Print Friendly and PDF

YİRMİ YEDİNCİ SİFİR 1.Bölüm

 


Rahman ve Rahim Allah Teâlâ’nın Adıyla

ÜÇ YÜZ YETMİŞ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Üç Sırrın Menzilinin Bilinmesi

Bu sırlar, mertebesi ilahi inayede âleme üstün getirilen hikmet su­yu mertebesinden ortaya çıkmıştır. Alemin -sureti intikal etse bileebedü’l-ebed, sonsuza kadar baki kalacağının Muhammedi mertebeden öğrenilmesi hakkındadır.

Düzenli bir şekilde sonlanan makamlar var Saygın ruhlar için haber verir onlar

Onları söylerim ben ve kiminle oturduğum bilinmez Çünkü nur karanlıklar içinde

Karanlık olmasaydı nur da olmazdı

Eksiklik tamamlıkla çıkar ortaya                                                  ,

İzafeti gören kendini bilince Akitler ve kıyam ile sınırlanır

Görür ki varlığın bir sonu var Başlangıç o sonla ortaya çıkar

Başlangıç ve son arasında engeldir Sürekli olan ebedi varlık!

Allah Teâlâ sana yardım etsin, bilmelisin ki, bütün âlem rakk-ı menşur’da yazılmış bir kitaptır ki, o da varlıktır. Alem dürülmüş değil, açılmış ve zuhur etmiştir. Alemin bastı ve yayılmasıyla onun rahmet için yaratıldığı öğrenilirken zuhuruyla da içindekiler ve onların neye delil oldukları öğrenilir. Allah Teâlâ harfleri birbirlerine eklenip -ki kastedi­len âlemin zikrettiğimiz tarzdaki tertibidiranlamlarını harflerine ekle­diği için âlemi bir kitap olarak yaratmıştır. Kitap ordunun dizilişi an­lamındaki ketibetii’l-ceyş’ten türetilmiş bir kelimedir. Âlemin bastınm ve yayılmasının rahmetten kaynaklandığını söyledik, çünkü âlem rah­metten inmiştir. Nitekim Allah Teâlâ ‘Rahman ve Rahim’den indirilme­dir1 buyurur. Başka bir ayette ‘Ayetleri Arapça Kur’an olarak bilen ka­vim için açıklanmış kitaptır2 denilir. Başka bir ayette ‘Allah Teâlâ ayetleri hik­metle indirmiş sonra onlar Hakim ve Habir’in katından tafsil edilmiştir3 buyurur. Ayeder onda ‘ihkam’ edilmiştir ve çnların tafsilini Allah Teâlâ’nın hikmet ve sözü ayırma gücü verdiği kimse bilebilir. el-Hakim ve elHabir’in inayet ehline verdiği hikmet, varlıkların ve işlerin mertebele­riyle varlıklara ve bilinenlere ait hakkı bilmeleridir. Söz konusu Hakk, ilahi bir verişle her şeye yaratılışını vermek demektir. Hakk’ın her şeye yaratılışını vermiş olması, bizim de her yaratılmışa hakkını vermemizi gerektirir. Biz de bil kuvve olarak her varlığın sınırlarında Hakk etmiş olduğu şeyi bilir, ardından ayederi bilfiil tafsil ederiz. Bunları el-Habir ve el-IIakim’in bize verdiği şekilde -anlayanlar içintafsil eder, işleri menzillerine indirir, Hakkın sahiplerine verir, onlara mertebelerini ta­şırmayız. Öyleyse kendilerini bu şarda mekânlarına yerleştirdiğinde, ayetlerin tafsili ve delilerin açıklanması, el-Mufassıl ilahi isminden kay­naklanır. Çünkü tafsil eden herkes hikmet sahibi olmadığı gibi (tafsil de) hikmet verilmiş olmaya delil değildir. Ayetlerin hükümlerini ve O’nun varlıklara -ki ilahi kitap ve âlemdir onlarve ayedere dönük rahmetini bilmek, kendisini indireni -ki Rahman ve Rahim’dirbilmek demektir. İşin sonu, öne geçenlerin (bilinmesinden) ibarettir. Öne ge­çenler Rahman ve Rahim’dir. Buradan bilginin mertebeleri olduğu kadar nihayette (âlemin) mutlak rahmete ulaşacağı öğrenilir. Bununla birlikte (rahmete ulaşırken) yolda yorulmalar, meşakkat ve güçlükler ortaya çıkar. Bu yönüyle insanların bir kısmına rahmet ve rahadık, ulaşmış olduğu menzile girmesiyle erişir. Onlar cennediklerdir. Bir kısmında ise -mizacına göreyolun güçlükleri, meşakkati ve sıkıntıları kalır. Böyle bir insan bazen hastalanır ve belli bir süre illete maruz ka­lır. Sonra hastalığı gider ve rahadar. Bunlar cehennem ehlidir, yoksa onlar cehennemden çıkıp cennete ulaşacaklar değillerdir. Ateş onlara hataları ölçüsünde temas eder. Bununla birlikte Allah Teâlâ onları cehen­nemde bir şekilde öldürür. Çünkü onlar için ateş imar edecekleri ve ehliyle birlikte yerleşecekleri bir menzil değildir. Ateş o kimseler için bir yolcunun yolu esnasında konaklayacağı konaklardandır. Nihayette ehli olduğu menziline ulaşır. İşte hikmet ve tafsilin anlamı budur. Çünkü şeyler (umûr), yani mümkünler, yolduk halinde kendiliklerinde birbirlerinden ayrışmıştır. Allah Teâlâ onları kendiliklerinde bulundukları hal üzere bilir. Onları görür, kendilerine var olmayı (tekvin) emreder ki, kastedilen var (olmadır). Onar da Allah Teâlâ’nın emriyle var olur. Allah Teâlâ ka­tında bir ‘icmal’ olmadığı gibi mümkünlerin hakikatlerinde de bir ic­mal yoktur. Aksine iş kendiliğinde ve Allah Teâlâ’nın bilgisinde bütünüyle ‘tafsil’ edilmiştir. İcmal (genellik, özet) bizim nezdimizde, bizim için ve bizde ortaya çıkmıştır. Öyleyse icmalde tafsili ilme’l-yakîn veya ayne’l-yakîn veya hakka’l-yakîn keşf eden kimse, Allah Teâlâ’nın hikmeti ve sözü ayrıştırma gücü verdiği biridir. Söz konusu insanlar bilhassa nebi ve varislerdir. Hakimler, yani filozoflara gelirsek, onlarda bulunan hikmet ödünçtür, çünkü onlar icmalde tafsili bilemezler. İşin sureti, Allah Teâlâ’nın hikmet verdiği -ki bu hikmet onda ilahi bir inayet olarak bu­lunurbu makam sahibinin gördüğü gibidir. Hakk’ın katında ise unsurî doğadan itidale kavuşmuş ve düzenlenmiş cisimlere üflenen cü­zî ruhların belirlenmesidir. Allah Teâlâ o ruhu kendisine izafe ettiği Ruhu’lkül, yani Tüm Ruh’tan üfler. Bu nedenle Allah Teâlâ cüzî ruhları cisimlerden önce yarattığını belirtmiştir. Başka bir ifadeyle her cisim ve sureti yö­netecek ruhu Allah Teâlâ cisimlerden önce yaratmış ve belirlemiştir. O ruh Allah Teâlâ’nın kendisine izafe ettiği Ruhu’l-kül’de kuvve halinde bulunurken üfleme esnasında tafsilde bilfiil olarak ortaya çıkar. Keşif sahibi için Rahman’ın nefesi odur. Böylece keşif sahibi okkada bulunan mürekkep içinde kâtibin yazacağı bütün harfleri, kelimeleri veya ressamın çizece­ği suretleri görür. Bütün bunlar, kitaptır. Böylece o mürekkepte bulu­nan suretlerden ‘şudur veya budur’ der. Kâtip ve ressam veya kâtip de­ğil de sadece ressam veya ressam değil de sadece kâtip geldiğinde, keşif sahibinin zikrettiği üzere, mürekkeple keşif sahibinin zikrettiği her şeyi yazar ve resmeder, ona bir şey eklemez veya eksiltmez. Akılcıların ör­fünde hakim denilen onu idrak edemez. Onu idrak, keşif ehlinin payı ve nasibidir. Onlar Allah Teâlâ’nın kendilerine hikmet ve sözü ayrıştırma (gü­cü) verdiği kimselerdir.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bize her Hakk sahibine hakkını vermeyi emretti. Bu emri herkesin neyi Hakk ettiğini bilmeden yerine getiremeyeceğimiz gibi onu öğrenmemiz de Hakk’ın bize emri açıklamasıyla mümkündür. Bu nedenle Allah Teâlâ kendisine izafeyle şöyle buyurur: ‘Ona hikmeti verdik’.4 Başka bir ayette ‘Kime hikmet verildiyse, ona çok hayır/iyilik verildi5 de­nilir. Bunu ancak kendisine hikmet verilen bilebilir. Söz konusu hik­met Allah Teâlâ’nın bir hibesidir. Nitekim henüz dışta var olmuş bir şey de­ğilken (emr-i vücûdî) varlıklarımızı bize veren de O’dur. Binaenaleyh ilahi bilgi, Allah Teâlâ’nın ilham, ilka (aktarma) ve Cebrail’i kalbe indirmek yoluyla öğrettiği bilgi demektir. Bu kitap da bize bu özellikte gelmiş­tir. Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki, Hakk’ın yazdırması ve Rabbani ilka veya kevnî rav’ıma ruhani üfleme olmaksızın bu kitaba hiçbir harf yazma­dım. İşin özü budur. Bununla birlikte şeriat getiren bir nebi olmadı­ğımız gibi yükümlü tutan bir nebi de değiliz. Çünkü teşriî peygamber­lik -ki yükümlü tutan, yani teklif peygamberliği demektirRasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in vefatıyla birlikte sona erdi. Ondan sonra resul veya şeriat getirecek veya yükümlü tutacak herhangi bir nebi gelmeyecektir. Arda kalan, sadece peygamberlerin diliyle gönderilen şer’î hususları Allah Teâlâ’dan anlamak, (konuyla ilgili) hikmet ve bilgidir. Ayrıca Allah Teâlâ’nın varlık levhasına yazıp çizdiği âlemin harflerini anlamak geride kalmış­tır. Bu anlamıyla tenzil, sonsuz olduğu gibi dünya ve ahirette sürekli­dir.

Allah Teâlâ dürülmüş iken inşa etti ve var etti Bedenimi, düzenledi beni ve tesviye etti yaratılışımı

Hakk benim için tertemiz bir ruh yarattı Benim yapım gibi başka bir yaratılmış yok! .

Bana indirilen bir ruha aşinayım

Yedi gök üzerinden birfurkan ile indirilmiş

Burada Allah Teâlâ’nın ‘Allah Teâlâ’dan korkarsanız, size furkan indirir6 ayetine işaret ediyoruz.

Bu konuda haber getirme iddiam yok Allah Teâlâ’dan gelen bir haber

Fakat benim söylediğim İhsan kaynaklı bir bilgi

Bizim içimizde nebilik kapalı bir kapı İman kilidiyle o kapıya bağlanmışız

Böyle dememizin nedeni, bir vehim sahibinin ben ve benim gibi kimselerin nebilik iddia ettiğimizi zannetmesini engellemek amacı ta­şır. Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki, hayır! Geride sadece miras ve bilhassa Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in belirlediği yöntemde yürümek (sülük) kalmıştır. Genel itibarıyla insanlar, özel olarak ben ve benim gibiler için nebilikten ka­lan kısım, Allah Teâlâ’nın bizim için geride bıraktığı sahih rüyalar ve güzel ahlaktan başka bir şey değildir. Bunun yanı sıra insan kendini istizhar7 ettiğinde Kuran’ın ezberlenmesi geride kalmıştır. Bu ve benzeri husus­lar, tevarüs edilen nebiliğin parçalarındandır. Bu nedenle Allah Teâlâ’nın ya­rattığı ilk insan olan Âdem bile onun yolunda yürüyen bir peygamber­di. Öyleyse Âdem de bu topraktan yaratılma nedeniyle zorunlu olarak bir varisti. Makama gelirsek, Âdem ve onun dışındaki nebiler Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in varisiydi. Çünkü Hz. Âdem su ile toprak arasındayken, yani henüz mevcut değilken Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem nebiydi. Öyleyse Âdem ve onun doğal-insanî sureti yokken veya Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in beşeri su­reti yokken veya Âdem ve diğer nebiler yokken Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem ne­biydi. Âdem beşeri bedenlerin babasıyken Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem Âdem’den son varise kadar bütün varislerin babasıdır. O halde dünyada bütün zamanlarda, bütün resullerde ve Âdem’den kıyamete kadar bütün nebi­lerde ortaya çıkan her şeriat ve her bilgi Muhammedi mirastır. Bu ne­denle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e cevamiü’l-kelim,, bütün hakikatleri kendinde toplama özelliği verilmiştir. O hakikatlerden birisi de ‘Allah Teâlâ Âdem’e bütün isimleri öğretti,s ayetidir. ‘Bütün’ Âdemî surette ve Muhammedi surette ortaya çıkmıştır. Öyleyse ‘bütün’ Âdem’de isimlerken Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e kelimeler olarak tecelli etmiştir; zaten ‘Allah Teâlâ’nın kelimeleri tükenmez.’ Varlıkları cevherleri itibarıyla yok olmaz. Suretleri ortadan kalkıp hükümleri değişse bile, cevher kalkmaz ve onda bir değişme olmaz. Âlemdeki değişmenin nedeni Hakk’ın suretten surete girmesi­dir. Değişme ortaya çıkmasaydı, âlem kemale ermeyecekti. Binaena­leyh hiçbir ilahi hakikat yoktur ki âlem kendisine dayanmamış olsun! Şu var ki işin gerçeği keşif ehline göre şudur: Âlemdeki değişme Iiakk’ın suretlerde halden Hakk girmesinden ibarettir. Öyleyse Hakk’ın dilediği şeyde tecelli etmesi, ‘Dilediği şekilde seni terkip etti’ ve ‘Siz dile­mezsiniz, Allah Teâlâ diler9 ayetlerinde belirtilen durumda tecelli etmesinin ta kendisidir. İşte (insanın iradesi demek olan bu) meşiyet, gerçekte Allah Teâlâ’nın meşiyetidir, senin meşiyetin ve iraden değildir! Hâlbuki sen onunla dilersin. Öyleyse hayat cevherin kendisinden kaynaklanırken ölüm suretlerin değişmesinden kaynaklanır. Bütün bunlar, ‘Sizi sınasın diye...’ yani yükümlülükle ‘hanginiz daha güzel amel edecek10 ayetinde belirtilen maksada matuftur. Yani Allah Teâlâ el-Habir isminin (sizinle) iliş­kisi ortaya çıksın diye sizi sınar. Bu ismin bilgisi, tecrübeden öğrenilen bir bilgidir. Hubra, yani tecrübeyle bilgi elde etmek, tartışma ve inkâr özelliğinde yaratılmış (insana) karşı delil getirme amacı taşır. Bütün bunlar, hitapta ve varlıklarda ayetlerin tafsil edilmesinden kaynaklanır. Binaenaleyh Allah Teâlâ ‘Habir, Hakim’11, ‘Aziz ve Gafur’dur’12.

Allah Teâlâ âlemdekilerin bir kısmına gösterdiği hakikatleri herke­se gösterseydi Gafur olmayacağı gibi âlemde kimse kimseden üstün olmazdı. Çünkü üstünlük -hangi konuda olursa olsunbilgi fazlalığıyla gerçekleşebilir. Bütün âlem bir yönüyle üstün bir yönüyle aşağıda bu­lunur (fadıl-mefdûl). Bu yönüyle âlimlerin en üstünü sanatta en aşağıdakiyle ortaktır. Bilgi Allah Teâlâ’nın yarattığı bir şeydir. Oymacılık sanatını bilmek sanatkâruı bilgisi ve onun sanatıdır. Genel nezdinde bilgilerin en düşüğü odur. Seçkinlere göre ise sanat ilmi bilgilerin en üstünüdür, çünkü onun vasıtasıyla Hakk varlıkta zuhur eder. Bu bilgi en’yüce bilgi olduğu kadar en açık yol ve en doğru sözdür. Buradan Allah Teâlâ’nın ehli olan büyük seçkinler hüküm itibarıyla sıradan insanların suretinde or­taya çıkmış, mertebeleri anlaşılmamıştır. Onları kendilerinden başkası bilememiş, âlemde bir üstünlükleri olmamıştır. Ilâlbuki hal sahipleri böyle değildir. Hal sahipleri genel nezdinde parmakla işaret edilecek şekilde farklılaşmıştır. Bunun nedeni onlarda gözüken harikulade hadi­selerdir. Allah Teâlâ ehli bu konuda -başkaları da kendilerine ortak oldukları içinbu hallerden uzak durmuşlardır. Öyleyse Allah Teâlâ ehli makam itiba­rıyla bilinen müşahedeyle tanınmayan ve bilinmeyenlerdir. Nitekim Allah Teâlâ da herkesin fıtraten bildiği fakat akıl ve müşahede bakımından bilemediği kimsedir. Allah Teâlâ bir kimseye tecelli etseydi, o kişi kendisini bilmeyecekti. Hâlbuki Allah Teâlâ sürekli tecelli etmektedir. Fakat Allah Teâlâ eh­linin ve seçkinlerinin nezdinde malumdur. Allah Teâlâ ehli Kuran ehli olan ‘zikir ehlidir.’ Allah Teâlâ bize ‘onlara sorun’ diye emretti, çünkü onlar bize ancak Allah Teâlâ’dan haber verirler. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Bilmiyorsanız, zikir eh­line sorun.’13 Çünkü zikir ehli Hakk ile oturanlardır. Allah Teâlâ’nın kendisini zikrettiğine şahidik ettiği bir zâkir, kendisiyle oturan (Hakk’tan)haber verebilir ve gerçeği olduğu hal üzere bildirir ki bilgi bu demektir. Çünkü ‘O Rabbinden bir delil üzeredir ve ondan bir şahit kendini takip eder.’14 Bu, onun Allah Teâlâ’dan getirdiği bilgiyle zuhur etmesidir. Bilgi ise Allah Teâlâ’nın kendisiyle zikredene tecelli ettiği niteliğidir. Kişi Hakk’ı ne kadar zikrederse, Hakk da onunla o kadar oturur. Bu nedenle Hz. Ayşe Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in bütün anlarında zikrettiğini aktarmış, onun sürekli Allah Teâlâ ile oturduğunu bildirmiştir. Hz. Ayşe bu durumu keşif yoluyla bilmiş olabileceği gibi bizzat Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kendisine bunu bildirmiş olabilir. O Allah Teâlâ ile otururken Allah Teâlâ da kendisine ümmetinin O’nun katından getirdiği haberlerde kendisiyle tartışmasına karşılık, peygam­berlerin haberlerinden ‘kalbini sabit kılacak’ hususları bildiriyordu. Allah Teâlâ peygamberinin nezdinde bu ve benzeri bir halde bulunmasaydı, peygamberiyle diğer insanlar arasında bir fark kalmazdı, çünkü Allah Teâlâ her nerede bulunurlarsa ve her nerede olurlarsa olsunlaronlarla bera­berdir. Allah Teâlâ’nın özel bir beraberlikle kendisini zikredenlerle olması ge­rekir. Bu konuda sadece bilgi fazlalığı olabilir ve üstünlük bu bilgiyle ortaya çıkar. Öyleyse zikrederken zikrettiği hakkında bilgisi artmayan bir insan diliyle zikretse bile, ‘zâkir (zikreden)’ değildir. Çünkü zikre­den, zikrin bütününü kuşattığı kimse olduğu kadar öyle bir insan Hakk ile oturan kişidir. Öyleyse bir faydanın gerçekleşmesi zorunludur. Çünkü kendisinden cimriliğin beklenemeyeceği cömert âlimin kendi­siyle oturana onun yoksun olduğu bir şeyi ihsan etmesi gerekir. Cö­mertliği kaldıran bir cimrilik olmadığına göre geride cömertliği kabul edebilecek mahal kalmıştır. (Hakk’ın karşısında) ancak (cömertliği) kabul edecek mahal sahibi oturabilir ve öyle birisi Hakk ile oturandır.

Bütün âlemle oturan -âlemin kendisi farkında değilkenHak’tır. Sıra­dan insanların -mümin olduklarındabu konuda bilebilecekleri nihai şey, Allah Teâlâ’nın kendileriyle beraber olduğunu bilmelerinden ibarettir. Fayda insanın Allah Teâlâ’nın kendisiyle birlikte olduğunu bilmesinde değil, kendisinin Allah Teâlâ ile birlikte olduğunu bilmesindedir. Gerçekte de du­rum öyledir. O halde her kim Hakk ile olursa, Hakk’ı müşahede etmesi kaçınılmazdır. Kim O’nu müşahede ederse, onda bilgi meydana gelir ki, ilahi ihsan bu demektir:

Bilgi verilen en yüce ihsan                              .

Keşif en yüce ve açık yöntem

Hakk llalı’tan istersen bir şey

Keşif iste, keşif! Allah Teâlâ ihsan eder onu sana

Sen kapının kulpuna yapış, onu kapatan nedir, bilir misin?

Benlik iddiası; ya ne açar: Allah Teâlâ’nın varlığı

Binaenaleyh kapının açılmasıyla birlikte ilahi cömerdiğin verip iz­har etmesi ve açıklamasıyla birlikte ‘keşif yoluyla meydana gelmeyen herhangi bir bilgi -bilgi değilşuurdur. Çünkü öyle bir bilgi kapalı ka­pının ardından elde edilmiştir. Kapı sensin, başkası değil! Sen kendi mananın hükmüne bağlısın. O ise kapının kapalı olması demektir. Gö­rünen suretin ve bedenin ardında bilmediğin başka bir anlam/mana olduğunu hissedersin, fakat hissetsen bile onu bilemezsin. Öyleyse gö­rünen suret birinci mısra, öteki mana ikinci mısradır. Kapıyı açtığında, o ikisi birbirinden ayrışır ve kapının ardında bulunan şey görünür. İşte bilgi budur. O bilgiyi ancak tafsil ederek görebildin. Çünkü sen, sende bu ayrışma gerçekleşsin diye, iki mısraı ayırt ettin ve ayrıştırdın. Kapı Hakk ve halk olsaydı -ki sen ve Rabbin demektir-, senin adına iş belir­sizleşir ve kendini Rabbinden ayıramazdın. Öyleyse kapı açılmadığı sürece kendini Rabbinden ayırt edemezsin. Kapının açılması sana kapı hakkında bilgi verir ve iki ‘mısra’ arasındaki farkı öğretir. Böylece hem kendini hem Rabbini öğrenirsin. Bu durum Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Nefsi­ni ben Rabbini bilir’ hadisinde belirtilir. Şuur (kendinden başka bir şeyin var olduğu hissi) kapı kapalıyken olabilirken kapı açılınca bilgi

gerçekleşir. Bilen insan bildiği hususta ithama maruz kalırsa, bilen de­ğil, şuur (hissetme) sahibidir. Bildiği hususta töhmet kalktığında sahip olduğu şey bilgidir. Böyle biri kapının açıldığını bilir. Cömerdik kapı­nın ardındaki şeyi ortaya çıkartmıştır. İnsanların çoğu şuurun bilgi ol­duğunu zanneder. Şuurun bilgiden payı, kapının ardında genel itiba­rıyla (belirsiz) bir şey bulunduğunu bilmendir, fakat o şeyin mahiyeti bilemezsin. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘Ona şiir (şuur ile aynı kökten gelen bir ke­lime) öğretmedik15 buyurur. Ayet müşriklerin Peygamber hakkında söy­ledikleri ‘o şairdir’ sözlerine karşılık gelmiştir. Sonra ‘Ona gerekmezdi de, o\ yani peygamberle gönderdiğimiz şey ‘ancak zikirdir.’16 Yani Pey­gamber onu Hakk ile karşılıklı oturmaktan almıştır. ‘Ve apaçık Kuratı’dır.’17 Yani zahirdir ve cem’de tafsil edilmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem onu ‘şuur’dan (hissederek) almamıştır, çünkü şuur, kişinin hissettiği husus­ta belirlemiş olduğu her şeydir. Başka bir ifadeyle şuur bir sezgidir. Sezgi gerçeğe mutabık olup bilgi haline gelmiş olsa bile sahibi o konu­da bir basirete sahip değildir. Akıllı insanın hakkında basirete sahip olana kadar bir işe insanları daveti, yakışık almaz. Basiret, davet edilen şeyi kuşku duymayacak şekilde görme veya keşifle öğrenmek demektir. Bu makama Peygamberler tahsis edilmiş değildir. Bu makam zaten onların ve varislerinindir. Vâris olmak sözde, amelde ve bilhassa bâtında olmak üzere halde tam ve kâmil anlamıyla peygambere uymak­la gerçekleşir, çünkü varisin zahirdeki halini gizlemesi şarttır. Onu açıklamak, zorunlu-ilahi emre bağlıdır. Çünkü zahir dünyada fer (dal) iken asıl olan (kök) bâtınlıktır. Yine bu nedenle Allah Teâlâ dünyada genel itibarıyla kullarından perdelenmişken ahirette kullarının geneline tecelli eder. Belirli tecelli ettiğinde -ki misal olarak dağa tecellisini verebilirizözel bir şekilde tecelli eder. Aynı şekilde insanlara şeriat göndermek, üzere görevlendirilen peygamberlerin doğru sözlülüklerini izhar etmek üzere kendilerinde izhar etiği halde de durum öyledir. Varis peygam­berin ortaya koyduğu şeriata davet edendir, yoksa şeriata getiren de­ğildir! Dolayısıyla peygamberin muhtaç olduğu şekilde halini izhara muhtaç değildir.

Varis ümmet içinde davetin bekasını ve sürekliliğini korur. Onun payı bu kadardır. Hatta vârise bir şeriat verilmiş olsaydı onu getirmez-

di; şeriat getirdiğini varsaysaydık, ümmet kendisinden o şeriatı kabul etmezdi. Dolayısıyla peygamber adına olduğu şekilde davetçinin getir­diği kabul edilmediğine göre, onun halinin görünmesinde fayda yok­tur, bunu bilmelisin! Öyleyse Allah Teâlâ’nın onların üzerinde halleri izhar edip etmemesi, kulun çalışmasına ve iradesine değil, bizzat O’na kal­mıştır. Onların üzerinde hallerin izharı, ümmet adına ‘keramet’ diye isimlendirilir. Allah Teâlâ dostunun ve talibinin uğrunda gayret harcadığı ve çalıştığı iş, nefsinin halleri hakkında Allah Teâlâ’dan gelen bir basirete sahip olsun diye kapının kendisine açılmasından ibarettir, yoksa yaratılmışla­ra bu halle gözüksün diye bunu istemez. Böyle biri Rabbinden bir nu­ra sahiptir ve makamında sabittir. Onu ancak Hakk sarsabilir. Bu türde­ki bir keramet Allah Teâlâ hakkmdaki bilgisiyle ve yine bu hususla ilgili ola­rak esmaü’l-hüsna hakkmdaki ve yüce kelimeleri hakkmdaki tafsili bil­giden ibarettir. Böyle bir insan, kendisini düzenlerken ve itidal verir­ken Allah Teâlâ’nın ‘doğasının arzına’ ektiği tohumları öğrenir ve bunlardan ortaya çıkanları nasıl ifadelendireceğini öğrenir. Bunun yanı sıra mertebeleri üzeresınaî ve ameli fiilleri öğrenir. Çünkü topraktan çı­kan şeyler, farklı türlere sahiptir ve onlar ‘arzın, yani yeryüzünün süsü­dür.’ O halde insan doğasının toprağından ve bedeninden çıkan şey, onun süsüdür. Söz konusu süsler, anlatımdaki fasihlik ve hikmetli sınaî-fıillerden ibarettir. Böyle bir insan, Rabbini bilmekle ilgili olup hakkında ‘nazar ettiği’ ‘akıl semasından’ inen şeriatı bilir. Bu iniş onun kalbine gerçekleşen ‘ilahi tenzil’ demektir. Salih amel burağı üzerinde göğe yükselen temiz kelimeleri de öğrenir. Bu kelimeler kendisini Allah Teâlâ’ya yükseltir. Allah Teâlâ ‘Güzel kelime O’na yükselir18 buyurur. Bunlar top­raktan (arz) çıkan şeylerdir. ‘Salih amel de O’na yükselir.’19 Bu da topra­ğın çıkarttıklarıdır. Gökten inenler ise yeryüzüne katışan şeylerken on­dan çıkan topraktan çıkanlardır. Onda gömülü olan da göğe çıkanlar­dır. Öyleyse inen gömülü olan yükselenin ta kendisidir. O halde iş er­kek, dişi, birleşme ve doğumdan ibarettir. O halde mevcut varlıklar, görülen hükümler, belirlenmiş eceller ve kaşıdı fiiller vardır! Bunların bir kısmı dolaylı olarak lallanmışken zatları gereği övülmüşlerdir.

Sonra bilmelisin ki, varlıkta tafsil amelle ortaya çıkabilir. Amel sa­hibi icmaldeki tafsil üzere bir şeyi ‘tafsil’ ederse -ki bu hikmetin icmali

demektirböyle bir amel ‘salih amel’ demektir. Onu insanın kendisi hakkındaki tafsiline göre, başka bir şekilde tafsil ederse, böyle bir amel ‘salih olmayan’ ameldir. Salih olmayan amellerin çoğunluğu, Allah Teâlâ’nın bildirdiği tarzda değil de aklî düşünceyle işleri tafsil edenlerde ortaya çıkar. İlahi bildirimle tafsil edilen işlerin hepsi ‘salih amel’ iken akli dü­şünceyle tafsil edilenlerin bir kısmı salih amel iken bir kısmı tafsil edili­şi bakımından ‘salih olmayan’ ameldir. Bununla birlikte bütün ameller Allah Teâlâ’ya göre ‘salih’ ameldir. Nitekim şöyle denilir: ‘Varlıktaki eksiklik de varlığın kemalindendir.’ Dilersen âlemin kemalindendir de diyebi­lirsin, çünkü âlemden eksiklik eksik olsaydı, âlem nakıs olurdu!

Bilmelisin ki, biz Allah Teâlâ’nın (öğrettiği) bilgi karşısındaki edebin ge­reğiyle ve gerçekte de ‘salih olmayan amel’ veya ‘bozuk amel’ tabirleri­ni kullanmazdık. Fakat Hakk’ın ifadesinde Allah Teâlâ’nın fesattan sakındırdı­ğını ve şöyle buyurduğunu gördük: ‘Allah Teâlâ yeryüzünde fesat/bozgun iste­mez, Allah Teâlâ fesatçıları sevmez20 Başka bir ayette ‘Orası ahiret diyarıdır, onu yeryüzünde fesat ve büyüklük arzulamayanlara veririz21 denilir. Örf­te akıl sahipleri, hatta bütün insanlar arasında fesadın kullanıldığını görünce, biz de bu nedenle onu kullanmaya başladık. Daha önce biz fesadın yerine ‘bir suretin ortaya çıkartılması ve ötekinin giderilmesi’ tabirini kullanırdık. Nitekim gerçekte de özel bir terkiple ve doğal mi­zacın nizamı nedeniyle iş böyledir. Bu bağlamda ‘Allah Teâlâ bozguncuları sevmez22 ayetine gelirsek, burada kastedilen, cevherin başkalaştırılması veya suretin değiştirilmesi değil, ilahi hükmün başkalaştırılmasıdır. ‘Yeryüzünde büyüklük isteyenleri sevmez23 ayetine gelirsek, burada kas­tedilen gerçekleşmiş bir durumdur. Çünkü üzerinde bulunan adına yeryüzü -yeryiizü/arz olduğu süreceyükseldiği kabul etmez. Yükseldik ve zirveleri dağlarda ve direklerde görürüz. Allah Teâlâ yerin sallanışını dur­durmak üzere onlarla yeryüzünü ağırlaştırmıştır. Dağlar yeryüzü (arz) değildir. Allah Teâlâ yeryüzünü bir küre gibi taş ve toprak parçalardan ya­ratmış, bir kısmını diğerlerine eklemiştir. Göğü yaratınca, yeri de uğ­runa yaratıldığı kimse (insan) kendisini mekân edinsin ve ona yerleşsin diye, yaymış ve bu nedenle yeryüzü yuvarlak olmuştur; küre halinde kalsaydı, yuvarlak olmaz ve dağlar yaratılmazdı. Allah Teâlâ dağları yaratmış, bir defada onlar hakkında sözünü söylemiş, kuşatıcı suyla (okyanus) bir dağ şeklinde onları ihata etmiş, onu bir bölge gibi yapmıştır. Üze­rinde semanın kubbesinin uçlarının olduğu söylenir. Göğe nispet edi­lip de kendisiyle onu nitelediğimiz mavilik göğün cirminin rengidir. Çünkü gök görme duyusuna göre uzaktır. Nitekim uzak dağları siyah görürsün ve onların siyahlığı gözden uzak olmalarından kaynaklanır; yaklaştığında görüldükleri gibi olmayabilirler.

Renklerin iki tür olduğunu açıklamış olduk: Birinci kısmı renkli­nin cisminde bulunurken ikinci tür cisme bakanın gözünde meydana gelir. Bu rengin varlık nedeni, gören ile görülen arasında gerçekleşen geçici bir durumdur ve bakan kişi onu gerçek ve aşina olduğu rengin­den başka bir halde görür. Bu durum delillerdeki kuşkulara benzer. Öyleyse onlar bir yandan renktir bir yandan renk değillerdir. Onların ilahi hakikatlerden payı ‘Attığında sen atmadın, fakat Allah Teâlâ attı24 ayetin­de belirtilen durumdur. O halde sen ‘sensin-sen olmayansın.’ Nitekim bütün âlem hakikat itibarıyla ‘halle ve halle olmayandır’ veya Tlak-Hakk olmayandır.’ Renklerin bu durumuna başka bir misal hayaldir: Hayal duyudur-duyu olmayandır, duyulur olandır-duyulur olmayandır. Bu­rada tahayyül edileni kastetmekteyim. Toprak sudan, su havadan mey­dana gelir; çünkü bize göre hava asıl unsurdur ve bu nedenle Rahman’m nefesi demek olan Amâ’ya daha yakındır. Hava sıcaklık ve yaş­lığı kendinde birleştirmiş, sıcaklığından ateş ortaya çıkmışken yaşlığın­dan su rüknü ortaya çıkmış, suyun donuklaşmasından toprak (yer, arz) meydana gelmiştir. Öyleyse hava nefesin oğludur ki, nefes Amâ’dır. Ateş ve su, havanın iki oğluyken toprak oğlun oğludur/torun. O da suyun donuklaşmasıdır. Su donuklaşmadığında ise aslı üzere su olarak kalırken toprak o suyun üzerindedir. Kuzey şehirlerinde Fırat nehri donduğunda insanların, kervanların ve hayvanların üzerinde yürüyecek şekilde toprağa dönüştüğünü gördük. Su ise buzun altından alaşım sürdürürdü. O su hava üzerindedir ve hava yaşlığıyla ona yardım eder, onun cevherini koruyup o halde kalmasını sağlar. Hava sakinleşip dur­duğunda su da durur ve artık su ona nüfuz etmez. Bu durumu kaval ve benzeri delildi borularda gördük. Su kendisini doldurup borunun üst tarafından deliği tıkadığında, aşağısından su geçmez. Deliği açtığında ise su tekrar geçer. Bu esnada su ancak boruda yerleşik havaya dayana­rak durur. Bu durum bütün âleme yayılan genel bir ilkedir. Hava ha­reketlendiğinde, rüzgâr diye isimlendirilir. Rüzgâr, hoş ve nahoş bü­tün kokuları buruna aktarır. Aynı şekilde eşyanın soğukluğunu ve sı­caklığını harekete geçirir ve bu nedenle rüzgâr ‘nemmame (taşıyan)’ ve haberleri duyanlara ulaştırmak özelliğiyle betimlenmiştir. Rüzgârla tamamlanan ve rüzgârın taşıdığı bu durumları ancak duyma ve kokla­ma duyusu algılar. Cirimlerin hareketleri havayı hareketlendirir ve böylece ona rüzgâr adı verilir. Hava da cirimleri hareketlendirir ye ci­rimler onda harekete geçer. Bu bağlamda yarılmaya, yani harka gelir­sek, o bazı mekânların bazılarından boşaltılıp başka eşyayla doldurul­masıdır. Çünkü âlemde bir boşluk yoktur ve sadece suretlerin başka­laşması söz konusudur. Başkalaşmayla bazı suretler başka şeyleri mey­dana getirir, bazı suretler onları ortadan kaldırır. Boşluğu dolduran cevher sabittir; o herhangi bir şeye dönüşmez ya da herhangi şey ona dönüşmez!

İlahi isimlerin bu suretlerin var edilmesi (ihdas) ve başkalaştırılmasının (veya ardışık olarak gelmelerini sağlamak) dışında bir konusu ve ilgisi yoktur. Onların ortadan kalkması, kendilerini var edenin zafının bu durumu gerektirmesinden kaynaklanır ki bu, latif bir bilgidir. Böyle bir bilgi Hakk’tan gelen doğru bir söz olsa bile onu anlamada idrakler farklı farklıdır. Çünkü Allah Teâlâ suretlere ‘Dilerse sizi giderir ve yeni bir yaratılmış getirir (halk-ı cedit)’25 buyurur. Bunun anlamı dilerse sizi her zaman diliminde gerçekleşen yeniden yaratılışa şahit tutar demek­tir. Allah Teâlâ bu yaratmadan sizin gözlerinizi perdelemiştir. Çünkü insan­lar bu konuda karıştırma içinde olsalar bile iş gerçekte öyledir. (Her anda gerçekleşen) yeniden yaratılıştan kuşkuda olmayanlar, keşf ve vecd ehlidir. ‘Cevherin baki olduğunu söylemiştin’ diye bir itiraz yö­neltebilirsin. Şöyle deriz: Cevherin bekası kendinden kaynaklanmaz. Onun bekası onda meydana gelen suretlerden kaynaklanır ve dolayısıy­la cevher sürekli Allah Teâlâ’ya muhtaçtır. O halde cevher Allah Teâlâ’ya bekası için muhtaçken, suretler var olmak için Allah Teâlâ’ya muhtaçtırlar. Öyleyse (cev­her veya araz) hepsi Allah Teâlâ’ya muhtaç iken ‘Allah Teâlâ cl-Gani ve elHamid’dir.’26 Yani hiçbir şeye muhtaç olmayan müstağnidir. Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ âlemden müstağnilik niteliğiyle övülendir.

Bu menzilde yer alan ilimlerden birisi, amellerin yaratılmışlara iza­fesini bilmektir. Bu husus bazı kelamcıların görüşüdür. Bu konudaki görüş ayrılıkları daha önce bu kitapta zikredilmiş, mezhepler ve onla­rın görüşleri aktarılmıştı. Hakk’ın kullarına Hakk’a karşı nasıl davrana­caklarını öğretmesi bu menzilden öğrenilir. Çünkü hiç kimse kendinde bulunan bir davranış ve muameleden yoksun kalmaz. İnsanın hakikati­ne dikkat çekmek bu menzille ilgilidir. Alemin farklılaşması bu men­zilden öğrenilir. Bu farklılaşma suret ve hüküm bakımından neye dö­ner? Bazı yaratılmışlara dönük inayet bu menzilden öğrenilir ki ‘özel inayet’ demektir. Genel inayet ise onun var edilmesi ve bütün âlemin Allah Teâlâ’ya muhtaçlığıdır.

Hayırlı amellerin hayırlı olmayan amellere tesiri bu menzilden öğ­renildiği gibi kötü amellerin hayırlı amellere tesiri de bu menzilden öğrenilir. Amellerden güçlü olan daha zayıfı ortadan kaldırabilir. Bu konuyla ilgili olarak, mümkünde yokluk varlıktan güçlüdiir, çünkü mümkün, varlıktan daha çok yokluğa yakındır. Bu nedenle mümkünün varlığı yokluğuna tercih edilerek var olmuştur. Öyleyse yokluk müm­künün mertebesidir, çünkü yokluk önce gelendir. Varlık ise mümkün için arızîdir. Bu nedenle Hakk sürekli yaratıcıdır, çünkü yokluk ‘gider­mek ve ortadan kaldırmak’ üzere mümkünlerin suretleri üzerinde hü­küm sahibidir. Mümkün için yokluğa dönmek, zati bir durumdur. O halde yokluğun hükmü, var edilen suretlere yönelirken; var etmenin hükmü, varlığı Zorunlu’nun sürekli varlık vermesidir. Başka bir ifadey­le bir suretten sonra başka bir sureti verir. O halde mümkünler yoldu­ğun yok etmesiyle varlığı Zorunlu’nun (vacibü’l-vücûd) var etmesi ara­sında bulunur. İlahi iradeyle (meşiyet) ilgisine gelirsek, bu husus, Allah Teâlâ’nın bir sırrıdır. Allah Teâlâ ‘Dilerse sizi giderir27 ayetinde o sırra dik­kat çekmiştir. Ayet sırların gizlilikleri hakkında anlayış sahiplerine dö­nük bir işaret kabilindendir. Allah Teâlâ onların dikkatini kendisinin varlık ya da yolduk vücub veya imkân veya imkânsız diye nitelenen her şeyin aynı olduğuna çekmiştir. Öyleyse Hakk herhangi bir hükümle nitelenen her şeydir. Bu bilgi bu menzilin içermiş olduğu bir meseledir; öyle olmasaydı, onu zikretmezdik. Çünkü o mesele daha önce bu kitapta zikredilmediği gibi -Allah Teâlâ tarafından indirilmiş Kur’an-ı Kerim ve di-

ğer kitaplar gibi kitapların dışındabaşka yerlerde de onu göremeyeceksindir. Biz de zaten bu bilgiyi Allah Teâlâ’nın bize vermiş olduğu kelamı hakkındaki anlayışla o kitaplardan aldık!

Namazın sildiği ameller bu menzilden öğrenilir. Söz konusu amel­ler herhangi bir şeriatta yükümlüye yapmasının yasaklandığı ameller\ dir. Komşuluğun tesiri bu menzilden öğrenilir. Bu nedenle Şâri komşu ] adına tavsiyede bulunmuş, halk deyişlerinde komşular hakkmda şöyle j söyleme âdeti yaratmıştır: Önce arkadaş sonra yol! Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de ! şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ’m! Sen seferde arkadaş sensin.’ Demek ki refiki \ Allah Teâlâ’dır. Sonra eklemiştir: ‘Ailede halife sensin.’ Allah Teâlâ onun ailedeki ' vekilidir. Firavun’un karısının şu sözü onun kemalinden kaynaklanır:

Rabbim! Benim için senin katında cennette bir ev inşa eyle/’28 Böylece Asi­ye Allah Teâlâ’yı evden önce zikretmiştir ki bu durum şu deyimde geçen dar­bımesele benzer: ‘Ev alma komşu al.’ Allah Teâlâ komşuluğun tesiri hakkında ‘Neredeyse onlara biraz eğilecektin29 buyurur. Başka bir ayette ‘Zalimlere meyletmeyin, size ateş temas eder’30 buyurur. Kim töhmet mahallerine komşu olursa, kendisini o yerlere nispet edeni kınamamalıdır!

İlahi emir infaz edilmediğinde, onun infazını engelleyen şeyin ne olduğu buradan öğrenilir. Böyle bir ilahi emrin mahiyeti nedir? Acaba bir kipi var mıdır, yok mudur? Dünya ve ahirette cezalandırılan -cezayı veren Hakk veya halk olabilir; bütün cezalar Allah Teâlâ’nın verdiği ceza ve karşılıktırbütün amel sahiplerinin karşılıkları bu menzilden öğrenilir. Varlıkta hayır veya şerle cezalandırmanın dışında bir şey yoktur. Fırka­lar arasındaki farklar bu menzilden öğrenilir; zaten bu nedenle onlar fırka diye isimlendirilmiştir. Allah Teâlâ’nın birleştirici ve ayırıcı hükmü bu menzilden öğrenilir. Âlemin kendisinde bir araya geldiği ve ayrıldığı özellikler bu menzilde öğrenilir. Mutluluk (saadet) ve bedbahtlık bu menzilde öğrenilir. Bu bahiste inkıtaa uğrayan ve kesilmeyen şeyler bu menzilden öğrenilir. Ahiret hayatının mahiyeti bu menzilden öğrenilir. Acaba niçüı ona ‘canlılık ve hayat’ adı tahsis edilmiştir? Bununla birlik­te dünya da bu nitelikte onun benzeridir. Bunun delili ‘Her şey O’nun hamdını tespih eder31 ayetidir. Allah Teâlâ suçları cezalandırmayı delil yapmasaydı, o suçlarla yaratıklarından herhangi birisini cezalandırma-

yaCağının bilgisi bu menzilden öğrenilir. İmam ve cemaatin farklılığı bu menzilden öğrenilir. İmamların imamlıktaki mertebe farklılıkları, mutlunun (said) bedbahdara nasıl imam olacağı, onun dünyada imam­lıktaki hükmü ve ahiretteki hükmü bu menzilden öğrenilir. Ahirete gelirsek, orada tabiler geneldir. Fakat tabilerin bir kısmından geride iyilik diyarına gidene kadar devam eden şeyler kalır, bir kısmından dünyada imamından yüz çevirmesinin meydana getirdiği şey kalır. Böylece ahirette ona uymaz ve ondan yüz çevirir. Çünkü imam mutlu­dur. Yüz çeviren tâbi ise mutluluktan yüz çevirmiştir ve dolayısıyla imamla arasında perdenin bulunması gerekir. Nasihatleri kimin yaptı­ğında kabul edilecekleri, aklın nasihaderdeki payı, şeriatın onlardaki payı; hepsi bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ’nın yaratma ve yaratıklarında­ki genel sevgisi bu menzilden öğrenilir. Bu nedenle rahmet ve bağış­lama hepsini kuşatır. Bu durum bilgiyi Allah Teâlâ’dan alan için böyledir. Çünkü günahkâr mümindir. Müminin özelliği ise kendiside itaatin ka­tışmadığı saf bir günahın kendisinden meydana gelmemesidir. Hakk da öyledir: el-Mümin olması yönüyle Hakk’tan rahmetin bulunmadığı ga­zabın meydana gelmesi mümkün değildir. Allah Teâlâ el-Mümin (eman ve­ren) iken böyle bir şey düşünülemez, çünkü âleme rahmet etmek, var­lık nedeniyle zati bir ilkedir. Bedbahdık ve (gazap) ise arızîdir, çünkü sebebi arızîdir. Onun sebebi teklife aykırı davranmaktır. Teklif ise arı­zîdir ve onun ortadan kalkması, teklif ortadan kalktığı için de belli bir süre bile sonra olsa kendinin de ortadan kalkması gerekir.

Yükümlüdeki hallerin değişmesiyle meşru hükümlerin değişmesi bu menzilde öğrenilir. Manevi teraziler -ki onlarla manalar tartılırile maddi/duyulur teraziler bu menzilde öğrenilir. Ahiret terazileri âlemde adaleti yerleştirmek amacıyla mı konulur? Onların verdiği hüküm saye­sinde, bütün âlem, Allah Teâlâ’nın haklarında verdiği hükümle onlara zulüm yapmadığını öğrenir. Yoksa ahiret terazileri dünyada eşyanın tartılması için konulmuş maddi teraziler gibi maddi/duyulur teraziler midir? Göz ahirette duyulur terazileri algıladığında, acaba onlar bu algı nezdinde duyulur mudur? Yoksa amellerin temessiil etmesi gibi misal suretinde midirler? Çünkü ameller arazdır ve onlar ahirette şahıs haline gelir ve onların misal sureti kazandıkları öğrenilir. Çünkü hakikatler başkalaş­ma içindedir; yani kendi başına var olan bir şeyin hakikati (cevher) kendi başına var olmayan bir şeyin hakikatinden farklıdır. Öyleyse on­ların Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin hadisinde yer aldığı gibi misal suretine girmiş olmaları gerekir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Ölüm parlak bir koç suretinde getiri­lir’ demiş, fakat ‘parlak bir koç olarak getirilir’ dememiştir. Günün ilk zamanı ne zamandır, bu menzilden öğrenilir. Gün bir dairedir ve dai­renin başlangıcı ve başlangıcın bittiği sonu olmalıdır. Çünkü gün Adas feleğine ait bir dönüştür ve güneşin doğum ve batımıyla meydana ge­len gece ve gündüzle bölünür. Yeryüzünde feleğin hareketiyle ortaya çıkan gün koç burcundan başlar ve güneşin batımına kadar devam eder ve koç burcunda var olabilir. Koç günün teşrif ettiği bir evdir. Böylece koç burcundan doğarak var olur ve günün ilk vakti ortaya çıkar. Sabah günün sonudur. İkisinin arasında gece ve gün bulunur. Bunlar, batış ve doğumla bilinen şeylerdir. Bu nedenle Allah Teâlâ cezalandırmış olduğu iimmederi günün sonunda cezalandırır. Bu durum hareketin tamam­lanmasından kaynaklanır. Nitekim iktidarsız (hakkında hüküm vermek için) senenin bitmesi beklenir ve ardından karısından ayrılır. Çünkü doğada mutat olan ilahi tesir sebepleri iktidarsızda ortaya çıkmış, fakat ona etki etmemiş, bu durum iktidarsızlığın onda kalıcı olduğunu gös­termiştir. Böylece evliliğin haz ve çoğalmaktan ibaret olan faydası or­tadan kalkmıştır. Bu nedenle iktidarsız erkek ile karısı boşanır. Çünkü evlilik haz almak ve çoğalma amacı taşır; bazı gruplar için birisi, bazı gruplar için diğeri varken bazıları için her iki sebep birlikte vardır. Günün dönüşü de böyle tamamlandığında, ahirette ilahi cezalandırma gerçekleşir.

Ruhların doğal cisimlerin suretlerinde bedenlenmesi bu menzilden öğrenilir. Acaba o ruh kendisinde ortaya çıktığı suretin aynı mıdır, yoksa göğün mavi olması hadisesinde zikrettiğimiz üzere insanın gö­zünde mi öyle gözükür? Yoksa bir surete ait ruh, bedenin ruhu gibi midir; kastettiğim nâtık nefstir (düşünen nefs). Bu suretler gerçek suretlerdir ve onların -bakanın gözünde değildışta varlıkları vardır ve gerçek diğer suretler gibidirler. Bu husus, insanların çoğunun hatta hepsinin gafil kaldığı bir meseledir. Onlar kendilerine zuhur eden bendenlenmiş ruhların suretleriyle yetinirler. Onlar kendiliklerinde ru­hanileşmiş ve suretler ile cisimleri üzerinde hüküm vermiş olsalardı, şekilleri ve suretleri -kendilerini görenin gözündedeğişirdi. Bu du­rumda ruhların bedenlenmesinin neye irca edileceği öğrenilir. Çünkü bu bilgi fikir veya araştırma kaynaklı bilgi değil, ‘zevk’ ile öğrenilen

ı        '    A                                         >

bilgidir. Alemde bedenlenen her sureti yöneten ve tümel ruhtan suret­lere üflenmiş yönetici bir ruhu olduğunu açıklamıştık. Bilmek gerekir ki, ruhlarda bedenlenmiş bir sureti -eğer hayvan iseöldürürsen veya kesersen -bitki iseberzaha döner. Nitekim biz de ölümle oraya döne­riz. Bunlar artık sadece insan olan ve olmayan bütün ölülerin idraki gibi idrak edilebilirler. İşte bu mesele buradan öğrenilir. Bu bilgiye ulaştığında bedenlenen ruhların suretlerinin neye döndüğünü öğrenir­sin.

Hakk’tan gelen konuğa karşı vazifeler bu menzilden öğrenilir. Ne­fesler I-Iakk’m kula gelen konuklardır (varidat). Onların bir hakkı var­dır ve onlar geldikleri kimseye geri dönerler. Öyleyse varidatın nasıl karşılandığına bakılmalıdır. Onlar karşısında takınılması gereken edep nedir? Onlar ayrılırken üzerlerindeki elbiseyle Hakk’a dönerler. Adetler ve adederin aşılması, doğacıların zatı gereği fail olduklarını düşündük­leri kuşkuların ortadan kaldırılması bu menzilden öğrenilir. Gerçekte tabiat (doğa) ne demektir? Oluşta ortaya çıkan eserler kime döner? Hayvanın insandan üstünlüğü bu menzilde öğrenilir. Seçimdeki zo­runluluk veya ihtiyardaki cebir, bu menzilden öğrenilir. Hakk’ın ken­dini siiluk ve hallerde yaratıklara katması, bu menzilden öğrenilir. Acaba onları korumak üzere mi onlarla beraber hareket eder? Yoksa bulundukları hal üzere amel sahibinin kendisi olması nedeniyle mi böyle yapar? Veya kendilerine inayet ve sohbetin gereğiyle mi onlarla hareket eder? Veya onlarla birlikte ‘siiluk’ etmesini zatı mı gerektirir? Köleler ve hürler bu menzilden öğrenilir. Ücrederi talep eden ameller ve ücretin kimden talep edildiği bu menzilden öğrenilir. Çünkü amel eden ve çalışan kendisi için çalışırken neye göre başkasından ücreti Hakk eder?

Hayata mahsus ticaret sebepleri bu menzilden öğrenilir. İlahi isimlerin özellikleri bir ismin harflerinin terkibi bakımından bu men­zilden öğrenilir. Öyle ki aynı isim başka bir dile tercüme edildiğinde,

aynı özelliğe sahip olmaz. Çünkü mizaç ile kelimenin bir araya gelmiş harfleri arasında fark yoktur. Başka bir ifadeyle kelimenin mizacı da maden cisimlerinin mizacı ya da bitkilerin ya da hayvan cisminin miza­cı gibidir. Çünkü hayvanın cismi nebatî bir cisimdir ve ona duyu ek­lenmiş, böylece kendisine ‘hayvan’ denilmiştir. Acıların ye hazların do­ğal canlıya gelmesi bu menzilde öğrenilir. Bir canlının acı duyduğu bir şeyden başka biri haz alır. Zayıfın güçlüye eddsi bu menzilden öğreni­lir. Bunun ilkesi, (var olmayan şeyler anlamındaki) nispederin var olanlardaki etkisidir. Nispeder var olmayan şeylerdir. Üstelik onlardan başka müessir de yoktur. Allah Teâlâ’dan haber verdiğini bilenin durumu bu menzilden öğrenilir. Bununla birlikte bu kişi kendisine nispet edilen şeye göre cezalandırılır ve helak olur. Başka birisiyse kendinden haber verir ve kurtulur. Başka birisi Allah Teâlâ’dan haber verir ve kurtulur. Helak olan kendi inancından haber veren iken kurtulan zevkinden haber ve­rendir. Zevk ehli Allah Teâlâ’nın ehli ve velilerinin seçkinleridir. Kurtarıcı bo­yun eğme ve yok edici boyun eğme, bu menzilden öğrenilir. Alemin şekilleri ve teşekkülü bu menzilden öğrenilir.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’32

ÜÇ YÜZ YETMİŞ DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Rü'yet (Görme) Menzilinin Bilinmesi

Eşyanın Rablik mertebesindeki ilkeleri, müminlerin olduğu gibi kâfirlerin de kademlerinin olduğu, her taifenin kendi kademi üzerinde ve kendi imamlarıyla birlikte adaletin ve ihsanın gereğiyle gelmesinin Muhammedi mertebeden öğrenilmesi hakkındadır.

Kim var olanların karanlığındaysa

İnayet hükmünün sahibidir o, bütün yaratılmışlardan farklı olarak

Duyu perdesi kalkar kitapların üzerinden Her şeyi görür, yerli yerinde sınanırken

Bembeyaz bir sünnet üzere yürür

Hakk’ı maksadına bağlı olarak müşahede eder

Allah Teâlâ sana müşahede ihsan etmekle yardım etsin, seni cem’ ve vücûd ehli kılsın! Bilmelisin ki, Allah Teâlâ Arş’ı kelimenin bir olduğu mahal yapmış -ki bu yönüyle Allah Teâlâ, Rahman’dır, başkası değildirkürsüyü yaratmış, orada kelime ikiye bölünmüştür. Bu sayede her şey, birisi yüksekte öteki aşağıda olmak veya birisi fiil öteki infial (edilgenlik) özelliğiyle nitelensin diye çift yaratılmıştır. Çift olmak kürsülerde bilfiil ortaya çıkarken (Arş’taki) tek kelimede kuvve halinde bulunur. Bura­dan şu husus öğrenilir: İlk var olan şey zatı bakımından tek olsa bile kendisinden ortaya çıkan âleme dönük bir nispeti daha vardır. Var olan ilk şey, gerçek bir zata ve nispete sahiptir. Alemde çiftin bulun­masının ilkesi budur. Zat ile nispeti bir araya getiren makul bir bağ olmalıdır ki, zat nispeti kabul edebilsin. Aradaki bağın aklî varlığıyla birlikte ferdiyet (teldik) ortaya çıkar. Bu durumda üç tek sayıların bi­rincisi olmuştur ki, (âleme kaynaklık eden) asılda bir dördüncü yoktur.

O   halde üç, sonsuza kadar biitiin sayılarda tek sayıların ilkidir. İki diye ifade edilen çift ise sonsuza kadar çift sayıların ilkidir. O halde her çifti bir tekleştirir ve bu sayede çiftin tekliği, yani ferdiyeti meydana gelir. Her ferdi, yani tekil sayıyı ise bir çift yapar ve onun çiftliği meydana gelir. O halde ferdi çift çifti tek yapan, hüküm sahibi olduğu halde hükme konu olmayan, kendisi muhtaç değilken ona muhtaç olunan şey, miistağniliktir.

Rahman’ın kelimesi kürsüde bölündüğünde, iki ayale kürsüye sarkmıştır. Çünkü kürsüyle birlikte kelimenin bölünmesi gerçekleşmiş­tir. Çünkü o asıl cevherde ortaya çıkan cisimlerin suretlerini ihata eden Arş’tan sonra gelen İkincidir. O ikisi doğal tüm-cisimdeki iki şekildir. İki ayak ona sarkmış, her ayak ötekininkinden başka bir mekâna yer­leşmiştir. Çünkü bu iki ayak sürekli kendisinden ortaya çıktıkları asıidan yardım alırlar. O asıl Rahman olduğuna göre her iki ayak ancak rahmet verir. Bu nedenle işin sonu -hüküm bakımındanasla döner.

Bununla birlikte başlangıç ile son arasında ayırıcı bir yol vardır ve o yol başlangıç ile sonu ayırır. Yol olmasaydı ne başlangıç ne son kalabi­lirdi! O ikisinin arasında inen emrin bir yolculuğu vardır. Yolculuk yorgunluk ve bedbahtlık zannı verir. Dünya, ahirette ve berzahta ol­mak üzere âlemde ortaya çıkan bedbahdığın ve mutsuzluğun zuhur sebebi budur. İki diyara yerleşme olduktan sonra, yürüyüş sona erer, karar ve azap diyarmda rahatlık gerçekleşir.

Şöyle sorabilirsin: ‘Öyleyse ‘ateş’ denilen o iki yerden birisine gi­rerken de rahadığın bulunması gerekirken hâlbuki iş öyle değildir.’ Şöyle cevap veririz: Haklısın! Fakat burada bir meseleyi kaçırdın. Şöy­le ki: Yolcular iki türdür. Bir kısmının yolculuğu ikamet gibidir. Böyle bir yolcu, yolculuğun kazandıracağı bütün imkânlarla birlikte hizmet görür, bütün maksaüarı insanların omuzları üzerinde taşınan taht üze­rindeyken gerçekleşir ve arzuların değişmesinden korunur.

İkinci bir tür yolcu yolu, yaya yürür, az azıkla ve cılız bir yardımla yolu kat eder. Menzile ulaştığında belli bir süreye kadar devam eden yorgunluk ve meşakkat onunla kalır, sonra yorgunluk kalkar ve rahata erer. Böyle bir insan azap çeken ve kendi menzili olan ateşte bedbaht kalan kimsedir. Sonra her şeyi kuşatan ilahi rahmet onu kuşatır. Bu ikisinin arasında da bir yolcu daha vardır. O cennete ulaşanın imkânla­rına ve rahatına sahip olmadığı gibi cehenneme giren kimsenin çektiği sıkıntılar da ona ulaşmaz. Böyle biri rahadık ile yorgunluk arasındadır ve şefaatçilerin şefaatiyle ve en merhametlinin çıkartması neticesinde ateşten çıkarılır. Yolcular tabaka tabakadır ve bu nedenle içlerinde öne giden, geride kalan vardır. Bu durum kendilerindeki yorgunluk ölçü­şünce ortaya çıkar. Böylece peş peşe cehenneme girerler. Onun müd­deti dolduğunda ise rahatlık diyarına çıkarlar. Burası cennettir. Onlar cennete ya bir şefaatçinin şefaati ile ya da genel çıkartma ile girerler. Genel çıkartma, en merhamedinin çıkartmasıdır. Nebiler ve müminler ise iman ehline şefaat ederler. İman ehli iki gruptur: Bir kısmı nazari düşünceyle ve delile göre iman etmiştir. Onlar ayederi, delilleri ve mu­cizeleri bilenlerdir. Böyle kimselere'nebiler şefaat eder. Bir kısmı, ken­disini terbiye eden ebeveyninin veya öğrettiği şekilde, taklit yoluyla veya içinde yaşamış olduğu bölgenin ahalisini taklit ederek iman eder.

Böyle insanlara ise müminler şefaat eder. Nitekim dünyada imanı onla­ra terbiye yoluyla veren kendileriydi. Meleklere gelirsek, onlar, dünya­da mümin olmasalar bile güzel ahlak sahibi olanlara şefaat ederler. Dördüncü bir grup yoktur ve geride sadece merhamedilerin merha­metlisinin ateşten çıkartacakları kalmıştır. Onlar ne iman yoluyla ne güzel ahlakı yerine getirmelde hiçbir hayır işlememiş kimselerdir. Bu­nunla birlikte ilahi inayet onların o yerin ehli olmalarını takdir etmiş­tir. Diğer yerin ehli orada kalmıştır. Artık kapılar kapanır, mühürlenir ve çıkma umudu tükenir. Bu durumda rahmet, ehlini kuşatır. Çünkü onlar, oradan çıkma umudunu kaybetmişlerdir; merhametlilerin merhamedisinin çıkartmasını gördükleri için de çıkmaktan korkuyorlardı. Allah Teâlâ onları o yerin sakinine uygun ve oradan çıkmaktan zarar gören bir mizaçta yaratır. Nitekim daha önce bunu açıklamıştık. Onlar ümit­sizliğe kapıldıklarında sevinirler. İşte onların nimeüeri bu kadardır ve onların bulmuş oldukları ilk nimet budur. Onların cehennemdeki hal­leri bedbahdık süresinin tamamlanmasından sonra zikrettiğimiz şekilde gerçekleşir. Böylece azaptan haz alırlar ve acılar ortadan kalkar, geride azap kalır. Zaten azap bu nedenle ‘azap (tat)’ diye isimlendirilmiştir. Çünkü hepsi nihayette bulunduğu yerden haz alır. Nitekim uyuz kaşıyana haz verir. Buna mukabil insan uyuz değilken ve gerek yokken sırf bedene ilişen kuruluk nedeniyle kaşınırsa, acı çeker. İşte insandaki mi­zacın gerektirmiş olduğu durum budur. Bunu anlarsan, her diyarm nimetini öğrenmiş olur, Allah Teâlâ’nın izniyle Mutlu olursun!

Söylediğimiz hususun doğruluğun görmek üzere, eksikliği ve dolmamışlığı nedeniyle cehennem ateşinin sürekli elem çektiğini düşü­nünüz! En sonunda el-Cebbar ayağını ateşe koyar. Bu ayak Kürsüde zikredilmiş iki ayaktan birisidir. Öteki ayak ise cennete konulur. ‘İmarı edenler için Rablerinin katında doğruluk kademi vardır™ ayetinde işaret edilen husus budur. Öyleyse er-Rab onlarla beraber iken el-Cebbar ötekilerledir; orası celal, ceberut ve heybet yeriyken buna mukabil cennet cemal, ünsiyet, ilahi tenezzül ve lütuf diyarıdır. Doğruluk ayağı (kadem-i sıdk) kürsüdeki ayaklardan biridir. Aynı zamanda iki ayak, iki kabza demektir: Birincisi ateşe aittir ve ona ‘önem verilmez’; öteki cennete aittir, ona da bakılmaz, çünkü her ikisi sonuçta rahmete varır ve bu nedenle orada planlara bakılmaz. Bununla birlikte (ahiret haya­tındaki) uygulama cahillerin zannettiği gibi ‘önem verilmemek’ şeklin­de gerçekleşseydi, suçlar ve cürümler nedeniyle cezalandırma olmaya­cağı gibi Allah Teâlâ kendisini gazap etmek özelliğiyle nitelemez ya da (ayet­te belirtilen) ‘şiddetli yakalama ve tutma’ fiili meydana gelmezdi. Bü­tün bunlar, cezalandırılana yönelik ihtimam ve değer vermeden kay­naklanır. Çünkü onun bir değeri olmasaydı, azap görmez ve azaba is­tidadı olmazdı. Takva ehli hakkında şöyle denilmiştir: Cennet ‘muttaki-

I er için hazırlanmıştır:34 Bedbahtlar hakkında şöyle denilir: ‘Onlar için elim azap hazırlanmıştır.,3S Değer verme olmasaydı, bu hüküm ortaya çıkmayacaktı. Her işin ve her hükmün bir mertebesi vardır! Ehilleri onları bildiğinde, hiçbir hükme mertebesini aşırmaz ve bu bilgi saye­sinde âlim, âlim oylamayandan ayrılır. Alim insan Allah Teâlâ karşısında sü­rekli edepli davranır ve her mertebede Hakk’ın istediği şekilde hareket eder. Cahil ise öyle hareket etmez.

O halde iki ayak vasıtasıyla müstağni olunur ve muhtaç olunur. Bu ikisiyle öldürür ve diriltir, bu ikisiyle ehil yapar ve muhtaç bırakır, bu ikisiyle Allah Teâlâ, ‘iki çifti, erkek ve dişiyi yarattı:36 Bu ikisiyle zelil ve aziz yapmış, vermiş, engellemiş, zarar vermiş, fayda vermiştir. Bu ikisi olmasa idi âlemde gerçekleşen hiçbir şey gerçekleşmeyecekti. Bu ikisi olmasaydı âlemde şirk ortaya çıkmazdı. Çünkü iki ayak âlemde hüküm bakımından ortaktır. O halde onlardan her birinin hükümran olduğu bir diyarı vardır ve Allah Teâlâ’nın dilediği şekilde kendilerinde hüküm icra ettiği bir ehli vardır. Bu meseleye ve ayrıntılarına ima etmiştik. Hü­kümler tıpkı hadler gibi onları gerektiren sebebin değişmesiyle değişir­ler. İftira suçu nedeniyle cezaya çarptırılan kimse, katile verilen cezayla cezalandırılmaz. Katil başka bir cezayla cezalandırılır. Müfteri ile katil aynı insan olsa bile durum böyledir. Buşka bir ifadeyle sebebin değiş­mesiyle hadler ve hükümler değişir. İftira cezasında belirli bir ceza ile cezalandırılan kimse bir kimseyi öldürdüğünde aynı cezayla karşılaş­maz; ona farklı bir ceza verilir. Hâlbuki müfteri aynı katildir. Cezayı gerektiren durumun değişmesiyle ceza da değişir. İşte ilahi hükümlerin halleri de mertebelerin değişmesiyle değişir. Allah Teâlâ’nın âleme dönük bü­yük inayeti, âlemi ihata eden arş üzerinde Rahman ismiyle istivasıdır.

‘Bütün iş O’na döner.’37 Bu nedenle ‘O rahmet edenlerin en merhametlisi­dir.’38 Çünkü âlemde rahmet edenlerin, rahmeti olmasa idi onlar rah­met eden olamazdı. Allah Teâlâ’nın rahmeti daha öncedir.

iki ayak ilahi isimlerin karşıtlığının bir ifadesidir. Bu isimlere mi­sal olarak ‘el-Evvel el-Ahir, ez-Zahir ve el-Bâtm’ı39 verebiliriz. Böyle bir karşıdık âlemde ‘gaybı ve şahadeti bilendir40 ifadesinde ortaya çıkar. Ay­rıca celal-cemal, yakınlık-uzaklık, heybet-üns, cem-fark, setr-tecelli, gaybet-huzur, kabz-bast, dünya-ahiret, cennet-cehennem gibi karşıtlık­lar ortaya çıkar. Nitekim bir ile bilinen her şeyin sayesinde başkasından ayrıldığı ahadiyet (mutlak birlik, bir şeyin tekliği) öğrenilir. Ferdiyet­ten -ki ilk sayı olan üçtüriki ucun ve ortanın hükmü ortaya çıkmıştır. Orta berzahtır, ikisinin arasında bulunan, sıcak ve soğuk ve ılık gibi­dir. Ferdiyetten fertler, ikiden çifder ortaya çıkmıştır. Bütün sayı ba­samaklarında olmak üzere, hiçbir sayı çift ya da tek olmaktan hali de­ğildir. Bir her zaman sayıyı kadar ve sayıda ortaya çıkan hükümler an­cak birin gücüyle ortaya çıkar. Zaten hüküm ‘Bir ve Kahhar Allah Teâlâ’ya ait­tir41 Allah Teâlâ mütekabil isimlerle isimlendirilmemiş olsaydı, elKahhar (karşı konulamayan güçlü) diye isimlendirilmezdi, çünkü her­hangi bir yaratılmışın zaten O’na karşı koyması imkânsızıdır. Hakk’ın ‘kahhar olması’ ancak iki zıt isimle isimlendirilmesinden kaynaklanır ve dolayısıyla başka birisi O’na karşı koyamaz. Allah Teâlâ el-Muizz ve elMüzil’dir. Böylece mahalde iki ismin hükmünden birisinin ortaya çık­masıyla birlikte iki isim arasında el-Kahır ve onun mazharı (makhûr) ortaya çıkar. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘el-Kahhar’ diye isimlendirilişi bakımın­dan Bir’dir (Vahid); zıt iki isimle isimlendirilmesi bakımından ise elKahhar’dır: İki isimden birisinin hükmünün geçerli olması gerekir. O halde hükmü geçerli olan Kahir ve Kahhar’dır. Bununla birlikte Allah Teâlâ’ya ait mütekabil isimler pek çoktur. Nitekim bu isimler arasından elMuhyi ile el-Mumit, ed-Darr ve en-Nafı vb. isimleri zikrettik. Bu iki ayaktan nübüvvette gönderilmiş olan ve olmayan ortaya çıkar; nazarî araştırma sayesinde iman edenler ile böyle bir araştırma olmaksızın iman edenler buradan ortaya çıkar. İki ayağın hükmü tüm âleme ya­yılmıştır.

Gerçek aydınlandığına göre arak perde seni engellemesin! Çift sende hüküm sahibi olduğu gibi tek de hüküm sahibidir.

Perde ve rüyeti bilmeye gelirsek, onlar da iki ayağın hükmünden ortaya çıkar. Görmek baki ve kalıcı olsa bile, yine de perdeye ilişir. Başka bir ifadeyle görülen perdedir ve hükmü kalıcıdır. Öyleyse gör­meyi (ortadan kaldıracak şekilde) kahreden ya da ona zıt bir şey ol­mamalıdır. Bununla birlikte görmek gerçekleşmese bile, görenin (görmek istediği) özel ve belirli şeyde maksadı42 ortaya çıkar. İşte per­de orada ortaya çıkar. Binaenaleyh kahra konu olan, görmek değil (görmek bakidir), maksattır. Kahırdan kurtulmak isteyen, bir gaye olmadan veya üstünlük arzusu taşımadan Allah Teâlâ’ya yönelmelidir. Böyle bir insan âlemde ve nefsinde gerçekleşen her şeye sanki kendisi için irade edilmiş olarak bakmalı ve böylece ondan haz almalı, âlemde ger­çekleşen her şeyi kabul, sevinç ve rızayla karşılamalıdır. Böyle bir hal sahibi sürekli nimet içindedir. O zelil olmakla nitelenmeyeceği gibi kahra mazhar olup elemlere maruz kalmaz.

Böyle bir makam sahibi nadir bulunur ve (bu makamı) ‘tadan’ görmedim. Çünkü ona ulaşma yolu bilinmez. Çünkü insan tek bir ne­fes bile kendisinde bulunacak bir talep ve amaçtan yoksun kalmaz. İn­sanın hakikati talebin varlığını gerektirdiğine göre, onun talebi -bir yön dışındabelirsiz ve meçhul kalmalıdır. Talebin belirli olacağı tek yön, Allah Teâlâ’nın insanın kendisinde ya da başka birisinde, kısaca âlemde yarattığı şeyi talep edeceği yöndür. O halde gözünün gördüğü, kulağı­nın duyduğu ya da içinde ve nefsinde bulduğu ya da herhangi birinin kendisine karşı davrandığı her fiil ve durum, insanın belirsiz madubu olmalıdır. Bu belirsiz matlubu ancak vakıa belirgin Hakk getirir. Böyle yaptığında, (hakikati demek olan) ‘talip olmak’ özelliğine hakkını ver­miş olur. Aynı zamanda ondan meydana gelen ya da başkasının fiiliyle kendisinde ya da başkasında meydana gelen şeylerden haz alır. Gerçek­leşen fiil veya durum onda başkalaşmayı gerektirirse, Hakk’ın o başka­laşmayla ilgili talebi nedeniyle başkalaşır. O insan gerçekleşeni talep etmektedir ve başkalaşma gerçekleşendir. Onu talep ederken de makhur, yani ezilmiş değil, aksine başkalaşırken haz alır. Nitekim bu insan, başkalaşma nedeniyle, ölümden de haz alır. Bu makamı elde et­menin yegâne yolu zikrettiğimiz yoldur. Biz gerçeği bilmeden konu­şanlar gibi konuşmayız. Cahil insan muhali talep ederek şöyle der: ‘İs­tememeyi istiyorum.’ Hâlbuki insan hakikatinin (gereği olan) geçek talepkarlık onun şöyle demesini gerektirir: ‘Senin istediğini istiyorum!’

Genele gelirsek, bu makama ulaşmak Allah Teâlâ ehli için kolaydır. Şöy­le ki: İnsan her durumda bir haldedir ve ya iradesiyle veya istemeden ve yerleşme iradesi olmaksızın yerleştirileceği makamdadır ve bu hal nedeniyle o makamla ilgili şer’î bir hükmün ortaya çıkması gerekir. Böylece kişi şeriat hükmünün sınırında durur, şeriatın irade ettiğini irade eder. Artık özel olarak şeriatın irade ettiğini irade etmekle ve be­lirli bir maksada dönük gayesi geride kalmaz. Aynı şekilde ‘Kulun Allah Teâlâ karşısında iradesiz olması gerekir’ demek de yanlıştır. Böyle bir ifa­de doğru değildir, doğrusu şöyle demektir: ‘Kul iradesi Hakk’ın onun hakkındaki iradesine ilişen kimsedir.’ Çünkü kulun bir iradeden yok­sun kalması söz konusu değildir. Öyleyse Hakk’ın emriyle O’nu gör­mek isteyen kimse, efendisinin emrine bağlanan bir kuldur; emri ol­maksızın O’nu görmek isteyen ise istediği şey gerçekleşmediği takdirde acı çeker. Böyle biri kendine karşı zalimdir. Çünkü eşyayı, iradeleri ve hadiseleri yaratan Allah Teâlâ, hüküm verendir, hükme konulmaz! Kul O’nun karşısında O’nun iradesine göre davranmalıdır. Böyle yaparsa, dünyada hemen gerçekleşecek rahatlık elde eder. Kutsi bir hadiste şöy­le denilir: ‘Kulum! Ben istiyorum, sen de istiyorsun, hâlbuki ancak benim istediğim olur.’ Bu ifade bir ilaca dikkat çeker. Kul o ilacı kul­landığında zikrettiğimiz elem ve acılardan kurtulur. Bu nedenle Kabu’lAhbar’dan aktarılan rivayetlerde Allah Teâlâ’nın şöyle dediği yer almıştır: ‘Ey Âdemoğlu! Sen sana taksim ettiğime razı olursan, kalbin ve bedenin rahatlar.’ Kalp kulun iradesinin yeridir. ‘Böyle yaparsan övülürsün. Senin için taksim ettiğime razı olmazsan, dünyayı sana musallat ede­rim ve vahşi hayvanlar gibi dünyanın peşinde koşturur durursun. Son­ra izzetim ve celalim üzerine yemin olsun ki! Ne kadar koşarsan koş, dünyadan ancak senin adına takdir ettiğimi elde edebilirsin ve bu es­nada kınanan biri olursun.’ Bu da bir ilaçtır. Allah Teâlâ ‘Siz Allah Teâlâ’nın dilediğini dilersiniz’43 buyurur. Binaenaleyh Allah Teâlâ Azizdir ve kul kıya­mette sabit kalsın diye bilgi vermiştir. Başka bir ifadeyle bu durum, Allah Teâlâ’nın hüccet telkini, rahmeti ve ihsanıdır.

Bilmelisin ki çalışmayla ulaşılan herhangi bir şeyde minnet ve ih­san yoktur. Talep çalışma, görme ve rüyet ise minnet ve ihsan demek­tir (ihsanla gerçekleşir) ve dolayısıyla onun talebi mümkün değildir. Talep vasıtasıyla rüyetle ilgili bir şey gerçekleşirse, böyle bir durumda rüyet, gerçekte talepten meydana gelmiş bir rüyet değildir. Çünkü gö­rülen hakkında görenin talebi, kendisine ait olduğu halde görmektir. Görülen ise ancak kendisine dair bilginin suretinde ona tecelli etmiştir. Böyle tecelli etmeseydi, kişi gördüğünü inkâr ederdi. Dolayısıyla Öy­leyse Hakk insana ancak talep ettiği durumdan (kendiliğinde bulundu­ğu hal üzere Hakk’ı bilmek) başka bir durumda (kendisi hakkındaki bilgisine göre) tecelli eder. Öyleyse görmek de bir ihsan ve lütuftur! Çünkü görme insanın talebine göre gerçekleşmemiştir. Bununla birlik­te insan gördüğüyle talep ettiğini bir zanneder, hâlbuki gerçek öyle değildir! Gördüğüyle haz alıp onu matlubu zannettiğinde, bu kez kendi talebi olmaksızınHak insana tecelli eder. Bu durumda (ikinci) tecelli ilahi bir ihsan olur ve daha önce sahip olmadığı Hakk’a dair yeni bir bilgiyi ona verir. Onun bu konuda herhangi bir düşüncesi de yok­tu.

Söylediğimiz hususu anlamışsan, Allah Teâlâ’yı görmenin bir taleple olamayacağını ve cennet nimetlerinde olduğu gibi bir karşılık olarak onun elde edilemeyeceğini de anlamış olmalısın. Bu mesele bilebildiğim kadarıylaAllah Teâlâ’dan başka kimsenin dikkat çekmediği bir meseledir. Bununla birlikte Allah Teâlâ adamları onu bilir. Fakat bu bilginin kaynağı yakın, elde edilmesi kolay olduğu için veya gerçekleşmesinin imkânsızlığını düşündükleri için, dikkat çekmemişlerdir. Bu iki hü­kümden biri olmalıdır. Çünkü Allah Teâlâ yaratıklarını kendisi hakkındaki bilgide eşit kılmamıştır ve bu konuda kullar arasında derece­lenmenin olması kaçınılmazdır: Mutezile mezhebi Hakk’ı görmeyi im­kânsız sayarken Eşarî aklen caiz sayar ve kendi düşüncesinin gereğince kabul eder. Filozof ise aklen görmeyi reddeder; çünkü onun şeriattan ve imandan nasibi yoktur. Allah Teâlâ ehli ise keşif ve zevk yoluyla (edindik­leri bilgiyle Hakk’ın) görülebileceğini kabul ederler. Akılcı insan keşfi kabul etseydi, böyle düşünmezdi. Çünkü keşif onu gerçeğin kendinde olduğu duruma döndürürdü. Keşif ehlinin getirmiş olduğu bilgiyi ka­bul edende hal başkalaşması olmaz ve olduğu hal üzere kalır. Onda sadece görmek ile bilinenin görülmesi arasındaki fark ölçüsünde bir değişme olur.

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ zatı yönüyle el-Ahad’ın birliğinin sahibiyken isimleri bakımından çokluğun birliğine sahiptir.

Kuşkusuz Allah Teâlâ tek bir ilah

Benim delilim “De ki O Allah Teâlâ tek” ayeti

İsimlerinde hayrete düştüğünde

Bil ki hayrete düşen sayıdan dolayı düşmüş

Hepsi O’na döner, nasıl ki Hafız okuyunca Allah Teâlâ Samed’dir

Doğmadı -Hakk olarakve doğrulmadı llahlıkta denk değil kimse O’na

Akıl hayrete düşer hakkında

Vehim yardım edeceğim diye galip gelirse akla

Sonra ezel gelir, O’nun sıfatı olarak

Şeriatta zikredilen ebediyet takip eder ezeli                                                '

Bizimleyken de hüküm O’na ait Biz zail olunca, münferit kalır

Hakk’ın farklı suretlerdeki tecellisini ve bu suretlerde halden Hakk girmesini (tahavvül) takip etmeyi gerektiren sebep budur. Hakk’ın te­cellisindeki bu başkalaşma ve değişme, âlemde bu çokluğa (dayanan) itikatlardaki farklılıklardır. Alemde itikat ve inançlardaki farklılığın kaynağı tek hakikatteki bu çokluktur (isimlerin çokluğu) ve bu nedenle Hakk (kendi haline göre) zuhur ederken kıyamette inkâr edilecektir. Allah Teâlâ ‘Ben sizin Rabbinizim44 buyurur. Allah Teâlâ kendisine göre misak aldığı surette insanlara tecelli etseydi, hiç kimse O’nu inkâr ede­mezdi. İnkâr edildikten sonra kendisine göre misak aldığı surette tecel­li edince, bu kez kabul ederler. Çünkü zaten O’nu tanıyorlardı ve Ö’nu kabul etmelerinin rahatlığı vardı. Allah Teâlâ’nın Kesib’teki tecellisi ise gö­rülme amacı taşır. Orada Hakk mertebelerindeki farklılıklar nedeniyle inançlarının suretlerinde insanlara tecelli eder. Hâlbuki misak alırken farklılık yoktu. Misak alınırkenki tecelli herkese yönelik genel tecellidir. Kesib’teki tecelli çokluktaki genel tecellidir. Kul mülkündeyken Allah Teâlâ’dan gerçekleşen tecelli, Bir’in bire dönük özel tecellisidir. Öyleyse Hakk’ı kıyamette vakfe yerinde görmemiz misak alınırken O’nu gör­memizden farklı olduğu kadar Kesib’te veya kendi mülkümüzde veya köşklerimizde ailelerimizle birlikteyken görmemizden farklıdır. ‘Onlar sürekli ihtilaftadır’45 ile ‘Rabbi’nin merhamet ettikleri hariç’ ayetinde belir­tildiği üzere, Allah Teâlâ’nın bizde etkin olduğunu belirttiği farlılıklar buradan kaynaklanır. ‘Allah Teâlâ’nın merhamet ettikleri’, (tecellideki) ihtilaf halinde bile O’nu tanıyan ve inkâr etmeyenlerdir. Başka bir ifadeyle onlar, Allah Teâlâ’nın kendilerini çokluğun birliğine muttali kıldığı Allah Teâlâ ehli ve O’nun seçkinleridir. Hiç kuşkusuz rahmete mazhar olanlar, Allah Teâlâ’nın tahsis ettiği bu halle ötekilerden ayrışmış, yine de bu nitelikle birlikte Allah Teâlâ’nın ‘Onlar farklı kalmaya devam ederler’*6 ayetinin hükmüne dahil­dirler. Çünkü onlar da ötekilerden farklılaştığı gibi öteki insanlar da kendilerinden farklılaşmıştır. Ayetteki ‘istisna’ bize söylediğimiz bilgiyi vermiştir.

Binaenaleyh Allah Teâlâ âlemde ortaya çıkan ille ihtilaf konusudur. Çünkü daha önce var olmayıp bizatihi hâdis olduğunu öğrenen her varlık, önce varlık sebebini incelemiştir. Bu konuda herkesin yaratılışı farklı olduğu için, zuhurlarını gerektiren sebebin mahiyeti hakkında görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Bu nedenle Hakk âlemde ortaya çıkan ilk ihtilaf ve görüş ayrılığı konusu olmuştur. Alemde ortaya çıkan farklılık ve ihtilafın esası inançlarda bulunduğu ve onun sebebi de âlemdeki her şeyin ötekine ait olmayan bir mizaçta var olması olunca, herkesin ni­hayette varacağı yer rahmet olm\ıştur. Çünkü Allah Teâlâ onjarı yaratmış, Rahman’ın nefesi olan Amâ’da izhar etmiştir. Bu esnada onlar, konu­şanın nefesiyle mahreçlerde gözüken ve birbirinden farklı olan harflere benzer. Tıpkı harfler gibi, âlem de mizaç ve inançta farklıdır. Yine de hâdis olduklarını bilmede hepsi birdir. Bakınız! Allah Teâlâ el-Müdebbir ve el-Mufassıl diye isimlendirilmiştir. Allah Teâlâ cEmri tedbir eder, ayetleri tafsil eder547 buyurur. Yukarıdaki bütün söylediklerimiz, O’ndaki ve bizdeki ayetlerin tafsilidir. Aynı zamanda bu söylediklerimiz, O’na ve bize de­lalet eder. Biz de O’na ve kendimize deliliz. Çünkü delillerin en büyü­ğü ve en açığı bir şeyin kendisine delil olmasıdır. Allah Teâlâ için tedbir dü­şünenler için tefekkür gibidir. Binaenaleyh ‘tedebbür’ ile birlikte âlem birbirinden ve Allah Teâlâ’dan ayrışırken tefekkür sayesinde âlim bu durumu öğrenir. Alimin üzerinde ‘tefekkür’ ettiği delil ise kendinden veya baş­kasından müşahede ettiği şeyin aynıdır. ‘Onlara ayetlerimizi ufuklarda ve nefislerinde göstereceğiz ki onlara beyan olsun!,4S Beyan olacak şey, gö­rülenin Hakk olmasıdır.

Hakk için ‘tedebbür’yaratılmıştaki tefekkür el-Müheymin’de de ‘nazar’sız tedbir

Fikirden kurtul bir kere, helak edicidir Allah Teâlâ ve beşer onunla ayrılır

Bu bölümde ortaya koyduğumuz meseleleri ve Allah Teâlâ’nın bu bö­lümde açıklamış olduğu görmenin bilinmesi hakkmdaki hususları hakka’l-yakin öğrenmelisin. Bunları öğrenirsen, müşahede, cem’ ve vücûd ehliysen, dünyada ve ahirette bu bilgiden yararlanır, bu sayede Allah Teâlâ’nın ‘Rabbi’nin merhamet ettikleri hariç549 ayetinde ‘istisna’ edilenler arasına katılırsın! Sıradan insanların bu konudaki anlayışları, Allah Teâlâ eh­linin ve zikir ehli olan özel kullarının anlayışından farklıdır. Onlar Allah Teâlâ’nın bu konudaki muradı üzere bu ayeti anlarlar. ‘Allah Teâlâ’ya ehil olma’ özelliği bu imkânı onlara bahşetmiştir. Öyleyse bazı gözler cem’ eder, bazı gözler bir hakikatte farkı görür. Bunun Hakk’in ya da halkın mer­tebesinde olması birdir. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler, doğru yola ulaştırır:50

Bu menzilde yer alan ilimlerden birisi, indirilmiş kitapların tasni­finin bilgisidir. Onlardan her birisine -kendisine delalet eden isme gö­reait hususlar bu menzilden öğrenilir; o isimle kitabın mertebesini öğrenirsin. Bununla birlikte her kitaba ait isim diğer kitaba da elveriş­lidir, çünkü her isim ondaki bir sıfat ismidir. Bir kitaba özellikle bir ismin tahsis edilmiş olması, söz konusu özelliğin o kitapta diğer isim­lere göre daha baskın olmasından kaynaklanır. Misal olarak Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘En iyi hüküm vereniniz Ali, mirası en iyi bileniniz Zeyd, helal ve haramı en iyi bileniniz Muaz b. Cebel’dir’ hadisini verebiliriz. Kitapları ve isimlerini bu kitapta zikretmiştik. Daha doğrusu onlardan belirli bir ölçüde Kur’an menzilinden söz ederken söz etmiştik. Ayrıca bu konulan el-Mevaki‘u’n-Nü.cûm’dn dil uzvu bölümünde zikretmiştik. Çünkü Allah Teâlâ Yüce Kur’an’da indirmiş olduğu şeyden söz eder­ken bazen bizzat kitaba işaret yaparak şöyle der: ‘Şu kitap!’51; bazen ayetlerine işaret ederek şöyle buyurur: ‘Bunlar kitabın ayetleri!’52; bazen işaret zamiri kullanmamış, kitabı işaret zamiri olmaksızın ^zikretmiştir. Bu hükümlerden her birisinin bir anlamı olduğu kadar içimizden o anlama tahsis edilenler vardır. Bunun böyle olması zorunludur.

Sihir ve mucize arasındaki fark, bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ ka­tında kendilerinde bulunan nitelikler bakımından insanlara ait hususlar bu menzilden öğrenilir. O özellikten herkes Rabbi karşısındaki menzi­lini öğrenir. Çünkü Allah Teâlâ kendi katında kulunu kulun nefsinde rabbini yerleştirdiği yere yerleştirir. Öyleyse bu durumda rabbinin katındaki yerini belirlemiş olan bizzat kuldur. Kul başkasının menzilini kendi menzilinden yüksek gördüğünde, kendini kınamalıdır. Apaçık hüsran budur! Çünkü kul imkânı varken kendini yüksek yere çıkartmamıştır. Bu nedenle kıyamet gününe,‘tegabün günü’ denilmiştir, çünkü o gün perdenin ortadan kalkıp dünyada gerçekleşen işlerinin neticelerinm açıklanma günüdür. Orada cahil-kâfır şöyle der: ‘Keşke bu hayatım için bir şey yapsaydım!’53 Çünkü yapabilecek olduğunu biliyordu, hâlbuki yapmamıştır! Onun azabı bu esnada duyduğu pişmanlığıdır. Bu piş­manlık dıştan ona gelecek azap vesilelerinden daha etkilidir. İşte en büyük azap bu pişmanlıktır.

Allah Teâlâ’ya istidlalin nasıl olacağı bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ’ya istid­lal Allah Teâlâ ile mi edilir, yoksa bilgiyle mi yoksa nispetle mi? Nurların farklılığının faydası bu menzilden öğrenilir. Onların bir kısmı kâşif ve ortaya çıkartıcı, bir kısmı yakıcı olur. Zamansal hareketlerin miktarları ve Allah Teâlâ’nın bir ismi olan ed-Dehr isminin onların üzerinde hüküm sa­hibi olması bu menzilden öğrenilir. Kendisine bakanla­rın/inceleyenlerin niteliklerinin değişmesiyle ayetlerin değişmesi bu menzilden öğrenilir. Gafletten kınanan ve övülen kısımlar bu menzil­den öğrenilir. Tesir ettiğin şeye ahirette dönmeni gerektiren sebep bu menzilden öğrenilir. İlk insanın yaratılırken söylediği ilk söz bu men­zilden öğrenilir. Bu söz ‘el-hamdülillah (hamd Allah Teâlâ’yadır)’54 sözüdür. Bu ifade ‘Onların son sözleri hamd Allah Teâlâ’yadır’ demektir55 ayetinde belirtilir. Böylece âlem övgüyle ve hamd ile başlamış, yine onunla sona ermiştir. Hal böyleyken, ebedi bedbahdık nerede kalmıştır? Hâşâ! Allah Teâlâ’nın ga­zabı rahmetini geçebilir mi? Allah Teâlâ doğru sözlü olandır. Veya Allah Teâlâ ge­nel rahmetini (belirli bir kesime tahsis ederek) daraltır mı? Bu konuda bir hikâye vardır: Sehl b. Abdullah et-Tüsteri, iblis ile bir araya gelmiş. İblis tartışmada ona şöyle demiş: Allah Teâlâ ‘Rahmetim her şeyi kuşat­mıştır56 buyurur. Ayetteki ‘her’ genellik ifade ederken ‘şey’ en belirsiz olandır. Ben de Allah Teâlâ’nın rahmetinden umut kesmiyorum.’ Sehl şöyle demiş: ‘Önce şaşırdım, sonra kendi zannımca rahmetin sınırlılığını fark ederek İblis’e şöyle dedim: ‘Ey İblis! Allah Teâlâ rahmetini ‘Ben onu yazaca­ğım57 ayetiyle kayıdar.’ İblis şöyle karşılık vermiş: ‘Ey Sehl! Kayıdama O’nun değil, senin sıfatındır.’ Sehl şöyle demiştir: ‘Buna karşılık bir cevap bulamadım.’

Bu menzilde kınanan ve övülen kısımlarıyla yavaşlık ve ağırlık öğ­renilir. İşlerde acele etmenin kınanan ve övülen kısımları bu menzilde öğrenilir. Zorla Allah Teâlâ’ya dönmek bu menzilde öğrenilir. Hâlbuki insan­ların bir kısmı lütufla Allah Teâlâ’ya döner. İki dönüş eşit midir, değil midir? Bu mesele Allah Teâlâ ehlinin hakkında hayrete düştüğü bir konudur. Yani zorla Allah Teâlâ’ya dönmek ile kendi iradesiyle Allah Teâlâ’ya dönme hususunda hayrete düşülmüştür. Çünkü iradi olanda rububiyet korkusu bulunur­ken zorunlulukta bütünüyle ubudiyet ve kulluk vardır. İnsan hakkmda hangi dönmenin yetkin olduğu hususundaki görüş ayrılığının sebebi budur. Muhadara ve münazaralar ile âlimlerin meclislerinde gerçekle­şen tartışma ve konuşmalar, bu menzilde öğrenilir. Bütün bunların ilahi isimlerin birbirleriyle karşılaşmalarından kaynaklandığı bu men­zilden öğrenilir. Sonra bu durum Mele-i ala’da ortaya çıkar. Çünkü onlar da Allah Teâlâ ile meşgul olmalarıyla birlikte hasımlaşır. Onlar tes­pihlerini yaparken usanmazlar. Acaba onların hasımlaşmaları tespihle­rinden mi kaynaklanır?

(Sürekli tespih etmeleriyle birlikte hasımlaşabildiklerini söyledik) nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de her vakit Allah Teâlâ’yı zikrederdi, yine de kendi­leriyle sohbet ederken bedevilerle veya ailesiyle konuşurdu. Bütün bunlar Allah Teâlâ’yı zikir midir, değil midir? Doğaların farklı yaratılmış ol­masına gelirsek, bu, bilinen bir husustur. Çünkü doğalar birbirine zıt­tır ve herkes bunu idrak eder. Bu nedenle doğa âleminde tartışma in­kâr olunamaz. Hâlbuki doğanın üzerindeki âlemde tartışmanın varlığı inkâr edilir. Allah Teâlâ ehli varlıkta tartışmanın ve nizanın bulunduğunu kesinlikle reddetmezler. Çünkü onlar ilahi isimleri ve onların âlemin suretinde olduklarını bilirler. Hatta Allah Teâlâ âlemi onların suretinde ya­ratmıştır. Çünkü asıl olan ilahi isimlerdir ve onlarda karşıt ve muhalif, uygun ve birbirine yardım eden isimler vardır.

Muallimi Allah Teâlâ olan ile muallimi teorik düşüncesi veya kendisi gi­bi bir yaratılmış olan arasındaki fark, bu menzilden öğrenilir. Teorik düşünceden hareket edene gelirsek, bu kişi kendi muallimine katıldığı gibi ilahi ilhama mazhar olan da kendi muallimine katılır. Bu durum özellikle Allah Teâlâ’yı bilmeyle ilgilidir . Gerçekte Allah Teâlâ’yı bilmek ancak O’nun bildirmesiyle mümkündür. Çünkü kendisinin bildirmesiyle idraki güç iken teorik düşünce vasıtasıyla nasıl öğrenilebilir? Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’nın zatı hakkında düşünmeyi yasaklamıştır. İnsanlar bundan bile gafildir. Onların arasında Allah Teâlâ’nın zatı hakkında akıl yürü­tüp fikriyle hüküm vermekten kurtulan yoktur. Ebu Hamid el-Gazali bir hadisede -hamd olsun kidaha fazlasını yapmamıştır. O da Allah Teâlâ’nın zatı hakkında teorik araştırma yönünden konuşmuştur. Bu husus elMazmutı bıhi-alâ Gayri Ehlihî vb. kitaplarında geçer ve bu nedenle bü­tün söylediklerinde yanılmış, isabet etmemiştir. Ebu Hamid vb. bu konuda bilgisizliğin en ileri derecesini ve en aşırı çelişkileri sergilemiş­lerdir. Çünkü Allah Teâlâ bize bu hususları öğretmişken onlar ilahi ilhamın bildirdiği hususlara aykırı olarak fikrin verileriyle (hakikatten) uzak bir tevile saparak delil getirmiş, Allah Teâlâ’nın şanına yakışan nitelikleri O’na izafe ederken Allah Teâlâ’nın ilhamına karşı fikir gücünü tercih etmişlerdir. Nasıl olur da Allah Teâlâ’ya (nazarî güçten hareketle) nispet izafe edilebilir ki?

Bu konuda edepli davrananı görmedim. Herkes körü körüne bu konu­ya dalar. Allah Teâlâ ehlinden az bir grup bunun dışındadır. Onlar Allah Teâlâ’nın kendisini nitelediği hususlarda gelen bilgileri peygamberlerden duy­muş, bütün bilgilerin (anlamını) Allah Teâlâ’ya havale etmiş, tevile kalkışma­malardır; ta ki Allah Teâlâ kendilerine başka bir ilham yoluyla anlayış ihsan etmiş ve anlayışı kalplerine indirmiştir. Böylece onların elde öğrenmek istedikleri bilgi Allah Teâlâ’dan geldiği gibi onu (ilham yoluyla) açıklayan da Allah Teâlâ olmuş, O’nu -kendi düşünceleriyle değilO’nunla tanımışlardır. Allah Teâlâ bizi edepli, emin, muttaki, temiz ve gizli kullarından etsin! Onla­rı Hakk kendisine seçmiş, hallerinde ise ‘âdet hâzinelerinde’ kendilerini sakınmıştır.

Bu menzilden Allah Teâlâ’dan haber ulaştıranın durumu öğrenilir. Bu ki­şi Allah Teâlâ’dan aktardığı sözü örfteki anlamıyla kendinden aktarmış olsay­dı, o sözü Allah Teâlâ’dan getirdiği iddiası reddedilirdi. Allah Teâlâ’nın emriyle söy­lediğinde ise ilahi emirle sözün anlamı öğrenilir. Bu durum Allah Teâlâ’nın yaratıklarından bir hükümdara ya da başka birisine iyilik tavsiye edenin haline benzer. Böyle birine hayrı tavsiye ve emretmek insana ya psiko­lojik veya duyusal veya her İki tarzda bir zarar getirir. Bazen onun tav­siyesini reddeden ve kendisine zarar veren kişi Allah Teâlâ’ya söz söylemeye kalkar ki Allah Teâlâ’ya çağıran kişiye karşı yapılacak en şiddedi davranış budur. Çünkü o kendisine çağırdığı iyilik hakkında Allah Teâlâ’dan gelen bir basirete sahiptir ve böyle bir durumda şöyle der: ‘Keşke onu böyle bir iyiliğe çağırmasaydım.’ Böyle demesinin nedeni davet nedeniyle karşı­laştığı zarardır. Böyle bir söz söylediklerinde, ariflerin ayağını kaydıran yer burasıdır. Çünkü Allah Teâlâ şöyle der: ‘Rabbitıizden hakkı söyleyin, dile­yen iman etsin, dileyen inkâr etsin!’58 Kul Allah Teâlâ’nın peygamberine emret­tiği üzere bu sözü söyler. Nitekim Allah Teâlâ peygamberine ‘de ki’ ifadesiyle emir vermiş, ‘Allah Teâlâ dileseydi, size onu okumaz onu bildirmezdimS9 buyurmuşnır. Allah Teâlâ dilediği için ben de onu size okudum ve sizi bilgi­lendirdim. Şöyle der: ‘Sizin onu anlamanızı sağlamış, siz de onun Hakk olduğunu öğrendiniz.’ Nitekim Allah Teâlâ ‘Onu inkâr ettiler, hâlbuki içlerin­den ona inanıyorlardı60 buyurur. Aynı şeyi vâris veya benzer biri söyle­diğinde, vâris de gerçeği bulunduğu durumda öğreten ve tanıtandır. Bu nedenle Allah Teâlâ ona da aynı şeyi emretmiştir. İnsanlar ise genellikle

Allah Teâlâ ehlini bu durumda ayıplarlar. Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ ehli hayrı tavsiye ettiğinde onlar Allah Teâlâ ehlini ayıplar, sonra ardından maddi bir zarar bu ayıplamayı takip eder. Böyle bir şey müminden meydana gelmeyeceği gibi keşifle onu söyleyenden meydana gelmez. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme ‘Sana düşen tebliğdir’ denilerek bir ayette ‘Sana indirileni teb­liğ et’61 buyrulmuştur. Vârisin yapması gereken de budur. Hal böyley­ken nasıl olur da yapması gerekli bir iyiliği yaptığı için maruz kaldığı bir zarar veya duymamışa -söylediklerine kulak vermediği takdirde bedbahdığı artacağı içinkarşı duyduğu şefkati nedeniyle pişmanlık meydana gelsin ki? Bütün bunlar, iç konuşmasıdır. Hâlbuki din Allah Teâlâ (rızası) için, peygamberi, Müslümanların imamları ve bütün Müslümanlar için ‘nasihat’ demektir. Dolayısıyla herhangi biri seni bundan alıkoymamalıdır.

Bu işin ehli olduğumu iddia eden bir kavim görmüştüm. Onlar Allah Teâlâ’dan getirdikleri bilgiler yüzlerine karşı reddedildiğinde içe kapa­nıp şöyle demişlerdi: ‘Bizi lüzumsuzluğumuz bu Hakk düşürdü. Allah Teâlâ dileseydi, bu konuda benzerlerimizle herhangi bir şey konuşmazdık. Biz kendimize karşı suç işledik. Şimdi tövbe ettik. Bir daha böyle söz­leri böyle insanların arasında söylemeyeceğiz.’ Bu konuda pişmanlıkla­rını sergilemişlerdir. Hâlbuki bu davranış onların gerçeği bilmeyişinden kaynaklandığı kadar aynı zamanda bilgilerini Allah Teâlâ’dan aktarma­dıkları hususunda kesin delildir. Onlar bu konuda herhangi bir bilgiyi (ve haberi) Allah Teâlâ’nın izniyle aktarmış değillerdi, çünkü Allah Teâlâ’dan akta­ran, içinde keskin bir nur görür; sözüne kulak verilmesi veya tepkiyle karşılanması durumunu değiştirmez. Kendi nefsinden konuşan ise ha­kikati söylediğinde bile ardından retle karşılaştığında pişmanlık duyar, içi daralır, içinde güçlük yaşar ve kelamını fuzuli addederek vacip olan hakkı gereksiz yere reddetmiş olur. Bu davranış bir cehalettir. O halde Allah Teâlâ’nın kullarına nasihat, Allah Teâlâ’ya iman eden herkesin üzerine vaciptir. İnsan nasihat ettiklerinden maruz kalacağı zarara değer vermez. Çünkü Allah Teâlâ vârisleri hakkında şöyle buyurur: ‘İnsanlardan adaleti emredenleri öldürürler.’62 Bu söz şu ayete bağlanır: ‘Peygamberleri haksız yere öldü­rürler.’63 Söz konusu insanlar övülmek üzere ayet zikredilmiş, pey­gamberin veya vârisin onlara ululaştırdığı sözlere kul;tk vermeyenler kınanmıştır. Allah Teâlâ’nın övgüsüne mazhar olanın sevincinden daha büyük sevinç olabilir mi? ‘De ki Allah Teâlâ’nın fazlı ve rahmetiyle sevinin, bu sizin top­ladıklarınızdan daha hayırlıdır64

Hakk sahiplerinin farklılaşmasını sağlayan özellikler bu menzilde öğrenilir. Bu bilgi sayesinde bu konudaki belirlenime göre hakları ödenir. Bu bağlamda hakkı yerine getirmediği için iyi davranışı nede­niyle övülenler vardır. Misal olarak günahı nedeniyle azabı Hakk eden günahkârı cezalandırmamayı verebiliriz. Hakk sahibi onu affeder. Bu, batıl bir haktır ve bu affetme övülen bir davranıştır. Gıybet de haktır, fakat kınanmıştır. Bunu bilen, onun mahiyetini de bildiği gibi aynı zamanda kendisiyle doğru arasındaki farkı bilir. Bu esnada gıybetin Hakk olmadığını, sadece doğru olduğunu bilir. Bu nedenle doğru kişi, doğruluğundan sorguya çekilir. Hâlbuki Hakk sahibi hakkını yerine ge­tirdiğinde sorguya çekilmez. Öyleyse gıybet, laf taşıma vb. doğrudur, fakat Hakk değillerdir. Çünkü Hakk zorunlu olan iken doğru bir şeyi ol­duğu hal üzere bildirmek demektir. Haber verilen şey bazen gerekli olur -ki bu durumda Hakk olur-, bazen gerekli olmaz, sadece doğru olur. Bu nedenle doğru sözlü ‘doğru sözlülüğü’ nedeniyle hesaba çeki­lir. Bu doğruluk onun yerine getirmesi gerekli bir Hakk ise, kurtulur; Hakk değil ve aksine bunu söylemesi yasaklanmışsa, helak olur. Hakk ve doğruluk arasındaki farkı bilen kimse ‘Hakk ediş (istihkak)’ üzerinde ko­nuşabilir. Bu menzilde Allah Teâlâ’dan başkasının karşısında zelil olmanın neticesi öğrenilir. Böyle yaparak Allah Teâlâ’dan başkasını Rabbin derecesine yerleştirir ki bu davranış kişinin bilgisizliğinden kaynaklanır. İnsan mahalli dikkate almaksızın sıfat nedeniyle zelil olursa bu zillet karşısın­da onun başka bir durumu ortaya çıkar.

Allah Teâlâ’ya hüküm dayatanın durumu bu menzilden öğrenilir. Hâlbu­ki Allah Teâlâ ‘O hüküm verenlerin en hayırlısıdır65 buyurur. Buradan şu hu­sus öğrenilir: Allah Teâlâ’nın sıfatları Eşarî kelamcıların ileri sürdüğü gibi za­tına zait olsalardı, zatrna olan ve kendi aynı olmayan bir şey, zat üze­rinde hüküm vermiş olurdu, Bu mesele, âlimlerin pek çoğunun ayakla­rının kaydığı bir meseledir. Şahidi gaibe kıyaslamak veya delilin şahitte ve gaibte sürekliliği onları bu hususta saptırmış ve şaşırtmıştır. Bu, son derece hatalı bir görüştür. Çünkü hakkında hüküm verilenin zatını ve hakikatini bilmeksizin, biri hakkında bir duruma ve nispete göre hü­küm vermek hüküm verenin büyük bilgisizliğidir. Belirli bir nispetteki delalet nispetin kendisine yapıldığı şeyin hakikati bilinmeksizin (şahitte ve gaibte) sürekli kabul edilemez. Allah Teâlâ’nın herhangi bir yaratılmış adı­na kendisi hakkında hüküm vermeyi caiz yapmadığı bu menzilden öğ­renilir. En ileri menzillere bile ulaşmış olsa durum böyledir. Fakat Allah Teâlâ bir kimseye kendisi hakkında hüküm vermesini emrederse, Allah Teâlâ’nın vacip kıldığı hususta verilen izne göre Allah Teâlâ hakkında hüküm verir; bununla birlikte kendisiyle hüküm verilen o şey âlemde Hakk’ta bulun­duğundan başka bir durumda olabilir. Çünkü yükümlü hacr altındadır: Bir yükümlü yasaklanmış bir şeyi yapmayı adarsa, böyle bir iş onun adına caiz olmaz. Onun vacip kıldığı bu adağın kefareti yemin kefare­tidir ve belirli bir cezaya maruz kalır. Bununla birlikte onu yerine geti­remez, çünkü böyle bir yasağı yerine getirmesi caiz değildir. Yapılması mubah bir işi yapmayı adayan adağını yerine getirmezse ona kefaret gerekmez. Fakat onu yerine getirmesi gerekir. Gizli tuzak ve onun ce­zasının süratle verilmesi bu menzilden öğrenilir. İhtiyarda zorunluluğu gerektiren durum bu menzilden öğrenilir. Zorunluluğun faydası bu menzilden öğrenilir. Bilginin ameli gerektirdiği hususlarda unutmaya yol açan sebepler bu menzilden öğrenilir.

Hasret bu menzilden öğrenilir. Hasret, insanı cezalandıran şeyin kendi devşirdiği ürünü olmasıdır. Öyleyse insan, kendi kendini ceza­landıran kimsedir ve dolayısıyla ancak kendini kınamalıdır. Böyle bir şeyden sakınan kimse, hiç kuşkusuz ‘büyük kurtuluş elde etmiştir.’66 Bu sayede Allah Teâlâ için yaratıklarına karşı delil ortaya çıkar. Onları cezalan­dırmak yerine kendilerine ilcram eder, bağışlar ve mağfiret ederse, bundan dolayı iyilik ve ihsan özelliğiyle Allah Teâlâ’nın övülmesi gerekir. Allah Teâlâ’nın kullarını neye davet ettiği bu menzilden öğrenilir. Onları kendi­lerini yükümlü tuttuğu bir amele mi, yoksa yükümlü tutmuş olduğu amelin ahiret hayatındaki neticesine mi davet eder? Allah Teâlâ kullarını vası­ta olmaksızın hiçbir şekilde davet etmemiş ve yükümlü tutmamıştır. Çünkü zatı gereği Allah Teâlâ kullarını meşakkatli bir işe davet etmez ve bu nedenle peygamberler görevlendirerek şöyle buyurmuştur: ‘Peygamber gönderene kadar azap etmeyiz.*67 Uygun ceza bu menzilden öğrenilir.

Cezanın dışında kalan şeyin ne olduğu buradan öğrenilir. Bu, el-Vahib ve el-Vehhab isminden kaynaklanır. Tahayyül edilen hayat bu menzil­den öğrenilir. Bilenin unutmuş olduğu bir hususu hatırlaması buradan öğrenilir. Unutmanın sebebi ise bilgiyle amel etmemektir. Çünkü bil­giyle amel etmek, onun suretini inşa etmek demektir ve böyle bir du­rumda unutmak imkânsızdır. Talimin iyi ve güzel olması bu menzilden öğrenilir; çünkü her öğretmen güzel öğretemez. Allah Teâlâ’ya uymanın key­fiyeti bu menzilden öğrenilir. Hâlbuki Allah Teâlâ fiillerinde mutlak serbest, sen sınırlısın. Daha önemli ve zorunlu ameli araştırmak ve onu teşvik etmek, bu menzilden öğrenilir. Bilgi ve zan, yani galip zan arasındaki fark, bu menzilden öğrenilir. İsmet ve itisam arasındaki fark bu men­zilden öğrenilir.

Hakk’a (ve hakikate) dönmediğinde inatçıya söylenmesi gereken husus bu menzilden öğrenilir; ona söylenecek olan, onu insafa davet­tir. Kulların fiillerinin Hakk’ın olduğunu öğretecek husus bu menzil­den öğrenilir. Fakat bu fiiller bir şekilde kullara bir şekilde Hakk’a iza­fe edilir. Çünkü nahivcilerin terminolojisinde izafe mutlak ve mutlak olmadan yapılır. Fiillerin bir kısmı -kendisine izafe edildiklerindeAllah Teâlâ’ya ait iken bir kısmı ortaklık bulunduğu için mutlak değillerdir ve dolayısıyla bir yöne ait olmazlar. O halde kulluk, saf olarak Allah Teâlâ için yapılır ve ayette buyrulduğu gibi kulluğun Allah Teâlâ’ya tahsisi gerekir. Allah Teâlâ ‘Onlara dini kendisine tahsis etmek üzere Allah Teâlâ’ya ibadet etmeleri em­redildi611 buyurur. Burada din kendisine göre Allah Teâlâ’ya kulluk yapılan şey demektir. Başka bir ayette ‘De ki ihlâslı bir şekilde sadece Allah Teâlâ’ya ibadet ederim69 buyrulur. Kastedilen kendisiyle Allah Teâlâ’ya ibadet edilen şeydir. Başka bir ayette ‘Kuşkusuz ki Allah Teâlâ insanlara hiçbir şekilde zalim olmaz70 denilir. Burada kesinlik bildiren edat kullanılmıştır. İnsanlar herhangi bir şeye sahip değillerdir ki, kendilerinden haksız yere bir şey alan zor­ba olsun! Onların mülkü olduğu söylenen her şey Allah Teâlâ’nın mülküdür. Allah Teâlâ’ya ait olan mülkün bir Iasmı da onların amelleridir. Sonra Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ insanlara hiçbir şekilde zulüm yapmaz.’71 Alemde zulüm ortaya çıkmış ve dile getirilmiş olduğu için, Allah Teâlâ kendisini an­latmak için onların nefisleriyle kinaye yaparak adeta şöyle demiştir: Zulüm denilen bir şey varsa, kendisi zalimdir. Sahip olan ise mülkünde kendine zulüm yapmaz. İnsanların sahip oldukları şey onların mülkü olsaydı, Allah Teâlâ o mülkte onlara tasarrufu yasaklamaz veya onlar için tür­lü sınırlar belirlemezdi. Bu durum yükümlünün fiilinin kendisine değil Allah Teâlâ’ya ait olduğunu gösterir. Gerçekte insanlar arasındaki zulüm onla­rın sahip olmadıkları şeyin kendilerine ait olduğunu iddia etmelerin­den kaynaklanır. Binaenaleyh Allah Teâlâ onları sadece batıl ve yalan iddiala­rı nedeniyle cezalandırır.

Çoğun aza sokulması bu menzilden öğrenilir. Böylece gerçekte çok olsa bile artık ona artık ‘az’ denilir. Eşyadaki eceller bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ ‘Onu bir saat öne alamazlar, arda da bırakamaz­lar72 buyurur. Kastedilen saattir.

Bu menzilden aleyhine yalan iddiada bulunulan kimsenin durumu öğrenilir. Bu kişi iddiacının yalan söylediğini bildiği halde ona karşı delil ortaya koyamaz ve yemin etmesi gerekir. Yemini iddiacıya çevir­mesi veya yeminden dönmesi mümkün değildir ve iddia ettiği şeyi kendisine verir. Bu durumda kendisine zulüm ederken ona yardımcı olur. Aynı zamanda yemin ederken iddiacının iddiada bulunduğu hu­susta kendine zulüm yapmasına imkân tanımıştır. O zulmü yaptığı sü­rece, günah kendisine eşlik eder. Yemin ise bunu engeller ve iddia sa­hibi üzerinde yemin günahının dışında günah kalmaz. Çünkü iddia ederken yalan söyleme günahını yemini bozmak ortadan kaldırırken yalan yemini bozmanın vebali kendine döner. Böyle bir insan şu du­rumdadır: Yalancı olarak yemini bozarsa, yemini bozmanın günahı kendisine döner. Fakat yemininde yalancı olabilir. Mesela bir adama yüz dinar borcu olduğu iddia edeni düşünelim. Bu kişi iddiasında ya­lancıdır ve iddiasını doğrulayacak delili yoktur. Hâkim iddia sahibinin yemin etmesini ister. Kişi yemin etmeyi reddeder ve hâkim bunu uy­gun görürse, bizce böyle bir şey caiz olmasa bile, aleyhinde iddia ileri sürülen kişi iddiacıya nasihatte bulunmamıştır. Hâlbuki ona nasihat etmesi emredilmiştir. Davalı hakimin hükmüyle yeminini bozarsa, ya­lan yemini bozmanın günahı kendisine döner. Aleyhinde iddiada bu­lunulan kimseye ise yemini bozmanın zulmünün günahı döner. Çünkü o, onu yeminini bozmaya zorlamıştı. Bu durumda hâkimin üzerinde bir günah yoktur. Çünkü o müçtehittir. Onun yapabileceği iş içtiha­dında yanılmış olmaktan ibarettir. Dolayısıyla bir ecri vardır. Aleyhin­de iddiada bulunulan kişi ayağa kalkar ve iddiacıya iddia ettiği şeyi ve­rirse, iddiacının günahı kaüanır. Aleyhinde iddiada bulunulan davalı ayağa kalkar ve davacıya iddia ettiği şeyi verirse, onun günahı katlanır. Çünkü davacıya kendisinde tasarrufu helal olmayan bir malda tasarruf imkânı tanımıştır. Dolayısıyla o malda tasarrufta bulunduğu sürece davacının günahı devam eder ve malın meydana getirdiği neticelerde tasarrufta bulunduğu sürece. Öyleyse davalının günahı bu süre zarfın­da devam eder. Aynı şekilde zulme karşı kardeşine yardımcı olması bakımından da durum böyledir. Hâlbuki böyle yapması ona yakışmaz­dı. O, yemini terk etmekle Allah Teâlâ’nın emrine asi olmuştur. Çünkü Allah Teâlâ ona yemin etmeyi farz kılmıştır. Eğer yeminini bozarsa Allah Teâlâ’nın ona vacip kıldığı bir şeyi işlemiş olur. Bu durumda sevap kazanır ve dava­cıyı zulüm işlemekten kurtarmaya niyetlenmiş olur. Dolayısıyla bunun ecri ona aittir. Artık davacının üzerinde davalının yemini hakkında an­cak yeminin günahı kalır. Bu durumda davacının üzerinde yalan yemi­nin günahı kalmıştır ki, bu yemin, bozulan yemindir. İşte bu şeriatta ince bir meseledir. Ona bu gözle ancak dindarlığında ihlâsa ulaşan kimse böyle bakabilir. O kişi Allah Teâlâ ehlindendir. Çünkü o, insanlar adı­na kendisi için sevdiği şeyi sever. Dolayısıyla bunu irade ettiğinde nef­sinin zulmüne karşı kardeşine yardımcı olmaz.

Zarar vermenin kınanan ve övülen kısımları bu menzilden öğreni­lir. Murakabe, huzur ve o ikisinin ilahi koruma ve ismetle ilgisi bu menzilden öğrenilir. Bunlar faydalı bilgiyi ortaya çıkartır. Müjdelenenlerin nitelikleri, müjde türleri, nerede oldukları, üzüntü veren ve mutlu kılanların hangileri oldukları bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ vasıtasıyla aziz olanların üzerinde gözüken izzet, koruma ve ilahi himaye bu menzilden öğrenilir. Amel etmesi gereken bir hususta duyduğuyla amel etmeyenin durumu bu menzilden öğrenilir. Acaba onu amelden engelleyen nedir? Onun hükmü duymayanın hükmü gibi midir? Bu durumda Allah Teâlâ ona ihsanda bulunmuş olur. Veya onun hükmü bilip amel etmeyen gibi midir? Allah Teâlâ onu cezalandırır ve ona adil davanmış olur. Çünkü Allah Teâlâ şöyle der: ‘Duyduk diyenler gibi olmayın.’73 Çünkü onlar bir hakikati duymuş ve anlamışlardır, çünkü Allah Teâlâ onlara kendi dilleriyle hitap etmiştir. Ardından şöyle buyurur: ‘Onlar duymamışlar­dı r.’74 Yani onların durumu, bizce, duymuş oldukları halde duymayan­ların durumuyla birdir. Allah Teâlâ onlarda nasıl hüküm vereceğini söylememiş olsa bile, hal karinelerinden anlaşılan genel durum, ceza­landırmadır. Fakat Allah Teâlâ’nın ihsanı ve böyle kimselerin günahlarını sil­mesi hakkındaki bilgimize göre, imkân gerçekte ortadan kalmaz. Bunu anlamalısın.

Allah Teâlâ’nın kendisine hakkıyla tevekkül edenin kalbine verdiği şey bu menzilden öğrenilir. İlahi hilafet bu menzilden öğrenilir. Bedbahtlığa yönelten kalpler üzerindeki mührün sebepleri bu menzilden öğrenilir. Davacının delil getirme talebi buradan öğrenilir. Bu bilgi Allah Teâlâ’nın ‘Biz peygamber gönderene kadar azap edici değiliz75 ayetini içerir. Burada Allah Teâlâ ‘bir şahıs gönderene kadar’ dememiştir. Öyleyse gönde­rilme risaletinin yöneldiği kimsede sabit olması gerekir. Bu durumda kendilerine bir şahsın gönderildiği kimseler nezdinde açık delilin orta­ya çıkmış olması gerekir, çünkü pek çok ayet vardır ki kapalıdır veya insanların bir kısmının delaletlerini anlamayacakları ölçüde ihtimale açıktır. Öyleyse kendilerine karşı delil getirilenler için delilin açık ol­ması gerekir ki bu sayede o İçişinin ‘resul’ olduğu öğrenilir. Peygambe­rin peygamber olduğunu kesin öğrendikten sonra cezalandırılma mümkün olur. Bu ayette büyük bir rahmet vardır. Bunun nedeni yara­tıkların üzerinde bulunmuş oldukları ve onların farklı düşünmesine yol açan fıtrat farklılıklarıdır. Allah Teâlâ bu durumu ilahi rahmetin kapsayıcılığını bilenler için kullarına dönük rahmet yapmıştır. Allah Teâlâ bize o rah­metin her şeyi kuşatmış olduğunu bildirir.

Cömertliğin ve cimriliğin neticeleri bu menzilden öğrenilir. İmanı telaffuzdaki şekillerin ortadan kalkması bu menzilden öğrenilir. Öyle ki dinleyenler kuşkuya kapılmayacakları şekilde onun mümin olduğunu bilirler. Bu durum ‘naslar’ denilen şeydir, çünkü zahir olan, ilk bakışta öğrenilse bile ihtimallere açıktır. Allah Teâlâ’nın inayet ettiği kulları bu men­zilden öğrenilir. Başarısızlığa uğramak ve başarısız olanların kim ol­dukları bu menzilden öğrenilir. Yüzüne karşı reddedildiğinde Hakk sa­hibinin kime döneceği bu menzilden öğrenilir. Sabredenlerde ve şükredenlerde bulunan sabır türleri bu menzileden öğrenilir. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

ÜÇ YÜZ YETMİŞ BEŞİNCİ BÖLÜM

Hayali Benzerlik Menzilinin ve Hakikatler ve İmtizaç Aleminin Muhammedi Mertebeden Öğrenilmesi

Âlemde sadece o varken teberri (yüz çevirme, uzaklaşma) nasıl olur?

Varlıkta gördüğüm her şeyin manasısın sen

Şeriatında ‘teberri’ zikredilmiştir gerçi

Akıl hayrettedir, şeriat düşürür onu

En yakını ondandır, ona aykırı bir hakikat yok

Kim yaklaşır, sonra uzaklaşırsa onu yakın kılar

Allah Teâlâ bütün yaratıklara Mevla

Kimse umutsuz olmasın, herkese Mevla O!

Allah Teâlâ sana yardım etsin, bilmelisin ki, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyu­rur: ‘Bir kavmin mevlası (köle) o kavimdendir.’ Hayal nefs-i nâtıka’nın (düşünen nefs) mevlasıdır (köle). Öyleyse hayal nefs-i natıka karşısında efendi karşısındaki köle gibidir. Köle efendide bir tür tahakküme sa­hiptir ki bu tahakküm sahiplikten kaynaklanır. Çünkü efendi o ve ben­zeri köleler sayesinde malik ve sahiptir. Efendi o makama köle sayesin­de ulaştığına göre kölenin efendi üzerinde otoritesi vardır. Başka bir ifadeyle bu durum köleye efendide hükmetme imkânı sağlar.

Hayal gücünün nefs-i nâtıka üzerindeki otoritesinin bir tezahürü onu dilediği surete sokabilmesidir. Gerçi nefs-i nâtıka kendiliğinde bir surete sahiptir, fakat bu hayal gücü onu tahayyül edende dilediği bir surete sokar. Hayal kendisini duyulurların derecesinden çıkartacak bir güce sahip değildir, çünkü onun varlığı duyudan meydana gelmiş ve ortaya çıkmıştır. Bu nedenle hayal madum ve mevcut veya varlığı olan ya da olmayan bir şeyde tasarrufta bulunurken onu ancak varlıkta dış surete sahip duyulur bir surette tasvir eder. Bazen de tahayyül ettiği şeyi varlıkta bütün olarak bulunmayan bir surete sokar. Bununla birlik­te söz konusu suretin tüm parçaları dışta duyulur olarak bulunur. Ha­yalin herhangi bir şeyi ancak böyle tasvir etmesi gerekir. Böylece hayal, genel mutlaklık ile özel-sınırlı takyidi kendinde birleştirmiştir. Bu ge­nel mudaklığın benzeri bir mudaklık yoktur. Çünkü hayal vacipte, im­kânsızda ve mümkünde genel tasarruf sahibidir. Bu mutlaklık ve tasar­ruf hükmüne sahip başka bir şey yoktur. Söz konusu tasarruf, (gerçek­te) Hakk’ın hayal gücü vasıtasıyla bilenlerde tasarruf etmesidir. Hayal kendinde (mutlaklıkla birlikte) sınırlamayı da barındırdığı için, her­hangi bir şeyi ancak duyulur bir surette tasvir eder; söz konusu suretin duyulur suret olması veya olmaması birdir. Fakat daha önce de zikret­tiğimiz üzere tahayyül edilen suretin bütün parçalarının duyulurlarda bulunması şarttır. Başka bir ifadeyle hayal onları parça halinde algılar­ken duyudan almıştır, fakat parçalardan oluşan toplam dışta bulunma­yabilir.

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ dünyada sürekli kalplere tecelli eder. Bu tecelli neticesinde hatıralar ve düşünceler insan farkında değilken ilahi tecelli nedeniyle çeşidenir; bu değişim ve çeşidenmeyi sadece Allah Teâlâ ehli fark edebilir. Nitekim onlar dünya ve ahirette bütün Var olanlarda ortaya çıkan farklı suretlerin O’nun tecellisinin çeşitienmesinden ibaret oldu­ğunu bilirler. Binaenaleyh zuhur eden O’dur, çünkü O her şeyin aynı­dır. Ahirette insanın bâtını sabittir. Çünkü insanın ahiretteki bâtını dünyadaki zahirinin aynıdır ve ondaki değişme gizlidir. Söz konusu değişme insanların baklanda kuşkuda bulundukları ve her zaman biri­minde gerçekleşen ‘yeniden yaratmadır.’ Ahirette ise insanın zahiri dünyadaki bâtını gibidir ve ona yönelik ilahi tecelli bilfiil gerçekleşir. Böylece ahirette insanın zahiri halden Hakk girerken dünyada bâtını ilahi tecellinin kendilerinde gerçekleştiği suretlerde türden türe girer. İlahi-hayali benzerlik budur. Bununla birlikte değişme ahirette açıkken dünyada gizli ve bâtındır. O halde hayalin hükmü ahirette insana ve

Hakk’a eşlik eder. Bu durum Hakk’ın kendisinde bulunmuş olmakla nitelendiği ‘şe'n (iş)’ kelimesiyle ifade edilir. Allah Teâlâ ‘O her gün bir şe’ndedir76 buyurur. Bu durum sürekli ve daimidir.

Bu değişmenin ‘hayal’ diye isimlendirilmiş olmasının nedeni, onun kendinde bir şeye değil, bakana raci olmasıdır. Her şey kendi hakikati üzere sabittir ve değişme yoktur, çünkü hakikatler değişmez; suretlere bakan kişiye ise suretler çeşidenmiş bir halde görünür. Bu çeşidenme ve değişim de kendiliğinde değişmeyecek bir hakikattir. Dolayısıyla değişim bir surette sabit kalmayı kabul etmez; aksine onun hakikati değişimde sabitliktir. O halde âlemde zuhur eden her şey ilahi surete benzeyen kevnî-misalî bir surettir (Hakk sürekli tecelli ettiği için o da değişir), çünkü Hakk âleme ancak sabit bir cevherde âleme benzer ve uygun bir şekilde tecelli eder. İnsan cevheri yönünden sabittir ve bu nedenle sabiti sabit vasıtasıyla görürsün. Sende de O’nda da gayb var­dır. Zahiri zahirin vasıtasıyla görürsün. Allah Teâlâ müşahede edilen ve edendir. Senin de şehadet yönün vardır (ve bu yönün benzeridir). İşte Allah Teâlâ’yı (kendisinin benzeri olan bu yönlerinle) idrak ettiğin gibi kendi zatını da böyle idrak edersin. Bununla birlikte her surette senin sen olduğunu, senden başkası olmadığını bilirsin. Nitekim utanma, korku, hastalık, iyilik, razı olmak, gazap ve kendilerinde değiştiği bütün halle­rinde Zeyd’in ‘Zeyd’ olduğunu da bilirsin. Bütün bu keyfiyetlerde o Zeyd’den başkası değildir! İşte gerçek de öyledir. Şöyle deriz: ‘Falan kişi bir suretten başka bir surete geçti.’ Gerçek kendinde böyle olma­saydı, insanın hali değiştiğinde onu tanımaz ve yok olduğunu ileri sü­rerdik. Hâlbuki iki gözün olduğunu biliriz. Nitekim Allah Teâlâ ‘Ona iki göz yaratmadık mı?’77 buyurur. Öyleyse bir gözle başkalaşanı idrak edilirken bir gözle başkalaşma idrak edilir. Her iki idrak yolu da birbi­rinden farklı iki yoldur ve Allah Teâlâ onları göz sahibine açıklamıştır. Bu durum ‘Ona iki yolu (necd) gösterdik’78 ayetinde belirtilir. Başka bir ifa­deyle iki yolu açıkladık. Nitekim şair şöyle der:

Necd ki yol üzeredir

Ceylanları gözlerken gözler kat eder onu

Yolun kat edilmesi gözlerin fiili sayılmıştır. O halde her gözün bir yolu olduğuna göre kimi ve neyi gördüğünü bilmelisin! Buradan ‘Attı­ğında sen atmadın, fakat Allah Teâlâ attı’79 ayeti anlaşılır. Atma filinin Allah Teâlâ’ya ait olduğunu görmeni sağlayan gözün atmanın Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e ait olduğunu görmeni sağlayan gözünden başkadır. Bu durumda -bilgi sahibiyseniki gözün olduğunu anladığın gibi gerçekte taşı atanın Muhammedi bedende Allah Teâlâ olduğunu da öğrenirsin. İşte temessül ve tahayyül, bundan başka bir şey değildir! Allah Teâlâ senin dikkatini çekmiştir fakat sen farkında değilsin. Bunlar Allah Teâlâ’nın kendinden öğrenen ve ayet­leri üzerinde tefekkür eden kimseler için açıklamış olduğu ayederdir. Bu ayeder, halden Hakk giren kalbe sahip İçimseler için bir öğüttür. Söz konusu kişi kendisine söylenene kulak verir, ona aşinadır ve kendili­ğinde halden Hakk girmesini müşahede eder. Bu durumda işin gerçekte de öyle olduğunu öğrenir. Onlar derin akıl sahipleridir. Çünkü (derin akıl demek olan) lüb kabuğun suretinden onu perdeler. Dolayısıyla lübbü ancak ortada bir lüb bulunduğunu bilen bilebilir. Bir lüb olduğu bilinmeseydi, kabuk kırılmazdı. Kuşkusuz iş karışmış, fakat hakikatler birbirine girmemiştir. Bu sayede faziledi olan aşağı derecedekinden (mefdûl) ayrışır. Alim gerçeği bilmeyle nimedenir. Cahil onu bilme­meyi nimet sayar, fakat onu bilmediğini de bilmez. Çünkü o, gerçeğin bildiğinin aksine olduğunu bilmez ve bunun farkında da değildir. Ak­sine sadece (gördüğüne bakar ve) ‘bu vardır’ der. Bildiğinden başka durumda bir şeyin bulunduğunu ve onu bilmediğini öğrenmiş olsaydı, hiç kuşkusuz üzülürdü. Nitekim dünyada makamının gerektirmiş ol­duğu bir şeyi kaçıran herkes gamlanır. Misal olarak ticaretinde taciri ya da kendi bilim dalında bir fakihi ve diğer âlimleri verebiliriz. Öyleyse genel itibarıyla ‘Herkes kendi nezdindekiyle mutludur80 ayeti ahirette gerçekleşir. Orada durum dünyadakinden farklıdır. Çünkü bu durum dünyada bilinmez. Dünyada sevinç ve muduluk -genel olmaksızınço­ğunluktadır. Çünkü insan sahip olduğu bilgiyle bir şeyi tasavvur eder­ken o bilgi henüz gerçekleşmezden önce sevinmez. O sadece bekleme halindedir ve bu esnada üzüntü çeker. Bilgi gerçekleştiğinde de onunla sevinmez. Ahirette ise cezalandırma süresi tamamlandıktan sonra her­kes sahip olduğuyla veya üzerinde bulunan durumla sevinir.

Bu menzil Allah Teâlâ’nın Âdem’i kendi suretinde yaratmış olduğu men­zildir. Birinin suretinde yaratılmış olan, onun suretinin ta kendisidir. Başka bir ifadeyle surete göre yaratılmış olan suret sahibinin ta kendi­sidir ve (bir yönüyle de) o değildir. Bu nedenle ‘Attığında sen atmadın, fakat Allah Teâlâ attı81 buyruldu. Öyleyse bir suretten ortaya çıkan her şeyin aslı, söz konusu suretin kendisine göre yaratıldığı kimsededir. Yoksa zuhur edenden ve görünenden kaynaklanması doğru değildir. Bu ne­denle ayette cBütün iş O’na döner82 buyrulur. Yani her iş âlemin bütün olarak üzerinde olduğu duruma döner. Bu nedenle Hakk peygamberlerinin dilleriylebütün âlemi nitelemiş olduğu şeyle kendi­sini nitelemiştir. Burada herhangi bir gedik olmaksızın tam bir benzer­lik gerçekleşmiştir.

Halk Hakk’m aynı                                                                            -

hıkâr etme, çünkü kevn O’nun aynı

Tefrik edersen, ayrım yok olucu, bil Böyle değilse ibret al, fark O’nun farkı

Allah Teâlâ seni suretine göre yarattığını söylemiştir. Buradan se­nin üzerinde bulunduğun duruma göre sahiplik iddiasında bulunman gerektiği öğrenilir. Nitekim Allah Teâlâ da mülk sahibidir. Sana nefsinden daha yakın bir mülk yoktur ve nefsin sahiplik iddiasında bulunan şey­dir. Çünkü o mülkün sahibi Hakk’ın suretindedir. Allah Teâlâ el-Mümin is­mi yönünden mümin nefse yönelerek müminden nefsini satın alır. Nefsini satan mümin tıpkı diğer hayvanlar gibi nefsi olmayan varlık olarak kalır. Artık mülk ve sahiplik iddiasında bulunacak kimse kalma­yınca, bütün mülk Bir ve Kahhar Allah Teâlâ’ya ait olmuş, mülkiyetteki ortak­lık kalkmıştır. O halde mümin bir nefs sahibi değildir ve dolayısıysa mülkiyette iddia da yoktur. Binaenaleyh gerçek anlamıyla mülk sahibi olduğunu iddia eden bir insan, mümin değildir; çünkü mümin nefsini satan kimsedir ve böyle iken mülkiyet iddiasında bulunacak kimse kalmamıştır. Çünkü iddia sahibi olan, mülkün gerçek sahibinin -ki Allah Teâlâ’dırsuretinde yaratılmış nefs idi.

Ey kardeşim! İmanı senden çekip alacak bir iddiada bulunma! Sa­na ait nefsini himaye etmeye de kalkma. Onu himaye etmeye kalkar­san, bari huzur ve -senin değilHakk’ın nefsi olduğu hakkındaki bir bilgiyle onu himaye etmelisin. Böyle yaparsan Rabbin seni ödüllendi­rir. Çünkü bu davranışınla doğru sözlü, (başkasını tercih etmek anla­mında) îsar derecesini tercih eden birisin. Allah Teâlâ katında bu derecenin gerektirdiği yüksekliği öğrenmiş olduğuna göre, ona göre amel etmeli­sin.

Bunu anlayınca, insanın iki yüzü (vech) olduğunu bilmelisin: Biri kendi zatına bakarken diğeri Rabbine bakar. Hangisine yönelirsen ötekinden uzak kalırsın. Bununla birlikte dikkatine sunacağım bir sır vardır, şöyle ki: Sen kendi yüzünü müşahedeye yöneldiğinde, celal ve ikram sahibi Rabbinin veçhinden habersiz kalırsın. Senin yüzün ise yok olucudur ve ona yöneldiğinde kendi yüzün senden fani olur, bu­lunduğun yerde bir garibe dönersin. Orada ürkerek kendisiyle ünsiyet edeceğin bir yüz aramaya başlar, ancak bulamazsın. Kendi yüzünü bı­rakıp Rabbinin yüzüne yöneldiğinde, O da sana yönelir ve O’ndan başka ünsiyet edeceğin ve göreceğin kimse kalmaz. Özel bir şekilde -ki her insanın buna sahip olması gerekirHakk’a yöneldiğinde ise bu yö­nelmeden önce seninle ünsiyet eden, oturan ve seninle sohbet edeni bulursun. O’na kavuşmakla sevinirsin. Bu kez ünsiyetin daha da büyür, önceki ünsiyeti hatırlarsın ve ünsiyetine ünsiyet katılır. O’nun katında kendi yüzünü (ve hakikatini) görürsün ve onu yitirmezsin. Böylece bir surette iki yüzü (hakikati) bir araya getirmiş olursun. İki yüz birleşmiş olduğu için, ünsiyet de bir olur, sevinç ve neşe çoğalır. Bu hal, iki hal arasındaki berzah halidir, çünkü iki ucu bir araya getirmiştir. Hâlbuki o ucu dünyada bir araya getiren ahirette bu nimetten mahrumdur. Mi­sal olarak münafığı verebiliriz. Münafık mümin ile kâfir arasında bir berzahtır. Uçlardan birine dönerse iki uçtan birisine yönelmiş olur ki o da küfür tarafıdır. Bu küfür, imandan bütünüyle soyutlanamaz, imana yönelirse bu kez berzah olmaz ve Allah Teâlâ’ya döndüğündeki durum gibi olur. Nitekim iki ucu bir araya getirmeden söz ederken bunu belirt­miştik.

Dünya hayatında nifak özelliğinden (yani iki ucu birleştirme iddi­asından) sakınmalısın, çünkü nifak yok edicidir. Ahiret çarşısında nifak yoktur, onu dünya hayatı ortaya çıkartır. Münafık ancak ince bir sır nedeniyle cezalandırılır ki, mümin âlimlerin çoğu onun farkında değil­dir. Hâlbuki Allah Teâlâ ‘kulak veren ve şahit olan kimse için83 bu sırra dikkat çekmiştir. Şöyle ki, Münafıklar dünyada iman edenlerle karşılaş­tıklarında, ‘iman ettik derler.Bu sözü gerçekte söylemiş olsalardı, hiç kuşkusuz said, yani Mutlu olurlardı. ‘Şeytanlarıyla baş başa kaldıkların­da biz sizinle beraberiz derler.’85 Bunu gerçekte söyleyip susmuş olsalar­dı, münafıklarla ilgili kınama onlara etki etmezdi. Onlar bu söze ‘Biz alay edicileriz’86 sözünü de eklemiş, yalancı olduklarına şahidik etmiş­lerdir. Öyleyse onlar ikrar ettikleri davranışları nedeniyle cezalandırıl­mışlardır; yoksa bir ekleme olmaksızın, nifakın suretinde kalmış olsa­lardı, Mutlu olacaklardı.

Bakınız! Allah Teâlâ onları cezalandırırken kendinden şöyle haber verir: ‘Allah Teâlâ onlarla alay eder.’87 Allah Teâlâ onları ‘Biz sizinle beraberiz88 sözleri ne­deniyle cezalandırmamış, bu münafıklığa eklemiş oldukları sözleri ne­deniyle cezalandırmıştır. Ekledikleri söz ‘biz alay ediyoruz89 ifadesidir. Allah Teâlâ sana münafığa verdiği cezayı ancak bir insanın nereden cezalan­dırıldığım anlaman için bildirmiştir ki sen de helak edici yerlerden uzak durabilesin! Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘İnsanları idare etmek sadakadır’ bu­yurur. Münafık iki tarafı gerçek anlamdan idare eder ve bu idareciliğe (başkasıyla alay etmek gibi) bir söz eklemezse, her ne olursa olsun faz­lanın semeresini devşirir. Bunun farkına varmalısın! Hiç kuşkusuz Kuran’ın sırlarından büyük birine dikkatini çektim. O sır son derece açık olduğu halde açıklığı kendisini gizler. Münafıkların suretlerine bak! Her münafığın ancak nifaka eklemiş olduğu sözü nedeniyle cezalandı­rıldığını ve buna karşı ona delil ortaya konulduğunu görürsün. Öyle olmasaydı, Araf ehliyle birlikte Araf ta haşredilir, halleri Araf ehlinin hali gibi olurdu. ‘Fakat Allah Teâlâ bir şeyi emrederse o yerine gelir.’90 Başkala­rını ‘idare eden’ mümin (bir yönüyle) münafıktır ve o hayır yapan ve kurtulan kimsedir. Böyle bir münafık iki yüzden birisiyle kaldığında, onunla birliğini gösterir ve yanında olmayan yüzü zikretmeye yönel­mez. Öteki yiize yöneldiğinde ise birincideki gibi öteki yüzle birlikte olur. Bâtını ise her iki halde Allah Teâlâ ile birliktedir, çünkü ilahi makam bu surettedir ve Allah Teâlâ kulları için iki surette (tecelli eder). Bu iki suret ne­deniyle Allah Teâlâ kendini tenzih ve teşbih etmiştir. Kâmil mümin de böy­ledir ve bu davranış kemalin ta kendisidir.

Söylediğime hiç bir şey eklemeden Allah Teâlâ’nın ahlakıyla ahlaklanmalısm! Allah Teâlâ Peygamberine yönelik ihsanı hakkında şöyle der: ‘Allah Teâlâ’nın rahmetiyle onlara yumuşak davrandın.m Yumuşaklık kanatları indirmek, idare etmek ve yönetmek demektir. Hakk’a bakı­nız! Kâfirliğine rağmen kâfiri rızıklandırır, cezalandırmadan ona müh­let tanır. Allah Teâlâ Hz. Musa ve Hz. Harun’a Firavun hakkında şöy­le der: ‘Ona yumuşak söz söyleyin.’92 Bu söz, idare etmenin ta kendisi­dir, çünkü bu durumda senin onunla beraber olduğunu zanneder.

Bu makamı zevk edip onunla birleştiğimde, hükümdar ve sultan­larla arkadaşlıklarım olmuştur. Allah Teâlâ’nın kullarından birisinin bir ihtiya­cını bir hükümdar nezdinde dile getirmem hep bu makamdan olmuş, ricada bulunduğum hususlarda hiçbir hükümdar beni reddetmemişti. Çünkü ben hükümdarın yanında bir insanın ihtiyacını dile getirmeye teşebbüs ettiğimde, hükümdarı şaşırtacak kadar kendisine nezaket ve zarafet gösteririm. Hükümdar öyle bir Hakk gelir ki, gördüğü menfaat nedeniyle artık ihtiyacı bizzat kendisi karşılamak ve yerine getirmek ister, gönül hoşluğuyla ve hırsla hemen o ihtiyacı yerine getirir. Ben de sanki hükümdarın o kişinin ihtiyacım yerine getirmekle ilgili ricasını kabul edip onun ricası yerine getirmiş gibi olurum. Halep valisi ezZahir bi-emrillah ile pek çok ihtiyaç konusunda konuşmuşumdur. Bir günde yüz seksen dileğimi yerine getirmişti. Daha fazla dilekte bulun­muş olsaydım, gönül hoşluğuyla hepsini yerine getirecekti. Bu güce sahip kişiden insanlar hükümdarlar nezdinde istifade eder. Binaenaleyh âlemde genel olarak kınanmış bir iş olmadığı gibi her bakımdan övül­müş bir iş de yoktur. Çünkü yönler ve hal karineleri işleri sınırlar, çün­kü asıl olan -mutlaklık değilsınırlanmadır. Çünkü varlık zarurede sı­nırlanmıştır. Bu nedenle delil, varlığa giren her şeyin sonlu olduğunu sana gösterir. Sahih anlamda mutlaklık, bütün suretlerle sınırlanabil­mesine rağmen bundan dolayı bir zararın kendisine ilişmediği kimseye döner. Böyle bir özellik, ‘idare etmek’ özelliğiyle nitelenenlerde ortaya çıkabilir. Gerçekte o aiıcak O’nunla beraberdir. Allah Teâlâ şöyle bu­yurur: ‘O her nerede olursanız sizinle beraberdir.’93 Ölçüsünü bilen ve onu hakkıyla yerine getiren için hallerin en üstünü budur. O birdir. Peki o bir nerededir?

Nifak nedir dersen, nifak

İyice incelersen, görürsün iş ona döner

Sen o halde iken bütünüyle Hakk’a yönelmiş olursun

Bağ güçlendiğinde, översin O’nu

Bir şeye itimat ettiğinde gerçekte

Bir düşünürsen, sen onun köküsün

Bize meçhul direk üzerinde                               .

Sen de ona itimat ettiğinde

Sen o direk ol ki, imam olasın

Sende uygun ceza zuhur etsin

‘Furkan’ ve ‘Kuran’ olması bakımından Kur’an-ı Kerim’i düşün­melisin! Kuran’ın bir mertebesi olduğu kadar Furkan’ın da mertebesi vardır. Her bir mertebede mertebenin Hakk ettiği duruma göre davran. Böyle yaparsan mertebeler seni över. Mertebeler Allah Teâlâ katında adil şahiderdir, çünkü onlar ancak doğru şahidik ederler. Sana nasihatimi yaptım, sen de ona göre amel et! Başarıya erdiren Allah Teâlâ’dır.

Şimdi bu menzilde yer alan ilimleri zikredelim: Bu menzildeki ilimlerden birisi gizli-ince bir bilgidir. Açık iken gizliliği nedeniyle far­kına varılmaz. Çünkü Allah Teâlâ’yı bilenler rahmetin kapsayıcılığını bilirken müminler onun genişliğini bilir. Bu genişlik ve kapsama rağmen bazı yerlerde onun bulunmadığın görürler. Fakat açık suretinin bulunma­dığı o mertebede de hüküm yine rahmete aittir. Bununla birlikte rah­met ancak var iken hüküm sahibi olabilir. Fakat rahmetin varlığı, ken­disi gizli olduğu için gizli hükmü açık olduğu için açıktır. Bu durum genellikle tıp sanatında ve cezaları uygulamada ortaya çıkar. Allah Teâlâ zina eden erkek ve kadının cezalarını uygulamada şöyle der: ‘Allah Teâlâ’nın dini hususunda merhamet sizi alıkoymasın.’w Bu ceza rahmetin onlara ulaş­masının ta kendisidir. Başka bir ifadeyle hadleri uygulamak, rahmetin bir hükmüdür. Hâlbuki rahmetin orada görünen varlığı yoktur. Tedavi de böyledir: Doktor kangren olmuş bir kişinin ayağını kestiğinde ger­çekte ona merhamet etmiştir; ayağını kesmeseydi ölürdü. Öyleyse bu­rada rahmetin hükmü, ayağın kesilmesine bağlıyken rahmet açıkta gö­zükmez. O halde rahmetin suretiyle birlikte kendisinde gözüktüğü bir yeri olduğu kadar hükmüyle gözüktüğü bir yeri daha vardır. Bununla birlikte rahmetin o yerden çekip alındığı zannedilir ki, gerçek öyle de­ğildir. Bu konuda Allah Teâlâ’nın basiretini nurlandırdığı kimselerden başka­ları için şcr’i hükümlerde bir kapalılık vardır. Haksız yere birisini öldü­renin kalbinden Allah Teâlâ maktûl hakkında rahmeti çekip almıştır. O kişi haksız yere öldürürken rahmetin hükmü altındadır ve böylece rahme­tin hükmü katilde de kalmayı sürdürür. Bu nedenle kişinin kaderi ister ölsün ister yaralansın ilahi iradeye kalmıştır (öldüren Allah Teâlâ’dır). Binae­naleyh katil kâfir olabilir ve sonra müslüman olur. Bu durumda rahmet onda suretiyle ortaya çıkar. Öyleyse rahmet suretiyle bulunduğu yerde hükmüyle de bulunurken bazen hükümle bulunurken suretiyle gö­zükmez.

Bu menzilde garip bir bilgi vardır. O bilgi Hakk’ın âlemin kendi­sinden uzaklaşmasıyla sınırlanmasının bilgisidir. Bununla birlikte âlem O’nun kabzası, otoritesi ve mülkünün altındadır. Bu menzilde Allah Teâlâ’ya çağırmada siyaset ilmi bulunur. Çünkü davetçiden O’nun sureti davet edilenin suretinin değişmesiyle değişir. Bazı kimseler vardır ki, katı ve zorlayıcı bir şekilde davet ederler; bir kısmı yumuşak ve şefkade davet eder. Ademoğullarına karşı alman ilahi ahdin genelliği bu menzilden öğrenilir. Duyusal, hayali ve aidi olarak, ilahi yaratılışın üçlü yapısıyla birlikte melekûtta dolaşmak bu menzilde öğrenilir. Çünkü insanın ya­ratılışı karışımlardan meydana gelmiştir ve bu yönüyle insan mevsimle­riyle birlikte seneye benzer. Zaman senedeki mevsimlerle birlikte ke­maline ulaşır ve dönüş tamamlanır. Binaenaleyh insan karışımları ba­kımından bir sene olduğu kadar zaman demek olan Dehr’in ta kendi­sidir. İnsan bu üç yapısından birisiyle veya hepsiyle veya bir kısmıyla birlikte melekûtta dolaşır. Duyusuyla dolaşması keşif demektir veya aklıyla dolaşır ki bu da onun fikir ve tefekkür halidir. Veya insan haya­liyle dolaşır. Sene on iki aydır ve seneye benzeyen bu yapının her haki­kati senenin üçte birinin sahibidir. Öyleyse o dörtlemede üçleme sahibi olduğu kadar üçlemede de dördeme sahibidir. Onun dörtlemedeki üç­lemesine gelirsek, bu üçleme insanın zikrettiğimiz üç kısmıdır; duyu, hayal ve akıl. Bunlar dört karışımdandırlar. Üçlemedeki dördemeye gelirsek, bu da üç karışımın her birisinde kemaliyle bulunmasıdır. Bun­lar, dört tanedir. Bu dördemenin duyuda bir etkisi olduğu kadar ha­yalde ve akılda etkisi vardır. Bunun farkına ancak nefislerindeki ayederi inceleyen ‘huzur ehli’ varabilir.

Bu menzilde (kendisini öldürmede) Allah Teâlâ ile yarışanın bilgisizliği öğrenilir. Bu konudaki delilimiz ‘Kulum kendini öldürme hususunda benimle yarıştı’ hadisidir. Böyle bir bağlamda yorumlanabilecek bir söz ise, (felsefeyi) ‘imkân ölçüşünce Allah Teâlâ’ya benzemek’ diye tanımlayan filozofların sözüdür. Onlara göre böyle bir durumun gerçekleşmesi (insanın ulaşabileceği) kemal demektir. Bize göre ise, böyle bir iddia cehaletin ta kendisidir. Başka bir ifadeyle bana ait olan bir şeyle Halele’a ait olan bir hususta yarışmam cehaletin ta kendisidir. Çünkü kendisin­den ait bir hususta Hakk’ı geçmen imkânsızıdır. Bir şey kendini geçe­mez. Dolayısıyla bana ait olan bir özellikle O’nunla yarışmam imkân­sızdır. Çünkü ortada kendisine doğru yarışılacak bir gaye yoktur. Böy­le bir durumda insan çalışılmayacak bir işte çalışmış, arzulanmayacak bir şeyi arzulamış sayılır. Kim bu durumdaysa, kendi hakkında bilgi sahibi ise, onun cehaleti aşikârdır. İlahi maddede gerçekleşen ilahi bil­dirim bu menzilden öğrenilir. Acaba neyle gerçekleşir? Bu bildirimden duyanların kulaklarına ulaşan nedir? Acaba her kulağa bir tarzda mı ulaşır, yoksa bildirimi duymada kulaklar farklı mıdır? Sınıf farklılıkla­rına göre, yaratıklara farklı davranmak, bu menzilden öğrenilir. Onları mutsuz edecek şekilde değil, senden Mutlu edecek şekilde davranmanı söylüyorum. Bu değerli bir bilgidir. Ona ulaşmak zor, ölçüsü ince, te­razisi meçhuldür. Onun sahibi keşfe muhtaçtır ve ancak bu keşifle bu bilgiyi elde edebilir. Ecel sahiplerinin ecelleri sona erdiğinde, hakların­da nasıl hüküm verilir? Bitimden sonra belirli bir süreye kadar ertele­nirler mi yoksa kendisine ulaştıktan sonra başka bir ecelleri yok mu­dur?

Bu menzilde sahih şardar ile sahih olmayan şardarın bilgisi öğre­nilir. Eman vermek ve emanın kime verileceği bu menzilden öğrenilir. Bu hüküm sahibinin halleri bilmesi gerekir. İnsanların ahlaklarında farklı olması ve bu konuda övülen ve kınanan hususlar bu menzilden öğrenilir. Meleklerin Allah Teâlâ hakkında insanların bilmediği hususları bilmeleri bu menzilden öğrenilir. İnsanlar beşeriliklerinden soyudanıp doğanın üzerindeki etkisinden kurtulmadan o bilgiye sahip olamazlar. Bu soyutlanmayla kendisine üflenilmiş ruhun dışındaki her şeyden so­yutlanır ve bu durumda meleklerin bildiği şekilde Allah Teâlâ’yı bilir. Böyle bir insan rabbine meleklerin ibadet ettiği gibi ibadet eder. Allah Teâlâ’yı me­leklerin bildiği gibi bildiğini iddia edende bulunması gereken alamet bu soyudanmadır. Bu alamet olmaksızın o bilginin bulunduğunu iddia ederse, bu iddia yalan ve iftiradır. Çünkü meleklerin Allah Teâlâ hakkında bütün sınıfı kuşatan bir bilgileri olduğu kadar her meleğe özgü olup başka birine ait olamayacak bilgileri de vardır. Biz bu iddiasında ancak genel bilgiyi ona sorabiliriz. Söz konusu alamet, tarafımızdan ‘zevk’ yoluyla bilinir, fakat kendisine ulaşmamış yalancı-iddiacı biri tarafın­dan herhangi bir vakit ortaya konulmasın diye söylenmez. Bu nedenle bu ve benzeri halleri gizlememizi Allah Teâlâ bize emretmiştir.

Allah Teâlâ’yı bilenlerin -farklı tabakalarına göredelilleri bu menzilden öğrenilir. Çünkü onlar Allah Teâlâ’yı bilmede tabaka tabakadır. Nefislerin hastalıklarının ve illeüerinin ortadan kalkması bu menzilde öğrenilir. Allah Teâlâ’nın huzuruna girme adabı bu menzilden öğrenilir. -Zikretmek üzere değilmüşahede etmek üzere Allah Teâlâ ile birlikte oturanın durumu bu menzilden öğrenilir. Çünkü Allah Teâlâ’yı zikredenler O’nunla oturanlar­dır. Onlar gerçekte kendisini zikrettikleri isim yönünden Allah Teâlâ’yı zikre­denlerdir. Bu husus, insanların çoğunun bilmediği bir meseledir. Bu menzilde rıza rahmetinin, ihsan rahmetinin ve farklı rahmet (rahmutiyet) türlerinin kazandırdıkları öğrenilir.

Nimetin sabit olması bu menzilden öğrenilir. Acaba nimet sürekli midir, yoksa içinde nimetin veya başka bir şeyin bulunmadığı bir hal onu bozar mı? Allah Teâlâ katında ücretlerin tafsilleri ve neye göre ayrıştıkla­rı bu menzilden öğrenilir. Her sevgide içkin olan ilah sevgi bu menzil­de öğrenilir. Onu müşahede edenin bilgisinin ve makamının mahiyeti nedir? Bunu bilmeyenlerle bilen bir midir, değil midir? İtimat edilen şeyler bu menzilde öğrenilir. Onlardan gerekli olanlar ve olmayanlar nelerdir? Sekineler bu menzilden öğrenilir. Acaba onları bir durum birleştirir mi? Misal olarak şahıslarıyla birlikte insanlığın durumunu verebiliriz. Veya her türde ötekinin aynı olmayan bir sekine türü mü vardır? Dönülenin halinin değişmesi nedeniyle Hakk’ın dönüşündeki çeşidenme bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ ile zengin olanların zenginlik­teki dereceleri bu menzilden öğrenilir. Doğanın kirlenmesini ve necis olmasını gerektiren sebep bizzat kendisiyken ondan meydana gelen şey bu menzilden öğrenilir? Acaba bu durumun ilahi bilgide dayanacağı bir aslı var mıdır? Misal olarak kulların fiillerinden kınanânlar veya kö­tü ahlakı verebiliriz. Bununla birlikte onun tecellinin gerçekleştiği bir suret olduğunu bilirsin.

Bazı ilahi nispederin ötekilerden üstünlüğü hakkındaki ilahi ilim­ler bu menzilden öğrenilir. Alemin bir kısmının ötekilerden üstünlüğü bu ilkeden ortaya çıkar. Çünkü âlemde ilahi bir emre -ki her ne olursa olsun o Hakk’ın bir niteliğidirdayanmayan hiçbir şey yoktur. Allah Teâlâ’ya izafe edilmesi gereken şey ile izafe edilmesi gerekmeyenler bu menzil­den öğrenilir. Rabliğin âleme yayılması, bu menzilden öğrenilir. Bu durum, Allah Teâlâ’nın dışında ibadet edilenlere de yayılır. İlimlerden sak­lanması gereken veya ifşa edilmesi gerekenler bu menzilde öğrenilir. Saklanmaması gereken ve ifşa edilmesi gereken ilimler bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ’nın zamandan kendine seçtiği saat, gün, gece ve aylar bu menzilde öğrenilir. Bu mesele Dehr’in kendiliğinde derecelenmesini bilmek demektir. Dehr’in aslı nedir? Allah Teâlâ’nın ‘Dehr’ diye isimlendirilmesinin nedeni nedir? Dehr yokken de bu isim ezeli olarak Allah Teâlâ için sabitti. Acaba zaman bu isim nedeniyle mi ‘dehr’ diye isimlendirilmiş­tir? Yoksa Allah Teâlâ kendisine dehr denilen bir şey yaratacağını bildiği için mi kendisini böyle isimlendirmiştir? Allah Teâlâ sürekli yaratıcı ve gelecekte de yaratandır. Alemde zamanın hükmü sona erer mi, ermez mi? Felek­lerin zamandaki hareketlerinin payı nedir? Muduluğuna çağrıldığı hal­de icabetten geri duranın hali bu menzilden öğrenilir. Bununla birlikte o kişi Hakk’a davet edildiğini de bilir. İlahi yardım sebepleri bu men­zilden öğrenilir. Hakk’ın sevmesi bu menzilden öğrenilir. Meydan okumaya davetin sebebi bu menzilden öğrenilir. Bununla birlikte kişi tartışmaya davet edilse bile susturulacağım da bilir. Bilindiği gibi daha güçlü olan galip gelir ve hakikat kuvvet sahibidir. Buna mukabil heva baskın gelir ve bazen hâkim olur. Acaba hevanın hakikate baskın gel­mesi hakikatten nasibi ölçüsünde mi gerçekleşir? Böyleyse hakikate (ve Hakk’a) ancak Hakk galip gelmiş demektir. İmamın -kendilerinden bir konuda bilgi almak için değilkarşı delil ortaya koymak üzere arkadaş­larını sınaması bu menzilden öğrenilir. Kulun kendisine ulaştığı her halde veya kulun kendinde halden Hakk girdiği durumlarda söylenmesi gerenler bu menzilden öğrenilir. Yok edici daireler bu menzilden öğ­renilir. Onların mahiyeti nedir? Oluşta etkilerini ortaya çıkartan sebep­ler nelerdir? Halis ameli kabulden alıkoyan sebep bu menzilden öğre­nilir. Böylece insan çalışılmayacak bir işte çalışmış sayılır. Nimetlerin kullar hakkında taksimi bu menzilden öğrenilir. Onlar kulların ellerin­dedir ve gerçekte saklamadan başka nimetlerde onların payları yoktur. Hâlbuki nimetlerden sorguya çekileceklerdir.

Bütün söz sahiplerine kulak verme bu menzilden öğrenilir. Söz dinleyene etki etmezse, faydası nedir? Kişi dinlediğinden hızla etkileni­yorsa, akla göre onun kötü söz söyleyene kulak vermemesi gerekir. İnsanlara göre Allah Teâlâ’nın isimlerinin değişmesi, bu menzilden öğrenilir. Hâlbuki maksat tektir. Bir türün şahıslarının düşmanlığının sebebi ile farklı türlerin dostluğunu sağlayan sebep bu menzilden öğrenilir. Bu­nunla birlikte o türleri bir cins birleştirir. Kader ve onun ilahi nitelik­lerdeki dayanağı, bu menzilden öğrenilir. Acaba o bir aldatmadır, değil midir? Hakk’ın kovmasının sebepleri bu menzilden öğrenilir. Hepsi Allah Teâlâ’nın avucunda olduğu halde, kovulma neyden ve neye doğru ger­çekleşir? ‘Allah Teâlâ’dan uzaklık’ ne demektir? Bu menzilde menzillerin ka­lıplara indirilmiş olması öğrenilir. Acaba suretlere hangi manayla indi­rilirler? Hâlbuki gerçekte olduğu gibi manalar inmez. Hakkında orta­dan kalktığı kimse adına, yükümlülüğün ortadan kalkma sebepleri bu menzilden öğrenilir. Çünkü yükümlülüğün âlemden kalkması imkânsı­zıdır; kalksaydı âlem kemal derecesinden uzaklaşmış olurdu. Hâlbuki âlem mertebe itibarıyla kâmildir. Türün şahısları nedeniyle ilaveyi ka­bul etseydi, onlardan dolayı eksiklikle nitelenmezdi. Sahibi emir kipin­de geldiği halde akdini bozduğunda, tekfiri gerektirmeyen hususlar bu menzilden öğrenilir. Bu mesele, fakihlerin aşina olmadıkları ve aksine fetva verdikleri bir meseledir. Allah Teâlâ katmda iyi ahlak oldukları halde kötü ahlak sayılan şeyler nelerdir!1 Hakk’ın kendisine yakın kulunun isteğini yerine getirmeyişi bu menzilden öğrenilir. Misal olarak Allah Teâlâ’nın ‘Onlar için yetmiş kez bağışlanma dilesen, Allah Teâlâ onları bağışlamayacaktır,K ayetini vb. verebiliriz. Biat edip biatin sabit olmasından sonra imama (devlet başkanı) itaat etmeyenin hükmü bu menzilden öğrenilir. One geçenin ve arda kalanın durumu bu menzilden öğreni­lir. Kötülük, hayır ve imanın hükmü bu menzilden öğrenilir. Cüzî ne­fisler bu menzilden öğrenilir. Hakk’a yakınların özellikleri bu menzil­den öğrenilir. Dalalet ve hidayet bu menzilden öğrenilir. Birin çok ye­rini alması bu menzilden öğrenilir.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar