Print Friendly and PDF

Politikada Nükte /Nejat Muallimoğlu 6



Keçecizade Fuad Paşa

Sıhhatli bir hayatı devam ettirebilmek ve hayattan devamlıca zevk alabilmek için siz bana, derin ve her zaman hazır bir hümor hissi verin. İlâhi Kudrete inanmaktan sonra en iyi şey odur.

Derin bir anlayışla tavlanmış, sağlam bir iradenin rehberliğinde spontane kullanılabilen derin ve zen­gin bir hümor hissi, entellektüel kudretin nadir teza­hürlerinden biridir.

G.P. Cheever

Hayvanlar arasında yalnız insanın gülebilmesinin sebebi var. Derin ıstırap çeken sadece insan olduğu için, gülmeyi icad etmek zorunda kaldı.

Nietzsche

Nükte, çok defa derin acıları saklamak uğrunda bir gayrettir.

George Sand

rp arihimizin büyük simalarından ve Tanzimatı yaratan ruh ve kafalardan sonuncusu Keçecizade Fuad Paşa, kendisini ve Tanzimatın diğer iki kurucusu ve yaşatıcısını şöyle tarif etmişti:

Bir ırmak kenarına vardığımızı düşünün. Tasavvur ediniz ki, bu ırmağın üzerinde mukavemetini bilmediğimiz bir de köprü var. Ben, hiç düşünmeden köprüyü geçmek isterim. Ali Paşa, sağlam olup olmadığını tetkike başlar, derenin daha emin bir


yerinde geçit verip vermediğini tahkike girişir. Reşit Paşa ise, üzerinden bir tabur asker geçirdikten sonra ayağını atar.

Resmi hayata nükte ve zarafeti sokan, her zaman hazır ve yerinde nükteleriyle muhataplarını başlan önünde dü­şünmeğe veya susmağa sevkeden Fuad Paşa, hemen he­men istisnasız bütün Avrupa devlet adamlarının hürmet beslediği büyük bir Türk'tü. Fransa İmparatoru Üçüncü Napoleon Fuad Paşadan şu kelimelerle bahsetti: "Hiç bir mevzu yoktur ki, onu, Fuad Paşa kadar zarif ve veciz an­latabilen bir diplomat dünyanın başka bir yerinde bulun­sun."

Fuad Paşanın Fransızcası fevkalade idi. Üçüncü Napole- on'un meşhur başvekili Compte de Montauban, Fuad Pa­şa hakkında şunları söyledi:

Corneille kadar haşmetli, Racinne kadar zarif, Moliere kadar nüktedan.... Onun yanında Fransızca konuşmaktan âdeta sıkı­lıyorum. Bir hatâmı zarif bir nükte ile hatırlatacakmış gibi ge­liyor.

Sultan Abdülaziz, Fuad Paşadan hoşlanmazdı. Avrupa seyahati boyunca da Hariciye Nazırına zaman zaman si­nirlendi, kızdı. Daha Avrupa'ya ayak basmadan, Padişa­hın, "geriye dön" emrine, kafasını kaybetmek bahasına dahi olsa karşı koymuştu.

Sultan Aziz ve maiyetindekileri Fransa'ya götüren Sul­taniye vapuru Toulen açıklarına geldiği vakit, Üçüncü Napoleon, azametli Osmanlı İmparatoruna kendi satvet ve şevketini göstermek üzere, limana eski ve yeni yüz par­ça harp gemisi toplattı. Bu donanmanın yeri göğü karıştı­ran selam topları Sultaniye’yi sarstığından Padişah sinir­lendi ve Fransız toprağına ayak basmadan İstanbul'a av­det için emir verdi. Fuad Paşa, niyazın fayda vermediğini görünce, vatan ve milletin selametini Padişahın irade ve arzusundan önde tuttuğunu göstererek, inanılmaz bir ce­saretle şunları söyledi:

Efendimiz, ecdadı hümayununuzun ne kadar külfet ve meşak­katler içinde ve ne kadar mezahim ve mehaliki göze alarak Av­rupa topraklarına girdiklerini bir kere daha tahattur buyuru­nuz. Zat-ı Şâhaneniz hiç bir zahmet ihtiyar etmeden bütün me­deniyet cihanının tâzimleriyle selâmlanıyorsunuz. Avdet emrini, kulunuzu geminin seren direğine astırmak emrinden sonra ve­rebilirsiniz, Efendimiz.

Hariciye Nazırının bu kesin cevabı üzerine Padişah se­sini çıkamadı. Fakat Fuad Paşanın ardından Başmabeynci Namık Paşazade Cemil Paşaya dedi ki: "Bunlar hep Fuad' ın münasebetsizliğidir. İstanbul'da ben ona gösteririm."

Fakat aynı Sultan Aziz, Londra'da Osmanlı Bankasının verdiği ziyafette, İngiltere hükümet ve kraliyet ailesinin Fuad Paşanın nutkunu nasıl hayranlıkla dinlediklerini ve kendisini nutkun sonunda ayakta alkışladıklarını gördük­ten sonra, Başyaver Halil Paşanın anlattığına göre, o gece oğlu şehzade Yusuf İzzettin Efendiyi yanına çağırarak şun­ları söyleyecekti:

Bak oğlum, gördün mü? Fuad Paşa kulumuz bu gece bizim tâc ve tahtımız üzerinde güneş gibi parladı. Frenkler dahi ko­nuşmasını hayran dinliyorlardı. Dünya yüzünde ilm-ü irfan gi­bi haslet olamaz. Göreyim seni, cümlesini öğrenesin. Saraya avdette tahsilini yeniden tanzim edelim. Seyahat esnasında gör­düklerini hatırda tut da, Valide Sultan Hazretlerine nakleyle.

Fuad Paşa, fikirlerini, kim olurlarsa olsunlar, çekinme­den söyleyen medeni ve zarif bir insandı. Avrupa dönüşü Sultan Aziz, kırk yedi gün süren seyahatinin tesirinde idi. Fuat Paşaya, "Frenklerin bizden ileri" olmalarının sebebi­ni sorduğu vakit, günlerdir bu suali bekleyen Hariciye Na­zırı büyük bir cesaretle dedi ki:

Haşmetmeâb, Memâlik-i Şahaneniz Avrupa’nın sahip olduğu tabii zenginliklerden kat kat üstündür. Türkiye halkı daha zeki, daha vefakâr, sabırlı, merttir, Avrupalıların sahip oldukları meziyetlere sahiptir. Yalnız bizim halkımız maariften mahrum­dur, ümmidir; çalışma imkânı bulamıyor, imar ve umran mah­rumuyuz. Bunlardan kurtulabilmek İçin takip edilecek en doğ­ru yol, ancak meşveretle, tebea-i şâhaneleri içinden en lâyık olanlarını bir meclis halinde toplayıp onlara selâhiyet ve mesu­liyet vermekle olur. Avrupa'nın terakkisi, memleket içindeki idare tarzı ne olursa olsun, bu temelden ilham almasında ve ilim-irfana kıymet vermesindedir. İlk yapılacak şey, bütçe mu­vazenesi ve israfın men'idir. Devlet, imar ve ıslahata ancak bu suretle muktedir olabilir.

Fuad Paşa, Padişaha söylediklerini İstanbul'a dönünce Sadrazam Ali Paşaya da anlattı. Hariciye Nazırı, hazine açığının kapatılması için eldeki bütün altın ve gümüşlerin darphaneye gönderilerek para haline getirilmesini, borç­ların faizlerinin ödenmesini, başlatılan demiryollarının tamamlanmasını, yeni mektepler açılmasını istiyordu. Fa­kat bu hamiyet ve feragat yarışı, ancak Padişahın liderli­ğinde başarılı olabilirdi. Ali Paşa'nın devletin ilk resmi Fransızca gazetesi La Turqu.ie'yi çıkarası için İstanbul'a getirdiği Charles Mismaire, Soirees de Constantinople (İs­tanbul Geceleri) adlı eserinde şunları anlatır:

Rüsumat [Gümrük] Nazırı Kâni Paşadan dinlemiştim: Sul­tan Aziz'in israflarına karşı çıkılması Nazırlar Meclisinde ka­rarlaştırılır, ama Padişaha gerekli tedbirleri kim söyleyecektir? O gün Ali ve Fuad Paşalar beraberce Saraya giderler. Sultan Aziz, Harem-i Hümâyunun para sıkıntısı içinde olduğundan söz edince, Fuad Paşa şöyle der:

“Şevketmeâb, büyük amcanız şehid Sultan Selim Han, Hazi­ne boş, ve Ordu ve Donanmay-ı Hümâyunu için akçe şart olun­ca, Saraydaki altın ve mücevherleri darphaneye göndermişti. Bugünkü şartlar daha ağırdır. Fedakarlık nümûnesi mülk-ü milletin sahibinden gelecektir."

Az^netli ve aşırı alıngan Sultan Aziz kaşlarını çatar:

"Yâni Paşa, Sultanların su içtikleri altın tasları darphaneye gönderip onlara bakır tas mı verelim dersin... ’’

Fuad Paşa hiç çekinmeden şu şahane cevabı verir:

“Padişahım, maazallah bir inhilâl olup da, ortamızda Zat-ı Melûkâneleri, çaresiz ve perişan, Konya ovalarına doğru çeki­lirken, hanım Sultanlar bu altın taslarla ayrılık çeşmesinden su mu içecekler?"

Fuad Pasa toksözlüğünü ve nüktelerini babasından teva­rüs etmişti. Keçecizâde İzzet Molla C1785-1829), sadece ünlü bir Divan şairi değil, İkinci Mahmud devrinin mümtaz şah- siyetlerindendi. Doğru bildiği yoldan ayrılmaz, sözlerini sakınmazdı. Bu yüzden defalarla sürülmüş, ölüm tehlike­leri anlatmıştı. Charles Mismaire, Fuad Paşanın babası için de şunları söyler:

"Yaşlı Osmanlı vezirleri, Keçecizâde İzzet Molla'nın adı geçtiği zaman gözleri nemleniyor, rahmet okuyorlardı. Din­ledim ki, bu cesur adam, 1826-1827 Osmanlı-Rus harbinin açılmasına karşı çıkabilen ve bunu Padişahın huzurunda söyleyebilen tek adam imiş. Bu yüzden sürülmüş, hatta bir rivayete göre de zehirlenerek öldürülmüş. Çünkü o de­virde Saraya hâkim olan meşhur Hâlet Efendi, kendi fikir­lerinden gayrı düşünce sahiplerini istisnasız yokedermiş."

Keçezâde İzzet Molla, Avrupa'da kuvvetli bir devlet halini alan Prusya ile ittifak yapılmadan, Rusya'ya harp ilân edilmesinin kötü neticeler vereceğine inanıyordu. Bu hususta bir lâyiha da hazırlamış, Sultana takdim etmişti. Sultan Mahmud ise harp taraftarı idi. Meclis-i Has harp hazırlıklarını görüşürken huzurda Kızlar Ağası da vardı. Müzakerelerin hararetli bir safhasında Kızlar Ağası yerin­den fırlayarak Padişaha dedi ki:

"Şevketmeâb, neden gam çekersiniz? O Rus çarının Bo­ğazlardan geçmesinden mi endişe edersiniz? Vaktiyle ona o tacı senin ceddin ihsan etmemişler miydi? Elçi gönderip tahtını neden geri almazsınız?"

Cahil Arabın bu sözleri üzerine İzzet Molla ellerini açtı, yavaş sesle bir şeyler mırıldanmağa başladı. Padişah, Ağa­nın kendi cehaletini ortaya koyan sözlerinin uyandırdığı havayı değişti^ek için, İzzet Mollaya hitap etti: "Efendi, dua mı ediyorsun?"

Keçecizâde İzzet Molla gülümseyerek, "Evet, Haşmetme- âb," cevabı verdi, "bir gece rahat uyku uyuyabilmek için Ağa hazretlerinin aklını bana ihsan etmesi için Cenab-ı Hak'ka yalvarıyorum."

Zeki Padişah bu cevaptaki nükteyi kavramış, o da gü- lümsemişti. Fakat söylenir ki, bu medeni cesaretin sonu, İzzet Molla'nın Sivas'a sürülmesi oldu. (İzzet Molla Sıvas- ta öldü.)

Fuad Paşa, İzzet Mollanın dört oğlundan en büyüğü idi. Diğerlerinin adları Reşat, Murat ve Sedat'ı. Sultan Mah- mud bir gün Keçecizadeye, bir oğlu daha olursa ne isim koyacağını sorunca, ikincisi şu cevabı verdi: "Allahtan im­dat!”

Sultan Mahmud yine bir gün İzzet Molla'ya, "Molla, Ye- sarizade ile hiç ayrılmıyorsunuz," dedi. "Bu ne kadar mü­nasebet!”

İzzet Molla şu cevabı verdi: "Efendimiz, Yesarizade dainiz yazı yazar, kulunuz da biraz ders gördüm. İkimiz yan yana gelince okur-yazar bir adam oluruz da onun için biribiri- mizden ayrılamıyoruz.”

İzzet Molla, davetleri, yanına çocuk çıkarılmamak, ye­mekte ısrar edilmemek, odada yer tayin olunmamak şar- tıyle kabul ederdi. Sebebi sorulduğunda verdiği cevap şu:

"Bir çocuk getirip, 'Öp amcanın elini!' derler. Çocuk da, kim bilir nelere bulanmış eliyle elimi tutar, sümüklerini akıta akıta öper. Yemekte and verirler, se^nediğim veya hazmedemeyeceğim yemekleri yedirirler. Sonra, 'Siz şura­ya buyurun,' diye münasebetsiz bir yere veya hoşlanmadı­ğım birinin yanına oturturlar."

Fransızcadan Osmanlıcaya meşhur bir lügat yazan, Arap ve Acem edebiyatına vukufuyle tanınmış Fenerli Hançerli Bey, bir gün İzzet Molla'nın huzurunda ulûmu Arabiyeden bahsetti. Mecliste hazır bulunan ve ilimden nasibedar ol­madığı halde ilim kisvesi giyen biri, İzzet Molla'ya döne­rek, "Canım, bu zatın bu kadar ilim ve fazlı var da niçin Müslüman olmuyor?” deyince, İzzet Molla hemen cevap verir: "Sen şu cehlinle niye tanassur etmiyorsun IHırısti- yan olmuyorsun]?"

Keçecizade İzzet Molla iri yarı bir adamdı. Bir gün Fa­tih camiinde teravih n^nazı kılıyor, imam, acele kıldırdığı için de nefes nefese kalkıp oturuyordu. Namazın ortala­rında elinde fener biri geldi. İmamın selam verdiğini gö­rünce, "Eyvah, yetişemedim-" diye hayıflandı. Bunu duyan İzzet Molla, "Biz," dedi, "içindeyken yetişemiyoruz, a bi­rader!"

Şair geçinenlerden biri "şiir" diye karaladığı saçma sa­pan şeyleri İzzet Mollaya göndererek fikrini almak istedi. Abuk sabuk mısralara şöyle bir göz atan İzzet Molla, ada­mın uşağına, "Beyefendiye benden selam söyleyin," dedi. "Şöyle biraz perhiz etsin."

Mollanın tavsiyesindeki inceliği sezemeyerek kalem per­hizini, mide perhizi sanan ve bir müddet sade suya çorba ile karın doyuran sözde şair, müsveddeleri yeniden yazıp uşağıyle tekrar gönderdi. İzzet Molla bir göz attıktan son­ra, gülümseyerek, "Beyefendiye söyleyin. perhiz etsin!" dedi.

Uşak, "Aman efendim, beyefendinin perhiz ede ede kı­mıldayacak hali kalmadı," deyince, İzzet Molla kendini tutamaz: "Perhiz ediyor da, bu herzeleri kim ortaya çıka­rıyor öyleyse?"

Keçecizade İzzet Molla'nın, bilhassa günümüzün Türki­ye'sinde hayatiyetinden zerresini kaybetmeyen ünlü beyit­lerinden bir tanesi şu:

Meşhurdur ki fisk ile olmaz cihan harap,

Eyler onu müdâhene-i aliman harap.

(Dünya, yasak edilmiş kötülüklerin işlenmesiyle yıkıl­maz. Alemi mahveden alimlerin iki yüzlülükleri, kötü­lükler karşısında seslerini çıkarmamalarıdır.)

Fuad Paşa, babasının bı sözüne hayatı boyunca sadık kaldı. Defalarla azledildi, evinde hapsedildi, fakat inandığı yoldan şaşmadı. Gelmiş geçmiş hariciye vekilleri arasında en iyilerinden olan Fuad Paşa, devlet hizmetinde süratle yükseldi, kendisine tevdi edilen vazifeleri başarı ile yerine getirdi. Tıphane adı ile açılan hekimlik mektebine girdi, iyi bir eğitim gördü. Tıbbiyenin ilk talebelerindendir. O zamanlar hekimlik dili Latince olduğundan, bütün eski he­kimlerimiz gibi, Fuad Efendi de Latince ve Fransızcayı iyi öğrendi. Mektebi bitirince Tophane hekimi tayin edildi ve hekim sıfatıyle Çengeloğlu Tahir Paşanın maiyetinde Trablus seferine gitti. Üç yıl sonra döndüğü vakit hekimli­ği bıraktı ve siyasi mesleğe intisap ederek, 1837 de Babıali tercüme kalemine girdi. Büyük Reşit Paşa, o zaman efendi olan Ali Paşa gibi, onu da takdir etti, 1838 de birinci mü­tercim ve başkatip olarak Londra elçiliğine gönderdi. Fu- ad Paşa 1844 te Madrit muvakkat elçisi oldu ve ertesi sene İstanbul'a getirilerek Divanı Hümayun tercümanı ve 1845 te de Ametçi (saray ile hükümet arasındaki haberleşmeye bakan dairenin başı) yapıldı. Bu sırada Avrupa'da başgös- teren milliyetçi ayaklanmaları Tuna bölgelerine de yayıl­mış ve Eflâk'a bir Rus ordusu girmişti. Fuad Paşa bir hal çaresi bulmak üzere Bükreş'e gönderildi (1848) Ertesi yıl fevkalade elçilik payesiyle Petesburg'a Rus çarına gönderi­len Fuat Efendi, Ruslarla münasebetlerin düzeltilmesini sağladı ve bu hizmetinden ötürü de Babıali, "bâlâ" rütbe­siyle sadaret müsteşarlığına tayin etti. Ertesi yıl ( 1850) İs­tanbul'a dönen Fuad Efendiye imtiyaz nişanı da verildi.

Bir müddet Bursa'da kalan Fuad Efendi, Cevdet Efendi (Paşa) ile birlikte Kavaid-i Osmaniye (Osmanhca Kaide­leri) adlı gr^ner kitabını yazdı; Şirketi Hayriye'nin tüzük tasarısını kaleme aldı. Bursadan dönüşünde, o sırada ku­rulan Encümeni Daniş'e sadaret müsteşarı sıfatıyle üye ta­yin edildi. Fuat Paşayı daha sonra biribiri ardından Hari­ciye nazırlığında ve iki kere de sadrazamlıkta görüyoruz.

        Sadrazam Reşit Paşa, Mısır'la olan münasebetlerin düzeltilmesi için, Fuat Efendiyi Mısır'a gönderdi. Fuat Efen­di de, orada kaldığı üç buçuk ay içinde Mısır'ın, 60,000 kese olan yıllık vergisini 80,000 keseye çıkarttı. Döndüğü vakit (Ağustos, 1852) Hariciye nazırlığına getirildi.

        Fuad Paşanın prensiplere olan sadakatini bu ilk ha­riciye nazırlığında görüyoruz. O yıllarda "Mukaddes Ma­kamlar meselesi" had bir şekil almıştı. Ruslar, Fuad Paşa­nın bu konuda Fransızların tarafını tuttuğunu iddia edi­yorlardı. Meseleyi görüşmek üzere İstanbul'a gelen Prens Menşikov doğruca sadrazamı ziyaret edince, Fuad Paşa da hariciye nazırlığından istifa etti. Babıali, Menşikov'un isteklerini reddetti ve Rusya'ya harp ilan etti (1853)

        Bu harpten yararlanarak Yanya üzerine yürüyen Yunan çete kuvvetlerini bastırmak görevi Fuad Paşaya verildi (1854). "Mora Seraskerliği" ünvanı ile asileri ten­kil eden Fuad Paşanın bu vazifeyi de başarması Batılıları hayrette bırakmıştı. Charles Mismaire, İstanbul’daki Rus sefiri General İğnatyef'in bir resepsiyonda Fuad Paşayı işaret ederek, "Şu Osmanlıya dikkat ediniz: Bu zat, bir Or­du ve Devletin yapamadığını tek başına başarmaya muvaf­fak oldu," dediğini yazar. Mismaire, Fuad Paşanın Yunan harekatı hakkında diyor ki:

Dört İslâm köyünü sebepsiz yere yakan onbir Yunan âsisi için mahkemenin verdiği idam kararını tasdik etmeden önce, uzun uzun düşünen Fuad Paşa elemli bir iç çekişten sonra ba­na dedi ki:

"Siz zannetmeyiniz ki, bu gafil adamlar şu cinayetleri kendi irade ve arzularıyle yapıyorlar. Hayır! Bunları aldatıyorlar ve kışkırtıyorlar. Asırlardan beri Osmanlı idaresinde yaşıyan öte­ki din ve ırklar, tam bir hürriyet ve emniyet havası içinde ya- şayageldiler. Yeni yollarında muvaffak dahi olsalar rahat etme­yecekler. Ben, esas vazifesi hekimlik olan bir adamım. İnsanla­rın hayatını kurtarmak esas vazifem iken, onların idamına, yâni hayatlarının normal bitiminden evvel ölüme sürükleme kararı vermem çok acı. Fakat devrimizde Osmanlı vezirleri iki ellerin­den birinde kılıç taşımaya mecburlardır. Çünkü nankörlükle çevrildik.’’

Yunan ayaklanmasını bastıran Fuat Paşa, üzerindeki yâver-i ekrem ve serasker üniformalarını çıkararak kendisine çok ya - kışan sivil elbiseleriyle Viyana'ya koştu, harp sahasında kazan­dığını sulh masasında tesçil ettirdi.

        Yunan ayaklanmasını bastıran Fuat Paşa ertesi yıl (1855) Nisan ayında Meclis-i Âli Tanzimat reisliği ile bir­likte Hariciye nazırlığına getirildi. Ancak, işlerinin çoklu­ğundan ötürü Meclis-i Ali Tanzimat reisliğini bıraktı. İn­giliz elçisi Lord Strafford, Paris Konferansına katılmasını önlemek amacıyle, Padişahtan Fuad Paşayı değiştirmesini istemesi üzerine o da görevinden ayrıldı (Kasım, 1856) .

        Ertesi yılın Ağustosunda ikinci defa Meclis-i Ali Tan­zimat reisliğine getirildi, çok geçmeden tekrar hariciye na­zın yapıldı. Eflak ve Boğdan'ın yeni idaresini kararlaştır­mak üzere toplanan Paris Kongresine, Hariciye nazırlığı da uhdesinde bırakılarak başmurahhas tayin edildi (Nisan, 1858).

        Hariciye Nazın Fuad Paşayı iki sene sonra, fevkala­de komiser sıfatıyle Cebeli Lübnan'da Maruniler ve Dürzi- ler arasındaki anlaşmazlığı çözerken görüyoruz. Şamda'ki karışıklıkları şiddet kullanarak bastırdı. Suçlu Dürzi reis­lerinin teslim olmaları, Fuad Paşa'nın Fransızlara karşı durumunu daha da kuvvetlendirdi.

        Fuad Paşa Suriye'de iken Abdülmecid öldü. Yeni Pa­dişah, Abdülaziz, Meclis-i Valâ ile Meclis-i Ali Tanzimat'ı birleştirerek başına da Fuad Paşayı getirdi (Temmuz, 1861). Kısa bir müddet sonra dördüncü defa Hariciye nezerati- ne ve ardından da sadrazamlığa getirilen (Kasım, 1861) Fuat Paşa İstanbul'a döndükten sonra hazinenin genel ne­zaretini üzerine aldı ve gerekli gördüğü tedbirleri uzun bir yazı ile Padişaha bildirdi. Maamafih, bütün gayretlerine rağmen, mali durumu istediği gibi düzeltemedi.

        Milliyet fikirlerinin Rumeli'de yayılması ve siyasi durumun gittikçe ağırlaşması üzerine sadaretten istifa et­ti (Ocak, 1863). Fakat, bir müddet sonra, Padişahın ısrarı üzerine Meclisi Vâlâyı Ahkâmı Adliye reisliğini kabul et­ti, ve ardından Sultan Aziz'in Mısır seyahatinde refaka­tinde bulundu (3 Nisan 3 Mayıs, 1863). Mısır dönüşü ikin­ci defa sadrazamlığa getirildi.

Sultan Aziz'in Mısır seyahati bu ülke ile münasebetlere yeni bir veçhe verilmesi ile ilgiliydi. Kavalalı Mehmet Ali Paşa hadisesi kapanmış, âsi valinin ailesine Hidiviyet veril­mişti. Üçüncü Hidiv İsmail Paşa, Sultan Aziz'in sevdiği ve itimat ettiği bir zattı. Süveyş Kanalı imtiyazını, Ali ve Fu­ad Paşaların karşı koymalarına rağmen,. Sultan Aziz kabul etmişti.

Mısır seyahati sırasında Fuad Paşa, Padişaha, Mısır'ın kısa zamanda elde ettiği ilerleyişin sebeplerini anlattı. Mağrur Padişah yarı sitemli sordu: "Memâlik-i Şahane­mizde mümasil neticeler niçin elde edilmiyor?"

Fuad Paşa şu cevabı verdi: "Şevketmeab, Hidiv İsmail Paşa kullarınızın sadece teveccühü değil, itimadının deli­li olarak tanıdığı haklar da varr.”

Sultan Aziz, Mısır Hidivi İsmail Paşanın güzel kızı Pren­ses Tevhide ile evlenmek istiyordu. Fuad Paşa, hercai tabi atlı Sultan Aziz'in Prensesten kısa bir zaman sonra bıka­cağını, Osmanlı saraylarındaki genç kızlar gibi büyütül­müş bu nazlı prenses yüzünden, iki saray arasında güçbe- la kapatılmış hadiselerin yeniden çıban başı vereceğini, bu arada, haris İsmail Paşanın, böylelikle, Babıali'den bekle­diklerini bir bir elde edeceğinden endişe ediyordu. Bu se­beple, ölümü dahi göze alarak, evlenmeye mani oldu. Pa­dişah bu dayanışı aşamadı, fakat Fuad Paşayı yine azlet­ti! Padişahın gazabına uğrayan Fuad Paşa, sekiz ay kona­ğında adeta yarı hapis bir hayat sürmeğe mecbur kaldı.

Fuad Paşanın yakın arkadaşı ve büyük devlet adamı Âli Paşa da Sultan Aziz'in keyfi isteklerine metanetle karşı koymasını biliyordu. Padişahın bir gün yüksek sesle, "Al­lah şu adamı başımdan kaldırsın!" diye dertlendiğini du­ya n Başmabeynci Hasan Bey dedi ki:

"Efendimiz, niçin üzülüyorsunuz? Azledersiniz, mühr-ü hümayunu aldırır, bir vilayete gönderir, kurtulursunuz."

Sultan Aziz hiddetle bağırdı: "Çık dışarı, cahil adam! Ben azletmeyi senin kadar bilmez miyim? Onu kovayım da, sizin gibi adamlara mı devleti teslim edeyim. Onlar bu devletin temelleridir.''

Gerçekten de Osmanlı Devletinin temelleriydiler onlar. Ama kadirleri bilinmeyen, ancak yerlerine konacak başka­ları olmadığı için devlet gemisinin kaptanlığı kend il erine terkedilen, ve ilk fırsatta azledilen iki büyük Türk.

Kesb-i hüner âlemde değildir hüner, ancak

Ehl-i hünerin kadrini bilmek de hünerdir,

sanki Ali ve Fuad Paşalar için söylenmiş. Charles Misma- ire, "İstanbul'da ve bütün geniş Osmanlı ülkesinde, Âli ve Fuad Paşaları sevmiyen, istemiyen çoktur," diyor. "Zanne­diyorum, bunların arasında bizzat Padişah Sultan Abdül aziz de var. Fakat, kendilerini yetiştiren Reşit Paşadan son­ra biribirine daha çok bağlanmış olan ikisi olmadan, o her ân batma tehlikesi ile karşı karşıya eskimiş Osmanlı dev­let teknesini yürütebilmek çok zordu.

Ali Paşanın sadarete getirilmesiyle, Fuad Paşayı be­şinci defa olarak hariciye Nazırlığı vazifesini yüklenmiş gö­rüyoruz. Aynı yıl Sultan Aziz'in Avrupa seyahatine (21 Ha­ziran -17 Ağustos) katıldı. Zaten kalp hastalığından mus­tarip Fuad Paşa bu seyahatten çok yorgun düştü ve hasta döndü. Doktorlarının tavsiyesi üzerine kışı geçirmek için gittiği Nice'de 53 yaşında iken öldü 02 Şubat, 1869). Naaşı İstanbul’a getirildi ve Adliye Sarayı civarındaki türbesine tevdi edildi.

Keçecizade Fuad Paşa Batı medeniyetini bütün incelik­leriyle kavramış, ve bu medeniyete ait özellikleri yerli ha­yatla birleşti^eyi başa^ıştı. Büyük devletlerin siyaseti karşısında devletin menfaatini korumak için nasıl bir yol tutulması gerektiğini gösteren siyasî vasiyetnamesi Sultan Aziz'e hitaben yazılmış ve bu vasiyetnâme daha sonraları Paris'te çıkarılan Meşveret gazetesinde yayınlanmıştır.

Tanzimat ve Batılaşma fikirleri ülkemizde gerçek mana- sıyle yerleşip kök tutsaydı, Türkiye’nin yüzü buahn her halde çok daha farklı olur, batmakta olan İmparatorlu­ğun bir kısmını hiç olmazsa kurtarabilirdik. Batının yö­netim usulleri bu topraklarda yerleşemediği gibi, halk da “Avrupalaşmak” deyince sadece onlar gibi giyinmek, eğlen­mek anladı, Avrupa'yı Avrupa yapan kafanın içine nüfuz edemedik, Avrupa'nın en kötü taraflarını maymunlaya- rak ("taklit” değil, "maymunlamak" diyorum) ilerleyece­ğimizi zannettik.

Tanzimat ile çağdaşlaşma yolunda iyi bir adım atılmıştı. Fakat ileri fikirli Sultan Abdülmecid’in beklenmeyen ölü­münden sonra "yenileşme” cereyanı başka bir mecraya sokulmuş, Avrupa müesseselerinin benimsenmesi yerine kılık-kıyafet ve yaşayışta onları taklit havası esme­ğe başlamıştı. Birincisi zor, ikincisi ise—tıpkı günümüzde olduğu gibi—çok kolaydı. Mesela, bazı Türkler başların­daki fesi çıkarıp şapka giymekle Avrupalılaştıklarını zan­nettiler. O yıllarda yayınlanan Diyojen adlı mizah dergi­sinde Teodor Kasap'ın "fes-şapka" üzerindeki görüşleri bu­gün dahi ibretle okunmağa değer:

Nelerden ne kerâmetler umuyoruz! Şimdi de açıktan açığa söylemiyorlar amma, bir fes-şapka mücadelesi çıktı. Hemen kaşlarınızı çatıp fes rengi olmayınız. Yok, efendim, yok. Ben, gözleriniz önünde olup bitenleri kastetmiyorum. Burada fesinin kalıbına, püskülünün kılına canına bakar gibi dikkat eder gö­rünenler, şöylece hudud-u Osmanî’yi geçtiler mi, hemencecik avdetlerine değin valizlerine yerleştirip başlarına şapkayı ge­çiriyorlar!

Ne mi oldular küçük beyler? Cevap vereyim: Akılları sıra "Avrupalı" oldular!

Vah bizim şubban-ı vah! Hani kışın odundan, yazın buzun­dan, her mevsim sofranın tadından tuzundan kesip de adam ol­sun diye Frenkistan'a gönderdiğimiz gözümüzün nuru, gönlü­müzün sürûru, milletimizin gururu gençlerimiz vah! A benim cânım efendim, sen medeniyeti, ilmi, irfanı, kılık-kıyafette mi zannedersin? Hattâ öğreneceğin yarım-yamalak ecnebi lisanı mı zannedersin?

Kafanı içine soktuğun fes olsun, şapka olsun, kukuleta olsun, hattâ başın açık olsun, amma içi ilimle, san'atla, memleketi ve cihanı mesut edecek malûmatla dolu olsun. Vah biçâre evlâd, vah! Memleketten giderken eksik-gedik bir şeye benziyorsun amma, dönüşünde hiç bir şeye benzemiyorsun. Avrupa'da ba­şına giydiğin şapka eğreti ki hudutta atıveriyorsun; tekrar giy­diğin fes de seni reddediyor, ve sen hiç bir tarafta dikiş tuttu­ramamış gemici yamasına dönüyorsun.

Sen mi bu memleketi kurtaracaksın? Vay, köse sakalım, vay!

Türkiye'nin en büyük talihsizliklerinden biri, ya Diyojen’ in bahsettiği tiplerin—ki ondan 60-65 sene sonra Ahmet Hikmet Müftüoğlu, "Yeğenim" başlıklı monoloğunda Batı­yı maymunlamakla kendisinin "asri"leştiğini sanan tipi mükemmel bir şekilde canlandıracaktı—veya Mehmet Sait Haled Efendi gibi yobazların bu memleketin kaderinde söz sahibi olmalarıdır.

Mehmet Said Haled Efendi, Paris'te dört yıl Osmanlı Devletini temsil etmişti (1802-1806). Bu zat, memlekete yaz­dığı mektuplarında, kafirlerin ülkesinden yurda sağ salim dönebilmesi için kendisi namına dua edilmesini istiyordu. Çünkü, Paris'e kadar gelmesine rağmen, İstanbul'da dil­lerden düşmeyen Frengistan'ı, Avrupa'da bulunacağı söy­lenen o fevkalade şeyleri, o çok akıllı Frenkleri hala bula­madığını yazar, bu insanların kafa ve akıllarından kendi­sini koruması için Allaha niyaz eder. İstanbul'da iken Fren­gistan'ın övgüsüyle doldurulduğunu, halbuki gerçeklerin tamamen aksi istikamette olduğunu yazan Paris Elçisi Mehmed Said Efendi der ki: "Biri eğer sizi korkutmak ve­ya yanlış yola sürüklemek için Frengistan'ı methederse ona sorun: 'Siz Avrupa'da bulundunuz mu, yoksa bulun­madınız mı?' Ve eğer, 'Elbette ben orasını gördüm ve çok iyi vakit geçirdim,' derse, hiç şüphe edilemez ki, o kimse bir partizan ve Frenklerin bir casusudur. O şayet, 'Hayır, ben Avrupa'da bulunmadım, tarih kitaplarından biliyo­rum;' derse, o, şu iki şeyden biridir: Ya Frenklerin yazdık­larına inanan bir eşek; veya Frenklere dini bir inançla bağlı biri."

Türkiye, bu iki tip insanın tesirlerini hala ortadan tama­men kaldırmış değil. Fuad Paşa ve diğer Tanzimat liderle­rinin önderliklerini yaptıkları düşünce, cemiyetimizde kök­lüce yerleşmedikçe, ben, ileri dünyaya ayak uydurabilece­ğimizi sanmıyorum.

Sultan Aziz ve beraberindekileri İstanbul'a getiren gemi 7 Ağustos, 1867 (Çarşamba) günü Karadeniz'den içeri gir­diği vakit, Fuad Paşa herkesin resmi üniformalarını giy­melerini ister. Seyahate katılan ve Ruznaıme adı altında hatıralarını toplıyan İstanbul Şehremini (Belediye Başka­nı) Ömer Faiz Efendi şunları yazmış:

"Bunun beyle olmasını Fuad Paşa telkin etmişti. Gece­liklerimizi giyerek, şu sıcak yaz gününde, Boğaziçinin se­rin rüzgarına sinemizi vererek, görüp geçirdiklerimizin ha­yali ile demgüzar olmayı tahayyül ederken, bu merasime ne lüzum var der gibi yüzüne sitemle baktığımda gülmüş, 'Yok, Efendi Hazretleri, henüz daha yi^i dört saat ev ra­hatı yok,' demişti. 'Şimdi göreceksiniz, bütün sefirler, ken­di hususi gemileriyle, ajanlar buldukları vasıtalarla bizi, donanmay-ı hümayundan evvel çevirirler, çehrelerirnizden mana çıkarırlar. Hele hepsini bir hasedden çatlatalım.'

"Melûl ve mahzun cevap verdim: 'Paşa hazretleri, üni­forma giymek bir şey değil, güler yüz göstermek bir şey değil. Amma merasim bitip de yalılara çekildikten fasa bir zaman sonra asıl çatlama bize gelecek.'

"Hariciye Nazın merakla yüzüme bakınca izah ettim: ‘Zât-ı Devletleri kudretlü, devletlü Hariciye Nazır-ı âlişânı olarak o münevver, mamür beldeleri her zaman ziyaret imkânına sahipsiniz. Bu fakir Ömer Faiz kulunuz ise, geç­miş zaman olur ki, hayâli cihan değer, fehvasınca yad-ı mazi ile demgüzar olup iç çekeceğim. Asıl o zaman zat-ı fahimâneleri bizleri hasedden çatlatacaksınız.'

"Fuad Paşanın çehresinde derin bir kederin izleri dolaş­tı. Yavaş sesle hasta kalbini dağdar eden acıyı ifşa etti, eliyle kalp nahiyesini gösterdi:

Ah, Efendi, ben her Avrupa seyahatimin sonunda buradaki acının derinleştiğini hissederim. Zannediyorum ki, hekim oldu­ğum halde bu derde hiç bir ilâcın kar etmemesinin asıl sebebi de, orada gördüklerimin kendi yurdumda hasretini çekmem. Haricî görünüşü başkalarına gıpta, iç yüzü de bizlere elem olu­yor.

Reşit Paşanın siyasi goruş itibariyle Ali ve Fuad Paşa­dan daha yüksek olduğunu söylerler. Ali Paşanın Fuad Pa­şaya nisbetle daha temkinli olduğundan bahsedilir. Fuad Paşa, Osmanlı devrinin "idarei maslahat" denen politika­sına hiç riayet etmeyen bir devlet adamı idi. Fikirlerini apaçık ve pervasızca söyler ve her meselede derhal netice­ye varmak isterdi. Sözlerini esirgememesi ve tez canlı ol­masının zaman zaman zararını gömüşse de, açık ve dü­rüst mizacı bir devlet adamı için elbette çok değerli bir va­sıftı. Sadece bilgisi ve cesareti ile değil, zarif ve zeki nük­teleriyle ve hazır-cevaplılığı ile de devleti dış ülkelerde tem­sil etti. Fakat bu büyük adamın kadri bilinmedi. Fuad Pa­şa, belki Avrupa'da daha fazla takdir edilmiş, hürmet gör­müş büyük bir Türk, büyük bir devlet adamı idi. Charles Mismaire, İstanbul Geceleri'nde şöyle anlatır:

"Sultan Aziz'in Avrupa seyahati dolayısıyle, Hariciye Na­zın Keçecizade Fuad Paşadan o kadar çok söz edilmişti ki, bu zarif, hazır-cevap çok zeki, hangi Garp memleketinde olsa aynı yeri dolduracak Osmanlı vezirinin dostu olmakla övünmüştüm. Fransanın en ciddi gazeteleri nükte dolu bu insanın, bizim mağrur İmparatorumuzla görüşürken, onu kahkahalara boğduran fıkralanyle dolu idi. Bu cevaplar, aynı zamanda, birer siyasi dersti. En sert hakikatleri te­bessümlere sa^ak herkesin nasibi değildir.

"Şu fıkrayı Başvekilimiz Compte de Montauban'ın husu­si sekreteri Felix de Palitan'dan dinledim: Fransa, Süveyş Kanalını açtırmak, Girit'i Yunanistan'a vermek, Kudüs'te­ki mukaddes yerlerin Katoliklere ait olanlarının idaresini eline almak gibi Bab-ı Ali'nin kolaylıkla kabul edemeyece­ği arzularını, Sultan Aziz'in Paris seyahati münasebetiy­le tazelemek istemişti. İmparator, Fuad Paşa ile konuşur­ken, bu meselelerin Osmanlı Devleti için zaten birer dert olduğunu söyleyerek der ki: ‘Yorgun omuzlarınızdan bu illetleri atınız. Devletinizin ne kadar zayıfladığı bütün dün­yaca biliniyor.'

"Fuad Paşa gülümseyerek şunları söyler:

Haşmetmeâb, siz bendenize Türkiye'den gayrı başka bir dev­let gösterebilir misiniz ki, üç yüz senedir dışarıdan sizlerin, içe­riden bizlerin devamlı tahribine mukavemet edebilmiş olsun. Evet, üç yüz senedir, Siz dışarıdan, Bizler içeriden bu devleti yıkamadık, hattâ sarsamadık.

"İmparator, Paşanın bu zarif fakat tarihi hakikatleri ku­caklayan cevabı üzerine kahkahalarla güler ve hemen ar­kasından sorar: ‘Girit'i kaça satarsınız?'

"Fuad Paşa, Türklerin yirmi beş yıl savaşarak ve oluk oluk kan dökerek fethettikleri ada için şu değeri biçer: 'Al­dığımız fiyata!'

"O sırada içeri giren Mabeynci, İmparatora, Sultan Aziz' in, beraberce yapacakları gezinti için hazır olduklarını söy­leyince, Napolean, ‘Ee, beklesin!' deyiverir ve ardından he­men kendini toparlıyarak Fuad Paşaya döner, 'Aman, Pa­şa,' der. 'sakın Padişaha bir şey söyleme.'

"Fuad Paşa tebessüm ederek, 'Aman, Haşmetmeab,' der, 'bugüne kadar Padişahımızın Sizin için düşündüklerini Majestelerine hiç arzettim mi?'

"Mabeynciler, o ciddi ve mağrur İmparatorumuzun hiç bir yabancı yanında bu kadar çok ve sık kahkaha attığına şahit olmadıklarını söylüyorlardı. Fakat bu nüktelerde en sert hakikatlerin de ibret dersleri vardı."

Sultan Aziz, Londra'da İngiltere Kraliçesi Victoria ile görüşürken, Kraliçe, kulaklarındaki küpeleri göstererek der ki:

"Bunu bana ağabeyiniz Sultan Abdülmecid'in hediye et­tiği broşdan saray kuyumcusuna yaptırdım. Broşu göğsü­me takıyordum, şimdi kulağımda. Acaba Zat-ı Şahane bu­na gücenirler mi?"

Fuad Paşa, Kraliçe Victoria'ya şu cevabı verir: "Bilakis Hasmetmeab. Türkiye'den gelen şeylere daima kulak ver­diğinizi ispat ettiği için memnun olurlar.''

Fuad Paşa ile Fransa İmparatoru Üçüncü Napoleon'un kansı Eugine arasında geçmiş bir muhavereden de bah­sedilir. Fuad Paşa, Sultan Aziz'le birlikte İmparatorun ya­nında iken, "Dünyada elde edilemeyecek kadın yoktur," diye ortaya bir laf atar. Fuad Paşanın bu sözü derhal İm- paratoriçe Eugenie'ye yetiştirilir. Kraliçe de Fuad Paşaya, "Pek ala," der, "beni elde edebilir misiniz? Beni ne ile kan­dıracaksınız? Saltanat, para, mücevherat—her şeyim var."

"Her şeyin daha fazlası teklif edilebilir," der Fuad Paşa. "Mesela?"

"Daha fazla saltanat, daha fazla para.''

"Kaç para?"

"Yüz milyar frank.''

Eugenie, "Paşa komiklik etmeyin. Bu kadar parayı nere­den bulacaksınız?" deyince, Fuad Paşa gülmüş: "Kadını bulduk, şimdi iş paraya kaldı.''

Fuad Paşa Petersburg'da iken Çar I. Nikola, "Askerleri­nizi iyice tanzim ve kıyafetlerini tebdil ettirdiniz," dedi. "Şimdi de Fransız ve diğer ecnebi lisanlarını öğrenmeğe çalıştığınızı habeıy^alıyorum. Bu, sizin için lüzumsuz bir yoldur. Siz’, '^çeneli İlamınızı öğrenin kâfidir.”

Fuad Paşa -şu cevabı verdi: "Ecnebi lisanı tahsil etmek bizim için .iıasil.lüzu^fuSuz addolunur ki, bugün Haşmetme- âbınızla • o sayede teşerrüf ediyorum.

Çl\p başka1 bir zarnân, Fuad Paşaya takılmak kasdıyle, Hz. Mjîhâtomed’irLabii'âcından bahisle sorar: "Peygamberi­niz gökyüzünü şacaba hangi merdivenle çıkmıştı?"

Fuad Paşanın cevabı hazır: "Hangi merdivenle olacak— İsa’nin çıkarken geride bıraktığı merdivenle."

Fuad Paşayi bir gün harikulade güzel fakat alabildiğine cahil bir Rus prensesi ile taniştırdılar. Rus hariciyecilerin­den biri öğrenmek istedi: "Prensesimizi nasıl buldunuz?"

Fuad Paşa derhal cevap verdi: "Sirke dolu bir altın kap."

Fuad Paşa siyasi görevleri, mali ve askeri islahat hareket­leri dışında bir takım idari icraatta da bulundu; eyalet teş­kilâtı yerine yetkili valiler eliyle yönetilen vilâyet teşkilâ- tınin kurulması, şehirlerde kârgir inşaat usulünün uygu­lanması fikirlerini ortaya attı ve bunları gerçekleştirmek için çalıştı.

O yıllarda demiryolu inşaatını çok arzulayan Sultan Aziz’e, aşin muhafazakâr çevreler, Sirkeci istasyonunun yerinin başka ve daha uzak mahalde olması için baskı yapiyorlar- dı. Bugünkü Hocapaşa çevresinde bir çok mescid ve türbe vardı ve istasyon inşaatı bunlardan bir kısminın kaldıril- masını lüzumlu klacaktı.

Fuad Paşa itirazları dinlemedi. İstasyonun hem kiyida, hem de şehrin kesif meskûn çevresinin yanıbaşında olma­gerekiyordu. Bugün istasyonun sağ girişinde bulunan yerde İhyâ Dede Türbesi vardı. Fuad Paşa bir gün türbeye girdi, bir müddet içeride kaldı. Daha sonra da İhyâ Dede makberesini, ilerideki Kudret Babanin türbesine nakletti. Soranlara da şunlari söyledi: "İhyâ Dedemiz. Kudret Baba ile ülfette hiç şüphesiz şevkiyâb olacaktır. Malûmdur ki, tarikatte en yüksek merci ‘dede-babahk’tır. Biz de âcizâne bir ‘baba’ ile bir ‘dede’yi birleştirdik."

Fuad Paşa böylesine bir sürü derdi yendikten sonra, dört köşe taş döşenmiş caddeyi açtırmış, Sirkeci İstasyonunun çevresine çeki-düzen vermişti. Aynı yerde, Bizans devrin­den kalıp da, sonradan nasıl olduğu bilinmeyen bir türbe- lik vasfı kazanan eski ayazmanın da yerinden kaldırılması gerekiyordu. îtiraz edenler arasında Uzun Etek Nuh Efen­di de vardı. Fuad Paşa itirazları yine dinlememiş, yolu ve caddeyi tamamlamıştı. Her şey tamamlandıktan sonra, Sad­razam Fuad Paşayı tebrike gelenler arasında Uzun Etek Nuh Efendi de vardı. Önceki direnişine bir mazeret bul­mak için, "Bendeniz bu kadar taş bulacağınızı hiç tahmin etmiyordum,” deyince, Fuad Paşa derhal taşı gediğine koy­du: "Aman efendim, bize atılan sitem taşlarından daha böyle kaç cadde inşa edilir.”

Fuad Paşa sevmediği insanlara nükteyle karışık hakaret etmekten de çekinmezdi. Kendi yalısının dağ tarafından Sultan Abdülaziz'e mahsus olmak üzere "Şale Köşkü” na- mıyle bir köşk yaptırdı. Mahmud Nedim Paşanın kardeşi­nin oğlu Ali Haydar Bey köşk için bir manzume yazdı ve götürüp kendini Fuad Paşaya takdim etti. Fuad Paşa, man­zumeyi takdir ettiğini gösteren bir tavırla, "Bunu peder beyefendi işitseler, amca paşa hazretleri görseler, ne kadar beğenirlerdi,” dedi.

(Ali Haydar Beyin babası Ahmed Bey, aynı zamanda "sağır Ahmed Bey" diye biliniyor, Mahmud Nedim Paşa da, gözü şaşı olduğu için, "Kör Mahmud Paşa” diye anılı­yordu.)

"Çingene Hüssam" namiyle tanınan ve İstanbul şehre- minliğinde de bulunmuş olan Hüssam Efendi, bir Avrupa seyahatinden dönüşünde Ali Paşaya, o zaman dolaplı ve maşalı olmak üzere makbul olan bir saatin dolaplı nevin­den bir tane hediye getirdi.

Fuad Paşa Ali Paşayı ziyaret ettiği vakit ikincisi, önün­deki saati göstererek, Hüssam Efendinin getirdiğini söyle­di. Fuad Paşa. "Güle güle kullanın,” demekle yetindi.

Ali Paşa, "Bir kere baksanız a!" deyince Fuad P^a.şa, "Bak­mağa hacet yok," cevabını verdi. "Hüssam Efendinin ge­tirdiği saat şüphesiz maşalıdır."

Ali Paşanın konağına, Fuad Paşa, Çingene Hüssam ve diğer bazı zevatın bulunduğu bir gün, o zamanın ricalin­den olan ve ufak tefek olduğu için de "maymun" lakabiyle şöhret bulan Defterdar Emin Efendi geldi. Odada otura­cak yer olmadığından ayakta duran Emin Efendinin otur­ması için Ali Paşa uşağına sandalye getirmesini söyleyince, Fuad Paşa şunları söyledi: "Efendim, müsaade buyurursa­nız, Emin Efendi Hüssam Efendinin omuzuna çıkıp otur­sun."

Çingene Hüssam Efendinin Şehremini, Kürt Ahmet Efen­dinin de muhasebeci olduğu günlerden birinde, Fuad Pa­şanın da hazır bulunduğu bir mecliste, "Şehremanetinde ne var, ne yok" diye sorulunca, Fuad Paşa, "Ne olacak," der. "Çingene çalar, Kürt oynar."

Mısırlı Prens Mustafa Fazıl Paşa, bir gün Sultan Aziz'in yanında, Fuad Paşanın icraatı aleyhinde bulunur. Hünkar da bunu Fuat Paşaya yetiştirir. Hazır-cevap Fuad Paşa hemen yapıştırır: "Cenabı Hak herkese iki göz ihsan etmiş­tir. Birisi iyiliği, diğeri fenalığı gö^ek içindir. Paşa kulu­nuzun iyiliği görmeğe mahsus gözü kapalı olduğundan tek gözüyle daima fena şeyleri görür." (Prensin bir gözü tak­ma idi.J

Mahşer Midillisi Kamil Bey avda vurduğu bir kaç "beka- sa"yı (büyük çulluk, "becasse" J Fuad Paşaya getirdi. P^^ memnun oldu. Avları pişilesi için aşçıya gönde^ekle beraber Kamil Beyden de, birlikte yemek üzere kalmasını rica etti.

Bekasanın en makbul yemeği salça ile hazırlanan bar- saklardaki muhteviyatın kızartılmış ekmeğe sürülerek, her yarım bekasanın da o ekmek diliminin üzerine konulması suretiyle hazırlanır idi. Akşam yemeğinde sofraya getiri­len avları aşçı başının böyle pişi^ediğini gören K^nil Bey suratını ekşitti. Farkına varan Fuad Paşa sebebini sor­du. Kamil Bey de, "Aşçıbaşı bekasalara yazık etmiş, pişir­mesini bilememiş,” dedi.

Fuad Paşa aşçıbaşını çağırttı. Kamil Bey de bekasanın nasıl pişirilmesi gerektiğini ona izah etti. Mahşer Midillisi sözünü bitirince, kafası kızmış olan aşçıbaşı şu mukabele­de bulundu: "Ne bileyim ben senin b ... yiyeceğini!"

Fuad Paşa, bir taraftan "Terbiyesiz, çık dışarı!" derken gülmekten de katılıyordu.

Fuad Paşa sadrazamlığı sırasında, Deli Hasan Ağa namıy- le tanınan zatı yalısına çağırdı. Görüşme sırasında Fran­sa’dan aldığı nişanı sordu. Hasan Ağa, para kesesinde ta­şıdığı nişanı çıkarıp gösterdi. Fuad Paşa, "Fransa'da bu nişan pek büyüktür. Niçin göğsünüze takmıyorsunuz?" di­ye sorunca, Hasan Ağa, "Ben devlet ve millet sayesinde vücudümün dokuz yerine nişan taktım,” cevabını verdi. "Böy­le dışarıdan taşınacak nişanla iftihar etmem."

Bu babayiğidin aynı zamanda şen ve oldukça teklifsiz ol­duğunu gören Sadrazam, "Hasan Ağa, gel seni kaymakam edelim," dedi. Hasan Ağa şu cevabı verdi:

"Hasan'ın göğsü çingene körüğü gibi fosladıktan sonra mı teklif edersiniz? O bundan yirmi beş sene evvel lâzım­dı. Şimdi ben askerlik sayesinde iki şey kazandım W, buna askerlik etmiyen muvaffak olamaz. Birisi evime hırsız gir­mez, diğeri de ayağımı köpek kapmaz."

Fuad Paşa sebeplerini sorunca, Hasan Ağa izah etti: "Evime hırsız girmediğinin sebebi öksürükten sabaha ka­dar uyuyamam. Ayağımı köpek kapmadığının sebebi ise değneksiz gezmem ki kapsın."

Fuad P^rnın sadrazamlığı sırasında ölen zengin bir Er- meninin, katolikler katolik, protestanlar protestan oldu­ğunu iddia etti. Bu ihtilâf kavgaya kadar vardı. Her iki ta­raf Sadraz^na müracaatla, mezhep noktasından hasıl olan bu ihtilafın hallini istediler. Fuad Paşa, Katoliklere sordu: "Ölenin Katolik olduğuna traamen emin misiniz?" "Ta- mamiyle eminiz," cevabını alınca, "Demek, ruhuna siz ma­lik bulunuyorsunuz, değil mi?" diye sordu. Katolikler, "Evet, efendim,” cevabını verdiler. Bunun üzerine, Fuad Paşa, "O halde insaf edin, cesedi de Gregoryen'lerin ol­sun," dedi. Katolikler seslerini çıkaramadı ve ölü Protes- tanlar tarafından gömüldü.

Sultan Aziz'in Paris seyahatine mukabele olmak üzere İstanbul'a gelen Fransız İmparatoriçesi Eugenie'yi gezdi­ren Fuad Paşa, misafirinin arzusu üzerine, onu, Osmanlı Devletinin savaş halinde bulunduğu elçilerinin hapsedildi ği Yedikule surlarına götürdü. Alt kattaki basık, rutubetli odalar ve kalın duvarlı kale Kraliçenin dikkatini çekti. "Na­sıl olur da elçileri buraya hapsediyorsunuz?" diye sordu.

O günlerde İspanya tahtı üzerinde de hak iddia eden Fransa, Madrit'ten gönderilen hediyeler azaltıldığından, İspanya'nın Paris elçisini tevkif ederek Ven.san hapishane­sine koymuş, çoluk çocuğunu memleketine iade etmiş ve İspanyol mallarına da el koymuştu. Fuad Paşa bunları düşünerek gülümsedi:

"Biz buraya sadece sebepsiz yere devletimize harp ilan eden veya aradaki muahedeleri sebepsiz yere ihlal eden devletlerin elçilerini, sulhü beklemeleri için istirahat etme­leri üzere yerleştiriyoruz. Giderlerken de, gönüllerini al­mak için hediyeler vermek adetimizdir."

Kraliçe Eugenie bu manidar nükteyi hemen kavramıştı. "Doğru," dedi, "daha kötü1 bir yer olmayınca böyle devlet­lerin elçileri de buraya konur."

Ömer Faiz Efendi, Ruzndme'sinde Viyana intibalarını anlatırken şunları da yazmış:

"O gece [Viyana'daki] bu muazzam tarihi şatoda çok müdebdeb bir ziyafette bulunduk. Benim yanımda çok gü­zel Türkçe konuşan Macar Şark İlimleri Akademisi aza­sından Profesör Lazlo Aponyi vardı. O kadar Türk dostu ve bizim tarihimizi öylesine iyi biliyordu ki, ziyafet sonun­da hiç çekinmeden şunları söyledi:

" ‘Şimdi Efendi Hazretleri ben sizlerden ve bilhassa Zat-ı Şahaneden şikayetçiyim. Ne için diyeceksiniz. Eğer biraz daha akıllı hareket etse idiniz, bu sarayda ev sahibi ile mi­safir yer değiştirirdi.'

"Macarlar Osmanlıları severler, AvusturyalIları hiç sev­mezlerdi. Zamanlardan beri Macarlar, ayrı bir devlet kur­ma mücadelesi yapıyorlardı. Bir müddet önce de, meşhur vatanperver kralları Rakoçi Frenç memâlik-i Osmaniye'ye iltica etmişti. Bu sözleriyle, iki defa Viyana'yı kuşatmamı­za rağmen askeri ve idari hatalardan şehri zaptedemerniş olmamızı hatırlatıyordu. Elini samimiyetle sıkarak şu ce­vabı verdim:

" 'Viyana bizde değil, amma kalbiniz bizimle. Bu daha büyük ve ebedi bir fetihtir.'

"Daha sonra hâdiseyi Fuad Paşa'ya anlattığım zaman Hariciye Nazınmız içini çekti:

" 'Lâf efendi, sizinki boş lâf. Acı teselli. Asıl doğru olan Macar Profesörünün söylediği. Bizim kusurlarımızı sırala­maya kalkarsak, Viyana'ya sığmaz, İstanbul'a kadar uza­nır.' "

Avrupa seyahatinin yoruculuğu, kaprisli Padişahı idare etmenin güçlüğü zaten kalbinden rahatsız olan Fuad Pa- şa'yı daha da sarsmıştı. İstanbul'a döndükleri vakit, aziz dostu Sadrazam Ali Paşa'ya şunları söyledi: "İşte efendi­mizi lalasına sağ sâlim teslim ediyorum. Fakat ben bit­tim. Hasta ve harabım."

Fuad Paşa'nın rahatsızlığı artıyordu. Ali Paşa'nın ısran üzerine tedavi için Nice'e gitti. Fakat Ali Paşa bu en yakın arkadaşının geri dönmeyeceğini biliyordu. Fatma Aliyye Hanım, Cevdet Paşa ve Zamanında adlı eserinde, Fuad Pa- şa'yı uğurladıktan sonra arkasından, "Dönmeyecek... di­ye ağladığını yazar.

Fuad Paşa gerçekten yurda dönmedi. Henüz 53 yaşın­dayken, 15 Aralık, 1868 de öldü. Fransa yolculuğundan sağ dönemeyeceğini Fuad Paşa da seziyordu. Nitekim, gidişin­den önce yakın dostu Abdurrahman Sami Paşa'ya ısrarla rica etmiş, "kitâbe"sini hazırlamıştı. Bu çok içli mersiye şöyle başlar:

Ey zdir-i sahip nefes,

Hubb-u sevdadan meyli kes,

Düny^ada kalmaz hiç kes, Allah-ü bes, baki heves.

Her ten biter bir derd ile, Geh germ ile geh serd ile, Uğraşmaya bir ferd ile. Değmez bu dünyay-ı ahes.

Ben de Fuad-ı asr idim,

Mesned-i ruh-u devlet idim, Nakş-ı Hümayun sadr idim, Gösterdi carh ruyu abes.

Dil hasta oldu bir zaman.

Tedriç ile bitti tüvan,

Uçtu nihayet mürg-ü can, Çünkü harâb oldu kafes.

Nice'de hastalığı iyiden iyiye ağırlaştığı sırada şunu da söylediği rivayet edilir: "Ehl-i iman ruhuna geçme oku bir Fatiha."

Keçecizade Fuad Paşa işte böyle bir adamdı. Fakat ne yazık ki, bir "Fuad Paşa Enstitüsü” ku^ak bir yana, bü­tün hayatını millet ve devletinin refah ve saadetine ada­mış bu büyük adam, bugün, bir kaç fıkrası dışında, unu­tulup gitti. Cemal Kutay, bu yüz kızartıcı kadir bilmezli­ğimizi şöyle anlatır:

"Bir de utanmadan kaht-ı rical'den [devlet adamı yok­luğu] yakınırız. Gelmiş geçmiş olanların kadir ve kıyme­tini bilmişiz gibi!"

Fuad Paşayı rahmetle ananken, kimin söylediğini bilme­diğim şu beyti de hatırlamamak elde değil:

Öyle bir nehr-i muazzam gibi cuş etmişsin,

Fakat eyvah, çorak yerde akıp gitmişsin.


XIV

Ömer Faiz Efendi

Gülmede hem fertler hem de milletler için ferah­latıcı ve temizleyici bir kudret vardır. Hümor hissi­ne sahip insanlar dünya meselelerine sağduyu, sa­kin kafa, salim düşünce ve kültürlü bir gözle baka­bilmelerine imkân veren sihirli anahtarı ellerine ge­çirmiş olurlar.

Lim Yutang

Beşer ırkının elinde gerçekten şaşaalı bir tek silâh var: gülmek.

Mark Twain

Kaybedilmiş günlerin en kötüsü, bir defacık da­hi olsun, gülmeden geçilenidir.

Chamfort

A li Paşa 1852 de 37 yaşında iken ilk defa sadrazamlığa getirildikten üç ay sonra azledilmişti. Sultan Abdül- aziz'in mabeyncisi Neşet Bey, Padişahın mühürünü geri almağa gelmeğe vakit, Ali Paşa, Fuad Paşa ve diğer yakın dostlanyle yalısında sohbet ediyordu. Azil haberi hepsini hüzün ve kedere boğmuştu. Herkes başını önüne eğmiş, ne diyeceğini bilemiyordu. îşte bu sırada, Ömer Faiz Efendi yerinden davranarak, "Eh, Paşa Hazretleri, bana müsaade, eve gideyim, der. "Bu haberi bizim emektar kaynanaya yetiştireyim. Zira her ne vakit fena bir haber versem, ‘aman öldüm,' diyor. Belki bu sefer sahiden ölür de kurtuluruz.”


Sadrazamlıktan biraz önce azledilen Ali Paşa kahkaha­larla gülmüştü. Ömer Faiz Efendin in kaynanası ile geçine- mediği dostlarınca biliniyordu. İhtiyar hanıma göre, da­madının neşe dağıtan nükteleri haramdı. Ömer Faiz Efen­di de kaynanasından bahsederken, "Mübarek kadın," di­yordu, "sanki Yahudilerin Kudüs'teki ağlama duvan."

İlim adamlarımızdan Ebezade Salih Efendinin oğlu Ömer Faiz Efendi İstanbul' da doğdu (1805). Babası Nizam-ı Ce- did'e fetva verenlerden olduğu için Kabakçı ayaklanmasın­dan sonra ailesi İstanbul'dan sürülmüştü. Ömer Faiz Efen­di tanınmış hocalardan ders aldı, kendi kendine Fransızca öğrendi. Maliyeye intisap etti; zekası ve çalışkanlığı ile Deftardarlığa ve daha sonraları İstanbul Şehreminliğine (belediye başkanlığı) yükseldi. Meşhur Şekip Paşanın Ma­liye Nazırlığı sırasında takdim ettiği ıslahat layihası Sul­tan Abdülmecid'in dikkatini çekmiş, kendisine Maliye Na­zırlığı teklif edilmişti. Fakat karşısındaki padişah da olsa kimseden sözünü sakınmayan Ömer Faiz Efendi, Sultan Abdülmecid'e şu cevabı verdi:

“Şevketmeâb, tavsiye ettiğim tasarrufu evvela Saray-ı Hümayununuzda tatbike söz verirseniz o mutena makama oturabilirim. Musa Saffeti Paşa kulunuza benzersem, Zat-ı Şahaneleri mükedder olursunuz."

(Ömer Faiz Efendinin bu cevabını daha iyi ^amak için, Cihan Seraskeri Rıza Paşanın, devlet bütçesinde tasarruf yapmak isteyen Musa Saffeti Paşayı patakladığını hatırla­mak gerekir.)

Londra belediyesi, Sultan Abdülaziz şerefine verdiği zi­yafet için dört gün içinde muhteşem bir salon yaptırmıştı. Padişah, bu koskoca salonun bu kadar kısa bir zamanda nasıl yapıldığını öğrenmek istedi vakit, Ömer Faiz Efendi de Padişahın huzurunda idi. Sultan Abdülaziz, İstanbul Şehremi^nine şu iradeyi tebliğ etti:

"İstanbul'da sık sık yangın olur, yüzlerce ev yanan. Yer­lerine yenilerinin yapılması için seneler geçiyor. Adamlar elli evlik yere bir o kadarlık inşaatı dört günde yapmışlar. Sebep ve hikmeti nedir? Tahkik ediniz de istifade edelim.

İstanbul'a dönüldüğünde Padişah aynı iradeyi tekrar et­tikleri vakit Ömer Faiz Efendi şu cevabı vermiş:

"Şevketmeab, bu memleketlerde insanlar sadece Cenab-ı Hak tarafından anne karnında yetiştiriliyor. Geri kalanla­rı fabrikalarda imal ediliyor, anne karnından çıkanlara da onlan icab eden yerlere koymak düşüyor. Memâlik-i Şahanenizde inşallah bu fabrikalar zaman-ı saltanatların­da tesis edilir de, Ömer Faiz kulunuz İstanbul'u baştan aşağı yakar, o harap evler yerine hazır mamurelerin mi­marlığını bizzat ifa eder!"

Ömer Faiz Efendi daha sonra kendinden şöyle bahsedi­yor:

Ben kulları, Zât-ı Şâhane nezdinde aklına geleni söyleyen "bir garip âdem” idim. Şu hikmet dolu beyti kendime rehber yapmıştım:

Deruh-u aşina ol, taşradan bigane sansınlar,

Bu bir özge reviştir: Âkil ol, divane sansınlar.

Al-i Osman Padişahı benim bu derviş hâlimi takdir etmiş olmalı ki, meselâ, bir veziri böyle cevap vermiş olsa, başına gel­medik kalmayacağı halde, yüzüme tebessümle baktı ve bu te­bessümü zehr-i hane [ağlamamak için gülmeye] çevirmemek için başını döndürdü.

Fuad ve Ali Paşaların ölümlerinden sonra, Ömer Faiz Efen di saraydan ayağını kesti. Kendisine "Nedimof" dedir­tecek kadar Rus taraftan Sadrazam Mahmud Nedim Pa­şadan uzak durdu. Sultan Aziz bir gün kendisini aratmış, huzurda sustuğunu görünce, "Efendi, siz önce bülbül idi­niz," demişti. "Şimdi ne için şakımazsınız?"

Ömer Faiz Efendi, Padişahın bu sualini Keçecizade İzzet Mollanın bir beytindeki "geldik ki" kelimesini "kaldık ki" şekline değiştirerek büyük bir cesaretle şöyle cevaplandı­rır:

Bir mevsim-i bahanna kaldık ki âlemin,

Bülbül hamuş. havuz tehiy, gülüstan harâp.

(Güya bahardayız: bülbül susmuş, havuz susuz, güller açmamış.}

Özüne ve sözüne böylesine doğru Ömer Faiz Efendi için Mehmet Galip ve Ali Rıza Beyler, Onüçüncü Asr-ı Hicride Osmanlı Ricali adli eserlerinde şunları söylüyorlar:

"Ömer Faiz Efendi, gayet hoş ve zarif bir İstanbul efen­disi idi. Ali Paşa, Fuad Paşa, Yusuf Kamil Paşa, Mustafa Fazıl Paşa gibi devrin ricalinin konak ve yalılarında hususi dairesi vardı. Bu zevat Ömer Faiz Efendi ile sohbetten zev- kiyap olurlardı. Edip, ahlakı temiz, medeni cesaret sahibi, hakikatlerin safında, açıksözlü, vekar ve haysiyet sahibi idi. Devlet büyüklerinin halis muhibbi ve hayırkar dostu idi. İbret fıkraları o kadar çoktur ki, bir araya toplansa yüzlerce sahifelik kitap meydana gelir. Bazen en elemli bir hadiseyi, zarif nükteye sararak kederi dağıtır, bazen gülünecek bir vakanın içine ibretle düşünülmesi şart cep­heyi sokardı. Alim ve fazıl idi."

Milletler arası Paris Sergisi (1867) münasebetiyle Fran­sa Cumhurbaşkanı Üçüncü Napoleon, Sultan Abdülaziz'i şeref misafiri olarak davet etmişti. Padişahla beraber gi­decek zevat tesbit edilirken, Sadrazam Mehmet Emin Ali Paşa, kendinin ve Fuad Paşanın şahsi dostu İstanbul Şeh­remini Ömer Faiz Efendinin de heyete dahil edilmesini is­temişti. Ali Paşa, Ömer Faiz Efendinin Batıyı herkesten daha iyi anlatacağına inanıyordu. Ömer Faiz Efendi ise, Fransızcasının yeterli olmadığını, yaşlılığını, resmi tören­lerden hoşlanmadığını, herşeyi gördüğü ve duyduğu gibi söylemesinin hadiselere sebep olabileceğini ileri sürmüş, bir çokları için gaye ve hayal olan bu müstesna yolculuk­tan mazur görülmesini istirham etmişti. Bunun üzerine Ali Paşa demişti ki:

"İşte bizler sizin bu seyahate bunun için iştirak etmeni­zi istiyoruz. Bize resmi rapor yazanlar çok olur. Onların neler anlatmak istedikleri de bizim için çok zaman meçhul değildir. Şimdi ben, şahsım ve Fuad Paşa biraderim namı­na zat-ı fazılanelerinden bir ricada bulunacağım: Seyahat sırasındaki müşahedelerinizi mümkünse günü gününe ya­zınız. Müsvedde halinde ... Ve inşallah sağ salim avdetten sonra elinizdeki bu ruznameyi hiç tashih etmeden olduğu gibi bize veriniz.”

Ömer Faiz Efendinin günü gününe kaydettiği "Avrupa hatıraları" Cemal Kütay'ın himmet ve araştı^alanyle çok şükür gömülü kalmaktan kurtuldu, gün ışığına çıktı. Ken­dileri, Avrupa’da Sultan Aziz adlı eserinde bu değerli ki­tabı şu kelimelerle takdim ediyor:

Bu Ruzname’yi gördükten sonra kanaat getirdim ki, Batı ile aramızdaki mesafe, bir çoklarının zannettiği ve en büyük hata­lara sebep olan yanlış teşhis ile, son yüz sene içinde açılma­mış. Hayır! Onaltıncı yüzyılın ikinci yarısında başlamış... Rö­nesans... Fatih Sultan Mehmed'in Bizans'ı yıkışı ile beşeriye­tin üzerine yeni ümit olarak Türk’ün himmeti ile doğmuş, fa­kat Fatih'in oğlu İkinci Bayazit'in yetersiz şahsiyetinde bu do­ğuş büyümemiş... Medresenin kendisine “veli” dediği bu zat yerine, şair, medeniyetçi, devri anlamış, babasının sayısız me­ziyetlerine vâris talihsiz Cem Sultan Osmanlı tahtına geçebilmiş olsa idi, Boğaz köprüsü bile bugün beş yüzüncü yaşına yaklaş­mış olacaktı.... Unutmayınız ki, ferdin de, toplumun da yaşan­tısını çağdaş eserler temsil eder ve uygarlıkların sadece "kafa­sı” değil, bu “kafa”nın tarif ettiği "maddi eserler"i de vardır.

Ömer Faiz Efendinin kıyaslamaları bu bakımdan 1970 Türki­ye'si için “ibret"lidir zannediyorum. Öylesine ki, tebessümler­de bile acı duraksamaların izleri var.

Ben. Ömer Faiz Efendinin Ruznâme'sinin tam metninin her Türk, bilhassa her mektepli tarafından tekrar tekrar okunması gerektiğine inanıyorum. Geçmişteki hataların tekrarını önleyecek tek yol, bu hataların neler olduklarının bilinmesidir ki, yüz yıllar boyunca tekrarlayageldiğimiz, zaman zaman feci hataların oldukça tam bir kataloğu da bu büyük Türkün Ruznâ^^’si.

Padişah ve etrafındakiler Llyon garından Paris'e girdik­leri vakit garı süsleyen Osmanlı bayrakları Ömer Faiz Efen­dinin dikkatini çeker. “Ben bu büyüklükte bir bayrağımızı kendi memleketimde görmedim," diyor. Paris geceleri ise üzerinde derin bir izlenim bırakmış. Ruzndme’sinde şunla­rı yazıyor:

Paris yerinden oynadı. Bilhassa geceyi görmek şart. Paris'in gecesi, hattâ bütün Garp diyarlarının geceleri bizim geceleri­mize benzemiyor: Bizde hayat, güneşle başlıyor, güneşin batma- sıyle son buluyor. Buralarda öyle değil. Sokakları ve evleri, taş kömürünü yakarak elde ettikleri ve "hava gazı” dedikleri nur huzmeleriyle aydınlatıyorlar. Tiyatrolar, konserler, opera dedik­leri sesli ve muayyen mevzuu musıki ile beraber icra eden sah­ne oyunları gecelerin başlıca meşgaleleri.

Ben, İstanbul şehrinin şehremini, yâni beldenin meseleleriy­le, haddim olmayarak meşgul şahsiyeti olarak bu ışıklandırma ile diğer zevattan daha çok alâkalı idim. Hoş, böyle bir şehrâyini seyretmek için sadece insan olmak kâfi idi. Üçüncü defadır ki, fırsat bularak yine Belediye Sarayı civarına gelmek imkânını buldum. Bu seferkine Veliahd Murad Efendi Hazretleriyle Şeh­zade Abdülhamid Efendi hazretlerinin lütuflarıyle nail oldum. Adeta tebdil-i kıyafet etmişcesine kalabalık içine karıştık ve manzarayı seyre başladık. Bir ânda bütün ışıklar birden yanı­yor, bir ânda sönüyor, sonra kısım kısım yanmaya devam edi­yordu. Güneş sanki yere inmiş, sadece burasını aydınlatır olmuş­tu. Garip bir müşterek hisle Veliahd Murad Efendi Hazretleri buyurdu ki:

"Ne garip ve ibretli manzara... Adamlar azmetmişler, uğraş­mışlar, âdeta güneşin ışıklarını almışlar, saklamışlar, gecelerin karanlığını gündüze çevirmek için kullanıyorlar.”

Dayanamadım. Müsamahasını bildiğim için cevap verdim:

"Efendim, biz de güneşle meşgul olanlar vardır.”

"Ya... Kimler acaba?"

"Şairlerimiz, efendi hazretleri... Şairlerimiz güneşle meşgul olurlar. Mahbubelerini gecelerini gündüze çeviren güneşe ben­zetirler. Cild cild şiir yazarlar, şarkı bestelerler. Bunlar da gü­neşle meşgul oluyorlar, ama onların ki kimyagerler, ilim adam­ları. .. Aramızda bu kadar küçük bir fark var!”

Cennetmekân Abdülmecid Hanın, bütün zerafet ve zekâsına vâris olan Veliahd Hazretleri, arifâne bir nazarla bu fakiri tal­tif etti, ve sonra müşterek elemimiz namına iç çekti.

Paris belediye başkanının ziyafetinde, başkan, Ömer Faiz Efendiye İstanbul sokaklarının nasıl sulandığını, be­lediye her yıl kaça mal olduğunu sorar. Buradan ötesini Ömer Faiz Efendiye bırakalım:

"Samimiyetle itiraf edeyim ki, Paris'i görünceye kadar belediyelerin şehir sokaklarını muayyen zamanlarda sula­malarının asli vazifeleri arasında olduğunu bilmiyordum. Hatta geldiğimiz ilk günün sabahında çok erken saatlerde tekerlekleri patırdı yapmasın diye tedbir alınmış tek atlı arabalarla büyük caddelerin sulandığını gördüğüm zaman hayret etmiş idim. Bü arabalara konulmuş büyük fıçıların iki tarafındaki hortumlardan fışkıran sularla caddeleri bir temiz yıkıyorlardı. Bu manzarayı görmemiş olsa idim, zi­yafetin geç saatlerinde Belediye Reisinin, ‘İstanbul’un so­kaklarını nasıl sularsınız?' sualine muhatap olsa idim, kim bilir nasıl cevap verirdim. Fakat onların bu işi nasıl yap­tıklarını görmüş olduğumdan hatırıma derhal bizimkisi ile mukayese geldi. Sükûnetle cevap verdim:

" 'Bizim İstanbul sokaklarını belediye olarak sulamamıza ihtiyaç yoktur. Çünkü sokaklarımız kendiliğinden sulanır.'

"Paris Belediye Reisi hayret etmişti. Merakla sordu: 'Çok enteresan... Bu vazifeyi kim ifa ediyor?'

"Artık olan olmuştu. Hakikatı söylemek, fakat bu acı gerçeği pek anlamayacakları şekilde izah etmek icab edi­yordu. Karşımda oturan Fuad Paşanın dahi vereceğim ce­vabı merakla beklediğini hissettim. Fütursuz ve tabii bir eda ile dedim ki:

Efendim, bizim bütün caddelerimiz ve sokaklarımız 'iki keçeli kahve, berber bakkal, aşçı dükkânlarıyle doludur. Bakkal, me­selâ, peynir tenekesinin, zeytini içine bastığı fıçının, aşçı te­mizlediği sebzelerin, kahveci yıkadığı fincanlarının ve nargile­lerinin, berber tıraş öncesi ve sonrası kalan sularını sokağa dö­ker. Bu sular içinde berberinki çok defa sabunludur. Bu sebeple ayrıca bizim koku giderici ve temizleyici madde kullanmamıza da lüzum kalmaz.

"Fuad Paşanın zeki bakışlarında taksin ve tebrik pırıltı­larının dolaştığını gördüm. Ben de sokaklarının be'lediyesi eliyle bir damla su nasibi olmayan bir beldenin şehremini olarak yüzümüzün kızarmasını, karşımdakinin anlayama­dığına kaani olduğum bir garip mizahi içinde geçiştirme­nin hem rahatı hem rahatsızlığı içinde idim. Avdet esnasın­da Fuad Paşa ile bir an yalnız kalmıştık. Lütufkâr hali ile, 'Efendi Hazretleri, cevabınız fevkalade idi,' dedi.

'Evet Paşa Hazretleri, çok zaman zat-ı devletlerinin de en acı ve elem verici hadiseleri mizahın örtüsüne sararak gözlerden saklamak yolundaki derslerinizden istifadeye ça­lıştım. Fakat anlan avutmuş olsak bile acılarımız içimiz­de...

Padişahın şeref misafiri olduğu Paris Milletler arası Ser­gisinde memleketimiz maalesef layıkıyle tanıtılamamıştı. Sergiyi gezen Sultan Abdülaziz bedbin bakış ve sükûti çeh­re ile sergiden ayrılmış, heyetin diğer üyeleri sergide kal­mıştı. Bu sırada Ömer Faiz Efendi, Veliahd Murat ve Şeh­zade Abdülhamid Efendilerin yanında idi. Şehzade Abl- hamid Efendi sorar: "Acaba memleketimizde imal edilen eşya sadece bu kadar mıdır? Başka şeyler yok mudur?"

Veliahd, cevap vermesi için Ömer Faiz Efendinin yüzü­ne bakar. Ömer Faiz Efendi de şu cevabı verir:

Çok vardır, efendim. Hatta sergimizin içinde bulunduğu şu bina dahi Türk mimarî tarzında değildir. Anadolunun tenha ve göçebe aşiretlerinin yaşadığı metrûk sahada çadırlar içinde “ci­cim” denen öyle kilimler dokunur ki, dünyanın başka yerinde yapılamaz, efendimiz. Kasabalarda demire iptidaî ocaklarda su vererek öyle çelikler yapan ve bunlardan öyle sanatkârane si­lâhlar imâl eden ustalar vardır ki, bunların el işi olduğuna ina­nılmaz, efendimiz. Tek kelime okuma-yazma bilmeyen genç- kızlarımız ev odalarında kök boyalarla öyle halılar, ipekli ku­maşlar, gemhfilar, bürümcekler dokurlar ki, hayran olmamak elden gelmez, efendimiz. Fakat Bab-ı Ali ricali bilmezler, efen­dimiz, çünkü ekserisi için buralar meçhuldür."

"Peki amma, siz de Bab-ı Ali ricalinden değil misiniz?”

Daileri bir mütevazı ilmiyye mensubuyum. Bendelerinin bil­meye çalışması bir şey ifade etmez. Bilmesi icab eden vükelâ ve küberâdır. Onlar da münhasıran İstanbul ahvâli ile meşgul olmaktan vakit bulamadıkları için mazûrdurlar, efendimiz. Me- mfiliki şâhaneyi Bab-ı Ali tanımayınca dünya nasıl tanır, efen­dimiz?

Ömer Faiz Efendinin bu cevabı zeki ve zarif veliahdın dudaklarında bir tebessümün dolaşmasına vesile olmuş.

Sergideki heykeller bilhassa çıplak kadın heykelleri bi­zimkilerin çok fazla dikkatini çekmiş. Ömer Faiz Efendi bu heykeller için diyor ki:

Sergide bilhassa kadınlara ait çıplak heykeller ayrı bir gale­ride olmakla beraber, güzelliğin bulunması arzu edilen her yer­de mevcut idi. Bizler bunlara kaçamak gözlerle, ama Frenkler- den daha büyük alâka ile bakıyorduk. Biz sadece örtülü olan­larını tesadüfen görüyorduk. Onlar kadınlarla her ân hayatın içinde beraber idiler ve sergiyi gezen genç kızlar ve kadınlar da kendilerini çıplak gösteren bu heykellere bizim kadar alaka ve tabii olarak bakıyor idiler. Alışkanlık, itiyad meselesi idi ortada olan...

Beraber bulunduğumuz İmâm-ı Sâni ve Zât-ı Hazret-i Şehri- yanın hocası Hasan Nâmi Efendi Hazretlerine yavaşça sordum: "Efendi Hazretleri, bunlara bakmak haram mıdır, günah mıdır, mekruh mudur, mubah mıdır, sevap mıdır?"

Hoca Efendi kadim dostum idi. Benim mizâç ve mişvârımı da yakinen biliyordu. Yüzüme öyle bir baktı ki, cevaba lüzum kal­madı: Fetvâyı almış idim! Hoş, benim için fetvâya lüzum yoktu. Ben, "innâllah-e cemi'ül-yu-hubb-ül cemâl"e [güzele bakmak sevaptır] inanmış ve Allahımızın bütün güzelliklerini ondan anlayan insanlar için yarattığına iman etmiş hakiki bir Müslü­man idim. Bin bir şükür ki, suhte değildim.

["Suhte," softa demektir. Gerçek mânası susamış olan bu ke­lime, önceleri "ilme susamışlar" için kullanılırdı, zamanla "sof­ta" haline gelmiş.]

Kadın heykellerinin teşhir edildiği heykel galerisinden, canlıla^mn seyredildiği "moda pavyonu"na geçelim. Ömer Faiz Efendi bu "rüya alemi"ni renkli ve nükteli üslûbu ile şöyle anlatıyor:

En geniş salonlardan ikinci katta olana çıktık ki, Halimi Efen­di biraderim kolumu çekti: "Azizim, dikkat buyurunuz, man­kenler zat-ül hareke. Yâniya ki zi-ruhturlar, canlıdırlar, hare­ket halindedirler!”

Cidden hayretle olduğum yere çakıldım, efendim... Öyle ya, en süslü libâslarını giymiş biribirinden hasnâ, yekdiğerinden müstesna körpecik hanımlar, Üzerlerinde gecelikten gelinliğe kadar elbiseler sıra ile salına salına gezinirler; öte taraf ta ço­cuklar, erkekler, yine de üzerlerındcki son moda elbiselerini teşhir ederler. Birbirlerinin önlerinden geçerken, şühâne eda ile genç kızlar tebessüm ederler, delikanlılar mest ve handân eğilerek selâm verirler... Bir manzara ki, seyrine doyum olmaz. Öğrendik ki, bu teşhir bir saat sürer, sonra ipek kalın perdeler çekilir, yeni tuvaletler içinde yeni güzeller salonu doldurur imiş. O ciddi ve bir nükte için Ebû Nevvâs letafeti lâzım gelen Halimi Efendi biraderim tekrar ve tekrar kolumdan çekerek, "Azizim, lütfeyle de şöyle bir yere mihmân olalım. Ö^ü Kllâh bir daha göremeyiz. Hafızamıza menkûş olsun," diyordu. Dil- nüvâz nâzeninlerin, ellerinde yelpâzeler serv-ü hırâman zaır- lerin önünden geçişleri, sürdükleri ruhnevâz güzel kokuların etrafa yayılan râyihaları arasında adetâ rüyâya dalmış idik.

Sultan Aziz'in Avrupa seyahati yılında Batıda mizah ga­zeteleri yüz yaşını aşmıştı. Bizde ise bu neviden mecmua ve gazeteler bilinmiyordu. Daha sonraki yıllarda Namık Ke­mal yurda dönecek ve Teodor Kasap'la el ele vererek Diyo- jen'i çıkaracaklardı. Ömer Faiz Efendi, Paris'te bir yığın mizah mecmuası satın aldı. Ruznâme'sine şunları yazmış:

Gazeteler, mecmualar, kitaplar ufak-büyük her semtte ve her yerde satılıyor. Herkes okuyor. Bizde olmayanları almak iste­dim. Mizâh mecmualarını tercih ettim. Bunları tasnif ve Fran­sızca olanlarını mütalâa ederken, İmam-ı Sâni Hasan Nâmi Efendi bunların ne olduğunu sordu. Kendisine şu cevabı ver­dim:

“Frenk şathiyyatı, heziliyatı, mizâhı, tebessümü, kahkahası, Karagöz'ü, Hacivat'ı, Beberuhi'si, Nigâr'ı ve Hürmüz'ü... Amma, efendim, lütfen tetkik buyurun, çizgilerin çoğu kadınlara ait. Çünkü bu adamlar, zevklerinin her tecellisinde kadınlara fazla yer ve değer veriyorlar. Bakınız, Efendi Hazretleri... Teberrü- ken şu resimlere bakınız: mizâhî mevzularda hemen hemen hepsinde taraflardan birisi kadın. İster ay parçası gibi güzel, is­ter asabi kaynana kadar asık suratlı olsun, taraflardan birisi muhakkak kadın. Zannediyorum ki, adamların yüzü bu sebep­le bizlerden çok gülüyor."

İmam-ı Sani Hasan Nâmi Efendi bu mecmuaları tetkik etti, bazısı hakkında izahat aldı ve kanaatını açıkça söyledi:.

"Mirim, bu Frenkler cidden hayatın zevkini her sahada bul­muşlar. Her halde bunları devlethaneye götürecek değilsiniz."

Bu safhayı Fuad Paşa Hazretlerine anlattığım zaman Harici­ye Nâzırı güldü:

"Efendi Hazretleri, İmam-ı Sani Hoca sizden bir kısmını ri­ca etmiş, amma anlatamamış. Bilmez misiniz, dini örfümüze göre, Müslümanlar, biribirlerinin günahlarını taksim ederek se­vap kazanırlar. Vah vah, İmam Efendinin sevâbına mâni ol­muşsunuz.”

Ben, günahın hepsini omuzladım ve bu "Frenk şathıyyatı”nı Kanlıca'daki yalıma taşıdım.

Sultan Abdülaziz'in Paris'i ziyareti Fransız basınında büyük bir ilgi ile karşılandı, gazeteler her gün Padişah ve beraberindekiler hakkında tafsilâtlı haberler, yorumlar yayınladılar. Paris elçimiz Cemil Paşa, Ömer Faiz Efendiye bunlardan bahsetti: "Hiç bir ziyaret, Fransa'da bu kadar alaka uyandırmamıştır. İnşallah, devletimiz bundan istifa­de eder."

Ömer Faiz Efendi şu cevabı verir: "Ben de temenni ede­rim, amma biraz sizden farklı olarak: Bu istifade sadece siyasi sahada kalmamalı... Aklımızı başımıza alıp, biraz da onların bizden istifade etmelerini temin edecek hale gelmeliyiz. Ben şahsen vatana, gördüklerimin elemi ve ib­reti içinde döneceğim. Zamanı büsbütün kaybetmeden ara­daki mesafeyi kapatmaya bakmalı."

Sultan Abdülaziz'in İngiltere seyahati de—Fransa seya­hati gibi—son derece başarılı geçti. Ömer Faiz Efendi, va­tanını ve milletini sınırsızca seven bu büyük Türk, Batı dünyasını bilen her Türk gibi, gördüklerini, kendi memle- ketindekilerle mukayese etmekten kendini alamıyor, onlar­la bizim aramızda aşılması güç ve belki de imkansız me­safe karşısında elem duyuyordu. İstanbul Belediye Reisi Londra'da bir yangına şahit olmuş. Dinleyelim:

Londra'da dün ateşle suyun kavgasına şahit olduk. Bu cümle ile yangını, ahşap İstanbul'umuzun büyük âfetini kastetmek istedim. Burada da büyük bir yangın oldu ve muazzam kârgir bir binanın içi olduğu gibi yandı. Fakat bizim tulumbacılara hiç benzemeyen, buharla hareket halindeki su vagonları ile yangın yerine hemen yetiştiler. Üzerlerindeki çelik ince göğüs­lüklere ateşin tesir etmeyeceği, kafalarında miğverler olan it­faiyeciler, ateşi su ile bastırarak yangını söndürdüler. Bu buhar ile hareket eden su vagonları, suları bitmeden büyük caddelerin altından kalın borularla gelen sularla takviye ediliyorlardı. Hep­sini hayranlıkla seyrettik. Bilhassa ben hicâp duydum...

Bizim İstanbul’umuz bir yanmaya başladı mı, biliriz, mahal­leleri yakar, yüzlerce hânüman söner, yüz binlerce liralık za­rar ziyan olur, yüzlerce aile açıkta kalır, yangın etrafı yıkıla­rak tecrit edilir, eğer lodos veya poyraz yoksa o zaman söner. Tulumbacılarımız, taşıdıkları su kadar ses çıkarıp patırdı ya­parlar. Fedakarane gayret de ederler, amma sırtta taşınan tu­lumba sandıklarının aldıkları su ile, yüz yılların çıralaştırdığı o ahşap yangınlar söndürülür mü? Onun için hepsinin üzerinde bir "ya hafız," yani hıfzeden, koruyan duası yazılı... Fakat hiç birimiz çıkıp da, bu su da Allahın lütfu, bu akıl da.... Dinimiz tedbir almayı emreder, aklını kullan, suyu hazırla, yangını kar­şıla, asıl “hafız" bu, ey tevekkülden miskinliğe geçen umursa­maz mahlûk, demeyiz.

Bu gidişle fakirin Ruzname'si Kedername olacak.

Türk heyeti İngiltere Parlamentosunu da ziyaret etti. Ömer Faiz Efendi 'de modern demokrasilerin beşiği bu par­lamentoyu ilk defa görüyordu. İntibalarını şöyle anlatıyor:

Tarihlerden okuduklarımızı gözlerimizle gördük. O gün bir vergi kanunu müzakere olunuyor idi. Çok hararetli müzakere­ler oldu. İngiliz lisanına vakıf olanlarımız pek mahdut olmakla beraber, milleti temsil eden zevatın hükümet icraatını nasıl mu­rakabe ettiklerine şahit olduk. Buradan ayrılırken, cümlemiz, kalben de olsa, aynı hassasiyetin memleketimizde de olmasını temenni eyledik. Fakat ne faide ki, çok azımız bu niyâzı izhar edebildik.

Aşağıdaki satırlar da, Londra belediyesinin Padişah ve beraberindekiler şerefine verdiği ziyafet-balodan sonra ya­zılmış:

Osmanlı Heyeti âzasının sağ tarafına libâsları, çehreleri ve endamları kadar fevkalâde asil birer İngiliz kızı, sol taraflarına kibarlık ve asâleti her hallerinde âyân olan birer delikanlı mev­ki almışlardı. Kızlar, bizlerin kollarına girmişlerdi. Delikanlılar ellerindeki üzeri kuğu kuşu tüyleriyle müzeyyen âsaları ile yol açıyorlardı. Fuad Paşa, içimizde lisan bilenlere, birer münasip surette sohbet etmemizi tavsiye etmişti. Bu fırsat zuhur etti­ğinde, kolumdaki harikulâde güzel, sarışın, her hali ile câzibedâr genç kız bana maiyet-i şâhanedeki vazifemi sordu. İstanbul'un belediye reisi, onların tâbiri ile "Lord Mayor" olduğumu söyler­sem inanmıyacaktı. İnanmazdı da! Bir bana, bir de kendi "Lord Mayor"una bakacaktı. Kendime en lâyık ve en sahih vazifeyi o ânda buldum:

"Ben Zât-ı Şâhaneye ve vezirlerine hikâye anlatırım," dedim. Güzel mavi gözlerinde meraklı bakışlar dolaştı, fakat "Ne an­latırsınız?" diye sormadı. Sorsa idi, diyecektim ki:

“Zaman öldüren hikâyeler... Bizler anlata anlata, onlar din­leye dinleye bu hâle geldik."

Padişah ve heyettekiler Avrupa’da Batı musikisine de hayran kalmışlar, o musikinin Türkiye'ye giremediğine ha- yıflanmışlardı. Ömer Faiz Efendi Sultan Abdülaziz'in bu musikiden zevk aldığını şöyle anlatıyor:

"Zat-ı Şahanenin Crystal Palace'daki [Londra! konser­den memnun olmaları üzerine, 16 Temmuz Salı günü İtal­yan operasında 40,000 ağaç dalı ile yeşil orman haline ge­tirilen muazzam salonunda Asaniello opereti temsil edildi. Padişahımız, kendilerine cidden yakışan 'müşir' üniforma­sı içinde idi. Ben, cennetmekan Abdülmecid Hanın Saray-ı Hümayunda inşa ettirdiği opera salonunu gö^üş, vefatın­dan sonra orasının atıl ve başıboş vaziyette bırakılmış ol­duğunu düşünerek eza duymuştum. Mademki hayran ka­lıyor ve zevk alıyorduk, o halde neden kendi memleketi­mizde başlamış olanları yarıda bırakıyorduk?"

Geçen asırda Viyana Avrupa'nın büyük sanat ve kültür merkezlerinden biriydi. Hele musıkide Viyana ile başa çı- kalabilecek bir Avrupa şehri yoktu. Türk heyeti bu ^ınat ve musiki beldesinde unutamıyacakları saatler geçirdiler.

Viyana'da meşhur kadın tiyatro yazarı Mm. Juliet Ouno- va'nın "La Biche au Bois" adlı balesini seyrettiler. Ömer Faiz Efendi, bu balenin "tam Zat-ı Şahanenin hoşuna gide­cek bir bale" olduğunu yazıyor. "Sahneler, onu seyreden kadar şahane idi. Mevzu da, hayatı saraylada geçmiş bir tacidann hazzını kazanacak hülyavi safhaları takib ediyor, sonu iyiye bağlanıyordu."

Ömer Faiz Efendi Ruznâme'sinde şunları da yazıyor:

"Viyana'nın Avrupa'nın sanat, musıki, edebiyat ve sah­ne hayatında ne büyük merkez olduğunu o gece, Ander Wien tiyatrosunda... anladık. Çıktığımız zaman adeta bir rüya alemi içinde idik. Halimi Efendi biraderim bana sor­du: 'Efendi Hazretleri bu ne halettir?' Adeta rüya üzerinde devam edercesine cevap verdim: 'Birader-i azizim, bizler Binbir Gece Masallarını kitaplarında okuruz. Bunlar ki­taptan almışlar, sahneye kodmuşlar. Bizimkisi hayal, on­larınki hayat!'

... Evet, bizim Karagözümüz de bazı hususiyetlere sahip, amma ufku o kadar dar ki, zavallı Hacivad tekerleme tek­rarından başka icray-ı hüner için saha bulamaz.

"Tiyatronun medhali, vistibül, merdivenler çiçekler ve bayraklarla donatılmıştı. Burada büfelerin önündeki çeş­meler, durmadan aranılan ve beğenilen içkileri bol ve cö­mert bir şekilde akıtıyordu. Doğrusu, her türlü mahzuru şöylece rafa koyarak, bunlardan bol bol denedik. Fuad Pa­şa Hazretleri, İmam Hasan Nami Efendinin de bu ikrama iştirak edip etmediğini sorduğu zaman Hoca Efendiyi halas etmek için, 'Meşrübun mahiyetini tesbit için Efendi Hazret­leri tadmadan nasıl fetva verirler? Zat-ı alileri mevzuu ma­hallinde tetkik etmeden icray-ı karar buyuruyorlar mı?' dedim.'

İngiltere'de Sultan Abdülaziz şerefine büyük bir deniz manevrası tertiplenmişti. Manevradan sonra Padişah Crom- well zırhlısını makine dairelerine kadar gezdi. Sözü Ömer Faiz Efendiye bırakalım:

Bizler de orada idik. Bir bu seyyar fabrikaları düşündüm, bir de bizim eski devirleri hatırladım. Her şey temelinden değiş­miş idi. Yanımda duran ve cümlemiz gibi hayran hayran bu dev buhar makinelerine bakan Halimi Efendi biraderime dedim ki:

"Aziz biraderim, şunlara bakarken ne düşünüyorum, biliyor musunuz? Bizim Barbaros Hayrettin Paşa merhumun devri bit­miş,”

Halimi Efendi melûl melûl yüzüme baktı ve ah-ı vâh eder­mişçesine başını salladı.

Londra'da yerleşen Osmanlı tebaası da sık sık heyet men­suplarını ziyaret ediyor, onlara İngiltere'yi göstermek is­tiyorlardı. Bunlardan biri de eski İstanbullu Karabet Efen­di idi. Londra civarında büyük bir salam fabrikasının sahi­bi imiş. Ömer Faiz Efendiye ineklerini göstermek istiyor­du. Yine Ömer Faiz Efendi'nin, büyük küçük her Türk'ün tekrar tekrar okuması gereken Ruznâme'sine dönelim:

Karabet Efendinin bu davetine pek mâna verememiştim. Ken­disine, "Siz mesleğiniz dolayısıyle hayvan sergisi ile alâkadar olabilirsiniz, ama biz kasap değiliz, ziraatçı değiliz, hayvan ye­tiştiricisi değiliz, bizim ne işimiz var orada?” dedim. Karabet Efendi filozofâne başını salladı:

"Hayır Beyefendilerim, hayır Efendilerim, hayır buraların taşı, toprağı, insanı, hayvanı, bizlerden farklıdır. Hepsini gör­meden giderseniz fikriniz tam olmaz. Gelmiş iken bunların bil­hassa öküzlerini görünüz de bundan sonra bizdekilere sadece dana deyiniz, hatta buzağı deyiniz.”

Gittik gördük, elhak Karabet Efendinin hakkı var idi. Her birinin ayrı cins adı olan bu belki ikişer yüzer okkadan fazla kale gibi öküzler önünde bizimkiler buzağı, nihayet dana ola­bilirlerdi. Bu ülkelerin taşı, toprağı, insanları, hayvanları baş­ka idi.

Sultan Aziz'le beraber Avrupa'da seyahat eden Türk he­yeti sadece Paris ve Londra'ya değil, geçtikleri, gördükleri her Avrupa şehrine hayran kalmışlardı. Ömer Faiz Efendi Nurnberg intihalarını kaydederken şunları da yazmış:

Gördüğümüz âsâr-ı umran bizleri hayran bıraktı. Başyaver Halil Paşa askerlere yakışan iri sesiyle, "Bizim sefirlerimiz, pa­şalarımız buralarını görmüyorlar mı?” dedi. "Neden memle­ketimizde aynı eserler yok? Ben, İstanbul'a hastalanmış döne­ceğim.”

Padişahın da gördüklerinin tesiri altında kaldığına şüp­he edilemezdi. Ömer Faiz Efendinin Ruzname'sinde şu sa­tırları da okuyoruz:

Sokaklarda halk bize tecessüsten çok sevgi ile bakıyordu. Ha­lil Paşa Almancasıyle hepsine lâf yetiştiriyordu. Bir genç ha­nım niçin çoğumuzun sakallı olduğunu sordu. Meşhur cevap olarak, "Sözümüzün dinlenmesi için,” dedim. O zaman, masma­vi, güzel gözlerini hayretle açarak ikinci bir sual sordu:

"Peki, hepiniz sakallı olduğuna göre kim kimin sözünü dinli- yecek? '

Biraz tereddüt ettim, ama hemen cevap verdim: "Hangimizin sakalı daha büyükse onun sözü dinlenir."

Allahın bildiğini şurada saklamak hata olur: Bu cevabımla beraber gözlerimin önüne sakalı iki tarafına inmiş bir keçi ha­yalî geldi. Hayır. Bu ibretlerin geçit resmi yaptığı seyahatte anlamıştım ki, sakal, kavuk, şalvar, tesbih, İstanbulin, galoş ve dışa ait ne varsa hepsinin devri bitmişti. Kafanın içinde bir şey­ler olması gerekti.

Gelgelelim, kafaya bir şeyler sokmak için okumak şart. Bizler ise, büyük bir çoğunlukla okumayan insanlardık. Bu^gün de, en fazla okuması, du^nak bilmeksizin okuması gereken sözüm ona ‘‘münevverlerimizin en az okuyan in­sanlar oldukları göz önünde tutulursa, o dünlerden bu ya­na pek fazla bir şey değişmediği derhal anlaşılır. Ömer Fa­iz Efendinin yüz seneden fazla bir zaman önce "okumak" konusunda yazdıklarının artık geçerli olmadığını söyleye­bilir misiniz?

Londra'da, daha sonra Viyana ve Peşte'de de... gördüm... ib­retle uyandım ki, Avrupa demek ilim ve okuma demektir. Her­kes okuyacaktır. Okumasını ve yazmasını bilecek ve kendi se­viyesine göre okumak istediğini bol ve ucuz bulacak, her oku­duğundan yeni bir şeyler öğrenecek, böylelikle milletçe yaşa­nılan zamanın insanları haline gelinecektir.

Bu adamların halklarına öğretecekleri şeyler olan kalem ve fikir erbabı ne kadar da velûd, çalışkan, malûmat sahibi olu­yorlar... Bunu umumî kütüphanelerde tanınmış fikir erbabına ayrılmış hususi galerilerde müşahade ettim. Bizde adam, haya­tını hasreder, bir-iki yazma kitabın sahibi olur, bunu ya bas­tırır, ya bastıramaz. ya Zât-ı Şâhaneye, veya vükelâdan servet sahibi bir zata ithaf eder, câizesini alır, sonra öteki mahdut nüs­halarını alır koltuğuna, konak konak dolaşır, itibar ve iltifat arar. Burada ise, matbaalar fabrikalar kadar geniş, büyük, iç­lerinde binlerce kişi çalışıyor, basılan kitaplar on bin, yüz bin­lerce... Bütün dünyaya yayılıyor, çok da ucuz... Yazanın itibarı da, halkın eserine gösterdiği değerle ölçülüyor. Öyle kalem sa­hipleri var ki, dünyada İngiliz başvekilinin ismini bilmiyen, on­ları kalbinde saygıya değer kişilerin başında muhafaza ediyor­muş. Bu galerilerin şeref mahallinde ise, çoğu hayata gözlerini kapamış meşhur fikir ve edebiyat üstadlarının büstleri var: hal­ka gülümsüyorlar gibi... Halk da her gün, onların eserlerini alıp okurken, bu heykellere bakıyor, hürmet ve minnetlerini gözle­riyle arzediyor. Hiç bir kudret sahibine alkış tutanlarda olmı- yan samimi, riyâsız, şükran bu.

Memleketimde olmayanın ne olduğunu, asıl boşluğu, bu velûd ilim ve irfan nehrinin içinde daha derinden duydum ve emin olunuz ki ağladım. Yalnız kaldığım zaman gözyaşlarımı kederi­me sardım.

Avrupa seyahatinin Sultan Abdülaziz üzerinde de derin bir tesir bıraktığına şüphe edilemezdi. Ömer Faiz Efendi Ruzname'sinde diyor ki:

"Garpteki her adımı, Osmanlı tacidanna, devlin öylesine değiştiğini, bu değişmeye ya ayak uydurmak ya da büyük devlet olabilmenin her an hayalleştiği acı ve sert hakika- tını da anlatmıyor değildi." Padişah, nitekim, İstanbul'a dönünce bir gün, Başmabeyncisi Hafız Mehmet Paşaya yolculuğundan bahsederken, "Keşke bizden evvelkiler de gidip görse idi," demiş. "Biz dahi geç kalmışız."

Sultan Abdülmecid Avrupa’yı bilhassa görmek, oradaki iyi şeyleri geti^ek istiyordu. İmparatorluğun Batıya yöne­lişinin öncüsü, hassas, satansever, medeniyetçi ve mükem­mel Fransızca bilen bu Hakan, Saliha Sultanın kocası Kap- tan-ı Derya damad Halil Paşaya şunları söylemişti:

"Siz Avrupa'nın hemen hemen her tarafını gezdiniz, Gar­bı yakından tanıdınız. Vazifeniz icabı olarak da memalik-i şahanemizi dolaştınız; valilik, seraskerlik yaptınız. Kısacası, vatanı ve dünyayı tanıyorsunuz. Ya ben? Ben daha Mar­mara'dan ötesine çıkamadım. Garabete bakınız ki, sizleri ben idare ediyorum! En sık rüyama giren nedir, bilir mi­siniz? Asla tanınmadan, halktan birisi kıyafet ve hüviye­tinde evvela geniş ülkemi dolaşmak, iklimleri, tabiatı, in­sanları tanımak, sonra, bizim için 'ayrı bir dünya' olduğu­nu Frenkçe gazete ve mecmualarda okuduğum, oralarını gören sizlerden dinlediğim Garb'a geçmek, merasimsiz, kül­fetsiz, halktan biri gibi dolaşmak, görmek, anlamak, öğ­renmek... Yalnız korkuyorum ki, bu safhadan sonra sara­ya girip, kendi irademle bir nevi muhteşem esarete katlan­maya mecal bulamam ... Şu kadarını söyleyeyim ki, bu has­retimi yerine getiremeyeceğime göre, gözüm açık gidecek!”

Kim bilir, Sultan Abdülmecid, belki bu elemle vereme yakalandı ve henüz otuz dokuz yaşında iken "gözleri açık" hayata veda etti.

Heyet İstanbul'a döndükten sonra Sadrazam Ali Paşa, münhasıran, Padişahla beraber, Avrupa seyahatine katı- lanları Bebek'teki yalısında yemeğe davet eder. Ömer Faiz Efendi Ruzndme'de bu toplantıdan da bahsediyor:

"Dün akşam yemeğinde, Sadrazam Ali Paşa Hazretleri­nin Bebek'te kain yalılarında misafir idik. Davette münha­sıran Zat-ı Şahane ile Avrupa seyahatine iştirak etmiş ze­vat var idi. Çubuk safhası dahil samimiyet-i mutlaka için­de intibalarımızı ortaya döktük, düşüncelerimizi söyledik. Bir çoklarımız Garb memleketlerini ilk defa görüyor idik. Ali Paşa bilhassa bunlarla sohbette bulundu. Söze başlama­dan dedi ki:

" 'Şimdi burada Sadrazam yok. Menafi-i vatan için en musip tedbirleri düşünen bir muhibb-i halisiniz var. Her- şeyden evvel şu meseleyi öğrenmek isterim: içinizde, gör­düğünüz Avrupa memleketlerinin hayatından ve şartların­dan hangilerine muhtaç olduğumuzu, yoksa başka bir yol mu takip etmek icab ettiğini mülahaza edeniniz var mı? Evvela Hoca Efendi Hazretlerinden fikrini rica edelim.' ''

" 'Hoca Efendi Hazretleri,' İkinci İmam Nami Efendi idi. İlmiyyeden rütbesi 'Kazaskerlik' idi. Hoca, sakalını sıvaz­ladı ve fetva veren bir eda ile dedi ki:

'' 'Paşa Hazretleri, aslımıza halel getirmemek üzere ne alabilirsek, almıya mecburuz: İlimlerini, vasıtalanı, me­saî şekillerini. .. Umran ve refahlanı memalik-i şahanede görebilmek için başka çare yok.'

"Sadrazam bu cevapla iktifa etti. Zannediyorum ki, Ho- ca'ya girizgah yaptırmak istemişti. Sözü sıra ile diğer ze­vata verdi, beni en sona bıraktı. Bunun bir sebebi olduğu­nu idrak etmiş idim. Yaş ve mevki olarak davetillerin önün­de olduğum, Sadrazamın bizzat ısrar ile acizlerini sağ ta­rafına, Fuad Paşayı sol tarafına alması ile ayan ve beyan idi amma, 'son sözü' bana bırakmasının manasını da idrak etmeye lehülhamd aklım müsaid idi. Davetliler içinde Baş- mabeynci, Başkatip, Başyaver gibi Saray-ı Hümayunun 'baş'Jarı vardı. Bunlar Zat-ı Şahane ile daima temas halin­de idiler; fikirleri sık sık alınırdı ve Padişaha telkin yapa­bilecek mevkide bulunuyorlardı. Söz sırası geldiği vakit dedim ki: 'Paşa Hazretleri, bu memleketlerden herşeyi ala­lım—hatta Müslümanlığı bile.'

"Tahmin ettiğim gibi Sadr^^m dahil, herkeste bir irkil­me olmuştu. Sadece Fuad Paşanın zeki çehresinde bir te­bessüm dolaştığını görür gibi oldum. Meclisteki bir anlık derin sükûtu yine ben, sözlerime devam ederek ihlaJ. ettim:

Evet, Paşa Hazretleri, evet efendimiz, Müslümanlığı dahi bu memleketlerden alalım; çünkü onlar, ilim, irfan, medeniyet, ça­lışkanlık, adalet, müsavatları ile Müslümanlığın asıl emirlerini, Hıristiyan oldukları halde tatbik ediyorlar, yâni bilmeden hidâ­yete mazhar olmuşlar. Böylelikle "diyâr-ı küfür" olarak onlar­dan en çok tehâşî ettiğimiz, çekindiğimiz ve sakındığımız sebep aslında mevcut değil... Bunu idrak edersek gerisi kolay, çünkü biz Osmanlılar, medeniyet, refah ve umranın bizler için nasıl mânevi ve dinî vazife-i asliye olduğunu idrâk edersek, evet efendimiz gerisi kolay, çünkü şahsî ve cem'î olarak cümle vas­fımız onlardan üstün... Cehaleti bırakıp ilmi, iptidâiliği bırakıp medeniyeti, tembelliği bırakıp çalışkanlığı, el emeği biçâreliği- ni bırakıp makineyi, şehirlerde ve köylerde pisliği bırakıp te­mizliği, üfürüğü bırakıp ilâcı, deveyi bırakıp treni, yelkeni bı­rakıp uskurlu gemiyi alır, kadın-erkeğimizle birlikte ve bera­ber bir "tam millet" olursak hem dinimizin, hem devletimizin bekasını ve izz-ü şân ile devamını temin ederiz. Evvelâ buna karar verelim, bunun aslî ve ulvi vazifemiz olduğunu idrak ve kabul edelim, gerisi kolay devletlû...

"Davette hazır olanlar sözlerimi sükûnla dinlediler, fa­kat hiç kimse bir şey ilave etmedi. Cümlesinin, bilhassa Sadrazam ve Hariciye Nazırının aynen benim gibi düşün­düklerine kaniim. Diğerlerinin de teferruata ait farklarla aynı fikri paylaştıklarına inanıyorum.”

Ömer Faiz Efendi daha sonra şunları yazmış: "Mütevazi evime döndükten sonra bu son satırları da ilave ederek Ruzname’mi tamamlıyorum.

"Ali Paşa Hazretleri beni ömrümde unutamıyacağım bu müstesna seyahate iştirake imkan veren resmi vazifem olan Ruznâ^’mi sordu. Bir şeyler karaladığımı, bünları tebyiz etmem şart olduğunu, fakat muhtevada asla değişiklik yapmıyacağımı, eğer beni bu fikirlerimden dolayı cezalan­dırması icap ediyorsa, Tanzimat’tan evvel tatbik edilen sürgün cezasının verilmesini, fakat, mesela, Berlin, Paris, Londra, Peşte, Viyana, Brüksel, eğer buralarda münhal yok­sa, Avrupa, hatta Amerika’da en küçük bir sefaretimizde 'imamlık' vazifesi vererek oraya sürgün etmesini niyaz et­tim. Dedim ki:

" 'Ç^ünkü böyle bir sürgün cezasına layık görülürsem, gittiğim yerdeki müşahedelerimi açıkça ve samimiyetle arzetmiş olmamdan dolayı cezaya maruz kalacağım. Böyle bir ceza için de en adaletli mahal, o cezaya mevzu olan fi­kir ve düşüncelerin mahallidir. Ruzname olarak vasıflan­dırılan müşahedelerimi zat-ı devletlerine, yazıldığı gibi, fakat cümlelerin sadece sebk-ü raptı yerine getirilmeye ça­lışmakla iktifa ederek arz ve takdim edeceğime itimat bu­yurunuz. İnşallah, beni bir cezaya layık görürsünüz de o diyarda vazifeten ikamete memur edersiniz!'

"Çok nadir tebessüm eden Ali Paşa Hazretleri, bu son cümlelerime gülmüştü.

"Beni de, arzuma nail ederek güldürmesini dua ederek Ruzndme’ye son veriyorum.

"Cuma, 8 Rebi’ül-ahir, 1284” (9 Ağustos, 1867).

Ali Paşa, yakın dostu İstanbul Şehremini Ömer Faiz Efen­dinin istediği bu "ceza"yı verdi. Hayatının büyük bir kısmı Paris'te geçen Mustafa Fazıl Paşanın delâletiyle onu Paris'e gönderdi. Ömer Faiz Efendi, bu ikinci seyahatinden unu­tulmaz hâtıralarla döndü, çünkü zamanını meşhur âlim Hoca Tahsin Efendi ile geçilişti.

Çok sevdiği dostları Fuad ve Ali Paşaların vakitsiz ölüm­leri Ömer Faiz Efendiyi çok sarstı. Mithat Paşa ile birlikte Bağdat'a gitti, onun kapı kethüdası oldu. Mithat Paşanın azlinden sonra büsbütün yalnız kaldı, inzivaya çekildi, Sad­razam Mahmut Nedim Paşanın kötü idaresiyle ülkenin sar­sıldığı yılda (1875) öldü, İstanbul'da Yenikapı Mevlihâne- sine gömüldü.


Adams, Henry, John Randolph (Boston : Houghton Mifflin, 1908).

Adler, Bill, The Complete Kennedy Wits (New York: The Cita- del Press, 1967).

--- , The Washington Wits (New York: The Macmillan Co., 1967).

Allen, George E., Presidents Who Have Knoum Me (New York: Simon and Schuster, 1950).

An Observer Appreciation, Churchill by His Contemporaries (Londra: Hodder and Stoughton, 1965).

Arıpınar, Erdoğan, Oy Sandığı (İstanbul, 1968).

Barkley, Alben, That Reminds Me (New York: Doubleday and Co., 1954).

Bevan, Aneurin, Why Not Trust the Tories? (Londra: Victor Gollancz, 1944).

Boykin, Edward C., The Wit and Wisdom of Congress (New York: Funk and Wagnalls, 1961).

Braude, Jacob B., Handbook of Anecdotes by and about Famous Personalities (Engellwood Cliffs, N.J., Amerika: Prentice- Hall, ine., 1971).

Bruce, William Cabell, John Randolph of Roanoke, 2 cilt (New York: G.P. Putnam's Sons, 1922).

Busch, Noel F., Adlai Stevenson of Illinois (New York: Farrar, Strauss and Young, 1952).

Butterfield, Roger, The American Past (New York: Simon and Schuster, 1947).


Churchill, Winston Spencer, Lord Randolph Churchill (New York: The Macmillan Co., 1906).

-- , Great Contemporaries (New York: G.P. Putnam's Sons, 1937).

-- , The Second World War, 6 cilt (Baston: Houghton Mifflin, 1948-53).

-- , While England Slept (New York: G. P. Putnam's Sons, 1938).

Cobbett, William, The Political Proteus, a View of the Public Character and Conduct of R. B. Sheridan esq.                                                                                           (New York:

Sarjeant, 1904).

Foot, Michael, Aneurin Bevan (New York: Athenneum, 1963­1974).

Friedman, Philip R, Washington Humar (New York: The Cita- del Press, 1964).

Gardner, Gerald C., The Quotable Mr. Kennedy, (New York: Abelard-Schuman, 1962).

Garland, Hugh A., The Life of John Randolph of Roanoke, 2 cilt (New York: Appleton, 1851).

Grossman, Richard L., Bold Voices (Garden City, New York: Doubleday and Co., 1960).

Hali, Max, Benjamin Franklin and Polly Baker, (Chapel Hill, N. C. : University of North Carolina Press, 1960).

Harris, Leon A., The Fine Art of Political Wit (New York: E. P. Dutton and Co., ine., 1964).

Hertz, Emmanuel, Lincoln Talks (New York: Viking Press, 1939).

Herzberg, Max John, Insults, a Practical Anthology of Scathing Remarks and Acid Portraits (New York: Greystone Press, 1941).

James, Bessie R., and Mary Waterstreet, Adlai's Almanac: the Wit and Wisdom of Stevenson Illinois (New York: Henry Schu- man, 1952).

Jerrold, Walter, Bon Mots of Sidney Smith and R. Brinsley She­ridan (Londra: J. M. Dent, 1893).

Johhnson, Gerald W., Randolph of Roanoke, a Political Fantas- tic (New York: Minton, Balch, 1929).

Kennedy, John F., Profiles in Courge (New York: Harper and Row, 1964).

-- , The Speeches of John F. Kennedy, Presidential Cam- paign of 1960 (Washington, D.C.; U.S. Government Printing Office 1961).

Kingsmill, Hugh, An Anthology of Invective and Abuse (Lond­ra: Eyre and Spottiswood, 1929).

Kutay, Cemal, Avrupa'da Sultan Aziz (Kadıköy, İstanbul: P.K. 34, 1970).

-- , Bilinmeyen Tarihimiz, 2 cilt (Kadıköy, İstanbul: P.K. 34, 1974).

-- , Nelere Gülerlerdi? (Kadıköy, İstanbul: P.K. 34, 1970).

Leighton, Frances Spatz, The Johnson Wit (New York: The Ci- tadel Press, 1965).

Leiberman Gerald F., The Greatest Laughs of All Times (New York: Modern Library Edition Publishing Co., 1961).

Liebling, A. J., The Earl of Louisiana (New York: Simon and Schuster 1961).

Lincoln Stories (Rhodes and McClure, 1879).

Lloyd George, David, The People's Budget (Londra: Hodder and Stoughton, 1909).

Lorant, Stefan, Lincoln, a Picture Story of His Life (New York: Harper and Bros., 1952).

MacNeil, Neil, Forge of Democracy (New York: David McKay. 1963).

Maurois, Adre, Disraeli (New York: Appleton, 1928).

Monypenny, W.F., and G.E. Buckle, The Life of Benjamin Dis­raeli, 4 cilt (New York: The Macmillan Co., 1914-17).

Muallimoğlu, Nejat, Güzel ve Tesirli Konuşmak (İstanbul, 1957).

-- , Bir Türk Vatana Döndü (İstanbul: Muallimoğlu Ya­yınları, 1973).

Owen Frank, Tempestuous Journey, Lloyd George, His Life and Times (Londra: Hutchiston, 1954).

Pakâlın, Mehmet Zeki, Tarihe Malolmuş Fıkralar, Nükteler (İstanbul: Ahmet Halit Kitabevi, 1946).

Parker, John F., If Elected I Promise.... (Garden City, New York: Doubleday and Co., 1960).

Pearson, Hesketh, Dizzy, the Life and Personality of Benjamin Disraeli (New York: Harper and Bros., 1951).

"Mr. Punch," Benjamin Disraeli, Earl of Beaconsfield (Londra: Punch Office, 1878).

-- , Lloyd George (Londra: Cassell, 1922).

Muzaffer Reşit, En Güzel Dünya Fıkraları (İstanbul: Varlık Yayınları 1976).

Rosenman, Samuel I., Working with Roosevelt (New York: Harper and Bros., 1952).

Russell, Philips, Benjamin Franklin, the First Civilized Ameri­can (New York: Brentano's, 1926).

Sandburg, Cari, Abraham Lincoln: the Praire Years, 2 cilt (New York: Harcourt, Brace, 1926).

-- , Abraham Lincoln: the War Years, 4 cilt (New York: Harcourt, Brace, 1939).

Schelesinger, Arthur M. Jr., The Coming of the New Deal (Bas­ton: Houghton Mifflin, 1960).

Sheridaniana: or, Anecdotes of the Life of the Life of Richard Brinsley Cheridan: His Table-talk, and Bon Mots (Londra: H. Colburn, 1826).

Sherwood, Robert E., Roosevelt and Hopkins, an Intimate His- tory (New York: Harper and Bros., 1948).

Steiner, Paul, The Stevenson Wit ar.d Wisdom (New York: Pyramid Books, 1965).

Stevenson, Adlai E., Putting First Things First, a Democratic View (New York: Random House, 1960).

-- , Major Campaign Speeches of Adlai E. Stevenson (New York: Random House, 1952).

Van Doren, Carl, Benjamin Franklin (New York: Viking Press, 1938).

-- , Benjamin Franklin's Autobigraphical Writings (New York: Viking Press, 1954).

Wiiey, Alexander, Laughing with Congress (New York: Crown, 1947).

Williams, Geoffrey, and Charles Roetter, The Wit of Winston Churchill (Londra: Max Parrish, 1954).

Wilson, Rufus Rockwell, Lincoln in Caricature (New York: Ho- rizon, 1953).

The Wit of Lincoln, the Wisdom of Franklin, and other bits of Wit, (Indianapolis, U.S.A.: Scott-Miller, 1907).

indeks


 


Adams, John Quincy, Webster kokmuş kalpli, 69; 30 yaşın­daki eşek, 73 dn

Adenauer, Konrad, kalın deri - allahın nimeti, 261

Albert, Cari, sen Temsilciler Meclisi başkanı olursan, ben de Cumhurbaşkanı olurum, 9 Ailen, John, reyini "Er" John

Allen'e ver, 383

Aristo, 84, 113, 336

Ashurst, Henry F., sükûnet - akıllılığın yeri, 297

Atlee, Clement, Harrow'un oyun sahaları, 210; Lordlar Kama- rası-ekşimiş şampanya, 265; atom bom^Mı-vizon kürk, 265; Billy Hughes hakkında-horo- zun ötmesini bekliyor, 266; Yugoslavya’daki huzursuzlu­ğu, 267

Babanzade, İsmail Hakkı, ya- ban-baban, 300 dn

Bacon, Sir Francis, 67

Baki, 14

Barkley, Alben, Cumhuriyetçi kuzenler, 288-289; nankör seç­men, 289

Benjamin Judeh P., onun ecda- dı-benimkiler, 302

Benton, Thomas Hart, 77; elim çeker, 77; cenaze takip eder, 77; öldürüyor diye bağırırdın, 78; tavşan-fil-Benton, 79; aile sayısı kadar, 80; köpüklü po- pülerite, 80

Bevan, Aneurin, 2.S, 221-252; vur­dum duymaz Anglo-Saksonlar, 224; "Hayır" diyebilmek, 224; öğretmenlere dayak attı, 224; iki kişi için yer yok, 225; Chll!- chill-umacı-komedyan buka­lemun, 226; Neville Chamber- lain hakkında, 226-227; Wools- worth gibi kafa, 227; Aristok­rat Bolşevik, 227; zengin ada­ma çok yaklaşma, 227; kendi sınıf şuuru hakkında, 227; yaş­lı doğdu-genç öldü, 228; idare edici sınıfın kendini beğen- mişliği-haydutlar, 228; Muha­fazakarların             nostaljisi,            228;

geriye gidiyor-yüzü istikbale çevrili, 228; Muhafazakı\rlar- mabeddeki tefeciler, 228; kısır mantık, 228; Anthony Eden hakkında, 228-229; sağır ve dil­siz rolü hariç, her rol, 229; Ne­zaketsizlik Taciri-Hastalık Ve­kili, 229; psikiatrik tedaviye ihtiyacı var, 229; tiksinti ve­ren huysuzluklar, 230; son beş dakikada havalanıyor, 230;



 


Bevan, devam ediyor

kendi kendini silecek kadar sadık, 230; Atlee'ye bir şeyler oldu, 230; kurutulmuş hesap makinesi, 230; politika-menfa- atlerin çarpıştığı saha-ahlâkın değil, 230; siyasi jigolo, 230; gastronomik jigolo, 231; VIII. Edward hakkında, 231; Chur- chill'in kralını terkedişi, 231; taht krizi hakkında, 231; M^^- tarih tekerrür eder-trajedi, 232; Münih mimarları, 232; Hitler Chamberlain'e güveni­yor, 232; dizleri titreyen atlar, 233; putperestlik-birinci gü­nah, 234; her tartışmayı ka- zandı-her savaşı kaybetti, 234; Muhafazakâr çarkta bir dişli, 234; yozlaşmış sayfalar-basının kontrolu, 235; koyuna gem vurmağa lüzum yok, 235; ca- doloz büyücüler peşindeki şey­tani ruh, 235; içerden karıştı - rıcı-dışarıdan karıştırıcı, 236; sivil hükümetin sivil başı, 236; Kamara-Churchill'in efendisi, 236; Alman demokrasisi-Şefin baltası-İngiliz demokrasisi-ani- mi, 237; Parlamentonun dema­gogu, 237; hükümetin p ... leri, 230; kurt-ayı, 238; Politik Kat­letme Sanatı, 239; kula.klan ta­rihin borazan seslerinde, 239; taş kesilmiş çocukluk hastalı­ğı, 239; mağlubiyet Allahtan- zafer Churchill’den, 239-240; fikirdeki harcıâlemlik-dilinde- ki haşmet, 240; Hitler'e kart mı gönderelim? 241; Yüzbaşı Margesson ve Churchill hak­kında, 241-242; münakaşayı ka- zanıyoruz-harbi kaybediyoruz, 242; tartışmayı harp gibi yü- rütüyor-harbi tartışma gibi, 243; Hindistan politikası hak­kında, 244; faşizm-doğmamağa inat eden istikbal, 244; fareler, fareler için kuracak, 244; de Gaulle'in göze batan tarafları, 245; Churchill’in İtalya siya­seti, 245; siyasi haysiyet ve fa­zilet yoksunu, 245-246; Muha­fazakârların faşizmden şika­yetleri yok, 246; Avrupa'nın reaksiyoner kuvvetleri, 246; yaşlı adam-genç gelin, 246; Harp sonrası dünyası hakkın­da, 247; en belâlı ağız, 251;ta- nımak sevmeyi g^uktirmez, 251; bin bursu geri alan surat, 251; maymun-piyanoyu öğüten adam, 252

Birch, Nigel, tilkimi vurdular, 275

Bocca, Geoffrey, 221

Bonham Carter, Lady Violet, ne yapılması gerektiğine karar verene kadar şaheser kafa, 216 Bölükbaşı, Osman, erkek.liğ^mn zekâtını verseydim, 301 dn

Erill, Abraham, 221

Buckley, William, reyleri yeni­den saydırırım, 356

Buncombe, 268

Burton, Lawrence, çocuk-may- mun-muz, 237

Butler, Samuel, 336

Calhoun, John, 67, 68; Clay hak­kında, 68

Cannon, Joseph G., skunk'larla düello, 304

Capehart, Homer, senatörler ol­masaydı, 287

Cariyle, Thomas, 48, 317 Caraway, Thaddus, çıplak kal- mış-yozlaşmış, 158

Chamberlain, Joseph, belediye reisinin söyledikleri, 308

Chamfort, 407

Chase, Margaret, Bn. Truman'- dan özür dilerim, 285

Cheever, G.P. 383

Choate, Joseph, Chauncey De- pew'in nutukları, 308

Churchill, Lord Randolph, Glad- stone'a hücum, 182-183; muha­lefetin vazifesi-muhalefet, 201 Churchill, Winston, 25, 181-220;

akıntıya kürek çekti, 182; Kru- ger'i diliyle öldürüyor, 185; asılsaydım, iki misli insan ge­lirdi, 185; kızgın nutuk-mute- dil teklifler, 186; Çarçur Man­yasının Baıtiyar Cengaveri, 186; Köpek bisküviti ile köpek aramak, 186; politika-harp, 186; prensip uğruna parti-parti uğ­runa prensip, 186-187; beribe­riye yakalanmış, 187; işçileri çalışır görmek istiyor, 187; ne söylemek isteyeceğini bilmi- yor-ne söylemiş olduğunu bil­miyor, 188; kafataslarından o­luşmuş tepeden inen gulyaba- ni, 188; Rusya-esrarengiz kis- ve-sır-muamma, 188; komu- nistler-timsah, 189; Demir Per­de, 189; ressamlar yalnız de­ğil, 190; yaşlılar yiyeceklerin- de-gençler okuduklarında, 190; mağlübiyet-zafer, 190; söz hür- riyeti-aptalca sözler, 190; oto- mobil-kasvetli kilometre taçı, 190; kaynakları mahdut, 190 - 191; itfaiye-ateş-tarafsızlık, 191; karşınıza British Gazette ile çıkacağız, 191; Maliye Vekil­leri arasında en kötüsü, 192; Kemiksiz Acibe, 192; Sosyalist- ler-ise yaramaz, 192; İstiridye tezgâhı, 193; silahları azalt - masuliyeti arttır, 193; tahnit ettir-gömdür-yaktır, 193; hav- lar-ısırabilir, 193; Wedgewood Benn-Napoleon Waterloo balo­sunda, 194; Hitler'e taviz ve­rilince, 194; başvekillikte, 194­195; program, 195-196; John F. Kennedy Churchill'in İngiliz­cesi üzerine, 196; Karanlık günler değil-Allaha şükrede­lim, 197; alet-iş, 197; kahra­man pilotlar, 197; kükreme vazifesi verildi, 197; balıklan istilayı bekliyor, 197; istila giz­li tutulamaz, 197-198; Bevan - İtalya'nın istilası-yaşlı adam- genç gelin, 198; kırbaçlanmış çakal, 199; kana susamış hay­laz, 199; Napoleon'un Hitler'le mukayesesi, 199; On başı Schicklegruber'in harp deha­sı, 199; Hitler cehennemi isti­la etseydi, 199; Allahın bile yedi güne ihtiyacı vardı, 199; felaketten başka bir şey vere­mem, 290; sanatkar-sahtekar, 201-202; prejödilerinin bile hük­mü geçti, 202; kurt postuna bürünmüş kuzu, 902; müteva- zi fikirler-mütevazi adam,

Churchill, devam ediyor

202; asırların çöpğü, 203-204; ikametgah üniteleri, 204; sos- yalizm-kudretin merkezleşme­si, 205-206; sosyalist hedefleri, 206;muhafazakârlar-hürriyet, 206-208; işe yaramaz insanlar - işe yaramaz hükümet, 208; ba- şarısızlık-cehalet                                kıskançlık,

208; ütopya-kuy^ruktopya, 208; efendisinden bisküvit dilenen köpek, 209'; yarım lira değerin­deki yegane eşya, 210; batak­ta olan gemiye doğru yüzen fare, 210; Gaitskell'in seyrek banyoları, 211; çok heceli ke­limelerle cümbüş yapanlar, 211; benim zamanımdan da önce idi, 212; işitme ciha, 212; dikkat, Fransızca konuşa­cağım, 212; tarihi ben yazcağım, 212; her oyuna girdi kaybetti, 213; fazla kızgınlık neşretme, 213; hoplamak için acele etme, 213; politikacının tarifi, 213-214; yüzüncü yıl-ni- ye olmasın, 214; banyo-Avam Kamarası, 214; altın istemiyo­rum, 214; İngiliz Restaurant- ları, 214; bu hayvan, 214; ba­na da şamil mi? 214; sen hâla çirkin kalacaksın, 215; Trotski- habis deri parçası, 215; Lenin- en kötü talihsizlik, 215; Lenin- mühürlü vagon-veba bakterisi, 216; Cripps-devlete zararlı, 216; Allah giyor, 216; sevmedğim faziletler-hayran kaldığım kötülükler, 216; George Ber- nard Shaw'ın piyesi, 217; ti­yatro eleştirisi, 217; evlilik ha­yatı-kahvaltı, 218; kahvaltıdan önce katiyen içmem, 218; ka­bahat Siz'de, 219; hür ruhla­rın ilham kaynağı, 220; Yara­tan bu zahmet ve mesakkate hazır olmalı, 220; George Ber- nard Shaw'ın harp nükteleri, 222; Beaverbrook Churchill hakkında-müstebitleri yaratan karakteristikler, 223; hü.k.üme- ti tenkit-kadim Çin, 223; piya­sa kseldi-bvekille talip olanlar arttı, 223; Bevan'ı teb­rik etti, 226; Chamberlain'in tozlanmış ^ahu-zelilâne teslim olmak, 232; hayret uyandıran başarısızlık, 238; Kongredeki yabaniler-Parlamentodaki çıl­gınlar, 240; herkes erkekliğini ispat etsin, 240; Avam Kama- rası-Avrupa'nın en iyi kulübü, 254-256; hakikatin zıddı, 257; kazan altında çatırdayan boy­nuz sesleri, 257

Clay, Henry, 67, 68; Calhoun va­tan haini. 08; hanımın adını unuttu, 80; gelecek neslin gö­rünmesine kadar bekliyor, 81; Webster-katırlar, 81; cumhur­başkanı olmak-haklı olmak, 81; Buchanen-Baltimore savun­ması, 81-82

Clark, Champ, eşek-veteriner- Johnson, 301

Clemenceau, Georges, hangi di­ğeri? 154; ihtiyarlıyayım, o za­man, 154-155; deli-adalet, 155; aman, uyandırma, 155; mali- yeden anlamıyan Yahudi, 155; iki cephede çarpışan general, 155; hükümet merkezi-kazlar, 155-156; Poincarâ-Brian, 156; İ mparatorluk^lki Fransız Cum­huriyeti, 156; harp çok önem- li-generaller, 156; Amerika - barbarlık-dejenereleşme, 157; delegelerin u^^a saatleri, 157; On Emir-Ondört Teklif, 157; İsa-Napoleon, 157; konuş­tuklarımızı işitiyorlar, 32.5

Conkling, J^es G. Blain hak­kında, 295-296

Connally, Tom, Styles Bridge- açık gözle değil, açık kafa ile, 298; Senatör Taft'ın kanlı kâ­külleri, 298; Senatörü eğitme­ğe vakti yok, 299; köşeye sı­kıştırılmış hayvan-pastırma, 299-301; sadece barsaklarını çı­karacağım, 303

Coolidge, Calvin cumhurbaşkan­lığından öteye çıkılamaz, 296 Cooper, John, demokrat seçmen- cumhuriyetçiler, 292

Cotton, John, belki biri kaçtı, 284; önce tükürmeli, 289; ben yerimi değişti^^hm, 2.54-2.55

Çağlar, Behçet Kemal, sözün değeri, 9

Çiçero, 181

Danişmend, İsmail Hami, 381 de Gaulle, Charles, Ruslarla müzakere, 189 dn; Darlan'la yapılan anlaşma hakkında, 245 Dirkson, Everett, Kennedy ve Johnson'u Senatoda bırakalım, 280-2.51; yirminci kattan düşen adam, 281; hakimin nereye git­tiği belli değil, 281; ukalâ avu­kat, 282; seçmenlerin düşünce- leri-namzedin düşünceleri, 282; amme hizmeti görürken ölen adam, 2.52; hapishanedeki adam, 283; iyiki fenerin yanıp yanmadığını sormadı, 283; ben kur yaparken ışığa lüzum his­setmedim, 283; Paul Douglas'a selam, 284

Deinostes, Phocian’a-gazaba ge­lince seni öldürecekler-akıllan başlarına gelince de seni, 19

Disraeli, Benjamin, 84-112; çar­mıha gerilen Yahudi, 85; ölü bir mitoloji, 86; evet, ben bir Yahudiyim, 86; cesarete ihti­yaç hissettirmeyen suç, 86; avukat olamazdım, 87; kitap- lar-beşer ırkı^m lânetleri, 87; kötü şarap, 87; kibirli-başarılı, 87-88; kıyafet değişti^iş Mu­hafazakâr, 2.5; dinin ticarete zararı olmaz, 89; Muhafazzakar hükümet-Whig ölçüsü, 89; si­yasi şöhret, 2.5; İngiliz eşitliği- Fransız eşitliği, 90-91; millet - halk, 91-92; beni dinleyeceksi­niz, 92; Peel’in yumuşatılmış ticari prensipleri, 93; ^"Whig’U- ler banyoda-elbiselerini çaldı, 95; Peel'in Ca^alngs'ten ikti­bası, 95; Muhaf^^kâr hükil- met-teşkillı.tlanmış riy^akiı.rlık, 97; Peel'in bebeği, 98; diğerle­rinin zekalarını çalıyor, 98; hanımefendi, biz yazarlar, 100; bizim mesleğin de liderisiniz, 100; hanedanlığa mala ile, 100; asla reddetmem-yalanlamam-


Disraeli, devam ediyor


 


bazen unuturum, 100; Kraliçe­ye Kadın muamelesi yap, 100; avantajı bırakabilmek, 100; en iyi nükte-çoğunluk, 100; Pal- merstone sıfırı tüketti, 100; Palmerstone'ın iktidarı, 101; gençlik hisleri-ihtiyarlık çer­çevesi, 101; hayat çok kısa, 101; ihtilâller-gül suyu, 101; gazeteler-yalan, 102; yanlış o­lan tek fikir, 102; erkekler her zaman evlenmeli-kadınlar hiç bir zaman, 102; püro-metres, 102; karısı Yunanlılarla Ro­malıları karıştırıyor, 102; seni destekleyenlere kendini savun­ma, 103; gerçekler yavaş gi­der, 103; ben senin kalın ka­fanı açacağım, 103; sen çirkefe düşmeyegör, 104; baron yapa­mam, 104; mezarlıkta konuş, 104; aptal-akıllı, 105; ümitsiz- lik-aptallık, 105; kanunlar-in- sanlar, 105; cahil-bilgili, 105; politika-kumar, 105; derin dü- şünceli-sathi düşünceli, 105; kendinden bahset, 100; tahay­yül kudreti-gayri muntazam mantık, 105; yalan-sefil yalan- istatistikler, 105; gençlik-eriş- erişkinlik-ihtiyarlık, 105; hoş - sohbet insan, 105; müellif-an- ne, 105; münekkitler-başarısız edipler, 105; Hıristiyanlar-Ya- hudiler, 105; sefil-sünnet ol- muş-Yahudi, 106; İbrani hok­kabazı, 100; avukat katibi ka­dar becerikli-Rum kadar göz boyayıcı, 100; Mısırlılar böceğe taptı, 100; vicdanını suç ortağı yaptı, 107; sara nöbetine ya­kalananlar, 100; Gladstone İr­landalıların pabuçlarını boyu- yor, 108; Avrupa'nın en tehli­keli adamı, 100; talihsizlik-fe- lâket, 100; Yahudiler-domuzlar, 109; sofistik bir retorikçi, 100; mücerret iktisat aleyhinde, 100-110; memleket-muhasebe dairesi, 111; ilim tahayyüli o­lacak, 111; ilim-halli imkân­sız meseleler, 111; meleklerden yana, 111

Donnally, Ignatus-demokratlar- katır-ecdat, 298

Douglas, Paul, "aio" fiili-kanun teklifi, 299; göl setleri, 290; fa­iz nisbetleri, 200-291

Eisenhower, namuslu inek, 294; entellektüel kimdir? 294

Erwin, Samuel, deliller-kanun- bas küfürü, 305; John-Mary- ahtapot, 305-300

Faiz, Ömer Efendi, 16, 396-397; 404-405; 407-427; kaynana-belki sahiden ölür, 407; Yahudilerin ağlama duvarı, 408; tasarruf Saraydan başlamalı, 408; onla­rın insanları-bizde, 409; akıl ol, divane sansınlar, 400; ba- har-susmuş bülbül-susuz ha- vuz-harap gülistan; 400; Paris' in geceleri-bizim şairlerimiz, 412; İstanbul'un sokakları, 413; Babıâli-memleket, 414; çıplak heykeller, 415; moda pavyonu, 415-416; Avrupa mizahı-Avru- panın gülümseyişi, 416; Hoca efendinin sevabına mâni ol­muşsunuz, 417; arayı kapat­mağa bakmalı, 417; yangın- Londra'da-İstanbul'da, 417-418; tevekkülden miskinliğe geçen mahlük, 418; İngiltere parla­mentosu, 418; bizler anlata anlata-onlar dinleye dinleye, 418-419; Bin Bir Gece Masal- ları-hayal-hakikat, 420; Hoca efendinin yerinde tetkiki, 420; Barbaros'un devri bitti, 420 - 421; İngiltere'nin öküzleri, 421; niye aynı eserler bizde yok? 421; kimin sakalı daha uzun­sa, 422; kafa boşluğu, 422; Av- rupa-ilim ve okluma, 422-423; Abdülaziz-biz dahi geç kalmı­şız, 423; Abdülmecid'in rüyası, 423-424; Müslümanlığı bile on­lardan alalım, 425-426; beni bu cezaya layık görün, 426

Fisher, O.C.. keçiyi kutlayalım, 288

Foot, Michael, Bevan hakkında, 248-251; komünistler yatak al- tında-yatakta, 262

Foote, Henry, Benton hakkında,

79

Franklin, Benjamin, 48-66; Polly Baker'in   sa^vunması,                    48-53;

uzun ömür-ihtiyarlık, 55; iki avukat arasındaki adam-iki kedi arasından balık, 55; üç dost, 55; vakit-nakit, 55; tica- ret-millet, 55; insan-alet ya­pan hayvan, 55; zenginliğe gi­den yol, 55-56; düşman-inti- kam-affetmek, 56; arabanın en çok ses çıkaran. tekerleği, 56; hatip-kelime seylâbı-bir dam­la hikmet, 56; komşu-bahçe duvarı, 56; arzular-sıkıntılar, 56; bekâr adam-makasın bir parçası, 56; açlık-oburluk, 56; akıllının zırvafarı-cahilin zır­vaları, 55; okumuş insan.-“at” ın dokuz dildeki karşılığı-inek, 56; insanlar-din, 55; halinden memnun olan kim? 55; hep be­raber asacaklar, 58; saadeti yakala, 58; ebedilik-vergi-ö- lüm, 59; C^ezayir Divanının kararı, 60-65; mezar kitabesi, 66

Fuad Paşa, Keçecizade, 16, 383 - 406; Fuad Paşa-Ali Paşa-Reşid Paşa, 383-384; Fuad Paşa - Compte de Montauban'ın ağ­zından, 554; önce geminin se­ren direğine asınız, 385; Fuad Paşa kulumuz, 555; Avrupalı- lar-Türkler, 385-386; altın tas­larla ayrılık çeşmesinden su mu içecekler? 386; nankörlükle çevrildik, 391; Mısır niye iler­liyor? 393; bu devletin temel­leri, 393; harici görünüş-içyü- zü, 397; siz dışarıdan biz içe­riden, 398; Girit’in değeri-al- dığımız fiyat, 398; ya onun si­zin hakkında söyledikleri, 399; Türkiye'den gelen şeylere ku­lak verdiğinizi gösterir, 399; sizi de ele geçirdik demektir, 399; Hz. Muhammed'in mirâcı- İsa'nın merdiveni, 406; "baba” ve "dede" birleştiler, 406; si­tem taşlan, 401; peder beye-

Fuad Pa, devam ediyor

fendi işitseler-amcapaşa haz­retleri görseler, 401; Çingene Hüssam'ın saatı, 401-402; Emin efendi Hüssam efendinin omu­zuna çıksın, 402; Çingene ça- lar-Kürt oynar, 402; iyiliği görmeğe mahsus gözü kapalı olunca, 402; ne bileyim ben senin b... yiyeceğini, 402-403; eve hırsız girmez-ayağımı kö­pek kapmaz, 403; ruhu Kato- liklerin-cesedi Gregoryenlerin, 403-404; Yedikule surları-daha kötüsü olmayınca, 404; bizim kusurlarımız İstanbul'a kadar uzanır; 405; kendi mersiyesini hazırlattı, 405-406

Fuller, Thomas, 317

Garfield, James, Kolejli genç - kabak, 295

Glass, Carter, pire tozu-dinamit, 213; yarış atına benzeyen dil, 292

Goethe, 253

Goldwater, Barry, bozulan asa.n- sör-Goldwater  rejimi, 355;

William Buckley-k^arnikaze pi­lotları, 356; kaybedeceksen bü- yükfarkla kaybet, 356; Read- er's Digest-National review, 356-357; taş devri uzmanı, 357; öteki dünya - İrlandalı-Zenci- Yahudi, 358; yarım kan Yahu­di, 356; Austin-Johnson'ın te­levizyonu, 358-359; fotoğrafçı­lığa devam et, 359

Grant, Ulysses, hala bir eşek, 133; Yarbay Blank, 133

Yarbay Blank, 133

Green, sonra uyuyamam, 292 Greeville, 253 Guernsay, Kendrick, politikacı enayi, 309

Hale, Edward, Senatoya bak memleket için dua et, 285

Halifax, 113

Hartwell, Harry T, seçimi yine de kaybetti, 306

Hastings, Warren, 32-35 Hazlitt, William, 26

Humprey, Hubert, Kennedy-beni mağlûp edeceğini söyledi, 352; genç aşık-sevgilisi-diğer kızlar, 353; Cotton-Smithsonian-Sena- to, 353-354; Denver Eczacılık Fakültesi-Harvard, 354-355

Hitabet: nedir? 271-280

Houston, Sam, onun vasıfları- köpeğinki-sadakatı hariç, 76

Hümor hissi, anlatılır: 10-14, 15, 17, 18, 19, 20, 24; Baki, 14; Zi­ya Paşa, 14; Cahit Sıtkı Ta- rancı, 14; Kâtibi, 14; Hz. Ö­mer, 14; Cenap Şahabettin, 14; mizah, 14-15, 16, 17; Macit Bey-lüzumsuzdur, 21-22; Mus­tafa Efendi-şeriata aykırıdır, 22; Nubel Efendi-bizde olamaz, 22; Şeyh Rıza Efendi-şeriatı karıştırmayın, 23; Süleyman Bey-gülü koklarken dikenine katlanacaksın, 23; Hazlitt, 26; LaRochefoucould, 26, 253; de Stael, 48; Thackeray, 48; Cariyle, 48, 317; Bacon, 67; Ben Johnson, 67; Lagerlof, 67; Pope, 84; Swift, 84; Aristo, 84, 113, 336; Disraeli, 106, 105; Nec- ker, 113; Halifax, 113; Lincoln, 128-129; Sheridan, 139; Maug- ham, 139; Shakespeare, 139; 166, 336, Shaw, 166, Mark Twain, 166, 407; Çiçero, 181; Parker, 181; Overlung, 181; Brill, 221; ^Whipple, 221; Bocca, 221; Atlee, 266-267; Goethe, 253; Greeville, 253, Fuller, 317; Stevenson, 332-333; Kennedy, 333-338, 346, 347, 368; Butler, 336; Goldwater, 358-359; Chee- ver, 383; Nietzsche, 383; Sand, :J83; Keçecizade Fuad Paşa, 398; Lim Yutang, 407; Cham- fort, 407; Ömer Faiz Efendi, 410

Ickes, Harold, Wilkie-yalın ayak-Wall Street, 174; Dewey' nin çocuk bezi, 174; düğün pastasındaki adam, 174

İzzet Molla, Keçecizade, ağa hazretlerinin aklı, 387; İzzet Molla-Yesarizade-okur yazar, 388; ziyafetlere gitmem, 388; sen niye tanassur etmiyorsun? 388; biz içeriden yetişemiyo­ruz, 388-389; perhiz ediyor-ha- Ia herze yumurtlıyor, 389; alimlerin iki yüzlülüğü, 389

Jackson, Andrew, 68; Sam Hous- ton hakkında, 76; Virginia valisinin kulağı, 83

Jefferson, Thomas, Franklin'in yerini alırken, 59

Johnson, Lyndon, Gerald Ford- düz yol-jiklet, 279; Dirkson - kelime cambazı, 261; süpürge sopası ile savaşmadılar, 293; çocuk-Noel Baba-bürokratlar, 293-294

Jones, Jack, benim karnım-Lady Astor'ın karnı, 267

Johnson, Ben, 67

Jovitt, Lord, yemek sonrası nu- tukları-aşk mektubu, 307

Kasap, Teodor, fes-şapka, 395 Keller, Helen, takma dişleri, 9, 10

Keating, Kenneth, Roosevelt - Truman-Eisenhower, 307

Kennedy, John Fitzgerald, 19; banyo-ördekler-halk, 20-21, 336­380; kampanyaya teberru ya­panlar - elçilik-babası metelik vermedi, 339; babasının ezici çoğunluk için parası yok, 339; çocukların masrafı - babaları daha çok çalışacak, 339; balo- da-siz bize bakıyorsunuz-biz de size, 340; fakirler-zenginler- parti, 340; Maine istakozlan, 341; üşüyen denizci-ebediyen bekleyecek-son görüşme, 342; Beyaz evin bahçesi-hük^metin gerçek başarısı, 342; yazarsan mecmuayı satın alırım, 342; babasının bürosunda gülen yok, 342; sen orada benim ce­ketimle gez-ben burada sizler için çarpışayım, 342; yiyecek istemeyiz-biraz önce Hindis­tan cevizi yedik, 343; gemimi batırdılar - kahraman oldum, 343; Galbraith'in oğluna mek­tup, 343-344; Karpuz canlı mı? 344; Robert'in tayini-geceyarısı

Kennedy, devam ediyor

fısıltılı ses, 344; bizi seviniyor sanacaklar, 344; Robert'in ve- killiği-avukatlık stajı, 344-345; Master Robert Kennedy'ye yer kalmadı, 345; otuz beş yaşına gelmeden cumhurbaşkanı ola­mazsın, 346; Fall River seçim- leri-Kennedy, 346; gazeteyi satın almağa mecbur kaldık, 347-348; kadın seçmenlerin reyleri, 348; asansörcü sandı­lar, 348; basın toplantısı-akıllı gazeteci, 348-349; reyini sat­mağa hazır, 349; şoförlerin kızgınlığı, 349; Kennedy-Sym- ington Johnson-rüya, 350; de­mokratlar- banka soyuldu, 350; dokuz yaşındakiler-seçim, 350; genç kızlar evlenme şansları-bizimle gelin, 351; Kennedy ve Humprey yerle­rinde duramıyor, 352; Robert'- in sevinci, 360; ben de sadece yazın çalışmak istiyorum, 360; politikacı değil-diğer huyları da iyi, 360; cumhurbaşkanlığı- iyi m^aaş, 360; general olun- başkumandan değil, 361; im­zamın değerini yüksek tuta­cağım, 361; Kennedy-hemşire- ler-Beyaz Ev kurmay heyeti, 361; öncüler - Alaska - Hawaii- ezici çoğunluk, 361-362; Gold- berg yazıhanede verdi, 362; Cumhurbaşkanı-müsteşar - da­ma, 362; George Smathers'ın önem verdiği düşünceleri, 362­363; kansını elden düşme tem­sil ediyor, 363; Merriman Smith-Beyaz Evle tevarüs edi­lenler, 364; karua^bahar-randö- vü-evlilik, 364; maymun-feza- dan gelen haber, 365; Beyaz Eve gelin-fikrinizi değişti^e- yin, 365; kaybedecekler-tükür- düklerimi yalayacağım, 366; Khruschev'in müşkülleri-Ken- nedy'nin müşkülleri, 360; şim­di söylenmeyecek fikir, 360; McNamara'ya derin hü^e- tim var, 367; Cu^huriyetçiler- ittifakla verilen karar, 367; yerinden memnun, 367; Khrus- chev-madalya, 368; Kennedy- Khruschev-Çinliler, 360; Rusk' ın mısırı-Khruschev'in votka­sı, 368-369: işte bunun için onu Dahiliye Vekili yaptım, 370; Nehru'nun Amerika ziyareti, 370; Abirjo-adliye vekili-aynı problem, 370-371; Galbraith'i cumhurbaşkanı yapmayı dü­şünmüyor, 371; Kennedy-karı- sı-İran Şahı-karısı-Paris ziya­reti, 371; Norveç-Amerika iliş­kileri, 371; Fildişi Sahilinin yenilenemeyecek rekoru, 372; bizi ziyaret etmek isteyen yok, 372; Şili Cumhurbaşkanı-Ken- nedy hanedanlığı, 373; her za­man anladığı Fransızca keli­me, 373; Paris'te iş vermediler- cumhurbaşkanı oldum, 373; Quai d'Orsay-Fort Knox-altın- lar, 374; Washington şehrinin mimarı-Paris'in terzileri, 374: de Gaulle'ın fotografçıları- kurtarıcı, 374; Adenauer çok genç, 374-375; ya bu bayrak­lar? 375; ben Berlinliyim, 375;

İrlanda parlamentosunda, 376; Kennedy'nin akrabaları-vapu- ru kaçıranlar, 377; bize de buyurun, 377; Fort Worth'lu seçmen-Sieerra Madre tepele­ri, 378; söylenmeyen nutuk, 378; Herodot-tarih, 379; Ledre Rollin'in halkı-önce nereye gittiklerini bileyim, 379; No- bel Mükafatı k^^nanlar-Jeff- erson'un tek başına yemek ye­diği anlar, 379; ağaçlan bu­gün dikelim, 380

Kennedy, Robert, hayatta ba- şarı-ağabeyiniz cumhurbaşka­nı olsun, 351; cumhurbaşkanı uavinliği-evlenme teklifi, 351; Louis Nizer-su baskını-John- sontown'lı kahraman Nuh Peygamber, 351-352

Khruschev, Nik.ita, kendisi hak­kından anekdot, 19

King, David S., herkes şimdiki adamdan iyidir, 287

Kutadgu Bilik, bak: Behçet Ke­mal Çağlar

Kutay, Cemal, 14-15, 16, hacca giden karınca, 17; niye geri­yiz? 411

Labouchöre, Henry, Gladstone'- nın kolundaki as koz-Allah, 107

Lagerloff, Selma, 67

Lamar, Lucius Quintus Cincin- natus, George F. Hoar hakkın­da, 297

Lamartine, Alphonse, 382

Lever, Leslie, sahtekarlık değil- basit aptallık, 265

Lincoln, Abraham, 113-138; pe­rakendeci, 114; eğitimin gaye­si, 114; jüri karşı tarafın avu­katını tanımıyorsa, 115; en fazla kelime-en az fikir, 115; öküzün kuyruğu ayak olursa, 115-116; ben Kongreye gidiyo­rum, 116; ölüm yıldönümün■deki başyazı, 116-117; Lincoln- Jefferson, 117; yıldırım savar- gücendirilmiş Allah, 118; Ge­neral Cass'ın ödenek cetveli, 118-119; kabul etti-çıkaramadı, 119; Douglas-viski, 120; Doug- las'ın babası-fıçıcı, 120; güver­cin gölgesi çorbası, 121; ölüp de dirilmiş bir şaka, 121; tu­haf bir hikaye-viski gibi, 121; Gettsburg nutku, 122-12.3; Al­lahın yardımı şart, 124; Cam­baz Blondin, 124-135; kimseye kötülük düşünmeyerek, 125 - 126; bu da geçer, 126; kahve- çay, 126; ihtiyar kadın-sigor- tacı, 127-128; kalbi parça par­ça olacak, 128-129; at sineği, 129; kartallar leşin başına üşüşür, 130; deli-Sezar-Napole- on, 130; iki çocuk-üç ceviz, 130; Allah Lincoln'ün şaka yaptığı­nı sanacak, 130; herkesi her zaman aldatamadın, 130; da­ha çirkin olanı öldürecek, 131; iki-yüzlü olsaydım, 131; yaşlı kadının dansı, 131; orduyu ö­dünç verin, 132; bir delikli he­la, 132; Güneylilerin ordusu daha büyük, 132; değirmenci­nin buğdayı öğütüşü, 132; ce­henneme giden yol, 133; Grant' ın generallerine viski-Kral

Lincoln, devam ediyor

George, 133-134; daldı-kupkuru çıktı, 134; Güneylileri şefkatle yıkıyor, 135; ümitsiz azınlık, 135; büyük baba-torun, 135; her eşek iş peşinde, 136; pata­tese benziyorsun, 136: onu bo­ğulurken göreni tayni ettim, 136-137; bırakalım, biraz da başkaları ölsün, 137; kimsesiz askerin dostu, 137: korkuyor- san-defol-git, 137; şehit cum­hurbaşkanı, 138; ayağını vur- du-ağlayamadı-gülemedi, 335 Lincoln, Robert, 137 dn

Lloyd, George David, 139-165; mülk sahipleri-Lordlar Kama- rası-fakirler, 141; siyasi akro­batlar, 142: Birmingham'lı ku­yumcular, 144: üç dük-iki mar­kiz, 145; fakirlere nutku, 146; Joynson-Hicks'in hak edilme­miş kazancı, 146-147; dükler - zırhlılar, 147: Curzon ve Mil- ner'e hücum, 148; Allah soy­gunculuğu, 149-150; ele geçen büyük fırsat, 151; komisyonun sonu, 152; Lord North-çekirge, 152; Asquith-diğerlerinin karı­ları, 152; cüce-dev cüppesi, 158; at gözlüğü takmış bankacı, 159; demir ruhuna işledi, 159; kuyruğu elimde kaldı, 159; Ka­til köpek, 160; belden aşağı vurdu, 160; doğru-yanlış-zahi- ren doğru, 160; sözünde hiç durmuyor, 161; Musa'nın cebi- altın inek, 162; kanalizasyon borusundan dış siyaset, 163; yeterli belediye başkanı-Bir- mingham, 163; Amery, Cham- berlain'e Cromwell'in kelime­leriyle hücum ediyor, 163; elindeki mühüru bırak artık, 164: Churchill'in kabinesine muamelesi, 240

Long, Huey, zenci hastabakıcı­lar, 269-270; zengin ihtiyar - cehenneme kadar yolu var, 270-271; Henry Luce hakkında, 271

Macmillan, Harold, Bevan hak- kında-her rol-dilsiz ve sağırın- ki müstesna, 229; hiciv ve ha- karetli tartışmalar azalıyor, 260; Khruschev'in ayakkabıla­rını sıraya vuruşu, 261; hem Amerikalılarla hem de İngiliz­lerle beraber içeceğiz, 261; ce- halet-tenkit, 261; oğul-baba, 261; Harold Wilson'ın çizme­leri, 261

Mancroft, Lord, kıt zeka-işleti- len zeka telleri, 312

Marshall, John, kanunlar beni çiğnedi, 9; 10

Maugham, William                   Somerset,

139

McAdoo, William, Harding'in fikir peşinde giden ibareleri, 307

McCarthy, Joseph, 304

Mc Coarty, Steven, cehenneme kadar yolun var, 310-311

McLaurin, Anselm, Cumhuri­yetçi Parti-ammenin yağma edilmesi, 298

Montagu, Lady, 381

Muskie, Edmund, sessizliğe yar­dım etmedikçe, 286

Nabarro, Sir Gerald, kapı tok­mağı olarak fındık kırıcıları, 258-259

Necker, Madame, 113 Nietzsche, 383

Orbay, Rauf, Celal Nuri hak­kında, 300 dn

Overlung, 181

Ömer, Hz., 14

Parker, Dorothy, 181 Pope, Alexander, 84 Profume seks skandalı, 261

Randolph, John, 67-83; parlıyor ve kokuyor, 69; Cahgula'nın atı, 69; köle-eşit-eşek-üstün, 70; toprak skandalı, 71-72; Jefferson-Becket, 72; hakimler­den korkuluyor, 73; eyalet hakları-kadının iffeti, 74; Wright-Rea, 74; ona hiç iyilik etmedim, 74; yeri boş kaldı, 74; kırık tuğlada bilenmiş bı­çak, 74; önceki sual, 75; Harp Şahinleri, 75; Allah Calhoun'u Cumhurbaşkanlığından koru­sun, 76; Washington Allahın lanetine uğrasın, 76; Pocahon- tas'ın torunları, 76; Fransız İhtilâlinden bir gün uzun, 78; Clay'in gözleri,-benim gözle­rim, 80; çapkınlara yol veri­rim, 82; bana bir ceket borcu­nuz var, B. Clay, 82

Reed, James A., ekseriyetin zul­mü, 280

Reed, Thomas Brackett, ağızları açılıyor-bilgi hazinesi eksili­yor, 301; J. Hamilton hakın- da, 301; doğrultma müsaadesi­ne lüzum yok, 301; William M. Springer hakkında, 302; ben­den de kötüsünü bulacaklar, 302

Rochefoucould, La, 26, 253

Roosevelt, Franklin Delano, 166­180; Roosevelt’in canı cehen­neme, 168; Roosevelt-ölenler sütunu, 168; Roosevelt fıkrası- Komünist Rusya, 169; muarızı­mın delilleri, 170; yaşlı centil- men-ipek fötr şapka, 171-172; liberal-muhafazakâr, 172; kol­tuk değneklerini doktora fır­latıyor, 172; Martin-Burton- Fish, 173; meşum ittifak, 173; Cumhuriyetçiler bukalemun, 173-174; Ickes'in dili, 174; Kav­gacı Smith-Gemici Morgen- thau, 175; kesinlikle reddet, 175; daktilo stratejistleri, 176; Jed Amca, 176; Fala hikayesi, 179; Roosevelt'in köpeği-Dewey nin keçisi, 180; muhaiazakar kimdir? 279

Said, Mehmet Haled. Avrupa in­tibaları, 396

SanEf, George, 383

Seçmenler: hatiplere laf atanlar- Disraeli-gerçekler yavaş gider, 103; ben senin kalın kafanı açacağım, 103; sen çirkefe düş- meyegör, 104; Llyod George - ben de o yemeği yerdim, ha-

Seçmenler, devam ediyor

nımefendi, 161; Mancroft-kıt zekâ-işletilen ses telleri, 312; Earl Warren-o kadar bahtiyar olmayın, 313; Bryan'ın karısı- McKinley'nin yatağı, 314; Bryan-ördek, 314; Roosevelt- baba eşek olsaydı-Cumhuriyet- çi, 314-315; Trudeau-Kanadalı seçmen, 315; adres yazmayı nutmuştuk, 315 dn; Osman Bö- lükbaşı-duyamıyorsan yer de­ğiştirelim, 315 dn; şapkaları­mıza anlatın, 315 dn; Steven- son-cehalet kazınacak-günah- karlar affedilecek, 316; Ken- nedy-reyini satmağa hazırsın, 349

Seçmenler, mektuplar: McCo- arty-cehenneme kadar yolun var, 310-311; ^oxmire-parazit değilsen-ver parayı-al, 311; Eisenhower'in gübre ihtiyacı, 311-312

Seyfettin, Ömer, politikacı-kü- mes, 17

Sheridan, Richard Brinsley, 26­47; senin baban öldürüyor-be- nimki güldürüyor, 27; su ile işleyen yeldeğirmeni, 29; vergi kanunları fasit dairesi, 29-30; Dahiliye Vekilinin yorgunlu­ğu, 30; hafıza-şaka-tahayyül- gerçek, 30; nükte planı, 30-31; Kafaları vurmak için özel du­var, 31; karşı konulmazsa ırza tecavüz sayılmaz, 32; hür ba­sın, 32; Warren Hastings hak­kında, 32-35; Pitt-Theuses, 36; Napoleon-Pitt, 36-37; İngiltere bankasının iğfali, 37; barıştan memnun-gurur duymuyor, 37­38; İngiltere Bourbonları yeri­ne oturttu, 38; Pitt Fox'tan aşı­rıyor, 38; Pitt-Patterson-kar, 38; Parlamentodaki sarhoşlar, 39; aptal-sahtekar arasında, 40; gülünecek nükte değil, 40; arabadaki Westminister'li seç­menler, 40-41; terzi kendi elbi­sesini dikebilir, 42; Cumber- land'ın trajedesine güldüm, 42; editörün edebi şöhreti, 42; uyuyan hakim, 42; Başpiskopo­sa aşk mı ilan edeyim? 42; avukat-centilmen, 43; şahane çöl, 43; siyasi bağımsızlık, 43­44; ateş karşısında şarap, 45; İngiltere’nin hürriyeti, 46; Fransa yaşanacak yer-İngilte- re ölünecek, 207; 139. Yine ba­kınız, Sheridan Tom.

Shaw, George Bernard, 166 Shakespeare, William, 139, 166, 336

326; Komünist tehlikesi-silahlı Sheridan, Tom, kimin karısını?

44; lirayı şimdi verin, 44; adam da soydum, 44

Shinwell, Emanuel, Musa'nın soyundan, 238

Snyder, Franklin, takdim nutku, 277-278

Stael, de, 48

Stevenson, Adlai, 23, 316; 317­335; Stevenson, Adlai, 316; 317­335; cehennemin gazabı büzeri­mize düşene kadar, 318; edi- tör-samanı basar, 318; bağım­sız insan-politikadan politika­yı çıkaran, 318; saha-beylik sözler-kılıç şakırdıları, 318; be- şeriyet-akıntıya kürek çeken­ler, 318; kaynaklarımızı birleş­tireceğiz, 319; o hayatını de­vam ettirememiş, 319; çocuk­lar paralarını saklıyor, 319 - 320; ayakkabıdaki delik, kafa­daki delik, 320; Eisenhower'in golf çantası, 320; Eisenhower- kötülükler - Cumhuriyetçiler - Demokratlar-Taft, 321; Taft - Eisenhower üzerine otorite, 321; Nixon-redwood ağacı-ta- bii çevre nutku, 321; Rockefel- ler'in sevgilisi dahi olduğunu bilmiyordu, 321; Eisenhower'- in ceketinde asılacak kuyruk yok, 321; Cumhuriyetçiler- amme işleri, 322; filler-kuy- ruklar, 322; şöfor-intihar, 322; yanan ev-su parası, 322; Ezra Benson-Eisenhower'in emekli­liği, 322; Cumhuriyetçilerin platformu, 322; açık kapılar­daki mukavele, 322-323; hay­lazları alalım, 323; Rockefeller- Goldwater-Nixon, 323; ay çi­çeği namzedi, 324; demokratik sistem-parça-bütün, 324; Beyaz Evde bir gece, 324; halkın baş­ları üzerinden konuşuyor-Ei- senhower ayakları altından, 324; Clemenceau-dikkat et-işi- tiyorlB.!, 324; Alcibiades-en iyi zamanında tanımak isterdim, 325; Hazlitt-hayvan güler-ağ- lar, 325; Don Marquis-gecik- tirmek-düne ayak uydu^ak, 325; V Charles-kuzeni-Milano, 325; Will Rogers-bizi seçin- sonra düşünürüz, 325-326; hür insan, 326; hürriyet, 326; eği­timin gayesi, 326; üniversite, tecavüz, 326; dünün problem- leri-yarının imkanları, 326; güzel kadın-cazibeli kadın, 326; Bn. Kari Marx-sermaye yapsaydı, 326; Bn. Roosevelt- Karanlığa sövmedi-ışık tultu, 327; dönek-hain, 327; yalan söylemeyin-doğruyu söyleme­yeceğiz, 327; onun nutkunu kaybettim, 328; su ile işleyen yeldeğirmeni, 328; çiftçinin ev­lenme teklifi-kızın cevabı, 330; diploma töreninde, 330-331; kü­çük kız-resim-Allah, 332; eği- tim-alelade hırsız muhtelis, 332; doğum yerinde, 333; genç politikacı-milli kahraman, 334; .Jimmy-Bill-Tommy, 334; Wat- son-lndian.a halkından hiç mu­halefet yok, 335; seçimi kay- bettim-torun kazandım, 335; Lincoln-ayağını vurdu-güleme- di-ağlayamadı, 335

Swift, Jonathan, 84

Şahabettin, Cenap, 14

Tarancı, Cahit Sıtkı, 14 Thackeray, 48

Thorpe, Jeremy, büyük sevgi, 265

Thurber, James, 317

Truman, Harry, mutfak-politika, 358

Twain Mark, 166; fazla konuşan hatip, 275; Chauncey Depew'- nin unuttuğu nutku, 308, 407

Ülgen, Murat Ali, “Brütüs"ü iade ediyor, 300-301 dn

Vefik, Ahmet Paşa, devlet ada­mının vasıflan, 382

Vincent, Norman, ikimiz de haklıyız, 309-310

Walker, James, liberal kimdir? 279

Webster, Daniel, 67, 68, 69

Whipple, Edwin Percy, 221

Wilkes, John, arkadasınız mil­let vekili olmak istemezse, 312; küçük çapkınlıklar ilgilendir­mez, 313; ya prensipleriniz-ya metresiniz, 313

Wilson, Harold, Bevan'ın küçük köpeği, 262; sevdiği hakaret - Burns'in Chamberlain İçin söylediği, 263; Bıçak Mac, 263; ilk girdi-ilk çıktı, 263; Dis- raeli'nin sahtekarlığı-Gladsto- ne'nın kendik-doğruluğu, 263; şahaser aleladelik, 263; yi^mi yıl, 264; Macmillan hakkında- ruhen genç, 264; Truvalı He­len’in yüzü, 265

Wilson, Woodrow, bir defa öğ­rensinler, 158; avukat ıslah-ı nefs etti, 326; eğer mezarcı ra­zı olursa, 327; ışık değil-ha- raret saçıyor, 327; şoförü tev­kif et, 327; kabaranlar-ol^M- laşanlar, 327; ne kadar konu­şacağım, 328; dünya çok bü- yük-ben çok küçük, 327

Wirtz, William, açık ağızlı-de- rin düşünen, 287

Yağız, Avni, mebus ağzı, 17

Yakes, Sidney, fare-feza-kanser araştırması, 285-286

Yutang, Lim, 407

Ziya Paşa, 14



Sonsöz

A merikan ordusunda en yüksek rütbe '"beş kyıldız"lı generalliktir. Gerçekte, beş yıldızlı generallerin sayısı hiç bir zaman bir kaç taneden fazla değildi. Son yılların beş yıldızlı generalleri arasında Eisenhower, MacArthur ve Omar Brad- ley vardı.

Geçenlerde gazetelerde gördüm: Amerikan Testiciler Meclisinin—her ülkede ve her zaman benzerlerinin bulunduğu—gayretkeş üyelerinden biri, Amerika'nın ilk cumhurbaşkanı George Washington’u (ki 1799 da öldü) "altı yıldızlı" general yapmak için bir kanun teklifi getirmiş. Reddedilen bu teklifin müzakeresi sırasında, bir diğer mebus, teklifi "saçma" bulduğunu şöyle ifa­de etmiş:

"George Washington'u altı yıldızlı generalliğe terfi ettirmek, bir sarhoşun Mikel Angelo'nun eserlerini düzeltmeğe kalkışmasına benzer "

Politik hümör işte bu. Sadece bu söz dahi, kanaatımca, siyasi hümör sahasında onlarla ara­mızdaki büyük mesafeyi apaçık göstermeğe ye­terli. Nitekim, "tarihe malolmuş" en iyi nüktele­rin de politikacılarımızdan ziyade edebiyat ve ilimle iştigal edenler tarafından söylenmiş olma­sı da bunu göstermez mi?

Bir müddet önce Yeni Mecmua ciltlerini ka­rıştırıyordum. Selcihattin Güngör'ün, büyük Türk alimi İbnilemin Mahmud Kemal ile yap­tığı bir ropörtaj dikkatimi çekti. İbnilemin Mahmud Kemal, bir gün "ülema ve übedadan


mürekkep bir mecliste tesadüfen" bulunmuş. Günün önemli meselelerinden biri üzerinde ko- nUfŞ^urken, meclisi teşkil eden bir zatın, üze­rinde djitylan bu meseleye ilmi bir cevap verile­mediğini. söylemesi üzerine, ulemadan olduğu kendi ifadesinden anlaşılan biri, eğer benim fa­lanca ,enme bakılsaydı, istenilen cevap orada vardı, kabilinden bir söz sarfetmiş. Kimsenin ses çıkarmadığını gören İbnilemin Mahmud Kemal, ,burn,purn,p ÜZerine demiş ki:

<1Sortlan bu meseleye sizin eserinizle cevap vermeğe kalkışmak, mızraklı ilmühalle fetva vermeğe benzer."

Belki yanılıyorum, fakat ben, bilhassa, günü­müzün Türk politikacıları arasında bu neviden bir söz söylemesini becerebilecek birini pek dü­şünemiyorum. Bununla beraber, bu kitaba gire­bilecek seviyede daha bir çok Türk siyasi nükte­sinin söylenmiş olduğunu savunacak okuyucu- lanmla hemfikir olmaımak da elde değil. Yalnız takdir edersiniz ki, bunları Meclis Zabıtlarından, gazete ve mecmualardan bir bir çıkarmak da bir kişinin harcı değil. Bundan böyle, okuyucu­larımdan rica ediyorum:

"Bibliyoğrafya" bölümünde gösterilen kitapta- kiler dışında, bildiğiniz, işittiğiniz veya okudu­ğunuz Türk siyasi nüktelerini lütfen bana gön­deriniz. Ben anlan, kitabın ikinci baskısında —tabii sizin isimlerinizi de vererek—ayrı bir bölüm altında toplıyacağım. Nüktesi yayınlanan her okuyucuya kitabın ikinci baskısından bir tane hediye edilecektir.

Şiındiden teşekkür eder, siyasi nüktelerinizi beklediğimi bir kere daha belirtirim.


Nejat Muallimoğlu’nun

Cumhurbaşkanından Şemdinli'deki vatandaşa kadar,
binlerce vatandaşın takdirini
kazanan,

Türkiye'de bir eşi ve benzeri yayınlanmamış kitabı

BÜTÜN YÖNLERİ İLE KOMÜNİZM

"Bugün size bir kitaptan bahsedeceğiz.... Genç, yaşlı. bü­tün düşünen kafa sahiplerinin, okumakta büyük yarar sağlayacaktan bir eserin, nihayet Türk kitaplığına da ka­tıldığını müjdelemek zevki, bizim için şu anda herşeyden ağır basıyor.”

Halûk Cansın (Yeni Asır İzmir), "Komünizmi tanımak" başlıklı yazısına Cll Mayıs, 1976) böyle başladı.

Vecdi Bürün de şunları söylüyordu (Orta Doğu, 12 Mart, 1976)

"Muallimoğlu, bütün aydınlarımızın takdir edecekleri ve örnek almak hevesini duyacakları bir eser meydana getir­miştir.’’

Cavid Ersen, Hergün gazetesinde şöyle diyordu (22 Mart, 1976)

"Şimdiye kadar yerli ve yabancı yazarlar tarafından takdirle karşılanıp, ilgi duyulan cinstendir Nejat Mual­limoğlu’nun vücude getirdikleri.... Komünizm teori ve pra­tiğini.... zengin ve sürekli bir Türkçe, berrak ve akıcı bir üslûpla anlatan bir kitaptır bu.”

Afyon'da yayınlanan günlük Türkeli gazetesi ise diyordu ki (6 Nisan, 1976)

...Türk fikir hayatında yer alan bütün yazarlarımız Mu- allimoğlu'nun kitabını okumuşlar ve yazdıkları yazılarda onun uyandırmaması imkansız akislerini tesbit etmişler­dir .... Bütün Yönleri ile Komünizm gerçekten dikkate de­ğer ve her Türk aydınının mutlaka okuması gerekli bir ki­taptır.... Muallimoğlu, bu eseriyle de verimli bir çalışma yapmış, ele aldığı konularda meselelerin dışında kalanlara düşünce ışıklan turnayı başarmıştır."

Yahya Akengin de Hisar dergisinde (Mayıs, 1976), "dop­dolu bir kitap" diyor.

İçinde bulunduğumuz yılın Martında yayınlanan bu ki­tap, gerçekten, büyük ilgi çekmiş ve birinci baskısı şu anda tükenmez üzeredir. Büyük boyda (elinizdeki bu kitap orta boydur) ve 630 sayfalık hacimli bir kitabın, hem de komü­nizmi oldukça ilmi bir görüş noktasından inceleyen bir ki­tabın, bu kadar kısa zamanda tükenmesi, takdir ederseniz ki, gerçekten değerli olduğunu gösterir.

Başta muhteren Cumhurbaşkanımız olmak üzere bir çok devlet ve hükümet erkanı da Nejat Muallimoğlu'nu tebrik etmişler. Komünizmi böylesine ilmi ve objektif bir açıdan anlatan kitabın nihayet Türkiye'de de yayınlanmasından duydukları memnunluğu belirtmişlerdir. Bu cümleden ola­rak, Milli Savunma Bakanı Ferit Melen şunları da yazıyor­du: "Kitabınızı... istifade ile inceliyorum. Komünizmle fi­kir alanında yapılması gereken mücadelede yararlanılabi­lecek büyük bir eser vücude getirmiş bulunuyoruz. Sizi candan kutlar, teşekkür ve saygılarımı sunarım."

Türkiye'de komünizmin ne o duğunu böylesine etraflı ve derin anlatan başka hiç bir kitabın yayınlanmadığını söy­lersem bana inanmanızı isteyeceğim. Halûk Cansın da ay­nı fikirde: "... tereddütsüz söylemeli, bu mevzuda şimdiye kadar çıkmış Türkçe eserlerin ilim açısından en esaslısını teşkil ediyor." Vecdi Bürün de şunları söylüyor: "Sosyalizm ve komünizm meseleleri, bu eserde benzerine rastlamadı­ğımız bir derinlikte inceleniyor."

Gerçi 630 sayfalık bu kitabın 100 küsur sayfası tamamen bu satırların yazarının kaleminden çıktıysa da, benim ro­lüm daha ziyade bir "editör" lük oldu. Ben, komünizmin teori ve pratiği üzerinde otoriteleri dünyaca tanınmış filo­zof, bilgin ve yazarların eserlerinden derlediğim parçaları bir kitap halinde birleştirdim. Bununla beraber, kitap hak­kında yazı yazanların, bu satırların yazarının "rol"ü üze­rindeki düşüncelerini de nakletmeme müsaade ediniz. Ha­lûk Cansın, Yeni Asır'da şunları söylüyor:

...kitabın hazırlanmasında kendi rolüne ‘Editör’ vasfı­nı daha uygun bulmuş. Dünyaca kabul edilen filozoflardan, ilim adamlarından ve yazarlardan tercüme ettiği etüdleri, bilgili bir sıra ile tasnif ettiği nazara alınınca, bu sıfat bel­ki yanlış değil. Ama eksik. Zira, iki haftadır içimize sindi- re sindire, ağır ağır çevirdiğimiz sahifelerin sonuncusunu da tamamlayıp kapağı kapadığımız şu sırada, nihai kara­rımız öyle ki kitab, gücünün en fazlasını, Muallimoğlu'nun kendi kaleminden çıkan incelemelerden alıyor.

...neden gizleyelim ki, biz, Bütün Yönleri ile Komünizm’i okurken Muallimoğlu'nun araya büyük bir vukufla serpiş­tirdiği notlardan, en az bu otoritelerin incelemelerinden ol­duğu kadar, faydalanmış bulunuyoruz. Hele, ‘Ne Yapılması Gerek?' başlığını taşıyan ve kitabın son faslını teşkil eden bölümdeki tahlil ve tesbitler, bizce, editör'ün hizmetini, diğer yazarların katkısından, belki daha üstün bir seviye­ye ulaştırıyor.”

Diğer sütun sahipleri de Nejat Muallimoğlu'nun "editör" lük rolü üzerinde durdular. Yahya Akengin: " ...Muallim- oğlu bu kitapta kendisini ‘editör' olarak takdim ediyor. An­cak bu editörlük, yeni bir eser meydana getirmekten daha az ustalık isteyen bir iş değil.... Belgeler ve tanıkların ko- nuşturulduğu eserin harcı, Muallimoğlu'nun güçlü metodu ve ilmin gereklerini hareket noktası olarak benimsemesi oluyor."

Aynı konuda Vecdi Bürün da şunları yazıyor: ...belirli görüşlerin etrafında, dünyanın bu meseleleri en iyi düşü­nen zekalarını toplamış, onlara bir büyük kompozisyonun vücud bulmasında orkestra şefliği etmiştir.''

Bütün Yönleri ile Komüniz'de yazılarını zevk ve heyecan­la okuyacağınız dünya çapında otoriteler arasında şunlar da var: Prof. George H. Hampsch, John Carroll Üniversitesi Camerika) felsefe profesörü, ve, Sovyet ve Doğu Avrupa Araştırmaları Enstitüsü üyesi; William J. Miller, Time Life dergileri yazarı; Prof. Marshall D. Shulman, Harvard Üniversitesi Rusya Araştırma Merkezi üyesi; Prof. Henry J. Roberts, Columbia Üniversitesi Rus Enstitütüsü; Prof. Tho- mas P. Neill, St. Louis Üniversitesi Tarih Profesörü; Prof. James Collins, St. Louis Üniversitesi sosyoloji prafesörü; Bertrand Russell, Nobel Mükafatı (1950) kazanan yirmin­ci asrın en büyük filozofu C ve samimi bir sosyalistti) ; Rosa Lüxemburg, Lenin'i şahsen tanıyan meşhur anarşist kadın; Prof. Dimitri von Mohrenschildt, Darmouth Üniversitesi (Amerika) Rus tarihi ve Rusça profesörü; Prof. Richard Pipes, Harvard Üniversitesi Modern Tarih profesörü; Prof Herman Achminov (Rus, Leningrad’da Almanlara esir düş­tü); Prof. V Vishniak (Rus, Moskova Üniversitesinde oku­du), Lahey Entemasyonel Hukuk Fakültesinde profesör; Milovan Cilas, meşhur Yugoslav yazan, bir vakitler Tito' dan sonra isminden en çok bahsedilen Yugoslav yazan idi; George Orwell, Hayvan Panayırı ve 1948 adlı eserleri bü­tün dünya dillerine çevrilen meşhur İngiliz (sosyalist) ya­zarı; Andrei Sakharov, Nobel mükafatı (1976) kazanan meşhur Rus fizik alimi; Praf. Abdurrahman Avtürkanov (Türk, Kafkasya’da doğdu); Prof. Timurbeg Devletsin (Türk, Kazan'da doğdu).

Bu isimler dışında daha bir çok meşhur kimselerin (me­sela, Albert EinsteinJ komünizm hakkındaki fikirlerini de okuyacaksınız.

Bu hacimli kitabı rahatça okuyacağınıza eminim. Halûk Cansın da aynı şeyi söylüyor: "Muallimoğlu'nun temiz ve açık bir dili var. Kendi kaleme aldığı parçalarda olduğu kadar tercüme ettiği fasıllarda da, akıcı üslûbu, kitabın baştan sona yorulunmadan okunmasına imkan sağlıyor. Kaldı ki mevzu, ne derece ilmi olursa olsun, eldeki çok zen­gin dokümantasyon, yer yer sözün nazariyetten tatbikata intikal edebilmesini ve komünizmde ‘hayal olunan'la 'elde edilen' arasındaki farkların siyah-beyaz keskinliği ile sergi­lenmesini de mümkün kılıyor.

Bütün Yönleri ile Komünizm, gerçekte, dört ayn "kitap” halinde sunulmuştur:

       Komünizm Teorisi

       Bolşevik İhtilali

       Ne Vadettiler, Ne Getirdiler

       Komünizm Üzerine Yorumlar

Ayrıca, günümüzün Rusya'sını anlatan ve İngilizce ga­zetelerden tercüme edilen yazılara da yer verilmiştir. Bun­lardan başka, bu satırların yazarının bilhassa bu kitap için kaleme aldığı makaleler de yer alıyor. Daha önce bah­sedilen ve tam 70 sayfa tutan "Ne Yapılması Gerek?" bun­lardan biridir. Bu uzun makalede, komünizmle mücadele etmenin gerçekte daha iyi bir Türkiye kurmak olması ge­rektiği üzerinde durarak şahsi fikir ve kanaatlerimi be­lirtmeğe çalıştım.

Elimizdeki bu kitabın kağıdı gibi ikinci hamur kağıda basılan ve yine cildi iplik dikişli olan bu kitabın, "Muh­tevada zenginlik, kalitede üstünlük" prensibimizden zerrece taviz verilmeksizin her bakımdan "mükemmel" bir eser halinde ortaya çıkması için gereken her fedakarlığın göze alındığına emin olabilirsiniz. Kitaptan anlıyanların "fevkalade" diye sıfatlandırdıkları nefis bir kapak içinde sunulan Bütün Yönleri ile Komünizm'in dizgi, tertip ve mi­zanpaj bakımından bir eşi ve benzeri Türkiye'de yoktur. Biz, kitabın vücude getirilmesinde emeği geçenlere (ikinci sayfada teşekkür ederken) şunları da yazdık:

Hepimiz, mesleğimiz ne olursa olsun, üzerimize aldığımız bir işi mümkün olan en iyi bir şekilde yerine getirmeğe çalış­madıkça, özlediğimiz daha iyi bir Türkiye hiç bir zaman ger­çekleşemez. Bundan böyle, inanılmaz bir lâubaliliğin Türk ki­tapçılığına hâkim olduğu bir devirde, "indeks" mefhumunun kafalara henüz yerleşmediği, çok defa "içindekiler" kısmının dahi kitapların sonuna eklendiği bir zamanda, biz—bu kadar- cık gururumuzu hoş görün—Cumhuriyet devrinin en iyi ter­tiplenmiş kitabını vücude getirmekle Türk kitapçılığına, Türk kültürüne, karınca kararınca da olsa, hizmet etmeğe çalıştık."

Kusura bakmayın, fakat komünizmin ne olduğunu bil­mek isterseniz, bu kitabı okumaktan başka çareniz yok. Halük Cansın şunları yazıyor:

Her yaştaki okuyucular ve özellikle gençler için. artık "Ne yapalım? Piyasadaki bütün kitaplar komünizmi sevimli göster­mekte yarış halinde. Madalyonun öbür tarafını bize gösteren olmadı!" mâzereti, eskisi kadar geçerli değil. Binbir emekle ye­tiştirdikleri evlâtlarının, göz göre göre Marksizmin cezbesine kapıldıklarını sezip perişan olan ana-babalar, "Ah, bir tek ki­tap bulamıyoruz ki, 'Al çocuğum, bir de şunu oku,' diye iç ra­hatlığı ile verebilelim!" çaresizliğinden... kurtulmuş bulunuyor­lar.

Şu satırlar da Yahya Akengin'den

Bu kitapta sergilenenlerin özünü cesaretle ve kendimizden emin bir tavır içinde eğitimin programlarımıza nakletmiş olsay­dık, her halde Türkiye’nin görüntüsü şimdikinden farklı olur­du. Kafasındaki ve kalbindeki boyluktan faydalanarak beyin­lerine şırınga edilen ideoloji uğruna, kendi devletine karşı çı­kan güçlerle uğraşmak yerine, milli ülkülerin peşinde kenetlen­miş ve güçlenmiş bir toplum olabilirdik... Bütün Yönleri ile Ko- müniz'in, lise ve yüksek öğrenimdeki gençlere ödev olarak oku­tulması denenmeğe değer. Böyle bir şeyi samimiyetle yapabil- sek, çok şeyin değişeceğine inananlardanım.

Bütün Yönleri ile Komünizm, Milli Eğitim Bakanlığının karan ile (tarih: 13 Nisan, 1976; sayı: 660-03926) "ilgililere tavsiyesi uygun görülmüştür.”

Türkiye'nin her tarafında Milli Eğitim Bakanlığı yayın- evlerinde ve diğer kitapçılarda satılan Bütün Yönleri ile Komüniz'in (büyük boyda 630 sayfa, ikinci hamur kağıt, iplik dikiş, indeks, emsalsiz bir tertip) fiyatı 75 liradır.


Bir Türk Vatana Döndü

hakkında demişlerdi ki, :

CIHAD BABAN "önsöz"

Hem gezen hem okuyan bir insan kanaat sahibi olduğu gibi, onu diğerlerinde ayıran niteliklerden biri de, onun bir çok kim­selerin önem verdikleri hususlara aldırış etmeden yaşamasıdır. Hele mizacında inandığı fikirlere sıkı sıkıya bağlı olmak gibi bir özellik de varsa.

Daha yola çıkmadan Nejat Muallimoğlu, kanaatlerinden hiç bir fedakârlık yapmasını bilmeyen bir gençti. Bugün bu kitabında okuyacağınız gibi, benim şahsen tasvib etmeyeceğim hırçın bir kalem ile, Türk dilinin gelişmesi üzerinde duruyor, bir çok po­litik ve sosyal meseleleri eleştiriyor; bu arada başta Türk Dil Kurumu olmak üzere bir çok yazarları da yeriyor. Bence bu polemiğe bir kitap konusu içinde girmeseydi çok daha iyi eder­di. Fakat o zaman böyle bir kitap gereken ilgiyi toplar mıydı. bilemiyeceğim.

Hücuma uğrayanlar onda da eleştirilecek, hattâ sertlikle eleşti­rilecek bir çok konular bulacaklardır. Fakat muhakkak olan şudur: Bu kitap büyük bir emek mahsulüdür, ufuk açıcıdır, ge­nel kültür ve özellikle dil kültürü bakımından sınırları alabildi­ğine genişletecek bir niteliktedir. Hayatta iddiası olmayan, ısrar etmesini bilmeyen, bir fikrin takipçiliğini ısrarla yapmayan bir insanın başaracağı bir iş değildir bu....

Bu eseri okurken, bildiğinizi zannettiğiniz, fakat okuduktan sonra bilmediğinizi anlayacağınız bir çok kavramların nereden ve nasıl geldiklerini öğrenerek sevinç duyacaksınız. Sizi temin ederim: merakınız öylesine şahlanacak ki, iyi bir romanda bile bulamayacağınız zevki bu kitapta bulacaksınız, çünkü her satır size bir şey öğretecek, her pasaj ufkunuzu genişletecek, sonun­da müellifin hırçınlığını belki de bu sebeple mazur göreceksi­niz.

Bu kitabın müellifi yıllarca önce Güzel ve Tesirli Konuşmak adlı bir hitabet kitabı yazmış, hitabet sanat ve tekniğini bütün incelikleriyle anlatan bu kitabında tarihte ün yapmış insanla­rın büyük nutuklarından da örnekler vermişti. Onun ismini ilk defa kitapta görenler, eserin büyük bir emekle hazırladığını ka­bul etmişlerdi. Ben o kitabın önsözünde şunları da yazmıştım:

...Nejat Muallimoğlu Türkiye'de konuşmayı öğretmek vazifesini üze­rine alanlardan biri oldu. Bu ağır vazifeyi başarabilmek için seve­rek çalşıtı, yazdı, didindi. ... İradesinin gösterdiği yoldan dönmeye­rek azmettiği neticeye vardı.

Bu kitabın, genç müellifini siyasi bir toplantıda, kendisi henüz genç bir lise talebesi iken bana tevcih ettiği sualleri dolayısıyle tanımış­tım. Seneler geçinse, onun o tarihte genç bünyesine hakim olan hizmet ve yükselme arzusunun zaman içinde erimemiş olmasını gö­rerek iftihar duydum. Bir gün Amerika'dan, başka bir gün Japon­ya'dan sesi duyuldu, ve her defasında da, o, memleketine yeni bir şey ka^zandırmanın ihtirasıyle yandı.

...bu eserin müellifinde Türkiye'nin iftihar edilecek bir vatandaşını bulmuş olmanın zevkiyle bu satırları yazdığım için bahtiyarlık duy­dum.

Nejat Muallimoğlu'nun Bir Türk Vatana Döndü’sündeki hırçın kalemine, inatçılığına, ve kendisinden farklı görüşlere sahip ol­duğum hususlara rağmen, onbeş sene önce yazdığım yukarıdaki satırlara bugün de imzamı koymakla iftihar ederim. Elinizdeki bu eserin kolay yazılamayacağını göreceksiniz. Böyle bir eseri vücude getirmek kolay değildir, çünkü Nejat Muallimoğlu gibi araştırmaktan zevk duyan, kendini dağıtmadan bir iddiayı ko- valıyan insanları bulmak kolay olmadığı gibi, onun gibi, hiç de kolay değildir.

Nejat Muallimoğlu'nun hırçınlıkları, belki bir takım tepkilere yol açacaktır. Ben onu bu muhtemel tepkilerle başbaşa bırakı­yorum, fakat ona gücenecek ve kızacak ve belki çatacak olan­lar da kitabı -okuduktan sonra, onun herkesin göze alamayaca­ğı bir emek sarfetmiş olduğunu inkâr edemeyeceklerdir. Dil ba­kımından olduğu kadar, sosyal ve politik bakımlardan da yeni ufukları gösteren bu kitap ,ele aldığı ve konular üzerinde ciddî tartışmalara yol açarsa, memleket ve milli kültürümüz için her halde bir kazanç olacaktır.

PROF. NECATI AKDER Orta Doğu

Dört yüz yirmi sayfalık birinci bölüm başlıbaşına bir cilt teşkil etmek durumundadır. Bu bölüm “dil faciası" tâbiriyle vasıflan­dırılmış buhranın tasvir ve tahliline vakfedilmiştir. İkinci ki­tapta, kültür buhranının çağdaş medeniyet açısından ele alın­masına tevessül olunmuştur. Böylece Freudism, Ekoloji mesele­lerine de temas edilmekte, batılaşmak cehdinin sürmesini adeta mukadder kılan faktörler işaret edilmektedir. Kitabın "Önsöz" ünde Cihad Baban, tenkidi polemik sınırı ötesine taşırmanın ihtiyatsızlık sayılabileceğini söylemekle beraber, medeni cesa­ret timsali olduğunu kabul etmekten çekinmemiştir. Nejat Mu- allimoğlu'nun tenkitlerindeki titizliğe hak veriyoruz.

YAHYA AKENGIN

Hisar

...eseriyle iddia sahibi, inandığı yolda yhruyen, iddia ve inanç­larını kuruluktan çıkarıp kültürüyle besleyen bir yazar... Po­litikadan ahlâka kadar çeşitli konular ele alınıyor, edebi bir üs­lûpla inceleniyor. Psikoloji derslerinde öğrencilerin ağzı açık dinledikleri... Freud nazariyeleri yerle bir ediliyor.

NiHAD SAMI BANARLI Meydan

...kısa, açık dikkat ve alâka çekici, hâfızalarda bilhassa iz bıra­kıcı cümlelerle yazılmış... zengin ve düşündürücü bir eser.... Bu büyük... ve şuurla yazılmış kitap; bu bilgi ve tefekkür ha­zînesi değerindeki gayretli eser... Muallimoğlu... bütün milleti uyandırabilecek güçte bir kültür ve mantık seviyesinde konuş­muştur.

VECDİ BÜRÜN Orta Doğu

Nejat Muallimoğlu'nun arkada bıraktığı Türkiye ile 14 yıl son­ra bulduğu Türkiye arasında memleketimizin mâna ve madde haritasını aştığı ve onu hemen hemen dünyanın dört bir yanı­na saldığı için araştırmalarına, hükümlerine özlenen bir geniş­lik kazandırıyor. Böylesine önemli bir teşebbüsü ele alan Nejat Muallimoğlu... kitabını öfkeli bir fışkırış ve köpürüşünü gizle­mek lüzumunu duymayan Dalkılıç, dobra dobra bir üslûpla yaz­mış. Fakat... biz bu sert polemik üslûbunu üstad Cihad Baban gibi, keşke kitaba girmeseydi temennisiyle karşılamıyoruz. İki Türkiye’nin kıyaslanmasında olumsuz sonuçlarla karşılaştığı anlaşılan yazarın, memleketin kaderi bahis konusu olduğun­dan, bir kokteyl partisi nezaketi içinde görünmesine imkân yoktu.... Üstelik Nejat Muallimoğlu, sadece öfkelenmekle kal­mıyor, hükümlere vardığı zaman “niçin” lerini, "neden" lerini hemen yetiştiriyor... Bunlar... Muallimoğlu'nu bir “Orlando Fruoza” haline getirmişse, suç kendisinin değil, onu bu sonuç­larla karşılaştırmak için beterin beteri işler etmiş olanlarda. Biz gayretini de, öfkesini de memleket meselelerine fazlasıyle yararlı görüyoruz.

ILHAN DARENDELIOĞLU Bizim Anadolu

Bütün duygu ve düşünceleriyle hemfikir olduğumu söyleye­mem. Ancak Türkiye’mizin bir takım içtimai gerçeklerini dile getirirken sadece benim değil, her uyanık kafanın Muallimoğ­lu gibi düşündüğünü rahatlıkla söyleyebilirim.... Güzel hazır­lanmış, titiz hazırlanmış.... Tebrik ederim.

BURHAN ESİN Demokrat İzmir

Dış ülkelerde yaşarken fikirlere saygılı olmayı öğrenmiş... O kadar tolerans sahibidir ki, Cihad Baban'ın eseri yeren yazısı­nı “Önsöz" olarak kitabın en başına koymuştur.... İlginç bulma- saydık sonuna dek okuyamazdık.

PROF. FAHRETTİN KERİM GÖKAY

Tebrik ederim.

TURGUT GÜLER Türk Edebiyatı Dergisi

Vatan sevgismın aynı zamanda dertlerimizi de sevmek, on­lara deva bulmak olduğunu yorulmadan ve bıkmadan anlatan... kitap.

HEKİMOĞLU İSMAİL Yeni Asya

740 sayfalık eserin yaprakları arasına daldıkça adeta çıkamaz oldum. O zaman anladım ki, ben bu kitapla meşgul olmak is­temesem dahi, kitap benimle meşgul olmak istiyor.... Tebrik ederim. Böyle akıllı ve insaflı kimselerin çıkması millî bir ta­rihtir.

AHMET KABAKLI Tercüman

437 büyük sayfasını Türkçemizin hıyanetler, cehaletler eliyle düşürüldüğü durumun tahliline hasreden bu eser dilimizin en güzel müdafaasıdır.... Türkçeyi yoksullaştıranlara belgeli la­netler yağdırmakta ve Türkçeyi zenginleştirecek tılsımları gös­termektedir.... Bu emek, kırgınlık, kültür dolu eseri alın okuyun.

İSMAİL OĞUZ Sabah

Muallimoğlu ile teşhiste büyük ihtilaflarımız olmamakla bera­ber, sebep ve tedavi hususunda birleşmemiz kolay gözkmemek- tedir.... Eserin işlediği ana temaya zıd düşünce sahiplerinin de, aynı düşünce içinde olanların da kütüphanelerinde bulundur­mak zorunda oldukları bir eser.... Fikir hayatımıza böylesine muhtevalı bir eser kazandırdığı için Muallimoğlu'nu tekrar tek­rar tebrik ederim.

MUHSİN İLYAS SUBAŞI Emel (Kayseri)

Güzel bir kapak içinde, şahane bir tertiple neşredilen eser... Bir yıl boyu eften püften eserlere göz nuru dökmek yerine Mu- allimoğlu'nun bu... eserini bir defa anlayarak okumak kafi.... Tek kelimeyle “kaynak” eser niteliğini taşıyan bu kitabı bü­tün okuyucularıma tavsiye ederim.

VEDAT NEDİM TÖR

Kıymetli eserinizi okudum. Çok yararlandım. Elinize sağlık....

ALPARSLAN TÜRKEŞ

Değerli çalışmalarınızın Türk milletine ışık tutmasını ve va­tandaşlarımızın eserinizden gerekli dersi almalarını temenni ederim.

İkinci h^nur kağıda basılan ve hemen hemen bu kitap kadar göz alıcı- tertibiyle Bir Türk Vatana Döndü'nün her saYfasıyle eJbette hemfikir olamayacaksınız. Ama kitabın her sayfasının sizi düşündüreceğini garanti ederim. Bunu yapabilen bir kitap da başarılı sayılmaz mı?

Bir Türk Vatanandü bazı MEB yayınevlerinde satılı­yor (60 lira). P.K. 16 Şehremini, İstanbul adresinden öde­meli temin edilebilir.

Bu arada yi^inci asrın büyük filozoflarından Ortega y Gasset'in (İspanyol) Kütlelerin İsyanı adlı abidevi eserini de Türk okuyucularına tanıtmış olmakla haz ve gurur duyduğumuzu belirtelim. Yalnız kitabı Bedir Yayın­evi (P.K. 1060, İstanbul) dağıtıyor. Lütfen bizden isteme­yiniz. Fiyatı sadece 15 lira olan bu kitap ( 180 sayfa) yep­yeni ufukları işaret ederek, cemiyetleri dejenereleştiren "kütle adamı"nı bütün çıplaklığı ile anlatacaktır. Ortega’nın bahsettiği “kütle adamı," Türk cemiyetine de hakim ol­mak üzere olduğundan, bu kitabı okumaksızın—af buyu­run—önümüzdeki en büyük meselemizin ne olduğunu bilmenize imkan yoktur.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar