Print Friendly and PDF

Politikada Nükte /Nejat Muallimoğlu 1

Bunlarada Bakarsınız



 

Dildendir mutluluk, dildendir değer, Dili olmayana insan mı derler!

İnsanda dilince değişir kader: Ya yurda baş olur ya başı gider.

Bir söz edeyim ki kalsın seninle

Dilinden sızlanan insanı dinle:

Ağzından uygunsuz bir söz kaçırma.

Dilinle taş atıp başını kırma!

Çoğu faydasızdır, eyisi özdür, Asıl söz, bilerek söylenen sözdür.

Kem söz duyanları hep düşman eder, Ederse insanı söz sultan eder.

Ne yumruktan ne kılıçtan iz kalır, ! İnsan ölür arkasında söz kalır.

Söyle: doğru, güzel, öz sandığını.

Söyle: bildiğini, inandığını.

Söyle: inananlar gelsin izinden, Canına mal olsa dönme sözünden!

Akıllı söz söyler, amma az söyler, Er olan sözünü sakınmaz, söyler.

Eyi söz, söyleyenden yanadır.

Oğul! Bütün bu öğütler sanadır.

Dinlersen sözümü, geçmez iş işten, Değerlidir söz gümüşten, demirden.

Gümüş mümüş harcandıkça harcanır, Söz gününde harcandı mı kazanır.

Yel altunu sürü sepet götürür,

Bir nasihat bin musibet götürür.

Behçet Kemal Çağlar

Kutadgu - Bilik'ten


Takdim

Amerikan Yüksek Mahkemesi önceki baş hakimlerinden John Marshall, bir gün kitaplığındaki merdivene tır­manır. Baş Hakim o yıllarda epey yaşlı ve oldukça da hal­sizdi. Aradığı kitap da en üst rafta ve diğerleri arasına sı­kışmıştı. Kitabı çeker—ve çekmesiyle birlikte raftaki bü­tün kitapların başına düşerek kendini yerde bulması bir olur. Patırdıyı işiten hizmetçisi telaş içinde koşar, ve efen­disini, yerde, odanın her tarafına dağılmış kitaplar arasın­da ağrıyan yerlerini kahkahalarla. ovalarken bulur. Baş Hakim Marshall, hayret ve şaşkınlık içinde yüzüne bakan kadına, "Nihayet böyle olacağı belliydi," der. "Yıllarca ka­nunları çiğnedim, şimdi de kanunlar benden öç aldı—be­ni çiğnedi.”

Helen Keller meşhur bir Amerikan yazarı ve hatibi idi. Fakat bu ünlü ve muhterem kadın kör ve dilsiz doğmuş, kendi kendine konuşmak öğrenmişti. Bn. Keller, bir gün bir üniversitedeki konuşmasına şu sözlerle başladı: "Siz genç­ler benden çok daha talihli insanlarsınız. Bendeki bir ek­siklik hiç birinizde yok." Hatip, bu sözlerinden sonra bi­raz durakladı, ve üniversiteli gençler de, bu kör yazar ve hatip kadın namına üzüntü duymağa başlamışlardı ki, Bn. Keller sözlerine devam etti: "Çünkü dişlerim takma.


Amerikan Temsilciler Meclisinin şimdiki başkanı Carl Albert'in boyu çok kısadır. Ama kütleleri sürüklemesini iyi bilen CarI Albert, bir seçim nutkunda şunları söyledi:

"Saklayamam. Görüyorsunuz, ben çok kısa boylu biri­yim. Sadece dört ayak ve beş inç kadar 11.35 cm. Bir gün bir kasabada heyecanlı bir nutuk irad ettikten sonra, kü­çük bir çocuk yanıma yaklaşarak dedi ki: 'Efendim, bugün bana gerçekten ilham verdiniz. Çok teşekkür ederim.'

"Gülümseyerek çocuğa baktım. Onunla biraz konuş­mak istedim. Alacağım cevabı daha sonraki nutuklarım­da kullanmayı düşünerek, ona ilham veren sözlerimin hangileri olduğunu sordum.

"Çocuk cevap verdi: 'Bana ilham veren nutkunuzdaki herhangi bir sözünüz değildi. Sizin gibi karides boylu mi­nicik bir adam Temsilciler Meclisine başkan seçilirse, ken­dimin de bir gün Cumhurbaşkanı olabileceğimi düşündüm de onun için size teşekkür ettim.' "

Baş Hakim Marshall'ın merdivenden düştükten sonra kendi haline gülebilmesi ve hizmetçisine söyledikleri; kör hatip Bn. Keller'in en büyük eksikliğinin takma dişleri ol­duğunu söylemesi; ve Temsilciler Meclisi Başkanı Cari Al­bert'in seçim nutkunda kendisinden "karides boylu” diye bahsedebilmesi, bu insanların hüımor hissine sahip bulun­duklarını gösterir. Türkçede karşılığı olmayan bu kelime ile, kendimizdeki, etrafımızdaki ve cemiyetteki tuhaf ve eğlendirici şeyleri görebilme yeteneği anlatılır. Hümor hissine sahip bir insan, hayatın karanlık ve ümitsiz görü­nen anlarında dahi, onun komik ve ümitli taraflarına ba­kabilecek cesarete sahip biridir. Hümor hissine sahip bir kimse, diğerlerinin, kendisinin acayip hallerini ve aptal­lıklarını nükte konusu yapmalarına alınıp kızmadığı gi­bi, aleyhinde söylenen nükte ve anekdotları, yine kendisi —hem de zevkle—anlatmasını bilir.

Bununla beraber, hümor hissine sahip bir insan sade­ce, hayatın ve kendisinin trajik ve komik taraflarını se­zinleyen biri değildir. Hümor hissine sahip insanlar bil­diklerini zarafetle taşımasını da bilirler. Gerçekte, hümor hissinden mahrum kültürlü bir insan tasavvur edilemez. Bildiklerini önemsememek, bildikleri arasındakilerin ap­talca ve eğlendirici olanlanyle ciddî ve öğretici olanların­dan da aynı hislerle bahsedebilmek, h^mor hissine sahip bir insanın başlıca vasıflarından biridir. Hümor hissine sahip olmak, eşyanın tuhaf ve eğlendirici taraflarını göre­bilmekten, yani mizah hissine sahip olmaktan çok daha fazla bir vasıf. Bir filozof hümor hissini şöyle tarif eder: "Hümor hissi, insandaki bütün melekelerin tam bir den­gesidir; beşeri varlığın iniş ve çıkışlarını akıllı bir sabır- hlıkla karşılamamıza yarıyan bir vasıta, bilgili olmaktan mütevellit gurura karşı en iyi bir e^rniyet süpobu."

Hümor'a giden yolun ilk adımı gülebilme ile başlar. Biz ise, gelgelelim, gülmesini pek bilemeyen insanlarız. Bura­da benden ayrılıyorsanız, geçen akşam ailenizle birlikte sofrada yemek yerken—şayet yemek sırasında ailenin fertleri biribirleriyle konuştuysa—neler konuştuklarınızı, yemekten sonra ziyaretinize gelen dostunuzla sohbet mev­zularını, veya bugün öğle yemeğini birlikte yediğiniz iş ve mesai arkadaşlarınızla konuştuklarınızı hatırlayınız. Güle konuşa yemek yediniz, biribirlerinize neşeli fıkralar anlattınız mı? Çevrenizdekilere bir göz atınız: dolmuşta, otobüste, trende, vapurda sabah akşam beraber yolculuk yaptığınız vatandaşlarınıza bakınız, muhaverelerine ku­lak kabartınız; şen şakrak kaç kişi görüyorsunuz? Seçim sıralarında işittiğiniz nutukları hatırlayınız! Nükteli ko­nuşan, hitabelerini anekdotlarla süsleyen, tuzlayan kaç po­litikacı vardı? Zaman zaman konferanslara gidiyor, “isim” yapmış hatipleri dinliyorsunuz. Şu kimse "nüktedan" diye birini gösterebilir misiniz?

Bir Amerikalı arkadaşım vardı. Yedi sekiz yıl önce Tür­kiye’yi görmeğe gelmiş; İstanbul, Bursa, Konya, İzmir, ve Antalya'yı görmüştü. Türkiye izlenimlerini sorduğum va­kit, bir an düşündükten sonra, "Gücenme, ama senin va­tandaşların oldukça garip insanlar,’’ dedi. "Altı halta kal­dım, inanır mısın, güleç bir tek Türke rastlamadım." Ar­kadaşım, bu sözlerinden sonra biraz duraklamış ve şunla­ilave etmişti: "Bazılarının gülümsemelerinde bile usta bir pokercinin düşünüşünü hatırlatan esrarlı bir hava var."

Küfretmekle, lanet okumakla işin işinden çıkamayız. Ger­çek bu: bizler—pek çok yerleri görmüş, dolaşmış biri ola­rak söylüyorum—yeryüzünün en az gülen insanları ara­sında her halde pek iyi derece alırız. Bir müddet önce tele­vizyonda Tayland'la ilgili filmi zannederim seyrettiniz. Film, şu sözlerle takdim edilmişti: "Güler yüzlü insanların ülke­si." Türkiye'yi böyle tanıtmak mümkün mü? Gerçekten, yedisinden yetmişine kadar milyonlarca insanın, "öldüm," "verem oldum," "sarhoş olamıyorum, "bir ihtimal daha var, o da ölmek mi dersin," nevinden şarkılarla mest olup kendilerinden geçtikleri bir ülkede güleç ve nüktedan in­sanlar bulmak Veliefendi'de altılı ganyanı tutturmak ka­dar güç.

Aramızda gülmeyi, neşelenmeyi hafiflik, ayıp ve hatta soytarılık sayanlar hiç de küçümsenecek sayıda değil. Bay­ram sofrasında bile—gülmek, neşelenmek bir yana—sessiz sedasız, zaman zaman bir tek kelime dahi laf etmeksizin yemek yiyen insanlarız. Bir Çin atasözü, "Gülmesini bil­meyen dükkan açmamalı," der. Türkiye'de ise... Evet, Tür­kiye'de ise, satın aldığınız herhangi bir eşyayı tebessümle teşekkür ederek uzatan kaç satıcı, tezgahtar biliyorsunuz? Amerika'da herhangi bir yere girdiğiniz zaman karşınıza çıkan genç kız, gönülleri okşayan sesiyle, "Size yardım ede­bilir miyim?" diye sorar. Bizde ise—bu tür bir hitaptan vazgeçtim—iş yerlerinde, resmi dairelerde, bankalarda veya lokantalarda gülümseyerek hizmet edenleri hiç gördünüz mü? Hatta ve hatta, zaman zaman, Ticaret Müsteşarı Dr. Agah Oktay Güner'in dediği gibi, ''Mağazalarda tezgahtar­dan dayak yemediğin için şükrediyorsunuz." (Orta Doğu, 13 Temmuz, 1975).

Dış ülkelerde televizyon spikerleri en sempatik, gülümse­mesini bilen insanlar arasından seçilir. Bizimkiler ise, ila­maşallah, tıpkı bizler gibi. Tevekkeli, biz bize benzeriz de­memişler! Haberlerini okurken veya bir şarkıcıyı tanıtır­ken, suratından düşen bin parça olacak dedirtmeyen birini tanıyor musunuz? Mübareklerin çoğu soğukluk müsabaka­sına hazırlanan cansız ve ruhsuz şeyler sanki. Mağazaların vitrinlerindeki mankenler—vallahi—onlardan çok daha cana yakın.

Niye gülmüyoruz? Gülmesini bilmesek bile, her şeye kulp takmakta elimize su dökecek bulunmadığı için, cevap ha­zır: geçim sıkıntısından gülmeye vakit mi kalır? (Aynı in­sanlara, bizler niçin dünyanın en az okuyan insanlarıyız, diye sorduğum vakit, körün değneğini bellemesi gibi, aynı basma kalıp cevap: geçim sıkıntısından ki^min okumaya vakti var ki.) Ama onların yaşayışlarına bakıyorum: hiç de ipin iki ucunu bir araya getirmekte sıkıntı çeken in­sanlar değiller. Çoğunun altlarında birer otomobil. Senelik izinlerini başka başka yerlerde, hatta Avrupa'da geçiriyor, rahat ve konforlu apartman dairelerinde yaşıyorlar.

Geçim sıkıntısı! Türkiye, kafalarındaki ürkütücü boşluk­ları da, yüzlerinde okunan haşinlik ve sertliği de, “geçim sıkıntısı"na yükleyen milyonların ülkesi. Geçim sıkıntısıy­mış! Ankara'daki temsilcileriniz de mi akşam yemeğinin nereden geleceğini düşünen insanlar? Seçim sırasında—ve seçimi kazandıktan sonra—elinizdeki gazetede karşınıza çıkan yüzlerce politikacının fotoğraflarına bakarak kaç ta­nesi için "ne sempatik insan" diyebiliyordunuz? Gazeteler, bilmem hangi meyhanede söylediği beş altı popüler şarkı­larla milyonlar kazanan “sanatçı’’ların, bir çoklarımızın ha­yatımız boyunca göremeyeceğimiz parayı bir transferde ceplerine indiren “yıldız" futbolculara kadar hepinizin ta­nıdığı, pek çocuğumuzun hayranlık beslediği insanların re­simleriyle dolu. Allah aşkına söyleyin: kaç tanesi gülüyor? Yoksa onlar da mı yarınlarına endişe içinde bakan talih­siz insanlar?

Hayır, bizler, gülmesini bilmiyoruz. Bakınız, yazımızın başında da belirttiğimiz gibi, "hümor" kelimesinin dilimiz­de karşılığı bile yok. Kim bilir, belki de, hümor hissinden mahrum insanlar olduğumuz için, kimse bu iyi kelimeye Türkçe bir karşılık bulmak lüzumunu hissetmemiş.

Milli Kütüphane Genel Müdürlüğünün hazırladığı Türk Atasözleri ve Deyimleri kitabında 10,730; Feridun Fazıl Tül- bentçi'nin Türk Atasözleri kitabında da 15,080 atasözü ve deyim var. Bu binlerce atasözümüz arasında "gülme" ile başlayanlar sadece şunlar: Güldükçe güller açılır; Güle güle de gerçek söylenebilir; Gülenler gülsün, dost bizim olsun; Gülme eşine, gelir başına; Gülme ile ağlama bir çı­kın içinde. Hepsi bu kadar! Hümor sahasının geniş kap­samı içinde, “şaka" konusunda, "şakanın sonuna kaka" dan başka bir tek atasözümüz yok. "Latife," "nükte, "mizah” konularında ise hiç bir şey!

Kitaplığımda Türk müellifleri tarafından hazırlanmış iki "vecizeler" kitabı var. Biri, Hasan Basri Erk'in 480 sayfalık Vecizeler, Güzel Sözler’i; diğeri, Ertuğrul Saraçbaşı'nın Unutul^maz Sözler’i (480 sayfa). Bu iki büyük kitaptan sa­dece Ertuğrul Saraçbaşı'nınkinde şunları görebildim:

Gül gülse dâim ağlasa bülbül acep değil

Zira kimine ağla demişler kimine gül.—Baki

AğU^^inın elbet gülmesi vardır—Katibi

Yaktı nice canlar o nezaketle tebessüm

Şirin dahi kastetmesi câna gülerektir.—Ziya Paşa

Değer mi sevincine, kederine

Hatırladıkça güldüğümüz şeyleri.—Cahit Sıtkı Tarancı Çok gülenin heybeti azalır.—Hz. Ömer

Şen adam güneşe benzer, girdiği yeri aydınlatır

Cenap Şahab2ttin

Eskiden, bugün "mizah" dediğimiz mefhum üç tabir için­de gösterdirdi: hezliyyat, şathiyyat, mizah. Yan i, "latife, şak a, alay, ciddi olmayan söz, edebiyatta bazı fikirleri, şa­ka, nükte ve tarizlerle ifade eden yazı çeşidi, eğlendirici fı k ralar."

Mizah, Arapça bir kelime. İranlılar mizahla uğraşana "mizâhgûy" demişler, ve "dalkavuk" manasında kullanmış­lar. Araplar ise, "eğlendirici fıkralar, hezliyat" karşılığın­da kullandıkları şath kelimesini şathiyyat şekline sokarak işin işine dini de karıştırmışlar, şeriata aykırı sözleri "şat­hiyyat" olarak damgalamışlar.

Yabancıların gözünde niye "çatık kaşlı" göründüğümü­zü belki de bunda aramak gerek. Cemal Kutay, Nelere Gü­le rlerdi? adlı eserinde der ki:

İşte bu dar kalıplar içine itilen, fakat insanlığın düşünce ze- rafetini temsil eden mizah, musiki ve rakıs gibi, asırlarca dar kafalılığın içinde sıkışmış kalmış. Nükteler yüksek sesle söy­lenmez olmuş. Bazan kalın ciltlerin ifade edemediğini bir te - bessümle sararak hafızalara yerleştirmek kudretinde olan zeka belirtileri, çatık kaşların ve yapmacık ciddiliğin korkusuyle sa­hiplerinin kafasının içinde sönmeye ve ölüme mahkûm edilmiş.

...Acıyı, katiyı, isyan duygusu uyandırıcı bu hüviyeti içinde dile getirmek elbette ki, kolay değil. Fakat asıl zor olan, insan zekâsını büyük ifade mertebesine eriştirebilmek: o sert, katı, isyan ettirici gerçekleri acı da olsa, gözyaşından veya haykırış­tan daha tesirli bir tebessümün veya kaskatı olan-bitenleri sa­dakatle belirten tablolar yerine çizgilerle ifadeleyebilmek!

Mizah işte bu.

Mizah hürriyetin çocuğudur: özgürlük hakkına toplum ereme- mişse, mizah onu, sövüp-sayma, hırpalama, itip-kakma yerine "utanma duygusu"nu tokaddan ağır tebessümlere sararak ka­zanmaya çalışır. Düşüncelerin her türlü sansüre uğradığı baskı devirlerinde bu fıkracıklar kulaktan kulağa söylenir, çizgiler elden ele gezer, hâfızalar ve gözler vefâsının kutsal emaneti olur ve hürriyet kavgasını yapanlar, istibdadı, dar kafalılığı, in­sanlığın en tabii hakkı olan tebessümü önlemiş baskıyı yıkabil­mek için mizâhın kudretinde, top-tüfeğin, ilmi etüdlerin, yıllar ve belirli idrak seviyesi isteyen ciddi telkinlerin getiremediğini bulurlar.

Tabii, Batı ile aramızda çok geniş mesafelerin açılması­nın başlıca sebebi, matbaanın bize çok geç gelmiş olması. Böylece, beşeri duyguların zarafet kaynağı sayılan mizah, basılı olabilmek saadetinden mahrum kaldı. Cemal Kutay bunu şöyle anlatıyor:

1500 yılında basının kültür temeli matbaa, bizde, ilk deneme­nin Patrona Halil ayaklanması ile yıkılışından sonraki kımılda­ma safhası dışında, ancak 1780'de yerleşebildi. İki yüz elli sene­lik gecikme! İnanınız ki, bugünkü kafa karanlığımızın asıl sebebi bu. Ötekiler mazaret masalları.

Matbaanın Türkiye'ye Avrupa’dan asırlar sonra gelebil­mesi genel kültür seviyemizin düşük kalmasına, kültür se­viyemizin düşüklüğü de hümor hissinin yerleşememesine sebep oldu. Hümor hissinin en fazla geliştiği yerler, genel kültür seviyesinin belirlice yüksek olduğu ülkelerdir.

Fakat biz kabahati hala “geçim seviyesi"nde buluyoruz. Kaloriferin, sıcak suyun, otomobilin, kışları Uludağ'da, yazları Ege sahillerinde tatil geçirmenin hoş bir rüyadan beriye geçemediği çok yakın bir mazide, hayat, şimdikin­den çok, çok daha meşakkatli idi. Yine de, kış sabahları­nın dondurucu ayazında çıra ile tutuşturulan sobanın otur­ma odamızı ısıtmadan yataklarımızdan kalkamadığımız yıllarda; ekmeğin karne, gazın fiş, basmanın muhtar ve- sikasiyle verildiği harp senelerinde dahi bizim evde güle oynaya, kahkaha ile geçen zamanları dünmüş gibi hatır­lıyorum.

Elinizdeki bu kitabın büyük bir kısmını onsekizinci asır İngiltere ve Amerika'sından günümüze gelinceye kadar hümor hisleri sayesinde şöhrete ulaşmış Anglo-Amerikan politikacıları ve devlet adamları dolduruyor. Gönül, Keçe- cizade Mehmed Fuad Paşa ile Ömer Faiz Efendi dışında diğer Türk devlet adamı ve politikacılarının da kitapta yer almasını elbette arzu eder. Gelgelelim, bütün araştırma ve soruşturmalanma rağmen, bu kitaba girecek yüksek kali­tede nükteleriyle şöhret yapmış, kelimenin gerçek mana- sıyle hümor hissine sahip diğerlerini, maalesef, bulamadım. Bulamadığım gibi, bu araştırmalar sonunda mazisine, kül­türüne bizim kadar yabancı başka bir milletin belki de hiç bir yerde bulunamayacağını, yürekleri sızlatan, bütün mil­letçe utanç duyarak başlarımızı öne eğdirecek gerçeği bir kere daha anladım.

Ö'mer Faiz Efendi gibi nüktedan, hoş-sohbet bir Türk dev­let adamı belki de gelmedi. İnanmak güç, ama İstanbul be­lediye reisliği yapmış, Sultan Abdülaziz'in Avrupa seya­hatine katılmış bu büyük nüktedan Türk'ün hayatı hak­kında başta Meydan-Larousse, Hayat ve Cumhuriyet an­siklopedileri olmak üzere hiç bir ansiklopedide bir tek sa­tır yok. Daha da hazin tarafı, İstanbul Belediyesinin 1971 yılında yayınladığı İstanbul Kadıları, Şehreminleri, Beledi­ye Reisleri ve Partiler Tarihi adlı 800 sayfalık kitapta dahi Ömer Faiz Efendi zikredilmiyor!

Çok şükür, Cemal Kutay aramızda da, onun araştırmaları sayesinde Ömer Faiz Efendi, bu büyük Türk, tarihimizin karanlıklarına ebediyen gömülmekten kurtuldu. Cemal Ku­tay, Ömer Faiz Efendi'nin Ruzname'sinden uzun uzun par­çalar vermiş olmasaydı, böyle bir kitabın mevcudiyetini dahi bilmeyecektik!

Tarihimizin bir çok karanlık sayfalannı gün ışığına çı­karan, Türk kitaplığına biribirinden ilgi çekici ve ibretle okunacak düzüne ve düzünelerle eser veren Cemal Kutay —kendi deyişiyle—seksenine merdiven day^mş. Ama ka­tiyen üzülmeyin, düşünmeyin. Kendisinin yari yaşındaki pek çoklarından fazla enerjiye sahip, kendisini yakından tanıyanları gıpta ettiren, hayrete düşüren dinamizmi ile Cemal Kutay, daha senelerce, ununu eleyip eleğini asıp köşesine çekilmek niyetinde değil. Türk tarihinin, Türk kültürünün çok şeyler borçlu olduğu Cemal Kutay, kendi­sini, "hac"ca giden kannca ile mukayese ediyor. "Bu ba­caklarla ün hacca gideceksin?" sualine, karınca, "Hiç ol­mazsa o yolda ölürüm ya," cevabını vermiş.

Bu satırların yazan gibi, Cemal Kutay’ı yakından tanı­mak bahtiyarlığına erişenler; onda bu ruh, onda bu azim, onda bu enerji ve onda bu "gençlik" bulunduğu müddetçe, daha defalarca "hac"ca gidip geleceğini, her gidişinde bizlere, bizden sonrakilere emanet etmekle kıvanç duya­cağımız eserler armağan edeceğini çok iyi biliyorlar.

Nükte, ne yazık ki, Türk politika hayatına giremedi. Ömer Seyfettin, bir arkadaşına yazdığı mektupta, kendi zamanı nın politikacılarından şu kelimelerle şikayet ediyordu: "On- la^ hangisi ile bir arada bulunsam, kendimi, penceresiz, ve kapısız bir kümeste zannediyorum/’

Adalı Avni adıyle tanınan İstanbul Belediyesi Daimi En­cümen üyesi Avni Yağız, bir gün, iki arkadaşıyle beraber bir taksi ile Ada iskelesine gider. Arkadaşları uğraştıkları halde otomobilin kapısını bir türlü açamayınca, Avni Ya­ğız dayanamayarak şoföre seslenir: "Oğlum, mebus ağzı mı bu—neden açılmıyor?”

Politikacının açılan ağzından da zaman zaman neler çık­tığını, son 1975 ara seçimleri fazlasiyle gösterdi. Türkiye’­nin kaderine tesir etmiş bir çok politikacı günlerce, dur­maksızın biribirlerini suçladılar: "Hırsız, sahtekar, riya­kar ..." Bu neviden bayağı sözler dışında, muhaliflerine, nükteli yolla hücum eden, hümoru bir silah olarak kulla­nan bir tek ’^ınk politikacısı biliyor musunuz? Bu sualin cevabı, üzülerek söylemek gerek, "hayır’'dan başka bir şey olamaz. Gerçekte, günümüzün politikacılarının biribirleri- ne belirli yerlerin diliyle saldırışları, İkinci Meşrutiyet dev­rinin Mebusan Meclisindeki "nükteli" konuşmaları hatır­latıyor. O Meclisin zabıtlarında aynen şunl^ okuyoruz:

Yalan söyleme be! Doğru konuşsana!

Kendine gel... Ben yalan söylemem... Ben sen değilim...

Hadsiz, terbiyesiz! Söylediği sözün mânasını bilmeyen cahil. Ağzından çıkanı kulağın işitmez mi?

Ben orada konuşursam, sen burada kalamazsın. Hafiye eski­si...

Müfteri. .. Jurnalci... Cahil herif!

Cahil mi? Bana mı bu târiz? A cim karnında nokta ...

Sen kim, ilim kim... Lâf salatası, geveze...

Mebusan Meclisindeki bu "nükteli" konuşmalar üzerin­de duran Cem haftalık dergisinde (2 Aralık, 1910), biribi- rine tamamen zıd iki kişi, "Ak" ve "Kara," devrin mebus­larının ağzı ile biribirine sövüyor, sayıyor.

Dergideki karikatürlerden biri de şöyle: Sedirin köşesin­de oturan kadın çorap yamıyor. Semt politikacısı olan ko­cası da ayakta, jestlerle, mimiklerle, bağıra çağıra küfre­diyor. Kocasının, isim zikretmeden bazılarına küfrettiği­ni duyan hanımı sorar: "Ayol, efendi, kime kızdın da böyle fena sözler söylüyorsun?"

Adam söylenmeye devam eder: "Ar, alçaklan, mürteci- ler, namussuzları hamiyetsizler!"

Kadın şaşırmış, tekrar sorar: "Elaleme neden hakaret ediyorsun? Kim bunlar?"

Politikacı karısına cevap verir: "Senin aklın ermez... Baş­kalarına böyle demezsem, kendimin hamiyetli olduğunu herkes nereden bilecek?"

Bu kitabı okurken onlanın politikacılanyle bizimkilerini mukayese etmekten kendinizi alamayacaksınız.

Hümorun, bilhassa' siyasi hümorun en fazla geliştiği yer­ler, elbette demokratik rejimlerin yerleşip kökleştiği ülke­ler. Diktatoryalarda hümor hissi olamaz. Bir despot, alt kademelerde yer alanlar hakkında şu veya bu şekilde nük­teli sözler söyleyebilir, fıkralar anlatabilir. Fakat, bu nük­te ve fıkralara konu olanlar, liderlerine, aynı şekilde cevap verebilmeyi ancak rüyalarında düşünebilirler. Cumhurbaş­kanı Kennedy anlatırdı:

Khruschev'in bir zamanlar, Kremlin koridorlarında, "Khruschev aptalın biridirl" diye bağırarak koşuşan bir Sovyet vatandaşından bahsettiği söylenir. Rus lideri, o va­tandaşının yi^mi üç yıl hapse mahkûm edildiğini söyledi: "Üç sene, Komünist Partisi Genel Sekreterine hakaret et­tiğinden; ve yirmi yıl da, devlet sırrını açığa vurduğu için!"

Hümorun Garp kültüründe hakikaten büyük bir yeri var. Gerçekte, kadim Yunan ve Roma dünyalarında da hümo­run rol oynadığını görüyoruz. O çağların büyük hatibi De- mostes, General Phocia'ya dedi ki: "Atinalılar bir gün ga­zaba gelecek ve seni öldürecek."

Tarih generalin şu cevabı verdiğini kaydediyor: "Ve akıllan başlarına geldiği zaman da seni."

Hümor hissinin, insanlarımız arasında yerleşmemesinin sebebini yine kendimizde aramak gerek. Ezkaza, birisi bi­ze kendisinin aptalca bir hareketinden bahsedecek olsa, hemen "estağfurullah’i yapıştırıveriyoruz. Bu yazar, ap­talca pek çok hareketler yaptı, ve Allah bilir, hala da ya­pıyor. Her hangi bir sohbet sırasında bu aptallıklarımdan bahsedecek olsam derhal karşıma aynı kelime ile çıkılı­yor: es-tağ-fu-rul-lah. Anlamıyorum: niye? Şayet ben kendi yaptıklarımı "aptalca," buluyorsam, niçin, Adeta, "hayır, efendim, ne münasebet, bilakis çok iyi etmişsiniz," derce- sine, aptalca hareketlerimin belirtilmesine müsaade edil­miyor? Sebebini, biraz da, benim aptalca hareketler yapa­cağıma inanmıyanların, kendilerinin de aptalca hareket yapamayacaklarına inanmalarında aramak doğru olmaz mı? Ve, şahsından hiç bir aptalca hareket sadır olamaya­cağına inanan biri için de, "hümor sahibi" insan nasıl di­yebiliriz?

Çeşitli insan topluluklarının dillerindeki atasözleri ve deyimler onların hayat anlayışları ve yaşayış tarzları hak­kında çok şeyler söyleyebilir. İki sene önce Japonya'nın İs­tanbul konsolosluğunda görevli olan ve Türkçe de bilen Hiranao Matsunati adlı genç bir Japon diplomatı Türk— Japon Dilleri Arasında Bir Karşılaştırma adlı küçük kita­bında Türkçedeki "kız almak,” "kız vermek" gibi sözlerin "pederşahi" cemiyet tipinin belirtileri olduğunu söyler. Dili­mizde diğer dillerde olmayan "emredersiniz," "bir emriniz mi var?" gibi sözlerin, bence, Batı anlayışında hümor hissinin yerleşmemesinde rolü oluyor. "Bir isteğiniz mi var?" veya "Bir arzunuz mu var?" yerine "Bir emriniz mi var?" diyen insanların, ben, hümor hissine sahip olabileceklerine pek inanamıyorum.

Tekrar hümor ve politika konusuna dönelim. Bizim po­litikacılar kendilerini vazgeçilmez, "gayri kabili elzem" gö­rür, kendileri meydanı terkettikleri takdirde Türkiye’nin batacağını sanırlar. İsim yapmış bazı politikacılanmızın, bilhassa muhalefette iken, zaman zaman "âdi" hatta "pes­paye" denecek hırçınlıklar göste^elerinin sebebi bu: ya ben ya hiç. Akla, bir Amerikan mezarlığının girişinde ya­zılı olduğu söylenen kelimeler geliyor: "Bu mezarlık, ha­yatta iken, dünyanın, ancak dümende kendileri bulunduğu müddetçe yürüyeceğine inanan insanlarla dolu. Onlar bu dünyayı çoktan terkettiler, fakat dünya hâlâ yürümekte devam ediyor."

Batılı, bilhassa bir Anglo-Amerikan politikacısı kendini hiç de vazgeçilmez bir insan olarak görmez. (Gerçekte, politikacıdaki bu his, politika merdiveninde tırmandıkça artar.) Bir insanın kendini vazgeçilmez gözesinin ilk işa­reti kibirdir ki, Batılının tahammül edemeyeceği insanla­rın başında da kibirli politikacılar gelir.

Cumhurbaşkanı Kennedy, hayatı ve mevkiini gayet cid­diye almasına rağmen, kendisini, hiç de vazgeçilmez bir insan olarak görmedi. Onu yakından tanıyanlar, Cumhur­başkanının, banyosundaki küvetin köpüklü suyu içine gö­mülü iken dahi zaman zaman resmi yazıları okuduğunu ve müşavirleri ile muhavere ettiğini de yazdılar. Bir gün bir arkadaşı Cumhurbaşkanını görmeğe geldiği vakit, yi­ne küvette idi, sıcak köpüklü suda da oğlu John-John'ın plastik ördekleri. .. Kennedy, başını kaldırarak arkadaşına baktıktan sonra yanından oyuncak ördeklere bir göz attı ve gülümseyerek dedi ki "Halk, Amerika Cumhurbaşka­nını, banyosunda, bu ördeklerle beraber görse acaba ne düşünürdü?"

Evet, nükte ve mizah bizim cemiyetimizde daha dün di­yebileceğimiz kısa bir zaman öncesine kadar "hafiflik" ad­dedildi. Yukanda belirttiğimiz gibi, mizah, medresenin sert ve kuru hükmü ile, şathiyyat yani "mânasız, afâki sözler" sayılıyordu. Bu düşünce, zamanla, devleti idare edenlere de h^^ın olmuş, ve hükıüınet bir ara Osmanlı İmparatorluğu sınırlan dahilinde mizahı ortadan kaldır­mak için kanun d^û getirmek istemişti.

Şinasi'nin 1860'da kurduğu Tercü^n-ı Ahval adlı ilk Türk gazetesinden sonra, "ciddi" gazetelerin yanısıra mizah ga­zete ve dergileri de yayınlanmağa başlandı. Fakat mizah perdesi altında, kendilerinin tenkid edilmesine tahammül edemeyen hükümet mensupları, bu gazete ve dergileri ka­patmak için Meclise bir kanun teklifi sundu. Mithat Paşa­nın yerine gelen Sadrazam Ethem Paşanın, Zat-ı Şahane adına ilettiği ferman, ülkede mizah gazete ve mecmuaları­nın yasaklanmasını irade etmekteydi. O zaman (1876) ha­zırlanan Matbuat Nizamnamesinin 8 inci maddesi şöyle idi: "Mizah gazete ve mecmualannın neşri memnudur. Me- malik-i Şahanede mi^zah gazete ve ^cmualan neşredilmez ve hariçte intişar edenlerin ithali memnudur."

Birinci Meşrutiyet Meclisinin Müzakere Zabıtlan’nda (7 Mayıs, 1877) devrin Matbuat Müdürü Macit Beyin, kanun teklifini şu kelimelerle sunduğunu öğreniyoruz:

"Efendim, mizah gazeteleri ve mecmualan lüzumsuz ve faydasız olduğu gibi, zararlan da azimdir .... Malûmdur ki, gazetelerin iki vazifesi vardır: Birincisi, hakların mu­hafazası; ikincisi, mürebbiliktir. Bu gibi mühim mesailde (meseleleri, yâvegüluk [saçma sapan söylemek], soytarı­lık ve hoppalığa ne lüzum var? ... Sonra, daha mühimmi, devletin siyasetini öylesine tenkit ve teşbihler yaparak o hâle getirirler ki, halkda devlet vekar ve ciddiyeti payimal olur [çiğnenir]. Geçenlerde, mağlûp olan bir devletin or­dusunu, galibin bacakları arasından geçiren bir resim neş­rettiler. Bir diğeri kanatlı bir merkep yapıp uçurmuş. Bu resme bakanlar, hâşâ, merkebi melek mi zannedecekler?... Gazetecilik ciddi bir meslektir. Mizah ise soytarılıktır. Kim­se soytan hoca istemez.... Mizah gazeteleri münhasıran biz­de değil, başka milletlerde de haysiye-i meslekiye ve şah- siyeyi muhafaza edememişlerdir. İnsanda hezele lalay et­mek] ve terbiyesizliğe dair temayül vardır. [Yoktur, bizde yoktur, belki sizde vardır. Gürültüler.. .J Zamirleriyle ifa­deye ne lüzum var? Mizaha, temsilî resme ne lüzum var? Herkes söyleyeceğini ciddi olarak söylesin.... Bu itibarla mizah gazete ve mecmualarının neşri ve böyle nabeca [uy­gunsuz) resimler yapılması sureti kat'iyede men edilmiş­tir."

Hükümetin teklifini destekleyen Kozan mebusu Mustafa Efendi de şazları söylemişti:

"Bizim şeriatımızda bunlara dair bahis vardır. Bunlar şer'an memnudur.... Macit Beyin dediğine bakılırsa, hükü­met dahi böyle istiyor. Ben, şer'an değil, ^den diyo^rum ki, bunlara lüzum yoktur.”

Suriye mebusu Nufel Efendi de hükümeti desteklemişti:

"Bu şarivari [bir kimseyi yuhalamak için evinin önün­de teneke çalarak patırdı yapmak manasına gelen Fransız­ca kelimenin Türkçeleştirilmiş şekli] gazeteler rümuz ile alay ediyorlar. Herkesin şan ve şerefi bir mizah gazetesi ile mahkeme huzuruna çıkmaya müsait değildir. O z^an daha çak alay ederler, teşhire bağlarlar. Avrupa'da var­mış. Olsun... Bizde olmaz, olmamalı. Öyle şeyler yazıyor­lar ki, muhatabı belli olmuyor, okuyanlar da, kime Ai.d di­ye endişe ediyorlar. Bu azAba neden tahammül etmeli?"

Hükümet teklifinin reddedilmesinde bilhassa şu mebus­ların büyük rolleri oldu. İstanbul mebusu Hasan Fehmi Efendi:

"Efendim, bazı nabeca resimler neşredildi diye mizah gibi, beşeri tefekkürün kadim devirlerden beri mergup [is­tenilen, sevilen] olmuş nüktedanlığı toptan reddetmek, bir kısmı mikroplu diye su içmemeğe benzer.... Ecnebiler ço­cuklarını mizahın mütefekkirlerle payidar olacak fıkrala­rı ile terbiye ediyorlar. Nükte, edebiyatın zarafet ve tez­yinatıdır. Beşeriyetin hayat-ı fikriyesinde bu kadar derin yeri olan bu mevzuu, na layıktır diye kökünden söküp .at­mak hangi akla ve mantığa hizmet etmek olur?”1

Bursa mebusu Şeyh Rıza Efendi: ''Rica ederim, Hoca Efendi, Şeriatı karıştırmayınız. Şeriatı, kâffe-i hürriyet [hürriyetlerin bütünü] ve hakk-ı beşer teminat altına al­mıştır. Tefekkürün her şekli mubahtır (şeriatla ilgisi ol­mayan davranışı. Nükte, tefekkürün bâlâsıdır [yücesidir]. Hangi mesned-i şer'iye dayanarak böyle konuşuyorsunuz? Söyleyiniz de biz de öğrenelim.... Macit Beyefendi, terbi­yesizlik başka, mizah başkadır. Mizah, nükte, insanlann fıtri [yaradılıştanl varlığı arasında ve lütf-i ilahidir. Her­kes nükte yapamaz, herkes resim çizemez. Bunlar ırsi ve fıtri mevhibelerin [Allah vergisi] ilim ve irfanla terkib ve mahsulüdür. Karagözü de mi kaldıracaksınız? Meddahları da mı yasak edeceksiniz? Evlerde lâtife yapanları da mı hapse atacaksınız?... Zararlı mikroplar durgun sudadır. Dibe çöker. Göz önünde ve açıkta olan fenalığın tamir ve ıslahı mümkündür. Mizah gazetesi çıkacak, resimler ya­pılacak, fakat zararlı olanları devlet, kanuni tedbirlerle men edecek, şahsi tasallutlara, iftiralara mâni olacak? Mahkemelerin vazifeleri nelerdir?"

Niş mebusu Süleyman Bey: "Her hâdisenin kendi bünye­si içinde tekevvünü [yerleşmesi] meşruttur [şarta bağlı­dır]. Zararı, zaman ve âmme efkârı tâdil ve hayra tebdil eder. Gülü koklarken dikenine tahammül edeceksin. Ko­medya binlerce senedir payidar olmuştur. Öyle komedya­lar vardır ki, bünyesinde bin facianın elemini temsil eder. Bazan bir kaç çizginin fikirde yaratacağı neticeyi cildler- le kitap anlatamaz. Mizahlı men etmek, Cenab-ı Hak tara­fından beşere bahşedilen bir hakkı elinden almak demek­tir.

Hükümetin mizah gazete ve mecmualarını kapatmak üzere getirdiği kanun teklifi reddedildiyse de, ertesi yıl Rus Harbi sebep gösterilerek, mizah gazetelerinin "adab-ı İslâmiye ve an'anat-ı mahalliye-ye adem-i intibak-ı derkâr olduğundan nâşi," başka bir ifade ile, ‘‘din ve geleneklere uygunsuzluğundan ötürü," kapatılmasına karan verildi. Böylece, imkân verilseydi, çok başanlı meyvalar verebile­cek olan Türk mizah edebiyatı, otuz seneden fazla süre­cek bir karanlığa itildi.

Yukarıki satırlarr, "niye bizden de örnekler almadın," diye tarizde bulunacaklara, kısmen de olsa, bir cevap ol­mak üzere yazdım.

Nükte, eğer zekâya daha çabuk anlaşılma ve hatırlama canlılığım verebiliyorsa, ancak o zaman üzerinde durul­mağa değer. Bayağı ve kaba kelimelerin oluşturduğu bir dil bir politikacının, veya herhangi bir insanın aleti olabi­lir. Nükte ise, sadece bir muhalife hücum etmek, veya gerginleşen politik atmosferi yatıştı^ak, ve yahut sadece eşyayı ve hadiseleri zahmetsizce görülebilecek bir pers­pektife yerleşti^eğe yarar bir âlet değildir. Nükte, ger­çekten, bir mazhariyettir. Nükte, cesaret kadar asil, iman kadar yüceltici olmayabilir, ama düşünebilme ve gülebil­me hassaları, hayvanlar aleminde sadece biz insanlara ihsan edildiğinden, hümor hissine sahip bir insan, fikirler ve kelimeler arasında diğerlerinin göremediği aptallık ve komiklikleri görebilecek hususi bir sezgi kabiliyetiyle teç­hiz edildiğinden, politikada nükte, doğruya giden yolu her zaman açık tutmasa dahi, zeka ve cesaret yolunda ışık tu­tabilir.

Türkiye’de hümor hissinin yerleşmemesinin diğer sebep­leri de var. Kafalannın iÇindekilerden ziyade isimlerinin önlerindeki unvanları konuşturan üniversite hocaları Türk kültür hayatına hakim olduğu müddetçe, hastalarından para yerine gazetelerde "teşekkür mektubu” isteyen dok­torlarımızın sayısı hiç de küçümsenemeyecek sayıda kaldığı müddetçe, ve hele biribirlerimize "sayın"sız hitap edeme­diğimiz müddetçe—siz ne derseniz deyin—"hümor” deni­len şeyin sınırlarımızdan içeri gireceğine benim aklım kes­miyor.

Buna bir de, maalesef, cemiyetimizin başlıca özelliği ha­lini alan "nefret"i eklerseniz, hümordan söz etmenin, ka­vağa çıkmış balıktan bahsetmek kadar saçma olduğunu daha iyi anlayacaksınız. Bu memlekette, sağcı ve solcu, köylü ve şehirli, işçi ve patron, varlıklı ve varlıksız ara­sında dünyanın başka hiç bir ülkesinde görülmeyen nef­ret uçurumi^ teşekkül ediyor. Ve cemiyetimizin dokula­rını parçalamak hedefini güdenlerin liderleri de politika­cılar.

Bu kitap, bilhassa Anglo-Amerikan tü^inde siyasî bir geleneğin bu topraklarda—korkarım—mahşere kadar niye yerleşemeyeceğini açık seçik gösterecek.

İngiliz İşçi Partisinin asit dilli Aneurin Bevan'ı, bir nut­kunda, Churchill'in bir kaç defa parti değiştirdiğine deği­nerek, Muhafazakar Partinin liderine şu kelimelerle hücum etmişti:

Memleketin umacısı, Parlamentonun komedyam bu adamın bukalemun karakteri, artık iyiden iyiye kaani oldum ki, onda- ki hissi kötürümlük üzerine bina edilmiştir. O, siyasi istikrar­sızlığının sebebini böylece açığa vurarak, üzerine aldığı rolleri, seyredenleri hayretler içinde bırakan bir cambazlıkla oynuyor.

Bu sözlerin muhatabı Churchill, Bevan’un bu hücumun­dan sonra ne yaptı zannedersiniz? Avam Kamarası başka- nından derhal söz istedi ve Bevan'ı bu ateşli nutkundan ötürü tebrik ederek dedi ki: "Böylesine canlı ve gerçek tartışmalı bir nutuk, Parlamentoda, ne yazık ki, artık pek ender işitiliyor."

Bunu bir de, "Hava kapalı olunca yağmur yağar, yağ­murdan göl olur, gölde ördekler yüzer, ve benim bir adım da ‘ördek’ " diyerek; "bu^in hava kapalı," diyen muhata­bına, "sen bana ‘ördek’ dedin" deyip üzerine çullanan in­sanların hiç de azımsanamayacak sayıda olduğu cemiyeti­mizin genel manzarası ile karşılaştırırsanız, "ha^ki de­mokrasi" ve "mahşer" kelimelerini aynı cümle içinde kul­lanmakla hiç de hata ve haksızlık etmediğimi göreceksi­niz.

Her neyse, şimdi sayfayı çevirelim ve onlann bu işi na­sıl yaptıklarını locadan seyredelim.

NEJAT MUALLİMOâLU

Şehremini, İstanbul

Eylül, 1976

Richard Brinsley Sheridan

Gerçek nükte bir Hint madeninden çıkarılmış Parlak bir taş gibidir, ve iki büyük kudret vardır onun:

Biri kesmek, diğeri parlatmak için.

“Grub Street Journal," 1730

Zamanı geldiği vakit iyi bir nükte söyleyebilmek fırsatını kaçıranlara, büyük meselelerin halli tevdi edilemez.

William Hazlitt

Nüktedan bir insan, eğer aptallar olmasaydı, çok defa ne söyleyeceğini bilemezdi.

La Rochefoucould

Mf eşhur İngiliz nüktedanlan arasında İrlanda asıllı olan­' "Harı pek çoktur. Richard Brinsley Sheridan da böyle 'bir İngilizdi. Gerçi günümüzde, genellikle, onsekizinci asır İngiliz komedisinin zirvesi kabul edilen The School for Scandal (Skandal Mektebi) adlı piyesin müellifi olarak tanınırsa da, Sheridan, devrinin parlamenterleri arasında en nüktedanı olarak biliniyordu.

Bir tiyatronun aktör-menecerinin oğlu idi. Dublin'de doğ­du; onbir yaşında iken, tagiltere’dekl Harrow adlı ünlü mektebe gönderildi. Fakat küçük Sheridan burada kendi­ni mesut hissedemeyecekti: öğrencilerin büyük bir çoğun­luğunu aristokrat ailelerinin çocukları teşkil ediyordu. On­lar bu aktör çocuğu ile merhametsizce alay ediyor, tepe-


den bakıyor, aralarına almıyor, oyunlarına sokmuyorlar­dı. Küçük Sheridan'ın onlara ne cevaplar verdiği bugün unutulduysa da, bir tanesi z^anımıza kadar ulaştı. Bu, Londralı tanınmış bir doktorun oğluna verdiği cevaptı: "Haklısın, benim babam insanları güldürerek bizim mai­şetimizi temin ediyor—seninki ise onları öldürerek."

Aristokrat ailelerden gelme çocukların kendisine sırt çe­virmelerine, onu hiç bir zaman kendilerinden biri sayma­malarına rağmen, Sheridan, hayatı boyunca aristokratik zümreye özendi, kendisini onlardan biri^niş gibi kabul et- ti^eğe çalışmakta direndi. Onu yakından tanıyanlar, dostları, Sheridan'ın kendisini tiyatro ile zerrece ilgisi bu­lunmayan "asil" bir insan olduğu izlenimini yaratmağa çalışmasının beyhude bir gayretten beriye geçemeyeceği­ni iyi biliyorlardı. Sheridan, bir defa, sadece devrinin en büyük dramatisti değildi, erişkinlik yıllarının büyük bir kısmı da bilfiil tiyatroda geçmişti. Sonra, geçim.ini, Lond­ra'nın ünlü tiyatrosu Drury Lane'in getirdiği para ile sağ­lıyordu; en büyük hissedarı idi. Bu vakıalara rağmen, She­ridan, bütün ömründe kendisini hakiki bir "aristokrat" olmaya hasretti, ve bu yüzden de, giyinişinde, eğlencesin­de ve kumarında ifrata kaçtı, ölünceye kadar borçtan kur­tulamadı. Uzun yıllar Whig partisinin Avam Kamarasın­daki temsilcilerinden biri olmasına rağmen, mebusluk bi­le onu pek tatmin etmedi. O, bir "tiyatro adamı"ndan zi­yade bir "centilmen" olduğu hissini uyandı^ak ve yer­leştirmek için her şeyi göze aldı—sefalet içinde ölmeyi bile.

Sheridan, Harrow'dan mezun olur olmaz, kendisini, ömrü boyunca kurtulamayacak fırtınalı bir hayatın içinde buldu. Diploma alalı henüz bir ay olmuştu ki, Elizabeth Linley adlı onaltı yaşında bir kızla tanıştı ve derhal gönül bağladı. Gerçi, nihayet 1773'te Elizabeth'le resmen evlendiy- se de, bu romantik aşk macerası boyunca iki kişi ile düello yapmak zorunda kaldı; sevgilisini, göz gözü görmeyen fır­tınalı bir havada Fransa'ya kaçırdı, ve orada bir rakibe mektebinde gizledi. îki aşık ğizlice ve gayri kanuni olarak Fransa'da evlendiler.

Beş parasız bir insandı. Karisı ise devrinin en popüler şarkıcılarından biri. Ama o kansını halk önünde şarkı söy­lemekten men etti. Bir "aktör çocuğu" olarak çektiği ıstı­rap ve maruz kaldığı küsçük düşürülmeleri unut^nayan Sheridan, bir "şarkıcı kocası" olmak istemiyordu. "Centil­menlik ateşi" benliğini kasıp kavuruyorsa da, karnın du­yurulması daha önemliydi. İstemeye istemeye yeniden ti­yatroya döndü—ve çok da başarılı oldu. Kısa bir müddet sonra, 1775'te, The Rivals (Rakipler) adlı eseri sahnelendi. Sheridan artık para kazanıyordu. Bir kaç arkadaşiyle bir­likte Drury Lane tiyatrosunu kurdu.

Para, onu bir diğer emeline, seneler boyunca göz diktiği bir diğer emeline daha kavuşturdu: Sheridan şimdi aris­tokrasiye de girmiş, bir "asil" olmuştu. lflaşılması gereken bir hedef daha vardı: bilfiil siyasi hayata atılmak. Onu da başardı, ve 1870'de Statford kasabasından Whig'li sıfatiyle Avam Kamarasına seçildi. (Whig partisinin adı sonraları Liberal parti olarak değiştirildi.)

Günümüzde dahi, Avam Kamarasına seçilen bir mebu­sun ilk nutku, umumiyetle, bir "hmlise"dir. Kendisini ya- zılariyle, piyesleriyle, eşsiz nükteleriyle geniş halk kütlele­rine tanıtan Sheridan’ın Parlamentodaki ilk nutkunun "şa­heser" olacağı sanılıyordu. Ve o söz alıp kürsüye çıktığı Andan itibaren de bütün üyeler müstesna bir dikkatle She- ridan’ı dinlemeğe başladı. Göz ve kulaklarını Sheridan’a dikenlerden biri de, dinleyiciler locasındaki gazeteci arka­daşı Woodfall’dı. Parlamento dışında Sheridan intibaım sorduğu vakit, Woodfall dedi ki: "Maalesef söylemeğe mec­burum: bu senin haran değil. Bana kalırsa, önceki mesle­ğine dönersen daha iyi edersin."

"Ama o benim içimde," diye cevap verdi Sheridan. "Ve Allahın yardımıyle de bir gün dışarı çıkacak."

Sheridan, filhakika, "içindeki"ni dışarı çıkarmak ıçin uzun bir müddet de beklemeyecekti. Bir iki ay içinde, William Pitt (Başvekil), Edmund Burke (devlet adamı ve yazar), Charles James (devlet adamı ve hatip) gibi söz ve kelime üstadlannı yetiştiren neslin en iyi Parlamento hatibi unvanına hak kazandı. Bunda, şüphesiz, önceki ha­yatından, tiyatrodan getirdiği hümorun inkâr edilemez rolü oldu.

Sözlerini bir türlü bağlayamayan bir mebus su içmek için duraksadığı vakit, Sheridan, derhal ayağa kalktı ve Kamaraya başkanlık edene hatibin sadetten dışan çıktı­ğını söyledi. Başkan, sebebini sorunca, Sheridan şu ceva­bı verdi: "Efendim, bir yel değirmeninin su ile çalışmak­ta direnmesi saadetten dışarı çıkmaktır da onun için."*

Dünyanın her tarafında vergi beyannameleri çok defa içinden çıkılamayacak güçlükler arzeder. Pek çoklarınız, İngiltere Parlamentosuna getirilen bir kanun teklifi üze­rine, Sheridan'ın söylediklerini sempati duyarak okuya­cak:

Bundan önceki hükümet zamanında Parlamentodan çıkarılan vergi kanunlarının sayısı öylesine artmış, bilhassa yürürlükte­ki vergi kanunlarına ilâve edilen ekler öylesine muğlak hâle gelmişti ki, vergilerin tatbikinden sorumlu hâkimler dahi için­den çıkılamayan bu bilmeceler karşısında, ellerinden, hayret ve şaşkınlıkla kaşlarını çatmak, kızgınlıkla başlarını sallamak­tan başka bir şey gelmiyordu. Başka ne yapabilirlerdi ki! Bakı­yorsunuz, önce bir vergi kanunu çıkarılıyor, ardından alelacele, Parlamentodan henüz çıkmış bu kanunun bazı maddelerinin tâdili ile ilgili yeni bir kanun teklilı önümüze konuyor. Niha­yet bu da kanunlaşıyor, fakat "çok şükür" derneğe vakit kal­madan, hükümet, yürürlükteki kanunu tâdil eden kanunun ku­surlu ve hatâlı taraflarını düzelten ikinci kanunun eksiklerini tamamlayacak yepyeni bir kanun teklifi ile karşımıza dikiliyor. Gelgelelim, iş bununla da bitmiş olmuyor. Bir müddet sonra, bir de bakıyoruz ki, yürürlükteki vergi kanununu tâdil eden kanunun kusurlu yönlerini düzelten en son kanunun eksik ta­raflarını tamamlayacak yepyeni bir kanun teklif ediliyor, ve böylece vatandaşlar, bir türlü sonu gelmeyen vergi kanunları fâsit dairesinde bocalayıp duruyor.

Bu, ancak denize indirildikten sonra, dümeninin konmadığı anlaşılan gemiyi akla getiriyor. Gemi, dümen takılması için, tekrar kızağa alınıyor. Ne var ki, geminin denize her indirili- şinde yeni yeni eksikliklerin, yeni yeni hatâların farkına varı­lıyor. Omurgasındaki çemberlerin vidaları takılmadığından,

•Sheridan'dan hemen hemen iki yüz sene sonra, 1952 ve 1956'da Ame­rikan Demokrat Partisinin cumhurbaşkanlığı namzedi Adlai Steven- son, bir nutkunu, Sheridan'ın bu sözüyle dantellemişti. omurgadaki bazı tahtaların kaybolmuş olduğu anlaşılıyor; eksik tahtalar tamamlanıyor, yeniden çemberleniyor, ve tam denize indirileceği sırada harcanan bunca paraya rağmen, geminin ta­mamen parçalanmasına ve yeni baştan yapılmasına karar veri­liyor. Gerçekte, Parlamentodan, son yıllarda çıkan bütün ka­nunlar, yumurtadan çıkan böceğin kelebek haline istihalesine kadar geçirdiği her safhayı hatırlatırcasına, bir sürü tâdilden geçiriliyor.

Başvekil William Pitt'in (Muhafazakâr) kabine üyele­rinden Henry Dundas, bir ara, üç vekilliği de aynı ânda yürütüyordu. Sheridan, Pitt'in bu vekili için şunları söy­ledi: "Hakiki centilmenler şayet kendilerini—söylenildiği gibi—şahsi menfaat gözetmeksizin memleket hizmetleri’ ne vakfedebiliyorsa, biz, bugün, İngiltere'nin en centil­menli hükümetine sahip olmakla cidden gurur duyuyo­ruz. Vekil Mr. Dundas, bildiğiniz gibi her hangi bir centil­menden üç defa daha fazla centilmendir—çünkü onun otu­racak üç yeri var."

boğdu. Dundas kısa bir müddet önce evlenmişti, ve bir

Sheridan'ın şu nüktesi de Parlementoyu kahkahalara gün Parlementoda, hükümet işleri ile ilgili olarak izahat verirken, kendi durumunun hiç de gıpta edilecek bir ta­rafı bulunmadığını, zira sadece sabahları uyandıktan son­ra değil, geceleri yattığı sırada da, beşer takatının üstün­de güç bekleyen görevleri nasıl yerine getireceğini düşün­düğünden fazlasıyle yorgun düştüğünü anlattı. Sheridan, Dundas'ın bu sözleri üzerine hemen ayağa fırladı, ve Ve­kil Dundas'ı "Home Office"indeki (Dahiliye Vekâleti) yor­gunluğundan kurtarmanın kendisi için büyük bir zevk olacağını söyledi. (Bu son derece ince manâlı nükteyi da­ha iyi anlayabilmek için, "home" kelimesinin ilk manâ­sının “ev” olduğunu hatırlatmak gerekir.)

Sheridan'ın, Dundas için söylediği bir söz de şu: "Muh­terem Centilmen, hafızasını şakalarına, gerçeklerini de tahayyül kudretine borçlu."

Nükteleri, anında söyleniyormuş hissini veriyorsa da, Sheridan, her iyi nüktedan hatip gibi, onları önceden ti­tizlikle hazırladı. Bir makalesinde der ki: “Bir hatip, nük­telerini, bir generalin savaş plânı üzerinde çalışması gibi hazırlar; sohbet veya tartışmanın hangi şartlar altında geçeceğini önceden sezer ve görür; araziyi dikkatle tetkik eder, çarpışmayı gerektirecek durumlar üzerinde ince­den inceye durur, ve ondan sonra da, muhaliflerini, ön­ceden hazırladığı pusuya düşürmek için, ortaya bir sual atar ve nükteli kancasını derhal onlara geçiverir."

Parlamentodaki nüktelerini nasıl hazırladığını şöyle an­latır: "Avam Kamarasını teşkil edenlerin beşte dördünün kasaba ve köylerden gelmiş toprak sahibi ağalar ve bü­yük aptallar olduğunu biliyorum. Bunun için, önce alaylı bir nükte veya istihzalı bir ifade ile onları güldürürüm. O zaman, yani benim sözlerime güldükleri vakit, fikir ve gö­rüşlerimle ilgili ve kafalarında daha önceden yerleşmiş düşünceler silinmiş olur. Daha sonra, artık önümdeki bü­tün engeller temizlendiğinden, fikirlerimi iyice pişirip ön­lerine koymak için, yeniden münakaşama dönerim."

Whig partisinin üyesi Sheridan, siyasi bağımsızlığını, kendi partisi aleyhinde ısırıcı nükteler söylemekten çekin­meyecek kadar ileri götürmüştü. Bu tâvizsiz bağımsızlığı onu sadece politik hayatın zirvesine ulaştırmakla kalma­dı, oradan kolayca alaşağı edilmesine de sebep oldu. Ken­di partisi, iktidardayken, son derece gayri popüler bir ka­nun neklifi getirişti. Sheridan bu teklifin aleyhindeydi. Nitekim, Parlamento da reddetti. Sheridan, bunun üzeri­ne, partisinin ahmaklığını, yine Parlementoda, şu sözlerle belirtti:

"Çaresizlik içinde bunaldıklarından ne yapacaklarını bilemeyen insanların, kafalarını, zaman zaman duvara vurduklarını işitmiştim. Ama kafalarını duvara vurmak için, onların özel olarak bir duvar inşa ettiklerini de ilk defa görüyorum."

Partisinin iktidarda olduğu iki kısa devre müstesna, Sheridan'ın bütün siyasi hayatı muhalefette geçti. Fakat bu, onun yaradılışına tıpatıp uyuyordu. Yirmi beş yıllık politika hayatında, bilhassa iki dikenli meseledeki taviz­siz tutumu ile en iyi arkadaşları dahi gücendi^ekten çekinmedi. Bu çetrefil meseleler de, Ingiliz Katoliklerinin vatandaşlık haklan ve İrlanda'ya karşı güdülen politika idi.

Hükümetin İrlanda politikasını tasvip eden bir mebus, Irlandalılan yola getirecek tek hal çaresinin şiddetli ted­birler ve katı cezai müeyyideler olduğunu, böylelikle, ora­daki İngiliz aleyhtarlığı cereyanının ezileceğini, ve artık bir daha İngiltere'ye başkaldı^anın söz konusu olmaya­cağını söylediği sırada, Sheridan, oturduğu yerden şun­ları söyledi: "Haklısınız, tıpkı karşı konulmadığı takdir­de, ırza tecavüzün de bahis konusu olamayacağı gibi."

Whig partisi iktidarda iken getirilen bir vergi kanunu­nu Sheridan da destekliyordu. Onun bu tutumu aleyhin­de konuşmalara yol açtı. Sheridan, en yakınların dahi kendisine cephe olmasına rağmen tutumunu yine değiş­tirmemişti. "Aleyhimde konuşuyorlarmış. Konuşsunlar, konuşsunlar." dedi. ‘‘Nihayet parayı ödeyecek olanlar da onlar. Verecekleri paranın hakkını çıkarmak için biraz eğ­lenmelerinden daha tabii bir şey olamaz."

Parlamentoya getirilen ve basınla ilgili bir kanun tekli­fi Sheridan’ı küplere bindirdi. Teklif, kanunlaştığı takdir­de, basının faaliyeti oldukça sınırlanacaktı. Sheridan’ın Parlamentodaki sözleri (1810J bugün dahi hayatiyetinden zerresini kaybetmiş değil:

Dejenere bir Lordlar Kamarası onların olsun; sefil bir Avam Kamarası onların olsun; dalkavuk bir mahkeme onların olsun; müstebit bir hükümdar onların olsun. Siz bana zincire vurul­mamış bir basın verin, yeter! Ben o zaman, İngiliz vatandaş­larının hürriyetlerine kıl kadar dahi tecavüz edilemeyeceğini onlara göstereyim.

Richard Sheridan sadece büyük bir nüktedan değildi; muhaliflerini kızgın kelimelerin ateşinde kavurmasını bi­len bir hatipti de. İngiltere'nin Hindistan'daki ilk Genel Valisi Warren Hastings aleyhindeki tarihi nutkunda, ke­limelerle neler yapabileceğinin en berrak örneğini verdi.

Hastings, 1750 senesinde bir çırak olarak Hindistan’a gitmiş, Hindistan’ın bir İngiliz sömürgesi haline gelmesin­de çok büyük rol oynayan East İndian Company adlı şir-


kette en alt kademede çalışmaya başlamış, zamanla şirke­tin müdürlüğüne kadar yükselmiş, ve oradan da Hindis­tan Genel Valiliğine tayin edilmişti C1773). Vali Hastings, otoriter idaresiyle, Hindistan'da mali ve idari reformlan gerçekleştirmiş, o zamanlarda pek yaygın olan eşkiyalığı kaldırmış, İngiliz idaresini pekleştirmişti. Fakat, ülkeyi bir İngiliz sömürgesi haline getirmeğe çalışırken, yer yer baş- gösteren ayaklanmaları zor kuvvetiyle bastırmak^rn da kaçınmamış; üstelik, emrindeki devlet memurları üzerin­de demir bir hakimiyet kurmuştu. Bütün bunlar, İngilte­re'de, Genel Vali aleyhindeki akımı tetikledi; tegiliz libe­ralleri, Hasting'in ülkede ferdi hürriyeti kısıtladığını, Hin­distan'da şahsi ve keyfi bir idare kurduğunu sert ve ya­kıcı bir dille tenkide başladılar. Vali, nihayet 1784'te is­tifaya mecbur tutuldu ve İngiltere'ye döndü; Edmund Burke ve (Hindistan'da bir düelloda yaraladığı) Sir Phi­lip Francis tarafından "yüksek suçla" itham edildi.

Sheridan'ın, Parlamentoda, Genel Valiyi itham eden nutku tam beş saat sürdü. Nutuk nihayete erince, Kama­ra o günkü oturumuna son verdi, zira Başvekil Pitt dahi, Parlamentonun, "bir sihirbaz asasının tesiri altında" kal­dığını itiraf etti. Pitt, nutkun, "kadim ve modern dünyada­ki üstün hitabet ve belagat örneği bilinen her nutuktan da yüce" olduğunu ve "dehanın veya sanatın beşer ak­lını kışkırtacak veya kontrol edecek her unsurunu ihtiva" ettiğini, ve o "âna kadar söylenmiş nutuklar arasında bun­dan daha üstününün bulunamayacağı"nı söyledi.

Başvekilden başlayarak devrin en büyük hatip ve ya­zarlarından Edmund Burke'e kadar hemen hemen—mu­halif ve muvafık—herkesin alkış tufanına boğduğu bu şaheser hitabenin tam metni, ne yazık ki, elimizde yok. Bundan böyle, nutkun, dinleyenler üzerindeki büyüleyici ve elektriki etkisinde, jestlerin, mimiklerin, ve irad edil­diği andaki hissi atmosferin ne derece rol oynadıklarını bilemeyeceğiz. Bununla beraber, aşağıdaki kısa bir ikti­bas dahi, Sheridan'ın üslübu hakkında bir şeyler göste­recek:


Mr. Hasting'in devlet memuru olarak yaptığı işler onun... hiç bir zaman büyüklük iddiasında bulunamayacağının müşahhas örnekleri. Onun rejiminde veya kafasında, elle tutulur veya nü­fuz edici, asil veya müşfik, samimi, dolaysız, liberal, erkekçe bir tek şey göremezsiniz. Ele aldığı her iş karanlığa gömülü; hepsi sefilce, hepsi açık kalplilikten uzak, hepsi riya.

Gayelerini ve vasıtalarını seçme fırsatı eline verildiği zaman, o, insiyaki olarak derhal en kötüsünü seçiyor. Takip ettiği yol, her zaman doğruluk ve dürüstlük yolundan ayrı. Yılan, kaçmak istediği vakit, hiç olmazsa—samimi ve namuslu olduğunu söy­leyerek—hazan, yayından fırlamış bir okun dümdüz gidişini tercih edebilir. Bu zelil ve soğuk adam [Hastings] ise, daima eğilip bükülüyor, daima ayaklarını sürüyerek hareket ediyor, Onun hareketlerinde açık ve samimi, basit ve hileden âri bir tek şey göremezsiniz.

Günâhlarında bile bir takım garip, anlaşılmaz üstünlükler göze çarpıyor. Bunlar öylesine üstünlükler ki, kendisinde ger­çekten mevcut olabilecek bazı fazilet örneklerini dahi tama­men gölgeliyor, tamamen gizliyor. Onun kafasında—her ne ise— hileli, anlaşılmaz, samimiyetten uzak, öylesine fizikî bir vakıa bulunuyor ki, beşer tabiatının başını, üzüntü ve mahçubiyet içinde, önüne eğdiriyor, insanoğlunu insanlığından utandırıyor. Onun hakkında söylenecek büyük şeyler varsa, bunlar, sadece ve sadece onun irtikâp ettiği büyük suçlar. Ve bu büyük suçlar da, onun gaye ve hareketlerindeki küçüklük ile tam bir tezat halinde. O herhangi bir ânda, hem bir müstebit, hem bir göz boyayıcı, hem bir hülyaperest, ve hem de bir sahtekâr. O, ken­disini, bir fatih ve kanun bahşedicisi, bir İskender ve bir Sezar gibi görüyorsa da, gerçekte, bir Dionysius* ve bir Scapin'den "* başka bir şey değil.

O, tumturaklı cümlelerle etrafını gürültüye getirip, kendi ha-

•Dionysius, kadim çağlarda Sicilya'daki Siraküze devletinin müstebit hükümdarı idi. Tahtından indirerek yerini aldığı Evander'i, açlıkla öldürmek için, muazzam bir kayanın dibindeki bir mahzene hapsetti. Fakat Euphrasia mahzene girmeğe muvaffak oldu ve kendi sütüyle onu doyurdu. Timomeon, Sicilya'yı istila ettiği vakit, Dionysius, mah­zene salanmak istedi. Orada, tahtından indirdiği önceki kral Evan­der'i görünce, derhal üzerine atılıp öldürmek istediyse de, Euphrasia fırlayarak elindeki bıçağı zalim kralın göğsüne sapladı.

••Scapin, Moliere'in eserlerinden birindeki karakter; sahtekar ve kur­naz uşak.

reketlerini mazur göstermek için çırpınıyor. Mecazi sözlerden, yalan ve dolandan medet umuyor, ve kahramanca ifadelerle süslediği cümleleriyle çevresindekilerin gözlerini boyamağa yel­teniyor.

Vali Hastings, 1794'te Westminister Hall'da muhakeme edildi. Her gün dinleyicilerle dolup taşan mahkeme salo­nunda dört gün süren bir hitabede bulunan Sheridan, In­giltere'nin Hindistan'ı sömürmesinde Hastings'in oynadığı rolü şöyle anlattı:

Sanayiin bütün mamüllerini buraya çekmek, ülkenin bütün hazine ve kaynaklarına el uzatmak için kuvvete başvurul­maktan, ordunun kullanılmasından çekinilmiyor. Onlar, zalim pençelerini ülkenin hayatî uzuvlarına geçirerek diğer yırtıcı kuşları dahi kaçıran akbabalara benziyorlar. Hasting'i koruma­ğa çalışmak, kuzuyu kurban vermek için, akbabayı korumak istemekten başka bir şey olamaz.

(Vazifesinden resmen azledilerek, "yüksek suç"la itham edilen Hastings, muhakeme neticesinde beraat etti. Varını yoğunu savunması için harcıyan önceki Hindistan Genel Valisi, East İndian Company'nin yardımıyle geçindi. Son- ralan popüleritesini yeniden kazanmağa muvaffak olan Hastings, Kraliyet Danışma Konseyine üye tayin edildi.)

Sheridan zamanında Parlamentonun en mümtaz şahsi­yeti, tabiatiyle, William Pitt idi. Aristokratik bir aileden gelme Pitt'in—ki babası da tanınmış bir devlet ad^nıy- dı—şaheser bir kafası vardı, daha yirmi iki yaşındayken Parlamentoya seçilmiş (Muhafazakâr) ve ertesi yıl da Başvekilliğe getirilmişti. Pitt, l783'ten 1801'e kadar 29 yıl başvekillik yaptı. Üç sene sonra (1804) tekrar başvekilliğe getirilen Pitt ölümüne kadar (1806) o mevkide kalmıştı. Bundan böyle, Sheridan karşısında her zaman Pitt'i gö­rüyordu.

İngiltere'nin Fransa İhtilâline hiç bir şekilde müdahale etmesini istemeyen Sheridan, maamafih, Napoleon'un ih­tiraslarına inat ve şiddetle gem vurulmasını savundu. Par­lamentodaki bir tartışma sırasında (1802), Pitt'e hücum ederken, bilhassa şu iki nokta üzerinde durdu: Pitt, ^baş­vekillik koltuğundan bir süredir uzak kornasına rağmen, hAlâ orasını kontrol ediyordu; ve Pitt'in uzun yıllar aynı zamanda Maliye Vekilliği sandalyesini de işgal edişi, She- ridan'a göre, Yunan mitolojik kahramanlarından Theusus' u akla getiriyordu: "Herkül, içinde bocaladığı çıkmazdan Theusus'u çekip kurtardığı vakit, Theusus, bir insan vü­cudunun oturmaya yarıyan tarafını geride bırakmıştı."

Bu nutkunda, Sheridan, Pitt'in, Napoleon'a karşı tutu­munu da tenkit etti. Napoleon, İngiltere'yi, "bir esnaf milleti" diye tavsif etmişti. William Pitt, kendi halinde bırakıldığı ^takdirde, ^^msa'nın, bir gün İngiltere'ninkine benzer demokratik bir rejime sahip olacağını savunuyor, Fransız diktatörünün zamanla yumuşayıp uslanacağım ve diğerlerinin toprağına göz dikmekten vazgeçeceğini id­dia ediyordu. Sheridan dedi ki:

Muhterem Üye [Pitt], Fransa'nın harpten çekindiğini söylü­yor. Fransa'nın diğer milletlerle iyi ticari ilişkiler kurmaktan başka bir gayesi yokmuş.... Bonapart'ı, barış perisine âşık biri gibi göstermek için çırpınan Muhterem Üyenin, sahneye, daha iyi bir rolle çıkabileceğini düşünemiyorum. Napoleon'un istedi­ği tek şey barış imiş! Halbuki hepimiz biliyoruz ki, o [Napo­leon], askeri bir eğitim gördü, Fransa dışında seyahat etti. O halde, böyle biriyle anlaşmak hiç de zor değilmiş. Muhterem Üye böyle buyuruyor. Yeter ki, onu [Napoleon] kısa bir müd­det için tezgâhın başına koyalım: göreceksiniz, hemencecik uy­sal ve munis bir kuzuya dönecek! Ama bana sorarsanız, Napo- leon'u yola getirmenin tek yolu şu: Londralı tacirler aralarında teberru toplamağa başlasınlar ve hasılatı bu aptal adama gön­dersinler....

Bu arada, Muhterem Centilmen [Pitt] için de, çok daha faz­la para sarfedilerek, büyük bir heykelin dikileceği kulağıma ça­lınıyor. Bana kalırsa, toplanacak parayı bahsettiğiniz ticari mü­nasebetlere iyi bir başlangıç olmak üzere İmparatora [Napo­leon] gönderiniz. Ben, şunu da ümit ediyorum: Muhterem Cen­tilmen, tıpkı o İmparator gibi, hayatta iken kendisi için bir heykel dikilmesine razı olmayacaktır. Bununla beraber, bu, takdir edersiniz ki, ileride dikilecek heykelin yerinin şimdiden işaretlenmesine bir engel teşkil edemez. Kim bilir, belki kendi­leri de bu heykel için en uygun yerin neresi olabileceği üzerin­de kafa yormağa başladılar. İngiltere Bankasından şunu sor­mak isterim [Pitt'in aynı zamanda Maliye Vekilliği de yaptı­ğını söylemiştik]: Pek âlâ, elde para kalmadığından heykel ney­le yapılacak? Hayır, hayır, altından yapılamaz!... Muhterem Üye memlekette altın mı bıraktı ki! Şu halde benim nâçiz tek­lifim şu: Muhterem Centilmenin heykeli kartondan ve tedavül­den çıkarılmış eski banknotlarla yapılsın.

Sheridan, daha önceki bir hitabesinde, İngiltere Ban­kasını, Malîye Vekiline CPittJ kur yapan uslu ve çekin­gen fakat yaşlı bir kadına benzetmişti:

Geçen sene gazetelerde Maliye Vekili ile Banka arasından münasebetlere dair pek çok haber çıktı; ikisi arasında bir iz­divacın olamayacağı belirtildi. Çünkü, Muhterem Centilmenin tutumu, onun böyle bir birleşmeyi sadece hanımın vereceği baş­lık için düşündüğünü gösteriyordu—< bir yuva kurup karısını rahata kavuşturmayı değil.

İkisi arasındaki aşk, önceleri, bir tövbekârın sevgilisini baştan çıkarmasını hatırlatan bir durum arzediyordu; fakat artık, ara­larındaki bu aşk macerası, her iki tarafın da sevinçle kabul et­tikleri bir fuhuşa inkılâp etti. Memleket, onların bir gün akıl­larını başlarına toplayıp kendilerine çeki-düzen vereceklerini, bundan sonra daha dikkatli hareket edeceklerini düşünerek on­ları affetmek istiyor. Yalnız, bu kara sevdanın nasıl geliştiğini tahmin etmek hiç de kolay bir iş değil. Sakın, Muhterem Cen­tilmen sevgilisine aşk iksiri vermiş olmasın! Çünkü, görüyorsu­nuz ki, biribirlerine karşı besledikleri küllenmiş aşk yeniden tutuşturuldu ve Muhterem Çapkın [William Pitt], ihtiyar hanı­mın [İngiltere Bankası] tekrar gözdesi oldu.

Nükteli çuvaldızlarının çoğu kendisinin olmakla bera­ber, Sheridan, lüzum hissettiği vakit, diğerlerinden ödünç almaktan da çekinmedi. Herkül'ün Theusus'u çekip içinde bulunduğu çıkmazdan kurtanrken, ikincisinin, oturacak yerlerini geride bıraktığını ilk defa, bir millet vekili Char­les Fox'a yazdığı bir mektupta kullanmıştı. Fox da mek­tubu, Parlamentodaki tartışmadan bir kaç dakika önce Sheridan'a okudu. Bir diğer konuşmasında da, Parlamen­toya gelirlerken, Sir Philip Francis'ten işittiği bir nükteyi kullandı: "Efendim, bu barış öyle bir barış olacak ki, her­kes memnun kalacak—ama kimse iftihar etmeyecek." Bourboniar (bir zamanlar Fransa, İspanya ve İtalya'da hü­kümran olan hanedanlık) hakkında söylediklerini de Ar- thur Pigott'tan aktarmıştı: “İngiltere'nin yüklendiği borç­ların yarısı Bourbonları yJkmak için kullanıldı—diğer ya­rısı da onları tekrar yerlerine oturtmak için.”

Başkalarının sözlerini mehaz göstermeksizin serbestçe kullanabilen Sheridan, aynı yolu takip eden diğerlerini şiddetle tenkit etti. William Pitt'in Hindistan ile ilgili bir kanun teklifinde kullandığı söz C 1788) üzerine Sheridan şunları söyledi: "Bu, Mr. Fox'tan aşırılmış bir ifade. Ger­çi Mr. Fox'un sözleri, Muhterem Centilmenin ağzı ile, kar­şımıza şekil değiştirerek çıkıyorsa da, bu, tıpkı Çingenele­rin çaldıkları çocukların giyimlerini değiştirerek kendile- rininmiş gibi göstermek istemelerine benziyor."

Başvekil Pitt’in Muhafazakar hükümeti 1880 de, İngiliz vatandaşları^^ gerektiğinde mahkeme kararına müraca­at edilmeksizin, polis tarafından sorguya çekilebilecekle­rini amir bir kanun teklifi ile geldi. Muhafazakârların, hal­kı bir düzüye sıkıntıya sokmaktan başka bir şey yapma­dıklarını üade eden Sheridan, Manchester şehrindeki Pat- terson adlı bir tacirin, d^ükanı^rn vitrinine Pitt adını da ekleyerek, "Pitt ve Patterson Şirketi" yazdığını söyledi. Kendisinin Pitt adlı bir ortağı bulunmamasına rağmen, niye bu isimde biriyle ortakmış gibi görünmek istemesinin sebebi sorulduğunda, Sheridan'ın hayali taciri Patterson şu cevabı ve^iş: "Haklısınız, Pitt'in benim işimle hiç bir ilgisi yok, ama kârın yarısı onun cebine giriyor."

Willi^n Pitt için de, nüktedan bir insan değildi pek de­nemez. Bir gün, gönüllü olarak askerlik yapmak isteyen bir grup Londralı^m mektubunu okuyordu. Mektupta, bazı istekleri yerine getirildiği takdirde, ünüo^ayı se­ve seve giyecekleri belirtilmişti. Şartlarından biri de, ken­dilerinin, hiç bir zaman İngiltere dışına gönderilrnemele- riydi. Pitt, bu cümlenin yanına, el yazısıyle şunları ekledi: "İngiltere’nin fiilen istilâ edilmesi müstesna."

Pitt'in, Sheridan'ı hedef tutan nükteleri de vardı. She- ridan'ın Pizzaro piyesini (kl şovenist bir eserdir) gördük­ten sonra, düşüncelerini, belki de Sheridan'ın Hastings nut­kunu müteakip söylediklerini unutarak, şöylp belirtti: “Pi­yesi Sheridan'ın yazdığını söylemek istiyorsanız, onda ye­ni hiç bir şey yok. Çünkü ben onları senelerce önce Has- tings'in mahkemesinde söylediği nutuklarında işittim."

Sheridan, kendinden nükte beklenmeyen anlarda dahi, nüktedan bir insan olduğunu gösterdi. Aşağıdaki nükteyi daha iyi kavrayabilmek için, Mr. Henry Dundas'ın bir ara, Başvekil Pitt'in kabinesinde üç vekilliği yürüttüğünü ha­tırlamanız gerekecek. Sheridan, Parlementonun bir gece oturumuna geldiği vakit sarhoştu. Bu, Başvekil Pitt'in gö­zünden kaçmadı, ve gündemdeki konu ile Sheridan'ın ya­kından ilgilendiğini bildiğinden, "Muhterem üyenin hali­hazır durumunun göz önünde tutularak" tartışmalann ertelenmesini teklif etti.

Derhal söz isteyen Sheridan, Avam Kamarasının tari­hinde Muhterem Üye'nin bahsettiği şekilde, Parlamentoya yakışmayacak sadece bir tek vakanın kaydedildiğini belirt­ti. Gerçi bir vakitler, iki mebusun vazifelerini ifa edeme­yecek halde Kamaraya geldikleri biliniyorsa da, diğer üye­lerin hoşça vakit geçi^elerine vesile olduklarından, onla­rın takbih edilmemeleri gerektiğini de ilave etti. Sheridan, daha sonra, Maliye Vekâleti kürsüsünde oturan Muhte­rem Üyeden CPitt), eğer bahsedeceği bu iki üyenin kendi aralarında konuşurlarken sarfettikleri kelimeleri yanlış aksettirecek olursa, düzeltmesini rica ederek, Kamaraya kör-kütük sarhoş gelen bu iki üyenin hikayesini anlattı Bir tanesi burnunun ucunu göremeyecek kadar sarhoştu, diğeri ise her şeyi çift görecek kadar. Kol kola ve sallana sallana Parlementodan içeri giren iki mebus, biribirlerine, Parlamento hakkındaki görüşlerini anlatıyorlardı.

"John, başkanı göremiyorum. Sen görebiliyor musun?"

Beriki cevap verdi: "Başkanı göremiyor musun, Bill? Niye göremiyorsun? Bak, ben, bir değil, iki tane başkan görüyorum." CPitt ve Henry DundasJ

Sheridan'ın, Harrow mektebinde aristokratlardan nefret ettiği günlerden ne kadar uzaklaştığı, artık sıkı fıkı dost­luklar kurduğu bazı asilzadeler için söylediklerinden de anlaşılır. Bir gün Londra'nın St. James caddesinde gider­ken kraliyet ailesine mensup iki dükle karşılaştı. Biri dedi ki: "Bak, She^y 1 yakın arkadaşlar arasında Sheridan ismi 'She^y' olur], iyi ki seni gördük. Biz de senden bahsediyor, kalaklarını çınlatıyorduk. Yalnız bir nokta üzerinde an­laşamadık: sen, büyük bir aptal mısın, yoksa büyük bir sahtekar mı?”

Sheridan, kollarıyle, iki dükün arasında küçük bir me­safe açtı ve aralarına girdikten sonra her ikisinin kolla­rından tutarak, "Bunu bilmeyecek ne var," dedi. "Ben iki­sinin ortasındayım."

Sheridan’m iğnelerine hedef olanlardan biri de Lord La- uderdale idi. Lord, bir gün, yine Sheridan'dan işittiği bir nükteyi gidip bazı arkadaşlarına anlatmak arzusunu izhar edince, Sheridan, "Allahını seversen, azizim Lauderdale,” dedi. "Söyleme, çünkü senin ağzından söylenmiş bir nükte hiç de gülünecek gibi değil." Bir başka gün, arkadaşlarıy- le dolu bir salona girdiği vakit, bir sessizlik sezince sordu: "Ne var, ne oluyor? Niye süt dökmüş kedi gibi duruyorsu­nuz? Yoksa, Lauderdale size yine mi fıkra anlatıyor?”

Devrinin en bü^ük nüktedanı Sheridan, bu şahaser hü- mor hissini elbette bir seçim silahı olarak da kullandı. O, nükte ile siyasi muhaliflerin nasıl hırpalanacağının sayısız misallerini ve^ekle kalmadı; zaman zaman, yine nükte ile en amansız düşmanlarını dahi kendi tarafına çekmesi­ni bildi. İkincisine en ilgi çekici örnek, mebus namzedi Paul'a karşı giriştiği seçim mücadelesi sırasında, seçmen­lerin nabzını yoklamak üzere Westminister kasabasına giderken başından geçen bir vakadır.

Sheridan'ı götüren yolcu arabası kasabaya doğru iler­lerken, karşısında. oturan iki yolcu arasındaki şu muhave­re, arabada, Westminister'li iki seçmenin bulunduğunu gösterdi:

"Reyini kime vereceksin?”

"Elbette Paul'a. Gerçi onun pısırık, silik, bilgisiz biri ol­duğunu da bilmiyor de^alm, ama Sheridan olmasın da, kim seçilirse seçilsin."

Sheridan sesini çıkamadı, ve bu iki yolcunun seçim üze­rindeki muhavereleri de daha ileri gitmedi. Araba, yemek molası için bir hanın önünde durduğu vakit, Sheridan, ilk suali soran seçmene sordu:

"Affedersiniz, fevkalade bilgili ve sevimli arkadaşınızın ismini lütfeder misiniz? Onun kadar sempatik birine rast­ladığımı hiç hatırlamıyorum. Onun adını bilmekle gerçek­'

ten gurur duyacağım.”

"Adı Richard Wilson. Çok tanınmış bir avukat. Lincoln Field Inn'de oturur."

Araba tekrar yola koyulduktan sonra, Sheridan, yine karşısında oturan bu iki seçmene hukuk mesleği ha^^n- daki görüşlerini anlatmağa başladı: "Gayet iyi bir meslek. Hukuk tahsil edenler, devlet ve yurt hi^etlerinde zirve­ye erişebilirler. Hukuk sahasında edindikleri geniş tecrü­be ve derin bilgileri, kendilerine tevdi edilen görevleri 18.- yıkıyle yerlerine getirmelerine yardan eder. Tarihimizin asil ve faziletli insanları arasında avukatlıktan gelenler pek çoktur. Bununla beraber, üzülerek de olsa, şunu da ilave etmek zorundayım: En büyük sahtekârlardan bazı­ları da avukattırlar. Ve benim işittiğim sahtekâr avukat­ların en büyüğü ise, Lincoln Field Inn kasabasında oturan Richard Wilson adlı avukattır.”

Yolcu Avukat Richard Wilson hemen atıldı: "Ama, Avu­kat Wilson benim.”

Sheridan tokalaşmak üzere elini uzattı: "Ben de Richard Sheridan.”

Avukat Wilson, Sheridan'ın sözlerine sadece kahkaha­larla gülmekle kalmadı, onun Westminister'deki seçim kampanyasının "menecer”liğini de üzerine aldı.

Westminister'deki bu seçim mücadelesi, Sheridan'm, aristokratlarla, snoblarla istihza ile alay ettiği yıllan çek geride bıraktığını, gerçekte, kendisinin de artık tam bir snob olduğunu gösterdi. Rakibi Paul'un babası terzi idi. Westminister bölgesinden çıkacak ikinci mebusluk için çarpışan Sir Samuel Hood da, politik nutuklar çektiği kürsülere göz alıcı üniformasıyla çıkar, harpte kazandığı madalyaları hiç bir zaman göğsünden eksik etmezdi. Pa­ul, onun üniformasına hayranlığını, "imkân olsaydı da, seçmenlerimin karşısına ben de böyle şaşaalı bir üniforma ile çıkabilseydim," diyerek belirttiği vakit, Sheridan şun- lan söyledi: "Tabiî, o üniformayı da kendin dikmiş ola­caktın.”

Sheridan'ın, gayet tabiî, tiyatro ile ilgili pek çok nükte­leri var. Çağın piyes yazarlarından Cumberland, bir gün çocuklarını Sheridan'ın Skandal Mektebine götürüştü. Oyun sırasında çocuklar eserdeki nüktelere neşeli neşeli gülmeğe başlayınca, Cumberland, onları hafifçe çimdikle­yerek azarladı: "Niye gülüyorsunuz? Gülünecek bir şey yok ki. Haydi, yaramazlık etmeden, uslu uslu oturun."

Cumberland'ın bu sözleri Sheridan'a söylenince, "Cum­berland, benim komedime gülen çocuklarını sustu^akla gerçekten nezaketsizlik etmiş," dedi. "Çünkü ben, geçen­lerde onun trajedisini görmeğe gittiğim vakit başından sonuna kadar kahkahalarımı zaptedemedim."

Çağın tanınıfuş editörlerinden biri de Gifford idi; sağda solda, kendisinin, yazarlara şöhret getirecek kudrete sahip olduğunu iddia eder, övünürdü. Sheridan ondan şöyle bah­setti: "Herkese öylesine fazla şöhret dağıttı ki, elinde ken­disi için hiç bir şey kalmadı."

Tanınmış bir hakimin Pizarro adlı piyesinin büyük bir kısmında uyuduğu kendisine nakledilince, "Zavallı adam," dedi, "kendini belki de mahkemede sanıyordu."

Bn. Siddon da devrin büyük bir aktrisi idi. Sheridan'ın ona karşı' beslediği hisleri bilen bir arkadaşı sordu: "Bn. Siddon'a karşı hayranlık duyduğunu biliyorum. O halde niye ona ilanı aşk etmiyorsun?"

Sheridan'ın cevabı: "Siddon'a mı ilanı aşk edeceğim? İn­sanı dehşet içinde bırakan o yaratığa mı? İngiltere Başpis­koposuna ilanı aşk etmeyi tercih ederim."

Clifford adlı bir avukat da, ileri geri Sheridan'ın aley­hinde konuşuyor, her yerde onu çekiştiriyordu. Sheridan, sanki avukatı müdafaa ediyormuşcasına şunları söyledi: "Bana inanmayacağınızı biliyorum ama, sizi temin ederim ki, ben onu, iki defa olmasa dahi, bir defa centilmenlere refakat ederken gördüm."

Sir Lumley Skeffington ise oldukça tanınmış bir piyes yazarıydı. Bir eseri Covent Garden adlı ünlü tiyatroda sah- nelenmezden önce, eserinin, (Sheridan'ın tiyatrosu) Drury Lane’i "şaheser bir çöl''e çevireceğim herkese söylüyordu. Eser başarılıb olmadı, ve bir kaç tekrardan sonra tiyatro­nun repertuanndan kaldırıldı. Aynı yazar, bir müddet sonra, bir diğer eserinin Drury Lane'de sahneye konması için, Sheridan'ın bir arkadaşının tavassuf etmesini istedi; Esere şöyle bir göz atan Sheridan, "Hayır, hayır, olamaz!" diye haykırdı. "Önceki tehdidinin gerçekleşmesinde suç ortaklığı edemem.”

İngiltere siyasi t^ahinde parti sadakatinin önemli bir unsur olmağa başladığı bir zinanda, Sheridan, daha da fazla bağımsızlık örnekleri verdi. Partisinin liderlerinden William James Fox'un yakın bir arkadaşı olmasına ve ona sadakatle bağlı bulunmasına rağmen, çok defa kendi ar­kadaşları ve partisi aleyhinde rey kullandı. Veliahdın en yakın bir arkadaşı idi, ama ondan hiç bir yardım istemedi, yardım tekliflerini reddetti. Partisinin iktidarda olduğu bir zamanda, Sheridan, bir müsteşarlık görevi almıştı. Bu ara­da kendisinin hem mebus hem müsteşar olarak kalması vekilin hoşuna gitmeyeceğinden, Sheridan'ın millet vekil­liğini bırakacağı söylentileri dolaşmağa başladı. Arkadaşı Fox'un ölümü münasebetiyle hazırlanan törende, kendi po­litik bağımsızlığından da bahsetti:

Bu neviden söylenti ve imalara bütün siyasi hayatımı işaret etmekten başka bir cevap vermeyi kendime yakıştıramam. Be­nim gibi bu hayatında hiç bir resmi vazife almadan büyük en­gellerle çarpışan birinin, böyle bir vazife kabul ettikten sonra inandığı prensipleri terketmeyeceğini söylemek dahi zait. Bu­nu kendimi övmek için söylemiyorum. Bir insanın prensiple­re göre hareket edebilmesi için, onun bağımsız olması gerekir: ve bir kimsenin bağımsız olabilmesi için de, çok zengin olmak­tan sonra en iyisi çok fakir olmaktır. Maamafih, bağımsızlığın zenginlikle, doğumla, rütbe ve unvanla, iktidarla, veya nişan­larla ilgisi yoktur. Bağımsızlık ya bir kimsenin kafasındadır, veya hiç bir yerde değildir.... Hiç bir vekil benim bir uşak gibi hizmet edeceğimi bekleyemez. Hiç bir vekil benden bağlı kal­mağa söz verdiğim prensiplerimden ayrılmamı, veya verdiğim sözü terketmemi isteyemez. Muhalefette iken sarıldığım fikir­lerden ayrıldığımı sanmıyorum. Tanıdığım vekillerden farklı biri çıkar da, benden değişik bir tutum isterse, mevkiim yarın onun hizmetinde olur. Böyle bir vekil beni yerimden atabilir, bana oldukça mali fayda sağlayan mevkiimden beni uzaklaştı­rabilir, fakat haklı olduğuma dair beslediğim gururlu inanışım­dan beni uzaklaştıramaz; kendi kendime olan hürmetimden be­ni ayıramaz; zannedersem, halkın bir kısmında şahsım için bes­lenen itimat ve iyi niyetleri silemez.

Oğlu Tom da, Sheridan'ın nüktedanlığını—ve parasızlı­ğını—tevarüs etmişti. Sheridan bir gün oğluna artık ken­disi için bir "kan” bulmasının zamanı geldiğini söyleyin­ce, Tom cevap verdi: "Kimin karısını, Efendim?"

Bir ara oğluna kırgındı, görüşmüyorlardı. Tom'un ev­lenmesinden kısa bir müddet önce, sokakta onunla karşı­laştı ve vasiyetnamesini hazırladığını ve ona sadece bir b- racık bıraktığını söyledi. Oğlu Tom. babasının kendisine hala kızgınlık beslemesinden müteessir olduğunu belirtti ve dedi M: "Bahsettiğiniz bir liracık yanınızda mı, Efen­dim?”

Tom yine parasız kalmıştı, babasına müracaat etti. She­ridan, oğluna, "Git, yol kes,” deyince, Tom cevap verdi: "Onu da yaptım, ama talihsizlik orada da yakamı bırak­madı. Yolcu dolu bir arabayı çevirdimse de, hiç birinin üzerinde tek metelik yoktu. Çünkü hepsi Drury L^w’de [Sheridan’ın tlyatrosul çalışıyordu, ve kendilerine aylar­dır maaş verilmemişti.”

Bir başka gün, Tom, babasını onun Hounslow Heath'deki sayfiye evinde ziyaret ettı. CO yıllarda Hounslow Heath bölgesi eşkiyalann at koşturdukları bir yer idi.) Yine pa­ra istedi. Babası, yok, diyor, fakat Tom muhakkak para bulmam lazım diye direniyordu. Sheridan, "O halde yuka­rı çık,” dedi. "Bir sürü tabanca göreceksin. İçlerinde kur­şunları da var. Bir kaçını takın. .Ahırda at da hazır, gere de karanlık—ve Hounslow Heath'den de sadece yarım mil uzaktasın."

Tom cevap verdi: "Ne demek istediğinizi anlıyo^mi, Efendim. Ama ben dediğinizi geçen gece yaptım. Önünü kestiğim şahıs veznedarınız Peake idi. Bana, kendisini, bi­raz önce sizin çevirdiğinizi ve son meteliğine kadar, nesi var nesi yok, alıp götürdüğünüzü söyledi.”

Fakat Sheridan oğlunu gerçekten seviyor, ve bilhassa, çapkın bir insan olarak da bilindiğinden, bir aile reisi ve çocuk babası olmanın seçmenler üzerinde oynayacağı ro­lü biliyordu. Bunun için, Westminister'de irad ettiği bir nutkunda (1806) söylediği şu sözleriyle hem gerçekten sa­mimi olduğunu gösteriyor, hem de politika yapıyordu: "Ba­na tevcih edilecek en büyük iltifat, beni işaret ederek, iş­te, Tom Sheridan'ın babası gidiyor!' denmek olacaktır.”

Gerçekten öylesine bağımsız bir insan idi ki, partisi Whig üyeleri arasında dahi ondan "güvenilemez" diye bahseden­ler vardı. Parasızlık içinde kıvranıyor, fakat samimi dostu Valiahd'dan asla yardım talep etmiyordu. Hatta hayatının son yıllarında, paraya şiddetle ihtiyaç hissettiği günlerde dahi Veliahd'ın yardım tekliflerini reddetmesi, müstakbel İngiltere Kralını kızdırdı.

Avam Kamarasının 24 Şubat, 1809 oturumunda Mr. Pon- soby’nin teklifi üzerine, Fransa’ya karşı girişilmiş harbin ^yürütülmesiyle ilgili hususlar görüşülüyordu. Bir ara, bir­denbire, kıpkızıl alevler Kamarayı aydınlattı, ve tartışma­lar derhal durduruldu. Biraz sonra haber geldi: Drury La- ne alevler içindeydi. Tartışmaların ertelenmesi teklif edi­lince, Sheridan söz alarak dedi ki: "Şahsi felaketimin sı­nırı ne olursa olsun, ümit etmek isterim ki, memleket işle­rinin yürütülmesini aksatmayacaktır." Bu sözlerinden son­ra Kamaradan ayrılarak alev alev yanmakta olan tiyatro­sunun karşısındaki birahaneye (Piazza Coffee HouseJ git­ti, garsondan bir bardak şarap istedi. Yanına oturan bir arkadaşı, yüzünde ve tavırlarında felâketin eseri okunma­yan Sheridan’a, böyle bir anda, sanki hiç bir şey olmamış- casına, hayret edilir bir soğukkanlılık ve metanetle nasıl s^akin sakin oturarak içki içebildiğini sorduğu vakit, bü­yük nüktedan cevap verdi: "Bir insanın kendi ateşi kar­şısında bir bardak şarap içmesi de mi hakkı değil?"

Bir iki yıl sonra bir fela.ket daha geldi: Sheridan 1812 seçimini kaybetti. Tiyatrosu da elinden gittiğinden, fela­ket tablosu böylece tamamlanmış oldu. Parlamentodaki sandalyesini kaybettiğinden siyasi doknulmazlığının kal­dırılacağını, ve borçlu olduğu insanların kendisini tevkif ettireceklerini bilmesine rağmen, kimseye minnet etmemek prensibinden yine de kıl şaşmadı, Veliahddın yardım tek­lifini tekrar reddetti.

Richard Sheridan'ın Parlamentodaki son nutku (1812), Churchill'in İkinci Dünya Harbi sırasındaki hitabeleriyle zahmetsizce mukayese edilebilir:

Yaşadığımız bütün bu karanlık günlere rağmen, harabeye çevrilmiş Avrupa'ya esaret zincirlerinin takılması işi tamam­landıktan sonra, bir gün bu evrensel felaketi kaydedecek ba­ğımsız bir tarihçi çıkarsa, o, şunları da yazacak: "Büyük Bri­tanya yenildi; onunla birlikte, beşer hayatının en büyük temi­natı ve garantisi de mağlup oldu. Çünkü, İngiltere’nin kudreti, şerefi, şanı, ve hürriyetlerinin şaşaası sadece kendisinin değil, bütün dünyanın da müşterek malı idi."

Beklenen gün nihayet geldi: borçluları Sheridan'ı 1815 ilkbaharında tevkif ettirdi. Gerçi arkadaşları derhal kefil olarak onu hapisten çıkardılarsa da, bu hadisenin, hayatı boyunca "centilmen”liği ile gurur duyan Sheridan’ın üze­rinde bıraktığı psikolojik tesir de inkar edilemez. Bir yıl sonra, ölüm yatağında iken, bir emniyet memuru, ödenme­yen borçları yüzünden, onu yine tevkif etmek üzere idi ki, Sheridan'ın doktoru, hasta öldüğü takdirde, katil suçu ile memuru dava edeceğini söyleyerek engel oldu.

Richard Sheridan, bir kaç gün sonra da, bir Pazar gü­nü (7 Temmuz, 1815) altmış beş yaşında öldü. Fakat ala­caklılar hala peşindeydi. Cesed, İngiltere tarihinin en meş­hur simalarının gömüldüğü Westmınister Abbey kilisesine götürülmek üzere cenaze evinde bekletilirken, matem tu­tan bir dostu gibi giyinmiş bir adliye memuru, Sheridan'ı son bir defa görmek üzere içeri alındı. Ve içeri girer gir­mez, Sheridan'ın ödenmeyen 500 sterling borcu için, cese­de Kral namına el koydu. Sheridan'ın yakın dostlarından Mr. Canning ve Lord Sidmouth, iki 250 sterling'lik çek ver­mek suretiyle, büyük nüktedanın cesedinin polis karako­luna götürülmesini engellediler.

Cenaze töreni, Sheridan'ın da tasvip edeceği şekilde muhteşemdi. Meşhur kilisenin "Şairler Köşesi'ne gömül­dü. (Fakat o, her halde, iyi arkadaşı Charles James Fox'un yanına gömülmeyi tercih ederdi.) Cenaze törenine Krallık ailesi mensupları, dükler, lordlar, piskoposlar da katıldı. Tören öylesine göz kamaştırıcı idi ki, bir Fransız gazetesi, büyük nüktedanın, hayatının son yıllarında içinde yüzdü­ğü sefaleti, cenaze töreninin şaşaası ile karşılaştırarak şunları yazdı:

"Fransa, dünya çapında edebi şahsiyetlerin yaşayacak­ları bir ülke; ölmeleri gereken yer ise İngiltere."


Il

Benjamin Franklin

Nükte, biribirinden farklı görünen şeyler arasın­daki benzerlikleri ve yekdiğerine benzeyen eşya arasındaki farkları görebilmektir.

Madame de Stael

İyi bir hümor hissi, bir kimsenin her zaman giye­bileceği elbiselerinden biridir.

Thackeray

Hümor, şairane dehanın en iyi örneğidir.

Thomas Cariyle

t ondra'nın kulüp ve kahvehanelerinde, 15 Nisan, 1747 günü General Advertiser adlı popüler gazeteyi oku­yanların gözleri "Miss PoUy Baker'in Hitabesi" başlıklı ya­zıdan aynlmıyordu. ("Miss" kelimesi, genç kız, evli olma­yan kadınlar için kullanılır.) Makaleden öğrenildiğine göre, Amerika'da "Boston şehri civarında Connecticut'da Polly Baker adlı talihsiz bir kadın, son günlerde beşinci defa gayri meşru çocuk doğu^nak suçuyle muhakeme edilmişti. Gazete, Miss Baker'in hakimler önünde söyledi­ği dokunaklı ve düşündürücü hitabesini aynen yayınlıyor­du. Sözlerine, "Ben, şahsımı müdafaa edecek herhangi bir avukatın ücretini ödeyemeyecek kadar fakir ve bedbaht bir kadınım," diye başlayan Polly Baker, gerçekte, ücretle tutulabilecek bir avukattan çok daha tesirli ve belagatli konuşmuştu. Kadın,                                              yü^rürlükteki kanunları çiğnediğini

itiraf ediyorsa da, kendisini şöyle savunuyordu:


Bununla beraber, şunları da söylemek hakkını kendimde bu­luyorum. Şahsımın cezalandırılmasını öngören bu kanun, son derece gayri mantıki, ve bana taallûk eden kısımlarıyle de bil­hassa şedit bir kanun. Ben, doğduğum bu kasabada kimseyi ra­hatsız etmedim, kimsenin hakkına tecavüz etmeksizin sakin ve kendi halinde bir hayat süregeldim. Bundan böyle—eğer varsa— düşmanlarımın samimi olarak ortaya çıkmalarını ve hangi er­keğe veya kadına, ve yahut çocuğa zarar verdiğimi, onların ya­şayışlarını bozduğumu, huzurlarını kaçırdığımı açıkça söyleme ğe davet ediyorum.

Miss Baker, daha sonra dinleyicilerde kendisi için iyi niyet, sempati ve merhamet hisleri uyandıracak hissi bir ifade ile, ve gazete okuyucularında da, Daniel Defoe'nin Moll Flanders adlı eserindeki bedbaht kadınlan veya John Gay’in The Beggar's Opera'sındak.i Polly Peachum'u hatır- latırcasına, nasıl baştan çıkarıldığını anlatıyordu:

Kim benim yalan söylediğimi iddia ediyorsa, gelsin yuz^me karşı söylesin. Bana yapılan evlenme tekliflerinden hangileri­ni reddettiğimi söyleyecek varsa, çıksın ortaya ve yalancılığı­mı yüzlesin. Ben, bilâkis, bâkire olduğum zaman yegâne evlen­me teklifine rıza gösterdim. Bu teklifi yapanın ciddiyet ve sa­mimiyetine inandığım için, kendi haysiyet ve şerefimi de ken­di ayaklarım altında çiğnedim. Onun samimiyetine inanmak bana bir çocuğa mal oldu ise de, o adam, daha sonra beni terk etti. Beni baştan çıkaran bu şahsın—ki bu kasabadaki tanınmış hâkimlerden biri olduğunu hepiniz biliyorsunuz—bir gün bu mahkemede görünerek, lehimde şehadette bulunacağına, mah­kemenizin hakkımda vereceği kararı yumuşatacağına dair bes­lediğim ümidi henüz yitirmiş değilim. Gerçi bunları söylemek bana üzüntü veriyor: ne var ki, bana uygulanmak istenen ka­nunun âdil olmadığını, ve bundan böyle, şikâyet sesimi yük­seltmekte haklı olduğumu söylemeğe de mecburum. Beni alda­tan ve başıma gelen talihsizliklerin yegâne mesulü hükümette yüksek ve itibarlı bir mevkie getirilsin, ve sadece katlandığım sıkıntı ve ıstırap, çektiğim üzüntülerden ötürü de benim adım dillerde dolaşsın! Üstelik, adımın lekelenmesi, şeref ve haysi­yetimin zedelenmesi yetmiyormuş g'bi, ceza görmek için de huzurunuza getirileyim.

Fakat Miss Polly Baker (mağrur bir kadın olduğundan) kendisini baştan çıkaran ve artık şöhrete erişmiş şahsın adını vermiyor, ve savunmasına şöyle devam ediyordu:

Ben—hayatım bahasına da olsa—bu dünyaya beş tane gür­büz  getirdim; kimseye el açmadan, sadece

şahsî                        emeğimle onları yetiştirdim, büyüttüm. Bele­

diyeye, bir ,J!eefaCık:' dcfhi yardım için başvurmadım. Ve şayet ço­cuklarımı ■ cınnya'ya getirdiğimden ötürü hükümete yüksek pa- ria cezalaödemiş olmasaydım, onlara çok daha iyi bir hayat sağlayacaktım.

Misş Baker ..burada, hakimlerin akıl ve idraklerine mü- racaaY^cttatâfe -soruyor:

Tabiat kanunlarını hatırlayalım ve gerçekten insan gUcUne, daha fazla insana fena halde ihtiyacı olan bu yeni ülkemizde kralın uyruklarının çoğalmasına hizmet etmenin niçin ve nasıl suç teşkil edebileceğini kendi kendimize soralım. Bunlar be­nim çocuklarım. Onları dünyaya getirmekle nüfusumuzun art­masına hizmet ettiğim için beni—cezalandırmak bir yana—tak­dir ve taltif etmeniz gerekmez mi?

Sanık, kimseyi rahatsız etmediğini, kimsenin huzurunu kaçırmadığını söyleyerek müdafaasına şöyle devam edi­yor:

Ben, ne bir tek kadının dahi kocasını yoldan çıkardım, ne de herhangi bir genci aldattım. Gerçekten—sizin de gayet iyi bil­diğiniz gibi—hakkımda böyle bir şikâyet de vaki değil. Şu hal­de, beni dava eden kim? Bilmiyorum, belki Adliye Vekili. Çün­kü, evlilik vergisi ödemedim, ve evli olmadığım halde dünya­ya çocuk getirdim.

Miss Baker, maamafih, evlilik vergisi ödemeksizin evlili­ğin mazhariyetine sahip olmanın bir suç teşkil edeceğini kabul etmiyordu:

Muhterem Hak^^er, sözlerimi can kulağınızla dinlemenizi ve beni anlamağa çalışmanızı istirham ediyorum. Bilhassa şu noktaya dikkatinizi çekmek isterim: ben sîzlerin merhametini­ze sığınmadığım gibi, yaşadığım hayatı evliliğe tercih ettiğimi de söylemek istemiyorum. Ben, dünya evine girmeyi her za­man arzu ettim—ve hâlâ da ediyorum. Çalışkanlığım, hamarat­lığım, tutumluluğum, diğer meziyetlerim—ve velûdluğum—göz önüne alındığı takdirde, evli bir kadından beklenen bütün va­sıflara sahip olduğum meydana çıkar. Bunun içindir ki, ben, o hayatta da başarılı olacağıma inanıyorum.

Miss Baker, şimdi, kötü talihinin gerçek mesulü olarak bütün bekar erkekleri gösteriyor:

Efendim, şayet bir gün kendinizi teşrii mecliste bulursanız, tabii ve faydalı hareketleri men etmemenizi, onları suç sayma­manızı acizâne tavsiye etmek isterim. Öte yandan, sizler gibi akıllı ve muhterem insanların sayıları her geçen gün artan be­kârları suçlamanız icab eder. Bunların çoğu, bir ailenin mesu­liyetini yüklenmenin gerektireceği sorumluluk ve mali külfetin altına girmek istemediklerinden, hayatları boyunca bir tek ka­dına dahi şerefli ve samimi bir şekilde kur yapmanın ne oldu­ğunu bilemeden göçüyorlar; yaşadıkları hayat tarzları yüzün­den de, yüzlerce masum yavruyu, istikbalin bininci neslinin bak­ması için yüzüstü bırakıp—ki onları katletmekten sadece biraz hafif bir suçtur—kaybolup gidiyorlar.

Siz Muhterem Hâkimlere şunu sormamı müsaade ediniz: Am­meye karşı girişilen bu suçlardan hangisi daha büyük—benim- ki mi, onlarınki mi? Öylesine cezai müeyyideleri havi kanunlar çıkarmalısınız ki, bu insanlar ya evlenmeye mecbur tutulsun, veya her yıl yüksek para cezaları ödemeye mahkûm edilsinler. Cemiyetimizin âdet ve an'aneleri kadınların erkek peşinde koş­malarını men ediyor; benim gibi talihsiz kadınlar, kocaları ol­maları gereken erkeklere hiç bir şey yapamıyorlar. Çünkü ka­nunlar, yüzüstü bırakılan kadınlara, kendilerini aldatan erkek­leri dava etme hakkını tanımıyor. Bu şartlar altında, vazifesini, evli olmaksızın yapmak zorunda kalan fakir ve genç bir kadın, mevcut kanunların kendisini cezalandırmak istemesi karşısın­da kimlerden medet umacak?

Miss Baker, mahkeme salonunu dolduran dinleyicilerin gözlerini yaşartan savulmasında, çağın dini inanışları kar­şısında dahi kendisini savunmaktan çekinmiyor:

Eğer ben dini bir suç işlemişsem, bırakın, dinimiz beni ceza­landırsın. Zaten, şu anda, dini cemaatların aforozuna uğramış durumdayım. Bu yetmez mi? Sizler de benim Allaha karşı suç işlediğimi ve bunun içinde ebedi ateşte kavrulmam gerektiğine inanıyorsunuz. Bu kâfi değil mi? O halde, üstelik hem para ce­zası ödemeye mahkûm edilmeme ve hem de kamçılanmama ne lüzum var? [O tarihlerde Amerika’da bu suçları işleyenler kam- çılanırdı.]

Ben—affınızı istirham ederim—sizler gibi düşünmüyorum. Eğer sizlerin günâh saydıkları şeylerin gerçekten günah olduk­larına inansaydım, o suçları hiç bir zaman işlemezdim. Bu dün­yaya çocuk getirdiğim için Allahın bana gücendiğine ve bunun için de beni cezalandırmak istediğine katiyen inanmıyorum. Al­lah, benim bu dünyaya getirdiğim çocuklarımın üzerinde kendi İlâhi Maharetini ve hayret verici İşçiliğini kullandı, onların vü­cutlarına şekil verdi, ve o vücutları mantıkî ve ebedi ruhlarla da taclandırdı. Beyler, bu meselelerde oldukça ifrata kaçarak konuştuğum için beni mazur görünüz, zira ben İlâhi bir varlık değilim.

Miss Polly Baker, gittikçe artan gururu ile, dini ifadeler­le kuvvetlendirdiği sözlerine şöyle son verir:

Tabiatın ve Allahın ilk ve büyük emri şu: çoğal ve arttır. Bu emre uymak ve bu vazifelerin yerine getirilmesi uğrundaki de­vamlı icraattan beni hiç bir şey ve hiç kimse men edemez. Fa­kat, ne yazık ki, Allahın emirlerini yerine getirmeğe çalıştığım için âmmenin hürmetini kaybettim, mahkemeniz tarafından sık sık cezalandırıldım. Halbuki, benim mütevazi fikrimce, beni kamçılamanız değil, hâtıram için bir âbide dikmeniz gerekirdi.

Gazetede Polly'nin arzusu yerine getirilerek onun için bir âbide dikilip dikilmediği belirtilmiyorsa da, kadının sözleri daha da hayret verici bir netice husule getirmişti: Mahkeme sadece beraat karan vermekle kalmamış, kadı­nı muhakeme eden bekâr hâkimlerden biri Polly ile evlen­mişti.

Miss Polly Baker'in dinleyenler ve okuyanların gözlerin­den yaşlar getiren bu nutku bütün Londra basınında, ar­kadan Edinburgh ve Dublin'de çıkan gazete ve mecmualar­da da neşredildi. Bu gazete ve mecmualardan bir kısmı (o vakitler hâlâ İngiltere'nin bir sömürgesi olan) Amerika' - ya geldiği vakit, Boston, New York ve Annapolis gazeteleri de nutku iktibas ettiler. Nutuk ve Miss Polly Baker günün en hararetli konusu oldu. İngiltere'nin deist y^azarlann- dan Peter Annet nutuk üzerine felsefi yorumlar yazdı.[*] [†]

Miss Baker'in nutkunun en fada popülerite kazandığı yer, 1770'lerin Fransa'sı idi. Orada, müstebitlerin zulüm­lerine, keyfi ve gayri kanuni hareketlerine karşı Rasyonel­liğin (Makuliyet) ve Tabiatın sesini duyuran bir ihtilal kahramanı gibi karakterize edildi. La Philosophe Polly (Filozof Polly) Abbe Raynal'ın"'* bir kahramanı oldu. Ka­dının şöhreti, ve onun adalet ve hürriyetle ilgili sözleri, kısa bir zaman sonra, Rus çariçesi Katerina'nın sarayına kadar ulaştı.

Fakat, Miss Polly Baker'in bu "tarihi" nutkunun en faz­la hayret uyandırıcı tarafı, gerçeklerle hiç bir ilgisi bu­lunmaması, tamamen uydurma olması idi. Nutku, o yıllar­da, Amerika içinde olduğu kadar, Amerika dışında da ta­nınan yegâne Amerikalı Benjamin Franklin uydurmuştu.

Onsekizinci asır Fransızlarının indinde Benjamin Frank­lin, Miss Polly Baker'in müdafaa ettiği her şeyi—Rasyonel­lik, Tabiat, Hürriyet ve Eşitlik—şahsında tecessüm etti^iş bir insandı. Derin zekâsıyle, medeni tavırlanyle, belki Amerika'dan da fazla Avrupa'da tanınan ve hürmet gö­ren Benjamin Franklin, hayata gayet mütevazi bir şekilde başladı. Bostonlu fakir bir sabun ve mum imalâtçısının on- beşinci çocuğu idi. Ama o, sırf şahsi gayret ve dehasıyle, Eski ve Yeni Dünyada hürmet edilen zengin bir matbaacı, alim, mucid, yazar, iş adamı, politikacı ve devlet adamı ol­du. Amerika'nın ikinci Cumhurbaşkanı John Adams, Ben- jamin Franklin'i ne seviyor ne de fikirlerini benimsiyordu. Fakat Cumhurbaşkanı Adams, Dr. Franklin'in ardından de­di ki: "Onun şöhreti Leibnitz ve Newton, Frederick veya Voltaire'in şöhretlerinden de evrenseldi; onun karakteri, onların herhangi birinkinden fazla hürmete mazhar oldu."

Dr. Franklin'e karşı beslenen hürmetin derinlik ve yay­gınlığı, Polly Baker'in uydurma olduğunu yine kendisi iti­raf ettiği vakit anlaşıldı. Franklin, Thomas Jefferson'a (John Adams'tan sonra cumhurbaşkanı oldu), Abbö Ray- nal ile bir sohbet sırasında, Fransız filozofuna Miss Polly Baker'in uydurma olduğunu itiraf ettiğini söyledi. Raynal, pek fazla popüler ve halk üzerinde derince nüfuz etmiş ki­taplarından birinde, Miss Baker'in hikayesini “tarihî bir hadise" olarak gösterişti. Buna rağmen, Benjamin Frank­lin'in ağzından hikayenin hayalî olduğunu işittiği vakit hemen şu cevabı verdi: "Zararı yok, Doktor. Ben, başkala­rının gerçeklerinden bahsetmektense, sizin hikâyelerinizi nakletmeyi tercih ederim."

Franklin'in hayatı Cl 706-90) gerçekten klasik bir Ame­rikan başarı hikâyesidir. Henüz on yaşında iken, babası­na yardım etmek için mektebi terketti. Fakat babasının işine ısınamadığından üvey ağabeyi James'in yanına çı­rak olarak verildi. James, New England Courant adlı bir gazetenin hem basım işlerini hem de editörlüğünü yapı­yordu. Franklin, maamafih, onunla. da anlaşamadı, ve ni­hayet ayrılarak C1723) Philadelphia'ya gitti ve orada bir matbaada iş buldu. Çalışkanlığı ve tutumluluğu Cki bu va­sıfları sonraları çok övecekti) sayesinde kendini sevdirdi. mesleğinde ilerledi. Bir müddet sonra Londra'ya gitti, ve kısa bir ikametten sonra C1724-26) tekrar Philadelphia'ya döndü ve üç yıl sonra da C1829) Pennnsylvania Gazette adlı bir gazeteye ortak oldu. Ertesi yıl, onu, gazetenin sahip ve editörü olarak görüyoruz. Sağduyuya dayanan şahsî fel­sefesi ve düzgün cümleleri ile gazetesinin satışını derhal arttırdı. Benjamin Franklin, kısa bir z^nan içinde çok po­püler bir Amerikan vatandaşı olmuştu.

Frank.lin kelimenin gerçek manasıyle bir cemiyet ada­mıydı. İyi bir cemiyette insanların kendi kendilerine yar­dım etmesinin şart olduğunu biliyordu. O yıllarda Phila- delphia sokaklarında lamba (gaz lambası) pek azdı, so­kaklar karanlıktı. Franklin, evlerinin önlerini aydınlat­maya halkı ikna için onlara nutuk çekmedi, gazetelerde yazılar yazmadı, fakat kendi evinin önüne güzel bir l^n- ba dikti. Tahta kısımları boyanmış, cam kısmı her gün par­latılan lambasını güneş battıktan biraz sonra yakıyordu.

Sokağa girenler hemen bu lambanın tesirinde kalıyor ve ona doğru yürüyorlardı. Lambanın altından geçerlerken, kapısının önünde oturan Franklin, gönülleri okşayan bir sesle, "Gelin arkadaşım, buradan geçin," diyordu. "Burası daha emin. Aman, dikkat edin, önünüzde yerinden oyna­mış bir taş var. Güle güle, efendim. Yarın şayet yine bu yoldan geçerseniz, ben yine burada olacağım."

Kısa bir müddet sonra Franklin'in komşuları da onun yolundan gitti. Çok geçmeden, hemen hemen bütün şehir halkı evlerinin önüne lamba dikmiş, Philadelphia sokakla­rı geceleri ışıl ışıl yanmağa başlamıştı.

Benjamin Franklin'in 26 yaşından itibaren (1732) yayın­lamağa başladığı ve 1752’ye kadar tam 20 sene devam et­tirdiği almanak (Poor Richard's Alınıanack), ülkenin her tarafında okunuyordu. Bu senelik almanaktaki basiret, sağduyu, tutumluluk hakkındaki sözler bugünkü Ameri­ka'nın standard atasözleri arasına girmiştir. Bunlardan bazıları:

"Herkes uzun ömürlü olmak ister, kimse ihtiyarlamak istemez." "Balık ve misafir üç günde kokar." "İki avukat arasında kalan insan, iki kedi arasında kalmış balık gibi­dir." "Üç dost vardır: yaşlı bir zevce, yaşlı bir köpek, ve hazır para." "Genç doktordan ve yaşlı berberden sakın." "Paranın değerini öğrenmek istersen, borç iste." "Unutma ki, vakit nakittir." "Ticaretin yıktığı bir tek millet yoktur." "Faziletli olmağa çalışırsan, çok defa mesut da olursun." "İnsan alet yapan bir hayvandır." "Zenginliğe giden yol, eğer bilmek istersen, pazara giden yol kadar basittir. Zen­ginlik, umumiyetle, iki şeye dayanır: çalışmak ve tutumlu ol^mafe; yani, ne vaktini boşuna harca ne de paranı, fakat her ikisini de en iyi bir şekilde kullan. Çalışmadan ve tut­madan hiç bir şey olmaz, onlarla her şey olur." "Düşmanı­na zarar ve^nek seni ondan daha küçültür; intikam almak onunla aynı düzeye kor; affetmek seni ondan üstün ya­par." "Arabanın en kötü tekerleği en fazla ses çıkanr." "İşte. hatip geliyor—bir kelime seylâbı ve bir damlacık hikmet." "Komşunu sev, ama bahçe duvarını yıkma." "Be­nimki, bizimkinden iyidir." "Eğer bütün arzularımız ger­çekleşseydi, sıkıntılarımız iki misli artardı." "Bekâr bir er­kek eksik bir hayvandır—bir makasın tek bir parçası gibi." "Açlıktan ölen pek az insan gördüm—oburluktan 100,000." "Akıllı bir aptal zırvalarını bir cahilden daha iyi yazarsa da, yazdıkları yine de zırvadır." "O öylesine okumuş bir insan ki, 'at'ın dokuz yabancı dildeki karşılığını bilir. Ama öyle cahil ki, binmek için tuttu bir inek satın aldı." "İn­sanlar eğer ‘din’e rağmen kötü iseler, dinsiz nasıl olurlar­dı acaba?" Ve:

"Akıllı kimdir? Herkesten öğrenen.

Kuvvetli kimdir? Hırslarını yenen. Zengin ki^mdir? Halinden memnun olan. O kimdir öyleyse? Hiç kimse."

Franklin kitap satışı ile de ilgilendi, gezici bir kütüpha­ne açtı. Sonraları. bir tartışma kulübü kurdu. Bu kulüp daha sonra, American PhilosophicaJ, Society (Amerikan Felsefe Derneği) oldu. Arkadan 1751'de, bazı arkadaşla- nyle birlikte bir akademi kurdu, ve bu akademi de son­raları (günümüzün) Pennsylvania Üniversitesi haline gel­di. Benjamin Franklin politikaya da atıldı, Amerikan ce­miyetinde insan haklarının gerçekleşmesi için canla başla çalıştı.

Bir taraftan da yabancı diller öğreniyor, dünya görüşü­nü arttırıyor, felsefi ve ilmi tecrübeler yapıyordu. Diğer alimlerin tecrübelerini tekrarladı, ve şahsında toplanmış değişik pratik kabiliyetlerini bir çeşit soba (Franklin so­bası), iki odaklı gözlük ve mızıka gibi biribirinden farklı eşyayı icad etmekle gösterdi. Daha sonra, matbaasını beş ustasına devrederek kendini t^amen ilme verdi C1748). Elektriğin hassaları onu derinden ilgilendiriyordu. Fırtına­lı ve yağmurlu bir havada uçurtma uçurmağa muvaffak olarak şimşeğin elektriki özelliklerini inceledi, ve bu tec­rübesiyle edindiği bilgi sayesinde paratoner'i (yıldınm- savar} icad etti. Bu keşfi neticesinde İngiltere ve Avrupa' daki ilmi ve akademik çevrelerdeki hürmet ve itibarı daha da arttı.

Franklin devlet hizmetlerinde de bulundu. Uzun müddet (1753-74} İngiltere'nin Amerikan Kolonisi Posta Müdürü idi. Bu vazifesinde, posta sistemini tamamen organize etti, çok daha randımanlı bir şekle soktu. Artık bir amme hiz- metkân olarak da itibar görüyordu. İngiliz kralının bir uy­ruğu olarak Fransızlara ye Kızıl Derililere karşı İngilizle- rin safında çarpıştı. (O zamanlarda bugünkü Amerika'nın güneyindeki bazı bölgeler Fransa'nındı.)

Bu arada Amerikan halkının haklarını İngiliz idaresine karşı İngiliz mahkemelerinde iki defa başan ile savundu. Fakat kendi vatandaşlarından da kanunlara saygı besle­melerini istemesi, Amerika'daki popüleritesinin azalmasına sebep oldu. Bununla beraber, şikayet doğuran kanunların değiştirilmesiyle ilgili müzakerelerde tamamen kendi hal­kının tarafını tutması, onu, tekrar hü^et edilen bir Amerikan vatandaşı yaptı.

Bir ara İngiltere'de yerleşmeyi dahi düşündü. İlim sa­hasındaki başarılan, zarif nükteleri ve kendisine hürmet besleten "ürbanite"si Franklin'e, İngiliz cemiyetinde müm­taz bir mevki bahşetmişti. Fakat İngiltere hükümeti Ame­rikan halkının haklı şikâyetlerine kulak tıkamakta dire­niyordu. Londra ve Amerikan halkı temsilcileri arasında­ki müzakerelerin çıkmaza saplanması neticesinde, doğdu­ğu ülkeye bağlılığı ve nefsinde yaşattığı derin hürriyet aş­kı onu tekrar Amerika'ya çekti (1 775}.

Franklin, vatandaşlarını, İngiltere'ye karşı bir savaş ha­zırlığı içinde buldu. Oğlu William Franklin, İngiltere'yi tutan tarafın liderlerindendi. Fakat o derhal Amerikan İh­tilâlcilerinin safına katıldı. Benj amin Franklin artık Ame­rikan ihtilâlinin ve harp sonrasında dünyaya gelen yeni Birleşik Amerika devletinin en büyük simalarından biri ol­du. Amerikan İstiklâl Beyannamesini ( 1776) hazırlayanla­rın arasında o da vardı. Beyann^neyi imzalarken söyle­diği söz kitaplara geçti: "Biz, ya hep beraber asılacağız, ve­ya sizi bütün samimiyetimle temin ederim ki, hepimizi te­ker teker asacaklar."

Harbin sonunda hükümetinin temsilcisi olarak Fransa' ya gönderildiği. Fransızların Franklin'e karşı besledikleri hürmet tesirini gösterdi, ve Fransa 1 778'de yeni Amerikan hükümetini resmen tanıdı. Hükümetiyle İngiltere arasın­daki barış antlaşmasının zeminini hazırlamak üzere daha sonra İngiltere’ye gönderilen (1781 ) Franklin, antlaşmanın imzalanmasında büyük rol oynadı.

Benjamin Franklin artık "âkıl Amerikalı" unvanını ka­zanmıştı. Devlet hizmetindeki son vazifesi, Anayasa Kon­gresine Pennsylvania delegesi olarak katılmak oldu (1787). Franklin, tek-meclisli bir kongre (parlamento) istiyordu. Fakat delegelerin ekseriyeti onun fikrini paylaşmadıkla­rından, iki meclisten oluşan (Senato ve Temsilciler Mec­lisi) bugünkü Amerikan Kongresi teşekkül etti.

Kongrenin kararları onu tamamen memnun etmemişti. Fakat Franklin, çoğunluğun kararını hemen benimsedi ve kararların Anayasaya geçmesi, Amerikan Federasyonunu teşkil eden eyaletlerin kongrelerinde de kabul edilmesini gerektirdiğinden, nüfuz ve itibarını bu uğurda kullandı, Kongre kararlarının eyalet kongrelerinde de kabulü için ça­lıştı, ülkenin her tarafında nutuklar verdi. Anayasanın mu­halifleri zaman zaman kendisini susturmağa çalışıyorlar­sa da, Franklin yerinde ve nükteli cevaplarla üste çıkma­sını biliyordu. Amerikan Anayasasında, halkın, "saadetle­ri peşinde gitmesi" diye, belki de dünyadaki hiç bir ana­yasada bulunmayan bir ibare vardır. Franklin, bir gün ye­ni Anayasa hakkında konuşurken, arka sıralardaki bir dinleyici kürsüye do^^ yürüdü ve, "O kelimeler hiç bir şey ifade etmez," diye bağırdı. "Onun garanti ettiğini söy­lediğin saadet nerede?"

Franklin müşfik bir çehre ile gülümseyerek derhal şu cevabı verdi: "Arkadaş, Anayasa, Amerikan halkına sade­ce saadetleri peşinde gitme hakkını garanti ediyor. Onu yakalayacak olan sensin."

Eyalet kongrelerindeki uzun ve hararetli tartışmalardan sonra yeni Anayasa nihayet yürürlüğe girdi. Franklin o zaman memnunluğunu şu kelimelerle belirtti: "Anayasa­mız bilfiil çalışmağa başladı. Her şey onun başarılı olaca­ğını gösteriyor. Fakat bu dünyada hiç bir şey kati değil­dir—vergiler ve ölüm müstesna.”

Thomas Jefferson, Fransa'ya elçi olarak gönderildiği va­kit, saraya mensup bir hanım, ona, Franklin'in yerini dol­durmak için mi geldiğini sorunca, Amerikan İstiklal Be­yannamesini bizzat kaleme alan ve sonralan Cumhurbaş­kanı da olan Jefferson, kendisinin sadece Dr. Franklin'in halefi olduğunu, zira onun yerini hiç kimsenin doldurama­yacağını söyledi.

Gerek nükteleriyle gerekse hayret uyandırıcı derin bilgi­siyle Avrupa’nın asil kadınlarını teshir eden Benjamin Franklin, şaheser nüktelerini, çok defa, dikkat ve maha­retle hazırladığı sahte edebi yazılarında ifşa etti. Daha on- altı yaşında üvey ağabeyinin gazetesinde çırak olarak ça­lışırken, "Dul Bir Köylü Kadının Mektuplan" başlığı altın­da fıkralar yayınladı. Yirmi dört yaşında iken, Philadelphia' da yine kendisinin icad ettiği bir diğer "gerçek" hikaye de, büyücülük yapmakla itham edilen bir kadının mahkeme­deki müdafaasıyle ilgili idi. ("Büyücülük” o devrin Ame­rika'sında "büyük" bir suçtu.) Londra'nın Public Advertiser adlı gazetesinde, 1765 yılında, "Niyagara şelalesindeki bali­nanın akla sığmaz sıçrayışı" başlıklı bir makale yayınla­dı. İngiltere hükümeti aleyhindeki fikirlerini 1782 de, Kral III. George'ın emriyle hareket eden Kızıl Derililerin, 1602 Amerikalının derilerini nasıl "yüzdüklerini" anlatan im­zasız bir makale ile belirtti.

Benjamin Franklin bu çeşit oyunlarını bazan kürsüde konuşurken de yapıyordu. Bir gün Londra'daki bir top­lantıda kürsüye elinde bir İncil'le çıktı; belirtmek istediği fikirlerini İncil'den "delil"ler göstererek takviye ve dokü- mente etti. Ne var ki, İncil’in üslûbu ile, hakikaten Incil'­den okunuyormuş hissini uyandıran bu parçalar, gerçek­te, Franklin'in uydurduğu hayali bir parçadan okunuyor­du. İncil'den deliller gösterdiği bu nutkunda, İbrahim Pey­gamberin, ibadet etmek istemiyen bir yabancıyı tokatla­ması üzerine, Allah'ın Peygamberi nasıl pazarladığından bahsetti.

Miss Polly Baker nutku, Benjamin Franklin'in çağının po­litikasına tesir eden nüktelerinin en canlı örneğidir. Nu­tuk, Fransada fevkalade popülerite kazandı ve hatta Fran­sız İhtilalini hazırlıyan hadiselere de önayaklık etti. Büyük nüktedan Franklin bu neviden “gerçek” hikayelerinin so­nuncusunu 1790'da ölüm yatağında yazdı. Bu hikâyesinde o sıralarda Amerikan birliğini parçalamak emareleri gös­teren Cki bir ara parçaladı da) zenci meselesini ele aldı.

Bir vakitler—çağının tanınmış ve paralı her Amerikalısı gibi—o da köle sahibiydi. Köle ticareti de yaptı. Fakat son- ralan, kölelerini azad etti ve Pennyslvania eyaletinde Kö­leliğin İlgası derneğini kurdu. Bu demek, Birleşik Ameri­ka hükümetinin ilk Temsilciler Meclisi üyelerine hitap ede­rek (22 Şubat, 1789) köle ticaretinin önlenmesini istedi. Bil­dirinin hitap ettiği komisyon, Kongre'nin, eyaletlerin dahi­li işlerine karışmak yetkisinde olmadığını ileri sürerek red­detti. Bu konuda Temsilciler Meclisinde söylenen nutuklar arasında Georgia temsilcisi James Jackson'un hitabesine basın uzun sütunlar ayırmış, Federal Gazette adlı gazete bu nutkun önemli kısımlarını yayınlamıştı. Franklin, isim ve^eksizin, gazetenin editörüne uzun bir mektup gönder­di. Bu gazetede yayınlanan (23 Mart,, 1970) mektubun met­ni şöyle:

Efendim,

Fevkalâde gazeteniz, Mebus Jackson'un nutkunu yayınladı. Mr. Jackson'un köle ticareti konusundaki sözleri ve kölelerin durumlarının ıslahı mevzuunda, Kongrenin, eyaletlerin iç işle­rine karışmak yetkisi olmadığı hakkındaki ifadeleri, bana, 100 yıl kadar önce Cezayir Divanı başkanı Sidi Mehmed İbrahim’­in sözlerini hatırlattı. Sidi Mehmed’in bahsedeceğim nutku, 1867 de Cezayir Konsolosluğunu ifa eden Martin’in hatıraların­dan alınmıştır.

Bilginler, Franklin'in karakteri Martin'in “Hatıralan”nı tabii bulamadılar—tıpkı Franklin'in "İncil”den okuduğu parçayı da bulamadık.lan gibi. Franklin, gazeteye gönder­diği bu mektubunda, Cezayir'de Erika adlı bir ^rübun mev­cudiyetinden bahsediyor; onun Amerika'da köleliğin ilga­sı için çalışan ve Pennsylvania eyaletinde yaşıyan Quaker adlı dini gruba tekabül edeceğini de ilave ediyordu:

Korsanlığın, esaretin ve köleliğin ilgasını istiyen Erika adlı bu grubun dilekçesi de Divan tarafından reddedildi. Mr. Jack- son, her halde Martin'in hâtıralarını okumadıklarından olacak, hitabesinde bundan bahsetmiyor. Zira, kendilerinin bu beliğ nutkundaki ifadelerde Divanın kararlarını andıran taraflar pek çok. Bu da, ayrı ayrı ülke ve iklimlerde yaşamalarına rağmen, yeryüzündeki insanların ilgi ve zekâlarının hayret verici ben­zerlikler altında çalıştıklarını veya çalıştırıldıklarını gösterir.

Bu noktadan sonra, Benjamin Franklin, üslüp ve muhte­va itibariyle, Mebus Jackson'un kölelik lehindeki nutkun- na benziyen "Afrika nutku"na başlıyor. Amerikalılar, o yıllarda Batı dünyasının diğer insanları gibi, Hıristiyanla- rı kendilerine köle yapan Cezayirli korsanları—en hafif söyleyişle—sevmiyorlardı. Franklin'in hayali Cezayir di­van başkanının, Hıristiyanlannm köle olarak kullanılma­sı gerektiği yolunda ileri sürdüğü sebepler, Franklin'in Amerika'sında zencilerin köle olarak kullanılması lehinde gösterilen delillerden pek farklı değildi. Franklin, gazete­nin editörüne yazdığı mektubunda, "Afrika nutku"nun İn­gilizcesinin aşağıdaki şekilde olduğunu söylüyordu:

Bismillahirrahmanirrahim.            Allah büyüktür, ve Muhammed

O'nun Peygamberidir.

Erika adlı bir grubun dilekçelerinde belirtilen isteklerini kabul edersek başımıza neler gelebileceğini hiç düşündünüz mü? Şayet Hıristiyanlara karşı giriştiğimiz harekâ'a son verirsek, ülkemizin şiddetli bir şekilde ihtiyaç hissettiği ve ancak Hıris­tiyan diyarında yetişen veya imâl edilen eşyayı nereden ve na­sıl elde edeceğiz?

Franklin'in "Afrika nutku" şöyle devam ediyordu:

Hıristiyanları köle olarak hizmetimizde kullanmağa son ver­diğimiz takdirde, bu sıcak iklimde topraklarımızı kimler işli- yecek? Şehirlerimizi kimler süpürecek? Ailelerimizin hizmetle­rini kimler görecek? O zaman kendi kendimizin köleleri olmaz mıyız? Ve biz Müslüman olduğumuz için de, bu Hıristiyan kö­peklerinden çok daha fazla Allahın sevgili kulları değil miyiz? Halen Cezayir şehri ve civarında 50,000 kölemiz var. Eğer bu kölelerimizin sayısı yeni yeni partilerle tazelenmezse, gün ge­lecek elimizde bir tek köle dahi kalmayacak. Eğer biz kafirle­rin gemilerini yağma etmez, ve bu gemilerin mürettebat ve yolcularını kendimize köle yapmağa son verirsek, toprakları­mız bakımsız kalacak, bunun neticesinde değerlerinden kaybe­decek; şehirlerdeki evlerimizin kira gelirleri yarı yarıya aza­lacak ve hükümet de köle ticaretinin getirdiği gelirden tama­men mahrum kalacak. Pek âlâ, ya ondan sonrası? Demek, biz bu grubun akla sığmaz kaprislerinin kurbanı olursak, ülkemize sadece diğer kölelerin 1 getirilmesine karşı da set kurmakla kal­mayacak, elimizdekileri dahi azad edeceğiz.

Peki, o zaman bu azad edilmiş kölelerin efendilerinin uğruya- cakları büyük kayıpları kim telâfi edecek? Hazinemiz buna yeter -mi? Erika bu sorumluluğu yüklenmeyi tekeffül eder mi? Etseler dahi, ödeyebilirler mi? Yoksa onlar, kölelerin intikamı alınsın diye, kölelerin sahiplerine karşı daha büyük bir ada­letsizliği mi irtikâp etmeyi mi düşünüyorlar? Bir ân için, kö­lelerimizi azad ettiğimizi düşünelim. Onları ne yapacağız? Bu insanlar, doğdukları ülkelere döndükleri takdirde, ne gibi güç­lüklerle karşılaşacaklarını idrak etmiyorlar mı zannediyorsu­nuz? Serbest bırakılan köleler bizim mukaddes dinimizi ku­caklamayacaklarından, âdetlerimizi benimsemiyeceklerinden, ve kendi öz vatandaşlarımız da kendilerini murdarlaştırmak istemeyeceklerinden onlarla evlenmeyeceklerine göre, onların yalın ayak başı kabak, sefil perişan sokaklarımızda dilencilik etmelerine göz mü yumacağız? Yoksa, bırakacağız evlerimizi, barklarımızı yağma mı etsinler? Hayır, kimsenin inkâr edeme­yeceği bir gerçek şu: uzun müddet köle olarak yaşamış bir in­san, serbest bırakıldığı takdirde, kendi geçimini temin için bir işte çalışmaz, çalışamaz. Hem, sonra, onların kendi ülkelerinde de köle olduklarını unutuyor muyuz?

Franklin, Avrupa hükümetleriyle, zencilerin ancak köle olarak yaşayabileceklerini ileri süren Amerikalıların ''Hı­ristiyan" iddialariyle de alay eder:

İspanya, Portekiz, Fransa ve İtalya, uyruklarını—istisnasız— köle olarak kullanan despotlar tarafından idare edilmiyor mu? İngiltere bile gemicilerini köle olarak kullanıyor. Onların de­nizcileri, bizim kölelerimize verdiğimiz hayattan hiç de iyi ol­mayan bir hayat içinde, gemilerinde sadece çalışmakla kalmı­yor, çarpışıyorlar da. O halde, bizim ellerimize düşmekle, on­ların durumları daha da mı kötüleşiyor? Hayır, onlar o za­man sadece bir çeşit köleliği bir diğeriyle transfer etmiş olu­yorlar. Hattâ diyebilirim ki, bizim verdiğimiz hayat, kendi memleketlerinkinden de iyidir. Çünkü bu insanlar, İslâmiyet güneşinin bütün şaşaasıyle nurlandığı bir ülkeye getiriliyor, ve burada bizim aramızda, hakikî inanışla ülfet peyda etmek ve böylece ebedî ruhlarını kurtarmak imkânını da ellerine ge­çiriyorlar. O halde, elimizdeki köleleri doğdukları yerlere gön­dermek, onları ışıklı bir ülkeden karanlıklar diyarına sürmeğe benzemez mi?

Sualimi tekrarlıyorum: Onları ne yapacağız? Bazıları şöyle diyor: onları büyük ülkemizin ıssız köşelerine gönderelim, ora­larda istedikleri gibi çalışsınlar, toprağı işlesinler, ve hattâ ken­di öz devletlerini bile kursunlar. Fakat şurasını unutuyoruz: onlar, mecbur edilmedikçe, çalışmaya hevesli insanlar olma­dıkları gibi, iyi ve istikrarlı bir hükümet kurabilecek zekâdan da yoksundurlar. Hem, böyle bir hükümet kurabilseler dahi, çok geçmeden Arap eşkiyaları onlara saldıracak, ve böylelikle, kendilerini yeni bir kölelik devrinin içinde bulacaklar.

Franklin'in hayali divan başkanı Hıristiyan kölelerinin Cezayir'de doğdukları yerlerden çok daha imrenilir bir ha­yat sürdüklerini iddia' ederek, "Afrika nutku"na şöyle de­vam eder:

Halbuki onlar bizim hizmetimizde bulundukları müddetçe, biz onların geçimlerini üzerimize alıyor, ihtiyaçlarını temin ediyor, ve kendilerine hiç de kötü muamele etmiyoruz. Ben onların doğdukları ülkelerdeki işçilerin durumlarını çok iyi bi­liyorum. Onlar, bizim Hıristiyan kölelerimizden daha kötü gı- dalanıyor, daha kötü binalarda yaşıyor, ve daha kötü giyini­yorlar. O halde, Hıristiyan kölelerimizin hayat şartlarını ıslah etmeye hiç lüzum yoktur. Burada, bizim aramızda, güven için­de, yarınlarından endişe etmeden yaşıyorlar. Onları ne askere almak istiyen var, ne de doğdukları ülkelerin diğerlerine kar­şı giriştikleri harplerde olduğu gibi, dindaşları diğer Hıristi­yanların kafaları kesmeğe mecbur eden. Şayet bu dilekçeleriy­le huzurumuzu kaçıran bu çılgın dinî yobazlar, kör bir gayret­keşliğin pençesine kapılarak kölelerini azad ediyorlarsa, onla­rı bu harekete sevkeden sâik insani duygular ve şefkat hisle­rinden ziyade, keneli vicdanlarını muazzep eden günahlarıdır. Onlar, kölelerini serbest bırakmakla günahlarından temizlene­ceklerini, ebediyen lânetlenmekten kurtulacaklarını umuyorlar.

Franklin'in devrinde, daha önceki çağlarda ve günümüz­de de olduğu gibi, fikir ve davranışlarının h^aklı ve yerin­de olduğunu ispat etmek istiyenler filozofların eserlerin­den, dinî kitaplardan parçalar okur, deliller göste^rirdi. Franklin'in hayalî divan başkanı da böyle yaptı. Kölelik hakkındaki tutumunu haklı göstermek için, “Kur'an”dan parçalar okudu:

Kim demiş Kur'an köleliğe cevaz vermiyor diye! Buyurun, bir sureden şu parçaları: “Köle sahipleri, kölelerinize müşfik davranın; köleler, efendilerinize şevk ve sadakatle hizmet edi­niz!" Bu sözler onların iddialarını yalanlamıyor mu? Sonra, mukaddes kitabımız kafirlerin ülkelerini yağma etmeyi men etmemiştir; zira herkesin bildiği bir gerçek şu: Allah, bu dün­yayı ve onun bütün nimetlerini, istedikleri gibi kullanmaları için, biz sevgili Müslüman kullarına ihsan etti. Bundan böyle, artık, kölelerimizin azad edilmelerini istiyen bu iğrenç teklif­lere kulak asmayalım; çünkü onların dediklerini yaparsak, top­raklarımızın ve evlerimizin değerleri azalacak, pek çok vatan­daşımızın emlâkinin gelirlerinden istifade etmeleri engellene­cektir. Böyle bir hal ise, ülkemizde evrensel hoşnutsuzluk do­ğuracak, hükümete başkaldırmaları teşvik edecek, devletimiz tehlikeye girecek, ve nihayet cemiyetimiz bir keşmekeşlik için­de yuvarlanıp gidecektir. Bunun içindir ki, ben, âkıl insanlar­dan oluşmuş bu divanın, gerçek müminlerden müteşekkil bütün bir milletin huzur ve saadetini bir kaç Erika’lının akıl ve man­tık dışı kaprislerine feda etmek istemeyeceklerine ve bundan böyle onların dilekçelerini reddedeceklerine zerrece şüphe et­miyorum.

Martin'in yazdığına göre divan ittifakla şu kararı verdi:

"Gerçi Hıristiyanların yağma ve köle edilmelerini âmir dok­trin âdil bir doktrin olmamakla beraber, devletin yüksek men­faatleri bu teamülün devamını gerekli kılmaktadır. Bundan böyle dilekçe reddedilmiştir."

Ve dilekçe reddedildi.

Benjamin Franklin, ölüm yatağından Federal Gazette edi­törüne gönderdiği mektubunu şöyle bitiriyordu:

Bu neviden davranışların, aynı fikir ve kanaatlere sahip, ay­nı hislerle dolu insanlarda benzer davranışları husule getire­ceğinden, bu vakıalara dayanarak, İngiltere parlamentosuna ve diğer icraî ve teşrii organlara gönderilen ve köle ticaretini men etmeğe matuf dilekçelerin de aynı şekilde reddedileceği keha­netinde bulunamayız mı, Mr. Brown?

Devamlı okuyucunuz “Tarihçi”nin en derin hürmetleriyle.

Böylelikle Dr. Benjamin Franklin, ölümünden dört haf­tadan az bir zaman önce dahi, hayatının son günlerini, şaheser nükte ve istihzalı iğneleriyle, kurulmasında hisse­si ve rolü olan Amerikan Birliğini yıkmak potansiyelini taşıyan derin köklü politik bir meselenin halline hasretti.

Parasının büyük bir kısmını hayır işlerine vakfeden, va­kıflara bırakan Benjamin Franklin, vasiyetnamelerinde dahi ne kadar uzak görüşlü olduğunu gösterdi. Doğduğu Boston şehrine 1791 yılından itibaren (ölümünden kısa bir müddet sonra) 5,000 dolar bıraktı. Maamafih, bu paranın getireceği faizler yüz sene biriktirilecekti. Franklin’in 1791 deki 5,000 doları 1891'de hemen hemen 400,dolar ol­muştu. Paranın bir kısmiyle bir mektep yapıldı, ve 92,000 dolar da ikinci yüzyıl için yatırıldı. 1950 yılında da 92,000 dolar bir milyon dolara yükselmişti "Para parayı doğurur," diyen Franklin ne söylediğini gerçekten biliyordu. Dehası nın çeşitliliği, onu, Leonarda da Vinci'ye en çok yaklaşan bir Amerikan vatandaşı yapmıştı.

Benjamin Franklin'in dini inanışları kuvvetliydi, Allaha derinden inanıyordu. Ölümünden önce şunlan da yazmış­tı:

“Ben, efendim, uzun bir hayat yaşadım, ve her geçen gün bana şu büyük hakikatı daha da berrak gösteriyor: İn­sanları idare eden Allahtır.... Nasıl bir kırlangıç Allahın emri olmaksızın yere düşmezse, bir devlet de onun yardı­mı olmaksızın yükselemez."

Öldüğü vakit (17 Nisan, 1790), kendi mezarı için önce­den hazırlattığı kitabe, Dr. Benjamin Franklin'in, kendisini, her şeyden önce bir matbaacı ve müellif olarak gördüğü­nü hatırlatacaktı:

Matbaacı Benjamin Fr^anklin'in
Cesedi
(Cildinin kumaşı parçalanmış.

Üzerindeki harf ve yaldızlan düşmüş,
Eskimiş bir kitap gibi)
Solucanlara yem olmak için burada yatıyor!

Fakat eserin kendisi kaybolmayacak,
Zira inanmış olduğu gibi,
Müellifi tarafından

Hatalan giderilmiş, kusurları düzeltilmiş,
Daha güzel bir baskı altında
Yeniden yayınlanacak!


111

John Randolph
ve bazı çağdaşları

Kızgınlık,     soğuk ve ruhsuz bir insanı nüktedan

yapar, ama onu fakirleştirir de.

Sir Francis Bacon

Bütün benliğini kaplayan bir hiciv cüzzamına yakalanmıştı.

Ben Johnson

Neşe kılık değiştirmiş kederden başka bir şey değildir.

Selma Lagerlof

■p ranklin'inkiler dışında, onsekizinci asır Amerikan politi­ka hayatında oldukça az nükte görülmekle beraber, ba­har yağmurlarını müteakip birdenbire açılan çiçekler gibi, ondokuzuncu asrın ilk yansında bir çok nüktedan Ameri­kalılar siyasî sahnede görünmeğe başladı. Bu nüktedan çu­valdızlar listesinin başında şu isimler okunuyor: Henry Clay, John Colhoun, Daniel Webster, John Randolph, Tho- mas Hat Benton, Davy Crocket ve Sam Houston. Bunla­rın çoğu bilhassa hiciv ve hakaretle karışık nükteleriyle tanınmışlardı.

Amerikan Senatosunun bazı üyeleri, 1960’ların ilk yılla­rında, gelmiş geçmiş bütün Amerikan senatörleri arasında en büyükleri olarak şu üç kişiyi göstermişlerdi: Henry Clay, John Colhoun ve Daniel Webster. Clay, çağının en büyük


hatiplerinden biriydi de. Onun, devrinin Cumhurbaşkanı Andrew Jackson'u itham eden nutku (30 Nisan, 1834), ısı­rıcı hitabetin, hakaretli belagatin en iyi örneklerinden bi­ri:

Efendim, Cumhurbaşkanının akıl hocaları kimlerse, hem Cumhurbaşkanını hem de kendilerini aldatıyorlar. Onlar zan­nediyorlar ki, doğrudan doğruya halka hitap etmek, böylelikle Cumhurbaşkanının yaralarını âmmeye teşhir etmekle bütün bir milletin şefkat ve sempati hislerini kendi taraflarına çeke­cekler, ve neticede Andrew Jackson'un adı hem Senatoyu hem de muhalefeti tamamen yıkmış olacak. Bu insanlar henüz bil­miyorlar, ama yakında öğrenecekler: halkın itimat ve güve­nini kaybetmiş bir çek dahi âmmenin tanıdığı yetkili bir şa­hıs tarafından sık sık ciro edilebilir. Fakat onlar halkın sağ­duyusu hakkında yanılıyorlar.

Cumhurbaşkanına karşı beslenen itimat ve güvenin temelin­den sarsıldığı şu sıralarda, Cumhurbaşkanının canının istediği kimseyi cezalandırmasını, kendisini ölçülemeyecek kızgınlık ve gazaba kaptırmasını ve Anayasayı ayaklar altında ezmesini hal­kın hoş karşılayacağını sanmakla, bu insanlar, ne kadar vahim bir hataya düştüklerinin farkında değiller.

Şimdi de, Senatör Clay için ne denildiğini okuyalım: "Za­hiren doğru görüneni gerçeğe, mugalata ve safsataları haklıya tercih eden insan.” Henry Clay hakkında bu söz­leri kim mi söylüyor? Diğer "büyük" senatör John Calhoun.

Bu da Clay'ın, Colhoun için düşündükleri: "Çok fazla dehaya ve çok az sağduyuya sahip... bükülmez, haris, ego­istçesine partizan, mahalli bir hain... Ya çıldırarak öle­cek veya bir vatan haini olarak asılacak."

Calhoun, Senatodaki bir konuşması sırasında, kendisi­nin, Clay'in "politika hocası" olmakla gurur duyduğunu söylemesi üzerine, Clay oturduğu yerden başkana hitap etti: "Efendim, ben onu bir köle olanak dahi yanımda bu- 1 undu^ak istemem."

Henry Clay, John Calhoun ve Daniel Webster araların­da çarpışır, hakaretli kelimelerden oluşmuş kızgın ateşle biribirlerini yakmağa çalışırlarken, Temsilciler Meclisinin belagatli üyesi John Quincy Ad^ns,* Webster hakkındaki düşüncelerini şöyle ifade ediyordu: "Dev zekâlı, kıskanç huylu, doymak bilmezcesine haris, ve kokmuş kalpli bir insan.”

Belki, hiç kimsenin "büyük senatörler” listesinde yer al­mamakla beraber, ısırıcı ve hakaretli söz üstadlari anasın­da herkesin listesinde ilk sırayı işgal eden politikacı, hiç şüphesiz John Randolph'dır. Randolph, Temsilciler Mecli­sinde iken Edward Livingston adlı bir diğer mebustan şu kelimelerle bahsetmişti: "Şaheser kabiliyetlere sahip, fa­kat ıslah olunmazcasına dejenere bir insan. Tıpkı ay ışı­ğındaki kokmuş bir palamut gibi—hem parlıyor, hem ko­kuyor."

Richard Rush'ın Maliye Vekilliğine getirilmesi üzerine, Randolph, şunları söyledi: "Böylesine sıradan, böylesine vasat altı bir kabiliyetin böylesine önemli bir mevki He mükafatlandırıldığı tarihin hiç bir çağında görülmedi— hayır, sözümü geri alıyorum: Caligula'nın kendi atını 'kon­sül' yapması müstesna."**

Hiç bir tarihçi, hiç bir biyografi yazarı, aristokratik bir Virginia ailesinde dünyaya gelen (1773) ve hayret uyan­dırıcı bir zekaya sahip olan bu adamın muğlak karakteri-

•John Quincy Adams'ın babası John Ad^ns, Washington'un ar­dından Amerika'nın ikinci Cumhurbaşkanı oldu (I797-1801). John Quincy Ad^s da, 1825'te Cumhurbaşkanı seçildi.

•’Asıl adı Caius Caesar Germanicus olan Caligula (M.S. 12-41), üç yıl Roma İmparatorluğunun başında bulundu (M.S. 37-40). Çocuk­luğunda—ki Ren nehri kıyılarında geçmişti—her zaman askerlerin- ki gibi çizme giydiğinden, kendisine, “Ca.ligula” (Küçük Çizmeler) dendi. Kardeşi Drusus'un ölümü üzerine (M.S. 33) Caligula, ve İm­parator Tiberius'un torunu Tibereus Gemellus, Roma tahtına varis durumuna geçtiler. Tibereus'un ölümünden sonra da, ordu, Caligula' yı tahta oturttu. Caligula, kısa bir müddet sonra şiddetli bir hasta­lığa yakalandı ve delirdiğine inanıldı. Müstebit bir hükümdardı, zu­lüm ve idam devletin normal işleri arasına. girdi.

İşte bu Roma İmparatorunun kendi atını, Ro^a. İmparatorluğu Konseyine ve Roma'daki Papaz Kolejine "üye" tayin ettiği söylenir. Katledilerek öldürüldü.

ni izah edemedi. Amerikan politika sahnesinde otuz beş seneden fazla rol oynamasına rağmen (Temsilciler Meclisi üyesi, Senatör, Rusya elçisi ve diğer hi^etler), aristok­ratik orijini ve şaheser nüktelerinin, mükemmel eğitiminin, ve tükenmez enerjisinin hakkı olan siyasi tepelere tırma­namadı; ve bugün ismi, kendisinden çok daha az kabili­yetli insanlarla birlikte zikrediliyor.

Hayatta iken onun, iktidarsız olduğu ağızlarda dolaşı­yordu. Bu söylentiler ölümünden sonra tıbben de doğru­landı. Kim bilir, John Randolph'ın dünyaya ateş püskür­mesinin gerçek sebebi, bu fiziki yetersizliği idi. Gerçekten, Randolph’un, Rhode Island Eyaleti temsilcisi Tristan Bur- ges'e verdiği cevap, bütün benliğini kaplıyan bu hiddet ve husumeti aksettiriyordu:

MR. BURGES: İlâhî Kudret kendi âleminin icabına bakıyor. Ahlâki ucubeler zürriyet yetiştiremiyorlar. Bu insanlar hiç bir şeye kaadir olmadıklarından, hemcinslerinin çoğalmalarına hiz­met edecek kudret kendilerinde mevcut olmadığından, ellerin­den, saf, yeşermiş ve mesut her şeye çamur atarak dünyadaki kötülüklerin çoğalmasına vasıta olmaktan başka bir şey gel­miyor. İblis, eğer bir İblis zürriyeti yetiştirebilseydi, yaşadığı­mız âlem bir “pandemoni”ye* dönmüş olurdu. Yalanlar baba­sının hiç bir zaman Yalancılar Babası da olamıyacağı beni ger­çekten sevindiriyor. Bir Kâinatta Allah'a ve insana bir düş­man kâfi.

MR. RANDOLPH: Sen hayvani bir özelliğinden ötürü iftihar ediyor, böylelikle bir köleyi kendi aşağılık seviyene yükselti­yor, ve bir eşeğin kendinden sınırsızca üstün olabileceğini ka­bul ediyorsun.

John Randolph'un kendisini kurtaramadığı bu husumet hislerinde, belki, hiç de iyi olmayan sıhhati, veya fazla hayranlık duyduğu ağabeyi Richard'ın gayri meşru bir aşk sonunda dünyaya gelen çocuğunu öldüresi de büyük roller oynadı. Gerçi onun davranışlarını bir tek sebebe yük-

’İngiliz şairi Milton, bir eserinde, Cehennem'in “başşehri"ne "Pandemonium” (pandemoni) adını verdi. Kelime, "mutlak karga­şalık"! ifade etmek manasına kullanılır.

lemek doğru olmasa da, bütün bu faktörler, Amerikan si­yasi tarihinin en büyük muhafazakarı ve en parlak Kasan- dra'sını* yarattı.

Randolph kendisini şöyle tarif etmişti: "Ben bir aristok­ratım. Adalete aşığım ve eşitlikten nefret ederim.” Muha­fazakar inanışlarını ise şu şekilde belirtiyordu: "Değişik­lik reform değildir.”

John Randolph, gerçekte, "meyva vermiyen hayatını... kontrol edilemiyen huy ve tabiatını" müdrikti; ve Tristan Burges'in de söylediği gibi, “erkekler ondan nefret etti, kadınlan istihfafla bahsetti.” John Randolph, maamafih, bütün fiziki ve psikolojik problemlerine rağmen, inandığı prensiplerin tehdit edildiğine kaani olduğu vakit—kim olurlarsa olsunlar—çağının bütün devleriyle (Jefferson, Cumhurbaşkanı; Madison, Cumhurbaşkanı; John Marshall, Yüksek Mahkeme Başkanı; John Quincy Adams, Cumhur­başkanı; Clay, Calhoun, Webster ve Jackson, Cumhurbaş­kanı) cesaretle kılıç şakırdattı.

Kendi ailesinin sloganına (o vakitler tanınmış ailelerin sloganları vardı) Latince, Fari quae sentiat (düşündüğünü söyle) sözünü de ekleyen Randolph, hakikaten, hayatı bo­yunca düşündüklerini söyledi. Kuzeni Thomas Jefferson, Cumhuriyetçi Partinin ilk Cumhurbaşkanı seçildiği vakit, Randolph, onun, Temsilciler Meclisindeki en kuvvetli lider­lerinden biri oldu. Politik merdivende zirveye tıkanmak üzereydi ki, büyük bir arazi skandali Amerika’yı sarsma­ğa başladı. Bir politikacı olarak Randolph'ın o zaman ya­pacağı şey, mensubu bulunduğu Cumhuriyetçi Partisi üze­rinde toplanan şüpheleri dağıtmağa çalışmak ve liderleri savunmak olacağı yerde, skandala ismi karışan posta ve­kiline en ağır kelimelerle hücum etti:

Onun devkâri kolları bir taraftan [Kanada hududunda] Erie gölü kıyılarını kucaklıyor, öte yandan da [Meksika Körfezin­de] Mobile Körfezine kadar uzanıyor. Böylelikle, bu doymak belmiyen mideler milyonlarca hektarlık toprakları löpür löpür

•Kasandra, eski Yunan. mitolojisinde kendisine hiç inanılmayan kâ­hine.

yutuyor, hazmediyor.... Sahtekârlık ve düzenbazlık ticaretini perakende yürütmek onların işine gelmiyor, gözünü doyurmu­yor, onlar bu sahtekârlık ve dejenereliği gros'la [bir gros, 12 düzüne] alıp satıyorlar. Bilânçolarındaki bir kaç milyonluk ek­sik veya fazlalığın zerrece tesiri olmuyor. Oyun derinleştikçe, onların heyecan ve zevki de aynı nisbette artmakta.

John Randolph bu sözleriyle dahi tatmin olunmamış, Temsilciler Meclisinin arazi skandalını incelemekle görev­lendirdiği ve arasında kendi partisinden üyelerin de bu­lunduğu komisyona yüklenmişti:

Efendim, İhtilâlin [Amerikan İstiklâl Harbi] yıprattığı er veya onun geride bıraktığı kimsesiz dul karısı veya aç çocuk­ları kapınızı çalıp ekmek istedikleri vakit, ellerine, kimlerin yardım görebileceğine ilişkin kanunu tutuşturuyorsunuz. Ko­misyon, adaleti, sadece, günahla damgalanmış ve rezaletle pul­lanmış iddialar için muhafaza ediyor.

Nihayet beklenen gün geldi. Randolph, kuzenine, Cum­hurbaşkanı Thomas Jefferson'a da saldırdı: "Müslümanla- nn mukaddes sancaklannın peşinde gittikleri gibi, Conting- bury Azizi Thomas'ın* İhtilâlde giydiği eski kırmızı pan­tolonunun peşinde gidildiği bu sefil ve henüz tamamlan­mamış ülkede yaşamak gerçekten çok güç. Eminim ki, Bec- ket'in mabedini ziyaret edenle^n sayısı dahi Monticello Azizini** tavaf edenlerin sayısından az."

Randolph'un, Massachusetts eyaletinin meşhur Adams ailesine karşı giriştiği hücumlar da aynı nisbette ısıncı ve gazap dolu idi: "Birinci John hanedanlığının devrilmesin­de, mütevazi de olsa, benim de rolüm oldu, ve Alahın iz­niyle, İkinci John hanedanlığını de. devireceğim "*”

•Aziz Thomas Becket, 1118-70, İngiltere Başpiskopusu idi. Kral II. Henry'nin politikasına muhalefet ettiğinden katledildi.

••Cumhurbaşkanı Jefferson Monticello kasabasında doğmuş ve bu kasabada yaşamıştı.

•••Randolph'un "Birinci John” diye istihzalı bir dille bahsettiği John Adams—biraz önce belirttiğimiz gibi—Amerika'nın ikinci Cum-

Virginia'lı Randolph'un çuvaldızı John Quincy Adams ı gerçekten acıtmış olmalı ki, kadim Romalı şair Ovir’in di­liyle cevap verdi:

Yüzü kül renginde, sıska bir vücut. gözler çukurda,

Nefesi yemyeşil, safralı, dilinden zehir akıyor.

Tarih, John Quincy Adams'ın devrilip yerine Andrew Jackson'un getirilmesinde en büyük rolü Virginia’lı Ran- dolph'un oynadığını yazar. Adams ailesi arasından yetişen tarihçi Henry Adams'ın, bu hadiseden 50 sene sonra dahi, Randolph'dan nefretle bahsetmesi, Massachusetts’in bu tanınmış ailesinin Virginia'lıyı hiç bir zaman affetmediğini gösterir.

Federal hükümetin sınırlarını genişletecek, Washington' un eyaletler aleyhine nüfuzunu arttıracak her teklifin kar­şısına bir kaya gibi dikilen Randolph, eyaletlerin hakkım bir nutkunda şöyle savundu:

Hür hükümet prensiplerini... biribiri ardından çıkarılan bir sürü kanunlardan fazla tehdit edecek bir şey yoktur. Evet, Efendim, halk kanun yapıcıları ve hâkim ordularından korktu­ğu kadar hiç bir şeyden korkmuyor.... Hem unutmıyalım ki, Washington’daki büyük imalâthanenin yirmi dört laboratuva- rında gece gündüz durmaksızın kanun imâl ediliyor.... Bütün bu avukatlar, hakimler, ve kanun yapıcıları, ne avukat, ne hâ­kim ve ne de kanun yapıcıları olan ve olabilmeyi akıllarının uçlarından geçirebilen halk üzerinde dayanılmaz baskı yaratı-

hurbaşkam idi (1797-1801). "İkinci John" ise oğlu John Quincy Adams idi. O da Cumhurbaşkanı oldu (1825-29).

Yine belirttiğimiz gibi, John Quincy Adams'ın da ısırıcı bir dili vardı. Cumhurbaşkanlığına ikinci defa seçilemeyince, bir müddet istirahat ettikten sonra, tekrar politikaya atıldı ve yeniden Temsil­ciler Meclisine seçildi Cı83ı) ve ölünceye ke.dar da (1848) mebus ola­rak hizmet etti. John Quincy Adams’ın, seksenini bulmasına rağ­men, emekliye ayrılmayı düşünmemesini tenkit edenler çoktu. Genç bir mebusun tenkitlerini oldukça ileri götürdüğü kendisine iletildiği vakit, bu yaşlı ve kurt politikacı şu cevabı verdi: "O delikanlıya şunu söyleyin: otuz yaşındaki bir eşek, seksen yaşındaki bir insan­dan daha yaşlıdır." yor... öyle bir zulüm ki, Avrupa hükümetlerinin uyrukları üze­rindeki baskıları, bizimkilere kıyasla sadece biraz daha şiddetli. Eyaletlerin, bazı haklarının bir kısmından feragat etmelerini istemek, bir kadının iffet ve faziletinin bir parçasından feragat etmesini istemekten farksızdır.

Randolph'un şu ince nüktesini anl^nak için kısa bir iza­hat gerekecek. Wright bir erkek adıdır, "w" telaffuz edil­mez, right Crayt) telaffuz edilir; bu kelime ise, "doğru," "haklı" manasınadır. Rea de bir erkek adıdır, ray diye söy­lenir ve bu kelime, yani ray kelimesi de "şua" manasına­dır. Gelelim nükteye. Temsilciler Meclisinde Robert Wright ve John Rea adlı iki mebus vardı. Randolph bir gün onlar­dan şöyle bahsetti: "Bir Wright daima yanlıştır, ve bir Rea ise her zaman ışıksız."

O yıllarda Martin Van Buren adlı bir politikacı New York eyaletinde siyasi bir "hanedanlık" kurmakla meşguldü. Randolph, onun için şunları söyledi. "[Cumhurbaşkanlığı] hedefine doğru kadife kaplanmış küreklerle ilerleyen adam."

Kendi aleyhinde konuşan biri için söylediği söz de, onun, beşer tabiatını çok iyi anladığını gösteriyor: "Her yerde ileri geri beni mi çekiştiriyor? Hayret! Ben ona hiç bir iyilik yapmadım ki!"

Bir mebusun ölümünden sonra, bir ara seçimiyle Tem­silciler Meclisine seçilen yeni bir millet vekili kendisine hücum ettiği vakit, önce cevap vermedi. Fakat bir kaç gün sonra, ölü mebusun yakından ilgilendiği bir kanun teklifi hakkında konuşurken, bu teklifin, "sandalyesi boş kalan" aziz arkadaşının ölümüyle değerinden pek fazla kaybetmiş olduğunu da ilave etti.

James Madison (1809-17 yıllannda Cumhurbaşkanı idi) Cumhurbaşkanı seçilmesinden önce Amerika'nın, milletler arası ihtilaflarda tarafsız kalması gerektiğine dair bir be­yanname yayınlamıştı. Randolph, Madison'un bu bildirisi hakkındaki düşüncelerini şöyle belirtti: "Diğerlerinin do- nanmalanndaki sekiz yüz gemiye karşı biz, ortaya otuzse- kiz kuruşluk bir broşür ile çıkıyoruz." Kentucky temsil­cisi Ben Hardin için söyledikleri de şu: "Kınk bir tuğla parçası üzerinde bilenmiş bir bıçak gibi."

Senatör Henry Clay, 1820'lerde Senatoya, Amerika'nın istikbaline tesir edecek ve Amerikan tarihinde "Missouri uzlaşması" diye bilinen pek önemli bu kanun teklifi getir­di. Missouri eyaletindeki siyahi Amerikalıların vatandaşlık haklanyle ilgili bu teklif, zenci haklarına aleyhtar Ran- dolph'u fazlaca ilgilendirdiğinden, hemen hemen her gün bu teklif aleyhinde konuştu. Bir gün, kürsüde konuşurken, Philomen Beecher adlı bir mebus, "önceki suale geçelim," diyerek onun nutkunu kesmeğe çalışıyordu. Öyle ki, zaman zaman Meclis başkanı dahi, Ohio millet vekili Beecher'e, söz sırasının Virginia'lı centilmende olduğunu hatırlatmak zorunda kalıyordu. Randolph, nihayet dayanamayarak cevap verdi:

"Bay Başkan, Hollanda'da, imkanları sınırlı bir kimse, bir kaç tahta ve deri parçasıyle bir kaç dakika içinde, par­maklarınızla bastığınız vakit, 'ku-ku, ku-ku' sesleri çıka­ran bir oyuncak imal edebilir. Zekaları Hollandalılardan daha kıt olan Ohio'lu seçmenler, çok daha kötü kaliteli malzeme kullanarak öyle bir oyuncak yapmışlar ki, ancak var gücünüzle ve bütün avucunuzla bastığınız vakit sade­ce şu sesi çıkarabiliyor: 'Önceki suale geçelim, Bay Baş­kan." Randolph'un bu sözleri Temsilciler Meclisini kahka­halara boğdu, ve Beecher de bir daha Virginia'lı ile kı­lıç şakırdatınadı.

Tanıdığı insanlara hakaretler sav^urmaktan zevk duyan Randolph tanımadıklarına da aynı muameleyi etmekten çekinmezdi. Bir gün bir otelin salonunda otururken yanı­na biri yaklaştı ve dedi ki: “Efendim, bir kaç gün önce evi­nizin önünden geçerken, sizin gibi bir temsilcimiz bulun­duğu için göğsüm kabardı." Adam, her halde, niye içeri buyurmadınız, kabilinden bir cevap beklerken, Randolph şöyle dedi: “Her zaman evimin önünden geçeceğinizi ve her zaman aynı zevki duyacağınızı ümit ederim."

Her yerde ve her devirde bir çok anekdot çağın nükte­danlarına atfedilir. O yıllarda da pek çok nükteli sözün ilk defa Randolph tarafından söylendiği iddia ediliyordu. Bir ^gün bundan şikayet etti: "Memleketteki her piç nüktenin babası diye beni gösteriyorlar."

Randolph, Senatör Calhoun'un "Harp Şahini" günlerin­den sonra onu ne affetti ne de unuttu. Bir gün Senatoda, Calhoun'a şöyle hitap etti: “Bay Başkan! Senatonun yeni Başkanı, ve Birleşik Amerika'nın istikbaldeki Başkanı, ya­ni demek istiyorum ki, Allah bizi böyle bir afetten koru­sun!"

Virginia'lı kimseden çekinmiyordu. Amerika'nın ilk Cumhurbaşkanı ve milli kahraman George Washington'un aleyhinde bile konuştu. Amerika, istiklaline sahip olduk­tan sonra, İngiltere ile diplomatik münasebetler tesis etmek üzere "Jay Antlaşması" diye bilinen bir antlaşma imzalan­dı. Müzakerelerin çok hararetli bir safhaya girdiği ve Ame­rika'da herkesin bu antlaşmadan bahsettiği bir sırada, John Randolph, bir toplantıda kadehini George Washing- ton aleyhine kaldırdı: "George Washington ... inşallah Al­lahın lanetine uğrar." Kimsenin kadehini ağzına götürme­diğini görünce, ilave etti: ...eğer Jay Antlaşmasını imza­larsa."

Virginia eyaletinin en asil ailelerinden birinin çocuğu olduğunu iddia eden Randolph, snob bir insan olduğunu da inkar etmedi. Ecdadının Kızıl Derili Prenses Pocahontas ve kabile reisi Pawtucket olduğunu söylerdi. Maamafih, herkese hakaret etmekten zevk duyan Randolph, zaman zaman en ağır hakaretlere de maruz kaldı.

Temsilciler Meclisinde Pawtucket kasabasından gelme bir üye vardı: Mebus seçilmeden önce kundura tamirciliği yapardı. Randolph, bir gün ona, Temsilciler Meclisine gel­meden önce kullandığı önlüğünü' ne yaptığını sorduğu va­kit, mebus şu cevabı verdi: “Küçük küçük parçalara böle­rek mokasin ayakkabıları yaptım ve Pocahontas'ın yalın ayak gezen sefil torunlarına dağıttım."

Hakaret yarışında Randolph ile aşık atamamakla bera­ber, devrin Amerika'sı siyaset sahnesinde aktör rolünü oy­nayan diğer nükte ve hitabet usta.lan da vardı. Texas mil­let vekili Sam Houston böyle biriydi. Son derece ma^^ bir insan olan S^n Houston için Andrew Jackson (daha sonra Cumhurbaşkanı oldu) şunları söyledi: ‘İşte, terzisi­nin değil de, Alahın bu hale soktuğu adam." İçkiye ve zevke düşkündü, karisiyle de nikahsız yaşadı. İkinci defa evlendikten sonra içkiyi bıraktı, küfretmemeğe karar ver­di, ve nedamet getirmiş bir insanın hayatını yaşamağa baş­ladı. Houston, Thomas J. Green adlı bir mebustan şu keli­melerle bahsetti: "Bir köpeğin bütün vasıflarına sahip—sa­dakati hariç.” Mississippi Senatörü Jefferson Davis'i tanı­yıp tanımadığı sorulduğu vakit, "Evet, Mr. Davis'i tanırım," cevabını verdi. "Lucifier* kadar muhteris, yılan kadar so­ğuk bir insan, ve elini sürdüğü bir şeyden de hiç hayır gel­mez.”

Bir de Missouri Senatörü Thomas Hart Benton vardı. Andrew Jackson'la bir gün Tennessee eyaletinde bir mey­hanede yumruk yumruğa kavga etmiş, ve eyaletten dışarı çıkarılmıştı. Sadece bir sene üniversitede okumuştu, fakat öldüğü zaman bir gazete ardından şunları yazdı:

Senatör Benton, kadîm bir Roma kanunundan veya bir Yu­nan filozofundan, Virgil'den, Bin Bir Gece Masallarından, He- redot ve Sancho Panza'dan, Alman reformistlerinden, Adam Smith'den veya Fenolen ve yahut Hudibras'tan, şirketlerin ma­lî raporlarından, küçük bir kasaba belediye meclisi münakaşa­larından veya Anayasa Meclisindeki nutuklardan ve yahut ölü bir Kongre üyesinin çoktan unutulmuş bir nutkundan hayret verici bir çabukluk ve doğrulukla iktibaslar yapabilirdi.

Aynı sözler Randolph, Webster veya Calhoun hakkında da pek ala yazılabilirdi. Çünkü o zamanlar Amerikan Kongresi üyeleri, geçtikleri eğitim safhaları bakımından, İngiliz Parlamentosu üyelerinin seviyelerine hemen hemen eşittiler.

Senatör Benton'un kendisi hakkında ne düşündüğünü yine kendi sözlerinden anlıyoruz. Senatör C^houn'un uzun süren bir hastalık neticesinde 1850'de ölümünden kısa bir müddet öncesine kadar, ona karşı giriştiği hücumlara ara vermedi. Nihayet Calhoun'a hücum etmekten vazgeçtiği vakit de, sebebini Kongrede şöyle anlattı: "Efendim, Ben-

•Lucifier, Hıristiyanların inancına göre, isyankâr meleklerin başı idi; bu suçundan ötürü Cennetten kovuldu. Bugün "şeytan" denince akla o gelir.

ton bugün konuşmayacak; çünkü Ulu Tanrı elini bir kim­se üzerine koyduğu vakit, Benton kendi elini çeker." Bir diğer gün de şunları söyledi: "Bay Başkan, ben hiç bir za­man kavga etmem. Fakat, Efendim, bazan savaşının, ve Efendim, ben savaştığım vakit de, ardından bir cenaze ta­kip eder."

Amerikan Senatosunda her hangi bir teklifin kanunlaş­masını önlemek isteyenlerin ellerindeki en kuvvetli silâh filibuster taktiğidir. Temsilciler Meclisinde azami konuşma müddeti bir saattir; Senatoda ise böyle bir sınırlandığa yoktur. Bundan böyle, Senatoda zaman zaman saatler ve saatlerce konuşulur, konu ile zerrece ilgisi olmayan şey­lerden bahsedilir.

Filibııster yapabilmek için istenen tek şey kürsüyü ter- ketmemektir. Eğer hatip kürsüde iken—vaktin gecikmesi ve diğer sebeplerle—oturuma son verilirse (ki hatibin is­tediği de budur), ertesi oturumda ilk söz hakkı yine ay­nı şahsındır. Benton, bir defasında dört gün arka arkaya Senatoya hitap etti. Virginia'lı Randolph da, bu nutuk hak- kındaki düşüncesini şu kelimelerle belirtti: "1830 Fransız İhtilâlinden bir gün daha uzun sürdü."*

Otuz sene ardı ardına Senatodaki yerini muhafaza eden ilk Amerikan politikacısı olan Benton'un siyasi hayatı şid­detli çarpışmalarla geçti. Muhaliflerinin yaralı ve kanlı terkettiği meydanda daima muzafferdi. Gurur ve sıhhati onu fizikçe olduğu kadar zihnen de kalın-derili yapmıştı. (Cildinin deri gibi oluşu kısmen her gün at kılından yapıl­mış fırça ile fırçalamasındandı. Çünkü, "efendim, Romalı gladiyatörler de aynı şeyi yaptılar." Fırçanın gerçekten sert olup olmadığı sorulduğu vakit, kahkahalarla cevap verdi: "Elbette, efendim, elbette. Eğer o fırça ile size doku­nacak olsaydım, 'öldürüyor!' diye bağırırdınız, efendim.")

"Filibuster rekorunu, 24-25 Nisan, 1953'te Oregan Senatörü Wayne Morse kırdı. Bir petrol tasarısının kanunlaşmasını önlemek amacıy- le, platformu terketmeksizin, 22 saat 26 dakika konuşmuş, hitabe­sinde İncil'i tamamen okumuş ve bu arada nasıl koktely hazırlana­cağını da anlatmıştır. Senatodaki eski rekor, I5 saat 35 dakika idi. Bununla beraber, E. G. Senter adında bir politikacı Texas eyalet senatosunda 1908'de 29 saat konuşmuştur.

Fakat Amerika Birliğini muhafaza uğrunda kendi bölge­sine ve mensubu olduğu Demokrat Partiye dahi karşı gel­mekten çekinmeyen Benton'un siyasî hayatı sonuna yak­laşıyordu. Kölelik meselesindeki zerrece taviz vermeyen tutumu onu her geçen gün biraz daha yalnız bıraktı. Fa­kat yine de parti değiştirmek aklından geçmedi. Whig par­tisinin küçük politikacıları için şunları söyledi: "Onlar, se­nede oniki defa doğuran bir tavşanın, gebelik müddeti iki sene süren bir fili anlayamayacakları gibi, beni de anla­yamazlar.”

Nihayet Missouri Eyaleti Kongresi 1851 Ocağında, eyale­tin Birleşik Amerika Senatör namzedi olarak kırkıncı se­çim sonunda bir Whig'liyi seçti. CO yıllarda senatör nam­zetlerini eyalet kongreleri seçiyordu.) Benton'un muhalif­le d bayram ediyordu. Mississippi Senatörü Henry Foote, Senatoda şöyle haykırdı: "Eğer esaretin pençeleri altında inlediysek, ve eğer buna senelerce, evet efendim hemen he­men 30 sene tahammül etti isek, artık Allaha şükredebili­riz. Zalim şimdi yerde sürünüyor, ve Roma yeniden hürri­yetine kavuştu.”

Fakat Benton mağlûbiyeti kabul etmedi. Ertesi yıl, New Orleans Crescent gazetesine göre, "muhalifleriyle alay ve hakaret için İngiliz dilindeki bütün kelimeleri yağma ede­rek” kendini Temsilciler Meclisine seçtirdi. Bununla be­raber, Temsilciler Meclisindeki ilk nutku ile kendi siyasî mezarını kazacaktı.

Benton 1854 Meclis seçimini büyük farkla kaybetti, ar­dından sevgili karısının ölümü kendisini kedere boğdu. Fa­kat o teslim bayrağını çekmeğe yine hazır değildi; 1855 Se­nato seçimi için bağımsız namzetliğini koydu, ve kaybetti. Ve nihayet 1856'da 74 yaşında iken son bir çıkış yaparak Missouri valiliği için mücadele etti. Sonraları, oğlu Jessie Benton Fremont, babasının boğaz kanserine yakalandığı­nı açıkl^nıştı. Halk önünde konuşabilmesi için, önceden, günlerce konuşmaksızın sessiz kalması gerekiyordu, ve bu­na rağmen konuşurken boğazı yine de kanıyordu. Benton, Whig ve anti-Benton namzetlerine karşı eyalet boyunca iki bin kilometrelik şiddetli bir kampanya yaptı.

Benton mağlup olmuş, fakat kendisini hem sevdiren hem nefret ettiren gururu kendisini terketmemişti. Thirty Years’ View (Otuz Yılın Görüşü) adlı abidevi eserinin yayınla- yıcısı, kaç tane basılmasını istediğini öğrenmek üzere bir adam gönderdiği vakit, mağrur bir eda ile şu cevabı ver­di: "Efendim, onu, Birleşik Amerika’daki son sayımdaki aile sayısından kendileri de çıkarabilirler.”

Benton’un son sözleri, "Rahatım, hoşnutum,” oldu. Ço­cuklarına bıraktığı pek .az para, onun, inandığı yolda taviz vermeksizin yürüdüğünü bir defa daha gösterişti. Birle­şik Amerika Senatosundaki şu sözleri hala unutulmadı:

Ben kesin ve sağlam popüleriteye değer veririm—iyi insan­ların iyi hareket için besledikleri hürmete. Lâyık olmadan ka­zanılan ve suç işlemeden kaybedilen köpük popüleriteden nef­ret ederim.... Otuz senedir senatörüm.... Zaman zaman peşin hükümler neticesinde teşekkül etmiş kanaatlere ve seçmenle­rimin ilk düşüncelerine karşı geldim. Fakat bunu yaparken, beni anlayacaklarına ve hareketlerimi hakkaniyet ölçülerine göre değerlendireceklerine daima güven besledim—ve bu yüz­den de hiç bir zaman hayal kırıklığına uğramış değilim.

Randolph'un karşı geldiği pek çok şeyleri Kentucky Se­natörü Henry Clay hararetle savunuyordu. Birincisi bir gün ikincisinden şöyle bahsetti: "Clay'in gözleri Cumhur­başkanlığına dikili—benimkiler de onun üzerine.’’

Randolph, statüko'yu muhafaza etmek isteyen onsekizin- ci asır Virginia centilmenini sembolize ediyor; Clay ise, Amerika'nın, kıtanın batısına doğru sınırsızca genişleme­sini ve reform hareketlerini savunuyordu. Tarih, coğrafya ve ekonomi, tabiatıyle, Clay'dan yana idi. Kentucky’li Clay de iyi bir nüktedandı. Bir gün kendisine takdim edilen bir hanım, kendilerinin daha önce tanışmış olmalarına rağmen, Senatörün, kendisinin adını hatırlamadığını belirtince, Clay'in cevabı şu oldu: "Hayır, zira yıllarca önce tanıştı­rıldığımız vakit, ben, hayran kaldığım güzellik ve başarıla­rınızın size kendi adınızı değiştirmeğe zorlayacağına emin­dim." (Clay, bu sözüyle, kadının bir gün evlenerek kocası­nın adını almış olacağını söylemek istiyordu.)

Clay, maamafih, cazibeli olduğu kadar, haşin de olabi­liyordu. Bir gün Senatoda uzun ve cansız bir nutuk irad etmekte olan General Alexander Symth, Clay'e dönerek dedi ki: "Efendim, siz şimdiki nesillere hitap ediyorsunuz, ben ise gelecek nesillere.” Clay, oturduğu yerden cevap verdi: "Doğru, ama siz dinleyicilerinizin bu salonda görün­melerine kadar konuşmaya azmetmiş gibisiniz.”

Bir diğer gün Massachusetts Senatörü Daniel Webster'le Washington’daki National Hotel’de otururlarken önlerin­den bir sürü katır geçti. (Kentucky’nin katırları meşhur­dur.) Webster, "Bak, Clay,” dedi, "senin seçmenlerin geçi­yor.” Clay cevap verdi: "Her halde Masssachusetts mektep­lerinde ders vermeğe gidiyorlar.”

Henry Clay'in, John Randolph’un dediği gibi, Cumhur­başkanlığında gerçekten gözü vardı. Fakat o, bu mevkii ele geçirmek bahasına da olsa, prensiplerinden ayrılmayı düşünmüyordu. Kendisine bu katı tutumunun Cumhur­başkanlığına mal olacağı hatırlatılınca, kitaplara geçmiş şu mağrur cevabı verdi: "Efendim, düşündüklerim hakkın­da her şeyi söyleyeceğim ve hiç bir şey için taviz vermeye­ceğim. Cumhurbaşkanı olmaktansa haklı olmayı tercih ederim.

Clay'in kamçısını hissedenler arasında Pennsylvania Se­natörü James Buchanan da vardı. (Buchanen, 1857-186l’de Cumhurbaşkanlığı yaptı.) Clay, onu, 1812 de Ingilizlere karşı girişilen harpte korkaklıkla itham etmişti. Buchanan ise, Baltimore şehrinin savunmasına koşan birlik arasın­da kendisinin de bulunduğunu söylüyordu. Senatonun za­bıtları, iki senatör arasında şöyle bir konuşma geçtiğini gösteriyor:

MR. BUCHANAN: "Doğru, ben oraya vasıl olmadan önce İn- gilizler çekilmiş olduklarından, bilfiil çatışmaya katılmadım.”

MR. CLAY: "Ama Baltimore doğru yürüdünüz."

MR. BUCHANAN: "Evet, efendim.”

MR. CLAY: "Tam teçhizat.”

MR. BUNCHANAN: "Evet, tam teçhizatla.”

MR. CLAY: "Fakat siz şehre gelmeden İngilizler çekilmiş­lerdi.”

MR. BUCHANAN: "Evet.”

MR. CLAY: “Pennsylvania'lı Senatör bize, kendilerinin cesa­retle Baltimore'un yardımına koşması neticesinde mi İngilizle- rin çekildiğini, yoksa İngilizler çekildikten sonra mı Baltimore' in yardımına koştuklarını lütfen söylerler mi?”

Biribirinden apayrı fikri kutuplan temsil eden Clay ve Randolph'ın sık sık çarpışmaları kadar tabii bir şey ola­mazdı. Onların bir gün Washington'un dar bir kaldırı­mında karşılaştıkları söylenir. Clay, mağrur bir eda ile, "Efendim, ben bir çapkın için kaldırımdan inmem," de­miş. Randolph, bunun üzerine, derhal kaldırımdan çamur­lu yola inmiş ve demiş ki: "Halbuki ben her zaman ine­rim." (Bazılarının dediğine bakılırsa, son sözü Clay söy­ledi.)

Randolph, bir gün hakaret dolu kelimelerle Clay'a hü­cum edince, ikincisi onu düelloya davet etti. Randolph'un kabul etmesi neticesinde, 8 Nisan, 1826 günü iki hasım po­litikacı karşı karşıya geldi. (İki taraf da, şahitlik etmesi için Senatör Benton'un bulunmasını istemiş, ve Senatör Benton da, daha sonra fevkalade bir üslûpla düelloyu an­latmıştı.)

Taraflar yerlerini aldıktan sonra, Randolph’un tabanca­sı vakitsiz patladı, ve Clay de, kahramanca bir eda ile, Randolph'tan, ikinci bir tabanca almasını istedi. Karşılık­lı ilk atışta hiç biri isabet kaydetmedi. İkinci atışta, Clay' in kurşunu Randolph'un ceketini delerek geçti. Sıra Ran- dolph'a geldiği vakit, Virginia'lı, kasden Clay'in başı üze­rinden havaya ateş etti. Kentuckly'li Clay, bunun üzerine derhal Randolph'a doğru yürüyerek elini sıkmak istediği vakit, Randolph'un ilk sözü şu oldu: "B. Clay, bana bir ce­ket borcunuz var."

Gerçi Randolph, Andrew Jackson'u desteklemiş ve onun Cumhurbaşkanı seçilmesinde faydalı olmuşsa da, Cumhur­başkanının eyalet hakları konusundaki görüşleri Randolph unkilere taban tabana zıt olduğundan, er veya geç biri­birinden kopmaları mukadderdi. O yıllarda güney eyalet­lerinden South Caroline'de isyan çıktı. Cumhurbaşkanı J ackson'un, isyanı bastırmak üzere federal birlikleri gön­dereceği söylentileri ağızlarda dolaşıyordu. Virginia valisi (ki Randolph'un "adamı" idil, Cumhurbaşkanına bir mek­tup yazarak, ordu, bir güney eyaleti olan Virgina'dan geç­mek istediği takdirde, birliklerin, kendisinin (valinin) öl­müş vücudü üzerinden yürüyerek geçmek zorunda kala­caklarını söyledi. (Vali, bu sözüyle sonuna kadar çarpışa­cağını ima etmek istiyordu.) Cumhurbaşkanı Jackson, va­liye gönderdiği mektupda şunları yazdı:

"Eğer Birleşik Amerika ordusu birliklerinin Güney Ca- rolina'ya gitmesine lüzum ihtiyaç hissedilirse, ordunun ba­şında, Başkumandan sıfatiyle ben bulunacağım. Onları en kısa yoldan yürütmek vazifem olacaktır. Pek muhtemeldir ki, ordu, Virginia'dan geçecektir. Bundan böyle, siz eyale­tin Valisi olarak, birliklerin kendi ölmüş vücudunuz üze­rinden geçmesini lüzumlu kılacak olursanız, iki kulağını­zın daha önce benim tarafımdan kesilip götürüldüğü anla­şılacaktır."

New York'un kurnaz politikacısı Van Buren' (ki sonra­ları Cumhurbaşkanı oldu: 1847-1851), Cumhurbaşkanı Jac- son ile Senatör Randolph arasındaki farklı görüşleri iyi sezdiğinden, Virginia'lının Rusya'ya elçi gönderilmesinde aracılık etti. Randolph, Rusya'da pek fazla kalamadı, has­talandı, ve Amerika'ya döndü.

John Randolph, 1833 senesinde Philadephia'da ölümü beklerken (veremdi), kendisi gibi şahaser kabiliyetlere sa­hip birinin, "bir şey için"den ziyade, daima "bir şeye kar­şı" savaşmanın kendisine ne kazandırdığını belki de düşü­nüyordu. Öte yandan, ihtimal ki, bir nutkundaki şu sözle­rini de hatırladı: "Hayat, hayatın yüklediği vazifeler ka­dar önemli değildir,"

IV

Benjamin Disraeli

Gerçek bir nükte çok defa, düşünülen, fakat hiç bir zaman gerektiği gibi ifade edilemiyen hal ve durumları, gönlümüze göre giyindirip kuşandır- maktır.

Alexander Pope

Hiciv bir testere gibi değil, kılıç gibi olmalı; kes- meli—parçalamamalı.

Jonathan Swift

Nükte eğitim görmüş küstahlıktır.

Aristo

k merikan politika sahnesinde ondokuzuncu asrın ilk yarı- -^•sında, gördüğümüz gibi, başarılı bir hayli nükte ve hi­civ üstadlan göründü. Fakat onların sahneyi terketmesiy- le, nükte yoluyla politika merdiveninde tırmanmak isti- yenlerin sayısı hissedilir şekilde azaldığından yerleri boş kaldı. Diğer taraftan, İngiltere Parlamentosunda ise, nük­teden çuvaldızlar, onyedinci asırdan itibaren İngiliz poli­tikasının âdeta organik bir parçası halini aldı ve günümü­ze kadar uzandılar. Muhterem İngiliz "centilmen”leri bi- ribirlerini, derinden dişleyen nüktelerle, hakaret dolu söz­lerle, devamlıca hoşlamaktan daima zevk duydular. Ma- amafih, böylesine hakaretli hücumları en iyi başaran İn- gilizler arasında dahi, Irlandalı şampiyonlarla aşık atabi­lecekler pek görülmedi.


Buyurun, Daniel O'Conner'in, 1835 te Dublin'de bir işçi sendikası kongresinde, o çağların İngiliz politik sahnesin­de süratle parlamağa başlıyan Benjamin Disraeli hakkın- daki sözlerini okuyalım (O'Conner'in Disraeli'nin adını "D' lsraili" şeklinde heceliyerek de hicvettiğine dikkatinizi çek­mek isterim) :

...O halde ben D'Israeli'nin bir Yahudi hafidi olduğunu söy­lerken onu lekelemeyi aklımdan bile geçirmediğim besbelli. Ya- hudiler bir vakitler Allahın sevgili kulları idiler. Fakat, on­ların arasında da habis ve sefil insanlar vardı; ve şuna kimse­nin şüphesi olmasın ki, D'Israeli'nin atası bu habis ve sefil in­sanlardan biriydi. [Kahkahalar] O, günah ve suçlarına tövbe etmediği, nedamet duymadığı için, çarmıha gerilerek öldürülen hırsızın bütün vasıflarını da taşıyor. [Kahkahalar]. Ve ben artık o sefil hırsızın adının da D'Israeli olduğundan şüphe et­miyorum. [Kahkahalar]. Evet, D'Israeli bu sefil hırsızın sülâ­lesinden geldi. Şimdi, onun kimliğini böylece tayin ettiğimize göre, çarmıha gerilerek öldürülen o dinsiz imansız dilenciyi dahi ben artık affediyorum. [Sürekli ve sesli alkışlar, kahkaha­lar].

Gerçi, O'Conner'in hücumu zalimce idi, ama onun kış- kırtılmadığını hiç de iddia edemeyiz. Disraeli, Radikal partinin namzedi sıfatıyle üç defa mebus seçimlerine ka­tılmış, ve muayyen bir kısım halkın reylerini temin için de Irlandalı bu politik kışkırtıcı ve ünlü hatip O'Conner'- den tavsiye mektubu almıştı.

Disraeli, Sheridan gibi, politika hayatı boyunca partili bir insan olarak kalmanın güçlüklerini idrak etmekle be­raber, gözlerini diktiği zirveye bir radikal olarak erişemi- yeceğini anlamış, iki büyük partiden (Tory, muhafazakar veya Whig, liberal) birine intisap etmekten başka çare kalmadığını gömüştü. Böylece, kendisini üç defa destek­lemiş Radikallerden ayrılarak Muhafazakar partiye katıl­mış, ve bu partinin namzedi olarak da kendisine Parlamen­toda bir sandalye temin etmeğe muvaffak olmuştu. Seçim mücadelesi sırasında da O'Conner'den “hain” diye bahset­mesi, alev püsküren ağızlı Irlandalının hışmına uğraması için yeterli idi.

O'Conner'la kılıç şakırdatmak, gerçekten, her babayiği­din harcı değildi. Devrin tanınmış şahsiyetlerinden Sidney Smith, "O'Conner'la alış-veriş yapmanın tek yolu, onu, dimdik bir şekilde daracağına asıp altında bir heykel dik­mektir," demişti.

Tory partisi, umumiyetle, toprak sahibi aristokratlardan oluşmuştu; hanedanlık ve kiliseye en fazla sadakat göste­ren onlardı. Whig'Iiler ise, genellikle, iş ve şehir hayatını temsil eden aristokratlardı.

Muhafazakar partiye, "Muhafazakar bir hükümet teşki­latlanmış bir riyakarlıktır," diye hücum eden Disraeli'nin siyasi kaderini bu partiye bağlaması, pek üstün vasıflara sahip bu adamın hayatındaki gerçek çelişkilerden sadece bir tanesi. Tarihçi ve psikologlar onun hayatını tetkik eder­lerken bu tenakuzlar üzerinde de dururlar. Gerçekten, te- zadlarla dolu bir hayattı bu. Yahudi asıllı olmasına rağ­men Hıristiyanlığı kucaklamıştı. Yeni dinini tamamen be­nimsemekle kalmamış, bir vakitler "ölü bir mitoloji" diye vasıflandırdığı Anglikan kilisesinin müdafaa görevini de yüklenmişti. Hayatının anlaşılmıyan bir diğer tarafı da, kitap ve nutukları skeptik vecizelerle dolu bu sinikal ro­mancı, bu merhametsiz politikacı, "Ben bir kadının evlen­mesi gerektiğine her zaman inanıyorum—ve bir erkeğin ise hiç bir zaman," demesine rağmen, nasıl oluyor da, kendinden onbeş yaş büyük bir kadınla evleniyor, ve ha­yatının sonuna kadar hakikaten son derece anlayışlı, müş­fik ve mesut bir aile kurabiliyordu!

Disraeli, O'Conner'in Dublin nutkuna cevap verdi, ve hem onu hem de oğlunu düelloya davet etti. CO'Conner, daha önce birini bir düelloda öldürmüştü.)' Teklif kabul edilmeyince, Disraeli, bir nutkunda O'Conner'e hücum et­mekle yetinmedi, The Times gazetesinin "okuyı;cu mektup­ları" sütununa şu mektubu gönderdi:

"O [O'ConnerJ, cesarete lüzum hissettirmeyecek her su­çu irtikap etti. Doğru, ben bir Yahudiyim, ve muhterem centilmenin ecdadı, kimsenin bilmediği bir adada [İrlan­da] vahşi bir hayat sürerken, benimkiler Süleyman'ın ma­bedinde dini liderlerdiler.''

Bir Yahudi ailesinde dünyaya gelen Disraeli (1804), on iki yaşındayken .Anglikan kilisesinde vaftiz edildi. Babası agnostik (Allahın mevcudiyetinin bilinemiyeceğine inanan felsefe mensupları) bir insandı. Mensubu olduğu Havra­da, bekçi olarak hizmet etmeyi reddedince, havra yöneti­cileri kendisinden 40 sterling ceza istemişler, ve o da bu­nun üzerine havra ile bütün ilişkilerini kesmişti. Hıristi­yan bir dostunun teşvikiyle de oğlunu kilisede vaftiz ettir­di.

Disraeli, Sheridan gibi, mektepten nefret etti: "Mektebin en bedbaht öğrencisi bendim. Mektepten, gençlik çağımın bu karanlık yıllarında, dünyadan nefret ettiğimden de fazla nefret ettim.” Yahudi asıllı olduğu için küçük Disra- eli'nin, mektep arkadaşlarının alay ve hicivlerine maruz kaldığından şüphe edilemez; çünkü gizlice boks dersleri aldı, ve ondan sonra da, kendisine yöneltilen hakaretlere yumruğuyla cevap verdi.

Disraeli, ilk mektebi bitirdikten sonra resmî eğitimine devam etmedi. Bu, maamafih, kendi kendini yetiştirerek avukatlık imtihanını kazanmasına engel teşkil edemezdi. Ne var ki, yirmi bir yaşında iken, "bir avukat olamıyaca- ğıma karar verdim.” Avukatlık mesleğini şöyle tarif edi­yordu: "Mütemadiyen aşikar üzerinde duran, daima belir­liyi izah etmeye çalışan, durmaksızın herkesin bildiğini söylemekte ısrar eden meslek.” Daha sonra matbaacılık yaptı, ve burada da başarısızlığa uğrayınca roman yazma­ya başladı. Artık kendine uygun bir "meslek" bulmuştu; kısa bir zaman sonra devrinin en haşarılık müelliflerinden biri oldu. Buna rağmen, kitaplar hakkında da sinikal bir görüşü vardı: "Kitaplar öldürücüdür. Kitaplar beşer ırkı­nın lanetleridir. Mevcut kitapların onda-dokuzu saçma­dır, ve okunabilecek kitaplar da bu saçmalığı ispat eden leridir." Başka bir zaman, "Kitap okumayı arzu ettiğim va­kit, öğrenmek istediğim konu hakkında kitap yazarım,” dedi.

Romanlarından birinde kahramanına, "Ben kötü şara­bı tercih ederim,” dedirtir. "İnsan iyi şaraptan bıkıyor." Yine kendisinin, "Başarıya ulaşıncaya kadar herkesin ki­birli olmağa hakkı vardır,” sözüne sadık kalarak, gençli­ğinde, giyinişi ve hareketleriyle takındığı yapmacık tavır­lar romanlarının hayali karakterlerininkileri de geçti. Ce­belitarık Boğazını geçerken izlenimlerini şöyle anlatıyor­du: "Ben bu boğazı iki defa, iki ayrı bastonla geçen insan olarak şöhrete ulaştım—Sabah başka bir bastonla, akşam başka bir bastonla.... Bu sihirli değneklerin gerçekten şa­heser tesirleri oluyor. Aynca, bastonumun bile son derece kıskandığı bir yelpazem de var."

Cebelitarık’tan Malta'ya geçen Disraeli şunları yazdı: "İnsanları idare edebilmek için ya onlardan daha başarı­lı olmak gerekir, veya onlarda.n nefret etmek.... Burada yapmacık hareketler, nükteden de tesirli oluyor. Dün te­nis kortunda, yabancılar arasında tribünlerden oyunu sey­rederken, top hafifçe bana çarptı ve ayaklarımın ucuna düştü. Topu yerden aldım, ve bulunduğu yerde kaskatı duran silahlı inzibat erine, hayatımda hiç top atmadığımı söyleyerek uzattım, ve topu sahaya fırlatmasını rica ettim. Bu vaka bugün bütün subay kulüplerinde muhavere mev­zuu oldu."

Bu yapmacık hareketler, Disraeli için bugünkü deyişiy­le, bir çeşit "halkla-münasebet" yerine geçiyordu. Bunun­la beraber, onun bu neviden hareketleri daha ziyade düş­man kazanmasına yol açtı ve "o Allahın belası küstah Ya­hudi çocuğu” bir daha subay kulüplerine davet edilmedi.

Giyinişinde ve saçlarını tarayışındaki ifratı, ve nükteleri Disraeli'nin Londra sosyetesinde tanınmasına ve kendisin­den bahsedilmesine vesile olduysa da, aleyhinde söylenen­ler arasında senelerce peşini bırakmıyanları ve siyasi sah­nede ilerleyişini geciktirenleri de vardı.

Parlamentoya seçilmeyi arzu ettiği ilk yıllarda, Disraeli, Radikal partinin bir namzedi olarak, Muhafazakar ve Whig partililer aleyhinde şunları söylüyordu:

"Ben, karşınıza, hiç bir partiye mensup olmıyan biri ola­rak çıkıyorum.... İngilizler, politik sloganlardan, Whig ve Tory partililerin yanıltıcı ve şaşırtıcı sloganlarından ken­dinizi uzak tutunuz. Büyük ve milli bir parti kurunuz. İn­giltere’yi, yaklaşmakta olan tehlikeden ancak böyle bir parti kurtarabilir.”

Kendisini kıyafet değiştirmiş bir Muhafazakar olmakla itham edenlere şu cevabı verdi: "Kıyafet değiştirmiş bir Muhafazakara en yakın partili, iktidara geçmiş [Liberal] Whig'tir."

Conisby adlı romanında tipik bir politikacı şu görüşleri ileri sürer:

Taper, "Ben dinin lüzumunu müdafaa edenlerle tama­men hemfikirim," dedi. "Çünkü, bu hiç bir şey ifade etmez. İnsanlar başarılı oldukları takdirde, dinin, ticaretimize zerrece zararı dokunmaz.”

Taper, "Benim anlayışıma göre, ‘Sıhhatli bir Muhafaza­kar hükümet' şöyledir," dedi. "Whig ölçülerine göre yara­tılmış Muhafazakarların kurduğu bir hükümet.”

İşte bu sinikal adam Muhafazakar partiyi tamamen de­ğiştirecek, onun en sadık bir hizmetkarı olarak, İngiltere' nin ilk modern parti teşkilatını kuracaktı. Tıpkı Sheridan gibi, partilere tiksinti duyarak siyasi hayata atılan bu adam, daha sonra Churchill'in de yaptığı gibi, partisini dahi değiştirecekti. İlk romanlarından Vivian Gray'de şunları yazdı: "Bir siyasi partinin irtikap edemiyeceği kö­tülük ve hıyanet olamaz.” "Siyasi dönek” Disraeli, siyasi dönekler hakkında şöyle diyordu: "Belki dini dönekler dı­şında, siyasi dönekler kadar arkalarından koşulan insan yoktur.”

Bir seçim nutkundaki sözleri, politikacıların düşünce ve kanaatlerini apaçık belirtiyor: "Efendiler, reylerinizi iste­mek üzere siz seçmenler karşısına çıkan namzetlerin hep­si, zerrece şüpheniz olmasın, çeşitli duygu ve etkiler altın­da bu işi yapıyorlar. Ben de, bu neviden hislerle karşınıza çıktığımı itiraf edeyim. Bu hislerimin neler olduğunu siz- lere de söyliyeyim: Ben şöhrete aşığım. Halk arasında iti­bar kazanmak, memleketin gözleri üzerime dikilmiş olarak yaşamak en büyük emelimdir; ve benim gibi, hayata zor- 1 uklarla başlayan bir kimsenin böyle yüce gayeler peşin­de koşabilmesi de gerçekten ne şaheser bir şey!”

Disraeli, hiç bir partiye mensup olmadan, parti disipli­ni altına girmeden şöhrete ulaşılamıyacağını biliyordu. Sheridan, partisinin disiplini altına girmek istememiş ve bunun için hakkı olan liderlik mevkiine yükselememişti. Disraeli, aynı başlangıç noktasından hareketle, bir defa ka­rar verip Tory (Muhafazakâr) partisine intisap ettikten sonra, kendisini disiplin altına sokmasını bildi.

Benjamin Disraeli, Avrupa’dan gelen kozmopolitlik ve liberalizm akımına karşı İngiliz yaşayışının savunucusu sıfatiyle ortaya çıktı. Muhafazakâr partiye mal edeceği po­litik programda, "İngiliz centilmenleri,” toprak sahibi aris­tokrasi, ve 1867 de kendi getirdiği refo^ kanunu ile geniş haklar tanıdığı şehirlerdeki yeni işçi sınıfı ile ittifak kur­mak istedi ve oldukça da başarılı oldu.

Bir nutkunda muhafazakârlıktan ne anladığını şöyle ifa­de ediyordu:

İngiliz cemiyetinin temeli Eşitliğe dayanır. Fakat burada şu farkı gözden uzak tutmamak gerek: iki çeşit eşitlik vardır; eşit­lik vardır, her şeyi, herkesi aynı düzeye indirir ve yıkar; ve eşitlik vardır, yükseltir ve yüceltir. İngiliz kanunlarına hayat veren bu ikinci eşitliktir, bu ulvi, bu ilahi eşitlik. Birinci tür eşitlik bayağıdır, dünyevîdir—insanı diğerleri önünde iki bük­lüm ettiren bir bayağılık. Bu eşitlik kimsenin imtiyazlı mevkie yükselmesini istemez. İngiliz eşitliğinin esası ise, herkesin imtiyazlı mevkie yükselebilmesidir. Böylelikle, Kralımızın en sefil uyruğu dahi büyük ve önemli imtiyazları eline geçirebil­me hakkına sahiptir. Bir İngiliz, ne kadar mütevazi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelirse gelsin, kaderinde ister sapan koşmak ister tezgâh başında oturmak bulunsun, bütün miras­ların en asiline, vatandaşlık haklarına sahip olma asaletiyle dünyaya gelir: hür olarak dünyaya gelir, hukuki haklarına sa­hip olarak dünyaya gelir, mülk edinme hakkına sahip olarak dünyaya gelir. Onun erişemiyeceğini düşündüğü bir mevki yoktur; hizmet etmeğe mecbur olduğu efendileri yoktur; ka­nunları çiğneyip kendisini vatandaşlık haklarından mahrum ederek hapsedecek hâkimler yoktur.

İngiliz vatandaşının elindeki bu hak ve imtiyazlar, Kral, Lordlar ve Avam Kamarası kadar değerlidir; ve ancak teorik ve pratik hürriyet prensiplerine göre yetiştirilmiş bir millet bu enstitüleri muhafaza edebilir. İngiliz eşıtliği vatandaşına yükselebileceğini söyler; Fransız eşitliği ondan kendi kendini küçültmesini ister. İngiltere'de vatandaştan bir hürmet ve il­ham kaynağı olması istenir; Fransa'da ise halkın kıskançlık ve­ya alay hislerini üzerinde toplamaması için dikkatli davran­ması.

İngiltere kanunları vatandaşına, kendisinde kütleler üzerine çıkabilecek kabiliyet varsa, bunu kullanabilmesi tçin, kanunlar önünde eşit olduğunu söyler; Fransız kanunları, vatandaşlarına, diğerlerinin yükselebilmelerine engel olabilmeleri için eşitlik sağlar. İngiliz eşitliği, her vatandaşın yükselme arzu ve hırsla­rını devletin devamlılığı ile birleştiren bir eşitliktir; Fransız eşitliği ise, vatandaşları fertlere irca etmek suretiyle devleti bir cemiyet halinde tezlil eden [haysiyet kırıcı] bir eşitlik. İn­giliz eşitliği vatandaşları rasyonellik [makuliyet] ve muhayyi­le kudretlerinin birleştirilmesiyle yönetir; Fransız eşitliği ise, kendini çıplak hülyalara kaptıran, muhayyile ve makuliyeti reddeden bir eşitlik.

İngiltere anayasası sadece beşeri tabiat üzerine elimizdeki derin bilgiye göre değil, fakat İngiltere'nin beşeri tabiatı üze­rine de kurulmuştur; Fransız anayasası, sadece beşer tabiatı üzerindeki derin bilgisizlik üzerine değil, Fransız beşeri tabi­atı üzerindeki derin bilgiyi de göz önünde tutmıyan bir ana­yasadır. Bundan böyle, İngiltere'deki ihtilallerimiz vâsi ve şid­detli olursa da, sonunda Anayasamız, daha sağlam ve canlı bir şekilde yerine oturur; Fransa'da ise, bir isyan hükümeti altüst eder. Bunun neticesinde, yarım asır süren bir siyasi tecrübeden sonra, en entellektüel beşer ırklarından biri, millet olabilme vasfını kaybetti; anarşiden, hiç de parlak olmıyan bir despotiz­me kayarak inandığı bütün prensipleri reddetti, uğrunda mü­cadele ettiği bütün inanışları çiğnedi.

İngiliz muhafazakarlığının başlıca temel direklerinden Disraeli, "İngiliz halkı” üzerinde değil, "İngiliz milleti" üze­rinde duruyordu:

"Halk" deyimi tam bir saçmalıktır; politik bir terim değil­dir. Halk bir cins yaratıktır; medeni bir topluluk ise bir mil­lettir. Bir millet bir sanat eseridir—zamanın yarattığı bir sa­nat eseri. Bir millet tedrici bir şekilde muhtelif tesirlerin nü­fuzu altında yaratılır. O insanların kurdukları ilk teşkilâtlar, iklim, toprak, din, kanunlar, örf ve âdetler, gelenekler, tari­hindeki fevkalâde tesadüfler ve vakalar, en parlak vatandaş­larının örnek hareketleri milletlerin yaratılmasında rol oynar. Bu tesir ve nüfuzlar milli şuur ve aklı yaratır ve asırlar süren bir tekâmül neticesinde de yüksek bir medeniyet kurulur. Eğer bu faktörlerin tesir ve nüfuzlarıyle vücut bulan politik ensti­tüleri—ki her biri kendi kendilerini harekete getiren makine­lerdir—tahrip ettiğiniz takdirde, bir milleti de yıkmış olursu­nuz Anarşi ve çözülme ânındaki bir millet de artık halk haline gelmiştir. Bu halk da, anarşi ve çözülmenin getireceği bütün sefaleti yaşadıktan sonra tekrar kendisine bir cemiyet kurar.

Disraeli'nin Parlamentodaki ilk nutku adeta felaket idi. Radikaller, bilhassa O'Conner'in Parlamentodaki adamları sözlerini kesiyor, bağırıyor, ıslık çalıyorlardı. Nutkun, ger­çekten kahince olan son kısımları hariç, hemen hemen ne bir tek kelimesi işidildi ne de bu sözler zapta geçti: "Pek âlâ, efendim, gerçi şimdi yerime oturuyorum, ama gün ge­lecek, ve siz beni dinliyeceksiniz."

Kimsenin işitmemesine, kimsenin bir şey anlamamasına rağmen, Disraeli'nin bu nutku, bir bakıma, başarı da sayı­labilir. Mebusların Parlamentodaki ilk nutukları çok defa kısadır, sönüktür, ve nazikçe alkışlandıktan sonra, unutu­lur gider. Fakat, oyunu kaidelerine göre oynamaya tut­kun İngilizler, Disraeli'nin, her şeye rağmen cesaretini kaybetmemesini hayranlıkla karşıladı, ona sempati duy­dular. O'Conner'in muavini Sheil bile şunları söylemekten kendini alamadı: "Eğer hitabet sanatının ruhu bir insan­da mevcut ise, o ruh bu adamın içindeydi. Onun, Parla­mentonun en iyi hatiplerinden biri olmasını hiç bir şey en­gelleyemez."

Disraeli'nin kendik-güveni zamanla arttı, hitabeleri din­lenmeye başlandı. Bu arada, siyasî partiler hakkında ön­celeri beslediği düşünce ve kanaatler değişikliğe uğruyor­du. O yıllarda büyük çiftlik sahipleri, Muhafazakârlar, Parlamentodan "Corn Laws" (Mısır Kanunları) çıkarılma­sı için şiddetli bir mücadeleye girişmişlerdi. Böylelikle, ha­riçten ithal edilecek hububata yüksek gümrük vergileri ko­nacak, ve çiftlik sahiplerinin gelirleri de artacaktı.

Whig partisi mensupları ise serbest ticaretin veya pek az gümrük vergisi taraftarı idiler. Onlar diyorlardı ki: iş­çiler yiyeceklerini daha ucuza temin ettikleri takdirde, Whig’li patronlar fabrikalarının yürütülmesi için luzumlu ham maddeleri ülkeye daha ucuza sokacak, böylece işçi ücretlerinin azaltılmasıyle beraber ihraç mallarının fiyat­ları da artacak.

Gümrük duvarlarının indirilerek serbest ticaretin teşvik edilmesi Disraeli'den önce de temel meselelerden biriydi, ve günümüzde de her ülkeyi meşgul eden ana davalardan biri. Genç Winston Churchill'i partisinden istifa ettiren se­bep de bu Mısır Kanunları olmuştu. Muhafazakar lider Joseph Chamberlain, bir gün Parlamentoda koruyucu ikti­sadi politikayı ve yüksek gümrük duvarlarını savunur­ken, Churchill, Muhafazakar sıralarındaki yerinden kalk­tı, karşı tarafa yürüdü ve Liberaller arasına oturdu.

Disraeli'nin Parlamentodaki ilk yıllarında Muhafazakar lider Sir Robert Peel idi. Whig'liler iktidarda ve kandi par­tisi muhalefette iken, Sir Robert, zerrece taviz vermeyen bir koruyucu idi. Partisi ezici bir çoğunlukla iktidara geçip kendisi de başvekillik koltuğuna oturduğu vakit, önceki kanaatlerini—samimi olarak—değiştirdi. Partisinin diğer mebuslarının da bu yeni prensiplerini kabulleneceklerini umdu. Disraeli, Peel'in yön değiştirmesi üzerine Parlamen­toda şunları söyledi:

Biz gerçi, yumuşatılmış ticarî prensiplerin hayranıyız. Bu­nunla beraber, politik prensiplerin gevşetilmesinin son derece tehlikeli neticeler husule getireceğini de belirtmeliyiz. Bundan böyle, benim tavsiyem—serbest ticaret hakkındaki düşüncele­rimiz ne olursa olsun—serbest politikanın Parlamentoya sokul­masına muhalefet olmalıdır. Herkes, kim olursa olsun, yanlış veya doğru, kendisini yükselten prensiplere sarılarak aramıza çıksın.... Bunun içindir ki, büyük bir şahsiyet fikir değiştirdi­ği için onu alkışlamayalım, ve onunla birlikte, kendi şahsî fi­kirlerimizi de değiştirerek, onun arzu ettiği siyasî mükâfatı kendisine vermeyelim. Hepsinin üstünde, partiler arasındaki bariz ayrılış noktalarını muhafaza edelim. Unutmıyalım ki, âm­me hizmetindeki insanların faziletli ve Parlamentonun kuv­vetli ve tesirli olabilmesi, partimizin tutumu ne olursa olsun, kendi şahsî bağımsızlığımızı korumakla mümkündür.

Böylece, bir partinin ilan ettiği prensipleri terkedip terk edemeyeceği meselesi yüzünden, Muhafazakar partinin önemsiz ve sevilmeyen bir üyesi, Benjamin Disraeli, İngii- tere'nin en kuvvetli adamı, Başvekil Sir Robert Peel'i yı­kacak ilk yumruğu indirmiş oldu.

Disraeli'nin nüktelerindeki parlaklık, siyasî hayatının hiç bir devrinde, Başvekil Peel'e yöneltilmiş hücumlann- da göründüğü kadar belli olmamıştı. Peel, politik kudre­tin zirvesine erişmişti; sadece muhalefete değil, kendi par­tisinin huysuz ve inatçı üyelerine de haşin davranıyor, kır­baç sallıyordu. Bundan böyle, Disraeli, "Muhterem Baron, nefsinde beslediği nezaketi sadece kendini destekleyenlere gösteriyor," dediği vakit, Muhafazakar mebuslar kahkaha­larını tutamadı. Peel, soğukkanlılığını kaybettiği vakit Dis­raeli dedi ki: " ...popüler bir mecliste, zaman zaman haşin bir centilmenin rolünü oynamak lüzumludur." Daha son­ra, Muhafazakâr üyelerden, liderlerinin yapmacık hisleri karşısında dehşete kapılmamalarını istiyor, ve Başvekile de, fikirleri, husumetle değil dostça karşılamasını tavsiye ediyordu. Sabn tükenen Peel nihayet ayağa kalktı, ve bu eşek arısını tamamen yok etmek niyetinde olduğunu açık­ça belirterek dedi ki:

“O, Kamaraya, içimdeki kızgınlığın tamamen yapmacık olduğunu söylemek hakkını kendinde buluyor... bilakis, onun hakkını vereceğim; ben kendilerinin kızgınlık hisleri duymalarında... tamamiyle samimi olduğuna inanıyorum. Muhterem centilmen, düşmanca bir teklifi desteklemekte tamamen serbesttir, fakat bunu dostane hislerle yaptığını söylemesin:

"Sen bana samimi, dürüst ve erkekçe bir düşman ver, Cesur olsun—belki onun yumruklarına cevap verebilirim! Fakat Allahım, gönderebileceğin bütün afetler arasında, Kurtar beni, kurtar beni, samimi arkadaştan.”

Başvekil Peel, bu sözleriyle, politik hayatının tamir edil- miyecek büyük bir hatasını işliyordu. George Canning ad­lı mebus-şairin sözlerini iktibas etmesi büyük bir hata idi. Canning, bir vakitler Peel'in arkadaşı idi. Fakat Peel, İn­giliz Katoliklerinin haklan konusunda Canning'e karşı şid­detli bir savaş açmış—ve Canning'in ölümünden sonra da onun fikirlerini benimsemişti! Disraeli, Peel'in bu hücumu­na o gün cevap vermedi. İyice hazırlandıktan sonra, niha­yet, Peel'in Whig partisinin prensiplerini kucaklamasını şu sözlerle kınadı:

Muhterem centilmen, Whig'lileri banyo alırken yakaladı, ve onların elbiselerini alarak kaçtı; onları liberal durumlarını saklayamayacak şekilde çırılçıplak bıraktı. Ne var ki, şimdi kendileri, bu liberal kisveye bürünerek su katılmamış, çekir­değine kadar bir Muhafazakâr olarak karşımıza çıkıyorlar.

Disraeli'nin bu sözleri, Peel hariç, bütün Parlamento ta­rafından kahkaha ve alkışlarla karşılandı. Disraeli sözleri­ne şöyle dev^n etti:

Eğer, Muhterem Centilmen, sağ kanadındaki bir üyeyi azar­lamayı kendi şahsi menfaatlerine uygun görüyorsa, belki biz bunu hak ettik. Yalnız, Muhterem Centilmen, muarızlarını kü­çük düşürmek için çabalamayı bırakıp, sadece iktibasa daya­nırsa eline, daha güvenilir bir silâh geçirmiş olur.

Muhterem Centilmen, böyle bir tartışmada, büyük bir ismin kalkanına sığınmanın, ismin yaratacağı tesirin, elektriki tesirin değerini iyi biliyor. Kendileri, büyüklük payesine erişmemiş bir yazarın sözlerini hiç bir zaman, sevilmiyen bir yazarın söz­lerini de hazan ağzına almazlar. [Disraeli burada biraz durak­ladı, Parlamento yumruğun inmesini bekledi.] Meselâ, Can- ning. Canning, eminim, Avam Kamarasında his ve duyguların tesiri altında kalmaksızın ağıza alınamıyacak bir isim. Biz he­pimiz, hiç olmazsa çoğumuz, onun aramızdan vakitsiz ayrılışı­na üzgünüz; ve biz hepimiz onun prejödilere [peşin hüküm­ler] ve ulvi vasatlıklara karşı—azimkâr düşmanları ve samimi dostlarıyle birlikte—giriştiği şedit çarpışmaları hayranlıkla sey­rediyorduk.

Muhterem Centilmen, böylesine büyük ve hürmet edilir bir otorite ile dokümente edilecek bir sözün büyük bir gerçeği ak­settireceğine emin olabilirler. Meselâ, B. Canning'in yazdığı ve Muhterem Centilmenin de iktibas ettiği arkadaşlık üzerine mıs­ralar! Ana fikir, şair, ve hatip—ne ulvi bir manzara! Bu par­çanın tartışmadaki tesiri asla inkâr edilemez; ve şayet bu söz­ler bana hitaben söylenmiş olsaydı, benim yapabileceğim tek şey, Muhterem Centilmeni sadece keskin hafızası için değil, ce­sur vicdanı için de tebrik etmek olurdu.

Disraeli'nin nutku öylesine alkışlarla karşılandı ki, Peel, nihayet kendisini toparlıyarak cevap vermek üzere ayağa kalktığı vakit, uzun müddet sessizce ayakta durup alkış­ların dinmesini beklemek mecburiyetinde kaldı.

Disraeli'yi Peel'le kılıç şakırdatmaya sevkeden sebeple­rin ne kadarının onun samimi inanışlarının, ne kadarının Peel'e karşı beslediği şahsî husumetten ileri geldiğini kes- tirebilmek zor. Çünkü, bir vakitler Peel'e mektup yazarak kabinede sandalye istemiş, ve Başvekil tarafından da ol­dukça kaba bir şekilde reddedilmişti. Bunun Disraeli üze­rindeki tesiri gerçekten sarsıcı olmalıydı ki, karısı, Peel'e gizlice bir mektup göndererek kocasına bir mevki verilme­sini rica etmişti: "Onun bütün ümitlerini yıkmayınız, ya­şadığı hayatın boşuna olduğu hissini onda uyandırmayı­nız." Peel gene reddetti, ve daha da kötüsü, yaraya tuz bi­ber ekercesine, Muhafazakar Partinin en genç üyelerinden Gladstone'u kabinesine aldı. Gladstone'nın kabiliyetleri Disraeli'ninkinin dünunda idi, fakat birincinin sosyal du­rumu ve tahsili ikincininkinden üstündü. Bu faktörlerin Disraeli aleyhine ağır basması, onda, unutamayacağı tep­kiler yarattı.

Disraeli artık Peel'i devirebilecek bir konuyu ele geçir­mişti. Tekrar tekrar üzerinde durarak hücumlarının do­zunu arttırdı. Bazan, Peel'in tarafını tutuyormuş hissini uyandırıyor, ve Başvekilden koruyucu bir siyaset güdül- mesini isteyen Muhafazakar üyeleri azarlıyordu:

Muhterem Centilmenin muhalefet lideri olarak ileri sürdüğü fikirlerle, tahtın başvekili olarak savunduğu davranışlar ara­sında farklar bulunduğundan şüphe edilemez. Fakat artık şu gerçeği hepimiz biliyoruz: Kur yapılan saatlerle ele geçirme arasında pek fazla tezad bulunmamalı. Muhterem Centilmenin tutumunun farklı olduğu gerçekten doğru. Ben onun koruyu­cu iktisat politikası lehinde nutuklar çektiği zamanları da ha­tırlıyorum. Onlar işittiğim en iyi nutuklardı. O zamanlar Muh­terem Centilmeni dinlemek, insanı, hakikaten, yüceleştiriyor­du: "Ben, hanedanlığın sıkı fıkı bir dostu olmaktan ziyade, İn­giliz centilmenlerinin lideri olmayı tercih ederim.” Ne şahane sözlerdi bunlar! Günümüzde ise "İngiliz centilmenleri" sözüne hasret kaldık. [Sürekli alkışlar]. Ama ne beis! Halk o unutul-

maz hatıralarla avunuyor ya. Bu kelimeler onun ilk aşkıydı. Gerçi artık kendileri, ateşler içinde yanıp tutuştuğu saatlerde olduğu gibi, o kelimeler önünde vecde gelip diz çökmeyebilir­ler; gelgelelim, onun bir vakitler söylediği sözler bize hâlâ ma­ziyi hatırlatıyor, hâlâ o tatlı günleri yaşatıyor. O heyacanlı günleri hatırlayarak kendilerini takbih etmeğe çalışmak fay­dasız ve mânasız artık; çünkü hepimiz biliyoruz ki, bu gibi hal­lerde, yani uğrunda her şeyin göze alındığı sevgili hedef cazi­besini kaybettiği vakit, hislere hitap etmek fayda husule getir­mez. [Kahkahalar]... Ve efendim, önümüzdeki büyük zirai me­sele de bu durumdadır. Bir vakitler, herkesin kur yaptığı, her­kesin kendisine bendetmeğe çalıştığı o zirai güzellik artık tek­melenip atılmak isteniyor. Maamafih, böylesine cazibeli güzel­ler için tehlike her zaman mevcut. Biz şimdi işte bu güzelin hayatında böylesine bir felâkete şahid olmaktayız.... Benim için bu tartışmaların önemi yok. Size bağlı, isterseniz, aldattığınız bu Parlamentoyu feshedin, ve artık size itimat etmediğine ka- ani olduğum halkın karşısına çıkarak güven oyu isteyin. Ben, hiç olmazsa, bir inanışımı açıkça söylemek fırsatını ele geçir­diğim için memnunum: Muhafazakâr bir hükümet teşkilâtlan­mış bir riyakârlıktır.

O günden itibaren Parlamento mensupları, Disraeli'nin Peel'e karşı daha da şiddetli bir savaşa giriştiğini gördü­ler. Bir vakitler partilere inanmadığını söyliyen bu adam, şimdi, durmadan dinlenmeden gerçek bir muhalefet par­tisinin lüzumu üzerinde duruyor, biribiri ardından bu ko­nuda nutuk üzerine nutuk çekiyordu.

Disraeli, Whig politikasının Peel'inkinin aynı olduğunu söylüyor, gerçekte Muhafazakarların Whig'li bir liderin peşinde koştuklarını iddia ediyordu: "Bir lider ki, layık ol­madığı bir mevkii ele geçirene kadar bir partiyi kafese kor ve diğerini yağma eder ve sonra da haykırır: 'Artık parti meseleleriyle uğraşmayalım, sadece bu mevkide ne kadar kalacağımızı tayin edelim.' " Hukuki ve demokratik bir muhalefetin kurulmasını müdafaa eden Disraeli, "Bu işi, yapılması gereken yolla, hemen ele alalım,” diyordu. "Yani, başımızdaki bu sahtekarlık hanedanlığının ve res­mi despotluğun tahammül edilemez baskısına ve parla­menter düzenbazlığına son verecek hakiki muhalefeti der­hal kuralım."

Böylece Parlamento 1845 yılı tatiline girdiği vakit, Peel; gerçi yine iktidarda idi; ama artık her halde, Disraeli'nin aman vermez hücumları karşısında, önceki yıllarda oldu­ğu gibi, kudreti, "kudret zevklidir, mutlak kudret mutlak­ça zevklidir," şeklinde düsünmüyordu.

Ertesi yıl Parlamento tekrar çalışmağa başladığı vakit, Disraeli, Peel'in koruyucu politikayı, terkedip, serbest ti­careti savunmasını ara vermeksizin tenkit etti:

Biz onu [Peel] koruyuculuk politikasını zafere ulaştırması için kendimize lider seçtik; o ise şimdi bizi koruyuculuk siya­setinin cenaze törenine davet ediyor. [Kahkahalar]. Bundan bilhassa üzülecek, derin matem tutacaklar elbette Whig'lilerdir. [Kahkahalar]. Bütün suçu vaktinden önce dünyaya gelmek olan bu günahsız yavruları için ellerinden ağlamaktan başka hiç bir şey gelmeyecek. [Kahkahalar ve alkışlar]. Fakat bizim ço­cuğumuz nasıl gürbüz ve canlı bir yavru idi. Hastabakıcısının onu nasıl okşadığını, nasıl kucakladığını nasıl unutabiliriz? [Kahkahalar]. Ne güzel bir çocuktu, ne şirin bir bebekti o! Ne tatlı bir yumurcaktı, nasıl hareketli ve canlı idi! [Kahkaha­lar]. Evet, bu günâhsız yavru böylesine bir yaratıktı. Allah bi­ze böylesine bir evlât ihsan etmişti. Fakat hastabakıcı, âni bir vatanperverlik nöbetine tutularak bebeğin beynini çekip çıka­rıyor [kahkahalar] ve derhal aşağı inerek yavrunun ana ve babasına bu korkunç katli anlatıyor. Hakikati söylemek gere­kirse, hastabakıcı hiç de böyle bir insan değildi. Mazbut, ağır başlı biriydi! İçkisi yoktu, eğlencesi yoktu. Koruyucu siyaset taraftarlarına son zamanlarda savurduğu çifteler hariç, hisle­rini dışarı vuran bir insan da değildi.

Bu cengin neticesi, koruyucu iktisadi politikaya karşı serbest ticaretin savunulmasından da önemliydi. Mısır Ka­nunları tasarısının Parlamentodaki tartışılması süresince Başvekili en kızgın kelimeler ateşinde kavuran Disraeli'­nin gayesi Peel'i devirmek, ve Muhafazakâr partinin diz­ginlerini eline geçirerek onu yeni baştan kurmaktı. Disra­eli, Peel'i, "Diğerlerinin zekasını çalan hırsız"' diye tav­sif etti. "Böylesine büyük ölçüde politik bir hırsızlığı irti­kap edebilecek bir tek devlet adamı bana gösteremezsiniz."

Tartışmaların son gününde Disraeli nutkuna şu sözlerle son veriyordu:

Halkın artık âmme hayatındaki insanlara zerrece güven bes­lemediğini biliyoruz. [Sürekli alkışlar]. Fakat efendim, İngi­liz karakterinin ilkel ve devamlı elemanlarının gene üste çıka­cağına imanım var. Şu andaki sarhoşluk hallerinin gece yarı­sında, onların, acı duyarak, sıçrıyarak uyanacaklarını söylemek şimdilik belki faydasız. İktisadî sarhoşluk çağının bahar yeşil­liğinde, onlara, sıkıntı ve meşakkatle dolu bir kıştan bahset­mek boş ve faydasız olabilir. Fakat, önüne geçilemeyecek ka­ranlık saat gelip çatacak. O zaman halkın, talihsizlikle gevşe­tilmiş şevk ve heyecanları yeniden şahlanacak, İngiltere’yi bü­yük yapan prensiplere yeniden dönecekler. Biz, sadece, bu prensiplerin, İngiltere’nin büyüklüğünü idame ettireceğine ina­nıyoruz. [Sürekli alkışlar]. O zaman, efendim, onlar hiç de haksız olmıyarak, kendilerini aldatıp yüzüstü bırakanları unutmayacak ve "iyi bir gaye” için, en popüler prensipler uğ­runa, İngiltere’nin hedefleri uğrunda savaşmaktan korkmayan ve utanmayanları hatırlıyacaklardır.

Sir Robert Peel'in Mısır Kanunları Parlamentoda kabul edildi, fakat aynı gece, aldattığı Muhafazakar mebuslar tarafından başvekillikten indirildi. Bugün kendisi—şayet —hatırlanıyorsa—Londra polis teşkilatını kurması dışında, nükte ve hicvin yıktığı ilk büyük politikacı olarak anılır.

O çağlarda İngiltere tahtında Kraliçe Victoria oturuyor­du. Bin sekiz yüz ondokuzda doğan Kraliçe, 1837 de tahta geçmiş ve ölümüne kadar (1901) tam 64 yıl hükümranlık etmiştir. (İngiltere’nin bir diğer meşhur kadın hükümdarı da Birinci Elizabeth'tir: 1533 yılında dünyaya geldi, diğer bir kadın İmparatoriçenin ardından [Birinci Maryl 1558 de tahta geçti ve ölünceye kadar [16031 45 yıl saltanat sür­dü.)

Kraliçe Victoria, serbest ticaretin hararetli bir savunu­cusu idi. Bir gün, önceki Başvekil Stanley'e, "Disraeli'yi tas­vip etmiyorum, Peel'e hücumlarını beğenmiyorum," demiş­ti. Bununla beraber, Disraeli, bir müddet sonra, nükteleriy­le, cazibesiyle, Kraliçenin yüzüne karşı söylediği sitayiş- kar sözlerle Victoria'yı kendi tarafına çekmesini, bu eski düşmanını samimi bir dostu haline getirmesini bildi. Kra­liçe amatör bir yazardı—Disraeli de çağının en iyi roman­cılarından biri. Buna rağmen, Başvekil, Kraliçeye hazan şöyle hitap ediyordu: "Hanımefendi, biz yazarlar ...” veya "Siz, Haşmetlim, bizim edebi mesleğin de liderisiniz."

Disraeli, devrin ünlü yazarlarından Matthew Arnold'a şunları söylemişti: "Övülmek istemiyen yoktur. Ve hane­danlığı methederken de, övgülerinizi mala ile sürmek ge­rek." Kraliçeyi memnun etmek için kullandığı taktiği şöy­le izah etti: "Katiyen reddetmem, katiyen yalanlamam, ha­zan unuturum." Bir başka zaman da dedi ki: "Gladstone l Liberal partisi lideri ve Başvekil! , Kraliçeye hitap ederken karşısında bir devlet dairesi varmış gibi konuşuyor; ben ise, onun, herşeyden önce, bir kadın olduğunu hiç bir za­man aklımdan çıkarmıyorum."

Siyasi merdivende tırmanmasında nüktelerinin büyük rolü olmasına rağmen, Disraeli, nüktenin doğuracağı tehlikeleri de müdrikti; ne zaman geri çekilmek gerektiğini biliyordu. Bir kitabında der ki: "Ele geçen herhangi bir fırsattan na­sıl istifade edilebileceğinin bilinmesinden sonra, hayatta en önemli şey, ele geçen bir avantajın ne vakit terkedilebi- leceğini bilmektir." H enriette Temple adlı eserinde de şöy­le der: "Tabiat bize bir ağıza mukabil iki kulak verdi." Ken­di nüktelerini de çok defa önemsemezdi. "En iyi nükte ço­ğunluktur," diyordu. Fakat nükteli ve hicivli çuvaldızlarını da hiç bir vakit terketmedi.

Avam Kamarasındaki bir nutkunda (1852), yeni Parla­mento binalarının mimarı (Avam ve Lordlar Kamarala­rından ibaret Parlamento binaları o yıl tamamlanmıştı) J.W. Henley'den bahsederken, İngiltere'deki mimari stan- dardların düşüklüğünden Henley ve diğer mimarları mesul tuttu, Amiral Byng gibi, bir de mimar idam edilseydi, çok daha cazip ve sanat değeri üstün binaların yapılmış olabi­leceğini söyledi.

Bir kitabında muhalif parti lideri Palmerston'dan (iki defa başvekillik koltuğuna otu^nuştu) isim zikretmeksi- zin şöyle bahsediyordu:

"Sahtekar, sıfın tamamen tüketmiş.... Bırakın iyi bir şampanya olmasını bir yana, en iyi zamanında bile bir ga' zozdan başka bir şey değildi. Şimdi ise, boyanmış eski bir pantolona benziyor. İyice sağırlaştı, gözleri görmüyor ve dişleri de takma—ve hele ağır ağır konuşmazsa takma diş­leri ağzından çıkıp fırlıyacak.”

Bir seçim mücadelesi sırasında Disraeli’nin müşavirle­rinden biri, Palmerston'un, gayri meşru aşk macerası ya­şadığını söyliyerek, bu vakayı onun aleyhinde kullanması­nı teklif etti. Disraeli ise tamamen aksi kanaatteydi; geri tepebileceğini söyledi: "Palmerston halen yetmiş yaşında. Nutuklannda, hâlâ sıhhatli, hala muktedir olduğunu ispat edecek olursa, seçimi silip götürür.

Endymion adlı eserinde ise, Palmerstone’ı, ihtiyar bir Don Juan olarak C"Lord Roehampton”) olarak tasvir eder, ve "Memleket haricine sürülmüş bir şehzadeden daha bed­baht bir şey tasavvur edemiyorum,” sözüne, onun ağzın­dan cevap verir: "Ben ediyorum: gençlik his ve duyguları­na, ve ihtiyarlık çerçevesine sahip olmak.”

Disraeli, umumiyetle, kendi vecizelerine göre yaşadı: "Hayat, küçük kalmak için çok kısa." Fakat onun en iyi anlan hücum ettiği zamanlardı. Önceki Başvekil Stanley hakkındaki nüktesini daha iyi anlıyabilmek için, İngiliz dahili harbi sırasında, Rupert adlı bir Alman prensinin, İngiltere tahtındaki amcası 1. Charles’in yardımına koştu­ğunu hatırlamak gerekir. Disraeli, Stanley’den, "Parlamen­to tartışmalarının Prens Rupert’i” diye bahsetti. "Giriştiği hücumlar karşısında kimse dayanamıyor; ne var ki, düşma­nın peşini bırakıp geriye, yerine döndüğü vakit, kendi ka­rargahının düşman eline geçmiş olduğunu görüyor.” Bu nu­tuktan sonra Stanley'nin adı "Prens Rupert" kaldı.

Peel’e karşı son derece sert davrandığı söylenince, Dis- raeli şu cevabı verdi: ‘İhtilaller gül suyu ile yapılmaz." Di­ğerlerinin ilgi çekici taraflarına karşı duyduğu hayranlığı da ifade etmekten geri kalmıyordu. Lord Robert Cecil, Parlamentodaki ilk nutkunu irad ederken, bir ara esnemek için duraksadığı vakit, Disraeli bu jestte hayranlığını şöy­le belirtti: "Başaracak."

Disraelin'nin romanlarındaki kahramanlar, tabiatıyle, çok defa kendisi gibi, asit dilli insanlar. Madame Phoibus şöyle der: "Gazetelerdeki bir tek haberin dahi doğruluğu­na inanmıyorum.” Euphrosine ilave eder: "Gazetelerin po­püler olmalarının tek sebebi de bu değil mi zaten." Bir diğer romahfhtjıkahramanı der ki: "B. Kremlin, cehaleti ile. ıin ..^pı^ş^bl^di; onun bir tek fikri vardı ve o da yanlıştı.” .Romanlarımdaki karakterler Disraeli'nin şahsi fikirlerini • "âksettiriypE "Eğer herkes fikirlerini dobra dob­ra ifade etn}iş olşaydi, sohbetlerin hiç zevki kalmazdı. Mü- kWemeni:n;', zevki, puhatabınızın kafasındakileri keşfetmek, ve yemek boyunca, veya onun hayatı boyunca, bu muaz­zam        yüzüne vurmaktır."

Tabii,*-, veçizelerinin hepsi nükteli değildi. Bazıları günü­müzün İngilizcesinin klişeleşmiş sözleri arasındadır: "Kü­çük şeyler küçük kafaları rahatsız eder." Veya: "Macera, maceraperestler içindir." Yine: "İngiltere, gerçek büyük­lüğünü müşküller ve sıkıntılar içindeyken gösterir."

En iyi bilinen sözleri arasında bilhassa şunlar bulunur: "Ben bir kadının evlenmesi gerektiğine her zaman inanı­yorum—erkeğin ise hiç bir zaman." "Evleninceye kadar, hiç bir erkek mebus, Parlamento müzakerelerine munta­zaman devam etmez." "Püroya bir metres gibi muamele etmek gerek—bıkıp hastalanmadan bir kenara koymalı."

Gençliğinde kadınlara karşı yapmacık, sinikal tavırlar takınmasına rağmen, mültefit davranmasını da biliyor, bir çoklarıyle kur da yapıyordu. Kendinden onbeş yaş bü­yük karısıyle evlenmesinin başlıca sebebinin, onun parası olduğunu açıkça itiraf etmişti. Evlendikten sonra nüktele­rine, kansını da mevzu yaptı: "Karım, gerçekten şaheser bir yaratık, fakat bir kusuru var. Yunanlıların mı yoksa Romalıların mı önce geldiğini hala bir türlü hatırlıyamı- yor."

Evlilik hayatları gerçekten son derece mesut geçti. Ara­larında bir türlü küllenmiyen devamlı aşk, belki başka hiç bir amme adamının hayatında görülmemiştir. Karısının, Disraeli'nin yardımcılarından biriyle yaptığı anlaşmaya göre, kocası kabine toplantısında veya Parlamentoda zor bir gün geçirdiği vakit, derhal kendisine haber iletiliyor; yorgun-argın, düşünceli evine dönen Dişraeli'yi, kansı, bütün elektriklerin ışıl ışıl yandığı evinin kapısında karşı­lıyordu. Kadın, parlak ışıkların kocasının içindeki bezgin­liği giderdiğini biliyordu.

Disraeli de kansına karşı son derece anlayışlı ve müşfik­ti. Gece gündüz beraber olmalarına rağmen, çok defa her gün ona bir iki not göndermekten geri kalmıyordu. Disra- eli'nin tipik taraflarından biri, hakkında en fazla şaka yap­tığı şeylerin, gerçekte, onun en fazla hoşlandığı şeyler ol­duğu idi. Kim bilir, o, yapmacık sinikalliği ile belki de ger­çek hislerini saklamak istiyordu.

Siyasi hayatının ilk yıllarında Muhafazakar politikacı­lardan Lyndhurst ona şunu tavsiye etmişti: "Senin tara­fını tutan, sana sempati besliyen bir topluluk önünde ken­dini katiyyen müdafaa etmeye kalkışma, daima hücum et; hücumların zevklendirdiği dinleyiciler, o zaman zaten se­nin aleyhinde söylenenleri unutacaklardır.” Disraeli'nin, gerek Parlamentoda gerekse seçim kampanyalarındaki nu- tuklan, bu tavsiyeye—umumiyetle—sadık kaldığını göste­rir.

İngiltere’de Cve Amerika'da) seçim nutku veren hatiple­rin sözleri zaman zaman dinleyiciler ^^afından kesilir. İyi hatiplerin, yerinde cevaplarla, hariçten okunan bu ga­zelleri susturmaları beklenir. Disraeli kürsüde konuşurken biri bağırdı: "Sesini yükselt! İşitmiyorum." Disraeli nutku­nu kesti ve cevap verdi: "Gerçekler yavaş gider, ama üzül­me, zamanla sana da erişecek."

"Ağır konuşma, çabuk konuş!” diye bağıran bir seçme­ne de Başvekil Disraeli şunları söyledi: "Senin için çabuk konuşmak mesele değil, çünkü sen tek heceli kelimelerle konuşuyorsun. Ben ise, ağzımdan çıkan her kelimeyi tar­tarak hecelemek zorundayım. Benim vazifem, senin o ko­ca, kalın kafanı açmak. Ben sana ışık tutmak için konuşu­yorum. Şayet ben de senin gibi bağırsaydım, buradan ay­rıldığın vakit, kafanda hiç bir değişiklik görülmeyecek, ap­tal gelmiş, aptal gitmiş olacaktın.”

Bir vatandaşı, karısının, kendisini elinden çekip çirkefin içinden kurtardığını ve adam ettiğini söyleyince, verdiği cevap şu: "Arkadaş, sen bir çirkefe düşmeyegör, bak elin­den tutup kaldıran bulunur mu?"

Başvekilliği sırasında kendisine "baron"luk verilmesini isteyen ehliyetsiz birini başından şöyle savdı: "Size ba­ronluk veremeyeceğimi biliyorsunuz, fakat arkadaşlarını­za, size baronluk teklif ettiğimi ve sizin de bunu reddetti­ğinizi söyleyebilirsiniz. Bu çok daha iyi."

Lordlar Kamarası üyelerine pek hürmeti yoktu. Arkada­şı bir Lord, nutuk verirken diğer lordlann kendisini can kulaklarıyle dinlemesi için ne yapması gerektiğini öğren­mek isteyince sordu: "Evinizin civarında bir mezarlık var mı?" Cevap, "Evet," olunca devam etti: "O halde benim tavsiyem şu: sabahın erken saatlerinde orasını ziyaret et- ve mezartaşları üzerinde pratik yap."

Disraeli'nin kitapları kendi vecizeleriyle dolu: "Aptal hayret eder, akıllı sorar." "Dünyada en büyük iki müneb- bih gençlik ve borçtur." "İnsanoğlu, şartların yarattığı bir mahluk değildir, şartlar insanların husule getirdiği yara­tıklardır." "Ümitsizlik aptallara vergi." "Hayatta en başa­rılı adam, genellikle, en bilgili insandır." "İnsanlar saf ve temiz oldukları vakit kanunlar faydasızdır; sefil ve dejene­re oldukları zaman da kanunlar çiğnenir." "Cahil oldu­ğunuzu idrak etmeniz, bilgi yolunda attığınız büyük bir adımdır." "Politika gibi kumar yoktur." "Derin düşünen bir insan kendinin daima sathi düşündüğünden şüphele­nir. " "Birine kendinden bahsedin, sizi saatlerce dinlesin." "Tahayyül kudreti, çok defa gayri muntazam mantıkla kol kola gider." "Üç çeşit yalan vardır: yalanlar, sefil yalan­lar ve istatistikler." "Gençlik hatâ çağıdır, erişkinlik mü­cadele—ve ihtiyarlık da pişmanlık." "Benim kanaatımca hoş-sohbet biri, benim fikirlerimi paylaşan insandır."

Tanınmış bir romancı olduğu zaman da şunları yazıyor­du: "Kendi kitaplarından bahseden bir müellif, kendi ço­cuklarından bahseden bir anne kadar can sıkıcıdır." "Ten- kidçilerin kimler olduklarını biliyorsunuz: sanat ve edebi­yatta başarılı olamıyanlar."

Disraeli'nin hayatı tetkik edilirken, acı ve hicivli çuval­dızlarını diğerlerine batırmaktan çekinmiyen bu adamın, bilhassa politik ve ahlâkî sahalarda, akıntıya kürek çeker­ken dahi, şahsına karşı yöneltilen pek ağır ve itham edici hücumlara rağmen, inandığı prensiplerden fedekârlık yap­madığı gözden kaçabilir. İngiltere’deki Yahudilerin t^n vatandaşlık haklarına sahip olabilmeleri için, o, kendi Baş­vekili Stanley'e cephe almak pahasına da olsa, Whig par­tisini desteklemekten çekinmedi.

Meşhur Yahudi bankacı Baron Lionel de Rotschield, Londra şehrini temsil etmek üzere, 1847 yılında Avam Ka­marasına gönderilmişti. Fakat mebus Rotschield, "gerçek bir Hıristiyan inanışına göre” yemin etmek istemiyordu. Disraeli, kendi de dahil bütün Hıristiyanların, Yahudilerin varisleri olduklarına inanıyordu. Parlamentoda, "Eğer Ya­hudiliğe inanmazsanız, nasıl Hıristiyan olabilirsiniz?" diye sordu. Kendi Muhafazakâr arkadaşlarının "bu ülkedeki en karanlık devirlerin, en karanlık hurafelerinin tesirleri al­tında” yaşadıklarını söyledi. Yahudilere müşküller çıkarıl­dığı takdirde, esasında muhafazakâr bir ırkın mensupları olan bu insanların ihtilâl kampına itileceğini, onların yal­çın entellektüel kudretlerinden istifade edilemiyeceğini, îsa’nın da bir Yahudi olarak dünyaya geldiğini, Hıristi­yanların dinî bayramları ve Pazar ayinlerinde söyledikle­ri dua ve okudukları ilahilerin gerçekte ilk Yahudi şair­leri tarafından söylenmiş parçalar olduklarını belirterek nutkuna şöyle son verdi:

"Parlamentonun, benim bu husustaki düşüncelerimden bir damla şüphe etmemesini istiyorum. Parl^entodaki sandalyem üzerindeki tesirleri ne olursa olsun, partimin bir ferdi olarak, dinin hakikî prensipleri aleyhine olduğu­na inandığım zaman partimle birlikte rey veremem. Evet, bir Hıristiyan olarak, aralarından benim Allahımın ve Kurtaracı'mın çıktığı bir dinin mensuplarım Parlamentoya rokmamak gibi dehşetli bir mesuliyeti ben yüklenemem.”

Rotschield ve diğer zengin Yahudiler Whig partisi üye­leri idiler. Bundan böyle, Disraeli'nin, kendi partisi üyele­rinin büyük bir ekseriyetinin fikir ve düşünceleri aleyhi­ne, Yahudilerin şampiyonluğunu yapması cesurca bir ha- reketti;siyasî menfaatlerin ve muhtemel çıkarların tesiri altında yapılmamıştı.

Yahudi aleyhtarlığı hisleri Disraeli'nin yakasını çocuk­luğundan itibaren hiç bırakmadı. Aktör Macready onun için, "Bu sefil, sünnet olmuş, kendi kendini Hıristiyan ilân eden adam," demişti. Meşhur Punch dergisi karikatürle­rinde de, çok defa eskici kılığında bir Yahudi olarak gös­teriliyordu. Buna rağmen, Disraeli, bu karikatürleri çizen John Leech öldüğü vakit (1868), sona eren sigorta prim­lerinin çocuklarının büyümesine kadar kansına verilmesi­ni temin etti.

Fakat Disraeli Yahudi asıllı olduğundan iftiharla bahse­diyor, kendi ecdadının İngiltere’deki herhangi bir ailenin- kinden daha eski olduğunu söylüyordu. Yahudilik üzeri­ne Tancred adlı bir romanı da var. Bu roman, devrin meş­hur tarihçisi Carlyle'ye şunları söyletmişti:

"Bu İbrani hokkabazının Yahudi eşeklikleri.... John Bull, göğsü üzerinde dans eden bu saçma maymuna daha ne kadar tahammül edecek?" ("John Bull,” İngilizlerin sem­bolüdür—bizim "Mehmetçik" gibi.)

Devrinin tanınmış politikacıları arasında kılıç şakırdat­madığı insan hemen hemen yoktu. Başvekil Palmerstone'a dedi ki:

"Senin Whig'lilere büyük minnettarlık borcun var. Bu­nun içindir ki, benim kanaatımca, sen onları aldatacak, ar­kalarından vuracaksın. Sen, bir avukat kâtibinin becerik­liliği ile, kadim çağların Grek imparatorluklarındaki Rum vatandaşının göz boyacılığını ustaca mezcetmiş bir adam­sın."

Lord John Russell (Başvekil) için de şunları söylemişti:

"Eğer memleketimizi ziyaret eden bir kimseye, Avam Kamarasının liderinin böyle bir insan olduğu söylenirse, o, kadim Mısırlıların niçin böceğe taptıklarını daha iyi anlayacaktır."

Bununla beraber, Disraeli'nin siyasi hasım ve rakipleriy­le yaptığı bütün bu kapışma ve çatışmalar, Gladstone'a karşı giriştiği kanlı savaşlara nisbetle kuvvet denemelerin­den, vur-kaç kavgalarından ileri gidemez. İngiliz tarihin­de ondokuzuncu asrın ikinci yansı Disraeli (1804-81) ve Gladsone (1809-98) devri olarak da vasıflandırılabilir. Dis- raeli iki defa başvekil oldu: 1867 (bir yıl) ve 1874-80; Glad- stone ise 1868 ve 1894 yıllan arasında dört defa başvekillik koltuğunda oturdu: 1868-74, 1880-85, 1886, 1892-94.

Bu iki politikacı kadar birbirleriyle tezad teşkil eden iki kişi daha bulabilmek gerçekten zor. Gladstone, yakışıklı ve otoriter; Disraeli ise, çirkin ve nüktedandı. Gladstone, tanınmış bir Protestan ailesinin çocuğu idi; Eton ve Ox- ford'da son derece başarılı bir eğitim gördü. Bir Muhafa- kar olarak Parlamentoya giren Gladstone, yirmi beş yaşın­da Peel kabinesinde vekil-muavini oldu; fakat daha sonra Muhafazakar partiden istifa etti. Belki de, aynı partinin çatısı altında, hem kendisi hem de Disraeli için yer bulu- namıyacağını anlamıştı. Gladstone dindardı, hitabelerinde sık sık Incil'den örnekler, iktibaslar verirdi. Bir partiden diğerine geçişini dahi Incil’den parçalar okuyarak yerin­de ve haklı göstermeğe çalıştı.

Gladstone'ı en iyi anlatan belki de arkadaşı Labouchere idi: "Gladstone'ın, her zaman ceketinin kolunda as kozu saklamasına şahsen bir diyeceğim yok. Fakat benim iti­razım, o kozu Allahın koyduğuna inanmasıdır." Disraeli'- nin kelimeleri ise daha ağır: "O, vicdanını rehber değil, suç ortağı yapıyor."

Disraeli, Muhafazakar partinin lideri olarak kazandığı ilk büyük zaferi, tıpkı itham ettiği Başvekil Peel'in yaptı­ğını tekrarlıyarak kazandı—yani Whig'lilerin elbiselerini çalarak. Whi.g partisi senelerce seçim reformu üzerinde durmuş, Muhafazakarlar ise karşı gelmişlerdi. Muhafaza­karlar, Disraeli'nin liderliğinde yeni bir seçim kanunu çı­karmaya muvaffak olunca, Gladstone küplere bindi. Disra- eli'ye şiddetle hücum etti. Başvekil Disraeli de sarkastik bir tonla şu cevabı verdi:

"Muhterem Centilmen ayağa kalkıyor, ve Kamarada hiç de normal kabul edilmeyecek bir tonla bana hitap ediyor. Gerçi onun neşrettiği hararet beni ilgilendirmez, fakat heyecanlı tavırları öylesine dehşet saçıyor ki, Kamarada, bu tarafta oturan centilmenlerle onun arasında büyük bir masa bulunduğu için de müteşekkir kalmamak elde de­ğil,"

İrlanda'da kargaşalık başladığı vakit, Gladstone, İrlan­dalIların tarafını tuttu; Katolik bir ülkenin (İrlanda) pro­testan bir devletin resmi kilisesini (Anglikan) destekle­mesini istemenin haksızlık olduğunu söyledi; Disraeli ise, her zaman yaptığı gibi, Anglikan kilisesini savundu, ve Gladstone'nın iktidarda iken, İrlanda meselesinin halli yolunda hiç bir şey yapmadığını iddia etti. Fakat Gladsto- tone'nın hissi sözleri, Disraeli'nin nüktelerinden daha te­sirli oldu ve Disraeli kabinesi düştü.

Gladstone, "Benim görevim İrlanda'yı yatıştırmaktır," diyordu. Disraeli'nin cevabı şu: "B. Gladstone, önceleri Ir- landalıların karakterlerini siyaha boyuyordu—şimdi ise onların pabuçlarını."

Gladstone dini bir şevkle konuşan gerçek bir halk ha­tibiydi. Disraeli, kendi seçim bölgesi dışında pek nutuk vermedi; ve Gladstone ayannda bir hatip de değildi. Fakat, arasıra kendi seçim bölgesi dışında da konuştu. Manches- ter şehrinde Gladstone kabinesinden şu kelimelerle bah­setti:

"Uyuşturucu bir ilacın tesiri altındaki bir grup insan gibi.... İrlanda'nın yağma edilmesinden ve memleketin bir anarşiye dönmesinden yetinmiyen bu insanlar, şimdi de ülkeyi kanşkarış dolaşarak İngiltere'deki her enstitüye, her sınıf halka hücuma başladılar.... Zamanla, hükümetin, enerjisini kendi ısrafları uğruna kullanacaklarını görebil­mek hiç de zor değildi. Esasen, gayri tabii münebbihin te­siri de azalıyordu. Münebbihin etkisiyle şiddetli bir ateş ve nöbet sarasına tutulan bu insanlar, şimdi tamamen şu­urlarını kaybederek bitkin bir halde, kendi kendilerini yer­lere fırlatıyor. Bir diğerleri de kendilerini melankoliye kap­tırdı, ve onların muhterem başkanı ise, gözlerinden dehşet okunan tehlikeli bir hal ve çaresizlik arasında bocalama­ğa başladı."

Disraeli, iğneli nüktelerini, muhtelif şekillerde Gladsto- ne'a batırmaktan zevk duydu. Bir yemek ziyafetinde, Glad- stone'nın kızlarından biri, masadaki yabancı diplomatlar­dan birinin kim olduğunu sorduğu vakit, Disraeli, "Baba­nız, ben istisna edilirsem, onun için Avrupa'nın en tehli­keli adamıdır," diyecektir cevabını verdi. "Ben ise, baba­nız dışında, diyeceğim."

Başka bir gün Disraeli'ye, talihsizlikle felaket arasında­ki farkı sordular. "Eğer Gladstone Thames'e (Londra’dan geçen nehir] düşerse, bu bir talihsizliktir," dedi. "Ve şa­yet biri çekip onu kurtarırsa, işte bu da bir felaket olur."

ikinci başvekilliği sırasında Ingiltere İmparatorluğunun sınırlan daha da genişledi. Disraeli artık politik hayatının zirvesine erişmişti. Kraliçe Victoria'yı "Hindistan İmpara- toriçesi" de yaptı; meşhur Yahudi bankacısı Rotschield'in yardımıyle, İngiltere, Mısır'ın Süveyş kanalındaki hissesi­ni satın aldı, İngiltere’nin Avrupa’daki itibarı arttı.

Rusya, Türkiye’ye hücum ettiği vakit, Gladstone, bu harbi Hıristiyanlar ve "kafirler" arasındaki bir harp ola­rak görmüştü'. Fakat Disraeli, Çarlık Rusya’sının gerçek iç­yüzünü çok daha iyi görebiliyordu: "Eğer onlar Boğazlar­da bir Kremlin kurabilirlerse, bütün saray mensupları başlarına sank takmaktan çekinmezler." Bizi destek- liyen Disraeli, harpten sonra, Kıbns'ı İngiltere'ye bırak­mamız hususunda Osmanlı hükümetini ikna ederek, ada­yı da İngiltere'ye ilhak etti.

Disraeli artık ihtiyarlamıştı. Ara sıra Lordlar Kamarası toplantılarına da iştirak ederek, Avam Kamarasının gü­rültülü tartışmalarından uzak kalabilmesi için, kendisine lordluk teklif edildi, o da kabul etti. Bununla beraber, iler­lemiş yaşına rağmen, harp sonrası toplanan Berlin Kong­resini (Haziran, 1870) tamamen hakimiyeti altına aldı. Halbuki, bu rolü Bismarck oynamayı düşünüyordu. Fakat o bile, Kongrenin, "ihtiyar Yahudi" tarafından kontrol edildiğini kabul etti.

Kongre sırasında Bismarck bir gün Disraeli'ye, "Alman­lar Afrika’da yeni bir ülke satın aldılar," dedi. "Orada Yahudilere ve domuzlara müsamaha edilecek."

Disraeli derhal şu cevabı verdi: "Çok şükür ikimiz de buradayız."

Disraeli’nin İngiltere'deki popüleritesi yeni yeni, doruk­lara yükselmişti. Avam Kamarası kendisini uzun ve sürek­li alkışlarla karşıladı. Parlamentonun bu coşkun tezahüra­tına rağmen, Berlin Kongresini bir "çılgınlar kongresi” diye karakterize eden Gladstone'a verdiği cevap, Disraeli'nin muhtemelen en iyi bilinen nutkudur:

Bir çılgınlar kongresine kimin gitmesi daha fazla ihtimal da­hilindedir: Hükümdarlarının iltifatını ve onun vatandaşlarının güvenini kazanmış, ve beş sene için—ümit ederim—feraset ve basiretle ve hiç de tamamen başarısızlık göstermeden memle­ketin mesuliyetini yüklenmiş İngiliz centilmenlerinden mürek­kep bir topluluk mu, yoksa ıtnaplığının coşkunluğu içinde sar­hoş olarak bencil muhayyilesinin mükâfatlandırdığı kudretle, sonu gelmiyen istikrarsız ve irtibatsız münakaşa dizileriyle muhaliflerini lekelemek ve kendisini yüceltmekten başka bir gaye peşinde koşmıyan sofistik bir retorikçi mi?

Hümor hissi, ölüm yatağında bile, Disraeli'nin yakasını bırakmadı. En son Parlamento nutkunu gözden geçirirken, "içinde gramer hataları bulunan bir nutuk irad ederek ta­rihe intikal etmek istemem,” dedi.

Disraeli, vecizelerinde ifade ettiği sinikal görüşlerine rağmen, ferdin, şahsi gayret've nükteleriyle, büyük başa­rılar sağlıyabileceğine inandı. Kendi hayatı da bu inanışla­rı ispatlıyordu. İtibarlı ve zengin bir ailenin çocuğu olmak­sızın hayata başlamış, şahsi kabiliyet ve dehası sayesinde "yağlı direğin tepesine" erişmişti. Conningsby adlı roma­nının kahramanı sorar: "Fakat fert, muazzam amme efka­rına karşı tek başına ne yapabilir?" Yabancı, "İlahi iş­ler,” cevabını verir. "Allah insanı, kendine benzeterek ya­rattı. Ammeyi yaratanlar ise gazeteler, Parlamento üyele­ri, Fakirler için Kanunlar çıkarmak istiyenler, gümrükçü­lerdir.”

"Manchester Okulu" adı verilen ve gittikçe popülerite kazanan iktisadi teorilere; iktisadi meselelere mücerret ekonomik teorilerle cevap vermeğe çalışan iktisadi sisteme de inanmıyordu:

Listenin başında daima rekabet geliyor; takip edin, ardından, enerji ve teşebbüs geleceğine emin olabilirsiniz. Bunlar, mutlak tedbirler, gerçekler değillerdir—onlar sadece ve sadece bir ta­kım ibareler. İlâhi nüfuz ve tesirinin dillerden düşmediği ve adına “rekabet” denen şey de nedir? Tarif edin, cinsiyetini ve karekterini söyleyin. Bir yarı-tanrı mıdır, yoksa bir orman-su perisi mi? İktisadi güçlüklerimizi nasıl halledeceğiz, diye dü­şünmeyin. Cevap hazır. Denizciliğimiz geriliyor mu? Rekabet ona yeni bir hayat bahşedecek. Sömürgelerimiz ümitsizlik için­de mi? Enerji onları kurtaracak. Ziraatımız tehlikede mi? Onu kurtaracak iksir teşebbüstür.

Ticari prensiplerin memleket idaresinde baş rolü oyna­ması onu dehşete düşürüyordu. Şu sözleri gerçekten kahin­ce: "Şayet bu ülkeyi bir muhasebe dairesine çevirecek olur­sanız, milletin bir fabrikaya istihale olarak dejenereleşme­si için uzun zaman beklemiyeceğinize emin olabilirsiniz.”

Disraeli, insanoğlunun ilim yoluyle selamete ereceğini de sanmıyordu:

"İlmin peşinde gitmek, insanı, sadece, halledemiyeceği meselelerle karşı karşıya getirecektir." Ve: "Şahsi kanaa- tımca, ilim, çok geçmeden, tahayyül! olacak, ve bizler de, bilgisizliğimizin artması nisbetinde, her şeye inanan saf­diller haline geleceğiz." Günümüzde ilim, Disraeli'nin dev­riyle, kıyas kabul etmezcesine ilerledi, fakat. her yeni bir icadın yepyeni ve halli zor—hatta imkansız—meseleler do­ğurduğu hatırlanınca, Disraeli'nin, bir kahin gibi, istikba­li gördüğünü söylemek hiç de hatalı olamaz.

Oxford Üniversitesinde verdiği bir nutukta (1864), insa­nın, önüne geçilemez iktisadi ve psikolojik kuvvetlere tabi bir hayvan (veya makine) olduğu düşüncesine (bu fikre inananlar o günden bu yana fazlasıyle çoğaldı) karşı, fer­din yaratıcı kuvvetine ve insanın ilahi tabiatına olan inan­cını dile getirdi. Söylediklerine o zaman gülündü, hala da gülüyorlar, fakat bu büyük nükteden onlara derinden ina­nıyordu. Bahis konusu nutkunu irad ettiği tarihten beş yıl önce Darwin'in, The Origin of Species—"Yaratıkların Ori­jini" adlı meşhur kitabı yayınlanmıştı. Disraeli, bu kitap­tan bahsederek dedi ki:

Fakat Allahım, insan dünyaya inanmak için gelir! Ve eğer mukaddes çağların gelenekleri ve sayısız nesillerin inanışlarıy- le hakikatleri ayakta tutabilmiş bir Kilise [din] ortaya çık­mazsa, insanoğlu, kendi kalp ve hayalinde mâbedler ve putlar


bulacaktır.... İlmi icadların, Kilisenin öğrettikleriyle bağdaş­madığını söylüyorlar.... Şu anda, kendilerinde her kuvveti te- vehhüm edenlerin, herkese tepeden bakan bir kendik-güven içinde önümüze serdikleri sual ne? Sual şu: İnsan bir maymun mudur yoksa bir melek mi? Allahım, ben meleklerden yana­yım. İşte cemiyet, insan tabiatının bu iki karşıt tefsirinden ve bu yorumun neticelerinden birini seçmek zorunda kalacaktır. Bütün beşeri münasebetlerin temelini bu iki zıt tefsirin reka­beti teşkil ediyor....


 



[*]Deizm felsefesine göre, Allah, bizim dünyamızdan tekmen ayrı bir şekilde mevcuttur, yerytizündeki beşerî mahlukların hayatların­da tesiri yoktur.

[†] Abbe Raynal, 1713-96, Fransız tarihçisi ve filozofu. “Tehlikeli” fikirlerinden ötürü kiliseden uzaklaştırılan bu papaz, tarihî ve fel­sefi eserler yazdı. Doğu dünyası ve Yem Dünya'nın (Amerika) po­litik ve ticari sömürülmesiyle ilgili kitabı (6 cilt, 1770), içindeki fi­kir ve düşünceler yüzünden, Parlamentonun kararıyla 188l'de toplat­tırıldı.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar