Print Friendly and PDF

SEMA OKULU...Yakup Baba (Koyuncu) 4


 

MELEKLERİN, PEYGAMBERLERİN,  SUFİLERİN HAYATTAKİ DENGE SANATI  SEMA HZ.MEVLANA’NIN  KURMUŞ OLDUĞU DEVAM EDEN   SEMA OKULU İRŞAD-ÜS SEMA ADAB VE ERKÂNI HİKMET VE SIRLARI  

DEVAM EDEN  SEMA OKULU

Hazırlayan: Yakup Baba (Koyuncu)

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

1—ŞEMS’IN KAYBOLUŞUNDAN SONRA MEVLANA HİKMET VE SIRLARI    

2—MEVLANA’NIN ŞEMSEDDİN’İ ARAMAK İÇİN ŞAM’A GİTMESİ HİKMET VE SIRLAR

3—HZ.MEVLANA’NIN ŞAM’DAN RUM DİYARINA DÖNÜŞÜ HİKMET VE SIRLARI

4—ŞEMS’İN MEVLANA’NIN OĞLU ALAEDDIN’İ RUH ÂLEMİNDE BAGIŞLAMASI HİKMET VE SIRLARI

5—ŞEMS’IN BAZI HAL VE KERAMETLERİ

6—ALLAH DOSTLARI VELİLERIN SOHBETLERİNİN HİKMET VE SIRLARI

7—ŞEMS’İN GUZEL SÖZ VE SOHBETLERİ TEVHİD

8—ARİFLERİN ALAMETİ HİKMET VE SIRLARI

9—HAKK’IN DOSTUNUN DOSTU HİKMET VE SIRLARI

10— “VELİLER KUBBELERİMİN ALTINDADIR” HİKMET VE SIRLARI

11—ÂŞIKLARIN NAMAZININ HİKMET VE SIRLARI

ŞEMS’IN KAYBOLUŞUNDAN SONRA MEVLANA

HİKMET VE SIRLARI                

Bu olaydan sonra kendine gelen Mevlana:

ALLAH ne dilerse yapar.[1]

Şüphesiz ki ALLAH ne dilerse ona hükmeder.[2]

Bizim bu işte ne katkımız vardır? O, orada sözleşmiş ve kararlaşmış. O, bizim sırrımızın şükranesi olarak başını rehin koymuştu; şüphesiz ALLAH’ın takdiri yerini buldu!” Buyurdular.

ŞİİR

Eğer insan ahdin uhdesinden gelirse;

O senin yaptığın her methin fevkine çıkar.

Bundan sonra Mevlana çok heyecanlar gösterdi. Dostlar ağladılar, VECD’e geldiler. Mevlana’da SEMA’ya ve mersiye gazelleri söylemeye başladı.

Eğer benim kaderim kadar gözüm ağlasaydı

Gece ve gündüz seher vaktine kadar ağlardı.

Şems’i Tebriz’i gitti, O beşerin kendisiyle övündüğü

Hak erine ağlayacak kimse nerede

Eğer bu dünyanın işitme ve görme duygusundan başka bir işitme ve görme duygusu olsaydı ağlardı ilah

Mevlana Şemseddin’in mübarek yüzü uğurlu manası, kızgınlıkla dolu kıskanç gözsüzlerin nazarlarından gizlenince;

Mevlana’nın kararsızlıktan huzuru kaçtı, gece gündüz kararı ve rahatı olmadı. Medresenin balkonunda daima gezinir ve şu rubaileri söylerdi;

Senin aşkından her tarafta bir uykusuzluk var;

Gece senin iki zülfünden amber kokusu saçıyor.

Ey Tebrizli ezel ressamı,

Benim gönlümün karar bulması için her tarafta senin resmini yapıyor.

Yine buyurdu:

  O ebedi dirinin öldüğünü kim söyledi?

Ömür güneşinin söndüğünü kim söyledi?

O güneş düşmanı, dama çıkıp iki gözünü kapadı ve güneş battı.

Yine büyüklerin bulunduğu bir toplantıda:

RUBAI

  Aşk koparanın öldüğünü kim söyledi.?

Cebraili Emin’in keskin bir hançerden öldüğünü kim söyledi?

İblis gibi inatla ölen kimse, Şemsi Tebrizi’nin öldüğünü zanneder

Mevlana Hazretleri bu hadiseden kırk gün sonra başına duman renkli bir sarık sardı ve bir daha beyaz sarık sarmadı. Yemen ve Hind kumaşından bir ferace yaptırdı ve ömrünün sonuna kadar O’nun elbisesi bu oldu.

Sultan Veled Hazretleri anlattı ki:

Musa Aleyhisselam nasıl peygamberliğinin kuvveti ve elçiliğinin büyüklüğü ile beraber Hızır Aleyhisselam’ı aradı ise, Mevlana Hazretleri de bu kadar faziletleri, hasletleri ve methe değer ahlaki, halleri, makamları, nurları ve beğenilen sırları ile devrinde eşi benzeri olmadığı halde; Mevlana Şemseddin’i aradı. Şemseddin’i Tebrizi her bakımdan O’nun aşkına feda olmuştu.

Mevlana Hazretlerinin Şems’e karşı, o kadar sevgi ve candan ilgisi vardı ki; Şems ortadan kaybolduktan sonra kim O’nun hakkında asıl ve esası olmayan bir haber verse ve:

Mevlana Şemsi falan yerde gördüm.” Dese, bu müjde için sarığını ve feracesini verir, şükranelerde bulunur teşekkürler ederdi.

Bir gün bir adam:

Mevlana Şems’i Şam’da gördüm.” Diye haber verdi.

Mevlana buna o kadar sevindi ki tarif olunamaz. Başındaki sarığını, sırtındaki feracesini, ayağındaki ayakkabı ve çizmesini ona bağışladı.

Dostlardan biri:

Bu adamın verdiği haber yalandır. O Mevlana Şems’i hiç görmemiştir.” Dedi.

Mevlana:

Evet, onun verdiği bu yalan haber için sarığımı ve feracemi verdim. Eğer doğru haber verseydi (gerçekten O’nu görmüş olsaydı) elbise yerine canımı verirdim ve kendimi onun uğrunda feda ederdim!” buyurdular.

Mevlana Hazretleri Şemseddin’i Tebrizi’nin aşkına gömülüp, heyecanı, taşkınlığı, kararsızlığı ve hasretle çağlayan gözyaşları evvelkinden yüzlerce misli artmış, uçan kuş, açan çiçek, düşen yaprak, ağlayan gökyüzü, gülen neşelenen her insan, doğan güneş, esen rüzgâr hülasa her şey; Mevlana’ya Şems’i hatırlatıyor; yerinde duramayarak, durmadan Şems’i arıyor, soruyor ve haber bekliyordu. İçinde yanan hasret ateşinin tesiriyle de gazel üstüne gazel, ağıt üstüne ağıt, yanık mısralarıyla içini boşaltıyor, derdini döküyordu...

Ey yüzlerce gül bahçesinin canı.

Yaseminden gizlendin.

Ey canımın canının canı, nasıl oldu da benden gizlendin sen?.

Gökyüzü seninle aydınlanmada,

Öyle olduğu halde neden gizlenirsin.

Bu beden seninle diri; Ne diye gizlendin?

Ey erenler sultanı. Bizden ve iki âlemden gizlenirsin caizdir.

Fakat şaşılacak şey şu ki:

Sen ey kendinden, varlığından geçmiş olan ay, kendinden de gizlendin.

Ey canlara aşikâr olan öyle bir gizlendin ki:

Apaçık meydandasın da kendini gizledin.

Yine bir gazelinde:

  Mademki gittin bari gerçek erlerin sohbetine ulaşabildin mi?

Diye Şems’ten soruyor, içli gözyaşları döküyordu.

Yine bir gazelinde:

Kendine gel sus;

Kimsede can gözü yok.

Bir can gözü olsaydı hep ağlardı.

O gitti de mana âleminde düğünler, demekler oldu.

Fakat O’nsuz kalan su suretler ağlamaya koyuldu.

Sultan Veled Hazretleri babasının bu coşkun halini şöyle ifade ediyordu:

Katreydi, coşup deniz oldu. Yüceydi, aşkla daha da yüceldi. Aradığı kendinde göründü. Naralar atıyor, feryatlar ederek coştukça coşuyor, aşk denizi köpürüp dalgalanıyordu. Ayrılık derdiyle kararı kalmıyor, herkes de O’na uyup, genç ihtiyar, zerreler gibi O aşk güneşinin karşısında canla başla SEMA ediyordu. Artık aşk ve âşıklık, herkese din olmuştu!

MEVLANA’NIN ŞEMSEDDİN’İ ARAMAK İÇİN ŞAM’A GİTMESİ HİKMET VE SIRLARI

Mevlana Hazretleri içindeki yanan aşk ateşinin tesirinden tahammül edemeyip, Celebi Hüsameddin’i muridleri üzerine halife tayin edip Şemseddin Tebrizi’yi aramak için Şam’a gitti. Bir seneden fazla veya daha az bir müddet Şam’da kaldı. Şam ülkesinin ve Suriye’nin bütün bilginleri, ileri gelen eşrafı ve diğer halktan pek çokları Mevlana’yı tanımışlar, büyüklüğünü kemalini anlamışlar ve kendisine bende olup çok hizmet, hürmet ve ikram etmişlerdi.

Gel, gel, ilme gel, aşka gel, medeniyete gel İslam’a gel, gel yine gel bu kapı ümitsizlik kapısı değildir, yüz bin kere tövbeni bozsanda yine gel.

Yola düştü, Şam’a gitti; pişkin, ham, herkes de ardına düştü.

Bu yolculukta Şam’a erişince halkı aşk ateşine yaktı, yandırdı.

Herkesi coşturdu, aşka düşürdü; herkes kendinden geçerek yürüdü gitti.

Herkes canla, gönülle ona âşık oldu; onun derdinde yüzlerce derman olduğunu gördü;

Varını, yoğunu ona feda etti; buyruğunu canla yerine getirdi.

Herkes candan mürid oldu, kul kesildi ona; gölge gibi ardına düştü onun.

Çoluk, çocuk; ihtiyar-genç, herkes onu dilemekteydi; herkes canla, gönülle onu seçmişti.

Şamlılarda ona uydular, hayran oldular; böylesine peygamber huylu bir üstün er diyorlardı,

Neden böyle âşık oldu, akıldan kaldı; oysaki yüzlerce Zün-Nun onun varlığına bürünmüş.

Bilgin, bilgisiz; zengin, yoksul; bu feryada, bu figana şaşırdı kaldı.

Bu ne şeyh, bu nasıl mürid ki hiçbir çağda onun benzeri yok;

Dünya, Âdem devrinden beri, dünya olalı böyle aşk görmedi de duymadı da.

Kimin gönlünde bir gevher varsa, onun yüzünde binlerce belirti gördü.

Her solukta ondan güneş gibi apaçık kerametlere tanık oldu.

Herkese geçmişin, içinde bulunduğumuz zamanın, geleceğin sırlarını, sürçmeden yanılmadan söylüyordu.

Herkes bu ne aşılacak şey ki diyordu, Tanrı tesellisine mazhar böylece bir göz sahibi,

Böyle bir er; onu bu çeşit aramakta; şaşırmış bir halde her tarafa koşmakta;

Tebrizli Şems; nasıl bir ermiş ki böyle bir tek er, ardına düşmüş onun.

Şaşılacak şey; Şeyh, ondan ne aramakta ki ardınca her yana koşuyor.

Ey Tanrı, bu ne sırdır? Bize de göster; perdesiz olarak güneş gibi göster.

Bu düşünceye düşen bilmiyordu ki aralarında bir fark yok; Mevlana’nın kendisinden başkasına özlemi olamaz.

O Şems’te ancak kendisini görüyordu; akıl, bir başkasını seçmemişti de, seçmez de.

Akıl der ki: ben aklı aramaktayım; boyuna akıllılardan söz rivayet etmedeyim.

Bir şeyin cinsinden olanı, onun aynı bil; şeker nerden ekşi nara benzeyecek?

Âlemde iki görme ikimizde biriz; ikide bir şüphe vardır, biz ise şüpheden arıyız.

Garibiz biz, garip olarak gideriz; sonunda da varır, dosta ulaşırız.

Şüphe yok ki doğan, doğana eş olur; kuzgunda varır, kuzgunla buluşur.

Sen beni Şemseddin’den başka sanma; canımız birdir bizim suretlerden geç.

Dört olsun, beş olsun, ALLAH’ın kudretiylecihan nasıl var olduysa hepsi de bir candan var olmuştur.

Toprak kalıp haline gelmiştir ama önce yeryüzünde dağınıktı.

O dağınıklık canla bir oldu; bunda kimsenin şüphesi yoktur.

Sonra tekrar ruh bedenden ayrılınca, o hünerli er, beden nasıl önce topraksa gene toprak olur.

Önceden olduğu gibi o parça – buçuklar, gene dağılır gider.

Göz, kulak, baş, iki el, iki ayak hepsi de gözünü aç da gör, bir candan meydana gelmiştir.

Can bedenden çıkıp gitti mi, aşağılık bedenden olanların hepsi de birbirinden ayrılır.

Her biri bir yana dağılır; ayak bir yana gider, baş bir yana.

Baş bir yana gider, el bir yana; hepsi de o varlıktan soyunur da yok olur.

Yerin, göğün zerreleri de böylece, güneş, ay, dağ deniz;

Hepsi bir can yüzünden toplanmıştır, hepsi onun sayesinde diridir, oynar durur.

Âlemi bir şahıs, ruhla duran, yaşayan bir şahıs tut;

Kıyamette ondan can gitti mi, gökte yıkılır gider, yer de;

Ay’la yıldızlar yerlere dökülür; aşağıyla yukarı birbirine karışır.

Ne dünya kalır, ne yeri ne gök. Hepsi de yok olur ancak O kalır,

Can, sayıları bir beden haline getirmekte; öyleyse can nasıl olur da iki şey olur?

Söyle bana: Neden at atı arar; neden devenin yanına koşup gitmez? Söyle.

Bu söz bilgi sahibine apaçık meydandır.

Aramak, nispeten, cins oluştandır; aynı cinsten olmayanların varlıkları ayrı-ayrıdır.

Bunun sırrı sonsuzdur, uçsuz-bucaksızdır; sayıya sığmaz.

A sarhoş bu anlamlardan geçte hikâye nereye vardı onu anlat.

Derler ki; Mevlana şu mübarek gazeli Şam yolunda söylemiştir:

Biz Şam’ın aşıkı ve delisiyiz.

Biz Şam’a canimizi vermiş, gönlümüzü bağlamışız

Onuncu defadır ki Rum’dan Şam’a koşuyoruz

Çünkü

Biz Şam’ın gece gibi siyah olan zülfünden gelen kokuyu sürünmüşüz

Mevlana Hazretleri Şems’i Tebrizi’yi o kadar sevmiş, o kadar gönül vermiş ki muhabbetinden deryalar gibi coşmuş. Gerek sohbetlerinde ve gerekse eserlerine yazılmak üzere gönül hazinesinden Hazreti Şems’e ait şu kıymetli sözler dökülmuş ve “Divan-i Kebir’ine” kaydedilmiştir.

Şemseddin’in ayağına, başım nedir ki feda edeyim.

Sen Şemseddin’in yalnız adını söyle sana canımı vereyim.

Şemseddin’in aşkı benim giyeceğim,

Şemseddin’in aşkı benim beliren alametimdir.

Şemseddin’in kokusu ile sarhoş oldum.

Biz Şemseddin’in kadehinden mestiz.

Şemseddin göz aydınlığı, Şemseddin sevgili yâr’dir.

Güzellerin Ay’ı Şemseddin’dir, parlak güneş Şemseddin’dir.

Can incisi Şemseddin’dir.

Gece ve gündüz Şemseddin’dir.

Şemseddin kemalin nurudur.

Yalnız ben Şemseddin diye terennüm etmiyorum;

Bağda bülbüller, dağda keklikler:

Şemseddin, Şemseddin diye terennüm ediyorlar.

Şemseddin aşka yanan mum gibidir, âşıklarda pervane gibidirler.

  Güzellerin güzelliği, Cennet ehlinin bağı Şemseddin’dir

Şemseddin İsa nefeslidir. Şemseddin Yusuf yanaklıdır.

Benim aklım, şuurum, benim gözüm kulağım Şemseddin’dir.

Benim dilime gelen her şey Şemseddin’dir.

ALLAH’ım isterim ki, bir gece gizlice o hazretle buluşayım.

Ey âşıkların kılavuzu, ey âşıkların peygamberi!

Şems’i Tebrizi sakın benden el çekme.

Ben daha ne vakte kadar gizlenip, Şemseddin, Şemseddin diyeceğim;

Şemseddin Hazreti Muhammed( S.A.V.) in nurudur, iki cihanda da meşhurdur.

Hakk’ın sevgilisi olan Şems’i Tebrizi eğer orada ise, biz Şam’ın efendisiyiz, hem de ne efendisi!

Diyor bir gazelde de;

Bize Şems’i Tebrizi’nin Şam’da olduğuna dair haber geldi.

Eğer Şam’da olsa ne sabahlar doğacak.

Mevlana Hazretleri Şam’da Şems’i ararken, bütün Konya halkı ve Rum (Anadolu’ya) büyükleri de Mevlana’nın ayrılığına dayanamayıp yanıp yakılıyorlardı. Bu durumu Rum sultanına (Selçuklu) ve emirlere arz ettiler; Mevlana’yı Konya’ya davet için değerli bir mektup yazdılar. Bütün bilginler, emirler, kadılar, Rum ülkesinin ileri gelenleri hep imzaladılar. İkbal sahibi haberciler göndererek O’nun dönüp gelmesini istediler.

Yüz binlerce ağlayıp sızlama ve tezellül’le O’nu kendi vatanına ve aziz babasının türbesine dönmeye davet ettiler.

Bunun üzerine Mevlana hazretleri bu davete icabeti vacip görerek tereddüt göstermeden, Şam’a bir keklik gibi gittiği halde Konya’ya alıcı bir doğan gibi dondu ve halkı ikaz ve irşada devam etti.

Her ne kadar Mevlana hazretleri, Şems’i maddeten Şam’da bulamamış ve görememiş ise de, manen O’nun yüceliğini varlığında görmüş ve bulmuş ve gönül hücresine gömülmüştü. Divani Kebirden;

Nitekim demiştir,

Elini aç kendi eteğini tut:

Bu yaraya bu yaradan başka merhem yoktur.

Başka bir gazelinde şöyle buyurmuştur:

Şems’i Tebrizi sadece bahanedir; Güzel ve latif olan biziz.

Beden bakımından,

O’ndan uzağız amma cansız, bedensiz ikimizde bir nuruz:

İster O’nu gör, ister beni, Ey arayan kişi:

Ben O’yum, O ben.

Bir gün çelebi Hüsameddin’in bağında otururlarken, müritlerden müderris Bedreddin Veled Şems’e ulaşamadığını, O’nu göremediğini, O’ndan feyiz alamadığını hayıflanarak söylemesi üzerine Mevlana:

Babamın mukaddes ruhuna yemin ederim ki; (Eğer Tebrizli Şems’e erişmediysen), asil saçının her telinde yüz binlerce Şems bulunan ve O’nun sırrının sırrını idrakte Şems’in bile şaşa kaldığı birine ulaştın!” diyerek Şems’in manevi şahsiyetini arayanların kendisinde bulacaklarını işaret etmiştir.

Artık Mevlana aşkın uçsuz bucaksız ummanına dalmış, nişansız kalmış, gark olmuş; Hakk’da fani olmanın ezeli sırrına ermişti. Ve diyordu ki:

Denizinin kenarına kadar ayaklarının izi vardır. Ama denize girdikten sonra ne iz kalır ne nişan.

Dünyanın feyiz ve ışık aldığı, âşıkların Kâbe’si unvanına layık bir şekilde etrafındakilere ilmi hakikat, feyiz, aşk ve cezbe saçmakta bir kaynak haline gelen Mevlana Hazretleri Şems’i Tebrizi’den almış olduğu bir kıvılcımla, tarifi imkânsız olan aşkın potasında erimiş ve “Hamdım yandım, piştim oldum.” diyerek manevi hayatının seyrini bu kısa sözleriyle Hak yolunda gitmek isteyen âşıkların yoluna ışık tutarak, Hakikat Şemsi’nin karşısında yanarak pişmenin ve olgunlaşmanın ne demek olduğunu göstermiştir.

HZ.MEVLANA’NIN ŞAM’DAN RUM DİYARINA DÖNÜŞÜ

HİKMET VE SIRLARI

Döndü tekrar Rum diyarına geldi. Keklik gibi gitti alıcı doğan gibi döndü. Katresi çoğaldı, deniz kesildi, yüceydi ALLAH lütfuyla dahada yüce oldu. İş böyle olunca onu bulamadı deme aradığı kendisine belirdi. Çalgıcıları elsiz ayaksız, damına-kapısına yeniden çağırdı.

  Coşup güçle kuvvetle naralar attı, bu köpürüşle aşk denizi coştu dalgalandı. Halk bu ne coşkunluk bu ne kükreyiş diye büsbütün şaşırdı kaldı. Ayrılık derdiyle kararsızlığından da daha kararsız hale geldi.

Herkes onun bu hali yüzünden hayrete düştü sanki kimsede ne karar kaldı ne sabır. İhtiyarda gençte o aşk güneşine karşı candan yürekten oynamaya koyuldu. Her çeşit töre göze soğuk göründü de herkese aşk töre kesildi artık.

Bir kaç yıl durduktan sonra ve aşkla bir bölük halkla diyarı Rum’a döndü. Gene ortalığa yüzlerce kavka sardı. Herkes ne şaşılacak aşk diyordu buna. Bir zaman şaşılacak coşkunlukta bulundu halk diyorduki yarabbi bu nedir? Biz ne böyle bir aşk ne böyle bir coşkunluk işittik nede kimsede böyle bir özlem gördük. Aylarca Şam’da oturdu bir aşkla düşüp kalkıyordu, bir aşkla oturup duruyordu. Gece gündüz bir soluk bile kararı yoktu. Kadehsiz aşk şarabını içip durmaktaydı.

Gece-gündüz, SEMA’a düştü; yeryüzünde gök gibi dönüp durmadaydı.

Sesi, ağlayışı Arşa ağdı; feryadını büyük de duydu, küçük de. Gümüşü, altını çalıp söyleyenlere vermekte, neyi varsa hepsini onlara saçıp dökmekteydi.

Bir soluk bile SEMA etmeden durmamakta, gece-gündüz bir soluk bile dinlenmemekteydi. Bir derecede ki, neşideler söyleyenlerden hiç biri kalmamıştı ki söylemekten dilsiz, sessiz bir hale düşmesin.

Böyle derde deva olamaz; meğerki ALLAH yardım ede. Şehri bir gürültüdür kaplamıştı. Şehir de nedir ki? O gürültüyle zamanda dolmuştu, mekânda.

Böylesine bir kutup, böylesine bir İslam müftüsü ki iki âlemde de onun gibi bir şeyh bir imam yoktu; Âşıkça coşkunluklar ediyor, kimi gizli, kimi apaçık coşup köpürüyordu.

Hafızların hepsi, şiir okumaya başlamıştı; hepsi de çalıp çağıranlara koşuyordu. İhtiyar, genç, herkes SEMA; sevgi burakına binmişti.

Yolları- yordamları âşıklık olmuştu; Onlarca aşktan başka her şey saçmaydı artık. İşleri güçleri, mest oluştu, kendinden geçişti; aşk inancı, inançlardan dışarıdır çünkü.

ŞEMS’İN MEVLANA’NIN OĞLU ALAEDDIN’İ RUH ÂLEMİNDE BAGIŞLAMASI HİKMET VE SIRLARI

Bazı eserler Şems’i Tebrizi’yi Mevlana’nın oğlu Alâeddin ve arkadaşlarının katlettiklerini kaydetmektedirler.

Bu mevzuya dair bir hikâyeyi Eflaki’den dinleyelim:

Cenabı Mevlana bir gün pedere Sultan-ül Ulema’yı ziyarete gelmişti. Evrad ve ezkarlarını okuduktan sonra bir saat kadar murakabeye dalıp, başını kaldırdıktan sonra kalktı; Hokka kalem isteyerek oğlu Alâeddin’in kireçle sıvalı kabrinin önüne gelerek şu beyti yazdı:

“Ya Rabbi; Eğer sana yalnız Muhsinler (ihsana uğramışlar) iltica ve niyaz ederlerse, Mücrimler (günahkârlar) kime yalvarıp sığınsınlar.!

Mesnevideki şu beyitte bu manayı ne güzel ifade ediyor:

Ey Kerim ALLAH:

Eğer sen dergâhı izzetine yalnız iyileri kabul edersen;

Aşağılık ve günahkâr kimseler nereye ağlayıp ilticada bulunsunlar.

Cenabı Hak Mevlana’nın oğlu hakkındaki niyazım hemen kabul eyledi. Murakabeden gözünü açan Celaleddin’i Rumi:

Âlemi gayb’da müşahede ettim ki; Üstadım Şems’le oğlum Alâeddin sulh oldular. Cürümünü bağışladı da cümle-i merhametinden (bağışlanmışlardan) oldu.[3] Buyurdular.

ŞEMS’IN BAZI HAL VE KERAMETLERİ

Naklederler ki; Şemseddin Hazretleri bir gün Kayseri’den Aksaray’a geldi ve bir mescitte konakladı. Yatsı namazından sonra mescitte kalmak istedi, lakin müezzin şiddetle:

—Mescitten çık, başka yerde konakla. Diye ihtar etti. Mevlana Şems ise:

—Beni mazur gör, garip bir adamım, başka bir şey istemiyorum. Beni bırak şurada istirahat edeyim. Dedi.

Müezzin basireti kapalı olduğu için Şems’in kim olduğunu bilemeyerek aşırı derecede terbiyesizlik ederek sert muamelede bulundu, çok şiddet gösterdi. Bu hale incinen Şems Hazretleri ise ona:

—Dilin şişsin! Dedi.

Mescidden ayılarak Konya’ya doğru yola çıktı. Müezzinin ise dili şişmeye başladı... Durumu anlayarak mescidin dışında bekleyen imama koşup vaziyetini ve o seyyah derviş’in bedduasına uğradığını işaretle anlattı.

Bunun üzerine imam da Mevlana Şemseddin’i bulmak için hemen yola düştü ve Kulkul suyunda O’na ulaştı, el ve ayağına kapanarak:

—O miskin sizin ne kadar büyük bir adam olduğunuzu bilemedi, kusurunu affedin... Diyerek sonsuz özürler diledi ve ricalarda bulundu.

Şems Hazretleri:

—İş isten geçmiştir ve hüküm çıkmıştır, ben bir şey yapamam, yalnız onun imanla ölmesi ve ahiret azabı görmemesi için dua ederim! Dedi.

İmam aydın gönüllü ve basiretli bir adamdı. İhlâsla teslim olup Hazret’e mürid oldu. İmam dönünceye kadar da müezzin vefat etti.

Yine, Seher Nurunun arifi Mevlana Siraceddin tatari Mevlana’dan nakletti ki:

—Bir gün Şemseddin Tebrizi cemaatle bir köşede oturmuş konuşuyordu, çok şiddetli bir kışın ortasında idi, o cemaatte azizlerden biri bir deste gül arzusunda bulundu. Mevlana Şemseddin Hazretleri kalkıp dışarı çıktı; Tekrar içeri girince o azizin önüne bir deste gül koydu. Bunun üzerine hepsi hayret ettiler ve baş koydular.

Şems:

—Bu keramet değildir. Bu, dostların dileği ile oldu. Yüce Rabbim arzunuzu yerine getirmek için gayb âleminden bir hediye gönderdi. Buyurdu.

Yine rivayet edilir ki:

Mevlana Şemseddin hazretleri Erzurum’a gelip, orada mektep hocalığı ile meşgul oldu. Erzurum’da itibarlı bir melik vardı. Onun son derece güzel ve olgun bir çocuğu vardı. Fakat çocuk çok aptal ve utangaçtı; Hiçbir şey öğrenemez, zihninde tutup ezberleyemezdi. Bütün terbiyeciler onun bu halinden aciz kalmışlardı. O kadar ki, bir yılda ona Kuran’ın bir cüz’ünü öğretemiyorlardı.

Erzurum meliki Mevlana Şemseddin’in geldiğini ve mektep hocalığı yaptığını işitince, kalkıp Şemseddin hazretlerinin yanına geldi ve oğlunun halini bildirdi.

Mevlana Şemseddin:

ALLAH’ın izni inayetiyle ben onu bir ayda hafız yaparım. Dedi. Bunun üzerine çocuğu o ulu kişiye teslim ettiler.

Çocuk inayeti Hakk’la günde bir cüz ezberliyordu. Bir ay içinde Kuran’ı tamamıyla ezberledi. Yazı yazmayı ve birçok latif, zarif şeyler öğrendi. Bu hali gören melik Mevlana Şemseddin’in ulu bir kişi olduğunu anlayarak, ailesi, hizmetçileri ve maiyeti, akraba ve dostları ile Hazret’e intisap edip müridi oldular.

Çocuk ise Hazret’in himmet ve teveccühüne mazhar olarak, tam bir ihlâsla Mevlana Şemseddin Hazretlerine âşık olup teslimiyet göstererek hizmetinde bulunuyordu. Lakin Şems Hazretleri burada da kendisini anladıklarını ve velayetinin şöhret bulduğunu öğrenince hemen Erzurum’dan ayrılarak kaybolmuş ve Rum diyarına doğru hareket etmiştir.

ŞİİR

Aşk kendinde misk kokusu olduğu için rüsva olur.

Misk’in, sonunda rüsva olmaktan başka çaresi yoktur.

Mevlana Hazretleri nakleder:

—Hallerimin başlangıcında, sık sık büyük Mevlana’nın (K.S) (Baha Veled) sözlerini okuyordum ve onun kitabının mutlaka kolumun yeninden olması lazım geliyordu.

Mevlana Şemseddin Hazretleri, beni onu okumaktan men etti. Ben de, O’nun mübarek hatırını gözetmek sebebiyle bir müddet onu okumayı bıraktım. Bir gün rüyamda Karatay medresesinde bir toplulukta oturmuş, o kitabı okumakla meşgul olduğumu gördüm. Suret âlemine geldiğim (yani uyandığım) vakit, Mevlana Şemseddin’in kapıdan içeri girdiğini gördüm. Bana:

—Niçin yine o kitabı okumaya başladın. Dedi. Ben de:

—Hâşâ! Onu okumakla meşgul olmayalı hayli zaman oldu. Dedim.

Bunun üzerine O:

—Dun Karatay medresesinde bir toplulukta oturmuş o kitabı okuyordun. Çünkü rüyaların çoğu, bir fikir ve zikirdir. Eğer (bu okumak) senin fikrinde olmasaydı, rüyana girmezdi. Dedi.

Bundan sonra ben de, Şems Hazretleri hayatta olduğu müddetçe o manalarla meşgul olmadım

Sultan Veled Hazretleri rivayet etti ki:

—Şems’i Tebrizi Hazretleri zaman zaman kendi muridlerinden ve âşıklarından kavun isterdi. Tabii onlar da tatlı kavunlar getirirlerdi. O da yerdi ve kabuklarını onların başına vurur ve:

—Ey ölüler! Ne getirdiniz? Derdi.

O zaman onlarda keşif hâsıl olurdu, gayb âleminden garip şeyler görürlerdi ve perdeler yırtılırdı.

ALLAH DOSTLARI VELİLERIN SOHBETLERİNİN

HİKMET VE SIRLARI

Şems’i Tebrizi; Kerameti zahir, kemalatı açık bir Pir-i Kâmil idi. O; Hak dostu ve O’nun sohbeti Hak sohbeti idi. Hikmetli sözleri ölü kalplere hayat bahşeder, tesirli teveccühleri gafil gönülleri aşk ve zevkle doldururdu. Bu hikmete mebnidir ki büyükler, evliya sohbetine çok ehemmiyet verirler.

Molla Cami Hazretleri bir beytinde:

Evliyaullah ile bir an beraber kalıp sohbet etmek, cehl-ü gafletle yüz sene takvaya çalışmaktan evladır.” Der.

Büyük Hadimi Hazretleri “Berika” adlı eserinde; Yahya İbn-i Muaz (radiya’llâhü anh)’dan nakleder ki:

Bir kimseyi ehil, iyal (ev halkı - çoluk çocuk) ve fuzuli iştigal (boş şeylerle meşguliyet) gafletinden ancak evliya sohbeti kurtarır. Evliya ile sohbet olmadıkça; ALLAH ile iştigalin kokusunu almak ebediyen mümkün değildir.

Yine aynı eserde:

Muhammed İbn-i Haseni Beceli, Fahri Kâinat (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Efendimizi rüyada görür ve sorar ki:

Ya Resulallah! Amellerin hangisi efdaldir?” Peygamber Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) cevaben:

Bir koyun sağacak kadar, evliyaullahtan bir veli’nin sohbetinde bulunmak, arz’ın her karışında ibadet etmiş kadar, kıymetlidir1buyurdular.

Hayatta olanla, mematta (vefat etmiş) olan aynı mıdır?” Diye sordum.

Peygamberimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

Evet. buyurdular. Sahl Kirmanı Hazretleri:

Bir kimse Evliyaullah’a muhabbet etmek gibi bir ibadetle ALLAH’a ibadet edemez. Çünkü onlara karşı muhabbet ALLAH’a muhabbettir. Evliya’ya muhabbet edene ALLAH muhabbet eder.”2diyor.

Mevlana Hazretleri de bir beytinde:

Ehli hakikatle beraber otur ki; Orada hem ata bulasın ve hem de Hak yolunun yiğitlerinden olasın.

Resulü Ekrem (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz de bir hadisi şeriflerinde mealen:

Ehli ilmi istikbal eden (karşılayıp hürmet eden), beni istikbal eder; Ehli ilmi ziyaret eden, beni ziyaret etmiş olur; Ehli ilimle oturan benimle oturmuş olur. Benimle oturan da; Rabbimle oturmuş gibidir.3 buyurmuşlardır.

Buradaki ehli ilimden maksat; İlmi ile amil, ahlaki Resul ile kâmil, irfanıyla Hakk’a vasıl kimselerdir.

ŞEMS’İN GÜZEL SÖZ VE SOHBETLERİ TEVHİD

Bir gün bir topluluk Mevlana Şemseddin Hazretle rinden:

Tevhit nedir?” Diye sordular. Şemseddin:

Şeyh’ten öyle bir şey sormak bidattir. Tevhit; Her şeyin ALLAH’tan ve her şeyin ALLAH ile kaim olduğunu ve her şeyin yine ALLAH’a döneceğini bilmendir. Her şeyin ALLAH’a ait olduğu Kur’anı kerimde:

Göklerin, yerin ve içlerinde ne varsa hepsinin mülkü tasarrufu ALLAH’ındır. O her şeye hakkiyle kadirdir.[4] Ayetiyle;

Her şeyin ALLAH’tan olduğu:

Size ulaşan her nimet ALLAH’tandır.[5]

Sana gelen her iyilik ALLAH’tandır.[6] Ayetleriyle;

Her şeyin ALLAH ile kaim olduğu:

Göğün ve yerin, O’nun emriyle durması da yine O’nun ayetlerindendir.[7] Ayetiyle;

Her şeyin ALLAH’a döndüğü:

Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi ALLAH’ın. Bütün işler ancak ALLAH’a döndürülür.[8]

Hani karşılaştığınız zaman ALLAH onları gözlerinizde az gösteriyor, sizi de onların gözlerinde azaltıyordu. Çünkü ALLAH işlenmesi gereken emri yerine getirecekti. Bütün işler ancak ALLAH’a dondurulur.[9]

Onların önlerindekini de, arkalarındakileri de bilir O. Bütün isler ancak ALLAH’a döndürülür.[10]

Göklerin ve yerin (sırrı) gaybı ALLAH’ındır. Her işi O’na döndürülür.[11]

Göklerin, yerin ve aralarında ne varsa hepsinin mülkü tasarrufu ALLAH’ındır. Son dönüş de ancak O’na dır.[12]

Göklerde ne var, yerde ne varsa O’nundur. O’nun şanı çok yüce, (burhanı) çok büyüktür.[13]

Gökleri ve yeri, Hakkın ikamesine sebep olarak O yarattı, size suret verdi, hem suretlerinizi de güzel yaptı. Dönüş ancak O’na dır.[14] Ayetleriyle sabittir.

Kim kendinin sonradan olduğunu bilirse; Rabbisini kadimliği ile. Kim kendini cefa ile bilirse; Rabbisini vefa ile... Kim kendi vücudunu hata bilirse; Rabbisini ata (vergi- ihsan) ile bilir ve tanır.[15] Diye cevap vermiştir.

Bir gün, Şemseddin Mevlana’nın medresesinde bilgiler saçıyordu. Dedi ki:

Her şeyden arî duru ve yüce olan ALLAH bütün mahlûklardan üç şey istedi: Birincisi; Buyruk tutmak, İkincisi; İş beğendirmek, Üçüncüsü de; Yanında tutmak. Buyruk tutmak, İbadet demektir; iş beğendirmek, Kulluktur; Yanında tutmak da, Marifettir.

İnsanlara yük olma, onların yükünü çek ve onlardan tamahını kes, kendi tamahını onların önüne koy. Onlar zenginliği isterlerse sen fakirliği, onlar izzeti isterlerse, sen zillet iste.

ARİFLERİN ALAMETİ HİKMET VE SIRLARI

Yine bir gün:

Arifin alameti nedir?” Diye soruldu. O:

Arifin alameti, Dost’un zikrinden geri kalmamak ve O’nun dostluğuna doymamaktır. Rıza sofrasında, yakin ağzına giren zikirden daha tatlı bir yemek yoktur.

Arifin alameti üçtür; kalbin fikirle, tenin hizmetle, gözün yakınlıkla meşgul olmasıdır.

Yine şunlarda arifin alametleridir; Onun nazarında dünyanın önemi, ahiretin eseri, ALLAH’ın bedeli olmaz.

  İlim üç şeydir; Zikreden dil, şükreden kalp, sabreden ten.

Bütün canlar bedenden susuz olarak çıkıp ayrılırlar, yalnız yüce ALLAH’ı anan kişinin cani susuz değildir.

İlim olmayan bir vücut, susuz bir şehir; Perhiz olmayan bir vücut, meyvesiz bir ağaç.

Utanma olmayan bir vücut, içinde tuz bulunmayan bir tencere.

Ceht ve gayreti olmayan bir vücut, bir efendiye ihtiyacı olmayan bir kul, sahipsiz bir köle gibidir.

Dört şey azizdir:

Fakirlerin yüküne tahammül eden zengin,

Nafakasına kanaat eden fakir,

Sadır olan (işlenen) günahtan korkan günahkâr,

Men edilen şeylerden perhiz eden bilgin,

İlimden fayda, amelden afiyet, sözden nasihat gerektir,

Dünyayı isteyen kimse için kazanmak ve ticaret yapmaktan,

Ahireti isteyen kimse de, itaat ve hizmetten,

ALLAH’ı isteyen kimse için bela ve mihnetten,

İlmi isteyen kimse için de; Zillet ve gurbetten başka çare yoktur.

HAKK’IN DOSTUNUN DOSTU

HİKMET VE SIRLARI

Günler yine sohbet, SEMA, istiğrak ve murakabe ile geçiyordu. Mehtabın ortalığı gümüşi ışıklarla aydınlattığı güzel bir yaz gecesi idi. Şems ve Mevlana Medresenin damında saatlerden beri Hak sohbeti ediyorlardı. Herkes, bütün şehir çoktan uyumuştu. Bir ara Şems-i Tebrizi uyuyanları kastederek
Mevlana’ya : “Bunlar ölü gibi yatıyorlar. ALLAH’tan gafiller. Bizim bu Kadir gecemizin rahmetinden nasipsiz kalmamaları için bunları diriltmeni istiyorum.” Dedi.

Hüdavendigar hemen yüzünü Kıbleye cevirdi. “Ey, yerlerin ve göklerin Sultanı! Şemseddin’in tertemiz olan sırrının hürmetine bunlara bir uyanıklık ver.” diye niyaz etti.

Güzel sakin yaz gecesi birdenbire karıştı. Ayın üzerini kocaman bir bulut örttü. Nerden geldiği belli olmayan bir rüzgâr çıktı. Gök gürlemeğe, şimşekler çakmaya başladı. Gürültü ve yağmura uyanan halk korku ve dualarla içeri kaçtı.

Bir gün de Şems-i Tebrizi Medresenin kapısında oturuyordu. Yoldan bir cellât geçti. Şems yanındakilere: “Bu adam Velidir” buyurdu. Duyanlar : “Aman nasıl olur? O cellâttır. “ Dediler. Şems: “Evet” dedi, “Bir Veli öldürdü, onu beden zindanından kurtardığı için Veli kendisine velayetini bağışladı.

Cellât ertesi gün tövbe etmiş ibadete başlamıştı.

Şems-i Tebrizi: “Biz, insanın içine, içindeki sırra bakarız. O zahirde kusur edici ise de batında, gizli olan ihlâs cevheri sayesinde düzelten bir kişidir” buyurdu.

Yine buyururdu ki: “ALLAH’ın elçisi Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’den sonra Mevlana gibi söz söyleyen bir kimse gelmemiştir. ALLAH’a yemin ederim ki, ben, Mevlana Hüdavendigarı tanımaktan acizim. Bu sözümde hiç tekellüf yok. Bana her gün onun halinden ve fiilinden bir gün evvel mevcut olmayan şeyler malum oluyor. Bir kimse ona ne kadar sevgi gösterirse ALLAH’a o nispette yaklaşır. Hakkın dostunun dostu ALLAH Velisi olur.

Bir gün de bir sohbet esnasında dedi ki: “Şeyh Hariri’ye, senin müritlerin farzları yerine getirmiyorlar, sen de onları ikaz etmiyorsun” diye tariz ettiler. Hariri cevap verdi: “ALLAH’ın ve elçisinin sözünü bilip itaat etmeyen bizim sözümüzü mü dinleyecek?” Sonra gülerek ilave etti: “Eğer namaz kilsalar, farzları yerine getirseler zaten o taat onları kurtarır ve bana ihtiyaçları kalmaz. Onlar benim eteğimi tuttular ki ben de onları kurtarayım.” Hz. Şems bunu anlattıktan sonra şöyle devam etti: “Hariri açık konuştu, fakat o bunu yapamaz. Çünkü onun makamı değildir. Fakat Mevlana Celaleddin açık söylemiyorsa da SEMA etmekle: Bana uyanları kusur ve eksiklikleriyle kurtarabilen Velilerdenim demek istiyor.

Ah, aziz ve biricik Mevlana’m! Hz. Şems’in bu müjdesi ile insan: Güç yolların sonuna gelmiş, kendi ehlime yolu kolaylaştırmışım.” buyurduğunu nasıl hatırlamaz.

Vefa Hakkı İçin

Mevlana insanlık için bir fedai idi, hiç bir halükarda kendisi için bir şey ümit etmeyen gerçek insanlık aşıkı idi. Güneş gibi ortalığı aydınlattı, mehtap gibi karanlık yollara ışık saçtı.

Bir akşam Siraceddin Tatari’nin evine misafir olmuştu. “Sen yat, benimle ilgilenme,” demiş namaza durmuştu. Bu namaz bütün gece devam etmişti. Siraceddin, Hüdavendigar’la ilgilenmeden olamıyor, şimdi bitirdi, şimdi bitirecek diye yatağında dönüp duruyordu. Nihayet sabah oldu. Üzüntü ile neden dinlenmediğini soran Siraceddin’e, Mevlana su cevabi verdi:

  Biz de uyursak bu kadar uyuyana kim deva eder?

Şems-i Tebrizi’nin aşkı, dostluğu zaten insanlar için vergili olan Mevlana’yı işte bu hale getirmişti.. Evinde : “Bugün yiyecek bir şey yok” sözü edilse : “Hamdolsun evimiz bugün Peygamberimizin evine benziyor” derdi. Sık sık : “Sinemde öyle bir ejder vardır ki, gıdaya tahammül etmez” buyururdu. Bununla az yemenin mide ve ruha faydasını belirtirdi. Evde eksik bir şey olmadığı söylenirse : “Bu evden Firavun kokusu geliyor” cevabini verirdi.

Can sıkıntısından şikâyet edenlere : “Dünyanın bütün can sıkıntısı bu dünyaya gönül vermenin neticesidir. Dünyadan azat olduğun gün, gördüğün her rengin, tattığın her zevkin kalmayacağını bildiğin an, can sıkıntısından kurtulursun” buyururdu.

Dervişlere, ağyar ile oturmamalarını tembih ederdi. Kim ki âşık değildir, ağyar odur. Kim ki âşık değildir ölüdür, buz gibi soğuktur,” diyerek ağyarı tarif eder ve insanı yolundan alıkoyacağını anlatırdı. “Ruhun gıdasından oruç tutmak haramdır.” derdi. Ruhun gıdası elbette ki maneviyattı, maneviyatla mücehhez insandı.

Mevlana, hayatı boyunca vefaya verdiği kıymeti bildirmek maksadıyla; “VEFA HAKKI İÇİN” diyerek yemin ederdi. Bazen istiğrakı o dereceye varırdı ki yolda giderken pabucu çamura batsa farkında olmayarak onu orada bırakır yürürdü.

Mevlana’nın büyüklük ve sırlarına kimin aklı yetebilirdi? Mevlana’yı görebilmek, tabii zahirini değil batınını görebilmek, için Şems olmak gerekiyordu.

Hz. Şems’ten sonra Selahaddin-i Zerkubi Mevlana’nın gönül durağı oldu. Mevlana aşkıyla çok sevdiğimiz Selahaddin-i Zerkubi ve ondan sonra yerini alan Hüsameddin Çelebinin hayatlarının ayrıca yazacağımız için burada, bu iç içe olan, asla birbirinden ayrısı gayrısı olmayan manevi büyükleri birkaç cümle ile selamlayalım:

Selahaddin-i Zerkubi aşkı ve cezbesi ile Mevlana’nın gönlünü kazanmış bir aziz idi. Mevlana, Medresenin idaresini ve irşat vazifesini ona vermişti. Lakin Konyalılar birinden kurtulduk şimdi de bu çıktı diye ona da düşmanlığa başlamışlardı. Hakkındaki lafları, dedikoduları duyan azizler azizi Selahaddin ise sükûnet ve tevekkülle şöyle diyordu:

Ben Mevlana’ya ayna olan bir suretten başka bir şey değilim. Mevlana bende kendi yüzünü görüyor. Mevlana kendi güzel yüzüne âşıktır, yoksa başkasına âşıktır sanmayın.

Ah, dünya halkının çoğu aşkı ve Velileri anlamaktan ne kadar acizdir. Doğrusu anlamamakta da mazurdur. Bu ezeli sevda nasibi olmayanlar için kendi kendini anlaşılmamaya mahkûm etmiştir.. Bunun için Mevlana : “Herkes suret gözüyle bizi nasıl görecek? Biz, Kibriya’nın su ve balçık içindeki nuruyuz” buyurur. Özlü kelamıyla yücelik âlemine işaret eder.

Simdi şu ibretli vakayı da Şemseddin-i Mardini’den dinleyelim : “Bir gece Peygamberimizi rüyada görmüştüm. Huzuruna varıp selam verdim. Mübarek yüzünü çevirdi. Ben, döndüğü tarafa gittim. Yine yüzünü aksi tarafa cevirdi. Dayanamayıp ağlayarak : “Ey, ALLAH’ın Elçisi! Senelerdir inayet ve şefkatine nail olmak için çalıştım. Şimdi bu mahrumiyetime sebep nedir acaba?” diye sordum. Peygamberimiz: “Kardeşlerimize inkâr gözüyle bakıyorsun. Bu hareketin bütün günahlardan kötüdür. Bahusus bizim can çocuğumuz olan Mevlana’yı inkâr ediyorsun” buyurdu.

Şemseddin-i Mardini dehşetle uyandığı bu rüyadan sonra tövbe etti. Hüdavendigar’ın bendeleri arasına dâhil oldu.

Bir gün Mevlana SEMA ediyor, VECD ve istiğrakla : “Hiç bir şey görmedim ki Hakki onda müşahede etmiş olmayayım” diye tekrarlıyordu. Mecliste bulunan bir derviş nara atarak:

Ya Mevlana! Yaptığım küstahlık ise de mestin kusuruna bakılmaz, müsaade buyrulursa bir şey arz edeceğim, dedi. ALLAH için böyle söylemek doğru mudur? Cenabı Hak mazruf ve muhat olamaz.

Mevlana, derhal cevap verdi:

Ey, derviş! Evet, sen mestsin, fakat biz de mest-i huşyarız. Söylediğimiz söz doğru olmasaydı söylenmezdi. Eğer zarf mazrufun gayrı olsaydı o zaman ALLAH’a eksiklik atfedilmiş olur, itirazın haklı olurdu. Nitekim âlem-i sıfat, âlem-i zat’ın zarfı olduğu için ikisi de birdir. Ayrı gayrı değildir. Mademki bu iki gözüken, hakikatte birdir, o halde ALLAH’ın iç ve dışı çevrelemesinde eksiklik nasıl olur? O, bütün eşyayı çevreleyicidir. Herşeyin ayakta durması Vacib-ül Vücudun varlığı iledir. ALLAH dâhili de harici de muhittir. Zarf da mazruf da O’dur. Nitekim Kur’anda “O herseyi çevreleyicidir.” buyrulmuştur..

  Mevlana’nın bu sözleri dervişi irşada kâfi geldi. Derhal secdeye kapandı.

Biz şimdi bu bahsi geçerken çok sevdiğimiz şu Hakikat şiirini hatırlıyoruz:

  Ben bilmez idim gizli ayan hep sen imişsin

Tenlerde vü canlarda nihan hep sen imişsin

Senden bu cihan içre nişan isteridim ben

Ahir bunu bildim ki cihan hep sen imişsin[16]

“VELİLER KUBBELERİMİN ALTINDADIR”

HİKMET VE SIRLARI

Şu vakayı da Hüdavendigar’ın aziz hanımı Kira Hatundan dinleyelim:

Bir gece Mevlana hazretleri ortadan kayboldu. Hâlbuki bütün kapılar kapalı idi. Her tarafı aradıktan sonra bir müddet uyudum ve birdenbire uyandım. Hüdavendigar’ın teheccüd namazına durmuş olduğunu gördüm. Selam verdikten sonra yanına giderek baş koydum. Mübarek ayaklarını kucağıma aldım, ovmağa başladım. Ayak parmakları arasında kumlar vardı. Araştırınca ayakkabılarının da kumlarla dolu olduğunu gördüm. Dayanamayıp korku ile bu hali kendisinden sordum. Mevlana: Hicaz kumudur, Kâbe-i Muazzama’da bizim sevgimizden bahseden gönül sahibi bir derviş vardı. Onunla görüşmeye gittim, buyurdu. Bu kumların hepsini topladım. Bir miktarını Mevlana’nın bendesi Gürcü Hatuna gönderdim.”

Bir gün Şeyh Sadreddin-i Konevi Hanikahında talebelerine Hadis dersini veriyordu. Birden bire Mevlana kapıdan içeri girdi. Şeyh susarak o günkü dersi Mevlana’nın tamamlamasını rica etti. Mevlana söze başlar başlamaz o kadar işitilmedik manalar açıkladı ki meclistekiler şaşakaldılar. Sadreddin-i Konevi’nin içinden ise, “Acaba söylediği gibi midir? Bunları bilmiyorduk” diye geçti. O gece Sadreddin-i Konevi Peygamberimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’i manada gördü. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Hankahın başköşesinde oturmuştu. Sadreddin-i Konevi’ye hitap ediyor : “Mevlana’nın buyurdukları doğrudur, maksadımı anlatmıştır” diyordu. Ertesi sabah Şeyh Sadreddin gördüklerini dervişlere müjdeye hazırlanırken, yine Mevlana ansızın Hankaha geldi, başköşeye oturdu ve şu Ayeti okudu : “Biz seni şahit olarak ve sırrımızın hakikatini müjdelemen için gönderdik.[17]Sonra : “Öyle adil bir şahidin şahitliği makbuldür” buyurdu.

Bir toplantıda da âşıkların Mevlana’sından, “Veliler Kubbelerimin altındadır, onları benden başkası bilmez” buyrulmasının manası sorulmuştu. Buyurdu ki: “Kubbelerden maksat Velilerin huylarıdır. Halkın hoşuna gitmesin ve tanınmasınlar diye onların şeriata aykırı, tiksinilen hareketleri olabilir. Onlar bu kubbeler altında gizli kalırlar. Eğer o kötü kubbeleri olmasaydı dünyada kalmazlar, çabucak ölürler veya abdallara, gayblara karışırlardı. İnsanların iyiliği ve dünyanın ayakta durması için ALLAH onları ayıpların kubbeleri altında tutar. Sırlardan nasibiniz olmadığından dolayı o ayıplara takılıp onları inkâr ederseniz kendinizi zahmete ve mahva sürüklemiş olursunuz. ALLAH inayetinin eriştiği kul o ayıp kubbeleri altındakileri anlar, itiraz etmez ve onlardan yüz çevirmezse, bakır vücudu altın olur, iksir-i azama yol bulur.

Mevlana, ALLAH-ü Teâlâ’nın yarattığı bütün mahlûkata merhamet sahibi idi. Bir gün Nefisüddin Sivasi’ye bir kuruş verip ekmek aldırdı. Ekmeği eline alıp bir viraneye gitti. Nefisüddin de gizlice onu takibe başladı. Sonunda, Mevlana’nın o ekmeği yeni yavrulamış bir köpeğe kendi elleriyle yedirdiğini gördü. Mevlana dönüşünde, Nefisüddin’in kendisini takib ettiğini anlayıp; “Bu hayvan yedi gündür açtır ve yavrularına şefkatle bakmış ve hiç yanlarından ayrılmamıştır. Resulullah efendimiz bir hadis-i şeriflerinde; “Merhametlilerin en büyüğü olan ALLAH-ü Teâlâ, kullarından merhametli olanlara merhamet eder. Ey ümmet ve Ashabım! Siz de O’nun yarattıklarına merhamet ediniz ki, size de sema ehli merhamet etsin[18] buyurmuştur” dedi. Nefisüddin bu sözler üzerine ağlayarak Mevlana’nın ellerini öptü ve “Hayvanlara bile bu kadar merhametli olan siz, tabiatıyla ahbap ve dostlarınıza da merhamet edersiniz” dedi. Bunun üzerine Mevlana; “Evliyaullahın merhameti pek çoktur; bütün mahlûkata ve ahbaplarına da şüphesiz merhamet eder” buyurdu.

Görünen Kaza

Mevlana daima dostlarına : “ALLAH sizi görünen kazadan saklasın” diye dua ederdi. Bir gün bunun manasını sordular.

Buyurdu ki : “Görünen kaza, ağyar ve sizden olmayanlarla sohbettir. Gerçekten sohbet azizdir. Bunun için kendi cinsinizden başkası ile sohbet etmeyin.. İnsanoğlunun yükselme alameti Velilerle, Hak sevgilileriyle sohbet etmesidir.

Bir gün de birisi huzurda malının azlığından şikâyet ediyordu. Mevlana : “Git, beni düşman kabul et, sevme de dünya nimetlerini elde edesin” dedi. Adam şaşkınlık ve utançla:

Nasıl olur, yapamam” diye kekeledi. Mevlana cevap verdi:

O halde fakirliğe sabrette bolluğa kavuş.

Pervane’nin evinde bir gün dostlar toplanmış SEMA ediyorlardı. Hüdavendigar VECD ve istiğrak içinde idi. Seyyid Şerafeddin ise Pervane’yi bir kenara çekmiş Mevlana’nın aleyhinde bulunuyor, Pervane de isteksiz isteksiz dinliyordu. Sultan Mevlana birdenbire olduğu yerden şu gazele başladı:

Düşmanın söylediği hezeyanları kalbimle işittim. Tasarladıklarını da bildim. Ayağımı onun kopeği ısırıp bana cefalar etti. Ben kopek gibi onu ısıracağıma kendi dudağımı ısırırım.

Pervane hemen Seyyid Şerafeddin’in yanından uzaklaşmış ve tövbeye koyulmuştu...

Mevlana : “Ey, Hakkin Velilerini Haktan ayrı sayan kimse, sen, Veliler için iyi bir zan beslesen ne olur?” buyuruyordu. Hakkın Velisi Hakla gören, Hakla işiten, Hakla işleyendi. Hakkın Velisi Hakta yok olmuş, Hak olmuştu.

ÂŞIKLARIN NAMAZININ HİKMET VE SIRLARI

Bir gece Mevlana, Çelebi’nin evine gitmişti. Soğuk karlı bir kış gecesi idi. Evlerin damlarından saçak saçak buzlar sarkıyordu. Çelebinin ışıklarının dinlendirilmiş olduğunu görerek kendini duyurmadı; geri de dönmedi. Dakikalar geçiyor, saatler ilerliyordu. Mevlana kapıda kar altında idi ve bekliyordu.

Aşkın, sabrın, vefanın timsali olarak kıpırdamıyordu. Neden sonra horozlar öterken Hüsameddin Çelebi’nin ışığı parladı. Mevlana da kendini haber verdi. Kapıyı açan Celebi, âşıklar sultaninin mübarek başı üzerinde kar yığınlarından kocaman bir külah meydana geldiğini görerek gözyaşlarıyla secdeye kapandı.

Aşk, hakk’ın sıfatıdır buyuran. “Aşk seriati bütün dinlerden ayrıdır. Âşıkların şeriati de mezhebi de ALLAH’tır” diye seslenen Mevlana’nın hali ve tutumu işte böyle idi. Aşk uğruna yaratılıp[19] aşk uğruna dönen dünyada da Hz. Şems’ten sonra Şeyh Selahaddin, ondan sonra da Çelebi Hüsameddin gibi Veliler, aşk ve anlayışları ile kendisine hemdem olmuşlardı.

Bazı geceler SEMA meclislerinin uzun sürmesinden guyendeler, ertesi sabahki toplantılara geç kalırlardı. Onların gecikmesi ile Mevlana da SEMA etmez, “Mademki âşıkların namazını kılmıyoruz, kuşluk namazını kılalım” der. Mutrıp gelinceye kadar namaza devam ederdi.

Bir toplantıda rebap çalınıyordu. Meclistekiler VECD ve istiğrakla dinliyorlardı. Bir mürit ikindi namazının okunduğunu haber verdi. Mevlana : “O başka namaz, bu başka namaz” dedi. “Her ikisi de Hakka çağırır. Birisi insanin zahirini hizmete, öteki batınını ALLAH’ın sevgi ve marifetine davet eder.

Mevlana ilahi bir sebildi. Herkese kendi talebince, kendi kabı miktarınca sevgi aktarırdı; af ve keremiyle suçları hoş görürdü.

Ne yazık ki Şems-i Tebrizi’yi çekemeyenlerin arasına Hüdavendigar’ın ikinci oğlu Alâeddin’in de adı karışmıştı. Sonra Alâeddin çok geçmeden vefat etti. Bir zaman sonra babası Sultan-ul Ulemanın kabrini ziyarete giden Mevlana, oğlunun mezarına şu beyti yazdı:

Eğer senin merhametini yalnız iyilerin ümit etmesi lazımsa mücrimler kime sığınsınlar? Ey, kerim olan ALLAH! Eğer sen yalnız iyileri kabul ediyorsan fenalar kime yalvarıp yakarsınlar?

Evet, Rabbilalemin olan ALLAH yalnız âşıkların, zahitlerin, abitlerin, bir kelime ile iyilerin Rabbi değildir ve kimse için ümitsizlik yoktur. Bunu yüce Mevlana bu beyti ile ne arifane açıklamıştır.

Bir gece de namaz kılarken bir hırsız halısını çalmıştı. Mevlana için namaz Miraç’tı ve pek tabii, hırsız işini kolayca görmüştü. Fakat namazda olmasa da ne fark ederdi. Nitekim pazarda halıyı satarken yakalanan hırsız huzura getirildiğinde, Mevlana : “İhtiyacı için yapmıştır, mazur görün, artık halı kendisinindir” demişti.

İşte Mevlana’nın ahlaki buydu, af ve rahmet deryası idi. Suçlular o ummanda yıkanıp arınmakta idi.

Bir mecliste dervişin biri : “Arif: kime derler?” diye sormuştu. Mevlana buyurdu ki : “Arif, meşrebini bulandırmayan kimsedir. Çünkü arif değişmez ve ona gelen her bulanıklık durulur.

Nitekim Mevlana bir beytinde de şöyle sesleniyordu:

  Akan suda çör çöp nasıl bulunabilir?

Ey, can, canda, ruhta kir nasıl yer edinebilir?

Bir gün canların Mevlana’sı dostlarına yine bilgiler saçıyordu. Yaranını Peygamberin sünnet ve farzlarını yerine getirmeye teşvik ediyordu. Buyurdu ki :

Peygamberimiz efendimiz Sıddık-i Ekber ile birlikte gazaya gitmişlerdi. Bir kaleyi kuşatmış, fethetmeye savaşıyorlardı. Kalenin alınması uzadı. Sıddık-i Ekber askere: ibadetinize dikkat ediniz, farzların ve sünnetlerin en ince noktalarından birini kaçırmış olmayasınız, dedi. Ashap düşündükleri vakit akşam namazı için abdest alırken misvak kullanmayı unuttuklarını hatırladılar. O sabah abdest alırken misvak kullanmayı ihmal etmediler. Namazdan sonra, Yahudilerin elinde bulunan kaleyi almak için hücuma geçtiler. Kuşluk vaktine doğru muvaffak oldular. İşte bunun gibi istiyorum ki takatiniz oldukça tam bir itaat ile ibadete koyulun. Peygamberin sünnetlerinden en ince bir noktayı bile ihmal etmeyin ki zahirde olduğu gibi, batında da nefs-i emare kalesini zapt edebilesiniz.

Aynı mevzudaki sohbetlerinin birinde de şöyle buyurmuştu : “Namazla meşgul olan her kulun gayb âleminden istediği her şey hâsıl olur. Gökte uçan kuşların, yerde otlayan hayvanların tuzağa düşmelerinin sebebi tesbihi terk etmeleridir. Uçan kuşlar dam üzerinde ibadetlerini yapmadan geçtikleri için bir tuzağa düşüp yakalanırlar.”

Mevlana yine buyururdu ki : “Bizim ALLAH’ımız ‘Secde et ki ALLAH’ın yakınlarından olasın.[20] Buyurmuştur. Bedenlerimizin secdesi ruhlarımızın Hakka yaklaşmasına sebep olur. Eğer bu viran hapishaneden kurtulmak isterseniz dosta isyan edici olmayın, secde edin, yakınlarından olun.

Yüce sultan, altı yerde dünya sözü ile meşgul olmanın otuz senelik makbul ibadeti batıl edeceğini tekrar eder, o altı yeri şöyle sıralardı : “Mescitte, ilim meclisinde, cenaze merasiminde, mezarlıkta, ezan vaktinde ve Kur’an okunurken

VAHYİN İLK GELİŞ – HIRA MAĞRASINDA MÜTHİŞ ANIN

HİKMET VE SIRLARI

  Levlake levlak ufkunun nurlandırıcısı güneşi Cenab-ı Ahmed (S:A:V)’in yaşları kırka doğru ilerlemekteyken zaman ırmağı aka aka tam Ramazan’ın tam 17 nci gününe kadar gelmiş. Allah’ın Rasulü yine Hira dağındaki mağarada idi ki ilk vahiy geldi.

  Bir gece evvel rüyalarında muazzam bir şekil, bir eda, bir ışık, bir heybet, bir renk görmüşlerdir. Bu namus-ul ekber sıfatlı Cebrail’dir. Rasullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) için korkulu bir an ve gece idi.

  İlk ayet geldiğinde ise Cebrail (aleyhisselâm) “İkra” “Oku[21] diyordu. “İkra bismirabbikellezi halak” “Yaradan rabbinin adıyla oku[22]

  O, insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku. Rabbin nihayetsiz kerem sahibidir. Ki kalemle (yazı yazmayı)öğreten odur. İnsana bilmediğini O öğretti[23]

  Sahilsiz bir deniz ortasında ayağını basacağı ne bir tekne, ne bir sal var. Yapayalnız ve sadece meçhul bir istikamete doğru bir nur ağı içinde yol alıyorlar. Neler hissedip, neler duyduğunu tasavvur ediniz ve çektiği ıstırabın büyüklüğünü görünüz. Bu hal tam üç yıl devam etti, üç yıl vahiy gelmedi ve üç yıl berzah hayatı yaşadılar.[24]

  Istırap, Istırap…

  Teessürlerinin hayale sığmaz çapta derin, namütenahi derin olduğu şuradan belli ki, başvurdukları uzlet köşelerinde, dağ başlarında, kuytu yerlerde mağara içlerinde ilahi hitabın tecellisine zemin arayıp duruyorlar. Bulamadıkları an, dehşetten kendilerini kaybedecek hale geliyorlar.

  Mukaddes başlarında duman duman tüten ıstırap, gönüllerinde çağlayan hicran ırmakları ve gözlerinden akan acı yaşlar. Tecellilerin en parlağından sonra ondan mahrum hayatı, çekilmez ve taşınmaz bir yük görüyorlar ve parça parça olmak istiyorlar ama gene de kendisini dimdik tutmaya çalışıyordu yüce sultan.

  Üç yıl evvel gelen nebilikten sonra işte 43 yaşında. O Kevser havuzunun sahibi Resul olmuştur. İnsan ve cin, görünen ve görünmeyen bütün akıl sahibi mahlûklara memur buyrulmuşlardır. Artık cihan başka cihandır. Artık zaman başka zamandır. Artık âlem bütün zaman ve mekânın kurtarıcısına kavuşmuştur.

HZ. MEVLANA’DA ÇİLLENİN

HİKMET VE SIRLARI

Ber derem sakin şev-ü bihane baş

Da’vi-i şem’i mekün pervane baş

Ta bibini çaşni-i zindegi

Saltanat bini nehan der bendegî

                                -Hz. Mevlâna-

(Gel karşımda otur, ev derdinden kurtul! Şemalık davasından vazgeç, pervane olmağa bak! Ta ki, diriliğin tadını alasın ve bendelikteki sultanlığa eresin!)

Gönüller Sultanı Hz. Mevlana, Sulatan-ı Enbiya (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e ne kadar çok benzemeye çalışmıştır ki; Rasullulah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e gelen ilk vahiyden sonra geçen üç yıllık süre kadar çile çıkardığı rivayet ediliyor.

Sultanul ulema ile başlayan Burhaneddin Muhakkik Tirmizi ile devam eden Hz. Mevlana ve Hz. Şems ile devam eden çile hayatı Riyazet, diye, ‘oruç’, ‘perhiz’, ‘inziva’, ‘halvet’, ‘itikâf uzlet’, ‘tecerrüt’ gibi usullerle nefsi terbiye etmeğe denilirdi; bunlardan her birinin muayyen usulü, muayyen zama­nı, muayyen şartları vardı. Hakikate ermenin ancak ilme ve irfana bağlı bir akıl işi olmayıp, nefsi terbiye sayesinde elde edilecek keşif ve ilham yoluyla da tahsili kabil bir seziş işi olduğuna inanma, riyazet usullerinin ihdasına amil olmuştur.

Halvet: Rasulullah efendimiz Hz. Ali ile birlikte bir gün kapısı kapalı bir odada yalnız ve kendi başlarına oldukları bir sırada bunu ona telkin etmiştir. Halvet, yalnız baş başa kalmak demektir.

Bütün tarikatlar onlara müteselsil olmuştur. Hz. Risaletpenah, İmam-ı Ali (k.v) ye şöyle buyurmuştur:

“Ali bendendir. Ben Ali’denim.”

Ya Ali! Harun Musa’ya ne idiyse sen de bana osun ve öylesin. Ben, ilminşehri ve Ali onun kapısıdır.

Çille: tabiri, belki de, acemce kırk demek olan çel = çehl lafzından gelmedir ve Erba’in çıkarma, yani kırk gün dünyadan el çekme anlamınadır. Fakat mevlevi çille­si, kırk gün değil, tam bin bir gün sürerdi. Tarikatin ku­ruluşu bahsinde temas ettiğimiz Çeltenan = Kırklar ta­biri de bu çillenin aslı ve kökü olabilir ve herhalde çok sonraları kullanılmağa başlanmıştır.

Tasavvuf mensuplarının büyük bir değer verdikleri, hakikate ermek için kestirme yollardan biri saydıkları Çile ve riyazetin ve onun çeşitlerinden olan inziva, i’tikaf, halvet, uzlet, oruç, tecerrüd vesairenin tasavvuf yönün­den önemi büyüktür.

Hz. Mevlana’nın, birçok defalar yalnız başına veya Şems-i Tebrizi ile veya daha başka bir hemdemi ile bir yere ka­panarak Halvet çıkardığı, Konya’da hala mevcud Çille hane denilen bir mağaradan, hatta Menakibcilerin rivayetine bakılırsa, bir hamamdan, bir külhandan hafta­larca çıkmadığı olurmuş. Lakin bu halvetler de bir metoda bağlı değildi.

Başka bir rivayete göre, Hz. Mevlana’nın bütün hayatı müddetince yaptığı halvetlerin ve itikâfların topyekûn müddeti bin bir gün tutmaktadır. Matbah-ı Şerifte bin bir gün çile çıkarmak esası da buradan alınmış.

Hz. Mevlana’nın bütün hayatı boyunca yaptığı halvetlerin ve i’tikafların topyekûn tutarı olarak kabul edildiği gibi, Allah’ın bin bir isminin her biri için bir günlük zikir olarak telakki edenler de vardı.

Zikir: Allah’ın isimlerinden birini veya bir kaçını tekrarlamak demektir. Bu tekrarlayış tarikatlerin hemen hepsinde aleni ve cehridir, lakin Halidelik gibi bazı nadir tarikatlarda batıni ve kalbidir. Zikir ederken bazı tarikat ehli, oturur, sakin ve vakur bir eda ile zikreder, bazıları ayak­ta ve hareketleri ve devirleri tefrik eder, hatta Bedeviler­de olduğu gibi, bir kısmında bir kaçı der top olarak büyük heyecanlar gösterir. Zikir etmeğe Evrad okumak da de­nilirse de, asıl evrad, bazı ayet ve duaların bir araya ge­tirilerek tertip olunan En’am gibi mecmualara denilirdi.

Sohbet: Hz. Mevlana’nın Şems ile Burhaneddin Tirmizi ve diğer gönül dostlarıyla hemdem olmasıdır.

Sohbetlerde ya çileye girenler hususi olarak bir zümre halinde veya topluca ilimden, irfandan, tarikat esaslarından, tarikat büyükleri­nin menkıbelerinden bahsederler yahut tarikata ait eserlerden şerhler yaparlardı. Sohbetlerin bir de mahrem ve resmi olanları vardı.

Riyazet: diye, oruç, perhiz, inziva, halvet, itikâf, uzlet, tecerrüt gibi usullerle nefsi terbiye etmeğe denilirdi; bunlardan her birinin muayyen usulü, muayyen zama­nı, muayyen şartları vardı. Hakikate ermenin ancak ilme bağlı bir akıl işi olmayıp, nefsi terbiye sayesinde elde edilecek keşif, ilham ve irfan yoluyla da tahsili kabil bir seziş işi olduğuna inanma, riyazet usullerinin ihdasına amil olmuştur.

Kıyafet (Kisve): dervişleri tanımaya ve birbirin­den ayırmaya yaramakla beraber, edebi ve terbiyeyi istilzam eden resmi cihaz-ı tarikti. Malum olduğu üzere, eski­den her sınıf halkın kendine mahsus bir kıyafeti vardı. Bu hususi kıyafetlerin eserlerine mezar taşlarında bile rastla­nır. Bir kıyafeti, bir mezar taşını görmekle sahibinin sana­tını, mesleğini ve içtimai mevkiini tayin ve teşhis etmek kabil olurdu.

Sema: kişiyi Allah’a yaklaştıran, başka bir âleme sefer eyleyendir. Sema’ı dini usuller arasına ilk katan Sühreverdi olmuştur. Ledün ilmi âlimleri arasında, sevgiye mucip olan keyfiyet SEMA’dır. Bu itibarla, bunun Müslümanlık­taki mevlidi, helal ve mubah oluşuna, vecd ve teva­cüdün en kutsal bir şekli olduğuna dair yüzlerce eser yazılmıştır.

Tarikatlerin, bu saydığımız altı vasfı, dinin icabı ve peygamberin sünneti olarak kabul edilirdi; her tarikatta bir takım değişiklikler gösterdiği gibi, za­man zaman mahalli ve milli tesirler altında, ilmi ve içtimai sebeplerle daima değişir, dururdu. Her tarikatta bu altı va­sıftan her birine verilen kıymet ve önem de aynı değildi; bazılarında zikir, bazılarında riyazet, bazılarında sema ve bazılarında sohbet ön plana alınmıştı; bazılarında, mesela, Melamilerde hususi bir kıyafet bile yoktu.

Mevlevilikte tarikatlara has altı vasfın altısı da mev­cuddu ve her biri aşağı yukarı aynı ehemmiyetteydi. Hz. Mev­lana, Menakiblerden anlaşıldığına göre, bu altı vasıf­tan her birini uygulamış, lakin mutad ve munta­zam bir usul takip etmemiştir.

Tirmiz’li Bürhaneddin ve Tebrizli Şemseddin ile vukua gelen mülakat ve sohbet­lerinden sonra, zikirli ve semalı toplantıları sıklaştırmış, aşkını ve vecdini harekete getiren her hadise karşısında, nerede olursa olsun, zikre ve SEMAya başlayıvermiştir. Hatta bir gün, kuyumcular çarşısından geçerken, Sala­haddin Zerkubi’nin ritmik darbelerinden neşelenerek hemen ora­cıkta SEMA’a başladığı gerçektir.

Mevlana’nın mübarek hanımı anlatır: “Mevlana bir gün namaza durdu. Sükûnet ve tevazu içinde tazim ve hürmetle Kur’an-ı Kerim okuyor, bir taraftan da gözlerinden yaşlar akıtıyordu. Evde bulunanlarla birlikte Mevlana’nın bu halini görüyor, hayretle ona bakıyorduk. Namazdan sonra her zamanki gibi tespihini çekip Cenab-ı Hakk’a uzun uzun yalvarıp yakararak duasını yaptı. Onun bu hali bana çok tesir etti, ağlamaya başladım. Sonra; “Ey Efendi! Dünyada ve ahirette biz günahkârların ümidi sensin. Bu kadar çok ibadetinle, böyle korkar, ağlar, yalvarırsan, biz bu tembel halimizle kıyamet gününde ne yaparız?” diye sordum. Yemin ederek; “ALLAHü Teâlâ’nın bana verdiği nimetlerin, ihsanların yanında benim yaptığım ibadet, yalvarışlar ve bütün hareketlerim, ziyade kusur ve nihayetsiz eksiklikten başka bir şey değildir. Bütün bu korku ve yakarışlarımla; “Ey Kerim olan ALLAH’ım! Benim gibi bir acizin, bir çaresizin kuvveti ve takati ancak bu kadardır, mazur buyur ya Rabbi!” demek istiyorum. Yoksa O’na layık bir ibadeti kim yapabilir?” buyurdu.

 

Cevahirü’l-Esrar Hz. Mevlana’dan Semanın İlk Şeklini Alması

Bir rivayete göre, Hicri 699 (Miladi 1270) yılında bir gün, Hz. Mevlana ashab ve yareni ile bir gezintiye çıkmış. Yanlarında devlet erkânından bazıları da varmış. Karatay medresesinin önünden geçerken hemen atından inmiş, âdeti olduğu üzere, namazı vaktinde kılmak için, medresenin camiine girmiş. Fakat daha önce yanındakiler girerek ihtiram vaziyeti almışlar. Hz. Mevlana girince cemaati, yüksek sesle selamlamış. Namaz kılınmış, Aşır okunmuş, ismi Celâl ile zikredilmiş. Ondan sonra Hz. Mevlana bir Nat okunmasını buyurmuş. Bunu neyzenlerin ve kudümzenlerin ilahileri ve durakları takip etmiş. Hep birlikte SEMA edilmiş. Fakat daha önce camiinin içi üç defa tavaf edilir gibi dolaşılmış. SEMA’a üç defa fasıla verilmiş ve her fasılada Hz. Mevlana niyaz vaziyeti alarak hazırunu selamlamış. En sonunda bir Aşr-i Şerif daha okunmuş. Hz. Mevlana eşrafı hürmetle anan ve yaşayanlara hayır dualar eden bir dua okumuş ve camiden çıkılmış. İşte bu hadise, SEMA ayinine, yani Mukabele-i Şerif merasimine esas tutulmuş. Bu rivayetlere dayanılaraktandır ki, Mevlevî eserlerindeki kronolojilerde şöyle iki kayda rastlanır:

Halvet-i Sultan Veled ve Tertîb-i Matbah     654

İbtida-i Vuku-i Resm-i Mukabele               699

Arzedilen rivayetlerin ve menkîbelerin hepsi doğru olabilir. Ancak, bunlardan ilham alarak tarîkati kimlerin bugünkü hale getirdikleri kesin olarak bilinemiyor. Şimdiye kadarki yazılarımızda görülmüş olduğu üzere, Hüsameddin Çelebi’den başlayarak gelip geçen ve kendisinde yetki bulan her Mevlevî, Mevlevîliğe bir şey katmıştır.

Mevlevîliğin mahiyetini belirtmek için zikir, sohbet ve kıyafetlerini anlatmak ve hususu ile Mevlevîliği karakterize eden çille ve mukabele keyfiyetlerini tafsil etmek icab eder; bu maddelerden her birini ayrı ayrı bahislerde konu edineceğiz.



[1] Ali İmran Suresi; Ayet 40

[2] Maide Suresi; Ayet 1

[3] Hakiki Veçhesiyle Mevlana Mesnevi S: 30

[4] Maide Suresi, Ayet 120

[5] Nahl Suresi; Ayet 53

[6] Nisa Suresi; Ayet 79

[7] Rum Suresi; Ayet 25

1-2-3  Acluni,Keşfu’l Hafa:2\230

[8] Al-i İmran Suresi; Ayet 109

[9] Enfal Suresi; Ayet 44

[10] Hacc Suresi; Ayet 123

[11] Hud Suresi; Ayet 123

[12] Maide Suresi; Ayet 18

[13] Şura Suresi; Ayet 4

[14] Tegabün Suresi; Ayet 3

[15] Ariflerin Menkibeleri; Sayfa 64

[16] Bu şiir Sultan Veled’in, Türkçesi Semti Dede’nindir

[17] Ahzab Suresi; Ayet 45

[18] Kutüb-i Sitte 1953 - Tirmizi, Birr 16, (1925); Ebü Dâvud, Edeb 66, (4941)

[19] “Sen olmasaydın, sen olmasaydın gökleri yaratmazdım” Hadis-i Kutsi. Rabbin Hz. Muhammed (S.A.V)’e bu hitabı aşk yüzündendir.

 

[20] Alak Suresi; Ayet 19

[21] Alak suresi; Ayet 1

[22] Alak suresi; Ayet 2

[23] Alak suresi; Ayet 3-4

[24] İlk vahiyden sonra geçen zaman üzerinde rivayetler muhteliftir. En çok üç yıl en az 15 gün diyenler vardır.


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar