Politikada Nükte /Nejat Muallimoğlu 6
Sıhhatli bir hayatı devam
ettirebilmek ve hayattan devamlıca zevk alabilmek için siz bana, derin ve her
zaman hazır bir hümor hissi verin. İlâhi Kudrete inanmaktan sonra en iyi şey
odur.
Derin bir anlayışla
tavlanmış, sağlam bir iradenin rehberliğinde spontane kullanılabilen derin ve
zengin bir hümor hissi, entellektüel kudretin nadir tezahürlerinden biridir.
G.P. Cheever
Hayvanlar arasında yalnız
insanın gülebilmesinin sebebi var. Derin ıstırap çeken sadece insan olduğu
için, gülmeyi icad etmek zorunda kaldı.
Nietzsche
Nükte, çok defa derin
acıları saklamak uğrunda bir gayrettir.
George Sand
rp arihimizin büyük simalarından ve Tanzimatı
yaratan ruh ve kafalardan sonuncusu Keçecizade Fuad Paşa, kendisini ve
Tanzimatın diğer iki kurucusu ve yaşatıcısını şöyle tarif etmişti:
Bir ırmak kenarına vardığımızı düşünün. Tasavvur ediniz
ki, bu ırmağın üzerinde mukavemetini bilmediğimiz bir de köprü
var. Ben, hiç düşünmeden köprüyü geçmek isterim. Ali Paşa, sağlam olup
olmadığını tetkike başlar, derenin daha emin bir
yerinde geçit verip vermediğini tahkike girişir. Reşit Paşa
ise, üzerinden bir tabur asker geçirdikten sonra ayağını atar.
Resmi hayata nükte ve zarafeti sokan, her zaman hazır ve
yerinde nükteleriyle muhataplarını başlan önünde düşünmeğe veya susmağa
sevkeden Fuad Paşa, hemen hemen istisnasız bütün Avrupa devlet adamlarının
hürmet beslediği büyük bir Türk'tü. Fransa İmparatoru Üçüncü Napoleon Fuad
Paşadan şu kelimelerle bahsetti: "Hiç bir mevzu yoktur ki, onu, Fuad Paşa
kadar zarif ve veciz anlatabilen bir diplomat dünyanın başka bir yerinde bulunsun."
Fuad Paşanın Fransızcası fevkalade idi.
Üçüncü Napole- on'un meşhur başvekili Compte de Montauban, Fuad Paşa hakkında
şunları söyledi:
Corneille kadar haşmetli, Racinne kadar
zarif, Moliere kadar nüktedan.... Onun yanında Fransızca konuşmaktan âdeta sıkılıyorum.
Bir hatâmı zarif bir nükte ile hatırlatacakmış gibi geliyor.
Sultan Abdülaziz, Fuad Paşadan hoşlanmazdı. Avrupa seyahati
boyunca da Hariciye Nazırına zaman zaman sinirlendi, kızdı. Daha Avrupa'ya
ayak basmadan, Padişahın, "geriye dön" emrine, kafasını kaybetmek
bahasına dahi olsa karşı koymuştu.
Sultan Aziz ve maiyetindekileri Fransa'ya
götüren Sultaniye vapuru Toulen açıklarına geldiği vakit, Üçüncü Napoleon,
azametli Osmanlı İmparatoruna kendi satvet ve şevketini göstermek üzere, limana
eski ve yeni yüz parça harp gemisi toplattı. Bu donanmanın yeri göğü karıştıran
selam topları Sultaniye’yi sarstığından Padişah sinirlendi ve Fransız toprağına ayak
basmadan İstanbul'a avdet için emir verdi. Fuad Paşa, niyazın fayda
vermediğini görünce, vatan ve milletin selametini Padişahın irade ve arzusundan
önde tuttuğunu göstererek, inanılmaz bir cesaretle şunları söyledi:
Efendimiz, ecdadı hümayununuzun ne kadar külfet ve meşakkatler
içinde ve ne kadar mezahim ve mehaliki göze alarak Avrupa topraklarına
girdiklerini bir kere daha tahattur buyurunuz. Zat-ı Şâhaneniz hiç bir zahmet
ihtiyar etmeden bütün medeniyet cihanının tâzimleriyle selâmlanıyorsunuz.
Avdet emrini, kulunuzu geminin seren direğine astırmak emrinden sonra verebilirsiniz,
Efendimiz.
Hariciye
Nazırının bu kesin cevabı üzerine Padişah sesini çıkamadı. Fakat Fuad Paşanın
ardından Başmabeynci Namık Paşazade Cemil Paşaya dedi ki: "Bunlar hep
Fuad' ın münasebetsizliğidir. İstanbul'da ben ona gösteririm."
Fakat aynı Sultan Aziz, Londra'da Osmanlı Bankasının
verdiği ziyafette, İngiltere hükümet ve kraliyet ailesinin Fuad Paşanın nutkunu
nasıl hayranlıkla dinlediklerini ve kendisini nutkun sonunda ayakta
alkışladıklarını gördükten sonra, Başyaver Halil Paşanın anlattığına göre, o
gece oğlu şehzade Yusuf İzzettin Efendiyi yanına çağırarak şunları
söyleyecekti:
Bak oğlum, gördün mü? Fuad Paşa kulumuz bu gece bizim tâc
ve tahtımız üzerinde güneş gibi parladı. Frenkler dahi konuşmasını hayran
dinliyorlardı. Dünya yüzünde ilm-ü irfan gibi haslet olamaz. Göreyim seni,
cümlesini öğrenesin. Saraya avdette tahsilini yeniden tanzim edelim. Seyahat
esnasında gördüklerini hatırda tut da, Valide Sultan Hazretlerine nakleyle.
Fuad Paşa, fikirlerini, kim olurlarsa olsunlar, çekinmeden
söyleyen medeni ve zarif bir insandı. Avrupa dönüşü Sultan Aziz, kırk yedi gün
süren seyahatinin tesirinde idi. Fuat Paşaya, "Frenklerin bizden
ileri" olmalarının sebebini sorduğu vakit, günlerdir bu suali bekleyen
Hariciye Nazırı büyük bir cesaretle dedi ki:
Haşmetmeâb, Memâlik-i Şahaneniz Avrupa’nın sahip olduğu
tabii zenginliklerden kat kat üstündür. Türkiye halkı daha zeki, daha vefakâr,
sabırlı, merttir, Avrupalıların sahip oldukları meziyetlere sahiptir. Yalnız
bizim halkımız maariften mahrumdur, ümmidir; çalışma imkânı bulamıyor, imar ve
umran mahrumuyuz. Bunlardan kurtulabilmek İçin takip edilecek en doğru yol,
ancak meşveretle, tebea-i şâhaneleri içinden en lâyık olanlarını bir meclis
halinde toplayıp onlara selâhiyet ve mesuliyet vermekle olur. Avrupa'nın
terakkisi, memleket içindeki idare tarzı ne olursa olsun, bu temelden ilham
almasında ve ilim-irfana kıymet vermesindedir. İlk yapılacak şey, bütçe muvazenesi
ve israfın men'idir. Devlet, imar ve ıslahata ancak bu suretle muktedir
olabilir.
Fuad Paşa, Padişaha söylediklerini İstanbul'a dönünce
Sadrazam Ali Paşaya da anlattı. Hariciye Nazırı, hazine açığının kapatılması
için eldeki bütün altın ve gümüşlerin darphaneye gönderilerek para haline
getirilmesini, borçların faizlerinin ödenmesini, başlatılan demiryollarının
tamamlanmasını, yeni mektepler açılmasını istiyordu. Fakat bu hamiyet ve
feragat yarışı, ancak Padişahın liderliğinde başarılı olabilirdi. Ali Paşa'nın
devletin ilk resmi Fransızca gazetesi La Turqu.ie'yi çıkarası için
İstanbul'a getirdiği Charles Mismaire, Soirees de Constantinople (İstanbul
Geceleri) adlı eserinde şunları anlatır:
Rüsumat [Gümrük] Nazırı Kâni Paşadan
dinlemiştim: Sultan Aziz'in israflarına karşı çıkılması Nazırlar Meclisinde kararlaştırılır,
ama Padişaha gerekli tedbirleri kim söyleyecektir? O gün Ali ve Fuad Paşalar
beraberce Saraya giderler. Sultan Aziz, Harem-i Hümâyunun para sıkıntısı içinde
olduğundan söz edince, Fuad Paşa şöyle der:
“Şevketmeâb, büyük amcanız şehid Sultan Selim Han, Hazine boş, ve Ordu
ve Donanmay-ı Hümâyunu için akçe şart olunca, Saraydaki altın ve mücevherleri
darphaneye göndermişti. Bugünkü şartlar daha ağırdır. Fedakarlık nümûnesi
mülk-ü milletin sahibinden gelecektir."
Az^netli ve aşırı alıngan Sultan Aziz
kaşlarını çatar:
"Yâni Paşa, Sultanların su içtikleri
altın tasları darphaneye gönderip onlara bakır tas mı verelim dersin... ’’
Fuad Paşa hiç çekinmeden şu şahane cevabı
verir:
“Padişahım, maazallah bir inhilâl olup da, ortamızda Zat-ı
Melûkâneleri, çaresiz ve perişan, Konya ovalarına doğru çekilirken, hanım
Sultanlar bu altın taslarla ayrılık çeşmesinden su mu içecekler?"
Fuad Pasa toksözlüğünü ve nüktelerini babasından tevarüs
etmişti. Keçecizâde İzzet Molla C1785-1829), sadece ünlü bir Divan şairi değil, İkinci Mahmud
devrinin mümtaz şah- siyetlerindendi. Doğru bildiği yoldan ayrılmaz, sözlerini
sakınmazdı. Bu yüzden defalarla sürülmüş, ölüm tehlikeleri anlatmıştı. Charles
Mismaire, Fuad Paşanın babası için de şunları söyler:
"Yaşlı Osmanlı vezirleri, Keçecizâde İzzet Molla'nın
adı geçtiği zaman gözleri nemleniyor, rahmet okuyorlardı. Dinledim ki, bu
cesur adam, 1826-1827 Osmanlı-Rus harbinin açılmasına karşı çıkabilen ve bunu
Padişahın huzurunda söyleyebilen tek adam imiş. Bu yüzden sürülmüş, hatta bir
rivayete göre de zehirlenerek öldürülmüş. Çünkü o devirde Saraya hâkim olan
meşhur Hâlet Efendi, kendi fikirlerinden gayrı düşünce sahiplerini istisnasız
yokedermiş."
Keçezâde İzzet Molla, Avrupa'da kuvvetli bir devlet halini
alan Prusya ile ittifak yapılmadan, Rusya'ya harp ilân edilmesinin kötü
neticeler vereceğine inanıyordu. Bu hususta bir lâyiha da hazırlamış, Sultana
takdim etmişti. Sultan Mahmud ise harp taraftarı idi. Meclis-i Has harp
hazırlıklarını görüşürken huzurda Kızlar Ağası da vardı. Müzakerelerin
hararetli bir safhasında Kızlar Ağası yerinden fırlayarak Padişaha dedi ki:
"Şevketmeâb, neden gam çekersiniz? O Rus çarının Boğazlardan
geçmesinden mi endişe edersiniz? Vaktiyle ona o tacı senin ceddin ihsan
etmemişler miydi? Elçi gönderip tahtını neden geri almazsınız?"
Cahil Arabın bu sözleri üzerine İzzet Molla ellerini açtı,
yavaş sesle bir şeyler mırıldanmağa başladı. Padişah, Ağanın kendi cehaletini
ortaya koyan sözlerinin uyandırdığı havayı değişti^ek için, İzzet Mollaya hitap
etti: "Efendi, dua mı ediyorsun?"
Keçecizâde İzzet Molla gülümseyerek, "Evet, Haşmetme-
âb," cevabı verdi, "bir gece rahat uyku uyuyabilmek için Ağa
hazretlerinin aklını bana ihsan etmesi için Cenab-ı Hak'ka yalvarıyorum."
Zeki Padişah bu cevaptaki nükteyi kavramış, o
da gü- lümsemişti. Fakat söylenir ki, bu medeni cesaretin sonu, İzzet Molla'nın
Sivas'a sürülmesi oldu. (İzzet Molla Sıvas- ta öldü.)
Fuad Paşa, İzzet Mollanın dört oğlundan en büyüğü idi.
Diğerlerinin adları Reşat, Murat ve Sedat'ı. Sultan Mah- mud bir gün
Keçecizadeye, bir oğlu daha olursa ne isim koyacağını sorunca, ikincisi şu
cevabı verdi: "Allahtan imdat!”
Sultan Mahmud yine bir gün İzzet Molla'ya, "Molla, Ye-
sarizade ile hiç ayrılmıyorsunuz," dedi. "Bu ne kadar münasebet!”
İzzet Molla şu cevabı verdi: "Efendimiz, Yesarizade
dainiz yazı yazar, kulunuz da biraz ders gördüm. İkimiz yan yana gelince
okur-yazar bir adam oluruz da onun için biribiri- mizden ayrılamıyoruz.”
İzzet
Molla, davetleri, yanına çocuk çıkarılmamak, yemekte ısrar edilmemek,
odada yer tayin olunmamak şar- tıyle kabul ederdi. Sebebi sorulduğunda verdiği
cevap şu:
"Bir çocuk getirip, 'Öp amcanın elini!' derler. Çocuk
da, kim bilir nelere bulanmış eliyle elimi tutar, sümüklerini akıta akıta öper.
Yemekte and verirler, se^nediğim veya hazmedemeyeceğim yemekleri yedirirler.
Sonra, 'Siz şuraya buyurun,' diye münasebetsiz bir yere veya hoşlanmadığım
birinin yanına oturturlar."
Fransızcadan Osmanlıcaya meşhur bir lügat yazan, Arap ve
Acem edebiyatına vukufuyle tanınmış Fenerli Hançerli Bey, bir gün İzzet
Molla'nın huzurunda ulûmu Arabiyeden bahsetti. Mecliste hazır bulunan ve
ilimden nasibedar olmadığı halde ilim kisvesi giyen biri, İzzet Molla'ya dönerek,
"Canım, bu zatın bu kadar ilim ve fazlı var da niçin Müslüman olmuyor?”
deyince, İzzet Molla hemen cevap verir: "Sen şu cehlinle niye tanassur
etmiyorsun IHırısti- yan olmuyorsun]?"
Keçecizade
İzzet Molla iri yarı bir adamdı. Bir gün Fatih camiinde teravih n^nazı
kılıyor, imam, acele kıldırdığı için de nefes nefese kalkıp oturuyordu. Namazın
ortalarında elinde fener biri geldi. İmamın selam verdiğini görünce,
"Eyvah, yetişemedim-" diye hayıflandı. Bunu duyan İzzet Molla,
"Biz," dedi, "içindeyken yetişemiyoruz, a birader!"
Şair geçinenlerden biri "şiir" diye karaladığı
saçma sapan şeyleri İzzet Mollaya göndererek fikrini almak istedi. Abuk sabuk
mısralara şöyle bir göz atan İzzet Molla, adamın uşağına, "Beyefendiye
benden selam söyleyin," dedi. "Şöyle biraz perhiz etsin."
Mollanın tavsiyesindeki inceliği sezemeyerek kalem perhizini,
mide perhizi sanan ve bir müddet sade suya çorba ile karın doyuran sözde şair,
müsveddeleri yeniden yazıp uşağıyle tekrar gönderdi. İzzet Molla bir göz
attıktan sonra, gülümseyerek, "Beyefendiye söyleyin. perhiz etsin!"
dedi.
Uşak, "Aman efendim, beyefendinin perhiz ede ede kımıldayacak
hali kalmadı," deyince, İzzet Molla kendini tutamaz: "Perhiz ediyor
da, bu herzeleri kim ortaya çıkarıyor öyleyse?"
Keçecizade İzzet Molla'nın, bilhassa
günümüzün Türkiye'sinde hayatiyetinden zerresini kaybetmeyen ünlü beyitlerinden
bir tanesi şu:
Meşhurdur ki fisk ile
olmaz cihan harap,
Eyler onu müdâhene-i aliman harap.
(Dünya, yasak edilmiş kötülüklerin
işlenmesiyle yıkılmaz. Alemi mahveden alimlerin iki yüzlülükleri, kötülükler
karşısında seslerini çıkarmamalarıdır.)
Fuad Paşa, babasının bı sözüne hayatı boyunca
sadık kaldı. Defalarla azledildi, evinde hapsedildi, fakat inandığı yoldan
şaşmadı. Gelmiş geçmiş hariciye vekilleri arasında en iyilerinden olan Fuad
Paşa, devlet hizmetinde süratle yükseldi, kendisine tevdi edilen vazifeleri
başarı ile yerine getirdi. Tıphane adı ile açılan hekimlik mektebine girdi, iyi
bir eğitim gördü. Tıbbiyenin ilk talebelerindendir. O zamanlar hekimlik dili
Latince olduğundan, bütün eski hekimlerimiz gibi, Fuad Efendi de Latince ve
Fransızcayı iyi öğrendi. Mektebi bitirince Tophane hekimi tayin edildi ve hekim
sıfatıyle Çengeloğlu Tahir Paşanın maiyetinde Trablus seferine gitti. Üç yıl
sonra döndüğü vakit hekimliği bıraktı ve siyasi mesleğe intisap ederek, 1837
de Babıali tercüme kalemine girdi. Büyük Reşit Paşa, o zaman efendi olan Ali Paşa
gibi, onu da takdir etti, 1838 de birinci mütercim ve başkatip olarak Londra
elçiliğine gönderdi. Fu- ad Paşa 1844 te Madrit muvakkat elçisi oldu ve ertesi
sene İstanbul'a getirilerek Divanı Hümayun tercümanı ve 1845 te de Ametçi
(saray ile hükümet arasındaki haberleşmeye bakan dairenin başı) yapıldı. Bu
sırada Avrupa'da başgös- teren milliyetçi ayaklanmaları Tuna bölgelerine de
yayılmış ve Eflâk'a bir Rus ordusu girmişti. Fuad Paşa bir hal çaresi bulmak
üzere Bükreş'e gönderildi (1848) Ertesi yıl fevkalade elçilik payesiyle
Petesburg'a Rus çarına gönderilen Fuat Efendi, Ruslarla münasebetlerin
düzeltilmesini sağladı ve bu hizmetinden ötürü de Babıali, "bâlâ"
rütbesiyle sadaret müsteşarlığına tayin etti. Ertesi yıl ( 1850) İstanbul'a
dönen Fuad Efendiye imtiyaz nişanı da verildi.
Bir müddet Bursa'da kalan Fuad Efendi, Cevdet
Efendi (Paşa) ile birlikte Kavaid-i
Osmaniye (Osmanhca Kaideleri) adlı gr^ner
kitabını yazdı; Şirketi Hayriye'nin tüzük tasarısını kaleme aldı. Bursadan
dönüşünde, o sırada kurulan Encümeni Daniş'e sadaret müsteşarı sıfatıyle üye
tayin edildi. Fuat Paşayı daha sonra biribiri ardından Hariciye nazırlığında
ve iki kere de sadrazamlıkta görüyoruz.
•
Sadrazam
Reşit Paşa, Mısır'la olan münasebetlerin düzeltilmesi için, Fuat Efendiyi
Mısır'a gönderdi. Fuat Efendi de, orada kaldığı üç buçuk ay içinde Mısır'ın,
60,000 kese olan yıllık vergisini 80,000 keseye çıkarttı. Döndüğü vakit
(Ağustos, 1852) Hariciye nazırlığına getirildi.
•
Fuad
Paşanın prensiplere olan sadakatini bu ilk hariciye nazırlığında
görüyoruz. O yıllarda "Mukaddes Makamlar meselesi" had bir şekil
almıştı. Ruslar, Fuad Paşanın bu konuda Fransızların tarafını tuttuğunu iddia
ediyorlardı. Meseleyi görüşmek üzere İstanbul'a gelen Prens Menşikov doğruca
sadrazamı ziyaret edince, Fuad Paşa da hariciye nazırlığından istifa etti.
Babıali, Menşikov'un isteklerini reddetti ve Rusya'ya harp ilan
etti (1853)
•
Bu
harpten yararlanarak Yanya üzerine yürüyen Yunan çete kuvvetlerini bastırmak
görevi Fuad Paşaya verildi (1854). "Mora Seraskerliği" ünvanı ile
asileri tenkil eden Fuad Paşanın bu vazifeyi de başarması Batılıları hayrette
bırakmıştı. Charles Mismaire, İstanbul’daki Rus sefiri General İğnatyef'in bir
resepsiyonda Fuad Paşayı işaret ederek, "Şu Osmanlıya dikkat ediniz: Bu
zat, bir Ordu ve Devletin yapamadığını tek başına başarmaya muvaffak
oldu," dediğini yazar. Mismaire, Fuad Paşanın Yunan harekatı hakkında
diyor ki:
Dört İslâm köyünü
sebepsiz yere yakan onbir Yunan âsisi için mahkemenin verdiği idam kararını
tasdik etmeden önce, uzun uzun düşünen Fuad Paşa elemli bir iç çekişten sonra
bana dedi ki:
"Siz zannetmeyiniz
ki, bu gafil adamlar şu cinayetleri kendi irade ve arzularıyle yapıyorlar.
Hayır! Bunları aldatıyorlar ve kışkırtıyorlar. Asırlardan beri Osmanlı
idaresinde yaşıyan öteki din ve ırklar, tam bir hürriyet ve emniyet havası
içinde ya- şayageldiler. Yeni yollarında muvaffak dahi olsalar rahat etmeyecekler.
Ben, esas vazifesi hekimlik olan bir adamım. İnsanların hayatını kurtarmak
esas vazifem iken, onların idamına, yâni hayatlarının normal bitiminden evvel
ölüme sürükleme kararı vermem çok acı. Fakat devrimizde Osmanlı vezirleri iki
ellerinden birinde kılıç taşımaya mecburlardır. Çünkü nankörlükle çevrildik.’’
Yunan ayaklanmasını bastıran Fuat Paşa,
üzerindeki yâver-i ekrem ve serasker üniformalarını çıkararak kendisine çok ya - kışan
sivil elbiseleriyle Viyana'ya koştu, harp sahasında kazandığını sulh masasında
tesçil ettirdi.
•
Yunan
ayaklanmasını bastıran Fuat Paşa ertesi yıl (1855) Nisan ayında Meclis-i Âli
Tanzimat reisliği ile birlikte Hariciye nazırlığına getirildi. Ancak,
işlerinin çokluğundan ötürü Meclis-i Ali Tanzimat reisliğini bıraktı. İngiliz
elçisi Lord Strafford, Paris Konferansına katılmasını önlemek amacıyle,
Padişahtan Fuad Paşayı değiştirmesini istemesi üzerine o da görevinden ayrıldı
(Kasım, 1856) .
•
Ertesi
yılın Ağustosunda ikinci defa Meclis-i Ali Tanzimat reisliğine getirildi, çok
geçmeden tekrar hariciye nazın yapıldı. Eflak ve Boğdan'ın yeni idaresini
kararlaştırmak üzere toplanan Paris Kongresine, Hariciye nazırlığı da
uhdesinde bırakılarak başmurahhas tayin edildi (Nisan, 1858).
•
Hariciye
Nazın Fuad Paşayı iki sene sonra, fevkalade komiser sıfatıyle Cebeli Lübnan'da
Maruniler ve Dürzi- ler arasındaki anlaşmazlığı çözerken görüyoruz. Şamda'ki
karışıklıkları şiddet kullanarak bastırdı. Suçlu Dürzi reislerinin teslim
olmaları, Fuad Paşa'nın Fransızlara karşı durumunu daha da kuvvetlendirdi.
•
Fuad
Paşa Suriye'de iken Abdülmecid öldü. Yeni Padişah, Abdülaziz, Meclis-i Valâ
ile Meclis-i Ali Tanzimat'ı birleştirerek başına da Fuad Paşayı getirdi
(Temmuz, 1861). Kısa bir müddet sonra dördüncü defa Hariciye nezerati- ne ve
ardından da sadrazamlığa getirilen (Kasım, 1861) Fuat Paşa İstanbul'a döndükten
sonra hazinenin genel nezaretini üzerine aldı ve gerekli gördüğü tedbirleri
uzun bir yazı ile Padişaha bildirdi. Maamafih, bütün gayretlerine rağmen, mali
durumu istediği gibi düzeltemedi.
•
Milliyet
fikirlerinin Rumeli'de yayılması ve siyasi durumun gittikçe ağırlaşması üzerine
sadaretten istifa etti (Ocak, 1863). Fakat, bir müddet sonra, Padişahın ısrarı
üzerine Meclisi Vâlâyı Ahkâmı Adliye reisliğini kabul etti, ve ardından Sultan
Aziz'in Mısır seyahatinde refakatinde bulundu (3 Nisan 3 Mayıs, 1863). Mısır
dönüşü ikinci defa sadrazamlığa getirildi.
Sultan Aziz'in Mısır seyahati bu ülke ile
münasebetlere yeni bir veçhe verilmesi ile ilgiliydi. Kavalalı Mehmet Ali Paşa
hadisesi kapanmış, âsi valinin ailesine Hidiviyet verilmişti. Üçüncü
Hidiv İsmail Paşa, Sultan Aziz'in sevdiği ve itimat ettiği bir zattı. Süveyş
Kanalı imtiyazını, Ali ve Fuad Paşaların karşı koymalarına rağmen,. Sultan Aziz kabul
etmişti.
Mısır seyahati sırasında Fuad Paşa, Padişaha,
Mısır'ın kısa zamanda elde ettiği ilerleyişin sebeplerini anlattı. Mağrur
Padişah yarı sitemli sordu: "Memâlik-i Şahanemizde mümasil neticeler
niçin elde edilmiyor?"
Fuad Paşa şu cevabı verdi: "Şevketmeab,
Hidiv İsmail
Paşa kullarınızın sadece teveccühü değil, itimadının delili olarak tanıdığı haklar da vardır.”
Sultan Aziz, Mısır Hidivi
İsmail Paşanın
güzel kızı Prenses Tevhide ile evlenmek
istiyordu. Fuad Paşa, hercai
tabi atlı Sultan Aziz'in Prensesten kısa bir zaman sonra bıkacağını,
Osmanlı saraylarındaki
genç kızlar gibi büyütülmüş bu nazlı prenses yüzünden, iki saray arasında güçbe- la kapatılmış hadiselerin yeniden çıban başı vereceğini, bu
arada, haris İsmail Paşanın, böylelikle, Babıali'den beklediklerini bir bir elde edeceğinden endişe ediyordu. Bu sebeple, ölümü dahi göze alarak, evlenmeye mani oldu. Padişah bu dayanışı aşamadı, fakat Fuad Paşayı yine azletti! Padişahın gazabına uğrayan Fuad
Paşa, sekiz
ay konağında adeta yarı hapis bir hayat
sürmeğe mecbur kaldı.
Fuad Paşanın
yakın arkadaşı ve büyük devlet adamı Âli Paşa da Sultan Aziz'in keyfi isteklerine metanetle karşı koymasını biliyordu. Padişahın bir gün yüksek sesle, "Allah şu adamı
başımdan kaldırsın!" diye dertlendiğini duya n Başmabeynci Hasan Bey dedi ki:
"Efendimiz,
niçin üzülüyorsunuz? Azledersiniz, mühr-ü hümayunu
aldırır, bir vilayete gönderir, kurtulursunuz."
Sultan Aziz hiddetle bağırdı: "Çık dışarı,
cahil adam!
Ben azletmeyi senin kadar bilmez miyim? Onu
kovayım da, sizin gibi adamlara mı devleti teslim edeyim. Onlar bu devletin temelleridir.''
Gerçekten de Osmanlı
Devletinin temelleriydiler onlar. Ama kadirleri bilinmeyen, ancak yerlerine konacak başkaları olmadığı için devlet gemisinin kaptanlığı kend il erine terkedilen, ve ilk fırsatta azledilen
iki büyük Türk.
Kesb-i hüner âlemde değildir hüner, ancak
Ehl-i hünerin kadrini bilmek de hünerdir,
sanki Ali ve Fuad Paşalar için
söylenmiş. Charles Misma- ire, "İstanbul'da ve bütün geniş Osmanlı ülkesinde, Âli ve Fuad Paşaları sevmiyen,
istemiyen çoktur," diyor. "Zannediyorum, bunların arasında bizzat Padişah Sultan Abdül aziz de var. Fakat,
kendilerini yetiştiren
Reşit Paşadan
sonra biribirine daha çok bağlanmış olan ikisi
olmadan, o her ân batma tehlikesi ile karşı karşıya eskimiş Osmanlı devlet
teknesini yürütebilmek çok zordu.
• Ali
Paşanın sadarete getirilmesiyle, Fuad Paşayı beşinci defa olarak hariciye
Nazırlığı vazifesini yüklenmiş görüyoruz. Aynı yıl Sultan Aziz'in Avrupa
seyahatine (21 Haziran -17
Ağustos) katıldı. Zaten kalp hastalığından mustarip
Fuad Paşa bu seyahatten çok yorgun düştü ve hasta döndü. Doktorlarının
tavsiyesi üzerine kışı geçirmek için gittiği Nice'de 53 yaşında iken öldü 02 Şubat, 1869). Naaşı İstanbul’a getirildi
ve Adliye Sarayı civarındaki türbesine tevdi edildi.
Keçecizade Fuad Paşa Batı medeniyetini bütün incelikleriyle
kavramış, ve bu medeniyete ait özellikleri yerli hayatla birleşti^eyi
başa^ıştı. Büyük devletlerin siyaseti karşısında devletin menfaatini korumak
için nasıl bir yol tutulması gerektiğini gösteren siyasî vasiyetnamesi Sultan
Aziz'e hitaben yazılmış ve bu vasiyetnâme daha sonraları Paris'te çıkarılan Meşveret
gazetesinde yayınlanmıştır.
Tanzimat ve Batılaşma fikirleri ülkemizde gerçek mana-
sıyle yerleşip kök tutsaydı, Türkiye’nin yüzü buahn her halde çok daha farklı
olur, batmakta olan İmparatorluğun bir kısmını hiç olmazsa kurtarabilirdik.
Batının yönetim usulleri bu topraklarda yerleşemediği gibi, halk da
“Avrupalaşmak” deyince sadece onlar gibi giyinmek, eğlenmek anladı, Avrupa'yı
Avrupa yapan kafanın içine nüfuz edemedik, Avrupa'nın en kötü taraflarını
maymunlaya- rak ("taklit” değil, "maymunlamak" diyorum)
ilerleyeceğimizi zannettik.
Tanzimat ile çağdaşlaşma yolunda
iyi bir adım atılmıştı. Fakat ileri fikirli Sultan Abdülmecid’in beklenmeyen
ölümünden sonra "yenileşme” cereyanı başka bir mecraya sokulmuş, Avrupa
müesseselerinin benimsenmesi yerine kılık-kıyafet ve yaşayışta onları taklit
havası esmeğe başlamıştı. Birincisi zor, ikincisi ise—tıpkı günümüzde olduğu
gibi—çok kolaydı. Mesela, bazı Türkler başlarındaki fesi çıkarıp şapka
giymekle Avrupalılaştıklarını zannettiler. O yıllarda yayınlanan Diyojen adlı mizah
dergisinde Teodor Kasap'ın
"fes-şapka" üzerindeki görüşleri bugün dahi ibretle okunmağa değer:
Nelerden ne kerâmetler umuyoruz! Şimdi de
açıktan açığa söylemiyorlar amma, bir fes-şapka mücadelesi çıktı. Hemen
kaşlarınızı çatıp fes rengi olmayınız. Yok, efendim, yok. Ben,
gözleriniz önünde olup bitenleri kastetmiyorum. Burada fesinin kalıbına,
püskülünün kılına canına bakar gibi dikkat eder görünenler, şöylece hudud-u
Osmanî’yi geçtiler mi, hemencecik avdetlerine değin valizlerine yerleştirip
başlarına şapkayı geçiriyorlar!
Ne mi oldular küçük beyler? Cevap vereyim:
Akılları sıra "Avrupalı" oldular!
Vah bizim şubban-ı vah! Hani kışın odundan,
yazın buzundan, her mevsim sofranın tadından tuzundan kesip de adam olsun
diye Frenkistan'a gönderdiğimiz gözümüzün nuru, gönlümüzün sürûru,
milletimizin gururu gençlerimiz vah! A benim cânım efendim, sen medeniyeti,
ilmi, irfanı, kılık-kıyafette mi zannedersin? Hattâ öğreneceğin yarım-yamalak
ecnebi lisanı mı zannedersin?
Kafanı içine soktuğun fes olsun, şapka
olsun, kukuleta olsun, hattâ başın açık olsun, amma içi ilimle, san'atla,
memleketi ve cihanı mesut edecek malûmatla dolu olsun. Vah biçâre evlâd, vah!
Memleketten giderken eksik-gedik bir şeye benziyorsun amma, dönüşünde hiç bir
şeye benzemiyorsun. Avrupa'da başına giydiğin şapka eğreti ki hudutta
atıveriyorsun; tekrar giydiğin fes de seni reddediyor, ve sen hiç bir tarafta
dikiş tutturamamış gemici yamasına dönüyorsun.
Sen mi bu memleketi kurtaracaksın? Vay, köse sakalım, vay!
Türkiye'nin
en büyük talihsizliklerinden biri, ya Diyojen’ in
bahsettiği tiplerin—ki ondan 60-65 sene
sonra Ahmet Hikmet Müftüoğlu, "Yeğenim" başlıklı monoloğunda Batıyı
maymunlamakla kendisinin "asri"leştiğini sanan tipi mükemmel bir
şekilde canlandıracaktı—veya Mehmet Sait Haled Efendi gibi yobazların bu
memleketin kaderinde söz sahibi olmalarıdır.
Mehmet
Said Haled Efendi, Paris'te dört yıl Osmanlı Devletini temsil etmişti
(1802-1806). Bu zat, memlekete yazdığı mektuplarında, kafirlerin ülkesinden yurda sağ salim
dönebilmesi için kendisi namına dua edilmesini istiyordu. Çünkü, Paris'e kadar
gelmesine rağmen, İstanbul'da dillerden düşmeyen Frengistan'ı, Avrupa'da
bulunacağı söylenen o fevkalade şeyleri, o çok akıllı Frenkleri hala bulamadığını
yazar, bu insanların kafa ve akıllarından kendisini koruması için Allaha niyaz
eder. İstanbul'da iken Frengistan'ın övgüsüyle doldurulduğunu, halbuki
gerçeklerin tamamen aksi istikamette olduğunu yazan Paris Elçisi Mehmed Said
Efendi der ki: "Biri eğer sizi korkutmak veya yanlış yola sürüklemek için
Frengistan'ı methederse ona sorun: 'Siz Avrupa'da bulundunuz mu, yoksa bulunmadınız
mı?' Ve eğer, 'Elbette ben orasını gördüm ve çok iyi vakit
geçirdim,' derse, hiç şüphe edilemez ki, o kimse bir partizan ve Frenklerin bir
casusudur. O şayet, 'Hayır, ben Avrupa'da bulunmadım, tarih kitaplarından
biliyorum;' derse, o, şu iki şeyden biridir: Ya Frenklerin yazdıklarına inanan
bir eşek; veya Frenklere dini bir inançla bağlı biri."
Türkiye, bu iki tip insanın tesirlerini hala
ortadan tamamen kaldırmış değil. Fuad Paşa ve diğer Tanzimat liderlerinin
önderliklerini yaptıkları düşünce, cemiyetimizde köklüce yerleşmedikçe, ben,
ileri dünyaya ayak uydurabileceğimizi sanmıyorum.
Sultan Aziz ve beraberindekileri İstanbul'a getiren gemi 7 Ağustos,
1867 (Çarşamba) günü Karadeniz'den içeri girdiği vakit, Fuad Paşa herkesin
resmi üniformalarını giymelerini ister. Seyahate katılan ve Ruznaıme adı altında hatıralarını toplıyan İstanbul Şehremini (Belediye Başkanı)
Ömer Faiz Efendi şunları yazmış:
"Bunun beyle olmasını Fuad Paşa telkin etmişti. Geceliklerimizi
giyerek, şu sıcak yaz gününde, Boğaziçinin serin rüzgarına sinemizi vererek,
görüp geçirdiklerimizin hayali ile demgüzar olmayı tahayyül ederken, bu
merasime ne lüzum var der gibi yüzüne sitemle baktığımda gülmüş, 'Yok, Efendi
Hazretleri, henüz daha yi^i dört saat ev rahatı yok,' demişti. 'Şimdi
göreceksiniz, bütün sefirler, kendi hususi gemileriyle, ajanlar buldukları
vasıtalarla bizi, donanmay-ı hümayundan evvel çevirirler, çehrelerirnizden mana
çıkarırlar. Hele hepsini bir hasedden çatlatalım.'
"Melûl
ve mahzun cevap verdim: 'Paşa hazretleri, üniforma giymek bir şey değil, güler
yüz göstermek bir şey değil. Amma merasim bitip de yalılara çekildikten fasa
bir zaman sonra asıl çatlama bize gelecek.'
"Hariciye
Nazın merakla yüzüme bakınca izah ettim: ‘Zât-ı Devletleri kudretlü, devletlü
Hariciye Nazır-ı âlişânı olarak o münevver, mamür beldeleri her zaman ziyaret
imkânına sahipsiniz. Bu fakir Ömer Faiz kulunuz ise, geçmiş zaman olur ki,
hayâli cihan değer, fehvasınca yad-ı mazi ile demgüzar olup iç çekeceğim. Asıl
o zaman zat-ı fahimâneleri bizleri hasedden çatlatacaksınız.'
"Fuad Paşanın çehresinde derin bir kederin izleri
dolaştı. Yavaş sesle hasta kalbini dağdar eden acıyı ifşa etti, eliyle kalp
nahiyesini gösterdi:
Ah, Efendi, ben her Avrupa seyahatimin sonunda buradaki
acının derinleştiğini hissederim. Zannediyorum ki, hekim olduğum halde bu
derde hiç bir ilâcın kar etmemesinin asıl sebebi de, orada gördüklerimin kendi
yurdumda hasretini çekmem. Haricî görünüşü başkalarına gıpta, iç yüzü de
bizlere elem oluyor.
Reşit
Paşanın siyasi goruş itibariyle Ali ve Fuad Paşadan daha yüksek olduğunu
söylerler. Ali Paşanın Fuad Paşaya nisbetle daha temkinli olduğundan
bahsedilir. Fuad Paşa, Osmanlı devrinin "idarei maslahat" denen
politikasına hiç riayet etmeyen bir devlet adamı idi. Fikirlerini apaçık ve
pervasızca söyler ve her meselede derhal neticeye varmak isterdi. Sözlerini
esirgememesi ve tez canlı olmasının zaman zaman zararını gömüşse de, açık ve
dürüst mizacı bir devlet adamı için elbette çok değerli bir vasıftı. Sadece
bilgisi ve cesareti ile değil, zarif ve zeki nükteleriyle ve hazır-cevaplılığı
ile de devleti dış ülkelerde temsil etti. Fakat bu büyük adamın kadri
bilinmedi. Fuad Paşa, belki Avrupa'da daha fazla takdir edilmiş, hürmet görmüş
büyük bir Türk, büyük bir devlet adamı idi. Charles Mismaire, İstanbul Geceleri'nde şöyle anlatır:
"Sultan Aziz'in Avrupa seyahati dolayısıyle, Hariciye Nazın
Keçecizade Fuad Paşadan o kadar çok söz edilmişti ki, bu zarif, hazır-cevap çok
zeki, hangi Garp memleketinde olsa aynı yeri dolduracak Osmanlı vezirinin dostu
olmakla övünmüştüm. Fransanın en ciddi gazeteleri nükte dolu bu insanın, bizim
mağrur İmparatorumuzla görüşürken, onu kahkahalara boğduran fıkralanyle dolu
idi. Bu cevaplar, aynı zamanda, birer siyasi dersti. En sert hakikatleri tebessümlere
sa^ak herkesin nasibi değildir.
"Şu fıkrayı Başvekilimiz Compte de Montauban'ın hususi
sekreteri Felix de Palitan'dan dinledim: Fransa, Süveyş Kanalını açtırmak,
Girit'i Yunanistan'a vermek, Kudüs'teki mukaddes yerlerin Katoliklere ait
olanlarının idaresini eline almak gibi Bab-ı Ali'nin kolaylıkla kabul edemeyeceği
arzularını, Sultan Aziz'in Paris seyahati münasebetiyle tazelemek istemişti.
İmparator, Fuad Paşa ile konuşurken, bu meselelerin Osmanlı Devleti için zaten
birer dert olduğunu söyleyerek der ki: ‘Yorgun omuzlarınızdan bu illetleri
atınız. Devletinizin ne kadar zayıfladığı bütün dünyaca biliniyor.'
"Fuad Paşa gülümseyerek şunları söyler:
Haşmetmeâb, siz bendenize Türkiye'den gayrı
başka bir devlet gösterebilir misiniz ki, üç yüz senedir dışarıdan sizlerin, içeriden
bizlerin devamlı tahribine mukavemet edebilmiş olsun. Evet, üç yüz senedir, Siz
dışarıdan, Bizler içeriden bu devleti yıkamadık, hattâ sarsamadık.
"İmparator, Paşanın bu zarif fakat tarihi hakikatleri
kucaklayan cevabı üzerine kahkahalarla güler ve hemen arkasından sorar:
‘Girit'i kaça satarsınız?'
"Fuad Paşa, Türklerin yirmi beş yıl savaşarak ve oluk
oluk kan dökerek fethettikleri ada için şu değeri biçer: 'Aldığımız fiyata!'
"O sırada içeri giren Mabeynci, İmparatora, Sultan
Aziz' in, beraberce yapacakları gezinti için hazır olduklarını söyleyince,
Napolean, ‘Ee, beklesin!' deyiverir ve ardından hemen kendini toparlıyarak
Fuad Paşaya döner, 'Aman, Paşa,' der. 'sakın Padişaha bir şey söyleme.'
"Fuad
Paşa tebessüm ederek, 'Aman, Haşmetmeab,' der, 'bugüne kadar Padişahımızın
Sizin için düşündüklerini Majestelerine hiç arzettim mi?'
"Mabeynciler,
o ciddi ve mağrur İmparatorumuzun hiç bir yabancı yanında bu kadar çok ve sık
kahkaha attığına şahit olmadıklarını söylüyorlardı. Fakat bu nüktelerde en sert
hakikatlerin de ibret dersleri vardı."
Sultan
Aziz, Londra'da İngiltere Kraliçesi Victoria ile görüşürken, Kraliçe,
kulaklarındaki küpeleri göstererek der ki:
"Bunu
bana ağabeyiniz Sultan Abdülmecid'in hediye ettiği broşdan saray kuyumcusuna
yaptırdım. Broşu göğsüme takıyordum, şimdi kulağımda. Acaba Zat-ı Şahane buna
gücenirler mi?"
Fuad
Paşa, Kraliçe Victoria'ya şu cevabı verir: "Bilakis Hasmetmeab.
Türkiye'den gelen şeylere daima kulak verdiğinizi ispat ettiği için memnun
olurlar.''
Fuad
Paşa ile Fransa İmparatoru Üçüncü Napoleon'un kansı Eugine arasında geçmiş bir
muhavereden de bahsedilir. Fuad Paşa, Sultan Aziz'le birlikte İmparatorun yanında
iken, "Dünyada elde edilemeyecek kadın yoktur," diye ortaya bir laf
atar. Fuad Paşanın bu sözü derhal İm- paratoriçe Eugenie'ye yetiştirilir.
Kraliçe de Fuad Paşaya, "Pek ala," der, "beni elde edebilir
misiniz? Beni ne ile kandıracaksınız? Saltanat, para, mücevherat—her şeyim
var."
"Her şeyin daha fazlası teklif
edilebilir," der Fuad Paşa. "Mesela?"
"Daha fazla saltanat, daha fazla para.''
"Kaç para?"
"Yüz milyar frank.''
Eugenie,
"Paşa komiklik etmeyin. Bu kadar parayı nereden bulacaksınız?"
deyince, Fuad Paşa gülmüş: "Kadını bulduk, şimdi iş paraya kaldı.''
Fuad Paşa Petersburg'da iken Çar I. Nikola, "Askerlerinizi
iyice tanzim ve kıyafetlerini tebdil ettirdiniz," dedi. "Şimdi de
Fransız ve diğer ecnebi lisanlarını öğrenmeğe çalıştığınızı habeıy^alıyorum.
Bu, sizin için lüzumsuz bir yoldur. Siz’, '^çeneli İlamınızı öğrenin kâfidir.”
Fuad Paşa -şu cevabı verdi: "Ecnebi lisanı tahsil etmek bizim için .iıasil.lüzu^fuSuz addolunur ki, bugün Haşmetme- âbınızla • o sayede
teşerrüf ediyorum.
Çl\p başka1 bir zarnân, Fuad Paşaya takılmak
kasdıyle, Hz. Mjîhâtomed’irLabii'âcından bahisle sorar: "Peygamberiniz
gökyüzünü şacaba hangi merdivenle çıkmıştı?"
Fuad Paşanın cevabı hazır: "Hangi
merdivenle olacak— İsa’nin çıkarken geride bıraktığı merdivenle."
Fuad Paşayi bir gün harikulade güzel fakat
alabildiğine cahil bir Rus prensesi ile taniştırdılar. Rus hariciyecilerinden
biri öğrenmek istedi: "Prensesimizi nasıl buldunuz?"
Fuad Paşa derhal cevap verdi: "Sirke
dolu bir altın kap."
Fuad Paşa siyasi görevleri, mali ve askeri
islahat hareketleri dışında bir takım idari icraatta da bulundu; eyalet teşkilâtı
yerine yetkili valiler eliyle yönetilen vilâyet teşkilâ- tınin kurulması,
şehirlerde kârgir inşaat usulünün uygulanması fikirlerini ortaya attı ve
bunları gerçekleştirmek için çalıştı.
O yıllarda demiryolu inşaatını çok arzulayan
Sultan Aziz’e, aşin muhafazakâr çevreler, Sirkeci istasyonunun yerinin başka ve
daha uzak mahalde olması için baskı yapiyorlar- dı. Bugünkü Hocapaşa çevresinde
bir çok mescid ve türbe vardı ve istasyon inşaatı bunlardan bir kısminın
kaldıril- masını lüzumlu klacaktı.
Fuad Paşa itirazları dinlemedi. İstasyonun
hem kiyida, hem de şehrin kesif meskûn çevresinin yanıbaşında olması gerekiyordu.
Bugün istasyonun sağ girişinde bulunan yerde İhyâ Dede Türbesi vardı. Fuad Paşa
bir gün türbeye girdi, bir müddet içeride kaldı. Daha sonra da İhyâ Dede
makberesini, ilerideki Kudret Babanin türbesine nakletti. Soranlara da şunlari
söyledi: "İhyâ Dedemiz. Kudret Baba ile ülfette hiç şüphesiz şevkiyâb
olacaktır. Malûmdur ki, tarikatte en yüksek merci ‘dede-babahk’tır. Biz de
âcizâne bir ‘baba’ ile bir ‘dede’yi birleştirdik."
Fuad Paşa böylesine bir sürü derdi yendikten
sonra, dört köşe taş döşenmiş caddeyi açtırmış, Sirkeci İstasyonunun çevresine
çeki-düzen vermişti. Aynı yerde, Bizans devrinden kalıp da, sonradan nasıl
olduğu bilinmeyen bir türbe- lik vasfı kazanan eski ayazmanın da yerinden
kaldırılması gerekiyordu. îtiraz edenler arasında Uzun Etek Nuh Efendi de
vardı. Fuad Paşa itirazları yine dinlememiş, yolu ve caddeyi tamamlamıştı. Her
şey tamamlandıktan sonra, Sadrazam Fuad Paşayı tebrike gelenler arasında Uzun
Etek Nuh Efendi de vardı. Önceki direnişine bir mazeret bulmak için,
"Bendeniz bu kadar taş bulacağınızı hiç tahmin etmiyordum,” deyince, Fuad
Paşa derhal taşı gediğine koydu: "Aman efendim, bize atılan sitem
taşlarından daha böyle kaç cadde inşa edilir.”
Fuad Paşa sevmediği insanlara nükteyle
karışık hakaret etmekten de çekinmezdi. Kendi yalısının dağ tarafından Sultan
Abdülaziz'e mahsus olmak üzere "Şale Köşkü” na- mıyle bir köşk yaptırdı.
Mahmud Nedim Paşanın kardeşinin oğlu Ali Haydar Bey köşk için bir manzume
yazdı ve götürüp kendini Fuad Paşaya takdim etti. Fuad Paşa, manzumeyi takdir
ettiğini gösteren bir tavırla, "Bunu peder beyefendi işitseler, amca paşa
hazretleri görseler, ne kadar beğenirlerdi,” dedi.
(Ali Haydar Beyin babası Ahmed Bey, aynı
zamanda "sağır Ahmed Bey" diye biliniyor, Mahmud Nedim Paşa da, gözü
şaşı olduğu için, "Kör Mahmud Paşa” diye anılıyordu.)
"Çingene Hüssam" namiyle tanınan ve
İstanbul şehre- minliğinde de bulunmuş olan Hüssam Efendi, bir Avrupa
seyahatinden dönüşünde Ali Paşaya, o zaman dolaplı ve maşalı olmak üzere makbul
olan bir saatin dolaplı nevinden bir tane hediye getirdi.
Fuad Paşa Ali Paşayı ziyaret ettiği vakit
ikincisi, önündeki saati göstererek, Hüssam Efendinin getirdiğini söyledi.
Fuad Paşa. "Güle güle kullanın,” demekle yetindi.
Ali Paşa, "Bir kere baksanız a!"
deyince Fuad P^a.şa, "Bakmağa hacet yok," cevabını verdi.
"Hüssam Efendinin getirdiği saat şüphesiz maşalıdır."
Ali Paşanın konağına, Fuad Paşa, Çingene
Hüssam ve diğer bazı zevatın bulunduğu bir gün, o zamanın ricalinden olan ve
ufak tefek olduğu için de "maymun" lakabiyle şöhret bulan Defterdar
Emin Efendi geldi. Odada oturacak yer olmadığından ayakta duran Emin Efendinin
oturması için Ali Paşa uşağına sandalye getirmesini söyleyince, Fuad Paşa
şunları söyledi: "Efendim, müsaade buyurursanız, Emin Efendi Hüssam
Efendinin omuzuna çıkıp otursun."
Çingene Hüssam Efendinin Şehremini, Kürt
Ahmet Efendinin de muhasebeci olduğu günlerden birinde, Fuad Paşanın da hazır
bulunduğu bir mecliste, "Şehremanetinde ne var, ne yok" diye
sorulunca, Fuad Paşa, "Ne olacak," der. "Çingene çalar, Kürt
oynar."
Mısırlı Prens Mustafa Fazıl Paşa, bir gün
Sultan Aziz'in yanında, Fuad Paşanın icraatı aleyhinde bulunur. Hünkar da bunu
Fuat Paşaya yetiştirir. Hazır-cevap Fuad Paşa hemen yapıştırır: "Cenabı
Hak herkese iki göz ihsan etmiştir. Birisi iyiliği, diğeri fenalığı gö^ek
içindir. Paşa kulunuzun iyiliği görmeğe mahsus gözü kapalı olduğundan tek
gözüyle daima fena şeyleri görür." (Prensin bir gözü takma idi.J
Mahşer Midillisi Kamil Bey avda vurduğu bir kaç "beka- sa"yı (büyük
çulluk, "becasse" J Fuad Paşaya getirdi. P^^ memnun oldu. Avları
pişilesi için aşçıya gönde^ekle beraber Kamil Beyden de, birlikte yemek üzere
kalmasını rica etti.
Bekasanın en makbul yemeği salça ile hazırlanan bar-
saklardaki muhteviyatın kızartılmış ekmeğe sürülerek, her yarım bekasanın da o
ekmek diliminin üzerine konulması suretiyle hazırlanır idi. Akşam yemeğinde
sofraya getirilen avları aşçı başının böyle pişi^ediğini gören K^nil Bey
suratını ekşitti. Farkına varan Fuad Paşa sebebini sordu. Kamil Bey de,
"Aşçıbaşı bekasalara yazık etmiş, pişirmesini bilememiş,” dedi.
Fuad Paşa aşçıbaşını çağırttı. Kamil Bey de bekasanın nasıl
pişirilmesi gerektiğini ona izah etti. Mahşer Midillisi sözünü bitirince,
kafası kızmış olan aşçıbaşı şu mukabelede bulundu: "Ne bileyim ben senin
b ... yiyeceğini!"
Fuad Paşa, bir taraftan "Terbiyesiz,
çık dışarı!" derken gülmekten de katılıyordu.
Fuad Paşa sadrazamlığı sırasında, Deli Hasan Ağa namıy- le
tanınan zatı yalısına çağırdı. Görüşme sırasında Fransa’dan aldığı nişanı
sordu. Hasan Ağa, para kesesinde taşıdığı nişanı çıkarıp gösterdi. Fuad Paşa,
"Fransa'da bu nişan pek büyüktür. Niçin göğsünüze takmıyorsunuz?" diye
sorunca, Hasan Ağa, "Ben devlet ve millet sayesinde vücudümün dokuz
yerine nişan taktım,” cevabını verdi. "Böyle dışarıdan taşınacak nişanla
iftihar etmem."
Bu babayiğidin aynı zamanda şen ve oldukça teklifsiz olduğunu
gören Sadrazam, "Hasan Ağa, gel seni kaymakam edelim," dedi. Hasan
Ağa şu cevabı verdi:
"Hasan'ın göğsü çingene körüğü gibi
fosladıktan sonra mı teklif edersiniz? O bundan
yirmi beş sene evvel lâzımdı. Şimdi ben askerlik sayesinde iki şey kazandım W,
buna askerlik etmiyen muvaffak olamaz. Birisi evime hırsız girmez, diğeri de ayağımı köpek kapmaz."
Fuad Paşa sebeplerini sorunca, Hasan Ağa
izah etti: "Evime hırsız girmediğinin sebebi öksürükten sabaha kadar
uyuyamam. Ayağımı köpek kapmadığının sebebi ise değneksiz gezmem ki
kapsın."
Fuad P^rnın sadrazamlığı sırasında ölen
zengin bir Er- meninin, katolikler katolik, protestanlar protestan olduğunu
iddia etti. Bu ihtilâf kavgaya kadar vardı. Her iki taraf Sadraz^na
müracaatla, mezhep noktasından hasıl olan bu ihtilafın hallini istediler. Fuad
Paşa, Katoliklere sordu: "Ölenin Katolik olduğuna traamen emin
misiniz?" "Ta- mamiyle eminiz," cevabını alınca, "Demek,
ruhuna siz malik bulunuyorsunuz, değil mi?" diye sordu. Katolikler,
"Evet, efendim,” cevabını verdiler. Bunun üzerine, Fuad Paşa, "O halde insaf edin, cesedi de Gregoryen'lerin
olsun," dedi. Katolikler seslerini çıkaramadı ve ölü Protes- tanlar
tarafından gömüldü.
Sultan
Aziz'in Paris seyahatine mukabele olmak üzere İstanbul'a gelen Fransız
İmparatoriçesi Eugenie'yi gezdiren Fuad Paşa, misafirinin arzusu üzerine, onu,
Osmanlı Devletinin savaş halinde bulunduğu elçilerinin hapsedildi ği Yedikule
surlarına götürdü. Alt kattaki basık, rutubetli odalar ve kalın duvarlı kale
Kraliçenin dikkatini çekti. "Nasıl olur da elçileri buraya hapsediyorsunuz?"
diye sordu.
O
günlerde İspanya tahtı üzerinde de hak iddia eden Fransa, Madrit'ten gönderilen
hediyeler azaltıldığından, İspanya'nın Paris elçisini tevkif ederek Ven.san
hapishanesine koymuş, çoluk çocuğunu memleketine iade etmiş ve İspanyol mallarına
da el koymuştu. Fuad Paşa bunları düşünerek gülümsedi:
"Biz
buraya sadece sebepsiz yere devletimize harp ilan eden veya aradaki muahedeleri
sebepsiz yere ihlal eden devletlerin elçilerini, sulhü beklemeleri için
istirahat etmeleri üzere yerleştiriyoruz. Giderlerken de, gönüllerini almak
için hediyeler vermek adetimizdir."
Kraliçe
Eugenie bu manidar nükteyi hemen kavramıştı. "Doğru," dedi,
"daha kötü1 bir yer olmayınca böyle devletlerin elçileri de
buraya konur."
Ömer
Faiz Efendi, Ruzndme'sinde Viyana intibalarını anlatırken şunları da yazmış:
"O
gece [Viyana'daki] bu muazzam tarihi şatoda çok müdebdeb bir ziyafette
bulunduk. Benim yanımda çok güzel Türkçe konuşan Macar Şark İlimleri Akademisi
azasından Profesör Lazlo Aponyi vardı. O kadar Türk dostu ve bizim tarihimizi
öylesine iyi biliyordu ki, ziyafet sonunda hiç çekinmeden şunları söyledi:
"
‘Şimdi Efendi Hazretleri ben sizlerden ve bilhassa Zat-ı Şahaneden
şikayetçiyim. Ne için diyeceksiniz. Eğer biraz daha akıllı hareket etse idiniz,
bu sarayda ev sahibi ile misafir yer değiştirirdi.'
"Macarlar
Osmanlıları severler, AvusturyalIları hiç sevmezlerdi. Zamanlardan beri
Macarlar, ayrı bir devlet kurma mücadelesi yapıyorlardı. Bir müddet önce de,
meşhur vatanperver kralları Rakoçi Frenç memâlik-i Osmaniye'ye iltica etmişti.
Bu sözleriyle, iki defa Viyana'yı kuşatmamıza rağmen askeri ve idari
hatalardan şehri zaptedemerniş olmamızı hatırlatıyordu. Elini samimiyetle
sıkarak şu cevabı verdim:
"
'Viyana bizde değil, amma kalbiniz bizimle. Bu daha büyük ve ebedi bir
fetihtir.'
"Daha
sonra hâdiseyi Fuad Paşa'ya anlattığım zaman Hariciye Nazınmız içini çekti:
" 'Lâf efendi, sizinki boş lâf. Acı teselli. Asıl
doğru olan Macar Profesörünün söylediği. Bizim kusurlarımızı sıralamaya
kalkarsak, Viyana'ya sığmaz, İstanbul'a kadar uzanır.' "
Avrupa
seyahatinin yoruculuğu, kaprisli Padişahı idare etmenin güçlüğü zaten kalbinden
rahatsız olan Fuad Pa- şa'yı daha da sarsmıştı. İstanbul'a döndükleri vakit,
aziz dostu Sadrazam Ali Paşa'ya şunları söyledi: "İşte efendimizi
lalasına sağ sâlim teslim ediyorum. Fakat ben bittim. Hasta ve harabım."
Fuad
Paşa'nın rahatsızlığı artıyordu. Ali Paşa'nın ısran üzerine tedavi için Nice'e
gitti. Fakat Ali Paşa bu en yakın arkadaşının geri dönmeyeceğini biliyordu.
Fatma Aliyye Hanım, Cevdet
Paşa ve Zamanında adlı eserinde, Fuad Pa-
şa'yı uğurladıktan sonra arkasından, "Dönmeyecek... diye
ağladığını yazar.
Fuad Paşa gerçekten yurda dönmedi. Henüz 53 yaşındayken,
15 Aralık, 1868 de öldü. Fransa yolculuğundan sağ dönemeyeceğini Fuad Paşa da
seziyordu. Nitekim, gidişinden önce yakın dostu Abdurrahman Sami Paşa'ya
ısrarla rica etmiş, "kitâbe"sini hazırlamıştı. Bu çok içli mersiye
şöyle başlar:
Düny^ada kalmaz hiç kes, Allah-ü bes, baki heves.
Her ten biter bir derd
ile, Geh germ ile geh serd ile, Uğraşmaya bir ferd ile. Değmez bu dünyay-ı
ahes.
Ben de Fuad-ı asr idim,
Mesned-i ruh-u devlet idim,
Nakş-ı Hümayun sadr idim, Gösterdi carh ruyu abes.
Dil hasta
oldu bir zaman.
Tedriç ile
bitti tüvan,
Uçtu nihayet mürg-ü can,
Çünkü harâb oldu kafes.
Nice'de
hastalığı iyiden iyiye ağırlaştığı sırada şunu da söylediği rivayet edilir:
"Ehl-i iman ruhuna geçme oku bir Fatiha."
Keçecizade
Fuad Paşa işte böyle bir adamdı. Fakat ne yazık ki, bir "Fuad Paşa
Enstitüsü” ku^ak bir yana, bütün hayatını millet ve devletinin refah ve
saadetine adamış bu büyük adam, bugün, bir kaç fıkrası dışında, unutulup gitti.
Cemal Kutay, bu yüz kızartıcı kadir bilmezliğimizi şöyle anlatır:
"Bir
de utanmadan kaht-ı rical'den [devlet adamı yokluğu] yakınırız. Gelmiş geçmiş
olanların kadir ve kıymetini bilmişiz gibi!"
Fuad Paşayı rahmetle ananken, kimin söylediğini bilmediğim
şu beyti de hatırlamamak elde değil:
Öyle bir nehr-i muazzam gibi cuş etmişsin,
Fakat eyvah, çorak yerde
akıp gitmişsin.
XIV
Gülmede hem fertler hem de
milletler için ferahlatıcı ve temizleyici bir kudret vardır. Hümor hissine
sahip insanlar dünya meselelerine sağduyu, sakin kafa, salim düşünce ve
kültürlü bir gözle bakabilmelerine imkân veren sihirli anahtarı ellerine geçirmiş olurlar.
Lim Yutang
Beşer ırkının elinde
gerçekten şaşaalı bir tek silâh var: gülmek.
Mark Twain
Kaybedilmiş günlerin en kötüsü, bir defacık
dahi olsun, gülmeden geçilenidir.
Chamfort
A li Paşa 1852 de 37 yaşında iken ilk defa
sadrazamlığa getirildikten üç ay sonra azledilmişti. Sultan Abdül- aziz'in
mabeyncisi Neşet Bey, Padişahın mühürünü geri almağa gelmeğe vakit, Ali Paşa,
Fuad Paşa ve diğer yakın dostlanyle yalısında sohbet ediyordu. Azil haberi
hepsini hüzün ve kedere boğmuştu. Herkes başını önüne eğmiş, ne diyeceğini
bilemiyordu. îşte bu sırada, Ömer Faiz Efendi yerinden davranarak, "Eh,
Paşa Hazretleri, bana müsaade, eve gideyim, der. "Bu haberi bizim emektar
kaynanaya yetiştireyim. Zira her ne vakit fena bir haber versem, ‘aman öldüm,'
diyor. Belki bu sefer sahiden ölür de kurtuluruz.”
Sadrazamlıktan biraz önce azledilen Ali Paşa kahkahalarla
gülmüştü. Ömer Faiz Efendin in kaynanası ile geçine- mediği dostlarınca
biliniyordu. İhtiyar hanıma göre, damadının neşe dağıtan nükteleri haramdı.
Ömer Faiz Efendi de kaynanasından bahsederken, "Mübarek kadın," diyordu,
"sanki Yahudilerin Kudüs'teki ağlama duvan."
İlim adamlarımızdan Ebezade Salih Efendinin
oğlu Ömer Faiz Efendi İstanbul' da doğdu (1805). Babası Nizam-ı Ce- did'e fetva
verenlerden olduğu için Kabakçı ayaklanmasından sonra ailesi İstanbul'dan
sürülmüştü. Ömer Faiz Efendi tanınmış hocalardan ders aldı, kendi kendine
Fransızca öğrendi. Maliyeye intisap etti; zekası ve çalışkanlığı ile
Deftardarlığa ve daha sonraları İstanbul Şehreminliğine (belediye başkanlığı)
yükseldi. Meşhur Şekip Paşanın Maliye Nazırlığı sırasında takdim ettiği
ıslahat layihası Sultan Abdülmecid'in dikkatini çekmiş, kendisine Maliye Nazırlığı
teklif edilmişti. Fakat karşısındaki padişah da olsa kimseden sözünü sakınmayan
Ömer Faiz Efendi, Sultan Abdülmecid'e şu cevabı verdi:
“Şevketmeâb, tavsiye ettiğim tasarrufu evvela
Saray-ı Hümayununuzda tatbike söz verirseniz o mutena makama oturabilirim. Musa
Saffeti Paşa kulunuza benzersem, Zat-ı Şahaneleri mükedder olursunuz."
(Ömer Faiz Efendinin bu cevabını daha iyi
^amak için, Cihan Seraskeri Rıza Paşanın, devlet bütçesinde tasarruf yapmak
isteyen Musa Saffeti Paşayı patakladığını hatırlamak gerekir.)
Londra belediyesi, Sultan Abdülaziz şerefine
verdiği ziyafet için dört gün içinde muhteşem bir salon yaptırmıştı. Padişah,
bu koskoca salonun bu kadar kısa bir zamanda nasıl yapıldığını öğrenmek istedi
vakit, Ömer Faiz Efendi de Padişahın huzurunda idi. Sultan Abdülaziz, İstanbul
Şehremi^nine şu iradeyi tebliğ etti:
"İstanbul'da sık sık yangın olur,
yüzlerce ev yanan. Yerlerine yenilerinin yapılması için seneler geçiyor.
Adamlar elli evlik yere bir o kadarlık inşaatı dört günde yapmışlar. Sebep ve
hikmeti nedir? Tahkik ediniz de istifade edelim.
İstanbul'a
dönüldüğünde Padişah aynı iradeyi tekrar ettikleri vakit Ömer Faiz Efendi şu
cevabı vermiş:
"Şevketmeab,
bu memleketlerde insanlar sadece Cenab-ı Hak tarafından anne karnında
yetiştiriliyor. Geri kalanları
fabrikalarda imal ediliyor, anne karnından çıkanlara da onlan icab eden yerlere
koymak düşüyor. Memâlik-i Şahanenizde
inşallah bu fabrikalar zaman-ı saltanatlarında tesis edilir de, Ömer Faiz kulunuz İstanbul'u baştan
aşağı yakar, o harap evler yerine hazır mamurelerin mimarlığını bizzat ifa
eder!"
Ömer Faiz Efendi daha sonra
kendinden şöyle bahsediyor:
Ben kulları, Zât-ı Şâhane nezdinde aklına
geleni söyleyen "bir garip âdem” idim. Şu hikmet dolu beyti kendime rehber
yapmıştım:
Deruh-u aşina ol, taşradan bigane sansınlar,
Bu bir özge reviştir: Âkil ol, divane sansınlar.
Al-i Osman Padişahı benim bu derviş hâlimi takdir etmiş
olmalı ki, meselâ, bir veziri böyle cevap vermiş olsa, başına gelmedik
kalmayacağı halde, yüzüme tebessümle baktı ve bu tebessümü zehr-i hane
[ağlamamak için gülmeye] çevirmemek için başını döndürdü.
Fuad
ve Ali Paşaların ölümlerinden sonra, Ömer Faiz Efen di saraydan ayağını kesti.
Kendisine "Nedimof"
dedirtecek kadar Rus taraftan Sadrazam Mahmud
Nedim Paşadan uzak durdu. Sultan Aziz bir gün kendisini aratmış, huzurda
sustuğunu görünce, "Efendi, siz önce bülbül idiniz," demişti.
"Şimdi ne için şakımazsınız?"
Ömer Faiz Efendi, Padişahın bu sualini Keçecizade İzzet
Mollanın bir beytindeki "geldik ki" kelimesini "kaldık ki"
şekline değiştirerek büyük bir cesaretle şöyle cevaplandırır:
Bir mevsim-i bahanna
kaldık ki âlemin,
Bülbül hamuş. havuz tehiy, gülüstan harâp.
(Güya bahardayız: bülbül susmuş, havuz susuz, güller açmamış.}
Özüne ve sözüne böylesine doğru Ömer Faiz Efendi için
Mehmet Galip ve Ali Rıza Beyler, Onüçüncü Asr-ı Hicride Osmanlı Ricali adli eserlerinde şunları söylüyorlar:
"Ömer Faiz Efendi, gayet hoş ve zarif bir İstanbul
efendisi idi. Ali Paşa, Fuad Paşa, Yusuf Kamil Paşa, Mustafa Fazıl Paşa gibi
devrin ricalinin konak ve yalılarında hususi dairesi vardı. Bu zevat Ömer Faiz
Efendi ile sohbetten zev- kiyap olurlardı. Edip, ahlakı temiz, medeni cesaret
sahibi, hakikatlerin safında, açıksözlü, vekar ve haysiyet sahibi idi. Devlet
büyüklerinin halis muhibbi ve hayırkar dostu idi. İbret fıkraları o kadar
çoktur ki, bir araya toplansa yüzlerce sahifelik kitap meydana gelir. Bazen en
elemli bir hadiseyi, zarif nükteye sararak kederi dağıtır, bazen gülünecek bir
vakanın içine ibretle düşünülmesi şart cepheyi sokardı. Alim
ve fazıl idi."
Milletler arası Paris Sergisi (1867) münasebetiyle Fransa Cumhurbaşkanı
Üçüncü Napoleon, Sultan Abdülaziz'i şeref misafiri olarak davet etmişti.
Padişahla beraber gidecek zevat tesbit edilirken, Sadrazam Mehmet Emin Ali
Paşa, kendinin ve Fuad Paşanın şahsi dostu İstanbul Şehremini Ömer Faiz
Efendinin de heyete dahil edilmesini istemişti. Ali Paşa, Ömer Faiz Efendinin
Batıyı herkesten daha iyi anlatacağına inanıyordu. Ömer Faiz Efendi ise,
Fransızcasının yeterli olmadığını, yaşlılığını, resmi törenlerden
hoşlanmadığını, herşeyi gördüğü ve duyduğu gibi söylemesinin hadiselere sebep
olabileceğini ileri sürmüş, bir
çokları için gaye ve hayal olan bu
müstesna yolculuktan mazur görülmesini istirham etmişti. Bunun üzerine Ali
Paşa demişti ki:
"İşte bizler sizin bu seyahate bunun için iştirak
etmenizi istiyoruz. Bize resmi rapor yazanlar çok olur. Onların neler anlatmak
istedikleri de bizim için çok zaman meçhul değildir. Şimdi ben, şahsım ve Fuad
Paşa biraderim namına zat-ı fazılanelerinden bir ricada bulunacağım: Seyahat
sırasındaki müşahedelerinizi mümkünse günü gününe yazınız. Müsvedde halinde
... Ve inşallah sağ salim avdetten sonra elinizdeki bu ruznameyi hiç tashih
etmeden olduğu gibi bize veriniz.”
Ömer Faiz Efendinin günü
gününe kaydettiği "Avrupa hatıraları" Cemal Kütay'ın himmet ve
araştı^alanyle çok şükür gömülü kalmaktan kurtuldu, gün ışığına çıktı. Kendileri,
Avrupa’da
Sultan Aziz adlı eserinde bu değerli kitabı
şu kelimelerle takdim ediyor:
Bu Ruzname’yi gördükten
sonra kanaat getirdim ki, Batı ile aramızdaki mesafe, bir
çoklarının zannettiği ve en büyük hatalara sebep olan yanlış teşhis ile, son
yüz sene içinde açılmamış. Hayır! Onaltıncı yüzyılın ikinci yarısında
başlamış... Rönesans... Fatih Sultan Mehmed'in Bizans'ı yıkışı ile beşeriyetin
üzerine yeni ümit olarak Türk’ün himmeti ile doğmuş, fakat Fatih'in oğlu
İkinci Bayazit'in yetersiz şahsiyetinde bu doğuş büyümemiş... Medresenin
kendisine “veli” dediği bu zat yerine, şair, medeniyetçi, devri anlamış,
babasının sayısız meziyetlerine vâris talihsiz Cem Sultan Osmanlı tahtına
geçebilmiş olsa idi, Boğaz köprüsü bile bugün beş yüzüncü yaşına yaklaşmış
olacaktı.... Unutmayınız ki, ferdin de, toplumun da yaşantısını çağdaş eserler
temsil eder ve uygarlıkların sadece "kafası” değil, bu “kafa”nın tarif
ettiği "maddi eserler"i de vardır.
Ömer Faiz Efendinin kıyaslamaları bu bakımdan
1970 Türkiye'si için “ibret"lidir zannediyorum. Öylesine ki, tebessümlerde
bile acı duraksamaların izleri var.
Ben.
Ömer Faiz Efendinin Ruznâme'sinin tam metninin
her Türk, bilhassa her mektepli tarafından tekrar tekrar okunması gerektiğine
inanıyorum. Geçmişteki hataların tekrarını önleyecek tek yol, bu hataların
neler olduklarının bilinmesidir ki, yüz yıllar boyunca tekrarlayageldiğimiz,
zaman zaman feci hataların oldukça tam bir kataloğu da bu büyük Türkün Ruznâ^^’si.
Padişah ve etrafındakiler
Llyon garından Paris'e girdikleri vakit garı süsleyen Osmanlı bayrakları Ömer
Faiz Efendinin dikkatini çeker. “Ben bu büyüklükte bir bayrağımızı kendi
memleketimde görmedim," diyor. Paris geceleri ise üzerinde derin bir
izlenim bırakmış. Ruzndme’sinde şunları
yazıyor:
Paris yerinden oynadı.
Bilhassa geceyi görmek şart. Paris'in gecesi, hattâ bütün Garp diyarlarının
geceleri bizim gecelerimize benzemiyor: Bizde hayat, güneşle başlıyor, güneşin
batma- sıyle son buluyor. Buralarda öyle değil. Sokakları ve evleri, taş
kömürünü yakarak elde ettikleri ve "hava gazı” dedikleri nur huzmeleriyle
aydınlatıyorlar. Tiyatrolar, konserler, opera dedikleri sesli ve muayyen
mevzuu musıki ile beraber icra eden sahne oyunları gecelerin başlıca
meşgaleleri.
Ben, İstanbul şehrinin
şehremini, yâni beldenin meseleleriyle, haddim olmayarak meşgul şahsiyeti
olarak bu ışıklandırma ile diğer zevattan daha çok alâkalı idim. Hoş, böyle bir
şehrâyini seyretmek için sadece insan olmak kâfi idi. Üçüncü defadır ki, fırsat
bularak yine Belediye Sarayı civarına gelmek imkânını buldum. Bu seferkine
Veliahd Murad Efendi Hazretleriyle Şehzade Abdülhamid Efendi hazretlerinin
lütuflarıyle nail oldum. Adeta tebdil-i kıyafet etmişcesine kalabalık içine
karıştık ve manzarayı seyre başladık. Bir ânda bütün ışıklar birden yanıyor,
bir ânda sönüyor, sonra kısım kısım yanmaya devam ediyordu. Güneş sanki yere
inmiş, sadece burasını aydınlatır olmuştu. Garip bir müşterek hisle Veliahd
Murad Efendi Hazretleri buyurdu ki:
"Ne garip ve ibretli
manzara... Adamlar azmetmişler, uğraşmışlar, âdeta güneşin ışıklarını
almışlar, saklamışlar, gecelerin karanlığını gündüze çevirmek için
kullanıyorlar.”
Dayanamadım. Müsamahasını
bildiğim için cevap verdim:
"Efendim, biz de
güneşle meşgul olanlar vardır.”
"Ya... Kimler
acaba?"
"Şairlerimiz, efendi
hazretleri... Şairlerimiz güneşle meşgul olurlar. Mahbubelerini gecelerini
gündüze çeviren güneşe benzetirler. Cild cild şiir yazarlar, şarkı
bestelerler. Bunlar da güneşle meşgul oluyorlar, ama onların ki kimyagerler,
ilim adamları. .. Aramızda bu kadar küçük bir fark var!”
Cennetmekân Abdülmecid Hanın, bütün zerafet
ve zekâsına vâris olan Veliahd Hazretleri, arifâne bir nazarla bu fakiri taltif
etti, ve sonra müşterek elemimiz namına iç çekti.
Paris
belediye başkanının ziyafetinde, başkan, Ömer Faiz Efendiye İstanbul
sokaklarının nasıl sulandığını, belediye her yıl kaça mal olduğunu sorar.
Buradan ötesini Ömer Faiz Efendiye bırakalım:
"Samimiyetle
itiraf edeyim ki, Paris'i görünceye kadar belediyelerin şehir sokaklarını
muayyen zamanlarda sulamalarının asli vazifeleri arasında olduğunu
bilmiyordum. Hatta geldiğimiz ilk günün sabahında çok erken saatlerde tekerlekleri
patırdı yapmasın diye tedbir alınmış tek atlı arabalarla büyük caddelerin
sulandığını gördüğüm zaman hayret etmiş idim. Bü arabalara konulmuş büyük
fıçıların iki tarafındaki hortumlardan fışkıran sularla caddeleri bir temiz
yıkıyorlardı. Bu manzarayı görmemiş olsa idim, ziyafetin geç saatlerinde
Belediye Reisinin, ‘İstanbul’un sokaklarını nasıl sularsınız?' sualine muhatap
olsa idim, kim bilir nasıl cevap verirdim. Fakat onların bu işi nasıl yaptıklarını
görmüş olduğumdan hatırıma derhal bizimkisi ile mukayese geldi. Sükûnetle cevap
verdim:
"
'Bizim İstanbul sokaklarını belediye olarak sulamamıza ihtiyaç yoktur. Çünkü
sokaklarımız kendiliğinden sulanır.'
"Paris
Belediye Reisi hayret etmişti. Merakla sordu: 'Çok enteresan... Bu vazifeyi kim
ifa ediyor?'
"Artık olan olmuştu. Hakikatı söylemek,
fakat bu acı gerçeği pek anlamayacakları şekilde izah etmek icab ediyordu.
Karşımda oturan Fuad Paşanın dahi vereceğim cevabı merakla beklediğini
hissettim. Fütursuz ve tabii bir eda ile dedim ki:
Efendim, bizim bütün caddelerimiz ve sokaklarımız 'iki
keçeli kahve, berber bakkal, aşçı dükkânlarıyle doludur. Bakkal, meselâ,
peynir tenekesinin, zeytini içine bastığı fıçının, aşçı temizlediği
sebzelerin, kahveci yıkadığı fincanlarının ve nargilelerinin, berber tıraş
öncesi ve sonrası kalan sularını sokağa döker. Bu sular içinde berberinki çok
defa sabunludur. Bu sebeple ayrıca bizim koku giderici ve temizleyici madde
kullanmamıza da lüzum kalmaz.
"Fuad Paşanın zeki bakışlarında taksin ve
tebrik pırıltılarının dolaştığını gördüm. Ben de sokaklarının be'lediyesi
eliyle bir damla su nasibi olmayan bir beldenin şehremini olarak yüzümüzün kızarmasını, karşımdakinin anlayamadığına
kaani olduğum bir garip mizahi içinde geçiştirmenin hem rahatı hem rahatsızlığı
içinde idim. Avdet esnasında Fuad Paşa ile bir an yalnız kalmıştık.
Lütufkâr hali ile, 'Efendi Hazretleri, cevabınız fevkalade idi,' dedi.
'Evet Paşa Hazretleri, çok zaman zat-ı devletlerinin de en acı ve
elem verici hadiseleri mizahın örtüsüne sararak gözlerden saklamak
yolundaki derslerinizden istifadeye çalıştım. Fakat anlan avutmuş olsak bile acılarımız
içimizde...
Padişahın şeref misafiri
olduğu Paris
Milletler arası Sergisinde memleketimiz maalesef layıkıyle
tanıtılamamıştı. Sergiyi gezen Sultan
Abdülaziz bedbin
bakış ve sükûti çehre ile sergiden ayrılmış,
heyetin diğer üyeleri sergide kalmıştı. Bu sırada Ömer Faiz Efendi, Veliahd
Murat ve Şehzade Abdülhamid Efendilerin yanında idi. Şehzade Abdül- hamid
Efendi sorar: "Acaba memleketimizde imal edilen eşya sadece bu kadar mıdır? Başka şeyler yok mudur?"
Veliahd, cevap vermesi için Ömer Faiz Efendinin yüzüne bakar. Ömer
Faiz Efendi de şu cevabı verir:
Çok vardır, efendim. Hatta sergimizin içinde
bulunduğu şu bina dahi Türk mimarî tarzında değildir. Anadolunun tenha ve
göçebe aşiretlerinin yaşadığı metrûk sahada çadırlar içinde “cicim” denen öyle
kilimler dokunur ki, dünyanın başka yerinde yapılamaz, efendimiz. Kasabalarda
demire iptidaî ocaklarda su vererek öyle çelikler yapan ve bunlardan öyle
sanatkârane silâhlar imâl eden ustalar vardır ki, bunların el işi olduğuna inanılmaz,
efendimiz. Tek kelime okuma-yazma bilmeyen genç- kızlarımız ev odalarında kök
boyalarla öyle halılar, ipekli kumaşlar, gemhfilar, bürümcekler dokurlar ki,
hayran olmamak elden gelmez, efendimiz. Fakat Bab-ı Ali ricali bilmezler, efendimiz,
çünkü ekserisi için buralar meçhuldür."
"Peki amma, siz de Bab-ı Ali ricalinden
değil misiniz?”
Daileri bir mütevazı ilmiyye mensubuyum. Bendelerinin bilmeye
çalışması bir şey ifade etmez. Bilmesi icab eden vükelâ ve küberâdır. Onlar
da münhasıran İstanbul ahvâli ile meşgul olmaktan vakit bulamadıkları için
mazûrdurlar, efendimiz. Me- mfiliki şâhaneyi Bab-ı Ali tanımayınca dünya nasıl
tanır, efendimiz?
Ömer Faiz
Efendinin bu cevabı zeki ve zarif veliahdın dudaklarında bir tebessümün
dolaşmasına vesile olmuş.
Sergideki heykeller bilhassa
çıplak kadın heykelleri bizimkilerin çok fazla dikkatini çekmiş. Ömer Faiz
Efendi bu heykeller için diyor ki:
Sergide bilhassa
kadınlara ait çıplak heykeller ayrı bir galeride olmakla beraber, güzelliğin
bulunması arzu edilen her yerde mevcut idi. Bizler bunlara kaçamak gözlerle,
ama Frenkler- den daha büyük alâka ile bakıyorduk. Biz sadece örtülü olanlarını
tesadüfen görüyorduk. Onlar kadınlarla her ân hayatın içinde beraber idiler ve
sergiyi gezen genç kızlar ve kadınlar da kendilerini çıplak gösteren bu
heykellere bizim kadar alaka ve tabii olarak bakıyor idiler. Alışkanlık, itiyad
meselesi idi ortada olan...
Beraber bulunduğumuz
İmâm-ı Sâni ve Zât-ı Hazret-i Şehri- yanın hocası Hasan Nâmi Efendi
Hazretlerine yavaşça sordum: "Efendi Hazretleri, bunlara bakmak haram
mıdır, günah mıdır, mekruh mudur, mubah mıdır, sevap mıdır?"
Hoca Efendi kadim dostum
idi. Benim mizâç ve mişvârımı da yakinen biliyordu. Yüzüme öyle bir baktı ki,
cevaba lüzum kalmadı: Fetvâyı almış idim! Hoş, benim için fetvâya lüzum yoktu.
Ben, "innâllah-e cemi'ül-yu-hubb-ül cemâl"e [güzele bakmak sevaptır]
inanmış ve Allahımızın bütün güzelliklerini ondan anlayan insanlar için
yarattığına iman etmiş hakiki bir Müslüman idim. Bin bir şükür ki, suhte
değildim.
["Suhte," softa
demektir. Gerçek mânası susamış olan bu kelime, önceleri "ilme
susamışlar" için kullanılırdı, zamanla "softa" haline gelmiş.]
Kadın heykellerinin teşhir
edildiği heykel galerisinden, canlıla^mn seyredildiği "moda
pavyonu"na geçelim. Ömer Faiz Efendi bu "rüya alemi"ni renkli ve
nükteli üslûbu ile şöyle anlatıyor:
En geniş salonlardan
ikinci katta olana çıktık ki, Halimi Efendi biraderim kolumu çekti:
"Azizim, dikkat buyurunuz, mankenler zat-ül hareke. Yâniya ki
zi-ruhturlar, canlıdırlar, hareket halindedirler!”
Cidden hayretle olduğum yere çakıldım,
efendim... Öyle ya, en süslü libâslarını giymiş biribirinden hasnâ,
yekdiğerinden müstesna körpecik hanımlar, Üzerlerinde gecelikten gelinliğe
kadar elbiseler sıra ile salına salına gezinirler; öte taraf ta çocuklar,
erkekler, yine de üzerlerındcki son moda elbiselerini teşhir ederler.
Birbirlerinin önlerinden geçerken, şühâne eda ile genç kızlar tebessüm ederler,
delikanlılar mest ve handân eğilerek selâm verirler... Bir manzara ki, seyrine
doyum olmaz. Öğrendik ki, bu teşhir bir saat sürer, sonra ipek kalın perdeler
çekilir, yeni tuvaletler içinde yeni güzeller salonu doldurur imiş. O ciddi ve
bir nükte için Ebû Nevvâs letafeti lâzım gelen Halimi Efendi biraderim tekrar
ve tekrar kolumdan çekerek, "Azizim, lütfeyle de şöyle bir yere mihmân
olalım. Ö^ü Kllâh bir daha göremeyiz. Hafızamıza menkûş olsun," diyordu.
Dil- nüvâz nâzeninlerin, ellerinde yelpâzeler serv-ü hırâman zaır- lerin
önünden geçişleri, sürdükleri ruhnevâz güzel kokuların etrafa yayılan râyihaları
arasında adetâ rüyâya dalmış idik.
Sultan Aziz'in Avrupa seyahati yılında Batıda
mizah gazeteleri yüz yaşını aşmıştı. Bizde ise bu neviden mecmua ve gazeteler
bilinmiyordu. Daha sonraki yıllarda Namık Kemal yurda dönecek ve Teodor
Kasap'la el ele vererek Diyo- jen'i
çıkaracaklardı. Ömer Faiz Efendi, Paris'te bir yığın mizah mecmuası satın aldı.
Ruznâme'sine şunları yazmış:
Gazeteler, mecmualar,
kitaplar ufak-büyük her semtte ve her yerde satılıyor. Herkes okuyor. Bizde
olmayanları almak istedim. Mizâh mecmualarını tercih ettim. Bunları tasnif ve
Fransızca olanlarını mütalâa ederken, İmam-ı Sâni Hasan Nâmi Efendi bunların
ne olduğunu sordu. Kendisine şu cevabı verdim:
“Frenk şathiyyatı,
heziliyatı, mizâhı, tebessümü, kahkahası, Karagöz'ü, Hacivat'ı, Beberuhi'si,
Nigâr'ı ve Hürmüz'ü... Amma, efendim, lütfen tetkik buyurun, çizgilerin çoğu
kadınlara ait. Çünkü bu adamlar, zevklerinin her tecellisinde kadınlara fazla
yer ve değer veriyorlar. Bakınız, Efendi Hazretleri... Teberrü- ken şu
resimlere bakınız: mizâhî mevzularda hemen hemen hepsinde taraflardan birisi
kadın. İster ay parçası gibi güzel, ister asabi kaynana kadar asık suratlı
olsun, taraflardan birisi muhakkak kadın. Zannediyorum ki, adamların yüzü bu
sebeple bizlerden çok gülüyor."
İmam-ı Sani Hasan Nâmi Efendi bu mecmuaları
tetkik etti, bazısı hakkında izahat aldı ve kanaatını açıkça söyledi:.
"Mirim, bu Frenkler cidden hayatın zevkini her sahada bulmuşlar. Her halde bunları devlethaneye götürecek
değilsiniz."
Bu safhayı Fuad Paşa
Hazretlerine anlattığım zaman Hariciye Nâzırı güldü:
"Efendi Hazretleri,
İmam-ı Sani Hoca sizden bir kısmını rica etmiş,
amma anlatamamış. Bilmez misiniz, dini örfümüze göre, Müslümanlar,
biribirlerinin günahlarını taksim ederek sevap kazanırlar. Vah vah, İmam
Efendinin sevâbına mâni olmuşsunuz.”
Ben, günahın hepsini omuzladım ve bu
"Frenk şathıyyatı”nı Kanlıca'daki yalıma taşıdım.
Sultan
Abdülaziz'in Paris'i ziyareti Fransız basınında büyük bir ilgi ile karşılandı,
gazeteler her gün Padişah ve beraberindekiler hakkında tafsilâtlı haberler,
yorumlar yayınladılar. Paris elçimiz Cemil Paşa, Ömer Faiz Efendiye bunlardan
bahsetti: "Hiç bir ziyaret, Fransa'da bu kadar alaka uyandırmamıştır.
İnşallah, devletimiz bundan istifade eder."
Ömer
Faiz Efendi şu cevabı verir: "Ben de temenni ederim, amma biraz sizden
farklı olarak: Bu istifade sadece siyasi sahada kalmamalı... Aklımızı başımıza
alıp, biraz da onların bizden istifade etmelerini temin edecek hale gelmeliyiz.
Ben şahsen vatana, gördüklerimin elemi ve ibreti içinde döneceğim.
Zamanı büsbütün kaybetmeden aradaki mesafeyi kapatmaya bakmalı."
Sultan Abdülaziz'in
İngiltere seyahati de—Fransa seyahati gibi—son derece başarılı geçti. Ömer
Faiz Efendi, vatanını ve milletini sınırsızca seven bu büyük Türk, Batı
dünyasını bilen her Türk gibi, gördüklerini, kendi memle- ketindekilerle
mukayese etmekten kendini alamıyor, onlarla bizim aramızda aşılması güç ve
belki de imkansız mesafe karşısında elem duyuyordu. İstanbul Belediye Reisi
Londra'da bir yangına şahit olmuş. Dinleyelim:
Londra'da dün ateşle suyun kavgasına şahit
olduk. Bu cümle ile yangını, ahşap İstanbul'umuzun büyük âfetini kastetmek
istedim. Burada da büyük bir yangın oldu ve muazzam kârgir bir binanın içi olduğu
gibi yandı. Fakat bizim tulumbacılara hiç benzemeyen, buharla hareket halindeki
su vagonları ile yangın yerine hemen yetiştiler. Üzerlerindeki çelik ince göğüslüklere
ateşin tesir etmeyeceği, kafalarında miğverler olan itfaiyeciler, ateşi su ile
bastırarak yangını söndürdüler. Bu buhar ile hareket eden su vagonları, suları
bitmeden büyük caddelerin altından kalın borularla gelen sularla takviye
ediliyorlardı. Hepsini hayranlıkla seyrettik. Bilhassa ben hicâp duydum...
Bizim İstanbul’umuz bir
yanmaya başladı mı, biliriz, mahalleleri yakar, yüzlerce hânüman söner, yüz
binlerce liralık zarar ziyan olur, yüzlerce aile açıkta kalır, yangın etrafı
yıkılarak tecrit edilir, eğer lodos veya poyraz yoksa o zaman söner.
Tulumbacılarımız, taşıdıkları su kadar ses çıkarıp patırdı yaparlar.
Fedakarane gayret de ederler, amma sırtta taşınan tulumba sandıklarının
aldıkları su ile, yüz yılların çıralaştırdığı o ahşap yangınlar söndürülür mü?
Onun için hepsinin üzerinde bir "ya hafız," yani hıfzeden, koruyan
duası yazılı... Fakat hiç birimiz çıkıp da, bu su da Allahın lütfu, bu akıl
da.... Dinimiz tedbir almayı emreder, aklını kullan, suyu hazırla, yangını karşıla,
asıl “hafız" bu, ey tevekkülden miskinliğe geçen umursamaz mahlûk,
demeyiz.
Bu gidişle fakirin Ruzname'si Kedername olacak.
Türk heyeti İngiltere
Parlamentosunu da ziyaret etti. Ömer Faiz Efendi 'de modern demokrasilerin
beşiği bu parlamentoyu ilk defa görüyordu. İntibalarını şöyle anlatıyor:
Tarihlerden okuduklarımızı gözlerimizle
gördük. O gün bir vergi kanunu müzakere olunuyor idi. Çok hararetli müzakereler
oldu. İngiliz lisanına vakıf olanlarımız pek mahdut olmakla beraber, milleti
temsil eden zevatın hükümet icraatını nasıl murakabe ettiklerine şahit olduk.
Buradan ayrılırken, cümlemiz, kalben de olsa, aynı hassasiyetin memleketimizde
de olmasını temenni eyledik. Fakat ne faide ki, çok azımız bu niyâzı izhar
edebildik.
Aşağıdaki satırlar da,
Londra belediyesinin Padişah ve beraberindekiler şerefine verdiği
ziyafet-balodan sonra yazılmış:
Osmanlı Heyeti âzasının
sağ tarafına libâsları, çehreleri ve endamları kadar fevkalâde asil birer
İngiliz kızı, sol taraflarına kibarlık ve asâleti her hallerinde
âyân olan birer delikanlı mevki almışlardı. Kızlar,
bizlerin kollarına girmişlerdi. Delikanlılar ellerindeki üzeri kuğu kuşu
tüyleriyle müzeyyen âsaları ile yol açıyorlardı. Fuad Paşa, içimizde lisan
bilenlere, birer münasip surette sohbet etmemizi tavsiye etmişti. Bu fırsat
zuhur ettiğinde, kolumdaki harikulâde güzel, sarışın, her hali ile câzibedâr
genç kız bana maiyet-i şâhanedeki vazifemi sordu. İstanbul'un belediye reisi,
onların tâbiri ile "Lord Mayor" olduğumu söylersem inanmıyacaktı.
İnanmazdı da! Bir bana, bir de kendi "Lord Mayor"una bakacaktı.
Kendime en lâyık ve en sahih vazifeyi o ânda buldum:
"Ben Zât-ı Şâhaneye ve vezirlerine
hikâye anlatırım," dedim. Güzel mavi gözlerinde meraklı bakışlar dolaştı,
fakat "Ne anlatırsınız?" diye sormadı. Sorsa idi, diyecektim ki:
“Zaman öldüren hikâyeler... Bizler anlata anlata, onlar dinleye
dinleye bu hâle geldik."
Padişah ve heyettekiler Avrupa’da Batı musikisine de hayran kalmışlar,
o musikinin Türkiye'ye giremediğine ha- yıflanmışlardı. Ömer Faiz Efendi Sultan
Abdülaziz'in bu musikiden zevk aldığını şöyle anlatıyor:
"Zat-ı
Şahanenin Crystal Palace'daki [Londra! konserden memnun olmaları üzerine, 16 Temmuz Salı günü İtalyan operasında 40,000 ağaç dalı ile yeşil orman haline getirilen muazzam
salonunda Asaniello opereti temsil edildi. Padişahımız, kendilerine cidden
yakışan 'müşir' üniforması içinde idi. Ben, cennetmekan Abdülmecid Hanın
Saray-ı Hümayunda inşa ettirdiği opera salonunu gö^üş, vefatından sonra
orasının atıl ve başıboş vaziyette bırakılmış olduğunu düşünerek eza
duymuştum. Mademki hayran kalıyor ve zevk alıyorduk, o halde neden kendi
memleketimizde başlamış olanları yarıda bırakıyorduk?"
Geçen
asırda Viyana Avrupa'nın büyük sanat ve kültür merkezlerinden biriydi. Hele
musıkide Viyana ile başa çı- kalabilecek bir Avrupa şehri yoktu. Türk heyeti bu
^ınat ve musiki beldesinde unutamıyacakları saatler geçirdiler.
Viyana'da
meşhur kadın tiyatro yazarı Mm. Juliet Ouno- va'nın "La
Biche au Bois" adlı balesini seyrettiler. Ömer Faiz Efendi, bu balenin
"tam Zat-ı Şahanenin hoşuna gidecek bir bale" olduğunu yazıyor.
"Sahneler, onu seyreden kadar şahane idi. Mevzu da, hayatı
saraylada geçmiş bir tacidann hazzını kazanacak hülyavi safhaları takib ediyor,
sonu iyiye bağlanıyordu."
Ömer
Faiz Efendi Ruznâme'sinde şunları da yazıyor:
"Viyana'nın
Avrupa'nın sanat, musıki, edebiyat ve sahne hayatında ne büyük merkez olduğunu
o gece, Ander Wien tiyatrosunda... anladık. Çıktığımız zaman adeta bir rüya
alemi içinde idik. Halimi Efendi biraderim bana sordu: 'Efendi Hazretleri bu
ne halettir?' Adeta rüya üzerinde devam edercesine cevap verdim: 'Birader-i
azizim, bizler Binbir Gece Masallarını kitaplarında okuruz. Bunlar kitaptan
almışlar, sahneye kodmuşlar. Bizimkisi hayal, onlarınki hayat!'
...
Evet, bizim Karagözümüz de bazı hususiyetlere sahip, amma ufku o kadar dar ki,
zavallı Hacivad tekerleme tekrarından başka icray-ı hüner için saha bulamaz.
"Tiyatronun
medhali, vistibül, merdivenler çiçekler ve bayraklarla donatılmıştı. Burada
büfelerin önündeki çeşmeler, durmadan aranılan ve beğenilen içkileri bol ve cömert
bir şekilde akıtıyordu. Doğrusu, her türlü mahzuru şöylece rafa koyarak,
bunlardan bol bol denedik. Fuad Paşa Hazretleri, İmam Hasan Nami Efendinin de
bu ikrama iştirak edip etmediğini sorduğu zaman Hoca Efendiyi halas etmek için,
'Meşrübun mahiyetini tesbit için Efendi Hazretleri tadmadan nasıl fetva
verirler? Zat-ı alileri mevzuu mahallinde tetkik etmeden icray-ı karar
buyuruyorlar mı?' dedim.'
İngiltere'de Sultan Abdülaziz şerefine büyük
bir deniz manevrası tertiplenmişti. Manevradan sonra Padişah Crom- well
zırhlısını makine dairelerine kadar gezdi. Sözü Ömer Faiz Efendiye bırakalım:
Bizler de orada idik. Bir bu seyyar
fabrikaları düşündüm, bir de bizim eski devirleri hatırladım. Her şey
temelinden değişmiş idi. Yanımda duran ve cümlemiz gibi hayran hayran bu dev
buhar makinelerine bakan Halimi Efendi biraderime dedim ki:
"Aziz biraderim,
şunlara bakarken ne düşünüyorum, biliyor musunuz? Bizim Barbaros Hayrettin Paşa
merhumun devri bitmiş,”
Halimi Efendi melûl melûl yüzüme baktı ve
ah-ı vâh edermişçesine başını salladı.
Londra'da yerleşen Osmanlı
tebaası da sık sık heyet mensuplarını ziyaret ediyor, onlara İngiltere'yi
göstermek istiyorlardı. Bunlardan biri de eski İstanbullu Karabet Efendi idi.
Londra civarında büyük bir salam fabrikasının sahibi imiş. Ömer Faiz Efendiye
ineklerini göstermek istiyordu. Yine Ömer Faiz Efendi'nin, büyük küçük her
Türk'ün tekrar tekrar okuması gereken Ruznâme'sine dönelim:
Karabet Efendinin bu
davetine pek mâna verememiştim. Kendisine, "Siz mesleğiniz dolayısıyle
hayvan sergisi ile alâkadar olabilirsiniz, ama biz kasap değiliz, ziraatçı
değiliz, hayvan yetiştiricisi değiliz, bizim ne işimiz var orada?” dedim.
Karabet Efendi filozofâne başını salladı:
"Hayır
Beyefendilerim, hayır Efendilerim, hayır buraların taşı, toprağı, insanı,
hayvanı, bizlerden farklıdır. Hepsini görmeden giderseniz fikriniz tam olmaz.
Gelmiş iken bunların bilhassa öküzlerini görünüz de bundan sonra bizdekilere
sadece dana deyiniz, hatta buzağı deyiniz.”
Gittik gördük, elhak Karabet Efendinin hakkı
var idi. Her birinin ayrı cins adı olan bu belki ikişer yüzer okkadan fazla
kale gibi öküzler önünde bizimkiler buzağı, nihayet dana olabilirlerdi. Bu
ülkelerin taşı, toprağı, insanları, hayvanları başka idi.
Sultan Aziz'le beraber
Avrupa'da seyahat eden Türk heyeti sadece Paris ve Londra'ya değil, geçtikleri,
gördükleri her Avrupa şehrine hayran kalmışlardı. Ömer Faiz Efendi Nurnberg
intihalarını kaydederken şunları da yazmış:
Gördüğümüz âsâr-ı umran bizleri hayran
bıraktı. Başyaver Halil Paşa askerlere yakışan iri sesiyle, "Bizim
sefirlerimiz, paşalarımız buralarını görmüyorlar mı?” dedi. "Neden memleketimizde
aynı eserler yok? Ben, İstanbul'a hastalanmış döneceğim.”
Padişahın da gördüklerinin tesiri
altında kaldığına şüphe edilemezdi. Ömer Faiz Efendinin Ruzname'sinde şu satırları
da okuyoruz:
Sokaklarda halk bize
tecessüsten çok sevgi ile bakıyordu. Halil Paşa Almancasıyle hepsine lâf
yetiştiriyordu. Bir genç hanım niçin çoğumuzun sakallı olduğunu sordu. Meşhur
cevap olarak, "Sözümüzün dinlenmesi için,” dedim. O zaman,
masmavi, güzel gözlerini hayretle açarak ikinci bir sual sordu:
"Peki, hepiniz
sakallı olduğuna göre kim kimin sözünü dinli- yecek? '
Biraz tereddüt ettim, ama
hemen cevap verdim: "Hangimizin sakalı daha büyükse onun sözü
dinlenir."
Allahın bildiğini şurada
saklamak hata olur: Bu cevabımla beraber gözlerimin önüne sakalı iki tarafına
inmiş bir keçi hayalî geldi. Hayır. Bu ibretlerin geçit resmi yaptığı
seyahatte anlamıştım ki, sakal, kavuk, şalvar, tesbih, İstanbulin, galoş ve
dışa ait ne varsa hepsinin devri bitmişti. Kafanın içinde bir şeyler olması gerekti.
Gelgelelim, kafaya bir şeyler
sokmak için okumak şart. Bizler ise, büyük bir çoğunlukla okumayan insanlardık.
Bu^gün de, en fazla okuması, du^nak bilmeksizin okuması gereken sözüm ona
‘‘münevverlerimizin en az okuyan insanlar oldukları göz önünde tutulursa, o
dünlerden bu yana pek fazla bir şey değişmediği derhal anlaşılır. Ömer Faiz
Efendinin yüz seneden fazla bir zaman önce "okumak" konusunda
yazdıklarının artık geçerli olmadığını söyleyebilir misiniz?
Londra'da, daha sonra
Viyana ve Peşte'de de... gördüm... ibretle uyandım ki, Avrupa demek ilim ve
okuma demektir. Herkes okuyacaktır. Okumasını ve yazmasını bilecek ve kendi seviyesine
göre okumak istediğini bol ve ucuz bulacak, her okuduğundan yeni bir şeyler
öğrenecek, böylelikle milletçe yaşanılan zamanın insanları haline
gelinecektir.
Bu adamların halklarına
öğretecekleri şeyler olan kalem ve fikir erbabı ne kadar da velûd, çalışkan,
malûmat sahibi oluyorlar... Bunu umumî kütüphanelerde tanınmış fikir erbabına
ayrılmış hususi galerilerde müşahade ettim. Bizde adam, hayatını hasreder,
bir-iki yazma kitabın sahibi olur, bunu ya bastırır, ya bastıramaz. ya Zât-ı
Şâhaneye, veya vükelâdan servet sahibi bir zata ithaf eder, câizesini alır,
sonra öteki mahdut nüshalarını
alır koltuğuna, konak konak dolaşır, itibar ve iltifat
arar. Burada ise, matbaalar fabrikalar kadar geniş, büyük, içlerinde binlerce
kişi çalışıyor, basılan kitaplar on bin, yüz binlerce... Bütün dünyaya
yayılıyor, çok da ucuz... Yazanın itibarı da, halkın eserine gösterdiği değerle
ölçülüyor. Öyle kalem sahipleri var ki, dünyada İngiliz başvekilinin ismini
bilmiyen, onları kalbinde saygıya değer kişilerin başında muhafaza ediyormuş.
Bu galerilerin şeref mahallinde ise, çoğu hayata gözlerini kapamış meşhur fikir
ve edebiyat üstadlarının büstleri var: halka gülümsüyorlar gibi... Halk da her
gün, onların eserlerini alıp okurken, bu heykellere bakıyor, hürmet ve
minnetlerini gözleriyle arzediyor. Hiç bir kudret sahibine alkış tutanlarda
olmı- yan samimi, riyâsız, şükran bu.
Memleketimde olmayanın ne olduğunu, asıl boşluğu, bu velûd
ilim ve irfan nehrinin içinde daha derinden duydum ve emin olunuz ki ağladım.
Yalnız kaldığım zaman gözyaşlarımı kederime sardım.
Avrupa
seyahatinin Sultan Abdülaziz üzerinde de derin bir tesir bıraktığına şüphe
edilemezdi. Ömer Faiz Efendi Ruzname'sinde diyor ki:
"Garpteki
her adımı, Osmanlı tacidanna, devlin öylesine değiştiğini, bu değişmeye ya ayak
uydurmak ya da büyük devlet olabilmenin her an hayalleştiği acı ve sert hakika-
tını da anlatmıyor değildi." Padişah, nitekim, İstanbul'a dönünce bir gün,
Başmabeyncisi Hafız Mehmet Paşaya yolculuğundan bahsederken, "Keşke bizden
evvelkiler de gidip görse idi," demiş. "Biz dahi geç kalmışız."
Sultan
Abdülmecid Avrupa’yı bilhassa görmek, oradaki iyi şeyleri geti^ek istiyordu.
İmparatorluğun Batıya yönelişinin öncüsü, hassas, satansever, medeniyetçi ve
mükemmel Fransızca bilen bu Hakan, Saliha Sultanın kocası Kap- tan-ı Derya
damad Halil Paşaya şunları söylemişti:
"Siz
Avrupa'nın hemen hemen her tarafını gezdiniz, Garbı yakından tanıdınız.
Vazifeniz icabı olarak da memalik-i şahanemizi dolaştınız; valilik, seraskerlik
yaptınız. Kısacası, vatanı ve dünyayı tanıyorsunuz. Ya ben? Ben daha Marmara'dan
ötesine çıkamadım. Garabete bakınız ki, sizleri ben idare ediyorum! En sık
rüyama giren nedir, bilir misiniz? Asla tanınmadan, halktan birisi kıyafet ve
hüviyetinde evvela geniş ülkemi dolaşmak, iklimleri, tabiatı, insanları
tanımak, sonra, bizim için 'ayrı bir dünya' olduğunu Frenkçe gazete ve
mecmualarda okuduğum, oralarını gören sizlerden dinlediğim Garb'a geçmek,
merasimsiz, külfetsiz, halktan biri gibi dolaşmak, görmek, anlamak, öğrenmek...
Yalnız korkuyorum ki, bu safhadan sonra saraya girip, kendi irademle bir nevi
muhteşem esarete katlanmaya mecal bulamam ... Şu kadarını söyleyeyim ki, bu
hasretimi yerine getiremeyeceğime göre, gözüm açık gidecek!”
Kim bilir, Sultan
Abdülmecid, belki bu elemle vereme yakalandı ve henüz otuz dokuz yaşında iken "gözleri
açık" hayata veda etti.
Heyet
İstanbul'a döndükten sonra Sadrazam Ali Paşa, münhasıran, Padişahla beraber,
Avrupa seyahatine katı- lanları Bebek'teki yalısında yemeğe davet eder. Ömer
Faiz Efendi Ruzndme'de bu toplantıdan da bahsediyor:
"Dün
akşam yemeğinde, Sadrazam Ali Paşa Hazretlerinin Bebek'te kain yalılarında
misafir idik. Davette münhasıran Zat-ı Şahane ile Avrupa seyahatine iştirak
etmiş zevat var idi. Çubuk safhası dahil samimiyet-i mutlaka içinde
intibalarımızı ortaya döktük, düşüncelerimizi söyledik. Bir çoklarımız Garb
memleketlerini ilk defa görüyor idik. Ali Paşa bilhassa bunlarla sohbette
bulundu. Söze başlamadan dedi ki:
"
'Şimdi burada Sadrazam yok. Menafi-i vatan için en musip tedbirleri düşünen bir
muhibb-i halisiniz var. Her- şeyden evvel şu meseleyi öğrenmek isterim:
içinizde, gördüğünüz Avrupa memleketlerinin hayatından ve şartlarından
hangilerine muhtaç olduğumuzu, yoksa başka bir yol mu takip etmek icab ettiğini
mülahaza edeniniz var mı? Evvela Hoca Efendi Hazretlerinden fikrini rica
edelim.' ''
"
'Hoca Efendi Hazretleri,' İkinci İmam Nami Efendi idi. İlmiyyeden rütbesi
'Kazaskerlik' idi. Hoca, sakalını sıvazladı ve fetva veren bir eda ile dedi
ki:
'' 'Paşa
Hazretleri, aslımıza halel getirmemek üzere ne alabilirsek, almıya mecburuz: İlimlerini,
vasıtalarını, mesaî şekillerini. .. Umran ve refahlarını
memalik-i şahanede görebilmek için başka çare yok.'
"Sadrazam
bu cevapla iktifa etti. Zannediyorum ki, Ho- ca'ya girizgah yaptırmak
istemişti. Sözü sıra ile diğer zevata verdi, beni en sona bıraktı. Bunun bir
sebebi olduğunu idrak etmiş idim. Yaş ve mevki olarak davetillerin önünde
olduğum, Sadrazamın bizzat ısrar ile acizlerini sağ tarafına, Fuad Paşayı sol
tarafına alması ile ayan ve beyan idi amma, 'son sözü' bana bırakmasının manasını
da idrak etmeye lehülhamd aklım müsaid idi. Davetliler
içinde Baş- mabeynci, Başkatip, Başyaver gibi Saray-ı Hümayunun 'baş'Jarı
vardı. Bunlar Zat-ı Şahane ile daima temas halinde idiler; fikirleri sık sık
alınırdı ve Padişaha telkin yapabilecek mevkide bulunuyorlardı. Söz
sırası geldiği vakit dedim ki: 'Paşa Hazretleri, bu memleketlerden herşeyi alalım—hatta
Müslümanlığı
bile.'
"Tahmin ettiğim gibi
Sadr^^m dahil, herkeste bir irkilme olmuştu. Sadece Fuad Paşanın zeki
çehresinde bir tebessüm dolaştığını görür gibi oldum. Meclisteki bir anlık
derin sükûtu yine ben, sözlerime devam ederek ihlaJ. ettim:
Evet, Paşa Hazretleri, evet efendimiz, Müslümanlığı dahi bu
memleketlerden alalım; çünkü onlar, ilim, irfan, medeniyet, çalışkanlık,
adalet, müsavatları ile Müslümanlığın asıl emirlerini, Hıristiyan oldukları
halde tatbik ediyorlar, yâni bilmeden hidâyete mazhar olmuşlar. Böylelikle
"diyâr-ı küfür" olarak onlardan en çok tehâşî ettiğimiz,
çekindiğimiz ve sakındığımız sebep aslında mevcut değil... Bunu idrak edersek
gerisi kolay, çünkü biz Osmanlılar, medeniyet, refah ve umranın bizler için
nasıl mânevi ve dinî vazife-i asliye olduğunu idrâk edersek, evet efendimiz
gerisi kolay, çünkü şahsî ve cem'î olarak cümle vasfımız onlardan üstün...
Cehaleti bırakıp ilmi, iptidâiliği bırakıp medeniyeti, tembelliği bırakıp
çalışkanlığı, el emeği biçâreliği- ni bırakıp makineyi, şehirlerde ve köylerde
pisliği bırakıp temizliği, üfürüğü bırakıp ilâcı, deveyi bırakıp treni,
yelkeni bırakıp uskurlu gemiyi alır, kadın-erkeğimizle birlikte ve beraber
bir "tam millet" olursak hem dinimizin, hem devletimizin bekasını ve
izz-ü şân ile devamını temin ederiz. Evvelâ buna karar verelim, bunun aslî ve
ulvi vazifemiz olduğunu idrak ve kabul edelim, gerisi kolay devletlû...
"Davette
hazır olanlar sözlerimi sükûnla dinlediler, fakat hiç kimse bir şey ilave
etmedi. Cümlesinin, bilhassa Sadrazam ve Hariciye Nazırının aynen benim gibi
düşündüklerine kaniim. Diğerlerinin de
teferruata ait farklarla aynı fikri paylaştıklarına inanıyorum.”
Ömer
Faiz Efendi daha sonra şunları yazmış: "Mütevazi evime döndükten sonra bu
son satırları da ilave ederek Ruzname’mi tamamlıyorum.
"Ali
Paşa Hazretleri beni ömrümde unutamıyacağım bu müstesna seyahate iştirake imkan
veren resmi vazifem olan Ruznâ^’mi sordu. Bir şeyler karaladığımı, bünları
tebyiz etmem şart olduğunu, fakat muhtevada asla değişiklik yapmıyacağımı, eğer
beni bu fikirlerimden dolayı cezalandırması icap ediyorsa, Tanzimat’tan evvel
tatbik edilen sürgün cezasının verilmesini, fakat, mesela, Berlin, Paris,
Londra, Peşte, Viyana, Brüksel, eğer buralarda münhal yoksa, Avrupa, hatta
Amerika’da en küçük bir sefaretimizde 'imamlık' vazifesi vererek oraya sürgün
etmesini niyaz ettim. Dedim ki:
"
'Ç^ünkü böyle bir sürgün cezasına layık görülürsem, gittiğim yerdeki
müşahedelerimi açıkça ve samimiyetle arzetmiş olmamdan dolayı cezaya maruz
kalacağım. Böyle bir ceza için de en adaletli mahal, o cezaya mevzu olan fikir
ve düşüncelerin mahallidir. Ruzname olarak vasıflandırılan
müşahedelerimi zat-ı devletlerine, yazıldığı gibi, fakat cümlelerin sadece
sebk-ü raptı yerine getirilmeye çalışmakla iktifa ederek arz ve takdim
edeceğime itimat buyurunuz. İnşallah, beni bir cezaya layık görürsünüz de o
diyarda vazifeten ikamete memur edersiniz!'
"Çok
nadir tebessüm eden Ali Paşa Hazretleri, bu son cümlelerime gülmüştü.
"Beni
de, arzuma nail ederek güldürmesini dua ederek Ruzndme’ye son veriyorum.
"Cuma, 8 Rebi’ül-ahir, 1284” (9 Ağustos, 1867).
Ali Paşa, yakın
dostu İstanbul Şehremini Ömer Faiz Efendinin istediği bu "ceza"yı
verdi. Hayatının büyük bir kısmı Paris'te geçen Mustafa Fazıl Paşanın
delâletiyle onu Paris'e gönderdi. Ömer Faiz Efendi, bu ikinci seyahatinden unutulmaz
hâtıralarla döndü, çünkü zamanını meşhur âlim Hoca Tahsin Efendi ile geçilişti.
Çok
sevdiği dostları Fuad ve Ali Paşaların vakitsiz ölümleri Ömer Faiz Efendiyi çok sarstı. Mithat Paşa ile birlikte
Bağdat'a gitti, onun kapı kethüdası oldu. Mithat Paşanın azlinden sonra
büsbütün yalnız kaldı, inzivaya çekildi, Sadrazam Mahmut Nedim Paşanın kötü
idaresiyle ülkenin sarsıldığı yılda (1875) öldü,
İstanbul'da Yenikapı Mevlihâne- sine gömüldü.
Adams, Henry, John Randolph (Boston :
Houghton Mifflin, 1908).
Adler, Bill, The Complete Kennedy Wits
(New York: The Cita- del Press, 1967).
--- , The Washington Wits (New York: The Macmillan Co., 1967).
Allen, George E., Presidents Who Have Knoum Me
(New York: Simon and Schuster, 1950).
An Observer Appreciation, Churchill by His Contemporaries (Londra: Hodder and Stoughton, 1965).
Arıpınar,
Erdoğan, Oy
Sandığı (İstanbul, 1968).
Barkley, Alben, That Reminds Me (New York:
Doubleday and Co., 1954).
Bevan, Aneurin, Why Not Trust the Tories?
(Londra: Victor Gollancz, 1944).
Boykin, Edward C., The Wit and Wisdom of Congress
(New York: Funk and Wagnalls, 1961).
Braude, Jacob B., Handbook of Anecdotes by
and about Famous Personalities (Engellwood
Cliffs, N.J., Amerika: Prentice- Hall, ine., 1971).
Bruce, William Cabell, John Randolph of Roanoke, 2 cilt (New York: G.P. Putnam's Sons, 1922).
Busch, Noel F., Adlai Stevenson of Illinois
(New York: Farrar, Strauss and Young, 1952).
Butterfield, Roger, The American Past (New York:
Simon and Schuster, 1947).
Churchill, Winston Spencer, Lord Randolph Churchill (New York: The Macmillan Co., 1906).
-- , Great
Contemporaries (New York: G.P. Putnam's
Sons, 1937).
-- ,
The Second World War, 6 cilt (Baston:
Houghton Mifflin, 1948-53).
-- ,
While England Slept (New York: G. P.
Putnam's Sons, 1938).
Cobbett, William, The Political Proteus, a View of the Public Character and
Conduct of R. B. Sheridan esq. (New
York:
Sarjeant,
1904).
Foot, Michael, Aneurin Bevan (New York: Athenneum, 19631974).
Friedman, Philip R, Washington Humar (New York:
The Cita- del Press, 1964).
Gardner, Gerald C., The Quotable Mr. Kennedy,
(New York: Abelard-Schuman, 1962).
Garland, Hugh A., The Life of John Randolph of Roanoke, 2 cilt
(New York: Appleton, 1851).
Grossman, Richard L., Bold Voices (Garden
City, New York: Doubleday and Co., 1960).
Hali, Max, Benjamin Franklin and Polly Baker, (Chapel Hill, N. C. : University of North Carolina Press,
1960).
Harris, Leon A., The Fine Art of Political Wit
(New York: E. P. Dutton and Co., ine., 1964).
Hertz, Emmanuel, Lincoln Talks (New York: Viking Press, 1939).
Herzberg, Max John, Insults, a
Practical Anthology of Scathing Remarks and Acid Portraits (New York: Greystone
Press, 1941).
James, Bessie R., and Mary
Waterstreet, Adlai's Almanac: the Wit and Wisdom of Stevenson Illinois (New York: Henry Schu- man, 1952).
Jerrold, Walter, Bon Mots of Sidney Smith
and R. Brinsley Sheridan (Londra: J. M. Dent, 1893).
Johhnson, Gerald W., Randolph of Roanoke, a Political Fantas- tic (New York: Minton, Balch, 1929).
Kennedy, John F., Profiles in Courge (New York: Harper and Row, 1964).
-- , The Speeches of John F. Kennedy,
Presidential Cam- paign of 1960 (Washington, D.C.; U.S. Government Printing
Office 1961).
Kingsmill, Hugh, An Anthology of Invective
and Abuse (Londra: Eyre and Spottiswood, 1929).
Kutay, Cemal, Avrupa'da Sultan Aziz (Kadıköy,
İstanbul: P.K. 34,
1970).
-- ,
Bilinmeyen Tarihimiz, 2 cilt (Kadıköy,
İstanbul: P.K. 34,
1974).
-- , Nelere Gülerlerdi? (Kadıköy, İstanbul: P.K. 34, 1970).
Leighton, Frances Spatz, The Johnson Wit (New
York: The Ci- tadel Press, 1965).
Leiberman Gerald F., The Greatest Laughs of All
Times
(New York: Modern Library Edition
Publishing Co., 1961).
Liebling, A. J., The Earl of Louisiana (New York: Simon and Schuster 1961).
Lincoln
Stories (Rhodes and McClure, 1879).
Lloyd George, David, The People's Budget (Londra:
Hodder and Stoughton, 1909).
Lorant, Stefan, Lincoln, a Picture Story of His Life (New York: Harper and Bros., 1952).
MacNeil, Neil, Forge of Democracy (New York: David McKay. 1963).
Maurois, Adre, Disraeli (New York: Appleton, 1928).
Monypenny, W.F., and G.E. Buckle, The Life of Benjamin Disraeli, 4 cilt (New York: The Macmillan Co., 1914-17).
Muallimoğlu, Nejat, Güzel ve Tesirli Konuşmak (İstanbul, 1957).
-- , Bir
Türk Vatana Döndü (İstanbul: Muallimoğlu
Yayınları, 1973).
Owen Frank, Tempestuous
Journey, Lloyd George, His Life and Times (Londra: Hutchiston, 1954).
Pakâlın, Mehmet Zeki, Tarihe Malolmuş Fıkralar, Nükteler (İstanbul: Ahmet Halit Kitabevi, 1946).
Parker, John F., If Elected I Promise.... (Garden City, New York: Doubleday and Co., 1960).
Pearson, Hesketh, Dizzy, the
Life and Personality of Benjamin Disraeli (New York: Harper and Bros., 1951).
"Mr. Punch," Benjamin
Disraeli, Earl of Beaconsfield (Londra: Punch Office, 1878).
-- ,
Lloyd George (Londra: Cassell, 1922).
Muzaffer Reşit, En Güzel Dünya Fıkraları
(İstanbul: Varlık Yayınları 1976).
Rosenman, Samuel I., Working with Roosevelt (New York: Harper and Bros., 1952).
Russell, Philips, Benjamin
Franklin, the First Civilized American (New York: Brentano's, 1926).
Sandburg, Cari, Abraham Lincoln: the Praire Years, 2 cilt
(New York: Harcourt, Brace, 1926).
-- , Abraham Lincoln: the War Years, 4 cilt (New York: Harcourt,
Brace, 1939).
Schelesinger, Arthur M. Jr., The Coming of the New Deal (Baston: Houghton Mifflin, 1960).
Sheridaniana: or,
Anecdotes of the Life of the Life of Richard Brinsley Cheridan: His Table-talk,
and Bon Mots
(Londra: H. Colburn, 1826).
Sherwood, Robert E., Roosevelt and Hopkins, an
Intimate His- tory (New York: Harper and
Bros., 1948).
Steiner, Paul, The Stevenson Wit ar.d
Wisdom (New York: Pyramid Books, 1965).
Stevenson, Adlai E., Putting First Things
First, a Democratic View (New York: Random House, 1960).
-- , Major Campaign Speeches of Adlai E. Stevenson
(New York: Random House, 1952).
Van Doren, Carl, Benjamin Franklin (New York: Viking Press, 1938).
-- , Benjamin Franklin's Autobigraphical
Writings (New York: Viking
Press, 1954).
Wiiey, Alexander, Laughing with Congress (New York: Crown, 1947).
Williams, Geoffrey, and Charles Roetter, The Wit of Winston Churchill (Londra: Max Parrish, 1954).
Wilson, Rufus Rockwell, Lincoln in Caricature
(New York: Ho- rizon, 1953).
The Wit of Lincoln, the
Wisdom of Franklin, and other bits of Wit, (Indianapolis, U.S.A.: Scott-Miller, 1907).
indeks
Adams, John Quincy, Webster kokmuş kalpli, 69; 30 yaşındaki eşek, 73 dn
Adenauer, Konrad, kalın deri - allahın
nimeti, 261
Albert, Cari, sen Temsilciler Meclisi başkanı olursan, ben
de Cumhurbaşkanı olurum, 9 Ailen, John, reyini
"Er" John
Allen'e ver, 383
Aristo, 84, 113, 336
Ashurst, Henry F., sükûnet
- akıllılığın yeri, 297
Atlee, Clement, Harrow'un oyun sahaları, 210; Lordlar Kama- rası-ekşimiş şampanya, 265; atom bom^Mı-vizon kürk, 265; Billy
Hughes hakkında-horo- zun ötmesini bekliyor, 266; Yugoslavya’daki
huzursuzluğu, 267
Babanzade, İsmail Hakkı, ya- ban-baban, 300 dn
Bacon, Sir Francis, 67
Baki, 14
Barkley, Alben, Cumhuriyetçi kuzenler, 288-289; nankör seçmen, 289
Benjamin Judeh P., onun
ecda- dı-benimkiler, 302
Benton, Thomas Hart, 77; elim çeker, 77; cenaze takip eder, 77; öldürüyor diye bağırırdın, 78; tavşan-fil-Benton,
79; aile sayısı kadar, 80; köpüklü po-
pülerite, 80
Bevan,
Aneurin, 2.S, 221-252; vurdum duymaz
Anglo-Saksonlar, 224; "Hayır"
diyebilmek, 224;
öğretmenlere dayak attı, 224; iki kişi için yer yok, 225; Chll!-
chill-umacı-komedyan bukalemun, 226; Neville
Chamber- lain hakkında, 226-227; Wools- worth gibi kafa, 227; Aristokrat Bolşevik, 227; zengin adama çok yaklaşma, 227; kendi
sınıf şuuru hakkında, 227; yaşlı doğdu-genç öldü, 228; idare edici sınıfın kendini beğen- mişliği-haydutlar, 228; Muhafazakarların nostaljisi, 228;
geriye gidiyor-yüzü istikbale
çevrili, 228;
Muhafazakı\rlar- mabeddeki tefeciler, 228; kısır mantık, 228; Anthony
Eden hakkında, 228-229;
sağır ve dilsiz rolü hariç, her rol, 229; Nezaketsizlik Taciri-Hastalık Vekili, 229; psikiatrik tedaviye ihtiyacı var, 229; tiksinti veren huysuzluklar, 230; son beş dakikada havalanıyor, 230;
Bevan, devam
ediyor
kendi kendini silecek kadar
sadık, 230; Atlee'ye bir şeyler oldu, 230; kurutulmuş hesap makinesi, 230; politika-menfa-
atlerin çarpıştığı saha-ahlâkın değil, 230; siyasi jigolo, 230; gastronomik
jigolo, 231; VIII. Edward hakkında, 231; Chur- chill'in kralını
terkedişi, 231; taht krizi hakkında, 231; M^^- tarih tekerrür eder-trajedi,
232; Münih mimarları, 232; Hitler Chamberlain'e güveniyor,
232; dizleri titreyen atlar, 233; putperestlik-birinci günah,
234; her tartışmayı ka- zandı-her savaşı kaybetti, 234; Muhafazakâr
çarkta bir dişli, 234;
yozlaşmış sayfalar-basının kontrolu, 235; koyuna gem
vurmağa lüzum yok, 235;
ca- doloz büyücüler peşindeki şeytani ruh, 235; içerden
karıştı - rıcı-dışarıdan karıştırıcı, 236; sivil hükümetin sivil başı, 236; Kamara-Churchill'in
efendisi, 236; Alman demokrasisi-Şefin baltası-İngiliz demokrasisi-ani-
mi, 237; Parlamentonun demagogu, 237; hükümetin p ... leri, 230;
kurt-ayı, 238; Politik Katletme Sanatı, 239; kula.klan tarihin
borazan seslerinde, 239;
taş kesilmiş çocukluk hastalığı, 239; mağlubiyet
Allahtan- zafer Churchill’den, 239-240; fikirdeki
harcıâlemlik-dilinde- ki haşmet, 240; Hitler'e kart mı gönderelim?
241; Yüzbaşı Margesson ve Churchill hakkında, 241-242; münakaşayı
ka- zanıyoruz-harbi kaybediyoruz, 242; tartışmayı harp gibi yü-
rütüyor-harbi tartışma gibi, 243; Hindistan politikası hakkında,
244; faşizm-doğmamağa inat eden istikbal, 244; fareler,
fareler için kuracak, 244;
de Gaulle'in göze batan tarafları, 245; Churchill’in
İtalya siyaseti, 245;
siyasi haysiyet ve fazilet yoksunu, 245-246; Muhafazakârların
faşizmden şikayetleri yok, 246; Avrupa'nın reaksiyoner
kuvvetleri, 246; yaşlı adam-genç gelin, 246; Harp sonrası dünyası hakkında,
247; en belâlı ağız, 251;ta-
nımak sevmeyi g^uktirmez, 251;
bin bursu geri alan surat, 251; maymun-piyanoyu
öğüten adam, 252
Birch, Nigel, tilkimi
vurdular, 275
Bocca, Geoffrey, 221
Bonham Carter, Lady Violet, ne yapılması
gerektiğine karar verene kadar şaheser kafa, 216 Bölükbaşı, Osman,
erkek.liğ^mn zekâtını verseydim, 301 dn
Erill, Abraham, 221
Buckley, William, reyleri
yeniden saydırırım, 356
Buncombe, 268
Burton, Lawrence, çocuk-may- mun-muz, 237
Butler, Samuel, 336
Calhoun, John, 67, 68; Clay hakkında, 68
Cannon, Joseph G., skunk'larla
düello, 304
Capehart, Homer, senatörler olmasaydı,
287
Cariyle, Thomas, 48, 317 Caraway, Thaddus, çıplak
kal- mış-yozlaşmış, 158
Chamberlain, Joseph, belediye
reisinin söyledikleri, 308
Chamfort, 407
Chase, Margaret, Bn. Truman'- dan özür dilerim, 285
Cheever, G.P. 383
Choate, Joseph, Chauncey De- pew'in
nutukları, 308
Churchill, Lord Randolph,
Glad- stone'a hücum, 182-183;
muhalefetin vazifesi-muhalefet, 201 Churchill,
Winston, 25, 181-220;
akıntıya kürek çekti, 182; Kru- ger'i
diliyle öldürüyor, 185;
asılsaydım, iki misli insan gelirdi, 185; kızgın
nutuk-mute- dil teklifler, 186; Çarçur Manyasının Baıtiyar
Cengaveri, 186; Köpek bisküviti ile köpek aramak, 186; politika-harp,
186; prensip uğruna parti-parti uğruna prensip, 186-187; beriberiye
yakalanmış, 187; işçileri çalışır görmek
istiyor, 187; ne söylemek isteyeceğini bilmi- yor-ne söylemiş olduğunu
bilmiyor, 188; kafataslarından oluşmuş tepeden inen gulyaba- ni, 188; Rusya-esrarengiz
kis- ve-sır-muamma, 188;
komu- nistler-timsah, 189; Demir Perde, 189; ressamlar
yalnız değil, 190; yaşlılar yiyeceklerin- de-gençler okuduklarında, 190; mağlübiyet-zafer,
190; söz hür- riyeti-aptalca sözler, 190; oto-
mobil-kasvetli kilometre taçı, 190; kaynakları mahdut, 190 - 191; itfaiye-ateş-tarafsızlık,
191; karşınıza British Gazette ile çıkacağız, 191; Maliye Vekilleri
arasında en kötüsü, 192;
Kemiksiz Acibe, 192; Sosyalist- ler-ise yaramaz, 192; İstiridye
tezgâhı, 193; silahları azalt - masuliyeti arttır, 193; tahnit
ettir-gömdür-yaktır, 193;
hav- lar-ısırabilir, 193; Wedgewood
Benn-Napoleon Waterloo balosunda, 194; Hitler'e taviz verilince, 194; başvekillikte,
194195; program, 195-196; John F. Kennedy Churchill'in İngilizcesi üzerine, 196; Karanlık
günler değil-Allaha şükredelim, 197; alet-iş, 197; kahraman
pilotlar, 197; kükreme vazifesi verildi, 197; balıklan istilayı bekliyor, 197; istila gizli
tutulamaz, 197-198; Bevan - İtalya'nın istilası-yaşlı adam- genç gelin, 198; kırbaçlanmış
çakal, 199; kana susamış haylaz, 199; Napoleon'un Hitler'le
mukayesesi, 199; On başı Schicklegruber'in harp dehası, 199; Hitler
cehennemi istila etseydi, 199; Allahın bile yedi güne
ihtiyacı vardı, 199;
felaketten başka bir şey veremem, 290; sanatkar-sahtekar,
201-202; prejödilerinin bile hükmü geçti, 202; kurt postuna
bürünmüş kuzu, 902; müteva- zi fikirler-mütevazi adam,
Churchill, devam ediyor
202; asırların çöplüğü,
203-204;
ikametgah üniteleri, 204; sos- yalizm-kudretin
merkezleşmesi,
205-206; sosyalist hedefleri, 206;muhafazakârlar-hürriyet, 206-208; işe yaramaz insanlar - işe yaramaz hükümet, 208; ba- şarısızlık-cehalet kıskançlık,
208;
ütopya-kuy^ruktopya,
208; efendisinden bisküvit dilenen köpek, 209'; yarım lira değerindeki yegane eşya, 210; batakta olan gemiye doğru yüzen fare, 210; Gaitskell'in seyrek banyoları, 211; çok heceli kelimelerle cümbüş
yapanlar, 211;
benim
zamanımdan da önce
idi, 212; işitme cihazı, 212; dikkat, Fransızca konuşacağım, 212; tarihi ben yazacağım, 212; her oyuna girdi kaybetti, 213; fazla kızgınlık neşretme, 213; hoplamak için acele etme, 213; politikacının tarifi, 213-214; yüzüncü yıl-ni- ye olmasın, 214; banyo-Avam Kamarası, 214; altın istemiyorum, 214; İngiliz Restaurant- ları, 214; bu hayvan, 214; bana da şamil mi? 214; sen hâla çirkin
kalacaksın, 215;
Trotski-
habis deri parçası, 215; Lenin- en kötü talihsizlik, 215; Lenin- mühürlü vagon-veba bakterisi, 216; Cripps-devlete zararlı, 216; Allah geçiyor, 216; sevmediğim faziletler-hayran kaldığım kötülükler, 216; George Ber- nard Shaw'ın piyesi, 217; tiyatro eleştirisi, 217; evlilik hayatı-kahvaltı,
218; kahvaltıdan önce katiyen içmem, 218; kabahat
Siz'de, 219; hür ruhların ilham
kaynağı, 220; Yaratan bu zahmet ve mesakkate hazır
olmalı, 220; George Ber- nard Shaw'ın harp nükteleri, 222; Beaverbrook Churchill hakkında-müstebitleri
yaratan karakteristikler, 223; hü.k.üme- ti tenkit-kadim
Çin, 223; piyasa yü kseldi-başvekilliğe talip olanlar
arttı, 223; Bevan'ı tebrik etti, 226; Chamberlain'in tozlanmış ^ahu-zelilâne teslim olmak, 232;
hayret uyandıran başarısızlık, 238; Kongredeki
yabaniler-Parlamentodaki çılgınlar, 240; herkes erkekliğini ispat etsin,
240; Avam Kama- rası-Avrupa'nın en iyi kulübü, 254-256; hakikatin zıddı, 257; kazan altında
çatırdayan boynuz sesleri, 257
Clay,
Henry, 67, 68; Calhoun vatan
haini. 08; hanımın
adını unuttu, 80; gelecek neslin görünmesine
kadar
bekliyor, 81; Webster-katırlar, 81; cumhurbaşkanı olmak-haklı olmak, 81; Buchanen-Baltimore savunması,
81-82
Clark, Champ, eşek-veteriner- Johnson, 301
Clemenceau, Georges, hangi diğeri? 154; ihtiyarlıyayım, o zaman, 154-155; deli-adalet, 155;
aman, uyandırma, 155; mali- yeden anlamıyan Yahudi, 155; iki cephede çarpışan general, 155; hükümet merkezi-kazlar, 155-156;
Poincarâ-Brian, 156; İ mparatorluk^lki
Fransız Cumhuriyeti, 156; harp çok önem- li-generaller, 156; Amerika -
barbarlık-dejenereleşme, 157;
delegelerin u^^a saatleri, 157; On Emir-Ondört Teklif, 157; İsa-Napoleon,
157; konuştuklarımızı
işitiyorlar, 32.5
Conkling, J^es G. Blain hakkında, 295-296
Connally, Tom, Styles Bridge-
açık gözle değil, açık kafa ile, 298; Senatör Taft'ın kanlı kâkülleri, 298; Senatörü
eğitmeğe vakti yok, 299; köşeye sıkıştırılmış hayvan-pastırma,
299-301; sadece barsaklarını çıkaracağım, 303
Coolidge, Calvin cumhurbaşkanlığından öteye çıkılamaz, 296 Cooper, John, demokrat seçmen- cumhuriyetçiler, 292
Cotton, John, belki biri kaçtı, 284; önce
tükürmeli, 289; ben yerimi değişti^^hm, 2.54-2.55
Çağlar, Behçet Kemal, sözün değeri, 9
Çiçero,
181
Danişmend, İsmail Hami, 381 de Gaulle, Charles, Ruslarla müzakere, 189 dn; Darlan'la yapılan anlaşma hakkında, 245 Dirkson, Everett, Kennedy ve Johnson'u Senatoda bırakalım, 280-2.51; yirminci kattan düşen adam, 281; hakimin
nereye gittiği belli değil, 281;
ukalâ avukat, 282; seçmenlerin düşünce- leri-namzedin düşünceleri, 282; amme hizmeti görürken ölen adam, 2.52; hapishanedeki
adam, 283; iyiki fenerin yanıp
yanmadığını sormadı, 283; ben kur yaparken ışığa lüzum hissetmedim, 283; Paul Douglas'a selam, 284
Deinostes, Phocian’a-gazaba
gelince seni öldürecekler-akıllan başlarına gelince de seni, 19
Disraeli, Benjamin, 84-112; çarmıha gerilen Yahudi, 85;
ölü bir mitoloji, 86; evet, ben bir Yahudiyim, 86; cesarete ihtiyaç
hissettirmeyen suç, 86; avukat olamazdım, 87; kitap- lar-beşer ırkı^m lânetleri, 87; kötü
şarap, 87; kibirli-başarılı, 87-88; kıyafet değişti^iş Muhafazakâr, 2.5; dinin
ticarete zararı olmaz, 89; Muhafazzakar hükümet-Whig ölçüsü, 89; siyasi
şöhret, 2.5; İngiliz eşitliği- Fransız eşitliği, 90-91; millet
- halk, 91-92; beni dinleyeceksiniz, 92; Peel’in yumuşatılmış ticari prensipleri, 93; ^"Whig’U- ler banyoda-elbiselerini çaldı, 95; Peel'in Ca^alngs'ten iktibası, 95; Muhaf^^kâr hükil- met-teşkillı.tlanmış riy^akiı.rlık, 97; Peel'in bebeği, 98; diğerlerinin zekalarını çalıyor, 98; hanımefendi, biz yazarlar, 100; bizim
mesleğin de liderisiniz, 100; hanedanlığa mala ile, 100; asla reddetmem-yalanlamam-
Disraeli, devam ediyor
bazen unuturum, 100; Kraliçeye
Kadın muamelesi yap, 100; avantajı bırakabilmek, 100; en iyi nükte-çoğunluk, 100; Pal-
merstone sıfırı tüketti, 100; Palmerstone'ın iktidarı, 101; gençlik hisleri-ihtiyarlık çerçevesi, 101; hayat çok kısa, 101; ihtilâller-gül
suyu, 101; gazeteler-yalan, 102; yanlış olan
tek fikir, 102;
erkekler her zaman evlenmeli-kadınlar hiç bir
zaman, 102; püro-metres, 102; karısı
Yunanlılarla Romalıları karıştırıyor, 102; seni
destekleyenlere kendini savunma, 103; gerçekler
yavaş gider, 103;
ben senin kalın kafanı açacağım, 103; sen çirkefe düşmeyegör, 104; baron yapamam, 104; mezarlıkta konuş, 104; aptal-akıllı,
105; ümitsiz- lik-aptallık, 105; kanunlar-in-
sanlar, 105; cahil-bilgili, 105; politika-kumar,
105; derin dü- şünceli-sathi düşünceli, 105; kendinden bahset, 100; tahayyül
kudreti-gayri muntazam mantık, 105; yalan-sefil yalan-
istatistikler, 105;
gençlik-eriş- erişkinlik-ihtiyarlık, 105; hoş - sohbet insan, 105; müellif-an-
ne, 105; münekkitler-başarısız edipler, 105; Hıristiyanlar-Ya- hudiler, 105; sefil-sünnet
ol- muş-Yahudi, 106; İbrani hokkabazı, 100; avukat katibi kadar becerikli-Rum kadar göz boyayıcı, 100; Mısırlılar böceğe taptı, 100; vicdanını
suç ortağı yaptı, 107; sara nöbetine yakalananlar,
100; Gladstone İrlandalıların pabuçlarını boyu- yor, 108; Avrupa'nın en tehlikeli adamı, 100; talihsizlik-fe- lâket, 100; Yahudiler-domuzlar,
109; sofistik bir retorikçi, 100; mücerret
iktisat aleyhinde, 100-110; memleket-muhasebe
dairesi, 111;
ilim tahayyüli olacak, 111; ilim-halli imkânsız meseleler, 111; meleklerden yana, 111
Donnally, Ignatus-demokratlar- katır-ecdat, 298
Douglas, Paul, "aio" fiili-kanun teklifi, 299; göl
setleri, 290;
faiz nisbetleri, 200-291
Eisenhower, namuslu inek, 294; entellektüel kimdir? 294
Erwin, Samuel, deliller-kanun- bas küfürü, 305; John-Mary- ahtapot, 305-300
Faiz, Ömer Efendi, 16, 396-397; 404-405;
407-427; kaynana-belki sahiden ölür, 407; Yahudilerin ağlama duvarı, 408; tasarruf
Saraydan başlamalı, 408; onların insanları-bizde, 409; akıl ol, divane sansınlar, 400; ba- har-susmuş bülbül-susuz ha- vuz-harap gülistan; 400; Paris' in geceleri-bizim şairlerimiz, 412; İstanbul'un sokakları, 413; Babıâli-memleket,
414; çıplak heykeller, 415; moda
pavyonu, 415-416;
Avrupa mizahı-Avru- panın gülümseyişi, 416; Hoca efendinin sevabına mâni olmuşsunuz, 417; arayı kapatmağa bakmalı, 417; yangın- Londra'da-İstanbul'da, 417-418; tevekkülden miskinliğe geçen mahlük, 418; İngiltere parlamentosu, 418; bizler
anlata anlata-onlar dinleye dinleye, 418-419; Bin Bir
Gece Masal- ları-hayal-hakikat, 420; Hoca
efendinin yerinde tetkiki, 420; Barbaros'un devri bitti, 420 - 421; İngiltere'nin
öküzleri, 421;
niye aynı eserler
bizde yok? 421;
kimin sakalı daha uzunsa, 422; kafa boşluğu, 422; Av- rupa-ilim ve okluma, 422-423; Abdülaziz-biz
dahi geç kalmışız, 423; Abdülmecid'in rüyası, 423-424; Müslümanlığı bile onlardan
alalım, 425-426;
beni bu cezaya layık görün, 426
Fisher, O.C.. keçiyi kutlayalım, 288
Foot, Michael, Bevan
hakkında, 248-251;
komünistler yatak al- tında-yatakta, 262
Foote, Henry, Benton hakkında,
79
Franklin,
Benjamin, 48-66; Polly Baker'in sa^vunması, 48-53;
uzun ömür-ihtiyarlık, 55; iki avukat arasındaki adam-iki kedi
arasından balık, 55; üç dost, 55; vakit-nakit, 55; tica- ret-millet, 55; insan-alet yapan hayvan,
55; zenginliğe giden yol, 55-56; düşman-inti- kam-affetmek, 56; arabanın en çok
ses çıkaran. tekerleği, 56; hatip-kelime
seylâbı-bir damla hikmet, 56; komşu-bahçe duvarı, 56; arzular-sıkıntılar,
56; bekâr adam-makasın bir parçası, 56; açlık-oburluk, 56; akıllının zırvafarı-cahilin zırvaları, 55; okumuş insan.-“at” ın dokuz dildeki karşılığı-inek, 56; insanlar-din, 55; halinden memnun olan kim? 55; hep beraber asacaklar, 58; saadeti yakala, 58; ebedilik-vergi-ö-
lüm, 59; C^ezayir Divanının kararı, 60-65; mezar kitabesi, 66
Fuad Paşa, Keçecizade, 16, 383 - 406; Fuad Paşa-Ali Paşa-Reşid Paşa, 383-384; Fuad
Paşa - Compte
de Montauban'ın ağzından,
554; önce geminin seren direğine asınız, 385; Fuad Paşa kulumuz, 555; Avrupalı- lar-Türkler, 385-386; altın taslarla ayrılık çeşmesinden su mu içecekler? 386; nankörlükle çevrildik, 391; Mısır niye ilerliyor? 393; bu devletin temelleri, 393; harici görünüş-içyü- zü, 397; siz
dışarıdan biz içeriden, 398; Girit’in değeri-al- dığımız fiyat, 398; ya onun sizin hakkında söyledikleri, 399; Türkiye'den gelen şeylere kulak verdiğinizi gösterir, 399; sizi de ele geçirdik demektir, 399; Hz. Muhammed'in mirâcı- İsa'nın merdiveni, 406; "baba” ve "dede" birleştiler, 406; sitem taşlan, 401; peder beye-
Fuad Paşa, devam ediyor
fendi işitseler-amcapaşa hazretleri
görseler, 401;
Çingene Hüssam'ın saatı, 401-402; Emin efendi Hüssam efendinin omuzuna çıksın, 402; Çingene ça- lar-Kürt oynar, 402; iyiliği görmeğe mahsus gözü
kapalı olunca, 402;
ne bileyim ben senin b... yiyeceğini, 402-403; eve hırsız girmez-ayağımı köpek
kapmaz, 403; ruhu Kato- liklerin-cesedi Gregoryenlerin, 403-404; Yedikule surları-daha kötüsü olmayınca, 404; bizim kusurlarımız İstanbul'a kadar uzanır; 405; kendi mersiyesini hazırlattı, 405-406
Fuller, Thomas, 317
Garfield, James, Kolejli
genç - kabak, 295
Glass, Carter, pire
tozu-dinamit, 213;
yarış atına benzeyen dil, 292
Goethe, 253
Goldwater,
Barry, bozulan asa.n- sör-Goldwater rejimi, 355;
William Buckley-k^arnikaze pilotları, 356; kaybedeceksen bü-
yükfarkla kaybet,
356; Read- er's Digest-National review, 356-357;
taş devri uzmanı, 357; öteki dünya -
İrlandalı-Zenci- Yahudi, 358; yarım kan Yahudi, 356; Austin-Johnson'ın televizyonu,
358-359; fotoğrafçılığa devam et, 359
Grant, Ulysses, hala bir
eşek, 133; Yarbay Blank, 133
Yarbay Blank, 133
Green, sonra uyuyamam, 292 Greeville, 253 Guernsay, Kendrick, politikacı enayi, 309
Hale, Edward, Senatoya bak memleket için dua et, 285
Halifax, 113
Hartwell, Harry T, seçimi
yine de kaybetti, 306
Hastings, Warren, 32-35 Hazlitt,
William, 26
Humprey, Hubert,
Kennedy-beni mağlûp edeceğini söyledi, 352; genç
aşık-sevgilisi-diğer kızlar, 353; Cotton-Smithsonian-Sena-
to, 353-354; Denver Eczacılık Fakültesi-Harvard, 354-355
Hitabet: nedir? 271-280
Houston, Sam, onun
vasıfları- köpeğinki-sadakatı hariç, 76
Hümor hissi, anlatılır: 10-14, 15, 17, 18, 19, 20, 24; Baki, 14; Ziya Paşa, 14; Cahit Sıtkı Ta- rancı, 14; Kâtibi, 14; Hz. Ömer, 14; Cenap Şahabettin, 14; mizah,
14-15, 16, 17; Macit Bey-lüzumsuzdur, 21-22; Mustafa
Efendi-şeriata aykırıdır, 22; Nubel Efendi-bizde olamaz, 22; Şeyh Rıza Efendi-şeriatı karıştırmayın, 23; Süleyman Bey-gülü koklarken dikenine katlanacaksın, 23; Hazlitt, 26; LaRochefoucould, 26, 253; de Stael, 48; Thackeray, 48; Cariyle, 48, 317; Bacon, 67; Ben Johnson, 67; Lagerlof, 67; Pope, 84; Swift, 84; Aristo, 84, 113, 336; Disraeli, 106, 105; Nec- ker, 113; Halifax, 113; Lincoln, 128-129; Sheridan, 139; Maug- ham, 139; Shakespeare, 139; 166, 336, Shaw,
166, Mark Twain, 166, 407; Çiçero, 181; Parker, 181; Overlung, 181; Brill, 221; ^Whipple, 221; Bocca, 221; Atlee, 266-267; Goethe, 253; Greeville, 253, Fuller, 317; Stevenson, 332-333; Kennedy, 333-338, 346, 347, 368; Butler,
336; Goldwater, 358-359; Chee- ver, 383; Nietzsche, 383; Sand, :J83; Keçecizade Fuad Paşa, 398; Lim Yutang,
407; Cham- fort, 407; Ömer Faiz Efendi, 410
Ickes, Harold, Wilkie-yalın ayak-Wall Street, 174; Dewey' nin çocuk bezi, 174; düğün
pastasındaki adam, 174
İzzet Molla, Keçecizade, ağa hazretlerinin aklı, 387; İzzet Molla-Yesarizade-okur yazar, 388; ziyafetlere gitmem, 388; sen niye
tanassur etmiyorsun? 388; biz içeriden yetişemiyoruz,
388-389; perhiz ediyor-ha- Ia herze yumurtlıyor, 389; alimlerin
iki yüzlülüğü, 389
Jackson, Andrew, 68; Sam Hous- ton hakkında, 76; Virginia
valisinin kulağı, 83
Jefferson, Thomas, Franklin'in yerini
alırken, 59
Johnson, Lyndon, Gerald Ford- düz yol-jiklet,
279; Dirkson - kelime cambazı, 261; süpürge
sopası ile savaşmadılar, 293; çocuk-Noel Baba-bürokratlar,
293-294
Jones, Jack, benim karnım-Lady Astor'ın
karnı, 267
Johnson, Ben, 67
Jovitt, Lord, yemek sonrası nu- tukları-aşk mektubu, 307
Kasap, Teodor, fes-şapka, 395 Keller, Helen, takma dişleri, 9, 10
Keating, Kenneth, Roosevelt
- Truman-Eisenhower, 307
Kennedy, John Fitzgerald, 19; banyo-ördekler-halk, 20-21, 336380; kampanyaya
teberru yapanlar - elçilik-babası metelik vermedi, 339; babasının ezici çoğunluk için parası yok, 339; çocukların masrafı - babaları daha çok çalışacak, 339; balo- da-siz bize bakıyorsunuz-biz de size, 340; fakirler-zenginler- parti, 340; Maine
istakozlan, 341;
üşüyen denizci-ebediyen bekleyecek-son
görüşme, 342;
Beyaz evin bahçesi-hük^metin gerçek başarısı, 342; yazarsan mecmuayı satın alırım, 342; babasının bürosunda gülen yok, 342; sen orada benim ceketimle gez-ben burada sizler için
çarpışayım, 342;
yiyecek istemeyiz-biraz önce Hindistan cevizi
yedik, 343; gemimi batırdılar - kahraman oldum, 343; Galbraith'in oğluna mektup, 343-344; Karpuz
canlı mı? 344;
Robert'in tayini-geceyarısı
Kennedy, devam ediyor
fısıltılı ses, 344; bizi seviniyor sanacaklar, 344; Robert'in
ve- killiği-avukatlık stajı, 344-345; Master Robert
Kennedy'ye yer kalmadı, 345; otuz beş yaşına gelmeden
cumhurbaşkanı olamazsın, 346; Fall River seçim- leri-Kennedy, 346; gazeteyi satın almağa mecbur kaldık, 347-348; kadın seçmenlerin reyleri, 348; asansörcü
sandılar, 348;
basın toplantısı-akıllı gazeteci, 348-349; reyini satmağa hazır, 349; şoförlerin
kızgınlığı, 349;
Kennedy-Sym- ington Johnson-rüya, 350; demokratlar- banka soyuldu, 350; dokuz
yaşındakiler-seçim, 350; genç kızlar evlenme
şansları-bizimle gelin, 351; Kennedy ve Humprey yerlerinde
duramıyor, 352;
Robert'- in sevinci, 360; ben de sadece yazın çalışmak istiyorum, 360; politikacı değil-diğer huyları da iyi, 360; cumhurbaşkanlığı- iyi m^aaş, 360; general olun- başkumandan değil, 361; imzamın
değerini yüksek tutacağım, 361; Kennedy-hemşire- ler-Beyaz Ev kurmay heyeti,
361; öncüler - Alaska - Hawaii- ezici çoğunluk, 361-362; Gold- berg yazıhanede verdi, 362; Cumhurbaşkanı-müsteşar
- dama, 362;
George Smathers'ın önem verdiği düşünceleri, 362363; kansını elden düşme temsil ediyor, 363; Merriman Smith-Beyaz Evle tevarüs edilenler, 364; karua^bahar-randö- vü-evlilik, 364; maymun-feza- dan gelen haber, 365; Beyaz Eve gelin-fikrinizi değişti^e- yin, 365; kaybedecekler-tükür- düklerimi yalayacağım, 366; Khruschev'in
müşkülleri-Ken- nedy'nin müşkülleri, 360; şimdi
söylenmeyecek fikir, 360; McNamara'ya derin hü^e-
tim var, 367;
Cu^huriyetçiler- ittifakla verilen karar, 367; yerinden memnun, 367; Khrus-
chev-madalya, 368;
Kennedy- Khruschev-Çinliler, 360; Rusk' ın mısırı-Khruschev'in votkası, 368-369: işte bunun için onu Dahiliye Vekili yaptım, 370; Nehru'nun Amerika ziyareti, 370; Abirjo-adliye
vekili-aynı problem, 370-371; Galbraith'i
cumhurbaşkanı yapmayı düşünmüyor, 371; Kennedy-karı-
sı-İran Şahı-karısı-Paris ziyareti, 371; Norveç-Amerika
ilişkileri, 371;
Fildişi Sahilinin yenilenemeyecek rekoru, 372; bizi ziyaret etmek isteyen yok, 372; Şili Cumhurbaşkanı-Ken- nedy hanedanlığı, 373; her zaman anladığı Fransızca kelime, 373; Paris'te iş vermediler- cumhurbaşkanı oldum, 373; Quai d'Orsay-Fort Knox-altın- lar, 374; Washington şehrinin mimarı-Paris'in terzileri, 374: de Gaulle'ın fotografçıları- kurtarıcı, 374; Adenauer çok genç, 374-375; ya bu
bayraklar? 375;
ben Berlinliyim, 375;
İrlanda parlamentosunda, 376; Kennedy'nin akrabaları-vapu- ru kaçıranlar, 377; bize de buyurun, 377; Fort
Worth'lu seçmen-Sieerra Madre tepeleri, 378; söylenmeyen
nutuk, 378; Herodot-tarih, 379; Ledre
Rollin'in halkı-önce nereye gittiklerini bileyim, 379; No- bel Mükafatı k^^nanlar-Jeff- erson'un
tek başına yemek yediği anlar, 379; ağaçlan bugün dikelim,
380
Kennedy, Robert, hayatta ba-
şarı-ağabeyiniz cumhurbaşkanı olsun, 351; cumhurbaşkanı
uavinliği-evlenme teklifi, 351; Louis Nizer-su
baskını-John- sontown'lı kahraman Nuh Peygamber, 351-352
Khruschev, Nik.ita, kendisi
hakkından anekdot, 19
King, David S., herkes
şimdiki adamdan iyidir, 287
Kutadgu Bilik, bak:
Behçet Kemal Çağlar
Kutay, Cemal, 14-15, 16, hacca giden karınca, 17; niye geriyiz?
411
Labouchöre, Henry,
Gladstone'- nın kolundaki as koz-Allah, 107
Lagerloff, Selma, 67
Lamar, Lucius Quintus
Cincin- natus, George F. Hoar hakkında, 297
Lamartine, Alphonse, 382
Lever, Leslie, sahtekarlık
değil- basit aptallık, 265
Lincoln, Abraham, 113-138; perakendeci, 114; eğitimin gayesi, 114; jüri karşı tarafın avukatını tanımıyorsa, 115; en fazla kelime-en az fikir, 115; öküzün
kuyruğu ayak olursa, 115-116; ben Kongreye gidiyorum,
116; ölüm yıldönümün■• deki başyazı, 116-117; Lincoln- Jefferson, 117; yıldırım
savar- gücendirilmiş Allah, 118; General Cass'ın ödenek
cetveli, 118-119;
kabul etti-çıkaramadı, 119; Douglas-viski, 120; Doug-
las'ın babası-fıçıcı, 120; güvercin gölgesi çorbası, 121; ölüp de dirilmiş bir şaka, 121; tuhaf
bir hikaye-viski gibi, 121; Gettsburg nutku, 122-12.3; Allahın yardımı şart, 124; Cambaz
Blondin, 124-135;
kimseye kötülük düşünmeyerek, 125 - 126; bu da geçer, 126; kahve- çay,
126; ihtiyar kadın-sigor- tacı, 127-128; kalbi
parça parça olacak, 128-129; at sineği, 129; kartallar leşin başına üşüşür, 130; deli-Sezar-Napole- on, 130; iki
çocuk-üç ceviz, 130; Allah Lincoln'ün şaka
yaptığını sanacak, 130; herkesi her zaman
aldatamadın, 130;
daha çirkin olanı öldürecek, 131; iki-yüzlü olsaydım, 131; yaşlı
kadının dansı, 131;
orduyu ödünç verin, 132; bir delikli hela, 132; Güneylilerin
ordusu daha büyük, 132; değirmencinin buğdayı
öğütüşü, 132;
cehenneme giden yol, 133; Grant' ın generallerine viski-Kral
Lincoln, devam ediyor
George, 133-134; daldı-kupkuru çıktı, 134; Güneylileri
şefkatle yıkıyor, 135; ümitsiz azınlık, 135; büyük baba-torun, 135; her eşek iş
peşinde, 136;
patatese benziyorsun, 136: onu boğulurken göreni tayni ettim, 136-137; bırakalım, biraz da başkaları ölsün, 137; kimsesiz askerin dostu, 137: korkuyor-
san-defol-git, 137;
şehit cumhurbaşkanı, 138; ayağını vur- du-ağlayamadı-gülemedi, 335 Lincoln, Robert, 137 dn
Lloyd, George David, 139-165; mülk sahipleri-Lordlar Kama- rası-fakirler, 141; siyasi akrobatlar, 142: Birmingham'lı
kuyumcular, 144:
üç dük-iki markiz, 145; fakirlere nutku, 146; Joynson-Hicks'in
hak edilmemiş kazancı, 146-147; dükler - zırhlılar, 147: Curzon ve Mil- ner'e hücum, 148; Allah
soygunculuğu, 149-150;
ele geçen büyük fırsat, 151; komisyonun sonu, 152; Lord
North-çekirge, 152;
Asquith-diğerlerinin karıları, 152; cüce-dev cüppesi, 158; at gözlüğü
takmış bankacı, 159; demir ruhuna işledi, 159; kuyruğu elimde kaldı, 159; Katil
köpek, 160; belden aşağı vurdu, 160; doğru-yanlış-zahi-
ren doğru, 160;
sözünde hiç durmuyor, 161; Musa'nın cebi- altın inek, 162; kanalizasyon
borusundan dış siyaset, 163; yeterli belediye
başkanı-Bir- mingham, 163; Amery, Cham- berlain'e
Cromwell'in kelimeleriyle hücum ediyor, 163; elindeki
mühüru bırak artık, 164: Churchill'in kabinesine
muamelesi, 240
Long, Huey, zenci
hastabakıcılar, 269-270; zengin ihtiyar -
cehenneme kadar yolu var, 270-271; Henry Luce hakkında, 271
Macmillan, Harold, Bevan hak- kında-her
rol-dilsiz ve sağırın- ki müstesna, 229; hiciv ve
ha- karetli tartışmalar azalıyor, 260; Khruschev'in
ayakkabılarını sıraya vuruşu, 261; hem Amerikalılarla hem
de İngilizlerle beraber içeceğiz, 261; ce-
halet-tenkit, 261;
oğul-baba, 261; Harold
Wilson'ın çizmeleri, 261
Mancroft, Lord, kıt zeka-işleti- len zeka
telleri, 312
Marshall, John, kanunlar
beni çiğnedi, 9;
10
Maugham, William Somerset,
139
McAdoo, William, Harding'in
fikir peşinde giden ibareleri, 307
McCarthy, Joseph, 304
Mc Coarty, Steven, cehenneme kadar yolun var,
310-311
McLaurin, Anselm, Cumhuriyetçi Parti-ammenin
yağma edilmesi, 298
Montagu, Lady, 381
Muskie, Edmund, sessizliğe
yardım etmedikçe, 286
Nabarro, Sir Gerald, kapı tokmağı olarak fındık
kırıcıları, 258-259
Necker, Madame, 113 Nietzsche,
383
Orbay, Rauf, Celal Nuri hakkında, 300 dn
Overlung, 181
Ömer, Hz., 14
Parker, Dorothy, 181 Pope, Alexander, 84 Profume seks
skandalı, 261
Randolph, John, 67-83; parlıyor ve kokuyor,
69; Cahgula'nın atı, 69; köle-eşit-eşek-üstün, 70; toprak skandalı, 71-72;
Jefferson-Becket, 72; hakimlerden korkuluyor, 73; eyalet hakları-kadının
iffeti, 74; Wright-Rea, 74; ona hiç iyilik etmedim, 74; yeri boş kaldı, 74;
kırık tuğlada bilenmiş bıçak, 74; önceki sual, 75; Harp Şahinleri, 75; Allah
Calhoun'u Cumhurbaşkanlığından korusun, 76; Washington Allahın lanetine
uğrasın, 76; Pocahon- tas'ın torunları, 76; Fransız İhtilâlinden bir gün uzun,
78; Clay'in gözleri,-benim gözlerim, 80; çapkınlara yol veririm, 82; bana bir
ceket borcunuz var, B. Clay, 82
Reed, James A., ekseriyetin zulmü,
280
Reed, Thomas Brackett, ağızları
açılıyor-bilgi hazinesi eksiliyor, 301; J. Hamilton hakın- da, 301;
doğrultma müsaadesine lüzum yok, 301; William M. Springer
hakkında, 302; benden de kötüsünü bulacaklar, 302
Rochefoucould, La, 26, 253
Roosevelt, Franklin Delano, 166180; Roosevelt’in canı
cehenneme, 168; Roosevelt-ölenler sütunu, 168; Roosevelt fıkrası- Komünist
Rusya, 169; muarızımın delilleri, 170; yaşlı centil- men-ipek fötr
şapka, 171-172; liberal-muhafazakâr, 172; koltuk değneklerini doktora fırlatıyor,
172; Martin-Burton- Fish, 173; meşum ittifak, 173; Cumhuriyetçiler bukalemun,
173-174; Ickes'in dili, 174; Kavgacı Smith-Gemici Morgen- thau, 175;
kesinlikle reddet, 175; daktilo stratejistleri, 176; Jed Amca, 176; Fala
hikayesi, 179; Roosevelt'in köpeği-Dewey nin keçisi, 180; muhaiazakar kimdir?
279
Said, Mehmet Haled. Avrupa intibaları,
396
SanEf, George, 383
Seçmenler: hatiplere laf atanlar- Disraeli-gerçekler yavaş
gider, 103; ben senin kalın kafanı açacağım, 103; sen çirkefe düş- meyegör,
104; Llyod George - ben de o yemeği yerdim, ha-
Seçmenler, devam ediyor
nımefendi, 161; Mancroft-kıt zekâ-işletilen ses telleri, 312; Earl Warren-o kadar bahtiyar olmayın, 313; Bryan'ın karısı- McKinley'nin yatağı, 314; Bryan-ördek, 314; Roosevelt-
baba eşek olsaydı-Cumhuriyet- çi, 314-315; Trudeau-Kanadalı
seçmen, 315; adres yazmayı nutmuştuk, 315 dn;
Osman Bö- lükbaşı-duyamıyorsan yer değiştirelim, 315 dn; şapkalarımıza anlatın, 315 dn;
Steven- son-cehalet kazınacak-günah- karlar affedilecek, 316; Ken- nedy-reyini satmağa hazırsın, 349
Seçmenler, mektuplar: McCo-
arty-cehenneme kadar yolun var, 310-311; ^oxmire-parazit
değilsen-ver parayı-al, 311; Eisenhower'in gübre
ihtiyacı, 311-312
Seyfettin, Ömer, politikacı-kü- mes, 17
Sheridan, Richard Brinsley, 2647; senin baban öldürüyor-be- nimki güldürüyor, 27; su ile işleyen yeldeğirmeni, 29; vergi
kanunları fasit dairesi, 29-30; Dahiliye Vekilinin
yorgunluğu, 30;
hafıza-şaka-tahayyül- gerçek, 30; nükte planı, 30-31; Kafaları
vurmak için özel duvar, 31; karşı konulmazsa ırza tecavüz
sayılmaz, 32;
hür basın, 32; Warren
Hastings hakkında, 32-35; Pitt-Theuses, 36; Napoleon-Pitt, 36-37; İngiltere
bankasının iğfali, 37; barıştan memnun-gurur
duymuyor, 3738;
İngiltere Bourbonları yerine oturttu, 38; Pitt Fox'tan aşırıyor, 38; Pitt-Patterson-kar,
38; Parlamentodaki sarhoşlar, 39; aptal-sahtekar
arasında, 40;
gülünecek nükte değil, 40; arabadaki Westminister'li seçmenler, 40-41; terzi kendi elbisesini dikebilir, 42; Cumber- land'ın trajedesine güldüm, 42; editörün edebi şöhreti, 42; uyuyan
hakim, 42; Başpiskoposa aşk mı ilan edeyim? 42; avukat-centilmen, 43; şahane çöl, 43; siyasi bağımsızlık, 4344; ateş
karşısında şarap, 45; İngiltere’nin hürriyeti, 46; Fransa yaşanacak yer-İngilte- re ölünecek, 207; 139. Yine bakınız, Sheridan Tom.
Shaw, George Bernard, 166 Shakespeare,
William, 139,
166, 336
326; Komünist tehlikesi-silahlı Sheridan, Tom, kimin karısını?
44; lirayı şimdi verin, 44; adam da
soydum, 44
Shinwell, Emanuel, Musa'nın soyundan, 238
Snyder, Franklin, takdim nutku, 277-278
Stael, de, 48
Stevenson, Adlai, 23, 316; 317335; Stevenson, Adlai, 316; 317335; cehennemin
gazabı büzerimize düşene kadar, 318; edi-
tör-samanı basar, 318; bağımsız insan-politikadan
politikayı çıkaran, 318; saha-beylik sözler-kılıç şakırdıları, 318; be-
şeriyet-akıntıya kürek çekenler, 318; kaynaklarımızı birleştireceğiz, 319; o
hayatını devam ettirememiş, 319; çocuklar paralarını saklıyor, 319 - 320;
ayakkabıdaki delik, kafadaki delik, 320; Eisenhower'in golf çantası, 320;
Eisenhower- kötülükler - Cumhuriyetçiler - Demokratlar-Taft, 321; Taft -
Eisenhower üzerine otorite, 321; Nixon-redwood ağacı-ta- bii çevre nutku, 321;
Rockefel- ler'in sevgilisi dahi olduğunu bilmiyordu, 321; Eisenhower'- in
ceketinde asılacak kuyruk yok, 321; Cumhuriyetçiler- amme işleri, 322;
filler-kuy- ruklar, 322; şöfor-intihar, 322; yanan ev-su parası, 322; Ezra
Benson-Eisenhower'in emekliliği, 322; Cumhuriyetçilerin platformu, 322; açık
kapılardaki mukavele, 322-323; haylazları alalım, 323; Rockefeller-
Goldwater-Nixon, 323; ay çiçeği namzedi, 324; demokratik sistem-parça-bütün,
324; Beyaz Evde bir gece, 324; halkın başları üzerinden konuşuyor-Ei- senhower
ayakları altından, 324; Clemenceau-dikkat et-işi- tiyorlB.!, 324; Alcibiades-en
iyi zamanında tanımak isterdim, 325; Hazlitt-hayvan güler-ağ- lar, 325; Don
Marquis-gecik- tirmek-düne ayak uydu^ak, 325; V Charles-kuzeni-Milano, 325; Will
Rogers-bizi seçin- sonra düşünürüz, 325-326; hür insan, 326; hürriyet, 326; eğitimin
gayesi, 326; üniversite, tecavüz, 326; dünün problem- leri-yarının imkanları,
326; güzel kadın-cazibeli kadın, 326; Bn. Kari Marx-sermaye yapsaydı, 326; Bn.
Roosevelt- Karanlığa sövmedi-ışık tultu, 327; dönek-hain, 327; yalan
söylemeyin-doğruyu söylemeyeceğiz, 327; onun nutkunu kaybettim, 328; su ile
işleyen yeldeğirmeni, 328; çiftçinin evlenme teklifi-kızın cevabı, 330;
diploma töreninde, 330-331; küçük kız-resim-Allah, 332; eği- tim-alelade
hırsız muhtelis, 332; doğum yerinde, 333; genç politikacı-milli kahraman,
334; .Jimmy-Bill-Tommy, 334; Wat- son-lndian.a halkından hiç muhalefet yok,
335; seçimi kay- bettim-torun kazandım, 335; Lincoln-ayağını vurdu-güleme-
di-ağlayamadı, 335
Swift, Jonathan, 84
Şahabettin, Cenap, 14
Tarancı, Cahit Sıtkı, 14
Thackeray, 48
Thorpe, Jeremy, büyük sevgi, 265
Thurber, James, 317
Truman, Harry, mutfak-politika, 358
Twain Mark, 166; fazla konuşan hatip, 275; Chauncey Depew'-
nin unuttuğu nutku, 308, 407
Ülgen, Murat Ali, “Brütüs"ü iade ediyor, 300-301 dn
Vefik, Ahmet Paşa, devlet adamının vasıflan, 382
Vincent, Norman, ikimiz de haklıyız, 309-310
Walker, James, liberal kimdir? 279
Webster, Daniel, 67, 68, 69
Whipple, Edwin Percy, 221
Wilkes, John, arkadasınız millet vekili olmak istemezse,
312; küçük çapkınlıklar ilgilendirmez, 313; ya prensipleriniz-ya metresiniz,
313
Wilson, Harold, Bevan'ın küçük köpeği, 262; sevdiği hakaret
- Burns'in Chamberlain İçin söylediği, 263; Bıçak Mac, 263; ilk girdi-ilk
çıktı, 263; Dis- raeli'nin sahtekarlığı-Gladsto- ne'nın kendik-doğruluğu, 263;
şahaser aleladelik, 263; yi^mi yıl, 264; Macmillan hakkında- ruhen genç, 264;
Truvalı Helen’in yüzü, 265
Wilson, Woodrow, bir defa öğrensinler, 158; avukat ıslah-ı
nefs etti, 326; eğer mezarcı razı olursa, 327; ışık değil-ha- raret saçıyor,
327; şoförü tevkif et, 327; kabaranlar-ol^M- laşanlar, 327; ne kadar konuşacağım,
328; dünya çok bü- yük-ben çok küçük, 327
Wirtz, William, açık ağızlı-de- rin düşünen, 287
Yağız, Avni, mebus ağzı, 17
Yakes, Sidney, fare-feza-kanser araştırması, 285-286
Yutang, Lim, 407
Ziya Paşa, 14
Sonsöz
A merikan ordusunda en
yüksek rütbe '"beş kyıldız"lı generalliktir. Gerçekte, beş
yıldızlı generallerin sayısı hiç bir zaman bir kaç taneden fazla değildi. Son yılların
beş yıldızlı generalleri arasında Eisenhower, MacArthur ve Omar Brad- ley
vardı.
Geçenlerde
gazetelerde gördüm: Amerikan Testiciler Meclisinin—her ülkede ve her zaman
benzerlerinin bulunduğu—gayretkeş üyelerinden biri, Amerika'nın ilk
cumhurbaşkanı George Washington’u (ki 1799 da öldü) "altı
yıldızlı" general yapmak için bir kanun teklifi getirmiş. Reddedilen bu
teklifin müzakeresi sırasında, bir diğer mebus, teklifi "saçma"
bulduğunu şöyle ifade etmiş:
"George
Washington'u altı yıldızlı generalliğe terfi ettirmek, bir sarhoşun Mikel
Angelo'nun eserlerini düzeltmeğe kalkışmasına benzer "
Politik
hümör işte bu. Sadece bu söz dahi, kanaatımca, siyasi hümör sahasında onlarla
aramızdaki büyük mesafeyi apaçık göstermeğe yeterli. Nitekim, "tarihe
malolmuş" en iyi nüktelerin de politikacılarımızdan ziyade edebiyat ve
ilimle iştigal edenler tarafından söylenmiş olması da bunu göstermez mi?
Bir müddet
önce Yeni
Mecmua ciltlerini
karıştırıyordum. Selcihattin Güngör'ün, büyük Türk alimi İbnilemin Mahmud
Kemal ile yaptığı bir ropörtaj dikkatimi çekti. İbnilemin Mahmud Kemal, bir
gün "ülema ve übedadan
mürekkep bir mecliste
tesadüfen" bulunmuş. Günün önemli meselelerinden biri üzerinde ko-
nUfŞ^urken, meclisi teşkil eden bir zatın, üzerinde djitylan bu meseleye ilmi
bir cevap verilemediğini. söylemesi üzerine, ulemadan olduğu kendi ifadesinden
anlaşılan biri, eğer benim falanca ,eşenme bakılsaydı, istenilen cevap orada vardı,
kabilinden bir söz sarfetmiş. Kimsenin ses çıkarmadığını gören İbnilemin Mahmud
Kemal, ,burn,purn,p ÜZerine demiş ki:
<1Sortlan bu meseleye
sizin eserinizle cevap vermeğe kalkışmak, mızraklı ilmühalle fetva vermeğe
benzer."
Belki yanılıyorum, fakat
ben, bilhassa, günümüzün Türk politikacıları arasında bu neviden bir söz
söylemesini becerebilecek birini pek düşünemiyorum. Bununla beraber, bu kitaba
girebilecek seviyede daha bir çok Türk siyasi nüktesinin söylenmiş olduğunu
savunacak okuyucu- lanmla hemfikir olmaımak da elde değil. Yalnız takdir
edersiniz ki, bunları Meclis Zabıtlarından, gazete ve mecmualardan bir bir
çıkarmak da bir kişinin harcı değil. Bundan böyle, okuyucularımdan rica
ediyorum:
"Bibliyoğrafya"
bölümünde gösterilen kitapta- kiler dışında, bildiğiniz, işittiğiniz veya okuduğunuz
Türk siyasi nüktelerini lütfen bana gönderiniz. Ben anlan, kitabın ikinci
baskısında —tabii sizin isimlerinizi de vererek—ayrı bir bölüm altında
toplıyacağım. Nüktesi yayınlanan her okuyucuya kitabın ikinci baskısından bir
tane hediye edilecektir.
Şiındiden teşekkür eder,
siyasi nüktelerinizi beklediğimi bir kere daha belirtirim.
Nejat Muallimoğlu’nun
Cumhurbaşkanından Şemdinli'deki
vatandaşa kadar,
binlerce vatandaşın takdirini kazanan,
Türkiye'de bir eşi ve benzeri yayınlanmamış kitabı
"Bugün
size bir kitaptan bahsedeceğiz.... Genç, yaşlı. bütün düşünen kafa
sahiplerinin, okumakta büyük yarar sağlayacaktan bir eserin, nihayet Türk
kitaplığına da katıldığını müjdelemek zevki, bizim için şu anda herşeyden ağır
basıyor.”
Halûk
Cansın (Yeni
Asır İzmir), "Komünizmi tanımak"
başlıklı yazısına Cll Mayıs, 1976) böyle başladı.
Vecdi
Bürün de şunları söylüyordu (Orta Doğu, 12 Mart, 1976)
"Muallimoğlu,
bütün aydınlarımızın takdir edecekleri ve örnek almak hevesini duyacakları bir
eser meydana getirmiştir.’’
Cavid
Ersen, Hergün gazetesinde şöyle diyordu (22 Mart,
1976)
"Şimdiye
kadar yerli ve yabancı yazarlar tarafından takdirle karşılanıp, ilgi duyulan
cinstendir Nejat Muallimoğlu’nun vücude getirdikleri.... Komünizm teori ve pratiğini....
zengin ve sürekli bir Türkçe, berrak ve akıcı bir üslûpla anlatan bir kitaptır
bu.”
Afyon'da yayınlanan günlük Türkeli gazetesi ise diyordu ki (6 Nisan, 1976)
...Türk fikir hayatında yer alan bütün yazarlarımız Mu- allimoğlu'nun
kitabını okumuşlar ve yazdıkları yazılarda onun uyandırmaması imkansız
akislerini tesbit etmişlerdir .... Bütün
Yönleri ile Komünizm gerçekten dikkate değer
ve her Türk aydınının mutlaka okuması gerekli bir kitaptır.... Muallimoğlu, bu
eseriyle de verimli bir çalışma yapmış, ele aldığı konularda meselelerin
dışında kalanlara düşünce ışıklan turnayı başarmıştır."
Yahya
Akengin de Hisar dergisinde (Mayıs, 1976), "dopdolu bir
kitap" diyor.
İçinde
bulunduğumuz yılın Martında yayınlanan bu kitap, gerçekten, büyük ilgi çekmiş
ve birinci baskısı şu anda tükenmez üzeredir. Büyük boyda (elinizdeki bu kitap
orta boydur) ve 630 sayfalık hacimli bir kitabın, hem de komünizmi oldukça
ilmi bir görüş noktasından inceleyen bir kitabın, bu kadar kısa zamanda
tükenmesi, takdir ederseniz ki, gerçekten değerli olduğunu gösterir.
Başta
muhteren Cumhurbaşkanımız olmak üzere bir çok devlet ve hükümet erkanı da Nejat
Muallimoğlu'nu tebrik etmişler. Komünizmi böylesine ilmi ve objektif bir açıdan
anlatan kitabın nihayet Türkiye'de de yayınlanmasından duydukları memnunluğu
belirtmişlerdir. Bu cümleden olarak, Milli Savunma Bakanı Ferit Melen şunları da yazıyordu: "Kitabınızı... istifade ile inceliyorum. Komünizmle fikir
alanında yapılması gereken mücadelede yararlanılabilecek büyük bir eser vücude
getirmiş bulunuyoruz. Sizi candan kutlar, teşekkür ve saygılarımı
sunarım."
Türkiye'de
komünizmin ne o duğunu böylesine etraflı ve derin anlatan başka hiç bir kitabın
yayınlanmadığını söylersem bana inanmanızı isteyeceğim. Halûk Cansın da aynı
fikirde: "... tereddütsüz söylemeli, bu mevzuda şimdiye kadar çıkmış
Türkçe eserlerin ilim açısından en esaslısını teşkil ediyor." Vecdi Bürün
de şunları söylüyor: "Sosyalizm ve komünizm meseleleri, bu eserde
benzerine rastlamadığımız bir derinlikte inceleniyor."
Gerçi 630 sayfalık
bu kitabın 100 küsur sayfası tamamen bu satırların yazarının kaleminden
çıktıysa da, benim rolüm daha ziyade bir "editör" lük oldu. Ben,
komünizmin teori ve pratiği üzerinde otoriteleri dünyaca tanınmış filozof,
bilgin ve yazarların eserlerinden derlediğim parçaları bir kitap halinde
birleştirdim. Bununla beraber, kitap hakkında yazı yazanların, bu satırların
yazarının "rol"ü üzerindeki düşüncelerini de nakletmeme müsaade
ediniz. Halûk Cansın, Yeni Asır'da şunları söylüyor:
...kitabın hazırlanmasında kendi rolüne
‘Editör’ vasfını daha uygun bulmuş. Dünyaca kabul edilen filozoflardan, ilim
adamlarından ve yazarlardan tercüme ettiği etüdleri, bilgili bir sıra ile
tasnif ettiği nazara alınınca, bu sıfat belki yanlış değil. Ama eksik. Zira,
iki haftadır içimize sindi- re sindire, ağır ağır çevirdiğimiz sahifelerin
sonuncusunu da tamamlayıp kapağı kapadığımız şu sırada, nihai kararımız öyle
ki kitab, gücünün en fazlasını, Muallimoğlu'nun kendi kaleminden çıkan
incelemelerden alıyor.
...neden gizleyelim ki, biz, Bütün Yönleri ile Komünizm’i okurken Muallimoğlu'nun araya büyük bir vukufla serpiştirdiği
notlardan, en az bu otoritelerin incelemelerinden olduğu kadar, faydalanmış
bulunuyoruz. Hele, ‘Ne Yapılması Gerek?' başlığını taşıyan ve kitabın son
faslını teşkil eden bölümdeki tahlil ve tesbitler, bizce, editör'ün hizmetini,
diğer yazarların katkısından, belki daha üstün bir seviyeye ulaştırıyor.”
Diğer sütun sahipleri de Nejat Muallimoğlu'nun "editör"
lük rolü üzerinde durdular. Yahya Akengin: " ...Muallim- oğlu bu kitapta
kendisini ‘editör' olarak takdim ediyor. Ancak bu editörlük, yeni bir eser
meydana getirmekten daha az ustalık isteyen bir iş değil.... Belgeler ve
tanıkların ko- nuşturulduğu eserin harcı, Muallimoğlu'nun güçlü metodu ve ilmin
gereklerini hareket noktası olarak benimsemesi oluyor."
Aynı konuda Vecdi Bürün da şunları yazıyor: ...belirli
görüşlerin etrafında, dünyanın bu meseleleri en iyi düşünen zekalarını
toplamış, onlara bir büyük kompozisyonun vücud bulmasında orkestra şefliği
etmiştir.''
Bütün Yönleri ile Komüniz'de yazılarını zevk ve heyecanla okuyacağınız
dünya çapında otoriteler arasında şunlar da var: Prof. George H. Hampsch, John Carroll Üniversitesi Camerika) felsefe profesörü, ve,
Sovyet ve Doğu Avrupa Araştırmaları Enstitüsü üyesi; William J. Miller, Time Life dergileri yazarı; Prof. Marshall D. Shulman,
Harvard Üniversitesi Rusya Araştırma Merkezi üyesi; Prof. Henry J. Roberts, Columbia Üniversitesi Rus Enstitütüsü; Prof. Tho- mas P. Neill, St. Louis Üniversitesi Tarih
Profesörü; Prof.
James Collins, St. Louis Üniversitesi sosyoloji prafesörü; Bertrand Russell, Nobel Mükafatı (1950) kazanan yirminci asrın en büyük
filozofu C ve samimi bir sosyalistti) ;
Rosa Lüxemburg, Lenin'i şahsen tanıyan meşhur
anarşist kadın; Prof. Dimitri von Mohrenschildt, Darmouth Üniversitesi (Amerika)
Rus tarihi ve Rusça profesörü; Prof. Richard Pipes, Harvard Üniversitesi Modern
Tarih profesörü; Prof Herman Achminov (Rus, Leningrad’da Almanlara
esir düştü); Prof. V Vishniak (Rus, Moskova Üniversitesinde okudu), Lahey
Entemasyonel Hukuk Fakültesinde profesör; Milovan Cilas, meşhur Yugoslav yazan, bir
vakitler Tito' dan sonra isminden en çok bahsedilen Yugoslav yazan idi; George Orwell, Hayvan
Panayırı
ve 1948 adlı eserleri bütün dünya dillerine çevrilen meşhur
İngiliz (sosyalist) yazarı; Andrei Sakharov, Nobel mükafatı (1976) kazanan meşhur Rus fizik alimi; Praf. Abdurrahman Avtürkanov
(Türk,
Kafkasya’da doğdu); Prof. Timurbeg Devletsin (Türk, Kazan'da doğdu).
Bu isimler dışında daha
bir çok meşhur kimselerin (mesela, Albert EinsteinJ komünizm hakkındaki fikirlerini de okuyacaksınız.
Bu
hacimli kitabı rahatça okuyacağınıza eminim. Halûk Cansın da aynı şeyi
söylüyor: "Muallimoğlu'nun temiz ve açık bir dili var. Kendi kaleme aldığı
parçalarda olduğu kadar tercüme ettiği fasıllarda da, akıcı üslûbu, kitabın
baştan sona yorulunmadan okunmasına imkan sağlıyor. Kaldı ki mevzu, ne derece
ilmi olursa olsun, eldeki çok zengin dokümantasyon, yer yer sözün nazariyetten
tatbikata intikal edebilmesini ve komünizmde ‘hayal olunan'la 'elde edilen'
arasındaki farkların siyah-beyaz keskinliği ile sergilenmesini de mümkün
kılıyor.
Bütün
Yönleri ile Komünizm, gerçekte, dört ayn "kitap” halinde sunulmuştur:
•
Ne
Vadettiler, Ne Getirdiler
Ayrıca,
günümüzün Rusya'sını anlatan ve İngilizce gazetelerden tercüme edilen yazılara
da yer verilmiştir. Bunlardan başka, bu satırların yazarının bilhassa bu kitap
için kaleme aldığı makaleler de yer alıyor. Daha önce bahsedilen ve tam 70 sayfa tutan "Ne Yapılması Gerek?" bunlardan
biridir. Bu uzun makalede, komünizmle mücadele etmenin gerçekte daha iyi bir
Türkiye kurmak olması gerektiği üzerinde durarak şahsi fikir ve kanaatlerimi
belirtmeğe çalıştım.
Elimizdeki bu kitabın kağıdı
gibi ikinci hamur kağıda basılan ve yine cildi iplik dikişli olan bu kitabın,
"Muhtevada zenginlik, kalitede üstünlük" prensibimizden zerrece
taviz verilmeksizin her bakımdan "mükemmel" bir eser halinde ortaya
çıkması için gereken her fedakarlığın göze alındığına emin olabilirsiniz.
Kitaptan anlıyanların "fevkalade" diye sıfatlandırdıkları nefis bir kapak
içinde sunulan Bütün Yönleri ile Komünizm'in dizgi, tertip ve mizanpaj
bakımından bir eşi ve benzeri Türkiye'de yoktur. Biz, kitabın vücude
getirilmesinde emeği geçenlere (ikinci sayfada teşekkür ederken) şunları da
yazdık:
Hepimiz, mesleğimiz ne olursa olsun, üzerimize aldığımız
bir işi mümkün olan en iyi bir şekilde yerine getirmeğe çalışmadıkça, özlediğimiz daha
iyi bir Türkiye hiç bir zaman gerçekleşemez. Bundan böyle, inanılmaz bir
lâubaliliğin Türk kitapçılığına hâkim olduğu bir devirde, "indeks"
mefhumunun kafalara henüz yerleşmediği, çok defa "içindekiler"
kısmının dahi kitapların sonuna eklendiği bir zamanda, biz—bu kadar- cık
gururumuzu hoş görün—Cumhuriyet devrinin en iyi tertiplenmiş kitabını vücude
getirmekle Türk kitapçılığına, Türk kültürüne, karınca kararınca da olsa,
hizmet etmeğe çalıştık."
Kusura bakmayın, fakat
komünizmin ne olduğunu bilmek isterseniz, bu kitabı okumaktan başka çareniz
yok. Halük Cansın şunları yazıyor:
Her yaştaki
okuyucular ve özellikle gençler için.
artık "Ne yapalım? Piyasadaki bütün kitaplar komünizmi sevimli göstermekte
yarış halinde. Madalyonun öbür tarafını bize gösteren olmadı!" mâzereti,
eskisi kadar geçerli değil. Binbir emekle yetiştirdikleri evlâtlarının, göz
göre göre Marksizmin cezbesine kapıldıklarını sezip perişan olan ana-babalar,
"Ah, bir tek kitap bulamıyoruz ki, 'Al çocuğum, bir de şunu oku,' diye iç rahatlığı ile
verebilelim!" çaresizliğinden... kurtulmuş bulunuyorlar.
Şu satırlar da Yahya
Akengin'den
Bu kitapta sergilenenlerin özünü cesaretle ve kendimizden emin bir tavır içinde eğitimin programlarımıza nakletmiş
olsaydık, her halde Türkiye’nin görüntüsü şimdikinden farklı olurdu.
Kafasındaki ve kalbindeki boyluktan faydalanarak beyinlerine şırınga edilen
ideoloji uğruna, kendi devletine karşı çıkan güçlerle uğraşmak yerine, milli
ülkülerin peşinde kenetlenmiş ve güçlenmiş bir toplum olabilirdik... Bütün Yönleri ile Ko-
müniz'in, lise ve yüksek öğrenimdeki gençlere ödev olarak okutulması denenmeğe
değer. Böyle bir şeyi samimiyetle yapabil- sek, çok şeyin değişeceğine
inananlardanım.
Bütün Yönleri ile Komünizm,
Milli Eğitim Bakanlığının karan ile (tarih: 13 Nisan, 1976; sayı:
660-03926) "ilgililere tavsiyesi uygun görülmüştür.”
Türkiye'nin her tarafında Milli Eğitim
Bakanlığı yayın- evlerinde ve diğer kitapçılarda satılan Bütün Yönleri ile
Komüniz'in (büyük boyda 630 sayfa, ikinci
hamur kağıt, iplik dikiş, indeks, emsalsiz bir tertip) fiyatı 75 liradır.
Bir Türk Vatana Döndü
CIHAD BABAN "önsöz"
Hem gezen hem okuyan bir insan kanaat sahibi olduğu gibi,
onu diğerlerinde ayıran niteliklerden biri de, onun bir çok kimselerin önem
verdikleri hususlara aldırış etmeden yaşamasıdır. Hele mizacında inandığı
fikirlere sıkı sıkıya bağlı olmak gibi bir özellik de varsa.
Daha yola çıkmadan Nejat Muallimoğlu,
kanaatlerinden hiç bir fedakârlık yapmasını bilmeyen bir gençti. Bugün bu
kitabında okuyacağınız gibi, benim şahsen tasvib etmeyeceğim hırçın bir kalem
ile, Türk dilinin gelişmesi üzerinde duruyor, bir çok politik ve sosyal
meseleleri eleştiriyor; bu arada başta Türk Dil Kurumu olmak üzere bir çok
yazarları da yeriyor. Bence bu polemiğe bir kitap konusu içinde girmeseydi çok
daha iyi ederdi. Fakat o zaman böyle bir kitap gereken ilgiyi toplar mıydı.
bilemiyeceğim.
Hücuma uğrayanlar onda da eleştirilecek, hattâ sertlikle
eleştirilecek bir çok konular bulacaklardır. Fakat muhakkak olan şudur: Bu
kitap büyük bir emek mahsulüdür, ufuk açıcıdır, genel kültür ve özellikle dil
kültürü bakımından sınırları alabildiğine genişletecek bir niteliktedir.
Hayatta iddiası olmayan, ısrar etmesini bilmeyen, bir fikrin takipçiliğini
ısrarla yapmayan bir insanın başaracağı bir iş değildir bu....
Bu eseri okurken, bildiğinizi zannettiğiniz,
fakat okuduktan sonra bilmediğinizi anlayacağınız bir çok kavramların nereden
ve nasıl geldiklerini öğrenerek sevinç duyacaksınız. Sizi temin ederim:
merakınız öylesine şahlanacak ki, iyi bir romanda bile bulamayacağınız zevki bu
kitapta bulacaksınız, çünkü her satır size bir şey öğretecek, her pasaj
ufkunuzu genişletecek, sonunda müellifin hırçınlığını belki de bu sebeple
mazur göreceksiniz.
Bu kitabın müellifi yıllarca önce Güzel ve Tesirli Konuşmak adlı bir hitabet kitabı yazmış, hitabet sanat ve tekniğini
bütün incelikleriyle anlatan bu kitabında tarihte ün yapmış insanların büyük
nutuklarından da örnekler vermişti. Onun ismini ilk defa kitapta görenler,
eserin büyük bir emekle hazırladığını kabul etmişlerdi. Ben o kitabın
önsözünde şunları da yazmıştım:
...Nejat
Muallimoğlu Türkiye'de konuşmayı öğretmek vazifesini üzerine alanlardan biri
oldu. Bu ağır vazifeyi başarabilmek için severek çalşıtı, yazdı, didindi. ...
İradesinin gösterdiği yoldan dönmeyerek azmettiği neticeye vardı.
Bu kitabın,
genç müellifini siyasi bir toplantıda, kendisi henüz genç bir lise talebesi
iken bana tevcih ettiği sualleri dolayısıyle tanımıştım. Seneler geçinse, onun
o tarihte genç bünyesine hakim olan hizmet ve yükselme arzusunun zaman içinde
erimemiş olmasını görerek iftihar duydum. Bir gün Amerika'dan, başka bir gün Japonya'dan sesi duyuldu, ve her defasında da, o, memleketine
yeni bir şey ka^zandırmanın ihtirasıyle yandı.
...bu eserin müellifinde
Türkiye'nin iftihar edilecek bir vatandaşını bulmuş olmanın zevkiyle bu
satırları yazdığım için bahtiyarlık duydum.
Nejat Muallimoğlu'nun Bir Türk Vatana Döndü’sündeki hırçın kalemine, inatçılığına, ve
kendisinden farklı görüşlere sahip olduğum hususlara rağmen, onbeş sene önce
yazdığım yukarıdaki satırlara bugün de imzamı koymakla iftihar ederim.
Elinizdeki bu eserin kolay yazılamayacağını göreceksiniz. Böyle bir eseri
vücude getirmek kolay değildir, çünkü Nejat Muallimoğlu gibi araştırmaktan zevk
duyan, kendini dağıtmadan bir iddiayı ko- valıyan insanları bulmak kolay
olmadığı gibi, onun gibi, hiç de kolay değildir.
Nejat Muallimoğlu'nun hırçınlıkları, belki bir
takım tepkilere yol açacaktır. Ben onu bu muhtemel tepkilerle başbaşa bırakıyorum,
fakat ona gücenecek ve kızacak ve belki çatacak olanlar da kitabı -okuduktan
sonra, onun herkesin göze alamayacağı bir emek sarfetmiş olduğunu inkâr
edemeyeceklerdir. Dil bakımından olduğu kadar, sosyal ve politik bakımlardan
da yeni ufukları gösteren bu kitap ,ele aldığı ve konular üzerinde ciddî
tartışmalara yol açarsa, memleket ve milli kültürümüz için her halde bir kazanç
olacaktır.
PROF. NECATI AKDER Orta Doğu
Dört yüz yirmi sayfalık birinci bölüm
başlıbaşına bir cilt teşkil etmek durumundadır. Bu bölüm “dil faciası"
tâbiriyle vasıflandırılmış buhranın tasvir ve tahliline vakfedilmiştir. İkinci
kitapta, kültür buhranının çağdaş medeniyet açısından ele alınmasına tevessül
olunmuştur. Böylece Freudism, Ekoloji meselelerine de temas edilmekte,
batılaşmak cehdinin sürmesini adeta mukadder kılan faktörler işaret
edilmektedir. Kitabın "Önsöz" ünde Cihad Baban, tenkidi polemik
sınırı ötesine taşırmanın ihtiyatsızlık sayılabileceğini söylemekle beraber,
medeni cesaret timsali olduğunu kabul etmekten çekinmemiştir. Nejat Mu-
allimoğlu'nun tenkitlerindeki titizliğe hak veriyoruz.
YAHYA
AKENGIN
Hisar
...eseriyle iddia sahibi, inandığı yolda
yhruyen, iddia ve inançlarını kuruluktan çıkarıp kültürüyle besleyen bir
yazar... Politikadan ahlâka kadar çeşitli konular ele alınıyor, edebi bir üslûpla
inceleniyor. Psikoloji derslerinde öğrencilerin ağzı açık dinledikleri... Freud
nazariyeleri yerle bir ediliyor.
NiHAD SAMI BANARLI Meydan
...kısa, açık dikkat ve alâka çekici,
hâfızalarda bilhassa iz bırakıcı cümlelerle yazılmış... zengin ve düşündürücü
bir eser.... Bu büyük... ve şuurla yazılmış kitap; bu bilgi ve
tefekkür hazînesi değerindeki gayretli eser... Muallimoğlu... bütün milleti
uyandırabilecek güçte bir kültür ve mantık seviyesinde konuşmuştur.
VECDİ BÜRÜN Orta Doğu
Nejat Muallimoğlu'nun arkada bıraktığı Türkiye
ile 14 yıl sonra bulduğu Türkiye arasında memleketimizin mâna ve madde
haritasını aştığı ve onu hemen hemen dünyanın dört bir yanına saldığı için
araştırmalarına, hükümlerine özlenen bir genişlik kazandırıyor. Böylesine
önemli bir teşebbüsü ele alan Nejat Muallimoğlu... kitabını öfkeli bir fışkırış
ve köpürüşünü gizlemek lüzumunu duymayan Dalkılıç, dobra dobra bir üslûpla yazmış.
Fakat... biz bu sert polemik üslûbunu üstad Cihad Baban gibi, keşke kitaba
girmeseydi temennisiyle karşılamıyoruz. İki Türkiye’nin kıyaslanmasında olumsuz
sonuçlarla karşılaştığı anlaşılan yazarın, memleketin kaderi bahis konusu
olduğundan, bir kokteyl partisi nezaketi içinde görünmesine imkân yoktu....
Üstelik Nejat Muallimoğlu, sadece öfkelenmekle kalmıyor, hükümlere vardığı
zaman “niçin” lerini, "neden" lerini hemen yetiştiriyor... Bunlar...
Muallimoğlu'nu bir “Orlando Fruoza” haline getirmişse, suç kendisinin değil,
onu bu sonuçlarla karşılaştırmak için beterin beteri işler etmiş olanlarda.
Biz gayretini de, öfkesini de memleket meselelerine fazlasıyle yararlı görüyoruz.
ILHAN
DARENDELIOĞLU Bizim Anadolu
Bütün duygu ve düşünceleriyle hemfikir olduğumu
söyleyemem. Ancak Türkiye’mizin bir takım içtimai gerçeklerini dile getirirken
sadece benim değil, her uyanık kafanın Muallimoğlu gibi düşündüğünü rahatlıkla
söyleyebilirim.... Güzel hazırlanmış, titiz hazırlanmış.... Tebrik ederim.
BURHAN
ESİN Demokrat İzmir
Dış ülkelerde yaşarken fikirlere saygılı olmayı
öğrenmiş... O kadar tolerans sahibidir ki, Cihad Baban'ın eseri yeren yazısını
“Önsöz" olarak kitabın en başına koymuştur.... İlginç bulma- saydık sonuna
dek okuyamazdık.
PROF. FAHRETTİN
KERİM GÖKAY
Tebrik ederim.
TURGUT
GÜLER Türk Edebiyatı Dergisi
Vatan sevgismın aynı zamanda dertlerimizi de sevmek, onlara
deva bulmak olduğunu yorulmadan ve bıkmadan anlatan... kitap.
HEKİMOĞLU
İSMAİL Yeni Asya
740 sayfalık eserin yaprakları arasına daldıkça adeta çıkamaz
oldum. O zaman anladım ki, ben bu kitapla meşgul olmak istemesem dahi, kitap
benimle meşgul olmak istiyor.... Tebrik ederim. Böyle akıllı ve insaflı
kimselerin çıkması millî bir tarihtir.
AHMET
KABAKLI Tercüman
437 büyük sayfasını Türkçemizin hıyanetler, cehaletler eliyle
düşürüldüğü durumun tahliline hasreden bu eser dilimizin en güzel
müdafaasıdır.... Türkçeyi yoksullaştıranlara belgeli lanetler yağdırmakta ve
Türkçeyi zenginleştirecek tılsımları göstermektedir.... Bu emek, kırgınlık,
kültür dolu eseri alın okuyun.
İSMAİL OĞUZ Sabah
Muallimoğlu ile teşhiste büyük
ihtilaflarımız olmamakla beraber, sebep ve tedavi hususunda birleşmemiz kolay
gözkmemek- tedir.... Eserin işlediği ana temaya zıd düşünce sahiplerinin de,
aynı düşünce içinde olanların da kütüphanelerinde bulundurmak zorunda
oldukları bir eser.... Fikir hayatımıza böylesine muhtevalı bir eser
kazandırdığı için Muallimoğlu'nu tekrar tekrar tebrik ederim.
MUHSİN
İLYAS SUBAŞI Emel (Kayseri)
Güzel bir kapak içinde, şahane bir tertiple
neşredilen eser... Bir yıl boyu eften püften eserlere göz nuru dökmek yerine
Mu- allimoğlu'nun bu... eserini bir defa anlayarak okumak kafi.... Tek
kelimeyle “kaynak” eser niteliğini taşıyan bu kitabı bütün
okuyucularıma tavsiye ederim.
VEDAT NEDİM TÖR
Kıymetli eserinizi okudum. Çok
yararlandım. Elinize sağlık....
ALPARSLAN TÜRKEŞ
Değerli çalışmalarınızın Türk milletine ışık
tutmasını ve vatandaşlarımızın eserinizden gerekli dersi almalarını temenni ederim.
İkinci h^nur kağıda basılan
ve hemen hemen bu kitap kadar göz alıcı- tertibiyle Bir Türk Vatana Döndü'nün her saYfasıyle eJbette hemfikir olamayacaksınız.
Ama kitabın her sayfasının sizi düşündüreceğini garanti ederim. Bunu yapabilen bir kitap da başarılı sayılmaz mı?
Bir Türk Vatana Döndü bazı MEB yayınevlerinde satılıyor (60 lira). P.K. 16 Şehremini, İstanbul adresinden ödemeli temin edilebilir.
Bu arada yi^inci asrın büyük
filozoflarından Ortega y Gasset'in (İspanyol) Kütlelerin İsyanı adlı abidevi eserini de Türk okuyucularına tanıtmış
olmakla haz ve gurur duyduğumuzu belirtelim. Yalnız kitabı Bedir Yayınevi (P.K. 1060, İstanbul) dağıtıyor. Lütfen bizden istemeyiniz. Fiyatı
sadece 15 lira olan bu kitap ( 180 sayfa) yepyeni
ufukları işaret ederek, cemiyetleri dejenereleştiren "kütle adamı"nı
bütün çıplaklığı ile anlatacaktır. Ortega’nın bahsettiği “kütle adamı,"
Türk cemiyetine de hakim olmak üzere olduğundan, bu kitabı okumaksızın—af buyurun—önümüzdeki
en büyük meselemizin ne olduğunu bilmenize imkan yoktur.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar