AYNÜ’L-KUDÂT-I HEMEDÂNÎ’NİN “ŞEKVA’L-GARÎB” İSİMLİ ESERİNİN TÜRKÇE TERCÜMESİ
“Ey Allah’ın kulları! Yaptığım ve söylediğim
her şeyi gözeten birilerinin olması bana reva mıdır? ”
Bu risâle, zamanın fitne ve musîbetleriyle imtihan
edilmiş, gözkapakları uykusuz kalmış, her yastığa başını koyduğunda endişe,
uzun ağlayışlar, feryât ve inlemelerin kendisine eşlik ettiği vatanından uzak
düşmüş bir garibin, zamanın faziletleriyle meşhur saygın ve değerli ulemaya- ki
Allah onların gölgesini insanların üzerinden eksik etmesin ve dünyanın her
bölgesi onların ilminin nûru ile aydınlansın- yazdığı parıltıdır.
Kalbini öyle
bir keder sarmıştır ki sıkıntılarını daha da arttırmıştır. Gönlü etrafa hüzün saçmakta ve
içinde bulunduğu sıkıntı gönlünü daraltmaktadır. Kardeşlerinden ve
sevdiklerinden uzak kalmanın özlemi ve ateşi kalbini yakmıştır. Gönlünde
tutuşan kara sevdanın eseri her geçen gün daha da belirginleşip ortaya çıkıyor.
Dökülen gözyaşları ile kendine arkadaşlık yapan yıldızları şöyle sesleniyor.
“Zindanı mı? Prangaları mı? Özlemi mi?
Garipliği mi?(anlatayım)
Yoksa sevgiliden uzak kalmayı mı? İşte bu çok
zordur. ”
Bununla
beraber ne sıkıntılarını kendisiyle paylaşacağı ve arkadaşlarından gelen eziyetlerden
dolayı kendisine sığınacağı bir dost ne de zamanın musibetlerini kendisine
şikâyet edeceği ve kendisinin bu sıkıntılarına devâ olacağı bir kardeşi yoktur.
O, gecelerini uykusuz geçirmekte ve gündüzleri de şu sözleri dile
getirmektedir:
“Etrafıma defalarca
bakıyorum ve sevdiğim hiç kimseyi göremiyorum
Etrafımda sevmediğim
birçok kimse vardır. ”
Gönlü çok
daraldığında şu şiiri söylerdi:
“Uzun ayrılık beni gurbet
ellere düşürdü ki
İsteseydim karşılaştığım
hiç kimse ile problem yaşamazdım
Ahmak gibi davranırdım ki
beni görenler hamakatı benim karakterim sanırlardı.
Fakat bizi kendi halimize
terk edersen garip, garip kalmaya devam edecektir. ”
Yok, eğer karşımdaki
akıllı ise akıl yarışında onu yenerdim”
Ervend’in [Hemadân ’da bir dağdır ]yeşil ve ağaçlık
alanlarını ve iffetli kadınlardan ilk defa süt emdiği Hemedân’ı hatırladığında
gözyaşları süzülür ve ciğerleri parçalanır. Oraya duyduğu özlem ile muzdarip
bir şekilde şöyle dile gelir:
“Keşke bilseydim
acaba gözüm bir daha Hemadândan Ervend tepesinin zirvesini görecek mi?
Benim çocukluğum orada
geçmiştir ve ilk defa orada süt emzirildim. ”
Kardeşlerini
düşündüğü zaman şu beyitleri tekrarlayıp dururdu.
“Keşke rüzgâr bize onların
sözlerini getirseydi.
Ve bizlerlin sözlerini de
onlara götürseydi
İçinde bulunduğumuz Hummâ
hastalığından bizi çıkarmaya
Ve şifâ bulmaya vesile
olurdu. ”
Sonra da
bir sevenin, kederli ve özlem doluşu sözlerini söyleyiverdi.
“Livâya geldiğimiz ilk günden beri bize yüz
çeviren o mutluluk veren şeyler bir daha geri dönmedi. ”
Gönül daraldığında sırrını saklamada sabır
gösterememesinde hayret edilecek bir şey yoktur. Çünkü kederli insanın
sıkıntıları artınca gözyaşları içindeki sırları ortaya çıkarır. İnsan güç
yetiremediği şeylerden hesaba çekilmemelidir. Bu durumu şu sözlerle açıklayan
kişi insaflı davranmıştır.
“Uzak kaldığım günler
sevgimi sakladım.
Lâkin içimden gelen hasret
iniltilerini saklayamadım
O iniltiler her
yükseldiğinde
Neredeyse göğsümün tam
ortasını parçalayacaktı. ”
Rahmete
nail olmuş kişi sıkıntıların kendisini kapladığı halde yanından kendisiyle
teselli bulacağı bir dostu bulunmayandır. Beşşâr’ın dediği gibi
“Gönlümdekileri ömür ile
paylaştım
Ve ona yudumladığım
acılardan içirdim
İçimdeki sırları ifşa
edeceğim ve şikâyetlerimi kendisine anlatacağım kişinin
Güvenilir ve sırları
muhafaza eden biri olması gerekiyordu. ”
Kendine
yol arkadaşı bulan kişiye yolun zorlukları ve sıkıntıları zor gelir mi? Ya da kendisini rahatsız edenlere üstün gelen kişiyi
evinden ve yurdundan uzak kalması üzer mi? Zû’l-Kuruh’un (bir şairin lakabı)
ruhunu teslim ederken söylediği sözleri görmüyor musun?
“Ey komşumuz ölüm yakındır. Ve ben o kemiklerin
bulunduğu yerde ikamet edeceğim.
Ey komşumuz biz burada iki garibiz ve her garip
diğerinin yakınıdır.
Sen bizim halimizi
sorarsan aramızda bir muhabbet oluşur.
Yine Tahmân b. Amr’ın, İbn Hucr’un şiirinden
aktardığı bu sözü hatırladım.
“Ey dağlar keşke
bilseydiniz sizin gölgeniz
Ve içtiğimde o tatlı soğuk
suyunuz Bendeki o şiddetli Humâ hastalığına şifa
olurdu
Ben ve Absiy, Mescih denen mevkide evlerimiz
birbirinden uzak iki garibiz
Cefâ çeken iki garibiz ki en büyük sıkıntımız
bineklerimizin her yere hızlı bir şekilde gitmesidir.
Bizim gecelediğimiz ve bineklerimizin
karşılaştığı yeri gören kişi, bizim ne kadar cesur olduğumuz bilir.
Bizim
gözlerimizi yummamız fıtratımızdandır. Lâkin bizler Mescih ’te iki garibiz. ”
Kendimi
Irak’tan Hemedân’a doğru yol alan bir kâfılenin arasında hissediyorum. Mâveşân
vâdisinde dinlenmek için bir müddet konaklıyorlar. Oradaki vâdi ve tepeler
yeşillendi. Ye bahar onlara tüm dünyayı kıskandıracak şekilde kendi süsünü
giydirdi. Çiçekler mis gibi kokmakta ve nehirleri de tertemiz bir şekilde
akmaktadır. Oradaki güzel bahçelere indiler ve yapraklı ağaçların altında
gölgelendiler. Güvercinleri çıkardığı sesler ve bülbülün ötüşünü andıran bir
sesle şu beyitleri tekrar etmeye başladılar.
“E y Hemedân! Bulutlar sana can versin.
Ey Mâveşân Vâdisi! Yağmur taneleri seni sulasın
”
Sonra
kardeşlerimiz onlan karşıladılar. Genç ihtiyar herkes onlara bizim halimizi
sorar. Can boğaza dayandı. Ve gözyaşları içinde derler ki;
“Mahallenin
kadınları, onlara ey topluluk Allah size uzun ömür versin. Bize kardeşimizin
oğlundan haber verin, nerededir?
Ardınızda topraklarınızda bıraktığınız kişi
içimizde özlemini sonsuz hissettiğimiz
gençtir,
Yoksa Bağdat’ınız ona Ervend’i unutturdu mu?
Kim Ervend’in karşılığında Bağdat ’ı satın almışsa aldanmıştır,
Allah onu korusun sizin ülkenizde asil
insanları gözeten kerem sahibi biri var
Nefsim onlara fedâ olsun, eğer benim çektikleri
mi duysalardı her biri boynundaki gerdanlığı atardı. ”
Hz.
Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) “ Vatanı
sevmek imandandır.” Buyurduğu
halde nasıl olurda ben vatanımı özlem duymayayım ve kardeşlerimi unutayım.
Mâ’lum olduğu üzere vatan sevgisi insanın fıtratıyla yoğrulmuştur.
“ İnsanlara en sevimli gelen yer Men
’ac ile Harrat-u Leyla adındaki taşlık arazi arasında kalan yağmur gören bir
bölgedir.
Orası çocukluğumun geçtiği ve tenimin toprak
ile temas ettiği ilk bölgedir. ”
Asil
el-Huzâ-i Mekke’den gelip Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem .)’in
huzuruna çıktığında, Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem ) Ona “Bize
Mekke’yi anlat.” buyurdu. O da Mekke’yi anlatmaya başladı. “ Selem (Akasya)
ağaçları sarmaşık hale geldi. Ye otlar ve yeşillikler her yeri kapladı.”
Deyince Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem ) O’na “ ey Asil Yeter!
Bırak kalp şenlensin” buyurdu. Ardından Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem
), Bilal-i Habeşi’nin şu beyitleri okuduğunu duydu.
“Keşke
bilseydim, O vadi de etrafında yeşermiş o güzel kokulu bitkiler olduğu halde
bir daha geceleyebilecek miyim?
Ve Meeenne
’nin suyuna bir gün varabilecek miyim? Ve Oradaki siyah develeri ve havuzdaki
sulan görebilecek miyim? “
Bunun
üzerine Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem ) O’na dedi ki Ey siyah kadının oğlu! Sen gerçekten özlem
dolusun. ” Onlar gibi yüce
insanlar eğer vatanlarını özlüyor ve kalplerde gizlediklerini ve muhabbetlerini
dile getiriyorlarsa benim gibi zayıf tabiatlı biri gurbet, şiddetli sıkıntılar,
hapis belası ve devamlı hüzünle imtihan edilmiş biri ne söylesin.
“Eğer ben ve kalbim demirden olsaydık onun bu
şiddeti demiri eritirdi.
Eğer kargalar benim çektiğim sıkıntılara maruz
kalsa ve benim gibi düşünceler dalsaydı tüyleri beyazlardı. ”
Sıkıntılar
bana yöneldikçe üzüntüm arttı. Göğsümden çıkan iniltiler bunları ifade
ediyordu. Bir türlü ferahlığa çıkamadım. Zaman’m musibetleri bana
taşıyamayacağım yükleri yükledi ki ben artık düşmanıma dost gözüyle bakıyordum.
Başıma gelen sıkıntılar dağlara yüklenseydi parçalanırdı. Sağlam kayalıklara
verilseydi ufalırdı.
“Başıma gelen taşın başına gelse yarılırdı.
Rüzgârın başına gelse estiği bir daha
duyulmazdı ”
Evet, her ne
kadar bu sanat (Şiiri kast ediyor) ilim olarak görülse ve insan tabiatı ona
daha çok meyletse de ve kulağa daha hafif ve hoş gelse de, ben onu buluğa
erdikten sonra terk edip bıraktım ve dini ilimleri tahsil ederek sufîlerin
yoluna sülük edip onunla meşgul olmaya başladım. Bir sûfî için bir şeye sırt
çevirdikten sonra tekrar ona yönelmek ne kötüdür. Malumdur ki ilimlerden derin
anlayışa sahip olan ve ilmin sırlarına muttali olan kişinin harfleri yeni
öğrenmeye çalışan aklı kıt kişilerle ilgilenmesi düşünülemez. Malumdur ki insan
tabiatı alışkanlıklarını değiştirmeyi kabul etmez. Kim bunun için çalışırsa mağlup
olur. Tabiatın kabul etmediği ve istemediği bir şeye kendisi nasıl rağbet eder?
Şu beyitlerde bedevi kendi durumunu ifâde etmiştir. Çünkü kalbi şiddetli bir
şekilde sahrayı istemektedir. Şehir halkı ona yazmayı öğretmeye çalışırken o,
çöle duyduğu özlemi dile getirerek şöyle diyordu.
“Muhacirlerin yanına geldim, bana üç satır
öğrettiler
Temiz deri parçalan
üzerine yazılmış Allah’ın kitabını ve parça parça inen ayetleri öğrettiler
Bana alfabeyi çizdiler ve
Saf az ve Kureyşiyat’ı öğren dediler
Ben nerede, heceler ve
yazı yazmak nerede erkek evladın hazzı nerede kız çocuğu sahibi olmanın hazzı
nerede. ”
Şimdi asıl
amacıma dönüyorum. Şu an aklıma gelmeyen ve takdir-i İlâhî’nin beni sınadığı
musibetleri, bütün çıplaklığı ile hâlimin hakikatini dile getirerek kendilerine
ulaşanlara tatlı su kaynağa mesafesinde olan ve engin ve geniş lütuflarından
insanların nasibini aldığı ilim ehlinin kitaplarını okuyorum. Onların
dikkatlerini bana yöneltmelerini ve bu hüzünlü kalbin sesine kulak vermelerini
talep ediyorum. Ebu’t- Temmâm et-Tâî’nin şu sözleriyle onlara sesleniyorum.
“Büyüklerimiz bize şefkat gösterin. Bizde
şiddetli susuzluk var ve sizler kaynaklarsınız ”
Kaderin başıma getirdiği musibetlerin bazılarını
benden dinlemek için bana kulak vereni Allah [Teâlâ] korusun. Bu asrın
âlimlerinden bir gurup beni 20 yıl önce yazdığım bir risâlenin içinde
serpiştirdiğim bazı konulardan dolayı ayıpladılar ve eleştirdiler. Allah
[Teâlâ] onları muvaffak kılsın her iki dünyada hayır yollarını onlara
kolaylaştırsın kalplerinden kin ve nefreti söksün. Tüm işlerini istikamet üzere
kılsın.
Benim o
risâleyi yazmamdaki amacım tasavvuf ehlinin iddia ettiği durumların
açıklanmasının akıl ötesi alana geçmeye bağlı olduğunu ve felsefecilerin bu
durumları aklın dar sınırları içersinde düşündüklerinden dolayı inkâr ettiğini
ortaya koymak içindi. Onların katında peygamber aklın en ileri derecesine
ulaşan bir dâhiden ibarettir. Bu inanç peygamberlere iman noktasında bir şey
ifâde etmez. Peygamberlik, Velâyetin ötesindeki alanda cereyan eden
mükemmelliklerdir. Velâyet ise aklın idrakinin son nihayetidir. Velâyet
alanından kastımız Velâyet makamındaki zatın akıl sahiplerinin aklıyla veya
başka bir düşünme yoluyla ulaşması tasavvur edilemeyen manalara mukâşefe
yoluyla ulaşmasıdır.
Hz. Ebubekir (r.a)’in ölüm
döşeğindeyken hamile olan hanımının
kız çocuğu doğuracağı
bilmesi gibi. Çünkü O, Hz. Âişe (r.a.)’ye vasiyet ederken “O ikisi senin kız kardeşlerindir” dediğinde. Sadece Esma (r.a) bulunuyordu. Hz.
Ebubekir (r.a)’e hanımının kız çocuğu doğuracağı mukâşefe yoluyla mâlum
olmuştur. Yine O’na hastalığında “Sana
bir hekim getirmeyelim mi?”
diye sorulduğunda şöyle buyurdu “Yanımda
tabiplerin tabîbi bulunuyor”
O dedi ki “ben istediğimi yaparım.” Burada da kendisinin vefat edeceği yine mükâşefe
yoluyla kendisine bildirildiği anlaşılıyor.
Hz. Ömer (r.a.) minberde hutbe okurken Nihavend’de
savaşan İslam ordusunun komutanı Sâriye’ye ''Ey
Sâriye, dağa çekil!” diye
seslenmesi bu kabildendir. Hz. Ömer (r.a.)’in Medine’de bulunmasına rağmen
Sâriye ve ordusuna muttali olması ve sesinin Sâriye’ye ulaşması da Hz. Ebubekir
(r.a.)’in hem hanımının kız çocuğu doğuracağı ve hem de hastalığında vefat
edeceğini bilmesi de akıl yoluyla bilinecek veya aklın yetisi ile
ulaşılabilecek bilgi değildir. Ancak İlâhi bir nur ile aklın sınırlarının
ötesine geçerek elde edilebilecek hakikatlerdir. Bu basit bir şey değildir.
Yine bir gurup sahabe Hz. Osman (r.a.)’ın yaınna
girdiğinde -ki içlerinden birisi gelirken bir kadını süzmüştü- o şöyle demişti:
“Sizden bazılarına ne oluyor ki yanıma
gözlerinde zina eseriyle geliyor? ”
O kişi de Hz. Osman (r.a.)’a: “Hz.
Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’tan sonra vahiy mi iniyor?’’ dediğinde, Hz. Osman (r.a.):“Hayır. Lâkin bu kalp
gözüyle görmedir. Delildir. Sağlam bir ferasettir” buyurdu. Sonra o kişiye: Sen
Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem )'in “Müminin ferasetinden korkun çünkü o Allah
[Teâlâ]’ın nuruyla bakar. ’ Buyurduğunu işitmedin mi? ” dedi.
Hz. Ali
(Kerremallâhü veche) şehit edildiği gün evinden çıktığında şu beyitleri
tekrarlıyordu.
“Ölüm için hazırlıklı
ol. Çünkü o seni bulacaktır.
Aniden geldiği
zaman ölümden korkma. ”
Heram Bin Heyyân Mekke’den yola çıkıp Üveys
el-Karanî’yi ziyaret etmek için Kûfe’ye geldiğinde O’nu belli bir süre
aradıktan sonra buldu. Selam verince Üveys el- Karanî “ Allah [Teâlâ]’ın Selamı
senin de üzerine olsun. Ey Heram bin Heyyam” diyerek selamın aldı. Heram O’na
bundan önce hiç görüşmediğimiz halde benim ve babamın ismini nereden bildin
diye sorduğunda, Üveys el-Karanî “Habîr ve Âlim olan zat bana bildirdi. Nefsim
senin nefsinle konuştuğunda ruhum senin ruhunu tanıdı. Ruhlar da cesetler gibi
nefse sahiptir. Böylece müminler birbirlerini tanır buyurdu”
Bunları anlatmamdaki gaye burada getirdiğim örneklerin
akıl yetisi ile bilinmeyeceğidir. Zamanın âlimleri benim bu düşüncemi eleştirip
söylediğimi inkâr ettiler. Sandılar ki akıl ötesi alandan bahseden ve onun
varlığını kabul eden kişi bütün insanların nübüvvete iman konusundaki
inançlarına set çekmiş olur. Çünkü peygamberlere imana delalet eden akıldır.
Ben peygamberliğe imanın ancak akıl ötesi alana geçmekle gerçekleşeceğini
söylemiyorum. Bilakis peygamberliğin hakikatini kavramak ancak akıl ötesi alana
geçmekle mümkün olur diyorum. Ve Velâyet makamı daha öncede ifâde ettiğim gibi
akıl ötesi alandan ibarettir. Bir şeyine hakikatini kavramak başka onu itiraf
edip tasdik etmek başkadır. Nasıl ki şiir zevkinden mahrum olan kişi şiiri
yazın kişide hâsıl olan coşkuyu bildiği halde kendisi bu hakikatten haberdar
değil ise akıl sahibi bir kimsenin akıl ötesi alanın hakikatini kavramadığı
halde onu tasdik etmesi de mümkündür.
Bu zevatın eleştirdikleri ifâdelerimin hepsi Hüccet’ül
İslam Ebu Hamid El Gazzâlî’nin kitaplarında hem lafız olarak ve hem de mana
olarak mevcuttur. Âlem’in yaratıcısı hakkındaki “O varlığın kaynağıdır”, “ O
özdür”, “Hakîki varlıktır. Zâtı itibari ile O’nun dışındaki her şey batıldır ve
yok olacaktır ve fenâ bulacaktır” ve “O kudretinin ezeliyyetinin gereği olarak
öncesizdir”gibi ifâdelerimİhya-u
Ulumi’d- Din'de, Mişkât’ta veel-Munkız’de mezkûr ifâdelerdir.
Bunlar İmam
Gazali’nin telif ettiği eserlerdir. Bizim “Vücûd’un kaynağı ve manba’ı” sözümüzün
anlamı “her şeyin” yaratıcısıdır manasındadır. Kim bunu başka şekilde
yorumlarsa o yanlış söylemiş, sözün sahibinin kastını yansıtmamıştır. Kısa ve
öz ifâdelere onları dile getiren kişinin kast ettiği şekilde açıklanır,
söyleyeni sıkıntıya sokmaya çalışan hasmının kast ettiği anlamlar değil. Kişi
kendi ifâdelerinin altında saklıdır, hasmının ifâdelerinde değil. Vücudun
kaynağı ve “menba ’ "ifâdesinin hem doğru hem de yanlış manalara
yorumlanabileceğini inkâr etmiyorum. Ancak İmam Gazali şunu kast etmiştir.
“Bozguncular sana câhilâne bir şekilde
geldiler.
Ben ise
sana kesin bir bilgi ile geldim. ’’
İnsaflı biri
eğer benim yazdığım risaleler üzerine düşünürse hasmımın art niyetli oldukların
anlayacaklardır. Çünkü hasımlanm eğer “varlığın kaynağı ve menba’ı” sözünden
âlemin ezeliliğini (öncesizlik) anlıyorlarsa, o risâlede yaklaşık 10 sayfada
âlemin hâdis(sonradan yaratılmış) olduğuna değinerek bunu kesin delillerleler
ortaya koydum.
Buna ek olarak beni eleştirdikleri
diğer bir konu da bir müridin kendisini delâlete sapmasından koruyacak bu sağlam yolda ona
doğru yolu gösterecek ve hak yoluna onu yöneltecek bir şeye ihtiyacı olduğunu
dile getirmemdir. Hz.Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem ) bununla ilgili
olarak şöyle buyurmuştur : “Kim imamsız olarak ölürse cahiliye üzere ölmüştür”338Bayezid-i
Bistâmî de şöyle buyurmuştur. “İmamı olmayanın imamı şeytandır'’. Yine sûfî
büyüklerinden Aınr b. Sinân el-Menbecî şöyle buyurmuştur “Kim bir şeyhin
elinde yetişmezse o boşuna çabalamaktadır.” Bununla beraber hakikat erbabı olan
süfîler “Şeyhi olmayanın dini yoktur” sözünde icma’ etmişlerdir. Benim bu
hakikatten murâdım ve kastım bu olmuştur.
Hasmım ise
söylediklerimi her şeyin hakikati ancak masum bir imam vasıtasıyla elde
edilebilir denen Şiaların görüşleriyle kıyaslayıp o mezhebe ithaf ettiler. Bu
sözlerimden bu zevat nasıl böyle bir yanlış anlam çıkardılar. O risalenin
ikinci bölümü Allah’ın varlığını aklı ve nazari yönden kesin ve kati delillerle
ispatlamayı konu edinmiştir. Malumdur ki beni nispet etmeye çalıştıkları o
mezhebin sâlikleri akli ve nazari delerli reddeder. Onlar Ma’rifetullaha
ulaştıran yolun ya peygamberlerden veya mâsum imamdan geçtiğini iddia ederler.
Hasımlanm nasıl olur da bu şekildeki bu iftiraları mubah görebiliyorlar.
Hâlbuki Hz. Resûlullah bununla ilgili şöyle buyurur: “Ey dilleriyle iman eden
fakat kalplerine imanın ulaşmadığı topluluk! Müslümanların kusurlarını
araştırıp onlar hakkında gıybet etmeyin. Kim Müslüman kardeşlerinin kusurlarını araştırıp ortaya
dökerse, Allah’ta onun kusurlarını ortaya çıkarır. Ve Allah [Teâlâ] kimin
kusurlarını ortaya çıkarırsa evinde dahi olsa o kişiyi rezil eder.” Hz.
Resûlullah “Kim gözleriyle görüp kulaklarıyla işittiklerini anlatırsa Allah onu
bozgunculuğun Müslümanlar arasında yayılmasını isteyenlerden yazar. Ve onlar
için acıklı bir azap vardır.” Buyurduğu halde bunlar bir Müslüman’ın hakkına
girmeyi - bunun ötesinde bu kişi bir de âlim ise- nasıl mubah görebiliyorlar.
Bu eleştirilerle yetinmeyerek her türlü çirkinliği bana nispet ettiler.
İdarecileri bana karşı kışkırttılar. Ye beni rüsvâ etmeye çalıştılar.
“Bize mahallede en çirkin şeyleri yakıştırdılar
ve bunları yaydılar.
Biz onlarla barış halinde idik şimdi ise savaş
halindeyiz ”
Faziletli insanların
devamlı kıskanılması avam ve bazı âlimler tarafından çeşitli eziyetlere
maruz kalmaları Allah [Teâlâ]’ın kadîm bir sünnetidir.
“Denildi ki Allah çocuk sahibidir ve peygamber
(salla’llâhü aleyhi ve sellem ) kahindir
Ne Allah, ne de Rasûlü insanların
iftiralarından güvende olmadılar ben nasıl güvende olayım. ”
Farz edelim
ki bu niyet sahipleri benim muğlâk ve kapalı ifâdelerimden itiraz edecek şeyler
buldu. Peki, yorum gerektirmeyen çok açık ve net ifâdelerime hiç bakmadılar mı?
Aklıma
şu şiir geldi.
“Elinizle gökteki yıldızları mı yoksa hilâli mi
perdeleyeceksiniz?
Aslanları inlerinde rahat bırakın. Kanlarınızı
onların yavrularına bulamayın ”
Kur’an-ı
Kerim’de geçen “Yusuf ve kardeşlerinde
dileyenler için ibretler vardır”
âyetinde bu hakikat dile getirilmişken ben neden bu olanları hayretle karşılıyorum
bilmiyorum. Hz. Yusuf un kardeşleri babalarının en çok sevdiği kişinin O
olduğunu görünce onu kıskandılar. Bu kıskançlıkları onları Hz. Yusuf u
öldürmeye şevketti. Ve babalarının yanılgı içinde olduğunu iddia ettiler.
Kur’an-ı Kerim’de şu şekilde buyrulur: “Dediler
ki: Babamız apaçık bir yanılgı içindedir.”
Eğer peygamberlerin çocuklarını kıskançlık hissi kardeşlerine ve babalarına
bunları yapma cüretini veriyorsa bize yabancı olanların bize bunların katlarca
fazlasını yapmasında hayret edilecek bir durum yoktur. Ebu Talip el-Mekkî bu
konuda şöyle buyurur: Hz. Yusuf un kardeşleri için Kur’an’da geçen “Yusuf ve kardeşi babamıza bizden daha
sevimlidir.” âyetinden “Onlar
zaten ona değer vermemişlerdi” âyetine kadar bazısı küçük bazısı büyük 40 küsur
hata ve günah tespit ettim. Bazı âyetlerde iki bazısından üç ve bazısından dört
hata çıkardım. Bunlar ince tetkikler yaparak çıkardığım gizli günahlardır.
Haset hiç kimsenin kendisinden kurtulamadığı helake götüren büyük günahlardır.
Bu, Hz. Resüllullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem .)’ın şu hadisinde sabittir. “Üç şey vardır hiç kimse bunlardan
kurtulmamıştır. Bunlar, zan, uğursuzluk ve kıskançlıktır. ” Başka bir rivayette ise az da olsa kıskançlıktan
kurtulma imkânının bulunduğu ifâde edilmiştir. Nitekim Hz. Resülullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem ) “Üç şey vardır
ki bunlardan kurtulabilenler azdır. ”
buyurarak önceden zikrettiği üç unsuru saymaktadır. Efendimiz (salla’llâhü
aleyhi ve sellem ) başka bir hadisinde “Kıskançlık
ateşin odunu yediği gibi sâlih amelleri yok eder” buyurmuştur. Yine başka bir hadisinde ise “Altı kişi hesap görülmeden önce altı şey
yüzünden cehenneme girer; idareciler zulümden, Araplar milliyetçilikten, önemli
şahsiyetler kibirden, siyah tenliler cehaletten, tüccarlar ihanetten ve
âlimlerde hasetten ” buyurmuştur.
Yine başka bir hadisi şerifte Resüllullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem ) şöyle
buyurmuştur “Haset neredeyse kadere
galip gelecekti. ” Bundan dolayı
Allah-ü Teâlâ, Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem )’ e Felak Suresinde hasetten ve hasetçinin şerrinden kendisine
sığınmasını emretmiştir. Hasetlik yapan ve onun bozuk gayesi için bir şey
söyleyecek değilim. Çünkü faziletli insanlara karşı yaptığı düşmanlık ve bu
ahlaki rezîlet ile sınanması ona ceza olarak yeter. Bu kötü ahlakın çirkinliği
ve bunun ifsâd ettiği kişinin sapkınlığı için şair şöyle söylemiştir.
“Bana kıskançlıkla gelen
kişiye sor: sen edebini kime karşı bozdun biliyor
musun?
Sen
bunu Allah ’a karşı yaptın. Çünkü bana verdiğine sen razı olmadın.
Bana nimetlerini arttırarak ve sana istek yollarını
kapatarak seni cezalandırmıştır. “
Beni
kıskanmaları hayret edilecek bir şey değildir. Şâirin sözlerini görmüyor musun?
“Efendi olan kişinin kendisine sövülmesi ve
kıskanılması onun için utanılacak bir durum değildir.
Çünkü
kıskanılan kişi kutup yıldızı mesâbesindedir. ’’
Haset edilen
kişinin hiçbir günahı yoktur. Allah ona lütfundan bağışlamıştır. Eğer böyle
olmasaydı haset eden kişi neden onun gibi olmak istesin. Kendisiyle
yarışanları ilmi ile geride
bırakıp yıldızların üzerine ayaklarını basan ve böylece akraba olsun olmasın
herkesin övünç kaynağı olan kişiyi haset eden kimse kınanmaz. Haset edenlere
kin besleyip düşmanlık yapan kimse olgunluktan uzaktır. Şu beyitleri söyleyen
kimse ne kadar güzel ifade etmiştir.
“Sana verilen bir nimeti haset eden kişiyi
mazur gör
Çünkü yükseklik eğer haset ediliyor ise
güzeldir. ”
Yokluk ve
fena gibi sûfıyenin kullandığı ıstılahlardan dolayı peygamberlik iddiasında
bulunduğumu iddia ettiler.
“Ümmü Cafer’e olan aşkımdan dolayı beni
dövdüler
Her biri elindeki sopayla bana vurdu, hatta
bana ellerindeki tasları dahi fırlattılar. ”
Taassubun
bu dereceye varması ne kadar da acı. Haset ne kadar çirkindir. Hele bu haslet
bir âlimde bulunursa ve onu zikrettiğim gibi iftira ve bühtana sürüklerse daha
da kötü olur. Sonra da bu kişi birMüslüman’a ve hatta bir âlime Peygamber
Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem .)’i yalanlayan Hiristiyan ve
Mecusilerin dahi uzak durduğu ve kendilerine yakıştırmadıkları yanlış inanç ve
sapkınlıkları nispet etmekten hayâ etmez. Bu sapkınlıkları ne peygamberlik
müessesini inkâr eden Budistler, ne de peygamberlerle beraber onları gönderin
Allah’ı inkâr eden zındıklar kabul eder.
“Kendilerinin müstahak olduğu kabahatleri bana
ve sevdiğimin üzerine attılar. Allah geciktirmeden onlardan bunun intikamın
alsın,
Muhammed’in rabbine yemin olsun ki biz aleni
bir şekilde- ister iffet deyin ister daha güzel gördüğümüz için deyin- o işi
terk ettik. ”
Bu üslup
içinde kullanılan ifâdeler âlimlerin meclisinde bulunan ve faziletli insanların dizlerinin dibinde oturan (onların terbiyesinde
yetişin) kişilere gizli değildir.Onlar, hak ile batıl olanı birbirinden ayırt
edebilirler. Bu kişi bid’at görüşleri ve sonradan ortaya çıkmış batıl fikirleri
ve bunun yanında Selefi Sâlihin üzerinde bulunduğu müstakim yolu ve onların
sımsıkı sarıldığı temel prensipleri iyi bilir. Bu bağlamda kufinin söylediği şu
söz ne kadar anlamladır. Bu beyitte cahil hasetçilerin faziletli insanlara
karşı sarf ettikleri sözlerin hiçbir şekilde onlara zarar vermeyeceğini ifâde
etmiştir.
“Sana bir nakıstan benim aleyhimde bir söz
ulaşırsa
O benim ne kadar faziletli olduğuma dair
işârettir. ”
Şu beytin sahibi de sanki Mütenebbi’ye
ve onun güzel beytine bakıp şöyle dile gelmiştir.
“Allah unutulmuş gizli kalmış bir faziletin
ortaya çıkmasını murâd ettiğinde
Onu haset eden bir kişinin diline dolar. ”
Âlimlerce mâlumdur ki her bir ilimle meşgul olan
topluluğu kendi aralarında üzerinde ittifak ettikleri ıstılahları vardır. Her
gurubun ıstılahları ancak o ilimle iştigal kişiler bilir. Örneğin gramerle
iştigal eden kişi nesep ilmiyle iştigal eden kişilerin kullandığı ş ’ab, kabile, bâtın, fahz, aşiret, imâret,
tezyîl ve darbu ’n-nisâ gibi
ıstılahları bilemez. Nesep ilmiyleilgilenenler de nahivcilerin mu ’rab, mebnî, mübtedâ, haber, fiil ve fâilden
mürekkep cümle, marife ve nekre, lâzım ve müteaddî, müfred ve müdâaf murahhem,
mefulun lehu ve mef’ulun meâhı, munsarıf ve gayr-ı munsarıf isimler gibi ıstılahları bilemez. Tasrifi (sarf ilmiyle
meşgul olan kimse) mütekellimin (kelam ilmiyle meşgul olan kimse) cevher, araz, tehayyüz ve cisim, kevn, hareket
ve sükûn, ictimâh, ve kesb gibi
ıstılahları bilmediği gibi mütekellim de tasrif ehlinin sülâsî, rubâî, ecvef nakıs, lefîf ziyâde, ibdâl
ve idğâm ıstılahlarını bilemez.
Ancak her iki ilimle ilgilenip bu ilimlerden mütehassıs olur ise bu iki ilmin
ıstılahlarını bilebilir. Bunun gibi Fakîh muhaddislerin zayıf metruk, garîb, azîz ve meşhur hadis gibi ıstılahlarını bilmediği gibi muhaddis de
Fakîhlerin akit, şuf’a, ferâiz, devir,
ilâ, zıhâr,ve kitâbet gibi
ıstılahlarını bilemez. Bunun gibi muhasebeci de usulcülerin fer ’ ve asi, illet ve hüküm, vâcib, mendub,
mekruh, mahzûr ve mübah, muvassa ve mudayyek, muayyen ve muhayyer, mukayyed ve
mutlak, has ve âmm, nâsih ve mensûh, taklîd ve ictihâd gibi ıstılahlarını bilemeyeciğini gibi usulcü de
hussâbın (muhasebeciler) cem
’ ve tefrik, cizr ve kaab ’, esann ve meftuh, şey ’ ve mal, mâlul, emvâl ve kâ
’bu ’l-kuâb gibi ıstılahlarını
bilemez. Arûzî (aruz vezni ile meşgul olan kişi) mantıkçının mahmûl ve mevzu, selb ve
icâb, hamlî ve şartı, darb ve şekil gibi ıstılahlarını
bilmediği gibi mantıkçı da arûzî’nin sebeb ve veted, fâsüa ve
bahr ve darb, tavîl ve medîd, basît ve mutakarrib gibi ıstılahlardan
ne murâd ettiğini bilemez.
Bu kaideyi bu şekilde açık ortaya koymamdaki gaye her
ilmin kendisine vâkıf olan sâlikleri vardır. Haîkatini belirtmek için onların
ıstılahlarını anlayabilmek için onlara müracaât etmek gerekir. Bunun gibi sûfî
de manalarına kendilerinden başka kimselerin vâkıf olamadığı kendilerin has
ıstılahları vardır. Sûfîlerden kastım hakîki bir niyet ile Allah [Teâlâ]’a
yönelen ve O’nun yolunda sebat etmek için çalışan topluluktur. Onlar için yolun
başı düşmanla mücâhede ve zikre devam etmektir. “Bizim uğrumuzda cihâd edenleri elbette yolumuza
ileteceğiz” âyetinde Allah
Teâlâ’nın buyurduğu gibi bu gibi kimselerin istikâmet yoluna iletilecekleri
vaadi verilmiştir. Sûfiyenin ilk tuttuğu yol olan mücâhedeyi sadece lafız
olarak manasını bilen kişi nasıl olur da o ilim de derin bilgiye sahip
olanların vakıf oldukları ıstılahlarda hüküm verebilir. Fıkıh’m sadece ismini
bilen kişinin, ancak büyük Fakîhlerin manalarını bildikleri lafız ve
ıstılahlarda tasarruf edip görüş bildirmesi nasıl uygun düşebilir? Allah
[Teâlâ]’ın yolunu tutan sâlikler geçmiş asırlarda özellikle hicri ilk asırda
sûfî ismi ile tanınmıyorlardı. Sûfî lafzı hicri III. Yüzyılda şöhret buldu.
Bağdat’da bu lafzın kendisi için kullanıldığı ilk kişi Abdek es-Sûfî’dir. O,
Bişr Bin Hariz el-Hâfî ve Seri’ bin Müflis es-Sakâtî’den önce yaşamış meşâyihi
büyüklerinin ilklerindendir.[ Aynü’l-Kudât,
Şekva’l-Garîb, s. 18.]
Mücâhede; fıkıh, tıp ve nahiv gibi müfred bir
lafızdır. Bu ilimlerin tafsilatı ile kapsamlı bir şekilde bilmeyen kişi bu
lafızların ıstılâhî manalarını da bilemez. Tek başına bir ilim olan mücâhede de
sağlıklı bir bakış açısı olmadan manası kavranmaz. İmam Gazzâlî’nin İhyâ
adlı eseri baştan sona bu ilmi ihtida etmektedir. Bildiğim kadarı ile Ebu Tâlib
el-Mekkî’nin Kûtu’l Kulûb eseri dâhil İslam’ın ilk yıllarında bu ilim ile
ilgili kitap tasnif edilmemiştir. Bu ilmi elde eden talebe onunla amel etmediği
müddetçe bu ilmin ona faydası olmayacaktır. Tıp ilminde mahir bir hasta, tadı
acı olan o ilacı içmediği müddetçe bilgileri ona fayda sağlamadığı gibi. Lâkin
bu ilmi tahsil ettikten sonra Allah yolunda hakkıyla cihâd yaparsa Allah onu
yoluna erdirecektir. Yine Kur’an- ı Kerim’de buyurulduğu gibi ”Eğer Allah ’tan korunup emrine uygun yaşarsanız
size furkân’ı (iyiyi kötüden ayırt eden bir anlayış) verir.” âyeti gereğince o kişiye bilmediklerini de
öğretecektir. İbn-i Abbâs bu ayet ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur.
''Yani hak ile batılı birbirinden ayırt edecek bir nur
verir.”
Allah’ın şu buyruğu da bu manaya işaret eder. “O’na itaat
edersiniz hidayete erersiniz.” Bununla beraber zikredeceğimiz bu ayet de aynı
manaya delâlet eder. “Eğer o memleketin halkı iman edip
sakınsalardı, elbette üzerlerine gökten ve yerden bolluk (kapılarını) açardı. ”
Allah Teâlâ’nın “Hikmeti
dilediğine verir ve kime hikmet verilmiş ise ona birçok hayır da (beraberinde)
verilmiştir. ” buyruğu ile işaret
ettiğihakîkat hikmetin tâ kendisidir. Hikmet sadece sözlerden hâsıl olmaz
bilakis o sükûttantevarüs eder. Nitekim bunula ilgili olarak Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem ) “ Bir kişi eğer
vakar içerisinde sükût eder halde görürseniz ona yaklaşın (onunla dost olun)
çünkü o hikmetle konuşturulur veya ona hikmet verilmiştir. ” buyurmuştur. Mana olarak Zebur’da da geçtiği ifâde
buyrulan başka bir hadiste ise “Hikmetin
başı Allah korkusudur
”buyrulmuştur.
İslam Tarihi’nin her asrında
bu ilimlerle ilgili konuşan bir cemâat muhakkak olmuştur. Bunlardan bazıları
sülük ilmi ile ilgili konuşmuş diğer bazılar ise vüsûl ilmi üzerine
konuşmuştur. Yine bazıları tüm insanlara hitap etmiş iken diğer bazıları ise
sadece bu yolun sâliklerine hitap etmiştir. Cüneyd el-Bağdâdî buyurur ki:
“Tasavvuf da pirimiz Hz.Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem )’dan sonra
kalplerin ihtiva ettiği meziyetlere işaret eden ve detaylı olarak onların
hakikatlerini ortaya koyan Hz. Ali b. Ebi Tâlib’dir.” Cüneyd el- Bağdâdî’ye Hz.
Ali (r.a.) ve onun tasavvuf ilmine dair bilgisi sorulduğunda şöyle buyurdu:
“Müminlerin emiri Hz. Ali (r.a.) kendisine ledünnî ilmin verildiği kişidir ki
eğer o uzun süre savaş meydanlarında cihâd etme idi bu ilim ile ilgili
kalplerin tatmin olacağı kadar kendisine bize nakiller ulaşırdı.” Yine Cüneyd
el-Bağdâdî şöyle buyurdu: “Allah’ın, görünen şu gök kubbe altında kardeşlerimiz
ve dostlarımızla üzerine konuştuğumuz şu ilimden -ki tasavvuf ilmini kast
ediyor- daha şereflisini indirdiğini bilseydim ona yönelip koşardım.” Cüneyd
el-Bağdâdî şu beyitleri çokça tekrarlardı.
“Tasavvuf ilmi öyle bir ilimdir ki onu ancak
anlayışta üstün olanlar bilir
Onu yaşamayan onu bilemez bir ama nasıl güneş
ışığım görebilir. ”
Cüneyd
el-Bağdâdî ve Ahmed b. Vehb ez-Zeyyâd tasavvuf ilimi hakkında konuşurlardı.
Cüneyd el-Bağdâdî, Ahmed b. Vehb ez-Zeyyâd’dan çok istifâde eder ve onu
kendisinden üstün tutardı. O vefat edinceye kadar Cüneyd el-Bağdâdî camide
meclis kurup konuşma yapmamıştır. Ve Cüneyd el-Bağdâdî şöyle derdi: “Ahmed ez-
Zeyyâd’ın vefatı ile beraber biz hakîkat ilimlerini de kaybettik.” Ve yine bir
defasında Cüneyd el-Bağdâdî şöyle buyurdu: “ Ebubekir el-Kesaîbenden bin
meseleyi sordu, ben bunların insanların eline geçmemesini diledim.” Ebubekir
sûfîyyenin büyüklerindendir. Cüneyd el Bağdâdî, onunla ilgli “Nehrevân
köprüsünden bize Ebubekir El-Kesâîgibisi geçip gelmemiştir.” Buyurmuştur.
Hiçbir dönemde sûfîlerin eksik olmadığının bilinmesi için bu ilimler hakkında
konuşan topluluklardan bahsettim. Genelde bütün insanlara hitap eden kişilerden
biri de Ebu Saîd Haşan bin Haşan el-Basrî’dir. Kendisini yaşadığı dönemde
Kaderiye mezhebine nispet ederlerdi. Hâlbuki kendisi bu ithamdan insanların en
uzağıydı. Şu sözleri söyleyen kişi ne kadar da doğru söylemiştir.
“Senin Vâil ’in Teğlib kabilesini hicvetmen
onlara zarar vermez.
Ya da iki denizin birleştiği yere necaset atman
onu necis yapmaz. ”
Ebu Nuaym el-İsfehâni “Zebbu ’l-Kader ‘ani ’l-Hasan b. Ebi ’l-Hasan "isimli bir kitap telif etti. Ali b. Ebi Talib
onu (kitabı) görünce hoşuna gitti ve onu övdü. Basra da ona bu konularda
konuşmasına izin verdi. Onun hâricindekilerin bu konuları insanlara anlatmaları
yasaklandı. Hz. Ali (r.a.): “Bu konulardan bahsetmek bid’attir. Biz İslam’ın
ilk yıllarında bu konuları bilmezdik” derdi. Hasan-ı Basrî’nin sözü
peygamberlerin sözüne yolu da sahabelerin yoluna benzerdi. Enes b. Mâlik e bir
şey sorulduğunda o “Dostumuz Hasan’a sorun” derdi. Çoğunlukla amelleri ifsâd
eden âfetlerden, kalbe gelen vesveselerden, dikkat edilmesi gereken gizli
sıfatlardan ve nefsâni arzulardan bahsederdi. Ona, “Ey Ebu Saîd seni
başkalarının konuşmadığı mevzulardan bahsederken görüyoruz. Sen bu ilmi nereden
aldın?” diye soruldu. O da “Huzeyfe b. Yemân’dan” derdi. Huzeyfe de başka
sahabelerden duyulmayan konulardan bahsederdi. Bunu ona sorduklarında o şöyle
dedi: İnsanlar Hz. Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem .)’a hayır hakkında
sorarlardı. Onlar “Ya Rasulullah! Şu veya bu ameli işleyene sevap olarak ne vardır;”
diye sorarken. Ben “Şu veya bu ameli ne ifsâd eder?” diye şer hakkında soru
sorardım. Hz. Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem .) benim amellerin
âfetlerinden sorduğumu görünce bu ilmi sadece bana verdi.Hz. Huzeyfe “ Sır
sahibi” diye isimlendirilirdi. Sahabeler arasında nifâk ile ilgili ilmi bilen
tek kişidir. Nifâk, âlimlerimizin “nifakın yetmiş kapısı vardır onların
inceliklerini ve sırlarını ancak dinde derin anlayış sahipleri bilir” diye kast
ettikleri şeydir. Hz.Ömer (r.a.), Hz.Osman (r.a.) ve sahabelerin diğer önde
gelenleri ona - Hz.Huzeyfe’ye- herkesi kaplayacak genel ve özel fitneleri
sorarlar ve o da bunlardan haber verirdi.
İnsanları irşâd etmek için konuşmalar yapan eski
vaizlerden biri Ebu Sevvâr Hassaân b. Hureys el-Adevî bir diğeri ise Talk b.
Habîb’dir. Sehtânî onun hakkında “Ben Talk’tan daha âbidini görmedim”
buyurmuştur. O vaizlerden bir diğeri de Ferkad el- Sencî’dir. O, Haşan
el-Basrî’nin bir sözüne karşılık “Bizim Fakihlerimiz bu şekilde söylemiyor”
dediğinde Haşan el-Basrî ona “Annen seni doğurmasaydı ey Fureykad! Sen
gözlerinle hakîki bir fakîh gördün mü ki? Fakîh, Allah [Teâlâ]’ın emirlerini ve
yasaklarını bilendir” buyurdu. Bir diğeri ise Ebu Âsim el-Müzekkirdir ki, Şam
bölgesinin kadîm sûfîdendir. Bir diğeri ise Sâlih el-Murrî ki, Süfyan es-Sevrî
onun meclisine gelip sözlerini beğeneri ve onun hakkında “O kavminin
uyarıcısıdır” dediği kişidir. Bir diğeride Abdulazîz b. Süleymandır ki Muk’ad’a
kendi meclisinde duâ buyurduktan sonra oradan ayrılarak ailesine gitti. Bir diğeri
de Fadl b. İsâ er-Rakkâşîdir. Bir diğeri Ebu Ali Haşan el-Mesûhî’dir. Medine
mescidinde halka hitap ederdi. Cüneyd el-Bağdâdî onun meclislerine katılır
ondan istifade ederdi. O vüsül ilmiyle ilgili değil sülük ilmiyle ilgili
konuşurdu. Bir diğeri ise Ebu Şuayb el-Murâdî ki meşhur olan ismi Mukaffa’dır.
Bazı mükâşefelerinde muhayyer bırakıldı da o balayı diğerlerinin cümlesine
tercih etti. Bundan sonra da gözlerini ellerini ve ayaklarını kaybetti.
Sûfî
büyüklerinden biri de Ebu Hamza el-Bağdâdî el-Bezzâz ismi ile tanınan Mutıam ın ed bin
İbrahimdir. O tasavuffun bütün ilimleri ile ilgili konuşurdu. Ahmed bin Hanbel
ona “şu veya bu onu hakkında sen ne dersin ey sûfî ?” diye fikrini sorardı.
Bağdat’ta tasavvuf hakkında ilk konuşan kişi, O’dur. Daha sonra Tarsus’a gitmiş
halk nazarında büyük bir kabul görmüştür. İnsanlar ona akın ettiler. Ancak sekr
halinde iken ondan bazı sözler duyduktan sonra onun zındık olduğuna ve hülûl
görüşünü benimsediği kanaatine sahip oldular. Sahip olduğu hayvanlara saldırıp
“bunlar o zındığın hayvanları” diye bağırdılar. O, Tarsus’tan çıkarıldığında şu
beyitleri okuyordu.
“Ey belde! Senin kalbimde korunmuş bir yerin
var.
Sende
iken bana karşı yapılan bütün kınamalar ve eziyetler bana hafif gelir. ”
Meşhur Ebu Kâsım Cüneyd b. Muhammed’de büyük
sûfîlerdendir. Cüneyd el- Bağdâdî’nin akranlarından Nasr b. Recâ’ da öyledir.
Ebu Abdullah el-Belhi ve Bağdat mescidinde insanlara hitap eden Ebu Haşan b.
Şem’un’da büyük sûfîlerdendir. Yine tasavvuf ilmiyle alakalı çok söz söyleyen
Ebu Hüseyin Amr b. Osman el-Mısrî de onlardandır. Bunlara Basra da şevk,
muhabbet ve tevekkül konularında ilk söz söyleyen Mûsâ el-Eşacc’cı da
ekleyebiliriz. Allah Teâlâ onun gönlünü marifet ilimlerine açıncaya dek
Basra’nın tasavvuftaki yolu zühd, ictihâd ve sükût idi.
Basra
sûfîlerinden biri de Bağdat’ta insanları irşad için konuşan Fehrân er-
Refâ’dır. Yine Mekke’de insanlara hitap eden Ebu Cafer es-Saydelânî de sûfî
ileri gelenlerindendir. Meşhur sûfîlerden biri de sâliklerinin kendisine
nispeten “Sâlimîler” olarak anıldığı ve Sehl b. Abdullah et-Tusterî’nin
dostlarından olan Ebu Haşan b. Sâlim’dir. Ebu Ali el-Esvâri, Mekke sûfîlerinden
Ebubekir b. Abdülazîz, Ebu Said el- Kalani en Nisâbûrî, zamanın vaizi olan
Yahya bin Muâz, Râziyyân vâizi Ebu Osman Said b. Osman, Ebu Sırrî Mansur b.
Ammar el-Bûşencî, Ebubekir eş-Şâşî, Ebu Saîd el- A’lam, Ebubekir ed-Debîlî ve
yine bu ilimde güzel bir hitabeti olan ebul Abbâs Ahmed b. Muhammed
ed-Dînevirî, Ebu Ubeyd et-Tûsî, asıl adı Muhammed b. Abdulvahhâb olan ve
Horasan âlimlerininbüyüklerinden Ebu Ali Es-Sakafî de bu sûfîler arasında yer
alır. O, “Bir kişi bütün ilimleri tahsil etse ve insanların saygınlığını
kazansa dahi bir şeyhin gözetiminde riyazete çekilmese hakîki manada âlim
rütbesini kazanamaz.” buyurmuştur.
Ali et-Tayyân, Yumnî el-Kaseviyyân ve
bu ikisini hemşerisi olan Ebu İshak İbrahim de genel olarak tüm insanlar hitap
eden büyük sûfîlerdendir.
Bazıları ise genel olarak tüm insanlara değil de
sadece kendi etraflarında bulunan bu yolun sâliklerine hitap ederlerdi. Amr b.
Abdullah b. Kays ki imamların başı Haşan el-Basrî ve Malik bin Dinâr’ın
övgüsünü kazanmış biridir. Kendisi hakikat ilmine tutunan ve bu hakikatleri
dile getiren sûfîlerin büyüklerindendir. Bir diğer ise Eb’uş-Şa’sa Cabir b.
Zeyd ki, İbn Abbâs onun hakkında “ Basra halkı Câbir’in yanına varıp tüm
sorularını ona arz edip fetvâ isteseler onun bilgisi bütün bunlara kâfi gelir”
buyurmuştur. Ebu İmran el-Cüvenî ki hikmet hakkında konuşurdu. “Kendi ayıbını
bilmeyen ahmaktır” diyen Ebu Vâsile İyâz b.Muâviye, kurb, şevk ve muhabbetin en
yüksek makamları hakkında konuşan Ebu Musâhir Riyâh el Kişi, Fudayl bin İyâz,
Ali b. Medenî, Ahmed b. Vehb ez-Zeyyâd, Abdullah es-Sâih, Ali b. İsa, Ebu’l
Hasen Semnûn b. Hamza, Ebu Said el-Kuraşî, Ebul Hasen b. Hudayk, Zekeriyya b.
Muhârib, Ebul Hasen ve Ebu Ali el-Verrâk, Cüneyd el-Bağdâdî’nin dostlarından
büyük sûfî Ebu Ali b. Zîzâ, Ebul Kasım ed-Dekkâk -ki Kalbe gelen ilhamlar
konusunda konuşurdu. - bunlardandır.
Yine “Kim Allah’ın yasaklarına riayet etmez ise Allah da onu
esirgemez” sözünün sahibi Ebu Muhammed el- Murta’iş el Horasânî de bu büyük
sûfîlerdendir. Ebu Ali es-Sülemî , “Tasavuffun hakîkatlari gitti şartları kaldı
öyle bir topluluk geldi ki dünyada rahatlığı istiyorlar ve bunun marifet
olduğunu zannediyorlar. Allah tan geldik ve yine O’na döneceğiz” sözünün sahibi
Ali el-Hammâl, Ebu Hâşim ez-Zâhid, Cüneyd el Bağdâdî’nin kendisine değer
verdiği İbrahim b. Fatik, Ahmed bin Atâ er-Ruzbârî, ebul Feyz Zünnûn el Mısrî,
asıl adı Abdurrahman b. Ahmed olan ve Dârânî diye bilinen Ebu Süleyman el-Absî
ve kardeşi Dâvûd bin Ahmed, Sehl bin Abdullah et-Tusterî. Bu alanda ilim erbâbı
tarafından bilinen bir risâlenin müellifi olarak bilinen Ebu Abdullah bin
Mâlik, Ebul Edyân, Ebul Leys el-Mağribî, Basra’nın büyük sûfîden Ebu Said el-
Fünûnî, Ebu Hâtim el Attâr, Cemil b. Haşan el- Atkî, asıl adı Muhammed b.
İsmail olan Ebu Ca’fer el-Vesâvisî, Ebu Bişr b. Mansur, Osman bin Sahr
el-Akîlî, Ebu Sa’id el- Usfurî, Süleyman el- Haffâr, Ebu Suvâbe el-Kuraşi, Ebu
Ya’kup el-İbilî, Abdullah b. Affân, Ebu Abdullah el-Basrî, Muhammed b. EbiÂişe,
Amr b. Osman el-Mekkî, Abdülaziz el Bahrânî, Ebul Haşan Ali b. Bâbeveyh,
Ebubekir el Vâsıtî ve “Allah’ın öyle kulları vardır ki dünyada hüzünlü bir hayat
sürmektedirler, ve büyük bir özlemle ahreti beklemektedirler. Kalp gözleri
melekût âlemine bakmakta ve orada kendilerine Allah’ın rızasını kazandıracak
işleri görmektedirler. Böylece bu yoldu büyük bir ciddiyetle çalışmalarını daha
da arttırırlar. Onların dünyada rahtları yoktur. Lâkin yarın -Ahirette- gözleri
aydın olacaktır.” sözünün sahibi Rebi’ b. Abdurrahman da büyük sûfîlerdendir.
Bununla beraber Ebu Abdullah es-Sindî -ki Bayezid-i
Bistâmî’nin dostlarındandır- , Ebubekir ez-Zencânî, İbrahim b. Yahya
et-Tebrizî, Ebu’l-Abbas es- Semmân, Hâtemü’l -Esamm, diye meşhur olmuş.
Bayezid-i Bestâmi, Ebu Ahmed el- Gazzâlî en-Nisâburî, Cafer en-Nesevî, Ebul
Hüseyn Ahmed b. Muhammed el Havârizmî, Abdullah b. Muhammed b. Münâzil, Ebu’n-
Nasr Fethu’n- Nediy, Ebubekir et-Timistânî, Ebul Hüseyn b. Hind el-Fesevî, Ebu
İshâk İbrahim ed-Debbâğ, Hasen b.Hameviyye, Ebubekir Muhammed b. el-Cevrî, Ebu
Abdullah b.İbrahim el Huşû’î, Ebu Abdullah en-Neccâr ve İbnul Bettâ -ki bu
ikisi Ali bin Sehl’in dostlarıdır- Ahmed b. Şuayb ve “mecnûn” lakabıyla bilinen
Ubeyd. Bu saydığım zevâtın hepsi builimlerde -Tasavvuf- konuşan sûfîlerdir.
Herbiri hicri III. yy.’dan önce vefat etmişlerdir. Bazılarının ise daha sonra
vefat ettiği nakledilmiştir.
Kadınlardan bir topluluk ise hem erkek ve hem de
kadınlara hitaben konuşmuşlardır. Bunlardan biri Râbiatu’l -Adeviyye’dir ki
Süfyân es-Sevrî gibi büyük âlim ve sûfîler onun meclislerinde hazır bulunmuş
sözlerini dinlemişlerdir. Ona öyle bir pâye verilmiştir. Bir seferinde Süfyân
es-Sevrî’ye hitaben “Eğer dünya sevgisi sende olmasaydı ne kadar iyi bir
adamsın” sözünü sarf eden o idi. O zamanın değerli şahsiyetlerinden Abdülvâhid
b. Zeyd ona evlenme teklifi yapmıştı da Râbia onu reddetmiş ve ona darılmıştı.
Kardeşleri onun için şefaatçi olduktan sonra Rabia’nın yanma gelmiş ve ondan şu
sözleri duymuştu “Ey şehvet peşinde olan kişi git kendin gibi şehvet peşinde
olan kişiyi iste.”
Bu sûfî bayanlardan biri de Şe’vânetü’l-İbliyye’dir.
Bu hanım, âbidlere konuşurdu. Bir ara onu öyle bir Allah korkusu sardı ki onu
yaptığı nafile ibadetlerden alıkoydu. Sonra müjdeleyeci bir rüya gördü ve
eskiden yaptığı ibadetlere geri döndü.
Ağlamaktan gözlerini kaybeden Bahriyye de bu
guruptandır. Erkek ve bayanlardan yaklaşık 500 talebesi bulunan Ebul Hayr
et-Teynânî el-Akta’m annesi ‘Anîde ve Ebu Osman’ın yanında yetişmiş Nişabur’un
bayanlarına irşad için konuşan Ahmet b. Sırrî’nin Hanımı Âişe En-Nisâbûrriyye
de bu sûfîlerdendir.
Son olarak Fâtıma bnt. Ebubekir el-Kettânî dir.
Semnûn‘un muhabbetle ilgili sohbetini dinlerken heyecana gelip ruhunu teslim
etti. Ve beraberinde üç adam da onun gibi vefat etti.
Bu ilimlerde eser vermiş en meşhur ve kadîmsûfîlerden
bazıları ise şunlardır. Hâris b. Esed el-Muhâsibî, Ebu İshak b. Ahmet el-Havâs,
Ebu’l Kâsım el-Cüneyd ki kendisi sûfîlerin efendisidir. Ali b. İbrahim
eş-Şakîkî, Sehtu’l Askerî, Ebu Abdullah Muhammed b. Ali et-Tirmizî ki “Ben kitaplarımı belli bir
tertip ve kasıt içinde yazmadım. Lâkin daraldığım zamanlar yazdığım eserlere
bakıp teselli buluyordum.” Sözünün sahibidir.
Ye buna ek olarak Ebubekir Muhammed b. Ömer el-Verrak
et-Tirmizî, Cüneyd’in yazıştığı ve asıl adı Ahmet bin Hemdan bin Ali bin Sinân
olan Ebu Cafer en- Nisâburî, Ahmed bin Muhammed el-Farhakî, Ebu Abdullah
Muhammed b. Yusuf el- Benn’a el-İsfehânî, Ebu Abdullah Muhammed b. Hafif, Ebu
Nasr es-Serrâc et-Tûsî ve bu alanda bildiğim kadar ile ilk eseri vermiş olan
Ebu Tâlib el-Mekkî de bu alanda eser veren sûfîlerdendir. Bu liste uzayıp
gider.
Ben tekrar
konuya dönecek olursam “Nasıl ki âlimlerden her bir tâifenin üzerinde ittifak
ettikleri ıstılahları vardır. Ye bunların anlamlarına vâkıf olabilmemiz için o
âlimlere müracaât etmemiz gerekiyor, sûfîde tasavuf ile ilgili ıstılahları
vardır. Ve bunların hakikatini anlamak için onların bilgisine ve açıklamalarına
başvurulmalıdır. Bekâ, fenâ,
adem, yokluk, kabz, bast, sekr, sahv, isbât, mahv, huzur, gaybet, ilim,
marifet, vecd, keşf makam, hâl, fırâk, visal, iskât, ittisal, cem’, tefrika,
zevk, fehm, vüsûl, sülük, şevk, üns, tecelli, ru’yet ve müşâhede gibi lafızlar bunlardandır. Örneğin “Falan kişi onsuz
kaldı ve derisini çıkardı” denildiğinde insâf sahibi bir kişi bu sözleri
duyduğunda bunları doğru anlamak için bu sözlerin sahibine müracaât etmesi
gerekir. Ona “sen bu sözler ile neyi kastettin?” demelidir. Bu sözleri söyleyen
kişi bu sözlerden neyi murad ettiğini açıklamadan önce onu zındıklıkla, ilhadla
suçlamak cehâlettir. Sûfiyeden bir gurup kişi bazı âlimlere birkaç beyitten
oluşan mektup yazdı ve ona kendi ıstılahlarından bazılarının anlamım sordu. Ben
o mektupta şu beyitleri burada zikretmek için uygun buldum. O da şu beyittir;
“Birisi “O, o değildir. ” ve “ben ben
değilim. ” derse bununla neyi kast etmiştir? ’’
Bütün bunları anlatmamdaki gaye şudur
ki benim gençlik yıllarımda yazdığım bir risaleyi bana düşmanlık yapan bazı
hasetçiler vesile kılarak Bana eziyet etme yoluna gittiler.
O risâlede
sûfiyenin sözlerinden bazılarını zikrettim. “Ezelî azamet hükümranlığının
ışınları doğunca kâtip, fenâ oldu ve kalem kaldı.”, “Beni kadîm ve ezelî bir
hüviyet kapladı, sonradan yaratılan hüviyetim kayboldu.”, “Kuş yuvasına uçtu”,
“Onların ikisi arasında cereyan eden şeylerin zerresi dahi ortaya çıksa arş ve
kürsî yok olurdu.” gibi sözlerimde bu kapsamdadır. Bu sözlerimden dolayı beni
şiddetle kınadılar. Ve bunların, küfür, zındıklık ve peygamberlik davası
olduğunu iddia ettiler, (ben burada sûfî anlattıklarından ve sözlerinden
bazılarım zikredeceğim ki sûfıyenin bu lafızları kendi aralarında da
kullandıklarına delil teşkil etsin) Bu sözler onların katında bilinir ve onlar
bu sözleri kullanmakta bir mahzur görmezler. Kitapları da bu ifadelerle
doludur. Bunlardan biri de Vasıtî’nin şu sözüdür. “Allah Teâlâ yarattıklarından
rubûbiyetine işaret olanları varlık âleminde ortaya çıkardı. Sonra da bu ortaya
çıkardığını gizledi. Onun zatından başka her şey yok olacaktır. Bütün
yaratılanlar onun azamitene nispeten bir toz zerreciği gibidir, hakikatte
hiçbir kıymeti yoktur. Yaratılanların ona ulaşması ancak ilim yoluyla mümkün
olabilir ki, onu kavradıkları kadarı ile onu ispat ederler.” Benim bu risalede
bir bölümde ortaya koyduğum şu mana ile örtüşüyor ki ben orada şöyle yazmıştım.
“Hakikatte Allah Teâlâ, “küll” (asıl) ve “kesîr” (çok) dir. Ve onun
haricindekiler “cüz” ve “bir” (tek)dir. Yani bütün varlıkların O’nun bu
azametine nispeti “cüz”ün “küll”e ve “bir”in “kesret”e nispeti gibidir. Çünkü
bütün varlıklar O’nun kudret deryasından bir damladır. Ben burada Allah Teâlâ,
parçalardan müteşekkil olan “çoktur” demiyorum, hâşâ. Allah parçalardan
ayrılmaktan münezzehtir. Benim ifâdem sûfîCebrail, arş, kursi ve melekût
âleminin hepsi onun ötesinde bulunana nispeten bir kum tanesi kadar ve bundan
daha küçüktür.” Allah [Teâlâ]’ın âlemden büyük olması hâşâ parçalarının
çokluğuyla değil bilakis zatının azametine göredir. Bu sözden maksat
filozofların “Allah [Teâlâ] sadece bir şey yaratmıştır” iddiasına reddiyedir.
Benim hakkımdaki ithamlar nasıl doğru olabilir ki. Hâlbuki bu risalenin birçok
yerinde Allah Teâlâ’nın hiçbir şekilde iki veya daha çok olarak tasavvur
edilemeyeceğini söyledim. Ve yine onlar bazı sözlerimde hakiki manada Allah’ı
görme iddiası olduğunu iddia ederek Hz. Mûsâ (a.s)’nın bunu talep ettiğini ve
kendisine Allah Teâlâ’nın “Beni göremezsin” dediğini hatırlatıyorlar. Fakat
onlar sözlerimi böyle yorumlarken benim açık ve yorum götürmez “Allah [Teâlâ]’ı
dünyada ister velî olsun ister peygamber Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve
sellem .)’in haricindeki hiç kimsenin görebileceği tasavvur edilemez” sözümü
görmezden gelmişlerdir.
Lafzen aynı olmasa da mana itibari ile
büyük sûfî sözlerine muvâfik düşen ruh ile ilgili sözler sarf ettim. Sûfıyenin
ruh ile ilgili sözleri çoktur. Vâsitî şöyle buyurmuştur. “Allah, ruhu celâl ve
cemâl sıfatlarından ortaya çıkarmıştır. Eğer onu bedenin içinde gizlemeseydi
her kâfir ona secde ederdi. Akıl ve anlayışın nurları çıktığı zaman ruhun nuru
içerisinde aynı yıldızların ve ayın güneşin ışığında kayboldukları gibi
kaybolurlar.” Bunların yok olması mücerred manada bir yokoluş değildir. Bilakis
onu idrâk eden zihinlerden gizlenmesi şeklinde tahakkuk eder.
Ebu Saîd el-Herrâs “Allah, dostlarının ruhlarını
cezbetti. Ye kendisini zikredip bundan haz almaların sağladı.” buyurmuştur.
Onun bu sözü benim risâlemdeki “Kuş yuvasına uçtu” sözümle örtüşmektedir. Ebu
Tayyib es-Sâmirî “Mârifet nurların akımıyla hakikatin âlemin sırlan üzerine
zuhur etmesidir.” Yine Vâsitî “Sırların üzerinde hakikat zuhur edince artık
orada ümit ve korkuya yer kalmaz” buyurmuştur. Bütün bu ifâdeler benim “Ezelî
hüviyet onu kapladı” sözümden kastettiğim manadır.
Cüneyd El
Bağdâdî “Sûfî eğer kalbinin derinliklerinden heyecana gelse (vecd hali), arş
dâhil nereden geçerse orayı yakar. Arşın yanması onun yok olmasıdır.” Kim kendi
benliğinden uzaklaşmış ise rabbi ile yakınlaşmıştır ki O’nun haricindeki her
şey o kimse katından yanıp yok olmuştur. “Ene’l Hak” sırrı da budur. Ebu Saîd
el-Harrâz’dan nakledilen şu kıssa da olduğu gibi. O şöyle buyurur. “Bir gün
çölde yolumu kaybettim. O sırada görmediğim biri bana yüksek sesle şöyle
seslendi.
“Eğer sen hakik vücud (gaybet) ehlinden
olsaydın
Sen âlemde varolan tüm varlıklara, arşdan ve
kursiden dahi gizli kalırdın. ”
Kim yalnız kaldığı zamanlarda Allah [Teâlâ]’ın
yasaklarından sakınırsa bu durum o kişiyi bu zikrettiğimiz hale götürür. Ebu
Muhammed el-Harîrî’nin buyuruduğu gibi “Sırf Allah rızasının haricinde hiçbir
unsurun karışmadığı kulluk ile insan hürriyet kazanır. Hürriyet ile tecellî,
tecelli ile de rü’yet gerçekleşir. Buradaki rü’yetten kasıt Hz. Mûsâ (a.s.)’ın
Rabbinden talep ettiği rü’yet değil, bu tecrübeyi yaşayanların katında zâhir
olan bir hakikattir. Ve diğerinden ayrı bir şeydir. Yine el-Harîrî, “Kim
kendisi ile Allah [Teâlâ] arasına murakabe ve takvayı koymazsa keşf ve
müşâhedeye ulaşamaz.” Sözü ile bu hakikate işâret eder. Ebubekir et-Tiflîsî ise
“Tasavvuf hâldir. Ne akıl ve ne de kalp onu tam olarak kavrayabilir”
buyurmuştur. Semnûn’un şeyhi Ebu’l Hasen şöyle buyurmuştur “Tasavvuf ne hâldir
ne de zamandır. Bilakis o yok eden bir işâret ve yakıcı bir hakikattir.” Huldi,
“Tasavvuf hâldir. Rubûbiyet gözü onda zahir olurken kulluk gözü yok olur gider”
buyurmuştur. Bu ifâde benim kalp, akıl ve ilim yok oldu sadece katip kaldı”
sözümle örtüşmektedir. Murte’iş “Tasavvuf öyle bir hâl ki sahibi iki hâl
üzerinedir; hakka gitmiştir (yani ona ulaşmıştır), gittiğinden dahi haberi
yoktur. Yani Hak Teâlâ vardır kişinin kendisi yok olmuştur.” buyurmuştur. Ebu’l
Haşan el-Ensârî de “Tasavvuf, benim kendimden gâfıl rabbimle beraber olmamdır.”
buyurmuştur. Zünnûn el-Mısrî “Allah [Teâlâ]’ın öyle kulları vardır ki kalp
gözleri ile perdelenmiş gayb âlemine bakarlar. Ruhlan melekût âlemimin
semalarında gezer. Ye sonrasında mutluluk meyvelerinin en hoş kokulusu olarak
tekrar bedenlerine geri dönerler.” buyurmuştur. Bu ifade benim “Kuş yuvasına
uçtu sonra da kafese geri döndü” sözümden kastettiğim manadır. Yahya bin Muâz’ın
meclisinde bir adam vecde gelir. O’na “Bu nedir?” dendiğinde, O “İnsânî
sıfatlar kaybolup rabbânî hükümler ortaya çıktı” buyurdu. Ebu Faris el-Kurdî’ye
tevhid hakkında soruldu. O da “Senin istidâtınla O’na baktığın şekilde değil de
O’nun senin kalbinde tecelli ettiğidir.” Süleyman bin Abullah da şöyle
buyurmuştur: “İçinde zikrullâh bulunan her nefes arşa bağlıdır.” Ebu Hâmid el-
Ustuhrî’de “Ebu İshâk ez-Zâbilî’ye tasavvuf hakkında sordum. O da: “İnsânî
gözünün ve benliğin alâmetlerinin yok olup gitmesidir.” buyurduğunu
bildirmiştir. Habeşî b. Dâvûd da:“Tasavvuf Hak Teâlâ’mn mutlak bir şekilde
tecelli etmesidir” buyurmuştur. Son olarak Yahya bin Muâz da bu konuda “Kim
sevgili ile beraber başkasını da görüyorsa o hakîki manada sevgiliyi
görmemiştir” buyurmuştur.
Bu
risaledeki birçok ifâde ve söz bu prensipler üzerine kuruludur. Bu rivayetlerin
her bir lafzının manasının tam anlaşılması için tasavvuf ilminde bir metot ve
usulün oluşmasına ve bazı kaidelerin hazırlanmasına ihtiyaç duyulmuştur. Bütün bunları
şimdi açıklayamayacağım. Çünkü bunun için yıkıntılardan uzak ve kalbin başka
şeylerle meşgulolmayacak şekilde rahat olması lazım. Benim ise zihnim başka
şeylerle meşguldür. Takdiri İlahi’nin başıma getirdiği tutukluluk ve diğer
musibetler yüzünden ne yapacağımı bilmez bir haldeyim.
“Benim üzerime boşalan musibetler eğer
gündüzlerin üzerine boşaltılsaydı
O
gündüzler gecelere dönüşürdü ’
Bu
risâleyi yazmamın sebebi hayatta iken güzel bir şekilde anılmak ve bunu mütalaâ
edip okuyan kişilerin de ben öldükten sonra benim için Allah [Teâlâ]’tan rahmet
dilemelerine vesile olması içindir. Eğer başıma gelen ve gelecekleri
bilseydim o risâleyi telif etmeye yönelmezdim.
“Ben bir ağaç ektim ve onu budamayı ümit
ediyorum ve bir gün meyvelerinin güzel olmasını umuyordum
Eğer benim
beklediğimin aksine bir durum olursa meyvesinin acı olmasında benim bir günahım
yok”
Eğer
sûfılerden ve âlimlerden bazı kimseler bana yöneltilen bu suçlamalara
özürlerinden dolayı cevap vermedilerse ben onları mazur kabul ediyorum. Bu uzun
bir meseledir. Ve burada bunu açıklamam mümkün değil. Kalemi elime aldım ve ona
dayanarak bana itiraz edenlerin sözlerine özür beyan ederek bu risale ile cevap
verdim.
“Kim uzak olanın iyiliğini ümit ediyorsa
(bilsin ki) musibetler karşısında bir elin
diğer elime itimât etti”
Sûfiyye’nin kullandığı kavramlara art niyet ve inkâr
penceresinden bakan bir kişi itiraz edecek geniş bir alan bulacaktır. Örneğin
Maruf el-Kerhî bir adama hitaben “Allah [Teâlâ]’a benim için dua et ki
insanlığın bir zerresini dahi olsa bana geri versin” demiştir. Zâhirine
bakıldığında çirkin bir ifâdedir. Art niyetli biri bu ifâdeye bakıp bu zât
kendini Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem )’den üstün görüyor çünkü
Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem ) “Ben ancak bir beşerim ve bir
beşerin kına yaktığı gibi ben de kına yakıyorum” buyurmuştur. Maruf ise
kendisinde beşeri sıfatlardan bir eser kalmadığım söylüyor, diyebilir. Aslında
bu ifâde tahkik ehli katında açık ve anlaşılır bir sözdür. Ancak bunu onların
dışındakiler bu açıklıkta anlayamazlar. Çünkü her ilmin ince noktalarını onunla
meşgul olan ve ömrünü onun hakikatlerini anlamak için geçiren kişiler kavrar.
Tasavvuf ilmi, ilimlerin en değerlisi ve en zor
anlaşılanıdır. Sûfılerden başkası bu ilmin gizlisini ve açığını bilemez. Benim sunduğum müşkül
ifâdeler ancak onların katında çözüm bulunur. Bundun dolayı beni suçlayanbu
zevâtın tasavvuf ilminden haberleri olmadığı açıktır. Hz. Resûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem ) birçok sahih rivayette kendisinin, Hz.
Ebubekir,
Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali gibi bazı sahabelerin cennet ehlinden
olduklarını haber vermiştir. Sahih hadis kitaplarında Hz. Resûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem )’den gelen uzun bir rivâyette şöyle buyurduğu haber
verilmiştir: “Rabbimin huzurun girerim ve secdeye kapanarak ümmetime şefâat
ederim.” Yine Sahihayn (Buhari ve Müslim)’de Hz. Resûlullah (salla’llâhü aleyhi
ve sellem )’in minberde iken şöyle buyurduğu haber verilir: “Muhammed’in
nefsini elinde tutana yemin ederim ki cennet ehlinden miyim yoksa cehennem
ehlinden miyim bilmiyorum.” Bu -birbirine zıt gibi gözüken iki hadis-, bir
problemdir. Fakat tasavvuf yoluna girmiş, şatahatı bilmeyen birinin katında
bunun cevabı çok açıktır. Bayezid-iBistâmî’nin, Allah Teâlâ bütün kâinata hitap
ederek. “Ey Bayezid! Bunların hepsi kullarımdır ama sen hariç buyurdu ve beni
kulluktan çıkardı” sözünün zâhirine bakıldığında art niyetli bir kimse, Hz.
Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem ): “Ben kulum” buyururken ve diğer
bazı peygamberlerden gelen haberlerde her birinin “Beni rahmetinle kullarından
eyle” diye dua ettikleri bize aktarıldığı halde nasıl olur da onların
hâricindeki biri çıkıp “Beni kulluktan çıkardı” demesi caiz olur? Derse buna
nasıl cevap verilir? Bu tasavvuf yoluna girmemiş kişi için bir problem iken
tasavvuf erbabının katında bunun cevabı güneşten daha açık ve zâhirdir.
Şibli’nin sözü, Bayezid’in sözünden daha açıktır.
Bayezid’in az önce zikrettiğimiz sözünü duyduğunda Şiblî “Hak Teâla bana bundan
daha fazlasını mükâşefe yoluyla gösterdi ve buyurdu ki bütün yaratılanlar
kulumdur. Ama sen hariç.Çünkü sen, benim” buyurdu. Yine Şiblî’nin bu
sözlerinden biri de kendisine “Senin sevindiğin anların oldu mu?” dendiğinde O:
“Allah [Teâlâ]’ı zikreden kimseyi görmediğim zamanlar sevinirim” diye
cevap verir. Eğer art niyetli bir kişi dese ki “bu küfürdür. Çünkü bütün
peygamberler insanları Allah [Teâlâ]’a imana ve O’nu anmaya çağırmak için
gönderildiler ve onlar, ancak bu davetleri karşılık bulduğu sevinirlerdi. Nasıl
olur da Şiblî’nin “Ben Allah [Teâlâ]’ı kimse zikretmediğinde sevinç duyarım”
demesi caiz olabilir? Yine Şiblî dualarında “Allah’ım düşmanlarıma Adn
cennetini nasip eyle. Beni ise bir göz açıp kapayana kadar dahi olsa senden
ayrı bırakma” derdi. Eğer art niyetli olan kişi Hz. Resûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem ) dualarında “Allah’ım senden cenneti istiyor ve cehennemden
de sana sığınıyorum” derken nasıl olur da Şiblî’nin dediklerine hak
verilebilir.
Birçok sûfîden gelen haberlerde “Kim Allah [Teâlâ]’a
herhangi bir şey karşılığında ibadet ederse alçaktır” dedikleri nakledilmiştir.
Yine Kuleyb es-Sincânî ki, bela ehlindendir. Şöyle buyurmuştur. “Eğer Hz. Eyyüp
hayatta olsa idi onunda sabırda yarışırdım.” Art niyetli olan bir şahıs “Bu
sözün sahibi peygamberlere nübüvvetlerinde meydan okumuştur ve bu küfürdür”
derse sözün zâhirine bakılırsa haklı olmuş olur. Bütün bu anlatılardan daha
hayret verici olan Şakîk-i Belhi ile ilgili anlatılan şu kıssadır. O süfıyeden
bazılarına ariflerin sıfatlarından sorduğunda biri şöyle cevap verdi. “Onlar
kendilerine verildiğinde şükrederler, mahrum bırakıldıklarında ise
sabrederler.” Şakîk Ona dedi ki “Bunları bizim Belh’teki köpeklerin
sıfatlarıdır.” O kişi de sordu “Peki ariflerin sıfatı nedir?” Şakîk buyurdu ki
“Mahrum bırakıldıklarında şükrederler kendilerine verildiğinde ise başkalarını
kendilerine tercih ederler” bunun üzerine biri dese ki “Allah, Kur’an-ı
Kerim’in birçok yerinde sabır ve şükür ehlini övüyor. Şakîk onları köpeklere eş
tutuyor.” Bu sözün kalplere tesiri büyük olur. Ancak tasavvuf erbabının görüşlerini
ve sözlü geleneğini bilenler bu hakikatin farkındadırlar.
Vâsıtî Nişâbur’a girdiğinde Ebu Osman’ın dostlarına
“Şeyhiniz size neyi emrediyordu?” diye sorar. Onlar “Taâtlere devam edip
onlardaki kusurları görmeyi” dediler. O da “size saf Mecûsiliği emrediyormuş.
Size yaptığınız taâtleri unutmayı ve o ibadetleri emredeni görmeye çalışmanızı
emretseydi ya!” buyurdu. Buna itiraz eden kişi “Bu söz küfürdür. Çünkü o taâte
devam etmenin saf Mecûsîlik olduğunu iddia etti. Hâlbuki bu ifade Allah ve
Resul’ünün buyruklarına aykırıdır. Çünkü Kur’an-ı Kerim baştan sona taâti ve
taât ehlini övmektedir, "diyebilir. Sadece sözün zahirine bakılırsa ve bu
sözler yorumlanmayıp olduğu gibi değerlendirilirse bu kişi iddiasında haklı
olur.
Bil ki tasavvufun birçok kısımları vardır. Her bir
kısmı ile amel eden bir topluluk vardır. Bu ilmi bütünü ile kuşatan çok az kişi
vardır. Bu kısımlardan birisi “sülük ilmi” diye adlandırılır ki bununla ilgili
ciltlerle kitap yazılmıştır.
Şiblî’nin “Otuz yıl boyunca sabah aydınlığına kadar
geceleri hadis ve fıkıh yazma ile meşgul oldum. Kendilerinden bu ilimleri
aldığım ve yazdığım zevata gidip ben Allah’ın fıkhını tahsil etmek istiyorum
dediğimde kimse bana bir şey söylemedi.” Sözünde tasavvuftaki bu bölümlere
işaret vardır. O risalede beni eleştirdikleri diğer bir konu da Allah’ın
Peygamberler tarafından dahi tam olarak idrâk edilemeyeceğini söylememdir.
İdrâk, kişinin bir şeyi tam anlamıyla eksiksiz bir şekilde kavraması, bilmesidir.
Bu ancak Allah için tasavvur edilecek bir hakikattir. O halde Allah’ Allah’tan
başka kimse tam anlamıyla bilemez. Cüneyd’in dediği gibi “Allah’ı hakkıyla
takdir edemediler” ayetinden “O’nu hakkıyla bilemediler” manası kastedilmiştir.
Hz. Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem .) da şöyle buyurmuştur. “ Eğer
Allah’ı hakkıyla bilseydiniz dualarınızla dağlar yok olur, denizlerin üzerinde
yürürdünüz. Ve Allah [Teâlâ]’tan hakkıyla korksaydınız beraberinde cahilliğin
bulunmadığı bir ilme sahip olurdunuz. Fakat bu dereceye hiz kimse ulaşmamıştır.
Denildi ki: “Sen de mi ya Resûlullah?” buyudu ki: ‘Evet ben de.” Allah
kendisine erişilmekten münezzehtir Hz. Ebubekir es- Sıddîk şöyle buyurmuştur. “Yarattıklarına
mârifetullaha ermeleri için onu tanımaktan âciz kalmalarından başka bir yol
bırakmayan Allah [Teâlâ]’ın şâm ne yücedir.” Ahmet bin Atâ’da “Hiç kimse
mârifetullaha eremez. Bu rubûbiyetinin hakikati ve samediyet sıfatının bir
gereğidir.” Buyurmuştur.
Ebu Hasen en-Nûrî’ye “O, ancak akıl ile idrâk
edilebildiği halde nasıl olur da akıl onu idrâk edemez?” diye soruldu. O da
buyurdu ki “Sınırlı olan sınırsız olanı nasıl idrâk etsin” Ebu Abbas
ed-Deynurî’ye “Allah [Teâlâ]’ı neyle tanıdın?” diye sorulduğunda
o, “O’nu
tanıyamayarak” diye cevap verdi. Zünnûn “Kim Allah’ı tanıdığını zannederse O’nu
tanımamıştır. Kim O’nun zatının bilgisini elde ettiğini iddia ederse onu
bulmamıştır. Ve kim O’nu bir şeye benzetirse O’nun hakikatini kavramamıştır”
buyurmuştur.
Marifetullah ve O’nun hakikatinin bilgisine ulaşmayı basar, sem’i, kelâm, irâde, hayat, kudret ve
ilim gibi O’nun sıfatlarını
bilmekten ibâret olduğunu sanan bir kişi için mârifatullaha ulaşmak zordur, güç
bir iştir. Çünkü işin aslı böyle değildir. Tasavvuf erbâbı Allah [Teâlâ]’ı
bilmek ile mârifetullah arasında büyük bir fark görürler. Vücud’u kadîm olan Allah
[Teâlâ]’ı bilmek kolaydır. “Allah’ta
(O’nun varlığında) şüphe var mı?” âyetinde
buna işaret vardır. O’nun zâtının hakikatini idrâk ve hakikatinin bilgisini
elde etmek Allah [Teâlâ]’tan başkası için mümkün değildir. Yukarıda ifâde
ettiğimiz bütün sözler buna işâret etmektedir. Bu âlemin ezelî bir
yaratıcısının varlığı bilgisi hakikat ehli için müşkül bir durum değildir.
Bilakis bu onların katında güneşin varlığından daha aşikârdır. Basiret sahibi
olan kişilerin güneşin varlığı hakkında tartışmaları nasıl tasavvur dilebilir?
Evet, ama olan kişinin kulaklarıyla duyuncaya kadar bu hakikatten şüphe duyması
normal karşılanabilir. Bu durumda hakîki varlık olan zâtın varlığı hakkında
nasıl şüphe duyulabilir! O’nun haricindeki her şey varlık âleminde O’nunla
görünürler. O’nunla vücut bulurlar. Eğer O olmasaydı kesinlikle hiçbir şey var
olmazdı. O’nun yokluğu düşünülürse -O ademiyetten münezzehtir.- Her şeyin
varlığı batıl olur. Arifler şeylerden -yaratılmış varlıklar- yola çıkarak Allah
[Teâlâ]’ı tanımaya çalışmazlar. Aksine Allah [Teâlâ]’ın nûru ile eşyaya
bakarlar. Hz. Ebubekir’in buyurduğu gibi “Neye bakarsam bakayım O’nun öncesinde
Allah [Teâlâ]’ı görüyorum.” Buradaki görme süfiyenin ve Fakihlerin farklı
anlamlarda kullandıkları müşterek bir lafızdır. Ancak bizim buradaki gayemiz
bunu açıklamak değildir.
Süfiyenin şathiye dedikleri şiddetli
coşku ve sekr halinde kişiden sadır olan garip kelimeler vardır. Bu halde
bulunan kişi kendine hâkim olamamaktadır.
“Bana şarap verip şarkı söyleme dediler
Eğer, Şurûrî dağlarına bana içirdiklerini
içirseler şarkı söylerlerdi ”
Bayezid-i
Bistami’nin dediği gibi “Yılanın derisinden ayrıldığı gibi bende benliğimden
ayrıldım. Bir de baktım ki ben, O’yum.” Ye şu söz de ona aittir. “Allah’ım beni
vahdaniyetinle süsle, bana benliğini giydir. Ve beni ahadiyetine çıkar. Ta ki
bana yarattıkların baktığında seni görsünler, orada gördükleri sen olasın ve
ben orada olmayayım.” Bununla ilgili misaller çoktur. Nitekim sûfîlerden manzum
şeklinde ulaşan sözleri vardır. Bu bağlamda bazılarının dediği gibi
“Benimle senin aranda olan ben, benimle
çekişiyor
Sen varlığınla beni aradan çıkar ’’
Hz.Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem )’den
rivayet edilen bir hadis-i kutside de “ Kul bana nâfıleler ile
yaklaşmaya devam eder ta ki onu severim. Onu sevince de onun duyan kulağı gören
gözü ve konuşan dili olurum. ”buyurulmaktadır.
Bu halde kendine hâkim olamadığı için coşkusuna yenik
düşen kişi aklı ezelî olan Sultân’m aydınlık nurunda yok olunca “Kendimi tenzih
ediyorum. Benim şâmm ne yücedir!” ve daha önce dile getirilen benzer laflar
söylerse bundan dolayı suçlanmaz. Çünkü âşıkların sözlerinin üstü kapatılır,
anlatılmaz(ifşâ edilmez).
Bir erkek kuş dişisine kur yapıp kendisi ile beraber
olmasını istemiş. Fakat dişi kuş bunu kabul etmez. Bunun üzerine erkeği der ki
“Ya bana itâat edersin ya da Hz. Süleyman’ın mülkünün altını üstüne getiririm.”
Bunun üzerine rüzgâr o sözü Hz. Süleyman (a.a)’a götürdü. Hz. Süleyman (a.s.)
da o kuşu huzuruna çağırdı. Ve bunu ondan sordu. O da “Ey Allah’ın peygamberi!
Âşıkların sözü anlatılmaz” deyince Hz. Süleyman bu cevabı beğendi.
Bütün bu
sorunlu ifâdeler risâlenin çeşitli bölümlerinde serpiştirilmiş bir şekildedir.
Eğer bu ifâdelerin öncesine ve sonrasına bakılırsa itiraz edilecek hiçbir şeyin
olmadığı anlaşılırdı. Allah [Teâlâ]’ın ayetleri ve Resûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem .)’ın hadislerinin farklı yerlerinde Allah [Teâlâ]’ın
sıfatları ile ilgili öyle ifâdeler ve lafızlar var ki eğer bunlar - asıl
bağlamlarından koparılıp bir araya getirilip zikredilse şüphe, kuruntu ve
delâlet ehlinin yaptığı gibi yanılgıya düşülür ki bu kalplerde büyük bir tesir
bırakır. Eğer her kelime illeti ile beraber uygun bir şekilde yerinde
kullanılırsa, ne onu duyan kulak bunu yadırgar ne de fıtrat onu çirkin görür. Allah
[Teâlâ] hakkında öyle mücmel ifâdeler var ki bunlar doğruya veya hataya
yorumlanabilecek tarzdadır. îstivâ,
nüzûl, gadap, rızâ, muhabbet, şevk, sevinme, gülme, hoşlanmama ve tereddüt etme gibi. Ve yine suret,
yüz, göz, el, parmak, duyma ve görme
gibi ifadeler de bunlardandır. Allah-u Teâlâ’nın, Kur’an-ı Kerim’de “Kim Allah [Teâlâ] ’a güzel bir borç vermek
ister.” Veya “Kullarının tövbesini kabul eder ve sadakaları
da alır. ” gibi buyrukları da bu
kapsamdadır. Allah [Teâlâ]’ın Hz. Musa (a.s.)’ya “Hastalandım beni ziyaret etmedin, acıktım bana
yemek vermedin” buyurduğu Hz.
Musa’nın sıkıntısından bir oturup bir kalktığı ve nihayetinde “7a Rabbi! Sen hastalanır ve acıkır mısın?” dediği Allah’ın ise “Falan kulum hastalandı ve falan kulum acıkmıştı
eğer onu doyursaydın, şunu da ziyaret etseydin beni onların yanında bulurdun” buyurduğu rivayet edilmiştir. Bu Hz. Dâvûd (a.s.)’a
vahyedilenle örtüşen bir ifadedir. Çünkü O, “7a Rabbi seni nerede bulurum?” diye sorduğunda kendisine “Benim için kalbi kırılmış olanların yanında” buyrulmuştur. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve
sellem .)’e indirilen Kur’an’da da “Allah
takva sahipleri ve iyilik yapanlarla beraberdir” ve “Allah sadıklarla
ve sabredenlerle beraberdir” veya
“Allah iyi iş yapanlarla beraberdir” buyrulmaktadır. Bu mücmel ifadelerden dolayı birçok
kişi delâlete sürüklenmiş bazıları ise dinden çıkmışlardır. Onlar şöyle
dediler. “Madem ki nübüvvet haktır neden Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem ) Âlemin Yaratıcısı’m bir cisme nispet edilecek sıfatlarla niteliyor.
Çünkü cisme sahip olmak sonradan yaratılmışlığa delildir.” Bütün bunlar onların
bilgilerinin eksikliğinden ve Arap dili konusundaki malumatlarının az
olmasından kaynaklamyor.
Nice gâib kişilerden doğru sözler sadır olmuş
O sözlerin âfeti ise sakat anlayışlardır.
Kur’an-ı
Kerim bu kişiler için şöyle buyurmaktadır: “(O
inkârcılar), ilmini kavrayamadıklarını ve hakîkati/yorumu kendilerine gelmemiş
olan şeyi yalanladılar. ” Ve yine
şu ayetler onlara dikkat çekiyor. “Fakat
onlar bu (kuran) ile doğru yola girmedikleri için bu eski bir yalandır
diyecekler. ” Dinde derin anlayış
sahibi olanlara bu âyetlerin yorumu ve hakikati güneşten daha açıktır. Hâlbuki
insanların bazıları bu ifâdelerde kayboldular ve ne yapacaklarını şaşırmış bir
hale geldiler.
“Müşkülleri ancak İbn-i Hürrâ açıklayabilir.
Ölümün şiddetini görüyor sonra da onu ziyaret
ediyor. “
Eğer bu
mücmel lafızların yorumuna ulaşmak kolay olsaydı neden Resûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem ) bu ümmetin âlimi Abdullah bin Abbas’a “Ya Rabbi onu dinde
Fakîh kıl ve ona Kur’an’ın te’vilini öğret” şeklinde dua buyursun? Bu ilim
umuma zor gelse de bu ilimde mütehassısa olan kişilerde kolaydır.
“Ben geceleri yeterince yatıyorum ve kafam çok
rahat
Başkaları benim yazdıklarımı
anlamak için uykusuz kalırlar ve bunları tartışırlar. ”
Hadis ve Kur’an-ı Kerim’de değişik yerlerde geçen bu
mücmel ifâdeleri bir mülhid toplayıp bir araya getirse ve bir imamdan fetva
telep ederek derse ki “Peygamberlik iddiasında bulunup da Allah [Teâlâ]’ın
acıktığını, hastalandığını, öfkelendiğini, sevindiğini, güldüğünü, sevdiğini,
nefret ettiğini, yarattıklarından borç aldığını ve onlardan sadaka kabul
ettiğini, yüksekten aşağıya nüzul ettiğini, insana benzer bir suret taşıdığını
bunun bir işareti olarak da yüzü, kulağı, gözü, eli, ve parmağı olduğunu iddia
etse buna ne dersin?” İmam, bu mülhidin içinde gizlediği maksadın farkına
varmadan bu ifâdeleri söyleyen kişilerin hakikatten habersiz ve davasında bâtıl
olduğunu söyleyebilir. İmam’ın verdiği bu hüküm o mülhidin ayrı ayrı yerlerde
geçen bütün bu ifâdeleri bir araya getirerek onları doğru anlaşılması için
beraber kullanıldıkları karinelerden soyutlayıp yanlış anlaşılacak bir şekilde
sunması sebebiyledir. Bu lafızlardaki yanlış anlaşılmaları ortadan kaldıran
karineler ise “O’nun bir benzeri
yoktur. ” ve “Hiç yaratan yaratmayan gibi olur mu? ” buyruklarıdır. Mâdem bütün bu -yanlış anlaşılmaya
ihtimali olan -ifâdeleri bir araya getirmek bu derece olumsuz bir tesir
bırakıyor. O zaman bu lafızların, başka lafızlarla değiştirildiğinde nasıl bir
tesir bırakacağını siz düşünün. Elbette nüzûlü hareketle, istivâyı istikrâr ile
eli kol veya avuç ile, işitmeyi kulak veya kulak deliği ile, yüzü et veya kemik
ile, nefsi beden ile değiştirdiğimizde yanlış anlaşılmalara neden olur. Fakat
nüzûl, istivâ, el, vech ve diğer lafızlar Kur’an-ı Kerim ve hadislerde
zikredildiği gibi ele alınıp değişim ve dönüşümden, cem’ (bu lafızların bir
araya getirilmesi) ve tefrikten (bir birine bağlı ifâdelerin arasını ayırmak)
ziyâde ve noksanlıktan kendisinden önceki ve sonraki ifâdeler ile bağı
koparılıp onlardan tecrit edilmekten ve ona asıl manayı kazandıran karinelerden
soyutlamaktan korunursa bu lafızlardaki kapalılık zayıflar ve yanlış anlaşılma
giderilir.
Bütün bu lafızları bir sayfada toplayıp bir defa da
zikretmekle ona doğru anlamı kazandıracak kelimelerle - ki bazen binlerce
kelime buna ifâde etmekte yetersiz kalır - beraber zikredilmesi arasındaki
farkı anlayamayacak kişi kastedilen manayı idrâk etmekten ne kadar uzaktır!
Mâlik b.
Enes, Ebu Hanife, İmam Şâfıî, Ahmet b. Hanbel ve Süfyân-ı Sevrî gibi büyük
âlimler dahi kendi dönemlerinde kıskanılmış ve türlü eziyetlere maruz kalmışken
bana ne oluyor da bu dönemde yaşayan âlimlerin beni yadırgamalarına
şaşırıyorum. Nitekim süfiyenin büyüklerinden olan Cüneyd-i Bağdâdî, Şiblî,
Bayezid Bistami, Zünnun-u Mısri, Sehl bin Abdullah et-Tusteri, Ebu Hasen
en-Nûrî ve Semnûn el- Muhibb gibileri de aynı âkıbete uğramışlar. Bu haylırlı
zevâtın uğradığı sıkıntıları ihtiva eden kitaplar tasnif edilmiştir. Ben
bunlardan bazılarını zikrettim fakat vakit dar olduğu için daha fazla uzatmak
istemedim ve şu beyitleri misal olarak getirdim.
“Şimşek Need’e doğru yöneldi, ben de ona dedim
ki,
Ey şimşek! Ben şenle
ilgilenmiyorum.
Daha yirmili
yaşlara gelmeden çocukluk yıllarımda elli ve altmış yaşındakilerin bırakın
onlar gibisini yazmayı anlayamadıkları kitaplar telif ettim. Bu durumda
kıskanılmam şaşılacak bir şey değildir.
“Beni haset ediyorlarsa onları kınayacak
değilim.
Benden önce de fazilet sahibi insanlara haset
edildi ”
Kim benim sözlerimin sıhhatine vakıf olmak istiyorsa
yazdığım kitapları eline alır ve içine bakar. Sayfalarını çevirerek
içindekileri tam manasıyla kavramak için bütünüyle inceler.
“Kıra’l ‘Aşi ila Mârifetu’l Averan ve’l E’âşi” isimli
risalem ve yine “Er - Risaletu’l- A’laiyye” ve “El Muftelezu Mine’t-Tasrif - ki
bu ikisi eserlerimin bir özetidirler “Amâli’l - İştiyâk Fi Leyâli’l- Firâk”
lakaplı risalemle “Münyetü’l - Heysüb” isimli risalem - bu Hint hesap ilmi üzerinedir
“Gayetu’l Bahs ‘an Mana’l Bahs” ve “Salvetu’l - Bazili’l- Emun Ala İbni’l -
Lebun” isimli risale ile “Zubdetu’l - Hakaik” ismini verdiğim bu son yazdığım
kitabım, eserlerimdendir. Ben bu kitabı (Zübde) yazdığımda henüz yirmidört yaşındaydım. Takdirin imtihanından
geçtiğim bu yıl otuzüç yaşıma ulaştım. Bu yaş, Allah-u Teâlâ’nın Kur’an-
Kerim’de “nihayet erginlik çağma ulaştığı zaman” ayetinde ifâde buyurduğu gibi
olgunluk yaşıdır. Kırk yaşma geldiğinde kişi tam olgunluğa erer. Aşk ile ilgili
on gün içerisinde yazıp tamamladığım bin beyitten oluşan “Nuzhetu’l-Uşşak ve
Nuzhetu’l-Muştak” ismiyle bilinen eserimde topladım. Şu beyitlerde onlardan bir
demettir.
“Bir
kadın ki Me ’ad kabilesinin en hayırlı anne ve babasının nesebindendir
Aslanlara
benzeyen cengâverler tarafından korunmada
Keskin
kılıçla ve uzun ve sivri uçlu mızraklarla
Tüysüz
küheylanlar üzerinde asâletle düşman üzerine akın ederler.
Her
birinin elinde zarif sağlam ve uzun mızraklar...
Arkadaşlarım
yataklarında uykudayken o ( sevgili) geldi
Sa ’dın
iffetli hizmetçileri kendisine eşlik etmede
Zengin
ve varlıklı bir adamı ziyaret etmek için
Dağları
ve tepeleri tepeleyip geldiler.
Şan ve
şeref elbiselerine bürünmüş olarak
Hoşça
ve keyif dolu bie gece geçirdiler
Ve ben
Hind’le yan yana, neşe içindeydim
Güzel
kokular içindeyken onu öpüyorum
Dudaklarımla
yanaklarındaki gülleri deriyorum.
Her biri on
cilt olmak üzere geniş kapsamlı iki tane kitap yazımına niyet etmiştim. Bu
kitapların biri edebiyat ile ilgili olacaktı ki ismini “El-Medhal İla’l- Arabiyya
ve Riyâdat-u Ulûmiha’l-Edebiyye” diğerini ise “Tefsîr-u Hakaiki’l - Kur’an”
olarak koymuştum. Daha sonra dinin öncelikleri ve farz-ı ayn olan bilgiler ile
olan meşguliyetlerim bu iki kitabı yazmama engel oldu. İnsaf sahibi olup haset
ve cehâletten uzak olan insanlardan benim durumumun hakikatini bilenler şu
sıkıntılı durumda anlatmakta âciz olduğum davamın doğruluğunu bilirler. Şu anda
bende olan göğüs daralması, fikir dağınıklığı ve diğer olumsuzluklar beni
yeteri derecede delil getirmekten alıkoyuyor. İsteyen şu beyitlere dikkatin
yöneltsin.
“Kudâa’ya(bir
kabile ismi) sor: sözüme sadık kaldım mı? Yoksa velyeti alıp başa geçtiğimde
sözümü bir tarafa mı bıraktım.
Nice ordu komutanlarını mızrağımla öldürdüm ve
birçok harbe karıştım,
Onlar gibi nice kahramanlarla karşılaştım, hem
onlara ölüm kadehinden içirdim ve hem de ben içtim,
Nice kardeşler var ki
kendilerinden yardım dilenildiğinde icabet ederler, ben (savaş meydanlarında)
atlatın ayaklarını kaydırmakla kabul gördüm,,Ben şerefi kayıtsız bir şekilde
talep ediyorum, eğer ölürsem ölürüm, (diri) kalırsam da kalırım. ”
Bu risalede
zikredilmesi gereken konu selefin görüşlerinin hakikatleridir.- ki buna ihtiyaç
duyulmaktadır- Ben bunu üç bölümde ele aldım. Çünkü imanın aslı Allah’a,
Resûlüne ve Ahiret gününe imandan oluşur. Allah [Teâlâ]’a hamd, Hz. Muhammed
Mustafa (salla’llâhü aleyhi ve sellem )’ya ve diğer peygamberlere salât-u selâm
getirdikten sonra her bir asıl ile ilgili bir bölüm zikrettim. Allah [Teâlâ]fazlı
ve ihsamyla bizlerli hatâdan muhafaza etsin.
I.
BÖLÜM
Allah’a Ve
Sıfatlarına İman Konusu
Bil ki Allah [Teâlâ] vardır ve yokluğu düşünülemez.
Birdir, parçalara ayrılması tasavvur edilemez. O her şeyin sahibi çok cömert,
çok esirgeyen, çok merhametli güç ve ikram sahibidir. Yüce isimlere sahiptir.
Yarattıkları’nın kalpleri onun elinde (tasarrufunda)dir. Ve âlemlerin yuları
kudretindedir. Her güç O’nun kudretine boyun eğdiğinden, Onu hiçbir şey işinden
alıkoyamaz. (Zâtı itibari ile) eşsizdir.“7e£”liğinde benzeri yoktur.
“Bir”liğinde ise ortağı yoktur. Samediyyetinde (kimseye muhtaç olmamasında)
misli yoktur. Birliğinde de eşi ve ortağı yoktur. Hem dünya hem de ahret O’nun
güç ve kudreti altındadır. Zâtı itibari ile öncesizdir. O her şeyden önce
vardır. Her şey son bulduktan sonra bâkî olarak kalacak, O’dur. O her türlü
hamd ve övgüye layık ve her istediğini gerçekleştirecek güce sahiptir. Her şeye
yakın olması itibari ile yücedir ve yüceliği itibari ile her şeye yakındır.
Bâtınında zâhir olur ve zâhirinde bâtındır. Nurunun şiddetli bir şekilde parlak
olmasından dolayı yaratılanlardan gizlenmiştir. O, Cebbâr’dır. O, Kahhâr’dır,
kendi zatında kâimdir. Her şeye gücü yetendir. O’nun öncesi ve sonrası yoktur.
O ilmi ile her şeyi kuşatmıştır. Dünya ve ahret de sonsuz cömertliği ile
verdiği hayırlar ile taşmıştır. Gayb’ın anahtarları O’nun elindedir ve onları
O’ndan başkası bilemez. Görünen bütün nimetlerin kaynağı, kesintisiz nimetleri
sahibi ve güzel faziletlerin kaynağı O’dur. Yaratılanları güzel yapan gücünde
yüze olan eşsiz eserlerin sahibi, sınırsız cömert olan ezelden ihsan sahibi,
ikramının çokluğuyla övgüye layık, zâhir ve görünen mülkün sahibi, O’dur. Yeri
ve göğü yaratıp orada meydana gelecek her şeyde tasarruf sahibi, O’dur. Her
şeyi takdir etti ve en güzel bir şekilde düzen koydu. Her zerrenin altında
hayret verici sıralar vardır. Kulları emirlerine karşı gelerek kötülük
yapmalarına rağmen O, onlara olan ihsanını arttırır. Kullar âsîlik yaparak
O’nun öfkesini üzerlerine çekecek şeyler yaparken O, kullarına şefkat etmeye
devam etmektedir. Nimetleri sayılamaz. O’nun mükemmelliğinin parlaklığına
kendilerinde ve görünüp O’na işaret eden apaçık delillere bakmaya güç yettirmek
mümkün değildir. Her şey O’nun azametine boyun eğmiştir. Yer ve gökler O’nun
kudreti ve kabzasındadır. Kadîmdir ki O’nun evveli yoktur, bâkîdir ve
sonsuzluğunun sınırı yoktur. Her zaman vardır ve O’nun için zevâl - yok olma -
düşünülemez. Her hâlükârda Zât’ı ile mükemmeldir. Bütün mükemmel sıfatlarla
muttasıf cemal ve celal sıfatlarıyla nitelenendir. Güzel isimlerin ve yüce
sıfatların sahibidir. O ne cisimlere benzer ve ne de bölünme kabul eder.
Zâtı ile ezelîdir. Sıfatları itibari ile ebedidir. O, gökleri ve yerleri
yaratmadan öncede vardı. Şu anda da eksiksiz ve mükemmel sıfatlara sahiptir.
Hem zâtı ve hem de sıfatları itibari ile diğer varlıklara benzemez. Bilakis tüm
varlıklar O’nun kudret deryasından bir katre ve O’nun varlığına delalet eden
birer âyettir. Toz zerreciği gibi bir m
işkal zerre dahi O’nun ezelî ilminden gizli
değildir. Göklerin üzerinde bulunanlar hakkında bilgisi nasıl ise yerin altı
ile ilgili bilgisi aynı derecededir. Bütün varlıkları dağlardaki bir kum tanesi
veya denizlerdeki bir damla misâli ilmi ile kuşatmıştır. Hiçbir bakış O’nun
iradesi dışında değildir ve hiçbir düşünce O’nun isteği dışında gerçekleşmez.
O, ne isterse olur. Ve neyi istemezse o olmaz. Yaratılmış her varlığın, Allah
[Teâlâ]’ın ezelde takdir ettiği ve o zamandan beri ilminde sabit olduğu gibi ne
eksik ne fazla, ne erken ne de geç olması mümkün olmayan bir eceli vardır. O,
her şeyi duyan ve her şeyi bilendir. Duyulan hiçbir şey ve görünen hiçbir şey
O’ndan gizli kalmaz. Söylenen ve gizlenen sözler O’nun katında ayrım olmaksızın
aynıdır, hepsine muttalidir. Ve kalbin açığa vurduğu ve gizlediği her şey O’nun
katında açıktır. O’nun sıfatlarının mükemmelliğini idrak etmeyen anlayışlar
zayıftır. O kavl-i kadîm ile konuşur. Kelâm’ı kendi Zâtında kâim hiçbir beşer
sözüne benzemez. Muhkem olsun müteşâbih olsun bütün buyrukları böyledir. Bütün
emir ve nehiyleri(yasakları) haktır. Vâdettiği ve korkuttuğu her şey
gerçekleşecektir. Ona hakîki ve yakînî(her türlü şüpheden uzak) bir şekilde
iman ediyoruz. O’nu şâm ne yücedir! O Hayy(diri)’dır, ölmez. O Bâkîdir, fenâ
bulmaz. Bütün mevcûdâtı görünür kılan ve ve yaratmada ortağı olmayandır. O’nun
şâm ne yücedir! ( Ona işaret eden) deliller ve hükümranlığı çok açıktır.
Verdiği nimetler sayılamaz. Kalpler O’nun güzelliğini ve azametini takdir
edemez. Kim de O’nu her şeyi ile kavramak isterse O’nun yüceliği o kişiyi
emeline ulaşmaktan alıkoyar. O azametinde ne yücedir! Cemâlinde eşsizdir.
Nuru’nun aydınlığı her yeri kaplamıştır. Varlığında dâimdir. “Bir” ve “tek”
liğinde yücedir. Onun öncesi ve sonrası yoktur. O yerin ve göklerin tek
vârisidir. O Hayy(diri) ve Bâkîdir. Her hangi bir kimsenin, Onun mükemmelliğini
tavsif etmesinden ve Sıfatları’nın hakikatini açıklamasında yücedir.
II.
BÖLÜM Peygamberlere İman Konusu
Bil ki, Allah
[Teâlâ], peygamberleri müjdeleyici ve uyarıcı olarak göndermiştir. Hz. Muhammed
(salla’llâhü aleyhi ve sellem .)’i ise arap olsun acem olsun, siyah olsun beyaz
olsun bütün insanlara göndermiştir. Onu açık mücizelerle desteklemiştir. Ona
gönderdiği şerî’at ile kendisinden öncekilere gönderilen hükümlerden
istediğinin hükmünü kaldırdı, dilediğini de olduğu gibi sabit bıraktı. O, bütün
peygamberlerin sonuncusu ve bütün insanların efendisidir.
“Heyhât! Zaman Onun gibisini bir
daha doğurmaz,
Çünkü zaman Onun gibilerini vermede
cimridir. ”
Nübüvvet
peygamberlerin, akıl yetisi ile ulaşılması düşünülemeyen bazı mükemmelliklere
ulaşmasından ibâret bir makamdır. Akıllı olan kişiye düşen şey, bu katî ve açık
delillere bakarak buna bu şekilde inanmaktır. Akıl sahibi birinin akıl yolu ile
bu mükemmellikleri kavraması hâşâ mümkün değildir. Peygamberlik alanı velâyet
alanının ötesidir. Velîlerin ulaşabildiği son nokta Peygamberler için başlangıç
noktasıdır. Velâyetin alanı ise aklın alanının ötesindedir. Akıllı kimselerin
ulaştıkları son nokta velîler için başlangıç noktasıdır. Kim ki filozofların
görüşlerini kabul edip peygamberleri çok akıllı dâhi birer şahsiyetten ibaret
görüp, getirdiği bütün emir ve yasakları bir hikmete binâen kendisinin ortaya
koyduğunu iddia ederse o İslam dâiresinden çıkmış bir cahildir. Çükü paygamber
kendi hevâsından konuşmaz, konuştuğu vahiydir. Hz. Resûlullah’tan sonra imâmet
haktır. Bu makama ondan sonra Hz.Ebubekir, Hz.Ömer, Hz.Osman ve Hz.Ali gelmiştir.
Bunu bize tevâtüren gelen ümmetin icmâsından(ittifâkından) biliyoruz. Daha
gençliğimin ilk yıllarında bir kaside yazdım. Uzun bir ayrılıktan sonra
sevgiliye kavuşma hâlinden daha tatlı bir şeydi. O kasidede Hz. Resûlullahı ve
raşid halifeleri övdüm. Aslında böyle bir şey( Onlardan bahsederek) ile kendimi
ve şiirimi övmüş oldum. Bu kasidem yetmiş beyitten oluşmaktadır. Bu beyitler de
o kasidedendir.
“Ona doğru zayıf ve yoğun develeri sürüyorum,
bazen hızlı ve bazen yavaş bir yürüyüşle bu yolculuk onları neredeyse helak
etti,
Boynu ve bedeni torprağa bulanmış ve hasta
gözleri çapaklanmış, hasta olmuş,
Eğer bineklerim beni ona ulaştırmazsa, yemsiz
ve susuz kalsınlar (helak olsunlar). ”
Âhirete İman
Konusu
Bil ki,
kabir ahret yurdunun ilk evidir. Bize ulaşan haberlere göre orada Münker ve
Nekîr’in sorgusu olacaktır. Zayıf akıllarımızla bunu kavramamız mümkün
değildir. Âhiret’te meydana gelecek şeylerin çoğu ancak nübüvvet nûru ile idrak
edilebilir. Veliler ve dinde derin anlayış sahibi olanlar az bir kısmını
kavrar. Kabir ya cennet bahçelerinden bir bahçe veya cehennem çukurlarında bir
çukurdur. Bizim bu çukurları veya Münker ile Nekîr’i görmeyişimiz ölününde
bunları görmeyeceği anlamına gelmez. Çünkü biz şehadet ve mülk âlemindeyiz, ölü
ise melekût ve gayb âlemindedir. Hz. Resûlullah onlar için “ Onlar öyle iki
melektir ki, korkutucu mavi gözlüdürler. Yeri azı dişleri ile kazırlar.
Ayakları ile uzun saçlarına basarlar. Gözleri yıldırım ve sesleri çakan şimşek
gibidir.” buyurmuştur. Bunun üzerine Hz. Ömer “Ya Resûlullah benim bu aklım o
zamanda bende olacak mı?” diye sorunca, Hz. Resûlullah “Evet” buyurdu. Hz. Ömer
de “ O zaman ben onların hakkından gelirim” buyurdu. Sonra kabirdekiler tekrar
çıkartılır ve ruhlar bedenlere iade edilir. İnsanlar çıplak ve yalınayak bir
şekilde yürüyerek elli bin seneye denk gelen (bizim şimdiki zaman kavramımıza
göre) bir günde haşredilirler. Akıllı bir kimsenin bu (aklen) mümkün olan
şeyleri tasdik etmekten başka çaresi yoktur. Ancak bunlar akıl yetisi ile idrâk
edilecek şeyler değildir. Akıl peygamberlere imanın gereğini ve onların hiçbir
zaman yalan söylemeyeceğini idrak ederse o takdirde ahret olayları dâhil
onların verdiği her habere de inanması gerekir. Bütün bunlar haktır. Örneğin,
insanların iyi ve kötü amellerinin tartılacağı mîzân ve cehennemin üzerinde
bulunan kılıçtan keskin ve kıldan ince olduğu bildirilen sırat köprüsü gibi.
Bazı insanlar üzerinden kuş gibi uçarken bazı kimseler yürüyerek ve bazıları
ise sürünerek onu geçecektir. Bazıları ise oradan cehenneme yuvarlanacaktır.
Cennet ve cehennem de öyledir. Orada ki
(cehennem) eziyetler ki, en büyüğü cehennemde ebedi kalmaktır. Bunun yanında
orada (cennet) tadılacak lezzetler ki, en güzeli Âlemlerin Rabbi’ne bakmak ve Onu
(n cemalini) görmektir.
Kur’anda
ve sahih sünnette bize ulaşan bütün haberlerin hak olduğuna inanıyor ve şeksiz
bunları tasdik ederiz. Havz (-1 Kevser) de öyledir. Ondan bir defa su içen kimse bir
daha susamaz. Baldan daha tatlı ve sütten daha beyazdır. Şefâat da haktır. Önce
peygamberler sonra evliyâlar sonra âlimler sonra şehitler ve sonra bütün
mü’minler şefâat edecektir. Hz. Resûlullah’ın buyurduğu gibi her mü’min şefâat
edecektir. Selef-i Sâlihin’in ve vefat etmiş olan âlimlerin îtikâdı budur. Onlar
bizim için örnektirler ve onların önderliğini kabul ediyoruz. Bende imanın
prensiplerini birkaç beyitte şöyle ifâde ettim:
“Cehaletle bağlanarak değil, Akıl yolu ile
Kadîm Varlığını ka’ti delillerle
bildim.
Semî’, Basîr,
Alim. Mütekellim ve aynı zamanda Kadîr, Hayat Sahibi, Fazilet Sahibi bir
Varlıktır.
Gökte ve yerde ne varsa hepsi onunla vardırlar,
üzüntü ve kolaylık adına her şey ondandır.
Yerde ve gökte Vâhid ve Kayyûm olan Zât ’tan
başka yaratan ve suret veren
yoktur.
Hiç şüphem yoktur ki, bütün insanları öldürüp
sonra da onları tekrar diriltecek O’dur. O (onların bedenlerini) çürüten
yeniden yaratandır.
Ben boş konuşmuyorum değerli sözler sarf
ediyorum, Hz. Resûlullah O’nun yarattıklarının en faziletlisidir.
Öldükten
sonra olacak her şey peygamberlerin sonuncusu Muhammed Mustafâ ’nın
anlattıkları gibidir.
Vallahi bu benim ve şeyhlerimin ve benden
öncekilerin i ’tikâdlarıdır.
Doğu ile batı arasında bulunan akıl sahibi bir
Müslüman bunların herhangi birine itiraz edebilir mi?
Aşka gelip semâ yapanların Rabbine yemin olsun
ki, elimde Allah ’a şöyle dua etmekten başka bir şey gelmiyor,
Ya Rabbi! Yeryüzünü onlardan (kendisine iftira
atıp hakkında türlü ithamlarda bulunanları kastediyor), eğer onların (hakkımda)
söyledikleri doğru ise(yeryüzünü) benim gibilerinden temizle. ”
En iyisi
ben göğsüm daralmış bir halde iken bu kadarıyla yetinip sözü daha fazla
uzatmayayım. Ben ilmin hukukunu ayaklar altına alan, hakkımda uydurdukları
şeylere dayanıp insaf ile hareket etmeyen ve Sultan’a gidip hakkımda iftiralar
atıp beni karalayan, hırka sahibi ve mezheb âlimlerinden hakkımı zâyi edip
gerektiği beni savunmayanları Allah [Teâlâ]’a havâle ediyorum. Şu beyitler
onlar için ne kadar da uygundur:
“ Sakınılmayan
bu yakınlık nedir? Ve (bununla beraber) bu merhametsizlik ne oluyor? ”
Allah [Teâlâ] biliyor ki, ben onların istediklerini
elde etmeleri ediyor ve gayelerine erişmeleri için onlara yardım ediyorum.
Onlara hem elimle ve hem de dilimle yardımcı oluyorum. Onların yaptıkları
kötülüklere iyilikle karşılık veriyorum. Yaralarını sarıyor ve esir olanlarını salıveriyorum. Yanlış
yolda olanlarını doğru yola sevk etmeye çalışıyor, kıskançları onlardan savmaya
çalışıyorum. Hedeflerini gerçekleştirmede yardımcı oluyor, cahillerine Allah
[Teâlâ]’ın bana öğrettiklerinden öğretiyorum. Kulaklarını hiç duymadıkları
güzel sözlerle ve kalplerini ise hikmetle dolduruyorum.
“Benim doğu ve batıyı
aydınlatmaktan ve inançları sağlamlaştırmaktan başka suçum yoktur. ”
Allah [Teâlâ], bana (yardımcı olarak)
yeter. ( Ye yine O), konuşmayacakları ve mazeret bildiremeyecekleri o günde
onları hesaba çekecektir. Yerdiği tüm nimetlere karşılık Alemlerin Rabbine hamd
olsun. Salât (ve Selam) Hz. Muhammed ve temiz âline olsun. Allah bize yeter, O
ne güzel Vekildir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar