TOPLUMSAL BİR PATOLOJİ ÖRNEĞİ OLARAK VEBA SALGINLARI
Hazırlayan:
Haydar Akın
VII. TOPLUMSAL BİR PATOLOJİ ÖRNEĞİ OLARAK VEBA SALGINLARI
7.1.
SALGIN HASTALIKLARIN ORTAYA ÇIKMA NEDENLERİ
İnsanoğlunun avcılık ve
toplayıcılıkla geçen yüz binlerce yıllık yaşam tarzı, son on bir bin yıldan
beri yerleşik düzene geçilmesiyle büyük ölçüde değişime uğrar. Başta saban
olmak üzere diğer keşfilerle başlayan tarımsal faaliyet birçok sorunu
beraberinde getirir. Özellikle verimli toprakların tarıma açılmak üzere
sürülmesi bakterilerin hızlı bir biçimde yeryüzüne yayılmalarına olanak sağlar
ve daha önce hiç bilinmeyen çeşitli hastalıklar ortaya çıkar. Bu bağlamda
“İnsanlarla çevre arasındaki değişken ilişki, hastalıkların insan toplumları
üzerindeki etkisini belirlemek açısından çok önemli olmuştur.” (Ponting, 2000,
s. 197) A. Nikiforuk “Tarımın her tür virüsü, mantarı ve bakteriyi insanların
bahçelerinde, evlerinde ve köylerinde bir araya getirecek ortak bir hastalık
pazarı oluşturduğunu” belirtiyor. (Nikiforuk, 2007, s. 27)
Diğer yandan yerleşik yaşama
geçiş hayvanların evcilleştirilmesine olanak sağlayıp protein tüketiminin
artmasına olanak sağlarken, yaşam alanlarının ortak kullanımı hayvanlarda
yaşayan patojenlerin hızla çoğalmasına ve bazı hayvan hastalıklarının insanlara
geçmesine zemin hazırlamıştır. (Lindemann, 2013, s. 75) Ponting bu ilişkiyi
şöyle açıklar:
İnsanlarla
hayvanlar arasında yakın ilişki kurulmasına neden olan evcilleştirme (hayvanlar
genellikle insanlarla aynı evde yaşıyordu), insanların hayvanları etkileyen
hastalıklara yakalanmasına neden oluyordu. Bu hastalıklardan bazıları insanları
yeni ev sahipleri olarak benimsedi ve bu yeni ortamlarda gelişti; diğerleri ise
kendi özelliklerini değiştirerek insanlara özgü hastalıklar haline geldi. İnsan
hastalıklarının birçoğu, hayvan hastalıklarının yakın akrabasıdır. (...)
İnsanlar yaklaşık on bin yıl hayvanlarla yakın ilişki içinde bulunduktan sonra,
günümüzde köpeklerle altmış beş, sığırlarla elli, koyun ve keçilerle kırkaltı
ve domuzlarla kırk iki hastalığı paylaşmaktadır. (Ponting, 2000, s. 198)
Yeryüzünde milyonlarca yıllık
bir sürecin sonunda ortaya çıkan yaşanılabilir doğal çevrenin insanlar
tarafından tahribatı sanıldığından çok daha önce başlamıştır. Toprağın
sürülmesi, nüfus artışına paralel biçimde tarıma elverişli toprak kazanabilmek
amacıyla ormanların yok edilmesi farelerin, sıçanların, kenelerin, pirelerin,
sivrisineklerin, çekirgelerin en yakın yerleşim merkezlerine ve şehirlere akın
etmesine neden olacaktır.[6] Çöplerin toplanmaması, temiz su
ve kanalizasyon şebekesinin olmayışı şehirleri adeta mikrop üretim merkezleri
haline dönüştürürken, yeni parazitlerin oraya çıkması kaçınılmaz hale
gelecektir. Tarım yapılmaya başlanmasından sonra insan bedeni için, farklı
etkenlerle çevresel birlikte en büyük tehditlerden birini sağlıksız
şehirleşmenin oluşturduğunu söyleyebiliriz. [7]
İklim koşullarında meydan gelen
bozulma ile ortaya çıkan uzun süreli kuraklık ve aşırı yağışların sonucunda
gıda ürünleri üretiminin düşmesi, belli bölgelerde yoğunlaşmış ve hızla artan
dünya nüfusunun ihtiyacını karşılamakta yetersiz kalmıştır. Kötü beslenme, ağır
çalışma ve yaşam koşulları bağışıklık sisteminin zayıflamasıyla insanları
hastalıklara açık hale getirecektir. Yıllar boyu iklim koşullarının ani
değişimleri nedeniyle beklediği hasadı yapamayan, hayvanları telef olan ve
nihayet kırsal kesimde karnını doyuramayan yoksulların, en yakın şehirlere akın
etmesiyle sayıları hızla artan, sadaka ve yardımla yaşamaya çalışan, işsiz
insan orduları ortaya çıkaracaktır. Bu olumsuz koşullarda bulaşıcı, giderek
salgın hastalıkların ortaya çıkması kaçınılmaz hale gelecektir.
Ancak daha sonraki bölümlerde
göreceğimiz gibi, Eskiçağlar’dan günümüze büyük kayıplara neden olan salgın
hastalıkların ortaya çıkış, yayılma, geri çekilme ve nihayet yokoluş süreçleri
günümüzde bile tam olarak çözülememiş bazı içsel dinamikler içermektedir. Diğer
yandan insanoğlunun salgın hastalıklarla gelen toplu ölümlerin mantığını
kavraması için aradan binlerce yıl geçmesi gerekecektir. Hippokrates sadece
büyük bir hekim olmanın ötesinde üstün öngörü yeteneğiyle bu karmaşık döngüde
savaşın, kuraklığın, nemin hatta rüzgârın rol oynadığını ilk fark edenlerden
biri olarak tarihe geçmiştir. (Nikiforuk, 2007, s. 31)
Salgınların ortaya çıkmasında ve
sürmesinde çevre koşullarının etkili olduğunu keşfedilmesi tıp tarihi açısından
büyük öneme haizdir. Artık uygun çevre koşullarına sahip olmak sağlıklı bir
bedenin ön şartı olarak görülmektedir. Havası, suyu ve toprağı uygun olan
yerlerin insanı sağlıklı kılacağına inanılmasının temelinde, evreni oluşturan
kurucu elementlerin (hava, su, ateş, toprak) tedavi eden gücüne olan inanç
yatar. Başta Celsus olmak üzere Romalı doğabiliciler ve hekimlerin Hippokrates
tıbbına en büyük katkıları çevresel faktörlerin insan sağlığı üzerindeki
etkilerini öne çıkarmalarıdır. Yaklaşımlarında biraz aşırıya kaçmış olmakla
birlikte, sağlığın yaşanılan çevrenin koşularına uyum sağlamış bir bedenle
sağlanabileceğini öne sürmüşlerdir. Bu koşulların ancak taşrada sağlandığını
bilen soylular her fırsatta Roma’dan uzaklaşmaya çalışacaklardır. Hekimler
tarafından her türlü hastalık için yazılan tedavi reçetesinde bedensel hareket,
arındırıcı beslenme, hacamat, banyo tedavisi yanında temiz su ve şehir
havasından, insanlardan uzaklaşma yer almaktadır.
Diğer yandan bu yargının
oluşmasında, tarih boyunca bulaşıcı hastalıkların ve salgınların şehirlerde
ortaya çıkması nedeniyle taşranın adeta ‘sığınılacak güvenli bir liman’ olarak
görülmesi de etkili olmuştur. Ancak 1348’de Avrupa’da yaşanan büyük veba
salgınında görüleceği üzere, hastalık şehir kırsal kesim ayrımı yapmaksızın
önüne çıkan irili ufaklı tüm yerleşim birimlerini haritadan silmiş ve Avrupa
nüfusunun yaklaşık üçte birlik bölümünü yok etmiştir.
Kuşkusuz salgınların ortaya
çıkma nedenleri daha ayrıntılı biçimde açıklanabilir. Ancak biz salgınların,
etkili oldukları dönemlerde yarattıkları tahribatı, ekonomik boyutlarını göz
ardı etmeksizin, sosyal ve toplumsal bağlamda neden oldukları kalıcı hasarlar
çerçevesinde değerlendirmek istiyoruz. Yine tarihsel süreç içinde bazı bulaşıcı
hastalıkların biyolojik olmaktan çok, kültürel bir fenomen haline dönüşmesi
çalışmamızın çerçevesine uygun düştüğü için incelenmeye çalışılacaktır.
Biz bu çalışmanın amaçları
doğrultusunda, sıtma, çiçek, veba, cüzzam, frengi, tüberküloz ve grip gibi
biyolojik hastalıklardan mercek altına almak üzere bireyi toplum dışına iten,
dışlayıcı ve farklılaştırıcı özellikleri nedeniyle veba ve cüzzamı seçtik.[8] Bu seçim bütünüyle öznel
olmakla birlikte, hastalık olgusunun genel anlamda, verilmiş bir ceza
için ödenen bedel ekseninde karşılığının bireysel bağlamdaki örneğinin cüzzam,
toplumsal bağlamdaki örneğinin ise veba olduğunu düşünüyoruz.
7.2.
VEBA SALGINLARININ TİPOLOJİSİ
İnsanlık tarihinde yaşanmış
büyük felâketler içinde önemli bir paya sahip olan sıtma, çiçek, tüberküloz,
grip, cüzzam, veba gibi salgın ve bulaşıcı hastalıklar üzerine tıp tarihçileri,
hekimler, antropologlar ve farklı disiplinlerden sosyal bilimciler tarafından
yapılmış çok sayıda akademik çalışma mevcuttur. Her ne kadar yaşadığımız
dünyada yaptığı tahribat açısından, bugüne kadarki insan kaybı ve verdiği
toplam zarar düşünüldüğünde, tüm hastalıklar içinde rakipsiz bir konumda olan
sıtma gibi bir hastalığının varlığına karşın veba salgınları, akademik olsun
olmasın tüm düşünür ve yazarların çok ilgi duyduğu bir konu olmuştur. Bu
bağlamda Antikçağ’dan günümüze veba salgınları üzerine çok geniş bir yazınsal
birikimin oluştuğunu söyleyebiliriz. Sadece akademik düzeyde değil, edebiyat,
resim, müzik ve mimari alanlarında veba salgınlarını konu alan çok sayıda eser
verilmiştir. Özellikle Geç Ortaçağ’ın konu alan herhangi bir araştırmada,
‘Büyük Veba Salgı’nın neden ve sonuçları ortaya konulmadan sağlıklı bir
değerlendirme yapabilmek neredeyse olanaksızdır.
Biz bu bölümü hazırlarken,
çalışmamız sınırları dâhilinde kalmaya özen göstererek, veba salgınlarıyla
ortaya çıkan korkuların, Antikçağ’dan itibaren insanlığın ortak bilincinde
bıraktığı tortuya dikkat çekmek istedik. Özellikle 14. yüzyıldaki Büyük Veba
Salgını süresince ve takip eden dönemde, içme suyu kuyularını zehirlediklerine
inanılan ve böylece vebanın nedeni olarak görülen Avrupada’ki Yahudilere karşı
bir takip ve av sürecinin başlatılması bu konuda önemli bir örnek teşkil
etmektedir. İlginç olan husus bu söylentilerin nedeni olan kanlı takip
sürecinden yaklaşık on sekiz yüzyıl önce, Peloponnes Savaşları sırasında,
Atina’daki su kaynaklarının düşman Peloponnesliler tarafından zehirlendiği
söylentilerini bizzat Thukydides’in dillendirmesidir.[9]
Salgın hastalıklar olumsuz
sonuçları itibariyle binlerce yıldır insanların karşılaştığı en büyük
felâketlerden biri olma özelliğini korumuştur. ‘Kara Ölüm’ olarak da
adlandırılan veba hastalığının tarihin en eski devirlerinden beri var olduğu
bilinmektedir. Veba’yı tüm diğer epidemik hastalıklardan ayıran özelliği,
etkili olduğu coğrafyalarda hayatî derecede önemli bir dizi toplumsal, siyasî,
ekonomik, sosyal, kültürel ve hatta coğrafî değişime neden olmasıdır. Bu
durumun tipik bir örneği 1348-1351 yılları arasında Avrupa nüfusunun üçte
birini (yaklaşık otuz milyon kişi) yok eden büyük veba salgınıdır. Nikiforuk,
“Modern dünya için nükleer bir savaş ne kadar bir büyük dehşetse, veba da
Ortaçağ dünyası için o ölçüde büyük bir dehşetti.” (Nikiforuk, 2007, s. 68)
ifadesiyle yaşanan felâketin boyutlarını çok güzel bir şekilde özetlemiştir.
Antikçağ’ın veba olduğu tahmin
edilen salgınlarından, 18. yüzyılın ilk yarısına kadar faklı şiddetlerde devam
eden salgınlar, neden oldukları sonuçlar itibariyle incelendiğinde, toplumun
tüm kesimlerini etkisi altına alan bir büyük bir yıkımdan söz etmek mümkündür.
Özellikle 14. yüzyılda yaşanan büyük veba salgını üzerine yapılan araştırmalar,
salgınların yıkıcı etkisine maruz kalan insanların vebanın geldiği gibi
gittiğini kabul ettiklerini; salgının gelişi ne denli sessiz ise gidişinin de,
hiçbir nedene bağlı olmaksızın birdenbire, kendiliğinden, gerçekleştiğine
inandıklarını ortaya koymaktadır. Pratik, yaşanmış tecrübeler kadar, dinî ve
etik temelleri olan bu kabulün en önemli sonuçlarından birisi, salgına karşı
alınacak önlemlerin hiçbirinin yayılmayı durduramayacağına olan inançtır. Kaldı
ki, aşağıda göreceğimiz üzere, Antikçağ’dan beri süre gelen bir inanışın sonucu
olarak havadaki çürümenin etkisiyle ortaya çıkabilen salgınlar yine hava
yoluyla yayılırlar. Ortaçağ’ın insanı için vebadan kurtulmanın, hayatta
kalabilmenin tek çaresi salgından -çürümüş havadan- biran önce uzaklaşmak, kaçmaktır.
Ancak hastalık, çok sayıda örneği olduğu üzere, kaçanın varacağı yerden daha
önce oraya ulaşır ve adeta kurbanını beklemeye başlar. Galenos gibi büyük büyük
bir hekim için bile, ona atfedilen ifadeyle, salgından tek kurtuluş yolu
kaçmaktır: “Hemen kaç, olabildiğince uzaklara ve uzun süre.”[10]
Antikçağ’da ve Ortaçağ’da
yaşanan salgınların nedenini, hijyen eksikliği veya sağlıksız yaşam koşullarına
bağlamak yerine, doğrudan doğaüstü güçlerle ilişkilendirmek veya Tanrı’nın
gazabı olarak görmek büyük ölçüde vebanın felâket boyutlarındaki yıkıcı
etkisinden kaynaklanmaktadır. Daha önceki bölümlerde gördüğümüz üzere tarihin
eski devirlerinden itibaren hastalıkların nedenlerinin doğaüstü güçlerle
açıklanması, teşhis ve tedavi için yine bu güçlerden yardım istenmesi geleneği,
modern tıbbın temellerinin atıldığı 18. yüzyılın sonlarına kadar devam
etmiştir. Bu bağlamda vebanın, doğaüstü güçlerle ilişkilendirilmesi, daha çok
Tanrı’nın cezası olarak görülmesi, Eskiçağlar’ın kronik veya bulaşıcı hastalık
tanım ve kabullerinden farklılık arzeden bir olgu değildir.[11]
Ancak temel farklılık, büyük veba salgını örneğinde görüldüğü gibi, Avrupa
kıtasında yaşayan halklar açısından, salgın öncesi (1348) ile iki yıl
sonrasının tanınamayacak derecede birbirinden farklı olmasıdır.
Vebanın arkasında bıraktığı
sadece salgın döneminde yapılamayan hasat, telef olan hayvanlar nedeniyle
ortaya çıkan açlık ve sefalet değil, olağanüstü nüfus azalışı nedeniyle ortaya
çıkan işgücü kaybının onlarca yıl boyunca sürecek bir ekonomik durgunluk ve
yoksulluk, dolayısıyla toplumsal huzursuzluk sürecine zemin hazırlamasıdır.
Ortaçağ’da yaşanan büyük veba salgınının sonuçları itibariyle, insanlık
tarihindeki en önemli ‘toplumsal patoloji’lerden biri olduğuna inandığımız için
aşağıdaki bölümlerde, salgın süresince vebalı birey ve giderek farklı toplumsal
kesimleri hedef alan, dışlanma ve damgalanma sürecinin nedenlerini ve
sonuçlarını ele almaya çalışacağız.
7.3.
ANTİKÇAĞ’DA VEBA
SALGINLARI
7.3.1.
Attika (Atina) Salgını (İÖ 430-426)
Antikçağ, elimizdeki kaynaklarla
sınırlı bilgilerimize göre, sadece salgın hastalıkların değil, doğal
felâketlerin de çok yoğun yaşandığı bir dönemdir. Holger Sonnabend’ın
Antikçağ’da yaşanan doğal felâketler[12]
(yanardağ patlamaları, depremler, sel baskınları, uzun kuraklık dönemleri), salgın
hastalıklar (veba),[13] açlık dönemleri[14] ve felâket nedeni olarak
savaşları[15] konu alan çalışmalarında,
kanımızca vardığı en önemli sonuçlardan biri, doğa kaynaklı veya insanların
neden olduğu felâketlerin, toplumsal, siyasal, ekonomik ve bilinç bağlamında
bir değişime, giderek dönüşüme neden olduğudur.
Kavramın etimolojisinden de
görüleceği, katastrophe (Yun.) topyekün bir (geri) dönüşü/mü açıklamak
için kullanılıyor. Felâketleri takip eden dönemin koşulları, yaşanan yıkım
nedeniyle, hiçbir zaman felâket öncesiyle bir olmayacak ve bütünsel bir değişim
süreci başlayacaktır. Doğal felâketler ve salgın hastalıklar söz konusu
olduğunda neden çoğunlukla doğaüstü güçler ve/veya onların yeryüzündeki
işbirlikçileridir. (Sonnabend, 1999, s. 119-120) Bu neden- sonuç ilişkisine çok
sayıda örnek verilebilir. Örneğin tarihçi Prokopius, 526 yılında yaşanan büyük
Antakya depreminden henüz İmparator dahi olmayan, ‘insan kılığındaki şeytan’
olarak tanımladığı Justiniaus’u sorumlu tutacaktır. Kuşkusuz Prokopius’un bu
tavrı bireysel bir çıkış olmanın ötesinde, ortak toplumsal bilincin dışa vurumu
olarak değerlendirilmelidir.[16]
Tarihin en eski dönemlerini
mitolojik karakterler üzerinden anlatan destanlar ve tarihsel anlatılarda
salgınlar,[17] tanrıların öfkelerinin sonucu
yeryüzüne gönderdikleri ceza olarak tanımlanır. Homeros’un ilyada Destan!nında
Truvalılar ile Yunanlılar arasında yaşanan savaşta Tanrı Apollon, krala olan
öfkesini Yunan ordusuna salgın göndererek gösterir: “Krala kızıp orduya kıran
salan o”. (İlyada, I,10). Yine Herodotos Tarihi’nde veba adeta daha
büyük bir yıkımın habercisi olarak tanımlanır:
Bir kentin
başına büyük yıkımlar gelmeden önce, genellikle bunu haber veren şeyler olur.
Khios’un başına gelecekler de önceden belli olmuştu. Delphoi’ye koro olarak
gönderdikleri yüz gençten yalnız ikisi geri dönebilmişti; geri kalan doksan
sekizi, o aralık patlak veren vebaya yakalanıp ölmüşlerdi. Ayrıca kentte gene o
sıralarda ve deniz savaşından önce, bir okul, içerde ders görmekte olan
çocukların başına yıkılmıştı; yüzyirmi çocuktan yalnız biri kurtulmuştu.
Tanrıların uyarıları böyle olmuştu. (Herodot Tarihi, VI, 27)
İsmi verilmediği için, veba olup
olmadığı anlaşılamayan daha somut bir hastalığın (loimös, Yun.)
tasvirini ise Antikçağ tarihçisi Thukydides’in (İÖ.460-400), Atinalılar ile
Spartalılar arasında yaşanan savaşları anlattığı Peloponnesos Savaşları
isimli eserinde buluruz.[18] Thukydides’in
anlattıklarından, tarihteki en eski veba salgınının, İÖ 430-426 yılları
arasında Attika’da[19] yaşandığı tahmin ediliyor. (Peloponnesos
Savaşları, 2. kitap, XLVII-LIV)[20]
Her ne kadar Thukydides yaşanan ölümcül salgının adını anmasa da,[21] yüksek ateş, vücudun belirli
noktalarında ortaya çıkan hıyarcıklar, eklemlerde şiddetli ağrılar ve vücut
kontrolünü kaybetme gibi belirtiler bahse konu hastalığın veba olduğu yönündeki
tahminleri kuvvetlendirmekle birlikte,[22]
tasvir edilen hastalığın veba olup olmadığına ilişkin tartışmalar günümüzde
hâlâ sürmektedir.[23]
Diğer yandan
Hippokrates’in Corpus’unda ‘veba’ (loimös Yun.; pestis
Lat.) belli dönemlerde görülen ve ateşle seyreden bir hastalık olarak
tanımlanmaktadır. Yapılan tanımın, Corpus" da sayılan ateşle
seyreden ve ölümle sonuçlanan, diğer hastalıklardan ayırt edici bir farkı
yoktur. Kaldı ki, Hippokrates tıbbında ‘veba’[24]
belirli bir hastalığı tanımlamaktan çok, hastalık belirtileri katoloğu içinde
yer alır. (Leven, 2005b, s. 18) Bu bağlamda Thukydides’in tasvir ettiği
hastalığın epidemik veba olmadığını anlayabilmek için Hippokrates veya
Antikçağ’ın diğer ünlü hekimlerinden yardım alabilme şansımız yoktur.[25]
Thukydides salgının Etiyopya’da başladığını ve Mısır
üzerinden Atina’ya ulaştığını anlatıyor. Yazara göre tamamen ‘doğal’
nedenlerden kaynaklanan salgının, Atinalılar’ın Spartalılar ile savaştıkları
bir dönemde ortaya çıkması bazı söylentilere neden olacaktır:
Anlatılanlara
bakılırsa hastalık ilk olarak Mısır’ın yukarı kesiminde bulunan Aitiophia’da
ortaya çıkmıştı. Daha sonra yayılarak Mısır, Libya ve kralın ülkesine gelmişti.
Sonra da Atina’da ve Pire’de görülmeye başlandı. Hastalığın Atina’dan önce
Pire’de görülmesi Peloponnesoslular’ın kuyulara zehir attıkları söylentisinin
çıkmasına neden oldu. Çünkü bu sıralar Pire’de çeşmeler yoktu. Ardından kentin
yukarı kesimlerine yayılmaya başladı. En büyük kayıplarda burada görüldü. (Peloponnesos
Savaşları, 2. kitap, XLVII)[26]
Hastalık hiçbir ön belirti göstermeden başlıyor, ancak kısa
sürede tablonun ağırlaşmasıyla, hasta ölümle pençeleşir hale geliyordu:
İnsanlar
sağlıklıyken birdenbire ateşleri çıkmaya başlıyor, gözleri yanıyor, boğaz ve
dilde kanlanma oluyor, nefes alıp vermede düzensizlik yaşanıyor, ağızda kötü
bir koku oluyordu. Daha sonra göğüste şiddetli bir ağrı başlıyordu. Bununla
beraber gelen öksürüğü midedeki akıl almaz ağrılar takip ediyordu. (...) Yedi
veya dokuz gün içinde hastaların birçoğu ölüyordu. (Peloponnesos Savaşları,
2. kitap, XLIX)
Thukydides hastalığı küçük bir
ihtimalle de olsa, atlatabilenlerin bir daha bu hastalığa yakalanmadıklarını ve
hatta bir daha hiçbir hastalığa yakalanmayacakları söylentisinin yayıldığını
belirtir. (Peloponnesos Savaşları, 2. Kitap, LI) Kentlerde salgının daha
yaygın olması kırsal kesimden göç edenlerin artışıyla hastalığın boyutunu
arttırmaktadır. Atinalı tarihçi salgının insanları çok değiştirdiğini ifade
eder; örneğin daha önce hiçbir şeyi olmayan bir fakir, hastalıktan ölen bir
varlıklının mallarını sahiplenerek birdenbire zenginleşir. Ancak değişim sadece
ekonomik anlamda yaşanmaz; insanlar ölümle burun buruna yaşadıkları için günlük
yaşamaya, başka bir ifadeyle günlerini gün etmeye başlarlar. Bu sorumsuz yaşam
ahlâkî anlamda toplumsal yozlaşmayı da beraberinde getirecektir:
Hastalığın
yaygınlaşması kentte başka bazı sorunların da ortaya çıkmasına neden oldu.
Örneğin kısa bir süre için ölen zenginlerin mallarından yararlanan bazı
fakirlerin zenginleştikleri görüldü. Zenginleşen insanlar da başka zevklerin ve
kazanç kıapılarının peşinden gitmeye başladılar. İnsanlar artık ahlaklı bir
yaşam sürmek istemiyorlardı. Çünkü ne kadar süreyle yaşayacakları belli
değildi. Böylece insanların hoşlarına gidecek her şeye ulaşma yolları faydalı
bir şey olarak görülmeye başladı. Artık insanlar tanrılardan da korkmaz
olmuşlardı. Çünkü dindar olanlar da olmayanlar da salgından nasibini
almışlardı. Suç işleyenlerin yaptıklarının hesabını verecekleri kadar uzun bir
süre hayatta kalamayacaklarına inanılıyordu. İnsanlar yargı kararlarını
önemsemeksizin sadece içinde bulundukları anın tadını çıkarmaya çalışıyorlardı.
(Peloponnesos Savaşları, 2. kitap, LIII)
Kuşkusuz Thukydides’in
yukarıdaki satırlarda dillendirdiği, toplumun ahlâkî değerlerinde gözlenen ani
çözülme ile sınırlı değildir. Birdenbire yüzleşilmek zorunda kalınan bir yaşam
gerçeği teatral bir üslup ile aktarılmaktadır. Bu da bize Thukydides’in sadece
bir gözlemci değil, aynı zamanda mükemmel bir anlatıcı olduğunu göstermektedir.
Sadece Attika Salgını tasviri ile değil, Peloponnesos Savaşları"nda
kurduğu anlatı retoriği ile yaklaşık ikibin yıl boyunca tarih yazımında daima taklit
edilmeye çalışılması Thukydides’in tanıklığının ne denli değerli olduğunu
ortaya koymaktadır.
Atina salgını, her ne kadar veba
hastalığından kaynaklanmadığı bilinse de, Thukydides’in gerçekçi ve ayrıntılı
tasvirleri nedeniyle, Antik dünyada yaşanan salgın ve benzeri yıkım getiren
felâketlerin insanlar üzerindeki etkilerini anlamamıza yardımcı olabilecek bir ilkörnek
olmuştur. Gelecek yüzyıllarda farklı coğrafyalarda yaşanan ve ‘veba’ olduğundan
kuşku duyulmayan büyük salgınlarda yaşananların ilkörnek ile olan
benzerliği ise şaşırtıcıdır. Thukydides’den yapılan yukarıdaki alıntıda da
görüleceği üzere, salgınla birlikte insanların davranışlarında önemli bir
değişim yaşanmıştır. Toplumsal normlar tümüyle altüst olurken, salgın,
‘sağlıklı’ ile ‘hastalıklı’ arasında her zaman var olan görünmez sınırın,
tümüyle kalkmasına neden olmuştur. Hiçbir dinî, etik ve toplumsal değerin
inandırıcılığı, yasaların yaptırım gücü kalmamıştır. Thukydides adeta ölüm
korkusunun (dolayısıyla ‘geleceğin’) olmadığı bir dünyayı nasıl bir kaosun
beklediğine dikkatimizi çeker. Sokaklarda can cekişen, acı içinde kıvranan bedenlerin
arasında henüz hayatta olanların umarsız, neşeli ruh hallerini şaşkınlıkla
izler.
7.3.2.
İstanbul’da Salgın: ‘Justinianus Vebası’
(541-542)
Bugüne kadar hangi hastalıktan
kaynaklandığı anlaşılamayan Atina (Attika) salgınından yaklaşık bin yıl sonra
(541/42) bu kez, çok sayıda kaynak tarafından varlığı doğrulanan, tarihin
tespit edilebilmiş ilk hıyarcıklı veba salgını İstanbul halkını kırıp
geçirecektir.[27] ‘Justinianus Vebası’ olarak da
bilinen salgının o güne kadar görülenlerden farkı şiddeti ve uzunluğundan
kaynaklanmaktadır. İstanbul bu salgında nüfusunun %40’nı, yani yaklaşık iki yüz
bin kişiyi, kaybedecektir.[28] Mısır’da başlayan ve Akdeniz
üzerinden İstanbul’a ulaşan salgının engel tanımadan batıya doğru ilerlediğini,
başta Roma İmparatorluğu topraklarında olmak üzere, özellikle Dalmaçya, İtalya,
İspanya, İngiltere, Kuzey Afrika ve Güney Fransa’da yaklaşık 760 yılına kadar
belirli aralıklarla can almaya devam ettiğini görüyoruz.
Her ne kadar salgın, Kuzey ve
Batı Avrupa’yı da etkilemiş olsa da, felâket boyutlarına ulaşan etkisini Doğu
Roma İmparatorluğu topraklarında gösterdiğini biliyoruz (Stathakopoulos, 2007,
s. 101 vd.; Bergdolt, 2003, s. 14; Meier, 2005, s. 93)[29]
599-600 yıllarında İtalya ve güney Fransa’da yaşayanların %15’i ölürken, 8.
yüzyılın ortalarına gelindiğinde salgına maruz kalan bölgelerde nüfusun %50 ila
75’nin kaybedildiği anlaşılıyor. 6. yüzyılın ortalarında başlayan salgının
Ortadoğu, Mısır ve kuzey Afrika’da nüfus üzerindeki tahribatı o denli büyük
olacaktır ki, anılan bölgeler 540 yılı öncesindeki nüfuslarına ancak 19.
yüzyılın sonlarına doğru ulaşabileceklerdir. Diğer yandan salgının 6. yüzyılda
özellikle yoğun biçimde etkili olduğu bölgelerde kent kültüründe bir değişime
giderek zamanla dönüşüme neden olduğu kesindir. (Naphy ve Spicer, 2006, s. 15
vd.; Meier, 2005, s. 95)
Veba’nın İstanbul’da yaptığı
tahribatın boyutlarını en iyi aktaran belgelerden birisi Prokopius’un[30] (500-565) ‘Gizli Tarih’ isimli
eseridir.[31] Prokopius İstanbul’da veba
salgınının başlangıcını “Bütün insanlığı yok etmek üzere olan bulaşıcı ve
tehlikeli bir hastalık peyda olmuştu” sözleriyle anlatır. (Prokopius, 2002, s.
237) Yazar hayatlarına ‘kötü bir ruh’ gibi çöken salgını anlamanın tek yolunun
onun Tanrı’dan geldiğine inanmak olduğunu savunur ve farklılık gözetmeyen, sınır
tanımayan doğasını çok güzel tanımlar:
“Öldürücü felaket eğer dünyanın
bir bölgesine, ya da bir bölgede hayat sürdüren insanlara belli bir mevsimde
uğrasaydı, salgının nedenlerini hilekâr açıklamalarla bulmak mümkün olabilirdi;
ama yaş, cinsiyet ve toplumsal yapının değişik katmanlarını kavuran ve
çölleştiren ciddi bir marazla karşı karşıyaydık. İnsanlar ikametgâh ettikleri
yerlere göre farklılıklar göstermesine, günlük yaşamlarında değişik yasalara
tabii olmalarına, doğal alışkanlıklarında ve toplumsal faaliyetlerinde
çeşitlilik sunmalarına karşın, bulaşıcı hastalığın kuşatmasına uğramış ülkenin
sosyal, kültürel ve ekonomik bütün değişkenliklerinin hiçbir önemi kalmamıştı.
Veba kimilerine yaz sezonunda, kimilerine kışın ve geri kalanlara da yılın geri
kalan mevsimlerinde saldırmıştı.” (Prokopius, 2002, s. 238)
Prokopius veba salgınlarının her zaman sahil yerleşim
bölgelerinde ortaya çıktığını ve buradan iç bölgelere yayıldığını savunur. Bu
kez de öyle olmuş, Mısır’dan başlayan salgının iki yıl sonra bahar ayında
İstanbul’a ulaştığını söyler. Hastalık başlangıçta teşhis edilememiş bu arada
çok sayıda insan hayatını kaybetmiştir.
Hastalık
semptomlarını anlamakta güçlük çeken hekimler ne yapacaklarından emin
değillerdi, kafaları karma karışıktı. Yaralarla ve şişkinliklerle kendini dışa
vuran hastalığın ne olduğunun anlaşılması için ölülerin bedenlerini incelemeyi
kararlaştırdılar. Cesetlerde bazı şişlikleri yararak açtıklarında içlerinde
büyümüş tuhaf bir çıban türüyle karşılaşmışlardı. (Prokopius, 2002, s. 242)
Böylece hastalığın nispeten daha uzun süre yaşama şansı
veren (bir hafta) hıyarcıklı veba türüyle karşılaşmış oluyorlardı. Ancak hemen
sonra ortaya çıkan akciğer vebası en geç iki gün içinde hastayı öldürüyordu.
Prokopius’a göre salgının ‘bir çığ gibi çoğaldığı’ dönem ilk üç ay içinde
olmuş, ikinci aya doğru ölenlerin sayısı günde beş bine, ikinci ayın sonunda bu
sayı on bine çıkmıştı. (Prokopius, 2002, s. 243)
Veba’nın toplumsal yaşamda ve kamu düzeninde yarattığı
tahribatı ise Prokopius şöyle anlatıyor:
Vebanın
etkisini gösterdiği ilk haftalarda herkes kendi evinden çıkan cenazenin
defnedilme törenine katılıyordu. Bazıları fırsatçı davranarak ölülerini
başkalarının mezarlarına atıyordu. Bundan dolayı cenaze sahipleri diğer
mezarların sahipleriyle sık sık kavga ediyorlardı. Vebanın yoğunluğundaki
şiddet çoğaldıkça insanlar ne yapacaklarını şaşırmışlardı; korku ve kaygının
eşlik ettiği başıbozuk bir düzensizliğe sürüklenmişlerdi. Köleler
efendilerinden mahrum kalmışlardı. Veba öncesinde servet sahibi olmuş kişiler,
hizmetçilerinin hasta ya da ölü olmasından ötürü ev işlerinde yalnız
bırakılmıştı. Yüzlerce ev tamamıyla insansızlaşmıştı. (Prokopius, 2002, s.
243-244)
Prokopius’un
Gizli Tarih'te yazdıklarından anlaşıldığı kadarıyla, İmparatorluk
topraklarında yaşanan deprem, su baskını gibi tüm doğal felâketlerden İmparator
Justinianus’u sorumlu olarak görüyordu:
İnsanlık
soyunun azılı düşmanı, kötü ruhların maşası Justinian ve çevresi bütün
felaketlerin sorumlusuydular. Doğada kötü niyetli, karanlıkda kalmış bazı gizli
güçlerin bu adam aracılığıyla, bütün toplumda yol açıktıkları ekonomik ve
sosyal yaralar, bir sonraki öykümün konusu olacaktır. (Prokopius, 2002, s. 155)
Daha önce
vurguladığım gibi, İmparator’un insan kılığına girmiş şeytanimsi kişiliği, ülkelere
bela ettiği korkunç felaketlerin büyüklüğü ile kanıtlanabilir. (...) Bana öyle
geliyor ki, bu adamın yok ettiği insan sayısını tahmin etmeye Tanrı’nın dışında
kimsenin gücü yetmez. (Prokopius, 2002, s. 151)
Prokopius veba üzerine
yazdıklarını, İmparator Justinianus’un da vücudunda şişlikler çıktığı, ancak
daha sonra iyileştiği ve vebanın sonraları İran’a ve ‘diğer barbarların’
yaşadıkları yere sıçradığı haberini vererek bitiriyor.
Kuşkusuz on binlerce insanın
öldüğü veba salgınlarında Bizans ve Pers İmparatorluklarının ekonomileri de
büyük darbe alacaktır. Öncelikle yüksek ölüm oranları kentlerin çökmesine ve
ticarî hayatın durmasına neden olurken, kırsal kesimde de durum daha felâket
boyutlarındadır. İşgücü kaybı ve kalan köylülerin arazilerini terk etmeleri
nedeniyle tarımsal üretim imparatorluk tarihinde olmadığı kadar düşecek ve
ciddî boyutta açlık yaşanacaktır. Veba’yı ‘Tanrı’nın cezası’ olarak gören ve
tüm Roma imparatorları arasında en uzun süre (527-565) İmparatorluk koltuğunda
oturma şansını elde eden Justinianus (Leven, 2005a, 690; Meier, 2005, s. 87)[32] kaybedilen işgücünü telafi
edebilmek için 544 yılının Nisan ayında aldığı bir kararla, aktif hizmette olan
askerleri terhis ederek ekonomik hayata canlılık getirmek isteyecektir.
7. yüzyılda imparatorluğun sınır
boylarını koruyacak güçler olmadığı için, Arap istilâcılar kolaylıkla iç
bölgelere kadar sızabilecektir. Sığınılabilecek tek güvenli liman olarak din
salgın günlerinde, sokaktaki insandan İmparator’a, tüm toplumsal kesimler
üzerindeki ağırlığını daha fazla hissettirecek, tarihin farklı bunalım
dönemlerinde sıkça görülen bu dünyadan kaçış ve öteki dünyada selâmet
arayışları bu dönemede damgasını
vuracaktır. Papa Büyük
Gregorius, Roma’yı kasıp kavuran salgınla mücadele edebilmek için son çareyi
Paskalya’da çok büyük bir ayin düzenlemekte bulacaktır.[33]
Diğer yandan VI. yüzyılın
başından itibaren görülen bazı doğa olaylarının (yanardağ patlamaları, kuyruklu
yıldız görülmesi, güneş tutulmaları, depremler, su baskınları, yangınlar, deniz
yüzeyinde kabarmalar, çekirge sürüsü istilâları) veba felâketinin etkisini
attırıp arttırmadığı tartışma konusu olmakla birlikte, şaşırtrıcı biçimde,
yapılan araştırmalar tarihteki büyük veba salgınlarına bir dizi doğal felâketin
eşlik ettiğini ortaya koymaktadır.
Burada bizi ilgilendiren
neden-sonuç ilişkisinden çok, salgınlara eşlik eden eden sıra dışı doğa
olayların insanlar ve toplumsal yapı üzerindeki olumsuz etkileridir.
İstanbul’daki veba salgını öncesinde ve salgın süresince yaşanan sıra dışı doğa
olayları inceleyen Valentin Seibel[34]
bunları; yanardağ patlamalarına neden olan yer hareketleri, atmosferde yaşanan
gelişmeler, gökyüzünde kuyruklu yıldız geçişleri ve doğal bitki
örtüsü-hayvanlar üzerindeki olumsuz etkiler olmak üzere dört gruba ayırır.
Kanımızca yer hareketlerini konu alan ilk grupta, ortaya konan bulgular
(Seibel, 1857, s. 7-13), salgınlar ile doğal felâketler arasında bir
korelasyonunun varlığını açıklamasa da, salgınların pençesindeki insanların
dayanma gücünü yok ettiğini ve giderek daha fazla doğüstü güçlerden yardım
ister hale getirdiği ortaya koymaktadır.[35]
Yine 536 yılında Rabaul
Yanardağı’nın patlamasıyla ortaya çıkan kül bulutları ve dumanın gökyüzünü
aylar boyunca kaplamasıyla güneşin gündüzleri sadece dört saat görülebildiğini
gösteriyor. İskandinavya’dan, İngiltere’yi içine alacak şekilde, Akdeniz
havzasına kadar çok geniş bir coğrafyada aşırı soğuk kış, alışılmadık serin yaz
aylarının yaşandığı anlaşılıyor. Bu durumdan özellikle tarladaki ürünler ve
üzüm bağları olumsuz etkilenmiş ve 530’lu yılların sonlarında büyük bir kıtlık
dönemi yaşanmıştır. (Behringer, 2011, s. 94-95; Sticker, 1908-1910, s. 25;
Meier, 2005, s. 89)
Justinianus Vebası’nın ekonomik,
toplumsal ve sosyal anlamda yaptığı tahribatın boyutlarını en güzel ortaya
koyan tespitlerden birisi Naphy ve Spicer tarafından yapılmıştır. Yazarlara
göre, nasıl 14. yüzyılın ortalarında ortaya çıkan ‘Kara Ölüm’[36] ve devamında gelen
veba salgınlarının Ortaçağ ve Erken Yeniçağ Avrupa’sında bir dönüşüme işaret
ediyorsa, aynı şekilde Geç Antikçağ’da yaşanan Justinianus Vebası’nın da
döneminde benzer önemde sonuçlar doğurduğu aşikârdır. (Naphy ve Spicer, 2006,
s. 15)[37]
Justinianus Vebası’nı takip eden
yıllarda yinelenen büyük salgınların sonuncusu 717 yılında yaşanacaktır. İlginç
bir biçimde 8. yüzyılın ortasından 14. yüzyılın ortalarına kadar bir daha veba
salgınlarına anılan coğrafyada rastlamıyoruz. Bu uzun boşluğun yanıtı ancak
Büyük Veba Salgını’nın neden ve sonuçları incelendikten sonra verilebilecektir
kanısındayız.
7.4.1.
Büyük Veba Salgını (1347-1352)
7.4.1.1. Büyük Veba Salgını Öncesinde Avrupa
Avrupa’da 8.-14. yüzyıllar
arasında veba salgınları açısından şanslı bir dönemin yaşandığını
söyleyebiliriz. J. Le Goff, yaklaşık yedi yüz yıllık bir zaman diliminde Batı
Dünyası’nda veba salgınına, en azından bugünkü bilgilerimiz ışığında,
rastlanılmadığına dikkat çekiyor.[38] Ancak bu durum Erken ve Yüksek
Ortaçağ’da veba dışında, başka bulaşıcı hastalıklar görülmediği, hijyen
eksikliği, yanlış ve kötü beslenme nedeniyle yüksek oranlı can kayıpları verilmediği
anlamına gelmiyor kuşkusuz. Aşağıda göreceğimiz üzere Avrupa’da yaşanan
pandemik karakterli Büyük Veba Salgını, nüfusunun yaklaşık üçte birlik kısmının
hayatına malolmuştur. Ancak yapılan son araştırmalar, veba salgının tek başına
bu denli büyük bir kıyıma neden olmadığını, öncesinde Avrupa’da yaşanan bir
dizi doğal felâket ve sosyo-ekonomik koşullardaki aşırı bozulma neticesinde,
tifüs, menenjit gibi başka bulaşıcı hastalıklar ve mantar küfü
zehirlenmelerinden çok sayıda insanın yaşamını kaybettiğini ortaya koymaktadır.
(Strothmann, 2005, s. 181)
Özellikle
9.-11. yüzyıllar arasında çavdar başağı üzerinde üreyen zehirli mantar
nedeniyle ortaya çıkan ve yüksek ateşle seyretmesi nedeniyle kronistler
tarafından ‘Kutsal Ateş’ (Ignis sacer, Lat.), daha sanraki yüzyıllarda
sadece ‘Aziz Antonius Ateşi’ olarak adlandırılan hastalık kitlesel ölümlere
neden olmuştur.[39] Son tahlilde bir gıda
zehirlenmesi olan ‘Kutsal Ateş’ten bu denli çok sayıda insanın hayatını
kaybetmesi veya uzuvlarının çürüyerek dökülmesi nedeniyle sakat kalması, açlık
ile hastalık riski arasında ilişkiyi ortaya koymaktadır. Hastalık hasat
dönemlerinin hemen ardından ürünleri çürütmekte ve arkasından sonu yamyamlığa
varan büyük kıtlıklar yaşanmaktadır. Yine ağır kış şartları sonucunda hasatın yetersiz
veya çok düşük olduğu bölgelerde zehirli üründen elde edilen un tüketiminin,
acılı sonuçları bilinmesine rağmen tüketilmesi nedeniyle, kitlesel ölümler
yaşanmıştır. Böylece Ortaçağ’da gıda zehirlenmeleri bile neden oldukları
kitlesel ölümler nedeniyle epidemik (bulaşıcı) bir karaktere bürünmüşlerdir.
(Schipperges, 1990, s. 84-88; Jankrift, 2005a, s. 129-135; Jankrift, 2003 a, s.
126-129; Biraben, 1996, s. 390-391)
Veba salgını öncesinde giderek ağırlaşan bazı sorunlar kendisini
hissettirse de, 13001340 yılları arasında Batı Avrupa’nın, görece istikrarlı
bir dönem yaşadığını savunan araştırmacılara (Naphy ve Spicer, 2006, s. 23;
Herlihy, 2007, s. 39) karşın, J. Le Goff gibi tarihçiler, 1270-1330 yılları
arasında yaşanan altmış yıllık dönemi Avrupa’da ‘Hıristiyanlığın Kriz Dönemi’
olarak tanımlıyor.[40] [41]
Avrupa’nın 11. yüzyıldan itibaren yaşadığı yükselişin 1300’lerden itibaren
yavaşladığını, hatta tersine doğru bir gidişin, yani gerilemenin, söz konusu
olduğunu belirten Le Goffa göre, Avrupa 14. yüzyıla gelindiğinde fizikî,
ruhanî, bilimsel-teknik, ekonomik, sosyal ve toplumsal anlamda 717 sınırlarına ulaşmış ve
giderek gerilemeye başlamıştır. (Le Goff, 1992, s. 277 vd.)
Benzer
biçimde Henri Pirenne 14. yüzyılda yaşanan durgunluğun yaşanan felâketlerden kaynaklandığını
belirtiyor:
Haksızlık etmemek için belirtmek gerekir ki, eğer
ondörtdüncü yüzyıl gelişmeyi sürdüremediyse, bu yüzyılı tamamıyla kaplayan
feliketlerin bunda büyük ölçüde payı vardır. 1315’ten 1317’ye kadar Avrupa’nın
tümünü viranaye çeviren korkunç kıtlık, öncekilerin hepsinden daha çok yıkıma
yol açmıştır. Ypres’e ilşkin olarak günümüze kadar gelmiş olan bilgiler bunun
kapsamını kestirmemize olanak vermektedir. 1316 yılının mayıs ayı başından ekim
ayı ortalarına kadar kent yönetimi 2794 cesedin gömülmesi için emir vermiştir.
Kentin sakinlerinin muhtemelen 20.000’i aşmadığı gerçeği dikkate alınırsa, bu
muazzam bir sayıdır. Otuz yıl sonra yeni ve çok daha korkunç bir felâket Kara
Ölüm (Veba), birinci darbeden henüz kurtulmamış olan bir dünyanın üzerine
birdenbire çöktü. Tarihte sözü edilen bütün salgınlardan tartışmamız daha
korkunçtu. 1347’den 1350’ye kadar,
Avrupa’nın nüfusunun
muhtemelen
üçte birini kırdığı tahmin edilmektedir. (Pirenne, 2005, s. 216)
Avrupa’nın 700 yılında yirmi beş
milyon olan nüfusu, 1250 yılında yetmiş beş milyona ulaşacaktır.[42] Artan nüfusu besleyebilmek ve
iskân edebilmek için önemli ölçüde orman varlığı yok edilmiş, bataklıklar
kurutulmuş, dik dağ yamaçları dahi tarıma açılmış, verimsiz veya az verimli
topraklar büyük bir cömertlikle terk edilmiştir.[43]
Köylülerin daha çok tahıl ekebilmek için otlakları işgal ederek inek ve
koyunları yerinden etmesi gübre üretimini düşürmüştür. İlginç olan husus, tarım
adına yapılan yenilikler hasadı arttırmadığı gibi zayıflayan toprak nedeniyle
buğday ve arpa üretiminde düşüş olmuştur. Günümüze ulaşan verilerden 1340’lı
yıllarda girişimciler arasında büyük bir iflas dalgasının yaşandığı ve çoğu
küçük işletmenin yok olduğu anlaşılıyor. (Nikiforuk, 2007, s. 69; Montanari,
1999, s. 85; Geremek, 1991, s. 94; Strothmann, 2005, s. 182)[44]
Avrupa’da 12. yüzyılın başlarından itibaren, artan nüfus ve toplam
talebe bağlı olarak yaşanan fiyat artışları 14. yüzyılın ikinci yarısında
başlayacak kriz dönemine kadar kesintisiz devam eder. Bu süreçte ekonomik
birimlerde önemli kapasite artışları yaşanırken, artan tüketimle ticaret hacmi
daha önceki dönemlerde olmadığı kadar büyüyecektir. Ancak 13. yüzyılın ikinci
yarısında %10’luk nüfus artışına karşın, tarımsal alanda üretim artışı
sağlayacak yeni tekniklerin geliştirilememesi ve tarım alanlarının fiziki
sınırlarına ulaşılması tarım ürünü fiyatlarında artışı beraberinde
getirecektir. 1287-1303 yılları arasında Paris çevresinde ekmeklik tahıl
fiyatları iki katına çıkar. (Geremek, 1991, s. 94 vd.) Bu dönemin bir diğer
sorunu nüfus artışı ve ticarî hayatta yaşanan gelişmelere bağlı olarak hızla
biçimde yaşanan kentleşme olgusu olacaktır. Çoğu Avrupa kenti bu beklenmedik
göç karşısında hazırlıksız yakalanmıştır.
Bu arada feodal sistemin
işleyişinde görülen sıkıntılar nedeniyle açığa çıkan köylü nüfusun kentler
üzerinde yarattığı baskı da ayrı bir sorun teşkil etmektedir.
Diğer yandan uzun süren bir
ılıman dönemden sonra, 14. yüzyılın başlarından itibaren, Avrupa’da iklim
koşullarında bir kötüleşme yaşanmaya başladığını görüyoruz.[45]
1312 yılına ait bir Güney Almanya Kroniği’nde felâket şu cümlelerle tarif
edilir: “1312 yılında bütün Almaya’da büyük ölümler oldu. Özellikle Ren
Vadisi’ndeki insanların üçte birinin yaşamını kaybetmiş olabileceği
düşünülüyor.”[46] 1315 yılından itibaren soğuk
ve nemli yaz ayları giderek sıklaşmaya başlar ve aynı yılın Nisan ayında
başlayan sağnak yağmurlar, Kasım ayına kadar fırtınaya dönüşerek kesintisiz
olarak devam eder. Yazın yaşanmadığı bu yılı (Jahr ohne Sommer) benzer
koşullarda 1316 yılı takip edecektir. (Pfister, 2000, s. 24; Behringer, 2011,
s. 143)
Ekili alanlarda toprakların
aylarca donuk kalması, otlakların buzullarla kaplanması, nehirlerin donması,
günlerce yüzünü göstermeyen güneş ve kısa yaz aylarında uzun yağmur dönemleri
kırsal kesim insanına hasat yapma fırsatı vermez. Bu dönemde Avrupa’da yaşanan
iklim değişikliği ilk etkisini tarımsal ürün üretiminde dramatik düşüşlerle
göstermiştir. Bu üretim kaybı, özellikle yükselen tahıl fiyatlarıyla beraber
olağandışı bir açlık ve sefalet döneminin ateşleyicisi olur.[47] 1 3 1 5-13 1 7/18 yıllarını
kapsayan yaklaşık dört yıl boyunca, Avrupa topraklarında yaşanan açlık, o güne
kadar yaşanmışların en büyüğü olarak tarihe geçecektir. (Le Goff, 1992, s. 285;
Geremek, 1991, s. 95)[48] Bu korkunç kıtlıktan Atlantiğe
kıyı olan coğrafî bölge başta olmak üzere, Fransa, İngiltere, Hollanda ve
Almanya etkilenecektir. (Montanari, 1999, s. 85-86) Kırsal kesimde yoksulların
ender öğünlerinde ısırgan otu, güvercin pisliği, kedi, köpek hatta çocuk yemeğe
başladıkları biliniyor. (Nikiforuk, 2007, s. 70) Yine Windsheimer 1315
Kroniğinde yer alan ifadeler, açlığın hangi boyutlarda olduğuna tanıklık eder:
“Her şey, köpek, at ve asılmış hırsız bile yendi.”[49]
Yukarıda ana hatlarıyla
vurgulamaya çalıştığımız hususlardan da anlaşılacağı üzere, veba Avrupa
topraklarına ayak basmasından önce, özellikle Batı Avrupa’da yaşam koşullarında
ciddî bir bozulmanın varlığı dikkatimizi çekiyor. Nüfus artışı, iklim
koşullarında bozulma, gerileyen tarımsal üretim, yükselen fiyatlar, yaygın
açlık ve feodalite gibi geleneksel bir örgütlenme modelinde oluşan çatlaklar bu
olumsuz tabloyu oluşturan ana unsurlar olarak karşımıza çıkıyor.[50]
7.4.I.2. Salgının Avrupa’ya Girişi ve Yayılması
Yukarıda belirtildiği gibi
İstanbul’un 6. yüzyılın ortalarında yaşadığı büyük salgından sonra vebanın Batı
dünyasındaki saldırıları dokuz ila on iki yıllık molalarla 8. yüzyılın
ortalarına kadar sürmüştür.[51] Daha sonra 14. yüzyıla kadar
süren uzun bir sessizlik dönemi yaşanacaktır. Bu sessizlik döneminde, Avrupa
topraklarında doğal felâketlerin sonucunda ve bizzat insan eliyle, büyük bir
salgının ortaya çıkmasına uygun bir ortam yaratıldığını söyleyebiliriz.
Kıta Avrupa’sına 1347 yılının
Ekim ayında İtalya’nın Messina Limanı’ndan giriş yapan Yersinia pestis’in
(Yersin Basili)[52] uzun yolculuğuna Moğolistan ve
Gobi Çölü’nden başladığını biliyoruz. Hastalık bu bölgeden doğuya ve batıya
doğru iki yönden yayılacaktır. Çin’de 1331-1353 yılları arasında yaşanan salgın
büyük olasılıkla nüfusun %65’lik kısmını yok etmiştir. 1393 yılına gelindiğinde
Çin’in nüfusu yüz yirmi milyondan doksan milyona gerilemiştir; böylelikle
Çin’in altmış yıl içinde salgın nedeniyle nüfusunun %25’ni kaybetmiş olduğunu
anlıyoruz. Çin’deki büyük salgın üzerine yayılan söylentiler 1346 yılında
Avrupa’ya ulaşır. Batı’ya doğru hareket eden kollardan biri Semerkant
üzerinden, Hazar Denizi’nin güneyine ve oradan da Pers İmparatorluğu’na
ulaşacaktır.[53] Hastalığın diğer kolu ise
1338-1339 yıllarında Nesturi Hıristiyan toplumların yaşadıkları Balkaş Gölü
yakınlarındaki Issık-Kul’da çok sayıda insanı öldürerek, nihayet 1345 yılında
Kırım’a ulaşır. Buradan da Avrupa kıyılarından, her gün çok sayıda ticarî
geminin yanaştığı Kaffa (günümüzde Feodosiya) Limanı’ndan bir Ceneviz gemisine
sıçrayarak Eski Kıta’ya doğru uzun yolculuğuna başlar.
Yersinia pestis 1347
yılında döneminin en önemli ekonomik ve ticarî merkezlerinden biri olan
İstanbul’a ulaştığında bu aynı zamanda hastalığın tüm doğu Akdeniz havzasına
bulaşacağı anlamına geliyordu. Nitekim İskenderiye, Kahire, 1347 yılında,
Kıbrıs, Suriye, Filistin, Arabistan Yarımadası, Anadolu ise 1348 yılında
vebayla tanışırken; İstanbul’dan diğer bir kol Polonya’ya doğru yavaşça yola
çıkacaktır. (Janktrift, 2005b, s. 232) Ancak burada bizi ilgilendiren husus
salgının, İtalya’nın Messina Limanı’na doğru hareket eden güney-batı koludur.
Çünkü hastalığın Avrupa topraklarına girişi bu noktadan olacaktır. (Napy ve
Spicer, 2006, s. 28-29; Tuchman, 1995, s. 97 vd.)
Sicilya adasındaki Messina’dan
başlayan salgın hızlı biçimde ticarî ulaşım rotasını izleyerek Cenova,
Floransa, Pisa ve Venedik’e sıçrar. 1348 yılında Marsilya gibi diğer liman
kentlerinin yanı sıra İtalya’nın iç kesimlerinde ve Fransa’da Montpellier,
Narbonne, Carcassonne, Toulouse, Montabaun, Bordeaux ve Avignon’da salgın baş gösterir.
Salgın Fransa’dan, ticaretin yoğun olduğu rota üzerinden, Hollanda ve
İngiltere’ye; diğer yandan kuzeye harekette Norveç’e ve 1350 yılında İsveç’e
ulaşır. 1350 yılına gelindiğinde hastalık sadece kuzey Avrupa’da değildir
artık, batıda, İskoçya, İzlanda, Grönland ve Shetland’ı da etkisi altına
almıştır. 1351 yılında güneyden Almanya ve İsviçre topraklarına giriş yapan
salgın kuzey ve doğu istikametindeki hızlı hareketiyle 1352 yılında Rusya’ya
ulaşacak[54] daha sonra güneye kıvrılarak
Ukrayna’yı teslim alacaktır. Böylece veba salgını beş yıl sonra arkasında
milyonlarca ölü bırakarak, 1346 yılında başladığı noktaya, Kırım’a geri döner.
(Napy ve Spicer, 2006, s. 29-30; Herlihy, 2007, s. 16-18; Vasold, 2003, s. 108
vd; Bulst, 2005, s. 142; Biraben, 1996, s. 399-400)[55]
7.4.1.3, Veba Hastalığı ve Türleri
İnsanlarda iki ile sekiz günlük
kuluçka süreleri sonunda ölümle sonuçlanan veba hastalığının Moğolistan
bozkırlarında tarla fareleri, dağ sıçanları ve sincap benzeri kemirgenler
tarafından yaygın olarak taşınan Yersin Basili’nden kaynaklandığı biliniyor. Bu
bağlamda vebanın aslında bir insan hastalığı olmadığını, kemirgenlerde taşınan
pireler aracılığıyla insanlara bulaştığını ve hijyen koşullarının hastalığın
bulaşması ve yayılmasında hayatî önem taşıdığını söyleyebiliriz. Sadece
taşıyıcı kemirgenlerin izledikleri güzergâh salgınlara pandemik karakter
kazandırmaz. Aynı zamanda insanlar, bedenlerinde ve giysilerinde taşıdıkları
pireler aracılığıyla hastalığın yayılmasına olanak verirler.
Avrupa topraklarında 1347
yılından itibaren görülen veba üç farklı türle karşımıza çıkıyor; hıyarcıklı
veba, akciğer vebası ve septisemik veba. Pire ısırığı ile bulaşan ve en sık
görülen veba türü olan hıyarcıklı veba, yüksek ateş, baş dönmesi, bulantı,
ışığa duyarlılıkla ortaya çıkar. Yüksek ateşle birlikte hasta hezeyanlar
görmeye başlar. Kasıklarda, koltuk altlarında ve boyunda oluşan şişlikler, irin
dolu torbalara dönüşür ve nihayet hasta bir hafta içinde ölür. Tüm veba
vakalarının dörtte üçünü oluşturan hıyarcıklı veba insandan insana bulaşmaz ve
ölüm oranı %20 ile 75 arasında değişir. İnsandan insana bulaşan tek veba türü
olan akciğer vebası ise, kana karışan veba basilinin akciğerlere yerleşmesiyle
veya hava yoluyla solunmasıyla ortaya çıkar. Zatürre benzeri klinik bir tablo
ortaya koyan ve insandan insana bulaşabilme özelliğine sahip olan bu türde üç
günün sonunda hasta kaybedilir. Akciğer vebasında ölüm oranı %90-95
civarındadır. Özellikle iklim koşullarının akciğer vebasının yayılmasında etken
olduğu düşünülmektedir. Örneğin soğuk havaların akciğer vebasının akciğerlere
yerleşmesini kolaylaştırdığı biliniyor. Bakterilerin kanla bütün vücuda
yayıldığı septisemik vebanın belirtiler ani yüksek ateş, deride döküntü olarak
ortaya çıkar. Ölüm oranının %100’e yakın olduğu bu türde hasta yirmi dört
saatte ölür. (Bulst, 2005, s. 146; Herlihy, 2007, s. 13-14; Strothmann, 2005,
s. 180)
Veba hastalığı Avrupa topraklarında gerçek yüzünü gösterdiği ilk andan
itibaren farklı isimlerle anılmıştır. Çağdaşları tarafından ilk olarak ‘En
Büyük Veba/Salgın’ (pestilantia maxima) veya ‘Büyük Ölüm’ (mortalitas
magna) olarak tanımlanmıştır. Vebayı, ‘Kara Ölüm’ olarak ilk kez 16.
yüzyılda, İsveçli ve Danimarkalı kronistler yazdıkları metinlerde
kullanmışlardır. Ancak ‘Kara Ölüm’ (mors nigra) tanımını ilk kez bir
Flaman Astrolog Simon de Covinus bir şiirinde (1350) kullanmış, ancak daha
sonra tanım Latince, daha teatral bir ifadeyle, ‘Korkunç Ölüm’ (mors atra)[56] haline dönüşmüştür. Hastalığın
ilerleyen yüzyıllarda ‘kara’[57] ölüm olarak adlandırılması,
derinin altında ortaya çıkan mavi-siyah kanamalardan kaynaklanmaktadır. (Byrne,
2004, s. 1; Schipperges, 1993, s. 104; Bulst, 2005, s. 145; Herlihy, 2007, s.
10)
Veba salgının boyutları en iyi
ortaya koyacak unsurlardan biri kuşkusuz nüfus ve işgücü üzerindeki yok edici
etkisidir. Avrupa’nın 13. yüzyıldaki nüfusuna yeniden ancak 16. yüzyılda
ulaşabilmesi ne denli büyük bir salgın ve giderek ekolojik felâketin
yaşandığına en iyi delilidir.[58] Öncelikle bu dönüşüme zemin
oluşturan unsurlara kısaca değinelim. Salgın sonunda ortaya çıkan nüfus kaybı,
büyüklüğü itibariyle, araştırmacıların üzerinde hem fikir oldukları konuların
başında gelmektedir. Ancak oran ve rakam telafuz edilmeye başlandığında
sorunlar ortaya çıkmaktadır. Biz burada bazı araştırmacıların, salgın süresince
verilen kayıplar üzerine yaptıkları araştırmalardan elde ettikleri bulgulara
değinmekle yetineceğiz. Buna göre Norveçli tarihçi O. J. Benedictow’un yakın
tarihli çalışmasına göre bazı ülkelerdeki kayıpların ülke nüfusuna oranı
şöyledir: Bugunkü İspanya %60-65, İtalya %50-60, Fransa %60 ve İngiltere %62,5.
Bu türden araştırmaların güvenilirliği kuşkusuz salgının yaşandığı şehir veya
ülkede tutulan kayıtların varlığıyla doğru orantılıdır. Örneğin çok ayrıntılı
belge ve kayıtların günümüze ulaştığı Toskana’da tahmin olunan %50-60
aralığındaki oranın güvenilirlik derecesi çok yüksek iken, Almanya gibi yeterli
kayıtların olmadığı ülkelerde güvenilir tahminler yapabilmek mümkün değildir.
Benedictow’göre tüm Avrupa göz önünde bulundurulduğunda ise, yaklaşık seksen
milyonluk nüfusun elli milyonun, yani %60’nın, vebaya kurban gittiğini söylemek
mümkündür. (Jackel, 2005, s. 163-164)
Salgının bu
denli yüksek insan kaybına neden olduğu öngören çalışmalara karşın, tıp
tarihçisi Manfred Vasold gibi Avrupa’da bazı bölgelerin salgınla hiç
karşılaşmamış olmasından hareketle, üçte bir oranında bir nüfus kaybını
öngörmenin büyük abartı olacağını düşünenler de vardır. (Vasold, 2003, s. 123)
Ancak salgını konu alan araştırmaların önemli bir bölümünde kayıpların toplam
nüfusa oranı %30 civarındadır.
Yaklaşık %30’luk bu oranın[59] alt-üst uç değerleri ise %25
ve %40’tır. Genel kabul gören %30 oranının rakamlarla ifadesi ise yaklaşık otuz
milyon kişidir. (Nikiforuk, 2007, s. 68; Jankrift, 2003, s. 182; Naphy ve
Spicer, 2006, s. 30) Bu sayıya ulaşmada kullanılan önemli kaynaklardan biri
Papa VI. Clemens’in (1291-1352) yaptırdığı hesaptır.[60]
Buna göre yetmiş beş milyon nüfuslu[61]
Avrupa’nın %31’ne tekabül eden yirmi üç milyon sekiz yüz kırk bin kişi salgın
nedeniyle yaşamını yitirmiştir. (Tuchman, 1995, s. 98; Naphy ve Spicer, 2006,
s. 30)[62] Veba salgınının kurban sayısı
üzerinde yürütülen tartışmalar bu çalışmanın boyutlarını aşan nitelikte olduğu
için biz ortalama %30’luk nüfus kaybı oranını veri olarak alacağız.
Bu konuyu sonuçlandırmadan önce
üç noktaya dikkat çekmeyi gerekli görüyoruz. Öncelikle belirtilmesi gereken
husus, birçok kaynakta anılan nüfus kayıpları doğrudan veba salgınına
atfedilmektedir. Aslında salgının dolaylı etkilerinin sonuçları olarak
görülmesi gereken, yaşam standartlarında bozulma, salgın sırasında gerçekleşen
diğer doğal felâketlerden kaynaklanan sorunlar, sağlık hizmetlerinin
görülmesinde aksama, yoksulluğun artması nedeniyle beslenme eksikliği ve
nihayet bağışıklık sistemi zayıflayan bedenleri diğer salgın hastalıklara açık
hale gelmesi gibi unsurlar ölüm oranlarını artırmaktadır. Diğer yandan
Avrupa’da salgının yaşandığı ülkeler, kentler ve diğer yerleşim merkezleri
arasındaki nüfus kayıpları önemli farklılıklar göstermektedir. Örneğin
Floransa, Venedik gibi kentler nüfuslarının yarısına yakın kısmını (bazı
hesaplara göre %60’nı) kaybederken, İtalya salgının en çok etkilediği
ülkelerden biri olacaktır. Yine 1348’in ortalarında İngiltere’ye ulaşan salgın
üç milyon yedi yüz binlik nüfusun üçte birini yok edecektir. Bavyera, Bohemya,
Silezya ve güney Hollanda gibi şanslı bölgeler hemen hiç kayıp vermeden salgını
atlatırken (Vasold, 2003, s. 114); buna karşılık yine Almanya’da, örneğin
Magdeburg’da %50, Bremen’de %70, Hamburg’da ise nüfus kaybı %50 ilâ 66 arasında
olacaktır. Salgın Norveç için tam bir felâket olurken, İsveç’i önemli ölçüde
etkileyecek buna karşın Finlandiya’ya hemen hiç dokunmayacaktır. (Vasold, 2003,
s. 115; Delumeau, 1985, s. 143) Bu farklılıklar ülke içindeki bölgeler arasında
bile belirgin bir şekilde izlenebilmektedir. Kurban sayılarındaki bu aşırı
farklılıklar, Manfred Vasold (2003), ve Klaus Bergdolt’un (2003) çalışmalarında
ayrıntılı bir şekilde açıklandığı üzere, henüz daha ayrıntılı biçimde
çalışılmamış ülke ve bölgelerin varlığından da kaynaklanmaktadır. Diğer önemli
husus, Vasold’un da dikkat çektiği üzere, salgına verilen ‘kurban sayısı’ en
başından itibaren tarih yazıcılarının ve tarihçilerin en çok genelleştirdikleri
ve abarttıkları konulardan biri olmuştur. Zaman içinde tarihçiler tarafından
veba kurbanlarının sayısı yirmi milyondan otuz milyona, hatta kırk milyona
kadar çıkartılmıştır. (Vasold, 2003, s. 118)
7.4.1.5, Salgınla Mücadele ve Tedavi Yöntemleri
Salgının
başladığı andan itibaren vebanın, başta hekimler olmak üzere eğitimli
kesimlerin ilgi odağı haline geldiğini söylemek abartı olmaz. Yapılan
araştırmalar salgının başladığı ilk yıllarda veba üzerine yirmi beş tane
incelemenin yayınlamış olması ilginin boyutu hakkında fikir verebilir.[63] Bugüne kadar ayrıntılı dökümü
yapılmamış hekim reçeteleri, şehir yönetimlerince kaleme alınan düzenleyici ve
kısıtlayıcı nizamnameler göz önünde bulundurulduğunda, Erken Yeniçağ’a kadar
döneme ilişkin, büyük bir yekün oluşturacak malzemenin varlığı söz konusu
olacaktır. (Bulst, 2005, s. 147)
Bu alanda ilk çalışmayı
yaptıranlardan biri, salgının boyutları ve hızı karşısında dehşete düşen Fransa
Kralı VI. Philippe’dir. 1348 yılının Ekim ayında Kral, Paris Üniversitesi Tıp
Fakültesi’ne vebanın nedenlerinin ve tedavi önlemelerinin araştırılması
talimatını verir. Hazırlanan rapora göre vebanın birincil nedeni kozmik evrende
gezegenlerin dizilimidir: o dönemde Satürn, Jüpiter ve Mars, Kova Burcu’nun
etkisi altındadır. Diğer bir neden bozulmuş sular ve zararlı gıdalardır. Yine
hastalığın doğrudan bulaşma riskinin kesin olduğu vurgulanır. O halde vebaya
karşı korunma yöntemleri nelerdir? Paris Üniversitesi’nde kurulan ‘veba
komitesi’nin üyesi Üstad Simon de Couvin raporunda öncelikle şu öneride
bulunur: her kim besleyici olmayan gıdalarla kötü biçimde beslenirse, en basit
rastlaşma da bile hastalığı kapar. Paris Kurulu raporunda hijyen şartlarının ve
yaşam tarzının iyileştirilmesi üzerine bazı önerilerde bulunur: evlerde ve
umuma açık alanlarda tütsüler yakılmalı, kanatlı hayvan etinden veya çok yağlı
etlerden uzak durulmalı, uykuya gün ağardıktan sonra devam edilmemeli,
kahvaltıda çok az içilmeli, geceleri dışarı çıkılmamalı, ağır perhizlerden,
çalkantılı ruh halinden ve sarhoş olmaktan kaçınılmalıdır. Nihayet ishal kuşku
uyandırır, banyolar tehlikelidir, kadınlarla cinsel ilişki ise öldürücüdür.
(Schipperges, 1990, s. 81-82; Bulst, 2005, s. 147-148; Tuchman, 1995, s.
106-107; Jankrieft, 2003b, s. 198-202)[64]
Büyük Veba Salgını’ndan yaklaşık
iki yüzyıl önce Bingenli Azize Hildegard veba hastasının acılarını azaltmak
üzere bitkisel bir reçete önerir: “Büyük acılarla ölüme götüren hıyarcıklı
vebaya karşı yılanyastığının (buzağı otu) kök ve yapraklarından vermek
suretiyle huzurlu bir son hazırlanabilir.”[65]
Büyük Salgın döneminde,
şaşırtıcı biçimde, vebalıların toplumdan tecrit edilerek salgının yayılmasının
engellenmesine başvurulmadığını görüyoruz. Bu bağlamda istisnalar dışında veba
hastalarının özenli bakımı için ilâve tedbirlerin alınmamış olması da dikkat
çekicidir. Her ne kadar eski giysi ticaretine yasak getirilmesi, ölenlerin
ardından düzenlenen ayin ve ölüm yemeği benzeri etkinliklere kısıtlama
getirilmesi, salgın nedeniyle cenaze çıkan evlere girilmemesi gibi önlemler
İtalya’da uygulansa da, bunların salgının yayılmasını önlemekten çok uzak
olduğu aşikârdır. İlk karantina önleminin salgından yaklaşık yirmi yıl sonra,
1377 yılında, yöresel bir salgın sırasında otuz gün süreyle liman kenti
Ragusa’da (Dubrovnik) uygulandığını, sadece veba hastalarının kabul edildiği
hastanelerin ise ilk kez 1423 yılında Venedik’de kurulduğunu görüyoruz.
Almanya’da daha geç tarihlerde (1473) hayata geçirilen bu sınırlı örnekler (Pesthauser)
dışında hastaların sağlıklı olanlardan tecrit edilmesi, giderek kapatılması ve
benzeri uygulamaların yaygınlaşmasının uzun zaman aldığı anlaşılıyor. N. Bulst
yerinde bir yaklaşımla sadece veba hastalarına özgü bir tedavi ve bakım merkezi
oluşturmanın yüksek maliyeti nedeniyle denenmemiş olduğunu, yine karantina
uygulamasının anılan dönemde, özellikle Akdenize kıyısı olan Güney Avrupa
Ülkeleri’nden yapılan ticareti uzun dönemde olumsuz etkileyeceğinden korkulduğu
için başvurulmadığına işaret ediyor. Yine hastalıktan koruyucu ve salgının
yayılmasını engelleyen sistematik önlemlerin, muhtemelen hekimlerin
bilgisizliklerinden kaynaklanan nedenlerle, hayata geçirilmesinin ancak iki
yüzyıl sonra gerçekleştiğini görüyoruz. (Bulst, 2005, s. 156-157; Herlihy,
2007, s. 89; Strothmann, 2005, s. 187188; Jankrift, 2003b, s. 202-209)
Ortaçağ’ın
Dünyası’nda hastalıklarla mücadele sadece hekimlerin ve geleneksel halk tıbbının
araçlarıyla yapılmıyordu kuşkusuz. Din, insanların her felâkette olduğu üzere
veba salgınında da, sığınacağı son liman konumundaydı. Katolik Kilisesi de
Büyük Salgın döneminde, bu felâket karşısında çaresiz olduğunun farkına çok
çabuk varsa da, olabildiğince insanlara umut vererek, dirençlerini yüksek
tutmaya çalışıyordu. Bu girişimlerin salgın üzerinde etkisi olduğunu
söyleyebilmek mümkün değilse de, insanlar üzerinde, en azından Hıristiyanlığın
etik değerlerini insanlara anımsatması nedeniyle olumlu etkilerinin olduğu
anlaşılabilir. Kilise salgın döneminde başta Bakire Meryem olmak üzere, Azizler
Kültü ve Kilise Pederleri’ni kullanarak kararlı bir mücadele yürütmüştür.
Düzenlenen geniş katılımlı dualar ve ayinlerde veba salgını, işlenen günahların
Hıristiyanlar tarafından ödenmesi gereken bedeli olarak formüle edilecektir. Bu
bedel ödenmeden Tanrı’nın öfkesinin dinmeyeceği söylemi Kilise’nin, salgın
karşısında, kendisinden yardım bekleyenlere karşı içinde bulunduğu çaresiz
durumu
■i r* 1 , ı,,ııı -ı w -ı • , 742
kamufule etmek için kullandığı bir araçtır.
Veba daha
önce yaşanmış hiçbir bir salgında veya felâkette olmadığı kadar insanları
savunmasız ve korunmasız bırakmıştır. Yaşanan çaresizlik giderek daha fazla
insanı Kilise’nin korunmasından medet umar hale getirecektir. Veba’dan
korunmak, hastaları tedavi edebilmek için azizlerden yardım istemek gündelik
yaşamın bir parçasıdır. Artık kentlerde dualar, ayinler ve dinî geçit alayları
doğrudan, Kilise’nin bir insiyatifi olmaktan çok halkın ani gelişen tepkileriyle
düzenlenmektedir. Diğer yandan Papa’nın himayesinde, 1348 yılındaki örnekte
görüldüğü üzere, çok geniş katılımlı ayinler düzenlenmekte, başta Bakire Meryem
olmak üzere, Hıristiyan dünyasının bildik Azizleri ve şehirlerin koruyucu
melekleri yardıma çağırılmaktadır. Bulst (2005, s. 150), vebadan kurtuluş için
yardıma çağırılan on dört isimlik bir listenin varlığından söz eder. Erken
Hıristiyanlığın en ünlü ve en çok tasvir edilen din şehitlerinden biri olan
Aziz Sebastian (öl. 288), Justinianus Vebası’ndan itibaren veba hastalığına
karşı yardımı istenen ilk azizdir. 7. yüzyıldan itibaren, genellikle bir ağaç
veya sütuna bağlanmış bedenine, vebayı temsilen saplanmış çok sayıda okla[66] [67]
tasvir edilen Aziz Sebastian, Jacobus de Voragine tarafından Roma ve Pavia’da
yaşanan veba salgınını yenen Aziz olarak tanımlanır. Birçok tasvirde İsa’nın
çalmıştaki acı çeken bedenini çağrıştıran Aziz Sebastian’ın da Tanrı’nın veba
olarak yere inen öfkesini, oklar aracılığıyla bedeninde topladığına ve
böylelikle insanlığı vebadan kurtardığına inanılır. (De Voragine, 2006, s. 85;
Fichtinger, 1995, s. 344; Bulst, 2005, s. 150-151; Byrne, 2004, s. 94-95; Naphy
ve Spicer, 2006, s. 44)
Ancak Ortaçağ’daki bu büyük
felâket, kendi azizini yaratmakta gecikmez. Efsaneye göre 1295 yılında
Fransa’nın Montpellier kentinde doğan Rochus küçük yaşta ailesini kaybeder ve
kendine miras kalan mal varlığını yoksullara hibe ederek Fransisken Tarikatı’na
girer. Salgın yıllarında Roma’ya yaptığı haç ziyaretinde yolda ve kentte veba
hastalarıyla karşılaşır. Rochus Roma’da bulunduğu süre içinde büyük bir
özveriyle vebalılara yardım eder. Yardım ettiği hastalarda mucize kabilinden
iyileşmeler sayesinde adı Roma’da yayılır ve üç yıl sürede birçok hastayı
iyileştirir. İtalya’da yaptığı seyahatlerin birinde kendisi de vebaya yakalanır
ancak bir melek tarafından tedavi edilir. Ülkesi Fransa’ya döndüğünde asılsız
bir suçlama nedeniyle hücreye kapatılır ve beş yıl sonra (1327) ölür. Rochus’un
vebayı tedavi edebildiğine dair söylentiler hızla yayılır ve 1485 yılında ilk
kez Venedik’de Rochus’un veba hastalarını tedavi eden ve kollayan aziz kimliği
üzerine girişimlerde bulunulur. (Bergdolt, 2003, s. 160; Bulst, 2005, s. 153;
Byrne, 2004, s. 96; Jankrift, 2003a, s. 39; Herlihy, 2007, s. 101-102)
Tüm bu azizlerin varlığına
karşın, Batı Dünyası’nda veba ile inancın gücüne dayanarak yapılan mücadelenin
temelinde Kutsal Bakire Meryem kültü yer alır. Hıristiyanlık ikonografisinde
oldukça geç bir tarihte, 14. yüzyılın sonlarında, ortaya çıkan Meryem figürü,
gökten felâket getiren üç oktan, veba, açlık ve savaştan, insanları korumak
üzere pelerinini açmış olarak tasvir edilir. İkonografi’de Tanrı (veya İsa
Mesih) genellikle üç felâketi temsilen, üç adet okla insanlara, işledikleri
günahın bedeli olan cezayı gönderirken, Bakire Meryem, üzerinde taşıdığı
pelerinini iki eliyle açarak insanları bu öfke sağnağının sonuçlarından
korumaya çalışır. Bazı tasvirlerde, Meryem’in adeta kendini siper ederek göğüs
gerdiği felâketlere karşı insanların yakarışlarını iletmek üzere başka
azizlerin de yanında yer aldığı görülür. 15. yüzyıldan tüm Hıristiyanlık
coğrafyasında Meryem kadın, erkek, ruhban, laik, soylu, köylü, zengin, köylü
ayırt etmeden her kesimden insanı kanatlarının altına almış olarak tasvir
edilir. (Naphy ve Spicer, 2006, s. 45; Bulst, 2005, s. 154)
Büyük Salgın döneminde yaşanan
kıyımın insanların etik değerlerini etkilediğine, giderek bir yozlaşmanın
kaçınılmaz olduğuna inanan Kilise, toplumun ortak vicadınını rahatsız eden lüks
yaşama tutkusu ve abatılı giyim-kuşam zevkine sınırlama getirmek üzere
girişimlerde bulunacaktır. Özellikle Almanya’nın birçok kentinde salgını takip
eden yıllarda yapılan hukuki düzenlemelerde, elbise seçiminde sadelik ve
basitliği zorunlu kılan, vaftiz, düğün ve cenaze merasimlerinde aşırı masraf ve
israftan kaçınılmasını öngören kararlar alınmıştır. Benzer bir uygulama, ‘Kara
Ölüm’ü gerekçe göstererek israf ve lüksü önleme düzenlemelerini hayata geçiren
Venedik Şehir Yönetimi için de söz konusudur. Dönemin kaynaklarında ahlâkî
yozlaşmanın toplumun, yaş, cinsiyet ve sosyal statü ayrımı olmaksızın, tüm
kesimlerine yayıldığı israrla vurgulanır.[68]
Salgınla ortaya çıkan bu yozlaşmaya karşı yapılan düzenlemelerde, özellikle
kadınlar sadece giyim-kuşamlarında değil, hal ve davranışlarında da iffetli
olmaya davet edilmektedir. Gerçekten salgın döneminde ve sonrasında bu yönde
düzenlemeleri gerektirecek bir ‘tüketim çılgınlığı’ ve insan davranışlarında
aşırı bir serbestleşme söz konusu mudur?
Dönemin kaynakları, Pestilentia
Magna'nın yarattığı ölümcül deneyimin, insanları davranışlarında ve
seçimlerinde garipleştirdiğini ortaya koymaktadır. Her ne kadar
Kilise’nin bu söylemini dünyevî yaşamda insanlar arasında eşitlik-denklik
sağlamak amacına dayandırdığı iddia edilse de, asıl niyetinin Hıristiyanlığın
bir tevazu dini olduğuna insanlara hatırlatmak ve dahası ‘öteki dünya’ vurgusu
yapmak olduğu açıktır. Ancak sorun, Kilise’nin kaygılarıyla
sınırlandırılmayacak denli büyüktür. Bu nedenle yaptırımı olan birçok
düzenlemenin arkasında sivil otorite vardır. Hem Kilise hem de şehir
yönetimleri açısından amaç, yaşanan felâket karşısında gündelik hayatı organize
etmek ve giderek yok olmaya başlayan dayanışmanın arttırılmasıdır.[69] Bir diğer önemli konu,
herkesin koşullar ne olursa olsun, eşit konumda olduğuna vurgu yapılmasıdır.[70] Böylece aidiyet ve
giderek dayanışma duygusunu kuvvetlendirebilmek, toplumun direncini
arttırabilmek mümkün olacaktır. (Bulst, 2005, s. 154-155; Bergdolt, 2003, s.
155-156)
7.4.1.6. Salgından En Çok Etkilenen Meslek Grupları
Kara Ölüm nedeniyle Avrupa’nın
azalan nüfusu ekonomik yapı üzerindeki en önemli etkisini çalışma hayatında
yaşanan işgücü kaybıyla kendini gösterecektir. İtalya ve İngiltere gibi vebaya
en çok kurban veren ülkelerde 14. yüzyılın ikinci yarısında kentlerde ve
köylerde yaşayan nüfusta %70 ilâ 80’lik bir azalma gözlenir. Salgının kısa
dönemdeki ilk şoku ekonomik düzeni bozarak kaosa neden olması ve zorunlu hizmet
alanlarını felç etmesidir. Veba ile direkt ilişkide bulunan mesleklerde
kayıplar %90’lara kadar çıkmaktadır. Öncelikle hekimler görevleri nedeniyle
aldıkları risk oranında korunamadıkları için salgından birinci derecede
etkilenmekte ve sürekli büyüyen bir hekim ve yardımcı sağlık hizmetlileri açığı
oluşmaktadır. Uzman hekimlerin yetişmesinin zaman alması ve yaşanan göçler
nedeniyle tedavi hizmetlerinin gerektiği gibi verilmesi salgının ilerleyen
dönemlerinde neredeyse imkânsız hale gelmiştir.
Salgının yaşandığı 14. yüzyıl
Avrupası’nda sağlık hizmetlerinin sunumuna baktığımızda, oldukça geniş bir
yelpazede hizmet verildiği görülecektir. Akademik tıbbı temsil eden meslekten
hekimler ile geleneksel yöntemlerle tedavi sunan şifacılar yan yana
çalışmaktadır. Kaldı ki, sağlık hizmetini alanlar açısından seküler ya da
ruhanî şifacılar arasında ayrım yapabilme lüksü yoktur. Herlihy (2007, s.
88-89), Ortaçağ toplumunda sağlık hizmetlerinin hekimler, cerrahlar, berberler
ve yerel şifacılar olmak üzere dört farklı grup tarafından verildiğini
belirtiyor. Ancak veba hastalığının nedenleri, bulaşma yolları ve tedavisi
üzerine bilinenlerin bu dört grup arasında, sonuca yönelik önemli bir farklılık
getirmediğini söyleyebiliriz. Papa VI. Clemens’in hekimi Guy de Chauliac bir
yandan mesleğinin gereği olduğu üzere vebayı, beden sıvıları açısından
yorumlamakta ve hacamat yaparak, müshil kullanarak, formülü kendisinde saklı
şifalı iksirler içerek, kapalı mekânlarda tütsülerle solunan havayı
temizleyerek önlemeyi önermekte, diğer yandan ise, gezegenlerin 1345 yılında
gökyüzündeki diziliminin salgının nedenini oluşturduğunu açık bir dille
savunmaktadır. Guy de Chauliac da, dönemin tüm eğitimli hekimleri gibi salgının
nedeninin, gizemli doğa olaylarında aranmasından yanadır. (Bergdoldt, 2003, s.
65-66)
Salgın döneminde doktorların ve
diğer sağlık personelinin yaşadıklarını konu alan bilgiler yetersizliği dikkat
çekicidir. Bergdolt bu eksikliği ironik bir saptama ile açıklar: “Mesleğini
icra ederken veba kapan hekim, sorumluluklarını bırakıp kaçan meslektaşlarına
göre, kronistlerin daha az ilgisini çekmiştir.”[71]
Ancak hekimlerin çalışma yöntemleri ve karşılaştıkları sorunlar üzerine bilgi
eksikliğine rağmen, farklı kayıtlardan mesleklerini icra ederken yüksek ölüm
riski taşıdıkları anlaşılıyor. Kuşkusuz bu durum veba gibi büyük bir bilinmezin
karşısında duyulan âcizlik ile birleşince tam bir umutsuzluğa dönüşmektedir.
Diğer yandan Hippokrates ile Batı Dünyası’na yerleşen hekim etiği kavramı,
salgın felâketi söz konusu olduğunda unutulabilmektedir.[72]
Ortaçağ’da, özellikle kentlerde
hekimlere muayene olmak ve sağlık hizmetlerinden faydalanabilmek varlıklı
olmayı gerektirmektedir. Salgın başladıktan sonra en iyi korunma yönteminin
hastalıktan kaçmak olduğunun farkına varan zengin ve soylular taşındıkları yere
beraberlerinde hekimlerini de götürmekte, böylece geride kalan kitleler için,
zaten ulaşılması kolay olmayan hekim desteği imkânsız hale gelmektedir.[73] Avignon’daki
Papalık Sarayı hekimlerinden, Guy de Chauliac’ın meslektaşı, Chalin de Vinaro
hekimlik yeminini çiğnediğini şu cümlelerle açık açık ilan eder: “Biz
(hekimler) kendimizin en yakınlarıyız. İçimizden hiç birinden, böylesi hızlı ve
bulaşıcı bir hastalık söz konusu olduğunda, kendisini düşünmektense, başkasını
kurtarması gibi bir çılgınlığa göz yumması beklenemez.”[74]
Bu ifade salgının tüm hızıyla sürdüğü dönemde, tedavi adına yapacak bir şeyi
kalmadığına inanan hekimlerin çareyi kaçmakta bulmalarını anlaşılır hale
getirmektedir. Fransa’nın en saygın hekimi olan Guy de Chauliac’ın, çevreye
rezil olmaktan korkmasa Avignon’u terk edeceği söyletilen yayılır. Kaldı ki,
yüzlerce yıl önce yaşanan bir salgında gelmiş geçmiş en büyük hekim olarak
anılan Galenos bile çaresiz kalarak hastalarını bırakıp Roma’yı terk etmemiş
midir? (Bergdoldt, 2003, s. 173-174)[75]
Günden güne bilinçonun
ağırlaşmasına karşın hastalığı tedavi yönünde hiç yol katedilememesi hekimlere
olan güveni azaltacak ve ağır eleştirilerin yapılmasına neden olacaktır.
Boccaccio da, vebaya bir türlü çare bulunamaması ve sözde hekimler karşısında
duyduğu şaşkınlığını şu cümlelerle ifade ediyor:
İyileşme bir
yana, biraz düzelme sağlayan hiçbir ilaç, hiçbir çare yoktu. Belki hastalığın
yapısı engeldi buna. Belki de hekimler bilgisizdi (diplomalıların yanı sıra,
hiçbir tıp bilgisi edinmeden hekimlik yapan kadınların erkeklerin sayısında
büyük artış olmuştu). Bilgileri hastalığın kökenine inmeye, gerekli ilaçları
bulmaya yetmiyordu. (Decameron, s. 26-27)
Yine diğer riskli bir görev,
hastaların son anlarında yanıbaşlarında bulunan, daha sonra mezarlığa kadar
eşlik eden din adamları tarafından yerine getirilmektedir. Ruhban sınıfında
kayıplar ülkeden ülkeye değişmekle birlikte örneğin İngiltere’de %50 civarında
seyretmiştir.[76] Aynı ülkede salgının yoğun
olarak görüldüğü bazı bölgelerdeki manastırlar, personelinin tamamını
kaybetmiştir. (Bulst, 2005, s. 144) Salgının her gün yüzlerce, binlerce can
aldığı dönemlerde yaşanan rahip sıkıntısı nedeniyle ‘son görev’ çoğu kez yerine
getirilememiş ve ölü bedenler toplu biçimde törensiz gömülmek zorunda
kalınmıştır. Ruhunu teslim ederken yanı başında bir din adamından mahrum olmak,
dahası ayinsiz gömülmek ve nihayet dolup taşan mezarlıklarda yer bulunamaması
nedeniyle toplu mezarlara gömülmek dönem insanını en çok tedirgin eden
konulardan biridir:
Bu kadar çok
ölüye yer bulmak kolay iş değildi, özellikle de şehir mezarlıklarında. Üst üste
yığılan cesetlerden çıkan koku, yerel yetkilileri şehir dışında yeni
mezarlıklar açmaya zorladı. Siena gibi birçok şehirde işçiler, ölülere
yetişecek kadar hızlı çukur kazamıyordu. Bazı çukurlara neredeyse 15 bin ceset
yığılmıştı. Yoksul ölüleri on metre derinliğindeki isimsiz çukurlara gömme
ihtiyacı 18. yüzyıla kadar sürdü (...) Toplu mezarların mucizevî çürütme gücü
kısa sürede ünlendi. Paris’teki Les Innocents mezarlığının toprağı o kadar
hızlı çürütüyordu ki bir cesedi dokuz günde tüketiyordu. Kurtlar ve bakteriler
eti yok ettikten sonra mezar kazıcılara yeni veba kurbanlarına yer açmak için
kemikleri toplamak kalıyordu. (Nikiforuk, 2007, s. 77-78)
Ortaçağ’ın en eğitimli sınıfı
olarak ruhban mensupları zorlu ve nitelikli bir eğitimden geçmekte, yetişmeleri
uzun yıllar sürmektedir. Rahip ve rahibelerin salgından bu derece
etkilenmelerinin nedeni, salgının tüm hızıyla sürdüğü çoğu bölgede asli
görevlerine ilâveten, adeta birer sağlık görevlisi olarak çalışmak zorunda
kalmalarıdır. Henüz organize bir tedavi kurumu olarak hastaneler bu boyutta bir
salgınla baş edebilmekten çok uzaktır. Kaldı ki, özellikle kırsal kesimde
manastırların güçlenmeye ve yaygınlaşmaya başladığı 9. yüzyıldan itibaren
manastır revirleri adeta birer sivil hastane gibi çalışmakta ve şifa bulmak
için hastalar manastırlara akın etmektedirler. Avrupa çapında vebadan
hekimlerle birlikte en büyük darbeyi yiyen din adamlarının salgından önceki
sayılarına ulaşamaları ancak 15. yüzyılın başında gerçekleşecektir.
Büyük Veba Salgını’nın Avrupa’da yaşamın her
alanında neden olduğu köklü değişimlere çok sayıda örnek verilebilir. Biz
burada önemli gördüğümüz bazılarını anmakla yetineceğiz. Salgın eğitim
alanındaki etkisini, özellikle teoloji, hukuk ve tıp eğitimi veren
üniversitelerdeki öğrenci kaybıyla kendini gösterir. Örneğin Oxford Üniversitesi’nde
14. yüzyılın sonlarına doğru, öğrenci sayısı salgın öncesinde maksimum kapasite
olan otuz binden altı bine gerilemiştir. John Wyclif ise daha kötümserdir;
öğrenci sayısının üç bine kadar düştüğünü belirtir. Yine Montpellier
Üniversitesi’nin veba salgını öncesinde bin olan öğrenci sayısı salgın
sonrasında iki yüze düşecektir. 1348 öncesinde Avrupa’da sayıları otuza
yaklaşan üniversitelerden beş tanesi salgın nedeniyle kapanmıştır. Diğer yandan
salgın sırasında ruhban eğitmen kaybına uğrayan üniversitelerde eğitim aksamış
ve ortaya çıkan seyahat zorlukları nedeniyle bölgesel yüksek okullar kurulması
yoluna gidilmiştir. Böylece Avrupa’da birçok yeni üniversitenin kurulması[77] 14. yüzyılın sonuna kadar gerçekleşecektir.
(Herlihy, 2007, s. 86-87; Bergdolt, 2003, s. 179 vd.) [78]
Yukarıda andığımız iki meslek
grubuna ilâveten üçüncü riskli meslek ölü kaldırıcılar/mezar kazıcıları
olmuştur. Veba salgını döneminde mezar kazıcıları, doktorlar ve din adamları
ile birlikte ölüm oranının en yüksek olduğu meslek grubunu oluşturmuşlardır.
(Herlihy, 2007, s. 42 vd.; Naphy ve Spicer, 2006, s. 35 vd.) Bu meslek normal
dönemlerde bile halkın en yoksul kesimlerinden bireylerin bile tercih etmekte
zorlandığı bir iş iken, veba salgını döneminde bu denli yüksek ölüm riskine
rağmen mezar kazıcısı bulmakta zorluk çekilmediğini anlıyoruz. Bu da bize
salgın döneminde açlık ve sefaletin hangi boyutlarda yaşandığını anlatıyor.
Nüfus azalışının en dramatik
etkileri çalışma yaşamında kendisini gösterecektir. Marangozluk, demircilik,
deri işlemeciliği, dokumacılık, kunduracılık ve benzeri zanaatkârlık gerektiren
alanlarında önemli bir işgücü açığı ortaya çıkmıştır. İşgücündeki bu hızlı
kayıp kimi alanlarda o güne kadar Hıristiyanlık Dünyası’nda akla gelmeyecek,
getirilemeyecek, çözümlerin yaşama geçirilmesine olanak sağlayacaktır. Salgın
nedeniyle ortaya çıkan din adamı açığını kadınlarla karşılanması yolunda
çözümler bulunmasının yanı sıra, yine bu dönemde kadınların mahkemelerde daha
fazla tanıklık yapmaya başladığı görülecektir. (Herlihy, 2007, s. 45; Naphy ve
Spicer, 2006, s. 36)
Salgının Avrupa’da özellikle
düşük gelir grubunda yer alan yoksulların ortalama yaşam beklentisine ağır bir
darbe vurduğunu görüyoruz. Ancak salgın zengin-yoksul ayrımı yapmamış çok
sayıda soylu, zengin ve ünlü isim, Kastilya Kralı XI. Alfons ve Aragon Kralı
Peter’in eşi, Sienalı ressamlar Pietro ve Ambrogio Lorenzetti, İngiliz teolog
ve felsefeci Ockhamlı William, örneklerinde olduğu üzere, yaşamını
yirtirmiştir. 13. yüzyılın sorunsuz dönemlerinde ortalama yaşam beklentisi otuz
bei ilâ kırk yıl iken salgın döneminde bu süre yirmi yıla kadar düşecektir.
Salgını takip eden dönemde İtalya’da yapılan araştırmalar yaşlı nüfusun salgına
karşı daha dayanıklı olduğunu gösteriyor. Hekimler bu durumun genç yaşlarında
bir salgından kurtulan kişinin yaşı ilerledikçe diğer salgınlar karşısında
yaşamda kalma şansının arttığı biçiminde yorumluyorlar. Tabiatıyla bu durum
zaten bozuk olan demografik yapıyı iyice dengesiz hale getirecek ve kaybedilen
genç işgücünün yerine konulmasını kısa dönemde imkânsız hale gelecektir.
(Herlihy, 2007, s. 45; Tuchman, 1995, s. 103-104)
7.4.I.7. Tanıkların Gözünden ‘Kara Ölüm’
Kara Ölüm’ün bin yılda bir
yaşanacak bir felâket olduğunun tanıklık eden isimlerden biri Ortaçağ’ın saygın
kişiliklerinden biri olan Azize İsveçli Brigitta’dır (1303-1373). Büyük Veba
Salgını’nın hüküm sürdüğü yıllarda İtalya’da olan Azize Brigitta, vebayı şöyle
tanımlar:
Bin yıldır
dünya üzerinde böylesi, Tanrı’nın şimdiki öfkesi gibi bir öfke olmamıştı, dünya
daha önce de sık sık Tanrı’nın öfkesiyle karşılaşsa da... savaşlarla, veba ve
açlıkla ve benzerleriyle. (Dinzelbacher, 1996, s. 244)[79]
Hıyarcıklı vebanın nasıl bir hastalık olduğu ve hastasının
nasıl göründüğü üzerine salgın yıllarının İtalyası üzerine yapılmış en etkili
tasvirlerden biri Giovanni Boccaccio’nun (1313-1375) Decameron isimli
eserine yazdığı ‘Giriş’ bölümünde yer alır:[80]
Doğuda,
hastanın burnundan kan gelmesi, ölümün kaçınılmazlığının belirtisi sayılıyordu.
Bizde ise, salgının başlangıcında erkeklerde de, kadınlarda da, kasıkta, koltuk
altlarında yumrular ortaya çıkıyordu; kimisi elma, kimisi yumurta büyüklüğüne
ulaşıyor, kimisi daha iri, kimisi daha ufak oluyordu. Halk dilinde hıyarcık
deniyordu bunlara. Önceden ortaya çıktıkları yerden sonra, hıyarcıklar, ölüm
tohumları ekmek için vücudun her yerine yayılıyorlardı. Daha sonra, hastalığın
belirtisi kara ya da mor lekelere dönüşüyor, lekeler kollarda, bacaklarda,
vücudun başka yerlerinde görülüyor, kimi kez iri, aralıklı, kimi kez küçük, yan
yana oluyorlardı. Hıyarcığın kaçınılmaz bir ölüm belirtisi olması gibi, leke de
taşıyıcı için aynı anlama geliyordu. (Decameron, s. 26)
Bu kadar büyük ölçekte tahribat
yapan salgının toplumsal ilişkiler yanında akrabalık ve aile içi ilişkilere de
zarar vermesi kaçınılmazdı. Ölüm ile yaşam arasında tercih yapmak insanları
seçimlerinde bencil ve katı yürekli olmaya itiyordu. Boccaccio, Decameron
Öyküleri"nin girişinde bu durumu çok güzel tasvir eder:
Herkes
birbirinden kaçıyor, komşu koşuya sırt çeviriyordu. Akrabalar görüşmüyor,
birbirlerinden uzak duruyorlardı. Salgın erkeklerin, kadınların yüreklerine
öyle bir korku salmıştı ki, erkek kardeş erkek kardeşten, amca yeğenden, kız
kardeş erkek kardeşten, dahası koca karısından kaçar olmuştu. En önemlisi,
belki inanmayacaksınız, analar babalar çocukları sanki kendilerinin değilmiş
gibi davranıyor, onları görmeye gitmiyor, yardım ellerini uzatmıyorlardı. Bu
nedenle erkekli kadınlı birçok hasta, yalnızca dostlarının (eğer dostları
kalmışsa) sevecenliğinden, hizmetçilerinin açgözlülüğünden başka bir dayanağa
sahip olamıyordu. (Decameron, s. 29)
Gelenektir,
ölenin kadın akrabaları, kadın komşuları ölü evinde toplanıp, ölenin
akrabalarıyla birlikte ağlaşır. Evin önünde de ölenin yakınları, komşuları,
mahalleli toplanır. Ölenin toplumsal konumuna göre din adamları da katılır
onlara. Ölenle aynı toplumsal konumdaki insanlar tabutu omuzlarına alırlar,
cenaze alayı mumlar, ilahiler eşliğinde, ölenin ölmeden önce seçtiği kiliseye
doğru yola çıkar. Salgının yoğunluğu artınca, bu gelenek büyük ölçüde bir yana
bırakıldı. Yeni bir uygulama aldı yerini. Birçok kişinin, ölürken yanında çok
sayıda kadın olmuyordu. Çoğu insan, tek başına bu dünyadan gçöüyordu. (Decameron,
s. 30)
Boccaccio’nun anlatıklarının benzeri bir tanıklık da, 1348
yılında Avignon’da yapılmıştır:
Ona (hasta)
akrabaları adeta bir köpek muamelesi yapıyorlardı. Yemeğini ve içeceğini
yatağına fırlatıp, hemen evden sıvışılıyordu. Daha sonra onlar öldüklerinde,
Provence’in dağlık bölgesinden, sefil, yoksul ve keyifsiz, gavots olarak
tanınan kuvvetli köylü delikanlıları geliyordu. Yüksek ücret karşılığında
cenazeleri gömmek için taşıyorlardı. Akrabalar, arkadaşlar olan bitene dâhil
olmak istemiyorlardı. Ölmek üzere olanın günah çıkarmasını dinlemek veya takdis
merasimi yapmak üzere rahip gelmiyordu. İnsanlar sadece kendi (ve ailelerinin)
sağlıklarından endişe duyuyorlardı. Hatta gün be gün zengin bir adam küçük bir
ışıkla kaba saba adamlar tarafından mezara taşındı, hiç kimse cenazesininin
ardından yürümedi.[81]
Salgının ilerleyen aşamalarında kurulan veba-evi büyük
ihtimalle Boccaccio’nun anlattığı yanlızlığı gidermek, kimsesi kalmayanlara
rahat bir ölüm sağlayabilmek için düşünülmüştü. Ancak büyük ölçüde yoksullar
için düşünülmüş bu mekânların zamanla birer tecrit-evi haline dönüşmesi
kaçınılmazdı. Nitekim zenginlerin oturdukları villalarda son anlarına kadar
hizmetçileri bakıcıları yanlarındaydı. Bir halk sağlığı kurumu olarak veba
evleri, hastanelerin mevcut kapasitelerinin yeterli olmaması nedeniyle sadece
vebalı hastalar ve hasta olma ihtimali olan hastalar için açılmıştı.
Boccaccio’nun salgın sürecinde
değişen, zıtlıklara yönelen insan davranışları üzerine gözlemleri,
Prokopius’un, İstanbul’daki Veba Salgını sırasında yaptığı değerlendirmelere
benzer:
Böylesine
büyük bir tehlikeye karşı koyabilmek için, düzenli yaşamak, her türlü
aşırılıktan kaçınmak gerektiğini öne sürenler oluyordu. Bunlar bir araya gelip,
başkalarıyla ilşkilerini kesiyorlardı. İçinde hiç hasta bulunmayan, daha rahat
yaşanabilecek evlere kapanıyor, lezzetli yemekler yiyor, iyi şaraplar içiyor,
eğlencenin her türlüsünden kaçınıyorlardı; kimsenin kendileriyle konuşmasına
izin vermiyor, ölüm ve hastalık konusunda dışarıdan gelebilecek haberlere
kulaklarını tıkıyor, müzik dinlemekle, ellerinin altında ne varsa onunla
yetiniyorlardı.
Kimileri ise
tam tersini yapıyordu bunların. Kendini içkiye, eğlenceye vermenin, şarkı
söyleyip sokaklarda avarelik etmenin, canlarının istediği her şeyi yapmanın,
olup bitenleri alaya almanın böyle bir yıkıma karşı en iyi çare olduğuna
inanıyorlardı. Dediklerini uygulamak için de, gece demeden, gündüz demeden
meyhane meyhane dolaşıyor, içip içip sızarak kendilerini avutuyorlardı.
İnsanlar yaşama umudunu yitiriyordu, canından da, malından mülkünden de
bezmeyen kalmamıştı. Evlerin çoğu sahipsizdi; buralara yerleşen yabancılar eve
sahip çıkıyor, onlarda ellerinden geldiğince hastalıktan kaçıyorlardı. Kenti
saran bunca acı, bunca sıkıntı karşısında Tanrı’nın yasalarının da, insanların
koydukları yasaların da geçerliliği kalmamıştı. Yasaları koyanlar,
uygulayanlar, tıpkı öteki insanlar gibi ölmüşler, hastalığın pençesine
düşmüşler ya da yardımcısız kaldıkları için çalışamaz duruma gelmişlerdi. Bu
nedenle herkes her aklına geleni yapabiliyordu. (Decameron, s. 28)
Yukarıdaki uzun alıntıdan da
anlaşılacağı üzere, Boccaccio salgın günlerinde ortak yaşamın temel
unsurlarının birdenbire unutulduğunu, giderek bir kaosun, kaçınılmaz bir
şekilde, topluma hâkim geldiğini gözler önüne seriyor.
Avrupa’da nüfusun üçte birini
yok eden Kara Ölüm’ün ünlü tanıklarından bir diğeri Petrarca’dır. Eğitimli,
hümanist ve entelektüel kişiliğiyle dönem Avrupası’nda ayrıcalıklı bir yere
sahip olan şairin okudukları ve yaşadıklarını yazması nedeniyle dönemin çok
önemli bir tanığı olarak karşımıza çıkar. Ünlü şairin vebanın karanlık yüzüyle,
kendi olmasa da, aile çevresi nedeniyle ve yakın arkadaşları aracılığıyla
karşılaştığı biliniyor. Petrarca’nın veba karşısındaki çaresizliği, sadece
skolastik tıbba olan güvensizliğinden[82]
ve melankolik kişiliğinden kaynaklanmaz. Gizli bilimlere olan düşkünlüğü,
varoluşun boşunalığına olan inancı onu Vanitas (Hiçlik) felsefesine
bağlar.[83]
İlkgençliğini geçirdiği Avignon’daki bütün arkadaşlarını kaybeder.
Papa’nın özel ulağı olarak yaptığı seyahatlerde süresince, veba salgınının
dehşet verici sonuçlarına bizzat şahit olur. Verona’da olduğu günlerde, 25 Ocak
1348’de, gelecek salgın felâketinin adeta habercisi olan depremi yaşar. Mayıs
ayında hayatındaki en önemli insan Laura’nın vebadan hayatını kaybettiğini
öğrenir. Salgının sevdiği insanları birer birer elinden alması, Petrarca’nın
yaşama direncini azaltır. Bu dönemin (1348) ürünü olan Utku Şiirlerinin
(Triumphi) ‘Ölümün Utkusu’ (Triumphus Mortis) başlıklı iki
bölümünde, vebanın yaşamdan aldığı Laura’nın ölümü üzerine yazdığı dizeler,
ölüm (veba) karşısında duyduğu çaresizliği çok güzel ifade eder.[84] Veba 1352’den sonra pandemik
özelliğini kaybetse de can almaya devam eder. Petrarca, 1361 yılında vebanın
biricik oğlunu elinden almasıyla bir kez daha yıkılır. (Bergdolt, 2003, s.
98-107; Byrne, 2004, s. 145-147)
Avrupa’da yaşanan Büyük Veba
Salgı’nın ne denli geniş bir coğrafyada yankı bulduğuna güzel bir örnek İbn
Haldun’un Mukaddime adlı eserinin ‘Bölgesel ve Evrensel Tarih’ başlıklı
bölümünde yazdıklarıdır. Kanımızca İbn Haldun’un bu kısa tasviri, Avrupa’da
veba salgını boyunca yaşananları ne denli doğru algıladığını gözler .. .. • 761
önüne seriyor.
“Doğuda ve Batıda şu 8. [miladi
14.] yüzyılın yarısında bayındırlığın, yeryüzü güzelliklerinin üzerine inan
veba gelinceye dek o durum sürdü. Her şeyi yerle bir eden veba. Bu veba
salgını, çok yazık etti toplumlara. Halklarını alıp götürdü. Yeryüzü
güzelliklerini dürdü-büktü, yok etti. Devletlerin başına, tam kocadıkları,
yaşamlarının gösterişli süresini doldurdukları sırada geldi. Gelir-gelmez,
gölgelerini küçülttü, kılıçlarını tam keskin olduğu yerinden kırdı.
Egemenliklerine güçsüzlük saldı. Mallarını-mülklerini paramparça olmaya,
yokluğa götürdü. İnsanların azalmasıyla yeryüzünün bayındırlığı da azaldı.
Kentler, yapıtlar yıkıldı. Yollar, beller silindi. Ülkeler, konutlar boş kaldı.
Devletler, beylikler güçlerini yitirdiler. Ülkelerinde yer değiştirdiler,
değişikliklere uğradılar. Batıda olup biten bunca oluşumun benzerlerinin,
doğuda da meydana gelmiş olacağını sanırım. Ama kendi çapında ve bayındırlık
ölçüsüne göre. "(Mukaddime, s. 116-117)
7.4.1.8. Büyük Veba Salgını Yıllarında Yaşanan Doğal Felâketlere Örnek
Olarak
‘1338
Depremi’
Veba salgını Avrupa’da ortalama
yaşam beklentisinin düşmesinde en önemli etken olmakla birlikte, aynı yıllarda
yaşanan diğer doğal felâketlerin etkisini göz ardı edemeyiz. Daha önce kısaca
değindiğimiz üzere, 14. yüzyılın tarihçiler tarafından ‘Felâketler Yüzyılı’
olarak tanımlanmasının nedeni, veba salgınları kadar ağır sonuçları olmamakla
beraber, yaşanan doğal felâketlerdir. Bu felâketlerden biri olan 1348 depremi,
çok sayıda insanın yaşamına mal olmakla birlikte, insanlık tarihinin yaşadığı
en büyük en büyük felâketlerden biriyle aynı döneme denk gelmesi nedeniyle
genellikle göz ardı edilmiştir.[85] [86]
Arno Borst dönemin kayıtlarına
dayanarak analiz ettiği depremin 25 Ocak 1348’de öğleden sonra saat dört
sularında gerçekleştiğini ve merkezinin Avusturya’nın güneyindeki Karnten
Eyaleti’nin Villach kenti olduğunu belirtiyor. Başta Kuzey İtalya’da, Alplerin
kıyısındaki Firuli olmak üzere, Fransa ve İtalya’da da hissedilen ve can
kaybına neden olan depremin artçı sarsıntılarının Mart ayı başına kadar devam
ettiği biliniyor. Depremin en yoğun hissedildiği Güney Avusturya ve Kuzey
İtalya şeridinde binlerle ifade edilen can kayıplarının olduğu; Kârnten’de
deprem nedeniyle toprak kaymaları yaşandığı, su setlerinin çökerek sel oluştuğu
anlaşılıyor. Su baskınlarının tarladaki ürünleri çürütmesi nedeniyle kıtlık
sorunu yaşandığını belirten Borst, aynı aylarda başlayan veba salgını ile
deprem bölgesinde yaşam şartlarının iyice ağırlaştığını ve yaşanan çaresizlik
nedeniyle halk arasında felâketlerin sorumlusunu bulma çabalarının artığına
dikkat çekiyor. 1339 yılından başlamak üzere, depremin yaşandığı 1348 yılı Ocak
ayına kadar olan dönemde yaşanan, çekirge sürüsü istilası, güneş tutulması, su
baskınları ve aşırı soğuklar sonucu oluşan don olayları gibi felâketler
süreklilik kazanıyor. Borst, adeta ‘dört temel element’in saldırısı[87] olarak formüle ettiği bu
felâketlerin 1342 yılında ilk zirvesine ulaştığını belirtiyor: “Şehirleri
harabeye çeviren büyük yangınlar, yerleşim yerlerini yıkan tayfunlar, su
baskınlarının tarlalardaki ürünleri silip süpürmesi ve bir deprem.” (Borst,
2007, s. 537)[88]
7.4.1.9,
Salgın Yıllarında Avrupa
Topraklarında Yaşanan Toplumsal Histeri ve Sonuçları
Büyük Veba Salgı’nın yaşandığı
yüzyıla damgasını vuran çok önemli sonuçları olmuştur. Bunlardan en önemlileri
Kamçıcılar Hareketi’nin önlenemez yükselişi ve asılsız suçlamalarla hedef
haline gelen Yahudi cemaatine karşı başlatılan insan avıdır. Daha önceki bölümlerde,
“Ortaçağ’da Bedeni Öldürme Projesi” başlığı altında, Hıristiyan dünyasında
İsa’nın acılarına ortak olma anlamında ruhban dışı bir insiyatif olarak,
Kamçılama Hareketi’nin (Flagellation) geleneğinin ortaya çıkışını, 12.
yüzyıldan itibaren Kamçıcılar Alayları’nın halkın gözünde nasıl itibar
kazandığı ve nihayet hareketin sonunu getiren sürece dair ayrıntılı bilgi
verilmişti. Her ne kadar, Büyük Veba Salgını sırasında Kamçıcıların bazı
bölgelerde Yahudi karşıtlığı konusunda provakatif bir söylem içine girseler de,
son tahlilde doğrudan Yahudilere karşı bir pogrom hareketinin başlatıcısı veya
sürdürücüsü olmadıklarını belirtmiştik. Bu bölümde Kamçıcılar Hareketi’nin
Büyük Salgın Dönemi’ndeki konumlarına değinip, daha sonra Yahudi takibi
konusunu incelemek istiyoruz.
Kamçıcılar Hareketi’nin de,
Yahudi cemaatine karşı başlatılan av sürecinin de, son tahlilde veba salgını ve
benzeri büyük felâket dönemlerinde, toplumun farklı kesimlerini ortak kaygı[89] temelinde bir araya gelmesini
kolaylaştıran ve irrasyonel davranışlara zorlayan endişenin bir sonucu olduğunu
söyleyebiliriz. Büyük Salgın Dönemi’ne damgasını vuran farklı irrasyonel
davranışlardan özellikle bu ikisinin seçilmesi, sonuçları itibariyle
diğerlerinden daha fazla öne çıkmalarından ve temsil ettikleri değerler
açısından çalışmamızın bağlamına uygun düşmelerinden kaynaklanmaktadır.
Kamçıcılar Hareketi zirve
noktasına 14. yüzyılda ulaşmış olmakla birlikte, Flagellation"un
veba salgını döneminde ‘moda’ olduğunu söyleyebilmek mümkün değildir. Büyük
salgından yaklaşık yüz yıl önce, 1260 yılında İtalya’da, ruhban dışından oluşan
Kamçıcılar Alayları çıplak ayakla kiliselere giriyor, bir yandan sırtlarını
kırbaçlarken bir yandan da nedamet getirerek yaşlı gözlerle Tanrı’ya günahkâr
kullarını affetmeleri için yalvarıyorlardı. Bu küçük çaplı, Haçlı Seferler
benzeri girişimler, veba salgınıyla birlikte rotasını değiştirecek ve giderek
daha yüksek sesle, yaşanan tüm bu felâketlerin, dünyanın sonuna işaret ettiğini
haykırır hale gelecektir.
Vahiy Kitabı’nda yer alan ‘binyıl’a
ilişkin bekleyişin korkuları beslediğini giderek toplumsal bir ortak bilicin
oluşmasını olanak sağladığı söylenebilir. Jean Delumeau binyıl korkusunun, 14.
yüzyıldan başlayarak Avrupa’da yaşanan felâketlerden nasıl beslendiğini şöyle
açıklıyor:
Bunun,
[yeniden gündeme gelen öte dünya korkuları] XIV. yüzyıldan başlayarak Batı’yı
etkisi altına alan bir dizi felaketten kaynaklandığını düşünüyorum. Bunları
saymak gerekir. Tartışmasız en önemlisi, 1348’de halkı kırıp geçiren kara
vebadır. Avrupa nüfusunun dörtte biri, hattâ üçte biri üç dört yıllık bir süre
içinde yok oldu. Akıl almaz bir şey. İkinci olarak, bir süre sonra iki, hattâ
üç Papa arasında Büyük Böünme (1378-1417) başlar. Fransız Tanrıbilimci Jean
Gerson (1363-1429), bunun günahkâr Hıristiyanlığın cezalandırılmasından başka
bir şey olmadığını düşünüyordu ve Büyük Bölünme son bulmadan kimsenin Cennet’e
giremeyeceğini ekliyordu. (...) bütün bu felaketler yaşandığına göre suçluların
aranıp bulunması gerekirdi. Gereğinden fazla suçlu bulundu! (...) Batı üzerine
bu denli çok fealketin çöktüğü bu iki yüz elli yıl boyunca durmadan günah
keçileri arandı: Türkler, Yahudiler (bu dönemde Yahudi karşıtlığı doruğa
çıkmıştı), sapkınlar, cadılar. En çok cadı avına çıkılan dönemin, genellikle
sanıldığı gibi Orta Çağ değil de XV. yy’ın sonundan XVII. yy’ın başına değin
uzanan dönem, daha açık bir söyleyişle Rönesans olduğunu iyi bilmek gerekir.
(Delumeau, 2001, s. 107-108)
Bir yandan yandan Apokaliptik mitlerden beslenen Kamçıcı
Alayları, diğer yandan tüm hızıyla devam eden salgının yavaşlatılmasına yönelik
hiçbir tedbirin alınaması, vebanın Tanrı’nın cezası olarak gönderildiği
inancını kuvvetlendirmektedir.
Büyük Veba Salgını’nın toplum
yaşamında neden olduğu en önemli olumsuzluk hastalığın nedeni olarak yaratılan
düşmanlara[90] karşı acımasızca yürütülen takip ve av
sürecidir.[91] Erken Hıristiyanlıktan
itibaren etnik kimlikleri ve inançları nedeniyle olağan şüpheli konumunda olan
Yahudiler ilerleyen yüzyıllarda en önemli hedef haline
geleceklerdir.[92] İsa’yı Mesih olarak tanımayan,
Yeni Ahit’in ve dolayısıyla Kilise’nin varlığını kabul etmeyen Yahudilerin
inatçı tavırları, Hıristiyan dünyasının ilk Kilise Pederleri tarafından
eleştirilmiştir. 4. yüzyıldan itibaren Yahudilerin vatandaşlık haklarına karşı,
Kilise fermanlarında yer alan olumsuz görüşler, Hıristiyanlığın devlet dini
olarak kabul edilmesiyle iyice derinleşir. (Tuchman, 1995, s. 111)
Saksonya Yıllıkları’nda yer alan bilgilere göre 1096 yılında Haçlılar
Mainz’da aralarında kadın ve çocuklarında olduğu dokuz yüz Yahudiyi
öldürmüşlerdir. (Le Goff, 1992, s. 182) Ancak farklı yaşam tarzları ve çalışma
alanları nedeniyle Yahudilere karşı mesafeli durma geleneği 12. yüzyıla
gelindiğinde ciddî bir toplumsal bir sorun olarak kendini hissettirmektedir.
1179 yılında toplanan III. Lateran Konsili’nde alınan kararlarla Hıristiyanlar
ile Yahudilerin bir arada yaşamalarına yasaklar getirilir. (Meier, 2009, s.
153) Böylece, “Londra, Frankfurt ve Roma gibi Yahudi kolonileri barındıran
bütün Avrupa şehirlerinde Yahudiler ayrı yaşamaya zorlanmışlardır.” (Sennett,
2002, s. 193) 15. yüzyılın sonlarına gelindiğinde, birçok Avrupa kentinde
Yahudi cemaati Ghetto'larda[93]
yaşamak zorundadır.[94] Yahudi hizmetçi almama, Yahudi
doktora gitmeme, Yahudilerin sattığı unu, ekmeği, şarabı, yağı, elbiseyi
almama, dokumacılık, demircilik, kunduracılık, madencilik, terzilik,
değirmencilik gibi işlerle iştigalerine izin vermeme gibi daha birçok
kısıtlayıcı önleme Yahudilerin yaşadığı bölgelerde rastlanmaktadır. Çalışma
yasağının olmadığı alanlar ise tefecilik, lağım çukuru kazıcılığı, rehincilik
ya da mezar kazıcılığı gibi ‘kirli’ işlerdir. 1215 yılında toplanan IV.
Lateran Konsili’nde, Yahudileri
(etnik kimliklerini) tanımayı kolaylaştıran giysi düzenlemesinin temeli atılır:
Bazı yerlerde
Yahudiler ve Hıristiyanlar elbiselerinden ayırt edilebilmektedir; ancak
alışkanlıkların öyle kuralsızlıkla ortaya çıktığı bazı ülkelerde, bu ayırımı
yapabilmek kolay değildir. Bu nedenle zaman zaman Hıristiyanlar, farkında
olmadan, Yahudi veya Müslüman kadınlarla cinsel ilişkiye girebilmektedirler.[95]
Daha sonra bu düzenlemeden
hareketle Papa III. Innocentius, Yahudilerin toplum içinde kolaylıkla
tanınmasına olanak veren, üzerinde metal parayı simgeleyen küçük bir yamanın
yer aldığı sivri sarı şapkayı takma zorunluluğu getirmiştir. Yahudi şapkası
olarak da anılan bu simgenin, Yahudi cemaati üyelerince yedi yaşından itibaren
(istisnaî durumlarda on dört yaşından itibaren) kafada taşınması gereklidir.
(Tuchman, 1995, s. 114)[96]
13.
yüzyıldan itibaren artarak
süren Yahudi düşmanlığının izlerini mimarî ve resim sanatındaki çok sayıda
örnek üzerinden sürmek mümkündür. Özellikle ‘domuz’ veya ‘iffetsiz kadın’[97] olarak tasvir olunan
Yahudiler, Kilise süslemelerinin, ağaç baskıların vazgeçilmez figürleridir. Bu
tasvirlerde domuzla sapkın ilişkiler içindeki Yahudi giderek domuzla (Judensau)
özdeşleşirken, diğer yandan yazılı metinlerde Yahudi’yi tanımlamak için
sadakatsiz, vefasız ve hain anlamlarına gelen perfidus kelimesi
kullanılmaktadır. (Meier, 2009, s. 163)
Yahudi cemaatine karşı, 12. yüzyıldan
itibaren geliştirilen bu söylemin başlıca amacı, Yahudi kimliğini olabildiğince
değersizleştirmek, giderek istisnaî bir statü (Sonderstatusy^ olarak
tanımlamak ve nihayet bu cemaatin mesuplarının insan olup olmadıklarını dahi
tartışılır hale getirmektir. Bu istinai statü yaratma girişimlerinin, Yahudi
kimliğini kolay tanımlamaya olanak veren giysi düzenlemesiyle başladığını
söyleyebiliriz. İsa’nın katili olduklarına inanılan Yahudilerin de yaşama hakkı
olmadığı Hıristiyan ruhbanın sık başvurduğu Yahudi karşıtlıklarından biridir.
Bu inancın yerleşmesinde Hıristiyan Dünyası’nın mimarı, en önemli
kişiliklerinden biri olan Havari Paulus’un Selaniklilere yazdığı 1. mektubun
önemli bir payı vardır.
(14). Çünkü
kardeşler, siz Ttanrı’nın Yahudiye’de bulunan ve Mesih İsa’ya bağlı olan
kiliselerini örnek aldınız. Onların Yahudilerden çektiği sıkıntıların aynısını
siz de kendi yurttaşlarınızdan çektiniz. (15-16) Rab İsa’yı ve peygamberleri
öldüren, bize de zulmeden Yahudiler’dir. Öteki uluslardan olanlarla konuşmamızı
ve böylece onların kurtulmasını engelmekle Tanrı’nın hoşnutsuzluğuna yol açıyor
ve bütün insanlara karşı geliyorlar. Böylece durmadan günahlarına günah
katıyorlar. Sonunda Tanrı’nın gazabına uğradılar. (1Se. 2,14-16)
Paulus açtığı yoldan giden çok
sayıda Kilise büyüğü ve ruhban mensubu Yahudi karşıtı söylemi sürdürür. 12.
yüzyılda yaşamış Benedikten Cluny Manastırı başkeşişi Petrus Venerabilis,
“Yahudilerin, ne insanî akıla, ne de Tanrı’nın sözlerine baş eğmek yerine,
sadece kedisini dinlediği için insan olup olmadıkları gerçekten bilmediğini”[98] [99]
‘samimi’ bir ifadeyle itiraf eder.
Diğer yandan Yahudiler’e
‘istisnaî statü’ verilmesini, Almanya, Fransa ve başta Venedik olmakla üzere,
İtalyan şehir devletlerinde sahip oldukları ekonomik güçle açıklama çabaları
bir noktaya kadar anlaşılır olmakla birlikte, son tahlilde, resmin bütününü
açıklamaktan uzaktır. Her ne kadar 11. yüzyıla gelindiğinde Avrupa’da
insanların çok önemli bir bölümü kırsal kesimde oturuyor olsa da, ticaretle
uğraşan tüccarların ekonomik düzende önemli rol üstlendiklerini söyleyebiliriz.
Diğer bir ifadeyle, Yüksek Ortaçağ’dan itibaren ekonomik alanda yaşanan
gelişmeler ticareti meslek edinmiş tacir tipinin ortaya çıkmasına zemin
hazırlamış ve artan mal ticaretine paralel olarak para ekonomisinin
gelişmesiyle tefecilik rağbet görür hale gelmiştir.[100]
Le Goff (2008, s. 10),
tefeciliğin 13. yüzyıl Avrupası’nda en önemli problemlerden biri olarak ortaya
çıktığına işaret ederken, Henri Pirenne, Ortaçağ’da Yahudilerin ekonomik
faaliyetlerde ve kredi ekonomisinin gelişmesindeki rolünün abartıldığına dikkat
çekiyor.[101]
İtalyan
kredisinin aynı anda her yerde var olma özelliği ve gelişkinliği ile
karşılaştırılınca Yahudilerinki çok ufak bir olay olarak görülür. Bunların
Ortaçağlarda oynamış oldukları rol kuşkusuz çok abartılmıştır. Gerçek olgu odur
ki, bir ülke ekonomik bakımdan ne kadar gelişmişse, Yahudi faizciler orada o
kadar azdır. (Pirenne, 2005, s. 151)
Bu bağlamda Yahudilerin, Venedik
örneğinde olduğu üzere İtalyan şehir devletlerindeki, tefecilikten
kaynaklandığı düşünülen, ekonomik güçlerinin yeniden gözden geçirilmesi
gerekmektedir.[102] Diğer önemli bir husus,
Hıristiyan girişimcilere dinî gerekçelerle getirilen tefecilik yasağının,
bizzat Kilise tarafından delinmiş olmasıdır. Pirenne’nin (2005, s. 138)
ifadesiyle Kilise “dönemin kaçınılmaz faizcisi”dir. Sahip olduğu ve hergün
büyüyen taşınır ve taşınmazlar ile dönemin en varlıklı kurumu olarak Kilise
devletlere borç verir hale gelmiştir.[103]
Kilise’nin en büyük tefeci
olduğu savı, sıradan Hıristiyanlar için ‘kirli’ bir iş olarak görülen
tefeciliğin yasaklanması ve bu alandaki boşluğun Yahudiler tarafından
doldurulmasına olanak vermiş olması gerçeğini değiştirmez kuşkusuz. 14.
yüzyılda Yahudi kimliği, ona atfedilen birçok başka olumsuz kişilik özelliğine
ilâveten, bu ‘kirli’ işle anılır hale gelmiştir.
Avrupa’da 14. yüzyılın başlarına
gelindiğinde, Hıristiyan dünyasındaki Büyük Bölünme öncesinde yaşanan
huzursuzluklar ve Kilise’nin aşırı muhafazakâr tutumu, Kutsal topraklara
düzenlenen Haçlı Seferler’de arzulanan başarıların elde edilememesi, Heretik
oluşumların mevzi kazanması, İngiltere ve Fransa arasında 1337’de patlak veren
Yüzyıl Savaşları ve yukarıda ayrıntılı biçimde değindiğimiz doğal felâketler
gibi nedenlerin de etkisiyle giderek çok daha fazla Hıristiyan, Yahudileri
‘İsa’nın Katili’[104] olarak görmektedir. Avrupa
üzerinde kara bulutlar arttıkça alınan önlemler de sıkılaşacak nihayet iş,
Yahudileri Hıristiyan toplumundan bütünüyle silmek için sürek avları
başlatılmasına kadar varacaktır.
Yukarıda değindiğimiz
unsurlar bir araya getirildiğinde, Avrupa çapında Yahudilere karşı başlatılan
av sürecinin sadece mezhepsel (dinî) nedenlerle açıklanamayacağı, çok daha
köklü nedenleri olduğu anlaşılır. Kaldı ki 12. yüzyıldan itibaren Yahudi
cemaatinin yaşadığı bölgelerin sivil otoriteleri, Yahudileri baskı altına
alabilmek için düzenleme yapmakta adeta Kilise ile yarış içine girmişlerdir.
Şehir yönetimlerinin anî gelişen yağma, linç hukukuna destek vermelerine
ilâveten, sürgüne gönderilen Yahudiler’in mallarının müsaadere edilmesinden
aktif rol üstlendikleri ve bu faaliyetlerden çıkar sağladıklarına ilişkin somut
bilgiler mevcuttur. (Bergdolt, 2003, s. 132)
Veba salgınının 14. yüzyılın
ortalarında Avrupa topraklarını kasıp kavurduğu ve insanlarını yaşamını adeta dünyada
bir cehenneme çevirdiği bir ortamda, Fransa’da Yahudilere karşı yürütülen
avlar, bu alandaki en çarpıcı örneklerden biridir. Fransa’da yaşayan Yahudiler sabıkalı
geçmişleriyle olağan şüpheli konumundadırlar.[105]
Kaldı ki, Fransa’da Yahudilerin veba hastalığını halk arasında yaymak amacıyla
kuyuları zehirledikleri inancı yeni değildir. Veba salgını baş göstermeden
yaklaşık yirmi beş yıl önce (1321) kadar önce benzer biçimde cüzzam
hastalarının Yahudiler tarafından su kuyularını zehirlemeleri için görevlendirildikleri
iddiaları ortaya atılmıştır. (Ginzburg, 1993, s. 76; Collard, 2005, s. 183;
Bergdolt, 2003, s. 127; Jackel, 2005, s. 168)[106]
1348’de Fransa’da Yahudi bir
hekim, su kuyularına zehir atmak üzere Toledolu bir Yahudi’den zehir torbaları
aldığını işkence altında itiraf eder. Yahudiler çoğunlukla Hıristiyanlara karşı
saldırılarında kolayca satın alıp, kullanabilecekleri yoksul, düşkün ve
dilencileri seçmektedirler. Örneğin Narbonne ve diğer bazı merkezlerdeki
şüpheli dilenci ve işsiz güçsüzlerin üzerinde çok etkili bir toz zehir bulunur.
Bu kişiler su kaynaklarına, evlere, yiyeceklere ve hatta kiliselere bu öldürücü
zehiri atacaklarını işkence altında, bazıları ise zorlamaya gerek kalmadan,
itiraf ederler. Ancak itirafların can alıcı noktasını zehirli tozun temin
edildiği kaynak oluşturur. Bu kişiler zehirli tozları kullanmak için aralarında
Yahudilerin de olduğu, bazı düşman güçlerden para aldıklarını itiraf ederler.
(Ginzburg, 1993, s. 76 vd.; Tuchman, 1995, s. 114-115) Diğer yandan Savoyen
Dükü Yahudileri işkence altında sorgulatmayı sürdürürken, salgın tüm hızıyla
Fransa’da yayılmakta ve her gün çok sayıda can almaktadır. Salgın yayıldıkça
tutuklama ve sorgulamalar Fransa dışına da taşar; Zürich, Bern ve Bodensee
çevresindeki kentlerde yaşayan Yahudiler de takibe alınır. Ancak İsviçre ve
Güney Almanya topraklarında takipler tam bir kitle histerisine dönüşür.
(Bergdolt, 2003, s. 128)
Böylece salgının başlangıç döneminden itibaren takibe alınan Yahudi
cemaatine ilk düşmanca saldırıların Toulon gettolarına yapılan baskınlarla
13-14 Nisan 1348’de başlar. Şehrin veba salgınıyla mücadele ettiği günlerde
yapılan saldırılarda aralarında çocuklarında olduğu kırk kişi uykularında
katledilir. Bu saldırının failleri yakalanmakla birlikte, yaşanan yoğun işgücü
sıkıntısı nedeniyle üç yıl sonra serbest bırakılırlar. Takip eden günlerde
benzer saldırılar tüm Provence’de sürer. Ancak en kanlı saldırı 16 Mayıs günü
La Baume’de yapılır. Kentte yaşayan tüm Yahudiler, o sırada tesadüf eseri
Avignon’da olan biri hariç, öldürülür. Fransa’da 1349 yılındaki saldırıların en
büyüklerinden biri ise 14 Şubat’ta Strassburg’da yaşanır. Toplumsal panik
histeriyle galeyana gelen halk kentte yaşayan Yahudi cemaatinin yaklaşık
yarısını oluşturan dokuz yüzün üzerinde kişiyi Yahudi Mezarlığı’nda yakarak
öldürür. (Herlihy, 2007, s. 81 vd.) Daha başka dramlara da sahne olan yirmi bin
nüfuslu İmparatorluk kenti Strassburg, Alsas bölgesinin en önemli yerleşim
yeridir. Şehir kadetrali, Yahudilerle görüşen piskopos ve belediye
yetkililerini baskı altına almak için silahlanmış kasap ve tabakçıların
baskınına uğrar. Yetkililerin Yahudilere karşı tutumlarını yeteri kadar sert
bulmayan gözü dönmüş ekip, orada olanları azlederek kendi aralarından
yenilerini seçer. Yeni şehir yöneticileri Yahudileri bir evde toplar ve evi
ateşe verirler. Yaklaşık iki bin Yahudi yaşamını kaybederken, bazıları vaftiz
edilmek kaydıyla hayatta kalırlar. Ancak onlar da daha sonra işkence altında
zehir dağıtımı çetesinin üyesi olduklarını itiraf ettikleri için idam edilirler.
(Bergdolt, 2003, s. 131) Saldırılar, salgının bilançosu ağırlaştıkça, Fransa
dışına taşar, bu kez Barselona’da ve Kuzey İspanya’da başlar. Veba salgını su
kaynaklarının zehirlenmesi dışında, Yahudilere karşı geçmişte yapılmış başka
ağır suçlamaların da yeniden ortaya atılmasına neden olur; sodomi yanında ve
çocuk yamyamlığı suçlaması bunların en ağırlarından biridir. (Akın, 2010, s.
141 vd.)
Salgının tüm hızıyla sürdüğü
günlerde Papa VI. Clemens, Yahudi cemaati üzerindeki baskıyı azaltabilmek
amacıyla bir ferman (26 Eylül 1348) yayınlar. Buna göre, Yahudilerin yargı
önüne çıkarılmadan, mallarının müsadere edilmesi, din değiştirmeye zorlanması
ve idam edilmeleri yasaklanır. Yine fermanda, ‘Yahudiler arasında vebadan ölüm
oranlarının, Hıristiyanlara oranla düşük olduğu’ yolunda çıkan söylentilerin
doğru olmadığı kesin ifadeyle yalanlanır. Yasaklar, salgının kente giriş
yaptığı ilk üç günde bin sekiz yüz hemşerisini kaybeden Papalık kenti Avignon
ve çevresinde sınırlı ölçüde faydalı olmakla birlikte, ülkeninin kuzeyinde ve
Almanca konuşan bölgelerde hemen hiç etkili olmaz; takipler aynı hızla devam
eder. (Tuchman, 1995, s. 114; Bergdolt, 2003, s. 124; Jankrift, 2003a, s. 88)
Yahudi avı 1349 yılı başından
itibaren Basel,[107] Freiburg, StraBurg, Koblenz,
Mainz, Köln ve Trier gibi kentlere yayılarak sürer.[108]
Takiplerin yoğunlaştığı bu dönemde Papa VI. Clemens Avignon’dan bir ferman daha
yayınlar. 6 Temmuz 1349 tarihli bu fermanla Papa, vebanın ortaya çıkışında ve
yayılmasında insanların bir marifeti olmadığını, aksine salgının yıldızların
diziliminden ya da Tanrı’nın verdiği bir cezadan kaynaklandığına hükmeder.
Ferman, Yahudi avcıları üzerinde etkili olmadığı için, 16 Ekim’de kâfirlerin ve
Yahudilerin salgınla hiçbir ilişkileri olmadığını açıklamaya yönelik yeni bir
ferman yayınlanır. Bu arada Papa çevrelerine vebayı yaymakla suçlanan
Yahudilerin de hastalığın kurbanları olduğunu anımsatmayı ihmal etmez.
(Ginzburg, 1993, s. 80; Jankrift, 2003b, s. 183; Tuchman, 1995, s. 110 vd.;
Herlihy, 2007, s. 81)
Bu denli güçlü bir histeri
dalgasına yakalanmış Avrupa topraklarında, sağduyusunu kaybetmemiş, yaşananları
soğukkanlılıkla değerlendirebilecek insanlar hâlâ mevcuttur. Bunlardan biri de
doğabilimleri üzerine yazdığı kitabı ‘Doğa’nın Kitabı’ (Buch der Natur)
ünlenmiş Alman âlim Megenbergli Konrad’tır (1309-1374). Konrad Yahudilerin su
kuyularını ve çeşmeleri zehirledikleri iddialarının ne denli anlamsız
göründüğünü ve yaşanan vahşeti şöyle anlatır.
Çok
sayıda çeşmede içinde zehir olan torbalar bulundu. Bu nedenle Ren bölgesinde,
Franken’de ve bütün Alman eyaletlerinde tespit edilemeyen sayıda Yahudi
öldürüldü. Bununla birlikte bu işi Yahudilerin yapıp yapmadıkları gerçekten
bilmiyorum. Gerçekten öyle olsaydı, bu şüphesiz felâketi daha kötüleştirirdi.
Ama diğer yandan, Viyana’da başka hiçbir kentte olmadığı kadar Yahudi olduğunu
biliyorum. Orada salgın nedeniyle hayatını kaybeden Yahudilerin sayısı o kadar
yüksek ki, defin için mezarlıkları büyütüldü ve iki arazi parçası alınmak
zorunda kalındı. Bu insanların kendi kendilerini zehirlediklerini söyleyebilmek
için aptal olmak gerekir.[109]
Diğer yandan yaşanan veba
salgını, halkın Kilise’ye olan güveninin sarsılmasına neden olur. Bunun en
belirgin örneği salgın döneminde kendiliğinden ortaya çıkan birçok yeni dinsel
harekettir. Bunların bir kısmı Kilise kontrolünde gelişirken, bazıları ise
Kilise’nin tekeline karşı çıkmakta ve sokaklarda bunu ifade eden dinî alaylar
düzenlemektedirler. Ölüm korkusu ve çaresizlik insanları aşırı taassuba, hac
yolculuğuna çıkmaya, kutsal sayılan mekânları daha sık ziyarete yöneltmektedir.
Kilise’de olsun sokakta olsun daha çok ibadete, öbür dünya ülküsüne sığınan
halk, diğer yandan kendinden olmayan ‘öteki’ne karşı derin bir nefret duymakta
ve tereddütsüz Yahudi avına katılabilmektedir.
Salgın günlerinde tevekkül ve
fanatizm hiçbir dönemde olmadığı kadar iç içedir. David Herlihy (2007, s. 82)
veba döneminde yaşanan bu durumun aslında önemli bir paradoksa işaret ettiğine
vurgu yapıyor. Kilise’den sokağa taşan taşkınlıkların farkında olan Papa VI.
Clemens 1350 yılını ‘Kutsal Yıl’ ilân ederek, günahlarından arınmak için tüm
Hıristiyanları Roma’ya Haç ziyaretinde bulunmaya çağırır. Beklenenin çok
üstünde bir insan kalabalığı Paskalya öncesinin oruç günlerinde Roma
sokaklarını doldurur. Kaynaklar yaklaşık bir milyon iki yüz bin hacıdan söz
etmektedir. (Herlihy, 2007, s. 83; Tuchman, 1995, s. 121)
Avrupa’da yaşanan veba salgını
gerçekten insanların dini hassasiyetlerini arttırmış Kilise’nin değerlerine
sarılarak daha tutucu mu yapmıştır, yoksa geleneksel halk kültürünün doğaüstü
değerlerine beklenmedik bir geri dönüş mü yaşanmıştır. Kuşkusuz bu sorunun
yanıtını vermek kolay değildir ancak, tarihin farklı dönemlerinde yaşanan büyük
felâketlerde benzer örnekleri görüldüğü üzere, incelenen dönemde dinsel
taassubun arttığına dair çok sayıda emare söz konusudur. Bizce bu eğilime
ilişkin verilebilecek ilginç örneklerden biri, tarihçi David Herlihy tarafından
yapılan çalışmadır. Herlihy, Floransa ve çevresinde, Büyük Veba Salgını’nın
yeni doğan çocuklara verilen isimleri nasıl etkilediğini incelemiştir. Salgın
öncesi dönem (13. yy.) ile sonrasında çocuklara verilen isimleri karşılaştıran
Herlihy, salgının isim seçiminde belirleyici olduğu sonucuna varır. Buna göre,
Hıristiyanlık dünyasının kutsal saydığı isimlere yöneliş açık biçimde
izlenmektedir. Yenidoğan çocuklara Kilise Büyükleri, aziz ve azizelerin
isimlerinin verilişinde belirgin bir artışın söz konusudur. (Herlihy, 2007, s.
92-100) Kuşkusuz bu inceleme dinsel taassubun artışına tek başına bir örnek
teşkil etmemekle birlikte daha önceki bölümlerde belirttiğimiz hususlarla
birlikte düşünüldüğünde anlamlı ve giderek açıklayıcı hale gelmektedir.
Yukarıda anlatılanlardan da
anlaşılacağı üzere, İnsanlık tarihinde hiçbir salgın hastalık, veba kadar
yıkıcı sonuçlarıyla anılmamıştır. Veba hastalığının ayırtedici özelliği, çok
kısa sürede binlerce insanın yaşamına malolacak bir salgına dönüşmesidir. Veba
salgını sınır tanımaz; zengin, soylu, şehirli gibi sıfatlarla, toplumda
ayrıcalıklı bir konumda olmak kişilere ayrıcalık sağlamaz. Salgın ortaya
çıktığı andan itibaren insanların ruh haline tedirginlik, umutsuzluk ve
kötümserlik hali egemen olur. Salgın başladıktan sonra korunmak veya
hastalıktan kurtulmak ancak kaçmakla mümkündür. Bu kaçış aynı zamanda her
şeyden, aileden, mal ve mülkünden, yaşadığı çevreden vazgeçmek anlamına geldiği
için, süreç, kaçan insan başka bir belirsizliğin başlangıcı anlamına gelir.[110]
Salgına
çare bulunamaması, hergün insanların göz göre göre ölmesi, hastalığın Tanrı’nın
bir cezası olduğuna dair inancı kuvvetlendirir. Salgın öncesinde yaşanan doğal
felâketler salgının habercisi olarak yorumlanırken, salgın sırasında ortaya
çıkanlara ise bizzat salgının neden olduğuna inanılır. Yıkımın boyutları salgın
sonrasında kendini göstermekle birlikte, salgını yaşayanlar tarafından bu
gerçeğin ayrımına varılması mümkün değildir. Diğer bir ifadeyle, bireylerin tek
tek hasta olmaları yaşadıkları felâketin boyutlarını kavramalarına
olanak vermez. Çoğu yaşanan felâketin büyüklüğünü ayırt edebilecek kadar
yaşayamaz. Ancak hastalanıp hayatta kalanlar, ne denli büyük bir felâketin
yaşandığının ayrımına varabilirler.
7.4.1.10. Eşit Olma İdeali:‘Ölüm Dansı’ ve Veba
Hollandalı kültür tarihçisi
Johan Huizinga, Ortaçağ’ın Günbatımı isimli çalışmasında (1997, s. 198),
“Hiçbir dönem, Orta Çağın sonunda olduğu kadar ölüm fikrine bu kadar vurgu ve
tumturak yüklememiştir.” yorumunu yapar. Farklı araştırmacıların da ortaya
koyduğu üzere Ortaçağ, ‘ölüm’ü insanoğlunun yeryüzündeki geçici varolma halinin
kaçınılmaz sonu olarak görür. Ama ondan da önemlisi ölümün ‘eşitlik’
sağladığına dair inançtır. Erken Hıristiyanlıkla birlikte ortaya çıkan asetik
yaşam kavrayışı, bu dünyada her şeyin geçici olduğunu, birgün herkesin toprağa
döneceğini ve bu nedenle dünya işlerinden olabildiğince el-etek çekilmesini telkin
eder. Geçicilik, bu dünyadaki misafirlik, her türlü saltanatın ‘son’lu olduğu
konusunda insanoğluna yapılmış en önemli uyarıdır. Şan, şöhret, zenginlik
peşinde koşmanın nihaî sonu etkilemesi mümkün değildir; çünkü bugün var olanlar
yarın olmayacaklardır. Huizinga, bunun Ortaçağ’da şu temel soruyla
dillendirildiğini belirtir: “Dünyayı bir gün ünleriyle doldurmuş olanlar
neredeler?” (Huizinga, 1997, s. 199)
Ölümün,
ölümle gelen son duygusunun Ortaçağ’da bu denli baskın, giderek belirleyici
olmasında yaşanılan felâketlerin önemli etkisinin olduğu tartışılmaz bir
gerçektir. Özellikle Geç Ortaçağ’da ölümle bu denli yüzyüze yaşamak ölümün
kaçınılmazlığına olan inancı canlı tutar. Salgınlar, doğal felâketler,
savaşlar, kıtlıklar, hiçbir dönemde olmadığı kadar insanları ölüme gerçeğiyle birlikte
yaşamak zorunda bırakmıştır. Bu gerçeğin en önemli dışa vurumlarından biri
‘Ölüm Dansı’ (Dance macabre^1 tasvirleridir. Huizinga, ‘Ölüm
Dansı’ kavramının Geç Ortaçağ’daki belirleyici rolünü şöyle belirtiyor:
787
Ölüm Dansı (Dance macabre) açıklama girişimlerinin
en çok kabul görenlerinden biri kavramın Arapça mezar anlamına gelen makber
kelimesinden türetildiğidir. (Kaiser, 1983, s. 53) Huizinga kavramın
etimolojisine ilişkin olarak şunları söyler: “XIV. yüzyılda, acayip bir bir
kelime olan ‘macabre’ veya başlangıçta telâffuz edildiği haliyle ‘macabre’
(ölümsel, ölüme ilişkin) çıkmıştır. Şair Le Fevre, 1376’da ‘Je fis de Macabre
la danse’ (ölüm dansı yaptım) diyecektir. Çok tartışmalı etimolojisi her ne
olursa olsun, bu kelime özel addır. ‘Danse Macabre’ (Ölüm Dansı) daha sonraları
türetilecektir. (Huizinga, 1997, s. 208)
Ölüm Dansı
üzerine daha fazla bilgi için bkz. Bringmann, 1998, s. 311-324;
Wilhelm-Schaffer, 1999, s. 249-281.
Bu [Ölüm
Dansı] türetilmiş sıfat, bizim açımızdan öylesine karakteristik bir nüansa
sahiptir ki, Ortaçağın sonuncu yüzyıllarındaki ölüme bakışı bu kelimeyle
niteleyebiliyoruz. Sonuncu kalıntılarını köy mezar kitabelerinde bulduğumuz bu
“macabre” ölüm kavrayışı, Orta Çağın sonunda bütün bir dönemin düşüncesinin
ifadesi olmuştur. Ölümün temsilin, sanrılı ve fantastik olan yeni bir unsur,
müthiş hayalet korkularından kaynaklanan bir titreme eklenmiştir. Egemen dinsel
düşünce, bu unsuru ahlâkileştirmiş, onu memento mori [ölümünü hatırla]
haline dönüştürmüş, ama bu temsilin hayalet karakteri tarafından üretilen
dehşeti hatırlama özelliğini memnuniyetle kullanmıştır. (Huizinga, 1997, s.
208-209)
Bilinen Ölüm Dansı tasvirlerinin
en eskisi, 1424’ten beri Paris’teki Masumlar (Innocents) Mezarlığı’nın
duvarlarında yer alan La Dance Macabredir. 1529 yılında tahrip olan
tasvirlere ilişkin en önemli belge, Parisli yayıncı Guyot Marchant’ın günümüze
ancak bir örneği ulaşabilen, 1485 tarihli ahşap baskısıdır. Canlıları almak
üzere gelen ve herkes için sekiz dizelik bir şiiri olan iskelet dansçı, Ölüm (La
Mort) değil, ölüdür (Le mort).
Başlangıçta ‘ölü’nün dansı
olarak başlayan ancak zaman içinde ‘ölüm’ dansına evrilen bu süreci Huizinga
şöyle tanımlar:
Canlıları
aramak üzere kırk kere gelen dansçı, başlangıçta Ölüm değil, ölüdür. Altta
yazılı kıtalar, erkeklerin veya kadınların söz konusu olmasına göre, bu kişiyi
‘erke veya kadın ölü’ olarak adlandırmaktadırlar. Bu bir Ölüm dansı değil
ölüler dansıdır. Ve dans eden henüz bir iskelet değil de, etleri dökülmemiş,
karnı oyuk ve çökük bir cesettir. Büyük dansçı, ancak 1500 yılına doğru,
Holbein’ın gravüründen tanıdığımız iskelet haline gelecektir. Bu aradaki sürede,
canlı insanın bulanık benzeri olan olan ölü’nün yerine, faal, bireysel insan
hayatlarını yok eden Ölüm geçmiştir . (Huizinga, 1997, s. 211)
Diğer
örneklerde olduğu üzere La Dance Macabre^ de, hiyerarşik bütünlüğü
bozmandan Papa ile başlar ve imparator, kardinal, kral, patrik ile devam
ederek, sırayla herkese ölüm karşısında unvan ve şöhretinin hiç işe
yaramayacağı ironik bir biçimde anlatılır. Ölünün almaya geldiği canların
verdiği sekiz dizelik yanıtlarda, çaresizlik ve beyhude dünyevî zevklerden
duyulan pişmanlık hâkimdir. (Kaiser, 1983, s. 70-73; Gernig, 2001, s. 407-409)
Ölü, hekime muhatap dizelerinde, her kese şifa veren kendisinin de, başkaları
gibi ölümlü olduğunu hatırlatır. Buna karşılık hekim verdiği yanıtta şöyle der:
788
La Dance Macabre'nin,
1485 ve 1486 yılında Guyot Marchant tarafından yapılan baskılarını esas alan
faksimilelerin Almanca’ya çevirisi için bkz. Kaiser, 1983, s. 70-107.
Tıp
sanatını benim tutkum olalı uzun zaman oldu.
Bazı
hastalıkların tedavisi için, teori ve pratiği hatmettim. Ama ne yapacağımı
bilmiyorum, her zamanki otlar ve bitkiler, ne de başka bir şifalı veren ilâç,
faydalı olmuyor artık.
Ölüme karşı duracak bir bitki yok[111]
Daha sonra ortaya çıkan Ölüm
Dansı tasvirlerinin en ünlüleri, Figürlerle Ölüm Dansı (doten dantz mit
figuren), Basel Ölüm Dansı, Dört Mısralı Yukarı Almanya Ölüm Dansı ve metin
ve tasvirleri ünlü ressam Niklaus Manuel Deutsch’a ait olan Bern Ölüm
Dansı’dır.[112] Tasvirlerin hepsinde bir
iskelet olarak görünen ölüm, yanına almaya geldiği canlı ile fiziksel temas
halindedir. ‘Basel Ölüm Dansı’ serisinde, Papa, imparator, imparatoriçe, kral,
kraliçe, kardinali başpiskopos, dük, kont, başkeşiş, şövalye, hukukçu, meclis
üyesi, hekim, soylu, tacir, dilenci, gezgin, tefeci, soytarı, çercici, kör,
Yahudi, putperest, ahçı, çiftçi gibi çok sayıda ölümlü toplum içinde
kendilerini tanımlayan kıyafetleri ve statülerini belirleyen sembolleri (asa,
kılıç, ayna, para çantası, baston) ile tasvir edilmiştir.
Ölüm’ün (ölünün) insanlarla
yaptığı, dörtlük veya sekizlik olarak kaleme alınan, diyaloglar kısa ve
anlaşılabilir nietlikte olup, ölümün dili olabildiğince keskin ve iğneleyici,
yanıtlayan ölümlünün ki ise, çaresiz ve pişmanlık doludur. Ölüm yaklaştığı
insanı bir muhasebe yapmaya da zorlar; hep daha fazlasını isteyen, daha fazla
şan, şöhret, ünvan ve zenginlik peşinde geçen hayatının şu anda ona ne faydası
olduğunu düşündürür. Bu bağlamda ‘Ölüm Dansı’ tasvirlerinin insanları ölüm
üzerine daha fazla
düşünmeye (memento mori)
yönelttiğini söyleyebiliriz. Ancak daha da önemlisi, Ölüm Dansı’nın
yeryüzündeki insanlar arasındaki eşitsizliklerin son bulduğu ‘an’a yaptığı
vurgudur.
Diğer yandan vebanın yıkıcı
gücünü anlatmak amacıyla verilmiş eserlerin arasında, 14. yüzyılın ruhuna uygun
düşen ve genellikle ‘ölümün zaferi’ olarak adlandırılan tasvirlerin varlığı
dikkat özellikle çekicidir. Bu tasvirler, Ölüm Dansı’da olduğu üzere, yaşanılan
yüzyılın içinde bulunduğu patolojik ruh halini anlamamıza olanak tanır.
Bunlardan biri 1355 yılında tamamlanan Pisa’daki Trionfo della morte
isimli fresktir.[113]
Sonuç itibariyle, ölüm
karşısında herkesin eşit olduğu inancının yerleşmesinde, Büyük Veba Salgını’nın
önemli etkisi olmuştur. İnsanlar, sahip oldukları olanaklar ne olursa olsun,
bir kralın, papanın veya soylunun da, bir dinlenci gibi can çekişerek öldüğünü
duymuşlar veya bizzat şahit olmuşlardır.
7.4.1.11. Büyük Veba Salgını Sonrasında Avrupa’nın Değişen Yüzü
Avrupa’da 14. yüzyılın
ortalarında yaşanan veba salgını sonrasında toplumsal, ekonomik ve sosyal
alanlarda gerçekten büyük değişim yaşanmış mıdır? Kara Ölüm Avrupa’ya ayak
basmadan önceki dönemde kıtanın durumu ile salgın sona erdikten sonra karşımıza
çıkan tabloyu yan yana koyduğumuzda değişiminde ötesinde bir dönüşümün
yaşandığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Kültür tarihçisi Egon Friedell vebanın
Avrupa tarihinde bir dönemi sonlandırmasından çok, yeni bir dönemin (Yeniçağ)
başlamasıyla ortaya çıkan hastalık olarak görülmesi gerektiğine inanır.[114] Ancak değerlendirmenin
sağlıklı olabilmesi için Kara Ölüm, Avrupa’ya ayak basmadan önce nasıl bir
dönemin yaşanmakta olduğunu anımsamamız gerekiyor. Avrupa’da yaşamın tüm
alanlarında 11. yüzyıldan itibaren başlayan yükseliş döneminin yerini 12.
yüzyılın son çeyreğinden itibaren bir gerilemeye bıraktığını biliyoruz. Le
Goffun tanımıyla 1270-1330 yıllarını kapsayan ‘Hıristiyanlığın Kriz Dönemi’
daha büyük bir felâketin ön hazırlık dönemi haline geliyor. Bu durumun en
önemli işaretinin 1315 ve 1318 de yaşanan açlık krizleri olduğunu ve açlığın
geri döndüğünü belirtiyor. (Le Goff, 1992, s. 285 vd.)
Veba salgını süresince nüfus
azalması, işgücünde de azalmaya neden olduğu için ücretler hızla yükselişe
geçer. Çalışabilecek nitelikli işgücü açığı ve yükselen ücretlerin maliyetler
üzerinde baskı oluşturması nedeniyle Geç Ortaçağ’ın en uzun süreli enflasyonist
dönemi başlar. Bu genel enflasyonist dönem 14. yüzyılın sonuna kadar
sürecektir. Diğer malların fiyatlarının teşekkülünde hâlâ büyük bir öneme sahip
olan buğday fiyatlarının 1395 yılına kadar veba salgını nedeniyle çok yüksek
seyrettiği görülür. Tahıl fiyatlarındaki yükselişin yanında, küçük ve büyük baş
hayvaların bakımsızlık nedeniyle telef olması et ve süt ürünlerinin fiyatlarını
da aşırı biçimde arttıracaktır. Mal fiyatlarlarındaki bu dramatik yükselişler
diğer klasik üretim faktörlerinin (işgücü, toprak ve sermaye) fiyatlarını da
arttırır. Bu faktör fiyatlarından özellikle işgücündeki artış Avrupa’da Yüksek
Ortaçağ boyunca kurulmuş dengeleri altüst edecektir. Bu süreçte köylülerin
toprak sahipleriyle pazarlık güçleri hiç olmadığı kadar artar ve kendilerine
daha fazla ihtiyaç olduğu konusunda inançları pekişir. Nikiforuk’un ifadesiyle,
“Veba sonrası emek pazarı, köylüler ile toprak sahipleri arsındaki geleneksel
saygı bağını kopardı.” (Nikiforuk, 2007, s. 78) Bu noktadan hareketle veba
salgınının en önemli sonuçlarından biri olarak sayılan ‘feodalitenin yıkılışına
imkân verdi’ ifadesi yerine (Nikiforuk, 2007, s. 78), ‘feodal üretim
ilişkilerinin tasfiye sürecini hızlandırdı’ demek bizce daha anlamlı olacaktır.
Son olarak toprak fiyatlarındaki değer kayıplarının diğer olumsuz faktörlerden
biri olduğunu söyleyebiliriz. Son faktörün (sermaye) fiyatları hakkında
bilgimiz olmadığı için yorum yapamıyoruz. (Herlihy, 2007, s. 55)
Veba salgını sırasında birçok iş
kolunda talep olmadığı için üretim durur. Buna en iyi örnek daha önce tahıl
öğüten değirmenlerin, öğütecek tahıl bulunamaması nedeniyle, ağaçtan tabut
yapmak veya körük imalatı gibi alanlara kaymalarıdır. (Herlihy, 2007, s. 52)
Salgının Avrupa’da ekolojik çevrenin korunmasına bir dizi olumlu etkisinin
olduğu da söylenebilir. 14. yüzyıl öncesinde yaşanan hızlı nüfus artışı
ekonomik genişleme döneminde talana uğrayan orman alanlarında yağma duracak,
meraların ve otlakların tarıma açılması süreci kesintiye uğradığı için koyun ve
sığır sayısında artış olacaktır. Bu aynı zamanda yün ve deri üretimdeki artışa
paralel biçimde yün sanayinde de bir gelişmeye imkân sağlayacaktır. Bizce veba
tarihçisi Robert Gottfried’in “Kara Ölüm olmasaydı, Avrupa tozlu ve ağaçsız bir
Etiyopya’ya dönüşürdü.” (Nikiforuk, 2007, s. 80) ifadesi biraz abartılı olsa
da, salgının ekolojik çevrenin korunmasına katkıda bulunduğu kesindir.
Büyük Veba Salgını sonrasında değişen
şeylerden biri de ‘zaman algısı’ olacaktır. Hıristiyanlığın bin beş yüz yıllık
‘durağan’ manastır zamanı yerini gelişen ticaret ile ‘Tüccar Zamanı’na
bırakacaktır. Zaman algısındaki bu değişimde feodalizmin çöküşü kuşkusuz önemli
rol oynamıştır. Yine bu dönemde halk arasında Kilise’ye karşı bir güvensizlik
duygusunun oluşmaya başladığını söyleyebiliriz; Kilise her gün binlerce insanı
sevdiklerinin yanından çekip alan vebaya karşı gerekli direnci neden
gösterememiş, salgını yenememiştir? Bu soruyu 15. yüzyıla on yıllar kala vebayı
“günahkârların ödemeleri gereken zorlu bir kefaret“ ülküsüyle yanıtlayabilmek
de artık mümkün değildir. Avrupa çapında yaşanan veba salgının insanların
Kilise Kurumu’na olan inançlarını sarstığını ve bu kuruma olan güvenlerinde
hatırı sayılır bir gedik açtığını söyleyebiliriz. (Nikiforuk, 2007, s. 79 vd.)
7.5.
BİREYSEL PATALOJİ VE
CÜZZAM
7.5.1.
Tarih Boyunca Cüzzam Hastalığı
Cüzzam (Lepra)[115] adı verilen hastalığa neden
olan mikrobakteri 1873 yılında Norveçli hekim G. A. Hansen (1841-1912) tarafından
keşfedilmiştir. Çoğunlukla deri ve yüzeysel sinirlerde neden olduğu lezyonlarla
tanımlanan cüzzam mikrobakterisi, vücuda girişinden itibaren üç aydan yirmi
yıla kadar uzayabilen bir kuluçka döneminden sonra ortaya çıkar. Günümüzde
hastalığın bulaşıcı (enfeksiyonel) olup olmadığı tartışmalı olup, bulaşma
yolları konusunda farklı bilimsel görüşler mevcuttur. Tartışmalara burada
girilmeyecek olmakla beraber, tıp dünyasında hastalığın bulaşıcı olduğuna dair
yaygın bir inanç söz konusudur.[116] Ancak kronik bir hastalık
olan cüzzam tarih boyunca ve özellikle Ortaçağ’da, bedende ortaya çıkan
deformasyon ve biçim bozukluklarından kaynaklanan itici, dışlayıcı karakteri
nedeniyle biyolojik olmaktan çok kültürel bir fenomen haline gelmiştir.
Kuşkusuz bu algıyla örtüşen bir patoloji zaman içinde hastalığın etiyolojisinde
belirleyici olmuştur.[117]
Mycobacterium leprae
olarak tanımlanan mikrobakterinin neden olduğu bilinen cüzzamın tarihinin
günümüzden yaklaşık üç bin beşyüz yıl[118]
kadar geriye gittiği tahmin olunmaktadır.[119]
Mısırlılar beden yüzeyinde yavaş yavaş ortaya çıkan şekil bozuklukları ve organ
kayıpları nedeniyle ‘ölümden önceki ölüm’[120]
adını taktıkları cüzzam, Antikçağ’da sıradan bir deri hastalığı olarak
görülmüştür.[121] Geç Antikçağ’dan itibaren Fil
Hastalığı (Elephantiasis) olarak tanımlanan cüzzam üzerine çok sayıda
hekim düşünüp yazmıştır.[122] Bunlardan biri de Kapadokyalı
Aretaeus’dur. Kapadokyalı hekim cüzzam hastalarının toplumdan izole edilmesi
gerektiğine inanır. (Schipperges, 1990, s. 69) Cüzzam hastalığı geç Antikçağ’da
doğudan[123] Akdeniz havzasına yönelmiş ve
erken Ortaçağ’da itibaren tüm batı dünyasını hâkimiyeti altına almıştır.
Ortaçağ sonlarında yayılma hızı iyice yavaşlayan hastalık Yeniçağ’da etkisini
bütünüyle yitirmiştir. (Schipperges, 1993, s. 101)
Hastalığın
Ortadoğu coğrafyasında izinin sürebileceği önemli bir kaynak ise Kitabı
Mukkades’tir.[124] Eski Ahit’in farklı
bölümlerinde[125] bir deri hastalığından söz
edilmekle birlikte her anlatılan vakanın cüzzam olduğu sonucuna varabilmek
mümkün değildir. Cüzzam’ın egzama ve iltihaplı yaralar dâhil tüm deri
hastalıklarını tanımlayan genel bir kavram olma ihtimali yüksektir. (Krug,
1993, s. 20) Kitabı Mukaddes çevirisinde (1981) ‘cüzzam’ olarak anılan
hastalık, yeni çeviride (Kutsal Kitap, 2003), daha genel bir ifadeyle ‘deri
hastalıkları’ olarak yer almıştır.[126]
Orijinal metinlerin kaleme alındığı dönemin iklim koşulları ve coğrafî yapı göz
önüne alındığında farklı deri hastalıklarının varlığı olasılık dâhilindedir.
Diğer yandan İbranice metinlerde Saraath olarak tanımlanan cüzzam, 4.
yüzyılda Kilise Pederi Hieronymus (347-420) tarafından Latinceye lepra
ve leprosus sıfatıyla çevrilmiştir. 1960’lı yıllardan itibaren başlayan
tartışmalar kavramın çevrilmesinde ve yorumlanmasında hata yapıldığı ihtimalini
kuvvetlendirmektedir. (Schelberg, 2000, s. 116)[127]
Eski Ahit’in farklı bölümlerinde, deri hastalıklarına karşı
uygulanacak yasa, hastalığın gözle görülebilen belirtileri ve kâhinler
tarafından ‘kirli’ (murdar) olarak teşhisi, karantina dönemi, arınma (tedavi)
yöntemi ve hastanın sağlığına kavuşup kavuşmadığının kontrolü anlatılmaktadır.
Metinlerde geçen ‘kirli’ kelimesinin ilk planda biyolojik olarak hastalıklı
olma halini tanımladığı ve etik bir boyut içermediği söylenebilir.
7.5.2 Ortaçağ’da Toplumdan Dışlanma ve Dinsel Hoşgörünün
Simgesi Olarak Cüzzam Hastalığı
4. yüzyılda
Nazianuslu Gregor ve meslektaşı Nyssalı Gregor vaazlarında cüzzam hastalarının
yoksulluklarını öne çıkaran bir söylem geliştirmişlerdir. Hıristiyan etiğinin
kimsesiz ve muhtaç yoksullara yardım eli uzatılmasını zorunlu görmesi Ortaçağ
boyunca Kilise’nin cüzzamlılara ölçülü bir şefkatle yaklaşmasına olanak
verecektir.
Cüzzam hastalarının yaşam
alanlarının daraltılmasıyla başlayan, giderek özel hayatlarına müdahale ve
temel haklarının ellerinden alınarak bütünüyle tecrit edilmeleriyle sonuçlanan
süreçte, Kilise’nin yanında, daha katı önlemleriyle sivil otorite de saf
tutmakta gecikmemiştir: Kral Rothar’ın 634 yılında çıkardığı kararname ile ilk
kez sivil bir ‘Cüzzam Hukuku’nun temeli atılmıştır. Kararnameye göre
hastalıkları kesinleşen cüzzamlılar bir daha dönmemek üzere evlerinden
çıkarılıyor ve tüm vatandaşlık ve medenî hakları ellerinden alınıyordu. Daha
sonraki yüzyıllarda yapılan bir dizi düzenlemeyle sağlam eşlere evlilikten
doğan haklar konusunda ayrıcalık sağlanacaktır. Ancak 1179 yılında 3. Lateran
Konsil’inde alınan kararlar, o güne kadarkiler içinde getirdiği kısıtlamalar
nedeniyle en önemlisi olacaktır. Alınan Konsil kararıyla cüzzamlı hastaların
sağlıklı insanlarla birlikte, Kilise ve mezarlıkta dâhil olmak üzere, aynı
ortam ve mekânları paylaşma imkânı kalmamıştır. Hastalar hep bir arada
kendilerine gösterilecek yerde yaşayacaklardır; kendilerine ait ibadet
mekânları ve mezarlıklar buralarda tesis edilecektir. 12. yüzyılda yapılan bu
yasal düzenleme malumun ilânından başka bir şey değildir aslında; 6. yüzyıldan
beri başta bugünkü Fransa coğrafyası olmak üzere[128]
hastalığın görüldüğü birçok ülkede cüzzamlılar, yerleşim merkezlerinin dışında
derme çatma kulübelerde her türlü imkândan uzak toplu halde yaşamaya mecbur
edilmişlerdir. Kuşkusuz yapılan bu yasal düzenleme, ‘miskinhaneler’in kuruluşu
ve işleyişine yeni bir düzen getirmesi bakımından önemlidir.
Cüzzam’ın
Haçlı Seferler ile Doğu’dan taşındığına inanan Ortaçağ insanı, hastalığı
cinsellikle ilişkilendirmekten geri durmamıştır.[129]
Özel evlerde ikamete tabi tutulan lepralılara şehir yönetimlerince (Lübeck, 13.
yy.)[130] getirilen çok sayıdaki
kısıtlama içinde, sadece cüzzamlılarla değil, sağlıklı (yasal) eşlerle cinsel
ilişki yasağı da yer alır.
Kişiyi yakalandıktan kısa bir
süre sonra öldüren vebanın tersine, kronik seyreden bir enfeksiyon hastalığı
olmakla birlikte kolay kolay can almayan ancak toplum içinde yaşamayı imkânsız
hale getiren cüzzamın, Ortaçağ’daki patolojisi büyük ölçüde Hippokrates’un Corpus'na
ve Galenos’un öğretisine dayanır. Kara veya sarı safranın olduğu kadar sümüksü
sıvının da fazlalılığı cüzzama neden olabilir. Anılan beden sıvılarının
miktarını arttırdığına inanılan salyangoz ve eşek etinin tüketilmesi önerilmez.
Cüzzam’ın
toplumsal bağlamda kavranışı diğer bulaşıcı fiziksel hastalıklardan daha çok
akıl hastalıkları ile benzerlik gösterir. Ancak Ortaçağ’da özellikle kırsal
kesimde çevresi tarafından meczup olarak görülmeye hazır ‘Köyün
Delisi’ne gösterilen asgarî hoşgörü cüzzam hastasına gösterilmez. Cüzzamlı’nın
işlediği günahların bedeli olarak diğer insanları bu dünyada çektiği cezalara
ortak etme isteğinde olduğu şüphe götürmez; ancak vücudundaki lekeler, çürümüş
irinli organları, kokulu nefesi hastalığı (günahını) göz göre göre bulaştırmasına
(yaymasına) engel olur. Cüzzamlı’nın sağlıklı insanlardan başka bir
mekânda, mümkünse hiç görülmeyecek bir yerde, tecrit edilmiş olarak
yaşamaları tercih edilir. Hastalığın patolojisi, diğer hiçbir fiziksel
hastalıkta olmadığı kadar toplumsal bağlamda itici, giderek farklılaştırıcıdır.
Kuşkusuz veba, sıtma gibi diğer salgın hastalıklarla karşılaştırıldığında daha
yavaş yayılan, çok daha az ölümcül olan cüzzamın kişiyi ‘yaşayan bir ölü’
haline getirerek izole eden özelliği, hastalığın bireysel karakterinden
kaynaklanır. Cüzzamı bu denli kişiselleştiren ‘biyolojik hastalık - din - etik’
üçgeninin tam ortasında konumlanmasıdır.
Cüzzama
yakalandığından şüphe duyulan, hastalığı kesin olarak teşhis edildikten
sonra, ayak bileğine bağlanan zili, vücudunun her tarafını örten giysileri,
elinde sadaka çanağıyla Miskinler Tekkesi’nde yaşamaya mahkûm edilmiş olur.[131] Bir Hıristiyan için cüzzam bu
dünyada yaşanabilecek en büyük talihsizlik olarak görülür. Hastalığa
yakalandığı anlaşılan kişinin yeni hayatı Kilise’de yapılan temsili
cenaze töreniyle (separatio leprosarum) başlar. Şayet parası varsa
Miskinler Tekkesi’nde[132] [133]
[134] kendisine bir yatak
bulabilir, yoksa insanlardan uzakta ‘lanetli bir yerde’ çadır kurarak yaşamak
zorundadır. Yeni hayatında kiliseye adım atması, çocuklara dokunması, halka
açık kuyulardan su içmesi, sağlıklı kadınlarla birlikte olması, yanına cüzzamlı
eşyalarını 811 olmaksızın
seyahat etmesi yasaktır.
Cüzzamlılar her ne kadar şehir surlarının dışında, gözlerden uzak, ıssız
bölgelerde kendileri için inşa edilen ‘evlerde’ ikamete zorlanmış olsalar da,
bakım ve iaşeleri daima sorun teşkil etmiştir. Yöredeki rahipler kişisel
girişimleriyle varlıklı hayırseverlerden elde ettikleri bağışlarla cüzzamlılara
yardım edebilmişlerse de, bu destek yetersiz kalmıştır. Ancak 13. yüzyılda
cüzzamlılara yardım etmek amacıyla 812 kurulan Aziz Lazarus Tarikatı bu eksikliği büyük ölçüde
giderecektir.
Cüzzam
hastalığının deride ortaya çıkan kızarıklık ve lekelerle ilk belirtilerini
göstermesi, giderek şişen, moraran, deforme olarak çürümeye başlayan organlarla
ilerlemesi ve tüm bu sürecin uzun bir zaman dilimine yayılması nedeniyle,
sağlıklı insanların acıma duygusu yanında, seyir merakını da körükler. Daha
önce belirttiğimiz üzere cüzzam, sadece biyolojik korkuların (bulaşma) değil,
aynı zamanda dinsel kaygıların ve geçerli etik normların dayatmasıyla ortaya
çıkan eksiksiz bir ayrıştırma modelidir. Cüzzamlı dışarıdan tüm
ayrıntıları izlenebilen deforme olmuş bedeni aracılığıyla çevresine, çok
sayıda mesajı bir arada verir. Cüzzamın bir cilt hastalığı olması bedendeki
değişimlerin tüm çarpıcılığı dışarıdan hızlı biçimde algılanmasını
kolaylaştırır.
Cüzzamın Ortaçağ’da toplumsal bir fenomen haline gelmesinde, gözle
görülür gerçeklerin çarptırılarak söylentilerle, dönemin düşünce kodlarına
uygun bir hastalık üretme çabalarının önemli payı vardır. Örneğin 1517 yılında
yayımlanan bir hekimlik kitabında cüzzamlılar hasis, öfkeli, merhametsiz,
tamahkâr, aşırı cinsel istekli olarak 813 tanımlanmakta ve bu özelliklerin insanda hastalıkla ortaya
çıktığı iddia olunmaktadır.
Cüzzamlıların kişilik
özelliklerinde görülen bu ani değişim, hastalığın bedende yarattığı
hasarın ruhsal düzeydeki yansımaları olarak görülmektedir. Yine Eski Ahit’te
(Levililer) cüzzamın kirli (murdar) olmakla eşdeğer tutulması hastalığın
biyolojik olarak açıklanmasına imkân vermez. Geç Ortaçağ’ın Hıristiyan
dünyasında 12. yüzyıldan netleşen cüzzam algısının, biyolojik bir kabulden öte,
kültürel kodlar içeren ve büyük ölçüde akıl hastalıklarıyla benzeşen bir yapıda
olduğuna yukarıda değinmiştik. Diğer yandan cüzzam hastalığının tanımlanmasında
biyolojik karakterinin önüne geçen dinsel ve etik boyutların,
cadılar, büyücüler, heretikler, Yahudiler, cinlenmişler, melankolikler,
yabancılar, işsiz güçsüz gezginler benzeri farklı sıra dışı (marjinal) gruplara
karşı düzenlenen sürek avlarında da belirleyici olması şaşırtıcı değildir.
Kaldı ki, 11. yüzyıldan itibaren Avrupa’da yükselen Haçlı zihniyetinin, cüzzam
gibi biyolojik kaynaklı kültürel bir fenomeni, farklılıkları tasfiye etmek
üzere ayrıştırıcı bir araç olarak kullanmaması beklenemezdi.
Cüzzam’ın,
özellikle Ortaçağ Hıristiyanlık dünyasında, günah ile özdeşleştirilen, bireysel
bir gerçeklik olarak algılandığını söyleyebiliriz. Cüzzam bir yandan biyolojik
bir gerçek olarak onulmaz bir hastalık, diğer yandan vücutta ortaya
çıkan, görende tiksinti uyandıran şekil bozuklukları ve deformasyonlar
nedeniyle, ahlâkî bir düşkünlüğün (günah) sonunda kişiye verilmiş bir ceza
olarak algılanmıştır. Hıristiyanlık
813
İlginç bir biçimde Bingenli Azize Hildegard da, ciltte
ortaya çıkan leke ve yaralarla kendisini belli eden farklı cüzzam tiplerinden
birinin nedeni olarak, cinsel istek fazlalığını görmektedir. inancında, günah-hastalık-ceza ilişkisinde ‘sebep-sonuç’
modelinin bu denli iyi işlediği başka bir örnek bulabilmek zordur.
Ancak anılan bu ceza-günah ilişkisi, benzer bir çıkış noktasından
hareketle, veba için yapılan tanımdan tümüyle farklıdır. Veba’da, ‘Tanrı’nın
kamçısı’ bireysel olmaktan çok, toplumsal bir cezaya hükmeder; topluluklar,
cemaatler, nihayet ülkeler cezalandırılır. Bu kişiye özgü kimliği lepra
hastasını, vebalıdan ayıran en önemli unsurdur. Cüzzam, veba salgınlarında
olduğu üzere birden bire ortaya çıkmaz ve kısa sürede tüm topluma zarar vererek
yine birden bire adeta ortadan yok olmaz; hastalık yavaş yavaş ortaya çıkan
belirtilerle kronik bir seyir izler ve uzun yıllar boyunca hastanın zaman
içinde çürüyen bedeniyle yaşamasına olanak verir. Cüzzam’lı ister kendi
günahının ister toplumun işlediği günahları kefaretini ödemek için hastalanmış
olsun, son tahlilde bu cezayı bizzat öder. Hasta bedenini adeta bir
damga (stigma) olarak üzerinde taşır; nadiren hastalığın ilerleyişi
durdurulabilse de, kaybedilen veya hasar gören uzuvların yerine konma imkânı
olmadığı için ‘damgalanma hali’ ölüme kadar süren, kurbanın taşıması gereken
ağır bir yüktür.
[6] İÖ
10.000 yıl önce insanların avcılık ve toplayıcılık yaparak yaşadıkları dünyanın
nüfusu yaklaşık on milyon iken, Neolitik Devrim ile bu sayı hızla artış
eğilimine girecek, ancak bu kez de başta sıtma, kızamık ve çiçek gibi öldürücü
hastalıkların nedeniyle artış hızı yavaşlayacaktır. 1. yüzyılda dünyada
yaklaşık iki yüz yetmiş milyon insanın yaşadığı ve bu sayının 10. yüzyıla kadar
ancak üç yüz on milyona ulaştığı tahmin olunmaktadır.
http://www.berlininstitut.org/fileadmin/user_upload/handbuch_texte/pdf_Herden_Bevoelkerungsentwickl
ung_in_der_Geschichte.pdf Rose Elisabeth Herden. (Erişim: 29 Mayıs 2010)
[7] Antikçağ’dan günümüze salgın hastalıklar
üzerine ayrıntılı bilgi için bkz. [Kohn (Ed.), (2008)]; Hays, 2005.
[8] Arkeolojik bulgularla desteklenmediği sürece
arkaik toplumlarda salgınların varlığı ve tipolojisi üzerine fikir
yürütebilmenin imkânsızlığı malumlarıdır. Bu bağlamda pandemik (çok geniş bir
coğrafyayı etkisi altına alan) boyutlara ulaşan bir salgının yüzyıllar boyunca
hangi sıklıkla ortaya çıktığını da kestirebilmek zordur. Ancak Biraben’in
belirttiği üzere veba, kolera, dizanteri veya grip gibi pandemilerin nadir
olarak ortaya çıktığını söyleyebiliriz. (Biraben, 1996, s. 375)
[9] Peloponnesos Savaşları, 1. kitap,
XLVII.
[10] “Fliehe schnell, weit weg und für lange (Cito,
longe, tarde)” (Bulst, 2005, s. 148).
[11] Günümüzde, Antikçağ’dan Erken Yeniçağ’a kadar yaşanan tüm veba
salgınlarını açıklamak için iki model kullanılmaktadır. Salgına karşı halkların
verdiği tepkilerden, davranış değişikliklerinden hareket eden Dinsel Açıklama
Modeli (Religiöses Deutungsmuster), Tanrı’nın veya doğüstü güçlerin
insanları herhangi bir nedenle cezalandırmasını salgının ortaya çıkış nedeni
olarak görür. Bu modelde salgının süresi ve gücü insanların işlediği günahın
büyüklüğüne bağlı olarak değişir. Diğeri ise Tıbbî-bilimsel (Rational-medizinisches
Deutungsmuster) olarak da adlandırılan rasyonel tanımlama modelidir.
Salgına neden olan patojenin ortaya çıkartılması, hijyen ve çevre koşullarının
araştırılarak hastalığın yayılmasına olan etkileri değerlendirilir. Kuşkusuz
veba salgınları için kurulan bu modellerin 18. yüzyıla kadar hüküm sürmüş tüm
büyük salgınlar için geçerli olduğu aşikârdır. İÖ 430-426 yılları arasında
Atina’da yaşanmış veba salgını üzerine anılan modellemeler ile yapılmış değerli
bir çalışma için bkz. Schmitz, 2005, s. 44 - 65. Benzer bir açıklama
modellemesi için (metaphysical and rational way) bkz. Stathakopoulos,
2007, s. 106 vd. Yine tarihçilerin Antikçağ’dan Ortaçağ’a veba salgınlarından
hareketle salgın hastalıkları araştırma yöntemi üzerine bkz. Hays, 2007, s.
33-56.
[12] Yunanca felâket (katastrophe) kelimesi, kata-strephein [Kara-orps^sıv] fiilinden geliyor ve (geri/ye)
dönmek, (geri) çevirmek ve devrilmek, kökten/bütünüyle değiştirmek anlamlarına
geliyor. Sonnabend, 2013, s. 8; Meier, 2007, s. 47. Felâket (katastrophe)
kavramının etimolojisi ve Antik dünyada, günümüzden farklı bağlamda kullanımı
üzerine ayrıntılı bilgi için bkz. Meier, 2007, s. 44-56.
[13] Attika Salgını (s. 41-46); Marcus Aurelius dönemindeki veba salgını
(s. 47-51); Justinianus Vebası (s. 53-54) için bkz. Sonnabend, 2013.
[14] Yedi yıl açlık-yedi yıl bolluk (yedi yıllık
periodlar düzeni) için bkz. Sonnabend, 2013, s. 55-65.
[15] Sonnabend, 2013, s. 66-100.
[16] Antikçağ’da doğal felâketler üzerine Holger Sonnabend’in
çalışmalarına bakılabilir. Özellikle 79 yılındaki Vezüv Yanardağı patlaması
için bkz. 1999, s. 9-22; 2003, s. 37-44; 2013, s. 11-13 ve 526 yılındaki
Antakya Depremi için bkz. 1999, s. 31-37; 2013, s. 23-31.
[17] Halikarnaslı Dionysius ve Plutarkhos’un tasvir ettikleri, İÖ 738
yılında Roma ve çevresinde etkili olan salgın ve daha sonraki yüzyıllarda
yaşanan diğer salgınların hangi hastalıklardan kaynaklandığına ilişkin elimizde
hemen hiçbir bilgi yoktur. (Biraben, 1996, s. 376 vd.) Ancak araştırılan
dönemlerde, salgınların yaşandığı coğrafyalarda, iklim koşullarındaki bozulma
ile salgınlar arasındaki korelasyon dikkat çekicidir. Bu bağlamda salgın
dönemlerine ilişkin en somut bulgular, iklim koşullarında yaşanan olumsuzluklar
(aşırı sıcaklar, kuraklık ve sel felâketleri) sonucunda tarımsal üretiminde
yaşanan gerileme ve devamında gelen uzun süreli açlık dönemlerinde ortaya
çıkar. J.- N. Biraben bu konuda, İÖ 455 - 450 ve 397 - 396 yıllarında Roma’da
yaşanan salgınlara eşlik eden kuraklık ve takip eden kıtlık dönemlerini örnek
veriyor. (Biraben, 1996, s. 377) Kuşkusuz bu etkileşimin tersine işlemesi de,
salgınlar nedeniyle yitirilen işgücünün yarattığı kıtlıklar da, söz konusudur.
Bu konuya takip eden bölümlerde Büyük Veba Salgını bağlamında yeniden
dönülecektir.
Mitolojide doğal felâketler
hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Sonnabend, 1999, s. 89-104.
[18] Antikçağ’ın, adı Homeros ve Herodotos ile birlikte anılan en
büyük tarihçilerinden biri olan Thukydides, polis'm dünyasına daha çok
eğilmesi ve anlatılarında zaman-mekân sınırlamasına gitmesiyle dikkat çeker. E.
Breisach, Thukydides’in erken dönem tarih yazımında yarattığı farklılıkları
şöyl e ifade ediyor: “Thukydides (...) Yunan tarihini, geçmiş zamanların ve
başka yaşamların geniş bir araştırması olmaktan uzaklaştırıp polis’in
çok daha dar dünyası ve içinde yaşadığı dönem üzerinde yoğunlaştırmıştı.
Çalışma sahasını, dönemler ve yöreler açısından sınırlayan Thukydides,
devletlerin kaderini belirleyen güçleri araştırırken, sahasını enine boyuna çözümlemiş
ve anlatmıştı. Çözümlemeleri ve amacı itibariyle Thukydides’in Peloponnesos
Savaşı Tarihi, Atina’daki veba salgınına ilişkin raporuna benziyordu; bu
raporda, tıp uzmanlarının gelecekteki salgınlarla baş edebilmelerini sağlamak
için, tüm hastalık belirtilerini titizlikle sıralamış ve tasvir
etmişti.”(Breisach, 2009, s. 36)
Peloponnesos Savaşları ve Perikles döneminde yaşanan
gelişmeler üzerine ayrıntılı bilgi için bkz. Propylaen Weltgeschichte,
1991, 261-352.
[19] Attika Yarımadası: Yunanistan’da Atina’yı
içine alan bölgeye verilen isim.
[20] Thukydides’in yazdıklarından hareketle
Atina’daki salgını ve bahse konu hastalığın veba olup olmadığı irdeleyen bir
çalışma için, hekim ve tıp tarihçisi Wilhelm Ebstein’ın kitabına (1899)
bakılabilir.
[21] Burada kastedilen yaşanılan salgının, 6. yüzyılda İstanbul’da
yaşanan Justinianus Vebası ve 14. yüzyılda Avrupa’da yaşanan Büyük Veba
Salgını’nındaki ‘hıyarcıklı veba’yı karşılayacak bir hastalık olmadığıdır.
[22] Thukydides’in kendisinin de, anlattığı belirtilerle gelişen bulaşıcı
hastalığa yakalandığı ancak hayata kaldığı biliniyor. (Leven, 2005a, s.
687-689) Klaus Bergdolt, Thukydides’in söz konusu salgını tasvir edişindeki
ustalığa dikkatimizi çekiyor ve Atinalı tarihçinin yazdıklarını gelecek
yüzyıllarda okuyanların, bu olağanüstü canlı anlatımdan etkilendiklerini ve
hastalığa kendilerini adeta hazırladıklarını belirtiyor. (Bergdolt, 2003, s.
13)
[23] Bu konuda uzun bir liste vermek mümkün olmakla birlikte biz bazı
referansları anmakla yetineceğiz: Schmitz, 2005, s. 54-59; 61-65; Aberth, s.
2011, s. 22; Naphy ve Spicer, 2006, s. 11; Vasold, 2003, s. 95; Biraben, 1996,
s. 367; Cartwright, 1974, s. 14; Byrne, 2012, s. 28-29; Longrigg, 2004, s. 56
vd.; Vasold, 1991, s. 17-20.
L. K. Little, Atina’da yaşanan
salgınla ilgi tereddütlerin büyük ölçüde Thukydides’in yazdıklarını teyit
edecek bir bilginin, çağdaşı (Hippokrates) ve/veya daha sonraki yüzyıllarda
yaşamış Efesli Rufus, Kapadokyalı Aretaeus, Oribasius gibi hekimler tarafından
yazılan eserlerde hiçbir şekilde yer almamasından kaynaklandığını belirtiyor.
(Little, 2007, s. 4) Leven, 2. yüzyıla kadar hıyarcıklı veba üzerine kaleme
alınmış ender bir bilginin Efesli Rufus’a ait olduğunu ünlü hekimin kuzey
Afrika’da hüküm sürmüş ölümcül salgınlardan biri üzerine yazdığını belirtiyor.
(Leven, 2005b, s. 19)
Bugünkü bilgilerimiz çerçevesinde,
Thukydides’in anlattıkları yaşanmış (gerçek) bir ‘veba’ salgını üzerine olmasa
da, yaşanılan felâketi tasvir edişindeki canlılık ve teatral anlatım gücü,
Antikçağ boyunca yazdıklarını okuyan farklı yazarları etkilemiş ve kendilerine
örnek almalarına yol açmıştır. (Leven, 2005a, s. 689) Klaus Bergdolt, Antikçağ
yazarlarındaki yaklaşımı Mimesis (taklide dayanan temsil) olarak
yorumlamıştır. (Bergdoldt, 2003, s. 13-14)
Atina’da İÖ 430-426 yılları arasında
yaşanan salgının hıyarcıklı veba olamayacağı üzerine ayrıntılı bir analiz için
bkz. Schmitz, 2005.
[24] Antikçağ’da görülen tüm hastalıklar hakkında kapsamlı bilgiler
veren Hippokrates’in Corpus’unda, dört temel elementten biri olarak
hayatî önemde olan hava, kirlendiğinde hastalıklara neden olacağı bilgisi yer
alır. Hippokratesçiler havanın kirliliğini tanımlamak için dinsel ve etik
anlamlar da yükledikleri miasma (miyasma) kelimesini kullanmışlardır.
Burada bahis konusu olan kirlenmeden çok, yaz sıcaklarında sokaklardaki
cesetlerden, bataklıklardan havaya yayılan organik çürüme kokusudur. Bu
dayanılmaz kokunun havayı
zehirleyerek salgınlara neden olduğu inanışı Antikçağ ile sınırlı kalmamış,
takip eden yüzyıllarda Galenos aracılığıyla Bizans Dünyası’na ve İslam âlemine
taşınmış ve hatta Yeniçağ’a kadar Avrupa’da salgınların yayılmasındaki
kanıtlardan biri olarak kullanılmıştır. Hippokrates tıbbında miasma tek
başına hastalık yapıcı bir unsur değildir. Kişinin yanlış yaşam tarzı (diaita,
Yun.) nedeniyle beden sıvıları arasındaki denge bozulmuşsa, miyasmanın bu
noktada devreye girerek hastalık yapması kaçınılmazdır. (Aberth, 2011, s.
38-39; Leven, 2005a, s. 615-616; Leven, 2005b, s. 18-19; Byrne, 2004, s. 42-44;
155-158; Byrne, 2012, s. 235-236)
Antikçağ’da ve Hellenistik dönemde
aralarında Lucretius, Seneca, Varro’nun da yer aldığı çok sayıda düşünür ve
hekim, miyasmanın sağlığı olumsuz etkileyen, hastalık getiren yönü üzerine
yazmışlardır. Lucretius, Evrenin Yapısı isimli yapıtının VI. kitabında
çürümüş havanın nasıl salgınlara neden olduğunu anlatır. (Von der Natur,
VI, 1090-1137)
İbn Sina, El-Kânûn Fi’t-Tıbb'ın
1. kitabında ‘Havanın Maddesindeki Değişmeler’ altbaşlığında miyasmayı (salgın)
şöyle tanımlar: “Havanın maddesindeki bir değişme demek, havanın doğal
özelliklerinden çıkarak az çok tahammül olunmaz hale gelip, hastalıklı (bozuk)
hale gelmesi demektir. Bu çeşitten bir değişme, bir salgın diye adlandırılır.
Salgın, üstü kapalı ve durgun sularda meydana gelen [duruma] benzer bir şekilde
havanın belli şekilde bozulması, kokuşmasıdır.” (El-Kânûn Fi’t-Tıbb,
1995, s. 129)
Havanın kirlenerek, çürüyerek
hastalıklara (salgınlara) neden olduğu ve hastalıkların yayılmasına olanak
sağladığına olan inanç 18. yüzyılın sonlarına kadar geçerliliğini koruyacaktır.
Bu inanç dillere de nüfuz etmiştir. Almanca’da veba (Pest) kelimesinden
hareketle üretilmiş çok sayıda kelimeye,’ iğrenç kokulu nefes’ anlamına gelen Pesthauch
örnek olarak verilebilir. İngilizce metinlerde miyasma, genellikle corrupted
air veya bad air kelimleriyle karşılanmıştır. 18. yüzyıl Fransa’sı
örneğinden hareketle, miyasma hakkında bkz. Corbin, 1992, s. 35-52.
Aşağıda Büyük Veba Salgını’nı
incelerken göreceğimiz üzere, veba hastalığı, akciğer vebası türü dışında,
insandan insana bulaşmasıyla salgın haline gelmemektetir. En azından Avrupa’yı
kasıp kavuran hıyarcıklı vebanın, insan aracılığıyla bulaşmadığı biliniyor.
Buna karşın Ortaçağ’da vebanın, yukarıda miyasma bağlamında belirttiğimiz
üzere, öncelikle hava yoluyla, bulaştığına inanılmış, korunmak için de
hastalıklı havayı (miyasma) içindeki şifalı otlarla filitre eden, özel
başlıklar takılmış, tüm vücudu saran özel giysiler giyilmiştir. Hastalığın hava
yoluyla bulaştığı inancı, vebalılarla doğrudan temas etmemek, giderek aynı
havayı solumamak için bulundukları ortamdan kaçmayı beraberinde getirecektir.
Salgın bölgelerine giriş çıkışın yasaklanması (quarantana) uygulaması
14. yüzyılın sonlarında İtalya’da, yine hastaları tecrit eden özel hastane
uygulamaları ise 15. yüzyılın ilk yarısında ilk kez İtalya’da (Venedig, 1423)
hayata geçirilmiştir. İlginç olan husus anılan dönemde, insandan insana da
dâhil olmak üzere, vebanın nasıl bulaştığına dair en ufak bir bilginin henüz
bilinmiyor oluşudur. Rönesans İtalyası’nda hastaneler ve tedavi kültürü üzerine
bkz. Henderson, 2004, s. 155-166.
701
Lucretius Evrenin
Yapısı’nda, Mısır’dan başlayarak yayılan ve Atina’ya ulaşan ‘veba
salgını’nı dokunaklı bir üslûpla anlatır. (Von der Natur, VI, 1138-1286)
[26] K.-H. Leven (2005b, s. 23), Antikçağ’da
kuyu-sarnıç sularını zehirlemenin bir savaş taktiği olarak uygulandığına dair
bilgiler olmasına karşın, Thukydides’in savının başka kaynaklarca
desteklenmemesi ve salgının su kuyularının mevcut olmadığı Atina’nın yukarı
kesimlerinde yayılmaya başlaması nedeniyle doğru kabul edilemeyeceğini
belirtiyor.
[27] Bazı tarihçiler tartışmalı Atina Salgını ile
‘Justinianus Vebası’ olarak da adlandırılan İstanbul’daki salgın arasında
yaşanan ölümcül salgına, veba hastalığının neden olduğunu savunmaktadırlar. 165
yılında Anadolu’da başlayan ve bir yıl sonra imparatorluk başkenti Roma’ya
uzanan salgının yüksek bir ölüm oranıyla seyrettiği biliyoruz. Ancak hastalığın
hıyarcıklı veba olmadığı, büyük bir ihtimalle çiçek salgını olduğuna dair
görüşler günümüzde ağır basmaktadır. Salgının Roma’ya ulaştığı günlerde
imparatorluk hekimi olarak görev yapan Galenos’un kenti terk ettiği, ancak daha
sonra İmparator Marcus Aurelius’un talimatıyla geri döndüğü biliniyor. (Little,
2007, s. 77; Kobes, 2005, s. 66-77; Leven, 2005a, s. 686-687) Atina Vebası (İÖ
430-426) ile Justinianus Vebası (541-542) arasında Helenistik Dünya ve Roma’da
yaşanan veba salgınları ve diğer büyük salgınlar için bkz. Biraben, 1996, s.
375-387; GroB-Albenhausen, 2005, s. 78-85; Rosen, 2007, s. 167-223; 227-328;
Meier, 2004, s. 19-40.
[28] Anılan yıllarda İstanbul’un nüfusu ve dolayısıyla kurban sayısı
konusunda farklı rakamlar telaffuz edilmektedir. Naphy ve Spicer’in (2006, s.
16) iki yüz bin kurban sayısından hareketle ulaştığı nüfus beş yüz bin olurken
Vasold (2003, s. 97) İstanbul’un 540 yılındaki nüfusunu üç yüz bin olarak
tahmin etmektedir. Stathakopoulos, T. H. Hollingsworth’u (Historical
Demography, 1969, s. 365-367) kaynak göstererek ilk salgın dalgasındaki ölü
sayısını iki yüz kırkdört bin, kentin nüfusunu da beş yüz sekiz bin olarak veriyor.
(Stathakopoulos, 2007, s. 114) Yine bazı kaynaklarda (Ruddiman, 2010, s. 132)
ilk büyük salgında nüfus kaybının %25 civarında olduğunu belirtilerek, 8.
yüzyılın ortalarına kadar devam eden salgınlar sonunda Bizans İmparatorluğu’nun
nüfusunun yarıya indiği savunulmaktadır. Ancak Mischa Meier’in de dâhil olduğu
bazı araştırmacılar (Leven, 2005a, s. 690) Geç Antikçağ ve Erken Ortaçağ’daki
nüfus yoğunluğu göz önünde bulundurulduğunda, veba salgını da dâhil olmak
üzere, bu denli büyük insan kayıplarının mümkün olamayacağını savunuyorlar.
(Meier, 2005, s. 94) Bu araştırmacılar kayıp/kurban sayısındaki büyüklüğü,
diğer bir ifadeyle abartıyı, yaşanılan felâketin, kayıpların karşısında duyulan
acıyı anlatma çabasına bağlıyorlar. (Meier, 2005, s. 94) Örneğin Efesli
Johannes özellikle yoksul kesimlerde, hijyen eksikliği nedeniyle, ölü sayının
arttığını, günlük on altı bin ölümlü vakanın söz konusu olduğunu ve hatta
İmparatorluk memurlarının kurbanlar iki yüz otuz bine ulaştığında, bu sonu
olmayan sayma işini bıraktıklarını yazıyor. (Meier, 2005, s. 94) Kuşkusuz bu
türden tanıklıkların abartılı olduğu gerçeği gözden uzak tutulmamalıdır.
Prokopius Gizli Tarih te, 527-565 yılları arasında tahtta oturan
İmparator Justinian’ın kötüklerinden, mezalimlerinden bahsetmek için '“Öldürülen
insanların toplam sayısını kabaca hesaplayacak olursam, bir milyon kere milyon
kadar kişi yaşamından olmuştu. ” gibi abartılı bir tespitte bulunur.
(Prokopius, 2002, s. 151) Verilen örnek, bu ve benzeri kroniklerde yer alan
bilgilerin sorgulanması gerektiğini ortaya koymaktadır. Yine de, bu alanda çok
ayrıntılı incelemelerin yer aldığı literatürde 541-544 arasında, salgın
öncesinde nüfusu sınırlarına ulaştığı tahmin olunan İstanbul’da dâhil olmak
üzere, tüm Akdeniz havzası için yaklaşık %25’lik bir insan kaybının, çok sayıda
araştırmacı tarafından sağlam verilerle desteklenmesi nedeniyle, kabul
edilebilir olduğu anlaşılmaktadır.
[29] Stathakopoulos veba salgının başladığı 541 yılından 760 yılına
kadar geçen iki yüz on yıl içinde on sekiz kez tekrar ettiğini ve bunun da
ortalama her 11,6 yılda bir veba salgınının yeniden ortaya çıktığı anlamına
geldiğini belirtiyor. (Stathakopoulos, 2007, s. 105) Salgının yinelenme sıklığı
üzerine bkz. Meier, 2005, s. 93.
[30] Filistin doğumlu Bizanslı ünlü tarihçi Prokopius’nun oldukça
haraketli ve renkli bir yaşam sürdüğü anlaşılıyor. 527-531 yılları arasında
Bizanslı komutan Belisarius’un özel yazmanı ve hukuk işlerinden sorumlu
danışmanı olarak görev yapan Prokopius 540 yılına kadar İtalya’da kalmış ve
daha sonra İstanbul’a dönerek burada yaşamıştır. 562 yılında İstanbul kenti
yöneticiliğine getirilen Prokopius’un eserleri üç gruba ayrılır. Savaşlar
(Polemoi), Yapılar Üzerine (Peri Ktismaton) ve ölümünden sonra yayımlanan Gizli
Tarih (Anekdota ya da Mystike Historin). Farklı konular üzerine
parçalı bir yapıda ve sivri dilli bir üslüpla yazılmış, Savaşlardın
devamı niteliğinde olan Gizli Tarihide, olup, Justinaus ve Theodora
hakkında ağır ifadeler yer alır. Prokopius, Herodotos ve Thukydides’in öncülük
ettiği geleneği sürdürmesi nedeniyle tarih yazımında çok önemli bir yere
sahiptir.
Prokopius’un yaşamı, eserleri ve 6.
yüzyılda Akdeniz Dünyası üzerine ayrıntılı bilgi için bkz. Cameron, 2005.
[31] İstanbul’da 541/542 yıllarında yaşanan veba salgınını ve takip
eden diğer dalgalar hakkında bugün sahip olduğumuz ayrıntılı bilgilerin dört
temel kaynaktan beslendiğini söyleyebiliriz. Bunlardan ilki yukarıda ayrıntılı
biçimde yer verdiğimiz Prokopius’un tanıklığıdır. İkinci kaynak Efes piskoposu
Johannes’in (6. yüzyıl) Suriye dilinde kaleme aldığı Kilise Tarihi
isimli eserinin içinde yer alan parçalardır. Bu eserde yer alan parçalar
taşrada vebanın seyrini anlatan değerli tanıklıklarla doludur. Diğer kaynak
Euagrius tarafından 6. yüzyılın sonuda kaleme alınan altı ciltlik Kilise
Tarihi içinde veba salgınının anlatıldığı bölümlerdir. Kendisi de küçük
yaşta vebaya yakalanan ancak hayatta kalan Euagrius, ancak sonraki salgınlarda
tüm aile ve akraba çevresini, kölelerine varıncaya kadar kaybedecektir. Son
önemli kaynağın yazarı Myrinalı (Günümüzde İzmir-Aliağa yakınlarında bir Antik
yerleşim merkezi) tarihçi kimliği olmayan, hukuk adamı Agathias’ın kaleme
aldığı beş ciltlik tarihtir. Bu metinlerin önemi Prokopius’un Historien
in devamı niteliğinde olmasıdır. (Meier, 2005, s. 91-92)
[32] Prokopius Gizli Tarih te, salgından
doğrudan sorumlu gördüğü, İmparator Justinianus kişiliği hakkındaki görüşleri
de olumsuzdur: “Daha önce vurguladığım gibi, İmparator’un insan kılığına girmiş
şeytanımsı kişiliği, ülkelere bela ettiği korkunç felâketlerin büyüklüğü ile
kanıtlanabilir. (...) Bana öyle geliyor ki, bu adamın yok ettiği insan sayısını
tahmin etmeye Tanrı’nın dışında kimsenin gücü yet mez. (Prokopius, 2002, s.
151)
Meier, Prokopius’un (Gizli
Tarihte) dillendirdiği suçlamalara 6. yüzyılda sıkça rastlanıldığına
dikkatimizi çekiyor: “Prokop formuliert mit dieser Aussage einen Vorwurf, der
im 6. Jahrhundert mehrfach zu greifen ist: Der Kaiser als Verantwortlicher für
entsetzliches Leid, das durch Faktoren, die von Menschen nicht beeinfluhbar
sind, über das Reich gebracht worden ist. Zu den schlimmsten Übeln dieser Art
zâhlte damals die Pest.” (Meier, 2005, s. 86)
[33] Justinianus Vebası, Papalık kenti Roma’da ilk kurbanını 590
yılında alır. Giderek büyüyen salgın tehlikesi üzerine aynı yıl Papa Büyük Gregorius
tarafından üç gün sürecek büyük bir ayin düzenlenir. İlk iki gün çok sayıda
kilise mensubunun katılımıyla Mezmurlar söylenip, Tanrı’dan af dilenir. Daha
sonra çok geniş katılımlı bir nedamet alayı geçit resmi yapar.
Jacobus De Voragine, Legenda aurea'da
ayini ve taşınan Bakire Meryem resimleriyle vebanın getirdiği pis havanın nasıl
temizlendiğini anlatır: “Da aber die Pest noch in Rom wütete, ordnete er an, es
sollte wie gewöhnlich zur Osterzeit in der Stadt eine prozession mit Litaneien
abgehalten werden. In dieser Prozession lieb er das Bild der immerwâhrenden
Jungfrau Maria vorangetragen. (...) Und siehe da, die verpestete und verdorbene
Luft wich völlig vor dem Bild, wie wenn sie vor ihm geflohen wâre oder seine
gegenwart nicht hâtte ertragen können, und so bleib die Luft hinter dem Bild in
wunderbarer Weise klar und rein.” (Legenda aurea, s. 119) Aynı konuda
bkz. Leppin, 2005, s. 108-116.
Veba salgının dini ve politik
alanda neden olduğu değişimin sonuçları üzerine ayrıntılı bir değerlendirme için
bkz. Meier, 2005, s. 101-107.
[34] Valentin Seibel’in, İstanbul (Justinianus) Veba Salgını (541-542)
ve Attika Salgını (İÖ 430-426) öncesinde ve sürdüğü dönemde, salgınların
başladığı coğrafyalarda dâhil olmak üzere, beklenmedik doğa olaylarını ve
salgınların sonuçlarını inceleyen günümüzde güncelliğini hâlâ koruyan
çalışmaları için bkz. (Seibel, 1857; 1868/69). Aynı konuda Seibel’e referans
için bkz. Stathakopoulos, 2007, s. 100.
[35] Mischa Meier, yaşanan tüm bu felâketler nedeniyle insanlar
arasında, erken bir zamanların sonu -İsa Mesih’in dönüşü- beklentisi
inancının yayılmış olabileceğine dikkat çekiyor: “Der beginn dieser Desaster
fiel mit dem Datum zusammen, an dem nach verbreiteter Auffassung die Endzeit
mit der Wiederkehr Christi zu erwarten war (um 500).” (Meier, 2005, s. 89)
[36] 1348 yılında Avrupa’yı etkisi altına alan Büyük Veba Salgını’nı
tanımlayan ‘Kara Ölüm’ ifadesi Ortaçağ’da hiçbir zaman kullanılmamıştır. ‘Kara
Ölüm’ ilk kez 16. yüzyılda Danimarkalı ve İsveçli tarih yazıcıları tarafından
ve vebanın endişe veren, korkunç yüzünü tanımlamak için kullanacaklardır.
Birçok yerde yanlış biçimde yazıldığı şekliyle başlangıçta ‘kara’ sıfatı,
hastalığın ileri aşamasında ciltte görülen koyulaşmayı ve hastalığa ilişkin
herhangi başka bir belirtiyi ifade etmek için kullanılmamıştır. Böylece 16.
yüzyıldan itibaren ‘Kara Ölüm’ ifadesi yaygınlık kazanarak edebiyat, güzel
sanatlar ve tarih yazınındaki yerini alacaktır. (Herlihy, 2007, s. 10)
[37] İstanbul’daki salgının başladığı yıldan (541) hareketle yaklaşık
iki yüz on yıl süren veba salgının Antikçağ’ı sonlandırdığı söylenebilir. Bu
bağlamda Lester K. Little’ın editörlüğünü üstlendiği çalışmanın (2007)
başlığının Plague and the End of Antiquity - The Pandemic of541-750
olduğuna dikkat çekelim.
[38] Bu bilgi J. Le Goff’un, Marc Bloch’un Kralın Dokunuşu
başlıklı çalışmasına yazdığı uzun ‘Önsöz’den alınmıştır. Bloch, 1998, s. 22
Aynı konuda bkz. Delumeau, 1985, s. 140.
[39] Batı dünyasında hastalıklara azizlerin ismini vermek yaygın kabul
görmüştür. J. Delumeau, Batı’da 15.- 17. yüzyıllar arasında korku verici kırk
hastalığın aziz ismi taşıdığını belirtir. (Delumeau, 1985, s. 90)
[40] Bu çalışmada zaman zaman değineceğimiz K. Peter Kankrift’in
‘Ortaçağ Dünyası’nda Felâketler- Yangınlar, Fırtınalar, Açlık Krizleri’ (Katastrophen
in der Mittelalterlichen Lebenswelt - Brande, Strüme Hungersnöte- 2003b)
başlıklı çalışmasında yaşanan doğal felâketlere ve sonuçlarına ilişkin çok
sayıda örnek yer almaktadır.
[41] 1270’den itibaren başlayan ‘Krizi’ tarımsal üretim kaybı ve hızla
gelen açlık bağlamında ele alan çalışma için bkz. Montanari, 1999, s. 85-88.
[42] Bu artışın, 11.-14. yüzyıllar arasına yaşandığını savunan
tarihçilere örnek olarak bkz. (Fossier, 2009, s. 49) Büyük Veba Salgını’nında
nüfusunun yaklaşık %30’nu (kimi araştırmacılara göre %40) kaybedecek olan
Avrupa, salgın öncesi nüfusuna ancak 1500 yılında ulaşabilecektir. (Romano ve
Tenenti, 1993, s. 14). Veba salgının Avrupa’daki nüfus üzerine etkisi konusunda
ayrıntılı bilgi için bkz. Byrne, 2004, s. 5862.
[43] Bu ekolojik vandalizme en iyi örneklerden biri kentleşme alanında
görülmektedir. Avrupa’da 1240 - 1300 yılları arasındaki sürede her on yılda bir
üç yüz yeni kent kurulmuş veya mevcut yerleşim merkezleri gösterdikleri gelişme
sonucunda kent statüsü kazanmıştır. 1370 yılında bu rakam yüz elli, 1400’lerde
yüzden az ve 1450’lerde ise sadece yirmi beştir. (Hergemöller, 1994a, s. 32)
[44] A. Nikiforuk Avrupa’da yaşanan bu kontrolsuz büyümeyi, Philip
Ziegler’den yaptığı bir alıntıyla özetler: “Bu açıdan bakıldığında Kara Ölüm,
çok uzun süre boyunca çok hızlı üreyen ve böyle bir lüks için gerekli
kaynakları önceden sağlamamış bir toplumun ödediği kefarettir.” (Nikiforuk,
2007, s. 70) Herlihy, ise ‘Kara Ölüm’ün Avrupa’nın gördüğü en büyük çevre
felâketi olarak tanımlamaktadır. (Herlihy, 1998, s. 7)
[45] Avrupa’da 14. yüzyıl başlarında yağış yoğunluğu ve düşen sıcaklık
değerleri (214-217), veba salgını ve Aziz Antonius Ateşi (217-218), 16. ve 17.
yüzyılda yaşanan ‘Küçük Buzul Çağı’ (232-263) üzerine ayrıntılı bilgi için bkz.
Lamb, 1989.
[46] “Anno 1312 ist allenthalben in Teutschland
ein grober Sterb gewest, sonderlich am Rheinstrom, also dab man dafür gehalten,
es wâre der dritte Teil der Menschen gestorben.” Aktaran Vasold, 2003, s. 101.
[47] Wolfgang Behringer bu sıra dışı kıtlık döneminin ateşleyci dört
ana unsurunu aşırı nüfus artışı, olumsuz hava koşulları nedeniyle tarımsal gıda
üretimindeki düşüş, savaşlar ve iç karşıklıklar nedeniyle gıda ürünlerinin
taşınma ve dağıtılmasındaki engeller ve kırsal kesim insanındaki tutuculuğun
yeni çevre şartlarına uyumun önünde engel oluşturması olarak sıralamaktadır.
(Behringer, 2011, s. 142) 1348 yılının politik gelişmeler ve Kilise’nin konumu
bağlamında bir analizi için bkz. Bergdoldt, 2003, s. 30-33.
[48] Açlık dönemleri ve hastalıklar arasındaki ilişkinin tahlili için
bkz. Behringer, 2011, s. 153-154; Romano ve Tenenti, 1993, s. 26-31.
[49] “allerleyfi, hund, pferd und dieb vom
Galgen gefrefien” Jankrift, 2003b, s. 124.
Dönemin kronistleri, yaşanan açlık felâketinin nedenlerini
Tanrı’nın insanlara verdiği ceza olarak yorumlamakta ve doğaüstü nedenlere
bağlamaktadırlar. (Behringer, 2011, s. 142)
[50] Avrupa’da yaşanan veba salgını üzerine yapılan çalışmalarda
genellikle İngiliz din adamı Thomas R. Malthus’un (1766-1834) nüfus teorisine
atıf yapılmaktadır. Bazı yazarlar 13. yüzyılın sonlarından itibaren beliren
ekonomik gerilemenin ve devamında yaşanan veba salgınını Malthus’un nüfus
teorisiyle açıklama çabası içindedirler. Bilindiği üzere Malthus 1798 kendi
adını belirtmeden yayımladığı çalışmasında insanların sınırsız mutlulukla
ilgili beklentilerinin temelsiz olduğunu, çünkü nüfusun her zaman üretimden
hızlı artacağını öne sürdü. Malthus’a göre nüfus sürekli olarak toplumda yaşam
standardını aşan biçimde artıyor ama savaşlar, salgın hastalıklar, kıtlıklar
sayesinde kritik sınırın aşılması önlenebiliyordu. Nüfusun aşırı artışını ancak
doğum kontrolü, sefalet önleyebilirdi. Malthus’un prensipleri iktisat yazınında
uzun bir süre etkili olmakla birlikte giderek önemini kaybetti. Bugün
Malthus’un nüfus kuramının geçerli olamayacağı anlaşılmıştır. Bu bağlamda Büyük
Veba Salgını, öncesinde ve sonrasında yaşanan kıtlık ve ekonomik krizleri
sadece Malthusçu yaklaşımla açıklayabilmenin imkânsızlığı ortadadır. Yine bu
çalışmanın ilerleyen aşamalarında Avrupa tarihinde yaşanan köklü değişimleri sadece
veba salgını ile açıklama çabalarının eksikliğine değinilecektir.
Ortaçağ halklarının ölümcül salgın
hastalıklara bu denli hızlı yenik düşmelerinin sebepleri üzerine doktrinde
açıklama modeli olarak tartışılan, Malthusçu ve Marksist yaklaşımların
eleştirisi için bkz. Herlihy, 2007, s. 28-37.
[51] Tarih boyunca yaşanan veba salgınlarının dönüşüm sıklığı konusunda
araştırmacılar arasında farklı görüşler söz konusudur. Bu durum bazı
araştırmacıların yöresel düzeyde baş gösteren salgınları göz ardı etmelerinden,
sadece kitlesel ölüme neden olan salgınları değerlendirmeye almalarından
kaynaklanmaktadır. Bir diğer neden olarak henüz araştırılmamış alanların bilgi
eksikliğinin varsayımsal olarak giderilmesidir. Naphy ve Spicer (2006, s. 18),
Batı dünyasında vebanın her dokuz ila on iki yılda bir geri döndüğünü, doğu
dünyasında ise bu aralığın daha kısa olduğunu (beş ila on yılda bir)
belirtiyorlar. A. Nikiforuk’a (2007, s. 68) göre ise veba salgınları 1348’den
başlamak üzere 1720 yılına kadar yaklaşık üç yüz yıl boyunca iki ile yirmi
yıllık aralarla ancak giderek azalan yoğunlukta, geri dönecektir.
[52] İsviçreli bakteriyolog-hekim Alexandre Yersin
1894 yılında, Japon hekim S. Kitasato ile aynı
günlerde sığır vebası basilini bulmuştur. Bu nedenle basil Yersinia
Pestis olarak anılmaktadır.
[53] Hastalığın Doğu Akdeniz ve Asya ülklereindeki seyri ve verdiği
kayıplar üzerine çok sayıda tanıklık söz konusudur. Bunlardan biri de gezgin
İbn Battûta’nın Seyahatnâmesi’nde yer alır. İbn Battûta, Çin seyahatında
İskenderiye ve Kahire’de hergün, aralarında daha önce dostluk kurduğu, binlerce
insanın yaşamını yitirdiğini belirtir: “İskenderiye’de veba bir günde binseksen
kişiyi alıp götürdükten sonra yavaşlamıştı. Sonra Kahire’ye doğru yola
koyuldum. Duyduğuma göre burada veba hâkimken ölenlerin sayısı bir günde
yirmibine dayanıyormuş! Daha önce orada tanış olduğum tüm üstadlar ve şeyhler
mevtaydı şimdi!” (İbn Battûta Seyahatnâmesi, c. II, s. 925) Bu arada
kendisi de Fas yolculuğu sırasında annesini vebadan kaybettiğini öğrenecektir.
(İbn Battûta Seyahatnâmesi, c. II, s. 930)
[54] Salgın güzergâhı ve merkezlere ulaşma
tarihleri üzerine genel bir uzlaşma söz konusu olmakla birlikte, kaynaklar
arasında farklılıklar da söz konusudur.
[55] Salgının seyrettiği güzergâhın bölgeler (ülkeler) itibariyle
ayrıntılı analizi için bkz. Bergdolt, 2003, s. 33-98; Vasold, 1991, s. 38-51.
Yine salgının Almanya’da izlediği seyir üzerine ayrıntılı çalışmalar için bkz.
Föbel, 2005, s. 7- 22; Jankrift, 2003a, s. 88-97.
[56] Latince atra sıfatı karanlık, korkunç, iflah olmaz, kara
anlamlarına gelmekte ve doğrudan kara-siyah (renk) anlamına gelen nigra’dan
ayrılmaktadır. Latince’de, veba kelimesi için pestis, pestilentia kullanılmaktadır.
[57] Yaklaşık iki yüz yıldır Batı dillerine yerleşmiş haliyle ‘Kara
Ölüm’ün (Der Schwarze Tod, Alm.; The Black Death, İng.) ‘kara’sı
korkutucu, ürkütücü, irkiltici anlamını taşımaktadır. Kelime İngilizce’de ilk
kez 1823 yılında bir din adamının eşi olan Elizabeth C. Penrosa’nin İngiltere
tarihini anlattığı okul kitabında, Almanca’da ise, 1832 yılında, hekim J. F. K.
Hecker’in 14. yüzyılda Kara Ölüm (Der Schwarze Tod im vierzehnten
Jahrhundert) isimli (Bkz. Kaynakça; Hecker, 1832) eserinde kullanılmıştır.
Hecker’in kitabı 1833 yılında İngilizce’ye çevrilmiş ve ‘kara ölüm’ kavramının
Avrupa’da tanınması böylece başlamıştır. (Jankrift, 2003a, s. 85; Bryne, 2004,
s. 1; Herlihy, 2007, s. 10-11)
[58] Ekolojik çevrenin tahrip edilmesi, fauna ve
floranın yok edilmesi sonucunda yaşanan salgınları, iklim tarihi ve iklim
koşullarındaki bozulmanın kültürel çerçevesi bağlamında inceleyen bir
çalışmalar için bkz. (Behringer, 2011; Ruddiman, 2010). Özellikle Büyük Veba
Salgını için (Behringer, 2011, s. 145-148; 151 vd.) ve Avrupa’da 16. yüzyılda
yaşanan Küçük Buzul Çağı’nın dinsel fanatizm, cadı avları ve Yahudi takipleri
üzerindeki etkisi için bkz. (Behringer, 2011, s. 165-195). İklim araştırmacısı
W. F. Ruddiman’in kitabının, karbondioksit salınımı ve çevresel ısınma
nedeniyle iklim şartlarında görülen ani değişimlerin veba ve benzeri salgınları
nasıl etkilediği üzerine yapılmış önemli bir inceleme olduğunu belirtelim.
[59] Delumeau, Fransız şair, din adamı ve kronikçi Jean Froissart’a
(1333-1405) atfen, %30 can kaybı ortalamasının büyük kayıp veren İtalya, Fransa
ve İngiltere gibi ülkelerde tutturulduğunu belirtiyor. (Delumeau, 1985, s. 143;
Jâckel, 2005, s. 162) Herlihy ise 14. yüzyılın ikinci yarısında salgından en
çok etkilenen ülkelerden İngiltere ve Fransa’da, bazı kentlerde ve kırsal
kesimde nüfus azalışının %70-80 oranına ulaştığını belirtiyor. (Herlihy, 2007,
s. 7) Bulst (2005, s. 144), İngiltere’de can kaybının nüfusun %40’na
ulaştığını, Arno Borst (1995, s. 118) ise 1348/49 yıllarında veba kurbanlarının
salgın yaşanan bölgelerde toplam nüfusun 1/8 ila 2/3’nü oluşturduğunu
belirtiyor. Ortaçağ İslam ve Katolik tıbbı uzamanı Heinrich Schipperges (1993,
s. 105), Avrupa’da veba salgını süresince ölüm oranının %12 ilâ %60 arasında
değiştiğini, ortalamanın %30 olduğunu, bu oranın da altmış milyonluk Avrupa
nüfusunda yaklaşık on sekiz milyonluk bir insan kaybı anlamına geldiğini
belirtiyor. D. Jâckel (2005, s. 162) yerinde bir yaklaşımla, Büyük Veba
Salgını’na ilişkin kayıplar söz konusu olduğunda, Froissart gibi dönem
kaynaklarında çoğunda yer alan ‘nüfusun üçte birinin yok olduğu’ tespitinin,
Yuhanna’nın Vahiy Kitabf ında yer alan “İnsanların üçte biri bunların
ağzından fışkıran ateş, duman ve kükürtten, bu üç beladan öldü” (Va. 9,18)
ifadesinden alındığına dikkatimizi çekiyor.
Salgın yıllarında Avrupa nüfusu ve
vebadan ölüm oranları üzerine bölgeler (ülkeler) itibariyle ve genel olarak
(Avrupa çapında) verilen rakamların farklılığı dikkat çekicidir. İlginç olan
husus bu çalışmada alıntı yaptığımız araştırmaların hemen hepsi, ayrıntılı
demografik etüdlere dayanan, dönem kroniklerinden, Kilise ve belediyelerin
nüfus kayıtlarından derlenerek kestirim yapılan çalışmalara dayanmaktadır. Biz
oluşan bu farklılıkların büyük ölçüde, araştırmacılar tarafından model
oluşturulurken kullanılan ‘varsayım’ların farklılığından kaynaklandığına
inanıyoruz.
[60] Kara Ölüm’ün yayılmaya başlamasıyla dönemin tarih yazıcıları ve
doktorlar tarafından ayrıntılı biçimde tasvir edildiği metinlerin yazılmaya
başladığını görüyoruz. Bu metinlerin en iyi örneklerinden biri Avignon’da
ikamet eden Papa VI. Clemens’in hekimi, kendisi de vebaya yakalanan, Guy de
Chauliac tarafından kaleme alınan Chirurgia’dır (Cerrahî). Ancak
kurbanların sayısının merkezî bir otorite tarafından tutulması daha geç bir
dönemde başlar. Örneğin Floransa’da defin sayısını kontrol etmek üzere defter
tutma (Libri dei morti) ve bildirimde bulunma zorunluluğu getirilmesi
1377’ye denk düşer. (Herlihy, 2007, s. 21; Grochol,
1994, s. 128; Vasold, 2003, s. 109)
[61] Romano ve Tenenti nüfusun seyri için örnek aldıkları iki
çalışmadaki rakamlara göre, 1300 yılında yetmiş üç milyon olan Avrupa nüfusu
1450 yılında elli bir milyona, 1400 yılında ise kırk beş milyona düşmüştür.
Yine başka bir araştırmaya göre 1340 yılında Fransa’nın yirmi bir milyon,
Almanya’nın on dört milyon ve İngiltere’nin dört buçuk milyon olan nüfusları,
1470 yılında sırasıyla on dört milyon, on milyon ve üç milyon olarak
hesaplanmıştır. (Romano ve Tenenti, 1993, s. 14-15)
[62] Papa VI. Clemens’in yaptırdığı hesapta ölü sayısının kırk iki
milyon sekiz yüz otuz altı bin dört yüz seksen altı olduğuna dair görüş için
bkz. Bulst, 2005, s. 144.
[63] Bulst (2005, s. 148), bu ilk yirmi beş
incelemenin sadece ikisinde, yazarların vebaya neden olarak Tanrı’nın öfkesini
gördüklerini belirtiyor.
[64] Paris Üniversitesi Tıp Fakültesi’nce hazırlanan Rapor’un (06 Ekim
1348) vebanın nedenlerine ilişkin bölümünün İngilizce çevirisi için John Abert
tarafından hazırlanan kaynak derlemelerine bakılabilir. (2005, s. 41-45)
Metinde nedenler; “1. Concerning the Universal and Distant Cause, 2. Concerning
the Particular and Near Cause, 3. Concerning Prognostications and Sings” olmak
üzere üç başlık altında toplanmakla birlikte, 3. neden ilk iki nedeni
birleştirmektedir.
[65] “(De herba Aaron) Bei der Pest mit
schwarzen Beulen, welche mit schmerzhaften Tode, endet, soll man die Blâtter
und die Wurzel geben, um ein ruhiges Ende zu bewirken.” Naturkunde, s.
27.
[66] Büyük afet dönemlerinde verilen tepkiler ve hastalıkların
insanoğlunu sınadığına/kutsadığına dair inanç tek Tanrılı dinlerde büyük ölçüde
ortaktır. Bu benzerlik üzerine Dols şu örnekleri veriyor: “Hadisler büyücülük,
nazar ve cinleri açık açık hastalık yapan etkenler olarak görürken sonuçta
hadis ve hadis yorumcuları hastalık ve rahatsızlıkların sebebi hakkında ne
söyler? Genelde Allah müminleri sınamak yahut kutsamak için hastalık verir.
Eğer mümin bu sınava sabırla direnirse bunun sonucunda kişi arınır, affolunur
hatta mükâfatlandırılabilir ve veba gibi kimi hastalıklar insana şehitlik
mefrtebesi ve bunun sonucunda cennetten mekân sağlayabilir.” (Dols, 2013, s.
314-415) Yine “Hz. Muhammed şehit olmak için veba gibi tedavisi olmayan bir
hastalığa yakalanma, boğulma ve doğum esnasında ölme gibi insanın ansızın
öldüğü durumları şart koşmuştur.” (Dols, 2013, s. 331)
[67] Antikçağ’dan itibaren ok, öfkelenen tanrılar veya Tanrı tarafından
yeryüzüne gönderilen cezayı (ölümü) temsil eder: bkz. (Kutsal Kitap) Yas.
32,23; Mez. 64,7; 7;12. Diğer yandan özellikle Ortaçağ halk inanışında
demonlar, periler, cadılar, tekinsiz tüm doğadışı varlıklar ‘ok’ atarak
kötülüklerini bulaştırırlar. Cadılar büyülerini çoğu kez kimseye görünmeden
okları aracılığıyla hedefine ulaştırırlar. Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz.
Dinzelbacher, 1996, s. 211-216.
[68] Boccaccio, Decameron (1996) anlatısında toplumun her
kesimindeki, ama özellikle ruhban kesimindeki ahlakî yozlaşmayı ele alan çok
sayıda örneğe yer verir.
[69] Veba salgının gündelik hayattaki en olumsuz sonuçlarından biri,
yaşanan felâketin sonucunda ortaya çıkan acımasızlık ve vurdumduymazlık kadar,
insanlar arasındaki dayanışma duygusunu yok etmesidir. İnsanlar geleceğe olan
inançlarının kalmaması nedeniyle sadece kendilerini düşünmeye başlamışlar ve
yardımlaşmayı anlamsız görür hale gelmişlerdir. Yok olan yardımlaşma ve
dayanışma duygusu üzerine salgın dönemine ilişkin kaynaklarda yer tanıklıklar
için başta Boccaccio’nun Decameron'nu (1996) olmak üzere bkz. Aberth,
2005.
Toplumsal dayanışma duygusunda
yaşanan bu zayıflama, Büyük Veba Salgını’nı takip eden dönemde, Hıristiyanlığa
özgü Caritas düşüncesinin yeniden yükselişe geçişine neden olacaktır.
[70] Son tahlilde tek tipleştirmeyi amaçlayan uniform kıyafet
anlayışının en güzel örneği tarikatların kendilerine özgü giyim kültürüdür.
John Harvey bu etkiyi, Hıristiyan tarikatları bağlamında şöyle açıklar: “Her
halükârda, diğer insanlarla aynı kıyafetleri giyiyor olmak, grupla benzeşip
bütünleşmek ve grubun kudretinden haz almaktı: Üniformalar da böyle bir etkiye
sahiptir.” (Harvey, 2012, s. 70)
[71] “(...), daB ein Artz, der in Ausübung seines Berufes Pest erlag,
weit weniger das Interesse der Chronisten erregte als diejenigen seiner Kollegen,
die sich durch Flucht Verantwortung entzogen.” Bergdolt, 2003, s. 172.
[72] Bergdolt (2003, s. 175), 13. yüzyıla kadar Avrupa’lı hekimlerin,
‘Hippokrates Yemini’ olarak bilinen hekimlik etiği kuralları dizgesinden
sorumlu olmadıklarını, bir başka ifadeyle ‘Hippokrates Yemini’ etmeleri yönünde
bir zorunluluğun olmadığını belirtiyor.
[73] Büyük Veba Salgını sırasında Fransa’da toplam bin yedi yüz
civarında hekim olduğu ve bunun da bin tanesinin Paris’te çalıştığı (Byrne,
2004, s. 35), 1240 yılında Fransa’nın nüfusunun yirmi bir milyon civarında
olduğu (Romano ve Tenenti, 1993, s. 15) düşünüldüğünde, sıradan insanlar için
hekime ulaşabilme gerçeğinin ne denli zor, giderek imkânsız olduğu daha iyi
ortaya çıkacaktır.
[74] “Wir (Ârzte) sind uns selbst die Nâchsten. Keiner von uns ist von
solchem Wahnsinn geblendet, daB er sich mehr um die Rettung der anderen als um
die eigene kümmert, zumal bei einer so raschen und ansteckenden Krankheit.”
(Bergdolt, 2003, s. 173-174)
[75] Büyük Veba Salgını sırasında hekimlerin toplumdaki
konumu ve hekimlik etiği üzerine ayrıntılı bilgi için bkz. Bergdolt, 2003, s.
172-178.
[76] Barbara Tuchman (1995, s. 104-105), ruhban sınıfının geneli için
daha düşük ölüm oranlarının söz konusu olduğunu belirterek, ülkeden ülkeye
değişmekle birlikte ortalama %30’luk ölüm oranının din adamları içinde geçerli
olduğunu belirtiyor.
[77] Prag, Floransa, Krakov, Cenevre ve Viyana
üniversiteleri 1348 ile 1370 yılları arasında kurulacaktır. (Bergdolt, 2003, s.
179)
[78] Herlihy, veba salgının Avrupa’da, kültürel anlamda ulusalcı bir
çağın (Zeitalter des kültürellen Nationalismus) başlangıcına olanak
sağladığını belirterek, Latince eğitim veren eğitmen sayısının azalırken, yerel
dillerde (Volkssprachen) eğitimin filizlenmeye başladığına dikkat çeker.
(Herlihy, 2007, s. 88)
Ortaçağ Avrupası’nda
entelektüeller, eğitim ve üniversitelerin kuruluşuna ilişkin ayrıntılı bilgi
için bu alanda standartlaşmış bir eser olan J. Le Goff’un Ortaçağ’da
Entelektüeller’e (1994) bakılabilir. Aynı konuda bkz. Borst, 2007, s.
377-393; Brocchieri, 1998, s. 198-231.
[79] “In tausend Jahren gab es keinen solchen
Gotteszorn über der Welt wie jetzt, wie sehr auch vorher oft grober Gotteszorn
über die Welt troff. mit dem Schwert, der Pest und dem Hunger, usw...”
[80] M. Vasold (2003, s. 107), Geç Ortaçağ’da yaşanan ilk veba
salgının, dönemin kaynaklarında, hiçbir yerde İtalya’da olduğu kadar eksiksiz
ve ayrıntılı tasvir olunmadığını belirtiyor. Salgının İtalya için belirleyici
konumunun, Apenin yarımadasının uzun sahil şeridi ve aşırı sıcak iklimden kaynaklandığını
belirtiyor.
Salgının yaşandığı dönemin
İtalya’sı üzerine başka tanıklıklar için bkz. Vasold, 2003, s. 103 -108.
[81] Um [Kranke] Verwandte kümmerte man sich nicht
anders als um Hunde. Man warf ihnen Speise und Trank ans Bett, und dann floh
man aus dem Haus. Waren sie dann gestorben, kamen starke Bauernburschen aus dem
Bergland der Provence, elend und arm und übellaunig, die man gavots
nennt. Gegen hohe Bezahlung trugen sie die Toten zum Begrabnis. Keine
Verwandten, keine Freunde zeigten Anteilnahme daran, was mit ihnen geschehen
mochte. Kein Priester kam, um die Beichte der Sterbenden zu hören oder ihnen
die Sakramente zu spenden. Die Menschen sorgten sich nur um ihre eigene
Gesundheit [und die ihrer Familien]. Es geschah sogar, dab Tag für Tag ein
reicher Mann mit einem kleinen Licht von Rüpeln zu Grabe getragen wurde —
niemand als sie folgte dem Leichnam. (Herlihy, 2007, s. 75)
[82] Petrarca veba salgını öncesinde de, hekimlere
ve tedavi yöntemlerine olan güvensizliğini sık sık dillendirmiştir. Ancak
salgın süresince şahit oldukları onu yaşadığı çağın hekimlerinden ve tıbbi
yaklaşımlarından bütünüyle uzaklaştırır. Dostlarına yazdığı mektuplarda, sık
sık hekimlerin veba salgını karşısında hiçbir şey yapamadıklarından yakınır.
Kaldı ki, ona göre, aldıkları yetersiz, eski, eğitim hekimlere bu olanağı zaten
vermez. Ancak diğer yandan, o dönemde astrolojiyi vebadan kurtuluş için bir
araç olarak gören Padua, Bologna ve Montpellier Tıp Okullan’nı da eleştirmeyi
ihmal etmez. (Bergdoldt, 1992, s. 72; Bergdolt, 2003, s. 105-106)
Büyük Veba Salgını sırasında tıbbın
olanakları ve hekimlerin hastalığı tedavi edebilme şansları üzerine yapılan
çalışmalar bize aydınlatıcı bilgi vermekten uzaktır. 14. yüzyılın ilk yarısında
bazı önemli değişiklikler içermekle birlikte, hâlâ Hippokrates geleneği üzerine
inşa olunmuş, Galenos Tıbbı’nın ilkeleri geçerlidir. Veba’ya neden olan basilin
varlığını tespit edebilmenin çok gerisinde olan tıp bilimi, Antikçağ’ın, beden
sıvılarının dengesizliği üzerine inşa ettiği tedavi yöntemlerini
kullanmaktadır. Papa VI. Clemens’in hekimi Guy de Chauliac, Papa’yı vebadan
korumak için yaz sıcağında papalık sarayının bahçesinde yaktırdığı iki büyük
ateşin arasında oturtur. (Tuchman, 1995, s. 109) Bu önlemin başarılı olup
olmadığını söyleyebilmek mümkün değildir. Ancak anılan dönemde, vebaya karşı
hacamat, terletme, civa buharı solutma, tütsü koklatma ve benzeri geleneksel
şifa yöntemleri dışında, tıbbi bir müdahaleden, söz edebilmek mümkün değildir.
İsviçreli hekim-biyolog Alexandre Yersin’in vebaya neden olan basili 1894
yılında keşfettiği göz önünde bulundurulursa, 14. yüzyıldaki hekimlerin
çaresizliği kanımızca daha iyi anlaşılır. Bu konuda yapılan yapılan
araştırmaların kısa bir değerlendirmesi ve Ortaçağ’da hastalık olarak vebaya
bakış için bkz. Byrne, 2004, s. 51-52; Byrne, 2006, s. 21-25.
[83] Petrarca’nın Laura’ya olan aşkından yola çıkarak, aşkı
ölümsüzleştirmek amacıyla kaleme aldığı Canzoniere’nin (2002) ikinci
bölümü (264-366 numaralı şiirler), bir Vanitas şiiri olarak
tanımlanabilir. Aynı konuda bkz. Bergdolt, 2003, s. 101.
[84] “O zaman o sarışın baştan kopardı
Ölüm eliyle altın bir teli:
Böyle seçti dünyadaki en güzel çiçeği, nefret yüzünden değil,
göstermek için açıkça en seçkin şeylerden üstün olduğunu.” (Utku Şiirleri,
Ölümün Utkusu I,113-117)
[85] Hıristiyan Batı Dünyası’nda ve İslam âleminde
veba algısı üzerine bir değelendirme için bkz. Naphy ve Spicer, 2006, s. 20-21.
Yine daha önce İslam inancında veba konusundaki tesbitlerine yer verdiğimiz
İslam Tıbbı uzmanı M. W. Dols’a bakılabilir: 2013, s. 314-315; 331.
[86] Genel olarak depremlerin oluşumu ve 1348 Depremi üzerine
Megenberg’li Konrad’ın yorumları için bkz. Das Buch der Natur, II,33.
[87] N. Bulst benzer biçimde 14. yüzyılda kaleme alınan başka bir
metinde, başta veba salgının kozmik nedenlere bağlamanın yanı sıra, yaşanan
olumsuzluklar ile temel elementler arasındaki ilişkiden, diğer bir ifadeyle
elementlerin gücünden, kaynaklanan felâketlere olan inanışın yaygınlığına
dikkat çekiyor. Çok sayıda metinde yer alan bu neden-sonuç ilişkisinin, Ortaçağ
insanı için tesadüften öte bir anlam taşıdığını belirtiyor. “Hinter dieser
scheinbaren Evidenz materieller Einbuben vergibt sich eine Einordnung der
Pestkatastrophe in ein kosmisches Geschehen. Jede der genannten Ursachen lâbt
sich einem der vier Elemente zuordnen: Feuer, Erde (Raub), Luft (Pest) und
Wasser, wodurch auch deutlich wird, dab es sich hier keineswegs um blobe
Zufâlligkeiten handelt, sondern um ein Geschehen mit tiferer Bedeutung. Gemeint
ist die immer wieder implizit oder explizit in literarischen Texten ebenso wie
in Chroniken, in Hymnen oder Messen sowie in der Ordnungsgesetzgebung
anzutreffende Deutung, wonach die Pest als Strafe Gottes über die Menscheit
gekommen ist.” (Bulst, 2005, s. 149-150)
[88] Das nâchste Jahr 1342 brachte den ersten Höhepunkt, einen Aufruhr
aller vier Elemente, Grobfeuer in mehreren Stâdten, Orkane mit Gebâudeschâden,
Überschwemmungen mit Flurschâden und ein Erdbeben.” (Borst, 2007, s. 537) Arno
Borst’un 1348 Depremi üzerine ayrıntılı analizi için bkz. Borst, 2007, s.
528-563. 1348 Depremi ile Yahudiler arasında kurulan ilişki için bkz. Frey,
2011, s. 241-253.
[89] Burada toplumsal bağlamda ‘ortak kaygı’ olarak
tanımladığımız husus Batı yazınında Kollektivangst, collektive fear
olarak ifade edilmektedir.
[90] Günümüz Batı yazınında, Büyük veba Salgını’nı veya toplumsal,
sosyal ve ekonomik yaşamda çok ağır sonuçları olan diğer büyük felâketleri konu
alan araştırmaların büyük bölümünde, geleneksel hale gelmiş bir ‘günah keçisi’
tasarımından söz etmek mümkündür. Büyük Veba Salgını özelinde yapılan
çalışmaların büyük bir bölümünde, yukarıda değinildiği üzere, Yahudilere karşı
yürütülen takip ve av sürecinin, veba salgını sırasında yaşanan toplumsal
histeriden kaynaklandığına dair bir görüş birliği söz konusudur. Ancak, azınlıkta
yer almakla birlikte, bazı araştırmacılar, Avrupa’da özellikle Yahudiler
üzerinde kurulan baskı ve uygulanan şiddeti açıklamak için, veba salgını veya
başka felâketlerin neden olarak gösterilemeyeceğini savunmaktadırlar.
Diğer bir ifadeyle Yahudi düşmanlığı, Büyük Veba Salgını’nın doğrudan bir
sonucu olmaktan çok, kökleri Hıristiyanlığın doğuşuna uzanan bir olgudur ve
veba salgını benzeri süreçler sadece bu düşmanlığın yeniden suyüzüne
çıkmasına olanak sağlar. Kuşkusuz her iki model de kendi içinde tutarlılık
taşımakla birlikte, son tahlilde bu yaklaşımlar, toplumsal düzeyde ortaya
çıkan, genel kabul görmüş aidiyet duygusuna dâhil olamamış veya edilmemiş
gruplara karşı ortak takınılan dışlayıcı, aşağılayıcı ve nihayet yok edici
tavrın niteliğini değiştirmez.
[91] J. Delumeau (1985, s. 182) Büyük Veba Salgını’nın yaşandığı
yüzyılda ve sonrasında vebanın nedenini açıklamak üzere üç faklı görüşün
olduğunu belirtiyor. İlk görüşün temsilcileri olan âlimlerin (Die Gelehrten)
vebanın kuyruklu yıldızlar, gezengenlerin dizilişi ve benzeri göksel olgular
nedeniyle ortaya çıkan kötü-çürümüş havadan veya oluşan zararlı buharlardan ya
da her ikisinden birden kaynaklandığına inandıklarını belirtiyor. İkinci grupta
yer alan, sokaktaki insanlar (Die anonyme Masse) olarak tanımlayabileceğimiz
grup ise, salgının bilinçli taşıyıcıları olduğunu, bunların hastalığa neden
olduklarına inanıyor ve yakalanarak, cezalandırılmaları gerektiğini
savunuyordu. Üçüncü grubu oluşturan Kilise ise, Tanrı’nın günahkâr insanları
cezalandırmak üzere böyle bir yol seçtiği kanaatindedir. Delumeau bu üç farklı
yaklaşımın, olguların dönem insanının dünya görüşü çerçevesinde nasıl
şekillendiğine örnek oluşturduğunu belirtiyor.
[92] 1 4. yüzyılda veba salgının Yahudi düşmanlığına etkileri üzerine
bkz. Graus, 2002a, s. 289-301. Geç Ortaçağ’da Orta Avrupa’da yaşayan Yahudi
cemaatleri üzerine bir analiz için bkz. Graus, 2002d, s. 261287. J.
Delumeau’nun (1985) Yahudi karşıtlığı üzerine ayrıntılı bir değerlendirmesi
için bkz. s. 412 -455.
[93] Richard Sennett ilk kez 16. yüzyılda Venedik’te kullanılmaya
başlanan Ghetto kelimesinin İtalyanca ‘dökümhane’ anlamına geldiğini
belirtiyor. Venedik’teki Yahudi gettosu üzerine ayrınlı bir analiz üzerine bkz.
Sennett, 2002, s. 190-225.
[94]Sennett,
Venedik örneğinden hareketle, Hıristiyanların Yahudileri tecrit etme
nedenlerine ilişkin şunları söylüyor: “Venedikliler Yahudiler’i Getto’ya
kapattıklarında Hıristiyan cemaatine bulaşan bir hastalığı tecrit ettiklerini
iddia ediyorlar ve buna inanıyorlardı çünkü Yahudiler’i özellikle bedeni zayıf
düşüren illetlerle özdeşleştiriyorlardı. Hıristiyanlar Yahudiler’e dokunmaktan
korkuyorlardı: Yahudi bedenlerin bulaşıcı hastalıklar taşımalarının yanı sıra
daha gizemli kirletici güçleri de barındırdığını düşünüyorlardı. İş
ritüellerinden küçük bir ayrıntı, bu dokunma tedirginliğini gayet iyi
gösteriyordu. Hıristiyanlar arasındaki sözleşmeler bir öpüşme ya da el sıkışma
ile mühürlenirken Yahudiler’le yapılan sözleşmeler tarafların bedenlerinin
birbirine dokunması gerekmesin diye bir baş selamıyla mühürleniyordu.”
(Sennett, 2002, s. 193) Ancak Venedik devleti söz konusu olduğunda tecrit
uygulamasının sadece Yahudilerle sınırlı olmadığı özellikle dinsel-etnik kökeni
itibariyle ‘yabancı’ olan herkese uygulandığı anlaşılıyor: “Yahudiler
Venedikliler’in koruyu mekânlara kapadıkları ilk yabancılar grubu değillerdi.
Yunanlılar, Türkler ve diğer etnik gruplar da tecrit edilmişlerdi. Daha önce
tecrit edilen yabancıların belki de en az ihtilaf yaratanı Almanlardı, ne de
olsa onlar da Hıristiyandı.” (Sennett, 2002, s. 205)
[95] “In einigen gegenden kann man Juden und Christen an der Kleidung
unterscheiden; aber in anderen Lândern ist eine solche Regellosigkeit der
Gewohnheiten eingetreten, dab man sie nicht gleich unterschieden kann. Es kommt
daher bisweilen vor, dab irrtümlich Christen mit jüdischen oder islamischen
Frauen Geschlechtsverkehr haben.” (Meier, 2009, s. 159)
[96] Toplum içinde Yahudileri kolay tanımak için bazı bölgelerde, Yahudi
Şapkası’na ilâveten, getirilen bir diğer zorunluluk ‘sarı’ renk giyinme zorunluluğudur.
(Seibt, 1987, s. 432) Sennett (2002, s. 216), Venedik’te Yahudiler’in sarı bir
rozet takmalarının ilk kez 1397 yılında zorunlu hale getirildiğini belirtiyor.
[97] İffetsiz Kadın olarak Yahudi tasarımların temelinde, Yahudilerin
tefecilikle uğraşmaları yatmaktadır. Sosyolog Benjamin Nelson’a göre 13. ve 14.
yüzyıllarda tefecilik genellikle iffetsiz kadınla analoji yapılarak
tanımlanıyordu. “Borç veren Yahudiler’in hepsinin tefecilik yaptıkları, bu
yüzden de oprospulara benzedikleri düşünülüyordu.“ (Sennett, 2002, s. 202)
[98] Frank Meier (2009, s. 156), Ortaçağ’da Yahudilerin toplumdaki
konumunu Sonderstatus olarak tanımlıyor. Almanca ayrı, özel anlamlarına
gelen sonder kelimesini, Türkçe’de olumsuz anlamda kabul etmek
koşuluyla, ‘istisnaî’ olarak karşıladık.
[99] “Ich weih wirklich nicht, ob der Jude ein
Mensch ist, denn weder weicht er der menschlichen vernunft, noch dem Worte
Gottes, sondern er hört nur auf sich selbst.” (Meier, 2009, s. 163)
[100] Yüksek Ortaçağ’da tefecilik bir suç (hırsızlık) olmanın yanında,
günah olarak da görülüyordu. Özellikle Kilise çevrelerinde tefecilik, yedi
ölümcül günahtan biri olan açgözlülük (avaritia) ile özdeşleştirilmiş ve
tembelliği teşvik ettiğine inanıldığı için lanetlenmiştir.
Tefeciliğin Katolik inancındaki
yeri ve Ortaçağ’da Kilise’nin tefecilere ve Yahudilere karşı tavrı üzerine
Jacques Le Goff’un (2008) aydınlatıcı çalışmasına bakılabilir.
[101] Le Goff (2008, s. 46 vd.) 12. yüzyıla kadar faizle para satma
ekonomisinin bütünüyle Yahudiler’in elinde olduğuna dikkat çekiyor. Bu özel
duruma, hekimlik gibi bazı serbest mesleklerde getirilen çalışma yasağı
nedeniyle Yahudiler’e ‘para’ ticareti dışında çalışılacak çok az alanın
kalmasının da etkili olduğunu, ancak 12. yüzyıldan itibaren ekonomik
aktivitelerde yaşanan hızlanmanın, yeni ekonomik unsurların da (yeni kredi
imkânları ve benzeri olanaklar) devreye girmesiyleYahudi tefecilerin ikinci
plana düştüklerini belirtiyor. Bu durumun sonucu olarak da Yahudilerin
gelirlerinde önemli düşüşler yaşandığını belirtiyor.
J. P. Byrne Geç Ortaçağ
Avrupa’sında Yahudi varlığının toplam nüfusun oranının %1 civarında olduğunun
sanıldığını belirtiyor. (Byrne, 2004, s. 81)
[102] Erken Yeniçağ Avrupası’nda Yahudilere karşı takınılan aşağılayıcı
ve dışlayıcı tavrın edebiyat alanında en güzel örneklerinden biri
Shakespeare’in Venedik Taciri isimli oyunudur. 1596 ile 1597 yıllarında
yazıldığı sanılan oyundaki Venedikli tacir Shylock karakteri dönemin Kıta
Avrupası’nda ve İngiltere’de Yahudilere olan bakışı çok güzel ortaya koyar.
Oyunda Yahudi tefeci Shylock, biçimde saygın Venedikli tüccar Antonio
tarafından toplum içinde, kirli iş yaptığı nedeniyle sürekli aşağılandığını ve
kendisine köpek muamelesi yapıldığını söyler. Ancak gün gelir tüccar Antonio’un
aşağıladığı Yahudi tefecinin vereceği paraya ihtiyacı olur. Genç tüccara borç
vermeyi kabul eden tefeci Shylock, verdiği borca karşılık senete, Antonio’nun
da kabul etmesiyle, borcunun zamanında kendisine ödenmemesi durumunda borçlunun
bedeninden yarım kilo etini keseceğine dair bir madde yazar. Bu ana eksende
gelişen oyunda olaylar, Venedikli tüccar ve arkadaşlarının Hıristiyanların
Yahudi tefeciye karşı kazandığı zaferle sonuçlanır. Sonuçta olaylar bütünüyle
tersine döner ve Shylock içine düştüğü açmazdan, ancak din değiştirme,
Hıristiyan olma şartını da kabul ederek kurtulabilecektir. Shakespeare oyunda,
Shylock’un ağzından Hıristiyanların Yahudilere olan bakışını ve önyargıları
şöyle dillendirir: “Peki, bütün bunlara sebep neydi? Ben Yahudiyim de ondan.
Yahudinin gözleri yok mu? Yahudinin elleri, organları, bedeni, duyguları,
sevgileri, tutkuları yok mu? Aynı yiyeceklerle beslenmiyor mu? Silahla
yararlanınca aynı acıyı duymuyor mu? Aynı hastalıklara yakalanmıyor mu? Aynı
ilâçlarlarla iyileşmiyor mu? Kışın soğunu, yazın sıcağını bir Hıristiyan gibi duyamaz
mıyız? Etimizi kesseniz bizim de kanımız akmaz mı? Gıdıklarsanız, gülmez miyiz?
Bizi zehirleseniz ölmez miyiz? Bize haksızlık yaparsanız öcümüzü almayacak
mıyız? Her şeyde benzediğimize göre, bunda da benzeyeceğiz elbette. Bir Yahudi,
bir Hıristiya’a haksızlık ederse, karşısında göreceği hoşgörü ne? İntikam. Bir
Hıristiyan bir Yahudiye haksızlık ederse, Hıristiyan töresine göre karşılığı ne
olmalı? Elbette intikam! Bunu sizlerden öğrendim, sizlere uygulayacağım. Zarar
verici bir şey, ama öğrettiklerinizden daha iyisini yapacağım.” (Venedik
Taciri, 2013, s. 53)
Kuşkusuz yukarıda yaptığımız
alıntının amacı, Shakespeare gibi bir dehanın eserini yorumlamak ve/veya eserin
semitik bir karakteri olup olmadığını tahlil etmek değildir. Bilâkis, bizce
eşsiz kurgulanmış bu yapıttan hareketle Yahudi cemaatine karşı artan
önyargıların 16. yüzyılda ulaştığı noktaya, edebî bir eserden hareketle, dikkat
çekmektir. Venedik Taciri üzerine yararlı bir tahlil için, oyunu Türkçe’ye
çeviren Özdemir Nutku’nun yazdığı girişe (v-xxi) bakılabilir.
[103] Ortaçağ Avrupa ekonomilerinde kredi ekonomisi ve tefecilik üzerinde
ayrıntılı bilgi için bkz. Pirenne, 2005, s. 136-160. Geç Ortaçağ ekonomisinin
en saygın aktörü olarak ‘tacir’ üzerine ayrıntılı bir değerlendirme için bkz.
Gmjewitsch, 1998, s. 268-311.
[104] ‘Christ-killers’ (Byrne, 2006, s. 81)
[105] Fransa’da Yahudilerin veba hastalığını halk arasında yaymak amacıyla
kuyuları zehirledikleri inancı yeni değildir. Veba salgını baş göstermeden otuz
yıl önce benzer biçimde cüzzam hastaları ile Yahudiler arasında benzer bir
ilişki kurulmuştur (Ginzburg, 1993, s. 76; Collard, 2005, s. 183)
[106] Cüzzamlılann işverini konumundaki Yahudilerin verdikleri zehrin
terkibi bile tesbit edilmiştir. Buna göre zehir, insan kanı, idrar, toz haline
getirilmiş mayasız ekmek (Hostie) ve iksir yapımında kullanılan, menşei
çözülememiş bitki özlerinden oluşmaktadır. (Bergdolt, 2003, s. 127)
[107] Basel’de avların bütün hızla sürdüğü günlerde (9 Ocak 1349)
Hıristiyanların ‘kuyu zehirleyici’ olarak gördükleri Yahudiler’den birkaç yüzü,
tahtadan, özel olarak bu amaçla yapılmış, bir eve kapatılarak yakılır.
(Nikiforuk 2007, s. 73; Tuchman, 1995, s. 115)
[108] Almanca konuşulan bölgelerde veba salgınları
hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Jankrift 2003:184-196; Vasold, 2003, s.
110-118; Bergdolt, 2003, s. 78-84; 146-151.
[109] “Man fand in zahlreichen Brunnen mit Gift
gefüllt Sâckhen. Deshalb wurde eine nicht festzustellende Zahl von Juden im
Rheinland, in Franken und in allen deutschen Landen ermordet. Dabei weib ich
wahrhaftig nicht, ob dies einige Juden überhaupt getan haben. Wâre dies so
gewesen, so hâtte dies gewib das Unheil verschlimmert. Andererseits weib ich
aber sehr wohl, dab keine andere Stadt mehr Juden zâhlte als Wien. Dort waren
aber unter den Juden die der Seuche erliegenden Opfer so zahlreich, dab sie
ihren Friedhof in grobem Umfange erweiterten und zwei Grundstücke kaufen
mubten. Sie wâren also recht dumm gewesen, sich selbst zu vergiften.” (Meier,
2007, s. 69-70)
[110]
Salgın ortamından kaçışın etik olarak anlamı ve sonuçlarının kısa bir
değerlendirmesi için bkz. Bulst, 2005, s. 148.
[111] “Lange ist es her, dab ich auf Physica
meinen ganzen Eifer hab’ gelegt.
Ich beherrschte Theorie und Praxis
zur Heilung mancher Krankheit.
Ich weib nicht, was ich entgegen soll,
Krater und Wurzeln helfen nicht mehr,
noch andre Medizin, was immer man auch sagt.
Gegen den Tod gibt es kein Kraut.” (Kaiser, 1983, s. 97)
[112] Söz tasvirlerin Almanca çevrilerine ve günümüz Almancası’na
uyarlanmış halleri için bkz. Kaiser, 1983. Yine Gert Kaiser söz konusu tasvirleri
açıklayıcı mahiyetteki ‘Giriş’ine bakılabilir. (Kaiser, 1983, s. 9-69)
[113] Freski yapan ressam üzerine tam bir fikir
birliği olmamakla birlikte genel kabul F. Trani (1321-1365) tarafından
yapıldığıdır. Bazı araştırmacılar B. Buffalmacco (1290-1341) yapıldığını kabul
etmektedir. Ölümün zaferi temasına bir diğer önemli örnek ise Bruegel’in 1562
tarihli ‘Ölümün Zaferi’ isimli resmidir.
[114] Friedell 1982: s. 96.
[115] Cüzzam (Lepra), veba kadar olmasa da, son yarım yüzyıldır özellikle
tarihçiler tarafından fenomen olma özelliğini korumaktadır. Biz çalışmamızda
özellikle Schelberg, 2000; Irsigler ve Lassotta, 1995, s. 69-86 ve Nikiforuk,
2007, s. 49-66’dan önemli ölçüde faydalandık. Kaynakça’da yeralan diğer
çalışmaları ise burada toplu olarak vermek istiyoruz: Meyer-Steineg ve Sudhoff,
2006; Parker ve Parker, 2004; Gurlt, 1898; Grochol, 1994; Roeck, 1993; Krug,
1993; Belker, 1994; Porter, 2007; Schipperges, 1990; Schipperges, 1993;
Bechler, 2009; Borst, 1995; Rheinheimer, 2000, Demaitre, 2007; Le Goff, 2007.
[116] Cüzzamla Savaş Derneği web sitesinde (www.
cuzzam.org.tr) cüzzam “bir mikrobun yaptığı ve ancak doğal bağışıklığı olmayan
kişilerde ortaya çıkan bir hastalık” olarak tanımlanmaktadır.
[117] Modern lepra patolojisi hakkında ayrıntılı
bilgi için bkz. Schelberg, 2000, s. 39-47. Lepra üzerine basılı ve dijital
kaynakların toplu bir sunumu için bkz. Parker ve Parker, 2004.
[118] Cüzzam hastalığı üzerine sahip olunan en eski bilgilerin kaynağını
Mısır’ın Teb Kenti’nde bulunan ve Leipzig Üniversitesi Mısırbilim profesörü Georg
Ebers (1837-1898) tarafından dünyaya tanıtılan bu nedenle ‘Ebers Papirüsü’
olarak adlandırılan 18,6 metrelik rulo oluşturmaktadır. Ebers Papirüsü eski
Mısır’daki hekimlik sanatı, hastalıklar ve tedavi bilgisi üzerine günümüze
ulaşabilmiş en önemli kaynaklardan biri olma özelliğine sahiptir. Halen Leipzig
Üniversitesi Kütüphanesi’nde muhafaza edilen, Ebers Papirüsü’nün içeriği
üzerine ayrıntılı bilgi için bkz. Meyer-Steineg ve Sudhoff, 2006, s. 16-24;
Gurlt, 1898, s. 8-15.
[119] Günümüzün bilim adamları ve tarihçileri cüzzam hastalığının tarihin
kaydettiği en eski hastalıklardan biri olduğu konusunda hemfikirler. R. Porter
Eski Mısır medeniyetine ilişkin İÖ 2400’lü yıllardan kalma kaynaklarda cüzzam
olarak tanımlanabilecek bir tür deri hastalığından bahsedilmekle birlikte,
dokuz yüz yıl sonra yazılmış Ebers Papirüsü nde (İÖ 1550) tasvir edilen
hastalığın cüzzam olduğunun, arkeolojik bulgularda yapılan incelemelerle, kesin
olarak belirlendiğini belirtiyor. (Porter, 2007, s. 122). Yine Antalya’nın
Karataş ilçesinde Tunç Çağı’yla yaşıt bir cüzzamlının iskeletine
rastlanılmasının yanı sıra, Filistin’deki eski yerleşim merkezi Beth-Shan’da
bulunan ve İÖ 1411-1314 yıllarına tarihlendirilen çömlek üzerindeki insan
figürü cüzzam hastalığının izlerini taşımaktadır. (Özbek, 2007a, s. 507)
A. Schelberg (2000, s. 12), cüzzam
hastalığının çok eskilere giden tarihinden hareketle longue duree karakterine
vurgu yapar.
[120] Nikiforuk, 2007, s. 52.
[121] A. Krug Antikçağ’a ilişkin palepatolojik bulguların günümüzün cüzzam
hastalığı tanımına uymadığına işaret ediyor. (Krug, 1993, s. 20)
[122] Antikçağ’da kara safra fazlalığının delilik,
kuduz dışında cüzzama da neden olduğunu inanılmıştır. (Dols, 2013, s. 37)
[123] Hastalık doğuda ilk kez İÖ 7. yüzyılda
Hindistan’da görülmüş, daha sonra Çin, Asya ve Güney Afrika’da ortaya
çıkmıştır. Avrupa topraklarında ancak 5. yüzyıldan itibaren etkili olmaya
başlayacaktır.
[124] Çalışma boyunca Kutsal Kitab’a (Eski ve Yeni
Antlaşma) yapılan atıflarda, aksi belirtilmedikçe, yeni çeviri (2003) esas
alınmıştır.
[125] Bilindiği gibi Yahudilerin kutsal kitabı olan Eski Ahit (Antlaşma)
İbranice ve Aramice olarak yazılmıştır. Genel olarak üç ana bölüme ayrılabilir.
Musa’nın beş kitabı olarak bilinen Yasa Kitapları birinci bölümü,
Peygamberlerin ve tarihsel olayların anlatıldığı bölümler ikinci bölümü, Mezmurlar,
şiirsel ve düz metinler üçüncü bölümü oluşturur. Deri hastalıkları farklı
boyutlarıyla anlatıldığı bölümler ise şunlardır: Lev. (13, 1-46), (14, 1-32);
Say. (5, 1-4), (12, 9-12); 2Kr. (5, 1-27); 2Ta. (26, 16-23); Yşa. (53, 4).
[126] Eski Ahit’in bizim esas aldığımız Almanca çevirisinde http://www.bibel-suche.de/altes-testament/
‘cüzzam’ (Lev. 13,1-46) kullanılmıştır. Yeni uluslararası İngilizce edisyonda
ise http://www.biblegateway.com/
deri hastalığı (Lev. 13,1-46) olarak çevrilmiştir. Erişim: 12 Haziran 2009.
[127] Antje Schelberg’in ‘Ortaçağ Toplumunda Cüzzamlılar’ (Leprosen
in der Mittelalterlichen Gesellschaft) başlıklı doktora tezi (2000) Almanca
konuşulan ülkeler için, genel olarak hastalık algısı ve kültürel bir fenomen
olarak cüzzam hastalığı üzerine yeni düşünsel açılımlar yapan, çok kapsamlı
başvuru kaynakçasıyla bu alanda yapılmış en iyi çalışmalardan biri olarak öne çıkmaktadır.
Schelberg, Eski Ahit’in Levililer bölümünde (Lev. 13) tasvir edilen hastalığın
modern anlamda cüzzam hastalığı ile örtüşmediğini belirterek bu savını üç
temele dayandırıyor: 1. Eski Ahit’te yer alan cüzzam betimlemeleri
hastalığın teşhis edilmesine olanak vermez; başta yüz ve uzuvlarda hastalık
nedeniyle ortaya çıkmış çürüme ve deformasyonlara rastlanmaz. 2. Hastalara
kâhin tarafından tanınan yedi günlük karantina süresi, cüzzam söz konusu
olduğunda hastalığın seyrine ve iyileşmesine yetemeyecek denli kısadır. 3.
Levililer’in 13. ve 14. bölümlerinde (Lev. 13,47-59; 14,33-53) ‘küf’ kaynaklı
sorunlar ve hastalıklardan korunma hakkında ayrıntılı bilgilerin varlığı göz
önünde bulundurulduğunda, cüzzamdan çok küf mantarının neden olduğu bir
hastalığın varlığı anlam kazanır. (Schelberg, 2000, s. 118)
Kuşkusuz Schelberg tarafından
referans verilerek ortaya konan bu tartışmadan, İÖ 5. yüzyıl dolaylarında
Ortadoğu coğrafyasında cüzzam hastalığına rastlanmadığı sonucu çıkartılamaz.
Ancak Eskiçağlar’a ilişkin olgularının doğruluklarının araştırılmasında,
günümüze anılan dönemlerden intikal eden kişisel tanıklıklar yeterli
olmayabilir. Bu bağlamda konumuzla ilgili bir örneği, Lucretius’un Fil
Hastalığı (cüzzam) üzerine gözlemlerinden hareketle verebiliriz. Lucretius (İÖ
97-55) Şeylerin Doğası Üzerine (Von der Natur) adlı yapıtında halklara
musallat olan hastalık türlerinin insan ırklarına göre belirlendiği ve fil
hastalığının sadece Nil Nehri’ne kıyısı olan orta Mısır’da görüleceği yolunda
bir saptama yapar. (Von der Natur, VI, 1113-1115). Kuşkusuz yaklaşık iki
bin yıl öncesinden, o dönemde Fil Hastalığı olarak tanınan cüzzam üzerine, her
türlü tanıklık günümüz tarihçileri için çok büyük bir önem taşısa da, cüzzam
hastalığının tarihsel bir geçeklik olarak yeniden inşa edilebilmesine
beklendiği kadar bir katkı sağlamayabilir.
[128] Cüzzam hastaları için ayrılmış alanlardaki
toplu yerleşimlere bilinen ilk örnekler Fransa’dan Châlons - sur-Saöne (550),
Metz (636) ve Verdun’dur (656). (Schipperges, 1990, s. 70)
[129] Foucault (1992a, s. 22) her ne kadar daha sonra akıl hastalıklarına
kaptırsa da, cüzzamdan bayrağı cinsel yolla bulaşan hastalıkların devraldığını
belirtir.
[130] 13. yüzyılda Lübeck şehir yönetimince getirilen otuz beş maddelik
yasaklar listesi, cüzzamlılan tarif etmek için kullanılan ‘yaşayan ölüler’ (Die
lebenden Toten) tanımına uygun düşer. Çalışmak, kentte dolaşmak, ibadet
yapmak, miras bırakmak, şahitlik yapmak gibi temel hakları ellerinden alınan
cüzzamlılann, kapatıldıkları evlerden çıkışları izine bağlandığı gibi, içerde
adeta bir cezaevi düzeni kurulmuştur. (Irsigler ve Lassotta, 1995, s. 74-75)
[131] Ortaçağ boyunca takibe alınan farklı gruplara (Yahudiler, cadılar,
Heretikler ve benzerleri) uygulandığı üzere, cüzzam hastalarının kontrolü için
sivil otorite tarafından geliştirilmiş bir denetim ve izleme mekanizması
kurulacaktır. Hastalığın tespit edilmesiyle başlayan süreçte, hastaların sürgün
edilmesi imkânı olmadığı durumlarda, yerleşim merkezlerinde ancak giymeleri
zorunlu tutulan gri-beyaz yünlü üniformaları, eldivenleriyle dolaşmalarına izin
verilecektir. Hastalığın önünü kesmeye kararlı kimi şehir yönetimleri
hastaların maske takmalarını ve elbiselerine büyük bir L(epra) harfi
işlenmesini zorunlu hale getirmiştir.
[132] Tarihçilere göre cüzzam salgınlarının Avrupa’nın sağlık kültürüne
en önemli katkısı hastanelerin kurulmasını çabuklaştırmasında görülür. Fransa,
İtalya ve İngiltere’deki en eski hastaneler (Cüzzamlı Evleri - Miskinler
Tekkesi) olarak kurulan yapılardan dönüştürülmüştür.
Foucault (1992a, s. 17), Mathieu de
Paris’iyi kaynak alarak, Hıristiyan dünyasındaki miskinhane sayısının on dokuz
bin civarında olduğunu belirtiyor. Porter (2007, s. 123) ise, Avrupa çapında
lepralılara özgü hastane sayısının hızlı artışına dikkat çekiyor ve Fransa’da
1226 yılında yaklaşık iki bin, İngiltere’de yüz otuz olmak üzere Avrupa çapında
1325 yılına gelindiğinde on dokuz bin miskinhane olduğunun tahmin edildiğini
yazıyor. Schipperges (1990, s. 74 vd.) Almanya’da Kilise tarafından veya
hayırseverler tarafından vakfedilen miskinhanelerin Eternach (992), Münster
(1249), Koblenz (1267) ve Dortmund’da (1319) kurulduğunu ve 13. yüzyılın
ortasında bu evlerden yaklaşık yirmi bin tane olduğuna dikkat çekiyor. Köln
kentinin batısında, 12. yüzyıldan beri varlığı bilinen ve 13. yüzyılda
hastaneye dönüştürülen yerleşke, campus leprosorum hakkında bilgi için
bkz. Irsigler ve Lassotta, 1995, s. 71.
[133] 6. ve 7. yüzyıllarda alınan Konsil Kararları’nın yanında, ilerleyen
yüzyıllarda cüzzam salgınlarının toplumda yarattığı tedirginlik, sivil yönetimleri
de cüzzamlılar için bir dizi karar almasına neden olacaktır.
[134] Tarikatın faaliyetlerini ve İngiltere’yi konu
alan bir çalışma için bkz. Marcombe, 2003.
Kaynak:
Haydar Akın, Antikçağ’dan Yeniçağ’a Delilik, Melankoli Ve Cinlenme Avrupa’da
Aykırı Olma Halleri Üzerine Tarihsel Bir İnceleme, 2014, Ankara
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar