Print Friendly and PDF

[FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] ALTMIŞ DOKUZUNCU KISMI

Bunlarada Bakarsınız




Rahman ve Rahim Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla

FASIL İÇİNDE VASIL

Bilginlerin Harem’de veya İhramlı İken Av Öldürene Verilen Cezanın Sıralı Olup Olmadığı Hakkındaki Görüş Ayrılıkları?

Ayet şudur: ‘Onun cezası, öldürdüğünün mislidir.’385 Bilginler, bu konuda görüş ayrılığına düşmüştür: Bu ceza sıralı mıdır, değil midir? Bazı bilginler sıralı olduğu görüşündedir. Onlara göre önce misil, bu­lunmazsa yoksul yedirilir, o da olmazsa oruç tutulur. Acaba ayet ser­best mi bırakmıştır? Bazı bilginler, bu görüştedir. İki hakim, cezanın bulunduğu konuda serbest hareket edebilir. Ben de o görüşteyim. Çünkü ayette geçen ‘veya’ kelimesi bunu bildirir. Şari sıralamayı irade etseydi, daha önceki ayederde olduğu gibi, bunu açıklar ve açıkça belir­tirdi.

Bu meseledeki görüşümüz, bazılarının zannettiği gibi, (yabanî) devede bir deve, ceylanda bir koyun, yaban sığırında evcil bir inek kurbanı değildir. Her şeyde o şeyin bir misli ödenir. Av deve ise, ih­ramdan çıkmış bir insanın Hil bölgesinde avladığı bir deve satın alınır. Aynı şekilde, avlanması ve yenilmesi helal olan kuş, dört ayaklı av diye isimlendirilen her şeyde bu husus geçerlidir.

‘Ya da bir yoksul yedirir.’ Bana göre bunun sınırı, bu bedele denk olan şeyin değerine bakılmasıdır. Onun kıymetiyle yemek satın alır ve yoksullara yedirir. ‘Ya da, onun oruç olarak karşılığıdır.’ Burada, kur­ban, yedirme ve orucu kendinde toplayan bu kefarete benzeyen en ya­kın kefarete bakılır. Bu noktada çektiği eziyet nedeniyle ihramlıyken başını tıraş edenden başkasını bulamadık. Bu nedenle onun fidyesi sa­daka, oruç veya kurbandır. Şari, zikredilen üç şeyi av öldürenin kefare­tinde de zikretti. Şari yedirmede altı yoksulu belirtti. Her yoksul için yarım ölçü vardır ve orucu da üç gün saymıştır. Böylelikle her ölçek için bir gün belirledi. Biz kıymete bakarız: Kıymet bir veya daha az öl­çeğe ulaşırsa, bir gün tutmak gerekir, çünkü oruç bölünemez. Kıymet bir ölçek veya daha fazlasına veya birden fazla olduğunda ise, iki gün tutulur. Böylelikle kıymetin değerine göre oruç hesaplanır. Burada kıymet sözüyle öldürülenin kıymetini kastediyoruz. Kişi bu bedelle yemek satın alır ve yoksulu yedirir.

Oruç daha önce de dile getirdiğimiz gibi, satın alınarak elde edilen yemeğe yüklem yapıldı. O halde o misil veya mislin kıymetiyle yedirme veya oruç arasında serbesttir. Bu durum, öldürülen şeyin pahası veya kendisi karşılığındaki yemeğe göre yapılır. Yemeğin yenilmesi, besle­nenin hayatının sürekliliğini sağlama amacı taşır. Hacda haddi aşan kişi ise, bir canı öldürmüş ve bir hayatı yok etmiştir. Bunun karşılığında ise, onu telafi etmiş ve hayatın baki kalmasını sağlayan bir neden vası­tasıyla kefaret ödemiştir. Böylelikle o, misilden veya yemekten ortaya çıkan beslenmeyle onun beka zamanında kendisine hayat vermiştir.

(Av öldürme nedeniyle bilginlerin oruçla ilgili görüşlerinin Bâtınî yorumuna gelirsek).Oruca gelirsek, oruç rabbani bir niteliktir. Böyle­likle misil ile ya da yedirerek kefaret ödemeyen kimse, oruç tutmayla yükümlüdür. Direnirse, yükümlülükten çıkar. Böylece avı öldüren kişi, onda zorlanmaz ve hiç bir şeyle yükümlü tutulmaz. Böyle düşünen kimse şöyle demiştir: ‘O nedir? Der ki ‘Oruçtur ve o bana aittir. Ben sınırlanmam. Sen de benim niteliğimle nitelen ki, sana engel konula­mayacak bir konumda olasın. Oruç tuttuğunda oruç bana, açlık sana aittir. Öyleyse oruçta seninle ilgili olan açlık -ki bana ait değildirkefa­rettir. Açlık, canlının hayatim ortadan kaldıran nedenlerden biridir. Böylece, canlının hayatını ortadan kaldıran öldürme sebebine benzer. Senin hayatin bu açlığa rağmen devam eder. Çünkü o oruç açlığıdır ve oruç benim niteliğimdir. Bu açlık ezeli hayatı edcilemez. Bu nedenle oruçlu, kendisini yok edecek bir oruç tutmaz.

Hakk eşyayı yok etmez: Onları giderir, çünkü o, faildir ve fail ‘bir şey yapandır.’ ‘La-şey (yok)’ olan meful olamaz. Dolayısıyla Allah Teâlâ eş­yayı bir yerden götürse bile, onların başka bir yerde varlığı vardır. Çünkü oluş -ki birleşme ve ayrışma ondan meydana gelirvarlıkların yokluğuna delalet etmez. Öyleyse ölüm, bir yok ediş değil, bir gider­medir. Çünkü ölüm, dünyadan ahirete -ki başlangıcı berzahtırbir in­tikaldir. Giderme, Hakkın bir niteliğidir, fakat onun niteliği değildir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Dilerse sizi giderir, ey insanlar ve sizden hayırlısını getirir.’386 Burada Allah Teâlâ, ‘sizi yok eder’ demedi. Bu nedenle Allah Teâlâ, oruç açlığını nefsi yok eden bir açlık yapmadı. Bununla beraber o, yok etme değil, bir gidermedir, çünkü bu varlığın yok edilmesi doğru değildir. Çünkü varlıkla nitelenen kimse, mazharlarda zuhur eden Haktır. Öy­leyse yokluğa hiçbir şey katılmaz. Çünkü Allah Teâlâ dilediğinde bir şeye ‘ol der, o da olur.’387

İradesi söz söyleyenin varlığına baktım

Hani eşyaya yöneldiğinde ol der de o da olur ya.

Gözüm onun oluşumunu tam kavradığında.

Sanki aynıdır O’nun, başkası değildir.

Canım sana feda! Bilmediğin bir bilgiyi öğren

En zor şeyin nasıl kolaylaştığına bak!

Bilgi insanın ulaşabileceği en üst niteliktir

Bilginin sahibi (yanlıştan) korunmuş ve sakımlmıştır

Var olursa var olur ve giderse onunla gider.

Hal ve mal yok olur gider.

Bunu düzenleyen O’ndan başkası değildir

Dedim ki: Var olan her şeydedir 0

Varlıklardaki tecelli olmasaydı

Zuhur etmezdi var olanların ve olacakların nitelikleri.

Bu nedenle sonu olmayan Dehr diye isimlendirildi

Başı da yoktur, oluşun şekli ise O’ndan meydana gelir

Av mı Yoksa Misli mi Kıymetlendirilir

Bu konudaki görüşümüz, mislin kıymetlendirilmesidir. Bazı bil­ginler avın kıymetlendirileceğim söylemişken bir kısmı mislin kıymet­lendirileceğim söylemiştir ki, bu bizim de görüşümüzdür. Mislin ma­hiyeti hususunda da bizden farklı görüş ileri sürülmüştür. Aynı şekilde bilginler, yemek karşılığında orucun saptanmasında da görüş ayrılığına düşmüştür. Bir grup her ölçek için bir gün, bir kısmı ise her iki ölçek için bir gün demiştir.

FASIL İÇİNDE VASIL

Yanlışlıkla Avın Öldürülmesi

Bu konuda da görüş ayrılığı vardır. Bazı bilginler, bu davranışın cezası vardır demişken bir kısmı bu nedenle bir ceza gerekmediğini söylemiştir ki, ben de bu görüşteyim. Şöyle denilebilir: Hata Allah Teâlâ’nın (yaratığı) öldürmesidir ve Allah Teâlâ üzerinde hüküm verilemez. Hatayla öldürülen şey, Allah Teâlâ’ya göre öldürmenin amacıyken bize göre hataylaöldürmedir, çünkü öldürme, bizim elimizle gerçekleşmiştir. Öldürülen ise, kaşıdı olarak öldürülmüştür. Başka bir ifadeyle, (Allah Teâlâ bakımın­dan) öldürmede amaçlıdır, (insanlar bakımından ise) öldürme kasıtlı değildir.

Hata ile öldürüleni, öldürenin mazharında gözükmesi yönünden Allah Teâlâ’nın öldürdüğünü dikkate alan kimse, cezayı şart görmez. Çünkü öldürme fiilinin kendisinde ortaya çıktığı varlık, öldürene ‘ceza ver­memek’ şeklinde bir hüküm vermiştir. Çünkü o, öldürmeye kast etmiş­tir. Bazıları ise, gözüken varlık perdesinin ardında onun öldüren oldu­ğunu söylemiştir. Fakat onu (kaşıdı olarak) gerçekleştirmemiş ve öl­dürme fiili, varlıkta ancak zuhur edenin eliyle ortaya çıkmıştır. Böyle


düşünen bilginler, cezayı şart görür. Çünkü hüküm zuhur ettiği yere aittir. Kasıt ise gizlidir ve biz ona göre Allah Teâlâ’ya ibadet etmeyiz.

Öldüren insan, kasıtsız olarak öldürdüğünü bilirse ve şeriatın zahi­ri ona iki hakimle cezayı bir telafi olarak zorunlu kılarsa, söz konusu ceza, onun adına nafile sadakadır. Bu, hüküm verende bilinmeyen bir asla göre dini zorunlulukla verilmiştir. Böylece av öldüren insan için gönüllü ve vacip hükmü birleşir. Bu nedenle, gönüllü ve vacip ibadetin kendisinden düşürdüğü şey ondan düşer. Bunu dikkate almayan kimse ise, yükümlülüğü olmaksızın devam eder.

FASIL İÇİNDE VASIL

Bilginlerin Avı Ortaklaşa Öldüren İhramlı Bir Gurubun Durumu Hakkındaki Görüş Ayrılıkları

Bilginler ihramlı grup bir avı öldürdüğünde ne olacağı hakkmda örüş ayrılığına düşmüştür: Bir kısmı hepsine ceza düştüğünü söylemiş­ken bir kısmı hepsine toplam bir ceza düştüğünü söylemiştir. Benim görüşüm şudur: Ortaklardan her biri maktule vurduğunu bilirse, her­kese bir ceza düşer. Öldürmeksizin onu yaralayana ise ceza düşmez. Yaralayan, yasaklanan bir işte eziyete kalkıştığı için günahkardır.

Topluluk (bâtınî yorumda) insanın yükümlü sekiz azasıyla günah işlemesine benzer. Böyle bir durumda, her organa o organ yönünden bir tövbe gerekir. Tövbeyi tövbe edilen fiil yönünden değil, kendisine tövbe edilen (Hakk) yönünden dikkate alan kimse, tek ceza gerektiğini söyler. Bazı bilginler ise, avı öldüren ihramlılar ile Harem’de avı öldü­ren ihramsızları ayırt etmiştir. İhramlıların her birine bir ceza gerekir­ken ihramsızlara tek cezayı yeterli görmüştür.

İki Hakimden Biri Avı Öldürürse

Bazı bilginler bunun caiz olmayacağını söylemişken bazıları caiz saymıştır. Allah Teâlâ’dan başka fail olmadığını bilen -ki hüküm sahibi ve fail O’durkimseler bunu caiz görür. Fiili mahlûka ait sayanlar, caiz say­maz. Ben ilk görüşteyim. İkinci görüş ise, onu söyleyenin inandığın­dan farklı bir şekilde kabul edilir.

FASIL İÇİNDE VASIL

Bilginlerin Yedirme Yeri Hakkındaki Görüş Ayrılıkları

Bilginlerin bir kısmı, yemek varsa, avın öldürüldüğü yerde yedir­menin gerektiğini söylemiştir; yemek yoksa en yakın yerde yemek ye-' dirilir. Bazı bilginler ise, her nerede olursa yeterli olacağmı söylemiştir ki, ben de bu görüşteyim. Çünkü Allah Teâlâ bir yer belirtmemiştir. Bazı bilginler ise, Mekkeli yoksullara yemek yedirmenin şart olduğunu söy­lemiştir.

İnsanın kıblesi Allah Teâlâ ise yedirmeyi belirli bir yere tahsis etmez; kıblesi Kâbe ise bir yer belirler.

FASIL İÇİNDE VASIL

Bilginlerin Harem Bölgesinde Avı Öldürme ile Hil’deki Görüş Ayrılıkları

Bilginler ihramlı bir av öldürdüğünde ceza ödemek zorunda oldu­ğunda görüş birliğindedir. Bir kısmı, ona ceza düştüğünü söylemiştir.


Bir kısmı ise, yükümlülüğü olmadığını söylemiştir ki ben de bu görüş­teyim.

FASIL İÇİNDE VASIL

Avı Öldüren ve Yiyenin Durumu

Bazı bilginler, böyle birine bir kefaret düştüğünü söylemiştir ki, ben de bu görüşteyim. Bazı bilginler ise iki kefaret gerektiğini söyle­miştir ki, Atâ bu görüştedir. Bana göre, bu görüşün de haklı bir yönü vardır. Çünkü şeriat bunu dikkate almıştır. Dolayısıyla onun yenilmesi, ancak bir şey ile ona yardım etmeyen için geçerlidir. Onu öldürene ise daha da yasaktır. Çünkü onu yemek, öldürene haram olduğu gibi av­lanması ve öldürülmesi de haramdı. Bunların üçü de haramdır: Av­lanma, öldürme ve yemek.

Av etini yiyen kimse, kendisi adına koşmuş demektir. Nefsinin üzerindeki bir hakkı ise, ona ancak hakkının bulunup başkasının hak­kının olmadığı bir şeyi yedirmesidir. Başkasının hakkının olduğu bir şeyi yedirirse kendisine zulmetmiştir ve bu nedenle kendisine zulüm yapmasının karşılığında cezalandırılır.

FASIL İÇİNDE VASIL

Eziyetin Cezası

Bilginler, onun zorunlu olarak eziyeti ortadan kaldırana vacip ol­duğunu söylemiştir. Bu ise, Allah Teâlâ’ya ve eziyet edenlere lanet etmenin zorunluluğudur. Bu nedenle, ihramlıya saygının gereği olarak, eziyeti uzaklaştırmak vaciptir. Kefaret de ihramın gereği olarak vaciptir. Allah Teâlâ hakkında yaraşmayan şekilde konuşmak bir eziyettir. Bu nedenle Hak­ka saygının gereği olarak onun ortadan kaldırılması gerekir. Allah Teâlâ’dan başka fail yoktur ve bu nedenle kefaret (örtmek) vaciptir. Bu ise, nispe­ti örtmektir. Böyle bir fiil Allah Teâlâ’ya izafe edilmeyerek ‘örtülür.’ Bütün ke­faretler, her nerede gerçekleşirse gerçekleşsin, bir örtmedir.

Bilginler, zorunluluk yokken eziyeti ortadan kaldırana hakkında görüş ayrılığına düşmüştür. Bazıları bu kişinin de belirlenmiş fidyeyi ödemesi gerektiğini söylemiştir ki bazıları onun kan borcu olduğunu söylemiştir ki ben de bu görüşteyim. Çünkü o kendisine eziyet etme­miştir. Başka bir ifadeyle o, bu konuda acı duymamıştır. Bu nedenle Şari eziyetin yerini onu hisseden baş yapmış ve saç yapmamıştır. Öy­leyse tıraşı zorunlu kılan bir neden yoktur.

İnsan Allah Teâlâ’nın suretine göre yaratıldığı için, kendisine inayetin bir gereği olarak, bu bağ nedeniyle eziyeti kendisinden uzaklaştırması va­ciptir. Aynı zamanda, Allah Teâlâ’nın yapmasını emrettiği ya da mubah kıldığı konuda kefaret vaciptir. Bunun amacı, hissedilen acı nedeniyle Allah Teâlâ’nın zikrinden uzak kalmamaktır. Hac ise, ancak Allah Teâlâ’yı zikretmek için em­redildi. Böylelikle kefaret eziyete dayanılamayacağı için vaciptir. Bu noktada surete hakkını vermek gerekir. Bir rivayette Allah Teâlâ’dan daha çok eziyete.katlanan yoktur denilir ve bu nedenle de Allah Teâlâ es-Sabur diye isimlendirildiği gibi gücü yettiği halde cezalandırmadığı için el-Halim diye isimlendirildi.

FASIL İÇİNDE VASIL

Bilginlerin Eziyeti Uzaklaştıran Kişiye Düşen Fidye Hakkındaki Görüş Ayrılıkları: Kasıt ve Unutmanın Bundaki Etkisi.

Bazı bilginler bu ikisinin bir olduğunu, bazıları ise unutana fidye düşmediğini söylemiştir ki, ben de bu görüşteyim. Unutan, ihramlı ol­duğunu unutan kimsedir. Her ikisi de, eziyeti gidermede kasıtlı hare­ket eder. Fidye zorda kalana vacip olduğunu göre -ki o ihramlı oldu­ğunu hatırladığı halde eziyeti ortadan kaldırmak üzere bunu kasıtla yapaııdırunutana daha da vaciptir. Çünkü ona, ihrama özgü zikir emre­dildi. İhramı unuttuğunda ise, ihramlıya ait zikri yapmamıştır. Böylece eziyeti gidermek ile ihramı unutmak, onda bir araya gelir ve kefaret öncelikle vacip olur.

Bu bölümün ve bu ibadet fiillerinin dayanağı, fillerin izafisini bil­mektir. Acaba bu fiiller Allah Teâlâ’ya mı, yoksa kullara mı yoksa her ikisine birden mi izafe edilir? Çünkü fiillerin varlıkları gerçekken nispetleri gerçek değildir. Bu noktada bir görüş söyleyelim: Onu iyice inceler ve insafla baktığında, onu anlar ve kendisine yaklaşırsın. Çünkü ben, ay­rıntılı açıklıyorum ve gerçeği kendiliğindeki haliyle dile getirmiyorum. Böyle dile getirmek, bir takım zararlara ve insanların çelişkiye düşme­sine yol açardı. Görüş ayrılığı, benim sözüm nedeniyle ortadan kalk­maz. Öyleyse onu genel için belirsiz bırakmak daha yerindedir. Bizim bilgin adamlarımız, bu konudaki imayı anlar. Allah Teâlâ şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ halkı (âlem) Hakk ile yarattı.’ İnsanlar yaratmada vasıta olan Hakka dair bir takım sözler söylemiş, kimse onun mahiyetini açıklamamıştır. Şu var ki onlar yoruma açık bir takım hususlara işaret etmiştir.

Yaratmada vasıta olan Hakk ve yaratılmış âlem, iki gerçek şeydir. Onlar, herkese göre iki şeydir. Şu var ki o ikisi, heba cevheriyle surete benzer. Sûfilere göre fiiller, suretten meydana gelir. Fakat kimdir bu suret? kimdir? Alem midir, alemin kendisiyle yaratıldığı Hakk mıdır? Allah Teâlâ onunla ilgili şöyle demiştir: ‘Biz o ikisini Hakk ile yarattık.’388 Başka bir ayette ise ‘Hakk ile onu indirdik ve Hakk ile indf389 demiştir. Ya­ratmada vasıta olan Hakkın âlemin suretlerini var eden olduğunu dü­şünen kimse -ki âlemin suretleri onda farklılıklarına göre suretlerin ve­risine göre ortaya çıkarfiilleri halk ile ilişkilendirir. Mümkün varlıkları -ki onlar âlemdirHeba cevheri olduğunu ve onun yaratmada vasıta olan Hakkın bu âlemdeki sureti olduğunu söyleyenler de vardır. Suret­lerin şekilleri ise, âlemdeki varlıkların değişmesi nedeniyle değiştiği gibi onlara verilen adlar da değişir. Nitekim İlâhî isimler de âlemdeki etkile­rinin değişmesi nedeniyle Hakka nispet edilir. Öyleyse bunu dikkate alan kimse, bu suret nedeniyle onları Allah Teâlâ’ya nispet eder.

Suretin ancak Heba cevherinde zuhur ettiğini düşünenler de var­dır. Onlara göre heba cevheri için varlık, ancak suretin bulunmasıyla meydana gelebilir. Suret ancak heba cevheriyle bilinebileceği gibi heba cevheri de suret ile var olabilir. Böyle düşünen kimse, fiilleri bir yön­den Allah Teâlâ’ya, bir yönden kullara nispet eder. Fiillerden güzellik ve öv­güyle ilgili olanları Hakka, çirkin ve kötü fiilleri ise kullara nispet eder. Bunun nedeni, (fiillerde Hakk ile âlem arasındaki) akü ortaklık, bilgide o ikisinden her birisine dayanmanın ve varlığın kemalinin her ikisine birden bağlı olmasının zorunluluğudur. Kuşkusuz seni bilgi yoluna at­tık!

‘Attığında sen atmadın, fakat Allah Teâlâ attı’390 ayeti bu bağlamda yorum­lanır. Allah Teâlâ bu ayette ‘atma’ fiilini kendisinden olumsuzladığı kimseye sonra yine atma fiilini nispet etmiştir. Allah Teâlâ bu ayette bu mesele hak­kında dile getirdiğimiz düşüncemizi belirtmiştir. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler’391 -ki bu onun sözüdür ve ‘doğru yola ulaştırır.’392 Yani üzerinde yürüyelim diye yolunü bize açıklar. ‘Her canlının perçeminden tutmuştur. Rabbim dosdoğru yol üzerindedir.’393 Öyleyse biz, Allah Teâlâ’ya hamd olsun, doğru yol üzerinde yürürüz. Böylelikle Allah Teâlâ bu ayet ile alemdeki varlıkların He­ba cevheri olduğunu ortaya koymuştur. Şu yar ki o, suretin varlığıyla meydana gelebilir. Aynı şekilde alemdeki varlıklar da ancak Hakkın on­larda zuhur etmesiyle varlık özelliği kazanır. Yaratmada vasıta olan Hakk, onlar için suret gibidir.

Bütün fiillerin suretten ortaya çıkmış olduğunu zannedenler var­dır. İşte bu ‘Allah Teâlâ attı394 ifadesinin anlamıdır. Hakk, amellerin kendisin­den göründüğü suretin kendisidir. Öyleyse belirttiğimiz şeyi iyice öğ­ren! Çünkü Allah Teâlâ’nın bu ayette açıkladığından daha açık ifade olmadığı gibi biz de bu açıklamada ayrıntılı olarak bu meseleyi belirttik. ‘Allah Teâlâ dilediğini doğru yola ulaştırır.’395 Bu yol, Allah Teâlâ’nın ve Rabbin üzerinde bu­lunduğu yoldur. Bu yol ‘İşte benim doğru yolum396 ayetinde hakikate iza­fe edilen yoldur. Her yolun başkasına ait olmayan bir hükmü vardır. Bunu anla! Ve’s-selam! ‘Kendisine nimet verilenlerin yolu397 şeriattır.

Bilginlerin Yedirme ve Orucun Vakti Hususundaki Görüş Ayrılıkları

Bilginler yedirmenin vakti ve yedirme hususunda görüş ayrılığına düşmüştür. Çoğunluğu altı yoksulun yedirilmesi gerektiğini, bir kısmı on yoksul gerektiğini söylemiştir. Oruç ise, on gündür. Bilginler, yok­sullara verilecek yemeğin miktarı hakkında da görüş ayrılığına düşmüş­tür. Bir kısmı, Peygamberin yoksula ayırdığı ölçekle iki ölçek olduğu­nu; bir kısmı ise buğday, hurma, arpadan farklı ölçüler belirlemiştir.

Tırnakların kesilmesine gelirsek, bazı bilginler burada bir şeyin ge­rekmediğini söylemiştir. Bu bölümün yan konuları son derece fazladır. Altı yoksulu kabul eden kimse, rızık yedirmeyle ilgili İlâhî nitelikleri dikkate almıştır. Biz bunları altı İlâhî nitelikten meydana gelen yedi kevnî (âleme ait) nitelik olduğunu gördük. Öyleyse İlâhî niteliklere ait hüküm, aynı zamanda kevnî niteliklere de aittir. Onların yedirilmesi ise, hakikatlerinin bekasının gereğidir. Çünkü onlar için bu, doğal be­denler için beslenme gibidir. Bu bağlamda söz gelişi bilinen şey, bilgi için yemektir ve bilgi ona ilişir. Aynı şekilde irade, kudret, kelam ve duyma nitelikleri de böyledir (irade edilen, kudret getirilen, söylenen ve duyulan şeyler onlar için besindir). Hayat niteliği ise bu konuyla il­gili değildir. Hayat, son tahlilde sadece bir şarttır ve başka bir bahistir.

Mertebe iki tür olduğu için (altı nitelik) on iki olmuştur: Bu ise, iki mertebeyi içeren yalın sayıların isimlerinin sonudur. Çünkü sayı bu iki mertebeye dahildir. Bu nedenle Allah Teâlâ ile ilişkilendirilen isimler ve niteliklerin çokluğu dile getirildi. Sayının alemdeki hükmüne gelirsek, kimse bunu inkar edemez. Nitekim on iki, aynı zamanda fiil ölçüsünün de bittiği yerdir. Bu ölçü, yüz seksen dereceden bileşiktir ki hükmünü daha sonra açıklayacağız.

Fiilin isimlerdeki ölçüleri ise, on iki vezindir. Her vezin, diğerinin talep ettiği şeyi ister. Bunlar, bu sayıyla sınırlıdır. Aynı şekilde, sayı isimleri de on ikiyle sınırlıdır. Bunlardan fiili sükun yapanlar üçtür: Üç tanesi fetha, üç tanesi ötre, üç tanesi de kesre yapar. Sükun fa’lun, kuflun, hind gibi isimlerdir. Fethalı olanlar ise, cemel, fual, ineb gibi


isimlerdir. Ötreli olanlar ise, unuk, fıul gibi isimlerdir. Bu ifadenin dil­de bir adı yoktur, fakat konunun uzmanlan ise, Arapların kesreden ötreye çıkmada güçlük çektiklerini söyleyerek sebep bulmuşlardır. Bu konudaki görüşleri, kolaylaştırma ilkesine dayanır. Bu sebeplendirme, bana göre, dikkate değer bir şey değildir. Biz bu meseleyi kitabın ilk bölümünde açıklamıştık. Biz Arapların fıul vezninde kullandıkları ke­limeyle karşılaştık, fakat onu şimdilik zikretmeyeceğim. Fakat o istisnai bir şivedir. Orta harfi kesreli olanlar ise, feil, ketif gibi kelimelerdir. Fuil kalıbında ise düil kelimesi vardır ki, bu Arapların kendisini bildiği düvi ismidir.

Allah Teâlâ âlemdeki hikmetini, Arapların sözün ölçülerinde bu üç harfi almasını gerektirerek uygulamıştır. Bu harfler, Fe, Ayn ve Lam’dır. Bunların yaratılışta üç mertebesi vardır. Böylelikle, her mertebeden bir harf almıştır. Fe harfini dudak harflerinden almıştır. Burası, mülk ve şehadet âlemidir. Ayn harfini ise, boğaz harflerinden almıştır. Orası ise, melekût ve gayb âlemidir. Lam harfini ortadan almışlardır. Burası ise, berzah ve ceberut âlemidir. Bu âlem, ibaresi olan ve sözde kullanı­lan harflerdendir. Bu harflerin toplamı -ki onların sözün ölçülerinde asıl yapmışlardıryüz seksendir. Bu ise, zâhir feleğin ortasıdır. Bu fe­lek, sürekli yaratılışta etkindir. Onun görünmeyen yarımının ise ancak ortaya çıktığı yerde edcisi olabilir.                                                                     .

Bunun nedeni şudur: Yıldızların ışınlarının şuaları, unsurdan olu­şan bir yere ulaşır. Burası, onların ışınlarının vurduğu yerdir. Unsurlar, oluşmayı kabul edicidir. Bu ışınlar kendilerine ulaştığında orada hızlı bir kokuşma başlar, çünkü ışınlarda sıcaklık bulunduğu gibi su ve hava unsurunda da yaşlık vardır. Bu sayede yaratılan şeyler, ortaya çıkar: ‘Kuşkusuz Allah Teâlâ Adem’in hamurunu eliyle yoğurdu.’ Burada yoğurma, kokuşma demektir. Bu ışınlardan görünmeyenlerin etkisi yoktur. Dik­kat ediniz! Güneş tutulması geceleyin gerçekleştiğinde, bizde bir hük­mü olmaz, çünkü üzerinde bulunduğumuz yer küresi, onu göremez. Dolayısıyla görünmeyen yönün görünen yönde etkisi olabilir. Bu da, aziz ve alim olan (Halden) takdiridir. Çünkü her nerede görülürse onun nezdinde bulunan şey görülür ve görüldüğü için de orada etki eder. Bu ise, Allah Teâlâ’nın uyguladığı doğal âlemdir.

Bu durum, mümkünlerin yokluk halinde sabit olup bir şeyliğin bulunduğu konusunda Mutezilî bilginin görüşüne en güçlü kanıdardandır. Bu şeylik ‘Bir şeyi irade ettiğinde ona sözümüz oldur, o da olur’39* ayetinde geçer. Böylece Allah Teâlâ yokluk halimizde sabidik şeyliğimizde bizi görür. Nitekim varlık halimizde de bizi görür. Çünkü Allah Teâlâ için gayb düşünülemez.

Her hal onun için şehadettir

Şehadet sahibi onu bilir.

Allah Teâlâ yokluk halinde yaratmayı irade ettiği eşyaya en-Nur isminde tecelli eder, o varlıklar üzerinde bu tecellinin nurları parıldar ve onlar da yaratılışı kabul etmek için istidat kazanır. Bu ise, kendisine ruhun üflenmesi için, annesinin karnında dördüncü ayda ceninin üflenmeyi kabule istidat kazanmasına benzer. Bu istidat esnasında Allah Teâlâ, kendisi­ne ol der, o da bir direnme göstermeksizin olur. Hikmetin ne kadar açık olduğuna bakınız!

Hikmetin tamlığının gereği şudur: Yaratılışı kabul edenler içinde, artış derecesi olmaksızın bunu kabul etmeyen olduğunda -ki bunun nedeni ancak üzerinde bulunduğu hakikatidirvezin bu ölçüden tekrar­lanır. Bu durum, ismin harflerinin kelimenin kendisinden ve asıllarından olması durumunda böyledir. Buna örnek olarak, Ca’fer ismini ve onun vezni olan fa’lele kalıbını verebiliriz. Veznin aslından birini tek­rarlamışlardır. Çünkü vezin yapılan şeyin bütün harfleri köktür. Keli­medeki harf ilave olduğunda, onu bu vezne göre getiririz ve ona fiil harflerinde bir harf vermeyiz. Bu bağlamda, mekseb vezninde mefal deriz.

Öyleyse kökler, her zaman eşyada dikkate alınan şeylerdir. Onlar eşyada etki sahibidir. Bir şair şöyle demiştir:

Soylular damarları üzerinde akar.

Burada ‘damarları’, kökleri ve asılları üzerinde demektedir. Kimin kökü asıl ise bu kökün onda etkin olması zorunludur. Böyle bir insan­dan soysuzluk ortaya çıkarsa, bu geçici durumdur ve bu kişi işin so­nunda aslına döner. Kökü ve aslı bayağı olan da böyledir.

Bu mesele, anlayanı az bulunan bir meseledir. Bu husus, müm­künlerin asıllarmın neye. döndüğüyle ilgilidir. Acaba onların asılları soylu mudur? Bu durumda varlığı zorunlu olan onlarm aslıdır. Yoksa onların varlığı bayağı mıdır? Öyleyse, onlarm aslı imkandır ve yoksun­luk cimrilik kendilerine eşlik eder. Bu durumda onlara eşlik eden övgü1er dolaylı olarak kendilerine aittir.

Burada bir takım sır ve incelikler vardır. Bunları anlamayı sana bı­rakıyorum, çünkü onlarm genel içinde açıklanması imkansızdır. Biz de onları bilmeyi Allah Teâlâ’nın öğrettiği kimseye bıraktık. Bu kişi, işin kendili­ğinde bulunduğu durumu idrak eder. Bu bölümün ana meselelerinden az bir husus geride kaldı.. Onlarm bâtını yorumlarını bu konuyla ilgili . hadisleri dile getirirken anlatacağız.

Onuncu Sifr’in sona ermesiyle altmış dokuzuncu kısım sona erdi, onu yetmişinci kısım takip edecektir.


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar