MEVLÂNA'DA AŞK METAFİZİĞİ
İsmail
YAKIT*
Mevlâna'da
aşk metafiziğini daha iyi anlayabilmemiz için, aşkın ve ona temel teşkil eden
sevginin etimolojik ve kavramsal tanımlarının iyi bilinmesi gerekir. Bilindiği
üzere, sevgi kelimesi, Türkçe'mizde sevmek mastarından gelir. Klasik
kaynaklarda bu kelimenin karşılığı “hub” sözcüğüdür. Hub, Arapça'da
kaynama noktasına gelmiş suyun üstüne çıkmaya başlayan kabarcıkların adı olup,
buna habbe ve habâb da denir. Nitekim muhabbet kelimesi de buradan
alındığı için, susamışlıktan veya fazla arzudan dolayı kalbin kaynamaya ve
habbeler çıkarmaya başlamasıdır. İnsan fıtratında var olan sevgi üzerine pek
çok şeyler söylenmiştir. Fıtrî bir özellik olduğundan dolayı insan hayatta pek
çok şeyi sevebilir. İnsan kendini, çevresini, ailesini, para, makam, şöhret vs.
pek çok şeyi sevgi objesi yapabilir. Hatta madde ötesi varlıkları bile. Mesela
“ilahı aşk” veya “Allah sevgisi” tabir edilen sevgiler bu
gruptandır. Ancak unutmamak gerekir ki, insan ne kadar çok şey severse sevsin
sevgi aslında tektir ancak objeleri farklıdır.
Sevginin
ferdî ve sosyal pek çok faydası olduğu, hatta sadece insan değil, bütün
varlıkların eğitimine temel teşkil ettiği hepimizce bilinmektedir. Sevgi her
şeyden önce bir güven işidir. Güvenin olmadığı noktada sevgi yoktur. İnsan
hayatını ve toplumu şekillendiren her değer sevgiye dayanır. Toplum sevgiyle
kaynaşır. Sevgisiz insanlar katı ve iki yüzlüdür. Sevgisiz adalet de katıdır.
Sevgisiz kurallar ve gelenekler insanı dar görüşlü yapar. Sevgisiz inanç insanı
mutaassıp(fanatik) yapar. Sevgi insanı olumlu yönde motive eden bir güçtür.
Nitekim “sevgi, dünyayı sıcak dost ve güzel bir evren yapan, insanların
biçimini değiştiren, dinamik bir güçtür” diyen Roche'a ve “sevgi ruhun
kudretine teslim olmaktır. Kibiri bırakıp benlik davasından geçmektir”
diyen Ülken'e hak vermemek elde değil
Ünlü mutasavvıf düşünürümüz Mevlâna, sevginin kudretini
Mesne- vî'de şu sözlerle dile getirir:
“Sevgiden acılıklar tatlılaşır,
Sevgiden bakırlar altın kesilir
Sevgiden tortulu, bulanık sular arı duru su haline gelir.
Sevgiden dertler şifa bulur.
Sevgiden ölü dirilir, sevgiden padişahlar
kul olur”.
Sevginin
şiddetli haline “aşk” demişlerdir. Bu kelime Kur'an'da geçmez. Kur'anın
tercih ettiği kelime, “şiddetli sevgi”(=hubben şedid) veya “vedud”dur.
Bilahare İslam literatüründe köklü bir yeri olacak olan Aşk kelimesi, Arapça "A-ş-k"dan
gelir ve bir sarmaşık türünün adıdır. “Aşaka” adı verilen bu sarmaşık,
ağaca dolanır ve onu tepeden tırnağa sarar. Yapraklarının altından ağacın
gövdesine kökler salar ve ağacın öz suyuyla beslenir. Böylece sarmaşık
geliştikçe ağaç solmaya, kurumaya başlar. Tıpkı bunun gibi aşk da âşığın
benliğini öyle bir kaplar ki, aşk kendisinde geliştikçe, âşık solmaya,
kurumaya ve bedenî varlığını yokluğa vermeye, ruhu da maddi irtibatlardan
soyutlanmaya başlar.
Aşk konusunda o kadar söylenmiş söz vardır ki, bunlardan
burada bahsetmek imkânsızdır. Biz doğrudan Mevlâna'nın bu kavramı nasıl ele
aldığını göreceğiz.
Mevlâna'ya göre aşk, söylenmez yaşanır, yani sübjektif bir
tecrübedir. Diyor ki:
“Aşk da ocak gibi yakar, yandırır. Fakat bu
yanışı görmeyen, o tadı almayan da ocak değildir zati”(Mesnevi, II,1380)
“Birisi âşıklık nedir diye sordu:
dedim ki: Bize dönersen bilirsin”
Aşk, sayıya sığmayan sevgidir. Bu yüzden de
gerçekte Tanrı sıfatıdır; kula verilişi, geçici bir şeydir, demişlerdir"( Mesnevi, II, s. 5-6)
“Aşk
öyle bir alevdir ki, bir tutuştu mu, Ma'şûk'tan başka her şeyi yakar" diyen Mevlâna'ya göre, aşkın izâhı zordur. Mesela
hararetin rengi yoktur. Ancak odun, kömür gibi bir cisimde görününce renklenir.
Tıpkı bunun gibi, aşk da renksizdir. Ancak bir âşıkta renk kazanır. Yukarıda da
belirtildiği gibi, âşıklık nedir diye sorana “ ben olda bil” anlamında cevap
vermesi, onun, kelime ve sözlerle ifadesinin güçlüğünü belirtmek içindir.
Mevlâna,
Divan'ında aşka yeni bir lakap takar. Aşka hitaben der ki:
“Ey Aşk! Herkesin yanında birçok adın ve lakabın var.
(Fakat ben) dün gece sana yeni bir isim taktım: Devâsız dert" (Divan, I, 4) Yine Divan'ında aşkın izâhının
güçlüğünü, ezelden ebede uzanan gövdesiz bir ağaç metaforuyla terennüme
çalışır.
“Aşk üstünlükte, bilgide, defterde, kitap sahifelerinde
değildir. Halk dedikoduya düşmüştür ya, o yol âşıkların yolu değildir. Aşk,
öyle bir nur ağacıdır ki, dalları ezelde, kökleri de ebeddedir. Bu ağaç, ne
arşa dayanır, ne de yeryüzüne, bu ağacın gövdesi de yoktur... Aklı işten atıp
hevesi kovduk... Sen de fanî güzellere iştiyak var, bir özlem var. Bu ise
puttur. Sen kendini kendinde bulur ve kendin sevgili olursan, sende özlem
kalmaz"(Divan, I, nr.395)
Mevlâna'ya göre aşk, evrenden de öncedir. Çünkü Tanrı'nın
adıdır. Aşk, ona göre kişiyi beşerî alemden alıp, ilahî aleme taşır. Nitekim
Rubailerinden ve Divan'ından seçtiğimiz bir kaç beyiti şöyledir.
“Biz aşkın âşıkıyız. Çünkü aşk kurtuluştur".(Rubailer,343)
“Aşk mezhebinde aşkın yolu yoktur"(Rubailer,216)
“Aşkta
alçaklık, yükseklik olmaz; ayıklık, sarhoşluk da aranmaz. Hatta hafızlık,
şeyhlik, müritlik ne demek? Kalleşlik, düşkünlük, rintlik de sorul- maz"(Rubailer, 505)
“Sadece aşk, sadece aşk, başka da bir işimiz
yoktur" (Divan, 1474)
“Bizim peygamberimizin yolu aşk yoludur.
Biz aşkın çocuğuyuz, aşk da bizim
annemiz"(Rubailer, 49)
“Ey sevimli can! Aşkın gamından uzak kalma!
Çünkü onun her nefesinde bin oruç ve namaz vardır"(Rubailer, 703)
Pek
çok kavram insanlık kavramı kadar eskidir, ama aşkın tarihi insanın tarihinden
de eskidir. Birçok filozof ve mutasavvıf, sistemlerinde aşka önemli bir yer
ayırmışlar ve varlığın sebebini de aşk olarak göstermişlerdir. Nitekim
"sebep sonuçtan daima öncedir” ilkesine göre aşk evrenden de eskidir.
Empedokles,
dört unsurun(toprak-su-hava-ateş) birleşmesini aşkla açıklar. Ayrılmaları
nefretledir. Ona göre, Tabiatta aşk ve nefret çatışma halindedir.
Platon'a
göre Aşk, cismanî ve ilahî olarak ikiye ayrılır. Geçici güzelliklere olan aşk
cismanî, salt güzelliğe duyulan aşk da ilahîdir. Salt güzellik ve iyilik ise
ancak tanrı'dır. Bedenler birbirine benzediğinden tek bir bireye duyulan aşk
gittikçe azalır, aşk kendinin asıl kaynağını aramaya koyulur. Böylece asıl aşkı
hak eden varlığa yükselir. Aşkı yücelten Platon bu görüşleriyle, kendisinden
sonra pek çok filozof ve mutasavvıfa zemin hazırlamıştır. Platonun, aşkın
delilik getirdiği yani eski tabirlerle mecnunluk ve meczupluk getirdiğini
belirtmesi, düşünce tarihinde çok eleştiri almıştır. Gerçekten ona izafe edilen
ve bugün bizim de kullandığımız "platonik aşk” dediğimiz husus, tek
taraflı aşkları tanımlamak için ifade edilir. Buna göre platonik aşk kişinin,
kendi iç dünyasında, bütün sevgi ve dikkatini tek bir objeye yoğunlaştırarak
ideal sevgiyi ve aşkı bulmaya yönelik bir arayışıdır. Platon, aşkı üç aşamada
ele alır. Birincisinde kişi bir objenin güzelliğine kapılır, ona âşık olur.
İkincisinde bu objenin (diyelim ki insanın) güzelliğinden sıyrılarak güzelliği
bütün beşerîyette gören istidadı kazanır ve sevgisi bütün insanlığa yayılır.
Üçüncüsünde ise kişi, ruhî derinlikte "ideler alemi”nin "Güzel
idesi”ni hatırlamaya başlar. İşte bugün, her ne kadar basite indirgense de
gerçek anlamda “platonik aşk” budur.
Aristo
"aşk, sevende sevdiğinin kusurlarını algılama yeteneğinin körelmesi-
dir” demektedir. Bu bizim bugün “aşkın gözü kördür” diye ifade ettiğimiz
husustur.
Tıp
tarihine göz attığımızda bazı tabiplere göre aşk, melankoliyi andıran bir
hastalık halidir. Kişinin kendini bir objeye saplantı halinde kaptırması ve
sürekli ona ilgi duyması ve onu düşünmesidir. Bu hal zamanla, bünyede kötü bir
buharın oluşmasına ve dimağa yükselmesine sebep olur ve böylece bedenî arızalar
meydana getirir.
Aşk
konusunda müstakil bir risale yazan İbn Sina, aşkın ilahî kaynaklı olduğunu ve
Tanrı'ya ulaşma arzusu taşıdığını belirtir. Beşerî aşkı ise araz olarak görür,
eğer bu arazlar hayvanî gayelere götürürse, insanı alçaltır. Fakat neslin
devamı gibi bir iyiliği de vardır. En yüce aşk, insanı faziletlere ve ilahî
nimetlere ve mutlak iyiye götüren ve O'na benzeme çabası sağlayan aşktır.
Bazı filozoflar gibi, sufiler de aşkı ikiye ayırır: Gerçek
ve geçici aşk. Geçici aşk, her hangi birine duyulan aşktır. Bu da makbuldür.
Çünkü seven kişi, mahbûbuna karşı sevgisi nispetinde kayıtlı olduğu şeylerden
vaz geçer. Böylece hürriyete doğru yol alır. Aslında geçici aşk, gerçek aşka
bir köprüdür. Gerçek aşk ise Tanrı'ya olan aşktır. İnsandaki cezbeyi, Tanrı'nın
kulunu çekişini meydana getirir. Cezbe de sâlikin varlığını eri-
tir(Gölpınarlı, M. Celâleddin, 164)
Mevlâna'ya Göre Aşığın Vasıfları:
Bazı
filozof ve sufiler gibi Mevlâna'nın da aşkı, beşerî ve ilahî olmak üzere iki grupta
mülahaza ettiğini biliyoruz. Mevlâna'ya göre aşk bir süreçtir. Bunun için
insan, tabiatı gereği farklı psikolojilere girer. Gittikçe olgunlaşır. İnsan
ilahî aşka girmeden önce, beşerî aşkla iyice yoğrulmalıdır.
“Ey gönül! Akşamdan tan aydınlığının rengini kim gördü? Adı
sam temiz gerçek bir aşığı kim buldu? Ben yandım diye hep feryad ediyorsun,
boşuna feryad etme. Ham yemişin yandığını kim gördü?"(Rubailer, 422)
Mevlâna'nın
burada anlatmak istediği husus, çekilen acıların kişiyi hamlıktan kurtarması,
benliğinden sıyırmasıdır. Bir âşık sıkıntılı dönemini, feryatlarla dinleyenlere
anlatır. Aşığın aşkının gücü oranında feryadı azalır. Nitekim şöyle
demektedir:
“Şimdi feryadım azaldı ama aşkım arttı. Nasıl ki ateş, çok
alevlenince duma- nı(azalır) çıkmaz
olur"(Rubailer, 546)
Mevlâna'nın bu ifadeleri, Mevlâna'dan oldukça esinlenen
ünlü Divan şairi Fuzulî'nin şu mısralarını hatırlatmaktadır:
“Ehl-i temkinem, beni benzetme ey gül bülbüle
Derde sabrı yok anın her lahza bin feryadı
var"
Mevlâna, suret sahibi bir sevgilinin aşkıyla pişmeye
başlayan gönül, suretsiz varlığa doğru ilerler görüşündedir. Suretsiz ve“Mutlak
Güzellik" olarak vasfedilen bu varlık, Cemal sahibi olan Allah'tır. Bu
aşamadan sonra Ma'şûk veya Mahbûb kavramı Cenab-ı Hakk için kullanılır. Bu
konuda O:
“Gönülden suretleri sür çıkar ki, O suretsiz olan sureti
bulasın” Rubailer, 369) demektedir.
Mevlâna'ya göre beşerî aşkın temelini şehvet yapanlar
hakiki aşka eremezler. Bu konuda Rubailer'inde birçok örnek vardır:
“ Sen şehvet ve arzularına aşk adını veriyorsun. Hâlbuki
şehvetten aşka giden yol, çok uzundur”
“Eğer şehvet ve heva sevdasında koşacaksan, sana haber
vereyim ki eli boş kalacaksın. Eğer bundan vaz geçersen açıkca göreceksin ki,
sen ne için geldin, sonra nereye gideceksin”(
Rubailer, 310)
Mevlâna'ya göre âşık, kendini, ancak aşkla kendinden
geçtikten sonra tanır, bilir:
“Kendimi görmeden önce kendi adımı işitirdim.
Ama kendimi ancak kendimden geçtikten sonra görebildim”( Rubailer, 64)
Mevlâna'ya göre insan, kendi özündeki güzelliğe doğru yol
alır, hamlıktan olgunluğa geçer. Bunun gerçekleşmesi için, nefsin olumsuz
sıfatlardan ve her türlü ahlâki kötülükten arıtılmış olması gerekir ki, onun
Tan- rı'yla irtibatı söz konusu olsun. Yani kişi, kendi egosuyla mücâdelesinde
galip gelmeli ki, kalbini ilahî ilhamlara açık tutabilsin. Bu ise olgunluk ile
olur. Nitekim onun “Âşıklık kemâl ile, gönül avcılığı cemal iledir”
demesi bu düşüncenin bir ürünüdür.
Aşığın vasıfları konusunda o, birçok özellik sıralar. Şöyle
ki:
“Âşıkların işlediği işin sevabı, Tanrı tarafından verilir;
bu karşılık da Tanrı'dır.
Âşıkların sevinçleri de odur, gamları da; el emekleri de
O'dur, hizmetlerinin karşılığı da.
Âşık, sevgilisinden başkasını seyre dalarsa, aşk değildir
bu, boş bir sevdadır.
Aşk o yalımdır ki alevlendi mi, sevgiliden başka ne varsa,
hepsini yakar- yandırır”(Mesnevî, V,
585-589)
“Aşığın hastalığı, hastalıklardan apayrıdır; aşk, Tanrı
sırlarının usturlâbıdır (Mesnevî, I, 10)
İbadetin ruhunu, dinin bile temelini aşkta gören Mevlâna'ya
göre:
“Aşk şeriatı bütün dinlerden ayrıdır; âşıklara şeriat da
Tanrı'dır, mezhep de Tanrı'dır.”
“Yol gösteren kulluk namaz beş vakittir; âşıklarsa hep
namazdadır”(Mesnevî, VI, 2676)
Mevlâna'ya göre, yerine getiriliş amacına göre ibadetler
üçe ayrılır: Kölenin ibadeti, tüccarın ibadeti, aşığın ibadeti. Kölenin itaati
korkudan dolayıdır. Cehennemden korktuğu için ibadet eder. İşte cehenneme
girmemek için ibadet edenlerin ibadeti bu kategoridendir. Bazıları da cennet
vaadi olduğu için ibadet eder. Bunlar da tüccar ruhlu insanlardır. Çünkü
tüccar, kazançlı olmayacak bir işe yatırım yapmaz. Ama hak katında gerçek ibadet
aşığın ibadetidir. Çünkü o, Tanrı kendisini ister cehenneme koysun, isterse
cennete, sırf O'nun rızası için, O istediği için, O'nu sevdiği için ibadet
eder.
Mevlâna'ya göre ölümsüzlüğün sırrı aşktadır. Âşık o sırrı
yakalamalıdır.
“Aşksız yaşama ki ölmeyesin. Bari aşk yolunda öl ki, ebedi
hayata kavuşasın!” Rubailer, 1291)
“Her şey sevgilidir, âşıksa bir perde; diri
olan sevgilidir, âşıksa bir ölü: kimin aşka meyli yoksa kanatsız bir kuşa
döner; eyvahlar olsun ona.”(Mesnevî, I,
30-31)
Mevlâna'ya
göre insan, insanlık vasfının özünü, ideal mahiyetini bulmuş ve onun idrakine
varmışsa, hem “âşık” hem de “Ma'şûk”tur. Yani hem Allah'ı seven,
hem de Allah'ın sevdiği kişi olur. Burası Mevlâna'nın aşk felsefesinin önemli
bir noktasıdır.
Mevlâna'ya
göre Allah'a ulaşmanın en emin ve en kestirme yolunun aşk olduğunu yukarıda
bahsetmiştik. İnsan bu yolculuğunda mal, evlat, dünya ve içindekilerden ve
hatta kendi benliğinden vazgeçmelidir. Çünkü ona göre aşk, Ma'şûk'tan başka her
şeyi yakar.
Mevlâna'yı
diğer mutasavvıflardan ayıran özelliklerin içinde en önemli motif, ilahî aşkı
kendinde tecelli ettiren insan, sadece Allah'a âşık değil, aynı zamanda Allah
da insan-ı kâmile, yani kendine âşık olana âşıktır motifidir. İşte bu motifte
metafiziğin en önemli konusu olan varlık konusunda Tanrı-insan ilişkisinin
özünü bulabiliriz.
Türk -İslam düşüncesinde insanın mikro kozmik bir varlık
olarak telakki edilmesi, onun kainatın bir parçası olması değil, sanki
doğrudan bir kainatmış gibi görülmesine yol açmıştır. Yani kainata bak insanı,
insana bak kainatı, her ikisine bak Tanrı'yı anla anlamındadır. İşte vahdet
şuuruna ulaşan insan da, Tanrı'nın tecellisinden ve O'nun Aşk ve Cemal'inden
hissesini alacaktır. Böylece estetik hazza erişen insan, ilahî sevgide kademe
kademe yol alacaktır. Sonunda insan, beşerî ve dünyevî kaygıları atıp, şekilden
geçip, şekilsiz Varlık'a ulaşacak ve O'nda O'nun aşkını bulacaktır. İşte çift
kutuplu bu aşk anlayışına göre insan Tanrı'ya, Tanrı da insana, daha doğrusu,
kendinde ilahî aşkı tecelli ettiren “insan-ı kâmil”e âşıktır. Bu
metafizik anlayışa göre Tanrı, hem Aşk, hem Âşık, hem Ma'şûk'tur.
Kur'an dilinde bu "el-Vedûd" dur.
Mevlâna,
görüldüğü gibi her şeyi "aşk"ta odaklamaktadır. Bütün bedii zevkler;
sanat, estetik, psikoloji, hayat ve hatta ibadet vs hepsi de aşk adlı sihirli
sözcükte temerküz ettirilmiştir. Metafizik bir kavram olan aşk, her şeyde, her
fizik varlıkta tecelli etmektedir. İnsan, mikro kozmik addedildiğinden,
evrende tecelli eden bütün değerlerin hepsine câmidir. Şu halde Mevlâna,
insanda bil kuvve var olan kemâlatı gün yüzüne çıkarıyor. Hatta bu tecelliler
bağlamında, ilahî sıfatların yansıdığı uluhiyet aynası, insanda bilhassa
insan-ı kâmildedir.
Mevlâna, Mesnevî, Divan ve Rubailer boyunca, aşk yönü
kendinde ağır basan evrensel insanı, yaratıcısıyla kurduğu psikolojik birliğin
bilinci içinde, tamamen ruhani boyutun zirvesine ulaşmış bir insan- ı kâmil
olarak görür. Bu, uzaklarda aranan değil, bilakis insanın kendi derûnunda, bulabileceği
gerçek öz varlığında saklıdır. O,sanki şehvani varlığın harabelerinde gömülü
bir hazine gibidir. Keşfedilmeyi beklemektedir(Yakıt, Batı Düş.Ve Mevlâna, s.
42). Mesnevî'de:
(Hazine arayan fakire) bir hazine arayıcısı gibi bakma,
O, hazinenin kendisidir.
Âşık, Ma'şûk'un gayri nasıl olabilir”(VI, 2229-İzbudak)
Felsefenin
en önemli konularından birinin meta fizik olduğunu söylemiştik. Metafiziğin de
en önemli konusu “Varlık"tır. Mevlâna'nın da mensubu olduğu
Türk-islam düşünürlerine göre varlık anlayışı “teocentiriyue" tir.
Yani Tanrı merkezli bir varlık anlayışıdır. Varlığın zirvesinde veya
merkezinde Tanrı vardır. İster vahdet-i vücûd'cu olsun ister diğer doktrinlere
bağlı bulunsun, her ekolde bu görüş hakimdir. Varlık, Tanrı, kâinat ve insan
ekseninden bakıldığında, kâinat Tanrı'nın eseridir ve O'nun isim ve
sıfatlarının tecelligâhıdır. İnsan yaratıklar içinde bu tecelliden en fazla
nasibini alan, hatta kâinatın özü telakki edilen bir varlıktır. Şu halde Mutlak
Aşk olarak telakki edilen Tanrı'nın, evrende ve insanda aşkının tecellisi
olacaktır. Bu tecelliyi insan, kendi öz benliğinde bulacak ve bu yolda
yürüyecektir. İşte bu noktada insan, Âşık ve Maşuk kavramlarını iç içe yaşayan
bir varlık olacaktır.
Türk-İslâm düşüncesinde varoluş, genellikle Tanrı'nın
aşkıyla açıklanmıştır. Tanrı kendi aşkı sebebiyle ilk önce bütün varlığın
prototipini yaratmıştır. Buna bazıları İlk Akıl, Evrensel Akıl, Külli Ruh,
Nefs-i Evvel ve Nur-u Muhammedi gibi adlar vermişlerdir. Kozmik varoluşun
cevheri olan bu aşktan bütün evren varolmuştur. Dolayısıyla Mutlak güzellik her
nesnede tecelli edip kendini göstermektedir. Bilhassa sufî ekole göre insan,
âleme baktığında bu güzelliği her varlıkta temaşa edecektir, her şeyde bir
güzellik arayacaktır. Bunun için insanı, hayvanı, bitkiyi, görünen, görünmeyen
her şeyi sevecektir. Surette çirkin olanlar bile sirette yani öz de güzeldir.
Öyleyse insan öze ve manaya yönelmeli ve ilahî aşkı kendinde tecelli
ettirmelidir. İşte bir Türk-İslâm düşünürü olan Mevlâna'da aşk, aynı zamanda
yaratılışın gayesidir Varlıkların her birinde aşk vardır. Onlar, aşkla hasıl
olur ve aşkla hareket ederler. Varlıkları “Mutlak Varlık” kendine doğru
çeker. Aşkla vuslat gerçekleşir. Bizi çeken bu kuvvet, özümüzün özüdür. Tıpkı
Yunus'un “Bir ben vardır bende benden içeru” dediği gibi, Mev- lâna da:
Senin canının içinde bir can var, o canı ara!
Dağının içinde bir hazine var, o hazineyi ara!
Yürüyen dervişi arıyorsan onu senden dışarıda arama, kendi
nefsinde ara!
(Rubailer, 43)
Mevlâna'ya
göre Allah'ın, hem Âşık, hem Maşuk hem de Aşk'ın kendisi olduğunu söylemiştik.
Aynı zamanda bu özelliğinden dolayı Yaratıcı'dır. Görünen âlem, Tanrı'nın
aşkının tecellisi veya aşkından başka bir şey değildir. Varlıklar özünü bu
aşktan alırlar. Mevlâna, vahdet-i vücud doktrinini benimseyen diğer
mutasavvıflar gibi, varoluşu Tanrı aşkıyla açıklamaktadır. Kendisi de bir Aşk
olan Tanrı'nın ilk yarattığı kendi aşkından olan aşk'tır. Bu aşkın açılımı
metafizik ve fizik varlıkları meydana getirir.
Mevlâna'nın,
Aşk ve Güzellik kavramlarının ontolojik zeminde izâhı konusunda ünlü İşrak
filozofu Sühreverdi ile aynı kanaatleri paylaştığını ve kendisinden sonra pek
çok şaire ilham kaynağı olduğunu söyleyebiliriz. Bilindiği üzere, sudur
teorisinden hareket eden Sühreverdi, oluşu izâh ederken; Tanrı'nın ilk
yarattığı varlığın akıl olduğunu ve bu aklı Tanrı'nın üç hassayla donattığını
bu hassaların aşk, güzellik ve hüzn olduğunu belirttikten sonra, aynı
kaynaktan tevlid eden aşk, güzellik ve hüznün birbirinin kardeşi olduğunu
vurguladıktan sonra şunları söyler: “.En büyük kardeş olan güzellik, kendi
kendini temaşa etti... Kendini en yüce Hayr olarak gördü. Neş’e ondan doğdu ve
gülümsedi. Bu tebessümden üst saftaki binlerce melek zuhûr etti. Ortanca
kardeş olan Aşk, bakışını bir türlü güzellikten ayıramayıp, güzelliğin
tebessümüyle deli divaneye dönüp, ona ulaşmak istedi: En genç kardeş olan
“Hüzn" ona takıldı, ondan ayrılmadı. Bu takılıştan yer ve gök meydana gel-
di..."(Munisu'l-Uşşâk) Görüldüğü gibi, Aşk, güzelliğin, hüzün ise,
aşkın peşini bırakmıyor. Bu demektir ki, nerede güzellik varsa orada aşk
vardır. Nerede aşk varsa orada hüzün, keder vardır. Sühreverdi bu kavramları
beşerîyet tarihinde vuku bulan büyük aşklara uygular. Nitekim ona göre:
Güzellik, Hz.. Yusuf'ta, aşk, Züleyha'da, hüzn ise Hz. Yakup'da tecelli
etmiştir.İşte Mevlâna bir mutasavvıf düşünür olarak hem meşşai hem de işraki
ekolle bir yerde hem fikir olmaktadır. Mevlâna'nın alabildiğine açılımlarını
yaptığı aşk metafiziği konusu kendisinden sonra düşünür ve şair- lerce devam
ettirilmiştir. Özellikle Fuzuli'nin “Leylâ vü Mecnûn”u ve Şeyh Galip'in “Hüsn
ü Aşk”ı buna en güzel örnek teşkil eder.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar