Print Friendly and PDF

TOPLUMSAL BİR PATOLOJİ ÖRNEĞİ OLARAK VEBA SALGINLARI




Hazırlayan: Haydar Akın

 

 VII.    TOPLUMSAL BİR PATOLOJİ ÖRNEĞİ OLARAK VEBA SALGINLARI

7.1.    SALGIN HASTALIKLARIN ORTAYA ÇIKMA NEDENLERİ

İnsanoğlunun avcılık ve toplayıcılıkla geçen yüz binlerce yıllık yaşam tarzı, son on bir bin yıldan beri yerleşik düzene geçilmesiyle büyük ölçüde değişime uğrar. Başta saban olmak üzere diğer keşfilerle başlayan tarımsal faaliyet birçok sorunu beraberinde getirir. Özellikle verimli toprakların tarıma açılmak üzere sürülmesi bakterilerin hızlı bir biçimde yeryüzüne yayılmalarına olanak sağlar ve daha önce hiç bilinmeyen çeşitli hastalıklar ortaya çıkar. Bu bağlamda “İnsanlarla çevre arasındaki değişken ilişki, hastalıkların insan toplumları üzerindeki etkisini belirlemek açısından çok önemli olmuştur.” (Ponting, 2000, s. 197) A. Nikiforuk “Tarımın her tür virüsü, mantarı ve bakteriyi insanların bahçelerinde, evlerinde ve köylerinde bir araya getirecek ortak bir hastalık pazarı oluşturduğunu” belirtiyor. (Nikiforuk, 2007, s. 27)

Diğer yandan yerleşik yaşama geçiş hayvanların evcilleştirilmesine olanak sağlayıp protein tüketiminin artmasına olanak sağlarken, yaşam alanlarının ortak kullanımı hayvanlarda yaşayan patojenlerin hızla çoğalmasına ve bazı hayvan hastalıklarının insanlara geçmesine zemin hazırlamıştır. (Lindemann, 2013, s. 75) Ponting bu ilişkiyi şöyle açıklar:

İnsanlarla hayvanlar arasında yakın ilişki kurulmasına neden olan evcilleştirme (hayvanlar genellikle insanlarla aynı evde yaşıyordu), insanların hayvanları etkileyen hastalıklara yakalanmasına neden oluyordu. Bu hastalıklardan bazıları insanları yeni ev sahipleri olarak benimsedi ve bu yeni ortamlarda gelişti; diğerleri ise kendi özelliklerini değiştirerek insanlara özgü hastalıklar haline geldi. İnsan hastalıklarının birçoğu, hayvan hastalıklarının yakın akrabasıdır. (...) İnsanlar yaklaşık on bin yıl hayvanlarla yakın ilişki içinde bulunduktan sonra, günümüzde köpeklerle altmış beş, sığırlarla elli, koyun ve keçilerle kırkaltı ve domuzlarla kırk iki hastalığı paylaşmaktadır. (Ponting, 2000, s. 198)

Yeryüzünde milyonlarca yıllık bir sürecin sonunda ortaya çıkan yaşanılabilir doğal çevrenin insanlar tarafından tahribatı sanıldığından çok daha önce başlamıştır. Toprağın sürülmesi, nüfus artışına paralel biçimde tarıma elverişli toprak kazanabilmek amacıyla ormanların yok edilmesi farelerin, sıçanların, kenelerin, pirelerin, sivrisineklerin, çekirgelerin en yakın yerleşim merkezlerine ve şehirlere akın etmesine neden olacaktır.[6] Çöplerin toplanmaması, temiz su ve kanalizasyon şebekesinin olmayışı şehirleri adeta mikrop üretim merkezleri haline dönüştürürken, yeni parazitlerin oraya çıkması kaçınılmaz hale gelecektir. Tarım yapılmaya başlanmasından sonra insan bedeni için, farklı etkenlerle çevresel birlikte en büyük tehditlerden birini sağlıksız şehirleşmenin oluşturduğunu söyleyebiliriz. [7]

İklim koşullarında meydan gelen bozulma ile ortaya çıkan uzun süreli kuraklık ve aşırı yağışların sonucunda gıda ürünleri üretiminin düşmesi, belli bölgelerde yoğunlaşmış ve hızla artan dünya nüfusunun ihtiyacını karşılamakta yetersiz kalmıştır. Kötü beslenme, ağır çalışma ve yaşam koşulları bağışıklık sisteminin zayıflamasıyla insanları hastalıklara açık hale getirecektir. Yıllar boyu iklim koşullarının ani değişimleri nedeniyle beklediği hasadı yapamayan, hayvanları telef olan ve nihayet kırsal kesimde karnını doyuramayan yoksulların, en yakın şehirlere akın etmesiyle sayıları hızla artan, sadaka ve yardımla yaşamaya çalışan, işsiz insan orduları ortaya çıkaracaktır. Bu olumsuz koşullarda bulaşıcı, giderek salgın hastalıkların ortaya çıkması kaçınılmaz hale gelecektir.

Ancak daha sonraki bölümlerde göreceğimiz gibi, Eskiçağlar’dan günümüze büyük kayıplara neden olan salgın hastalıkların ortaya çıkış, yayılma, geri çekilme ve nihayet yokoluş süreçleri günümüzde bile tam olarak çözülememiş bazı içsel dinamikler içermektedir. Diğer yandan insanoğlunun salgın hastalıklarla gelen toplu ölümlerin mantığını kavraması için aradan binlerce yıl geçmesi gerekecektir. Hippokrates sadece büyük bir hekim olmanın ötesinde üstün öngörü yeteneğiyle bu karmaşık döngüde savaşın, kuraklığın, nemin hatta rüzgârın rol oynadığını ilk fark edenlerden biri olarak tarihe geçmiştir. (Nikiforuk, 2007, s. 31)

Salgınların ortaya çıkmasında ve sürmesinde çevre koşullarının etkili olduğunu keşfedilmesi tıp tarihi açısından büyük öneme haizdir. Artık uygun çevre koşullarına sahip olmak sağlıklı bir bedenin ön şartı olarak görülmektedir. Havası, suyu ve toprağı uygun olan yerlerin insanı sağlıklı kılacağına inanılmasının temelinde, evreni oluşturan kurucu elementlerin (hava, su, ateş, toprak) tedavi eden gücüne olan inanç yatar. Başta Celsus olmak üzere Romalı doğabiliciler ve hekimlerin Hippokrates tıbbına en büyük katkıları çevresel faktörlerin insan sağlığı üzerindeki etkilerini öne çıkarmalarıdır. Yaklaşımlarında biraz aşırıya kaçmış olmakla birlikte, sağlığın yaşanılan çevrenin koşularına uyum sağlamış bir bedenle sağlanabileceğini öne sürmüşlerdir. Bu koşulların ancak taşrada sağlandığını bilen soylular her fırsatta Roma’dan uzaklaşmaya çalışacaklardır. Hekimler tarafından her türlü hastalık için yazılan tedavi reçetesinde bedensel hareket, arındırıcı beslenme, hacamat, banyo tedavisi yanında temiz su ve şehir havasından, insanlardan uzaklaşma yer almaktadır.

Diğer yandan bu yargının oluşmasında, tarih boyunca bulaşıcı hastalıkların ve salgınların şehirlerde ortaya çıkması nedeniyle taşranın adeta ‘sığınılacak güvenli bir liman’ olarak görülmesi de etkili olmuştur. Ancak 1348’de Avrupa’da yaşanan büyük veba salgınında görüleceği üzere, hastalık şehir kırsal kesim ayrımı yapmaksızın önüne çıkan irili ufaklı tüm yerleşim birimlerini haritadan silmiş ve Avrupa nüfusunun yaklaşık üçte birlik bölümünü yok etmiştir.

Kuşkusuz salgınların ortaya çıkma nedenleri daha ayrıntılı biçimde açıklanabilir. Ancak biz salgınların, etkili oldukları dönemlerde yarattıkları tahribatı, ekonomik boyutlarını göz ardı etmeksizin, sosyal ve toplumsal bağlamda neden oldukları kalıcı hasarlar çerçevesinde değerlendirmek istiyoruz. Yine tarihsel süreç içinde bazı bulaşıcı hastalıkların biyolojik olmaktan çok, kültürel bir fenomen haline dönüşmesi çalışmamızın çerçevesine uygun düştüğü için incelenmeye çalışılacaktır.

Biz bu çalışmanın amaçları doğrultusunda, sıtma, çiçek, veba, cüzzam, frengi, tüberküloz ve grip gibi biyolojik hastalıklardan mercek altına almak üzere bireyi toplum dışına iten, dışlayıcı ve farklılaştırıcı özellikleri nedeniyle veba ve cüzzamı seçtik.[8] Bu seçim bütünüyle öznel olmakla birlikte, hastalık olgusunun genel anlamda, verilmiş bir ceza için ödenen bedel ekseninde karşılığının bireysel bağlamdaki örneğinin cüzzam, toplumsal bağlamdaki örneğinin ise veba olduğunu düşünüyoruz.

7.2.    VEBA SALGINLARININ TİPOLOJİSİ

İnsanlık tarihinde yaşanmış büyük felâketler içinde önemli bir paya sahip olan sıtma, çiçek, tüberküloz, grip, cüzzam, veba gibi salgın ve bulaşıcı hastalıklar üzerine tıp tarihçileri, hekimler, antropologlar ve farklı disiplinlerden sosyal bilimciler tarafından yapılmış çok sayıda akademik çalışma mevcuttur. Her ne kadar yaşadığımız dünyada yaptığı tahribat açısından, bugüne kadarki insan kaybı ve verdiği toplam zarar düşünüldüğünde, tüm hastalıklar içinde rakipsiz bir konumda olan sıtma gibi bir hastalığının varlığına karşın veba salgınları, akademik olsun olmasın tüm düşünür ve yazarların çok ilgi duyduğu bir konu olmuştur. Bu bağlamda Antikçağ’dan günümüze veba salgınları üzerine çok geniş bir yazınsal birikimin oluştuğunu söyleyebiliriz. Sadece akademik düzeyde değil, edebiyat, resim, müzik ve mimari alanlarında veba salgınlarını konu alan çok sayıda eser verilmiştir. Özellikle Geç Ortaçağ’ın konu alan herhangi bir araştırmada, ‘Büyük Veba Salgı’nın neden ve sonuçları ortaya konulmadan sağlıklı bir değerlendirme yapabilmek neredeyse olanaksızdır.

Biz bu bölümü hazırlarken, çalışmamız sınırları dâhilinde kalmaya özen göstererek, veba salgınlarıyla ortaya çıkan korkuların, Antikçağ’dan itibaren insanlığın ortak bilincinde bıraktığı tortuya dikkat çekmek istedik. Özellikle 14. yüzyıldaki Büyük Veba Salgını süresince ve takip eden dönemde, içme suyu kuyularını zehirlediklerine inanılan ve böylece vebanın nedeni olarak görülen Avrupada’ki Yahudilere karşı bir takip ve av sürecinin başlatılması bu konuda önemli bir örnek teşkil etmektedir. İlginç olan husus bu söylentilerin nedeni olan kanlı takip sürecinden yaklaşık on sekiz yüzyıl önce, Peloponnes Savaşları sırasında, Atina’daki su kaynaklarının düşman Peloponnesliler tarafından zehirlendiği söylentilerini bizzat Thukydides’in dillendirmesidir.[9]

Salgın hastalıklar olumsuz sonuçları itibariyle binlerce yıldır insanların karşılaştığı en büyük felâketlerden biri olma özelliğini korumuştur. ‘Kara Ölüm’ olarak da adlandırılan veba hastalığının tarihin en eski devirlerinden beri var olduğu bilinmektedir. Veba’yı tüm diğer epidemik hastalıklardan ayıran özelliği, etkili olduğu coğrafyalarda hayatî derecede önemli bir dizi toplumsal, siyasî, ekonomik, sosyal, kültürel ve hatta coğrafî değişime neden olmasıdır. Bu durumun tipik bir örneği 1348-1351 yılları arasında Avrupa nüfusunun üçte birini (yaklaşık otuz milyon kişi) yok eden büyük veba salgınıdır. Nikiforuk, “Modern dünya için nükleer bir savaş ne kadar bir büyük dehşetse, veba da Ortaçağ dünyası için o ölçüde büyük bir dehşetti.” (Nikiforuk, 2007, s. 68) ifadesiyle yaşanan felâketin boyutlarını çok güzel bir şekilde özetlemiştir.

Antikçağ’ın veba olduğu tahmin edilen salgınlarından, 18. yüzyılın ilk yarısına kadar faklı şiddetlerde devam eden salgınlar, neden oldukları sonuçlar itibariyle incelendiğinde, toplumun tüm kesimlerini etkisi altına alan bir büyük bir yıkımdan söz etmek mümkündür. Özellikle 14. yüzyılda yaşanan büyük veba salgını üzerine yapılan araştırmalar, salgınların yıkıcı etkisine maruz kalan insanların vebanın geldiği gibi gittiğini kabul ettiklerini; salgının gelişi ne denli sessiz ise gidişinin de, hiçbir nedene bağlı olmaksızın birdenbire, kendiliğinden, gerçekleştiğine inandıklarını ortaya koymaktadır. Pratik, yaşanmış tecrübeler kadar, dinî ve etik temelleri olan bu kabulün en önemli sonuçlarından birisi, salgına karşı alınacak önlemlerin hiçbirinin yayılmayı durduramayacağına olan inançtır. Kaldı ki, aşağıda göreceğimiz üzere, Antikçağ’dan beri süre gelen bir inanışın sonucu olarak havadaki çürümenin etkisiyle ortaya çıkabilen salgınlar yine hava yoluyla yayılırlar. Ortaçağ’ın insanı için vebadan kurtulmanın, hayatta kalabilmenin tek çaresi salgından -çürümüş havadan- biran önce uzaklaşmak, kaçmaktır. Ancak hastalık, çok sayıda örneği olduğu üzere, kaçanın varacağı yerden daha önce oraya ulaşır ve adeta kurbanını beklemeye başlar. Galenos gibi büyük büyük bir hekim için bile, ona atfedilen ifadeyle, salgından tek kurtuluş yolu kaçmaktır: “Hemen kaç, olabildiğince uzaklara ve uzun süre.”[10]

Antikçağ’da ve Ortaçağ’da yaşanan salgınların nedenini, hijyen eksikliği veya sağlıksız yaşam koşullarına bağlamak yerine, doğrudan doğaüstü güçlerle ilişkilendirmek veya Tanrı’nın gazabı olarak görmek büyük ölçüde vebanın felâket boyutlarındaki yıkıcı etkisinden kaynaklanmaktadır. Daha önceki bölümlerde gördüğümüz üzere tarihin eski devirlerinden itibaren hastalıkların nedenlerinin doğaüstü güçlerle açıklanması, teşhis ve tedavi için yine bu güçlerden yardım istenmesi geleneği, modern tıbbın temellerinin atıldığı 18. yüzyılın sonlarına kadar devam etmiştir. Bu bağlamda vebanın, doğaüstü güçlerle ilişkilendirilmesi, daha çok Tanrı’nın cezası olarak görülmesi, Eskiçağlar’ın kronik veya bulaşıcı hastalık tanım ve kabullerinden farklılık arzeden bir olgu değildir.[11] Ancak temel farklılık, büyük veba salgını örneğinde görüldüğü gibi, Avrupa kıtasında yaşayan halklar açısından, salgın öncesi (1348) ile iki yıl sonrasının tanınamayacak derecede birbirinden farklı olmasıdır.

Vebanın arkasında bıraktığı sadece salgın döneminde yapılamayan hasat, telef olan hayvanlar nedeniyle ortaya çıkan açlık ve sefalet değil, olağanüstü nüfus azalışı nedeniyle ortaya çıkan işgücü kaybının onlarca yıl boyunca sürecek bir ekonomik durgunluk ve yoksulluk, dolayısıyla toplumsal huzursuzluk sürecine zemin hazırlamasıdır. Ortaçağ’da yaşanan büyük veba salgınının sonuçları itibariyle, insanlık tarihindeki en önemli ‘toplumsal patoloji’lerden biri olduğuna inandığımız için aşağıdaki bölümlerde, salgın süresince vebalı birey ve giderek farklı toplumsal kesimleri hedef alan, dışlanma ve damgalanma sürecinin nedenlerini ve sonuçlarını ele almaya çalışacağız.

7.3.    ANTİKÇAĞ’DA VEBA SALGINLARI

7.3.1.    Attika (Atina) Salgını (İÖ 430-426)

Antikçağ, elimizdeki kaynaklarla sınırlı bilgilerimize göre, sadece salgın hastalıkların değil, doğal felâketlerin de çok yoğun yaşandığı bir dönemdir. Holger Sonnabend’ın Antikçağ’da yaşanan doğal felâketler[12] (yanardağ patlamaları, depremler, sel baskınları, uzun kuraklık dönemleri), salgın hastalıklar (veba),[13] açlık dönemleri[14] ve felâket nedeni olarak savaşları[15] konu alan çalışmalarında, kanımızca vardığı en önemli sonuçlardan biri, doğa kaynaklı veya insanların neden olduğu felâketlerin, toplumsal, siyasal, ekonomik ve bilinç bağlamında bir değişime, giderek dönüşüme neden olduğudur.

Kavramın etimolojisinden de görüleceği, katastrophe (Yun.) topyekün bir (geri) dönüşü/mü açıklamak için kullanılıyor. Felâketleri takip eden dönemin koşulları, yaşanan yıkım nedeniyle, hiçbir zaman felâket öncesiyle bir olmayacak ve bütünsel bir değişim süreci başlayacaktır. Doğal felâketler ve salgın hastalıklar söz konusu olduğunda neden çoğunlukla doğaüstü güçler ve/veya onların yeryüzündeki işbirlikçileridir. (Sonnabend, 1999, s. 119-120) Bu neden- sonuç ilişkisine çok sayıda örnek verilebilir. Örneğin tarihçi Prokopius, 526 yılında yaşanan büyük Antakya depreminden henüz İmparator dahi olmayan, ‘insan kılığındaki şeytan’ olarak tanımladığı Justiniaus’u sorumlu tutacaktır. Kuşkusuz Prokopius’un bu tavrı bireysel bir çıkış olmanın ötesinde, ortak toplumsal bilincin dışa vurumu olarak değerlendirilmelidir.[16]

Tarihin en eski dönemlerini mitolojik karakterler üzerinden anlatan destanlar ve tarihsel anlatılarda salgınlar,[17] tanrıların öfkelerinin sonucu yeryüzüne gönderdikleri ceza olarak tanımlanır. Homeros’un ilyada Destan!nında Truvalılar ile Yunanlılar arasında yaşanan savaşta Tanrı Apollon, krala olan öfkesini Yunan ordusuna salgın göndererek gösterir: “Krala kızıp orduya kıran salan o”. (İlyada, I,10). Yine Herodotos Tarihi’nde veba adeta daha büyük bir yıkımın habercisi olarak tanımlanır:

Bir kentin başına büyük yıkımlar gelmeden önce, genellikle bunu haber veren şeyler olur. Khios’un başına gelecekler de önceden belli olmuştu. Delphoi’ye koro olarak gönderdikleri yüz gençten yalnız ikisi geri dönebilmişti; geri kalan doksan sekizi, o aralık patlak veren vebaya yakalanıp ölmüşlerdi. Ayrıca kentte gene o sıralarda ve deniz savaşından önce, bir okul, içerde ders görmekte olan çocukların başına yıkılmıştı; yüzyirmi çocuktan yalnız biri kurtulmuştu. Tanrıların uyarıları böyle olmuştu. (Herodot Tarihi, VI, 27)

İsmi verilmediği için, veba olup olmadığı anlaşılamayan daha somut bir hastalığın (loimös, Yun.) tasvirini ise Antikçağ tarihçisi Thukydides’in (İÖ.460-400), Atinalılar ile Spartalılar arasında yaşanan savaşları anlattığı Peloponnesos Savaşları isimli eserinde buluruz.[18] Thukydides’in anlattıklarından, tarihteki en eski veba salgınının, İÖ 430-426 yılları arasında Attika’da[19] yaşandığı tahmin ediliyor. (Peloponnesos Savaşları, 2. kitap, XLVII-LIV)[20] Her ne kadar Thukydides yaşanan ölümcül salgının adını anmasa da,[21] yüksek ateş, vücudun belirli noktalarında ortaya çıkan hıyarcıklar, eklemlerde şiddetli ağrılar ve vücut kontrolünü kaybetme gibi belirtiler bahse konu hastalığın veba olduğu yönündeki tahminleri kuvvetlendirmekle birlikte,[22] tasvir edilen hastalığın veba olup olmadığına ilişkin tartışmalar günümüzde hâlâ sürmektedir.[23]

Diğer yandan Hippokrates’in Corpus’unda ‘veba’ (loimös Yun.; pestis Lat.) belli dönemlerde görülen ve ateşle seyreden bir hastalık olarak tanımlanmaktadır. Yapılan tanımın, Corpus" da sayılan ateşle seyreden ve ölümle sonuçlanan, diğer hastalıklardan ayırt edici bir farkı yoktur. Kaldı ki, Hippokrates tıbbında ‘veba’[24] belirli bir hastalığı tanımlamaktan çok, hastalık belirtileri katoloğu içinde yer alır. (Leven, 2005b, s. 18) Bu bağlamda Thukydides’in tasvir ettiği hastalığın epidemik veba olmadığını anlayabilmek için Hippokrates veya Antikçağ’ın diğer ünlü hekimlerinden yardım alabilme şansımız yoktur.[25]

Thukydides salgının Etiyopya’da başladığını ve Mısır üzerinden Atina’ya ulaştığını anlatıyor. Yazara göre tamamen ‘doğal’ nedenlerden kaynaklanan salgının, Atinalılar’ın Spartalılar ile savaştıkları bir dönemde ortaya çıkması bazı söylentilere neden olacaktır:

Anlatılanlara bakılırsa hastalık ilk olarak Mısır’ın yukarı kesiminde bulunan Aitiophia’da ortaya çıkmıştı. Daha sonra yayılarak Mısır, Libya ve kralın ülkesine gelmişti. Sonra da Atina’da ve Pire’de görülmeye başlandı. Hastalığın Atina’dan önce Pire’de görülmesi Peloponnesoslular’ın kuyulara zehir attıkları söylentisinin çıkmasına neden oldu. Çünkü bu sıralar Pire’de çeşmeler yoktu. Ardından kentin yukarı kesimlerine yayılmaya başladı. En büyük kayıplarda burada görüldü. (Peloponnesos Savaşları, 2. kitap, XLVII)[26]

Hastalık hiçbir ön belirti göstermeden başlıyor, ancak kısa sürede tablonun ağırlaşmasıyla, hasta ölümle pençeleşir hale geliyordu:

İnsanlar sağlıklıyken birdenbire ateşleri çıkmaya başlıyor, gözleri yanıyor, boğaz ve dilde kanlanma oluyor, nefes alıp vermede düzensizlik yaşanıyor, ağızda kötü bir koku oluyordu. Daha sonra göğüste şiddetli bir ağrı başlıyordu. Bununla beraber gelen öksürüğü midedeki akıl almaz ağrılar takip ediyordu. (...) Yedi veya dokuz gün içinde hastaların birçoğu ölüyordu. (Peloponnesos Savaşları, 2. kitap, XLIX)

Thukydides hastalığı küçük bir ihtimalle de olsa, atlatabilenlerin bir daha bu hastalığa yakalanmadıklarını ve hatta bir daha hiçbir hastalığa yakalanmayacakları söylentisinin yayıldığını belirtir. (Peloponnesos Savaşları, 2. Kitap, LI) Kentlerde salgının daha yaygın olması kırsal kesimden göç edenlerin artışıyla hastalığın boyutunu arttırmaktadır. Atinalı tarihçi salgının insanları çok değiştirdiğini ifade eder; örneğin daha önce hiçbir şeyi olmayan bir fakir, hastalıktan ölen bir varlıklının mallarını sahiplenerek birdenbire zenginleşir. Ancak değişim sadece ekonomik anlamda yaşanmaz; insanlar ölümle burun buruna yaşadıkları için günlük yaşamaya, başka bir ifadeyle günlerini gün etmeye başlarlar. Bu sorumsuz yaşam ahlâkî anlamda toplumsal yozlaşmayı da beraberinde getirecektir:

Hastalığın yaygınlaşması kentte başka bazı sorunların da ortaya çıkmasına neden oldu. Örneğin kısa bir süre için ölen zenginlerin mallarından yararlanan bazı fakirlerin zenginleştikleri görüldü. Zenginleşen insanlar da başka zevklerin ve kazanç kıapılarının peşinden gitmeye başladılar. İnsanlar artık ahlaklı bir yaşam sürmek istemiyorlardı. Çünkü ne kadar süreyle yaşayacakları belli değildi. Böylece insanların hoşlarına gidecek her şeye ulaşma yolları faydalı bir şey olarak görülmeye başladı. Artık insanlar tanrılardan da korkmaz olmuşlardı. Çünkü dindar olanlar da olmayanlar da salgından nasibini almışlardı. Suç işleyenlerin yaptıklarının hesabını verecekleri kadar uzun bir süre hayatta kalamayacaklarına inanılıyordu. İnsanlar yargı kararlarını önemsemeksizin sadece içinde bulundukları anın tadını çıkarmaya çalışıyorlardı. (Peloponnesos Savaşları, 2. kitap, LIII)

Kuşkusuz Thukydides’in yukarıdaki satırlarda dillendirdiği, toplumun ahlâkî değerlerinde gözlenen ani çözülme ile sınırlı değildir. Birdenbire yüzleşilmek zorunda kalınan bir yaşam gerçeği teatral bir üslup ile aktarılmaktadır. Bu da bize Thukydides’in sadece bir gözlemci değil, aynı zamanda mükemmel bir anlatıcı olduğunu göstermektedir. Sadece Attika Salgını tasviri ile değil, Peloponnesos Savaşları"nda kurduğu anlatı retoriği ile yaklaşık ikibin yıl boyunca tarih yazımında daima taklit edilmeye çalışılması Thukydides’in tanıklığının ne denli değerli olduğunu ortaya koymaktadır.

Atina salgını, her ne kadar veba hastalığından kaynaklanmadığı bilinse de, Thukydides’in gerçekçi ve ayrıntılı tasvirleri nedeniyle, Antik dünyada yaşanan salgın ve benzeri yıkım getiren felâketlerin insanlar üzerindeki etkilerini anlamamıza yardımcı olabilecek bir ilkörnek olmuştur. Gelecek yüzyıllarda farklı coğrafyalarda yaşanan ve ‘veba’ olduğundan kuşku duyulmayan büyük salgınlarda yaşananların ilkörnek ile olan benzerliği ise şaşırtıcıdır. Thukydides’den yapılan yukarıdaki alıntıda da görüleceği üzere, salgınla birlikte insanların davranışlarında önemli bir değişim yaşanmıştır. Toplumsal normlar tümüyle altüst olurken, salgın, ‘sağlıklı’ ile ‘hastalıklı’ arasında her zaman var olan görünmez sınırın, tümüyle kalkmasına neden olmuştur. Hiçbir dinî, etik ve toplumsal değerin inandırıcılığı, yasaların yaptırım gücü kalmamıştır. Thukydides adeta ölüm korkusunun (dolayısıyla ‘geleceğin’) olmadığı bir dünyayı nasıl bir kaosun beklediğine dikkatimizi çeker. Sokaklarda can cekişen, acı içinde kıvranan bedenlerin arasında henüz hayatta olanların umarsız, neşeli ruh hallerini şaşkınlıkla izler.

7.3.2.    İstanbul’da Salgın: ‘Justinianus Vebası’ (541-542)

Bugüne kadar hangi hastalıktan kaynaklandığı anlaşılamayan Atina (Attika) salgınından yaklaşık bin yıl sonra (541/42) bu kez, çok sayıda kaynak tarafından varlığı doğrulanan, tarihin tespit edilebilmiş ilk hıyarcıklı veba salgını İstanbul halkını kırıp geçirecektir.[27] ‘Justinianus Vebası’ olarak da bilinen salgının o güne kadar görülenlerden farkı şiddeti ve uzunluğundan kaynaklanmaktadır. İstanbul bu salgında nüfusunun %40’nı, yani yaklaşık iki yüz bin kişiyi, kaybedecektir.[28] Mısır’da başlayan ve Akdeniz üzerinden İstanbul’a ulaşan salgının engel tanımadan batıya doğru ilerlediğini, başta Roma İmparatorluğu topraklarında olmak üzere, özellikle Dalmaçya, İtalya, İspanya, İngiltere, Kuzey Afrika ve Güney Fransa’da yaklaşık 760 yılına kadar belirli aralıklarla can almaya devam ettiğini görüyoruz.

Her ne kadar salgın, Kuzey ve Batı Avrupa’yı da etkilemiş olsa da, felâket boyutlarına ulaşan etkisini Doğu Roma İmparatorluğu topraklarında gösterdiğini biliyoruz (Stathakopoulos, 2007, s. 101 vd.; Bergdolt, 2003, s. 14; Meier, 2005, s. 93)[29] 599-600 yıllarında İtalya ve güney Fransa’da yaşayanların %15’i ölürken, 8. yüzyılın ortalarına gelindiğinde salgına maruz kalan bölgelerde nüfusun %50 ila 75’nin kaybedildiği anlaşılıyor. 6. yüzyılın ortalarında başlayan salgının Ortadoğu, Mısır ve kuzey Afrika’da nüfus üzerindeki tahribatı o denli büyük olacaktır ki, anılan bölgeler 540 yılı öncesindeki nüfuslarına ancak 19. yüzyılın sonlarına doğru ulaşabileceklerdir. Diğer yandan salgının 6. yüzyılda özellikle yoğun biçimde etkili olduğu bölgelerde kent kültüründe bir değişime giderek zamanla dönüşüme neden olduğu kesindir. (Naphy ve Spicer, 2006, s. 15 vd.; Meier, 2005, s. 95)

Veba’nın İstanbul’da yaptığı tahribatın boyutlarını en iyi aktaran belgelerden birisi Prokopius’un[30] (500-565) ‘Gizli Tarih’ isimli eseridir.[31] Prokopius İstanbul’da veba salgınının başlangıcını “Bütün insanlığı yok etmek üzere olan bulaşıcı ve tehlikeli bir hastalık peyda olmuştu” sözleriyle anlatır. (Prokopius, 2002, s. 237) Yazar hayatlarına ‘kötü bir ruh’ gibi çöken salgını anlamanın tek yolunun onun Tanrı’dan geldiğine inanmak olduğunu savunur ve farklılık gözetmeyen, sınır tanımayan doğasını çok güzel tanımlar:

Öldürücü felaket eğer dünyanın bir bölgesine, ya da bir bölgede hayat sürdüren insanlara belli bir mevsimde uğrasaydı, salgının nedenlerini hilekâr açıklamalarla bulmak mümkün olabilirdi; ama yaş, cinsiyet ve toplumsal yapının değişik katmanlarını kavuran ve çölleştiren ciddi bir marazla karşı karşıyaydık. İnsanlar ikametgâh ettikleri yerlere göre farklılıklar göstermesine, günlük yaşamlarında değişik yasalara tabii olmalarına, doğal alışkanlıklarında ve toplumsal faaliyetlerinde çeşitlilik sunmalarına karşın, bulaşıcı hastalığın kuşatmasına uğramış ülkenin sosyal, kültürel ve ekonomik bütün değişkenliklerinin hiçbir önemi kalmamıştı. Veba kimilerine yaz sezonunda, kimilerine kışın ve geri kalanlara da yılın geri kalan mevsimlerinde saldırmıştı.” (Prokopius, 2002, s. 238)

Prokopius veba salgınlarının her zaman sahil yerleşim bölgelerinde ortaya çıktığını ve buradan iç bölgelere yayıldığını savunur. Bu kez de öyle olmuş, Mısır’dan başlayan salgının iki yıl sonra bahar ayında İstanbul’a ulaştığını söyler. Hastalık başlangıçta teşhis edilememiş bu arada çok sayıda insan hayatını kaybetmiştir.

Hastalık semptomlarını anlamakta güçlük çeken hekimler ne yapacaklarından emin değillerdi, kafaları karma karışıktı. Yaralarla ve şişkinliklerle kendini dışa vuran hastalığın ne olduğunun anlaşılması için ölülerin bedenlerini incelemeyi kararlaştırdılar. Cesetlerde bazı şişlikleri yararak açtıklarında içlerinde büyümüş tuhaf bir çıban türüyle karşılaşmışlardı. (Prokopius, 2002, s. 242)

Böylece hastalığın nispeten daha uzun süre yaşama şansı veren (bir hafta) hıyarcıklı veba türüyle karşılaşmış oluyorlardı. Ancak hemen sonra ortaya çıkan akciğer vebası en geç iki gün içinde hastayı öldürüyordu. Prokopius’a göre salgının ‘bir çığ gibi çoğaldığı’ dönem ilk üç ay içinde olmuş, ikinci aya doğru ölenlerin sayısı günde beş bine, ikinci ayın sonunda bu sayı on bine çıkmıştı. (Prokopius, 2002, s. 243)

Veba’nın toplumsal yaşamda ve kamu düzeninde yarattığı tahribatı ise Prokopius şöyle anlatıyor:

Vebanın etkisini gösterdiği ilk haftalarda herkes kendi evinden çıkan cenazenin defnedilme törenine katılıyordu. Bazıları fırsatçı davranarak ölülerini başkalarının mezarlarına atıyordu. Bundan dolayı cenaze sahipleri diğer mezarların sahipleriyle sık sık kavga ediyorlardı. Vebanın yoğunluğundaki şiddet çoğaldıkça insanlar ne yapacaklarını şaşırmışlardı; korku ve kaygının eşlik ettiği başıbozuk bir düzensizliğe sürüklenmişlerdi. Köleler efendilerinden mahrum kalmışlardı. Veba öncesinde servet sahibi olmuş kişiler, hizmetçilerinin hasta ya da ölü olmasından ötürü ev işlerinde yalnız bırakılmıştı. Yüzlerce ev tamamıyla insansızlaşmıştı. (Prokopius, 2002, s. 243-244)

Prokopius’un Gizli Tarih'te yazdıklarından anlaşıldığı kadarıyla, İmparatorluk topraklarında yaşanan deprem, su baskını gibi tüm doğal felâketlerden İmparator

Justinianus’u sorumlu olarak görüyordu:

İnsanlık soyunun azılı düşmanı, kötü ruhların maşası Justinian ve çevresi bütün felaketlerin sorumlusuydular. Doğada kötü niyetli, karanlıkda kalmış bazı gizli güçlerin bu adam aracılığıyla, bütün toplumda yol açıktıkları ekonomik ve sosyal yaralar, bir sonraki öykümün konusu olacaktır. (Prokopius, 2002, s. 155)

Daha önce vurguladığım gibi, İmparator’un insan kılığına girmiş şeytanimsi kişiliği, ülkelere bela ettiği korkunç felaketlerin büyüklüğü ile kanıtlanabilir. (...) Bana öyle geliyor ki, bu adamın yok ettiği insan sayısını tahmin etmeye Tanrı’nın dışında kimsenin gücü yetmez. (Prokopius, 2002, s. 151)

Prokopius veba üzerine yazdıklarını, İmparator Justinianus’un da vücudunda şişlikler çıktığı, ancak daha sonra iyileştiği ve vebanın sonraları İran’a ve ‘diğer barbarların’ yaşadıkları yere sıçradığı haberini vererek bitiriyor.

Kuşkusuz on binlerce insanın öldüğü veba salgınlarında Bizans ve Pers İmparatorluklarının ekonomileri de büyük darbe alacaktır. Öncelikle yüksek ölüm oranları kentlerin çökmesine ve ticarî hayatın durmasına neden olurken, kırsal kesimde de durum daha felâket boyutlarındadır. İşgücü kaybı ve kalan köylülerin arazilerini terk etmeleri nedeniyle tarımsal üretim imparatorluk tarihinde olmadığı kadar düşecek ve ciddî boyutta açlık yaşanacaktır. Veba’yı ‘Tanrı’nın cezası’ olarak gören ve tüm Roma imparatorları arasında en uzun süre (527-565) İmparatorluk koltuğunda oturma şansını elde eden Justinianus (Leven, 2005a, 690; Meier, 2005, s. 87)[32] kaybedilen işgücünü telafi edebilmek için 544 yılının Nisan ayında aldığı bir kararla, aktif hizmette olan askerleri terhis ederek ekonomik hayata canlılık getirmek isteyecektir.

7. yüzyılda imparatorluğun sınır boylarını koruyacak güçler olmadığı için, Arap istilâcılar kolaylıkla iç bölgelere kadar sızabilecektir. Sığınılabilecek tek güvenli liman olarak din salgın günlerinde, sokaktaki insandan İmparator’a, tüm toplumsal kesimler üzerindeki ağırlığını daha fazla hissettirecek, tarihin farklı bunalım dönemlerinde sıkça görülen bu dünyadan kaçış ve öteki dünyada selâmet arayışları bu dönemede damgasını

vuracaktır. Papa Büyük Gregorius, Roma’yı kasıp kavuran salgınla mücadele edebilmek için son çareyi Paskalya’da çok büyük bir ayin düzenlemekte bulacaktır.[33]

Diğer yandan VI. yüzyılın başından itibaren görülen bazı doğa olaylarının (yanardağ patlamaları, kuyruklu yıldız görülmesi, güneş tutulmaları, depremler, su baskınları, yangınlar, deniz yüzeyinde kabarmalar, çekirge sürüsü istilâları) veba felâketinin etkisini attırıp arttırmadığı tartışma konusu olmakla birlikte, şaşırtrıcı biçimde, yapılan araştırmalar tarihteki büyük veba salgınlarına bir dizi doğal felâketin eşlik ettiğini ortaya koymaktadır.

Burada bizi ilgilendiren neden-sonuç ilişkisinden çok, salgınlara eşlik eden eden sıra dışı doğa olayların insanlar ve toplumsal yapı üzerindeki olumsuz etkileridir. İstanbul’daki veba salgını öncesinde ve salgın süresince yaşanan sıra dışı doğa olayları inceleyen Valentin Seibel[34] bunları; yanardağ patlamalarına neden olan yer hareketleri, atmosferde yaşanan gelişmeler, gökyüzünde kuyruklu yıldız geçişleri ve doğal bitki örtüsü-hayvanlar üzerindeki olumsuz etkiler olmak üzere dört gruba ayırır. Kanımızca yer hareketlerini konu alan ilk grupta, ortaya konan bulgular (Seibel, 1857, s. 7-13), salgınlar ile doğal felâketler arasında bir korelasyonunun varlığını açıklamasa da, salgınların pençesindeki insanların dayanma gücünü yok ettiğini ve giderek daha fazla doğüstü güçlerden yardım ister hale getirdiği ortaya koymaktadır.[35]

Yine 536 yılında Rabaul Yanardağı’nın patlamasıyla ortaya çıkan kül bulutları ve dumanın gökyüzünü aylar boyunca kaplamasıyla güneşin gündüzleri sadece dört saat görülebildiğini gösteriyor. İskandinavya’dan, İngiltere’yi içine alacak şekilde, Akdeniz havzasına kadar çok geniş bir coğrafyada aşırı soğuk kış, alışılmadık serin yaz aylarının yaşandığı anlaşılıyor. Bu durumdan özellikle tarladaki ürünler ve üzüm bağları olumsuz etkilenmiş ve 530’lu yılların sonlarında büyük bir kıtlık dönemi yaşanmıştır. (Behringer, 2011, s. 94-95; Sticker, 1908-1910, s. 25; Meier, 2005, s. 89)

Justinianus Vebası’nın ekonomik, toplumsal ve sosyal anlamda yaptığı tahribatın boyutlarını en güzel ortaya koyan tespitlerden birisi Naphy ve Spicer tarafından yapılmıştır. Yazarlara göre, nasıl 14. yüzyılın ortalarında ortaya çıkan ‘Kara Ölüm’[36] ve devamında gelen veba salgınlarının Ortaçağ ve Erken Yeniçağ Avrupa’sında bir dönüşüme işaret ediyorsa, aynı şekilde Geç Antikçağ’da yaşanan Justinianus Vebası’nın da döneminde benzer önemde sonuçlar doğurduğu aşikârdır. (Naphy ve Spicer, 2006, s. 15)[37]

Justinianus Vebası’nı takip eden yıllarda yinelenen büyük salgınların sonuncusu 717 yılında yaşanacaktır. İlginç bir biçimde 8. yüzyılın ortasından 14. yüzyılın ortalarına kadar bir daha veba salgınlarına anılan coğrafyada rastlamıyoruz. Bu uzun boşluğun yanıtı ancak Büyük Veba Salgını’nın neden ve sonuçları incelendikten sonra verilebilecektir kanısındayız.

7.4.    ORTAÇAĞ’DA VEBA

7.4.1.    Büyük Veba Salgını (1347-1352)

7.4.1.1.   Büyük Veba Salgını Öncesinde Avrupa

Avrupa’da 8.-14. yüzyıllar arasında veba salgınları açısından şanslı bir dönemin yaşandığını söyleyebiliriz. J. Le Goff, yaklaşık yedi yüz yıllık bir zaman diliminde Batı Dünyası’nda veba salgınına, en azından bugünkü bilgilerimiz ışığında, rastlanılmadığına dikkat çekiyor.[38] Ancak bu durum Erken ve Yüksek Ortaçağ’da veba dışında, başka bulaşıcı hastalıklar görülmediği, hijyen eksikliği, yanlış ve kötü beslenme nedeniyle yüksek oranlı can kayıpları verilmediği anlamına gelmiyor kuşkusuz. Aşağıda göreceğimiz üzere Avrupa’da yaşanan pandemik karakterli Büyük Veba Salgını, nüfusunun yaklaşık üçte birlik kısmının hayatına malolmuştur. Ancak yapılan son araştırmalar, veba salgının tek başına bu denli büyük bir kıyıma neden olmadığını, öncesinde Avrupa’da yaşanan bir dizi doğal felâket ve sosyo-ekonomik koşullardaki aşırı bozulma neticesinde, tifüs, menenjit gibi başka bulaşıcı hastalıklar ve mantar küfü zehirlenmelerinden çok sayıda insanın yaşamını kaybettiğini ortaya koymaktadır. (Strothmann, 2005, s. 181)

Özellikle 9.-11. yüzyıllar arasında çavdar başağı üzerinde üreyen zehirli mantar nedeniyle ortaya çıkan ve yüksek ateşle seyretmesi nedeniyle kronistler tarafından ‘Kutsal Ateş’ (Ignis sacer, Lat.), daha sanraki yüzyıllarda sadece ‘Aziz Antonius Ateşi’ olarak adlandırılan hastalık kitlesel ölümlere neden olmuştur.[39] Son tahlilde bir gıda zehirlenmesi olan ‘Kutsal Ateş’ten bu denli çok sayıda insanın hayatını kaybetmesi veya uzuvlarının çürüyerek dökülmesi nedeniyle sakat kalması, açlık ile hastalık riski arasında ilişkiyi ortaya koymaktadır. Hastalık hasat dönemlerinin hemen ardından ürünleri çürütmekte ve arkasından sonu yamyamlığa varan büyük kıtlıklar yaşanmaktadır. Yine ağır kış şartları sonucunda hasatın yetersiz veya çok düşük olduğu bölgelerde zehirli üründen elde edilen un tüketiminin, acılı sonuçları bilinmesine rağmen tüketilmesi nedeniyle, kitlesel ölümler yaşanmıştır. Böylece Ortaçağ’da gıda zehirlenmeleri bile neden oldukları kitlesel ölümler nedeniyle epidemik (bulaşıcı) bir karaktere bürünmüşlerdir. (Schipperges, 1990, s. 84-88; Jankrift, 2005a, s. 129-135; Jankrift, 2003 a, s. 126-129; Biraben, 1996, s. 390-391)

Veba salgını öncesinde giderek ağırlaşan bazı sorunlar kendisini hissettirse de, 1300­1340 yılları arasında Batı Avrupa’nın, görece istikrarlı bir dönem yaşadığını savunan araştırmacılara (Naphy ve Spicer, 2006, s. 23; Herlihy, 2007, s. 39) karşın, J. Le Goff gibi tarihçiler, 1270-1330 yılları arasında yaşanan altmış yıllık dönemi Avrupa’da ‘Hıristiyanlığın Kriz Dönemi’ olarak tanımlıyor.[40] [41] Avrupa’nın 11. yüzyıldan itibaren yaşadığı yükselişin 1300’lerden itibaren yavaşladığını, hatta tersine doğru bir gidişin, yani gerilemenin, söz konusu olduğunu belirten Le Goffa göre, Avrupa 14. yüzyıla gelindiğinde fizikî, ruhanî, bilimsel-teknik, ekonomik, sosyal ve toplumsal anlamda 717 sınırlarına ulaşmış ve giderek gerilemeye başlamıştır. (Le Goff, 1992, s. 277 vd.)

Benzer biçimde Henri Pirenne 14. yüzyılda yaşanan durgunluğun yaşanan felâketlerden kaynaklandığını belirtiyor:

Haksızlık etmemek için belirtmek gerekir ki, eğer ondörtdüncü yüzyıl gelişmeyi sürdüremediyse, bu yüzyılı tamamıyla kaplayan feliketlerin bunda büyük ölçüde payı vardır. 1315’ten 1317’ye kadar Avrupa’nın tümünü viranaye çeviren korkunç kıtlık, öncekilerin hepsinden daha çok yıkıma yol açmıştır. Ypres’e ilşkin olarak günümüze kadar gelmiş olan bilgiler bunun kapsamını kestirmemize olanak vermektedir. 1316 yılının mayıs ayı başından ekim ayı ortalarına kadar kent yönetimi 2794 cesedin gömülmesi için emir vermiştir. Kentin sakinlerinin muhtemelen 20.000’i aşmadığı gerçeği dikkate alınırsa, bu muazzam bir sayıdır. Otuz yıl sonra yeni ve çok daha korkunç bir felâket Kara Ölüm (Veba), birinci darbeden henüz kurtulmamış olan bir dünyanın üzerine birdenbire çöktü. Tarihte sözü edilen bütün salgınlardan tartışmamız daha korkunçtu. 1347’den 1350’ye kadar, Avrupa’nın nüfusunun

muhtemelen üçte birini kırdığı tahmin edilmektedir. (Pirenne, 2005, s. 216)

Avrupa’nın 700 yılında yirmi beş milyon olan nüfusu, 1250 yılında yetmiş beş milyona ulaşacaktır.[42] Artan nüfusu besleyebilmek ve iskân edebilmek için önemli ölçüde orman varlığı yok edilmiş, bataklıklar kurutulmuş, dik dağ yamaçları dahi tarıma açılmış, verimsiz veya az verimli topraklar büyük bir cömertlikle terk edilmiştir.[43] Köylülerin daha çok tahıl ekebilmek için otlakları işgal ederek inek ve koyunları yerinden etmesi gübre üretimini düşürmüştür. İlginç olan husus, tarım adına yapılan yenilikler hasadı arttırmadığı gibi zayıflayan toprak nedeniyle buğday ve arpa üretiminde düşüş olmuştur. Günümüze ulaşan verilerden 1340’lı yıllarda girişimciler arasında büyük bir iflas dalgasının yaşandığı ve çoğu küçük işletmenin yok olduğu anlaşılıyor. (Nikiforuk, 2007, s. 69; Montanari, 1999, s. 85; Geremek, 1991, s. 94; Strothmann, 2005, s. 182)[44]

Avrupa’da 12. yüzyılın başlarından itibaren, artan nüfus ve toplam talebe bağlı olarak yaşanan fiyat artışları 14. yüzyılın ikinci yarısında başlayacak kriz dönemine kadar kesintisiz devam eder. Bu süreçte ekonomik birimlerde önemli kapasite artışları yaşanırken, artan tüketimle ticaret hacmi daha önceki dönemlerde olmadığı kadar büyüyecektir. Ancak 13. yüzyılın ikinci yarısında %10’luk nüfus artışına karşın, tarımsal alanda üretim artışı sağlayacak yeni tekniklerin geliştirilememesi ve tarım alanlarının fiziki sınırlarına ulaşılması tarım ürünü fiyatlarında artışı beraberinde getirecektir. 1287-1303 yılları arasında Paris çevresinde ekmeklik tahıl fiyatları iki katına çıkar. (Geremek, 1991, s. 94 vd.) Bu dönemin bir diğer sorunu nüfus artışı ve ticarî hayatta yaşanan gelişmelere bağlı olarak hızla biçimde yaşanan kentleşme olgusu olacaktır. Çoğu Avrupa kenti bu beklenmedik göç karşısında hazırlıksız yakalanmıştır.

Bu arada feodal sistemin işleyişinde görülen sıkıntılar nedeniyle açığa çıkan köylü nüfusun kentler üzerinde yarattığı baskı da ayrı bir sorun teşkil etmektedir.

Diğer yandan uzun süren bir ılıman dönemden sonra, 14. yüzyılın başlarından itibaren, Avrupa’da iklim koşullarında bir kötüleşme yaşanmaya başladığını görüyoruz.[45] 1312 yılına ait bir Güney Almanya Kroniği’nde felâket şu cümlelerle tarif edilir: “1312 yılında bütün Almaya’da büyük ölümler oldu. Özellikle Ren Vadisi’ndeki insanların üçte birinin yaşamını kaybetmiş olabileceği düşünülüyor.”[46] 1315 yılından itibaren soğuk ve nemli yaz ayları giderek sıklaşmaya başlar ve aynı yılın Nisan ayında başlayan sağnak yağmurlar, Kasım ayına kadar fırtınaya dönüşerek kesintisiz olarak devam eder. Yazın yaşanmadığı bu yılı (Jahr ohne Sommer) benzer koşullarda 1316 yılı takip edecektir. (Pfister, 2000, s. 24; Behringer, 2011, s. 143)

Ekili alanlarda toprakların aylarca donuk kalması, otlakların buzullarla kaplanması, nehirlerin donması, günlerce yüzünü göstermeyen güneş ve kısa yaz aylarında uzun yağmur dönemleri kırsal kesim insanına hasat yapma fırsatı vermez. Bu dönemde Avrupa’da yaşanan iklim değişikliği ilk etkisini tarımsal ürün üretiminde dramatik düşüşlerle göstermiştir. Bu üretim kaybı, özellikle yükselen tahıl fiyatlarıyla beraber olağandışı bir açlık ve sefalet döneminin ateşleyicisi olur.[47] 1 3 1 5-13 1 7/18 yıllarını kapsayan yaklaşık dört yıl boyunca, Avrupa topraklarında yaşanan açlık, o güne kadar yaşanmışların en büyüğü olarak tarihe geçecektir. (Le Goff, 1992, s. 285; Geremek, 1991, s. 95)[48] Bu korkunç kıtlıktan Atlantiğe kıyı olan coğrafî bölge başta olmak üzere, Fransa, İngiltere, Hollanda ve Almanya etkilenecektir. (Montanari, 1999, s. 85-86) Kırsal kesimde yoksulların ender öğünlerinde ısırgan otu, güvercin pisliği, kedi, köpek hatta çocuk yemeğe başladıkları biliniyor. (Nikiforuk, 2007, s. 70) Yine Windsheimer 1315 Kroniğinde yer alan ifadeler, açlığın hangi boyutlarda olduğuna tanıklık eder: “Her şey, köpek, at ve asılmış hırsız bile yendi.”[49]

Yukarıda ana hatlarıyla vurgulamaya çalıştığımız hususlardan da anlaşılacağı üzere, veba Avrupa topraklarına ayak basmasından önce, özellikle Batı Avrupa’da yaşam koşullarında ciddî bir bozulmanın varlığı dikkatimizi çekiyor. Nüfus artışı, iklim koşullarında bozulma, gerileyen tarımsal üretim, yükselen fiyatlar, yaygın açlık ve feodalite gibi geleneksel bir örgütlenme modelinde oluşan çatlaklar bu olumsuz tabloyu oluşturan ana unsurlar olarak karşımıza çıkıyor.[50]

7.4.I.2.     Salgının Avrupa’ya Girişi ve Yayılması

Yukarıda belirtildiği gibi İstanbul’un 6. yüzyılın ortalarında yaşadığı büyük salgından sonra vebanın Batı dünyasındaki saldırıları dokuz ila on iki yıllık molalarla 8. yüzyılın ortalarına kadar sürmüştür.[51] Daha sonra 14. yüzyıla kadar süren uzun bir sessizlik dönemi yaşanacaktır. Bu sessizlik döneminde, Avrupa topraklarında doğal felâketlerin sonucunda ve bizzat insan eliyle, büyük bir salgının ortaya çıkmasına uygun bir ortam yaratıldığını söyleyebiliriz.

Kıta Avrupa’sına 1347 yılının Ekim ayında İtalya’nın Messina Limanı’ndan giriş yapan Yersinia pestis’in (Yersin Basili)[52] uzun yolculuğuna Moğolistan ve Gobi Çölü’nden başladığını biliyoruz. Hastalık bu bölgeden doğuya ve batıya doğru iki yönden yayılacaktır. Çin’de 1331-1353 yılları arasında yaşanan salgın büyük olasılıkla nüfusun %65’lik kısmını yok etmiştir. 1393 yılına gelindiğinde Çin’in nüfusu yüz yirmi milyondan doksan milyona gerilemiştir; böylelikle Çin’in altmış yıl içinde salgın nedeniyle nüfusunun %25’ni kaybetmiş olduğunu anlıyoruz. Çin’deki büyük salgın üzerine yayılan söylentiler 1346 yılında Avrupa’ya ulaşır. Batı’ya doğru hareket eden kollardan biri Semerkant üzerinden, Hazar Denizi’nin güneyine ve oradan da Pers İmparatorluğu’na ulaşacaktır.[53] Hastalığın diğer kolu ise 1338-1339 yıllarında Nesturi Hıristiyan toplumların yaşadıkları Balkaş Gölü yakınlarındaki Issık-Kul’da çok sayıda insanı öldürerek, nihayet 1345 yılında Kırım’a ulaşır. Buradan da Avrupa kıyılarından, her gün çok sayıda ticarî geminin yanaştığı Kaffa (günümüzde Feodosiya) Limanı’ndan bir Ceneviz gemisine sıçrayarak Eski Kıta’ya doğru uzun yolculuğuna başlar.

Yersinia pestis 1347 yılında döneminin en önemli ekonomik ve ticarî merkezlerinden biri olan İstanbul’a ulaştığında bu aynı zamanda hastalığın tüm doğu Akdeniz havzasına bulaşacağı anlamına geliyordu. Nitekim İskenderiye, Kahire, 1347 yılında, Kıbrıs, Suriye, Filistin, Arabistan Yarımadası, Anadolu ise 1348 yılında vebayla tanışırken; İstanbul’dan diğer bir kol Polonya’ya doğru yavaşça yola çıkacaktır. (Janktrift, 2005b, s. 232) Ancak burada bizi ilgilendiren husus salgının, İtalya’nın Messina Limanı’na doğru hareket eden güney-batı koludur. Çünkü hastalığın Avrupa topraklarına girişi bu noktadan olacaktır. (Napy ve Spicer, 2006, s. 28-29; Tuchman, 1995, s. 97 vd.)

Sicilya adasındaki Messina’dan başlayan salgın hızlı biçimde ticarî ulaşım rotasını izleyerek Cenova, Floransa, Pisa ve Venedik’e sıçrar. 1348 yılında Marsilya gibi diğer liman kentlerinin yanı sıra İtalya’nın iç kesimlerinde ve Fransa’da Montpellier, Narbonne, Carcassonne, Toulouse, Montabaun, Bordeaux ve Avignon’da salgın baş gösterir. Salgın Fransa’dan, ticaretin yoğun olduğu rota üzerinden, Hollanda ve İngiltere’ye; diğer yandan kuzeye harekette Norveç’e ve 1350 yılında İsveç’e ulaşır. 1350 yılına gelindiğinde hastalık sadece kuzey Avrupa’da değildir artık, batıda, İskoçya, İzlanda, Grönland ve Shetland’ı da etkisi altına almıştır. 1351 yılında güneyden Almanya ve İsviçre topraklarına giriş yapan salgın kuzey ve doğu istikametindeki hızlı hareketiyle 1352 yılında Rusya’ya ulaşacak[54] daha sonra güneye kıvrılarak Ukrayna’yı teslim alacaktır. Böylece veba salgını beş yıl sonra arkasında milyonlarca ölü bırakarak, 1346 yılında başladığı noktaya, Kırım’a geri döner. (Napy ve Spicer, 2006, s. 29-30; Herlihy, 2007, s. 16-18; Vasold, 2003, s. 108 vd; Bulst, 2005, s. 142; Biraben, 1996, s. 399-400)[55]

7.4.1.3,   Veba Hastalığı ve Türleri

İnsanlarda iki ile sekiz günlük kuluçka süreleri sonunda ölümle sonuçlanan veba hastalığının Moğolistan bozkırlarında tarla fareleri, dağ sıçanları ve sincap benzeri kemirgenler tarafından yaygın olarak taşınan Yersin Basili’nden kaynaklandığı biliniyor. Bu bağlamda vebanın aslında bir insan hastalığı olmadığını, kemirgenlerde taşınan pireler aracılığıyla insanlara bulaştığını ve hijyen koşullarının hastalığın bulaşması ve yayılmasında hayatî önem taşıdığını söyleyebiliriz. Sadece taşıyıcı kemirgenlerin izledikleri güzergâh salgınlara pandemik karakter kazandırmaz. Aynı zamanda insanlar, bedenlerinde ve giysilerinde taşıdıkları pireler aracılığıyla hastalığın yayılmasına olanak verirler.

Avrupa topraklarında 1347 yılından itibaren görülen veba üç farklı türle karşımıza çıkıyor; hıyarcıklı veba, akciğer vebası ve septisemik veba. Pire ısırığı ile bulaşan ve en sık görülen veba türü olan hıyarcıklı veba, yüksek ateş, baş dönmesi, bulantı, ışığa duyarlılıkla ortaya çıkar. Yüksek ateşle birlikte hasta hezeyanlar görmeye başlar. Kasıklarda, koltuk altlarında ve boyunda oluşan şişlikler, irin dolu torbalara dönüşür ve nihayet hasta bir hafta içinde ölür. Tüm veba vakalarının dörtte üçünü oluşturan hıyarcıklı veba insandan insana bulaşmaz ve ölüm oranı %20 ile 75 arasında değişir. İnsandan insana bulaşan tek veba türü olan akciğer vebası ise, kana karışan veba basilinin akciğerlere yerleşmesiyle veya hava yoluyla solunmasıyla ortaya çıkar. Zatürre benzeri klinik bir tablo ortaya koyan ve insandan insana bulaşabilme özelliğine sahip olan bu türde üç günün sonunda hasta kaybedilir. Akciğer vebasında ölüm oranı %90-95 civarındadır. Özellikle iklim koşullarının akciğer vebasının yayılmasında etken olduğu düşünülmektedir. Örneğin soğuk havaların akciğer vebasının akciğerlere yerleşmesini kolaylaştırdığı biliniyor. Bakterilerin kanla bütün vücuda yayıldığı septisemik vebanın belirtiler ani yüksek ateş, deride döküntü olarak ortaya çıkar. Ölüm oranının %100’e yakın olduğu bu türde hasta yirmi dört saatte ölür. (Bulst, 2005, s. 146; Herlihy, 2007, s. 13-14; Strothmann, 2005, s. 180)

Veba hastalığı Avrupa topraklarında gerçek yüzünü gösterdiği ilk andan itibaren farklı isimlerle anılmıştır. Çağdaşları tarafından ilk olarak ‘En Büyük Veba/Salgın’ (pestilantia maxima) veya ‘Büyük Ölüm’ (mortalitas magna) olarak tanımlanmıştır. Vebayı, ‘Kara Ölüm’ olarak ilk kez 16. yüzyılda, İsveçli ve Danimarkalı kronistler yazdıkları metinlerde kullanmışlardır. Ancak ‘Kara Ölüm’ (mors nigra) tanımını ilk kez bir Flaman Astrolog Simon de Covinus bir şiirinde (1350) kullanmış, ancak daha sonra tanım Latince, daha teatral bir ifadeyle, ‘Korkunç Ölüm’ (mors atra)[56] haline dönüşmüştür. Hastalığın ilerleyen yüzyıllarda ‘kara’[57] ölüm olarak adlandırılması, derinin altında ortaya çıkan mavi-siyah kanamalardan kaynaklanmaktadır. (Byrne, 2004, s. 1; Schipperges, 1993, s. 104; Bulst, 2005, s. 145; Herlihy, 2007, s. 10)

7.4.I.4.     Kurban Sayısı

Veba salgının boyutları en iyi ortaya koyacak unsurlardan biri kuşkusuz nüfus ve işgücü üzerindeki yok edici etkisidir. Avrupa’nın 13. yüzyıldaki nüfusuna yeniden ancak 16. yüzyılda ulaşabilmesi ne denli büyük bir salgın ve giderek ekolojik felâketin yaşandığına en iyi delilidir.[58] Öncelikle bu dönüşüme zemin oluşturan unsurlara kısaca değinelim. Salgın sonunda ortaya çıkan nüfus kaybı, büyüklüğü itibariyle, araştırmacıların üzerinde hem fikir oldukları konuların başında gelmektedir. Ancak oran ve rakam telafuz edilmeye başlandığında sorunlar ortaya çıkmaktadır. Biz burada bazı araştırmacıların, salgın süresince verilen kayıplar üzerine yaptıkları araştırmalardan elde ettikleri bulgulara değinmekle yetineceğiz. Buna göre Norveçli tarihçi O. J. Benedictow’un yakın tarihli çalışmasına göre bazı ülkelerdeki kayıpların ülke nüfusuna oranı şöyledir: Bugunkü İspanya %60-65, İtalya %50-60, Fransa %60 ve İngiltere %62,5. Bu türden araştırmaların güvenilirliği kuşkusuz salgının yaşandığı şehir veya ülkede tutulan kayıtların varlığıyla doğru orantılıdır. Örneğin çok ayrıntılı belge ve kayıtların günümüze ulaştığı Toskana’da tahmin olunan %50-60 aralığındaki oranın güvenilirlik derecesi çok yüksek iken, Almanya gibi yeterli kayıtların olmadığı ülkelerde güvenilir tahminler yapabilmek mümkün değildir. Benedictow’göre tüm Avrupa göz önünde bulundurulduğunda ise, yaklaşık seksen milyonluk nüfusun elli milyonun, yani %60’nın, vebaya kurban gittiğini söylemek mümkündür. (Jackel, 2005, s. 163-164)

Salgının bu denli yüksek insan kaybına neden olduğu öngören çalışmalara karşın, tıp tarihçisi Manfred Vasold gibi Avrupa’da bazı bölgelerin salgınla hiç karşılaşmamış olmasından hareketle, üçte bir oranında bir nüfus kaybını öngörmenin büyük abartı olacağını düşünenler de vardır. (Vasold, 2003, s. 123) Ancak salgını konu alan araştırmaların önemli bir bölümünde kayıpların toplam nüfusa oranı %30 civarındadır.

Yaklaşık %30’luk bu oranın[59] alt-üst uç değerleri ise %25 ve %40’tır. Genel kabul gören %30 oranının rakamlarla ifadesi ise yaklaşık otuz milyon kişidir. (Nikiforuk, 2007, s. 68; Jankrift, 2003, s. 182; Naphy ve Spicer, 2006, s. 30) Bu sayıya ulaşmada kullanılan önemli kaynaklardan biri Papa VI. Clemens’in (1291-1352) yaptırdığı hesaptır.[60] Buna göre yetmiş beş milyon nüfuslu[61] Avrupa’nın %31’ne tekabül eden yirmi üç milyon sekiz yüz kırk bin kişi salgın nedeniyle yaşamını yitirmiştir. (Tuchman, 1995, s. 98; Naphy ve Spicer, 2006, s. 30)[62] Veba salgınının kurban sayısı üzerinde yürütülen tartışmalar bu çalışmanın boyutlarını aşan nitelikte olduğu için biz ortalama %30’luk nüfus kaybı oranını veri olarak alacağız.

Bu konuyu sonuçlandırmadan önce üç noktaya dikkat çekmeyi gerekli görüyoruz. Öncelikle belirtilmesi gereken husus, birçok kaynakta anılan nüfus kayıpları doğrudan veba salgınına atfedilmektedir. Aslında salgının dolaylı etkilerinin sonuçları olarak görülmesi gereken, yaşam standartlarında bozulma, salgın sırasında gerçekleşen diğer doğal felâketlerden kaynaklanan sorunlar, sağlık hizmetlerinin görülmesinde aksama, yoksulluğun artması nedeniyle beslenme eksikliği ve nihayet bağışıklık sistemi zayıflayan bedenleri diğer salgın hastalıklara açık hale gelmesi gibi unsurlar ölüm oranlarını artırmaktadır. Diğer yandan Avrupa’da salgının yaşandığı ülkeler, kentler ve diğer yerleşim merkezleri arasındaki nüfus kayıpları önemli farklılıklar göstermektedir. Örneğin Floransa, Venedik gibi kentler nüfuslarının yarısına yakın kısmını (bazı hesaplara göre %60’nı) kaybederken, İtalya salgının en çok etkilediği ülkelerden biri olacaktır. Yine 1348’in ortalarında İngiltere’ye ulaşan salgın üç milyon yedi yüz binlik nüfusun üçte birini yok edecektir. Bavyera, Bohemya, Silezya ve güney Hollanda gibi şanslı bölgeler hemen hiç kayıp vermeden salgını atlatırken (Vasold, 2003, s. 114); buna karşılık yine Almanya’da, örneğin Magdeburg’da %50, Bremen’de %70, Hamburg’da ise nüfus kaybı %50 ilâ 66 arasında olacaktır. Salgın Norveç için tam bir felâket olurken, İsveç’i önemli ölçüde etkileyecek buna karşın Finlandiya’ya hemen hiç dokunmayacaktır. (Vasold, 2003, s. 115; Delumeau, 1985, s. 143) Bu farklılıklar ülke içindeki bölgeler arasında bile belirgin bir şekilde izlenebilmektedir. Kurban sayılarındaki bu aşırı farklılıklar, Manfred Vasold (2003), ve Klaus Bergdolt’un (2003) çalışmalarında ayrıntılı bir şekilde açıklandığı üzere, henüz daha ayrıntılı biçimde çalışılmamış ülke ve bölgelerin varlığından da kaynaklanmaktadır. Diğer önemli husus, Vasold’un da dikkat çektiği üzere, salgına verilen ‘kurban sayısı’ en başından itibaren tarih yazıcılarının ve tarihçilerin en çok genelleştirdikleri ve abarttıkları konulardan biri olmuştur. Zaman içinde tarihçiler tarafından veba kurbanlarının sayısı yirmi milyondan otuz milyona, hatta kırk milyona kadar çıkartılmıştır. (Vasold, 2003, s. 118)

7.4.1.5,   Salgınla Mücadele ve Tedavi Yöntemleri

Salgının başladığı andan itibaren vebanın, başta hekimler olmak üzere eğitimli kesimlerin ilgi odağı haline geldiğini söylemek abartı olmaz. Yapılan araştırmalar salgının başladığı ilk yıllarda veba üzerine yirmi beş tane incelemenin yayınlamış olması ilginin boyutu hakkında fikir verebilir.[63] Bugüne kadar ayrıntılı dökümü yapılmamış hekim reçeteleri, şehir yönetimlerince kaleme alınan düzenleyici ve
kısıtlayıcı nizamnameler göz önünde bulundurulduğunda, Erken Yeniçağ’a kadar döneme ilişkin, büyük bir yekün oluşturacak malzemenin varlığı söz konusu olacaktır. (Bulst, 2005, s. 147)

Bu alanda ilk çalışmayı yaptıranlardan biri, salgının boyutları ve hızı karşısında dehşete düşen Fransa Kralı VI. Philippe’dir. 1348 yılının Ekim ayında Kral, Paris Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne vebanın nedenlerinin ve tedavi önlemelerinin araştırılması talimatını verir. Hazırlanan rapora göre vebanın birincil nedeni kozmik evrende gezegenlerin dizilimidir: o dönemde Satürn, Jüpiter ve Mars, Kova Burcu’nun etkisi altındadır. Diğer bir neden bozulmuş sular ve zararlı gıdalardır. Yine hastalığın doğrudan bulaşma riskinin kesin olduğu vurgulanır. O halde vebaya karşı korunma yöntemleri nelerdir? Paris Üniversitesi’nde kurulan ‘veba komitesi’nin üyesi Üstad Simon de Couvin raporunda öncelikle şu öneride bulunur: her kim besleyici olmayan gıdalarla kötü biçimde beslenirse, en basit rastlaşma da bile hastalığı kapar. Paris Kurulu raporunda hijyen şartlarının ve yaşam tarzının iyileştirilmesi üzerine bazı önerilerde bulunur: evlerde ve umuma açık alanlarda tütsüler yakılmalı, kanatlı hayvan etinden veya çok yağlı etlerden uzak durulmalı, uykuya gün ağardıktan sonra devam edilmemeli, kahvaltıda çok az içilmeli, geceleri dışarı çıkılmamalı, ağır perhizlerden, çalkantılı ruh halinden ve sarhoş olmaktan kaçınılmalıdır. Nihayet ishal kuşku uyandırır, banyolar tehlikelidir, kadınlarla cinsel ilişki ise öldürücüdür. (Schipperges, 1990, s. 81-82; Bulst, 2005, s. 147-148; Tuchman, 1995, s. 106-107; Jankrieft, 2003b, s. 198-202)[64]

Büyük Veba Salgını’ndan yaklaşık iki yüzyıl önce Bingenli Azize Hildegard veba hastasının acılarını azaltmak üzere bitkisel bir reçete önerir: “Büyük acılarla ölüme götüren hıyarcıklı vebaya karşı yılanyastığının (buzağı otu) kök ve yapraklarından vermek suretiyle huzurlu bir son hazırlanabilir.”[65]

Büyük Salgın döneminde, şaşırtıcı biçimde, vebalıların toplumdan tecrit edilerek salgının yayılmasının engellenmesine başvurulmadığını görüyoruz. Bu bağlamda istisnalar dışında veba hastalarının özenli bakımı için ilâve tedbirlerin alınmamış olması da dikkat çekicidir. Her ne kadar eski giysi ticaretine yasak getirilmesi, ölenlerin ardından düzenlenen ayin ve ölüm yemeği benzeri etkinliklere kısıtlama getirilmesi, salgın nedeniyle cenaze çıkan evlere girilmemesi gibi önlemler İtalya’da uygulansa da, bunların salgının yayılmasını önlemekten çok uzak olduğu aşikârdır. İlk karantina önleminin salgından yaklaşık yirmi yıl sonra, 1377 yılında, yöresel bir salgın sırasında otuz gün süreyle liman kenti Ragusa’da (Dubrovnik) uygulandığını, sadece veba hastalarının kabul edildiği hastanelerin ise ilk kez 1423 yılında Venedik’de kurulduğunu görüyoruz. Almanya’da daha geç tarihlerde (1473) hayata geçirilen bu sınırlı örnekler (Pesthauser) dışında hastaların sağlıklı olanlardan tecrit edilmesi, giderek kapatılması ve benzeri uygulamaların yaygınlaşmasının uzun zaman aldığı anlaşılıyor. N. Bulst yerinde bir yaklaşımla sadece veba hastalarına özgü bir tedavi ve bakım merkezi oluşturmanın yüksek maliyeti nedeniyle denenmemiş olduğunu, yine karantina uygulamasının anılan dönemde, özellikle Akdenize kıyısı olan Güney Avrupa Ülkeleri’nden yapılan ticareti uzun dönemde olumsuz etkileyeceğinden korkulduğu için başvurulmadığına işaret ediyor. Yine hastalıktan koruyucu ve salgının yayılmasını engelleyen sistematik önlemlerin, muhtemelen hekimlerin bilgisizliklerinden kaynaklanan nedenlerle, hayata geçirilmesinin ancak iki yüzyıl sonra gerçekleştiğini görüyoruz. (Bulst, 2005, s. 156-157; Herlihy, 2007, s. 89; Strothmann, 2005, s. 187­188; Jankrift, 2003b, s. 202-209)

Ortaçağ’ın Dünyası’nda hastalıklarla mücadele sadece hekimlerin ve geleneksel halk tıbbının araçlarıyla yapılmıyordu kuşkusuz. Din, insanların her felâkette olduğu üzere veba salgınında da, sığınacağı son liman konumundaydı. Katolik Kilisesi de Büyük Salgın döneminde, bu felâket karşısında çaresiz olduğunun farkına çok çabuk varsa da, olabildiğince insanlara umut vererek, dirençlerini yüksek tutmaya çalışıyordu. Bu girişimlerin salgın üzerinde etkisi olduğunu söyleyebilmek mümkün değilse de, insanlar üzerinde, en azından Hıristiyanlığın etik değerlerini insanlara anımsatması nedeniyle olumlu etkilerinin olduğu anlaşılabilir. Kilise salgın döneminde başta Bakire Meryem olmak üzere, Azizler Kültü ve Kilise Pederleri’ni kullanarak kararlı bir mücadele yürütmüştür. Düzenlenen geniş katılımlı dualar ve ayinlerde veba salgını, işlenen günahların Hıristiyanlar tarafından ödenmesi gereken bedeli olarak formüle edilecektir. Bu bedel ödenmeden Tanrı’nın öfkesinin dinmeyeceği söylemi Kilise’nin, salgın karşısında, kendisinden yardım bekleyenlere karşı içinde bulunduğu çaresiz durumu

■i        r* 1     , ı,,ııı -ı w -ı •                                  ,      742

kamufule etmek için kullandığı bir araçtır.

Veba daha önce yaşanmış hiçbir bir salgında veya felâkette olmadığı kadar insanları savunmasız ve korunmasız bırakmıştır. Yaşanan çaresizlik giderek daha fazla insanı Kilise’nin korunmasından medet umar hale getirecektir. Veba’dan korunmak, hastaları tedavi edebilmek için azizlerden yardım istemek gündelik yaşamın bir parçasıdır. Artık kentlerde dualar, ayinler ve dinî geçit alayları doğrudan, Kilise’nin bir insiyatifi olmaktan çok halkın ani gelişen tepkileriyle düzenlenmektedir. Diğer yandan Papa’nın himayesinde, 1348 yılındaki örnekte görüldüğü üzere, çok geniş katılımlı ayinler düzenlenmekte, başta Bakire Meryem olmak üzere, Hıristiyan dünyasının bildik Azizleri ve şehirlerin koruyucu melekleri yardıma çağırılmaktadır. Bulst (2005, s. 150), vebadan kurtuluş için yardıma çağırılan on dört isimlik bir listenin varlığından söz eder. Erken Hıristiyanlığın en ünlü ve en çok tasvir edilen din şehitlerinden biri olan Aziz Sebastian (öl. 288), Justinianus Vebası’ndan itibaren veba hastalığına karşı yardımı istenen ilk azizdir. 7. yüzyıldan itibaren, genellikle bir ağaç veya sütuna bağlanmış bedenine, vebayı temsilen saplanmış çok sayıda okla[66] [67] tasvir edilen Aziz Sebastian, Jacobus de Voragine tarafından Roma ve Pavia’da yaşanan veba salgınını yenen Aziz olarak tanımlanır. Birçok tasvirde İsa’nın çalmıştaki acı çeken bedenini çağrıştıran Aziz Sebastian’ın da Tanrı’nın veba olarak yere inen öfkesini, oklar aracılığıyla bedeninde topladığına ve böylelikle insanlığı vebadan kurtardığına inanılır. (De Voragine, 2006, s. 85; Fichtinger, 1995, s. 344; Bulst, 2005, s. 150-151; Byrne, 2004, s. 94-95; Naphy ve Spicer, 2006, s. 44)

Ancak Ortaçağ’daki bu büyük felâket, kendi azizini yaratmakta gecikmez. Efsaneye göre 1295 yılında Fransa’nın Montpellier kentinde doğan Rochus küçük yaşta ailesini kaybeder ve kendine miras kalan mal varlığını yoksullara hibe ederek Fransisken Tarikatı’na girer. Salgın yıllarında Roma’ya yaptığı haç ziyaretinde yolda ve kentte veba hastalarıyla karşılaşır. Rochus Roma’da bulunduğu süre içinde büyük bir özveriyle vebalılara yardım eder. Yardım ettiği hastalarda mucize kabilinden iyileşmeler sayesinde adı Roma’da yayılır ve üç yıl sürede birçok hastayı iyileştirir. İtalya’da yaptığı seyahatlerin birinde kendisi de vebaya yakalanır ancak bir melek tarafından tedavi edilir. Ülkesi Fransa’ya döndüğünde asılsız bir suçlama nedeniyle hücreye kapatılır ve beş yıl sonra (1327) ölür. Rochus’un vebayı tedavi edebildiğine dair söylentiler hızla yayılır ve 1485 yılında ilk kez Venedik’de Rochus’un veba hastalarını tedavi eden ve kollayan aziz kimliği üzerine girişimlerde bulunulur. (Bergdolt, 2003, s. 160; Bulst, 2005, s. 153; Byrne, 2004, s. 96; Jankrift, 2003a, s. 39; Herlihy, 2007, s. 101-102)

Tüm bu azizlerin varlığına karşın, Batı Dünyası’nda veba ile inancın gücüne dayanarak yapılan mücadelenin temelinde Kutsal Bakire Meryem kültü yer alır. Hıristiyanlık ikonografisinde oldukça geç bir tarihte, 14. yüzyılın sonlarında, ortaya çıkan Meryem figürü, gökten felâket getiren üç oktan, veba, açlık ve savaştan, insanları korumak üzere pelerinini açmış olarak tasvir edilir. İkonografi’de Tanrı (veya İsa Mesih) genellikle üç felâketi temsilen, üç adet okla insanlara, işledikleri günahın bedeli olan cezayı gönderirken, Bakire Meryem, üzerinde taşıdığı pelerinini iki eliyle açarak insanları bu öfke sağnağının sonuçlarından korumaya çalışır. Bazı tasvirlerde, Meryem’in adeta kendini siper ederek göğüs gerdiği felâketlere karşı insanların yakarışlarını iletmek üzere başka azizlerin de yanında yer aldığı görülür. 15. yüzyıldan tüm Hıristiyanlık coğrafyasında Meryem kadın, erkek, ruhban, laik, soylu, köylü, zengin, köylü ayırt etmeden her kesimden insanı kanatlarının altına almış olarak tasvir edilir. (Naphy ve Spicer, 2006, s. 45; Bulst, 2005, s. 154)

Büyük Salgın döneminde yaşanan kıyımın insanların etik değerlerini etkilediğine, giderek bir yozlaşmanın kaçınılmaz olduğuna inanan Kilise, toplumun ortak vicadınını rahatsız eden lüks yaşama tutkusu ve abatılı giyim-kuşam zevkine sınırlama getirmek üzere girişimlerde bulunacaktır. Özellikle Almanya’nın birçok kentinde salgını takip eden yıllarda yapılan hukuki düzenlemelerde, elbise seçiminde sadelik ve basitliği zorunlu kılan, vaftiz, düğün ve cenaze merasimlerinde aşırı masraf ve israftan kaçınılmasını öngören kararlar alınmıştır. Benzer bir uygulama, ‘Kara Ölüm’ü gerekçe göstererek israf ve lüksü önleme düzenlemelerini hayata geçiren Venedik Şehir Yönetimi için de söz konusudur. Dönemin kaynaklarında ahlâkî yozlaşmanın toplumun, yaş, cinsiyet ve sosyal statü ayrımı olmaksızın, tüm kesimlerine yayıldığı israrla vurgulanır.[68] Salgınla ortaya çıkan bu yozlaşmaya karşı yapılan düzenlemelerde, özellikle kadınlar sadece giyim-kuşamlarında değil, hal ve davranışlarında da iffetli olmaya davet edilmektedir. Gerçekten salgın döneminde ve sonrasında bu yönde düzenlemeleri gerektirecek bir ‘tüketim çılgınlığı’ ve insan davranışlarında aşırı bir serbestleşme söz konusu mudur?

Dönemin kaynakları, Pestilentia Magna'nın yarattığı ölümcül deneyimin, insanları davranışlarında ve seçimlerinde garipleştirdiğini ortaya koymaktadır. Her ne kadar Kilise’nin bu söylemini dünyevî yaşamda insanlar arasında eşitlik-denklik sağlamak amacına dayandırdığı iddia edilse de, asıl niyetinin Hıristiyanlığın bir tevazu dini olduğuna insanlara hatırlatmak ve dahası ‘öteki dünya’ vurgusu yapmak olduğu açıktır. Ancak sorun, Kilise’nin kaygılarıyla sınırlandırılmayacak denli büyüktür. Bu nedenle yaptırımı olan birçok düzenlemenin arkasında sivil otorite vardır. Hem Kilise hem de şehir yönetimleri açısından amaç, yaşanan felâket karşısında gündelik hayatı organize etmek ve giderek yok olmaya başlayan dayanışmanın arttırılmasıdır.[69] Bir diğer önemli konu, herkesin koşullar ne olursa olsun, eşit konumda olduğuna vurgu yapılmasıdır.[70] Böylece aidiyet ve giderek dayanışma duygusunu kuvvetlendirebilmek, toplumun direncini arttırabilmek mümkün olacaktır. (Bulst, 2005, s. 154-155; Bergdolt, 2003, s. 155-156)

7.4.1.6.   Salgından En Çok Etkilenen Meslek Grupları

Kara Ölüm nedeniyle Avrupa’nın azalan nüfusu ekonomik yapı üzerindeki en önemli etkisini çalışma hayatında yaşanan işgücü kaybıyla kendini gösterecektir. İtalya ve İngiltere gibi vebaya en çok kurban veren ülkelerde 14. yüzyılın ikinci yarısında kentlerde ve köylerde yaşayan nüfusta %70 ilâ 80’lik bir azalma gözlenir. Salgının kısa dönemdeki ilk şoku ekonomik düzeni bozarak kaosa neden olması ve zorunlu hizmet alanlarını felç etmesidir. Veba ile direkt ilişkide bulunan mesleklerde kayıplar %90’lara kadar çıkmaktadır. Öncelikle hekimler görevleri nedeniyle aldıkları risk oranında korunamadıkları için salgından birinci derecede etkilenmekte ve sürekli büyüyen bir hekim ve yardımcı sağlık hizmetlileri açığı oluşmaktadır. Uzman hekimlerin yetişmesinin zaman alması ve yaşanan göçler nedeniyle tedavi hizmetlerinin gerektiği gibi verilmesi salgının ilerleyen dönemlerinde neredeyse imkânsız hale gelmiştir.

Salgının yaşandığı 14. yüzyıl Avrupası’nda sağlık hizmetlerinin sunumuna baktığımızda, oldukça geniş bir yelpazede hizmet verildiği görülecektir. Akademik tıbbı temsil eden meslekten hekimler ile geleneksel yöntemlerle tedavi sunan şifacılar yan yana çalışmaktadır. Kaldı ki, sağlık hizmetini alanlar açısından seküler ya da ruhanî şifacılar arasında ayrım yapabilme lüksü yoktur. Herlihy (2007, s. 88-89), Ortaçağ toplumunda sağlık hizmetlerinin hekimler, cerrahlar, berberler ve yerel şifacılar olmak üzere dört farklı grup tarafından verildiğini belirtiyor. Ancak veba hastalığının nedenleri, bulaşma yolları ve tedavisi üzerine bilinenlerin bu dört grup arasında, sonuca yönelik önemli bir farklılık getirmediğini söyleyebiliriz. Papa VI. Clemens’in hekimi Guy de Chauliac bir yandan mesleğinin gereği olduğu üzere vebayı, beden sıvıları açısından yorumlamakta ve hacamat yaparak, müshil kullanarak, formülü kendisinde saklı şifalı iksirler içerek, kapalı mekânlarda tütsülerle solunan havayı temizleyerek önlemeyi önermekte, diğer yandan ise, gezegenlerin 1345 yılında gökyüzündeki diziliminin salgının nedenini oluşturduğunu açık bir dille savunmaktadır. Guy de Chauliac da, dönemin tüm eğitimli hekimleri gibi salgının nedeninin, gizemli doğa olaylarında aranmasından yanadır. (Bergdoldt, 2003, s. 65-66)

Salgın döneminde doktorların ve diğer sağlık personelinin yaşadıklarını konu alan bilgiler yetersizliği dikkat çekicidir. Bergdolt bu eksikliği ironik bir saptama ile açıklar: “Mesleğini icra ederken veba kapan hekim, sorumluluklarını bırakıp kaçan meslektaşlarına göre, kronistlerin daha az ilgisini çekmiştir.”[71] Ancak hekimlerin çalışma yöntemleri ve karşılaştıkları sorunlar üzerine bilgi eksikliğine rağmen, farklı kayıtlardan mesleklerini icra ederken yüksek ölüm riski taşıdıkları anlaşılıyor. Kuşkusuz bu durum veba gibi büyük bir bilinmezin karşısında duyulan âcizlik ile birleşince tam bir umutsuzluğa dönüşmektedir. Diğer yandan Hippokrates ile Batı Dünyası’na yerleşen hekim etiği kavramı, salgın felâketi söz konusu olduğunda unutulabilmektedir.[72]

Ortaçağ’da, özellikle kentlerde hekimlere muayene olmak ve sağlık hizmetlerinden faydalanabilmek varlıklı olmayı gerektirmektedir. Salgın başladıktan sonra en iyi korunma yönteminin hastalıktan kaçmak olduğunun farkına varan zengin ve soylular taşındıkları yere beraberlerinde hekimlerini de götürmekte, böylece geride kalan kitleler için, zaten ulaşılması kolay olmayan hekim desteği imkânsız hale gelmektedir.[73] Avignon’daki Papalık Sarayı hekimlerinden, Guy de Chauliac’ın meslektaşı, Chalin de Vinaro hekimlik yeminini çiğnediğini şu cümlelerle açık açık ilan eder: “Biz (hekimler) kendimizin en yakınlarıyız. İçimizden hiç birinden, böylesi hızlı ve bulaşıcı bir hastalık söz konusu olduğunda, kendisini düşünmektense, başkasını kurtarması gibi bir çılgınlığa göz yumması beklenemez.”[74] Bu ifade salgının tüm hızıyla sürdüğü dönemde, tedavi adına yapacak bir şeyi kalmadığına inanan hekimlerin çareyi kaçmakta bulmalarını anlaşılır hale getirmektedir. Fransa’nın en saygın hekimi olan Guy de Chauliac’ın, çevreye rezil olmaktan korkmasa Avignon’u terk edeceği söyletilen yayılır. Kaldı ki, yüzlerce yıl önce yaşanan bir salgında gelmiş geçmiş en büyük hekim olarak anılan Galenos bile çaresiz kalarak hastalarını bırakıp Roma’yı terk etmemiş midir? (Bergdoldt, 2003, s. 173-174)[75]

Günden güne bilinçonun ağırlaşmasına karşın hastalığı tedavi yönünde hiç yol katedilememesi hekimlere olan güveni azaltacak ve ağır eleştirilerin yapılmasına neden olacaktır. Boccaccio da, vebaya bir türlü çare bulunamaması ve sözde hekimler karşısında duyduğu şaşkınlığını şu cümlelerle ifade ediyor:

İyileşme bir yana, biraz düzelme sağlayan hiçbir ilaç, hiçbir çare yoktu. Belki hastalığın yapısı engeldi buna. Belki de hekimler bilgisizdi (diplomalıların yanı sıra, hiçbir tıp bilgisi edinmeden hekimlik yapan kadınların erkeklerin sayısında büyük artış olmuştu). Bilgileri hastalığın kökenine inmeye, gerekli ilaçları bulmaya yetmiyordu. (Decameron, s. 26-27)

Yine diğer riskli bir görev, hastaların son anlarında yanıbaşlarında bulunan, daha sonra mezarlığa kadar eşlik eden din adamları tarafından yerine getirilmektedir. Ruhban sınıfında kayıplar ülkeden ülkeye değişmekle birlikte örneğin İngiltere’de %50 civarında seyretmiştir.[76] Aynı ülkede salgının yoğun olarak görüldüğü bazı bölgelerdeki manastırlar, personelinin tamamını kaybetmiştir. (Bulst, 2005, s. 144) Salgının her gün yüzlerce, binlerce can aldığı dönemlerde yaşanan rahip sıkıntısı nedeniyle ‘son görev’ çoğu kez yerine getirilememiş ve ölü bedenler toplu biçimde törensiz gömülmek zorunda kalınmıştır. Ruhunu teslim ederken yanı başında bir din adamından mahrum olmak, dahası ayinsiz gömülmek ve nihayet dolup taşan mezarlıklarda yer bulunamaması nedeniyle toplu mezarlara gömülmek dönem insanını en çok tedirgin eden konulardan biridir:

Bu kadar çok ölüye yer bulmak kolay iş değildi, özellikle de şehir mezarlıklarında. Üst üste yığılan cesetlerden çıkan koku, yerel yetkilileri şehir dışında yeni mezarlıklar açmaya zorladı. Siena gibi birçok şehirde işçiler, ölülere yetişecek kadar hızlı çukur kazamıyordu. Bazı çukurlara neredeyse 15 bin ceset yığılmıştı. Yoksul ölüleri on metre derinliğindeki isimsiz çukurlara gömme ihtiyacı 18. yüzyıla kadar sürdü (...) Toplu mezarların mucizevî çürütme gücü kısa sürede ünlendi. Paris’teki Les Innocents mezarlığının toprağı o kadar hızlı çürütüyordu ki bir cesedi dokuz günde tüketiyordu. Kurtlar ve bakteriler eti yok ettikten sonra mezar kazıcılara yeni veba kurbanlarına yer açmak için kemikleri toplamak kalıyordu. (Nikiforuk, 2007, s. 77-78)

Ortaçağ’ın en eğitimli sınıfı olarak ruhban mensupları zorlu ve nitelikli bir eğitimden geçmekte, yetişmeleri uzun yıllar sürmektedir. Rahip ve rahibelerin salgından bu derece etkilenmelerinin nedeni, salgının tüm hızıyla sürdüğü çoğu bölgede asli görevlerine ilâveten, adeta birer sağlık görevlisi olarak çalışmak zorunda kalmalarıdır. Henüz organize bir tedavi kurumu olarak hastaneler bu boyutta bir salgınla baş edebilmekten çok uzaktır. Kaldı ki, özellikle kırsal kesimde manastırların güçlenmeye ve yaygınlaşmaya başladığı 9. yüzyıldan itibaren manastır revirleri adeta birer sivil hastane gibi çalışmakta ve şifa bulmak için hastalar manastırlara akın etmektedirler. Avrupa çapında vebadan hekimlerle birlikte en büyük darbeyi yiyen din adamlarının salgından önceki sayılarına ulaşamaları ancak 15. yüzyılın başında gerçekleşecektir.

Büyük Veba Salgını’nın Avrupa’da yaşamın her alanında neden olduğu köklü değişimlere çok sayıda örnek verilebilir. Biz burada önemli gördüğümüz bazılarını anmakla yetineceğiz. Salgın eğitim alanındaki etkisini, özellikle teoloji, hukuk ve tıp eğitimi veren üniversitelerdeki öğrenci kaybıyla kendini gösterir. Örneğin Oxford Üniversitesi’nde 14. yüzyılın sonlarına doğru, öğrenci sayısı salgın öncesinde maksimum kapasite olan otuz binden altı bine gerilemiştir. John Wyclif ise daha kötümserdir; öğrenci sayısının üç bine kadar düştüğünü belirtir. Yine Montpellier Üniversitesi’nin veba salgını öncesinde bin olan öğrenci sayısı salgın sonrasında iki yüze düşecektir. 1348 öncesinde Avrupa’da sayıları otuza yaklaşan üniversitelerden beş tanesi salgın nedeniyle kapanmıştır. Diğer yandan salgın sırasında ruhban eğitmen kaybına uğrayan üniversitelerde eğitim aksamış ve ortaya çıkan seyahat zorlukları nedeniyle bölgesel yüksek okullar kurulması yoluna gidilmiştir. Böylece Avrupa’da birçok yeni üniversitenin kurulması[77] 14. yüzyılın sonuna kadar gerçekleşecektir.

(Herlihy, 2007, s. 86-87; Bergdolt, 2003, s. 179 vd.) [78]

Yukarıda andığımız iki meslek grubuna ilâveten üçüncü riskli meslek ölü kaldırıcılar/mezar kazıcıları olmuştur. Veba salgını döneminde mezar kazıcıları, doktorlar ve din adamları ile birlikte ölüm oranının en yüksek olduğu meslek grubunu oluşturmuşlardır. (Herlihy, 2007, s. 42 vd.; Naphy ve Spicer, 2006, s. 35 vd.) Bu meslek normal dönemlerde bile halkın en yoksul kesimlerinden bireylerin bile tercih etmekte zorlandığı bir iş iken, veba salgını döneminde bu denli yüksek ölüm riskine rağmen mezar kazıcısı bulmakta zorluk çekilmediğini anlıyoruz. Bu da bize salgın döneminde açlık ve sefaletin hangi boyutlarda yaşandığını anlatıyor.

Nüfus azalışının en dramatik etkileri çalışma yaşamında kendisini gösterecektir. Marangozluk, demircilik, deri işlemeciliği, dokumacılık, kunduracılık ve benzeri zanaatkârlık gerektiren alanlarında önemli bir işgücü açığı ortaya çıkmıştır. İşgücündeki bu hızlı kayıp kimi alanlarda o güne kadar Hıristiyanlık Dünyası’nda akla gelmeyecek, getirilemeyecek, çözümlerin yaşama geçirilmesine olanak sağlayacaktır. Salgın nedeniyle ortaya çıkan din adamı açığını kadınlarla karşılanması yolunda çözümler bulunmasının yanı sıra, yine bu dönemde kadınların mahkemelerde daha fazla tanıklık yapmaya başladığı görülecektir. (Herlihy, 2007, s. 45; Naphy ve Spicer, 2006, s. 36)

Salgının Avrupa’da özellikle düşük gelir grubunda yer alan yoksulların ortalama yaşam beklentisine ağır bir darbe vurduğunu görüyoruz. Ancak salgın zengin-yoksul ayrımı yapmamış çok sayıda soylu, zengin ve ünlü isim, Kastilya Kralı XI. Alfons ve Aragon Kralı Peter’in eşi, Sienalı ressamlar Pietro ve Ambrogio Lorenzetti, İngiliz teolog ve felsefeci Ockhamlı William, örneklerinde olduğu üzere, yaşamını yirtirmiştir. 13. yüzyılın sorunsuz dönemlerinde ortalama yaşam beklentisi otuz bei ilâ kırk yıl iken salgın döneminde bu süre yirmi yıla kadar düşecektir. Salgını takip eden dönemde İtalya’da yapılan araştırmalar yaşlı nüfusun salgına karşı daha dayanıklı olduğunu gösteriyor. Hekimler bu durumun genç yaşlarında bir salgından kurtulan kişinin yaşı ilerledikçe diğer salgınlar karşısında yaşamda kalma şansının arttığı biçiminde yorumluyorlar. Tabiatıyla bu durum zaten bozuk olan demografik yapıyı iyice dengesiz hale getirecek ve kaybedilen genç işgücünün yerine konulmasını kısa dönemde imkânsız hale gelecektir. (Herlihy, 2007, s. 45; Tuchman, 1995, s. 103-104)

7.4.I.7.     Tanıkların Gözünden ‘Kara Ölüm’

Kara Ölüm’ün bin yılda bir yaşanacak bir felâket olduğunun tanıklık eden isimlerden biri Ortaçağ’ın saygın kişiliklerinden biri olan Azize İsveçli Brigitta’dır (1303-1373). Büyük Veba Salgını’nın hüküm sürdüğü yıllarda İtalya’da olan Azize Brigitta, vebayı şöyle tanımlar:

Bin yıldır dünya üzerinde böylesi, Tanrı’nın şimdiki öfkesi gibi bir öfke olmamıştı, dünya daha önce de sık sık Tanrı’nın öfkesiyle karşılaşsa da... savaşlarla, veba ve açlıkla ve benzerleriyle. (Dinzelbacher, 1996, s. 244)[79]

Hıyarcıklı vebanın nasıl bir hastalık olduğu ve hastasının nasıl göründüğü üzerine salgın yıllarının İtalyası üzerine yapılmış en etkili tasvirlerden biri Giovanni Boccaccio’nun (1313-1375) Decameron isimli eserine yazdığı ‘Giriş’ bölümünde yer alır:[80]

Doğuda, hastanın burnundan kan gelmesi, ölümün kaçınılmazlığının belirtisi sayılıyordu. Bizde ise, salgının başlangıcında erkeklerde de, kadınlarda da, kasıkta, koltuk altlarında yumrular ortaya çıkıyordu; kimisi elma, kimisi yumurta büyüklüğüne ulaşıyor, kimisi daha iri, kimisi daha ufak oluyordu. Halk dilinde hıyarcık deniyordu bunlara. Önceden ortaya çıktıkları yerden sonra, hıyarcıklar, ölüm tohumları ekmek için vücudun her yerine yayılıyorlardı. Daha sonra, hastalığın belirtisi kara ya da mor lekelere dönüşüyor, lekeler kollarda, bacaklarda, vücudun başka yerlerinde görülüyor, kimi kez iri, aralıklı, kimi kez küçük, yan yana oluyorlardı. Hıyarcığın kaçınılmaz bir ölüm belirtisi olması gibi, leke de taşıyıcı için aynı anlama geliyordu. (Decameron, s. 26)

Bu kadar büyük ölçekte tahribat yapan salgının toplumsal ilişkiler yanında akrabalık ve aile içi ilişkilere de zarar vermesi kaçınılmazdı. Ölüm ile yaşam arasında tercih yapmak insanları seçimlerinde bencil ve katı yürekli olmaya itiyordu. Boccaccio, Decameron Öyküleri"nin girişinde bu durumu çok güzel tasvir eder:

Herkes birbirinden kaçıyor, komşu koşuya sırt çeviriyordu. Akrabalar görüşmüyor, birbirlerinden uzak duruyorlardı. Salgın erkeklerin, kadınların yüreklerine öyle bir korku salmıştı ki, erkek kardeş erkek kardeşten, amca yeğenden, kız kardeş erkek kardeşten, dahası koca karısından kaçar olmuştu. En önemlisi, belki inanmayacaksınız, analar babalar çocukları sanki kendilerinin değilmiş gibi davranıyor, onları görmeye gitmiyor, yardım ellerini uzatmıyorlardı. Bu nedenle erkekli kadınlı birçok hasta, yalnızca dostlarının (eğer dostları kalmışsa) sevecenliğinden, hizmetçilerinin açgözlülüğünden başka bir dayanağa sahip olamıyordu. (Decameron, s. 29)

Gelenektir, ölenin kadın akrabaları, kadın komşuları ölü evinde toplanıp, ölenin akrabalarıyla birlikte ağlaşır. Evin önünde de ölenin yakınları, komşuları, mahalleli toplanır. Ölenin toplumsal konumuna göre din adamları da katılır onlara. Ölenle aynı toplumsal konumdaki insanlar tabutu omuzlarına alırlar, cenaze alayı mumlar, ilahiler eşliğinde, ölenin ölmeden önce seçtiği kiliseye doğru yola çıkar. Salgının yoğunluğu artınca, bu gelenek büyük ölçüde bir yana bırakıldı. Yeni bir uygulama aldı yerini. Birçok kişinin, ölürken yanında çok sayıda kadın olmuyordu. Çoğu insan, tek başına bu dünyadan gçöüyordu. (Decameron, s. 30)

Boccaccio’nun anlatıklarının benzeri bir tanıklık da, 1348 yılında Avignon’da yapılmıştır:

Ona (hasta) akrabaları adeta bir köpek muamelesi yapıyorlardı. Yemeğini ve içeceğini yatağına fırlatıp, hemen evden sıvışılıyordu. Daha sonra onlar öldüklerinde, Provence’in dağlık bölgesinden, sefil, yoksul ve keyifsiz, gavots olarak tanınan kuvvetli köylü delikanlıları geliyordu. Yüksek ücret karşılığında cenazeleri gömmek için taşıyorlardı. Akrabalar, arkadaşlar olan bitene dâhil olmak istemiyorlardı. Ölmek üzere olanın günah çıkarmasını dinlemek veya takdis merasimi yapmak üzere rahip gelmiyordu. İnsanlar sadece kendi (ve ailelerinin) sağlıklarından endişe duyuyorlardı. Hatta gün be gün zengin bir adam küçük bir ışıkla kaba saba adamlar tarafından mezara taşındı, hiç kimse cenazesininin ardından yürümedi.[81]

Salgının ilerleyen aşamalarında kurulan veba-evi büyük ihtimalle Boccaccio’nun anlattığı yanlızlığı gidermek, kimsesi kalmayanlara rahat bir ölüm sağlayabilmek için düşünülmüştü. Ancak büyük ölçüde yoksullar için düşünülmüş bu mekânların zamanla birer tecrit-evi haline dönüşmesi kaçınılmazdı. Nitekim zenginlerin oturdukları villalarda son anlarına kadar hizmetçileri bakıcıları yanlarındaydı. Bir halk sağlığı kurumu olarak veba evleri, hastanelerin mevcut kapasitelerinin yeterli olmaması nedeniyle sadece vebalı hastalar ve hasta olma ihtimali olan hastalar için açılmıştı.

Boccaccio’nun salgın sürecinde değişen, zıtlıklara yönelen insan davranışları üzerine gözlemleri, Prokopius’un, İstanbul’daki Veba Salgını sırasında yaptığı değerlendirmelere benzer:

Böylesine büyük bir tehlikeye karşı koyabilmek için, düzenli yaşamak, her türlü aşırılıktan kaçınmak gerektiğini öne sürenler oluyordu. Bunlar bir araya gelip, başkalarıyla ilşkilerini kesiyorlardı. İçinde hiç hasta bulunmayan, daha rahat yaşanabilecek evlere kapanıyor, lezzetli yemekler yiyor, iyi şaraplar içiyor, eğlencenin her türlüsünden kaçınıyorlardı; kimsenin kendileriyle konuşmasına izin vermiyor, ölüm ve hastalık konusunda dışarıdan gelebilecek haberlere kulaklarını tıkıyor, müzik dinlemekle, ellerinin altında ne varsa onunla yetiniyorlardı.

Kimileri ise tam tersini yapıyordu bunların. Kendini içkiye, eğlenceye vermenin, şarkı söyleyip sokaklarda avarelik etmenin, canlarının istediği her şeyi yapmanın, olup bitenleri alaya almanın böyle bir yıkıma karşı en iyi çare olduğuna inanıyorlardı. Dediklerini uygulamak için de, gece demeden, gündüz demeden meyhane meyhane dolaşıyor, içip içip sızarak kendilerini avutuyorlardı. İnsanlar yaşama umudunu yitiriyordu, canından da, malından mülkünden de bezmeyen kalmamıştı. Evlerin çoğu sahipsizdi; buralara yerleşen yabancılar eve sahip çıkıyor, onlarda ellerinden geldiğince hastalıktan kaçıyorlardı. Kenti saran bunca acı, bunca sıkıntı karşısında Tanrı’nın yasalarının da, insanların koydukları yasaların da geçerliliği kalmamıştı. Yasaları koyanlar, uygulayanlar, tıpkı öteki insanlar gibi ölmüşler, hastalığın pençesine düşmüşler ya da yardımcısız kaldıkları için çalışamaz duruma gelmişlerdi. Bu nedenle herkes her aklına geleni yapabiliyordu. (Decameron, s. 28)

Yukarıdaki uzun alıntıdan da anlaşılacağı üzere, Boccaccio salgın günlerinde ortak yaşamın temel unsurlarının birdenbire unutulduğunu, giderek bir kaosun, kaçınılmaz bir şekilde, topluma hâkim geldiğini gözler önüne seriyor.

Avrupa’da nüfusun üçte birini yok eden Kara Ölüm’ün ünlü tanıklarından bir diğeri Petrarca’dır. Eğitimli, hümanist ve entelektüel kişiliğiyle dönem Avrupası’nda ayrıcalıklı bir yere sahip olan şairin okudukları ve yaşadıklarını yazması nedeniyle dönemin çok önemli bir tanığı olarak karşımıza çıkar. Ünlü şairin vebanın karanlık yüzüyle, kendi olmasa da, aile çevresi nedeniyle ve yakın arkadaşları aracılığıyla karşılaştığı biliniyor. Petrarca’nın veba karşısındaki çaresizliği, sadece skolastik tıbba olan güvensizliğinden[82] ve melankolik kişiliğinden kaynaklanmaz. Gizli bilimlere olan düşkünlüğü, varoluşun boşunalığına olan inancı onu Vanitas (Hiçlik) felsefesine bağlar.[83]

İlkgençliğini geçirdiği Avignon’daki bütün arkadaşlarını kaybeder. Papa’nın özel ulağı olarak yaptığı seyahatlerde süresince, veba salgınının dehşet verici sonuçlarına bizzat şahit olur. Verona’da olduğu günlerde, 25 Ocak 1348’de, gelecek salgın felâketinin adeta habercisi olan depremi yaşar. Mayıs ayında hayatındaki en önemli insan Laura’nın vebadan hayatını kaybettiğini öğrenir. Salgının sevdiği insanları birer birer elinden alması, Petrarca’nın yaşama direncini azaltır. Bu dönemin (1348) ürünü olan Utku Şiirlerinin (Triumphi) ‘Ölümün Utkusu’ (Triumphus Mortis) başlıklı iki bölümünde, vebanın yaşamdan aldığı Laura’nın ölümü üzerine yazdığı dizeler, ölüm (veba) karşısında duyduğu çaresizliği çok güzel ifade eder.[84] Veba 1352’den sonra pandemik özelliğini kaybetse de can almaya devam eder. Petrarca, 1361 yılında vebanın biricik oğlunu elinden almasıyla bir kez daha yıkılır. (Bergdolt, 2003, s. 98-107; Byrne, 2004, s. 145-147)

Avrupa’da yaşanan Büyük Veba Salgı’nın ne denli geniş bir coğrafyada yankı bulduğuna güzel bir örnek İbn Haldun’un Mukaddime adlı eserinin ‘Bölgesel ve Evrensel Tarih’ başlıklı bölümünde yazdıklarıdır. Kanımızca İbn Haldun’un bu kısa tasviri, Avrupa’da veba salgını boyunca yaşananları ne denli doğru algıladığını gözler ..      ..                  •                  761

önüne seriyor.

Doğuda ve Batıda şu 8. [miladi 14.] yüzyılın yarısında bayındırlığın, yeryüzü güzelliklerinin üzerine inan veba gelinceye dek o durum sürdü. Her şeyi yerle bir eden veba. Bu veba salgını, çok yazık etti toplumlara. Halklarını alıp götürdü. Yeryüzü güzelliklerini dürdü-büktü, yok etti. Devletlerin başına, tam kocadıkları, yaşamlarının gösterişli süresini doldurdukları sırada geldi. Gelir-gelmez, gölgelerini küçülttü, kılıçlarını tam keskin olduğu yerinden kırdı. Egemenliklerine güçsüzlük saldı. Mallarını-mülklerini paramparça olmaya, yokluğa götürdü. İnsanların azalmasıyla yeryüzünün bayındırlığı da azaldı. Kentler, yapıtlar yıkıldı. Yollar, beller silindi. Ülkeler, konutlar boş kaldı. Devletler, beylikler güçlerini yitirdiler. Ülkelerinde yer değiştirdiler, değişikliklere uğradılar. Batıda olup biten bunca oluşumun benzerlerinin, doğuda da meydana gelmiş olacağını sanırım. Ama kendi çapında ve bayındırlık ölçüsüne göre. "(Mukaddime, s. 116-117)

7.4.1.8.   Büyük Veba Salgını Yıllarında Yaşanan Doğal Felâketlere Örnek Olarak

‘1338 Depremi’

Veba salgını Avrupa’da ortalama yaşam beklentisinin düşmesinde en önemli etken olmakla birlikte, aynı yıllarda yaşanan diğer doğal felâketlerin etkisini göz ardı edemeyiz. Daha önce kısaca değindiğimiz üzere, 14. yüzyılın tarihçiler tarafından ‘Felâketler Yüzyılı’ olarak tanımlanmasının nedeni, veba salgınları kadar ağır sonuçları olmamakla beraber, yaşanan doğal felâketlerdir. Bu felâketlerden biri olan 1348 depremi, çok sayıda insanın yaşamına mal olmakla birlikte, insanlık tarihinin yaşadığı en büyük en büyük felâketlerden biriyle aynı döneme denk gelmesi nedeniyle genellikle göz ardı edilmiştir.[85] [86]

Arno Borst dönemin kayıtlarına dayanarak analiz ettiği depremin 25 Ocak 1348’de öğleden sonra saat dört sularında gerçekleştiğini ve merkezinin Avusturya’nın güneyindeki Karnten Eyaleti’nin Villach kenti olduğunu belirtiyor. Başta Kuzey İtalya’da, Alplerin kıyısındaki Firuli olmak üzere, Fransa ve İtalya’da da hissedilen ve can kaybına neden olan depremin artçı sarsıntılarının Mart ayı başına kadar devam ettiği biliniyor. Depremin en yoğun hissedildiği Güney Avusturya ve Kuzey İtalya şeridinde binlerle ifade edilen can kayıplarının olduğu; Kârnten’de deprem nedeniyle toprak kaymaları yaşandığı, su setlerinin çökerek sel oluştuğu anlaşılıyor. Su baskınlarının tarladaki ürünleri çürütmesi nedeniyle kıtlık sorunu yaşandığını belirten Borst, aynı aylarda başlayan veba salgını ile deprem bölgesinde yaşam şartlarının iyice ağırlaştığını ve yaşanan çaresizlik nedeniyle halk arasında felâketlerin sorumlusunu bulma çabalarının artığına dikkat çekiyor. 1339 yılından başlamak üzere, depremin yaşandığı 1348 yılı Ocak ayına kadar olan dönemde yaşanan, çekirge sürüsü istilası, güneş tutulması, su baskınları ve aşırı soğuklar sonucu oluşan don olayları gibi felâketler süreklilik kazanıyor. Borst, adeta ‘dört temel element’in saldırısı[87] olarak formüle ettiği bu felâketlerin 1342 yılında ilk zirvesine ulaştığını belirtiyor: “Şehirleri harabeye çeviren büyük yangınlar, yerleşim yerlerini yıkan tayfunlar, su baskınlarının tarlalardaki ürünleri silip süpürmesi ve bir deprem.” (Borst, 2007, s. 537)[88]

7.4.1.9,   Salgın Yıllarında Avrupa Topraklarında Yaşanan Toplumsal Histeri ve Sonuçları

Büyük Veba Salgı’nın yaşandığı yüzyıla damgasını vuran çok önemli sonuçları olmuştur. Bunlardan en önemlileri Kamçıcılar Hareketi’nin önlenemez yükselişi ve asılsız suçlamalarla hedef haline gelen Yahudi cemaatine karşı başlatılan insan avıdır. Daha önceki bölümlerde, “Ortaçağ’da Bedeni Öldürme Projesi” başlığı altında, Hıristiyan dünyasında İsa’nın acılarına ortak olma anlamında ruhban dışı bir insiyatif olarak, Kamçılama Hareketi’nin (Flagellation) geleneğinin ortaya çıkışını, 12. yüzyıldan itibaren Kamçıcılar Alayları’nın halkın gözünde nasıl itibar kazandığı ve nihayet hareketin sonunu getiren sürece dair ayrıntılı bilgi verilmişti. Her ne kadar, Büyük Veba Salgını sırasında Kamçıcıların bazı bölgelerde Yahudi karşıtlığı konusunda provakatif bir söylem içine girseler de, son tahlilde doğrudan Yahudilere karşı bir pogrom hareketinin başlatıcısı veya sürdürücüsü olmadıklarını belirtmiştik. Bu bölümde Kamçıcılar Hareketi’nin Büyük Salgın Dönemi’ndeki konumlarına değinip, daha sonra Yahudi takibi konusunu incelemek istiyoruz.

Kamçıcılar Hareketi’nin de, Yahudi cemaatine karşı başlatılan av sürecinin de, son tahlilde veba salgını ve benzeri büyük felâket dönemlerinde, toplumun farklı kesimlerini ortak kaygı[89] temelinde bir araya gelmesini kolaylaştıran ve irrasyonel davranışlara zorlayan endişenin bir sonucu olduğunu söyleyebiliriz. Büyük Salgın Dönemi’ne damgasını vuran farklı irrasyonel davranışlardan özellikle bu ikisinin seçilmesi, sonuçları itibariyle diğerlerinden daha fazla öne çıkmalarından ve temsil ettikleri değerler açısından çalışmamızın bağlamına uygun düşmelerinden kaynaklanmaktadır.

Kamçıcılar Hareketi zirve noktasına 14. yüzyılda ulaşmış olmakla birlikte, Flagellation"un veba salgını döneminde ‘moda’ olduğunu söyleyebilmek mümkün değildir. Büyük salgından yaklaşık yüz yıl önce, 1260 yılında İtalya’da, ruhban dışından oluşan Kamçıcılar Alayları çıplak ayakla kiliselere giriyor, bir yandan sırtlarını kırbaçlarken bir yandan da nedamet getirerek yaşlı gözlerle Tanrı’ya günahkâr kullarını affetmeleri için yalvarıyorlardı. Bu küçük çaplı, Haçlı Seferler benzeri girişimler, veba salgınıyla birlikte rotasını değiştirecek ve giderek daha yüksek sesle, yaşanan tüm bu felâketlerin, dünyanın sonuna işaret ettiğini haykırır hale gelecektir.

Vahiy Kitabı’nda yer alan ‘binyıl’a ilişkin bekleyişin korkuları beslediğini giderek toplumsal bir ortak bilicin oluşmasını olanak sağladığı söylenebilir. Jean Delumeau binyıl korkusunun, 14. yüzyıldan başlayarak Avrupa’da yaşanan felâketlerden nasıl beslendiğini şöyle açıklıyor:

Bunun, [yeniden gündeme gelen öte dünya korkuları] XIV. yüzyıldan başlayarak Batı’yı etkisi altına alan bir dizi felaketten kaynaklandığını düşünüyorum. Bunları saymak gerekir. Tartışmasız en önemlisi, 1348’de halkı kırıp geçiren kara vebadır. Avrupa nüfusunun dörtte biri, hattâ üçte biri üç dört yıllık bir süre içinde yok oldu. Akıl almaz bir şey. İkinci olarak, bir süre sonra iki, hattâ üç Papa arasında Büyük Böünme (1378-1417) başlar. Fransız Tanrıbilimci Jean Gerson (1363-1429), bunun günahkâr Hıristiyanlığın cezalandırılmasından başka bir şey olmadığını düşünüyordu ve Büyük Bölünme son bulmadan kimsenin Cennet’e giremeyeceğini ekliyordu. (...) bütün bu felaketler yaşandığına göre suçluların aranıp bulunması gerekirdi. Gereğinden fazla suçlu bulundu! (...) Batı üzerine bu denli çok fealketin çöktüğü bu iki yüz elli yıl boyunca durmadan günah keçileri arandı: Türkler, Yahudiler (bu dönemde Yahudi karşıtlığı doruğa çıkmıştı), sapkınlar, cadılar. En çok cadı avına çıkılan dönemin, genellikle sanıldığı gibi Orta Çağ değil de XV. yy’ın sonundan XVII. yy’ın başına değin uzanan dönem, daha açık bir söyleyişle Rönesans olduğunu iyi bilmek gerekir. (Delumeau, 2001, s. 107-108)

Bir yandan yandan Apokaliptik mitlerden beslenen Kamçıcı Alayları, diğer yandan tüm hızıyla devam eden salgının yavaşlatılmasına yönelik hiçbir tedbirin alınaması, vebanın Tanrı’nın cezası olarak gönderildiği inancını kuvvetlendirmektedir.

Büyük Veba Salgını’nın toplum yaşamında neden olduğu en önemli olumsuzluk hastalığın nedeni olarak yaratılan düşmanlara[90] karşı acımasızca yürütülen takip ve av sürecidir.[91] Erken Hıristiyanlıktan itibaren etnik kimlikleri ve inançları nedeniyle olağan şüpheli konumunda olan Yahudiler ilerleyen yüzyıllarda en önemli hedef haline

geleceklerdir.[92] İsa’yı Mesih olarak tanımayan, Yeni Ahit’in ve dolayısıyla Kilise’nin varlığını kabul etmeyen Yahudilerin inatçı tavırları, Hıristiyan dünyasının ilk Kilise Pederleri tarafından eleştirilmiştir. 4. yüzyıldan itibaren Yahudilerin vatandaşlık haklarına karşı, Kilise fermanlarında yer alan olumsuz görüşler, Hıristiyanlığın devlet dini olarak kabul edilmesiyle iyice derinleşir. (Tuchman, 1995, s. 111)

Saksonya Yıllıkları’nda yer alan bilgilere göre 1096 yılında Haçlılar Mainz’da aralarında kadın ve çocuklarında olduğu dokuz yüz Yahudiyi öldürmüşlerdir. (Le Goff, 1992, s. 182) Ancak farklı yaşam tarzları ve çalışma alanları nedeniyle Yahudilere karşı mesafeli durma geleneği 12. yüzyıla gelindiğinde ciddî bir toplumsal bir sorun olarak kendini hissettirmektedir. 1179 yılında toplanan III. Lateran Konsili’nde alınan kararlarla Hıristiyanlar ile Yahudilerin bir arada yaşamalarına yasaklar getirilir. (Meier, 2009, s. 153) Böylece, “Londra, Frankfurt ve Roma gibi Yahudi kolonileri barındıran bütün Avrupa şehirlerinde Yahudiler ayrı yaşamaya zorlanmışlardır.” (Sennett, 2002, s. 193) 15. yüzyılın sonlarına gelindiğinde, birçok Avrupa kentinde Yahudi cemaati Ghetto'larda[93] yaşamak zorundadır.[94] Yahudi hizmetçi almama, Yahudi doktora gitmeme, Yahudilerin sattığı unu, ekmeği, şarabı, yağı, elbiseyi almama, dokumacılık, demircilik, kunduracılık, madencilik, terzilik, değirmencilik gibi işlerle iştigalerine izin vermeme gibi daha birçok kısıtlayıcı önleme Yahudilerin yaşadığı bölgelerde rastlanmaktadır. Çalışma yasağının olmadığı alanlar ise tefecilik, lağım çukuru kazıcılığı, rehincilik ya da mezar kazıcılığı gibi ‘kirli’ işlerdir. 1215 yılında toplanan IV.

Lateran Konsili’nde, Yahudileri (etnik kimliklerini) tanımayı kolaylaştıran giysi düzenlemesinin temeli atılır:

Bazı yerlerde Yahudiler ve Hıristiyanlar elbiselerinden ayırt edilebilmektedir; ancak alışkanlıkların öyle kuralsızlıkla ortaya çıktığı bazı ülkelerde, bu ayırımı yapabilmek kolay değildir. Bu nedenle zaman zaman Hıristiyanlar, farkında olmadan, Yahudi veya Müslüman kadınlarla cinsel ilişkiye girebilmektedirler.[95]

Daha sonra bu düzenlemeden hareketle Papa III. Innocentius, Yahudilerin toplum içinde kolaylıkla tanınmasına olanak veren, üzerinde metal parayı simgeleyen küçük bir yamanın yer aldığı sivri sarı şapkayı takma zorunluluğu getirmiştir. Yahudi şapkası olarak da anılan bu simgenin, Yahudi cemaati üyelerince yedi yaşından itibaren (istisnaî durumlarda on dört yaşından itibaren) kafada taşınması gereklidir. (Tuchman, 1995, s. 114)[96]

13.    yüzyıldan itibaren artarak süren Yahudi düşmanlığının izlerini mimarî ve resim sanatındaki çok sayıda örnek üzerinden sürmek mümkündür. Özellikle ‘domuz’ veya ‘iffetsiz kadın’[97] olarak tasvir olunan Yahudiler, Kilise süslemelerinin, ağaç baskıların vazgeçilmez figürleridir. Bu tasvirlerde domuzla sapkın ilişkiler içindeki Yahudi giderek domuzla (Judensau) özdeşleşirken, diğer yandan yazılı metinlerde Yahudi’yi tanımlamak için sadakatsiz, vefasız ve hain anlamlarına gelen perfidus kelimesi kullanılmaktadır. (Meier, 2009, s. 163)

Yahudi cemaatine karşı, 12. yüzyıldan itibaren geliştirilen bu söylemin başlıca amacı, Yahudi kimliğini olabildiğince değersizleştirmek, giderek istisnaî bir statü (Sonderstatusy^ olarak tanımlamak ve nihayet bu cemaatin mesuplarının insan olup olmadıklarını dahi tartışılır hale getirmektir. Bu istinai statü yaratma girişimlerinin, Yahudi kimliğini kolay tanımlamaya olanak veren giysi düzenlemesiyle başladığını söyleyebiliriz. İsa’nın katili olduklarına inanılan Yahudilerin de yaşama hakkı olmadığı Hıristiyan ruhbanın sık başvurduğu Yahudi karşıtlıklarından biridir. Bu inancın yerleşmesinde Hıristiyan Dünyası’nın mimarı, en önemli kişiliklerinden biri olan Havari Paulus’un Selaniklilere yazdığı 1. mektubun önemli bir payı vardır.

(14). Çünkü kardeşler, siz Ttanrı’nın Yahudiye’de bulunan ve Mesih İsa’ya bağlı olan kiliselerini örnek aldınız. Onların Yahudilerden çektiği sıkıntıların aynısını siz de kendi yurttaşlarınızdan çektiniz. (15-16) Rab İsa’yı ve peygamberleri öldüren, bize de zulmeden Yahudiler’dir. Öteki uluslardan olanlarla konuşmamızı ve böylece onların kurtulmasını engelmekle Tanrı’nın hoşnutsuzluğuna yol açıyor ve bütün insanlara karşı geliyorlar. Böylece durmadan günahlarına günah katıyorlar. Sonunda Tanrı’nın gazabına uğradılar. (1Se. 2,14-16)

Paulus açtığı yoldan giden çok sayıda Kilise büyüğü ve ruhban mensubu Yahudi karşıtı söylemi sürdürür. 12. yüzyılda yaşamış Benedikten Cluny Manastırı başkeşişi Petrus Venerabilis, “Yahudilerin, ne insanî akıla, ne de Tanrı’nın sözlerine baş eğmek yerine, sadece kedisini dinlediği için insan olup olmadıkları gerçekten bilmediğini”[98] [99] ‘samimi’ bir ifadeyle itiraf eder.

Diğer yandan Yahudiler’e ‘istisnaî statü’ verilmesini, Almanya, Fransa ve başta Venedik olmakla üzere, İtalyan şehir devletlerinde sahip oldukları ekonomik güçle açıklama çabaları bir noktaya kadar anlaşılır olmakla birlikte, son tahlilde, resmin bütününü açıklamaktan uzaktır. Her ne kadar 11. yüzyıla gelindiğinde Avrupa’da insanların çok önemli bir bölümü kırsal kesimde oturuyor olsa da, ticaretle uğraşan tüccarların ekonomik düzende önemli rol üstlendiklerini söyleyebiliriz. Diğer bir ifadeyle, Yüksek Ortaçağ’dan itibaren ekonomik alanda yaşanan gelişmeler ticareti meslek edinmiş tacir tipinin ortaya çıkmasına zemin hazırlamış ve artan mal ticaretine paralel olarak para ekonomisinin gelişmesiyle tefecilik rağbet görür hale gelmiştir.[100]

Le Goff (2008, s. 10), tefeciliğin 13. yüzyıl Avrupası’nda en önemli problemlerden biri olarak ortaya çıktığına işaret ederken, Henri Pirenne, Ortaçağ’da Yahudilerin ekonomik faaliyetlerde ve kredi ekonomisinin gelişmesindeki rolünün abartıldığına dikkat çekiyor.[101]

İtalyan kredisinin aynı anda her yerde var olma özelliği ve gelişkinliği ile karşılaştırılınca Yahudilerinki çok ufak bir olay olarak görülür. Bunların Ortaçağlarda oynamış oldukları rol kuşkusuz çok abartılmıştır. Gerçek olgu odur ki, bir ülke ekonomik bakımdan ne kadar gelişmişse, Yahudi faizciler orada o kadar azdır. (Pirenne, 2005, s. 151)

Bu bağlamda Yahudilerin, Venedik örneğinde olduğu üzere İtalyan şehir devletlerindeki, tefecilikten kaynaklandığı düşünülen, ekonomik güçlerinin yeniden gözden geçirilmesi gerekmektedir.[102] Diğer önemli bir husus, Hıristiyan girişimcilere dinî gerekçelerle getirilen tefecilik yasağının, bizzat Kilise tarafından delinmiş olmasıdır. Pirenne’nin (2005, s. 138) ifadesiyle Kilise “dönemin kaçınılmaz faizcisi”dir. Sahip olduğu ve hergün büyüyen taşınır ve taşınmazlar ile dönemin en varlıklı kurumu olarak Kilise devletlere borç verir hale gelmiştir.[103]

Kilise’nin en büyük tefeci olduğu savı, sıradan Hıristiyanlar için ‘kirli’ bir iş olarak görülen tefeciliğin yasaklanması ve bu alandaki boşluğun Yahudiler tarafından doldurulmasına olanak vermiş olması gerçeğini değiştirmez kuşkusuz. 14. yüzyılda Yahudi kimliği, ona atfedilen birçok başka olumsuz kişilik özelliğine ilâveten, bu ‘kirli’ işle anılır hale gelmiştir.

Avrupa’da 14. yüzyılın başlarına gelindiğinde, Hıristiyan dünyasındaki Büyük Bölünme öncesinde yaşanan huzursuzluklar ve Kilise’nin aşırı muhafazakâr tutumu, Kutsal topraklara düzenlenen Haçlı Seferler’de arzulanan başarıların elde edilememesi, Heretik oluşumların mevzi kazanması, İngiltere ve Fransa arasında 1337’de patlak veren Yüzyıl Savaşları ve yukarıda ayrıntılı biçimde değindiğimiz doğal felâketler gibi nedenlerin de etkisiyle giderek çok daha fazla Hıristiyan, Yahudileri ‘İsa’nın Katili’[104] olarak görmektedir. Avrupa üzerinde kara bulutlar arttıkça alınan önlemler de sıkılaşacak nihayet iş, Yahudileri Hıristiyan toplumundan bütünüyle silmek için sürek avları başlatılmasına kadar varacaktır.

Yukarıda değindiğimiz unsurlar bir araya getirildiğinde, Avrupa çapında Yahudilere karşı başlatılan av sürecinin sadece mezhepsel (dinî) nedenlerle açıklanamayacağı, çok daha köklü nedenleri olduğu anlaşılır. Kaldı ki 12. yüzyıldan itibaren Yahudi cemaatinin yaşadığı bölgelerin sivil otoriteleri, Yahudileri baskı altına alabilmek için düzenleme yapmakta adeta Kilise ile yarış içine girmişlerdir. Şehir yönetimlerinin anî gelişen yağma, linç hukukuna destek vermelerine ilâveten, sürgüne gönderilen Yahudiler’in mallarının müsaadere edilmesinden aktif rol üstlendikleri ve bu faaliyetlerden çıkar sağladıklarına ilişkin somut bilgiler mevcuttur. (Bergdolt, 2003, s. 132)

Veba salgınının 14. yüzyılın ortalarında Avrupa topraklarını kasıp kavurduğu ve insanlarını yaşamını adeta dünyada bir cehenneme çevirdiği bir ortamda, Fransa’da Yahudilere karşı yürütülen avlar, bu alandaki en çarpıcı örneklerden biridir. Fransa’da yaşayan Yahudiler sabıkalı geçmişleriyle olağan şüpheli konumundadırlar.[105] Kaldı ki, Fransa’da Yahudilerin veba hastalığını halk arasında yaymak amacıyla kuyuları zehirledikleri inancı yeni değildir. Veba salgını baş göstermeden yaklaşık yirmi beş yıl önce (1321) kadar önce benzer biçimde cüzzam hastalarının Yahudiler tarafından su kuyularını zehirlemeleri için görevlendirildikleri iddiaları ortaya atılmıştır. (Ginzburg, 1993, s. 76; Collard, 2005, s. 183; Bergdolt, 2003, s. 127; Jackel, 2005, s. 168)[106]

1348’de Fransa’da Yahudi bir hekim, su kuyularına zehir atmak üzere Toledolu bir Yahudi’den zehir torbaları aldığını işkence altında itiraf eder. Yahudiler çoğunlukla Hıristiyanlara karşı saldırılarında kolayca satın alıp, kullanabilecekleri yoksul, düşkün ve dilencileri seçmektedirler. Örneğin Narbonne ve diğer bazı merkezlerdeki şüpheli dilenci ve işsiz güçsüzlerin üzerinde çok etkili bir toz zehir bulunur. Bu kişiler su kaynaklarına, evlere, yiyeceklere ve hatta kiliselere bu öldürücü zehiri atacaklarını işkence altında, bazıları ise zorlamaya gerek kalmadan, itiraf ederler. Ancak itirafların can alıcı noktasını zehirli tozun temin edildiği kaynak oluşturur. Bu kişiler zehirli tozları kullanmak için aralarında Yahudilerin de olduğu, bazı düşman güçlerden para aldıklarını itiraf ederler. (Ginzburg, 1993, s. 76 vd.; Tuchman, 1995, s. 114-115) Diğer yandan Savoyen Dükü Yahudileri işkence altında sorgulatmayı sürdürürken, salgın tüm hızıyla Fransa’da yayılmakta ve her gün çok sayıda can almaktadır. Salgın yayıldıkça tutuklama ve sorgulamalar Fransa dışına da taşar; Zürich, Bern ve Bodensee çevresindeki kentlerde yaşayan Yahudiler de takibe alınır. Ancak İsviçre ve Güney Almanya topraklarında takipler tam bir kitle histerisine dönüşür. (Bergdolt, 2003, s. 128)

Böylece salgının başlangıç döneminden itibaren takibe alınan Yahudi cemaatine ilk düşmanca saldırıların Toulon gettolarına yapılan baskınlarla 13-14 Nisan 1348’de başlar. Şehrin veba salgınıyla mücadele ettiği günlerde yapılan saldırılarda aralarında çocuklarında olduğu kırk kişi uykularında katledilir. Bu saldırının failleri yakalanmakla birlikte, yaşanan yoğun işgücü sıkıntısı nedeniyle üç yıl sonra serbest bırakılırlar. Takip eden günlerde benzer saldırılar tüm Provence’de sürer. Ancak en kanlı saldırı 16 Mayıs günü La Baume’de yapılır. Kentte yaşayan tüm Yahudiler, o sırada tesadüf eseri Avignon’da olan biri hariç, öldürülür. Fransa’da 1349 yılındaki saldırıların en büyüklerinden biri ise 14 Şubat’ta Strassburg’da yaşanır. Toplumsal panik histeriyle galeyana gelen halk kentte yaşayan Yahudi cemaatinin yaklaşık yarısını oluşturan dokuz yüzün üzerinde kişiyi Yahudi Mezarlığı’nda yakarak öldürür. (Herlihy, 2007, s. 81 vd.) Daha başka dramlara da sahne olan yirmi bin nüfuslu İmparatorluk kenti Strassburg, Alsas bölgesinin en önemli yerleşim yeridir. Şehir kadetrali, Yahudilerle görüşen piskopos ve belediye yetkililerini baskı altına almak için silahlanmış kasap ve tabakçıların baskınına uğrar. Yetkililerin Yahudilere karşı tutumlarını yeteri kadar sert bulmayan gözü dönmüş ekip, orada olanları azlederek kendi aralarından yenilerini seçer. Yeni şehir yöneticileri Yahudileri bir evde toplar ve evi ateşe verirler. Yaklaşık iki bin Yahudi yaşamını kaybederken, bazıları vaftiz edilmek kaydıyla hayatta kalırlar. Ancak onlar da daha sonra işkence altında zehir dağıtımı çetesinin üyesi olduklarını itiraf ettikleri için idam edilirler. (Bergdolt, 2003, s. 131) Saldırılar, salgının bilançosu ağırlaştıkça, Fransa dışına taşar, bu kez Barselona’da ve Kuzey İspanya’da başlar. Veba salgını su kaynaklarının zehirlenmesi dışında, Yahudilere karşı geçmişte yapılmış başka ağır suçlamaların da yeniden ortaya atılmasına neden olur; sodomi yanında ve çocuk yamyamlığı suçlaması bunların en ağırlarından biridir. (Akın, 2010, s. 141 vd.)

Salgının tüm hızıyla sürdüğü günlerde Papa VI. Clemens, Yahudi cemaati üzerindeki baskıyı azaltabilmek amacıyla bir ferman (26 Eylül 1348) yayınlar. Buna göre, Yahudilerin yargı önüne çıkarılmadan, mallarının müsadere edilmesi, din değiştirmeye zorlanması ve idam edilmeleri yasaklanır. Yine fermanda, ‘Yahudiler arasında vebadan ölüm oranlarının, Hıristiyanlara oranla düşük olduğu’ yolunda çıkan söylentilerin doğru olmadığı kesin ifadeyle yalanlanır. Yasaklar, salgının kente giriş yaptığı ilk üç günde bin sekiz yüz hemşerisini kaybeden Papalık kenti Avignon ve çevresinde sınırlı ölçüde faydalı olmakla birlikte, ülkeninin kuzeyinde ve Almanca konuşan bölgelerde hemen hiç etkili olmaz; takipler aynı hızla devam eder. (Tuchman, 1995, s. 114; Bergdolt, 2003, s. 124; Jankrift, 2003a, s. 88)

Yahudi avı 1349 yılı başından itibaren Basel,[107] Freiburg, StraBurg, Koblenz, Mainz, Köln ve Trier gibi kentlere yayılarak sürer.[108] Takiplerin yoğunlaştığı bu dönemde Papa VI. Clemens Avignon’dan bir ferman daha yayınlar. 6 Temmuz 1349 tarihli bu fermanla Papa, vebanın ortaya çıkışında ve yayılmasında insanların bir marifeti olmadığını, aksine salgının yıldızların diziliminden ya da Tanrı’nın verdiği bir cezadan kaynaklandığına hükmeder. Ferman, Yahudi avcıları üzerinde etkili olmadığı için, 16 Ekim’de kâfirlerin ve Yahudilerin salgınla hiçbir ilişkileri olmadığını açıklamaya yönelik yeni bir ferman yayınlanır. Bu arada Papa çevrelerine vebayı yaymakla suçlanan Yahudilerin de hastalığın kurbanları olduğunu anımsatmayı ihmal etmez. (Ginzburg, 1993, s. 80; Jankrift, 2003b, s. 183; Tuchman, 1995, s. 110 vd.; Herlihy, 2007, s. 81)

Bu denli güçlü bir histeri dalgasına yakalanmış Avrupa topraklarında, sağduyusunu kaybetmemiş, yaşananları soğukkanlılıkla değerlendirebilecek insanlar hâlâ mevcuttur. Bunlardan biri de doğabilimleri üzerine yazdığı kitabı ‘Doğa’nın Kitabı’ (Buch der Natur) ünlenmiş Alman âlim Megenbergli Konrad’tır (1309-1374). Konrad Yahudilerin su kuyularını ve çeşmeleri zehirledikleri iddialarının ne denli anlamsız göründüğünü ve yaşanan vahşeti şöyle anlatır.

Çok sayıda çeşmede içinde zehir olan torbalar bulundu. Bu nedenle Ren bölgesinde, Franken’de ve bütün Alman eyaletlerinde tespit edilemeyen sayıda Yahudi öldürüldü. Bununla birlikte bu işi Yahudilerin yapıp yapmadıkları gerçekten bilmiyorum. Gerçekten öyle olsaydı, bu şüphesiz felâketi daha kötüleştirirdi. Ama diğer yandan, Viyana’da başka hiçbir kentte olmadığı kadar Yahudi olduğunu biliyorum. Orada salgın nedeniyle hayatını kaybeden Yahudilerin sayısı o kadar yüksek ki, defin için mezarlıkları büyütüldü ve iki arazi parçası alınmak zorunda kalındı. Bu insanların kendi kendilerini zehirlediklerini söyleyebilmek için aptal olmak gerekir.[109]

Diğer yandan yaşanan veba salgını, halkın Kilise’ye olan güveninin sarsılmasına neden olur. Bunun en belirgin örneği salgın döneminde kendiliğinden ortaya çıkan birçok yeni dinsel harekettir. Bunların bir kısmı Kilise kontrolünde gelişirken, bazıları ise Kilise’nin tekeline karşı çıkmakta ve sokaklarda bunu ifade eden dinî alaylar düzenlemektedirler. Ölüm korkusu ve çaresizlik insanları aşırı taassuba, hac yolculuğuna çıkmaya, kutsal sayılan mekânları daha sık ziyarete yöneltmektedir. Kilise’de olsun sokakta olsun daha çok ibadete, öbür dünya ülküsüne sığınan halk, diğer yandan kendinden olmayan ‘öteki’ne karşı derin bir nefret duymakta ve tereddütsüz Yahudi avına katılabilmektedir.

Salgın günlerinde tevekkül ve fanatizm hiçbir dönemde olmadığı kadar iç içedir. David Herlihy (2007, s. 82) veba döneminde yaşanan bu durumun aslında önemli bir paradoksa işaret ettiğine vurgu yapıyor. Kilise’den sokağa taşan taşkınlıkların farkında olan Papa VI. Clemens 1350 yılını ‘Kutsal Yıl’ ilân ederek, günahlarından arınmak için tüm Hıristiyanları Roma’ya Haç ziyaretinde bulunmaya çağırır. Beklenenin çok üstünde bir insan kalabalığı Paskalya öncesinin oruç günlerinde Roma sokaklarını doldurur. Kaynaklar yaklaşık bir milyon iki yüz bin hacıdan söz etmektedir. (Herlihy, 2007, s. 83; Tuchman, 1995, s. 121)

Avrupa’da yaşanan veba salgını gerçekten insanların dini hassasiyetlerini arttırmış Kilise’nin değerlerine sarılarak daha tutucu mu yapmıştır, yoksa geleneksel halk kültürünün doğaüstü değerlerine beklenmedik bir geri dönüş mü yaşanmıştır. Kuşkusuz bu sorunun yanıtını vermek kolay değildir ancak, tarihin farklı dönemlerinde yaşanan büyük felâketlerde benzer örnekleri görüldüğü üzere, incelenen dönemde dinsel taassubun arttığına dair çok sayıda emare söz konusudur. Bizce bu eğilime ilişkin verilebilecek ilginç örneklerden biri, tarihçi David Herlihy tarafından yapılan çalışmadır. Herlihy, Floransa ve çevresinde, Büyük Veba Salgını’nın yeni doğan çocuklara verilen isimleri nasıl etkilediğini incelemiştir. Salgın öncesi dönem (13. yy.) ile sonrasında çocuklara verilen isimleri karşılaştıran Herlihy, salgının isim seçiminde belirleyici olduğu sonucuna varır. Buna göre, Hıristiyanlık dünyasının kutsal saydığı isimlere yöneliş açık biçimde izlenmektedir. Yenidoğan çocuklara Kilise Büyükleri, aziz ve azizelerin isimlerinin verilişinde belirgin bir artışın söz konusudur. (Herlihy, 2007, s. 92-100) Kuşkusuz bu inceleme dinsel taassubun artışına tek başına bir örnek teşkil etmemekle birlikte daha önceki bölümlerde belirttiğimiz hususlarla birlikte düşünüldüğünde anlamlı ve giderek açıklayıcı hale gelmektedir.

Yukarıda anlatılanlardan da anlaşılacağı üzere, İnsanlık tarihinde hiçbir salgın hastalık, veba kadar yıkıcı sonuçlarıyla anılmamıştır. Veba hastalığının ayırtedici özelliği, çok kısa sürede binlerce insanın yaşamına malolacak bir salgına dönüşmesidir. Veba salgını sınır tanımaz; zengin, soylu, şehirli gibi sıfatlarla, toplumda ayrıcalıklı bir konumda olmak kişilere ayrıcalık sağlamaz. Salgın ortaya çıktığı andan itibaren insanların ruh haline tedirginlik, umutsuzluk ve kötümserlik hali egemen olur. Salgın başladıktan sonra korunmak veya hastalıktan kurtulmak ancak kaçmakla mümkündür. Bu kaçış aynı zamanda her şeyden, aileden, mal ve mülkünden, yaşadığı çevreden vazgeçmek anlamına geldiği için, süreç, kaçan insan başka bir belirsizliğin başlangıcı anlamına gelir.[110]

Salgına çare bulunamaması, hergün insanların göz göre göre ölmesi, hastalığın Tanrı’nın bir cezası olduğuna dair inancı kuvvetlendirir. Salgın öncesinde yaşanan doğal felâketler salgının habercisi olarak yorumlanırken, salgın sırasında ortaya çıkanlara ise bizzat salgının neden olduğuna inanılır. Yıkımın boyutları salgın sonrasında kendini göstermekle birlikte, salgını yaşayanlar tarafından bu gerçeğin ayrımına varılması mümkün değildir. Diğer bir ifadeyle, bireylerin tek tek hasta olmaları yaşadıkları felâketin boyutlarını kavramalarına olanak vermez. Çoğu yaşanan felâketin büyüklüğünü ayırt edebilecek kadar yaşayamaz. Ancak hastalanıp hayatta kalanlar, ne denli büyük bir felâketin yaşandığının ayrımına varabilirler.

7.4.1.10.   Eşit Olma İdeali:‘Ölüm Dansı’ ve Veba

Hollandalı kültür tarihçisi Johan Huizinga, Ortaçağ’ın Günbatımı isimli çalışmasında (1997, s. 198), “Hiçbir dönem, Orta Çağın sonunda olduğu kadar ölüm fikrine bu kadar vurgu ve tumturak yüklememiştir.” yorumunu yapar. Farklı araştırmacıların da ortaya koyduğu üzere Ortaçağ, ‘ölüm’ü insanoğlunun yeryüzündeki geçici varolma halinin kaçınılmaz sonu olarak görür. Ama ondan da önemlisi ölümün ‘eşitlik’ sağladığına dair inançtır. Erken Hıristiyanlıkla birlikte ortaya çıkan asetik yaşam kavrayışı, bu dünyada her şeyin geçici olduğunu, birgün herkesin toprağa döneceğini ve bu nedenle dünya işlerinden olabildiğince el-etek çekilmesini telkin eder. Geçicilik, bu dünyadaki misafirlik, her türlü saltanatın ‘son’lu olduğu konusunda insanoğluna yapılmış en önemli uyarıdır. Şan, şöhret, zenginlik peşinde koşmanın nihaî sonu etkilemesi mümkün değildir; çünkü bugün var olanlar yarın olmayacaklardır. Huizinga, bunun Ortaçağ’da şu temel soruyla dillendirildiğini belirtir: “Dünyayı bir gün ünleriyle doldurmuş olanlar neredeler?” (Huizinga, 1997, s. 199)

Ölümün, ölümle gelen son duygusunun Ortaçağ’da bu denli baskın, giderek belirleyici olmasında yaşanılan felâketlerin önemli etkisinin olduğu tartışılmaz bir gerçektir. Özellikle Geç Ortaçağ’da ölümle bu denli yüzyüze yaşamak ölümün kaçınılmazlığına olan inancı canlı tutar. Salgınlar, doğal felâketler, savaşlar, kıtlıklar, hiçbir dönemde olmadığı kadar insanları ölüme gerçeğiyle birlikte yaşamak zorunda bırakmıştır. Bu gerçeğin en önemli dışa vurumlarından biri ‘Ölüm Dansı’ (Dance macabre^1 tasvirleridir. Huizinga, ‘Ölüm Dansı’ kavramının Geç Ortaçağ’daki belirleyici rolünü şöyle belirtiyor:

787     Ölüm Dansı (Dance macabre) açıklama girişimlerinin en çok kabul görenlerinden biri kavramın Arapça mezar anlamına gelen makber kelimesinden türetildiğidir. (Kaiser, 1983, s. 53) Huizinga kavramın etimolojisine ilişkin olarak şunları söyler: “XIV. yüzyılda, acayip bir bir kelime olan ‘macabre’ veya başlangıçta telâffuz edildiği haliyle ‘macabre’ (ölümsel, ölüme ilişkin) çıkmıştır. Şair Le Fevre, 1376’da ‘Je fis de Macabre la danse’ (ölüm dansı yaptım) diyecektir. Çok tartışmalı etimolojisi her ne olursa olsun, bu kelime özel addır. ‘Danse Macabre’ (Ölüm Dansı) daha sonraları türetilecektir. (Huizinga, 1997, s. 208)

Ölüm Dansı üzerine daha fazla bilgi için bkz. Bringmann, 1998, s. 311-324; Wilhelm-Schaffer, 1999, s. 249-281.

Bu [Ölüm Dansı] türetilmiş sıfat, bizim açımızdan öylesine karakteristik bir nüansa sahiptir ki, Ortaçağın sonuncu yüzyıllarındaki ölüme bakışı bu kelimeyle niteleyebiliyoruz. Sonuncu kalıntılarını köy mezar kitabelerinde bulduğumuz bu “macabre” ölüm kavrayışı, Orta Çağın sonunda bütün bir dönemin düşüncesinin ifadesi olmuştur. Ölümün temsilin, sanrılı ve fantastik olan yeni bir unsur, müthiş hayalet korkularından kaynaklanan bir titreme eklenmiştir. Egemen dinsel düşünce, bu unsuru ahlâkileştirmiş, onu memento mori [ölümünü hatırla] haline dönüştürmüş, ama bu temsilin hayalet karakteri tarafından üretilen dehşeti hatırlama özelliğini memnuniyetle kullanmıştır. (Huizinga, 1997, s. 208-209)

Bilinen Ölüm Dansı tasvirlerinin en eskisi, 1424’ten beri Paris’teki Masumlar (Innocents) Mezarlığı’nın duvarlarında yer alan La Dance Macabredir. 1529 yılında tahrip olan tasvirlere ilişkin en önemli belge, Parisli yayıncı Guyot Marchant’ın günümüze ancak bir örneği ulaşabilen, 1485 tarihli ahşap baskısıdır. Canlıları almak üzere gelen ve herkes için sekiz dizelik bir şiiri olan iskelet dansçı, Ölüm (La Mort) değil, ölüdür (Le mort).

Başlangıçta ‘ölü’nün dansı olarak başlayan ancak zaman içinde ‘ölüm’ dansına evrilen bu süreci Huizinga şöyle tanımlar:

Canlıları aramak üzere kırk kere gelen dansçı, başlangıçta Ölüm değil, ölüdür. Altta yazılı kıtalar, erkeklerin veya kadınların söz konusu olmasına göre, bu kişiyi ‘erke veya kadın ölü’ olarak adlandırmaktadırlar. Bu bir Ölüm dansı değil ölüler dansıdır. Ve dans eden henüz bir iskelet değil de, etleri dökülmemiş, karnı oyuk ve çökük bir cesettir. Büyük dansçı, ancak 1500 yılına doğru, Holbein’ın gravüründen tanıdığımız iskelet haline gelecektir. Bu aradaki sürede, canlı insanın bulanık benzeri olan olan ölü’nün yerine, faal, bireysel insan hayatlarını yok eden Ölüm geçmiştir . (Huizinga, 1997, s. 211)

Diğer örneklerde olduğu üzere La Dance Macabre^ de, hiyerarşik bütünlüğü bozmandan Papa ile başlar ve imparator, kardinal, kral, patrik ile devam ederek, sırayla herkese ölüm karşısında unvan ve şöhretinin hiç işe yaramayacağı ironik bir biçimde anlatılır. Ölünün almaya geldiği canların verdiği sekiz dizelik yanıtlarda, çaresizlik ve beyhude dünyevî zevklerden duyulan pişmanlık hâkimdir. (Kaiser, 1983, s. 70-73; Gernig, 2001, s. 407-409) Ölü, hekime muhatap dizelerinde, her kese şifa veren kendisinin de, başkaları gibi ölümlü olduğunu hatırlatır. Buna karşılık hekim verdiği yanıtta şöyle der:

788     La Dance Macabre'nin, 1485 ve 1486 yılında Guyot Marchant tarafından yapılan baskılarını esas alan faksimilelerin Almanca’ya çevirisi için bkz. Kaiser, 1983, s. 70-107.

Tıp sanatını benim tutkum olalı uzun zaman oldu.

Bazı hastalıkların tedavisi için, teori ve pratiği hatmettim. Ama ne yapacağımı bilmiyorum, her zamanki otlar ve bitkiler, ne de başka bir şifalı veren ilâç, faydalı olmuyor artık.

Ölüme karşı duracak bir bitki yok[111]

Daha sonra ortaya çıkan Ölüm Dansı tasvirlerinin en ünlüleri, Figürlerle Ölüm Dansı (doten dantz mit figuren), Basel Ölüm Dansı, Dört Mısralı Yukarı Almanya Ölüm Dansı ve metin ve tasvirleri ünlü ressam Niklaus Manuel Deutsch’a ait olan Bern Ölüm Dansı’dır.[112] Tasvirlerin hepsinde bir iskelet olarak görünen ölüm, yanına almaya geldiği canlı ile fiziksel temas halindedir. ‘Basel Ölüm Dansı’ serisinde, Papa, imparator, imparatoriçe, kral, kraliçe, kardinali başpiskopos, dük, kont, başkeşiş, şövalye, hukukçu, meclis üyesi, hekim, soylu, tacir, dilenci, gezgin, tefeci, soytarı, çercici, kör, Yahudi, putperest, ahçı, çiftçi gibi çok sayıda ölümlü toplum içinde kendilerini tanımlayan kıyafetleri ve statülerini belirleyen sembolleri (asa, kılıç, ayna, para çantası, baston) ile tasvir edilmiştir.

Ölüm’ün (ölünün) insanlarla yaptığı, dörtlük veya sekizlik olarak kaleme alınan, diyaloglar kısa ve anlaşılabilir nietlikte olup, ölümün dili olabildiğince keskin ve iğneleyici, yanıtlayan ölümlünün ki ise, çaresiz ve pişmanlık doludur. Ölüm yaklaştığı insanı bir muhasebe yapmaya da zorlar; hep daha fazlasını isteyen, daha fazla şan, şöhret, ünvan ve zenginlik peşinde geçen hayatının şu anda ona ne faydası olduğunu düşündürür. Bu bağlamda ‘Ölüm Dansı’ tasvirlerinin insanları ölüm üzerine daha fazla

düşünmeye (memento mori) yönelttiğini söyleyebiliriz. Ancak daha da önemlisi, Ölüm Dansı’nın yeryüzündeki insanlar arasındaki eşitsizliklerin son bulduğu ‘an’a yaptığı vurgudur.

Diğer yandan vebanın yıkıcı gücünü anlatmak amacıyla verilmiş eserlerin arasında, 14. yüzyılın ruhuna uygun düşen ve genellikle ‘ölümün zaferi’ olarak adlandırılan tasvirlerin varlığı dikkat özellikle çekicidir. Bu tasvirler, Ölüm Dansı’da olduğu üzere, yaşanılan yüzyılın içinde bulunduğu patolojik ruh halini anlamamıza olanak tanır. Bunlardan biri 1355 yılında tamamlanan Pisa’daki Trionfo della morte isimli fresktir.[113]

Sonuç itibariyle, ölüm karşısında herkesin eşit olduğu inancının yerleşmesinde, Büyük Veba Salgını’nın önemli etkisi olmuştur. İnsanlar, sahip oldukları olanaklar ne olursa olsun, bir kralın, papanın veya soylunun da, bir dinlenci gibi can çekişerek öldüğünü duymuşlar veya bizzat şahit olmuşlardır.

7.4.1.11.   Büyük Veba Salgını Sonrasında Avrupa’nın Değişen Yüzü

Avrupa’da 14. yüzyılın ortalarında yaşanan veba salgını sonrasında toplumsal, ekonomik ve sosyal alanlarda gerçekten büyük değişim yaşanmış mıdır? Kara Ölüm Avrupa’ya ayak basmadan önceki dönemde kıtanın durumu ile salgın sona erdikten sonra karşımıza çıkan tabloyu yan yana koyduğumuzda değişiminde ötesinde bir dönüşümün yaşandığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Kültür tarihçisi Egon Friedell vebanın Avrupa tarihinde bir dönemi sonlandırmasından çok, yeni bir dönemin (Yeniçağ) başlamasıyla ortaya çıkan hastalık olarak görülmesi gerektiğine inanır.[114] Ancak değerlendirmenin sağlıklı olabilmesi için Kara Ölüm, Avrupa’ya ayak basmadan önce nasıl bir dönemin yaşanmakta olduğunu anımsamamız gerekiyor. Avrupa’da yaşamın tüm alanlarında 11. yüzyıldan itibaren başlayan yükseliş döneminin yerini 12. yüzyılın son çeyreğinden itibaren bir gerilemeye bıraktığını biliyoruz. Le Goffun tanımıyla 1270-1330 yıllarını kapsayan ‘Hıristiyanlığın Kriz Dönemi’ daha büyük bir felâketin ön hazırlık dönemi haline geliyor. Bu durumun en önemli işaretinin 1315 ve 1318 de yaşanan açlık krizleri olduğunu ve açlığın geri döndüğünü belirtiyor. (Le Goff, 1992, s. 285 vd.)

Veba salgını süresince nüfus azalması, işgücünde de azalmaya neden olduğu için ücretler hızla yükselişe geçer. Çalışabilecek nitelikli işgücü açığı ve yükselen ücretlerin maliyetler üzerinde baskı oluşturması nedeniyle Geç Ortaçağ’ın en uzun süreli enflasyonist dönemi başlar. Bu genel enflasyonist dönem 14. yüzyılın sonuna kadar sürecektir. Diğer malların fiyatlarının teşekkülünde hâlâ büyük bir öneme sahip olan buğday fiyatlarının 1395 yılına kadar veba salgını nedeniyle çok yüksek seyrettiği görülür. Tahıl fiyatlarındaki yükselişin yanında, küçük ve büyük baş hayvaların bakımsızlık nedeniyle telef olması et ve süt ürünlerinin fiyatlarını da aşırı biçimde arttıracaktır. Mal fiyatlarlarındaki bu dramatik yükselişler diğer klasik üretim faktörlerinin (işgücü, toprak ve sermaye) fiyatlarını da arttırır. Bu faktör fiyatlarından özellikle işgücündeki artış Avrupa’da Yüksek Ortaçağ boyunca kurulmuş dengeleri altüst edecektir. Bu süreçte köylülerin toprak sahipleriyle pazarlık güçleri hiç olmadığı kadar artar ve kendilerine daha fazla ihtiyaç olduğu konusunda inançları pekişir. Nikiforuk’un ifadesiyle, “Veba sonrası emek pazarı, köylüler ile toprak sahipleri arsındaki geleneksel saygı bağını kopardı.” (Nikiforuk, 2007, s. 78) Bu noktadan hareketle veba salgınının en önemli sonuçlarından biri olarak sayılan ‘feodalitenin yıkılışına imkân verdi’ ifadesi yerine (Nikiforuk, 2007, s. 78), ‘feodal üretim ilişkilerinin tasfiye sürecini hızlandırdı’ demek bizce daha anlamlı olacaktır. Son olarak toprak fiyatlarındaki değer kayıplarının diğer olumsuz faktörlerden biri olduğunu söyleyebiliriz. Son faktörün (sermaye) fiyatları hakkında bilgimiz olmadığı için yorum yapamıyoruz. (Herlihy, 2007, s. 55)

Veba salgını sırasında birçok iş kolunda talep olmadığı için üretim durur. Buna en iyi örnek daha önce tahıl öğüten değirmenlerin, öğütecek tahıl bulunamaması nedeniyle, ağaçtan tabut yapmak veya körük imalatı gibi alanlara kaymalarıdır. (Herlihy, 2007, s. 52) Salgının Avrupa’da ekolojik çevrenin korunmasına bir dizi olumlu etkisinin olduğu da söylenebilir. 14. yüzyıl öncesinde yaşanan hızlı nüfus artışı ekonomik genişleme döneminde talana uğrayan orman alanlarında yağma duracak, meraların ve otlakların tarıma açılması süreci kesintiye uğradığı için koyun ve sığır sayısında artış olacaktır. Bu aynı zamanda yün ve deri üretimdeki artışa paralel biçimde yün sanayinde de bir gelişmeye imkân sağlayacaktır. Bizce veba tarihçisi Robert Gottfried’in “Kara Ölüm olmasaydı, Avrupa tozlu ve ağaçsız bir Etiyopya’ya dönüşürdü.” (Nikiforuk, 2007, s. 80) ifadesi biraz abartılı olsa da, salgının ekolojik çevrenin korunmasına katkıda bulunduğu kesindir.

Büyük Veba Salgını sonrasında değişen şeylerden biri de ‘zaman algısı’ olacaktır. Hıristiyanlığın bin beş yüz yıllık ‘durağan’ manastır zamanı yerini gelişen ticaret ile ‘Tüccar Zamanı’na bırakacaktır. Zaman algısındaki bu değişimde feodalizmin çöküşü kuşkusuz önemli rol oynamıştır. Yine bu dönemde halk arasında Kilise’ye karşı bir güvensizlik duygusunun oluşmaya başladığını söyleyebiliriz; Kilise her gün binlerce insanı sevdiklerinin yanından çekip alan vebaya karşı gerekli direnci neden gösterememiş, salgını yenememiştir? Bu soruyu 15. yüzyıla on yıllar kala vebayı “günahkârların ödemeleri gereken zorlu bir kefaret“ ülküsüyle yanıtlayabilmek de artık mümkün değildir. Avrupa çapında yaşanan veba salgının insanların Kilise Kurumu’na olan inançlarını sarstığını ve bu kuruma olan güvenlerinde hatırı sayılır bir gedik açtığını söyleyebiliriz. (Nikiforuk, 2007, s. 79 vd.)

7.5.    BİREYSEL PATALOJİ VE CÜZZAM

7.5.1.    Tarih Boyunca Cüzzam Hastalığı

Cüzzam (Lepra)[115] adı verilen hastalığa neden olan mikrobakteri 1873 yılında Norveçli hekim G. A. Hansen (1841-1912) tarafından keşfedilmiştir. Çoğunlukla deri ve yüzeysel sinirlerde neden olduğu lezyonlarla tanımlanan cüzzam mikrobakterisi, vücuda girişinden itibaren üç aydan yirmi yıla kadar uzayabilen bir kuluçka döneminden sonra ortaya çıkar. Günümüzde hastalığın bulaşıcı (enfeksiyonel) olup olmadığı tartışmalı olup, bulaşma yolları konusunda farklı bilimsel görüşler mevcuttur. Tartışmalara burada girilmeyecek olmakla beraber, tıp dünyasında hastalığın bulaşıcı olduğuna dair yaygın bir inanç söz konusudur.[116] Ancak kronik bir hastalık olan cüzzam tarih boyunca ve özellikle Ortaçağ’da, bedende ortaya çıkan deformasyon ve biçim bozukluklarından kaynaklanan itici, dışlayıcı karakteri nedeniyle biyolojik olmaktan çok kültürel bir fenomen haline gelmiştir. Kuşkusuz bu algıyla örtüşen bir patoloji zaman içinde hastalığın etiyolojisinde belirleyici olmuştur.[117]

Mycobacterium leprae olarak tanımlanan mikrobakterinin neden olduğu bilinen cüzzamın tarihinin günümüzden yaklaşık üç bin beşyüz yıl[118] kadar geriye gittiği tahmin olunmaktadır.[119] Mısırlılar beden yüzeyinde yavaş yavaş ortaya çıkan şekil bozuklukları ve organ kayıpları nedeniyle ‘ölümden önceki ölüm’[120] adını taktıkları cüzzam, Antikçağ’da sıradan bir deri hastalığı olarak görülmüştür.[121] Geç Antikçağ’dan itibaren Fil Hastalığı (Elephantiasis) olarak tanımlanan cüzzam üzerine çok sayıda hekim düşünüp yazmıştır.[122] Bunlardan biri de Kapadokyalı Aretaeus’dur. Kapadokyalı hekim cüzzam hastalarının toplumdan izole edilmesi gerektiğine inanır. (Schipperges, 1990, s. 69) Cüzzam hastalığı geç Antikçağ’da doğudan[123] Akdeniz havzasına yönelmiş ve erken Ortaçağ’da itibaren tüm batı dünyasını hâkimiyeti altına almıştır. Ortaçağ sonlarında yayılma hızı iyice yavaşlayan hastalık Yeniçağ’da etkisini bütünüyle yitirmiştir. (Schipperges, 1993, s. 101)

Hastalığın Ortadoğu coğrafyasında izinin sürebileceği önemli bir kaynak ise Kitabı Mukkades’tir.[124] Eski Ahit’in farklı bölümlerinde[125] bir deri hastalığından söz edilmekle birlikte her anlatılan vakanın cüzzam olduğu sonucuna varabilmek mümkün değildir. Cüzzam’ın egzama ve iltihaplı yaralar dâhil tüm deri hastalıklarını tanımlayan genel bir kavram olma ihtimali yüksektir. (Krug, 1993, s. 20) Kitabı Mukaddes çevirisinde (1981) ‘cüzzam’ olarak anılan hastalık, yeni çeviride (Kutsal Kitap, 2003), daha genel bir ifadeyle ‘deri hastalıkları’ olarak yer almıştır.[126] Orijinal metinlerin kaleme alındığı dönemin iklim koşulları ve coğrafî yapı göz önüne alındığında farklı deri hastalıklarının varlığı olasılık dâhilindedir. Diğer yandan İbranice metinlerde Saraath olarak tanımlanan cüzzam, 4. yüzyılda Kilise Pederi Hieronymus (347-420) tarafından Latinceye lepra ve leprosus sıfatıyla çevrilmiştir. 1960’lı yıllardan itibaren başlayan tartışmalar kavramın çevrilmesinde ve yorumlanmasında hata yapıldığı ihtimalini kuvvetlendirmektedir. (Schelberg, 2000, s. 116)[127]

Eski Ahit’in farklı bölümlerinde, deri hastalıklarına karşı uygulanacak yasa, hastalığın gözle görülebilen belirtileri ve kâhinler tarafından ‘kirli’ (murdar) olarak teşhisi, karantina dönemi, arınma (tedavi) yöntemi ve hastanın sağlığına kavuşup kavuşmadığının kontrolü anlatılmaktadır. Metinlerde geçen ‘kirli’ kelimesinin ilk planda biyolojik olarak hastalıklı olma halini tanımladığı ve etik bir boyut içermediği söylenebilir.

7.5.2 Ortaçağ’da Toplumdan Dışlanma ve Dinsel Hoşgörünün Simgesi Olarak Cüzzam Hastalığı

4. yüzyılda Nazianuslu Gregor ve meslektaşı Nyssalı Gregor vaazlarında cüzzam hastalarının yoksulluklarını öne çıkaran bir söylem geliştirmişlerdir. Hıristiyan etiğinin kimsesiz ve muhtaç yoksullara yardım eli uzatılmasını zorunlu görmesi Ortaçağ boyunca Kilise’nin cüzzamlılara ölçülü bir şefkatle yaklaşmasına olanak verecektir.

Cüzzam hastalarının yaşam alanlarının daraltılmasıyla başlayan, giderek özel hayatlarına müdahale ve temel haklarının ellerinden alınarak bütünüyle tecrit edilmeleriyle sonuçlanan süreçte, Kilise’nin yanında, daha katı önlemleriyle sivil otorite de saf tutmakta gecikmemiştir: Kral Rothar’ın 634 yılında çıkardığı kararname ile ilk kez sivil bir ‘Cüzzam Hukuku’nun temeli atılmıştır. Kararnameye göre hastalıkları kesinleşen cüzzamlılar bir daha dönmemek üzere evlerinden çıkarılıyor ve tüm vatandaşlık ve medenî hakları ellerinden alınıyordu. Daha sonraki yüzyıllarda yapılan bir dizi düzenlemeyle sağlam eşlere evlilikten doğan haklar konusunda ayrıcalık sağlanacaktır. Ancak 1179 yılında 3. Lateran Konsil’inde alınan kararlar, o güne kadarkiler içinde getirdiği kısıtlamalar nedeniyle en önemlisi olacaktır. Alınan Konsil kararıyla cüzzamlı hastaların sağlıklı insanlarla birlikte, Kilise ve mezarlıkta dâhil olmak üzere, aynı ortam ve mekânları paylaşma imkânı kalmamıştır. Hastalar hep bir arada kendilerine gösterilecek yerde yaşayacaklardır; kendilerine ait ibadet mekânları ve mezarlıklar buralarda tesis edilecektir. 12. yüzyılda yapılan bu yasal düzenleme malumun ilânından başka bir şey değildir aslında; 6. yüzyıldan beri başta bugünkü Fransa coğrafyası olmak üzere[128] hastalığın görüldüğü birçok ülkede cüzzamlılar, yerleşim merkezlerinin dışında derme çatma kulübelerde her türlü imkândan uzak toplu halde yaşamaya mecbur edilmişlerdir. Kuşkusuz yapılan bu yasal düzenleme, ‘miskinhaneler’in kuruluşu ve işleyişine yeni bir düzen getirmesi bakımından önemlidir.

Cüzzam’ın Haçlı Seferler ile Doğu’dan taşındığına inanan Ortaçağ insanı, hastalığı cinsellikle ilişkilendirmekten geri durmamıştır.[129] Özel evlerde ikamete tabi tutulan lepralılara şehir yönetimlerince (Lübeck, 13. yy.)[130] getirilen çok sayıdaki kısıtlama içinde, sadece cüzzamlılarla değil, sağlıklı (yasal) eşlerle cinsel ilişki yasağı da yer alır.

Kişiyi yakalandıktan kısa bir süre sonra öldüren vebanın tersine, kronik seyreden bir enfeksiyon hastalığı olmakla birlikte kolay kolay can almayan ancak toplum içinde yaşamayı imkânsız hale getiren cüzzamın, Ortaçağ’daki patolojisi büyük ölçüde Hippokrates’un Corpus'na ve Galenos’un öğretisine dayanır. Kara veya sarı safranın olduğu kadar sümüksü sıvının da fazlalılığı cüzzama neden olabilir. Anılan beden sıvılarının miktarını arttırdığına inanılan salyangoz ve eşek etinin tüketilmesi önerilmez.

Cüzzam’ın toplumsal bağlamda kavranışı diğer bulaşıcı fiziksel hastalıklardan daha çok akıl hastalıkları ile benzerlik gösterir. Ancak Ortaçağ’da özellikle kırsal kesimde çevresi tarafından meczup olarak görülmeye hazır ‘Köyün Delisi’ne gösterilen asgarî hoşgörü cüzzam hastasına gösterilmez. Cüzzamlı’nın işlediği günahların bedeli olarak diğer insanları bu dünyada çektiği cezalara ortak etme isteğinde olduğu şüphe götürmez; ancak vücudundaki lekeler, çürümüş irinli organları, kokulu nefesi hastalığı (günahını) göz göre göre bulaştırmasına (yaymasına) engel olur. Cüzzamlı’nın sağlıklı insanlardan başka bir mekânda, mümkünse hiç görülmeyecek bir yerde, tecrit edilmiş olarak yaşamaları tercih edilir. Hastalığın patolojisi, diğer hiçbir fiziksel hastalıkta olmadığı kadar toplumsal bağlamda itici, giderek farklılaştırıcıdır. Kuşkusuz veba, sıtma gibi diğer salgın hastalıklarla karşılaştırıldığında daha yavaş yayılan, çok daha az ölümcül olan cüzzamın kişiyi ‘yaşayan bir ölü’ haline getirerek izole eden özelliği, hastalığın bireysel karakterinden kaynaklanır. Cüzzamı bu denli kişiselleştiren ‘biyolojik hastalık - din - etik’ üçgeninin tam ortasında konumlanmasıdır.

Cüzzama yakalandığından şüphe duyulan, hastalığı kesin olarak teşhis edildikten sonra, ayak bileğine bağlanan zili, vücudunun her tarafını örten giysileri, elinde sadaka çanağıyla Miskinler Tekkesi’nde yaşamaya mahkûm edilmiş olur.[131] Bir Hıristiyan için cüzzam bu dünyada yaşanabilecek en büyük talihsizlik olarak görülür. Hastalığa yakalandığı anlaşılan kişinin yeni hayatı Kilise’de yapılan temsili cenaze töreniyle (separatio leprosarum) başlar. Şayet parası varsa Miskinler Tekkesi’nde[132] [133] [134] kendisine bir yatak bulabilir, yoksa insanlardan uzakta ‘lanetli bir yerde’ çadır kurarak yaşamak zorundadır. Yeni hayatında kiliseye adım atması, çocuklara dokunması, halka açık kuyulardan su içmesi, sağlıklı kadınlarla birlikte olması, yanına cüzzamlı eşyalarını 811 olmaksızın seyahat etmesi yasaktır.

Cüzzamlılar her ne kadar şehir surlarının dışında, gözlerden uzak, ıssız bölgelerde kendileri için inşa edilen ‘evlerde’ ikamete zorlanmış olsalar da, bakım ve iaşeleri daima sorun teşkil etmiştir. Yöredeki rahipler kişisel girişimleriyle varlıklı hayırseverlerden elde ettikleri bağışlarla cüzzamlılara yardım edebilmişlerse de, bu destek yetersiz kalmıştır. Ancak 13. yüzyılda cüzzamlılara yardım etmek amacıyla 812 kurulan Aziz Lazarus Tarikatı bu eksikliği büyük ölçüde giderecektir.

Cüzzam hastalığının deride ortaya çıkan kızarıklık ve lekelerle ilk belirtilerini göstermesi, giderek şişen, moraran, deforme olarak çürümeye başlayan organlarla ilerlemesi ve tüm bu sürecin uzun bir zaman dilimine yayılması nedeniyle, sağlıklı insanların acıma duygusu yanında, seyir merakını da körükler. Daha önce belirttiğimiz üzere cüzzam, sadece biyolojik korkuların (bulaşma) değil, aynı zamanda dinsel kaygıların ve geçerli etik normların dayatmasıyla ortaya çıkan eksiksiz bir ayrıştırma modelidir. Cüzzamlı dışarıdan tüm ayrıntıları izlenebilen deforme olmuş bedeni aracılığıyla çevresine, çok sayıda mesajı bir arada verir. Cüzzamın bir cilt hastalığı olması bedendeki değişimlerin tüm çarpıcılığı dışarıdan hızlı biçimde algılanmasını kolaylaştırır.

Cüzzamın Ortaçağ’da toplumsal bir fenomen haline gelmesinde, gözle görülür gerçeklerin çarptırılarak söylentilerle, dönemin düşünce kodlarına uygun bir hastalık üretme çabalarının önemli payı vardır. Örneğin 1517 yılında yayımlanan bir hekimlik kitabında cüzzamlılar hasis, öfkeli, merhametsiz, tamahkâr, aşırı cinsel istekli olarak 813 tanımlanmakta ve bu özelliklerin insanda hastalıkla ortaya çıktığı iddia olunmaktadır.

Cüzzamlıların kişilik özelliklerinde görülen bu ani değişim, hastalığın bedende yarattığı hasarın ruhsal düzeydeki yansımaları olarak görülmektedir. Yine Eski Ahit’te (Levililer) cüzzamın kirli (murdar) olmakla eşdeğer tutulması hastalığın biyolojik olarak açıklanmasına imkân vermez. Geç Ortaçağ’ın Hıristiyan dünyasında 12. yüzyıldan netleşen cüzzam algısının, biyolojik bir kabulden öte, kültürel kodlar içeren ve büyük ölçüde akıl hastalıklarıyla benzeşen bir yapıda olduğuna yukarıda değinmiştik. Diğer yandan cüzzam hastalığının tanımlanmasında biyolojik karakterinin önüne geçen dinsel ve etik boyutların, cadılar, büyücüler, heretikler, Yahudiler, cinlenmişler, melankolikler, yabancılar, işsiz güçsüz gezginler benzeri farklı sıra dışı (marjinal) gruplara karşı düzenlenen sürek avlarında da belirleyici olması şaşırtıcı değildir. Kaldı ki, 11. yüzyıldan itibaren Avrupa’da yükselen Haçlı zihniyetinin, cüzzam gibi biyolojik kaynaklı kültürel bir fenomeni, farklılıkları tasfiye etmek üzere ayrıştırıcı bir araç olarak kullanmaması beklenemezdi.

Cüzzam’ın, özellikle Ortaçağ Hıristiyanlık dünyasında, günah ile özdeşleştirilen, bireysel bir gerçeklik olarak algılandığını söyleyebiliriz. Cüzzam bir yandan biyolojik bir gerçek olarak onulmaz bir hastalık, diğer yandan vücutta ortaya çıkan, görende tiksinti uyandıran şekil bozuklukları ve deformasyonlar nedeniyle, ahlâkî bir düşkünlüğün (günah) sonunda kişiye verilmiş bir ceza olarak algılanmıştır. Hıristiyanlık

813     İlginç bir biçimde Bingenli Azize Hildegard da, ciltte ortaya çıkan leke ve yaralarla kendisini belli eden farklı cüzzam tiplerinden birinin nedeni olarak, cinsel istek fazlalığını görmektedir. inancında, günah-hastalık-ceza ilişkisinde ‘sebep-sonuç’ modelinin bu denli iyi işlediği başka bir örnek bulabilmek zordur.

Ancak anılan bu ceza-günah ilişkisi, benzer bir çıkış noktasından hareketle, veba için yapılan tanımdan tümüyle farklıdır. Veba’da, ‘Tanrı’nın kamçısı’ bireysel olmaktan çok, toplumsal bir cezaya hükmeder; topluluklar, cemaatler, nihayet ülkeler cezalandırılır. Bu kişiye özgü kimliği lepra hastasını, vebalıdan ayıran en önemli unsurdur. Cüzzam, veba salgınlarında olduğu üzere birden bire ortaya çıkmaz ve kısa sürede tüm topluma zarar vererek yine birden bire adeta ortadan yok olmaz; hastalık yavaş yavaş ortaya çıkan belirtilerle kronik bir seyir izler ve uzun yıllar boyunca hastanın zaman içinde çürüyen bedeniyle yaşamasına olanak verir. Cüzzam’lı ister kendi günahının ister toplumun işlediği günahları kefaretini ödemek için hastalanmış olsun, son tahlilde bu cezayı bizzat öder. Hasta bedenini adeta bir damga (stigma) olarak üzerinde taşır; nadiren hastalığın ilerleyişi durdurulabilse de, kaybedilen veya hasar gören uzuvların yerine konma imkânı olmadığı için ‘damgalanma hali’ ölüme kadar süren, kurbanın taşıması gereken ağır bir yüktür.


 



[6]    İÖ 10.000 yıl önce insanların avcılık ve toplayıcılık yaparak yaşadıkları dünyanın nüfusu yaklaşık on milyon iken, Neolitik Devrim ile bu sayı hızla artış eğilimine girecek, ancak bu kez de başta sıtma, kızamık ve çiçek gibi öldürücü hastalıkların nedeniyle artış hızı yavaşlayacaktır. 1. yüzyılda dünyada yaklaşık iki yüz yetmiş milyon insanın yaşadığı ve bu sayının 10. yüzyıla kadar ancak üç yüz on milyona ulaştığı tahmin olunmaktadır.

http://www.berlininstitut.org/fileadmin/user_upload/handbuch_texte/pdf_Herden_Bevoelkerungsentwickl ung_in_der_Geschichte.pdf Rose Elisabeth Herden. (Erişim: 29 Mayıs 2010)

[7]    Antikçağ’dan günümüze salgın hastalıklar üzerine ayrıntılı bilgi için bkz. [Kohn (Ed.), (2008)]; Hays, 2005.

[8]     Arkeolojik bulgularla desteklenmediği sürece arkaik toplumlarda salgınların varlığı ve tipolojisi üzerine fikir yürütebilmenin imkânsızlığı malumlarıdır. Bu bağlamda pandemik (çok geniş bir coğrafyayı etkisi altına alan) boyutlara ulaşan bir salgının yüzyıllar boyunca hangi sıklıkla ortaya çıktığını da kestirebilmek zordur. Ancak Biraben’in belirttiği üzere veba, kolera, dizanteri veya grip gibi pandemilerin nadir olarak ortaya çıktığını söyleyebiliriz. (Biraben, 1996, s. 375)

[9]    Peloponnesos Savaşları, 1. kitap, XLVII.

[10]  “Fliehe schnell, weit weg und für lange (Cito, longe, tarde)” (Bulst, 2005, s. 148).

[11]   Günümüzde, Antikçağ’dan Erken Yeniçağ’a kadar yaşanan tüm veba salgınlarını açıklamak için iki model kullanılmaktadır. Salgına karşı halkların verdiği tepkilerden, davranış değişikliklerinden hareket eden Dinsel Açıklama Modeli (Religiöses Deutungsmuster), Tanrı’nın veya doğüstü güçlerin insanları herhangi bir nedenle cezalandırmasını salgının ortaya çıkış nedeni olarak görür. Bu modelde salgının süresi ve gücü insanların işlediği günahın büyüklüğüne bağlı olarak değişir. Diğeri ise Tıbbî-bilimsel (Rational-medizinisches Deutungsmuster) olarak da adlandırılan rasyonel tanımlama modelidir. Salgına neden olan patojenin ortaya çıkartılması, hijyen ve çevre koşullarının araştırılarak hastalığın yayılmasına olan etkileri değerlendirilir. Kuşkusuz veba salgınları için kurulan bu modellerin 18. yüzyıla kadar hüküm sürmüş tüm büyük salgınlar için geçerli olduğu aşikârdır. İÖ 430-426 yılları arasında Atina’da yaşanmış veba salgını üzerine anılan modellemeler ile yapılmış değerli bir çalışma için bkz. Schmitz, 2005, s. 44 - 65. Benzer bir açıklama modellemesi için (metaphysical and rational way) bkz. Stathakopoulos, 2007, s. 106 vd. Yine tarihçilerin Antikçağ’dan Ortaçağ’a veba salgınlarından hareketle salgın hastalıkları araştırma yöntemi üzerine bkz. Hays, 2007, s. 33-56.

[12]   Yunanca felâket (katastrophe) kelimesi, kata-strephein [Kara-orps^sıv] fiilinden geliyor ve (geri/ye) dönmek, (geri) çevirmek ve devrilmek, kökten/bütünüyle değiştirmek anlamlarına geliyor. Sonnabend, 2013, s. 8; Meier, 2007, s. 47. Felâket (katastrophe) kavramının etimolojisi ve Antik dünyada, günümüzden farklı bağlamda kullanımı üzerine ayrıntılı bilgi için bkz. Meier, 2007, s. 44-56.

[13]  Attika Salgını (s. 41-46); Marcus Aurelius dönemindeki veba salgını (s. 47-51); Justinianus Vebası (s. 53-54) için bkz. Sonnabend, 2013.

[14]  Yedi yıl açlık-yedi yıl bolluk (yedi yıllık periodlar düzeni) için bkz. Sonnabend, 2013, s. 55-65.

[15]  Sonnabend, 2013, s. 66-100.

[16]   Antikçağ’da doğal felâketler üzerine Holger Sonnabend’in çalışmalarına bakılabilir. Özellikle 79 yılındaki Vezüv Yanardağı patlaması için bkz. 1999, s. 9-22; 2003, s. 37-44; 2013, s. 11-13 ve 526 yılındaki Antakya Depremi için bkz. 1999, s. 31-37; 2013, s. 23-31.

[17]  Halikarnaslı Dionysius ve Plutarkhos’un tasvir ettikleri, İÖ 738 yılında Roma ve çevresinde etkili olan salgın ve daha sonraki yüzyıllarda yaşanan diğer salgınların hangi hastalıklardan kaynaklandığına ilişkin elimizde hemen hiçbir bilgi yoktur. (Biraben, 1996, s. 376 vd.) Ancak araştırılan dönemlerde, salgınların yaşandığı coğrafyalarda, iklim koşullarındaki bozulma ile salgınlar arasındaki korelasyon dikkat çekicidir. Bu bağlamda salgın dönemlerine ilişkin en somut bulgular, iklim koşullarında yaşanan olumsuzluklar (aşırı sıcaklar, kuraklık ve sel felâketleri) sonucunda tarımsal üretiminde yaşanan gerileme ve devamında gelen uzun süreli açlık dönemlerinde ortaya çıkar. J.- N. Biraben bu konuda, İÖ 455 - 450 ve 397 - 396 yıllarında Roma’da yaşanan salgınlara eşlik eden kuraklık ve takip eden kıtlık dönemlerini örnek veriyor. (Biraben, 1996, s. 377) Kuşkusuz bu etkileşimin tersine işlemesi de, salgınlar nedeniyle yitirilen işgücünün yarattığı kıtlıklar da, söz konusudur. Bu konuya takip eden bölümlerde Büyük Veba Salgını bağlamında yeniden dönülecektir.

Mitolojide doğal felâketler hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Sonnabend, 1999, s. 89-104.

[18]    Antikçağ’ın, adı Homeros ve Herodotos ile birlikte anılan en büyük tarihçilerinden biri olan Thukydides, polis'm dünyasına daha çok eğilmesi ve anlatılarında zaman-mekân sınırlamasına gitmesiyle dikkat çeker. E. Breisach, Thukydides’in erken dönem tarih yazımında yarattığı farklılıkları şöyl e ifade ediyor: “Thukydides (...) Yunan tarihini, geçmiş zamanların ve başka yaşamların geniş bir araştırması olmaktan uzaklaştırıp polis’in çok daha dar dünyası ve içinde yaşadığı dönem üzerinde yoğunlaştırmıştı. Çalışma sahasını, dönemler ve yöreler açısından sınırlayan Thukydides, devletlerin kaderini belirleyen güçleri araştırırken, sahasını enine boyuna çözümlemiş ve anlatmıştı. Çözümlemeleri ve amacı itibariyle Thukydides’in Peloponnesos Savaşı Tarihi, Atina’daki veba salgınına ilişkin raporuna benziyordu; bu raporda, tıp uzmanlarının gelecekteki salgınlarla baş edebilmelerini sağlamak için, tüm hastalık belirtilerini titizlikle sıralamış ve tasvir etmişti.”(Breisach, 2009, s. 36)

Peloponnesos Savaşları ve Perikles döneminde yaşanan gelişmeler üzerine ayrıntılı bilgi için bkz. Propylaen Weltgeschichte, 1991, 261-352.

[19]  Attika Yarımadası: Yunanistan’da Atina’yı içine alan bölgeye verilen isim.

[20]    Thukydides’in yazdıklarından hareketle Atina’daki salgını ve bahse konu hastalığın veba olup olmadığı irdeleyen bir çalışma için, hekim ve tıp tarihçisi Wilhelm Ebstein’ın kitabına (1899) bakılabilir.

[21]   Burada kastedilen yaşanılan salgının, 6. yüzyılda İstanbul’da yaşanan Justinianus Vebası ve 14. yüzyılda Avrupa’da yaşanan Büyük Veba Salgını’nındaki ‘hıyarcıklı veba’yı karşılayacak bir hastalık olmadığıdır.

[22]   Thukydides’in kendisinin de, anlattığı belirtilerle gelişen bulaşıcı hastalığa yakalandığı ancak hayata kaldığı biliniyor. (Leven, 2005a, s. 687-689) Klaus Bergdolt, Thukydides’in söz konusu salgını tasvir edişindeki ustalığa dikkatimizi çekiyor ve Atinalı tarihçinin yazdıklarını gelecek yüzyıllarda okuyanların, bu olağanüstü canlı anlatımdan etkilendiklerini ve hastalığa kendilerini adeta hazırladıklarını belirtiyor. (Bergdolt, 2003, s. 13)

[23]  Bu konuda uzun bir liste vermek mümkün olmakla birlikte biz bazı referansları anmakla yetineceğiz: Schmitz, 2005, s. 54-59; 61-65; Aberth, s. 2011, s. 22; Naphy ve Spicer, 2006, s. 11; Vasold, 2003, s. 95; Biraben, 1996, s. 367; Cartwright, 1974, s. 14; Byrne, 2012, s. 28-29; Longrigg, 2004, s. 56 vd.; Vasold, 1991, s. 17-20.

L. K. Little, Atina’da yaşanan salgınla ilgi tereddütlerin büyük ölçüde Thukydides’in yazdıklarını teyit edecek bir bilginin, çağdaşı (Hippokrates) ve/veya daha sonraki yüzyıllarda yaşamış Efesli Rufus, Kapadokyalı Aretaeus, Oribasius gibi hekimler tarafından yazılan eserlerde hiçbir şekilde yer almamasından kaynaklandığını belirtiyor. (Little, 2007, s. 4) Leven, 2. yüzyıla kadar hıyarcıklı veba üzerine kaleme alınmış ender bir bilginin Efesli Rufus’a ait olduğunu ünlü hekimin kuzey Afrika’da hüküm sürmüş ölümcül salgınlardan biri üzerine yazdığını belirtiyor. (Leven, 2005b, s. 19)

Bugünkü bilgilerimiz çerçevesinde, Thukydides’in anlattıkları yaşanmış (gerçek) bir ‘veba’ salgını üzerine olmasa da, yaşanılan felâketi tasvir edişindeki canlılık ve teatral anlatım gücü, Antikçağ boyunca yazdıklarını okuyan farklı yazarları etkilemiş ve kendilerine örnek almalarına yol açmıştır. (Leven, 2005a, s. 689) Klaus Bergdolt, Antikçağ yazarlarındaki yaklaşımı Mimesis (taklide dayanan temsil) olarak yorumlamıştır. (Bergdoldt, 2003, s. 13-14)

Atina’da İÖ 430-426 yılları arasında yaşanan salgının hıyarcıklı veba olamayacağı üzerine ayrıntılı bir analiz için bkz. Schmitz, 2005.

[24]   Antikçağ’da görülen tüm hastalıklar hakkında kapsamlı bilgiler veren Hippokrates’in Corpus’unda, dört temel elementten biri olarak hayatî önemde olan hava, kirlendiğinde hastalıklara neden olacağı bilgisi yer alır. Hippokratesçiler havanın kirliliğini tanımlamak için dinsel ve etik anlamlar da yükledikleri miasma (miyasma) kelimesini kullanmışlardır. Burada bahis konusu olan kirlenmeden çok, yaz sıcaklarında sokaklardaki cesetlerden, bataklıklardan havaya yayılan organik çürüme kokusudur. Bu

dayanılmaz kokunun havayı zehirleyerek salgınlara neden olduğu inanışı Antikçağ ile sınırlı kalmamış, takip eden yüzyıllarda Galenos aracılığıyla Bizans Dünyası’na ve İslam âlemine taşınmış ve hatta Yeniçağ’a kadar Avrupa’da salgınların yayılmasındaki kanıtlardan biri olarak kullanılmıştır. Hippokrates tıbbında miasma tek başına hastalık yapıcı bir unsur değildir. Kişinin yanlış yaşam tarzı (diaita, Yun.) nedeniyle beden sıvıları arasındaki denge bozulmuşsa, miyasmanın bu noktada devreye girerek hastalık yapması kaçınılmazdır. (Aberth, 2011, s. 38-39; Leven, 2005a, s. 615-616; Leven, 2005b, s. 18-19; Byrne, 2004, s. 42-44; 155-158; Byrne, 2012, s. 235-236)

Antikçağ’da ve Hellenistik dönemde aralarında Lucretius, Seneca, Varro’nun da yer aldığı çok sayıda düşünür ve hekim, miyasmanın sağlığı olumsuz etkileyen, hastalık getiren yönü üzerine yazmışlardır. Lucretius, Evrenin Yapısı isimli yapıtının VI. kitabında çürümüş havanın nasıl salgınlara neden olduğunu anlatır. (Von der Natur, VI, 1090-1137)

İbn Sina, El-Kânûn Fi’t-Tıbb'ın 1. kitabında ‘Havanın Maddesindeki Değişmeler’ altbaşlığında miyasmayı (salgın) şöyle tanımlar: “Havanın maddesindeki bir değişme demek, havanın doğal özelliklerinden çıkarak az çok tahammül olunmaz hale gelip, hastalıklı (bozuk) hale gelmesi demektir. Bu çeşitten bir değişme, bir salgın diye adlandırılır. Salgın, üstü kapalı ve durgun sularda meydana gelen [duruma] benzer bir şekilde havanın belli şekilde bozulması, kokuşmasıdır.” (El-Kânûn Fi’t-Tıbb, 1995, s. 129)

Havanın kirlenerek, çürüyerek hastalıklara (salgınlara) neden olduğu ve hastalıkların yayılmasına olanak sağladığına olan inanç 18. yüzyılın sonlarına kadar geçerliliğini koruyacaktır. Bu inanç dillere de nüfuz etmiştir. Almanca’da veba (Pest) kelimesinden hareketle üretilmiş çok sayıda kelimeye,’ iğrenç kokulu nefes’ anlamına gelen Pesthauch örnek olarak verilebilir. İngilizce metinlerde miyasma, genellikle corrupted air veya bad air kelimleriyle karşılanmıştır. 18. yüzyıl Fransa’sı örneğinden hareketle, miyasma hakkında bkz. Corbin, 1992, s. 35-52.

Aşağıda Büyük Veba Salgını’nı incelerken göreceğimiz üzere, veba hastalığı, akciğer vebası türü dışında, insandan insana bulaşmasıyla salgın haline gelmemektetir. En azından Avrupa’yı kasıp kavuran hıyarcıklı vebanın, insan aracılığıyla bulaşmadığı biliniyor. Buna karşın Ortaçağ’da vebanın, yukarıda miyasma bağlamında belirttiğimiz üzere, öncelikle hava yoluyla, bulaştığına inanılmış, korunmak için de hastalıklı havayı (miyasma) içindeki şifalı otlarla filitre eden, özel başlıklar takılmış, tüm vücudu saran özel giysiler giyilmiştir. Hastalığın hava yoluyla bulaştığı inancı, vebalılarla doğrudan temas etmemek, giderek aynı havayı solumamak için bulundukları ortamdan kaçmayı beraberinde getirecektir. Salgın bölgelerine giriş çıkışın yasaklanması (quarantana) uygulaması 14. yüzyılın sonlarında İtalya’da, yine hastaları tecrit eden özel hastane uygulamaları ise 15. yüzyılın ilk yarısında ilk kez İtalya’da (Venedig, 1423) hayata geçirilmiştir. İlginç olan husus anılan dönemde, insandan insana da dâhil olmak üzere, vebanın nasıl bulaştığına dair en ufak bir bilginin henüz bilinmiyor oluşudur. Rönesans İtalyası’nda hastaneler ve tedavi kültürü üzerine bkz. Henderson, 2004, s. 155-166.

701    Lucretius Evrenin Yapısı’nda, Mısır’dan başlayarak yayılan ve Atina’ya ulaşan ‘veba salgını’nı dokunaklı bir üslûpla anlatır. (Von der Natur, VI, 1138-1286)

[26]   K.-H. Leven (2005b, s. 23), Antikçağ’da kuyu-sarnıç sularını zehirlemenin bir savaş taktiği olarak uygulandığına dair bilgiler olmasına karşın, Thukydides’in savının başka kaynaklarca desteklenmemesi ve salgının su kuyularının mevcut olmadığı Atina’nın yukarı kesimlerinde yayılmaya başlaması nedeniyle doğru kabul edilemeyeceğini belirtiyor.

[27]   Bazı tarihçiler tartışmalı Atina Salgını ile ‘Justinianus Vebası’ olarak da adlandırılan İstanbul’daki salgın arasında yaşanan ölümcül salgına, veba hastalığının neden olduğunu savunmaktadırlar. 165 yılında Anadolu’da başlayan ve bir yıl sonra imparatorluk başkenti Roma’ya uzanan salgının yüksek bir ölüm oranıyla seyrettiği biliyoruz. Ancak hastalığın hıyarcıklı veba olmadığı, büyük bir ihtimalle çiçek salgını olduğuna dair görüşler günümüzde ağır basmaktadır. Salgının Roma’ya ulaştığı günlerde imparatorluk hekimi olarak görev yapan Galenos’un kenti terk ettiği, ancak daha sonra İmparator Marcus Aurelius’un talimatıyla geri döndüğü biliniyor. (Little, 2007, s. 77; Kobes, 2005, s. 66-77; Leven, 2005a, s. 686-687) Atina Vebası (İÖ 430-426) ile Justinianus Vebası (541-542) arasında Helenistik Dünya ve Roma’da yaşanan veba salgınları ve diğer büyük salgınlar için bkz. Biraben, 1996, s. 375-387; GroB-Albenhausen, 2005, s. 78-85; Rosen, 2007, s. 167-223; 227-328; Meier, 2004, s. 19-40.

[28]   Anılan yıllarda İstanbul’un nüfusu ve dolayısıyla kurban sayısı konusunda farklı rakamlar telaffuz edilmektedir. Naphy ve Spicer’in (2006, s. 16) iki yüz bin kurban sayısından hareketle ulaştığı nüfus beş yüz bin olurken Vasold (2003, s. 97) İstanbul’un 540 yılındaki nüfusunu üç yüz bin olarak tahmin etmektedir. Stathakopoulos, T. H. Hollingsworth’u (Historical Demography, 1969, s. 365-367) kaynak göstererek ilk salgın dalgasındaki ölü sayısını iki yüz kırkdört bin, kentin nüfusunu da beş yüz sekiz bin olarak veriyor. (Stathakopoulos, 2007, s. 114) Yine bazı kaynaklarda (Ruddiman, 2010, s. 132) ilk büyük salgında nüfus kaybının %25 civarında olduğunu belirtilerek, 8. yüzyılın ortalarına kadar devam eden salgınlar sonunda Bizans İmparatorluğu’nun nüfusunun yarıya indiği savunulmaktadır. Ancak Mischa Meier’in de dâhil olduğu bazı araştırmacılar (Leven, 2005a, s. 690) Geç Antikçağ ve Erken Ortaçağ’daki nüfus yoğunluğu göz önünde bulundurulduğunda, veba salgını da dâhil olmak üzere, bu denli büyük insan kayıplarının mümkün olamayacağını savunuyorlar. (Meier, 2005, s. 94) Bu araştırmacılar kayıp/kurban sayısındaki büyüklüğü, diğer bir ifadeyle abartıyı, yaşanılan felâketin, kayıpların karşısında duyulan acıyı anlatma çabasına bağlıyorlar. (Meier, 2005, s. 94) Örneğin Efesli Johannes özellikle yoksul kesimlerde, hijyen eksikliği nedeniyle, ölü sayının arttığını, günlük on altı bin ölümlü vakanın söz konusu olduğunu ve hatta İmparatorluk memurlarının kurbanlar iki yüz otuz bine ulaştığında, bu sonu olmayan sayma işini bıraktıklarını yazıyor. (Meier, 2005, s. 94) Kuşkusuz bu türden tanıklıkların abartılı olduğu gerçeği gözden uzak tutulmamalıdır. Prokopius Gizli Tarih te, 527-565 yılları arasında tahtta oturan İmparator Justinian’ın kötüklerinden, mezalimlerinden bahsetmek için '“Öldürülen insanların toplam sayısını kabaca hesaplayacak olursam, bir milyon kere milyon kadar kişi yaşamından olmuştu. ” gibi abartılı bir tespitte bulunur. (Prokopius, 2002, s. 151) Verilen örnek, bu ve benzeri kroniklerde yer alan bilgilerin sorgulanması gerektiğini ortaya koymaktadır. Yine de, bu alanda çok ayrıntılı incelemelerin yer aldığı literatürde 541-544 arasında, salgın öncesinde nüfusu sınırlarına ulaştığı tahmin olunan İstanbul’da dâhil olmak üzere, tüm Akdeniz havzası için yaklaşık %25’lik bir insan kaybının, çok sayıda araştırmacı tarafından sağlam verilerle desteklenmesi nedeniyle, kabul edilebilir olduğu anlaşılmaktadır.

[29]   Stathakopoulos veba salgının başladığı 541 yılından 760 yılına kadar geçen iki yüz on yıl içinde on sekiz kez tekrar ettiğini ve bunun da ortalama her 11,6 yılda bir veba salgınının yeniden ortaya çıktığı anlamına geldiğini belirtiyor. (Stathakopoulos, 2007, s. 105) Salgının yinelenme sıklığı üzerine bkz. Meier, 2005, s. 93.

[30]   Filistin doğumlu Bizanslı ünlü tarihçi Prokopius’nun oldukça haraketli ve renkli bir yaşam sürdüğü anlaşılıyor. 527-531 yılları arasında Bizanslı komutan Belisarius’un özel yazmanı ve hukuk işlerinden sorumlu danışmanı olarak görev yapan Prokopius 540 yılına kadar İtalya’da kalmış ve daha sonra İstanbul’a dönerek burada yaşamıştır. 562 yılında İstanbul kenti yöneticiliğine getirilen Prokopius’un eserleri üç gruba ayrılır. Savaşlar (Polemoi), Yapılar Üzerine (Peri Ktismaton) ve ölümünden sonra yayımlanan Gizli Tarih (Anekdota ya da Mystike Historin). Farklı konular üzerine parçalı bir yapıda ve sivri dilli bir üslüpla yazılmış, Savaşlardın devamı niteliğinde olan Gizli Tarihide, olup, Justinaus ve Theodora hakkında ağır ifadeler yer alır. Prokopius, Herodotos ve Thukydides’in öncülük ettiği geleneği sürdürmesi nedeniyle tarih yazımında çok önemli bir yere sahiptir.

Prokopius’un yaşamı, eserleri ve 6. yüzyılda Akdeniz Dünyası üzerine ayrıntılı bilgi için bkz. Cameron, 2005.

[31]   İstanbul’da 541/542 yıllarında yaşanan veba salgınını ve takip eden diğer dalgalar hakkında bugün sahip olduğumuz ayrıntılı bilgilerin dört temel kaynaktan beslendiğini söyleyebiliriz. Bunlardan ilki yukarıda ayrıntılı biçimde yer verdiğimiz Prokopius’un tanıklığıdır. İkinci kaynak Efes piskoposu Johannes’in (6. yüzyıl) Suriye dilinde kaleme aldığı Kilise Tarihi isimli eserinin içinde yer alan parçalardır. Bu eserde yer alan parçalar taşrada vebanın seyrini anlatan değerli tanıklıklarla doludur. Diğer kaynak Euagrius tarafından 6. yüzyılın sonuda kaleme alınan altı ciltlik Kilise Tarihi içinde veba salgınının anlatıldığı bölümlerdir. Kendisi de küçük yaşta vebaya yakalanan ancak hayatta kalan Euagrius, ancak sonraki salgınlarda tüm aile ve akraba çevresini, kölelerine varıncaya kadar kaybedecektir. Son önemli kaynağın yazarı Myrinalı (Günümüzde İzmir-Aliağa yakınlarında bir Antik yerleşim merkezi) tarihçi kimliği olmayan, hukuk adamı Agathias’ın kaleme aldığı beş ciltlik tarihtir. Bu metinlerin önemi Prokopius’un Historien in devamı niteliğinde olmasıdır. (Meier, 2005, s. 91-92)

[32]    Prokopius Gizli Tarih te, salgından doğrudan sorumlu gördüğü, İmparator Justinianus kişiliği hakkındaki görüşleri de olumsuzdur: “Daha önce vurguladığım gibi, İmparator’un insan kılığına girmiş şeytanımsı kişiliği, ülkelere bela ettiği korkunç felâketlerin büyüklüğü ile kanıtlanabilir. (...) Bana öyle geliyor ki, bu adamın yok ettiği insan sayısını tahmin etmeye Tanrı’nın dışında kimsenin gücü yet mez. (Prokopius, 2002, s. 151)

Meier, Prokopius’un (Gizli Tarihte) dillendirdiği suçlamalara 6. yüzyılda sıkça rastlanıldığına dikkatimizi çekiyor: “Prokop formuliert mit dieser Aussage einen Vorwurf, der im 6. Jahrhundert mehrfach zu greifen ist: Der Kaiser als Verantwortlicher für entsetzliches Leid, das durch Faktoren, die von Menschen nicht beeinfluhbar sind, über das Reich gebracht worden ist. Zu den schlimmsten Übeln dieser Art zâhlte damals die Pest.” (Meier, 2005, s. 86)

[33]   Justinianus Vebası, Papalık kenti Roma’da ilk kurbanını 590 yılında alır. Giderek büyüyen salgın tehlikesi üzerine aynı yıl Papa Büyük Gregorius tarafından üç gün sürecek büyük bir ayin düzenlenir. İlk iki gün çok sayıda kilise mensubunun katılımıyla Mezmurlar söylenip, Tanrı’dan af dilenir. Daha sonra çok geniş katılımlı bir nedamet alayı geçit resmi yapar.

Jacobus De Voragine, Legenda aurea'da ayini ve taşınan Bakire Meryem resimleriyle vebanın getirdiği pis havanın nasıl temizlendiğini anlatır: “Da aber die Pest noch in Rom wütete, ordnete er an, es sollte wie gewöhnlich zur Osterzeit in der Stadt eine prozession mit Litaneien abgehalten werden. In dieser Prozession lieb er das Bild der immerwâhrenden Jungfrau Maria vorangetragen. (...) Und siehe da, die verpestete und verdorbene Luft wich völlig vor dem Bild, wie wenn sie vor ihm geflohen wâre oder seine gegenwart nicht hâtte ertragen können, und so bleib die Luft hinter dem Bild in wunderbarer Weise klar und rein.” (Legenda aurea, s. 119) Aynı konuda bkz. Leppin, 2005, s. 108-116.

Veba salgının dini ve politik alanda neden olduğu değişimin sonuçları üzerine ayrıntılı bir değerlendirme için bkz. Meier, 2005, s. 101-107.

[34]   Valentin Seibel’in, İstanbul (Justinianus) Veba Salgını (541-542) ve Attika Salgını (İÖ 430-426) öncesinde ve sürdüğü dönemde, salgınların başladığı coğrafyalarda dâhil olmak üzere, beklenmedik doğa olaylarını ve salgınların sonuçlarını inceleyen günümüzde güncelliğini hâlâ koruyan çalışmaları için bkz. (Seibel, 1857; 1868/69). Aynı konuda Seibel’e referans için bkz. Stathakopoulos, 2007, s. 100.

[35]   Mischa Meier, yaşanan tüm bu felâketler nedeniyle insanlar arasında, erken bir zamanların sonu -İsa Mesih’in dönüşü- beklentisi inancının yayılmış olabileceğine dikkat çekiyor: “Der beginn dieser Desaster fiel mit dem Datum zusammen, an dem nach verbreiteter Auffassung die Endzeit mit der Wiederkehr Christi zu erwarten war (um 500).” (Meier, 2005, s. 89)

[36]    1348 yılında Avrupa’yı etkisi altına alan Büyük Veba Salgını’nı tanımlayan ‘Kara Ölüm’ ifadesi Ortaçağ’da hiçbir zaman kullanılmamıştır. ‘Kara Ölüm’ ilk kez 16. yüzyılda Danimarkalı ve İsveçli tarih yazıcıları tarafından ve vebanın endişe veren, korkunç yüzünü tanımlamak için kullanacaklardır. Birçok yerde yanlış biçimde yazıldığı şekliyle başlangıçta ‘kara’ sıfatı, hastalığın ileri aşamasında ciltte görülen koyulaşmayı ve hastalığa ilişkin herhangi başka bir belirtiyi ifade etmek için kullanılmamıştır. Böylece 16. yüzyıldan itibaren ‘Kara Ölüm’ ifadesi yaygınlık kazanarak edebiyat, güzel sanatlar ve tarih yazınındaki yerini alacaktır. (Herlihy, 2007, s. 10)

[37]   İstanbul’daki salgının başladığı yıldan (541) hareketle yaklaşık iki yüz on yıl süren veba salgının Antikçağ’ı sonlandırdığı söylenebilir. Bu bağlamda Lester K. Little’ın editörlüğünü üstlendiği çalışmanın (2007) başlığının Plague and the End of Antiquity - The Pandemic of541-750 olduğuna dikkat çekelim.

[38]  Bu bilgi J. Le Goff’un, Marc Bloch’un Kralın Dokunuşu başlıklı çalışmasına yazdığı uzun ‘Önsöz’den alınmıştır. Bloch, 1998, s. 22 Aynı konuda bkz. Delumeau, 1985, s. 140.

[39]   Batı dünyasında hastalıklara azizlerin ismini vermek yaygın kabul görmüştür. J. Delumeau, Batı’da 15.- 17. yüzyıllar arasında korku verici kırk hastalığın aziz ismi taşıdığını belirtir. (Delumeau, 1985, s. 90)

[40]   Bu çalışmada zaman zaman değineceğimiz K. Peter Kankrift’in ‘Ortaçağ Dünyası’nda Felâketler- Yangınlar, Fırtınalar, Açlık Krizleri’ (Katastrophen in der Mittelalterlichen Lebenswelt - Brande, Strüme Hungersnöte- 2003b) başlıklı çalışmasında yaşanan doğal felâketlere ve sonuçlarına ilişkin çok sayıda örnek yer almaktadır.

[41]   1270’den itibaren başlayan ‘Krizi’ tarımsal üretim kaybı ve hızla gelen açlık bağlamında ele alan çalışma için bkz. Montanari, 1999, s. 85-88.

[42]  Bu artışın, 11.-14. yüzyıllar arasına yaşandığını savunan tarihçilere örnek olarak bkz. (Fossier, 2009, s. 49) Büyük Veba Salgını’nında nüfusunun yaklaşık %30’nu (kimi araştırmacılara göre %40) kaybedecek olan Avrupa, salgın öncesi nüfusuna ancak 1500 yılında ulaşabilecektir. (Romano ve Tenenti, 1993, s. 14). Veba salgının Avrupa’daki nüfus üzerine etkisi konusunda ayrıntılı bilgi için bkz. Byrne, 2004, s. 58­62.

[43]   Bu ekolojik vandalizme en iyi örneklerden biri kentleşme alanında görülmektedir. Avrupa’da 1240 - 1300 yılları arasındaki sürede her on yılda bir üç yüz yeni kent kurulmuş veya mevcut yerleşim merkezleri gösterdikleri gelişme sonucunda kent statüsü kazanmıştır. 1370 yılında bu rakam yüz elli, 1400’lerde yüzden az ve 1450’lerde ise sadece yirmi beştir. (Hergemöller, 1994a, s. 32)

[44]   A. Nikiforuk Avrupa’da yaşanan bu kontrolsuz büyümeyi, Philip Ziegler’den yaptığı bir alıntıyla özetler: “Bu açıdan bakıldığında Kara Ölüm, çok uzun süre boyunca çok hızlı üreyen ve böyle bir lüks için gerekli kaynakları önceden sağlamamış bir toplumun ödediği kefarettir.” (Nikiforuk, 2007, s. 70) Herlihy, ise ‘Kara Ölüm’ün Avrupa’nın gördüğü en büyük çevre felâketi olarak tanımlamaktadır. (Herlihy, 1998, s. 7)

[45]   Avrupa’da 14. yüzyıl başlarında yağış yoğunluğu ve düşen sıcaklık değerleri (214-217), veba salgını ve Aziz Antonius Ateşi (217-218), 16. ve 17. yüzyılda yaşanan ‘Küçük Buzul Çağı’ (232-263) üzerine ayrıntılı bilgi için bkz. Lamb, 1989.

[46]   “Anno 1312 ist allenthalben in Teutschland ein grober Sterb gewest, sonderlich am Rheinstrom, also dab man dafür gehalten, es wâre der dritte Teil der Menschen gestorben.” Aktaran Vasold, 2003, s. 101.

[47]   Wolfgang Behringer bu sıra dışı kıtlık döneminin ateşleyci dört ana unsurunu aşırı nüfus artışı, olumsuz hava koşulları nedeniyle tarımsal gıda üretimindeki düşüş, savaşlar ve iç karşıklıklar nedeniyle gıda ürünlerinin taşınma ve dağıtılmasındaki engeller ve kırsal kesim insanındaki tutuculuğun yeni çevre şartlarına uyumun önünde engel oluşturması olarak sıralamaktadır. (Behringer, 2011, s. 142) 1348 yılının politik gelişmeler ve Kilise’nin konumu bağlamında bir analizi için bkz. Bergdoldt, 2003, s. 30-33.

[48]   Açlık dönemleri ve hastalıklar arasındaki ilişkinin tahlili için bkz. Behringer, 2011, s. 153-154; Romano ve Tenenti, 1993, s. 26-31.

[49]  “allerleyfi, hund, pferd und dieb vom Galgen gefrefien” Jankrift, 2003b, s. 124.

Dönemin kronistleri, yaşanan açlık felâketinin nedenlerini Tanrı’nın insanlara verdiği ceza olarak yorumlamakta ve doğaüstü nedenlere bağlamaktadırlar. (Behringer, 2011, s. 142)

[50]   Avrupa’da yaşanan veba salgını üzerine yapılan çalışmalarda genellikle İngiliz din adamı Thomas R. Malthus’un (1766-1834) nüfus teorisine atıf yapılmaktadır. Bazı yazarlar 13. yüzyılın sonlarından itibaren beliren ekonomik gerilemenin ve devamında yaşanan veba salgınını Malthus’un nüfus teorisiyle açıklama çabası içindedirler. Bilindiği üzere Malthus 1798 kendi adını belirtmeden yayımladığı çalışmasında insanların sınırsız mutlulukla ilgili beklentilerinin temelsiz olduğunu, çünkü nüfusun her zaman üretimden hızlı artacağını öne sürdü. Malthus’a göre nüfus sürekli olarak toplumda yaşam standardını aşan biçimde artıyor ama savaşlar, salgın hastalıklar, kıtlıklar sayesinde kritik sınırın aşılması önlenebiliyordu. Nüfusun aşırı artışını ancak doğum kontrolü, sefalet önleyebilirdi. Malthus’un prensipleri iktisat yazınında uzun bir süre etkili olmakla birlikte giderek önemini kaybetti. Bugün Malthus’un nüfus kuramının geçerli olamayacağı anlaşılmıştır. Bu bağlamda Büyük Veba Salgını, öncesinde ve sonrasında yaşanan kıtlık ve ekonomik krizleri sadece Malthusçu yaklaşımla açıklayabilmenin imkânsızlığı ortadadır. Yine bu çalışmanın ilerleyen aşamalarında Avrupa tarihinde yaşanan köklü değişimleri sadece veba salgını ile açıklama çabalarının eksikliğine değinilecektir.

Ortaçağ halklarının ölümcül salgın hastalıklara bu denli hızlı yenik düşmelerinin sebepleri üzerine doktrinde açıklama modeli olarak tartışılan, Malthusçu ve Marksist yaklaşımların eleştirisi için bkz. Herlihy, 2007, s. 28-37.

[51]   Tarih boyunca yaşanan veba salgınlarının dönüşüm sıklığı konusunda araştırmacılar arasında farklı görüşler söz konusudur. Bu durum bazı araştırmacıların yöresel düzeyde baş gösteren salgınları göz ardı etmelerinden, sadece kitlesel ölüme neden olan salgınları değerlendirmeye almalarından kaynaklanmaktadır. Bir diğer neden olarak henüz araştırılmamış alanların bilgi eksikliğinin varsayımsal olarak giderilmesidir. Naphy ve Spicer (2006, s. 18), Batı dünyasında vebanın her dokuz ila on iki yılda bir geri döndüğünü, doğu dünyasında ise bu aralığın daha kısa olduğunu (beş ila on yılda bir) belirtiyorlar. A. Nikiforuk’a (2007, s. 68) göre ise veba salgınları 1348’den başlamak üzere 1720 yılına kadar yaklaşık üç yüz yıl boyunca iki ile yirmi yıllık aralarla ancak giderek azalan yoğunlukta, geri dönecektir.

[52]  İsviçreli bakteriyolog-hekim Alexandre Yersin 1894 yılında, Japon hekim S. Kitasato ile aynı günlerde sığır vebası basilini bulmuştur. Bu nedenle basil Yersinia Pestis olarak anılmaktadır.

[53]   Hastalığın Doğu Akdeniz ve Asya ülklereindeki seyri ve verdiği kayıplar üzerine çok sayıda tanıklık söz konusudur. Bunlardan biri de gezgin İbn Battûta’nın Seyahatnâmesi’nde yer alır. İbn Battûta, Çin seyahatında İskenderiye ve Kahire’de hergün, aralarında daha önce dostluk kurduğu, binlerce insanın yaşamını yitirdiğini belirtir: “İskenderiye’de veba bir günde binseksen kişiyi alıp götürdükten sonra yavaşlamıştı. Sonra Kahire’ye doğru yola koyuldum. Duyduğuma göre burada veba hâkimken ölenlerin sayısı bir günde yirmibine dayanıyormuş! Daha önce orada tanış olduğum tüm üstadlar ve şeyhler mevtaydı şimdi!” (İbn Battûta Seyahatnâmesi, c. II, s. 925) Bu arada kendisi de Fas yolculuğu sırasında annesini vebadan kaybettiğini öğrenecektir. (İbn Battûta Seyahatnâmesi, c. II, s. 930)

[54]   Salgın güzergâhı ve merkezlere ulaşma tarihleri üzerine genel bir uzlaşma söz konusu olmakla birlikte, kaynaklar arasında farklılıklar da söz konusudur.

[55]   Salgının seyrettiği güzergâhın bölgeler (ülkeler) itibariyle ayrıntılı analizi için bkz. Bergdolt, 2003, s. 33-98; Vasold, 1991, s. 38-51. Yine salgının Almanya’da izlediği seyir üzerine ayrıntılı çalışmalar için bkz. Föbel, 2005, s. 7- 22; Jankrift, 2003a, s. 88-97.

[56]   Latince atra sıfatı karanlık, korkunç, iflah olmaz, kara anlamlarına gelmekte ve doğrudan kara-siyah (renk) anlamına gelen nigra’dan ayrılmaktadır. Latince’de, veba kelimesi için pestis, pestilentia kullanılmaktadır.

[57]   Yaklaşık iki yüz yıldır Batı dillerine yerleşmiş haliyle ‘Kara Ölüm’ün (Der Schwarze Tod, Alm.; The Black Death, İng.) ‘kara’sı korkutucu, ürkütücü, irkiltici anlamını taşımaktadır. Kelime İngilizce’de ilk kez 1823 yılında bir din adamının eşi olan Elizabeth C. Penrosa’nin İngiltere tarihini anlattığı okul kitabında, Almanca’da ise, 1832 yılında, hekim J. F. K. Hecker’in 14. yüzyılda Kara Ölüm (Der Schwarze Tod im vierzehnten Jahrhundert) isimli (Bkz. Kaynakça; Hecker, 1832) eserinde kullanılmıştır. Hecker’in kitabı 1833 yılında İngilizce’ye çevrilmiş ve ‘kara ölüm’ kavramının Avrupa’da tanınması böylece başlamıştır. (Jankrift, 2003a, s. 85; Bryne, 2004, s. 1; Herlihy, 2007, s. 10-11)

[58]   Ekolojik çevrenin tahrip edilmesi, fauna ve floranın yok edilmesi sonucunda yaşanan salgınları, iklim tarihi ve iklim koşullarındaki bozulmanın kültürel çerçevesi bağlamında inceleyen bir çalışmalar için bkz. (Behringer, 2011; Ruddiman, 2010). Özellikle Büyük Veba Salgını için (Behringer, 2011, s. 145-148; 151 vd.) ve Avrupa’da 16. yüzyılda yaşanan Küçük Buzul Çağı’nın dinsel fanatizm, cadı avları ve Yahudi takipleri üzerindeki etkisi için bkz. (Behringer, 2011, s. 165-195). İklim araştırmacısı W. F. Ruddiman’in kitabının, karbondioksit salınımı ve çevresel ısınma nedeniyle iklim şartlarında görülen ani değişimlerin veba ve benzeri salgınları nasıl etkilediği üzerine yapılmış önemli bir inceleme olduğunu belirtelim.

[59]   Delumeau, Fransız şair, din adamı ve kronikçi Jean Froissart’a (1333-1405) atfen, %30 can kaybı ortalamasının büyük kayıp veren İtalya, Fransa ve İngiltere gibi ülkelerde tutturulduğunu belirtiyor. (Delumeau, 1985, s. 143; Jâckel, 2005, s. 162) Herlihy ise 14. yüzyılın ikinci yarısında salgından en çok etkilenen ülkelerden İngiltere ve Fransa’da, bazı kentlerde ve kırsal kesimde nüfus azalışının %70-80 oranına ulaştığını belirtiyor. (Herlihy, 2007, s. 7) Bulst (2005, s. 144), İngiltere’de can kaybının nüfusun %40’na ulaştığını, Arno Borst (1995, s. 118) ise 1348/49 yıllarında veba kurbanlarının salgın yaşanan bölgelerde toplam nüfusun 1/8 ila 2/3’nü oluşturduğunu belirtiyor. Ortaçağ İslam ve Katolik tıbbı uzamanı Heinrich Schipperges (1993, s. 105), Avrupa’da veba salgını süresince ölüm oranının %12 ilâ %60 arasında değiştiğini, ortalamanın %30 olduğunu, bu oranın da altmış milyonluk Avrupa nüfusunda yaklaşık on sekiz milyonluk bir insan kaybı anlamına geldiğini belirtiyor. D. Jâckel (2005, s. 162) yerinde bir yaklaşımla, Büyük Veba Salgını’na ilişkin kayıplar söz konusu olduğunda, Froissart gibi dönem kaynaklarında çoğunda yer alan ‘nüfusun üçte birinin yok olduğu’ tespitinin, Yuhanna’nın Vahiy Kitabf ında yer alan “İnsanların üçte biri bunların ağzından fışkıran ateş, duman ve kükürtten, bu üç beladan öldü” (Va. 9,18) ifadesinden alındığına dikkatimizi çekiyor.

Salgın yıllarında Avrupa nüfusu ve vebadan ölüm oranları üzerine bölgeler (ülkeler) itibariyle ve genel olarak (Avrupa çapında) verilen rakamların farklılığı dikkat çekicidir. İlginç olan husus bu çalışmada alıntı yaptığımız araştırmaların hemen hepsi, ayrıntılı demografik etüdlere dayanan, dönem kroniklerinden, Kilise ve belediyelerin nüfus kayıtlarından derlenerek kestirim yapılan çalışmalara dayanmaktadır. Biz oluşan bu farklılıkların büyük ölçüde, araştırmacılar tarafından model oluşturulurken kullanılan ‘varsayım’ların farklılığından kaynaklandığına inanıyoruz.

[60]   Kara Ölüm’ün yayılmaya başlamasıyla dönemin tarih yazıcıları ve doktorlar tarafından ayrıntılı biçimde tasvir edildiği metinlerin yazılmaya başladığını görüyoruz. Bu metinlerin en iyi örneklerinden biri Avignon’da ikamet eden Papa VI. Clemens’in hekimi, kendisi de vebaya yakalanan, Guy de Chauliac tarafından kaleme alınan Chirurgia’dır (Cerrahî). Ancak kurbanların sayısının merkezî bir otorite tarafından tutulması daha geç bir dönemde başlar. Örneğin Floransa’da defin sayısını kontrol etmek üzere defter tutma (Libri dei morti) ve bildirimde bulunma zorunluluğu getirilmesi 1377’ye denk düşer. (Herlihy, 2007, s. 21; Grochol, 1994, s. 128; Vasold, 2003, s. 109)

[61]   Romano ve Tenenti nüfusun seyri için örnek aldıkları iki çalışmadaki rakamlara göre, 1300 yılında yetmiş üç milyon olan Avrupa nüfusu 1450 yılında elli bir milyona, 1400 yılında ise kırk beş milyona düşmüştür. Yine başka bir araştırmaya göre 1340 yılında Fransa’nın yirmi bir milyon, Almanya’nın on dört milyon ve İngiltere’nin dört buçuk milyon olan nüfusları, 1470 yılında sırasıyla on dört milyon, on milyon ve üç milyon olarak hesaplanmıştır. (Romano ve Tenenti, 1993, s. 14-15)

[62]  Papa VI. Clemens’in yaptırdığı hesapta ölü sayısının kırk iki milyon sekiz yüz otuz altı bin dört yüz seksen altı olduğuna dair görüş için bkz. Bulst, 2005, s. 144.

[63]   Bulst (2005, s. 148), bu ilk yirmi beş incelemenin sadece ikisinde, yazarların vebaya neden olarak Tanrı’nın öfkesini gördüklerini belirtiyor.

[64]   Paris Üniversitesi Tıp Fakültesi’nce hazırlanan Rapor’un (06 Ekim 1348) vebanın nedenlerine ilişkin bölümünün İngilizce çevirisi için John Abert tarafından hazırlanan kaynak derlemelerine bakılabilir. (2005, s. 41-45) Metinde nedenler; “1. Concerning the Universal and Distant Cause, 2. Concerning the Particular and Near Cause, 3. Concerning Prognostications and Sings” olmak üzere üç başlık altında toplanmakla birlikte, 3. neden ilk iki nedeni birleştirmektedir.

[65]   “(De herba Aaron) Bei der Pest mit schwarzen Beulen, welche mit schmerzhaften Tode, endet, soll man die Blâtter und die Wurzel geben, um ein ruhiges Ende zu bewirken.” Naturkunde, s. 27.

[66]   Büyük afet dönemlerinde verilen tepkiler ve hastalıkların insanoğlunu sınadığına/kutsadığına dair inanç tek Tanrılı dinlerde büyük ölçüde ortaktır. Bu benzerlik üzerine Dols şu örnekleri veriyor: “Hadisler büyücülük, nazar ve cinleri açık açık hastalık yapan etkenler olarak görürken sonuçta hadis ve hadis yorumcuları hastalık ve rahatsızlıkların sebebi hakkında ne söyler? Genelde Allah müminleri sınamak yahut kutsamak için hastalık verir. Eğer mümin bu sınava sabırla direnirse bunun sonucunda kişi arınır, affolunur hatta mükâfatlandırılabilir ve veba gibi kimi hastalıklar insana şehitlik mefrtebesi ve bunun sonucunda cennetten mekân sağlayabilir.” (Dols, 2013, s. 314-415) Yine “Hz. Muhammed şehit olmak için veba gibi tedavisi olmayan bir hastalığa yakalanma, boğulma ve doğum esnasında ölme gibi insanın ansızın öldüğü durumları şart koşmuştur.” (Dols, 2013, s. 331)

[67]   Antikçağ’dan itibaren ok, öfkelenen tanrılar veya Tanrı tarafından yeryüzüne gönderilen cezayı (ölümü) temsil eder: bkz. (Kutsal Kitap) Yas. 32,23; Mez. 64,7; 7;12. Diğer yandan özellikle Ortaçağ halk inanışında demonlar, periler, cadılar, tekinsiz tüm doğadışı varlıklar ‘ok’ atarak kötülüklerini bulaştırırlar. Cadılar büyülerini çoğu kez kimseye görünmeden okları aracılığıyla hedefine ulaştırırlar. Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. Dinzelbacher, 1996, s. 211-216.

[68]    Boccaccio, Decameron (1996) anlatısında toplumun her kesimindeki, ama özellikle ruhban kesimindeki ahlakî yozlaşmayı ele alan çok sayıda örneğe yer verir.

[69]   Veba salgının gündelik hayattaki en olumsuz sonuçlarından biri, yaşanan felâketin sonucunda ortaya çıkan acımasızlık ve vurdumduymazlık kadar, insanlar arasındaki dayanışma duygusunu yok etmesidir. İnsanlar geleceğe olan inançlarının kalmaması nedeniyle sadece kendilerini düşünmeye başlamışlar ve yardımlaşmayı anlamsız görür hale gelmişlerdir. Yok olan yardımlaşma ve dayanışma duygusu üzerine salgın dönemine ilişkin kaynaklarda yer tanıklıklar için başta Boccaccio’nun Decameron'nu (1996) olmak üzere bkz. Aberth, 2005.

Toplumsal dayanışma duygusunda yaşanan bu zayıflama, Büyük Veba Salgını’nı takip eden dönemde, Hıristiyanlığa özgü Caritas düşüncesinin yeniden yükselişe geçişine neden olacaktır.

[70]    Son tahlilde tek tipleştirmeyi amaçlayan uniform kıyafet anlayışının en güzel örneği tarikatların kendilerine özgü giyim kültürüdür. John Harvey bu etkiyi, Hıristiyan tarikatları bağlamında şöyle açıklar: “Her halükârda, diğer insanlarla aynı kıyafetleri giyiyor olmak, grupla benzeşip bütünleşmek ve grubun kudretinden haz almaktı: Üniformalar da böyle bir etkiye sahiptir.” (Harvey, 2012, s. 70)

[71]   “(...), daB ein Artz, der in Ausübung seines Berufes Pest erlag, weit weniger das Interesse der Chronisten erregte als diejenigen seiner Kollegen, die sich durch Flucht Verantwortung entzogen.” Bergdolt, 2003, s. 172.

[72]  Bergdolt (2003, s. 175), 13. yüzyıla kadar Avrupa’lı hekimlerin, ‘Hippokrates Yemini’ olarak bilinen hekimlik etiği kuralları dizgesinden sorumlu olmadıklarını, bir başka ifadeyle ‘Hippokrates Yemini’ etmeleri yönünde bir zorunluluğun olmadığını belirtiyor.

[73]  Büyük Veba Salgını sırasında Fransa’da toplam bin yedi yüz civarında hekim olduğu ve bunun da bin tanesinin Paris’te çalıştığı (Byrne, 2004, s. 35), 1240 yılında Fransa’nın nüfusunun yirmi bir milyon civarında olduğu (Romano ve Tenenti, 1993, s. 15) düşünüldüğünde, sıradan insanlar için hekime ulaşabilme gerçeğinin ne denli zor, giderek imkânsız olduğu daha iyi ortaya çıkacaktır.

[74]  “Wir (Ârzte) sind uns selbst die Nâchsten. Keiner von uns ist von solchem Wahnsinn geblendet, daB er sich mehr um die Rettung der anderen als um die eigene kümmert, zumal bei einer so raschen und ansteckenden Krankheit.” (Bergdolt, 2003, s. 173-174)

[75]  Büyük Veba Salgını sırasında hekimlerin toplumdaki konumu ve hekimlik etiği üzerine ayrıntılı bilgi için bkz. Bergdolt, 2003, s. 172-178.

[76]   Barbara Tuchman (1995, s. 104-105), ruhban sınıfının geneli için daha düşük ölüm oranlarının söz konusu olduğunu belirterek, ülkeden ülkeye değişmekle birlikte ortalama %30’luk ölüm oranının din adamları içinde geçerli olduğunu belirtiyor.

[77]  Prag, Floransa, Krakov, Cenevre ve Viyana üniversiteleri 1348 ile 1370 yılları arasında kurulacaktır. (Bergdolt, 2003, s. 179)

[78]   Herlihy, veba salgının Avrupa’da, kültürel anlamda ulusalcı bir çağın (Zeitalter des kültürellen Nationalismus) başlangıcına olanak sağladığını belirterek, Latince eğitim veren eğitmen sayısının azalırken, yerel dillerde (Volkssprachen) eğitimin filizlenmeye başladığına dikkat çeker. (Herlihy, 2007, s. 88)

Ortaçağ Avrupası’nda entelektüeller, eğitim ve üniversitelerin kuruluşuna ilişkin ayrıntılı bilgi için bu alanda standartlaşmış bir eser olan J. Le Goff’un Ortaçağ’da Entelektüeller’e (1994) bakılabilir. Aynı konuda bkz. Borst, 2007, s. 377-393; Brocchieri, 1998, s. 198-231.

[79]  “In tausend Jahren gab es keinen solchen Gotteszorn über der Welt wie jetzt, wie sehr auch vorher oft grober Gotteszorn über die Welt troff. mit dem Schwert, der Pest und dem Hunger, usw...”

[80]   M. Vasold (2003, s. 107), Geç Ortaçağ’da yaşanan ilk veba salgının, dönemin kaynaklarında, hiçbir yerde İtalya’da olduğu kadar eksiksiz ve ayrıntılı tasvir olunmadığını belirtiyor. Salgının İtalya için belirleyici konumunun, Apenin yarımadasının uzun sahil şeridi ve aşırı sıcak iklimden kaynaklandığını belirtiyor.

Salgının yaşandığı dönemin İtalya’sı üzerine başka tanıklıklar için bkz. Vasold, 2003, s. 103 -108.

[81]  Um [Kranke] Verwandte kümmerte man sich nicht anders als um Hunde. Man warf ihnen Speise und Trank ans Bett, und dann floh man aus dem Haus. Waren sie dann gestorben, kamen starke Bauernburschen aus dem Bergland der Provence, elend und arm und übellaunig, die man gavots nennt. Gegen hohe Bezahlung trugen sie die Toten zum Begrabnis. Keine Verwandten, keine Freunde zeigten Anteilnahme daran, was mit ihnen geschehen mochte. Kein Priester kam, um die Beichte der Sterbenden zu hören oder ihnen die Sakramente zu spenden. Die Menschen sorgten sich nur um ihre eigene Gesundheit [und die ihrer Familien]. Es geschah sogar, dab Tag für Tag ein reicher Mann mit einem kleinen Licht von Rüpeln zu Grabe getragen wurde — niemand als sie folgte dem Leichnam. (Herlihy, 2007, s. 75)

[82]   Petrarca veba salgını öncesinde de, hekimlere ve tedavi yöntemlerine olan güvensizliğini sık sık dillendirmiştir. Ancak salgın süresince şahit oldukları onu yaşadığı çağın hekimlerinden ve tıbbi yaklaşımlarından bütünüyle uzaklaştırır. Dostlarına yazdığı mektuplarda, sık sık hekimlerin veba salgını karşısında hiçbir şey yapamadıklarından yakınır. Kaldı ki, ona göre, aldıkları yetersiz, eski, eğitim hekimlere bu olanağı zaten vermez. Ancak diğer yandan, o dönemde astrolojiyi vebadan kurtuluş için bir araç olarak gören Padua, Bologna ve Montpellier Tıp Okullan’nı da eleştirmeyi ihmal etmez. (Bergdoldt, 1992, s. 72; Bergdolt, 2003, s. 105-106)

Büyük Veba Salgını sırasında tıbbın olanakları ve hekimlerin hastalığı tedavi edebilme şansları üzerine yapılan çalışmalar bize aydınlatıcı bilgi vermekten uzaktır. 14. yüzyılın ilk yarısında bazı önemli değişiklikler içermekle birlikte, hâlâ Hippokrates geleneği üzerine inşa olunmuş, Galenos Tıbbı’nın ilkeleri geçerlidir. Veba’ya neden olan basilin varlığını tespit edebilmenin çok gerisinde olan tıp bilimi, Antikçağ’ın, beden sıvılarının dengesizliği üzerine inşa ettiği tedavi yöntemlerini kullanmaktadır. Papa VI. Clemens’in hekimi Guy de Chauliac, Papa’yı vebadan korumak için yaz sıcağında papalık sarayının bahçesinde yaktırdığı iki büyük ateşin arasında oturtur. (Tuchman, 1995, s. 109) Bu önlemin başarılı olup olmadığını söyleyebilmek mümkün değildir. Ancak anılan dönemde, vebaya karşı hacamat, terletme, civa buharı solutma, tütsü koklatma ve benzeri geleneksel şifa yöntemleri dışında, tıbbi bir müdahaleden, söz edebilmek mümkün değildir. İsviçreli hekim-biyolog Alexandre Yersin’in vebaya neden olan basili 1894 yılında keşfettiği göz önünde bulundurulursa, 14. yüzyıldaki hekimlerin çaresizliği kanımızca daha iyi anlaşılır. Bu konuda yapılan yapılan araştırmaların kısa bir değerlendirmesi ve Ortaçağ’da hastalık olarak vebaya bakış için bkz. Byrne, 2004, s. 51-52; Byrne, 2006, s. 21-25.

[83]   Petrarca’nın Laura’ya olan aşkından yola çıkarak, aşkı ölümsüzleştirmek amacıyla kaleme aldığı Canzoniere’nin (2002) ikinci bölümü (264-366 numaralı şiirler), bir Vanitas şiiri olarak tanımlanabilir. Aynı konuda bkz. Bergdolt, 2003, s. 101.

[84]  “O zaman o sarışın baştan kopardı

Ölüm eliyle altın bir teli:

Böyle seçti dünyadaki en güzel çiçeği, nefret yüzünden değil, göstermek için açıkça en seçkin şeylerden üstün olduğunu.” (Utku Şiirleri, Ölümün Utkusu I,113-117)

[85]  Hıristiyan Batı Dünyası’nda ve İslam âleminde veba algısı üzerine bir değelendirme için bkz. Naphy ve Spicer, 2006, s. 20-21. Yine daha önce İslam inancında veba konusundaki tesbitlerine yer verdiğimiz İslam Tıbbı uzmanı M. W. Dols’a bakılabilir: 2013, s. 314-315; 331.

[86]   Genel olarak depremlerin oluşumu ve 1348 Depremi üzerine Megenberg’li Konrad’ın yorumları için bkz. Das Buch der Natur, II,33.

[87]   N. Bulst benzer biçimde 14. yüzyılda kaleme alınan başka bir metinde, başta veba salgının kozmik nedenlere bağlamanın yanı sıra, yaşanan olumsuzluklar ile temel elementler arasındaki ilişkiden, diğer bir ifadeyle elementlerin gücünden, kaynaklanan felâketlere olan inanışın yaygınlığına dikkat çekiyor. Çok sayıda metinde yer alan bu neden-sonuç ilişkisinin, Ortaçağ insanı için tesadüften öte bir anlam taşıdığını belirtiyor. “Hinter dieser scheinbaren Evidenz materieller Einbuben vergibt sich eine Einordnung der Pestkatastrophe in ein kosmisches Geschehen. Jede der genannten Ursachen lâbt sich einem der vier Elemente zuordnen: Feuer, Erde (Raub), Luft (Pest) und Wasser, wodurch auch deutlich wird, dab es sich hier keineswegs um blobe Zufâlligkeiten handelt, sondern um ein Geschehen mit tiferer Bedeutung. Gemeint ist die immer wieder implizit oder explizit in literarischen Texten ebenso wie in Chroniken, in Hymnen oder Messen sowie in der Ordnungsgesetzgebung anzutreffende Deutung, wonach die Pest als Strafe Gottes über die Menscheit gekommen ist.” (Bulst, 2005, s. 149-150)

[88]  Das nâchste Jahr 1342 brachte den ersten Höhepunkt, einen Aufruhr aller vier Elemente, Grobfeuer in mehreren Stâdten, Orkane mit Gebâudeschâden, Überschwemmungen mit Flurschâden und ein Erdbeben.” (Borst, 2007, s. 537) Arno Borst’un 1348 Depremi üzerine ayrıntılı analizi için bkz. Borst, 2007, s. 528-563. 1348 Depremi ile Yahudiler arasında kurulan ilişki için bkz. Frey, 2011, s. 241-253.

[89]  Burada toplumsal bağlamda ‘ortak kaygı’ olarak tanımladığımız husus Batı yazınında Kollektivangst, collektive fear olarak ifade edilmektedir.

[90]   Günümüz Batı yazınında, Büyük veba Salgını’nı veya toplumsal, sosyal ve ekonomik yaşamda çok ağır sonuçları olan diğer büyük felâketleri konu alan araştırmaların büyük bölümünde, geleneksel hale gelmiş bir ‘günah keçisi’ tasarımından söz etmek mümkündür. Büyük Veba Salgını özelinde yapılan çalışmaların büyük bir bölümünde, yukarıda değinildiği üzere, Yahudilere karşı yürütülen takip ve av sürecinin, veba salgını sırasında yaşanan toplumsal histeriden kaynaklandığına dair bir görüş birliği söz konusudur. Ancak, azınlıkta yer almakla birlikte, bazı araştırmacılar, Avrupa’da özellikle Yahudiler üzerinde kurulan baskı ve uygulanan şiddeti açıklamak için, veba salgını veya başka felâketlerin neden olarak gösterilemeyeceğini savunmaktadırlar. Diğer bir ifadeyle Yahudi düşmanlığı, Büyük Veba Salgını’nın doğrudan bir sonucu olmaktan çok, kökleri Hıristiyanlığın doğuşuna uzanan bir olgudur ve veba salgını benzeri süreçler sadece bu düşmanlığın yeniden suyüzüne çıkmasına olanak sağlar. Kuşkusuz her iki model de kendi içinde tutarlılık taşımakla birlikte, son tahlilde bu yaklaşımlar, toplumsal düzeyde ortaya çıkan, genel kabul görmüş aidiyet duygusuna dâhil olamamış veya edilmemiş gruplara karşı ortak takınılan dışlayıcı, aşağılayıcı ve nihayet yok edici tavrın niteliğini değiştirmez.

[91]   J. Delumeau (1985, s. 182) Büyük Veba Salgını’nın yaşandığı yüzyılda ve sonrasında vebanın nedenini açıklamak üzere üç faklı görüşün olduğunu belirtiyor. İlk görüşün temsilcileri olan âlimlerin (Die Gelehrten) vebanın kuyruklu yıldızlar, gezengenlerin dizilişi ve benzeri göksel olgular nedeniyle ortaya çıkan kötü-çürümüş havadan veya oluşan zararlı buharlardan ya da her ikisinden birden kaynaklandığına inandıklarını belirtiyor. İkinci grupta yer alan, sokaktaki insanlar (Die anonyme Masse) olarak tanımlayabileceğimiz grup ise, salgının bilinçli taşıyıcıları olduğunu, bunların hastalığa neden olduklarına inanıyor ve yakalanarak, cezalandırılmaları gerektiğini savunuyordu. Üçüncü grubu oluşturan Kilise ise, Tanrı’nın günahkâr insanları cezalandırmak üzere böyle bir yol seçtiği kanaatindedir. Delumeau bu üç farklı yaklaşımın, olguların dönem insanının dünya görüşü çerçevesinde nasıl şekillendiğine örnek oluşturduğunu belirtiyor.

[92]   1 4. yüzyılda veba salgının Yahudi düşmanlığına etkileri üzerine bkz. Graus, 2002a, s. 289-301. Geç Ortaçağ’da Orta Avrupa’da yaşayan Yahudi cemaatleri üzerine bir analiz için bkz. Graus, 2002d, s. 261­287. J. Delumeau’nun (1985) Yahudi karşıtlığı üzerine ayrıntılı bir değerlendirmesi için bkz. s. 412 -455.

[93]   Richard Sennett ilk kez 16. yüzyılda Venedik’te kullanılmaya başlanan Ghetto kelimesinin İtalyanca ‘dökümhane’ anlamına geldiğini belirtiyor. Venedik’teki Yahudi gettosu üzerine ayrınlı bir analiz üzerine bkz. Sennett, 2002, s. 190-225.

[94]Sennett, Venedik örneğinden hareketle, Hıristiyanların Yahudileri tecrit etme nedenlerine ilişkin şunları söylüyor: “Venedikliler Yahudiler’i Getto’ya kapattıklarında Hıristiyan cemaatine bulaşan bir hastalığı tecrit ettiklerini iddia ediyorlar ve buna inanıyorlardı çünkü Yahudiler’i özellikle bedeni zayıf düşüren illetlerle özdeşleştiriyorlardı. Hıristiyanlar Yahudiler’e dokunmaktan korkuyorlardı: Yahudi bedenlerin bulaşıcı hastalıklar taşımalarının yanı sıra daha gizemli kirletici güçleri de barındırdığını düşünüyorlardı. İş ritüellerinden küçük bir ayrıntı, bu dokunma tedirginliğini gayet iyi gösteriyordu. Hıristiyanlar arasındaki sözleşmeler bir öpüşme ya da el sıkışma ile mühürlenirken Yahudiler’le yapılan sözleşmeler tarafların bedenlerinin birbirine dokunması gerekmesin diye bir baş selamıyla mühürleniyordu.” (Sennett, 2002, s. 193) Ancak Venedik devleti söz konusu olduğunda tecrit uygulamasının sadece Yahudilerle sınırlı olmadığı özellikle dinsel-etnik kökeni itibariyle ‘yabancı’ olan herkese uygulandığı anlaşılıyor: “Yahudiler Venedikliler’in koruyu mekânlara kapadıkları ilk yabancılar grubu değillerdi. Yunanlılar, Türkler ve diğer etnik gruplar da tecrit edilmişlerdi. Daha önce tecrit edilen yabancıların belki de en az ihtilaf yaratanı Almanlardı, ne de olsa onlar da Hıristiyandı.” (Sennett, 2002, s. 205)

[95]   “In einigen gegenden kann man Juden und Christen an der Kleidung unterscheiden; aber in anderen Lândern ist eine solche Regellosigkeit der Gewohnheiten eingetreten, dab man sie nicht gleich unterschieden kann. Es kommt daher bisweilen vor, dab irrtümlich Christen mit jüdischen oder islamischen Frauen Geschlechtsverkehr haben.” (Meier, 2009, s. 159)

[96]  Toplum içinde Yahudileri kolay tanımak için bazı bölgelerde, Yahudi Şapkası’na ilâveten, getirilen bir diğer zorunluluk ‘sarı’ renk giyinme zorunluluğudur. (Seibt, 1987, s. 432) Sennett (2002, s. 216), Venedik’te Yahudiler’in sarı bir rozet takmalarının ilk kez 1397 yılında zorunlu hale getirildiğini belirtiyor.

[97]   İffetsiz Kadın olarak Yahudi tasarımların temelinde, Yahudilerin tefecilikle uğraşmaları yatmaktadır. Sosyolog Benjamin Nelson’a göre 13. ve 14. yüzyıllarda tefecilik genellikle iffetsiz kadınla analoji yapılarak tanımlanıyordu. “Borç veren Yahudiler’in hepsinin tefecilik yaptıkları, bu yüzden de oprospulara benzedikleri düşünülüyordu.“ (Sennett, 2002, s. 202)

[98]   Frank Meier (2009, s. 156), Ortaçağ’da Yahudilerin toplumdaki konumunu Sonderstatus olarak tanımlıyor. Almanca ayrı, özel anlamlarına gelen sonder kelimesini, Türkçe’de olumsuz anlamda kabul etmek koşuluyla, ‘istisnaî’ olarak karşıladık.

[99]  “Ich weih wirklich nicht, ob der Jude ein Mensch ist, denn weder weicht er der menschlichen vernunft, noch dem Worte Gottes, sondern er hört nur auf sich selbst.” (Meier, 2009, s. 163)

[100]  Yüksek Ortaçağ’da tefecilik bir suç (hırsızlık) olmanın yanında, günah olarak da görülüyordu. Özellikle Kilise çevrelerinde tefecilik, yedi ölümcül günahtan biri olan açgözlülük (avaritia) ile özdeşleştirilmiş ve tembelliği teşvik ettiğine inanıldığı için lanetlenmiştir.

Tefeciliğin Katolik inancındaki yeri ve Ortaçağ’da Kilise’nin tefecilere ve Yahudilere karşı tavrı üzerine Jacques Le Goff’un (2008) aydınlatıcı çalışmasına bakılabilir.

[101] Le Goff (2008, s. 46 vd.) 12. yüzyıla kadar faizle para satma ekonomisinin bütünüyle Yahudiler’in elinde olduğuna dikkat çekiyor. Bu özel duruma, hekimlik gibi bazı serbest mesleklerde getirilen çalışma yasağı nedeniyle Yahudiler’e ‘para’ ticareti dışında çalışılacak çok az alanın kalmasının da etkili olduğunu, ancak 12. yüzyıldan itibaren ekonomik aktivitelerde yaşanan hızlanmanın, yeni ekonomik unsurların da (yeni kredi imkânları ve benzeri olanaklar) devreye girmesiyleYahudi tefecilerin ikinci plana düştüklerini belirtiyor. Bu durumun sonucu olarak da Yahudilerin gelirlerinde önemli düşüşler yaşandığını belirtiyor.

J. P. Byrne Geç Ortaçağ Avrupa’sında Yahudi varlığının toplam nüfusun oranının %1 civarında olduğunun sanıldığını belirtiyor. (Byrne, 2004, s. 81)

[102]  Erken Yeniçağ Avrupası’nda Yahudilere karşı takınılan aşağılayıcı ve dışlayıcı tavrın edebiyat alanında en güzel örneklerinden biri Shakespeare’in Venedik Taciri isimli oyunudur. 1596 ile 1597 yıllarında yazıldığı sanılan oyundaki Venedikli tacir Shylock karakteri dönemin Kıta Avrupası’nda ve İngiltere’de Yahudilere olan bakışı çok güzel ortaya koyar. Oyunda Yahudi tefeci Shylock, biçimde saygın Venedikli tüccar Antonio tarafından toplum içinde, kirli iş yaptığı nedeniyle sürekli aşağılandığını ve kendisine köpek muamelesi yapıldığını söyler. Ancak gün gelir tüccar Antonio’un aşağıladığı Yahudi tefecinin vereceği paraya ihtiyacı olur. Genç tüccara borç vermeyi kabul eden tefeci Shylock, verdiği borca karşılık senete, Antonio’nun da kabul etmesiyle, borcunun zamanında kendisine ödenmemesi durumunda borçlunun bedeninden yarım kilo etini keseceğine dair bir madde yazar. Bu ana eksende gelişen oyunda olaylar, Venedikli tüccar ve arkadaşlarının Hıristiyanların Yahudi tefeciye karşı kazandığı zaferle sonuçlanır. Sonuçta olaylar bütünüyle tersine döner ve Shylock içine düştüğü açmazdan, ancak din değiştirme, Hıristiyan olma şartını da kabul ederek kurtulabilecektir. Shakespeare oyunda, Shylock’un ağzından Hıristiyanların Yahudilere olan bakışını ve önyargıları şöyle dillendirir: “Peki, bütün bunlara sebep neydi? Ben Yahudiyim de ondan. Yahudinin gözleri yok mu? Yahudinin elleri, organları, bedeni, duyguları, sevgileri, tutkuları yok mu? Aynı yiyeceklerle beslenmiyor mu? Silahla yararlanınca aynı acıyı duymuyor mu? Aynı hastalıklara yakalanmıyor mu? Aynı ilâçlarlarla iyileşmiyor mu? Kışın soğunu, yazın sıcağını bir Hıristiyan gibi duyamaz mıyız? Etimizi kesseniz bizim de kanımız akmaz mı? Gıdıklarsanız, gülmez miyiz? Bizi zehirleseniz ölmez miyiz? Bize haksızlık yaparsanız öcümüzü almayacak mıyız? Her şeyde benzediğimize göre, bunda da benzeyeceğiz elbette. Bir Yahudi, bir Hıristiya’a haksızlık ederse, karşısında göreceği hoşgörü ne? İntikam. Bir Hıristiyan bir Yahudiye haksızlık ederse, Hıristiyan töresine göre karşılığı ne olmalı? Elbette intikam! Bunu sizlerden öğrendim, sizlere uygulayacağım. Zarar verici bir şey, ama öğrettiklerinizden daha iyisini yapacağım.” (Venedik Taciri, 2013, s. 53)

Kuşkusuz yukarıda yaptığımız alıntının amacı, Shakespeare gibi bir dehanın eserini yorumlamak ve/veya eserin semitik bir karakteri olup olmadığını tahlil etmek değildir. Bilâkis, bizce eşsiz kurgulanmış bu yapıttan hareketle Yahudi cemaatine karşı artan önyargıların 16. yüzyılda ulaştığı noktaya, edebî bir eserden hareketle, dikkat çekmektir. Venedik Taciri üzerine yararlı bir tahlil için, oyunu Türkçe’ye çeviren Özdemir Nutku’nun yazdığı girişe (v-xxi) bakılabilir.

[103] Ortaçağ Avrupa ekonomilerinde kredi ekonomisi ve tefecilik üzerinde ayrıntılı bilgi için bkz. Pirenne, 2005, s. 136-160. Geç Ortaçağ ekonomisinin en saygın aktörü olarak ‘tacir’ üzerine ayrıntılı bir değerlendirme için bkz. Gmjewitsch, 1998, s. 268-311.

[104] ‘Christ-killers’ (Byrne, 2006, s. 81)

[105] Fransa’da Yahudilerin veba hastalığını halk arasında yaymak amacıyla kuyuları zehirledikleri inancı yeni değildir. Veba salgını baş göstermeden otuz yıl önce benzer biçimde cüzzam hastaları ile Yahudiler arasında benzer bir ilişki kurulmuştur (Ginzburg, 1993, s. 76; Collard, 2005, s. 183)

[106] Cüzzamlılann işverini konumundaki Yahudilerin verdikleri zehrin terkibi bile tesbit edilmiştir. Buna göre zehir, insan kanı, idrar, toz haline getirilmiş mayasız ekmek (Hostie) ve iksir yapımında kullanılan, menşei çözülememiş bitki özlerinden oluşmaktadır. (Bergdolt, 2003, s. 127)

[107] Basel’de avların bütün hızla sürdüğü günlerde (9 Ocak 1349) Hıristiyanların ‘kuyu zehirleyici’ olarak gördükleri Yahudiler’den birkaç yüzü, tahtadan, özel olarak bu amaçla yapılmış, bir eve kapatılarak yakılır. (Nikiforuk 2007, s. 73; Tuchman, 1995, s. 115)

[108] Almanca konuşulan bölgelerde veba salgınları hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Jankrift 2003:184-196; Vasold, 2003, s. 110-118; Bergdolt, 2003, s. 78-84; 146-151.

[109] “Man fand in zahlreichen Brunnen mit Gift gefüllt Sâckhen. Deshalb wurde eine nicht festzustellende Zahl von Juden im Rheinland, in Franken und in allen deutschen Landen ermordet. Dabei weib ich wahrhaftig nicht, ob dies einige Juden überhaupt getan haben. Wâre dies so gewesen, so hâtte dies gewib das Unheil verschlimmert. Andererseits weib ich aber sehr wohl, dab keine andere Stadt mehr Juden zâhlte als Wien. Dort waren aber unter den Juden die der Seuche erliegenden Opfer so zahlreich, dab sie ihren Friedhof in grobem Umfange erweiterten und zwei Grundstücke kaufen mubten. Sie wâren also recht dumm gewesen, sich selbst zu vergiften.” (Meier, 2007, s. 69-70)

[110] Salgın ortamından kaçışın etik olarak anlamı ve sonuçlarının kısa bir değerlendirmesi için bkz. Bulst, 2005, s. 148.

[111] “Lange ist es her, dab ich auf Physica

meinen ganzen Eifer hab’ gelegt.

Ich beherrschte Theorie und Praxis

zur Heilung mancher Krankheit.

Ich weib nicht, was ich entgegen soll,

Krater und Wurzeln helfen nicht mehr,

noch andre Medizin, was immer man auch sagt.

Gegen den Tod gibt es kein Kraut.” (Kaiser, 1983, s. 97)

[112]  Söz tasvirlerin Almanca çevrilerine ve günümüz Almancası’na uyarlanmış halleri için bkz. Kaiser, 1983. Yine Gert Kaiser söz konusu tasvirleri açıklayıcı mahiyetteki ‘Giriş’ine bakılabilir. (Kaiser, 1983, s. 9-69)

[113] Freski yapan ressam üzerine tam bir fikir birliği olmamakla birlikte genel kabul F. Trani (1321-1365) tarafından yapıldığıdır. Bazı araştırmacılar B. Buffalmacco (1290-1341) yapıldığını kabul etmektedir. Ölümün zaferi temasına bir diğer önemli örnek ise Bruegel’in 1562 tarihli ‘Ölümün Zaferi’ isimli resmidir.

[114] Friedell 1982: s. 96.

[115] Cüzzam (Lepra), veba kadar olmasa da, son yarım yüzyıldır özellikle tarihçiler tarafından fenomen olma özelliğini korumaktadır. Biz çalışmamızda özellikle Schelberg, 2000; Irsigler ve Lassotta, 1995, s. 69-86 ve Nikiforuk, 2007, s. 49-66’dan önemli ölçüde faydalandık. Kaynakça’da yeralan diğer çalışmaları ise burada toplu olarak vermek istiyoruz: Meyer-Steineg ve Sudhoff, 2006; Parker ve Parker, 2004; Gurlt, 1898; Grochol, 1994; Roeck, 1993; Krug, 1993; Belker, 1994; Porter, 2007; Schipperges, 1990; Schipperges, 1993; Bechler, 2009; Borst, 1995; Rheinheimer, 2000, Demaitre, 2007; Le Goff, 2007.

[116] Cüzzamla Savaş Derneği web sitesinde (www. cuzzam.org.tr) cüzzam “bir mikrobun yaptığı ve ancak doğal bağışıklığı olmayan kişilerde ortaya çıkan bir hastalık” olarak tanımlanmaktadır.

[117]  Modern lepra patolojisi hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Schelberg, 2000, s. 39-47. Lepra üzerine basılı ve dijital kaynakların toplu bir sunumu için bkz. Parker ve Parker, 2004.

[118] Cüzzam hastalığı üzerine sahip olunan en eski bilgilerin kaynağını Mısır’ın Teb Kenti’nde bulunan ve Leipzig Üniversitesi Mısırbilim profesörü Georg Ebers (1837-1898) tarafından dünyaya tanıtılan bu nedenle ‘Ebers Papirüsü’ olarak adlandırılan 18,6 metrelik rulo oluşturmaktadır. Ebers Papirüsü eski Mısır’daki hekimlik sanatı, hastalıklar ve tedavi bilgisi üzerine günümüze ulaşabilmiş en önemli kaynaklardan biri olma özelliğine sahiptir. Halen Leipzig Üniversitesi Kütüphanesi’nde muhafaza edilen, Ebers Papirüsü’nün içeriği üzerine ayrıntılı bilgi için bkz. Meyer-Steineg ve Sudhoff, 2006, s. 16-24; Gurlt, 1898, s. 8-15.

[119] Günümüzün bilim adamları ve tarihçileri cüzzam hastalığının tarihin kaydettiği en eski hastalıklardan biri olduğu konusunda hemfikirler. R. Porter Eski Mısır medeniyetine ilişkin İÖ 2400’lü yıllardan kalma kaynaklarda cüzzam olarak tanımlanabilecek bir tür deri hastalığından bahsedilmekle birlikte, dokuz yüz yıl sonra yazılmış Ebers Papirüsü nde (İÖ 1550) tasvir edilen hastalığın cüzzam olduğunun, arkeolojik bulgularda yapılan incelemelerle, kesin olarak belirlendiğini belirtiyor. (Porter, 2007, s. 122). Yine Antalya’nın Karataş ilçesinde Tunç Çağı’yla yaşıt bir cüzzamlının iskeletine rastlanılmasının yanı sıra, Filistin’deki eski yerleşim merkezi Beth-Shan’da bulunan ve İÖ 1411-1314 yıllarına tarihlendirilen çömlek üzerindeki insan figürü cüzzam hastalığının izlerini taşımaktadır. (Özbek, 2007a, s. 507)

A. Schelberg (2000, s. 12), cüzzam hastalığının çok eskilere giden tarihinden hareketle longue duree karakterine vurgu yapar.

[120] Nikiforuk, 2007, s. 52.

[121] A. Krug Antikçağ’a ilişkin palepatolojik bulguların günümüzün cüzzam hastalığı tanımına uymadığına işaret ediyor. (Krug, 1993, s. 20)

[122] Antikçağ’da kara safra fazlalığının delilik, kuduz dışında cüzzama da neden olduğunu inanılmıştır. (Dols, 2013, s. 37)

[123]  Hastalık doğuda ilk kez İÖ 7. yüzyılda Hindistan’da görülmüş, daha sonra Çin, Asya ve Güney Afrika’da ortaya çıkmıştır. Avrupa topraklarında ancak 5. yüzyıldan itibaren etkili olmaya başlayacaktır.

[124] Çalışma boyunca Kutsal Kitab’a (Eski ve Yeni Antlaşma) yapılan atıflarda, aksi belirtilmedikçe, yeni çeviri (2003) esas alınmıştır.

[125]  Bilindiği gibi Yahudilerin kutsal kitabı olan Eski Ahit (Antlaşma) İbranice ve Aramice olarak yazılmıştır. Genel olarak üç ana bölüme ayrılabilir. Musa’nın beş kitabı olarak bilinen Yasa Kitapları birinci bölümü, Peygamberlerin ve tarihsel olayların anlatıldığı bölümler ikinci bölümü, Mezmurlar, şiirsel ve düz metinler üçüncü bölümü oluşturur. Deri hastalıkları farklı boyutlarıyla anlatıldığı bölümler ise şunlardır: Lev. (13, 1-46), (14, 1-32); Say. (5, 1-4), (12, 9-12); 2Kr. (5, 1-27); 2Ta. (26, 16-23); Yşa. (53, 4).

[126]  Eski Ahit’in bizim esas aldığımız Almanca çevirisinde http://www.bibel-suche.de/altes-testament/ ‘cüzzam’ (Lev. 13,1-46) kullanılmıştır. Yeni uluslararası İngilizce edisyonda ise http://www.biblegateway.com/ deri hastalığı (Lev. 13,1-46) olarak çevrilmiştir. Erişim: 12 Haziran 2009.

[127]   Antje Schelberg’in ‘Ortaçağ Toplumunda Cüzzamlılar’ (Leprosen in der Mittelalterlichen Gesellschaft) başlıklı doktora tezi (2000) Almanca konuşulan ülkeler için, genel olarak hastalık algısı ve kültürel bir fenomen olarak cüzzam hastalığı üzerine yeni düşünsel açılımlar yapan, çok kapsamlı başvuru kaynakçasıyla bu alanda yapılmış en iyi çalışmalardan biri olarak öne çıkmaktadır. Schelberg, Eski Ahit’in Levililer bölümünde (Lev. 13) tasvir edilen hastalığın modern anlamda cüzzam hastalığı ile örtüşmediğini belirterek bu savını üç temele dayandırıyor: 1. Eski Ahit’te yer alan cüzzam betimlemeleri hastalığın teşhis edilmesine olanak vermez; başta yüz ve uzuvlarda hastalık nedeniyle ortaya çıkmış çürüme ve deformasyonlara rastlanmaz. 2. Hastalara kâhin tarafından tanınan yedi günlük karantina süresi, cüzzam söz konusu olduğunda hastalığın seyrine ve iyileşmesine yetemeyecek denli kısadır. 3. Levililer’in 13. ve 14. bölümlerinde (Lev. 13,47-59; 14,33-53) ‘küf’ kaynaklı sorunlar ve hastalıklardan korunma hakkında ayrıntılı bilgilerin varlığı göz önünde bulundurulduğunda, cüzzamdan çok küf mantarının neden olduğu bir hastalığın varlığı anlam kazanır. (Schelberg, 2000, s. 118)

Kuşkusuz Schelberg tarafından referans verilerek ortaya konan bu tartışmadan, İÖ 5. yüzyıl dolaylarında Ortadoğu coğrafyasında cüzzam hastalığına rastlanmadığı sonucu çıkartılamaz. Ancak Eskiçağlar’a ilişkin olgularının doğruluklarının araştırılmasında, günümüze anılan dönemlerden intikal eden kişisel tanıklıklar yeterli olmayabilir. Bu bağlamda konumuzla ilgili bir örneği, Lucretius’un Fil Hastalığı (cüzzam) üzerine gözlemlerinden hareketle verebiliriz. Lucretius (İÖ 97-55) Şeylerin Doğası Üzerine (Von der Natur) adlı yapıtında halklara musallat olan hastalık türlerinin insan ırklarına göre belirlendiği ve fil hastalığının sadece Nil Nehri’ne kıyısı olan orta Mısır’da görüleceği yolunda bir saptama yapar. (Von der Natur, VI, 1113-1115). Kuşkusuz yaklaşık iki bin yıl öncesinden, o dönemde Fil Hastalığı olarak tanınan cüzzam üzerine, her türlü tanıklık günümüz tarihçileri için çok büyük bir önem taşısa da, cüzzam hastalığının tarihsel bir geçeklik olarak yeniden inşa edilebilmesine beklendiği kadar bir katkı sağlamayabilir.

[128] Cüzzam hastaları için ayrılmış alanlardaki toplu yerleşimlere bilinen ilk örnekler Fransa’dan Châlons - sur-Saöne (550), Metz (636) ve Verdun’dur (656). (Schipperges, 1990, s. 70)

[129] Foucault (1992a, s. 22) her ne kadar daha sonra akıl hastalıklarına kaptırsa da, cüzzamdan bayrağı cinsel yolla bulaşan hastalıkların devraldığını belirtir.

[130]  13. yüzyılda Lübeck şehir yönetimince getirilen otuz beş maddelik yasaklar listesi, cüzzamlılan tarif etmek için kullanılan ‘yaşayan ölüler’ (Die lebenden Toten) tanımına uygun düşer. Çalışmak, kentte dolaşmak, ibadet yapmak, miras bırakmak, şahitlik yapmak gibi temel hakları ellerinden alınan cüzzamlılann, kapatıldıkları evlerden çıkışları izine bağlandığı gibi, içerde adeta bir cezaevi düzeni kurulmuştur. (Irsigler ve Lassotta, 1995, s. 74-75)

[131]   Ortaçağ boyunca takibe alınan farklı gruplara (Yahudiler, cadılar, Heretikler ve benzerleri) uygulandığı üzere, cüzzam hastalarının kontrolü için sivil otorite tarafından geliştirilmiş bir denetim ve izleme mekanizması kurulacaktır. Hastalığın tespit edilmesiyle başlayan süreçte, hastaların sürgün edilmesi imkânı olmadığı durumlarda, yerleşim merkezlerinde ancak giymeleri zorunlu tutulan gri-beyaz yünlü üniformaları, eldivenleriyle dolaşmalarına izin verilecektir. Hastalığın önünü kesmeye kararlı kimi şehir yönetimleri hastaların maske takmalarını ve elbiselerine büyük bir L(epra) harfi işlenmesini zorunlu hale getirmiştir.

[132]  Tarihçilere göre cüzzam salgınlarının Avrupa’nın sağlık kültürüne en önemli katkısı hastanelerin kurulmasını çabuklaştırmasında görülür. Fransa, İtalya ve İngiltere’deki en eski hastaneler (Cüzzamlı Evleri - Miskinler Tekkesi) olarak kurulan yapılardan dönüştürülmüştür.

Foucault (1992a, s. 17), Mathieu de Paris’iyi kaynak alarak, Hıristiyan dünyasındaki miskinhane sayısının on dokuz bin civarında olduğunu belirtiyor. Porter (2007, s. 123) ise, Avrupa çapında lepralılara özgü hastane sayısının hızlı artışına dikkat çekiyor ve Fransa’da 1226 yılında yaklaşık iki bin, İngiltere’de yüz otuz olmak üzere Avrupa çapında 1325 yılına gelindiğinde on dokuz bin miskinhane olduğunun tahmin edildiğini yazıyor. Schipperges (1990, s. 74 vd.) Almanya’da Kilise tarafından veya hayırseverler tarafından vakfedilen miskinhanelerin Eternach (992), Münster (1249), Koblenz (1267) ve Dortmund’da (1319) kurulduğunu ve 13. yüzyılın ortasında bu evlerden yaklaşık yirmi bin tane olduğuna dikkat çekiyor. Köln kentinin batısında, 12. yüzyıldan beri varlığı bilinen ve 13. yüzyılda hastaneye dönüştürülen yerleşke, campus leprosorum hakkında bilgi için bkz. Irsigler ve Lassotta, 1995, s. 71.

[133] 6. ve 7. yüzyıllarda alınan Konsil Kararları’nın yanında, ilerleyen yüzyıllarda cüzzam salgınlarının toplumda yarattığı tedirginlik, sivil yönetimleri de cüzzamlılar için bir dizi karar almasına neden olacaktır.

[134] Tarikatın faaliyetlerini ve İngiltere’yi konu alan bir çalışma için bkz. Marcombe, 2003.

 

Kaynak: Haydar Akın, Antikçağ’dan Yeniçağ’a Delilik, Melankoli Ve Cinlenme Avrupa’da Aykırı Olma Halleri Üzerine Tarihsel Bir İnceleme, 2014, Ankara

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar