ŞECERETU’L KEVN/ VARLIK AĞACI
DOST’un
Dostunun Dostlarına
Seslenişi
Bismillah ve
Billah
Eşhedu en
lailahe illallah ve eşhedu enne Muhammeden abduhu ve rasuluh
ALLAH adıyla ve Allah ile Şehadet ederim ilahlar yoktur ancak Allah
vardır. Şehadet ederim Muhammed “O”nun kulu ve Rasuludur.
Allah gerçeği söyler ve doğru
yola eriştirir.
Allah’ın gerçeği de en hakiki
olandır, yoluda en doğru yoldur.
Temiz ve mübarek selam, Allah’ın
rahmet ve bereketi Hz. Nebi’nin, ashabının, pak ehlibeytinin, dostlarının,
ümmetinin üzerine olsun.
Selam, bizim, Allah’ın salih
kullarının ve senin üzerine olsun, rahmet ve bereketiyle, rızasıyla..
Bilin ki ben, size Rabbimin
izniyle nasihat ediciyim.
Ey Kardeşim!.. Bil ki, bu
risale, Allah’ın sana yönelik en büyük lütuflarından, en değerli hediyelerinden
biridir.
Sakın ey
kardeşim! “ey bu risaleyi yazan! Benim makamımı ve benim kim olduğumu
bilemedin” diyerek nefsini perdeleme. Çünkü bu sözlerle seni kastetmedim.
Aksine hakikatlerin gerektirdiği gibi konuştum.
Ki hakikatler
bunları tam anlamıyla kuşatıp sınırlandırmış, eksiksiz bir şekilde güvenilecek
tarzda açığa çıkarmıştır. Bu sınırlandırmanın içine girmeyen hiçbir Rasul,
hiçbir Nebi ve hiçbir Veli yoktur.
Ey bu
risaleyi okuyan kimse!
Bu
topluluklardan, bu tabakalardan birine mensup olman kaçınılmazdır. İstediğin
gruptan olduğunu iddia et. Sana bu hak verilmiştir.
Eğer sadece
meleklik iddiasında bulunursan veya Risalet yahut Nübuvvet ya da herhangi bir
şey iddiasında bulunursan, hakikatler seni zorlayacak, kulluğa döndürecektir.
Eğer
korunursan asıl zeminine döneceksin.
Eğer yüzüstü
bırakılsan, hakikatlere karşı kör olsan, ahiretin nimetlerini bu dünyada
tüketsen, gelip geçici dünyayı çok uzun bir ideal gibi görsen, başkalarını
perdelenmiş, kendini de Allah’ı düşünen ve isabet eden biri olarak görsen,
ahirete intikal ettiğin zaman amelinin boşa gittiğini görürsün. Mutluluk veren
hakikatler seni kapılarından kovarlar ve derler ki:
-Seni tanımıyoruz.
Sen dünyada bizimle beraber değildin ve bizi tanımadın.
Ve.. senin
bozguncu ve eksik hayalin seni çağırır ve seni cehennemin ortasına atar.
Hakkın
mahlukatı senin için yaratmasına hangi gözle baktıysan ona göre muamele
görürsün.
Eğer bir
imtihan gözüyle baktıysan, bu durumda eksik bırakma ve önemsememe korkusuyla
sakınman ve ölçüyü esas alman gerekir.
Şayet şeref
ve yücelik gözüyle baktıysan, bu durumda şükrü eda etmek için alabildiğine
kararlı çalışmak ve cehd etmek gerekir.
Allah, nebisine (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) dünyayı seçmemiş, bilakis Onu bir fakr olarak seçmiştir. Hak,
dünya nimetlerini Nebisine (salla’llâhü aleyhi ve sellem) vermeye razı olmadı,
Nebi (salla'llâhü aleyhi ve sellem) de kızına ve vasisine Ali (kerrem'allahü
veche radiyallâhü anh) sunmaya razı olmadı.
Eğer
Rasulullahı (salla’llâhü aleyhi ve sellem) örnek almayacaksan, Hakkın vahiy
indirdiği menzili bilmeyeceksen, Allah’ı bilme sınırlarının dışına çıkmış
olursun. Rasulullah’ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) halini sevme ve tabi olma
durumuyla bir ilgin kalmaz.
Bir arif,
hali itibariyle Hz. Rasulullahın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) haline eşlik
etmiyorsa, onunla avam arasında bir fark olmaz. Avama gelince, onlar mubahlara
dalmışlardır.
Bilmez misin
ki ey nefis!
Bir gece, şu
risaleyi kendisine yazdığımız Ebu Muhammed Abdulaziz’le beraberdik ve biz akşam
yemeğini yiyorduk. Bir arife dünyanın geniş ölçüde yönelmesinden ve arif’in de
kalbini dünyaya bağlamadan onda tasarruf etmesinden konuşuyorduk. Allah razı
olsun şöyle dedi:
- Allah’a
yemin ederim ki, yanında bir dirhem olan arif’in kalbindeki boşluk ile yanında
iki dirhem olan arifin kalbindeki boşluk aynı değildir. Bilakis, bir dirhem
sahibi arifin kalbindeki boşluk, iki dirhem sahibi arifin kalbindeki boşluktan
daha büyük olur.”
Ey dostum! Ey
Ebu Muhammed!..
Bunları sana,
sevincimin bir ifadesi olarak anlattım. Bu Risalede güttüğüm amaç, nefsani ve
rabbani marifeti ön plana çıkarıp, güzel söze ve salih amele teşvik etmektir.
Dostunuz size bu risaleyi Mekke’de -Allah onu korusun ve şereflendirsin- Rebiul
evvel ayında altı yüz senesinde yazdı. Bu mektubu bir hafta boyunca tavafta
yanında gezdirdi, onu Haceru’l esved’e sürdü, yanından ayırmadı, Kabe’nin
yanında bulundurdu. Kabe’ye ve diğer faziletli yerlere uğur ve bereket getirmesi
için soktu.
Ey dostum!
Sana hitap
ediyorum, Allah’a yemin ederim ki, asıl maksadım benim nefsimdir. Senin
dikkatini çekiyorum, hemcinslerimi kast ederken kinayeli olarak kendimi hedef
alıyorum. Nefse sürekli hatırlatmada bulunmaya ara vermemek gerekir. Çünkü
nefis zelildir. Bu erdemi bütünüyle içselleştirerek ilahi payı elde etmeye
kendiliğinden eğilim göstermez.
Ey nefis! Ey
zorlukla genişlik arasındaki berzah!
Allah, arz ve sema ehli içinde
sadece seni seçti. Her şeyi senin için huzurunda ram kıldı. Seni sınadı.
Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur:
“Hanginizin daha güzel
davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır.” (Mülk, 2)
Sizi şereflendirmek için,
dememiştir. Bu hitap, bütün emredilenleri ve bütün emredenleri kapsar. Böyle
bir makama tayin edilen, kendisi için böyle bir yol çizilen bir kimsenin hayatı
nasıl rahat olabilir? Nasıl huzur içinde yatağına uzanabilir?
Bir alim, ilmiyle amel etmediği
sürece ilmine aldanmamalı.
İlmiyle amel eden biri de
ihlaslı olmadıkça ilmiyle amel etmesine aldanmamalı.
İhlaslı biri de ihlasında yok
olmadıkça ihlasına aldanmamalı.
İlim bir noktadır. Onu çoğaltan
cahillerdir.
Cahil, Allah’tan ve Rasulu
Ekrem’den haberi olmayanlardır.
Allah, bizi Allah’tan, Allah
ehlinden ve has kullarından uzaklaşmamıza neden olan her şeyden uzaklaştırsın.
AMİN.
Şüphesiz O,
her şeyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
ABDULLAH
Muhyiddin İbn. El- Arabi
Bismillahirrahmanirrahim
“Görmedin mi
Allah nasıl bir misal getirdi: Güzel bir sözü, kökü yerde sabit, dalları gökte
olan güzel bir ağaca benzetti.” (İbrahim, 24)
Değiştirme ve
güç kaynağı O’dur.
Allah’ın
salât ve selamı efendimiz Hazreti Muhammed’in ve ehlibeytinin üzerine olsun.
Zatı Tek, sıfatları eşsiz, yüzü cihetlerden, kutsiyeti hadis (sonradan
olma) olmaktan, ayağı yönlerden, elleri hareketlerden, gözleri bakmalardan,
istivası/bürümesi bütünleşmelerden, kudreti sürçmelerden ve iradesi tutkulu
arzulardan münezzeh olan Allah’a hamdolsun.
Mevsufların
sayısına bağlı olarak sıfatlarında artış olmaz. İrade edilenlerin farklılığıyla
iradesi farklılaşmaz. Bütün varlıkları “Kün/ OL” kelimesiyle var etmiştir.
Gizli hiçbir şey yoktur ki o korunmuş sırdan çıkmış olmasın.
Yüce Allah
şöyle buyuruyor: “Biz, bir şeyin olmasını istediğimiz zaman, ona söyleyecek sözümüz
sadece “Kün / Ol” dememizdir. Hemen oluverir.” (Nahl, 40)
Sonra varlığa
ve varoluşuna, gizli olana ve düzenlenişine baktım. Baktım, varlığın tümü bir
ağaçtır. Bu ağacın nurunun aslı “OL” habbesidir.
“Sizi biz
yarattık...” (Vakıa, 57) tohumunun aşısıyla varlık, “kaf”ı aşılanmış. Bu
tohumdan “ Biz, her şeyi bir ölçüye göre yarattık.” (Kamer, 49) meyvesi
çıkmıştır.
Bu ağaçtan
kökleri aynı, uzantıları ayrı iki farklı dal belirmiştir. Kök iradedir, dalı
ise kudrettir. Dolayısıyla “Kaf” cevherinden iki farklı anlam çıkmıştır: “Bu
gün size dininizi ikmal ettim” (Maide, 3) ayetinde işaret edilen kemal “kaf”ı
ve “İçlerinden kimi iman etti, kimi de inkar etti.” (Bakara, 253) ayetinde
işaret edilen küfür “kaf’ı... “Nun” cevherinden ise “Belirsizlik Nun’u” ve “Belirlilik
Nun’u” zuhur etti. Öncesizlik (kadem) iradesinin hükmüne dayalı olarak onları
yokluk gizliliğinden ortaya çıkarınca, üzerlerine nurunu serpti.
Bu nurdan
isabet alanlar “OL” tohumundan çıkan “varlık ağacı”nın timsalini ihata ettiler.
“OL” sözünün “kaf”ının sırrından “Siz, hayırlı ümmetsiniz.” (Al-i İmran, 110)
timsali göründü.
“Nun”unun şerhinde ise “Allah
kimin gönlünü İslam’a açmışsa o, Rabbinden bir nur üzere değil midir?” (Zümer,
22) hakikati açıklığa kavuştu.
Ama bu nurdan isabet almayanlara
gelince, “OL” harfinden kastedilen anlamın keşfi istendi onlardan. Çünkü onun
hecesinde yanıldı ve umudu boşa çıktı. Bunun üzerine “OL” misaline baktı ve
onun küfür “nun”u ile birlikte “kaf” olduğunu sandı. Bu yüzden kafirlerden
oldu. Dolayısıyla her mahlukun “OL” kelimesinden payına düşen, onun hece
harflerini bilmesi, gizli sırlarına şahit olması kadardır. Bunun delili Hz.
Rasulullah’ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şu sözüdür: “Yüce Allah,
mahlukatını bir karanlıkta yarattı, sonra üzerlerine nurundan serpti. Kime bu
nur isabet etmişse o hidayete ermiştir. Kime de bu nur isabet etmemişse o
sapmış, azmıştır.”
Adem, varlık dairesine baktı,
her varlığın varlık dairesinde döndüğünü gördü. Kimisi ateşten, kimisi de
balçıktan var olmuşlardı.
Sonra bu dairenin “OL” sırları
üzerinde olduğunu gördü. Nasıl dolaşıyor ve dönüyorsa, nasıl uçuyor ve pervaz
oluyorsa, sonunda “O”na dönüyor, O’nun etrafında cevelan ediyor, O’ndan
ayrılmıyor, bir tarafa gitmiyor.
Kimisi kemal “kaf”ını ve
“belirlilik” nun”unu görmüş, kimisi küfür “kaf”ını ve belirsizlik “nun”unu
görmüş. Bunlar, şahit olduklarının hükmünce “Kün / OL” dairesi noktasına
dönerler. Varedilmişin varedenin iradesinin dışına çıkması mümkün değildir.
Varlık ağacının farklı dallarına, meyvelerinin türlerine baktığın zaman, bunun
kökünün “OL” habbesinden neşet ettiğini, ondan ayrıldığını anlarsın.
Adem, talim
mektebine alınıp bütün isimleri öğrenince “OL” misaline, sonra var edicinin
varedilenlerle güttüğü maksada baktı, muallimi “OL” “kaf”ında, hazine “kaf”ında
müşahede etti.
“Ben gizli
bir hazineydim, bilinmiyordum. Bilinmeyi istedim.”...
Sonra “nun”
sırrından “Muhakkak ki Ben, yalnızca Ben Allah’ım.” (Taha, 14) ayetinde işaret
edilen benlik “nun”unu müşahede etti. Heceler gerçekleşip umut tahakkuk edince,
ona hazine “kaf”ından şeref “kaf”ı çıkartıldı..
“Biz,
hakikaten insanoğlunu şan ve şeref sahibi kıldık.” (İsra, 70) Bir de “olmaklık
kaf”ı çıkartıldı: “Onun kulağı, gözü ve eli olurum.” Onun için benlik
“nun”undan da nur “nun”u çıkartıldı: “kendisine bir ışık verdiğimiz.” (Enam,
122) Buna nimet “nun”u bağlandı: “Allah’ın nimetini sayacak olsanız
sayamazsınız.” (İbrahim, 34)
İblis’e
(Allah’ın laneti üzerine olsun) gelince, talim mektebine kırk bin yıl devam
etti, “OL” harflerini araştırdı. Muallim, onu kendi haline bırakmış, kendi gücü
ve kudreti ekseninde faaliyet göstermesini sağlamıştı. O da “OL” timsaline
bakıyordu; onun timsalinden küfrünün “kaf’ını görmek için. Nitekim büyüklendi:
“Yüz çevirdi ve büyüklük tasladı.” (Bakara, 34) “OL” kelimesinin “nun”undan
ateş “nun”unu görüyordu: “Beni ateşten yarattın...” (Araf, 12) Böylece küfrünün
“nun”unu ateş oluşunun “nun”uyla bütünleştirdi: “Oraya tepetaklak atıldılar.”
(Şuara, 94)
Adem, bu
ağacın farklılığına, çiçeklerinin ve meyvelerinin çeşitliliğine bakınca
“Muhakkak ki ben, yalnızca ben Allah’ım.” (Taha, 14) dalına sarıldı. Bunun
üzerine ona şöyle seslenildi: Hepsi tevhidin meyveleridir.. O da Bir’liğin
gölgesine girdi: “Şu ağaca yaklaşmayın.” (Bakara, 35) ... İblis, onu “onlara
vesvese verdi.” (Araf, 20) ağacına ulaştırmak istedi. Onlar da o ağacın
meyvesinden yediler. Böylece kaygan zeminlerde ayakları kaydı. Adem “asi oldu.”
(Taha, 121) Sonra “Biz kendimize zulmettik.” (Araf, 23) dalına asıldı. Bunun
sonucunda üzerine meyveler sarktı. Adem “.aldı.” (Bakara, 37)
Şahitlik gününde,
şahitler huzurunda: “Ben sizin rabbiniz değil miyim?” (Araf, 172) diye
seslenildiğinde, herkes gördüğü ve duyduğu kadarıyla şahitlik etmiştir.
Ama hepsi
aynı cevabı vermiştir: “Evet.” dediler. Ancak ihtilaf, şahitlik hususunda söz
konusu olmuştur.
Kime Zatının
Cemalini gösterdiyse, o “O’nun benzeri gibi hiçbir şey yoktur.” (Şura, 11)
şahitliğinde bulundu.
Kime
Sıfatının Cemalini gösterdiyse, o “kendisinden başka ilah yoktur. O, mülkün
sahibidir, eksiklikten münezzehtir.” (Haşr, 23) şahitliğinde bulundu.
Mahlukatının
gelinliklerini gösterdiği kimselerin şahitlikleri ise, şahit olunanların
farklılığından dolayı birbirinden farklı oldu.
Bunun
neticesinde bazıları O’nun sınırlı, mahdut olduğunu düşündü;
Bazısı yok
olduğunu; Bazısı ise kocaman bir kaya olduğunu tasavvur etti. Bu hususta
grupların her biri “De ki: Allah’ın bizim için yazdığından başkası bize asla
erişmez.” (Tevbe, 51) hükmüne dayanmaktadır. Bu hüküm de “OL” kelimesinin
sırrında gizlidir ve kendi dairesinin ekseninde dönmekte, habbesinin köküne
bağlı olarak da sabittir. Bu tohum olunca varlık ağacı da ortaya çıktı, sonra
meyveleri belirdi, suretlerinin anlamları da..
Bu var
edilmişlere bir misal ve mevcutlara da bir timsal göstermek istedim. Varlıkta
sözler, fiiller ve haller aynı minvalde netice verdikleri için de “OL”
tohumundan yetişen ağacı misal verdim.
Eksiklik,
fazlalık, görünmezlik ve görünürlük, küfür ve iman gibi varlıkta meydana gelen
bütün hadiseler, semere olarak beliren ameller, hallerin arınması, ortaya çıkan
parlak sözler, şevk, zevk, latif anlamlar, yakınların yakınlıklarının açılması,
muttakilerin makamları, sıddıkların menzilleri, ariflerin münacatları,
sevenlerin müşahedeleri... bütün bunlar o ağacın meyveleridir, uç veren
tomurcuklarıdır.
“OL”
tohumundan doğan bu ağaçtan ilk önce üç dal yeşerir: Bu dallardan birini
sağdakiler tuttu. Yani sağ ehli. Bu dallardan birini de soldakiler tuttu. Yani
sol ehli. Ondan mutedil boyda bir dal da yeşerdi ve bu dal dosdoğrudur.
Yakınlaştırılmış öndekiler bu daldandırlar.
Ağacın kökü
iyice sabitleşip yükselince, en yukarı dalından -ve en aşağı dalından- Suret ve
manâ alemi ortaya çıktı.
Bu ağacın
zahir kabuklarından ve belirgin perdelerinden olanlar da Mülk alemine
mensuptur.
Amma...
ağacın gizli kalplerinden, gizli anlamlarının özünden olanlar da Melekut
alemine aittir.
Ağacın
damarlarında akan, ağacın gelişimini, yaşamasını ve yükselişini sağlayan,
çiçeklerinin açmasına ve meyvelerinin tutmasına yol açan sudan olanlar ise,
“OL” kelimesinin sırrı olan Ceberut alemine aittir.
Sonra ağacı
bir duvar çevreledi. Etrafına bir sınır çizildi. Onun için çizgiler, şekiller
belirlendi... Ağacın sınırları; yukarı, aşağı, sağ, sol, arka ve ön
cihetleridir. Yukarıda olanlar bu ağacın en uç sınırını, aşağıda olanlar bu
ağacın en alt sınırını oluştururlar.
Ağacın
çizgilerine, içindeki feleklere, cisimlere, mülklere, hükümlere, eserlere ve
alâmetlere gelince, yedi kat gök, altına girilip gölgelenilen yapraklar
konumundadır.Doğan yıldızlar da ufuklarda açan çiçekler konumundadır.
Gece ve
gündüz iki ayrı elbise mahiyetindedir. Bunlardan biri siyahtır, onu gözlerden
saklanmak için giyer. Öbürü ise beyazdır, onu da görebilenlere görünmek için
giyinir.
Arş, bu ağacın beytülmalı, silah
hâzinesi konumundadır. Yararına olan şeyleri bu hazineden edinir. Ağacın
seyisleri ve hizmetçileri de bu hazinededirler. “Meleklere görürsün ki, Arşın
etrafını kuşatmışlardır.” (Zümer, 75) Ona yönelirler, üstüne çıkarlar,
etrafında dönerler, Onu tavaf ederler, nerede olurlarsa olsunlar Ona işaret
ederler.
Ağaçta bir hadise meydana gelse
veya ağaçtaki bir şeyin başına bir musibet gelse, bu melekler derhal ellerini
kaldırıp dua ederler, arşına yönelip yalvarırlar, şifa isterler, hatalardan
dolayı af talep ederler. Çünkü bu ağacı var edenin bir ciheti yoktur ki o
cihete işaret etsinler, bir mekanı yoktur ki, ona kast etsinler, bir keyfiyeti
yoktur ki bileler.
Eğer hizmetini ifa etmek,
ibadetini eda etmek maksadıyla yönelecekleri bir cihet olarak arş olmasaydı,
isteklerini nereye ve kime yöneltecekleri hususunda kesinlikle sapar,
şaşırırlardı.
Ulu Allah arşı, kudretini
göstermek için yaratmıştır, zatına mekan, mahal olsun diye değil.
Varlığı da bir ihtiyacından
dolayı yaratmış değildir. Bilakis, varlık, isim ve sıfatlarının izharından
ibarettir. Çünkü O’nun isimlerinden biri “Gafur” (çok bağışlayan),
sıfatlarından biri de “Mağfiret”tir. İsimlerinden biri “Rahim”, sıfatlarından
biri de “Rahmet”tir.
İsimlerinden biri “Kerim”,
sıfatlarından biri “Kerem”dir. Dolayısıyla bu ağacın dalları farklı ve
meyveleri de çeşitlidir ki, günahkarı bağışlayışının, iyilik edene merhamet
edişinin, itaat edene lutfedişinin, günahkara karşı adil oluşunun, mümine nimet
bahşedişinin ve kafire azap edişinin sırrı zahir olsun.
Dolayısıyla
Allah, varlığı itibariyle, var ettikleriyle birleşmekten, onlardan ayrı
olmaktan ve onlarla bütünleşmekten münezzehtir. Çünkü “O” vardı, varlık yoktu.
“O” şu anda, önce olduğu gibidir. Varlıkla bütünleşmez; ama varlıktan da ayrı
değildir. Çünkü bütünleşme ve ayrılma sonradan olma (hadis) varlıkların
sıfatıdır, öncesiz (kadim) varlığın sıfatı değildir. Çünkü bir bütünleşme ve
ayrılma bir şeyin intikalini, bir yerden başka bir yere taşınmasını,
dönüşümünü, zeval bulmasını, değişimini, başkalaşımını gerektirir. Bunların
tümü de noksanlığın belirtileridir. Eksiksizliğin, kemalin değil. Allah, zalimlerin
ve inkarcıların yakıştırmalarından münezzehtir, yücedir, uludur.
Sonra Allah,
mülkün kitabı mahiyetinde levh ve kalemi, levhte yazdığı hükümlerini,
değiştirilmesini veya yürürlüğe konulmasını, var edilmesini veya yok edilmesini
istediği şeyleri, ortaya çıkardığı lütuf ve nimetlerini, buna karşılık vereceği
sevap ve azabını var etti.
Sonra bu
ağacın dallarından biri olarak Sidretu’l münteha’yı var etti. Onun hizmetinde
bulunanlar, hükümlerini uygulayanlar, bu ağacın taşıdığı meyveleri ve sarkan
semereleri O’na yükseltenler bunun altında kaimdirler.
Ardından
burada mülkün kitabından bir nüsha alınır. Mülkün kitabı; Levh-i mahfuzdur.
Yani bu ağaçta meydana gelen silinmeler, yerinde bırakılmalar, eksilmeler ve
artışlar burada yazılıdır. Bunlardan hiçbiri bu ağacı aşamaz. Çünkü bunların
her birinin anlaşılmış bir sınırı, taksim edilmiş bir çizgisi, belirlenmiş bir
şekli vardır.
“Bizim her
birimiz için, bilinen bir makam vardır.” (Saffat, 164) Aşağı veya yukarı, küçük
veya büyük, ulu ya da hakir, az veya çok bu ağacın herhangi bir meyvesi yukarı
çıkarıldığı zaman mutlaka bir Kitab’da mühürlü olarak yükseltilir: “Küçük büyük
hiçbir şey bırakmaksızın hepsini sayıp dökmüş!” (Kehf, 49)
Sonra..
Mülkün Sahibi, bunların, ağacın meyveleri için hazırladığı iki hazineden birine
(cennet veya cehenneme) konulmasını emreder.
İyi meyve
cinsinden olanlar cennet hazinesine konur: “Hayır! İyilerin kitabı
illiyundadır.” (Mutaffifin, 18)
Kötü meyve
cinsinden olanlar da cehennem hazinesine konur: “Doğrusu günahkarların yazısı, muhakkak
siccin’dedir.” (Mutaffifin, 7)
Cennet, sağ
ehlinin yurdudur: “Tur’un sağ tarafından...” (Meryem, 52) O, mübarek ve temiz
bir ağaçtır.
Cehennem ise,
sol ehlinin yurdudur. Kur’an’da lanetle anılan bir ağaçtır.
Sonra dünyayı
bu ağacın çiçeklerinin mekanı, ahireti de meyvelerinin kalış yeri kılmıştır.
Bu ağacı, bir
duvarla çevirmiştir. Yani kudret ihatası. “Allah her şeyi çepeçevre
kuşatmıştır.” (Fussilet, 54) Onu irade dairesiyle sarmıştır: “İstediğini yapar”
(Al-i İmran, 40) “dilediği hükmü verir.” (Maide, 1)
Varlık
ağacının kökü sabitleşip dalları sağlamlaşınca, uçları buluştu, başı ile sonu
birbirine kavuştu. “O’nun sonu Rabbine aittir.” (Naziat, 44) Sonu başlangıcına
dönüktür. Çünkü başı “KÜN=OL” olanın sonu “YEKÜN=OLUR” olur. Çünkü dalları
çeşitli ve ekildiği alanlar türlü olmasına karşın kökü Bir’dir. Kökü de “OL”
kelimesidir. Dolayısıyla sonu da Bir olur o da; “YEKÜN=OLUR” kelimesidir.
Eğer basiret
gözünle bakarsan Tuba ağacının dallarının Zakkum ağacının dallarına asılı
olduğunu, yakınlık melteminin serinliğinin, kavurucu rüzgarın yakıcılığına
karıştığını, vuslat semasının gölgesinin “kapkara dumandan bir gölge” (Vakıa,
43) ile içi içe olduğunu ve her birinin kendisine ayıran payı aldığını
görürsün.
Biri ağzı
mühürlü kaseden içer.
Biri ise
kaçınılmaz azap kasesinden içer.
Bunlar
arasında biri de mahrumdur.
Varlık
çocukları yokluk huzurundan zuhur edip ortaya çıktıklarında kudret rüzgarları
üzerlerine esiverdi, hikmet lütufları onları besledi, irade bulutlarından
üzerlerine yaratılışın akıllara durgunluk veren neticeleri yağdı. Böylece
ezelde takdir edilen her dal yeşerdi. Özüne de sağlık ve hastalık unsurları
eklendi.
Varlığın tümü iki unsurdan
meydana gelir. “OL” kelimesinin iki cüzünden çıkmıştır. Yani karanlık ve nur.
Dolayısıyla hayrın tümü nurdan,
kötülüğün tümü de karanlıktandır.
Melekler topluluğu; nur
unsurundan yaratılmışlardır; hayır onlardandır: “Allah’ın kendilerine
buyurduklarına karşı gelmezler.” (Tahrim, 6)
Şeytanlar topluluğu ise;
karanlık unsurundandır; kötülük onlardandır.
Adem ve çocuklarına gelince;
onların tıynetleri karanlık ve nurdan yaratılmış, unsuruna hayır ve şer, yarar
ve zarar birlikte eklenmiştir; zatı, marufu ve münkeri kabul edebilecek
özellikte var edilmiştir. Dolayısıyla hangi cevher ona galip gelirse, ona
nispet edilir.
Eğer nur cevheri karanlık
cevherinin üstüne çıkarsa, ruhaniyeti cismaniyetine karşı belirginlik kazanırsa
meleklerden üstün olur ve feleklerin üzerine çıkar.
Şayet karanlık cevheri nuruna
üstün gelirse, cismaniyeti ruhaniyetini alt ederse şeytanlardan daha öte olur,
onlardan ileri gider.
Allah, Adem’i “OL” toprağından
avuçlayınca sırtını meshetti, ki “murdarı temizden ayırsın.” (Al-i İmran, 179)
Derken onun sırtından sağ ehli olanları çıkardı. Onlar sağ tarafta durdular.
Sonra sol ehli olanları çıkardı. Onlar da sol tarafta durdular.
Hiçbiri
maksattan sapmadı, başka tarafa meyletmedi. Bu bağlamda “Niçin?” diye soran
kimse, yanlış bir soru sormuş olur.
Bu varlık
ağacının etrafında ilkin amel eden “OL” tohumunun köküne kadar vardı, unsurunun
özünü sıktı, yayıkta sallar gibi özünü meydana çıkardı.
Sonra bu özü
de yeniden süzerek tortusunu giderdi.
Sonra üzerine
hidayet nurunu attı ve cevherini ortaya çıkardı.
Sonra Rahmet
denizine daldırdı, bereketiyle onu bürüdü.
Sonra ondan
Nebimiz Muhammed’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) nurunu yarattı.
Sonra O’nu
Mele-i a’la nuruyla süsledi, böylece parladı, yüceldi. Derken bu nuru her nurun
aslı kıldı.
Dolayısıyla
Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) takdirde (yazılmış kaderde)
Nebîlerin ilki, ama zuhurda onların sonuncusudur. Haşirde tüm Nebi ve
Rasullerin komutanı ve sevinçte de onların müjdeleyicisidir. Başlarındaki
güzellik tacıdır. Kaynaşma yakınlık divanının emaneti, ünsiyet bahçesinin
sakinidir.
Ünsiyet
huzuru Onun ruhaniyetinin anlamını cismaniliği perdesiyle örttü. Şühud alemini
varlık alemiyle perdeledi. O, varlıktan çıkarılmıştır. Kevn O’nun için istinbat
edilmiştir. Çünkü yüce Allah’ın varlıkları var etmesi, onlara güç yetirdiği
içindir, onlara muhtaç olduğu için değil. Var edişteki mükemmel hikmeti, su ve
balçığın şerefini ortaya koymak içindir. Çünkü O, bir çok şey yarattığı halde,
hiçbiri hakkında “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.” (Bakara, 30)
dememiştir. Böylece Ademin varlığı gerçekleşti. Adem’in varlığının
gerçekleşmesinin hikmeti, Nebi’nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şerefini
göstermektir. Çünkü O, bedenlerin hikmetidir ve bunun amacı da “ben gizli bir
hazineydim, bilinmiyordum.” ifadesindeki hazine “kaf”ını ortaya çıkarmaktı.
Dolayısıyla varlığın maksadı, var edicilerini tanımalarıdır.
Varlık içinde
en kusursuz marifete sahip olmaya özgü kılınan da efendimiz Hz. Muhammed’in
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) kalbidir. Çünkü varlıkların tümünün marifeti
tasdik ve imandır. Ama Hz. Muhammed’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) marifeti
müşahede ve bizzat gözlemlemedir.
O’nun
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) nurunun marifetiyle bildiler ve O’nun
üzerlerindeki fazlını itiraf ettiler. Allah Onu “OL” tohumunun özünden
çıkarmıştır: “filizini yarıp çıkarmış” ashabıyla kuvvetlendirmiş “bir ekin
gibi” “kalınlaşmış” Ona yakın olmakla. “gövdesi üzerine dikilmiş.” (Fetih, 29)
Zevkinin sahihliği, arzu ve iştiyakı ile dikilmiştir.
Bu Muhammedi
dal belirdiğinde, boy atıp yaprak verdiğinde ve geliştiğinde, kabul ve himmet
bulutları Ona doğru kaydıklarında, Onun zuhuruyla iki hadis alem birbirini
müjdeledi, cin ve insan toplulukları sevindiler. Onun hoş kokusu varlıkları
bürüdü. Onun doğumuyla putlar alaşağı oldu. Onun Nebi olarak gönderilişiyle
dinler neshedildi. Onu tasdik etmek üzere Kur’an indi. Varlık ağacı coşkuyla
titredi. Varlıktaki renkler harekete geçti, cümbüş yaşandı. Bu ağacın
dallarından kimi sol tarafta kaldı, sapıklığı arzuladı, meyletti.
Risalet
rüzgarlarını “Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik” (Enbiya, 107)
mesajıyla gönderince, Onun kokusunu aldı “tarafımızdan kendilerine güzel akıbet
takdir edilmiş olanlar.” (Enbiya, 101) ve gönüllü olarak Ona meylettiler.
Ama nezle
oldukları için koku alamayanlara ya da kabulden mahrum bırakılanlara gelince,
onlar kudret kasırgalarına tutuldular. Teru taze iken kupkuru oldular. Mutluluk
yüzleri asıldı. Kurtuluş umutlarının yerini ümitsizlik, karamsarlık aldı.
Bu dalın
sırrı, cömertlik ağacının aşısından ve varlık sedefinin incisinden kaynaklanır.
“Ey Nebî! Biz seni hakikaten bir şahit, bir müjdeleyici ve bir uyarıcı olarak
gönderdik. Allah’ın izniyle bir davetçi ve nur saçan bir kandil olarak...”
(Ahzab/ 45,46) ayetinin ruhu Onun ruhaniyetinin ruhudur.
Bu yüzden O,
kevnin karanlığını aydınlatan kandildir, varlık bedeninin ruhudur. Çünkü yüce
Allah göklere ve yere “İsteyerek veya istemeyerek, gelin!” (Fussilet, 11) diye
seslendiğinde yeryüzünden Kabe’nin bulunduğu yer, göklerden de Onun hizasına
düşen bölge bu çağrıya icabet etti. Dolayısıyla Kabe’nin bulunduğu toprak
parçası yeryüzündeki iman mahallidir.
Yüce
Allah’ın, Adem’i (a.s) yaratmak üzere yeryüzünden bir avuç toprak alınmasını
emretmesine gelince; bu toprak yeryüzünün her tarafından, iyisinden ve
kötüsünden olmak üzere kabzedildi. Rasulullah Efendimizin (salla’llâhü aleyhi
ve sellem) yaratıldığı balçık ise; Allah’a iman mahalli olan Kabe’nin bulunduğu
topraktan meydana getirildi.
Sonra bu
balçık Adem’in balçığıyla yoğruldu. Böylece bu balçık hamur haline geldi. Eğer
böyle olmasaydı, şahitlik gününde (zürriyetler aleminde) icabet edecek gücü
kendilerinde bulamazlardı. İşte Rasulullah Efendimizin (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) “Adem henüz su ile toprak arası bir şeyken Ben Nebiydim” sözünün anlamı
budur.
Varlığın
zerreleri ve bereketi Onun (salla’llâhü aleyhi ve sellem) varlığının
zerrelerinden kaynaklanır.
Allah,
varlıkları şahitliğinin huzurunda insanları şahit tutunca, onlara şöyle dedi:
“Ben sizin Rabbiniz değil miyim? Evet, şahit olduk, dediler.” (Araf, 172)
Böylece zerrelerinin cüzlerine O Nebevi hamur sirayet etti ve Allah’ın izniyle
dilleri cevap verip şahitlikte bulundu.
Tıyneti
takdirde öngörüldüğü üzere yoğrulmaya elverişli olanlarla beraber bu yoğrulma
devam etti. Madde alemine çıkıncaya, bu surette zuhur edinceye kadar onlardan
ayrılmadı. Böylece bu mana, o çağrıyı gerçekleştirmek üzere belirginleşti.
Bu mananın
ruhani nuru, cismani bedende kendisine karşılık olan yeri aydınlattı. Beden
karanlığından sonra aydınlanmış oldu. Bedenin organları hidayet doğrultusunda
aydınlandı ve Allah’a itaat şeklinde amel etmeye başladılar.
Tıyneti kötü
ve yoğrulmaya elverişli olmayanlara gelince; bu yoğrulma onlar üzerinde,
şahitlik günündeki itirafları, ikrar yerinde duruşları oranında etki gösterdi.
Ama bunun da üzerinden uzun zaman geçtiği için o hamur da bozuldu. Çünkü tıynet
bozulmuştur. Aslında bu bir emanet gibiydi. Ona emanet bırakılan, sonra geri
alınmış oldu. Çünkü bu emaneti korumaya ehil değildi.
İman,
kafirlerin kalplerinde emaneten durur. Ama müminlerin kalplerinde kalıcıdır.
Rasulullah’ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şu sözü de buna işaret etmektedir:
“Her çocuk fıtrat üzere doğar.” Allah’ın, insanların yaratılışlarına esas
kıldığı fıtrat... Fıtrat bağlamında bütün insanlar inanma noktasında eşit
düzeyde olurlar. Nitekim “Ben sizin Rabbiniz değil miyim? Evet, buna şahidiz,
dediler.” sözünde vurgulandığı gibi cevap vermede eşitliklerini sergilediler,
icabet ettiklerini dile getirdiler. Bunun sebebi de Nebevi hamurun zerrelerinin
cüzlerine sirayet etmiş olmasıdır. Bu, Allah’ın ezeli ilminde vardı ve takdiri
kapsamında uygulandı. Bu ikrar üzere kalanları, ret ve inkar saptıramadı.
Varlık
ağacında, büyüme, artma, çiçek açma, fikir meyveleri verme, benzeşen özlemler,
sağlam zevkler, saf sırlar, istiğfar meltemleri, Onunla gelişen ameller, Onunla
arınan haller, nefis riyazetiyle açılan yapraklar, kalplerin yalvarışları,
sırların inişleri, ruhların müşahedeleri, Onunla açılan hikmet çiçekleri.
Marifet incelikleri, Onunla yükselen nefesler, deste deste bağlanan ünsiyet
demetleri, huzur rüzgarlarından gelen hoş kokular, has erenlerin Onun aslına
dayanan mertebeleri, havasın makamları, sıddıkların menzilleri, yakınlaştın İm
ışların münacatları ve sevenlerin müşahedeleri...
Evet, bütün
bunlar Muhammedi dalın aşısından türemişler, Onun nuruyla tutuşmuşlar, Onun
Kevser nehrinin gelişiminden beslenmişler, Onun iyiliğinin özünden
gıdalanmışlar, Onun hidayetinin beşiğinde terbiye edilmişler. Bu yüzden Onun
bereketine bürünmüşler. Onun rahmeti bütün mahlukatı eksiksiz şekilde
kaplamıştır. “Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiya, 107)
Dünya yurdu
Onun için hazırlandığında, gece ve gündüz Onun için musahhar kılındığında,
şekiller belirlendiğinde, bölgeler sınırlandırıldığında, Onun şanına dikkat
çekildiğinde, Onun sırrı ve değeri dikkatlere sunulduğunda, Onu tasdik etme,
Onun hakikatinin ipine sarılma üzere misak alındığında, şeriatının gelini
tabilerine Şiilerine (taraftarlarına) göründü. Sonra Onun Nebiliğiyle Nebilik
son buldu. Onun Kitabıyla kitablar sona erdi. Onun risaletiyle rasullerin sonu
geldi.
Onun
şeriatına sığınan selamet buldu, Onun dininin ipine sarılan kurtuldu.
Nitekim Adem
(a.s) Ona tevessül edince kederden emin oldu.
İbrahim’in
(a.s) sulbüne intikal edince, ateş onun için serin oldu, zarar vermedi.
İsmail’in
(a.s) bedeninin sedefine bir inci gibi emanet edilince, İsmail büyük bir kurbanlık
karşılığında kurban edilmekten kurtuldu.
Sağ ehlinin
dalının meyvesi; “O, onları sever, onlar da O’nu severler.” (Maide, 45)
ifadesidir.
Sol ehlinin
dalının meyvesi; “Sen onlar arasında iken, Allah onlara azap edecek değildir.”
(Enfal, 33) ifadesidir.
Yakınlaştırılmış
öndekilerin dalının meyvesi: “Muhammed Allah’ın Resulüdür, onunla beraber
olanlar kafirlere karşı şiddetli, kendi aralarında merhametlidirler.” (Fetih,
29)ifadesidir.
Dolayısıyla
Onun (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bereketi bütün ufukları kaplamış, sözü,
mesajı tamamlanmış, amacına ulaşmıştır.
Allah, Adem’i
Onun (salla’llâhü aleyhi ve sellem) isminin suretinde yarattı. Onun ismi
Muhammed’dir.
Adem’in başı
daire biçiminde yuvarlaktır. Bu yuvarlak (Arapça) Muhammed isminin ilk “mim”i
şeklindedir. Adem’in elini yanına, Muhammed’in “ha”sı şeklinde salmıştır.
Adem’in karnı, Muhammed isminin ortasındaki “mim” konumundadır. Adem’in
ayakları ise açıklıkları itibariyle Muhammed isminin sonundaki “dal”
suretindedirler. Böylece Adem’in yaratılışı, Hz. Muhammed’in (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) ismi suretinde olacak şekilde mükemmel kılındı.
“Varlıklar
Onun şekli üzere var edilmiştir” sözümüze gelince; bilindiği gibi iki alem
vardır: Mülk alemi. Melekut alemi.
Mülk alemi,
cismani alem gibidir.
Melekut alemi
ise; ruhani alem gibidir.
Aşağı (süfli)
alemin yoğunluğu cismaniliğin yoğunluğu gibidir. Yüce (ulvi) alemin letafeti
ise ruhaniliğin letafeti gibidir.
Yeryüzünde,
dünyanın sarsılmasını önleme amacına yönelik kazıklar mahiyetinde yaratılan
dağlar, Onun bedenindeki kemik dağları konumundadırlar. Kemikler bedeni yıkılıp
sarsılmaktan koruyan kazıklar işlevini görürler.
Yeryüzünden
akan ve akmayan, tatlı ve tuzlu su ile dopdolu denizler, Onun bedenindeki
damarlarda akan ve başka organlarının içinde akmayan kan hükmündedir.
Zevklerinin
farklılığı da öyle. Bunların bazısı tatlıdır, tükürük gibi. Yiyecek ve
içeceklere karıştığında onlara hoş bir tat katar.
Bazısı
tuzludur. Göz yaşı gibi. Tuzlu göz yaşı gözün yağını korur.
Bazısı
acıdır, kulak suyu gibi. Acı kulak suyu, kulağı, girebilecek böceklerden,
kurtlardan korur, kulağa giren bu tür hayvanları bu su öldürür.
Sonra
bedeninin arzında da kıl, tüy biten bölgeler dünyada ot biten yerlere benzer.
Vücutta kıl, tüy bitmeyen, yerler ise çorak, bitki yetişmeyen yerleri
çağrıştırırlar.
Ayrıca
dünyada büyük denizler, onların kolları mahiyetinde ırmaklar ve küçük dereler
vardır ve bunlar insanların yararına dönüktürler.
Aynı şekilde
beden zemininde de kalın damarlar vardır, aort damarı gibi. Bu damar kan
dağıtıcılığı işlevini görür, damarlar ondan kan alıp bedenin diğer bölgelerine
ulaştırırlar.
Yüceler alemi
yani gökler alemi de öyle. Allah orada bir lamba gibi güneşi yaratmıştır. Yer
halkı ondan ışık alır, aydınlanır. Bedende ruh da böyledir, bütün bedeni
aydınlatır.
Eğer ölümle
ruh batarsa beden karanlığa gömülür, yeryüzünün, güneşin batmasıyla karanlığa
gömülmesi gibi.
Sonra aklı da
ay konumuna sahip kılmıştır. Ay gök semasında parlar, aydınlatır; bazen ışığı
artar, bazen azalır. Başlangıçta küçüktür, hilal konumundadır. Küçük çocuğun
başlangıçta aklı da böyle olur. Sonra akıl, ayın git gide büyümesi ve on
dördüncü gecede tam halini alması gibi büyür, gelişir. Ardından eksilmeye
başlar. Bu aynı zamanda ömrün kırkına ulaşmasına, sonra da terkibi ve gücü
itibariyle eksilmeye başlamasına benzer.
Sonra gökte
beş yıldız yaratmıştır. Bunlar “akıp giden, bir kaybolup bir etrafı aydınlatan”
(Tekvir, 15-16) beş yıldızdır. Bir bakıma insanın beş duyusu, tatma, koklama,
dokunma, işitme ve görme duyuları konumundadırlar.
Sonra gök
aleminde arş ve kürsü yarattı.
Arşı yarattı
ve orayı kullarının kalplerinin yöneldiği yer, ellerin yükselip açıldığı mahal
haline getirdi. Orası kendi zatının mahalli olmadığı gibi, sıfatlarının da
hemcinsi değildir. Çünkü Rahman olan Allah, niteliğine ve sıfatına istiva
etmiştir. Niteliği ve sıfatı ise Zatı ile bitişiktir. Arş ise O’nun yarattığı
bir mahluktur. Ne Onunla bitişiktir, ne de Onunla iç içedir. Allah ona
yüklenmediği gibi, ona muhtaç da değildir.
Kürsü ise,
sırlarının konulduğu kap, nurlarının perdesi ve “O’nun kürsüsü gökleri ve yeri
içine alır...” (Bakara, 255) dairesine giren her şeyin konulduğu yerdir.
Bedende kürsüye tekabül eden bölge ise göğüstür. Çünkü sudur eden ilimlerin
tahsil edilmesi orada gerçekleşir. Bu bakımdan kalbin ve nefsin kapısını
çevreleyen bir meydan hükmündedir. Bu sahadan kalbe ve nefse açılan iki kapı
vardır.
Dolayısıyla
kalpten sudur eden hayır ve nefisten sudur eden şer, göğüste hasıl olur, oradan
diğer organlara sirayet eder. işte “göğüslerde gizlenenler ortaya konulduğu
zaman” (Adiyat, 10) ayetinin anlamı budur.
Kalbi de Arş
konumunda kılmıştır. Çünkü O’nun semadaki arşı maruf iken, yerdeki arşı
meskundur. Bunun nedeni kalp arşının sema arşından daha üstün olmasıdır.
Semadaki arş O’nu kapsayamaz, taşıyamaz ve idrak edemezken, yerdeki arşa her an
bakmakta, ona tecelli etmekte, gökten keremini ona indirmektedir: “Göklerim ve
yerim beni almazken mümin kulumun kalbi beni kapsadı.”
Ahiret
aleminde, nimet ve azap yurtları olarak Cennet ve Cehennemi yaratmıştır.
Cennet hayrın
hazinesi, cehennemse şerrin hazinesidir. Bunun gibi, kalbin kara noktasının
mekanı olan hayrı da mümin kulunun cenneti kılmıştır. Çünkü orası
müşahedelerin, tecellilerin, münacatların, inişlerin mekanı, nurların
membaıdır.
Nefsi de
Cehennem kılmıştır. Orası da kötülüğün membaı, vesveselerin mahalli, şeytanın
otlağı ve karanlığın mekanıdır.
Sonra varlık
ve oluşun, olanların ve kıyamete kadar olacakların yer aldığı kitabın bir
nüshası olarak Levh ve Kalemi yaratmıştır.
Melekleri de
istinsah edilmesi emredilenleri istinsah eden, silinmesi veya yerinde
bırakılması gerekenleri gerçekleştiren, ölümü ve hayatı tahakkuk ettiren,
eksilme ve artışı uygulayan katipler, aracılar kılmıştır.
Bunun gibi
dil de kalem konumundadır.
Göğüs ise
levh mesabesindedir. Bu yüzden dilin söylediği her şeyi zihinler göğüs levhine
yazarlar. Kalbin iradesinin göğse sarkıttığını ise dil, bir tercüman gibi ifade
eder.
Duyuları
kalbin elçileri kılmıştır. Bunlar, orada toplanıp derlenenleri istinsah
ederler.
Kulak bir
elçidir, aynı zamanda casusudur.
Göz bir
elçidir, aynı zamanda muhafızıdır.
Dil bir
elçidir, aynı zamanda tercümanıdır.
Sonra
insanda, Rablığına delalet eden, Muhammedi Risaleti tasdik etmesini sağlayan
şeyler yaratmıştır. Bu delil insanın biçimidir. Çünkü insanın beden heykeli,
bir yöneticiye, planlamacıya muhtaçtır. Bu yönetici, planlamacı da ruhtur.
Dolayısıyla bir yöneticisi vardır. Ruh görülmediği gibi şekil de almaz. Ayrıca
bedende sadece belli bir bölgeye de hasredilmez. Bedenin hiçbir organı ruh
bilinci ve iradesi olmaksızın hareket etmez. Beden onsuz hissetmez, dokunamaz.
Bunlar da gösteriyor ki, alemlerin bir yöneticisinin, müdebbirinin, hareket
ettiricisinin olması kaçınılmazdır. Bundan da O’nun Bir olması, mülkünde olup
bitenleri bilmesi, mülkünü meydana getirecek güce sahip olması, maddi şekle
girmemesi, somutlaşıp temessül etmemesi (hiçbir şeye benzememesi), görünmemesi,
bir mekana çekilmemesi, bölünmemesi, maddi olarak hissedilmemesi,
dokunulmaması, iktibas edilmemesi zorunluluğu doğar. Daha doğrusu “Onun benzeri
hiçbir şey yoktur. O işitendir, görendir” (Şura, 11)
Allah’ın
kullarına gönderdiği elçiler/rasuller iki tanedir: Bir açık, biri de gizlidir.
Açık Rasul, Hz. Muhammed’dir (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Gizli Rasulu ise,
Cebrail’dir.
Görünen Rasul
Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kavmi arasında iken Cebrail Ona
vahiy getirirdi ve kavmi Cebrail’in gelişini görüp hissetmez, Onu tanımazlardı.
Aynı şekilde insanın beden heykelini idare eden güç olan ruhun da biri gizli,
biri açık iki elçisi/rasulu vardır. Gizli elçi/rasul, iradedir ve Cebrail
konumundadır; dile vahiy getirir. Dil ise irade adına konuşur. Dolayısıyla
efendimiz Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) konumundadır.
Sonra senin
varlığının içine Onun (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Nebiliğinin sıhhatine ve
Risaletinin doğruluğuna ilişkin yerleştirdiği gibi, Onun getirdiği şeriatının
hak oluşuna, sünnetine tabi olmanın zorunluluğuna ilişkin delili de senin
varlığının içine yerleştirmiştir. Böylece gücün aslı beş şeydir. Bunların her
biri de beşe ayrılır. İlk asıl, dayandığı temeldir.
Rasulullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
“İslam beş
temel üzere bina edilmiştir:
Allah’tan
başka ilah olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasulu olduğuna şahitlik etmek.
Namaz kılmak. Zekat vermek. Ramazan orucu tutmak ve Allah’ın haram evine hac
ziyaretinde bulunmak.
İkinci temel:
Farz kılınan namazlar beş tanedir.
Üçüncü temel:
Zekat nisabı beş olmak üzere farz kılınmıştır.
Dördüncü
temel: “Muhammed Allah Rasuludur. Onunla beraber olanlar” Ebubekir, Ömer, Osman
ve Ali. Rasulullah’la birlikte beş ederler.
Beşinci
temel: Ehlibeyt beş kişiden oluşur: Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve
sellem), Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin.
Dinin
rükünleri; şeriatın rükünlerini ikame etmek, sahabesini sevmek ve yakınlarını
sevmek olduğu için, senin organların içinde buna delalet eden şeyler var
etmiştir. Bunlar da beş tanedir. İslamın binasının aslını oluşturan beş esas,
senin bedenindeki beş duyu olan işitme, görme, dokunma, koklama ve tatma
duyuları konumundadır. Çünkü sen bu beş duyu aracılığıyla her şeyin tadını
alıyor, onları tanıyabiliyorsun.
Aynı şekilde
dinin bu beş rüknünü ikame etmekle her şeyin zevkine varabilirsin, irfanı idrak
eder, rahmanın marifetine ulaşır ve yakini ilmi elde edersin.
Şöyle ki: Göz
duyusu, seni namaz rüknünü ikame etmeye çağırır. Rasulullah (salla’llâhü aleyhi
ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Namaz benim gözümün aydınlığı kılınmıştır.”
Dokunma
duyusu, seni zekatı vermeye çağırır. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Onların
mallarından sadaka al.” (Tevbe, 103)
Tatma duyusu,
seni yiyecekleri tatmayı terk etmeye çağırır ki, oruç rüknünü ikame edesin.
İşitme
duyusu, seni ezanı duymaya çağırır. “İnsanları hacca çağır.” (Hac, 27)
Koklama
duyusu, seni tevhidin nefeslerinin kokusunu almaya çağırır. “Ben, Rahman’ın
nefesinin kokusunu Yemen tarafından alıyorum.”
Bu beş duyu
ile Allah, seni beş rüknü ikame etmeye çağırır.
Sağ elinin
beş parmağını, Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ve onunla beraber
olan Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali konumunda kılmıştır.
Yüce Allah,
efendimiz Hz. Muhammed’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) nurunu Adem’in alnında
yaratınca, Melekler Onunla karşılaşıp Muhammed’in (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) nuruna selam verirlerdi. Adem (a.s) ise bu nuru görmüyordu. Bunun
üzerine dedi ki: Ya Rabbi! Oğlum Muhammed’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
nurunu görmek istiyorum. Bunun üzerine Muhammedi nuru, görebilmesi için
organlarından birine aktardı. Sağ elinin şehadet parmağına. Ona baktı; nurun
şehadet parmağında tesbih getirerek parıldadığını gördü. Bunun üzerine şehadet
parmağını yukarı kaldırarak: “Eşhedu en la ilahe illallah ve eşhedu enne
Muhammeden abduhu ve rasuluhu / Şahitlik ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur
ve Şahitlik ederim ki Muhammed Allah’ın rasulüdür.” Bu yüzden şehadet parmağına
“el-Musabbiha” (Tesbih eden) de denilir.
Sonra Adem
(a.s) şöyle dedi:
- Ya Rabbi!
Sülbümde bu nurdan bir şey kaldı mı? Evet, dedi, ashabının nuru kaldı. Bunlar
da Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali’dir. Ali’nin nurunu baş parmağına, Ebubekir’in nurunu
orta parmağına, Ömer’in nurunu yüzük parmağına, Osman’ın nurunu da serçe
parmağına yerleştirdi.
Sonra Adem’e
denildi ki: Böyle yapmamın sebebi, bu parmakların uçlarıyla onların sevgisini
tutup avuçlaman, onları Hz. Muhammed’den (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
ayırmamandır. Çünkü yüce Allah “Muhammed Allah’ın rasulüdür. Onunla beraber
olanlar.” (Fetih,29) Buyurarak onları bir arada zikretmiştir.
Sonra sağ
elindeki beş parmağı, beş şahsiyeti hatırlatıcı kıldı. Bu beş şahsiyet
ehlibeyttir. Ki “Allah sizden ancak kiri gidermek ister.” (Ahzab, 33) ayetinde
buyrulduğu gibi, Onlardan kiri giderip Onları tertemiz kılmıştır. Nitekim
Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) “Bu ayet ehlibeyt hakkında nazil
olmuştur: Ben, Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin...” buyurmuştur.
Ayağının beş
parmağını da senin için, Allah’ın farz kıldığı beş namaza işaret eden, onları
hatırlatan alametler kılmıştır. Sen bu beş namazı ayakların üzerine dikilerek
eda edersin. Çünkü onlar Allah’ın yeryüzündeki hizmetçileridir. Hizmet ise
ancak iki ayakla yapılabilir. Bu yüzden sağ ayağın, beş namazı hatırlatmakta,
sağ ayağının beş parmağı ise senin için, zekatın nisap miktarını
göstermektedir. Zekatın nisabı ise beş dirhemdir. Bu yüzden her zaman zekat
namazla birlikte anılır. Bundan dolayıdır ki iki ayağın parmakları namaza ve
zekata işaret ederler.
Sonra senin
içinde, ölümü ve yeniden dirilişi, kabrin nimetlerini ve azabını gösteren,
bunlara delalet eden bir hususiyet yaratmıştır. Uyku. Uyuyan kimse, uykuda kötü
rüyalar gördüğünde, acı çeker, azap görür. İnsan uykuda ölü gibidir. Duyularını
yitirmiş olur; hiçbir şey duymaz, görmez ve idrak etmez.
Sonra uyuyan
kimse (rüyada) kulak, göz ve idrak sahibi kılınır. Rüyada işitir ve görür. Asıl
kulak ve gözünden ayrı bir kulak ve gözle. Kendini rüyada dilediği yere
giderken, yiyerken, içerken görür. Bu bakımdan uykuda rüya gören kimse, kabirde
ölüm ile yeniden diriliş arasındaki ara dönemi oluşturan berzah hayatı boyunca
kendisine zevk veren nimetleri ve acı veren azabı gören ölü konumundadır.
Sonra Allah
seni uykundan uyandırır; senin iradenle ve senin seçiminle gerçekleşmez bu
uyanış.
Eğer uykudan
uyanmamayı isteyebiliyorsan, istediğin için de uyanmamayı
gerçekleştirebiliyorsan, ölümden sonra dirilmemeye de güç yetirebilirsin
demektir?!
Bu, ölümden
sonra dirilişi inkar edenlerin yalanını ve cehaletini ortaya koyan bir
hakikattir. Bunlar da zındıklar, dehriler ve felsefecilerdir. Aynı zamanda
kabir azabını, nimetini ve sorgusunu inkar eden mutezile mezhebinin bu görüşüne
de susturucu bir cevap niteliğindedir.
Hem bilmen
gerekir ki, yüce Allah mahlukatı üç sınıf olarak yaratmıştır. Bu hususta şöyle
buyurmaktadır: “Allah her canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimisi karnı
üstünde sürünür-yılanlar ve solucanlar gibi-, kimi iki ayağı üstünde
yürür-kuşlar ve insanlar gibi-, kimi dört ayağı üstünde yürür-hayvanlar gibi-
(Nur, 45)
Canlıların
bir kısmı -sürekli-secde halindedir, bir kısmı -sürekli-rüku halindedir, bir
kısmı da -sürekli- kıyam halindedir.
Ağaçlar ve
duvarlar gibi sürekli kıyam halinde olanlar rükua güç yetiremezler.
Hayvan
türleri gibi sürekli rüku halinde olanlar, secde ve kıyama güç yetiremezler.
Sürüngenler,
haşereler gibi sürekli secde halinde olanlar da kalkamazlar.
Bütün
varlıklar Allah’a itaat etmek, O’nu yüceltmek ve tenzih etmek için yaratılmışlardır:
“O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur.” (İsra, 44)
Yüce Allah,
sair mahlukatının ibadetlerini ve itaatlerini senin için bir araya getirdi ve
senin ibadet ve itaat şeklini bütün mahlukatına yaydı. Sen O’na ayakta, rüku
halinde ve secde ederek ibadet etmek istersen, bunu yapabilirsin. Ki bütün
mahlukatın fazileti sende toplansın.
Yine sana
namazı da farz kılmış ve namazı bütün mahlukatın ibadetini kapsayacak özellikte
kılmıştır.
Kıyamın, rüku
ve secdelerin fazileti de sende toplanmıştır.
Sen bütün
varlığın maksadısın.
Sen, mabudun
muradı öyle olduğu için, kulların gözdesisin.
Bu, başta
söylediğimiz:
“Allah,
Adem’i (a.) Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) isminin sureti üzere
yaratmıştır.”
“Varlıkları
Onun şeklinde yaratmıştır.” Sözümüzün anlamı budur.
Bil ki,
yüceler alemindekiler, varlık ağacının yararına olacak şekilde musahhar
kılınmışlardır, Onun maslahatı için çalışırlar, Onun haklarına riayet ederler.
Çünkü varlıkta Muhammedi dalın gözdeliği ve Ahmedi nur vardır.
O halde ilk kez varlık gündüzünü
yokluk gecesinin karanlığından çekip çıkaran, Adem’in (a.s) alnının ufkundaki
Muhammedi güneşlerin nurlarının
parıldayışlarıdır.
Bu yüzden Melekler çıkıp secdeye kapandılar ve “ebediyen arşın meliki
Muhammed’dir.” dediler. Secde etmeleri emredilince, secdeye kapandılar. Özel
olarak şahitlik etmeleri istenince şahitlik ettiler.
Sonra onlara
denildi ki: Bu özel müşahedenin şükrü, Onun kökü olduğu ağacın, Onun bağlayıp
çözeni (idarecisi) olduğu devletin hizmetinde çalışmanızdır.
Sizden bir
kısmınız “sefere”(yazıcılar) olsunlar; tertemiz kitabları yazmakla uğraşsınlar.
Bir kısmınız
“berere” (görevliler) olsunlar; bu ağacın korusunun etrafında dolaşsınlar.
Bir kısmınız
“hamele” (taşıyıcılar) olsunlar; her amel edenin amelini taşısınlar.
Bir kısmınız
“Katipler” olsunlar; tevbe etmiş olanların gönüllerini razı etsinler.
Bir kısmınız,
istiğfar suyuyla onların yüzlerini günah tortularından, tozundan yıkasınlar:
“Yeryüzündekiler için bağışlama dilerler.” (Şura, 5)
Bir kısmınız
“hafaza” (koruyucu) olsunlar; yapıp ettikleri amelleri kayda geçirip muhafaza
etsinler, aleyhlerine ve lehlerine olan şeyleri sayıp döksünler.
Bir kısmınız
onların rızıkları için çalışsınlar, ki rızıklarını veren Rablerine ibadet
etmeye vakitleri olsun.
Nitekim
Meleklerin bazısı, rüzgarları gönderir; bazısı, bulutları yürütür; bazısı,
denizleri doldurur; bazısı yağmur sularını indirir; bazısı karaları muhafaza
eder; bazısı gecenin etrafı bürümesini sağlar; bazısı gündüzün sıyrılıp
gelmesini temin eder; bazısı takipçidir, organları afetlerden korurlar; bazısı
afetleri ortadan kaldırır; bazısı cennetleri süsler; bazısı cehennemi
kızıştırır.
Yurt hazır
hale getirilince, Hakk’ın iradesinin kasesi dolaştırılınca, bu huzura ilk kabul
edilen İblis oldu. Allah’ı tesbih ve takdis giysileri içinde böbürlene
böbürlene geldi. Ama içi hainlik ve fitne doluydu. Bu meclise varınca,
manzaranın güzelliğini görünce, marifet tepesine vasıl olunca, inkar etti,
isyanda ısrarcı oldu. ama bütün bunları içine attı. Suyun ve balçığın hakkını
küçük gördü, küçümsedi.
Ona: Kasenin saflığı içinde secde et, denilince, kaçındı ve büyüklendi.
Kaseyi taşırdı. Letafet meclisinde bulunanların üstün akıl sahiplerinin bu
sohbetinin zevkine varamadı. Gam ve vesvese karanlığında kalakaldı. İlminin ve
amelinin keselerini kontrol etti. Baktı müflis tüccarların keseleri gibidir.
Issız çöllerde yapayalnız kalakaldı. Hak taraftarlarından (şiasından) ve
şeriatından ayrıldı. Kederi artınca, aldığı darbenin büyüklüğünü hissedince
“Onları mutlaka saptıracağım, muhakkak onları boş kuruntulara boğacağım,
kesinlikle onlara emredeceğim.” (Nisa, 119) lisanıyla medet umdu.
Ama kader şöyle diyor: “Ben onlara mutlaka eman işaretlerini
göndereceğim. “Şüphesiz kullarım üzerinde senin bir hakimiyetin yoktur.” (Hicr,
42) Kainatın malikinden mühlet istedi. Ona mühlet verildi ki, kafirleri
cehenneme sürükleyen önder olsun. günah ve vebal ehlinin dayandığı asa olsun.
Ki onlardan birinin ayağı kaldığında “şeytan onları kaydırdı.” (Al-i İmran,
155) denilsin. Biri amel ettiğinde “Bu şeytan işidir.” (Kasas, 15) denilsin.
Adem ve İblis günah yokuşunu aşma sınavına tabi tutulduklarında, biri
kendisine emredileni terk etti, biri kendisine yasaklananı işledi. Böylece
kader ikisini bir noktada buluşturdu. Çünkü böyle takdir edilmişti. Allah
emretmişti, ama emrettiğinin aksini irade etmişti. Emrin bahşettiğini, irade
alıp götürmüştü.
İkisi bu sınırı aştıklarında, İblis için, bu hali bir daha aşmaması
hükmü verildi. Bedbahtlık orada çadırını bağladı. Haddi aşma meydanının tam
ortası onun makamı oldu.
Adem’e
gelince, kaldığı cennete özlem duydu, orada geçirdiği geceleri gündüzleri
hatırladı. Kendini kınamaya başladı. Derken pişmanlık duyanlar arasında
pişmanlıkla şöyle seslendi: “Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik.” (Araf, 23)
Bunun üzerine yakınlardan kılındığının, sıkıntısının giderileceğinin müjdesini
aldı: “Adem, Rabbinden bir takım kelimeler aldı.” (Bakara, 37)
Bedbaht
İblis’e gelince, lanet atları, dizginleri salıverilmiş halde üzerine
gönderildi; kovulduğunu, rahmetten uzaklaştırıldığını müjdelediler. Oradan
çıkarılması emredildi: “İnin oradan., dedik...” (Bakara, 38) Adem, derin bir
endişeye kapıldı. Neredeyse kendini paralayacaktı. Dedi ki: Efendim! Yükselişte
engellenme acısını tattırdın; düşüşte rahmetten ümitsizlik narına yanmaktan
koru beni.
Ona denildi
ki: İki zümrenin birbirinden ayrılacağı, “bir bölümü cennete, bir bölümü de
çılgın alevli cehenneme” (Şura, 7) gideceği ayrılık noktasına varıncaya kadar
senin için endişe edilecek bir durum yok.
Adem sağ
tarafı, İblis de sol tarafı tuttu. Sol ehli için bir asıl oldu İblis. Ancak
Adem ile İblis arasında bir arkadaşlık ve beraberlik oldu. Bu arkadaşlığın bir
etkisinin olması zorunluydu. İblis, Adem’le beraberken solunda bulunuyordu.
Adem’in solu İblis’in ondaki mahalli konumundaydı. Bu, kökeninde azıcık
bozukluk olan kimselere de sirayet etti. Böylece İblis’in muhalefet
karanlığının gölgesine girdiler, ona yakın olup onun hizasında, safında yer
almak suretiyle kafir oldular.
Ama sağ
tarafta kalanlar, Adem’in marifet nurunun içinde kaldılar. Uzak oldukları için
de İblis’in karanlığından kurtuldular.
Ama küfre
sapanların komşuluğu onların üzerinde de etki bıraktı; onların sapmışlıklarının
karanlığının gölgesine girdiler. Çünkü sol tarafın ehliydiler.
Bu, onların
sıfatları üzerinde de etki bıraktı. Ama zatlarının nurları ve marifetleri
sağlam kaldı. İşte sağ tarafın ehli olanların işledikleri günahlar ve
yüklendikleri veballer bu komşuluğun neticesidir, o tarafın kıvılcımıdır.
Bil ki!..
Bu etkinin
başka bir temeli ve başka bir nedeni vardır. Şöyle ki: Yüce Allah Adem’in (a.s)
yaratılacağı toprağın avuçlanıp getirilmesini emredince, bu işle görevli ölüm
meleği toprağı getirmek üzere indi...
İblis o gün
yeryüzündeydi. Allah onu, bir grup melek ile birlikte orada halife olarak
bırakmıştı. İblis bu görevi sırasında yeryüzünde uzun süre kaldı, orada Allah’a
ibadet etti. Ölüm meleği dünyanın çeşitli yerlerinden toprağı avuçladı. O
topraklara İblis ayak basmıştı. Adem’in (a.s) yaratılacağı yoğrulup ona şekil
verilince, nefsi İblis’in bastığı topraktan, kalbi de İblis’in ayağını
basmadığı topraktan yaratıldı. Nefsin sahip olduğu pislik ve yerilmiş vasıflar,
şeytanın ayak izinin toprağına bulaşmasından ileri gelir. Bu yüzden nefis,
şehvetlerin barınağıdır. Şeytanın nefiste yaşaması, ona egemenlik kurması,
özünü oluşturan toprağa ayak basmış olmasın kaynaklanır. Ve bu yüzden İblis,
Adem’e karşı büyüklük taslar. Çünkü onun, kendi ayağının bastığı topraktan
yaratıldığını görmüştü. Bir de kendi unsurunun özüne bakmış, ateş olduğunu
görmüştü. O zaman övünerek üstünlük iddia etti. Büyüklenmeye meyletti.
Nitekim yüce
Allah’ın şu sözünün anlamı da budur: “Ey iman edenler! (....) sakın şeytanın
adımlarının peşinden gitmeyin.” (Bakara, 208) Çünkü onun adımlarının bastığı
topraktan yaratıldınız.
Bil ki,
varlık ağacı yaratılınca, ondan üç dal yeşerdi: Biri sağda, biri solda, biri de
ortada dim dik uzandı. Bu dimdik uzanan dal “önde olanlar” (sabikun)ın dalıdır.
Hz.
Muhammed’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ruhaniyeti bu üç dalla kaimdir,
onlarla bağlantılıdır, onların içine sızmıştır. Her dalın, bu ruhaniyeti kabul
edişi oranında payı vardır ondan. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Biz
seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiya, 107)
Sağ dalın
ehli olanların payına, hidayet ruhaniyeti, Hz. Muhammed’e (salla’llâhü aleyhi
ve sellem) tabi olma, Onun sünnetine ve şeriatına göre amel etme düştü. Yüce
Allah şöyle buyuruyor: “O Resule, O ümmi Nebiye uyanlar.” (Araf, 157)
Önde
olanların payına, Ona yakınlık, katında bulunma ve Onunla sohbet etme düştü.
“Onlar, Allah’ın kendilerine lütuflarda bulunduğu kişilerle beraberdir.” (Nisa,
69)
Hz.
Muhammed’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ruhaniyetinden, sol ehli olanların
payına düşense, dünyada korunmaları, erken cezadan, azaptan emin olmalarıdır.
“Sen onların içinde iken Allah, onlara azap edecek değildir.” (Enfal, 33)
Hz.
Muhammed’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) cismaniyetinin varlıkta zuhur
etmesinin vakti geldiğinde, Onun varlık dalı dimdik ve dosdoğru yeşeriverdi.
Kökü
sabitleşip dalları yeşerince, Onun velayetini, idaresini üstelenen zat
seslendi: “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.” (Hud, 112) Hz. Muhamme’din
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) vasfı doğruluktu, istikametti. Makamı da ebedi
ikamet yurdudur.
Dosdoğru
olunca iki alemden de göçtü. Emredileni ikame edince, bir makamdan başka bir
makama intikal etti. Nihayet menzili süreklilik kazandı ve orada ikame etti.
Birinci
makam; dünyadaki varlık makamıdır. “Ey örtünüp bürünen! Kalk ve uyar.”
(Müddessir, 1-2)ifadesi buna işarettir.
İkinci makam;
ahiretteki övülmüş makamdır (makam-ı mahmud). “Rabbinin, seni, övgüye değer bir
makama göndereceği umulur.” (İsra, 79) ayeti buna işaret etmektedir.
Üçüncü makam;
cennetteki sonsuzluk makamıdır. “O ki lütfuyla bizi asıl oturulacak yurda
yerleştirdi.” (Fatır, 35)
Dördüncü
makam; gözlem (müşahede) makamıdır. Mabudu görmek için yakın olma makamıdır.
“Sonra yaklaştı, derken daha da yaklaştı. O kadar ki iki yay arası kadar, hatta
daha da yakın oldu.” (Necm, 8-9) yaklaşma, yükselme ve müşahede Ona
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) özgüdür. Çünkü bütün varlığın varoluş maksadı
Odur.
Varlık bir
ağaç ise, meyvesi Odur. Odur varlığın cevheri.
Bilindiği
gibi meyve veren bir ağaç, ancak aslını oluşturan bir tohum taneciğiyle meyve
verir. Bu tohum taneciğini ektiğin, beslediğin ve bakımını yaptığın zaman, yeşerir,
dal salar, yaprak açar, rüzgarlarda sallanır, derken meyve verir.
Bu ağaca
baktığın zaman, onu, bu ağacın aslını oluşturan çekirdeğin içinde görürsün.
Evet bu tohum, bu çekirdek başlangıçta nütfedir. Sonunda ağaç suretinde zuhur
eder. Sonunda ağaç olur. Ağaç o tohumla zuhur eder. Dolayısıyla zuhur eden o
tohumun suretidir.
Hz.
Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) geçmişte mana olarak gizli olması da
buna benzer. Sonra suret şekline bürünüp zuhur etmesi de. Nitekim Rasulullah’ın
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) “Adem daha su ve toprak arası bir şeyken, ben
Nebiydim” sözünün anlamı da budur.
Çekirdek veya
tohum ağacın anlamının mahzarı olduğu gibi, Hz. Muhammed’in (salla’llâhü aleyhi
ve sellem) mana olarak gizli olduğu aşama da suretinin mahzarı idi. O, mana
aleminde kadim lisanında zikredilirdi, yokluk kapsamında varlık sahibiydi.
Hz.
Muhammed’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bu durumu, bir tüccarın bir kumaşı
çeşitli elbiseler haline getirdikten sonra dürüp deposuna yerleştirmesine
benzer. Bu tüccar, ilk olarak toplayıp dürdüğü elbiseyi en son ortaya çıkarıp
sergileyecektir.
Aynı şekilde
efendimiz Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) de var olmak bakımından
her şeyden öncedir, ilktir. Ama her şeyden sonra zuhur edip ortaya çıkmıştır.
Kaderin gücü
bu Nebevi dalı yönetmeye koyulunca, Onu iyiliklerinin özüyle besledi,
sevgisinin kasesiyle suladı. Onu korusunun zirvesinde himaye etti, besleyip
büyüttü. Derken tepesi sallanmaya başladı. Onun mis kokusu etrafa yayıldı. İşte
bu esintiler ariflerin ruhlarının gıdası, müminlerin gözlerinin nuru,
sevenlerin huzurlarının reyhanı, asilerin sığındığı meydan, günah sularından
içenlerin kurtarıcısı oldu.
Şayet sol
ehli tarafından bir hatta rüzgarı esse veya bir günah fırtınası kopsa, yüce
Allah’ın yeşerttiği dallardan biri eğilir, sol ehlinin amellerinden birine
meyleder, böylece dalıyla oynar. Bu da gövdesinin tazeliği üzerinde etkili
olur, gövdesi taze olduğu için bundan etkilenir, çırpınır durur. Ama iman
toprağındaki kökü sabittir. Taze dalının etkilenmesi ona zarar vermez. Hata
sahibi yaptığının farkına varıp, onu bu havadan korur, eğilmişken onu doğru
istikametine döndürür, kana kana istiğfar suyunu içirirse, o zaman niyeti kabul
edilir. Kuruyan iman yaprağı yeniden yeşerir. Onun adına, nakli ve rivayeti gerçeğin
ta kendisi olan hatip mazeret bildirmek üzere kalkar. Onun dedikleri doğrudur,
çünkü onun hakkında “Battığı zaman yıldıza andolsun ki, arkadaşınız sapmadı ve
batıla inanmadı.” (Necm, 1-2) şeklinde yemin edilmiştir.
Hem bilesin
ki, Muhammedi dal, ruhların maddesini oluşturan ruhaniyetten ve bedenlerin
özünü oluşturan cismaniyetten meydana gelmiştir.
Ruhaniytenin
maddesi cömertliğidir. O da şu ayetin sırrında saklıdır: “Allah, göklerin ve
yerin nurudur (...) lamba...” (Nur, 35) Yani Allah Rasulu Efendimiz Hz.
Muhammed’in (s.av) nurunun lambası. Allah Onu, varlık kandilliğinin lambası
kılmıştır. Böylece yüce Allah varlığı/kainatı bir kandile, efendimiz Hz.
Muhammed’i (salla’llâhü aleyhi ve sellem) de kristal fanusa, Onun kalbi olan
nuru ise lambaya benzetilmiştir. Dolayısıyla Onun içinin nuru dışında
parlamıştır. Lambanın fanus içinde parlaması gibi. Böylece lambanın ışığı ateş,
fanus da şeffaflığından dolayı nur olmuştur. Derken ortaya bir nur çıkmıştır.
Bütün
yaratılmışlar Ona yakınlıkları, Ona tabi oluşları, taraftarlarının arasına
girişleri ve şeriatıyla amel edişleri oranında Ondan istifade etmişlerdir.
“Gökten bir ölçü ile su indirdi.” (Zuhruf, 11) ayetinin kast ettiği anlam da
budur. Bu ayette yüce Allah sevgili Nebisi Hz. Muhammed’i (salla’llâhü aleyhi
ve sellem) gökten bir ölçüye göre inen suya benzetmiştir. Çünkü su her canlının
hayat kaynağıdır. Aynı şekilde Hz. Muhammed’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
nuru da her kalbin hayat kaynağıdır. Varlığı da her şey için bir rahmettir.
Ardından
insanların, Onun nurundan yararlanışlarını, Onun (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
bereketine nail oluşlarını anlatıyor. Böylece ayette kalpler vadilere
benzetiliyor: Kimisi büyük, kimisi küçük. Kimisi ulu, kimisi de hakir...
Her kalp,
kapasitesi oranında, maddesi miktarında bu sudan aldı ve ona doğru yola
koyuldu: “Her bölük, içeceği kaynağı bildi.” (Bakara, 60)
Sonra yüce
Allah, Hz. Rasulullah’ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) cismaniyetini, berrak
suyun üstünde taşınan kabarık köpüğe benzetiyor. Bu köpükten kasıt, Onun zahiri
terbiyeciliğidir. Yiyecek, içecek, evlenme, insanların fiil ve davranış
ortaklıkları gibi hususları düzenlemesidir. Bunların tümü geçip gider, dağılır.
“insanlara fayda veren şeye gelince “ (Ra’d, 17) Hz. Muhammed’in (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) nübuvetine, risaletine, hikmetine, ilmine, marifetine ve
şefaatine gelince “o yeryüzünde kalır.” (Ra’d, 17)
Bil ki, Hz.
Muhammed’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) yaratılışının hikmeti bu olunca,
Allah onu latif ve kesif unsurlardan yarattı. Ki yaratılışı kusursuz, kamil
olsun. sıfatları mükemmel düzeyde bulunsun. Allah onu iki zıt olgudan, ruhani
ve cismani olgulardan yaratmıştır. Cismaniliğini ve beşerliğini, insanlarla
buluşma noktası, suretlerin mikyası kıldı. Ona, insanları karşılayabileceği bir
kuvvet verdi. Onlara beşeriliği maddesiyle yardım elini uzatırdı. Onlarla
onların yanında olurdu. Onlar da kendileri için kendileri olurlardı.
“Ben ancak
sizin gibi bir beşerim.” (Kehf, 110) Bu bağlamda onların hemcinsi ve
benzeriydi. Çünkü onların karşısına nurani melek ruhaniyetiyle çıksaydı,
insanlar Onu karşılamaya güç yetiremezlerdi, Ona mukavemet edemezlerdi. Bu
yüzden yüce Allah, aşağıdaki ayette insanlara onu bir beşer olarak göndermiş
olmasını bir lütuf ve minnet olarak zikrediyor: “Andolsun size kendinizden bir
Rasul gelmiştir.” (Tevbe, 128)
Ayrıca Ona
bir güç ve ruhaniyet vermiştir ki, bu özelliğiyle ruhanilik alemini, yüceler
melekutunu karşılar, ki bereketi tam, rahmeti eksiksiz olsun.
Ruhaniler
Onun cismaniyetini müşahede ederler.
Ayrıca Yüce Allah sırf Ona özgü
olmak üzere üçüncü bir vasıf daha vermiştir. Bu vasıf, önceki iki vasıftan
ayrıdır, onların dışındadır.
Şöyle ki.. Ona Rabbani bir vasıf
ve ilahi bir sır vermiştir ki, Rububiyet sıfatlarının tecellisi esnasında bu
vasıfla sebat eder. Onunla ilahi huzuru müşahede etme gücünü kendinde bulur.
Onunla Teklik nurlarının sırlarını alır, kutsi işaretlerin hitabını duyar,
Onunla rahmani esintilerin hoş kokularını duyar, göz alıcı haz makamlarına
yükselirdi. Hz. Rasulullahın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şu sözünün sırrının
anlamı budur: “Ben sizden herhangi biriniz gibi değilim.” Şu hadisin sırrının
anlamı da budur: “Benim öyle bir vaktim var ki, o vakitte Rabbimden başkası
beni karşılamaya güç yetiremez”
Bu makam, yakınlaştırılmış
hiçbir meleğe, gönderilmiş hiçbir Nebiye özgü değildir. bir kasedir ki ondan
(salla’llâhü aleyhi ve sellem)den başkası içmemiştir. Bir gelindir ki, sadece
Ona görünmüştür. İşte bu, sırf Ona özgü olan makamdır. Saydığımız dört makamdan
birisi budur.
Diğer üç makama gelince, bunlar
diğer mahlukata yönelik kerametlerdir. Ki her biri kendisine ayrılmış nasibi
alabilsin.
Övülmüş makama (Makam-ı Mahmud)
gelince, o, suret alemine özgüdür. Suret alemi ise dünyadaki mülk alemidir. Bu
sayede mutmainliğinin, Nebiliğinin ve risaletinin bereketi onları sarar: “Biz
seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik.”(Enbiya, 107)
O
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) “Ey Rasul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et.”
(Maide, 67) minberine oturtulmuştur.
O, insanların
çağrısına icabet edendir, nasihatte onlara hitap edendir. Sarsıntılarda onların
tabibidir. Sevgiden de onların payına düşendir. Bu, dünya ehline özgü
boyutudur.
İkinci makama gelince, o
da kıyametteki övülmüş makamdır ve bu da yüceler aleminin payına düşmüştür.
Yüceler alemi, Onun makamının bereketine,
müşahedesinin
güzelliğine ve sözünün duyuluşuna nail olur: “ Ruh ve meleklerin ... durduğu
gün.” (Nebe, 38) Ona hitap etme izni verilir. Melekler saf saf duruş
vaziyettedirler. Bütün mahlukat durmuş, kulak kesilmiştir. Konuşmasına ümmetine
şefaat etmekle başlar ve “ümmetim. ümmetim.” diye seslenir. “Rahmetim.
Rahmetim.” diye cevap verilir.
Üçüncü makam
ise, şühud makamıdır ve bu makam sonsuzluk yurdundadır. Ki Cennet ehli ondan
nasiplerini alsınlar, huriler Onu müşahede etmekten haz alsınlar, köşkler, Onun
girişiyle şereflensinler, gelişiyle sevinçlerini sunsunlar, cennetin nuru
artsın ve Onun gelişiyle perdeler kalksın, kötülükler zail olsun.
Dördüncü
makam, sırf Hz. Rasulullaha (salla’llâhü aleyhi ve sellem) özgü kılınmış
makamdır. Ulu mabudu görme makamı. “İki yay arası kadar, hatta daha da yakın
oldu.” (Necm, 9)
Çünkü O,
varlık ağacının meyvesi, varlık sedefinin incisi ve sırrıdır.
O, “Ol”
sözünün anlamıdır. Ağaç, kendisi için istenmez, aksine meyvesi için istenir.
Dolayısıyla ağaç meyve tutsun. Çiçek açsın diye korunur, muhafaza edilir.
Amaç, bu
meyveyi sahibine arzetmek, “O”na yakınlık huzuruna bezeyerek götürmek,
huzurundaki nedimeler arasında dolaştırmak olduğu için Ona “Ey Ebutalib’in
yetimi! Kalk, senin talibin var ve senin için istekler hazırlamış.” diye
seslenildi.
Ona hizmete
amade meleklerin en gözdesi gönderildi. Melek, Onun yanına gelip durduğunda,
Onu yatağında uyur halde gördü..
Dedi ki : Ey
Cebrail! Nereye?
Dedi ki: Ey
Muhammed! “Nere” (Mekan) aradan kaldırıldı. Bu seferimde ben “nere”yi
bilmiyorum. Ama ben hizmet sunan melekler arasında sana gönderildim: “Biz ancak
Rabbinin emri ile ineriz.” (Meryem, 19)
Dedi ki : Ey
Cebrail! Benden istenen nedir?
Dedi ki: Sen
iradenin muradı, dilemenin maksadısın. Her şey Senin için irade edilmiş, sen de
O’nun için irade edilmişsin. Sen varlığın seçkinisin. Sen sevgi kasesinin
özüsün. Bu sedefin incisisin. Şu ağacın meyvesisin. Marifetler güneşisin.
Lütuflar hilalisin. Evren sırf Senin yerini yüceltmek için hazırlandı,
donatıldı. Bu güzellik, bu cemal sırf senin vuslatın için bezendi. Sevgi kadehi
sen içesin diye sunuldu. Kalk! Sana ikram edilmek üzere sofralar serilmiştir.
Yüceler aleminde, sen geleceksin diye bir telaştır gidiyor. Gözde melekler,
Senin gelişini tehlil ve tekbirlerle kutluyorlar. Ruhaniyetinin şerefi onları
kaplamıştı. Artık cismaniyetinden de bir nasip almaları kaçınılmazdır. Melekut
alemini şereflendir, mülk alemini şereflendirdiğin gibi. Göğün zirvesine
ayağını basarak onurlandır, kara toprakları onurlandırdığın gibi.
Dedi ki: Ey
Cebrail! Kerem sahibi Allah beni çağırıyor, ne yapacak bana?
Dedi ki:
“Senin geçmiş ve gelecek günahını bağışlamak için” (Fetih, 2) çağırıyor.
Dedi ki: Bu
benim için. Ailem ve çocuklarım için ne vardır? Çünkü insanların en kötüsü
yalnız yiyendir. (Sırf kendisini düşünendir.)
Dedi ki: “Pek
yakında Rabbin sana verecek de hoşnut olacaksın.” (Duha, 5)
Dedi ki: Ey
Cebrail! Şimdi kalbim rahat etti. Artık Rabbime gidebilirim.
Cebrail,
Burak’ı yaklaştırdı.
Dedi ki: Bunu
ne yapacağım?
Dedi ki: Bu,
aşıkların bineğidir.
Dedi ki:
Benim bineğim şevkimdir. Azığım takvamdır, sakınmamdır. Rehberim, gecemdir. Ben
O’na ancak O’nunla vasıl olurum. O’nu, O’ndan başkası bana gösteremez.
Zayıf bir
hayvan, O’nun sevgisinin ağırlıklarını, marifetinin dağlarını, göklerin, yerin ve
dağların taşımaktan aciz olduğu sırları emanetini sırtlayan birini nasıl
taşısın? Ve sen, Sidretu’l Münteha’nın yanında hayretler içinde kaldığın halde
bana yol gösterebilir misin?
Ben ki sonu olmayan bir huzura
varıyorum?!
Ey Cebrail! Sen kim? Ben kim?
Benim öyle vakitlerim olur ki, o sırada Rabbimden başkası bana katlanamaz.
Ey Cebrail! Benim sevgilimin
benzeri olmadığına göre, ben de sizden biri gibi değilim. Dolayısıyla binekler
sırtında mesafeler katetmem, rehberlerin öncülüğünde cihetlere yönelmem. Bu
ancak sonradan olma varlıkların alanıdır. Benim sevgilim cihetlerden
münezzehtir, sonradan olma özelliklerden beridir. Ona hareketlerle ulaşılmaz,
işaretlerle gösterilmez. Anlamları bilen, ne demek istediğimi anlar. Bak, O’na
yakınlığım “İki yay arası kadar, hatta daha da yakın oldu.” (Necm, 9)
Cebrail, vaktin dehşetini anladı
ve şöyle dedi:
Ey Muhammed! Beni sana
getirdiler ki, senin devletine hizmet edeyim, gözde adamlarına arkadaş olayım.
Bineği de Senin kerametini sergilemek için getirdiler.
Çünkü meliklerin adetidir.
Sevdikleri birini ziyaret etmek istedikleri zaman, ya da bir yakınlarını davet
edecekleri vakit, onların kerametlerini ve saygınlıklarını göstermek
isterlerse, en gözde yardımcılarını rasul/elçi olarak gönderir, onları getirmek
üzere en seçkin bineklerini takdim ederler. Biz de sana meliklerin bu adeti
üzre geldik, bu geleneğe uyduk.
Allah’a adımlarla varılacağını
sanan, hataya düşer.
O’nun
perdelerin gerisinde örtülü olduğunu zanneden de bağışlardan yoksun kalır.
Ey Muhammed!
Yüceler alemi seni bekliyor, cennetler kapılarını açmış, alanlarını süslemiş,
yaşıt kızlarını bezemiş, içeceğini kaselere doldurmuş bekliyor. Bütün bunlar,
senin gelişinle duyulan sevincin, vasıl oluşunla yaşanan neşenin göstergesidir.
Gece Senin gecendir. Devlet de Senindir. Ben, yaratıldığım günden beri bu
geceyi bekliyordum. Seni bir ihtiyaç için vesile kıldım. Onu elde etmeye
ilişkin gücüm, çarem tükendi, imkanlarım yok oldu. Bu yüzden aklım şaşkın
vaziyettedir. Fikrim sersem durumdadır. İçimi dehşet kaplamış. Zihnim meşgul ve
tasavvurum karmakarışıktır.
Ey Muhammed!
Şaşkınlığım beni O’nun ezelinin ve ebedinin meydanında durdurdu. Bir
başlangıcının olmadığını gördüm..
Başka bir
meydana meylettim, onun da sonda ilk olduğunu fark ettim. O yoldaşa gitmek için
bir yol arkadaşı aradım. Yolda Mikail ile karşılaştım..
Dedi ki:
Nereye gidiyorsun? Yol kapalı, kapılar yolcuların yüzüne kapanmış, sayılı
günlerle, zamanlarla O’na varılmaz, sınırlı mekanlarda aramakla bulunmaz?
Dedim ki:
Öyleyse niçin bu makamda duruyorsun?
Dedi ki:
Denizlerin su kapasiteleriyle, yağmur yağdırmakla ve bu yağmurları değişik
bölgelere sevketmekle meşgulüm. Denizlerin hangi miktarda acı olduklarını,
dalgalarının oluşturduğu köpüğün miktarını bilirim. Ama Tekliğin boyunu ve
fertliğin sayısını bilmem.
Dedim ki:
İsrafil nerede?
Dedi ki:
Talim okuluna alındı. Levh-ı mahfuz’un yüzüne bakıyor, oradan kesinleştirilmiş
hükümleri ve yürürlükten kaldırılanları yazıyor. Sonra okul çocuklarına okuyor,
şu misaldeki gibi: “İşte bu, aziz ve alim olan Allah’ın takdiridir.” (Yasin,
38) Sonra o, öğrenim devresinde, öğretmeninden duyduğu haya yüzünden, başını
kaldırmaz. Bakışları yere bakar ve kalbini düşünceden alıkoyar. Sura üfleyeceği
güne kadar devam edecek bu hali.
Dedim ki:
Haydi, Arşa soralım, bize yol göstermesini isteyelim. Öğrendiklerini ve
yazdıklarını istinsah edelim.
Arş, bu
halimizi duyunca, coşkuyla titredi.
Dedi ki:
Dilini kımıldatma. Kalbinde O’ndan söz etme.
Bu, perdesi
aralanmayan, kapısı açılmayan bir sırdır. Cevabı olmayan bir sorudur bu. Ben
neyim ki arada, O’nun “nere”sini bileyim?
Ben, iki
harften yaratılmış bir mahluktan başka bir şey değilim. Daha dün ne bir eser ne
de bir obje idim. Dün yitik bir yoktan ibaret olan, ezelden beri var, doğmamış,
doğurmamış olan ahadiyetini nasıl bilebilir? O, istivada beni geçti, istila ile
beni emri altına aldı.
Eğer O’nun
istivası olmasıydı, şekil alıp var olamazdım, O’nun istilası olmasaydı, doğruyu
bulamazdım. Duman halinde olan göğe yönelip istiva etti. Burhanın kaim olması
için arşa istiva etti. O’nun izzeti hakkı için istiva etti. İstiva ettiklerine
dair bir bilgim yok. Ben ve toprak O’nun karşısında eşit düzeydeyiz. O’nun
ihtiva ettiğini ihtiva etmem ben. Bilmem neyi kapsadığını.
Ben sadece
O’nun kuluyum. Her kul için niyet ettiği vardır.
Sana kıssamı
anlatayım.. Istırabımı sana açayım.
O’nun yüce
izzetine, kudretinin gücüne andolsun ki, beni yarattı, Tekliğinin denizlerine
gark etti, ebediliğinin çöllerinde hayrete düşürdü.
Bazen
ebediliğinin ufuklarından doğup bürür beni.
Bazen
yakınlığının makamlarında yaklaşıp benimle ünsiyet kurar.
Bazen
izzetinin perdesiyle gizlenir, yapayalnız bırakır beni.
Bazen
lütfünün münacatıyla seslenir bana ve coşkuya gark eder beni.
Bazen
sevgisinin kaseleriyle varır bana ve sarhoş eder beni.
Sarhoşluğun karışıklığıyla acı çektikçe ben,
Tekliğinin
lisanıyla bana “Beni asla göremezsin” dedi..
Heybetinden
eridim, dağıldım.
Sevgisinden
parçalandım, darmadağın oldum.
Azametinin tecelli
etmesinden dolayı düşüp bayıldım, Musa’nın düşüp
bayılması gibi. Vecdimin
sarhoşluğundan
ayıldığımda bana denildi ki:
Ey Aşık!..
Bu, bizim koruduğumuz Cemaldir, perdelediğimiz güzelliktir. Seçmiş olduğumuz
sevgiliden, bizim terbiye ettiğimiz Yetimden başkası Ona bakamaz. “Kulunu bir
gece... götüren” (İsra, 1) sözünü duyduğun zaman, Onun bize yükseldiği, geldiği
yolun üzerinde dur. Belki o zaman Bizi göreni görebilirsin. Bizden başkasına
bakmayanı müşahede lütfuna mahzar olursun.
- Ey
Muhammed! Arş, seni özlerken, ben Senin ellerine nasıl hizmet etmem!
İlk binek
olan Burak onu beytu’l makdis’e götürdü.
Sonra ikinci
binek olan Miraç, Onu dünya semasına götürdü.
Üçüncü binek
olan meleklerin kanatları onu bir semadan diğer bir semaya götürdü. Böylece
yedinci semaya götürüldü.
Sonra
dördüncü binek olan Cebrail’in kanadı onu Sidretu’l Münteha’ya taşıdı. Sidretu’l
Münteha’nın yanına gelirken Cebrail geri kaldı.
Dedi ki: Ey
Cebrail! Biz bu gece senin misafirleriniz. Ev sahibi misafirinden nasıl geri
kalır? Burada dost dostunu terk eder mi?
Dedi ki: Ey
Muhammed! Sen Kerem sahibinin misafirisin, öncesiz kadimin davetlisisin. Eğer
bir parmak ucu kadar ilerlesem, kesinlikle yanarım. “Her birimizin belli bir
makamı vardır.”
Dedi ki: Ey
Cebrail! Madem öyle, senin bir ihtiyacın yok mu?
Dedi ki:
Evet. Sonsuzlukta sevgilinin yanına vardığında, sana: “İşte sen, işte Ben”, denildiğinde,
beni Rabbinin yanında an.
Sonra Cebrail
(a.s) onu öyle bir itti ki, nurdan yetmiş bin perde yırtıldı.
Ardından
yeşil nurdan perdeden ibaret beşinci binek çıktı karşısına. İki ufkun arasını
kaplamıştı. Ona bindi. Derken Arşa vardı..
Arş, Onun eteklerine
sarıldı ve lisan-ı haliyle şöyle dedi:
- Ey
Muhammedi Ne zamana kadar, karışmasından emin olarak vaktinin berraklığından
içeceksin?
Bazen
sevgilin seni özler, dünya semasına iner. Bazen seni huzurunda tavaf eder ve
şefkatinin perdelerinin üzerine taşır. “Kulunu bir gece ... götüren... Allah
münezzehtir.”
Bazen
sözlerinin güzelliğini sana gösterir: “ kalp gördüğünü yalanlamadı.”
Bazen
Samedaniyetinin Cemalini sana gösterir: “ Göz sapmadı ve azmadı.”
Bazen
melekutunun sırlarına seni muttali kılar. “Kuluna vahyettiğini vahyetti.”
Bazen Seni
yakınlığının huzuruna yaklaştırır: “İki yay kadar yakın oldu, hatta daha da
yakın oldu.”
Ey Muhammedi
Bu, O’na susamanın, O’na özlemle sarılmanın, Onda hayrete düşmenin anıdır.
Ne taraftan
Ona gideceğimi bilmiyorum. Beni mahlukatının en büyüğü yaptı. mahlukatın en
büyüğü ve en şiddetlisi benim, ama en çok ondan korkan da benim.
Ey
Muhammed!..
Beni
yarattığı gün, Celalinin heybetinden titriyordum. Benim sütunumun üzerine “La
ilahe illallah” yazdı.
İsminin
heybetinden titremem daha da arttı. “Muhammedu’r Rasulullah” diye yazınca,
huzursuzluğum yok oldu, korkum ortadan kalktı.
Senin ismin
kalbimin emanı, içimin huzuru ve ıstırabımın ilacı oldu. Bu, Senin isminin
üzerime yazılmasının bereketidir.
Ya bir de
Senin nazarının güzelliği bana yönelse?!
Ey Muhammed!
Sen alemlere
rahmet için gönderilen Rasulsun.
Bu gece benim
de bir payım olmalıdır.
Benim
nasibim, yalan ve iftira ehlinin bana yakıştırdıkları niteliklerden,
aldanmışların benimle ilgili olarak uydurdukları asılsız söylentilerden dolayı
benim ateşten azade olduğuma şahitlik etmendir. Çünkü bir topluluk benim
hakkımda yanılgıya düştüler de saptılar. Benim, sınırsız olanı içime aldığımı,
şekli olmayanı üzerimde taşıdığımı, keyfiyeti olmayanı ihata ettiğimi sandılar.
Ey Muhammed!
Zatının sınırı, sıfatının
sayıları olmayan, bana muhtaç olabilir mi?
Ya da benim üzerimde taşınır mı?
Rahman
O’nun ismi, istiva da O’nun sıfatı ve niteliği olduğuna ve sıfatı ile özelliği
zatıyla bütünleştiğine göre, ben O’ndan, “O” da benden değilken, benimle
bütünleşir mi? Ya da benden ayrılır mı?
Vallahu
yekulu’l hakka ve yehdus sebile.
Allah,
hakkı söyle ve “O” doğru yola eriştirir.
(Ahzab, 4)
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar