğu yerden şunları söyledi: "Haklısınız, tıpkı karşı konulmadığı
takdirde, ırza tecavüzün de bahis konusu olamayacağı gibi."
Whig partisi iktidarda iken getirilen bir
vergi kanununu Sheridan da destekliyordu. Onun bu tutumu aleyhinde
konuşmalara yol açtı. Sheridan, en yakınların dahi kendisine cephe olmasına
rağmen tutumunu yine değiştirmemişti. "Aleyhimde konuşuyorlarmış.
Konuşsunlar, konuşsunlar." dedi. ‘‘Nihayet parayı ödeyecek olanlar da
onlar. Verecekleri paranın hakkını çıkarmak için biraz eğlenmelerinden daha
tabii bir şey olamaz."
Parlamentoya getirilen ve basınla ilgili bir kanun teklifi Sheridan’ı
küplere bindirdi. Teklif, kanunlaştığı takdirde, basının faaliyeti oldukça
sınırlanacaktı. Sheridan’ın Parlamentodaki sözleri (1810J bugün dahi hayatiyetinden zerresini kaybetmiş değil:
Dejenere bir Lordlar Kamarası onların olsun; sefil bir Avam Kamarası onların olsun; dalkavuk bir
mahkeme onların olsun; müstebit bir hükümdar onların olsun. Siz bana zincire vurulmamış
bir basın verin, yeter! Ben o zaman, İngiliz vatandaşlarının hürriyetlerine
kıl kadar dahi tecavüz edilemeyeceğini onlara göstereyim.
Richard
Sheridan sadece büyük bir nüktedan değildi; muhaliflerini kızgın kelimelerin
ateşinde kavurmasını bilen bir hatipti de. İngiltere'nin Hindistan'daki ilk
Genel Valisi Warren Hastings aleyhindeki tarihi nutkunda, kelimelerle neler yapabileceğinin
en berrak örneğini verdi.
Hastings, 1750 senesinde bir çırak olarak Hindistan’a gitmiş,
Hindistan’ın bir İngiliz sömürgesi haline gelmesinde çok büyük rol oynayan East İndian
Company adlı şir-
kette en alt
kademede çalışmaya başlamış, zamanla şirketin müdürlüğüne kadar yükselmiş, ve
oradan da Hindistan Genel Valiliğine tayin edilmişti C1773). Vali Hastings,
otoriter idaresiyle, Hindistan'da mali ve idari reformlan gerçekleştirmiş, o
zamanlarda pek yaygın olan eşkiyalığı kaldırmış, İngiliz idaresini
pekleştirmişti. Fakat, ülkeyi bir İngiliz sömürgesi haline getirmeğe
çalışırken, yer yer baş- gösteren ayaklanmaları zor kuvvetiyle bastırmak^rn da
kaçınmamış; üstelik, emrindeki devlet memurları üzerinde demir bir hakimiyet
kurmuştu. Bütün bunlar, İngiltere'de, Genel Vali aleyhindeki akımı
tetikledi; tegiliz liberalleri, Hasting'in ülkede ferdi hürriyeti
kısıtladığını, Hindistan'da şahsi ve keyfi bir idare kurduğunu sert ve yakıcı
bir dille tenkide başladılar. Vali, nihayet 1784'te istifaya mecbur tutuldu ve
İngiltere'ye döndü; Edmund Burke ve (Hindistan'da bir düelloda yaraladığı) Sir
Philip Francis tarafından "yüksek suçla" itham edildi.
Sheridan'ın, Parlamentoda, Genel
Valiyi itham eden nutku tam beş saat sürdü. Nutuk nihayete erince, Kamara o
günkü oturumuna son verdi, zira Başvekil Pitt dahi, Parlamentonun, "bir
sihirbaz asasının tesiri altında" kaldığını itiraf etti. Pitt, nutkun,
"kadim ve modern dünyadaki üstün hitabet ve belagat örneği bilinen her
nutuktan da yüce" olduğunu ve "dehanın veya sanatın beşer aklını
kışkırtacak veya kontrol edecek her unsurunu ihtiva" ettiğini, ve o
"âna kadar söylenmiş nutuklar arasında bundan daha üstününün
bulunamayacağı"nı söyledi.
Başvekilden başlayarak devrin en
büyük hatip ve yazarlarından Edmund Burke'e kadar hemen hemen—muhalif ve
muvafık—herkesin alkış tufanına boğduğu bu şaheser hitabenin tam metni, ne
yazık ki, elimizde yok. Bundan böyle, nutkun, dinleyenler üzerindeki büyüleyici
ve elektriki etkisinde, jestlerin, mimiklerin, ve irad edildiği andaki hissi
atmosferin ne derece rol oynadıklarını bilemeyeceğiz. Bununla beraber,
aşağıdaki kısa bir iktibas dahi, Sheridan'ın üslübu hakkında bir şeyler gösterecek:
Mr. Hasting'in
devlet memuru olarak yaptığı işler onun... hiç bir zaman büyüklük iddiasında
bulunamayacağının müşahhas örnekleri. Onun rejiminde veya kafasında, elle
tutulur veya nüfuz edici, asil veya müşfik, samimi, dolaysız, liberal, erkekçe
bir tek şey göremezsiniz. Ele aldığı her iş karanlığa gömülü; hepsi sefilce,
hepsi açık kalplilikten uzak, hepsi riya.
Gayelerini
ve vasıtalarını seçme fırsatı eline verildiği zaman, o, insiyaki olarak derhal
en kötüsünü seçiyor. Takip ettiği yol, her zaman doğruluk ve dürüstlük yolundan
ayrı. Yılan, kaçmak istediği vakit, hiç olmazsa—samimi ve namuslu olduğunu söyleyerek—hazan,
yayından fırlamış bir okun dümdüz gidişini tercih edebilir. Bu zelil ve soğuk
adam [Hastings] ise, daima eğilip bükülüyor, daima ayaklarını sürüyerek hareket
ediyor, Onun hareketlerinde açık ve samimi, basit ve hileden âri bir tek şey
göremezsiniz.
Günâhlarında bile bir takım garip, anlaşılmaz üstünlükler göze
çarpıyor. Bunlar öylesine üstünlükler ki, kendisinde gerçekten mevcut
olabilecek bazı fazilet örneklerini dahi tamamen gölgeliyor, tamamen gizliyor.
Onun kafasında—her ne ise— hileli, anlaşılmaz, samimiyetten uzak, öylesine
fizikî bir vakıa bulunuyor ki, beşer tabiatının başını, üzüntü ve mahçubiyet
içinde, önüne eğdiriyor, insanoğlunu insanlığından utandırıyor. Onun hakkında
söylenecek büyük şeyler varsa, bunlar, sadece ve sadece onun irtikâp ettiği
büyük suçlar. Ve bu büyük suçlar da, onun gaye ve hareketlerindeki küçüklük ile
tam bir tezat halinde. O herhangi
bir ânda, hem bir müstebit, hem bir göz boyayıcı, hem bir hülyaperest, ve hem
de bir sahtekâr. O, kendisini, bir fatih ve kanun bahşedicisi, bir İskender ve
bir Sezar gibi görüyorsa da, gerçekte, bir Dionysius* ve bir Scapin'den "*
başka bir şey değil.
O,
tumturaklı cümlelerle etrafını gürültüye getirip, kendi ha-
•Dionysius, kadim çağlarda Sicilya'daki Siraküze devletinin müstebit
hükümdarı idi. Tahtından indirerek yerini aldığı Evander'i, açlıkla öldürmek
için, muazzam bir kayanın dibindeki bir mahzene hapsetti. Fakat Euphrasia
mahzene girmeğe muvaffak oldu ve kendi sütüyle onu doyurdu. Timomeon, Sicilya'yı
istila ettiği vakit, Dionysius, mahzene salanmak istedi. Orada, tahtından
indirdiği önceki kral Evander'i görünce, derhal üzerine atılıp öldürmek
istediyse de, Euphrasia fırlayarak elindeki bıçağı zalim kralın göğsüne
sapladı.
••Scapin, Moliere'in eserlerinden birindeki karakter; sahtekar ve kurnaz
uşak.
reketlerini mazur göstermek için çırpınıyor. Mecazi sözlerden, yalan ve
dolandan medet umuyor, ve kahramanca ifadelerle süslediği cümleleriyle
çevresindekilerin gözlerini boyamağa yelteniyor.
Vali Hastings, 1794'te Westminister
Hall'da muhakeme edildi. Her gün dinleyicilerle dolup taşan mahkeme salonunda
dört gün süren bir hitabede bulunan Sheridan, Ingiltere'nin Hindistan'ı
sömürmesinde Hastings'in oynadığı rolü şöyle anlattı:
Sanayiin bütün mamüllerini buraya çekmek, ülkenin bütün hazine ve
kaynaklarına el uzatmak için kuvvete başvurulmaktan, ordunun kullanılmasından
çekinilmiyor. Onlar, zalim pençelerini ülkenin hayatî uzuvlarına geçirerek
diğer yırtıcı kuşları dahi kaçıran akbabalara benziyorlar. Hasting'i korumağa
çalışmak, kuzuyu kurban vermek için, akbabayı korumak istemekten başka bir şey
olamaz.
(Vazifesinden resmen azledilerek, "yüksek suç"la itham edilen
Hastings, muhakeme neticesinde beraat etti. Varını yoğunu savunması için
harcıyan önceki Hindistan Genel Valisi, East
İndian Company'nin yardımıyle
geçindi. Son- ralan popüleritesini yeniden kazanmağa muvaffak olan Hastings,
Kraliyet Danışma Konseyine üye tayin edildi.)
Sheridan
zamanında Parlamentonun en mümtaz şahsiyeti, tabiatiyle, William Pitt idi.
Aristokratik bir aileden gelme Pitt'in—ki babası da tanınmış bir devlet ad^nıy-
dı—şaheser bir kafası vardı, daha yirmi iki yaşındayken Parlamentoya seçilmiş
(Muhafazakâr) ve ertesi yıl da Başvekilliğe getirilmişti. Pitt, l783'ten 1801'e kadar 29 yıl başvekillik
yaptı. Üç sene sonra (1804) tekrar başvekilliğe getirilen Pitt ölümüne kadar
(1806) o mevkide kalmıştı. Bundan böyle, Sheridan karşısında her zaman Pitt'i
görüyordu.
İngiltere'nin
Fransa İhtilâline hiç bir şekilde müdahale etmesini istemeyen Sheridan,
maamafih, Napoleon'un ihtiraslarına inat ve şiddetle gem vurulmasını savundu.
Parlamentodaki bir tartışma sırasında (1802), Pitt'e hücum ederken, bilhassa
şu iki nokta üzerinde durdu: Pitt, ^başvekillik koltuğundan bir süredir uzak
kornasına rağmen, hAlâ orasını kontrol
ediyordu; ve Pitt'in uzun yıllar aynı zamanda Maliye Vekilliği
sandalyesini de işgal edişi, She- ridan'a göre, Yunan mitolojik
kahramanlarından Theusus' u akla getiriyordu: "Herkül, içinde bocaladığı
çıkmazdan Theusus'u çekip kurtardığı vakit, Theusus, bir insan vücudunun
oturmaya yarıyan tarafını geride bırakmıştı."
Bu
nutkunda, Sheridan, Pitt'in, Napoleon'a karşı tutumunu da tenkit etti.
Napoleon, İngiltere'yi, "bir esnaf milleti" diye tavsif etmişti.
William Pitt, kendi halinde bırakıldığı ^takdirde, ^^msa'nın, bir gün
İngiltere'ninkine benzer demokratik bir rejime sahip olacağını savunuyor,
Fransız diktatörünün zamanla yumuşayıp uslanacağım ve diğerlerinin toprağına
göz dikmekten vazgeçeceğini iddia ediyordu. Sheridan dedi ki:
Muhterem Üye [Pitt], Fransa'nın harpten çekindiğini söylüyor.
Fransa'nın diğer milletlerle iyi ticari ilişkiler kurmaktan başka bir gayesi
yokmuş.... Bonapart'ı, barış perisine âşık biri gibi göstermek için çırpınan
Muhterem Üyenin, sahneye, daha iyi bir
rolle çıkabileceğini düşünemiyorum. Napoleon'un istediği tek şey barış imiş!
Halbuki hepimiz biliyoruz ki, o [Napoleon], askeri bir eğitim gördü, Fransa
dışında seyahat etti. O halde, böyle biriyle anlaşmak hiç de zor değilmiş.
Muhterem Üye böyle buyuruyor. Yeter ki, onu [Napoleon] kısa bir müddet için
tezgâhın başına koyalım: göreceksiniz, hemencecik uysal ve munis bir kuzuya
dönecek! Ama bana sorarsanız, Napo- leon'u yola getirmenin tek yolu şu:
Londralı tacirler aralarında teberru toplamağa başlasınlar ve hasılatı bu aptal
adama göndersinler....
Bu arada,
Muhterem Centilmen [Pitt] için de, çok daha fazla para sarfedilerek, büyük bir
heykelin dikileceği kulağıma çalınıyor. Bana kalırsa, toplanacak parayı
bahsettiğiniz ticari münasebetlere iyi bir başlangıç olmak üzere İmparatora
[Napoleon] gönderiniz. Ben, şunu da ümit ediyorum: Muhterem Centilmen, tıpkı
o İmparator gibi, hayatta iken kendisi için bir heykel dikilmesine razı
olmayacaktır. Bununla beraber, bu, takdir edersiniz ki, ileride dikilecek
heykelin yerinin şimdiden işaretlenmesine bir engel teşkil edemez. Kim bilir,
belki kendileri de bu heykel için en uygun yerin neresi olabileceği üzerinde
kafa yormağa başladılar. İngiltere Bankasından şunu sormak isterim [Pitt'in
aynı zamanda Maliye Vekilliği de yaptığını söylemiştik]: Pek âlâ, elde para
kalmadığından heykel neyle yapılacak? Hayır, hayır, altından yapılamaz!...
Muhterem Üye memlekette altın mı bıraktı ki! Şu halde benim nâçiz teklifim şu:
Muhterem Centilmenin heykeli kartondan ve tedavülden çıkarılmış eski
banknotlarla yapılsın.
Sheridan,
daha önceki bir hitabesinde, İngiltere Bankasını, Malîye Vekiline CPittJ kur
yapan uslu ve çekingen fakat yaşlı bir kadına benzetmişti:
Geçen sene gazetelerde Maliye Vekili ile Banka arasından münasebetlere
dair pek çok haber çıktı; ikisi arasında bir izdivacın olamayacağı belirtildi.
Çünkü, Muhterem Centilmenin tutumu, onun böyle bir birleşmeyi sadece hanımın
vereceği başlık için düşündüğünü gösteriyordu—< bir yuva kurup karısını rahata
kavuşturmayı değil.
İkisi
arasındaki aşk, önceleri, bir tövbekârın sevgilisini baştan çıkarmasını
hatırlatan bir durum arzediyordu; fakat artık, aralarındaki bu aşk macerası,
her iki tarafın da sevinçle kabul ettikleri bir fuhuşa inkılâp etti. Memleket,
onların bir gün akıllarını başlarına toplayıp kendilerine çeki-düzen
vereceklerini, bundan sonra daha dikkatli hareket edeceklerini düşünerek onları
affetmek istiyor. Yalnız, bu kara sevdanın nasıl geliştiğini tahmin etmek hiç
de kolay bir iş değil. Sakın, Muhterem Centilmen sevgilisine aşk iksiri vermiş
olmasın! Çünkü, görüyorsunuz ki, biribirlerine karşı besledikleri küllenmiş
aşk yeniden tutuşturuldu ve Muhterem Çapkın [William Pitt], ihtiyar hanımın
[İngiltere Bankası] tekrar gözdesi oldu.
Nükteli
çuvaldızlarının çoğu kendisinin olmakla beraber, Sheridan, lüzum hissettiği
vakit, diğerlerinden ödünç almaktan da çekinmedi. Herkül'ün Theusus'u çekip
içinde bulunduğu çıkmazdan kurtanrken, ikincisinin, oturacak yerlerini geride
bıraktığını ilk defa, bir millet vekili Charles Fox'a yazdığı bir mektupta
kullanmıştı. Fox da mektubu, Parlamentodaki tartışmadan bir kaç dakika önce
Sheridan'a okudu. Bir diğer konuşmasında da, Parlamentoya gelirlerken, Sir
Philip Francis'ten işittiği bir nükteyi kullandı: "Efendim, bu
barış öyle bir barış olacak ki, herkes memnun kalacak—ama kimse iftihar
etmeyecek." Bourboniar (bir zamanlar Fransa, İspanya ve İtalya'da hükümran
olan hanedanlık) hakkında söylediklerini de Ar- thur Pigott'tan aktarmıştı:
“İngiltere'nin yüklendiği borçların yarısı Bourbonları yJkmak için
kullanıldı—diğer yarısı da onları tekrar yerlerine oturtmak için.”
Başkalarının sözlerini mehaz
göstermeksizin serbestçe kullanabilen Sheridan, aynı yolu takip eden
diğerlerini şiddetle tenkit etti. William Pitt'in Hindistan ile ilgili bir
kanun teklifinde kullandığı söz C 1788) üzerine Sheridan şunları söyledi:
"Bu, Mr. Fox'tan aşırılmış bir ifade.
Gerçi Mr. Fox'un sözleri, Muhterem Centilmenin ağzı ile, karşımıza şekil
değiştirerek çıkıyorsa da, bu, tıpkı Çingenelerin çaldıkları çocukların
giyimlerini değiştirerek kendile- rininmiş gibi göstermek istemelerine
benziyor."
Başvekil
Pitt’in Muhafazakar hükümeti 1880 de, İngiliz vatandaşları^^ gerektiğinde
mahkeme kararına müracaat edilmeksizin, polis tarafından sorguya
çekilebileceklerini amir bir kanun teklifi ile geldi. Muhafazakârların, halkı
bir düzüye sıkıntıya sokmaktan başka bir şey yapmadıklarını üade eden
Sheridan, Manchester şehrindeki Pat- terson adlı bir tacirin, d^ükanı^rn
vitrinine Pitt adını da ekleyerek, "Pitt ve Patterson Şirketi"
yazdığını söyledi. Kendisinin Pitt adlı bir ortağı bulunmamasına rağmen, niye
bu isimde biriyle ortakmış gibi görünmek istemesinin sebebi sorulduğunda,
Sheridan'ın hayali taciri Patterson şu cevabı ve^iş: "Haklısınız, Pitt'in
benim işimle hiç bir ilgisi yok, ama kârın yarısı onun cebine giriyor."
Willi^n Pitt için de, nüktedan
bir insan değildi pek denemez. Bir gün, gönüllü olarak askerlik yapmak isteyen
bir grup Londralı^m mektubunu okuyordu. Mektupta, bazı istekleri yerine
getirildiği takdirde, ünüo^ayı seve seve giyecekleri belirtilmişti.
Şartlarından biri de, kendilerinin, hiç bir zaman İngiltere dışına
gönderilrnemele- riydi. Pitt, bu cümlenin yanına, el yazısıyle şunları ekledi:
"İngiltere’nin fiilen istilâ edilmesi müstesna."
Pitt'in, Sheridan'ı hedef tutan
nükteleri de vardı. She- ridan'ın Pizzaro
piyesini (kl şovenist bir eserdir) gördükten sonra, düşüncelerini, belki de
Sheridan'ın Hastings nutkunu müteakip söylediklerini unutarak, şöylp belirtti:
“Piyesi Sheridan'ın yazdığını söylemek istiyorsanız, onda yeni hiç bir şey
yok. Çünkü ben onları senelerce önce Has- tings'in mahkemesinde söylediği
nutuklarında işittim."
Sheridan,
kendinden nükte beklenmeyen anlarda dahi, nüktedan bir insan olduğunu gösterdi.
Aşağıdaki nükteyi daha iyi kavrayabilmek için, Mr.
Henry Dundas'ın bir ara, Başvekil Pitt'in kabinesinde üç vekilliği
yürüttüğünü hatırlamanız gerekecek. Sheridan, Parlementonun bir gece oturumuna
geldiği vakit sarhoştu. Bu, Başvekil Pitt'in gözünden kaçmadı, ve gündemdeki
konu ile Sheridan'ın yakından ilgilendiğini bildiğinden, "Muhterem üyenin
halihazır durumunun göz önünde tutularak" tartışmalann ertelenmesini
teklif etti.
Derhal söz
isteyen Sheridan, Avam Kamarasının tarihinde Muhterem Üye'nin bahsettiği
şekilde, Parlamentoya yakışmayacak sadece bir tek vakanın kaydedildiğini belirtti.
Gerçi bir vakitler, iki mebusun vazifelerini ifa edemeyecek halde Kamaraya
geldikleri biliniyorsa da, diğer üyelerin hoşça vakit geçi^elerine vesile olduklarından,
onların takbih edilmemeleri gerektiğini de ilave etti. Sheridan, daha sonra,
Maliye Vekâleti kürsüsünde oturan Muhterem Üyeden CPitt), eğer bahsedeceği bu
iki üyenin kendi aralarında konuşurlarken sarfettikleri kelimeleri yanlış
aksettirecek olursa, düzeltmesini rica ederek, Kamaraya kör-kütük sarhoş gelen
bu iki üyenin hikayesini anlattı Bir tanesi burnunun ucunu göremeyecek kadar
sarhoştu, diğeri ise her şeyi çift görecek kadar. Kol kola ve sallana sallana
Parlementodan içeri giren iki mebus, biribirlerine, Parlamento hakkındaki
görüşlerini anlatıyorlardı.
"John,
başkanı göremiyorum. Sen görebiliyor musun?"
Beriki cevap
verdi: "Başkanı göremiyor musun, Bill? Niye göremiyorsun? Bak, ben, bir
değil, iki tane başkan görüyorum." CPitt ve Henry DundasJ
Sheridan'ın, Harrow
mektebinde aristokratlardan nefret ettiği günlerden ne kadar uzaklaştığı, artık
sıkı fıkı dostluklar
kurduğu bazı asilzadeler için söylediklerinden de anlaşılır. Bir gün Londra'nın St. James caddesinde giderken
kraliyet ailesine mensup iki dükle karşılaştı. Biri dedi ki: "Bak, She^y 1 yakın arkadaşlar arasında
Sheridan ismi 'She^y' olur], iyi ki seni gördük. Biz de senden bahsediyor,
kalaklarını çınlatıyorduk. Yalnız bir nokta üzerinde anlaşamadık: sen, büyük
bir aptal mısın, yoksa büyük bir sahtekar mı?”
Sheridan,
kollarıyle, iki dükün arasında küçük bir
mesafe açtı ve aralarına girdikten sonra her ikisinin kollarından tutarak,
"Bunu bilmeyecek ne var," dedi. "Ben ikisinin
ortasındayım."
Sheridan’m iğnelerine hedef olanlardan biri de Lord La- uderdale idi.
Lord, bir gün, yine Sheridan'dan işittiği bir nükteyi gidip bazı arkadaşlarına
anlatmak arzusunu izhar edince, Sheridan, "Allahını seversen, azizim
Lauderdale,” dedi. "Söyleme, çünkü senin ağzından söylenmiş bir nükte hiç
de gülünecek gibi değil." Bir başka gün, arkadaşlarıy- le dolu bir salona
girdiği vakit, bir sessizlik sezince sordu: "Ne var, ne oluyor? Niye süt
dökmüş kedi gibi duruyorsunuz? Yoksa, Lauderdale size yine mi fıkra
anlatıyor?”
Devrinin en
bü^ük nüktedanı Sheridan, bu şahaser hü- mor hissini elbette bir seçim silahı
olarak da kullandı. O, nükte ile siyasi muhaliflerin nasıl hırpalanacağının
sayısız misallerini ve^ekle kalmadı; zaman zaman, yine nükte ile en amansız
düşmanlarını dahi kendi tarafına çekmesini bildi. İkincisine en ilgi çekici
örnek, mebus namzedi Paul'a karşı giriştiği seçim mücadelesi sırasında, seçmenlerin
nabzını yoklamak üzere Westminister kasabasına giderken başından geçen bir
vakadır.
Sheridan'ı
götüren yolcu arabası kasabaya doğru ilerlerken, karşısında. oturan iki yolcu
arasındaki şu muhavere, arabada, Westminister'li iki seçmenin bulunduğunu
gösterdi:
"Reyini
kime vereceksin?”
"Elbette
Paul'a. Gerçi onun pısırık, silik, bilgisiz biri olduğunu da bilmiyor de^alm,
ama Sheridan olmasın da, kim seçilirse seçilsin."
Sheridan
sesini çıkamadı, ve bu iki yolcunun seçim üzerindeki muhavereleri de daha
ileri gitmedi. Araba, yemek molası için bir hanın önünde durduğu vakit,
Sheridan, ilk suali soran seçmene sordu:
"Affedersiniz,
fevkalade bilgili ve sevimli arkadaşınızın ismini lütfeder misiniz? Onun kadar
sempatik birine rastladığımı hiç hatırlamıyorum. Onun adını bilmekle gerçek'
ten gurur
duyacağım.”
"Adı Richard Wilson. Çok
tanınmış bir avukat. Lincoln Field Inn'de oturur."
Araba tekrar yola koyulduktan
sonra, Sheridan, yine karşısında oturan bu iki seçmene
hukuk mesleği ha^^n- daki görüşlerini anlatmağa başladı: "Gayet iyi bir
meslek. Hukuk tahsil edenler, devlet ve yurt hi^etlerinde zirveye
erişebilirler. Hukuk sahasında edindikleri geniş tecrübe ve derin bilgileri,
kendilerine tevdi edilen görevleri 18.- yıkıyle yerlerine getirmelerine yardan
eder. Tarihimizin asil ve faziletli insanları arasında avukatlıktan gelenler
pek çoktur. Bununla beraber, üzülerek de olsa, şunu da ilave etmek zorundayım:
En büyük sahtekârlardan bazıları da avukattırlar. Ve benim işittiğim sahtekâr
avukatların en büyüğü ise, Lincoln Field Inn kasabasında oturan Richard Wilson
adlı avukattır.”
Yolcu Avukat Richard Wilson
hemen atıldı: "Ama, Avukat Wilson benim.”
Sheridan tokalaşmak üzere elini
uzattı: "Ben de Richard Sheridan.”
Avukat Wilson, Sheridan'ın
sözlerine sadece kahkahalarla gülmekle kalmadı, onun Westminister'deki seçim
kampanyasının "menecer”liğini de üzerine aldı.
Westminister'deki
bu seçim mücadelesi, Sheridan'm, aristokratlarla, snoblarla istihza ile alay
ettiği yıllan çek geride bıraktığını, gerçekte, kendisinin de artık tam bir
snob olduğunu gösterdi. Rakibi Paul'un babası terzi idi. Westminister
bölgesinden çıkacak ikinci mebusluk için çarpışan Sir Samuel Hood da, politik
nutuklar çektiği kürsülere göz alıcı üniformasıyla çıkar, harpte kazandığı
madalyaları hiç bir zaman göğsünden eksik etmezdi. Paul, onun üniformasına
hayranlığını, "imkân olsaydı da, seçmenlerimin karşısına ben de böyle
şaşaalı bir üniforma ile çıkabilseydim," diyerek belirttiği vakit,
Sheridan şun- lan söyledi: "Tabiî, o üniformayı da kendin dikmiş olacaktın.”
Sheridan'ın, gayet tabiî,
tiyatro ile ilgili pek çok nükteleri var. Çağın piyes yazarlarından
Cumberland, bir gün çocuklarını Sheridan'ın Skandal
Mektebine götürüştü. Oyun sırasında çocuklar eserdeki nüktelere
neşeli neşeli gülmeğe başlayınca, Cumberland, onları hafifçe çimdikleyerek
azarladı: "Niye gülüyorsunuz? Gülünecek bir şey yok ki. Haydi, yaramazlık
etmeden, uslu uslu oturun."
Cumberland'ın bu sözleri
Sheridan'a söylenince, "Cumberland, benim komedime gülen çocuklarını
sustu^akla gerçekten nezaketsizlik etmiş," dedi. "Çünkü ben, geçenlerde
onun trajedisini görmeğe gittiğim vakit başından sonuna kadar kahkahalarımı
zaptedemedim."
Çağın tanınıfuş editörlerinden
biri de Gifford idi; sağda solda, kendisinin, yazarlara şöhret getirecek
kudrete sahip olduğunu iddia eder, övünürdü. Sheridan ondan şöyle bahsetti:
"Herkese öylesine fazla şöhret dağıttı ki, elinde kendisi için hiç bir
şey kalmadı."
Tanınmış bir hakimin Pizarro adlı piyesinin büyük bir kısmında
uyuduğu kendisine nakledilince, "Zavallı adam," dedi, "kendini
belki de mahkemede sanıyordu."
Bn. Siddon da devrin büyük bir
aktrisi idi. Sheridan'ın ona karşı' beslediği hisleri bilen bir arkadaşı sordu:
"Bn. Siddon'a karşı hayranlık duyduğunu biliyorum. O halde niye ona ilanı
aşk etmiyorsun?"
Sheridan'ın cevabı:
"Siddon'a mı ilanı aşk edeceğim? İnsanı dehşet içinde bırakan o yaratığa
mı? İngiltere Başpiskoposuna ilanı aşk etmeyi tercih ederim."
Clifford adlı bir avukat da,
ileri geri Sheridan'ın aleyhinde konuşuyor, her yerde onu çekiştiriyordu.
Sheridan, sanki avukatı müdafaa ediyormuşcasına şunları söyledi: "Bana
inanmayacağınızı biliyorum ama, sizi temin ederim ki, ben onu, iki defa olmasa
dahi, bir defa centilmenlere refakat ederken gördüm."
Sir Lumley
Skeffington ise oldukça tanınmış bir piyes yazarıydı. Bir eseri Covent Garden adlı ünlü tiyatroda sah-
nelenmezden önce, eserinin, (Sheridan'ın tiyatrosu) Drury Lane’i "şaheser bir çöl''e çevireceğim herkese
söylüyordu. Eser başarılıb olmadı, ve bir kaç tekrardan sonra tiyatronun
repertuanndan kaldırıldı. Aynı yazar, bir müddet sonra, bir diğer eserinin Drury Lane'de sahneye konması için,
Sheridan'ın bir arkadaşının tavassuf etmesini istedi; Esere şöyle bir göz atan
Sheridan, "Hayır, hayır, olamaz!" diye haykırdı. "Önceki
tehdidinin gerçekleşmesinde suç ortaklığı edemem.”
İngiltere siyasi t^ahinde parti sadakatinin önemli bir unsur olmağa
başladığı bir zinanda, Sheridan, daha da fazla bağımsızlık örnekleri verdi.
Partisinin liderlerinden William James Fox'un yakın bir arkadaşı olmasına ve
ona sadakatle bağlı bulunmasına rağmen, çok defa kendi arkadaşları ve partisi
aleyhinde rey kullandı. Veliahdın en yakın bir arkadaşı idi, ama ondan hiç bir
yardım istemedi, yardım tekliflerini reddetti. Partisinin iktidarda olduğu bir
zamanda, Sheridan, bir müsteşarlık görevi almıştı. Bu arada kendisinin hem
mebus hem müsteşar olarak kalması vekilin hoşuna gitmeyeceğinden, Sheridan'ın
millet vekilliğini bırakacağı söylentileri dolaşmağa başladı. Arkadaşı Fox'un
ölümü münasebetiyle hazırlanan törende, kendi politik bağımsızlığından da
bahsetti:
Bu neviden söylenti ve imalara bütün siyasi hayatımı işaret etmekten
başka bir cevap vermeyi kendime yakıştıramam. Benim gibi bu hayatında hiç bir
resmi vazife almadan büyük engellerle çarpışan birinin, böyle bir vazife kabul
ettikten sonra inandığı prensipleri terketmeyeceğini söylemek dahi zait. Bunu
kendimi övmek için söylemiyorum. Bir insanın prensiplere göre hareket
edebilmesi için, onun bağımsız olması gerekir: ve bir kimsenin bağımsız
olabilmesi için de, çok zengin olmaktan sonra en iyisi çok fakir olmaktır.
Maamafih, bağımsızlığın zenginlikle, doğumla, rütbe ve unvanla, iktidarla, veya
nişanlarla ilgisi yoktur. Bağımsızlık ya bir kimsenin kafasındadır, veya hiç
bir yerde değildir.... Hiç bir vekil benim bir uşak gibi hizmet edeceğimi
bekleyemez. Hiç bir vekil benden bağlı kalmağa söz verdiğim prensiplerimden
ayrılmamı, veya verdiğim sözü terketmemi isteyemez. Muhalefette iken sarıldığım
fikirlerden ayrıldığımı sanmıyorum. Tanıdığım vekillerden farklı biri çıkar
da, benden değişik bir tutum isterse, mevkiim yarın onun hizmetinde olur. Böyle
bir vekil beni yerimden atabilir, bana oldukça mali fayda sağlayan mevkiimden
beni uzaklaştırabilir, fakat haklı olduğuma dair beslediğim gururlu inanışımdan
beni uzaklaştıramaz; kendi kendime olan hürmetimden beni ayıramaz;
zannedersem, halkın bir kısmında şahsım için beslenen itimat ve iyi niyetleri
silemez.
Oğlu Tom da,
Sheridan'ın nüktedanlığını—ve parasızlığını—tevarüs etmişti. Sheridan bir gün
oğluna artık kendisi için bir "kan” bulmasının zamanı geldiğini söyleyince,
Tom cevap verdi: "Kimin karısını, Efendim?"
Bir ara
oğluna kırgındı, görüşmüyorlardı. Tom'un evlenmesinden kısa bir müddet önce,
sokakta onunla karşılaştı ve vasiyetnamesini hazırladığını ve ona sadece bir b- racık bıraktığını söyledi. Oğlu Tom.
babasının kendisine hala kızgınlık beslemesinden müteessir olduğunu belirtti ve
dedi M: "Bahsettiğiniz bir liracık yanınızda mı, Efendim?”
Tom yine
parasız kalmıştı, babasına müracaat etti. Sheridan, oğluna, "Git, yol
kes,” deyince, Tom cevap verdi: "Onu da yaptım, ama talihsizlik orada da
yakamı bırakmadı. Yolcu dolu bir arabayı çevirdimse de, hiç birinin üzerinde
tek metelik yoktu. Çünkü hepsi Drury
L^w’de [Sheridan’ın tlyatrosul çalışıyordu, ve kendilerine aylardır maaş
verilmemişti.”
Bir başka
gün, Tom, babasını onun Hounslow Heath'deki sayfiye evinde ziyaret ettı. CO yıllarda
Hounslow Heath bölgesi eşkiyalann at koşturdukları bir yer idi.) Yine para
istedi. Babası, yok, diyor, fakat Tom muhakkak para bulmam lazım diye
direniyordu. Sheridan, "O halde yukarı çık,” dedi. "Bir sürü tabanca
göreceksin. İçlerinde kurşunları da var. Bir kaçını takın. .Ahırda at da
hazır, gere de karanlık—ve Hounslow Heath'den de sadece yarım mil
uzaktasın."
Tom cevap verdi: "Ne demek istediğinizi anlıyo^mi, Efendim. Ama
ben dediğinizi geçen gece yaptım. Önünü kestiğim şahıs veznedarınız Peake idi.
Bana, kendisini, biraz önce sizin çevirdiğinizi ve son meteliğine kadar, nesi
var nesi yok, alıp götürdüğünüzü söyledi.”
Fakat Sheridan oğlunu gerçekten
seviyor, ve bilhassa, çapkın bir insan olarak da bilindiğinden, bir aile reisi
ve çocuk babası olmanın seçmenler üzerinde oynayacağı rolü biliyordu. Bunun
için, Westminister'de irad ettiği bir nutkunda (1806) söylediği şu sözleriyle
hem gerçekten samimi olduğunu gösteriyor, hem de politika yapıyordu: "Bana
tevcih edilecek en büyük iltifat, beni işaret ederek, işte, Tom Sheridan'ın
babası gidiyor!' denmek olacaktır.”
Gerçekten
öylesine bağımsız bir insan idi ki, partisi Whig
üyeleri arasında dahi ondan "güvenilemez" diye bahsedenler
vardı. Parasızlık içinde kıvranıyor, fakat samimi dostu Valiahd'dan asla yardım
talep etmiyordu. Hatta hayatının son yıllarında, paraya şiddetle ihtiyaç
hissettiği günlerde dahi Veliahd'ın yardım tekliflerini reddetmesi, müstakbel
İngiltere Kralını kızdırdı.
Avam Kamarasının 24 Şubat, 1809
oturumunda Mr. Pon- soby’nin teklifi üzerine, Fransa’ya karşı girişilmiş harbin
^yürütülmesiyle ilgili hususlar görüşülüyordu. Bir ara, birdenbire, kıpkızıl
alevler Kamarayı aydınlattı, ve tartışmalar derhal durduruldu. Biraz sonra
haber geldi: Drury La- ne alevler
içindeydi. Tartışmaların ertelenmesi teklif edilince, Sheridan söz alarak dedi
ki: "Şahsi felaketimin sınırı ne olursa olsun, ümit etmek isterim ki,
memleket işlerinin yürütülmesini aksatmayacaktır." Bu sözlerinden sonra
Kamaradan ayrılarak alev alev yanmakta olan tiyatrosunun karşısındaki
birahaneye (Piazza Coffee HouseJ
gitti, garsondan bir bardak şarap
istedi. Yanına oturan bir arkadaşı, yüzünde ve tavırlarında felâketin eseri
okunmayan Sheridan’a, böyle bir anda, sanki hiç bir şey olmamış- casına,
hayret edilir bir soğukkanlılık ve metanetle nasıl s^akin sakin oturarak içki
içebildiğini sorduğu vakit, büyük nüktedan cevap verdi: "Bir insanın
kendi ateşi karşısında bir bardak şarap içmesi de mi hakkı değil?"
Bir iki yıl sonra bir fela.ket
daha geldi: Sheridan 1812 seçimini kaybetti. Tiyatrosu da elinden gittiğinden,
felaket tablosu böylece tamamlanmış oldu. Parlamentodaki sandalyesini
kaybettiğinden siyasi doknulmazlığının kaldırılacağını, ve borçlu olduğu
insanların kendisini tevkif ettireceklerini bilmesine rağmen, kimseye minnet
etmemek prensibinden yine de kıl şaşmadı, Veliahddın yardım teklifini tekrar
reddetti.
Richard
Sheridan'ın Parlamentodaki son nutku (1812), Churchill'in İkinci Dünya Harbi
sırasındaki hitabeleriyle zahmetsizce mukayese edilebilir:
Yaşadığımız
bütün bu karanlık günlere rağmen, harabeye çevrilmiş Avrupa'ya esaret zincirlerinin takılması işi tamamlandıktan sonra, bir gün bu evrensel felaketi
kaydedecek bağımsız bir tarihçi çıkarsa, o, şunları da yazacak: "Büyük Britanya yenildi; onunla birlikte, beşer hayatının en büyük teminatı ve garantisi de mağlup oldu. Çünkü, İngiltere’nin kudreti,
şerefi, şanı, ve hürriyetlerinin şaşaası sadece kendisinin değil, bütün
dünyanın da müşterek malı idi."
Beklenen gün
nihayet geldi: borçluları Sheridan'ı 1815 ilkbaharında tevkif ettirdi. Gerçi
arkadaşları derhal kefil olarak onu hapisten çıkardılarsa da, bu hadisenin,
hayatı boyunca "centilmen”liği ile gurur duyan Sheridan’ın üzerinde
bıraktığı psikolojik tesir de inkar edilemez. Bir yıl sonra, ölüm yatağında
iken, bir emniyet memuru, ödenmeyen borçları yüzünden, onu yine tevkif etmek
üzere idi ki, Sheridan'ın doktoru, hasta öldüğü takdirde, katil suçu ile memuru
dava edeceğini söyleyerek engel oldu.
Richard
Sheridan, bir kaç gün sonra da, bir Pazar günü (7 Temmuz, 1815) altmış beş
yaşında öldü. Fakat alacaklılar hala peşindeydi. Cesed, İngiltere tarihinin en
meşhur simalarının gömüldüğü Westmınister
Abbey kilisesine götürülmek üzere cenaze evinde bekletilirken, matem
tutan bir dostu gibi giyinmiş bir adliye memuru, Sheridan'ı son bir defa
görmek üzere içeri alındı. Ve içeri girer girmez, Sheridan'ın ödenmeyen 500
sterling borcu için, cesede Kral namına el koydu. Sheridan'ın yakın
dostlarından Mr. Canning ve Lord Sidmouth, iki 250 sterling'lik çek vermek
suretiyle, büyük nüktedanın cesedinin polis karakoluna götürülmesini
engellediler.
Cenaze töreni, Sheridan'ın da
tasvip edeceği şekilde muhteşemdi. Meşhur kilisenin "Şairler Köşesi'ne
gömüldü. (Fakat o, her halde, iyi arkadaşı Charles James Fox'un yanına
gömülmeyi tercih ederdi.) Cenaze törenine Krallık ailesi mensupları, dükler,
lordlar, piskoposlar da katıldı. Tören
öylesine göz kamaştırıcı idi ki, bir Fransız gazetesi, büyük nüktedanın, hayatının son yıllarında içinde yüzdüğü
sefaleti, cenaze töreninin şaşaası ile karşılaştırarak şunları yazdı:
"Fransa,
dünya çapında edebi şahsiyetlerin yaşayacakları bir ülke; ölmeleri gereken yer
ise İngiltere."
Il
Nükte, biribirinden farklı görünen şeyler arasındaki benzerlikleri ve
yekdiğerine benzeyen eşya arasındaki farkları görebilmektir.
Madame de
Stael
İyi bir hümor hissi, bir kimsenin her zaman giyebileceği
elbiselerinden biridir.
Thackeray
Hümor,
şairane dehanın en iyi örneğidir.
Thomas
Cariyle
t ondra'nın kulüp ve kahvehanelerinde, 15
Nisan, 1747 günü General Advertiser
adlı popüler gazeteyi okuyanların gözleri "Miss PoUy Baker'in
Hitabesi" başlıklı yazıdan aynlmıyordu. ("Miss" kelimesi, genç
kız, evli olmayan kadınlar için kullanılır.) Makaleden öğrenildiğine göre,
Amerika'da "Boston şehri civarında Connecticut'da
Polly Baker adlı talihsiz bir kadın, son günlerde beşinci defa gayri
meşru çocuk doğu^nak suçuyle muhakeme edilmişti. Gazete, Miss Baker'in hakimler
önünde söylediği dokunaklı ve düşündürücü hitabesini aynen yayınlıyordu.
Sözlerine, "Ben, şahsımı müdafaa edecek herhangi bir avukatın ücretini
ödeyemeyecek kadar fakir ve bedbaht bir kadınım," diye başlayan Polly
Baker, gerçekte, ücretle tutulabilecek bir avukattan çok daha tesirli ve
belagatli konuşmuştu. Kadın, yü^rürlükteki
kanunları çiğnediğini
itiraf
ediyorsa da, kendisini şöyle savunuyordu:
Bununla beraber,
şunları da söylemek hakkını kendimde buluyorum. Şahsımın cezalandırılmasını
öngören bu kanun, son derece gayri mantıki, ve bana taallûk eden kısımlarıyle
de bilhassa şedit bir kanun. Ben, doğduğum bu kasabada kimseyi rahatsız
etmedim, kimsenin hakkına tecavüz etmeksizin sakin ve kendi halinde bir hayat
süregeldim. Bundan böyle—eğer varsa— düşmanlarımın samimi olarak ortaya
çıkmalarını ve hangi erkeğe veya kadına, ve yahut çocuğa zarar verdiğimi,
onların yaşayışlarını bozduğumu, huzurlarını kaçırdığımı açıkça söyleme ğe
davet ediyorum.
Miss Baker, daha sonra dinleyicilerde kendisi için iyi niyet, sempati ve merhamet hisleri uyandıracak hissi
bir ifade ile, ve gazete okuyucularında da, Daniel Defoe'nin Moll Flanders adlı eserindeki bedbaht kadınlan veya John Gay’in
The Beggar's Opera'sındak.i Polly
Peachum'u hatır- latırcasına, nasıl baştan çıkarıldığını anlatıyordu:
Kim benim yalan söylediğimi iddia ediyorsa, gelsin yuz^me karşı
söylesin. Bana yapılan evlenme tekliflerinden hangilerini reddettiğimi söyleyecek varsa, çıksın
ortaya ve yalancılığımı yüzlesin. Ben, bilâkis, bâkire olduğum zaman yegâne
evlenme teklifine rıza gösterdim. Bu teklifi yapanın ciddiyet ve samimiyetine
inandığım için, kendi haysiyet ve şerefimi de kendi ayaklarım altında
çiğnedim. Onun samimiyetine inanmak bana bir çocuğa mal oldu ise de, o adam,
daha sonra beni terk etti. Beni baştan çıkaran bu şahsın—ki bu kasabadaki
tanınmış hâkimlerden biri olduğunu hepiniz biliyorsunuz—bir gün bu mahkemede
görünerek, lehimde şehadette bulunacağına, mahkemenizin hakkımda vereceği
kararı yumuşatacağına dair beslediğim ümidi henüz yitirmiş değilim. Gerçi
bunları söylemek bana üzüntü veriyor: ne var ki, bana uygulanmak istenen kanunun
âdil olmadığını, ve bundan böyle, şikâyet sesimi yükseltmekte haklı olduğumu
söylemeğe de mecburum. Beni aldatan ve başıma gelen talihsizliklerin yegâne
mesulü hükümette yüksek ve itibarlı bir mevkie getirilsin, ve sadece
katlandığım sıkıntı ve ıstırap, çektiğim üzüntülerden ötürü de benim adım
dillerde dolaşsın! Üstelik, adımın lekelenmesi, şeref ve haysiyetimin
zedelenmesi yetmiyormuş g'bi, ceza görmek için de huzurunuza getirileyim.
Fakat Miss
Polly Baker (mağrur bir kadın olduğundan) kendisini baştan çıkaran ve artık
şöhrete erişmiş şahsın adını vermiyor, ve savunmasına şöyle devam ediyordu:
Ben—hayatım bahasına da olsa—bu dünyaya beş tane gürbüz getirdim; kimseye el açmadan, sadece
şahsî emeğimle onları yetiştirdim, büyüttüm. Bele
diyeye, bir ,J!eefaCık:' dcfhi yardım için başvurmadım. Ve
şayet çocuklarımı ■ cınnya'ya getirdiğimden ötürü hükümete yüksek pa- ria cezaları ödemiş olmasaydım, onlara çok daha iyi bir hayat
sağlayacaktım.
Misş Baker
..burada, hakimlerin akıl ve idraklerine mü- racaaY^cttatâfe -soruyor:
Tabiat
kanunlarını hatırlayalım ve gerçekten insan gUcUne, daha fazla insana fena
halde ihtiyacı olan bu yeni ülkemizde kralın uyruklarının çoğalmasına hizmet
etmenin niçin ve nasıl suç teşkil edebileceğini kendi kendimize soralım. Bunlar
benim çocuklarım. Onları dünyaya getirmekle nüfusumuzun artmasına hizmet
ettiğim için beni—cezalandırmak bir yana—takdir ve taltif etmeniz gerekmez mi?
Sanık,
kimseyi rahatsız etmediğini, kimsenin huzurunu kaçırmadığını söyleyerek
müdafaasına şöyle devam ediyor:
Ben, ne
bir tek kadının dahi kocasını yoldan çıkardım, ne de herhangi bir genci
aldattım. Gerçekten—sizin de gayet iyi bildiğiniz gibi—hakkımda böyle bir
şikâyet de vaki değil. Şu halde, beni dava eden kim? Bilmiyorum, belki Adliye
Vekili. Çünkü, evlilik vergisi ödemedim, ve evli olmadığım halde dünyaya
çocuk getirdim.
Miss Baker,
maamafih, evlilik vergisi ödemeksizin evliliğin mazhariyetine sahip olmanın
bir suç teşkil edeceğini kabul etmiyordu:
Muhterem
Hak^^er, sözlerimi can kulağınızla dinlemenizi ve beni anlamağa çalışmanızı
istirham ediyorum. Bilhassa şu noktaya dikkatinizi çekmek isterim: ben sîzlerin
merhametinize sığınmadığım gibi, yaşadığım hayatı evliliğe tercih ettiğimi de
söylemek istemiyorum. Ben, dünya evine girmeyi her zaman arzu ettim—ve hâlâ da
ediyorum. Çalışkanlığım, hamaratlığım, tutumluluğum, diğer meziyetlerim—ve
velûdluğum—göz önüne alındığı takdirde, evli bir kadından beklenen bütün vasıflara
sahip olduğum meydana çıkar. Bunun içindir ki, ben, o hayatta da başarılı
olacağıma inanıyorum.
Miss Baker, şimdi, kötü talihinin gerçek mesulü olarak bütün bekar
erkekleri gösteriyor:
Efendim, şayet bir gün kendinizi teşrii mecliste
bulursanız, tabii ve faydalı hareketleri men etmemenizi, onları suç saymamanızı
acizâne tavsiye etmek isterim. Öte yandan, sizler gibi akıllı ve muhterem
insanların sayıları her geçen gün artan bekârları suçlamanız icab eder.
Bunların çoğu, bir ailenin mesuliyetini yüklenmenin gerektireceği sorumluluk
ve mali külfetin altına girmek istemediklerinden, hayatları boyunca bir tek kadına
dahi şerefli ve samimi bir şekilde kur yapmanın ne olduğunu bilemeden
göçüyorlar; yaşadıkları hayat tarzları yüzünden de, yüzlerce masum yavruyu,
istikbalin bininci neslinin bakması için yüzüstü bırakıp—ki onları
katletmekten sadece biraz hafif bir suçtur—kaybolup gidiyorlar.
Siz Muhterem Hâkimlere şunu sormamı müsaade ediniz: Ammeye karşı
girişilen bu suçlardan hangisi daha büyük—benim- ki mi, onlarınki mi? Öylesine
cezai müeyyideleri havi kanunlar çıkarmalısınız ki, bu insanlar ya evlenmeye
mecbur tutulsun, veya her yıl yüksek para cezaları ödemeye mahkûm edilsinler.
Cemiyetimizin âdet ve an'aneleri kadınların erkek peşinde koşmalarını men
ediyor; benim gibi talihsiz kadınlar, kocaları olmaları gereken erkeklere hiç
bir şey yapamıyorlar. Çünkü kanunlar, yüzüstü bırakılan kadınlara, kendilerini
aldatan erkekleri dava etme hakkını tanımıyor. Bu şartlar altında, vazifesini,
evli olmaksızın yapmak zorunda kalan fakir ve genç bir kadın, mevcut kanunların
kendisini cezalandırmak istemesi karşısında kimlerden medet umacak?
Miss Baker, mahkeme salonunu dolduran dinleyicilerin gözlerini yaşartan
savulmasında, çağın dini inanışları karşısında dahi kendisini savunmaktan
çekinmiyor:
Eğer ben dini bir suç işlemişsem, bırakın, dinimiz beni cezalandırsın.
Zaten, şu anda, dini cemaatların aforozuna uğramış durumdayım. Bu yetmez mi?
Sizler de benim Allaha karşı suç işlediğimi ve bunun içinde ebedi ateşte
kavrulmam gerektiğine inanıyorsunuz. Bu kâfi değil mi? O halde, üstelik hem
para cezası ödemeye mahkûm edilmeme ve hem de kamçılanmama ne lüzum var? [O
tarihlerde Amerika’da bu suçları işleyenler kam- çılanırdı.]
Ben—affınızı
istirham ederim—sizler gibi düşünmüyorum. Eğer sizlerin günâh saydıkları
şeylerin gerçekten günah olduklarına inansaydım, o suçları hiç bir zaman
işlemezdim. Bu dünyaya çocuk getirdiğim için Allahın bana gücendiğine ve bunun
için de beni cezalandırmak istediğine katiyen inanmıyorum. Allah, benim bu
dünyaya getirdiğim çocuklarımın üzerinde kendi İlâhi Maharetini ve hayret
verici İşçiliğini kullandı, onların vücutlarına şekil verdi, ve o vücutları
mantıkî ve ebedi ruhlarla da taclandırdı. Beyler, bu meselelerde oldukça ifrata
kaçarak konuştuğum için beni mazur görünüz, zira ben İlâhi bir varlık değilim.
Miss Polly
Baker, gittikçe artan gururu ile, dini
ifadelerle kuvvetlendirdiği sözlerine şöyle son verir:
Tabiatın
ve Allahın ilk ve büyük emri şu: çoğal ve arttır. Bu emre uymak ve bu
vazifelerin yerine getirilmesi uğrundaki devamlı icraattan beni hiç bir şey ve
hiç kimse men edemez. Fakat, ne yazık ki, Allahın emirlerini yerine getirmeğe
çalıştığım için âmmenin hürmetini kaybettim, mahkemeniz tarafından sık sık
cezalandırıldım. Halbuki, benim mütevazi fikrimce, beni kamçılamanız değil,
hâtıram için bir âbide dikmeniz gerekirdi.
Gazetede Polly'nin arzusu yerine
getirilerek onun için bir âbide dikilip dikilmediği belirtilmiyorsa da, kadının
sözleri daha da hayret verici bir netice husule getirmişti: Mahkeme sadece
beraat karan vermekle kalmamış, kadını muhakeme eden bekâr hâkimlerden biri
Polly ile evlenmişti.
Miss Polly Baker'in dinleyenler
ve okuyanların gözlerinden yaşlar getiren bu nutku bütün Londra basınında, arkadan Edinburgh ve Dublin'de çıkan gazete ve
mecmualarda da neşredildi. Bu gazete ve mecmualardan bir kısmı (o vakitler hâlâ İngiltere'nin bir sömürgesi
olan) Amerika' - ya geldiği vakit, Boston, New York ve Annapolis gazeteleri de
nutku iktibas ettiler. Nutuk ve Miss Polly Baker günün en hararetli konusu oldu.
İngiltere'nin deist y^azarlann-
dan Peter Annet nutuk üzerine felsefi yorumlar yazdı.[*]
[†]
Miss Baker'in
nutkunun en fada popülerite kazandığı yer, 1770'lerin Fransa'sı idi. Orada,
müstebitlerin zulümlerine, keyfi ve gayri kanuni hareketlerine karşı Rasyonelliğin
(Makuliyet) ve Tabiatın sesini duyuran bir ihtilal kahramanı gibi karakterize
edildi. La Philosophe Polly (Filozof
Polly) Abbe Raynal'ın"'* bir kahramanı oldu. Kadının şöhreti, ve onun
adalet ve hürriyetle ilgili sözleri, kısa bir zaman sonra, Rus çariçesi
Katerina'nın sarayına kadar ulaştı.
Fakat, Miss Polly Baker'in bu "tarihi" nutkunun en fazla
hayret uyandırıcı tarafı, gerçeklerle hiç bir ilgisi bulunmaması, tamamen
uydurma olması idi. Nutku, o yıllarda, Amerika içinde olduğu kadar, Amerika
dışında da tanınan yegâne Amerikalı Benjamin Franklin uydurmuştu.
Onsekizinci
asır Fransızlarının indinde Benjamin Franklin, Miss Polly Baker'in müdafaa
ettiği her şeyi—Rasyonellik, Tabiat, Hürriyet ve Eşitlik—şahsında tecessüm
etti^iş bir insandı. Derin zekâsıyle, medeni tavırlanyle, belki Amerika'dan da
fazla Avrupa'da tanınan ve hürmet gören Benjamin Franklin, hayata gayet
mütevazi bir şekilde başladı. Bostonlu fakir bir sabun ve mum imalâtçısının on-
beşinci çocuğu idi. Ama o, sırf şahsi gayret ve dehasıyle, Eski ve Yeni Dünyada
hürmet edilen zengin bir matbaacı, alim, mucid, yazar, iş adamı, politikacı ve
devlet adamı oldu. Amerika'nın ikinci Cumhurbaşkanı John Adams, Ben- jamin
Franklin'i ne seviyor ne de fikirlerini benimsiyordu. Fakat Cumhurbaşkanı
Adams, Dr. Franklin'in ardından dedi ki: "Onun şöhreti Leibnitz ve
Newton, Frederick veya Voltaire'in şöhretlerinden de evrenseldi; onun
karakteri, onların herhangi birinkinden fazla hürmete mazhar oldu."
Dr. Franklin'e karşı beslenen hürmetin derinlik ve yaygınlığı, Polly
Baker'in uydurma olduğunu yine kendisi itiraf ettiği vakit anlaşıldı.
Franklin, Thomas Jefferson'a (John Adams'tan sonra cumhurbaşkanı oldu), Abbö
Ray- nal ile bir sohbet sırasında, Fransız filozofuna Miss Polly Baker'in
uydurma olduğunu itiraf ettiğini söyledi. Raynal, pek fazla popüler ve halk
üzerinde derince nüfuz etmiş kitaplarından birinde, Miss Baker'in hikayesini
“tarihî bir hadise" olarak gösterişti. Buna rağmen, Benjamin Franklin'in
ağzından hikayenin hayalî olduğunu işittiği vakit hemen şu cevabı verdi:
"Zararı yok, Doktor. Ben, başkalarının gerçeklerinden bahsetmektense,
sizin hikâyelerinizi nakletmeyi tercih ederim."
Franklin'in
hayatı Cl 706-90) gerçekten klasik bir Amerikan başarı hikâyesidir. Henüz
on yaşında iken, babasına yardım etmek için mektebi terketti. Fakat babasının
işine ısınamadığından üvey ağabeyi James'in yanına çırak
olarak verildi. James, New England Courant
adlı bir gazetenin hem basım işlerini hem de editörlüğünü yapıyordu. Franklin,
maamafih, onunla. da anlaşamadı, ve nihayet ayrılarak C1723) Philadelphia'ya gitti ve orada bir matbaada iş buldu.
Çalışkanlığı ve tutumluluğu Cki bu vasıfları
sonraları çok övecekti) sayesinde kendini sevdirdi. mesleğinde ilerledi. Bir
müddet sonra Londra'ya gitti, ve kısa bir ikametten sonra C1724-26) tekrar
Philadelphia'ya döndü ve üç yıl sonra da C1829) Pennnsylvania Gazette adlı bir gazeteye
ortak oldu. Ertesi yıl, onu, gazetenin sahip ve editörü olarak görüyoruz.
Sağduyuya dayanan şahsî felsefesi ve düzgün cümleleri ile gazetesinin satışını
derhal arttırdı. Benjamin Franklin, kısa bir z^nan içinde çok popüler bir
Amerikan vatandaşı olmuştu.
Frank.lin
kelimenin gerçek manasıyle bir cemiyet adamıydı. İyi bir cemiyette insanların
kendi kendilerine yardım etmesinin şart olduğunu biliyordu. O yıllarda Phila-
delphia sokaklarında lamba (gaz lambası) pek azdı, sokaklar karanlıktı.
Franklin, evlerinin önlerini aydınlatmaya halkı ikna için onlara nutuk
çekmedi, gazetelerde yazılar yazmadı, fakat kendi evinin önüne güzel bir l^n-
ba dikti. Tahta kısımları boyanmış, cam kısmı her gün parlatılan lambasını
güneş battıktan biraz sonra yakıyordu.
Sokağa
girenler hemen bu lambanın tesirinde kalıyor ve ona doğru yürüyorlardı.
Lambanın altından geçerlerken, kapısının önünde oturan Franklin, gönülleri
okşayan bir sesle, "Gelin arkadaşım, buradan geçin," diyordu.
"Burası daha emin. Aman, dikkat edin, önünüzde yerinden oynamış bir taş
var. Güle güle, efendim. Yarın şayet yine bu yoldan geçerseniz, ben yine burada
olacağım."
Kısa bir müddet sonra Franklin'in komşuları da onun yolundan gitti. Çok
geçmeden, hemen hemen bütün şehir halkı evlerinin önüne lamba dikmiş,
Philadelphia sokakları geceleri ışıl ışıl yanmağa başlamıştı.
Benjamin
Franklin'in 26 yaşından itibaren (1732) yayınlamağa başladığı ve 1752’ye kadar
tam 20 sene devam ettirdiği almanak (Poor Richard's Alınıanack), ülkenin her
tarafında okunuyordu. Bu senelik almanaktaki basiret, sağduyu, tutumluluk
hakkındaki sözler bugünkü Amerika'nın standard atasözleri arasına girmiştir.
Bunlardan bazıları:
"Herkes uzun ömürlü olmak ister, kimse ihtiyarlamak istemez."
"Balık ve misafir üç günde kokar." "İki avukat arasında kalan
insan, iki kedi arasında kalmış balık gibidir." "Üç dost vardır:
yaşlı bir zevce, yaşlı bir köpek, ve hazır para." "Genç doktordan ve
yaşlı berberden sakın." "Paranın değerini öğrenmek istersen, borç
iste." "Unutma ki, vakit nakittir." "Ticaretin yıktığı bir
tek millet yoktur." "Faziletli olmağa çalışırsan, çok defa mesut da
olursun." "İnsan alet yapan bir hayvandır." "Zenginliğe
giden yol, eğer bilmek istersen, pazara giden yol kadar basittir. Zenginlik,
umumiyetle, iki şeye dayanır: çalışmak
ve tutumlu ol^mafe; yani, ne
vaktini boşuna harca ne de paranı, fakat her ikisini de en iyi bir şekilde
kullan. Çalışmadan ve tutmadan hiç bir şey olmaz, onlarla her şey olur."
"Düşmanına zarar ve^nek seni ondan daha küçültür; intikam almak onunla
aynı düzeye kor; affetmek seni ondan üstün yapar." "Arabanın en kötü
tekerleği en fazla ses çıkanr." "İşte. hatip geliyor—bir kelime
seylâbı ve bir damlacık hikmet." "Komşunu sev, ama bahçe duvarını
yıkma." "Benimki, bizimkinden iyidir." "Eğer bütün
arzularımız gerçekleşseydi, sıkıntılarımız iki misli artardı."
"Bekâr bir erkek eksik bir hayvandır—bir makasın tek bir parçası
gibi." "Açlıktan ölen pek az insan gördüm—oburluktan 100,000." "Akıllı bir aptal
zırvalarını bir cahilden daha iyi yazarsa da, yazdıkları yine de
zırvadır." "O öylesine okumuş bir insan ki, 'at'ın dokuz yabancı
dildeki karşılığını bilir. Ama öyle cahil ki, binmek için tuttu bir inek satın
aldı." "İnsanlar eğer ‘din’e rağmen kötü iseler, dinsiz nasıl
olurlardı acaba?" Ve:
"Akıllı kimdir? Herkesten öğrenen.
Kuvvetli kimdir? Hırslarını yenen. Zengin ki^mdir? Halinden memnun
olan. O kimdir öyleyse? Hiç kimse."
Franklin
kitap satışı ile de ilgilendi, gezici bir kütüphane açtı. Sonraları. bir
tartışma kulübü kurdu. Bu kulüp daha sonra, American
PhilosophicaJ, Society (Amerikan Felsefe Derneği) oldu. Arkadan
1751'de, bazı arkadaşla- nyle birlikte bir akademi kurdu, ve bu akademi de sonraları
(günümüzün) Pennsylvania Üniversitesi haline geldi. Benjamin Franklin
politikaya da atıldı, Amerikan cemiyetinde insan haklarının gerçekleşmesi için
canla başla çalıştı.
Bir taraftan da yabancı diller öğreniyor, dünya görüşünü arttırıyor,
felsefi ve ilmi tecrübeler yapıyordu. Diğer alimlerin tecrübelerini tekrarladı,
ve şahsında toplanmış değişik pratik kabiliyetlerini bir çeşit soba (Franklin sobası), iki odaklı gözlük ve mızıka gibi
biribirinden farklı eşyayı icad etmekle gösterdi. Daha sonra, matbaasını beş
ustasına devrederek kendini t^amen ilme verdi C1748).
Elektriğin hassaları onu derinden ilgilendiriyordu. Fırtınalı ve yağmurlu bir
havada uçurtma uçurmağa muvaffak olarak şimşeğin elektriki özelliklerini
inceledi, ve bu tecrübesiyle edindiği bilgi sayesinde paratoner'i (yıldınm-
savar} icad etti. Bu keşfi neticesinde İngiltere ve Avrupa' daki ilmi ve
akademik çevrelerdeki hürmet ve itibarı daha da
arttı.
Franklin
devlet hizmetlerinde de bulundu. Uzun müddet (1753-74}
İngiltere'nin Amerikan Kolonisi Posta Müdürü idi. Bu vazifesinde,
posta sistemini tamamen organize etti, çok daha randımanlı bir şekle soktu.
Artık bir amme hiz- metkân olarak da itibar görüyordu. İngiliz kralının bir uyruğu
olarak Fransızlara ye Kızıl Derililere karşı İngilizle- rin safında çarpıştı.
(O zamanlarda bugünkü Amerika'nın güneyindeki bazı bölgeler Fransa'nındı.)
Bu arada
Amerikan halkının haklarını İngiliz idaresine karşı İngiliz mahkemelerinde iki
defa başan ile savundu. Fakat kendi vatandaşlarından da kanunlara saygı beslemelerini
istemesi, Amerika'daki popüleritesinin azalmasına sebep oldu. Bununla beraber,
şikayet doğuran kanunların değiştirilmesiyle ilgili müzakerelerde tamamen kendi
halkının tarafını tutması, onu, tekrar hü^et edilen bir Amerikan vatandaşı
yaptı.
Bir ara
İngiltere'de yerleşmeyi dahi düşündü. İlim sahasındaki başarılan, zarif
nükteleri ve kendisine hürmet besleten "ürbanite"si Franklin'e,
İngiliz cemiyetinde mümtaz bir mevki bahşetmişti. Fakat İngiltere hükümeti Amerikan
halkının haklı şikâyetlerine kulak tıkamakta direniyordu. Londra ve Amerikan
halkı temsilcileri arasındaki müzakerelerin çıkmaza saplanması neticesinde,
doğduğu ülkeye bağlılığı ve nefsinde yaşattığı derin hürriyet aşkı onu tekrar
Amerika'ya çekti (1 775}.
Franklin,
vatandaşlarını, İngiltere'ye karşı bir savaş hazırlığı içinde buldu. Oğlu
William Franklin, İngiltere'yi tutan tarafın liderlerindendi. Fakat o derhal
Amerikan İhtilâlcilerinin safına katıldı. Benj amin Franklin artık Amerikan
ihtilâlinin ve harp sonrasında dünyaya gelen yeni Birleşik Amerika devletinin
en büyük simalarından biri oldu. Amerikan İstiklâl Beyannamesini ( 1776) hazırlayanların arasında o da vardı.
Beyann^neyi imzalarken söylediği söz kitaplara geçti: "Biz, ya hep
beraber asılacağız, veya sizi bütün samimiyetimle temin ederim ki, hepimizi teker
teker asacaklar."
Harbin sonunda hükümetinin
temsilcisi olarak Fransa' ya gönderildiği. Fransızların Franklin'e karşı
besledikleri hürmet tesirini gösterdi, ve Fransa 1 778'de yeni Amerikan hükümetini resmen tanıdı. Hükümetiyle
İngiltere arasındaki barış antlaşmasının zeminini hazırlamak üzere daha sonra
İngiltere’ye gönderilen (1781 ) Franklin,
antlaşmanın imzalanmasında büyük rol oynadı.
Benjamin Franklin artık "âkıl
Amerikalı" unvanını kazanmıştı. Devlet hizmetindeki son vazifesi, Anayasa
Kongresine Pennsylvania delegesi olarak katılmak oldu (1787). Franklin,
tek-meclisli bir kongre (parlamento) istiyordu. Fakat delegelerin ekseriyeti
onun fikrini paylaşmadıklarından, iki meclisten oluşan (Senato ve Temsilciler
Meclisi) bugünkü Amerikan Kongresi
teşekkül etti.
Kongrenin kararları onu tamamen
memnun etmemişti. Fakat Franklin, çoğunluğun kararını hemen benimsedi ve
kararların Anayasaya geçmesi, Amerikan Federasyonunu teşkil eden eyaletlerin
kongrelerinde de kabul edilmesini gerektirdiğinden, nüfuz ve itibarını bu
uğurda kullandı, Kongre kararlarının eyalet kongrelerinde de kabulü için çalıştı,
ülkenin her tarafında nutuklar verdi. Anayasanın muhalifleri zaman zaman
kendisini susturmağa çalışıyorlarsa da, Franklin yerinde ve nükteli cevaplarla
üste çıkmasını biliyordu. Amerikan Anayasasında, halkın, "saadetleri
peşinde gitmesi" diye, belki de dünyadaki hiç bir anayasada bulunmayan
bir ibare vardır. Franklin, bir gün yeni Anayasa hakkında konuşurken, arka
sıralardaki bir dinleyici kürsüye do^^ yürüdü ve, "O kelimeler hiç bir şey
ifade etmez," diye bağırdı. "Onun garanti ettiğini söylediğin saadet
nerede?"
Franklin müşfik bir çehre ile
gülümseyerek derhal şu cevabı verdi: "Arkadaş, Anayasa, Amerikan halkına
sadece saadetleri peşinde gitme hakkını garanti ediyor. Onu yakalayacak olan
sensin."
Eyalet
kongrelerindeki uzun ve hararetli tartışmalardan sonra yeni Anayasa nihayet
yürürlüğe girdi. Franklin o zaman memnunluğunu şu kelimelerle belirtti:
"Anayasamız bilfiil çalışmağa başladı. Her şey onun başarılı olacağını
gösteriyor. Fakat bu dünyada hiç bir şey kati değildir—vergiler ve ölüm
müstesna.”
Thomas
Jefferson, Fransa'ya elçi olarak gönderildiği vakit,
saraya mensup bir hanım, ona, Franklin'in yerini doldurmak için mi
geldiğini sorunca, Amerikan İstiklal Beyannamesini bizzat kaleme alan ve
sonralan Cumhurbaşkanı da olan Jefferson, kendisinin sadece Dr. Franklin'in
halefi olduğunu, zira onun yerini hiç kimsenin dolduramayacağını söyledi.
Gerek
nükteleriyle gerekse hayret uyandırıcı derin bilgisiyle Avrupa’nın asil
kadınlarını teshir eden Benjamin Franklin, şaheser nüktelerini, çok defa,
dikkat ve maharetle hazırladığı sahte edebi yazılarında ifşa etti. Daha on-
altı yaşında üvey ağabeyinin gazetesinde çırak olarak çalışırken, "Dul
Bir Köylü Kadının Mektuplan" başlığı altında fıkralar yayınladı. Yirmi
dört yaşında iken, Philadelphia' da yine kendisinin icad ettiği bir diğer
"gerçek" hikaye de, büyücülük yapmakla itham edilen bir kadının
mahkemedeki müdafaasıyle ilgili idi. ("Büyücülük” o devrin Amerika'sında
"büyük" bir suçtu.) Londra'nın Public
Advertiser adlı gazetesinde, 1765 yılında, "Niyagara
şelalesindeki balinanın akla sığmaz sıçrayışı" başlıklı bir makale
yayınladı. İngiltere hükümeti aleyhindeki fikirlerini 1782 de, Kral III.
George'ın emriyle hareket eden Kızıl Derililerin, 1602 Amerikalının derilerini
nasıl "yüzdüklerini" anlatan imzasız bir makale ile belirtti.
Benjamin
Franklin bu çeşit oyunlarını bazan kürsüde konuşurken de yapıyordu. Bir gün
Londra'daki bir toplantıda kürsüye elinde bir İncil'le çıktı; belirtmek
istediği fikirlerini İncil'den "delil"ler göstererek takviye ve dokü-
mente etti. Ne var ki, İncil’in üslûbu ile, hakikaten Incil'den okunuyormuş
hissini uyandıran bu parçalar, gerçekte, Franklin'in uydurduğu hayali bir
parçadan okunuyordu. İncil'den deliller gösterdiği bu nutkunda, İbrahim Peygamberin,
ibadet etmek istemiyen bir yabancıyı tokatlaması üzerine, Allah'ın Peygamberi
nasıl pazarladığından bahsetti.
Miss Polly Baker nutku, Benjamin
Franklin'in çağının politikasına tesir eden nüktelerinin en canlı örneğidir.
Nutuk, Fransada fevkalade popülerite kazandı ve hatta Fransız İhtilalini hazırlıyan hadiselere de önayaklık etti.
Büyük nüktedan Franklin bu neviden “gerçek” hikayelerinin sonuncusunu 1790'da
ölüm yatağında yazdı. Bu hikâyesinde o sıralarda Amerikan birliğini parçalamak
emareleri gösteren Cki bir ara parçaladı da) zenci meselesini ele aldı.
Bir
vakitler—çağının tanınmış ve paralı her Amerikalısı gibi—o da köle sahibiydi.
Köle ticareti de yaptı. Fakat son- ralan, kölelerini azad etti ve Pennyslvania
eyaletinde Köleliğin İlgası
derneğini kurdu. Bu demek, Birleşik Amerika hükümetinin ilk Temsilciler
Meclisi üyelerine hitap ederek (22 Şubat, 1789) köle ticaretinin önlenmesini
istedi. Bildirinin hitap ettiği komisyon, Kongre'nin, eyaletlerin dahili
işlerine karışmak yetkisinde olmadığını ileri sürerek reddetti. Bu konuda
Temsilciler Meclisinde söylenen nutuklar arasında Georgia temsilcisi James
Jackson'un hitabesine basın uzun sütunlar ayırmış, Federal Gazette adlı gazete bu nutkun önemli kısımlarını
yayınlamıştı. Franklin, isim ve^eksizin, gazetenin editörüne uzun bir mektup
gönderdi. Bu gazetede yayınlanan (23
Mart,, 1970) mektubun metni şöyle:
Efendim,
Fevkalâde
gazeteniz, Mebus Jackson'un nutkunu yayınladı. Mr. Jackson'un köle ticareti
konusundaki sözleri ve kölelerin durumlarının ıslahı mevzuunda, Kongrenin,
eyaletlerin iç işlerine karışmak yetkisi olmadığı hakkındaki ifadeleri, bana, 100 yıl kadar önce Cezayir Divanı başkanı Sidi
Mehmed İbrahim’in sözlerini hatırlattı. Sidi Mehmed’in bahsedeceğim nutku, 1867 de Cezayir Konsolosluğunu ifa eden
Martin’in hatıralarından alınmıştır.
Bilginler,
Franklin'in karakteri Martin'in “Hatıralan”nı tabii bulamadılar—tıpkı
Franklin'in "İncil”den okuduğu parçayı da bulamadık.lan gibi. Franklin,
gazeteye gönderdiği bu mektubunda, Cezayir'de Erika
adlı bir ^rübun mevcudiyetinden bahsediyor; onun Amerika'da köleliğin ilgası
için çalışan ve Pennsylvania eyaletinde yaşıyan Quaker
adlı dini gruba tekabül edeceğini de ilave ediyordu:
Korsanlığın,
esaretin ve köleliğin ilgasını istiyen Erika
adlı bu grubun dilekçesi de Divan tarafından reddedildi. Mr. Jack- son, her
halde Martin'in hâtıralarını okumadıklarından olacak, hitabesinde bundan
bahsetmiyor. Zira, kendilerinin bu beliğ nutkundaki ifadelerde Divanın
kararlarını andıran taraflar pek çok. Bu da, ayrı ayrı ülke ve iklimlerde
yaşamalarına rağmen, yeryüzündeki insanların ilgi ve zekâlarının hayret verici
benzerlikler altında çalıştıklarını veya çalıştırıldıklarını gösterir.
Bu noktadan
sonra, Benjamin Franklin, üslüp ve muhteva itibariyle, Mebus Jackson'un
kölelik lehindeki nutkun- na benziyen "Afrika nutku"na başlıyor.
Amerikalılar, o yıllarda Batı dünyasının diğer insanları gibi, Hıristiyanla- rı
kendilerine köle yapan Cezayirli korsanları—en hafif söyleyişle—sevmiyorlardı.
Franklin'in hayali Cezayir divan başkanının, Hıristiyanlannm köle olarak
kullanılması gerektiği yolunda ileri sürdüğü sebepler, Franklin'in
Amerika'sında zencilerin köle olarak kullanılması lehinde gösterilen
delillerden pek farklı değildi. Franklin, gazetenin editörüne yazdığı
mektubunda, "Afrika nutku"nun İngilizcesinin aşağıdaki şekilde
olduğunu söylüyordu:
Bismillahirrahmanirrahim. Allah büyüktür, ve Muhammed
O'nun Peygamberidir.
Erika adlı bir grubun dilekçelerinde
belirtilen isteklerini kabul edersek başımıza neler gelebileceğini hiç
düşündünüz mü? Şayet Hıristiyanlara karşı giriştiğimiz harekâ'a son verirsek,
ülkemizin şiddetli bir şekilde ihtiyaç hissettiği ve ancak Hıristiyan
diyarında yetişen veya imâl edilen eşyayı nereden ve nasıl elde edeceğiz?
Franklin'in
"Afrika nutku" şöyle devam ediyordu:
Hıristiyanları köle olarak hizmetimizde kullanmağa son verdiğimiz
takdirde, bu sıcak iklimde topraklarımızı kimler işli- yecek? Şehirlerimizi
kimler süpürecek? Ailelerimizin hizmetlerini kimler görecek? O zaman kendi
kendimizin köleleri olmaz mıyız? Ve biz Müslüman olduğumuz için de, bu Hıristiyan
köpeklerinden çok daha fazla Allahın sevgili kulları değil miyiz? Halen
Cezayir şehri ve civarında 50,000 kölemiz
var. Eğer bu kölelerimizin sayısı yeni yeni partilerle tazelenmezse, gün gelecek
elimizde bir tek köle dahi kalmayacak. Eğer biz kafirlerin gemilerini yağma
etmez, ve bu gemilerin mürettebat ve yolcularını kendimize köle yapmağa son
verirsek, topraklarımız bakımsız kalacak, bunun neticesinde değerlerinden
kaybedecek; şehirlerdeki evlerimizin kira gelirleri yarı yarıya azalacak ve
hükümet de köle ticaretinin getirdiği gelirden tamamen mahrum kalacak. Pek
âlâ, ya ondan sonrası? Demek, biz bu grubun akla sığmaz kaprislerinin kurbanı
olursak, ülkemize sadece diğer kölelerin 1 getirilmesine karşı da set kurmakla kalmayacak,
elimizdekileri dahi azad edeceğiz.
Peki, o
zaman bu azad edilmiş kölelerin efendilerinin uğruya- cakları büyük kayıpları
kim telâfi edecek? Hazinemiz buna yeter -mi? Erika
bu sorumluluğu yüklenmeyi tekeffül eder mi? Etseler dahi, ödeyebilirler mi?
Yoksa onlar, kölelerin intikamı alınsın diye, kölelerin sahiplerine karşı daha
büyük bir adaletsizliği mi irtikâp etmeyi mi düşünüyorlar? Bir ân için, kölelerimizi
azad ettiğimizi düşünelim. Onları ne yapacağız? Bu insanlar, doğdukları
ülkelere döndükleri takdirde, ne gibi güçlüklerle karşılaşacaklarını idrak
etmiyorlar mı zannediyorsunuz? Serbest bırakılan köleler bizim mukaddes
dinimizi kucaklamayacaklarından, âdetlerimizi benimsemiyeceklerinden, ve kendi
öz vatandaşlarımız da kendilerini murdarlaştırmak istemeyeceklerinden onlarla
evlenmeyeceklerine göre, onların yalın ayak başı kabak, sefil perişan
sokaklarımızda dilencilik etmelerine göz mü yumacağız? Yoksa, bırakacağız
evlerimizi, barklarımızı yağma mı etsinler? Hayır, kimsenin inkâr edemeyeceği
bir gerçek şu: uzun müddet köle olarak yaşamış bir insan, serbest bırakıldığı
takdirde, kendi geçimini temin için bir işte çalışmaz, çalışamaz. Hem, sonra,
onların kendi ülkelerinde de köle olduklarını unutuyor muyuz?
Franklin,
Avrupa hükümetleriyle, zencilerin ancak köle olarak yaşayabileceklerini ileri
süren Amerikalıların ''Hıristiyan" iddialariyle de alay eder:
İspanya, Portekiz, Fransa ve İtalya, uyruklarını—istisnasız— köle
olarak kullanan despotlar tarafından idare edilmiyor mu? İngiltere bile
gemicilerini köle olarak kullanıyor. Onların denizcileri, bizim kölelerimize
verdiğimiz hayattan hiç de iyi olmayan bir hayat içinde, gemilerinde sadece
çalışmakla kalmıyor, çarpışıyorlar da. O halde, bizim ellerimize düşmekle, onların
durumları daha da mı kötüleşiyor? Hayır, onlar o zaman sadece bir çeşit
köleliği bir diğeriyle transfer etmiş oluyorlar. Hattâ diyebilirim ki, bizim
verdiğimiz hayat, kendi memleketlerinkinden de iyidir. Çünkü bu insanlar,
İslâmiyet güneşinin bütün şaşaasıyle nurlandığı bir ülkeye getiriliyor, ve
burada bizim aramızda, hakikî inanışla ülfet peyda etmek ve böylece ebedî
ruhlarını kurtarmak imkânını da ellerine geçiriyorlar. O halde, elimizdeki
köleleri doğdukları yerlere göndermek, onları ışıklı bir ülkeden karanlıklar
diyarına sürmeğe benzemez mi?
Sualimi
tekrarlıyorum: Onları ne yapacağız? Bazıları şöyle diyor: onları büyük
ülkemizin ıssız köşelerine gönderelim, oralarda istedikleri gibi çalışsınlar,
toprağı işlesinler, ve hattâ kendi öz devletlerini bile kursunlar. Fakat
şurasını unutuyoruz: onlar, mecbur edilmedikçe, çalışmaya hevesli insanlar olmadıkları
gibi, iyi ve istikrarlı bir hükümet kurabilecek zekâdan da yoksundurlar. Hem,
böyle bir hükümet kurabilseler dahi, çok geçmeden Arap eşkiyaları onlara
saldıracak, ve böylelikle, kendilerini yeni bir kölelik devrinin içinde
bulacaklar.
Franklin'in
hayali divan başkanı Hıristiyan kölelerinin Cezayir'de doğdukları yerlerden çok
daha imrenilir bir hayat sürdüklerini iddia' ederek, "Afrika
nutku"na şöyle devam eder:
Halbuki
onlar bizim hizmetimizde bulundukları müddetçe, biz onların geçimlerini
üzerimize alıyor, ihtiyaçlarını temin ediyor, ve kendilerine hiç de kötü
muamele etmiyoruz. Ben onların doğdukları ülkelerdeki işçilerin durumlarını çok
iyi biliyorum. Onlar, bizim Hıristiyan kölelerimizden daha kötü gı- dalanıyor,
daha kötü binalarda yaşıyor, ve daha kötü giyiniyorlar. O halde, Hıristiyan
kölelerimizin hayat şartlarını ıslah etmeye hiç lüzum yoktur. Burada, bizim
aramızda, güven içinde, yarınlarından endişe etmeden yaşıyorlar. Onları ne
askere almak istiyen var, ne de doğdukları ülkelerin diğerlerine karşı
giriştikleri harplerde olduğu gibi, dindaşları diğer Hıristiyanların kafaları
kesmeğe mecbur eden. Şayet bu dilekçeleriyle huzurumuzu kaçıran bu çılgın dinî
yobazlar, kör bir gayretkeşliğin pençesine kapılarak kölelerini azad
ediyorlarsa, onları bu harekete sevkeden sâik insani duygular ve şefkat hislerinden
ziyade, keneli vicdanlarını muazzep eden günahlarıdır. Onlar, kölelerini
serbest bırakmakla günahlarından temizleneceklerini, ebediyen lânetlenmekten
kurtulacaklarını umuyorlar.
Franklin'in
devrinde, daha önceki çağlarda ve günümüzde de olduğu gibi, fikir ve
davranışlarının h^aklı ve yerinde
olduğunu ispat etmek istiyenler filozofların eserlerinden, dinî kitaplardan
parçalar okur, deliller göste^rirdi. Franklin'in hayalî divan başkanı da böyle
yaptı. Kölelik hakkındaki tutumunu haklı göstermek için, “Kur'an”dan parçalar
okudu:
Kim demiş Kur'an köleliğe cevaz vermiyor diye! Buyurun, bir sureden şu
parçaları: “Köle sahipleri, kölelerinize müşfik davranın; köleler,
efendilerinize şevk ve sadakatle hizmet ediniz!" Bu sözler onların
iddialarını yalanlamıyor mu? Sonra, mukaddes kitabımız kafirlerin ülkelerini
yağma etmeyi men etmemiştir; zira herkesin bildiği bir gerçek şu: Allah, bu dünyayı
ve onun bütün nimetlerini, istedikleri gibi kullanmaları için, biz sevgili
Müslüman kullarına ihsan etti. Bundan böyle, artık, kölelerimizin azad
edilmelerini istiyen bu iğrenç tekliflere kulak asmayalım; çünkü onların
dediklerini yaparsak, topraklarımızın ve evlerimizin değerleri azalacak, pek
çok vatandaşımızın emlâkinin gelirlerinden istifade etmeleri engellenecektir.
Böyle bir hal ise, ülkemizde evrensel hoşnutsuzluk doğuracak, hükümete
başkaldırmaları teşvik edecek, devletimiz tehlikeye girecek, ve nihayet
cemiyetimiz bir keşmekeşlik içinde yuvarlanıp gidecektir. Bunun içindir ki,
ben, âkıl insanlardan oluşmuş bu divanın, gerçek müminlerden müteşekkil bütün
bir milletin huzur ve saadetini bir kaç Erika’lının akıl ve mantık dışı kaprislerine
feda etmek istemeyeceklerine ve bundan böyle onların dilekçelerini
reddedeceklerine zerrece şüphe etmiyorum.
Martin'in yazdığına göre divan ittifakla şu kararı verdi:
"Gerçi Hıristiyanların yağma ve köle edilmelerini âmir doktrin
âdil bir doktrin olmamakla beraber, devletin yüksek menfaatleri bu teamülün
devamını gerekli kılmaktadır. Bundan böyle dilekçe reddedilmiştir."
Ve dilekçe
reddedildi.
Benjamin Franklin, ölüm yatağından Federal
Gazette editörüne gönderdiği mektubunu şöyle bitiriyordu:
Bu neviden davranışların, aynı fikir ve kanaatlere
sahip, aynı hislerle dolu insanlarda benzer davranışları husule getireceğinden,
bu vakıalara dayanarak, İngiltere parlamentosuna ve diğer icraî ve teşrii
organlara gönderilen ve köle ticaretini men etmeğe matuf dilekçelerin de aynı
şekilde reddedileceği kehanetinde bulunamayız mı, Mr. Brown?
Devamlı okuyucunuz “Tarihçi”nin en derin hürmetleriyle.
Böylelikle
Dr. Benjamin Franklin, ölümünden dört haftadan az bir zaman önce dahi,
hayatının son günlerini, şaheser nükte ve istihzalı iğneleriyle, kurulmasında
hissesi ve rolü olan Amerikan Birliğini yıkmak potansiyelini taşıyan derin
köklü politik bir meselenin halline hasretti.
Parasının
büyük bir kısmını hayır işlerine vakfeden, vakıflara bırakan Benjamin Franklin,
vasiyetnamelerinde dahi ne kadar uzak görüşlü olduğunu gösterdi. Doğduğu Boston
şehrine 1791 yılından itibaren (ölümünden kısa bir müddet sonra) 5,000 dolar
bıraktı. Maamafih, bu paranın getireceği faizler yüz sene biriktirilecekti.
Franklin’in 1791 deki 5,000 doları 1891'de hemen hemen 400,dolar olmuştu.
Paranın bir kısmiyle bir mektep yapıldı, ve 92,000 dolar da ikinci yüzyıl için
yatırıldı. 1950 yılında da 92,000 dolar bir milyon dolara yükselmişti
"Para parayı doğurur," diyen Franklin ne söylediğini gerçekten
biliyordu. Dehası nın çeşitliliği, onu, Leonarda da Vinci'ye en çok yaklaşan
bir Amerikan vatandaşı yapmıştı.
Benjamin Franklin'in dini inanışları kuvvetliydi, Allaha derinden
inanıyordu. Ölümünden önce şunlan da yazmıştı:
“Ben,
efendim, uzun bir hayat yaşadım, ve her geçen gün bana şu büyük hakikatı daha
da berrak gösteriyor: İnsanları idare eden Allahtır.... Nasıl bir kırlangıç
Allahın emri olmaksızın yere düşmezse, bir devlet de onun yardımı olmaksızın
yükselemez."
Öldüğü vakit (17 Nisan, 1790), kendi mezarı için önceden hazırlattığı
kitabe, Dr. Benjamin Franklin'in, kendisini, her şeyden önce bir matbaacı ve
müellif olarak gördüğünü hatırlatacaktı:
Matbaacı Benjamin
Fr^anklin'in
Cesedi
(Cildinin kumaşı parçalanmış.
Üzerindeki
harf ve yaldızlan düşmüş,
Eskimiş bir kitap gibi)
Solucanlara yem olmak için burada yatıyor!
Fakat
eserin kendisi kaybolmayacak,
Zira inanmış olduğu gibi,
Müellifi tarafından
Hatalan
giderilmiş, kusurları düzeltilmiş,
Daha güzel bir baskı altında
Yeniden yayınlanacak!
111
John Randolph
ve bazı çağdaşları
Kızgınlık, soğuk
ve ruhsuz bir insanı nüktedan
yapar, ama onu fakirleştirir de.
Sir Francis Bacon
Bütün benliğini kaplayan bir hiciv cüzzamına
yakalanmıştı.
Ben
Johnson
Neşe kılık değiştirmiş kederden başka bir şey
değildir.
Selma Lagerlof
■p ranklin'inkiler dışında, onsekizinci asır Amerikan politika
hayatında oldukça az nükte görülmekle beraber, bahar yağmurlarını müteakip
birdenbire açılan çiçekler gibi, ondokuzuncu asrın ilk yansında bir çok
nüktedan Amerikalılar siyasî sahnede görünmeğe başladı. Bu nüktedan çuvaldızlar listesinin başında şu isimler
okunuyor: Henry Clay, John Colhoun, Daniel Webster, John Randolph, Tho- mas Hat
Benton, Davy Crocket ve Sam Houston. Bunların
çoğu bilhassa hiciv ve hakaretle karışık nükteleriyle tanınmışlardı.
Amerikan Senatosunun bazı üyeleri, 1960’ların ilk yıllarında, gelmiş
geçmiş bütün Amerikan senatörleri arasında en büyükleri olarak şu üç kişiyi
göstermişlerdi: Henry Clay, John Colhoun ve Daniel Webster. Clay, çağının en
büyük
hatiplerinden
biriydi de. Onun, devrinin Cumhurbaşkanı Andrew Jackson'u itham eden nutku (30
Nisan, 1834), ısırıcı hitabetin, hakaretli belagatin
en iyi örneklerinden biri:
Efendim, Cumhurbaşkanının akıl hocaları kimlerse, hem Cumhurbaşkanını
hem de kendilerini aldatıyorlar. Onlar zannediyorlar ki, doğrudan doğruya
halka hitap etmek, böylelikle Cumhurbaşkanının yaralarını âmmeye teşhir etmekle
bütün bir milletin şefkat ve sempati hislerini kendi taraflarına çekecekler,
ve neticede Andrew Jackson'un adı hem Senatoyu hem de muhalefeti tamamen yıkmış
olacak. Bu insanlar henüz bilmiyorlar, ama yakında öğrenecekler: halkın itimat
ve güvenini kaybetmiş bir çek dahi âmmenin tanıdığı yetkili bir şahıs
tarafından sık sık ciro edilebilir. Fakat onlar halkın sağduyusu hakkında
yanılıyorlar.
Cumhurbaşkanına
karşı beslenen itimat ve güvenin temelinden sarsıldığı şu sıralarda,
Cumhurbaşkanının canının istediği kimseyi cezalandırmasını, kendisini
ölçülemeyecek kızgınlık ve gazaba kaptırmasını ve Anayasayı ayaklar altında
ezmesini halkın hoş karşılayacağını sanmakla, bu insanlar, ne kadar vahim bir
hataya düştüklerinin farkında değiller.
Şimdi de, Senatör Clay için ne
denildiğini okuyalım: "Zahiren doğru
görüneni gerçeğe, mugalata ve safsataları haklıya tercih eden insan.” Henry
Clay hakkında bu sözleri kim mi söylüyor? Diğer "büyük" senatör John
Calhoun.
Bu da Clay'ın, Colhoun için
düşündükleri: "Çok fazla dehaya ve çok az sağduyuya sahip... bükülmez,
haris, egoistçesine partizan, mahalli bir hain... Ya çıldırarak ölecek veya
bir vatan haini olarak asılacak."
Calhoun, Senatodaki bir
konuşması sırasında, kendisinin, Clay'in "politika hocası" olmakla
gurur duyduğunu söylemesi üzerine, Clay oturduğu yerden başkana hitap etti:
"Efendim, ben onu bir köle olanak dahi yanımda bu- 1 undu^ak istemem."
Henry Clay,
John Calhoun ve Daniel Webster aralarında çarpışır, hakaretli kelimelerden
oluşmuş kızgın ateşle biribirlerini
yakmağa çalışırlarken, Temsilciler Meclisinin belagatli üyesi John Quincy
Ad^ns,* Webster hakkındaki düşüncelerini şöyle ifade ediyordu: "Dev
zekâlı, kıskanç huylu, doymak bilmezcesine haris, ve kokmuş kalpli bir insan.”
Belki, hiç
kimsenin "büyük senatörler” listesinde yer almamakla beraber, ısırıcı ve
hakaretli söz üstadlari anasında herkesin listesinde ilk sırayı işgal eden
politikacı, hiç şüphesiz John Randolph'dır. Randolph, Temsilciler Meclisinde
iken Edward Livingston adlı bir diğer mebustan şu kelimelerle bahsetmişti:
"Şaheser kabiliyetlere sahip, fakat ıslah olunmazcasına dejenere bir
insan. Tıpkı ay ışığındaki kokmuş bir
palamut gibi—hem parlıyor, hem kokuyor."
Richard
Rush'ın Maliye Vekilliğine getirilmesi üzerine, Randolph, şunları söyledi:
"Böylesine sıradan, böylesine vasat altı bir kabiliyetin böylesine önemli
bir mevki He mükafatlandırıldığı tarihin hiç bir çağında görülmedi— hayır,
sözümü geri alıyorum: Caligula'nın kendi atını 'konsül' yapması
müstesna."**
Hiç bir tarihçi, hiç bir biyografi yazarı, aristokratik bir Virginia
ailesinde dünyaya gelen (1773) ve hayret
uyandırıcı bir zekaya sahip olan bu adamın muğlak karakteri-
•John Quincy Adams'ın babası
John Ad^ns, Washington'un ardından Amerika'nın ikinci Cumhurbaşkanı oldu
(I797-1801). John Quincy Ad^s da, 1825'te Cumhurbaşkanı seçildi.
•’Asıl adı Caius Caesar
Germanicus olan Caligula (M.S.
12-41), üç yıl Roma İmparatorluğunun başında bulundu (M.S. 37-40). Çocukluğunda—ki
Ren nehri kıyılarında geçmişti—her zaman askerlerin- ki gibi çizme giydiğinden,
kendisine, “Ca.ligula” (Küçük Çizmeler) dendi. Kardeşi Drusus'un ölümü üzerine
(M.S. 33) Caligula, ve İmparator Tiberius'un torunu Tibereus Gemellus, Roma
tahtına varis durumuna geçtiler. Tibereus'un ölümünden sonra da, ordu,
Caligula' yı tahta oturttu. Caligula, kısa bir müddet sonra şiddetli bir hastalığa
yakalandı ve delirdiğine inanıldı. Müstebit bir hükümdardı, zulüm ve idam
devletin normal işleri arasına. girdi.
İşte bu
Roma İmparatorunun kendi atını, Ro^a. İmparatorluğu Konseyine ve Roma'daki
Papaz Kolejine "üye" tayin ettiği söylenir. Katledilerek öldürüldü.
ni izah edemedi.
Amerikan politika sahnesinde otuz beş seneden fazla rol oynamasına rağmen
(Temsilciler Meclisi üyesi, Senatör, Rusya elçisi ve diğer hi^etler), aristokratik
orijini ve şaheser nüktelerinin, mükemmel eğitiminin, ve tükenmez enerjisinin
hakkı olan siyasi tepelere tırmanamadı; ve bugün ismi, kendisinden çok daha az
kabiliyetli insanlarla birlikte zikrediliyor.
Hayatta iken onun, iktidarsız olduğu ağızlarda dolaşıyordu. Bu
söylentiler ölümünden sonra tıbben de doğrulandı. Kim bilir, John Randolph'ın
dünyaya ateş püskürmesinin gerçek sebebi, bu fiziki yetersizliği idi.
Gerçekten, Randolph’un, Rhode Island Eyaleti temsilcisi Tristan Bur- ges'e
verdiği cevap, bütün benliğini kaplıyan bu hiddet ve husumeti aksettiriyordu:
MR. BURGES: İlâhî Kudret kendi âleminin icabına
bakıyor. Ahlâki ucubeler zürriyet yetiştiremiyorlar. Bu insanlar hiç bir şeye
kaadir olmadıklarından, hemcinslerinin çoğalmalarına hizmet edecek kudret
kendilerinde mevcut olmadığından, ellerinden, saf, yeşermiş ve mesut her şeye
çamur atarak dünyadaki kötülüklerin çoğalmasına vasıta olmaktan başka bir şey
gelmiyor. İblis, eğer bir İblis zürriyeti yetiştirebilseydi, yaşadığımız âlem
bir “pandemoni”ye* dönmüş olurdu. Yalanlar babasının hiç bir zaman Yalancılar
Babası da olamıyacağı beni gerçekten sevindiriyor. Bir Kâinatta Allah'a ve
insana bir düşman kâfi.
MR. RANDOLPH: Sen hayvani bir özelliğinden ötürü iftihar ediyor,
böylelikle bir köleyi kendi aşağılık seviyene yükseltiyor, ve bir eşeğin
kendinden sınırsızca üstün olabileceğini kabul ediyorsun.
John Randolph'un kendisini kurtaramadığı bu husumet hislerinde, belki,
hiç de iyi olmayan sıhhati, veya fazla hayranlık duyduğu ağabeyi Richard'ın
gayri meşru bir aşk sonunda dünyaya gelen çocuğunu öldüresi de büyük roller
oynadı. Gerçi onun davranışlarını bir tek sebebe yük-
’İngiliz şairi Milton,
bir eserinde, Cehennem'in “başşehri"ne
"Pandemonium” (pandemoni) adını verdi. Kelime, "mutlak kargaşalık"! ifade etmek manasına kullanılır.
lemek doğru olmasa da, bütün bu faktörler, Amerikan siyasi tarihinin en
büyük muhafazakarı ve en parlak Kasan- dra'sını* yarattı.
Randolph
kendisini şöyle tarif etmişti: "Ben bir aristokratım. Adalete aşığım ve
eşitlikten nefret ederim.” Muhafazakar inanışlarını ise şu şekilde
belirtiyordu: "Değişiklik reform değildir.”
John
Randolph, gerçekte, "meyva vermiyen hayatını... kontrol edilemiyen huy ve
tabiatını" müdrikti; ve Tristan Burges'in de söylediği gibi, “erkekler
ondan nefret etti, kadınlan istihfafla bahsetti.” John Randolph, maamafih,
bütün fiziki ve psikolojik problemlerine rağmen, inandığı prensiplerin tehdit
edildiğine kaani olduğu vakit—kim olurlarsa olsunlar—çağının bütün devleriyle
(Jefferson, Cumhurbaşkanı; Madison, Cumhurbaşkanı; John Marshall, Yüksek
Mahkeme Başkanı; John Quincy Adams, Cumhurbaşkanı; Clay, Calhoun, Webster ve
Jackson, Cumhurbaşkanı) cesaretle kılıç şakırdattı.
Kendi ailesinin sloganına (o vakitler tanınmış ailelerin sloganları
vardı) Latince, Fari quae sentiat
(düşündüğünü söyle) sözünü de ekleyen Randolph, hakikaten, hayatı boyunca
düşündüklerini söyledi. Kuzeni Thomas Jefferson, Cumhuriyetçi Partinin ilk
Cumhurbaşkanı seçildiği vakit, Randolph, onun, Temsilciler Meclisindeki en
kuvvetli liderlerinden biri oldu. Politik merdivende zirveye tıkanmak üzereydi
ki, büyük bir arazi skandali Amerika’yı sarsmağa başladı. Bir politikacı
olarak Randolph'ın o zaman yapacağı şey, mensubu bulunduğu Cumhuriyetçi
Partisi üzerinde toplanan şüpheleri dağıtmağa çalışmak ve liderleri savunmak
olacağı yerde, skandala ismi karışan posta vekiline en ağır kelimelerle hücum
etti:
Onun devkâri kolları bir taraftan [Kanada hududunda] Erie gölü
kıyılarını kucaklıyor, öte yandan da [Meksika Körfezinde] Mobile Körfezine
kadar uzanıyor. Böylelikle, bu doymak belmiyen mideler milyonlarca hektarlık toprakları
löpür löpür
•Kasandra, eski Yunan.
mitolojisinde kendisine hiç inanılmayan kâhine.
yutuyor, hazmediyor.... Sahtekârlık ve düzenbazlık ticaretini perakende
yürütmek onların işine gelmiyor, gözünü doyurmuyor, onlar bu sahtekârlık ve
dejenereliği gros'la [bir gros, 12 düzüne] alıp satıyorlar. Bilânçolarındaki
bir kaç milyonluk eksik veya fazlalığın zerrece tesiri olmuyor. Oyun
derinleştikçe, onların heyecan ve zevki de aynı nisbette artmakta.
John Randolph bu sözleriyle dahi tatmin olunmamış, Temsilciler
Meclisinin arazi skandalını incelemekle görevlendirdiği ve arasında kendi
partisinden üyelerin de bulunduğu komisyona yüklenmişti:
Efendim, İhtilâlin [Amerikan İstiklâl Harbi] yıprattığı er veya onun
geride bıraktığı kimsesiz dul karısı veya aç çocukları kapınızı çalıp ekmek
istedikleri vakit, ellerine, kimlerin yardım görebileceğine ilişkin kanunu
tutuşturuyorsunuz. Komisyon, adaleti, sadece, günahla damgalanmış ve rezaletle
pullanmış iddialar için muhafaza ediyor.
Nihayet
beklenen gün geldi. Randolph, kuzenine, Cumhurbaşkanı Thomas Jefferson'a da
saldırdı: "Müslümanla- nn mukaddes sancaklannın peşinde gittikleri gibi,
Conting- bury Azizi Thomas'ın* İhtilâlde giydiği eski kırmızı pantolonunun
peşinde gidildiği bu sefil ve henüz tamamlanmamış ülkede yaşamak gerçekten çok
güç. Eminim ki, Bec- ket'in mabedini ziyaret edenle^n sayısı dahi Monticello
Azizini** tavaf edenlerin sayısından az."
Randolph'un, Massachusetts eyaletinin meşhur Adams ailesine karşı
giriştiği hücumlar da aynı nisbette ısıncı ve gazap dolu idi: "Birinci
John hanedanlığının devrilmesinde, mütevazi de olsa, benim de rolüm oldu, ve
Alahın izniyle, İkinci John hanedanlığını de. devireceğim
"*”
•Aziz Thomas Becket, 1118-70,
İngiltere Başpiskopusu idi. Kral II. Henry'nin politikasına muhalefet
ettiğinden katledildi.
••Cumhurbaşkanı Jefferson
Monticello kasabasında doğmuş ve bu kasabada yaşamıştı.
•••Randolph'un "Birinci John” diye istihzalı bir
dille bahsettiği John Adams—biraz önce belirttiğimiz gibi—Amerika'nın ikinci Cum-
Virginia'lı
Randolph'un çuvaldızı John Quincy Adams ı gerçekten acıtmış olmalı ki, kadim
Romalı şair Ovir’in diliyle cevap verdi:
Yüzü
kül renginde, sıska bir vücut. gözler çukurda,
Nefesi
yemyeşil, safralı, dilinden zehir akıyor.
Tarih, John Quincy Adams'ın devrilip
yerine Andrew Jackson'un getirilmesinde en büyük rolü Virginia’lı Ran- dolph'un
oynadığını yazar. Adams ailesi arasından yetişen tarihçi Henry Adams'ın, bu
hadiseden 50 sene sonra dahi, Randolph'dan nefretle bahsetmesi,
Massachusetts’in bu tanınmış ailesinin Virginia'lıyı hiç bir zaman
affetmediğini gösterir.
Federal
hükümetin sınırlarını genişletecek, Washington' un eyaletler aleyhine nüfuzunu
arttıracak her teklifin karşısına bir kaya gibi dikilen Randolph, eyaletlerin
hakkım bir nutkunda şöyle savundu:
Hür
hükümet prensiplerini... biribiri ardından çıkarılan bir sürü kanunlardan fazla
tehdit edecek bir şey yoktur. Evet, Efendim, halk kanun yapıcıları ve hâkim
ordularından korktuğu kadar hiç bir şeyden korkmuyor.... Hem unutmıyalım ki,
Washington’daki büyük imalâthanenin yirmi dört laboratuva- rında gece gündüz
durmaksızın kanun imâl ediliyor.... Bütün bu avukatlar, hakimler, ve kanun
yapıcıları, ne avukat, ne hâkim ve ne de kanun yapıcıları olan ve olabilmeyi
akıllarının uçlarından geçirebilen halk üzerinde dayanılmaz baskı yaratı-
hurbaşkam idi (1797-1801). "İkinci
John" ise oğlu John Quincy Adams idi. O
da Cumhurbaşkanı oldu (1825-29).
Yine belirttiğimiz gibi, John Quincy Adams'ın da
ısırıcı bir dili vardı. Cumhurbaşkanlığına ikinci defa seçilemeyince, bir
müddet istirahat ettikten sonra, tekrar politikaya atıldı ve yeniden Temsilciler
Meclisine seçildi Cı83ı) ve
ölünceye ke.dar da (1848) mebus
olarak hizmet etti. John Quincy Adams’ın, seksenini bulmasına rağmen,
emekliye ayrılmayı düşünmemesini tenkit edenler çoktu. Genç bir mebusun
tenkitlerini oldukça ileri götürdüğü kendisine iletildiği vakit, bu yaşlı ve
kurt politikacı şu cevabı verdi:
"O delikanlıya şunu
söyleyin: otuz yaşındaki bir eşek, seksen yaşındaki bir insandan daha
yaşlıdır." yor... öyle bir zulüm ki, Avrupa hükümetlerinin uyrukları üzerindeki
baskıları, bizimkilere kıyasla sadece biraz daha şiddetli. Eyaletlerin, bazı
haklarının bir kısmından feragat etmelerini istemek, bir kadının iffet ve
faziletinin bir parçasından feragat etmesini istemekten farksızdır.
Randolph'un
şu ince nüktesini anl^nak için kısa bir izahat gerekecek. Wright bir erkek adıdır, "w"
telaffuz edilmez, right Crayt)
telaffuz edilir; bu kelime ise, "doğru," "haklı"
manasınadır. Rea de bir erkek
adıdır, ray diye söylenir ve bu kelime,
yani ray kelimesi de "şua"
manasınadır. Gelelim nükteye. Temsilciler Meclisinde Robert Wright ve John Rea
adlı iki mebus vardı. Randolph bir gün onlardan şöyle bahsetti:
"Bir Wright daima yanlıştır,
ve bir Rea ise her zaman ışıksız."
O yıllarda
Martin Van Buren adlı bir politikacı New York eyaletinde siyasi bir
"hanedanlık" kurmakla meşguldü. Randolph, onun için şunları söyledi.
"[Cumhurbaşkanlığı] hedefine doğru kadife kaplanmış küreklerle ilerleyen
adam."
Kendi
aleyhinde konuşan biri için söylediği söz de, onun, beşer tabiatını çok iyi
anladığını gösteriyor: "Her yerde ileri geri beni mi çekiştiriyor? Hayret!
Ben ona hiç bir iyilik yapmadım ki!"
Bir mebusun
ölümünden sonra, bir ara seçimiyle Temsilciler Meclisine seçilen yeni bir
millet vekili kendisine hücum ettiği vakit, önce cevap vermedi. Fakat bir kaç
gün sonra, ölü mebusun yakından ilgilendiği bir kanun
teklifi hakkında konuşurken, bu teklifin, "sandalyesi boş
kalan" aziz arkadaşının ölümüyle değerinden pek fazla kaybetmiş olduğunu
da ilave etti.
James Madison
(1809-17 yıllannda Cumhurbaşkanı idi) Cumhurbaşkanı seçilmesinden önce
Amerika'nın, milletler arası ihtilaflarda tarafsız kalması gerektiğine dair bir
beyanname yayınlamıştı. Randolph, Madison'un bu bildirisi hakkındaki
düşüncelerini şöyle belirtti: "Diğerlerinin do- nanmalanndaki sekiz yüz
gemiye karşı biz, ortaya otuzse- kiz kuruşluk bir broşür ile çıkıyoruz."
Kentucky temsilcisi Ben Hardin için söyledikleri de şu: "Kınk bir tuğla
parçası üzerinde bilenmiş bir bıçak gibi."
Senatör Henry Clay, 1820'lerde Senatoya, Amerika'nın istikbaline tesir
edecek ve Amerikan tarihinde "Missouri uzlaşması" diye bilinen pek
önemli bu kanun teklifi getirdi. Missouri eyaletindeki siyahi Amerikalıların
vatandaşlık haklanyle ilgili bu teklif, zenci haklarına aleyhtar Ran- dolph'u fazlaca ilgilendirdiğinden, hemen
hemen her gün bu teklif aleyhinde
konuştu. Bir gün, kürsüde konuşurken, Philomen Beecher adlı bir mebus,
"önceki suale geçelim," diyerek onun nutkunu kesmeğe çalışıyordu. Öyle
ki, zaman zaman Meclis başkanı dahi, Ohio millet vekili Beecher'e, söz
sırasının Virginia'lı centilmende olduğunu hatırlatmak zorunda kalıyordu.
Randolph, nihayet dayanamayarak cevap verdi:
"Bay Başkan, Hollanda'da, imkanları sınırlı bir kimse, bir kaç
tahta ve deri parçasıyle bir kaç dakika içinde, parmaklarınızla bastığınız
vakit, 'ku-ku, ku-ku' sesleri çıkaran bir oyuncak imal edebilir. Zekaları
Hollandalılardan daha kıt olan Ohio'lu seçmenler, çok daha kötü kaliteli
malzeme kullanarak öyle bir oyuncak yapmışlar ki, ancak var gücünüzle ve bütün
avucunuzla bastığınız vakit sadece şu sesi çıkarabiliyor: 'Önceki suale
geçelim, Bay Başkan." Randolph'un bu sözleri Temsilciler Meclisini kahkahalara
boğdu, ve Beecher de bir daha Virginia'lı ile kılıç şakırdatınadı.
Tanıdığı insanlara hakaretler sav^urmaktan zevk duyan Randolph
tanımadıklarına da aynı muameleyi etmekten çekinmezdi. Bir gün bir otelin
salonunda otururken yanına biri yaklaştı ve dedi ki: “Efendim, bir kaç gün
önce evinizin önünden geçerken, sizin gibi bir temsilcimiz bulunduğu için
göğsüm kabardı." Adam, her halde, niye içeri buyurmadınız, kabilinden bir
cevap beklerken, Randolph şöyle dedi: “Her zaman evimin önünden geçeceğinizi ve
her zaman aynı zevki duyacağınızı ümit ederim."
Her yerde ve her devirde bir çok anekdot çağın nüktedanlarına
atfedilir. O yıllarda da pek çok nükteli sözün ilk defa Randolph tarafından
söylendiği iddia ediliyordu. Bir ^gün bundan şikayet etti: "Memleketteki
her piç nüktenin babası diye beni gösteriyorlar."
Randolph, Senatör Calhoun'un
"Harp Şahini" günlerinden sonra onu ne affetti ne de unuttu. Bir gün
Senatoda, Calhoun'a şöyle hitap etti: “Bay Başkan! Senatonun yeni Başkanı, ve
Birleşik Amerika'nın istikbaldeki Başkanı, yani demek istiyorum ki, Allah bizi
böyle bir afetten korusun!"
Virginia'lı kimseden
çekinmiyordu. Amerika'nın ilk Cumhurbaşkanı ve milli kahraman George
Washington'un aleyhinde bile konuştu. Amerika, istiklaline sahip olduktan
sonra, İngiltere ile diplomatik münasebetler tesis etmek üzere
"Jay Antlaşması" diye bilinen bir antlaşma imzalandı. Müzakerelerin
çok hararetli bir safhaya girdiği ve Amerika'da herkesin bu antlaşmadan
bahsettiği bir sırada, John Randolph, bir toplantıda kadehini George Washing-
ton aleyhine kaldırdı: "George Washington ... inşallah Allahın lanetine
uğrar." Kimsenin kadehini ağzına götürmediğini görünce, ilave etti:
...eğer Jay Antlaşmasını imzalarsa."
Virginia eyaletinin en asil
ailelerinden birinin çocuğu olduğunu iddia eden Randolph, snob bir insan
olduğunu da inkar etmedi. Ecdadının Kızıl Derili Prenses Pocahontas ve kabile
reisi Pawtucket olduğunu söylerdi. Maamafih, herkese hakaret etmekten zevk
duyan Randolph, zaman zaman en ağır hakaretlere de maruz kaldı.
Temsilciler
Meclisinde Pawtucket kasabasından gelme bir üye vardı: Mebus seçilmeden önce
kundura tamirciliği yapardı. Randolph, bir gün ona, Temsilciler Meclisine gelmeden
önce kullandığı önlüğünü' ne yaptığını sorduğu vakit, mebus şu cevabı verdi:
“Küçük küçük parçalara bölerek mokasin ayakkabıları yaptım ve Pocahontas'ın
yalın ayak gezen sefil torunlarına dağıttım."
Hakaret yarışında Randolph ile
aşık atamamakla beraber, devrin Amerika'sı siyaset sahnesinde aktör rolünü oynayan
diğer nükte ve hitabet usta.lan da vardı. Texas millet vekili Sam Houston
böyle biriydi. Son derece ma^^ bir insan olan S^n Houston için Andrew Jackson
(daha sonra Cumhurbaşkanı oldu) şunları söyledi: ‘İşte, terzisinin değil de,
Alahın bu hale soktuğu adam." İçkiye ve zevke düşkündü,
karisiyle de nikahsız yaşadı. İkinci defa evlendikten sonra içkiyi bıraktı,
küfretmemeğe karar verdi, ve nedamet getirmiş bir insanın hayatını yaşamağa
başladı. Houston, Thomas J. Green adlı bir mebustan şu kelimelerle bahsetti:
"Bir köpeğin bütün vasıflarına sahip—sadakati hariç.” Mississippi
Senatörü Jefferson Davis'i tanıyıp tanımadığı sorulduğu vakit, "Evet, Mr.
Davis'i tanırım," cevabını verdi. "Lucifier* kadar muhteris, yılan
kadar soğuk bir insan, ve elini sürdüğü bir şeyden de hiç hayır gelmez.”
Bir de
Missouri Senatörü Thomas Hart Benton vardı. Andrew Jackson'la bir gün Tennessee
eyaletinde bir meyhanede yumruk yumruğa kavga etmiş, ve eyaletten dışarı
çıkarılmıştı. Sadece bir sene üniversitede okumuştu, fakat öldüğü zaman bir
gazete ardından şunları yazdı:
Senatör
Benton, kadîm bir Roma kanunundan veya bir Yunan filozofundan, Virgil'den, Bin Bir Gece Masallarından, He- redot ve
Sancho Panza'dan, Alman reformistlerinden, Adam Smith'den veya Fenolen ve yahut
Hudibras'tan, şirketlerin malî raporlarından, küçük bir kasaba belediye meclisi
münakaşalarından veya Anayasa Meclisindeki nutuklardan ve yahut ölü bir Kongre
üyesinin çoktan unutulmuş bir nutkundan hayret verici bir çabukluk ve
doğrulukla iktibaslar yapabilirdi.
Aynı sözler Randolph, Webster
veya Calhoun hakkında da pek ala yazılabilirdi. Çünkü o zamanlar Amerikan
Kongresi üyeleri, geçtikleri eğitim safhaları bakımından, İngiliz Parlamentosu
üyelerinin seviyelerine hemen hemen eşittiler.
Senatör
Benton'un kendisi hakkında ne düşündüğünü yine kendi sözlerinden anlıyoruz.
Senatör C^houn'un uzun süren bir hastalık neticesinde 1850'de ölümünden kısa
bir müddet öncesine kadar, ona karşı giriştiği hücumlara ara vermedi. Nihayet
Calhoun'a hücum etmekten vazgeçtiği vakit de, sebebini Kongrede şöyle anlattı:
"Efendim, Ben-
•Lucifier, Hıristiyanların inancına göre, isyankâr meleklerin başı idi;
bu suçundan ötürü Cennetten kovuldu. Bugün "şeytan" denince akla o
gelir.
ton bugün
konuşmayacak; çünkü Ulu Tanrı elini bir kimse üzerine koyduğu vakit, Benton
kendi elini çeker." Bir diğer gün de şunları söyledi: "Bay Başkan,
ben hiç bir zaman kavga etmem. Fakat, Efendim, bazan savaşının, ve Efendim,
ben savaştığım vakit de, ardından bir cenaze takip eder."
Amerikan Senatosunda her hangi
bir teklifin kanunlaşmasını önlemek isteyenlerin ellerindeki en kuvvetli silâh
filibuster taktiğidir. Temsilciler
Meclisinde azami konuşma müddeti bir saattir; Senatoda ise böyle bir
sınırlandığa yoktur. Bundan böyle, Senatoda zaman zaman saatler ve saatlerce
konuşulur, konu ile zerrece ilgisi olmayan şeylerden bahsedilir.
Filibııster
yapabilmek için istenen tek şey kürsüyü ter- ketmemektir. Eğer hatip kürsüde
iken—vaktin gecikmesi ve diğer sebeplerle—oturuma son verilirse (ki hatibin istediği
de budur), ertesi oturumda ilk söz hakkı yine aynı şahsındır. Benton, bir
defasında dört gün arka arkaya Senatoya hitap etti. Virginia'lı Randolph da, bu
nutuk hak- kındaki düşüncesini şu kelimelerle belirtti: "1830 Fransız
İhtilâlinden bir gün daha uzun sürdü."*
Otuz sene
ardı ardına Senatodaki yerini muhafaza eden ilk Amerikan politikacısı olan
Benton'un siyasi hayatı şiddetli çarpışmalarla geçti. Muhaliflerinin yaralı ve
kanlı terkettiği meydanda daima muzafferdi. Gurur ve sıhhati onu fizikçe olduğu
kadar zihnen de kalın-derili yapmıştı. (Cildinin deri gibi oluşu kısmen her gün
at kılından yapılmış fırça ile fırçalamasındandı. Çünkü, "efendim, Romalı
gladiyatörler de aynı şeyi yaptılar." Fırçanın gerçekten sert olup
olmadığı sorulduğu vakit, kahkahalarla cevap verdi: "Elbette, efendim,
elbette. Eğer o fırça ile size dokunacak olsaydım, 'öldürüyor!' diye
bağırırdınız, efendim.")
"Filibuster rekorunu, 24-25 Nisan, 1953'te Oregan Senatörü Wayne Morse
kırdı. Bir petrol tasarısının kanunlaşmasını önlemek amacıy- le, platformu
terketmeksizin, 22 saat 26 dakika konuşmuş, hitabesinde İncil'i
tamamen okumuş ve bu arada nasıl koktely hazırlanacağını
da anlatmıştır. Senatodaki eski rekor, I5 saat 35 dakika idi. Bununla beraber, E. G. Senter
adında bir politikacı Texas eyalet senatosunda 1908'de 29 saat konuşmuştur.
Fakat
Amerika Birliğini muhafaza uğrunda kendi bölgesine ve mensubu olduğu Demokrat
Partiye dahi karşı gelmekten çekinmeyen Benton'un siyasî hayatı sonuna yaklaşıyordu.
Kölelik meselesindeki zerrece taviz vermeyen tutumu onu her geçen gün biraz
daha yalnız bıraktı. Fakat yine de parti değiştirmek aklından geçmedi. Whig
partisinin küçük politikacıları için şunları söyledi: "Onlar, senede
oniki defa doğuran bir tavşanın, gebelik müddeti iki sene süren bir fili
anlayamayacakları gibi, beni de anlayamazlar.”
Nihayet Missouri
Eyaleti Kongresi 1851 Ocağında, eyaletin Birleşik Amerika Senatör namzedi
olarak kırkıncı seçim sonunda bir
Whig'liyi seçti. CO yıllarda senatör namzetlerini eyalet kongreleri
seçiyordu.) Benton'un muhalifle d bayram ediyordu. Mississippi Senatörü Henry
Foote, Senatoda şöyle haykırdı: "Eğer esaretin pençeleri altında
inlediysek, ve eğer buna senelerce, evet efendim hemen hemen 30 sene tahammül
etti isek, artık Allaha şükredebiliriz. Zalim
şimdi yerde sürünüyor, ve Roma yeniden hürriyetine kavuştu.”
Fakat Benton
mağlûbiyeti kabul etmedi. Ertesi yıl, New Orleans Crescent gazetesine göre, "muhalifleriyle alay ve
hakaret için İngiliz dilindeki bütün kelimeleri yağma ederek” kendini
Temsilciler Meclisine seçtirdi. Bununla beraber, Temsilciler Meclisindeki ilk
nutku ile kendi siyasî mezarını kazacaktı.
Benton 1854
Meclis seçimini büyük farkla kaybetti, ardından sevgili karısının ölümü
kendisini kedere boğdu. Fakat o teslim bayrağını çekmeğe yine hazır değildi;
1855 Senato seçimi için bağımsız namzetliğini koydu, ve kaybetti. Ve nihayet
1856'da 74 yaşında iken son bir çıkış yaparak Missouri valiliği için mücadele
etti. Sonraları, oğlu Jessie Benton Fremont, babasının boğaz kanserine
yakalandığını açıkl^nıştı. Halk önünde konuşabilmesi için, önceden, günlerce
konuşmaksızın sessiz kalması gerekiyordu, ve buna rağmen konuşurken boğazı
yine de kanıyordu. Benton, Whig ve anti-Benton namzetlerine karşı eyalet
boyunca iki bin kilometrelik şiddetli bir kampanya yaptı.
Benton mağlup
olmuş, fakat kendisini hem sevdiren hem nefret ettiren gururu kendisini
terketmemişti. Thirty Years’ View
(Otuz Yılın Görüşü) adlı abidevi eserinin yayınla- yıcısı, kaç tane basılmasını
istediğini öğrenmek üzere bir adam gönderdiği vakit, mağrur bir eda ile şu
cevabı verdi: "Efendim, onu, Birleşik Amerika’daki son sayımdaki aile
sayısından kendileri de çıkarabilirler.”
Benton’un son sözleri, "Rahatım, hoşnutum,” oldu. Çocuklarına bıraktığı pek .az para, onun,
inandığı yolda taviz vermeksizin yürüdüğünü bir defa daha gösterişti. Birleşik
Amerika Senatosundaki şu sözleri hala unutulmadı:
Ben kesin ve sağlam popüleriteye değer veririm—iyi insanların iyi
hareket için besledikleri hürmete. Lâyık olmadan kazanılan ve suç işlemeden
kaybedilen köpük popüleriteden nefret ederim.... Otuz senedir senatörüm....
Zaman zaman peşin hükümler neticesinde teşekkül etmiş kanaatlere ve seçmenlerimin
ilk
düşüncelerine karşı geldim. Fakat bunu yaparken, beni anlayacaklarına ve
hareketlerimi hakkaniyet ölçülerine göre değerlendireceklerine daima güven
besledim—ve bu yüzden de hiç bir
zaman hayal kırıklığına uğramış değilim.
Randolph'un
karşı geldiği pek çok şeyleri Kentucky Senatörü Henry Clay hararetle
savunuyordu. Birincisi bir gün ikincisinden şöyle bahsetti: "Clay'in
gözleri Cumhurbaşkanlığına dikili—benimkiler de onun üzerine.’’
Randolph, statüko'yu muhafaza etmek isteyen onsekizin- ci asır Virginia
centilmenini sembolize ediyor; Clay ise, Amerika'nın, kıtanın batısına doğru
sınırsızca genişlemesini ve reform
hareketlerini savunuyordu. Tarih, coğrafya ve ekonomi, tabiatıyle, Clay'dan yana idi. Kentucky’li Clay de iyi bir
nüktedandı. Bir gün kendisine takdim edilen bir hanım, kendilerinin daha önce
tanışmış olmalarına rağmen, Senatörün, kendisinin adını hatırlamadığını
belirtince, Clay'in cevabı şu oldu: "Hayır, zira yıllarca önce tanıştırıldığımız
vakit, ben, hayran kaldığım güzellik ve başarılarınızın size kendi adınızı
değiştirmeğe zorlayacağına emindim." (Clay,
bu sözüyle, kadının bir gün evlenerek kocasının adını almış olacağını söylemek
istiyordu.)
Clay,
maamafih, cazibeli olduğu kadar, haşin de olabiliyordu. Bir gün Senatoda uzun
ve cansız bir nutuk irad etmekte olan General Alexander Symth, Clay'e dönerek
dedi ki: "Efendim, siz şimdiki nesillere hitap ediyorsunuz, ben ise
gelecek nesillere.” Clay, oturduğu yerden cevap verdi: "Doğru, ama siz
dinleyicilerinizin bu salonda görünmelerine kadar konuşmaya azmetmiş
gibisiniz.”
Bir diğer gün
Massachusetts Senatörü Daniel Webster'le Washington’daki National Hotel’de otururlarken önlerinden
bir sürü katır geçti. (Kentucky’nin katırları meşhurdur.) Webster, "Bak,
Clay,” dedi, "senin seçmenlerin geçiyor.” Clay cevap verdi: "Her
halde Masssachusetts mekteplerinde ders vermeğe gidiyorlar.”
Henry
Clay'in, John Randolph’un dediği gibi, Cumhurbaşkanlığında gerçekten gözü
vardı. Fakat o, bu mevkii ele geçirmek bahasına da olsa, prensiplerinden
ayrılmayı düşünmüyordu. Kendisine bu katı tutumunun Cumhurbaşkanlığına mal
olacağı hatırlatılınca, kitaplara geçmiş şu mağrur
cevabı verdi: "Efendim, düşündüklerim hakkında her şeyi söyleyeceğim ve
hiç bir şey için taviz vermeyeceğim. Cumhurbaşkanı olmaktansa haklı olmayı
tercih ederim.
Clay'in kamçısını hissedenler arasında Pennsylvania Senatörü James
Buchanan da vardı. (Buchanen, 1857-186l’de Cumhurbaşkanlığı yaptı.) Clay, onu,
1812 de Ingilizlere karşı girişilen harpte korkaklıkla itham etmişti. Buchanan
ise, Baltimore şehrinin savunmasına koşan birlik arasında kendisinin de
bulunduğunu söylüyordu. Senatonun zabıtları, iki senatör arasında şöyle bir
konuşma geçtiğini gösteriyor:
MR. BUCHANAN: "Doğru, ben oraya vasıl olmadan
önce İn- gilizler çekilmiş olduklarından, bilfiil çatışmaya katılmadım.”
MR. CLAY: "Ama Baltimore doğru
yürüdünüz."
MR. BUCHANAN: "Evet, efendim.”
MR. CLAY: "Tam teçhizat.”
MR. BUNCHANAN: "Evet, tam teçhizatla.”
MR. CLAY: "Fakat siz şehre gelmeden İngilizler
çekilmişlerdi.”
MR. BUCHANAN: "Evet.”
MR. CLAY:
“Pennsylvania'lı Senatör bize, kendilerinin cesaretle Baltimore'un yardımına
koşması neticesinde mi İngilizle- rin çekildiğini, yoksa İngilizler çekildikten
sonra mı Baltimore' in yardımına koştuklarını lütfen söylerler mi?”
Biribirinden apayrı fikri
kutuplan temsil eden Clay ve Randolph'ın sık sık çarpışmaları kadar tabii bir
şey olamazdı. Onların bir gün Washington'un dar bir kaldırımında
karşılaştıkları söylenir. Clay, mağrur bir eda ile, "Efendim, ben bir
çapkın için kaldırımdan inmem," demiş. Randolph, bunun üzerine, derhal
kaldırımdan çamurlu yola inmiş ve demiş ki: "Halbuki ben her zaman inerim."
(Bazılarının dediğine bakılırsa, son sözü Clay söyledi.)
Randolph, bir gün hakaret dolu
kelimelerle Clay'a hücum edince, ikincisi onu düelloya davet etti. Randolph'un
kabul etmesi neticesinde, 8 Nisan, 1826 günü iki hasım politikacı karşı
karşıya geldi. (İki taraf da, şahitlik etmesi için Senatör Benton'un
bulunmasını istemiş, ve Senatör Benton da, daha sonra fevkalade bir üslûpla
düelloyu anlatmıştı.)
Taraflar
yerlerini aldıktan sonra, Randolph’un tabancası vakitsiz patladı, ve Clay de,
kahramanca bir eda ile, Randolph'tan, ikinci bir tabanca almasını istedi.
Karşılıklı ilk atışta hiç biri isabet kaydetmedi. İkinci atışta, Clay' in
kurşunu Randolph'un ceketini delerek geçti. Sıra Ran- dolph'a geldiği vakit,
Virginia'lı, kasden Clay'in başı üzerinden havaya ateş etti. Kentuckly'li
Clay, bunun üzerine derhal Randolph'a doğru yürüyerek elini sıkmak istediği
vakit, Randolph'un ilk sözü şu oldu: "B. Clay, bana bir ceket borcunuz
var."
Gerçi Randolph, Andrew Jackson'u
desteklemiş ve onun Cumhurbaşkanı seçilmesinde faydalı olmuşsa da, Cumhurbaşkanının
eyalet hakları konusundaki görüşleri Randolph unkilere taban tabana zıt
olduğundan, er veya geç biribirinden kopmaları mukadderdi. O yıllarda güney
eyaletlerinden South Caroline'de isyan çıktı. Cumhurbaşkanı J ackson'un,
isyanı bastırmak üzere federal birlikleri göndereceği söylentileri ağızlarda
dolaşıyordu. Virginia valisi (ki Randolph'un "adamı" idil,
Cumhurbaşkanına bir mektup yazarak, ordu, bir güney eyaleti olan Virgina'dan
geçmek istediği takdirde, birliklerin, kendisinin (valinin) ölmüş vücudü
üzerinden yürüyerek geçmek zorunda kalacaklarını söyledi. (Vali, bu sözüyle
sonuna kadar çarpışacağını ima etmek istiyordu.) Cumhurbaşkanı Jackson, valiye
gönderdiği mektupda şunları yazdı:
"Eğer
Birleşik Amerika ordusu birliklerinin Güney Ca- rolina'ya gitmesine lüzum
ihtiyaç hissedilirse, ordunun başında, Başkumandan sıfatiyle ben bulunacağım.
Onları en kısa yoldan yürütmek vazifem olacaktır. Pek muhtemeldir ki, ordu,
Virginia'dan geçecektir. Bundan böyle, siz eyaletin Valisi olarak, birliklerin
kendi ölmüş vücudunuz üzerinden geçmesini lüzumlu kılacak olursanız, iki
kulağınızın daha önce benim tarafımdan kesilip götürüldüğü anlaşılacaktır."
New York'un
kurnaz politikacısı Van Buren' (ki sonraları Cumhurbaşkanı oldu: 1847-1851),
Cumhurbaşkanı Jac- son ile Senatör Randolph arasındaki farklı görüşleri iyi
sezdiğinden, Virginia'lının Rusya'ya elçi gönderilmesinde aracılık etti.
Randolph, Rusya'da pek fazla kalamadı, hastalandı, ve Amerika'ya döndü.
John
Randolph, 1833 senesinde Philadephia'da ölümü beklerken (veremdi), kendisi gibi
şahaser kabiliyetlere sahip birinin, "bir şey için"den ziyade, daima
"bir şeye karşı" savaşmanın kendisine ne kazandırdığını belki de
düşünüyordu. Öte yandan, ihtimal ki, bir nutkundaki şu sözlerini de
hatırladı: "Hayat, hayatın yüklediği vazifeler kadar önemli
değildir,"
IV
Gerçek bir nükte çok defa, düşünülen, fakat hiç bir
zaman gerektiği gibi ifade edilemiyen hal ve durumları, gönlümüze göre
giyindirip kuşandır- maktır.
Alexander
Pope
Hiciv bir testere gibi değil, kılıç gibi olmalı; kes-
meli—parçalamamalı.
Jonathan
Swift
Nükte eğitim
görmüş küstahlıktır.
Aristo
k merikan
politika sahnesinde ondokuzuncu asrın ilk yarı- -^•sında, gördüğümüz gibi,
başarılı bir hayli nükte ve hiciv üstadlan göründü. Fakat onların sahneyi
terketmesiy- le, nükte yoluyla politika merdiveninde tırmanmak isti- yenlerin
sayısı hissedilir şekilde azaldığından yerleri boş kaldı. Diğer taraftan,
İngiltere Parlamentosunda ise, nükteden çuvaldızlar, onyedinci asırdan
itibaren İngiliz politikasının âdeta organik bir parçası halini aldı ve günümüze
kadar uzandılar. Muhterem İngiliz "centilmen”leri bi- ribirlerini,
derinden dişleyen nüktelerle, hakaret dolu sözlerle, devamlıca hoşlamaktan
daima zevk duydular. Ma- amafih, böylesine hakaretli hücumları en iyi başaran
İn- gilizler arasında dahi, Irlandalı şampiyonlarla aşık atabilecekler pek
görülmedi.
Buyurun,
Daniel O'Conner'in, 1835 te Dublin'de bir işçi sendikası kongresinde, o
çağların İngiliz politik sahnesinde süratle parlamağa başlıyan Benjamin
Disraeli hakkın- daki sözlerini okuyalım (O'Conner'in Disraeli'nin adını
"D' lsraili" şeklinde heceliyerek de hicvettiğine dikkatinizi çekmek
isterim) :
...O halde
ben D'Israeli'nin bir Yahudi hafidi olduğunu söylerken onu lekelemeyi aklımdan
bile geçirmediğim besbelli. Ya- hudiler bir vakitler Allahın sevgili kulları
idiler. Fakat, onların arasında da habis ve sefil insanlar vardı; ve şuna
kimsenin şüphesi olmasın ki, D'Israeli'nin atası bu habis ve sefil insanlardan
biriydi. [Kahkahalar] O, günah ve suçlarına tövbe etmediği, nedamet duymadığı
için, çarmıha gerilerek öldürülen hırsızın bütün vasıflarını da taşıyor.
[Kahkahalar]. Ve ben artık o sefil hırsızın adının da D'Israeli olduğundan
şüphe etmiyorum. [Kahkahalar]. Evet, D'Israeli bu sefil hırsızın sülâlesinden
geldi. Şimdi, onun kimliğini böylece tayin ettiğimize göre, çarmıha gerilerek
öldürülen o dinsiz imansız dilenciyi dahi ben artık affediyorum. [Sürekli ve
sesli alkışlar, kahkahalar].
Gerçi, O'Conner'in hücumu
zalimce idi, ama onun kış- kırtılmadığını hiç de iddia edemeyiz. Disraeli,
Radikal partinin namzedi sıfatıyle üç defa mebus seçimlerine katılmış, ve
muayyen bir kısım halkın reylerini temin için de Irlandalı bu politik
kışkırtıcı ve ünlü hatip O'Conner'- den tavsiye mektubu almıştı.
Disraeli,
Sheridan gibi, politika hayatı boyunca partili bir insan olarak kalmanın
güçlüklerini idrak etmekle beraber, gözlerini diktiği zirveye bir radikal
olarak erişemi- yeceğini anlamış, iki büyük partiden (Tory, muhafazakar veya Whig, liberal) birine intisap etmekten başka
çare kalmadığını gömüştü. Böylece, kendisini üç defa desteklemiş Radikallerden
ayrılarak Muhafazakar partiye katılmış, ve bu partinin namzedi olarak da
kendisine Parlamentoda bir sandalye temin etmeğe muvaffak olmuştu. Seçim
mücadelesi sırasında da O'Conner'den “hain” diye bahsetmesi, alev püsküren
ağızlı Irlandalının hışmına uğraması için yeterli idi.
O'Conner'la kılıç şakırdatmak, gerçekten, her babayiğidin harcı değildi.
Devrin tanınmış şahsiyetlerinden Sidney Smith, "O'Conner'la
alış-veriş yapmanın tek yolu, onu, dimdik bir şekilde daracağına asıp altında
bir heykel dikmektir," demişti.
Tory
partisi, umumiyetle, toprak sahibi aristokratlardan oluşmuştu; hanedanlık ve
kiliseye en fazla sadakat gösteren onlardı. Whig'Iiler ise, genellikle, iş ve
şehir hayatını temsil eden aristokratlardı.
Muhafazakar partiye,
"Muhafazakar bir hükümet teşkilatlanmış bir riyakarlıktır," diye
hücum eden Disraeli'nin siyasi kaderini bu partiye bağlaması, pek üstün
vasıflara sahip bu adamın hayatındaki gerçek çelişkilerden sadece bir tanesi.
Tarihçi ve psikologlar onun hayatını tetkik ederlerken bu tenakuzlar üzerinde
de dururlar. Gerçekten, te- zadlarla dolu bir hayattı bu. Yahudi asıllı
olmasına rağmen Hıristiyanlığı kucaklamıştı. Yeni dinini tamamen benimsemekle
kalmamış, bir vakitler "ölü bir mitoloji" diye vasıflandırdığı
Anglikan kilisesinin müdafaa görevini de
yüklenmişti. Hayatının anlaşılmıyan bir diğer tarafı da, kitap ve nutukları
skeptik vecizelerle dolu bu sinikal romancı, bu merhametsiz politikacı,
"Ben bir kadının evlenmesi gerektiğine her zaman inanıyorum—ve bir
erkeğin ise hiç bir zaman," demesine
rağmen, nasıl oluyor da, kendinden onbeş yaş büyük bir kadınla evleniyor, ve hayatının
sonuna kadar hakikaten son derece anlayışlı, müşfik ve mesut bir aile
kurabiliyordu!
Disraeli, O'Conner'in Dublin
nutkuna cevap verdi, ve hem onu hem de oğlunu düelloya davet etti. CO'Conner,
daha önce birini bir düelloda
öldürmüştü.)' Teklif kabul edilmeyince, Disraeli, bir nutkunda O'Conner'e hücum
etmekle yetinmedi, The Times
gazetesinin "okuyı;cu mektupları"
sütununa şu mektubu gönderdi:
"O [O'ConnerJ, cesarete
lüzum hissettirmeyecek her suçu irtikap etti. Doğru, ben bir Yahudiyim, ve
muhterem centilmenin ecdadı, kimsenin bilmediği bir adada [İrlanda] vahşi bir
hayat sürerken, benimkiler Süleyman'ın mabedinde dini liderlerdiler.''
Bir Yahudi
ailesinde dünyaya gelen Disraeli (1804), on iki yaşındayken .Anglikan
kilisesinde vaftiz edildi. Babası agnostik (Allahın mevcudiyetinin
bilinemiyeceğine inanan felsefe mensupları) bir insandı. Mensubu olduğu Havrada,
bekçi olarak hizmet etmeyi reddedince, havra yöneticileri kendisinden 40
sterling ceza istemişler, ve o da bunun üzerine havra ile bütün ilişkilerini
kesmişti. Hıristiyan bir dostunun teşvikiyle de oğlunu kilisede vaftiz ettirdi.
Disraeli,
Sheridan gibi, mektepten nefret etti: "Mektebin en bedbaht öğrencisi
bendim. Mektepten, gençlik çağımın bu karanlık yıllarında, dünyadan nefret
ettiğimden de fazla nefret ettim.” Yahudi asıllı olduğu için küçük Disra-
eli'nin, mektep arkadaşlarının alay ve hicivlerine maruz kaldığından şüphe
edilemez; çünkü gizlice boks dersleri aldı, ve ondan sonra da, kendisine
yöneltilen hakaretlere yumruğuyla cevap verdi.
Disraeli, ilk mektebi bitirdikten sonra resmî eğitimine devam etmedi. Bu, maamafih, kendi kendini
yetiştirerek avukatlık imtihanını kazanmasına engel teşkil edemezdi. Ne var ki, yirmi bir yaşında iken, "bir avukat
olamıyaca- ğıma karar verdim.” Avukatlık mesleğini şöyle tarif ediyordu:
"Mütemadiyen aşikar üzerinde duran, daima belirliyi izah etmeye çalışan,
durmaksızın herkesin bildiğini söylemekte ısrar eden meslek.” Daha sonra
matbaacılık yaptı, ve burada da başarısızlığa uğrayınca roman yazmaya başladı.
Artık kendine uygun bir "meslek" bulmuştu; kısa bir zaman sonra
devrinin en haşarılık müelliflerinden biri oldu. Buna rağmen, kitaplar hakkında
da sinikal bir görüşü vardı: "Kitaplar öldürücüdür. Kitaplar beşer ırkının
lanetleridir. Mevcut kitapların onda-dokuzu saçmadır, ve okunabilecek kitaplar
da bu saçmalığı ispat eden leridir." Başka bir zaman, "Kitap okumayı
arzu ettiğim vakit, öğrenmek istediğim konu hakkında kitap yazarım,” dedi.
Romanlarından
birinde kahramanına, "Ben kötü şarabı
tercih ederim,” dedirtir. "İnsan iyi şaraptan bıkıyor." Yine
kendisinin, "Başarıya ulaşıncaya kadar herkesin kibirli olmağa hakkı
vardır,” sözüne sadık kalarak, gençliğinde, giyinişi ve hareketleriyle
takındığı yapmacık tavırlar romanlarının hayali karakterlerininkileri de
geçti. Cebelitarık Boğazını geçerken izlenimlerini şöyle anlatıyordu:
"Ben bu boğazı iki defa, iki ayrı bastonla geçen insan olarak şöhrete
ulaştım—Sabah başka bir bastonla, akşam başka bir bastonla.... Bu sihirli
değneklerin gerçekten şaheser tesirleri oluyor. Aynca, bastonumun bile son
derece kıskandığı bir yelpazem de var."
Cebelitarık’tan Malta'ya geçen
Disraeli şunları yazdı: "İnsanları idare edebilmek için ya onlardan daha
başarılı olmak gerekir, veya onlarda.n nefret etmek.... Burada yapmacık
hareketler, nükteden de tesirli oluyor. Dün tenis kortunda, yabancılar
arasında tribünlerden oyunu seyrederken, top hafifçe bana çarptı ve
ayaklarımın ucuna düştü. Topu yerden aldım, ve bulunduğu yerde kaskatı duran
silahlı inzibat erine, hayatımda hiç top atmadığımı söyleyerek uzattım, ve topu
sahaya fırlatmasını rica ettim. Bu vaka bugün bütün subay kulüplerinde muhavere
mevzuu oldu."
Bu yapmacık hareketler, Disraeli
için bugünkü deyişiyle, bir çeşit "halkla-münasebet" yerine
geçiyordu. Bununla beraber, onun bu neviden hareketleri daha ziyade düşman
kazanmasına yol açtı ve "o Allahın belası küstah Yahudi çocuğu” bir daha
subay kulüplerine davet edilmedi.
Giyinişinde ve saçlarını
tarayışındaki ifratı, ve nükteleri Disraeli'nin Londra sosyetesinde tanınmasına
ve kendisinden bahsedilmesine vesile olduysa da, aleyhinde söylenenler
arasında senelerce peşini bırakmıyanları ve siyasi sahnede ilerleyişini
geciktirenleri de vardı.
Parlamentoya
seçilmeyi arzu ettiği ilk yıllarda, Disraeli, Radikal partinin bir namzedi
olarak, Muhafazakar ve Whig
partililer aleyhinde şunları söylüyordu:
"Ben, karşınıza, hiç bir
partiye mensup olmıyan biri olarak çıkıyorum.... İngilizler, politik
sloganlardan, Whig ve Tory partililerin yanıltıcı ve şaşırtıcı
sloganlarından kendinizi uzak tutunuz. Büyük ve milli bir parti kurunuz. İngiltere’yi,
yaklaşmakta olan tehlikeden ancak böyle bir parti kurtarabilir.”
Kendisini kıyafet değiştirmiş
bir Muhafazakar olmakla itham edenlere şu cevabı verdi: "Kıyafet
değiştirmiş bir Muhafazakara en yakın partili, iktidara geçmiş [Liberal] Whig'tir."
Conisby adlı romanında
tipik bir politikacı şu görüşleri ileri sürer:
Taper, "Ben dinin lüzumunu
müdafaa edenlerle tamamen hemfikirim," dedi. "Çünkü, bu hiç bir şey
ifade etmez. İnsanlar başarılı oldukları takdirde, dinin, ticaretimize zerrece
zararı dokunmaz.”
Taper, "Benim anlayışıma
göre, ‘Sıhhatli bir Muhafazakar hükümet' şöyledir," dedi. "Whig ölçülerine göre yaratılmış
Muhafazakarların kurduğu bir hükümet.”
İşte bu
sinikal adam Muhafazakar partiyi tamamen değiştirecek, onun en sadık bir
hizmetkarı olarak, İngiltere' nin ilk modern parti teşkilatını kuracaktı. Tıpkı
Sheridan gibi, partilere tiksinti duyarak siyasi hayata atılan bu adam, daha
sonra Churchill'in de yaptığı gibi, partisini dahi değiştirecekti. İlk
romanlarından Vivian Gray'de
şunları yazdı: "Bir siyasi partinin irtikap edemiyeceği kötülük ve
hıyanet olamaz.” "Siyasi dönek” Disraeli, siyasi dönekler hakkında şöyle
diyordu: "Belki dini dönekler dışında, siyasi dönekler kadar arkalarından
koşulan insan yoktur.”
Bir seçim nutkundaki sözleri,
politikacıların düşünce ve kanaatlerini apaçık belirtiyor: "Efendiler,
reylerinizi istemek üzere siz seçmenler karşısına çıkan namzetlerin hepsi,
zerrece şüpheniz olmasın, çeşitli duygu ve etkiler altında bu işi yapıyorlar.
Ben de, bu neviden hislerle karşınıza çıktığımı itiraf edeyim. Bu hislerimin
neler olduğunu siz- lere de söyliyeyim: Ben şöhrete aşığım. Halk arasında itibar
kazanmak, memleketin gözleri üzerime dikilmiş olarak yaşamak en büyük
emelimdir; ve benim gibi, hayata zor- 1 uklarla
başlayan bir kimsenin böyle yüce gayeler peşinde koşabilmesi de gerçekten ne
şaheser bir şey!”
Disraeli, hiç bir partiye mensup
olmadan, parti disiplini altına girmeden şöhrete ulaşılamıyacağını biliyordu.
Sheridan, partisinin disiplini altına girmek istememiş ve bunun için hakkı olan
liderlik mevkiine yükselememişti. Disraeli, aynı başlangıç noktasından
hareketle, bir defa karar verip Tory (Muhafazakâr) partisine intisap ettikten
sonra, kendisini disiplin altına sokmasını bildi.
Benjamin Disraeli, Avrupa’dan
gelen kozmopolitlik ve liberalizm akımına karşı İngiliz yaşayışının savunucusu
sıfatiyle ortaya çıktı. Muhafazakâr partiye mal edeceği politik programda,
"İngiliz centilmenleri,” toprak sahibi aristokrasi, ve 1867 de kendi
getirdiği refo^ kanunu ile geniş haklar tanıdığı şehirlerdeki yeni işçi sınıfı
ile ittifak kurmak istedi ve oldukça da başarılı oldu.
Bir
nutkunda muhafazakârlıktan ne anladığını şöyle ifade ediyordu:
İngiliz cemiyetinin temeli Eşitliğe dayanır. Fakat burada
şu farkı gözden uzak tutmamak gerek: iki çeşit eşitlik vardır; eşitlik vardır,
her şeyi, herkesi aynı düzeye indirir ve yıkar; ve eşitlik vardır, yükseltir ve
yüceltir. İngiliz kanunlarına hayat veren bu ikinci eşitliktir, bu
ulvi, bu ilahi eşitlik. Birinci tür eşitlik bayağıdır, dünyevîdir—insanı
diğerleri önünde iki büklüm ettiren bir bayağılık. Bu eşitlik kimsenin
imtiyazlı mevkie yükselmesini istemez. İngiliz eşitliğinin esası
ise, herkesin imtiyazlı mevkie yükselebilmesidir. Böylelikle, Kralımızın en
sefil uyruğu dahi büyük ve önemli imtiyazları eline geçirebilme hakkına
sahiptir. Bir İngiliz, ne kadar mütevazi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya
gelirse gelsin, kaderinde ister sapan koşmak ister tezgâh başında oturmak
bulunsun, bütün mirasların en asiline, vatandaşlık haklarına sahip olma
asaletiyle dünyaya gelir: hür olarak dünyaya gelir, hukuki haklarına sahip
olarak dünyaya gelir, mülk edinme hakkına sahip olarak dünyaya gelir. Onun
erişemiyeceğini düşündüğü bir mevki yoktur; hizmet etmeğe mecbur olduğu
efendileri yoktur; kanunları çiğneyip kendisini vatandaşlık haklarından mahrum
ederek hapsedecek hâkimler yoktur.
İngiliz vatandaşının elindeki bu hak ve imtiyazlar, Kral,
Lordlar ve Avam Kamarası kadar değerlidir; ve ancak teorik ve pratik hürriyet
prensiplerine göre yetiştirilmiş bir millet bu enstitüleri muhafaza edebilir.
İngiliz eşıtliği vatandaşına yükselebileceğini söyler; Fransız eşitliği ondan
kendi kendini küçültmesini ister. İngiltere'de vatandaştan bir
hürmet ve ilham kaynağı olması istenir; Fransa'da ise halkın kıskançlık veya
alay hislerini üzerinde toplamaması için dikkatli davranması.
İngiltere kanunları vatandaşına, kendisinde kütleler üzerine
çıkabilecek kabiliyet varsa, bunu kullanabilmesi tçin, kanunlar önünde eşit
olduğunu söyler; Fransız kanunları, vatandaşlarına, diğerlerinin
yükselebilmelerine engel olabilmeleri için eşitlik sağlar. İngiliz eşitliği,
her vatandaşın yükselme arzu ve hırslarını devletin devamlılığı ile birleştiren
bir eşitliktir; Fransız eşitliği ise, vatandaşları fertlere irca etmek
suretiyle devleti bir cemiyet halinde tezlil eden [haysiyet kırıcı] bir
eşitlik. İngiliz eşitliği vatandaşları rasyonellik [makuliyet] ve muhayyile
kudretlerinin birleştirilmesiyle yönetir; Fransız eşitliği ise, kendini çıplak
hülyalara kaptıran, muhayyile ve makuliyeti reddeden bir eşitlik.
İngiltere
anayasası sadece beşeri tabiat üzerine elimizdeki derin bilgiye göre değil,
fakat İngiltere'nin beşeri tabiatı üzerine de kurulmuştur; Fransız anayasası,
sadece beşer tabiatı üzerindeki derin bilgisizlik üzerine değil, Fransız beşeri
tabiatı üzerindeki derin bilgiyi de göz önünde tutmıyan bir anayasadır.
Bundan böyle, İngiltere'deki ihtilallerimiz vâsi ve şiddetli olursa da,
sonunda Anayasamız, daha sağlam ve canlı bir şekilde yerine oturur; Fransa'da
ise, bir isyan hükümeti altüst eder. Bunun neticesinde, yarım asır süren bir
siyasi tecrübeden sonra, en entellektüel beşer ırklarından biri, millet
olabilme vasfını kaybetti; anarşiden, hiç de parlak olmıyan bir despotizme
kayarak inandığı bütün prensipleri reddetti, uğrunda mücadele ettiği bütün
inanışları çiğnedi.
İngiliz
muhafazakarlığının başlıca temel direklerinden Disraeli, "İngiliz halkı”
üzerinde değil, "İngiliz milleti" üzerinde duruyordu:
"Halk"
deyimi tam bir saçmalıktır; politik bir terim değildir. Halk bir cins
yaratıktır; medeni bir topluluk ise bir millettir. Bir millet bir sanat
eseridir—zamanın yarattığı bir sanat eseri. Bir millet tedrici bir şekilde
muhtelif tesirlerin nüfuzu altında yaratılır. O insanların kurdukları ilk
teşkilâtlar, iklim, toprak, din, kanunlar, örf ve âdetler, gelenekler, tarihindeki
fevkalâde tesadüfler ve vakalar, en parlak vatandaşlarının örnek hareketleri
milletlerin yaratılmasında rol oynar. Bu tesir ve nüfuzlar milli şuur ve aklı
yaratır ve asırlar süren bir tekâmül neticesinde de yüksek bir medeniyet
kurulur. Eğer bu faktörlerin tesir ve nüfuzlarıyle vücut bulan politik enstitüleri—ki
her biri kendi kendilerini harekete getiren makinelerdir—tahrip ettiğiniz
takdirde, bir milleti de yıkmış olursunuz Anarşi ve çözülme ânındaki bir
millet de artık halk haline gelmiştir. Bu halk da, anarşi ve çözülmenin
getireceği bütün sefaleti yaşadıktan sonra tekrar kendisine bir cemiyet kurar.
Disraeli'nin Parlamentodaki
ilk nutku adeta felaket idi. Radikaller, bilhassa O'Conner'in Parlamentodaki
adamları sözlerini kesiyor, bağırıyor, ıslık çalıyorlardı. Nutkun, gerçekten
kahince olan son kısımları hariç, hemen hemen ne bir tek kelimesi işidildi ne
de bu sözler zapta geçti: "Pek âlâ, efendim, gerçi şimdi yerime
oturuyorum, ama gün gelecek, ve siz beni dinliyeceksiniz."
Kimsenin işitmemesine,
kimsenin bir şey anlamamasına rağmen, Disraeli'nin bu nutku, bir bakıma, başarı
da sayılabilir. Mebusların Parlamentodaki ilk nutukları çok defa kısadır,
sönüktür, ve nazikçe alkışlandıktan sonra, unutulur gider. Fakat, oyunu
kaidelerine göre oynamaya tutkun İngilizler, Disraeli'nin, her şeye rağmen
cesaretini kaybetmemesini hayranlıkla karşıladı, ona sempati duydular.
O'Conner'in muavini Sheil bile şunları söylemekten kendini alamadı: "Eğer
hitabet sanatının ruhu bir insanda mevcut ise, o ruh bu adamın içindeydi.
Onun, Parlamentonun en iyi hatiplerinden biri olmasını hiç bir şey engelleyemez."
Disraeli'nin kendik-güveni
zamanla arttı, hitabeleri dinlenmeye başlandı. Bu arada, siyasî partiler
hakkında önceleri beslediği düşünce ve kanaatler değişikliğe uğruyordu. O
yıllarda büyük çiftlik sahipleri, Muhafazakârlar, Parlamentodan "Corn
Laws" (Mısır Kanunları) çıkarılması için şiddetli bir mücadeleye
girişmişlerdi. Böylelikle, hariçten ithal edilecek hububata yüksek gümrük
vergileri konacak, ve çiftlik sahiplerinin gelirleri de artacaktı.
Whig partisi mensupları ise serbest
ticaretin veya pek az gümrük vergisi taraftarı idiler. Onlar diyorlardı ki: işçiler
yiyeceklerini daha ucuza temin ettikleri takdirde, Whig’li patronlar fabrikalarının
yürütülmesi için luzumlu ham maddeleri ülkeye daha ucuza sokacak, böylece işçi
ücretlerinin azaltılmasıyle beraber ihraç mallarının fiyatları da artacak.
Gümrük duvarlarının
indirilerek serbest ticaretin teşvik edilmesi Disraeli'den
önce de temel meselelerden biriydi, ve günümüzde
de her ülkeyi meşgul eden ana
davalardan biri. Genç Winston
Churchill'i partisinden istifa ettiren sebep de bu Mısır Kanunları
olmuştu. Muhafazakar lider Joseph Chamberlain, bir gün Parlamentoda
koruyucu iktisadi politikayı ve yüksek gümrük duvarlarını savunurken, Churchill,
Muhafazakar sıralarındaki
yerinden kalktı, karşı tarafa yürüdü ve Liberaller arasına oturdu.
Disraeli'nin
Parlamentodaki ilk yıllarında Muhafazakar lider Sir Robert Peel idi.
Whig'liler iktidarda ve kandi partisi muhalefette iken, Sir Robert, zerrece taviz vermeyen bir koruyucu idi. Partisi ezici bir
çoğunlukla iktidara geçip kendisi de başvekillik koltuğuna oturduğu vakit,
önceki kanaatlerini—samimi olarak—değiştirdi. Partisinin diğer mebuslarının da bu
yeni prensiplerini kabulleneceklerini umdu. Disraeli, Peel'in yön
değiştirmesi üzerine Parlamentoda şunları söyledi:
Biz gerçi,
yumuşatılmış ticarî prensiplerin hayranıyız. Bununla beraber, politik
prensiplerin gevşetilmesinin son derece tehlikeli neticeler husule getireceğini
de belirtmeliyiz. Bundan böyle, benim tavsiyem—serbest ticaret hakkındaki
düşüncelerimiz ne olursa olsun—serbest politikanın Parlamentoya sokulmasına
muhalefet olmalıdır. Herkes, kim olursa olsun, yanlış veya doğru, kendisini
yükselten prensiplere sarılarak aramıza çıksın.... Bunun içindir ki, büyük bir
şahsiyet fikir değiştirdiği için onu alkışlamayalım, ve onunla birlikte, kendi
şahsî fikirlerimizi de değiştirerek, onun arzu ettiği siyasî mükâfatı
kendisine vermeyelim. Hepsinin üstünde, partiler arasındaki bariz ayrılış
noktalarını muhafaza edelim. Unutmıyalım ki, âmme hizmetindeki insanların faziletli
ve Parlamentonun kuvvetli ve tesirli olabilmesi, partimizin tutumu ne olursa
olsun, kendi şahsî bağımsızlığımızı korumakla mümkündür.
Böylece, bir partinin ilan ettiği prensipleri terkedip terk edemeyeceği
meselesi yüzünden, Muhafazakar partinin önemsiz ve sevilmeyen bir üyesi,
Benjamin Disraeli, İngii- tere'nin en kuvvetli adamı, Başvekil Sir
Robert Peel'i yıkacak ilk yumruğu indirmiş oldu.
Disraeli'nin nüktelerindeki
parlaklık, siyasî hayatının hiç bir devrinde, Başvekil Peel'e yöneltilmiş
hücumlann- da göründüğü kadar belli olmamıştı. Peel, politik kudretin
zirvesine erişmişti; sadece muhalefete değil, kendi partisinin huysuz ve
inatçı üyelerine de haşin davranıyor, kırbaç sallıyordu. Bundan böyle,
Disraeli, "Muhterem Baron, nefsinde beslediği nezaketi sadece kendini
destekleyenlere gösteriyor," dediği vakit, Muhafazakar mebuslar kahkahalarını
tutamadı. Peel, soğukkanlılığını kaybettiği vakit Disraeli dedi ki: "
...popüler bir mecliste, zaman zaman haşin bir centilmenin rolünü oynamak
lüzumludur." Daha sonra, Muhafazakâr üyelerden, liderlerinin yapmacık
hisleri karşısında dehşete kapılmamalarını istiyor, ve Başvekile de, fikirleri,
husumetle değil dostça karşılamasını tavsiye ediyordu. Sabn tükenen Peel
nihayet ayağa kalktı, ve bu eşek arısını tamamen yok etmek niyetinde olduğunu
açıkça belirterek dedi ki:
“O, Kamaraya, içimdeki kızgınlığın tamamen
yapmacık olduğunu söylemek hakkını kendinde buluyor... bilakis, onun hakkını
vereceğim; ben kendilerinin kızgınlık hisleri duymalarında... tamamiyle samimi
olduğuna inanıyorum. Muhterem centilmen, düşmanca bir teklifi desteklemekte
tamamen serbesttir, fakat bunu dostane hislerle yaptığını söylemesin:
"Sen bana samimi, dürüst ve
erkekçe bir düşman ver, Cesur olsun—belki onun yumruklarına cevap verebilirim!
Fakat Allahım, gönderebileceğin bütün afetler arasında, Kurtar beni, kurtar
beni, samimi arkadaştan.”
Başvekil
Peel, bu sözleriyle, politik hayatının tamir edil- miyecek büyük bir hatasını
işliyordu. George Canning adlı mebus-şairin sözlerini iktibas etmesi büyük bir
hata idi. Canning, bir vakitler Peel'in arkadaşı idi. Fakat Peel, İngiliz
Katoliklerinin haklan konusunda Canning'e karşı şiddetli bir savaş açmış—ve
Canning'in ölümünden sonra da onun fikirlerini benimsemişti! Disraeli, Peel'in
bu hücumuna o gün cevap vermedi. İyice hazırlandıktan sonra, nihayet, Peel'in
Whig partisinin prensiplerini kucaklamasını şu sözlerle kınadı:
Muhterem
centilmen, Whig'lileri banyo alırken yakaladı, ve onların elbiselerini alarak
kaçtı; onları liberal durumlarını saklayamayacak şekilde çırılçıplak bıraktı.
Ne var ki, şimdi kendileri, bu liberal kisveye bürünerek su katılmamış, çekirdeğine
kadar bir Muhafazakâr olarak karşımıza çıkıyorlar.
Disraeli'nin
bu sözleri, Peel hariç, bütün Parlamento tarafından kahkaha ve alkışlarla
karşılandı. Disraeli sözlerine şöyle dev^n etti:
Eğer, Muhterem Centilmen, sağ kanadındaki bir üyeyi azarlamayı kendi
şahsi menfaatlerine uygun görüyorsa, belki biz bunu hak ettik. Yalnız, Muhterem
Centilmen, muarızlarını küçük düşürmek için çabalamayı bırakıp, sadece
iktibasa dayanırsa eline, daha güvenilir bir silâh geçirmiş olur.
Muhterem Centilmen, böyle bir tartışmada, büyük bir ismin kalkanına
sığınmanın, ismin yaratacağı tesirin, elektriki tesirin değerini iyi biliyor.
Kendileri, büyüklük payesine erişmemiş bir yazarın sözlerini hiç bir zaman,
sevilmiyen bir yazarın sözlerini de hazan ağzına almazlar. [Disraeli burada
biraz durakladı, Parlamento yumruğun inmesini bekledi.] Meselâ, Can- ning.
Canning, eminim, Avam Kamarasında his ve duyguların tesiri altında kalmaksızın
ağıza alınamıyacak bir isim. Biz hepimiz, hiç olmazsa çoğumuz, onun aramızdan
vakitsiz ayrılışına üzgünüz; ve biz hepimiz onun prejödilere [peşin hükümler]
ve ulvi vasatlıklara karşı—azimkâr düşmanları ve samimi dostlarıyle
birlikte—giriştiği şedit çarpışmaları hayranlıkla seyrediyorduk.
Muhterem
Centilmen, böylesine büyük ve hürmet edilir bir otorite ile dokümente edilecek
bir sözün büyük bir gerçeği aksettireceğine emin olabilirler. Meselâ, B.
Canning'in yazdığı ve Muhterem Centilmenin de iktibas ettiği arkadaşlık üzerine
mısralar! Ana fikir, şair, ve hatip—ne ulvi bir manzara! Bu parçanın
tartışmadaki tesiri asla inkâr edilemez; ve şayet bu sözler bana hitaben
söylenmiş olsaydı, benim yapabileceğim tek şey, Muhterem Centilmeni sadece
keskin hafızası için değil, cesur vicdanı için de tebrik etmek olurdu.
Disraeli'nin nutku öylesine
alkışlarla karşılandı ki, Peel, nihayet kendisini toparlıyarak cevap vermek
üzere ayağa kalktığı vakit, uzun müddet sessizce ayakta durup alkışların
dinmesini beklemek mecburiyetinde kaldı.
Disraeli'yi Peel'le kılıç
şakırdatmaya sevkeden sebeplerin ne kadarının onun samimi inanışlarının, ne
kadarının Peel'e karşı beslediği şahsî husumetten ileri geldiğini kes-
tirebilmek zor. Çünkü, bir vakitler Peel'e mektup yazarak kabinede sandalye
istemiş, ve Başvekil tarafından da oldukça kaba bir şekilde reddedilmişti.
Bunun Disraeli üzerindeki tesiri gerçekten sarsıcı olmalıydı ki, karısı,
Peel'e gizlice bir mektup göndererek kocasına bir mevki verilmesini rica
etmişti: "Onun bütün ümitlerini yıkmayınız, yaşadığı hayatın boşuna
olduğu hissini onda uyandırmayınız." Peel gene reddetti, ve daha da
kötüsü, yaraya tuz biber ekercesine, Muhafazakar Partinin en genç üyelerinden
Gladstone'u kabinesine aldı. Gladstone'nın kabiliyetleri Disraeli'ninkinin
dünunda idi, fakat birincinin sosyal durumu ve tahsili ikincininkinden
üstündü. Bu faktörlerin Disraeli aleyhine ağır basması, onda, unutamayacağı tepkiler
yarattı.
Disraeli
artık Peel'i devirebilecek bir konuyu ele geçirmişti. Tekrar tekrar üzerinde
durarak hücumlarının dozunu arttırdı. Bazan, Peel'in tarafını tutuyormuş
hissini uyandırıyor, ve Başvekilden koruyucu bir siyaset güdül- mesini isteyen
Muhafazakar üyeleri azarlıyordu:
Muhterem Centilmenin
muhalefet lideri olarak ileri sürdüğü fikirlerle, tahtın başvekili olarak
savunduğu davranışlar arasında farklar bulunduğundan şüphe edilemez. Fakat
artık şu gerçeği hepimiz biliyoruz: Kur yapılan saatlerle ele geçirme arasında
pek fazla tezad bulunmamalı. Muhterem Centilmenin tutumunun farklı olduğu
gerçekten doğru. Ben onun koruyucu iktisat politikası lehinde nutuklar çektiği
zamanları da hatırlıyorum. Onlar işittiğim en iyi nutuklardı. O zamanlar Muhterem
Centilmeni dinlemek, insanı, hakikaten, yüceleştiriyordu: "Ben,
hanedanlığın sıkı fıkı bir dostu olmaktan ziyade, İngiliz centilmenlerinin
lideri olmayı tercih ederim.” Ne şahane sözlerdi bunlar! Günümüzde ise
"İngiliz centilmenleri" sözüne hasret kaldık. [Sürekli alkışlar]. Ama
ne beis! Halk o unutul-
maz hatıralarla avunuyor ya. Bu kelimeler onun ilk aşkıydı. Gerçi artık
kendileri, ateşler içinde yanıp tutuştuğu saatlerde olduğu gibi, o kelimeler
önünde vecde gelip diz çökmeyebilirler; gelgelelim, onun bir vakitler
söylediği sözler bize hâlâ maziyi hatırlatıyor, hâlâ o tatlı günleri
yaşatıyor. O heyacanlı günleri hatırlayarak kendilerini takbih etmeğe çalışmak
faydasız ve mânasız artık; çünkü hepimiz biliyoruz ki, bu gibi hallerde, yani
uğrunda her şeyin göze alındığı sevgili hedef cazibesini kaybettiği vakit,
hislere hitap etmek fayda husule getirmez. [Kahkahalar]... Ve efendim,
önümüzdeki büyük zirai mesele de bu durumdadır. Bir vakitler, herkesin kur
yaptığı, herkesin kendisine bendetmeğe çalıştığı o zirai güzellik artık tekmelenip
atılmak isteniyor. Maamafih, böylesine cazibeli güzeller için tehlike her
zaman mevcut. Biz şimdi işte bu
güzelin hayatında böylesine bir felâkete şahid olmaktayız.... Benim için bu
tartışmaların önemi yok. Size bağlı, isterseniz, aldattığınız bu Parlamentoyu
feshedin, ve artık size itimat etmediğine ka- ani olduğum halkın karşısına
çıkarak güven oyu isteyin. Ben, hiç olmazsa, bir inanışımı açıkça söylemek
fırsatını ele geçirdiğim için memnunum: Muhafazakâr bir hükümet teşkilâtlanmış
bir riyakârlıktır.
O günden
itibaren Parlamento mensupları, Disraeli'nin Peel'e karşı daha da şiddetli bir
savaşa giriştiğini gördüler. Bir vakitler partilere inanmadığını söyliyen bu
adam, şimdi, durmadan dinlenmeden gerçek bir muhalefet partisinin lüzumu
üzerinde duruyor, biribiri ardından bu konuda nutuk üzerine nutuk çekiyordu.
Disraeli, Whig politikasının Peel'inkinin aynı
olduğunu söylüyor, gerçekte Muhafazakarların Whig'li
bir liderin peşinde koştuklarını iddia ediyordu: "Bir lider ki, layık olmadığı
bir mevkii ele geçirene kadar bir partiyi kafese kor ve diğerini yağma eder ve
sonra da haykırır: 'Artık parti meseleleriyle uğraşmayalım, sadece bu mevkide
ne kadar kalacağımızı tayin edelim.' " Hukuki ve demokratik bir
muhalefetin kurulmasını müdafaa eden Disraeli, "Bu işi, yapılması gereken
yolla, hemen ele alalım,” diyordu. "Yani, başımızdaki bu sahtekarlık
hanedanlığının ve resmi despotluğun tahammül edilemez baskısına ve parlamenter
düzenbazlığına son verecek hakiki muhalefeti derhal kuralım."
Böylece
Parlamento 1845 yılı tatiline girdiği
vakit, Peel; gerçi yine iktidarda idi; ama artık her halde, Disraeli'nin aman
vermez hücumları karşısında, önceki yıllarda olduğu gibi, kudreti,
"kudret zevklidir, mutlak kudret mutlakça zevklidir," şeklinde
düsünmüyordu.
Ertesi yıl Parlamento tekrar çalışmağa başladığı vakit, Disraeli,
Peel'in koruyucu politikayı, terkedip, serbest ticareti savunmasını ara
vermeksizin tenkit etti:
Biz onu [Peel] koruyuculuk politikasını zafere ulaştırması için
kendimize lider seçtik; o ise şimdi bizi koruyuculuk siyasetinin cenaze
törenine davet ediyor. [Kahkahalar]. Bundan bilhassa üzülecek, derin matem
tutacaklar elbette Whig'lilerdir. [Kahkahalar]. Bütün suçu vaktinden önce
dünyaya gelmek olan bu günahsız yavruları için ellerinden ağlamaktan başka hiç
bir şey gelmeyecek. [Kahkahalar ve alkışlar]. Fakat bizim çocuğumuz nasıl
gürbüz ve canlı bir yavru idi. Hastabakıcısının onu nasıl okşadığını, nasıl
kucakladığını nasıl unutabiliriz? [Kahkahalar]. Ne güzel bir çocuktu, ne şirin
bir bebekti o! Ne tatlı bir yumurcaktı, nasıl hareketli ve canlı idi! [Kahkahalar].
Evet, bu günâhsız yavru böylesine bir yaratıktı. Allah bize böylesine bir
evlât ihsan etmişti. Fakat hastabakıcı, âni bir vatanperverlik nöbetine
tutularak bebeğin beynini çekip çıkarıyor [kahkahalar] ve derhal aşağı inerek
yavrunun ana ve babasına bu korkunç katli anlatıyor. Hakikati söylemek gerekirse,
hastabakıcı hiç de böyle bir insan değildi. Mazbut, ağır başlı biriydi! İçkisi
yoktu, eğlencesi yoktu. Koruyucu siyaset taraftarlarına son zamanlarda
savurduğu çifteler hariç, hislerini dışarı vuran bir insan da değildi.
Bu cengin neticesi, koruyucu iktisadi politikaya karşı serbest
ticaretin savunulmasından da önemliydi. Mısır Kanunları tasarısının
Parlamentodaki tartışılması süresince Başvekili en kızgın kelimeler ateşinde
kavuran Disraeli'nin gayesi Peel'i devirmek, ve Muhafazakâr partinin dizginlerini
eline geçirerek onu yeni baştan kurmaktı. Disraeli, Peel'i, "Diğerlerinin
zekasını çalan hırsız"' diye tavsif etti. "Böylesine büyük ölçüde
politik bir hırsızlığı irtikap edebilecek bir tek devlet adamı bana
gösteremezsiniz."
Tartışmaların
son gününde Disraeli nutkuna şu sözlerle son veriyordu:
Halkın
artık âmme hayatındaki insanlara zerrece güven beslemediğini biliyoruz. [Sürekli
alkışlar]. Fakat efendim, İngiliz karakterinin ilkel ve devamlı elemanlarının
gene üste çıkacağına imanım var. Şu andaki sarhoşluk hallerinin gece yarısında,
onların, acı duyarak, sıçrıyarak uyanacaklarını söylemek şimdilik belki
faydasız. İktisadî sarhoşluk çağının bahar yeşilliğinde, onlara, sıkıntı ve
meşakkatle dolu bir kıştan bahsetmek boş ve faydasız olabilir. Fakat, önüne
geçilemeyecek karanlık saat gelip çatacak. O zaman halkın, talihsizlikle gevşetilmiş
şevk ve heyecanları yeniden şahlanacak, İngiltere’yi büyük yapan prensiplere
yeniden dönecekler. Biz, sadece, bu prensiplerin, İngiltere’nin büyüklüğünü
idame ettireceğine inanıyoruz. [Sürekli alkışlar]. O zaman, efendim, onlar hiç
de haksız olmıyarak, kendilerini aldatıp yüzüstü bırakanları unutmayacak ve
"iyi bir gaye” için, en popüler prensipler uğruna, İngiltere’nin
hedefleri uğrunda savaşmaktan korkmayan ve utanmayanları hatırlıyacaklardır.
Sir Robert
Peel'in Mısır Kanunları Parlamentoda kabul edildi, fakat aynı gece, aldattığı Muhafazakar
mebuslar tarafından başvekillikten indirildi. Bugün kendisi—şayet
—hatırlanıyorsa—Londra polis teşkilatını kurması dışında, nükte ve hicvin
yıktığı ilk büyük politikacı olarak anılır.
O çağlarda
İngiltere tahtında Kraliçe Victoria oturuyordu. Bin sekiz yüz ondokuzda doğan
Kraliçe, 1837 de tahta geçmiş ve ölümüne kadar (1901) tam 64 yıl hükümranlık
etmiştir. (İngiltere’nin bir diğer meşhur kadın hükümdarı da Birinci
Elizabeth'tir: 1533 yılında dünyaya geldi, diğer bir kadın İmparatoriçenin ardından
[Birinci Maryl 1558 de tahta geçti ve ölünceye kadar [16031 45 yıl saltanat sürdü.)
Kraliçe Victoria, serbest
ticaretin hararetli bir savunucusu idi. Bir gün, önceki Başvekil Stanley'e,
"Disraeli'yi tasvip etmiyorum, Peel'e hücumlarını beğenmiyorum,"
demişti. Bununla beraber, Disraeli, bir müddet sonra, nükteleriyle,
cazibesiyle, Kraliçenin yüzüne karşı söylediği sitayiş- kar sözlerle
Victoria'yı kendi tarafına çekmesini, bu eski düşmanını samimi bir dostu haline
getirmesini bildi. Kraliçe amatör bir yazardı—Disraeli de çağının en iyi romancılarından
biri. Buna rağmen, Başvekil, Kraliçeye hazan şöyle hitap ediyordu:
"Hanımefendi, biz yazarlar ...” veya "Siz, Haşmetlim, bizim edebi
mesleğin de liderisiniz."
Disraeli, devrin ünlü
yazarlarından Matthew Arnold'a şunları söylemişti: "Övülmek istemiyen
yoktur. Ve hanedanlığı methederken de, övgülerinizi mala ile sürmek gerek."
Kraliçeyi memnun etmek için kullandığı taktiği şöyle izah etti: "Katiyen
reddetmem, katiyen yalanlamam, hazan unuturum." Bir başka zaman da dedi
ki: "Gladstone l Liberal
partisi lideri ve Başvekil! , Kraliçeye hitap ederken karşısında bir devlet
dairesi varmış gibi konuşuyor; ben ise, onun, herşeyden önce, bir kadın
olduğunu hiç bir zaman aklımdan çıkarmıyorum."
Siyasi merdivende tırmanmasında
nüktelerinin büyük rolü olmasına rağmen, Disraeli, nüktenin doğuracağı
tehlikeleri de müdrikti; ne zaman geri çekilmek gerektiğini biliyordu. Bir
kitabında der ki: "Ele geçen herhangi bir fırsattan nasıl istifade
edilebileceğinin bilinmesinden sonra, hayatta en önemli şey, ele geçen bir
avantajın ne vakit terkedilebi- leceğini bilmektir." H enriette Temple adlı eserinde de şöyle
der: "Tabiat bize bir ağıza mukabil iki kulak verdi." Kendi
nüktelerini de çok defa önemsemezdi. "En iyi nükte çoğunluktur,"
diyordu. Fakat nükteli ve hicivli çuvaldızlarını da hiç bir vakit terketmedi.
Avam Kamarasındaki bir nutkunda
(1852), yeni Parlamento binalarının mimarı (Avam ve Lordlar Kamaralarından
ibaret Parlamento binaları o yıl tamamlanmıştı) J.W. Henley'den bahsederken,
İngiltere'deki mimari stan- dardların düşüklüğünden Henley ve diğer mimarları
mesul tuttu, Amiral Byng gibi, bir de mimar idam edilseydi, çok daha cazip ve
sanat değeri üstün binaların yapılmış olabileceğini söyledi.
Bir kitabında muhalif parti
lideri Palmerston'dan (iki defa başvekillik koltuğuna otu^nuştu) isim
zikretmeksi- zin şöyle bahsediyordu:
"Sahtekar, sıfın tamamen
tüketmiş.... Bırakın iyi bir şampanya olmasını bir yana, en iyi zamanında bile
bir ga' zozdan başka bir şey değildi. Şimdi ise, boyanmış eski bir pantolona
benziyor. İyice sağırlaştı, gözleri görmüyor ve dişleri de takma—ve hele ağır
ağır konuşmazsa takma dişleri ağzından çıkıp fırlıyacak.”
Bir seçim mücadelesi sırasında
Disraeli’nin müşavirlerinden biri, Palmerston'un, gayri meşru aşk macerası yaşadığını
söyliyerek, bu vakayı onun aleyhinde kullanmasını teklif etti. Disraeli ise
tamamen aksi kanaatteydi; geri tepebileceğini söyledi: "Palmerston halen
yetmiş yaşında. Nutuklannda, hâlâ sıhhatli, hala muktedir olduğunu ispat edecek
olursa, seçimi silip götürür.
Endymion adlı eserinde ise,
Palmerstone’ı, ihtiyar bir Don Juan olarak C"Lord Roehampton”) olarak
tasvir eder, ve "Memleket haricine sürülmüş bir şehzadeden daha bedbaht
bir şey tasavvur edemiyorum,” sözüne, onun ağzından cevap verir: "Ben
ediyorum: gençlik his ve duygularına, ve ihtiyarlık çerçevesine sahip olmak.”
Disraeli,
umumiyetle, kendi vecizelerine göre yaşadı: "Hayat, küçük kalmak için çok
kısa." Fakat onun en iyi anlan hücum ettiği zamanlardı. Önceki Başvekil
Stanley hakkındaki nüktesini daha iyi anlıyabilmek için, İngiliz dahili harbi
sırasında, Rupert adlı bir Alman prensinin, İngiltere tahtındaki
amcası 1. Charles’in yardımına
koştuğunu hatırlamak gerekir. Disraeli, Stanley’den, "Parlamento tartışmalarının
Prens Rupert’i” diye bahsetti. "Giriştiği hücumlar karşısında kimse
dayanamıyor; ne var ki, düşmanın peşini bırakıp geriye, yerine döndüğü vakit,
kendi karargahının düşman eline geçmiş olduğunu görüyor.” Bu nutuktan sonra
Stanley'nin adı "Prens Rupert" kaldı.
Peel’e karşı son derece sert
davrandığı söylenince, Dis- raeli şu cevabı verdi: ‘İhtilaller gül suyu ile
yapılmaz." Diğerlerinin ilgi çekici taraflarına karşı duyduğu hayranlığı
da ifade etmekten geri kalmıyordu. Lord Robert Cecil, Parlamentodaki ilk
nutkunu irad ederken, bir ara esnemek için duraksadığı vakit, Disraeli bu
jestte hayranlığını şöyle belirtti: "Başaracak."
Disraelin'nin
romanlarındaki kahramanlar, tabiatıyle, çok defa kendisi gibi, asit dilli
insanlar. Madame Phoibus şöyle der: "Gazetelerdeki bir tek haberin dahi
doğruluğuna inanmıyorum.” Euphrosine ilave eder: "Gazetelerin popüler
olmalarının tek sebebi de bu değil mi zaten." Bir diğer
romahfhtjıkahramanı der ki: "B. Kremlin, cehaleti ile. ıin ..^pı^ş^bl^di;
onun bir tek fikri vardı ve o da yanlıştı.” .Romanlarımdaki karakterler
Disraeli'nin şahsi fikirlerini • "âksettiriypE "Eğer herkes
fikirlerini dobra dobra ifade etn}iş olşaydi, sohbetlerin hiç zevki kalmazdı.
Mü- kWemeni:n;', zevki, puhatabınızın kafasındakileri keşfetmek, ve yemek
boyunca, veya onun hayatı boyunca, bu muazzam yüzüne
vurmaktır."
Tabii,*-, veçizelerinin hepsi
nükteli değildi. Bazıları günümüzün İngilizcesinin klişeleşmiş sözleri
arasındadır: "Küçük şeyler küçük kafaları rahatsız eder." Veya:
"Macera, maceraperestler içindir." Yine: "İngiltere, gerçek
büyüklüğünü müşküller ve sıkıntılar içindeyken gösterir."
En iyi bilinen sözleri arasında
bilhassa şunlar bulunur: "Ben bir kadının evlenmesi gerektiğine her zaman
inanıyorum—erkeğin ise hiç bir zaman." "Evleninceye kadar, hiç bir
erkek mebus, Parlamento müzakerelerine muntazaman devam etmez."
"Püroya bir metres gibi muamele etmek gerek—bıkıp hastalanmadan bir kenara
koymalı."
Gençliğinde
kadınlara karşı yapmacık, sinikal tavırlar takınmasına rağmen, mültefit
davranmasını da biliyor, bir çoklarıyle kur da yapıyordu. Kendinden onbeş yaş
büyük karısıyle evlenmesinin başlıca sebebinin, onun parası olduğunu açıkça
itiraf etmişti. Evlendikten sonra nüktelerine, kansını da mevzu yaptı:
"Karım, gerçekten şaheser bir yaratık, fakat bir kusuru var. Yunanlıların
mı yoksa Romalıların mı önce geldiğini hala bir türlü hatırlıyamı- yor."
Evlilik hayatları gerçekten son
derece mesut geçti. Aralarında bir türlü küllenmiyen devamlı aşk, belki başka
hiç bir amme adamının hayatında görülmemiştir. Karısının, Disraeli'nin
yardımcılarından biriyle yaptığı anlaşmaya göre, kocası kabine toplantısında
veya Parlamentoda zor bir gün geçirdiği vakit, derhal kendisine haber
iletiliyor; yorgun-argın, düşünceli evine dönen Dişraeli'yi, kansı, bütün
elektriklerin ışıl ışıl yandığı evinin kapısında karşılıyordu. Kadın, parlak
ışıkların kocasının içindeki bezginliği giderdiğini biliyordu.
Disraeli de
kansına karşı son derece anlayışlı ve müşfikti. Gece gündüz beraber olmalarına
rağmen, çok defa her gün ona bir iki not göndermekten geri kalmıyordu. Disra-
eli'nin tipik taraflarından biri, hakkında en fazla şaka yaptığı şeylerin,
gerçekte, onun en fazla hoşlandığı şeyler olduğu idi. Kim bilir, o, yapmacık
sinikalliği ile belki de gerçek hislerini saklamak istiyordu.
Siyasi
hayatının ilk yıllarında Muhafazakar politikacılardan Lyndhurst ona şunu
tavsiye etmişti: "Senin tarafını tutan, sana sempati besliyen bir
topluluk önünde kendini katiyyen müdafaa etmeye kalkışma, daima hücum et;
hücumların zevklendirdiği dinleyiciler, o zaman zaten senin aleyhinde
söylenenleri unutacaklardır.” Disraeli'nin, gerek Parlamentoda gerekse seçim
kampanyalarındaki nu- tuklan, bu tavsiyeye—umumiyetle—sadık kaldığını gösterir.
İngiltere’de
Cve Amerika'da) seçim nutku veren hatiplerin sözleri zaman zaman dinleyiciler
^^afından kesilir. İyi hatiplerin, yerinde cevaplarla, hariçten okunan bu gazelleri
susturmaları beklenir. Disraeli kürsüde konuşurken biri bağırdı: "Sesini
yükselt! İşitmiyorum." Disraeli nutkunu kesti ve cevap verdi:
"Gerçekler yavaş gider, ama üzülme, zamanla sana da
erişecek."
"Ağır
konuşma, çabuk konuş!” diye bağıran bir seçmene de Başvekil Disraeli şunları
söyledi: "Senin için çabuk konuşmak mesele değil, çünkü sen tek heceli kelimelerle
konuşuyorsun. Ben ise, ağzımdan çıkan her kelimeyi tartarak hecelemek
zorundayım. Benim vazifem, senin o koca, kalın kafanı açmak. Ben sana ışık
tutmak için konuşuyorum. Şayet ben de senin gibi bağırsaydım, buradan ayrıldığın
vakit, kafanda hiç bir değişiklik görülmeyecek, aptal gelmiş, aptal gitmiş
olacaktın.”
Bir
vatandaşı, karısının, kendisini elinden çekip çirkefin içinden kurtardığını ve
adam ettiğini söyleyince, verdiği cevap şu: "Arkadaş, sen bir çirkefe
düşmeyegör, bak elinden tutup kaldıran bulunur mu?"
Başvekilliği sırasında kendisine
"baron"luk verilmesini isteyen ehliyetsiz birini başından şöyle
savdı: "Size baronluk veremeyeceğimi biliyorsunuz, fakat arkadaşlarınıza,
size baronluk teklif ettiğimi ve sizin de bunu reddettiğinizi
söyleyebilirsiniz. Bu çok daha iyi."
Lordlar Kamarası üyelerine pek
hürmeti yoktu. Arkadaşı bir Lord, nutuk verirken diğer lordlann kendisini can
kulaklarıyle dinlemesi için ne yapması gerektiğini öğrenmek isteyince sordu:
"Evinizin civarında bir mezarlık var mı?" Cevap, "Evet,"
olunca devam etti: "O halde benim tavsiyem şu: sabahın erken saatlerinde
orasını ziyaret et- ve mezartaşları üzerinde pratik yap."
Disraeli'nin kitapları kendi
vecizeleriyle dolu: "Aptal hayret eder, akıllı sorar." "Dünyada
en büyük iki müneb- bih gençlik ve borçtur." "İnsanoğlu, şartların
yarattığı bir mahluk değildir, şartlar insanların husule getirdiği yaratıklardır."
"Ümitsizlik aptallara vergi." "Hayatta en başarılı adam,
genellikle, en bilgili insandır." "İnsanlar saf ve temiz oldukları
vakit kanunlar faydasızdır; sefil ve dejenere oldukları zaman da kanunlar
çiğnenir." "Cahil olduğunuzu idrak etmeniz, bilgi yolunda attığınız
büyük bir adımdır." "Politika gibi kumar yoktur." "Derin
düşünen bir insan kendinin daima sathi düşündüğünden şüphelenir. "
"Birine kendinden bahsedin, sizi saatlerce dinlesin." "Tahayyül
kudreti, çok defa gayri muntazam mantıkla kol kola gider." "Üç çeşit
yalan vardır: yalanlar, sefil yalanlar ve istatistikler." "Gençlik
hatâ çağıdır, erişkinlik mücadele—ve ihtiyarlık da pişmanlık."
"Benim kanaatımca hoş-sohbet biri, benim fikirlerimi paylaşan
insandır."
Tanınmış
bir romancı olduğu zaman da şunları yazıyordu: "Kendi kitaplarından
bahseden bir müellif, kendi çocuklarından bahseden bir anne kadar can
sıkıcıdır." "Ten- kidçilerin kimler olduklarını biliyorsunuz: sanat
ve edebiyatta başarılı olamıyanlar."
Disraeli'nin hayatı tetkik
edilirken, acı ve hicivli çuvaldızlarını diğerlerine batırmaktan çekinmiyen bu
adamın, bilhassa politik ve ahlâkî sahalarda, akıntıya kürek çekerken dahi,
şahsına karşı yöneltilen pek ağır ve itham edici hücumlara rağmen, inandığı
prensiplerden fedekârlık yapmadığı gözden kaçabilir. İngiltere’deki
Yahudilerin t^n vatandaşlık haklarına sahip olabilmeleri için, o, kendi Başvekili
Stanley'e cephe almak pahasına da olsa, Whig
partisini desteklemekten çekinmedi.
Meşhur Yahudi
bankacı Baron Lionel de Rotschield, Londra şehrini temsil etmek üzere, 1847
yılında Avam Kamarasına gönderilmişti. Fakat mebus Rotschield, "gerçek bir
Hıristiyan inanışına göre” yemin etmek istemiyordu. Disraeli, kendi de dahil
bütün Hıristiyanların, Yahudilerin varisleri olduklarına inanıyordu.
Parlamentoda, "Eğer Yahudiliğe inanmazsanız, nasıl Hıristiyan
olabilirsiniz?" diye sordu. Kendi Muhafazakâr arkadaşlarının "bu
ülkedeki en karanlık devirlerin, en karanlık hurafelerinin tesirleri altında”
yaşadıklarını söyledi. Yahudilere müşküller çıkarıldığı takdirde, esasında
muhafazakâr bir ırkın mensupları olan bu insanların ihtilâl kampına itileceğini,
onların yalçın entellektüel kudretlerinden istifade edilemiyeceğini, îsa’nın
da bir Yahudi olarak dünyaya geldiğini, Hıristiyanların dinî bayramları ve
Pazar ayinlerinde söyledikleri dua ve okudukları ilahilerin gerçekte ilk
Yahudi şairleri tarafından söylenmiş parçalar olduklarını belirterek nutkuna
şöyle son verdi:
"Parlamentonun,
benim bu husustaki düşüncelerimden bir damla şüphe etmemesini istiyorum.
Parl^entodaki sandalyem üzerindeki tesirleri ne olursa olsun, partimin bir
ferdi olarak, dinin hakikî prensipleri aleyhine olduğuna inandığım zaman
partimle birlikte rey veremem. Evet, bir Hıristiyan olarak, aralarından benim
Allahımın ve Kurtaracı'mın çıktığı bir dinin mensuplarım Parlamentoya rokmamak
gibi dehşetli bir mesuliyeti ben yüklenemem.”
Rotschield ve
diğer zengin Yahudiler Whig
partisi üyeleri idiler. Bundan böyle, Disraeli'nin, kendi partisi üyelerinin
büyük bir ekseriyetinin fikir ve düşünceleri aleyhine, Yahudilerin
şampiyonluğunu yapması cesurca bir ha- reketti;siyasî menfaatlerin ve muhtemel
çıkarların tesiri altında yapılmamıştı.
Yahudi
aleyhtarlığı hisleri Disraeli'nin yakasını çocukluğundan itibaren hiç
bırakmadı. Aktör Macready onun için, "Bu sefil, sünnet olmuş, kendi
kendini Hıristiyan ilân eden adam," demişti. Meşhur Punch dergisi karikatürlerinde de, çok
defa eskici kılığında bir Yahudi olarak gösteriliyordu. Buna rağmen, Disraeli,
bu karikatürleri çizen John Leech öldüğü vakit (1868), sona eren sigorta primlerinin
çocuklarının büyümesine kadar kansına verilmesini temin etti.
Fakat
Disraeli Yahudi asıllı olduğundan iftiharla bahsediyor, kendi ecdadının
İngiltere’deki herhangi bir ailenin- kinden daha eski olduğunu söylüyordu.
Yahudilik üzerine Tancred adlı
bir romanı da var. Bu roman, devrin meşhur tarihçisi Carlyle'ye şunları
söyletmişti:
"Bu
İbrani hokkabazının Yahudi eşeklikleri.... John Bull, göğsü üzerinde dans eden
bu saçma maymuna daha ne kadar tahammül edecek?" ("John Bull,”
İngilizlerin sembolüdür—bizim "Mehmetçik" gibi.)
Devrinin
tanınmış politikacıları arasında kılıç şakırdatmadığı insan hemen hemen yoktu.
Başvekil Palmerstone'a dedi ki:
"Senin
Whig'lilere büyük minnettarlık borcun var. Bunun içindir ki, benim kanaatımca,
sen onları aldatacak, arkalarından vuracaksın. Sen, bir avukat kâtibinin
becerikliliği ile, kadim çağların Grek imparatorluklarındaki Rum vatandaşının
göz boyacılığını ustaca mezcetmiş bir adamsın."
Lord John
Russell (Başvekil) için de şunları söylemişti:
"Eğer memleketimizi ziyaret eden bir kimseye, Avam Kamarasının
liderinin böyle bir insan olduğu söylenirse, o, kadim Mısırlıların niçin böceğe
taptıklarını daha iyi anlayacaktır."
Bununla
beraber, Disraeli'nin siyasi hasım ve rakipleriyle yaptığı bütün bu kapışma ve
çatışmalar, Gladstone'a karşı giriştiği kanlı savaşlara nisbetle kuvvet denemelerinden,
vur-kaç kavgalarından ileri gidemez. İngiliz tarihinde ondokuzuncu asrın
ikinci yansı Disraeli (1804-81) ve Gladsone (1809-98) devri olarak da
vasıflandırılabilir. Dis- raeli iki defa başvekil oldu: 1867 (bir yıl) ve
1874-80; Glad- stone ise 1868 ve 1894 yıllan arasında dört defa başvekillik
koltuğunda oturdu: 1868-74, 1880-85, 1886, 1892-94.
Bu iki
politikacı kadar birbirleriyle tezad teşkil eden iki kişi daha bulabilmek
gerçekten zor. Gladstone, yakışıklı ve otoriter; Disraeli ise, çirkin ve
nüktedandı. Gladstone, tanınmış bir Protestan ailesinin çocuğu idi; Eton ve Ox-
ford'da son derece başarılı bir eğitim gördü. Bir Muhafa- kar olarak
Parlamentoya giren Gladstone, yirmi beş yaşında Peel kabinesinde vekil-muavini
oldu; fakat daha sonra Muhafazakar partiden istifa etti. Belki de, aynı
partinin çatısı altında, hem kendisi hem de Disraeli için yer bulu-
namıyacağını anlamıştı. Gladstone dindardı, hitabelerinde sık sık Incil'den
örnekler, iktibaslar verirdi. Bir partiden diğerine geçişini dahi Incil’den
parçalar okuyarak yerinde ve haklı göstermeğe çalıştı.
Gladstone'ı
en iyi anlatan belki de arkadaşı Labouchere idi: "Gladstone'ın, her zaman
ceketinin kolunda as kozu saklamasına şahsen bir diyeceğim yok. Fakat benim itirazım,
o kozu Allahın koyduğuna inanmasıdır." Disraeli'- nin kelimeleri ise daha
ağır: "O, vicdanını rehber değil, suç ortağı yapıyor."
Disraeli,
Muhafazakar partinin lideri olarak kazandığı ilk büyük zaferi, tıpkı itham
ettiği Başvekil Peel'in yaptığını tekrarlıyarak kazandı—yani Whig'lilerin
elbiselerini çalarak. Whi.g partisi senelerce seçim reformu üzerinde durmuş,
Muhafazakarlar ise karşı gelmişlerdi. Muhafazakarlar, Disraeli'nin
liderliğinde yeni bir seçim kanunu çıkarmaya muvaffak olunca, Gladstone
küplere bindi. Disra- eli'ye şiddetle hücum etti. Başvekil Disraeli de
sarkastik bir tonla şu cevabı verdi:
"Muhterem
Centilmen ayağa kalkıyor, ve Kamarada hiç de normal kabul edilmeyecek bir tonla
bana hitap ediyor. Gerçi onun neşrettiği hararet beni ilgilendirmez, fakat heyecanlı
tavırları öylesine dehşet saçıyor ki, Kamarada, bu tarafta oturan
centilmenlerle onun arasında büyük bir masa bulunduğu için de müteşekkir
kalmamak elde değil,"
İrlanda'da
kargaşalık başladığı vakit, Gladstone, İrlandalIların tarafını tuttu; Katolik
bir ülkenin (İrlanda) protestan bir devletin resmi kilisesini (Anglikan)
desteklemesini istemenin haksızlık olduğunu söyledi; Disraeli ise, her zaman
yaptığı gibi, Anglikan kilisesini savundu, ve Gladstone'nın iktidarda iken,
İrlanda meselesinin halli yolunda hiç bir şey yapmadığını iddia etti. Fakat
Gladsto- tone'nın hissi sözleri, Disraeli'nin nüktelerinden daha tesirli oldu
ve Disraeli kabinesi düştü.
Gladstone, "Benim görevim
İrlanda'yı yatıştırmaktır," diyordu. Disraeli'nin cevabı şu: "B.
Gladstone, önceleri Ir- landalıların karakterlerini siyaha boyuyordu—şimdi ise
onların pabuçlarını."
Gladstone
dini bir şevkle konuşan gerçek bir halk hatibiydi. Disraeli, kendi seçim
bölgesi dışında pek nutuk vermedi; ve Gladstone ayannda bir hatip de değildi.
Fakat, arasıra kendi seçim bölgesi dışında da konuştu. Manches- ter şehrinde
Gladstone kabinesinden şu kelimelerle bahsetti:
"Uyuşturucu
bir ilacın tesiri altındaki bir grup insan gibi.... İrlanda'nın yağma
edilmesinden ve memleketin bir anarşiye dönmesinden yetinmiyen bu insanlar,
şimdi de ülkeyi kanşkarış dolaşarak İngiltere'deki her enstitüye, her sınıf
halka hücuma başladılar.... Zamanla, hükümetin, enerjisini kendi ısrafları
uğruna kullanacaklarını görebilmek hiç de zor değildi. Esasen, gayri tabii
münebbihin tesiri de azalıyordu. Münebbihin etkisiyle şiddetli bir ateş ve
nöbet sarasına tutulan bu insanlar, şimdi tamamen şuurlarını kaybederek bitkin
bir halde, kendi kendilerini yerlere fırlatıyor. Bir diğerleri de kendilerini
melankoliye kaptırdı, ve onların muhterem başkanı ise, gözlerinden dehşet
okunan tehlikeli bir hal ve çaresizlik arasında bocalamağa başladı."
Disraeli, iğneli nüktelerini,
muhtelif şekillerde Gladsto- ne'a batırmaktan zevk duydu. Bir yemek
ziyafetinde, Glad- stone'nın kızlarından biri, masadaki yabancı diplomatlardan
birinin kim olduğunu sorduğu vakit, Disraeli, "Babanız, ben istisna
edilirsem, onun için Avrupa'nın en tehlikeli adamıdır," diyecektir
cevabını verdi. "Ben ise, babanız dışında, diyeceğim."
Başka bir gün Disraeli'ye,
talihsizlikle felaket arasındaki farkı sordular. "Eğer Gladstone Thames'e
(Londra’dan geçen nehir] düşerse, bu bir talihsizliktir," dedi. "Ve
şayet biri çekip onu kurtarırsa, işte bu da bir felaket olur."
ikinci başvekilliği sırasında
Ingiltere İmparatorluğunun sınırlan daha da genişledi. Disraeli artık politik
hayatının zirvesine erişmişti. Kraliçe Victoria'yı "Hindistan İmpara-
toriçesi" de yaptı; meşhur Yahudi bankacısı Rotschield'in yardımıyle,
İngiltere, Mısır'ın Süveyş kanalındaki hissesini satın aldı, İngiltere’nin
Avrupa’daki itibarı arttı.
Rusya,
Türkiye’ye hücum ettiği vakit, Gladstone, bu harbi Hıristiyanlar ve
"kafirler" arasındaki bir harp olarak görmüştü'. Fakat Disraeli,
Çarlık Rusya’sının gerçek içyüzünü çok daha iyi görebiliyordu: "Eğer
onlar Boğazlarda bir Kremlin kurabilirlerse, bütün saray mensupları başlarına
sank takmaktan çekinmezler." Bizi destek- liyen Disraeli, harpten sonra,
Kıbns'ı İngiltere'ye bırakmamız hususunda Osmanlı hükümetini ikna ederek, adayı
da İngiltere'ye ilhak etti.
Disraeli artık ihtiyarlamıştı.
Ara sıra Lordlar Kamarası toplantılarına da iştirak ederek, Avam Kamarasının gürültülü
tartışmalarından uzak kalabilmesi için, kendisine lordluk teklif edildi, o da
kabul etti. Bununla beraber, ilerlemiş yaşına rağmen, harp sonrası toplanan
Berlin Kongresini (Haziran, 1870) tamamen hakimiyeti altına aldı. Halbuki, bu
rolü Bismarck oynamayı düşünüyordu. Fakat o bile, Kongrenin, "ihtiyar
Yahudi" tarafından kontrol edildiğini kabul etti.
Kongre sırasında Bismarck bir
gün Disraeli'ye, "Almanlar Afrika’da yeni bir ülke satın aldılar,"
dedi. "Orada Yahudilere ve domuzlara müsamaha edilecek."
Disraeli derhal şu cevabı verdi:
"Çok şükür ikimiz de buradayız."
Disraeli’nin
İngiltere'deki popüleritesi yeni yeni, doruklara yükselmişti. Avam Kamarası
kendisini uzun ve sürekli alkışlarla karşıladı. Parlamentonun bu coşkun
tezahüratına rağmen, Berlin Kongresini bir "çılgınlar kongresi” diye
karakterize eden Gladstone'a verdiği cevap, Disraeli'nin muhtemelen en iyi bilinen
nutkudur:
Bir çılgınlar kongresine kimin gitmesi daha fazla ihtimal dahilindedir:
Hükümdarlarının iltifatını ve onun vatandaşlarının güvenini kazanmış, ve beş
sene için—ümit ederim—feraset ve basiretle ve hiç de tamamen başarısızlık
göstermeden memleketin mesuliyetini yüklenmiş İngiliz centilmenlerinden mürekkep
bir topluluk mu, yoksa ıtnaplığının coşkunluğu içinde sarhoş olarak bencil
muhayyilesinin mükâfatlandırdığı kudretle, sonu gelmiyen istikrarsız ve
irtibatsız münakaşa dizileriyle muhaliflerini lekelemek ve kendisini
yüceltmekten başka bir gaye peşinde koşmıyan sofistik bir retorikçi mi?
Hümor hissi,
ölüm yatağında bile, Disraeli'nin yakasını bırakmadı. En son Parlamento nutkunu
gözden geçirirken, "içinde gramer hataları bulunan bir nutuk irad ederek
tarihe intikal etmek istemem,” dedi.
Disraeli,
vecizelerinde ifade ettiği sinikal görüşlerine rağmen, ferdin, şahsi gayret've
nükteleriyle, büyük başarılar sağlıyabileceğine inandı. Kendi hayatı da bu
inanışları ispatlıyordu. İtibarlı ve zengin bir ailenin çocuğu olmaksızın
hayata başlamış, şahsi kabiliyet ve dehası sayesinde "yağlı direğin
tepesine" erişmişti. Conningsby
adlı romanının kahramanı sorar: "Fakat fert, muazzam amme efkarına karşı
tek başına ne yapabilir?" Yabancı, "İlahi işler,” cevabını verir.
"Allah insanı, kendine benzeterek yarattı. Ammeyi yaratanlar ise
gazeteler, Parlamento üyeleri, Fakirler için Kanunlar çıkarmak istiyenler,
gümrükçülerdir.”
"Manchester Okulu" adı verilen ve
gittikçe popülerite kazanan iktisadi teorilere; iktisadi meselelere
mücerret ekonomik teorilerle cevap vermeğe çalışan iktisadi sisteme de
inanmıyordu:
Listenin başında daima rekabet geliyor; takip edin, ardından, enerji ve
teşebbüs geleceğine emin olabilirsiniz. Bunlar, mutlak tedbirler, gerçekler değillerdir—onlar
sadece ve sadece bir takım ibareler. İlâhi nüfuz ve tesirinin dillerden
düşmediği ve adına “rekabet” denen şey de nedir? Tarif edin, cinsiyetini ve
karekterini söyleyin. Bir yarı-tanrı mıdır, yoksa bir orman-su perisi mi?
İktisadi güçlüklerimizi nasıl halledeceğiz, diye düşünmeyin. Cevap hazır.
Denizciliğimiz geriliyor mu? Rekabet ona yeni bir hayat bahşedecek.
Sömürgelerimiz ümitsizlik içinde mi? Enerji onları kurtaracak. Ziraatımız
tehlikede mi? Onu kurtaracak iksir teşebbüstür.
Ticari prensiplerin memleket
idaresinde baş rolü oynaması onu dehşete düşürüyordu. Şu sözleri gerçekten
kahince: "Şayet bu ülkeyi bir muhasebe dairesine çevirecek olursanız,
milletin bir fabrikaya istihale olarak dejenereleşmesi için uzun zaman
beklemiyeceğinize emin olabilirsiniz.”
Disraeli, insanoğlunun ilim
yoluyle selamete ereceğini de sanmıyordu:
"İlmin peşinde gitmek,
insanı, sadece, halledemiyeceği meselelerle karşı karşıya getirecektir."
Ve: "Şahsi kanaa- tımca, ilim, çok geçmeden, tahayyül! olacak, ve bizler
de, bilgisizliğimizin artması nisbetinde, her şeye inanan safdiller haline
geleceğiz." Günümüzde ilim, Disraeli'nin devriyle, kıyas kabul
etmezcesine ilerledi, fakat. her yeni bir icadın yepyeni ve halli zor—hatta
imkansız—meseleler doğurduğu hatırlanınca, Disraeli'nin, bir kahin gibi,
istikbali gördüğünü söylemek hiç de hatalı olamaz.
Oxford
Üniversitesinde verdiği bir nutukta (1864), insanın, önüne geçilemez iktisadi
ve psikolojik kuvvetlere tabi bir hayvan (veya makine) olduğu düşüncesine (bu
fikre inananlar o günden bu yana fazlasıyle çoğaldı) karşı, ferdin yaratıcı
kuvvetine ve insanın ilahi tabiatına olan inancını dile getirdi.
Söylediklerine o zaman gülündü, hala da gülüyorlar, fakat bu büyük nükteden
onlara derinden inanıyordu. Bahis konusu nutkunu irad ettiği tarihten beş yıl
önce Darwin'in, The Origin of
Species—"Yaratıkların Orijini" adlı meşhur kitabı yayınlanmıştı.
Disraeli, bu kitaptan bahsederek dedi ki:
Fakat
Allahım, insan dünyaya inanmak için gelir! Ve eğer mukaddes çağların
gelenekleri ve sayısız nesillerin inanışlarıy- le hakikatleri ayakta tutabilmiş
bir Kilise [din] ortaya çıkmazsa, insanoğlu, kendi kalp ve hayalinde mâbedler
ve putlar
bulacaktır.... İlmi icadların, Kilisenin
öğrettikleriyle bağdaşmadığını söylüyorlar.... Şu anda, kendilerinde her
kuvveti te- vehhüm edenlerin, herkese tepeden bakan bir kendik-güven içinde
önümüze serdikleri sual ne? Sual şu: İnsan bir maymun mudur yoksa bir melek mi?
Allahım, ben meleklerden yanayım. İşte cemiyet, insan tabiatının bu iki karşıt
tefsirinden ve bu yorumun neticelerinden birini seçmek zorunda kalacaktır.
Bütün beşeri münasebetlerin temelini bu iki zıt tefsirin rekabeti teşkil
ediyor....
[*]Deizm felsefesine göre,
Allah, bizim dünyamızdan tekmen ayrı bir şekilde mevcuttur, yerytizündeki
beşerî mahlukların hayatlarında tesiri yoktur.
[†] Abbe Raynal, 1713-96, Fransız tarihçisi ve
filozofu. “Tehlikeli” fikirlerinden
ötürü kiliseden uzaklaştırılan bu papaz, tarihî ve felsefi eserler yazdı. Doğu dünyası ve
Yem Dünya'nın (Amerika) politik
ve ticari sömürülmesiyle ilgili kitabı (6 cilt, 1770), içindeki
fikir ve düşünceler yüzünden, Parlamentonun kararıyla 188l'de toplattırıldı.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar