FUTUHAT-I MEKKİYYE ON YEDİNCİ SİFİR den
Rahman ve Rahim Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla
YÜZ DOKSAN
DOKUZUNCU BÖLÜM
Sır
Sır
mertebeleri tespittir, bir düşün!
O Bir’in sabitliğine delildir
Fer d
(teklik) ile dışta varlığımız mümkün oldu
İster
gaipte (ilahi bilgi) ister şahitte (dışta)
Hakikate
işaret belirsizlik
O vecd
sahibinin faniliğine delil
Hal onu
talep eder
Zati
olmayacak şekilde andadır istenilen
Mütehassıs
bilginde bilgi niteliği olursa
Onun
hükmü yitiren gibi olur
Bilmelisin ki, (sûfi) taifesine göre
sır, üç mertebede ele alınır: Bilginin sırrı, halin sırrı ve hakikatin sırrı.
Bilginin sırrı, diğer isimleri değil, ‘Allah Teâlâ’ ismini bilenlerin
hakikatidir. Allah Teâlâ ismini bilmehin sırrı, kendisine aidiyeti yönünden bir
hakikatin hükmüyle zıtları birleştirmektir. Aynı şey, kendisine nispet edilen
zıddı bulunan her şey için geçerlidir. Bu sır, ancak içinde onu bulanın ve
kendisiyle nitelenenin anlayabileceği bir sırdır. Böylelikle kendisi hakkında
verdiği bir hükmün (gereği olan durumun) zıddıyla kendisi hakkında hüküm verir.
İkinci hükmü
* Bu kısımdan sonra metnin Arapça
orijinalindeki kısım başlıkları devam etmemektedir. Bu yüzden bu ciltten
itibaren sifirlerde sadece bölüm başlıkları takip edilecektir.
de, zıddının hükmüyle -yoksa başka
bir nispet veya izafet yönünden değilverir. Bu nedenle Allah Teâlâ (zıtlara
göre hüküm vermeyi) bilgini sırrı yapmıştır. Çünkü bilgi, delilden meydana
gelen bütün bilgilerdir. Çünkü bilgi (anlamındaki ilm), alamet kelimesinden
türetilmiştir. Bu nedenle eşyayı bilmek Allah Teâlâ’ya izafe edilmiştir. Çünkü
Allah Teâlâ kendisini bilmiş, böylelikle de âlemi bilmiştir. Öyleyse Allah
Teâlâ, âlemin varlığına delil ve alamettir. Aynı şekilde âlem de, kendisini
bilirken Allah Teâlâ’ya alamettir. Bu durum Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in ‘Kendini bilen rabbini bilir’ hadisinde dile getirildi. Böylelikle
Peygamber, senin O’na bir delilin olduğunu belirtmiştir ve bu sayede O’nu
bilirsin. Aynı şekilde O’nun zatı, O’nun senin hakkındaki delilidir.
Binaenaleyh Allah Teâlâ seni bilmiş ve bu sayede seni yaratmıştır. Bu, sadece Allah
Teâlâ’yı bilenlerin anlayabileceği bilginin gİ7İİ sırrıdır. Hakk kulun gözü,
kulağı ve bilgisi olunca, Hakkı O’nunla bilirsin, Hakla kendisine delil ve
alamet yaparsın. İşte bu da, hal sırrıdır. Hz. İsa topraktan inşa ettiği surete
bu sırdan üflemiş, o da kuş olmuştu. Hz. İbrahim’in kuşları çağırması bu bilgi
sırrıyla gerçekleşmiş, onlar da ‘koşarak’ gelmişlerdi. Çünkü ‘benim
iznimle”94 sözünde
amil olan şey, ‘üfler’ sözüdür. Öyleyse o, hal sırrıdır. Kelimede amil ‘olur”95 sayılırsa, bu, bilginin sırrıdır.
Bunu ancak sahibi bilebilir ki o da İsa’dır. Bilgi sırrı hal sırrından
yetkindir. Çünkü bilgi sırrı Allah Teâlâ’ya aittir ve İbrahim’de ortaya çıkan
oydu. Çünkü İbrahim, kuşları çağırmaya bir şey eklememiş, (söz gelişi) ‘üfleme’
zikretmemişti. Öyleyse onun sözü ‘Bir şeyi irade ettiğimizde ona
sözümüz ol olur, o da olur”96 idi. Hal sırrı ise ancak
yaratıkların niteliklerinden olabilir. Öyleyse bilgi sırrı daha tam ve hükmü
daha yaygındır. Binaenaleyh hal, bilginin bildiklerinden birisi ve onun kapsamı
altında bulunanlardandır. Hal bilgiden daha üstün olsaydı, Hakk peygamberine
daha eksik olanı istemeyi emretmiş, ‘mükemmel’ ile nitelenme özelliğini
bırakmış olurdu ki, öyle bir şey imkânsızdır. Öyleyse üstünlük ancak bilgiye
ait olabilir.
Hakikat sırrı ise, bilginin bilenin
zatına ilave bir durum olmadığını bilmekten ibarettir. O, eşyayı zatıyla -yoksa
zatından farklı veya ona ilave bir (bilgiyle) değilbilir. O halde hakikat
sırrı, hakikatin (veya zatın) ve hükmün farklı olduğunu verir. Hal sırrı ise
karıştırır ve hal sırrıyla konuşan kimse ‘Ben Allah Teâlâ’m (Ene’llah)’,
‘Kendimi tenzih ederim (Sübhanî)’, ‘ben istediğimim, istediğim de bendir’ der.
Bilgi sırrı ise bilen ile bilgi ile bileni ayırt eder. Binaenaleyh bilginin
sırrıyla bilirsin ki,
Hakk senin duyman, görmen, elin ve
ayağındır. Bununla birlikte onların her biri işlevini yerine getirir ve
eksiktir. Sen ise O’nun aynı değilsin. Hal sırrıyla ise, Hakk hal yönünden
senin duyman -aynı zamanda bütün güçlerinolmuşsa, duyman âlemdeki tüm
duyulanlara işler. Hakikat sırrıyla ise, var olanların ancak Allah Teâlâ’ya
ait olduğunu ve halin bir etkisinin olmadığını öğrenirsin. Hakikat böyle bir
şeyi kabul etmez. Çünkü sebep, kendisi var olsa bile, (varlığı kendine bağlı
olmayan bir şey anlamında) bir haldir, dolayısıyla etkisi sabit değildir.
Hakikatin öyle bir gözü vardır ki, hal ve bilgi gözüyle onun gördükleri
görülmezken onunla hal ve bilgi gözüyle görülenler görülür. Bilginin bir gözü
vardır ki, onunla hal gözüyle görünenler görülürken hal gözü onun gördüklerini
göremez. Öyleyse hal gözü, her zaman bilgi ve hakikat gözünün derecesinden
eksiktir. Bu nedenle de haller ‘sübut’ özelliği kazanamaz. Çünkü bilgi onları
ortadan kaldırırken hakikat ise kabul etmez. Ve bu nedenle haller varlık ve
yoklukla nitelenmezler. Öyleyse haller, yolduk ve varlık ile nitelenmeksizin,
bir varlığa ait niteliklerdir: Öyleyse hal’(den hareket edildiğinde) âlemde
karışıklık meydana gelirken bilgiyle ve aynı zamanda hakikat ile söz konusu
karıştırma ortadan kalkar. İşte bu hal, bilgi ve hakikat sırrıdır. Bunların
hükümdeki farklılıklarını öğrenmiş oldun. İşte (sûfi) taifesine göre sır
denilen şey budur. Binaenaleyh âlemde herhangi bir şey sabit olup hükmü ortaya
çıktığında, onun sırrı, manasıdır. Söz konusu mana her kim için ortaya çıkarsa,
onun nezdinde bu sübut ortadan kalkar. O kişi, bu hal ortaya çıkmazdan önce, o
şey hakkmda böyle hüküm vermişti. Bu durum âlemde sü. . . A . but
özelliği bulunan her şey için geçerlidir. Alemdeki bütün sebeplerin
sabidiği de bu konumdadır.
Buna göre rububiyetin sırrı, ya
merbub veya (Rab ile merbub arasındaki) nispeder veya niteliklerdir. Bunlar
her ldmde bulunursa veya kime nispet edilirlerse -nitelikleri böyle kabul
edenlere göre-, söz konusu kimse ‘rab’ olabilir. Söz konusu kimse (bu
nitelikler olmaksızın) özü gereği bu tarzda rab değildir. İşte bu Sehl b.
Abdullah'ın ‘Rabliğin bir sırrı vardır ki, ortaya çıksaydı rablik batıl olurdu’
sözünün anlamıdır. Sehl’in şu iadesi de bu anlama gelir: ‘Rabliğin bir sırrı vardır
ki ortaya çıksaydı, bilgi geçersiz olurdu. Bilginin bir sırrı vardır ki, ortaya
çıksaydı, nebilik geçersiz olurdu. Nebiliğin bir sırrı vardır ki, ortaya
çıksaydı, hükümler geçersiz olurdu. Hakkın bir sırrı vardır ki, ortaya
çıksaydı, ihtisas geçersiz olurdu. Nebilik ihtisas demektir. Öyleyse ihtisasın
ortadan kalkmasıyla, nebilik de ortadan kalkar. Bilginin hükmü ise, kendisine
bilginin hükmünü verecek şekilde zatın bir niteliği -ki haldirolması yönünden
ortadan kalkar. Öyleyse bu durumda bilgi ortadan kalkar, bilen değil!
Nebiliğin sırrı ise, Refiü’d-derecât’ın (dereceleri yükselten) ortadan
kalkmasıdır. Çünkü bu durumda karşısmda üstün olacak kimse yoktur. Nebilere ait
olan miraçlar, bu derecelerde gerçekleşir. Nebiliğin sırrı, gerçeği bulunduğu hal
üzere bildirmektir. Gerçeğin kendiliğindeki durumu ise değişmez. Değişme kabul
etmeyince, hüküm ortadan kalkar. Çünkü hüküm, seçimin varlığım gerektirir.
Seçim ise değişmeyle çelişir. Seçim ortadan kalkarsa, hüküm de kalkar ve
dolayısıyla nebiliğin anlamı ortadan kalkar. İşte nebiliğin sırrı! Bütün bu
hususların sırlarının kendisine göründüğü ve Hakkın bildiği şekilde onları
bilip (sırrm ortaya çıkması nedeniyle) hiçbir şeyin -ona göreanlamsız Hakk
gelmediği kimse, ‘ilahi temekkün’de güçlülerin güçlüsüdür. Böyle bir insan
efendi makamında kul, kul suretinde efendidir.
IKIYUZUNCU
BOLUM
Vasi (Kavuşma)
Bizi geçen o şey bir suret değildi Bizde vasi (kavuşma),
o geçene ulaşmak
Kaçan, onu istemediğimiz
için kaçtı
Onu arzuladığımızda ise,
artık sabit Hakk gelir
Adamlar bununla derecelendi,
bir kısmı Diri, bu kısım, ölünün ta kendisi
İçimizden ölü olan, ölümünü
bilmez Masum komışan, susanın ta kendisi
Bilmelisin ki, sûfilerin ıstılahında
vasi, kaçana ulaşmaktır. Başka bir ifadeyle vasi, kaçırdığın nefeslerine ulaşmaktır.
Bu durum ‘Allah Teâlâ onların günahlarını iyiliklere çevirir’397 ayetinde belirtilir. Buradaki neden
şudur: Her halin bir nefesi vardır. Bu nefes, kişinin kaçırmış olduğu bütün
geçmiş nefesleri içerir. Başka bir ifadeyle, bu nefeslerin sahip olduğu bütün
hükümleri içerir. Öyleyse (bu son) nefes, toplamın faydasına sahip olduğu gibi
aynı zamanda başkalarından kendisini ayrıştıran (bir hükme) sahiptir. Bu durum
sûfilerin ‘Bir şahıs sürekli olarak Allah Teâlâ’ya yönelse ve sonra bir an bile
kendisinden yüz çevirseydi, bu anda yitirdiği şeyler, elde ettiklerinden daha
fazla olurdu’ şeklindeki ifadelerinde belirtilir. Bu, arifleri hayrete düşüren
bir meseledir. Vasıl doğru olduğunda, ondan sonra fasıl (ayrım) meydana
gelmez. Doğrusu budur! Çünkü Hakka vasıl olmak, ayrılmaya imkân vermeyeceği
gibi bir şeye tecelli edip de sonra ondan perdelenmesi mümkün değildir. Çünkü
(bir şeyi) ‘bilen’ olması yönünden bilen, bilgisinin hükmünün aksine bir hükme
sahip olmaz. Binaenaleyh Hakk, vasi halinde sürekli âlemle birliktedir ve bu
sayede ‘ilah’ olur. Bu durum ‘Her nerede olursanız, O sizinle
beraberdir’3™ ayetinde belirtilir. Başka bir
ifadeyle varlık, yokluk ve hangi nitelikte olursanız olun, O sizinle
beraberdir. İşte, gerçekte de durum böyledir! Allah Teâlâ ehlinden inayete
mazhar olanlar adına gerçekleşen durum, bu beraberliği görecek şekilde
basiretlerini açması ve (bu bilgiyi) öğretmesidir. İşte ‘vasi’ diye ifade
edilen şey bu, yani söz konusu ârifın müşahedesidir. Bu halde ârif,
kendiliğindeki halinde gerçeği müşahedeye ulaşmıştır. Dolayısıyla, bilgi
cehalete dönüşmeyeceği gibi, vasi halinin fasla (ayrım) dönüşmesi de mümkün
değildir. Çünkü bu müşahede, insana gerçeğin kendiliğindeki durumunu verir.
Kardeşim! Sûfilerin ıstılahlarına
göre valsın anlamı budur. Allah Teâlâ bizi ve sizi vasi haline erenlerden
etsin! ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’399
İKİ YÜZ
BİRİNCİ BÖLÜM
Fasl (Ayrılık)
Fasl, bir anlarsan eğer, umudun yitirilmesi Bırak, seni terk etsin, umulan
gerçekleşmiş zaten!
Hem de talibi kendisini
ummaksızın Fasl kemale ermenin delilidir kul için
Biz ve o zorunludur, delil
bizimdir
Bilen ile bilmeyen arasında
ne kadar fark vardır
Bilmelisin ki, sûfılere göre fasl
(ayrılık), sevdiğinden umduğun şeyin yitirilmesidir. Bize göre ise, senin
görmen ve düşman olmasından sonra O’ndan ayrışmandır. Bundan önce senin adına
gerçekleşen ise, bu bölümde sözü edilen fasl değildir. Çünkü burada kast edilen
fasl, vasi halinden meydana gelendir ki, işte zevk budur. Zevkten önce ise,
umuttan kula Hakk olması aklına gelebilir. Bu oluşun imkânsızlığına muttali
olması da mümkün olabilir. Bu da, burada bölüm başlığı sayılan fasıl olabilir.
Bu umuttan daha üstünü yoktur. Sonra bundan isimler, nitelikler ve ulvisiyle
ve süflisiyle bütün var olanlardaki özellikleriyle tahakkuk etme derecesine
inebilir. Öyleyse bütün bu hususlardan kaçırdığın, bu bölümde (ele alınan)
fasıldır. Fakat bu vasi ve faslın şartı, irade yolundan olsa bile, muhabbet
makamından olmaktır. Muhabbet, iradenin kendisi olsa bile, (iradede) özel bir
ilgidir. Bu durum, iradenin şehvetin özel bir ilgisi olmasına benzer. Azim de
iradedeki özel bir haldir. Aynı şey, hem (niyet), niyet ve kast için
söylenebilir. Bütün bunlar, iradenin halleridir.
Bilmelisin ki, reca ve umut, mümin
olmaları yönünden müminlerin niteliğidir. Fiili de kendisine tabidir. Umut,
âriflerin değil, müminlerin hallerindendir. Çünkü ârifler kendi işleri
hakkında bir basirete sahiptir, dolayısıyla onlarda umut olmaz. Aynı şey,
kendi durumu hakkında basireti olan herkes için geçerlidir. Nitekim Allah
Teâlâ ‘onlar ölüme, hayata ve dirilmeye malik değillerdir5400 buyurur.
Kabirdeki kafirler de ümitsizdir.
Arifler için gerçekleşen fasl, umut
edilenin üzerinde bir şey değil, hakikatleri ayrıştıran özelliği tahkiktir.
Böyle bir hal, işlerdeki hikmetin dizilişini ve tertibini bilenlerde
gerçekleşebilir. Öyle biri, her işe hakkını verirken her şeyi başkasıyla ortak
olduğu özellikten ayıran özelliği de bilir. Bu bağlamda ilahi isimlere
gelirsek, onlar, çoklukları yönüyle bir zatı gösterirler. Bu nedenle ilahi
isimler, çokluğu kabul ettikleri için, bir fasla (ayrım) muhtaçtır. Bu ayrım,
ya anlamlarının mensup olduğu isimlendirilenin zatında ya da eserlerinin ortaya
çıktığı şeyde (âlem) olabilir. Böylelikle ilahi isimlerde çokluk, etki edenden
(müessir) dolayı değil, etkiye konu olan nedeniyle meydana gelir. Bu durumda
eserler ve etkiler, tek bir hakikate ait nispederi (nitelikler) çoğaltır.
Öyleyse (ilahi isimlerdeki) ayrım, isimlerde veya isimlendirilende ve etkiye
konu olanda değil, bizzat eserlerde söz konusudur. İşte âriflere göre faslın
gerçek anlamı budur. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru
yola ulaştırır:401
İKİYÜZ İKİNCİ
BÖLÜM
' Edep Hali
Şeriat edebi, yerine getirdiğin ibadet:
Yaparsan, ‘edepliler’ arasında yazılır adın
Gücünü harcar da ibadeti
(görmekten) ‘fani’ olursan Hadimlerdensin, o zaman
Her isteyene hakkını
verirsen bir de Gerçek hakkını ama; katılırsın eminlere
Temiz şeriatın hükmünü
yerine getirirsin Bütün geçmiş bilginler bunu söylemiş durmuş
Bilmelisin ki, edep, üç kısma
ayrılır: Şeriat edebi, hükmü yerli yerinin dışına çıkartmamaktır. Bu yer,
cevher veya araz veya zaman veya
mekân veya konum veya göreli veya hal
veya nicelik veya etkin veya edilgende olabilir. Şeriat edebinin ortaya çıktığı
yerler bunlarla sınırlıdır. Bu bağlamda kendi başına varlığını sürdüren
zadarda şeriat edebinin yerine getirilmesi, bulundukları Hakk göre
gerçekleşir. Bunlar, maden, bitki, canlı, insan, genişlik, ondan başkalaşmaya
konu olan ve olmayan, oluş ve bozuluşa tabi olan olmayan bir şey olabilir. Bu
edebe uyan insan, bütün bu konularda şeriatın hükmünü bilir ve ilgili yere göre
onu uygular. Arazlar hakkında şeriat edebi ise, farz, vacip, mendup, mekruh ve
mubahlık şeklinde yükümlünün fiilleriyle ilgili kısımlardır. Zamanla ilgili
şeriat edebi, vakiderle irtibadı ibadederin vakideriyle ilgili hususlardır. Her
vaktin yükümlünün davranışla ilgili bir hükmü vardır. Bir kısmının vakti geniş
iken bir kısmının vakti dardır. Mekânla ilgili adap ise, ibadet mekânlarıyla
ilgili (adaptır). Söz gelişi ‘Allah Teâlâ’nın isminin kendilerinde
zikredilmesine izin verilen Allah Teâlâ’nın evleri’402ni örnek olarak verebiliriz. Konumla
ilgili adaba gelirsek, bunlar, bir şeyin adının başka bir adla
değiştirilmemesidir. Çünkü ismin değişmesi nedeniyle, hakkmdaki hüküm de
değişir. Bu durumda ise daha önce helal olan bir şey haram veya haram olan bir
şey helal Hakk gelebilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle
buyurmuştur: ‘Bir zaman gelecek ki, bazı insanlar ortaya çıkacak ve içkiyi
(hamr) başka bir adla isimlendireceklerdir.’ Bunun amacı, isim değişikliğiyle
(sarhoşluk veren) içkiyi helal Hakk getirmektir. Nitekim (İmam) Malik’e deniz
domuzunun (su aygırı) hükmü sorulmuş, ‘haramdır’ demiş. Bunun üzerine ‘Deniz
domuzu, deniz balıklarından birisidir’ dediklerinde ise, şöyle demiştir: ‘Siz
onu domuz diye isimlendirdiniz, isimlendirme nedeniyle de domuz hakkındaki
haramlık hüküm ona da sirayet etti.’ Nitekim bazı insanlar hamrı, nebiz veya
rebe veya teziz diye isimlendirip isim değiştirerek onu helal yapmak istemişlerdir.
Göreliyle (izafet) ilgili edep,
Hızır’ın ‘Onu ayıplı Hakk getirmek istedim’403 sözünde belirtilmiştir. Başka bir
yerde Allah Teâlâ, ‘o ikisini değiştirmek istedik’404 buyurur. Değiştirmenin amacı, övülen
ve kınanan şeyler arasındaki ortaklıktır. Allah Teâlâ ‘Senin
Rabbin irade etti ki...’40S buyurur. Bunun amacı, söz konusu
ortaklıkta övülen kısmı saflaştırmaktır. Böylelikle bir şey nispî olarak
kınanma kazanırken başka bir yöne göre ise övgü özelliği kazanır. Şey aynı şey;
fakat hüküm nispî olarak değişmiştir. Hallerle ilgili edep ise, itaat veya
günah hakkında yolculuğun durumu gibi hususlardır. Böyle durumlarda hüküm, Hakk
göre değişir. Yolculuk hali de Ramazan orucunda veya orucu bozmada yerleşik
olmanın hali gibidir. Ayrıca mest üzerine meshin sayısının belirlenmesi veya
belirlenmemesi bu konuyla ilgilidir.
Şeriatın sayılardaki edebi, söz
gelişi, temizlik fiillerinin sayısı ve ölçüleriyle ilgilidir. Bu bağlamda
zekatın ölçüsü, namazlar, -şeriatın konuyla ilgili hükmüne görebunlara
eklenmeyen veya eksiltilmeyen miktarlar, şeriatın sayıyla ilgili edebine
girer. Bir kova veya birkaç kova gibi, gusul veya abdest alınan su miktarı da
onunla ilgilidir. Sayıdaki edep budur.
Şeriatın etkindeki edebi, katil,
gaspeden ya da herhangi bir fiilin izafe edildiği herkesle ilgilidir.
Etkilenendeki edebi ise şöyledir: Söz gelişi kısas gereği öldürülen insanın
öldürülüşü kısasa uygun mudur, yoksa başka bir şeyle mi ilgilidir? Ya da gasp
edilen, gaspı gerçekleştiren elden başka bir kimsede bulunup bulunmadığını
araştırır. Şeriat edebinin taksimi budur.
Hizmet edebi ise, daha üsttekinden
aşağıdakine doğru veya aşağıdakinden daha üsttekine doğrudur. Bu bağlamda daha
üsttekinden aşağıdakine yönelik hizmet, ona yararlı olan işleri gerçekleştirmek,
onları gözetmek, bu konuda gaflete düşülen hususlara dikkat çekmek, bilinmeyenleri
tanıtmak; vakitlerini, mekânlarını ve hallerini belirlemek, belirtilerini
ortaya koyarak belirsiz noktalarını açıklamak, sorunlarını izah etmektir. Bu
durumda üstte bulunanın durumu, öğrenci karşısında hoca veya cahil
karşısındaki bilgin, halkı karşısındaki hükümdar gibidir. Astın üste hizmeti,
onun emirlerine ve yasaklarına uymak, belirlediği sınırlarda ve kurallarda
durmak, sevdiği işlere koşmak, işaretlerini gözetlemek ve amaçlarına uymaktır.
Hizmet edebinin taksimi de budur.
Hakkın edebi bölümüne gelirsek, bu
edep, Hakk edene Hakk ettiği şeyi, -o şey Hakk ettiği için değilihsan olarak
vermektir. Allah Teâlâ ‘Her şeye yaratılışım verdiğinde’406 bana da yaratılışımı verdi. Ben O’na
kendisi olması bakımından Hakk ettiği şeyi verdiğimde ve sen kendisine ait
olman nedeniyle Hakk ettiği şeyi O’na verdiğinde, hiç kuşkusuz, ‘her şeye
yaratılışını verme’ hususunda Hakkın edebini yerine getirmişsin demektir.
Hakkın edebi, budur. Hakikat adabı kısmına gelirsek, bunun hali, Hakkı eşyada
eşyanın aynı olarak -onlar olarak değilgörmektir. Sonra görülen eksildik ve
fazlalık hakkında eşyanın istidatlarının gereğiyle hüküm verirsin. Böylece
bunu -ister kemal ister eksiklik ister (gayeye ve mizaca) uygun olsun ister
olmasınhiçbir şeyi istisna etmeden bunları eşyanın istidadarına nispet eder,
Hakka değil. Çünkü hakikat hali söylediğimizi gerektirir. Bütün makamlardaki
halin zikrettiğimiz şekilde olursa, hiç kuşkusuz ki, edebi yerine getirmiş,
bütün iyiliği iki elinle toplamış, ellerini iyilikle doldurmuşsun demektir. Bir
yaratılmışın gücünün son noktası da budur. ‘Allah
Teâlâ dilediğini doğru yola ulaştırır5407 Haller
üzerinde konuşmak, geniş açıklamayı kaldırmaz, maksadı anlatmak için dikkat
çekmek yeterlidir. Sözü ne kadar açıklamak istersen, o kadar bozarsın. ‘Allah
Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.,m
iki yuz uçuncu bolum
Riyazet Hali
İnsan
nefsinin ahlakını süslerse .
Onları doğasının ve arzularının (etkisinden) kurtarırsa
İmkansızdır
böyle bir iş, bizce
Onu
riyazet eden başka türlü yapar bunu
Bilgi
sahibiysen, ahlakın kullanım yerleri
Bozuk
iken bile, şeriat ile belirlenmiştir
Bilmelisin ki, sûfilere göre riyazet,
hallerden birisidir ve iki kısma ayrılır: edep riyazeti ve talep riyazeti.
Sûfilere göre edep riyazeti, nefsin doğasından çıkmak demek iken talep riyazeti
ise, amacın ve gayenin doğruluğu demektir. Bize göre ise riyazet, ahlakı
süslemek ve güzelleştirmektir (tehzîbü’l-ahlak). Çünkü nefsin doğasmm dışına
çıkmak doğru değildir. Böyle bir şey doğru olmayınca, Allah Teâlâ doğalar için
kullanım yerleri belirlemiştir. Nefisler o yerlerde durduklarında, hamt ve
şükrederler, böylelikle kendi doğalarının dışına çıkmamış olurlar. Öyleyse
doğanın riyazeti (ya da doğayı terbiye), yaratıcısının belirlediği yerde onu
sınırlamak ve kullanmaktır. Çünkü mizacı olan bir şey, mizacından başkası
değildir. Bir şey doğasının dışına çıksaydı, artık o olmazdı. Bu nedenle ‘talep
riyazeti, amacın doğru olmasıdır5 denilmiştir. Çünkü bir şey adına
bir durum irade edilmiş olabilir. Onu irade eden ise, onu yaratan olabilir.
Yaratıcı, onu o şey adına belirlemiş, kendisine bildirmiş, söz konusu ölçüyü
kendisinden talep etmiş olabilir. Öyleyse o şey kendisi adına (yaratıcı tarafından)
belirlenen bu işte tasarruf ederse, riyazet sahibi olur. Çünkü söz konusu
varlık kendisinden istenilen şeyin zıddı bir işte tasarrufta bulunsaydı, o
işteki tasarrufu da doğası gereği olacaktı. Öyleyse verilen örnekte (doğanın)
güzelleştirilmesi, sınırsız ve kayıtsız bir kullanımdan (onun adına
belirlenmiş) sınırlı kullanıma onu yönlendirmektir. Edep riyazetini (nefsin
doğasından çıkmak şeklinde) tanımlayan, bunu ‘doğanın kayıtsız anlamda
tasarrufundan çıkmak5 anlamında söylemiş olabilir. Bu durumda
riyazet sonucunda doğanın tasarrufu sınırlanır. Böyle bir insan kendi nefsini
yaratıcısının kendisi için belirlediği alana tasarrufa yönlendirir. Daha önce
başıboş hareket eden doğa, artık sınırlanma altına girer. Bizim söylediğimiz de
budur. Bundan başka bir anlamı kastetmiş ise, doğrusu bizim söylediğimiz
olabilir. Çünkü riyazet, nefsi zelil yapmak ve kulluğa katmaktır. Bu nedenle
yeryüzü, zelûl (hor) ve arz diye isimlendirildi.
Bize göre riyazet, nefsi bir ‘arza5ya,
yani iyinin ve kötünün kendisini çiğnediği bir toprağa dönüştürmek demektir.
Toprak, üzerinde gezinenleri ayırt etmez. Aksine iyiyi (birr), Efendisinin
memnun olduğu hallere sahip olması nedeniyle, severek taşırken günahkarı Allah Teâlâ’nın
kendişine yüklemesi nedeniyle taşır. Çünkü Allah Teâlâ, nimederine nankörlük
edip onları yok sayarken ve sahiplerini unuturken bile, kendisini
rızıklandırır. İyice düşünürsen, razı olunan şey, gerçekte riyazete döner.
Çünkü nefs, özü gereği iyiliğin fazlasını ister, çünkü asıl böyledir. Nitekim Allah
Teâlâ, mümkünlerin (var olmasını) talep etmiştir, onlar ise, sonsuzdur ve
sonsuzdan daha fazlası yoktur. Sonsuz olanlar ise, varlığa bir defada giremez.
Fakat bir sona varmaksızın, az az varlığa girerler. Binaenaleyh talep ettiği
(mümkünlerin) çokluğunu kendisine nispet ettiğin halde Hakk, bu çokluğun
peyderpey varlığa girmesinden razı olmuştur. Çünkü Hakk bilir ki, sonsuz olan
şeylerin varlıkta bir defada gerçekleşmesi mümkün değildir. Bu nedenle de
sonsuzdan varlığa giren bu (az) kısımdan razı olmuştur. Öyleyse rızanın konusu,
ancak az ile gerçekleşebilir. Yaratılmış ise, yaratanından daha büyük paya
sahip olamaz. Hakkın niteliği (sonsuz mümkünlerin peyderpey varlığa girmesinden
razı olmak anlamında) bu ise, aynı rıza niteliği, kula daha yakışır. Binaenaleyh
Allah Teâlâ’nın nezdinde olan şey sonsuzdur. Bu kulun talebi ise, Hakkın
nezdinde olan şeydir. Hakkın nezdindekinin varlığa girmesi ise -bir sona
varmaksızınpeyderpey gerçekleşebilir. Varlığa giren bu miktardan kul razı
olur. Hâlbuki bu kısım, kulun Allah Teâlâ’nın nezdinde bulunan hakkındaki
bilgisine göre, hedeflediğiyle kıyaslandığında azdır. Böyle bir durumda bile
kul Haktan, Hakk da kuldan razıdır. Öyleyse (Allah Teâlâ katında) sonsuz
nimetlerin bulunduğunu bilen insan, bilgisinin sonsuz şeylere ilişmesine karşı
‘riyazet’ sonucu olarak, sonlu ile yetinmiştir. Çünkü söz konusu kişi bilir
ki, sonsuz olan şey, varlığa giremez. Öyleyse riyazetin hakikati, buna döner.
Çünkü insanoğlu ilahi surete göre yaratılmış olduğu için, kendini beğenmiş ve ‘izzet5
sahibi olana yasaklamanın yakışmadığını zannetmiştir. Hâlbuki bizzat ‘izzet’in
bir yasaklama ve engelleme demek olduğunu anlamamıştır. Çünkü izzet, bir
korudur ve ‘koru5, yasaklama engelleme demektir. Öyleyse insanın
sayesinde serbestlik iddia ettiği sebebin kendisi onu engeller. Hakk nefse
kendi izzetinin mertebesini ve iktidarının ne kadar etkili olduğunu gösterir.
İktidarı böyle etkin olsa bile, ona ancak varlığa girebilen şeyleri verebilir.
Bunun karşılığında nefsin (izzeti) kırılır, sayesinde gururlandığı şey, ona
zillet ve horluk ve kırıldık kazandırır. Bu durumda nefs, bilgisizliği
nedeniyle, horluğu kabul eder ve bundan memnun kalır. Hakk ise, bilgisi
nedeniyle, izzet sahibidir. Öyleyse bilgi riyazeti, riyazetlerin en
yararlısıdır. Bilgi kendisini suretten uzaklaştırmaz. Fakat başta üzerinde
bulunduğu suretin ve hakikatlerin mahiyetini bilmiyordu. Bilgi ne kadar
kıymetli bir şeydir! Hakkın bir surette tecelli edip inkâr edilmesi, sonra da
başka bir surette tecelli edip kabul edilmesi, bilginin şerefinden kaynaklanır.
Hâlbuki Hakk, her iki surette de aynıdır. Bu müşahede mertebesi, gerçekte
ancak sınırlı olabilir. Çünkü müşahede eden -ki o kuldurkendi imkânıyla
sınırlıdır. Öyleyse onun mutlaklığı müşahede etmesi mümkün değildir ve müşahede
de kaçınılmazdır. Bu durumda müşahede edilen kul için suret ile ‘sınırlanmış5
olduğu kadar suretlerden suretlere girmeyle de sınırlanmış olarak ortaya
çıkar. Bunun nedeni, Hakkın kendisinden kaynaklanan zorunluluk sahibi
olmasıdır.
Öyleyse, bizi dinlersen, hepsi
sınırlanmıştır! İnsan da başkalaşmayla nitelenmiştir. Bunun nedeni, bu işin
sonsuz olduğu ve sonsuz bir şeyin sınırlılık altına giremeyeceğini anlamasını
sağlamaktır. Çünkü bir suretten başka bir surete geçmesi kabul eden kimse,
sonsuz suretlerde başkalaşmayı veya bu başkalaşanın kendilerini aşıp
başkalarına geçemeyeceği suretleri kabul edicidir. Bu durumda ise sınırlılık
nedeniyle sınırlık hükmünden çıkar. Böylece insan, müşahede ettiğinin salt
varlık olduğunu öğrenir. Bu durumda onun müşahedesi de, müşahede edilenin
mutlakhğı nedeniyle, mutlak müşahede haline gelir. Bir suretten başka bir
surete geçmek ise, kendisine daha önce sahip olmadığı bir bilgi kazandırır. Bu
esnada ‘Allah Teâlâ’nın apaçık Hakk olduğunu’409 öğrenir. Öyleyse bilgili kulun
riyazetinin en üst mertebesi, Hakkı bir surette inkâr edip O’nu tenzih ile
sınırlamamaktır. Aksine sınırlanma tenzihinden mudaklık da dahil olmak üzere mutlak
tenzih O’na aittir.
İKİ YÜZ
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Tahallî (Süslenme)
| j .
Olmasaydı
tahalli, olamazdık O’nun mertebesinde
Bir nur üzere, haberlerinin
varisleri
‘İsimlerle
ahlaklanmak’ bir süs bize '
İsimlendirilenin duruluğu
saflaştırdı onu
Tayfur (Cüneyd) halifeliği
elde edince
i '
Haberler kendisine getirdi
onu
Kölesi bir yarar nedeniyle
reddetmiş onu Kendisine dönmüş, bu dalonur eşyasındandır
Çünkü Rahman’a sormuş:
Bir sırayla nimetleri
meydana getiren nedir? diye
Bizi
rızıklandıran kuşkusuz Allah Teâlâ ve açar bize bir kapı Nimetlerine şükrü
ihsan eder bana .
Bilmelisin ki, sûfilerin terimlerinde
tahalli (süslenme), söz, fiil ve davranışlarında sadık insanlara benzemek
demektir. Bize göre bu tanım, bu yolda, sürçmedir. Allah Teâlâ’nın
isimlerinden birisi de, es-Sadık’tır. Sadıkların hallerinden birisi ise,
tahalli, yani süslenmedir. Öyleyse neyle süslendiklerini bilmek gerekir. Acaba
başkalarına ait bir şeyle mi süslenirler? Böyleyse, onlar kendilerine ait
olmayan bir şeyle süslenmiş ve bu durumda ‘yalan elbisesi’ giymiştirler. Ya da
onlar, kendilerine ait bir şeyle süslenmişlerdir ve bu durumda doğru
sözlüdürler. Bize göre süslenme, dince belirlenmiş tarzda, güç ayrıştırılacak
şekilde ilahi isimlerle süslenmek demektir. Onlar, görüldüklerinde Allah
Teâlâ’nın hatırlandığı kimselerdir. Belkıs uzaktan baktığında tahtı hakkında
kuşkuya kapılınca ‘sanki odur’ demişti. İlahi iktidarı müşahede etmiş olsaydı,
tahtının herhangi bir ilave olmadan o olduğunu kesin olarak bilirdi. İnsan bu
süslenmeyle bu makama yerleşir, kendisiyle süslenme onu perdelemez, bu
süslenmenin gerçekte kendisine ait olduğunu ve onu ödünç almadığını bilir,
hatta bunların (huyların) hepsini mülkü ve malı olarak görür, yine de bu hal
kendisini Rabbine kulaktan alı koymaz, kendisiyle zuhur eden ve yaratıcısına
ait olan niteliğin teşbih olarak değil, bir süslenme olarak kendisiyle zuhur
ettiğini bilirse, bu hal tahallidir. Filozoflar bu hal hakkında ‘güç ölçüsünde
İlah’a benzemektir’ derler. Bu söz, iyice incelersen, söyleyenin bir
cehaletidir. Çünkü gerçekte benzeme, mümkün değildir. Bir nitelik kimde
bulunursa, ona aittir ve o kişi bu niteliğin kendisinde bulunmasına
istidatlıdır. Öyleyse zatının istidadı nedeniyle, onu gerektirmiştir. Öyleyse
kimse kimseye benzememiştir. Aksine nitelik, birinde bulunduğu gibi ötekinde
de bulunur. İnsanlar sadece öncelik ve sonralık ile niteliğin yapısının tek
olması nedeniyle perdelenmiştir. Böyle bir niteliği önce gelende görüp ardından
sonra gelende kendisini gördüklerinde, şöyle iddia etmişlerdir: ‘Sonra gelen,
bu nitelikte önce gelene benzemiştir.’ Hâlbuki o niteliği sonra gelendeki hakikati
ile önce gelendeki hakikati birdir. İş onların söylediği gibi olsaydı, kulluk
ve rablik birbiriyle çatışır ve hakikatler batıl olurdu. Öyleyse kul ancak
kendisine ait bir nitelikle süslendiği gibi Hakk da (kulun kendisine izafe
ettiği) tenzih veya teşbih nitelikleriyle değil, ancak kendisine ait bir
nitelikle zuhur etmiştir. Bunların hepsi O’na aittir. İş böyle olmasaydı,
Hakkın kendisini bunlarla niteliği şey onun hakkında bir yalan olurdu. Hâlbuki Allah
Teâlâ bundan münezzehtir. Aksine Allah Teâlâ kendisini niteliği izzet,
büyüklük, ceberut, azametin sahibidir. O, benzerliği reddettiği gibi aynı
zamanda kendisini unutma, tuzak kurma, aldatma, sevinme, beraberlik gibi
özelliklerle de nitelemiştir. Öyleyse bunların hepsi Allah Teâlâ’nın kemaline
ait niteliklerdir. Allah Teâlâ bu niteliklerle zatının gerektirdiği tarzda
nitelenmiştir. Sen ise senin zatının gerektirdiği şekilde onlarla
nitelenmişsindir.
Hakikat bir, hüküm başka
Kul abid, Rahman mabud!
Öyleyse tahalli, gerçekte benzemek
demektir ve benzemek hakikatte imkânsızdır. Bunu ancak hakikatler hakkında
bilgisi olmayan kimse söyleyebilir. Aynı şekilde ‘Allah
bize ihsanda bulunsaydı’410 ayetinde
geçerlidir. Böylelikle insanlara Hakkın bize açıklamış olduğu şeyleri açıklamak
bir yükümlülük oldu. Açıklayabileceğimiz ve ifade edebileceğimiz hususlarda,
bizden böyle söz alındı. Allah Teâlâ’nın bizden gizlemek hakkında söz aldığı
hususları ise insanlarda gözleriz fakat işin mahiyetini kendilerine söylemeyiz.
Bu nedenle onlar tahayyül ettikleri gibi hareket ederken biz de bildiğimiz gibi
hareket ederiz. Bu durumu onlara bildirseydik, kabul etmezlerdi. Çünkü
istidadan, kabule imkân vermez. Nitekim Allah Teâlâ ‘Onlara
duyursaydı, yine yüz çevirirlerdi’411 buyurur. Öyleyse kendilerinden
sakladıklarımız, onlara dönük bir rahmettir. Çünkü Allah Teâlâ bütün yararlan
kullarına açıklamış, fakat onların bu açıklamayı kabul istidadan birbirinden
fraklı farklı olmuştur. Allah Teâlâ’nın kendisini nitelediği ve aklın O’nu
kendisinden tenzih ettiği niteliklerini açıklamış olması ise, O’ndan başka
hiçbir varlığın ve hakikatin bulunmadığını gösterme amacı taşır. Alemde ortaya
çıkan bütün niteliklerin Hakkın mertebesinde aynısı vardır ve her bir şey
O’nunla irtibatlıdır. O onun rabbi ve var edeni iken, nasıl O’nunla irtibatlı
olmaz ki? ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’412
İKİ YÜZ
BEŞİNCİ BÖLÜM
Tahallî (Soyutlanma, Temizleme)
Şerî mertebeler olmasaydı, gözükmezdi
Hakkın hakikatleri, yaratıklar da O’nu görmezdi
O’ndan
başka yokken, ‘tahalli’ nasıl olabilir?
Varlıkta
ibadet ettiğimizdir O’dur
O’nu
sınırlamaya imkân vermez bu durum
Bazen
O’nu yok eder bazen var ederiz
Alemin
varlığındaki bütün bu arazları
İnancımıza
göre, yaratandır Allah
Gözün ve
bilgin varsa, O’nu gör artık
Her bir
şeyde, O’nu gizleyen şeyde!
Bilmelisin ki, sûfilere göre tahalli,
yalnızlığı seçerek Haktan ah koyan her şeyden yüz çevirmek demektir. Bize göre
ise kazanılmış varlıktan yüz çevirmektir. Çünkü inançta kazanılmış varlık
şeklinde gerçekleşmişken gerçekte Hakkın varlığından başkası yoktur. Varlık
kazanmakla nitelenmiş olan ise, bulunduğu hal üzere, imkân halinden ayrılmamıştır.
Öyleyse onun hükmü baki olduğu kadar kendisi de sabittir. Hakk ise hem gören
hem görülendir. Çünkü Allah Teâlâ’nın kendisinden başka bir şeye yemin etmesi
mümkün değildir. Çünkü yemin edilen şey, azametli olandır. Öyleyse Allah Teâlâ
kendisi olmayan bir şeye yemin etmez. Bu hususu ‘nefes’ bahsinde zikretmiştik. Allah
Teâlâ’nın üzerine yemin ettiği, gören ve görülendir. Varlık kazanan O’dur,
hatta varlık O’dur. Şöyle diyebilirsin: Bunu bilmeyen kimdir ki ona
öğretiyorsun? Ancak mevcut bilgilendirilir? Şöyle deriz: ‘Sana cevap kendi
inanışından verilir. Çünkü sen, Allah Teâlâ’nın bir şeye ‘ol’413
diyen olduğuna inanırsın. Öyleyse Allah Teâlâ, duyana hitap edebilir ve
emredebilir. Hitap esnasmda söz konusu şeyin senin yanında varlığı yoktu.
Öyleyse Allah Teâlâ varlığı olmayan bir şeye hitap etmiştir. Öyleyse kendi
katında bir şey bulunmadığını öğreten O’dur ve o da öğrenir. O, yokluğu halinde
öğretilebilirdir. Nitekim senin katında da hitabı duyabilmiş, ‘olmayı’ kabul
etmiştir. Onun yaratılışı kabul etmesi, Hakkın mazharı olmak demektir. İşte bu
‘oîur’414 sözünün anlamıdır. Yoksa ‘varlık kazandı’ demek, mazhar
olma hükmünü kazandı demek değildir. Böylelikle duymayı olduğu gibi öğretmeyi
de kabul eder ve bu ikisi arasında bir fark yoktur.
Kuşkusuz
ki, incelersen ve aklını verirsen, dikkatini önemle bir meseleye çektik.
Öyleyse Hakk, zuhurda her şeyin aynı iken zatlarında her şeyin aynı değildir. Allah
Teâlâ bundan münezzehtir! Aksine O O’dur, eşya eşyadır! Bazı mazharlar
zuhurdaki etkilerini gördüklerinde, hakikatlerinin kazanılmış varlık ile
nitelenmiş olduğunu zannettiler. Mümkün varlıklar içerisinde gerçek hakkında
bu şekilde bilgisizlerin bulunduğunu gördüğümüzde, hemcinslerimizden
bilgisizlere işin gerçeğini öğretmemiz gerekmiştir. Bununla birlikte onlar da
bizim gibi sabit olmakla birlikte yokluk halinde kalıcıyız. Özellikle de mazhar
olma özelliği kazandığımız için de, bilgisi olmayana bu kadarlık bir öğretme
imkânımız olmuştur. Böylelikle bilmediği şeyi kendisine veririz ve o da kabul
eder. Ona öğrettiğimiz hususlardan birisi de, mazhar olmuş olmakla varlık
kazanmış olamayacağıdır. Böylelimle kazanılmış varlıktan değil (çünkü böyle bir
şey yok), bu inançtan soyutlanır. Çünkü ortada (kazanılmış varlık) yok! Bu
nedenle tahallinin kazanılmış varlıktan soyutlanmak olduğu fikrinden
vazgeçtik. ,
Bu konuda olduğu gibi müşahede edilen
ve zuhur edenin kim olduğu, bilenin kim olduğu hakkında bilgisi olmayan suluk
ehli ise, Hakk ile yalnız kalmak için yalnızlığı tercih ederler. Bunun amacı,
varlıkta görülen çokluğun kendilerini Hakkı görmekten perdelemiş olmasıdır ve
bu nedenle yalnızlığa yönelirler. Bu durum, onların eşyayı suretleri bakımından
bırakmadıklarını gösteren delillerden biridir. Çünkü böyle bir şey yapmaları
mümkün değildir. Çünkü onlar, halvederinde bir takım suretleri görmek
zorundadırlar. Bunlar, halvete girdikleri evin duvarları, kapıları, çatısı Ve
orada bulunan aleder ile örtüler, yiyecekler ve içeceklerdir. Öyleyse suretlerden
uzaklaşmak mümkün değildir. Öyleyse kaçılacak şey sadece bu suretlerden ortaya
çıkan -fiiller değilalışılagelmiş sözlerdir. Çünkü halvet sahibiyle birlikte
hayvanlar bulunsa, yine halvette sayılır ve bu durum onu maksadından
uzaklaştırmaz. Fakat onların zararından korkarsa bu durum değişir. Aynı
şekilde duvarda bir eğrilik bulunur ve yıkılmasından ve üzerine düşmesinden
korkarsa yine durum farklıdır. Öyleyse salik ancak insanların kendisiyle
yaptıkları konuşma nedeniyle halvete girmek istemiştir. Hâlbuki insanların
kendisine söyledikleri sözleri Hakkın kendilerine yerleştirdiği anlamıyla anlamış
olsaydı, sahip olmadığı yeni bilgiler kazanırdı. Bir tek rekat namaz kılsaydı,
yalnız kalmayı yeğlemezdi. Çünkü bir kulun ‘Allah Teâlâ kendisini öveni
duymuştur’ sözünü duyup bu sözün Allah Teâlâ’nın sözü olduğunu anlasaydı,
hakikat bütün duyduklarına yayılırdı. Öyleyse insanların bütün sözleri,
âriflere Allah Teâlâ hakkında bir bilgi verir. Bu nedenle Salihlerin keramederinden
birisi de, Allah Teâlâ’nın kendilerine eşyanın konuşmasını duyurmasıdır. Bu
durum onlara bilgi vermeseydi, eşyanın konuşmasını duymak Allah Teâlâ’nın
onlara dönük bir ikramı olmazdı. Kim Allah Teâlâ’dan anlamayla rızıklanırsa,
halvet ve celvet onun adına eşit olur. Hatta celvet, onun adına daha yetkin ve
daha faydalı olurdu. Çünkü o bütün anlarda Allah Teâlâ hakkında sahip olmadığı
bilgiler kazanmayı sürdürür.
İKİ YÜZ
ALTINCI BÖLÜM
Tecelli
Gaybın bir nuru olur gözler üzerine Sırlarda olanı izhar
eder durur
Her şahsın kalbini Hakk
Hazır bulundurur mertebelerde
İşin nasıl akıp durduğunu
görür Takdirlerde hükmü müşahede eder
Onun katında ilktir ve
zahirdir Bizde ise bâtındır, sondur
Tıpkı namazın bizdeki
taksimi gibi Hakikat be hakikat! Şükret ve koş
Zelil ve aciz kul ile
Üzerinde hüküm sahibi Rab
arasında
£
ihsanıyla bize nüfuz etti Allah
Teâlâ’yı gizlilerde öven şey
Bilmelisin ki, sûfilere göre tecelli,
kalbe açılan gayb nurlarıdır. Bu yönüyle tecelli, çeşitli derecelerde
gerçekleşir: Bir kısmı, maddelerden soyut marifet ve sırlardan ibaret olan
anlamların nurlarıdır. Bir kısmı, nurların nurlarıyla ilgilidir, bir kısmı
ruhların nurlarıyla ilgilidir ki, söz konusu ruhlar, meleklerdir. Bir kısmı
rüzgarların nurlarıyla ilgilidir. Bir kısmı doğanın nurlarıyla ilgilidir. Bir
kısmı, isimlerin nurlarıyla ilgilidir. Bir kısmı türeyenlerin, anaların,
illederin ve farklı mertebeleriyle sebeplerin nurlarıyla ilgilidir. Bu
türlerden herhangi bir nur ufuktan doğarak, körlük, pastan, kirden, perdeden ve
her türlü göz hastalığından uzak bir göze ulaşırsa, o göz, her bir nur ile
nurun üzerine yayıldığı her şeyi keşfeder. Böylelikle anlamların sahiplerini
bulundukları hal üzere görür. Anlamların kendilerini gösteren lafız ve
kelimeler ile irtibatını görür. Bunları görmek kendisine herhangi bir zan ve
karıştırma olmaksızın hakikatlerin kendiliklerinde bulundukları hal üzere
bilgisini verir. Bu bağlamda nurların bir kısmıyla koşarız, bir kısmına doğru
koşarız, bir kısmından koşarız, bir kısmı önümüzde koşar, bir kısmı ardımızda
bulunan nurlardır. Bunlar bize uyanların kendileriyle koştuğu nurlardır. Bir
kısmı ise sağımızda bulunup da bizi destekleyen nurlardır. Bir kısmı solumuzda
bulunup da bizi sakınan nurlardır. Bir kısmı ise üzerimizde bulunup da bize
vermek üzere bize inen nurlardır. Bir kısmı altınımız da bulunup da
kendilerinde tasarruf ederek sahip olduğumuz nurlardır. Bir kısmı, bizim
meydana getirdiğimiz nurlardır. Onlar bizim derilerimiz ile derilerimizde olan
nurlar, saçlarımızdaki nurlardır ki bu işin sonudur.
Maddelerden soyut nurlara gelirsek,
bunlar bir cisimle veya cismani veya tahayyül edilen veya surede ilgili olmayan
veya tasavvur ederek öğrenmediğimiz bilgilerdir. Bu tarz bilgileri,
bulundukları hal üzere fakat kendi bulunduğumuz Hakk göre biliriz. Bu ise biz
kendimiz nur haline gelmeden gerçekleşmez. Öyleyse ben bu konumda olmadığım sürece,
bu tarz bilgiden bir şey algılamam mümkün değildir. Bu durum
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in ‘Allah Teâlâ’m! Beni nur yap’ hadisinde belirtilir. Allah Teâlâ ise
şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ göklerin ve yerin nurudur.’415 Gökler ve yer ancak Allah Teâlâ ile
aydınlanır. Nitekim ayette ‘Yeryüzü O’nun nuruyla aydınlanırHI6 buyıirur. Burada kast edilen mahşer yeridir. Şöyle
demektedir: ‘Orada günq yoktur ve nurun olmayışı karanlıktır. Hâlbuki görmek
zorunludur. Her nefis, bu nur vasıtasıyla neyi yaptığını ve neyi yapmadığını
idrak eder. Çünkü bu nurun kendisini ortaya çıkartması nedeniyle yaptığını
önüne getirilmiş olarak bulur. Bu nefisler bu nurlara sahip olmasaydı,
müşahede gerçekleşmezdi. Çünkü müşahede, iki nurun bir araya gelmesiyle
gerçekleşir. Bu nurda kimin nasibi olursa, ebedi olarak bedbaht olabilir mi?
Nur bedbahtlık âleminden değildir. Her nefsin sayesinde yaptığı amelini
göreceği bir nuru vardır. Bütün hayırlardan memnun kalır, herhangi bir kötülük
olduğunda ise, kendisiyle onun arasında uzun mesafeler bulunsaydı diye arzular.
Bu nedenle ayet ‘Allah Teâlâ kullarına karşı rauftur5417
buyrulmuştur. Çünkü Allah Teâlâ onlar adına kendisiyle idrak ettikleri nurlar
yaratmıştır. Kuşkusuz onlar, nurun bedbahtlıkla ilgisiz olduğunu
öğrenmişlerdir. Öyleyse herkesin sonuçta (mizaca) yatkın olan şeye ulaşması ve
amacın gerçekleşmesi zorunludur. İşte bu ‘mutluluk diye ifade edilen şeydir.
Çünkü Allah Teâlâ ‘her nefis5418 diyerek,
herhangi bir tahsis yapmadan genelleştirmiş, iyilik ve kötülüğü zikretmiştir.
Varlık nur, yokluk karanlıktır. Biz varlıktayız, öyleyse varlıktayız.
Hastalansak da, iyileşiriz, çünkü asıl iyileştiricidir ve o nurdur. Aynı şekilde
bütün nurlar, üzerine doğduğu şeyi aydınlatmak üzere gelmiştir. Öyleyse sen
eşyayı ancak kendinle ve O’nunla idrak edersin. Bu nedenle netice ancak iki şey
arasmda meydana gelebilir. Başka bir ifadeyle netice, aslı ilahi iktidar ile
mümkünün edilgenliği arasında gerçekleşmiştir. Bu iki hakikatten birisi eksik
kalsaydı, âlem diye bir şey ortaya çıkmazdı. Kuşkusuz ki sana bu nurlar
hakkında tümel bir ilke verdik. Sözü uzatmak korkusuyla, bunun açıklamasına
dalmadık. Haller uzatmayı kaldırmaz. Şimdi ise nurların önemlilerini
zikredelim. Bu bağlamda kendisiyle yürüdüğümüz nur, daha önce zikredilmiş olan
bilinenlerin nurlarıdır. Söylemediklerimizin yerine bir örnek ve ikaz olarak,
onlardan birisini zikretmekle yetinelim.
Önümüzde bulunan nur, vaktin nurudur.
Vakit, kendisiyle bulunduğun şeydir. Onun nuru da senin kendisiyle bulunduğun
şeydir. Onun nasıl olduğuna bakınız! Öyleyse o senin müşahede ettiğin ve senin
üzerinde hüküm sahibi olan ve seninle bilfiil var olan şeydir. Vakit, senin
halde kendisiyle var olduğun ilahi ismin aynıdır. Onun gelecek veya geçmişe
hükmü yoktur.
Sağ yanından olan nur ise seni teyit
eden ve önündeki nurun senden talep ettiği şeye karşı sana yardımcı olan
nurdur. Söz konusu nur, ‘Senden yardım ederiz?19 ayetinde Allah Teâlâ’dan talep
ettiğin şeydir. Namaz nurdur. Namaz, senin önündeki nurdur. Öyleyse bu nur,
senin kendisinde bulunduğun vaktindir. ‘Senden
yardım isteriz1420 dediğinde ise, sağ tarafından olan
nur ile sana yardım eder. Çünkü ‘sağ5 güç demektir. Şair şöyle der:
Şeref için sancak
yükseltildiğinde
Araplar onu sağ eliyle tutar
(kuvvetle tutar)
Solundan olan nur, koruma ve saklama
nurudur. Bu nur, bilgisiz nefislerde etkin olan saptırıcı şüphelerden,
karıştırmadan ve kuşkulardan korur. Bu kuşkular, Allah Teâlâ hakkındaki inancı
ve Allah Teâlâ’nın kendisi hakkında verdiği bilgileri teorik delillerden
araştıranların aklına gelir. Bu nur iki kısımdır: iman nuru ve delil nuru.
Delil nuru iki kısma ayrılır: teorik-fikri nur ve nazarî-keşfi nur. Böylece
insan gerçeği bulunduğu hal üzere öğrenir. İşte bu soldan gelen nurun
yararıdır. Ardımızdan olan nura gelirsek, bu nur, bize uyanların ve bizim
yolumuzdan gidenlerin önünde bulunan nurdur. Başka bir ifadeyle bu nur onların
önünde bizim ise ardımızda bulunur. Onlar, kendilerini taklitten çıkartan bu
nur sayesinde, basiret üzere bize uyarlar. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Ben ve
bana tabi olanlar, basiret üzere Allah Teâlâ’ya çağırırız.’421 Öyleyse peygamber, önündeki nur ile
basiret üzere Allah Teâlâ’ya çağırırken kendisine uyan davetçi ise, kendisi de
tıpkı uyduğu kimse gibi davet ettiği hakkında bir basirete sahip olsun diye,
peygamberin ardında bulunan nur ile davet eder. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem ardındaki bu nur ile önündeki gördüğü gibi arkasında bulunan kimseleri
görürdü. Bu benim beş yüz doksan üç senesinde Fas şehrinde ikindi namazında
kendisine eriştiğim makamdır. Aynü’l-cebel yakınında Mescid-i ezher’de cemaate
namaz kıldırıyordum. Ardımdaki o nuru sanki önümdeki nurdan daha açık bir nur
olarak gördüm. Onu gördüğümde, ardın etkisi (görmemek) benden kalkmıştı. Bir
sırtım veya ensem olduğunu görmüyordum. Bu görme esnasında yönlerimi ayırt
edemedim. Aksine ben sanki bir küre gibiydim. Kendi adıma gerçek olarak değil
ancak var sayımsal olarak bir yön düşünebiliyordum. Gerçek de benim gördüğüm
gibiydi. Bununla birlikte, bundan önce eşyayı kıblemdeki bir duvarın yüzeyinde
görmüştüm. O, bu keşfin kendisine benzemediği bir keşiftir.
Uzerim(iz)den olan nur, kendisini
önceleyen bir rivayet veya onu veren bir düşünce yok iken, ilahi ve kutsî bir
nurun garip bir bilgiyle bize inmesidir. Bu nur, Allah Teâlâ’yı bilmek hakkında
imandan yoksun aklın delillerinin reddettiği hükmü verir. Aklın nurani imanı
var ise, iki durumu bir araya getiren teville kendisini kabul eder.
Altımızdan olan nur, hükmümüz ve
tasarrufumuz altındaki nurdur. Ona sınırında duracağımız ve tasarruf
edebileceğimiz ilahi bir emir eşlik etmez.
Kendileriyle yürüdüğümüz nurlara
gelirsek, bunlar, ‘Her nerede iseniz sizinle beraberdir’422 ayetinde belirtildiği üzere Hakk
yönünden beraberlik nurlarıdır. ‘Hakk yönünden’ dedik, çünkü bu beraberlik, Allah
Teâlâ’nın yaratıklarından herhangi birini dışarıda bırakmaz. el-Hafiz ve
elMuhit ismi bu nurlara aittir. Çünkü Allah Teâlâ’nın. bazı kullarıyla özel
beraberliği vardır. Buna örnek olarak ‘Ben
sizinle beraberim, duyarım görürüm’423 ayetinde belirtildiği üzere Harun ve
Musa ile beraberliğini verebiliriz. Bu, korkmasınlar diye kendilerine dönük
bir müjde idi. Çünkü onlar şöyle demişti: ‘Biz
bize zulmetmezsinden veya taşkınlık yapmasından korkuyoruz.’424 Yani Hakk
öne geçer ve kanıtla ortadan kaldırır, çünkü mülk ve otorite, O’na aittir. Allah
Teâlâ ise korktuklarından onları emin kıldı. Buradan Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’in diğer peygamberlere ve onların mertebelerine karşı
üstünlüğü öğrenilir. Çünkü Allah Teâlâ, Ebu Bekir es-Sıddîk kendisi ve
peygamber hakkında korkarken, onun durumunu bize bildirmiştir. Mağarada Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem, arkadaşını teskin etmiş ve güven vermişti. Bu, Allah
Teâlâ’nın onları korumasıydı: ‘Üzülme, Allah Teâlâ bizimle
beraberdir.’425 Peygamber,
bu bildirimde Musa ve Harun ile beraberliğinde Hakkın yerini almıştı ve onun
yerini almıştı. İşte ilahi inayet böyledir. İşte bu, kendisiyle yürüdüğü nur
idi ve onunla birlikte sürekli yürürdü. Dolayısıyla Hakk da sürekli olarak
kendisine yardımcı, koruyucu olarak başarısız değileşlik eder. Bu nedenle Allah
Teâlâ bize peygamberin diliyle şöyle bildirmiştir: Farzlarla değil, nafile
ibadederle kendisine yaklaştı-
ğımızda, Hakk bizi sever. Bu durumda
ise bizim duymamız, kendisiyle gördüğümüz gözümüz, kendisiyle yürüdüğümüz
ayağımız olur. Diğer güçlerimizi ve organlarımızı da zikretmiştir. Nafile
ibadetlerin bize Haktan kazandırdığı şey bu iken, farz ibadetlerin kazandırdığı
hakkında ne dersin? Zorunlu kulluk ile gönüllü kulluk arasmda ne kadar da fark \ vardır?
Gönüllü kullukta Hakkın kuluna hitabındaki bazı hadislerde, \ Hakk ile
kul arasmda ortaklık gerçekleşmiştir. Örnek olarak (Hakkın j sevdiği kullarına)
özlem duymak, acıkmak, susuzluk, hastalık ve benzeri j fiilleri verebiliriz.
Zorunlu kullukta ise bir ortaklık gerçekleşmez. ÖyJ leyse bu
kulluk kula özgüdür. Kim bu makama yerleştirilirse, (onun adma) bu makamın
üzerinde bir makam yoktur. Allah Teâlâ Ebu Yezid’e şöyle der: ‘Bana ait
olmayan bir şey ile bana yaklaş: zillet ve muhtaçlık.’ Öyleyse burada yakınlık,
bu makamdan uzaklığın ta kendisidir. Anla!
Kendisinden koştuğumuz nur ise,
hakikat nurudur. Onu bilip bilmemek birdir. İnsan bu nur vasıtasıyla onu keşf
eder ve bu nurdan koştuğunu keşf eder. Sonra kendisine doğru koştuğu nuru
görür. O ise, şeriattır. Bu makam sahibi, masum, korunmuş, kendisine inayet
edilmiş, bilgisizliğin kendisinde bulunmayacağı bilgiyle nitelendiği için de
cahil olmayacak alimdir. Çünkü bazı kullar vardır ki onlar şeriat nurundan
hakikat nuruna doğru koşarlar. Böyleleri adına korkulur. Hakikat nurundan
birisini keşf etmekten şeriat nuruna koşan bu insanlar ise, böyle bir ilahi
tuzaktan güvendedirler. Öyleyse onlar, işleri hakkında basirete sahiptir.
Diğerleri ise (şeriattan hakikate koşanlar), büyük bir tehlike üzerindedirler:
kurtulmaları da mümkündür, başarısız olmaları da! Bunu bilmelisin!
Türeyenlerin nurları, onların Allah
Teâlâ hakkında özü gereği sahih bilgi olarak verdikleri nurlardır. Bu nurlar
ile Hakk ile ilişki ve onun madenler, hayvan ve bitkiler arasındaki sureti
öğrenilir. Onlar ise bunu bilmez. İnsanın bu sınıflardan üstün olmasının
yegane nedeni bu keşfidir. Öyleyse türeyenler bu makamda ‘Her nerede olursanız
O sizinle beraberdir’416 denilenler
gibidir. İnsan ise bu makamda ‘Üzülme, Allah Teâlâ bizimle beraberdir’417 ayetinde denildiği gibidir. Ya da
‘Ben sizinle beraberim, duyarım ve
görürüm’428 ayetinde belirtildiği gibidir. Çünkü insan her şeyin bir
suretidir. Onu bu nur ile bilen ve keşf eden kimse, ihtisas elinden birisi
olur. O, eşyayı Hakka ait suretle var olmuş hakikatler olarak görür.
Rivayetine güvendiğim birisi bu konuda bana şöyle bildirmiştir:
Dımaşk’ta bir şahıs bu makama
sahipti. Onun başı sürekli dizlerinin arasındaydı. Eşyaya bakmak için başını
kaldırdığında şöyle derdi: ‘Onu tutun, onu tutun.’ insanlar ne söylediğini
anlamazlar ve kendisini delirmekle suçlarlardı. Ben ise Allah Teâlâ’ya hamd
olsun bu makamı tattım.
İsimlerin nurları, isimlendirilenleri
Hakk ve halk (mertebelerinde) ortaya çıkan şeylerdir. Bunlar, ilahi mertebede
zat, nitelikler ve fiillerle ilgilidir. Bir kısmı mümkünlerin cinsleri,
şahıslarıyla ilgiliyken, bir kısmı, Hakkın ortaya koyduğu ve peygamberlerinin
bildirdiği -yoksa terimleştirilen isimler değilisimlerdir. Bu nurlar, -terimsel
anlamlarıyla değilAllah Teâlâ’nın verdiği anlamla ilahi isimleri öğrendiğinde
Âdem’e ait olan nurlardır. (Diğer varlıklara karşı) Üstünlük ve ayrıcalık da bu
konuda gerçekleşir, çünkü Allah Teâlâ’nın kendileriyle melekleri ve bütün
âlemi var ettiği isimleri olduğu gibi kendileriyle ilahi mertebenin hakikatlerinin
toplayıcısını (insan) var ettiği isimleri de vardır. Hakikatlerin toplayıcısı,
insan-ı kamil’dir. Bu durum Adem hakkında ayet ile sabit iken başkaları
hakkında gizlenmiştir. Allah Teâlâ Adem’in ve bu makamın üstünlüğünden söz
ederken, melekleri için isimlendirilenleri, yani onlarm varlıklarını getirterek
‘Doğru sözlüyseniz, şunların isimlerini bildirin bana’429 demiştir. Yani kendilerinden
çıktıkları ilahi isimleri bana bildirin! Melekler ‘zevk’ yoluyla -çünkü
büyüklerin bilgileri zevk yoluyla elde edilir, çünkü o ilahi tecelliden
kaynaklanıronları bilememişlerdir. Bunun üzerine Allah Teâlâ ‘Adem!
Onlara şunların isimlerini bildir’430 demiştir. Başka bir ifadeyle,
kendilerini var eden ve var oluşta dayandıkları ilahi isimleri bildir, yoksa
âlemdeki terimsel ve vaz’î anlamlarını değil! Çünkü bu anlamın bilgisinin az
bir yararı vardır ve kast edilenin o olmadığını öğrendiğimizde onu
zikretmekten vazgeçtik. Çünkü biz sadece gerçekleşen hakkında konuşur ve onu
aktarırız, yoksa aklen mümkün olanı değil. İşte bu, verdikleri haberlerde keşif
ehli ile -ki onlar basiretli kimselerdirteorik akıl sahipleri arasındaki
farktır. Yarar, gerçekleşendedir, aklen mümkün olanda değildir. Çünkü o (hem)
bilgidir ve (hem) bilgi değildir. Gerçekleşen ise kesin olarak bilgidir.
Doğa nurları, sahibinin doğanın
heba’da ve genel surette ortaya çıkarttığı suretleri öğrenmesini sağlayan
nurlardır. Genel suret, tüm cisimdir. Bu nurlar tam olarak meydana geldiğinde,
sahiplerinin bilgisi sonsuz olana ilişir. Böyle bir durum, bize göre, nadir
gerçekleşen, fakat bizim dışımızdakilere göre gerçekleşmesi aklen mümkün
değildir. Hatta Allah Teâlâ hakkmda bile böyle bir hususun gerçekleşip
gerçekleşmeyeceği hakkmda görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Kendisi adına bu
nurların tam olarak gerçekleştiği kimse görmediğimiz gibi böyle bir şey
duymadık ve bizim adımıza da böyle bir şey gerçekleşmemiştir. Bir insan böyle
bir iddiada bulunduğunda ise, bu iddia kanıtı olmayan bir iddiadır. Ancak yine
de gerçekleşme imkânı vardır. Doğa nurları Hakkın dışındaki her şeye içkindir.
Bunlar, Allah Teâlâ’nın kendileriyle ilahi isimlerin sıkıntısını giderdiği
Rahman’ın nefesidir. Allah Teâlâ bu nurları feleklere, rükünlere ve (bunlardan)
doğan sonsuz sayıdaki şahıslara yerleştirmiştir.
Rüzgarların nurları, unsur kaynaklı
nurlardır. Bu nurların güçlü zuhurları, kendilerini gizlemiş, gözler
kendilerini idrak edememiştir. Gözler bu nurları ancak berzah mertebesinde
görebilir. Bununla birlikte Allah Teâlâ, Kurtuba şehrinde bir gün bize onları
duyu âleminde görmeyi nasip etmiştir. Bu, ilahi bir tahsisti ve Hz. Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellem’e varis olmaktan kaynaklanmıştı. Rüzgar nurlarının
bütün Âdemoğulları üzerinde güçlü etkisi ve otoritesi vardır. Etkileri olmayan
kimseler sadece Allah Teâlâ ehlidir, çünkü bu nurlar, yıldızların ışıklarının
güneşin ışığına dahil olması gibi, onların nurlarına girer. Bunun nedeni göz
ışığının zayıflığıdır. Sıradan insanlar arasmdan Allah Teâlâ’nın dilediklerini
bu nurlar kaplarsa, onları ancak karanlık bir nur gibi kaplar. Allah Teâlâ
ehlini kapladığında ise, nur yapısındayken onları kaplarlar.
Ruhlarm nurlarına gelirsek, içimizden
bazı kimseler onları akıl nurları, bazı kimseler ise elçilerin nurları
saymıştır. Bu nurlarm âlemde otorite, güç ve etkileri vardır ve karşılarına
hiçbir şey duramaz. Şu var ki bu nurlarm bir takım sınırları vardır. O sınırda
durur ve sınırlarını, aşamazlar. Kul bu nurları müşahede ettiğinde, bu nurlar
vasıtasıyla ehlinden başkasından sakınılmış bilgileri ortaya çıkartır. Bu
nurlar, tenzihi ve kutsi nurlardır. Yaratmada vasıta olan haktan Sidre-i
münteha’ya inerler. Işınları ise âriflerin, yani tam müşahede sahibi olanların
kalplerine doğar. Öyleyse onlarm kalpleri, bu nurlarm ışınlarının düştüğü
yerlerdir. Bu insan sınıfında bilgide onlardan daha kamil kimse yoktur. Çünkü
bu nurlarm karşısında, özel olarak ilahi meşiyetin dışında, herhangi bir perde
kalmaz. Bu nurlarm kalbine keşf yoluyla düştüğü Allah Teâlâ’nın kulları ise
pek azdır. Onlar, Allah Teâlâ’nın kullarından doğru sözlü kimselerin
tecelligahlarıdır.
Nurların nurları, tecellilerdir. Hakk
onları örten perdeyi açsaydı, hepimizi yakarlardı. Bunlar, zati nurlardır ve yayıldıklarında
mümkünlerin varlıkları ortaya çıkar. Mümkünler, bizim ile onların arasındaki
perdedir. Bu, büyük nurdur, yoksa en büyük nur değildir! İndirilmiş kitapların
muhataplarının amelleriyle ilgili ayet buna işaret eder: ‘Onlar
Tevrat’ı uygulasaydı.’431 Kastedilen
Musevilerdir. ‘Ve Incil'i.’432 Bunlar ise İsevilerdir. ‘Rablerinden
indirileni de.’ 433Bunlar, kendilerine sayfalar gönderilenler
ve diğer kitapların muhataplarıdır. ‘Üzerlerinden
yerlerdi.™34 Bunlar,
çabayla elde edilmeyen bilgilerdir. ‘Ve
ayaklarının altından...’435 Bunlar ise,
çabayla elde edilen ilimlerdir. Öyleyse bunlar, üstten ve alttan olan
bilgilerdir. Nur bu nitelikte olduğunda, altımızdan olmazdı. Aksine o, bizi
yönlendirendir. Altımızdan olan nur ise üzerinde hüküm sahibi olduğumuz nurdur.
Bu, ayakların altından yemek diye ifade edilen şeydir. Zatımızdan ibaret olan
nur ise, hakkında Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Allah Teâlâ’m!
Beni nur yap’ dediği nurdur. Öyleyse bu nur, zatının aynıdır. Başka bir
rivayette ise ‘Beni nur yap’ denilir. Bu, bütün zikrettiğimiz nurların
toplamıdır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Beni nur yap’ demesi
ise, zatının nurunu görmesidir. Çünkü ancak bu nurla görebilir. Çünkü onun
zatının bu altı yönden bu nurları idrak edebilmesi, kendi nurunu idrak
edemeyişinden kaynaklanır. Bu nur hakkmda Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem ‘Kendini bilen, rabbini bilir’ buyurmuştur. Ayette ise ‘Allah
Teâlâ göklerin ve yerin nurudur’436 buyruldu. Ardından Allah Teâlâ
bilinen örnekle bu nuru açıklamıştır. Sen bu örneğin ve mislin kendisisin!
Böylelikle nurları senden yayılırken görürsün. Zatınla gök ve yer âlemin
aydınlanır. Artık sayesinde aydınlanacağın yabancı bir nura ihtiyacın yoktur.
Lamba, fitil, kandillik, fanus: hep sensin! Bunu bilince, yağın ne olduğunu da
öğrenirsin. O, ilahi yardımdır. Ağacı da öğrenirsin. Fanus inci gibi bir
yıldıza benzeyince -ki o güneştirsenin zatından ibaret olan lamba hakkmda ne
düşünürsün? Öyleyse ey kardeşim! Allah Teâlâ’ya duan, her zaman seni nur yapması
olsun. Burada garip bir sır vardır. Açıklama yapmadan -çünkü açıklamaya uygun
değildiro sırra dikkatini çekmekle yetineceğim. Şöyle ki, Allah Teâlâ kendisi
için örnekler verir, fakat O’nun için (insanlar tarafından) örnek verilemez.
Kendisi eşyaya benzer, fakat eşya O’na benzemez. Şöyle denilir: ‘Yaratıkları
içinde Allah Teâlâ, halkanın içindeki hükümdar gibidir.’ Hâlbuki şöyle
denilmez: ‘Halkın içinde hükümdar, yaratıkları içinde Allah Teâlâ gibidir.’
Çünkü Allah Teâlâ zuhur edenin aynı iken zuhur eden Allah Teâlâ’nın aynı
değildir. Çünkü Allah Teâlâ, ez-Zahir olduğu gibi, zuhur ederken aynı zamanda
el-Bâtın’dır. Bu nedenle şöyle dedik: Allah Teâlâ eşyaya benzerken eşya
kendisine benzemez. Çünkü Allah Teâlâ eşyanın aynı iken eşya O’nun aynı değildir.
Bu, vatanından uzak kamış ve kendisiyle evi arasında engeller bulunan yabancı
bir bilgidir .ve bu nedenle akıllar onu inkâr etmiştir. Çünkü bu bilgi
anlaşılan, fakat açık olmayan bilgidir. İşte nurların nurlarının tecellisinden
bir örnek!
Maddelerden soyut anlamların nurları,
aktarılmaz. Onlar dile gelseydi, maddelere girmiş olurlardı, çünkü ibareler de
maddelerdendir. Onların özü gereği maddelerden soyut olduklarını söyledik,
yoksa ‘soyutlanmışlardır’ demedik. Çünkü soyutlanmış olsalardı, dilediğimizde
onlara madde giydirirdik ve bu imkânsız olmazdı. Çünkü daha önce maddelerde
idiler! Öyleyse bu anlamlar, bilinir, söylenmez, anlatılmaz, benzetmeye ve
örneğe konu olmazlar.
Ruhların nurlarına gelirsek, bunlar,
toplayıcı Ruhu’l-kuds’un nurlarıdır. Bu ruhlardan gönderilmiş olan, melek
olur. Gönderilmeyen ise, ruh adını korumayı sürdürür. Bununla birlikte, her iki
grupta, yani gönderilen ve gönderilmeyen grupta da kendi özel adı ve işareti
vardır. Öyleyse gönderilmemiş olan, saf ruhtur ve kendisinden onu çıkartacak
bir şey kendisine ilişmemiştir. O, ruhaniliğinde ruh sahibidir. Bu kısım, güçlü
ruhlardan ibarettir. Aramızdan Efrad’ın ruhları ise, bazı yönlerden onlara
benzer. Binaenaleyh ruhların nurlarında ancak Efrad’a tecelli gerçekleşir. Bu
nedenle Hızır Hz. Musa’ya ‘Kendisini bilgice kuşatamadığın şey5
demiştir. Çünkü o Efrad’dan idi. Nebilere tecelli ise, melek olan ruhların
nurlarında gerçekleşir. Bu tecelli Efrad’a olmaz, aksin o, nebilere ve
resullere mahsustur. Bu durum ise Hızır’ın Musa’ya söylemiş olduğu şu
ifadesinde belirtilir: ‘Sen Allah Teâlâ’nın sana öğrettiği ve benim bilmediğim
bir bilgiye sahipsin.’ Çünkü bu melek tecellisi Hızır adına söz konusu değildi.
Sonra Hızır Musa’nın dikkatini yapmış olduğu işleri kendiliğinden yapmadığına
çekmiştir, çünkü onun kendine ait bir işi ve emri yoktu. Aynı zamanda o, ‘emir
ehli’nden de değildir. Bu, makamlar arasında garip bir makamdır. Allah Teâlâ bize
onu yaratıklara açıklamayı mubah saysaydı, herhangi bir varlığın kendisine
tahammül edemeyeceği bir bilgi ortaya çıkardı. Yine de o bilginin eserinden üç
mesele bir şahıstan (Hızır) ortaya çıkmıştı. Allah Teâlâ söz konusu şahsın
adilliği, temizliği hakkında peygamberine şahitlik etmiş, onu kendisine tabi
kılmış, duyduğun şeyleri kendisine açıklamıştır. Bunun yanı sıra Musa’yı onun
şartı alana sokarak kendisine uydurmuştur. Bu, Allah Teâlâ’nın kendisiyle
konuştuğu Musa’dan verilen bir örnektir. Onun rabbi karşısındaki konuşması
nerede, Hızır ile konuşması nerede? Böylelikle konuşmada tecelli değişmiştir.
Bununla birlikte Hz. Musa sabredememiştir. Çünkü önce bir istisna yapmış
(sabredemezsem, benden ayrıl), fakat kendisine tepki gösterdiğinde onu yerine
getirmemiştir. Peygamberin özelliği ise, uyulan olduğu gibi aynı zamanda
ittibadır. Nitekim peygamber şöyle der: ‘Ben ancak bana vahyedilene uyarım.’
Hâlbuki sadece gördüğümü yaparım veya söylerim dememiştir. Böyle dememiştir,
çünkü her makamın bir sözü ve dili vardır!
Rüzgarların nurları ise, el-Baid
isminin tecellileridir. Bunlar, adları zikre uygun olmayan tecellilerdir ve
ancak ilham ehli için gerçekleşirler. Meleklerin nurlarındaki tecelli de, bu
konuya kısmen girer, fakat bu girme, zâhirde değil, bâtında gerçekkşir. Onlar,
özellikle ilham melekleridir. Bu tecellideki ilham, nefislere yöneliktir ve
düşünceler (hatıra) bu tecelliden ortaya çıkar. Bunlar, rüzgar kaynaklıdır,
çünkü rüzgarlar, geçer gider, sabit kalmaz! Onların sabit olduğu söylenirse,
böyle bir şey, rüzgar değildir. Bu nedenle geçip gitmek ve haüra (akla gelen düşünce)
onlarla ilişkilendirilmiştir. Nitekim bu kelime de rahe-yeruhu (gitti-gider)
kelimesinden türetilmiştir ki, gelmek demektir. Raih, yerleşik olmayan, yolcu
demektir.
Doğa nurlarındaki tecelli,
bileşik-suri tecellidir. Dolayısıyla kendisinde ortaya çıktığı suretlere uygun
şekilde bilgiler verir. Bu tecelli, felekten en basit varlığa kadar her şeyi
kuşatır. Felek gökte, basit varlık ise yerdedir. Öyleyse o, gökte ve yerdeki
tecellidir. Bu tecelliden anlamlar, diller, bütün suretlerin duası ve tespihi
öğrenilir. O, yüce, yararlı, desteklenmiş bir keşiftir. Keşif sahibi âlemde
(Hakkın emrine) uyum bulunduğunu ve itiraz bulunmadığı görür. Her şeyin O’nun
hamdini tespih ettiğini de buradan görür. Bu makam sahibi, amellerinin suretlerinin
dirilip de ruh sahibi -ki bu makam sahibi onlara ruh üflerolarak Allah
Teâlâ’nın övgüsünü tespih ettiklerini keşfeder. Âlemin zâhirinde günah ve
itiraz olsa, bu doğrudur. Fakat o da canlıdır ve sahibi için bağışlanma diler,
çünkü sahibi, onun varlığını ‘muhallak (tam yaratılmış)’ olarak düzenlemiş ve
meydana getirmiştir. Allah Teâlâ ‘Yarattı ve tesviye ettiH3?
diye övülmüştür. Onun yapısının ‘muhallak’ olarak düzenlenmiş
olmasının bir yönü de, günah olmaktan çıkartmamaktır. Çünkü günah olmaktan
çıkartsaydı (yani günah iken olmadığına inansaydı), ‘muhallak olmayacaktı’ ve
sahibi bedbaht olacak, onun tespihi de sahibine lanet olacaktı. Çünkü böyle
biri, Allah Teâlâ’nın yasakladığı bir şeyi mubah yapmış, bu davranışıyla da
imandan çıkmıştır. Böyle birinin Müslümanlıkta bir payı yoktur, müslümanlığını
ve tövbesini yenilemelidir. Bu bir uyarıdır. Onun arkadaşları, gayretleri ve
zayıflıkları nedeniyle, sürekli kendisini gizlerler ve onu uyarmak daha
yerindedir. Çünkü din, Allah Teâlâ için, peygamberi için ve Müslümanların
imamları ve sıradan insanlar için bir nasihattir. Öyleyse ‘yaratılmış’ bir
masiyet ancak müminden meydana gelebilir. Kim bir şeye yaratılışını verirse,
ilahi adete göre hareket etmiş olur, çünkü Allah Teâlâ, her şeye yaratılışını
vermiştir. Dolayısıyla itaate olduğu gibi günaha da yaratılışını vermiştir.
İşte müminin doğruluğu da böyle olur.
İsimlerin nurlarına gelirsek, bunlar
bilinenlerin isimlerini belirlemektir. Öyleyse bu, var olmayanlar ve var
olanlar üzerine yayılan nurdur. Bu nurların yayılmasının bir sınırı yoktur ve
göz de onların yayılmasıyla paralel gider. Böylece bu makam sahibinin göz nuru
da açılır ve sayıların katlanmasıyla sonsuz şeyleri bilmediği gibi aynı zamanda
sonsuz şeyleri de bilir. İşte bu Hakkın gözü haline geldiği kimsenin alametidir.
Öyleyse isimler, mevcuttur. İsimlendirilenlerin ise bir kısmı özü gereği var
olmayan iken bir kısmı özü gereği yokluktan önce gelenlerdir. Bunlar, varlığı
kabul eden şeylerdir. Her birine isim verilmiş olsa bile, haller varlığı kabul
etmez. İhata isimlere aittir ve ihata başkasına değil Allah Teâlâ’ya aittir ve
ilahi isimlerin mertebesidir. Adem meleklerden ancak isimlerin bilgisini
ihatası nedeniyle üstün olmuştur. Çünkü isimler olmasaydı, Allah Teâlâ hiçbir
şey zikretmez ve Allah Teâlâ’yı herhangi bir şey zikretmezdi. Öyleyse ancak
isimlerle zikredilir. Ancak isimlerle övülür ve zikredilir. İhatada bilgi
niteliği ancak söz olarak girmiştir. Söz ise bütünüyle isimdir ve isimlerden
başka bir şey değildir. İsimler, altlarındaki anlamlara alamet ve delillerdir.
İsimlerin nuru birisi adına ortaya çıkarsa, zikredilmesi mümkün olmayan şeyler
onun adına ortaya çıkmış demektir. Bundan başka bir şey demem! Allah Teâlâ bir
nitelikte ‘bütün’ sözünü kullanıp da ‘Bütün
isimlerini Âdem’e öğretti5438 demeseydi,
isimlendirilenler üzerindeki isimlerin nurunun herhangi bir göze gözükmesinin
imkânsız olduğunu söylerdik. Fakat ‘Sonra
onları meleklere arz etti ve bana haber verin dedi5439 ayetini
anlayan kimse, edep gereğiyle dile getirmediğimiz hususu .ve Allah Teâlâ’nın
bu şereflendirmede ‘bütün’ kelimesiyle neyi kast ettiğini anlar.
Son olarak, türeyenlerin, anaların
(sebepler), sebeplerin ve illederin nurları vardır. Bunlar, müessir, bir şey
istendiğinde karşılık veren, bağışlanma dilendiğinde bağışlayan,
istenildiğinde veren olması yönünden Hakkın tecellisidir. Bu tecelli ve nurlar
ile ‘Sana biat edenler Allah Teâlâ’ya biat etmiştir5440 ayetinin
anlamı öğrenilir. Aynı zamanda Allah Teâlâ ‘Peygambere
itaat eden Allah Teâlâ’ya itaat etmiş demektir,44‘ buyurur.
Bir kutsi hadiste ise ‘Sadaka rahman’ın eline düşer’ buyrulur. Bir ayette ise ‘Allah
Teâlâ’ya güzel borç verin5442
buyrulmuştur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise ‘Allah Teâlâ kulunun
tövbesi nedeniyle sevinir’ buyurur.
İKİ YÜZ
YEDİNCİ BÖLÜM
İllet
Hasta (illetli) doktora bel bağlar İçinde her ne vakit hastalık
hissetse
Rabbi değil iken, ona
perestiş eder Ölümden çekindiği için
‘Nedir’
dedim, ‘bu bel bağlamanın sebebi?’
‘Kendi
cinsinden olmasıdır’ dediler
Bilmelisin ki, sûfılere göre illet,
Haktan bir uyarıdır. Hakkın uyarılarından birisi, peygamberinin diliyle
söylemiş olduğu şu ifadedir: ‘Allah Teâlâ Adem’i kendi suretine göre yarattı.’
Hadis nakilcilerinde sabit olmasa bile, keşfin tashih ettiği bir rivayette ise
‘Rahman’ın suretine göre yarattı’ denilir. Böylelikle (suretine derken zamirin
kime gittiği hakkındaki) kuşku ortadan kalkar. Bu ifade, bu hastalıktan
kurtaran şifadır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘insanlara
indirileni onlara açıkla diye.’443 Buradan şunu anladık: Kuşkuyu
ortadan kaldıran her rivayet, nakil yönünden zayıf olsa bile, sahihtir. Allah
Teâlâ şifa ve afiyet veren ise, aynı zamanda doktordur. Nitekim Ebu Bekir
es-Sıddîk şöyle demiştir: ‘Beni doktor hasta etti.’ Hastanın doktoru sevmesinin
nedeni, şiirde söylediğimiz ‘surete göre yaratılmış olmaktır.’ Sonra bu
rivayeti ve keşf değerlendirmesini, kutsi hadisteki ‘Hastalandım, beni ziyaret
etmedin’ ifadesi desteklemiştir. Bunu yorumlayınca şöyle demiştir: ‘Falan
kulum hasta oldu, onu ziyaret etmedin.’ Böylece Allah Teâlâ, kendisinden bir
inayet olarak, hastalan ‘falan’ kişinin yerine koymuştur. Bütün bunlar,
bilgisini Allah Teâlâ’dan alan için, illetlerdir (hastalık). Öyleyse illet,
sebebi var saymak iken Allah Teâlâ sebebin kendisidir, çünkü O olmasaydı, âlem
olmayacaktı. O, Halik, Bari, Musavvir ve Şafi’dir. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’in ‘Senden sana sığınırım’ ifadesindeki ‘senden’ ifadesinde Hakk
illetin kendisidir. Bu nedenle şifa, ancak Allah Teâlâ’dan olabilir, çünkü
başka şifa veren yoktur. Bütün hastalıklara şifa veren Allah Teâlâ’dır. Allah
Teâlâ sebepleri koymuş ve artık onların kaldırılması mümkün değildir. Sebepler
için hükümler koymuş, reddedilmeleri mümkün değildir. O, sebeplerin sebebidir. Allah
Teâlâ hastalığı yarattığı gibi ilacı yaratmıştır. Şifayı ise (ilaca değil),
bilhassa kendisine tahsis etmiştir. Şifa, hastalığın giderilmesinin illetidir.
Hâlbuki her illet şifa değildir. Öyleyse her sebep sebeptir, fakat her sebep,
(sebebin) müsebbibi değildir. Fakat -varlığın değilhükmün müsebbibi olabilir.
Örnek olarak ‘Bana dua ettiğinde, dua edenin
duasına karşılık veririm’444 ifadesini zikredebiliriz.
İllet sebep anlamındaysa, hüküm ona aittir. Hastalık anlamındaysa da, hüküm
ona aittir. Bu durumda illet hastalık anlamında ilaç iken, sebep anlamındayken
hikmettir. İllet, her durumda, Haktan kuluna dönük bir uyarıdır. Bu uyarı,
bazen kendisine gelen bir şeyle gaflet uykusundan uyandırmak şeklinde olabilir.
Gelen ise, hastalık ve sıkmadır. Afiyet gidince, insan acı duyar ve bir
musibetin kendisine indiğinin farkına varır. Allah Teâlâ ise, bu durumda şöyle
demesini emretmiştir: ‘Biz Allah Teâlâ’ya dönücüyüz.’ Ancak (Allah Teâlâ’dan)
çıkan kimse (Allah Teâlâ’ya) dönebilir. Bazen, herhangi bir hastalığı
olmaksızın, kendinde gözüken hikmetle insanı gaflet uykusundan uyarabilir. Hakk
onun illeti olunca, uyarı ansızın gerçekleşen tecelliden meydana gelebilir
-çünkü Allah Teâlâ’nın kulların kalplerine dönük ansızın (tecellileri) vardır.
Bunlar, istekleri olmaksızın veya öncesinde belli bir sebep bulunmaksızın,
kulların kalplerine gelir. Bununla birlikte tecelli, bu esnada da belirli bir
sebepten kaynaklanmış olabilir, fakat kişi bunu bilmez.
Sûfilerin ‘illet’ ismini kullanmış
olmalarının nedeni, illetin nedenliye (malul) nedenlinin illete bağlığını
görmeleridir. Onlar, âlemin Allah Teâlâ’nın mülkü olduğunu bilmişlerdir. Mülkün
ise bir mülk olarak varlığı sahibine bağlıdır. Sahip Allah Teâlâ’dır. Mülk
kendi kendine mülk olamaz. Öyleyse mülk sahibine bağlıdır. Alemin merbub ve
mülk oluşunda (Allah Teâlâ ile arasmda) bir görelilik ilişkisini görünce, illet
ismini kullanmaya yönelmiş, sebep veya şart ismine yönelmemişlerdir. Bazı ilahi
uyarılar, nefislerin doğası gereği kendilerinden hoşlanmadığı acılar ve
sıkıntılar vasıtasıyla gerçekleştiği için, bütün uyarıları toplayıcı bir isim olarak
‘illet’ ismini kullanmayı yeğlemişlerdir. Çünkü hastalık illet diye isimlendirilir
ve o içerdiği zayıflık nedeniyle Allah Teâlâ’ya dönüşte en büyük uyarılardandır.
Allah Teâlâ sebepleri kendisinden alı koyan perdeler yapmış, nefisler onlara
yönelmiş, Allah Teâlâ’yı unütmuş, yaratıklar onlara bel bağlamışlardır. İllet
sebebin aynı olsa bile, isim değişikliğinin de bir hükmü olmalıdır. Öyleyse
illet sebebe zıttır, çünkü illet, özü gereği Allah Teâlâ’yı hatırlatır. Bu
nedenle uyarıcı adının illete verilmesi daha yerindedir. Seni Allah Teâlâ’ya
döndürmeyen, O’na dair uyarmayan ve O’na dair bir bilinç uyandırmayan hiçbir
sebep, illet değildir.
Benim hastalığım çaresiz hastalık, çünkü o .
Her halde
beni nefsim hakkında uyarır
İlletim
benden başkası değil, ben değil illetim
Ne faslım
ve ne cinsim
Bilgiye
de sahip değilim ki bileyim kimim ben
Zatım
hakkında bilgisiz veya kafası karışık da değilim
Ben senin
kast etdğin değilim başkası da değilim
Fakat ben
sevinirken ve neşelenirken üzülür gibiyim
İllet, ilahi bir uyarıdır. Hakkın
uyarıları ise, belirli bir yolun dışında, sınırsızdır. Sınırlı yol, ilahi
uyarınm dıştan veya içten olmasıdır. Dışarıdan olursa, bazen sabit olur bazen
olmaz. İçerden olursa, zorunlu olarak sabittir. Örnek olarak İbrahim b. Edhem’in
durumunu verebiliriz. Ona yaktığı kandilden nida edilmişti, Ona doğru
döndüğünde, nidanın kalbinden geldiğini görmüş, hâlbuki kandilden olduğunu zannetmişti.
Başka bir örnek ise âmâ bir adamdır. Ona toprak kap yarılınca, birisinde
gümüş, diğerinde susam vardı. Susamdan yemiş, sudan içmiş. Âmâya bu surette
kendisi gösterilmişti, çünkü onun körlüğü, kendisine gelen ilahi nimete karşı
nankörlükten ibaretti. Bunu anlamış ve Allah Teâlâ’ya dönmüştü. İşe bunlar,
onlara verilen örneklerdir. Bazen (uyarı bildiren) suret; dışarıdan gelir ve
kişi bulunduğu hal üzeredir. Bu nedenle de böyle illeder sabit olur. Bazen
ilahi uyarı, bir vakıadan meydana gelebilir ve vakıadan Allah Teâlâ’ya döneriz
ki, bu, illederin en kamilidir. Çünkü vakıalar, müjdeci rüyalardır ve ilahi
vahyin başlangıcıdır. Bunlar, içerden gelir, çünkü insanın zatından
kaynaklanırlar. Bazı insanlar onları uyku esnasında görürken bazı insanlar fena
halinde, bazı insanlar uyanıkken görür. Bu esnada duyuların algıladığı şeyler
ise kendisini perdelemez. Bunların illet diye isimlendirilmesinin nedeni,
kendisi için yaratılmış olduğu hakikatten yitirmiş olduğu şeye karşı nefiste
bir üzüntü meydana getirmeleridir. İnsan şöyle tahayyül eder: Günah işlerken
ölmüş olsaydı, bağışlansa bile, Allah Teâlâ’nın katında nasıl yüzü olacaktı? Nimetine
karşı asi olmaktan utanmayacak mıdır? Allah Teâlâ’nın kendisine verdiği
nimetlerinden birisi de, kendisine süre vermiş olması ve yaptığı günah
nedeniyle cezalandırmamış olmasıdır. Bir dizede şöyle dedik:
Ey beni gören ve benim
görmediğim!
Ne kadar daha, ben O’nu
göreceğim de O beni görmeyecek!
Bir kardeşim bana şöyle demişti:
‘Seni gördüğünü bildiğin halde nasıl olur da seni görmediğini söylersin?’ Ben
de o esnada doğaçlama olarak kendisine şu dizelerle cevap verdim:
Ey beni günahkar olarak
gören!
Benim ise cezalandırıcı
olarak görmediğim
Daha ne kadar nimet veren
olarak göreceğim
O ise beni tövbekar
görmeyecek
Günahta sadece utanma duygusu
bulunsaydı bile, yine de büyük bir ceza olurdu. Hatta utanma duygusu, cezalandırmadan
daha acıdır.
Bağışlanma âriflere
cezalandırılmaktan daha ağır gelir, çünkü cezalandırma bir karşılıktır ve
tamamlandığında rahadama gerçekleşir. Bu durumda ârif, hakkını alan kimse gibi
rahadar. Bağışlanma ise böyle değildir. Bağışlarken Hakkın sana yöneldiğini ve
cezalandırmayarak ihsanda bulunduğunu görürsün ve bu nedenle de sürekli
utangaç ve mahcup kalırsın. Allah Teâlâ bir kulunun günahını bağışladığında,
günah ile onu hatırlaması arasına bir perde çekerek, günahı unutturur. Çünkü
günahı hatırlarsa, utanacaktır. Nefislere utanmaktan daha ağır gelen bir azap
yoktur. Öyle ki, utanan insan, hiçbir şey olmamayı arzulardı. Kamil kadın
(Meryem) şöyle der: ‘Keşke daha önce ölmüş olsaydım da,
unutulup gitmiş olsaydım.’445 Meryem
yaratılmıştan böyle utanmaktaydı? Onlar, onun hanesine ve asaletine yakışmayan
bir şeyi kendisine nispet nasıl edebilirlerdi? Nitekim asaleti nedeniyle onlar ‘Baban
kötü bir adam değildi, annen taşkın bir kadın değildi’446 demişlerdir. Allah Teâlâ ise
kavminden utanma duygusu kendisini kapladığında, iftiradan Meryem’i tezkiye
etmiştir. Hal böyle iken, Efendisinin emrine karşı geldiğinde kulun Allah
Teâlâ’dan utanması nasıldır?
Şöyle diyebilirsin: ‘Keşf varken asi
olunur mu?’ Şöyle deriz: ‘Hayır! Ebu Yezid Bestami’ye ‘Keşif halinde ârif
günah işler mi?’ diye sorulmuş, şöyle demiş: ‘Allah
Teâlâ’nın emri takdir edilmiştir.’447 Böylelikle bunu caiz görmüştür.
Cevap verirken Haklcın karşısında âriflerin saygısı ancak böyle olabilirdi.
Bestami gerçekte şöyle der: ‘Allah Teâlâ, ezeli bilgisinde bunu takdir etmişse,
mutlaka gerçekleşir! O günahtır ve kendisinden perdelenmek gerekir. Nitekim Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ kaza ve kaderini
uygulamak istediğinde, akıl sahiplerinin akıllarını örter. Kaderini
uyguladıktan sonra ise ibret almaları için akıllarını iade eder.’ Aynı şey,
ârifin hali için geçerlidir. Allah Teâlâ onun bir günah işlemesini irade edip
mârifeti buna engel olursa, Allah Teâlâ o davranışı kendisinde Hakkın yüzünün
gözükeceği bir teville süsler. Artık ârif, onu yaparken harama düşmek amacı
taşımaz. Nitekim Hz. Adem de böyle yapmıştı. Bu durumda ârif, hata eden
müçtehide benzer. Takdir edilen iş kendisinden gerçekleştiğinde ise, Allah
Teâlâ bu davranışa kendisini yönlendiren tevilin bozukluğunu gösterir. Nitekim
aynı şeyi Âdem’e de yapmıştı ve o da teville günaha düşmüştü. Gerçekleştikten
sonra, onun günah olduğunu görünce, günahkar olduğunu anlamıştır. Bu esnada
zâhir dilinin otoritesi onun günahkar olduğuna hükmetmiştir. Hâlbuki Âdem,
kendisine göre günahkardı, yoksa -ortada tevil kuşkusu bulunduğu içinfiilin
kendisinden meydana gelişi halinde günahkar değildi. Bu durumda o, fetva veren
müçtehidin durumuna benzer. Müçtehit, fetva yerdiği meselede dince belirlenen
hükmün vardığı kanaat olduğuna inanarak, fetva verir. Daha sonra ise, başka bir
delille hata ettiğini görür. Zahir dili, daha önce değil, delilin ortaya çıkışı
esnasında onun hata ettiğine hükmeder.
Arif, Şâri’nin diliyle hakkında
‘istediğini yap, seni bağışladım’ denilenlerden olursa, Allah Teâlâ katında ne
zahirde ne bâtında günah işlemez. Bununla birlikte zâhir dili, onun günahkar
olduğuna hükmedebilir, çünkü Şâri tarafından kendisine o davranışın mubah
kılındığını bilmez. Zâhir dili, kendi deliline dayanarak başka müçtehitlerin
doğru görüşünü hata sayan müçtehide benzer. Makamı böyle olan biri, zâhir dili
hakkında günah hükmü vermiş olsa da, Allah Teâlâ karşısında utanacağı bir iş
yapmaz.
Hakkın uyarılarından birisi, gerçekte
olduğu gibi, delillerin isabeti hakkında da doğruya ulaşmayı ihsanıdır. Bunun
amacı, kulun basiretli olmasını sağlamaktır. Böyle biri, işin başında kendisine
itina gösterilmiş kimselerdendir. İllet kendisine bir illet verirse, onu
temizler. Temizlenme gerçekleştiğinde ise, günah üzerinde bulunduğunu unutur
ve ‘kabz edilmiş olarak’ değil, bast halinde kendisine yönelmiş şeyle ilgilenir.
Bu nedenle bazıları tövbenin tanımı hakkında şöyle demiştir: Tövbe günahını
unutmandır.’ Bunu söyleyen şunu demek ister: Allah Teâlâ senin tövbeni kabul
ettiğinde, sana günahım unutturur ve bir daha onu hatırlatmaz. Çünkü günahını
hatırlarsan, nahoş bir yapısı var iken, onu Hakk ile arana yerleştirirsin. Bu
durumda Hakk ile arana uzaklığı dillendiren çirkin bir sureti
yerleştirmişsindir. Günahı unutmanın yararı böyle bir duruma yol açmamaktır. Allah
Teâlâ peygamberine şöyle buyurmuştur: ‘Geçmiş ve gelecek
günahlarını bağışlasın diye...,448 Cebrail
zamanının en yakışıklısı olan Dıhye suretinde kendisine inmeye devam ederken
hal diliyle kendisine şöyle demiştir: ‘Ey Muhammed! Benimle senin aranda ancak
güzellik sureti vardır.’ Çünkü Cebrail peygamber ile Allah Teâlâ arasında
bulunmaktaydı. Dıhye o kadar güzeldi ki, Medine’ye geldiğinde kadınlar ve
erkekler kendisini görmeye çıkar, bir hamile kendisini görse onun suretinin
güzelliğinden karnındaki düşürürdü. Allah Teâlâ tövbekar âriflere geçmiş
günahlarını unutturur ve bu nedenle onları bağışlamış, yani ‘günahlarını
örtmüştür.’ Örtme iki türlüdür: ‘Ya bütün olarak onların günahlarını gizler, ya
da iyilikle günahları değiştirir. Bu durumda tövbeyle söz konusu günahın
sureti güzelleşir ve güzel görünür. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah
onların günahlarını iyiliklere çevirir.’449 Yani çirkinliklerini iyiliklere
çevirir. Hakkın uyarılarından birisi de, şu ayette belirtilir: ‘Onlar Allah
Teâlâ’nın günahlarını iyiliklere çevirdiği kimselerdir.’450 Bunu öğrendiklerinde ise, hızla Allah
Teâlâ’ya koşarlar ve bunun için acele ederler.
Böylece sûfilere göre illet halinin
anlamını ve adamlarda onun etkisini açıklamış olduk.
İKİ YÜZ
SEKİZİNCİ BÖLÜM
İnziac (Sıkılma)
Seîim kalp uyanınca uykudan Vecdinden
sıkıntıyla hareketlenir
Kendisini ayaklandıran ünsü
aramak üzere İlk yaptığı iş züht olur
‘Köle’ diye çağrılır,
vaktinin efendisi iken Efendilik ile kölelik arasında ne mesafe var!
Kendisinden fani olur ki
baki kalsın Rab ile Kurucu fasıldan ve tanımdan uzaklaşarak
Aralarında bilinen tanımla
birlikte işte bu sevginin keremine delildir
Bilmelisin ki sûfilere göre inziac
(sıkılma), kalbin gaflet uykusundan uyanarak vecd ve ünsiyet için hareket
etmesi demektir. Öyleyse inziac, belirli bir konudaki illetin sonucudur. Başka
bir ifadeyle illet onu meydana getirir. O, nefsin kendisi için sahih olan bir
halden kendisinden çıkmış olduğu asla doğru hareket etmesidir. Çünkü Hakk kendisini
bu asıldan çağırmıştır ve asıl temizdir. Öyleyse bu, güçlü ve şiddedi bir
arzuyla çekilmedir. Bu sıkılmanın çeşitli nedenleri vardır. Bir kısmını arzu
sıkarken bir kısmını korku sıkar. Bir kısmını tazim sıkar. Salikin ünsiyet ve
vecd için sıkılması ise, bazen anlama olabilir, bazen kavuşma, bazen aktarma,
bazen algılama olabilir. Bunların bir kısmı ilahi düşünceden meydana gelirken
bir kısmı melek kaynaklı düşünceden, bir kısmı şeytan kaynaklı düşünceden, nefs
kaynaklı düşünceden meydana gelir. Fakat b veli adına şeytan ve nefisten ancak Allah
Teâlâ’nın kendisine bir inayeti olarak Allah Teâlâ’dan bir anlayış meydana
gelebilir. Yoksa bu durum, şeytanın onun üzerinde bir otoritesi vardır
anlamına gelmez. Aksine şeytan, farkında değil iken, onun hizmetindedir ve
kendisi farkında değil iken sırrında kendisine ilham edilen bilgiye göre bu
velinin derecesinin yükseltilmesi için çalışır. Bu da Allah Teâlâ’nın İblis’e
dönük gizli aldatmalarından birisidir. Çünkü İblis, kendilerini düşürdüğünü
zannederken, ariflerin derecelerini yükseltmek üzere çalışır. İş böyle olunca,
şöyle diyebiliriz: İllet hali kulda gerçekleştiğinde, nefiste bir sıkılma
meydana getirir ve bu kaçınılmazdır. Onun başlangıçtaki sıkılması ise, üzerinde
bulunduğu halden ayrılmaktan kaynaklanmaktaydı. Çünkü Allah Teâlâ illet ile
onun gözünü açmış ve kendisini uzaklık mahallinde görmüştür. Bunun üzerine,
herhangi bir yakınlık mertebesini belirlemeksizin, bulunduğu halden ayrılmadaki
özlemi nedeniyle sıkılmıştır. Tek bir adımla bulunduğu halden ayrıldığında ve
müşahedesini yitirdiğinde, bir an kendisini alır. Bu durumda ise dinlenir ve
kendisine nefsine doğruyu gösterir, gözleri açılır ve şunu öğrenir: Artık
içinde bulunduğu sıkıntıdan kurtulmuştur. Bu durumda kendisinde sıkılma meydana
getirecek bir hal kendisine gelir. Bu yolda ilk sıkılma, daima, ondandır.
İkinci halde ise ona doğru sıkılma hali meydana gelir, ilk bakışta Allah Teâlâ’nın
celalinin layık olduğu tazim kendisi adına gerçekleşirse veya bu adam teorik
kanıdar yönünden Allah Teâlâ hakkındaki bilginin öne geçtiği kimselerden ise,
bu durumda sıkılması, O’nun katındaki arzulamaktan değil O’nu tazimden
kaynaklanır. Böyle biri, üzerinde belirlenmiş olan hakkı ve efendinin
mertebesinin kul üzerindeki hakkını yerine getirmek üzere sıkılır. Bu Idşi,
kendisine verilen nimetlerle ve arzuladığı nefsinin hazlarıyla meşgul
değildir. Aksine Allah Teâlâ’nın üzerindeki haklarını görür. Kendisini bunu
yerine getirmek üzere zorlar. Bu durum ‘Allah
Teâlâ’dan hakkıyla korkun’451 ayetinde belirtilmiştir. Böyle
biri, kimsenin buna güç yetiremeyeceğini bilir. Allah Teâlâ’nın kadri, yücedir,
üstündür, herhangi bir kimsenin kendisini takdir edip de onu kendisine göre
yerine getirmesinden uzaktır. Allah Teâlâ ise bu konuda kendisine güç
vermemiştir. Çünkü Allah Teâlâ’nın kadrinin herhangi bir kulun yerine
getirebileceği bir şey olmadığını anlamıştır. Allah Teâlâ’nın ‘Allah
Teâlâ kişiyi ancak gücüyle yükümlü tutar’452 ve ‘Ancak
yerine getirebildiğiyle’453 veya ‘İmkanınız
ölçüsünde’454 gibi
ayetleri duyar. Allah Teâlâ’nın hakkını gücü ölçüsünde yerine getirmek üzere
hareket geçer ve sıkılır. Allah Teâlâ’nın kullarının bu konudaki dereceleri iki
türlüdür: Bir kısmı Allah Teâlâ’nın celalinin kendilerine gözüktüğü ölçüsünde
hareket ederler. Bir kısmı ise mizaçlarının ölçüsüne göre hareket ederler.
Çünkü Allah Teâlâ insan nefsini ve aklını bedeninin mizacının hükmüne göre
yaratmıştır. Çünkü insan nefsi herhangi bir şeyi ancak Allah Teâlâ’nın bu
yapıda bir araya getirdiği güçlerine göre idrar edebilir. Öyleyse bu güçler,
nefs için aletler gibidir. Alet doğru bir ölçüye göre düzgün olursa, nefs
sanatı biliyor ise, onlarla yapılan sanatın güzelliği ortaya çıkar. Onların
bilgileri ise hakkın bu konuda onların sırlarına açtığı bilgiye göre değişir.
Bu bağlamda bir kısmına zatın talep ettiği şey keşf olunurken bir kısmına
isimlerin teorik delalet bakımından talep ettikleri şey keşfolunur. Bir kısmına
ise, şeriatın bildirdiği üzere isimlerdeki karşıtlık ve benzerliğin talep
ettiği konuda bilgiler açılır. Bir kısmı bu ilahi menzillerden altmış bin
menzilin başına yerleştirilir. Bir kısmı ise, bu menzillerden yüz yirmi bin
menzilin başına yerleştirilir. Bir kısmı, altı makamda -yedinci yoktursınırlanmış
bir halde doksan bin menzilin başına yerleştirilir. Bu menzillerde herhangi bir
kul kendisine ortak da değildir. Aksine bu menzillerde tek başına ‘tüm insan’
gibi bulunur. Bu durum sûfılerin ‘Allah Teâlâ iki şahsa bir surette tecelli
etmez’ sözlerinin anlamıdır. Aynı zamanda ‘Herkes kendi meşrebini bilmiştir’
ayeti de bu anlamdadır. Bu konuda onlar sayıda bir araya elseler bile, zevkte
bir araya gelmezler. Çünkü onlar mizaçta bir araya gelmemiştir. Mizaçta ortak
olsalardı -ki böyle bir şey imkânsızdırayrışmazlardı. Bu durumda hepsi bir
olurdu. Altmış bin menzilin başındaki menzil sahibinin aynı derecede bulunan
ötekinden farklı zuhur imkânı veren menzil vardır. Öteki de kendisiyle aynı
derecededir. Bu durumda başka bir altmış bini (derece sahibi daha olur) bedeli
onundur ve toplam, üç milyon olur. Doksan bin menzili olan için ise dört milyon
beş yüz bin. Yüz yirmin sahibinin altı bin menzili daha olur. Bu ise,
yükselenler için gerçekleşebilir. Onların hakkında Allah Teâlâ ‘Güzel söz
kendisine çıkar5 buyurmuştur. İster ruhani miraç ister bedensel
miraç olsun, geceleyin yolculuk yaptırılan herkes, bu sayıdaki menzile sahiptir.
Bundan daha az olan sayı ise, terbiye makamında bulunan müritlere aittir. Bu
menzillerin bulunduğu makamın altı ile sınırlanması ise iki yoldandır: Birinci
yol, altı yönde bulunan yapılarıdır. Şeytan bu altının dördünden kendilerine
gelirken ikisi geride kalır. Bu iki yoldan şeytanın onlara gelmesi mümkün
değildir. Buradan, insanların nihayette genel rahmete varacakları ve bu
rahmetin bu iki yönü kuşattığı öğrenilir. Altı manevi yön ise, altı sıfattır.
Bunlar, mümkünün kendileriyle ilgili olduğu ilahi nispederden ibarettir.
Yedinci nispet ise mümküne yönelmiş değildir. Aksine o özel olarak bu altı
niteliğin sahih olması nedeniyle ortaya çıkmıştır. Yoksa başka bir nedenle
değil. Yedincisi, Hakkın Hay olmasıdır. Çünkü diğer altı nitelik bu nitelikle
sabit olabilir.
Tanımlar, özellikle de zati tanımlar
eşyayı koruyan şeylerdir. Bu nedenle onlar beş sayılmıştır. Çünkü beş, koruma
özelliğine sahiptir. Böylelikle tanımlar, genişlemiş ve tanımlar beşin makamını
vermiştir. Bunun amacı, varlıkların tam ve eksiklik bulunmayacak şekilde kamil
olmalarını sağlamaktır. Bütün bunlar, uzaktan kula parıldadığında, onu talebe
doğru kendisini sıkar. Çünkü onda bu kulun gayesini teşkil eden hakkın
yüceltilmesi bulunur. İşte tazimin kendisini sıktığı kimsenin durumu budur.
Allah Teâlâ’nın nezdinde bulunan
şeyin kendisini sıktığı kimseye gelirsek, böyle birisi ‘Allah
Teâlâ’nın katında bulunan daha hayırlı ve bakidir5455 ayetini
müşahede etmektedir. Tazim sahibi ise ‘Allah
Teâlâ daha hayırlı ve bakidir5456
ayetini müşahede eder.
Bilmelisin ki, rağbet inziacı, arzu
duyulan ve sevilen şeye göre değişir. O da iki türdür: tahayyül edilen ve
tahayyül edilmeyen. Tahayyül edilen ise iki kısımdır: Birinci tür, bir kısım
veya bütün duyularıyla idrak ettiği şeydir. Ya da haber yoluyla idrak ettiği
kısımdır. Bu haberi cennet ve içinde bulunanlarla ilgili bilinen niteliklere
göre yorumlar. Tahayyül edilmeyen ise, genel olarak hakkında arzu duyulmayan
kısımdır. Bu ise cennetin içerdiği veya ‘gözün görmediği ve kulağın duymadığı
veya herhangi bir insanın aklına gelmeyecek şekildeki cennet nimetleridir,
insan cennete böyle şeyler bulunduğunu duyar. Böyle bir şey ise tahayyül
edilemez. Tahayyül ettiği her şey, bir insan kalbine gelmiştir ve dolayısıyla o
değildir. Nefsin doğası bilmediği şeyleri öğrenmeyi sevmektir. Öyleyse nefs
doğası gereği artışı sever. Şu var Ki bu sevginin konusu, artmasını istediği
şeye göre değişir. Öyleyse insanın arzuladığı şey, ondan artıştır, başkasından
değil! Arzulayan kimse Allah Teâlâ’yı seven birisiyse, ya Allah Teâlâ’yı
biliyordur veya Allah Teâlâ’yı bilmiyordun Allah Teâlâ’yı bilmiyor olmaması
imkânsızdır. Öyleyse mutlaka Allah Teâlâ’yı biliyordur. Çünkü o sevendir ve
seven, seven adını alabilmesi mümkün kılacak şekilde, özü gereği bir sevgili
ister. Öyleyse sevenin Allah Teâlâ’yı bilmesi zorunludur. Şu var ki Allah Teâlâ’yı
bilenler derece derecedir: bir kısmı özel olarak mümindir. Böylelikle onlar,
bildirme yoluyla O’nu bilirler. Haberler ise birbiriyle çelişiktir. Böylelikle
seven hayrete düşer ve sevgilisi için bir sureti zihninde zapt edemez. Bir
kısmı haberde hayalin verdiği şeyi tercih eder. Böylelikle, kendisine
bağlandığını sınırlanmış ve tanımlanmış olarak Allah Teâlâ’yı sever. Böyle
birini vecdi, ünsiyeti, kavuşmayı, görmeyi ve hem cinsleri ve benzerleriyle
konuştuğu ve Hakkın kendilerinde tecelli ettiği tarzda sohbet etme talebi
sıkar. Bir kısmı ise alamete göre tecelli yönünden Allah Teâlâ’yı bilir. Onlar
bu bilgide alamederine göre bulunur. Bir kısmı ise teorik araştırma yolundan
bilirler. Dolayısıyla O’nu sınırlamazlar ve sınırlılık ve belirlenmeyi veren
tecellilere inanmazlar. Bu davranış ise, Allah Teâlâ’dan pek çok iyiliği
kaçırmalarına yol açar. Onların sevgilisi kendilerine şah damarlarından daha
yakındır. Fakat onun O olduğunu bilmezler. Sevgilileri sürekli kendilerine
görünür, fakat O’nu tanımazlar. Bu grup iki kısma ayrılır: Bir kısmı, ‘Biz
sevgilimizi görmek istiyoruz’ diyenlerdir. Bir kısmı ise ‘Sevgilimizi görmemiz
mümkün değildir, fakat O’nu bilmemiz mümkündür’ derler. Çünkü görme özü gereği
talep edilmez. O, görülen hakkında görende bir bilgi meydana getirmek üzere
amaçlanır. Bilgi hangi yolla gerçekleşirse, bilgidir ve O’nu bilmiş oluruz. Allah
Teâlâ’yı bilmemizin bir yönü de, gözle kendisini idrak etmenin imkânsız
olmasıdır. Böylelikle bundan ümit keserler. Öyleyse onlar ‘ümitsizlik’
nimetindedirler. Diğerleri ise arzulama nimetinde bulunur. Bununla birlikte
her iki grup, Allah Teâlâ’dan anlamak için sıkıntı çekmede ortaktır. Bu
anlama, Allah Teâlâ’nın Kuran veya hadis diye isimlendirilen şeylerde onlara
hitabım veya âlemde ortaya çıkıp Allah Teâlâ’nın büyüklüğüne, kudretine,
latifliğine ve şefkatine götüren eserlerle ilgilidir. Her ayeti, sureyi ve
sureti, kendi verisine göre (Allah Teâlâ’dan) anlarlar. Onlar, anlayışta
derece derecedir ve her zaman daha fazla bilgiyi isterler. Söz konusu insanlar,
büyüklerdir. İçlerinden bir kısmı ‘ben kandım’ der ve artık fazlasını istemez.
Bunlardan bir görmüştüm. Onlar, bütün grupların en cahilleriydi. Eşarilerden
bazı imamlar gördüm, onlar da bu meşrepteydi. Onlar, Allah Teâlâ’yı herhangi
bir artış olmaksızın, kendisinin bildiği gibi bildiklerini iddia ederler. Bu
insanlar, bilgisizlikleriyle rahata ermiştir ve onların kurtuluşlarından ümit
kestik. Onlar, aynı zamanda kavuşma sıkıntısı çekmede de ortaktır. Bir kısmı,
O’nunla kavuşma sıkıntısı çekerken bir kısmı kendisinden istediği bir şeye
kavuşmanın sıkıntısını çeker. Bu ikisi, aynı zamanda, ilka ve telakki (aktarma
ve alma) sıkıntısında ortaktır. Bu konuda bazı kısımlara ayrılırlar: Bir kısmı,
genel anlamda alanlardır. Bu kısım, adamların büyükleridir. Bir kısmı, melekten
ve Allah Teâlâ’dan alıp meleğin ve ilahi ilhamın dışındakilerden yüz çevirir.
Bir kısmı ise -bu iki düşünceye ek olaraknefs kaynaklı düşünceleri de alır. Bir
kısmı, karşıt olduğu için, şeytani düşünceyi almayı melek ve nefs kaynaklı
düşünceye yeğler. Çünkü ilki, sırf düşmanın aktardığı bir düşüncedir ve şeytan
gerçeğin zıddını aktarır. Onu alan kişi ise, hakikate aykırı şeyi öğrenmek
istediği için almak ister. Söz konusu bilgi şeytanda bulunması yönünden
hakikate aylarıdır ve bu nedenle bilgiyi kendisine aktarmıştır. (İlhamı) alan
ise, bütünüyle Hakk (olarak onu alır), çünkü alan kişi, bütünüyle nur, hatta nurun
kendisidir. İblis’in sahip olduğu şeyi bilmediğini anlar, çünkü o, kendisinde
hakikat olarak bulunan şeyin gerçek olmadığını zannetmiştir, ilhamı ondan alan
kişi şeytani suretten (soyudayarak) gerçek olarak alır. Öyleyse şeytanın melek
veya insan nefsi suretinde verdiği gerçekleşmemiş, bu kişi kendisini
aldığında, şeytanın düşünce üzerindeki etkisi kaybolmuştur. Çünkü şeytan, kendisine
aktardığının gerçek bir şey olduğuna inanmasını ister. Hâlbuki o şeytana
görevar olmayan bir şeydir. Şeytan, kişinin mertebesini ve kendisinden ancak
gerçek bir şeyi alabileceğini bilemez. Verileni aşkla aldığını gördüğünde ise,
bir mertebe düşmesi veya bilgisizlik eseri de görmez ve bunun üzerine şaşırarak
bunun nereden kaynaklandığına bakar. Bu yokluğu varlığa çeviren şey de nedir?
Anlar ki, bilgisizlik ilhamı alanda değil, kendisindedir. Var olan bir şeyi
zannî varlık olarak -kesin gerçek olmaksızınaktaran bizzat kendisidir. Şeytan
görür ki, verdiği bilgiyle kişinin sadece mertebesini yükseltmek üzere
çalışmıştır. Hâlbuki bunu istemez, hatta maksadı kendisine yakışan şeydir.
Şeytan -Allah Teâlâ kendisine lanet esinvarlığın mahalli olduğunu bilemez.
Bunun yerine varlığın -gerçekliğinin değilvehme dönüştürülmesinin mahalli olduğunu
zannetmiştir. Bu düşünceyi (şeytandan) alan insan, ‘yaratıcı’ olur. Düşünceyi
alma mertebelerinin en kamili budur.
Korku sıkılmasına gelirsek, o da,
arzuya benzer. Korku, O’ndan olabilir. Bu durum ‘Senden sana sığınırım’
hadisinde belirtilir. Ya da duyusal azap veya perde azabı gibi O’ndan meydana
gelebilecek bir şeyden korkulur. Perde azabı, bilgisizlik veya süslenme
azabıdır. Perdeler arasmda ‘süslenme’ perdesinden daha yoğun ve güçlü azap
yoktur. Çünkü her kime bilgisizliği süslenirse, onun elde etmiş olduğunu inandığı
bir şeyi araması mümkün değildir. Çünkü gerçekte kendisinde bulunmazken onu
elde ettiğini zanneder. Süslenme perdesinden kurtulmak isteyen, Kitap ve
Sünnetin zahirinde sınırlı kalmalıdır ve zahire herhangi bir şey eklememelidir.
Çünkü tevil de süslemenin bir yönüdür. Zâhir ne verirse ona göre hareket
ederken müteşabih olanın bilgisini Allah Teâlâ’ya havale edip iman etmek
gerekir. Böyle biri, uyandır ve süslemenin onun üzerinde etkisi yoktur. Allah
Teâlâ katında ona karşı kanıt getirilmez. Söz konusu kişi basiret ehliyse,
basirede Allah Teâlâ’ya davet eder ve ne söylediğini bilir. Öyle biri,
süslemeden uzak kalmıştır ve sahih bilgi sahibidir. Bu kişi, süsleme değil,
ziynet ehlidir. Öyleyse Allah Teâlâ’ya doğru hareketin sıkıntısı, böyle bir
şeyden korku olabilir. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru
yola ulaştırır.’457
İKİ YÜZ
DOKUZUNCU BÖLÜM
Müşahede
Müşahede ettiğinde, ey genç, sebat göster Makam ve mertebe
elde edersin, işte o zaman
Aklınla perde içinde
müşahede ederken Bu müşahede karşı konulmayacak kadar güçlüdür
Her şeyde O’nu O’nunla
görürsün Ne ardı ne önü vardır hâlbuki
Ona uyarsın ve yönelirsin
O’na Maksadımız değil iken, İmamdır O
O’nu görünce bir dinginlik
bulursun Onunla özdeşleşirsin, vesselam!
Sûfilere göre müşahede, eşyayı birlik
(tevhit) delilleriyle ve Hakkı eşyada görmektir. Onun hakikati ise, hiç
kuşkusuz, kesin inançtır. Belkıs şöyle demişti: ‘Sanki
odur.HSS Hâlbuki tahtı ondan başkası değildi.
Belkıs’ın ‘sanki odur’ demesini gerektirecek tarzda, tahtını tanımamasına yol
açan sebebi öğrenmek istedik ve şu sonuca ulaştık: Belkıs’ın böyle
söylemesinin nedeni, böyle uzak bir mesafenin nasıl bir hareketle kat edileceği
hakkındaki bilgisiydi. Onun söylediği bu söz, bazılarının iddia ettiği gibi,
Belkıs’ın bir cin ile insan evliliğinden doğduğu hakkındaki iddiayı
geçersizleştirir. Öyle olsaydı, babasını tanıması ve kendisinde bu konuda
bulduğu güç yönünden bunu yadırgamazdı. Çünkü söylendiğine göre, babası
cinlerdenmiş. İşte bu gerçekleşen bir müşahede, görülenin ta kendisi ve
gerçekleşen hakkındaki bilgidir. Çünkü burada talep edilen bilginin konusu,
gerçekte olduğu gibi görülen tahtın kendisine aidiyetini tespittir. Belkıs ise
bunu bilememiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in sahabesi
Cebrail’i Dıhye suretinde gördüklerinde, ‘sanki odur5 dememiş,
gerçekte Dıhye olmadığı halde, ‘Dıhye’dir’ demişlerdi. Bu durum Belkıs’ın
hadisesinin tam zıddıdır. Her ikisi de görmede ortak olduğu gibi görülmesi
yönünden değil nispeti yönünden görüleni bilmemede de ortaktırlar. Bu
bilgisizliğin nedeni, onların Dıhye’yi sadece bir bedensel suret şeklinde
bilmiş olmalarıydı. Hâlbuki gerçekte Dıhye’yi tanımamışlar ve kendisine Dıhye
adının verildiği bedeni tanımışlardı. Gerçekte ise ancak bütüne verilir.
Böylelikle onlar, sureti gördüklerinde bütünün bu surete tabi olduğunu
zannetmiş, işi böyle karıştırmışlardı. Çünkü göz, biri gelmiş olduğunda iki güç
arasındaki benzerliği ayırt eden şeyi kavramaktan acizdir. Her iki güç birden
gelmiş olsalardı, göz bulundukları yerden hareketle ayırt edebilirdi. İşin
kendinde durum, bilhassa ilahi bilgi bahsinde olmak üzere, son derece
kapalıdır. Çünkü düşünen nefs ki o Zeyd diye isimlendirilen insanın ruhuduriki
veya binlere varıncaya kadar daha fazla beden suretini yönetmeye güç
yetiremez. Her suret Zeyd’dir ve ondan başkası değildir. Suretler değişseydi
veya benzeşseydi, görülen şey, Zeyd olurdu. Nitekim birinci Zeyd’in bedeni
hakkında organları farklı bile olsa Zeyd dersin. Hâlbuki onun başı, alnı, kaşı,
gözü; şakağı, avurdu, burnu, ağzı, boynu, eli, ayağı gibi bütün organları
farklıdır. Bunlardan hangisini görürsen Zeyd’i gördüğünü söylersin ve haklısın.
İşte bu suretler de meydana gelip bir
ruh kendilerini idare ettiğinde durum böyledir. Şu var ki görmede bir gedik
araya girer. Bunun nedeni, bedendeki organların bitişikliği gibi, suretlerin
arasında bir bitişmenin olmayışıdır. Şayet insan suretler arasındaki
bitişildiği görseydi, hiç kuşkusuz ki, gördüğü her suret hakkında Zeyd
diyecekti. Nitekim keşif sahibi de kendisini feleklerin herhangi bir
tabakasında gördüğünde böyle der. Çünkü onun her bir felekte bir sureti
vardır. Söz konusu suretleri tek bir ruh yönetir ve ruh söz gelişi hiç ç
kuşkusuz Zeyd’in ruhudur. Bu Hakkı halkta görme müşahedesidir. Sûfiler müşahede
hakkında şöyle demiştir: ‘Müşahede üç anlam karşılığında kullanılır: Birincisi
yaratıkları Hakta görmektir. Bu anlamıyla müşahede, daha önce de belirttiğimiz
gibi, eşyayı tevhit delilleriyle görmektir. Diğer bir anlam ise, Hakkı
yaratıklarda görmektir. Bu ise hakkı eşyada görmek demektir. Başka bir anlam ise
Hakkı yaratıklar olmaksızın görmektir. Bu ise hiç kuşkusuz ki yakinin
hakikatidir. Sûfilerin ‘eşyayı tevhit delilleriyle görmek’ demelerine
gelirsek, çünkü onlar, her şeyin salt birliğini kast etmişlerdir. Çünkü Hakkın
mutlak birliğini delili, her şeyin kendi birliğidir. İşte bu, o şeyin
kendisine değil, birliğine delildir.
Sûfilerin Hakla eşyada görmelde
ilgili ifadelerine gelirsek, burada kast edilen, Hakkın her bir şeyde bulunan
yönüdür. Bu durum ‘Onu irade ettiğimizde’459 ayetinde belirtilir. Bu yöneliş, Hakkın
eşyada bulunan yüzüdür. Böylelikle, kendisini bir yaratılmış sebep vesilesiyle
meydana getirmiş olsa bile, sebebin onda etkisi bulunmasını reddetmiştir.
Sûfilerin ‘yakinin hakikati’ hakkındaki sözlerine gelirsek, hiç kuşkusuz ve
tereddütsüz olarak, müşahede temessül mertebesinde olmadığında böyledir. Örnek
olarak, Hakkın ahiret hayatındaki tecellisini verebiliriz ve bu tecellide Hakkı
inkâr ederler. Kendilerinin tanıdığı alamete göre bir surete girdiğinde ise
O’nu kabul ederler ve benimserler. Hâlbuki ilk inkâr edilen ile sonradan kabul
edilen aynıdır. Öyleyse onlar, Hakkı değil, alameti kabul etmişlerdir. Başka
bir ifadeyle ancak sınırlı olarak tanımışlardır. Öyleyse onlar gerçekte hakkı
tanımamıştır. Bu nedenle görme ile müşahedeyi ayırt ederek müşahedenin şahidin
görmesi olduğunu söyledik. Söz konusu şahit kalpte Haktan bulunan şeydir.
Hakkı bir alametle sınırlayan bu şahittir. Görme ise böyle değildir, bu nedenle
Hz. Musa ‘Rabbim! Bana kendini göster ki sana bakayım’460 demiştir. Hâlbuki bana kendini
müşahede ettir dememiştir. Çünkü Hakk onun tarafından müşahede edilmekteydi ve
kendisinden uzaklaşmamıştı. Allah Teâlâ, kendisini bilen ârif velilerden
gizlenmemiş iken, nebilerden nasıl gizlenebilir ki? Bunun üzerine Allah Teâlâ
kendisine şöyle demiştir: ‘Sen beni göremeyeceksin.’461 Dağ Allah Teâlâ’ya Hz. Musa’dan daha
saygın değildi. Allah Teâlâ ‘Göklerin ve yerin yaratılışı
insanların yaratılışından daha büyüktür, insanların çoğu bilmez’462 buyurduğu için Musa’yı dağa
yönlendirmiştir. Dağ yeryüzünden, Musa ise insanlardandı. Öyleyse dağın
yaratılışı anlam bakımından Musa’nın yaratılışından daha büyüktü. Başka bir
ifadeyle yeryüzü ve göğün Hakkın mertebesine aidiyeti, kendilerinde bulunan
yer ve gök bakımından insanların yaratılışından daha büyüktür. Çünkü onlar mana
ve suret olarak gökte ve semadadır. O ikisi ise, suret olarak değil, mana
olarak insanlarda bulunur. Mana ve sureti birleştiren ise, delil olma yönünden
onlardan tekiyle sınırlı kalandan daha büyüktür. Bu nedenle ‘Fakat
insanların çoğu bilmez’463
buyurmuştur. Bizi bunu bilen azlardan yapan Allah Teâlâ’ya hamd olsun! Dağ
sureti ve manayı birleştirmiştir. Öyleyse dağ, Musa’nın manevi dağından daha
büyük idi. Çünkü o bütün insanlar gibi âlemin bir sureti idi. İki durumu birleştiren
daha güçlü ve dağ adını almaya daha Hakk sahibi iken, tecelli esnasında parça
parça olmuştur. Böyle iken, dağı kendisinde suret olarak değil mana olarak
bulunan Musa’nın durumu nasıl olabilir? Görme, gerçekleştiğinde karşısında
sebat gösterecek kimse adına gerçekleşebilir. Dağ ise kendiliğinde sabit,
başkasını ise sabit kılıcılık özelliğiyle nitelenmiştir. Çünkü dağ, yeryüzünün
sallanmasını (durdurmuş ve) onu sabit kılmıştır. Güçlükler ve büyük hadiseler
karşısında direnç gösteren kimse için şöyle denilir: ‘Falanca bir dağdır.’ Bu
nedenle Allah Teâlâ kendisini özelliği sebat olan dağa yönlendirmiştir.
Kendisine tecelli ettiğimde dağ sabit kalırsa, sen de içindeki dağın sabidiği
yönünden beni göreceksindir.
Allah Teâlâ’yı görmeye güç
yetmez Çünkü o bütünüyle siler süpürür
Yaratıklar müşahede güç
yetir şeydi Yeryüzü tabakalarıyla birlikte güç yetirirdi
Benim görmem müşahede
değildi O bir feryattan ibaretti
Allah Teâlâ’nın peygamberine ‘Rabbini
gördün mü’ diye sorulduğunda şöyle demiştir: ‘Nuranî idi, nasıl görebilirim!’
Çünkü oluş karanlıktır. Nur ise Haktır. Nur ve karanlık, gece ve gündüz bir
araya gelmediği gibi, bir araya gelmez. Aksine onlardan her birisi, diğerini
örter ve kendisini ortaya çıkartır. Gündüzü gören kimse geceyi göremez. Geceyi
gören kimse, gündüzü göremez. Öyleyse iş, zâhir-bâtm, Hakk-halk olmak üzere
iki kısımdır. Halkı görürsen (yaratıklar), Hakkı görmezsin. Hakkı görürsen,
halkı örmezsin. Hakkı ve halkı bir arada asla göremezsin. Fakat biri
diğerinde, öteki berikinde bilgi müşahedesi şeklinde görülebilir. Çünkü biri
örtü, diğeri örtülendir.
İKİ YÜZ ONUNCU
BÖLÜM
Mükaşefe
Hakk sana isimlerini vermiş Anlayarak, bir emanet olarak al
Emanet taşınır Taşıyan ise
zalim ve cahil
Maksadımı anlarsan
Keşif sahibisin, hükümlerini
yerine getir
Onlarla ne zaman çağırırsa
Emrine kulak ver ve saygılı ol
Onlarda tasarruf nedeniyle
Zorlamaya kalkmak yakışmaz
Çünkü bir kulsun sen ve
O’nun isimleri Sunulmuş rabliktir, hürmet göstermelisin!
Emanet makamıdır veya onu
iade et Rablerine ve bağlan
Onların durumu hakkında
halin sana verdiğine İşaretlerini kavra ve ganimet bil
İşte budur razı olunmuş mükaşefe
Sahibi de
masum efendi .
Bilmelisin ki, sûfılere göre
mükaşefe, ‘emaneti anlama’ karşılığında kullanıldığı gibi halin ilavesini
hakkıyla anlama karşılığında kullanılır. Bazen de, işareti iyice anlamak için
kullanılır. Bilmelisin ki, mükaşefe anlamlarla ilgiliyken müşahede zatlarla
ilgilidir. Müşahede isimlendirilene ait iken mükaşefe isimlerin hükmüne
aittir. Bizce mükaşefe, müşahededen üstündür, çünkü Hakkın zatını müşahede
mümkün olsaydı, müşahede daha tam olurdu. Hâlbuki Hakkın zatını müşahede, mümkün
değildir. Bu nedenle mükaşefenin üstün olduğunu söyledik, çünkü daha latiftir.
Mükaşefe kesif olanı latifleştirirken müşahede latifi kesifleştirir. Allah
Teâlâ ehlinin büyük bir kısmı, bu görüştedir. Örnek olarak, Ebu Hamid, İbn
Fûrek ve Münzirî’yi verebiliriz. Bir grup ise, tersini iddia etmiştir. Biz
mükaşefenin üstün olduğunu söyledik, çünkü müşahede ettiğin her şeyde
müşahedenin ilgili olduğu şeye ilave bir hüküm vardır. O ise, ancak keşif
vasıtasıyla algılanır. Söz konusu şey zatı yönünden müşahedede bulunursa, bu
kez başka bir hükmün ona eşlik etmesi gerekir ve onun da keşifle idraki
lazımdır. Bu iş böyle devam eder. Öyleyse mükaşefe, manevi bir idraktir. Bu
yönüyle o, manalara özgüdür. Bunun örneği şudur: Bir hareketlinin keşif
yoluyla kendisini hareket ettireni aradığını müşahede edersin. Çünkü o, bir
hareket ettiricisi olduğunu keşifle bilir. Bu durumda bilgi iki bilinene
ilişir. Müşahedeyle ilgili göz ise bir bilinene ilişir. Öyleyse keşif
vasıtasıyla müşahede yoluyla idrak edilemeyen idrak edilir. Bunun yanı sıra
keşif, müşahedede kapalı olanı açar.
Mükaşefe, daha önce de söylediğimiz
gibi, üç anlam için kullanılır: Bilgi mükaşefesi, hal mükaşefesi ve vecd
mükaşefesi.
Bilgi Mükaşefesi: Bilgi mükaşefesi,
emaneti anlayış gücüyle tam öğrenmektir (mahiyetini tam anlamaktır). Başka bir
ifadeyle, müşahede ettiğin varlığın sana tecelli ederken neyi amaçladığını tam
olarak anlamandır. Çünkü O sana sadece sende bulunmayan bir bilgiyi öğrenmen
için tecelli etmiştir. Müşahede, bilgiye giden bir yol iken keşif yolun sonu ve
nefiste bilginin gerçekleşmesidir. Aynı şey, sana hitabı durumunda geçerlidir.
Bu durumda sana hitabını duyurur. O da kulağın müşahedesidir (müşahede-i semî).
Çünkü müşahede her zaman duyusal güçlere ait iken keşif manevi güçlere aittir. Hakk
sana anla diye duyurur. Duyuların idrakine göre herhangi bir yolla sana tecelli
edip bir şeyi anlamanı irade ettiğinde, bu anlama (iradesi), O’ndan sana gelen
bir emanettir. Söz konusu emanetin bir ehli vardır ve onu ehline vermen yaraşır.
Bunu yapmazsan, (emanete) hıyanet etmiş olursun. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem şöyle buyurur: ‘Meclisler emanettir.’ Meclislerde konuşulan sözlerden
Allah Teâlâ’nın sana anlama imkânı verdiklerini sadece onları konuşman uygun
olan -ki o bunların ehlidirkişilerle konuşabilirsin. Bir insan sana bir şey
söylerken, sağa sola dönüyorsa (etrafı gözetliyorsa), söylediği sözün sana
verilen bir emanet olduğunu anlamalısın! Öyleyse müşahedenin nasibi, senin
gördüğün, duyduğun, yediğin, kokladığın ve dokunduğundur! Keşfin payı ise,
bütün bunlardan anladığındır ve anladığın bir emanettir. Anladığın emanet,
Hakkın emrinin ehline ulaştırılmasını veya reddedilmesini emrettiği bir şey
olabilir. Onu reddetmek, unutur gibi yapmaktır, bunun nedeni hakkını yerine
getirememektir. Bu durumda kendini sanki duymamış ve görmemiş gibi yaparsın.
Bu, ârifler için oldukça çetin bir kapıdır ve edebi ve hududu gözetmeyi
gerektirir. Çünkü onunla yalan arasında sadece bir perde vardır. Aynı şekilde,
hainlik ile onun arasında sadece bir perde vardır. Haddi gözetmek, senin ile
yalan ve hıyanet arasında bir perdedir.
Gözetilecek sınırı bilmek, şöyle
gerçekleşir: Sana iyilik yapan birisi gözünün gördüğü veya kulağının duyduğu
veya diğer güçlerinden birisiyle algıladığın bir müşahedenin sonucunda
yüklendiğin emaneti sana sorar. Soran kişi ise ‘emanetin ehli değildir.’ ‘Ehli
değildir5 demek şu anlama gelir: Bu emaneti sana verenden onun kime
ulaştıracağını istediğini de öğrenmiş olmalısın. Sana yaptığı iyilik
nedeniyle, sorana cevap verirsen, emanete hıyanet etmiş sayılırsın. Cevap
vermez veya cevap verirken soru soranın tatmin olacağı başka bir konuya
dönebilirsin. Cevabı gizlediğini anlarsa, bu durum, ona ağır gelir ve yalan
söylemiş olursun. Nitekim Hz. İbrahim’in üç konuda yalan söylemiş ve bunlar
kıyamette kendisine etki etmiş, bu nedenle -yalanı söylemedeki iyi niyetine ve
sözlerdeki doğruluğuna rağmenşefaat kapısını açsın diye kendisine başvurması
istendiğinde, Allah Teâlâ’dan utanmıştır. Çünkü doğru söylese bile, muhatabın
maksadı o değildi ve bu nedenle ‘yalan’ diye isimlendirilmiştir. Bu konunun ne
kadar önemli olduğuna bakınız!
Şöyle diyebilirsin: ‘Bence yalan söylemek
daha ağır, hakka uymak doğrudur.’ Hakkı başkasma tercih eden doğru sözlülerin
bu konudaki yaklaşımı, soru sorana şöyle sormaktır: ‘Sorunun cevabının yönleri
vardır. Hangisini öğrenmek üzere sorduğunu bilmiyorum?’ Yönlerin ayrıntısını
söylerse, ‘bana maksadını açıklamalısın’ demelisin. Cevabı almadaki maksadını
açıkladığında ise maksadı emanete dahil olan hususlardan olabilir. Bu durumda,
onun korumak üzere bizden söz alınmış bir emanet olduğunu belirtirsin. Allah
Teâlâ’nın hakkı gözetilmek için daha önceliklidir ve bu konuda kendisinden
çekinmemelisin. Bununla birlikte soru soran kişi, sana iyilikte bulunmuş
birisi veya otorite sahibi bir hükümdar olabilir. Kendisine soru sorulan
perdeli bir Yahudi senden daha vefalı olamaz! Güya sen ârif ve müşahede
sahibisin. Hâlbuki vefa konusunda sana onunla örnek verilmiştir. Soru soran
istediğini söyler ve bu istek emanerie ilgili değilse, yararlanması için cevap
verirsin. Yine de taşıyamayacağı şeyi ona söylememen gerekir. Yoksa vebali sana
döner. İşte ‘emaneti tam anlamak’ derken, kast ettikleri budur.
Hal ile Mükaşefe: Hal ile mükaşefe,
halin ilavesini tam anlamak demektir.
Bilmelisin ki, her hangi bir vakitte
bir nitelikle nitelenen kimse için o nitelik, bulunduğu anda onun halidir. Bu
nitelik herhangi bir nitelik olabilir. Bu nedenle hal, söz tamamlandıktan sonra
gelebilir. Yani zikredilmemiş olsaydı, başka bir bilgiyi verecekti.
Bildirilmek istenen o nitelik ise, haber verenin maksadına göre sözü ifade
etmemiş demektir. Şöyle dersin: ‘Zeyd’i gördüm.’ Burada söz, bağımsız bir
şekilde tamamlanmıştır. Ardından onun binekli olduğunu ekleyerek şöyle dersin:
‘Zeyd’i binekli gördüm.’ Yani onu biniyorken gördüm. Maksadın sadece onu
binekli gördüğünü belirtmek ise, bu değerlendirmeyle söz tamamlanmamıştır. Başka
bir ifadeyle, dikkate aldığın ve amaçladığın yarar ortaya çıkmamış, fakat
genel anlamda bir fayda ortaya çıkmıştır. Bu ise Zeyd’in görülmesidir. Sen onu
gördün, fakat hangi halde olduğunu belirtmedin. İşte bu ‘halin ilavesinin
anlaşılması’ derken kastedilendir. Burada hal, amaca bakılmaksızın, genel
anlamda yararı sağlayan şeye ilave bir durumdur. Bu da, emaneti tam anlamak
şeklindeki birinci mükaşefe türüne döner. Seninle karşılaşan biri ‘Zeyd’i
gördün mü?’ diye sorunca, ‘gördüm’ dersin. Sonra sorulmamış bir hali de ekler
ve ‘gidiyordu’ dersin. Adam ‘Zeyd’i gördün mü?’ diye sorarken, içinden ‘Acaba
şehirde midir, kendisiyle bir araya gelsem’ diye geçirmiş olabilir. Şehirde
değil ise, bu amacı gerçekleşemez. Bu ve benzeri durumlar, halin ilavesidir.
Allah Teâlâ ehlinin yolunda ‘halin
ilavesi’, herhangi bir zatı herhangi bir halde görmendir. Bu halden ve ondan
dolayı, söz konusu İçişinin durumunun neye varacağını öğrenirsin. Böyle bir
hal, halin ilavesi diye isimlendirilir. Hal ile mükaşefe de, bunun bir
benzeridir. Hali mükaşefe, bir zatı hareket, durağanlık veya -bakanın doğasına
uygun olan veya olmayanbir nitelikte görmendir. Bu halden hareketle ilave bir
durum keşfedersin. Bu ise söz konusu halin kendisini algılayan hakkında bir
sevgi veya nefret veya isteksizlik veya herhangi bir şeye sevk etmesidir. Bütün
bunlar, sana verdiği halin ilavesidir. Bu sayede Allah Teâlâ katındaki menzil
öğrenilir. Bir sûfı şöyle demiştir: ‘Rabbimin beni ne zaman seveceğini
bilirim?’ ‘Bunu nereden bileceksin?’ denildiğinde, ‘O bunu bana bildirir’
demiş. ‘Allah Teâlâ’nın peygamberinden sonra bir vahiy mi var?’ denilince, şu
ayeti okumuş: ‘Bana uyun ki, sizi de Allah Teâlâ
sevsin.’464 Ardından
şöyle demiş: ‘Ben şu an emredilmiş olduğu şekilde (peygambere) uyma halindeyim.
Allah Teâlâ ise sözü doğru olandır. İçinde bulunduğum hal bana bu anda Allah
Teâlâ’nın beni sevdiği (bilgisini) vermiştir. Çünkü ben, Allah Teâlâ’nın
sevdiği şeyin bir tecelligahıyım ve Allah Teâlâ sevdiğine bakar. Sevdiği ise,
benim üzerinde bulunduğum haldir. O, beni sevilen haline getiren sevgiyi
‘uymaya’ bağlamıştır. .
Vecd ile Mükaşefe: Vecd ile mükaşefe
işaretin tam anlaşılması demektir. İşaret derken ‘uzaktan yapılan nida’
anlamındaki işareti değil çünkü ses onun boyutuna ulaşamazmeclisteki işareti
kastetmekteyim. Hakkın meclisleri iki türlüdür: Birinci tür sadece Allah Teâlâ
ile yalnız kalınan meclislerdir. Böyle bir mecliste işaret gerçekleşmez. Bu
meclis, kendisini bilmesi bakımından O’nunla oturduğunda gerçekleşir, ikinci
tür, mecliste başkalarının da bulunduğu kısımdır. Bu meclis, Hakkın kuluna
içinde bir topluluğun hazır bulunabileceği bir meclisteki tecellisidir. Söz
konusu cemaat -isterse o kişiye ilave bir kişi olsunaz veya çok olabilir. Böyle
bir mecliste işaret gerçekleşir. Çünkü öteki bir veya daha fazla sayıdaki
İçişinin aynı meşrepte toplanması mümkün değildir. Oturanlardan her biri
ötekinin Allah Teâlâ karşısındaki haline muttali olsaydı, onu kaldıramaz,
kafirlikle suçlar ve inkâr ederek ‘Bu adam İblis’tir’ derdi. Böyle bir durumda
mecliste kendisiyle birlikte oturan herkes için Allah Teâlâ’dan anlamanın
işaret yoluyla gerçekleşmesi gerekir, açık ifadeyle değil! Her insan o
işaretten yeteneği ölçüsünde bir şey anlar. Allah Teâlâ katında kelime ise tek
iken meclistekilere göre pek çoktur. Herkes, diğerlerinden daha özel olduğunu
zannederek, memnun bir halde meclisten ayrılır. Allah Teâlâ’nın bazı adamları
vardır ki, onlara bir anlayış, genişlik ve emaneti koruma gücü vermiştir. Bu
sayede onlar, meclislerdeki herkese dönük işarederi ‘Allah Teâlâ’dan anlarlar.’
Onlar, inkâr tecellisinde Allah Teâlâ’ya tanıyanlar olduğu kadar bütün
inançlarda O’nu müşahede edenlerdir. Bizi onlardan yaptığı için Allah Teâlâ’ya
hamd olsun! Bunu yapacak olan da O’dur zaten! Bu kadar açıklama yeterlidir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar