SEMA OKULU...Yakup Baba (Koyuncu) 4
MELEKLERİN, PEYGAMBERLERİN,
SUFİLERİN HAYATTAKİ DENGE SANATI SEMA HZ.MEVLANA’NIN KURMUŞ OLDUĞU DEVAM EDEN SEMA
OKULU İRŞAD-ÜS SEMA ADAB VE ERKÂNI HİKMET VE SIRLARI
DEVAM EDEN SEMA OKULU
Hazırlayan:
Yakup Baba (Koyuncu)
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
1—ŞEMS’IN KAYBOLUŞUNDAN
SONRA MEVLANA HİKMET VE SIRLARI
2—MEVLANA’NIN
ŞEMSEDDİN’İ ARAMAK İÇİN ŞAM’A GİTMESİ HİKMET VE SIRLAR
3—HZ.MEVLANA’NIN
ŞAM’DAN RUM DİYARINA DÖNÜŞÜ HİKMET VE SIRLARI
4—ŞEMS’İN MEVLANA’NIN OĞLU ALAEDDIN’İ RUH ÂLEMİNDE
BAGIŞLAMASI HİKMET VE SIRLARI
5—ŞEMS’IN BAZI HAL VE KERAMETLERİ
6—ALLAH DOSTLARI VELİLERIN SOHBETLERİNİN HİKMET VE
SIRLARI
7—ŞEMS’İN
GUZEL SÖZ VE SOHBETLERİ TEVHİD
8—ARİFLERİN ALAMETİ HİKMET VE SIRLARI
9—HAKK’IN
DOSTUNUN DOSTU HİKMET VE SIRLARI
10—
“VELİLER KUBBELERİMİN ALTINDADIR” HİKMET VE SIRLARI
11—ÂŞIKLARIN NAMAZININ HİKMET VE SIRLARI
ŞEMS’IN KAYBOLUŞUNDAN SONRA MEVLANA
HİKMET VE SIRLARI
Bu olaydan sonra kendine gelen Mevlana:
“ALLAH ne dilerse
yapar.”[1]
“Şüphesiz ki ALLAH ne
dilerse ona hükmeder.”[2]
“Bizim bu işte ne katkımız vardır? O, orada
sözleşmiş ve kararlaşmış. O, bizim sırrımızın şükranesi olarak başını rehin
koymuştu; şüphesiz ALLAH’ın takdiri yerini
buldu!” Buyurdular.
ŞİİR
Eğer insan ahdin uhdesinden gelirse;
O senin yaptığın her methin fevkine çıkar.
Bundan sonra Mevlana çok heyecanlar
gösterdi. Dostlar ağladılar, VECD’e geldiler. Mevlana’da SEMA’ya ve mersiye gazelleri
söylemeye başladı.
Eğer benim kaderim kadar gözüm ağlasaydı
Gece ve gündüz seher vaktine kadar ağlardı.
Şems’i Tebriz’i gitti, O beşerin kendisiyle
övündüğü
Hak erine ağlayacak kimse nerede
Eğer bu dünyanın işitme ve görme
duygusundan başka bir işitme ve görme duygusu olsaydı ağlardı ilah
Mevlana Şemseddin’in mübarek yüzü uğurlu
manası, kızgınlıkla dolu kıskanç gözsüzlerin nazarlarından gizlenince;
Mevlana’nın kararsızlıktan huzuru kaçtı,
gece gündüz kararı ve rahatı olmadı. Medresenin balkonunda daima gezinir ve şu
rubaileri söylerdi;
Senin aşkından her tarafta bir uykusuzluk
var;
Gece senin iki zülfünden amber kokusu
saçıyor.
Ey Tebrizli ezel ressamı,
Benim gönlümün karar bulması için her
tarafta senin resmini yapıyor.
Yine buyurdu:
O ebedi dirinin öldüğünü kim söyledi?
Ömür güneşinin söndüğünü kim söyledi?
O güneş düşmanı, dama çıkıp iki gözünü
kapadı ve güneş battı.
Yine büyüklerin bulunduğu bir toplantıda:
RUBAI
Aşk koparanın öldüğünü kim söyledi.?
Cebraili Emin’in keskin bir hançerden
öldüğünü kim söyledi?
İblis gibi inatla ölen kimse, Şemsi Tebrizi’nin
öldüğünü zanneder
Mevlana Hazretleri bu hadiseden kırk gün
sonra başına duman renkli bir sarık sardı ve bir daha beyaz sarık sarmadı.
Yemen ve Hind kumaşından bir ferace yaptırdı ve ömrünün sonuna kadar O’nun
elbisesi bu oldu.
Sultan Veled Hazretleri anlattı ki:
“Musa Aleyhisselam nasıl peygamberliğinin
kuvveti ve elçiliğinin büyüklüğü ile beraber Hızır Aleyhisselam’ı aradı ise,
Mevlana Hazretleri de bu kadar faziletleri, hasletleri ve methe değer ahlaki,
halleri, makamları, nurları ve beğenilen sırları ile devrinde eşi benzeri
olmadığı halde; Mevlana Şemseddin’i aradı. Şemseddin’i Tebrizi her bakımdan O’nun
aşkına feda olmuştu.”
Mevlana Hazretlerinin Şems’e karşı, o kadar
sevgi ve candan ilgisi vardı ki; Şems ortadan kaybolduktan sonra kim O’nun
hakkında asıl ve esası olmayan bir haber verse ve:
“Mevlana Şemsi falan yerde gördüm.”
Dese, bu müjde için sarığını ve feracesini verir, şükranelerde bulunur
teşekkürler ederdi.
Bir gün bir adam:
“Mevlana Şems’i Şam’da gördüm.” Diye
haber verdi.
Mevlana buna o kadar sevindi ki tarif
olunamaz. Başındaki sarığını, sırtındaki feracesini, ayağındaki ayakkabı ve
çizmesini ona bağışladı.
Dostlardan biri:
“Bu adamın verdiği haber yalandır. O Mevlana
Şems’i hiç görmemiştir.” Dedi.
Mevlana:
“Evet, onun verdiği bu yalan haber için
sarığımı ve feracemi verdim. Eğer doğru haber verseydi (gerçekten O’nu görmüş
olsaydı) elbise yerine canımı verirdim ve kendimi onun uğrunda feda ederdim!”
buyurdular.
Mevlana Hazretleri Şemseddin’i Tebrizi’nin
aşkına gömülüp, heyecanı, taşkınlığı, kararsızlığı ve hasretle çağlayan gözyaşları
evvelkinden yüzlerce misli artmış, uçan kuş, açan çiçek, düşen yaprak, ağlayan
gökyüzü, gülen neşelenen her insan, doğan güneş, esen rüzgâr hülasa her şey;
Mevlana’ya Şems’i hatırlatıyor; yerinde duramayarak, durmadan Şems’i arıyor,
soruyor ve haber bekliyordu. İçinde yanan hasret ateşinin tesiriyle de gazel
üstüne gazel, ağıt üstüne ağıt, yanık mısralarıyla içini boşaltıyor, derdini
döküyordu...
Ey yüzlerce gül bahçesinin canı.
Yaseminden gizlendin.
Ey canımın canının canı, nasıl oldu da
benden gizlendin sen?.
Gökyüzü seninle aydınlanmada,
Öyle olduğu halde neden gizlenirsin.
Bu beden seninle diri; Ne diye gizlendin?
Ey erenler sultanı. Bizden ve iki âlemden
gizlenirsin caizdir.
Fakat şaşılacak şey şu ki:
Sen ey kendinden, varlığından geçmiş olan
ay, kendinden de gizlendin.
Ey canlara aşikâr olan öyle bir gizlendin
ki:
Apaçık meydandasın da kendini gizledin.
Yine bir gazelinde:
Mademki gittin bari gerçek erlerin sohbetine
ulaşabildin mi?
Diye Şems’ten soruyor, içli gözyaşları döküyordu.
Yine bir gazelinde:
Kendine gel sus;
Kimsede can gözü yok.
Bir can gözü olsaydı hep ağlardı.
O gitti de mana âleminde düğünler, demekler
oldu.
Fakat O’nsuz kalan su suretler ağlamaya
koyuldu.
Sultan Veled Hazretleri babasının bu coşkun
halini şöyle ifade ediyordu:
“Katreydi, coşup deniz oldu. Yüceydi, aşkla
daha da yüceldi. Aradığı kendinde göründü. Naralar atıyor, feryatlar ederek
coştukça coşuyor, aşk denizi köpürüp dalgalanıyordu. Ayrılık derdiyle kararı
kalmıyor, herkes de O’na uyup, genç ihtiyar, zerreler gibi O aşk güneşinin
karşısında canla başla SEMA ediyordu. Artık aşk
ve âşıklık, herkese din olmuştu!”
MEVLANA’NIN ŞEMSEDDİN’İ ARAMAK İÇİN ŞAM’A
GİTMESİ HİKMET VE SIRLARI
Mevlana Hazretleri içindeki yanan aşk
ateşinin tesirinden tahammül edemeyip, Celebi Hüsameddin’i muridleri üzerine
halife tayin edip Şemseddin Tebrizi’yi aramak için Şam’a gitti. Bir seneden
fazla veya daha az bir müddet Şam’da kaldı. Şam ülkesinin ve Suriye’nin bütün
bilginleri, ileri gelen eşrafı ve diğer halktan pek çokları Mevlana’yı
tanımışlar, büyüklüğünü kemalini anlamışlar ve kendisine bende olup çok hizmet,
hürmet ve ikram etmişlerdi.
“Gel, gel, ilme gel, aşka gel, medeniyete gel
İslam’a gel, gel yine gel bu kapı ümitsizlik kapısı değildir, yüz bin kere
tövbeni bozsanda yine gel.”
Yola
düştü, Şam’a gitti; pişkin, ham, herkes de ardına düştü.
Bu
yolculukta Şam’a erişince halkı aşk ateşine yaktı, yandırdı.
Herkesi
coşturdu, aşka düşürdü; herkes kendinden geçerek yürüdü gitti.
Herkes
canla, gönülle ona âşık oldu; onun derdinde yüzlerce derman olduğunu gördü;
Varını,
yoğunu ona feda etti; buyruğunu canla yerine getirdi.
Herkes
candan mürid oldu, kul kesildi ona; gölge gibi ardına düştü onun.
Çoluk,
çocuk; ihtiyar-genç, herkes onu dilemekteydi; herkes canla, gönülle onu
seçmişti.
Şamlılarda
ona uydular, hayran oldular; böylesine peygamber huylu bir üstün er diyorlardı,
Neden
böyle âşık oldu, akıldan kaldı; oysaki yüzlerce Zün-Nun onun varlığına
bürünmüş.
Bilgin,
bilgisiz; zengin, yoksul; bu feryada, bu figana şaşırdı kaldı.
Bu
ne şeyh, bu nasıl mürid ki hiçbir çağda onun benzeri yok;
Dünya,
Âdem devrinden beri, dünya olalı böyle aşk görmedi de duymadı da.
Kimin
gönlünde bir gevher varsa, onun yüzünde binlerce belirti gördü.
Her
solukta ondan güneş gibi apaçık kerametlere tanık oldu.
Herkese
geçmişin, içinde bulunduğumuz zamanın, geleceğin sırlarını, sürçmeden
yanılmadan söylüyordu.
Herkes
bu ne aşılacak şey ki diyordu, Tanrı tesellisine mazhar böylece bir göz sahibi,
Böyle
bir er; onu bu çeşit aramakta; şaşırmış bir halde her tarafa koşmakta;
Tebrizli
Şems; nasıl bir ermiş ki böyle bir tek er, ardına düşmüş onun.
Şaşılacak
şey; Şeyh, ondan ne aramakta ki ardınca her yana koşuyor.
Ey
Tanrı, bu ne sırdır? Bize de göster; perdesiz olarak güneş gibi göster.
Bu
düşünceye düşen bilmiyordu ki aralarında bir fark yok; Mevlana’nın kendisinden
başkasına özlemi olamaz.
O
Şems’te ancak kendisini görüyordu; akıl, bir başkasını seçmemişti de, seçmez
de.
Akıl
der ki: ben aklı aramaktayım; boyuna akıllılardan söz rivayet etmedeyim.
Bir
şeyin cinsinden olanı, onun aynı bil; şeker nerden ekşi nara benzeyecek?
Âlemde
iki görme ikimizde biriz; ikide bir şüphe vardır, biz ise şüpheden arıyız.
Garibiz
biz, garip olarak gideriz; sonunda da varır, dosta ulaşırız.
Şüphe
yok ki doğan, doğana eş olur; kuzgunda varır, kuzgunla buluşur.
Sen
beni Şemseddin’den başka sanma; canımız birdir bizim suretlerden geç.
Dört
olsun, beş olsun, ALLAH’ın kudretiylecihan nasıl var olduysa hepsi
de bir candan var olmuştur.
Toprak
kalıp haline gelmiştir ama önce yeryüzünde dağınıktı.
O
dağınıklık canla bir oldu; bunda kimsenin şüphesi yoktur.
Sonra
tekrar ruh bedenden ayrılınca, o hünerli er, beden nasıl önce topraksa gene
toprak olur.
Önceden
olduğu gibi o parça – buçuklar, gene dağılır gider.
Göz,
kulak, baş, iki el, iki ayak hepsi de gözünü aç da gör, bir candan meydana
gelmiştir.
Can
bedenden çıkıp gitti mi, aşağılık bedenden olanların hepsi de birbirinden
ayrılır.
Her
biri bir yana dağılır; ayak bir yana gider, baş bir yana.
Baş
bir yana gider, el bir yana; hepsi de o varlıktan soyunur da yok olur.
Yerin,
göğün zerreleri de böylece, güneş, ay, dağ deniz;
Hepsi
bir can yüzünden toplanmıştır, hepsi onun sayesinde diridir, oynar durur.
Âlemi
bir şahıs, ruhla duran, yaşayan bir şahıs tut;
Kıyamette
ondan can gitti mi, gökte yıkılır gider, yer de;
Ay’la
yıldızlar yerlere dökülür; aşağıyla yukarı birbirine karışır.
Ne
dünya kalır, ne yeri ne gök. Hepsi de yok olur ancak O kalır,
Can,
sayıları bir beden haline getirmekte; öyleyse can nasıl olur da iki şey olur?
Söyle
bana: Neden at atı arar; neden devenin yanına koşup gitmez? Söyle.
Bu
söz bilgi sahibine apaçık meydandır.
Aramak,
nispeten, cins oluştandır; aynı cinsten olmayanların varlıkları ayrı-ayrıdır.
Bunun
sırrı sonsuzdur, uçsuz-bucaksızdır; sayıya sığmaz.
A sarhoş bu anlamlardan geçte hikâye nereye
vardı onu anlat.
Derler ki; Mevlana şu mübarek gazeli Şam
yolunda söylemiştir:
Biz Şam’ın aşıkı ve delisiyiz.
Biz
Şam’a canimizi vermiş, gönlümüzü bağlamışız
Onuncu defadır ki Rum’dan Şam’a koşuyoruz
Çünkü
Biz Şam’ın gece gibi siyah olan zülfünden
gelen kokuyu sürünmüşüz
Mevlana Hazretleri Şems’i Tebrizi’yi o
kadar sevmiş, o kadar gönül vermiş ki muhabbetinden deryalar gibi coşmuş. Gerek
sohbetlerinde ve gerekse eserlerine yazılmak üzere gönül hazinesinden Hazreti
Şems’e ait şu kıymetli sözler dökülmuş ve “Divan-i Kebir’ine” kaydedilmiştir.
Şemseddin’in ayağına, başım nedir ki feda
edeyim.
Sen Şemseddin’in yalnız adını söyle sana
canımı vereyim.
Şemseddin’in aşkı benim giyeceğim,
Şemseddin’in aşkı benim beliren
alametimdir.
Şemseddin’in kokusu ile sarhoş oldum.
Biz Şemseddin’in kadehinden mestiz.
Şemseddin göz aydınlığı, Şemseddin sevgili
yâr’dir.
Güzellerin Ay’ı Şemseddin’dir, parlak güneş
Şemseddin’dir.
Can incisi Şemseddin’dir.
Gece ve gündüz Şemseddin’dir.
Şemseddin kemalin nurudur.
Yalnız ben Şemseddin diye terennüm etmiyorum;
Bağda bülbüller, dağda keklikler:
Şemseddin, Şemseddin diye terennüm
ediyorlar.
Şemseddin aşka yanan mum gibidir, âşıklarda
pervane gibidirler.
Güzellerin güzelliği, Cennet ehlinin bağı
Şemseddin’dir
Şemseddin İsa nefeslidir. Şemseddin Yusuf
yanaklıdır.
Benim aklım, şuurum, benim gözüm kulağım Şemseddin’dir.
Benim dilime gelen her şey Şemseddin’dir.
ALLAH’ım isterim ki, bir gece
gizlice o hazretle buluşayım.
Ey âşıkların kılavuzu, ey âşıkların
peygamberi!
Şems’i Tebrizi sakın benden el çekme.
Ben daha ne vakte kadar gizlenip,
Şemseddin, Şemseddin diyeceğim;
Şemseddin Hazreti Muhammed( S.A.V.) in
nurudur, iki cihanda da meşhurdur.
Hakk’ın sevgilisi olan Şems’i Tebrizi eğer
orada ise, biz Şam’ın efendisiyiz, hem de ne efendisi!
Diyor
bir gazelde de;
Bize Şems’i Tebrizi’nin Şam’da olduğuna
dair haber geldi.
Eğer Şam’da olsa ne sabahlar doğacak.
Mevlana Hazretleri Şam’da Şems’i ararken,
bütün Konya halkı ve Rum (Anadolu’ya) büyükleri de Mevlana’nın ayrılığına
dayanamayıp yanıp yakılıyorlardı. Bu durumu Rum sultanına (Selçuklu) ve
emirlere arz ettiler; Mevlana’yı Konya’ya davet için değerli bir mektup yazdılar.
Bütün bilginler, emirler, kadılar, Rum ülkesinin ileri gelenleri hep
imzaladılar. İkbal sahibi haberciler göndererek O’nun dönüp gelmesini
istediler.
Yüz binlerce ağlayıp sızlama ve tezellül’le
O’nu kendi vatanına ve aziz babasının türbesine dönmeye davet ettiler.
Bunun üzerine Mevlana hazretleri bu davete
icabeti vacip görerek tereddüt göstermeden, Şam’a bir keklik gibi gittiği halde
Konya’ya alıcı bir doğan gibi dondu ve halkı ikaz ve irşada devam etti.
Her ne kadar Mevlana hazretleri, Şems’i
maddeten Şam’da bulamamış ve görememiş ise de, manen O’nun yüceliğini
varlığında görmüş ve bulmuş ve gönül hücresine gömülmüştü. Divani Kebirden;
Nitekim demiştir,
Elini aç kendi eteğini tut:
Bu yaraya bu yaradan başka merhem yoktur.
Başka bir gazelinde şöyle buyurmuştur:
Şems’i Tebrizi sadece bahanedir; Güzel ve
latif olan biziz.
Beden bakımından,
O’ndan uzağız amma cansız, bedensiz
ikimizde bir nuruz:
İster O’nu gör, ister beni, Ey arayan kişi:
Ben O’yum, O ben.
Bir gün çelebi Hüsameddin’in bağında
otururlarken, müritlerden müderris Bedreddin Veled Şems’e ulaşamadığını, O’nu
göremediğini, O’ndan feyiz alamadığını hayıflanarak söylemesi üzerine Mevlana:
“Babamın mukaddes ruhuna yemin ederim ki;
(Eğer Tebrizli Şems’e erişmediysen), asil saçının her telinde yüz binlerce Şems
bulunan ve O’nun sırrının sırrını idrakte Şems’in bile şaşa kaldığı birine
ulaştın!” diyerek Şems’in manevi şahsiyetini arayanların kendisinde
bulacaklarını işaret etmiştir.
Artık Mevlana aşkın uçsuz bucaksız ummanına
dalmış, nişansız kalmış, gark olmuş; Hakk’da fani olmanın ezeli sırrına
ermişti. Ve diyordu ki:
“Denizinin kenarına kadar ayaklarının izi
vardır. Ama denize girdikten sonra ne iz kalır ne nişan.”
Dünyanın feyiz ve ışık aldığı, âşıkların Kâbe’si
unvanına layık bir şekilde etrafındakilere ilmi hakikat, feyiz, aşk ve cezbe
saçmakta bir kaynak haline gelen Mevlana Hazretleri Şems’i Tebrizi’den almış
olduğu bir kıvılcımla, tarifi imkânsız olan aşkın potasında erimiş ve “Hamdım
yandım, piştim oldum.” diyerek manevi hayatının seyrini bu kısa
sözleriyle Hak yolunda gitmek isteyen âşıkların yoluna ışık tutarak, Hakikat
Şemsi’nin karşısında yanarak pişmenin ve olgunlaşmanın ne demek olduğunu
göstermiştir.
HZ.MEVLANA’NIN ŞAM’DAN RUM DİYARINA DÖNÜŞÜ
HİKMET VE SIRLARI
Döndü tekrar Rum diyarına geldi. Keklik
gibi gitti alıcı doğan gibi döndü. Katresi çoğaldı, deniz kesildi, yüceydi ALLAH
lütfuyla dahada yüce oldu. İş böyle olunca onu bulamadı deme aradığı kendisine
belirdi. Çalgıcıları elsiz ayaksız, damına-kapısına yeniden çağırdı.
Coşup güçle kuvvetle naralar attı, bu köpürüşle aşk denizi coştu
dalgalandı. Halk bu ne coşkunluk bu ne kükreyiş diye büsbütün şaşırdı kaldı.
Ayrılık derdiyle kararsızlığından da daha kararsız hale geldi.
Herkes onun bu hali yüzünden hayrete düştü
sanki kimsede ne karar kaldı ne sabır. İhtiyarda gençte o aşk güneşine karşı
candan yürekten oynamaya koyuldu. Her çeşit töre göze soğuk göründü de herkese
aşk töre kesildi artık.
Bir kaç yıl durduktan sonra ve aşkla bir
bölük halkla diyarı Rum’a döndü. Gene ortalığa yüzlerce kavka sardı. Herkes ne
şaşılacak aşk diyordu buna. Bir zaman şaşılacak coşkunlukta bulundu halk
diyorduki yarabbi bu nedir? Biz ne böyle bir aşk ne böyle bir coşkunluk işittik
nede kimsede böyle bir özlem gördük. Aylarca Şam’da oturdu bir aşkla düşüp
kalkıyordu, bir aşkla oturup duruyordu. Gece gündüz bir soluk bile kararı
yoktu. Kadehsiz aşk şarabını içip durmaktaydı.
Gece-gündüz, SEMA’a düştü; yeryüzünde gök gibi
dönüp durmadaydı.
Sesi, ağlayışı Arşa ağdı; feryadını büyük
de duydu, küçük de. Gümüşü, altını çalıp söyleyenlere vermekte, neyi varsa
hepsini onlara saçıp dökmekteydi.
Bir soluk bile SEMA etmeden durmamakta, gece-gündüz
bir soluk bile dinlenmemekteydi. Bir derecede ki, neşideler söyleyenlerden hiç
biri kalmamıştı ki söylemekten dilsiz, sessiz bir hale düşmesin.
Böyle derde deva olamaz; meğerki ALLAH
yardım ede. Şehri bir gürültüdür kaplamıştı. Şehir de nedir ki? O gürültüyle
zamanda dolmuştu, mekânda.
Böylesine bir kutup, böylesine bir İslam
müftüsü ki iki âlemde de onun gibi bir şeyh bir imam yoktu; Âşıkça coşkunluklar
ediyor, kimi gizli, kimi apaçık coşup köpürüyordu.
Hafızların hepsi, şiir okumaya başlamıştı;
hepsi de çalıp çağıranlara koşuyordu. İhtiyar, genç, herkes SEMA;
sevgi burakına binmişti.
Yolları- yordamları âşıklık olmuştu;
Onlarca aşktan başka her şey saçmaydı artık. İşleri güçleri, mest oluştu,
kendinden geçişti; aşk inancı, inançlardan dışarıdır çünkü.
ŞEMS’İN MEVLANA’NIN OĞLU ALAEDDIN’İ RUH
ÂLEMİNDE BAGIŞLAMASI HİKMET VE SIRLARI
Bazı eserler Şems’i Tebrizi’yi Mevlana’nın
oğlu Alâeddin ve arkadaşlarının katlettiklerini kaydetmektedirler.
Bu mevzuya dair bir hikâyeyi Eflaki’den
dinleyelim:
Cenabı
Mevlana bir gün pedere Sultan-ül Ulema’yı ziyarete gelmişti. Evrad ve
ezkarlarını okuduktan sonra bir saat kadar murakabeye dalıp, başını
kaldırdıktan sonra kalktı; Hokka kalem isteyerek oğlu Alâeddin’in kireçle
sıvalı kabrinin önüne gelerek şu beyti yazdı:
“Ya
Rabbi; Eğer sana yalnız Muhsinler (ihsana uğramışlar) iltica ve niyaz
ederlerse, Mücrimler (günahkârlar) kime yalvarıp sığınsınlar.!”
Mesnevideki şu beyitte bu manayı ne güzel
ifade ediyor:
Ey Kerim ALLAH:
Eğer sen dergâhı izzetine yalnız iyileri
kabul edersen;
Aşağılık ve günahkâr kimseler nereye
ağlayıp ilticada bulunsunlar.
Cenabı Hak Mevlana’nın oğlu hakkındaki
niyazım hemen kabul eyledi. Murakabeden gözünü açan Celaleddin’i Rumi:
“Âlemi gayb’da müşahede ettim ki; Üstadım
Şems’le oğlum Alâeddin sulh oldular. Cürümünü bağışladı da cümle-i
merhametinden (bağışlanmışlardan) oldu.”[3]
Buyurdular.
ŞEMS’IN BAZI HAL VE KERAMETLERİ
Naklederler ki; Şemseddin Hazretleri bir
gün Kayseri’den Aksaray’a geldi ve bir mescitte konakladı. Yatsı namazından
sonra mescitte kalmak istedi, lakin müezzin şiddetle:
—Mescitten çık, başka yerde konakla. Diye
ihtar etti. Mevlana Şems ise:
—Beni mazur gör, garip bir adamım, başka
bir şey istemiyorum. Beni bırak şurada istirahat edeyim. Dedi.
Müezzin basireti kapalı olduğu için Şems’in
kim olduğunu bilemeyerek aşırı derecede terbiyesizlik ederek sert muamelede
bulundu, çok şiddet gösterdi. Bu hale incinen Şems Hazretleri ise ona:
—Dilin şişsin! Dedi.
Mescidden ayılarak Konya’ya doğru yola
çıktı. Müezzinin ise dili şişmeye başladı... Durumu anlayarak mescidin dışında
bekleyen imama koşup vaziyetini ve o seyyah derviş’in bedduasına uğradığını
işaretle anlattı.
Bunun üzerine imam da Mevlana Şemseddin’i
bulmak için hemen yola düştü ve Kulkul suyunda O’na ulaştı, el ve ayağına
kapanarak:
—O miskin sizin ne kadar büyük bir adam
olduğunuzu bilemedi, kusurunu affedin... Diyerek sonsuz özürler diledi ve
ricalarda bulundu.
Şems Hazretleri:
—İş isten geçmiştir ve hüküm çıkmıştır, ben
bir şey yapamam, yalnız onun imanla ölmesi ve ahiret azabı görmemesi için dua
ederim! Dedi.
İmam aydın gönüllü ve basiretli bir adamdı.
İhlâsla teslim olup Hazret’e mürid oldu. İmam dönünceye kadar da müezzin vefat
etti.
Yine, Seher Nurunun arifi Mevlana
Siraceddin tatari Mevlana’dan nakletti ki:
—Bir gün Şemseddin Tebrizi cemaatle bir
köşede oturmuş konuşuyordu, çok şiddetli bir kışın ortasında idi, o cemaatte
azizlerden biri bir deste gül arzusunda bulundu. Mevlana Şemseddin Hazretleri
kalkıp dışarı çıktı; Tekrar içeri girince o azizin önüne bir deste gül koydu.
Bunun üzerine hepsi hayret ettiler ve baş koydular.
Şems:
—Bu keramet değildir. Bu, dostların dileği
ile oldu. Yüce Rabbim arzunuzu yerine getirmek için gayb âleminden bir hediye
gönderdi. Buyurdu.
Yine rivayet edilir ki:
Mevlana Şemseddin hazretleri Erzurum’a
gelip, orada mektep hocalığı ile meşgul oldu. Erzurum’da itibarlı bir melik
vardı. Onun son derece güzel ve olgun bir çocuğu vardı. Fakat çocuk çok aptal ve utangaçtı; Hiçbir
şey öğrenemez, zihninde tutup ezberleyemezdi. Bütün terbiyeciler onun bu
halinden aciz kalmışlardı. O kadar ki, bir yılda ona Kuran’ın bir cüz’ünü
öğretemiyorlardı.
Erzurum meliki Mevlana Şemseddin’in
geldiğini ve mektep hocalığı yaptığını işitince, kalkıp Şemseddin hazretlerinin
yanına geldi ve oğlunun halini bildirdi.
Mevlana Şemseddin:
—ALLAH’ın izni inayetiyle ben onu bir ayda hafız
yaparım. Dedi. Bunun üzerine çocuğu o ulu kişiye teslim ettiler.
Çocuk inayeti Hakk’la günde bir cüz
ezberliyordu. Bir ay içinde Kuran’ı tamamıyla ezberledi. Yazı yazmayı ve birçok
latif, zarif şeyler öğrendi. Bu hali gören melik Mevlana Şemseddin’in ulu bir
kişi olduğunu anlayarak, ailesi, hizmetçileri ve maiyeti, akraba ve dostları
ile Hazret’e intisap edip müridi oldular.
Çocuk ise Hazret’in himmet ve teveccühüne
mazhar olarak, tam bir ihlâsla Mevlana Şemseddin Hazretlerine âşık olup
teslimiyet göstererek hizmetinde bulunuyordu. Lakin Şems Hazretleri burada da
kendisini anladıklarını ve velayetinin şöhret bulduğunu öğrenince hemen Erzurum’dan
ayrılarak kaybolmuş ve Rum diyarına doğru hareket etmiştir.
ŞİİR
Aşk kendinde misk kokusu olduğu için rüsva
olur.
Misk’in, sonunda rüsva olmaktan başka
çaresi yoktur.
Mevlana Hazretleri nakleder:
—Hallerimin başlangıcında, sık sık büyük
Mevlana’nın (K.S) (Baha Veled) sözlerini okuyordum ve onun kitabının mutlaka
kolumun yeninden olması lazım geliyordu.
Mevlana Şemseddin Hazretleri, beni onu
okumaktan men etti. Ben de, O’nun mübarek hatırını gözetmek sebebiyle bir
müddet onu okumayı bıraktım. Bir gün rüyamda Karatay medresesinde bir
toplulukta oturmuş, o kitabı okumakla meşgul olduğumu gördüm. Suret âlemine
geldiğim (yani uyandığım) vakit, Mevlana Şemseddin’in kapıdan içeri girdiğini
gördüm. Bana:
—Niçin yine o kitabı okumaya başladın.
Dedi. Ben de:
—Hâşâ! Onu okumakla meşgul olmayalı hayli
zaman oldu. Dedim.
Bunun üzerine O:
—Dun Karatay medresesinde bir toplulukta
oturmuş o kitabı okuyordun. Çünkü rüyaların çoğu, bir fikir ve zikirdir. Eğer
(bu okumak) senin fikrinde olmasaydı, rüyana girmezdi. Dedi.
Bundan sonra ben de, Şems Hazretleri
hayatta olduğu müddetçe o manalarla meşgul olmadım
Sultan Veled Hazretleri rivayet etti ki:
—Şems’i Tebrizi Hazretleri zaman zaman
kendi muridlerinden ve âşıklarından kavun isterdi. Tabii onlar da tatlı
kavunlar getirirlerdi. O da yerdi ve kabuklarını onların başına vurur ve:
—Ey ölüler! Ne getirdiniz? Derdi.
O zaman onlarda keşif hâsıl olurdu, gayb
âleminden garip şeyler görürlerdi ve perdeler yırtılırdı.
ALLAH DOSTLARI VELİLERIN SOHBETLERİNİN
HİKMET VE SIRLARI
Şems’i Tebrizi; Kerameti zahir, kemalatı
açık bir Pir-i Kâmil idi. O; Hak dostu ve O’nun sohbeti Hak sohbeti idi.
Hikmetli sözleri ölü kalplere hayat bahşeder, tesirli teveccühleri gafil
gönülleri aşk ve zevkle doldururdu. Bu hikmete mebnidir ki büyükler, evliya
sohbetine çok ehemmiyet verirler.
Molla Cami Hazretleri bir beytinde:
“Evliyaullah ile bir an beraber kalıp sohbet
etmek, cehl-ü gafletle yüz sene takvaya çalışmaktan evladır.” Der.
Büyük Hadimi Hazretleri “Berika”
adlı eserinde; Yahya İbn-i Muaz (radiya’llâhü anh)’dan nakleder ki:
“Bir kimseyi ehil, iyal (ev halkı - çoluk
çocuk) ve fuzuli iştigal (boş şeylerle meşguliyet) gafletinden ancak evliya
sohbeti kurtarır. Evliya ile sohbet olmadıkça; ALLAH
ile iştigalin kokusunu almak ebediyen mümkün değildir.”
Yine aynı eserde:
Muhammed İbn-i Haseni Beceli, Fahri Kâinat (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) Efendimizi rüyada görür ve sorar ki:
“Ya Resulallah! Amellerin hangisi efdaldir?”
Peygamber Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) cevaben:
“Bir koyun sağacak
kadar, evliyaullahtan bir veli’nin sohbetinde bulunmak, arz’ın her karışında
ibadet etmiş kadar, kıymetlidir1buyurdular.
“Hayatta olanla, mematta (vefat etmiş) olan
aynı mıdır?” Diye sordum.
Peygamberimiz (salla’llâhü aleyhi ve
sellem):
“Evet.”
buyurdular. Sahl Kirmanı Hazretleri:
“Bir kimse
Evliyaullah’a muhabbet etmek gibi bir ibadetle ALLAH’a ibadet edemez. Çünkü
onlara karşı muhabbet ALLAH’a muhabbettir. Evliya’ya muhabbet edene ALLAH
muhabbet eder.”2diyor.
Mevlana
Hazretleri de bir beytinde:
“Ehli hakikatle beraber otur ki; Orada hem
ata bulasın ve hem de Hak yolunun yiğitlerinden olasın.”
Resulü Ekrem (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) Efendimiz de bir hadisi şeriflerinde mealen:
“Ehli ilmi istikbal
eden (karşılayıp hürmet eden), beni istikbal eder; Ehli ilmi ziyaret eden, beni
ziyaret etmiş olur; Ehli ilimle oturan benimle oturmuş olur. Benimle oturan da;
Rabbimle oturmuş gibidir.3 buyurmuşlardır.
Buradaki ehli
ilimden maksat; İlmi ile amil, ahlaki Resul ile kâmil, irfanıyla Hakk’a vasıl
kimselerdir.
ŞEMS’İN GÜZEL SÖZ VE SOHBETLERİ TEVHİD
Bir
gün bir topluluk Mevlana Şemseddin Hazretle rinden:
“Tevhit
nedir?” Diye sordular. Şemseddin:
“Şeyh’ten öyle bir şey sormak bidattir.
Tevhit; Her şeyin ALLAH’tan ve her şeyin ALLAH ile kaim olduğunu ve her şeyin yine ALLAH’a döneceğini bilmendir. Her şeyin ALLAH’a ait olduğu Kur’anı kerimde:
“Göklerin, yerin ve
içlerinde ne varsa hepsinin mülkü tasarrufu ALLAH’ındır. O her şeye hakkiyle
kadirdir.” [4]
Ayetiyle;
Her
şeyin ALLAH’tan olduğu:
“Size ulaşan her
nimet ALLAH’tandır.” [5]
“Sana gelen her
iyilik ALLAH’tandır.” [6]
Ayetleriyle;
Her
şeyin ALLAH ile kaim olduğu:
“Göğün ve yerin, O’nun
emriyle durması da yine O’nun ayetlerindendir.” [7]
Ayetiyle;
Her
şeyin ALLAH’a döndüğü:
“Göklerde ne var,
yerde ne varsa hepsi ALLAH’ın. Bütün işler ancak ALLAH’a döndürülür.”
[8]
“Hani karşılaştığınız
zaman ALLAH onları gözlerinizde az gösteriyor, sizi de onların gözlerinde
azaltıyordu. Çünkü ALLAH işlenmesi gereken emri yerine getirecekti. Bütün işler
ancak ALLAH’a dondurulur.” [9]
“Onların
önlerindekini de, arkalarındakileri de bilir O. Bütün isler ancak ALLAH’a
döndürülür.” [10]
“Göklerin ve yerin
(sırrı) gaybı ALLAH’ındır. Her işi O’na döndürülür.” [11]
“Göklerin, yerin ve
aralarında ne varsa hepsinin mülkü tasarrufu ALLAH’ındır. Son dönüş de ancak O’na
dır.” [12]
“Göklerde ne var,
yerde ne varsa O’nundur. O’nun şanı çok yüce, (burhanı) çok büyüktür.”
[13]
“Gökleri ve yeri,
Hakkın ikamesine sebep olarak O yarattı, size suret verdi, hem suretlerinizi de
güzel yaptı. Dönüş ancak O’na dır.” [14]
Ayetleriyle sabittir.
Kim
kendinin sonradan olduğunu bilirse; Rabbisini
kadimliği ile. Kim kendini cefa ile bilirse; Rabbisini vefa ile... Kim kendi
vücudunu hata bilirse; Rabbisini ata (vergi- ihsan) ile bilir ve tanır.” [15]
Diye cevap vermiştir.
Bir gün,
Şemseddin Mevlana’nın medresesinde bilgiler saçıyordu. Dedi ki:
“Her şeyden arî duru ve yüce olan ALLAH bütün mahlûklardan üç şey istedi: Birincisi; Buyruk tutmak, İkincisi; İş
beğendirmek, Üçüncüsü de; Yanında tutmak. Buyruk tutmak, İbadet demektir; iş
beğendirmek, Kulluktur; Yanında tutmak da, Marifettir.
İnsanlara
yük olma, onların yükünü çek ve onlardan tamahını kes, kendi tamahını onların
önüne koy. Onlar zenginliği isterlerse sen fakirliği, onlar izzeti isterlerse,
sen zillet iste.”
ARİFLERİN ALAMETİ HİKMET VE SIRLARI
Yine
bir gün:
“Arifin
alameti nedir?” Diye soruldu. O:
“Arifin alameti, Dost’un zikrinden geri
kalmamak ve O’nun dostluğuna doymamaktır. Rıza sofrasında, yakin ağzına giren
zikirden daha tatlı bir yemek yoktur.
Arifin
alameti üçtür; kalbin fikirle, tenin hizmetle, gözün yakınlıkla meşgul
olmasıdır.
Yine
şunlarda arifin alametleridir; Onun nazarında dünyanın önemi, ahiretin eseri, ALLAH’ın bedeli olmaz.
İlim üç şeydir; Zikreden dil, şükreden kalp,
sabreden ten.
Bütün
canlar bedenden susuz olarak çıkıp ayrılırlar, yalnız yüce ALLAH’ı anan kişinin cani susuz değildir.
İlim
olmayan bir vücut, susuz bir şehir; Perhiz olmayan bir vücut, meyvesiz bir
ağaç.
Utanma
olmayan bir vücut, içinde tuz bulunmayan bir tencere.
Ceht
ve gayreti olmayan bir vücut, bir efendiye ihtiyacı olmayan bir kul, sahipsiz
bir köle gibidir.
Dört
şey azizdir:
Fakirlerin
yüküne tahammül eden zengin,
Nafakasına
kanaat eden fakir,
Sadır
olan (işlenen) günahtan korkan günahkâr,
Men
edilen şeylerden perhiz eden bilgin,
İlimden
fayda, amelden afiyet, sözden nasihat gerektir,
Dünyayı
isteyen kimse için kazanmak ve ticaret yapmaktan,
Ahireti
isteyen kimse de, itaat ve hizmetten,
ALLAH’ı isteyen kimse için bela
ve mihnetten,
İlmi
isteyen kimse için de; Zillet ve gurbetten başka çare yoktur.”
HAKK’IN DOSTUNUN DOSTU
HİKMET VE SIRLARI
Günler
yine sohbet, SEMA,
istiğrak ve murakabe ile geçiyordu. Mehtabın ortalığı gümüşi ışıklarla
aydınlattığı güzel bir yaz gecesi idi. Şems ve Mevlana Medresenin damında
saatlerden beri Hak sohbeti ediyorlardı. Herkes, bütün şehir çoktan uyumuştu.
Bir ara Şems-i Tebrizi uyuyanları kastederek
Mevlana’ya : “Bunlar ölü gibi yatıyorlar. ALLAH’tan gafiller.
Bizim
bu Kadir gecemizin rahmetinden nasipsiz kalmamaları için bunları diriltmeni istiyorum.” Dedi.
Hüdavendigar
hemen yüzünü Kıbleye cevirdi. “Ey, yerlerin ve göklerin Sultanı! Şemseddin’in
tertemiz olan sırrının hürmetine bunlara bir uyanıklık ver.” diye niyaz
etti.
Güzel
sakin yaz gecesi birdenbire karıştı. Ayın üzerini kocaman bir bulut örttü.
Nerden geldiği belli olmayan bir rüzgâr çıktı. Gök gürlemeğe, şimşekler çakmaya
başladı. Gürültü ve yağmura uyanan halk korku ve dualarla içeri kaçtı.
Bir
gün de Şems-i Tebrizi Medresenin kapısında oturuyordu. Yoldan bir cellât geçti.
Şems yanındakilere: “Bu adam Velidir” buyurdu. Duyanlar :
“Aman
nasıl olur? O cellâttır. “ Dediler. Şems: “Evet” dedi, “Bir
Veli öldürdü, onu beden zindanından kurtardığı için Veli kendisine velayetini
bağışladı.”
Cellât
ertesi gün tövbe etmiş ibadete başlamıştı.
Şems-i
Tebrizi: “Biz, insanın içine, içindeki sırra bakarız. O zahirde kusur edici ise
de batında, gizli olan ihlâs cevheri sayesinde düzelten bir kişidir”
buyurdu.
Yine
buyururdu ki: “ALLAH’ın elçisi Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’den sonra Mevlana gibi söz söyleyen bir kimse gelmemiştir. ALLAH’a yemin ederim ki, ben, Mevlana Hüdavendigarı
tanımaktan acizim. Bu sözümde hiç tekellüf yok. Bana her gün onun halinden ve
fiilinden bir gün evvel mevcut olmayan şeyler malum oluyor. Bir kimse ona ne
kadar sevgi gösterirse ALLAH’a o nispette yaklaşır.
Hakkın dostunun dostu ALLAH Velisi olur.”
Bir
gün de bir sohbet esnasında dedi ki: “Şeyh Hariri’ye, senin müritlerin farzları
yerine getirmiyorlar, sen de onları ikaz etmiyorsun” diye tariz
ettiler. Hariri cevap verdi: “ALLAH’ın ve
elçisinin sözünü bilip itaat etmeyen bizim sözümüzü mü dinleyecek?”
Sonra gülerek ilave etti: “Eğer namaz kilsalar, farzları yerine
getirseler zaten o taat onları kurtarır ve bana ihtiyaçları kalmaz. Onlar benim
eteğimi tuttular ki ben de onları kurtarayım.” Hz. Şems bunu
anlattıktan sonra şöyle devam etti: “Hariri açık konuştu, fakat o bunu yapamaz.
Çünkü onun makamı değildir. Fakat Mevlana Celaleddin açık söylemiyorsa da SEMA etmekle: Bana uyanları kusur ve eksiklikleriyle
kurtarabilen Velilerdenim demek istiyor.”
Ah,
aziz ve biricik Mevlana’m! Hz. Şems’in bu müjdesi ile insan: “Güç
yolların sonuna gelmiş, kendi ehlime yolu kolaylaştırmışım.”
buyurduğunu nasıl hatırlamaz.
Vefa Hakkı İçin
Mevlana
insanlık için bir fedai idi, hiç bir halükarda kendisi için bir şey ümit
etmeyen gerçek insanlık aşıkı idi. Güneş gibi ortalığı aydınlattı, mehtap gibi
karanlık yollara ışık saçtı.
Bir
akşam Siraceddin Tatari’nin evine misafir olmuştu. “Sen yat, benimle ilgilenme,”
demiş namaza durmuştu. Bu namaz bütün gece devam etmişti. Siraceddin,
Hüdavendigar’la ilgilenmeden olamıyor, şimdi bitirdi, şimdi bitirecek diye
yatağında dönüp duruyordu. Nihayet sabah oldu. Üzüntü ile neden dinlenmediğini
soran Siraceddin’e, Mevlana su cevabi verdi:
“Biz de uyursak bu kadar uyuyana kim deva
eder?”
Şems-i
Tebrizi’nin aşkı, dostluğu zaten insanlar için vergili olan Mevlana’yı işte bu
hale getirmişti.. Evinde : “Bugün yiyecek bir şey yok” sözü
edilse : “Hamdolsun evimiz bugün Peygamberimizin evine benziyor” derdi.
Sık sık : “Sinemde öyle bir ejder vardır ki, gıdaya tahammül etmez”
buyururdu. Bununla az yemenin mide ve ruha faydasını belirtirdi. Evde eksik bir
şey olmadığı söylenirse : “Bu evden Firavun kokusu geliyor”
cevabini verirdi.
Can
sıkıntısından şikâyet edenlere : “Dünyanın bütün can sıkıntısı bu dünyaya
gönül vermenin neticesidir. Dünyadan azat olduğun gün, gördüğün her rengin,
tattığın her zevkin kalmayacağını bildiğin an, can sıkıntısından kurtulursun”
buyururdu.
Dervişlere,
ağyar ile oturmamalarını tembih ederdi. “Kim
ki âşık değildir, ağyar odur. Kim ki âşık değildir ölüdür, buz gibi soğuktur,”
diyerek ağyarı tarif eder ve insanı yolundan alıkoyacağını anlatırdı. “Ruhun
gıdasından oruç tutmak haramdır.” derdi. Ruhun gıdası elbette ki maneviyattı,
maneviyatla mücehhez insandı.
Mevlana,
hayatı boyunca vefaya verdiği kıymeti bildirmek maksadıyla; “VEFA
HAKKI İÇİN” diyerek yemin ederdi. Bazen istiğrakı o dereceye varırdı ki
yolda giderken pabucu çamura batsa farkında olmayarak onu orada bırakır
yürürdü.
Mevlana’nın
büyüklük ve sırlarına kimin aklı yetebilirdi? Mevlana’yı görebilmek, tabii
zahirini değil batınını görebilmek, için Şems olmak gerekiyordu.
Hz.
Şems’ten sonra Selahaddin-i Zerkubi Mevlana’nın gönül durağı oldu. Mevlana
aşkıyla çok sevdiğimiz Selahaddin-i Zerkubi ve ondan sonra yerini alan Hüsameddin
Çelebinin hayatlarının ayrıca yazacağımız için burada, bu iç içe olan, asla
birbirinden ayrısı gayrısı olmayan manevi büyükleri birkaç cümle ile
selamlayalım:
Selahaddin-i
Zerkubi aşkı ve cezbesi ile Mevlana’nın gönlünü kazanmış bir aziz idi. Mevlana,
Medresenin idaresini ve irşat vazifesini ona vermişti. Lakin Konyalılar birinden
kurtulduk şimdi de bu çıktı diye ona da düşmanlığa başlamışlardı. Hakkındaki
lafları, dedikoduları duyan azizler azizi Selahaddin ise sükûnet ve tevekkülle
şöyle diyordu:
“Ben
Mevlana’ya ayna olan bir suretten başka bir şey değilim. Mevlana bende kendi
yüzünü görüyor. Mevlana kendi güzel yüzüne âşıktır, yoksa başkasına âşıktır
sanmayın.”
Ah,
dünya halkının çoğu aşkı ve Velileri anlamaktan ne kadar acizdir. Doğrusu
anlamamakta da mazurdur. Bu ezeli sevda nasibi olmayanlar için kendi kendini
anlaşılmamaya mahkûm etmiştir.. Bunun için Mevlana : “Herkes suret gözüyle bizi nasıl
görecek? Biz, Kibriya’nın su ve balçık içindeki nuruyuz” buyurur. Özlü
kelamıyla yücelik âlemine işaret eder.
Simdi
şu ibretli vakayı da Şemseddin-i Mardini’den dinleyelim : “Bir gece Peygamberimizi rüyada
görmüştüm. Huzuruna varıp selam verdim. Mübarek yüzünü çevirdi. Ben, döndüğü
tarafa gittim. Yine yüzünü aksi tarafa cevirdi. Dayanamayıp ağlayarak : “Ey, ALLAH’ın Elçisi! Senelerdir inayet ve şefkatine nail
olmak için çalıştım. Şimdi bu mahrumiyetime sebep nedir acaba?” diye
sordum. Peygamberimiz: “Kardeşlerimize
inkâr gözüyle bakıyorsun. Bu hareketin bütün günahlardan kötüdür. Bahusus bizim
can çocuğumuz olan Mevlana’yı inkâr ediyorsun” buyurdu.
Şemseddin-i
Mardini dehşetle uyandığı bu rüyadan sonra tövbe etti. Hüdavendigar’ın
bendeleri arasına dâhil oldu.
Bir
gün Mevlana SEMA
ediyor, VECD
ve istiğrakla : “Hiç bir şey görmedim ki Hakki onda müşahede etmiş olmayayım”
diye tekrarlıyordu. Mecliste bulunan bir derviş nara atarak:
“Ya
Mevlana! Yaptığım küstahlık ise de mestin kusuruna bakılmaz, müsaade buyrulursa
bir şey arz edeceğim, dedi. ALLAH için böyle
söylemek doğru mudur? Cenabı Hak mazruf ve muhat olamaz.”
Mevlana,
derhal cevap verdi:
“Ey,
derviş! Evet, sen mestsin, fakat biz de mest-i huşyarız. Söylediğimiz söz doğru
olmasaydı söylenmezdi. Eğer zarf mazrufun gayrı olsaydı o zaman ALLAH’a eksiklik atfedilmiş olur, itirazın haklı
olurdu. Nitekim âlem-i sıfat, âlem-i zat’ın zarfı olduğu için ikisi de birdir.
Ayrı gayrı değildir. Mademki bu iki gözüken, hakikatte birdir, o halde ALLAH’ın iç ve dışı çevrelemesinde eksiklik nasıl
olur? O, bütün eşyayı çevreleyicidir. Herşeyin ayakta durması Vacib-ül Vücudun
varlığı iledir. ALLAH dâhili de harici de
muhittir. Zarf da mazruf da O’dur. Nitekim Kur’anda “O
herseyi çevreleyicidir.” buyrulmuştur..
Mevlana’nın bu sözleri dervişi irşada kâfi
geldi. Derhal secdeye kapandı.
Biz
şimdi bu bahsi geçerken çok sevdiğimiz şu Hakikat şiirini hatırlıyoruz:
Ben bilmez idim gizli ayan hep sen imişsin
Tenlerde
vü canlarda nihan hep sen imişsin
Senden
bu cihan içre nişan isteridim ben
Ahir
bunu bildim ki cihan hep sen imişsin[16]
“VELİLER KUBBELERİMİN ALTINDADIR”
HİKMET VE SIRLARI
Şu
vakayı da Hüdavendigar’ın aziz hanımı Kira Hatundan dinleyelim:
“Bir
gece Mevlana hazretleri ortadan kayboldu. Hâlbuki bütün kapılar kapalı idi. Her
tarafı aradıktan sonra bir müddet uyudum ve birdenbire uyandım. Hüdavendigar’ın
teheccüd namazına durmuş olduğunu gördüm. Selam verdikten sonra yanına giderek
baş koydum. Mübarek ayaklarını kucağıma aldım, ovmağa başladım. Ayak parmakları
arasında kumlar vardı. Araştırınca ayakkabılarının da kumlarla dolu olduğunu
gördüm. Dayanamayıp korku ile bu hali kendisinden sordum. Mevlana: Hicaz
kumudur, Kâbe-i Muazzama’da bizim sevgimizden bahseden gönül sahibi bir derviş
vardı. Onunla görüşmeye gittim, buyurdu. Bu kumların hepsini topladım. Bir
miktarını Mevlana’nın bendesi Gürcü Hatuna gönderdim.”
Bir
gün Şeyh Sadreddin-i Konevi Hanikahında talebelerine Hadis dersini veriyordu.
Birden bire Mevlana kapıdan içeri girdi. Şeyh susarak o günkü dersi Mevlana’nın
tamamlamasını rica etti. Mevlana söze başlar başlamaz o kadar işitilmedik
manalar açıkladı ki meclistekiler şaşakaldılar. Sadreddin-i Konevi’nin içinden
ise, “Acaba söylediği gibi midir? Bunları bilmiyorduk” diye geçti. O
gece Sadreddin-i Konevi Peygamberimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’i manada
gördü. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Hankahın başköşesinde oturmuştu.
Sadreddin-i Konevi’ye hitap ediyor : “Mevlana’nın buyurdukları doğrudur, maksadımı
anlatmıştır” diyordu. Ertesi sabah Şeyh Sadreddin gördüklerini
dervişlere müjdeye hazırlanırken, yine Mevlana ansızın Hankaha geldi, başköşeye
oturdu ve şu Ayeti okudu : “Biz seni şahit
olarak ve sırrımızın hakikatini müjdelemen için gönderdik.” [17]Sonra
: “Öyle
adil bir şahidin şahitliği makbuldür” buyurdu.
Bir
toplantıda da âşıkların Mevlana’sından, “Veliler Kubbelerimin altındadır, onları
benden başkası bilmez” buyrulmasının manası sorulmuştu. Buyurdu ki: “Kubbelerden
maksat Velilerin huylarıdır. Halkın hoşuna gitmesin ve tanınmasınlar diye
onların şeriata aykırı, tiksinilen hareketleri olabilir. Onlar bu kubbeler
altında gizli kalırlar. Eğer o kötü kubbeleri olmasaydı dünyada kalmazlar, çabucak
ölürler veya abdallara, gayblara karışırlardı. İnsanların iyiliği ve dünyanın
ayakta durması için ALLAH onları ayıpların
kubbeleri altında tutar. Sırlardan nasibiniz olmadığından dolayı o ayıplara
takılıp onları inkâr ederseniz kendinizi zahmete ve mahva sürüklemiş olursunuz.
ALLAH inayetinin eriştiği kul o ayıp kubbeleri
altındakileri anlar, itiraz etmez ve onlardan yüz çevirmezse, bakır vücudu
altın olur, iksir-i azama yol bulur.”
Mevlana,
ALLAH-ü
Teâlâ’nın yarattığı bütün mahlûkata merhamet sahibi idi. Bir gün Nefisüddin Sivasi’ye
bir kuruş verip ekmek aldırdı. Ekmeği eline alıp bir viraneye gitti. Nefisüddin
de gizlice onu takibe başladı. Sonunda, Mevlana’nın o ekmeği yeni yavrulamış
bir köpeğe kendi elleriyle yedirdiğini gördü. Mevlana dönüşünde, Nefisüddin’in
kendisini takib ettiğini anlayıp; “Bu hayvan yedi gündür açtır ve yavrularına
şefkatle bakmış ve hiç yanlarından ayrılmamıştır. Resulullah efendimiz bir
hadis-i şeriflerinde; “Merhametlilerin en büyüğü olan
ALLAH-ü Teâlâ,
kullarından merhametli olanlara merhamet eder. Ey ümmet ve Ashabım! Siz de O’nun
yarattıklarına merhamet ediniz ki, size de sema ehli merhamet etsin”[18]
buyurmuştur” dedi. Nefisüddin bu sözler üzerine ağlayarak Mevlana’nın
ellerini öptü ve “Hayvanlara bile bu kadar merhametli olan siz, tabiatıyla ahbap ve
dostlarınıza da merhamet edersiniz” dedi. Bunun üzerine Mevlana; “Evliyaullahın
merhameti pek çoktur; bütün mahlûkata ve ahbaplarına da şüphesiz merhamet eder”
buyurdu.
Görünen Kaza
Mevlana
daima dostlarına : “ALLAH sizi görünen kazadan saklasın”
diye dua ederdi. Bir gün bunun manasını sordular.
Buyurdu
ki : “Görünen kaza, ağyar ve sizden olmayanlarla sohbettir. Gerçekten sohbet
azizdir. Bunun için kendi cinsinizden başkası ile sohbet etmeyin.. İnsanoğlunun
yükselme alameti Velilerle, Hak sevgilileriyle sohbet etmesidir.”
Bir
gün de birisi huzurda malının azlığından şikâyet ediyordu. Mevlana : “Git,
beni düşman kabul et, sevme de dünya nimetlerini elde edesin” dedi.
Adam şaşkınlık ve utançla:
“Nasıl
olur, yapamam” diye kekeledi. Mevlana cevap verdi:
“O
halde fakirliğe sabrette bolluğa kavuş.”
Pervane’nin
evinde bir gün dostlar toplanmış SEMA ediyorlardı. Hüdavendigar VECD ve
istiğrak içinde idi. Seyyid Şerafeddin ise Pervane’yi bir kenara çekmiş Mevlana’nın
aleyhinde bulunuyor, Pervane de isteksiz isteksiz dinliyordu. Sultan Mevlana
birdenbire olduğu yerden şu gazele başladı:
“Düşmanın
söylediği hezeyanları kalbimle işittim. Tasarladıklarını da bildim. Ayağımı
onun kopeği ısırıp bana cefalar etti. Ben kopek gibi onu ısıracağıma kendi
dudağımı ısırırım.”
Pervane
hemen Seyyid Şerafeddin’in yanından uzaklaşmış ve tövbeye koyulmuştu...
Mevlana
: “Ey,
Hakkin Velilerini Haktan ayrı sayan kimse, sen, Veliler için iyi bir zan
beslesen ne olur?” buyuruyordu. Hakkın Velisi Hakla gören, Hakla
işiten, Hakla işleyendi. Hakkın Velisi Hakta yok olmuş, Hak olmuştu.
ÂŞIKLARIN NAMAZININ HİKMET VE SIRLARI
Bir
gece Mevlana, Çelebi’nin evine gitmişti. Soğuk karlı bir kış gecesi idi.
Evlerin damlarından saçak saçak buzlar sarkıyordu. Çelebinin ışıklarının
dinlendirilmiş olduğunu görerek kendini duyurmadı; geri de dönmedi. Dakikalar
geçiyor, saatler ilerliyordu. Mevlana kapıda kar altında idi ve bekliyordu.
Aşkın,
sabrın, vefanın timsali olarak kıpırdamıyordu. Neden sonra horozlar öterken
Hüsameddin Çelebi’nin ışığı parladı. Mevlana da kendini haber verdi. Kapıyı
açan Celebi, âşıklar sultaninin mübarek başı üzerinde kar yığınlarından kocaman
bir külah meydana geldiğini görerek gözyaşlarıyla secdeye kapandı.
“Aşk,
hakk’ın sıfatıdır” buyuran. “Aşk
seriati bütün dinlerden ayrıdır. Âşıkların şeriati de mezhebi de ALLAH’tır” diye seslenen Mevlana’nın hali ve
tutumu işte böyle idi. Aşk uğruna yaratılıp[19] aşk
uğruna dönen dünyada da Hz. Şems’ten sonra Şeyh Selahaddin, ondan sonra da
Çelebi Hüsameddin gibi Veliler, aşk ve anlayışları ile kendisine hemdem
olmuşlardı.
Bazı
geceler SEMA
meclislerinin uzun sürmesinden guyendeler, ertesi sabahki toplantılara geç
kalırlardı. Onların gecikmesi ile Mevlana da SEMA etmez, “Mademki âşıkların namazını
kılmıyoruz, kuşluk namazını kılalım” der. Mutrıp gelinceye kadar namaza
devam ederdi.
Bir
toplantıda rebap çalınıyordu. Meclistekiler VECD ve istiğrakla dinliyorlardı.
Bir mürit ikindi namazının okunduğunu haber verdi. Mevlana : “O
başka namaz, bu başka namaz” dedi. “Her ikisi de Hakka çağırır.
Birisi insanin zahirini hizmete, öteki batınını ALLAH’ın
sevgi ve marifetine davet eder.”
Mevlana
ilahi bir sebildi. Herkese kendi talebince, kendi kabı miktarınca sevgi
aktarırdı; af ve keremiyle suçları hoş görürdü.
Ne
yazık ki Şems-i Tebrizi’yi çekemeyenlerin arasına Hüdavendigar’ın ikinci oğlu
Alâeddin’in de adı karışmıştı. Sonra Alâeddin çok geçmeden vefat etti. Bir
zaman sonra babası Sultan-ul Ulemanın kabrini ziyarete giden Mevlana, oğlunun
mezarına şu beyti yazdı:
“Eğer
senin merhametini yalnız iyilerin ümit etmesi lazımsa mücrimler kime sığınsınlar?
Ey, kerim olan ALLAH! Eğer sen yalnız iyileri
kabul ediyorsan fenalar kime yalvarıp yakarsınlar?”
Evet,
Rabbilalemin olan ALLAH yalnız âşıkların, zahitlerin, abitlerin, bir
kelime ile iyilerin Rabbi değildir ve kimse için ümitsizlik yoktur. Bunu yüce
Mevlana bu beyti ile ne arifane açıklamıştır.
Bir
gece de namaz kılarken bir hırsız halısını çalmıştı. Mevlana için namaz Miraç’tı
ve pek tabii, hırsız işini kolayca görmüştü. Fakat namazda olmasa da ne fark
ederdi. Nitekim pazarda halıyı satarken yakalanan hırsız huzura getirildiğinde,
Mevlana : “İhtiyacı için yapmıştır, mazur görün, artık halı kendisinindir”
demişti.
İşte
Mevlana’nın ahlaki buydu, af ve rahmet deryası idi. Suçlular o ummanda yıkanıp
arınmakta idi.
Bir
mecliste dervişin biri : “Arif: kime derler?” diye
sormuştu. Mevlana buyurdu ki : “Arif, meşrebini bulandırmayan kimsedir.
Çünkü arif değişmez ve ona gelen her bulanıklık durulur.”
Nitekim
Mevlana bir beytinde de şöyle sesleniyordu:
Akan suda çör çöp nasıl bulunabilir?
Ey,
can, canda, ruhta kir nasıl yer edinebilir?
Bir
gün canların Mevlana’sı dostlarına yine bilgiler saçıyordu. Yaranını
Peygamberin sünnet ve farzlarını yerine getirmeye teşvik ediyordu. Buyurdu ki :
“Peygamberimiz
efendimiz Sıddık-i Ekber ile birlikte gazaya gitmişlerdi. Bir kaleyi kuşatmış,
fethetmeye savaşıyorlardı. Kalenin alınması uzadı. Sıddık-i Ekber askere:
ibadetinize dikkat ediniz, farzların ve sünnetlerin en ince noktalarından
birini kaçırmış olmayasınız, dedi. Ashap düşündükleri vakit akşam namazı için
abdest alırken misvak kullanmayı unuttuklarını hatırladılar. O sabah abdest
alırken misvak kullanmayı ihmal etmediler. Namazdan sonra, Yahudilerin elinde
bulunan kaleyi almak için hücuma geçtiler. Kuşluk vaktine doğru muvaffak
oldular. İşte bunun gibi istiyorum ki takatiniz oldukça tam bir itaat ile
ibadete koyulun. Peygamberin sünnetlerinden en ince bir noktayı bile ihmal
etmeyin ki zahirde olduğu gibi, batında da nefs-i emare kalesini zapt
edebilesiniz.”
Aynı
mevzudaki sohbetlerinin birinde de şöyle buyurmuştu : “Namazla meşgul olan her kulun
gayb âleminden istediği her şey hâsıl olur. Gökte uçan kuşların, yerde otlayan
hayvanların tuzağa düşmelerinin sebebi tesbihi terk etmeleridir. Uçan kuşlar
dam üzerinde ibadetlerini yapmadan geçtikleri için bir tuzağa düşüp yakalanırlar.”
Mevlana
yine buyururdu ki : “Bizim ALLAH’ımız
‘Secde et ki ALLAH’ın yakınlarından olasın.’[20] Buyurmuştur. Bedenlerimizin secdesi
ruhlarımızın Hakka yaklaşmasına sebep olur. Eğer bu viran hapishaneden kurtulmak
isterseniz dosta isyan edici olmayın, secde edin, yakınlarından olun.”
Yüce
sultan, altı yerde dünya sözü ile meşgul olmanın otuz senelik makbul ibadeti
batıl edeceğini tekrar eder, o altı yeri şöyle sıralardı : “Mescitte,
ilim meclisinde, cenaze merasiminde, mezarlıkta, ezan vaktinde ve Kur’an okunurken”
VAHYİN İLK GELİŞ – HIRA MAĞRASINDA MÜTHİŞ ANIN
Levlake levlak ufkunun
nurlandırıcısı güneşi Cenab-ı Ahmed (S:A:V)’in yaşları kırka doğru
ilerlemekteyken zaman ırmağı aka aka tam Ramazan’ın tam 17 nci gününe kadar
gelmiş. Allah’ın Rasulü yine Hira dağındaki mağarada idi ki ilk vahiy geldi.
Bir gece evvel rüyalarında
muazzam bir şekil, bir eda, bir ışık, bir heybet, bir renk görmüşlerdir. Bu
namus-ul ekber sıfatlı Cebrail’dir. Rasullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
için korkulu bir an ve gece idi.
İlk ayet geldiğinde ise
Cebrail (aleyhisselâm) “İkra” “Oku”[21]
diyordu. “İkra bismirabbikellezi halak” “Yaradan rabbinin
adıyla oku”[22]
“O, insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku. Rabbin nihayetsiz kerem
sahibidir. Ki kalemle (yazı yazmayı)öğreten odur. İnsana bilmediğini O öğretti”[23]
Sahilsiz bir deniz
ortasında ayağını basacağı ne bir tekne, ne bir sal var. Yapayalnız ve sadece
meçhul bir istikamete doğru bir nur ağı içinde yol alıyorlar. Neler hissedip,
neler duyduğunu tasavvur ediniz ve çektiği ıstırabın büyüklüğünü görünüz. Bu
hal tam üç yıl devam etti, üç yıl vahiy gelmedi ve üç yıl berzah hayatı
yaşadılar.[24]
Teessürlerinin hayale
sığmaz çapta derin, namütenahi derin olduğu şuradan belli ki, başvurdukları
uzlet köşelerinde, dağ başlarında, kuytu yerlerde mağara içlerinde ilahi
hitabın tecellisine zemin arayıp duruyorlar. Bulamadıkları an, dehşetten
kendilerini kaybedecek hale geliyorlar.
Mukaddes başlarında duman
duman tüten ıstırap, gönüllerinde çağlayan hicran ırmakları ve gözlerinden akan
acı yaşlar. Tecellilerin en parlağından sonra ondan mahrum hayatı, çekilmez ve
taşınmaz bir yük görüyorlar ve parça parça olmak istiyorlar ama gene de
kendisini dimdik tutmaya çalışıyordu yüce sultan.
Üç yıl evvel gelen nebilikten
sonra işte 43 yaşında. O Kevser havuzunun sahibi Resul olmuştur. İnsan ve cin,
görünen ve görünmeyen bütün akıl sahibi mahlûklara memur buyrulmuşlardır. Artık
cihan başka cihandır. Artık zaman başka zamandır. Artık âlem bütün zaman ve
mekânın kurtarıcısına kavuşmuştur.
HZ. MEVLANA’DA ÇİLLENİN
HİKMET VE SIRLARI
Ber derem sakin şev-ü
bihane baş
Da’vi-i şem’i mekün
pervane baş
Ta bibini çaşni-i zindegi
Saltanat bini nehan der bendegî
-Hz. Mevlâna-
(Gel karşımda otur, ev
derdinden kurtul! Şemalık davasından vazgeç, pervane olmağa bak! Ta ki,
diriliğin tadını alasın ve bendelikteki sultanlığa eresin!)
Gönüller Sultanı Hz. Mevlana, Sulatan-ı Enbiya (salla’llâhü aleyhi
ve sellem)’e ne kadar çok benzemeye çalışmıştır ki; Rasullulah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’e gelen ilk vahiyden sonra geçen üç yıllık süre kadar çile
çıkardığı rivayet ediliyor.
Sultanul
ulema ile başlayan Burhaneddin Muhakkik Tirmizi ile devam eden Hz. Mevlana ve
Hz. Şems ile devam eden çile hayatı Riyazet,
diye, ‘oruç’, ‘perhiz’, ‘inziva’, ‘halvet’,
‘itikâf
uzlet’, ‘tecerrüt’ gibi usullerle nefsi terbiye etmeğe denilirdi;
bunlardan her birinin muayyen usulü, muayyen zamanı, muayyen şartları vardı.
Hakikate ermenin ancak ilme ve irfana bağlı bir akıl işi olmayıp, nefsi terbiye
sayesinde elde edilecek keşif ve ilham yoluyla da tahsili kabil bir seziş işi
olduğuna inanma, riyazet usullerinin ihdasına amil olmuştur.
Halvet:
Rasulullah efendimiz Hz. Ali ile birlikte bir gün kapısı kapalı bir odada
yalnız ve kendi başlarına oldukları bir sırada bunu ona telkin etmiştir.
Halvet, yalnız baş başa kalmak demektir.
Bütün
tarikatlar onlara müteselsil olmuştur. Hz. Risaletpenah, İmam-ı Ali (k.v) ye
şöyle buyurmuştur:
“Ali
bendendir.
Ben Ali’denim.”
Ya
Ali! Harun Musa’ya ne idiyse sen de bana osun ve öylesin. Ben, ilminşehri ve
Ali onun kapısıdır.
Çille:
tabiri, belki de, acemce kırk demek olan çel = çehl lafzından gelmedir ve Erba’in
çıkarma, yani kırk gün dünyadan el çekme anlamınadır. Fakat mevlevi çillesi,
kırk gün değil, tam bin bir gün sürerdi. Tarikatin kuruluşu bahsinde temas
ettiğimiz Çeltenan = Kırklar tabiri de bu çillenin aslı ve kökü olabilir ve
herhalde çok sonraları kullanılmağa başlanmıştır.
Tasavvuf
mensuplarının büyük bir değer verdikleri, hakikate ermek için kestirme
yollardan biri saydıkları Çile ve riyazetin ve onun çeşitlerinden olan inziva,
i’tikaf, halvet, uzlet, oruç, tecerrüd vesairenin tasavvuf yönünden önemi
büyüktür.
Hz.
Mevlana’nın, birçok defalar yalnız başına veya Şems-i Tebrizi ile veya daha
başka bir hemdemi ile bir yere kapanarak Halvet çıkardığı, Konya’da hala
mevcud Çille hane denilen bir mağaradan, hatta Menakibcilerin rivayetine
bakılırsa, bir hamamdan, bir külhandan haftalarca çıkmadığı olurmuş. Lakin bu
halvetler de bir metoda bağlı değildi.
Başka
bir rivayete göre, Hz. Mevlana’nın bütün hayatı müddetince yaptığı halvetlerin
ve itikâfların topyekûn müddeti bin bir gün tutmaktadır. Matbah-ı Şerifte bin
bir gün çile çıkarmak esası da buradan alınmış.
Hz.
Mevlana’nın bütün hayatı boyunca yaptığı halvetlerin ve i’tikafların topyekûn
tutarı olarak kabul edildiği gibi, Allah’ın bin bir isminin her biri için bir
günlük zikir olarak telakki edenler de vardı.
Zikir:
Allah’ın isimlerinden birini veya bir kaçını tekrarlamak demektir. Bu
tekrarlayış tarikatlerin hemen hepsinde aleni ve cehridir, lakin Halidelik gibi
bazı nadir tarikatlarda batıni ve kalbidir. Zikir ederken bazı tarikat ehli, oturur, sakin ve vakur bir eda ile
zikreder, bazıları ayakta ve hareketleri ve devirleri tefrik eder, hatta
Bedevilerde olduğu gibi, bir kısmında bir kaçı der top olarak büyük heyecanlar
gösterir. Zikir etmeğe Evrad okumak da denilirse de, asıl
evrad, bazı ayet ve duaların bir araya getirilerek tertip olunan En’am gibi
mecmualara denilirdi.
Sohbet:
Hz. Mevlana’nın Şems ile Burhaneddin Tirmizi ve diğer gönül dostlarıyla hemdem
olmasıdır.
Sohbetlerde ya
çileye girenler hususi olarak bir zümre halinde veya topluca ilimden, irfandan,
tarikat esaslarından, tarikat büyüklerinin menkıbelerinden bahsederler yahut tarikata
ait eserlerden şerhler yaparlardı. Sohbetlerin bir de mahrem ve resmi olanları
vardı.
Riyazet:
diye, oruç, perhiz, inziva, halvet, itikâf, uzlet, tecerrüt gibi usullerle
nefsi terbiye etmeğe denilirdi; bunlardan her birinin muayyen usulü, muayyen
zamanı, muayyen şartları vardı. Hakikate ermenin ancak ilme bağlı bir akıl işi
olmayıp, nefsi terbiye sayesinde elde edilecek keşif, ilham ve irfan yoluyla da
tahsili kabil bir seziş işi olduğuna inanma, riyazet usullerinin ihdasına amil
olmuştur.
Kıyafet
(Kisve): dervişleri tanımaya ve birbirinden
ayırmaya yaramakla beraber, edebi ve terbiyeyi istilzam eden resmi cihaz-ı
tarikti. Malum olduğu üzere, eskiden her sınıf halkın kendine mahsus bir
kıyafeti vardı. Bu hususi kıyafetlerin eserlerine mezar taşlarında bile rastlanır.
Bir kıyafeti, bir mezar taşını görmekle sahibinin sanatını, mesleğini ve
içtimai mevkiini tayin ve teşhis etmek kabil olurdu.
Sema:
kişiyi Allah’a yaklaştıran, başka bir âleme sefer eyleyendir. Sema’ı dini
usuller arasına ilk katan Sühreverdi olmuştur. Ledün ilmi âlimleri arasında,
sevgiye mucip olan keyfiyet SEMA’dır. Bu itibarla, bunun Müslümanlıktaki
mevlidi, helal ve mubah oluşuna, vecd ve tevacüdün en kutsal bir şekli
olduğuna dair yüzlerce eser yazılmıştır.
Tarikatlerin,
bu saydığımız altı vasfı, dinin icabı ve peygamberin sünneti olarak kabul
edilirdi; her tarikatta bir takım değişiklikler gösterdiği gibi, zaman zaman
mahalli ve milli tesirler altında, ilmi ve içtimai sebeplerle daima değişir,
dururdu. Her tarikatta bu altı vasıftan her birine verilen kıymet ve önem de
aynı değildi; bazılarında zikir, bazılarında riyazet, bazılarında sema ve
bazılarında sohbet ön plana alınmıştı; bazılarında, mesela, Melamilerde hususi
bir kıyafet bile yoktu.
Mevlevilikte
tarikatlara has altı vasfın altısı da mevcuddu ve her biri aşağı yukarı aynı
ehemmiyetteydi. Hz. Mevlana, Menakiblerden anlaşıldığına göre, bu altı vasıftan
her birini uygulamış, lakin mutad ve muntazam bir usul takip etmemiştir.
Tirmiz’li
Bürhaneddin ve Tebrizli Şemseddin ile vukua gelen mülakat ve sohbetlerinden
sonra, zikirli ve semalı toplantıları sıklaştırmış, aşkını ve vecdini harekete
getiren her hadise karşısında, nerede olursa olsun, zikre ve SEMAya
başlayıvermiştir. Hatta bir gün, kuyumcular çarşısından geçerken, Salahaddin
Zerkubi’nin ritmik darbelerinden neşelenerek hemen oracıkta SEMA’a başladığı
gerçektir.
Mevlana’nın
mübarek hanımı anlatır: “Mevlana bir gün namaza durdu. Sükûnet ve
tevazu içinde tazim ve hürmetle Kur’an-ı Kerim okuyor, bir taraftan da
gözlerinden yaşlar akıtıyordu. Evde bulunanlarla birlikte Mevlana’nın bu halini
görüyor, hayretle ona bakıyorduk. Namazdan sonra her zamanki gibi tespihini
çekip Cenab-ı Hakk’a uzun uzun yalvarıp yakararak duasını yaptı. Onun bu hali
bana çok tesir etti, ağlamaya başladım. Sonra; “Ey Efendi! Dünyada ve ahirette
biz günahkârların ümidi sensin. Bu kadar çok ibadetinle, böyle korkar, ağlar,
yalvarırsan, biz bu tembel halimizle kıyamet gününde ne yaparız?” diye
sordum. Yemin ederek; “ALLAHü Teâlâ’nın
bana verdiği nimetlerin, ihsanların yanında benim yaptığım ibadet, yalvarışlar
ve bütün hareketlerim, ziyade kusur ve nihayetsiz eksiklikten başka bir şey
değildir. Bütün bu korku ve yakarışlarımla; “Ey Kerim olan ALLAH’ım! Benim gibi bir acizin, bir çaresizin kuvveti
ve takati ancak bu kadardır, mazur buyur ya Rabbi!” demek istiyorum.
Yoksa O’na layık bir ibadeti kim yapabilir?” buyurdu.
Cevahirü’l-Esrar
Hz. Mevlana’dan Semanın İlk Şeklini Alması
Bir rivayete
göre, Hicri 699 (Miladi 1270) yılında bir gün, Hz. Mevlana ashab ve yareni ile bir
gezintiye çıkmış. Yanlarında devlet erkânından bazıları da varmış. Karatay
medresesinin önünden geçerken hemen atından inmiş, âdeti olduğu üzere, namazı
vaktinde kılmak için, medresenin camiine girmiş. Fakat daha önce yanındakiler
girerek ihtiram vaziyeti almışlar. Hz. Mevlana girince cemaati, yüksek sesle
selamlamış. Namaz kılınmış, Aşır okunmuş, ismi Celâl ile zikredilmiş. Ondan
sonra Hz. Mevlana bir Nat okunmasını buyurmuş. Bunu neyzenlerin ve
kudümzenlerin ilahileri ve durakları takip etmiş. Hep birlikte SEMA edilmiş.
Fakat daha önce camiinin içi üç defa tavaf edilir gibi dolaşılmış. SEMA’a üç
defa fasıla verilmiş ve her fasılada Hz. Mevlana niyaz vaziyeti alarak hazırunu
selamlamış. En sonunda bir Aşr-i Şerif daha okunmuş. Hz. Mevlana eşrafı hürmetle
anan ve yaşayanlara hayır dualar eden bir dua okumuş ve camiden çıkılmış. İşte
bu hadise, SEMA ayinine, yani Mukabele-i Şerif merasimine esas tutulmuş. Bu rivayetlere
dayanılaraktandır ki, Mevlevî eserlerindeki kronolojilerde şöyle iki kayda
rastlanır:
Halvet-i
Sultan Veled ve Tertîb-i Matbah 654
İbtida-i
Vuku-i Resm-i Mukabele 699
Arzedilen
rivayetlerin ve menkîbelerin hepsi doğru olabilir. Ancak, bunlardan ilham
alarak tarîkati kimlerin bugünkü hale getirdikleri kesin olarak bilinemiyor.
Şimdiye kadarki yazılarımızda görülmüş olduğu üzere, Hüsameddin Çelebi’den
başlayarak gelip geçen ve kendisinde yetki bulan her Mevlevî, Mevlevîliğe bir
şey katmıştır.
Mevlevîliğin
mahiyetini belirtmek için zikir, sohbet ve kıyafetlerini anlatmak ve hususu ile
Mevlevîliği karakterize eden çille ve mukabele keyfiyetlerini tafsil etmek icab
eder; bu maddelerden her birini ayrı ayrı bahislerde konu edineceğiz.
[1] Ali İmran Suresi; Ayet 40
[2] Maide Suresi; Ayet 1
[3] Hakiki
Veçhesiyle Mevlana Mesnevi S: 30
[4] Maide Suresi, Ayet 120
[5] Nahl Suresi; Ayet 53
[6] Nisa Suresi; Ayet 79
[7] Rum Suresi; Ayet 25
1-2-3 Acluni,Keşfu’l
Hafa:2\230
[8] Al-i İmran Suresi; Ayet 109
[9] Enfal Suresi; Ayet 44
[10] Hacc Suresi; Ayet 123
[11] Hud Suresi; Ayet 123
[12] Maide Suresi; Ayet 18
[13] Şura Suresi; Ayet 4
[14] Tegabün Suresi; Ayet 3
[15] Ariflerin Menkibeleri; Sayfa 64
[16] Bu şiir Sultan Veled’in, Türkçesi Semti Dede’nindir
[17] Ahzab Suresi; Ayet 45
[18] Kutüb-i Sitte 1953 - Tirmizi, Birr 16, (1925); Ebü
Dâvud, Edeb 66, (4941)
[19] “Sen
olmasaydın, sen olmasaydın gökleri yaratmazdım” Hadis-i Kutsi. Rabbin
Hz. Muhammed (S.A.V)’e bu hitabı aşk yüzündendir.
[20] Alak Suresi; Ayet 19
[21] Alak suresi; Ayet 1
[22] Alak suresi; Ayet 2
[23] Alak suresi; Ayet 3-4
[24] İlk vahiyden sonra geçen zaman üzerinde rivayetler
muhteliftir. En çok üç yıl en az 15 gün diyenler vardır.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar