YİRMİ YEDİNCİ SİFİR 1.Bölüm
Rahman ve Rahim Allah Teâlâ’nın Adıyla
ÜÇ YÜZ
YETMİŞ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Üç Sırrın Menzilinin Bilinmesi
Bu sırlar, mertebesi ilahi inayede
âleme üstün getirilen hikmet suyu mertebesinden ortaya
çıkmıştır. Alemin -sureti intikal etse bileebedü’l-ebed, sonsuza kadar baki
kalacağının Muhammedi mertebeden öğrenilmesi hakkındadır.
Düzenli bir şekilde sonlanan
makamlar var Saygın ruhlar için haber verir onlar
Onları söylerim ben ve kiminle
oturduğum bilinmez Çünkü nur karanlıklar içinde
Karanlık olmasaydı
nur da olmazdı
Eksiklik tamamlıkla çıkar ortaya ,
İzafeti gören kendini bilince Akitler
ve kıyam ile sınırlanır
Görür ki varlığın bir sonu var
Başlangıç o sonla ortaya çıkar
Başlangıç ve son arasında engeldir
Sürekli olan ebedi varlık!
Allah Teâlâ sana yardım etsin,
bilmelisin ki, bütün âlem rakk-ı menşur’da yazılmış bir kitaptır ki, o da
varlıktır. Alem dürülmüş değil, açılmış ve zuhur etmiştir. Alemin bastı ve
yayılmasıyla onun rahmet için yaratıldığı öğrenilirken zuhuruyla da içindekiler
ve onların neye delil oldukları öğrenilir. Allah Teâlâ harfleri birbirlerine
eklenip -ki kastedilen âlemin zikrettiğimiz tarzdaki tertibidiranlamlarını
harflerine eklediği için âlemi bir kitap olarak yaratmıştır. Kitap ordunun
dizilişi anlamındaki ketibetii’l-ceyş’ten türetilmiş bir kelimedir. Âlemin
bastınm ve yayılmasının rahmetten kaynaklandığını söyledik, çünkü âlem rahmetten
inmiştir. Nitekim Allah Teâlâ ‘Rahman
ve Rahim’den indirilmedir’1 buyurur. Başka bir ayette ‘Ayetleri
Arapça Kur’an olarak bilen kavim için açıklanmış kitaptır’2 denilir. Başka bir ayette ‘Allah
Teâlâ ayetleri hikmetle indirmiş sonra onlar Hakim ve Habir’in katından tafsil
edilmiştir’3 buyurur.
Ayeder onda ‘ihkam’ edilmiştir ve çnların tafsilini Allah Teâlâ’nın hikmet ve sözü ayırma gücü verdiği
kimse bilebilir. el-Hakim ve elHabir’in inayet ehline verdiği hikmet, varlıkların
ve işlerin mertebeleriyle varlıklara ve bilinenlere ait hakkı bilmeleridir.
Söz konusu Hakk, ilahi bir verişle her şeye yaratılışını vermek demektir.
Hakk’ın her şeye yaratılışını vermiş olması, bizim de her yaratılmışa hakkını
vermemizi gerektirir. Biz de bil kuvve olarak her varlığın sınırlarında Hakk
etmiş olduğu şeyi bilir, ardından ayederi bilfiil tafsil ederiz. Bunları
el-Habir ve el-IIakim’in bize verdiği şekilde -anlayanlar içintafsil eder,
işleri menzillerine indirir, Hakkın sahiplerine verir, onlara mertebelerini taşırmayız.
Öyleyse kendilerini bu şarda mekânlarına yerleştirdiğinde, ayetlerin tafsili ve
delilerin açıklanması, el-Mufassıl ilahi isminden kaynaklanır. Çünkü tafsil
eden herkes hikmet sahibi olmadığı gibi (tafsil de) hikmet verilmiş olmaya
delil değildir. Ayetlerin hükümlerini ve O’nun varlıklara -ki ilahi kitap ve
âlemdir onlarve ayedere dönük rahmetini bilmek, kendisini indireni -ki Rahman
ve Rahim’dirbilmek demektir. İşin sonu, öne geçenlerin (bilinmesinden)
ibarettir. Öne geçenler Rahman ve Rahim’dir. Buradan bilginin mertebeleri
olduğu kadar nihayette (âlemin) mutlak rahmete ulaşacağı öğrenilir. Bununla
birlikte (rahmete ulaşırken) yolda yorulmalar, meşakkat ve güçlükler ortaya
çıkar. Bu yönüyle insanların bir kısmına rahmet ve rahadık, ulaşmış olduğu
menzile girmesiyle erişir. Onlar cennediklerdir. Bir kısmında ise -mizacına
göreyolun güçlükleri, meşakkati ve sıkıntıları kalır. Böyle bir insan bazen
hastalanır ve belli bir süre illete maruz kalır. Sonra hastalığı gider ve rahadar.
Bunlar cehennem ehlidir, yoksa onlar cehennemden çıkıp cennete ulaşacaklar
değillerdir. Ateş onlara hataları ölçüsünde temas eder. Bununla birlikte Allah
Teâlâ onları cehennemde bir şekilde öldürür. Çünkü onlar için ateş imar
edecekleri ve ehliyle birlikte yerleşecekleri bir menzil değildir. Ateş o
kimseler için bir yolcunun yolu esnasında konaklayacağı konaklardandır.
Nihayette ehli olduğu menziline ulaşır. İşte hikmet ve tafsilin anlamı budur.
Çünkü şeyler (umûr), yani mümkünler, yolduk halinde kendiliklerinde
birbirlerinden ayrışmıştır. Allah Teâlâ onları kendiliklerinde bulundukları hal
üzere bilir. Onları görür, kendilerine var olmayı (tekvin) emreder ki,
kastedilen var (olmadır). Onar da Allah Teâlâ’nın emriyle var olur. Allah Teâlâ
katında bir ‘icmal’ olmadığı gibi mümkünlerin hakikatlerinde de bir icmal
yoktur. Aksine iş kendiliğinde ve Allah Teâlâ’nın bilgisinde bütünüyle ‘tafsil’
edilmiştir. İcmal (genellik, özet) bizim nezdimizde, bizim için ve bizde ortaya
çıkmıştır. Öyleyse icmalde tafsili ilme’l-yakîn veya ayne’l-yakîn veya
hakka’l-yakîn keşf eden kimse, Allah Teâlâ’nın hikmeti ve sözü ayrıştırma gücü
verdiği biridir. Söz konusu insanlar bilhassa nebi ve varislerdir. Hakimler,
yani filozoflara gelirsek, onlarda bulunan hikmet ödünçtür, çünkü onlar icmalde
tafsili bilemezler. İşin sureti, Allah Teâlâ’nın hikmet verdiği -ki bu hikmet
onda ilahi bir inayet olarak bulunurbu makam sahibinin gördüğü gibidir.
Hakk’ın katında ise unsurî doğadan itidale kavuşmuş ve düzenlenmiş cisimlere
üflenen cüzî ruhların belirlenmesidir. Allah Teâlâ o ruhu kendisine izafe
ettiği Ruhu’lkül, yani Tüm Ruh’tan üfler. Bu nedenle Allah Teâlâ cüzî ruhları
cisimlerden önce yarattığını belirtmiştir. Başka bir ifadeyle her cisim ve
sureti yönetecek ruhu Allah Teâlâ cisimlerden önce yaratmış ve belirlemiştir.
O ruh Allah Teâlâ’nın kendisine izafe ettiği Ruhu’l-kül’de kuvve halinde
bulunurken üfleme esnasında tafsilde bilfiil olarak ortaya çıkar. Keşif sahibi
için Rahman’ın nefesi odur. Böylece keşif sahibi okkada bulunan mürekkep içinde
kâtibin yazacağı bütün harfleri, kelimeleri veya ressamın çizeceği suretleri
görür. Bütün bunlar, kitaptır. Böylece o mürekkepte bulunan suretlerden ‘şudur
veya budur’ der. Kâtip ve ressam veya kâtip değil de sadece ressam veya ressam
değil de sadece kâtip geldiğinde, keşif sahibinin zikrettiği üzere, mürekkeple
keşif sahibinin zikrettiği her şeyi yazar ve resmeder, ona bir şey eklemez veya
eksiltmez. Akılcıların örfünde hakim denilen onu idrak edemez. Onu idrak,
keşif ehlinin payı ve nasibidir. Onlar Allah Teâlâ’nın kendilerine hikmet ve
sözü ayrıştırma (gücü) verdiği kimselerdir.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem bize her Hakk sahibine hakkını vermeyi emretti. Bu emri herkesin neyi Hakk
ettiğini bilmeden yerine getiremeyeceğimiz gibi onu öğrenmemiz de Hakk’ın bize
emri açıklamasıyla mümkündür. Bu nedenle Allah Teâlâ kendisine izafeyle şöyle
buyurur: ‘Ona hikmeti verdik’.4 Başka bir ayette ‘Kime
hikmet verildiyse, ona çok hayır/iyilik verildi’5
denilir. Bunu ancak kendisine hikmet verilen bilebilir. Söz konusu hikmet Allah
Teâlâ’nın bir hibesidir. Nitekim henüz dışta var olmuş bir şey değilken (emr-i
vücûdî) varlıklarımızı bize veren de O’dur. Binaenaleyh ilahi bilgi, Allah
Teâlâ’nın ilham, ilka (aktarma) ve Cebrail’i kalbe indirmek yoluyla öğrettiği
bilgi demektir. Bu kitap da bize bu özellikte gelmiştir. Allah Teâlâ’ya yemin
olsun ki, Hakk’ın yazdırması ve Rabbani ilka veya kevnî rav’ıma ruhani üfleme
olmaksızın bu kitaba hiçbir harf yazmadım. İşin özü budur. Bununla birlikte
şeriat getiren bir nebi olmadığımız gibi yükümlü tutan bir nebi de değiliz.
Çünkü teşriî peygamberlik -ki yükümlü tutan, yani teklif peygamberliği
demektirRasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in vefatıyla birlikte sona erdi.
Ondan sonra resul veya şeriat getirecek veya yükümlü tutacak herhangi bir nebi
gelmeyecektir. Arda kalan, sadece peygamberlerin diliyle gönderilen şer’î
hususları Allah Teâlâ’dan anlamak, (konuyla ilgili) hikmet ve bilgidir. Ayrıca Allah
Teâlâ’nın varlık levhasına yazıp çizdiği âlemin harflerini anlamak geride
kalmıştır. Bu anlamıyla tenzil, sonsuz olduğu gibi dünya ve ahirette süreklidir.
Allah Teâlâ dürülmüş iken inşa etti
ve var etti Bedenimi, düzenledi beni ve tesviye etti yaratılışımı
Hakk benim için tertemiz bir ruh
yarattı Benim yapım gibi başka bir yaratılmış yok! .
Bana indirilen bir ruha aşinayım
Yedi gök üzerinden birfurkan ile
indirilmiş
Burada Allah Teâlâ’nın ‘Allah Teâlâ’dan
korkarsanız, size furkan indirir’6 ayetine işaret ediyoruz.
Bu konuda haber getirme iddiam yok Allah Teâlâ’dan gelen bir
haber
Fakat benim söylediğim İhsan
kaynaklı bir bilgi
Bizim içimizde nebilik kapalı bir
kapı İman kilidiyle o kapıya bağlanmışız
Böyle dememizin nedeni, bir vehim
sahibinin ben ve benim gibi kimselerin nebilik iddia ettiğimizi zannetmesini
engellemek amacı taşır. Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki, hayır! Geride sadece
miras ve bilhassa Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in belirlediği
yöntemde yürümek (sülük) kalmıştır. Genel itibarıyla insanlar, özel olarak ben
ve benim gibiler için nebilikten kalan kısım, Allah Teâlâ’nın bizim için
geride bıraktığı sahih rüyalar ve güzel ahlaktan başka bir şey değildir. Bunun
yanı sıra insan kendini istizhar7 ettiğinde Kuran’ın ezberlenmesi
geride kalmıştır. Bu ve benzeri hususlar, tevarüs edilen nebiliğin
parçalarındandır. Bu nedenle Allah Teâlâ’nın yarattığı ilk insan olan Âdem
bile onun yolunda yürüyen bir peygamberdi. Öyleyse Âdem de bu topraktan
yaratılma nedeniyle zorunlu olarak bir varisti. Makama gelirsek, Âdem ve onun
dışındaki nebiler Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in varisiydi. Çünkü
Hz. Âdem su ile toprak arasındayken, yani henüz mevcut değilken Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem nebiydi. Öyleyse Âdem ve onun doğal-insanî sureti
yokken veya Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in beşeri sureti yokken
veya Âdem ve diğer nebiler yokken Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem nebiydi.
Âdem beşeri bedenlerin babasıyken Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem
Âdem’den son varise kadar bütün varislerin babasıdır. O halde dünyada bütün
zamanlarda, bütün resullerde ve Âdem’den kıyamete kadar bütün nebilerde ortaya
çıkan her şeriat ve her bilgi Muhammedi mirastır. Bu nedenle Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’e cevamiü’l-kelim,, bütün hakikatleri kendinde
toplama özelliği verilmiştir. O hakikatlerden birisi de ‘Allah
Teâlâ Âdem’e bütün isimleri öğretti,s
ayetidir. ‘Bütün’ Âdemî surette ve Muhammedi surette ortaya çıkmıştır. Öyleyse
‘bütün’ Âdem’de isimlerken Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e kelimeler
olarak tecelli etmiştir; zaten ‘Allah Teâlâ’nın kelimeleri tükenmez.’
Varlıkları cevherleri itibarıyla yok olmaz. Suretleri ortadan kalkıp hükümleri
değişse bile, cevher kalkmaz ve onda bir değişme olmaz. Âlemdeki değişmenin
nedeni Hakk’ın suretten surete girmesidir. Değişme ortaya çıkmasaydı, âlem
kemale ermeyecekti. Binaenaleyh hiçbir ilahi hakikat yoktur ki âlem kendisine
dayanmamış olsun! Şu var ki işin gerçeği keşif ehline göre şudur: Âlemdeki
değişme Iiakk’ın suretlerde halden Hakk girmesinden ibarettir. Öyleyse Hakk’ın
dilediği şeyde tecelli etmesi, ‘Dilediği
şekilde seni terkip etti’ ve ‘Siz
dilemezsiniz, Allah Teâlâ diler’9 ayetlerinde belirtilen durumda
tecelli etmesinin ta kendisidir. İşte (insanın iradesi demek olan bu) meşiyet,
gerçekte Allah Teâlâ’nın meşiyetidir, senin meşiyetin ve iraden değildir!
Hâlbuki sen onunla dilersin. Öyleyse hayat cevherin kendisinden kaynaklanırken
ölüm suretlerin değişmesinden kaynaklanır. Bütün bunlar, ‘Sizi sınasın
diye...’ yani yükümlülükle ‘hanginiz
daha güzel amel edecek’10
ayetinde belirtilen maksada matuftur. Yani Allah Teâlâ el-Habir isminin
(sizinle) ilişkisi ortaya çıksın diye sizi sınar. Bu ismin bilgisi, tecrübeden
öğrenilen bir bilgidir. Hubra, yani tecrübeyle bilgi elde etmek, tartışma ve
inkâr özelliğinde yaratılmış (insana) karşı delil getirme amacı taşır. Bütün
bunlar, hitapta ve varlıklarda ayetlerin tafsil edilmesinden kaynaklanır.
Binaenaleyh Allah Teâlâ ‘Habir, Hakim’11, ‘Aziz ve
Gafur’dur’12.
Allah Teâlâ âlemdekilerin bir kısmına
gösterdiği hakikatleri herkese gösterseydi Gafur olmayacağı gibi âlemde kimse
kimseden üstün olmazdı. Çünkü üstünlük -hangi konuda olursa olsunbilgi
fazlalığıyla gerçekleşebilir. Bütün âlem bir yönüyle üstün bir yönüyle aşağıda
bulunur (fadıl-mefdûl). Bu yönüyle âlimlerin en üstünü sanatta en aşağıdakiyle
ortaktır. Bilgi Allah Teâlâ’nın yarattığı bir şeydir. Oymacılık sanatını bilmek
sanatkâruı bilgisi ve onun sanatıdır. Genel nezdinde bilgilerin en düşüğü odur.
Seçkinlere göre ise sanat ilmi bilgilerin en üstünüdür, çünkü onun vasıtasıyla Hakk
varlıkta zuhur eder. Bu bilgi en’yüce bilgi olduğu kadar en açık yol ve en
doğru sözdür. Buradan Allah Teâlâ’nın ehli olan büyük seçkinler hüküm
itibarıyla sıradan insanların suretinde ortaya çıkmış, mertebeleri
anlaşılmamıştır. Onları kendilerinden başkası bilememiş, âlemde bir
üstünlükleri olmamıştır. Ilâlbuki hal sahipleri böyle değildir. Hal sahipleri
genel nezdinde parmakla işaret edilecek şekilde farklılaşmıştır. Bunun nedeni
onlarda gözüken harikulade hadiselerdir. Allah Teâlâ ehli bu konuda -başkaları
da kendilerine ortak oldukları içinbu hallerden uzak durmuşlardır. Öyleyse Allah
Teâlâ ehli makam itibarıyla bilinen müşahedeyle tanınmayan ve
bilinmeyenlerdir. Nitekim Allah Teâlâ da herkesin fıtraten bildiği fakat akıl
ve müşahede bakımından bilemediği kimsedir. Allah Teâlâ bir kimseye tecelli
etseydi, o kişi kendisini bilmeyecekti. Hâlbuki Allah Teâlâ sürekli tecelli
etmektedir. Fakat Allah Teâlâ ehlinin ve seçkinlerinin nezdinde malumdur. Allah
Teâlâ ehli Kuran ehli olan ‘zikir ehlidir.’ Allah Teâlâ bize ‘onlara sorun’
diye emretti, çünkü onlar bize ancak Allah Teâlâ’dan haber verirler. Allah
Teâlâ şöyle der: ‘Bilmiyorsanız, zikir ehline sorun.’13 Çünkü zikir ehli Hakk ile
oturanlardır. Allah Teâlâ’nın kendisini zikrettiğine şahidik ettiği bir zâkir,
kendisiyle oturan (Hakk’tan)haber verebilir ve gerçeği olduğu hal üzere
bildirir ki bilgi bu demektir. Çünkü ‘O Rabbinden
bir delil üzeredir ve ondan
bir şahit kendini takip eder.’14 Bu, onun Allah Teâlâ’dan getirdiği
bilgiyle zuhur etmesidir. Bilgi ise Allah Teâlâ’nın kendisiyle zikredene
tecelli ettiği niteliğidir. Kişi Hakk’ı ne kadar zikrederse, Hakk da onunla o
kadar oturur. Bu nedenle Hz. Ayşe Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
bütün anlarında zikrettiğini aktarmış, onun sürekli Allah Teâlâ ile oturduğunu
bildirmiştir. Hz. Ayşe bu durumu keşif yoluyla bilmiş olabileceği gibi bizzat Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem kendisine bunu bildirmiş olabilir. O Allah Teâlâ
ile otururken Allah Teâlâ da kendisine ümmetinin O’nun katından getirdiği
haberlerde kendisiyle tartışmasına karşılık, peygamberlerin haberlerinden
‘kalbini sabit kılacak’ hususları bildiriyordu. Allah Teâlâ peygamberinin
nezdinde bu ve benzeri bir halde bulunmasaydı, peygamberiyle diğer insanlar
arasında bir fark kalmazdı, çünkü Allah Teâlâ her nerede bulunurlarsa ve her
nerede olurlarsa olsunlaronlarla beraberdir. Allah Teâlâ’nın özel bir
beraberlikle kendisini zikredenlerle olması gerekir. Bu konuda sadece bilgi
fazlalığı olabilir ve üstünlük bu bilgiyle ortaya çıkar. Öyleyse zikrederken
zikrettiği hakkında bilgisi artmayan bir insan diliyle zikretse bile, ‘zâkir
(zikreden)’ değildir. Çünkü zikreden, zikrin bütününü kuşattığı kimse olduğu
kadar öyle bir insan Hakk ile oturan kişidir. Öyleyse bir faydanın
gerçekleşmesi zorunludur. Çünkü kendisinden cimriliğin beklenemeyeceği cömert
âlimin kendisiyle oturana onun yoksun olduğu bir şeyi ihsan etmesi gerekir. Cömertliği
kaldıran bir cimrilik olmadığına göre geride cömertliği kabul edebilecek mahal
kalmıştır. (Hakk’ın karşısında) ancak (cömertliği) kabul edecek mahal sahibi
oturabilir ve öyle birisi Hakk ile oturandır.
Bütün âlemle oturan -âlemin kendisi
farkında değilkenHak’tır. Sıradan insanların -mümin olduklarındabu konuda
bilebilecekleri nihai şey, Allah Teâlâ’nın kendileriyle beraber olduğunu
bilmelerinden ibarettir. Fayda insanın Allah Teâlâ’nın kendisiyle birlikte
olduğunu bilmesinde değil, kendisinin Allah Teâlâ ile birlikte olduğunu
bilmesindedir. Gerçekte de durum öyledir. O halde her kim Hakk ile olursa,
Hakk’ı müşahede etmesi kaçınılmazdır. Kim O’nu müşahede ederse, onda bilgi
meydana gelir ki, ilahi ihsan bu demektir:
Bilgi verilen en
yüce ihsan .
Keşif en yüce ve açık yöntem
Hakk llalı’tan istersen bir şey
Keşif iste, keşif! Allah Teâlâ ihsan
eder onu sana
Sen kapının kulpuna yapış, onu
kapatan nedir, bilir misin?
Benlik iddiası; ya ne açar: Allah Teâlâ’nın varlığı
Binaenaleyh kapının açılmasıyla
birlikte ilahi cömerdiğin verip izhar etmesi ve açıklamasıyla birlikte ‘keşif
yoluyla meydana gelmeyen herhangi bir bilgi -bilgi değilşuurdur. Çünkü öyle bir
bilgi kapalı kapının ardından elde edilmiştir. Kapı sensin, başkası değil! Sen
kendi mananın hükmüne bağlısın. O ise kapının kapalı olması demektir. Görünen
suretin ve bedenin ardında bilmediğin başka bir anlam/mana olduğunu
hissedersin, fakat hissetsen bile onu bilemezsin. Öyleyse görünen suret
birinci mısra, öteki mana ikinci mısradır. Kapıyı açtığında, o ikisi
birbirinden ayrışır ve kapının ardında bulunan şey görünür. İşte bilgi budur. O
bilgiyi ancak tafsil ederek görebildin. Çünkü sen, sende bu ayrışma
gerçekleşsin diye, iki mısraı ayırt ettin ve ayrıştırdın. Kapı Hakk ve halk
olsaydı -ki sen ve Rabbin demektir-, senin adına iş belirsizleşir ve kendini
Rabbinden ayıramazdın. Öyleyse kapı açılmadığı sürece kendini Rabbinden ayırt
edemezsin. Kapının açılması sana kapı hakkında bilgi verir ve iki ‘mısra’
arasındaki farkı öğretir. Böylece hem kendini hem Rabbini öğrenirsin. Bu durum Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Nefsini ben Rabbini bilir’ hadisinde
belirtilir. Şuur (kendinden başka bir şeyin var olduğu hissi) kapı kapalıyken
olabilirken kapı açılınca bilgi
gerçekleşir. Bilen insan bildiği
hususta ithama maruz kalırsa, bilen değil, şuur (hissetme) sahibidir. Bildiği
hususta töhmet kalktığında sahip olduğu şey bilgidir. Böyle biri kapının
açıldığını bilir. Cömerdik kapının ardındaki şeyi ortaya çıkartmıştır.
İnsanların çoğu şuurun bilgi olduğunu zanneder. Şuurun bilgiden payı, kapının
ardında genel itibarıyla (belirsiz) bir şey bulunduğunu bilmendir, fakat o
şeyin mahiyeti bilemezsin. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘Ona şiir (şuur
ile aynı kökten gelen bir kelime) öğretmedik’15
buyurur. Ayet müşriklerin Peygamber hakkında söyledikleri ‘o şairdir’
sözlerine karşılık gelmiştir. Sonra ‘Ona
gerekmezdi de, o\ yani peygamberle gönderdiğimiz şey ‘ancak
zikirdir.’16 Yani
Peygamber onu Hakk ile karşılıklı oturmaktan almıştır. ‘Ve
apaçık Kuratı’dır.’17 Yani
zahirdir ve cem’de tafsil edilmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
onu ‘şuur’dan (hissederek) almamıştır, çünkü şuur, kişinin hissettiği hususta
belirlemiş olduğu her şeydir. Başka bir ifadeyle şuur bir sezgidir. Sezgi
gerçeğe mutabık olup bilgi haline gelmiş olsa bile sahibi o konuda bir
basirete sahip değildir. Akıllı insanın hakkında basirete sahip olana kadar bir
işe insanları daveti, yakışık almaz. Basiret, davet edilen şeyi kuşku
duymayacak şekilde görme veya keşifle öğrenmek demektir. Bu makama Peygamberler
tahsis edilmiş değildir. Bu makam zaten onların ve varislerinindir. Vâris olmak
sözde, amelde ve bilhassa bâtında olmak üzere halde tam ve kâmil anlamıyla
peygambere uymakla gerçekleşir, çünkü varisin zahirdeki halini gizlemesi
şarttır. Onu açıklamak, zorunlu-ilahi emre bağlıdır. Çünkü zahir dünyada fer
(dal) iken asıl olan (kök) bâtınlıktır. Yine bu nedenle Allah Teâlâ dünyada
genel itibarıyla kullarından perdelenmişken ahirette kullarının geneline
tecelli eder. Belirli tecelli ettiğinde -ki misal olarak dağa tecellisini
verebilirizözel bir şekilde tecelli eder. Aynı şekilde insanlara şeriat
göndermek, üzere görevlendirilen peygamberlerin doğru sözlülüklerini izhar
etmek üzere kendilerinde izhar etiği halde de durum öyledir. Varis peygamberin
ortaya koyduğu şeriata davet edendir, yoksa şeriata getiren değildir! Dolayısıyla
peygamberin muhtaç olduğu şekilde halini izhara muhtaç değildir.
Varis ümmet içinde davetin bekasını
ve sürekliliğini korur. Onun payı bu kadardır. Hatta vârise bir şeriat verilmiş
olsaydı onu getirmez-
di; şeriat getirdiğini varsaysaydık,
ümmet kendisinden o şeriatı kabul etmezdi. Dolayısıyla peygamber adına olduğu
şekilde davetçinin getirdiği kabul edilmediğine göre, onun halinin
görünmesinde fayda yoktur, bunu bilmelisin! Öyleyse Allah Teâlâ’nın onların
üzerinde halleri izhar edip etmemesi, kulun çalışmasına ve iradesine değil,
bizzat O’na kalmıştır. Onların üzerinde hallerin izharı, ümmet adına ‘keramet’
diye isimlendirilir. Allah Teâlâ dostunun ve talibinin uğrunda gayret harcadığı
ve çalıştığı iş, nefsinin halleri hakkında Allah Teâlâ’dan gelen bir basirete
sahip olsun diye kapının kendisine açılmasından ibarettir, yoksa yaratılmışlara
bu halle gözüksün diye bunu istemez. Böyle biri Rabbinden bir nura sahiptir ve
makamında sabittir. Onu ancak Hakk sarsabilir. Bu türdeki bir keramet Allah
Teâlâ hakkmdaki bilgisiyle ve yine bu hususla ilgili olarak esmaü’l-hüsna
hakkmdaki ve yüce kelimeleri hakkmdaki tafsili bilgiden ibarettir. Böyle bir
insan, kendisini düzenlerken ve itidal verirken Allah Teâlâ’nın ‘doğasının
arzına’ ektiği tohumları öğrenir ve bunlardan ortaya çıkanları nasıl
ifadelendireceğini öğrenir. Bunun yanı sıra mertebeleri üzeresınaî ve ameli
fiilleri öğrenir. Çünkü topraktan çıkan şeyler, farklı türlere sahiptir ve
onlar ‘arzın, yani yeryüzünün süsüdür.’ O halde insan doğasının toprağından ve
bedeninden çıkan şey, onun süsüdür. Söz konusu süsler, anlatımdaki fasihlik ve
hikmetli sınaî-fıillerden ibarettir. Böyle bir insan, Rabbini bilmekle ilgili
olup hakkında ‘nazar ettiği’ ‘akıl semasından’ inen şeriatı bilir. Bu iniş onun
kalbine gerçekleşen ‘ilahi tenzil’ demektir. Salih amel burağı üzerinde göğe
yükselen temiz kelimeleri de öğrenir. Bu kelimeler kendisini Allah Teâlâ’ya
yükseltir. Allah Teâlâ ‘Güzel kelime O’na yükselir’18 buyurur. Bunlar topraktan (arz)
çıkan şeylerdir. ‘Salih amel de O’na yükselir.’19 Bu da toprağın çıkarttıklarıdır.
Gökten inenler ise yeryüzüne katışan şeylerken ondan çıkan topraktan
çıkanlardır. Onda gömülü olan da göğe çıkanlardır. Öyleyse inen gömülü olan
yükselenin ta kendisidir. O halde iş erkek, dişi, birleşme ve doğumdan
ibarettir. O halde mevcut varlıklar, görülen hükümler, belirlenmiş eceller ve
kaşıdı fiiller vardır! Bunların bir kısmı dolaylı olarak lallanmışken zatları
gereği övülmüşlerdir.
Sonra bilmelisin ki, varlıkta tafsil
amelle ortaya çıkabilir. Amel sahibi icmaldeki tafsil üzere bir şeyi ‘tafsil’
ederse -ki bu hikmetin icmali
demektirböyle bir amel ‘salih amel’
demektir. Onu insanın kendisi hakkındaki tafsiline göre, başka bir şekilde
tafsil ederse, böyle bir amel ‘salih olmayan’ ameldir. Salih olmayan amellerin
çoğunluğu, Allah Teâlâ’nın bildirdiği tarzda değil de aklî düşünceyle işleri
tafsil edenlerde ortaya çıkar. İlahi bildirimle tafsil edilen işlerin hepsi
‘salih amel’ iken akli düşünceyle tafsil edilenlerin bir kısmı salih amel iken
bir kısmı tafsil edilişi bakımından ‘salih olmayan’ ameldir. Bununla birlikte
bütün ameller Allah Teâlâ’ya göre ‘salih’ ameldir. Nitekim şöyle denilir:
‘Varlıktaki eksiklik de varlığın kemalindendir.’ Dilersen âlemin kemalindendir
de diyebilirsin, çünkü âlemden eksiklik eksik olsaydı, âlem nakıs olurdu!
Bilmelisin ki, biz Allah Teâlâ’nın
(öğrettiği) bilgi karşısındaki edebin gereğiyle ve gerçekte de ‘salih olmayan
amel’ veya ‘bozuk amel’ tabirlerini kullanmazdık. Fakat Hakk’ın ifadesinde Allah
Teâlâ’nın fesattan sakındırdığını ve şöyle buyurduğunu gördük: ‘Allah
Teâlâ yeryüzünde fesat/bozgun istemez, Allah Teâlâ fesatçıları sevmez’20 Başka bir ayette ‘Orası
ahiret diyarıdır, onu yeryüzünde fesat ve büyüklük arzulamayanlara veririz’21 denilir. Örfte akıl sahipleri,
hatta bütün insanlar arasında fesadın kullanıldığını görünce, biz de bu nedenle
onu kullanmaya başladık. Daha önce biz fesadın yerine ‘bir suretin ortaya
çıkartılması ve ötekinin giderilmesi’ tabirini kullanırdık. Nitekim gerçekte de
özel bir terkiple ve doğal mizacın nizamı nedeniyle iş böyledir. Bu bağlamda ‘Allah
Teâlâ bozguncuları sevmez’22 ayetine gelirsek, burada kastedilen,
cevherin başkalaştırılması veya suretin değiştirilmesi değil, ilahi hükmün
başkalaştırılmasıdır. ‘Yeryüzünde büyüklük isteyenleri
sevmez’23 ayetine
gelirsek, burada kastedilen gerçekleşmiş bir durumdur. Çünkü üzerinde bulunan
adına yeryüzü -yeryiizü/arz olduğu süreceyükseldiği kabul etmez. Yükseldik ve
zirveleri dağlarda ve direklerde görürüz. Allah Teâlâ yerin sallanışını durdurmak
üzere onlarla yeryüzünü ağırlaştırmıştır. Dağlar yeryüzü (arz) değildir. Allah
Teâlâ yeryüzünü bir küre gibi taş ve toprak parçalardan yaratmış, bir kısmını
diğerlerine eklemiştir. Göğü yaratınca, yeri de uğruna yaratıldığı kimse (insan)
kendisini mekân edinsin ve ona yerleşsin diye, yaymış ve bu nedenle yeryüzü
yuvarlak olmuştur; küre halinde kalsaydı, yuvarlak olmaz ve dağlar
yaratılmazdı. Allah Teâlâ dağları yaratmış, bir defada onlar hakkında sözünü
söylemiş, kuşatıcı suyla (okyanus) bir dağ şeklinde onları ihata etmiş, onu bir
bölge gibi yapmıştır. Üzerinde semanın kubbesinin uçlarının olduğu söylenir.
Göğe nispet edilip de kendisiyle onu nitelediğimiz mavilik göğün cirminin
rengidir. Çünkü gök görme duyusuna göre uzaktır. Nitekim uzak dağları siyah
görürsün ve onların siyahlığı gözden uzak olmalarından kaynaklanır;
yaklaştığında görüldükleri gibi olmayabilirler.
Renklerin iki tür olduğunu açıklamış
olduk: Birinci kısmı renklinin cisminde bulunurken ikinci tür cisme bakanın gözünde
meydana gelir. Bu rengin varlık nedeni, gören ile görülen arasında gerçekleşen
geçici bir durumdur ve bakan kişi onu gerçek ve aşina olduğu renginden başka
bir halde görür. Bu durum delillerdeki kuşkulara benzer. Öyleyse onlar bir
yandan renktir bir yandan renk değillerdir. Onların ilahi hakikatlerden payı ‘Attığında
sen atmadın, fakat Allah Teâlâ attı’24 ayetinde belirtilen durumdur. O
halde sen ‘sensin-sen olmayansın.’ Nitekim bütün âlem hakikat itibarıyla ‘halle
ve halle olmayandır’ veya Tlak-Hakk olmayandır.’ Renklerin bu durumuna başka
bir misal hayaldir: Hayal duyudur-duyu olmayandır, duyulur olandır-duyulur
olmayandır. Burada tahayyül edileni kastetmekteyim. Toprak sudan, su havadan
meydana gelir; çünkü bize göre hava asıl unsurdur ve bu nedenle Rahman’m
nefesi demek olan Amâ’ya daha yakındır. Hava sıcaklık ve yaşlığı kendinde
birleştirmiş, sıcaklığından ateş ortaya çıkmışken yaşlığından su rüknü ortaya
çıkmış, suyun donuklaşmasından toprak (yer, arz) meydana gelmiştir. Öyleyse
hava nefesin oğludur ki, nefes Amâ’dır. Ateş ve su, havanın iki oğluyken toprak
oğlun oğludur/torun. O da suyun donuklaşmasıdır. Su donuklaşmadığında ise aslı
üzere su olarak kalırken toprak o suyun üzerindedir. Kuzey şehirlerinde Fırat
nehri donduğunda insanların, kervanların ve hayvanların üzerinde yürüyecek
şekilde toprağa dönüştüğünü gördük. Su ise buzun altından alaşım sürdürürdü. O
su hava üzerindedir ve hava yaşlığıyla ona yardım eder, onun cevherini koruyup
o halde kalmasını sağlar. Hava sakinleşip durduğunda su da durur ve artık su
ona nüfuz etmez. Bu durumu kaval ve benzeri delildi borularda gördük. Su
kendisini doldurup borunun üst tarafından deliği tıkadığında, aşağısından su
geçmez. Deliği açtığında ise su tekrar geçer. Bu esnada su ancak boruda yerleşik
havaya dayanarak durur. Bu durum bütün âleme yayılan genel bir ilkedir. Hava
hareketlendiğinde, rüzgâr diye isimlendirilir. Rüzgâr, hoş ve nahoş bütün
kokuları buruna aktarır. Aynı şekilde eşyanın soğukluğunu ve sıcaklığını
harekete geçirir ve bu nedenle rüzgâr ‘nemmame (taşıyan)’ ve haberleri
duyanlara ulaştırmak özelliğiyle betimlenmiştir. Rüzgârla tamamlanan ve
rüzgârın taşıdığı bu durumları ancak duyma ve koklama duyusu algılar.
Cirimlerin hareketleri havayı hareketlendirir ve böylece ona rüzgâr adı
verilir. Hava da cirimleri hareketlendirir ye cirimler onda harekete geçer. Bu
bağlamda yarılmaya, yani harka gelirsek, o bazı mekânların bazılarından
boşaltılıp başka eşyayla doldurulmasıdır. Çünkü âlemde bir boşluk yoktur ve
sadece suretlerin başkalaşması söz konusudur. Başkalaşmayla bazı suretler
başka şeyleri meydana getirir, bazı suretler onları ortadan kaldırır. Boşluğu
dolduran cevher sabittir; o herhangi bir şeye dönüşmez ya da herhangi şey ona
dönüşmez!
İlahi isimlerin bu suretlerin var
edilmesi (ihdas) ve başkalaştırılmasının (veya ardışık olarak gelmelerini
sağlamak) dışında bir konusu ve ilgisi yoktur. Onların ortadan kalkması,
kendilerini var edenin zafının bu durumu gerektirmesinden kaynaklanır ki bu,
latif bir bilgidir. Böyle bir bilgi Hakk’tan gelen doğru bir söz olsa bile onu
anlamada idrakler farklı farklıdır. Çünkü Allah Teâlâ suretlere ‘Dilerse
sizi giderir ve yeni bir yaratılmış getirir (halk-ı cedit)’25 buyurur. Bunun anlamı dilerse sizi
her zaman diliminde gerçekleşen yeniden yaratılışa şahit tutar demektir. Allah
Teâlâ bu yaratmadan sizin gözlerinizi perdelemiştir. Çünkü insanlar bu konuda
karıştırma içinde olsalar bile iş gerçekte öyledir. (Her anda gerçekleşen)
yeniden yaratılıştan kuşkuda olmayanlar, keşf ve vecd ehlidir. ‘Cevherin baki
olduğunu söylemiştin’ diye bir itiraz yöneltebilirsin. Şöyle deriz: Cevherin
bekası kendinden kaynaklanmaz. Onun bekası onda meydana gelen suretlerden
kaynaklanır ve dolayısıyla cevher sürekli Allah Teâlâ’ya muhtaçtır. O halde
cevher Allah Teâlâ’ya bekası için muhtaçken, suretler var olmak için Allah
Teâlâ’ya muhtaçtırlar. Öyleyse (cevher veya araz) hepsi Allah Teâlâ’ya muhtaç
iken ‘Allah Teâlâ cl-Gani ve elHamid’dir.’26 Yani hiçbir şeye muhtaç olmayan
müstağnidir. Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ âlemden müstağnilik niteliğiyle
övülendir.
Bu menzilde yer alan ilimlerden
birisi, amellerin yaratılmışlara izafesini bilmektir. Bu husus bazı
kelamcıların görüşüdür. Bu konudaki görüş ayrılıkları daha önce bu kitapta
zikredilmiş, mezhepler ve onların görüşleri aktarılmıştı. Hakk’ın kullarına
Hakk’a karşı nasıl davranacaklarını öğretmesi bu menzilden öğrenilir. Çünkü
hiç kimse kendinde bulunan bir davranış ve muameleden yoksun kalmaz. İnsanın
hakikatine dikkat çekmek bu menzille ilgilidir. Alemin farklılaşması bu menzilden
öğrenilir. Bu farklılaşma suret ve hüküm bakımından neye döner? Bazı
yaratılmışlara dönük inayet bu menzilden öğrenilir ki ‘özel inayet’ demektir.
Genel inayet ise onun var edilmesi ve bütün âlemin Allah Teâlâ’ya
muhtaçlığıdır.
Hayırlı amellerin hayırlı olmayan
amellere tesiri bu menzilden öğrenildiği gibi kötü amellerin hayırlı amellere
tesiri de bu menzilden öğrenilir. Amellerden güçlü olan daha zayıfı ortadan
kaldırabilir. Bu konuyla ilgili olarak, mümkünde yokluk varlıktan güçlüdiir,
çünkü mümkün, varlıktan daha çok yokluğa yakındır. Bu nedenle mümkünün varlığı
yokluğuna tercih edilerek var olmuştur. Öyleyse yokluk mümkünün mertebesidir,
çünkü yokluk önce gelendir. Varlık ise mümkün için arızîdir. Bu nedenle Hakk
sürekli yaratıcıdır, çünkü yokluk ‘gidermek ve ortadan kaldırmak’ üzere
mümkünlerin suretleri üzerinde hüküm sahibidir. Mümkün için yokluğa dönmek,
zati bir durumdur. O halde yokluğun hükmü, var edilen suretlere yönelirken; var
etmenin hükmü, varlığı Zorunlu’nun sürekli varlık vermesidir. Başka bir ifadeyle
bir suretten sonra başka bir sureti verir. O halde mümkünler yolduğun yok
etmesiyle varlığı Zorunlu’nun (vacibü’l-vücûd) var etmesi arasında bulunur.
İlahi iradeyle (meşiyet) ilgisine gelirsek, bu husus, Allah Teâlâ’nın bir
sırrıdır. Allah Teâlâ ‘Dilerse sizi giderir’27 ayetinde o sırra dikkat çekmiştir.
Ayet sırların gizlilikleri hakkında anlayış sahiplerine dönük bir işaret
kabilindendir. Allah Teâlâ onların dikkatini kendisinin varlık ya da yolduk
vücub veya imkân veya imkânsız diye nitelenen her şeyin aynı olduğuna
çekmiştir. Öyleyse Hakk herhangi bir hükümle nitelenen her şeydir. Bu bilgi bu
menzilin içermiş olduğu bir meseledir; öyle olmasaydı, onu zikretmezdik. Çünkü
o mesele daha önce bu kitapta zikredilmediği gibi -Allah Teâlâ tarafından
indirilmiş Kur’an-ı Kerim ve di-
ğer kitaplar gibi kitapların
dışındabaşka yerlerde de onu göremeyeceksindir. Biz de zaten bu bilgiyi Allah
Teâlâ’nın bize vermiş olduğu kelamı hakkındaki anlayışla o kitaplardan aldık!
Namazın sildiği ameller bu menzilden
öğrenilir. Söz konusu ameller herhangi bir şeriatta yükümlüye yapmasının
yasaklandığı ameller\ dir. Komşuluğun tesiri bu menzilden öğrenilir. Bu nedenle
Şâri komşu ] adına tavsiyede bulunmuş, halk deyişlerinde komşular hakkmda şöyle
j söyleme âdeti yaratmıştır: Önce
arkadaş sonra yol! Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de ! şöyle buyurur: ‘Allah
Teâlâ’m! Sen seferde arkadaş sensin.’ Demek ki refiki \
Allah Teâlâ’dır. Sonra eklemiştir: ‘Ailede halife sensin.’ Allah
Teâlâ onun ailedeki ' vekilidir. Firavun’un karısının şu sözü onun kemalinden
kaynaklanır:
‘Rabbim!
Benim için senin katında cennette bir ev inşa eyle/’28
Böylece Asiye Allah Teâlâ’yı evden önce zikretmiştir ki bu durum şu deyimde
geçen darbımesele benzer: ‘Ev alma komşu al.’ Allah Teâlâ komşuluğun tesiri
hakkında ‘Neredeyse onlara biraz eğilecektin’29
buyurur. Başka bir ayette ‘Zalimlere meyletmeyin, size ateş
temas eder’30 buyurur. Kim töhmet mahallerine
komşu olursa, kendisini o yerlere nispet edeni kınamamalıdır!
İlahi emir infaz edilmediğinde, onun
infazını engelleyen şeyin ne olduğu buradan öğrenilir. Böyle bir ilahi emrin
mahiyeti nedir? Acaba bir kipi var mıdır, yok mudur? Dünya ve ahirette
cezalandırılan -cezayı veren Hakk veya halk olabilir; bütün cezalar Allah
Teâlâ’nın verdiği ceza ve karşılıktırbütün amel sahiplerinin karşılıkları bu
menzilden öğrenilir. Varlıkta hayır veya şerle cezalandırmanın dışında bir şey
yoktur. Fırkalar arasındaki farklar bu menzilden öğrenilir; zaten bu nedenle
onlar fırka diye isimlendirilmiştir. Allah Teâlâ’nın birleştirici ve ayırıcı
hükmü bu menzilden öğrenilir. Âlemin kendisinde bir araya geldiği ve ayrıldığı
özellikler bu menzilde öğrenilir. Mutluluk (saadet) ve bedbahtlık bu menzilde
öğrenilir. Bu bahiste inkıtaa uğrayan ve kesilmeyen şeyler bu menzilden
öğrenilir. Ahiret hayatının mahiyeti bu menzilden öğrenilir. Acaba niçüı ona
‘canlılık ve hayat’ adı tahsis edilmiştir? Bununla birlikte dünya da bu
nitelikte onun benzeridir. Bunun delili ‘Her
şey O’nun hamdını tespih eder’31 ayetidir. Allah Teâlâ suçları
cezalandırmayı delil yapmasaydı, o suçlarla yaratıklarından herhangi birisini
cezalandırma-
yaCağının bilgisi bu menzilden
öğrenilir. İmam ve cemaatin farklılığı bu menzilden öğrenilir. İmamların
imamlıktaki mertebe farklılıkları, mutlunun (said) bedbahdara nasıl imam
olacağı, onun dünyada imamlıktaki hükmü ve ahiretteki hükmü bu menzilden
öğrenilir. Ahirete gelirsek, orada tabiler geneldir. Fakat tabilerin bir
kısmından geride iyilik diyarına gidene kadar devam eden şeyler kalır, bir
kısmından dünyada imamından yüz çevirmesinin meydana getirdiği şey kalır.
Böylece ahirette ona uymaz ve ondan yüz çevirir. Çünkü imam mutludur. Yüz
çeviren tâbi ise mutluluktan yüz çevirmiştir ve dolayısıyla imamla arasında
perdenin bulunması gerekir. Nasihatleri kimin yaptığında kabul edilecekleri,
aklın nasihaderdeki payı, şeriatın onlardaki payı; hepsi bu menzilden
öğrenilir. Allah Teâlâ’nın yaratma ve yaratıklarındaki genel sevgisi bu
menzilden öğrenilir. Bu nedenle rahmet ve bağışlama hepsini kuşatır. Bu durum
bilgiyi Allah Teâlâ’dan alan için böyledir. Çünkü günahkâr mümindir. Müminin
özelliği ise kendiside itaatin katışmadığı saf bir günahın kendisinden meydana
gelmemesidir. Hakk da öyledir: el-Mümin olması yönüyle Hakk’tan rahmetin
bulunmadığı gazabın meydana gelmesi mümkün değildir. Allah Teâlâ el-Mümin
(eman veren) iken böyle bir şey düşünülemez, çünkü âleme rahmet etmek, varlık
nedeniyle zati bir ilkedir. Bedbahdık ve (gazap) ise arızîdir, çünkü sebebi
arızîdir. Onun sebebi teklife aykırı davranmaktır. Teklif ise arızîdir ve onun
ortadan kalkması, teklif ortadan kalktığı için de belli bir süre bile sonra
olsa kendinin de ortadan kalkması gerekir.
Yükümlüdeki hallerin değişmesiyle
meşru hükümlerin değişmesi bu menzilde öğrenilir. Manevi teraziler -ki onlarla
manalar tartılırile maddi/duyulur teraziler bu menzilde öğrenilir. Ahiret
terazileri âlemde adaleti yerleştirmek amacıyla mı konulur? Onların verdiği
hüküm sayesinde, bütün âlem, Allah Teâlâ’nın haklarında verdiği hükümle onlara
zulüm yapmadığını öğrenir. Yoksa ahiret terazileri dünyada eşyanın tartılması
için konulmuş maddi teraziler gibi maddi/duyulur teraziler midir? Göz ahirette
duyulur terazileri algıladığında, acaba onlar bu algı nezdinde duyulur mudur?
Yoksa amellerin temessiil etmesi gibi misal suretinde midirler? Çünkü ameller
arazdır ve onlar ahirette şahıs haline gelir ve onların misal sureti
kazandıkları öğrenilir. Çünkü hakikatler başkalaşma içindedir; yani kendi
başına var olan bir şeyin hakikati (cevher) kendi başına var olmayan bir şeyin
hakikatinden farklıdır. Öyleyse onların Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin
hadisinde yer aldığı gibi misal suretine girmiş olmaları gerekir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Ölüm parlak bir koç suretinde getirilir’ demiş,
fakat ‘parlak bir koç olarak getirilir’ dememiştir. Günün ilk zamanı ne
zamandır, bu menzilden öğrenilir. Gün bir dairedir ve dairenin başlangıcı ve
başlangıcın bittiği sonu olmalıdır. Çünkü gün Adas feleğine ait bir dönüştür ve
güneşin doğum ve batımıyla meydana gelen gece ve gündüzle bölünür. Yeryüzünde
feleğin hareketiyle ortaya çıkan gün koç burcundan başlar ve güneşin batımına
kadar devam eder ve koç burcunda var olabilir. Koç günün teşrif ettiği bir
evdir. Böylece koç burcundan doğarak var olur ve günün ilk vakti ortaya çıkar.
Sabah günün sonudur. İkisinin arasında gece ve gün bulunur. Bunlar, batış ve
doğumla bilinen şeylerdir. Bu nedenle Allah Teâlâ cezalandırmış olduğu
iimmederi günün sonunda cezalandırır. Bu durum hareketin tamamlanmasından
kaynaklanır. Nitekim iktidarsız (hakkında hüküm vermek için) senenin bitmesi
beklenir ve ardından karısından ayrılır. Çünkü doğada mutat olan ilahi tesir
sebepleri iktidarsızda ortaya çıkmış, fakat ona etki etmemiş, bu durum
iktidarsızlığın onda kalıcı olduğunu göstermiştir. Böylece evliliğin haz ve
çoğalmaktan ibaret olan faydası ortadan kalkmıştır. Bu nedenle iktidarsız
erkek ile karısı boşanır. Çünkü evlilik haz almak ve çoğalma amacı taşır; bazı
gruplar için birisi, bazı gruplar için diğeri varken bazıları için her iki
sebep birlikte vardır. Günün dönüşü de böyle tamamlandığında, ahirette ilahi
cezalandırma gerçekleşir.
Ruhların doğal cisimlerin
suretlerinde bedenlenmesi bu menzilden öğrenilir. Acaba o ruh kendisinde ortaya
çıktığı suretin aynı mıdır, yoksa göğün mavi olması hadisesinde zikrettiğimiz
üzere insanın gözünde mi öyle gözükür? Yoksa bir surete ait ruh, bedenin ruhu
gibi midir; kastettiğim nâtık nefstir (düşünen nefs). Bu suretler gerçek suretlerdir
ve onların -bakanın gözünde değildışta varlıkları vardır ve gerçek diğer suretler
gibidirler. Bu husus, insanların çoğunun hatta hepsinin gafil kaldığı bir
meseledir. Onlar kendilerine zuhur eden bendenlenmiş ruhların suretleriyle
yetinirler. Onlar kendiliklerinde ruhanileşmiş ve suretler ile cisimleri
üzerinde hüküm vermiş olsalardı, şekilleri ve suretleri -kendilerini görenin
gözündedeğişirdi. Bu durumda ruhların bedenlenmesinin neye irca edileceği
öğrenilir. Çünkü bu bilgi fikir veya araştırma kaynaklı bilgi değil, ‘zevk’ ile
öğrenilen
ı ' A >
bilgidir. Alemde bedenlenen her
sureti yöneten ve tümel ruhtan suretlere üflenmiş yönetici bir ruhu olduğunu
açıklamıştık. Bilmek gerekir ki, ruhlarda bedenlenmiş bir sureti -eğer hayvan
iseöldürürsen veya kesersen -bitki iseberzaha döner. Nitekim biz de ölümle
oraya döneriz. Bunlar artık sadece insan olan ve olmayan bütün ölülerin idraki
gibi idrak edilebilirler. İşte bu mesele buradan öğrenilir. Bu bilgiye
ulaştığında bedenlenen ruhların suretlerinin neye döndüğünü öğrenirsin.
Hakk’tan gelen konuğa karşı vazifeler
bu menzilden öğrenilir. Nefesler I-Iakk’m kula gelen konuklardır (varidat).
Onların bir hakkı vardır ve onlar geldikleri kimseye geri dönerler. Öyleyse
varidatın nasıl karşılandığına bakılmalıdır. Onlar karşısında takınılması
gereken edep nedir? Onlar ayrılırken üzerlerindeki elbiseyle Hakk’a dönerler. Adetler
ve adederin aşılması, doğacıların zatı gereği fail olduklarını düşündükleri
kuşkuların ortadan kaldırılması bu menzilden öğrenilir. Gerçekte tabiat (doğa)
ne demektir? Oluşta ortaya çıkan eserler kime döner? Hayvanın insandan
üstünlüğü bu menzilde öğrenilir. Seçimdeki zorunluluk veya ihtiyardaki cebir,
bu menzilden öğrenilir. Hakk’ın kendini siiluk ve hallerde yaratıklara
katması, bu menzilden öğrenilir. Acaba onları korumak üzere mi onlarla beraber
hareket eder? Yoksa bulundukları hal üzere amel sahibinin kendisi olması
nedeniyle mi böyle yapar? Veya kendilerine inayet ve sohbetin gereğiyle mi
onlarla hareket eder? Veya onlarla birlikte ‘siiluk’ etmesini zatı mı gerektirir?
Köleler ve hürler bu menzilden öğrenilir. Ücrederi talep eden ameller ve
ücretin kimden talep edildiği bu menzilden öğrenilir. Çünkü amel eden ve
çalışan kendisi için çalışırken neye göre başkasından ücreti Hakk eder?
Hayata mahsus ticaret sebepleri bu
menzilden öğrenilir. İlahi isimlerin özellikleri bir ismin harflerinin terkibi
bakımından bu menzilden öğrenilir. Öyle ki aynı isim başka bir dile tercüme
edildiğinde,
aynı özelliğe sahip olmaz. Çünkü
mizaç ile kelimenin bir araya gelmiş harfleri arasında fark yoktur. Başka bir
ifadeyle kelimenin mizacı da maden cisimlerinin mizacı ya da bitkilerin ya da
hayvan cisminin mizacı gibidir. Çünkü hayvanın cismi nebatî bir cisimdir ve
ona duyu eklenmiş, böylece kendisine ‘hayvan’ denilmiştir. Acıların ye hazların
doğal canlıya gelmesi bu menzilde öğrenilir. Bir canlının acı duyduğu bir
şeyden başka biri haz alır. Zayıfın güçlüye eddsi bu menzilden öğrenilir.
Bunun ilkesi, (var olmayan şeyler anlamındaki) nispederin var olanlardaki
etkisidir. Nispeder var olmayan şeylerdir. Üstelik onlardan başka müessir de
yoktur. Allah Teâlâ’dan haber verdiğini bilenin durumu bu menzilden öğrenilir.
Bununla birlikte bu kişi kendisine nispet edilen şeye göre cezalandırılır ve
helak olur. Başka birisiyse kendinden haber verir ve kurtulur. Başka birisi Allah
Teâlâ’dan haber verir ve kurtulur. Helak olan kendi inancından haber veren iken
kurtulan zevkinden haber verendir. Zevk ehli Allah Teâlâ’nın ehli ve
velilerinin seçkinleridir. Kurtarıcı boyun eğme ve yok edici boyun eğme, bu
menzilden öğrenilir. Alemin şekilleri ve teşekkülü bu menzilden öğrenilir.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’32
ÜÇ YÜZ
YETMİŞ DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Rü'yet (Görme) Menzilinin Bilinmesi
Eşyanın Rablik mertebesindeki
ilkeleri, müminlerin olduğu gibi kâfirlerin de kademlerinin
olduğu, her taifenin kendi kademi üzerinde ve kendi imamlarıyla
birlikte adaletin ve ihsanın gereğiyle gelmesinin Muhammedi mertebeden
öğrenilmesi hakkındadır.
Kim var olanların karanlığındaysa
İnayet hükmünün sahibidir o, bütün
yaratılmışlardan farklı olarak
Duyu perdesi kalkar kitapların
üzerinden Her şeyi görür, yerli yerinde sınanırken
Bembeyaz bir sünnet üzere yürür
Hakk’ı maksadına bağlı olarak
müşahede eder
Allah Teâlâ sana müşahede ihsan
etmekle yardım etsin, seni cem’ ve vücûd ehli kılsın! Bilmelisin ki, Allah
Teâlâ Arş’ı kelimenin bir olduğu mahal yapmış -ki bu yönüyle Allah Teâlâ,
Rahman’dır, başkası değildirkürsüyü yaratmış, orada kelime ikiye bölünmüştür.
Bu sayede her şey, birisi yüksekte öteki aşağıda olmak veya birisi fiil öteki
infial (edilgenlik) özelliğiyle nitelensin diye çift yaratılmıştır. Çift olmak
kürsülerde bilfiil ortaya çıkarken (Arş’taki) tek kelimede kuvve halinde
bulunur. Buradan şu husus öğrenilir: İlk var olan şey zatı bakımından tek olsa
bile kendisinden ortaya çıkan âleme dönük bir nispeti daha vardır. Var olan ilk
şey, gerçek bir zata ve nispete sahiptir. Alemde çiftin bulunmasının ilkesi
budur. Zat ile nispeti bir araya getiren makul bir bağ olmalıdır ki, zat
nispeti kabul edebilsin. Aradaki bağın aklî varlığıyla birlikte ferdiyet
(teldik) ortaya çıkar. Bu durumda üç tek sayıların birincisi olmuştur ki,
(âleme kaynaklık eden) asılda bir dördüncü yoktur.
O halde üç, sonsuza kadar biitiin sayılarda tek
sayıların ilkidir. İki diye ifade edilen çift ise sonsuza kadar çift sayıların
ilkidir. O halde her çifti bir tekleştirir ve bu sayede çiftin tekliği, yani
ferdiyeti meydana gelir. Her ferdi, yani tekil sayıyı ise bir çift yapar ve
onun çiftliği meydana gelir. O halde ferdi çift çifti tek yapan, hüküm sahibi
olduğu halde hükme konu olmayan, kendisi muhtaç değilken ona muhtaç olunan şey,
miistağniliktir.
Rahman’ın kelimesi kürsüde
bölündüğünde, iki ayale kürsüye sarkmıştır. Çünkü kürsüyle birlikte kelimenin
bölünmesi gerçekleşmiştir. Çünkü o asıl cevherde ortaya çıkan cisimlerin
suretlerini ihata eden Arş’tan sonra gelen İkincidir. O ikisi doğal
tüm-cisimdeki iki şekildir. İki ayak ona sarkmış, her ayak ötekininkinden başka
bir mekâna yerleşmiştir. Çünkü bu iki ayak sürekli kendisinden ortaya çıktıkları
asıidan yardım alırlar. O asıl Rahman olduğuna göre her iki ayak ancak rahmet
verir. Bu nedenle işin sonu -hüküm bakımındanasla döner.
Bununla birlikte başlangıç ile son
arasında ayırıcı bir yol vardır ve o yol başlangıç ile sonu ayırır. Yol olmasaydı
ne başlangıç ne son kalabilirdi! O ikisinin arasında inen emrin bir yolculuğu
vardır. Yolculuk yorgunluk ve bedbahtlık zannı verir. Dünya, ahirette ve
berzahta olmak üzere âlemde ortaya çıkan bedbahdığın ve mutsuzluğun zuhur
sebebi budur. İki diyara yerleşme olduktan sonra, yürüyüş sona erer, karar ve
azap diyarmda rahatlık gerçekleşir.
Şöyle sorabilirsin: ‘Öyleyse ‘ateş’
denilen o iki yerden birisine girerken de rahadığın bulunması gerekirken
hâlbuki iş öyle değildir.’ Şöyle cevap veririz: Haklısın! Fakat burada bir
meseleyi kaçırdın. Şöyle ki: Yolcular iki türdür. Bir kısmının yolculuğu
ikamet gibidir. Böyle bir yolcu, yolculuğun kazandıracağı bütün imkânlarla
birlikte hizmet görür, bütün maksaüarı insanların omuzları üzerinde taşınan
taht üzerindeyken gerçekleşir ve arzuların değişmesinden korunur.
İkinci bir tür yolcu yolu, yaya
yürür, az azıkla ve cılız bir yardımla yolu kat eder. Menzile ulaştığında belli
bir süreye kadar devam eden yorgunluk ve meşakkat onunla kalır, sonra yorgunluk
kalkar ve rahata erer. Böyle bir insan azap çeken ve kendi menzili olan ateşte
bedbaht kalan kimsedir. Sonra her şeyi kuşatan ilahi rahmet onu kuşatır. Bu
ikisinin arasında da bir yolcu daha vardır. O cennete ulaşanın imkânlarına ve
rahatına sahip olmadığı gibi cehenneme giren kimsenin çektiği sıkıntılar da ona
ulaşmaz. Böyle biri rahadık ile yorgunluk arasındadır ve şefaatçilerin
şefaatiyle ve en merhametlinin çıkartması neticesinde ateşten çıkarılır.
Yolcular tabaka tabakadır ve bu nedenle içlerinde öne giden, geride kalan
vardır. Bu durum kendilerindeki yorgunluk ölçüşünce ortaya çıkar. Böylece peş
peşe cehenneme girerler. Onun müddeti dolduğunda ise rahatlık diyarına
çıkarlar. Burası cennettir. Onlar cennete ya bir şefaatçinin şefaati ile ya da
genel çıkartma ile girerler. Genel çıkartma, en merhamedinin çıkartmasıdır.
Nebiler ve müminler ise iman ehline şefaat ederler. İman ehli iki gruptur: Bir
kısmı nazari düşünceyle ve delile göre iman etmiştir. Onlar ayederi, delilleri
ve mucizeleri bilenlerdir. Böyle kimselere'nebiler şefaat eder. Bir kısmı, kendisini
terbiye eden ebeveyninin veya öğrettiği şekilde, taklit yoluyla veya içinde
yaşamış olduğu bölgenin ahalisini taklit ederek iman eder.
Böyle insanlara ise müminler şefaat
eder. Nitekim dünyada imanı onlara terbiye yoluyla veren kendileriydi.
Meleklere gelirsek, onlar, dünyada mümin olmasalar bile güzel ahlak sahibi
olanlara şefaat ederler. Dördüncü bir grup yoktur ve geride sadece
merhamedilerin merhametlisinin ateşten çıkartacakları kalmıştır. Onlar ne iman
yoluyla ne güzel ahlakı yerine getirmelde hiçbir hayır işlememiş kimselerdir.
Bununla birlikte ilahi inayet onların o yerin ehli olmalarını takdir etmiştir.
Diğer yerin ehli orada kalmıştır. Artık kapılar kapanır, mühürlenir ve çıkma
umudu tükenir. Bu durumda rahmet, ehlini kuşatır. Çünkü onlar, oradan çıkma
umudunu kaybetmişlerdir; merhametlilerin merhamedisinin çıkartmasını gördükleri
için de çıkmaktan korkuyorlardı. Allah Teâlâ onları o yerin sakinine uygun ve
oradan çıkmaktan zarar gören bir mizaçta yaratır. Nitekim daha önce bunu
açıklamıştık. Onlar ümitsizliğe kapıldıklarında sevinirler. İşte onların
nimeüeri bu kadardır ve onların bulmuş oldukları ilk nimet budur. Onların
cehennemdeki halleri bedbahdık süresinin tamamlanmasından sonra zikrettiğimiz
şekilde gerçekleşir. Böylece azaptan haz alırlar ve acılar ortadan kalkar,
geride azap kalır. Zaten azap bu nedenle ‘azap (tat)’ diye isimlendirilmiştir.
Çünkü hepsi nihayette bulunduğu yerden haz alır. Nitekim uyuz kaşıyana haz
verir. Buna mukabil insan uyuz değilken ve gerek yokken sırf bedene ilişen
kuruluk nedeniyle kaşınırsa, acı çeker. İşte insandaki mizacın gerektirmiş
olduğu durum budur. Bunu anlarsan, her diyarm nimetini öğrenmiş olur, Allah
Teâlâ’nın izniyle Mutlu olursun!
Söylediğimiz hususun doğruluğun
görmek üzere, eksikliği ve dolmamışlığı nedeniyle cehennem ateşinin sürekli
elem çektiğini düşününüz! En sonunda el-Cebbar ayağını ateşe koyar. Bu ayak
Kürsüde zikredilmiş iki ayaktan birisidir. Öteki ayak ise cennete konulur. ‘İmarı
edenler için Rablerinin katında doğruluk kademi vardır™
ayetinde işaret edilen husus budur. Öyleyse er-Rab onlarla beraber iken
el-Cebbar ötekilerledir; orası celal, ceberut ve heybet yeriyken buna mukabil
cennet cemal, ünsiyet, ilahi tenezzül ve lütuf diyarıdır. Doğruluk ayağı
(kadem-i sıdk) kürsüdeki ayaklardan biridir. Aynı zamanda iki ayak, iki kabza
demektir: Birincisi ateşe aittir ve ona ‘önem verilmez’; öteki cennete aittir,
ona da bakılmaz, çünkü her ikisi sonuçta rahmete varır ve bu nedenle orada planlara
bakılmaz. Bununla birlikte (ahiret hayatındaki) uygulama cahillerin zannettiği
gibi ‘önem verilmemek’ şeklinde gerçekleşseydi, suçlar ve cürümler nedeniyle
cezalandırma olmayacağı gibi Allah Teâlâ kendisini gazap etmek özelliğiyle
nitelemez ya da (ayette belirtilen) ‘şiddetli yakalama ve tutma’ fiili meydana
gelmezdi. Bütün bunlar, cezalandırılana yönelik ihtimam ve değer vermeden kaynaklanır.
Çünkü onun bir değeri olmasaydı, azap görmez ve azaba istidadı olmazdı. Takva
ehli hakkında şöyle denilmiştir: Cennet ‘muttaki-
I er için hazırlanmıştır:34 Bedbahtlar hakkında şöyle denilir: ‘Onlar
için elim azap hazırlanmıştır.,3S Değer
verme olmasaydı, bu hüküm ortaya çıkmayacaktı. Her işin ve her hükmün bir
mertebesi vardır! Ehilleri onları bildiğinde, hiçbir hükme mertebesini aşırmaz
ve bu bilgi sayesinde âlim, âlim oylamayandan ayrılır. Alim insan Allah Teâlâ
karşısında sürekli edepli davranır ve her mertebede Hakk’ın istediği şekilde
hareket eder. Cahil ise öyle hareket etmez.
O halde iki ayak vasıtasıyla müstağni
olunur ve muhtaç olunur. Bu ikisiyle öldürür ve diriltir, bu ikisiyle ehil
yapar ve muhtaç bırakır, bu ikisiyle Allah Teâlâ, ‘iki
çifti, erkek ve dişiyi yarattı:36 Bu ikisiyle zelil ve aziz yapmış,
vermiş, engellemiş, zarar vermiş, fayda vermiştir. Bu ikisi olmasa idi âlemde
gerçekleşen hiçbir şey gerçekleşmeyecekti. Bu ikisi olmasaydı âlemde şirk
ortaya çıkmazdı. Çünkü iki ayak âlemde hüküm bakımından ortaktır. O halde
onlardan her birinin hükümran olduğu bir diyarı vardır ve Allah Teâlâ’nın dilediği
şekilde kendilerinde hüküm icra ettiği bir ehli vardır. Bu meseleye ve
ayrıntılarına ima etmiştik. Hükümler tıpkı hadler gibi onları gerektiren
sebebin değişmesiyle değişirler. İftira suçu nedeniyle cezaya çarptırılan kimse,
katile verilen cezayla cezalandırılmaz. Katil başka bir cezayla cezalandırılır.
Müfteri ile katil aynı insan olsa bile durum böyledir. Buşka bir ifadeyle
sebebin değişmesiyle hadler ve hükümler değişir. İftira cezasında belirli bir
ceza ile cezalandırılan kimse bir kimseyi öldürdüğünde aynı cezayla karşılaşmaz;
ona farklı bir ceza verilir. Hâlbuki müfteri aynı katildir. Cezayı gerektiren
durumun değişmesiyle ceza da değişir. İşte ilahi hükümlerin halleri de
mertebelerin değişmesiyle değişir. Allah Teâlâ’nın âleme dönük büyük inayeti,
âlemi ihata eden arş üzerinde Rahman ismiyle istivasıdır.
‘Bütün iş O’na döner.’37 Bu nedenle ‘O
rahmet edenlerin en merhametlisidir.’38 Çünkü âlemde rahmet edenlerin,
rahmeti olmasa idi onlar rahmet eden olamazdı. Allah Teâlâ’nın rahmeti daha öncedir.
iki ayak ilahi isimlerin
karşıtlığının bir ifadesidir. Bu isimlere misal olarak ‘el-Evvel
el-Ahir, ez-Zahir ve el-Bâtm’ı39 verebiliriz. Böyle bir
karşıdık âlemde ‘gaybı ve şahadeti bilendir’40 ifadesinde ortaya çıkar. Ayrıca
celal-cemal, yakınlık-uzaklık, heybet-üns, cem-fark, setr-tecelli,
gaybet-huzur, kabz-bast, dünya-ahiret, cennet-cehennem gibi karşıtlıklar
ortaya çıkar. Nitekim bir ile bilinen her şeyin sayesinde başkasından ayrıldığı
ahadiyet (mutlak birlik, bir şeyin tekliği) öğrenilir. Ferdiyetten -ki ilk
sayı olan üçtüriki ucun ve ortanın hükmü ortaya çıkmıştır. Orta berzahtır,
ikisinin arasında bulunan, sıcak ve soğuk ve ılık gibidir. Ferdiyetten
fertler, ikiden çifder ortaya çıkmıştır. Bütün sayı basamaklarında olmak
üzere, hiçbir sayı çift ya da tek olmaktan hali değildir. Bir her zaman sayıyı
kadar ve sayıda ortaya çıkan hükümler ancak birin gücüyle ortaya çıkar. Zaten
hüküm ‘Bir ve Kahhar Allah Teâlâ’ya aittir’41 Allah Teâlâ mütekabil isimlerle
isimlendirilmemiş olsaydı, elKahhar (karşı konulamayan güçlü) diye
isimlendirilmezdi, çünkü herhangi bir yaratılmışın zaten O’na karşı koyması
imkânsızıdır. Hakk’ın ‘kahhar olması’ ancak iki zıt isimle isimlendirilmesinden
kaynaklanır ve dolayısıyla başka birisi O’na karşı koyamaz. Allah Teâlâ
el-Muizz ve elMüzil’dir. Böylece mahalde iki ismin hükmünden birisinin ortaya
çıkmasıyla birlikte iki isim arasında el-Kahır ve onun mazharı (makhûr) ortaya
çıkar. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘el-Kahhar’ diye isimlendirilişi bakımından
Bir’dir (Vahid); zıt iki isimle isimlendirilmesi bakımından ise elKahhar’dır:
İki isimden birisinin hükmünün geçerli olması gerekir. O halde hükmü geçerli
olan Kahir ve Kahhar’dır. Bununla birlikte Allah Teâlâ’ya ait mütekabil isimler
pek çoktur. Nitekim bu isimler arasından elMuhyi ile el-Mumit, ed-Darr ve
en-Nafı vb. isimleri zikrettik. Bu iki ayaktan nübüvvette gönderilmiş olan ve
olmayan ortaya çıkar; nazarî araştırma sayesinde iman edenler ile böyle bir
araştırma olmaksızın iman edenler buradan ortaya çıkar. İki ayağın hükmü tüm
âleme yayılmıştır.
Gerçek aydınlandığına göre arak perde
seni engellemesin! Çift sende hüküm sahibi olduğu gibi tek de hüküm sahibidir.
Perde ve rüyeti bilmeye gelirsek,
onlar da iki ayağın hükmünden ortaya çıkar. Görmek baki ve kalıcı olsa bile,
yine de perdeye ilişir. Başka bir ifadeyle görülen perdedir ve hükmü kalıcıdır.
Öyleyse görmeyi (ortadan kaldıracak şekilde) kahreden ya da ona zıt bir şey olmamalıdır.
Bununla birlikte görmek gerçekleşmese bile, görenin (görmek istediği) özel ve
belirli şeyde maksadı42 ortaya çıkar. İşte perde orada ortaya
çıkar. Binaenaleyh kahra konu olan, görmek değil (görmek bakidir), maksattır.
Kahırdan kurtulmak isteyen, bir gaye olmadan veya üstünlük arzusu taşımadan Allah
Teâlâ’ya yönelmelidir. Böyle bir insan âlemde ve nefsinde gerçekleşen her şeye
sanki kendisi için irade edilmiş olarak bakmalı ve böylece ondan haz almalı,
âlemde gerçekleşen her şeyi kabul, sevinç ve rızayla karşılamalıdır. Böyle bir
hal sahibi sürekli nimet içindedir. O zelil olmakla nitelenmeyeceği gibi kahra
mazhar olup elemlere maruz kalmaz.
Böyle bir makam sahibi nadir bulunur
ve (bu makamı) ‘tadan’ görmedim. Çünkü ona ulaşma yolu bilinmez. Çünkü insan
tek bir nefes bile kendisinde bulunacak bir talep ve amaçtan yoksun kalmaz. İnsanın
hakikati talebin varlığını gerektirdiğine göre, onun talebi -bir yön
dışındabelirsiz ve meçhul kalmalıdır. Talebin belirli olacağı tek yön, Allah
Teâlâ’nın insanın kendisinde ya da başka birisinde, kısaca âlemde yarattığı
şeyi talep edeceği yöndür. O halde gözünün gördüğü, kulağının duyduğu ya da
içinde ve nefsinde bulduğu ya da herhangi birinin kendisine karşı davrandığı
her fiil ve durum, insanın belirsiz madubu olmalıdır. Bu belirsiz matlubu ancak
vakıa belirgin Hakk getirir. Böyle yaptığında, (hakikati demek olan) ‘talip
olmak’ özelliğine hakkını vermiş olur. Aynı zamanda ondan meydana gelen ya da
başkasının fiiliyle kendisinde ya da başkasında meydana gelen şeylerden haz
alır. Gerçekleşen fiil veya durum onda başkalaşmayı gerektirirse, Hakk’ın o başkalaşmayla
ilgili talebi nedeniyle başkalaşır. O insan gerçekleşeni talep etmektedir ve
başkalaşma gerçekleşendir. Onu talep ederken de makhur, yani ezilmiş değil,
aksine başkalaşırken haz alır. Nitekim bu insan, başkalaşma nedeniyle, ölümden
de haz alır. Bu makamı elde etmenin yegâne yolu zikrettiğimiz yoldur. Biz
gerçeği bilmeden konuşanlar gibi konuşmayız. Cahil insan muhali talep ederek
şöyle der: ‘İstememeyi istiyorum.’ Hâlbuki insan hakikatinin (gereği olan)
geçek talepkarlık onun şöyle demesini gerektirir: ‘Senin istediğini istiyorum!’
Genele gelirsek, bu makama ulaşmak Allah
Teâlâ ehli için kolaydır. Şöyle ki: İnsan her durumda bir haldedir ve ya
iradesiyle veya istemeden ve yerleşme iradesi olmaksızın yerleştirileceği
makamdadır ve bu hal nedeniyle o makamla ilgili şer’î bir hükmün ortaya çıkması
gerekir. Böylece kişi şeriat hükmünün sınırında durur, şeriatın irade ettiğini
irade eder. Artık özel olarak şeriatın irade ettiğini irade etmekle ve belirli
bir maksada dönük gayesi geride kalmaz. Aynı şekilde ‘Kulun Allah Teâlâ
karşısında iradesiz olması gerekir’ demek de yanlıştır. Böyle bir ifade doğru
değildir, doğrusu şöyle demektir: ‘Kul iradesi Hakk’ın onun hakkındaki
iradesine ilişen kimsedir.’ Çünkü kulun bir iradeden yoksun kalması söz konusu
değildir. Öyleyse Hakk’ın emriyle O’nu görmek isteyen kimse, efendisinin
emrine bağlanan bir kuldur; emri olmaksızın O’nu görmek isteyen ise istediği
şey gerçekleşmediği takdirde acı çeker. Böyle biri kendine karşı zalimdir.
Çünkü eşyayı, iradeleri ve hadiseleri yaratan Allah Teâlâ, hüküm verendir,
hükme konulmaz! Kul O’nun karşısında O’nun iradesine göre davranmalıdır. Böyle
yaparsa, dünyada hemen gerçekleşecek rahatlık elde eder. Kutsi bir hadiste şöyle
denilir: ‘Kulum! Ben istiyorum, sen de istiyorsun, hâlbuki ancak benim
istediğim olur.’ Bu ifade bir ilaca dikkat çeker. Kul o ilacı kullandığında
zikrettiğimiz elem ve acılardan kurtulur. Bu nedenle Kabu’lAhbar’dan
aktarılan rivayetlerde Allah Teâlâ’nın şöyle dediği yer almıştır: ‘Ey Âdemoğlu!
Sen sana taksim ettiğime razı olursan, kalbin ve bedenin rahatlar.’ Kalp kulun
iradesinin yeridir. ‘Böyle yaparsan övülürsün. Senin için taksim ettiğime razı
olmazsan, dünyayı sana musallat ederim ve vahşi hayvanlar gibi dünyanın
peşinde koşturur durursun. Sonra izzetim ve celalim üzerine yemin olsun ki! Ne
kadar koşarsan koş, dünyadan ancak senin adına takdir ettiğimi elde edebilirsin
ve bu esnada kınanan biri olursun.’ Bu da bir ilaçtır. Allah Teâlâ ‘Siz
Allah Teâlâ’nın dilediğini dilersiniz’43
buyurur. Binaenaleyh Allah Teâlâ Azizdir ve kul kıyamette sabit kalsın diye
bilgi vermiştir. Başka bir ifadeyle bu durum, Allah Teâlâ’nın hüccet telkini,
rahmeti ve ihsanıdır.
Bilmelisin ki çalışmayla ulaşılan
herhangi bir şeyde minnet ve ihsan yoktur. Talep çalışma, görme ve rüyet ise
minnet ve ihsan demektir (ihsanla gerçekleşir) ve dolayısıyla onun talebi
mümkün değildir. Talep vasıtasıyla rüyetle ilgili bir şey gerçekleşirse, böyle
bir durumda rüyet, gerçekte talepten meydana gelmiş bir rüyet değildir. Çünkü
görülen hakkında görenin talebi, kendisine ait olduğu halde görmektir. Görülen
ise ancak kendisine dair bilginin suretinde ona tecelli etmiştir. Böyle tecelli
etmeseydi, kişi gördüğünü inkâr ederdi. Dolayısıyla Öyleyse Hakk insana ancak
talep ettiği durumdan (kendiliğinde bulunduğu hal üzere Hakk’ı bilmek) başka
bir durumda (kendisi hakkındaki bilgisine göre) tecelli eder. Öyleyse görmek de
bir ihsan ve lütuftur! Çünkü görme insanın talebine göre gerçekleşmemiştir.
Bununla birlikte insan gördüğüyle talep ettiğini bir zanneder, hâlbuki gerçek
öyle değildir! Gördüğüyle haz alıp onu matlubu zannettiğinde, bu kez kendi
talebi olmaksızınHak insana tecelli eder. Bu durumda (ikinci) tecelli ilahi bir
ihsan olur ve daha önce sahip olmadığı Hakk’a dair yeni bir bilgiyi ona verir.
Onun bu konuda herhangi bir düşüncesi de yoktu.
Söylediğimiz hususu anlamışsan, Allah
Teâlâ’yı görmenin bir taleple olamayacağını ve cennet nimetlerinde olduğu gibi
bir karşılık olarak onun elde edilemeyeceğini de anlamış olmalısın. Bu mesele
bilebildiğim kadarıylaAllah Teâlâ’dan başka kimsenin dikkat çekmediği bir
meseledir. Bununla birlikte Allah Teâlâ adamları onu bilir. Fakat bu bilginin
kaynağı yakın, elde edilmesi kolay olduğu için veya gerçekleşmesinin
imkânsızlığını düşündükleri için, dikkat çekmemişlerdir. Bu iki hükümden biri
olmalıdır. Çünkü Allah Teâlâ yaratıklarını kendisi hakkındaki bilgide eşit
kılmamıştır ve bu konuda kullar arasında derecelenmenin olması kaçınılmazdır:
Mutezile mezhebi Hakk’ı görmeyi imkânsız sayarken Eşarî aklen caiz sayar ve
kendi düşüncesinin gereğince kabul eder. Filozof ise aklen görmeyi reddeder;
çünkü onun şeriattan ve imandan nasibi yoktur. Allah Teâlâ ehli ise keşif ve
zevk yoluyla (edindikleri bilgiyle Hakk’ın) görülebileceğini kabul ederler. Akılcı
insan keşfi kabul etseydi, böyle düşünmezdi. Çünkü keşif onu gerçeğin kendinde
olduğu duruma döndürürdü. Keşif ehlinin getirmiş olduğu bilgiyi kabul edende
hal başkalaşması olmaz ve olduğu hal üzere kalır. Onda sadece görmek ile
bilinenin görülmesi arasındaki fark ölçüsünde bir değişme olur.
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ zatı
yönüyle el-Ahad’ın birliğinin sahibiyken isimleri bakımından çokluğun birliğine
sahiptir.
Kuşkusuz Allah
Teâlâ tek bir ilah
Benim delilim “De
ki O Allah Teâlâ tek” ayeti
İsimlerinde hayrete
düştüğünde
Bil ki hayrete
düşen sayıdan dolayı düşmüş
Hepsi O’na döner, nasıl ki Hafız
okuyunca Allah Teâlâ Samed’dir
Doğmadı -Hakk olarakve doğrulmadı
llahlıkta denk değil kimse O’na
Akıl hayrete düşer
hakkında
Vehim yardım
edeceğim diye galip gelirse akla
Sonra ezel gelir,
O’nun sıfatı olarak
Şeriatta zikredilen ebediyet takip eder ezeli '
Bizimleyken de hüküm O’na ait Biz
zail olunca, münferit kalır
Hakk’ın farklı suretlerdeki
tecellisini ve bu suretlerde halden Hakk girmesini (tahavvül) takip etmeyi
gerektiren sebep budur. Hakk’ın tecellisindeki bu başkalaşma ve değişme,
âlemde bu çokluğa (dayanan) itikatlardaki farklılıklardır. Alemde itikat ve
inançlardaki farklılığın kaynağı tek hakikatteki bu çokluktur (isimlerin
çokluğu) ve bu nedenle Hakk (kendi haline göre) zuhur ederken kıyamette inkâr
edilecektir. Allah Teâlâ ‘Ben sizin Rabbinizim’44 buyurur. Allah Teâlâ kendisine göre
misak aldığı surette insanlara tecelli etseydi, hiç kimse O’nu inkâr edemezdi.
İnkâr edildikten sonra kendisine göre misak aldığı surette tecelli edince, bu
kez kabul ederler. Çünkü zaten O’nu tanıyorlardı ve Ö’nu kabul etmelerinin
rahatlığı vardı. Allah Teâlâ’nın Kesib’teki tecellisi ise görülme amacı taşır.
Orada Hakk mertebelerindeki farklılıklar nedeniyle inançlarının suretlerinde
insanlara tecelli eder. Hâlbuki misak alırken farklılık yoktu. Misak
alınırkenki tecelli herkese yönelik genel tecellidir. Kesib’teki tecelli
çokluktaki genel tecellidir. Kul mülkündeyken Allah Teâlâ’dan gerçekleşen
tecelli, Bir’in bire dönük özel tecellisidir. Öyleyse Hakk’ı kıyamette vakfe
yerinde görmemiz misak alınırken O’nu görmemizden farklı olduğu kadar Kesib’te
veya kendi mülkümüzde veya köşklerimizde ailelerimizle birlikteyken görmemizden
farklıdır. ‘Onlar sürekli ihtilaftadır’45 ile ‘Rabbi’nin
merhamet ettikleri hariç’ ayetinde belirtildiği üzere, Allah
Teâlâ’nın bizde etkin olduğunu belirttiği farlılıklar buradan kaynaklanır. ‘Allah
Teâlâ’nın merhamet ettikleri’, (tecellideki) ihtilaf halinde bile O’nu tanıyan
ve inkâr etmeyenlerdir. Başka bir ifadeyle onlar, Allah Teâlâ’nın kendilerini
çokluğun birliğine muttali kıldığı Allah Teâlâ ehli ve O’nun seçkinleridir. Hiç
kuşkusuz rahmete mazhar olanlar, Allah Teâlâ’nın tahsis ettiği bu halle
ötekilerden ayrışmış, yine de bu nitelikle birlikte Allah Teâlâ’nın ‘Onlar
farklı kalmaya devam ederler’*6 ayetinin hükmüne dahildirler. Çünkü
onlar da ötekilerden farklılaştığı gibi öteki insanlar da kendilerinden
farklılaşmıştır. Ayetteki ‘istisna’ bize söylediğimiz bilgiyi vermiştir.
Binaenaleyh Allah Teâlâ âlemde ortaya
çıkan ille ihtilaf konusudur. Çünkü daha önce var olmayıp bizatihi hâdis
olduğunu öğrenen her varlık, önce varlık sebebini incelemiştir. Bu konuda
herkesin yaratılışı farklı olduğu için, zuhurlarını gerektiren sebebin mahiyeti
hakkında görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Bu nedenle Hakk âlemde ortaya çıkan ilk
ihtilaf ve görüş ayrılığı konusu olmuştur. Alemde ortaya çıkan farklılık ve
ihtilafın esası inançlarda bulunduğu ve onun sebebi de âlemdeki her şeyin
ötekine ait olmayan bir mizaçta var olması olunca, herkesin nihayette varacağı
yer rahmet olm\ıştur. Çünkü Allah Teâlâ onjarı yaratmış, Rahman’ın nefesi olan
Amâ’da izhar etmiştir. Bu esnada onlar, konuşanın nefesiyle mahreçlerde
gözüken ve birbirinden farklı olan harflere benzer. Tıpkı harfler gibi, âlem de
mizaç ve inançta farklıdır. Yine de hâdis olduklarını bilmede hepsi birdir.
Bakınız! Allah Teâlâ el-Müdebbir ve el-Mufassıl diye isimlendirilmiştir. Allah
Teâlâ cEmri tedbir eder, ayetleri tafsil
eder547 buyurur. Yukarıdaki bütün
söylediklerimiz, O’ndaki ve bizdeki ayetlerin tafsilidir. Aynı zamanda bu
söylediklerimiz, O’na ve bize delalet eder. Biz de O’na ve kendimize deliliz.
Çünkü delillerin en büyüğü ve en açığı bir şeyin kendisine delil olmasıdır. Allah
Teâlâ için tedbir düşünenler için tefekkür gibidir. Binaenaleyh ‘tedebbür’ ile
birlikte âlem birbirinden ve Allah Teâlâ’dan ayrışırken tefekkür sayesinde âlim
bu durumu öğrenir. Alimin üzerinde ‘tefekkür’ ettiği delil ise kendinden veya
başkasından müşahede ettiği şeyin aynıdır. ‘Onlara
ayetlerimizi ufuklarda ve nefislerinde göstereceğiz ki onlara beyan olsun!,4S Beyan
olacak şey, görülenin Hakk olmasıdır.
Hakk için ‘tedebbür’yaratılmıştaki
tefekkür el-Müheymin’de de ‘nazar’sız tedbir
Fikirden kurtul bir kere, helak
edicidir Allah Teâlâ ve beşer onunla ayrılır
Bu bölümde ortaya koyduğumuz
meseleleri ve Allah Teâlâ’nın bu bölümde açıklamış olduğu görmenin bilinmesi
hakkmdaki hususları hakka’l-yakin öğrenmelisin. Bunları öğrenirsen, müşahede,
cem’ ve vücûd ehliysen, dünyada ve ahirette bu bilgiden yararlanır, bu sayede Allah
Teâlâ’nın ‘Rabbi’nin merhamet ettikleri hariç549
ayetinde ‘istisna’ edilenler arasına katılırsın! Sıradan insanların bu konudaki
anlayışları, Allah Teâlâ ehlinin ve zikir ehli olan özel kullarının anlayışından
farklıdır. Onlar Allah Teâlâ’nın bu konudaki muradı üzere bu ayeti anlarlar. ‘Allah
Teâlâ’ya ehil olma’ özelliği bu imkânı onlara bahşetmiştir. Öyleyse bazı gözler
cem’ eder, bazı gözler bir hakikatte farkı görür. Bunun Hakk’in ya da halkın
mertebesinde olması birdir. ‘Allah
Teâlâ hakkı söyler, doğru yola ulaştırır:50
Bu menzilde yer alan ilimlerden
birisi, indirilmiş kitapların tasnifinin bilgisidir. Onlardan her birisine
-kendisine delalet eden isme göreait hususlar bu menzilden öğrenilir; o isimle
kitabın mertebesini öğrenirsin. Bununla birlikte her kitaba ait isim diğer
kitaba da elverişlidir, çünkü her isim ondaki bir sıfat ismidir. Bir kitaba
özellikle bir ismin tahsis edilmiş olması, söz konusu özelliğin o kitapta diğer
isimlere göre daha baskın olmasından kaynaklanır. Misal olarak Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘En iyi hüküm vereniniz Ali, mirası en iyi
bileniniz Zeyd, helal ve haramı en iyi bileniniz Muaz b. Cebel’dir’ hadisini
verebiliriz. Kitapları ve isimlerini bu kitapta zikretmiştik. Daha doğrusu
onlardan belirli bir ölçüde Kur’an menzilinden söz ederken söz etmiştik. Ayrıca
bu konulan el-Mevaki‘u’n-Nü.cûm’dn dil
uzvu bölümünde zikretmiştik. Çünkü Allah Teâlâ Yüce Kur’an’da indirmiş olduğu
şeyden söz ederken bazen bizzat kitaba işaret yaparak şöyle der: ‘Şu kitap!’51; bazen
ayetlerine işaret ederek şöyle buyurur: ‘Bunlar
kitabın ayetleri!’52; bazen işaret zamiri kullanmamış,
kitabı işaret zamiri olmaksızın ^zikretmiştir. Bu hükümlerden her birisinin bir
anlamı olduğu kadar içimizden o anlama tahsis edilenler vardır. Bunun böyle
olması zorunludur.
Sihir ve mucize arasındaki fark, bu
menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ katında kendilerinde bulunan nitelikler
bakımından insanlara ait hususlar bu menzilden öğrenilir. O özellikten herkes
Rabbi karşısındaki menzilini öğrenir. Çünkü Allah Teâlâ kendi katında kulunu
kulun nefsinde rabbini yerleştirdiği yere yerleştirir. Öyleyse bu durumda
rabbinin katındaki yerini belirlemiş olan bizzat kuldur. Kul başkasının
menzilini kendi menzilinden yüksek gördüğünde, kendini kınamalıdır. Apaçık
hüsran budur! Çünkü kul imkânı varken kendini yüksek yere çıkartmamıştır. Bu
nedenle kıyamet gününe,‘tegabün günü’ denilmiştir, çünkü o gün perdenin ortadan
kalkıp dünyada gerçekleşen işlerinin neticelerinm açıklanma günüdür. Orada
cahil-kâfır şöyle der: ‘Keşke bu hayatım için bir şey
yapsaydım!’53 Çünkü
yapabilecek olduğunu biliyordu, hâlbuki yapmamıştır! Onun azabı bu esnada
duyduğu pişmanlığıdır. Bu pişmanlık dıştan ona gelecek azap vesilelerinden
daha etkilidir. İşte en büyük azap bu pişmanlıktır.
Allah Teâlâ’ya istidlalin nasıl
olacağı bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ’ya istidlal Allah Teâlâ ile mi
edilir, yoksa bilgiyle mi yoksa nispetle mi? Nurların farklılığının faydası bu
menzilden öğrenilir. Onların bir kısmı kâşif ve ortaya çıkartıcı, bir kısmı
yakıcı olur. Zamansal hareketlerin miktarları ve Allah Teâlâ’nın bir ismi olan
ed-Dehr isminin onların üzerinde hüküm sahibi olması bu menzilden öğrenilir.
Kendisine bakanların/inceleyenlerin niteliklerinin değişmesiyle ayetlerin
değişmesi bu menzilden öğrenilir. Gafletten kınanan ve övülen kısımlar bu
menzilden öğrenilir. Tesir ettiğin şeye ahirette dönmeni gerektiren sebep bu
menzilden öğrenilir. İlk insanın yaratılırken söylediği ilk söz bu menzilden
öğrenilir. Bu söz ‘el-hamdülillah (hamd Allah Teâlâ’yadır)’54 sözüdür. Bu ifade ‘Onların
son sözleri hamd Allah Teâlâ’yadır’ demektir’55 ayetinde belirtilir. Böylece âlem
övgüyle ve hamd ile başlamış, yine onunla sona ermiştir. Hal böyleyken, ebedi
bedbahdık nerede kalmıştır? Hâşâ! Allah Teâlâ’nın gazabı rahmetini geçebilir
mi? Allah Teâlâ doğru sözlü olandır. Veya Allah Teâlâ genel rahmetini (belirli
bir kesime tahsis ederek) daraltır mı? Bu konuda bir hikâye vardır: Sehl b.
Abdullah et-Tüsteri, iblis ile bir araya gelmiş. İblis tartışmada ona şöyle
demiş: Allah Teâlâ ‘Rahmetim her şeyi kuşatmıştır’56 buyurur. Ayetteki ‘her’ genellik
ifade ederken ‘şey’ en belirsiz olandır. Ben de Allah Teâlâ’nın rahmetinden
umut kesmiyorum.’ Sehl şöyle demiş: ‘Önce şaşırdım, sonra kendi zannımca
rahmetin sınırlılığını fark ederek İblis’e şöyle dedim: ‘Ey İblis! Allah Teâlâ
rahmetini ‘Ben onu yazacağım’57 ayetiyle kayıdar.’ İblis şöyle
karşılık vermiş: ‘Ey Sehl! Kayıdama O’nun değil, senin sıfatındır.’ Sehl şöyle
demiştir: ‘Buna karşılık bir cevap bulamadım.’
Bu menzilde kınanan ve övülen
kısımlarıyla yavaşlık ve ağırlık öğrenilir. İşlerde acele etmenin kınanan ve
övülen kısımları bu menzilde öğrenilir. Zorla Allah Teâlâ’ya dönmek bu menzilde
öğrenilir. Hâlbuki insanların bir kısmı lütufla Allah Teâlâ’ya döner. İki
dönüş eşit midir, değil midir? Bu mesele Allah Teâlâ ehlinin hakkında hayrete
düştüğü bir konudur. Yani zorla Allah Teâlâ’ya dönmek ile kendi iradesiyle Allah
Teâlâ’ya dönme hususunda hayrete düşülmüştür. Çünkü iradi olanda rububiyet
korkusu bulunurken zorunlulukta bütünüyle ubudiyet ve kulluk vardır. İnsan
hakkmda hangi dönmenin yetkin olduğu hususundaki görüş ayrılığının sebebi
budur. Muhadara ve münazaralar ile âlimlerin meclislerinde gerçekleşen tartışma
ve konuşmalar, bu menzilde öğrenilir. Bütün bunların ilahi isimlerin
birbirleriyle karşılaşmalarından kaynaklandığı bu menzilden öğrenilir. Sonra
bu durum Mele-i ala’da ortaya çıkar. Çünkü onlar da Allah Teâlâ ile meşgul
olmalarıyla birlikte hasımlaşır. Onlar tespihlerini yaparken usanmazlar. Acaba
onların hasımlaşmaları tespihlerinden mi kaynaklanır?
(Sürekli tespih etmeleriyle birlikte
hasımlaşabildiklerini söyledik) nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
de her vakit Allah Teâlâ’yı zikrederdi, yine de kendileriyle sohbet ederken
bedevilerle veya ailesiyle konuşurdu. Bütün bunlar Allah Teâlâ’yı zikir midir,
değil midir? Doğaların farklı yaratılmış olmasına gelirsek, bu, bilinen bir
husustur. Çünkü doğalar birbirine zıttır ve herkes bunu idrak eder. Bu nedenle
doğa âleminde tartışma inkâr olunamaz. Hâlbuki doğanın üzerindeki âlemde
tartışmanın varlığı inkâr edilir. Allah Teâlâ ehli varlıkta tartışmanın ve
nizanın bulunduğunu kesinlikle reddetmezler. Çünkü onlar ilahi isimleri ve
onların âlemin suretinde olduklarını bilirler. Hatta Allah Teâlâ âlemi onların
suretinde yaratmıştır. Çünkü asıl olan ilahi isimlerdir ve onlarda karşıt ve
muhalif, uygun ve birbirine yardım eden isimler vardır.
Muallimi Allah Teâlâ olan ile
muallimi teorik düşüncesi veya kendisi gibi bir yaratılmış olan arasındaki
fark, bu menzilden öğrenilir. Teorik düşünceden hareket edene gelirsek, bu kişi
kendi muallimine katıldığı gibi ilahi ilhama mazhar olan da kendi muallimine
katılır. Bu durum özellikle Allah Teâlâ’yı bilmeyle ilgilidir . Gerçekte Allah Teâlâ’yı
bilmek ancak O’nun bildirmesiyle mümkündür. Çünkü kendisinin bildirmesiyle
idraki güç iken teorik düşünce vasıtasıyla nasıl öğrenilebilir? Bu nedenle Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’nın zatı hakkında düşünmeyi
yasaklamıştır. İnsanlar bundan bile gafildir. Onların arasında Allah Teâlâ’nın
zatı hakkında akıl yürütüp fikriyle hüküm vermekten kurtulan yoktur. Ebu Hamid
el-Gazali bir hadisede -hamd olsun kidaha fazlasını yapmamıştır. O da Allah
Teâlâ’nın zatı hakkında teorik araştırma yönünden konuşmuştur. Bu husus elMazmutı
bıhi-alâ Gayri Ehlihî vb. kitaplarında geçer ve bu nedenle
bütün söylediklerinde yanılmış, isabet etmemiştir. Ebu Hamid vb. bu konuda
bilgisizliğin en ileri derecesini ve en aşırı çelişkileri sergilemişlerdir.
Çünkü Allah Teâlâ bize bu hususları öğretmişken onlar ilahi ilhamın bildirdiği
hususlara aykırı olarak fikrin verileriyle (hakikatten) uzak bir tevile saparak
delil getirmiş, Allah Teâlâ’nın şanına yakışan nitelikleri O’na izafe ederken Allah
Teâlâ’nın ilhamına karşı fikir gücünü tercih etmişlerdir. Nasıl olur da Allah
Teâlâ’ya (nazarî güçten hareketle) nispet izafe edilebilir ki?
Bu konuda edepli davrananı görmedim.
Herkes körü körüne bu konuya dalar. Allah Teâlâ ehlinden az bir grup bunun
dışındadır. Onlar Allah Teâlâ’nın kendisini nitelediği hususlarda gelen
bilgileri peygamberlerden duymuş, bütün bilgilerin (anlamını) Allah Teâlâ’ya
havale etmiş, tevile kalkışmamalardır; ta ki Allah Teâlâ kendilerine başka bir
ilham yoluyla anlayış ihsan etmiş ve anlayışı kalplerine indirmiştir. Böylece
onların elde öğrenmek istedikleri bilgi Allah Teâlâ’dan geldiği gibi onu (ilham
yoluyla) açıklayan da Allah Teâlâ olmuş, O’nu -kendi düşünceleriyle
değilO’nunla tanımışlardır. Allah Teâlâ bizi edepli, emin, muttaki, temiz ve
gizli kullarından etsin! Onları Hakk kendisine seçmiş, hallerinde ise ‘âdet
hâzinelerinde’ kendilerini sakınmıştır.
Bu menzilden Allah Teâlâ’dan haber
ulaştıranın durumu öğrenilir. Bu kişi Allah Teâlâ’dan aktardığı sözü örfteki
anlamıyla kendinden aktarmış olsaydı, o sözü Allah Teâlâ’dan getirdiği iddiası
reddedilirdi. Allah Teâlâ’nın emriyle söylediğinde ise ilahi emirle sözün
anlamı öğrenilir. Bu durum Allah Teâlâ’nın yaratıklarından bir hükümdara ya da
başka birisine iyilik tavsiye edenin haline benzer. Böyle birine hayrı tavsiye
ve emretmek insana ya psikolojik veya duyusal veya her İki tarzda bir zarar
getirir. Bazen onun tavsiyesini reddeden ve kendisine zarar veren kişi Allah
Teâlâ’ya söz söylemeye kalkar ki Allah Teâlâ’ya çağıran kişiye karşı yapılacak
en şiddedi davranış budur. Çünkü o kendisine çağırdığı iyilik hakkında Allah
Teâlâ’dan gelen bir basirete sahiptir ve böyle bir durumda şöyle der: ‘Keşke
onu böyle bir iyiliğe çağırmasaydım.’ Böyle demesinin nedeni davet nedeniyle
karşılaştığı zarardır. Böyle bir söz söylediklerinde, ariflerin ayağını
kaydıran yer burasıdır. Çünkü Allah Teâlâ şöyle der: ‘Rabbitıizden
hakkı söyleyin, dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin!’58 Kul Allah Teâlâ’nın peygamberine emrettiği
üzere bu sözü söyler. Nitekim Allah Teâlâ peygamberine ‘de ki’
ifadesiyle emir vermiş, ‘Allah Teâlâ dileseydi, size onu
okumaz onu bildirmezdim’S9
buyurmuşnır. Allah Teâlâ dilediği için ben de onu size okudum ve sizi bilgilendirdim.
Şöyle der: ‘Sizin onu anlamanızı sağlamış, siz de onun Hakk olduğunu
öğrendiniz.’ Nitekim Allah Teâlâ ‘Onu inkâr
ettiler, hâlbuki içlerinden ona inanıyorlardı’60 buyurur. Aynı şeyi vâris veya benzer
biri söylediğinde, vâris de gerçeği bulunduğu durumda öğreten ve tanıtandır.
Bu nedenle Allah Teâlâ ona da aynı şeyi emretmiştir. İnsanlar ise genellikle
Allah Teâlâ ehlini bu durumda
ayıplarlar. Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ ehli hayrı tavsiye ettiğinde onlar Allah
Teâlâ ehlini ayıplar, sonra ardından maddi bir zarar bu ayıplamayı takip eder.
Böyle bir şey müminden meydana gelmeyeceği gibi keşifle onu söyleyenden meydana
gelmez. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme ‘Sana
düşen tebliğdir’ denilerek bir ayette ‘Sana indirileni tebliğ et’61
buyrulmuştur. Vârisin yapması gereken de budur. Hal böyleyken nasıl olur da
yapması gerekli bir iyiliği yaptığı için maruz kaldığı bir zarar veya duymamışa
-söylediklerine kulak vermediği takdirde bedbahdığı artacağı içinkarşı duyduğu
şefkati nedeniyle pişmanlık meydana gelsin ki? Bütün bunlar, iç konuşmasıdır.
Hâlbuki din Allah Teâlâ (rızası) için, peygamberi, Müslümanların imamları ve
bütün Müslümanlar için ‘nasihat’ demektir. Dolayısıyla herhangi biri seni
bundan alıkoymamalıdır.
Bu işin ehli olduğumu iddia eden bir
kavim görmüştüm. Onlar Allah Teâlâ’dan getirdikleri bilgiler yüzlerine karşı
reddedildiğinde içe kapanıp şöyle demişlerdi: ‘Bizi lüzumsuzluğumuz bu Hakk
düşürdü. Allah Teâlâ dileseydi, bu konuda benzerlerimizle herhangi bir şey
konuşmazdık. Biz kendimize karşı suç işledik. Şimdi tövbe ettik. Bir daha böyle
sözleri böyle insanların arasında söylemeyeceğiz.’ Bu konuda pişmanlıklarını
sergilemişlerdir. Hâlbuki bu davranış onların gerçeği bilmeyişinden
kaynaklandığı kadar aynı zamanda bilgilerini Allah Teâlâ’dan aktarmadıkları
hususunda kesin delildir. Onlar bu konuda herhangi bir bilgiyi (ve haberi) Allah
Teâlâ’nın izniyle aktarmış değillerdi, çünkü Allah Teâlâ’dan aktaran, içinde
keskin bir nur görür; sözüne kulak verilmesi veya tepkiyle karşılanması
durumunu değiştirmez. Kendi nefsinden konuşan ise hakikati söylediğinde bile
ardından retle karşılaştığında pişmanlık duyar, içi daralır, içinde güçlük
yaşar ve kelamını fuzuli addederek vacip olan hakkı gereksiz yere reddetmiş
olur. Bu davranış bir cehalettir. O halde Allah Teâlâ’nın kullarına nasihat, Allah
Teâlâ’ya iman eden herkesin üzerine vaciptir. İnsan nasihat ettiklerinden maruz
kalacağı zarara değer vermez. Çünkü Allah Teâlâ vârisleri hakkında şöyle
buyurur: ‘İnsanlardan adaleti emredenleri
öldürürler.’62 Bu söz
şu ayete bağlanır: ‘Peygamberleri haksız yere öldürürler.’63 Söz konusu insanlar övülmek üzere
ayet zikredilmiş, peygamberin veya vârisin onlara ululaştırdığı sözlere kul;tk
vermeyenler kınanmıştır. Allah Teâlâ’nın övgüsüne mazhar olanın sevincinden daha
büyük sevinç olabilir mi? ‘De ki
Allah Teâlâ’nın fazlı ve rahmetiyle
sevinin, bu sizin topladıklarınızdan daha hayırlıdır’64
Hakk sahiplerinin farklılaşmasını
sağlayan özellikler bu menzilde öğrenilir. Bu bilgi sayesinde bu konudaki
belirlenime göre hakları ödenir. Bu bağlamda hakkı yerine getirmediği için iyi
davranışı nedeniyle övülenler vardır. Misal olarak günahı nedeniyle azabı Hakk
eden günahkârı cezalandırmamayı verebiliriz. Hakk sahibi onu affeder. Bu, batıl
bir haktır ve bu affetme övülen bir davranıştır. Gıybet de haktır, fakat
kınanmıştır. Bunu bilen, onun mahiyetini de bildiği gibi aynı zamanda
kendisiyle doğru arasındaki farkı bilir. Bu esnada gıybetin Hakk olmadığını,
sadece doğru olduğunu bilir. Bu nedenle doğru kişi, doğruluğundan sorguya
çekilir. Hâlbuki Hakk sahibi hakkını yerine getirdiğinde sorguya çekilmez.
Öyleyse gıybet, laf taşıma vb. doğrudur, fakat Hakk değillerdir. Çünkü Hakk
zorunlu olan iken doğru bir şeyi olduğu hal üzere bildirmek demektir. Haber
verilen şey bazen gerekli olur -ki bu durumda Hakk olur-, bazen gerekli olmaz,
sadece doğru olur. Bu nedenle doğru sözlü ‘doğru sözlülüğü’ nedeniyle hesaba
çekilir. Bu doğruluk onun yerine getirmesi gerekli bir Hakk ise, kurtulur; Hakk
değil ve aksine bunu söylemesi yasaklanmışsa, helak olur. Hakk ve doğruluk
arasındaki farkı bilen kimse ‘Hakk ediş (istihkak)’ üzerinde konuşabilir. Bu
menzilde Allah Teâlâ’dan başkasının karşısında zelil olmanın neticesi
öğrenilir. Böyle yaparak Allah Teâlâ’dan başkasını Rabbin derecesine yerleştirir
ki bu davranış kişinin bilgisizliğinden kaynaklanır. İnsan mahalli dikkate
almaksızın sıfat nedeniyle zelil olursa bu zillet karşısında onun başka bir
durumu ortaya çıkar.
Allah Teâlâ’ya hüküm dayatanın durumu
bu menzilden öğrenilir. Hâlbuki Allah Teâlâ ‘O hüküm
verenlerin en hayırlısıdır’65 buyurur. Buradan şu husus
öğrenilir: Allah Teâlâ’nın sıfatları Eşarî kelamcıların ileri sürdüğü gibi zatına
zait olsalardı, zatrna olan ve kendi aynı olmayan bir şey, zat üzerinde hüküm
vermiş olurdu, Bu mesele, âlimlerin pek çoğunun ayaklarının kaydığı bir
meseledir. Şahidi gaibe kıyaslamak veya delilin şahitte ve gaibte sürekliliği
onları bu hususta saptırmış ve şaşırtmıştır. Bu, son derece hatalı bir
görüştür. Çünkü hakkında hüküm verilenin zatını ve hakikatini bilmeksizin, biri
hakkında bir duruma ve nispete göre hüküm vermek hüküm verenin büyük
bilgisizliğidir. Belirli bir nispetteki delalet nispetin kendisine yapıldığı
şeyin hakikati bilinmeksizin (şahitte ve gaibte) sürekli kabul edilemez. Allah Teâlâ’nın
herhangi bir yaratılmış adına kendisi hakkında hüküm vermeyi caiz yapmadığı bu
menzilden öğrenilir. En ileri menzillere bile ulaşmış olsa durum böyledir.
Fakat Allah Teâlâ bir kimseye kendisi hakkında hüküm vermesini emrederse, Allah
Teâlâ’nın vacip kıldığı hususta verilen izne göre Allah Teâlâ hakkında hüküm
verir; bununla birlikte kendisiyle hüküm verilen o şey âlemde Hakk’ta bulunduğundan
başka bir durumda olabilir. Çünkü yükümlü hacr altındadır: Bir yükümlü
yasaklanmış bir şeyi yapmayı adarsa, böyle bir iş onun adına caiz olmaz. Onun
vacip kıldığı bu adağın kefareti yemin kefaretidir ve belirli bir cezaya maruz
kalır. Bununla birlikte onu yerine getiremez, çünkü böyle bir yasağı yerine
getirmesi caiz değildir. Yapılması mubah bir işi yapmayı adayan adağını yerine
getirmezse ona kefaret gerekmez. Fakat onu yerine getirmesi gerekir. Gizli
tuzak ve onun cezasının süratle verilmesi bu menzilden öğrenilir. İhtiyarda
zorunluluğu gerektiren durum bu menzilden öğrenilir. Zorunluluğun faydası bu
menzilden öğrenilir. Bilginin ameli gerektirdiği hususlarda unutmaya yol açan
sebepler bu menzilden öğrenilir.
Hasret bu menzilden öğrenilir.
Hasret, insanı cezalandıran şeyin kendi devşirdiği ürünü olmasıdır. Öyleyse
insan, kendi kendini cezalandıran kimsedir ve dolayısıyla ancak kendini
kınamalıdır. Böyle bir şeyden sakınan kimse, hiç kuşkusuz ‘büyük
kurtuluş elde etmiştir.’66 Bu
sayede Allah Teâlâ için yaratıklarına karşı delil ortaya çıkar. Onları cezalandırmak
yerine kendilerine ilcram eder, bağışlar ve mağfiret ederse, bundan dolayı
iyilik ve ihsan özelliğiyle Allah Teâlâ’nın övülmesi gerekir. Allah Teâlâ’nın
kullarını neye davet ettiği bu menzilden öğrenilir. Onları kendilerini yükümlü
tuttuğu bir amele mi, yoksa yükümlü tutmuş olduğu amelin ahiret hayatındaki
neticesine mi davet eder? Allah Teâlâ kullarını vasıta olmaksızın hiçbir
şekilde davet etmemiş ve yükümlü tutmamıştır. Çünkü zatı gereği Allah Teâlâ
kullarını meşakkatli bir işe davet etmez ve bu nedenle peygamberler
görevlendirerek şöyle buyurmuştur: ‘Peygamber
gönderene kadar azap etmeyiz.*67 Uygun ceza bu menzilden öğrenilir.
Cezanın dışında kalan şeyin ne olduğu
buradan öğrenilir. Bu, el-Vahib ve el-Vehhab isminden kaynaklanır. Tahayyül
edilen hayat bu menzilden öğrenilir. Bilenin unutmuş olduğu bir hususu
hatırlaması buradan öğrenilir. Unutmanın sebebi ise bilgiyle amel etmemektir.
Çünkü bilgiyle amel etmek, onun suretini inşa etmek demektir ve böyle bir durumda
unutmak imkânsızdır. Talimin iyi ve güzel olması bu menzilden öğrenilir; çünkü
her öğretmen güzel öğretemez. Allah Teâlâ’ya uymanın keyfiyeti bu menzilden
öğrenilir. Hâlbuki Allah Teâlâ fiillerinde mutlak serbest, sen sınırlısın. Daha
önemli ve zorunlu ameli araştırmak ve onu teşvik etmek, bu menzilden öğrenilir.
Bilgi ve zan, yani galip zan arasındaki fark, bu menzilden öğrenilir. İsmet ve
itisam arasındaki fark bu menzilden öğrenilir.
Hakk’a (ve hakikate) dönmediğinde
inatçıya söylenmesi gereken husus bu menzilden öğrenilir; ona söylenecek olan,
onu insafa davettir. Kulların fiillerinin Hakk’ın olduğunu öğretecek husus bu
menzilden öğrenilir. Fakat bu fiiller bir şekilde kullara bir şekilde Hakk’a
izafe edilir. Çünkü nahivcilerin terminolojisinde izafe mutlak ve mutlak
olmadan yapılır. Fiillerin bir kısmı -kendisine izafe edildiklerindeAllah
Teâlâ’ya ait iken bir kısmı ortaklık bulunduğu için mutlak değillerdir ve
dolayısıyla bir yöne ait olmazlar. O halde kulluk, saf olarak Allah Teâlâ için
yapılır ve ayette buyrulduğu gibi kulluğun Allah Teâlâ’ya tahsisi gerekir. Allah
Teâlâ ‘Onlara dini kendisine tahsis etmek
üzere Allah Teâlâ’ya ibadet etmeleri emredildi’611 buyurur. Burada din kendisine göre Allah
Teâlâ’ya kulluk yapılan şey demektir. Başka bir ayette ‘De ki
ihlâslı bir şekilde sadece Allah Teâlâ’ya ibadet ederim’69 buyrulur. Kastedilen kendisiyle Allah
Teâlâ’ya ibadet edilen şeydir. Başka bir ayette ‘Kuşkusuz
ki Allah Teâlâ insanlara hiçbir şekilde zalim olmaz’70 denilir. Burada kesinlik bildiren
edat kullanılmıştır. İnsanlar herhangi bir şeye sahip değillerdir ki,
kendilerinden haksız yere bir şey alan zorba olsun! Onların mülkü olduğu
söylenen her şey Allah Teâlâ’nın mülküdür. Allah Teâlâ’ya ait olan mülkün bir
Iasmı da onların amelleridir. Sonra Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah
Teâlâ insanlara hiçbir şekilde zulüm yapmaz.’71 Alemde zulüm ortaya çıkmış ve dile
getirilmiş olduğu için, Allah Teâlâ kendisini anlatmak için onların
nefisleriyle kinaye yaparak adeta şöyle demiştir: Zulüm denilen bir şey varsa,
kendisi zalimdir. Sahip olan ise mülkünde kendine zulüm yapmaz. İnsanların
sahip oldukları şey onların mülkü olsaydı, Allah Teâlâ o mülkte onlara
tasarrufu yasaklamaz veya onlar için türlü sınırlar belirlemezdi. Bu durum
yükümlünün fiilinin kendisine değil Allah Teâlâ’ya ait olduğunu gösterir.
Gerçekte insanlar arasındaki zulüm onların sahip olmadıkları şeyin kendilerine
ait olduğunu iddia etmelerinden kaynaklanır.
Binaenaleyh Allah Teâlâ onları sadece batıl ve yalan iddiaları
nedeniyle cezalandırır.
Çoğun aza sokulması bu menzilden
öğrenilir. Böylece gerçekte çok olsa bile artık ona artık ‘az’ denilir.
Eşyadaki eceller bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ ‘Onu bir
saat öne alamazlar, arda da bırakamazlar’72 buyurur. Kastedilen saattir.
Bu menzilden aleyhine yalan iddiada
bulunulan kimsenin durumu öğrenilir. Bu kişi iddiacının yalan söylediğini
bildiği halde ona karşı delil ortaya koyamaz ve yemin etmesi gerekir. Yemini
iddiacıya çevirmesi veya yeminden dönmesi mümkün değildir ve iddia ettiği şeyi
kendisine verir. Bu durumda kendisine zulüm ederken ona yardımcı olur. Aynı zamanda
yemin ederken iddiacının iddiada bulunduğu hususta kendine zulüm yapmasına
imkân tanımıştır. O zulmü yaptığı sürece, günah kendisine eşlik eder. Yemin
ise bunu engeller ve iddia sahibi üzerinde yemin günahının dışında günah
kalmaz. Çünkü iddia ederken yalan söyleme günahını yemini bozmak ortadan
kaldırırken yalan yemini bozmanın vebali kendine döner. Böyle bir insan şu durumdadır:
Yalancı olarak yemini bozarsa, yemini bozmanın günahı kendisine döner. Fakat
yemininde yalancı olabilir. Mesela bir adama yüz dinar borcu olduğu iddia edeni
düşünelim. Bu kişi iddiasında yalancıdır ve iddiasını doğrulayacak delili
yoktur. Hâkim iddia sahibinin yemin etmesini ister. Kişi yemin etmeyi reddeder
ve hâkim bunu uygun görürse, bizce böyle bir şey caiz olmasa bile, aleyhinde
iddia ileri sürülen kişi iddiacıya nasihatte bulunmamıştır. Hâlbuki ona nasihat
etmesi emredilmiştir. Davalı hakimin hükmüyle yeminini bozarsa, yalan yemini
bozmanın günahı kendisine döner. Aleyhinde iddiada bulunulan kimseye ise
yemini bozmanın zulmünün günahı döner. Çünkü o, onu yeminini bozmaya
zorlamıştı. Bu durumda hâkimin üzerinde bir günah yoktur. Çünkü o müçtehittir.
Onun yapabileceği iş içtihadında yanılmış olmaktan ibarettir. Dolayısıyla bir
ecri vardır. Aleyhinde iddiada bulunulan kişi ayağa kalkar ve iddiacıya iddia
ettiği şeyi verirse, iddiacının günahı kaüanır. Aleyhinde iddiada bulunulan
davalı ayağa kalkar ve davacıya iddia ettiği şeyi verirse, onun günahı
katlanır. Çünkü davacıya kendisinde tasarrufu helal olmayan bir malda tasarruf
imkânı tanımıştır. Dolayısıyla o malda tasarrufta bulunduğu sürece davacının
günahı devam eder ve malın meydana getirdiği neticelerde tasarrufta bulunduğu
sürece. Öyleyse davalının günahı bu süre zarfında devam eder. Aynı şekilde
zulme karşı kardeşine yardımcı olması bakımından da durum böyledir. Hâlbuki
böyle yapması ona yakışmazdı. O, yemini terk etmekle Allah Teâlâ’nın emrine
asi olmuştur. Çünkü Allah Teâlâ ona yemin etmeyi farz kılmıştır. Eğer yeminini
bozarsa Allah Teâlâ’nın ona vacip kıldığı bir şeyi işlemiş olur. Bu durumda
sevap kazanır ve davacıyı zulüm işlemekten kurtarmaya niyetlenmiş olur.
Dolayısıyla bunun ecri ona aittir. Artık davacının üzerinde davalının yemini
hakkında ancak yeminin günahı kalır. Bu durumda davacının üzerinde yalan yeminin
günahı kalmıştır ki, bu yemin, bozulan yemindir. İşte bu şeriatta ince bir
meseledir. Ona bu gözle ancak dindarlığında ihlâsa ulaşan kimse böyle
bakabilir. O kişi Allah Teâlâ ehlindendir. Çünkü o, insanlar adına kendisi
için sevdiği şeyi sever. Dolayısıyla bunu irade ettiğinde nefsinin zulmüne
karşı kardeşine yardımcı olmaz.
Zarar vermenin kınanan ve övülen
kısımları bu menzilden öğrenilir. Murakabe, huzur ve o ikisinin ilahi koruma
ve ismetle ilgisi bu menzilden öğrenilir. Bunlar faydalı bilgiyi ortaya
çıkartır. Müjdelenenlerin nitelikleri, müjde türleri, nerede oldukları, üzüntü
veren ve mutlu kılanların hangileri oldukları bu menzilden öğrenilir. Allah
Teâlâ vasıtasıyla aziz olanların üzerinde gözüken izzet, koruma ve ilahi himaye
bu menzilden öğrenilir. Amel etmesi gereken bir hususta duyduğuyla amel
etmeyenin durumu bu menzilden öğrenilir. Acaba onu amelden engelleyen nedir?
Onun hükmü duymayanın hükmü gibi midir? Bu durumda Allah Teâlâ ona ihsanda
bulunmuş olur. Veya onun hükmü bilip amel etmeyen gibi midir? Allah Teâlâ onu
cezalandırır ve ona adil davanmış olur. Çünkü Allah Teâlâ şöyle der: ‘Duyduk
diyenler gibi olmayın.’73 Çünkü
onlar bir hakikati duymuş ve anlamışlardır, çünkü Allah Teâlâ onlara kendi
dilleriyle hitap etmiştir. Ardından şöyle buyurur: ‘Onlar
duymamışlardı r.’74 Yani onların
durumu, bizce, duymuş oldukları halde duymayanların durumuyla birdir. Allah
Teâlâ onlarda nasıl hüküm vereceğini söylememiş olsa bile, hal karinelerinden
anlaşılan genel durum, cezalandırmadır. Fakat Allah Teâlâ’nın ihsanı ve böyle
kimselerin günahlarını silmesi hakkındaki bilgimize göre, imkân gerçekte
ortadan kalmaz. Bunu anlamalısın.
Allah Teâlâ’nın kendisine hakkıyla
tevekkül edenin kalbine verdiği şey bu menzilden öğrenilir. İlahi hilafet bu
menzilden öğrenilir. Bedbahtlığa yönelten kalpler üzerindeki mührün sebepleri
bu menzilden öğrenilir. Davacının delil getirme talebi buradan öğrenilir. Bu
bilgi Allah Teâlâ’nın ‘Biz peygamber gönderene kadar azap
edici değiliz’75 ayetini
içerir. Burada Allah Teâlâ ‘bir şahıs gönderene kadar’ dememiştir. Öyleyse
gönderilme risaletinin yöneldiği kimsede sabit olması gerekir. Bu durumda
kendilerine bir şahsın gönderildiği kimseler nezdinde açık delilin ortaya
çıkmış olması gerekir, çünkü pek çok ayet vardır ki kapalıdır veya insanların
bir kısmının delaletlerini anlamayacakları ölçüde ihtimale açıktır. Öyleyse
kendilerine karşı delil getirilenler için delilin açık olması gerekir ki bu
sayede o İçişinin ‘resul’ olduğu öğrenilir. Peygamberin peygamber olduğunu
kesin öğrendikten sonra cezalandırılma mümkün olur. Bu ayette büyük bir rahmet
vardır. Bunun nedeni yaratıkların üzerinde bulunmuş oldukları ve onların
farklı düşünmesine yol açan fıtrat farklılıklarıdır. Allah Teâlâ bu durumu
ilahi rahmetin kapsayıcılığını bilenler için kullarına dönük rahmet yapmıştır. Allah
Teâlâ bize o rahmetin her şeyi kuşatmış olduğunu bildirir.
Cömertliğin ve cimriliğin neticeleri
bu menzilden öğrenilir. İmanı telaffuzdaki şekillerin ortadan kalkması bu
menzilden öğrenilir. Öyle ki dinleyenler kuşkuya kapılmayacakları şekilde onun
mümin olduğunu bilirler. Bu durum ‘naslar’ denilen şeydir, çünkü zahir olan,
ilk bakışta öğrenilse bile ihtimallere açıktır. Allah Teâlâ’nın inayet ettiği
kulları bu menzilden öğrenilir. Başarısızlığa uğramak ve başarısız olanların
kim oldukları bu menzilden öğrenilir. Yüzüne karşı reddedildiğinde Hakk sahibinin
kime döneceği bu menzilden öğrenilir. Sabredenlerde ve şükredenlerde bulunan
sabır türleri bu menzileden öğrenilir. ‘Allah
Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’
ÜÇ YÜZ
YETMİŞ BEŞİNCİ BÖLÜM
Hayali Benzerlik Menzilinin ve
Hakikatler ve İmtizaç Aleminin Muhammedi Mertebeden Öğrenilmesi
Âlemde sadece o
varken teberri (yüz çevirme, uzaklaşma)
nasıl olur?
Varlıkta gördüğüm her şeyin manasısın sen
Şeriatında ‘teberri’ zikredilmiştir gerçi
Akıl hayrettedir,
şeriat düşürür onu
En yakını ondandır,
ona aykırı bir hakikat yok
Kim yaklaşır, sonra
uzaklaşırsa onu yakın kılar
Allah Teâlâ bütün
yaratıklara Mevla
Kimse umutsuz
olmasın, herkese Mevla O!
Allah Teâlâ sana yardım etsin,
bilmelisin ki, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Bir
kavmin mevlası (köle) o kavimdendir.’ Hayal nefs-i nâtıka’nın (düşünen nefs)
mevlasıdır (köle). Öyleyse hayal nefs-i natıka karşısında efendi karşısındaki
köle gibidir. Köle efendide bir tür tahakküme sahiptir ki bu tahakküm
sahiplikten kaynaklanır. Çünkü efendi o ve benzeri köleler sayesinde malik ve
sahiptir. Efendi o makama köle sayesinde ulaştığına göre kölenin efendi
üzerinde otoritesi vardır. Başka bir ifadeyle bu durum köleye efendide hükmetme
imkânı sağlar.
Hayal gücünün nefs-i nâtıka
üzerindeki otoritesinin bir tezahürü onu dilediği surete sokabilmesidir. Gerçi
nefs-i nâtıka kendiliğinde bir surete sahiptir, fakat bu hayal gücü onu
tahayyül edende dilediği bir surete sokar. Hayal kendisini duyulurların
derecesinden çıkartacak bir güce sahip değildir, çünkü onun varlığı duyudan
meydana gelmiş ve ortaya çıkmıştır. Bu nedenle hayal madum ve mevcut veya
varlığı olan ya da olmayan bir şeyde tasarrufta bulunurken onu ancak varlıkta
dış surete sahip duyulur bir surette tasvir eder. Bazen de tahayyül ettiği şeyi
varlıkta bütün olarak bulunmayan bir surete sokar. Bununla birlikte söz konusu
suretin tüm parçaları dışta duyulur olarak bulunur. Hayalin herhangi bir şeyi
ancak böyle tasvir etmesi gerekir. Böylece hayal, genel mutlaklık ile
özel-sınırlı takyidi kendinde birleştirmiştir. Bu genel mudaklığın benzeri bir
mudaklık yoktur. Çünkü hayal vacipte, imkânsızda ve mümkünde genel tasarruf
sahibidir. Bu mutlaklık ve tasarruf hükmüne sahip başka bir şey yoktur. Söz
konusu tasarruf, (gerçekte) Hakk’ın hayal gücü vasıtasıyla bilenlerde tasarruf
etmesidir. Hayal kendinde (mutlaklıkla birlikte) sınırlamayı da barındırdığı
için, herhangi bir şeyi ancak duyulur bir surette tasvir eder; söz konusu
suretin duyulur suret olması veya olmaması birdir. Fakat daha önce de zikrettiğimiz
üzere tahayyül edilen suretin bütün parçalarının duyulurlarda bulunması
şarttır. Başka bir ifadeyle hayal onları parça halinde algılarken duyudan
almıştır, fakat parçalardan oluşan toplam dışta bulunmayabilir.
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ dünyada
sürekli kalplere tecelli eder. Bu tecelli neticesinde hatıralar ve düşünceler
insan farkında değilken ilahi tecelli nedeniyle çeşidenir; bu değişim ve
çeşidenmeyi sadece Allah Teâlâ ehli fark edebilir. Nitekim onlar dünya ve
ahirette bütün Var olanlarda ortaya çıkan farklı suretlerin O’nun tecellisinin
çeşitienmesinden ibaret olduğunu bilirler. Binaenaleyh zuhur eden O’dur, çünkü
O her şeyin aynıdır. Ahirette insanın bâtını sabittir. Çünkü insanın
ahiretteki bâtını dünyadaki zahirinin aynıdır ve ondaki değişme gizlidir. Söz
konusu değişme insanların baklanda kuşkuda bulundukları ve her zaman biriminde
gerçekleşen ‘yeniden yaratmadır.’ Ahirette ise insanın zahiri dünyadaki bâtını
gibidir ve ona yönelik ilahi tecelli bilfiil gerçekleşir. Böylece ahirette
insanın zahiri halden Hakk girerken dünyada bâtını ilahi tecellinin
kendilerinde gerçekleştiği suretlerde türden türe girer. İlahi-hayali benzerlik
budur. Bununla birlikte değişme ahirette açıkken dünyada gizli ve bâtındır. O
halde hayalin hükmü ahirette insana ve
Hakk’a eşlik eder. Bu durum Hakk’ın
kendisinde bulunmuş olmakla nitelendiği ‘şe'n (iş)’ kelimesiyle ifade edilir. Allah
Teâlâ ‘O her gün bir şe’ndedir’76 buyurur. Bu durum sürekli ve
daimidir.
Bu değişmenin ‘hayal’ diye
isimlendirilmiş olmasının nedeni, onun kendinde bir şeye değil, bakana raci
olmasıdır. Her şey kendi hakikati üzere sabittir ve değişme yoktur, çünkü hakikatler
değişmez; suretlere bakan kişiye ise suretler çeşidenmiş bir halde görünür. Bu
çeşidenme ve değişim de kendiliğinde değişmeyecek bir hakikattir. Dolayısıyla
değişim bir surette sabit kalmayı kabul etmez; aksine onun hakikati değişimde
sabitliktir. O halde âlemde zuhur eden her şey ilahi surete benzeyen
kevnî-misalî bir surettir (Hakk sürekli tecelli ettiği için o da değişir),
çünkü Hakk âleme ancak sabit bir cevherde âleme benzer ve uygun bir şekilde
tecelli eder. İnsan cevheri yönünden sabittir ve bu nedenle sabiti sabit
vasıtasıyla görürsün. Sende de O’nda da gayb vardır. Zahiri zahirin
vasıtasıyla görürsün. Allah Teâlâ müşahede edilen ve edendir. Senin de şehadet
yönün vardır (ve bu yönün benzeridir). İşte Allah Teâlâ’yı (kendisinin benzeri
olan bu yönlerinle) idrak ettiğin gibi kendi zatını da böyle idrak edersin.
Bununla birlikte her surette senin sen olduğunu, senden başkası olmadığını
bilirsin. Nitekim utanma, korku, hastalık, iyilik, razı olmak, gazap ve
kendilerinde değiştiği bütün hallerinde Zeyd’in ‘Zeyd’ olduğunu da bilirsin.
Bütün bu keyfiyetlerde o Zeyd’den başkası değildir! İşte gerçek de öyledir.
Şöyle deriz: ‘Falan kişi bir suretten başka bir surete geçti.’ Gerçek kendinde
böyle olmasaydı, insanın hali değiştiğinde onu tanımaz ve yok olduğunu ileri
sürerdik. Hâlbuki iki gözün olduğunu biliriz. Nitekim Allah Teâlâ ‘Ona
iki göz yaratmadık mı?’77 buyurur. Öyleyse
bir gözle başkalaşanı idrak edilirken bir gözle başkalaşma idrak edilir. Her
iki idrak yolu da birbirinden farklı iki yoldur ve Allah Teâlâ onları göz
sahibine açıklamıştır. Bu durum ‘Ona
iki yolu (necd) gösterdik’78
ayetinde belirtilir. Başka bir ifadeyle iki yolu açıkladık. Nitekim şair şöyle
der:
Necd ki yol üzeredir
Ceylanları gözlerken gözler kat eder
onu
Yolun kat edilmesi gözlerin fiili
sayılmıştır. O halde her gözün bir yolu olduğuna göre kimi ve neyi gördüğünü
bilmelisin! Buradan ‘Attığında sen atmadın, fakat Allah
Teâlâ attı’79 ayeti anlaşılır. Atma filinin Allah
Teâlâ’ya ait olduğunu görmeni sağlayan gözün atmanın Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’e ait olduğunu görmeni sağlayan gözünden başkadır. Bu durumda
-bilgi sahibiyseniki gözün olduğunu anladığın gibi gerçekte taşı atanın
Muhammedi bedende Allah Teâlâ olduğunu da öğrenirsin. İşte temessül ve
tahayyül, bundan başka bir şey değildir! Allah Teâlâ senin dikkatini çekmiştir
fakat sen farkında değilsin. Bunlar Allah Teâlâ’nın kendinden öğrenen ve ayetleri
üzerinde tefekkür eden kimseler için açıklamış olduğu ayederdir. Bu ayeder,
halden Hakk giren kalbe sahip İçimseler için bir öğüttür. Söz konusu kişi
kendisine söylenene kulak verir, ona aşinadır ve kendiliğinde halden Hakk
girmesini müşahede eder. Bu durumda işin gerçekte de öyle olduğunu öğrenir.
Onlar derin akıl sahipleridir. Çünkü (derin akıl demek olan) lüb kabuğun suretinden
onu perdeler. Dolayısıyla lübbü ancak ortada bir lüb bulunduğunu bilen
bilebilir. Bir lüb olduğu bilinmeseydi, kabuk kırılmazdı. Kuşkusuz iş karışmış,
fakat hakikatler birbirine girmemiştir. Bu sayede faziledi olan aşağı
derecedekinden (mefdûl) ayrışır. Alim gerçeği bilmeyle nimedenir. Cahil onu
bilmemeyi nimet sayar, fakat onu bilmediğini de bilmez. Çünkü o, gerçeğin
bildiğinin aksine olduğunu bilmez ve bunun farkında da değildir. Aksine sadece
(gördüğüne bakar ve) ‘bu vardır’ der. Bildiğinden başka durumda bir şeyin
bulunduğunu ve onu bilmediğini öğrenmiş olsaydı, hiç kuşkusuz üzülürdü. Nitekim
dünyada makamının gerektirmiş olduğu bir şeyi kaçıran herkes gamlanır. Misal
olarak ticaretinde taciri ya da kendi bilim dalında bir fakihi ve diğer âlimleri
verebiliriz. Öyleyse genel itibarıyla ‘Herkes
kendi nezdindekiyle mutludur’80 ayeti ahirette gerçekleşir. Orada
durum dünyadakinden farklıdır. Çünkü bu durum dünyada bilinmez. Dünyada sevinç
ve muduluk -genel olmaksızınçoğunluktadır. Çünkü insan sahip olduğu bilgiyle
bir şeyi tasavvur ederken o bilgi henüz gerçekleşmezden önce sevinmez. O
sadece bekleme halindedir ve bu esnada üzüntü çeker. Bilgi gerçekleştiğinde de
onunla sevinmez. Ahirette ise cezalandırma süresi tamamlandıktan sonra herkes
sahip olduğuyla veya üzerinde bulunan durumla sevinir.
Bu menzil Allah Teâlâ’nın Âdem’i
kendi suretinde yaratmış olduğu menzildir. Birinin suretinde yaratılmış olan,
onun suretinin ta kendisidir. Başka bir ifadeyle surete göre yaratılmış olan
suret sahibinin ta kendisidir ve (bir yönüyle de) o değildir. Bu nedenle ‘Attığında
sen atmadın, fakat Allah Teâlâ attı’81 buyruldu. Öyleyse bir suretten
ortaya çıkan her şeyin aslı, söz konusu suretin kendisine göre yaratıldığı
kimsededir. Yoksa zuhur edenden ve görünenden kaynaklanması doğru değildir. Bu
nedenle ayette cBütün
iş O’na döner’82
buyrulur. Yani her iş âlemin bütün olarak üzerinde olduğu duruma döner. Bu
nedenle Hakk peygamberlerinin dilleriylebütün âlemi nitelemiş olduğu şeyle
kendisini nitelemiştir. Burada herhangi bir gedik olmaksızın tam bir benzerlik
gerçekleşmiştir.
Halk Hakk’m aynı -
hıkâr etme, çünkü kevn O’nun aynı
Tefrik edersen, ayrım yok olucu, bil
Böyle değilse ibret al, fark O’nun farkı
Allah Teâlâ seni suretine göre
yarattığını söylemiştir. Buradan senin üzerinde bulunduğun duruma göre
sahiplik iddiasında bulunman gerektiği öğrenilir. Nitekim Allah Teâlâ da mülk
sahibidir. Sana nefsinden daha yakın bir mülk yoktur ve nefsin sahiplik
iddiasında bulunan şeydir. Çünkü o mülkün sahibi Hakk’ın suretindedir. Allah
Teâlâ el-Mümin ismi yönünden mümin nefse yönelerek müminden nefsini satın
alır. Nefsini satan mümin tıpkı diğer hayvanlar gibi nefsi olmayan varlık
olarak kalır. Artık mülk ve sahiplik iddiasında bulunacak kimse kalmayınca,
bütün mülk Bir ve Kahhar Allah Teâlâ’ya ait olmuş, mülkiyetteki ortaklık
kalkmıştır. O halde mümin bir nefs sahibi değildir ve dolayısıysa mülkiyette
iddia da yoktur. Binaenaleyh gerçek anlamıyla mülk sahibi olduğunu iddia eden
bir insan, mümin değildir; çünkü mümin nefsini satan kimsedir ve böyle iken
mülkiyet iddiasında bulunacak kimse kalmamıştır. Çünkü iddia sahibi olan,
mülkün gerçek sahibinin -ki Allah Teâlâ’dırsuretinde yaratılmış nefs idi.
Ey kardeşim! İmanı senden çekip
alacak bir iddiada bulunma! Sana ait nefsini himaye etmeye de kalkma. Onu
himaye etmeye kalkarsan, bari huzur ve -senin değilHakk’ın nefsi olduğu
hakkındaki bir bilgiyle onu himaye etmelisin. Böyle yaparsan Rabbin seni
ödüllendirir. Çünkü bu davranışınla doğru sözlü, (başkasını tercih etmek anlamında)
îsar derecesini tercih eden birisin. Allah Teâlâ katında bu derecenin
gerektirdiği yüksekliği öğrenmiş olduğuna göre, ona göre amel etmelisin.
Bunu anlayınca, insanın iki yüzü
(vech) olduğunu bilmelisin: Biri kendi zatına bakarken diğeri Rabbine bakar.
Hangisine yönelirsen ötekinden uzak kalırsın. Bununla birlikte dikkatine
sunacağım bir sır vardır, şöyle ki: Sen kendi yüzünü müşahedeye yöneldiğinde,
celal ve ikram sahibi Rabbinin veçhinden habersiz kalırsın. Senin yüzün ise yok
olucudur ve ona yöneldiğinde kendi yüzün senden fani olur, bulunduğun yerde
bir garibe dönersin. Orada ürkerek kendisiyle ünsiyet edeceğin bir yüz aramaya
başlar, ancak bulamazsın. Kendi yüzünü bırakıp Rabbinin yüzüne yöneldiğinde, O
da sana yönelir ve O’ndan başka ünsiyet edeceğin ve göreceğin kimse kalmaz.
Özel bir şekilde -ki her insanın buna sahip olması gerekirHakk’a yöneldiğinde
ise bu yönelmeden önce seninle ünsiyet eden, oturan ve seninle sohbet edeni
bulursun. O’na kavuşmakla sevinirsin. Bu kez ünsiyetin daha da büyür, önceki
ünsiyeti hatırlarsın ve ünsiyetine ünsiyet katılır. O’nun katında kendi yüzünü
(ve hakikatini) görürsün ve onu yitirmezsin. Böylece bir surette iki yüzü
(hakikati) bir araya getirmiş olursun. İki yüz birleşmiş olduğu için, ünsiyet
de bir olur, sevinç ve neşe çoğalır. Bu hal, iki hal arasındaki berzah halidir,
çünkü iki ucu bir araya getirmiştir. Hâlbuki o ucu dünyada bir araya getiren
ahirette bu nimetten mahrumdur. Misal olarak münafığı verebiliriz. Münafık
mümin ile kâfir arasında bir berzahtır. Uçlardan birine dönerse iki uçtan
birisine yönelmiş olur ki o da küfür tarafıdır. Bu küfür, imandan bütünüyle
soyutlanamaz, imana yönelirse bu kez berzah olmaz ve Allah Teâlâ’ya
döndüğündeki durum gibi olur. Nitekim iki ucu bir araya getirmeden söz ederken
bunu belirtmiştik.
Dünya hayatında nifak özelliğinden
(yani iki ucu birleştirme iddiasından) sakınmalısın, çünkü nifak yok edicidir.
Ahiret çarşısında nifak yoktur, onu dünya hayatı ortaya çıkartır. Münafık ancak
ince bir sır nedeniyle cezalandırılır ki, mümin âlimlerin çoğu onun farkında
değildir. Hâlbuki Allah Teâlâ ‘kulak
veren ve şahit olan kimse için’83 bu sırra dikkat çekmiştir. Şöyle ki,
Münafıklar dünyada iman edenlerle karşılaştıklarında, ‘iman
ettik derler.Bu sözü gerçekte söylemiş olsalardı, hiç kuşkusuz
said, yani Mutlu olurlardı. ‘Şeytanlarıyla
baş başa kaldıklarında biz sizinle beraberiz derler.’85 Bunu gerçekte söyleyip susmuş
olsalardı, münafıklarla ilgili kınama onlara etki etmezdi. Onlar bu söze ‘Biz
alay edicileriz’86 sözünü
de eklemiş, yalancı olduklarına şahidik etmişlerdir. Öyleyse onlar ikrar
ettikleri davranışları nedeniyle cezalandırılmışlardır; yoksa bir ekleme
olmaksızın, nifakın suretinde kalmış olsalardı, Mutlu olacaklardı.
Bakınız! Allah Teâlâ onları
cezalandırırken kendinden şöyle haber verir: ‘Allah
Teâlâ onlarla alay eder.’87 Allah
Teâlâ onları ‘Biz sizinle beraberiz’88 sözleri nedeniyle cezalandırmamış,
bu münafıklığa eklemiş oldukları sözleri nedeniyle cezalandırmıştır.
Ekledikleri söz ‘biz alay ediyoruz’89 ifadesidir. Allah Teâlâ sana
münafığa verdiği cezayı ancak bir insanın nereden cezalandırıldığım anlaman
için bildirmiştir ki sen de helak edici yerlerden uzak durabilesin! Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ‘İnsanları idare etmek sadakadır’ buyurur. Münafık
iki tarafı gerçek anlamdan idare eder ve bu idareciliğe (başkasıyla alay etmek
gibi) bir söz eklemezse, her ne olursa olsun fazlanın semeresini devşirir.
Bunun farkına varmalısın! Hiç kuşkusuz Kuran’ın sırlarından büyük birine
dikkatini çektim. O sır son derece açık olduğu halde açıklığı kendisini gizler.
Münafıkların suretlerine bak! Her münafığın ancak nifaka eklemiş olduğu sözü
nedeniyle cezalandırıldığını ve buna karşı ona delil ortaya konulduğunu
görürsün. Öyle olmasaydı, Araf ehliyle birlikte Araf ta haşredilir, halleri
Araf ehlinin hali gibi olurdu. ‘Fakat
Allah Teâlâ bir şeyi emrederse o yerine gelir.’90 Başkalarını ‘idare eden’ mümin (bir
yönüyle) münafıktır ve o hayır yapan ve kurtulan kimsedir. Böyle bir münafık
iki yüzden birisiyle kaldığında, onunla birliğini gösterir ve yanında olmayan
yüzü zikretmeye yönelmez. Öteki yiize yöneldiğinde ise birincideki gibi öteki
yüzle birlikte olur. Bâtını ise her iki halde Allah Teâlâ ile birliktedir,
çünkü ilahi makam bu surettedir ve Allah Teâlâ kulları için iki surette
(tecelli eder). Bu iki suret nedeniyle Allah Teâlâ kendini tenzih ve teşbih
etmiştir. Kâmil mümin de böyledir ve bu davranış kemalin ta kendisidir.
Söylediğime hiç bir şey eklemeden Allah
Teâlâ’nın ahlakıyla ahlaklanmalısm! Allah Teâlâ Peygamberine yönelik ihsanı
hakkında şöyle der: ‘Allah Teâlâ’nın rahmetiyle onlara
yumuşak davrandın.m Yumuşaklık kanatları indirmek, idare
etmek ve yönetmek demektir. Hakk’a bakınız! Kâfirliğine rağmen kâfiri
rızıklandırır, cezalandırmadan ona mühlet tanır. Allah Teâlâ Hz. Musa ve Hz.
Harun’a Firavun hakkında şöyle der: ‘Ona yumuşak
söz söyleyin.’92 Bu söz,
idare etmenin ta kendisidir, çünkü bu durumda senin onunla beraber olduğunu
zanneder.
Bu makamı zevk edip onunla
birleştiğimde, hükümdar ve sultanlarla arkadaşlıklarım olmuştur. Allah
Teâlâ’nın kullarından birisinin bir ihtiyacını bir hükümdar nezdinde dile
getirmem hep bu makamdan olmuş, ricada bulunduğum hususlarda hiçbir hükümdar
beni reddetmemişti. Çünkü ben hükümdarın yanında bir insanın ihtiyacını dile
getirmeye teşebbüs ettiğimde, hükümdarı şaşırtacak kadar kendisine nezaket ve
zarafet gösteririm. Hükümdar öyle bir Hakk gelir ki, gördüğü menfaat nedeniyle
artık ihtiyacı bizzat kendisi karşılamak ve yerine getirmek ister, gönül hoşluğuyla
ve hırsla hemen o ihtiyacı yerine getirir. Ben de sanki hükümdarın o kişinin
ihtiyacım yerine getirmekle ilgili ricasını kabul edip onun ricası yerine
getirmiş gibi olurum. Halep valisi ezZahir bi-emrillah ile pek çok ihtiyaç
konusunda konuşmuşumdur. Bir günde yüz seksen dileğimi yerine getirmişti. Daha
fazla dilekte bulunmuş olsaydım, gönül hoşluğuyla hepsini yerine getirecekti.
Bu güce sahip kişiden insanlar hükümdarlar nezdinde istifade eder. Binaenaleyh
âlemde genel olarak kınanmış bir iş olmadığı gibi her bakımdan övülmüş bir iş
de yoktur. Çünkü yönler ve hal karineleri işleri sınırlar, çünkü asıl olan
-mutlaklık değilsınırlanmadır. Çünkü varlık zarurede sınırlanmıştır. Bu
nedenle delil, varlığa giren her şeyin sonlu olduğunu sana gösterir. Sahih
anlamda mutlaklık, bütün suretlerle sınırlanabilmesine rağmen bundan dolayı
bir zararın kendisine ilişmediği kimseye döner. Böyle bir özellik, ‘idare
etmek’ özelliğiyle nitelenenlerde ortaya çıkabilir. Gerçekte o aiıcak O’nunla
beraberdir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘O her
nerede olursanız sizinle beraberdir.’93 Ölçüsünü bilen ve onu hakkıyla
yerine getiren için hallerin en üstünü budur. O birdir. Peki o bir nerededir?
Nifak nedir dersen,
nifak
İyice incelersen,
görürsün iş ona döner
Sen o halde iken bütünüyle
Hakk’a yönelmiş olursun
Bağ güçlendiğinde,
översin O’nu
Bir şeye itimat
ettiğinde gerçekte
Bir düşünürsen, sen
onun köküsün
Bize meçhul direk üzerinde .
Sen de ona itimat
ettiğinde
Sen o direk ol ki,
imam olasın
Sende uygun ceza
zuhur etsin
‘Furkan’ ve ‘Kuran’ olması bakımından
Kur’an-ı Kerim’i düşünmelisin! Kuran’ın bir mertebesi olduğu kadar Furkan’ın
da mertebesi vardır. Her bir mertebede mertebenin Hakk ettiği duruma göre
davran. Böyle yaparsan mertebeler seni över. Mertebeler Allah Teâlâ katında
adil şahiderdir, çünkü onlar ancak doğru şahidik ederler. Sana nasihatimi
yaptım, sen de ona göre amel et! Başarıya erdiren Allah Teâlâ’dır.
Şimdi bu menzilde yer alan ilimleri
zikredelim: Bu menzildeki ilimlerden birisi gizli-ince bir bilgidir. Açık iken
gizliliği nedeniyle farkına varılmaz. Çünkü Allah Teâlâ’yı bilenler rahmetin
kapsayıcılığını bilirken müminler onun genişliğini bilir. Bu genişlik ve
kapsama rağmen bazı yerlerde onun bulunmadığın görürler. Fakat açık suretinin
bulunmadığı o mertebede de hüküm yine rahmete aittir. Bununla birlikte rahmet
ancak var iken hüküm sahibi olabilir. Fakat rahmetin varlığı, kendisi gizli
olduğu için gizli hükmü açık olduğu için açıktır. Bu durum genellikle tıp
sanatında ve cezaları uygulamada ortaya çıkar. Allah Teâlâ zina eden erkek ve
kadının cezalarını uygulamada şöyle der: ‘Allah
Teâlâ’nın dini hususunda merhamet sizi alıkoymasın.’w
Bu ceza rahmetin onlara ulaşmasının ta kendisidir. Başka bir ifadeyle hadleri
uygulamak, rahmetin bir hükmüdür. Hâlbuki rahmetin orada görünen varlığı
yoktur. Tedavi de böyledir: Doktor kangren olmuş bir kişinin ayağını kestiğinde
gerçekte ona merhamet etmiştir; ayağını kesmeseydi ölürdü. Öyleyse burada
rahmetin hükmü, ayağın kesilmesine bağlıyken rahmet açıkta gözükmez. O halde
rahmetin suretiyle birlikte kendisinde gözüktüğü bir yeri olduğu kadar hükmüyle
gözüktüğü bir yeri daha vardır. Bununla birlikte rahmetin o yerden çekip
alındığı zannedilir ki, gerçek öyle değildir. Bu konuda Allah Teâlâ’nın
basiretini nurlandırdığı kimselerden başkaları için şcr’i hükümlerde bir
kapalılık vardır. Haksız yere birisini öldürenin kalbinden Allah Teâlâ maktûl
hakkında rahmeti çekip almıştır. O kişi haksız yere öldürürken rahmetin hükmü
altındadır ve böylece rahmetin hükmü katilde de kalmayı sürdürür. Bu nedenle
kişinin kaderi ister ölsün ister yaralansın ilahi iradeye kalmıştır (öldüren Allah
Teâlâ’dır). Binaenaleyh katil kâfir olabilir ve sonra müslüman olur. Bu
durumda rahmet onda suretiyle ortaya çıkar. Öyleyse rahmet suretiyle bulunduğu
yerde hükmüyle de bulunurken bazen hükümle bulunurken suretiyle gözükmez.
Bu menzilde garip bir bilgi vardır. O
bilgi Hakk’ın âlemin kendisinden uzaklaşmasıyla sınırlanmasının bilgisidir.
Bununla birlikte âlem O’nun kabzası, otoritesi ve mülkünün altındadır. Bu
menzilde Allah Teâlâ’ya çağırmada siyaset ilmi bulunur. Çünkü davetçiden O’nun
sureti davet edilenin suretinin değişmesiyle değişir. Bazı kimseler vardır ki,
katı ve zorlayıcı bir şekilde davet ederler; bir kısmı yumuşak ve şefkade davet
eder. Ademoğullarına karşı alman ilahi ahdin genelliği bu menzilden öğrenilir.
Duyusal, hayali ve aidi olarak, ilahi yaratılışın üçlü yapısıyla birlikte
melekûtta dolaşmak bu menzilde öğrenilir. Çünkü insanın yaratılışı
karışımlardan meydana gelmiştir ve bu yönüyle insan mevsimleriyle birlikte
seneye benzer. Zaman senedeki mevsimlerle birlikte kemaline ulaşır ve dönüş
tamamlanır. Binaenaleyh insan karışımları bakımından bir sene olduğu kadar
zaman demek olan Dehr’in ta kendisidir. İnsan bu üç yapısından birisiyle veya
hepsiyle veya bir kısmıyla birlikte melekûtta dolaşır. Duyusuyla dolaşması
keşif demektir veya aklıyla dolaşır ki bu da onun fikir ve tefekkür halidir.
Veya insan hayaliyle dolaşır. Sene on iki aydır ve seneye benzeyen bu yapının
her hakikati senenin üçte birinin sahibidir. Öyleyse o dörtlemede üçleme
sahibi olduğu kadar üçlemede de dördeme sahibidir. Onun dörtlemedeki üçlemesine
gelirsek, bu üçleme insanın zikrettiğimiz üç kısmıdır; duyu, hayal ve akıl.
Bunlar dört karışımdandırlar. Üçlemedeki dördemeye gelirsek, bu da üç karışımın
her birisinde kemaliyle bulunmasıdır. Bunlar, dört tanedir. Bu dördemenin
duyuda bir etkisi olduğu kadar hayalde ve akılda etkisi vardır. Bunun farkına
ancak nefislerindeki ayederi inceleyen ‘huzur ehli’ varabilir.
Bu menzilde (kendisini öldürmede) Allah
Teâlâ ile yarışanın bilgisizliği öğrenilir. Bu konudaki delilimiz ‘Kulum
kendini öldürme hususunda benimle yarıştı’ hadisidir. Böyle bir bağlamda
yorumlanabilecek bir söz ise, (felsefeyi) ‘imkân ölçüşünce Allah Teâlâ’ya
benzemek’ diye tanımlayan filozofların sözüdür. Onlara göre böyle bir durumun
gerçekleşmesi (insanın ulaşabileceği) kemal demektir. Bize göre ise, böyle bir
iddia cehaletin ta kendisidir. Başka bir ifadeyle bana ait olan bir şeyle
Halele’a ait olan bir hususta yarışmam cehaletin ta kendisidir. Çünkü kendisinden
ait bir hususta Hakk’ı geçmen imkânsızıdır. Bir şey kendini geçemez.
Dolayısıyla bana ait olan bir özellikle O’nunla yarışmam imkânsızdır. Çünkü
ortada kendisine doğru yarışılacak bir gaye yoktur. Böyle bir durumda insan
çalışılmayacak bir işte çalışmış, arzulanmayacak bir şeyi arzulamış sayılır.
Kim bu durumdaysa, kendi hakkında bilgi sahibi ise, onun cehaleti aşikârdır.
İlahi maddede gerçekleşen ilahi bildirim bu menzilden öğrenilir. Acaba neyle
gerçekleşir? Bu bildirimden duyanların kulaklarına ulaşan nedir? Acaba her
kulağa bir tarzda mı ulaşır, yoksa bildirimi duymada kulaklar farklı mıdır?
Sınıf farklılıklarına göre, yaratıklara farklı davranmak, bu menzilden
öğrenilir. Onları mutsuz edecek şekilde değil, senden Mutlu edecek şekilde
davranmanı söylüyorum. Bu değerli bir bilgidir. Ona ulaşmak zor, ölçüsü ince,
terazisi meçhuldür. Onun sahibi keşfe muhtaçtır ve ancak bu keşifle bu bilgiyi
elde edebilir. Ecel sahiplerinin ecelleri sona erdiğinde, haklarında nasıl
hüküm verilir? Bitimden sonra belirli bir süreye kadar ertelenirler mi yoksa
kendisine ulaştıktan sonra başka bir ecelleri yok mudur?
Bu menzilde sahih şardar ile sahih
olmayan şardarın bilgisi öğrenilir. Eman vermek ve emanın kime verileceği bu
menzilden öğrenilir. Bu hüküm sahibinin halleri bilmesi gerekir. İnsanların
ahlaklarında farklı olması ve bu konuda övülen ve kınanan hususlar bu menzilden
öğrenilir. Meleklerin Allah Teâlâ hakkında insanların bilmediği hususları bilmeleri
bu menzilden öğrenilir. İnsanlar beşeriliklerinden soyudanıp doğanın üzerindeki
etkisinden kurtulmadan o bilgiye sahip olamazlar. Bu soyutlanmayla kendisine
üflenilmiş ruhun dışındaki her şeyden soyutlanır ve bu
durumda meleklerin bildiği şekilde Allah Teâlâ’yı bilir. Böyle bir insan
rabbine meleklerin ibadet ettiği gibi ibadet eder. Allah Teâlâ’yı meleklerin
bildiği gibi bildiğini iddia edende bulunması gereken alamet bu soyudanmadır.
Bu alamet olmaksızın o bilginin bulunduğunu iddia ederse, bu iddia yalan ve
iftiradır. Çünkü meleklerin Allah Teâlâ hakkında bütün sınıfı kuşatan bir
bilgileri olduğu kadar her meleğe özgü olup başka birine ait olamayacak
bilgileri de vardır. Biz bu iddiasında ancak genel bilgiyi ona sorabiliriz. Söz
konusu alamet, tarafımızdan ‘zevk’ yoluyla bilinir, fakat kendisine ulaşmamış
yalancı-iddiacı biri tarafından herhangi bir vakit ortaya konulmasın diye
söylenmez. Bu nedenle bu ve benzeri halleri gizlememizi Allah Teâlâ bize
emretmiştir.
Allah Teâlâ’yı bilenlerin -farklı
tabakalarına göredelilleri bu menzilden öğrenilir. Çünkü onlar Allah Teâlâ’yı
bilmede tabaka tabakadır. Nefislerin hastalıklarının ve illeüerinin ortadan
kalkması bu menzilde öğrenilir. Allah Teâlâ’nın huzuruna girme adabı bu
menzilden öğrenilir. -Zikretmek üzere değilmüşahede etmek üzere Allah Teâlâ ile
birlikte oturanın durumu bu menzilden öğrenilir. Çünkü Allah Teâlâ’yı
zikredenler O’nunla oturanlardır. Onlar gerçekte kendisini zikrettikleri isim
yönünden Allah Teâlâ’yı zikredenlerdir. Bu husus, insanların çoğunun bilmediği
bir meseledir. Bu menzilde rıza rahmetinin, ihsan rahmetinin ve farklı rahmet
(rahmutiyet) türlerinin kazandırdıkları öğrenilir.
Nimetin sabit olması bu menzilden
öğrenilir. Acaba nimet sürekli midir, yoksa içinde nimetin veya başka bir şeyin
bulunmadığı bir hal onu bozar mı? Allah Teâlâ katında ücretlerin tafsilleri ve
neye göre ayrıştıkları bu menzilden öğrenilir. Her sevgide içkin olan ilah
sevgi bu menzilde öğrenilir. Onu müşahede edenin bilgisinin ve makamının
mahiyeti nedir? Bunu bilmeyenlerle bilen bir midir, değil midir? İtimat edilen
şeyler bu menzilde öğrenilir. Onlardan gerekli olanlar ve olmayanlar nelerdir?
Sekineler bu menzilden öğrenilir. Acaba onları bir durum birleştirir mi? Misal
olarak şahıslarıyla birlikte insanlığın durumunu verebiliriz. Veya her türde
ötekinin aynı olmayan bir sekine türü mü vardır? Dönülenin halinin değişmesi
nedeniyle Hakk’ın dönüşündeki çeşidenme bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ ile
zengin olanların zenginlikteki dereceleri bu menzilden öğrenilir. Doğanın
kirlenmesini ve necis olmasını gerektiren sebep bizzat kendisiyken ondan
meydana gelen şey bu menzilden öğrenilir? Acaba bu durumun ilahi bilgide
dayanacağı bir aslı var mıdır? Misal olarak kulların fiillerinden kınanânlar
veya kötü ahlakı verebiliriz. Bununla birlikte onun tecellinin gerçekleştiği
bir suret olduğunu bilirsin.
Bazı ilahi nispederin ötekilerden
üstünlüğü hakkındaki ilahi ilimler bu menzilden öğrenilir. Alemin bir kısmının
ötekilerden üstünlüğü bu ilkeden ortaya çıkar. Çünkü âlemde ilahi bir emre -ki
her ne olursa olsun o Hakk’ın bir niteliğidirdayanmayan hiçbir şey yoktur. Allah
Teâlâ’ya izafe edilmesi gereken şey ile izafe edilmesi gerekmeyenler bu menzilden
öğrenilir. Rabliğin âleme yayılması, bu menzilden öğrenilir. Bu durum, Allah
Teâlâ’nın dışında ibadet edilenlere de yayılır. İlimlerden saklanması gereken
veya ifşa edilmesi gerekenler bu menzilde öğrenilir. Saklanmaması gereken ve
ifşa edilmesi gereken ilimler bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ’nın zamandan
kendine seçtiği saat, gün, gece ve aylar bu menzilde öğrenilir. Bu mesele
Dehr’in kendiliğinde derecelenmesini bilmek demektir. Dehr’in aslı nedir? Allah
Teâlâ’nın ‘Dehr’ diye isimlendirilmesinin nedeni nedir? Dehr yokken de bu isim
ezeli olarak Allah Teâlâ için sabitti. Acaba zaman bu isim nedeniyle mi ‘dehr’
diye isimlendirilmiştir? Yoksa Allah Teâlâ kendisine dehr denilen bir şey
yaratacağını bildiği için mi kendisini böyle isimlendirmiştir? Allah Teâlâ
sürekli yaratıcı ve gelecekte de yaratandır. Alemde zamanın hükmü sona erer mi,
ermez mi? Feleklerin zamandaki hareketlerinin payı nedir? Muduluğuna
çağrıldığı halde icabetten geri duranın hali bu menzilden öğrenilir. Bununla
birlikte o kişi Hakk’a davet edildiğini de bilir. İlahi yardım sebepleri bu menzilden
öğrenilir. Hakk’ın sevmesi bu menzilden öğrenilir. Meydan okumaya davetin
sebebi bu menzilden öğrenilir. Bununla birlikte kişi tartışmaya davet edilse
bile susturulacağım da bilir. Bilindiği gibi daha güçlü olan galip gelir ve
hakikat kuvvet sahibidir. Buna mukabil heva baskın gelir ve bazen hâkim olur.
Acaba hevanın hakikate baskın gelmesi hakikatten nasibi ölçüsünde mi
gerçekleşir? Böyleyse hakikate (ve Hakk’a) ancak Hakk galip gelmiş demektir.
İmamın -kendilerinden bir konuda bilgi almak için değilkarşı delil ortaya
koymak üzere arkadaşlarını sınaması bu menzilden öğrenilir. Kulun kendisine
ulaştığı her halde veya kulun kendinde halden Hakk girdiği durumlarda
söylenmesi gerenler bu menzilden öğrenilir. Yok edici daireler bu menzilden öğrenilir.
Onların mahiyeti nedir? Oluşta etkilerini ortaya çıkartan sebepler nelerdir?
Halis ameli kabulden alıkoyan sebep bu menzilden öğrenilir. Böylece insan
çalışılmayacak bir işte çalışmış sayılır. Nimetlerin kullar hakkında taksimi bu
menzilden öğrenilir. Onlar kulların ellerindedir ve gerçekte saklamadan başka
nimetlerde onların payları yoktur. Hâlbuki nimetlerden sorguya çekileceklerdir.
Bütün söz sahiplerine kulak verme bu
menzilden öğrenilir. Söz dinleyene etki etmezse, faydası nedir? Kişi
dinlediğinden hızla etkileniyorsa, akla göre onun kötü söz söyleyene kulak
vermemesi gerekir. İnsanlara göre Allah Teâlâ’nın isimlerinin değişmesi, bu
menzilden öğrenilir. Hâlbuki maksat tektir. Bir türün şahıslarının
düşmanlığının sebebi ile farklı türlerin dostluğunu sağlayan sebep bu menzilden
öğrenilir. Bununla birlikte o türleri bir cins birleştirir. Kader ve onun
ilahi niteliklerdeki dayanağı, bu menzilden öğrenilir. Acaba o bir aldatmadır,
değil midir? Hakk’ın kovmasının sebepleri bu menzilden öğrenilir. Hepsi Allah
Teâlâ’nın avucunda olduğu halde, kovulma neyden ve neye doğru gerçekleşir? ‘Allah
Teâlâ’dan uzaklık’ ne demektir? Bu menzilde menzillerin kalıplara indirilmiş
olması öğrenilir. Acaba suretlere hangi manayla indirilirler? Hâlbuki gerçekte
olduğu gibi manalar inmez. Hakkında ortadan kalktığı kimse adına, yükümlülüğün
ortadan kalkma sebepleri bu menzilden öğrenilir. Çünkü yükümlülüğün âlemden
kalkması imkânsızıdır; kalksaydı âlem kemal derecesinden uzaklaşmış olurdu.
Hâlbuki âlem mertebe itibarıyla kâmildir. Türün şahısları nedeniyle ilaveyi kabul
etseydi, onlardan dolayı eksiklikle nitelenmezdi. Sahibi emir kipinde geldiği
halde akdini bozduğunda, tekfiri gerektirmeyen hususlar bu menzilden öğrenilir.
Bu mesele, fakihlerin aşina olmadıkları ve aksine fetva verdikleri bir
meseledir. Allah Teâlâ katmda iyi ahlak oldukları halde kötü ahlak sayılan
şeyler nelerdir!1 Hakk’ın kendisine yakın kulunun isteğini yerine
getirmeyişi bu menzilden öğrenilir. Misal olarak Allah Teâlâ’nın ‘Onlar
için yetmiş kez bağışlanma dilesen, Allah Teâlâ onları bağışlamayacaktır,K ayetini
vb. verebiliriz. Biat edip biatin sabit olmasından sonra imama (devlet başkanı)
itaat etmeyenin hükmü bu menzilden öğrenilir. One geçenin ve arda kalanın
durumu bu menzilden öğrenilir. Kötülük, hayır ve imanın hükmü bu menzilden
öğrenilir. Cüzî nefisler bu menzilden öğrenilir. Hakk’a yakınların özellikleri
bu menzilden öğrenilir. Dalalet ve hidayet bu menzilden öğrenilir. Birin çok
yerini alması bu menzilden öğrenilir.
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar