SATÜRN’ÜN GÜCÜ VE ORTAÇAĞ MELANKOLİSİ
Hazırlayan:
Haydar Akın
VIII. SATÜRN’ÜN GÜCÜ: ORTAÇAĞ MELANKOLİSİ
8.1.
ARISTOTELESÇİ MELANKOLİ
TASARIMININ ORTAÇAĞ’DAKİ İZDÜŞÜMLERİ
Bu bölümde Ortaçağ
boyunca kesintisiz bir değişim süreci yaşayan ve farklı kimliklere bürünen
melankoli kavramını ele almaya çalışacağız. Ancak öncesinde Antikçağ’dan
devralınan melankoli mirasının Ortaçağ’daki ilk izdüşümlerine kısaca değinmekte
fayda görüyoruz.
Anımsanacağı üzere
Antikçağ’da melankoli algısında yaşanan değişim farklı aşamalardan geçmiştir.
Başlangıçta melankoli hastalığının, humor melancholicus’daki ölçüsüz
artış veya doğal olmayan değişimden kaynaklandığına inanılmışken, daha sonra
melankolinin sarı safradaki aşırı ısınmadan (yanma) kaynaklandığı fikri öne
çıkmıştır. Bu yaklaşım melankolinin sadece ‘hastalık’ olarak kabulü yanında,
melankoliye ‘doğal yatkınlık’ şeklinde tanımlanacak bir ayrımı da beraberinde
getirecektir. Melankoliye doğal yatkınlık ise, ya Problemata XXX’da
anlatıldığı üzere büyük adamlara özgü olağanüstü sıfatına vurgu yapmak ya da
bir ‘karakter özelliği’ olarak Galenos sonrası dönemde sistematize edilen Dört
Temel Mizaç öğretisine uyarlanmış biçimde kullanılacaktır. Ancak bu sonuncu
yaklaşım çerçevesinde yapılan ‘melankoli/k’ tanımı, kavramın olumsuz
özelliklerini öne çıkarmış ve hastalık karakterini kalıcı hale getirmiştir.
(Klibansky vb., 1992, s. 125)
Melankoli kavramı ve
içerdiği anlam, Ortaçağ boyunca sürekli bir devinim geçirmiş ve önemli ölçüde
değişime uğramıştır. Antikçağ ile karşılaştırıldığında Ortaçağ’da yaşanan
değişimin daha dramatik geliştiği ve kavramın yaygınlık kazanmasında, giderek
toplumsallaşmasında, belirleyici olduğu söylenebilir. Kavram içeriğindeki en
önemli değişimlerden biri olumsuz ahlâkî yan anlamlar kazanması ve bunların
kalıcı hale gelmesidir.[10]
Bu kabulde, ruhun bir
zaafı olarak gördükleri melankoliyi yeniden yorumlama çabasına giren teologlar
kadar, daha önce değinildiği üzere, 12. yüzyıldan başlamak üzere acedia kavramının
ruhban kesimine özgü bir günah olmaktan çıkarılarak toplumun tüm
kesimlerine yayılması niyeti önemli rol oynamıştır. Böylece 15. yüzyıla
gelindiğinde ‘acedia günahı’ yeni melankoli tanımı içinde erimiş ve çok
daha geniş kapsamlı ve çok anlamlı bir kavram yaratılmıştır. Aristotelesçi
melankoli kavramının temel unsuru olan ‘üstün vasıf’, melankoliğin başat
karakter özelliği olmaktan çıkmış ve onun yerini zamanla şeytan ile özdeş hale
gelen bir kötülük imgesi almıştır.
Aşağıda görüleceği
üzere, Batı Dünyası’nda yeni melankoli kabulünün oluşmasında, 12. yüzyılda en
verimli dönemini yaşayan (1120-1180) çeviri hareketiyle Arap-İslam dünyasından
Latince’ye kazandırılan eserlerin çok önemli etkisi olacaktır. Latin Batı için
kazanım sadece Antik dünyanın unutulmuş yapıtlarının anımsanmasıyla sınırlı
kalmamış, başta gökbilim ve cebir olmak üzere üzere birçok uzmanlık alanından
çok sayıda elyazması kütüphanelerdeki yerini almıştır. Bu süreçte Arap
gökbilimciler tarafından, kara safra (melankoli) ile Satürn gezegeninin rengindeki
benzeşmeden hareketle ilişkilendirilmesinin de, Batı Dünyası’na intikali
sağlanmış olur.
Erken Ortaçağ’ın en
önemli simalarından biri olan ansiklopedist Sevillalı Isidorus kavramların
kökenlerini açıkladığı çalışması Etymologiae'de (7. yy.) melankoli
kelimesine negatif bir anlam yükleyecek köken arama çabasına girer. Latince
kötü, tehlikeli, fena anlamlarına gelen malus kelimesinin kökeninin,
Yunanca kara (safra) anlamına gelen pskaç (melas/melan) kelimesine
bağlar. Böylece melankolik mizaçlıların olumsuz karakter özelliklerine açıklama
getirdiğine inanır. (Eytmologiae, X,176)
Antikçağ’dan
Ortaçağ’a melankoli kavrayışında yaşanan değişimde yukarıda sayılan nedenler
önemli olmakla birlikte, ‘birey’ bağlamında yaşanan dönüşümün belirleyici
olduğunu söyleyebiliriz. Antikçağ’da, ‘birey’e atfedilen önem, üstün vasıfların
karakter özelliği olarak kabulüne olanak vermiştir. Aristoteles’in Problemata
XXX’da dillendirdiği kişisel meziyetlerin, hangi nedenle ortaya çıkmış olursa
olsunlar, son tahlilde birey olarak insanı yüceltiğine inanılmıştır. Ancak
Ortaçağ’da bu durum bütünüyle değişecek, kişisel yetenek ve üstün vasıflar gibi
bireye atfedilen değerler yerini, Tanrı’nın inayetiyle bahşedilmiş erdemlere
bırakacaktır. Böylece, Hıristiyanlığın ilk oniki yüzyılında, Antikçağ’a
damgasını vuran üstün vasıflı melankolikler bahsi bütünüyle zihinlerden
silinecektir. (Klibansky vb., 1992, s. 126)
Yukarıda
anlatılanlardan anlaşılacağı üzere, Ortaçağ’da melankoli ve melankolikler
üzerine Antikçağ’dan intikal eden tüm kazanımlar bir kenara bırakılarak yeni
bir melankoli kavrayışı oluşturma çabası içine girilmiştir. Kuşkusuz melankoli
kavramının büyük ölçüde Antik dünyaya özgü olması, yine özünde ‘doğu’lu bir bir
kavram olan acedia ile olan akrabalığı, yeni kavrayışların hızla ortaya
konmasına, dahası hayata geçirilmesine olanak vermemiştir. Antikçağ’ın üstün
vasıflı melankoliğinin gölgesi uzun bir süre Ortaçağ yazarlarının,
düşünürlerinin bilinçaltını işgal etmeye devam edecektir.
Daha önce
belirtiğimiz üzere, Ortaçağ’da Aristoteles’in tezlerini ilk kez dillendiren
kişi İngiliz yazar-eğitmen Alexander Neckam (1157-1217) olmakla birlikte,
Aristoteles’in Problemata XXX’da melankolik kişilikler üzerine
yazdıklarına getirilen kayda değer eleştirilerden biri Ortaçağ’ın ilk doğa
bilimcisi olarak kabul edilen, Doctor universalis, lâkaplı Dominiken
teolog Albertus Magnus’dan (Büyük Albert) gelecektir. Ünlü teologun
Aristoteles’in melankoli tezinden hoşnut olmadığı ve yeniden yorumlama çabası
içine girdiği söylenebilir. Bu bağlamda Magnus, Efesli Rufus ve Galenos’da
olduğu üzere, melankoliyi, doğal olan (kanın aşırı ısınmasıyla ortaya çıkan
tortudan- faex sanguinis- kaynaklanan) ve doğal olmayan melankoli (melancholia
non naturalis) olmak üzere ikiye ayırır. Ancak doğal - hastalıklı melankoli
ayrımının devamında, üstün yeteneklilerin mizacının doğal melankoli ile
şekillendiği sonucuna varacağı düşünülürken, bambaşka bir yorum yapar; Magnus’a
göre doğal melankolikler sevgisiz, kederli, pis, insanı korkutan, güvenilmez,
gelgeç akıllı ve kleptoman kişilerdir. Yine Magnus’a göre akli becerilerin
kullanımındaki yetenek sıcak ve nemin niteliğine bağlıdır, bu durum doğal
melankolinin (melancholia naturalis) soğuk ve kuru karakteriyle tam bir
zıtlık oluşturur. Böylece Magnus için, Aristoteles’in ‘üstün vasıflı
melankolikler’ tezi, hastalıklı melankolinin istisnaî bir türünden başka bir
şey ifade etmez hale gelir. (Klibansky vb., 1992, s. 128-129)
Albertus Magnus’un
sıra dışı erkeklerin melankolisini, melancholia non naturalis olarak
açıklama çabaları Ortaçağ’da fazla taraftar bulmaz. Kuşkusuz bu durum Problemata'nın
Ortaçağ’da hiçbir zaman Antikçağ’da olduğu düzeyde kabul görmemiş olmasıyla da
açıklanabilir. Ancak Rönesans ile bu yargı değişecek ve gerçek anlamda doğal
ile hastalıklı melankoli arasındaki ayrımın sınırları kesin olarak
çizilecektir.
8.2.
İSLAM
DÜNYASINDA ÇEVİRİ FAALİYETLERİYLE BAŞLAYAN BİLİMSEL DEVRİM SÜRECİNDE HEKİMLER
VE RUH SAĞLIĞI
8.2.1.
Antik Dünya’nın
‘Yeniden Keşfi’ ve Arapça Çeviri Geleneği[11]
Bilindiği üzere Ortaçağ Avrupası’nda Antik dünyanın
yeniden keşfine[12]
olanak veren sürecin başlangıcını Yunanca’dan Arapça’ya çevrilen yapıtlar
oluşturmuştur.[13]
8. ile 10. yüzyıllara yayılan ve kendi içinde yanıtlanması gereken bir dizi
soruyu barındıran, hayli ilginç ve o denli karmaşık bu süreç,817 [14]
günümüze dek çok sayıda araştırmaya konu olmuştur. Çalışmamız açısından anılan
döneme olan ilgimiz, İskenderiye merkezli Helen Dünyası’ndan kazanımlarla
başlayan ancak kısa zamanda şaşırtıcı biçimde gelişen Yunan-Arap biliminin,
Latin Ortaçağı’nda ulaştığı sarsılmaz konumunun doğal bir uzantısı olarak, 11.
yüzyılda Constantinus Africanus’un (1015-1087) öncülüğünde başlatılan ve
Salerno, Toledo gibi merkezlerde sürdürülen Arapça’dan Latince’ye yapılan
çevriler bağlamındadır.
Aşağıda ayrıntılı
biçimde göreceğimiz üzere, Efesli Rufus’un De melancholia isimli
kitabının çevrisi de C. Africanus tarafından yapılmıştır. Bu dönemde
Antikçağ’da kaleme alınmış çok sayıda Yunanca yapıt, Süryanice ve Arapça
üzerinden Latince’ye çevrilmiştir. Ancak Africanus tarafından başlatılan çeviri
faaliyeti ve devamındaki çabaların tam olarak anlaşılması, Latin Dünyası’nda,
11. yüzyılda, Antik dünyanın mirasına sahip çıkma adına, yaşanan dönüşümün
olası sonuçlarının kavranması açısından önem taşımaktadır.
Anılan
dönemde felsefe, tıp ve doğa bilimleri alanında Antik Yunan ve İslam dünyasında
üretilmiş eserlerin Latince’ye çevrilmesinin Avrupa Rönesansı’nın hazırlayıcısı
olduğu savını tartışmak bu çalışmanın alanına girmemektedir. Ancak 11.
yüzyıldan itibaren Avrupa’da, ‘Antik dünyanın yeniden keşfi’ ile yaşanan
kazanımların, büyük ölçüde, 8. ile 10. yüzyıllar arasında Harran, İran, Irak
Suriye ve Arap Yarımadası’nı kapasayan geniş bir coğrafyadaki Yunanca-Arapça
çeviri geleneği sayesinde gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Başka bir ifadeyle
Antik dünya bilgeliğinin son durağı olan İskenderiye kentindeki birikimlerin
‘katlanarak Batı’ya geri dönüşü’, anılan coğrafyada 8.-10. yüzyıllar
arasında Arap-İslam Medeniyeti’nde yaşanan yükseliş sayesinde gerçekleşmiştir.
Kuşkusuz söz konusu yükseliş, aşağıda göreceğimiz üzere, sadece Emevi ve Abbasi
hanedanlarının çeviri faaliyetlerine verdikleri önem ile açıklanamaz; dahası
yaşanan olumulu gelişmeler, kendi içinde tutarlı ve çok başarılı da olsa,
yaklaşık iki yüzyıl süren bir ‘çeviri hareketi’nin varlığına indirgenemez.
Burada bahis konusu olan, Müslümanların İslam’ın doğuşunun üçüncü on yılından
itibaren farklı kültür ve gelenekler ile önyargısız yüzleşmesi, inançlarına
bakılmaksızın yöre halklarıyla ortak bir yaşam kültürü geliştirebilme
becerisidir.[15]
Bu ifadenin somut
örneği, Müslümanlar tarafından alınan ve öncesinde Roma, Bizans ve Sasani
İmparatorlukları gibi farklı inanç ve kültürlere mensup Şam (636), Halep (637),
Antakya (638), Harran ve Urfa (639-641), İskenderiye (642) ve Cündisâbûr (738)
gibi kentlerin sakinleriyle, süreklilik arzeden, karşılıklı güvene dayalı bir
ilişkinin kurulmuş olmasıdır. (Sezgin 2010, s. 17; Çetinkaya 2007, s. 69)
8.2.1.1, İskenderiye Kenti’nin Önemini Yitirmesi ve Arap
Fetihleri
Büyük İskender, İÖ 331
yılında doğu seferi sırasında egemenlik kurduğu Irak, Mısır ve Suriye
topraklarına kendi kültür ve dilini taşımayı başarmıştır.[16] Uzun yıllar
boyunca Doğu Akdeniz ve Ortadoğu’yu kapsayan Helen Dünyası’nın merkezi
konumunda olan İskenderiye başta felsefe, tıp, botanik ve mühendislik olmak
üzere birçok alanda çok sayıda düşünür ve bilim adamına ev sahipliği yapmıştır.
İskenderiye’yi bu
öncü konuma taşıyan süreç, daha önce belirtildiği üzere, Yunanistan
yarımadasında siyasî ve toplumsal alanda yaşanan huzursuzlukların düşünce
alanına da sirayet etmesiyle başlayacaktır. Filozof ve bilim adamlarının önemli
bir bölümünün, doğuya gitmek üzere yarımadayı terk etmesiyle, Yunanistan Antik
dünyanın bilim ve düşün merkezi konumunu kaybedecektir. Böylece, İÖ 4. yüzyılın
ilk yarısında kurulan İskenderiye, sokaklarından devlet katına her yerde
Yunanca’nın konuşulduğu bir kent haline gelecektir. Diğer yandan
İskenderiye’nin coğrafî konumu[17]
ve toplumsal dokusu kadim Mısır kültürü ve Doğu dünyasının köklü mistik
geleneğine yakınlaşmasına olanak sağlamıştır. Yunan ve Doğulu öğelerin iç içe
geçtiği, Helenistik Dönem[18]
olarak tanımlanan bu çoğulcu[19]
yapı, yaklaşık 300 yıl (İÖ 323-30) süresince varolabilmiştir. Yeni-Plâtonculuk
ve Gnostisizm gibi felsefî akımlar ve inanç sistemleri bu dönemin ürünüdür.
İskenderiye’nin
‘Altınçağ’ı Büyük İskender’in ölümünden (İÖ 323) Mısır Krallığı’nın Romalılar
tarafından istilasına kadar sürmüştür. İmparator Theodosius döneminde
Hıristiyanlığın Roma’da güç kazanması, İmparatorluk periferisindeki düşünsel
iklimi de olumsuz yönde etkilemiş ve İskenderiye’deki büyük atılım dönemi
böylece sona ermiştir. (Ülken 2011, s. 24)
Hazreti Muhammed’in
632 yılında ölümünden sonra Arap orduları büyük bir hızla daha önce Büyük
İskender tarafından işgal edilen toprakları geri alacaktır. Ancak Müslümanların
fethinden önce, bu toprakların yönetimi Sasaniler, Romalılar ve Bizanslıların
eline gemiş, Yukarı Mezopotamya’da, İskenderiye, Antakya, Nusaybin, Edesa,
Cündisâpûr[20]
ve Harran’da kurulan elli civarında medresede Yunanca ve Yunan bilimi eğitimi
verilmiştir. Yine bu medreseler sayesinde Mısır, Yunan, Hint, Roma, İran ve
Mezopotomya medeniyetlerinin yayıldığı çok geniş bir coğrafyanın bilimsel ve
kültürel mirasına ulaşılma olanağı doğmuştur. Söz konusu mirasın çoğunlukla
Yunanca
ve Süryanice olması
bu metinlerin Arapça’ya çevrilmesini zorunlu kılmıştır. (Demirci, 1996, s. 29)
Kuşkusuz sayılan bu
merkezler içinde İskenderiye, saygın geçmişi ve sahip olduğu kütüphanesi
nedeniyle ayrıcalıklı bir konuma sahipti. Ancak Roma İmparatorluğu egemenliğine
geçtikten sonra İskenderiye’nin bilimsel ve felsefî alanda hızla düşüşe
geçtiğini biliyoruz. Arapların Mısır’ı fethi sırasında İskenderiye Okulu’nun
hâlâ faaliyette olduğu yönünde görüşler (Ülken, 2011, s. 32) olmakla birlikte,
merkezin eski üretkenliğinden çok uzak olduğu aşikârdır.
8.2.1.2. Süryaniler ve Çeviri Hareketi[21]
Yunan düşünce
dünyasının temel yapıtlarının Doğu’ya kazandırılmasında Süryanilerin[22]
önemli bir rol üstlendiğini söyleyebiliriz. Aramilerin soyundan gelen
Süryaniler, Hıristiyanlığı kabul eden ilk millet olmalarıyla tanınmaktadırlar.
Yine ilk Hıristiyan Kilisesi’ni, Süryaniler’in ataları Aramiler’in Suriye’nin
başkenti Antakya’da kurdukları kabul edilmektedir. Süryaniler, Hıristiyanlıkla
ilk yüzleşen milletlerden biri olarak, erken sayılabilecek bir dönemde
kendilerini mezhepsel ayrılık ve çatışmaların içinde bulmuşlardır. Kuşkusuz bu
süreçte, Hıristiyanlığın farklı kültürler arasında yayılmaya başlamasıyla,
farklı mezheplerin ortaya çıkmasının etkisi büyüktür. Süryani cemaati açısından
Yakubilik ve Nasturilik (Doğu Kilisesi) bu ayrılığa örnek teşkil eder.[23]
Oldukça erken bir
dönemde Hıristiyanlığı seçen Süryaniler’in, ilk dört yüzyılda Yunan bilimi ve
felsefî düşünce sistemiyle aralarına mesafe koymalarına rağmen, Kutsal Kitap
muhteviyatı ve Kilise Pederleri’ne ait metinlerin Süryanice’ye çevrisinin bu
dönemde büyük ölçüde tamamlandığı görülüyor. Her ne kadar başlangıçta
Süryaniler arasında Yunan dili yaygın biçimde kullanılsa da, zaman içinde
yaşadıkları coğrafyada Yunanca’nın resmi ve edebî dil haline gelmesi nedeniyle,
eğitim ve öğretim için bu dili benimsemişlerdir. Yaşanan bu değişimin çeviri
faaliyetlerine hız kazandırdığı söylenebilir. (Doru, 2007, s. 94)
İskenderiye’de
Yunanca eğitim alan Süryani çevirmenlerin öncüleri, daha sonra çeviri
faaliyetlerini Nusaybin, Ruha, el-Hîra (Orta-Güney Irak) ve Cundişapur
(Güneybatı İran) gibi merkezlerde sürdürmüşlerdir. (Suçin, 2010) Yunanca’dan
Süryanice’ye çevrilen ilk felsefî metin Aristoteles’e ait olup, Urfa Okulu’nda
5. yüzyılın ortalarında tamamlanmıştır. Böylece Yunanca kaleme alınmış din dışı
metinlerin Süryanice’ye çevrilmeye sürecinin başladığını söyleyebiliriz. (Doru,
2007, s. 94) [24]
İslamiyetin
yayılmasından önce, 5. yüzyılda ortaya çıkan bu gelişme, Yunan bilim ve felsefesine
ait çok sayıda kıymetli eserin, belirli bir kesimin tekelinde kalmaktan
kurtaracak, Mısır’dan İran’a çok geniş bir coğrafyada çoğaltılarak
okunabilmesine olanak sağlayacaktır. H. Z. Ülken (2011, s. 42), ilk Süryani
çevirmenlerin bu girişimlerinden övgüyle söz eder: “İslamiyet’in yayılmasından
hemen bir buçuk asır evvel başalayan bu intişsar, mutaassıp ve kapalı Ortodoks
Hıristiyanlık’ına hiç benzemeyen ve yüksek felsefî kültüre malik açık fikirli
bir mezhebin bütün bu memleketlere Eski Yunan ilmini götürmesine sebeb oldu.”
En başından itibaren
Yunanca metinlerin Süryanice’ye çevrilmesinde ruhban sınıfı mensuplarının
önemli rol üstlendiklerini görüyoruz. Özellikle 5. yüzyılda hükümdar
Husrev-Enuşirevan’ın himayesindeki Cundîsâbûr (Cündişapur) Medresesi, özellikle tıp alanında Nasturi âlim-çevirmenlerden
oluşan kadrosuyla ile yıldızı parlayan bir merkez öne çıkar. (Ülken, 2011, s.
44) Süryaniler tarafından 5. yüzyılda başlatılan Yunanca’dan çeviri hareketi
Emevi saltanatının başlangıcına (661) kadar kesintisiz devam edecektir.
Sonuç itibariyle
İslam coğrafyasındaki çeviri hareketine başlangıç oluşturan bu hazırlık
döneminde, Süryani çevirmen ve bilim adamlarının sürece önemli katkıda
bulunduğunu söyleyebiliriz.[25]
8.2.I.3.
Emeviler ve
Arap-İslam Dünyası’nda Yunanca’dan Çeviri Faaliyetlerinin Başlangıcı
Her ne kadar İslam
coğrafyasını da kapsayan geniş bir alanda Süryanilerin uzun süreli çeviri
faaliyeti söz konusu olsa da, “gerek İslam öncesi dönemde gerekse erken
İslamiyet döneminde Arapların bilim alanında çeviriyle henüz tanışmadıkları
anlaşılmaktadır.” (Suçin, 2010, s. 3)[26]
Emevi hanedanı başa
geçtiğinde Şam, Halep, Antakya, İskenderiye gibi önemli bilim ve düşünce
merkezleri Müslümanlar tarafından alınmış olmakla birlikte buralardaki çeviri
faaliyetleri devam etmekteydi. Bilimsel çalışma ve çeviri faaliyetlerinin
yürütüldüğü bu merkezler, yüzyıllar boyunca elde edinilmiş kazanımlar ve zengin
bilgi birikimiyle, Arap-İslam Medeniyeti’nin takip eden yüzyıllarda görülecek
yükselişinin en önemli itici gücü olacaktır. Diğer kayda değer bir husus anılan
merkezlerin sakinlerinin de, yeni toplumsal dokuya uyum sağlamada sorun
yaşamamış olmalarıdır. Örneğin ilk dönem Emevi hükümdarlarının sarayında
Hıristiyan hekimler görev yapmıştır. (Sezgin, 2010, s. 18)
Bu kentlerin farklı inançlara
mensup halklarıyla uyum içinde yaşamayı seçen Müslüman idarecilerin sonuç
itibariyle kazançlı çıktıkları söylenebilir: “Emeviler devletin birçok
alanında, fethedilmiş ülke sakinlerinin hizmetlerine ve desteklerine gereksinim
duymuşlardır. Bu alanda işbirliğinin iyi bir şekilde işlediği görülmektedir,
hatta belirli bir süre vergi ve idare uygulamasında geleneksel yaygın diller
kullanılmıştır.”(Sezgin, 2010, s. 18)
Emevilerin yaklaşık
yüzyıl süren saltanat döneminde (661-750) yaşanan bu olumlu gelişmelere rağmen,[27]
îslamiyetin erken döneminde Yunanca’dan Arapça’ya yapılan çevirilerin belirli
ölçüde zorunluluktan kaynaklandığı söylenebilir: “Suriye, Filistin ve
Mısır’daki ilk Arap fetihlerinden sonra Arap hükümdarlarının ve kabilelerinin
Yunanca konuşulan bölgelere girmesi, Emeviler dönemi boyunca hem yönetici
gruplar arasında, hem de günlük yaşamda Yunanca’dan Arapça’ya çeviriyi
kaçınılmaz kıldı.” (Gutas, 2003, s. 33) Öncelikle devlet çarkının
döndürülebilmesi için Yunanca bilen (yerel) memurlardan faydalanılması
gerekiyordu. Diğer yandan dîvân olarak adlandırılan devlet kayıt ve
sicillerinin gündelik yaşamda Yunanca tutulması çeviriyi zorunlu hale
getirmişti.[28]
(Suçin, 2010, s. 6) Yine ticarî ilişkilerin sürdürülebilmesi için Yunanca’ya
ihtiyaç vardı: “Günlük yaşamda Suriye-Filistin ve Mısır arasındaki toplumsal ve
ticarî ilişkilerin Emeviler dönemi sonuna kadar daha çok Yunanca yürütülmesi,
çeviriyi günlük hayatın bir parçası haline getirmişti.” (Gutas, 2003, s. 34)
Sonuç
itibariyle Emeviler döneminde Süryani çevirmenlerin yükselişinin sürdüğünü,
İskenderiye’nin özellikle tıp alanında üstünlüğünü tamamıyla yitirdiğini,
Halife II.
Ömer döneminde
Antakya ve Harran’da tıp okullarının faaliyete geçmesine karşın zorunlu
yönetsel metinler dışında Arapça’ya bilimsel metinlerin çevrisinin henüz
başlamadığını, döneme daha çok Pehlevice ve Farsça’dan yapılan çevrilerin
damgasını vurduğunu söyleyebiliriz.
8.2.1.4. Abbasiler Döneminde Yunanca-Arapça Çeviri Hareketi ve Beytü
’l-Hikme
Abbasiler Dönemi’nde
Halife el-Mansûr (sal. 754-775) ile başlayan, H. Z. Ülken’in ifadesiyle “bir
ihtiras halini”[29]
alan çeviri faaliyeti yaklaşık iki yüzyıl boyunca altın çağını yaşamış, başta
Yunanca, Farsça ve Süryanice olmak üzere farklı dillerden çok sayıda yapıt
Arapça’ya çevrilmiştir. Bağdat’ı kuran ve Abbasi devletinin gerçek kurucusu
olarak kabul edilen Halife El-Mansûr aynı zamanda Arap dili yazarları
tarafından çeviri hareketini başlatan ve yaygınlaştıran kişi olarak kabul
edilir. (Gutas, 2003, s. 39)
Abbasi hanedanı
döneminde ortaya çıkan bu gelişmenin nedenlerini ve Emeviler dönemindeki çeviri
çabalarına göre olan farklarını sıralamaya başlamadan önce, Emeviler ile
Abbasîler arasındaki farkları Fuad Köprülü’nün izahları çerçevesinde açıklamaya
çalışalım. Köprülü iki hanedan arasındaki en önemli farkın siyasî-kültürel
kimliğin yerleşmesinde, coğrafî konum ve Bizans-Sasani İmpatorlukları ile
politik etkileşim bağlamında ortaya çıktığını belirtiyor:
Daha
Emevîler zamanında, Bizans’tan ve Sâsânîlerden zaptedilen Mısır, Suriye, Irak,
Mezopotamya gibi sahalarda, oralarda yaşayan yerli halk arasında Bizans ve İran
tesirleri eskiden beri mevcuttu. Suriye’de bedevi Arap tesirleri
izlerini kuvvetle saklayan Emevîler’den çok fazla İran medeniyeti nüfuzu
altında kalan Abbasîler devrinde ise, Bağdat’ta bu iki kültürün her türlü
kalıntıları yavaş yavaş halk içine girerek mahalli bir hüviyet kazanmış, diğer
bir ifade ile, türlü yerli tesirler ve kuvvetli Arap-İslâm kalıntıları ile de
birleşerek İslâm medeniyeti dediğimiz yeni mahsulü, orijinal sentezi vücuda
getirmiştir. (Barthold ve Köprülü, 2004, s. 136)
Emevî devletinin son
tahlilde bir Bedevî Arap saltanatı[30] olarak kabul
edilebilmesine karşın İslâm halifesinin Sâsânî hükümdarına benzemesinin
Abbasiler devrinde gerçekleştiğine dikkat çeken Köprülü, bazı batılı
tarihçilerin Yeni-Sâsânî olarak tanımladıkları Abbasî devletinin, Arap
kabilelerine ve şehir aristokrasisine dayanan Emevîler gibi bir Arap
İmparatorluğu olmadığını, Abbasi devletine Arap sıfatını bile vermenin tarihsel
açıdan mümkün olmadığını belirtiyor. (Barthold ve Köprülü, 2004, s. 144-145)[31]
Bu bilgilerden sonra
Abbasi hanedanı döneminde Yunaca-Arapça çeviri hareketi bağlamında yaşanan
canlılığın nedenlerini ve Emeviler dönemindeki çeviri çabalarına göre olan
farklarını sıralamaya çalışalım.[32]
Öncelikle İskenderiye’den (Mısır) Cündişapur’a (İran) uzanan geniş bir
coğrafyada Müslümanların hâkimiyet kurmaları, bu bölgede uzun süreden beri
varolan okullar (eğitim ve çeviri merkezleri) ile önyargısız ve yakın ilişkiler
kurmaları çeviri hareketinin başlangıcına, giderek ivme kazanmasına olanak
verecektir:
Beraberleinde
dinlerinden başka ne bir öğretim geleneği, ne de bir kültür mirası getirmeyen
Müslümanları, Beytü’l-Hikme’de yapılan tercümeler, Mezopotamya, Asur-Babil,
Grek zamanlarına kadar uzanan, kadim kültürlerin ve medeniyetlerin problemleri
ile karşı karşıya getirmiştir. Fetihlerin bir sonucu olarak ortaya çıkan bu
durum karşısında Müslümanlar, fetihlerin yavaşlamasıyla ve kurumların da
oluşmaya başlamasıyla doğal olarak fethettikleri coğrafyadaki eski kültür ve
medeniyetlere ait düşünce ve eğilimleri öğrenmeye koyulmuşlardır. Bu bağlamda
eski kültür ve medeniyetleri öğrenebilmenin önemli bir yolu olarak da tercüme
faaliyetleri gerekli olmuştur. (Demirci, 1996, s. 34)
Emeviler Dönemi’nin
özgül koşullarının,[33]
Abbasiler döneminde kalkışılan bu denli büyük bir harekete olanak sağlamadığı
tartışılabilir olmasına rağmen, önemli ölçüde gerçeklik payı taşımaktadır.
Abbasiler dönemine gelindiğinde, aradan geçen yaklaşık iki yüzyıllık süre
içinde, Arap halkları arasında Müslümanlık aidiyet duygusu olarak da yerleşmeye
başlamış, farklı din ve mezheplerle ilişkiler konusunda daha profesyonel bir
tavır benimsenmiştir. Yine artan ticaret ve yükselen refah yeni fikir ve
keşiflere yönelinmesine olanak vermiştir. Abbasiler iktidara geldiğinde
imparatorluk topraklarında yaşayan, farklı inançlara mensup, iyi eğitim görmüş,
Yunanca, Süryanice, Pehlevice, Farsça bilen hekimler, düşünürler ve bilim
adamları daha fazla söz alır hale gelmişlerdir. Düşünce dünyasına gelen bu
hareketlilik Müslümanları Yunan, Pers, Hint düşün ve bilim dünyasının seçkin
örneklerinden haberdar edecek ve bu eserlerin üzerinde düşünülmesine ve
tartışılmasına zemin hazırlayacaktır. Halife el-Mansur ve Halife el-Me’mûn
dönemlerinde İstanbul’dan (Bizans İmparatorluğu) Yunanca kitapların
getirtilmesi için çaba harcanması konunun ne denli ciddîye alındığının
göstergesidir. (Hitti, 1989, s. 477)
Abbasiler en başından
itibaren yaşadıkları topraklarda bilimsel ve düşün alanında varolan birikimi
içselleştirmenin sadece çeviri hareketi ile gerçekleşmeyeceğinin
farkındadırlar. Ancak ellerinin altında olan binlerce yıllık birikimin heba
edilmemesi ve kazanılması gerçeğinden hareketle çeviri faaliyetine büyük önem
verilmiştir. Diğer yandan Abbasi halifeleri mamur ve müreffeh bir toplum
yaratmak için gündelik yaşamda girişilen çabaların bilimsel bilgi ve donanımı
gerektirdiğinin erken sayılabilecek bir dönemde farkına varmışlardır.
Şehirlerin, su kanallarının inşası için gereken teknik bilgiler, gelişen
ticaret hayatı için gereken muhasebe ve maliye bilgisi, matematik, astronomi,
tıp gibi bilimlerin öğrenilmesini gerektirmektedir.[34] Nitekim
öncelikle ilgi duyulan eserlerin astronomi, matematik, tıp ile ilgili olması
tesadüfî sayılmaz. (Demirci, 1996, s. 35)
Halife Mansûr
tarafından atılan ilk adımlardan sonra çeviri hareketinin iki yüzyıldan uzun
bir süre gelişmeye devam ettiği söylenebilir. Çeviri hareketinin bu ilerleme
sürecinde uzun ömürlü olmasından, Erken Bağdat[35] toplumunda
yaygın kabul ve destek gördüğü anlaşılmaktadır.[36] Bu süreçte
Abbasiler başkenti, Emevi hanedanı dönemindeki Şam’dan Bağdat’a taşımışlardır.[37]
Bu değişikliğin taşıdığı jeopolitik ve stratejik gerekçeler yanında, Gutas’ın
çeviri hareketi bağlamında yaptığı yorumda şöyle söylemektedir:
Emevilerin
Şam’daki yönetimde yöredeki Bizanslılara ve Hıristiyan Araplara bel bağlamaları
gibi, ilk Abbasiler de Bağdat’taki İranlılara, Hıristiyan Araplara ve
Atramilere bel bağlamak zorundaydılar. Şam Hıristiyanlarının aksine Helenleşmiş
bir kültüre sahip bu halklar arasında, Ortodoks Hıristiyan Bizans çevrelerinin
Yunan bilimi düşmanlığı görülmüyordu. Dolayısıyla hilafetin Şam’dan Irak
merkezine -yani Yunanca konuşulan bir bölgeden Yunanca konuşulmayan bir
bölgeye- taşınması, Yunan mirasının korunmasını sağlama gibi paradoksal bir
sonuç doğurdu. (Gutas, 2003, s. 31)[38]
Başkentin
Bağdat’a taşınmasının düşünsel üretim alanında yarattığı etkiyi Beytü’l
Hikme bağlamında inceleyen Mustafa Demirci, benzer bir
yorumla yeni başkentin çekim gücüne vurgu yapıyor:
Bağdat’taki
yabancı nüfuzu ve Abbasile’in devlet politikası olarak da yabancı unsurları
desteklemeleri, ırkçılığı zayıflatmış, ülkenin değişik yerlerindeki bilginlerin
itibar görmesini, dolayısıyla Bağdat’a akın etmesini sağlamıştır. (Demirci,
1996, s. 39)
Abbasiler döneminde
Yunanca-Arapça çeviri hareketinin izlediği seyirde Halife El- Mansûr’un oğlu
El-Memûn döneminde[39]
(8 1 3-8 3 3) iyice belirginleşen Helenizm hayranlığına koşut olarak gelişen
Bizans karşıtlığının etkisi olduğu bilinmektedir: “Memûn döneminde Bizans’ın ve
Hıristiyanlığın eksikliklerini abartmak için ilkçağ Yunanlılarına başvurulması,
öteden beri var olan çeviri hareketinin yarattığı Helenizm hayranı bir kültürel
atmosfer içinde gerçekleşebilirdi.” (Gutas, 2003, s. 96)[40]
Bilimsel
disiplinler bağlamında incelendiğinde Abbasiler döneminde Yunanca-Arapça çeviri
faaliyetlerinin en verimli olduğu alanlardan birinin tıp olduğunu
söyleyebiliriz.[41]
Ancak İslamiyetin yayıldığı coğrafyada, eski Yunan tıbbı ile etkileşime
giren ilk halk Sasaniler’dir. Tıp okulu ve hekimleriyle ünlü Cundişapur, Halife
el-Mem’un dönemine kadar bu üstünlüğünü sürdürmüş ve Sasani hekimler Bağdat’ta
çalışmışlardır. (Sezgin, 2010, s. 24) Bu konudaki ilk örneklerden biri, 765
yılında Halife Mansûr’un mide rahatsızlığının tedavisi için Bağdat’a davet
edilen hekim Curcîs ibn Cibrîl ibn Buhtîşû’un, Cundişapur’da bir hastanenin
yöneticisi olduğu biliniyor.[42]
Hekim Buhtîşû’nun halifeyi tedavi etmek üzere Bağdat’ta kaldığı yedi yıllık
süre içinde çok sayıda Yunanca tıp kitabını Arapça’ya çevirmiştir.[43]
(Gutas, 2003, s. 117; Sezgin, 2010, s. 24; Demirci, 1996, s. 44) Bu dönemde tıp
alanında, nadiren Süryanice ve çoğunluğu Yunanca’dan olmak üzere Arapça’ya
yapılan çevirilerin tamamına yakın kısmını Hippokrates ve Galenos’un eserleri
oluşturmaktadır.[44]
Halife Mansûr’u
tedavi amacıyla Bağdat’a gelen Curcîs ibn Cibrîl ibn Buhtîşû’nun ölümünden
sonra ailesi hekimlik geleneğini sürdürdü ve nesiler boyunca Bağdat’ın en
nüfuzlu hekimleri oldular.[45]
Bağdat’a faaliyet gösteren aileler içinde sadece Buhtîşû’lar değil, Cundişapur
kökenli Narturi Hıristiyan,[46]
ana dilleri Farsça, ibadet dilleri Süryanice Mâseveyh, et-Tayfûrî ve Serapion
gibi hekim ailelerin de varlığı biliniyor. Bu aileler sadece hekimlikleriyle
değil, çeviri faaliyetini kollayan ve destekleyen tutumlarıyla tıp biliminin
Abbasiler’de yerleşmesine çok önemli katkılarda bulundular:
Abbasi
sarayında hekimlik yaparken, bir yandan da tıp araştırmalarıyla, tıp kitapları
yazmakla meşgul oluyor ve en önemlisi, çeviri yaptırıyorlardı. Bilimsel
üstünlüklerini korumak çıkarları açısından çok önemliydi; çünkü halife
hekimleri olarak yüksek statüleri ve bu sayede sahip oldukları servet tıptaki
uzmanlıklarına dayanıyordu. Dolayısıyla başta gelen kaygıları uzmanlık
düzeyindeki tıp bilgilerini geliştirmekti. (Gutas, 2003, s. 118)
Diğer yandan bu
dönemde uygulanan teşrih yasağının[47] anatominin
gelişmesine engel oluşturması nedeniyle Yunanca anatomi kitaplarının
çevrilmesini hızlandırdığı görüşü doğruluk payı taşımaktadır:
Teşrih
yapması yasaklanan İbn Mâseveyh zorunlu olarak en iyi alternatife yöneldi:
Öğrencisi ünlü çevirmen Huneyn İbn İshak’tan Galenos’un anatomi kitablarını
çevirmesini istedi. Huneyn, Galenos çevirileri kaynakçasında İbn Mâseveyh için
çevirdiği Galenos anatomi kitaplarının sayısının en az dokuz olduğunu söyler.
(Gutas, 2003, s. 119)
İslam medeniyetinde
bilimsel düşüncenin gelişmesi ve Yunanca-Arapça çeviri hareketi dendiği zaman
ilk akla gelenlerden biri kuşkusuz, Abbasiler devrinde hayata geçirilen bilim
ve çeviri merkezi Beytü’l Hikmedir. Biz bu çalışmanın amaç ve kapsamı
göz önünde bulundurulduğunda, Beytü’l Hikme üzerinde ayrıntılı biçimde
durabilme olanağına sahip değiliz. Ancak bu bölüme konu açıklamaların ışığında,
Abbasiler döneminin bu efsanevi kurumunun gerçekliği konusundaki sorulara
kısaca değinmek istiyoruz.
Konu hakkında en
önemli Türkçe çalışma olan Mustafa Demirci’nin kitabının incelenmesinden
anlaşılacağı üzere, Beytü’l Hikme üzerine çok sayıda araştırmanın
varlığı söz konusu olmakla birlikte, bu adla[48] [49]
başlangıçta saray bünyesinde kurulmuş bir çeviri bürosu ve giderek bilim
merkezinin gerçekliği üzerine ciddî soru işaretlerinin 853 olduğu
anlaşılmaktadır.
Beytü’l
Hikme üzerinde araştırma yapan araştırmacıların çoğunun ortak kanaati, konu üzerinde
tarihçilerin yeterince durmadıkları yönündedir. Onun hakkında en temel kaynak,
İbn nedim’in Fihristi olup, o da sadece yirmiye yakın yerde konuya
atıfta bulunmakla yetinmiştir. Bu sebeble kaynaklarda onun ne kurucusu, ne de
kuruluş tarihi hakkında açık bir ifadeye rastlanmaktadır. (Demirci, 1996, s.
44)
Beytü’l Hikme üzerine Türkçe yapılmış en önemli çalışmaya imza
atmış yazarın bu ifadelerini teyid eden bilgiler farklı araştırmacılar
tarafından dile getirilmiştir. Halife Mansur döneminden başlamak üzere
Abbasiler dönemi boyunca, düşünsel ve bilimsel faaliyetlerin Yunanca’dan
çeviriler sınırlı kalmadığı ve doğrudan bilimsel araştırmalara ne denli önem
verildiğini yukarıda açıklamaya çalıştık. Ancak tüm bu olumlu gelişmeler Beytü’lHikmenin
varlığını teyid eder nitelikte değildir[50]. İslam
bilimleri ve medeniyet tarihi uzmanı Fuat Sezgin Beytü’lHikmFnrn varlığı
konusunda tereddütlerini içeren şu ifadeyi kullanmıştır: “Bizim şimdiye kadar
çok kesinleşmeyen bilgimize göre, el- Me’mun kurduğu “’Bilgelik Evi”’ (Beyt
el-Hikme) adındaki kurum aracılığıyla bilim adamlarının çalışmalarını
kolaylaştırdı ve organize etti.” (Sezgin, 2010, s. 26)[51]
Beytü’l Hikme'mn varlığı konusunda şüphelerin en sağlam dayanaklarını
Gutas’ın ifadelerinde buluyoruz:
Beytü’l Hikme’ yi tanımlak için çok
mürekkep harcanmıştır. Bunlar çoğunlukla modern enstitülerin ve araştırma
projelerinin 8. yüzyıla ilişkin genellikle hayalî, bazen de bir dilekten öteye
geçmeyen tahminlerinden başka bir şey değildir. Aslında Beytü ’l Hikme konusunda
elimizde son derece az tarihsel veri bulunmaktadır. Sadece bu bile kendi
başına Beytü’l Hikme'nin çok görkemli ve önemli bir hareket olmadığını
göstermeye yeter. (Gutas, 2003, s. 60)
Sonuç itibariyle Beytü’l
Hikme’nin, literatürde sıkça dile getirildiği üzere, Abbasiler döneminde
Bağdat’ta kurulmuş çeviri faaliyetlerinin de yürütüldüğü, çok geniş bir
kütüphaneye sahip bir bilim merkezi (akademi) olduğuna dair iddialara katılmak
bizce de mümkün gözükmüyor. Tüm bu iddialar İbn en-Nedîm’in Fihrist
isimli eserinde geçen iki referansa dayanılarak ortaya atılmaktadır.
Abbasilerin ilk döneminde Sasasini etkisinde, muhtemel, bir kütüphane
kimliğinde olan Beytü’l Hikme’nin zaman içinde, Yunanca-Arapça tercüme
faaliyetlerinin yürütülmesi amacıyla özel nitelikli bir kuruma dönüşmüş olması
da söz konusu değildir. Diğer yandan farklı dillerdeki kaynaklarda da,
Yunanca-Arapça çevirilerin yapıldığı böyle bir çeviri merkezine atfen hiçbir
ifade yer almaması bu görüşü teyid eder. (Gutas, 2003, s. 61 vd.)
Aşağıda göreceğimiz
üzere böyle bir merkezin olmaması İslam dünyasının 8. yüzyıldan itibaren
bilimsel ve felesefi alanda yakaladığı yükselişin önünde engel oluşturmaz.
Kaldı ki,
Yunanca-Arapça çeviri hareketinin, Abbasiler devrinde yaşanan bu yükseliş
sürecini başlatan en önemli etken olduğu dahi söylenebilir:
Bu
uzmanların çeviri hareketine verdiği itki, bu kez Arapça’da gittikçe daha
homojenleşen bir bilimsel bilginin oluşumunu olanıklı kıldı ve böylece sürekli
artan sayılarda astrolog, astronom, matematikçi, doktor ve filozofu kendine
çekti. Bu bilim adamları çalışmalarında ilerledikçe, çözülebilmesi için başka
çevirilerin yapılmasını gerektiren birçok problemle karşılaştılar. İşte bu
noktada, çeviri hareketi Arapça’daki bilimsel girişimin bir parçası haline
geldi; bizzat bilim adamları başkalarına çeviri yaptırmaya başladılar ve bu
niteliğiyle hareket kendi kendini sürdürür hale geldi. (Gutas, 2003, s. 116)
Yukarıda
anlatılanlardan hareketle İslam Dünyası’nda 8. yüzyıldan itibaren bilimler ve
felsefe alanında yaşanan yükseliş hareketinin nedenini sadece çevrilerle
açıklanamayacağını, temelde yatan unsurun Yunanca’dan, Süryanice ile
Pehlevice’den geniş çaplı çeviri yapılması ihtiyacını doğuran, Arap-İslam bilim
ve düşünce
geleneğinin yeşermesi
olduğunu söyleyebiliriz. (Gutas, 2003, s. 134)
8.2.1.5. İslam Medeniyeti’nin Tıp Alanında Yetiştirdiği Bilim
Adamları[52]
Bu bölümde İslam
dünyasında yetişmiş hekim ve bilim adamlarının ruh sağlığı üzerine yazdığı
metinleri, olabildiğince, batı dünyasına olan etkileri bağlamında ele almayı
planlıyoruz. Tıp sanatı, İslam uygarlığının tartışmasız en gelişmiş ve en
önemli evrensel başarıyı yakalamış disiplini olarak karşımıza çıkar. (Nasr,
2011, s. 183) İslam dünyasında yaşanan bu yükselişin evrensel bir başarı kazanmasında,
batıda Hıristiyanlığın ilk yüzyıllarıyla ivmesini kaybetmiş, adeta uyku
sürecine girmiş geleneksel tıbba alternatif oluşturmasının da önemli payı
vardır kuşkusuz. Bu bağlamda kanımızca dikkat çekilmesi gerekli olan husus,
Hıristiyanlığın Antik Yunan tıbbı ve bilimi üzerine çektiği örtüye karşın,
İslamiyetin ortaya çıkmasından sonra,[53]Müslümanların
çok kısa sayılabilecek bir sürede, tıp, düşünce ve uygulamalı bilimler alanında
gösterdiği gelişme ve giderek tek başlarına söz sahibi olduklarıdır.[54]
Yukarıda
da belirtildiği üzere, İslam Dünyası’nda Abbasiler döneminde bilim ve felsefe
alanında yaşanan büyük atılımın alt yapısını Yunanca-Arapça çeviri hareketi
oluşturmuştur. Ancak Emeviler döneminde (661-750) çeviri alanında başlayan
girişimlerde göz ardı edilemez. Emevi hükümdarı I. Mervan (683-685) döneminde
ilk kez bir tıp kitabı Arapça’ya çevrilmiştir. İskenderiyeli Ahron tarafından
Yunanca yazılmış kitap önce Süryanice’ye çevrilmiş daha sonra bir Yahudi hekim[55]
tarafından yeni bölümler eklenerek Arapça’ya aktarılmıştır. Emeviler döneminde
henüz başlangıç aşamasında olan çeviri çalışmalarının gözde alanları kimya
(simya) ve astroloji olacaktır. Özellikle astroloji ve kimya disiplinlerine
yönelik bu ilginin oluşmasında, kendisi de bir bilim insanı olan, çevirmenlerin
ve bilimle uğraşanların hamisi Emevi prensi Halid b. Yezid’in önemli etkisi
olmuştur. Kimya kitabı yazacak kadar iyi kimya bilen prensin bilim tarihinde bu
alanında eser veren ilk Arap olduğu görülmektedir. Diğer yandan Astrolog Ebu
Ma’şer, astroloji kitabı yazacak kadar gökyüzünü de iyi tanıyan Halid b.
Yezid’den övgüyle söz etmektedir. (Sezgin, 2010, s. 18-19; Suçin, 2010, s. 5;
Neuburger, 1911, s. 145) Astroloji diğer alanlara göre istisnaî bir dal olarak
karşımıza çıkmaktadır.[56]
Kuşkusuz tarihin hemen her döneminde hanedanların geleceğin okunabileceği bir
alan olarak gördükleri astrolojiye olan tutkulu tavırları bu seçimde önemli rol
oynamıştır.
İslam Dünyası’nda,
hızlanan çeviri hareketinin de etkisiyle farklı kültürlerin bilimsel çalışmalarının
alınması ve benimsenmesi 8. yüzyılda başlamıştır. Fuat Sezgin, İslam dünyasınca
farklı kültürlerden alınan bilimsel bilgilerin özümsenmesi sürecinin 8.
yüzyılın ilk yarısında başladığını belirtiyor: “2./8. yüzyılın ilk yarısında ve
takip eden yüzyılda bilimlerin resepsiyon süreci bütün yoğunluyla devam ederken
bununla eş zamanlı olarak özümsenme periyodu başladı.” (Sezgin, 2010, s. 25)
Kuşkusuz bu dönemde çevirmenlerin çoğunluğunun aynı zamanda bilim adamı
olmaları nedeniyle çeviri ve telif eser arasında net bir ayrım her zaman kolay
olmamaktadır. Yuhanna ibn Mâseveyh (777-857) ve Huneyn b. İshak’ın konumları bu
konuda örnektir.[57]
8.2.1.5.1, İbn Mâseveyh ve Huneyn b. İshak
Me’mun, Mut’asım ve
Vasık gibi farklı halifelerin hekimliğini de yapmış olan Mâseveyh’in Yunanca’dan
yaptığı çeviriler yanında,[58]
tıp alanında 100’e yakın eser yazdığı bilinmektedir. Oftalmoloji (göz
hastalıkları bilmi)[59]
üzerine kitabı Dagal el- Ayn Arapça yazılmış alanındaki ilk çalışmadır.
Farmakoloji ve Oftalmoloji alanlarında uzman olan Mâseveyh’in Arapça ilk tıp
kitabını kaleme alan isim olduğunu söyleyebiliriz. (Kâhya, 1990, s. 365;
Demirci, 2006, s. 196)
Hîreli Hıristiyan
Arap kabilesi mensuplarından bir eczacının oğlu olan Huneyn b. İshak
(810/3-873) küçük yaşlardan itibaren tıbba ilgi duymuştur. On iki yaşında
eğitimi için Bağdat’a giden Huneyn’in şansı yaver gitmiş ve Mâseveyh’in
öğrencisi olmuştur. Eğitimi sırasında Yunanca öğrenen ve sürekli okuyan
Huneyn’e Buhtîşû ailesinin de destek verdiğinden söz edilmektedir. Huneyn b.
İshak, Mütevekkil Al-Allah’tan (847961) sonra başa geçen dört halife döneminde
de saygın mevkilerde bulunmuştur. (Bayat, 2003, s. 184; Demirci, 1996, s. 117;
Browne, 2012, s. 31-32)[60]
Başlangıçta
Süryanice’den Arapça’ya çeviriler yapan ancak daha sonra kaynak dilleri arasında
Yunanca ve Farsça’yı katan hekim Huneyn b. İshak’ın özellikle tıp alanında
yaptığı çeviriler Arap-İslam dünyası açısından büyük öneme sahiptir.[61]
Huneyn bin İshak ve meslektaşları Yunanca bilimsel ve
felsefi metinleri çoğu zaman önce Süryaniceye, sonra yeniden Arapçaya
çevirdiler; çünkü Arapçada, karmaşık Yunanca metinleri tercüme edebilmek için
gerekli teknik kelime bilgisi yoktu. Huneyn’in tıp alanında yeni ve uygun
Arapça teknik kelimeler üretmede oldukça yetenekli olduğuna dair genel bir
ortak görüş vardı. Bu dönemde Arapçaya Süryaniceden pek çok kelime geçmişti.
(Dols, 2013, s. 63-64)
E. G. Browne onu “Tıp
literatürü tercümesinde Huneyn en çok tanınan olduğu kadar en üretken olanıdır
da” cümlesiyle tanımlamaktadır. (Browne, 2012, s. 32) Huneyn, başta
Hippokrates, Galenos, Dioskorides ve Oribasius’un eserleri olmak üzere,
Antikçağ’dan itibaren kaleme alınmış yüzlerce kaynak tıp kitabının ya bizzat
çevrisini yapmış, ya da yapılan çevirilerin seçiminde katkı sağlayarak,
çevirileri denetlemiştir.[62]
İlgi alanı sadece tıp ile sınırlı olmayıp felsefe, felsefe tarihi, veterinerlik
ve tarih alanlarında 80 civarında eser veren, Plâton ve Aristoteles’den
çeviriler yapan Huneyn, çeviri yaptığı disiplinler üzerine yazdığı açıklayıcı
metinler (şerhler) ile de ünlüdür. (Neuburger, 1911, s. 149; Demirci, 1996, s.
118-119)
İshak b. Huneyn’in
tıp alanında yaptığı en önemli çalışmalardan biri Halife el- Mütevekkil’in
kâtibi Alî b. Yahyâ el-Muneccim’in isteği ve hamiliğiyle hazırladığı Galenos
eserlerinin bibliyografyası niteliğindeki Risâletü Huneyn’dir.[63]
Ancak çalışma Galenos’un eserlerinin ve bunların dökümünden çok daha fazla
bilgi içermektedir. Huneyn o güne kadar çevrilmiş Galenos eserlerinin
çevrilerini tek tek mercek altına alır, yanlış çeviriliri, anlam kaymalarını
ortaya koyar.[64]
Oftalmoloji (göz
hastalıkları bilmi) üzerine, Galenos eserlerinden büyük ölçüde yararlanarak
kaleme aldığı Kitâbu’lAşrMakalatfî’l-Ayn (Göz Üzerine On Kitap) isimli
kitap bu alanda yazılmış ilk eser olarak kabul edilmektedir.[65]
Yine göz üzerine kaleme aldığı diyalog usuluyle yazılmış Mesail fi’l A’yn
(Gözle ilgili Problemler) isimli başka bir çalışmada konuyla ilgili önemli
sorulara yanıt arar. Özenle yetiştirdiği oğlu İshak b. Huneyn de (830-910/12)
kendisi gibi Yunanca, Farsça ve Süryanice’den çeviriler yapmış, halife ve
vezirlerin takdirini kazanarak saray hekimliği yapmıştır. (Bayat, 2003, s.
184-185; Demirci, 1996, s. 118-119; 196)
İshak b. Huneyn
tarafından kaleme alınan bir başka telif eser olan Kitâb’ul-Mesâ’il fî’t-
Tıb li’l-Müte’allimîn birçok bakımdan önem arz etmektedir. Tıbba giriş
niteliğindeki bu çalışmada Huneyn, Antikçağ’ın genel tanımıyla sağlık-hastalık
felsefesine uygun düşecek bir hastalık kabulü ortaya koyar. Tıbbı teorik ve
pratik olmak üzere ikiye ayıran yazar bedenin tıbbî açıdan hallerini ise
sağlıklı, hasta veya nötr olmak üzere üçe ayırır:
Sağlıklı oluş bedenî fonksiyonların doğal, hastalık
ise tabiat dışı olduğu durumlardır. Nötr durum ise, ne mutlak sağlık, ne de
mutlak hastalık durumudur. Bu üç hal bedeni şartlar, sebepler ve belirtilerle
ilgilidir. Hastalık veya sağlığa yol açan sebebler doğal olan ve olmayan diye
ikiye ayrılır. Doğal sebepler temin hastalığı iyileştirip sağlığı kazandırır.
Doğa dışı sebepler patolojik veya nötr duruma yol açar. Sağlık ve hastalıkta
ortak olan zorunlu sebebler hava, yiyecek ve içecekler, uyku, boşaltım,
hareket, psikolojik davranışlardır. (Bayat, 2003, s. 184)
Sonuç itibariyle
İshak b. Huneyn’in, Galenos’un Arap dünyasında doğru tanınması gibi önemli bir
görevi başarıyla yerine getirmiş bir hekim olduğunu söyleyebiliriz.
Tıp ilgi alanına
oldukça geç sayılabilecek bir yaşta girmiş olmakla birlikte tarihin en büyük
hekimlerinden biri olarak kabul edilen Ebû Bekir Er-Râzî (865-925) İran’ın Rey
kentinde doğmuştur.[66]
Batılıların Medicus, Rhazes olarak da adlandırdıkları, Er-
Râzî’nin ilkgençlik
yıllarında ilgisi daha çok matematik, astronomi, edebiyat ve müzik gibi
alanlarda yoğunlaşmıştır. Tıbba merakı Horasan bölgesindeki farklı merkezlerde
Yunan, Hint, İran ve İslam tıbbı üzerine yaptığı araştırmalar sonucunda ortaya
çıkmıştır. Rey ve Bağdat hastanelerinin yöneticiliğini de yaparak hekimlik
birikimini artıran Er- Râzî, tıpta kimyayı kullanan ilk hekim olmanın yanı
sıra, Galenos’dan beri gelmiş geçmiş en değerli hekim ünvanını klinik
alanındaki başarısı nedeniyle elde etmiştir. (TDV İA XXXIV,34; Bayat, 2003, s.
185)
E. G. Browne (2012,
s. 54) tarafından, “İslâm âleminin gelmiş geçmiş en büyük ve en orijinal
hekimlerinden ayrıca en bereketli yazarlarından birisi” olarak tanımlamaktadır.
Er-Râzî’ye, tıp bilimine ve hekimlik sanatına yaptığı katkılar nedeniyle Batı
dünyasınca düzülen övgülere başka bir hekim mazhar olamamıştır.[67]
Er-Râzî “Tıp ve farmakoloji alanında sadece kendi kültür çevresinde etkilerde
bulunmakla kalmayıp, birçok eserinin Latince ve İbranice çevirisiyle de
Avrupa’da 17. yüzyıla kadar tartışmasız tıp otoritesi olarak kabul edilmiştir.”
(Sezgin, 2010, s. 35)
Ebû Bekir
Er-Râzî’nin, hekimliğinin yanı sıra, aynı zamanda çok verimli bir yazar olduğu ve
önemli bir kısmı tıp olmak üzere, mantık, felsefe, doğa bilimleri, astronomi,
teoloji, gramer, müzik, fizik, metafizik, ahlâk ve simya alanlarında iki yüz
civarında makale ve kitap yazdığı bilinmekle birlikte, bunlardan sadece elli
dokuz tanesi[68]
günümüze ulaşabilmiştir.[69]
Tıp alanındaki en önemli eseri, başta Galenos olmak üzere çok sayıda yazardan
alıntılar yaparak kendi yorumlarını da ekleyerek ortaya çıkardığı, dev hacimli Kitâb
el-Hâvî’dir.[70]
Yunan, geç antik dönem ve Hint yazarların patoloji,
tedavi ve farmakoloji ile ilgili alıntılarından derlediği Kitâb el-Hâvî
ya da Latince çevirisiyle Continents [Kıtalar] adıyla bilinen muazzam
koleksiyonu, yabancı tıp bilgisinin muayene tecrübesiyle birlikte yeniden ele
alınarak İslam tıbbına dönüştürülme sürecine ilişkin sağlam kanıtlar sunar.
(Dols, 2013, s. 73)
Özellikle felsefe,
din felsefesi ve teoloji alanındaki eserlerinin çok küçük bir bölümü günümüze
ulaşan Er-Râzî’nin ahlâk ve teoloji anlayışı eleştirilmiş ve mülhid olduğu
iddia edilmiştir. Et-Tıbbu’r-ruhânî isimli çalışmasını Türkçe’ye çeviren
Hüseyin Karaman, söz konusu çeviriye yazdığı kapsamlı ‘Giriş’te ünlü hekimin
yazdığı eserlerin büyük çoğunluğunun “taassup ve tekfir suçlamaları gibi
çeşitli nedenlerden dolayı” (Ebû Bekir Râzî, 2008, s. 16) kaybolduğunu ve çok
azının günümüze ulaştığını belirtmektedir.[71]
Er-Râzî’nin Allah’a
inanan gerçek bir deist olduğuna dikkat çeken A. Y. Ocak, bu ünlü kişiliği
şöyle tanımlıyor:
Ancak
bu, İslam’ın telkin ettiği biçimde bir Allah inancı değildir. Onun inandığı
ikinci gerçek ise akıldır. Er-Râzî aklı her şeyin üstünde tutuyor. Ona göre
akıl varken ne peygamberlerin, ne de onların Allah’tan aldıklarını iddia
ettikleri vahyin ürünü olan kutsal kitapların gereği vardır. Zaten peygamberler
ve kutsal kitaplar çelişki içindedirler. Nitekim er- Râzî bütün kutsal
kitapları eleştirir ve kendinden öncekiler gibi, Kur’an-ı Kerim’in icazını
kabul etmeyerek daha iyi bir kitap yazmanın mümkün olduğunu, tıp, geometri,
astronomi ve felsefe kitaplarının Kur’an’dan daha faydalı olduğunu iddia eder.
Görüldüğü
gibi, her ne kadar İslam hereziografi (milel ve nihal) kaynaklarında zındık
olarak tavsif edilse de, er-Râzî’nin, İbnü’r Râvendi gibi, Emeviler’in son ve
Abbasiler’in ilk yüzyıllarındaki gibi, Zerdüştilik, Mazdeizm veya Maniheizm kökenli
düalist inanç sistemleriyle ilgisi bulunmadığı anlaşılıyor. Bir mülhid olarak
tavsif edilmesine rağmen, gerçek anlamda ve kelimenin tam kapsamıyla bir ateist
olduğu görülüyor. Buna rağmen onu bir zındıktan çok, vahyi, peygamberleri ve
kutsal kitapları, kısaca dinleri reddetmesi sebebiyle belki dinsiz olarak
vasıflandırmak daha doğru bir yaklaşım olsa gerektir. (Ocak, 1998, s. 45-46)[72]
Arapların Galenos’u (Câlinûsu’l-Arapf[73]
olarak da tanımlanan Ebû Bekir Er-Râzî’nin inançları ve ahlâkî kimliği üzerine
burada kısaca bilgi vermemiz, birazdan değineceğimiz üzere, bazı çalışmalarına
ışık tutacağına inanmamızdan kaynaklanmaktadır. Ancak daha önce Er-Râzî’nin
melankoli üzerine bütünüyle Efesli Rufus’u kaynak alan görüşlerine kısaca
değinmek istiyoruz. Daha önce Efesli Rufus’un melankoli üzerine yazılmış
orijinali kayıp, ünlü eserini değerlendirirken belirttiğimiz üzere Er-Râzî’nin,
Rufus’u, Yunanca orijinal kaynak metninden değil, yazarı bilinmeyen, yetersiz
bir Arapça çeviriden okuduğu ve yorumladığı biliniyor. (Flashar, 1966, s. 88) Kitâb
el-Hâvf ye giren bu bilgilerin ne kadarının Rufus’a ait olduğu, dolayısıyla
özgün olup olmadıkları tartışmalıdır.
Er-Râzî’ye göre
melankoli balgam veya sarı safradan değil, kara safradan kaynaklanır. Ancak
kara safranın kan ile beyne taşınması veya batın bölgesinde birikmesiyle
melankolik sanrıların ortaya çıkabilmesi için aşırı ısınmasıyla (yanması)
ortaya çıkar. Burada aşırı ısınan kara safra veya karasafralı kanın gösterdiği
basınç etkili olur. Yine uzun süre güneşte kalma, ağır seyreden baş ağrıları,
sürekli uykusuzluk gibi dış kaynaklı akut nedenler melankoliye neden olur. Tüm
ve sayılan başka nedenler Er-Râzî’nin farklı yazarlardan yaptığı alıntılardan
derlenmiş küçük parçalar olarak el-Hâvf de yeralır. (Dols, 2013, s. 86
vd.)
Melankoli erkeklerde
kadınlara göre daha sık görülmekle birlikte, hastalık kadınlarda daha ağır
seyreder. Çocuklarda görülmezken, gençleri nadiren etkiler. Yaşlılık, doğası
gereği, önemli bir melankoli nedeni olarak tanımlanır; diğer bir ifadeyle
melankoli tipik bir yaşlılık hastalığıdır.888 Kış mevsiminde hazım
sorunu çekilmediği için melankoli nadiren görülür. Yazla birlikte midenin ve
bağırsakların boşaltımı hızlanır ve rahatlar. Başta koyu kırmızı şarap ve
farklı et türleri olmak üzere, kara safrayı arttıran yiyecek ve içeceklerden
uzak durulmalıdır.[74]
[75]
Er-Râzî’nin el-Hâvîde,
melankoli üzerine yazdıklarından daha fazla örnek vermek mümkünse de, bunların
kendi özgün görüşleri olmadığını, önemli bir bölümünün Efesli Rufus olmakla
birlikte,[76]
farklı hekimlerden aldığını biliyoruz. Sonuç itibariyle, “Er- Râzî’nin
otoritelerden derlediği ortak görüş, melankolinin sonunda beyne sirayet edip
hasar veren kara safra sıvısının yoğunlaşmasından yahut yanmasından
kaynaklandığıydı. Yine bu durum beynin kendisinden, vücudun tamamına yayılan
kandan veya mide bölgesinden kaynaklanabilirdi. Tedavi, yanık safrayı gidermeye
yahut çeşitli yöntemlerle safranın niteliklerine, özellikle kuru niteliklerine
karşı koymaya yönelikti.” (Dols, 2013, s. 79)
Er-Râzî’nin yukarıda
kısaca andığımız melankoli üzerine derlenmiş görüşlerinden sonra kendi özgün
düşüncelerine daha çok yer verdiği eseri et-Tıbbu’r-rûhânî isimli
çalışmasını incelemeye geçebiliriz. Araştırmacılar tarafından
Er-Râzî’nin felsefî çerçevede ‘ahlâk anlayışını’ ortaya koyduğu eser olarak
tanımlanan (Karaman, 2004, s. 102) et-Tıbbu’r-rûhânî, çalışmamız
bağlamında, İshak el-Kindî’nin Üzüntüden Kurtulma Yolları (Def’u’l-Ahzân)
adlı kitabından sonra İslam Dünyası’nda ‘akıl sağlığı’ üzerine yapılmış ilk
çalışmalardan biridir. Her ne kadar Er-Râzî çalışmasının başlığına ‘Ruh
Sağlığı’ dese de, ilk bölüm insan ‘akıl’na övgülerle başlar. (Ruh Sağlığı,
s. 57-58) İkinci bölümde kitabın başlığının seçilme nedeninin, ‘nefsin
ahlâkının düzeltilmesi’ olduğunun söyleyen Er-Râzî, tartışma boyunca ‘akla’
uyulacağının, akıl yolundan gidileceğinin altını çizer. (Ruh Sağlığı, s.
59) Aklın karşısına ‘ruhun hastalığı’ olarak ‘hevâ’[77]yı koyan
yazar “insanların avam tabakasının, tabiata gem vurma ve hevaya sahip olma
konularında hayvanlardan üstün oldukları kadar, faziletli filozfun da avamdan
üstün olması gerekir”[78]
ifadesiyle aklını sıradan insanlara (avam) göre daha fazla kullanan
filozofları, nefsin hevâ ile girdiği sınavdan başarıyla çıkmış tabiatlar
olarak tanımlar. İslam yazınında Er-Râzî’nin yazdıklarından sonra hevâ
kavramı geniş ilgi görmüş ve farklı boyutlarıyla tartışılmıştır. (TDV İA XVII,
s. 275)
Biz
bu noktada Ebû Bekir Er-Râzî’nin et-Tıbbu’r-rûhânî isimli[79]
kitabının içeriğine farklı bir yönden yaklaşmayı deneyeceğiz. Esas aldığımız
Türkçe çeviride[80]
eser, ‘Önsöz’ü takip eden yirmi bölüme ayrılmıştır. İlk beş bölümde[81]
Er-Râzî’nin, aklın üstünlüğü, Plâton’un insan nefsinin üç boyutu üzerine
düşüncelerine getirdiği yorumlar ve alışkanlık yaratan şehvani aşk, haz gibi
konularda düşünceleri yer almaktadır. Takip eden on beş bölümün içinde
özellikle altı, yedi, sekiz, onbir, oniki, onüç, ondört ve onbeşinci bölümden
her biri, başlıkları ve içerikleri itibariyle, daha önceki bölümlerde bizim bu
çalışmada acedia bağlamında incelediğimiz ‘Yedi Büyük (Ölümcül) Günah’
ile örtüşmektedir. Katolik inancında[82] gurur,
cimrilik, çekemezlik, öfke, iffetsizlik, oburluk, tembellik/bezginlik (acedia)
olarak sayılan büyük günahların karşılığı, et- Tıbbu’r-rûhânîde nefsin
hastalıkları (zafiyetleri), büyük ölçüde benzer başlıklarla, yer almaktadır.
Gurur günahının
karşılığı Er-Râzî tarafından ‘Kendini Beğenme’ (6. bölüm) olarak ifade
edilmiştir. Alçakgönüllülüğün tam karşıtı olan kibire varan bir kendini
beğenmişlik duygusunun en önemli tehlikesi insanın kendisini geliştirmesine,
daha iyi olması için çaba sarfetmesine engel olmasıdır. Er-Râzî takip eden
bölümde, “anormal durumlardan biri” olarak nitelediği ‘haset’in nedeni olarak
“cimrilik ve tamahın nefiste birleşmesi”ni görür. Hasetin nefsini tutsak ettiği
insanlar “gam, keder, üzüntü gibi anormal durumlar”ın etkisinde kalırlar. Bu
ruh halinin beraberinde getirdiği uzun süreli uykusuzluk ve kötü beslenme
sonucunda “nefsin solması, cildin kötüleşmesi ve mizacın bozulması” gibi
rahatsızlıklar ortaya çıkar. Haset eden, yaşadığı beyhude yoksunluk duygusu
nedeniyle hep üzüntülü ve kederlidir: bu ruh hali onun zayıflatır, güçsüz
kılar. Er-Râzî, hevâ’nın esiri olmuşların tersine, akıllı kimsenin,
haset edilenin tasavvur edildiği gibi “büyük bir ihtişam, debdebe, mutluluk ve
zevk içinde” yaşamadığını bildiğine dikkat çeker. Er-Râzî bu noktada, bizim
daha önce Antikçağ bahsinde sık sık dillendirdiğimiz üzere bir denge
halinin varlığına dikkat çeker: “Akıllı kimse aklını kullanarak ve hevasını
terk ederek bu gerçekler doğrultusunda düşünüldüğünde hayatta ulaşılabilecek
olan en yüksek haz ve rahatın yeterlilik hali (el-kifaf) olduğunu anlar”
(Ruh Sağlığı, s. 93) ‘Yeterlilik hali’nin üzerindeki standartların
birbirine yakın olduklarını, bir başka ifadeyle marjinal getirilerinin düşük
olduğundan bahisle, ‘yeterlilik hali’nin her zaman daha fazla huzur verdiğini
belirtir. Aynı konuya çalışmasının sonlarında ‘Dünyevî Rütbe ve Makamları
İsteme’ (18. bölüm) tekrar dönen Er-Râzî, şaşırtıcı bir biçimde, günümüzden
yaklaşık onbir yüzyıl önce, Batı dünyasının 18. yüzyılda kavradığı ‘marjinal
getiri’ ve ‘marjinal verimlilik’ kavramlarının, insan bedeninin istek ve
tutkuları bağlamında ahlâkî tanımını yapar.[83]
Er-Râzî,
et-Tıbbu’r-rûhânî'’nin 8. bölümünde,
öfkenin ortadan kaldırılması konusunu ele alır. Öfke’nin hayvansal bir güdü
olduğuna dikkat çeken Er-Râzî, öfkeyle salim düşünme yeteneğini kaybeden
kimsenin deliden bir farkının kalmayacağını belirterek öfkeyi yenme yollarını
açıklar. 10. bölümde cimrilik konusu ele alınır; gelecek kaygısıyla temkinli
davranma ile hevadan kaynaklanan cimrilik arasındaki ayrım ortaya konur; şayet
cimri kişi yaptığını kabul edilebilir gerekçelerle açıklayamıyorsa hastalıklı
bir durum söz konusudur.
Daha önceki
bölümlerde belirtiğimiz üzere Pontuslu Evagrios’un logismoi listesi
sekiz başlıktan oluşan listesinde oburluk (gastrimargia-gluttony) ve
açgözlülük (philargoria- avarice) ayrı başlıklar altında yer alırken
Büyük Gregorius ile sayısı yediye indirilen listede iki günah, ‘oburluk’
başlığında birleşmiştir. et-Tıbbu’r-rûhânî’ nin 13. bölümünün başlığı
‘açgözlülük’ (eş-Şerah) olmakla birlikte metin “açgözlülük ve oburluk
sonradan elem ve zarar veren anormal durumlardır.” cümlesiyle başlar.
Açgözlülüğün kaynağını şehevî nefse (hevâ) bağlayan Er-Râzî, bu
anormalliğin daha çok ahlâkî yönü üzerinde durur. Sadece bir yerde bu
davranışın “insanın küçük ve rezil görülmesine değil, aynı zamanda daha ciddî
hastalıklara sebebiyet veren hazımsızlığa yakalanmasına da” neden olabileceğini
belirterek bedensel zararına da vurgu yapar.
Pontuslu Evagrios’un
listesinde zina (porneia-fornication) olarak geçen Katolik yazınında
yaygın kullanımıyla şehvet düşkünlüğü, et-Tıbbu’r-rûhânî’ nin 15.
bölümüne ‘Cinsel İlişki’ (el-Cima) başlığıyla konu olmuştur. Er-Râzî
kitabında önemle üzerinde durduğu, kanımızca çalışmasının çıkış noktasını
oluşturan husus, kapsamlı bir ‘haz- elem öğretisi’[84] geliştirme
çabasıdır. Akı\-Hevâ karşıtlığında geliştirilen bu söylemle, maddî
(ruhanî) zevklerin kazanılması ve tüketilmesinin aklın kontrolundan çıktığı
anda bedene ve ruha büyük zararlar vereceği savunulur. Ancak Er-Râzî’nin
savunduğu ‘zina’ veya ‘şehvet düşkünlüğü’nden çok, “anormal durumlardan biri”
olarak tanımlanan ‘cinsel ilişki’dir. Her ne kadar yer yer ‘cinsellikte
aşırılık’, ‘cinsel ilişkiye olan şiddetli istek’ ve ‘cinsel ilişkiye
düşkünlük’ten söz etse de, cinselliğin aşırlığından çok, alınan hazza
odaklandığı ve cinsel ilişkiden alınan hazzı “her halükarda bütün hazlar içinde
terk edilmesi en uygun olan ve en münasip olanıdır.” şeklinde yorumlaması
dikkat çekicidir. Er-Râzî bu anormal davranışın bedende ortaya
çıkaracağı olumsuz sonuçları ise şöyle sıralar:
Bu,
görmeyi zayıflatır, bedeni güçsüzleştirir, halsizleştirir, ihtiyarlığı
hızlandırır, beyne ve sinirlere zarar verir, güç ve kuvveti azaltır. Ayrıca,
burada ifade edilemeyecek sayıda daha birçok hastalıklara neden olur. Nefsin,
cinsel ilişkiden aldığı aşırı hazzı hatırlamasından dolayı, cinsel ilişki
düşkünlüğü diğer haz vericilere olan düşkünlüklerden daha kuvvetli ve daha
şiddetlidir.” (Ruh Sağlığı, s. 117)
Aklın karşısına bir
kez daha nefsin bitmek tükenmez (zararlı) isteklerini koyan Er-Râzî, sonuç
itibariyle ortaya çıkan bu anormal davranışlarla mücadeleyi, faziletli bir
insan olmanın gereği olarak görür.
Daha önceki
bölümlerde değindiğimiz üzere, Yedi Büyük (Ölümcül) Günah’tan birini temsil
eden ve tembellik/bezginlik/melankoli/hüzün’den (acedia) oluşan anlam
bütünlüğü, kadim zamanlardan beri değişim geçirmiş ve tarihsel süreçte faklı
kabullere göre yeniden tanımlanmıştır. Er-Râzî, et-Tıbbu’r-rûhânî'’ nin
11. bölümünde ‘Aşırı ve Istırap Düşünce’ (el-Fikr) ile ‘Endişe’ (el-Hemm),
takip eden bölümde ise ‘Üzüntüyü Giderme’ konularını ele almıştır. Istırap
veren düşünce ve endişeyi, aklın özellikleri olmakla birlikte, aşırılıkları
durumunda, kişinin yaşamına ket vurması, elem vermesi nedeniyle, anormallik
yaratan durumlar olarak tanımlayan Er-Râzî, insanlar arasındaki mizaç farkının,
son tahlilde, dayanma gücünü belirlediğine dikkat çeker. Ancak kişinin kendini,
ıstıraba sürekleyecek endişe ve vesveselere karşı eğitmesi mümkündür. Bunun
için dayanma gücünün araştırılarak düzeyinin tesbit edilmesi, şayet gerekiyorsa
tedricen düzeyin arttırılması mümkündür. Bu noktada Er-Râzî, daha önceki
bölümlerde olduğu üzere, bir kez daha aklın yardımıyla ölçülü düşünmenin
ve kararlı davranmanın önemini vurgular. Anomali yaratan hallerin nedeni olarak
gördüğü ölçüsüzlüğü ifrat[85] ve tefrit[86]karşıtlığıy\a
açıklar:
Örneğin
bir kimse felsefeyi sevse ve bütün dikkatini verecek ve zihnini onunla meşgul
edecek derecede ona düşkün olsa; sonra da bir sene de Sokrates, Platon,
Aristoteles, Theophrastus, Eydemus, Chrysippus, Themistius ve Alexander gibi
filozofların sahip oldukları kadar felsefî bilgiyi elde etmeyi istese; daha
sonra da araştırma ve düşünceye devam etse ve yemek yemeyi, dinlenmeyi
azaltsa,-bu süreç zorunlu olarak uykusuzluğa neden olur-; ben söz konusu
kişinin bu zaman tamamen geçmeden ve daha önce zikrettiğimiz filozoflara bilgi
birikimi açısından yaklaşmadan önce vesveseye düşeceğini, melankoliye
yakalanacağını ve zayıflayıp yok olacağını söylerim. Yine ben,
meşguliyetlerinden kurtulduğunda, şehvet ve hazlardan bıktığında ilgilenmek
suretiyle mükemmel bir felsefî bilgiye sahip olmayı isteyen, fakat küçük bir
meşguliyetle karşılaştığında ve az bir şehvet duyduğunda araştırmalarını terk
ederek daha önceki durumuna geri dönen kişinin de bütün ömrü boyunca mükemmel
bir felsefî bilgiye sahip olamayacağını ve onlara yaklaşamayacağını söylerim.
Dolayısıyla da bu iki kişi de isteklerine ulaşamazlar: Birisi ifrata kaçtığı,
diğeri de tefrite düştüğü için. (Ruh Sağlığı, s. 103)
Üzüntüyü giderme
üzerine 12. bölümde yazdıkları önemli bir tespitle başlar; “Biz üzüntünün
akıldan kaynaklanan bir anormal durum mu, yoksa hevadan kaynaklanan bir anormal
durum mu olduğunu ortaya koymak için uzun ve ayrıntılı bir tartışmaya ihtiyaç
duyarız”[87]
ifadesini takiben bu tartışmanın yerinin burası olmadığını belirterek üzüntünün
nasıl giderileceği konusuna girer. Er-Râzî’ye göre üzüntüden kurtulmanın iki
yolu vardır: birincisi üzüntü ortaya çıkmadan önlem alınması, yani kişinin
yaşamını ona göre düzenlemesi, diğeri ise üzüntü oluştuğu andan itibaren en
kısa sürede bertaraf edilmesidir. Üzüntünün kaynağını sevilen kişilerin ve
şeylerin yitirilmesinin oluşturduğunu ve üzüntüye neden olan şeylerden uzak
durulmasıyla sorunun çözülebileceğini söyler. Çocuğu olmayan kişinin
üzüntüsünün çocuğu olup da kaybedenin üzüntüsüyle mukayese edilemiyeceğini
belirten Er-Râzî “(...) akıllı kimsenin, kaybedilmeleri halinde üzüntüye neden
olan şeylerden uzak durarak üzüntünün meydana gelmesine sebep olan bağı ortadan
kaldırması ve sevilen şeylerin var oldukları sürece verdikleri hazza
aldanmaması”[88]
gerektiğine işaret eder.
Bu noktada yazar
sahip ol(a)mamanın yarattığı yoksunluk duygusu ile sahip olunanın kaybıyla
yaşanacak üzüntünün (elem, ısıtırap) yarattığı ruh halini tartıya koymayı ve
değerlendirmeyi ona göre yapmayı önerir; sonuç her zaman sahip olunan şeyin
kaybında yaşanan acı ve ıstırapta daha ağırdır. Bu bağlamda yukarıda andığımız
çocuk sahibi olma/kaybetme örneğini verir. Diğer yandan kaybedilen şeyin
yarattığı boşluk (elem) duygusunun, onun bize kattığı (verdiği) değerden büyük
olması durumunda, onu taşımanın bir anlamı olmadığını savunur. Er-Râzî burada
bir kez daha aklın, alınan fayda (haz) bağlamında rasyonel seçim yapabileceğine
olan güvenini tazeler.
Üzüntü ve ıstırap
yaratacak olayların, tüm çabalara karşın ortaya çıkmasının engellenemediği
durumlarda, aklın gücüyle mevcut durumun aşılabileceğini savunan yazar, akıllı
insanların evrendeki her şeyin bir ‘oluş ve bozuluş’ sürecine ait olduklarının
bilinciyle hareket etmeleri durumunda, yok oluşun onlara elem vermeyeceğini
savunur. Evrendeki hiçbir şeyin ‘sabit ve devamlı’ olmadığı, ‘sürekli değişen
ve çözülen olduklarını’ (devinimin içinde oldukları), dolayısıyla yok oluşun
kaçınılmaz olduğu sonucunu kabul edilmesinin akkılıca bir davranış olduğunu,
aksi davranmanın ise hevaya kapılmak olduğunu belirtir.
Er-Râzî’ye göre, kişi
şayet aklı tarafından yönetiliyorsa, her ne amaçla olursa olsun dışarıdan
yapılan, haz, aşırı zevk, elem ve ıstırap ile sonuçlanabilecek müdahaleleri
reddeder. Bu bağlamda akıllı kişi için üzüntüden kurtulmanın biricik yolu, ona
zarar veren bu anormal (sıra dışı) dışı halde kalmayı tercih etmemesidir:
Eğer üzüntünün nedeni, oratadan kaldırılması mümkün
olan bir şey ise, o zaman üzülmek yerine söz konusu nedeni ortadan kaldırmak
için çareler aramaya başlar. Yok eğer üzüntünün nedeni ortadan kaldırılması
mümkün olmayan bir şey ise, hemen dikkatini başka yöne çevirerek onu unutmaya,
düşüncesinden ve nefsinden çıkarıp atmaya çalışır. Onun bu şartlarda
kederlenmeye devam etmesini isteyen akıl değil hevadır. Çünkü akıl insanı,
şimdi veya gelecekte bir fayda elde edeceği yöne doğru yöneltir. Hâlbuki
üzüntüden hem şu anda hem de gelecekte zarardan başka bir şey elde edilmez. (Ruh
Sağlığı, s. 110)
Yukarıda
anlatılanlardan da anlaşılacağı üzere, Er-Râzî’nin kitabında tanımladığı, ruh
sağlığını etkileyen, anormal durumların önemli bir bölümü, Hıristiyanlık
inancındaki ‘Yedi Büyük Günah’ ile örtüşmektedir. Er-Râzî saydığı anormal
durumların beden üzerindeki sonuçlarına, birkaç istisna dışında, değinmez.
Diğer yandan kitap boyunca bedende sayılan anomalilere neden oluşturacak
herhangi bir organın ismi de zikredilmez. Bu bağlamda konu bütünüyle ahlâkî,
giderek aklın hevâ ile olan mücadelesi olarak ortaya konur. Tabiyatıyla
Er-Râzî’nin bu yaklaşımı, Antikçağ’ın beden sıvılarındaki dengesizlikten
kaynaklanan ruh sağlığı bozuklukları tanımıyla örtüşmemekle birlikte, çok daha
geç bir çağda, romantik dönemde belirginleşen felsefî melankoli kavrayışına
denk düşer.
8.2.1.5.3. Ebu Yûsuf Ya’kûb b. İshak el-Kindî
İslam dünyasının
yetiştirdiği bir başka büyük isim 796 yılında Kûfe’de doğan Ebu Yûsuf Ya’kûb b.
İshak el-Kindî’dir. Basra’da başladığı tahsilini Bağdat’da tamamlayan Kindî’nin
Halife Me’mûn dönemindeki çeviri faaliyetlerine düzeltmen olarak atandığı bizzat
çeviri yapmamakla birlikte yüzlerce kıymetli eserin çevrisine aracılık ve
hamilik yaptığı biliniyor.[89]
Kindî döneminin diğer önemli isimleri gibi, felsefe, astronomi, mantık, ahlâk,
psikoloji, kimya, cebir, geometri, tıp ve müzik[90] gibi faklı
disiplinlerinde iki yüz kırk bir eser vermiştir.[91]
Kaynaklarda, Feylesûfu’l-Arab
olarak anılan el-Kindî’nin tıp alanında yazdığı eserlerden altı tanesi günümüze
ulaşmıştır. (TDV İA XXVI, 57) Çalışmamız açısından bizi ilgilendiren eseri Üzüntüden
Kurtulma Yolları (Def’ul-Ahzân) başlıklı kitabıdır. Tarihçiler tarafından
ahlâk felsefesi yapıtı olarak değerlendirilen Def’ul-Ahzân’ da Kindî
“(...) kontrolsüz öfke ve şehvet gibi temel duygu ve ihtirasların baskısıyla
ortaya çıkan taleplerin, mutsuzluk ifadeleri olan üzüntüyü, kaygı ve ölüm
korkusu gibi patolojik tezâhürlerin, nevrotik hastalıklar ortaya çıkarması
yanında, insanın ahlakî yetkinliğine de engel olacağı düşüncesini işlemiştir.” (Üzüntüden
Kurtulma Yolları, s. 17)
Bu bağlamda Def’u’l-Ahzâriın,
Er-Râzî’nin et-Tıbbu’r-rûhânîsi gibi, ‘üzüntü’ (el- huzn) ile
ortaya çıkan psikolojik rahatsızlıkların tedavisi için ahlâkî bir tedavi
yöntemi önerdiğini söyleyebiliriz. El-Kindî’nin çalışmasını önemli kılan,
‘üzüntü’ ve ‘ölüm korkusu’ gibi önemli konuları İslam dünyasında ilk kez
felsefî ve ahlâkî boyutta inceleyen bir eser olmasından ve dolayısıyla,
kendisinden sonra bu alanda yapılan çalışmalara örnek teşkil etmesinden
kaynaklanmaktadır. Def’u’l-Ahzâriı Türkçe’ye çeviren M. Çağrıcı,
hazırladığı kapsamlı ‘Giriş’de (s. 16-45) el-Kindî’nin yapıtının etkileri üzerine
(s. 28-41) ayrıntılı bilgiler vermektedir. Çağrıcı Def’ul-Ahzârinın
tesirleri başlığı altında, Er-Râzî’nin (öl. 925) et-Tıbbu’r-rûhânîsi ile
başlayan ve Muhyî-i Gülşenî’nin (öl. 1608’den sonra) Ahlâk-ı Kirâm'ına
uzanan on eserlik bir liste yapmıştır.[92]
Yaklaşık yedi yüz
yıla yayılan bu listede yer alan eserlerin ortak özelliği üzüntü, ıstırap,
kaygı, korku, kuruntu, keder, vesvese ve ölüm korkusu konularının İslam ahlâkı
bağlamında incelenmesi ve el-Kindî’nin Def’ul-ahzâriın birer özeti veya
doğrudan kopyası olmasıdır.[93]
Çalışmaların büyük bölümünde üzüntü ve kederin bedensel hastalıklarla olan
bağlantısını ortaya koyma çabası söz konusu değildir. Sadece meslekten hekim
olan Behlî’nin eserinde, üzüntünün bedensel hastalıklarla ilişkisine ilişkin
ifadeler yer almaktadır. Diğer yandan İbn Hazm’in el-Ahlâk ve’s-siyer'si
gibi, konuların bütünüyle teolojik bağlamda ele alındığı ve dini kavramlarla
açıklanmaya çalışıldığı eserlerde söz konusudur. İbn Sina gibi bir hekimin
üzüntü, keder, endişe ve kuruntu gibi melankolik kişilere özgü karakter
özelliklerini tasvir eden tıbbî bir çalışma yapmamış olması ilginçtir. İbn
Sina’ya atfedilen kısa makale Fi’l-Huzn ise “Def’ul- ahzân'ın tam
bir özeti olup hiçbir farklı ve ilâve görüş yoktur.”[94]
Kendisinden
sonraki yüzyıllarda yaşamış çok sayıda filozof, din bilgini ve hekimi etkilemiş
Def’ul-ahzân\n son tahlilde bir ahlâk felsefesi yapıtı olduğunu
belirtmiştik.[95]
El-Kindî üzüntünün
anlam ve sebeplerini incelediği bölümde üzüntüyü şöyle tarif ediyor: “Üzüntü (el-huzn),
sevilen şeylerin elden gitmesinden ya da amaçlanan şeylerin gerçekleşmemesinden
doğan psişik (nefsânî) bir acıdır.” (Üzüntüden Kurtulma Yolları, s.
51)
Ahlâkın son tahlilde ruh sağlığına eşdeğer olduğuna
inanan el-Kindî, ruh sağlığını bozan korku, kaygı, üzüntü endişe gibi
durumların nefsin İslahıyla mümkün olabileceğini belirtiyor. Er-Râzî kadar aklı
ve aklın üstünlüğünü öne çıkarmamakla birlikte, aklın kontrolünde olunduğu
sürece, birşeylerin kaybedilmesiyle ortaya çıkan üzüntü, kaygı gibi durumların
yaşanmayacağını belirtiyor: “Sevdiklerimizi
kaybetmemek ve
isteklerimizden mahrum kalmamak istiyorsak akıl âlemini gözetmeli; seveceğimiz,
elde edeceğimiz ve isteyeceğimiz şeyleri o âlemden seçmeliyiz.” (Üzüntüden
Kurtulma Yolları, s. 51) El-Kindî’nin üzüntüyü yenmenin yollarını madde
madde sıralarken (Üzüntüden Kurtulma Yolları, s. 63-101), bir şeyleri
kaybetmenin sonunda ortaya çıkan yoksunluk/eksiklik duygusunun giderek derin
bir üzüntü veya kedere dönüşmemesinden, ahlâkî bir tutum takınılarak
kaçınılabileceğini savunduğunu görüyoruz.
Sonuç itibariyle
üzüntü, keder ve endişeden kaynaklanan, ruhsal dengesizlik (anomali) olarak
tanımlanan durumların, hekimler tarafından kaleme alınmış olsa da, daha çok
ahlâkî bir kavrayışa uygun düşmesi nedeniyle tıp bilimine bir katkısının olduğu
söylenemez. Daha çok ahlâk felsefesi bağlamında tanımlanan ruh sağlığı ve/veya
hastalığı, herhangi bir organın işlevsizliğinden veya fazla çalışmasından çok,
ahlâkî değerler sistemine aykırı olup olmamasına göre tanımlanmakta ve ona göre
tedavi önerilmektedir. Bu yaklaşımın önemli istisnalarından biri
yukarıda Risâle fi’l-Huzn isimli kısa çalışması ile andığımız İbn
Sina’dır. Ancak çalışmamız açısından İbn Sina’yı önemli kılan hekimliğinin yanı
sıra melankoli üzerine El-Kânûn Fi’t-Tıbb da yazdıklarıdır.
İslam Dünyası’nda
yetişmiş en büyük değer olarak kabul edilen[96] Ebû Alî
el-Hüseyin b. Abdillâh b. Alî b. Sina Buhara yakınlarındaki Efşene köyünde
doğmuştur (980/81) [97]
Çok erken
sayılabilecek yaşlarda İslam Fıkhı, felsefe ve doğa bilimleri alanında kendini
yetiştiren İbn Sina’nın on altı yaşında tıbba yöneldiği, on sekiz yaşına
gelmeden hekimlik yapmaya başladığı ve böylece klinik tecrübesini geliştirdiği
biliniyor. Esas uzmanlık alanı felsefe901 [98] olan İbn
Sina’nın tıp, geometri, astronomi ve filoloji gibi farklı alanlarda önemli bir
bölümü Arapça olmak üzere, çok sayıda eser vermiştir.[99]
Bir hekim olarak İbn
Sina’nın en büyük eseri yazılması uzun süren el-Kânûn fi’t-tıbb isimli
beş kitaptan oluşmuş külliyattır.[100]
Bu eseri önemli kılan, Sina’nın yaşadığı coğrafyada kendisinden önce Helen,
Bizans ve Süryani yazınında oluşan tıp birikimini sistematik bir bütünlük
içinde sunabilmiş olmasıdır. Eserde kurulan tıp sistemi yapısı itibariyle
Galenoscu olmakla birlikte özgünlüğü tartışılamaz.[101] E. G.
Browne Kânûn’un önemini şu cümlelerle anlatıyor: “Bu eserin ansiklopedik
karakteri, sistematik yapısı, felsefî planı ve hatta dogmatizmi, yazarının Tıp
dışında kalan diğer alanlarda kat ettiği gelişmelerden elde ettiği şöhret bu esere
İslâm âleminde eşsiz bir mevki kazandırmıştır.” (Browne, 2012, s. 70) İbn Sina Kânûn"
da İslam Dünyası’nda, kendisinden önce bu alanda çalışmış İshak b. İmrân’ın
(ö. 903) Kitâb fi’l-mâhîhulyâ (Melankoli Üzerine) adlı kitabında olduğu
gibi, melankoliyi psikopatolojik bir olgu olarak olarak inceleyen ilk
hekimlerden biridir.[102]
İbn Sina Kânun"da
melankolinin teşhis ve tedavisine ayrıntılı biçimde yer ayırmıştır.[103]
Sina’ya göre “Kara safradan kaynaklanan akli dengesizliklerin
belirtileriyse endişe [anxiety], takıntı [obsession] ve
melankolidir.” (Dols, 2013, s. 109) Melankoli hastalığını ‘düşünce ve zanların
‘tabiî mecrasından saparak korku ve çaresizliğe dönüşmesi’ olarak tanımlayan
Sina’nın, hastalığın ortaya çıkış nedenleri üzerine düşünceleri Galenos’dan ve
diğer Antikçağ hekimlerinde bazı konularda farklılık gösterir. Sina melankolik
(sevdâvî) mizacı[104]
belirleyen soğuk ve kuruluğun hayat merkezi olarak gördüğü beyini etkisi altına
alarak zaafa uğrattığını belirtir. Ancak melankoli beyinden kaynaklandığı gibi
beyin dışında başka bir organdan da kaynaklanabilir. Beyine verilen zararın
nedenini, kuru-soğuk mizacın kötü etkisi veya beyine dışarıdan kan yoluyla
taşınan yabancı bir madde oluşturabilir. Bu taşınma esnasında yanma nedeniyle
ortaya çıkan ısı ‘sevdâ’ya neden olur. Melankolinin en çok görülen şeklinin bu
olduğunu belirten Sina, daha sonra beyinde ortaya çıkan durumun bazı organlara
veya tüm bedene de sirayet etmesi durumunda ortaya çıkan rahatsızlıkları
sıralar. (Melankolinin Teşhis ve Tedavisi, s. 25)
İbn Sina melankolinin
zaman zaman kalp, mide ve rahim gibi organlarda ortaya çıkmakla birlikte ‘nihaî
oluşum ve türeyiş mahalli’nin beyin olduğun dikkat çeker.
Farklı organlarda
ortaya çıkan, örneğin verem gibi bir rahatsızlık sonucunda oluşan gazın (buhar/salgı),
beyine verebileceği zararı ise şöyle açıklar:
Çünkü
“ruhi etkinliklerin özü” daima “bedeni etkinliklerin özü” ile irtibat halinde
ve onun cinsindendir. Dolayısıyla kalpte oluşan dengesiz bozuk sevdavî mizaç,
beynin mizacını bozmakta ve yavaş yavaş sevdavî bir karaktere dönüşmektedir.
Melankoli sadece kalp kaynaklı olmayabilir; yine kalbin katkısıyla fakat
soğutucu ve kurutucu başka etkilerin ağır basmasıyla gerçekleşebilir. Beyni
mesken tutsa da melankoliyi doğuran sebeplerin ağırlıklı olarak kalpten
neşrettiğini söyleyebiliriz. Bu yüzden hastalığın takibinde “kalbin ve beynin
tedavisi aynı anda“ yürütülmelidir. (Melankolinin Teşhis ve Tedavisi, s.
25-26)
Yukarıda yaptığımız
alıntıda görüldüğü üzere, ruhi etkinliklerin şekillendiği beyin, sevdâvî mizacın
bir sonuç olarak görüldüğü organdır. Bu bağlamda bedende herhangi bir organda
hastalık (aşırı ısınma) sonucunda ortaya çıkan buhar, kan veya balgam gibi
beden sıvıları aracılığıyla beyne taşınır. İbn Sina’nın Galenosçu melankoli
kavrayışından en temel ayrılığı bu noktada ortaya çıkar. Daha önceki
bölümlerden anımsanacağı üzere, Gelanosçu teori temel beden sıvıları arasında
var olan dengeden hareketle kara safra (melankoli) miktarındaki beklenmedik bir
artış veya azalışın melankoli hastalığına neden olduğunu savunur ve farklı
karakter özellikleriyle özdeşleşen kan sarı safra, balgam gibi diğer beden
sıvılarına melankoli bağlamında rol vermez. İbn Sina için ise, son tahlilde
aşırı keder ve kaygının bir sonucu olan melankolinin kaynağı sevdâ (kara safra)
olabildiği gibi, kan ve balgam gibi beden sıvılarının aşırı ısınması (yanma)
sonucunda sevdâ’ya dönüşmesi de olabilir.[105] Burada
belirleyici olan, aşırı ısınma sonucunda kan ve balgam gibi sıvılarda ortaya
çıkan buharın beyinde yaptığı tahribattır. Sina, aşırı ısınan ‘Safrâ’nın
(burada kasıt olunan ‘sarı safra’dır) sadece melankoliyle sınırlı kalmadığını manya
(mânia)[106]
denilen illete neden olduğunu belirtir. (Melankolinin Teşhis ve Tedavisi,
s. 27)
İbn Sina Kânûn’da
melankolinin erkeklerde kadınlara göre daha sık rastlandığını belirterek, bu
hastalığa yakalanma riskini artıran yaş, mevsimler ve sıcaklık gibi kimi
unsurlar yanında, fiziksel özellikleri şöyle sıralar:
Melankoli
beyaz tenli şişman insanlarda daha az; ince yapılı, esmer tenli, kara yağız,
kıllı insanlarda daha fazla müşahede edilmektedir. Kalbi aşırı sıcak/faal;
beyni nemli kişilerde de ziyadesiyle görülür. Bu durumunda kalbin ürettiği
hararet /faaliyet “sevdâ”ya yol açmakta; beynin sahip olduğu nem ise kalpte
üretilen “sevdâ”ta maruz kalmaktadır. Peltekler, keskin zekâlı olup çabuk çabuk
konuşanlar, yüzü kızıla çalan aceleciler, kıllı esmerler; -özellikle de
sinesinde fazlaca iri siyah kıl bulunanlar,- damarları dışarı fırlaşmış olanlar
ve kalın kocaman dudaklılar melankoliye yatkındırlar. Zira bu niteliklerin bir
kısmı, kalpteki hararetin/aşırı faaliyetin, diğer bir kısmı ise beyindeki nemin
göstergeleridir. Melankolikler zahiren “balgami” karakterde görünürler. (Melankolinin
Teşhis ve Tedavisi, s. 27)
Görüldüğü üzere Kânûn’da
sayılan belirtiler Antikçağ’dan itibaren melankolik hastayı tanımlamak için
uygulanan ‘fiziksel yatkınlık’ yöntemiyle örtüşür. İbn Sina da Kânûn’ da
bu Antikçağ geleneğini devam ettirir, ancak “Aslında melankolinin belirtisi
olan korkuları tek tek saymak mümkün değildir” (Melankolinin Teşhis ve
Tedavisi, s. 28) ifadesiyle, bir ‘belirtiler kataloğu’ hazırlama
girişiminde bulunmaz. Diğer yanda, Antikçağ tıbbında olduğu üzere melankoli
hastalığının belirtileri, psikosomatik bir çerçevede değerlendirilmektedir.
Sina’ya göre melankolinin başlangıç belirtileri: “olumsuz düşünceler, sebebsiz
korku, çabuk kızma, yanlızlık isteği, sarsıntı, kulak çınlaması, baş dönmesi;
özellikle karnın yumuşak bölgesinde vuku bulan bulantıdır” (Melankolinin
Teşhis ve Tedavisi, s. 27)911 Hastalığın seyri ilerledikçe belirtiler daha çok
netlik kazanır:
Melankolinin
istila belirtileri, titreyişe dönüşen derin korku, her konuda olumsuz fikirlere
kapılmak, derin keder, önü alınmaz yalnızlık isteği, ağır sıkıntı duygusu,
saçma sapan laflar etmek, hava - yel rüknünün ağır basmasından dolayı aşırı
cinsî arzulara teslim olmak, [107]
gerçekleşme ihtimali olan veya olmayan musibetler için kaygı duymaktır.
İlerlemiş melankolik vakalarda kişi genelde hiç korkulmaması gereken bir
hususta dahi endişe edebilir. (Melankolinin Teşhis ve Tedavisi, s. 28)
İbn Sina’nın metnin
ilerleyen bölümünde, beden sıvıları bağlamında daha önce tanımladığı, aşırı
ısınmadan kaynaklanan, çok karakterli melankoli kavrayışına geri döndüğünü ve
kan, balgam ve (sarı) safra karakterli sevdâ’yı (kara safra) daha ayrıntılı bir
biçimde yer verdiği görülüyor:
Bize
göre, melankolide etkin olan sevdâ (=karasafra), demevî (=kan) karakterli ise
hasta neşeli ve güleçtir. Kaygı onda uzun sürmez. Eğer melankolide balgamî
karakter etkin ise hasta fazla sakin, bıkkın, hareketsiz ve bedbindir. Eğer
safra (sarısafra) karakteri hâkimse hasta ıstırap içinde biraz delice
hareketler sergiler. Onun durumu manya gibidir. Eğer etkin karakter tamamen
sevdavî ise hasta çok düşünen, az yürüyen, zar zor harekete geçen ve kin
tuttuğunda kolay kolay unutmayan biri olur. (Melankolinin Teşhis ve
Tedavisi, s. 29)[108]
Buraya kadar Kânûn"da anlatılanlar dikkatle
incelendiğinde, Sina’nın her ne kadar sevdânın kurucu özelliğini
vurgulasa da, melankolinin nedeni olarak dört sıvıyı aynı oranda sorumlu (Melancholie
im Quadrat) gördüğü anlaşılmaktadır.[109] Dört beden
sıvısını ayrı ayrı ‘melankolik karakter’ ile birleştiren bu teorinin bir diğer
katkısı, Antikçağ’dan itibaren melankoli ve mânia hallerinin giderek birbirinin
içinde eridiği algısını ortaya çıkarmış ve aralarındaki önemli farkı ortaya
koymuş olmasıdır. (Klibansky vb., 1992, s. 156)
Yukarıda belirtildiği
üzere Sina, sarı safranın aşırı ısınmasıyla ortaya çıkan yeni durumun artık
melankoli değil, bilâkis manya (mânia) hali olarak tanımlanacağını söyleyerek,
ayrımı beden sıvısıları düzeyinde ortaya koymuştur. Tüm bu yaklaşım farklarının
tıp dünyasındaki melankoli algısını zenginleştiren yönü (çok sayıda belirtiyi
çok sayıda nedene bağlama olanağı vermesi) nedeniyle yüzyıllar boyunca kabul
göreceği tahmin olunabilir. Yine Kânûn"da, Galenoscu tıptaki
‘aşırı yanma teorisi’ ile ‘dört beden sıvısı öğretisi’nin birleştirmesi 18.
yüzyıla kadar geçerliliğini koruyacak bir melankoli tanımı yapılmasına olanak
vermiştir.
Kânûn"da yer alan tüm bu farklılaştırcı
unsurlara rağmen, aşırı neşe ve hareketin hâkim olduğu manî halinden,
hareketsizliğin ağır bastığı endişe ve hüzünlü duruma (melankoli olarak
teşhis olunan haller), Hippokrates’den bu yana kabul gören melankoli
kavrayışına uygun düşer. İbn Sina’nın farkı beden sıvılarındaki denge(sizlik)
sorununu, Galenosçu tıptan farklı olarak diğer beden sıvılarını kapsayacak
şekilde genişletmiş olmasıdır.[110]
İbn
Sina, melankolinin tedavisi üzerine bilgi vermeye, erken teşhisin önemine
dikkat çekerek başlar. Hastalığın tedavisi için önerilen yöntemler Antikçağ
hekimleri ve Galenosçu tıbbın önerileriyle büyük ölçüde örtüşür. Melankoli
hastası için huzur ve sükûnet çok önemlidir; bu nedenle öncelik verilmesi
gereken konu, hastanın yaşam koşullarında tedaviye yönelik değişiklik
yapmaktır. Mevcut yaşama mekânının şartlarının iyileştirilmesi, şayet bu mümkün
değilse mekân değişiminin sağlanması, beslenme düzeninde uygulanacak dikkatin,
cinsel perhizle desteklenmesi gereklidir. Yine hastaya ılık banyolar alması,
temiz havaya çıkması, masaj yaptırması, aroma terapisi ve iyi bir uyku düzeni
önerilir. İnatçı, kuru ve soğuk mizaç kaynaklı beyne yerleşmiş kara safra sıvısından
kurtulmak için kusturma veya şırınga kullanmak gibi önemlere başvurulabilir. (Melankolinin
Teşhis ve Tedavisi, s. 30-31) Kânûrida tüm bu sayılan öneriler
dışında, son tahlilde ‘sevdâvî mizac’ın neden olduğu bir illet olan
melankolinin ‘takıntılı aşk’ı konu olan bölümlerinde ilginç ve renkli teşhis ve
tedavi 915
usulleri anlatılır.
Likantropi ile
melankoli arasındaki akrabalığa ilk kez dikkat çeken Sidonlu Marcellus gibi,
İbn Sina da çoğunlukla Şubat ayında görülen bu hastalığın bireyi yanlızlığa
itmesi nediyle melankoliye neden olduğunu söyler:
Bu tip hasta mezarlık ve mezarları sever ve kendisini
tuzağa düşüren herkese karşı kötücül düşünceler besler. Geceleri ortaya çıkar
ve yalnızlığı sevdiğinden gündüzleri saklanır. Etrafta dolaşır fakat
insanlardan sakınır. Kimi insanlarsa bu tip kişilere dikkat etmezler ki bu da
ihmalkârlıktır. Kişi epey sessiz, mahzun ve üzgündür. Benzi sarı, ağzı ve dili
kurudur; bacaklarında iyileşmeyen yaralar vardır. Yaraların sebebi kara
safranın bozulması ve hastanın bacaklarını aşırı hareket ettirmesidir. Bazen de
kişiyi ısıran köpekler bu yaralara sebep olur. Gözleri kuru mizacından ötürü
çökmüş, kuru ve zayıftır. Toplumdan kaçtığı için ona amaçsız harban ya
da kaçak derler. Anormal hareketlerinden ötürü- bir insandan diğerine çabucak
gittiği için yönünü bilmez- bazen ona suyun üzerinde uçan duvaybba veya
böcek derlerdi. Likantropinin tedavisiyle melankolininki aynıdır. (Dols, 2013,
s. 116-117)
Sonuç itibariyle İbni
Sina’nın el-Kânûn fi’t-tıbb'ın 3. kitabında melankoli üzerine kaleme
aldığı görüşlerin Galenosçu melankoli teorisi ile bazı temel konularda ayrılık
gösterdiğini söyleyebiliriz. Sina, Galenos’un yaptığı üzere, türlerine göre
ayrıntılı bir melankoli tanımına girmemiş, ancak kara safraya ilâveten diğer
beden sıvılarını da, aşırı ısınma (yanma) sonucunda ortaya çıkan buharın
beyinde yaptığı hasar nedeniyle melankoli nedeni olarak görmüştür.
8.2.1.6.
İslam Dünyası’nda
Akıl Sağlığı ve Melankoli Üzerine Yapılan Çalışmaların Batı Dünyasına Taşınması
Yukarıda
izah edilmeye çalışıldığı gibi Arap-İslam Dünyası’nda 8. yüzyılda sınırlı bir
coğrafyada Yunanca’dan yapılan çevirilerle başlamış olan değişim süreci, kısa
sürede [111]
felsefe, tıp, coğrafya, astronomi, matematik ve doğa bilimlerini alanında
ortaya çıkan özgün eserlerle bilimsel bir devrime dönüşmüştür.
Bu sürecin tüm hızıyla
10. yüzyıla kadar devam ettiğini ve 11. yüzyıldan itibaren bu kez, doğudan
batıya, tersi yönde bir transferin gerçekleştiğini görüyoruz. Fuat Sezgin söz
konusu ‘geri dönüş’ sürecinin daha önce başladığını[112] ve
Arap-İslam dünyasında anılan dönemde yaratılan değerlerin üç yoldan Avrupa’ya
taşındığına dikkat çekiyor. Bunlardan en eski ve en bilinen yolun 8. yüzyılın
başında Arap egemenliğine giren Müslüman İspanya üzerinden, ikincisinin Sicilya
ve Güney İtalya üzerinden, üçücüsünün ise Bizans üzerinden Avrupa’ya Arap-İslam
bilimlerinin taşınmasına olanak sağladığını belirtiyor. (Sezgin, 2010, s.
187-214)[113]
Biz çalışmamız
açısından önem taşıyan ve Sezgin’in ‘ikinci güzergâh’ olarak tanımladığı,
Sicilya ve Güney İtalya üzerinden Avrupa’ya yapılan giriş üzerinde duracağız.
Constantinus Africanus isimli bir rahip tarafından Salerno Okulu’da başlatılan
bu sürecin tıp alanında yapılan çevriler nedeniyle farklılık yaratan
boyutlarına takip eden bölümlerde değineceğiz.
Anımsanacağı üzere
İslam dünyasında akıl-ruh sağlığı üzerine kaleme alınan metinlerin iki
disiplinde yoğunlaştığına daha önce dikkat çekmiştik. Metinler çoğunlukla,
yazarlarının hekim veya düşünür olup olmadıklarına bakmaksızın, ahlâk felsefesi
veya tıp alanında kaleme alınmıştır. Ahlâk felsefesi alanında verilen yapıtlar,
ya Ebû Bekir er-Râzî’nin et-Tıbbu’r-Rûhânî isimli eserinde olduğu üzere,
din dışı temellere dayanan bir ahlâk anlayışıyla ya da Ya’kub b. İshak
el-Kindî’nin Def’ul-ahzân başlıklı çalışmasında olduğu üzere psikolojik
bağlamından uzaklaşmadan teolojik bir temelde ele alınmıştır. Buna karşılık
başta İbn Sina olmak üzere Ebû Bekir er-Râzî, İshak b. İmrân gibi
hekim-filozoflar tarafından tarafından melankoli akıl sağlığından bir
uzaklaşma, dengesizlik hali, olarak tıbbî bağlamında hastalık olarak
incelenmiştir.
Yukarıda İbn Sina’nın
el-Kânûn fi’t-tıbb"da, melankoli hastalığını humoral patoloji
kapsamında ele aldığına değinmiştik. Buna göre genel olarak beden sıvılarının
herhangi bir nedenle aşırı ısınmasının beyinde oluşturduğu hasar olarak ortaya
çıkan melankoli, kişinin davranışlarını etkilemekte ve ‘normal’ olarak
tanımlanan halden ayrılmasına neden olmaktadır. Bu noktada dikkat çekmek
istediğimiz husus, melankolinin (patolojik ve/veya ahlâkî) nedenleri veya
tedavisi için önerilen metodlardan çok, Hippokrates’ten itibaren kabul gören
akıl sağlığı tanımına İslam hekim ve filozoflarının da sahip çıkması ve
melankolinin bir sapma-ayrılış nihayet farklılık yaratan bir fenomen olduğunu
kabullenmeleridir.
Bu
noktada Kânûn’da yazılanlardan hareketle dikkat çekmemiz gereken önemli
bir husus da, Ortaçağ’da, beden sıvılarının mizaçların belirlenmesi etkili
olduğunu savunan öğretinin dolaşıma girmesinde, Arap-İslam dünyasından hekim ve
düşünürlerin aracılık edip etmedikleri konusundaki tartışmalardır.[114]
Bu tartışmaları önemli bulmakla birlikte daha sonraki bölümde incelenecek
hususlardan sonra gündeme alınmasının yararlı olduğunu düşünüyoruz.
8.3. SKOLASTİK TIP VE MELANKOLİ
8.3.1. 10. Yüzyılda İslam
Dünyası’ndan Batı’ya Bilgi Transferinin Başlangıcı: Constantinus Africanus ve
Salerno Tıp Okulu
8.3.1.1, C. Africanus’un Yaşamı ve Salerno Tıp Okulu
Güneybatı İtalya’nın
sırtını kuzey ve doğu yönlerinden sıra dağlara dayamış kıyı kenti Salerno,
güzel havasıyla daha Roma İmparatorluğu döneminde önemli bir sağlık merkeziydi.
İÖ 197 yılında ad castrum Salerni adıyla Roma kolonisi olarak kurulan
kentteki hekimlerin oluşturdu loncanın faaliyetlerinin 9. yüzyıla kadar
uzandığı ve ruhban kesimiyle uyum içinde çalıştıkları anlaşılıyor. 10. yüzyılda
faaliyete geçtiği tahmin olunan Üniversite bünyesinde kurulan Salerno Tıp
Okulu’nun başarılı olmasında Antik dünyanın önemli merkezlerine olan coğrafî
yakınlığının da avantaj sağladığı söylenebilir.[115] Müslüman,
Hıristiyan ve Yahudi üç kişi tarafından kurulduğu yolundaki efsanenin
gerçekleri yansıtmadığı düşünülse de, 10. ve 11. yüzyılların Alman ve Fransız
kroniklerinde Salerno tıp okulundan ve hekimlerinden övgüyle bahsedilmektedir.
11. yüzyılda Yunanca’dan Latince’ye çeviri faaliyetinin başlamasıyla Salerno
Okulu 12. yüzyılda Avrupa’nın tıp alanındaki en saygın merkezi haline
gelecektir.[116]
Kuşkusuz kentin bu denli ünlenmesinde tıbbın yanı sıra, felsefe alanında
Arap-İslam dünyasından Antikçağ’ın başyapıtlarının çevirilerine ev sahipliği
yapması da etken olacaktır. (Meyer- Steineg ve Sudhoff, 2006, s. 121-122;
Rötzer, 2006, s. 1-2; Rashdall, 1895, s. 75 vd.)
Salerno kentinin 11.
yüzyılın sonlarında yaşadığı entellektüel canlanmanın nedenleri üzerine farklı
görüşler söz konusudur. Sudhoff, 1096 yılından itibaren hazırlıkları başlayan
Haçlı Seferler ile çoğalan gemi trafiğinin Doğu dünyasıyla ilişkileri
artırmasının kentin düşünce hayatına olan etkilerine dikkat çeker.
(Meyer-Steineg ve Sudhoff, 2006, s. 122) Fuat Sezgin ise 9. yüzyılda Kuzey
Afrika’da tıp biliminde ortaya çıkan gelişmenin yanında, Sicilya’nın 9.
yüzyıldan 1086’ya kadar Arap idaresinde kaldığı dönemde yüksek bir sosyal ve
kültürel seviyeye ulaşmış olmasının önemini vurgular. (Sezgin, 2010, s. 198)[117]
Arapça’dan
yaptığı çevirilerle tıp tarihinde önemli bir yere sahip olan Constantinus
Africanus[118]
Kartaca’da (Tunus) doğmuştur (1000/20 yılları arası). Babil, Mısır ve Suriye’ye
yaptığı ve otuz dokuz yıl süren gezilerde Keldani, Arap, Pers ve Sarazen
halkların gramer, diyalektik, retorik, geometri, aritmetik, matematik,
astronomi, nekromanti, müzik ve tıp alanındaki birikimlerini özümseme imkânı
bulmuştur. (Veit, 2003, s. 124-125) İbn Sina’nın yapıtlarıyla bu dönemde
tanıştığı sanılmaktadır.[119]
Gezilerinden 11. yüzyılın ellili yıllarında Kartaca’ya dönen
Constantinus’un burada fazla kalmadığı ve tekrar Sicilya üzerinden İtalya’ya
gitmek üzere 1057 civarında doğduğu kentten ayrıldığı anlaşılıyor. Kartaca’dan
ayrılışının hayatını tehdit eden koşullar nedeniyle bir kaçış olduğu
söylenebilir.[120]
1076 yılında katıldığı Benedikten Tarikatı’nın Monte Cassino’daki manastırına[121]
çekilen Constantinus’un ölene kadar (1086) burada kaldığı, tüm çevirilerini
burada yaptığı ve Salerno Tıp Okulu ile ilişkilerinin sınırlı kaldığı
anlaşılıyor. Anılan dönemde altın çağını yaşayan Monte Cassino Manastırı’nın,
dünyanın dört bir tarafından tıp kitaplarıyla zengin kütüphanesinin
Constantinus’un çalışmaları açısından büyük bir şans olduğunu söyleyebiliriz.
(Meyer-Steineg ve Sudhoff, 2006, s. 125; Hettinger, 1990, s. 521 vd.; Veit,
2003, s. 124 vd.; Rashdall, 1895, s. 81-82)
Constantinus’un din
değiştirmiş bir Arap olduğu yolundaki görüşlere (Sezgin, 2010, s. 137) karşın
onun doğma-büyüme bir Hıristiyan olduğu konusundaki iddialar makul nedenlere
dayanmakla birlikte tartışmalıdır. (Veit, 2003, s. 130-131) Bu tartışmalar Africanus’un
doğum yeri kadar, aynı yetkinlikle kullandığı Arapça ve Latince dillerinden
yaptığı çevirilerden hareketle yapılsa da, Africanus’un İtalya seyahati
öncesinde iyi derecede Latince bildiği anlaşılıyor. Kuzey Afrika’daki
Hıristiyanlık yazınının 11. yüzyılın ortalarına kadar Latince hâkimiyetinde
olması bu yargıya destek olmaktadır. (Veit, 2003, s. 136)[122]
8.3.1.2. C. Africanus’un Çevirileri ve Eserleri’nin Gerçekliği
Sorunu: Efesli Rufus’un De melancholia Örneği
Öncelikle
Constantinus Africanus’un yaşadığı döneme göre bilgili, donanımlı ve zengin
kültürel birikime sahip bir kişi olduğunu belirtmemiz gerekiyor. Uzun yıllar
‘Bereketli Hilal’ olarak tanımlanan coğrafî bölgede farklı kültürlerin
değerlerini tanıma ve özümseme şansı elde eden Africanus’un Arapça’ya vakıf
olmasının, sonraki yıllarda bir Benedikten rahibi olarak yapacağı çevirilerde
önemli bir avantaj oluşturduğunu söyleyebiliriz. Tüm bu donanım ve zengin
birikimi Africanus’un ismi üzerinde bazı tartışmaların yapılmasına engel
olamamıştır.
Constantinus’un çevirilerine
getirilen eleştirilerin temelinde onun bir Plagiator[123]
(aşırmacı)[124]
olduğu savları öne çıkmaktadır. (Hettinger, 1990, s. 517) Fuat Sezgin
Arap-İslam Dünyası’nda yazılmış yirmibeşten fazla kitabı Latince’ye çeviren
Constantinus’un, bunlardan çoğunu kendi eseri gibi sunduğunu, çok azında ise
orijinal Yunanca metini referans gösterdiğini belirterek adının aşırmacılık
suçlaması nedeniyle lekelendiğini belirtmektedir.[125] Sezgin bu
konudaki en ünlü örneğin, Latin dünyasında Haly Abbas olarak tanınan Ali b.
El-Abbas el-Mecusi’nin (öl. 10. yy. son çeyreği) Kâmil es-Sına’a et-Tıbbiyye
olarak bilinen hacimli tıp ders kitabının Africanus tarafından Latince’ye,
Yunanca başlıkla (Liber pantegni) ve kendi yapıtı olarak sunulması
olduğunu belirtir. Ancak Africanus’un ölümünden kırk yıl sonra (1127) Antakyalı
Stephanus kitabı gerçek yazarıyla bir kez daha Latince’ye çevirmiş ve bu vahim hata
telafi edilebilmiştir. Diğer yandan Sezgin, Stephanus’un bu önemli girişimden
sonra Constantinus Africanus’un olumlu olumsuz çok sayıda eleştirinin hedefi
haline getirdiğini belirtmektedir. (Sezgin, 2010, s. 138 vd.)[126]
Benzer
bir biçimde aslen bir Hıristiyan olan Huneyn b. İshak’ın, daha önce
değindiğimiz oftalmoloji kitabının Latince versiyonunu bilmesine ve bunu
önsözde belirtmesine karşın kendini eserin yazarı olarak tanıtması Sezgin’in
yerinde ifadesiyle ‘şaşılacak bir durumdur.’ (Sezgin, 2010, s. 139) Bu eser
yaklaşık sekiz yüz yıl boyunca Africanus’un eseri olarak tanınmış ancak 20.
yüzyılın başlarında Johannes Hirschberg bu eserin Huneyn b. İshâk’a ait
olduğunu ispatlayabilmiştir. (Sezgin, 2010, s. 139)
Konumuz açısından
önem taşıyan ve benzer bir akıbete sahip olan eser Efesli Rufus’un De
melancholia isimli yapıtıdır. Anımsanacağı üzere daha önceki bölümlerde
Efesli Rufus’un bu önemli ancak orijinali kayıp olan eserini incelemiştik. Daha
sonraki yüzyıllarda çok sayıda hekim ve filozof tarafından, Rufus’a atfen
verilen metinlerin önemli bir bölümünün tartışmalı olduğunu biliyoruz.
Bunlardan biri de Costantinus Africanus’a atfedilen metindir. Africanus’un,
Monte Cassino Manastırı’nda 1080 yılında, er-Râzi ve İshak b. İmrân’a ait
metinleri esas alarak, Arapça’dan Latince’ye De melancholia adını
verdiği bir traktatın çevirisini yaptığını biliniyor. (Schipperges, 1993, s.
119) Ancak bu çeviri metni kendi eseriymişcesine sahiplenmesini Fuat Sezgin şu
şekilde yorumluyor:
Constantinus’un Arapça kaynaklarıyla nasıl ilişki
içinde olduğu sorununu açıklamaya yönelik bir başka örnek, De melancholia
isimli kitabı dile getirilebilir. Avrupa’da Ephesoslu Rufus’un adı altında 1536
yılında basılan bu kitap, elyazmasında Constantinus’a nispet edilmiştir.
Kitabın zahriye sayfasında tam olarak şu ifadeler bulunmaktadır: “Ben
Constantinus, bu kitapçığı, alanında tecrübeli hekimlerimizin çok sayıda eserinden
derledim. Bu derlemeyi, benim için önemli ve öncelikli görünen her şeyi özet
şeklinde ekleyerek yaptım. Görüyoruz ki çok meşhur bir doktor olan Rufus
melankoli hakkında bir kitap yazmıştır ve ilk bölümünde melankoli hastalarında
bulunan belirtilere ilişkin birçok şey söylemiştir. Bahsedilen kitabı Rufus,
melankolinin hipokondri (üzüntü ve vesvese) formu hakkında yazmış olmakla
beraber diğer iki formuna da değinmiştir.” (...) Kitabın bu başlangıç ifadesi
Constantinus’un Arapça kaynakları nasıl fena kullandığı hususunda oldukça
ilginç bir örnek teşkiletmektedir. Bunan Arapça aslının başlangıç sayfasıyla
yapılan bir karşılaştırması göstermektedir ki o, gerçek yazarın adı yerine
kendi adını geçirmektedir. (Sezgin, 2010, s. 140)
Sezgin,
Constantinus’un kaynak kullanımı konusundaki israfının bununla bitmediğini,
yapılan çevirilerin çok serbest çeviriler olduğunu ve metinlerde bazı yerlerin
atlandığını belirtiyor. (Sezgin, 2010, s. 140)
Bu bilgiler ışığında,
Peter E. Pormann tarafından De melancholia"yı yeniden inşa edebilmek
üzere yapılan önemli derlemede (2008a), Africanus’dan dört parça[127]
kullanılmış olup, er-Râzi, Amidalı Aetius ve İshak b. İmrân gibi diğer
yazarlardan alınan parçalar göz önünde bulundurulduğunda, Africanus’dan alınan
parçaların sınırlı olduğunu söyleyebiliriz.[128]
Sonuç olarak, tüm bu
tenkitlere karşın Batı dünyasının, Contanstinus Africanus’a genel olarak
bakışının olumlu olduğunu ve çok sayıda övgü dolu ünvanla onu ödüllendirdiğini
söyleyebiliriz.[129]
Kuşkusuz Africanus’un çağına göre çalışkan ve ileri görüşlü dahası zeki bir
kişi olduğu anlaşılıyor. Her ne kadar sorunlu olsa da, yaptığı çevirilerle Batı
dünyasına çok sayıda önemli yapıtın kazandırılmasında aracılık ettiğini
söyleyebiliriz.
8.4.1.
Antikçağ’dan
Ortaçağ’a Değişen Melankolik Kavrayışı
Daha önceki
bölümlerde anlatılanlardan anımsanacağı üzere, Antikçağ’da daha çok olumlu
yönleriyle öne çıkan bir melankoli kavrayışı söz konusudur. Destan
kahramanlarından gerçek kişilere melankolikler zaman zaman öfkelenen, sağı-solu
belli olmayan, endişeli, kibirli ve delişmen kişilikler olarak tanımlansalar
da, bu karmaşık ruh hali, onların üstün yetenekli, seçkin oldukları kabulünü
değiştirmez. Bu kavrayışta anılan dönemin insanlarına inanç ve yaşam
tarzlarının seçiminde sağladığı göreli serbestlik ve beraberinde gelen
çeşitlilik önemli rol oynamıştır. Melankoliklerin kendilerini, falcı, çılgın,
meczup, şair veya düşünür olarak farklı kimliklerle ifade biçimleri,
toplumsal yaşamda uyum sorunu yaratmamıştır.
Ancak Ortaçağ’da,
Antik dünyanın melankoliklere atfettiği ‘seçkin kişilik’ tanımının hızla
değiştiği görülür. Aslında bu değişim, Erken Hıristiyanlığın Kilise
büyüklerinin insana özgü farklı negatif nitelikleri bir potada eriterek
imal ettikleri ve ölümcül günah olarak tescil ettikleri acedia ile
başlamıştır. Daha sonra, 12. yüzyılda, melankolinin Bingenli Hildegard
tarafından ilk günah ile ilişkilendirilmesi suretiyle, Hıristiyanlık ülküsüne
ne denli ters düştüğüne önemli bir vurgu yapılacaktır. Azize’nin ilk günahtan
hareketle yaptığı yeni melankoli tanımının en önemli sonucu, insanoğlu var
olduğu sürece bu illetten kurtulma şansının olmamasıdır; insan, Tanrı
tarafından dermanı olmayan bu hastalık ile yaşamaya mahkûm edilmiştir.
Takip eden yüzyılda Hildegard’ın açtığı yoldan giden düşünür ve teologlar,
melankoli ile şeytan arasındaki ilişkinin varlığını ispata çalışacaklardır. Bu
çabalar özellikle heretik Hıristiyan gruplara yönelik baskı ve takiplerin
arttığı ve kâfirlerin aynı zamanda birer ‘melankolik’ oldukları yönündeki
inancın yerleşmeye başladığı bir döneme denk düşer. (Földenyi, 2004, s. 88 vd.)
Ortaçağ’da, Antik
dünyanın tersine, tüm yaşam tek bir inanç ve ülkünün peşinde şekillendiği için,
farklılık olarak ortaya çıkan melankoli halinin toplumsal bağlamda
kabulü artık mümkün değildir. Ortaçağ’ın melankoliği, Antikçağda’ki katılımcı
ve dışa dönük kimliğinden çok uzaktadır artık; eylemsizlikte karar kılmış,
büyük bir kayıtsızlıkla dünyaya sırtını dönmüş ve içine kapanmıştır. Aslında
kayıtsız kalmak suretiyle adeta protesto ettiği dünya, birlikte yaşamak zorunda
olduğu ‘Hıristiyanlar’a aittir. Bu tavrı onu doğrudan kâfir olarak tanımlamaya
yetmemekle birlikte eylemsizliği, kayıtsızlığı ve bezginliği ‘hastalıklı’ bir
beden ve ruha sahip olduğuna dair kesin belirtilerdir.
Melankoli Ortaçağ
boyunca, insanı ruhsal ve bedensel anlamda etkileyen ender hastalıklardan biri
olarak görülmüştür. Jean Clair melankolinin bu ikili doğasını şöyle açıklar:
Melankoli ikili bir doğaya sahitir: ruhun bir illeti
aynı zamanda bir beden sıvısıdır. Onun adı yaşamaktan bıkkınlığı, düşünceleri
ve yüzü karartan bir dumanı, dünyanın üstüne atılmış bir örtüyü ve nedensiz bir
üzüntüyü çağrıştırır. Aynı zamanda bu fiziksel/bedensel bir
gerçekliği/varoluşu, gözle görülür bir maddeyi, elle tutulur bir cismi, özel nitelikleri
olan kara renkli, şayet yanarsa (adusta), ki yanabilir, zararlı etkileri
ortaya çıkan bir sıvıyı 934 tanımlar: bu dalak tarafından üretilen kara safradır.
Clair daha sonra
melankoliyi bu denli anlaşılmaz kılan ve sürekli yüklenen yeni anlamlar ile
içeriğini adeta anlaşılmaz hale getiren şeyin, onun hem organik ve hem de
tinsel, bu ikili doğası olup olamayacağını sorgular. (Clair, 2005, s. 82) [130]
Melankoliye atfedilen
‘hastalık’ tanımının karmaşıklığında, çağlar boyunca onun bu iki kimlikli
doğası önemli bir rol oynamıştır. Melankoli’nin bedensel veya ruhsal bir
rahatsızlık olduğunun kararı, genellikle yorumlayanın (hekim, rahip, yargıç
vb.) konumuna, amacına ve ulaşmak istediği sonuca uygun olarak verilecektir.
Ancak çoğu kez melankolinin bilinen nedenleri ve görünür belirtileri,
bedensel veya ruhsal bir hastalık olduğunu anlamaya elverecek denli açık
değildir. Kara safra sıvısının aşırı ısınarak yanışıyla ortaya çıkan buharın
beyinde oluşturduğu baskı organik bir bozulma sürecine işaret ederken,
melankoliğin (her ne kadar kara safra artışından kaynaklandığı düşünülse de)
kederli, içine kapanık veya endişeli hali bütünüyle ruhsal bir hastalığın varlığına
işaret eder. Kaldı ki, çoğu zaman hastalığın fiziksel mi yoksa ruhsal mı
olduğunu ortaya koyacak ve tedavi sürecine yön verecek belirtiler, ayırt
edilemeyecek denli birbirine karışmıştır.
Ortaçağ’da
melankolikler çoğunlukla gerçeklikten uzaklaştıkları için değil, yarattıkları
fantezilere inandıkları, giderek bu sınırsız hayal gücünün esiri oldukları için
hasta olarak görülmüşlerdir. Boş bakışları, ifadesiz çehresiyle bir
köşede pinekleyen melankolik, mevcut düzene, Ortaçağ insanının hiç de alışık
olmadığı bir başkaldırı içindedir. Anılan dönemde melankoli, tedavisi zor bir
illet olarak kabul edilmekle birlikte, Geç Ortaçağ’dan itibaren sınırlı ölçüde
de olsa, melankolinin hastalık dışında doğal bir olgu olarak insanları
etkileyebileceği görüşü tartışılmaya giderek yayılmaya başlar. Melankoli ile
yaratıcılık arasında ilişki kurulması ve bütünüyle olmasa da, Antikçağ’dakine
benzer bir algının ortaya çıkması Rönesans ile birlikte 14. yüzyılda başlamıştır.
Daha önce
değindiğimiz üzere, kutsal (doğal) ile dünyevî (hastalıklı) melankoli arasında
belirgin bir ayrıma gidilmesi Erken Hıristiyanlık ile ortaya çıkmış olmakla
birlikte, Hırisyanlık yazınında konunun, Antikçağ’da olduğu üzere, en azından
iki tür melankoli arasındaki farklılıkları ortaya koyacak bağlamda, ayrıntılı
işlenmesi söz konusu değildir.[131]
Bu konuda ilk görüş bildiren Aziz Paulus olacaktır. Paulus Korintoslular’a
yazdığı ikinci mektupta iki farklı hüzün (melankoli) arasındaki ayrımı şu
şekilde ortaya koyar: “10. Çünkü Allah’a göre olan hüzün kurtuluş için
nedametsiz tövbeyi hasıl eder; fakat dünyanın hüznü ölüm hasıl eder” (2Ko.
7.10)[132]
Dünyevî melankolinin kaçınılamaz bir biçimde insanoğluna dert, hastalık ve
felâket getireceği konusu melankoliklerin ayrıştırılmasında önemli bir referans
noktası oluşturmuştur.
Diğer yandan Erken
Hıristiyanlık ile ağırlığını koyan ve Antikçağ melankolisinin yerini alan acedia
günahının etkisini 14. yüzyıldan itibaren tamamıyla kaybettiğini görüyoruz. Bu
süreç Rönesans’a özgü yeni melankoli tasarımının mimarları, Nettesheimli
Agrippa ve Marsilio Ficino çabalarıyla pekişecek, melankolik mizacı üstün
vasıflılara özgü bir ayrıcalık olarak gören Antikçağ anlayışına geri dönüş
yaşanacaktır.
Ölüm tarihleri itibariyle
aralarında yaklaşık yarım yüzyıllık fark olan, Ortaçağ yazınının iki önemli
İtalyan ozanı, Dante (öl. 1321) ve Petrarca’nın (öl. 1374), eserlerinde sıkça
rastlanan melankoli motifinin içeriğindeki fark dikkat çekicidir. Dante daha
geleneksel, humoral patoloji ile ilişkilendirilen (kara safra) ve acedia
günahına uygun düşen bir melankoli kavrayışına sahipken, kendisini bizzat
melankolik olarak gören Petrarca’nın yaklaşımı, kavrama ayrıcalık atfeden
Aristotelesçi geleneği temsil eden bir çizgide yeralır. Bu bağlamda
Petrarca’nın düşünceleri yaklaşan melankoli Rönesansı’nın habercisi
niteliğindedir.
8.4.2.
Satürn’ün Etkisindeki
Melankolik Mizaç
8.4.2.I. Mitolojiler, Arap Astrolojisi ve Satürn-Melankoli
Ortaklığının Doğuşu
Rönesans dönemini
kapsayacak biçimde, Geç Ortaçağ’da ortaya çıkan yeni melankoli kavrayışının baş
aktörü Satürn gezegenidir. Anılan dönemde melankoli üzerine metin kaleme almış
yazarların neredeyse tümü doğal ve/veya hastalıklı melankoli ile Satürn
gezegeni arasında bir ilişkinin olduğuna inanmışlardır; melankoliklerin olumsuz
kişilik özellikleri ve talihsiz kaderleri tümüyle Satürn’e maledilmiştir.
(Klibansky vb., 1992, s. 203) Satürn gezegeni ile melankolik mizacın en önemli
ortak noktası, her ikisinin de ‘olumsuz’lukların nedeni olarak görülmeleridir.
Burada ‘olumsuz’ sıfatı, toplumsal yaşamda uyumsuz, kötü, fena, karanlık,
soğuk, kuru tedirginlik yaratan, uyuşuk anlamlarını da içerecek şekilde,
giderek anormal’a uzanan, geniş bir anlam bütünlüğüne sahiptir. Daha
önce değindiğimiz üzere, Sevillalı Isidorus 7. yüzyılda kaleme aldığı Etymologiae
de, Latince malus (kötü) kelimesinin melankoliden (kara safra) geldiğini
iddia edecek denli ileri gider. (Etymologiae, X, 176)
Önceki bölümlerde
anlatılanlardan anımsanacağı üzere, Empodokles tarafından ilk kez dile
getirilen ve her şeyin kökeni olarak kabul edilen evrenin kurucu elementleri
(toprak, su, hava, ateş) öğretisine, Hippokrates tarafından microkosmos’u
(insan) oluşturan beden sıvılarına (kan, balgam, sarı safra, kara safra) adapte
edilmiş ve nihayet Aristoteles tarafından maddenin niteliklerinin (kuru, soğuk,
nemli, sıcak) dâhil edilmesiyle tasarım, yüzyıllarca yararlanılacak bir sistem
bütünlüğüne kavuşmuştur.
Salgı |
Element |
Nitelik |
Mevsim |
Kan |
Hava |
Sıcak/Nem |
Bahar |
Sarı Safra |
Ateş |
Sıcak/Kuru |
Yaz |
Kara Safra |
Toprak |
Soğuk/Kuru |
Güz |
Balgam |
Su |
Soğuk/nem |
Kış |
Takip
eden yüzyıllarda, özellikle hekimler tarafından, kurucu elementler ve
nitelikleri ile bedeni oluşturan sıvılar arasında karşılık bulma çabalarının
artarak sürdüğünü biliyoruz. Gezegenlerin bu ‘şema’ya dâhil edilmesi 9.
yüzyılda gerçekleşmiş olmakla birlikte, beden sıvılarından hareketle mizaçlar
üzerindeki etkisi henüz tam olarak açıklanabilmiş değildir. Bu bağlamda kaleme
alınan ve organlarla ilişkilendirilen gezegenlerin renkler ve beden sıvılarına
etkisi üzerine yazılara 10. yüzyıldan itibaren 937
sıkça rastlanır hale
gelecektir.
Arap-İslam
Dünyası’nda 9. yüzyılda ilk kez melankolik mizaç üzerindeki etkisi ortaya
konduktan sonra Batı dünyasında doğası tartışılmaya başlanan Satürn gezegeni,
Roma (Saturnus) ve Yunan (Kronos) mitolojilerinde kimlik değiştirmekle
birlikte, benzer yaşam ve kadere sahip önemli bir tanrıdır.[133] [134]
Yunan mitolojisindeki ‘Altınçağ Tanrısı’ Kronos’un yaşamı İÖ 7. yüzyılda
yaşadığı sanılan Boiotialı ozan Hesiodos tarafından TheogoniDde[135]
(Tanrıların Doğuşu) anlatılmıştır. Kronos, gökyüzü tanrısı Uranos (Gök)
ile yeryüzü tanrısı Gaia’nın (Toprak Ana) oğludur. On iki tanesi Titan, üçü
Kyklop ve üçü de Hekatonkheir (Yüz Kollu) olan on sekiz çocuğunu bir türlü
sevemeyen, hatta onlardan tiksinen Uranos onları toprağın (Gaia) derinliklerine
kapatır. Çocuklarına korku salan Uranos’a karşı Gaia oğlu Kronos’u
başkaldırması için kışkırtır. Kronos annesinin sözünü dinleyerek bir orakla[136]
babası Uranos’un cinsel organını keserek denize atar ve kardeşlerini Gaia’nın
derinliklerinden kurtarır. Böylece Olimpos’un yeni hâkimi olan Kronos zamanla
kendisinin de benzer bir sonla güçsüzleştirileceğini düşündüğü için doğan
çocuklarını yemeğe başlar. Doğurduğu her çocuğu eşi Kronos tarafından yenen
Rheia (Cinsel Bereket) son oğlu Zeus’u (Jüpiter) babasından gizli doğurmuş ve
bir mağarada saklamıştır. Bu arada koca bir taşı beze sararak çocuk niyetine
Kronos’a yutturur. Zeus büyüdükten sonra Kronos da, babası Uranos’un akibetine
uğrar ve yeraltına kapatılır. Kronos yeraltına kapatıldıktan sonra uzun süren bir
yolculukla İtalya’ya gitmiş burada Satürn adıyla yeniden doğmuştur.
İtalyanlara tarımı ve
hayvancılığın yararlarını öğretmesi nedeniyle ikinci bir Altın Çağ[137]
yaşanacaktır. [138]
Yukarıda
anlatılan mitolojik öykünün üzerine, özü aynı kalmakla birlikte, çok sayıda
ozan ve yazar tarafından farklı söylenceler üretilmiş ve ilâveler yapılmıştır.
Satürn’ün Romalılar tarafından tanrı kimliğiyle ilk kez, büyük olasılıkla
Etrüksler’den alındığı tahmin olunmaktadır. Yunan mitolojisinde tarım tanrısı
olarak ünlenmiş Kronos 3. yüzyıldan itibaren Romalıların ekin tanrısı Satürn
ile özdeşleştirilmiş ve zamanla kimi olumsuz kimlik özellikleri
belirginleşmiştir. Yunanlıların, Pythagorasçılara’a kadar gezegenler üzerindeki
bilgileri sınırlı kalmış, Satürn gezegeninin varlığını büyük olasılıkla
Babililer’den öğrenmişler ve tanrı Kronos ile özdeşleştirmişlerdir. Diğer
yandan kadim Doğu’nun yıldızların bilgisinden hareketle ortaya koyduğu
astroloji, Yunanlılar tarafından astronomik bilgiler olarak yorumlanmıştır.
Ancak gezegenlerin arasında ‘iyi-kötü’ ayrımına gidilmesinin İÖ 1. yüzyılda
ortaya çıktığı ve eski bir Mezopotomya halkı olan Kaldeliler’den alındığı büyük
ölçüde kesindir. Özellikle Romalı astrologlar haftanın günlerini şanslı-şansız
olarak ayırırken, etkisi altında kaldığı gezegenin doğasına göre karar
vermişlerdir. Buna göre Jupiter ve Venüs olumlu bir doğaya sahip gezegenler
iken, Mars ve Satürn olumsuz, Merkür ise etkisizdir. (Klibansky vb., 1992, s.
219-220)
Roma
mitolojisinde önemli bir yere sahip olan gezegen-tanrı Satürn, Yunan
mitolojisindeki ikizini aratmayacak, çelişkili bir ruh halinin sembolüdür.
Satürn bir yanda ‘altınçağ’ tanrısı, tarım sanatının hamisi ve ekin tanrısı
olarak bereket ile özdeşleştirilip adına şenlikler düzenlenlenirken,[139]
diğer yandan gücü elinden alınmış, krallığından yeraltına sürgün edilmiş,
yanlız, hüzünlü ve tutsak bir tanrı olarak karşımıza çıkar. Yine tanrıların ve
insanların babası gibi yüce bir kimliğe sahip olan Satürn’ün diğer yanda,
güçsüzleştirilme korkusuyla, çocuklarını diri diri yutan bir yamyam olarak
çizilen portresi onun çelişkiler yumağı haline gelen kişiliğini yansıtır.
Satürn gezegenin Arap
astrolojisinde iyice belirginleşen olumsuz doğası üzerine erken dönemden bir
tanıklık Antakyalı astrolog Vettius Vallens’den (120-175) gelir. Vallens tüm
gezegenlerin doğalarından hareketle yeryüzündeki etkilerini anlattığı eseri Anthologies’in
I. kitabının Satürn’e ayırdığı bölümünde Satürn burcunda doğanları önemsiz,
kötü niyetli, tasalı, kendini küçük gören, yanlız, güvenilmez, yalanlarını
gizleyen, haylaz, ümitsiz, riyakâr olarak tanımlar.[140]
Daha önceki
bölümlerde değindiğimiz üzere Arap-İslam dünyasında astroloji 8. yüzyıldan
itibaren İran ve Hint medeniyetlerinin birikimleri etkisinde gelişmeye
başlamış, özellikle Abbassiler devrinde, Halife Me’mun döneminde (813-833),
çeviri hareketinin sağladığı olanaklar sayesinde de, giderek yaşamın hemen her
alanında önemli bir yere sahip olmuştur. Bu dönemde coğrafya ve kartografi
alanındaki yeni kazanımlar ve astronomi biliminin sunduğu olanaklarla gelişen
astroloji, özellikle hükümdarlar ve saray çevresi için vazgeçilmez olmuştur:
“Mansûr’un imparatorluk ideolojisinin merkezinde yıldız biliminin (astroloji)
bulunduğu ve bu disiplinin uygulamada en çok ihtiyaç duyulan disiplin olduğu
konusunda tam bir fikir birliği bulunmakta.” (Gutas, 2003, s. 109)
Bu sürecin doğal
sonucu olarak ‘Astrolojik Tarih’[141] yazma
geleneğinin de zaman içinde geliştiğini görüyoruz. Bu alanda Arap-İslam
Dünyası’ndaki ilk örneklerinden biri Ebu Sehl ibn Nevbaht tarafından yazılan Kitâbü’n-Nahmutâri
dır. Ebu Sehl kitabında yıldız bilgisinin önemini şöyle vurgular: Her çağın ve
dönemin insanları yeni deneyimler kazanır, yıldızların hükmü ve Zodyak’ın
işaretlerine göre kendileri için yenilenen yeni bilgilere sahip olurlar.
Yıldızların hükmü her şeye kadir Allah’ın buyruğuyla zamanı yönetir.” (Gutas,
2003, s. 53)
Arap-İslam
Dünyası’nda astroloji alanında kaydedilen bu gelişmeler, Satürn gezegeninin
mizaçlar üzerindeki etkisinin bir ‘kült’ olarak düşünce ve inanç dünyasında
yerleşmesine olanak sağlayacak zemini hazırlamıştır. Bu alanda en önemli
katkılar Ebû Ma’şer ve el-Kindî gibi gökbilimci-astrologlardan gelecektir.
Ma’şer’in hocası el-Kindî ilk kez astrolojik çemberi, dört beden sıvısına uygun
düşecek şekilde dörde bölmüştür. Buna göre doğu yönünden gökyüzünü ortalayan
çizgiye kadar olan bölgede doğanlar demevi (sanguistik), ikinci bölgede
doğanlar safravî (klorikerist), üçüncü bölgede doğanlar asabî/mâlihulyâ
(melankolik) ve dördüncü bölgede doğanlar ise lenfevî/balgamî (plegmatik)
mizaçlı olurlar. (Klibansky vb., 1992, s. 205)
Kuşkusuz burada
karşılıklı bir ilişkiden çok tek taraflı etki söz konusudur; insan mizacını
etkileyen unsurlar gezengenlerin baskın doğalarının bir sonucudur. Gezegenlerin
yeryüzündeki insanların mizaçlarını etkileyecek sıra dışı bir güce (demonik)
sahip olduğu ve bu gücün gezegenin ‘doğa’sına göre değiştiğine inanılmaktadır.
Aşırılıkların gezegeni olarak tanımlanan Satürn’ün sert, kuru ve soğuk doğası
dört temel elementten en çok ‘toprak’ ile benzeşir. Bu nedenle Satürn’ün etkisi
altında doğan insanlar toprak (elementi) karakterli, yani soğuk ve kuru mizaçlı
olurlar. İnsan bedenindeki kardeş organı dalak olan Satürn’ün Güneş’e olan
uzaklığı nedeniyle soğuk doğası ve karanlığı, büyüklüğünden kaynaklanan ağır dönüşü
karasafralı bir mizacın ortaya çıkmasındaki en önemli etkendir.
Satürn
ve diğer gezegenlerin yeryüzündeki etkileri kuşkusuz insanlarla sınırlı
değildir; gezegenler hayvanlar, bitkiler, taşlar ve diğer canlı ve cansız tüm
varlıkların doğasına etki ederek onları kendi kalıbına sokar. İnsanlar için
tablo çok zengindir; yaşama dair ne varsa Satürn burcunun etkisi altındadır.
Ebû Ma’şer Satürn etkisinde doğanları hırsız, mezar
kazıcısı, ceset
hırsızı, sepici gibi aşağılık mesleklerin icracısı, büyüden hoşlanan, suskun,
içine kapanık insanlar olarak tanımlar. (Ebû Ma’şer, 2006, s. 30)
İlk kez Abû Ma’şer ve
el-Kindî tarafından temellendirilen melankoli-Satürn etkileşimi, 10. yüzyılın
sonlarında astroloji dışı metinlerde ele alınmaya devam olunmaktadır. F. Dieterici
tarafından Arapların Antropolojisi (1871) başlığı altında yapılan
derlemede, 10. yüzyılda Basra’da ortaya çıkmış, ansiklopedik metinleriyle
tanınan îhvân-ı Safa[142] topluluğunun
Satürn’e bakışı Ma’şer ve el-Kindî’nin tanımlarına benzer:
Dalak bedende, Satürn’ün dünyadaki konumuna benzer bir
yere sahiptir. Çünkü Satürn ışınlarıyla, dünyanın her yerinde etkili olan
doğaüstü güçler yayar. Bunlar madenin alacağı biçimlerinde kalıcı izler
bırakır. Benzer biçimde dalaktaki kara safranın gücü, ki soğuk ve kurudur ve
kanla birlikte damarlarda, kanın nemli yapısı sayesinde, vücudun her yerini
dolaşır ve benzer izler bırakır. Hekimlik sanatı bu hikmetin gerçekliği
hakkında bütünüyle bilgi sahibidir.[143]
Bu etkileşim kuşkusuz
konumuz gereği, kökeni falcılığa dayanan tüm görü tekniklerinin Hıristiyan
dünyasında nasıl algılandığı ve yorumlandığı sorusunu da beraberinde
getirmektedir. Son tahlilde Tanrı merkezli evrene dışardan bir müdahale
olan, gezegenler ve yıldızlardan hareketle kehanette bulunma ve geleceği okuma
teknikleri (astroloji),[144]
astronomi bilimden çok önce gelişmiş ve hemen tüm kültürlerde kabul görerek
halk arasında yayılmıştır. Hıristiyanlığın ortaya çıkmasıyla birlikte falcılık,
medyumluk ve benzeri teknikler sorunlu bir alan haline gelmiştir.[145]
Kilise tarafından kutsallığı kabul edilen kişilerin rüyaları, vizyonları
aracılığı kehanette bulunabilmeleri mümkün iken, doğa dışı güçlerden, insanın
kaderini etkileyecek değişimler için medet ummak, yardım istemek son tahlilde
Tanrı’ya ortak koşmak (şirk) anlamına geldiği için günah sayılmıştır.
Ancak Erken
Hıristiyanlıkta fazla sorun teşkil etmeyen ve putperest dönemin yok olmaya
mahkûm, kalıntılarından biri olarak kabul edilen falcılık, muska yazcılığı ve
benzeri teknikler Ortaçağ’da Katolik Kilisesi için giderek büyüyen bir tehlike
oluşturmaya başlayacaktır. Falcılık gibi, geleceği okuma teknikleri bağlamında
en önemli sorun, ‘kutsal’ ile ‘dindışı’ arasındaki sınırın tanımlanması
konusunda yaşanan zorluktur. Ortaçağ boyunca Hıristiyan dünyasında istihareye
yatmak,[146]
yıldız falcılığı ve astroloji gündelik yaşamın dertlerinden ruhanî pratiklere
çözüm gerektiren birçok alanda, Kilise çevrelerince başvurulan bir yöntem
olarak karşımıza çıkmaktadır.
Şaşırtıcı olan,
bizzat ruhban sınıfı mensuplarının birçok sorunun çözümünde, yıldız falından
medet ummaları ve sık sık kâhinlere danışmlarıdır. 16. yüzyılın Paris’inde otuz
bin astrolog olduğu ve imparatorlardan, kontlara, bilim adamlarından
filozoflara hemen her kesimden insanın yıldızların gücüne inandığı
bilinmektedir. Bilim ve sanata düşkünlüğü nedeniyle bir Rönesans insanı olarak
tanımlanan Papa III. Paul’un (15341549) yıldız falına baktırmadan hiçbir karar
almadığı ve seyahate çıkmadığı bilinmektedir. (Die Magischen Werke,
Giriş, XXIII)
Daha önceki
bölümlerde, Arap-îslam Dünyası’nda 8. yüzyıldan itibaren çeviri hareketiyle
başlayan bilimsel gelişmelerin en yoğun yaşandığı alanlardan birinin astronomi
ve astroloji olduğunu belirtmiştik. Satürn gezegeni ile melankolik mizaç ilk
kez, Latin dünyasında Albumasar olarak tanınan, Ebû Ma’şer el-Behli tarafından
ilişkilendirilecektir. (Klibansky vb., 1992, s. 203; Teber, 2004, s. 160;
Pringent, 2009, s. 38)
Belh’de (bugünkü
Afganistan’ın en eski şehri) doğan Ebû Ma’şer (787-886) astronomi ve astroloji
alanında Arap-îslam âleminde el-Me’mun devrinde yetişmiş istisnaî yeteneklerden
birisidir.[147]
Ebû Ma’şer’in Astrolojiye Giriş adlı eseri defalarca Latince’ye
çevrilmiş ve Batı’da eserlerine en çok atıf yapılan Müslüman astronom ünvanını
almıştır. (Nasr, 2011, s. 168) “Astronomi’nin müsbet verilerine dayanarak
astrolojiyi temellendirmeye çalışan” (TDV ÎA X,182) Ebû Ma’şer, Satürn’ün
yeryüzündeki etkilerini doğasından hareketle şöyle yorumlar: “Satürn’ün doğası
soğuk, kuru, acı, siyah, karanlık, kuvvetli, serttir. Bazen de doğası gereği soğuk,
nemli, ağır ve pis kokulu rüzgârlı bir yapıda olabilir.” (Das Wesen des
Saturn, s. 29)[148]
Ma’şer daha sonra Satürn’ün etkisinde olan ‘çocukların’ karakter özelliklerini
sıralar: yemeği seven, dost canlısıdırlar; tarım, inşaat, su işlerinde
başarılıdırlar, çok kazansalar da, hızla yoksullaşabilirler, uzun deniz
yolculuklarına çıkıp yabancı diyarlarda kalırlar, sık sık öfkelenir,
hüzünlenir, aşırı duygularına hâkim olamazlar, yanlızlığı severler. (Das
Wesen des Saturn, s. 29)
Görüldüğü üzere Abû
Ma’şer, Satürn etkisinde şekillenen mizacın, olumsuz özellikleri öne çıkan bir
tanımını yapar. Burada Satürn’ün etkisinde kalanların toprağa düşkünlüğü,
tarım, inşaat işlerinde başarılı olmaları onların ‘toprak’ elementi mizacına
sahip olduklarının tipik bir göstergesidir. Ma’şer’in saydığı diğer karakter
özellikleri aşırılıkların gezegeni Satürn’ün özelliklerine uygun düşer.
İlk Kilise
Pederleri’nin Satürn’ün çelişkilerle dolu doğası ve yıldız falcılığı üzerine
olumsuz görüşleri, Ortaçağ’da yıldız falcılığına duyulan hayranlığa engel
olamamıştır. Aziz Augustinus’un eserlerinde Antik dünya tanrılarının
sözdeliğini ispata yönelik çabalar belirgindir. Aziz, özellikle Satürn’ün
gerçek kimliği ortaya koyabilmek ve ona atfedilen güçlerin yanlışlığını
açıklamaya çalışır. (De civitate dei, VII,19) Ancak bu çabalar Satürn
kültünün 12. yüzyıldan itibaren yaşamın her alanına girmesine engel olamaz.
Sınırlı da olsa Satürn’ü bilgeliğin simgesi olarak gören Alexander Neckham
(1157-1217), Regensburglu Berthold (1210-1272), ve Aquinalı Aziz
Tommaso (12251274), Üstad Eckart ve Dante
gibi din adamı, felsefeci ve yazarların oluşturduğu
bir gelenekten söz edilebilir. (Prigent, 2009, s. 42)
Yukarıda
anlatılanlardan anlaşıldığı üzere ‘Satürn’ün Çocukları’ olarak tanımlanan ve
melankoliklere atfedilen olumsuz karakter özellikleri, zaman içinde melankoli
kavramının başlangıçta içerdiği anlamın ötesine geçerek, adeta bir
olumsuzluklar dizgesine dönüşür. Ortaçağ’ın sonlarına doğru yaşanan bu gelişme,
fiziksel sorunları ve/veya akıl hastalığı olanlar da dâhil olmak üzere, bir
yönüyle farklı-aykırı özelliklere sahip her kesimden insanın toplumdan dışlanmasına
neden olacaktır. Bu faklılıkların fiziksel görünüşten (fizyoloji) başlamak
üzere ortaya konmuş olması kuşkusuz toplumsal bağlamda çok önemli bir etki
yaratmıştır.
Tabiyatıyla bunca
olumsuz özelliği barındıran benzersiz melankolik karakterin, şeytan ile ortaklık
kurmaması mümkün değildir. Daha önce belirttiğimiz üzere, özelikle 13.
yüzyıldan itibaren melankoliklerin şeytanın emrinde ve onun tarafından
yönlendirildiği inancının yerleşmesinde Kilise’nin kâfir tarikatlarla yürüttüğü
mücadelenin önemli bir payı olmuştur. Diğer yandan yazında Satürn’ün karanlık,
kuru, ağır ve tekinsiz doğası, insan bedeninde kara safra aracığıyla ortaya
çıkan marifetleri, şeytanın soğuk ve kara olan doğasıyla birleştirilerek
melankoliklerin şeytani karakterine vurgu yapılır.
Son tahlilde
melankoliği hastalığı, şeytanın Tanrı ile girdiği egemenlik savaşının insan
bedeninde yaşanan küçük bir örneğidir. İşlenen günahlar Tanrı’ya başkaldırı
anlamını taşır; İtalyan Aziz Bonaventura (1221-1274) “her günah aklın veya
iradenin bir düzensizliğidir”[149]
ifadesiyle melankoliklerin nasıl bir varoluşsal günah içinde olduklarına dikkat
çeker. (Földenyi, 2004, s. 87)
Melankolik mizacı
temsilen ‘kara’, bir renk olarak siyahtan farklı olarak, karanlığı, soğuğu
çağrıştırması nedeniyle Ortaçağ’da başta şeytan olmak üzere tekinsiz-kötücül
güçlerin tanımlanmasında önemli rol oynamıştır. Melankoliklerin aşırılıkları,
kara safra sıvısının aşırı artışıyla ortaya çıkmakta, ruhlarının sıkıntısı
yüzlerine karanlık (hüzün) olarak yansımaktadır. Dante, İlahi Komedya'’
da[150]
cehenneme yaptığı yolculukta Styks bataklığında[151] öfkelerinin
esiri olmuş insanların yaşadıkları üzerine yaptığı eğretileme 13. yüzyıldan
güzel bir örnek oluşturur:
Diyorlar
ki, gömüldükleri çamurda:
‘Güneşin
neşe saçtığı güzel havada
hüzünlüydük,
kara dumanlar sarmıştı içimizi:
kara çamurlar içinde
yaşıyoruz hüznü şimdi.’ (Cehennem, VII,121-124)
Melankoliklerin
‘Satürn’ün Çocuğu’ olduğu inancının ne denli köklü bir gelenek olduğuna günümüz
İngilizcesi’nden iki örnekle açıklanabilir. İngilizce’de hüzünlü- melankolik
bir yüz ifadesine sahip kişilerin saturnine[152]
olarak tanımlanırken, yine Cumartesi günü, Satürn gezegeninin etkisinde kalmış
gün olarak Saturday[153]
olarak isimlendirilmiştir.[154]
(Klibansky vb., 1992, s. 203; Teber, 2004, s. 156)
Ortaçağ boyunca
melankoli kavramının her kesimden insanı bu denli kendisine bağlamasını Serol
Teber (2004, s. 155), şöyle yorumluyor: “Melankoli, özellikle ortaçağ
dünyasında, çekim gücü yüksek bir ‘kara delik’ işlevi görmüş; çok kez
eğretileme bir tanımlama olarak kullanılmıştır.” Kuşkusuz melankoliye atfedilen
bu gücü sadece Ortaçağ’ın dünyası ile sınırlandırabilmek mümkün değildir.
Melankoli, Antikçağ’dan günümüze öneminden hiç bir şey yitirmemiş kültürel
fenomenlerden biridir.
8.4.2.2.
Rönesans’a
Açılan Pencere: Heinrich Cornelius Agrippa ve De Occulta Philosophia
8.4.2.2.1, Yaşamı[155]
Nettesheimlı Heinrich
Cornelius Agrippa, Gizemli Felsefe (De Occulta Philosophia) adlı
kitabıyla gelecek nesilerin düşünce dünyasını etkileyebilmiş önemli isimlerden
biridir. 1486 yılında Köln’de doğan Agrippa hukuk okumasına rağmen genç
yaşından itibaren, tıp, gizemli bilimler ve büyü sanatı asıl ilgi alanı
olmuştur. Yirmi bir yaşında donanımlı ve meraklı bir genç olarak Paris’e giden
Agrippa’nın, ikisi akıcı olmamakla birlikte sekiz dili konuşabiliyor olması,
girişken kişiliği kentin ayrıksı çevrelerine rahatlıkla girebilmesine olanak
sağlamıştır. Paris kenti bu dönemde gizemli bilimler ve büyü sanatıyla
uğraşanlar kadar mistikler, alkemistler, kabalacılar, astrologlar, falcılar
için adeta bir buluşma yeridir. Kısa süre içinde kendisini yetiştiren
Nettesheimli Agrippa, gizemli sanatların eğitimi ve pratiklerin yaşama
geçirilebilmesi için bir dernek kurar. Bir süre sonra ünü Fransa dışına taşan
dernek, İngiltere, Almanya ve İtalya’da tanınır hale gelir. Teoloji alanındaki
eksikliğini hisseden Agrippa bu alanda da kendisini yetiştirir;
yeni-Plâtoncuların ezoterizm üzerine metinlerini etüd eder ve Kabala üzerine
bilgilerini artırır. Würzburg’a yaptığı bir seyahatte, Paracelsus’un da hocası
olan Benedikten Sponheim Manastırı’nın başrahibi Johannes Trithemius
(1462-1516) ile tanışır. Bu raslantı Agrippa’nın hayatında çok önemli bir
dönemeç teşkil edecektir. Kabala üzerine uzman ve alkemi sanatı hakkında derin
bilgi sahibi olan Trithemius, manastıra davet ettiği Agrippa’yı De Occulta
philosophia ilk kitabını yazmaya teşvik eder. Agrippa Trithemius’a olan
saygı ve sevgisini kitabın ilk baskısına yazdığı teşekkür mekkubunda dile
getirecektir.
İlk
baskısı 1510’da yapılan Gizemli Felsefe başlangıçta fazla ilgi
uyandırmaz.[156]
Bu arada askere yazılan (1512) ancak teoloji öğrenimine de devam eden Agrippa,
hukuk ve tıp alanlarında ‘doktor’ ünvanı alır. Askerlikte uzun süre kalamayan
Agrippa’yı 1519 yılında Metz’de cadılıkla suçlanan bir kadının avukatı (Syııdıkııs)
olarak görürüz. Dominiken engizitör Nikolaus Savini köylü kadını, sadece kendi
çocuklarını değil, komşularının çocuklarını da doğumlarında demonlar adına
vaftiz etmekle suçlamakta ve iddianamesini kuvvetlendirmek için, tarikatının
ünlü bir mensubu, Heinrich Kramer (Institorius) tarafından kaleme alınan cadı
avcılarının el kitabı Malleus Malefıcarum"u refere etmektedir.
Savini bir ara Agrippa’yı kâfirlerin destekcisi olmakla suçlayarak, hakkında
dava açmakla tehdit eder. Ancak Dominiken engizitörün tehditlerden yılmayan ve
müvekkilini başarıyla savunarak masumiyetini ispatlayan Agrippa beraat etmesini
sağlar; sözde görgü tanığı ise para cezasına çarptırılır.[157]
Metz’de daha fazla
kalamayan, ancak Köln’de de fazla barınamayan, Lyon’da karar kılan Agrippa kısa
yaşamı boyunca üç evlilik yapar ve yedi çocuk sahibi olur. Bu arada saray
çevresinden ve asiller nezdinde astroloji, geleceği okuma teknikleri ve gizemli
bilimler üzerinde bilgisiyle ünlenen Agrippa’ya, tahmin edileceği üzere, fal
bakması için çok sayıda teklif yapılsa da, o kapısını şarlatanlıklara
kapatmıştır. Bunun en bilinen örneği, Kral I. Franz’ın annesinin özel doktoru
olarak atanan Agrippa’nın, yaşlı kadının fal bakma isteğini reddetmesiyle
aylığının kesilmesidir. Bu dönemde Bilimlerin Faniliği ve Belirsizliği
Üzerine (De incertitudine et vanitate scienciarun) isimli ikinci büyük
eserini yazar. Her ne kadar bu eser, içeriği itibariyle, De Occulta
Phlosophia ile büyük bir çelişki oluşturmasa da, kiliseyle bir barışma,
evrenin bilimsel algılanışından bir sapma dahası geri dönüş olarak algılanabilir.
(Kuper, 1994, s. 93 vd.)
Yaşamının son
yıllarında (1532-1533) ünlü cadı avı karşıtı hekim Johann Weyer’in hocası olan
Nettesheim, en önemli eseri olan altı yüz sayfalık De Occulta Phlosophia ile
yeni-Plâtoncu bir mistisizm temeli üzerine, Hıristiyanlık inancınının ve
büyünün başarılı bir sentezini yapmıştır. Bu yetkinlikte bir çalışma Batı
Hıristiyanlık tarihinde ilk kez yapıldığı için okültizm tarihi açısından büyük
bir öneme sahiptir.
8.4.2.2.2. De Occulta Philosophia ve Satürn
Bir
bütün olarak değerlendirildiğinde başyapıt olarak tanımlanabilecek Gizemli
Felsefenin (De Occulta philosophia) hangi koşullarda yazıldığı anlaşılmadan
değerlendirilmesi kanımızca mümkün değildir. 15. yüzyılın sonları ile 16.
yüzyılın başlarında yaşamış olan Agrippa’nın yüzyıl öncesine göre çok farklı
bir Avrupa’da yaşadığını söyleyebiliriz. Kökleri daha öncesine gitmekle
birlikte 15. yüzyılın ikinci yarısından itibaren belirginleşen ve yaşamın her
alnında yaşanan dönüşümlerin iki ana damardan beslendiğini söyleyebiliriz.
Birincisi Katolik Kilisesi’nin Batı Hıristiyan dünyasındaki hâkimiyetinin, halk
nezdinde yaşadığı güven sorunu nedeniyle sarsılmaya başlaması, diğeri ise,
süreklilik arz etmemekle birlikte yeni, farklı ve aykırı olarak tanımlanan
görüş ve düşüncelerin düşün, bilim, sanat ve edebiyat alanında yeşermesine
olanak sağlayan Rönesans hareketinin İtalya’dan başlamak üzere Avrupa’ya
yayılmamasıdır. Böylece 16. yüzyıla gelindiğinde, Ortaçağ’ın yüzyıllar boyunca
onu ayakta tutan değerleri yavaş yavaş çökmeye başlamıştır. Hümanizmin insanı
merkez alan yeni bir yaşama bilinci oluşturması, Ortaçağ’ın üniversalist
bireyinin sonunu getirecek, politik ve ekonomik alanlarda yaşanan
hareketlililiğin toplumsal alandaki sonuçları ulusal devletlerin ortaya
çıkışını hızlandıracaktır.
Yukarıda sayılan
değişimler çerçevesinde Agrippa’nın yaşadığı dönem, yeni bir Çağ’ın
başlangıcına tanıklık eden, değişimlerin etkisinin giderek arttığı yıllar
olarak dikkat çeker. Bir yanda toplumsal bir histeri halini alan cadı avları
Avrupa topraklarında zirvesine ulaşmışken, diğer yandan her kesimden insanın
gizemli bilimlere ve astrolojiye olan ilgisi her geçen gün artmaktadır.
Rönesansın etkisiyle tıp, mimarî, görsel sanatlar ve edebiyat alanında yaşanan
gelişmeler, bireyi merkez alan, daha özgür, insancıl bir dünya yaratmayı
amaçlarken, aynı dönemde, yüzyıllar boyu çok eleştirilen Kilise hukukun yerini
alan sivil yargı sistemi insanlık dışı ceza ve infazlara aracılık etmektedir.
Yaşanın iklim felâketleri, salgın hastalıklar nedeniyle ellerindeki her şeyi
kaybederek, hızla yoksullaşan köylüler için kentlere zorunlu tek alternatif
gibi gözükse de çözüm değildir. Nüfusu göçlerle kısa sürede iki-üç katına çıkan
kentlerde, yeni gelenlerin açlıktan ölmemek için dilencilik ile hırsızlık
arasında seçim yapmaktan başka şansları yoktur.
Agrippa’nın dört
kitaptan[158]
oluşan eseri De Occulta philosophia ’nın[159] özellikle
birinci ve ikinci kitaplarında, gezegenler, temel elementler, evrensel-bedensel
uyum ve mizaç konuları üzerinde yoğunlaştığını görüyoruz. Biz konumuz gereği bu
bölümde, Satürn gezegeninin doğası ve melankolik karaktere olan etkileri
üzerindeki görüşlerine yer vereceğiz. Agrippa’ya göre dünya üzerinde varolan
her şey gezegenlerin etkisi altındadır ve sahip oldukları gücü gezegenlerden
alırlar. (I, XXX,69)[160]
Bu noktadan hareketle öncelikle gezegenlerin doğalarının belirlenmesi gerekir:
buna göre Satürn ve Merkür gezegenleri topraksı (erdig) bir doğaya
sahiptirler. (I, VIII,29) Daha sonra temel elementler ile insan bedeni
arasındaki paralellikler ortaya konur: ateş kırmızı safrayla, hava kanla, su
balgamla ve toprak kara safrayla eşleştirilir. İnsanların davranış ve
hareketlerinde elementlerin etkisi nedeniyledir ki, yavaş hareket eden, hantal
insanlar toprak karakterlidir. (I, VII, 28,29)
Nettesheimli Agrippa
yeryüzünde varolan her şeyin gezegenlerin etkisi altında olduğundan bahisle
Satürn gezegenine ait olan şeylerin uzun bir listesini yapar. Listede yer alan
her şey Satürn’ün karanlık, hantal, kuru ve soğuk doğasıyla uyum içindedir.
Buna göre ekşi, acı ve hoş olmayan tatlar, kuvvetli kokular, koyu gölgeler;
kurşun, ağırlığından dolayı altın gibi metaller; sedefotu, kimyon, aksırıkotu,
adamkökü, haşhaş gibi bitkiler; turna, devekuşu, tavuskuşu, puhu kuşu baykuş,
yarasa, karga, hüthütkuşu gibi uzun boyunlu ve çağrışcı kuşlar; sürüngenler,
geceleri avlanan, mağaralarda, inlerde yaşayan, köstebek, kendi çocuklarını
yiyen, eşek, tavşan, erkek kedi, deve, ayı, domuz, maymun, ejderha, kurbağa,
akrep, karınca, fare, kurtçuk gibi toprak altında, suda, terk edilmiş
yıkıntıların arasında yaşayan hayvanlar; yılan balığı, kendi çocuklarını yiyen
bir tür köpek balığı, aynı özelliğe sahip bir kaplumbağa türü, istirdye, midye
ve deniz süngeri gibi balıklar. (I, XXV,64,65)
Gezegenler insan
bedeni ve organların düzeni üzerinde önemli etki sahibidirler, bu bağlamda
Satürn insanların dalak, mide, safra kesesi, sağ kulak gibi organlarını ve
kavrayış güçlerini etkiler. Satürn’ün etkilediği şeyler (Satürnische Dinge)
hüzün ve melankoliyi beraberlerinde taşırlar. İnsanların yaşam tarzları ve ahlâkî
durumlarını da gezegenler belirler. Buna göre Satürn, yaşlılar, rahipler,
melankolikler kadar uzun yolculuklar sonucunda, büyük çabayla elde edilmiş
gizli hazineler ve benzeri her şeye hükmeder. (I, XXII,57,58,59) Yine
yeryüzünde Satürn’ün etkisinin hüküm sürdüğü bölgeler söz konusudur; Kilise
avluları, mezarlıklar, insanlar tarafından terk edilmiş, harabe haline gelmiş
mekânlar, mağaralar, inler, gözlerden uzak yerlerdeki balık göletleri, pis su
birikintileri, durgun sular, bataklıklar ve benzeri pis kokulu, karanlık,
tekinsiz, hüzünlü ve ceset dolu yerler. (I, XXVIII,104)
Agrippa’nın,
Satürn’ün etkisi altında kalmış, tekinsiz olarak tanımladığı bölge ve
mekânların ortak özelliği ‘karanlık’ olmalarıdır. Renkler ile gezegenler
arasında kurulan
ilişkide tüm siyah,
topraksı, kurşun grisi ve koyu kahverengi renkler Satürn’ün kontrolundadır.
Hekimler renklerden hareketle insanların karakter ve vasıflarını çıkartabilir;
topraksı renkler soğuk ve kuru karakterli olup, koyu kahve ve siyah, kara
safraya, Satürnik mizaca işaret eder. (I, XLIX,108) O halde siyah ile safran
sarısı arasında bir ten rengine sahip Satürn insanı nasıl görülür: zayıf ve
çarpık bir beden, pürüzlü bir ten, dışarıdan belli olan damarlar, kıllı bir
vücut, küçük gözler, birbirine yakın gözbebekleri, seyrek sakallar, kalın
dudaklar, yere odaklanmış bakışlar, birbirine sürten ayaklar, kurnaz, dahası
yoldan çıkmış veya bir katilin görünümü. (I, LII,115)
Agrippa’nın De
Occultaphilosophia’da, Aristotelesçi melankoli kavrayışına, kavramın
karizmatik boyutunu daha çok önemseyen bir yaklaşım içinde olduğunu görüyoruz;
sadece uyurken değil uyanıkken de, şayet bilinç meşgul değilse, geleceği
okumak, kehanette bulunmak mümkündür. Agrippa’ya göre Aristoteles, bu türden
kehanetleri ilham (Begeisterung)[161]
olarak tanımlar ve melankolik mizaçla ilişkilendirir. Öyleyse insan bedeninde
ortaya çıkan ilhamın kaynağı, hekimler ve fizikçiler tarafından insanı
çılgınlığa sürüklediği ve kötücül güçlerin bedeni işgal etmesine olanak vermesi
nedeniyle sevilmeyen kara safra değil, melankolik ıslaklıktır (die
melancholische Feuchtigkeit).[162]
Agrippa da,
kendisinden önceki hekimler gibi doğal-hastalıklı melankoli ayrımı yapar ve
‘melankolik ıslaklık/nem’den doğal ve beyaz safranın anlaşılması gerektiğini
belirtir. Satürn’ün soğuk ve kuru doğasının etkisiyle bunun tutuşması ve
yanması halinde, bilgeliğe ve kehanete giden yolda ilham gelmiş olur. Agrippa,
Aristoteles’in Problemata XXX’da yer alan, üstün yeteneklilerin
melankolik karakterde olduklarına dair savını aynen yineleyerek Plâton ve
Demokritos örneklerini tekrarlar. Diğer yandan, daha önceden eğitimsiz, ahmak,
budala, beceriksiz Hesiodos, Homeros, Lucretius gibi kimi isimler birdenbire
gelen ilham sayesinde iyi birer ozana ve düşünüre dönüşmüşlerdir. (I,
LX,141,142)
Satürn’ün sıra dışı
gücüyle ortaya çıkan melankolik mizaç, insanlar üzerinde kuvvetli etkiler
yaratır. Agrippa’ya göre bu büyük gücün etkisi sonucunda, ruhun yetenekleriyle
ilişkilendirilen üç farklı melankoli tipi ortaya çıkar. Bunlar, muhayile (melancholia
imaginationis), akıl (melancholia rationis) ve anlık ulvi
kavrayışlar (melancholia mentis) olarak tanımlanır.[163] Kendi
içinde en düşüğünden en yüceye doğru bir hiyerarşik sıralama yapıldığında en
altta eğitimsiz bir insanı bir anda iyi bir ressam, mimar veya farklı
sanatlarda uzmana dönüştüren sıradan demonların etkisi söz konsudur. Yine bu
demonlar, geleceği okuyabilme yetenekleri sayesinde, yağmur, fırtına, sel,
deprem, salgın hastalıklar ve kıtlık gibi doğa felâketlerini önceden görebilme
yeteneği verirler. İkinci bölgedeki demonlar, akıl kullanılarak elde edilen
kazanımlara aracılık ederler; filozof, hekim, hatip gibi yetenekler bu yolla
kazanılır. Nihayet en yukarıda, Tanrı’nın yasalarını, meleklerin düzenini,
göklerin gizemini anlamaya olanak sağlayan, anlık gerçekleşen, en ulvi
kavrayışlar yer alır. Bu bağlamda melancholia mentis"e ulaşmış bir
ruhun Tanrı’ya yaklaştığı söylenebilir. (I, LX,143)
Agrippa, De
Occulta philosophia"nın ikinci kitabında matematik bilimlerine övgüler
düzerek, sayı, denge, ağırlık, hareket, ışık ve uyumun tüm doğal güçleri nasıl
şekillendirdiğini ele almıştır.[164]
İnsan bedenin ölçü ve uyumundan hareketle, insanın Tanrı tarafından yaradılmış
en güzel ve eksiksiz varlık olduğunu belirtir. Daha önce Antikçağ
düşünürlerinden verdiğimiz örneklerden anımsanacağı üzere, insan kusursuz evren
tasarımının küçük ve değerli bir örneği olarak kabul edilmektedir. Agrippa’da
insanda beliren mükemmel bütünlüğü görmüş ve uyumu ortaya çıkaran unsurların
nasıl açıklanabileceğine kafa yormuştur. Bedendeki uyumun aynısının ruhta da
izlenmesi nedeniyle insan bir mucizedir Agrippa’nın gözünde.
Yukarıda
aktarılanlardan anlaşılacağı üzere Aprippa’nın melankoli kavrayışı, Doğu’nun
etkisindeki Geç Antikçağ tasavvurları ile Aristotelesçi öğretinin dengeli bir
karşımıdır. Agrippa da, kendisinden önceki hekim ve düşünürler gibi
‘yararlı-zararlı melankoli’ ayrımına giderek, üstün yetenekli ‘doğal
melankolik’lerin varlığını kabul eder. Ancak Agrippa’da ulvi sırların
anlaşılmasında ve çözülmesinde ilham (Inspiration) çok önemli bir rol
oynarken, yeryüzündeki tüm varlıklar üzerinde gezegenlerin sınırsız bir gücü
söz konusudur. Satürn gezegeninin melankolikler üzerindeki etkisi bunun somut
bir örneğidir.
Nettesheimli
Agrippa, daha sonraki bölümlerde göreceğimiz üzere, De Occulta
philosophia"da ele aldığı konular ile felseficilerden ozanlara,
ressamlardan bilim adamlarına, Rönesans hümanistleri üzerinde çok büyük bir
etki yaratmıştır. Özellikle Albrecht Dürer’in Melancholia I, adını
verdiği gravüründe De Occulta philosophia" nın etkili olduğu
sanılmaktadır. Kitap, Antik Yunan felsefesi ve yeni-Plântonculuk gibi döneminin
yeniden gözde olan düşünsel akım ve yöntemlerini, gizemli bilimlerin
potasında eritmeye çalışmıştır. Agrippa için, De Occulta philosophia
bağlamında ele alındığında Hıristiyanlık inancı, amacına ulaşabilmesi için
ihtiyacı olan ‘bilgi’ olmaktan bir öte anlam taşımamıştır.[165] Döneminin
koşulları ve üzerindeki baskılar göz önünde bulundurulduğunda, birikimini ve
gücünü, büyücülük, falcılık, simya gibi alanlarda harcamaması, şarlatanlığa
prim vermemesi, kanımızca onun kayda değer kişilik özelliklerinden biridir.
IX.
BÖLÜM: MELANKOLİNİN RÖNESANSI
9.1.
İLK BİLİNÇLİ
MELANKOLİK: FRANCESCO PETRARCA
İnsanların değer
yargılarını belirleyen toplumsal normların, farklı unsurların etkisiyle zaman
içinde değişime uğradığını biliyoruz. Yaşanan bu değişimin sonucunda ortaya
çıkan yeni değerler sistemi kaçınılmaz biçimde algıları değiştirmekte ve kendi
kavramlarını oluşturmaktadır. Bu bağlamda yeniden tanımlanan bir olgu, daha
öncekine bütünüyle zıt olabildiği gibi, benzer veya bütünüyle örtüşen
bir içeriğe sahip de olabilir. Eskisinin hâlâ toplumsal hafızada sınırlı da
olsa bir yer tuttuğu düşünüldüğünde, yeni olgunun doğru
tanımlanabilmesinde yaşanacak güçlükler daha iyi anlaşılır. Bu duruma,
konumuzla ilgili olmak üzere verilebilecek en iyi örneklerden biri, zaman
içinde melankoli tanımında yaşanan değişimdir. Kaldı ki, melankoli gibi, tanımı
‘delilik’ ile ‘dâhilik’ arasında gidip gelen, dinsel ve entellektüel boyutları
olan bir olgu söz konusu olduğunda, sorun daha da karmaşık hale gelmektedir.
Rönesas ile birlikte
şekillenmeye başlayan yeni melankoli kavramının, yüzyıllar boyunca melankolik
ruh halini tanımlamak için kullanılan, dinsel içerikli acedia ile yer
değiştirmesi tedricî biçimde gerçekleşir. İlk kez 15. yüzyılda Rönesans
düşünürleri tarafından acedia’nın yerine, humanist bir melankoli
kavramını yerleştirme çabalarının görüldüğünü söyleyebiliriz. Yeni kavram
bütünüyle Antikçağ normlarına uygun olarak tasarlanırken Aristoteslesçi
öğretiye öncelik verilir. Ancak, Plâton tarafından evcilleştirilerek Tanrı
vergisi çılgınlığa (furor divinus) teşmil edilen furor yeni
şekillenen Rönesansa özgü melankoli kavramının diğer önemli unsuru olacaktır.
(Klibansky vb., 1992, s. 309; Post, 2011, s. 73)
Ortaçağ melankoliği
ile Rönesans melankoliğini karşılaştırdığımızda ortaya çıkan zıtlıklar
bütünüyle şaşırtıcıdır. He ne kadar değişim uzun zaman içinde
gerçekleşmiş olsa da, ortaya çıkan sonuçların dramatik olduğu söylenebilir.
Ortaçağ melankoliğinin yanlızlığı kendi, bilinçli seçimi değildir. İçinde
bulunduğu koşulları değerlendirip yaşadığı endişe ve hüzünü anlamlandırabilecek
bir durumda değildir. Çünkü ruh hali içinde yaşadığı toplum tarafından,
tutulduğu akıl hastalığının bir sonucu olarak görülmektedir. İçine kapatıldığı,
dışarıya kapalı, sınırlı dünyada melankolik kimliğine uygun olarak kendisine yakıştırılan
hastalığı kabullenmekten başka çaresi yoktur. Bu nedenle toplumsal yaşamda
herhangi bir yer edinmesi de söz konusu değildir. Ortaçağ melankoliği hasta
olduğuna giderek kendisi de inanmaya başlar ve zamanla gerçekten delirir.
Böylece içinde yaşadığı kültürel çevrenin dayattığı tutsaklığı kabullenmek
zorunda kalır.
Ortaçağda’dan farklı
olarak Rönesans melankoliği içinde bulunduğu ruh halinden bizzat sorumludur.
Kendi seçimi olan yanlızlığı bir zafiyet veya zayıflıktan kaynaklanmaz; bilâkis
çevresine karşı kendisini savunma gücünü ona yanlızlığı sağlar. Kendi kurallarına
göre yaşama isteği onu uçlara doğru iter, çevresiyle olan ilişkilerinde
iltilafa neden olur; ama Ortaçağ’dan bir farkla ki, o yine de kendisini
‘normal’ olarak görür. Toplum’un ‘anormal’ olarak tanımlaması Rönesans
melankoliğinin dünyasını sınırlamadığı gibi, onun kendisini üstün yeteneklere
sahip bir mizaç olarak görmesine de engel olmaz.
Kesin çizgilerle
birbirinden ayırsak da, iki faklı çağa özgü melankoliğin ortaya çıkışı,
birdenbire olmamış, ‘yeni çağ’ melankoliğinin karakteri daha 14. yüzyıldan
itibaren şekillenmeye başlamıştır. (Klibansky vb., 1992, s. 309) Dante sonrası
neslin en önemli temsilcisi, Marsilio Ficino’nun doğumundan yaklaşık altmış yıl
önce ölen (1374), hümanist İtalyan şair Francesco Petrarca ‘bilinçli
melankolik’ olarak tanımlanan ilk kişidir. (Horstmann, 2010, s. 14) Yaşadığı
hezeyanlar ve çalkantılı ruh haliyle tipik bir melankolik olmakla birlikte,
engin bilgi birikimi, hümanist kişiliği ve güçlü bir şair olması kişiliğinin
olumsuz yönlerini dengeler. Ancak bu denge durumu, bir deha ürünü olarak kabul
edilen ozanın şiirleri ve nesirlerinin yanı sıra, yaşamı kapkara görmesine
neden olan depresif ruh halinin, günah ile hastalık arasında salınmasıyla sık
sık bozulur. Yaratıcılığını hiçbir zaman gezegenlerin astrolojik güçleriyle ilişkilendirmeyen
Petrarca acedia ve dementia olarak tanımladığı depresif ve manik
halleri iki faklı duygulanım olarak görmez. İlk bilinçli melankolik olarak ağır
bir sorumluluk üstlenmiş olan Petrarca, yaşadığı yüzyılın, geçiş
dönemine özgü, sorunlarıyla mücadele etmek zorunda kalacaktır. (Klibansky vb.,
1992, s. 360)
Petrarca koyu bir
melankolik olarak, içinde bulunduğu ruh halini akıl hastalığı olmaktan çok
doğal bir durum olarak görür. Ancak yine de kendisini tedirgin eden, Ortaçağ’a
özgü yargılardan bütünüyle kurtulduğu söylenemez. Bir yandan bir gün delireceği
kuruntusuyla tedirginlik yaşarken, diğer yandan melankolik olarak
tanımlanmasına olanak veren ruh halinden utanır. Petrarca, Ortaçağ melankoliği
hezeyanlarıyla sarsılan bir dünyada adeta bir kapanda kıstırılmış olarak
yaşarken duygulanımlarını, evrenden ve yaşamdan sınırsız hoşnutsuzluğunu, ifade
etmekte daha özgürdür: ancak bu özgürlük mutluluk getirmez aksine melankoliye
neden olan bir eksiklik/noksanlık duygusunu artırır. Bu sürecin benlikte ortaya
çıkardığı yanlızlık, dahası boşlukla yaşamak giderek daha fazla acı verirken,
biricik kurtuluşun ölüm olduğu inancı yerleşmeye başlar. Antikçağ’daki
seleflerinin aksine Petrarca’nın öncülüğünü yaptığı Rönesans melankolikleri,
ölümü yeniden bir doğuş olarak görmezler. (Földenyi, 2004, s. 118 vd.)
Petrarca, içinde
bulunduğu çıkmazın en önemli sorumlusu olarak yaşadığı bedbinliği (Weltschmerz)91Q
görür. Petrarca bedbin, dahası hüzünlüdür ancak bu ruh halinin nedeni ne Tanrı
ne de yaşadığı çevredir. Büyük hayranlık beslediği ve kendisine örnek aldığı
Aziz Augustinus’u konuşturduğu Secretum (1342/43) isimli diyologlarının[166]
[167]
ikinci gününde, Franciscus adıyla Agustinus’la hayali bir konuşma
gerçekleştiren Petrarca’nın içinde bulunduğu ruh halini Aziz şöyle
değerlendirir: “Sen tedavisi olmayan bir ruh hastalığından muzdaripsin. Yeniler
bunu bedbinlik olarak tanımlarken, eskiler moral bozukluğu derdi.” (Post, 2011,
64)[168]
Franciscus ruhunu esir alan bu inatçı hastalığın gece gündüz kendisine nasıl
eziyet ederek cehennem azabı çektirdiğinden yakınır. Agustinus ona Seneca’yı
örnek göstererek, daima en yüksek mutluluk peşinde koşmak yerine, ölçülü
olmanın, ulaşılabilir hedeflere yönelmenin erdemlerinden bahseder ve nihayet
“ruhu için, sükûnet ve neşe”[169]
önerir. Ancak Franciscus hemen karşı çıkarak, esas üzüntüsünün, arzuladığı
ölçülü kararlılığa hiçbir zaman ulaşamamış olmasından kaynaklandığını belirtir.
(Post, 2011, s. 64)[170]
Aziz Agustinus’un
melankoliye karşı panzehir olarak ‘neşeli’ bir ruh önerisi yerinde ve bilinçli
bir seçimdir. Kuşkusuz Petrarca şanslıdır, çünkü Ortaçağ insanının ‘moralim
kötü’ deme gibi bir lüksü yoktur. Erken Hıristiyanlıktan itibaren melankolinin
üzerine düşen acedia gölgesi, kötü moral (schlechte Laune)
kavramının ortaya çıkmasının önündeki en büyük engeldi. Daha sonra göreceğimiz
üzere Rönesans boyunca ve takip eden yüzyıllarda gülmenin ve neşeli olmanın
melankoliye karşı en iyi ilâç olduğuna inanılmıştır. Her ne kadar Hippokrates
sürekli gülümseyen Demokritos’u tedavi etmesi için Aderba’ya çağrılsa da,
Rönesans gülen filozofu baş tacı edecektir. (Földenyi, 2004, s. 122)
Yeni melankoli artık
sıradan bir akıl hastalığı veya cinnet hali olarak tanımlanamayacak denli
karmaşık bir bütünlüğe sahipti. Melankolik ruh halinin en önemli belirtileri,
bozulmuş moral ve nedensiz bir hüzündü. Dini ve ahlâkî bir temeli olmayan
nedensiz bir moral çöküntüsü yaşayan melankolik için, gündelik yaşama ilişkin
her şey yavaş yavaş anlamını yitiriyor, yaşamak giderek anlamsız hale geliyordu.
İçinde bulunduğu ruh hali ve yaşam biçimi melankoliği daha da yanlızlaştırarak
iyice sıra dışı bir konuma iter.
Aşağıda Marsilio
Ficino’yu incelerken değerlendirileceği üzere Rönesans’ın hümanist melankoliği,
Plâton’un metafiziksel boyutuyla öne çıkan, Tanrı tarafından ödüllendirilmiş
‘çılgın’ı ile Aristoteles’in doğabilimsel tasarımı ‘deha’nın karışımından
oluşmuştur. (Klibansky vb., 1992, s. 358) Ancak bu ikili doğası hiçbir zaman
onu rahat bırakmayacaktır. Yaşadığı yanlızlık, çektiği üzüntü içine düştüğü
keder bu ikili doğanın ona biçtiği ruh halidir. Földenyi yerinde bir
yaklaşımla, kendi iradesiyle uçlara itilen ve hiçbiryerde
ol(a)mayan, iki kimlikli Rönesans melankoliğinin yurtsuz (Heimatlos) bir
hale geldiğini, çektiği yurt hasretinin (Heimweh)[171] onu ütopya
arayışlarına yönelttiğini belirtiyor. Földenyi, Rönesans’a özgü melankolinin,
Ütopya’ların bu denli yaygınlaştığı bir çağda ortaya çıkmasının da tesadüf
olmadığına dikkatimizi çekiyor. (Földenyi, 2004, s. 128 vd.)[172]
[173]
Rönesans melankoliği yeni
bir insan olarak yeryüzündedir ancak, hiçbir zaman burada değildir. Onu
farklı kılan, ‘zaman’ ve ‘mekân’ olarak bu dünyadan farklı bir yerde (ütopya)
olma arzusudur. Çektiği yanlızlık ve bu Dünya ’ya duyduğu güvensizlik,
onu doğaüstüne yönlendirir. Simya, büyü, falcılık gibi tekniklere olan ilgisi öteki
dünyaya duyduğu özleminin bir sonucudur. Yaşanan değişime bir diğer tanıklık
yağlıboya tablolar ve gravürlerden verilebilir. Ortaçağ’da melankolikler
genellikle gözleri kapalı, uyurken çizilmişken; İtalya, Almanya ve Kuzey Avrupa
ülkelerinde 15. yüzyıldan itibaren yapılan çok sayıda resimde melankolikler,
dalgın ama düşünceli bir çehreyle tasvir olunmuştur.
Albrecht Dürer’in Melencolia
I isimli gravüründe tasvir edilene benzer biçimde, adeta melankoli gezegeni
Satürn’den ilham gelmesini beklermişcesine, eli çenesine dayanmış oturan
melankolik Ortaçağ’ın tefekküre dalmış (vita contemplativa)911
din adımına benzer. Ancak bir farkla bu tefekkür Tanrı’ya yakınlaşmaktan çok
Satürn’den gelecek ilhamı beklemektedir.
9.2. HÜMANİST MELANKOLİK:
MARSILIO FICINO VE TANRI VERGİSİ MELANKOLİYE DÖNÜŞ
Floransalı Marsilio
Ficino, Avrupa’da yaşanan ve Antikçağ’a özgü değerlerin yeniden keşfiyle
Rönesans[174]
olarak adlandırılan döneminin önemli şahsiyetlerinden birisidir.
Erken yaşlarından
itibaren Antikçağ felsefesine ilgi duyan Ficino başta Plâton olmak üzere
Plotin, İamblikhos ve diğer Yeni-Plâtoncu[175]
felsefecilerin yapıtlarını okumuş, Aziz Augustinus’tan büyük ölçüde
etkilenmiştir. Medici ailesinin desteğiyle 1462 yılında Floransa’da kurduğu
Plâton Akademisi’nin başında kaldığı yaklaşık otuz yıl boyunca, Antikçağ
felsefesine ilişkin çok önemli eserlerin çevirilmesine aracılık etmiştir. 1469
yılında tamamladığı Plâton yapıtlarının çevirileri bir batı dilinde yapılmış
ilk eksiksiz çeviri olarak tarihe geçmiştir.
Rönesans’ın
yetiştirdiği en büyük hümansit,[176]
hekim ve felsefecilerinden biri olan Ficino, astroloji ile astronomiyi
karıştırarak yeni bir senteze ulaşmasının yanı sıra; yaptığı Plâton
çevirileriyle Antikçağ Akademisi’nin yeniden doğuşuna olanak sağladığına
inanacak kadar Antik düşünce dünyasına özlem duyan bir kişiliktir. Avrupa’da
Plâton felsefesinin 18. yüzyılın sonlarına kadar etkili olmasında Ficino’nun
çok önemli katkısı olmuştur. (Wolf, 2009, 18 vd.; Post, 2011, s. 77) 1473 yılında
papaz ünvanı alan[177]
(Hirt, 2007) ve kendisini “Plâtonik bir filozof,” Plâton’u ise “teolog, Yunanca
konuşan bir Musa” olarak tanımlayan Ficino, şairlerin esinlenişlerini
peygamberlerinkiyle kıyaslar. (Burke, 2003, s. 37; 89) Başta Plâton’un
felsefesi olmak üzere, Kilise Pederleri’nin eserleri, Latin ve Arap-İslam
dünyasının hekim ve düşünürlerinin yazdıklarından etkilenen Ficino’yu
çalışmamız açısından önemli kılan Satürn gezegeni etkisindeki insanların
melankolik mizaçlarını ideal olarak tanımlamasıyla, Aristotelesçi melankolinin
15. yüzyıldan itibaren Batı dünyasındaki yükselişini başlatan isim olmasıdır.
16. ve 17. yüzyıllarda özellikle İngiltere’de yaygınlık kazanan yeni ideal,
melankolik karakterin temel unsurlarını, Ficino’nun temelini attığı Hıristiyanlık
inancıyla bezenmiş, yeni-Plâtoncu mistisizmi oluşturacaktır. (Klibansky vb.,
1992, s. 368)
Ficino’ya göre
melankoli bir hastalık değildir ancak bütünüyle sağlıklı bir hal olduğu da
söylenemez. Melankoli hastalık ile sağlık arasında yer alan bir ara
durumdur. (Földenyi, 2004, s. 118)[178] Kendisini
Satürn Gezegeni’nin etkisinde doğmuş bir melankolik olan tanımlayan Ficino
(Starobinski, 2011, s. 91), bir yandan Plâton’un etkisiyle kaleme aldığı
metinlerde bedene karşı aklın üstünlüğünü öne çıkarır, diğer bir ifadeyle
bedenin etkisinden kurtulunmadan felsefe yapılamayacağına inanırken, diğer
yandan, inançlı bir Hıristiyan olmasının, gezegenlerin insan bedeni üzerindeki
etkilerini görmemezlikten gelmesine neden olmaması gerektiğini düşür. Ficino bu
ikircikli ruh halini, Petrarca’nın içinde bulunduğu çalkantılı ruh haline
derman bulabilmek amacıyla Aziz Agustinus yaptığı diyalogları anımsatan
biçimde, arkadaşı Giovanni Cavalcanti’ye yazdığı bir mektupta dile getirir.
Ficino’ya göre, kara safra’nın gezegenleri kralı konumundaki Satürn’ün
etkisiyle insan ruhunu besleyip yüceltmesine nasıl göz yumulabilir; Satürn’ün,
bizzat kendisinin yaşadığı üzere, kara safrayı arttıran gücü insanları
yüceltir, onları farklılaştırır. Böylece ilk kez bir düşünür, üstün mizaçlılara
atfedilen Aristotelesçi melankoli tasarımını, Plâton’un, çılgın bir ruhu
Tanrı’nın insanlara bahşettiği bir lütuf olarak kabul eden görüşüyle
birleştirecektir. (Klibansky vb., 1992, s. 369 vd.)
Rönesans ile başlayan
Aristotelesçi ve yeni-Plâtoncu melankoli geleneğine dönüşün mimarı Marsilio
Ficino, insanın (mikrokozmos) evrenin (makrokozmos) tüm gücünü benliğinde
topladığına inanmıştır. Antikçağ evren-beden tasarımına bütünüyle uygun düşen
bu yaklaşımın en önemli farkı Ficino’nun evren ile yaradanı (Tanrı) bir
görmesidir. Mikro-kozmos ile (insan) ile makro-kozmosu (evren) bütünleştirme
arayışlarının son tahlilde insana ilâhi yetenekler bahşetmesi kaçınılmazdı.
Satürn gezegeninin bu amaca uygun düşen bir tasarım olduğunu söyleyebiliriz.
Satürn etkisine aldığı insanları bir yandan diğerlerinden ayırır, onları Tanrı
vergisi yeteneklerle taltif ederken, ama aynı zamanda, onları mutsuz ederek
hissizleştirip, elemlere gark ediyordu.
İlginç olan husus,
Satürn bu ikili gücü iki ayrı insanda ortaya çıkmıyor, bir insanın iki farklı
yüzü olarak kendini gösteriyordu. Diğer yandan Rönesans insanına üstün vasıflar
bahşeden melankolik mizaç, Satürn’ün çift kimlikli kişilik yaratımına uygun
biçimde, ruhu esir alan acı, keder ve endişenin doğal sonucu olarak
görülüyordu. Bizzat melankolik olan Ficino içinde bulunduğu ikircikli ruh
halini arkadaşı Giovanni Cavalcanti’ye yazdığı bir mektupta şöyle ifade ediyor:
Böyle
zamanlarda ne diyeceğimi bilemiyorum, belki bildiğimi hiç istemiyorum,
bilmediğimi istiyorum. Kesin olan, Balık burcunun etkisindeki Jüpiter’in sana
sağladığı güven, Aslan burcunun etkisindeki Satürn’ün olumsuzluklarında bana
verilmiyor.[179]
Marsilio Ficino’nun
en çok tartışılan ve tanınan eseri üç bölümlü bir tıp kitabı olan De vita
triplici’dir (Yaşam Üzerine Üç Kitap).[180] İlk iki
kitapçık ağırlıklı olarak tıbbî konulara, üçüncü kitapçık ise astrolojiye
ayrılmıştır. Ficino De vita triplicf nin üçüncü kitapçığını
yayınlandıktan sonra büyücülükle suçlanmış (1490) ancak ceza almamıştır. İlk
bölümü 1484, ikinci ve üçüncü bölümleri 1489’da yayımlanan De vita triplicf
de
Ficino, melankolik
mizacı, bütünüyle Satürn’ün etkisinde ortaya çıkmakla birlikte Tanrı’nın
bahşettiği bir ayrıcalık olarak tanımlar; böylece Satürn sadece en güçlü değil,
aynı zamanda en yüce gezegen konumuna yükseltilmiş olur. Ficino De vita
triplici ’nin ikinci kitabında ayrıntılı biçimde Satürnik mizacın
belirtilerini ve tedavi yolları üzerine bilgi verir. (Klibansky vb., 1992, s.
373 vd.)
Ficino’ya göre
âlimlerin melankolik olmalarının, göksel, doğal ve insanî olmak üzere üç temel
nedeni vardır. Göksel melankoli Merkür ve Satürn’un soğuk ve kuru doğasından
kaynaklanır. Hekimler melankoliyi Merkür’ün kuruluğuyla ilişkilendirerek
açıklar. Doğal nedenlerden kaynaklanan melankolide toprak ile kara safra
arasında ilişki öne çıkar. Ficino’ya göre kara safra insanları yoğun tefekküre (contemplatio),
yüce varlıkların gizlerini anlamaya yönlendirir. Bu arayış en yüce gezegen
Satürn’le uyum gösterir. Ancak aşırı teffekürün gücü, insanı kara safra
fazlalığında olduğu üzere hasta yapar. İnsani neden ise bedenden kaynaklanır,
düşünsel faaliyetler zihni kurutarak, doğal ısıyı besleyen nemin tükenmesine
yol açar. Böylece soğuyan ve kuruyan beyin melankolik bir hal alır. Sayılan bu
üç neden melankolik, üzüntülü ve korkulu, bir ruh halinin ortaya çıkmasına
neden olur. Karanlık dışarıdan değil içerden kaynaklandığı için ruhu
kederlendirip, korkuya garkeder. Âlimler arasında melankoliden en çok muzdarip
olanlar, düşünceleri beden ve bedensel şeylerden ayrılmış olan felsefecilerdir.
(I,5)
Ficino,
hangi düşünürlerin melankolik olduğu ve neden melankoliye kapıldıkları sorusuna
Aristoteles, Plâton ve Demokrit’ten örneklerle yanıt verir; Aristoteles Problemata
.V.V.Vde melankoli halini yeteneğe bağlamışken, Plâton Bilmek Üzerine
(De scientia) isimli kitabında kimi akıllı insanların çabuk öfkelenen ve
çılgınlığa yatkın olduğunu söyler. Demokritos çılgınlığı tanımayanların üstün
yetenekli olamayacağı düşüncesindedir. Yine üstad Plâton Phaedrus’da,
çılgınlık olmadan şiirin kapılarının çalınamayacağını belirtir. Doğa
filozoflarına göre, Tanrı tarafından bahşedilen çılgınlığın en iyi görüleceği
insanlar melankoliklerdir. Öyleyse bazı melankoliklere ^\985
atfedilen bu kabiliyet,
kuşkusuz insanı olmaktan çok ilâhidir. (I, 5)[181]
Daha sonra Ficino
melankoli, yani kara safranın, görünürde iki türü olduğunu belirtir: biri
hekimler tarafından doğal bahşedilmiş (naturalis) olarak
nitelendirileni, diğeri ise bedenden kaynaklanan, yani kara safranın yanmasıyla
(adusta) ortaya çıkanıdır. Doğal olanı kanın koyu ve kuruyan kısmından
başka bir şey değilken, kendi içinde dörde ayrılan yanan kısmı: doğal
melankolinin (naturilis melancholiae), saf kanın (sanguinis
purioris), safranın (bilis) veya tuzlu balgamın (salsae pituitae)
yanması sonucunda ortaya çıkar. Yanma sonucunda ortaya çıkan her türlü
melankoli muhakeme gücüne ve bilgeliğe zarar verdiği için bu insanlar aşırı
heyecanlı ve kudurgan olurlar ki, bu durum Yunanlıların mani (mania)
dedikleri, yani bizim için cinnet (/uror) halidir. Bu mizacın ateşi
söndüğünde, geriye pis bir is kalır, insan kendini sersem (stolidus) ve
budala (stupidus) hisseder. Bu aptallık (amentia) ve çılgınlık (vercordia)
hali melankoli olarak tanımlanan durumdur.
Ficino sadece doğal
olarak nitelendirilen kara safranın muhakeme gücü verdiğini ve bilgelik
kazandırdığını, ancak bu durumun her zaman geçerli olmadığına da dikkat çeker.
Kara safranın ancak yeterli miktarda, akışkan olabilecek seyreltilmişlikte ve
uygun ısıda olması, ona arzulanan özelliğini kazandıracaktır. (I,5) Böylece
kara safranın insanları nasıl dahi yaptığını açıklamaya girişen Ficino, önce
üstün mizacı ortaya çıkaran sıvıların en uygun karışımının neye benzediği
sorusuna, altın renginin ısı etkisinde değişen tonlarını örnek verir. Daha
sonra insanlara dahi yapan bu karışım dört farklı huy yaratacaktır. Bunlardan
ilki yaşam suyu (aqua vitae veya aqua vitis) denilen şarabın
ateşte damıtılmasıyla ortaya çıkan ince sıvı kabilinde yumuşak olanlar,
ikincisi sıcak ve zeki (lucidiores)96 olanlar, üçüncüsü
davranışlarında aceleci olanlar ve nihayet kuvvetli ve istikrarlı bir mizaçla
birleşerek aktığında, eylemlerdeki etkisi kalıcı olanlar. Ficino insan ruhunun,
dünyanın merkezi nasıl ruhlar için bir çekim gücüyse, benzer biçimde her şeyin
kayanağına yönelme konusundaki yeteneğini vurguladıktan sonra, Demokritos,
Plâton ve İbn Sina gibi filozofları da tanık göstererek, Merkür ile uyum içinde
olan Satürn’ün araştırmacıları (investigantem) kadim bilgilere
yönlendirdiğini belirtir. (I,6)
986
Hirt’in
çevirisinde Latince lucidus (parlak) sıfatını Almanca’ya parlak, açık,
aydın anlamlarının yanı sıra zeki, akıllı (klug) anlamlarına da gelen hell
kelimesiyle karşılanmıştır. (Hirt, I,6) Metin bütünlüğü göz önünde
bulundurulduğunda kavramın zeki anlamında parlak anlamını taşıdığı
düşünülmektedir. Diğer yandan S. B. Öztürk tarafından Türkçe’ye yapılan
çeviride ‘net’sıfatı kullanılmıştır.
987
Ficino Vita'da
melankoliğe yatkınlığı olan âlimlerin tedavisinde uygulanacak farklı
yöntemlerden bahseder. Yaşam tarzında (diyet) köklü değişiklikler
yapılması önerisi, Antikçağ’ın ve Arap-İslam Dünyası’nın filozof-hekimlerinin
ruh hastalıkları ve melankoliyle baş etmek için öngördüklerinin bütünüyle
örtüşür. Buna göre her türlü aşırılıktan kaçınmak; günün akıllı bir biçimde,
geceleri dinlenme, gündüzleri çalışma olarak bölünmesi; uygun konut ve beslenme
biçimi seçimi; yürüyüş yapılması; hazmı kolaylaştırıcılar kullanması, baş ve bedene
uygulanacak masaj ve en önemlisi müzik terapisi. Tüm bunların yanında ikinci
tedavi yöntemi olarak uygun bitkilerin kullanımıyla hazırlanmış ilâçlar ve
nihayet yıldızların büyülü gücüyle hazırlanmış muskaların tedavi edici
etkisinden faydalanılacaktır. (Klibansky vb., 1992, s. 383-385)
Görüldüğü üzere
Ficino melankoli tedavisi için, Antikçağ’dan itibaren yüzlerce yıl boyunca
uygulanmış ve kabul görmüş yöntemleri[182]
benimsemekle birlikte, bizzat bir melankolik olarak önemine inandığı astrolojik
etkiyi, cerrahî yerine, tedaviye dâhil etmiştir. Böylece üç farklı eğilimi
birleştiren Ficino, bir yandan geleneksel tıbbın yaşam tarzı ile hastalık
arasında kurduğu bağı kabul ederken, ilâçlardan destek alınmadan bir tedavinin
gerçekleştirilebileceğini imkânsız görmekte, ancak astrolojinin, muska
kullanımı ve farklı görü yöntemlerinin, melankolik mizaçların şekillenmesinde
ve tedavisinde baskın rolü olduğuna inanmaktadır.
Ficino’ya göre doğal
ve doğaüstü (büyüsel) yöntem ve teknikler arasında sınır çizebilmek hiç de kolay
değildir. (Klibansky vb., 1992, s. 386) Bu nedenle yeryüzünde tedavi amacıyla
kullanılan şeylere atfedilen gücün kendisinden kaynaklandığına inanmaz. Bu
gücün sahibi olan, uyumlu (harmonica) düzenlenmiş evren (coelum), kusursuz
bir düzen içinde hareket etmekte ve sadece insanları değil, altındaki her şeyi
etkisi altına almaktadır. (III,22) Örneğin kokularıyla ferahlatan bitkiler,
renklerin verdiği psikolojik rahatlık, ilâçlar, müzik ve daha nicesinin sahip
olduğu güç, ancak yıldızların etkisiyle açıklanabilir. Göksel harmoni
yeryüzünde kendisini, şifa veren yedi farklı unsur üzerindeki etkisiyle belli
eder. Bunlar; muskalar, ilâçlar, buharlar ve kokular, müzik, tasavvur yeteneği,
akıl ve tefekkür’dür. (III,22)[183]
Böylece insanlar ve çevrelerindeki her şey, üstlerinde gerçekleşen bu uyumdan
paylarına düşeni alırlar. Güneşin parladığı açık havada yapılan bir yürüyüş
bile, ruhu zenginleştirmek için bir olanaktır. (III,11; Klibansky vb., 1992, s.
3 87)[184]
Ficino, melankolinin
ağırlığı altında ezilen ruhları dinginleştirmek, tedavi etmek için önerdiği
yöntemler arasında müzik terapisine özel bir önem vermiştir. Anımsanacağı
üzere, Antikçağ’da Asklepios mabetlerinde uygulandığını belirttiğimiz müzikle
terapi yöntemine, takip eden yüzyıllarda özellikle ruh hastalıklarının
tedavisinde ve kötücül güçlere karşı verilen mücadelede sıkça başvurulmuştur.
Antikçağ’da müziğin tedavi etme gücünün ruhu ‘büyülemesi’nden kaynaklandığına
inanılmıştır. Bu geleneğin oluşmasında Eski Ahit’te anlatılan öykünün önemli
bir yeri olduğu söylenebilir. Saul, Tanrı’nın üzerine gönderdiği kötü ruhtan
İşay’ın oğlu Davut’un lir çalması sayesinden kurtulunca bunu devamlı kılmak
üzere İşay’dan oğlunun yanında kalması için izin ister: “23 O günden sonra,
Tanrı’nın gönderdiği kötü ruh ne zaman Saul’un üzerine gelse, Davut liri alıp
çalar, Saul rahatlayıp kendine gelirdi. Kötü ruh da ondan uzaklaşırdı.” (1.Sa.
16,23)[185]
Müzik Antikçağ’dan sonraki yüzyıllarda, hastalıkların tedavisinde bir yöntem
olarak bilimsel tıp alanında ilk kez, başta el-Kindî olmak üzere, 9. yüzyılda
Arap-İslam hekimleri tarafından kullanılmıştır. (Leven, 2005a, s. 632; Dols,
2013, s. 219)
Ficino için müzik
hoşça vakit geçirme amacının ötesinde bir anlama sahiptir. Melankoli’yi tedavi
edebilme gücü ise harmonik (düzenleyici) yapısından kaynaklanır. Ficino, daha
sonra Robert Burton tarafından çok geliştilecek olan müzik ile melankoli
tedavisi yönteminin erken kullanan Rönesans düşünürlerine örnek oluşturur.
Yukarıda
anlatılanlardan anlaşılacağı üzere yaşadığı çağda daha çok felsefeci ve düşünür
olarak tanınan Marilio Ficino, melankoli tedavisinde tıbbî geleneği başlatan ve
sürdüren Hippokrates, Galenos, Constantinus Africanus ve İbn Sina gibi
hekimlerin takipçisi olarak karşımıza çıkmaktadır. Her ne kadar melankoli
hastalığının tedavisinde önerdiği kür ve diyetler ona medicus kimliği
kazandırsa da, son tahlilde, gelecek yüzyıllarda eser kaleme alan, söz gelimi
Robert Burton (16. yy.) gibi, yazarların yanında tıbbî önerileri toplam içinde
önemli bir yer tutmaz.
9.3.
MELANKOLİ’NİN YENİ
RESMİ: MELENCOLİA I
Alman ressam ve
matematikçi Albrecht Dürer (1471-1528)[186] tarafından
1514 yılında yapılan Melencolia I gravürünün, sanat tarihinin üzerinde
en çok düşünülmüş ve yorum yapılmış eserlerinden biri olduğunu söyleyebiliriz.[187]
Dürer, 23,9 cm x 18,6 cm boyutlarındaki bu bakır baskı gravüründe, melankolik
mizacı, en genel anlamıyla, yaklaşık otuz beş farklı sembol ile anlatma yoluna
gitmiştir. (Böhme, 1988, s. 1) Gravür ilk bakışta çok karışık gibi görünse de,
dikkatle incelendiğinde, Dürer’in biribiriyle ilgisi olmayan ancak özenle
seçilmiş figür ve sembollerin yer aldığı, görsel bir metin oluşturma
çabası hemen göze çarpar.[188]
Gravürün ana figürü
sağ elinde bir pergel olduğu halde kapalı bir kitaba koymuş, yumruk yapılmış
sol elini yanağına dayamış, başında çiçeklerden yapılmış bir taç[189]
taşıyan, kanatlı ve uzun saçlı bir kadındır.[190] Kaynağı
belli olmayan bir ışığın yüzünü perdelemesi nedeniyle kadının yüzündeki ifadeyi
çözebilmek zor görünse de, derin düşüncelere dalmış vaziyette uzaklarda bir
yere baktığı ve çok rahat bir konumda oturmadığı anlaşılmaktadır. Dürer’in
gravüründe örneği görülen yanağa veya çeneye dayanmış el figürü,[191]
Antikçağ’dan beri düşünceli ve hüzünlü bir ruh halini tasvir etmek için
kullanılmıştır. Yaygın inanışa göre yumruk yapılmış el sorunlu organı işaret
eder. Eski Mısır’da yanağa dayanmış el hüzün, yorgunluk ve yaratıcı düşünceyi
anlatırken, Antikçağ’da, Ortaçağ’daki Satürn etkisindeki melankolik figürleri
önceleyen Herakles gibi melankolik kahramanların benzer tasvirlerine rastlanır.
Ortaçağ’a gelindiğinde Satürn’ün artan etkisiyle ‘yanağa dayalı elin’ anlamı
genişlemiş, yakınma, derin uyku, hüzün ve yorgunluğu tasvir eder hale
gelmiştir. Bu bağlamda rüya gören keşişler, istihareye yatmış devlet adamları,
gaipten haber veren ozanlar, âlimler, havariler, Kilise Pederleri ve nihayet
Yaradılış’ın yedinci gününde dinlenmeye çekilen Tanrı böyle tasvir olunmuştur.
(Klibansky vb., 1992, s. 409 vd.; Wölfflin, 1919, s. 205; Teber, 2004, s. 27)
Tasvirde yer alan
diğer canlı figürler, yerde, kadının ayakları dibinde, açlıktan zayıf
düşmüş, uyuyan bir köpek,[192]
gravürün tek eylemdeki figürü, bir taşın üstüne adeta tünemiş vaziyette
oturduğu halde sağ elinde bir yazma gereciyle, sol eliyle destek verdiği,
dizlerinin üzerinde metal bir tablet (benzeri) üzerine yeralan,[193]
kanatlı bir çocuk melek (Putto) ve havada, ufuk çizgisinde asılı kalmış
gibi görünen, elinde Melencolia I yazısı taşıyan yarasa benzeri bir
masal hayvanıdır.[194]
Ağırlık merkezi sağdan sola doğru azalan, uzaktaki kıyı şeridine hâkim
konumdaki açık hava mekânı, çoktan terk edilmiş bir viraneyi andırmaktadır. İki
duvarı seçilebilen kübik penceresiz bir yapıya dayanmış yedi basmaklı merdivene
ilâveten yapının görünen duvarlarında kum saati, terazi, çan ve ‘Jüpiter
Dörtgeni’ olarak tanımlanan sihirli kare[195] gibi
sembolik anlamları alan ölçüm aletleri asılıdır. Tasvire ilk bakışta hâkim olan
düzensizlik duygusunu ortadan kaldıracak testere, cetvel, marangoz rendesi,
çivi, nişangeç, kerpeten gibi yapı-mimarlık malzemeleri gelişigüzel yere
atılmıştır; resmin en solunda alevli yanan küçük bir ocak üzerinde içinde ne
olduğu bilinmeyen bir kap bulunmaktadır. Yerde yakın planda bir küre ve arkada
çok büyük taş bir blok (polygen) yer almaktadır. Arka plandaki kıyıda, demir
atmış gemilerde ve evlerde herhangi bir yaşam belirtisi görülmezken, havada
gökkuşağı ile aynı zamanda bir felâketin habercisi olarak yorumlanabilecek
kuyruklu bir yıldızın geçişi söz konusudur. Kanatlı kadının bol işlemeli, ağır
ve değerli bir giysi giydiği anlaşılmakla birlikte, tavrından giysiyi pek
önemsediği söylenemez; giysinin duruşundaki düzensizliği önemsemediği dikkat
çeker.[196]
Kadının belinde asılı
olan anahtarlar ve eteğine doğru sarkan para kesesinin gravürün üzerinde en çok
tartışılan simgeleri olduğu söylenebilir. Dürer’in bakır baskı gravürü Melencolia
I hakkında geride bıraktığı tek ipucu, gravürdeki putto betimi için
yaptığı eskize yazdığı cümledir: “Anahtar şidettin, para kesesi zenginliğin
sembolüdür.”[197]
Ortaçağ’da yapılan gravürlerde kullanılan çok sayıda simgeden ikisi olan
anahtar ve para kesesi, yönetenlerin zenginliğini, gücünü ve bu gücü nasıl
haksız biçimde kazandıklarına işaret etmek için kullanılmaktadır. Yine
pintilik, hırs, tamah gibi Satürn’e özgü kişilik zafiyetlerinin melankoliklerde
görülmesi, ilk planda iki simgenin gravüre Dürer tarafından bu amaçla konulduğu
intibağını uyandırsa da, para kesesinin neredeyse yere kadar uzanan ipi, bele
bağlanmış anahtarların itinasız konumu farklı bir amaca yönelik olarak gravüre
girdikleri düşüncesini kuvvetlendirmektedir. Kadının ne para kesesini ne de
anahtarı umursayan gözünü uzaklara dikmiş tavrı, bu dünya nimetlerine sırt
çevirdiğine işaret etmekte ve melankolik Dürer’in sanatçı duyarlılığına uygun
düşmektedir. (Klibansky vb., 1992, s. 406-409; Teber, 2004, s. 27)[198]
Kısaca
değerlendirmeye çalıştığımız üzere gravürün adı dışında (yarasanın taşıdığı
yazı) anlatmak istediklerinin kolay anlaşılabilir olduğunu söyleyebilmek mümkün
değildir. Melankolik ifadesiyle gözünü dikkatle resmin dışına bir yerlere
dikmiş kanatlı kadının görünüşü melankoliğin tipik duruş ve ifadesi olarak
tanımlansa da, belirli bir amaçla gravüre yerleştirilmiş çok sayıda sembol bu
ilk kavrayışı zorlaştırmakta, giderek anlaşılmaz kılmaktadır. Dürer’in
gravürünü ilk yorumlayanlardan biri olan Giehlow ve takipçileri, Melencolia
Fin M. Ficino ve Nettesheimli Agrippa’nın melankolik mizaca getirdikleri
yeni yorumların etkisi altında yapılmış bir eser olduğunu kabul ederler.
Daha önce gördüğümüz
gibi Agrippa’ya göre, Satürn gezegeni melankoliklerin mizacını doğrudan
etkiler. Bu etki üç farklı melankoli tipinin oluşmasına neden olur. Bunlardan
I. muhayile (melancholia imaginationis), II. akıl (melancholia
rationis) ve III. anlık ulvi kavrayışlar (melancholia mentis) olarak
tanımlanır. Muhayile gücü yüksek olan ressam, mimar ve sanatkârlar birinci
gruba dâhildirler. İşte Dürer’in eserinin bunlardan birincisine (I) tekabül
ettiği ve Melencolia gravüründeki Tin, bu anlamda bilinçli olarak başlığa
ilâve edildiği düşünülmektedir. (Schuster, 2006, s. 92; Klibansky vb., 1992, s.
492-493; 504-505; Teber, 2004, s. 39 vd.; Panofsky, 1999, s. 100; Yates, 2013,
s. 61; 64)
Klibansky (Klibansky
vb., 1992, s. 504-505),[199]
Nettesheimli Agrippa’nın melankoli tasarımını, Dürer’in gravürü kadar iyi ifade
edebilen bir başka sanat yapıtının olmadığını, yine, Dürer’in gravürünü
açıklama çabalarında hiçbir metnin Agrippa’nın Occultaphilosophia’da yer
alan melankoli bölümü kadar etkili olmadığını belirtiyor.
Kuşkusuz kendisi de
bir melankolik olan veya kendini, kavramın lügat anlamına ugun düşecek bir
mizaca sahip olarak gören Dürer üzerinde,[200] Ficino ve
yeni-Plâtoncu öğretinin[201]
önemli etkisi olmuştur: “Dürer’in Ficino’da en çok önemsediği nokta onun,
melankolik insanların bilinçli bir korku içinde bulunduklarını vurgulması
olmuştur.” Teber, 2004, s. 43). Ancak Dürer için Ficino ile arasında adeta bir
köprü oluşturan ve yukarıda bahsi geçen üç farklı melankolik tipi ortaya koyan
Nettesheimli Agrippa’nın görüşleri daha önemli olacaktır.[202]
Sonuç
itibariyle, yapıldığı dönem de göz önünde bulundurulmak suretiyle, Albrecht
Dürer’in Melencolia I olarak adlandırdığı gravürünün, sadece sanat
tarihi açısından değil, tıp, edebiyat, psikoloji, mitoloji, tarih gibi çok
farklı disiplinlerden incelemelere konu olması nedeniyle özel bir öneme sahip
olduğunu söyleyebiliriz. Diğer yandan Melencolia Fi bu denli gizemli
kılan bir dizi unsur yanında, melankolik mizacın Tanrı vergisi bir yetenek
(Plâton) ile üstün bir meziyet (Aristoteles) arasında salındığı döneme denk
düşmesinin belirleyici olduğunu söyleyebiliriz. Biz bu bölümde Melencolia
Fi, çalışmamızın amaç ve kapsamı çerçevesinde, bugüne kadar kabul görmüş en
önemli görüşlerin ışığında değerlendirmeye çalıştık; özellikle son yirmi beş
yıldır yapılan ve gravürü, bugüne kadar olanlardan farklı açıklama, yeniden
anlamlandırma çabalarına ise girmedik. Yaklaşık yüzyıla yayılan tüm bu
girişimlere karşın Melencolia I’in, hâlâ gizemini sürdürdüğünü
söyleyebiliriz.
X.
BÖLÜM: MELANKOLİNİN ANATOMİSİ
10.1. BAROK ÇAĞI[203] VE MELANKOLİNİN DEĞİŞEN YÜZÜ
Temelini hüzün ve derin düşüncelere dalmış bezgin bir
ruh halinin oluşturduğu günümüzün melankoli tanımının, Ortaçağ boyunca
İtalya’da gelişen kavrayışın gölgesinde, Rönesans boyunca şekillendiğini
söyleyebiliriz.[204]
16. yüzyıldan itibaren yazında giderek daha fazla uyumsuz, dengesiz ve
hastalıklı ruh hali tasvir edilir hale gelir. Edebî metinlerde melankolik,
kaçık[205]
başkarakter olarak merkezî bir konumda yer alırken, deliler ‘melankolik’ ruh halleriyle
tanımlanır hale gelmişlerdir. Böylece, her ne kadar ‘Altın Çağı’nı Rönesans ile
yaşasa da, melankolinin her kesimden insan için ulaşılabilir hale gelerek,
adeta ‘moda’ olması 17. yüzyılda gerçekleşir.
On yedinci yüzyılda, İngiltere’den başlayarak Avrupa
dünyası, bugünün terimleriyle depresyon salgınına benzetilebilecek bir illete
kapıldı. Bu hastalık hem gençlere hem yaşlılara musallat olup, onları aylarca,
hatta yıllarca süren marazi bir atalet ve amansız bir korkuya sürüklüyordu ve
görünüşe göre, belki de sırf onlar daha çok yazdığından ve onlar hakkında daha
çok yazıldığı için, beceri ve deha sahibi adamları seçiyordu. İlk ve meşur
kurbanlar arasında püriten yazar John Bunyan, siyasi lider Oliver Cromwell,
şair Thomas Gray, John Donne ve oyun yazarı ve denemeci Samuel Johnson da yer
alıyordu. Tıp mesleğine göre, hastalık sinir bozucu
bir muamma teşkil
ediyordu ve en ağır sonucu intihar olduğundan, hiç de önemsiz
bir hastalık değildi. (Ehrenreich, 2009, s. 165)[206]
Bu dönemde aynı zamanda geleneksel melankoli
kabulünden dönüşü olmayan kopuş gerçekleşecektir. Yeni melankoli tasarımı,
Barokçağ’a özgü yaşamın faniliğini, geçiciliğini ve boşunalığını anlatan vanitas
tanımıyla örtüşür.[207]
Melankolinin yaşamın her alanındaki bu kayıtsız
şartsız hâkimiyetini Alman resam ve ahşap oyma sanatçısı Matthias Gerung’un
(1500-1570) Melancolia (1558) isimli eseri
çok güzel anlatır. Göz alabildiğince geniş doğa betimine dağıtılmış eylem
halindeki çok sayıda figürle tasvir olunan ‘Yaşam Bahçesi’nin ortasında, eli
çenesine dayalı, klasik melankoli duruşuyla, tahtında otururken tasvir edilmiş,
kanatlı kraliçenin başının üzerinde MELANCOLIA 1558 yazmaktadır.
Gerung’un resiminde melankoliyi temsil eden kraliçenin, yaşamın her alanındaki
belirleyici konumu etkileyici bir biçimde tasvir olunmuştur.
Barok yazına hâkim
olan deli (kaçık)-melankoli işbirliğinin ortaya çıkmasında kuşkusuz başta
Robert Burton olmak üzere, Thomas Browne ve John Donne gibi büyük İngiliz
melankoliklerinin ve Shakespare, Marlowe, Goethe, Hölderlin[208] gibi
yarattıkları eserlerle melankoliyi kült olmaktan çıkararak, bizzat yaşanabilir
kılan yazarların önemli etkisi olacaktır. Hümanist döneme damgasını vuran,
Sebastian Brant’ın Deliler Gemisi[209]
(1494) ve Erasmus’un Deliliğe Övgü[210]
(1511) isimli eserlerinde genel olarak kaçığın taşkın-manik karakteri öne
çıkmakla birlikte, onun esas sorunu ilâhi düzenle olan kavgasıdır. Ancak zaman
içinde düzenden (ordo) uzaklaştıkça, başlangıçtaki şen mizacını yitiren
kaçık, giderek kapıldığı umutsuzluk sonucunda alık bir melankoliğe dönüşür.
Barok dönemin yazını, melankoli ve kaçık hallerinin tek kimlikte denge halinde
tasvir edildiği son evredir. Giderek melankolik mizaç deli
kimliğinin içinde
eriyerek yok olacaktır. Almanca Barok yazınında kaçık kimliğinin en güzel
anlatıldığı eserlerden biri Hans Jakob Christoffel von Grimmelshausen’in (1621-
1676) yazdığı Fuchshaimli Melchior Sternfels’in yaşamını anlatan Simplicissimus’un
Maceraları (Abenteuerlichem Simplicissimus-1669) isimli altı bölümlük
romandır. Otuzyıl Savaşları’ndan (1618-1648) sonra Alman halkının
yaşadıklarından hareketle bir çocuğun yaşamının kurgulandığı anlatıda Simplicissimus
ilk iki bölümde tam bir kaçık (Narr) olarak tasvir edilirken giderek
olgunlaşır ve akil bir insan kimliğine dönüşür. Daha önce Sebastian Brant’ın Deliler
Gemisinde toplum için tasarladığı ortak ‘kaçık’ kişiliği gibi,
Grimmelshausen’in Simplicissimus’u da başlangıçtaki kaçık-alık
kişiliğinden zaman içinde kurtualarak melankolik mizacın etkisindeki bir bilge
haline dönüşecektir. Ancak onu akıl hastası olarak tanımlayabilmek mümkün
değildir.
Yaşadığı dünyadaki alıklıkları ve budalalıkları
görerek büyüyen Simplicissimus,
çevresindeki
kaçıklara baka baka kendi kaçıklığını tedavi edecektir. (Schmitt, 1992, s.
Kıta Avrupası’ndan
verilen bu ürünlere karşın İngilizce yazının, yukarıda saydığımız isimlerden
kaynaklanan, melankoli üzerindeki bu hâkimiyeti, Kraliçe I. Elisabeth döneminde
(1558-1603) melankolinin ‘İngiliz Hastalığı’ olarak tanımlanmasına neden olur.[211]
[212]
İlk entellektüel melankoliğin prototipi olan Hamlet’i (1601),[213]
Goethe’nin aşk melankolisine kapılarak intihar eden kahramanı Genç Werther
(1774),[214]
K. P. Moritz’in melankoli kıskacındaki kahramanı Anton Reisner (1785) ve Hölderlin’in
ontolojik bir yanlızlık çeken kahramanı Hyperion’u (1793/97)[215]
izleyecektir. Böylece 18. yüzyıla gelindiğinde Alman yazınına nüfuz eden
melankoli, İngilizlerin
hâkimiyetini sona
erdirecektir. Artık melankoliğe yatkınlık ruh hastalığının başlagıcı olarak
görülürken,[216]
diğer yandan tatlı bir hüzünü tanımlayan melankolik haz keşfedilir.
Ancak aşırı
duygusallığın patolojik dışa vurumu olarak görülen melankolinin 18. yüzyılda bu
denli yaygınlaşmasında kendilerini de birer melankolik olarak gören yazar ve ressamların
çalışmalarının önemli katkısı olacaktır. Yanlız, sessiz, içekapanık, kaygılı ve
duygusal kişliğiyle ataleti temsil eden melankolik, Aydınlanma Çağı’nın
rasyonalizmine bütünüyle ters düşmektedir.
Rönesans’a özgü
melankoli kavrayışı, 16. yüzyılın son çeyreğinden itibaren değişime uğrayarak
yeni bir çehreye bürünecektir. Rönesans melankoliğinde bir tür yabancılaşma
efekti olarak tedricen görülen, sembolik intihar olgusu, 17. yüzyıldan
itibaren melankoliklerin içine düştükleri derin bunalımda yaşadıkları hüzünün doğal
sonucu olarak sıradan hale gelecektir.[217] İçedönük
mizaçları, kaygı dolu bakışlarıyla birer yaşama acemisi haline gelen
melankolikler ‘intihar’ı, varoluşa alternatif olmaktan ziyade doğrudan reddi
olarak seçeceklerdir. İngiliz Hastalığı tanımından hareketle, intihar
hastalığının adı da (Suicide) 17. yüzyıl İngilteresi’nde ortaya
çıkmıştır:
Yeni
sözcüğün ortaya çıkışı, bu eylemi, bir başkasını öldürme eyleminden ayırma
isteğini diel getirir ve sözcük ilk kez, İngiliz Sir Thomas Browne’un, 1636
yılına doğru yazılmış ve 1642’de yayımlanmış Religio medici adlı
kitabında Latince biçimiyle kullanılır. Yazar, bu şeklide, tümüyle kınanması
gereken Hıristiyan self- killing"ini Cato’nun pagan suicidium’undan
ayırmak ister. (Minois, 2008, s. 210)
Petrarca ve Ficino
örneklerinde gördüğümüz üzere Rönesans melankoliğinin, intihar seçimi ve
dünyayı giderek yaşan(a)maz bir yer olarak tanımlaması ontolojik bir içeriğe
sahip değildir. Kaldı ki, seçimlerinin bireysel sonuçları, içinde yaşadıkların
toplumun pek de umurunda olmadıklarının da göstergesidir. Ancak 17. yüzyıldan
itibaren başlayan değişim sürecine, içlerinden bazıları da melankolik olan,
ressam ve yazarların melankolik doğa ve dünya tasvirleri önemli katkıda
bulunacaktır. Özellikle Alman ressam Caspar Friedrich David’in (1774-1840),
eserlerinde zirvesine ulaşan doğanın melankolik yüzünü tasvir etme geleneğinin
başlangıcı 17. yüzyıla denk düşer. Nicolas Poussin (1594-1665), Claude Lorrain
(1600-1682) ve Jacob van Ruisdael (1628-1682) gibi sanatçıların resimlerinin
melankolik kahramanı artık insan değil ‘doğa’dır.[218]
İçindeki sıkıntı ve
hüznü kara bulutlarla kaplanmış gökyüzünde, sanki yıllarca sürecek fırtınalı
sonbahar günlerinde, solmuş, canlılığını sanki bir daha geri gelmeyecek gibi
yitirmiş bitki örtüsüyle dışa vurmuş olarak tasvir olunan doğanın mesajı
açıktır: melankoli artık sadece insanların sahip olduğu bir ayrıcalık olmaktan
çıkmıştır. Bu resimler karanlık bir ormanın derinlerinden gelen ancak hiçbir
umut vermeyen soluk bir ışığı, ama daha çok, melankoliye çok uygun düşen bir
yurtsuzluğu çağrıştırmaktadırlar. (Földenyi 2004, s. 176 vd.)[219]
Doğa aracılığıyla
yapılan bu vurgunun bir diğer önemli sonucu, melankolinin artık demonların,
tanrıların, doğaüstü güçlerin tekelinde, dışarıdan kaynaklanan bir olgu
olmaktan çıkmasıdır. Melankoli bizzat ruhun kendini arayışlarında düştüğü bir hal
olarak görülmekle birlikte, artık ‘ruh’ ayrılmaz bir parçası olduğu
doğadaki değişimlerden etkilenecektir. Bu etkileşim, aşağıda inceleyeceğimiz
Robert Burton’nun (17. yy.) melankoli kavrayışında önemli bir yer tutacaktır.
Burton için melankoli artık bireylere özgü farklılık yaratan bir halin ötesine
geçmiştir; doğadaki tüm canlı ve cansız varlıklar, kent, devlet gibi
organizasyonlar da melankolik bir mizaca sahip olabilirler.
10.1.1.
Prens Hamlet’in
Kişiliğinde 17. Yüzyıl’ın Melankoliği[220]
Shakespeare’in ilk
basımı 1603 yılında yapılan ünlü tragedyası Hamlet’in sadece yazıldığı
yüzyılın değil, “ (...) son iki bin yılda yazılan ilk büyük tragedya olduğu
söylenir.” (Honan, 2001, s. 371) Hamlet’i bu denli önemli kılan tüm
diğer Shakespeare oyunlarına hâkim olan gerçeklik ve humor duygusu[221]
kadar insan ruhunun karanlık yönlerine tuttuğu ışıktır. Oyunun konusu bir
yandan Antikçağ tragedyalarıyla örtüşürken, diğer yandan Prens Hamlet’in
Yeniçağ’a uygun düşen tuhaf karakteriyle büsbütün farklılaşır. Freud’dan
Lacan’a Hamlet kimliği, psikanalizin en gözde vaka örneklerinden biri olarak el
üstünde tutulmuştur. Hamlet, bugüne kadar okunduğu üzere, kuşkusuz
bundan sonra da, melankolinin tragedyası olarak okunmaya devam edilecektir.
(Greiner, 2007, s. 130)[222]
Oyunun konusu[223]
Antikçağ’da ve özellikle Ortaçağ’da gerçek yaşamda sıkça rastlanabilecek bir
izlekten yola çıkar. Prens Hamlet’in öz babası Danimarka Kralı, karısı
(Gertrude) ve kardeşinin (Claudius) kurduğu bir kumpas sonucunda zehirlenerek
yaşamını kaybeder. Karısı hiç vakit kaybetmeden ölen kocasının kardeşiyle
evlenerek onun tahta çıkmasını sağlar. Yaşanan tüm bu olumsuzlukları
hazmedemeyen Hamlet, ölen babasının kendisine görünen ruhunun (oyunda
‘hayalet’) anlattıklarından sonra onun zehirlendiğinden emin olur ve öc almaya
karar verir. Bir komploya kurban giden babasının öcünü alacağı insanlar öz
annesi ve amcasıdır. Shakespeare, genç prens Hamlet’e çok önemli aynı zamanda
tehlikeli bir misyonla görevlendirir: Hamlet, Danimarka’nın onurlu kralı öz
babasının intikamını alabilmek için, öz annesini, amcasını ve belki de yanında başkalarını
da (ki oyunun sonlarında bu gerçekleşir) öldürecektir.
Olaylar bir
tragedyadan beklenebileceği yönde gelişir: saray entrikalarında uzmanlaşamış
başmabeyncisi Polonius’un Hamlet’e âşık olan kızı (Ophelia) delirerek intihar
eder, kendisi de yeni Kral’a yaranmak için çevirdiği oyunların kurbanı olur ve
Hamlet tarafından öldürülür. Oğlu Laertes ise intihar eden ve öldürülen
babasının öcünü almak için Hamlet’le giriştiği dövüşte kendi kurduğu tuzağa
düşerek zehirli kılıçla yaralanır ve ölür. Ana Kraliçe Gertrude ve Kral
Claudius’un da sonları ölüm olacaktır.
Laertes ile girdiği
döğüşte zehirli kılıçla hafif yaralanan Hamlet’te oyunun sonunda hayatını
kaybeder.
Shakespeare’in
yukarıda ana hatlarıyla özetlediğimiz bu oyununu, tipik bir 17. yüzyıl sahne dramından
ayıran, dahası özel kılan, Hamlet’in tarihin en önemli melankoliklerinden bir
olarak ünlenmesini sağlayan unsurlar nelerdir? Park Honan (2001, s. 378),
Hamlet karakterinin, birçok eleştirmen tarafından Shakespeare’in kapsamlı, çok
yönlü “kişisel” bir dışavurumu olarak görüldüğünden bahisle oyunu; “Büyük anlam
zenginliğiyle, çeşitli yorumlara imkân veren ifadeleriyle, rastgele gibi
görünen çelişkileriyle; yüce, insanı huzursuz eden güzelliğiyle Hamlet
neredeyse bir kaos.” olarak tanımlıyor. Shakespeare, Prens Hamlet’in doğuştan
melankolik olup olmadığı konusunu fazla ipucu vermiyor. Diğer bir ifadeyle
oyunun kapsadığı zaman kesitinden, Prens Hamlet’in babasına kurulan kumpastan
sonra, daha rahat öc alabilmek için melankolik bir kişiliğe büründüğünü anlaşılıyor.
Oyunda ilk kez söz alan Hamlet, üvey babasının “Neden hep böyle kara bulutlar
gibisin böyle?” ve annesinin “Canım Hamlet, at üstünden bu gece karanlığını”
cümleleriyle kendisine neden bu kadar hüzünlü olduğunu sorduklarında, onları
yalanlayarak “güneşin yanı başında” olduğunu ima ediyor. Ama babasının haince
bir işbirliğiyle öldürülüşünden sonra ruh halinin pek de iyi olmadığını bir
tratinda yer alan şu cümlelerden anlıyoruz: “Ya da Tanrı yasak etmemiş olsa -
Kendi kendini öldürmesini insanın!”
Oynadığı tüm bu
çılgın, melankolik ve dahası meczup prens oyununa karşın, babasının
zehirlenerek öldürülmesi, annesinin amcasıyla evlenerek babasının anısına leke
sürmesi, Hamlet’in kralık tacından ettiği gibi, saraydaki saygınlığını
kaybetmesine ve özel ilişkilerinde tıkanmaya neden olacaktır. Yaşanan bu
olumsuzluklar Hamlet’in içine düştüğü melankolik ruh halinin nedeni olabilir.
En azından melankoliğe yatkınlığı olan genç prensin yaşadığı acıların onda
hastalığın ortaya çıkmasına olanak verdiği söylenebilir. Yine de, oyunun büyük
bir bölümünde dışarıdan kaçık gibi görünen Hamlet’in bir melankolik
gibi davranmadığını söyleyebiliriz. İlk dört perde boyunca, yakın
arkadaşlarıyla paylaştığı üzere, amacına ulaşmak için melankolinin en önemli
belirtilerinden biri olarak kabul edilen kaçık-meczup rolünü çevresindekilere
başarıyla oynayan Hamlet’in, son perdede çocukluk günlerinden güzel anıları
olan kralın soytarısı Yorick’in öldüğünü öğrendiği andan itibaren kaçık rolünü
oynamayı bırakıp gerçek bir çılgın gibi davrandığına şahit oluruz. Tabiyatıyla,
gerçekle yüzleşen Hamlet’in sonu kaçınılmaz biçimde ölüm olacaktır. Bu kısa
girişten sonra, Yeniçağ Avrupası’nın ilk melankolik karakteri ünvanına sahip
Hamlet’in konu olan tragedyaya çalışmamız çerçevesinde daha yakından
bakabiliriz.
Babasının amcası ve
annesi tarafından zehirlenerek öldürüldüğüne inanınca, öc almaya karar veren
Hamlet, istediği veya koşulların gerektirdiği anlarda “kaçık rolü” oynayacağını
kendi ağzından itiraf eder: “-Çünkü olur ya, bundan sonra, Kendimi deli
göstermek isteyebilirim-“[224]
Hamlet hafif meczupluğa kaçan kaçık rolünü o kadar iyi oynar ki,
çevresindekileri de delirdiğine inandırır. Bunlardan biri de kral ve kraliçenin
muhbiri olmayı üstlenmiş başmabeyncisi Polonius’dur. Hamlet’in, kızı Ophelia’ya
olan aşkına karşılık bulamadığı için delirdiğine[225] kendisi
inandığı gibi, kral ve kraliçeyi de inandırır:[226]
Buldum sanıyorum
gerçek sebebini. / Hamlet’te gördüğünüz garip hallerin
Oğlunuz deli. / Deli
diyorum, delilik nedir aslında? / Deli olmamanın tam tersi değil mi?
Ama
Lord Hamlet, uzun sözün kısası, / Önce dertlendi bu itilme karşısında, / Sonra
yemez içmez, sonra uyumaz oldu. / Derken güçten düştü, baştan çıktı, / Ve
gittikçe kötüleşip daldı karanlığana / Bu hepimize dert olan çılgınlığın. (Hamlet,
46; 47; 49)
Ancak yaşlı ve
tecrübeli Polonius, karşılıksız kalan aşkı nedeniyle delirdiğine (aşk/sevgi
melankolisi)[227]
inandığı genç prensin, kendisine yöneltilen sorular karşısında verdiği
akıl-mantık süzgecinden geçmiş, incelikli yanıtlar karşısında şaşkınlığa
düşmekten de kendini alıkoymaz:
Deli olmasına deli,
ama mantığı da yok değil.
Cevapları
öyle yerindeki bazen! / Deliliğin insana bulduruverdiklerini / Sağlam akıl
yumurtlayamaz kolay kolay. (Hamlet, 52; 53)
Oyun’da
Shakespeare’in Prens Hamlet’in kişiliğinde melankolik mizacı ne denli ustaca
kurguladığının en çarpıcı örneklerinden biri kanımızca, II. Perde’de yer alan
Hamlet’in “Ben deliyim, ama rüzgâr kuzey-batıdan estiği zaman. Güneyden estimi
rüzgâr, şahini atmacadan ayırt etmesini bilirim.” ifadesidir. Daha önceki
bölümlerden anımsanacağı üzere, özellikle Galenos ile melankolik mizaçları,
diğer birçok unsur yanında, farklı bir yön ve rüzgâr ile özdeşleştirmenin tıp
yazınına yerleştiğini belirtmiştik. Bu bağlamda temel elementi toprak
(soğuk-kuru) olan kara safralı mizaca uygun düşen iklim olan sonbaharın, hava
karakteri soğuk ve kurudur. Özellikle 7. yüzyıldan itibaren kaleme alınan
metinlerde melankolinin mevsimi olan sonbaharın yönü batı ve niteliğinin soğuk-
kuru olduğu, akşam ve olgunluk çağı ile temsil edildiği kabul edilmektedir.
Melankolik mizaca uygun düşen rüzgârların ise batı ve kuzey-batı istikametinden
estiğine inanılır. Çünkü kışı karakterize eden kuzey rüzgârları da soğuk ve
nemlidir. Yine güneyden esen rüzgâr ile gözünün açıldığını, gerçek kimliğine
döndüğünü söyleyen Hamlet, sıcak- kuru, yaz, gençlik, erkeksi prensipleri
bünyesinde toplayan, hastalıksız, sarı safralı kolerik mizaca gönderme yapar.
Böylece Shakespeare, Hamlet’in çılgın (mad) halini açıklamak için
yaşadığı yüzyılda hâlâ geçerli olan bir Antikçağ metaforunu kullanmış olur.
Oyun ilerledikçe
Hamlet’in babasının öcünü alma yolunda niyetini sezip, kendisine kapan
kuranlarla adeta bir kedi-fare oyununa başladığını görürüz. Anne kraliçenin
odasında kendilerini bir perdenin arkasında gizlice dinleyen başmabeynci
Polonius’u salladığı bir kılınç darbesiyle öldüren Hamlet şaşkın ve çaresiz
annesinin “Ben ne yapacağım şimdi?” demesi üzerine şu tiratıyla yanıt verir:
Benim
dediklerimi değil tabii, sakın ha! / Bırak, o et yığını kral çeksin yatağına
seni: / Yanağını çimdiklesin, fareciğim desin sana! / Pis kokulu bir iki
öpücükle, / Kırılası parmaklarıyla göğsünü gıdıklayarak / söyletsin sana her
şeyi: / Deli olmadığımı, mahsusu öyle göründüğümü. / Söylemem doğru olur tabii
bunu kendisine. Çünkü senin gibi güzel, akıllı uslu bir kraliçe / Böyle değerli
sırları nasıl saklayabilir / O kurbağadan, o kara kediden, o yarasadan? (...) (Hamlet,
105;106)
Oyunun V. ve son
perdesi bir mezarlıkta mezar çukuru kazan iki mezarcının konuşmalarıyla açılır.
Shakespeare yaşadığı dönemde, ‘İngiliz Hastalığı’ olarak tanımlanan intihara
yatkınlık ve melankolinin ne denli bulaşıcı bir illet olduğunun ve kişiyi nasıl
intihara sürüklediğinin farkındadır. Hamlet’e oynattığı melankoli rolünün
karşısına, gerçekten aşk acısı çeken bir karakteri yerleştirir. Böylece bir
yandan Hamlet babasının katillerini ortaya çıkarmak için, içine düştüğü sözde
aşk melankolisi nedeniyle kaçık rolü oynarken, diğer yanda kendisine tutkun
olan ancak sevgisine karşılık bulamadığı gibi genç prens tarafından aşağılanan
Polonius’un kızı Ophelia’nın intiharı gerçekleşir. Tanrı’nın verdiği canı,
kişinin kendi iradesiyle sonlandırması Hıristiyanlar için en büyük günahlardan
biridir ve Hıristiyan mezarlığında intihar edenlere yer yoktur.[228]
Mezarcıların intihar eden Ophelia üzerine diyaloğu izleyiciyi bu gerçekle bir
kez daha yüzleştirir:
Birinci Mezarcı: Bile bile canına kıymış bir kadın,
Hıristiyan ölüsü gibi buraya mı gömülecek?
İkinci
Mezarcı: Gömülecek diyorum sana; hadi kaz mezarını çabuk. Hakim sormuş
soruşturmuş, Hıristiyan gibi gömülecek demiş
(.)
Birinci Mezarcı: Ben sana doğrusunu söyleyeyim mi? Bu
kadın soylulardan olmasaydı, zor gömerlerdi Hıristiyan mezarlığına.
İkinci Mezarcı: Ha şöyle! Bak bu doğru. Yazıklar
olsun! Yüksek tabakanın kendini asmaya, boğmaya hakkı var, öteki Hıristiyan
dindaşlarının yok. Gel küreğim gel. Aslında en eski soylular bizleriz, bahçe
kazanlar, kuyu kazanlar, bir mezar kazanlar. Adem babamızın işini sürdürüyoruz.
(Hamlet, 137-138)[229]
Bu konuşmanın
ardından, İngiltere’ye sürgüne gönderildikten uzun bir süre sonra ülkesi
Danimarka’ya dönen Prens Hamlet yanında Horatio olduğu halde sahneye girer ve
Ophelia’nın mezarını kazan ve onu tanımayan mezarcılardan biriyle aralarında şu
ilginç diyalog geçer:
Birinci Mezarcı: (...) Hangi mankafaya sorsanız bilir!
Genç Hamlet de o gün doğmuştu, şu aklını kaçırıp İngiltere’ye yollanan Hamlet.
Hamlet:
Ha evet, neden İngiltere’ye yolladılar?
Birinci Mezarcı: Neden olacak? Delirdi de ondan,
akıllanacak İngiltere’de. Akıllanmasa da pek önemi yok orada.
Hamlet:
Niçin?
Birinci Mezarcı:
Orada kimse farkına varmaz, herkes onun kadar delidir orada.
Hamlet: Nasıl
delirmiş, peki?
Birinci Mezarcı: Çok
garip bir delirme diyorlar.
Hamlet: Nasıl garip?
Birinci Mezarcı:
Vallahi ne bileyim, başından zoru varmış işte.
Hamlet: Ne varmış
başında?
Birinci
Mezarcı: Başında mı? Hepimizin başında Danimarka Kralı var. (...) (Hamlet,
s. 143-144)
Yukarıda yer alan
diyolog kuşkusuz Shakespeare’in Hamlet tragedyasının en etkileyici
bölümlerinden birisidir. Shakespeare, bir yandan ülkesiyle özdeşleşen melankoli
illetine ironik bir tavırla gönderme yaparken, diğer yandan oyun boyunca
yinelendiği halde Prens Hamlet’in kaçıklığının sadece bir taklit
olmadığını, akıl yitiminin Danimarka’nın yeni Kralı ile ortaya çıktığını,
‘bilge’ mezar kazıcısının tanıklığı ile ortaya koyuyor.
Oyunun sonunda,
babası Polonius ve kız kardeşi Ophelia’nın ölümünden Hamlet’i sorumlu tutan
Laertes ile Hamlet yapacakları kılıç düellosu öncesinde barışırlar. Bu gerçek
bir barış değil, ikisinden biri (veya ikisi de) öleceği için bir centilmenlik
gösterisidir. Hamlet bu dövüşün sonunda öleceğini tahmin edercesine Laertes’e
şunları söyler:
Hamlet
miydi Laertes’e haksızlık eden? Hayır;
Hamlet
de kurbanlarından biridir onun,
Laertes’i
kırarsa kendinde değilken,
Hamlet
değildir bunu yapan, işte Hamlet diyor bunu.
Bütün
söz çılgınlığındadır.
Hamlet
de kurbanlarından biridir onun,
Çılgınlığı başının
belasıdır zavallı Hamlet’in. (Hamlet, s. 159)
Hamlet’in oyunun
sonundaki bu ifadeleri, onun ruh halini anlamaya çabalayan izleyicileri yeniden
şaşkına çevirecektir. Hangi çılgınlıktır Hamlet’i bu hale getiren, gerçekten de
Hamlet melankolik takliti yaparken kendisini mi oynamıştır? Bu bağlamda
Park Honan (2001, s. 380) Shakespeare’in “Hamlet’i kısmen, olduğundan
başka görünme, başka biriymiş gibi davranma, rol yapma teknikleriyle ilgili bir
oyun olarak tasarladı.” ifadesiyle yerinde bir tesbitte bulunur. Ancak John
Harvey eleştirmenlerin Hamlet yorumlarının ne denli çelişkili olduğunu şu
örneklerle açıklar:
Goethe’ye
göre prens “hoş, saf, asil ve ahlaklı bir tabiata sahiptir.” Öte yandan August
von Schegel, prensin ”yalnızca hilekâr davranarak, duygularını gizleme ihtiyacı
hissetmekle kalmayan, aynı zamnda sahtekârlığa ve namusuzluğa karşı doğal bir
eğilime sahip bir ikiyüzlü” olduğu sonucuna varır. D. H. Lawrance ise şunları
yazmıştır: Hamlet’e karşı hep bir tiksinti hissettim: ister Forbes
Robertson, isterse de başka bir aktör tarafından canlandırılmış olsun, Hamlet
sahnede hep pis bir sürüngen gibi görünür. Edepsizce annesini itip kakması ve
burun kıvırması, Kral’a tuzaklar kurması, Ofelya’yı baştan çıkarmaya çalışan
kibirli halleri Hamlet’i asla tahammül edilmez biri kılar. Kendinden nefret
etme ve dağılmış bir maneviyat üzerine kurgulanmış karakter, kavramsal olarak
iticidir. (Harvey, 2012, s. 137)
Hamlet’in
dünyasına, ölen babasının ruhu (hayalet) ile yaptığı görüşmeden sonra güçlü bir
okült atmosferin hâkim olduğunu savunan Yates (2013, s. 170 vd.),
melankolisinin esinlenmiş mi, yoksa kötücül güçlerden kaynaklanan bir melankoli
olduğunu tartışır.
Yates’e göre Hamlet’i
babasının hayaleti ile yaptığı görüşmeden sonra etkisi altına alan ‘kara
mizaç’ın şeytanî bir karakteri yoktur. Gücünün, amca ve annesinin “Evrensel
ahengi işitilmez kılan ya da -akortsuz ve uyumsuzca çınlayan çanlar gibi- bozan
bir dünyada” (Yates, s. 172) kurduğu kumpası ortaya çıkarıp öc almasına olanak
verecek bir Mesih’in melankolisinden kaynaklandığını belirtir. Diğer yandan
oyunda Hamlet’te görülen melankolik dengesiz ruh hali karakterlerin,
hatta ülkenin üzerine de sinmiştir: Damimarka komşusu Norveç ile savaş
halindeyken, kral zehirlenerek öldürülür, Ophelia aklını yitirerek intihar
eder, babası işgüzarlığının kurbanı olur, Hamlet kendinden yana taraf olmayan
lordlar Guildenstern ve Rosencrantz’ı öldürür; ülkenin üzerine çöken siyahi
atmosfer oyunun sonuna kadar bir türlü kalkmaz.
Daha önce
çalışmamızın farklı bölümlerinde dile getirildiği gibi melankolinin rengi
‘kara’dır.[230]
Siyah asaletin olduğu kadar aynı zamanda ölüm, hüzün, matem, kayıp, endişe,
kötülük, yalnızlık, yoksunluk ve yoksulluğun rengidir. Harvey, Hamlet’in sadece
babasının ölümünden duyduğu keder nedeniyle karalara bürünmediğini, Prens’in
aynı zamanda melankolik mizacın simgesi olarak görür.
Ancak bir bütün
olarak ele alındığında Shakespeare’in Hamlet tragedyasının kahramanı
Prens Hamlet’in babasının öldürülmesinden dolayı melankolikleştiğini
söyleyebilmek güç görünüyor: Honan’ın (2001, s. 383) yerinde tespitiyle “(...)
onun, çeşitli roller üstlenirken yer yer dengesizmiş gibi görünen hareketli,
dikkatli kişiliğini ortaya çıkarıyor.” Bu noktadan hareketle tüm tragedyaya
hâkim olan öc duygusunun Hamlet’in taklit melankolisinin taşıyıcı
unusuru olduğunu ve Shakespeare’in melankoliyi yaşadığı dönemin İngilteresi’nin
gerçeklerine uygun düşecek bir metafor olarak seçtiğini söyleyebiliriz. Yine de
Shakespeare’in tragedyasında, Antikçağ’daki tasarımlarla birebir örtüşen bir
melankolik temsili bulabilmek mümkün değildir. Hamlet kimliğinde geleneksel
melankolik mizaç yerini, tututkularının esiri olmuş Rönesans insanının çelişkli
ruh haline bırakır: “Hamlet’i bir melankoli klişesi/basmakalıp bir melankolik
olarak göreceğimiz anlamına gelmez. Daha ziyade Hamlet, daha derin bir
melankoli hissiyatını ortaya koymak için, bu klişeyle bağlantılı olarak
Shakespeare’in takdim ettiği karakteri temsil eder.” (Harvey, 2012, s. 140)
Sonuç itibariyle 17.
yüzyılın ilk yıllarında Shakespeare’in melankolik kahramanı Prens Hamlet’e
kurdurduğu ünlü cümlenin (“Var olmak mı, yok olmak mı, bütün sorun bu!”) gelecek
iki yüzyıl boyunca üzerinde çok tartışılan, giderek kamusal bir sorun haline
gelen intihar olgusunun anahtarı olduğunu söyleyebiliriz. Diğer yandan Hamlet
kimliğinde ortaya çıkan yeni kavrayış, en genel anlamıyla, 16. yüzyıl
sonlarında nihayete erecek Antik tıbbın geleneksel melankoli tasarımından,
duygu ve kaygı yüklü melankoli kabulüne geçişi temsil eder.
10.1.2. Bir 18. Yüzyıl Klasiği: Encylopediede ‘Melancolie
Maddesi
Denis Diderot
(1713-1784)[231]
ve Jean le Rond d’Alembert’in (1717-1783) editör ve yazarlığını yaptıkları Ansiklopedi
ya da Bilimler, Sanatlar ve Zanaatlar Açıklamalı Sözlüğü[232]
Katolik Kilisesi tarafından bir dönem Yasaklı Kitaplar Dizini kapsamına
alınmış ve Diderot da aforoz edilmekle tehdit edilmiştir. (Manguel, 2008, s.
83)
Diderot bu önemli
bilgi kaynağı için bizzat kaleme aldığı kapsamlı ‘melankoli’ maddesinde,[233]
genel bir tanım yaptıktan sonra kavramın dinsel bağlamda kısaca değerlendirir.
Daha sonra tıbbî bağlamda ayrıntılı bir melankoli analizine girişir. Eski
Yunanca kara ve safra kelimelerinin birleşmesi ile tanımlanan melankolinin,
Hippokrates tıbbında mani ve Phrenitis’den ayrı tutulduğunu, insanlardan
kaçma isteğine varan bir yanlızlık ve koyu bir hüznün eşlik ettiği hastalığın
farklı biçimlerinin (sortes) varlığına dikkat çeker: bazı hastalar
kendilerini krallar, soylular, tanrılar gibi görürken bazıları kurtlar,
tavşanlar (Hasen), kediler veya ada tavşanları (Kaninchen) gibi
hayvanlara dönüşebildiğine inanır. Bu türden Lycantropie, Kynantropie,
Gallantropie olarak tanımlanan[234] hayvanlığa
öykünme çılgınlıklarına kapılanlar hayvanî bir yaşam tarzını benimserler;
ormanlarda oradan oraya koşar, avlanır, başka hayvanlarla boğuşurlar. Yine
başka bir tür melankolide hasta idrarını tutar, şayet yaparsa evreni (l’univers)
sular altından bırakacağından, adeta yeni bir Nuh Tufanı’nından korkar. Yine
başka bir hasta sürekli havada tuttuğu parmağı ile dünyayı desteklediğini, bir
diğeri kafasının olmadığını, bazıları ise bedenlerinin veya bacaklarının
camdan, balçıktan veya mumdan olduğuna inanır. (Diderot vb., 2006, s. 117-119)
Melankolik tipleri
tanımlarken Diderot’nun Geç Antikçağ hekimlerinin yaptığı tasvirlerden ve
özellikle Robert Burton’dan etkilendiği görülür. Diderot’ya göre melankolikler
genellikle hüzünlü, düşünceli, hülyalara dalmış, kuruntulu, inatçı, asık
suratlı, alınları kırışmış, ciltleri yanık koyu kahve tenli, kabızlık çeken
tiplerdir. Forestus gibi bazı hekimlerin tespitlerine göre üç ay boyunca
dışkılayamayan melankolikler söz konusudur. Melankolinin nedenleri mani haliyle
büyük ölçüde benzerlik gösterir: gam, keder, nedesiz hayıflanmalar, çekilen
acılar, tutkular özellikle karşılıksız sevgi ve doyrulamayan tensel arzuların
sonunda genellikle melankolik çılgınlık (delire melancholique') ortaya
çıkar. Alabildiğine canlı ve sürekli korkular hemen hemen tüm melankoli
vakalarında görüldüğünü belirten Diderot, Montelimar Hastanesi’nde yatan
melankoli ve mani hastalığından muzdarip kadınların sadece ümitsizlik, öç ve
cezalandırmadan söz ettiklerine tanık olduğunu yazar. Yine tuzlu ve tütsülenmiş
yiyeceklere düşkünlük, kadınlarla ölçüsüz cinsel ilişkiye girmek gibi sapkın
zevkler bedeni melankoliye yatkın hale getirir. Ancak fazla-gereksiz sıvıların
atılması konusunda geleneksel yaklaşımı aynen benimsediği görülür: karaciğer,
dalak, rahim ve hemoroidin boşaltım yolunda ortaya çıkan rahatsızlıkların
sonucunda melankolinin ortaya çıktığına inanır. (Diderot vb., 2006, s. 120-121)
Aydınlanma Çağı’nın
bir filozofu olarak Diderot’nun melankoliye yaklaşımı geleneksel beden sıvıları
öğretisi çerçevesinde şekillenmiş olmakla birlikte melankolinin nedeni olarak
doğaüstü güçlerin görülmesine şiddetle karşı çıkar: Kötü birer filozof olarak
tanımladığı bazı hekimlerin, melankolinin bilinen nedenlerini şeytanın gücüne
bağlamalarını bütünüyle bilgisizlikten kaynaklanan bir yanlışlık olarak görür.
Bu nesnel yaklaşımını şu bilimsel bulgularla desteklediğine inanır: Melankoli
hastalığından ölen şahışların beyinleri açıldığında kesinlikle hastalıkltan
kaynaklanan bozulma görülür. Aslında hastalığın nedeni, hastanın batın
bölgesinde, özellikle hipokondrisinde, epigastrisinde gözlemlenebilir. Sonuç
itibariyle melankolik bir kişinin bedenine yapılan otopside, çok yaygın
biçimde, hastalığın batın bölgesindeki rahatsızlıklardan kaynakladığı
görülecektir. (Diderot vb., 2006, s. 121-122)
Diderot
melankoli-mani illetinin bir beyin hastalığı olmakla birlikte karın
bölgesindeki rahatsızlıklardan kaynakladığından şüphe etmez. Beyinde ortaya
çıkan çılgınlık halinin ise, yapılan araştırmaların ortaya koyduğu üzere,
beyindeki sinirlerin etkilenmesinden kaynaklandığını savunur. Antikçağ
yazarlarının, hipokondri kökenli melankoli tanımını bazı çağdaşlarının
yaklaşımı gibi gülünç bulmaz; bilâkis çok sayıda hastanın vücudundan kusma,
idrar, dışkılama gibi farklı yollarla atılan koyu safra sıvısının tedavi edici
özelliği ispatlandığını savunur. (Diderot vb., 2006, s. 123-124) Ünlü filozof
bir kez daha Hippokrates’e dönerek onun, “şayet uzun süreli hüzün ve endişe
sözkonusu ile melankoli sözkonusudur” şeklindeki görüşünü tekrar eder.
Melankolinin nadiren tehikeli bir hastalık olduğunu, kişide hoşnutsuzluk, sorun
yaratabildiği gibi, tersine çılgınlık halinin tipine, kendini kral veya
hükümdar gibi görme durumlarında olduğu üzere, göre hoşluk verici bile olabilir.
Diderot melankoli tedavisinde başarı şansının önce ruhun tedavi edilmesi ancak
daha sonra bedendeki eksikliklerin tedavi edilmesiyle mümkün olabilecğini; yine
hekimin hastalarının güvenini kazanmasının şart olduğunu belirtir. (Diderot
vb., 2006, s. 125-126)
Aydınlanma Çağı’nı
temsil eden en önemli eserlerden biri olan Encylopedie"de yer alan
tıbbî ‘Melancolie maddesinin en göz alıcı bölümlerinden (X,310) biri
cinlenme- melankoli ilişkisi ve Ortaçağ’ın gözde konusu ‘delilik taşı’na benzer
bir yaklaşımın yazıldığı satırlardır. Diderot’ya göre bazı hastalar
şarlatanlara kanıp ve onların şifa vereceği vaadiyle uygulamak istedikleri
sözde tedavi yöntemlerine kanabilirler. Örneğin bir melankoli hastası içinde
canlı bir hayvan yaşadığına ve bunu bedeninden uzaklaştırmak gerektiğine
inandığı için bağırsak yumuşatıcı maddeleri (sinameki) sıkça kullanarak
içindeki bu hayvanı dışarı atabileceğine inanabilir. Doktor kılığındaki
şarlatanlar halkın inançlarını suistimal etme pahasına taklit malzemelerle, el
çabukluğu marifet yöntemiyle, bedenlerinden engerek yılanı veya başka bir
hayvanı uzaklaştırdığına melankoli hastasını inandırabilirler. Melankolik,
hayvanın kafasında yerleştiğine inandığı için, bu konuda en ufak bir tereddüt
yaşamaz, sözde tedaviye razı olur. Hasta sıklaşan ağrılarını dindirebilmek için
cildinden ufak bir parça kesilmesine ve hayvanın kafasından uzaklaştırılmasını
kabul eder. Ağrısı bir şekilde kesilen melankolik, böylece uygulanan yöntemin
şifa veren gücüne inandırılmış olur. (Diderot vb., 2006, s. 126)
Diderot’ya göre
melankoli tedavisinde en etkili yöntem gerektiğinde ilâçlarla desteklenecek
etkili bir diyettir. Diyet kelimesini en geniş anlamında, ‘doğal olmayan altı
şey’den (sex res non naturales, Lat.)[226] vazgeçilmesi
olarak tanımlar. Melankoliklerin mutlaka uzak durması gereken şeylerin başında
tuzlanmış ve tütsülenmiş et gelir. Yüksek alkollü içkilerden kesinlikle uzak
durulması gerekli olmakla birlikte, en büyük melankoli karşıtlarından biri olan
ve mideyi kuvvetlendirip şenlendiren şarap tavsiye olunur. Yine yağsız, hazmı
kolay et ve olgun yaz meyveleri çok sağlıklıdır. Bu hastalığın tedavisinde hava
değişikliği, seyahat etmek, at binmek, bedenin alt kısmını çalıştırmak, ölçülü
olmak koşuluyla cinsel ilişki çok yararlı olur. Ancak memleket hasreti çeken
hastaların yurtlarına dönmeleri gereklidir; kaldı ki bu tedavi yönteminin çok
uzun süre uygulanması tehlikelidir. Diğer yandan melankoli tedavisinde en
etkili yöntemlerden biri olan hemorid kanamalarını artırmak veya kesmek üzere
tuzlu, nitratlı gıdaların alınması önerilir. (Diderot vb., 2006, s. 126)
Yukarıda ana
hatlarıyla aktarmaya çalıştığımız üzere bir 18. yüzyıl eseri olan Encylopedie'de
yer alan ‘MelancoliE maddesi, Aydınlanma dönemi ürünü olmakla birlikte,
melankolinin teşhis ve tedavisi konusunda bütünüyle Antikçağ’ın beden sıvıları
öğretisinin etkisi altındadır. Diğer bir ifadeyle 18. yüzyılda (1765) yazılmış
ancak, Antikçağ felsefesine, düşünce biçimine uygun düşen bir metin söz
konusudur. Diderot’nun örnek melankoli vakalarını tasviri, teşhis yöntemleri ve
tedavi önerileri, pekâlâ bir Antikçağ hekimi veya filozofu tarafından kaleme
alınmış klasik bir metin olarak okunabilir. Bu da bize, 18. yüzyılın
ikinci yarısına gelindiğinde hâlâ Antikçağ ve Helenistik dönemin etkisindeki
bir tıbbî geleniğin devam ettiğini gösterir. Kaldı ki, bu sürece
verebileceğimiz tek örnek Denis Diderot ile sınırlı değildir. Aşağıda ayrıntlı
biçimde inceleyeceğimiz üzere, melankoli üzerine gelmiş geçmiş en kapsamlı
eseri yazmış olan Robert Burton da, tıbbî bağlamda melankoli ve melankolikleri
Diderot benzeri bir kavrayışla ele almıştır. Bu noktada tıbbın melankoliye
yaklaşımıyla, yeni ‘melankolik’ arasında önemli fark olduğunu bir kez daha
anımsatalım. Bir önceki bölümde açıklandığı üzere, Rönesans melankoliğinden 17.
yüzyılın yeniden tasarlanan Erken-Romantik melankoliğine yaşanan dönüşümün
benzerinin, tıp alanında yaşanabildiğini söyleyebilmek henüz mümkün değildir.
Sonuç itibariyle
genel olarak akıl/ruh hastalığı olarak tanımlanan ve kişilerin toplumsal
yaşamdan dışlanmalarıyla sonuçlanan durumlar içinde, özel olarak melankoli
olarak tanımlanan çok boyutlu fenomenin, hastalık olmaktan çok psiko-kültürel
bir fenomen olduğunun anlaşılması için 19. yüzyılın son çeyreğine kadar
beklemek gerektiğini söyleyebiliriz.
10.2. ROBERT BURTON VE
YENİÇAĞ MELANKOLİSİ
10.2.1.
Robert Burton[227]
[228]
ve Anatomy of Melancholy102
Erken yaşlarından
itibaren melankolik kişiliğiyle[229]
dikkat çeken Robert Burton Oxford’daki Brasenose College"de on altı
yaşında başladığı öğreciliğinden itibaren yaşamının önemli bir bölümünü, Christchurch
College'de geçirmiştir. Burton, papaz olarak çalıştığı dönemde dâhil olmak
üzere, hiçbir zaman kariyer kaygısı içinde olmamıştır. Yaşamı boyunca Kilise
üst düzey yönetiminde yer almaması bunun göstergesidir. Ancak zamanının çoğunu
kütüphanelerde geçirmesi, 1626 yılından itibaren Christchurch’un
kütüphanecisi olarak çalışmaya başlaması, çevresi tarafından doymak bilmez bir
okur ve kitap kurdu olarak tanımlanmasına neden olacaktır.[230] Anatomy
of Melancholy’nin (Melankoli’nin Anatomisi) yaklaşık sekiz yüz
sayfalık ilk baskısı (1621)[231]
yapıldığında kırk dört yaşında olan Burton’un bu döneme kadar, bir düzine
Latince şiir ve pek ilgi görmeyen iki komedi (Alba; Philosophaster)
yazdığı biliniyor.
Aşağıda gerekçelerini
açıklamaya çalışacağımız üzere, Burton’un Anatomy of Melancholy başlıklı
çalışması kadar melankoli yazınında etkili olmuş ve yankı uyandırmış ikinci bir
örnek bulabilmek mümkün değildir. Anatomy of Melancholy övgüyü sadece
önerdiği Utopia, melankoli tanımı, türleri ve tedavisi üzerine verdiği
bilgilerle, Antikçağ’dan Erken Yeniçağ’a uzanan zengin ansiklopedik (encyclopaedic
compendium)[232]
içeriğiyle değil, opus magnum olarak tanımlanmayı hak eden, büyük emek
ürünü devasa hacmiyle de hakkedder.
İlk
baskısı 1621 yılında yapılan eserin, on dört yılda yapılan dört genişletilmiş
baskısıyla (1624, 1628, 1632, 1638 ve yazarın 1640 yılındaki ölümünden sonra
1651/1652) ilk basımda sekiz yüz olan sayfa sayısı, bin üç yüze yükselmiştir.
İnciller’in yanı sıra, aralarında Hippokrates, Sokrates, Horatius, Cicero,
Ovidus, Seneca, Lucretius’un da olduğu çok sayıda hekim, ozan ve filozoftan
binin üzerinde alıntının yer aldığı Anatomy of Melancholy, Demokritos’a
düzülen övgülerin yer aldığı uzun bir ‘Giriş’i (Democritus Junior to The
Reader) takip eden üç kitaptan oluşmaktadır. Birinci kitapçık, melankoli
tanımı, melankolinin nedenleri ve melankoli çeşitlerine; ikinci kitapçık (The
Cure of Melancholy), yazarın yaşadığı dönemde melankoli tedavisinde
kullanılan yöntemelere; üçüncü kitapçık (Love-Melancholy/Religious
Melancholy) ise 17. yüzyılın moda hastalığı melankolinin en çok görülen
türleri olan dini melankoli ve aşk melankolisinin nedenleri, teşhis ve
tedavisine ayrılmıştır.[233]
İngiliz bir papaz
tarafından 17. yüzyılın ilk çeyreğinde kaleme alınmış Anatomy of
Melancholy"de yer alan görüşlerin, bu denli kabul görmesi, önemsenmesi
ve tartışma yaratması şaşırtıcı gelebilir. Çünkü eser zengin ansiklopedik
içeriğine karşın, bir bütün olarak ele alındığında, ‘melankoli ve melankolik
karakter’ üzerine yeni bir şey söylemez. Burton’un kitabının yayınlandığı
yıllarda, William Harvey’in kan dolaşımı üzerine görüşlerinin yer aldığı Anatomie,
üçüncü baskısını (1628) yapmıştır. Ancak Burton hâlâ, yaklaşık iki bin yıl önce
tasarlanmış, Beden Sıvıları Öğretisi’nin geçerli olduğuna inanmakta, dahası
melankolik mizaçların kara safra sıvısının fazlalığından ortaya çıktığını
savunmaktadır. Diğer yandan eserin başlığında, her ne kadar ‘anatomi’ ifadesi
geçiyorsa da melankoliye analitik bir yaklaşım söz konusu değildir. Kitabın
tanımladığı kavramları ve ele aldığı konuları analiz etme ve çözümleme gibi bir
niyeti de yoktur. Bu bağlamda Burton’un, bir bütün olarak olarak ele
alındığında, beden sıvılarına dayalı melankoli kavrayışı, uzak bir geçmişten
destek arayan, arkaik unsurlarla bezeli bu çalışmasını, kendisinden
öncekilerden bütünüyle farklı kılan özellikleri ortaya koyabilmek hiç de kolay
değildir.[234]
Tüm bu zaafiyetlerine
karşın Burton’un çalışmasını önemli kılan özelliklerin başında, melankoliyi
sadece kişilere özgü, bireysel, bir hastalık olmaktan çıkararak,
toplulukları, toplumları, şehirleri, devletleri ve ülkeleri kapsayacak bir uyumsuzluk
hali olarak genelleştirmesi gelmektedir. Bu yaklaşımın doğal sonucu olarak
melankoli, adeta insanlığı tehdit eden bir salgın hastalık gibi, kötü ve
adaletsiz bir düzenin ortaya
çıkmasına, dahası sürdürülmesine olanak vermekte, dolayısıyla kaosa zemin
hazırlamaktadır.
Aşağıda göreceğimiz
üzere Burton, toplum yaşamında, devlet kuramlarında, insanın var olduğu her
ortamda melankolinin yaygınlaşması ile kaçınılmaz hale gelen uyumsuzluk ve
düzensizliğin ilacı olarak ütopyaların gerçekleştirilmesini tek çare olarak
görür. Yine, yaşadığımız dünyanın tümüyle melankolik olduğuna dair inancı
nedeniyle, Aristoteles ile yerleşen ve yaklaşık iki bin yıldır süregelen,
melankolinin biricik ve ayrıcalıklı olduğuna dair statüsel konumunu tartışmaya
açar. Bunu yaparken objektif olabilmek adına, daha önce melankoli hakkında
ortaya konmuş tüm görüşleri ayrıntılı biçimde okuyucunun bilgisine
sunar. Bu çabaları tümüyle tek bir hedefe yöneliktir; Antik dünyanın yaratıcı
öfkesi ile Erken Hıristiyanlığın acedia’ sını, Plâton’un Tanrı vergisi
çılgınlığı ile Rönesans bireyinin yanlızlığını bir araya getirerek, melankoliyi
‘kişi’ye özgü kimliğinden kurtarıp, ona toplumsal bir ‘üst kimlik’ kazandırmak.
Böylelikle kendisinden önce yapılan melankoli/k tanımlarına özgü hastalık
kavramını toplumun tüm kesimlerine ve kuramlarına nüfuz etmiş bir zafiyet
haline dönüştürmekle, hâlihazırda içinde yaşadığımız ‘düzen’nin’
sürdürülebilirliğini sorgular. Kuşkusuz onun ütopya arayışları, melankolinin
var olmadığı, yeni bir gezegen bulma, giderek yaratma umudunun
sonucudur.
Burton[235]
için insan Tanrı tarafından yaratılmış en değerli varlık, doğanın bir
mucizesidir. Ancak bu değerli varlık şeytana uyup Tanrı katından kovulunca,
yükseldiği yerden düşmüş bu kez ‘dünyanın en sefil yaratığı’[236]
haline dönüşmüştür. İşlediği günah nedeniyle ilk insan Âdem’den bize miras
kalanlar ise hastalıklar ve ölümdür. Yeryüzünde insanların canına mal olan
salgın hastalıklar, kuraklık, açlık, sel felâketleri gibi her türden müsibet bu
düşüşün sonucudur. Ancak dünyayı adeta bir harabeye çevirerek yaşanmaz kılan
tüm bu olumsuzlukların nedeni insanoğlunun yine kendisidir.[237]
Melankoli tanımında
Antik Yunan geleneğine bağlı kalan Burton, kavramın Yunanca kara safra anlamına
gelen melaina cole’den türetildiğini belirtir. Melankoli’nin hastalık
ortaya çıkması ve seyri konusunda Galenos, Efesli Rufus, Aretaeus’un yanısıra
çok sayıda eski hekim ve filozofun görüşlerine yer verir. Ancak kendisi
doğrudan, yeni bir melankoli tanımı yapmaktan kaçınır. Melankoliyi, genel kabul
gören yaklaşımlara uygun düşen biçimde; nedensiz bir endişe ve bezginlikle
kendini belli eden, ateşin eşlik ettiği bir çılgınlık hali olarak tanımlamak
konusunda ise aceleci davranmaz. (Sect.I/Memb.I/Subsect.II) Melankoli’nin hangi
organdan kaynaklandığı konusunda kendisinden önce ortaya atılan görüşleri
değerlediren Burton, son tahlilde bir akıl hastalığı olması nedeniyle ve genel
kanıya uygun olarak, beyinden kaynaklanması olasılığını kalbe göre daha yüksek
görür. (Sect.I/Memb.III/Subsect.II)
10.2.2. Anatomy of Melancholy"de Nedenler, Belirtiler ve Yatkınlıklar
Birinci Kitapçık’ta (The
Frist Partition) incelediği melankolinin nedenleri üzerine ayrıntılı
açıklamalara geçmeden önce ‘yatkınlıklar’[238] konusunda
bazı tespitlerde bulunur. Buna göre melankoli hastası olabilecek insanları
riskli organlarına ve konumlarına göre gruplandırmak mümkündür: Doğumlarında
Ay, Satürn ve Merkür gezegenlerinin olumsuz etkisine maruz kalanlar, aşırı
sıcak veya soğuk iklim koşullarında yaşayanlar, melankolik ebeveynlere sahip
olanlar, ölçüsüz, koyu tenli veya kanlı bir mizaçda olanlar. Yine küçük kafalı,
ısınmış kalpli, nemli beyinli, sıcak bir karaciğer ve soğuk bir mideye sahip
olanlar veya uzun süre hastalık çekmiş olanlar ile doğuştan yanlızlar, büyük
âlimler, derin tefekküre dalanlar ve eylem adamı olmayanlar.[239]
Melankoli cinsiyetleri de farklı biçimde etkiler; kadınlar arasında erkeklere
göre daha az görülmekle birlikte vakalar erkeklere göre daha ağır seyreder.
Yılın en çok sonbahar mevsiminde görülen melankoli yaşlılık dönemine özgü bir
hastalık olmakla birlikte genç yaşlardakileri de pençesine alır. (Sect.I/
Memb.III/Subsect.II)
Burton, saydığı bu
yatkınlık ölçütlerinin, kimi hekimlerin yazılarında verdiği örnekler
incelendiğinde, aslında çok da anlamlı olmadığını belirtir: neşeli, canlı
insanların, karamsar, endişeli ve hüzünlü bir mizaca sahip olanlara göre daha
melankoliye yakalandıklarının doğru bir tespit olmadığını belirterek
er-Râzî’nin en parlak ve eğitimli zekâların bu hastalığa karşı başkalarından
korunaklı olmadıkları yönündeki düşüncesini aktarır. Bu noktada kendi görüşünü
ise şöyle özetler; hiçbir mizaç, durum, cinsiyet veya yaş melankoliye karşı
koruma sağlamaz, sadece deliler (fools) ile Stoacıların melankoliye
karşı bağışıklıkları olduğunu belirtir. (Sect.I/Memb.III/Subsect.II)
Melanakoliyi türlerine göre ayrımlama konusunda
çağdaşı ve kendisinden önceki yazarları eleştiren Burton, melankolinin akıl
hastalıklarıyla (madness) aynı kefeye konduğu ve aralarındaki temel
farklılıklar belirtilmediği gibi, sadece bir derecelendirmeyle yetinildiğini
belirtir. Efesli Rufus, Montanus, Savonarola, Melanchthon gibi yazarların
melankolinin kaynaklandığı yer, nedenleri ve türleri üzerine görüşlerinden
örnekler veren Burton, sonuç itibariyle melankolinin üç faklı bölgeden
çıktığına ilişkin genel kabulü aynen sürdürür: melankolinin ilk biçimi beyinden
kaynaklanan ‘kafa melankolisi’dir (head melancholy). İkincisi, kara safra dengesinin bozulması sonucunda
tüm bedeni etkisi altına alan türdür. Üçüncüsünün ise bağırsaklar, karaciğer
veya dalaktan kaynaklandığını, hipokondrik veya şişiren melankoli (windy melancholy) olarak tanımlandığını belirtir.
(Sect.I/Memb.III/Subsect.IV)
Hacmi ve ansiklopedik
içeriğiyle Yaşlı Plinius’un Doğa Tarihi’ni çağrıştıran Anatomy of
Melancholy" de melankolinin nedenleri (Causes of Melancholy)
önemli bir yere sahiptir. Burton’a göre yaşadığımız evrende hemen her şey
melankoliye neden olabilir. Her ne kadar başlıkları kadar içerikleriyle de,
Erken Yeniçağ Avrupası’nın düşünsel atmosferine ışık tutabilecek çok sayıda
ipucu içermekle birlikte, çalışmamızın sınırları nedeniyle sayılan tüm
nedenlerin ayrıntılarına girme şansına sahip değiliz. Ancak başlıklarına göre
nedenlere hızlı bir göz attığımızda, ne denli geniş bir yelpaze ile karşı
karşıya olduğumuz anlaşılır. Tanrı veya melekleri, yıldızlar, doğaüstü güçler,
cadılar ve büyücüler, yaşlılık, ırisyet yoluyla kazanılmış mizaç,[240]
yanlış beslenme, beslenme miktarı, kötü hava, yanlızlık, aylaklık, tembellik,
uyku düzeni, aşırı tutkular, duygusal dalgalanmalar, hayal gücü, korku, hüzün,
endişe, utanç, mahçubiyet, kıskançlık, nefret, kötülük, öfke, cansıkıntısı,
keyifsizlik, sıkıntı, yoksunluk duygusu, hırs, tamah, açgözlülük, pintilik,
eğlenceye düşkünlük, aşırı sevinç, böbürlenme, snırsız bilme/öğrenme isteği,
fakirlik, yoksulluk, eğitim, yakınların kaybı ve her türlü bedensel iptilâ.
Kuşkusuz yukarıda
önemli bir bölümünü sıraladığımız melankoli nedenleri incelendiğinde, ‘insanî
zaafiyetler’den çok daha fazlasını kapsadığı anlaşılacaktır. Burton, Yedi
Ölümcül Günah’ta şekillenen insana özgü zafiyetlerin yanı sıra, ırsiyet, doğal
çevre, toplumsal ve sosyal koşullar, doğaüstü/dışı güçler, Hıristiyan etiği ve
beden sıvılarını nedenler kataloğuna dâhil ederek, kendisine gelinceye kadar
kimsenin tahayyül dahi edemediği kadar geniş kapsamlı ve yeni bir ‘melankoli
tanımı’ yapar. Aşağıda irdelemeye çalışacağımız üzere, melankoliyi yaşanılan
dünyadaki en büyük uyumsuzluk kaynağı olarak gören Burton’un bu denli geniş
kapsamlı bir nedenler hiyerarşisi inşa çabası, mevcut dünyaya alternatif bir
evren (ütopya) arayışlarının doğal sonucudur.
Melankoli’nin
nedenlerinin genel olarak doğal[241]
ve doğaüstü (supernatural) olarak ikiye ayıran Burton, doğaüstü
nedenlerin Tanrı veya meleklerinden veya Tanrı’nın icazetiyle şeytan ve onun
işbirlikçilerinden kaynaklandığını belirtir. Tezini daha sağlam
temellendirebilmek için Hippokrates’e başvurarak, hekimlerin bir hastalığın
doğal veya doğa dışı nedenlerden kaynaklanıp kaynaklanmadığını ayırt
etmelerinin ne denli önemli olduğuna dair görüşüne atıfta bulunur.[242]
Yine Paracelsus’un ruh hastalıklarının (spiritual diseases) tedavisinin,
geleneksel yöntemlerle yapılamayacağı, sadece ruhsal (spiritually)
çözümlemelerle sonuç alınabileceğine dair görüşünü yineleyerek doğaüstü
güçlerden kaynaklanan melankolinin teşhis ve tedavisinin doğru yapılması
gerektiğine dikkat çeker. (Sect.II/Memb.I/Subsect.I)
Melankoli
doğası gereği olumsuzluk içerdiği için, başta şeytan ve demonları olmak üzere
tüm kötücül güçlerin varlığından etkilenmemesi düşünülemez. Burton da, bir
yandan çağlar boyunca Kilise Büyükleri’nin, filozofların ve hekimlerin kötücül
güçlere karşı mücadelesi överken, diğer yandan farklı coğrafyalardan insanları
etkisine alan şeytanın, demonların, cadıların ve büyücülerin etkisiyle nasıl
melankoli tuzağına düşürüldüklerinden örnekler verir.
(Sect.II/Memb.I/Subsect.II-III) Ama diğer yandan, ‘melankoli nedeni olarak
yaşlılık’ bahsinde (Sect.II/Memb.I/Subsect.V), Johann Weyer ve Ulrich
Molitor’un görüşlerine atfen, yaşlı, yoksul, kimsesiz kadınları da (cadıları),
zavallı birer melankoli kurbanı olarak görür. Burton, yaşamak için dilenmekten
başka şansları olmayan bu yaşlı kadınların bedenlerindeki kara safra
miktarındaki artış nedeniyle gördükleri halüsünasyonların esiri olduklarını ve
kendilerine atfedilen suçları işlediklerini kabullendiklerini belirtir. Aslında
iddia edildiği üzere hiçbir zaman komşularının ineğini sütten kesmemiş, kedi,
köpeğe dönüşmemiş, uzun gece yolcuklarına çıkarak kara büyü ayinlerine
katılmamışlardır. Johann Weyer’in de belirttiği üzere bu kadınlar mucize
yaratabilme yeteneğine sahip olmayan, oturdukları yerde kendilerinden geçen,
akıllarını yitirmiş cezai ehliyeti olmayan zavallılardır. Dolayısıyla bütünüyle
doğal nedenler ve şeytani bir oyun (natural causes, the devil's policy)
sözkonusudur.[243]
Antikçağ’dan
itibaren, her türlü hastalığın büyük ölçüde yaşam tarzından kaynaklandığı ve
bunda da kötü ve aşırı beslenmenin (Quantity of Dief) önemli bir payı
olduğuna dair inanç 17. yüzyıla gelindiğinde hâlâ önemini korumaktadır. Robert
Burton da, kötü beslenmenin tüm hastalıkları davet ettiğini söyleyecek denli bu
geleneğe bağlıdır.[244]
Galenos, İbn Sina, Ali bin el-Abbâs el-Mecusi (Halyabbas), Villanovalı Arnold ve
daha başka birçok hekimin sağlıklı beslenmenin önemine dikkat çeken kitaplar
yazdığını belirten Burton, doğal olarak, melankoli ile beslenme arasında ilişki
kurar. Daha sonra farklı hayvanların etleri, süt, balıklar, sebzeler ve
meyvalar, su, alkollü içecekler, yemişler, baharatlar ve ekmek üzerine ayrıtılı
bilgiler vererek, besinlerin akıllıca seçilmedikleri takdirde nasıl melankoliye
neden olduklarını açıklar. (Sectn/Memb.n/Subsect.I-n-nI)[245]
Şayet
melankoli, son tahlilde, beden sıvılarından herhangi birindeki (kara safra)
artış (dengesizlik) sonucunda ortaya çıkan bir hastalıksa, kontrolu sağlığın
korunması açısından büyük önem taşımaktadır. Kuşkusuz sorun Antikçağ’dan
itibaren, sağlığı bozucu etki yapan her türlü fazla sıvının bedenden
atılması üzerine temellendirilmiş olup, melankoli nedeni olarak kara safra
(veya safra fazlalığı) da buna dâhildir. Her ne kadar Antik tıbbın büyük önem
verdiği kanın keşfi, diğer beden sıvılarından sonra olsa da, yaşama güç
veren (sanguis, Lat.) sıvı olarak kana büyük önem atfedilecektir. Kanın
sıcak doğasının yaşam verdiği inancı 17. yüzyılda hâlâyaygın bir kabul görmekle
birlikte, fazlalığının bedende yaratacağı dengesizlik hâlâ önemli bir sorundur.
Tipik bir Yeniçağ
hekimi olarak Burton, başta kan ve kara safra olmak üzere tüm beden
sıvılarındaki artışı (sperm, ter) melankoli nedeni olarak görür. Dahası
dışkılama alışkanlıklarındaki bozulma (kabızlık), terleyememe, erkeklerin
bedenlerinde uzun süre atılmadan biriken sperm, kadınların aybaşı kanamalarının
kesilmesi melankoliye neden olur. İÖ 6. yüzyıldan beri vücuttaki başta kan
olmak üzere diğer sıvıların fazlalığı hastalık nedeni olarak görülmekle
birlikte, tek bir hastalık (melankoli) ile bu denli doğrudan bir ilişki
kurulması tıp tarihinde nadir olarak görülmüştür.
Burton’a göre şayet
fazlalaşan sıvı, kadınların aybaşı dönemleri, erkeklerde düzenli cinsel ilişki
örneğinde olduğu üzere, doğal yollarla bedenden atılamıyorsa adeta zehir haline
dönüşür; bununla birlikte terleme kurları, hacamat (bloodletting), banyolar, müshil gibi doğal olmayan yöntemlerle
vücuttan atılmasında sakınca yoktur. Doğal yollardan bedenden atılamayan kan,
sperm gibi sıvıların yarattığı melankoliye örnek olarak keşişleri, yaşlı
dulları, adetten kesilmiş kadınları, hemoroidi tedavi edilenleri gösterir.
Burton anlattıklarını gerekçelendirmek üzere Antikçağ ve Helen Tıbbı’ndan,
Arap-İslam Dünyası’ndan çok sayıda ünlü hekim ve filozoftan örnekler vermekle
birlikte, aşırı cinsel isteğin melankoli nedeni olduğunu, Galenos ve İbn
Sina’yı tanık göstererek belirtmeyi de ihmal etmez.
(Sect.II/Memb.II/Subsect.IV)
Yaşamın kurucu
elementlerinden biri olarak hava Burton’a göre,[246] aynı
zamanda melankoli yaratan önemli unsurlardan biridir. Öncelikle sıcak
iklimlerde yaşayanlar arasında melankoli daha çok gözükür; çünkü aşırı sıcak
beyni etkileyerek aşırı ısınmasına neden olur. Birçok hacının Hayfa ile Kudüs
arasında sıcaktan delirmelerinin nedeni yine bu aşırı sıcaktır. Türkler bu
nedenle büyük türbanlar (great turbans) takarak sıcaktan korunurlar. Diğer yandan sıcak kadar
olmasa da, aşırı soğuğun melankoliye neden olduğu söylenebilir. Ancak en kötü
havalar bataklıklar, durgun su birikintileri, çöp yığınları, çöp çukurları,
hayvan leşlerinden yükselen ağır ve boğucu olanlardır. Burton, Galenos ve İbn
Sina’yı da tanık göstererek bu türden ortamlardaki havaların melankoli, veba ve
daha başka illetlerin nedeni olduğunu belirtir.[247]
Burton’a göre
aylaklık ve tembellik melankoliye zemin hazırlayan kişilik özellikleridir.
Aşırıya kaçan aylaklığın sonunda melankoliye dönüşmesi kaçınılmazdır. Toplumun
her kesimini tehdit eden yanlızlık kimi zaman zorla insanları pençesine alırken
kimi zaman da kişi bilinçli olarak yanlız olmayı seçer. Tarihte yaşanmış birçok
örnekten de görüleceği üzere aşırı yanlızlığın kişiyi melankolinin kollarına
itmemesi mümkün değildir. Burton burada zorunlu (enforced) yanlızlıkla,
seçilmiş/bilinçli (voluntarily) yanlızlık arasında ayrım yapar ve zorunlu yanlızlığa
örnek olarak, neredeyse bir batıl itikat olarak tanımlanabilecek, yalıtılmış,
sıkı bir Katolik disipliniyle yaşamak zorunda olan Kartuserler Tarikatı’nın
keşişlerini örnek gösterir. Yanlızlık her zaman endişe, korku, kuşku, utanç,
cesaretsizlik, yaşamdan bıkkınlık gibi duyguları beraberinde getirdiği için,
ister zorunlu olsun ister bilinçli, sonunda melankoli kaçınılmazdır.
Melankoliklerin
çoğu zaman kendi yarattıkları bir hayal dünyasında yaşadıkları ve giderek gerçekte
varolmayan bu dünyayı inşa etme çabasına girdikleri iddia edilmiştir. Burton Anatomy
of Melancholy"de, melankoliklerin hayal güçlerini (imagination)[248]
kullanarak neler yapabildiklerden örnekler verir ve imaginatioriın
şaşırtıcı güçleri, harika sonuçları olan bir şey olarak tanımlar.[249]
Burton insanların hayal güçlerinin harekete geçmesinde doğaüstü güçlerin önemli
bir payı olduğunu savunur. Hayal gücünün insanları nasıl etkilediğine dair
örnekler verirken ise, daha önce değindiğimiz melankolik cadılar konusuna
takrar döner. Bu yaşlı kadınların akıllarını tutsak ederek, adeta hayal etme
güçlerini ele geçiren şeytan ve emrindeki demonların onlara istediği şeyleri
yaşattığını belirtir. Cadıların kara büyü ayinlerine katıldıklarını, gece
yolculukları yaptıklarını, cinsiyet değiştirdiklerini, kurda, eşeğe, köpeğe
dünüştüklerini iddia etmeleri ve bunu gerçekten yaşamış gibi anlatmaları imagination’ın
bu olağanüstü gücü sayesinde olmaktadır. Hayal gücünün böyle yanlış yollara
sapmasında batıl itikatların ve sapkın inançlara yönelmenin önemli etkisi
olduğunu belirten Burton, tezini kuvvetlendirmek için çok sayıda teolog,
düşünür ve hekimin yanı sıra Wierus’u ohann
Weyer) hastalıklı fanteziler yaklaşımından destek alır. (Sect.II/Memb.
IlI/Subsect. II)
Burton’un bir 17.
yüzyıl hekimi, din adamı ve yazarı olarak yaşadığı çelişkilerin en çarpıcı
örneklerinden birisi, bazı hastalıklara önerdiği tedavi yöntemleridir. Burton
diş ağrısı, gut hastalığı, kuduz, sara ve benzeri bazı hastalıkların muskalar
yazarak, sihirli kelimeler ve büyü formülleri kullanarak tedavi edilebildiğini
savunur.[250]
Ancak akabinde, tüm dünyanın da bildiği üzere, bu kocakarı yöntemlerinin
asılında tedaviye etkisinin olmadığını, asıl gücün İtalyan filozof
Ponpanatius’un belirttiği üzere, beden sıvılarını ve yaşam gücünü harekete
geçiren tasavvur gücü ve inanç olduğunu ilâve eder.[251] Aynı şeyin
büyücüler (wizards) ve şarlatanlar (mountebanks) tarafından
uygulanan sözde tedaviler ve büyü pratikleri içinde geçerli olduğunu ilâve
eder.[252]
Burton’un hayal gücüne atfettiği önemi melankoli hastalığı ile
sınırlayabilmek mümkün değildir; ona göre Imagination yaşamda her şeyi
değiştirebilme gücüne sahip bir anahtar konumundadır. Her ne kadar Burton
melankolikler ile sınırlasa da, bu bölümde görüldüğü üzere, zaman zaman verdiği
örnekler bu algıyı teyid eder.[253]
Kuşkusuz yukarıda ana hatlarıyla saymaya çalıştığımız
konumuz açısından önemli görülenler dışında Burton, geleneksel sayılabilecek
melankoli nedenlerini de ayrıntılı biçimde değerlendirir. Korku, endişe, hüzün,
elem, keder, öfke, kıskançlık, nefret, pintilik, utanç, böbürlenme gibi insanî
huy ve zaafiyetler başlıbaşına birer melankoli nedenir.
Burton’a göre
melankoli başka hastalıklarla birlikte ortaya çıkabilir, çoğu zaman meslekî
tecrübeler bile teşhis de yanılgılara engel olamaz. Bu nedenle melankoli ile
diğer hastalıklar arasında ayrım yapabilmek her zaman mümkün değildir.
(Sect.II/Memb.III/Subsect.IV) Burton melankolinin belirtilerini genel olarak
bedensel[254]
veya ruhsal[255]
olmak üzere ikiye ayırır. Ancak daha sonra bazı özel belirtileri de sıralar.[256]
Fiziksel belirtiler çoğunlukla kara safranın soğuk-kuru veya sıcak-kuru
doğasından kaynaklanan yatkınlıklar nedeniyle ortaya çıkar; yemeğe düşkün
olmalarına rağmen zayıf bir beden, gözleri çukuruna kaçmış bezgin bir yüz,
kara, buruşuk, solgun bir cilt, uykusuzluk, cinselliğe aşırı düşkünlük en
önemli melankoli belirtileridir. Fiziksel olanlar dışında kalanlar,
melankolinin ruhsal düzlemde ortaya çıkan belirtileri olarak yukarıda saydığımız
nedenler ile örtüşür. Örneğin uzun süreli endişe, keder, huzursuzluk ve
vesvesenin sonunda melankoliyle sonuçlanması kaçınılmazdır. Burton bu noktada
bir kez daha, her zaman başvurduğu üçlüye döner ve Hippokrates, Galenos ve İbn
Sina’yı tanık gösterir. (Sect.III/Memb.I/Subsect.II)
Robert Burton’a göre
melankoli hem ruhu hem de bedeni etkileyen bir hastalık olduğu için
tedavisinde, kendisi gibi ruhban sınıfından gelme hekimler daha başarılı
olmaktadır. Nasıl tek başına teologlar bu karışık ve çok yönlü hastalığın
tedavisinde yol kat edemez ise, yine hekimlerin bir başlarına yapabilecekleri
fazla bir şey yoktur. (Burton, 1991, s. 38) Melankolinin tedavisi konusundaki
görüşleri, nedenleri ve belirtileri kadar net olmayan Burton, İbn Sina’ya
atıfta bulunarak, şayet kalıtımsal değilse ve erken döneminde teşhis
edilebilmişse melankoliyi tedavi şansı olmayan bir hastalık olarak görmez.
Ancak, her ne kadar bu konuda istisnalar olsa da, kronik, islah olmaz (inveterate)
melankolinin tedavi edilebilme imkânı olmadığını belirtir. Bu hastalıkta ölümle
sonuçlanan vakalar nadir olmakla birlikte, hastanın içine düştüğü ruh hali
nedeniyle intihar ettiği sıkça görülür. Erkek hastaların tedavisinde başarıyı
yakalamak kolay olmamakla birlikte, kadın hastalarda bu olasılık karşılaştırılamayacak
denli düşüktür. Her iki cinsiyet için de konunun önemini vurgulamak için
Montanus’un
melankoli hastaları üzerine karamsar görüşlerine dikkat çeker: Bu hastalık,
pençesine aldığı kişeye genellikle mezara kadar eşlik eder. Hekimler melankoli
hastasının acısını hafifletseler de, tümüyle tedavi edemezler, belirli bir süre
ortadan kalkan belirtiler en olmadık bir nedenle tekrar, ama bu kez daha
kuvetli ve etkili olmak üzere geri döner.[257]
Melankolinin insana
verdiği acı ve eziyetin hiç bir fiziksel hastalıkta yaşananlarla
kıyaslanamayacağını savunan Burton; melankolinin insanoğlunun başına
gelebilecek kötülüklerin en büyüyü olduğuna dair inancını yineler. Bu yargısını
melankoliğin iflah olmaz bir illete yakalanmış olmasıyla açıklar; tüm diğer hastalıklarda
tedavi için her zaman bir umut varken, melankoli kurbanı için gelecek söz
konusu değildir, çünkü ilerleyen yıllar lehine gelişmez. Hasta yaşlandıkça
melankoli daha da ağırlaşır, ne zaman ki, ölüm temelli kurtuluş için yardımına
gelene kadar.[258]
Robert Burton’un yaşadığı dönem (17. yy.), Avrupa’da
intiharın özellikle eğitimli ve varlıklı kesimler arasında moda olmaya
başladığı dönemin başlangıcına denk düşmektedir.[259] Burton’da
melankoliklerin çektikleri acıların tedavi olunamazlığından hareketle intihar
olgusunu, çağlar boyu süren insana özgü etik bir sorun olarak irdeler ve her
zamanki yöntemiyle bu konuda Antikçağ’dan beri ortaya koyulan görüşlerden
örnekler verir. Plâton’dan, Seneca, Epikür, Cicero, Augustinus ve nihayet
Thomas Morus’a uzanan çizgide farklı yaklaşımları ele alarak, intiharı
ge(rek)tiren olguların zaman içinde değişip değişmediğini irdeler. İntihar
üzerine yazılanlara verdiği uzun referanslara karşın, kendi görüşünü birkaç
cümleyle üstü kapalı olarak verir. Burton’a göre intihar etmiş birisinin cesedi
üzerinden bu eylemi için fikir yürütebilmek mümkün değildir; kaldı ki onun
ruhunda kopan fırtınaları sadece Tanrı bilir. Bu nedenle yargılarımızda aceleci
ve katı olmamamız gerektiğini belirtir.[260]
10.2.3.
Anatomy of
Melancholy" de Utopia ve Melankolik Toplum’dan Çıkış
Arayışları
Burton’un Anatomy
of Melancholy"e yazdığı uzun ‘Giriş’ (Democritus Junior to The
Reader)[261]
aynı zamanda ana eserden bağımsız bir ‘Ütopya’ metni olarak da okunabilir. Wolf
Leppenis, 17. yüzyılda ‘ Utopia"nın yarattığı etkinin, Anatomy
y\ aştığını belirterek,[262]
J. R. Simon’a atfen, bu önemli metnin ütopyalar üzerine çalışan tarihçiler
tarafından nasıl olupta ıskalandığını sorar. Burton’un ‘Giriş’ metninin
İngilizce yazılmış ilk orijinal ütopya metni olduğu göz önünde
bulundurulduğunda, konu daha da dikkat çekici bir boyut kazanmaktadır.[263]
(Leppenis, 1998, s. 21 vd.)
Daha önce değindimiz
üzere Robert Burton, ‘Giriş’ bir yana bırakıldığında, Anatomy of Melancholy’nin
tamamını melankoli hastalığının nedenleri, belirtileri, türleri, teşhis ve
tedavisine ayırmıştır. Eserin bu yönüyle Antikçağ’dan itibaren melankoli,
dahası akıl hastalıkları üzerine yazılmış ‘her şeyi’ kapsama iddiasında olduğu
söylenebilir. Burton bu eseri, her ne kadar kendi melankolisini dindirmek,
insanları melankoli illetinden kurtarabilmek amacıyla kaleme aldığını belirtse
de, son tahlil de, melankolinin düzen
karşıtı[264]
karakterini ortaya koymak suretiyle yeni bir devlet tasarımının (ütopya)
zorunluluğuna dikkat çeker. Çünkü mevcut devlet, İngiltere örneğinde olduğu
üzere, zorba ve düzen karşıtı yapısıyla kontrol altında tutan güç, melankoli
illetiyle kıyaslanabilir; bu da toplumsal mizacı bozan bir unsur olarak ortaya
çıkar. (Starobinski, 2006, s. 249)
Uzun ‘Giriş’ metninin
izlediği seyir şu şekilde özetlenebilir; Democritus Junior to The Reader’in
yazılmasına neden gereksinim duyulduğu, melankolinin anlamı ve olumsuzluk
doğuran sonuçları, dünyadaki her şeyin ne denli kötülüklerin, melankolinin,
esiri olduğu ve melankoliden azade bir dünyanın varolup olamayacağı, şayet
varolabilecek ise, ki bu Burton’a göre mümkündür, nasıl tasarlanması gerektiği.
Burton yaşadığı
dünyanın eleştirisine, her gün şahit olduğu ve duyduğu kötülükleri saymadan
önce, gözlemlerinin nesnelliğine vurgu yapmak istermişcesine, kendisinin bu
kötü gidişatta, ne ailesi, ne de malı mülkü olduğu için kaygılanacak bir şeyi
olmadığını belirterek başlar:[265]
Hergün,
savaşlar, salgın hastalıklar, yangınlar, su taşkınları, hırsızlıklar, ölümler,
katliamlar, meteorlar, kometler, ruhlar, mucizeler, hortlaklar, Fransa,
Almanya, Türkiye, İran ve Polonya’da işgal edilmiş ve fethedilmiş şehirler,
askere almalar ve savaş hazırlıkları, katliamlar ve yıkımlar, düellolar,
batırılan gemiler, korsanlar ve denizde katliamlar barış antlaşmaları, kurulan
paktlar, savaş hileleri ve yeni seferberlikler gibi, bu fırtınalı döneme zemin
oluşturan yeni haberleri ve mutat söylentileri duyuyorum.[266]
Daha sonra kendi
girişiminin gereksiz olduğunu düşünenlere ve melankolinin varlığından şüphe
duyanlara ne denli deli, melankolik ve çılgın bir dünyada yaşadığımızı izaha
girişir; çevremizde kim deli değildir ki, kimin melankoliden kendini bütünüyle
kurtarabildiği söylenebilir. Her yaş, inanç ve karakter grubundan insanlar
tarif edilemez bir uyumsuzluk (out of tune)w8 içinde salınıp
durmaktadır. Hiç kimsenin içine düştüğü delilik kapanından kurtulmasının mümkün
olmadığını, Demokritos’a çılgın gözüyle bakan Abderalılar’ın önce kendi
acınacak halleri üzerine düşünmeleri gerektiğini örnek olarak verir. (The
Anatomy of Melancholy, 2009, s. 51) Burton metin boyunca her olumsuzluğa
veya kötülüğe dikkat çektiğinde, kendisinden yaklaşık iki bin yıl önce yaşamış
Demokritos’un çağdaşı olsaydı bu yaşananları nasıl yorumlayacağını sorgulamayı
da ihmal etmez. [267]
[268]
Dindarlık
kisvesi altında yapılan tüm soytarılıklar, dinsel fanatizm, batıl itikatlar,
insanların inançlarını sömüren tarikatlar, Kilise’nin müminleri istisimar eden
tutumu Burton için en büyük kötülüklerdendir. Silahları imal etmek için havaya
savrulan kaynaklar, savaşlar sonucunda ortaya çıkan yıkımlar, insanlara dostunu
düşman eden kışkırtmalar, gelir adaletsizliği, aşırı tutkular, bencillik,
ikiyüzlülük,[269]
şan şöhret için kaybedilen dostluklar, iktidar hırsı, sadece paranın sözünün
geçtiği bir dünyada onur, şeref, hak, hukuk gibi kavramların anlamını yitirmesi
ve benzeri daha nice kötülük insanoğlunun hayatının vazgeçilmez bir parçası
olmuştur.[270]
Burton’a göre
dünyanın bu acıklı halinden sadece insanlar sorumlu değildir:[271]
Hayvanlar,[272]
bitkiler, devletler (krallıklar), kurumlar, hırslı yöneticiler, kentler, doğal
felâketler, iklim özellikleri, tehlikeli komşular, ibadet alışkanlıklarındaki
değişim, inançsızlık, doğaüstü güçler dahası her şey melankolinin bozucu
etkisinden payına düşeni almaktadır. Kötü hava, Pisa ve İskenderiye
örneklerinde görüldüğü üzere, başlı başına bir melankoli nedenidir. Libya ve
Arabistan’ın ucsuz bucaksız çölleri, Hollanda’da yaşanan su baskınları
insanları melankoliye sürüklerken, Venedik’te yaşayanların doğuştan melankolik
olması yaşamları boyunca su ile yaptıkları mücadeleden kaynaklanmaktadır. Ülke
halklarının kötü alışkanlıkları ve mizaçları onları melankoliye sürükleyen
etkenlerin başında gelir; İtalyanlar’ın lüks ve gösteriş tutkusu, İspanyolar’ın
batıl inançları ve kıskançlıkları, Almanlar’ın ayyaşlıkları, Macarlar’ın ise
melankolik Türkler’le sınır komşusu olmaları bu duruma örnek olarak
verilebilir. (Lepenies, 2011, s. 4-5)
Burton insanî
erdemler ve meslek etiği arasında doğrudan ilişki kurar. Hukukçular, hekimler
ve cerrahlar gibi meslek dallarını icra edenlerin sayısına bir üst sınır
getirilmesi ve bu sınırın aşılmaması gerektiğine inanır. Özellikle hukukçular
Burton’un eleştiri oklarını yönelttiği mesleklerin başında gelmektedir. Uzun
uzun hâkimler, avukatlar ve savcıların düzeni nasıl yozlaştırdıklarından
örnekler verrir. (The Anatomy of Melancholy, 2009, s. 64; 79-81)
Burton’ın ütopyasında devletin işleyişinde kamu görevi yapan iki görevli,
âlimler (scholars) ve askerler (soldiers) çok önemli yer tutar.
Jean Starobinski (2006, s. 251), ortaya koyduğu modeldeki ayrıntılar dikkatle
incelendiğinde, Burton’ın ütopik monarşisinin genel olarak I. Charles[273]
İngilteresi’nden pek de farkı olmadığını, ancak Burton’un hayalindeki
düzende göze çarpan en önemli farkın, bürokratik, otoriter ve tartışmasız söz
sahibi bir erkin varlığı olduğuna dikkat çeker.
Melankoli yeryüzünde
yaşanan tüm kötülüklerin kaynağı olmakla birlikte, bu illetin henüz
nüfuz edemediği devletler ve toplumlar da sözkonusudur. Bunlar akıl ve
sağduyunun egemen olduğu, şehirlerinde mutlu insanların refah içinde yaşadığı,
yüreğinde Tanrı korkusu olan prensler, krallar tarafından yönetilen, Agustus
dönemi İtalya’sı, Burton’un yaşadığı dönemde Çin ve Avrupa’nın yeni filizlenen
krallıklarıdır.[274]
Ancak nerede fakirlik, savaş, barbarlık, aylaklık ve tembellik hüküm sürüyorsa
orada ortaya çıkan hoşnutsuzluk, melankoliyi adeta davet eder.[275]
Bu krallıklar hasta bir bedene sahiptirler ve ancak reform yapılarak
sağlıklarına kavuşabilirler. Bahis konusu olan bedeni kemiren bir hastalık
(melankoli illeti) olduğu için tedaviye engel oluşturan koşulları da ortadan
kaldırmak gerecektir. (The Anatomy of Melancholy, 2009, s. 76-78)
Yukarıda görüldüğü
gibi Burton bir devlet yapısını dengeden uzaklaştıracak (disturb) çok
sayıda unsuru arka arkaya sıralar. Ancak melankolinin temel nedeni olarak
gördüğü bir konuya özel bir önem verdiğini görüyoruz. Burton’a göre tembellik (idleness)[276]
melankolinin en önemli nedenidir; hatta kaynağıdır. Bu kavramın, daha
sonra göreceğimiz üzere, Burton için önemi, kurguladığı yeni devlet modelinde
(ütopya) getirilen melankoli yasağı ile sözlükten çıkarılmış olmasından
kaynaklanmaktadır. Diğer bir ifadeyle çalışkan Ütopya’lıların melankoliye
kapılacak zamanları yoktur.
(Starobinski, 2006,
s. 252)[277]
Aynı coğrafî ve ekonomik koşullara sahip ülkelerden birinin zengin ve müreffeh
diğerinin ise fakir olması, yine bir dönem bolluk içinde yaşayan bir ülkenin
yöneticileri değişince yoksullaşmasının Burton’a göre, nedeni tembelliktir.
Yaşadığı ülkenin kentlerindeki hayat standardının İtalya, Fransa, Almanya ve
Hollanda gibi ülkelerin kentlerindeki seviyenin altında olmasını, izlenen
politikaların yanlışlığı kadar tutumlu, basiretli ve çalışkan olmamaya bağlar.
İngiliz ulusu olarak en kötü meziyetlerinin tembellik olduğunu belirtmeyi de
ihmal etmez.[278]
Burton melankolinin
dünyada hâkim kıldığı düzensizlik ortamına karşı koyacak kendi modelini,
Ütopya’sını, kurma arzusunu şu cümlelerle açıklar:
Ben şimdi kendi arzu ve isteğime uygun biçimde benim
kendi Utopia’mı inşa etmek istiyorum. Yeni bir Atlantis, benim
kendi şiirsel Commonwealıh'\m. özgürce hükmedebileceğim, şehirler inşa
edip, yasalar yapıp nizamnameler yayınlayacağım; kendi istediğim her şeyi
yapacağım.[279]
Burton Utopia’sının
kurulacağı yer konusunda kesin bir şey söylemez ancak bazı ipuçları verir; daha
çok geniş alanların bulunduğu güney yarım küresindeki Terra Australis
incognita’yı uygun yerlerden biri olarak gösterir. Utopia'nın
yönetim şeklinin monarşi olduğunu çünkü özgürlüklerin hiçbir yerde faziletli
bir kralın idaresi altında olduğu kadar rahat yaşanamadığını belirtir. Utopia’da,
ana dilinde açık ve anlaşılır biçimde düzenlenmiş az sayıda yasa olacak ancak
ödün verilmeden sıkı biçimde uygulanacaktır. (The Anatomy of Melancholy,
2009, s. 90)
Krallık
hepsi birer başkente (metropolis~) sahip on iki veya on üç eyalete
bölünecek her eyalete sınırları içinde kalan coğrafî unsurlar ayrıntılı biçimde
belirlenecektir. (The Anatomy of Melancholy, 2009, s. 88) Burton daha sonra örnek krallığını tüm
ayrıntılarıyla anlatmaya koyulur; okullar, kiliseler, pazar yerleri, köprüler,
yollar, su bentleri, aşevleri, hastanaler, tiyatrolar gibi ortak kullanım
alanlarının yer seçiminde ve inşasında göz önünde bulundurulacak unsurları
teker açıklar. Toplum yaşantısı ve düzenine ilişkin çok sayıda düzenleyici bilgiye
de yer verir; şehirlerde silah taşımak kesinlikle yasaklanacak, erkekler yirmi
beş, kadınlar yirmi yaşından önce evlenemeyecektir. İster ekonomik, ister
politik alanda toplumsal uyumu bozan davranışlara kesinlikle müsamaha
gösterilmeyecektir. Starobinski (2006, s. 251), bu denli bir etkin bir kontrol
için Burton’ın ‘kontrol memurları’ (Aufsichtbeamten, Alm.) ihdas
ettiğini, böylece toplumun en üst dereceden gözetim altına aldığını belirtir.[280]
Burton’a göre yönetim
şekli eşitlik temeli üzerine oturmuş bir ütopyanın özlem olmaktan çok,
gerçekleştirilebilir bir hedef olması büyük önem taşımaktadır. Campanella’nın Güneş
Ülkesi’rn (city of the Sun) ve Bacon’ın Yeni Atlantis’ini (new Atlantis)
daha çok akıllı tasarımlar (witty fictions) olarak; Plâton’un Devlefini
(community) ise tanrıtanımaz (ımpıous), absürd, gülünç, fuzuli ve
çekicilikten yoksun bir tasarım olarak değerlendirir. (The Anatomy of
Melancholy, 2009, s. 90)
Buraya kadar
anlatılanlardan hareketle, Democritus Junior to The Reader'in ‘melankoli
ve düzensizlik’ bağlamında daha ayrıntılı bir değerlendirmesini yapabiliriz.[281]
Daha önce değindiğimiz gibi Robert Burton ütopya ile melankoli gibi farklı iki
kavram arasında dolaysız bir ilişkiyi kurmayı deneyen ilk yazardır. Yine daha
önceki bölümlerden anımsanacağı gibi melankoli kavramı, ilk kez Hippokrates’in Corpus
Hippocraticum olarak bilinen külliyatında hastalık olarak tanımlanmıştır.
Daha sonra Aristoteles Problemata XXX'da melankoliyi dehalara özgü üstün
bir meziyet olarak yorumlamış ve hastalıktan çok mizaç olma özelliğini öne
çıkarmıştır. Antikçağ’a damgasını vuran bu iki farklı yaklaşımın, Ortaçağ
boyunca, her ne kadar Erken Hıristiyanlık ve Skolastik Öğreti etkisinde, daha
çok yorumdan kaynaklanan sınırlı bir değişim geçirse de aynı derecede kabul gördüğünü
söyleyebiliriz. Bu süreç Rönesans ile kesintiye uğramış ve daha önce Marsilio
Ficino örneğinde gördüğümüz üzere, üstün vasıflarla donanmış, yaratıcı
melankolik kişilik algısı geri dönmüştür.
Dikkatle
incelendiğinde melankoli algısına temel oluşturan bu iki farklı yaklaşımın son
tahlilde seçici (selektiv) karakterleri nedeniyle, Burton’un ‘melankolik
toplum’ teziyle örtüşmediği görülecektir. Hastalık olarak kişiler üzerinden
yapılan Hippokratesçi tanım ile deha bağlamına vurgu yapan Aristotelesçi yaklaşım
bireylerle sınırlı kalmaktadır. Buna karşın Burton sadece toplumların değil,
yönetimlerin, ülkelerin şehirlerin, hayvanların kısacası tüm canlı ve cansız
varlıkların melankoli etkisinde kaldığına ve hastalandığına inandığı
için daha kapsayıcı (universal) bir model peşindedir. Bu bağlamda
melankoliyi bireylere özgü psikopatolojik bir ‘hastalık’olmaktan çıkarıp tüm
topluma maletme çabasına girer. Yaşadığımız düzende her kesin, bir biçimde
melankoliden payına düşeni alacağını söylerken, kaosun her şeye hükmeder hale
geleceğini savunmakta ve Utopia'nin kaçınılmazlığına vurgu yapmaktadır.
Bunu da politik makrokosmoz ile mikrokozmosu temsil eden bireyin hastalığı
arasında anoloji yapmak suretiyle ortaya koyar (Lepenies, 1998, s. 23 vd.;
Starobinski, 2006, s. 249)
Burton’un
‘düzensizlik’ ile ‘melankoli’yi eş anlamda kullanması, onu ancak melankolinin
olmadığı yerde ‘düzen’ sağlanabileceği sonucuna götürmekte ve bu nedenle Utopia’sında
melankoli yasağını savunmaktadır.[282] Diğer bir
ifadeyle melankoli birlikte var olamayacağı Utopia’nın olumsuz karşıtını
oluştururken, Utopia ise melankolinin olumlu karşıtı, bir ideal
olarak tanımlanır.
Daha önceki
bölümlerde üzerinde ayrıntılı biçimde durduğumuz gibi, ‘melankoli yasağı’
Hıristiyanlığın farklı dönemlerinde hep gündemde olmuştur. Erken
Hıristiyanlık’ta, keşiş melankolisi olarak tanımlanan acedia’nın ne
denli tehlikeli görüldüğünü ve keşişlerden uzak tutabilmek için amansız bir
mücadele verildiğini biliyoruz. Manastırların cennet ülküsüne yönelik örgütlenme
modelleriyle birer mikro- evren oldukları düşünüldüğünde, kurulmaya
çalışılan ‘düzen’in son tahlilde, ütopik bir tasarıma öykünme olduğunu gözden
uzak tutamayız.[283]
Krishan Kumar bu etkileşimi şöyle açıklar: “Manastır, bir düzenin, disiplinin
ve kendini bir topluma adamanın örnek kurumuydu. Ayrıca sevinç ve yoldaşlığı
barındıran; çalışmanın ve sevginin birbirinin tamamlayıcısı olarak görüldüğü
bir yerdi. Böylece, manastıra özgü ideal, klasik ütopyacı ideale doğrudan esin
vermiş olmasa bile açıkça ona denk düşer.” (Kumar, 2005, s. 105) Hıristiyan
etiği, ibadet ve çalışma eyleminin aylaklığa engel olarak melankoliden uzak
tutacağına inanılmakla birlikte, olası tehlikelere karşı her zaman melankoli
yasağını bir araç olarak kullanmıştır.
Burton Democritus
Junior to The Reader' de kurduğu ütopya modelinde[284] melankoli
daha çok devlet (krallık) organizasyonun bir hastalığı olarak görülür,
dolayısıyla, her body politic melankoliye kapılabilir. İnsan bedeni[285]
ile devlet aygıtı arasında yapılan analoji nedeniyle, melankolik bir bedende
görülen hastalık belirtileri, hastalığı yaratan nedenler ve nihayet tedavi
usulleri, devlet söz konusu olduğunda da aynen uygulanabilir. (Starobinski,
2006, s. 249) Bireylere musallat olan melankoli, onları uyumsuz, giderek toplumsal
düzene ayak uyduramayan aykırı figürler haline getirirken, devletin yaşadığı
melankoli kendisini yaşamın tüm alanlarına sirayet etmiş düzensizlik ile
gösterecektir.
Benzer bir analojinin
Antikçağ tıbbında, humoral patoloji bağlamında yapıldığını biliyoruz. Evren’in
küçük bir modeli olarak insan bedeninde, temel elementlerin karşılığı olan
beden sıvılarında görülen bir dengesizlik hastalığa neden olurken, temel
elementlerin birinin diğerine üstün gelmesi ise kozmik dengeyi bozacaktır. Yine
Yüksek Ortaçağ’da Bingenli Azize Hildegard’ın humor melancholicus’un,
ilk günahla ortaya çıktığını savunması, Hıristiyanlık inancında dengesizliğin
bizzat insanoğlu tarafından yaratıldığını kabule dair önemli dayanaklardan
biridir.
Burton’un melankoliye
evrensel bir kimlik vererek genelleştirmesi ve kurtuluş yolu olarak yeni bir
toplum modeli (Utopia) önermesi çok önemli bir soruyu da beraberinde
getirmektedir; şayet mevcut düzende herkes, her şey melankolikse, yani hasta
ise, sağlıktan söz etmek mümkün müdür? Daha da önemlisi sağlık, sadece
ütopyalara özgü olmaya, bir başka ifadeyle ideal olarak kalmaya mahkûm
mudur? Burton bu sorunun yanıtını dolaylı bir şekilde verir; evet melankoliden
kendini kurtarabilmiş ülkeler, kültürler vardır yeryüzünde. Ancak bu adaların[286]
yöneticileri bir şekilde değiştiğinde, onların da diğer kötü örneklere
dönüşmesi kaçınılmazdır. Bu nedenle melankoli tuzağına düşmemek için, en
başından ideal olanın tasarlanması büyük önem taşımaktadır. Burton’un
melankoliyi son tahlilde, mevcut düzenden çıkış arayışları için bir araç olarak
kullandığını söylemek mümkündür.
Burton’un, melankoli
ile düzen arasında kurduğu bağıntının benzerinin, temel elementler öğretisinden
hareketle, beden sıvılarının dengeli/kararlı dağılımı üzerine inşa edilmiş
Antikçağ tıbbında var olduğunu biliyoruz. Hippokrates’ten başlamak üzere
Antikçağ’ın ve Helen Dünyası’nın hekim ve düşünürleri, hastalıkların beden
sıvılarındaki kararsızlık sonucunda ortaya çıktığını savunmuşlar ve hastalığı,
tanımlanmış normal halden geçici bir uzaklaşma, abnormal, olarak
tanımlamışlardır. Robert Burton, Galenos tarafından geliştirilerek sürdürülen
yaklaşık iki bin yıllık bu Antikçağ geleneği, tıbbî olmaktan çok etik
kaygularla yeniden ele almış, hasta birey bazındaki abnormal formu
toplumsal düzeyde disorder (Unordnung) olarak genelleştirmiştir.
Sonuç itibariyle
Burton’da melankolinin, devlet aygıtından duyulan hoşnutsuzluğu ortaya
koyabilmek için bir metafor olarak kullanıldığını, diğer yandan Utopia'nın
ise melankolinin olmadığı bir devlet umudunun simgesi olarak melankoli ile
ayrılmaz bir bütün oluşturduğunu söyleyebiliriz. (Lepenies, 1998, s. 33) Diğer
yandan Starobinski (2006, 256 vd.) Burton’ın Ütopyası’nın basit bir rüya,
‘şairane’ bir fantezi (als ein einfacher Traum, eine »poetische« Phantasie)
olmaktan öte geç/e/meyen bir çalışma olarak tanımlar. Democritus Junior to
The Reader' in melankoli üzerine bu boyutlarda yazılmış bir metnin parçası
olarak değil de, müstakil bir sunulması durumunda, gerçek politik bir proje
olarak değerlendirilme şansının daha fazla olacağını belirtir. Yine Burton’ın
kitabın kuruluşundaki ana bölüm, bölüm, alt bölüm ve benzeri şekilde devam eden
ayrıntılı ayrımı Utopia'nın kurgulanmasında bölgeler, kentler, ilçeler
yinelemesi, her türlü ayrıntıyı bizzat inşa çabası, projenin kişisel
karakterine işaret eder.
[10] Avrupa sanatında
melankoli kavramına ve melankoliklere atfedilen olumsuz anlam üzerine verilen
çok sayıda örnekten önemli gördüklerimizi burada anabiliriz. Yaşlı Bruegel’in
118 tanesini resmettiği Hollanda Atasözleri’nde, şeytan melankolik bir figürle,
bir elini çenesine dayamış, hülyalara dalmış biri olarak tasvir edilmiştir.
Figürün tamamında ise, şeytanın (melankolik) önünde diz çökmüş, dizlerine
kapanmış, günah çıkartan bir erkek görülmektedir. Aslında Bruegel’in resmettiği
atasözü “o şeytana günah çıkartmaya gidiyor” olmakla birlikte, dönemin ruhuna
uygun olarak, şeytana ‘melankolik’ kimliği ressam tarafından verilmiş ve
böylece ‘şeytan’ ile ‘melankolik’in özdeş olduğuna vurgu yapılmıştır.
(Kavramsal açıklama için Prigent, 2009, s. 31; resmin tasviri ve atasözü için
Hagen, 1994, s. 35-37’den faydalanılmıştır).
[11] ‘Arapça Çeviri Geleneği’ başlığıyla getirdiğimiz
sınırlamaya ilişkin olarak, M. H. Suçin’in, “Arapça
Çeviri
Geleneği: Altın Dönem” başlıklı makalesinde yaptığı saptamaya bütünüyle
katıldığımızı ve çalışma boyunca Antik dünyanın yeniden keşfine aracılık
eden çeviri hareketini, Suçin’in aşağıdaki ifadesindeki bağlamda
yorumladığımızı belirtelim: “Arapça çeviri geleneği derken etnik anlamda
Arapların değil farklı ırk, din ve coğrafyalara mensup bilginlerin Arapça
çeviri faaliyetlerinden bahsediyoruz. Çalışmanın başlığında Araplar
değil de Arapça ifadesini tercih etmemizin nedeni de budur.” (Suçin,
2010, s. 4)
[12] Bu noktada ‘yeniden
keşif’ ile tam olarak neyi kast ettiğimizi ve nelere vurgu yapmak istediğimizi
açıklamayı gerekli görüyoruz. Günümüzde ‘Antikçağ’ın yeniden keşfedilmesi’ni
bütünüyle Rönesans’a özgü bir gerçeklik olarak algılama eğiliminin ağır
bastığını görüyoruz. Bu algının yerleşmesinde Jacob Burckhardt’ın 1860 tarihli
“İtalya’da Rönesans Kültürü” (1997) isimli çalışmasının etkili olduğunu
söyleyebiliriz. Ama öncesinde Michelet’in (1789-1874) Ortaçağ karşıtlığına
dayalı Rönesans tanımı büyük ölçüde kabul görmüş ve nesnellikten uzak,
alabildiğince romantik unsurlarla benzenmiş bir Rönesans tasarımının kabulüne
zemin hazırlamıştır. Michelet, Rönesans Devri’ni anlatmaya “Garip, tabiat dışı
ve son derece suni bir durum gösteren ortaçağ lehine ileri sürülebilecek tek
delil süresinin uzunluğu ve tabiata dönme hususundaki davamlı mukavemetidir.”
(Michelet, 1948, s. 4) saptamasıyla başlar ve 12. yüzyıldan itibaren Ortaçağ’ın
kaç defa son erdiğine ilişkin ‘deliller’ sunar. Yaptığı Rönesans tanımı ise
kendisinden sonraki nesillerin bakış açısına temel oluştur: “Rönesans, bilgin
için, eskiçağ bilgilerinin yenileştirilmesi, hukukçular için de, eski
âdetlerimizin hercümerci üzerinde nurun parıldamasıdır.” (Michelet, 1948, s. 3)
Yine
Ortaçağ olarak tanımlanan dönem ile Rönesans arasında kesin bir çizgi
çekebilmenin imkânsızlığı, farklı ‘Rönesans’ların varlığı ‘yeniden keşif’in
genel de kabul gördüğü üzere, ‘doğrudan’ Rönesans ile ilişkilendirilmesi önemli
soru(n)ları beraberinde getirmektedir. Bilindiği üzere Avrupa tarihinde
Rönesans olarak adlandılan dönem, Erken (1300-1490), Yüksek (1490-1530) ve Geç
(1530-1630) olmak üzere üç bölüme ayrılarak incelenebilir. Başta mimarî, güzel
sanatlar ve edebiyat alanlarında İtalya’dan başlamak üzere Avrupa’ya yayılan
hareketin başlangıcını Antik dünyanın keşfi oluşturur: “Hikâye, klasik kültürün
yeniden keşfi ve ilk taklit girişimleriyle başlar. Daha sonra ustalık aşaması,
yani ‘yüksek’ Rönesans denilen dönem ortaya çıkar, farklı unsurları
birleştirmenin kuralları öğrenilir ve taklit nazireye dönüşür. Üçüncü ve
sonuncusu, kasten değişiklik yapma, kuralların bilinçli şekilde ihlal edilmesi
aşamasıdır.” (Burke, 2003, s. 15)
Kuşkusuz
bizim 10. yüzyıldan itibaren Arap-İslam Dünyası’ndan yapılan çeviriler
bağlamında ele aldığımız alımlama süreci de (reception), Antikçağ’ın
anımsanmasına olanak veren başlangıç bağlamında ‘keşif olarak tanımlanır. Kaldı
ki, Rönesans ile birlikte üzerinde çalışılmaya başlanan Antikçağ eserlerinin
Latince’ye çevirisi anılan dönemde yapılmıştır. Burke’nin “On dördüncü yüzyılda
belirli belirsiz algılanabilen antikitenin yeniden doğuşu, on beşinci yüzyıl
başlarında Floransa’da, gerek entelektüel çalışma alanında, gerek inşaat
atölyesinde çok daha belirginleşmeye başlıyordu.” (Burke, 2003, s. 34-35)
ifadesindeki ‘yeniden doğuşa’ atfen belirlenen zaman dilimin İtalyan
Rönesans’ına özgü ve anılan coğrafya ile sınırlı olduğunu belirtelim.
[13] “Bizans
İmparatorluğu ve Yakındoğu’da bulunabilen edebiyat ve tarih dışındaki hemen
hemen bütün din dışı Yunanca kitaplar, 8. yüzyılın ortasından 10. yüzyılın
sonuna kadar Arapça’ya çevrilmişti.” (Gutas 2003, s. 15)
[14] “Yunanca-Arapça
çeviri hareketi son derece karmaşık bir toplumsal fenomendir. Tek başına hiçbir
belirli çerçeve, olaylar ve grubu veya kişilik bu hareketin nedeni olarak
görülemez.” (Gutas, 2003, s. 19)
[15] F. Braudel
İslamiyetin Altınçağı’nın 8.-12. yüzyıllar arasında yaşandığını belirtiyor:
“İslamiyet dört veya beş yüzyıl boyunca. Eski Dünya’nın en parlak uygarlığı
olmuştur. Bu altın çağ kabaca, Harun er- Reşid’in oğlu Memun’un saltanatından
(813-833, Bağdat Bilimevfmn kurucusu, burası aynı zamanda hem kütüphane,
hem çeviri merkezi, hem de rasathanedir), sonuncu büyük İslam filozofu İbn
Rüşd’ün ölümüne (72 yaşındayken, 1198 yılında Merakeş’te) kadar sürmüştür.”
(Braudel, 1995, s. 97) İslam âleminin görkemi ve gerilemesi üzerine bkz.
Braudel, 1995, s. 93-114.
[16] Büyük İskender
Mısır’a yürümeden önceki yılın (İÖ 333) Ekim ayında, Güneydoğu Anadolu’daki
İssos’da (günümüzdeki Erzin’in batısı) Persler ile karşılaşır ve İmparator
Darios komutasındaki Pers ordusuna karşı çok büyük bir zafer kazanır. İskender
bu başarıdan sonra orada kendi adını taşıyan (İskenderun) bir kent kurar. Bir
yıl sonra Mısır’ın işgaliyle (İÖ 332) bu kez Nil Nehri ağzında kurduğu yeni
kente yine kendi adını verir. Böylece yaklaşık on bir yıl süren (İÖ 334-323)
seferleri boyunca doğuda Hindistan, güneyde Hint Okyanusu’a uzanacak Büyük
İskender İmparatorluğu’nda startejik öneme sahip İskenderiye kenti kurulmuş
olur. (Levi, 1987, s. 179-182)
[17] İskenderiye
Kenti’nin çağlar boyunca sahip olduğu stratejik önemin büyük ölçüde coğrafî
konumundan kaynaklandığını söyleyebiliriz. Kent Doğu Akdeniz kıyısında, batıya
açılan tüm deniz yollarının çıkış noktası konumunda bir liman olmasının yanı
sıra, sırtını döndüğü Nil Nehri’nin deltası, sadece Mısır’ın değil, kuzey
Afrika’nın en verimli topraklandır.
[18] Helenistik Dönem
olarak tanımlanan zaman diliminde, hayata geçen tüm maddî kurumlan ve düşünsel
tasavvurları ‘Helenizm’ başlığı altında toplayabiliriz. Helenistik Dönem,
orijinalliği ölçüsünde özgül (spesific) bir düşünsel sürece atfen
tanımlanabilen, dinden felsefeye, sanattan mimariye, okültizmden bilime kendi
ifade biçimini yaratabilmiştir. Helenistik inanç kültlerinin etkileri, Roma
İmparatorluğu’nda Hıristiyanlığın hızla yayıldığı dönemlerde (4. yy. başları)
bile etkilerini sürdürmüşlerdir. Ancak Hıristiyanlık karşısında, getirilen
yasakların da etkisiyle, yaygınlıklarını yitirmişlerdir.
[19] Batı dillerine,
Latince çokluk, çoğulluk, fazla sayıda olma anlamlarına gelen pluralis'’den
geçen çoğulculuk (Pluralizm) kavramını özellikle tıp ve felsefe gibi
disiplinler söz konusu olduğunda sadece Helenistik dönem ile sınırlandırmak
mümkün değildir. Antik dünya, günümüzdeki algılanma biçimiyle, yaşamın birçok
alanında çoğulcu bir yapılanmaya en iyi örnektir. Antikçağ’da sağlık odaklı bir
çoğulculuğa örnekler için bkz. Watts, 2003, s. 33-35.
[20] Barthold,
Cündişapur şehrinin önemini şöyle açıklıyor: “Müslümanlar için, Yunan dil ve
edebiyatını öğrenmeye, Bizans’tan başka bir yol da vardı: Cünd-i Şâpûr
tıb mektebi, Arapların fethinden sonra da birkaç asır devam etti. Bununla
beraber, Cünd-i Şâpûr tabiblerinin, ilimlerini, nesilden nesile, kendi
adamları vasıtasiyla devam ettirdiklerine ve yabancılardan gizli tuttuklarına
dair malûmat vardır.” (Barthold ve Köprülü, 2004, s. 42)
[21] Süryanilerin
tarihi, Yunanca’dan Arapça’ya çeviri hareketindeki köprü konumları ve Süryani
çevirmenler hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Çelik, 1996; Tahincioğlu, 2011;
Doru, 2007; Suçin, 2010; Yusif, 2007; Ülken, 2011, s. 41-50; Gutas, 2003, s.
32-33; Aydınlı, 2007; Şeşen, 1979.
[22] Süryani sözcüğünün
kökeni, ilk defa nasıl ve nerede kullanıldığı hakkında ayrıntılı bilgi için bkz.
Çelik, 1996, s. 15-17; Doru, 2007, s. 13-14; Tahincioğlu, 2011, s. 75-83.
[23] İsa Mesih’in doğası
(tek doğalı-çift doğalı) üzerine tartışmalara konu Kadıköy Konsili’nde (451)
alınan kararlar Hıristiyanları Doğu ve Batı Hıristiyanları olarak ikiye bölmüştür.
Böylece Süryaniler, Doğu Süryanileri (Nasturiler) ve Konsil kararlarını
tanımayan Suriye’deki Batı Süryanileri (Yakubiler) olarak ikiye ayrıldı. Bu
konuda M. Çelik’in (1996) çalışmasının önemli bir başvuru kaynağı olduğunu
düşünüyoruz. Aynı konuda bkz. Tahincioğlu, 2011, s. 41-53; Doru, 2007, s. 15
vd.
[24] Süryani kökenli
düşün adamları (akademiler), Süryani çevirmenler ve çeviri okulları üzerine
ayrıntılı bilgi için bkz. Yusif, 2007; Doru, 2007.
[25] “Yunanca Düşünce
Arapça Kültür - Bağdat’ta Yunanca-Arapça Çeviri Hareketi ve Erken Abbasi
Toplumu” (2003) başlıklı kitabıyla bu alanda yapılmış en önemli (Suçin, 2010,
s. 1) çalışmalardan birine imza atan Dimitri Gutas, Süryani çevirmenlerin
Çeviri Hareketi’ne olan katkısının bugüne kadar kabul edilen boyutta olmadığını
belirterek yaygın bir yanlış kanının varlığına dikkat çekiyor: “Yunan biliminin
Arapça’ya aktarılması konusunda yazılmış eserlerin büyük çoğunluğunda rastlanan
bir yanlış kanı vardır. Buna göre Yunan klasiklerinin Sâmi dillerinden birine çevrilmesi,
gerçekten önemli bir çalışma, seçme ve çevirme işi anlamında Süryani okulları
tarafından zaten yapılmıştı ve Arapça çevirmenlerin tek yapması gereken,
Süryanice çevirileri, Arap seçkinlerin himayesi altında aynı kökten gelen bir
Sâmi diline dönüştürmekten ibaretti, yani bu anlamda Yunan bilminin Arapça’ya
çevrilmesi, o sırada var olan Süryanice çevriler temelinde gelişti. Gerçek
tamamen farklıdır: Abbasilerden önce Süryanice’ye çevrilen ve dinsel olmayan
Yunan eserlerinin sayısı nispeten azdı: eisagoge [giriş] ve mantık
literatürü (Porfırios’un Eisagoge'si ve Organon'un ilk üç kitabı)
dışında tıp, biraz astronomi, astroloji ve popüler felsefe eserleri
çevrilmişti: fakat Yunanca bilimsel ve felsefî eserlerin büyük kısmı esasen 9.
yüzyıldaki Abbasi çeviri hareketinin bir parçası olarak Süryanice’ye çevrildi.”
(Gutas, 2003, s. 32-33) Görüldüğü üzere Gutas, sadece Abbasi Hanedanı’ndan
hareketle özgün bir ‘Çeviri Hareketi’nden söz edilebileceğini belirtiyor. Bu
görüşünü destekleyecek kanıtların önemli bir bölümünü kitabın ayrıntılı biçimde
ortaya koymakla birliklte Süryani çevirmenlere ve çevirilere kitabında çok
sınırlı yer ayırması (Süryanice Çeviriler s. 32-33) tezinin inandırılığı
açısından sorun yaratıyor. Diğer yandan Ülken’in (2011), Süryani çevirmenler
tarafından yapılan çevirileri ve bilim adamlarının düzeyini çok kayda değer
bulduğunu görüyoruz.
[26] Erken İslam
döneminde Arapların, bilim alanında çeviri ile henüz tanışmamış oldukları
görüşüne Fuat Sezgin’in (2010, s. 18), katılmadığını görüyoruz. Sezgin, İslamın
ilk yüzyılında ve ikinci yüzyılın geçiş döneminde Emevi Prensi Halid b.
Yezıd’in (720) direktifiyle çevrilmiş kimya ve astroloji dallarındaki eserlerin
varlığına dikkatimizi çekiyor. Yine I. Mervân döneminde (683-685) ilk kez bir
tıp kitabının Arapça’ya tercüme edildiğini belirtiyor. Sezgin’in bu örneklerine
rağmen, Abbasiler Dönemi ile karşılaştırıldığında Emevi döneminde ‘bilimsel
metin’ çevrisinin yok denecek kadar az olduğunu söyleyebiliriz. Destekleyen
görüş için bkz. Gutas, 2003, s. 22 vd.; Suçin, 2010, s. 6; Doru, 2007, s. 96.
[27] “Emeviler döneminde
yapılan bütün bu Yunanca-Arapça çeviriler, Arapların Arap olmayan halkları
yönetmesinin ortaya çıkardığı günübirlik ihtiyaçlar temelinde yapılan tesadüfi
ve ad hoc çevirilerdi. Çevirilerin çoğu -idari, bürokratik, siyasi ve
ticari belgeler- işe yarasın diye, yeni yöneticiler ile farklı dil kullanan
halk arasındaki iletişim sorunları çözülsün diye yapılıyordu. İskender’in
Aristoteles’le yazışmaları olduğu öne sürülen kültürel diyebileceğimiz belgeler
bile doğrudan askeri ve idari bir amaç taşıyordu, bu yüzden de bireysel ve
koordine edilmemiş çeviri etkinlikleriydi.” (Gutas, 2003, s. 35)
[28] “Bizans
hâkimiyetinde Suriye ve Mısır’da Rumca, Sâsânî memleketlerinde Pehlevîce
tutulan umumî hesap defterlerine Divan derlerdi. İslâm fütuhatından
sonra da bu vaziyet epeyce bir zaman bu şekilde devam etti. Bu defterlerin
Arapçaya çevrilmesi, Emevî Halifesi Abd-ül-melik zamanında başlamıştır.”
(Barthold ve Köprülü, 2004, s. 125) Divanlar hakkında ayrıntılı bilgi
için bkz. a.g.e. s. 124-135.
[29] Ülken, 2011, s. 72.
[30] Köprülü, Bedevî Arap
saltanatını daha sonra şu ifadeler ile temellendiriyor: “Emevî halifelerinin
çoğu, şehirlerde oturmaktan ise çöl ortasında yaptırdıkları şatolarda hatta
bedevi çadırları arasında oturmayı tercih ediyorlardı ki çöl hasretinin bunda
büyü bir psikolojik amil olduğu söylenebilir.” (Barthold ve Köprülü, 2004, s.
140).
[31] Benzer bir şekilde
P. K. Hitti, Emeviler ile Abbasiler arasındaki en temel farkı şöyle açıklıyor:
“Sadece bir tek ve temel noktada onlarla aralarında bir ayrılık bulunmaktaydı:
Emevi Halîfeliği bir Arap imparatorluğu, Abbâsî’lerinki ise, daha çok
(Ümmet esasına dayalı) beynelmilel bir İslam İmparatorluğu’ydu. Bu
Abbâsî imparatorluğunda yapıcı rol oynayan diğer birçok ırk ve milletler
arasında “’Araplar”’, diğerlerinden farksız bir biçimde herhangi bir ırk
unsurunu teşkil ediyorlardı.” (Hitti, 1989, s. 444-445)
[32] Sıraladığımız
nedenler için Mustafa Demirci’nin Beytü’l-Hikme isimli çalışmasından
(1996) önemli ölçüde faydalandığımızı belirtelim.
[33] “Emeviler devrinin
Câhiliye çağına pek yakın olması, girişilen iç ve dış savaşlar, İslam
dünyasının toplumsal ve itisadi hayatında o sırada mevcut karışık şartlar,
hepsi birden bu pek erken İslamî devrede fikrî hayatın gelişmesine karşı birer
engel teşkil etmişlerdir.” (Hitti, 1989, s. 377)
[34] “Kâtiplerin
görevlerini yapabilmek için öğrenmeleri gereken konular muhasebe, tahriri,
mühendislik, süre kaydı gibi pratik meselelerle ilgiliydi. Bu temelde gelişen
ihtiyaçlar medeniyle matematik bilimleri - aritmetik, geometri, trigonometri ve
astronomi- ilk çeviri faaliyetlerinin ana ilgi odağı oldu.” (Gutas, 2003, s.
111)
[35] Barthold, Bağdat’ın
şehrinin kuruluşu üzerine şunları yazmıştır: “Halife Mansûr, VIII. asrın
60’ıncı yıllarında Dicle’nin garp sahilinde kendine yeni payitaht inşa ettirdi.
Evvelce burada bir Nasturî manastırı ve Bağdat isminde bir köy vardı ki yeni
şehre de bu tarihi isim verildi. Şehre, yeni müessisi tarafından verilmiş olan
yeni isim Medinet-üs-Selâm halk tarafından kabul edilmedi. Lâkin
halifeler, paralarının üzerinde bu ismi kullandılar (Paralar üzerinde Bağdat
ismi yalnız 1258’de Moğol istilasından sonra görülmektedir).” (Barthold ve
Köprülü, 2004, s. 55)
Diğer
yandan Hitti, 762 yılında temeli atılan Bağdat’ın yerinin seçiminde Halife
el-Mansûr’un gösterdiği hassasiyete dikkatimizi çekiyor. (Hitti, 1989, s. 449)
Bağdat’ın
Abbasiler döneminde başkent oluşu ve cazibe merkezi haline gelişi üzerine
renkli bir tasvir için bkz. Barthold ve Köprülü, 2004, s. 55-64; Hitti, 1989,
s. 464-471.
[36] Abbasiler döneminde
çeviri hareketinin tüm toplumsal kesimlerden aldığı destek hakkında ayrıntılı
bilgi için bkz. Gutas, 2003, s. 121-146.
[37] H. Z. Ülken (2011,
s. 64), Bağdat’ta 10. yüzyıla doğru bilimsel ve düşünsel alanda ortaya çıkan
verimli ortamı şöyle tasvir etmektedir. “İlk eserlerini Bağdat’ta vermeye
başlayarak oradan diğer memleketlere yayılan İslami fikir faaliyetlerinin nasıl
doğduğunu anlamak için; bu şehirde karşılaşan ve çarpışan muhtelif tesirleri
gözden geçirmek lazımdır. Filhakika, 10-11’inci asırlar içerisinde, Râzî,
Farabî ve İbn Sinâ’yı yetiştiren bu fikir canlılığı, ayrı ayrı menbalardan
gelen tesirlerin birbirleriyle karşılaşıp kaynaştığı sıralarda doğmuştur. İslam
medeniyetinin müspet ilimler ve felsefe sahasında kazandığı zenginlik,
araştırma ve bulma kudreti, tefekkür hürriyeti bunun sayesinde mümkün olmuştur.
Onun kuvveti, bu zıt tesirleri yoğurarak yeni bir terkip meydana çıkarmasında
idi.”
[38] Bağdat’ın başkent
yapılmasının önemi, Abbasi hanedanının kazandığı başarılar ve çeviri
hareketinin hayati açısından farklı tarihçiler tarafından vurgulanmakla
birlikte Dimitri Gutas’ın (2003, s. 30), atfettiği önem dikkat çekicidir:
“Başka türlü ifade edersek, Abbasi hanedanı iktidara gelmemiş ve Bağdat’ı
başkent yapmamış olsaydı, Şam’da Yunanca-Arapça çeviri hareketi diye bir şey
ortaya çıkmazdı.” Neuburger (1911, s. 146), Bağdat’ın en görkemli döneminde
nüfusunun iki milyona ulaştığını tahmin ediyor.
[39] El-Memûn döneminde
eski Yunan bilim ve kültürüne verilen önem İbni Haldun tarafından Mukaddime"de
(1977, s. 130), şu sözlerle ifade olunmaktadır: “Bize bilim ve kültürü ulaşan
sadece bir toplum olmuştur ki o da sadece Yunandır. Bu da [Abbasî
halifelerinden] halife Memun’un konuyu üzerine alıp, onların dilinden çeviri
yatırma girişiminde bulunması, çevirmenlerin çokluğu ve bu yolda çok para
harcanmasının da yardımıyla bu işi başarması sonucunda gerçekleşmiştir. [Eski]
Yunandan başka bir toplumun bilim ve kültür ürünlerine pek raslamıyoruz şimdi.”
[40] F. Sezgin (2010, s.
26), Halife el-Me’mun döneminde Yunanca eserlere olan ilgi üzerine şunları
yazmıştır: “Yunan bilimlerinin hayranı olan bu hükümdar, Yunanca eserleri
Bizanas’tan ve fethedilen diğer kültür merkezlerinden Bağdat’a getirtti. Henüz
çevirilmemiş eserleri Arapça’ya çevirtmekle kalmayıp, aynı zamanda birçok eski
çeviriyi de yeniletti.”
[41] Halife El-Me’mun
döneminden (813-833) başlamak üzere 9. yüzyılda astronomi, coğrafya,
kartografi, matematik meteoroloji gibi tıp dışındaki alanlarda çeviri ve özgün
bilimsel çalışmalar hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Sezgin, 2010, s. 26-37.
[42] Hunke (1983, s.
175), Halife El-Mansûr’un mide rahatsızlıklarının ve yirmi yıl sonra Harun Er-
Reşid’in şidettli baş ağrılarının Arap-İslam âleminde tıbbın gelişmesinde
önemli rol oynadığını belirtiyor. Dols (2013, s. 67), “Gundeşapur’daki sözde
meşhur tıp okuluyla hastaneye dair çok az kanıt”ın olduğuna dikkat çekiyor.
[43] Hekim Bahtîşu
ailesinin altı yedi nesil boyunca Bağdat’ta kaldığı, Abbasi hanedanına saray
hekimi olarak hizmet verdiği ve ülkede saygın bir yer edindiği biliniyor.
(Hitti, 1989, s. 475-476)
[44] Bu eserlerin
ayrıntılı bir listesi için bkz. Demirci, 1996, s. 107-110; Ülken, 2010, s.
115-123.
[45] “Hârûn’ur-Reşîd,
el-Me’mûn ve Bermekî’ler zamanında saray hekimi olan 88.800.000 dirhem’lik bir
hazine meydana getirdiği söylenen Nestûrî Cibnl’ubn Bahtîşû (öl. yak. 830)’nun
durumu göstermektedirki tıb mesleği gelir getiren bir meşgûliyet idi.” (Hitti,
1989, s. 557)
Arap-İslam
dünyasında halifelerin hekimi olarak çalışmanın ne denli zor bir görev olduğu
üzerine anlatılanlara kaynaklık eden çok güzel bir öykü (Kral Yunan ’ın
Veziri ile Hekim Ruyan ’ın Öyküsü) için bkz. Binbir Gece Masalları,
1992, I,61-76.
[46] “Ruhban okullarında
verilen tıp eğitimine ilişkin tarihsel kanıtların yetersizliğine rağmen İslam
öncesi ve İslamî dönemlerde İran’da nispeten daha çok sayıda Hıristiyan papaz
hekim ve saray hekimi olduğu anlaşılıyor. Bu saray hekimleri İslamî tıbbın
gelişmesinde önemli bir rol oynamıştı. Hıristiyan saray hekimleri Abbasi
halifelerinin birçok ihtiyacını karşılıyordu. Elbette bir hekim olarak
padişahın ailesi ve saray halkı için de faydalıydılar ve fevkalade yüksek
maaşlar alıyorlardı. Okumuş kimseler olarak statüleri her dönemde olduğu gibi
sarayın saygınlığını arttırmaktaydı ve bilimsel ilgi alanları muhtemelen erken
dönem Abbasi sarayındaki İslamî teolojinin rasyonalist eğilimine uygundu. Bu
hekimler aynı zamanda nüfusun önemli bir kısmını yönetmekte uygun araçlardı ve
Hıristiyan nüfus adına Müslüman rejimle arabuluculuk görevi üstleniyorlardı.”
(Dols, 2013, s. 67)
[47] D. Gutas’ın yerinde
bir ifadeyle vurguladığı üzere, eğitim amacıyla, anatomi bilgisinin
ilerletilmesi için teşrih yapılmasına İslam hukukunda resmi olarak
yasaklanmamış olduğu halde etik nedenlerle izin verilmemiş veya yapılmamıştır.
(Gutas, 2003, s. 118) Benzer bir durum Ortaçağ’da Hıristiyan âlemi için de söz
konusudur.
Diğer
yandan Hıristiyan bir hekim olan Yuhanna ibn Mâseveyh, anatomi çalışmaları için
insan cesedi bulunamaması üzerine Sudan’an (Nubye) getirilmiş maymunlar
üzerinde çalışmak zorunda kalmıştır. (Hitti, 1989, s. 556).
“Yuhanna
İbni Mâseveyh’in kullandığı maymun kadavraları insanoğluna en çok benzeyen bir
tür olup Halîfe mu’tasım’ın emri ile Nubye valisi tarafından Miladî 836 yılında
gönderilmiştir.” (Browne, 2012, s. 47)
[48] “Kaynaklar bu
kurumdan bahsederlerken, farklı ifadeler kullanmaktadırlar. Bazen ‘Hizânetu
’l-Kutup\ bazen “Hizânetü ’l-Hikme’ bazen de ‘Beytü ’l-Hikme’
olarak ifade etmektedirler.” (Demirci, 1996, s. 52)
[49] “İlk defa kimin
tarafından ve ne zaman kurulduğu tartışma konusudur. Kaynakların çoğunda Abbâsî
halifelerinden Me’mûn tarafından 830’da Bağdat’ta kurulduğu zikrediliyorsa da
bunun düşünce ve teşebbüs olarak Mansûr dönemine (754-775) kadar uzundığı
anlaşılmaktadır.” (TDV İA VI,88)
[50] Bu konuda dikkate
bir değer husus, Beytü ’l Hikme gibi önemli bir konuda Mustafa
Demirci’nin yüksek lisans tezi olarak yaptığı çalışmanın (1995) dışında Türkçe
başka kayda değer bir başvuru kaynağının bulunmamasıdır. Son yıllarda yapılan
ve İslam Dünyası’nda bilimsel gelişmeleri çeviri faaliyetleri çerçevesinde ele
alan, ulaşabildiğimiz, Türkçe çalışmaların önemli bir bölümü Demirci’nin bu
değerli çalışmasını refere etmekle birlikte, böyle bir merkezin varlığını
ispata yönelik bir katkı sağlamamaktadırlar.
[51] ‘Uyanış
Devirlerinde Tercümenin Rolü’ isimli önemli çalışmasında Hilmi Ziya Ülken’in Beytü’l
Hikme’ye birkaç cümleyle değinmesi dikkat çekicidir. (Ülken, 2011, s.
45;47;63)
Yine
aşağıda anılan birçok tarihçi ve araştırmacının Beytü ’l Hikme üzerine
yazdıkları, kanımızca konuya yeni bir katkı sağlamaktan uzaktır: Hitti (1989,
s. 478), Bayat (2003, s. 173), Adıvar (2000, s. 76), Aydınlı (2007, s. 12 vd.),
Çetinkaya (2007, s. 65-75), Şeşen (1979, s. 13), Suçin (2010, s. 8), Ulukütük
(2010, s. 259 vd.), Tural (2012, s. 450 vd.), Freely (2010, s. 81), Browne
(2012, s. 15), Avcı (2000, s. 8 - 10), Ronan (2003, s. 228), Kâhya ve Erdemir
(2010, s. 23), Porter (2007, s. 96); Nasr (2011, s. 69-70); Al-khalili (2013,
s. 123-139), Lyons, (2012, s. 77-124).
[52] Bu bölümde sadece
tıp alanında yetişmiş ünlü hekimler hakkında bilgi verilmesi amaçlanmış olmakla
birlikte, dönemin özgün koşullarının multidisipliner çalışmaya olanak
sağlaması nedeniyle farklı disiplinlerden gelip tıp veya hekimlik sanatı
üzerine söyleyecek sözü olanlardan kısaca bahsetmeyi uygun gördük. Ortaçağ batı
dünyasında Universal-Gelehrte (Evrensel Âlim) olarak tanımlanan bu
kimliği Ülken, İslam Dünyası için şu cümleleriyle çok güzel açıklamıştır:
“Filhakika tıbbi tetkiklerin kuvvetlenmesi yüzünden felsefe ile tıp yan yana
gidiyordu. Büyük tabiplerden birçoğu aynı zamanda feylesof olduğu gibi, büyük
feylesoflar da daima riyaziyatın yanında tıp tetkiklerine de yer ayırmışlardı.”
(Ülken, 2011, s. 64)
Kuşkusuz
İslam dünyasında yetişmiş hekimler, felsefeciler ve bilim adamları bizim
burada, çalışmamız bağlamında, andıklarımızla sınırlı değildi. Bu konuda
ayrıntılı bilgi için bkz. Nasr, 2011, s. 39-58; Bergdoldt, 1999, s. 133-142;
Sezgin, s. 2010, s. 15-260; Porter, 2007a, s. 93-104; Bayat, 2003, s. 183201;
Bayrakdar, 2000.
M. W.
Dols’un (2013) İslam toplumunda akıl hastalıklarını incelendiği kitabının,
İslam tıbbı bağlamında yapılmış referans çalışmalardan biri olduğunu
belirtelim. Farklı disiplinlerde yapılan çalışmaların Batı dünyası üzerindeki
etkileri bağlamında bkz. Bedevi, 2012.
[53] Bilindiği gibi Hz.
Muhammed’in 622 yılında Medine’ye gitmek üzere Mekke’yi terk etmesi (Hicret)
İslam Çağı’nın başlangıcı olarak kabul edilir.
[54] Bu noktada Hıristiyanlık
gibi moneteist bir din olan Müslümanlığın, daha önce İnciller bağlamında ele
aldığımız üzere, ayetler ve hadisler bağlamında bir tedavi yaklaşımı, Tıbbu
’n-Nevi (Peygamber’in Tıbbı), geliştirdiğini biliyoruz. Ancak
Hıristiyanlığın ilk yüzyıllarından başlamak üzere, İnciller ve İsa Mesih ile
ortaya çıkan benzeri yaklaşımın Hıristiyan halkların, özellikle bilimsel
düşünceye yönelmeleri önünde set oluşturmasına karşın İslamiyet’te yaklaşık
yüzyıllık bir süre sonra (750) çeviri hareketiyle, Emeviler döneminde başlayan
süreç, kanımızca dikkate bir karşıtlık oluşturmaktadır.
Tıbbu
’n-Nevi hakkında bkz. Nasr, 2011, s.
190-191; Rahman, 1997, s. 43-84; Dols, 2013, s. 312-331.
[55] İlk Arapça
çevirmenlerden biri olan bu Yahudi hekim, Basra’da mukim, Masardjaweih
(Masardjis)’dir. Masardjaweih yaptığı çeviriler dışında, kendi gözlemlerine
dayanarak şifalı bitkiler ve yiyecekler üzerine bir eser kaleme almıştır.
(Neuburger, 1911, s. 145)
[56] Dols, (2013, s. 217
dip not165), İslam Dünyası’nda “astroloji çoğu hekim için mesleklerinin,
bilhassa reçete edilen tedavinin seyri ve zamanlamasına ilişkin teorik
temeliydi.” tespitinde bulunmuştur.
[57] Aynı zamanda telif
eser sahibi çevirmenlerin listesi için bkz. Ülken, 2010, s. 123.
[58] H. Z. Ülken, Halife
El-Me’mun’un Bağdat’ta kurduğu çeviri merkezi Beyt’ül Hikme'nin başına
Mâseveyh’i getirdiğini, yaklaşık yirmi beş yıl sonra, Halife Mütevekkil
döneminde aynı göreve öğrencisi Huneyn’in getirildiğini belirtiyor. (Ülken,
2010, s. 47) Aynı konuda bkz. Demirci, 1996, s. 118-119.
[59] Neuburger (1911, s.
195), Oftamoloji alanında Arap-İslam dünyasındaki çalışmaların zenginliğine ve
göz sağlığı konusunda uzmanlaşmanın ulaştığı boyut üzerine dikkat çekiyor. Aynı
konuda E. Kâhya’nın , (1990, s. 365-375), makalesine bakılabilir.
[60] Huneyn b. İshak’ın
yaşamı hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. TDV İA XVIII,377-380.
[61] Huneyn b. İshak’ın
çeviri faaliyetlerinin ayrıntılı bir analizi için Tanrıverdi (2007)’ye
bakılabilir.
[62] Huneyn b. İshak’ın
yaptığı çevrilerin ayrıntılı listesi için bkz. Demirci, 1996, s. 107-110;
Ülken, 2010, s. 115-123.
[63] 855 ’yılında yazılan
eserin tam ismi, Risâletu Huneyn b. Ishâk ilâ ‘Ali b. Yahyâ fî zikri mâ
turcime min kütübi Câlînûs bi- ‘ilmihi ve ba ’di mâlemyutercem’dir.
[64] Risâletu Huneyn
üzerine ayrıntılı bilgi için bkz. Tanrıverdi, 2007.
[65] Bazı tarihçilere
göre anılan eser, Huneyn’in hocası, Mâseveyh tarafından yazılmış ancak
öğrencisine izâfe edilmiştir. (Hitti, 1989, s. 556) Kâhya bu eserin, Hirschberg
tarafından yapılan çalışmaların da teyid ettiği üzere, Huneyn ibn İshak’a ait
olduğunu ancak, Mesail fi’l A ’yn isimli çalışmanın Huneyn’e ait
olduğunun kesin olmadığını belirtiyor. (Kâhya, 1990, s. 366)
[66] Ebû Bekir
Er-Râzî’nin yaşamı ve eserleri hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. TDV İA
XXXIV,479-485; Hunke, 1983, 162-175; Hitti, 1989, s. 559-561; Kâhya ve Erdemir,
2000, s. 44; Browne, 2012, s. 54-62; Bayat, 2003, s. 185-186; Meyer-Steineg ve
Sudhoff, 2006, s. 104-105; Dols, 2013, s. 78-89; Porter, 2007, s. 97-99; İA IX,
s. 642-645; Neuburger, 1911, s. 168-175; s. 205-209; Karaman, 2002, s. 33-50;
Karaman, 2004a, s. 101-128; Karaman. 2004b, s. 17-32; Al-Râzi, 1936, s. 15-29;
Ullmann, 1978, s. 36-38; 43-44; 82-85.
[67] Böyle bir
değerlendirmeye örnek olarak Hunke’nin yazdıklarına bakılabilir. (Hunke, 1983,
s. 162) Yaşadığı coğrafyadan da benzer övgüler alan Er-Râzî için İbnü’n-Nedim,
“zamanının bir tanesi ve asrının yegânesi” yorumunda bulunmuştur: Aktaran,
Ocak, 1998, s. 44. Aynı konuda bkz. Ullmann, 1978, s. 44.
[68] Brockelmann’a atfen
Karaman bkz. Ebû Bekir Er-Râzî, 2008, s. 59. Er-Râzî’nin iki yüz civarında eser
kaleme aldığını belirten Neuburger (1911, s. 205-209), Kitâbu ’l-Hâvî
benzeri genel tıp kitapları yanında iç hastalıkları, beslenme ve farmakoloji,
cerrahî, doğum bilgisi ve göz hastalıkları gibi birçok ihtisas alanında yazdığı
eserlerin dökümünü yapıyor.
[69] “Râzî’nin kendi
hazırladığı eser listesi günümüze ulaşamasa da İbnü’n-Nedîm ona ait listeden
yaptığı nakille eser sayısını 167, İbn Ebû Usaybia 238, Bîrûnî 184, Mahmûd
Necmâbâdî 272 olarak tesbit etmiştir. Filozofun ölümünden iki yıl önce yazdığı
bir risâlede o güne kadar 200’e yakın eser kaleme aldığını belirtmiş olması
dikkate alınırsa Bîrûnî’nin listesinin daha güvenilir olduğu söylenebilir. Buna
göre tıp alanında elli altı, tabiat ilimlerinde otuz iki, mantıkta yedi,
matematik ve astronomide on, felsefe ve tıp alanındaki eserlerinin yorumu,
kısaltma ve özetlemeleri şeklinde yedi, metafizikte altı, ilâhiyatta on dört,
kimyada yirmi iki, küfriyatla ilgili iki, çeşitli konularda on kitap yazmış
olup bunlardan günümüze ulaşanların çoğu tıpla ilgilidir.” (TDV İA XXXIV,484)
Ebû Bekir Er-Râzî’nin eserlerinin sayısı üzerine ayrıntılı bir değerlendirme
için bkz. Karaman, 2004, s. 120-125.
[70] “ELHâvi’nin
ilk kitabı zihinsel patolojiyi ele alır ve bu kitabın dört bölümü ruhsal
bozuklukla, özellikle deliliğe ilişkin genel meseleyle ilgilidir. 3. bölüm
melankoliye, 4. bölüm insan fitratlarına, 9. ve 10. Bölümler letarji, frenitis
(diyafram iltihabı), katalepsi, delilik, likantropi, sayıklama, uykusuzluk ve
enflamasyon ile (iltihaplanma, yangı) ortaya çıkan ruhsal bozukluklara
ayrılmıştır.” (Dols, 2013, s. 74)
[71] Ebû Bekir
Er-Râzî’nin felsefesi ve yaşamı hakkında ayrıntılı bilgi için Karaman’ın kitap
ve makalelerine başvurulabilir: 2004b; 2002, s. 33-50; 2004a, s. 101-128.
[72] Pormann (2008, s.
16), çok iyi bir eğitimi ve parlak bir hekimlik kariyeri olan Er-Râzî’nin,
farklı uğraşı alanlarının da etkisiyle, çevresi tarafından mülhid olarak
tanımlandığını belirtiyor: “After receiving an excellent education, he quickly
emerged as one of the most innovative and influential clinicians during
the
Middle Ages. As many medical men of his day, he also took an acute interest in
philosophy, and challenged commonly held beliefs. His detractors labelled him
as ‘heretic (mulhid)’.”
Ullmann
(1978, s. 44) 923 yılında ölen Er-Râzî’nin önemli bir hekim olmanın yanı sıra
filozof ve simyacı kimliğine dikkat çekiyor: “Ar-Razî, who died in 923, was
just as important as a doctor as he was as philosopher and alchemist.”
811 “Galen’in çalışmalarına tamamen vâkıf olan Er-Râzî,
Galen’i kendine örnek alarak öğretilerinden fazlasıyla yararlandı. Kitâb
el-Hâvî’deki tıbbi konular genelde Galen’in çalışmalarından uzun
aktarımların ardından diğer pek çok yazardan kısa alıntılarla devam eder ve
sonunda Er-Râzî kendi yorumunu yapar.” (Dols, 2013, s. 74)
818 “[4] Men suffer from melancholy more frequently than
women. [5] Yet women who suffer from it have more repugnant fantasies and
greater anxieties. [6] Children do not get it, youths and young men rarely. [8]
On the other hand, elderly and old men especially get it, in particular the
old. [8] For melancholy is fairly typical of old age, since the olda re
naturally depressed, little inclined to merriment,
and moody. They suffer
from indigestion and a lot from flatulence. [9] These ar the symptoms of
melancholy. (On melancholy, F17)
[75] “[10] Winter is the
season in which melancholy is least likeyl to ocur, since the digestion is good
in winter. [11] Next comes summer, since it purges the stomach and dissolves
the superfluities. [12] If the summer does not purge the stomach, thet suffer
from an extremely severe irritation [hayağan] during it. [13] During
melancholy it is harmful to drink much thick and dark wine, or acrid wine; to
eat tough meat, especially that of camels and goats; to fill oneself with food
and drink; and to avoid physical exercise.” Bu bölümün Türkçe değerlendirilmesi
için bkz. Dols, 2013, s. 77.
[76] P. E. Pormann
hazırladığı On Melancholy derlemesine yazdığı ‘Giriş’te şu tespiti
yapıyor: “Abu Bakr Muhammed ibn Zakarıyü ar-Rüzî’s Comprehensive Book
contains the largest number of fragments from Rufus’ On Melancholy.” (On
melancholy, 2008, s. 15)
[77] Hevâ (Ar.),
heves, istek, arzu, meyil, sevgi, hoşlanma anlamlarına gelen bir kelimedir.
Hevâ terimi “nefsin akıl ve din tarafından yasaklanan kötü
arzulara karşı olan eğilimi yahut doğruluk, hak ve faziletten saparak haz ve
menfaatlere yönelen nefis” manasında kullanılmaktadır. (TDV İA XVII, s. 274)
Hançerlioğlu
(2000b, s. 153), hevâ’nın tutkunluk (ihtiras) anlamına geldiğini, Hevâ
vü Heves’i, gelip geçici tutkular, bedensel istekler olarak
tanımlamaktadır.
[78] Ruh Sağlığı,
s. 60.
[79] M. Z. Pakalın’ın
Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü’nde (C. III, s. 492) Tıbb ı Ruhanî
kavramını şöyle tanımlıyor: “Kalblerin kemal bulmasını, âfetlerini,
hastalıklarını, tedavilerini ve hıfz-ı sıhhat ve itidalini öğreten ilim yerine
kullanılır bir tâbirdir. Sofiyyeye göre cismanî tıp olduğu ve bununla bedenin
sihhat ve tedavisi temin edildiği gibi ruhanî tıpla da ruhun sihhati ve
tedavisi temin olunur. “
[80] Ruh Sağlığı,
2008. Karaman’ın da istifade ettiğini belirttiği Arberry’nin Arapça’dan yaptığı
İngilizce çeviri için bkz. Arberry, 1950.
Yine bu çeviri eserin okunması ve
anlaşılmasında Hüseyin Kahraman’ın Ebû Bekir Râzî’nin Ahlâk Felsefesi
(Karaman, 2004b) başlıklı çalışmasından çok yararlandığımızı belirtelim.
[81] Esas aldığımız
çeviride (Ruh Sağlığı, 2008) ilk beş bölümün konu başlıkları şöyle
sıralanıyor: 1. Aklın Üstünlüğü ve Övülmesi Hakkında; 2. Filozof Platon’un
Görüşlerinin Bir Özeti ile Hevanın Bastırılması ve Sınırlandırılması Hakkında;
3. Detaylarına Girmeden Önce Nefsin Anormal Durumları hakkında Bir Özet; 4.
İnsanın Kendi Hatalarını Bilmesi Hakkında; 5. Aşk, Ünsiyet ve Haz Hakkında Bir
Özet.
[82] Katolik Kilisesi
Din ve Ahlâk İlkeleri, 1865.
[83] “Biz güç, makam,
şöhret ve diğer dünyevî istekler için de aynı şeyleri söyleriz. Ulaştıktan
sonra kendisinden elde edilen mutluluk ve hazzın günden güne azalarak tamamen
yok olmadığı; ulaşan nazarında, ondan bir önce elde etmiş olduğu hal gibi
olmayan ve elde edene kendisi için daha önce söz konusu olmayan aşırı üzüntü,
endişe ve elem vermeyen hiçbir mertebe yoktur.” (Ruh Sağlığı, s. 131)
[84] Haz-Elem Öğretisi
için H. Karaman tarafından et-Tıbbu’r-rûhânî’nin çevirisine yazılan
Giriş’e bakılabilir. (Ruh Sağlığı, s. 27-29)
[85] İfrat (Ar.): Herhangi bir konuda çok ileri gitme, ölçüyü aşma, aşırı
davranma, taşkınlık, tefrit karşıtı. (TDK, Büyük Türkçe Sözlük)
[86] Tefrit
(Ar.): Herhangi bir konuda geride kalma,
yeterli ölçüde olmama durumu, ifrat karşıtı. (TDK, Büyük Türkçe
Sözlük)
[87] Ruh Sağlığı,
s. 105
[88] Ruh Sağlığı,
s. 106.
[89] “Çeviri hareketi
devam ettiği süre boyunca, felsefe ve diğer bütün bilimlerin hamisi olarak, hiç
kimse Müslüman Arap soylusu el-Kindî kadar önem kazanmadı. Kindî hakkında (...)
en başta söylememiz gereken onun bilimsel konularda çeviri yaptırdığı, bu konularda
kendisinin de bağımsız kitaplar yazmış olduğudur. İkincisi, Kindî tanrıbilim
gibi ideolojik konularda tartışırken bilimsel bir kesinlik elde etmek için
kendisini başta fizik ve metafizik olmak üzere Yunan felsefesinde eğitmişti.
Üçüncüsü, felsefeye duyduğu ilgiyi derinleştirmek için etrafına, bu metinler
hakkında konuşabilecek ve onları çevirebilecek kişilerden oluşan geniş bir
çevre toplamıştı. Dördüncü de, bu faaliyetlerin bir sonucu olarak, Kindî’nin
tüm bilginin birliği ve birbirleriyle bağlantılı olması, ayrıca bilginin
doğrulanabilir akılsal bir çizgide (more geometrico) araştırılması
konusunda çağının ötesinde bir bakış geliştirdiği kesin gibidir.” (Gutas, 2003,
s. 131)
[90] “[...] müzik
bilimsel bir disiplindir, bilhassa müziğin her yönüyle yakından ilgilenmiş
el-Kindî (ö. yak. 874) gibi İslam filozoflarının çalışma nesnesidir. El-Kindî
kadim ethos kavramını oldukça geliştirmiştir; lavtanın dört teli ve
ritmik biçimleri, kapsamlı bir şekilde Zodyak, dört unsur, dört sıvı, dört
mevsim, ruhun melekeleri, kişilik özellikleri, renkler, kokular ve günün farklı
zamanlarıyla ilişkilendirilmişti. İyileştirici yönünü dikkate alarak El-Kindî
müziği tamamen dört unsur teorisiyle bütünleştirmişti; bütün nota, melodi ve
ritimlerin mizaçlarla ilgili [humorat] bir değeri vardı.” (Dols, 2013,
s. 219)
[91] El-Kindî’nin yaşamı
ve eserleri hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. TDV İA XXVI, 41-59; Hitti, 1989,
s. 565-566. Yine Def’u’l-Ahzân (Üzüntüden Kurtulma Yolları)’ın (2012)
çevirisini yapan Mustafa Çağncı’nın kaleme aldığı ‘Müellif Hakkında’ başlıklı
bölüme (s. 16-17) ve D. Gutas’ın, Yunanca Düşünce Arapça Kültür (2003),
başlıklı çalışmasına bakılabilir.
[92] Çağncı’nın Def’u
’l-Ahzân etkisinde kaleme alınan eserler başlığı altında saydığı yazar ve
eserleri şunlardır: 1. Râzî: et-Tıbbu ’r-ruhânî; 2. Belhî: Mesâlihu
’l-ebdân ve ’l-enfüs; 3. İbn Sina: Risâle fi’l-Huzn; 4. İbn
Miskeveyh: Tezîbü’l-ahlâk; 5. İbn Hazm: el-Ahlâk ve’s-siyer; 6.
Râgıb el-Isfahânî: ez-Zerîa; 7. Gazzâlî’nin eserleri; 8. Tûsi: Ahlâk-ı
Nâsırî; 9. Kınalızâde: Ahlâk-ı Alâî; 10. Muhyî-i Gülşenî: Ahlâk-ı
Kirâm.
[93] Bu konuda M.
Çağncı’nın Def’u ’l-Ahzân’nın çevirine yazdığı ‘Giriş’e (s. 28-41)
bakılabilir.
[94] Üzüntüden Kurtulma
Yolları, 2012, s. 31. (Eseri çeviren M. Çağrıcı tarafından hazırlanan
ayrıntılı giriş bölümünden alınmıştır)
[95] M. Çağrıcı Def’u’l-Ahzân’nın
içeriği itibariyle, Râzî: et-Tıbbu’r-ruhânî’ne isim babalığı yaptığını
belirterek eser hakkında şu bilgiyi veriyor: “Kindî özellikle bir tabip ahlâkçı
olmasından dolayı Def’u ’l- Ahzân’ da ahlâkı bir ‘”ruhânî tıp”’ olarak
ele almış ve her ne kadar daha sonra Ebû bekir er-Râzî’nin, kendi ahlâk
kitabına ad olarak vereceği bu deyim Kindî tarafından kulanılmamışsa da, Def’u
’l-Ahzân, daha adından anlaşılacağı üzere, kontrolsüz öfke ve şehvet gibi
temel duygu ve ihtirasların baskısıyla ortaya çıkan taleplerin, mutsuzluk
ifadeleri olan üzüntü, kaygı ve ölüm korkusu gibi patolojik tezâzürlerin,
nevrotik hastalıklar ortaya çıkarması yanında, insanın ahlakî yetkinliğine de
engel olacağı düşüncesini işlemiştir.” (Üzüntüden Kurtulma Yolları,
2012, s. 17)
[96] İbn Sina’ya
yaşadığı dönemde ve sonraki çağlarda atfedilen ünvanlar değeri hakkında fikir
vermeye yeter. Batı’da Avicenna olarak tanınan ve ‘filozofların prensi’ olarak
nitelenen Sina, Ortaçağ’da ‘eş- şeyhü’r-reis\ 'hüccetü'l-hak', ‘şerefü’l-mülk\
‘ed-düstûr' gibi ünvanların yanı sıra, Aristoteles’den sonra gelen,
‘ikinci öğretmen’ anlamında ‘el-Muallimu’s-Sâm’ olarak onurlandırılmıştır.
(TDV İA XX,319; Browne, 2012, s. 66)
[97] İbn Sina’nın yaşamı
ve eserleri üzerine ayrıntılı bilgi için bkz. TDV İA XX;319-358; Goichon, 2000,
s. 11-14; 29-35; Browne, 2012, s. 66-72; Bergdolt, 1999, s. 140-142; Afnan,
1958, s. 30-45; Kâhya ve Erdemir, 2000, s. 46-57; Dols, 2013, s. 104-140; İlk
baskısı 1937’de yapılan, Büyük Filozof ve Tıb Üstadı İbni Sina-Şahsiyeti ve
Eserleri Hakkında Tetkikler ’e (2009) bakılabilir.
[98] Bu noktada
literatürde sıkça yer verilen bir mukayeseye kısaca değinme ihtiyacı duyuyoruz.
Kanımızca İslam Dünyası’nın yetiştirdiği en büyük isim olmakla birlikte, asıl
ününün felsefe, ahlak ve metafizik alanında yaptığı çalışmalardan
kaynaklandığına inandığımız İbn Sina’nın tıp ve hekimlik sanatı alnındaki
yetkinliğinin, Ebû Bekir Râzî’nin önüne geçtiği yolundaki yorumlara
katılmadığımızı belirtelim. El-hâvî'nin El-Kânûn Fi’t-Tıbb ile
kıyaslanarak böyle bir sonuca ulaşmanın mümkün olmadığına inanıyoruz. Felsefe
ve metafizik konularında yetkin bir filozof olarak ismi Aristoteles ile
anılmayı kesinlikle hak eden İbn Sina’nın, bu bağlamda, tıp alnında bilimsel
yeterlilik ve birikim olarak Hippokrates ve Galenos’un önünde yer alabileceği
iddialarını da, anlamsız bulduğumuzu belirtelim. Diğer yandan ülkemizde Ebû
Bekir Râzî’den yaptığı çeviriler ve araştırmalarla tanınan Hüseyin Karaman’ın
Râzî üzerine yaptığı yoruma bütünüyle katlıyoruz: “İslam dünyasında, özellikle
de ülkemizde, fikirleri hakkındaki peşin hükümlerden dolayı, araştırmalara pek
konu olmamıştır.” (Karaman, 2004b, s. 9) Bu haklı yargının somut örneği Ebû
Bekir Râzî felsefesi ama özellikle tıp alnındaki çalışmaları, hekimliği üzerine
yapılan Türkçe çeviri veya telif çalışmaların yetersizliğidir.
[99] İbn Sina’nın
eserlerinin sayısı konusunda farklı rakamlar telafuz edilmekte ve sayı kırk beş
ile yüz altmış arasında değişmektedir. Biz bu nedenle sayı zikretmeyi uygun
bulmadık. Ancak tıp alanında irili ufaklı verdiği eser saysının kırk civarında
olduğu anlaşılmaktadır. Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. Büyük Filozof ve
Tıb Üstadı İbni Sina-Şahsiyeti ve Eserleri Hakkında Tetkikler içinde Osman
Ergin’in ‘İbni Sina Bibliyografyası (727-820); el-Kânûn fi’t-tıbb ’ı
(1995) çeviren Esin Kâhya’nın yazdığı ‘Giriş’ (XIX-XLIII); Browne, 2012, s.
68-69; Goichon, 2000, s. 31.
[100] El-Kânûn Fi’t-Tıbb
’ın beş kitabının içerikleri genel olarak şöyledir: 1. kitap: anatomi,
genel patoloji ve koruyucu hekimlik, 2. kitap: ilâç bilgisi ve terkipler, 3.
kitap: tüm organları etkileyebilecek hastalıklar, 4. kitap: teşhis ve tedavi
bilgisi, 5. kitap: ilâçlar ve uygulamaları.
Maalesef El-Kânûn
Fi’t-Tıbb ’ın ilk iki cildinin (kitabının) Esin Kâhya tarafından yapılan
çevirisi (İbn-i Sînâ, 1995; 2000) dışında tamamı Türkçe olarak mevcut değildir.
El-Kânûn Fi’t-Tıbb’ın 1593 tarihli Arapça edisyonuna, http://ddc.aub.edu.lb/projects/saab/avicenna/english.html (Erişim Tarihi: 02 Eylül 2012); adresinden ulaşılabilir.
Yine 1. kitabın İngilizce çevirisi için bkz. İbn Sina, 1973.
[101] Kânûn’un
Latince’ye çevirisi Cremonalı Gerhard tarafından yapılmış ve eser ilk kez 1473
yılında Milano’da basılmıştır. Takip eden baskıları 1476’da Padua’da, 1482
yılında Venedik’te yapılmıştır. El- Kânûn Fi’t-Tıbb’ın alanındaki
otorite konumu ve Batı dünyasındaki etkileri yüzyıllar boyunca sürecektir.
Bergdolt, Kânûn’un Jena Üniversitesi’nde (Almanya) 18. yüzyılda halen
okutulmakta olduğuna dikkat çekiyor. (Bergdolt, 1999, s. 140; Dols, 2013, s.
104)
[102] Kitâb
fi’l-mâhîhulyâ’ nın ayrıntılı bir değerlendirmesi için bkz. Ullmann, 1978,
s. 72 vd.
[103] Bizim burada
faydaladığımız metin (Melankolinin Teşhis ve Tedavisi) A. Sait Aykut
tarafından
yapılmış çeviridir. (İbn Sina, 2007, s. 24-37) Aykut
tarafından Arapça’dan Türkçe’ye yapılan çevirinin, yaptığımız araştırma bizi yanıltmıyorsa,
bu kapsamdaki ilk Türkçe çeviri olduğunu söyleyebiliriz. Bu bölümde Aykut’un
çevirisinin yanında faydalandığımız, bütünlük arz etmeyen ancak İbn Sina’nın
söz konusu metnine atıf ve alıntılarla yaklaşan, Almanca ve İngilizce metinleri
de anmak istiyoruz: Klibansky vb. 1992, s. 151-155; Jackson, 1986, s. 62-64;
Radden (Ed.), 2000, 75-78; Leibbrand-Wettley, 2005, s. 151-156. Yine Michael W.
Dols’un dilimize yeni çevrilen (2013) ‘Mecnun - Ortaçağ İslam Toplumunda
Deli’ başlıklı önemli çalışmasının İbn Sina’ya ayrılan bölümüne (s. 104-140) bakılabilir. Dols, bu
bölümde
melankoli başta olmak üzere, kara safra kaynaklı akıl hastalıklarının
patolojisini, belirtilerini ve tedavi yöntemlerini ayrıntılı biçimde ele
almıştır.
[104] Mizaç (Ar.): Karışım,
terkip
[105] “Melankoliye sebep
olan kara safra ya da doğal kara safra, ya da yoğunlaşarak yahut çoğunlukla
yanarak kara safraya dönüşen mukus (phlegm) olabilir fakat mukusun kara
safraya dönüşmesi nadiren görülür. Kan ciddi bir yanma olmaksızın pişerek veya
yoğunlaşarak değişir. Sarı safra ise şu şekilde oluşur; şiddetli yanma sarı
safraya ulaştığında maniye yol açar ve bu durum melankoliyle sınırlı değildir.
İbn Sina melankolinin farklı belirtilerini doğrudan birer birer vücuttaki dört
sıvıyla ilişkilendirmiştir.” (Dols, 2013, s. 112-113)
[106] “ ‘Mani ve kuduz (da
’ al-kalab) üzerine’ isimli bölümde İbn Sina maninin vahşi delilik (el-cünun
es- sabuî), kuduzunsa bir tür mani olduğunu belirtir. Maninin sebebi
beyindeki yanmış kara veya sarı safradır. Vücuttaki yanmış kara safra
fazlalığının belirtileri uzun süre devam eden delilik ve yırtıcılıkla birlikte
toplumdan kopuş ve sessizliktir. Hasta canlanıp konuşursa mantıklı davranabilir
fakat hastalığın nüksetmesini engelleyemez. Bu tür bir deli, melankolikten daha
zayıftı; benzi daha kara, rüyaları daha kötüydü. Yanmış sarı safranın
belirtileri daha hızlı seyreden başlangıç evresiyle gerileme evresidir; hastada
daha fazla gerginlik, asabiyet ve akli dengesizlik görülür ve bu tür bir deli
bir önceki deli tipi gibi kötücül düşüncelerini hatırlamaz. Melankolinin
manininkine benzer bir vücut sıvıları etiyolojisi [humoral
aetiology] olduğu için maniyle yakından ilgilidir ve genellikle
yırtıcı delilikle birlikte ortaya çıkar; lâkin melankoli içe kapanış ve marazi
davranışla tanımlanır ve bu hastalıkta ciddi bir akli dengesizlik görülmez. Öte
yandan maniden muzdarip kişi akli açıdan oldukça dengesiz ve hayli gergindir [agitated].
Hastanın görüntüsü gerçekten de vahşi bir hayvanın görüntüsünü andırır.
Genelde maniyle birlikte ateş görülmez ve bireyin ilgili vücut sıvısının
yapısına (humoral teori) bağlı olarak çoğunlukla sonbaharda, bazen de
ilkbaharda ve yazın ortaya çıkar.” (Dols, 2013, s. 111)
911
Dols, (2013, s. 114-115) Kânûn’dan hareketle
başlangıçta ortaya çıkan ve ağırlaşarak devam eden hastalık belirtilerini şöyle
sıralar: “Melankoli başlangıcının belirtileri İbn Sina’ya göre kötücül
düşünceler, yersiz korku, çabuk öfkelenme, yalnız kalma arzusu, titreme, baş
dönmesi ve özellikle hipokondride hastalık hâlidir. Korkular genellikle yersizdir
ve bazıları tamamen vevesedir (delusions). Bazı melankolikler göklerin
yeryüzüne düşeceğinden, bazıları da yerin onları yutmasından korkar. Kimileri
cinden, kimileri de devletten korkar. Bu vesveselerin bazılarının önemsiz
sebepleri olabilir fakat diğer vakalarda melankolik kişi var olmayan şeyler
görür.”
[108] Bu paragrafın Martin
Eisner (1999) tarafından, kaynakta belirtilmemiş olmakla birlikte büyük
olasılıkla Latince’den İngilizce’ye yapılmış çevirisini karşılaştırma
yapılabilmesi düşüncesiyle veriyoruz: “We say above that the black bile makes
the disease of melancholy. When black bile is mixed with blood, there is
happiness and laughter, and strong sadness does not share in it. If however it
is mixed in with phlegm, there is laziness, intertia, and rest. And if it is
mixed with or from yellow bile, there are agitation, lesions, some demonic
influences, and similar manias. And if it were pure black bile, then there
would be a great deal of deliberating, and a reduction of agitation or frenzy;
unless it was stirred and upset, or unless there were emnities which could not
be forgetten.” [Radden, (Ed.) 2000, s. 78]
Yine aynı
metinin, bu kez Dols’un (Kânûn, ii. 68) çevirisiyle veriyoruz: “Kara
safra melankolinin etken maddesidir. Kana karışırsa melankoli derin bir üzüntü
olmaksızın mutluluk ve kahkahayla birlikte ortaya çıkar. Mukusa karışırsa
melankoli, tembellik, hareketsizlik ve mani gibi deliliğe yaklaşmayla
ilişkilendirilir. Yalnızca saf kara safrada ise hasta derin düşüncelere dalar
ve herhangi bir tartışmaya karışmadığı ve kışkırtılmadığı sürece daha az
tedirgin olur veya unutmayacağı bir nefret besler” (Dols, 2013, s. 115)
[109] Klibansky, Panovsky
ve Saxl’da (1992), yukarıda ifade olunanlara paralel biçimde, melankoli
hastalığının İbn Sina’ya atfen, dört beden sıvısından da (kara safra, kan, sarı
safra ve balgam) kaynaklanabileceği hususu şöyle açıklanıyor: “Ali ibn Abbâs
(un selbstverstândlich auch Constantinus) lâht die unnatürliche Melancholie
sowohl aus verbrannter roter Galle als auch aus verbranter schwarzer Galle
entstehen und fügt spâter sogar noch eine dritte Form, aus »verbranntem Blut«,
»ex sanguine adusto«, hinzu, so dahder Unterschied zwischen den mehr
depressiven, den mehr euphorischen und mehr manischen Erscheinungen genetisch
begründet erscheinen. Es fehlte lediglich die logisch geforderte Ergânzung
durch eine vierte, aus >Adustion< des Phlegmas entstandene Form, deren
Möglichkeit die âltere salernitanische Schule freilich ausdrücklich geleugnet
hatte. Der systematische Geist Avicennas griff ein von den genannten Autoren
nicht akzeptiertes oder nicht gekanntes Einteilungsprinzip auf, das die
Melancholie vollstândig in das System der vier Sâfte einbaute. (...) Von nun an
gab es also eine melancholische Erkrankung auf sanguinischer, cholerischer,
phlegmatischer und »natürlich- melancholischer« Basis, wobei man letztere
gleichsam als >melancholie im Quadrat< bezeichnen könnten. (Klibansky
vb., 1992, s. 151-153)
[110] Kuşkusuz İbn
SinaTıbbı’nın farkı saydıklarımızla sınırlı değildir. Hippokrates’in epilepsi
hastalığının kaynağını tanımlamak için Corpus'ia getirdiği anlayış
farkının, İbni Sina özelinde kayda değer bir örneğini buraya alıyoruz: “Bazı
tabipler melankolinin cinlerden kaynaklandığını iddia ediyor. Biz tıp tahsili
gördüğümüz için bunun cinlerden neşet edip etmediğine bakmayız! Varsayılan
cinlerden neşet etsin; bu durumda da mizaç, “sevdâvî” bir karaktere dönüşmekte
ve en yakın ilmî sebep olarak bedendeki sevdavî karakter karşımıza çıkmaktadır.
O halde bu karakteri doğuran uzak sebep, cin olsa ne fark eder, olmasa ne fark
eder.” (Melankolinin Teşhis ve Tedavisi, s. 26)
915
Esas
aldığımız çeviride, çevirmenin insiyatifi ile çevrilmiş ‘takıntılı aşk’ ve
‘inziva melankolisi’ üzerine bölümler için bkz. İbn Sina, 2007, s. 31-34. Kânûn"
da ‘Aşk ve Melankoli’ üzerine daha kısa bir çeviri için bkz. Browne, 2012,
s. 92-93.
[112] “Arap-İslam
kültüründe bilimlerin hemen hemen bütün alanlarda yaratıcı ilerlemeler
gösterdiği 12. yüzyılda, daha 10. yüzyılda başlayan Arap eserlerinin ve
Arapçaya uyarlanmış eserlerin Arapça’dan Latince’ye ve İbranice’ye çevrilme
süreci zirve noktasına ulaşmıştı” (Sezgin, 2010, s. 196)
[113] Sezgin’in Arap-İslam
bilimlerinin, özellikle tıp alanındaki birikimin, batıya taşınmasıyla ilgili
olarak görüşlerini şekilendirirken, kendisinin de belirttiği üzere, önemli
ölçüde Alman hekim-tarihçi Heinrich Schipperges’in çalışmalarından faydalandığı
anlaşılıyor.
[114] Burada bahis konusu
olan tartışmanın özü, Antikçağ’da Empedokles’in temel elementler öğretisiyle
başlayan ve Galenos’un beden sıvılarınca belirlenen ‘Mizaçlar Öğretisi’ne
uzanan sürecin Ortaçağ hekimleri ve düşünürleri tarafından kaçıncı yüzyılda
itibaren, hangi kaynaklardan okunduğu üzerinde yoğunlaşmaktadır. Diğer bir
ifadeyle sorun, ‘humoral patoloji’ üzerine Antikçağ’da kaleme alınmış kaynak
metinlerin Ortaçağ’da yeniden keşfedilmesine Arap bilim adamlarının aracılık
yapıp yapmadıklarıdır. Bu tartışmanın, sadece beden sıvıları öğretisini
Ortaçağ’daki resepsiyonunu kapsadığını, bu bağlamda yukarıda Arap-İslam dünyası
üzerine anlatılanlar ile bir çelişki oluşturmadığını anımsatarak konu ile
ilgili olarak Klibansky, Panofsky ve Saxl’dan yaptığımız alıntıya yer vermek
istiyoruz: “Wie wir jetzt mit einiger Bestimmtheit sagen können, ist der
Grundgedanke des Systems nicht durch arabische Ârzte tradiert worden. Denn die
Araber, soweit sie für seine Übermittelung an die frühe und spâtere Schule von
Salerno in Frage kamen, waren im allgemeinen so orthodoxe Anhânger der
Galenischen Krasen-Lehre, dab sie das Grundprinzip der humoralen
Temperamentenlehre, nâmlich die Vorstellung, dab das Vorwalten des einen oder
anderen Grundsaftes die charakteristischen Eigenschaften der unterschiedlichen
Menschentypen bestimme, nicht aufnehmen oder gar weiterbilden konnten. Hunain
ibn Ishâq, Ali ibn Abbâs und Avicenna, sie alle folgen der Lehre Galens, die
natürlich auch für Constantinus Africanus in vollem Umfang verbindlich ist.
(...)
Der
eigentliche Grundgedanke der humoralen Temperamentenlehre konnte also dem
Mittelalter nicht durch die Araber vermittelt werden, sondern wurde unmittelbar
aus jenem spâtantiken Schrifttum übenommen, das sich, wie wir sahen, von
vornherein in lateinischem gewand prâsentiert hatte und schon im 6. bis 7.
Jahrhundert in das allgemeine Bildungsgut des nordwestlichen Europa
übergegangen war.” (Klibansky vb., 1992, s. 167-168; 171)
[115] Salerno Tıp
Okulu’nun, tıp eğitiminde uzmanlaşmış en eski okul olduğu kabul edilmekle
birlikte, Kilise (Benedikten Monte Casino Manastırı) hamiliğinde mi, yoksa
bütünüyle laik kesimlerce ihya edilmiş bir merkez olduğu konusundaki
tartışmalar için bkz. s. 232-237
[116] Rötzer Salerno tıp
okulunun geçirdiği aşamaları üç temel döneme ayırıyor: Erken Dönem (995-1087),
Yüksek Dönem (1087-1175) ve Geç Dönem (1175-1250). (Rötzer, 2006, s. 3-4)
[117] Yukarıda kısaca
Salerno Tıp Okulu’nu tanımlarken verdiğimiz iki görüşün (K. Sudhoff ve F.
Sezgin) alanında söz sahibi olan ve bu konuda farklı kutuplarda yer alan bilim
adamlarını temsil ettiğini ve Sezgin’in görüşlerini büyük ölçüde Arap-İslam
tıbbı alanında uzman olan Alman Tıp tarihi uzmanı hekim H. Schipperges’e
dayandırdığını belirtelim.
[118] Batı dünyasında
Constantinus Africanus yaşamı, eserleri ve çevirileri üzerinde çok sayıda
çalışma mevcuttur. Bu alanda en yetkin isimlerden birisi Karl Sudhoffa olup biz
çalışmamızda Meyer-Steineg ve Sudhoff (2006)’nın 'Konstantin von Afrika’
başlıklı bölümünden (125-139); yine Hettinger (1990) ve Veit’in (2003)
makalelerinden önemli ölçüde faydalandığımızı belirtelim.
[119] “Anlaşılan o ki
Constantinus Kartacalıdır ve - ölümünden yaklaşık elli yıl sonraki Batılı bir
kaynağın bildirdiğine göre- Irak ve diğer ülkelerde yürüttüğü çok yönlü
bilimsel çalışmalar sonrasında Salerno’ya gitmiştir. Constantinus düzinelerce
Arapça tıp kitabını beraberinde getirmiştir veya arkasından gelmesini temin
etmiştir. “ (Sezgin, 2010, s. 137)
[120] Kaçış olarak
tanımlanabilecek bir ayrılış bilinmekle birlikte nedenleri hakkında tam olarak
bilgi sahibi değiliz. (Veit, 2003, s. 132)
[121] Benedikten
Tarikatı’nın kurucusu Aziz Benedictus tarafından 529 yılında ihya edilen Monte
Cassino Manastırı yüzyıllar boyunca Hıristiyan dünyasının en önemli ibadet ve
kültür merkezlerinden biri olmuştur.
[122] Constantinus
Africanus’un din değiştirmiş bir Müslüman Arap veya Sarazen olup olmadığı
tartışmalarından çok yaptığı çalışmaların incelenmesinin daha önemli olduğuna
inanıyoruz. Ancak Africanus üzerine yapılan tüm araştırmalarda bu konun
tartışıldığını da belirtmekte yarar görüyoruz.
[123] Almanca Plagiator
(plagiariser, İng.), Latince plagiarius (insan hırsızı; Menschenrauber,
Alm.) kelimesinden türetilmiş olup, başkasına ait sanatsal-bilimsel bir eseri
çalarak kendisine aitmiş gibi yayan kişi (hırsız) olarak tanımlanabilir: “Das
unrechtmâbige Nachahmen u. Veröffentlichen eines von einem anderen geschaffenen
künstlerischen od. wissenschaftlichen Werkes, Diebstahl geistigen Eigentums.” (Duden,
Das Fremdwörterbuch, 1982) Benzer bir tanım için bkz. Die Etymologiae,
X, 220.
[124] Tanım Fuat Sezgin’e
aittir.
[125] İslam Tıbbı üzerine
yaptığı araştırmalarla tanınan ve Fuat Sezgin tarafından çalışmaları sıkça
refere edilen Heinrich Schipperges’in Constantinus’un ‘aşırmacı’ olarak
tanımlanması konusundaki görüşleri farklıdır. Ayrıntılı bilgi için bkz. Sezgin,
2010, s. 140 vd.
[126] Sezgin’in haklı
biçimde, Constantinus Africanus’un özellikle el-Mecusi’nin eserinin aşırılması
konusunda, tarafsız kalamadığını söylediği Karl Sudhoff, anılan eserin gerçek
yazarının her ne kadar Africanus tarafından gizli-saklı bırakılsa ve bu durum
Stephanus’un çevirisiyle ortaya çıksa da, böyle değerli bir yapıtın Batı
dünyasına kazandırılması dolayısıyla aşırılmanın, çok da önemsenmemesi
gerektiğini savunur: “Sein wichtiges Werk ist die zum Teil recht freie
lateinische Bearbeitung des “Liber regalis” des Alî Ibn Al-Abbâs in seinen 10
theoretischen und 10 praktischen Büchern, das er recht glücklich als “die ganze
Kunst”, Pantegni (Havreyvn) in Theorica und Practica bezeichnete. Den
Namen des Verfassers hat er allerdings verschweigen, was ihm schon 40 Jahre
nach seinem Tod Stephanus von Antiochia in seiner wortgetreuen Übersetzung des
gleichen Buches mit Recht zum Vorwurf gemacht hat, von seinem verdienst aber,
eines der besten arabischen Handbücher der Gesamtmedizin dem Abendland bekannt
gemacht zu haben, nichts wegnimmt.” (Meyer-Steineg ve Sudhoff, 2006, s. 126)
Yine
Arap-İslam dünyası üzerine uzman bir isim olan Manfred Ullmann, Constantinus
Africanus’un çevirilerinde eserlerin gerçek yazarlarını belirtmediğine dikkat
çekiyor ve örnekler veriyor: “Constantinus translated into Latin the most
important of the Arabic medical Works which had appeared up to the middle of
eleventh century. They were then for the most part circulated under his own
name, as if he, not an arab, was the autor. The Liber Constantini de
melancholia is none other than the Maqala fîl- Mâlankhûliyâ of
Is’haq ibn-Imran, the Liber de oblivione is the Risala fin-Nisyan
wa-ilâji-hı of Ibn-al- Jazzar. Constantinus also translated under the title
Viaticun peregrinantis another work by Ibn-al-Jazzar, the Kitab Zad
al-musafir, a sketch af general medicine. The Kitab al-Malakı of al-Majusı
became the Liber Pantegni.” (Ullmann, 1978, s. 53)
Benedikten
Tarikatı üzerine çalışmalar yapmış, İslam ve Ortaçağ Tıbbı uzmanı olan Heinrich
Schipperges, Africanus’un, Arap-İslam dünyasından yaptığı bazı çevirileri kendi
ismiyle yayınlamasının önemli bir tenkit konusu olmakla birlikte onun yaptığı
hizmetlerin unutularak sadece bir bilim hırsızı, ‘aşırmacı’, olarak
suçlanmasına katılmadığını belirtiyor. Salerno Tıp Okulu ve Constantinus
Africanus’un çevirilerinin bu bağlamda bir değerlendirmesi için bkz.
Schipperges, 1964b, s. 17-27.
[127] F59; F62; F63; F65, On
melancholy.
[128] Constantinus
Africanus’un adını verdiği De melancholie isimli çeviride melankoli
tipleri, belirtileri ve tedavisi üzerine bir değerlendirme için bkz.
Schipperges, 1993, s. 121-130; 1999b, s. 52-76.
[129] Bunlardan bazıları
şunlardır: Avrupa tıbbının üstadı (Magister Occidentis); doğunun ve
batının yeni ortaya çıkan Hipokratı (magister orientis et occidentis
novusque effulgens Hippocrates) (Sezgin, 2010, s. 138-139, Meyer-Steineg ve
Sudhoff, 2006, s. 125).
934
“Die
Melancholie ist doppelter Natur: Sie ist als Affektion der Seele zugleich ein
Körpersaft. Ihr Name beschwört Weltschmerz herauf, einen Rauch, der die
Gedanken und das Gesicht verdüstert, einen über die Welt geworfenen Schleier,
eine grundlose Traurigkeit. Doch bezeichnet dieser name auch eine physische
Wesenheit, eine sichtbare Materie, einen empfındlichen Stoff, eine mit
spezifischen Eigenschaften ausgestattete Flüssigkeit von schwarzer Farbe, mannigfacher
Zusammensetzung und schadlicher Wirkung, wenn sie adusta, das heibt
verbrannt ist: die schwarze Galle, die von der Milz abgesondert wird.” (Clair,
2005, s. 82)
[131] Aristoteles Problemata
XXX’da (s. 116) “Hastalıktan değil doğal karışımdan dolayı bu hale girince
Sibylla’lar, Bakis’ler ve bütün meczupların durumu da bundan. Syrakousaili
Marakos sapıtınca daha da iyi şair olurmuş.” ifadesiyle karışımın niteliğine
dikkatimizi çeker. Nettesheimli Agrippa da, Aristoteles’e atfen, benzer biçimde
melankoliklerin üstün görü yeteneklerini ve şairlik sanatındaki ustalıklarını
takdirle karşıladığını belirtir. Ancak, bu yeteneklerin kaynağının kötü ve
tiksinti verici kara safra (schwarze Galle) değil, melankolik
nem/rutubet (die melancholische Feuchtigkeit) olduğunu belirtir. Agrippa
melankolik nem/rutubet kavramından, doğal ve beyaz safrayı anlamamız
gerektiğini belirtir. Bu sıvının Satürn’ün etkisiyle tutuşması halinde
yanacağını ve böylece çoşkunun ortaya çıkacağını; Satürn’ün, melankolik
nem/rutubet gibi, kuru ve soğuk doğalı olması nedeniyle melankoliklerin
çoşkusunu ayakta tuttuğunu ve arttırdığını belirtir. (Die Magischen Werke,
s. 141-142) Nettesheim’li Agrippa’nın De Occulta Philosophia da
Aristoteles’in Problemata A'AA"ü üzerine analizi için bkz. (I, LX,
141-145)
[132] Esas alınan çeviri
eski (1981) Kitabı Mukaddes çevirisi olup, yeni çeviride (Kutsal Kitap-2003),
‘hüzün’ kelimesi metindeki anlamını kanımızca pek karşılamayan bir biçimde
‘acı’ olarak çevrilmiştir. Aynı kavramın Almanca çevrilerde Traurigkeit,
İngilizce çevirilerde ise sorrow ile karşılandığını belirtelim.
[133] Bu çerçevede Jüpiter,
(kan) karaciğer, Mars sarı safra, Ay (balgam) akciğer, Merkür beyin, Güneş
kalp, Venüs mide ve Satürn (kara safra) dalak ile ilişkilendirilmektedir.
(Klibansky ve vb., 1992, s. 206, dip not 9)
[134] Roma mitolojisinde
gezegen-tanrı Satürn hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Biedermann, 1989, s.
374375; Hançerlioğlu, (2000a), s. 450; Lurker, 1989, s. 359; Bandini ve
Bandini, 2000, s. 228 -229; Peterich ve Grimal, 2000, s. 106-107; Teber, 2005,
s. 155 vd.; Bellinger, 1989, s. 417.
[135] Hesiod, 1999.
[136] Hadım etme eyleminin
‘orak’ ile gerçekleştirilmesi, ‘güçsüzleştirme’ ve ‘bereket/ürün’ çelişkisini
ortaya koyması bakımından ilginçtir. Klibansky vb., 1992, s. 213.
[137] Dante ‘Cehennem’de (İlahi
Komedya), Vergilius’a Girit’in, kralı (Saturn) başındayken altın çağını
yaşadığını söyletir.
“ ’Denizin orta yerinde, düşkün bir
ülke
vardır’ dedi, “ ‘Girit’tir adı,
kralı başındayken altın çağını yaşadı.’ “ (Cehennem, XIV, 94-96)
[138] Mitolojiden
astrolojiye Antikçağ’da Kronos-Satürn’ün çok yönlü gezegen-tanrı kimliği
üzerine ayrıntılı analiz için başvurulacak en önemli çalışma R. Klibansky, E.
Panofsky ve F. Saxl’ın ortaklaşa hazırladıkları Satürn ve Melankoli
isimli kitabıdır (1992). Bu çalışmada Satürn-melankoli ilişkisi, tarihsel süreç
içinde doğa felsefesi, tıp, din ve sanat bağlamında çok sayıda görselle
desteklenmiş olarak ayrıntılı biçimde İncelenmektedir. Çalışmamız boyunca sıkça
refere ettiğimiz çalışmanın bu bölümle ilgili referansları için bkz. s.
211-245.
Satürn-melankoli
ilişkisi üzerine Türkçe’deki en doyurucu çalışmanın Serol Teber’in Melankoli-normal
bir anomali (2004) başlıklı kitabı olduğunu belirtelim.
Hesiodos’dan
hareketle Yunan mitolojisinde Kronos ve soyu hakkında ayrıntılı bilgi için bkz.
Lurker, 1989, s. 226; Bandini ve Bandini, 2000, s. 163; Hançerlioğlu, (2000a),
s.272; Bellinger, 1989, s. 258; Teber, 2004, s. 156 vd.; Cömert, 1999, s. 17,
24; Pringent, 2009, s. 39-41; Estin ve Laporte, 2002; Peterich ve Grimal, 2000,
s. 15-18; Hansen, 2004, s. 216-217.
[139] Tanrı Satürn adına
düzenlenen Antik Roma’nın en tanınmış şenlikleri için bkz. Ziegler, 2007, s.
39-52.
Saturn makes those born under hım petty,
/2P/ malıgnant, care-worn, self-deprecıatıng, solıtary, deceitful, secretive in
their trıckery, strıct, downcast, with a hypocrıtical air, squalid, black-clad,
importunate, sad-looking, miserable, with a nautical bent, plying waterside
trades.” Anthologies, Book I.
[141] Astrolojik Tarih, Gutas tarafından şöyle tanımlanmaktadır:
“Astrolojik tarih, hanedan tarihinin yıldızların ve gezegenlerin yönettiği
farklı uzunluklardaki döngüsel zaman dilimlerine göre açıklamasıdır.” (Gutas,
2003, s. 53)
[142] îhvân ’ı Safâ topluluğu hakkında ayrıntılı bilgi
için bkz. TDV İA XXII, 1 -6.
“Die Milz, hat im Körper dieselbe Stellung wie der Saturn
in der Welt. Denn der Saturn streut mit seinen Strahlen übersinnliche Krâftie
aus, welche alle Theile der Welt durchdringen. Durch diese haften und bleiben
die For men an der Materie. Ebenso geht von der Milz die Kraft der
Schwarzgalle, die kalt und trocken ist, aus und lâuft dieselbe mit dem Blut
durch die Adern in alle Theile des Körpers, durch sie gerinnt die Feuchtigkeit
des Bluts und haften die Theile aneinander. Die der Arzneikunst wohl kundigen
erkennen die Wahrheit dieses Ausspruchs an. “(Dieterici, 1871, s. 61)
Satürn
und Melancholie’den (1992) anlaşıldığı
kadarıyla aynı metin Dieterici’in Die Philosophie der Araber im 10.
Jahrhundert (1879) başlıklı derlemesinde de yer almaktadır. (Klibansky vb.,
1992, s. 206 ve dipnot 9)
Yine
Hellmut Ritter tarafından îhvân ’ı Safa topluluğunun ansiklopedik eseri Enzyklopadie
der Lauteren Brüder'den, ‘Picartrix, ein arabisches Handbuch hellenistischer
Magie' (1921/22) başlığıyla yapılan derlemede Satürn’ün bedendeki karşılığı
ve yeryüzündeki olumsuz etkileri üzerine bilgiler yeralır: “Von der Sphâre des
Saturn strömen aus, die die ganze Welt, Sphâren, Elemente und die drei Reiche
durchgingen. Durch sie wird das festbleiben der Formen in der Hyle bewirkt; sie
geben den Dingen die Schwere und das Stehen und die Langsamkeit. Ihr Platz im
Körper des Menschen ist die Milz und die von ihr in den Körper ausströmende schwarze
Galle (...) Ihnen gehört zu von den Tieren und Pflanzen alles, was schwarz an
Farbe und hâhlich von Gestalt ist, und von den Mineralien das schwarze Blei und
das Pech und alles, was schwarze farbe und stinkenden geruch hat, und von der
Erde die schwarzen Berge und die dunklen Tâler und die rauhen Wege und die
schrecklichen und unheimlichen Einöden, und von der Welt des Menschen die,
solche Eigenschafen haben. Und zu den Werken dieser Geistwesen gehört der Tod
und das Aufhören der Bewegung.”
[144] Her ne kadar bazı
bilim adamları ve yazarlar tarafından ‘bilim’ olarak tanımlansa da, bizce
astrolji bir bilim değildir. Astronomi biliminin ortaya koyduğu birikimden
yararlanmak suretiyle, yıldızlar ve gezegenlerin yeryüzündeki, canlı-cansız
varlıklar üzerinde yarattığı iddia olunan etkiyi araştıran tüm
zamanlarda popüler olmuş bir yöntemdir. Diğer tek Tann’lı dinlerde olduğu
üzere, İslamiyet’te de astroloji tartışmalı bir alandır. Mehmet Bayrakdar İslam
tarihinden önemli düşünür ve bilim adamlarının astrolojiye bakışı üzerine
şunları yazıyor: “Astronomi içinde yer alan bir bilim dalı da astrolojidir.
Astroloji, İslâm bilim tarihinde çekişmeli bir konudur. Bazı bilimciler tamamen
pozitif bir bilim olarak kabul etmişlerdir. Kindî, Mâşâallah, İhvân-ı Safâ,
Câbir, hatta Bîrunî astrolojiyi bir bilim olarak savunmuşlar ve bu konuda
birbirinden güzel eserler vermişlerdir. Diğer taraftan, İbn Sina, İbn Rüşd,
Gazâlî gibi diğer bilimciler ise astrolojiyi bir bilim olarak görmemişlerdir.”
(Bayrakdar, 2000, s. 85) Diğer yandan Colin A. Ronan, astrolojinin İslam
inancıyla ilişkilendirilmesi konusunu, Abû Ma’şer’den hareketle şöyle
yorumluyor: “Abû Ma’şer, en dışta ilâhi ışıktan oluşan bir kürenin, onun
altında esirden oluşan sekiz gök küresinin ve bunların merkezinde de bizim
Ay-altı küresinin (dokuzuncu) bulunduğuna inanmıştı. Fakat, Abû Ma’şer’ın en
çok ilgi duyduğu konu astrolojiydi; onun kozmolojik görüşü astrolojide de
etkili olmuştu. Ona göre, bütün bilgi, ilâhi bir kaynaktan doğmakta ve her
bilimde az da olsa Tanrı’nın ilhamı bulunmaktaydı; üç etki küresi-ilâhi küre,
esir küresi ve Ay-altı küresi- birbirini karşılıklı olarak etkilemekteydi;
böylece, astrolojiyi gerçek bir bilim haline getirmekteydi. (...) Dokuzuncu
yüzyılda, astroloji oldukça mantıklı görünmekteydi. Yer, her şeyin merkeziydi;
Abû Ma’şer’ın “’Tanrı’dan gelen ilham”’ varsayımı çerçevesinde yıldızların etki
yaptığını idda etmek hiç de abartılı değildi. Şaşırtıcı olan, göklerle
ilgilenen Müslümanlar içinde çok azının astrolojiye zaman ayırmış olmasıdır.
Anlaşıldığı kadarıyla, Yunanlılardan alınan bilgiyi falcılığa uygulamaktan
ziyade, Yunanlıların başlattığı şeyi mükemmelleştirmeye çalışmışlardı;
matematikteki becerileri, kehanetten çok, bilimsel gerçeklere yönelmişti.”
(Ronan, 2003, s. 235-236)
[145] Çalışmamız Hıristiyan
dünyası ve coğrafyasıyla sınırlı olduğu için, konunun İbraniler ve Yahudi
dünyasına ilişkin boyutu ele alınmamıştır. Ancak kültürlerarası etkileşim ve
süreklilik göz önünde bulundurulduğunda aynı coğrafyada yeşeren Yahudiliğin de
benzer bir süreçten geçtiği gözden uzak tutulmamalıdır.
[146] İslam Dünyası üzerine
yaptığı çalışmalarla tanınan Annamarie Schimmel geleceği sorma anlamındaki
istihâre (Ar.) üzerine
şu bilgiyi veriyor: “Rüyalar,
gelecekle ilgili alâmetler olarak da
kullanılabilmektedir.
Bunun en saf hali, ilkçağdaki incubatio yöntemine benzeyen istihâre
geleneğinde görülür: Kişi, dua ettikten sonra, kutsal ya da takdis edilmiş bir
yere uzanır ve “hayırlı olanı arar” (zira Arapçadaki “istihâre” kelimesinin tam
karşılığı budur); kişi bu yolla, bir sorunun yanıtını, bir ikilemin çözümünü
öğrenmeyi ummaktadır.” (Schimmel, 2005, s. 16) Schimmel’in bu yorumu her ne
kadar İslamiyet’e ilişkin olsa da, daha önce Antikçağ tıbbı vesilesiyle
ayrıntılı biçimde değindiğimiz iyileştirici/tedavi eden uyku, incubatio
ve Ortaçağ’dan Bingenli Azize Hildegard’ın gördüğü ‘vizyonlar’ farklı
inançlarda hayırlı olanı aramak/geleceği görmek amacıyla kullanılan benzer
yöntemlerdir.
Bingenli
Hildegard’ın gördüğü vizyonların ayrıntılı tahlili için bkz. Akın, 2005.
[147] “Ebû Ma’şer,
astronominin müsbet verilerine dayanarak astrolojiyi temellendirmeye
çalışmıştır. Ona göre zamanı belirleyen ve mevsimlerin meydana gelmesini
sağlayan yıldızlar elbette ki her şahsın ahlâk, karakter ve psikoloj ik yapısı
üzerinde de etkili olacaktır. ” (TDV ÎA X,182)
[148] “Was Saturn betrifft,
so ist seine natur kalt, trocken, bitter, schwarz, dunkel, heftig, rauh.
Manchmal ist sie auch kalt, feucht, schwer und stinkenden Windes.” (Das
Wesen des Saturn, s. 29)
[149] “ist jede Sünde eine
Unordnung der Seele oder Willens” (Földenyi, 2004, s. 87) bu cümlede anahtar
kelime olan Unordnung, karışıklık, tertipsizlik, dağınıklık ve anarşi
anlamlarına da gelmektedir.
[150] Araf’da acedia
izleri ve Cehennem’in VII. kantosundaki melankoli belirtisi olarak kara
çamur-kara safra ilişkisi üzerine bkz. Post, 2011, s. 60-62; Loos, 1975, s. 163
vd.
[151] Mitolojide Styks,
yeraltı ırmağı olarak geçer. Ancak Dante Cehennem’in VII. kantosunda,
onu çamur, balçık duygusunu verebilmek için bataklığa çevirmiştir.
[152] “Saturnine: a.
Astrol. Born under or affected by the influence of the planet Saturn. b. Hence,
sluggish, cold, and gloomy in temperament.” The Oxford Universal Dictionary,
1965
[153] “Saturday: a
half-translated adoption of Saturnidies, day of (the planet) Saturn. The
seventh day of the week.” The Oxford Universal Dictionary, 1965
[154] Roma takviminde her
günün adı bir gezegene bağlanmıştır: Pazartesi (Ay), Salı (Mars), Çarşamba
(Merkür), Perşembe (Jüpiter), Cuma (Venüs), Pazar (Güneş) ve nihayet Cumartesi
günü, Saturni dies (Lat.) Saturnus günü olarak isimlendirilmiştir.
(Dürüşken, 2000, s. 170)
“(...)
Hıristiyanlığın ilk zamanlarında çok sayıda gizem kültü Roma İmparatorluğu’na
girebilmiştir ve çoğu da tanrısal ve ruhsal varlıkların eski yedililere
bölünmesinde kullanılmıştır. Antikitenin sonlarında Mısır’da asayı 7 kişinin
taşıması, 7 gezegen ve 7 günle bağlantılıydı. Bunların isimleri Roma üzerinden
Fransa’ya ulaşmış ve oradan da Anglosakson ve Germenik geleneklere girmiştir.”
(Schimmel, 2000, s. 155)
[155] Heinrich Cornelius
Agrippa’nın yaşamı ve eserlerinin tahlili için aşağıdaki eserlerden
faydalanılmıştır: De Occulta Phlosophia ’nın Almanca çevirisine (Die
Magische Werke) Kurt Benesch tarafından yazılan ‘Giriş (XXIII-XXXII);
Kuper, 1994; Yates, 2013, s. 48-71; Agrippa von Nettesheim (1736) içinde G.
Kimmerle (Ed.) tarafından yazılan giriş ve http://www.historicum.net/themen/hexenforschung/lexikon adresindeki (Erişim: 12 Mayıs 2012) adresindeki Agrippa
sayfası.
[156] De
Occultaphilosophia ’nın 1510’daki ilk baskısı sınırlı sayıda bir tanıtım
nüshasından öteye geçemez. Kitabın yaygınlaşması ve tanınmasını sağlayan basımı
1530’da gerçekleştirilmiştir.
[157] Nettesheimli
Agrippa’nın bir mektubunda kendi ağzından anlattığı bu olay için bkz. Soldan ve
Heppe, 1999, I,486-487. Aynı metinin küçük ilâvelerle yeni bir çevirisi için
bkz. Behringer (Ed.), 2001, s. 117 - 188. Cadılık suçlaması ve takip eden
olaylar hakkında bkz. Kuper, 1994, s. 64-82.
Yeni
araştırmalar, davanın sonucunu etkileyecek farklı bir seyrin yaşandığı
göstermektedir: hâkim Savini dava tamamlanmadan hayatını kaybeder. Ölmeden önce
bıraktığı talimat çerçevesinde cadılıkla suçlanan kadın hakkında yeterli kanıt
oluşmadığına inandığı için serbest bırakılmasını ister. Bu çerçevede sanık
kadın serbest bırakılır. Bu konuda aşağıdaki web sayfasına bakılabilir:
Agrippa
von Nettesheim, Henricus Cornelius. In: Lexikon zur Geschichte der
Hexenverfolgung, hrsg. v. Gudrun Gersmann, Katrin Moeller und Jürgen-Michael
Schmidt, in: historicum.net, URL: http://www.historicum.net/no_cache/persistent/artikel/1589/ (Erişim: 10 Mayıs 2012)
Agrippa’nın
cadı avı karşıtı olduğu kesin gözükmektedir. Yaşamının son yıllarında (1532/33)
ünlü cadı avı karşıtı hekim Johann Weyer’in hocası olur. Weyer daha sonra büyücülükle
suçlanan Agrippa’yı cesurca savunur. Agrippa’yı çalışmaları nedeniyle
büyücülük, şeytanla işbirliği ve falcılıkla suçlayanlar arasında ünlü hukukçu
ve siyaset bilimci Jean Bodin ve Antonia Martinez del Rio vardır.
[158] İlk 3 kitabın
Agrippa’nın elinden çıktığı kesin olmakla birlikte 4. kitabın büyük olasılıkla
ölümünden sonra başka bir yazar tarafından ilâve edildiği tahmin olunmaktadır.
[159] Bu bölümde
vereceğimiz referanslarda, Occulta philosophia ’nın Fourier Yayınevi
tarafından yapılan Almanca baskısındaki (1997) bölüm numaraları esas
alınmıştır.
[160] İlk Romen rakamı
kitap, ikinci Romen rakamı bölüm, üçüncü rakam ise sayfa numaralarım ifade
etmektedir.
[161] Almanca Begeisterung
kelimesi, ilham dışında heyecan, çoşkunluk, şevk anlamlarına gelmektedir. Tasavvuf
bağlamında derin düşüncelere gömülme, dalma gibi anlamlara da gelebilir. De
Occulta Phlosophia’nın 1533 tarihli Latince baskısında, Almanca’ya Begeisterung
olarak çevirilen kelimenin Latince orjinalinde, ilham çılgınlık, hiddet, hırs,
öfke, kudurma, tutku anlamlarına gelen furor (madness, frenzy, passion)
yeralmaktadır.
[162] Kanımızca burada
Almanca çeviri sorunlu gözükmektedir: melankolik ıslaklık/nem olarak çevrilen
kavramın Latincesi metinde (1533), humor est melacholicus, melankoli
sıvısı(dır) olarak yer almaktır.
[163] “sub triplici
differetia, iuxta triplice anima apprehenfione, uidelicet imaginatiua,
rationale & mentalem contingereputant.”(1533)
“(...) zwar
soll dies in dreifacher Hinsicht, nach den drei Seelenkraften, der
Einbildungskraft, dem verstande und der Vernunft, der Fall sein.” (1997)
[164] De Occulta
Phlosophia ’nın ikinci kitabında insan bedenin ölçülerindeki denge ve uyumu
ortaya koyan çok sayıda şekil mevcuttur.
[165] Ancak daha önce
bellirtiğimiz üzere yaşamının sonlarında kaleme aldığı yapıtı Bilimlerin
Faniliği ve Belirsizliği Üzerine (De incertitudine et vanitate scienciarun)’da,
Kilise ile adeta uzlaşı arar bir tavır içinde olduğu söylenebilir.
[166] Laszlo F.
Földenyi’nin orijinali Macarca olan kitabının Almanca’ya yapılan çevirisinde (Melancholie,
2004, 2. bs.) bedbinlik, yaşamdan bıkkınlık anlamlarına gelen Weltschmerz
kelimesi kullanılmıştır. Kelime kelime yapılan çevirisinde ‘dünya acısı’,
‘dünyadan (yaşamdan) acı duyma’ anlamına gelen Weltschmerz, Almanca’da, Melancholie,
Lebensüberdrufi, Lebensmüde, Pessimismus kavramlarıyla eş anlamda
kullanılmaktadır. Bu modern kavramın Petrarca’nın metninde accidia
olarak yer aldığını belirten Földenyi, Ortaçağ’da tembellik anlamında
kullanılan kavramın, Petrarca’nın metninde bedbinlik ve melankoli anlamlarına
geldiğini ifade etmektedir. (Földenyi, 2004, s. 122)
Petrarca’nın
kullandığı accidia (acedia) kavramının Erken Hıristiyanlıktaki özgün,
dini, anlamıyla bir ilişkisi kalmamıştır. Kavram bütünüyle modern melankoli
kavramının özünü oluşturacak nitelikte dünyevîidir. Burada bahis konusu olan
yanlızlık, asetik bir yaşamın dayattığı bir zorunluluktan çok bu dünyadan
bilinçli bir kaçışın sonucudur. (Post, 2011, s. 63)
Grimm
kardeşlerin Almanca Sözlüğü’nden http://woerterbuchnetz.de/DWB/ (Erişim: 08 Mayıs 2013) anlaşıldığı kadarıyla ilk kez
1763-1825 yılları arasında yaşamış Alman yazar Jean Paul tarafından kullanılan Weltschmerz
kelimesinin seçiminin, içeriği itibariyle, bir Rönesans şairi olan Petrarca’nın
düşüncesini yansıttığı düşünülmektedir.
[167] Kısaca Secretum
(2004) olarak adlandırılan diyalogların (De secreto conflictu curarum
mearum) ilk iki bölümünde Augustinus, Petrarca’nın ‘Yedi Ölümcül Günah’
karşısındaki tutumunu değerlendirir. Yine aynı metnin De contemptu mundi
(Dünyayı Hiçesayma Üzerine Konuşmalar) başlığı altında yer alan referans için
bkz. Post, 2011, s. 63 dipnot 27.
Secretum’da acedia’nın işlenişi ve önemi üzerine bkz. Loos,
1975, s. 172 vd.; Hirschmann, 2003, s. 87 vd.
[168] “Du leidest an einer
unheilvollen Seelenkrankheit. Die Modernen nenen sie den Weltschmerz, die Alten
hieben sie die üble Laune”
[169] “Ruhe und Heterkeit
der Seele”(Post, 2001, s. 64)
[170] Yine Secretum'dan
Augustinus ile diyaloglar için bkz. Földenyi, 2004, s. 121.
[171] Starobinski, 17.
yüzyıl gezi yazınında sıkça rastlanılan Heimweh temasının, melankolinin
özel bir türü olduğunu belirterek, ilacının çıkılan seyahatten eve dönüş
olduğunu belirtiyor. (Starobinski, 2011, s. 150)
[172] Földenyi, Antikçağ
komedilerinde Kronos’un (Satürn), melankolinin en büyük şahsiyetinin mekânının
belli olmadığına, adeta tahtının hiçbiryerde var olduğuna dikkat çekercesine
‘Ütopya’nın Kralı’ olarak adlandırıldığını belirtiyor. (Földenyi, 2004, s. 128)
[173] Latince yaşam (vita)
ile kendi iç âlemine dalan (contemplativa) sıfatının birleştirilmesiyle
ortaya çıkan, Vita Contemplativa (hali murâkabe, Ar.; kontemplatives
Leben, Alm.) kavramı, kendi iç âlemine, tefekküre dalmayı seven, kendini bu
arayışlara adamış (kişinin) yaşam tarzı olarak Türkçeleştirilebilir. Kavram
köken itibariyle Hıristiyan mistisizminde yer almakla birlikte, Ortaçağ’da
Tanrı’ya ulaşabilmek için çıkılan içsel yolculukta derinleşmek (contemplatio
Dei) bağlamı öne çıkartılarak anlamı daraltılacaktır. Antikçağ’da kavram
daha çok ‘içinin sesini dinleyen’ kişilere özgü yaşam tarzının bir
idealleştilmesi nedeniyle, Aristoteles ve Epikürciler tarafından
benimsenmiştir. Ancak kavramın kişiyi dünyadan elini etiğini çekip, kendini
Tanrı’ya adaması, ‘tefekküre dalma’ya yönelik içeriğinin eylemsizlik algısı
yaratması nedeniyle, vita activa'rnn karşıtı olarak kullanılması
yaygınlaşacaktır. Vita Contemplativa hakkında ayrıntılı bilgi için bkz.
Földenyi, 2004, s. 135 vd.; Klibansky vb., 1992, s. 354 vd.; Post, 2001, s.
74-76.
[174] 14. yüzyılın başında
İtalya’da, edebiyat ve sanat alanında, Antik dünyayı kendisine referans alarak
yaşanan bir yenileşme (yaygın kullanımıyla ‘yeniden doğuş’) hareketiyle
başlayan Rönesans’a ilişkin literatürdeki genel kabulleri çalışma
boyunca kullanmakla birlikte, tarihsel bir dönem olarak Rönesans’dan hareketle,
genelleştirilmek suretiyle dayatılan kimi kavram ve tanımlara katılmadığımızı
belirtelim. Yine benzer biçimde Rönesans’ın, daha sonra Avrupa’da yaşanacak
‘Aydınlanma Dönemi’nin (1648-1779) habercisi/öncüsü olduğu yolundaki yaygın
kabule ilişkin tereddütlerimiz olduğunu belirterek, Rönesans ile Ortaçağ’ın ne
denli örtüştüğüne Peter Burke’dan kısa bir alıntıyla örnek vermek istiyoruz.
Burke özellikle erken Rönesans (1300-1490) kültürü üzerine şu yorumda
bulunuyor: “ ‘Orta Çağ’ denilen dönem ile ‘Rönesans’ denilen dönem arasında
keskin bir çizgi çizmek çok da anlamlı değildir. (...) erken Rönesans kültürü,
geç dönem Ortaçağ Avrupa’sının kültürüyle bir arada var olmuştur.” (Burke,
2003, 19) Yine Burke, Rönesans’ı
tanımlayabilmek adına girişilen ‘Orta Çağ’
arayışlarına
dikkatimizi çekiyor: “ (...) hümanistler savundukları klasik dünyanın yeniden
doğuşundan veya ‘Rönesans’ından önceki dönemi tasvir etmek için ‘karanlık çağ’
ya da ‘Orta Çağ (medium aevum) terimlerini türettiler.” (Burke, 2003,
34) Jacques Le Goff, Rönesans’ı Ortaçağ’dan bağımsızlaştıran kişinin, kavramın
gerçek mucidi olan sanat tarihçisi Jacob Burckhardt olduğunu belirtiyor. Goff
ilk kez 19. yüzyılda kullanılmaya başlayan ‘Rönesans’ kavramının tekil
kullanımlarına karşı olduğunu; 8., 12. ve 15.- 16. yüzyıllarda olmak üzere üç
farklı dönemde yaşanan Rönesansların varlığına dikkatimizi çekiyor.
Başlangıçta İtalya ile sınırlı bir sanat hareketinin giderek nasıl olupta
Avrupa’nın tümüne yayıldığını açıklarken 18. yüzyıla kadar süren ‘uzun Ortaçağ’
(Ein langes Mittelater) kavrayışının gerekliliğine vurgu yapıyor. (Le
Goff, 2004b, 42 vd.) Süregiden bir ‘Çağ’ın içinde doğan, yeni bir dönem
bağlamında Rönesans’ın, Ortaçağ’ın ‘antitez’i olduğuna ilişkin savların
dayanakları üzerine Erwin Panofsky’nin aşağıya aldığımız yorumunun yanıt
oluşturduğunu düşünüyoruz: “Şunu kabul etmek gerekir ki Rönesans, tıpkı ana
babasına isyan eden ve büyükannesiyle büyükbabasından destek arayan bir genç
gibi, atalarına, yani Ortaçağ’a olan borcunu yadsımak ya da unutmak
eğilimindeydi. Bu borcun miktarının hesaplanması tarihçinin boynuna borçtur. Bu
hesap çıkartıldıktan sonra ise savunma tarafının yine de bilançoda kârlı
gözüktüğü kanısındayım; aslına bakılırsa, açıklanmamış borçlarından bir kısmının,
talep edilmeyen alacaklarıyla ödendiği görülür.” (Panofsky, 2005, s. 17)
Yukarıda
kısaca değindimiz hususlar üzerine çok sayıda tartışma metni söz konusudur.
Ancak E. Panofsky’nin anılan makalesinin yer aldığı derleme içinde, Johan
Huizinga’nın ‘Rönesans Sorunu’ (s.24- 59) başlıklı makalesi bütünülüğü ve
konuya yaklaşımı nedeniyle önerilebilir. Yine, çalışmamızın çerçevesiyle
sınırlı kalmak üzere, Ortaçağ’ kelimesinin erken kullanımları üzerine
aydınlatıcı bir makale için bkz. Edelman, 2002.
Yukarıda
Rönesans’ın ilk bilinçli melankoliği bağlamında değindiğimiz Petrarca’nın,
Antikçağ’a dönüşü düşünsel bağlamda gerçekleştiren, bu süreci başlatan ilk kişi
olduğuna, dair savların geçersiz olduğunu belirten Stephen Greenblatt
gerekçelerini şöyle savunuyor: “Petrarca’nın hayranları, uzak geçmiş tamamen
unutulmuş ve ona kahramanları tekrar hayat vermiş gibi yazsalar da onun
vizyonunun göründüğü kadar yeni olmadığı kanıtlanabilir. Antikçağ’a yalnızca
XV. yüzyıl Rönesansı’nda değil, Ortaçağ boyunca İtalya’da, IX. yüzyıldaki büyük
Karolenj Rönesansı dâhil, kuzeydeki krallıklarda da ilgi duyulmuştur. Ayrıca
Antikçağ’ın entellektüel mirası başka şekillerde de canlı tutulmuştur.
Ortaçağ’da yazılmış özetler Petarca’nın büyüsü altında kalanların sandığından çok
daha büyük bir süreklilik arz eder klasik düşünceyle. Yüksek Ortaçağ’da parlak
Arap yorumcusu İbn Rüşd’ün merceğinden Aristoteles’i okuyan skolastik
filozoflar evrenin karmaşık, son derece akılcı bir kuramını geliştirmişlerdi.
Petrarca’nın klasik Latinliğe olan övüngen, estetik bağlılığı bile doğumundan
en az yetmiş yıl önce bile görülebiliyordu. Gerek onun, gerek takipçilerinin
yeni bir bakış olarak savundukları şeylerin çoğu tarafgir, mağrurca bir
abartıydı.” (Greenblatt, 2013, s. 105)
Benzer
bir yaklaşımı, daha geç bir dönemde (16. yüzyıl) ortaya çıkan Protestanlığı,
toplumsal, ekonomik ve siyasal tarihe inşa edici, çığır açıcı bir araç olarak
sunulma çabalarına şahit oluyoruz. Reformasyon sonucunda ortaya çıkan
Protestanlığı Avrupa’da ‘ilerleme’ dahası ‘aydınlanma’ ile özleştirilme
çabalarına yönelik bu girişime karşı, Max Weber’in ‘Refom’dan ne anlaşılması
gerektiği üzerine tesbitleri büyük önem taşımaktadır: “Reform, kilise
otoritesinin yaşam üzerinden tümüyle kaldırılması olmayıp var olan
biçimin farklı bir anlamla değiştirilmesidir. Değiştirme, aslında çok
rahat, o zamanlar pratik alanda az hissedilen, birçok durumda yalnızca biçimsel
olan bir otoritenin, özel ve toplumsal yaşamın bütün alanlarında gözlenebilir
ölçüde etkili olan, sonsuz derecede güçlü ve bütün yaşam biçimine etkisi olan
bir otoriteye yerini vermesidir.” (Weber, 1985, s. 28) Weber, Luther ve
Calvin’in eski Protestanlığının (16. ve 17. yüzyıllar kastedilmektedir) bugün
‘ilerleme’ olarak adlandırılan şeyden çok farklı olduğunu belirtir: “uyanışı
Protestanlığa mal edilegelen ‘emeğin ruhu’, ‘ilerlemenin ruhu’ ya da başka
nasıl adlandırılırsa adlandırılsın, Protestan eğilimler, bugün ‘yaşama zevki’
ya da herhangi bir ‘aydınlanma’ anlamında anlaşılan eğilimlerle bir
tutulmamalıdır.” (Weber, 1985, s. 35)
[175] Antikçağ sonlarında
ortaya çıkan yeni-Plâtonculuk felsefeden hareketle dini bir dünya kavrayışı
oluşturmayı amaçlamıştır. Batı ve Doğu dünyasında etkili olmuş mistik görüş ve
akımlar yeni - Plâtonculuk’dan önemli büyük ölçüde etkilenmiştir. Kurucu ismi
Plotin (203-270) olup en önemli temsilcileri Porphyrios ve İamblikhos’dur.
[176] Rönesans ile ortaya
çıkan ‘Hümanizm’, yaşamın her alanında yüzyıllardır ihmal edildiğine inandığı
insan faktörünü, Antikçağ idealine uygun olarak, yeniden inşa etmeyi amaçlayan
bir akımdır. İtalya’da ortaya çıkan hümanizm akımının ilk önemli temsilcisi
İtalyan şair Francesco Petrarca’dır. (1304-1374)
[177] Robert Burton ünlü
eseri Anatomy of Melancholy’de, Marsilio Ficino’yu hem hekim ve hem de
papaz kimliklerini bir arada başarıyla birleştirmiş ünlülere örnek olarak
gösterir. (Burton, 1991, s. 37)
[178] Her ne kadar
melankoliklerin cinler tarafından işgal edilmiş bedenler olduğu inancı giderek
ağırlık kazanmaya başlasa da, 16. yüzyıla gelindiğinde melankoliyi hâlâ akıl
hastalığı olarak gören yazarların mevcudiyeti, Ficino’nun melankoli tanımındaki
kararsız tutumunu açıklamada yardımcı olabilir.
[179] “Ich weih in diesen
Zeiten sozusagen gar nicht, was ich will, vielleicht auch will ich gar nicht,
was ich weib, und will, was ich nicht weih. Die Sicherheit, die Dir Güte Deines
im Zeichen der Fische stehenden Jupiter gewâhrt, wird mir durch die
Bösartigkeit meines im Zeichen des Löwen rückwârtsschtreitenden saturn
verweigert.” (Opera omnia, Basel 1576, Bd. I. Pp. 731’dan aktaran,
Klibansky vb, 1992, s. 370)
[180] Bu bölümün
hazırlanmasında, De vita triplicf nin şu çevirilerinden
faydalanılmıştır: Michaela Mehner tarafından, Latince’den Almanca’ya yapılan
(derleme) çeviri (40-53). Bu derleme, De vita triplicf nin C. V. Kaske
ve J. R. Clarke tarafından yapılan referans çevirisi olup, MARSILIO FICINO,
Three Books on Life. A Critical Edition and Translation with Introduction and
Notes ’un, Latince-İngilizce, Binghampton/NY (1989) baskısından
yapılmıştır.
Reinhard
Hirt tarafından hazırlanan (2007) Marsilius Ficinus: De Vita Triplici
başlıklı çok kapsamlı sayfada, De vita triplici'nm’ın. eleştirel/yorumlu
Almanca çevirisi ve Latince orijinali yer almaktadır. Latince metin için
referans, Scuola Normale Superiore di Pisa’nın Bivio’da (Bibliotheca
Virtuale On- Line) sayfası olup dijital ortama aktarılmaktan kaynaklanan tarama
hataları Hirt’in sayfasında düzeltilmiştir. Hirt sayfasında yaptığı çeviriyi,
Kaske ve Clarke’ın İngilizce çevrisiyle karşılaştırdığını belirtiyor. Yine
Hirt’in sayfasında, Klibansky, Panofsky ve Saxl’ın, Satürn ve Melankoli
başlıklı çalışmasının Almanca baskısında (1992), De vita triplici’dan
yapılan alıntı ve referansların yorum ve karşılaştırmaları yer almaktadır.
Son
olarak Cogito Dergisi’nde (2007) kaynak gösterilmeden, çevirisi S. B.
Öztürk tarafından yapılmış derlemeyi (s. 146-154) anabiliriz.
[181] Latince orijinal
metinde, üstün yeteneklileri harekete geçiren itkinin karşılığı olarak
kullanılan kelime furor dur. Daha önce değindiğimiz üzere çok geniş bir
anlam bütünlüğüne sahip olan bu kelime, referans alınan Almanca çevirilerde
çoğunlukla Wahnsinn ile karşılanırken, Türkçe çeviride ‘öfke’ kelimesi
seçilmiştir.
[182] Daha önceki
bölümlerden anımsanacağı üzere Antikçağ ve Helenistik dönem tıbbı diyet, ecza
ve cerrahî üzerine inşa olunmuştur.
[183] “Harmoniam vero
capacem superiorum per septem rerum gradus in superioribus distribuimus:
(1)per imagines videlicet (ut putant) harmonice constitutas; (2)per medicinas
sua quadam consonantia temperatas; (3)per vapores odoresque simili
concinnitate confectos; (4)per cantus musicos atque sonos, ad quorum
ordinem vimque referri gestus corporis saltusque et tripudia volumus; (5)per imaginationis
conceptus motusque concinnos; (6)per congruas rationis discursiones;
(7)per tranquillas mentis contemplationes.”
[184] Klibansky, C.
Africanus için açık havada gezinti yapmanın sağlık için gerekli (saf) bir
egsersiz olarak görüldüğünü, ancak Ficino’da ruhu zenginleştiren, rehabilite
eden bir yönü olduğuna dikkat çekiyor. (Klibansky vb., 1992, s. 387)
[185] “Saûl’un tedavisi ilk
başta müzikleydi. İlk Çağ Ortadoğu’sunda genellikle müziğe hürmet edilirdi.
(...) Müzik onu [Saûl] rahatlatmak için bir vasıta olarak kullanılmıştı.”
(Dols, 2013, s. 232; 233)
[186] Albrecht Dürer’in
yaşamı, eserleri, Melencolia I gravürünün ayrıntılı bir değerlendirmesi
üzerine temel metinler referans gösterilmek suretiyle yapılmış Türkçe bir
çalışma için bkz. Teber, 2004.
[187] Melankolik ressam
Albrecht Dürer’in kırk üç yaşında yaptığı Melencolia I gravürü üzerine
yapılan inceleme ve araştırmaların boyutları bu çalışmanın boyut ve sınırlarını
aştığı için biz burada sadece bu ünlü gravürü kısaca tanıtmayı ‘melankoli
tarihi’ndeki önemini vurgulamayı amaçladık.
Bu bölümün
hazırlanmasında Dürer’in 1514 tarihli bakır baskı gravürü üzerine kaleme
alınmış dört çalışmadan özellikle faydalandık. Bunlardan ilki, Klibansky,
Panofsky ve Saxl (1992) tarafından ortaklaşa kaleme alınmış olan Saturn
undMelancholie"dir. Bu eser melankoli ve Dürer’in gravürü üzerine
bugüne kadar yapılmış en önemli akadademik çalışma olma özelliğini
korumaktadır. İkinci çalışma ünlü sanat tarihçisi Heinrich Wölfflin’in (1919),
Dürer’in eserleri üzerine kaleme aldığı referans kitabı Kunst Albrechts
Dürer'dir. Üçüncü çalışma Martin Büchsel’e ait olup (2010), Melencolia I’in
çok ayrıntılı bir analizini içermektedir. Dördüncü çalışma ise Peter-Klaus
Schuster’in (2006, s. 90-103) kısa ancak doyurucu makalesidir. Sınırlı Türkçe
metinler arasında referans gösterilebilecek tek nitelikli çalışma Serol Teber’e
(2004, s. 23-75) aittir. Yine Robert Burton (1991), Hartmut Böhme (1988), Erwin
Panofsky (1999), Frances A. Yates (2013), Walter Benjamin (1978), Ulrich
Hortsmann (2010) tarafından yapılan çalışmalar içindeki, faydalandığımız Dürer
ve Melencolia I referanslarını da, önemine binaen anabiliriz.
[188]. Klibansky, Panofsky ve Saxl tarafından yapılmış Saturn
und Melancholie (1992) isimli referans çalışmanın dördüncü bölümü (397-556)
Dürer’in Melencolia I isimli gravürünü incelemeye ayrılmıştır. Gravür
üzerine ilk ciddî incelemeler Karl Giehlow (1904) ve Aby Warburg (1920’ler)
tarafından yapılmış olmakla birlikte, başta Panofsky (1999) olmak üzere,
Klibansky, Panofsky ve Saxl (1964) gravürün yorumlanmasında acedia
günahı ile geometri sanatını öne çıkararak (bkz. Der neue Sinn der
“Melencolia I” s. 448-522), Giehlow ve Warburg’dan farklı bir yöne
sapmışlardır. 20. yüzyıl başında yapılan incelemelerin sonucunda, gravüre
yeni-Plâtoncu düşünür Marsilio Ficino’nun Satürn’ün etkisindeki melankolinin
belirtileri ve tedavisini incelediği De vita triplici (1484/1489) isimli
kitabının esin kaynağı olduğu düşünülmüştür. Ancak daha sonra Klibansky,
Panofsky ve Saxl üçlüsünün çalışmaları Dürer
[189] “Melankolik kadının
başında taze düğünçiçeği ve suteresi bitkilerinin yapraklarından yapılmış bir
çelenk vardır. Bilindiği kadarıyla bu tür çelenkler erdemli insanların,
kahramanların, bilgelerin başlarına konur. Ayrıca, insanları hastalıklardan
korumak ya da varolan hastalığı tedavi etmek amacıyla da kullanılır. 16.
yüzyılda, melankoliklere ilaç olarak, bu otları alınlarına ince bir bezle
bağlamaları sağlık verilmiştir.” (Teber, 2004, s. 30)
[190] Serol Teber (2004,
s. 25), kadının kanatları üzerine şu yorumu yapar: “Ayrıca sırtındaki kanatlara
karşın yere yığılıp kalmış gibi görünmesi, konumunu daha da çelişkili hale
getirmektedir.”
[191] Ortaçağ’da yapılan
resim ve gravürlerde melankoliğin çılgınlık sınırında olduğunu anlatmak için
çeneye/yanağa dayanmış el, sıkılmış yumruk formunda yapılırdı. Yine daha önceki
bölümlerde belirttiğimiz üzere ‘kararmış’ çehre (facies nigra, Lat.)
tıbbi açıdan melankolik bir mizaca işaret ederdi. Bu konuda ayrıntılı bilgi
için bkz. Klibansky vb., 1992, s. 412-414.
[192] Gravürdeki köpeğin
melankoli öğretisinden hareketle gravürdeki yeri üzerine bir değerlendirme için
bkz. Benjamin, 1978, s. 131 vd.
[193] Klibansky vb., 1992,
s. 453; Yates, 2013, s. 65.
[194] Wölfflin (1919, s.
205), Albrecht Dürer’in Sanatı isimli çalışmasının Melencolia I’e
ayırdığı bölümün (205-211) başında kısaca melankolik kadını ve bakışlarını
tasvir ettiktikten sonra “Tüm bunların ne anlama geldiği?” sorusuna, Dürer’in
gravürü üzerine bugüne kadarki en çarpıcı ve ironik cümlelerden birini kurar:
“Açıklama, yukarıda, yarasa benzeri bir masal hayvanının kanatları arasına
yazılmış kelimede yer alır: MELENCOLİA I”. “Was soll das heiben? Als Erklârung
steht oben, den Flügeln eine fledermaus âhnlichen Fabeltieres eingeschrieben,
das Wort: MELENCOLİA I”
[195] Horstmann (2010, s.
22) duvarda asılı sihirli kare içinde Dürer’in annesinin ölüm tarihinin
(16.5.1514) yazılı olduğuna dikkatimizi çekiyor.
[196] Robert Burton The
Anatomy of Melancholy’de, Dürer’in gravüründeki kanatlı kadının duruşunu ve
giysisindeki özensizliği şöyle tanımlar: “Sie gleichen der traurigen Dame in
Albrecht Dürers Darstellung der Melancholie, die ihren Kopf in die Hand gestütz
hat, starr vor sich hinblickt und nicht auf ihre in Unordnung geratene Kleidung
achtet.” (Anatomie der Melancholie, 1991, s. 318)
“[...]
and as Albertus Durer paints Melancholy, like a sad woman leaning on her arm
with fıxed looks, neglected habit, &c.” Anatomy of Melancholy, 1. c.
s. 145, New York 1955, baskısından aktaran Schuster, 2006, s. 91.
[197] “Schlüssel
bedeutt Gewalt, Beutel bedeutt Reichthum" (Klibansky vb., 1992, s.
406).
H.
Wölfflin (1919, s. 210), Dürer’in gravürüne yerleştirdiği gündelik yaşama ilişkin
iki şeyin (belindeki para kesesi ve anahtarlar) anlamını zenginlik ve şiddet
olarak açıkladığını belirtir. Kendi düşüncesine göre Dürer, bu bunlara sahip
olmanın melankoliye çare olmayacağını göstermek istemiştir. “Für zwei
alltagliche Dinge gibt Dürer selbst eine Erklarung: für den Beutel und die
Schlüssel am Gürtel der Frau. Sie bedeuteten Reichtum und Gewalt. Ich verstehe
so: auch der Besitz dieser Güter hilft nichts gegen die Melancholie.”
[198] Yates (2013, s. 62),
Dürer’in gravüründeki kadına getirdiği yorum şöyledir: “Dürer’in Melankolisinin
yüzünde o grimsi renk, o esmerlik, tipik “’kara surat’” vardır. Karakteristik
duruşunu sergileyerek, düşünceli başını eliyle destekler. Elinde ölçüp biçmek
için bir pergel tutmaktadır. Yanı başında cüzdan, para hesabı için durur.
Çevresinde bir zanaatkârın kullanabileceği türden aletler vardır. Kadın açıkça
bir melankolik; eski, kötü, melankolik uğraşlarla, fiziksel tiple ve duruşla
karakterize edilmiştir ama bir yandan da halinden daha ulvi, zihinsel bir
çabanın ifadesi okunur. Aslında oturup düşünmekten başka bir şey yaptığı
yoktur.”
[199] Yates (2013, s.
61), Melencolia /'in esinlenmiş ‘melankoli simgesi’ olarak ilk kez
yorumlanması üzerine şu bilgiyi veriyor: “İlk kez Panofsky ve Saxl’ın 1923
yılında Almanca yayımlanan bir çalışmasında rastlanır. 1945’te Panofsky’nin
Dürer hakkındaki kitabında yeniden ele alınır. Klibansky, Panofsky ve Saxl’ın
1964’te yayınlanan [Bu çalışmada 1992 tarihli Almanca çevirisi], salgılar ve
sanattaki karşılıkları hakkında detaylı ve zengin bir akademik bilgi madeni
olan Saturn and Melancholy adlı çalışmada tüm yönleriyle açıklanır.
Klibansky’nin eskiçağ ve ortaçağ psikoloji biliminde dört salgıyı konu alan
akademik tartışması; Saxl’ın salgıların resimdeki karşılıklarını incelemesi ve
Panofsky’nin gravürü Rönesans ikonografisi açısından çözümlemesi yardımıyla,
Dürer’in Melencolia /’ine, etrafı tuhaf objelerle karmaşasıyla çevrili,
tefekküre dalmış bu olağandışı, kara suratlı figürün yorumlanmasında tüm bu
yolların kullanıldığı bir bakış yöneltildi.”
[200] Tüm Albrecht Dürer
araştırmacıları, ressamın melankolik bir kişiliğe sahip olduğu yönünde fikir
birliğine varmış gözüküyorlar. Bu görüşü desteleyen en
önemli örnek Hasta Dürer olarak isimlendirdiği resim ve üzerine kendi
elleriyle yazdığı yazıdır: Do der gelb fleck ist und mit dem finger drawff
dewt do ist mir we. Dürer resimde sol eliyle sarı bir lekeyi göstererek,
hasta dalağının acıdığını ifade etmektedir. (Albrecht Dürer, 1989, s. 19) Kuşkusuz bu tespit, verdiğimiz
örnek ve Melencolia / gravüründen
kaynaklanmamaktadır.
Dürer yaptığı çok sayıda yağlıboya tablo, ahşap ve bakır baskıda ölüm, hüzün,
acı, endişe ve iç sıkıntınsın izlerini görmek mümkündür. Özellikle 1514 yılında
yaptığı annesinin resmindeki (Albrecht Dürer, 1989, s. 11) melankolik ifade
bu konuda verilebilecek en iyi örneklerden biridir.
Dürer’in
melankolik bir mizaca sahip olduğuna dair ayrıntılı bilgi için bkz. Panofsky,
1999, s. 105; Klibansky vb., 1992, s. 508 ve dip not 271.
[201] Yates (2013, s.
60), “Dinine her zaman sonuna kadar bağlı olan Düer’in” Katoliklerin dini
kötüye kullanımından endişe duyduğunu ve görüşlerinden çok etkilendiği
Luther’in peşinden, Lutherci bir Protestan olduğunu belirtiyor.
[202] “(...) Dürer,
kendi esinlenmiş melankoli kavramını oluştururken, Agrippa’nın de occulta
philosophia’da ki esinlenmiş melankoli açıklamasından etkilenmişti. Agrippa
da sahte Aristoteles’in Problemata’sında üç aşamalı esinlenmiş melankoli
sınıflandırmasını örnek almıştı.” (Yates, 2013, s. 156)
[203] Tarihte Barok Çağ
olarak adlandırılan dönem yaklaşık iki yüz yıllık bir süreyi (1575-1770)
kapsar. Genel olarak sanatsal bir ifade biçimi olarak müzik, resim, heykel,
mimarî ve edebiyat ile ilişkilendirilse de, düşünce ve toplumsal yaşamda önemli
izdüşümleri olan bir dönemdir. Ozan Calderon de la Barca’nın, ilk kez 1645
yılında sahnelenmiş alegorik oyunu El Gran Theatro del Mundo (Dünya Büyük
Bir Tiyatro)'da yaşamı bir oyun olarak ele alması Barok dönemin ruhunu çok
iyi yansıtır. ‘Dünya Denen Tiyatro’ veya ‘Dünya Bir Tiyatro’ (Welttheater)
deyişi giderek yerleşmiş ve 16. -18. yüzyıllar arasındaki dönemi anlatmak üzere
bir metafor olarak kullanılır hale gelmiştir. (Toman, 2007, s. 7) Sanatta daha
çok abartılı bir ifade biçimi olarak tanımlanan Barok dönemi eserlerinin,
melankolinin değişen yüzünü daha çok temsil ettiği düşüncesiyle bu başlık
seçilmiştir.
[204] Burada bir konuya
açıklık getirmek istiyoruz. İçlerinde Stanley W. Jackson gibi ünlü tıp
tarihçilerinin de olduğu bazı yazarlar, Başta Robert Burton olmak üzere,
melankoli üzerine eser kaleme almış bazı yazarları ‘Rönesans Dönemi’ başlığı
altında değerlendirmeye almaktadırlar. Örneğin Jackson, Paracelsus (1493-1541),
Thomas Elyot (1490-1546), Andrew Boorde (1490-1549), Andre’ Du Laurens
(1560-1609) ve Felix Platter (1536-1614) gibi isimleri Rönesans başlığı altında
incelemektedir. Diğer yandan Jackson Tıp Tarihi bağlamında yaşanan, Rönesans’a
özgü, gelişmeleri daha geç bir döneme tarihlendirmektedir: “Although variously
used in general history to cover a range of periods from 1300-1600 to
1475-1610, in the history of medicine the term has been associated more with
the sixteenth century and the early decades of the seventeenty century.”
(Jackson, 1986, s. 78) Daha önceki bölümlerde belirtildiği üzere, her ne kadar
Geç Rönesans olarak tanımlanan dönemin bazı yazarlar tarafından 1530 ile 1630
yılları arasında yaşandığı kabul edilse de, 16. yüzyılın ilk yarısında eser
vermeye başlayan, yukarıda ismi geçen, yazarları Rönesans başlığında
değerlendirmenin anlamlı olmadığını düşünüyoruz.
[205] Bu bölümde ‘deli’,
çılgın, alık ama daha çok ‘kaçık’ anlamlarına (Narr, Alm.; fool,
Eng.) gelmek üzere kullanılmıştır.
[206] Ehrenreich’ten
yaptığımız alıntıda adı geçen İngiliz şair, yazar ve sözlükçü Samuel Johnson
(17091784) henüz yirmi yaşındayken melankoli illetine yakalanmış ve yaşamı
boyunca ilerleyen yaşlarında giderek ağırlaşan hastalıkla savaşmak zorunda
kalmıştır. Johnson gibi kendisi gibi bir melankolik olan İskoç hukukçu ve yazar
James Boswell (1740-1795), yazdığı Johnson biyografisinde (1981, s. 52) onu,
Dr. George Cheyne’nin ‘İngiliz Hastalığı’ başlıklı çalışmasında yaptığı tanıma
uygun düşen bir hipokondrik olarak tanımlar: “Es besteht jedoch kein Anlab für
kleine geister, sich über Johnson erhaben zu fühlen, weil er war ein
Hypochonder war und dem unterworfen, was Dr. Cheyne in seiner Abhandlung über
die «Englische Krankheit» so trefflich beschreiben hat.”
[207] Fanilik, geçicilik,
boşunalık, hiçlik anlamlarına gelen Vanitas (Lat.) Barokçağ’a özgü bir
kavram olmamakla birlikte anlam ve kullanım derinliği bağlamında zirvesine
Barok dönemde ulaşmıştır. Bu dönemde yapılan çok sayıda ölüdoğa resminde
yaşanılan dünyada herşeyin geçiciliği, boşunalığı başta kuru kafa olmak üzere yanan
mum, kum saati ve zenginliği tasfir eden eşyalar ile gösterilmiştir.
[208] Yaşamanın uzun bir
dönemini akıl hastanesinde geçiren büyük Alman ozanı Hölderlin’e doktorlar
tarafından hipokondriyak, melankolik tanısı konmuştur. Hölderlin’in hezeyanları
ve çalkantılı ruh hali üzerine ayrıntılı bilgi için bkz. Teber, 2004, s.
259-289.
[209] 1483/84 yıllarından
itibaren Basel Üniversitesi’nde hukuk ve şiir sanatı dersleri veren Sebastian
Brant’ın (1457-1521) 1494
yılında Albrecht Dürer’in olağanüstü gravürlerinin eşliğiyle yayımlanan
satirik
şiiri Narrenschiff, (1986;1993) Avrupa edebiyatında
kaçıklık/budalalık/delilik geleneğini başlatan eserdir. 1497 yılında Latince (Stultifera
navis) baskısı yayımlanan Narrenschiff in etkileri 18. yüzyıla kadar
sürecektir. Brant yüz on iki başlık altında topladığı eserinde kıskançlıktan
giyim tutkusuna zinadan dans tutkusuna, gevezelikten kıskançlığa, açgözlülükten
şehvet düşkünlüğüne insana özgü tüm zaafiyetler ve kötü meziyetleri birer birer
ortaya döker. Sofra adabını hiçe sayanlar, Kilise’de gürültü yapanlar alaylı
biçimde eleştilir. Türkler, Müslüman Araplar, kâfirler, Narrenschiff in
yabancı kaçıklarına (von vslendigen narren-98) örnek olarak sayılır.
Melankoli ve tembelliğin (von tragkeit und fulheit) işlendiği doksan
yedi numaralı şiirde Brant, her yerde görülebilen ve bütün kötülüklerin nedeni
olan melankoliyi (Tragheit) şeytanın tarlası olarak tanımlar. Brant’ın
eseri her ne kadar ‘Deliler Gemisi’ olarak Türkçeleştirilse de, Almanca ‘Narr’kelimesi
kaçık, budala, mecnun, deli anlamlarına gelmektedir. Kelime klinik/patolojik
‘deli’ anlamından çok kaçığı, akılsızı ve akıl yoksunu, aklıevvel budalayı
tanımlamak için kullanılmaktadır. Yine Erasmus’un Türkçe’ye, Deliliğe Övgü
olarak çevrilen eseri Almanca’ya, Lob der Torheit olarak çevrilmiştir.
Burada Almanca Tor (Torheit) kelimesi benzer şekilde akılsız,
budala, kaçık, mecnun, deli gibi anlamlara sahiptir. Bu nedenlerle Brant’ın
eserinde, Narr ile ‘deli’den çok, toplumda daha sık rastlanan ve kaçık
ile alık arasında salınan bir kimliği hedeflediğini söyleyebiliriz. Almanca’yı
büyük bir ustalıkla kullanan Sebastian Brant Narrenschiff de, Narr
sıfatına eklediği isimlerle bazıları ilk kez kullanılan, kaçıkdansı (Narrentanz),
kaçıktahtası (Narrenholz), kaçıkotu (Narrenkraut), kaçıkipi (Narrenseii),
kaçıkdağı (Narrenberg), kaçıkgünü (Narrentag), kaçıkdansı (Narrentanz),
kaçıklapası (Narrenbrei), kaçıksandalyesi (Narrenstuhl),
kaçıktakkesi (Narrenkappe) gibi çok sayıda yeni kelime türetmiştir.
[210] Erasmus (1469-1536)
bu ünlü eserinde (1511) deliliği iki farklı boyutuyla ele alır: bilge kişilere
bahşedilen esinlenmiş delilik ve sıradan insanlara özgü sıradan delilik.
Övgüler düzdüğü esinlenmiş deliliği, delilik tanrıçası Stultitia
dillendirirken, sıradan deliler maskaralık, soytarılık, dalkavukluk, budalalık,
alıklık, ahmahlık ve kaçıklık gibi bildik mizaçlar ile karşımıza çıkar. Stultitia
’nın temsil ettiği bilge kişilerin deliliği Plâton’un Tanrı tarafından bazı
insanlara bahşedilmiş olan esinli deliliği çağrıştırır. Sıradan delilere özgü
kendini beğenmişlik, dalkavukluk, unutkanlık, tembellik, haz, kaçıklık, şehvet,
taşkınlık, derin uyku gibi olumsuz karakter özellikleri tanrıça Stultitia"nın
hizmetkârlarıdır. Çiğdem Dürüşken ilk kez Latince’den Türkçe’ye yapılan Deliliğe
Övgü (Stultitiae Laus-2009) çevirisine yazdığı eseri çok iyi tanıttığına
inandığımız ‘Sunuş’ yazısında şunları yazıyor: “(...) Erasmus eserinde
deliliği/bilgeliği övmekte, soytarılığa ve budalalığa sövmektedir ve asıl
hedefi bilge gibi görünen, ama aslında olmayan, deli gibi görünen, ama aslında
olamayanlara doğru yolu göstermektir. (Deliliğe Övgü, 2009, s. 23)
[211] Grimmelshausen’in Abenteuerlichem
Simplicissimus’ nun (1970) I. ve II. kitaplarında akıl hastalığı olarak
delilik ve kaçıklığın tahlili için bkz. Schmitt, 1992, s. 276-282.
[212] 16. yüzyılın
ortalarından itibaren dönemin yazınsal ürünlerinde melankoli, The
Elizabethan Malady veya The English Malady olarak tanımlanacaktır.
Ancak daha sonra ‘İngiliz Hastalığı’ tanımı, doğrudan melankoliyi ifade
etmekten çok İngiltere’de artan intiharları temsilen de kullanılmaya başlar.
Doktor George Cheyne tarafından 1733 yılında yazılan kitaba The English
Malady, or a Treatise of Nervous Diseases of all Kinds adı verilmesiyle
kavram daha geç bir tarihte resmiyet kazanmış olur. (Minois, 22008, s. 209;
Schmidt, 2007, 1 vd.
[213] Shakespeare, 2008.
[214] Goethe, 1973.
18.
yüzyılın ikinci yarısından itibaren Avrupa’yı etkisi altına alan Aydınlanma
akımı çerçevesinde edebiyat ve görsel sanatlarda çok sayıda eser verilmiştir.
Goethe’nin Genç Werther’in Acıları'yla, konusu itibarıyla benzerlik
gösteren eserlere örnek olarak İtalyan şair ve yazar Ugo Foscolo’nın
(1778-1827) Jacopo Ortis’in Son Mektupları (1798) isimli eseri
verilebilir. Bkz. Ortis, 2010.
[215] Hölderlin, 1987.
[216] Ancak Foucault’nun
da vurguladığı gibi, 18. yüzyıla gelindiğinde ‘ruh hastalığı’ kavramı lûgat
anlamında hâlâ sorunlu bir kavramdır: “XVII. yüzyılda ve XVIII. yüzyılda
delilik diyen, tam anlamıyla “’zihin hastalığı’” değil de, beden ve ruhun birlikte
gündemde oldukları bir şey söylemektedir.” (Foucault, 1993a, s. 78)
[217] Barbara Ehrenreich
(2009, s. 175), kollektif eğlencenin Avrupa’daki tarihini incelediği kitabında,
Avrupa’da 16. ve 17. yüzyıllarda toplumsal depresyonun (melankoli) artmasında
geleneksel şenliklerin ortadan kalkmasının etkili olduğunu belirtiyor.
[218] Çalışma boyunca
değinme imkânı bulduğumuz üzere, melankoli kavramını, sanat ve edebiyat
alanında verilmiş belli başlı örneklerine değinilmeden anlayabilmek,
açıklayabilmek mümkün değildir. Geç Ortaçağ’dan itibaren geniş anlamda
melankoli tanımına uygun düşecek çok sayıda eserin verilmiş olması; 17.
yüzyıldan itibaren edebiyat ve resimde adeta bir patlama yaşanması bu görüşü
teyid eder. Klibansky, Panofsky ve Saxl tarafından ortaklaşa kaleme alınan
klasikleşmiş çalışma, Satürn ve Melankoli"de en ünlüleri seçilerek
derlenmiş görsel malzeme (yüz elli beş adet) etkileşimin boyutlarını
ortaya
koymaya yeter. Biz bu çalışmada metin içinde yer verdiğimiz gravür, resim,
bakır-ahşap baskı, anlatı, tiyatro oyunu, roman, destan, anonim eser ve benzeri
sanatsal yaratı ürünlerine Bibliyografya’da yer vermeye çalıştık. Melankoli’yi
görsel ürünler üzerinden değerlendiren iki önemli serginin katoloğunu, uzman
isimler tarafından yazılan metinler nedeniyle burada anabiliriz: Melancholie
- Genie und Wahnsinn in der Kunst. (2006); Schwarze Romantik - Von
Goya bis Max Ernst (2013).
[219] Földenyi (2004, s.
176, dip not 5) 16. yüzyıl Almanyası’nda kurumuş, yapraklarını dökmüş ağaçların
‘Satürn Ağacı’ olarak tanımlandıklarım, astroloji, humoral patoloji ve
melankolinin doğada bu denli iç içe geçmesinin şaşırtıcı olduğunu belirtiyor.
[220] Her ne kadar
Shakespeare’in Hamlefi yazmayı 17. yüzyılın ilk yılında (1601)
tamamladığı bilinse de, yaşadığı tarih dilimi göz önünde bulundurulduğunda, bir
16. yüzyıl insanı (1564-1616) ile karşı karşıya olduğumuz aşikâr. Ancak
eserlerinin anlam ve derinliği günümüzde halen süren Shakespeare’in yarattığı
melankolik ‘Hamlet’ kimliğinin Yeni bir ‘Çağ’ın arifesindeki Avrupa’nın ruhuna
daha uygun düşeceği düşüncesiyle, onu 17. yüzyıl melankoliği olarak tanımladık.
[221] Barry Sanders
(2001, s. 223), librettosunu besteci Arrigo Botio’nun, Shakespeare’in IV.
Henri ve Windsor’un Şen Kadınları oyunlarından derleyerek yazdığı
Verdi’nin Falstaff Operası’nın, “espiriler ve gülme bağlamında” Hamlet ile “ilk
bakışta görüldüğünden daha fazla ortak noktasının olduğunu” belirtiyor ve şöyle
devam ediyor: “Falstaff, Prens Hal’e şakalar yapar; Hamlet’in şakası annesi
Gertrude’a ve babasının tahtını gasp eden krala yöneliktir. Falstaff bir bakıma
buruk şarabın dumanı içinden bilgece konuşan saray soytarısıdır; Hamlet de
saray soytarısını oynar ve sözde deliliği içinden bilgece konuşur. Her ikisi
için de oyundur önemli olan.”
[222] Shakespeare’in
eserlerinde melankolik kaçıkların ayrıntılı bir tahlili için bkz. Greiner,
2007, s. 107 - 140.
[223] Bu bölümde Hamlet
en yapılan alıntılarda Sabahattin Eyüboğlu’un çevirisi (2008) kullanılmıştır.
[224] Yine III. Perde’nin
2. sahnesinde sarayda bir oyun (kralın zehirlenmesinin mizanseni) sahnelemek
üzere gelen tiyatro topluluğunun sahne almasından önce, saray efradının
geldiğini gören Hamlet sadık dostu Horatio’ya şöyle seslenir: “Geliyorlar oyunu
görmeye; kaçık rolünü oynamaya başlamalı! Horatio, bir yer bul kendine.” (Hamlet,
s. 80)
[225] Shakespeare oyunun
başından itibaren Hamlet’in Ophelia’ya karşı tutumunu alaycı ve aşağılayıcı
gibi gösterse de, Hamlet’in talihsiz Ophelia’ya karşı derin bir sevgi beslediğini
şu dizelerden anlarız: “Ama sus bak, güzel Ophelia geliyor. / Peri kızı
dualarında unutma beni, / Ve bütün günahlarımı.” (Hamlet, III. Perde, 1.
Sahne)
[226] Bir diğer örnek
kral ve kraliçenin talimatlarıyla Hamlet’i yoklamaya giden lordlar Guildenstern
ve Rosencrantz’e takındığı taklit melankolik ruh halidir: “Niçin çağırıldığınız
ben söyleyeyim size; böylece sır vermenizi önlemiş olurum, kral ve kraliçeye
verdiğiniz sözün tüyü bile kirlenmez. Son zamanlarda, bilmem neden, bütün
sevincimi yitirdim, her gün yaptıklarımı yapmaz oldum. Gerçekten öyle karardı
ki içim, dünya, bu güzelim yapı, çorak bir kayalığa döndü gözümde.” (Hamlet,
s. 56)
[227] Avrupa’da 16.
yüzyıl aşk (sevgi) melankolisinin zirveye ulaştığı, karşılık bulamadıkları
sevgileri nedeniyle özellikle İngiltere’de yüzlerce gencin aklını kaçırıp,
intihar ettiği bir dönem olarak tarihe geçecektir. Shakespeare’in de bir
İngiliz vatandaşı olarak 17. yüzyılın ilk yıllarında kaleme aldığı Hamlet tragedyasında
bu modadan etkilenmemiş olması düşünülemez.
[228] İstemli Ölüm,
tarihin tüm dönemlerinde üzerinde en çok yazılan, tartışılan fenomenlerden biri
olduğunu söyleyebiliriz. Cato’dan Seneca’ya Montaigne’den David Hume’a, Francis
Bacon’dan Robert Burton’a, John Donne’dan Thomas Hobbes’a çok sayıda yazar,
şair, denemeci, teolog, hukukçu, siyaset bilimci intihar üzerine düşünmüş ve
yazmıştır. Tarihin her döneminde ‘felsefî intihar’dan söz etmek mümkün ise de,
özellikle 17. yüzyıldan itibaren artan istemli ölümlerin, varoluşa yönelik
artan kaygılar nedeniyle felsefî bir kimlik kazandığı aşikârdır. İntihar’ın
Hıristiyanlık etiğinde de çok tartışılan bir olgu olduğunu söyleyebiliriz.
Alvarez (2007, s. 74), “Hıristiyan öğreti her şeyden önce intihara güçlü bir
teşvikti.” ifadesiyle önemli bir noktaya işaret etmektedir. Daha önceki
bölümlerde, Hıristiyanlığın ruh karşısında bedeni nasıl aşağıladığını giderek
bunun bir bedeni öldürme projesine dönüştüğüne ayrıntılı biçimde değinmiştik.
Hıristiyanlık bir yandan bedenin intiharını özendirirken, diğer yandan ruhun
selâmeti için kendi kendine yaşamın sonlandırılmasına şidettle karşı çıkmıştır.
Bu ikircikli durum Ortaçağ sonlarına kadar, Katolik Kilisesi gücünü
koruyabildiği sürece, geçerliliğini sürdürmüştür. Ancak 17. yüzyıla
gelindiğinde dinin intihar üzerindeki sınırlayıcı etkisinden söz edebilmek
artık mümkün değildir. Diğer bir ifadeyle inançları insanları kaygı ve
korkularından korumaya yetmez. Aksine intihar eğilimi olanlar toplum içinde
yüceltilmekte ve verecekleri istemli ölüm kararlarından dolayı övülmektedirler.
İntihar eğiliminin bu denli artışı Rönesans insanın ‘kaygı’ların artık
dizginlenemez hale gelmesiyle açıklanabilir. Georges Minos (2008, s. 105) bu
yeni durumu şöyle tanımlar: “Hamlet’teki intihar eğilimi, 1580-1620 yılları
boyunca İngiliz ve Avrupa düşüncesine damgasını vurmuş bir kaygının en eksiksiz
ifadesidir. Kırk yıl içinde, İngiliz tiyatrosu yüz kadar piyeste iki yüzden
fazla intihar olayı sahneler: Bu rakam, tek başına, “’toplumsal bir olguyu’”,
halkta hem kaygı hem meraktan doğmuş bir ilgiyi gösterir. XVI. yüzyıl sonu ve
XVII. yüzyıl başının seyircileri istemli ölümden hoşlanır.”
[229] Georges Minois
(2008, s. 172) Shakespeare’in mezarcısının dillendirdiği bu çifte standardın
tarihsel gerçekliğine ilişkin şu tesbitte bulunur: “İntihar edenlere verilen
cezalar konusunda soyluların nispi dokunulmazlığı, 1600 yılında şimdiden çok
iyi bilinmektedir; o yıl Shakespeare, Hamlette, Ophelia’nın mezarını
kazan bir mezarcıya şunu söyletir: “’Eğer bu kadın soylu olmasaydı hayatta
Hıristiyan mezarlığına gömülemezdi.’” Bundan bir buçuk asır sonra, 1775’te, Connoisseur
dergisinde satirik bir makale yayımlanır, burada intiharla ilgili şu sözler
okunur: “’Meteliksiz zavallı bir dilenci mezarlıktan atılabilir, ancak
ustalıkla oyulmuş bir tabanca ya da Paris siperli bir kılıçla intihar, şık
beyefendiye gösterişli bir cenaze töreni ve Westminster Abbey’de, onun
erdemlerini yücelten bir anıtmezar sağlar.’”
[230] John Harvey’in,
etkileyici ‘bir kara prens’ (Hamlet) tahlili için bkz. 2012, s. 129-142.
[231] Bu çalışmada daha
çok Encylopedie ’deki yazar ve editörlüğüyle anacağımız Denis Diderot
Fransa’nın 18. yüzyılda yetiştirdiği dehalardan biridir. Felsefeci, edebiyatçı,
tiyatrocu, eleştirmen, ansiklopedi yazarı gibi farklı kimliklerinin yansıra
özgür insanın aklını yücelten görüş ve düşünceleriyle de tanınır. Yukarıda
göreceğimiz üzere bir hekim donanımı ve hassasiyetiyle kaleme aldığı Melancolie
maddesinin yansıra, 18. yüzyıldaki bir Katolik manastırındaki yaşamdan
hareketle, Kilise kurumunu sorgulayan Rahibe (2002) isimli romanı ve
kültleşmiş diyalogu Rameau ’nun Yeğeni (1991) ile ünlenmiştir.
[232] Fransızca başlığı, Encylopedie,
ou, Dictionniaire raisonne des Sciences, des arts, et des metiers olan bu
önemli çalışmanın orijinal dilindeki elektronik sürümü için The University of
Chicago - The ARTFL procet’in sayfasına bakılabilir: http://portail.atilf.fr/encyclopedie/Formulaire-de-recherche.htm (Erişim Tarihi: 10 Kasım 2012).
Encylopedie hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Manguel, 2008, s.
83-89; D’Alembert, J. Le R. - Diderot D., 1989, s. 9-29 (Giriş); (s. 30-49)
Roland Barthes’ın makalesi.
[233] Encylopedie"de,
Melancolie madde(leri) X. cildin 307. sayfasında genel melankoli
tanımıyla başlar, 308. sayfada yapılan kısa bir dini melankoli (religieuse)
tanımını takiben tıbbi melankoli (Medetine) analizi ile sürer (308-311).
http://portail.atilf.fr/encyclopedie/Formulaire-de-recherche.htm.
[234] Diderot Melancolie (Medecine) maddesinde, Encylopedie’nin başka madelerine sık sık
göndermelerde bulunuyor.
[226] ‘Doğal olmayan altı
şey’ Ortaçağ insanının yaşamını belirli kurallar dâhilinde düzenlemeyi ilke
edinmiş skolastik tıp kitaplarında sıkça kullanılır. Amaç diyet yöntemleri ile
düzenlemesi (korunması) gereken yaşam alanlarının tespitidir. Dengelenmek
istenen alanlar; hava (aer, Lat.), yemek ve içmek (cibus et potus,
Lat.), hareket ve dinlenme (motus et quies, Lat.), uyku ve uyanıklık (somnus
et vigilia, Lat.), doldurma/beslenme ve boşaltım (repletio et evacuatio,
Lat.), ruhi endişeler (affectus animi, Lat.). Leven, 2005a, 751-752.
[227] Robert Burton’un
yaşamı, Anatomy of Melancholy"nin yazılış süreci ve baskı ve
benzeri bilgiler için Ulrich Horstmann tarafından yapılan çeviriye (1991)
yazılmış ‘Son Söz’e (s. 333-349) bakılabilir. Yine bkz. Lepenies, 1998, s.
19-34; Radden (Ed.), 2000, s. 129-130; Gowland, 2006, s. 1-32 (Introduction)
[228] Bu çalışmada Robert
Burton’un Anatomy of Melancholy adlı eserine yapılan atıflar için,
Ulrich Horstmann tarafından genişletilmiş 6. baskısından (1651) yapılmış
(seçilmiş bölümler), ‘Giriş’i (Democritus Junior to The Reader) ve ‘1.
Kitapçık’ı (The Frist Partition) kapsayan Almanca çevirisi (1991) ve Gutenberg.org
adlı sitede yer alan The Anatomy of Melancholy by Robert Burton ağ
sayfasındaki dip notlu metinden faydalanılmıştır. Gutenberg.org isimli
sitede yer alan tam metin, 19. yüzyılda İngilizcesi
yenişleştirme/sadeleştirilme suretiyle yapılan baskının dijital ortama aktarılmış
halidir. Aynı metne http://archive.org/details/theanatomyofmela10800gut ve sadece ‘Giriş’ ve ‘1. kitapçığı kapsayan bölüme http://www.exclassics.com/anatomy/anatomy1.pdf adreslerinden (Bu metin özellikle ‘Giriş’ bölümüne ilişkin
referanslarda, sayfa numarası verme olanağı sunduğu için kullanılacak ve bundan
böyle ‘exclassics.com’ olarak anılacaktır) ulaşılabilir. Sonuç itibariyle
yukarıda anılan İngilizce kaynak metinlerin hepsi gözden geçirilmiş aynı
edisyondur.
Robert Burton Anatomy of Melancholy’de, özellikle
‘Genç Demokritus’tan Okuyucuya’ (Democritus Junior to The Reader)
başlıklı uzun ‘Giriş’ bölümünde sık sık Satürn gezegeni etkisindeki melankolik
kişiliğine vurgu yapan ifadeler kullanır: “Saturn was lord of my geniture,
culminating, &c., and Mars principal significator of manners, in partile
conjunction with my ascendant." (The
Anotomy of
Melancholy, 2009, I,34)
Kendi
melankolisini azaltmak amacıyla melankoli hakkında yazdığını; melankolinin
nedeni olarak hiçbir şeyin aylaklıktan daha fazla önemli olmadığını, ilacının
da çalışmak olduğunu er-Razi’ye atıfta bulunarak belirtir: “I write of
melancholy, by being busy to avoid melancholy. There is no greater cause of
melancholy than idleness, "no better cure than business," as Rhasis
holds.”( The Anotomy of Melancholy, 2009, I,36) Yine
kendisine yardımı olur umuduyla ulaşabildiği tüm tıp kitaplarını okumak için
gösterdiği çabadan bahseder: “To do myself goodI turned over such physicians
as our libraries would afford, or my private friends impart, andhave taken
thispains." (The Anotomy of Melancholy, 2009, I,36)
[230] Burton, Christ
Church College’da ve Vatikan Kütüphanesi’nde kitapların arasında yoğun bir
çalışma temposunda geçen son otuz yedi yılını ve aynı dönemde otuz yıl süren
Oxford’daki olgunluk dönemini Democritus Junior to The Reader’ın
başlarında okuyucusuyla paylaşır. Horstman, 1991, s. 19; The Anotomy of
Melancholy, 2009, I,33.
[231] 1621 tarihli ilk
baskının dokuz yüz sayfa olduğu hakkında bkz. Radden, (Ed.), 2000, s. 129.
[232] Gowland, 2006, s.
33.
[233] Anatomy of
Melancholy gibi yak bin üç yüz sayfalık bir eserin ayrıntılı bir
değerlendirmesini yapabilmenin zorlukları malumlarıdır. Sadece, ‘Giriş’ hariç,
ilk kitapçıkta seksen civarında ana bölüm, bölüm, alt bölüm ve kısım
sözkonusudur. Kitabın bütününe eşlik eden yaklaşık altı bin sekiz yüz
açıklayıcı dip notun varlığı göz önünde bulundurulduğunda, yazar tarafından
eserde ne denli ayrıntılı bir enformatik yapılanmanın inşa edildiği
anlaşılabilir. Biz olabildiğince çalışmamızda, bu hacimli eserin konumuzla
içeriği daha fazla örtüşen bölümlerini anmak, gerekli olduğunda sınırlı ölçüde
açmak şeklinde bir yöntemi benimsedik.
[234] Anatomy of
Melancholy’nin Ulrich Horstmann tarafından yapılan çevirisine yazılmış ‘Son
Söz’den 1991, s. 342.
[235] Aksi
belirtilmedikçe bundan sonra The Anotomy of Melancholy’den yapılan alıntılar
Guienberg.org'da yer alan elektronik sürümden (2004) yapılacaktır.
“one of the most miserable creatures of the world.” (Sect.I/ Memb.I/ Subsect.I)
[237] (Sect.I/
Memb.I/ Subsect.I)
[238] Bu bölümün başlığı “SUBSECT. II.-- Of the Part
affected. Affection. Parties affected.” Satırbaşı ayrımında ise “Parties
affected” yer almaktadır. Biz burada ‘yatkınlıkları’, sadece organları
değil, metinde sayılanların tümünü kapsayacak ve elverişli, müsait anlamlarına
da gelen bir bağlamda kullandık. Ulrich Horstmann’ın Almanca çevirisinde bölüm
başlığı, “Die affizierten Organe und anfâlligen Gruppen" olarak
çevrilmiştir. (Burton, 1991, s. 147)
“Such as have the moon, Saturn, Mercury misaffected in their
genitures, such as live in over cold, or over hot climes: such as are born of
melancholy parents; as offend in those six nonnatural things, are black, or of
a high sanguine complexion, that have little heads, that have a hot heart,
moist brain, hot liver and cold stomach, have been long sick: such as are
solitary by nature, great students, given to much contemplation, lead a life out
of action, are most subject to melancholy" (Sect.I/Memb.III/Subsect.II)
[240] Burton
melankolinin bütünüyle veya kısmen ırsiyet yoluyla kazanılmış kalıtımsal bir
hastalık (hereditary disease) olduğuna inanır.
(Sect.II/Memb.I/Subsect.VI) Yine aynı bölümde, bahsi geçen kalıtımsal
hastalıkları olanlara, Kilise ve devlet tarafından birbiriyle evlenme yasağı
getirilmesi, bu gibi şahısların kan bağı olmayanlarla evlenmesinin sağlanması
gerektiğini belirtir: “For these reasons, belike, the Church and
commonwealth, human and Divine laws, have conspired to avoid hereditary
diseases,
forbidding
such marriages as are any whit allied;"
Kanımızca,
17. yüzyılın ilk çeyreğinde Burton tarafından ‘genetik miras’a yapılmış bu
vurgu önemlidir.
[241] Burton melankolinin doğal
nedenlerini birincil ve genel ya da (başka bir ifadeyle) ikincil ve daha
sıradan olmak üzere ikiye ayırır ve kürevi semanın, gezegenlerin, yıldızların
ve benzerlerinin melankoli yaratma gücünü doğal nedenler arasında sayar. “NATURAL
causes are either primary and universal, or secondary and more particular.
Primary causes are the heavens, planets, stars, &c."
(Sect.n/Memb.I/SubsectfV)
[242] Daha önceki
bölümlerden anımsanacağı üzere ilk kez Hippokrates, epilepsi hastalığının
doğaüstü güçlerin marifetiyle değil bütünüyle beyinden kaynaklanan bir
rahatsızlık olduğunu belirtmiştir.
[243] Robert Burton’un
Johann Weyer ve Ulrich Molitor’u kaynak göstermek suretiyle değindiği bu konu,
Avrupa’da cadı avlarının tepe noktasına ulaştığı dönem başta olmak üzere 16. ve
17. yüzyılda sürekli gündemde kalmış ve başta teologlar, demonologlar
(hukukçular) olmak üzere, şairler, sanatçılar tarafından yoğun biçimde
tartışılmıştır. Kuşkusuz Burton, cadılık ile melankoli arasında doğrudan
kurduğu ilişki nedeniyle, cadı avı karşıtı kampta yer alan hekim Weyer’in
görüşlerini, ilk kez 1563 yılında Latince yayımlanan De Praestigiis
Daemonum’dan hereketle kendine örnek almıştır. Ancak cadıların melankoliye
‘yatkın’ olduğu konusunda ilk kez görüş bildiren, Malleus Maleficarum'un
(Cadıların Çekici) yazarı Dominken engizitör Heinrich Kramer
(Institoris)’dir. Kramer, Satürn gezegeninin melankolik ve kötücül etkileriyle
bilinen doğasına dikkat çekerek, demonların her zaman cadılığa yatkın (Disposition)
insanları melankolikler arasından bulabildiğini belirtir. (Kramer, 2000, s.
206; 222) Bu yaklaşım Malleus Maleficarum'un yayınlanmasını (1486/87)
takip eden yaklaşık iki yüz yıl boyunca geçerliliğini koruyacaktır. Kramer’in
cadılığa istidatlı melankolikler teorisi beden sıvılarıyla
ilişkilendirilerek, yaşamının son yıllarında Weyer’in hocası da olan
Nettesheimli Agrippa’nın da katkılarıyla, 15. yüzyıldan itibaren hümanist
Rönesans melankoliğine dönüştürülmesi ve fazla gecikmeden cadı avı karşıtları
tarafından benimsenmesine olanak sağlayacaktır. (Behringer, 2007) Cadılıkla
suçlananların aslında birer melankolik ve/veya akıl hastası oldukları,
dolayısıyla cezai ehliyetleri olmadığına dair Johann Weyer tarafından ilk kez
16. yüzyılda dillendirilen görüşün çok önemli sonuçları olacaktır.
[244] "Thai a man
may say, this dief is the mother of diseases, (..
.)”(Sect.II/Memb.II/Subsect.I)
[245] Burton bu alt bölümlerde uzun uzun farklı kültürlerde
yeme-içme alışkanlıkları üzerine bilgiler verir. Türklerde bu
değerlendirmelerden, kızartmaya olan düşünkünlükleri ve düzenli afyon
kullandıkları bilgisiyle, payına düşeni alır. "The Turks, saith Busbequius,
delight most in fried meais." "The Turks, saith Bellonius, lib. 3, c.
15, eat opium familiarly, a drachm at once, which we dare not take in
grains." (Sect.II/Memb.I/Subsect.III). Burton ilk alıntıda referans
verdiği, Türkiye’de Habsburg Hanedanı’nın elçisi olarak Kanuni Sultan Süleyman
döneminde görev yapmış diplomat ve botanikçi Flandernli Ogier Ghislain de
Busbecq (1522-1592); ikinci alıntıda bahsi geçen Pierre Belon (1517-1564) ise
Fransız bir doğabilimcidir.
[246] “Such as is the air,
such be our spirits; and as our spirits, such are our humours'' (Sect.II/Memb.I/Subsect.V)
[247] Burton bu bölümde farklı
coğrafyalardan verdiği kötü hava örneklerine birçok Türk kentini ve İstanbul’u
da dâhil eder ve sokaklardaki leşlerin ağırlaştırdığı havayla tanındıklarını
belirtir. “Many cities in Turkey do male audire in this kind:
Constantinople itself where commonly carrion lies in the street.” (Sect.II/Memb.I/Subsect.V)
[248] Redhouse'da
imagination kelimesinin anlamı; hayal gücü; muhayyile, imgelem; hayal,
tasavvur; kuruntu olarak verilmektedir. Bu bağlamda imagination ’ın
hayal gücünü aşan bir anlam bütünülüğüne sahip olduğunu söyleyebiliriz.
[249] “Qf theforce of
imagination” (Sect.II/Memb.III/Subsect.II)
We see commonly the tooth-ache, gout, falling-sickness,
biting of a mad dog, and many such maladies, cured by spells, words,
characters, and charmsf.f"
(Sect.II/Memb.III/Subsect.II)
“All the world knows there is no virtue in such charms or
cures, but a strong conceit and opinion
alone, as Pomponatius
holds, ’which forceth a motion of the humours, spirits, and blood, which takes
away the cause of the malady from the parts affected’." (Sect.II/Memb.III/Subsect.II)
[252] Burton’un burada
hekim ve ruhban kimliklerinin çatıştığına şahit oluyoruz. Bir yandan hurafe
olarak tanımladığı yöntemlerin, tedavi etme gücüne sahip olduklarına inanırken,
diğer yandan, son tahlilde, yine doğaüstü bir güce dayalı olarak ortaya imagination
’ın beden özsularını etkilediğini savunmaktadır.
[253] Bu konuda yine ilginç bir örnek
Burton’un, neden yaşlı kadınların ve cadıların çocukları etkiledikleri, giderek
büyüledikleri sorusuna verdiği yanıttır. Burton, Weyer, Paracelsus, Cardano,
Campanella gibi hekim ve filozofları da refere ederek, kısmen de olsa bu
etkilenmede imagination gücünün etkili olduğunu belirtir: “Why do
witches and old women fascinate and bewitch children: but as Wierus,
Paracelsus, Cardan, Mizaldus, Valleriola, Casar Vanninus, Campanella, and many
philosophers think, the forcible imagination of the one party moves and alters
the spirits of the other." (Sect.II/Memb.III/Subsect.II)
[254] "Symptoms,
or Signs of Melancholy in the Body” (Sect.III/Memb.I/Subsect.I)
[255] "Symptoms or
Signs in the Mind” (Sect.III/Memb.I/Subsect.II)
[256] Burton burada özel
olarak tanımladığı, gezegenler, eğitim düzeyi, tüketim alışkanlıkları, başka
hastalıklar,
bazı meslekler ve benzeri faklı olgunun etkisiyle ortaya çıkan melankoli
belirtilerini çok sayıda referansın yardımıyla ayrıntılı biçimde açıklar. (Sect.III/Memb.I/Subsect.III-IV),
(Sect.III.Memb.I/Subsect.I-II-III-IV)
ve (Sect.III./Memb.III)
The cure is hard in men, but much more difficult in women.
And both men and women must take notice of that
saying of Montanus, consil. 230, pro Abate Italo, "This malady doth
commonly accompany them to their grave; physicians may ease, and it may lie hid
for a time, but they cannot quite cure it, but it will return again more
violent and sharp than at first, and that upon every small occasion or error. ”
(SectIV/Memb.I)
Dıes adimit agrıtudınem hominibus, ın other dıseases there
ıs some hope likely, but these unhappy men are born to misery, past all hope of
recovery, incurably sick, the longer they live the worse they are, and death
alone must ease them. (Sect.IV/Memb.I)
[259] He ne kadar Durkheim
(2002, s. 30), “(...) her toplum, tarihinin her anında intihar konusunda belli
bir eğilime sahiptir.” tespitinde bulunsa da, tipik bir Aydınlanma Çağ’ı
hastalığı olarak intihar üzerine Georges Minos’un İntiharın Tarihi
(2008) başlıklı değerli çalışmasının özellikle, “ ‘İngiliz Hastalığı’nın Doğuşu
(1680-1720)” başlıklı bölümüne (s. 207-241) bakılabilir. Yine İntihar üzerine
çağlar boyunca yazılmış metinlerden yapılmış bir derleme için bkz. Willemsen,
2007.
[260] Thus of their goods and bodies
we can dispose; but what shall become of their souls, God alone can tell.
(,..)We ought not to be so rash and rigorous in our censures, as some are;
charity will judge and hope the best: God be merciful unto us all. (Sect.IV/Memb.I)
[261] Robert Burton’un
ütopya arayışlarına konu olan uzun giriş bölümüne seçtiği başlıktaki Demokritos
kimliğinin metnin içeriğine ne denli uygun düştüğü konusunda çalışmamızın
başlarında yer alan, Hippokrates ile Abderalı Demokritos ile karşılaşmasını
konu alan bölüme bakılabilir. Yine neden Demokritos’u kendisine örnek aldığını
anlatan satırlar için Democritus Junior to The Reader ’a bakılabilir.
[262] Ütopya yazınında
esas patlama 18. yüzyılda yaşanacaktır. Gisela Berkman, Aydınlanma idealinin
ütopya geleneğine olan etkilerini şöyle açıklar: “Ütopyalardaki olağanüstü
çoğalma (XVII. yüzyıldaki 8 kitaba karşın, XVIII. yüzyılda 70 kitap), bu edebi
türün Aydınlanma zihniyeti içinde nasıl beslenmiş olduğunu gösterecektir.”
(Riot-Sarcey vb., 2003, s. 21)
[263] Avrupa’da ütopya
geleneğinin oluşmasına üç eserin, esin kaynağı olduğu söylenebilir. Bunlar
Anton Francesco Doni’nin I Mondi (1553), Johann Valentin Andreae’nin Christianopolis
(1619) ve Tomasso Campanella’nın Güneş Ülkesi (1623) isimli eserleridir. Ancak
İngilizce yazılmış ilk ütopya olma özelliğine sahip Democritus Junior to The
Reader (1621 ve 1638’e kadar Anatomy of Melancholy" de ‘Giriş’
olarak yer alan baskıları), kendisinden önce ve aynı dönemde More (1516),
Andreae (1619) Campanella (1623) ve Bacon (1627) tarafından kaleme alınmış
ütopyaları eleştirel bir gözle değerlendirme olanağı bulabilmiştir. (Kumar,
2005, s. 77) Thomas Morus’un Utopia ve piskopos Joseph Hall’ın Mundus
alter et idem’inin (Farklı ve Aynı Dünya) 1551 ve 1609 yıllarında
Latince’den İngilizce’ye çevrildiği göz önünde bulundurulduğunda, Burton’un
metninin İngiliz dili açısından önemi daha iyi anlaşılır. (Lepenies, 1998, s.
22)
[264] Burton Democritus
Junior to The Reader’da melankolinin düzen (order) karşıtı
karakterini vurgulamak için disorder'u, nadiren chaos kelimesini
kullanmıştır. Almanca çevirilerde ve referanslarda ise disorder'a uygun
düşen biçimde Unordnung kullanılmıştır. Bkz. "Demokrit Junior an
den Leser”” Horstmann, 1991; Leppenies, 1998, "II Ordnung
undMelancholie'” s. 9-45.
Starobinski
(2006, s. 254) ise ütopyanın ‘düzensizlik karşıtı, aklın hâkimiyetini öngören
kimliğine dikkat çeker: "Die utopische Ordnung stellt das gegenstück zu
einer in Unordnung geratenen Welt dar; sie lâfit die Vernunft wieder über jene
Elemente herrschen, die vom allgemeinen Wahnsinn vernachlâssigt wurden. ”
[265] The Anatomy of
Melancholy, 2009, s. 34.
"I hear new news every day, and those ordinary rumours of
war, plagues, fires, inundations, thefts, murders, massacres, meteors, comets,
spectrums, prodigies, apparitions, of towns taken, cities besieged in France,
Germany, Turkey, Persia, Poland, &c., daily musters and preparations, and
such like, which these tempestuous times afford, battles fought, so many men
slain, monomachies, shipwrecks, piracies, and sea-fights; peace, leagues,
stratagems, and fresh alarms. ” (The Anatomy of Melancholy, 2009, s. 34)
[267] Almanca çeviride
(Horstmann, 1991, s. 41), Disharmonie olarak yer alan orijinal metindeki
out of tune kavramı, canı sıkılmış (verstimmt) anlamına gelmekle
birlikte, metnin tümü göz önünde bulundurulduğunda amaçlananın düzensizlikten (disorder)
hareketle ortaya çıkan uyumsuzluk (disharmony) olduğu söylenebilir.
[268] Robert Burton’un
metnin başlığını ‘Genç Demokritus’tan Okuyucuya’ (Democritus Junior to The
Reader) olarak seçmesi kuşkusuz rastlantı değildir. Metin boyunca,
hemşerileri tarafından çılgın olarak tanımlanan ve tedavi edilebilmesi için
Hippokrates’den yardım istenen Demokritos’u, bütünüyle farklı olarak bir insan
olarak tanımlar. Burton için Demokritos, akilliği ve sağduyusuna güvendiği
dahası kendine örnek aldığı tek kimliktir. Yaşadığı dünyadaki toplumsal cinneti
tanımlayabilmek için en önemli tutamak noktası Demokritos’un varlığıdır. ’
[269] Burton’a göre insanlar, meziyet olarak görülebilecek
vasıfları çıkar ve gösteriş amacıyla kullanırlar. Gerçekte bahis konusu olan,
kuzu postuna bürünmüş aslandır. “One takes upon him temperance, holiness,
another austerity, a third an affected kind of simplicity, when as indeed he,
and he, and he, and the rest are "hypocrites, ambidexters,"
out-sides, so many turning pictures, a lion on the one side, a lamb on the
other. ” (The Anatomy of Melancholy, 2009, s. 66)
[270] Burton saydığı bu
olumsuzlukları tarihten verdiği, kanlı savaşlar, hırslı yöneticiler, paragöz
tüccarlar ve benzeri çok sayıda örnekle detaylandırır.
[271] This melancholy extends itself not to men only, but even to
vegetals and sensibles. I speak not of those creatures which are saturnine,
melancholy by nature, as lead, and such like minerals, or those plants, rue,
cypress, &c. and hellebore itself; of which Agrippa treats, fishes, bird,
and beasts, hares, conies, dormice, &c., owls, bats, nightbirds, but that
artificial, which is perceived in them all. (The Anatomy of Melancholy,
2009, s. 75)
[272] Burton’a göre özellikle köpekler melankoliye yatkındır: Of
all other, dogs are most subject to this malady, insomuch some hold they dream
as men do, and through violence of melancholy run mad; I could relate many
stories of dogs that have died for grief; and pined away for loss of their
masters, but they are common in every author. (The Anatomy of Melancholy,
2009, s. 75)
[273] İngiltere, İskoçya
ve İrlanda Kralı I. Charles (1600-1649), 1625 yılında tahta çıkmış ve ölene
kadar Unvanını taşımıştır.
[274] Burton Democritus Junior to
The Reader'da zaman zaman İngiltere’den örnekler vermeyi ihmal etmez.
Ülkesine bakışı eleştirel olmakla birlikte bir bütün olarak
değerlendirildiğinde olumludur: I may not deny but that this nation of ours,
doth bene audire apud exteros, is a most noble, a most flourishing kingdom
(...) (exclassics.com, s. 81)
Burton olumsuz örnekler arasında bir kez daha, kötü bir
yönetim altındaki Mısır gibi bir cennetin,
Türklerin egemenliğinde geldiği durumu açıklarken, Osmanlı
İmparatorluğu’na atıfta bulunur: Egypt another paradise,
now barbarous and desert, are almost waste, by the despotical government of an
imperious Turk, intolerabili servitutis jugo premitur (one saith) not only fire
and water, goods or lands, sed ipse spiritus ab insolentissimi victoris pendet
nutu, such is their slavery, their lives and souls depend
[276] İngilizce orijinal metinde yer alan idleness
kelimesinin Redhouse’da karşılığı işsizlik, tembellik olarak verilmekte,
idle sıfatı içinse işsiz, aylak karşılıkları yer almaktadır.
Horstmann’ın Almanca çevirisinde idleness kelimesi aylaklık anlamına
gelen Müfîiggang ile karşılanmıştır. Ancak metnin tümü göz önünde
bulundurulduğunda, Burton’un idleness ’ı tembellik anlamında kullandığı
düşünülmektedir.
[277] Starobinski (2006, s. 253), Aklın yasalarının hüküm
sürdüğü Burton’ın ülkesinde düzenin sağlanmasının bedelinin de yüksek olduğuna
dikkat çeker; hastalar, çalışamayacak derece de olan malüller devlet yardımı
alırken, tembeller, başkalarının sırtından geçinen asalakların (Parasiten,
Alm.) yeri hapishaneler, idam sehpalarıdır (Galgen und Schafotts, Alm.).
Our land is fertile we may not deny, full of all good
things, and why doth it not then abound with cities, as well as Italy, France,
Germany, the Low-countries? because their policy hath been otherwise, and we
are not so thrifty, circumspect, industrious. Idleness is the malus genius of
our nation. (The Anatomy of Melancholy,
2009, s. 81)
I will yet, to satisfy and please myself, make an Utopıa of
mine own a new Atlantis, a poetıcal commonwealth of mine own, in which I will
freely domineer, build cities, make laws, statutes, as I list myself. (The
Anatomy of Melancholy, 2009, s. 87-88)
[280] Starobinski (2006,
s. 251), en üst dereceden gözetim konusunda bir başka önemli ayrıntıya
dikkatimizi çekiyor. Buna göre Burton’ın üst düzey denetçilerinin (Oberaufseher),
Thomas More’un Ütopyasındaki syphograntus’ların izleyicisi olduğunu
belirtiyor. Anılan bölüm ve kavramın açılması için bkz. Ütopya (2012), Memuriyetler
başlığı, s. 159; Dip not 95-96, s. 352.
[281] Yukarıda değinildiği
üzere, adeta bir ütopya manifestosu derinliğine sahip Democritus Junior to
The Reader'nı. bugüne kadar ‘melankoli ve ütopya’ bağlamında yeteri kadar
değerlendirilmediğini söyleyebiliriz. Wolf Leppenies’in aktardıklarından
anlaşıldığı kadarıyla bu konuda ilk görüş bildiren yazarlardan biri sosyolog
Robert King Merton’dur. Bizim bu çalışmada faydalandığımız iki temel metinden
biri Alman sosyolog Wolf Lepenies’in 1969 yılında yapılmış Melankoli ve
Toplum (Melancholie und Gesellschaft) başlıklı doktora tezinin, 1998
tarihli genişletilmiş ve kitap haline getirilmiş baskısıdır. Robert Burton’un
melankoli anlayışını ve giderek melankoli-ütopya karşıtlığını kavrama sürecinde
Lepenies’in anılan kitabından önemli ölçüde yararlandığımızı söyleyebiliriz.
Yine Lepenies’in aynı konu üzerine, 2011 yılında Salzburg’da yaptığı sunuma da
başvurduğumuzu belirtelim. Bu bölümün hazırlanmasında temel aldığımız ikinci
metin ise, çalışma boyunca sık sık eserlerini refere ettiğimiz Jean
Starobinski’nin, The Anatomy of Melancholy’nin İtalyanca baskısına
(Padua 1983) yazdığı ‘Önsöz’ün, Almanca (2006) çevirisidir. Starobinsky’nin bu
çalışmasının, Robert Burton’da ‘ütopya’ kavramının anlaşılması ve çözülmesi
üzerine kaleme alınmış en önemli metinlerden biri olduğunu söyleyebiliriz.
[282] Burton tarafından Democritus
Junior to The Reader'da tasvir olunan Uı.opia'da, hüzünlü, kaygılı,
umutsuz, endişeli ve melankolik olarak tanımlanan ruh hallerinden duyulan korku
ve yasak getirme isteği diğer ütopya örneklerin de görülür. Özellikle yeni
kurulan ‘düzen’de tembellik ve aylaklık hiçbir şekilde hoş görülmeyecektir.
Campanella’nın Güneş Ülkesinde de tembellik yapmak ve hüzünlü-melankolik
ruh haline bürünmek, olumsuz sonuçları nedeniyle, yasaklanmıştır. Aylaklık
insanların yaşadıkları siteye faydalı olmalarına engel olan bulaşıcı bir
hastalıktır. Melankolinin nedenleri arasına aylaklığın dâhil edilmesi,
melankoliyi patolojik (hastalık) anlamına ilâveten etik bir sorun kavranışını
olanaklı haline getirir. Daha önceki bölümlerde değindiğimiz gibi Antikçağ’da
yapılan tanımdan hareketle melankolinin (karasafra) rengi siyahtır. Bu gelenek
asırlar boyu, toplumsal ve kültürel bağlamda anlamı daha da zenginleşerek,
süregelecektir. Güneş Ülkesinin sakinleri melankoliye neden olduğu için
kara renk elbise giyemezler: “Elbiseleri ya yünden, ya da ipektendir. Kara renge
karşı tiksinti duyarlar, bu koyu rengi beğeniyorlar diye Japonlardan nefret
ederler.” (Güneş Ülkesi, s. 42)
[283] Akşit Göktürk,
Thomas More’un Utopia’ sında (1516), yer yer Ortaçağ’dan izlere
rastlandığını belirtir ve ilâve eder: “More, ortaçağın bütününü değil, ancak
belli başlı birkaç kurumundaki insancıl nitelikleri özler. Sözgelişi
manastırları özlemesi, manastırlardaki ortak yaşama ruhuna duyulan bir
özlemdir.” (Göktürk, 1982, s. 31) More’un Utopia'’sının dört kritik
öğesinin Antik Yunan, Ortaçağ, İnkalar ve Protestanlık olduğunu belirten
Fredric Jameson (2009, s. 48; 50), More’un manastırda geçen gençlik yıllarının
bu kuruma olan hayranlığını arttırdığına dikkatimizi çeker.
Rönensans’dan
ortak yaşam için yeni manastır miti üzerine bir başka örnek ise, 16.
yüzyılın ilk yarısında (1532) yayımlanan ve More’un Utopia’sına iki kez
atıfta bulunan François Rabelais’in Gargantua’sında (Gargantua,
LII-LVIII) mimarisiyle dikkat çeken Theleme Tekkesi’dir. “Manastırın
laikleştirilmiş bir formu olarak ideal toplum kavramı”na (Northrop Frye’den
aktaran Göktürk, 1982, s. 31) uygun olarak inşa edilen Theleme, Mihail Bahtin’e
(2005, s. 445) göre, “manastırın tam tersidir; bir manastırda yasaklanan ne
varsa Theleme’de serbesttir, hatta orada kuraldır.” Rabelais’in Theleme’yi
anlattığı bölümlerde ütopya teriminin hiç geçmemesi ve Theleme’de ütopyanın
temel kıstaslarının olmadığı konusundaki görüş için bkz. Riot-Sarcey vb., 2003.
Ütopyalar Sözlüğü, içinde M. Clement tarafından kaleme alınmış Theleme
maddesi (s. 244-245).
Mekân
olarak manastırlar ve Hıristiyan tarikatlarında organizasyon kültürü olarak
ütopya olgusu için bkz. Seibt, 2001, s. 13-24.
[284] Robert Burton
kurduğu ütopya modeli için bkz. Democritus Junior to The Reader (The Anatomy
of Melancholy, 2009, s. 88-103)
[285] Ütopya geleneğinde
‘beden’ kurtarılacak bir nesne olarak olarak görülür. İçine düştüğü, ruhu da
olumsuz etkileyen, halden kurtulması, sağlıklı beslenmeden, cinsel ilişkiye,
uykudan egsersize, her türlü eyleminin düzenlenmesi ve denetlenmesiyle mümkün
olacaktır. Bu konu başta Plâton’un Devlefi olmak üzere tüm ütopya
yazarlarının en çok üzerinde durdukları konulardan biridir. Bu bağlamda devlet
aygıtı ile beden arasında analoji yapılmasının temel nedeni, beden üzerindeki
kontrolün, tüm toplum ve nihayet ‘devlet’ için de yapılabilmesinin olanak
dâhilinde olduğuna dikkat çekmektir.
Ütopya’da
beden(ler) üzerine bkz. Riot-Sarcey vb., 2003. Ütopyalar Sözlüğü, içinde
Laurence ve Thomas Bouchet tarafından kaleme alınmış Beden(ler) maddesi (s.
29-31).
[286] Ütopya geleneğinde
‘ada’ bir gerçeklik olarak var olmakla birlikte zaman zaman belirli bir alanın
sınırlanması, dışa kapalılık bağlamlarıyla metafor olarak da kullanılmıştır.
Akşit Göktürk İngiliz yazınında ‘ada’ kavramını inceldiği çalışmasında, ütopik
adalar üzerine şunları yazar: “İlkçağda, ortaçağda zaman zaman, yeryüzü cenneti
pırıl pırıl bir ada olarak düşünülmüş. Sonra More, Campanella, Bacon gibi
düşünürler, toplumların düzeniyle yetinmeyerek, özlemini duydukları örnek
toplumu açık denizler ortasında birer düşsel adada kurmuşlar.” (Göktürk, 1982,
s. 12) Diğer yandan “İlkçağ’ın özlediği mutluluk adası, gerçek dünya ile
karşıtlığı yönünden bir öte dünya öğretisiyle kolayca bağdaştırılabildiği için,
ortaçağda Hıristiyanlığın cennet ülküsü ile birleşir.” (Göktürk, 1982, s. 21)
Kaynak:
Haydar Akın, Antikçağ’dan Yeniçağ’a Delilik, Melankoli Ve Cinlenme Avrupa’da
Aykırı Olma Halleri Üzerine Tarihsel Bir İnceleme, 2014, Ankara
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar