Politikada Nükte /Nejat Muallimoğlu 5
Nükte, en büyük ve en eski milli kaynaklarımızdan
biridir, ve, her ne pahasına olursa. olsun, muhafaza edilmesi gerekir.
James
Thurber
Nükte, bir insanın kendi olan güvenrnı arttırır;
zaman zaman kendisini aptal yerine koymasına hizmet eder.
Thomas
Fuller
Gerçek hümor, diğerlerine tepeden bakmak, onları hor görmek değildir; kafadan
değil, kalpten çıkar. Hümorun özü sevgidir; gülme değil, çok daha derinlerde
yatan gülümsemeyi doğurur.
Cariyle
A
merikan milli politika hayatında Roosevelt'ten Ken- ^nedy'e kadar uzanan
devirde nükteleriyle şöhret kazanan tek politikacı Adlai Stevenson oldu.
Fevkalade bir eğitimden geçmiş, İngiliz dilini en
iyi kullananlardan biri
olan Stevenson, Amerika'nın en iyi hatiplerinden biriydi de. Gerçi
bazılarına göre, cumhurbaşkanlığı seçiminde iği defa arka arkaya mağlûp
olmasında (1952 ve 1956) parlak nüktelerinin menfi rolü oldu ise de,
Eisenhower'in kazanmasının daha makul bir sebebi, milli bir kahraman oluşu,
halk üzerinde itimat uyandıran "baba" rolünü iyi oynamasıydı.
Tarihin hükmünü vermesi için vakit henüz erken, fakat Stevenson,
cumhurbaşkanlığı seçimini kaybeden n^n-
zetler arasında akla ilk gelen şahıs olarak Amerikan tarihine geçebilir.
O takdirde, en büyük rolü, onun şaheser nükteleri oynamış olacak.
Adlai Stevenson'm nükteleri, gayet yerinde vecizelerden sarkastik anekdot
ve alaylı hücumlara kadar geniş bir sahayı kapsar. Stevenson, İngiliz ve
Amerikan siyasi geleneklerinin en iyi taraflarını imtizaç ettirebilmiş bir
politikacı idi.
Rusya'nın 1961 de
Küba'ya yerleştirdiği füzeler Washing- ton ve Moskova'yı nükleer bir harbin
uçurumuna kadar yaklaştırmıştı. Birleşmiş Milletlerdeki heyecanlı ve kızgın
münakaşalar sırasında Amerikan delegesi Stevenson, Rus delegesi Gromika'ya,
Küba'ya füzeler yerleştirilip yerleştirilmediğini sordu ve "cevap
bekliyorum,” dedi.
Rus delegesi, "Amerikan delegesine söylemek isterim ki, burası bir
Amerikan mahkeme salonu değil. Sırası gelince öğrenecekler” cevabını verdiği
vakit, Stevenson dedi ki: "Ben burada bu sualimin cevabını beklemeğe
hazırım—cehennemin bütün gazabı üzerimize düşene kadar."
Stevenson'un nükte ve sözleri bazan diğerlerinden iktibas edilmiş, hazan
kendi buluşları idi. Bunlar arasında şunlar da var: "Bir editör [gazetenin
yazı işleri müdürü] buğdayı samandan ayırdıktan sonra, halka, samanı sunan
insandır." "Bağımsız bir insan, politikadan politikayı çıkarmak
isteyendir.” "Bayağı ve beylik sözlerle kılıç şakırdıları arasındaki
sahayı birinin doldurması gerekir.” "Akıntıya kürek çekmekten çekinmeyin.
Beşeriyetin her ilerleyişi, gayri popüler durumların müdafaasını yapanların
sayesinde gerçekleşti. Bütün değişiklikler çağdaş kafanın değişmesiyle vücut
buldu.”
Stevenson, tanınmış bir ailenin çocuğu idi. Büyük babası Cumhurbaşkanı
Grover Cleveland'ın Muavini Adlai Ewing Stevenson'du. Princeton Üniversitesini 22 yaşında bitiren Stevenson,
daha sonra Harvard Hukuk Fakültesine gitti ve 26 yaşında da baroya kabul edildi. Bir müddet büyük babasının gazetesinde çalışan Stevenson, ölünceye kadar (1965) devlet hizmetinde
bulundu.
Stevenson
siyasi hayata 1948 yılında Co zaman 48 yaşında idi) atıldı ve
doğduğu Illinois eyaletinin Cumhuriyetçi valisi Dwight Green'e karşı
namzetliğini koydu. O sene yapılan genel seçimde
Cumhurbaşkanı Truman, rakibi New York Valisi Thomas E. Dewey'yi
New York eyaletinde ancak 34.000 reyle mağlûp ederken.
Stevenson, 572.000 rey farkı ile Illinois valisini devirmişti.
Stevenson kampanyasında her sınıf halkın desteğini kazanmağa
çalıştı, ve bu uğurdaki gayretlerinde zaman zaman nüktenin desteğine başvurdu:
Illinois'in
her köşesinde toplanmağa başlayan kuvvetlerimizin bize öğreteceği bir ders
var. Bunu belki en iyi bir şekilde, sevdiği genç kızla evlenmek için
muvafakatını almak üzere kızın babasına giden genç adamın hikâyesi ile
anlatabilirim. Baba skeptik bir insandı: "Kızıma bakabileceğine çok
şüpheliyim,” dedi. "Ben bile onun isteklerini yerine getirmekte güçlük
çekiyorum." Adamın bu sözü karşısında genç âşık şu parlak teklifte
bulundu: "Her ikimiz kaynaklarımızı birleştireceğiz, başka çaremiz
yok."
Kendisini
destekleyenlerin gayretlerini gevşetmemeleri gerektiği üzerinde duran
Stevenson, doğduğu kaşaba Bloo- mington'da 100
yaşını kutlayan adamın hikayesini anlattı. Yaşlı centilmeni kutladıktan
sonra bir muhabir şu suali sordu: "Bu kadar uzun yaşamanızı neye
bağlıyorsunuz?" Asırlık adam bir an düşündükten sonra, her defasında sağ
elinin parmaklarıyla da belirterek ağır ağır cevap verdi: "Hiç sigara
içmedim, hiç içki içmedim, hiç bir zaman fazla yemek yemedim, ve her sabah
altıda da yataktan kalkanın." Muhabir dedi
ki: "Aynı şekilde yaşıyan bir amcam vardı, fakat sadece seksen yaşına
kadar yaşıyabildi." Yaşlı centilmen, muhabirin bu sözüne şu cevabı verdi:
"Amcan yaşayışını uzun müddet devam ettirememiş."
Bu seçimde Stevenson
taraftarları para sıkıntısı çekiyordu. Stevenson bundan şöyle bahsetti:
"Kampanya fonumuz öylesine küçük ki, kendi evimde bile şaka mevzuu oluyor.
Eve geldiğim zaman çımalar, 'Hoş geldin, Vah Bey,' dedikten
sonra, yanlarındaki bozuk paralan korumak için ellerini ceplerine
sokuyorlar."
Giyinmesini iyi bilen bir insan olmasına rağmen, Steven- son, günlük veya
eski elbiseleriyle kendini daha rahat hissediyordu. Illinois valiliği
sırasında dairesine çok defa spor bir ceket veya eski bir elbise ile gelirdi. O
yıllarda gözde ayakkabısı, tabanındaki çivili ızgaraları çıkarılmış bir çift
golf ayakkabısı idi. Bununla beraber, eski elbiselerini zevkle giymesi sadece
kendini rahat hissettiği için de değildi. Mali durumu iyi olmasına rağmen,
boşuna para harcama- maya bilhassa dikkat etti. Dört senelik Illinois
valiliğinde (1949-1952) sadece
bir kat yeni elbise satın aldı.
İlk cumhurbaşkanlığı mücadelesi sırasında ayakkabısında büyük bir delik
olduğunu gösteren meşhur fotoğraf, 1952 kampanyasının tanıtım işareti oldu. Stevenson hayranlan
tabanı delik ayakkabıyı gösteren rozeti zevkle yakalarında taşıdılar. Stevenson
da bu konuda şunları söyledi: "Ayakkabıdaki delik, kafadaki delikten
iyidir."
Bu cumhurbaşkanlığı seçimi Stevenson'un gerçekten büyük bir hatip ve nüktedan
olduğunu gösterdi. En ciddi meselelerden bahsederken dahi nükteli konuşmasını
bilen Stevenson, milyonlarca Amerikalının hayranlığını kazandı.
Cumhurbaşkanı Eisenhower golfu pek severdi, hatta bazı muarızları, onun, Beyaz
Ev'den çok golf sahasında vakit geçirdiğini de söylüyorlardı. Stevenson,
Cumhurbaşkanını tenkit eden bir nutkunda Eisenhower'in golf merakına şöyle
değindi:
"Golf, cumhurbaşkanlığı mevkiinin husule getirdiği sinirlilik ve gerginliklerden biraz olsun
sıyrılmak için iyi bir meşgale, ama ne var ki, çantayı hep biz taşımaktan da
bıktık artık." (Stevenson, golf sopalarının konulduğu çantadan
bahsediyordu. Golfçunun bu çantasını, umumiyetle, başka biri taşır.)
Cumhuriyetçi partinin 1952
cumhurbaşkanlığı namzetliğini, şiddetli bir mücadeleden sonra
Eisenhower'e kaptıran Senatör Taft, birincisi cdmhurbaşkanı seçildikten sonra
onunla çok yakın bir işbirliği yaptı, Eisenhower'in programının Senatodan
geçmesi için canla başla çalıştı. Steven-
son, bir nutkunda Taft-Eisenhower işbirliğinden şöyle bahsetti:
"Eisenhower, Cumhuriyetçilerden sadır olmadıkça hiç bir kötülüğü görmüyor,
Demokratlardan sadır olmadıkça hiç bir kötülüğü işitmiyor, ve Senatör Taft
tasvib etmedikçe de hiç bir kötülükten bahsetmiyor."
Bir diğer konuşmasında da, Taft'ın, "Eisenhower'in düşünceleri
üzerine ülkedeki en büyük otorite" olduğunu söyledi.
Stevenson'un gözde hedefi, maamafih, Nixon idi. CCali- fornia eyaletinde
"redwood" ormanları vardır. Bu ağaçlar 40-50 metreye kadar yükselir, California'dan başka
dünyanın hiç bir yerinde "redwood" ağacı yoktur. Amerikalılar, gayet
haklı olarak, bu ağaçları muhafaza etmek ve hiç birini kesmek istemiyorlar.)
Stevenson bir nutkunda Nixon' dan şöyle bahsetti:
"Mr. Nixon, bir 'redwood' ağacını kestikten sonra, onun yere düşmüş
gövdesi üzerine çıkıp tabii çevre ve 'redwood' ağaçlarını korumamız gerektiğine
dair nutuk çekmekten çekinmez."
Cumhuriyetçi partinin 1960
genel kongresinden kısa bir zaman önce New York valisi Rockefeller'in
prestijinin bir ara yükselmeğe başlaması, Stevenson'a göre, Nixon'u fena halde
ürkütmüş, endişeye sevketmişti. Bundan -şöyle bahsetti: "Bir kadının,
sevgilisi bile olduğunu bilmediği bir diğer kadın ahpabının evlenmesi kadar
hiç bir şey huzurunu kaçırmaz."
Cumhurbaşkanlığı için ilk mücadelesinde (1960) Eisen- hower partisinin namzedi Nixon'u nedense
layıkıyle desteklemedi, ve siyasi müşahitlerin fikrince, Nixon'un seçimi
Kennedy'ye kaptırmasında bu faktör fazla rol oynadı. Stevenson, o zaman dedi
ki: "Nixon, artık Eisenhower'in ceketinde asılacak kuyruk olmadığını
biliyor."
Cumhurbaşkanı Roosevelt, kendilerini Cumhuriyetçi addeden seçmenlerin de
reylerini kazanmayı arzu ettiğinden, sadece "Cumhuriyetçi liderler" e
hücum eder, bu partiye karşı ağır söz sarfetmekten kaçınırdı. Stevenson Cumhuriyetçi
partiye de hücum etti:
Ben
Cumhuriyetçileri seviyorum. Onlarla beraber büyüdüm, onlarla birlikte çalıştım,
onlara itimat edemiyeceğim bir tek şey bu dünyada yoktur—âmme işleri müstesna.
Söylediğimiz
gibi, Cumhuriyetçi partinin sembolü fildir. Stevenson, bu partiye hücumunu
partinin sembolü ile birleştirdi:
Filin kalın bir derisi ve kafa büyüklüğünde de dişleri var. Ve
sirklerdeki geçit resimlerini gören herkesin de gayet iyi bildiği gibi, fil, en
muntazam yürüşünü kendinden öndekinin kuyruğuna asılıp yürüdüğü zaman yapar.
Hem vergileri indirmek, hem de milli güvenlikten bahseden
Cumhuriyetçiler bana, şoförüne, “intihar etmek istiyorum, arabayı uçurumdan
aşağı sür,” diyen zengin ihtiyarı hatırlatıyor.
Cumhuriyetçilerin
şimdiki savunma bütçemizi karşılayacak mali imkânlarımızın bulunmadığını
söylemeleri, su ücreti pahalı olduğu için yanmakta olan evine su sıkmak
istemeyen adamı akla getiriyor.
Cumhurbaşkanı
Eisenhower, Gettsburg kasabası civarında bir çiftlik satın almıştı.
Emekliliğini orada geçirecekti. Stevenson da Eisenhower'in Ziraat Vekili Ezra
Benson'un ziraî politikasını şiddetle tenkit ediyordu. Eisenhower'in 1956 da
ikinci defa cumhurbaşkanı olmak için mücadele edeceği resmen açıklanınca,
Stevenson bunun sebebini şöyle izah etti: "Ezra Benson ziraat vekili
olarak kaldıkça, çiftliğinde emekliye ayrılmasına imkan olmayacak."
Cumhuriyetçi
partinin seçim platformu hakkında da şunları söyledi:
Onların platformu üzerinde düşmeden ayakta durabilmek, bir fıçı yılan
balığı üzerinde ayakta durabilmeğe benziyor. O halde, General [Eisenhower]
nerede duruyor? Seçim kampanyasında tartışılacak bazı konularda kendi
platformu üzerinde yuvarlanmadan duramıyacağını anlayınca, selâmeti bizim
tarafa kaymakta buldu. Ama bunu yaptığı için biz ondan kira da alamıyoruz....
Bilfiil
avukatlık yaptığım zamanlarda kanunlarda, kaçamak noktaları bulunup
bulunmadığını araştırırdım. Cumhuriyetçi partinin zirai politikası ise,
mukavelede açık kapı bulunup bulunmadığı meselesi de değildir—açık kapılar
arasından bir mukavele bulunup bulunamayacağı meselesi.
Amerika'daki seçim
mücadelelerinde, "haylazların dışarı" atılmalan gerektiğinden de söz
edilir. Cu^mhuriyetçi partinin en müfrit elemanlanndan iki senatörü, McCarthy
ile Jenner 1952 de Eisenhower'i desteklemeğe karar verince, Stevenson şunlan
söyledi: "Hayatımda ilk defa bir partinin 'haylazları içeri alalım'
sloganı ile seçim kampanyasına başladığını görüyorum.''
Cumhurbaşkanı Nixon aleyhindeki
bir nutkunda da şunları söylüyordu: "Vali Rockefeller Amerika'nın çok
yavaş gittiğini söylüyor; Senatör Goldwater bizim çok hızlı gittiğimizi
söylüyor; Cumhurbaşkanı Nixon ise bundan ^bah - setmememiz gerektiğini söylüyor."
Stevenson,
Cumhuriyetçi partinin namzedi Eisenhower'in halkın nabzına göre şerbet
verdiğini, başka başka yerlerde kendi kendini tenakuza düşürecek şekilde
konuştuğunu, halkın hoşuna gidecek şeylerden bahsettiğini söyledi:
Ben
fikirlerimi seçim kampanyası programına uydurmak
için değiştirmiyorum. Texas'da unvanlardan, California'da yolsuzluklardan, ve
Lousiana'da da sevgiden bahsetmiyorum. Ben, seçmenlerin mutlak itimat ve
sevgisini kazanmak için yüzünü daima onlara çeviren bir "ay çiçeği”
namzedi değilim.
Stevenson
hür ve demokratik bir sistemin en iyi savunu- culanndan biri idi. Bununla
beraber, demokratik bir rejimin devamlılığı ve sağlamlığı halkın tutumuna
bağlıdır. Halk demokrasiye inanmaz, halk bu sistemin gerektirdiklerini yerine
getirme yolunda gayret sarfetmezse, işbaşında- kilerin bütün gayretleri
semeresiz kalmağa mahkûmdur. Stevenson, 1952 Eylülünde Los Angeles'teki bir
konuşmasında demokrasiden şu kelimelerle bahsetti:
Bu salona bundan önceki son gelişim 10 sene önce, 1942 de, aziz ve
meşhur âmirim Bahriye Vekili Alb. Frank Knox ile beraber idi. O gün, sizlere,
bugün benim vereceğim nutuktan çok daha iyi bir nutuk vermişti. Ben böyle
olduğunu biliyorum, çünkü her iki nutku da ben yazdım.
Bernard Shaw, demokrasinin, lâyık olduğumuzdan daha iyi olmayan
insanlar tarafından idare edileceğimizi teminat altına alan bir âlet olduğunu
söyler. Kusur kimin?... Kusur sizde, halkta. Sizin âmme hizmetkârlarınız
sizlere iyi hizmet ediyorlar; gerçekte çok defa sizlerin kayıtsızlık ve
umursamazlığınıza rağmen iyi hizmet ediyorlar....
Bütün,
parçalarının mecmuudur ve bütün, kendisini teşkil eden parçalardan iyi olamaz.
O halde, ben diyorum ki, demokratik bir sistemin nasıl işlediğini anlamak
isterseniz parçalarına bakınız.
Cumhurbaşkanı Truman, Aralık
1952 de henüz bir ay önce seçimi kaybetmiş Stevenson şerefine Beyaz Evde bir
ziyafet verdi. (Cumhurbaşkanlığına seçilenler ertesi yılın Ocak ayında vazifeyi
devir alırlar.) Devlet ve hükümet erkanının ileri gelenleri, Truman
kabinelerinde görev almış bütün vekiller davet edilmişti. Truman ve Stevenson
misafirleri kapıda karşılıyor, ellerini sıkıyorlardı. Kuzeni Er- nest Ives
içeri girdiği vakit, Stevenson, "Beyaz Ev yarışında Eisenhower'i
geçeceğimi ben sana söylememiş miydim?" dedi. Ives, "Evet,
söylemiştin," dedi, "ama sadece bir gece için olduğunu söylemeyi
unuttun."
Eisenhower'in ikinci defa mağlûp
olduğu anlaşıldığı gece, kendisini destekleyenlere teşekkür ettiği sırada,
salondaki- lerden biri, ileride tekrar namzetliğini koyup koymayacağını
öğrenmek istedi. Stevenson gülümseyerek cevap verdi: "Bu adamın kafasını
muayene ediniz."
Gerçekten, Stevenson'un
seçimleri kaybetmesinde bu ince nüktelerinin de rol oynadığını iddia edenler
var. Onlar, Stevenson'u halkın seviyesine inernemekle, onlara tepeden hitap
etmekle suçluyorlardı. Fakat o, kendi tutumunu daima müdafaa etti, taviz veremeyeceğini
söyledi:
"Ben
eğer halkın başlan üzerinden konuşuyorsam, General Eisenhower de onların
ayaklan altından konuşuyor. Halkın sağduyusuna ve tabii zekasına hitap etmek
suç ise, ben suçlu olduğumu kabul ediyorum.... Ben, müşterilerin ödedikleri ücretin
hakkını vermeğe çalışıyorum. Halbuki, bu, günümüzde bir yenilik ve kibir
alameti sayılıyor."
Adlai Stevenson, kırk seneden
fazla bir zaman yanında bir not defteri taşıdı. Bu defter sadece kendi
fikirlerini değil, Incil'den, Abraham Lincoln'den, birinci asır Çin filozoflarından
KarI Marx'a kadar yüzlerce vecize ve düşünceleri da ihtiva ediyordu.
Stevenson, defterini, tetkik etmesi için, hakkında kitap yazan bir yazara ödünç
vermişti. Defterden bazı fıkra ve vecizeler:
"Clemenceau, bir parti
lideri tarafından garda uğurlanmak üzereyken, Başvekil üzerinde iyi bir intiba
bırakmak istiyen partili, Fransa'nın politik durumunu bütün teferru- atıyle
anlatıyor, yapılan işlerden heyecanla bahsediyordu. Bu sırada Başvekilin
gözleri peronun karşı tarafında esneyen bir Fransız vatandaşına takıldı, ve
hemen partiliye dönerek, ikaz edercesine parmağını dudaklarına götürdü ve
yavaş bir sesle dedi ki: 'Aman, dikkat edin! Konuştuklarımızı işitenler var.'
"
Alcibiades, Perikles'e Atina'nın
nasıl yönetilmesi gerektiğini anlatıyordu. Büyük kumandan Perikles,
delikanlının "küstahça" tavrından rahatsız olmağa başlamıştı.
Nihayet, daha fazla tahammül edemiyerek, "Alcibiades," dedi,
"senin yaşındayken ben de tıpkı senin gibi konuşuyordum."
Alcibiades, gözlerini Perikles'in
gözlerine dikti, tavrını değiştirmeden cevap verdi: "Perikles, seni en iyi
zamanında tanımayı çok isterdim.''
William Hazlitt: "İnsan
gülen ve ağlıyan yegane hayvandır. Zira, eşyanın mevcut durumu ile, olması
gereken durumu arasındaki farkı tefrik edebilen yegane hayvan da odur.''
Don Marquis: "Yapılması
gereken bir şeyi geciktirmek, 'dün'e ayak uydurma sanatıdır.''
V. Charles, hayranlık duyulacak
bir samimiyetle kendisi ile kuzeni arasındaki anlaşmazlıktan bahsetti:
"Kuzenimle benim aramda mutlak bir anlaşma var—ikimiz de Milano'yu
istiyoruz."
Will Rogers:
"Cumhuriyetçi partinin sadece bir tek platformu var: "Bizi seçin,
belki o zaman bir şeyler düşünebiliriz. Şuna ana kadar bir şey düşünemedik,
ama bize imkan verin, belki bir şeyler yapabiliriz.' "
Hür bir
insan: "Hiç bir korku ve endişeye kapılmadan gayri popüler olabilmek.”
"Hürriyet,
hükümetin yaptıkları değildir. Dünyanın büyük şehirlerinde veya harp sahalında
kazanılan veya kaybedilen tarihin enginliğinde bir veya iki dakikalık bir zaman
için kanunlarla muhafaza edilebilen bir şey değildir. Bizim bahsettiğimiz
hürriyet, milyonlarca insanın kafa ve kalplerinde aziz tuttukları
şeydir."
Eğitimin
gayesi: "Şunu iyice anlamalıyız ki, eğitimin gayesi insanın, sadece kendi
neslini idame etti^ek için zafer kazanması değil, sadece kendini korumak için
değil, fakat insanı ve dünyayı Allahın istediği bir biçimde şekillendirmesine
gayret gösterecek ins^aları yetiştirmek olmalıdır."
Üniversite:
"Üniversite medeniyetin arşividir, medeni kültürün muhafaza edildiği
yerdir; mirasımızın bekçisi, hocalarımızın hocası ... hür kafanın ikametgahı."
"İnsanlar
hür doğmalıdır; fakat onlar akıllı olarak dünyaya gelemezler; ve hür insanları akıllı yapmak da üniversitenin
vazifesidir."
"Yeni
silahlar—biz bu sahada mutlak bir inhisar kurabil- sek dahi—dünya çapındaki
mücadelenin bütün muğlak safhalarına cevap olamazlar, zira silahlı tecavüz,
Komünist tehlikesinin bir çok safhal^ndan sadece bir tanesidir."
"Ahlaki
bir temele dayanmıyan askeri kudrete asla tahammül edilemez.
"Biz, kendimizi, bugünün problemlerine öylesine bağlamışız ki,
yarının imkanlarını unutuyoruz."
"Bir
insanın boyutları onu kızdıran şeylerle ölçülür."
Güzel
kadınla cazibeli kadın arasındaki fark: "Siz kadının farkına varırsanız,
o güzel bir kadındır; sizin farkınıza varan bir kadın ise, cazibeli bir
kadındır."
Bn. Kari
Marks, uzun ve çıplak bir hayatın sonunda dedi ki: "Kari, se^aye üzerine
bu kadar yazı yazacağına. biraz sermaye edinseydi ne iyi olurdu."
Princeton
Üniversitesinden mezun olan Stevenson, W^ed- row Wilson'ın hayranıydı. Wilson,
cumhurbaşkanı olmadan önce bu meşhur üniversitenin rektörü idi. Stevenson,
Wilson'un şu sözünü pek beğendiğini söyledi: "Bir zamanlar ben de bir
avukattım, ama artık ıslah-ı nefs ettim."
Stevenson'ın
bir nutkunda bahsettiğine göre, Wilson, New Jersey eyaleti valisi iken
Washington'dan gönderilen bir telgrafta, New Jersey senatörünün öldüğü
bildiriliyordu. Senatör, Wilson'un yakın arkadaşıydı. Son derece sarsılan
Wilson, derhal bütün randevülerini iptal etti. Masasında, başı elleri
arasında, hüzünle otururken New Jersey politikacılarından biri telefon eder.
Telefondan gelen ses der ki: "Vali Bey, müteveffa Senatörün yerini ben
almak istiyorum."
(Amerikan Anayasasına göre, iki
seçim devresi arasında bir senatörlük boşaldığı zaman, ilk seçime kadar vazife
görmek üzere, eyalet valilerinin senatör tayin etmeğe haklan vardır. O da, şayet isterse, ilk seçimlerde
"asli" senatör olmak için namzetliğini koyabilir.)
Wilson, bir
kaç saniye sesini çıkarmaksızın durduktan sonra dedi ki:
"Pek
ala, size şunları söylediğimi herkese nakledebilirsiniz: Müteveffa senatörün
yerini almanızda bence bir mahzur yoktur—şayet mezarcı razı olursa."
Cumhurbaşkanı
Wilson bir muarızı hakkında şunları söylemişti: "Münakaşaya ışıktan fazla
hararet saçan insan."
Wilson'un
bir diğer sözü: "Tanıdığım fevkalade insanlardan bazıları ancak kendi
kendilerinin tahminlerince fevkalade idiler."
Bir başkası:
"Dolu-dizgin giden enflasyonu durduranın yolu şoförü tevkif etmektir,
otomobili durdurmak değil."
İş verdiği
insanlar için de Cumhurbaşkanı Wilson şunları söylemişti: "Bir arkadaşım
Wishington'da iş alan herkesin vazifesinde ya olgunlaştığını veya .kabardığını
söylüyor. Bunun için ben de, devlet memuriyeti verdiğim her hangi bir kimsenin
işinde kabarmağa’ mı yoksa olgunlaşmağa mı başladığına
dikkat ediyorum."
Adlai
Stevenson bir diğer nutkunda Wilson'dan şu sözlerle bahsetti:
Woodrow
Wilson, New Jersey valisi iken, bir politikacı müracaat ederek, kendisini
desteklemesi için seçim bölgesinde bir nutuk veresini rica eder. Wilson sorar:
"Ne kadar konuşmamı istiyorsunuz?''
Politikacı, "Arzu ettiğiniz
kadar," cevabını verince, Wil- son,
"Bak, dinleyin," der. "Şayet on dakika konuşmamı istiyorsanız,
isteğinizi ancak haftaya yerine getirebilirim. Bir saat konuşacaksam, bu
akşam."
Stevenson'un
Wilson'un şu sözünü de pek beğenirdi: "Dünya o kadar büyük ve ben de o
kadar küçüğüm ki. Ve bu da benim hiç hoşuma gitmiyor."
Müteveffa
Cumhurbaşkanı Roosevelt'in kansı Elanor R^> sevelt entellektüel bir kadındı;
Stevenson'ın da iyi bir arkadaşı. Bn. Roosevelt öldüğü zaman, Stevenson (ki o
zaman Birleşmiş Milletler'de Amerika'yı temsil ediyordu) dedi ki:
"Dün,
bir arkadaştan da fazla birini kaybettim. Dün, bir ilham kaynağını kaybettim.
Bn. Roosevelt, karanlığa sövmek yerine ışık tutmayı tercih ederdi, ve onun
ışığı da bütün dünyayı ısıttı."
Stevenson'ın
hoşuna giden nüktelerden biri de şu idi: Küçük bir çocuk babasına sorar:
"Baba bir 'dönek' ile 'hain' arasındaki fark nedir?" Babası cevap
verir: "Gayet kolay oğlum: eğer bir Cumhuriyetçi Demokrat p^riiye geçerse,
o bir 'dönek'tir; ama Cumhuriyetçilere katılan bir Demokrat ise
'hain'dir."
Zaman zaman
başkalarının sözlerini kendisi için adapte etti. Daha önce bahsettiğimiz
Cumhuriyetçi Senatör (New York) Chauncey Depew'in bir nüktesini şu şekle soktu:
"Ben Cumhuriyetçilerle bir pazarlığa girişeceğim. Eğer onlar Demokratlar
hakkında yalan söylemezlerse, biz de onlar hakkında doğruyu söylemekten
vazgeçeceğiz."
Yine bir
önceki bölümde, aynı toplantıya Mark Twain'den sonra hitap eden Depew'nin ne
dediğini yakıştık. Steven- son da bir defasında aynı yolu takip etti.
New York şehrinin doğu
kesimindeki meşhur Voisin lokantasında
Stevenson şerefine bir ziyafet veriliyordu. Resmen nutuk verilmemekle beraber,
ziyafete katılanlara tanıtılan meşhur şahsiyetler ayağa kalkıyor, misafirleri
selamlıyor ve sessizce yerlerine oturuyorlardı. Maamafih, ünlü bir komedyan,
takdim edildiği vakit, tam onbeş dakika konuştu, misafirleri güldürdü.
Stevenson'ın bu komedyanın da üstüne çıkaca^rnı kimse sanmıyordu, fakat bunu
da yaptı. "Buraya gelirken yolda bu muhterem komedyana rastladım.” diye
sözlerine başladı ve şöyle dev^n. etti: "Fakat üzüntüden ağzını bıçak
açmıyordu. Bu akş^n. sizlere söyleyeceği fıkralarını yazdığı kağıdı
kaybetmişti. Onun hali beni çok üzdü; çıkardım kendi notlarımı verdim. Fıkralarımın
sizleri neşelendirdiğine memnunum." Bu sözlerinden sonra, Stevenson,
şiddetli alkışlar arasında yerine oturdu.
"Bu
bana... hatırlatıyor," hitabet şeklini en iyi kullananlardan biriydi.
Stevenson, Illinois valisi iken bu eyaletin en büyük şehri Chicago’da toplanan
Demokrat partinin genel kongresinde (W bu
kongre kendisini cumhurbaşkanı namzedi seçmişti) delegelere, eyaletin valisi
sıf atıyle hoş geldiniz dediği sırada, Sheridan'ı anlatırken 'bahsettiğimiz
"yel deği^neni” nüktesini de kullandı.
Illinois'in sekiz milyondan fazla vatandaşı namına sizleri en kalbi
hislerimle selâmlarım. Bu eyaletin bir âmme hizmetkârı olarak,
Cumhuriyetçilerin de genel kongreleri için Illinois'i seçmeleri (1952
kongrelerini onlar da Chicago’da, aynı salonda yapmışlardı) beni memnun
etmişti. Fakat bir Demokrat olarak, salonumuzun şimdi yeni bir kiracıya
aktarılmasından bilhassa memnunum.
Daha önceki kiracılar çok gürültücü, haşarı ve taşkın insanlardı. Kim
bilir, belki de bu salonun çok defa boks maçları için kiralandığını da
öğrenmişlerdi. Çünkü birbirleriyle hiç geçinemediler. Sabırları tükenmiş,
sandalyelerinden itilmiş, huysuz insanlar gibi hareket ettiler.... Eğer onların
kongrelerini televizyonda seyrettiyseniz, söz alan hatiplerin ne kadar fazla
su içtiklerine de dikkat etmişsinizdir. Hayatımda yel değirmenlerinin su
kuvvetiyle işlediğini ilk defa o zaman gördüm.... Bana öyle geliyor ki,
önümüzdeki Kasımda seçmenler Cumhuriyetçilerin vaad.leri karşısında bir genç
hanımın kendisine evlenme teklifi yapan bir çiftçiye verdiği cevabı
hatırlıyacaklar. Bu çiftçi, kız arkadaşına diyordu ki: "Benimle evlen,
ahırın içini ve dışını pırıl pırıl boyayacağım. Elektrik getireceğim. Sana
yepyeni bir soba ve buz dolabı alacağım. Şimdi benimle evlenir misin?"
Genç hanım
cevap verdi: "Bak, cicim, gel bu işi şöyle yapalım:- Sen önce bu
dediklerinin hepsini yerine getir,
ve bana ondan sonra evlenme teklifi yap, olmaz mı? ”
Diploma
törenlerinde ülkenin tanınmış şahsiyetleri davet edilir, yepyeni bir hayatın
eşiğinde olan gençlere hitap etmeleri istenir. Bu tür nutuklarda, umumiyetle,
gençlerin önlerine çıkabilecek meseleler, ülkenin ve vatandaşların
kendilerinden bekledikleri anlatılır ve her hatip bir takım öğütler vermeğe
çalışır. Illinois Üniversitesi Tıp Fakültesi diploma töreninde konuşması
istenen Stevenson bu yolu takip etmedi:
Üniversitelerin diploma törenlerinde, müşküller ve sıkıntılarla dolu
yepyeni bir hayatın eşiğinde bulunan gençlere endişeli nutuklar vermek, belki
de yerinde bir düşünüşle, âdet haline geldi. Ve hatipler nutuklarına gençleri
yüceltecek hissi cümlelerle, önlerindeki müşküllerin altından kalkacaklarına
olan güvenlerini belirten ifadelerle son verir. Sizin olduğu kadar benim de
hoşuma gitmezse de, muhtemelen ben de aynı yolu takip etmekle beraber, bu
neviden vakur ve düzenli hallerde alışılmış nutuklardan daha fazla düşünce
düzensizliği ve şaşkınlığı içinde konuşacağım.
Çünkü dünyada gerçekten eğitim görmüş, tamamlanmış, dengeli pek az
insan bulunduğundan; çünkü Leonardo da Vinci veya Thomas Jefferson gibi çeşitli
yeteneklerle teçhiz edilmiş pek az uzman bulunduğundan, bilhassa siz
profesyonel insanların kendi sahanızda olup bitenleri bildiğinizden ötürü
kendinizi rahatlık ve halinizden hoşnutluğa kaptırmamanızı söylemek
cesaretini kendimde bulacağım. Tevazu ve daha fazla araştırma için sadece bir
başlangıç olması gereken eğitim, bu şekilde ele alındığı takdirde, maalesef,
çok defa gurur ve zihni felce giden kapıyı açar.
Bundan böyle, korku ve peşin hükümlerden başka herşeye açık cevval ve
kendinden hoşnut olmayan bir kafa ile kendinizi teçhiz etmeğe çalışmanızı
isteyeceğim—ki şahsi müşahedelerime göre de, ilmi bir eğitimin hümanist
kusurlarını telâfi edecek yegâne yol da budur.
Son günlerde [Aziz] Paul'un Korentiya'lılara, onların ahlâki
dejenereleşmeleri hakkında söylediklerini bir defa daha okudum. Gerçekte,
günümüzdeki ahlâki yozlaşma hastalığının örneklerini çok daha önceki
devirlerde de görüyoruz. Hemen hemen 4700 sene
önce bir Asuri kitabesinde şu satırlar yazılmıştı: "Bu son günlerde
dünyamız dejenereleşmeye doğru kayıyor; her tarafta rüşvet ve yozlaşma,
çocuklar artık ebeveynlerine itaat etmiyor; herkes kitap yazmak istiyor, ve
öyle görülüyor ki, dünyanın sonu yaklaşıyor."
Şu halde, bugünün dünyası göründüğü kadar kötü olmayabilir.
Bu, bana, yakında normal bir dünyaya dönmemiz gerektiğini söyleyen
adamın sözlerini hatırlatıyor. “Normal” ile ne kastettiğini sordum. Bana şu
cevabı verdi: "Aynı ânda 1951 yılının gelirine sahip olduğumuz, 1932 nin
eşya fiyatlarını ödediğimiz, ve 1911 in vergisini verdiğimiz zaman."
Pek çok
tehlikelerle karşı karşıya bulunduğumuzdan hayatta .olmak iyi. Siz de katılın
ve bu hayattan zevk alın. Mesleğinizin sadece bir kısmında değil, dünyanızda
faal bir rol oynayın, ve, kim bilir, bu kanlı asrın altın vaadi de belki
gerçekleşir. Bu arada da, senelerce süren gayret ve çalışmalarınızın meyvasını
en fazla tatmin edici bir şekilde yiyecek, geçiminizi sağlayacaksınız—beşer
ıstırabını gidererek. Çok talihli insanlarsınız. Allah hepinizin yardımcısı
olsun.
Amerikan
politika hayatında, son zamanlara kadar, elini ve
ırki gruplarla ilgili pek çok fıkralar anlatılırdı. Fakat, maalesef, halk artık
etnik ve dini fıkralardan alınmağa başladı. Bunan neticesinde, politikacılar
da, Zenci, Yahudi, Ir- landalı,
Protestan, Katolik, ilh. fıkralarını anlatmaktan kaçınıyorlar. Bu elbette bir
kayıp. Bir zamanlar politikacılar, nutuklannı, böylesine anekdot ve nüktelerle
süslediler.' Halk kendi etnik ve dini görüşlerini konu alan bu fıkralara gücenmez,
hatta onlan başkalarının ağzından dinlemekten zevk alırdı. Mesela,
Cumhurbaşkanı Lincoln pek çok dini anekdot anlatmışta. Günümüzde Amerikan
politikacılannın bu neviden anektodlara dokunmak istemeyişi Stevenson'ı memnun
etmiyordu.
Onun en fazla beğendiği dini
fıkralardan biri şu idi: Tanınmış bir hanım resim yapmakla meşgul küçük kızına
ne çizdiğini sorduğu vakit, kız "Allah" cevabını vermişti. Annesi,
"Benim biricik kızım, dedi. "Ama O'nun nasıl olduğunu kimse bilmiyor
ki." Küçük kız cevap verdi: "Ben çizip bitirdikten sonra herkes
öğrenecek.''
Stevenson, tıpkı Lincoln gibi,
gayet ciddi konulardan bahsederken dahi nükte söylemekten kendini alamazdı.
Bir gün, bir üniversitede eğitim üzerine konuşurken, hücre ar- kadaşıyle sohbet
eden bir mahkûmdan bahsetti:
"Ben artık kitaplar
okuyarak kendimi ıslah etmeğe, kendimi daha iyi yetişti^eğe kanar verdim. Sen
hala alelade bir hırsız olarak mesleği yürütmeğe çalıştığın vakit, ben bir
muhtelis olarak sanatı devam ettireceğim."
Hümorun, ifrat, gurur ve kibir,
ve aptallığa karşı akıldan daha iyi bir silah olup olmadığı sorulduğu vakit,
Stevenson cevap verdi: "Kanaatımca, bilhassa Amerikalılar için, hü- mor
son derece tesirli bir silah olabilir, çünkü Amerikalılar hümor karşısında
hissi insanlar. Fakat bu, hümorun akıldan daha tesrii bir silah olduğu demek
değildir. Hümorun, uzun vadeli olarak ele alındığı takdirde, akıldan daha
tesirli olabileceğini düşünmek dahi istemem, fakat akıldan daha cazip olduğunu
da kabul etmek gerek. Gayet tabiidir ki, ben, aklın galip gelmesi gerektiğine
inanıyorum. Eğer gelmezse, karanlıklar içinde şaşırıp kalırız. Hümor aklın
yerini tutamaz. Diğer taraftan, hümorun aklı zenginleştirip, daha iyi
anlaşılır bir hale getirdiği de bir gerçek."
Stevenson niye hitabelerinde
nükteye yer verirdi? Kendisinden dinleyelim:
"Hümor,
kanaatınca, Amerikalının kalbinde ve ^ruhunda yer almıştır. Biz hümordan
hoşlanan insanlarız. Kendi durumum bunun iyi bir örneği. Fazla başarılı bir
politikacı olmamakla beraber, Cumhuriyetçilerin şahsımı konu yapan hücumları,
beni ülke çapında tanıttı, pek çok sadık arkadaşlar kazandırdı.. .. Halk,
hümor hissine sahip bir insan olduğumu ve şahsımı bu memleket için vazgeçilemez
telakki etmediğimi de biliyordu. Bir nutkumda, politikacılardan, her meseleyi
açık ağızla ele alan devlet adamları diye bahsettim. Halk bu neviden sözlerden
hoşlanıyor, çünkü onlara hitap eden diğer politikacılar her meseleyi açık kafa
ile ele alacaklannı söylüyorlar. Her şeyin cevabını, her meselenin hal
çaresini bilir gibi konuşan politikacılardan söz ederken, Macaulay'ın,
zannedersem Brougham hakkında söylediklerini hatırlattım: 'Keşke onun her
mesele hakkın- daki şahsi fikirlerinin sıhhatınden emin konuştuğu kadar, ben sadece
her hangi bir şey hakkında emin olabilseydim.' Halk kendisine böyle hitap eden
insanlardan hoşlanır; kendilerini ciddiye alan, kibirli, gururlu, şahısl^nı
vazgeçilemez gören politikacılardan hoşlanmaz."
İki
defa cumhurbaşkanı namzedi seçilmesine rağmen, kendisini hiç bir zaman
vazgeçilemez kabul etmediğini Ste- venson'un kendi şahsını konu alan şu
fıkrasında da görebiliriz:
Yıllarca
süren politik bir hayat yüzünden doğduğum kasaba, Bloomington'u uzun zaman
ziyaret edememiştim. Bir gün nihayet kasabamda bir nutuk vermemi istediler.
Gerçi bando-mı- zıka ile karşılanmayı pek beklemiyordum, ama istasyonda hoş
geldin diyen bir heyetin dahi bulunmayışı, ne yalan söyliyeyim, hayretimi mucip
oldu. Her neyse, bavulumu yüklenerek otele doğru yürümeğe başladım. Yol, beni
çocukluğumdan beri tanıyan yaşlı Abe'nin dükkânı önünden geçiyordu. Beni
görünce hafifçe başını kaldırdı ve "Merhaba, Ad," dedi. [Samimi arkadaşlar
arasında Adlai ‘‘Ad" olur.] "Bir yere mi gitmiştin?"
CAdlai
Stevenson'un bu fıkrası, bana, New York
Titmes gazetesinin New York masasında çalışan bir gazeteciyi
hatırlattı. Gazetenin New York masasında 60 dan fazla gazeteci çalışır; bu
gazetecilerin masalan yan yana ve ardı ardınadır. Yani her gazeteci diğerini
iyi tanır.
Gazetenin
şehir masasında çalışan bir gazeteci, muhtelif sebepler dolayısıyle iki sene
uzak kaldıktan sonra, aynlığın verdiği ürkeklikle masasına döner. Oturur ve
etrafına bakınır. Hepsi eski arkadaşlan. Yeni kimse yok. Fakat, kimse
kendisine hoş geldin demez. Nihayet yanındaki masada oturan deslekdaşı,
daktilosundan başını kaldırır ve sorar:
“İzinli olman gereken bir günde burada ne arıyorsun?")
Amerika'da pek çok
Stevenson hayrankan bulunduğunu yakından biliyorum. Onlar, onun bilhassa kendi
şahsına yönelttiği fıkralara bayılırlardı. Bilindiği gibi, Stevenson
cu^lhurbaşkanlığı seçimlerini bir milli kahramana, General Eisenhower'e
kaptırmıştı. Bir gün, bir televizyon mülakatı sırasında, kendisine genç
politikacılara her hangi bir tavsiyede bulunup bulunamıyacağı sorulduğu vakit
şu cevabı verdi:
"Bir milli kahramana
karşı katiyyen seçim mücadelesine girişmesinler."
Fransa Cumhurbaşkanı
General de Gaulle Washington'u ziyaret ettiği gün, Washington'daki Amerikan
Gazeteciler Derneğinin bir toplantısında konuşacaktı. Bindiği uçak, General de
Gaulle'i Washington'a getiren uçağın konması sırasında hava alanına
geldiğinden, meydana inmesi yarım saat kadar geciktirildi. Toplantıya ancak
yemekten sonra yetişebilen Stevenson, derhal kürsüye çıkarak, “amma da kötü
talihim va^ış," dercesine başını salladı ve konuşmasına başladı:
"Benim de kaderim bu. K^ıma her yerde milli kahramanlar çıkıyor."
Stevenson, Cumhurbaşkanı
Kennedy'nin, kendisine Hariciye Vekilliğini teklif edeceğini umuyor ve
bekliyordu. Fakat Kennedy, Birleşik Amerika'nın Birleşmiş Milletler
temsilciliğini ve^ekle yetindi. Stevenson, kendisine ikinci derecede bir iş
verilmesinden dahi nükte ile bahsetmesini bildi. Dedi ki:
"Sekiz yaşındaki
Jimmy, arkadaşı Bill ile oynamağa gitti. 'Gel, hırsız-polis oynıyalım,' dedi.
'Ben polis olacağım, sen de hırsız.'
"Bill'in dört yaşındaki kardeşi Tommy, istekli bir sesle
araya girdi: 'Ben de arada reklam olabilir miyim?' "
Birleşmiş Milletler'deki vazifesi hakkında da bir gazeteciye
şunları söyledi: "Bu iş insanı çileden çıkarıyor. Beni, burada kendi
siyasetim yürütmekle itham edenler oldu. Ama şunu söyliyeyim ki, diğerlerinin
politikalarını izah ve tatbik ederken zaman zaman rahatsızlık duymadım da değil.
"Birleşmiş Milletlere gelen her meselenin bir evveliyatı
bulunduğunu unutamayız. Önce Hariciye Vekaleti müzakerelere girişir, ve durumu
çözülemez şekle soktuktan sonra da bizim kucağımıza yuvarlarlar."
Adlai Stevenson, Amerika cumhurbaşkanlığım iki defa elinden
kaçılasım dahi nükte ile anlatabilecek kadar olgun ve hümor sahibi bir insandı.
Eisenhower'e ikinci defa mağlüp olması (1956) kendisine. Birleşik Amerika Senatosuna ezici bir çoğunlukla
seçildikten sonra, altı yıl sonraki ikinci seçimde yine ezici bir ekseriyetle
mağlüp olan Senatör Tom Watson'u hatırlattı. Bu yenilgisi üzerine, Senatör
Watson, Senatodaki son konuşmasında şunları söylemişti:
"Ben bu ulvi topluluk arasına Indiana'yı temsil etmek üzere
gönderildiğim vakit sadece küçük bir z^ümre aleyhimde rey kullanmıştı. Bugün
ise, bir tek muhtelif rey dahi almaksızın politikayı terkediyorum."
İkinci defa cumhurbaşkanlığı için mücadele ederken, Ste-
venson'un bir torunu dünyaya geldi. Seçim neticeleri belli olunca, "Bir seçim daha kaybettim,” dedi, "ama- yeni
bir torun daha kazandım.”
İlk mağlûbiyeti gecesi söylediği söz, kitaplara geçecek kadar
klasikleşti. Muhtelif anahtar eyaletlerden gelen haber ve neticeler
Eisenhower'in mutlak bir zafer kazandığını gösteriyordu. Bu sırada bir
gazeteci, Stevenson'a, kendisini nasıl hissettiğini sordu. Demokrat Partinin
cumhurbaşkanı namzedi mağlûbiyet anında dedi ki:
"Yine beyle bir seçim mağlûbiyeti gecesinde hemşehrim
Lincoln'ün (Cumhurbaşkanı Lincoln], yine böyle bir suale verdiği cevabı
hatırlıyorum: 'Kendimi, gecenin karanlığında yalın ayak sokakta giderken
ayağını taşa vuran çocuk gibi hissediyorum. Çocuk artık büyümüştü, bu yüzden gülemedi; ama çok da
acıttığından, ağlayışındı.'"
XII
Bir konudaki cazibe kuvvetinin yegane testi hü-
mordur. Lâtifeye gelmiyen bir konu şüphelidir, ve ciddî bir şekilde imtihandan
geçmeye tahammülü olmayan bir şaka da sahte bir nüktedir.
Aristo
Bir kimseye, kendi kendinin ahmaklığını gösterebilen
keskin bir hümor hissi, onu, irtikâp etmeğe değer günah ve çapkınlıklar
dışındaki bütün günah ve çapkınlıklardan korur.
Samuel
Butler
Ben bu memlekette kral kaldıkça mükâfatlandı-
rılmıyacak bir tek nükte kalmayacaktır.
Shakespeare
A dlai Stevenson'a, Lincoln'ün bugünün Amerika'sında
cumhurbaşkanı seçilip seçilemiyeceği sorulduğu vakit, "Hayır,"
cevabını vermişti. “Zannetmem. Lincoln, şüphesiz bir dahi idi, ve halkın
dahilere karşı tutumunun da ölçü'sü yoktur. Fakat Lincoln'ün söylediği ırki ve
dini nükteler günümüzde tabu addedildiğinden, böyle bir ortam içinde Lincoln'ün
Cumhurbaşkanı seçilebileceğini zannetmiyorum.”
Bununla beraber, son yıllarda,
bilhassa Kennedy devrinde, Amerikan siyasi nüktesinde yeni bir rönesansın
başladığını söylemek hiç de hatalı olamaz. Bu çağın başlıca nüktedanı
Cumhurbaşkanı Kennedy idi. Onun yarattığı nükte rönesansının devam edip
etmeyeceği pek bilinemezse de,
Cumhurbaşkanı
John Fitzgerald Kennedy'nin çok kısa süren cumhurbaşkanlığı devrinde Amerikan
siyasi nüktesi en iyi temsilcilerinden birini yetiştirdi. Maamafih, Amerikan politika
sahnesinde nüktenin yeniden canlanmasında büyük rol oynıyan bir diğer politikacının
da Cumhuriyetçi-Muha- fazakar Senatör Goldwater olduğunu söylemek gerek.
Nükte,
cesaret gibi, Kennedy'in şahsiyetindeki bir parça idi. Kennedy'nin şahsiyeti ve
üslubu, hem köklü İrlanda geleneğini hem de Harvard üniversitesinin verdiği
"ürbanite" yi aksettiriyordu. Kennedy, en müşkül şartlar altında dahi
nükteli söz söylemesini bilen ender politikacılardan biriydi. Evvelemirde,
Kennedy ailesinin, felaket üstüne felaket geçirdiğini belirtmek gerek.
Taparcasına
sevdiği ağabeyi İkinci Dünya Harbinde öldü. Pederşahi Kennedy ailesinde onun
cumhurbaşkanı için çalışacağına daha yıllarca önce karar verilmişti. Hatta ağabeyi
hayatta olsaydı, John Kennedy'nin politikaya atılmı- yacağını dahi söyliyenler
var. Kennedy'nin bir kız kardeşi, bebek yaşlarından itibaren akıl
hastahanesinde idi. Kendisi harpte bir bahriye subayı idi; hücum botu Japonlar
tarafından torpillenmiş, mürettabatı ile
birlikte günlerce ıssız bir Pasifik adasında kalmıştı. Sonralan, 1954 yılında
bir ameliyat geçirdi, ölünceye kadar sırtında bir askı ile gezmek zorunda
kaldı. Kendisinin ve ailesinin maruz kaldığı bu felâket ve talihsizlikler onun
stoik hayatını ve hayata istihzalı bakan görüşlerini nüktelerinde aksettirmekle
beraber, Kennedy'nin hümoru, hareket ve hayattan çekilmiş insanlarınki gibi
acı değildi. Nükte, onun tükenmez canlılık ve cesaretinin bir parçası idi. Onun
hayatı, Hemigway'in cesareti tarif edişine tıpatıp uyuyordu: "Baskı
altında zarafet."
Hayatının son yıllarında fikri ağrılar zaman zaman bütün vücudunu
sarıyordu. Öte yandan, üç yıllık cumhurbaşkanlığı devrinde devamlı surette
milli ve beynelmilel baskı altında yaşadı. Fakat bütün bu ağrı, baskı ve
endişelere rağmen, Kennedy, kendisini olduğundan küçük gösteren nüktelerine,
beraber çalıştığı arkadaşlarını ve muhaliflerini mevzu olan hümoruna hiç bir
zaman ara vermedi; dünya ahvalini en iyi gören ve sezen bir kimse olmasına
rağmen, bu tehlikeli durumları dahi nükte ile ele almasını bildi.
Babalan
Joseph P. Kennedy'nin başkanlığındaki
Kennedy ailesi birbirlerine son derece yakın, geleneklere sımsıkı bağlı bir
aile idi. Ele aldıkları her işi diğerlerinden daha iyi yapmaya çalışan,
başarıya giden yolun çok çalışma ve azimden geçtiğini bilen bu ailenin fertleri
daima birbirlerine yardım ettiler. Kennedy, cumhurbaşkanlığı için namzetliğini
ilan ettiği vakit yetmişlik annelerinden kızkardeş- lerine, eniştelerinden
kuzenlerine kadar bütün Kennedy ailesi kampanyada fiili görev yüklenmişti.
Biraz önce de
söylediğimiz gibi, Kennedy ailesi, ağabeyleri Joe Kennedy'nin cumhurbaşkanı
olmasını istiyordu. Joe, kendine son derece güveni olan bir gençti. Fakat harpte
öldükten sonra, "batan" John'a, ve John'un ardından Ro- bert'e geçti.
Ailenin reisi şu anda Massachusetts Senatörü Teddy Kennedy'dir.
Fakat
birbirlerine böylesine yakın ve sadık insanlar olmalarına rağmen, John
Kennedy'nin nüktelerinden, başta babaları olmak üzere, ailenin hiç bir ferdi
masun değildi. Gerçekte, Kennedy "aşiret"inin beraberliği ve iyi
niyeti, nükte ve şaka için iyi bir hedef teşkil ediyordu.
Babası Joseph
Kennedy, Cumhurbaşkanı Roosevelt'in 1936 kampanyasına bir kaç yüz bin dolarlık
teberruda bulunduğundan, seçimlerden sonra Londra elçiliği ile mükâfatlandırılmıştı
(1937). Amerika'da partilerin seçim kampanyalarına fazla miktarda teberruda
bulunanların elçiliklere atanmaları adettir. Son yıllarda Londra, Paris,
Moskova gibi anahtar elçiliklere meslekten yetişme kimseler gönderilmekte ise
de, halen dünyanın muhtelif yerlerinde Amerika'yı temsil edenler arasında,
sırf kazanan partilere mali yardım yaptıklarından ötürü .elçilikle
mükâfatlandırılanlar bir haylicedir. Cumhurbaşkanlığı kampanyası sırasında C
1960) Kennedy'nin de, seçimi kazandığı takdirde, kampanyaya büyük mali
yardımlarda bulunan kimseleri elçiliklere tayin edeceği söyleniyordu. Bir
konuşmasında buna değindi:
“Y^rt dışına elçi olarak
göndereceğimiz kimselerin tecrübeli diplomatlar olmaları gerektiğine gelince,
biz böyle düşünenlerle tamamen hemfikiriz. Filhakika, geçen yılın başında da
söylediğim gibi, eğer bu seçim mücadelesini başarıya ulaştırabilirsek,
kampanyamıza ne kadar mali yardımda bulunmuş olurlarsa olsunlar, hariciyeci
olmadıkça kendilerini elçi tayin etmiyeceğimizi belirtmiştim. Bu bildiriyi
yayınladıktan bu yana, babam, seçim kampanyamıza metelik teberru etmedi."
Kennedy'nin babası çok zengindi.
Kennedy'nin politik düşmanları da, babasının serveti sayesinde seçimleri para
ile satın alacağını söylüyorlardı. Kennedy bundan da bahsetti:
"Biraz
önce babamdan şu telgrafı aldım lKennedy, cebinden bir kağıt çıkararak okumağa
başladı.]: 'Oğlum, lüzumundan fazla bir tek rey dahi satın almağa kalkışma.
Ezici bir zafer için gerekli bütün reyleri satın alacak kadar param yok.'''
Kennedy daha orta mektep
sıralarında iken iyi bir nüktedan olacağını gösteriyordu. Bir gün eski bir
dostları ziyaretlerine gelmişti. Yemek sırasında, konu, 'birdenbire dilenin
mali durumuna çevrildi. Bu, babaları Joseph Kennedy'- yi derinden
ilgilendirdiğinden, ailenin genç üyelerinin gelişi güzel para sarfettiklerinden
şikayet etmeğe başladı. Bilhassa genç kızlarından biri üzerinde duruyordu.
Babası ^tarafından haşlanmaya
fazla tahammül ederniyen kız, gözyaşlarını tutamıyarak masadan ayrıldı. Biraz
sonra döndüğü vakit sofradaki hava hala gerginliğini muhafaza ediyordu. Fakat
genç Kennedy havayı derhal yumuşattı:
"Artık üzülmene mahal yok,
kardeşim. Biz bu meseleyi de hallettik. Babamızın, bizi geçindirmesi için, daha
fazla çalışması gerektiğine karar verdik.''
Gerçi seçim kampanyası sırasında
Kennedy'in nükteleri ülkenin her tarafına yayıldıysa da, Cumhurbaşkanı seçildikten
sonra, basın, onun nüktelerine daha fazla yer vermeğe başladı.
Cumhurbaşkanlığı vazifesini resmen üzerine aldığı günün gecesi Washington'un
büyük otellerinde balolar verildi. Cumhurbaşkanının, kansıyle birlikte bu
balola- n ziyaret etmesi ve bir müddet kalması gerekiyordu. Her baloda bütün
gözler, tabiatıyle, cumhurbaşkanına ve eşine çevriliyor, onların her hareketi,
giydikleri, inceden inceye tetkik ediliyordu. Cumhurbaşkanı Kennedy, bu
balolardan birinde konuşurken şunlan söyledi: "Geceyi bundan daha iyi
nasıl geçireceğimizi bilemiyorum—siz bize bakıyorsunuz, biz de size.”
Vazifeyi
devir alırken, Kennedy, sözlerine şöyle başlamıştı: "Bugün burada bir
partinin zaferini kutlamak için değil, bir hürriyet bayramını kutlamak, bir
başlangıç olduğu kadar bir sonu sembolize eden bir hürriyetin bayramını
kutlamak için toplandık."
Cumhurbaşkanlığı
vazifesine bilfiil başladıktan kısa bir müddet sonra, Demokrat Partinin seçim
kampanyası sırasında yüklendiği borçları ödemek üzere verilen büyük bir
ziyafette (bu ziyafetlerde davetliler yemek ücretlerini ceplerinden öder, kar
da partiye kalır), borcun ödenmesinde partililere ve kendisi gibi zenginlere
düşen rolü şöyle anlattı:
"Bu gece
burada hürriyetin zaferini kutlamak için değil, paartimizin bir zaferini
kutlamak üzere toplandık. Çünkü ecdadımızın hemen hemen bir sene üç ay önce
yüklendiği parti borcunu ödemeye yemin ettik."
" ...
Eğer partimizin pek çok fakir üyeleri Demokrat Partiye yardım etmezse, bir kaç
zenginimiz de partimizi kurtaramaz."
(Kennedy, bu
son cümlesinde, gerçekte, vazifeyi devir alırken verdiği nutkundaki bir sözünü
hafifçe değiştirmişti. O zaman demişti ki: "Eğer hür bir cemiyet, fakir
olan pek çoklanna yardım elini uzatamazsa, zengin olan azınlığı koruyamaz.)
Kennedy,
cumhurbaşkanı olarak verdiği ilk nutkunda şunları da söyledi:
"Vatandaşlarım, memleketim benim için ne yapacak diye sormayın, memleketim
için ne yapabilirim diye sorun."
Amerika'nın kuzey-doğu Kanada sınırındaki Maine eyaleti nefis
ıs^hozları ile tanınır. Maine Tuzlusu Çiftlikleri adlı bir ıstakoz çiftliğinin
sahibi Edward Myers, nutuktaki bu kelimeleri hatırlatan şu telgrafı
Cumhurbaşkanına gönderdi:
BEYAZ EV'DE ŞİDDETLİ BİR MAINE ISTAKOZU SIKINTISI ÇEKİLDİĞİNİ
EYALETİMİZ SENATÖRÜ MUSKIE'NİN GAZETELERDE ÇIKAN BEYANATINDAN ÖĞRENMİŞ BULUNUYORUZ.
BİZ, NEREDE VE KİM OLURLARSA OLSUNLAR, BU ÜLKEDE SIKINTI VE ISTIRAP İÇİNDE
ÇIRPINAN HİÇ KİMSE VE HİÇ BİR YER GÖRMEK İSTEMİYORUZ. BUNDAN BÖYLE, BU SABAH
DEMİRYOLU EKSPRESİ İLE, TEK ELLE YENECEK KADAR KÜÇÜK BOYDA, FAKAT BİRİKMİŞ
BÜTÜN ARZU VE İŞTAHLARI TATMİN EDECEK BÜYÜKLÜKTE, ONALTI CANLI ISTAKOZ
GÖNDERİLDİ. BEN, MAINE İÇİN NE YAPABİLİRİM DİYE SORMAYIN, MAINE BENİM İÇİN NE
YAPABİLİR DİYE SORUN.
Cumhurbaşkanı Kennedy, kısa bir müddet sonra, Maine Tuzlusu Çiftlikleri
sahibi Edward Myers'e şöyle teşekkür etti:
MAINE ISTAKOZLARI CIVIL CIVIL OYNAŞIR HALDE VASIL OLDU. MAHALLİ
SIKINTILARI GİDERMEK İÇİN DERHAL HAREKETE GEÇTİĞİNİZDEN ÖTÜRÜ MİNNETTARIM. BİR
KAÇ TANESİNİ İSTİHLÂK ETTİKTEN SONRA, TUZLUSU ÇİFTLİKLERİNİN ELİNDEKİ ARTIK
ISTAKOZLARIN DOĞURDUĞU MESELELERİN EN İYİ VE ÂDİL
BİR TARZDA HALLEDİLECEĞİNE ŞİMDİ İNANIYORUM.
Kennedy, 1961 baharında Thomas
E. Edison adlı nükleer demzaltı gemisini teftiş ederken hava soğuk
ve ^rüzgârlı idi. Bir ^^p balık-adam da dalgıç kıyafetleriyle nhtımda “ha^
ol" vaziyette bekliyordu. Cumhurbaşkanı, resmi merasimin kısa sünesini
istedi, ve bu arada da, soğuktan dişleri biri- birine vururcasına titreyen bir
balık-adamına yaklaşarak dedi ki: "Amiral, bana, sizlerin soğuktan zerrece
müteessir olmadığınızı söyledi." Denizci, güldü ve Kennedy şunlan ilâve
etti: "Biz hemen gidiyoruz, siz de içeri girip ısının."
Cumhurbaşkanının bu sözüne balık-adam şu cevabı verdi: "Bay Cumhurbaşkanı,
sizinle tanışmak için burada soğukta ebediyen. du:rmağa hazırım." Kennedy o zaman dedi
ki: "Teşekkürler, fakat hemen giyinmezseniz bu son görüşmemiz olur."
Cumhurbaşkanı bir gün Beyaz Evin
bahçesini gezerken, yeniden düzenlenmiş bahçeyi, çiçekleri hayranlıkla se^^-
diyordu. "Bu bahçe, bu hükümetin gerçek bir başarısı olarak kitaplara
geçebilir," dedi.
Kennedy, ekseriya ciddi bir
reaksiyonunu da hümorla maskelemesini biliyordu. Look mecmuasının bir muhabiriyle
mülakatında, gazeteci, aleyhinde söylenen kötü bir dedikodudan bahsedince, şu
cevabı verdi: "Sen o sözleri yazarsan, ben de Look dergisini satın
alabilirim."
Kennedy'nin babası rekabeti seven
haşin bir iş adamı olarak biliniyor idiyse de, yakından tanıyanlar onun
gerçekte nazik ve müşfik bir ad^n olduğunu söylerlerdi. Bununla beraber, Joseph
Kennedy kendisinden mübalağalı ifadelerle bahsedilmesinden
hoşlanıyordu. Bunun içindir ki, gerek kendisi ve gerekse oğlu John, yaratılmağa
çalışılan bu mitosu yalanlamak için gayret sarfetmediler. Kennedy'nin kız
kardeşlerinden biri evlendiği vakit, bir gazete Joseph Kennedy'nin bürosunda
^ilışanlardan birinin ^nlümseyerek düğün masrafının altı rak^nli olduğunu
söylediğini yazdı. O vakit
senatör olan Kennedy ise bu haberle ilgili olarak, "Hikayenin palavra
olduğunu herkes biliyor," dedi. "Çünkü babamın bürosunda kimse
gülmeğe cesaret edemez."
John, kardeşi Robert'e 1944 te Pasüikteki Salomon adalarından şu
mektubu gönderdi:
Evden senin yem.in merasimini anlatan gazetenin küpürünü gönderdiler.
Bir de fotoğrafın yayınlanmıştı. Gerçekten ilham verici bir fotoğraf—bilhassa
yakından tetkik ettiğim vakit, sırtındaki ceketin benim damalı ceketim olduğu
anlaşılınca.
Sen orada
benim ceketimle dolaşırken benim burada ne yaptığımı bilmek isterim. Kim
bilir, belki, kız ve erkek kardeşlerimin güvenlik içinde yaşamaları için benim
buraya gönderilmem gerekiyordu. Ben böyle düşünmüyorum. Sen güvenlik içinde
olmak istiyorsan benim buna hiç bir diyeceğim yok—ama benim ceketimle değil,
kardeşim.
Kennedy'nin istihzalı
nüktesi karşılaştığı bütün krizler boyunca kendisini terketmedi. Harpte PT-109
hücum botu Japonlar tarafından batırılmış, teğmen Kennedy ve mürettebat
günlerce ıssız bir adada yaşamak zorunda kalmışlardı. Nihayet bir diğer hücum
botu (PT-157) onları buldu ve günlerdir aç kalan Kennedy ve adamlarına doğru yaklaşırken, bu hücum
botundaki subay bağırdı: "Hey, Jack!" (Samimi arkadaşlar arasında
John ismi “Jack” olur.)
Kennedy cevap verdi:
"Neredeydiniz yahu, kayboldunuz mu?"
Yaklaşmakta olan hücum
botundaki subay yine seslendi: "Size yiyecek getiriyoruz."
Kennedy, günlerdir
bekleşmelerine, yiyecek sıkıntısı içinde bulunmalarına rağmen, hümor hissini
yine de kaybetmemişti. Sakin bir sesle cevap verdi: "Hayır, teşekkür ederiz.
Biraz önce Hindistan cevizi yedik."
Yıllar sonra küçük bir
Amerikan vatandaşı California'da kendisine şu suali sordu: "Bay
Cumhurbaşkanı, bir harp kahramanı nasıl oldunuz?" “Katiyen elimde olmayan
sebepler yüzünden,” cevabını verdi. "Gemimi batırdılar.”
Cumhurbaşkanı, her yaştaki
insanın seviyesine inebileceğinin bir diğer örneğini, küçük Peter Galbraith'e
gönderdiği mektubunda (l Nisan, 1976) gösterdi. Peter,
meşhur Amerikan iktisatçısı ^rof. John Galbraith'in oğlu idi. Kennedy, Harvard
Üniversitesinde kendisine hocalık etmiş Gal- braith'i. Hindistan’a elçi tayin
etmişti. Fakat küçük Peter, evindeki hayvanlarından ayrılıp Hindistan’a gitmek
istemiyordu. Cumhurbaşkanı, bunun üzerine, Peter'e şu mektubu gönderdi:
"Sevgili Peter:
"Babandan, mektebini
ve arkadaşlarını bırakıp Hindistan’a gitmek istemediğini öğrendim.
"Ne hissettiğini bilmiyor
değilim. Benim bab^rn da 20 sene öncesi elçi olanak Londra'ya
gönderildiği vakit, bizim ailemiz de
kopmuştu.
"O yıllarda benim
kardeşlerim de hemen hemen senin yaşında idiler. Onlan da, eski arkadaşlarını
bırakıp yenilerini bulmak zorunda kalmışlardı.
"Baban, hayvanlarla senin çok ilgilendiğini söylüyor. O takdirde,
Hindisen, senin için fevkalâde bir yer. Fillerden kobralara kadar aklına gelen
her türlü hayvan orada pek bol. Bununla beraber, kobralara karşı çok dikkatli
bulunmak gerektiğini de orasını iyi bilenler söylüyor.”
Cumhurbaşkanı Kennedy, mektubuna, haşiye- olarak şunları eklemişti:
"Ben de seninle beraber gitmeyi arzu etmiyor değilim."
Cumhurbaşkanlığı seçim kampanyasında, halk, Kennedy' ye, zaman zaman
çeşitli yiyecek ve giyeceğe kadar eğlendirici hediyeler de veriyordu. Bir
kasabada kendisine 30 kilo ağırlığında bir karpuz takdim edildiği vakit,
Kennedy, yapmacık bir dehşetle irkilerek sordu: "Hala canlı mı?"
Cumhurbaşkanı Kennedy, 34 yaşındaki kardeşi Robert'i adliye vekili
tayin etmek istediği vakit, Robert de dahil, Cumhurbaşkanının mesai
arkadaşlarından çoğu aleyhte idiler. Maamafih, Cumhurbaşkanı karar ve^nlş,
kardeşini tayin edecekti. (Amerika'da cumhurbaşkanı seçimi ile yeni
cumhurbaşkanının resmen vazifeyi devir alması arasında üç ay kadar bir zaman
geçer. Bu müddet zarfında da yeni cumhurbaşkanı kabinesini hazırlar ve ilan
eder.) Cumhurbaşkanının (cumhurbaşkanı-seçilen demek daha doğru olacak)
arkadaşlarından biri Robert'in adliye vekilliğine getirildiğini nasıl ilan
edeceğini sorduğu vakit, John Kennedy şu cevabı verdi:
"Geceyarısı saat 2 sularında Washington'daki evınuzni
kapısını açıp sağa sola bir göz atacağım. Eğer sokakta kimse yoksa, fısıltılı
bir sesle ilan edeceğim: Robert'i tayin ettim."
Tayinin, televizyon ve gazete vasıtasiyle resmen bildirildiği gün,
Cumhurbaşkanı Kennedy, toplantı salonuna girerken yarındaki kardeşi Robert'e
dönerek, "Tara şu saçlarını," dedi. "Ve çok da gülümseme.
Herkes bu tayinin bizi çok memnun ettiğini sanacak."
Robert'in,
adliye vekilliğinin başına getirilmesi gazetelerde acı tenkitlere yol açmıştı.
Fakat Cumhurbaşkanı Kennedy tenkitçilere yine de nükte ile cevap verdi:
"Robert'in avukatlık mesleğine başlamadan önce biraz tecrübe kazanmasının
yanlış ve mahzurlu olacağını hiç zannetmiyorum.”
Başka bir
zaman da şunl.an söyledi: "Akrabalarımı hangi mevkilere getireceğimi
düşünürken dört yaşındaki Master Robert Kennedy ziyaretime geldi ve iş istedi.
Ben adalet vekilliği sandalyesinin doldurulduğunu söyledim." (Master,
adliye vekili Robert'in oğluydu.)
Küba krizi sırasında, o zamanki Savunma Vekili Robert McNamara (halen
dünya bankası başkanı) ile birlikte önemli bir konferansa gideceği sırada kızı
Caroline'nin Beyaz Evin bahçesinde koşuştuğunu gördü.
Cumhurbaşkanı, "Caroline," diye bağırdı. "Yine mi şeker
yiyorsun?"
Kızından cevap alamayınca, Cumhurbaşkanı sualini tekrarladı:
"Caroline, şeker mi yiyorsun? Cevap ver: evet, hayır veya belki.”
Ülkenin büyük ve popüler dergilerinden biri, 1961 Temmuz sayısında
Kennedy kardeşlerin giyimlerinde titiz olduklarını yazmış, onların
"giyim-şuurlu" olduklarını söylemişti. Cumhurbaşkanı Kennedy,
yazının muharririne telefon ederek dedi ki:
"Giyim şuurlu Kennedy kardeşler demekle kimi kastediyorsun? Belki
ben giyim şuurluyum, ama Robert, hayır. Siz onun iyi giyindiğini mi
zannediyorsunuz? Yakalarının uçları düğmeli gömleklerden hala vazgeçemeyen bir
insan nasıl giyim şuurlu olabilir? T^dıklarım arasında o gömlekleri hâlâ
kullanan diğer iki kişi, Chester lbir Amerikan diplomatı, Hindistan elçiliği
yaptı) ile Adlai (Adlai Steven- son].”
Kennedy'nin 1960 seçim mücadelesi sırasında West Vir- ginia
eyaletindeki bir toplantıda küçük kardeşi Edward (halen senatör), halkı
coştu^ak için ağabeyini şöyle takdim ediyordu:
"Bu memlekete hakiki liderliğin ne olduğunu gösterecek birini
seçmek istemez misiniz? Cumhurbaşkanlığı mevkiinde, cesaretli, azimli, uzak
görüşlü bir kimseyi görmek istemez misiniz?"
Cumhurbaşkanı namzedi
Kennedy, kardeşinden mikrofonu aldıktan sonra nutkuna şu sözlerle başladı:
"Kardeşime şunu söylemek isterim: otuz beş yaşına gelmeden
cumhurbaşkanı seçilemezsin."
John
Kennedy'nin nükteleri lrlandalı tabiatı kadar şah;_ sının bir parçası idi. Onun
nükteleri, çabuk, cevval, nüfuz edici bir kafanın ve hayatı olduğu gibi kabul
etmekten mütevellit bir istihza hissinin de mahsulü idi. Kennedy, bir kaç defa
ölümle karşı karşıya kaldığından, hayat ve servetin gelip geçici olduğunu
yakından biliyordu. Bunun içindir ki, şahsını ve etrafındaki dünyayİ objektif bir tarafsızlıkla ele aldı. Bundan beyle,
yakın arkadaşı Dave Power'in doğum gününde hediye ettiği gümüş bira bardağına
yazdırdığı şu satırlar, hayatı nasıl gördüğünü de anlatıyor:
"Gerçek olan üç şey vardır
Allah,, beşerin aptallığı ve gülme.
llk ikisi bizim idrakimiz dışındadır, O halde verelim kendimizi
üçüncüsüne."
Bir gazeteci, bu kıtanın kaynağını bulmak IçIh epeyce araştırma yapıldığını yazdı. Aubrey Mennon adlı
şairin "The Ramayana"sından alınan bu pasajı, maamafih, Kennedy
ezbere biliyordu.
Cumhurbaşkanlığı seçiminde 60 milyon
Amerikalı rey kull^anmış ve Kennedy, rakibi Nixon'dan sadece 125,beO fazla rey alarak seçilmişti. Kennedy,
vatandaşlarının hemen hemen yansının kendisi aleyhinde rey kullandığını, Chicago’daki
bir konuşmasında şöyle anlattı:
Bir müddet önce
[Massachusetts'in] Fail River kasabasında belediye başkanı bir tek rey farkıyle
kazanmıştı. Fakat adamcağız artık sokağa çıkamaz olmuştu. Daha evinden ilk
adımı atar atmaz, yanına biri yaklaşıyor, "Merhaba, Başkan Bey,” dedikten
sonra ilâve ediyordu: “Sizi bu mevkie ben getirdim." Bu gece kendimi o
belediye başkanı gibi hissetmiyor değilim. Eğer sizler—ki 5,500 kişisiniz—karşı
tarafa rey vermiş olsaydınız, bugün Cumhurbaşkanı ben olmayacaktım.
John F.
Kennedy, cumhurbaşkanlığı mevkiinin kendisine getirdiği kudret ve sağladığı
prestije rağmen, hala beşeri bir yaratık olduğunu unutmuyor ve bundan böyle,
kendisinin, aynı zamanda, hemcinslerindeki kusur, aptallık ve beceriksizlikleri
de yüklendiğini idrak ediyor, bu vasıfların cumhurbaşkanı olmakla
kaybolmayacağını biliyordu. Bu bilgi, ona, en mütevazisinden en büyüğüne kadar
herkesle bir beşeri yaratık olarak temas edebilme imkanını sağladı.
İnsanoğlunun aptallık ve kusurları, Cumhurbaşkanına, aynı zinanda,
herkesle şaka yapabilmek veya hafif fakat nükteye ihtiyaç gösteren her konuyu
hümorla ele alabilmek vasfını da ve^dişti. Kilise dahi onun nüktelerinden uzak
kalmadı. Bir defasında platfo^nu paylaştığı mümtaz zevat arasında tanınmış
fakat cüsseli, şişman bir papaz da vardı. Papazın konuşmasından sonra kürsüye
çıkan Cumhurbaşkanı, toplantıya hitap etmenin kendisine bir "ilham kaynağı”
olduğunu söyledi. "Zira, devamlıca oruç tutmanın ve dua etmenin beşeri
yaratıklar üzerinde ne gibi tesirler husule getirdiğini, kendim dine adamış
geleneksel bir deri bir kemik, tarik-i dünya adamlarından birinin kendi
vücuduyle de ispat etmiş olduğunu gö^nek gerçekten bir ilham kaynağı."
Acı ve
ıstırap çekmiş olmasına rağmen, fevkalade bir hü- mor hissi ile
müka.fatlandırıldığından gülmesini biliyordu. Şahsını ve dünyayı
küçümsediğinden değil, fakat her ikisinin de sınırlarım iyi bildiğinden kendi
kendisine de gülebiliyordu.
Senatoya
seçildiği yıl C1952) Massachusetts
eyaletinde tanınmış bir tek gazete dahi Kennedy'yi desteklememişti. Fakat
seçimden önce ünlü Boston Post
gazetesi, Kennedy'in rakibi Lodge'a sırt çevirerek Kennedy'ye döndü.
Seneler sonra, bu gazetenin desteğini kazanmak için, Kennedy'nin
babasının gazeteye 500,000 dolar borç
verdiği ifşa edildi. Senatör Kennedy, bu konu ile ilgili bütün soruların
babasından sorulmasını istiyor, hiç birini cevaplandırmıyordu. Maamafih, bir
gün bu konu hakkında bir iki sual soran bir gazeteci ayrılırken, Senatör
Kennedy gülümseyerek dedi W: "Ne yapalım, yapılacak başka bir şey yoktu. Massachusetts'de bir tek gazete
dahi bizi desteklemiyordu. O gazeteyi satın almaktan başka çaremiz
kalmamıştı."
Kennedy 1952 senesinde
senatör olmağa karar verdiği vakit, karşısında, Boston şehrinin pek tanınmış
ailesinin çocuğu Henry Cabot Lodge vardı. (Lodge, senatörlüğü Ken- nedy'ye
kaptırdı. Cumhurbaşkanı Eisenhower de kendisini Amerika'nın Birleşmiş
Milletlerdeki temsilciliğine getirdi. Lodge, 1960 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Cumhuriyetçi parti
listesinde Cumhurbaşkanı Muavini namzedi idi.) Kennedy ailesi efradı seçimde
vazife aldı. Kadınlar eyaletin her tarafında çaylar tertipliyor, kadınların
reylerini çekmeğe çalışıyordu. Bu çaylı toplantılarda zaman zaman senatör
namzedi Kennedy de konuştu. Böyle bir toplantıda seçimin neticesinden endişe
durmadığını şu sözlerle ifade etti:
“Bir defa, bazı garip sebeplerden ötürü, Massachusetts'- deki kadın
nüfusu erkekten fazla. Kadınlar daha uzun ömürlü oluyorlar. Sonra, benim büyük
bab^rn müteveffa John Fitzgerald Kennedy, otuz altı yıl ence, şimdiki muanzım
Henry Cabot Lodge'ın büyük babasına karşı senatörlük mücadelesine girişti ve o
yıllarda kadınlara rey hakkı tanınmadığı için, seçim sadece 30,000 reyle kaybetti. Bu
seçimlerde eyaletimizin kadın seçmenleri üzerinde iyi bir izlenim bırakarak,
otuz altı yıl önceki farkı kapatıp seçimi kazanacağımı umuyo^rum."
Kennedy'nin nükteleri, cesareti gibi, sadık bir arkadaş olarak tekrar
tekrar ona hizmet etti. Senatör iken verdiği bir nutukta, bir gün Kongre
binasındaki asansörün kalkmasını beklerken, bir diğer yolcunun kendisine,
"dördüncü kat,” dediğini söyledi. (Yolcu, Senatör Kennedy'yi asansör- cü
sanmıştı.)
Senatör seçildikten sonra, "Basın toplantısı" adlı bir ^radyo programına davet edildi. Bir kaç hafta
sonra, programı dinleyenlerden gelen bir mektupta, sorulanlara gayet yerinde
cevaplar verdiğinden kendisini tebrik ettikten sonra, şöyle yazılıyordu:
"Ne var ki, akıllı ve zeki bilinen gazetecilerin böylesine manasız ve aptalca sualler
somaları insanı üzüyor."
Bu "akıllı ve zeki bilinen gazeteci" Kennedy'nin yakın bir
arkadaşı idi. Senatör Kennedy, mektubu, şu notla birlikte gazeteciye gönderdi:
"İlişikteki ^mektubun seni ilgilendireceğini düşündüm.”
Âmme adamı olarak, Kennedy, nadiren kızgınlığına ifşa etti, sert ve haşin
sözler yerine nükteli cevaplar vermeyi tercih etti. Senatörlük için mücadele
ederken, küçük bir kasabada bir dinleyici bağırdı: "Kennedy, babanın,
sana verilecek her rey için iki dolar vadettiğini duydum. Senin gibi zengin
bir adama böylesine tamahkarlık yaraşır mı?"
Kennedy şu cevabı verdi: "Bunun doğru olmadığını artık herkes
biliyor. Ama şurası da gerçekten elem verici: senin reyinden başka verecek bir
şeyin yok, ve onu da satmağa hazırsın."
Senatör iken bir hitabesinde söylediği nükte şoförler arasında epeyce
^^^tü koparmıştı. Kennedy demişti ki: "Toplantınıza az kalsın
yetişemeyecektim. Fakat bereket versin, ehil bir şoför sıkışık trafik arasından
ustaca sıyrılarak vaktinde yetiştirdi. Bunun üzerine, kendisine yüklü bir
bahşiş verip, reyini de Demokrat partiye veznesini söylemeyi düşünürken,
Senatör Green'in bana söylediklerini hatırladım: Şoföre hiç bahşiş vermedim, ve
arabasından. inerken de reyini Cumhuriyetçi partiye vermesini söyledim.”
AP ajansı bu hikayeyi olduğu gibi verdi,
ve Amerika’nın her tarafındaki kızgın şoförlerden mektuplar yağmağa başladı.
Senatör Kennedy, .AP ajansı
ileri gelenleriyle görüştükten sonra, ajans hikayesinin bir şaka olduğunu
söyliye- rek fazla bir yana imadan sıyrıldı.
John F. Kennedy, 1960 seçimlerinden
iki yıl önce, 1958 de
cumhurbaşkanlığı için namzetliğini koyacağını ilan etmiş, ve hemen teşkilatını
ku^nağa başlanıştı. Gazeteler, Demokrat
partinin diğer c^umhurbaşkanı namzetleri arasında Missouri Senatörü Stuart
Symington ile Texas
Senatörü Lyndon Johnson'ın isimleri üzerinde bilhassa duruyordu.
Amerikan Gazeteciler Derneği, bir
toplantısında, bu üç senatörü davet etti ve kendilerinden birer konuşma istedi.
İlk konuşma Kennedy'nindi. Massachusetts'in genç senatörü (ki
cumhurbaşkanlıkla namzetliğini koyacağını resmen açıklamıştı) sözlerine şöyle
başl^ü:
Geçen gece 1960
yılının rüyasını gördüm. Bu rüyamı dün Stuart Symington ve Lyndon Johnson'a da
anlattım. Rüyamda, allahın yatak odama gelerek başımı sıvazladıktan sonra,
"John Kennedy, seni Birleşik Amerika’nın Cumhurbaşkanı yapıyorum,"
dediğini söyledim.
Bunun üzerine, Stuart Symington, "John, ne
tuhaf, geçen gece ben de seninkine .benzer bljvj-üya gördüm,” dedi.
"Allah benim yatak odama ..geldi,' ye.'-Jsenii^ırlattığın şekilde, başımı
sıvazladı ve Stuart' Şymington,' §ehi
jjnştleşik Amerika ve Kainatın Cumhurbaşkanı yapıyorum/’ 'dediğini söyledi.
Lyndon Johnson, ben (m ve. Stuart Symington'un
rüyalarını dinledikten sonra, "Beyler., gerçekten çok tuhaf şeyler
söylüyorsunuz," dedi. "Geçen.gece
beri de -!5izlerinkine benzer bir rüya
gördüm, ama hiç biriniz. bahsettiğiniz o mevkilere tayin ettiğimi
hatırlamıyorum." i •'
Indiana eyaletinin tanınmış gazetesi The
Indii^a.napolis Star, 1960 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde
Kennedy'nin rakibi Richard Nixon’u destekliyordu. Kennedy, eyaletin Ande^^n
kasa^basındaki nutkuna şöyle başladı:
Buraya geldikten kısa bir müddet sonra, kasabanızın büyük bir
talihsizliğe uğradığını, bankanın soyulduğunu söylediler. Ben, şimdi, yarın Indianapolis Star'ın birinci sayfasında şöyle bir
haberin görüleceğine eminim: "Demokratlar geldi ve banka soyuldu."
Kennedy’yi
dinleyenlerin çoğunu çok defa öğrenciler teşkil ediyordu. Ohio eyaletinin
Girard şehrinde çocuk ve gençlerin bilhassa fazla sayıda olduğuna dikkat eden
Kennedy gülümseyerek dedi ki: "Rey kullanabilme hakkını dokuz yaşına
indirirsek, bu eyaleti ezici bir çoğunlukla kazanacağımıza eminim."
Miami’de (Floridal de genç kız ve kadınlar çoğunlukta idi. Kennedy
şunlan söyledi:
Senatodaki vazifeme başlamak üzere 1952 de Washington'a geldiğim zaman,
büromda sekreter olarak çalışmaları için kendi eyaletim Massachusetts'den
müteaddid genç kızı da beraberimde getirmiştim. Onların hepsi evlendi. Bunun
üzerine, Massachusetts'den tekrar genç kız ithal etmek zorunda kaldık. Onlar
da dünya evine girdiler. Eğer aranızda, Florida'da evlenme şansının az olduğunu
düşünen genç kız ve hanımlar varsa, gelin, benimle beraber çalışınız. Kısa
zamanda kısmetinizin çıkacağını garanti ederim.
Cumhurbaşkanı
John Kennedy'nin kardeşi
müteveffa Ro- bert Kennedy de
iyi bir nüktedandı. Adliye
Vekili olarak bir
üniversitenin diploma töreninde konuşurken şunları söyledi:
"Senelerce önce gece yanlarına kadar çalışan bir avukattım. Ama elime senede
ancak 4,200 dolar geçiyordu. On sene sonra Birleşik Amerika Adliye Vekili oldum. O halde görüyorsunuz ki, hayatta başarılı olmak
için, ağabeyinizin cumhurbaşkanı seçilmesi gerekiyor."
Bir başın konferansında (1964), Robert Kennedy'ye, Cumhurbaşkanı Johnson'un listesinde muavinliği
kabul edip et- rniyeceği soruldu. Verdiği cevap şu: ‘‘Sualiniz bana ağabeyimi hatırlattı. Ona böyle bir sual so^rulduğu
vakit, bunun, bir kıza, konuştuğu erke^n evlenme teklifini kabul edip etrni-
yeceği sorulduğunu akla getirdiğini söylüyordu.''
Robert Kennedy daha sonra New York eyaletinden senatör
seçildi. Bir ^gün bir
toplantıda kendinden evvel konuşan hatip, ünlü avukat Louis Nizer idi. Nizer, fevkalade hitabet
kudretine sahip bir inanıdır.
Robert Kennedy, iyi bir nüktedan olmasına rağmen, Nizer çapında bir hatip
değildi. Sözlerine şöyle başladı:
Muhterem Louis Nizer'den sonra konuşmak talihsizliğine uğramam, bana,
her yerde ve her zaman bilmem hangi tarihteki Johnstown su baskınından
bahsederek muhataplarının öldüresiye canını sıkan adamı hatırlattı. Bizim
kahraman öldükten sonra öteki dünyada Cebrail'i bularak, “Derhal bir grup insan
topla,” dedi. "Onlara Johnstown su baskınındaki kahramanlığımdan,
düzünelerle insanı nasıl kurtardığımdan bahsedeceğim.”
Cebrail, "Pek fili, istediğini :yapayım,” dedi.
"Yalnız unutma ki, hitap edeceğin kimseler arasında Nuh Peygamber de bulunacak."
Kennedy 1960 yılında
Demokrat partinin cumhurbaşkanlığı namzetliğini ele geçirmeğe çalışırken
karşısındaki en büyük rakip Senatör Humprey idi. Bir gün New York'taki bir
toplantıya hitap etmeleri için her ■ ikisini de davet ettiler. Dinleyiciler
arasında Demokrat partinin bazı ileri gelenleri, bir iki vali de vardı.
Senatör Kennedy sözlerine şöyle başladı:
Senatör Humprey, Bn. Roosevelt [müteveffa
Cumhurbaşkanı Roosevelt'in karısı], Vali Harriman, Senatör Morse, Millet vekili
Cellar, Vali Williams, Senatör Hart, unuttuğum kimse oldu mu? Gördüğünüz gibi
bugünkü toplantıda, burada platformda ve dinleyiciler arasında pek çok paşa
toplanmış ve pek az sayıda da er.
Kimin siyasi sandalye peşinde koştuğu oturuşundan belli. Şimdilik her
hangi bir politik mevkide gözü olmıyanlar sandalyelerinde rahat bir şekilde
otururlarken, ben ve Hubert [Senatör Hubert Humprey]
heyecanımızdan yerimizde doğru dürüst oturamıyor, kıpır kıpır kıpırdanıyoFuz.
Minnesota Senatörü Hubert Humprey de iyi bir nüktedan
politikacı. İmrenilir bir hümor hissine sahip. Demokrat partinin genel
kongresi nihayete erdikten sonra, Humprey, Senatör Kennedy aleyhinde
söylediklerini unuttu, partisinin cumhurbaşkanı namzedine elini uzatarak, onun
başarısı için çalıştı. Cumhurbaşkanı namzedi Kennedy, seçim kampanyası
sırasında Minnesota'ya geldiği vakit, Humprey, Kennedy'yi eyaleti halkına şöyle
takdim etti:
Senatör Kennedy için şunu söylemek isterim: o, eğer bir şeyi yapmak
için söz verirse, yerine getireceğine emin olabilirsiniz. Geçen seneki
mücadelemiz sırasında, bana, beni mağlup edeceğini söyledi—ve etti.
Cumhurbaşkanı Kennedy'nin öldürülmesini müteakip,
Cumhurbaşkanlığına geçen Lyndon Johnson, Muavin ola:-
rak .Senatör Humprey'i almıştı. Humprey
vazifesini şevkle yaptı. Öyle .ki, kendisinin Cumhurbaşkanı Johnson'un
"evet efendimcisi" haline geldiğini söyliyenler vardı. Johnson'a olan
sadakatına rağmen, Humprey, 1964
seçimleri yaklaşırken Cumhurbaşkanının kendisini listede muhafaza edip
ede- miyeceğine emin değildi. Cumhurbaşkanı Johnson bu konuda bir şey
söylemiyor, gazetelerdeki yorum ve tahminleri—her halde zevkle—takip ediyordu.
Gerçi muhtemel namzetler arasında Humprey başta geliyorsa da, Johnson, potansiyel
cumhurbaşkanı muavini namzetleri hakkında yine de Humprey ile danışıyor, onun
düşüncelerini öğrenmek istiyordu. Hubert Humprey, Washington'daki Amerikan Gazeteciler
Derneğinde kendi rolünü şöyle anlattı:
Sanki, şu anda beni şahsen daha az ilgilendirecek başka
bir mesele varmış gibi, kendisine muavin seçmek isteyeceği kimseler hakkında
benden bilgi istiyor. Bu, genç bir erkeğin, kendisine delicesine âşık olan
kapı komşusu genç kıza zaman zaman telefon ederek, kasabaya yeni gelmiş diğer
genç kızların telefon numaralarını sormasını andırıyor.
Cumhurbaşkanı Johnson 1964
yılı seçimlerinde Humprey'i m.ahafaza etti. Humprey, dört yıl sonra, 1968 de Demokrat Partinin
cumhurbaşkanı namzedi idi. Seçimi Cumhuriyetçi Nixon kazandı.
Senatör Humprey 1960 yılında bir gün, Senatoda, işlerin kötü
gidişinin mesuliyetini Cumhuriyetçilere yüklediği sırada, daha önce
kendisinden bahsettiğimiz Cumhuriyetçi Senatör Norris Cotton derhal ayağa
kalkarak Humprey'e cevap verdi, ve iki senatör arasında şu konuşma oldu:
COTTON: Demokratların iş yapacak bir ekseriyet için
kaç senatöre ihtiyacı olduğunu merak ediyorum. Bugün Senatoda altmış altı
üyeleri var. [Senatoda ceman yüz senatör vardır.] Ben muhterem ve ehil Minnesota Senatörü [Humphrey] ve arkadaşlarının şunu
yapacaklarına eminim: Sehatoda hiç olmazsa bir veya iki Cumhuriyetçinin
bulunmasını teminat altına alsınlar.
HUMPHREY:
Evet.
COTTON: Çünkü yüz Senatör arasında bir tane Cumhuriyetçi bulunduğu
müddetçe, iyi gitmeyen işlerin sorumlusu olarak her zaman onu gösterecekler,
kabahatı daima ona yükleyecek ve halk önünde kendilerini temize çıkaracaklar.
Ben, Minnesota Senatörünün beni çok sevdiğini ve bundan böyle Senatodaki bir
Cumhuriyetçinin benim olmama müsaade edeceğini ümit ediyorum.
H^MPHREY:
New Hampshire'lı [Cotton] arkadaşıma şunu
söyleyeyim: kendisine karşı sevgim öylesine derin ki, onun Senatodaki yegâne Cumhuriyetçi olması yolunda elimden
geleni yapacağıma emin olabilirler. Gerçekte, zannedersem, bizim iki tane
Cumhuriyetçiye ihtiyacımız olacak: bir tane Smithsonian'da [Washington'daki
meşhur müze] ve bir tane de Senatoda.
Cumhuriyetçi Pa^rtinin 1964
cumhurbaşkanı namzedi Senatör (ArizonaJ Goldwater, günümüzün Amerikan
politikacıları arasında en nüktedan olanıdır. Senatör Goldwater muhafazakar
bir Cumhuriyetçi. Muhalifleri ise, onu, koyu bir reaksiyoner olarak
tanıttılar—ve b^a.şanlı da oldular. Goldwater, kendisine karşı girişilen haksız
hücumları gülümseyerek karşılamış, aleyhinde söylenenleri dahi nutuklarında
tekrarlamaktan çekinmemiştir.
Goldwater'ın, yi^ninci asır değil de "onsekizinci asır kafası”
taşıdığını söyleyen Demokratlar vardı. Yirminci Asır Fox Şirketi diye de meşhur bir film
şirketinin mevcudiyetini bilirsiniz. Senatör Hubert Humprey de mevhum bir Onsekizinci
Asır Fox Şirketinden bahsederek Goldwater'le şakalaştı.
Hadise, Washington Amerikan Gazeteciler Derneğinin bir
toplantısında vuku buldu. Toplantı 1960 cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra olmuş, gazeteciler bu
iki politikacının kendilerine hitap etmesini istemişlerdi. Goldwater'ın nüktesini
anlamak için Humprey'in namzetliği Kennedy'e kaptırdığını hatırlamanız ve
Kennedy'nin, meşhur H^^ard Üniversitesinden mezun olduğunu, Humprey'nin ise
Denver şehri (Colorada eyaleti) Eczacılık Fakültesini bitirdiğini bilmeniz
gerekecektir. Senatör Goldwater gerçekten yakışıklı bir insandır. Toplantıya
ilk hitap eden Senatör Humprey oldu:
"Senatör
Goldwater öylesine yakışıklı bir insan ki, işittiğime göre, Onsekizinci Asır
Fox film şirketi ona iş teklif etti.”
Söz sırası
kendisine geldiği vakit Senatör Goldwater, Senatör Humprey’nin akademik
hayatını Kennedy'ninki ile mukayese etti:
"Denver
Eczacılık Fakültesinin Harvard ile ringe çıkabileceğini benim onsekizinci asır
kafam almıyor."
Bir gün
Senatör Goldwater ve bazı gazeteciler aynı asansörde iken asansör bozuldu ve
iki kat arasında kaldı. Bir gazeteci, duvarda, asansörün en son ne zaman
muayene edildiğini gösteren kağıdı okuyormuş gibi mırıldandı: "Hmmm, en
son 1889 da muayeneden geçmiş"
Senatör
Goldwater gülümsiyerek şunları söyledi: "Benim rejimim sırasında.”
B. William
Buckiey Amerika'nın en çok tanınan Muhafazakar gazeteci ve televizyon
yorumlayıcısıdır. National Review
adlı haftalık Muhafazakar mecmuanın başyazarı William Buckiey'in ağabeyi James
Buckiey, Muhafazakar- Cumhuriyetçi bir senatördür (New York). National Review dergisinin 50,000 kadar
tirajı olduğu söylenir ki, bu rakam Amerika ölçkierine göre hiç de büyük
sayılmaz.
William
Buckiey, 1965 te New York şehri belediye başkanlığı seçimlerine New York'un
Muhafazakar Partisinin namzedi olarak katıldı. (New York'ta bir Muhafazakar parti
vardır, umumiyetle, Cumhuriyetçi partiyi destekler.) Bir Muhafazakarın,
bilhassa Buckley gibi bir Muhafazakarın, liberal New York şehrinde kazanmasına
imkan yoktu. O yıllarda New York şehri Amerikan liberalizminin bir kalesi
sayılıyordu. Siyahiler ( 1 milyondan fazla), Yahudiler (2 milyon), Puerto Riko'lular (500,000) reylerini daima Demokrat
partiye veriyorlardı. Ve bir sene önceki cumhurbaşkanlığı seçiminde de
Demokrat partinin namzedi Lyndon Johnson, Cumhuriyetçilerin namzedi
Goldwater'i bu şehirde ezer- cesine yenmişti. Bütün bu gerçekler
1960'larda bir Muhafazakârın New York şehri belediye reisliğine seçilemeyeceğini
gösteriyordu. Nitekim, Buckley, çok az rey toplayabildi. (Seçimi, Liberal John'
Lindsay kazandı.)
Buckley'in
şakacıktan namzetliğini koyduğunu söyleyenler de vardı. Kim bilir, belki de,
gerçekten şaka yapıyordu. Nitekim, bir televizyon mülakatında, “B. Buckley,
seçimlerin ertesi günü sabah kalktığınız vakit kendinizi New York belediye
reisi olarak görürseniz, ele alacağınız ilk iş ne olur?" sualine şu cevabı
verdi: "Reyleri yeniden saydı^ak."
National Review dergisinin onuncu kuruluş
yıldönümü münasebetiyle, Buckley'nin New York'ta verdiği ziyafette şeref
misafiri Muhafazakâr Barry Goldwater idi. Goldwater New York'ta, Johnson'dan
1,387,021 daha az rey topladığını şöyle anlattı:
"Müsaadenizle
kendimi tanıtayım. Ben, hakkımda bir sürü yazı okuduğunuz ve atom bombası
kullanarak Vietnam' da milyonlarca insanı öldürmek için can atan insanım."
(Bir yıl
önceki cumhurbaşkanlığı seçiminde Demokratlar, gerçekten, Goldwater aleyhinde
"çirkin” denecek iftiralar yaymışlar, onun, Vietnam harbinde atom
bombasını kullanmaktan çekinmeyeceğini ileri sürüşlerdi. Bu yüzden, pek çok
Amerikalı Goldwater'e bir "harp bezirgânı" gözüyle bakmağa
başlamıştı.)
Goldwater,
sözlerine şöyle devam etti:
"New
York'ta sizlere ne söyleyeceğimi bilemiyorum. Bu şehir için ne söylemeğe hakkım
var—bahusus, muanzım- dan 1,387,021 daha az rey aldığım göz önüne getirilirse.
Her neyse, New York'taki arkadaşlarım arasında bulunmakla memnunum—onlar benim
samimi arkadaşlarım olmasa dahi."
Samimi
arkadaşlar arasında "William" ismi "Bill" olur. Goldwater,
William Buckley'i Japonlann kamikazee
intihar pilotlarıyle mukayese ederek dedi ki: "Bill, ben sana demedim mi,
kaybedeceksen büyük farkla kaybet diye!"
"Ben de
seni hakikaten akıllı bir insan zannediyordum. New York şehrinde Muhafazakar
partinin namzedi olarak belediye başkanlığı seçimlerine katılman, gerçekten,
hayatın boyunca unutamıyacağın bir tecrübe olmalı."
Goldwater, daha sonra Buckley'i
kendisiyle mukayese etti ve 22 milyonun üstündeki satışıyla dünyanın en büyük dergisi olan Readers Digest'i 50,000 tirajlı NationaJ Review ile karşılaştırdı:
"Bill, bu seçimi kazanmayı hakikaten aklının ucundan dahi
geçirmiyordu. Eğer benden William Buckley'i tarif etmem istenirse, diyeceğim
ki, Bili mağlûp olacağını bildiği halde namzetliğini koymaktan çekinmiyen
Goldwater idi.
"Maşallah, National
Review de memleket çapında muazzam bir müessese halini aldı.
Bununla ne kadar iftihar etsen hakkındır, Bili. Baksanıza, Ekim 31, kayıtlarına göre, National Review ve Readers Digest'in birleşik
tirajları 22 milyonu
geçti!"
Goldwater'ın, kendinden, "onsekizinci asır kafalı" insan diye
bahsedebilecek kadar hümor hissine sahip bir politikacı olduğunu söyledik. O
yıllarda Amerika’daki popüler piyeslerden biri de, Stop the World, I want to get off (Dünyayı durdur, ineceğim) adlı oyundu. Flintstone da (bir çeşit
kaya) popüler bir televizyon programı idi.
Seçim kampanyası sırasında karikatüristler
Goldwater'ı muhtelif
rollerde gösteriyordu. Bir tanesinde, onun, yirminci asrın değil, "taş
devrinin adamı" olduğu ima edilmişti. Muhafazakar politikacı Goldwater,
üyelerinin büyük bir ekseriyetinin kendisine aleyhtar olduğu Amerikan Başyazı
Karikatüristleri Yıllık Kongresine hitap etmesi istendiği vakit, memnunlukla
kabul etti ve kongrede şunları da söyledi:
Aranızda
bulunan ve her Allahın günü kalemlerine beni dolamaktan zevk alan
bazılarınızın şerrinden kurtulmak için politikaya elveda demeyi dahi
düşünmedim değil. Yalnız, böyle bir halin vukuunda aç kalacağımı sakın
düşünmeyin. Pek çok işi gayet iyi başarabileceğime inanıyorum. Tiyatro bana
oldukça cazip geliyor. Onsekizinci Asır Fox şirketiyle olan mukavelem sona
erdiği vakit, "Dünyayı durdur, ineceğim" piyesinin başrolünü bana
verecekler. "Flintstone" televizyon serisinde de rol teklif ettiler.
Aranızdaki bazı karikatüristlere candan teşekkür ederim. Onların durmadan,
dinlenmeden beni tanıtmak için sar- fettikleri gayretler semereli oldu, ve
şimdi rejisörler, beni, Amerika’nın bir numaralı Taş Devri uzmanı olarak kabul
ediyorlar.
Protestan Goldwater "yanın
kan" Yahudidir. Bunu inkar etmiyordu. Goldwater günümüzün pek çok Amerikan
politikacısının aksine, ırki fıkralar anlatmaktan da çekimez. Böyle bir
anektodu:
Bir Irlandalı, bir Zenci ve bir
Yahudi öteki dünyaya göç ettikleri vakit Cebrail'in önünde yanyana gelirler.
Cebrail her birine bir isteklerinin yerine getirileceğini söyler. Irlandalı
ebediyete kadar tükenmeyecek viski ister. Zenci ise hayatı boyunca
diğerlerinden tefrik edildiğinden ve kötü muamele gördüğünden büyük bir beyaz
ev, altından bir Cadillac otomobil ve iki milyon dolan ister.
Cebrail Yahudinin isteğini
sorduğu vakit, ikincisi şu cevabı verir: "Bana sadece otuz dolarlık
ziynet eşyası ve bu zenci çocuğunun adresini ver."
Amerika'daki bazı lüks kır
kulüplerine Yahudiler hala alınmaz. Aşağıdaki anekdotun anlaşılması için golf
oyununun 18 delikli bir sahada
oynandığını hatırlamak gerekir. Goldwater'ın aleyhinde söylenen fıkralardan
biri de, yarı Yahudi olduğu için, kendi eyaletinin en meşhur bir kır kulübüne
kabul edilmediği idi. Fıkraya göre, Goldwater, klüp başkanına telefon ederek
şunları söyler:
"Yarım-kan Yahudi olduğum
için sadece 9-delik golf oynamama müsaade eder misiniz?”
Goldwater, anekdot kendisine
iletildiği vakit, bir kahkaha kopararak dedi ki: "Şahaser bir hikaye, ama
maalesef, doğru değil.”
Senatör Goldwater, nüktenin,
hayatta, bilh^aa. siyasi hayatta büyük bir rol oyu^nası gerektiğine inanan
politikacılardan biri, "İnsanlar bugün, biribirlerine taş fırlattıkları
dünden daha az tehlike içinde değiller," diyor. "Ben, insanın, bir
hümor hissi olmaksızın hayattan ve bilhassa politika hayatından zevk alacağını
sanmıyorum. Harry Truman bunu bir ğun ne iyi ifade etmişti: 'Sıcağa tahammülün
yoksa, mutfakta durma.' Ben politikayı bundan daha iyi belirten bir söze
rastlamadım. Bu ülkede ince derili pek çok insan var. Lyndon Johnson [önceki
Cumhurbaşkanı! bunlardan biri. Onunla şakalaştığınız vakit cinleri başına
üşüşüyor. Texas'ın Austin şehrindeki yegane televizyon şirketinin sahibi o.
Bunun için, 1960 Cumhurbaşkanlığı seçiminde (Goldwater, bu seçimde Johnson'a
mağlûp olmuştu], Austin'de konuştuğum vakit şunları söyledim (Goldwater, jet
uçakları kullanacak kadar mahir bir pilottur]: Bu sabah Dallas'tan buraya
uçmadan önce kontrol istasyonuna sordum: 'Austin'e hangi yoldan gideceğim?'
Telefondaki ses cevap verdi: 'Güneye dön ve bir saat on beş dakika uç; o zaman
sadece bir tane televizyon anteni olan büyük bir şehir göreceksin. İşte orası
Austin. Dinleyiciler bu sözlere kahkahalarla güldüler, ve ben Tex- as'ta hep
Johnson'la şaka ettim; o da her şakamda hemen yörüngeye fırladı."
Senatör Goldwater son derece
usta bir fotoğrafçıdır da. Fotoğrafları sergilendi. Bir gün Kennedy'in iyi bir
pozunu yakaladı, ve bir şeyler yazması için Cumhurbaşkanına gönderdi.
Fotoğraf, üzerine aşağıdaki satırlar yazılı olarak geri geldi:
"Barry
Goldwater'e, son derece kabiliyete sahip bulunduğunu ispat ettiği mesleğinde
çalışmasını temenni ederim: fotoğrafçılık. Arkadaşın John Kennedy."
Cumhurbaşkanı Kennedy'deki hümor
hissinin, kendi içindeki çatışmayı aksettirdiğini de söyleyenler vardı. Kendini
harekete adamasına, mevcut durum ve şartların inanç ve gayretle
değiştirilebileceğine derinden inanmasına rağmen, beşeri mahlûkların—ne kadar asilce de olsa— gayelerinin ancak
bir kısmını yerine getirebileceklerini biliyordu. Onun hayata ve çevresine
istihzalı b^aşı kendinde başladı. Beşer büyüklüğü konusu onu yakından ilgilendiriyordu,
fakat siyasi hayattaki başarısı, taşıdığı büyük mesuliyetler karşısında,
kendisini pek tatmin etmedi. Bundan böyle, nükteli ve istihzalı iğnelerini çok
defa kendisine batı^aktan da çekinmedi.
Halk arasındaki popüleritesine
rağmen, programının uygulanmasında başarılı sayılmaz. Mamüllerinin fiyatlarım
arttı^ak isteyen çelik fabrikalanyle şiddetli bir mücadeleye giriştiği sırada,
tanınmış bir avukat Cumhurbaşkanına bir telgraf çekerek, ileriki seçimlerde
Adliye Vekili kardeşi Robert lehine namzetlikten feragat etmesini istedi.
Cumhurbaşkanı Kennedy, bir basın toplantısında, avukata şu cevabı gönderdiğini
söyledi:
"Telgrafınızı dikkatle
okudum ve kardeşim Robert'e gösterdim. Benden özür dilemek ve mevkiime göz
dikmediğini belirtecek söz söylemesi bir yana, yüzünde derin bir memnuniyeti
ifade eden gülümseme belirdi."
Kongre ile devamlı bir mücadele
halinde olan Kennedy, 21 Haziran, 1962 de, hükümetin çalışmaları hakkında tecrübe
kazanmaları için, yaz aylarında Washington'daki devlet dairelerinde çalışan
üniversite talebelerine, yazın Kongrenin de faaliyet halinde olmadığını ima
ederek, dedi ki: “Banan ben de burada
sadece yaz aylarında çalışmayı arzu ediyorum."
Cumhurbaşkanlığı
kampanyasında Michigan'lı seçmenlere hitap ederken, dinleyiciler anasında
oldukça fazla sayıda üniversite talebesinin de bulunduğuna dikkat eden Kennedy
şunları söyledi:
Hepinize,
bilhassa rey hakkına sahip olamayan üniversite talebelerine derinden teşekkür
etmek isterim. Büyük fedakârlık yapmadığınızı biliyorum. Ben çalışıyorum, ve
siz de sınıfta değilsiniz. Politika hayatında aktif bir şekilde yer almanız
beni memnun ediyor. Kendimi, Artemus Ward’ın elli sene önce söylediği bir
sözle takdim edeyim: “Ben bir politikacı değilim ve diğer huylarım da iyidir.”
Cumhurbaşkanlığı
vazife^ni resmen devir alışından kısa bir müddet önce, bir konuşmasında şunları
söyledi:
"Büyük
bir iş. Çok kötü yapacağımı zannetmiyorum. Düşünmek için zaman olacak.
Senatodaki gibi sizi rahatsız edecek bütün o insanlardan uzak kalmak hiç de
fena bir şey değil—hem, maaş da çok iyi."
Cumhurbaşkanı
Kennedy en ciddi konular üzerinde dururken dahi nükte yapmasını bilen ender
politikacılardan biri idi. Amerikan Harp Okulu'nun (West
Pointl bir diploma töreninde dedi ki:
Hepinize
hayatta en büyük başarılar temenni ederim. Akademinizden mezun olan iki
subayın [General Grant ve Eisen- hower] başarı yolunda Beyaz Ev'e kadar
ulaştıklarını da bilmiyor değilim. Her ikisinin de benim partimin mensupları
olmadıklarını da biliyorum. Bu temayülün değişeceğine emin olana kadar,
hepinizin generalliğe kadar yükselmesini candan temenni ederim—başkumandanlığa
[yani cumhurbaşkanlığı] değil.”
Tanınmış sosyete yazarı Leonard
Llyons, Cumhurbaşkanına yazdığı özel bir mektupta, cumburbaşkanlanndan
bazılarının imzalarının ne kadar para getirdiğini bildiriyordu: George
Washington, 15 dolar; Franklin Roosevelt, 75; Grant, 55 ve John Kennedy, 65
dolar."
Kennedy'nin cevabı yazarın
sütununda yayınlandı: "Azizim Leonard, Kennedy imzasının pazardaki fiyatı
hakkın- daki mektubuna teşekkür ederim. İm^zamın şu anda böy- lesine yüksek
para getirdiğine inanmak güç. Ve fiyatı hep böyle yüksek tutmak için de bu
mektubumu imzalamıyorum."
Cumhurbaşkanı, 1962 sonbaharında
West Virginia eyaletinin Wheeling şehrine gitti. Kortej şehrin sokaklarından
geçerken, yol kenarında bir grup hastabakıcının durduğunu gördü. Kennedy,
şoförüne arabayı durdurasım söyledi, ve otomobilden inerek hastabakıcılann
teker teker ellerini sıktı. Ertesi gfuı şu telgrafı aldı:
"Bizim için arabanızı
durdurmanıza çok teşekkür ederiz. AUah yardımcınız olsun. Wheeling Şehir
Hastahanesi Hastabakıcı Stajyerleri."
Cumhurbaşkanı derhal cevap
gönderdi: "Eğer biz hasta olursak ^heeling Şehir Hastahanesine
geleceğiz." Telgrafta şu i^a okunuyordu: "Beyaz Ev Ku^ay
Heyeti."
Ülke çapında bir seçim
kampanyasının başarısı, namzedin konuşacağı şehiri ziyaret ederek mitingler
hazırlayan, onu destekleyenleri toplayan, bir araya getiren "öncü"le-
rin çalışmalarına bağlıdır. Kennedy, kendi öncülerinin gayretlerine hayranlık
duymada beraber, zaman zaman onları da iğnelemekten zevk alırdı. Mesela, sıkı
bir seçim kampanyası yapmasına rağmen, kaybettiği Alaska eyaletini, bir tek
nutuk dahi vermediği Hawaii eyaleti ile mukayese eder ve derdi ki: "Evden
dışan çıkmasaydım, ne kadar büyük bir farkla kazanacağımı tahmin edebiliyor musunuz?"
Kabine üyeleri dahi onun nüktelerine hedef oluyorlardı. Çalışma Vekili
Arthur Goldberg kabinenin Yahudi asıllı tek üyesi idi. Kennedy, Amerikan
halkının fizikî yetersizliği üzerinde duran, onları daha fazla harekete teşvik
eden bir nutkunda şunları söyledi:
Arthur Goldberg de fizikî yeterliğini göstermek için dağlara tırmanmak
üzere İsviçre’ye gitti. Bir gün gruptakiler öğleden sonra dörtte otele
döndükleri vakit, Arthur hâlâ görünürlerde yoktu. Arkadaşları endişeye
kapılarak derhal bir arama partisi çıkardı. Dağın yakınlarına geldiklerinde hep
bir ağızdan bağırdılar: "Goldberg, nerdesin? Biz Kızıl Haç mensuplarıyız.
Cevap ver!” Çok geçmeden uzaklardan bir cevap geldi: "Ben yazıhanede
teberru etmiştim."
Cumhurbaşkanı,
eski ve yakın arkadaşlanyle beraber bulunduğu zamanlarda işgal ettiği mevkiin
prestiji hakkında da şaka yapmaktan zevk alırdı. Bir gece, Cumhurbaşkanı ve
Bahriye Müsteşarı Paul Fay dama oynamak üzere oturdular. Dama tahtası dizleri
üzerindeydi. Müsteşar Fay birinci oyunu kazanacağı sırada, Kennedy, şiddetli
bir şekilde öksü^eğe başladı ve d^na tahtasındaki taşlar yere düştü. Kennedy,
bunun üzerine dedi ki: "Kızıl^saç- lı, bu, hayatın talihsiz vakıalarından
biri. Müsteşarın, Başkumandandan daha iyi stratejik bir manevra yapıp yapamayacağını
artık hiç bir z^an öğrenemeyeceğiz." Yeniden başlanan oyunu Cumhurbaşkanı
kazandı.
Miami Senatörü George A. Smathers'ın seçim kampanyası için tertiplenen
bir ziyafette Kennedy dedi ki:
Senatör George Smathers, en kritik ânlarda
fikirlerini öğrenmeğe önem verdiğim arkadaşlardan biridir. Meselâ, 1952 de Senato seçimleri için namzetliğimi
koymayı düşündüğüm vakit, Senatör ^mathers’e sordum: "George, sen ne
dersin?" Bana şu cevabı verdi: "Sakın, ha! Kazanamazsın. Kötü bir
sene. [Kennedy, senato seçimini kazandı.]
Yine 1956 da cumhurbaşkanlığı
muavinliği için namzetliğimi koyup koymamak arasında bocalarken kendisini
buldum ve sordum: "George, sen nasıl görüyorsun?" "Tamam,"
cevabı verdi, "hiç kaçırma, derhal namzetliğini ilân et." Bunun
üzerine namzetliğimi ilân ettim—ve kaybettim.
Arkadan 1960 da cumhurbaşkanlığı kampanyasında West
Vir- ginia eyaleti ön seçimlerine katılıp katılmamak hususunda kesin bir
karara varamıyordum. Politik tecrübelerinden ötürü düşünce ve fikirlerine çok
önem verdiğim Senatör George Smath- ers'in yine fikrini almayı düşündüm.
"Yok, yok, katiyen! " dedi. "O eyaleti kazanmana imkân
yok." [Kennedy, Demokrat partinin ön seçimlerinde başlıca rakibi
Humprey’i bu eyalette kesin bir yenilgiye uğratmış, partisinin namzetliği
yolunda en büyük engeli temizlemişti.]
Haddizatında,
Los Angeles'teki kongrede [bu kongre Kennedy' yi namzet ilân etmişti] sadece,
George yanıma gelip şunları söylediği zaman endişelenmeğe başlamıştım:
"Hiç merak etme—kazanacaksın."
Her sene
Senatör ve Temsilciler Meclisi üyeleri hanımla- nnın Cumhurbaşkanının kansı
şerefine bir kahvaltı ver,. meleri
âdettir. Fakat 1962 yılında Cumhurbaşkanın kansı Jacqueline Kennedy do^ğum
yapmak üzere ' olduğundan, Kennedy, şeref misafiri olanak kansının yerini
almağa mecbur kaldı. Cumhurbaşkanı, kahvaltı sırasındaki konuşmasında
hanımlara şunlan söyledi:
"Şu
anda kendi bildiği yol ile gayri safi .mili hasılayı
arttı^akla meşgul kanını tam mânasıyle elden düşme bir şekilde temsil etmekle çok memnunum. Geçen gece Büyük
Düşes Idüşes, dükün kansı demektir] için verdiğimiz ziyafetteki en önemli
misafir ne Büyük Düşes ne bü^ak Dük ve ne de Baş Hakimdi. Ziyafetin en önemli
misafiri, şu anda aranızda bulunan Dr. Spock idi." CDr. Spock, kitaplan
Türkçeye de çevrilmiş ünlü do^ğum. ve çocuk doktorudur.)
Merriman Smlth, United Press haber ajansının
Beyaz Ev muhabiri ve Beyan Evdeki muhabirlerin de en eskisiydi. Kennedy,
Cumhurbaşkanlığı görevini yüklendikten sonra, Ocak, 1961 de, Beyaz Ev muhabirleri için bir ziyafet
verdi. Bu arada, Merriman Smith'i, karısı Jacqueline'ye şöyle takdim etti:
"Gel, seni Merriman Smith'le tanıştırayım. Onu da Beyaz Evle birlikte
tevarüs ettik."
Cumhurbaşkanı Kennedy'nin basın toplantılan gerçekten
zevkli oluyordu. Bu toplantılar televizyonla da verildiğinden, bu yazar, bu
basın toplantılarından çoğunu takip etmiş, nüktelerini onun ağzından işitmek
bahtiyarlığına erişmişti. Cumhurbaşkanının en nüktedan anlan, gerçekten, bu
basın toplantılarıydı. Gazetecilerin beklenmiyen şahsi suallerine veya
beklenilen konulara beklenmiyen şekilde dokunuşları, çabuk düşünebilen
Cumhurbaşkanının, nükteli, lâtifeli cevaplan en gergin havayı dahi yumuşatıyordu.
Kennedy'nin basın toplantılarından örneklerimize bizler için oldukça şahsi
sayılacak bir suale verdiği cevapla başlıyalım.
SUAL: Bay
Cumhurbaşkanı, Bn. Kennedy ile nasıl tanıştığınıza dair çelişkili sözler
dolaşıyor. Bizi bu konuda acaba aydınlatabilir misiniz?
CUMHURBAŞKANI KENNEDY: Aynı masada yemek yiyorduk. Önümdeki
karnabaharın üzerinden eğilerek bir randevü istedim.
Son derece hümor sahibi bir insan olmasına rağmen,
Cumhurbaşkanı Kennedy de beşeri zaafını zrnan zaman teşhir etmişti. O da tenkit
edilmekten pek hoşlanmıyordu —hiç olm^^a her zaman hoşlanmıyordu. Kendisini ve
yönetimini şiddetle tenkit eden meşhur Herald Tribuune g^^- tesinin bir Beyaz Ev'e
girmesini dahi yaa^^^anştı. Bir gazeteci (19 Mayıs, 1962) buna değindi:
SUAL:
Amerikan basını hakkında söylemek istediğiniz bir şey var mı?
CUMHURBAŞKANI
KENNEDY: Eskisinden daha fazla okuyor ve daha az zevk alıyordum.
SUAL: Son günlerde sizin hakkınızda iki kitap yazıldı. Biri sizi
göklere çıkarırken, diğeri, B. Lasky'nin kitabı ise, yerin dibine batırıyor.
Bu kitapları okuduysanız, nasıl eleştiriyorsunuz?
CUMHURBAŞKANI KENNEDY: B. Lasky'nin kitabını h?r.üz bitirmedim. Sadece göz gezdirdim. B. Drummond
[gazeteci], B. Krock [gazeteci] ve diğerlerinin kitabı göklere çıkardıklarının
farkındayım. Kitabı zevkle okuyacağımı tahmin ediyorum, çünkü okuduğum
parçalar, henüz okumadığım fakat bu gazetecilerin şaheser dedikleri parçalar
kadar şaheser değildi.
Gazetecilerin
suallerine cevap verdiği bir sırada (29 Kasım, 1961), 'Cumhurbaşkanlığı
yardımcılarından biri platforma yaklaşarak bir kağıt uzattı. Kağıtta, Birleşik
Amerika’nın başarılı bir şekilde fezaya bir maymun fırlattığı yazılıydı. Cumhurbaşkanı
Kennedy, basın konferansına ara vererek haberi gazetecilere iletti:
"Halen
fezada uçan maymun bu sabah saat 10:08 de hareket etti. Kendisi şu anda her
şeyin normal işlediğini bildiriyor."
Bir diğer toplantıda, gazeteciler, tekrar Amerikan gazetelerinden bir
kısmının Cumhurbaşkanını tenkit edişi üzerinde durdular.
SUAL: Bay Cumhurbaşkanı, bir müddet önce daha fazla okuduğunuzu fakat
daha az zevk aldığınızı söylemiştiniz. Amerikan gazeteciliği veya şahsi okuma
itiyadınız hakkında söylemek istediğiniz başka bir şey var mı?
CUMHURBAŞKANI KENNEDY: Hayır, yalnız hepinizi bugün öğleden sonra altı
ile yedi arasında Beyaz Evde görmek istiyorum. B. Arthur Krock*, Beyaz Evde,
gazetelerini temsil eden arkadaşlarınızın bir takım iğvalarla aldatılmak istenildiğini
yazdı. Bununla beraber, Beyaz Evdeki bu toplantıyı gazetecilik haysiyet ve
şerefini lekelemeden terkedeceğinizi bu arada söylemek isteriz. Ev sahibine
nazik davranacaksınız, ama bu, onun hakkında beslediğiniz fikirleri elbette
değiştirmeniz gerekeceği mânasına gelmez.
•Bu gazeteci
New York Times
gazetesinin Washington baş muhabiriydi. Kennedy'yi sık sık acı bir dille tenkit ediyordu.
Kasım 1961
deki bir basın toplantısında, Cumhurbaşkanına, Robert F. Wagner'in New York
şehri belediye başkanlığına ve Hughes'in de New Jersey eyaleti valiliğine
seçilmeleri üzerine ne diyeceği soruldu. CNew York şehri New Jersey eyaletinden
Hudson nehri ile ayılır.) Gazeteciler, bu iki Demokrat politikacının
seçilmesinin Demokrat Partinin istikbaline nasıl tesir edeceğini öğrenmek istediler.
Kennedy şu cevabı verdi:
Kazandılar,
çünkü iyi birer namzettiler. Fakat onlar birer Demokrat olarak seçime
katıldılar. Ve bu, Amerikan halkının, onların kendi bölgelerinde olduğu kadar,
bütün ülke çapında da, kendimizi tekâmüle adadığımızı bildiğini gösterir.
Bundan böyle, sevinçliyim, ve tahmin ederim bir gün biz kaybedeceğiz ve ben de
o zaman bu tükürdüklerimi yalamağa mecbur kalacağım.
Bir diğer
basın toplantısında Cumhurbaşkanına şu sual soruldu: "Bay Cumhurbaşkanı,
Khruschev'in şimdiki durumu ve Kremlin'de devam ettiği anlaşılan siyasi mücadelenin
mahiyeti hakkında ne düşünüyorsunuz?"
CUMHURBAŞKANI KENNEDY: Khruschev'in aynı tenkitlere hedef olduğunu
söylemek mümkün, ama bu tenkitlerin mahiyetini kesinlikle bilmemize imkân yok.
Bana öyle geliyor ki, onun da, bizim gibi, iyi ve kötü ayları var.
SUAL: Bay
Cumhurbaşkanı, siz, şimdi olduğu gibi, Cumhurbaşkanlığı mevkiinin ardı ardına
bir kimsenin üzerinde iki defadan fazla bulunmaması gerektiğini kabul ettiğini
söylediniz. Önceki Cumhurbaşkanı Eisenhower'in, Kongre üyelerinin de ardı
ardına seçilmelerini engellemekle ilgili sözleri hakkında ne düşünüyorsunuz?
CUMHURBAŞKANI
KENNEDY: Bu öyle bir teklif ki, düşüncelerimi ancak Cumhurbaşkanlığı
mevkiinden ayrıldığım zaman söyleyebilirim. Şimdi değil.
Halen Dünya
Bankası Genel Başkanı olan McNamara, Kennedy kabinesinde savunma vekili ve
kabinenin tek Cumhuriyetçi parti üyesi idi. Bir ara, 1964 seçimlerinde,
Cumhuriyetçi p^artinin namzedi olabilecek kimseler arasında McNamara'nın da
ismi g^eçmeğe başl^ıştı. Bir basın toplantısında, gazeteciler, "McN^nara
meselesi" hakkında Cumhurbaşkanının ne düşündüğünü öğrenmek istediler.
SUAL:
Cumhuriyetçi partisindeki bazı nüfuzlu kimselerin 1964 yılı cumhurbaşkanlığı
seçiminde, Cumhuriyetçi partinin namzetliğini kabul etmesi için Savunma
Vekilinize uvertür yaptıklarını gazeteler yazıyor. Eğer B. McNamara'nın bu
uvertürlere ciddi olarak kulak verdiğine kaani olursanız, onu yine kabinenizde
tutar mısınız?
CUMHURBAŞKANI
KENNEDY: Savunma Vekiline, onun cumhurbaşkanlığı kampanyasını ilân etmeyecek
kadar derin hürmet besliyorum.
Cumhuriyetçi
parti genel idare heyeti bir bildiri yayınh- yarak Kennedy idaresini acı ve
istihzalı bir dille tenkit etmişti. Gazeteciler, bunu, basın toplantısına
getirdiler.
SUAL: Bay Cumhurbaşkanı, Cumhuriyetçi partinin son günlerde yayınlanan
bir bildirisi, tamamen başarısız bir Cumhurbaşkanı olduğunuzu belirtiyor.
Söylemek istediğiniz bir şey var mı acaba?
CUMHURBAŞKANI
KENNEDY: Tahmin ederim, karar ittifakla verildi.
Bir diğer
basın toplantısında, Cumhurbaşkanına, vazifesinden memnun olup olmadığını
sordular.
SUAL:
Efendim, Cumhurbaşkanı olarak mevkiinizin ne gibi büyük mesele ve
mesuliyetlerle karşılaştığını yakından gördünüz. Cumhurbaşkanı olmadan önce
bütün bu mesele ve mesuliyetleri şimdiki kadar müdrik bulunmuş olsaydınız,
Cumhurbaşkanlığı için yine mücadele eder miydiniz, ve vazifenizin ağırlığını
idrak ettiğinize göre, bu işi şimdi diğerlerine bırakmayı düşünüyor musunuz?
CUMHURBAŞKANI KENNEDY: Birinci sualinizin cevabı, evet; ikincisinin,
hayır. Bu işi diğerlerine terketmeyi henüz düşünmüyorum.
Cumhurbaşkanı Kennedy nüktenin
rolünü bell en iyi bilen politikacı
ve devlet adamlarından biriydi. Amerika'nın en büyük amme hizmetini ele
geçirmek için giriştiği uzun ve yorucu mücadelede, nükte ve mizahtan çok istifade
etti. Buna rağmen, Kennedy'nin en iyi nükteleri önceden hazırlanmış olanları
değildi. Hümoru, hümor olduğu için, hümorun dokunduğu her şeye temiz ve taze
bir ^ruh getirdiği için sevdi. Onun
en keskin ve nüfuz edici nükteleri, anında söylenmişleri veya her hangi bir
durumu manalı bir şekilde belirtmek için söyledikleri idi. Khrushchev ile
görüşürken (1961), gözleri, Rus liderinin
göğsündeki madalyaya takıldı, ve ne olduğunu sordu. Khrushchev, "Lenin
Barış madalyası" deyince Kennedy şunu söyledi: “İnşallah geri almazlar
[veya, ümit ederim, her zaman sizde kalır—Lef s hope
you keep it.]"
Yine aynı konferansta nükleer
testlerin yasaklanması gibi bütün dünyayı ilgilendiren fevkalade nazik bir mesele
görüşülürken, Cumhurbaşkanı Kennedy, eski bir Çin ata sözünden bahsetti: “Bir
millik bir seyahat bir adımla başlar."
Khrushchev, "Çinlileri iyi
anlamışa benziyorsunuz," deyince Kennedy, adeta bir kahin gibi şu cevabı
verdi: "Onları her ikimizin de daha iyi öğreneceğimiz zaman gelebilir."
Sovyet Başvekili 1961 yazında Amerika'yı ziyaret etmişti.
Görüşmeler bir ara zirai konulara döndü. Khrushchev bu konu ile bıktırırcasına
yakından ilgiliydi. Bundan böyle, Hariciye Vekili Rusk'ın sözlerini bölünmemiş
bir dikkatle dinledi. Rusk, Amerika'nın "geliştirdiği" yeni bir mısır
tipinden bahsediyor, çok çabuk büyüyen bu mısır sayesinde, bir tarladan senede
iki ve hatta üç defa mahsül alınacağını söylüyordu. Hariciye Vekili Rusk
sözlerini bitirdiği vakit, Khrushchev, "Gerçekten hayret uyandırıcı bir
mısır olmalı," dedi. "Ama siz bizim tabii gazdan votka ima.J.
ettiğimizi de biliyor musunuz?"
Khrushchev
bunları söyledikten sonra, bir diyeceğiniz var mı, demek istercesine
Kennedy'nin yüzüne baktı. Amerika Cumhurbaşkanı dedi ki: "Tıpkı Rusk'ın
mısır hikayesine benziyor."
Cumhurbaşkanı Kennedy'nin muhataplarını nükteleriyle rahatlaştı^ası,
diğer devlet başkanları ve diplomatlany- le olan münasebetlerinde kendisi için
faydalı oldu; şahsı ve Amerika için pek fazla iyi niyet beslenmesine yardım
etti.
Kennedy, Amerikayı ziyaret eden Pakistan Cumhurbaşkanı şerefine bir
ziyafet vermişti. Yemek sırasında Amerika Dahiliye Vekili Udall da Eyüp Hanın
kızı ile konuşuyor ve ona, bir defa Pakistan'da tırmandığı bir dağdan
bahsediyordu. Fakat, Udall'ın bahsettiği dağ Pakistan'da değil Afganistan'da
idi. Cumhurbaşkanı, Dahiliye Vekilinin kırdığı potu şöyle tamir etti:
"Hanımefendi, işte bunun içindir ki, B. Udall'ı Dahiliye Vekili
tayin ettim."
(Kennedy'nin bu sözü bana yıllarca önce işittiğim bir anekdotu
hatırlattı. Bir vakitler Pennyslvania eyaletinin Pittsburgh şehri belediye
reisliğini yapan McNair, bir gün civar kasabalardan birinde konuşurken feci bir
hataya düşmüş:
"Şirin kasabanız Johnstown'da sizlere hitap etmek fırsatını
bulduğum için gerçekten memnunum."
Dinleyiciler arasından sesler yükselmeğe başlamış:
'Greensburg, Greensburg."
Hatasını derhal anlıyan Belediye reisi, "Biliyorum, biliyorum,
demiş, "Maksadım, sizin uyanık olup olmadığınızı anlamaktı. Şimdi,
sözlerimi bitirene kadar hiç birinizin uyumayacağınıza eminim.")
Kanada’yı ziyaret ettiği vakit (1961), bir ağaç dikme töreninde belini
incitti. Washington'a döndüğünde, devrin Kanada Başvekili Diefenbaker,
Cumhurbaşkanına gönderdiği mektubunda üzüntüsünü belirtiyordu. Kennedy, Başvekile
şu cevabı iletti (9 Haziran, 1961): "Nazik mesajınız beni çok mütehassis
bıraktı. Rahatsızlığım kaybolduktan sonra dahi, ağaç dikildiği yerinde
olacak."
Hindistan Baş-vekili Jawaharlal Nehru'nun 1961 Amerika ziyareti pek başarılı geçmedi. Bunda, Nehru'nun içe dönük
tavırları ve sükûtiliği bilhassa rol oynadı, ve Amerikan gazetecileri de
tutumlarıyle tuz biber ektiler. Meşhur Meet the Press
(Basın Toplantısı) adlı televizyon programının yöneticisi Lawrance Spivak, Nehru'yu
müşkül duruma sokmuş; kendi meselelerini çözmekte acizlik içinde bocalayan,
Yeni Delhi, Kalküta, Bombay ve diğer şehirlerde on binlerce insanının geceleri
sokaklarda, kaldırımlarda uyuyan bir ülkenin lideri Nehru, "Üçüncü
Dünya"nın bir sözcüsü sıfatıyle Amerika aleyhindeki girişimlerine rağmen,
nasıl oluyor da Amerika’dan yardım elini Hindistan'a uzatmasını istiyordu.
Kennedy, ertesi günü Başvekil Nehru şerefine verdiği ziyafette,
misafirini şu kelimelerle karşıladı:
Amerika'ya
hoş geldiniz, Bay Başvekil. Hepimiz bu fırsattan istifade ederek sizi burada en iyi
dileklerimizle karşılıyoruz. Maamafih, size. “hoş geldiniz" derken
kullanacağım hiç bir kelimenin, B. Larry
Spivak'ın, "hoş geldiniz” nutkundaki ifadelerini süsleyeceğini sanmıyorum.
Nehru'nun sık sık sessizliğe gömülmesi Kennedy'yi hayrette
bıraktı. Fakat daha sonra, Hint Başvekilinin, Bn. Kennedy ile konuşurken hiç
de sükûti olmadığı kendisine iletilince, Kennedy dedi ki: "Bizi ziyaret
eden diğer yabancı devlet adanılan da aynı müşkülle karşılaşıyor."
Kennedy, Nehru’yu kendi özel yatı ile gezdirdi. Amerika'nın
sayılı zenginlerinin yaşadığı Newport şehri önünden geçerlerken, sahili
süsleyen zarif ve güzel yalıları işaret ederek şunları söyledi: "Vasati
bir Amerikan ailesinin nasıl yaşadığını göstermek için sizi buraya
getirdim."
Kameron (Afrika) devleti Cumhurbaşkanı Abirjo şerefine verdiği
ziyafette şöyle konuştu: (13
Mart. 1962)
Cumhurbaşkanı
ve hükümet üyeleri gerçekten olağanüstü denecek işler başardılar. Temsil
ettikleri ülkenin iki resmi dili var: İngilizce ve Fransızca. Bana, şu ânda
aramızda bulunan Adliye Vekili ile ancak tercüman vasıtasıyle
görüşebildiklerini söylediler. Çok defa ben de aynı problemlerle
karşılaşıyorum. [O yıllarda Amerika Adliye Vekili, Cumhurbaşkanının kardeşi
Robert Kennedy idi.]
Devrin Hindistan Cumhurbaşkanı Radhakrishnan da Amerika'yı ziyaret
etti. Hint Cumhurbaşkanı daha önce muallimdi, bir üniversitede profesörlük de
yapmıştı. Ziyafette Amerika'nın Hindistan elçisi Prof. Galbraith de hazır
bulunuyordu. Kennedy şunları söyledi (3 Haziran, 1963):
Bay Cumhurbaşkanı, Birleşik Amerika'da biz sizin kadar iler-
leyemediğimiz gibi, bir profesörü Amerika cumhurbaşkanlığına getirmek için
plânlarımız da yok. Fakat bunu yapanlara da hayranlık beslediğimizi ilâve edeyim.
Paris'i ziyaretlerinde Bn. Kennedy'nin pek fazla gIyim eşyası satın
aldığı gazetelerde belirtilmişti. İran Şahı ve karısı Washington'u ziyaret
ettikleri vakit, Kennedy'nin nüktesi yine ziyafete parlaklık saçtı:
Hepinizin, benimle birlikte muhterem misafirlerimize hoş geldiniz
dediğinizi biliyorum. Ekselânsları ve ben müşterek bir yükün altındayız. Her
ikimiz de geçen yıl Paris'e resmî bir ziyarette
bulunduk, ve her ikimiz de, faturaları kontrol ettikten sonra aynı kanaata
vardık: bu ziyareti yapmamış olsaydık, çok daha kârlı çıkacaktık.
Norveç Başvekili Gerharsden'in ziyareti sırasında da, Cumhurbaşkanı
Kennedy şu eğlenceli konuşmayı yaptı:
Başvekile hoş geldiniz derken, Norveç ve Birleşik Amerika arasında
tartışmalı konuların parmakla sayılacak kadar az olduğunu hüzünle müşahade
etmemek elde değil. Bu, benim hiç alışık olmadığım bir şey. Öyle ki, bu sabah
mesai arkadaşlarımla saatlerce kafa kafaya vererek, her iki ülkenin hükümet
merkezlerinde “alarm” yaratacak bir mesele bulabilmek için saatlerce çalıştık.
Fakat, Başvekil, sizi aramızda görmekle iftihar ediyoruz.
Fildişi
Sahili (Afrika) Cumhurbaşkanı Houphouet-Boigny' nin Beyaz Evi ziyareti (Mayıs,
1962), Cumhurbaşkanı Ken- nedy'ye, kendinin, 60 milyon Amerikalının sandık
başına gittiği 1960 Cumhurbaşkanı seçiminde sadece 125,000 rey farkıyle
kazanabildiğini ima eden nükteli konuşmasına fırsat verdi:
Muhterem
şeref misafirimiz kadar yapıcı bir kariyer adamının
daha memleketimizi ziyaret ettiğini zannetmiyorum. Bunu söylerken, sadece,
kendilerinin hür bir seçim neticesinde rey
hakkını haiz vatandaşlarının yüzde 98 inin tasvibiyle şimdiki mevkiine
geldiğini de söylemek istemiyorum. Maamafih, bu öylesine bir rekor ki, son
yıllarda yapılan Amerikan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde egale edilmediği gibi,
okuduklarıma göre, kimse bu rekorun yanına dahi yaklaşamayacak.
Kennedy’nin
"memleketi" Boston, Cumhurbaşkanı Muavini Johnson'un ise Austin
(Texas) idi. O zamanki Libya Prensi Hasan'ın Beyaz Evi ziyaret ettiği
zaman, Cumhurbaşkanı şunları söyledi:
Amerika'yı
ilk defa ziyaret etmekte olan muhterem misafirimize candan hoş geldiniz derim.
Buradan San Francisco ve daha sonra da New York'a gidecekler. Bizi ziyaret
eden muhterem misafirlerimizden hiç biri Boston ve Austin'i görmek arzusunu
izhar etmiyorlar. Ne yapalım, Cumhurbaşkanı Muavini ve ben artık yavaş yavaş
buna da alışıyoruz.
Cumhurbaşkanı
Kennedy, kardeşi Robert'i Adliye Vekili yaptığı zaman epey tenkide uğradı. Daha
sonra küçük kardeşi Edward da Massachusetts eyaletinde ağabeyinden boşalan
senatörlük için namzetliğini koymuş ve kazanmıştı. Cumhurbaşkanı John Kennedy,
gerçi kardeşi Edward namına nutuk vermediyse de, küçük Kennedy'nin ağabeyinin
nüfuz ve popüleritesinden faydalanarak seçildiğini söyleyenler de pek çoktu.
Diğer kardeşi Robert'in adliye vekili tayin edilmesi ve akrabalarından bir
kısmının federal hükümette nüfuzlu mevkilere yerleştirilmesinden sonra, Ed- ward'ın da senatör seçilmesi, ülkede bir
"Kennedy hanedanlığı"
kurulmakta olduğu şikayetlerine yol açmıştı. Bu sıralarda Şili Cumhurbaşkanı
Jorge Alessandri Rodriguez de Beyaz Evi ziyaret etti (ll Aralık, 1962). Cumhurbaşkanı
Kennedy, Şili Cumhurbaşkanını şu nükteli sözlerle karşıladı:
Siz muhterem Cumhurbaşkanı, ülkenizin tarihinde büyük bir rol oynamış
bir ailenin çocuğusunuz. Cumhurbaşkanı, bu sabah bana, bir vakitler kendisiyle
beraber iki kardeşinin de Şili senatosunda bulunduklarını söylediler. Bu,
şahsî kanaatımca arzu edilir bir kesafet değildir. Ne var ki, muhterem
misafirimiz o fırtınayı atlattılar. Kim bilir, zamanla belki diğerleri de atlatacak. ""'
Resmen cumhurbaşkanlığına başlamasından
kısa bir müddet sonra Beyaz Evi ziyaret eden Fransa'nın Amerika elçisinin
hanımını şu kelimelerle karşıladı:
Comment allez-vous? [Fransızca:
nasılsınız?] Karım iyi Fransızca konuşur. Ben ise, beş kelimeden sadece birini
anlıyabili- yorum. Maamafih, her zaman anladığım bir kelime var: De Gaulle.
John Kennedy'nin Amerika Cumhurbaşkanı' olarak büyük başarılarından
biri, Amerika dışında, ülkesi namına pek fazla iyi niyet ve sevgi hislerinin
yaratılmasına yol açmış olmasıydı. Dış seyahatlerinde bilhassa iki faktör kendisine
yardımcı oldu: güzel ve cazibeli karısı Jacqueline ve her an hazır nükteleri. En ciddi konuşmalarında
dahi eksik etmediği nükteleri, gayri resmi ve sempatik tavırla- rıyle kendisini
milyonlarca yabancıya sevdirdi.
Paris gezisinde (Haziran, 1961) Amerikan elçiliğindeki bir ziyafette şunları
söyledi:
Bir
zamanlar ben de Paris elçiliğimizde vazife almak istemiştim. Vermediler. Bunun
üzerine Cumhurbaşkanlığı için namzetliğimi koydum. Sizlere kendimi takdim
etmek isterim. Ben Jac- queline Kennedy'nin Paris gezisine refakat eden
insanım. Ve bu benim için çok zevkli oluyor.
Paris'te Quai
d'Orsay'daki dairesinin banyo küveti altındandı. Bu "israf"a dikkat
eden Kennedy, "Bizim için belki tuhaf,” dedi. "Fakat altınları Fort
Knox'ta kilit altında muhafaza etmekten her halde daha faydalı."
(Amerika'daki altınların büyük bir kısmı Fort Knox kasabasındaki
mahzenlerde muhafaza edilir.)
Kennedy, Paris'te şerefine verilen bir diğer ziyafette
de şöyle konuştu:
Bu şehir
bana yabancı değil. Washington şehrinin mimarı bir Parisli idi. Washington'un
ağaçlı geniş yollarını plânlarken sizin bu güzel şehrinizi örnek tuttu.
Plânlarını tamamladıktan sonra Kongreye doksan bin dolarlık bir fatura takdim
etti. Birleşik Amerika Kongresi de, kendini meşhur yapan iktisadı kızgınlık
sarasına yakalanarak, mimara, sadece üç bin dolar verdi. Şimdi pek çok
Amerikalı, çok haksız düşüncelere kapılarak, sizin terzilerinizin bu parayı o
zamandan beri bizden tahsil etmekte
olduklarını söylüyorlar.
Cumhurbaşkanı Kennedy, 1 Haziran,
1961 de Fransa
Cumhurbaşkanı Charles de Gaulle'nin misafiri olarak Paris balesine gitti.
Birinci perdeden sonra Kennedy ve ev sahibi bale binasının misafir odasında
istirahat ederlerken, de Gaulle'in emriyle gazete fotoğrafçıları içeri alındı
ve tarihi hadise tesbit edilir edilmez, Fransa Cumhurbaşkanı bir parmak
işaretiyle fotoğrafçıları dışarı gönderdi. Bu sırada bir Amerikan gazetecisi,
Kennedy'ye, "Bay Cumhurbaşkanı, Amerikan fotoğrafçılarını siz de böyle
kontrol etmek istemez misiniz?" diye sorunca, Kennedy şu cevabı verdi:
"Unutma ki, ben, şimdiki
mevkiime, ülkemin kurtarıcısı olarak getirilmedim.''
Kennedy Batı Almanya hükümet merkezi Bonn'daki bir konuşmasında (23 Haziran, 1963), Şansölye Adenauer'in,
dünyanın en yaşlı devlet adamlarından biri olmasına rağmen, hala zinde ve
cevval olduğuna işaret etti:
Carl
Schurtz ondokuzuncu asırda yayınladığı hâtıralarında, Bonn Üniversitıesi
talebelerine verdiği ilk takriri irticalen söylediğini yazdı.
Hatıralarında,
bir profesörün kendisinin yaşını sorduğunu ve ondokuz olduğunu öğrenince,
profesörün, "Çok kötü, yeni Alman parlamentomuz için henüz çok
genç," dediğini kaydeder. Aynı şeyi senelerdir sizin Şansölyeniz için de
söylüyorlar.
Bonn'da Kennedy'yi muazzam bir kalabalık karşılamıştı. On binlerce öğrenci
ellerinde Amerikan bayraklarıyle tezahürat yapıyordu. Yukarıda bahsettiğimiz
nutkunda, Kennedy, Alman halkının bu tezahüratına da değindi:
Şansölye
Adenauer, halkın, bu sevgi tezahüratının hiç bir dış ve iç baskının tesiri
altında kalmaksızın spontane olduğunu söyledi. Ben bunun spontane bir iyi
niyet tezahürü olduğuna eminim, fakat ellerinde salladıkları bütün o
bayrakları da kendi ev ve sandıklarından
getirdiklerine inanamam. Bay Şansölye, eski bir politikacı olarak, bu şehirdeki
bazı insanların gerçekten iyi çalışmış olduklarını söylemek zorundayım.
Cumhurbaşkanı Kennedy, siyasi hayatının en iyi nutuklarından
birini Avrupa seyahatinde verdi. Batı Berlin'deki
nutku, şüphesiz, senelerce unutulmayacak ilham verici hitabelerinden biriydi:
Yeryüzünde
hür dünya ile Komünist dünya arasındaki farkı anlamayan—veya anlamadığını
söyleyen—pek çok insan var.... Bazıları ise Komünizmin istikbalin dalgası
olduğunu söylüyorlar.... Diğerleri Avrupa'da veya başka yerlerde
"Komünistlerle beraber çalışabiliriz," diyorlar.... Ve sayıları pek fazla olmayan bir kısım
insan da, Komünizmin kötü bir sistem olduğunu kabul etmekle beraber, ülkelerin
gelişmesine hizmet ettiğini söylüyor. Bu insanlar gelsinler de Berlin'i
görsünler... Binlerce sene önce Roma vatandaşları için en büyük şeref
"Ben bir Romalıyım," demekti. Günümüzde ise, hür insanlar için en
büyük şeref, şu kelimeleri söyliyebilmek: "Ben bir Berlinliyim."
[Kennedy, son cümlesini Almanca söylemiş ve Batı Berlinliler kendisini
çılgınca alkışlamıştı.]
Cumhurbaşkanı Kennedy'nin Amerika dışındaki seyahatlerin en başarılısı,
şüphesiz, Irlanda'ya yaptığı gezi oldu. Irlandalılar,
Irlanda asıllı John Fitzgerald
Kennedy'yi kendilerinin milli bir kahramanı gibi bağırlarına bastılar. Hümor hissine
sahip Kennedy'nin, nükteden en fazla zevk alan milletlerden biri,
Irlandalılara, onların anlayacağı şekilde hitap etmesi bütün Irlanda'lılan
coşturdu. Irlanda gezisi Kennedy için Cumhurbaşkanlığının en zevkli anları
oldu. Gerçekte, bu seyahat, Mandalılar için olduğu kadar, İrlanda asıllı
Amerikalılar için de unutulamayacak zevkli anlar yaşattı. Kennedy, Irlanda
parlamentosunda şunları söyledi:
Hür İrlanda'nın hür parlamentosunda misafiriniz olmak bana şeref
bahşediyor. Eğer bu millet, şimdiki siyasî ve iktisadi durumuna bir asır kadar
önce erişmiş olsaydı, büyük-büyük babam New Ross kasabasından göç etmiyebilir,
ve o zaman da ben, eğer şansım yâver gitseydi, şimdi sizler arasında otururdum.
Tabiî,
sizin Cumhurbaşkanınız* Brooklyn'ı terketmesey- di, burada benim yerimde
ayakta o durmuş olacaktı.
Bu zarif bina, bildiğiniz gibi, bir vakitler Fitzgerald ailesinin malı
idi. Fakat ben buraya böyle bir hak iddia etmek için gelmedim. Gerçekte bu
seyahatimde keşfettiğim yeni akrabalarımdan hiç biri, büyük İrlandalı
vatanperver Lord Edward Fitzgerald ile benim aramda her hangi bir bağlantı
maalesef bulamadı. Maamafih, Lord Edward, burada, aile evinde kalmak istemedi.
Annesine yazdığı bir mektupta, "Bu bina en ulvî fikirler için bana ilham
kaynağı olamıyor,” demişti. Her neyse, bu uzun bir zaman önceydi.
Bazılarının
dediklerine inanmak gerekirse, bu parlamento binanızın bazı kısımları
Washington'daki Beyaz Evin plânlan- masında ilham kaynağı oldu. Bunun doğru
olup olmadığını bilmemekle beraber, beyaz evin plânlarını İrlanda asıllı
tanınmış Amerikan mimarı Hobin'in çizdiğini biliyorum. Ben onun, İrlanda
asıllı bir Amerikan Cumhurbaşkanının, içinde, kendisini rahat hissetmesi için,
Dublin stilinin bazı kısımlarını Beyaz Ev-
"Irlanda'nın o zamanki cumhurbaşkanı ve büyük
İrlandalI mücahit Aemon de Valera. Valera,
İrlanda'da doğmakla beraber, küçük yaşında Amerika'ya göç eden ailesiyle
birlikte New York'un. Brooklyn bölgesinde yerleşmişti. Valera, gençlik yıllarında
tekrar İrlanda'ya dönmüş, İrlandalılann, İngilizlere karşı giriştikleri
İstiklal mücadelesinde yer
almıştı.
de görmek istediğine eminim. Gerçi bu uzun bir bekleyiş oldu. Ama ben onun
gayretlerini yine de takdirle yâdediyorum.
Cumhurbaşkanı
Kennedy, akrabalarını Washington'da iyi yerlere getirmekle itham edilirdi.
Aralannda bir çok uzak akrabasının da bulunduğu Irlanda'nın Wexford kasabasında
şunları söyledi:
Ecdadımın
doğduğu yeri ziyaret etmekle son derece bahtiyarım. Bir çokları Kennedy
ailesinin bütün fertlerinin Washington’ da toplandığını sanıyor, fakat bugün
burada toplanan pek çoklarımızın vapuru kaçırmış olduğunu görmekle memnunum.
Cumhurbaşkanı,
ecdadının doğduğu New Ross kasabasına gitti. Hemen hemen bütün kasaba halkının
toplandığı meydanda onlara hitap etti. Meydanın biraz berisinde de bir gübre
fabrikası vardı. Kennedy nutkunda dedi ki:
Büyük-büyük babam bir tersane işçisi olarak Doğu Boston’da yerleştiği
vakit, beraberinde, sadece şu iki şeyi götürmüştü: derin bir dinî inanış ve hürriyete
olan sarsılmaz aşk. Bütün torunlarının bu verasetin değerini muhafaza
ettiklerini söylemekle memnunum. Eğer o Amerika’da yerleşmek üzere buradan
ayrılmış olmasaydı, ben de [eliyle gübre fabrikasını işaret ederek] belki
Albatros şirketinde çalışmış olacaktım.
Takriben 50 yıl kadar önce New Ross'ta doğan İrlanda asıllı bir
Amerikalı Washington'u ziyaret ederek, yeni dünyada çok başarılı olduğunu
söylemek istercesine, Beyaz Evin önünde bir resim çıkarttı ve fotoğrafın
arkasına şunları yazarak buradaki dostlarına gönderdi: "Bu bizim yazlık
evimiz. Sizi burada bekliyoruz.”
Beyaz Evin
şimdiki kiracısı benim. Hepinizi orada bekliyorum.
Cumhurbaşkanı
Kennedy, tıpkı Lincoln gibi. hayatının son günlerine kadar nüktedanlığını
muhafaza etti. Öldürüldüğü gün, Cumhurbaşkanı Muavini Johnson'un memleketi
Texas'ta, hanımlarıyle birlikte, siyasi bir gezi yapıyorlardı. Şu satırlar,
katledilmesinden bir kaç saat öncesi, her zamanki fobunu muhafaza ettiğini
gösteriyor:
...İki yıl önce Paris'te kendimi Bn. Kennedy'ye
refakat eden insan olarak tanıtmıştım. Aynı duyguları bugün Texas'ta da
hisseder gibiyim. Hiç kimse Lyndon'un [Cumhurbaşkanı Muavini Lyndon Johnson]
ve benim giydiklerime dikkat etmiyor.
Bugün Jim Wright'ın [Texas eyaletinin Forh Worth şehrini temsil eden
millet vekili] şehrine gelerek kendisinin bizi nasıl desteklediğini sizlere de
anlatmakla memnunum. Otuz beş yıl önce California'dan seçilen bir mebusa,
kızgın bir vatandaş bir kaç hafta sonra şu mektubu gönderdi: "Seçim
mücadeleniz sırasında Sierra Madre dağlarının çıplak tepelerini ağaçlandıracağınızı
söylemiştiniz. Seçilişinizden bu yana tam bir ay geçti, va- adlerinizi hâlâ
yerine getirmediniz." Çok şükür, kasabanız Fort Worth’dan bize bu neviden
mektup gönderen olmadı.
Cumhurbaşkanı
Kennedy, Amerikan halkının bir yığın müşküllerle karşı karşıya kaldığını
biliyordu. Fort Worth kasabasındaki nutkunda şunları da söyledi: "Biz
bugün de. dün yaşadığımız gibi, rahat ve huzur içinde bir hayat sürmeyi
elbette isteriz. Ama tarih buna müsaade etmiyor."
Bu nutkundan bir kaç saat sonra Dallas'ta öldürülen Kennedy, bu şehirde
söyleyeceği nutkunu bir kağıda yazmıştı. Kader müsaade etmedi. Söylenmeyen
nutuktan bazı parçalar:
Bütün dünyayı kaplayan devamlı ve muğlak meseleler... dünyayı saran
müşküller ve sıkıntılar... Bu ülkede, durumdan memnun olmayanların hal
çarelerini göstermeden sadece muhalefet etmek için muhalefet edenler, hiç bir
zaman iyi taraflarımızı görmeden hatalarımızı işaret etmeğe çalışanlar, her
tarafta bir çöküş hissedenlerin mesuliyet duygusu taşımaksızın yükselttikleri
tenkit sesleri her zaman işitilecektir. Bu seslerden kaçınmamıza imkân yok.
Gerçeklere uymayan doktrinleri savunan bu insanlar, bin dokuz yüz altmışlara
tatbik edilemiyecek düşüncelerin müdafaasını yapıyorlar. Onlar bizim kuvvetli
olmamızı istemiyorlar. Kelimelerin, silâhların yerini tutacağını söylüyorlar.
Onlara bakarsanız, kızgınlık zafer kadar iyidir ve barış da bir zayıflık
alâmeti. Ama artık bu ülkede diğer sesler de işitilmeğe başlandı. Değişen
dünyaya ancak kuvvetli ve müreffeh bir Amerika'nın ayak uydurabileceğini
bilen, hisseden insanların sesleri.
Cumhurbaşkanı Kennedy'nin derin bir tarih anlayışı vardı. Bir
kitabı, Profiles in Courage (Cesaret Portreleri) Pulitzer mükafatını kazanmıştı. Nutuklarında, diğerlerinin
sözlerini de zevkle kullandı. Bir nutkunda, kadim Yunan
tarihçisi Herodot'un 2500 kadar sene önce Afrika'nın Büyük Sahrası güneyinde
"boynuzlu eşeklerin, köpek yüzlü bir
^ım mahlûkların, başsız yaratıkların” bulunduğunu,
"Libyalı insanların gözlerinin göğüslerinde" olduğunu söylediğini
belirttikten sonra şunları ilave etti: "Şurası aşikar ki, elinde yeterince
gerçek bulunmadığı zamanlar, Herodot, muhayyile kudretini kullanmaktan
çekinmedi. Bu da belki, onun, niçin ilk tarihçi olarak bilindiğini anlatır."
Fransız
sosyalist-liborallerinden Ledru-Rollin'in bir sözünü çok beğenirdi. Sokaklara
dökülen kara kalabalık 1848 İhtilali sırasında Parisin altını üstüne
getirirken, Ledru- Rollin şunları
söylemişti: "İşte benim halkım gidiyor. Onlara
yol göstermem gerek, ama önce nereye gittiklerini öğrenmeliyim."
Cumhurbaşkanı Kennedy tarih sezgisi ve hümor hissini en iyi bir şekilde Beyaz Evdeki bir
ziyafette gösterdi. Ziyafet, Batı Yarım Küresinde Nobol Mükafatı kazanmış
bütün alim, edebiyatçı, sanatkarlar şerefine verilmişti. Kennedy' nin zarif
nüktesini daha iyi anlıyabilmek için, Amerika'nın
üçüncü Cumhurbaşkanı (1801-1809) Thomas Jefferson’un “bilgin” bir cumhurbaşkanı olduğunu hatırlamak
gerekecek. Amerikan İstiklal Beyannamesinin (l776) büyük bir kısmını o
zaman 33 yaşında olan Jefferson kaleme
almıştı.
Cumhurbaşkanı, dünyaca meşhur, Nobel Mükafatı kazanmış insanlardan oluşmuş bu
seçkin gruba, ev sahibi sıfatıyle hoş geldiniz derken şunları söyledi:
Kanaatımca,
sizlerin bu gece burada bir araya gelmesi Beyaz
Evde vuku bulan en büyük tarihî bir hâdisedir—belki, Cumhurbaşkanı Thomas
Jefferson'un bu evde tek başına yemek yediği zamanlar müstesna.
Hedefe ulaşabilmek ıçın sabırlı olmak gerektiğini
Kennedy biliyordu. İnsanoğlu, zaman zaman varılması imkansız hayaller ve
gayeler peşinde koştuğundan, varılamıyan veya varılması çok güç hedeflerin
doğurduğu sıkıntı ve müşküllerin yükünü hiç bir şey hümor kadar hafifletemez.
Hümor, sadece bu yükü hafifletmekle kalmaz, cesareti takviye eder ve daha da
önemlisi sabırı destekler. Kennedy, California Üniversitesindeki bir nutkunda (3 Mart, 1962) demişti ki:
“Akıl, önümüzdeki uzun yolun sonuna
bakmak gerektiğini söylüyor... Günlük sıkıntı ve buhranları haber veren davul
seslerinin berisinde... milletlerin kendi istikballerine güvenle bakacakları ve
dünya barışını korumaya söz verdikleri gürbüz ve canlı bir dünya cemiyetinin
şekli belirmeye başlıyor. Bu dünyanın yarın veya öbür gün gerçekleşeceğini
söylemek aptallık olur. Tarihin akışı önceden kestirilemez. Tarihin akışı
inişlere çıkışlarla, beklenmedik hadiselerle doludur. Sıkıntı ve müşküllerle
karşılaşacağız, zaman zaman gerileyeceğiz, yarınımıza endişeli ve hüzünlü
gözlerle baktığımız günler olacaktır.
"Büyük Fransız Mareşali
Lyautay'ın bir hikâyesini hatırlıyorum. Bir gün bahçivanına, bahçeye muayyen
bir ağaç dikmesini söyledi. Bahçivan, Mareşalın istediği ağacın ancak yüz
senede olgunlaşacağını söyleyerek, itiraz etmek istedi. Mareşal Lyautay, bunun
üzerine, ‘O halde, kaybedecek hiç vaktimiz yok,' dedi. 'Ağacı bugün dik.’
"Şu anda, ilim ve anlayışa,
karşılıklı hürmet ve işbirliğine dayanan âdil ve devamlı bir barışın hüküm
sürdüğü dünyadan belki senelerce uzaktayız. Ama yine de kaybedecek vaktimiz
yok. Ağaçlarımızı bugün öğleden sonra dikelim."
Osmanlı
payitahtında matbaa yok. Tabii ki gazetede de yok. Bizdeki, hayatı
neşelendiren ve muayyen zamanlarda çıkan mecmualar bilinmiyor bile.... Türk
musıkisi iki kısım: büyük konaklarda dinlediğim ağır ve hüzün verici
melodiler, ve halkın beğendiği neşeli ve hareketli parçalar.... Aynı yaş ve
seviye içindeki kimselerin konuşmalarına dikkat ettim: sık sık tebessüm
ediyorlar, ve anlattıklarının karşılarındakinde alâka uyandıracak, merak ve
zevkle dinlenecek olmasına itina gösteriyorlar. Günün birinde, hadiselerin,
gülünürken düşündürecek taraflarını gösteren kitap, gazete ve mecmualara sahip
oldukları takdirde nasıl değişecekler.
Lady
Mary Wortley Montagu ( 189-1762) Şark Mektupları
Müslüman-Türkler...
nezaket ve terbiye kaidelerine ne kadar riayet ederlerse etsinler, hepsinin
müşterek hususiyeti olan azamet ve vekar edasını da muhafaza etmekten geri
kalmamaktadırlar.... Saray mensuplarında kibirle karışık bir azamet edası; vükelâ
ve vüzerada gayet asilâne bir vekar; ulemada durgun, kuru ve pek ciddi bir ağır
başlılık; zabıta amirlerinde ve onlardan ziyade memurlarında sert, haşin ve
hatta vahşiyane denilebilecek tavırlar göze çarpar.
İşmail Hâmi Danişmend
Garb
Menbalarına göre Eski Türk Seciyye ve Ahlakı
Türkleri tanıyorum. Buradakiler (Paris’teki Mekteb-i
Osmani’ye devam edenler) memleketlerine muasır ilim ve irfan hayatı
götürürlerken, hâdiseleri hâfızalarda yaşatmanın en sağlam yolu mizahı da,
mecmua ve kitaplarıyle beraber götüreceklerdir. Çünkü Türkler, esas
itibariyle, zeki, nükte ve espriye değer veren... insanlardır. Bizim yüz yaşını
çoktan aşmış mizah edebiyatımız Osmanlı ülkesinde lâyık eller bulabilirse kısa
zamanda itibar görür ve yerleşir.
Alphonse
Lamartine (1790-1869)
^hmet
Vefik Paşaya Bursa valiliği sırasında, hangi vasıflara sahip mutasarrıf ve
kaymakamların devleti tam mânasıyle temsil edebilecekleri soruldu. Aynı zamanda
bir dil bilgini olan Ahmet Vefik Paşa (Lehçe
-i Osmanı adlı bir eseri de vardır), şu cevabı
verdi:
"
'M' harfli bir çok meziyetleri olması şart. Bir kaçını sayalım: Muteber [itibarda olan, sözü geçen], mutedil [orta ölçüde, aşırı değil], mutena [özenilmiş], mu'tezim [azimli], mutlif [affedici, bağışlayan], muvaffak [başarılı], muvahhit [tek Allaha inanan], muvakkit [zamanı tayin edebilen], muzaffer [üstün gelebilen], mübeccel [yüceltilmiş, büyütülmüş], mübeşşir [iyi, sevindirici haber veren], müceddid [yenileyici], mücerreb [tecrübe edilmiş, denenmiş], müdebbir [tedbirli, işin sonunu düşünen], müeyyit [kuvvetlendiren], mü/arık [ayırabilen] müfekkir [düşünen, düşündüren], müferrih [ferahlık veren, sıkıntı
gideren], müheyyd [hazır olanJ, mühip [heybetli], mükrim [ikram eden, müsafir sever], mültefit [iltifat eden, güler yüzlü], mümeyyiz [iyiyi kötüden ayıran], münevver [aydın, kültürlü], mümtaz [diğerlerinden ayrı ve üstün
tutulan]."
"Bana
‘deli’ mi diyorlar, Desinler, desinler. Kendime ‘deli’ dedirtmek için ne kadar
çalıştım, bir bilseniz," diyen Moliöre mütercimi Ahmet Vefik Paşa,
devleti temsil edenler için gerekli bu vasıfları saydıktan sonra, kendine has
meşhur kahkahalarından birini savurarak dedi ki:
“^^rna,
bu evsafa sahip idare âmirini evvela devletin arzu etmesi ve ona imkân vermesi
şart. Yoksa benim gibi, dört ayda bir aylığı gelir, benim kaymakamlarım gibi
evlâd-ı iyâl derdinde olur, merkez de kendi şeref ve haysiyetinin mümessillerine
bu kadar bigâne ve bivefa olursa, idare âmirinde yukarıdaki vasıflar mevcut
olsa dahi, dışa dönük olmaz, içe kapanır; ne memlekete faydası olur ne de
kendisine.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar