Print Friendly and PDF

Politikada Nükte /Nejat Muallimoğlu 5

Bunlarada Bakarsınız



Adlai Stevenson

Nükte, en büyük ve en eski milli kaynaklarımız­dan biridir, ve, her ne pahasına olursa. olsun, mu­hafaza edilmesi gerekir.

James Thurber

Nükte, bir insanın kendi olan güvenrnı arttırır; zaman zaman kendisini aptal yerine koymasına hiz­met eder.

Thomas Fuller

Gerçek hümor, diğerlerine tepeden bakmak, onla­hor görmek değildir; kafadan değil, kalpten çı­kar. Hümorun özü sevgidir; gülme değil, çok daha derinlerde yatan gülümsemeyi doğurur.

Cariyle

A merikan milli politika hayatında Roosevelt'ten Ken- ^nedy'e kadar uzanan devirde nükteleriyle şöhret kaza­nan tek politikacı Adlai Stevenson oldu. Fevkalade bir eği­timden geçmiş, İngiliz dilini     en iyi kullananlardan biri

olan Stevenson, Amerika'nın en iyi hatiplerinden biriydi de. Gerçi bazılarına göre, cumhurbaşkanlığı seçiminde iği defa arka arkaya mağlûp olmasında (1952 ve 1956) parlak nüktelerinin menfi rolü oldu ise de, Eisenhower'in kazan­masının daha makul bir sebebi, milli bir kahraman oluşu, halk üzerinde itimat uyandıran "baba" rolünü iyi oynama­sıydı. Tarihin hükmünü vermesi için vakit henüz erken, fa­kat Stevenson, cumhurbaşkanlığı seçimini kaybeden n^n-


zetler arasında akla ilk gelen şahıs olarak Amerikan tari­hine geçebilir. O takdirde, en büyük rolü, onun şaheser nükteleri oynamış olacak.

Adlai Stevenson'm nükteleri, gayet yerinde vecizelerden sarkastik anekdot ve alaylı hücumlara kadar geniş bir sa­hayı kapsar. Stevenson, İngiliz ve Amerikan siyasi gele­neklerinin en iyi taraflarını imtizaç ettirebilmiş bir politi­kacı idi.

Rusya'nın 1961 de Küba'ya yerleştirdiği füzeler Washing- ton ve Moskova'yı nükleer bir harbin uçurumuna kadar yaklaştırmıştı. Birleşmiş Milletlerdeki heyecanlı ve kızgın münakaşalar sırasında Amerikan delegesi Stevenson, Rus delegesi Gromika'ya, Küba'ya füzeler yerleştirilip yerleşti­rilmediğini sordu ve "cevap bekliyorum,” dedi.

Rus delegesi, "Amerikan delegesine söylemek isterim ki, burası bir Amerikan mahkeme salonu değil. Sırası gelince öğrenecekler” cevabını verdiği vakit, Stevenson dedi ki: "Ben burada bu sualimin cevabını beklemeğe hazırım—cehenne­min bütün gazabı üzerimize düşene kadar."

Stevenson'un nükte ve sözleri bazan diğerlerinden iktibas edilmiş, hazan kendi buluşları idi. Bunlar arasında şunlar da var: "Bir editör [gazetenin yazı işleri müdürü] buğdayı samandan ayırdıktan sonra, halka, samanı sunan insandır." "Bağımsız bir insan, politikadan politikayı çıkarmak isteyen­dir.” "Bayağı ve beylik sözlerle kılıç şakırdıları arasındaki sahayı birinin doldurması gerekir.” "Akıntıya kürek çek­mekten çekinmeyin. Beşeriyetin her ilerleyişi, gayri popü­ler durumların müdafaasını yapanların sayesinde gerçek­leşti. Bütün değişiklikler çağdaş kafanın değişmesiyle vü­cut buldu.”

Stevenson, tanınmış bir ailenin çocuğu idi. Büyük babası Cumhurbaşkanı Grover Cleveland'ın Muavini Adlai Ewing Stevenson'du. Princeton Üniversitesini 22 yaşında bitiren Stevenson, daha sonra Harvard Hukuk Fakültesine gitti ve 26 yaşında da baroya kabul edildi. Bir müddet büyük ba­basının gazetesinde çalışan Stevenson, ölünceye kadar (1965) devlet hizmetinde bulundu.

Stevenson siyasi hayata 1948 yılında Co zaman 48 yaşın­da idi) atıldı ve doğduğu Illinois eyaletinin Cumhuriyetçi valisi Dwight Green'e karşı namzetliğini koydu. O sene ya­pılan genel seçimde Cumhurbaşkanı Truman, rakibi New York Valisi Thomas E. Dewey'yi New York eyaletinde ancak 34.000 reyle mağlûp ederken. Stevenson, 572.000 rey farkı ile Illinois valisini devirmişti.

Stevenson kampanyasında her sınıf halkın desteğini ka­zanmağa çalıştı, ve bu uğurdaki gayretlerinde zaman za­man nüktenin desteğine başvurdu:

Illinois'in her köşesinde toplanmağa başlayan kuvvetlerimi­zin bize öğreteceği bir ders var. Bunu belki en iyi bir şekilde, sevdiği genç kızla evlenmek için muvafakatını almak üzere kı­zın babasına giden genç adamın hikâyesi ile anlatabilirim. Ba­ba skeptik bir insandı: "Kızıma bakabileceğine çok şüpheli­yim,” dedi. "Ben bile onun isteklerini yerine getirmekte güç­lük çekiyorum." Adamın bu sözü karşısında genç âşık şu par­lak teklifte bulundu: "Her ikimiz kaynaklarımızı birleştirece­ğiz, başka çaremiz yok."

Kendisini destekleyenlerin gayretlerini gevşetmemeleri gerektiği üzerinde duran Stevenson, doğduğu kaşaba Bloo- mington'da 100 yaşını kutlayan adamın hikayesini anlat­tı. Yaşlı centilmeni kutladıktan sonra bir muhabir şu suali sordu: "Bu kadar uzun yaşamanızı neye bağlıyorsunuz?" Asırlık adam bir an düşündükten sonra, her defasında sağ elinin parmaklarıyla da belirterek ağır ağır cevap verdi: "Hiç sigara içmedim, hiç içki içmedim, hiç bir zaman faz­la yemek yemedim, ve her sabah altıda da yataktan kalka­nın." Muhabir dedi ki: "Aynı şekilde yaşıyan bir amcam vardı, fakat sadece seksen yaşına kadar yaşıyabildi." Yaşlı centilmen, muhabirin bu sözüne şu cevabı verdi: "Amcan yaşayışını uzun müddet devam ettirememiş."

Bu seçimde Stevenson taraftarları para sıkıntısı çekiyor­du. Stevenson bundan şöyle bahsetti: "Kampanya fonumuz öylesine küçük ki, kendi evimde bile şaka mevzuu oluyor. Eve geldiğim zaman çımalar, 'Hoş geldin, Vah Bey,' dedik­ten sonra, yanlarındaki bozuk paralan korumak için elleri­ni ceplerine sokuyorlar."

Giyinmesini iyi bilen bir insan olmasına rağmen, Steven- son, günlük veya eski elbiseleriyle kendini daha rahat his­sediyordu. Illinois valiliği sırasında dairesine çok defa spor bir ceket veya eski bir elbise ile gelirdi. O yıllarda gözde ayakkabısı, tabanındaki çivili ızgaraları çıkarılmış bir çift golf ayakkabısı idi. Bununla beraber, eski elbiselerini zevk­le giymesi sadece kendini rahat hissettiği için de değildi. Mali durumu iyi olmasına rağmen, boşuna para harcama- maya bilhassa dikkat etti. Dört senelik Illinois valiliğinde (1949-1952) sadece bir kat yeni elbise satın aldı.

İlk cumhurbaşkanlığı mücadelesi sırasında ayakkabısın­da büyük bir delik olduğunu gösteren meşhur fotoğraf, 1952 kampanyasının tanıtım işareti oldu. Stevenson hayranlan tabanı delik ayakkabıyı gösteren rozeti zevkle yakalarında taşıdılar. Stevenson da bu konuda şunları söyledi: "Ayak­kabıdaki delik, kafadaki delikten iyidir."

Bu cumhurbaşkanlığı seçimi Stevenson'un gerçekten bü­yük bir hatip ve nüktedan olduğunu gösterdi. En ciddi me­selelerden bahsederken dahi nükteli konuşmasını bilen Ste­venson, milyonlarca Amerikalının hayranlığını kazandı.

Cumhurbaşkanı Eisenhower golfu pek severdi, hatta bazı muarızları, onun, Beyaz Ev'den çok golf sahasında vakit ge­çirdiğini de söylüyorlardı. Stevenson, Cumhurbaşkanını tenkit eden bir nutkunda Eisenhower'in golf merakına şöyle değindi:

"Golf, cumhurbaşkanlığı mevkiinin husule getirdiği sinir­lilik ve gerginliklerden biraz olsun sıyrılmak için iyi bir meşgale, ama ne var ki, çantayı hep biz taşımaktan da bık­tık artık." (Stevenson, golf sopalarının konulduğu çanta­dan bahsediyordu. Golfçunun bu çantasını, umumiyetle, başka biri taşır.)

Cumhuriyetçi partinin 1952 cumhurbaşkanlığı namzetli­ğini, şiddetli bir mücadeleden sonra Eisenhower'e kaptıran Senatör Taft, birincisi cdmhurbaşkanı seçildikten sonra onunla çok yakın bir işbirliği yaptı, Eisenhower'in progra­mının Senatodan geçmesi için canla başla çalıştı. Steven-

son, bir nutkunda Taft-Eisenhower işbirliğinden şöyle bah­setti: "Eisenhower, Cumhuriyetçilerden sadır olmadıkça hiç bir kötülüğü görmüyor, Demokratlardan sadır olmadıkça hiç bir kötülüğü işitmiyor, ve Senatör Taft tasvib etmedik­çe de hiç bir kötülükten bahsetmiyor."

Bir diğer konuşmasında da, Taft'ın, "Eisenhower'in dü­şünceleri üzerine ülkedeki en büyük otorite" olduğunu söy­ledi.

Stevenson'un gözde hedefi, maamafih, Nixon idi. CCali- fornia eyaletinde "redwood" ormanları vardır. Bu ağaçlar 40-50 metreye kadar yükselir, California'dan başka dünya­nın hiç bir yerinde "redwood" ağacı yoktur. Amerikalılar, gayet haklı olarak, bu ağaçları muhafaza etmek ve hiç bi­rini kesmek istemiyorlar.) Stevenson bir nutkunda Nixon' dan şöyle bahsetti:

"Mr. Nixon, bir 'redwood' ağacını kestikten sonra, onun yere düşmüş gövdesi üzerine çıkıp tabii çevre ve 'redwood' ağaçlarını korumamız gerektiğine dair nutuk çekmekten çekinmez."

Cumhuriyetçi partinin 1960 genel kongresinden kısa bir zaman önce New York valisi Rockefeller'in prestijinin bir ara yükselmeğe başlaması, Stevenson'a göre, Nixon'u fena halde ürkütmüş, endişeye sevketmişti. Bundan -şöyle bah­setti: "Bir kadının, sevgilisi bile olduğunu bilmediği bir di­ğer kadın ahpabının evlenmesi kadar hiç bir şey huzurunu kaçırmaz."

Cumhurbaşkanlığı için ilk mücadelesinde (1960) Eisen- hower partisinin namzedi Nixon'u nedense layıkıyle des­teklemedi, ve siyasi müşahitlerin fikrince, Nixon'un seçi­mi Kennedy'ye kaptırmasında bu faktör fazla rol oynadı. Stevenson, o zaman dedi ki: "Nixon, artık Eisenhower'in ceketinde asılacak kuyruk olmadığını biliyor."

Cumhurbaşkanı Roosevelt, kendilerini Cumhuriyetçi ad­deden seçmenlerin de reylerini kazanmayı arzu ettiğinden, sadece "Cumhuriyetçi liderler" e hücum eder, bu partiye karşı ağır söz sarfetmekten kaçınırdı. Stevenson Cumhuri­yetçi partiye de hücum etti:

Ben Cumhuriyetçileri seviyorum. Onlarla beraber büyüdüm, onlarla birlikte çalıştım, onlara itimat edemiyeceğim bir tek şey bu dünyada yoktur—âmme işleri müstesna.

Söylediğimiz gibi, Cumhuriyetçi partinin sembolü fildir. Stevenson, bu partiye hücumunu partinin sembolü ile bir­leştirdi:

Filin kalın bir derisi ve kafa büyüklüğünde de dişleri var. Ve sirklerdeki geçit resimlerini gören herkesin de gayet iyi bildiği gibi, fil, en muntazam yürüşünü kendinden öndekinin kuyruğuna asılıp yürüdüğü zaman yapar.

Hem vergileri indirmek, hem de milli güvenlikten bahseden Cumhuriyetçiler bana, şoförüne, “intihar etmek istiyorum, ara­bayı uçurumdan aşağı sür,” diyen zengin ihtiyarı hatırlatıyor.

Cumhuriyetçilerin şimdiki savunma bütçemizi karşılayacak mali imkânlarımızın bulunmadığını söylemeleri, su ücreti paha­lı olduğu için yanmakta olan evine su sıkmak istemeyen adamı akla getiriyor.

Cumhurbaşkanı Eisenhower, Gettsburg kasabası civarın­da bir çiftlik satın almıştı. Emekliliğini orada geçirecekti. Stevenson da Eisenhower'in Ziraat Vekili Ezra Benson'un ziraî politikasını şiddetle tenkit ediyordu. Eisenhower'in 1956 da ikinci defa cumhurbaşkanı olmak için mücadele edeceği resmen açıklanınca, Stevenson bunun sebebini şöy­le izah etti: "Ezra Benson ziraat vekili olarak kaldıkça, çift­liğinde emekliye ayrılmasına imkan olmayacak."

Cumhuriyetçi partinin seçim platformu hakkında da şun­ları söyledi:

Onların platformu üzerinde düşmeden ayakta durabilmek, bir fıçı yılan balığı üzerinde ayakta durabilmeğe benziyor. O hal­de, General [Eisenhower] nerede duruyor? Seçim kampanya­sında tartışılacak bazı konularda kendi platformu üzerinde yu­varlanmadan duramıyacağını anlayınca, selâmeti bizim tarafa kaymakta buldu. Ama bunu yaptığı için biz ondan kira da ala­mıyoruz....

Bilfiil avukatlık yaptığım zamanlarda kanunlarda, kaçamak noktaları bulunup bulunmadığını araştırırdım. Cumhuriyetçi partinin zirai politikası ise, mukavelede açık kapı bulunup bu­lunmadığı meselesi de değildir—açık kapılar arasından bir mu­kavele bulunup bulunamayacağı meselesi.

Amerika'daki seçim mücadelelerinde, "haylazların dışarı" atılmalan gerektiğinden de söz edilir. Cu^mhuriyetçi parti­nin en müfrit elemanlanndan iki senatörü, McCarthy ile Jenner 1952 de Eisenhower'i desteklemeğe karar verince, Stevenson şunlan söyledi: "Hayatımda ilk defa bir partinin 'haylazları içeri alalım' sloganı ile seçim kampanyasına başladığını görüyorum.''

Cumhurbaşkanı Nixon aleyhindeki bir nutkunda da şun­ları söylüyordu: "Vali Rockefeller Amerika'nın çok yavaş gittiğini söylüyor; Senatör Goldwater bizim çok hızlı git­tiğimizi söylüyor; Cumhurbaşkanı Nixon ise bundan ^bah - setmememiz gerektiğini söylüyor."

Stevenson, Cumhuriyetçi partinin namzedi Eisenhower'in halkın nabzına göre şerbet verdiğini, başka başka yerler­de kendi kendini tenakuza düşürecek şekilde konuştuğunu, halkın hoşuna gidecek şeylerden bahsettiğini söyledi:

Ben fikirlerimi seçim kampanyası programına uydurmak için değiştirmiyorum. Texas'da unvanlardan, California'da yolsuz­luklardan, ve Lousiana'da da sevgiden bahsetmiyorum. Ben, seçmenlerin mutlak itimat ve sevgisini kazanmak için yüzünü daima onlara çeviren bir "ay çiçeği” namzedi değilim.

Stevenson hür ve demokratik bir sistemin en iyi savunu- culanndan biri idi. Bununla beraber, demokratik bir reji­min devamlılığı ve sağlamlığı halkın tutumuna bağlıdır. Halk demokrasiye inanmaz, halk bu sistemin gerektirdikle­rini yerine getirme yolunda gayret sarfetmezse, işbaşında- kilerin bütün gayretleri semeresiz kalmağa mahkûmdur. Stevenson, 1952 Eylülünde Los Angeles'teki bir konuşma­sında demokrasiden şu kelimelerle bahsetti:

Bu salona bundan önceki son gelişim 10 sene önce, 1942 de, aziz ve meşhur âmirim Bahriye Vekili Alb. Frank Knox ile be­raber idi. O gün, sizlere, bugün benim vereceğim nutuktan çok daha iyi bir nutuk vermişti. Ben böyle olduğunu biliyorum, çünkü her iki nutku da ben yazdım.

Bernard Shaw, demokrasinin, lâyık olduğumuzdan daha iyi olmayan insanlar tarafından idare edileceğimizi teminat altına alan bir âlet olduğunu söyler. Kusur kimin?... Kusur sizde, halkta. Sizin âmme hizmetkârlarınız sizlere iyi hizmet ediyor­lar; gerçekte çok defa sizlerin kayıtsızlık ve umursamazlığını­za rağmen iyi hizmet ediyorlar....

Bütün, parçalarının mecmuudur ve bütün, kendisini teşkil eden parçalardan iyi olamaz. O halde, ben diyorum ki, demok­ratik bir sistemin nasıl işlediğini anlamak isterseniz parçaları­na bakınız.

Cumhurbaşkanı Truman, Aralık 1952 de henüz bir ay önce seçimi kaybetmiş Stevenson şerefine Beyaz Evde bir ziyafet verdi. (Cumhurbaşkanlığına seçilenler ertesi yılın Ocak ayında vazifeyi devir alırlar.) Devlet ve hükümet er­kanının ileri gelenleri, Truman kabinelerinde görev almış bütün vekiller davet edilmişti. Truman ve Stevenson misa­firleri kapıda karşılıyor, ellerini sıkıyorlardı. Kuzeni Er- nest Ives içeri girdiği vakit, Stevenson, "Beyaz Ev yarışın­da Eisenhower'i geçeceğimi ben sana söylememiş miydim?" dedi. Ives, "Evet, söylemiştin," dedi, "ama sadece bir gece için olduğunu söylemeyi unuttun."

Eisenhower'in ikinci defa mağlûp olduğu anlaşıldığı gece, kendisini destekleyenlere teşekkür ettiği sırada, salondaki- lerden biri, ileride tekrar namzetliğini koyup koymayaca­ğını öğrenmek istedi. Stevenson gülümseyerek cevap ver­di: "Bu adamın kafasını muayene ediniz."

Gerçekten, Stevenson'un seçimleri kaybetmesinde bu in­ce nüktelerinin de rol oynadığını iddia edenler var. Onlar, Stevenson'u halkın seviyesine inernemekle, onlara tepeden hitap etmekle suçluyorlardı. Fakat o, kendi tutumunu dai­ma müdafaa etti, taviz veremeyeceğini söyledi:

"Ben eğer halkın başlan üzerinden konuşuyorsam, Gene­ral Eisenhower de onların ayaklan altından konuşuyor. Halkın sağduyusuna ve tabii zekasına hitap etmek suç ise, ben suçlu olduğumu kabul ediyorum.... Ben, müşterilerin ödedikleri ücretin hakkını vermeğe çalışıyorum. Halbuki, bu, günümüzde bir yenilik ve kibir alameti sayılıyor."

Adlai Stevenson, kırk seneden fazla bir zaman yanında bir not defteri taşıdı. Bu defter sadece kendi fikirlerini de­ğil, Incil'den, Abraham Lincoln'den, birinci asır Çin filozof­larından KarI Marx'a kadar yüzlerce vecize ve düşüncele­ri da ihtiva ediyordu. Stevenson, defterini, tetkik etmesi için, hakkında kitap yazan bir yazara ödünç vermişti. Def­terden bazı fıkra ve vecizeler:

"Clemenceau, bir parti lideri tarafından garda uğurlan­mak üzereyken, Başvekil üzerinde iyi bir intiba bırakmak istiyen partili, Fransa'nın politik durumunu bütün teferru- atıyle anlatıyor, yapılan işlerden heyecanla bahsediyordu. Bu sırada Başvekilin gözleri peronun karşı tarafında esne­yen bir Fransız vatandaşına takıldı, ve hemen partiliye dö­nerek, ikaz edercesine parmağını dudaklarına götürdü ve yavaş bir sesle dedi ki: 'Aman, dikkat edin! Konuştukları­mızı işitenler var.' "

Alcibiades, Perikles'e Atina'nın nasıl yönetilmesi gerekti­ğini anlatıyordu. Büyük kumandan Perikles, delikanlının "küstahça" tavrından rahatsız olmağa başlamıştı. Nihayet, daha fazla tahammül edemiyerek, "Alcibiades," dedi, "senin yaşındayken ben de tıpkı senin gibi konuşuyordum."

Alcibiades, gözlerini Perikles'in gözlerine dikti, tavrını değiştirmeden cevap verdi: "Perikles, seni en iyi zamanında tanımayı çok isterdim.''

William Hazlitt: "İnsan gülen ve ağlıyan yegane hayvan­dır. Zira, eşyanın mevcut durumu ile, olması gereken duru­mu arasındaki farkı tefrik edebilen yegane hayvan da odur.''

Don Marquis: "Yapılması gereken bir şeyi geciktirmek, 'dün'e ayak uydurma sanatıdır.''

V. Charles, hayranlık duyulacak bir samimiyetle kendisi ile kuzeni arasındaki anlaşmazlıktan bahsetti: "Kuzenimle benim aramda mutlak bir anlaşma var—ikimiz de Milano'­yu istiyoruz."

Will Rogers: "Cumhuriyetçi partinin sadece bir tek plat­formu var: "Bizi seçin, belki o zaman bir şeyler düşünebi­liriz. Şuna ana kadar bir şey düşünemedik, ama bize im­kan verin, belki bir şeyler yapabiliriz.' "

Hür bir insan: "Hiç bir korku ve endişeye kapılmadan gayri popüler olabilmek.”

"Hürriyet, hükümetin yaptıkları değildir. Dünyanın bü­yük şehirlerinde veya harp sahalında kazanılan veya kaybedilen tarihin enginliğinde bir veya iki dakikalık bir zaman için kanunlarla muhafaza edilebilen bir şey değil­dir. Bizim bahsettiğimiz hürriyet, milyonlarca insanın ka­fa ve kalplerinde aziz tuttukları şeydir."

Eğitimin gayesi: "Şunu iyice anlamalıyız ki, eğitimin ga­yesi insanın, sadece kendi neslini idame etti^ek için zafer kazanması değil, sadece kendini korumak için değil, fakat insanı ve dünyayı Allahın istediği bir biçimde şekillendir­mesine gayret gösterecek ins^aları yetiştirmek olmalıdır."

Üniversite: "Üniversite medeniyetin arşividir, medeni kül­türün muhafaza edildiği yerdir; mirasımızın bekçisi, hoca­larımızın hocası ... hür kafanın ikametgahı."

"İnsanlar hür doğmalıdır; fakat onlar akıllı olarak dün­yaya gelemezler; ve hür insanları akıllı yapmak da üniver­sitenin vazifesidir."

"Yeni silahlar—biz bu sahada mutlak bir inhisar kurabil- sek dahi—dünya çapındaki mücadelenin bütün muğlak saf­halarına cevap olamazlar, zira silahlı tecavüz, Komünist tehlikesinin bir çok safhal^ndan sadece bir tanesidir."

"Ahlaki bir temele dayanmıyan askeri kudrete asla ta­hammül edilemez.

"Biz, kendimizi, bugünün problemlerine öylesine bağla­mışız ki, yarının imkanlarını unutuyoruz."

"Bir insanın boyutları onu kızdıran şeylerle ölçülür."

Güzel kadınla cazibeli kadın arasındaki fark: "Siz kadı­nın farkına varırsanız, o güzel bir kadındır; sizin farkınıza varan bir kadın ise, cazibeli bir kadındır."

Bn. Kari Marks, uzun ve çıplak bir hayatın sonunda de­di ki: "Kari, se^aye üzerine bu kadar yazı yazacağına. biraz sermaye edinseydi ne iyi olurdu."

Princeton Üniversitesinden mezun olan Stevenson, W^ed- row Wilson'ın hayranıydı. Wilson, cumhurbaşkanı olma­dan önce bu meşhur üniversitenin rektörü idi. Stevenson, Wilson'un şu sözünü pek beğendiğini söyledi: "Bir zaman­lar ben de bir avukattım, ama artık ıslah-ı nefs ettim."

Stevenson'ın bir nutkunda bahsettiğine göre, Wilson, New Jersey eyaleti valisi iken Washington'dan gönderilen bir telgrafta, New Jersey senatörünün öldüğü bildiriliyor­du. Senatör, Wilson'un yakın arkadaşıydı. Son derece sar­sılan Wilson, derhal bütün randevülerini iptal etti. Masa­sında, başı elleri arasında, hüzünle otururken New Jersey politikacılarından biri telefon eder. Telefondan gelen ses der ki: "Vali Bey, müteveffa Senatörün yerini ben almak is­tiyorum."

(Amerikan Anayasasına göre, iki seçim devresi arasın­da bir senatörlük boşaldığı zaman, ilk seçime kadar vazife görmek üzere, eyalet valilerinin senatör tayin etmeğe hak­lan vardır. O da, şayet isterse, ilk seçimlerde "asli" senatör olmak için namzetliğini koyabilir.)

Wilson, bir kaç saniye sesini çıkarmaksızın durduktan sonra dedi ki:

"Pek ala, size şunları söylediğimi herkese nakledebilirsi­niz: Müteveffa senatörün yerini almanızda bence bir mah­zur yoktur—şayet mezarcı razı olursa."

Cumhurbaşkanı Wilson bir muarızı hakkında şunları söylemişti: "Münakaşaya ışıktan fazla hararet saçan insan."

Wilson'un bir diğer sözü: "Tanıdığım fevkalade insanlar­dan bazıları ancak kendi kendilerinin tahminlerince fev­kalade idiler."

Bir başkası: "Dolu-dizgin giden enflasyonu durduranın yolu şoförü tevkif etmektir, otomobili durdurmak değil."

İş verdiği insanlar için de Cumhurbaşkanı Wilson şun­ları söylemişti: "Bir arkadaşım Wishington'da iş alan her­kesin vazifesinde ya olgunlaştığını veya .kabardığını söylü­yor. Bunun için ben de, devlet memuriyeti verdiğim her hangi bir kimsenin işinde kabarmağa’ mı yoksa olgunlaş­mağa başladığına dikkat ediyorum."

Adlai Stevenson bir diğer nutkunda Wilson'dan şu söz­lerle bahsetti:

Woodrow Wilson, New Jersey valisi iken, bir politikacı müracaat ederek, kendisini desteklemesi için seçim bölge­sinde bir nutuk veresini rica eder. Wilson sorar: "Ne ka­dar konuşmamı istiyorsunuz?''

Politikacı, "Arzu ettiğiniz kadar," cevabını verince, Wil- son, "Bak, dinleyin," der. "Şayet on dakika konuşmamı is­tiyorsanız, isteğinizi ancak haftaya yerine getirebilirim. Bir saat konuşacaksam, bu akşam."

Stevenson'un Wilson'un şu sözünü de pek beğenirdi: "Dünya o kadar büyük ve ben de o kadar küçüğüm ki. Ve bu da benim hiç hoşuma gitmiyor."

Müteveffa Cumhurbaşkanı Roosevelt'in kansı Elanor R^> sevelt entellektüel bir kadındı; Stevenson'ın da iyi bir ar­kadaşı. Bn. Roosevelt öldüğü zaman, Stevenson (ki o zaman Birleşmiş Milletler'de Amerika'yı temsil ediyordu) dedi ki:

"Dün, bir arkadaştan da fazla birini kaybettim. Dün, bir ilham kaynağını kaybettim. Bn. Roosevelt, karanlığa söv­mek yerine ışık tutmayı tercih ederdi, ve onun ışığı da bü­tün dünyayı ısıttı."

Stevenson'ın hoşuna giden nüktelerden biri de şu idi: Küçük bir çocuk babasına sorar: "Baba bir 'dönek' ile 'ha­in' arasındaki fark nedir?" Babası cevap verir: "Gayet ko­lay oğlum: eğer bir Cumhuriyetçi Demokrat p^riiye geçer­se, o bir 'dönek'tir; ama Cumhuriyetçilere katılan bir De­mokrat ise 'hain'dir."

Zaman zaman başkalarının sözlerini kendisi için adapte etti. Daha önce bahsettiğimiz Cumhuriyetçi Senatör (New York) Chauncey Depew'in bir nüktesini şu şekle soktu: "Ben Cumhuriyetçilerle bir pazarlığa girişeceğim. Eğer on­lar Demokratlar hakkında yalan söylemezlerse, biz de on­lar hakkında doğruyu söylemekten vazgeçeceğiz."

Yine bir önceki bölümde, aynı toplantıya Mark Twain'den sonra hitap eden Depew'nin ne dediğini yakıştık. Steven- son da bir defasında aynı yolu takip etti.

New York şehrinin doğu kesimindeki meşhur Voisin lo­kantasında Stevenson şerefine bir ziyafet veriliyordu. Res­men nutuk verilmemekle beraber, ziyafete katılanlara tanı­tılan meşhur şahsiyetler ayağa kalkıyor, misafirleri selam­lıyor ve sessizce yerlerine oturuyorlardı. Maamafih, ünlü bir komedyan, takdim edildiği vakit, tam onbeş dakika ko­nuştu, misafirleri güldürdü. Stevenson'ın bu komedya­nın da üstüne çıkaca^rnı kimse sanmıyordu, fakat bunu da yaptı. "Buraya gelirken yolda bu muhterem komedyana rastladım.” diye sözlerine başladı ve şöyle dev^n. etti: "Fa­kat üzüntüden ağzını bıçak açmıyordu. Bu akş^n. sizlere söyleyeceği fıkralarını yazdığı kağıdı kaybetmişti. Onun hali beni çok üzdü; çıkardım kendi notlarımı verdim. Fık­ralarımın sizleri neşelendirdiğine memnunum." Bu sözle­rinden sonra, Stevenson, şiddetli alkışlar arasında yerine oturdu.

"Bu bana... hatırlatıyor," hitabet şeklini en iyi kullanan­lardan biriydi. Stevenson, Illinois valisi iken bu eyaletin en büyük şehri Chicago’da toplanan Demokrat partinin genel kongresinde (W bu kongre kendisini cumhurbaşkanı nam­zedi seçmişti) delegelere, eyaletin valisi sıf atıyle hoş gel­diniz dediği sırada, Sheridan'ı anlatırken 'bahsettiğimiz "yel deği^neni” nüktesini de kullandı.

Illinois'in sekiz milyondan fazla vatandaşı namına sizleri en kalbi hislerimle selâmlarım. Bu eyaletin bir âmme hizmetkârı olarak, Cumhuriyetçilerin de genel kongreleri için Illinois'i seç­meleri (1952 kongrelerini onlar da Chicago’da, aynı salonda yap­mışlardı) beni memnun etmişti. Fakat bir Demokrat olarak, salonumuzun şimdi yeni bir kiracıya aktarılmasından bilhassa memnunum.

Daha önceki kiracılar çok gürültücü, haşarı ve taşkın insan­lardı. Kim bilir, belki de bu salonun çok defa boks maçları için kiralandığını da öğrenmişlerdi. Çünkü birbirleriyle hiç geçine­mediler. Sabırları tükenmiş, sandalyelerinden itilmiş, huysuz insanlar gibi hareket ettiler.... Eğer onların kongrelerini tele­vizyonda seyrettiyseniz, söz alan hatiplerin ne kadar fazla su içtiklerine de dikkat etmişsinizdir. Hayatımda yel değirmenle­rinin su kuvvetiyle işlediğini ilk defa o zaman gördüm.... Ba­na öyle geliyor ki, önümüzdeki Kasımda seçmenler Cumhuri­yetçilerin vaad.leri karşısında bir genç hanımın kendisine ev­lenme teklifi yapan bir çiftçiye verdiği cevabı hatırlıyacaklar. Bu çiftçi, kız arkadaşına diyordu ki: "Benimle evlen, ahırın içi­ni ve dışını pırıl pırıl boyayacağım. Elektrik getireceğim. Sana yepyeni bir soba ve buz dolabı alacağım. Şimdi benimle evlenir misin?"

Genç hanım cevap verdi: "Bak, cicim, gel bu işi şöyle yapa­lım:- Sen önce bu dediklerinin hepsini yerine getir, ve bana on­dan sonra evlenme teklifi yap, olmaz mı? ”

Diploma törenlerinde ülkenin tanınmış şahsiyetleri davet edilir, yepyeni bir hayatın eşiğinde olan gençlere hitap et­meleri istenir. Bu tür nutuklarda, umumiyetle, gençlerin önlerine çıkabilecek meseleler, ülkenin ve vatandaşların kendilerinden bekledikleri anlatılır ve her hatip bir takım öğütler vermeğe çalışır. Illinois Üniversitesi Tıp Fakültesi diploma töreninde konuşması istenen Stevenson bu yolu takip etmedi:

Üniversitelerin diploma törenlerinde, müşküller ve sıkıntı­larla dolu yepyeni bir hayatın eşiğinde bulunan gençlere endi­şeli nutuklar vermek, belki de yerinde bir düşünüşle, âdet ha­line geldi. Ve hatipler nutuklarına gençleri yüceltecek hissi cümlelerle, önlerindeki müşküllerin altından kalkacaklarına olan güvenlerini belirten ifadelerle son verir. Sizin olduğu ka­dar benim de hoşuma gitmezse de, muhtemelen ben de aynı yo­lu takip etmekle beraber, bu neviden vakur ve düzenli haller­de alışılmış nutuklardan daha fazla düşünce düzensizliği ve şaş­kınlığı içinde konuşacağım.

Çünkü dünyada gerçekten eğitim görmüş, tamamlanmış, den­geli pek az insan bulunduğundan; çünkü Leonardo da Vinci veya Thomas Jefferson gibi çeşitli yeteneklerle teçhiz edilmiş pek az uzman bulunduğundan, bilhassa siz profesyonel insan­ların kendi sahanızda olup bitenleri bildiğinizden ötürü kendi­nizi rahatlık ve halinizden hoşnutluğa kaptırmamanızı söyle­mek cesaretini kendimde bulacağım. Tevazu ve daha fazla araş­tırma için sadece bir başlangıç olması gereken eğitim, bu şe­kilde ele alındığı takdirde, maalesef, çok defa gurur ve zihni felce giden kapıyı açar.

Bundan böyle, korku ve peşin hükümlerden başka herşeye açık cevval ve kendinden hoşnut olmayan bir kafa ile kendini­zi teçhiz etmeğe çalışmanızı isteyeceğim—ki şahsi müşahedele­rime göre de, ilmi bir eğitimin hümanist kusurlarını telâfi ede­cek yegâne yol da budur.

Son günlerde [Aziz] Paul'un Korentiya'lılara, onların ahlâki dejenereleşmeleri hakkında söylediklerini bir defa daha oku­dum. Gerçekte, günümüzdeki ahlâki yozlaşma hastalığının ör­neklerini çok daha önceki devirlerde de görüyoruz. Hemen he­men 4700 sene önce bir Asuri kitabesinde şu satırlar yazılmış­tı: "Bu son günlerde dünyamız dejenereleşmeye doğru kayıyor; her tarafta rüşvet ve yozlaşma, çocuklar artık ebeveynlerine itaat etmiyor; herkes kitap yazmak istiyor, ve öyle görülüyor ki, dünyanın sonu yaklaşıyor."

Şu halde, bugünün dünyası göründüğü kadar kötü olmayabi­lir.

Bu, bana, yakında normal bir dünyaya dönmemiz gerektiği­ni söyleyen adamın sözlerini hatırlatıyor. “Normal” ile ne kas­tettiğini sordum. Bana şu cevabı verdi: "Aynı ânda 1951 yılı­nın gelirine sahip olduğumuz, 1932 nin eşya fiyatlarını ödedi­ğimiz, ve 1911 in vergisini verdiğimiz zaman."

Pek çok tehlikelerle karşı karşıya bulunduğumuzdan hayat­ta .olmak iyi. Siz de katılın ve bu hayattan zevk alın. Mesleği­nizin sadece bir kısmında değil, dünyanızda faal bir rol oyna­yın, ve, kim bilir, bu kanlı asrın altın vaadi de belki gerçekle­şir. Bu arada da, senelerce süren gayret ve çalışmalarınızın meyvasını en fazla tatmin edici bir şekilde yiyecek, geçiminizi sağlayacaksınız—beşer ıstırabını gidererek. Çok talihli insan­larsınız. Allah hepinizin yardımcısı olsun.

Amerikan politika hayatında, son zamanlara kadar, elini ve ırki gruplarla ilgili pek çok fıkralar anlatılırdı. Fakat, maalesef, halk artık etnik ve dini fıkralardan alınmağa baş­ladı. Bunan neticesinde, politikacılar da, Zenci, Yahudi, Ir- landalı, Protestan, Katolik, ilh. fıkralarını anlatmaktan ka­çınıyorlar. Bu elbette bir kayıp. Bir zamanlar politikacılar, nutuklannı, böylesine anekdot ve nüktelerle süslediler.' Halk kendi etnik ve dini görüşlerini konu alan bu fıkralara gü­cenmez, hatta onlan başkalarının ağzından dinlemekten zevk alırdı. Mesela, Cumhurbaşkanı Lincoln pek çok dini anekdot anlatmışta. Günümüzde Amerikan politikacılannın bu neviden anektodlara dokunmak istemeyişi Stevenson'ı memnun etmiyordu.

Onun en fazla beğendiği dini fıkralardan biri şu idi: Ta­nınmış bir hanım resim yapmakla meşgul küçük kızına ne çizdiğini sorduğu vakit, kız "Allah" cevabını vermişti. An­nesi, "Benim biricik kızım, dedi. "Ama O'nun nasıl oldu­ğunu kimse bilmiyor ki." Küçük kız cevap verdi: "Ben çizip bitirdikten sonra herkes öğrenecek.''

Stevenson, tıpkı Lincoln gibi, gayet ciddi konulardan bah­sederken dahi nükte söylemekten kendini alamazdı. Bir gün, bir üniversitede eğitim üzerine konuşurken, hücre ar- kadaşıyle sohbet eden bir mahkûmdan bahsetti:

"Ben artık kitaplar okuyarak kendimi ıslah etmeğe, ken­dimi daha iyi yetişti^eğe kanar verdim. Sen hala alelade bir hırsız olarak mesleği yürütmeğe çalıştığın vakit, ben bir muhtelis olarak sanatı devam ettireceğim."

Hümorun, ifrat, gurur ve kibir, ve aptallığa karşı akıldan daha iyi bir silah olup olmadığı sorulduğu vakit, Stevenson cevap verdi: "Kanaatımca, bilhassa Amerikalılar için, hü- mor son derece tesirli bir silah olabilir, çünkü Amerikalı­lar hümor karşısında hissi insanlar. Fakat bu, hümorun akıldan daha tesrii bir silah olduğu demek değildir. Hü­morun, uzun vadeli olarak ele alındığı takdirde, akıldan daha tesirli olabileceğini düşünmek dahi istemem, fakat akıldan daha cazip olduğunu da kabul etmek gerek. Gayet tabiidir ki, ben, aklın galip gelmesi gerektiğine inanıyorum. Eğer gelmezse, karanlıklar içinde şaşırıp kalırız. Hümor aklın yerini tutamaz. Diğer taraftan, hümorun aklı zengin­leştirip, daha iyi anlaşılır bir hale getirdiği de bir gerçek."

Stevenson niye hitabelerinde nükteye yer verirdi? Kendi­sinden dinleyelim:

"Hümor, kanaatınca, Amerikalının kalbinde ve ^ruhunda yer almıştır. Biz hümordan hoşlanan insanlarız. Kendi du­rumum bunun iyi bir örneği. Fazla başarılı bir politikacı olmamakla beraber, Cumhuriyetçilerin şahsımı konu ya­pan hücumları, beni ülke çapında tanıttı, pek çok sadık ar­kadaşlar kazandırdı.. .. Halk, hümor hissine sahip bir insan olduğumu ve şahsımı bu memleket için vazgeçilemez telak­ki etmediğimi de biliyordu. Bir nutkumda, politikacılardan, her meseleyi açık ağızla ele alan devlet adamları diye bah­settim. Halk bu neviden sözlerden hoşlanıyor, çünkü onla­ra hitap eden diğer politikacılar her meseleyi açık kafa ile ele alacaklannı söylüyorlar. Her şeyin cevabını, her mese­lenin hal çaresini bilir gibi konuşan politikacılardan söz ederken, Macaulay'ın, zannedersem Brougham hakkında söylediklerini hatırlattım: 'Keşke onun her mesele hakkın- daki şahsi fikirlerinin sıhhatınden emin konuştuğu kadar, ben sadece her hangi bir şey hakkında emin olabilseydim.' Halk kendisine böyle hitap eden insanlardan hoşlanır; ken­dilerini ciddiye alan, kibirli, gururlu, şahısl^nı vazgeçile­mez gören politikacılardan hoşlanmaz."

İki defa cumhurbaşkanı namzedi seçilmesine rağmen, kendisini hiç bir zaman vazgeçilemez kabul etmediğini Ste- venson'un kendi şahsını konu alan şu fıkrasında da göre­biliriz:

Yıllarca süren politik bir hayat yüzünden doğduğum kasaba, Bloomington'u uzun zaman ziyaret edememiştim. Bir gün ni­hayet kasabamda bir nutuk vermemi istediler. Gerçi bando-mı- zıka ile karşılanmayı pek beklemiyordum, ama istasyonda hoş geldin diyen bir heyetin dahi bulunmayışı, ne yalan söyliyeyim, hayretimi mucip oldu. Her neyse, bavulumu yüklenerek otele doğru yürümeğe başladım. Yol, beni çocukluğumdan beri tanı­yan yaşlı Abe'nin dükkânı önünden geçiyordu. Beni görünce hafifçe başını kaldırdı ve "Merhaba, Ad," dedi. [Samimi ar­kadaşlar arasında Adlai ‘‘Ad" olur.] "Bir yere mi gitmiştin?"

CAdlai Stevenson'un bu fıkrası, bana, New York Titmes gazetesinin New York masasında çalışan bir gazeteci­yi hatırlattı. Gazetenin New York masasında 60 dan fazla gazeteci çalışır; bu gazetecilerin masalan yan yana ve ardı ardınadır. Yani her gazeteci diğerini iyi tanır.

Gazetenin şehir masasında çalışan bir gazeteci, muhtelif sebepler dolayısıyle iki sene uzak kaldıktan sonra, aynlığın verdiği ürkeklikle masasına döner. Oturur ve etrafına ba­kınır. Hepsi eski arkadaşlan. Yeni kimse yok. Fakat, kim­se kendisine hoş geldin demez. Nihayet yanındaki masada oturan deslekdaşı, daktilosundan başını kaldırır ve so­rar: “İzinli olman gereken bir günde burada ne arıyor­sun?")

Amerika'da pek çok Stevenson hayrankan bulunduğunu yakından biliyorum. Onlar, onun bilhassa kendi şahsına yönelttiği fıkralara bayılırlardı. Bilindiği gibi, Stevenson cu^lhurbaşkanlığı seçimlerini bir milli kahramana, Gene­ral Eisenhower'e kaptırmıştı. Bir gün, bir televizyon müla­katı sırasında, kendisine genç politikacılara her hangi bir tavsiyede bulunup bulunamıyacağı sorulduğu vakit şu ce­vabı verdi:

"Bir milli kahramana karşı katiyyen seçim mücadelesine girişmesinler."

Fransa Cumhurbaşkanı General de Gaulle Washington'u ziyaret ettiği gün, Washington'daki Amerikan Gazeteciler Derneğinin bir toplantısında konuşacaktı. Bindiği uçak, General de Gaulle'i Washington'a getiren uçağın konma­sı sırasında hava alanına geldiğinden, meydana inmesi ya­rım saat kadar geciktirildi. Toplantıya ancak yemekten sonra yetişebilen Stevenson, derhal kürsüye çıkarak, “am­ma da kötü talihim va^ış," dercesine başını salladı ve ko­nuşmasına başladı: "Benim de kaderim bu. K^ıma her yerde milli kahramanlar çıkıyor."

Stevenson, Cumhurbaşkanı Kennedy'nin, kendisine Ha­riciye Vekilliğini teklif edeceğini umuyor ve bekliyordu. Fakat Kennedy, Birleşik Amerika'nın Birleşmiş Milletler temsilciliğini ve^ekle yetindi. Stevenson, kendisine ikinci derecede bir iş verilmesinden dahi nükte ile bahsetmesini bildi. Dedi ki:

"Sekiz yaşındaki Jimmy, arkadaşı Bill ile oynamağa git­ti. 'Gel, hırsız-polis oynıyalım,' dedi. 'Ben polis olacağım, sen de hırsız.'

"Bill'in dört yaşındaki kardeşi Tommy, istekli bir sesle araya girdi: 'Ben de arada reklam olabilir miyim?' "

Birleşmiş Milletler'deki vazifesi hakkında da bir gazete­ciye şunları söyledi: "Bu iş insanı çileden çıkarıyor. Beni, burada kendi siyasetim yürütmekle itham edenler oldu. Ama şunu söyliyeyim ki, diğerlerinin politikalarını izah ve tatbik ederken zaman zaman rahatsızlık duymadım da de­ğil.

"Birleşmiş Milletlere gelen her meselenin bir evveliyatı bulunduğunu unutamayız. Önce Hariciye Vekaleti müzake­relere girişir, ve durumu çözülemez şekle soktuktan sonra da bizim kucağımıza yuvarlarlar."

Adlai Stevenson, Amerika cumhurbaşkanlığım iki defa elinden kaçılasım dahi nükte ile anlatabilecek kadar ol­gun ve hümor sahibi bir insandı.

Eisenhower'e ikinci defa mağlüp olması (1956) kendisine. Birleşik Amerika Senatosuna ezici bir çoğunlukla seçildik­ten sonra, altı yıl sonraki ikinci seçimde yine ezici bir ek­seriyetle mağlüp olan Senatör Tom Watson'u hatırlattı. Bu yenilgisi üzerine, Senatör Watson, Senatodaki son konuş­masında şunları söylemişti:

"Ben bu ulvi topluluk arasına Indiana'yı temsil etmek üzere gönderildiğim vakit sadece küçük bir z^ümre aleyhim­de rey kullanmıştı. Bugün ise, bir tek muhtelif rey dahi al­maksızın politikayı terkediyorum."

İkinci defa cumhurbaşkanlığı için mücadele ederken, Ste- venson'un bir torunu dünyaya geldi. Seçim neticeleri belli olunca, "Bir seçim daha kaybettim,” dedi, "ama- yeni bir to­run daha kazandım.”

İlk mağlûbiyeti gecesi söylediği söz, kitaplara geçecek ka­dar klasikleşti. Muhtelif anahtar eyaletlerden gelen haber ve neticeler Eisenhower'in mutlak bir zafer kazandığını gös­teriyordu. Bu sırada bir gazeteci, Stevenson'a, kendisini na­sıl hissettiğini sordu. Demokrat Partinin cumhurbaşkanı namzedi mağlûbiyet anında dedi ki:

"Yine beyle bir seçim mağlûbiyeti gecesinde hemşehrim Lincoln'ün (Cumhurbaşkanı Lincoln], yine böyle bir suale verdiği cevabı hatırlıyorum: 'Kendimi, gecenin karanlığın­da yalın ayak sokakta giderken ayağını taşa vuran çocuk gibi hissediyorum. Çocuk artık büyümüştü, bu yüzden gü­lemedi; ama çok da acıttığından, ağlayışındı.'"

XII

John F. Kennedy

Bir konudaki cazibe kuvvetinin yegane testi hü- mordur. Lâtifeye gelmiyen bir konu şüphelidir, ve ciddî bir şekilde imtihandan geçmeye tahammülü olmayan bir şaka da sahte bir nüktedir.

Aristo

Bir kimseye, kendi kendinin ahmaklığını göstere­bilen keskin bir hümor hissi, onu, irtikâp etmeğe değer günah ve çapkınlıklar dışındaki bütün günah ve çapkınlıklardan korur.

Samuel Butler

Ben bu memlekette kral kaldıkça mükâfatlandı- rılmıyacak bir tek nükte kalmayacaktır.

Shakespeare

A dlai Stevenson'a, Lincoln'ün bugünün Amerika'sında cumhurbaşkanı seçilip seçilemiyeceği sorulduğu vakit, "Hayır," cevabını vermişti. “Zannetmem. Lincoln, şüphesiz bir dahi idi, ve halkın dahilere karşı tutumunun da ölçü'sü yoktur. Fakat Lincoln'ün söylediği ırki ve dini nükteler gü­nümüzde tabu addedildiğinden, böyle bir ortam içinde Lin­coln'ün Cumhurbaşkanı seçilebileceğini zannetmiyorum.”

Bununla beraber, son yıllarda, bilhassa Kennedy devrin­de, Amerikan siyasi nüktesinde yeni bir rönesansın başla­dığını söylemek hiç de hatalı olamaz. Bu çağın başlıca nük­tedanı Cumhurbaşkanı Kennedy idi. Onun yarattığı nükte rönesansının devam edip etmeyeceği pek bilinemezse de,


Cumhurbaşkanı John Fitzgerald Kennedy'nin çok kısa süren cumhurbaşkanlığı devrinde Amerikan siyasi nüktesi en iyi temsilcilerinden birini yetiştirdi. Maamafih, Amerikan po­litika sahnesinde nüktenin yeniden canlanmasında büyük rol oynıyan bir diğer politikacının da Cumhuriyetçi-Muha- fazakar Senatör Goldwater olduğunu söylemek gerek.

Nükte, cesaret gibi, Kennedy'in şahsiyetindeki bir parça idi. Kennedy'nin şahsiyeti ve üslubu, hem köklü İrlanda ge­leneğini hem de Harvard üniversitesinin verdiği "ürbanite" yi aksettiriyordu. Kennedy, en müşkül şartlar altında dahi nükteli söz söylemesini bilen ender politikacılardan biriy­di. Evvelemirde, Kennedy ailesinin, felaket üstüne felaket geçirdiğini belirtmek gerek.

Taparcasına sevdiği ağabeyi İkinci Dünya Harbinde öldü. Pederşahi Kennedy ailesinde onun cumhurbaşkanı için ça­lışacağına daha yıllarca önce karar verilmişti. Hatta ağa­beyi hayatta olsaydı, John Kennedy'nin politikaya atılmı- yacağını dahi söyliyenler var. Kennedy'nin bir kız kardeşi, bebek yaşlarından itibaren akıl hastahanesinde idi. Kendi­si harpte bir bahriye subayı idi; hücum botu Japonlar ta­rafından torpillenmiş, mürettabatı ile birlikte günlerce ıs­sız bir Pasifik adasında kalmıştı. Sonralan, 1954 yılında bir ameliyat geçirdi, ölünceye kadar sırtında bir askı ile gez­mek zorunda kaldı. Kendisinin ve ailesinin maruz kaldığı bu felâket ve talihsizlikler onun stoik hayatını ve hayata istihzalı bakan görüşlerini nüktelerinde aksettirmekle be­raber, Kennedy'nin hümoru, hareket ve hayattan çekilmiş insanlarınki gibi acı değildi. Nükte, onun tükenmez canlılık ve cesaretinin bir parçası idi. Onun hayatı, Hemigway'in cesareti tarif edişine tıpatıp uyuyordu: "Baskı altında zara­fet."

Hayatının son yıllarında fikri ağrılar zaman zaman bü­tün vücudunu sarıyordu. Öte yandan, üç yıllık cumhurbaş­kanlığı devrinde devamlı surette milli ve beynelmilel baskı altında yaşadı. Fakat bütün bu ağrı, baskı ve endişelere rağmen, Kennedy, kendisini olduğundan küçük gösteren nüktelerine, beraber çalıştığı arkadaşlarını ve muhaliflerini mevzu olan hümoruna hiç bir zaman ara vermedi; dünya ahvalini en iyi gören ve sezen bir kimse olmasına rağmen, bu tehlikeli durumları dahi nükte ile ele almasını bildi.

Babalan Joseph P. Kennedy'nin başkanlığındaki Kennedy ailesi birbirlerine son derece yakın, geleneklere sımsıkı bağ­lı bir aile idi. Ele aldıkları her işi diğerlerinden daha iyi yapmaya çalışan, başarıya giden yolun çok çalışma ve azimden geçtiğini bilen bu ailenin fertleri daima birbirle­rine yardım ettiler. Kennedy, cumhurbaşkanlığı için nam­zetliğini ilan ettiği vakit yetmişlik annelerinden kızkardeş- lerine, eniştelerinden kuzenlerine kadar bütün Kennedy ailesi kampanyada fiili görev yüklenmişti.

Biraz önce de söylediğimiz gibi, Kennedy ailesi, ağabey­leri Joe Kennedy'nin cumhurbaşkanı olmasını istiyordu. Joe, kendine son derece güveni olan bir gençti. Fakat harp­te öldükten sonra, "batan" John'a, ve John'un ardından Ro- bert'e geçti. Ailenin reisi şu anda Massachusetts Senatörü Teddy Kennedy'dir.

Fakat birbirlerine böylesine yakın ve sadık insanlar olma­larına rağmen, John Kennedy'nin nüktelerinden, başta ba­baları olmak üzere, ailenin hiç bir ferdi masun değildi. Ger­çekte, Kennedy "aşiret"inin beraberliği ve iyi niyeti, nükte ve şaka için iyi bir hedef teşkil ediyordu.

Babası Joseph Kennedy, Cumhurbaşkanı Roosevelt'in 1936 kampanyasına bir kaç yüz bin dolarlık teberruda bulundu­ğundan, seçimlerden sonra Londra elçiliği ile mükâfatlan­dırılmıştı (1937). Amerika'da partilerin seçim kampanyala­rına fazla miktarda teberruda bulunanların elçiliklere atan­maları adettir. Son yıllarda Londra, Paris, Moskova gibi anahtar elçiliklere meslekten yetişme kimseler gönderil­mekte ise de, halen dünyanın muhtelif yerlerinde Ameri­ka'yı temsil edenler arasında, sırf kazanan partilere mali yardım yaptıklarından ötürü .elçilikle mükâfatlandırılanlar bir haylicedir. Cumhurbaşkanlığı kampanyası sırasında C 1960) Kennedy'nin de, seçimi kazandığı takdirde, kampan­yaya büyük mali yardımlarda bulunan kimseleri elçiliklere tayin edeceği söyleniyordu. Bir konuşmasında buna değin­di:

“Y^rt dışına elçi olarak göndereceğimiz kimselerin tecrü­beli diplomatlar olmaları gerektiğine gelince, biz böyle dü­şünenlerle tamamen hemfikiriz. Filhakika, geçen yılın ba­şında da söylediğim gibi, eğer bu seçim mücadelesini başa­rıya ulaştırabilirsek, kampanyamıza ne kadar mali yardım­da bulunmuş olurlarsa olsunlar, hariciyeci olmadıkça ken­dilerini elçi tayin etmiyeceğimizi belirtmiştim. Bu bildiriyi yayınladıktan bu yana, babam, seçim kampanyamıza mete­lik teberru etmedi."

Kennedy'nin babası çok zengindi. Kennedy'nin politik düşmanları da, babasının serveti sayesinde seçimleri para ile satın alacağını söylüyorlardı. Kennedy bundan da bah­setti:

"Biraz önce babamdan şu telgrafı aldım lKennedy, ce­binden bir kağıt çıkararak okumağa başladı.]: 'Oğlum, lü­zumundan fazla bir tek rey dahi satın almağa kalkışma. Ezi­ci bir zafer için gerekli bütün reyleri satın alacak kadar pa­ram yok.'''

Kennedy daha orta mektep sıralarında iken iyi bir nük­tedan olacağını gösteriyordu. Bir gün eski bir dostları ziya­retlerine gelmişti. Yemek sırasında, konu, 'birdenbire dile­nin mali durumuna çevrildi. Bu, babaları Joseph Kennedy'- yi derinden ilgilendirdiğinden, ailenin genç üyelerinin gelişi güzel para sarfettiklerinden şikayet etmeğe başladı. Bilhas­sa genç kızlarından biri üzerinde duruyordu. Babası ^tara­fından haşlanmaya fazla tahammül ederniyen kız, gözyaş­larını tutamıyarak masadan ayrıldı. Biraz sonra döndüğü vakit sofradaki hava hala gerginliğini muhafaza ediyordu. Fakat genç Kennedy havayı derhal yumuşattı:

"Artık üzülmene mahal yok, kardeşim. Biz bu meseleyi de hallettik. Babamızın, bizi geçindirmesi için, daha fazla çalışması gerektiğine karar verdik.''

Gerçi seçim kampanyası sırasında Kennedy'in nükteleri ülkenin her tarafına yayıldıysa da, Cumhurbaşkanı seçil­dikten sonra, basın, onun nüktelerine daha fazla yer ver­meğe başladı. Cumhurbaşkanlığı vazifesini resmen üzerine aldığı günün gecesi Washington'un büyük otellerinde balo­lar verildi. Cumhurbaşkanının, kansıyle birlikte bu balola- n ziyaret etmesi ve bir müddet kalması gerekiyordu. Her baloda bütün gözler, tabiatıyle, cumhurbaşkanına ve eşine çevriliyor, onların her hareketi, giydikleri, inceden inceye tetkik ediliyordu. Cumhurbaşkanı Kennedy, bu balolardan birinde konuşurken şunlan söyledi: "Geceyi bundan daha iyi nasıl geçireceğimizi bilemiyorum—siz bize bakıyorsunuz, biz de size.”

Vazifeyi devir alırken, Kennedy, sözlerine şöyle başlamış­tı: "Bugün burada bir partinin zaferini kutlamak için de­ğil, bir hürriyet bayramını kutlamak, bir başlangıç olduğu kadar bir sonu sembolize eden bir hürriyetin bayramını kutlamak için toplandık."

Cumhurbaşkanlığı vazifesine bilfiil başladıktan kısa bir müddet sonra, Demokrat Partinin seçim kampanyası sıra­sında yüklendiği borçları ödemek üzere verilen büyük bir ziyafette (bu ziyafetlerde davetliler yemek ücretlerini cep­lerinden öder, kar da partiye kalır), borcun ödenmesinde partililere ve kendisi gibi zenginlere düşen rolü şöyle an­lattı:

"Bu gece burada hürriyetin zaferini kutlamak için değil, paartimizin bir zaferini kutlamak üzere toplandık. Çünkü ecdadımızın hemen hemen bir sene üç ay önce yüklendiği parti borcunu ödemeye yemin ettik."

" ... Eğer partimizin pek çok fakir üyeleri Demokrat Par­tiye yardım etmezse, bir kaç zenginimiz de partimizi kur­taramaz."

(Kennedy, bu son cümlesinde, gerçekte, vazifeyi devir alırken verdiği nutkundaki bir sözünü hafifçe değiştirmiş­ti. O zaman demişti ki: "Eğer hür bir cemiyet, fakir olan pek çoklanna yardım elini uzatamazsa, zengin olan azınlı­ğı koruyamaz.)

Kennedy, cumhurbaşkanı olarak verdiği ilk nutkunda şunları da söyledi: "Vatandaşlarım, memleketim benim için ne yapacak diye sormayın, memleketim için ne yapabilirim diye sorun."

Amerika'nın kuzey-doğu Kanada sınırındaki Maine eya­leti nefis ıs^hozları ile tanınır. Maine Tuzlusu Çiftlikleri adlı bir ıstakoz çiftliğinin sahibi Edward Myers, nutuktaki bu kelimeleri hatırlatan şu telgrafı Cumhurbaşkanına gön­derdi:

BEYAZ EV'DE ŞİDDETLİ BİR MAINE ISTAKOZU SIKIN­TISI ÇEKİLDİĞİNİ EYALETİMİZ SENATÖRÜ MUSKIE'NİN GAZETELERDE ÇIKAN BEYANATINDAN ÖĞRENMİŞ BU­LUNUYORUZ. BİZ, NEREDE VE KİM OLURLARSA OLSUN­LAR, BU ÜLKEDE SIKINTI VE ISTIRAP İÇİNDE ÇIRPINAN HİÇ KİMSE VE HİÇ BİR YER GÖRMEK İSTEMİYORUZ. BUN­DAN BÖYLE, BU SABAH DEMİRYOLU EKSPRESİ İLE, TEK ELLE YENECEK KADAR KÜÇÜK BOYDA, FAKAT BİRİK­MİŞ BÜTÜN ARZU VE İŞTAHLARI TATMİN EDECEK BÜ­YÜKLÜKTE, ONALTI CANLI ISTAKOZ GÖNDERİLDİ. BEN, MAINE İÇİN NE YAPABİLİRİM DİYE SORMAYIN, MAINE BENİM İÇİN NE YAPABİLİR DİYE SORUN.

Cumhurbaşkanı Kennedy, kısa bir müddet sonra, Maine Tuzlusu Çiftlikleri sahibi Edward Myers'e şöyle teşekkür etti:

MAINE ISTAKOZLARI CIVIL CIVIL OYNAŞIR HALDE VASIL OLDU. MAHALLİ SIKINTILARI GİDERMEK İÇİN DERHAL HAREKETE GEÇTİĞİNİZDEN ÖTÜRÜ MİNNETTA­RIM. BİR KAÇ TANESİNİ İSTİHLÂK ETTİKTEN SONRA, TUZLUSU ÇİFTLİKLERİNİN ELİNDEKİ ARTIK ISTAKOZ­LARIN DOĞURDUĞU MESELELERİN EN İYİ VE ÂDİL BİR TARZDA HALLEDİLECEĞİNE ŞİMDİ İNANIYORUM.

Kennedy, 1961 baharında Thomas E. Edison adlı nükleer demzaltı gemisini teftiş ederken hava soğuk ve ^rüzgârlı idi. Bir ^^p balık-adam da dalgıç kıyafetleriyle nhtımda “ha^ ol" vaziyette bekliyordu. Cumhurbaşkanı, resmi merasimin kısa sünesini istedi, ve bu arada da, soğuktan dişleri biri- birine vururcasına titreyen bir balık-adamına yaklaşarak dedi ki: "Amiral, bana, sizlerin soğuktan zerrece müteessir olmadığınızı söyledi." Denizci, güldü ve Kennedy şunlan ilâve etti: "Biz hemen gidiyoruz, siz de içeri girip ısının." Cumhurbaşkanının bu sözüne balık-adam şu cevabı verdi: "Bay Cumhurbaşkanı, sizinle tanışmak için burada soğuk­ta ebediyen. du:rmağa hazırım." Kennedy o zaman dedi ki: "Teşekkürler, fakat hemen giyinmezseniz bu son görüşme­miz olur."

Cumhurbaşkanı bir gün Beyaz Evin bahçesini gezerken, yeniden düzenlenmiş bahçeyi, çiçekleri hayranlıkla se^^- diyordu. "Bu bahçe, bu hükümetin gerçek bir başarısı ola­rak kitaplara geçebilir," dedi.

Kennedy, ekseriya ciddi bir reaksiyonunu da hümorla maskelemesini biliyordu. Look mecmuasının bir muhabiriy­le mülakatında, gazeteci, aleyhinde söylenen kötü bir dedi­kodudan bahsedince, şu cevabı verdi: "Sen o sözleri yazar­san, ben de Look dergisini satın alabilirim."

Kennedy'nin babası rekabeti seven haşin bir iş adamı ola­rak biliniyor idiyse de, yakından tanıyanlar onun gerçekte nazik ve müşfik bir ad^n olduğunu söylerlerdi. Bununla beraber, Joseph Kennedy kendisinden mübalağalı ifadeler­le bahsedilmesinden hoşlanıyordu. Bunun içindir ki, gerek kendisi ve gerekse oğlu John, yaratılmağa çalışılan bu mi­tosu yalanlamak için gayret sarfetmediler. Kennedy'nin kız kardeşlerinden biri evlendiği vakit, bir gazete Joseph Ken­nedy'nin bürosunda ^ilışanlardan birinin ^nlümseyerek dü­ğün masrafının altı rak^nli olduğunu söylediğini yazdı. O vakit senatör olan Kennedy ise bu haberle ilgili olarak, "Hi­kayenin palavra olduğunu herkes biliyor," dedi. "Çünkü babamın bürosunda kimse gülmeğe cesaret edemez."

John, kardeşi Robert'e 1944 te Pasüikteki Salomon adala­rından şu mektubu gönderdi:

Evden senin yem.in merasimini anlatan gazetenin küpürünü gönderdiler. Bir de fotoğrafın yayınlanmıştı. Gerçekten ilham verici bir fotoğraf—bilhassa yakından tetkik ettiğim vakit, sır­tındaki ceketin benim damalı ceketim olduğu anlaşılınca.

Sen orada benim ceketimle dolaşırken benim burada ne yap­tığımı bilmek isterim. Kim bilir, belki, kız ve erkek kardeşle­rimin güvenlik içinde yaşamaları için benim buraya gönderil­mem gerekiyordu. Ben böyle düşünmüyorum. Sen güvenlik içinde olmak istiyorsan benim buna hiç bir diyeceğim yok—ama benim ceketimle değil, kardeşim.

Kennedy'nin istihzalı nüktesi karşılaştığı bütün krizler boyunca kendisini terketmedi. Harpte PT-109 hücum botu Japonlar tarafından batırılmış, teğmen Kennedy ve müret­tebat günlerce ıssız bir adada yaşamak zorunda kalmışlar­dı. Nihayet bir diğer hücum botu (PT-157) onları buldu ve günlerdir kalan Kennedy ve adamlarına doğru yaklaşır­ken, bu hücum botundaki subay bağırdı: "Hey, Jack!" (Sa­mimi arkadaşlar arasında John ismi “Jack” olur.)

Kennedy cevap verdi: "Neredeydiniz yahu, kayboldunuz mu?"

Yaklaşmakta olan hücum botundaki subay yine seslendi: "Size yiyecek getiriyoruz."

Kennedy, günlerdir bekleşmelerine, yiyecek sıkıntısı için­de bulunmalarına rağmen, hümor hissini yine de kaybet­memişti. Sakin bir sesle cevap verdi: "Hayır, teşekkür ede­riz. Biraz önce Hindistan cevizi yedik."

Yıllar sonra küçük bir Amerikan vatandaşı California'da kendisine şu suali sordu: "Bay Cumhurbaşkanı, bir harp kahramanı nasıl oldunuz?" “Katiyen elimde olmayan se­bepler yüzünden,” cevabını verdi. "Gemimi batırdılar.”

Cumhurbaşkanı, her yaştaki insanın seviyesine inebile­ceğinin bir diğer örneğini, küçük Peter Galbraith'e gönder­diği mektubunda (l Nisan, 1976) gösterdi. Peter, meşhur Amerikan iktisatçısı ^rof. John Galbraith'in oğlu idi. Ken­nedy, Harvard Üniversitesinde kendisine hocalık etmiş Gal- braith'i. Hindistan’a elçi tayin etmişti. Fakat küçük Peter, evindeki hayvanlarından ayrılıp Hindistan’a gitmek istemi­yordu. Cumhurbaşkanı, bunun üzerine, Peter'e şu mektubu gönderdi:

"Sevgili Peter:

"Babandan, mektebini ve arkadaşlarını bırakıp Hindis­tan’a gitmek istemediğini öğrendim.

"Ne hissettiğini bilmiyor değilim. Benim bab^rn da 20 se­ne öncesi elçi olanak Londra'ya gönderildiği vakit, bizim ai­lemiz de kopmuştu.

"O yıllarda benim kardeşlerim de hemen hemen se­nin yaşında idiler. Onlan da, eski arkadaşlarını bırakıp ye­nilerini bulmak zorunda kalmışlardı.

"Baban, hayvanlarla senin çok ilgilendiğini söylüyor. O takdirde, Hindisen, senin için fevkalâde bir yer. Fillerden kobralara kadar aklına gelen her türlü hayvan orada pek bol. Bununla beraber, kobralara karşı çok dikkatli bulun­mak gerektiğini de orasını iyi bilenler söylüyor.”

Cumhurbaşkanı Kennedy, mektubuna, haşiye- olarak şun­ları eklemişti: "Ben de seninle beraber gitmeyi arzu etmiyor değilim."

Cumhurbaşkanlığı seçim kampanyasında, halk, Kennedy' ye, zaman zaman çeşitli yiyecek ve giyeceğe kadar eğlendi­rici hediyeler de veriyordu. Bir kasabada kendisine 30 kilo ağırlığında bir karpuz takdim edildiği vakit, Kennedy, yap­macık bir dehşetle irkilerek sordu: "Hala canlı mı?"

Cumhurbaşkanı Kennedy, 34 yaşındaki kardeşi Robert'i adliye vekili tayin etmek istediği vakit, Robert de dahil, Cumhurbaşkanının mesai arkadaşlarından çoğu aleyhte idiler. Maamafih, Cumhurbaşkanı karar ve^nlş, kardeşini tayin edecekti. (Amerika'da cumhurbaşkanı seçimi ile yeni cumhurbaşkanının resmen vazifeyi devir alması arasında üç ay kadar bir zaman geçer. Bu müddet zarfında da yeni cumhurbaşkanı kabinesini hazırlar ve ilan eder.) Cumhur­başkanının (cumhurbaşkanı-seçilen demek daha doğru ola­cak) arkadaşlarından biri Robert'in adliye vekilliğine ge­tirildiğini nasıl ilan edeceğini sorduğu vakit, John Kennedy şu cevabı verdi:

"Geceyarısı saat 2 sularında Washington'daki evınuzni kapısını açıp sağa sola bir göz atacağım. Eğer sokakta kim­se yoksa, fısıltılı bir sesle ilan edeceğim: Robert'i tayin et­tim."

Tayinin, televizyon ve gazete vasıtasiyle resmen bildiril­diği gün, Cumhurbaşkanı Kennedy, toplantı salonuna girer­ken yarındaki kardeşi Robert'e dönerek, "Tara şu saçları­nı," dedi. "Ve çok da gülümseme. Herkes bu tayinin bizi çok memnun ettiğini sanacak."

Robert'in, adliye vekilliğinin başına getirilmesi gazeteler­de acı tenkitlere yol açmıştı. Fakat Cumhurbaşkanı Kennedy tenkitçilere yine de nükte ile cevap verdi: "Robert'in avu­katlık mesleğine başlamadan önce biraz tecrübe kazanma­sının yanlış ve mahzurlu olacağını hiç zannetmiyorum.”

Başka bir zaman da şunl.an söyledi: "Akrabalarımı hangi mevkilere getireceğimi düşünürken dört yaşındaki Master Robert Kennedy ziyaretime geldi ve iş istedi. Ben adalet ve­killiği sandalyesinin doldurulduğunu söyledim." (Master, adliye vekili Robert'in oğluydu.)

Küba krizi sırasında, o zamanki Savunma Vekili Robert McNamara (halen dünya bankası başkanı) ile birlikte önemli bir konferansa gideceği sırada kızı Caroline'nin Be­yaz Evin bahçesinde koşuştuğunu gördü.

Cumhurbaşkanı, "Caroline," diye bağırdı. "Yine mi şe­ker yiyorsun?"

Kızından cevap alamayınca, Cumhurbaşkanı sualini tek­rarladı: "Caroline, şeker mi yiyorsun? Cevap ver: evet, ha­yır veya belki.”

Ülkenin büyük ve popüler dergilerinden biri, 1961 Tem­muz sayısında Kennedy kardeşlerin giyimlerinde titiz olduk­larını yazmış, onların "giyim-şuurlu" olduklarını söylemiş­ti. Cumhurbaşkanı Kennedy, yazının muharririne telefon ederek dedi ki:

"Giyim şuurlu Kennedy kardeşler demekle kimi kastedi­yorsun? Belki ben giyim şuurluyum, ama Robert, hayır. Siz onun iyi giyindiğini mi zannediyorsunuz? Yakalarının uç­ları düğmeli gömleklerden hala vazgeçemeyen bir insan nasıl giyim şuurlu olabilir? T^dıklarım arasında o göm­lekleri hâlâ kullanan diğer iki kişi, Chester lbir Amerikan diplomatı, Hindistan elçiliği yaptı) ile Adlai (Adlai Steven- son].”

Kennedy'nin 1960 seçim mücadelesi sırasında West Vir- ginia eyaletindeki bir toplantıda küçük kardeşi Edward (ha­len senatör), halkı coştu^ak için ağabeyini şöyle takdim ediyordu:

"Bu memlekete hakiki liderliğin ne olduğunu gösterecek birini seçmek istemez misiniz? Cumhurbaşkanlığı mevkiin­de, cesaretli, azimli, uzak görüşlü bir kimseyi görmek iste­mez misiniz?"

Cumhurbaşkanı namzedi Kennedy, kardeşinden mikrofo­nu aldıktan sonra nutkuna şu sözlerle başladı:

"Kardeşime şunu söylemek isterim: otuz beş yaşına gel­meden cumhurbaşkanı seçilemezsin."

John Kennedy'nin nükteleri lrlandalı tabiatı kadar şah;_ sının bir parçası idi. Onun nükteleri, çabuk, cevval, nüfuz edici bir kafanın ve hayatı olduğu gibi kabul etmekten mü­tevellit bir istihza hissinin de mahsulü idi. Kennedy, bir kaç defa ölümle karşı karşıya kaldığından, hayat ve servetin gelip geçici olduğunu yakından biliyordu. Bunun içindir ki, şahsını ve etrafındaki dünyaobjektif bir tarafsızlıkla ele aldı. Bundan beyle, yakın arkadaşı Dave Power'in doğum gününde hediye ettiği gümüş bira bardağına yazdırdığı şu satırlar, hayatı nasıl gördüğünü de anlatıyor:

"Gerçek olan üç şey vardır

Allah,, beşerin aptallığı ve gülme. llk ikisi bizim idrakimiz dışındadır, O halde verelim kendimizi üçüncüsüne."

Bir gazeteci, bu kıtanın kaynağını bulmak IçIh epeyce araştırma yapıldığını yazdı. Aubrey Mennon adlı şairin "The Ramayana"sından alınan bu pasajı, maamafih, Ken­nedy ezbere biliyordu.

Cumhurbaşkanlığı seçiminde 60 milyon Amerikalı rey kull^anmış ve Kennedy, rakibi Nixon'dan sadece 125,beO faz­la rey alarak seçilmişti. Kennedy, vatandaşlarının hemen hemen yansının kendisi aleyhinde rey kullandığını, Chica­go’daki bir konuşmasında şöyle anlattı:

Bir müddet önce [Massachusetts'in] Fail River kasabasında belediye başkanı bir tek rey farkıyle kazanmıştı. Fakat adam­cağız artık sokağa çıkamaz olmuştu. Daha evinden ilk adımı atar atmaz, yanına biri yaklaşıyor, "Merhaba, Başkan Bey,” de­dikten sonra ilâve ediyordu: “Sizi bu mevkie ben getirdim." Bu gece kendimi o belediye başkanı gibi hissetmiyor değilim. Eğer sizler—ki 5,500 kişisiniz—karşı tarafa rey vermiş olsaydınız, bugün Cumhurbaşkanı ben olmayacaktım.

John F. Kennedy, cumhurbaşkanlığı mevkiinin kendisine getirdiği kudret ve sağladığı prestije rağmen, hala beşeri bir yaratık olduğunu unutmuyor ve bundan böyle, kendisi­nin, aynı zamanda, hemcinslerindeki kusur, aptallık ve be­ceriksizlikleri de yüklendiğini idrak ediyor, bu vasıfların cumhurbaşkanı olmakla kaybolmayacağını biliyordu. Bu bilgi, ona, en mütevazisinden en büyüğüne kadar herkesle bir beşeri yaratık olarak temas edebilme imkanını sağladı.

İnsanoğlunun aptallık ve kusurları, Cumhurbaşkanına, aynı zinanda, herkesle şaka yapabilmek veya hafif fakat nükteye ihtiyaç gösteren her konuyu hümorla ele alabilmek vasfını da ve^dişti. Kilise dahi onun nüktelerinden uzak kalmadı. Bir defasında platfo^nu paylaştığı mümtaz zevat arasında tanınmış fakat cüsseli, şişman bir papaz da var­dı. Papazın konuşmasından sonra kürsüye çıkan Cumhur­başkanı, toplantıya hitap etmenin kendisine bir "ilham kay­nağı” olduğunu söyledi. "Zira, devamlıca oruç tutmanın ve dua etmenin beşeri yaratıklar üzerinde ne gibi tesirler hu­sule getirdiğini, kendim dine adamış geleneksel bir deri bir kemik, tarik-i dünya adamlarından birinin kendi vücuduyle de ispat etmiş olduğunu gö^nek gerçekten bir ilham kay­nağı."

Acı ve ıstırap çekmiş olmasına rağmen, fevkalade bir hü- mor hissi ile müka.fatlandırıldığından gülmesini biliyordu. Şahsını ve dünyayı küçümsediğinden değil, fakat her iki­sinin de sınırlarım iyi bildiğinden kendi kendisine de güle­biliyordu.

Senatoya seçildiği yıl C1952) Massachusetts eyaletinde ta­nınmış bir tek gazete dahi Kennedy'yi desteklememişti. Fa­kat seçimden önce ünlü Boston Post gazetesi, Kennedy'in ra­kibi Lodge'a sırt çevirerek Kennedy'ye döndü.

Seneler sonra, bu gazetenin desteğini kazanmak için, Kennedy'nin babasının gazeteye 500,000 dolar borç verdiği ifşa edildi. Senatör Kennedy, bu konu ile ilgili bütün soru­ların babasından sorulmasını istiyor, hiç birini cevaplandır­mıyordu. Maamafih, bir gün bu konu hakkında bir iki sual soran bir gazeteci ayrılırken, Senatör Kennedy gülümseye­rek dedi W: "Ne yapalım, yapılacak başka bir şey yoktu. Massachusetts'de bir tek gazete dahi bizi desteklemiyordu. O gazeteyi satın almaktan başka çaremiz kalmamıştı."

Kennedy 1952 senesinde senatör olmağa karar verdiği va­kit, karşısında, Boston şehrinin pek tanınmış ailesinin çocuğu Henry Cabot Lodge vardı. (Lodge, senatörlüğü Ken- nedy'ye kaptırdı. Cumhurbaşkanı Eisenhower de kendisini Amerika'nın Birleşmiş Milletlerdeki temsilciliğine getirdi. Lodge, 1960 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Cumhuriyetçi parti listesinde Cumhurbaşkanı Muavini namzedi idi.) Ken­nedy ailesi efradı seçimde vazife aldı. Kadınlar eyaletin her tarafında çaylar tertipliyor, kadınların reylerini çekmeğe çalışıyordu. Bu çaylı toplantılarda zaman zaman senatör namzedi Kennedy de konuştu. Böyle bir toplantıda seçimin neticesinden endişe durmadığını şu sözlerle ifade etti:

“Bir defa, bazı garip sebeplerden ötürü, Massachusetts'- deki kadın nüfusu erkekten fazla. Kadınlar daha uzun ömür­lü oluyorlar. Sonra, benim büyük bab^rn müteveffa John Fitzgerald Kennedy, otuz altı yıl ence, şimdiki muanzım Henry Cabot Lodge'ın büyük babasına karşı senatörlük mü­cadelesine girişti ve o yıllarda kadınlara rey hakkı tanın­madığı için, seçim sadece 30,000 reyle kaybetti. Bu seçimler­de eyaletimizin kadın seçmenleri üzerinde iyi bir izlenim bırakarak, otuz altı yıl önceki farkı kapatıp seçimi kazana­cağımı umuyo^rum."

Kennedy'nin nükteleri, cesareti gibi, sadık bir arkadaş olarak tekrar tekrar ona hizmet etti. Senatör iken verdiği bir nutukta, bir gün Kongre binasındaki asansörün kalkma­sını beklerken, bir diğer yolcunun kendisine, "dördüncü kat,” dediğini söyledi. (Yolcu, Senatör Kennedy'yi asansör- cü sanmıştı.)

Senatör seçildikten sonra, "Basın toplantısı" adlı bir ^rad­yo programına davet edildi. Bir kaç hafta sonra, programı dinleyenlerden gelen bir mektupta, sorulanlara gayet ye­rinde cevaplar verdiğinden kendisini tebrik ettikten sonra, şöyle yazılıyordu: "Ne var ki, akıllı ve zeki bilinen gazete­cilerin böylesine manasız ve aptalca sualler somaları insa­üzüyor."

Bu "akıllı ve zeki bilinen gazeteci" Kennedy'nin yakın bir arkadaşı idi. Senatör Kennedy, mektubu, şu notla birlikte gazeteciye gönderdi: "İlişikteki ^mektubun seni ilgilendirece­ğini düşündüm.”

Âmme adamı olarak, Kennedy, nadiren kızgınlığına ifşa etti, sert ve haşin sözler yerine nükteli cevaplar vermeyi tercih etti. Senatörlük için mücadele ederken, küçük bir ka­sabada bir dinleyici bağırdı: "Kennedy, babanın, sana veri­lecek her rey için iki dolar vadettiğini duydum. Senin gibi zengin bir adama böylesine tamahkarlık yaraşır mı?"

Kennedy şu cevabı verdi: "Bunun doğru olmadığını artık herkes biliyor. Ama şurası da gerçekten elem verici: senin reyinden başka verecek bir şeyin yok, ve onu da satmağa hazırsın."

Senatör iken bir hitabesinde söylediği nükte şoförler ara­sında epeyce ^^^tü koparmıştı. Kennedy demişti ki: "Top­lantınıza az kalsın yetişemeyecektim. Fakat bereket versin, ehil bir şoför sıkışık trafik arasından ustaca sıyrılarak vak­tinde yetiştirdi. Bunun üzerine, kendisine yüklü bir bahşiş verip, reyini de Demokrat partiye veznesini söylemeyi dü­şünürken, Senatör Green'in bana söylediklerini hatırladım: Şoföre hiç bahşiş vermedim, ve arabasından. inerken de re­yini Cumhuriyetçi partiye vermesini söyledim.”

AP ajansı bu hikayeyi olduğu gibi verdi, ve Amerika’nın her tarafındaki kızgın şoförlerden mektuplar yağmağa baş­ladı. Senatör Kennedy, .AP ajansı ileri gelenleriyle görüş­tükten sonra, ajans hikayesinin bir şaka olduğunu söyliye- rek fazla bir yana imadan sıyrıldı.

John F. Kennedy, 1960 seçimlerinden iki yıl önce, 1958 de cumhurbaşkanlığı için namzetliğini koyacağını ilan etmiş, ve hemen teşkilatını ku^nağa başlanıştı. Gazeteler, De­mokrat partinin diğer c^umhurbaşkanı namzetleri arasında Missouri Senatörü Stuart Symington ile Texas Senatörü Lyndon Johnson'ın isimleri üzerinde bilhassa duruyordu.

Amerikan Gazeteciler Derneği, bir toplantısında, bu üç senatörü davet etti ve kendilerinden birer konuşma istedi. İlk konuşma Kennedy'nindi. Massachusetts'in genç senatö­(ki cumhurbaşkanlıkla namzetliğini koyacağını resmen açıklamıştı) sözlerine şöyle başl^ü:

Geçen gece 1960 yılının rüyasını gördüm. Bu rüyamı dün Stuart Symington ve Lyndon Johnson'a da anlattım. Rüyamda, allahın yatak odama gelerek başımı sıvazladıktan sonra, "John Kennedy, seni Birleşik Amerika’nın Cumhurbaşkanı yapıyo­rum," dediğini söyledim.

Bunun üzerine, Stuart Symington, "John, ne tuhaf, geçen ge­ce ben de seninkine .benzer bljvj-üya gördüm,” dedi. "Allah be­nim yatak odama ..geldi,' ye.'-Jsenii^ırlattığın şekilde, başımı sı­vazladı ve Stuart' Şymington,' §ehi jjnştleşik Amerika ve Kainatın Cumhurbaşkanı yapıyorum/’ 'dediğini söyledi.

Lyndon Johnson, ben (m ve. Stuart Symington'un rüyalarını dinledikten sonra, "Beyler., gerçekten çok tuhaf şeyler söylüyor­sunuz," dedi. "Geçen.gece beri de -!5izlerinkine benzer bir rüya gördüm, ama hiç biriniz. bahsettiğiniz o mevkilere tayin ettiği­mi hatırlamıyorum."          i •'

Indiana eyaletinin tanınmış gazetesi The Indii^a.napolis Star, 1960 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Kennedy'nin rakibi Richard Nixon’u destekliyordu. Kennedy, eyaletin Ande^^n kasa^basındaki nutkuna şöyle başladı:

Buraya geldikten kısa bir müddet sonra, kasabanızın büyük bir talihsizliğe uğradığını, bankanın soyulduğunu söylediler. Ben, şimdi, yarın Indianapolis Star'ın birinci sayfasında şöyle bir haberin görüleceğine eminim: "Demokratlar geldi ve banka so­yuldu."

Kennedy’yi dinleyenlerin çoğunu çok defa öğrenciler teş­kil ediyordu. Ohio eyaletinin Girard şehrinde çocuk ve genç­lerin bilhassa fazla sayıda olduğuna dikkat eden Kennedy gülümseyerek dedi ki: "Rey kullanabilme hakkını dokuz ya­şına indirirsek, bu eyaleti ezici bir çoğunlukla kazanacağı­mıza eminim."

Miami’de (Floridal de genç kız ve kadınlar çoğunlukta idi. Kennedy şunlan söyledi:

Senatodaki vazifeme başlamak üzere 1952 de Washington'a geldiğim zaman, büromda sekreter olarak çalışmaları için ken­di eyaletim Massachusetts'den müteaddid genç kızı da berabe­rimde getirmiştim. Onların hepsi evlendi. Bunun üzerine, Mas­sachusetts'den tekrar genç kız ithal etmek zorunda kaldık. On­lar da dünya evine girdiler. Eğer aranızda, Florida'da evlenme şansının az olduğunu düşünen genç kız ve hanımlar varsa, gelin, benimle beraber çalışınız. Kısa zamanda kısmetinizin çıkacağını garanti ederim.

Cumhurbaşkanı John Kennedy'nin kardeşi müteveffa Ro- bert Kennedy de iyi bir nüktedandı. Adliye Vekili olarak bir üniversitenin diploma töreninde konuşurken şunlasöyle­di:

"Senelerce önce gece yanlarına kadar çalışan bir avukat­tım. Ama elime senede ancak 4,200 dolar geçiyordu. On se­ne sonra Birleşik Amerika Adliye Vekili oldum. O halde gö­yorsunuz ki, hayatta başarılı olmak için, ağabeyinizin cumhurbaşkanı seçilmesi gerekiyor."

Bir başın konferansında (1964), Robert Kennedy'ye, Cum­hurbaşkanı Johnson'un listesinde muavinliği kabul edip et- rniyeceği soruldu. Verdiği cevap şu: ‘‘Sualiniz bana ağabeyi­mi hatırlattı. Ona böyle bir sual so^rulduğu vakit, bunun, bir kıza, konuştuğu erke^n evlenme teklifini kabul edip etrni- yeceği sorulduğunu akla getirdiğini söylüyordu.''

Robert Kennedy daha sonra New York eyaletinden sena­tör seçildi. Bir ^gün bir toplantıda kendinden evvel konuşan hatip, ünlü avukat Louis Nizer idi. Nizer, fevkalade hitabet kudretine sahip bir inanıdır. Robert Kennedy, iyi bir nük­tedan olmasına rağmen, Nizer çapında bir hatip değildi. Sözlerine şöyle başladı:

Muhterem Louis Nizer'den sonra konuşmak talihsizliğine uğ­ramam, bana, her yerde ve her zaman bilmem hangi tarihteki Johnstown su baskınından bahsederek muhataplarının öldüre­siye canını sıkan adamı hatırlattı. Bizim kahraman öldükten sonra öteki dünyada Cebrail'i bularak, “Derhal bir grup insan topla,” dedi. "Onlara Johnstown su baskınındaki kahramanlı­ğımdan, düzünelerle insanı nasıl kurtardığımdan bahsedeceğim.”

Cebrail, "Pek fili, istediğini :yapayım,” dedi. "Yalnız unutma ki, hitap edeceğin kimseler arasında Nuh Peygamber de bulu­nacak."

Kennedy 1960 yılında Demokrat partinin cumhurbaşkan­lığı namzetliğini ele geçirmeğe çalışırken karşısındaki en büyük rakip Senatör Humprey idi. Bir gün New York'taki bir toplantıya hitap etmeleri için her ■ ikisini de davet etti­ler. Dinleyiciler arasında Demokrat partinin bazı ileri ge­lenleri, bir iki vali de vardı. Senatör Kennedy sözlerine şöy­le başladı:

Senatör Humprey, Bn. Roosevelt [müteveffa Cumhurbaşkanı Roosevelt'in karısı], Vali Harriman, Senatör Morse, Millet ve­kili Cellar, Vali Williams, Senatör Hart, unuttuğum kimse oldu mu? Gördüğünüz gibi bugünkü toplantıda, burada platformda ve dinleyiciler arasında pek çok paşa toplanmış ve pek az sa­yıda da er.

Kimin siyasi sandalye peşinde koştuğu oturuşundan belli. Şim­dilik her hangi bir politik mevkide gözü olmıyanlar sandalye­lerinde rahat bir şekilde otururlarken, ben ve Hubert [Senatör Hubert Humprey] heyecanımızdan yerimizde doğru dürüst otu­ramıyor, kıpır kıpır kıpırdanıyoFuz.

Minnesota Senatörü Hubert Humprey de iyi bir nüktedan politikacı. İmrenilir bir hümor hissine sahip. Demokrat par­tinin genel kongresi nihayete erdikten sonra, Humprey, Se­natör Kennedy aleyhinde söylediklerini unuttu, partisinin cumhurbaşkanı namzedine elini uzatarak, onun başarısı için çalıştı. Cumhurbaşkanı namzedi Kennedy, seçim kam­panyası sırasında Minnesota'ya geldiği vakit, Humprey, Kennedy'yi eyaleti halkına şöyle takdim etti:

Senatör Kennedy için şunu söylemek isterim: o, eğer bir şe­yi yapmak için söz verirse, yerine getireceğine emin olabilirsi­niz. Geçen seneki mücadelemiz sırasında, bana, beni mağlup edeceğini söyledi—ve etti.

Cumhurbaşkanı Kennedy'nin öldürülmesini müteakip, Cumhurbaşkanlığına geçen Lyndon Johnson, Muavin ola:-

rak .Senatör Humprey'i almıştı. Humprey vazifesini şevkle yaptı. Öyle .ki, kendisinin Cumhurbaşkanı Johnson'un "evet efendimcisi" haline geldiğini söyliyenler vardı. Johnson'a olan sadakatına rağmen, Humprey, 1964 seçimleri yaklaşır­ken Cumhurbaşkanının kendisini listede muhafaza edip ede- miyeceğine emin değildi. Cumhurbaşkanı Johnson bu ko­nuda bir şey söylemiyor, gazetelerdeki yorum ve tahminle­ri—her halde zevkle—takip ediyordu. Gerçi muhtemel nam­zetler arasında Humprey başta geliyorsa da, Johnson, po­tansiyel cumhurbaşkanı muavini namzetleri hakkında yine de Humprey ile danışıyor, onun düşüncelerini öğrenmek is­tiyordu. Hubert Humprey, Washington'daki Amerikan Ga­zeteciler Derneğinde kendi rolünü şöyle anlattı:

Sanki, şu anda beni şahsen daha az ilgilendirecek başka bir mesele varmış gibi, kendisine muavin seçmek isteyeceği kim­seler hakkında benden bilgi istiyor. Bu, genç bir erkeğin, ken­disine delicesine âşık olan kapı komşusu genç kıza zaman za­man telefon ederek, kasabaya yeni gelmiş diğer genç kızların telefon numaralarını sormasını andırıyor.

Cumhurbaşkanı Johnson 1964 yılı seçimlerinde Humprey'i m.ahafaza etti. Humprey, dört yıl sonra, 1968 de Demokrat Partinin cumhurbaşkanı namzedi idi. Seçimi Cumhuriyetçi Nixon kazandı.

Senatör Humprey 1960 yılında bir gün, Senatoda, işlerin kötü gidişinin mesuliyetini Cumhuriyetçilere yüklediği sı­rada, daha önce kendisinden bahsettiğimiz Cumhuriyetçi Senatör Norris Cotton derhal ayağa kalkarak Humprey'e cevap verdi, ve iki senatör arasında şu konuşma oldu:

COTTON: Demokratların iş yapacak bir ekseriyet için kaç senatöre ihtiyacı olduğunu merak ediyorum. Bugün Senatoda altmış altı üyeleri var. [Senatoda ceman yüz senatör vardır.] Ben muhterem ve ehil Minnesota Senatörü [Humphrey] ve ar­kadaşlarının şunu yapacaklarına eminim: Sehatoda hiç olmazsa bir veya iki Cumhuriyetçinin bulunmasını teminat altına alsın­lar.

HUMPHREY: Evet.

COTTON: Çünkü yüz Senatör arasında bir tane Cumhuri­yetçi bulunduğu müddetçe, iyi gitmeyen işlerin sorumlusu ola­rak her zaman onu gösterecekler, kabahatı daima ona yükleye­cek ve halk önünde kendilerini temize çıkaracaklar. Ben, Min­nesota Senatörünün beni çok sevdiğini ve bundan böyle Sena­todaki bir Cumhuriyetçinin benim olmama müsaade edeceğini ümit ediyorum.

H^MPHREY: New Hampshire'lı [Cotton] arkadaşıma şunu söyleyeyim: kendisine karşı sevgim öylesine derin ki, onun Sena­todaki yegâne Cumhuriyetçi olması yolunda elimden geleni ya­pacağıma emin olabilirler. Gerçekte, zannedersem, bizim iki ta­ne Cumhuriyetçiye ihtiyacımız olacak: bir tane Smithsonian'da [Washington'daki meşhur müze] ve bir tane de Senatoda.

Cumhuriyetçi Pa^rtinin 1964 cumhurbaşkanı namzedi Se­natör (ArizonaJ Goldwater, günümüzün Amerikan politika­cıları arasında en nüktedan olanıdır. Senatör Goldwater muhafazakar bir Cumhuriyetçi. Muhalifleri ise, onu, koyu bir reaksiyoner olarak tanıttılar—ve b^a.şanlı da oldular. Goldwater, kendisine karşı girişilen haksız hücumları gü­lümseyerek karşılamış, aleyhinde söylenenleri dahi nutuk­larında tekrarlamaktan çekinmemiştir.

Goldwater'ın, yi^ninci asır değil de "onsekizinci asır ka­fası” taşıdığını söyleyen Demokratlar vardı. Yirminci Asır Fox Şirketi diye de meşhur bir film şirketinin mevcudiyeti­ni bilirsiniz. Senatör Hubert Humprey de mevhum bir On­sekizinci Asır Fox Şirketinden bahsederek Goldwater'le şa­kalaştı.

Hadise, Washington Amerikan Gazeteciler Derneğinin bir toplantısında vuku buldu. Toplantı 1960 cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra olmuş, gazeteciler bu iki politikacının kendilerine hitap etmesini istemişlerdi. Goldwater'ın nük­tesini anlamak için Humprey'in namzetliği Kennedy'e kap­tırdığını hatırlamanız ve Kennedy'nin, meşhur H^^ard Üniversitesinden mezun olduğunu, Humprey'nin ise Denver şehri (Colorada eyaleti) Eczacılık Fakültesini bitirdiğini bil­meniz gerekecektir. Senatör Goldwater gerçekten yakışıklı bir insandır. Toplantıya ilk hitap eden Senatör Humprey oldu:

"Senatör Goldwater öylesine yakışıklı bir insan ki, işit­tiğime göre, Onsekizinci Asır Fox film şirketi ona iş teklif etti.”

Söz sırası kendisine geldiği vakit Senatör Goldwater, Se­natör Humprey’nin akademik hayatını Kennedy'ninki ile mukayese etti:

"Denver Eczacılık Fakültesinin Harvard ile ringe çıkabi­leceğini benim onsekizinci asır kafam almıyor."

Bir gün Senatör Goldwater ve bazı gazeteciler aynı asan­sörde iken asansör bozuldu ve iki kat arasında kaldı. Bir gazeteci, duvarda, asansörün en son ne zaman muayene edildiğini gösteren kağıdı okuyormuş gibi mırıldandı: "Hmmm, en son 1889 da muayeneden geçmiş"

Senatör Goldwater gülümsiyerek şunları söyledi: "Benim rejimim sırasında.”

B. William Buckiey Amerika'nın en çok tanınan Muha­fazakar gazeteci ve televizyon yorumlayıcısıdır. National Review adlı haftalık Muhafazakar mecmuanın başyazarı William Buckiey'in ağabeyi James Buckiey, Muhafazakar- Cumhuriyetçi bir senatördür (New York). National Review dergisinin 50,000 kadar tirajı olduğu söylenir ki, bu rakam Amerika ölçkierine göre hiç de büyük sayılmaz.

William Buckiey, 1965 te New York şehri belediye baş­kanlığı seçimlerine New York'un Muhafazakar Partisinin namzedi olarak katıldı. (New York'ta bir Muhafazakar par­ti vardır, umumiyetle, Cumhuriyetçi partiyi destekler.) Bir Muhafazakarın, bilhassa Buckley gibi bir Muhafazakarın, liberal New York şehrinde kazanmasına imkan yoktu. O yıllarda New York şehri Amerikan liberalizminin bir kale­si sayılıyordu. Siyahiler ( 1 milyondan fazla), Yahudiler (2 milyon), Puerto Riko'lular (500,000) reylerini daima Demok­rat partiye veriyorlardı. Ve bir sene önceki cumhurbaşkan­lığı seçiminde de Demokrat partinin namzedi Lyndon John­son, Cumhuriyetçilerin namzedi Goldwater'i bu şehirde ezer- cesine yenmişti. Bütün bu gerçekler 1960'larda bir Muhafa­zakârın New York şehri belediye reisliğine seçilemeyeceği­ni gösteriyordu. Nitekim, Buckley, çok az rey toplayabildi. (Seçimi, Liberal John' Lindsay kazandı.)

Buckley'in şakacıktan namzetliğini koyduğunu söyleyen­ler de vardı. Kim bilir, belki de, gerçekten şaka yapıyordu. Nitekim, bir televizyon mülakatında, “B. Buckley, seçimle­rin ertesi günü sabah kalktığınız vakit kendinizi New York belediye reisi olarak görürseniz, ele alacağınız ilk iş ne olur?" sualine şu cevabı verdi: "Reyleri yeniden saydı^ak."

National Review dergisinin onuncu kuruluş yıldönümü münasebetiyle, Buckley'nin New York'ta verdiği ziyafette şeref misafiri Muhafazakâr Barry Goldwater idi. Goldwater New York'ta, Johnson'dan 1,387,021 daha az rey topladığını şöyle anlattı:

"Müsaadenizle kendimi tanıtayım. Ben, hakkımda bir sü­rü yazı okuduğunuz ve atom bombası kullanarak Vietnam' da milyonlarca insanı öldürmek için can atan insanım."

(Bir yıl önceki cumhurbaşkanlığı seçiminde Demokratlar, gerçekten, Goldwater aleyhinde "çirkin” denecek iftiralar yaymışlar, onun, Vietnam harbinde atom bombasını kullan­maktan çekinmeyeceğini ileri sürüşlerdi. Bu yüzden, pek çok Amerikalı Goldwater'e bir "harp bezirgânı" gözüyle bakmağa başlamıştı.)

Goldwater, sözlerine şöyle devam etti:

"New York'ta sizlere ne söyleyeceğimi bilemiyorum. Bu şehir için ne söylemeğe hakkım var—bahusus, muanzım- dan 1,387,021 daha az rey aldığım göz önüne getirilirse. Her neyse, New York'taki arkadaşlarım arasında bulunmakla memnunum—onlar benim samimi arkadaşlarım olmasa da­hi."

Samimi arkadaşlar arasında "William" ismi "Bill" olur. Goldwater, William Buckley'i Japonlann kamikazee intihar pilotlarıyle mukayese ederek dedi ki: "Bill, ben sana deme­dim mi, kaybedeceksen büyük farkla kaybet diye!"

"Ben de seni hakikaten akıllı bir insan zannediyordum. New York şehrinde Muhafazakar partinin namzedi olarak belediye başkanlığı seçimlerine katılman, gerçekten, haya­tın boyunca unutamıyacağın bir tecrübe olmalı."

Goldwater, daha sonra Buckley'i kendisiyle mukayese et­ti ve 22 milyonun üstündeki satışıyla dünyanın en büyük dergisi olan Readers Digest'i 50,000 tirajlı NationaJ Review ile karşılaştırdı:

"Bill, bu seçimi kazanmayı hakikaten aklının ucundan da­hi geçirmiyordu. Eğer benden William Buckley'i tarif et­mem istenirse, diyeceğim ki, Bili mağlûp olacağını bildiği halde namzetliğini koymaktan çekinmiyen Goldwater idi.

"Maşallah, National Review de memleket çapında muaz­zam bir müessese halini aldı. Bununla ne kadar iftihar et­sen hakkındır, Bili. Baksanıza, Ekim 31, kayıtlarına göre, National Review ve Readers Digest'in birleşik tirajları 22 milyonu geçti!"

Goldwater'ın, kendinden, "onsekizinci asır kafalı" insan diye bahsedebilecek kadar hümor hissine sahip bir politi­kacı olduğunu söyledik. O yıllarda Amerika’daki popüler piyeslerden biri de, Stop the World, I want to get off (Dün­yayı durdur, ineceğim) adlı oyundu. Flintstone da (bir çeşit kaya) popüler bir televizyon programı idi.

Seçim kampanyası sırasında karikatüristler Goldwater'ı muhtelif rollerde gösteriyordu. Bir tanesinde, onun, yirmin­ci asrın değil, "taş devrinin adamı" olduğu ima edilmişti. Muhafazakar politikacı Goldwater, üyelerinin büyük bir ek­seriyetinin kendisine aleyhtar olduğu Amerikan Başyazı Karikatüristleri Yıllık Kongresine hitap etmesi istendiği va­kit, memnunlukla kabul etti ve kongrede şunları da söyle­di:

Aranızda bulunan ve her Allahın günü kalemlerine beni do­lamaktan zevk alan bazılarınızın şerrinden kurtulmak için po­litikaya elveda demeyi dahi düşünmedim değil. Yalnız, böyle bir halin vukuunda aç kalacağımı sakın düşünmeyin. Pek çok işi gayet iyi başarabileceğime inanıyorum. Tiyatro bana oldukça cazip geliyor. Onsekizinci Asır Fox şirketiyle olan mukavelem sona erdiği vakit, "Dünyayı durdur, ineceğim" piyesinin başro­lünü bana verecekler. "Flintstone" televizyon serisinde de rol teklif ettiler. Aranızdaki bazı karikatüristlere candan teşekkür ederim. Onların durmadan, dinlenmeden beni tanıtmak için sar- fettikleri gayretler semereli oldu, ve şimdi rejisörler, beni, Ame­rika’nın bir numaralı Taş Devri uzmanı olarak kabul ediyor­lar.

Protestan Goldwater "yanın kan" Yahudidir. Bunu inkar etmiyordu. Goldwater günümüzün pek çok Amerikan poli­tikacısının aksine, ırki fıkralar anlatmaktan da çekimez. Böyle bir anektodu:

Bir Irlandalı, bir Zenci ve bir Yahudi öteki dünyaya göç ettikleri vakit Cebrail'in önünde yanyana gelirler. Cebrail her birine bir isteklerinin yerine getirileceğini söyler. Ir­landalı ebediyete kadar tükenmeyecek viski ister. Zenci ise hayatı boyunca diğerlerinden tefrik edildiğinden ve kötü muamele gördüğünden büyük bir beyaz ev, altından bir Cadillac otomobil ve iki milyon dolan ister.

Cebrail Yahudinin isteğini sorduğu vakit, ikincisi şu ce­vabı verir: "Bana sadece otuz dolarlık ziynet eşyası ve bu zenci çocuğunun adresini ver."

Amerika'daki bazı lüks kır kulüplerine Yahudiler hala alınmaz. Aşağıdaki anekdotun anlaşılması için golf oyu­nunun 18 delikli bir sahada oynandığını hatırlamak gere­kir. Goldwater'ın aleyhinde söylenen fıkralardan biri de, yarı Yahudi olduğu için, kendi eyaletinin en meşhur bir kır kulübüne kabul edilmediği idi. Fıkraya göre, Goldwater, klüp başkanına telefon ederek şunları söyler:

"Yarım-kan Yahudi olduğum için sadece 9-delik golf oy­namama müsaade eder misiniz?”

Goldwater, anekdot kendisine iletildiği vakit, bir kahkaha kopararak dedi ki: "Şahaser bir hikaye, ama maalesef, doğru değil.”

Senatör Goldwater, nüktenin, hayatta, bilh^aa. siyasi hayatta büyük bir rol oyu^nası gerektiğine inanan politi­kacılardan biri, "İnsanlar bugün, biribirlerine taş fır­lattıkları dünden daha az tehlike içinde değiller," diyor. "Ben, insanın, bir hümor hissi olmaksızın hayattan ve bil­hassa politika hayatından zevk alacağını sanmıyorum. Harry Truman bunu bir ğun ne iyi ifade etmişti: 'Sıcağa tahammülün yoksa, mutfakta durma.' Ben politikayı bun­dan daha iyi belirten bir söze rastlamadım. Bu ülkede ince derili pek çok insan var. Lyndon Johnson [önceki Cumhur­başkanı! bunlardan biri. Onunla şakalaştığınız vakit cin­leri başına üşüşüyor. Texas'ın Austin şehrindeki yegane televizyon şirketinin sahibi o. Bunun için, 1960 Cumhur­başkanlığı seçiminde (Goldwater, bu seçimde Johnson'a mağlûp olmuştu], Austin'de konuştuğum vakit şunları söyledim (Goldwater, jet uçakları kullanacak kadar mahir bir pilottur]: Bu sabah Dallas'tan buraya uçmadan önce kontrol istasyonuna sordum: 'Austin'e hangi yoldan gide­ceğim?' Telefondaki ses cevap verdi: 'Güneye dön ve bir saat on beş dakika uç; o zaman sadece bir tane televizyon anteni olan büyük bir şehir göreceksin. İşte orası Austin. Dinleyiciler bu sözlere kahkahalarla güldüler, ve ben Tex- as'ta hep Johnson'la şaka ettim; o da her şakamda hemen yörüngeye fırladı."

Senatör Goldwater son derece usta bir fotoğrafçıdır da. Fotoğrafları sergilendi. Bir gün Kennedy'in iyi bir pozunu yakaladı, ve bir şeyler yazması için Cumhurbaşkanına gön­derdi. Fotoğraf, üzerine aşağıdaki satırlar yazılı olarak ge­ri geldi:

"Barry Goldwater'e, son derece kabiliyete sahip bulun­duğunu ispat ettiği mesleğinde çalışmasını temenni ede­rim: fotoğrafçılık. Arkadaşın John Kennedy."

Cumhurbaşkanı Kennedy'deki hümor hissinin, kendi içindeki çatışmayı aksettirdiğini de söyleyenler vardı. Kendini harekete adamasına, mevcut durum ve şartların inanç ve gayretle değiştirilebileceğine derinden inanması­na rağmen, beşeri mahlûkların—ne kadar asilce de olsa— gayelerinin ancak bir kısmını yerine getirebileceklerini bi­liyordu. Onun hayata ve çevresine istihzalı b^aşı kendin­de başladı. Beşer büyüklüğü konusu onu yakından ilgilen­diriyordu, fakat siyasi hayattaki başarısı, taşıdığı büyük mesuliyetler karşısında, kendisini pek tatmin etmedi. Bun­dan böyle, nükteli ve istihzalı iğnelerini çok defa kendisi­ne batı^aktan da çekinmedi.

Halk arasındaki popüleritesine rağmen, programının uy­gulanmasında başarılı sayılmaz. Mamüllerinin fiyatlarım arttı^ak isteyen çelik fabrikalanyle şiddetli bir mücade­leye giriştiği sırada, tanınmış bir avukat Cumhurbaşkanı­na bir telgraf çekerek, ileriki seçimlerde Adliye Vekili kar­deşi Robert lehine namzetlikten feragat etmesini istedi. Cumhurbaşkanı Kennedy, bir basın toplantısında, avukata şu cevabı gönderdiğini söyledi:

"Telgrafınızı dikkatle okudum ve kardeşim Robert'e gös­terdim. Benden özür dilemek ve mevkiime göz dikmediğini belirtecek söz söylemesi bir yana, yüzünde derin bir mem­nuniyeti ifade eden gülümseme belirdi."

Kongre ile devamlı bir mücadele halinde olan Kennedy, 21 Haziran, 1962 de, hükümetin çalışmaları hakkında tec­rübe kazanmaları için, yaz aylarında Washington'daki devlet dairelerinde çalışan üniversite talebelerine, yazın Kongrenin de faaliyet halinde olmadığını ima ederek, dedi ki: “Banan ben de burada sadece yaz aylarında çalışmayı arzu ediyorum."

Cumhurbaşkanlığı kampanyasında Michigan'lı seçmen­lere hitap ederken, dinleyiciler anasında oldukça fazla sa­yıda üniversite talebesinin de bulunduğuna dikkat eden Kennedy şunları söyledi:

Hepinize, bilhassa rey hakkına sahip olamayan üniversite ta­lebelerine derinden teşekkür etmek isterim. Büyük fedakârlık yapmadığınızı biliyorum. Ben çalışıyorum, ve siz de sınıfta de­ğilsiniz. Politika hayatında aktif bir şekilde yer almanız beni memnun ediyor. Kendimi, Artemus Ward’ın elli sene önce söy­lediği bir sözle takdim edeyim: “Ben bir politikacı değilim ve diğer huylarım da iyidir.”

Cumhurbaşkanlığı vazife^ni resmen devir alışından kı­sa bir müddet önce, bir konuşmasında şunları söyledi:

"Büyük bir iş. Çok kötü yapacağımı zannetmiyorum. Dü­şünmek için zaman olacak. Senatodaki gibi sizi rahatsız edecek bütün o insanlardan uzak kalmak hiç de fena bir şey değil—hem, maaş da çok iyi."

Cumhurbaşkanı Kennedy en ciddi konular üzerinde du­rurken dahi nükte yapmasını bilen ender politikacılardan biri idi. Amerikan Harp Okulu'nun (West Pointl bir diplo­ma töreninde dedi ki:

Hepinize hayatta en büyük başarılar temenni ederim. Akade­minizden mezun olan iki subayın [General Grant ve Eisen- hower] başarı yolunda Beyaz Ev'e kadar ulaştıklarını da bil­miyor değilim. Her ikisinin de benim partimin mensupları ol­madıklarını da biliyorum. Bu temayülün değişeceğine emin ola­na kadar, hepinizin generalliğe kadar yükselmesini candan te­menni ederim—başkumandanlığa [yani cumhurbaşkanlığı] de­ğil.”

Tanınmış sosyete yazarı Leonard Llyons, Cumhurbaşka­nına yazdığı özel bir mektupta, cumburbaşkanlanndan bazılarının imzalarının ne kadar para getirdiğini bildiri­yordu: George Washington, 15 dolar; Franklin Roosevelt, 75; Grant, 55 ve John Kennedy, 65 dolar."

Kennedy'nin cevabı yazarın sütununda yayınlandı: "Azi­zim Leonard, Kennedy imzasının pazardaki fiyatı hakkın- daki mektubuna teşekkür ederim. İm^zamın şu anda böy- lesine yüksek para getirdiğine inanmak güç. Ve fiyatı hep böyle yüksek tutmak için de bu mektubumu imzalamıyo­rum."

Cumhurbaşkanı, 1962 sonbaharında West Virginia eya­letinin Wheeling şehrine gitti. Kortej şehrin sokaklarından geçerken, yol kenarında bir grup hastabakıcının durduğu­nu gördü. Kennedy, şoförüne arabayı durdurasım söy­ledi, ve otomobilden inerek hastabakıcılann teker teker ellerini sıktı. Ertesi gfuı şu telgrafı aldı:

"Bizim için arabanızı durdurmanıza çok teşekkür ede­riz. AUah yardımcınız olsun. Wheeling Şehir Hastahanesi Hastabakıcı Stajyerleri."

Cumhurbaşkanı derhal cevap gönderdi: "Eğer biz hasta olursak ^heeling Şehir Hastahanesine geleceğiz." Telgraf­ta şu i^a okunuyordu: "Beyaz Ev Ku^ay Heyeti."

Ülke çapında bir seçim kampanyasının başarısı, namze­din konuşacağı şehiri ziyaret ederek mitingler hazırlayan, onu destekleyenleri toplayan, bir araya getiren "öncü"le- rin çalışmalarına bağlıdır. Kennedy, kendi öncülerinin gayretlerine hayranlık duymada beraber, zaman zaman onları da iğnelemekten zevk alırdı. Mesela, sıkı bir seçim kampanyası yapmasına rağmen, kaybettiği Alaska eyaleti­ni, bir tek nutuk dahi vermediği Hawaii eyaleti ile muka­yese eder ve derdi ki: "Evden dışan çıkmasaydım, ne ka­dar büyük bir farkla kazanacağımı tahmin edebiliyor mu­sunuz?"

Kabine üyeleri dahi onun nüktelerine hedef oluyorlardı. Çalışma Vekili Arthur Goldberg kabinenin Yahudi asıllı tek üyesi idi. Kennedy, Amerikan halkının fizikî yetersiz­liği üzerinde duran, onları daha fazla harekete teşvik eden bir nutkunda şunları söyledi:

Arthur Goldberg de fizikî yeterliğini göstermek için dağlara tırmanmak üzere İsviçre’ye gitti. Bir gün gruptakiler öğleden sonra dörtte otele döndükleri vakit, Arthur hâlâ görünürlerde yoktu. Arkadaşları endişeye kapılarak derhal bir arama partisi çıkardı. Dağın yakınlarına geldiklerinde hep bir ağızdan ba­ğırdılar: "Goldberg, nerdesin? Biz Kızıl Haç mensuplarıyız. Ce­vap ver!” Çok geçmeden uzaklardan bir cevap geldi: "Ben ya­zıhanede teberru etmiştim."

Cumhurbaşkanı, eski ve yakın arkadaşlanyle beraber bulunduğu zamanlarda işgal ettiği mevkiin prestiji hak­kında da şaka yapmaktan zevk alırdı. Bir gece, Cumhur­başkanı ve Bahriye Müsteşarı Paul Fay dama oynamak üzere oturdular. Dama tahtası dizleri üzerindeydi. Müste­şar Fay birinci oyunu kazanacağı sırada, Kennedy, şiddet­li bir şekilde öksü^eğe başladı ve d^na tahtasındaki taş­lar yere düştü. Kennedy, bunun üzerine dedi ki: "Kızıl^saç- lı, bu, hayatın talihsiz vakıalarından biri. Müsteşarın, Baş­kumandandan daha iyi stratejik bir manevra yapıp yapa­mayacağını artık hiç bir z^an öğrenemeyeceğiz." Yeni­den başlanan oyunu Cumhurbaşkanı kazandı.

Miami Senatörü George A. Smathers'ın seçim kampan­yası için tertiplenen bir ziyafette Kennedy dedi ki:

Senatör George Smathers, en kritik ânlarda fikirlerini öğren­meğe önem verdiğim arkadaşlardan biridir. Meselâ, 1952 de Senato seçimleri için namzetliğimi koymayı düşündüğüm vakit, Senatör ^mathers’e sordum: "George, sen ne dersin?" Bana şu cevabı verdi: "Sakın, ha! Kazanamazsın. Kötü bir sene. [Ken­nedy, senato seçimini kazandı.]

Yine 1956 da cumhurbaşkanlığı muavinliği için namzetliğimi koyup koymamak arasında bocalarken kendisini buldum ve sordum: "George, sen nasıl görüyorsun?" "Tamam," cevabı ver­di, "hiç kaçırma, derhal namzetliğini ilân et." Bunun üzerine namzetliğimi ilân ettim—ve kaybettim.

Arkadan 1960 da cumhurbaşkanlığı kampanyasında West Vir- ginia eyaleti ön seçimlerine katılıp katılmamak hususunda ke­sin bir karara varamıyordum. Politik tecrübelerinden ötürü dü­şünce ve fikirlerine çok önem verdiğim Senatör George Smath- ers'in yine fikrini almayı düşündüm. "Yok, yok, katiyen! " dedi. "O eyaleti kazanmana imkân yok." [Kennedy, Demokrat parti­nin ön seçimlerinde başlıca rakibi Humprey’i bu eyalette kesin bir yenilgiye uğratmış, partisinin namzetliği yolunda en büyük engeli temizlemişti.]

Haddizatında, Los Angeles'teki kongrede [bu kongre Kennedy' yi namzet ilân etmişti] sadece, George yanıma gelip şunları söy­lediği zaman endişelenmeğe başlamıştım: "Hiç merak etme—ka­zanacaksın."

Her sene Senatör ve Temsilciler Meclisi üyeleri hanımla- nnın Cumhurbaşkanının kansı şerefine bir kahvaltı ver,. meleri âdettir. Fakat 1962 yılında Cumhurbaşkanın kansı Jacqueline Kennedy do^ğum yapmak üzere ' olduğundan, Kennedy, şeref misafiri olanak kansının yerini almağa mecbur kaldı. Cumhurbaşkanı, kahvaltı sırasındaki konuş­masında hanımlara şunlan söyledi:

"Şu anda kendi bildiği yol ile gayri safi .mili hasılayı arttı^akla meşgul kanını tam mânasıyle elden düşme bir şekilde temsil etmekle çok memnunum. Geçen gece Büyük Düşes Idüşes, dükün kansı demektir] için verdiğimiz ziya­fetteki en önemli misafir ne Büyük Düşes ne bü^ak Dük ve ne de Baş Hakimdi. Ziyafetin en önemli misafiri, şu anda aranızda bulunan Dr. Spock idi." CDr. Spock, kitaplan Türkçeye de çevrilmiş ünlü do^ğum. ve çocuk doktorudur.)

Merriman Smlth, United Press haber ajansının Beyaz Ev muhabiri ve Beyan Evdeki muhabirlerin de en eskisiydi. Kennedy, Cumhurbaşkanlığı görevini yüklendikten sonra, Ocak, 1961 de, Beyaz Ev muhabirleri için bir ziyafet verdi. Bu arada, Merriman Smith'i, karısı Jacqueline'ye şöyle tak­dim etti: "Gel, seni Merriman Smith'le tanıştırayım. Onu da Beyaz Evle birlikte tevarüs ettik."

Cumhurbaşkanı Kennedy'nin basın toplantılan gerçek­ten zevkli oluyordu. Bu toplantılar televizyonla da verildi­ğinden, bu yazar, bu basın toplantılarından çoğunu takip etmiş, nüktelerini onun ağzından işitmek bahtiyarlığına erişmişti. Cumhurbaşkanının en nüktedan anlan, gerçek­ten, bu basın toplantılarıydı. Gazetecilerin beklenmiyen şahsi suallerine veya beklenilen konulara beklenmiyen şe­kilde dokunuşları, çabuk düşünebilen Cumhurbaşkanı­nın, nükteli, lâtifeli cevaplan en gergin havayı dahi yumu­şatıyordu. Kennedy'nin basın toplantılarından örnekleri­mize bizler için oldukça şahsi sayılacak bir suale verdiği cevapla başlıyalım.

SUAL: Bay Cumhurbaşkanı, Bn. Kennedy ile nasıl tanıştığı­nıza dair çelişkili sözler dolaşıyor. Bizi bu konuda acaba aydın­latabilir misiniz?

CUMHURBAŞKANI KENNEDY: Aynı masada yemek yiyor­duk. Önümdeki karnabaharın üzerinden eğilerek bir randevü istedim.

Son derece hümor sahibi bir insan olmasına rağmen, Cumhurbaşkanı Kennedy de beşeri zaafını zrnan zaman teşhir etmişti. O da tenkit edilmekten pek hoşlanmıyordu —hiç olm^^a her zaman hoşlanmıyordu. Kendisini ve yö­netimini şiddetle tenkit eden meşhur Herald Tribuune g^^- tesinin bir Beyaz Ev'e girmesini dahi yaa^^^anştı. Bir gazeteci (19 Mayıs, 1962) buna değindi:

SUAL: Amerikan basını hakkında söylemek istediğiniz bir şey var mı?

CUMHURBAŞKANI KENNEDY: Eskisinden daha fazla oku­yor ve daha az zevk alıyordum.

SUAL: Son günlerde sizin hakkınızda iki kitap yazıldı. Biri sizi göklere çıkarırken, diğeri, B. Lasky'nin kitabı ise, yerin di­bine batırıyor. Bu kitapları okuduysanız, nasıl eleştiriyorsu­nuz?

CUMHURBAŞKANI KENNEDY: B. Lasky'nin kitabını h?r.üz bitirmedim. Sadece göz gezdirdim. B. Drummond [gazeteci], B. Krock [gazeteci] ve diğerlerinin kitabı göklere çıkardıkları­nın farkındayım. Kitabı zevkle okuyacağımı tahmin ediyorum, çünkü okuduğum parçalar, henüz okumadığım fakat bu gaze­tecilerin şaheser dedikleri parçalar kadar şaheser değildi.

Gazetecilerin suallerine cevap verdiği bir sırada (29 Ka­sım, 1961), 'Cumhurbaşkanlığı yardımcılarından biri plat­forma yaklaşarak bir kağıt uzattı. Kağıtta, Birleşik Ame­rika’nın başarılı bir şekilde fezaya bir maymun fırlattığı yazılıydı. Cumhurbaşkanı Kennedy, basın konferansına ara vererek haberi gazetecilere iletti:

"Halen fezada uçan maymun bu sabah saat 10:08 de ha­reket etti. Kendisi şu anda her şeyin normal işlediğini bil­diriyor."

Bir diğer toplantıda, gazeteciler, tekrar Amerikan gaze­telerinden bir kısmının Cumhurbaşkanını tenkit edişi üze­rinde durdular.

SUAL: Bay Cumhurbaşkanı, bir müddet önce daha fazla oku­duğunuzu fakat daha az zevk aldığınızı söylemiştiniz. Amerikan gazeteciliği veya şahsi okuma itiyadınız hakkında söylemek is­tediğiniz başka bir şey var mı?

CUMHURBAŞKANI KENNEDY: Hayır, yalnız hepinizi bugün öğleden sonra altı ile yedi arasında Beyaz Evde görmek istiyo­rum. B. Arthur Krock*, Beyaz Evde, gazetelerini temsil eden arkadaşlarınızın bir takım iğvalarla aldatılmak istenildiğini yaz­dı. Bununla beraber, Beyaz Evdeki bu toplantıyı gazetecilik haysiyet ve şerefini lekelemeden terkedeceğinizi bu arada söy­lemek isteriz. Ev sahibine nazik davranacaksınız, ama bu, onun hakkında beslediğiniz fikirleri elbette değiştirmeniz gerekeceği mânasına gelmez.

•Bu gazeteci New York Times gazetesinin Washington baş muha­biriydi. Kennedy'yi sık sık acı bir dille tenkit ediyordu.

Kasım 1961 deki bir basın toplantısında, Cumhurbaşka­nına, Robert F. Wagner'in New York şehri belediye baş­kanlığına ve Hughes'in de New Jersey eyaleti valiliğine seçilmeleri üzerine ne diyeceği soruldu. CNew York şehri New Jersey eyaletinden Hudson nehri ile ayılır.) Gazete­ciler, bu iki Demokrat politikacının seçilmesinin Demok­rat Partinin istikbaline nasıl tesir edeceğini öğrenmek is­tediler. Kennedy şu cevabı verdi:

Kazandılar, çünkü iyi birer namzettiler. Fakat onlar birer De­mokrat olarak seçime katıldılar. Ve bu, Amerikan halkının, on­ların kendi bölgelerinde olduğu kadar, bütün ülke çapında da, kendimizi tekâmüle adadığımızı bildiğini gösterir. Bundan böy­le, sevinçliyim, ve tahmin ederim bir gün biz kaybedeceğiz ve ben de o zaman bu tükürdüklerimi yalamağa mecbur kalacağım.

Bir diğer basın toplantısında Cumhurbaşkanına şu sual soruldu: "Bay Cumhurbaşkanı, Khruschev'in şimdiki du­rumu ve Kremlin'de devam ettiği anlaşılan siyasi mücade­lenin mahiyeti hakkında ne düşünüyorsunuz?"

CUMHURBAŞKANI KENNEDY: Khruschev'in aynı tenkitle­re hedef olduğunu söylemek mümkün, ama bu tenkitlerin ma­hiyetini kesinlikle bilmemize imkân yok. Bana öyle geliyor ki, onun da, bizim gibi, iyi ve kötü ayları var.

SUAL: Bay Cumhurbaşkanı, siz, şimdi olduğu gibi, Cumhur­başkanlığı mevkiinin ardı ardına bir kimsenin üzerinde iki de­fadan fazla bulunmaması gerektiğini kabul ettiğini söylediniz. Önceki Cumhurbaşkanı Eisenhower'in, Kongre üyelerinin de ardı ardına seçilmelerini engellemekle ilgili sözleri hakkında ne düşünüyorsunuz?

CUMHURBAŞKANI KENNEDY: Bu öyle bir teklif ki, düşün­celerimi ancak Cumhurbaşkanlığı mevkiinden ayrıldığım zaman söyleyebilirim. Şimdi değil.

Halen Dünya Bankası Genel Başkanı olan McNamara, Kennedy kabinesinde savunma vekili ve kabinenin tek Cumhuriyetçi parti üyesi idi. Bir ara, 1964 seçimlerinde, Cumhuriyetçi p^artinin namzedi olabilecek kimseler ara­sında McNamara'nın da ismi g^eçmeğe başl^ıştı. Bir ba­sın toplantısında, gazeteciler, "McN^nara meselesi" hak­kında Cumhurbaşkanının ne düşündüğünü öğrenmek iste­diler.

SUAL: Cumhuriyetçi partisindeki bazı nüfuzlu kimselerin 1964 yılı cumhurbaşkanlığı seçiminde, Cumhuriyetçi partinin namzetliğini kabul etmesi için Savunma Vekilinize uvertür yap­tıklarını gazeteler yazıyor. Eğer B. McNamara'nın bu uvertür­lere ciddi olarak kulak verdiğine kaani olursanız, onu yine ka­binenizde tutar mısınız?

CUMHURBAŞKANI KENNEDY: Savunma Vekiline, onun cumhurbaşkanlığı kampanyasını ilân etmeyecek kadar derin hürmet besliyorum.

Cumhuriyetçi parti genel idare heyeti bir bildiri yayınh- yarak Kennedy idaresini acı ve istihzalı bir dille tenkit et­mişti. Gazeteciler, bunu, basın toplantısına getirdiler.

SUAL: Bay Cumhurbaşkanı, Cumhuriyetçi partinin son gün­lerde yayınlanan bir bildirisi, tamamen başarısız bir Cum­hurbaşkanı olduğunuzu belirtiyor. Söylemek istediğiniz bir şey var mı acaba?

CUMHURBAŞKANI KENNEDY: Tahmin ederim, karar itti­fakla verildi.

Bir diğer basın toplantısında, Cumhurbaşkanına, vazi­fesinden memnun olup olmadığını sordular.

SUAL: Efendim, Cumhurbaşkanı olarak mevkiinizin ne gibi büyük mesele ve mesuliyetlerle karşılaştığını yakından gördü­nüz. Cumhurbaşkanı olmadan önce bütün bu mesele ve mesuli­yetleri şimdiki kadar müdrik bulunmuş olsaydınız, Cumhur­başkanlığı için yine mücadele eder miydiniz, ve vazifenizin ağırlığını idrak ettiğinize göre, bu işi şimdi diğerlerine bırak­mayı düşünüyor musunuz?

CUMHURBAŞKANI KENNEDY: Birinci sualinizin cevabı, evet; ikincisinin, hayır. Bu işi diğerlerine terketmeyi henüz dü­şünmüyorum.

Cumhurbaşkanı Kennedy nüktenin rolünü bell en iyi bilen politikacı ve devlet adamlarından biriydi. Amerika'­nın en büyük amme hizmetini ele geçirmek için giriştiği uzun ve yorucu mücadelede, nükte ve mizahtan çok istifa­de etti. Buna rağmen, Kennedy'nin en iyi nükteleri önce­den hazırlanmış olanları değildi. Hümoru, hümor olduğu için, hümorun dokunduğu her şeye temiz ve taze bir ^ruh getirdiği için sevdi. Onun en keskin ve nüfuz edici nükte­leri, anında söylenmişleri veya her hangi bir durumu ma­nalı bir şekilde belirtmek için söyledikleri idi. Khrushchev ile görüşürken (1961), gözleri, Rus liderinin göğsündeki madalyaya takıldı, ve ne olduğunu sordu. Khrushchev, "Lenin Barış madalyası" deyince Kennedy şunu söyledi: “İnşallah geri almazlar [veya, ümit ederim, her zaman sizde kalır—Lef s hope you keep it.]"

Yine aynı konferansta nükleer testlerin yasaklanması gibi bütün dünyayı ilgilendiren fevkalade nazik bir mese­le görüşülürken, Cumhurbaşkanı Kennedy, eski bir Çin ata sözünden bahsetti: “Bir millik bir seyahat bir adımla başlar."

Khrushchev, "Çinlileri iyi anlamışa benziyorsunuz," de­yince Kennedy, adeta bir kahin gibi şu cevabı verdi: "On­ları her ikimizin de daha iyi öğreneceğimiz zaman gelebi­lir."

Sovyet Başvekili 1961 yazında Amerika'yı ziyaret etmiş­ti. Görüşmeler bir ara zirai konulara döndü. Khrushchev bu konu ile bıktırırcasına yakından ilgiliydi. Bundan böy­le, Hariciye Vekili Rusk'ın sözlerini bölünmemiş bir dik­katle dinledi. Rusk, Amerika'nın "geliştirdiği" yeni bir mı­sır tipinden bahsediyor, çok çabuk büyüyen bu mısır sa­yesinde, bir tarladan senede iki ve hatta üç defa mahsül alınacağını söylüyordu. Hariciye Vekili Rusk sözlerini bi­tirdiği vakit, Khrushchev, "Gerçekten hayret uyandırıcı bir mısır olmalı," dedi. "Ama siz bizim tabii gazdan votka ima.J. ettiğimizi de biliyor musunuz?"

Khrushchev bunları söyledikten sonra, bir diyeceğiniz var mı, demek istercesine Kennedy'nin yüzüne baktı. Ame­rika Cumhurbaşkanı dedi ki: "Tıpkı Rusk'ın mısır hika­yesine benziyor."

Cumhurbaşkanı Kennedy'nin muhataplarını nükteleriyle rahatlaştı^ası, diğer devlet başkanları ve diplomatlany- le olan münasebetlerinde kendisi için faydalı oldu; şahsı ve Amerika için pek fazla iyi niyet beslenmesine yardım etti.

Kennedy, Amerikayı ziyaret eden Pakistan Cumhurbaş­kanı şerefine bir ziyafet vermişti. Yemek sırasında Ame­rika Dahiliye Vekili Udall da Eyüp Hanın kızı ile konuşu­yor ve ona, bir defa Pakistan'da tırmandığı bir dağdan bahsediyordu. Fakat, Udall'ın bahsettiği dağ Pakistan'da değil Afganistan'da idi. Cumhurbaşkanı, Dahiliye Vekilinin kırdığı potu şöyle tamir etti:

"Hanımefendi, işte bunun içindir ki, B. Udall'ı Dahiliye Vekili tayin ettim."

(Kennedy'nin bu sözü bana yıllarca önce işittiğim bir anekdotu hatırlattı. Bir vakitler Pennyslvania eyaletinin Pittsburgh şehri belediye reisliğini yapan McNair, bir gün civar kasabalardan birinde konuşurken feci bir hataya düşmüş:

"Şirin kasabanız Johnstown'da sizlere hitap etmek fır­satını bulduğum için gerçekten memnunum."

Dinleyiciler arasından sesler yükselmeğe başlamış: 'Greensburg, Greensburg."

Hatasını derhal anlıyan Belediye reisi, "Biliyorum, bili­yorum, demiş, "Maksadım, sizin uyanık olup olmadığınızı anlamaktı. Şimdi, sözlerimi bitirene kadar hiç birinizin uyumayacağınıza eminim.")

Kanada’yı ziyaret ettiği vakit (1961), bir ağaç dikme tö­reninde belini incitti. Washington'a döndüğünde, devrin Kanada Başvekili Diefenbaker, Cumhurbaşkanına gönder­diği mektubunda üzüntüsünü belirtiyordu. Kennedy, Baş­vekile şu cevabı iletti (9 Haziran, 1961): "Nazik mesajınız beni çok mütehassis bıraktı. Rahatsızlığım kaybolduktan sonra dahi, ağaç dikildiği yerinde olacak."

Hindistan Baş-vekili Jawaharlal Nehru'nun 1961 Ameri­ka ziyareti pek başarılı geçmedi. Bunda, Nehru'nun içe dö­nük tavırları ve sükûtiliği bilhassa rol oynadı, ve Amerikan gazetecileri de tutumlarıyle tuz biber ektiler. Meşhur Meet the Press (Basın Toplantısı) adlı televizyon programının yöneticisi Lawrance Spivak, Nehru'yu müşkül duruma sok­muş; kendi meselelerini çözmekte acizlik içinde bocalayan, Yeni Delhi, Kalküta, Bombay ve diğer şehirlerde on bin­lerce insanının geceleri sokaklarda, kaldırımlarda uyuyan bir ülkenin lideri Nehru, "Üçüncü Dünya"nın bir sözcüsü sıfatıyle Amerika aleyhindeki girişimlerine rağmen, nasıl oluyor da Amerika’dan yardım elini Hindistan'a uzatması­nı istiyordu.

Kennedy, ertesi günü Başvekil Nehru şerefine verdiği ziyafette, misafirini şu kelimelerle karşıladı:

Amerika'ya hoş geldiniz, Bay Başvekil. Hepimiz bu fırsattan istifade ederek sizi burada en iyi dileklerimizle karşılıyoruz. Maamafih, size. “hoş geldiniz" derken kullanacağım hiç bir ke­limenin, B. Larry Spivak'ın, "hoş geldiniz” nutkundaki ifadele­rini süsleyeceğini sanmıyorum.

Nehru'nun sık sık sessizliğe gömülmesi Kennedy'yi hay­rette bıraktı. Fakat daha sonra, Hint Başvekilinin, Bn. Ken­nedy ile konuşurken hiç de sükûti olmadığı kendisine ile­tilince, Kennedy dedi ki: "Bizi ziyaret eden diğer yabancı devlet adanılan da aynı müşkülle karşılaşıyor."

Kennedy, Nehru’yu kendi özel yatı ile gezdirdi. Ameri­ka'nın sayılı zenginlerinin yaşadığı Newport şehri önünden geçerlerken, sahili süsleyen zarif ve güzel yalıları işaret ederek şunları söyledi: "Vasati bir Amerikan ailesinin na­sıl yaşadığını göstermek için sizi buraya getirdim."

Kameron (Afrika) devleti Cumhurbaşkanı Abirjo şere­fine verdiği ziyafette şöyle konuştu: (13 Mart. 1962)

Cumhurbaşkanı ve hükümet üyeleri gerçekten olağanüstü denecek işler başardılar. Temsil ettikleri ülkenin iki resmi dili var: İngilizce ve Fransızca. Bana, şu ânda aramızda bulunan Adliye Vekili ile ancak tercüman vasıtasıyle görüşebildiklerini söylediler. Çok defa ben de aynı problemlerle karşılaşıyorum. [O yıllarda Amerika Adliye Vekili, Cumhurbaşkanının kardeşi Robert Kennedy idi.]

Devrin Hindistan Cumhurbaşkanı Radhakrishnan da Amerika'yı ziyaret etti. Hint Cumhurbaşkanı daha önce muallimdi, bir üniversitede profesörlük de yapmıştı. Ziya­fette Amerika'nın Hindistan elçisi Prof. Galbraith de hazır bulunuyordu. Kennedy şunları söyledi (3 Haziran, 1963):

Bay Cumhurbaşkanı, Birleşik Amerika'da biz sizin kadar iler- leyemediğimiz gibi, bir profesörü Amerika cumhurbaşkanlığına getirmek için plânlarımız da yok. Fakat bunu yapanlara da hayranlık beslediğimizi ilâve edeyim.

Paris'i ziyaretlerinde Bn. Kennedy'nin pek fazla gIyim eşyası satın aldığı gazetelerde belirtilmişti. İran Şahı ve karısı Washington'u ziyaret ettikleri vakit, Kennedy'nin nüktesi yine ziyafete parlaklık saçtı:

Hepinizin, benimle birlikte muhterem misafirlerimize hoş gel­diniz dediğinizi biliyorum. Ekselânsları ve ben müşterek bir yükün altındayız. Her ikimiz de geçen yıl Paris'e resmî bir zi­yarette bulunduk, ve her ikimiz de, faturaları kontrol ettikten sonra aynı kanaata vardık: bu ziyareti yapmamış olsaydık, çok daha kârlı çıkacaktık.

Norveç Başvekili Gerharsden'in ziyareti sırasında da, Cumhurbaşkanı Kennedy şu eğlenceli konuşmayı yaptı:

Başvekile hoş geldiniz derken, Norveç ve Birleşik Amerika arasında tartışmalı konuların parmakla sayılacak kadar az oldu­ğunu hüzünle müşahade etmemek elde değil. Bu, benim hiç alı­şık olmadığım bir şey. Öyle ki, bu sabah mesai arkadaşlarımla saatlerce kafa kafaya vererek, her iki ülkenin hükümet merkez­lerinde “alarm” yaratacak bir mesele bulabilmek için saatlerce çalıştık. Fakat, Başvekil, sizi aramızda görmekle iftihar ediyo­ruz.

Fildişi Sahili (Afrika) Cumhurbaşkanı Houphouet-Boigny' nin Beyaz Evi ziyareti (Mayıs, 1962), Cumhurbaşkanı Ken- nedy'ye, kendinin, 60 milyon Amerikalının sandık başına gittiği 1960 Cumhurbaşkanı seçiminde sadece 125,000 rey farkıyle kazanabildiğini ima eden nükteli konuşmasına fırsat verdi:

Muhterem şeref misafirimiz kadar yapıcı bir kariyer adamı­nın daha memleketimizi ziyaret ettiğini zannetmiyorum. Bunu söylerken, sadece, kendilerinin hür bir seçim neticesinde rey hakkını haiz vatandaşlarının yüzde 98 inin tasvibiyle şimdiki mevkiine geldiğini de söylemek istemiyorum. Maamafih, bu öylesine bir rekor ki, son yıllarda yapılan Amerikan cum­hurbaşkanlığı seçimlerinde egale edilmediği gibi, okudukları­ma göre, kimse bu rekorun yanına dahi yaklaşamayacak.

Kennedy’nin "memleketi" Boston, Cumhurbaşkanı Mua­vini Johnson'un ise Austin (Texas) idi. O zamanki Libya Prensi Hasan'ın Beyaz Evi ziyaret ettiği zaman, Cumhur­başkanı şunları söyledi:

Amerika'yı ilk defa ziyaret etmekte olan muhterem misafiri­mize candan hoş geldiniz derim. Buradan San Francisco ve da­ha sonra da New York'a gidecekler. Bizi ziyaret eden muhte­rem misafirlerimizden hiç biri Boston ve Austin'i görmek ar­zusunu izhar etmiyorlar. Ne yapalım, Cumhurbaşkanı Muavini ve ben artık yavaş yavaş buna da alışıyoruz.

Cumhurbaşkanı Kennedy, kardeşi Robert'i Adliye Vekili yaptığı zaman epey tenkide uğradı. Daha sonra küçük kar­deşi Edward da Massachusetts eyaletinde ağabeyinden bo­şalan senatörlük için namzetliğini koymuş ve kazanmıştı. Cumhurbaşkanı John Kennedy, gerçi kardeşi Edward na­mına nutuk vermediyse de, küçük Kennedy'nin ağabeyinin nüfuz ve popüleritesinden faydalanarak seçildiğini söyle­yenler de pek çoktu. Diğer kardeşi Robert'in adliye vekili tayin edilmesi ve akrabalarından bir kısmının federal hü­kümette nüfuzlu mevkilere yerleştirilmesinden sonra, Ed- ward'ın da senatör seçilmesi, ülkede bir "Kennedy hane­danlığı" kurulmakta olduğu şikayetlerine yol açmıştı. Bu sıralarda Şili Cumhurbaşkanı Jorge Alessandri Rodriguez de Beyaz Evi ziyaret etti (ll Aralık, 1962). Cumhurbaşkanı Kennedy, Şili Cumhurbaşkanını şu nükteli sözlerle karşı­ladı:

Siz muhterem Cumhurbaşkanı, ülkenizin tarihinde büyük bir rol oynamış bir ailenin çocuğusunuz. Cumhurbaşkanı, bu sabah bana, bir vakitler kendisiyle beraber iki kardeşinin de Şili se­natosunda bulunduklarını söylediler. Bu, şahsî kanaatımca ar­zu edilir bir kesafet değildir. Ne var ki, muhterem misafirimiz o fırtınayı atlattılar. Kim bilir, zamanla belki diğerleri de atla­tacak.        ""'

Resmen cumhurbaşkanlığına başlamasından kısa bir müddet sonra Beyaz Evi ziyaret eden Fransa'nın Amerika elçisinin hanımını şu kelimelerle karşıladı:

Comment allez-vous? [Fransızca: nasılsınız?] Karım iyi Fran­sızca konuşur. Ben ise, beş kelimeden sadece birini anlıyabili- yorum. Maamafih, her zaman anladığım bir kelime var: De Gaulle.

John Kennedy'nin Amerika Cumhurbaşkanı' olarak bü­yük başarılarından biri, Amerika dışında, ülkesi namına pek fazla iyi niyet ve sevgi hislerinin yaratılmasına yol aç­mış olmasıydı. Dış seyahatlerinde bilhassa iki faktör ken­disine yardımcı oldu: güzel ve cazibeli karısı Jacqueline ve her an hazır nükteleri. En ciddi konuşmalarında dahi eksik etmediği nükteleri, gayri resmi ve sempatik tavırla- rıyle kendisini milyonlarca yabancıya sevdirdi.

Paris gezisinde (Haziran, 1961) Amerikan elçiliğindeki bir ziyafette şunları söyledi:

Bir zamanlar ben de Paris elçiliğimizde vazife almak istemiş­tim. Vermediler. Bunun üzerine Cumhurbaşkanlığı için namzet­liğimi koydum. Sizlere kendimi takdim etmek isterim. Ben Jac- queline Kennedy'nin Paris gezisine refakat eden insanım. Ve bu benim için çok zevkli oluyor.

Paris'te Quai d'Orsay'daki dairesinin banyo küveti altın­dandı. Bu "israf"a dikkat eden Kennedy, "Bizim için belki tuhaf,” dedi. "Fakat altınları Fort Knox'ta kilit altında mu­hafaza etmekten her halde daha faydalı."

(Amerika'daki altınların büyük bir kısmı Fort Knox ka­sabasındaki mahzenlerde muhafaza edilir.)

Kennedy, Paris'te şerefine verilen bir diğer ziyafette de şöyle konuştu:

Bu şehir bana yabancı değil. Washington şehrinin mimarı bir Parisli idi. Washington'un ağaçlı geniş yollarını plânlarken si­zin bu güzel şehrinizi örnek tuttu. Plânlarını tamamladıktan sonra Kongreye doksan bin dolarlık bir fatura takdim etti. Bir­leşik Amerika Kongresi de, kendini meşhur yapan iktisadı kız­gınlık sarasına yakalanarak, mimara, sadece üç bin dolar ver­di. Şimdi pek çok Amerikalı, çok haksız düşüncelere kapılarak, sizin terzilerinizin bu parayı o zamandan beri bizden tahsil et­mekte olduklarını söylüyorlar.

Cumhurbaşkanı Kennedy, 1 Haziran, 1961 de Fransa Cumhurbaşkanı Charles de Gaulle'nin misafiri olarak Pa­ris balesine gitti. Birinci perdeden sonra Kennedy ve ev sahibi bale binasının misafir odasında istirahat ederlerken, de Gaulle'in emriyle gazete fotoğrafçıları içeri alındı ve tarihi hadise tesbit edilir edilmez, Fransa Cumhurbaşkanı bir parmak işaretiyle fotoğrafçıları dışarı gönderdi. Bu sı­rada bir Amerikan gazetecisi, Kennedy'ye, "Bay Cumhur­başkanı, Amerikan fotoğrafçılarını siz de böyle kontrol et­mek istemez misiniz?" diye sorunca, Kennedy şu cevabı verdi:

"Unutma ki, ben, şimdiki mevkiime, ülkemin kurtarıcısı olarak getirilmedim.''

Kennedy Batı Almanya hükümet merkezi Bonn'daki bir konuşmasında (23 Haziran, 1963), Şansölye Adenauer'in, dünyanın en yaşlı devlet adamlarından biri olmasına rağ­men, hala zinde ve cevval olduğuna işaret etti:

Carl Schurtz ondokuzuncu asırda yayınladığı hâtıralarında, Bonn Üniversitıesi talebelerine verdiği ilk takriri irticalen söy­lediğini yazdı.

Hatıralarında, bir profesörün kendisinin yaşını sorduğunu ve ondokuz olduğunu öğrenince, profesörün, "Çok kötü, yeni Al­man parlamentomuz için henüz çok genç," dediğini kaydeder. Aynı şeyi senelerdir sizin Şansölyeniz için de söylüyorlar.

Bonn'da Kennedy'yi muazzam bir kalabalık karşılamış­tı. On binlerce öğrenci ellerinde Amerikan bayraklarıyle tezahürat yapıyordu. Yukarıda bahsettiğimiz nutkunda, Kennedy, Alman halkının bu tezahüratına da değindi:

Şansölye Adenauer, halkın, bu sevgi tezahüratının hiç bir dış ve iç baskının tesiri altında kalmaksızın spontane olduğunu söy­ledi. Ben bunun spontane bir iyi niyet tezahürü olduğuna emi­nim, fakat ellerinde salladıkları bütün o bayrakları da kendi ev ve sandıklarından getirdiklerine inanamam. Bay Şansölye, eski bir politikacı olarak, bu şehirdeki bazı insanların gerçekten iyi çalışmış olduklarını söylemek zorundayım.

Cumhurbaşkanı Kennedy, siyasi hayatının en iyi nutuk­larından birini Avrupa seyahatinde verdi. Batı Berlin'deki nutku, şüphesiz, senelerce unutulmayacak ilham verici hitabelerinden biriydi:

Yeryüzünde hür dünya ile Komünist dünya arasındaki farkı anlamayan—veya anlamadığını söyleyen—pek çok insan var.... Bazıları ise Komünizmin istikbalin dalgası olduğunu söylüyor­lar.... Diğerleri Avrupa'da veya başka yerlerde "Komünistlerle beraber çalışabiliriz," diyorlar.... Ve sayıları pek fazla olmayan bir kısım insan da, Komünizmin kötü bir sistem olduğunu ka­bul etmekle beraber, ülkelerin gelişmesine hizmet ettiğini söy­lüyor. Bu insanlar gelsinler de Berlin'i görsünler... Binlerce se­ne önce Roma vatandaşları için en büyük şeref "Ben bir Roma­lıyım," demekti. Günümüzde ise, hür insanlar için en büyük şe­ref, şu kelimeleri söyliyebilmek: "Ben bir Berlinliyim." [Ken­nedy, son cümlesini Almanca söylemiş ve Batı Berlinliler ken­disini çılgınca alkışlamıştı.]

Cumhurbaşkanı Kennedy'nin Amerika dışındaki seya­hatlerin en başarılısı, şüphesiz, Irlanda'ya yaptığı gezi ol­du. Irlandalılar, Irlanda asıllı John Fitzgerald Kennedy'yi kendilerinin milli bir kahramanı gibi bağırlarına bastılar. Hümor hissine sahip Kennedy'nin, nükteden en fazla zevk alan milletlerden biri, Irlandalılara, onların anlayacağı şe­kilde hitap etmesi bütün Irlanda'lılan coşturdu. Irlanda gezisi Kennedy için Cumhurbaşkanlığının en zevkli anları oldu. Gerçekte, bu seyahat, Mandalılar için olduğu kadar, İrlanda asıllı Amerikalılar için de unutulamayacak zevkli anlar yaşattı. Kennedy, Irlanda parlamentosunda şunları söyledi:

Hür İrlanda'nın hür parlamentosunda misafiriniz olmak ba­na şeref bahşediyor. Eğer bu millet, şimdiki siyasî ve iktisadi durumuna bir asır kadar önce erişmiş olsaydı, büyük-büyük babam New Ross kasabasından göç etmiyebilir, ve o zaman da ben, eğer şansım yâver gitseydi, şimdi sizler arasında oturur­dum. Tabiî, sizin Cumhurbaşkanınız* Brooklyn'ı terketmesey- di, burada benim yerimde ayakta o durmuş olacaktı.

Bu zarif bina, bildiğiniz gibi, bir vakitler Fitzgerald ailesinin malı idi. Fakat ben buraya böyle bir hak iddia etmek için gel­medim. Gerçekte bu seyahatimde keşfettiğim yeni akrabalarım­dan hiç biri, büyük İrlandalı vatanperver Lord Edward Fitz­gerald ile benim aramda her hangi bir bağlantı maalesef bula­madı. Maamafih, Lord Edward, burada, aile evinde kalmak is­temedi. Annesine yazdığı bir mektupta, "Bu bina en ulvî fikir­ler için bana ilham kaynağı olamıyor,” demişti. Her neyse, bu uzun bir zaman önceydi.

Bazılarının dediklerine inanmak gerekirse, bu parlamento bi­nanızın bazı kısımları Washington'daki Beyaz Evin plânlan- masında ilham kaynağı oldu. Bunun doğru olup olmadığını bil­memekle beraber, beyaz evin plânlarını İrlanda asıllı tanınmış Amerikan mimarı Hobin'in çizdiğini biliyorum. Ben onun, İr­landa asıllı bir Amerikan Cumhurbaşkanının, içinde, kendisini rahat hissetmesi için, Dublin stilinin bazı kısımlarını Beyaz Ev-

"Irlanda'nın o zamanki cumhurbaşkanı ve büyük İrlandalI müca­hit Aemon de Valera. Valera, İrlanda'da doğmakla beraber, küçük yaşında Amerika'ya göç eden ailesiyle birlikte New York'un. Brooklyn bölgesinde yerleşmişti. Valera, gençlik yıllarında tekrar İrlanda'ya dönmüş, İrlandalılann, İngilizlere karşı giriştikleri İstiklal mücade­lesinde yer almıştı.

de görmek istediğine eminim. Gerçi bu uzun bir bekleyiş oldu. Ama ben onun gayretlerini yine de takdirle yâdediyorum.

Cumhurbaşkanı Kennedy, akrabalarını Washington'da iyi yerlere getirmekle itham edilirdi. Aralannda bir çok uzak akrabasının da bulunduğu Irlanda'nın Wexford ka­sabasında şunları söyledi:

Ecdadımın doğduğu yeri ziyaret etmekle son derece bahtiya­rım. Bir çokları Kennedy ailesinin bütün fertlerinin Washington’ da toplandığını sanıyor, fakat bugün burada toplanan pek çok­larımızın vapuru kaçırmış olduğunu görmekle memnunum.

Cumhurbaşkanı, ecdadının doğduğu New Ross kasaba­sına gitti. Hemen hemen bütün kasaba halkının toplandığı meydanda onlara hitap etti. Meydanın biraz berisinde de bir gübre fabrikası vardı. Kennedy nutkunda dedi ki:

Büyük-büyük babam bir tersane işçisi olarak Doğu Boston’­da yerleştiği vakit, beraberinde, sadece şu iki şeyi götürmüştü: derin bir dinî inanış ve hürriyete olan sarsılmaz aşk. Bütün torunlarının bu verasetin değerini muhafaza ettiklerini söyle­mekle memnunum. Eğer o Amerika’da yerleşmek üzere bura­dan ayrılmış olmasaydı, ben de [eliyle gübre fabrikasını işaret ederek] belki Albatros şirketinde çalışmış olacaktım.

Takriben 50 yıl kadar önce New Ross'ta doğan İrlanda asıl­lı bir Amerikalı Washington'u ziyaret ederek, yeni dünyada çok başarılı olduğunu söylemek istercesine, Beyaz Evin önünde bir resim çıkarttı ve fotoğrafın arkasına şunları yazarak buradaki dostlarına gönderdi: "Bu bizim yazlık evimiz. Sizi burada bek­liyoruz.”

Beyaz Evin şimdiki kiracısı benim. Hepinizi orada bekliyo­rum.

Cumhurbaşkanı Kennedy, tıpkı Lincoln gibi. hayatının son günlerine kadar nüktedanlığını muhafaza etti. Öldü­rüldüğü gün, Cumhurbaşkanı Muavini Johnson'un mem­leketi Texas'ta, hanımlarıyle birlikte, siyasi bir gezi yapı­yorlardı. Şu satırlar, katledilmesinden bir kaç saat öncesi, her zamanki fobunu muhafaza ettiğini gösteriyor:

...İki yıl önce Paris'te kendimi Bn. Kennedy'ye refakat eden insan olarak tanıtmıştım. Aynı duyguları bugün Texas'ta da hisseder gibiyim. Hiç kimse Lyndon'un [Cumhurbaşkanı Mua­vini Lyndon Johnson] ve benim giydiklerime dikkat etmiyor.

Bugün Jim Wright'ın [Texas eyaletinin Forh Worth şehrini temsil eden millet vekili] şehrine gelerek kendisinin bizi nasıl desteklediğini sizlere de anlatmakla memnunum. Otuz beş yıl önce California'dan seçilen bir mebusa, kızgın bir vatandaş bir kaç hafta sonra şu mektubu gönderdi: "Seçim mücadeleniz sı­rasında Sierra Madre dağlarının çıplak tepelerini ağaçlandıraca­ğınızı söylemiştiniz. Seçilişinizden bu yana tam bir ay geçti, va- adlerinizi hâlâ yerine getirmediniz." Çok şükür, kasabanız Fort Worth’dan bize bu neviden mektup gönderen olmadı.

Cumhurbaşkanı Kennedy, Amerikan halkının bir yığın müşküllerle karşı karşıya kaldığını biliyordu. Fort Worth kasabasındaki nutkunda şunları da söyledi: "Biz bugün de. dün yaşadığımız gibi, rahat ve huzur içinde bir hayat sür­meyi elbette isteriz. Ama tarih buna müsaade etmiyor."

Bu nutkundan bir kaç saat sonra Dallas'ta öldürülen Kennedy, bu şehirde söyleyeceği nutkunu bir kağıda yaz­mıştı. Kader müsaade etmedi. Söylenmeyen nutuktan bazı parçalar:

Bütün dünyayı kaplayan devamlı ve muğlak meseleler... dün­yayı saran müşküller ve sıkıntılar... Bu ülkede, durumdan mem­nun olmayanların hal çarelerini göstermeden sadece muhalefet etmek için muhalefet edenler, hiç bir zaman iyi taraflarımızı görmeden hatalarımızı işaret etmeğe çalışanlar, her tarafta bir çöküş hissedenlerin mesuliyet duygusu taşımaksızın yükselttik­leri tenkit sesleri her zaman işitilecektir. Bu seslerden kaçın­mamıza imkân yok. Gerçeklere uymayan doktrinleri savunan bu insanlar, bin dokuz yüz altmışlara tatbik edilemiyecek dü­şüncelerin müdafaasını yapıyorlar. Onlar bizim kuvvetli olma­mızı istemiyorlar. Kelimelerin, silâhların yerini tutacağını söy­lüyorlar. Onlara bakarsanız, kızgınlık zafer kadar iyidir ve ba­rış da bir zayıflık alâmeti. Ama artık bu ülkede diğer sesler de işitilmeğe başlandı. Değişen dünyaya ancak kuvvetli ve müref­feh bir Amerika'nın ayak uydurabileceğini bilen, hisseden in­sanların sesleri.

Cumhurbkanı Kennedy'nin derin bir tarih anlayışı vardı. Bir kitabı, Profiles in Courage (Cesaret Portreleri) Pulitzer mükafatını kazanmıştı. Nutuklarında, diğerleri­nin sözlerini de zevkle kullandı. Bir nutkunda, kadim Yu­nan tarihçisi Herodot'un 2500 kadar sene önce Afrika'nın Büyük Sahrası güneyinde "boynuzlu eşeklerin, köpek yüz­lü bir ^ım mahlûkların, başsız yaratıklan” bulunduğu­nu, "Libyalı insanların gözlerinin göğüslerinde" olduğunu söylediğini belirttikten sonra şunları ilave etti: "Şurası aşikar ki, elinde yeterince gerçek bulunmadığı zamanlar, Herodot, muhayyile kudretini kullanmaktan çekinmedi. Bu da belki, onun, niçin ilk tarihçi olarak bilindiğini anlatır."

Fransız sosyalist-liborallerinden Ledru-Rollin'in bir sözü­nü çok beğenirdi. Sokaklara dökülen kara kalabalık 1848 İhtilali sırasında Parisin altını üstüne getirirken, Ledru- Rollin şunları söylemişti: "İşte benim halkım gidiyor. On­lara yol göstermem gerek, ama önce nereye gittiklerini öğ­renmeliyim."

Cumhurbaşkanı Kennedy tarih sezgisi ve hümor hissini en iyi bir şekilde Beyaz Evdeki bir ziyafette gösterdi. Ziya­fet, Batı Yarım Küresinde Nobol Mükafatı kazanmış bütün alim, edebiyatçı, sanatkarlar şerefine verilmişti. Kennedy' nin zarif nüktesini daha iyi anlıyabilmek için, Amerika'nın üçüncü Cumhurbaşkanı (1801-1809) Thomas Jefferson’un “bilgin” bir cumhurbaşkanı olduğunu hatırlamak gereke­cek. Amerikan İstiklal Beyannamesinin (l776) büyük bir kısmını o zaman 33 yaşında olan Jefferson kaleme almıştı.

Cumhurbaşka, dünyaca meşhur, Nobel Mükafatı ka­zanmış insanlardan oluşmuş bu seçkin gruba, ev sahibi sıfatıyle hoş geldiniz derken şunları söyledi:

Kanaatımca, sizlerin bu gece burada bir araya gelmesi Beyaz Evde vuku bulan en büyük tarihî bir hâdisedir—belki, Cumhur­başkanı Thomas Jefferson'un bu evde tek başına yemek yedi­ği zamanlar müstesna.

Hedefe ulaşabilmek ıçın sabırlı olmak gerektiğini Ken­nedy biliyordu. İnsanoğlu, zaman zaman varılması imkan­sız hayaller ve gayeler peşinde koştuğundan, varılamıyan veya varılması çok güç hedeflerin doğurduğu sıkıntı ve müşküllerin yükünü hiç bir şey hümor kadar hafifletemez. Hümor, sadece bu yükü hafifletmekle kalmaz, cesareti tak­viye eder ve daha da önemlisi sabırı destekler. Kennedy, California Üniversitesindeki bir nutkunda (3 Mart, 1962) demişti ki:

“Akıl, önümüzdeki uzun yolun sonuna bakmak gerekti­ğini söylüyor... Günlük sıkıntı ve buhranları haber veren davul seslerinin berisinde... milletlerin kendi istikballerine güvenle bakacakları ve dünya barışını korumaya söz ver­dikleri gürbüz ve canlı bir dünya cemiyetinin şekli belir­meye başlıyor. Bu dünyanın yarın veya öbür gün gerçek­leşeceğini söylemek aptallık olur. Tarihin akışı önceden kestirilemez. Tarihin akışı inişlere çıkışlarla, beklenmedik hadiselerle doludur. Sıkıntı ve müşküllerle karşılaşacağız, zaman zaman gerileyeceğiz, yarınımıza endişeli ve hüzün­lü gözlerle baktığımız günler olacaktır.

"Büyük Fransız Mareşali Lyautay'ın bir hikâyesini hatır­lıyorum. Bir gün bahçivanına, bahçeye muayyen bir ağaç dikmesini söyledi. Bahçivan, Mareşalın istediği ağacın an­cak yüz senede olgunlaşacağını söyleyerek, itiraz etmek istedi. Mareşal Lyautay, bunun üzerine, ‘O halde, kaybede­cek hiç vaktimiz yok,' dedi. 'Ağacı bugün dik.’

"Şu anda, ilim ve anlayışa, karşılıklı hürmet ve işbirli­ğine dayanan âdil ve devamlı bir barışın hüküm sürdüğü dünyadan belki senelerce uzaktayız. Ama yine de kaybe­decek vaktimiz yok. Ağaçlarımızı bugün öğleden sonra di­kelim."


Osmanlı payitahtında matbaa yok. Tabii ki gaze­tede de yok. Bizdeki, hayatı neşelendiren ve muay­yen zamanlarda çıkan mecmualar bilinmiyor bile.... Türk musıkisi iki kısım: büyük konaklarda dinle­diğim ağır ve hüzün verici melodiler, ve halkın be­ğendiği neşeli ve hareketli parçalar.... Aynı yaş ve seviye içindeki kimselerin konuşmalarına dikkat ettim: sık sık tebessüm ediyorlar, ve anlattıklarının karşılarındakinde alâka uyandıracak, merak ve zevkle dinlenecek olmasına itina gösteriyorlar. Gü­nün birinde, hadiselerin, gülünürken düşündürecek taraflarını gösteren kitap, gazete ve mecmualara sa­hip oldukları takdirde nasıl değişecekler.

Lady Mary Wortley Montagu ( 189-1762) Şark Mektupları

Müslüman-Türkler... nezaket ve terbiye kaideleri­ne ne kadar riayet ederlerse etsinler, hepsinin müş­terek hususiyeti olan azamet ve vekar edasını da muhafaza etmekten geri kalmamaktadırlar.... Saray mensuplarında kibirle karışık bir azamet edası; vü­kelâ ve vüzerada gayet asilâne bir vekar; ulemada durgun, kuru ve pek ciddi bir ağır başlılık; zabıta amirlerinde ve onlardan ziyade memurlarında sert, haşin ve hatta vahşiyane denilebilecek tavırlar göze çarpar.

İşmail Hâmi Danişmend

Garb Menbalarına göre Eski Türk Seciyye ve Ah­lakı

Türkleri tanıyorum. Buradakiler (Paris’teki Mekteb-i Osmani’ye devam edenler) memleketleri­ne muasır ilim ve irfan hayatı götürürlerken, hâdi­seleri hâfızalarda yaşatmanın en sağlam yolu miza­hı da, mecmua ve kitaplarıyle beraber götürecek­lerdir. Çünkü Türkler, esas itibariyle, zeki, nükte ve espriye değer veren... insanlardır. Bizim yüz ya­şını çoktan aşmış mizah edebiyatımız Osmanlı ül­kesinde lâyık eller bulabilirse kısa zamanda itibar görür ve yerleşir.

Alphonse Lamartine (1790-1869)

^hmet Vefik Paşaya Bursa valiliği sırasında, hangi vasıflara sahip mutasarrıf ve kaymakamların devleti tam mânasıyle temsil edebilecekleri sorul­du. Aynı zamanda bir dil bilgini olan Ahmet Ve­fik Paşa (Lehçe -i Osmanı adlı bir eseri de vardır), şu cevabı verdi:

" 'M' harfli bir çok meziyetleri olması şart. Bir kaçını sayalım: Muteber [itibarda olan, sözü geçen], mutedil [orta ölçüde, aşırı değil], mutena [özenil­miş], mu'tezim [azimli], mutlif [affedici, bağışla­yan], muvaffak [başarılı], muvahhit [tek Allaha inanan], muvakkit [zamanı tayin edebilen], muzaf­fer [üstün gelebilen], mübeccel [yüceltilmiş, bü­yütülmüş], mübeşşir [iyi, sevindirici haber veren], müceddid [yenileyici], mücerreb [tecrübe edilmiş, denenmiş], müdebbir [tedbirli, işin sonunu düşü­nen], müeyyit [kuvvetlendiren], mü/arık [ayırabi­len] müfekkir [düşünen, düşündüren], müferrih [fe­rahlık veren, sıkıntı gideren], müheyyd [hazır olanJ, mühip [heybetli], mükrim [ikram eden, müsafir se­ver], mültefit [iltifat eden, güler yüzlü], mümeyyiz [iyiyi kötüden ayıran], münevver [aydın, kültürlü], mümtaz [diğerlerinden ayrı ve üstün tutulan]."

"Bana ‘deli’ mi diyorlar, Desinler, desinler. Ken­dime ‘deli’ dedirtmek için ne kadar çalıştım, bir bil­seniz," diyen Moliöre mütercimi Ahmet Vefik Paşa, devleti temsil edenler için gerekli bu vasıfları say­dıktan sonra, kendine has meşhur kahkahalarından birini savurarak dedi ki:

“^^rna, bu evsafa sahip idare âmirini evvela devletin arzu etmesi ve ona imkân vermesi şart. Yoksa benim gibi, dört ayda bir aylığı gelir, benim kaymakamlarım gibi evlâd-ı iyâl derdinde olur, merkez de kendi şeref ve haysiyetinin mümessilleri­ne bu kadar bigâne ve bivefa olursa, idare âmirin­de yukarıdaki vasıflar mevcut olsa dahi, dışa dö­nük olmaz, içe kapanır; ne memlekete faydası olur ne de kendisine.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar