TALEBE DEFTERİ (1913-1919)
Hazırlayan: Kâmile ŞENDİL /İstanbul-2008
Kaynak: TALEBE DEFTERİ (1913-1919)1- 67. SAYILAR İNCELEME, TAHLÎLÎ FİHRİST, SEÇİLMİŞ YAZILAR
Osmanlı Devleti için bir dönüm noktası olan Tanzimat Devri pek çok alanda
olduğu gibi yazım alanında da önemli yeniliklere sahne olmuştur. Buna paralel
olarak basın yayın hayatını da etkilemiştir . Takip eden süreçte I. ve II.
Meşrutiyet ilan edilmiş değişme ve yenileşme sürmüştür. Bilhassa II.
Meşrutiyet’in îlanı ve matbuat üzerindeki sansürün kaldırılması yeni gazete ve
dergi basımında rol oynamıştır. Patlak veren Birinci Dünya Savaşı ile ciddi
ekonomik sıkıntılar yaşanmış, matbuat hayatı, siyasi ve sosyal sebeplerin yanı
sıra maddi sıkıntılardan da olumsuz etkilenmiştir.
Bu çalışmada Muallim Ahmet Hâlit (Yaşaroğlu) tarafından 1913-1919 yılları
arasında 68 sayı halinde çıkarılmış olan Talebe Defteri adlı derginin 64
nüshası incelenmiştir. Ekonomik sebepler, dergiyi, yayımına son vermeye
zorlamıştır.
İncelemesini yaptığımız ‘Talebe Defteri’ adlı dergi hitap ettiği kitleye
yani öğrencilere, içinde bulunduğumuz kötü şartlardan ve geri kalmışlıktan;
çalışarak, üreterek, öğrenerek, iktisat yaparak kurtulabileceğimiz mesajını
verir. Dergi, kendisi de öğretmen olan Ahmet Hâlit ve meslektaşları tarafından
çıkarılır. Batıdaki yeniliklerden övgüyle bahseder. Avrupa modelli yeni sistem
eğitim öğretimi savunur.
Türk Edebiyatı’nda daha sonra önemli yer edinecek yazar ve şairlerin genç
yaşta kaleme aldıkları yazı ve şiirleri “Talebe Defteri”nde yayımlanmıştır.
Dergide edebiyatın hemen her türünün örneklerine rastlanır. Bu örnekler çoğu
zaman dönemin orta öğrenim düzeyinde ele alınmıştır. Zamanın önde gelen yazar
ve şairleri dergiye katkıda bulunmuşlardır.
1913 - 1919 yılları arasında çıkan dergi hakkındaki bu çalışma, dönemin
çocuk edebiyatına ışık tutmayı amaçlamıştır. Bunun yanı sıra yazılı basının ve
maarif hayatının aydınlanmasına da yardımcı olacaktır.
Türkçe Kitabet Dersi
Mekteplerimizde Ne Haldedir?
-Müsabakamız
Vesilesiyle-
Defterin
on sekizinci nüshasında bir yazı müsabakası açmıştık. Mevzû’-ı tahrîr olmak
üzere de iki nefis tablonun çinko-grafya ile küçültülmüş ve istinsah
edilmişlerini vermiş idik. Biri, fakir bir balıkçının sefalet-i hayatiyesini,
öbürü birtakım zuafânın bir darulaceze bahçesindeki hal-i elîmini tasvir
ediyordu.
Uzun
bir zaman beklediğimiz halde aldığımız cevaplar ancak sekizden ibarettir.
Halbuki bundan evvel muhtelif mevzular üzerine, deftere derci gayrı kabil
yazılar gönderenler aşerât ve hatta miât ile sayılabilecek derecede çoktur.
Maamafih esasen varid olan kâğıtların adedine değil, kıymetine ehemmiyet vermek
isteriz. Ve işte bu maksatla müsabakaya iştirak eden genç kârilerimizin
müsveddelerini okuduk... Bu kıraatın dimağımızda husule getirdiği tesir pek..
pek nahoştur, müellimdir, son derece endişe-bahşâdır.
Mevzu
ile müsveddelerin ne dereceye kadar muvafık düştüğünü bilmukayese anlamaya
medâr olmak üzere balıkçı tablosunu tekrar derc ediyoruz. (zaten darulaceze
hakkında hiçbir cevap varid olmamıştır)
Elimizdeki
sekiz müsvedde tahrîrin hiçbir kaidesine, hiçbir tarassut ve müşahedeye riayet
edilmeden vücuda getirilmiştir, evvela, lügat, sarf ve nahv hatalarıyla mâlâ
mâldır.
Genç
kârilerimize bütün açıklığıyla hakikati söylemek mecburiyet-i vicdaniyesini
duyduğumuz için hissiyatımızı, teessüfatımızı ketm etmek elimizden gelmezdi.
Bu
akıl ve hayale gelmek mümkün olmayan hatalara dair keyfe mâ-ittifak birkaç
misal:
İstanbul
Sultanîsi’nden bir efendinin müsveddesi şöyle başlıyor:
“Sıcak
ve muattar hücre-i istirahatlerinde türlü türlü önlerine konan nefis yemekler
arasında bir de balığın mevcudiyetini bir arzu-yı umumi şeklinde istemeleri
hasebiyle mübareze-i hayatı kîselerinin muhteviyatıyla mübadele ederek tesis-i
refaha muvaffak olanların hâdim ... [okunamuyor] olan bu zavallı insanlar
cidal-gâh-ı maîşetin en sefil pehlivanlarıdır.”
Bu
cümleden kâtibin fikrini anlamak mümkün mü? Ancak birkaç defa okuduktan sonra
insan anlıyor ki muharrir balıkçıları: “mücadele-i hayatın kahramanları” olarak
takdim etmek, zenginleri de bu sefaletlere karşı la-kayd, “sıcak ve muattar
hücre-i istirahatlerinde” evkat-güzâr göstermek istiyor. Fakat daha başta
(hücre) kelimesiyle genç muharririn imlâdan tamamıyla bî-behre olduğu şiddetle
nazara çarptıktan sonra “arzu-yı umumi şeklinde istemeleri hasebiyle” gibi
bârid ve gayrı me’nûs hayallerden geçerken zihin büyük bir nefret duyuyor... Ve
müsvedde bu minval üzere devam edip gidiyor
Çengelköy
Havuzbaşı Merkez Rüşdiyesi’nden bir efendinin müsveddesi:
Bu
kâtib sefil balıkçıya, ailesine, çıplak.. aç yavrusuna hiçbir nazar
atfetmeksizin, hiçbir merhamet duymaksızın zavallıyı:
“Sinn-i
tufûliyetinde iken menba-ı feyz ve irfan olan mektebe devam etmeye ehemmiyet
vermediğinden dolayı mevsim-i şitânın dehşetli soğuğu ve mevsim-i sayfin
hararetli sıcağı altında bir köhne kayık ile balıkçılık eden bu adam...”
Suretinde
takdim ediyor ve müsveddenin nihayetine kadar muhayyel arkadaşlarına nasayîh-i
hakîmâne ibzâliyle iktifa eyliyor.
Bu
müsveddenin nakledilen cümlesi istisnâ edilecek olursa mevzû-ı tahrîr ile
hiçbir alakasını keşf etmek mümkün değildir. Muharrir levhayı tarassut ve
tedkik etmemiş, neye delalet ettiğini anlamaya.. hissetmeye çalışmamış; daha
doğrusu şimdiye kadar tahrîr için mevzuu anlamak, ihata etmek, tarassut ve
tedkik etmek ve mevzuun haricine çıkmamak gerektiğini kimseden işitip
öğrenmemiş!
Cümlelerinde
büyük sarf ve nahiv kusurları yoktur, bu da bize muharririn herhalde sınıfta
iyi bir mevki sahibi olduğunu ifhâm eder. Fakat ne çare ki tahrîr dersi
kendisine o derece fena gösterilmiş!
Evvela
hataları: hasta yerine (ha ile hasta), hisse yerine (sin ile hisse), hâhiş
yerine (ha ile hâhiş), hizmet yerine (ha ile hizmet), ilh.
Kesret-i
münderecâtından dolayı tashihat ve mütalaatımızı gelecek nüshaya terk ediyoruz.
Defter
(c.1 Nu.22 s.353)
Mekteblerimizde Türkçe Kitabet - 2
“Her
ne kadar kitabete mugâyir ise de” mukaddimesiyle gönderilen diğer bir müsvedde
ise bakınız nasıl başlıyor:
“Denizin
reng-i laciverdîsini heva-yı nesîminin okşayarak sürüklediği hâl-i cereyaniyeye
rakîb olduğum sandalım ile - tebaiyyet ederek ilerliyordum.”
Bu
tek cümle tekmil müsvedde hakkında bir fikir vermeye kâfi, değil mi? “Hâl-i
cereyâniye” terkbinin tamamıyla yanlış ve mânâsız olmasından sarf-ı nazarla bu
cümleden genç muharririn ne kasd ettiğini anlamak istesek güç muvaffak oluruz.
“Denizin
reng-i laciverdîsini” mefulün sarîhi hangi fiile aid?
“Heva-yı
nesîminin okşayarak sürüklediği”... ne?
Müsveddenin
alt taraflarına bir göz gezdirdiğimiz gibi bakınız nelere tesadüf ediyoruz!
“Sahilin âğûş-u zümrüdînine mülteca”, “Fakr-u zaruretin yâdigârı! yırtık,
yamalı bir gömleği lâbis bir çocuk”, “Ve bunun kâbus-u şebabetinden tahliye ve
teselli edilebilmesi için hararet-i şemsden rengi kararmış, -ihtimal ki
açlıktan- yanakları birbirine göçmüş...” ilh. Bu yazıların sarf ve nahve
muvafık olmasını aramaktan haydi vazgeçelim, fakat hiç olmazsa bir mânâ çıkmalı
değil midir?
Bi’zzarûre
bu müsveddeyi de bir tarafa bırakıyor; diğer birine geçiyoruz:
Menbai’l
İrfan talebesinden birinin müsveddesidir. Tevfik Fikret Bey’in neşîde-i
garrâsından müfrez: “Şafak sökerken o yalnız, bir eski tekneciğin.” kıtasını
müsveddenin baş tarafına yazan bu genç kâtip herhalde bir eser-i vukûf
göstermiş demektir.
Fakat
müsveddenin daha başında (vahdet-i mevzû)yu şiddetle ihlâl ederek söylenişlere
başlıyor ve diyor ki:
“Hayır
ondan herkes nefret ediyor. Fakirliği kendilerine bulaşır zannediyorlar. Lakin
Hanry samimi idi. Âşinalarını sever onlara karşı iyi kalp besler kendisini hiç
düşünmez. O yalnız çocuklarını düşünür, evet onlar için çalışır çabalar. Fakat
feleğin cilvesi hakkında zalim olur, kahharane hareket eder...”
Görülüyor
ki âşinaların muamelesi ile mevzû arasında, hiç olmazsa, müsveddenin başında
münasebet-i baîde bile yoktur. Müsveddeye iyi bir “tarassut ve müşahede”ye
müstenid bir tasvir ile girişilmeli idi. Sefalet bütün acılığı ile meydana
çıkartılmalı idi. Nihayetinde insanların bu gibi elvâh-ı sefalete karşı
lakaydlığı da müessir bir surette, kısaca nazar-ı ibrete çarptırılmalı idi.
Bu
muharririn sîgaları istimalde zaafı, imla hataları da vazıh surette göze
çarpar. Biz zaten tekmil bu müsveddeler arasında düzgün bir imlaya rast
gelemedik.
Kadıköy’den
... imzasıyla vârid olan müsvedde de şu suretle başlıyor: “İşte size hayatını,
bunca ömrünü kayıklar içerisinde, denizler ortasında, dereler, nehirler
kıyılarında: iskeleler kenarında mahv ve heba eden bir adam...”
Bu
muharrir ıtnaba, haşviyyata meraklı. (Hayatını) dedikten sonra (bunca aziz)
demeye ne lüzum vardır? (Bunca) sıfat-ı mübhemesi (bütün)ün yerini tutabilir
mi?
Sonra, müselsel
olarak gelen zarflar yekdiğerini ikmal ediyor mu?
Alt
tarafa seri bir nazar: “Medar-ı maîşeti olan parasını tedarik...” görülüyor,
yine bir haşv!
Muharrir
tasvire şu suretle devam ediyor: “Başı önüne düşmüş, elleri kavuşmuş, yüzünden
-açlık hasebiyle- kan çekilmiş, elbisesi yırtılmış, vücudunun kısm-ı ulyasını
setr eden kolsuz bir paçavra ile -garip olduğu kadar- hazin bir vaziyetle
kımıldamaksızın mütevekkilâne balıkların ağa düşmesini bekleyen...”
İşte
tarassut ve müşahedenin müdakkikane olması bu gibi zehablara mahal verir.
Resimde gösterilen fakir balıkçı, balıkların ağa düşmesini mi bekliyor? Böyle
bir hüküm nasıl verilebilir?
İstanbul
İnas Sultanîsi’nden varid olan diğer bir müsvedde de şöyle ibtida ediyor:
“Ruh-feza
yaz günlerinin birinde zümrüdîn şahikalarla müzeyyen olan sahil-i bahrin ilticâ
gâh-ı inzivasına gizlenir. Senelerden beri aç, çıplak, sefil bir maziyi güzeran
eden bu zavallı balıkçı hurda, eski kayığının içinde vurarak attığı oltanın
meşûm taliîne tesadüf ettireceği balığı bekliyor.”
Yine
yanlış tarassut ve müşahede! Atılan olta nerede? Daha kayık denize bile
çekilmemiş. Sonra, zümrüdîn şahikaları muharrire nerede görüyor, acaba? Öyle
bir sefalet levhasının tasvirine (ruh-feza), (müzeyyen), (zümrüdîn) gibi
şetareti, inşirahı mübeyyin sıfatlarla başlamak ne derece mukteza-yı hâle
mutabık gelir? (İlticagâh-ı inziva) ne demektir? (Güzeran etmek) denilir mi?
Bütün
bu hatalara rağmen müsveddenin hey’et-i umumiyesinde amîk bir hissi şefkat,
duyan bir kalp farz edildiği ve bazı yerlerde muharrire hissiyatını ifadeye
muvaffak olduğu için ikinci derecede iyi bulduk...
Diğer bir muharrir de
müsveddesine şöyle başlıyor:
“Sahilde
uzak ve yabancı bir köyde, kayalar arasına gömülmüş, küçük harabezâr hanesinde
ailesiyle beraber eski teknecik, çürük ipliklerden yapılmış ağır bir iki
kırpıntı ile doldurulmuş minderler, bütün bu sefaletler arasında inleyen şu
fakir, yüzü sararmış, benzi solmuş, üstü paçavra ile mestûr kolsuz gömleği
kendisinin fakir bir balıkçı olduğunu irâe ediyordu.”
Bu,
şüphesiz bir tasvirdir. Fakat evvel emirde (irâe ediyordu) sîga-i hikâyesine ne
için ihtiyaç görülmüş? Ondan sonra şu cümleyi tahlile girişelim:
“Sahilde
uzak ve yabancı bir köy” deniliyor; uzak, nereden uzak? Yabancı, kimlere
yabancı? Görülüyor ki bu sıfatların mânâsı düşünülmeden kullanılmış. Ya (köy
nerede?) diye sorulsa ne cevap verilecek? Biz hatta kayaları da görüyoruz.
(Harabezâr hane) nin mânâsı var mıdır? (Harap-hane) mi demek isteniliyor?
Nihayet
şu itiraz vardır: Muharrir ne için meydandaki balıkçının kendisini, çoluğunu
çocuğunu bırakmış da hiç görülmeyen köyünü, evini; barkını tasvire kalkışıyor?
Görülüyor ki bu müsvedde de muvaffakiyetli değildir. Hele alt tarafında bundan
daha bariz müşahede, lisan, üslup hataları pek çoktur.
En
son müsvedde: Üsküdar’dan genç bir muharrire tarafından gönderilmiştir:
“İşte
şu balıkçının da bir hayatı var, fakat onunki hayatın ne kadar sûzişnâk bir
sahifesidir. Yaşadığı her dakika buruşuk alnına ayrı bir hatt-ı elem çeker.
Gittikçe derinleşen girive-i felaketi önünde fersiz nazarları bîhareket
kalıyor, şuât-ı enzarı bu girdaba dalıyor, kayboluyor...”
Bu
cümleleri beğenmemek elimizden gelmez. İşte tam, hazin, müessir bir tasvir! Alt
taraf da kuvvetini kaybetmeden şöyle devam ediyor:
“Kimbilir
belki zaruret ummanında bir katre-i reha, bir şule-i hayat arıyor. Oh, bütün
bir aile bir lokma nan için çırpınıyor.” Ve:
“Artık
bundan daha muharrik ve elim yaşamak mı olur? Mevt de bunun gibi bînihaye bir
ademdir. Fakat hiç olmazsa hissiz, azabsız bir ademdir..”
Müsvedde
burada bitseydi pek daha iyi olurdu. Muharrire, bilmem ki hangi sebebe mebni,
zihninin başka bir silsile-i hayalâtına kapılarak bu hayatta bile bir güzellik
arıyor; lüzumsuz, garip tasvirlere, gayrı mantıkî istidlallere düşüyor:
“Sefalet
ve zaruretin gayede olması hassas ve kâmil bir insan için ölmekten daha
latiftir. Pür-ihtiyaç ve adeta hayal kadar boş ve tenha, öyle olduğu için de o
derece esatîrî olan bir hissiyat nasıl daha hakîr olabilir? Çünkü mücessem bir
şiir ve hayaldir, hayattır... Hakikaten pek ulûhî bir varlık!”
Bu
hayaller ne kadar müphemdir? Keşke kâtip bunlara lüzum görmese idi! Maamafîh
bütün aldığımız müsveddelerin en güzeli budur, genç muharriresini tebrik
ederiz..
Defter
(c.1 Nu:23 s.
369-371)
Bütün ormanda bir hazin ses var..
Âh, bunlar kopup ölen evrâk..
Hepsi bir pâre-i ezâ-yı firak;
En zayıf, en kavîyle hicretkâr
Kimi bir nazra-i bahâr-ı tebah
-Gibi hâlâ güzel, tebessümlü-
Andırır bir şikeste, hasta gülü;
Kimi bir kalb-i münkesir ki: Siyah..
Kimi müphem, ağır ağır perrân,
Kimi bir aşiyan için sûzan,
Kimi lerzân u muzdarip.. kimi de
Atılır tavr-ı işve-kârıyla..
Dökülür dallara hiras-ı şitâ
Rüzgârın en ufak temasıyla;
Dallar ağlar ve sanki yaprakla
Merhamet istiyor, düşüp hâke!..
Ne bir âvâze-i reha, ne çiçek!
Orman artık biraz zaman sonra
Büsbütün muhtazır kalıp gidecek...
Mürde bir kuş misali her yaprak,
Her ağaç bir sütûn-ı istiğrak!
Kış gelir şimdi, ormanım, ağla!..
Osman Fahri
(c.1 Nu.13 s.197)
Ben bir Türk kızıyım. Yüreğim sızlar, Bağrımda
yurdumun yarası kanar... Gözümün önünde bir kalın duman İçinde bir levha: ateş,
ölüm, kan... Gözleri kararmış bir sürü haydut, Kudurur, saldırır, öldürür,
ezer, Masum kanlarının içinde yüzer; Hepsinin üstünde bir kanlı bulut...
Boğulur kadınlar, yakılır kızlar; Camiler, kaleler, şehirler yanar... Topların
ağzı ateşler saçar, Kahramanlar ölür, alçaklar kaçar... Tütmez ocaklarda garip
kumrular, Başlara yıkılmış çatılar, damlar, Yollara dökülmüş şaşkın adamlar,
Çıplak kucaklarda cansız yavrular,
Ağarmış sakallar,
bükülmüş beller,
Bulanmış
bakışlar, titreyen eller...
Hepsinin
kırılmış kanadı, kolu;
Hepsinin
baktığı İstanbul yolu...
Çökmüş her tarafa bozgunun yası, Toprağın mahsulü:
insan kafası!
Canlanır, kımıldar kesilmiş başlar, Etsiz dudakları
daima inler...
Kulaklarım
bütün onları dinler;
Akar gözlerimden kanayan yaşlar;
Bağırmak isterim. Kısılır sesim... Ey anavatanım, ey mübarek yurt, Senin
hayalâtın bu kanlı resim, Senin düşmanların bu bir sürü kurt. Her zaman
felaket, her yerde enîn. Ey yurdum, bu mudur nasibin senin? Yok, hayır, bu
senin son felaketin, Bu son didikleniş, son koparılış,
Artık yok verecek
toprak bir karış, Ben Türk’üm, imanım, ümidim metin; “Ümitsizlik” değil Türkçe
kelime. Yarın yetişecek yeni bir nesil, Ben onun kızıyım! Düşman. İyi bil,
Benim de yaraşır tüfek elime!
Türk kızı boynunu zincirde görmez Düşmanın elleri
yurdun başına Belalar örerken tentene örmez, Benzetmez kendini mezar taşına.
Maziye baksan a, Türk’ün kadını Kalmamış erkeğinden bir adım geri. Kandan kızıl
olmuş ak bilekleri.
Tarihe kılıçla yazmış adını! Damarımdaki kan onların.
Ruhumda onların büyük imanı,
Ben de büyüyorum, hazır ol, düşman,
Bir gün yine bürür etrafı duman...
Silahım yurt aşkı, kurşunum meram,
Beklediğim
yarın. Kasdım intikam!... |
14 Kânûn-u Evvel 1329 Celal Sahir (c.1 Nu.16 s 247) |
Anadolu!.. Sultan
Osman’ın yurdu Tuğrul Bey’in konağıdır o iller!
Milletimiz orda doğdu, büyüdü, Bize ana kucağıdır o
iller!..
Osmanlılar unutmasın
soyunu!..
Anadolu’dan aştık
hudud boyunu;
Orda oldu zorlu ateş oyunu, Ataların ocağıdır o
iller...
Bu devlete orda temel atıldı;
O meydanda canlar alıp satıldı;
Yaylasında, zağlı silah çatıldı
Kahramanlar otağıdır o iller!..
Hep gaziler, ordan gelip geçtiler;
O çaylardan abdest alıp, içtiler.
Memleketler feth eyleyip göçtüler.
Erenlerin durağıdır o iller!..
Bir zamanlar krallardan tac aldık!..
Akan sudan, uçan kuştan bac aldık!..
Nice yavuz düşmandan öç aldık!
Bu kuvvetin kaynağıdır o iller!..
Her bir viran köşesinde bir er var!..
Türbelerde nice nice sürur var!..
Bilmem nerde böyle mutlu bir yer var?!..
Ulu Kâbe toprağıdır o iller!..
Ormanında türlü kuşlar ötüşür;
Çayırında gürbüz koçlar itişir;
Tarlasında altın başak yetişir;
Gölgesinde gam dağıtır o iller!...
Ordadır asıl Türk’ün oymağı;
Cevahirdir bütün taşı toprağı;
Gümüş akar, çiçek kokar ırmağı,
Defineler yatağıdır o iller!...
Sılasıdır, Türk’ün,
serde sevdası;
Memlekettir gece
gündüz rüyası.
Askerlerin odur gelin odası, Gönüllerin bucağıdır o
iller!...
“Rıza”!. canım o illere kurbandır!.
Sinesinde yatan anan, atandır!
Anadolu nasıl eski vatandır!...
Anamızın
kucağıdır o iller!..
Süleyman Nesib Beyefendi’ye:
23 Kânun-u Sânî 1328
Mabed yıkık, makhûr ibad;
Al bayrak olmuş târumâr..
Ağlar hilal, ağlar cihad;
Tarih-i şan üstünde âr;
Mazi bahar, âtî mezar!..
Bizler mi biz hâsir kalan?.
Şiirim figan ile nizar:
Âh.. ey vatan, âh.. ey vatan!..
***
Yıldızlar etmiş incimâd..
Feryadım eyler - bîkarar,
Öksüz ve yorgun - imtidad...
Tekrar eder âfak-ı târ
Aciz rebabımdan çıkan
Efgânı tard eyler, atar:
Âh.. ey vatan, âh.. ey vatan!..
***
Bir an edin tarihi
yâd:
Âh.. ey fezalar,
dalgalar,
Sizlerdiniz pür
itikad
Ecdadımın
haşmet-nisar,
Yüksek senden râşe-dâr,
Mağrur olanlar bir zaman!..
Tekrar o sesdir
nâle-kâr:
Âh.. ey vatan, âh..
ey vatan!..
***
Tekrar o ses gökten necât,
Gökten hayat ister, arar..
Hain, denî bir girdbâd
Eyler bu sesten ahz-ı sâr!
Düşman bulur bir şevk-ı hâr
Köyler yanarken bî-eman
Gülzar olurken nevha-zâr
Âh.. ey vatan, âh.. ey vatan!..
***
Tahkîr ettin inkıyad!..
Feryadlar.. feryadlar!..
Gel, nerdesin, âh.. ey memât.
Kâfi bu sûzân-ı ihtizâr!..
Yok, istemem bir mevt-i âr;
Zilletle ölmez merd olan..
Namus için ol payidar,
Âh.. ey vatan, âh.. ey vatan!..
***
Hislerde yoktur ıttırad:
Bazen susar bî-ihtiyar;
Bazen de eyler iştidad
Her kalp olur pergâr-zâr,
Gözlerde şimşekler yanar,
Sesler uğuldar mest şan
Artık bütün bir sayha var:
Âh.. ey vatan, âh.. ey vatan!..
***
“Hâtime”
Mecrûh olup göğsüm kanar;
Yakut millettir o kan..
Olsun kanım bir yadigâr,
Âh..
ey vatan, âh.. ey vatan!..
Fikrin ser nazânına zerbâf-ı nezâhet
Bir hâle-i perrân dokuyan, rikkat-i hissin
Efkâra verip rûh-u nevîn, rûh-ı bekâret
Anlattı bütün rûhunu, mânâsını şiirin.
Yazdın bu muhitin ser-ni’sâline zerrin
Bir lemha-i üslup ile manzume-i irfan
Telkîn ediyor kalplere eşâr-ı güzinin
Bir rikkat-i nûşîn ile şi’riyyete iman..
Ey neyyir-i mânâ-yı hüsn-i ye’s-i gurûbun
Bir leyl-i hurûşan açacak ufk-u edebde
Bir leyl-i hurûşan-ı ebed, bir leyle-i mel’ûn
Tel’in edecek bizleri hep nağmelerinde..
Tel’în edecek.. etmeli küfrânına karşı..
Yok namını te’yid edecek heykel-i şükrân
Yok nâmını tezkâr edecek, şanına karşı,
Bir levha-i takdir-i sipas, âbide-i şan!..
Bir zümre-i mümtaz-ı edeb, sevgili üstad
Hep kalb-i dimağında tutar nâmını zinde,
Bir hürmet-i hâmuş-u tahassüsle kılar yâd;
Saklar seni hep hâtıra-i şi’ri içinde.
19
Kânûn-u Sânî 329 Pazar
Semamızı siyahlatan bulutları yırtarak
Şu zavallı yurdumuza biraz ziya verecek,
Neticesi bir hakiki saadete erecek
Bir yol açmak dileğiyle semalara uçarak
Hayatını vatan için feda eden vicdanlı
Kahramanlar.. bu takdirin kasdı nedir bilinmez,
Fakat Fethi, Sadık ismi yüreklerden silinmez
Nâmınızı takdis eder her yürekli Osmanlı
Vatan için şehid olan
topraklara atılmaz Güneşlenen sineleri zulmetlere katılmaz Unutursa sa’yinizi
bu millete yazıktır!...
Düşmek değil şimdi yere yükseklere uçtunuz
Şehadetin, saadetin her zevkini duydunuz;
Cennetlerin
kapıları ruhunuza açıktır |
Suat Fâhir (c.1
Nu.21 s. Sayfa 341) |
Bakınız bembeyaz ,
pamuk eller Koparıp hep didik didik saçmış, Küçücük bir şükûfe-i ter.
O çiçekler bütün
cenah açmış Uçuyorlar!.. Koşun, koşun bakalım Acaba yasemin mi, zambak mı?
Durunuz kaçmasın çabuk tutalım Ne tuhaf yemyeşil bu
yaprak mı?
Kaçacak titriyor aman durunuz Kanadı mavi benli gül
rengi... O nasıl pek güzel mi tuttuğunuz? Minicik, bembeyaz ipek sanki?..
En ufak bir nefes
eder mecrûh Ne kadar nazlıdır gelin bakınız!
Bu küçük, nazenin ve tüy gibi şûh
Kelebekler
nedir bilir misiniz?
Küçücük bir zavallı ve tozlu böcek
Çalışır hep ipek kanatlar vurup
Geçirir bir zaman olur kelebek
Bu hakiki misâl-i sa’yi görüp
Geliniz biz de zevke dalmayalım
Çalışan el ridâ-yı cehli açar
Çalışıp cehl içinde kalmayalım
Çalışanlar ipek kanatla uçar...
Adûdan intikam almak merâmı;
Sükût, ikdâm ve gayrettir nizâmı;
Kıyâmetten alâmettir kıyâmı...
Şimal ü garbı pâmâl etmek ister.
Kılar her emre rûhuyla ita’at;
Müeyyeddir sufûfunda uhuvvet;
Hayat ancak vezâiften ibâret;
Ölüm bir şey ki duymuştur mukadder.
Uzaktır, mücteniptir hay u hûdan;
Safâdan, cenk-ü sevdâdan, sebûdan;
Hususiyle vatansız güft-ü gûdan;
Şimal ü garba nâzır tend ü muğber.
Süleyman Nesib (c.1
Nu.2 s.21 )
Yürü ömrüm, biraz da köyde yürü.
İşitirdim ki: Her köyün ömrü
Bir akarsu ciyâdetiyle geçer.
Köylüler âsmâna benzerler:
Saf ve sakin, elemsiz, âsûde...
Tarlalar, bahçeler zümrütse,
Köylü kızlar da en güzel inci:
Yaşıyor her biri birer şiiri.
Yürü ömrüm, biraz da kırda yürü.
İşitirdim: Çayırların ömrü
Bir gelincik ve bir papatya gibi
Âteşîndir, beyazdır... Şiiri
Toplar insan çiçek ufuklardan...
Yuvalardan teraneler coşan,
Jalelerden mücevherîn görünür,
Her taraf... Her taraf emel bürünür...
Yürü ömrüm, biraz da dağda yürü...
İşitirdim ki: dağların ömrü
Bir kanatlı hayaldir -yüksek-
Güneşin zevkine temas ederek
Her buluttan birer de bûse alır...
Gece yıldızların içinde kalır...
Dağlılar âf-tâba benzerler:
-Her zaman bir tulûu nakş eyler!-
Yürü ömrüm, biraz
denizde yürü.
İşitirdim: denizlerin
ömrü,
Sanki bir katre
giryedir, bazen,
Neş’eden, bazen
ızdıraplardan, Coşar, inler, uyur.. .Coşar tekrar, Mevcâtında bir hıyanet
var...
Şüphesiz daima
denizdekiler!
Karalardan selam beklerler...
Köyde, kırda ,
denizde, dağda yürü...
Yürü ömrüm...Bütün şu
gördüğünü Sakla rûhunda, hatıranda uyut, Derdini köyde, kırda, dağda avut...
1328 Nisan - “Aydın”
Tam altı asır ey koca
millet beni dinle!.
Hep çehre-i handan ile âfâkına doğdum, Mağrur ve
muzaffer yaşadım ben şerefle: Vadileri, sahraları al mevceme boğdum.,
Bir hâle-i şan, nûr-ı
zafer, mâh-ı zer oldum;
Çok çöllere indim,
göğe çıktım, kaya aştım, Koştum, zedelendim.. .Yine kalbimdeki mahmûm
Hûnâbe-i kindâr ile coştum, yine taştım.
Bin hâile geçti bu
felaketli serimden
Çeşmân-ı ‘aduv
görmedi hiç alnımı yerde.
Lakin bu sefer ah!
Bakın ağlıyorum ben, Hep şan yerine kan sızıyor zerrelerimde. Bir yaralı ahu gibi
kandan kanadımla Ağlatma beni - ey yüce millet- kayalarda,
Kaldır o vakur alnı biraz süngünü salla,
Fatih kanı, Yavuz kanı coşsun o damarda.
Aç gözlerini kalb-i nizârımda elem var, Düşman kılıcı
sine-i nazana dayandı... Silkin, yürü, peşinde eğilsin yüce dağlar, Öğret ki:
Yeter şîr-i jiyân artık uyandı.
Hilâlin Cevabı:
Ah ey senelerden beri
âfâka perişan
Bir kırmızı gül
vaz’-ı yetîmiyle doğan mah! -Ey mah-ı felaket-zede,ey kevkeb-i hicran- Sisler
mi kararttı o güzel çehreyi eyvah!
Gurbette o metrûk uyuyan
türbe-i ecdâd Birden bire çâk olsa da bir sayha-i dehşet “Anlat ne için soldu
hilalim?” dese heyhât!
Bir kavm-i muazzam susacak. ah bu millet,
En sonra bu zilletleri tarihine yazdı.
Lâkin yine bir subha erer her şeb-i yeldâ:
Avâre beşer şimdiye dek vâr olamazdı,
Her zahm ile bir sine yenilseydi cihanda...
Gel, şeh-per-i mecrûhunu ben bağlayayım gel,
Sen ağlama bir gün yine elbet doğacaksın
-Ey kevkeb-i hicran-zede, ey mâh-ı mübeccel-
Sahraları al mevcene bir gün boğacaksın:
Her zerre-i hûnumda hurûş etse de hicrân
Her katre kanım olsa da bir âteş-i gaddar,
Sen ağlama zirâ ki şebâbımda hurûşân
Bir sine-i ümnîd ile bir kalb-i azm var!...
H. Nihat
(c.1 Nu.11 s.166)
Hanımlar sahifesi
Kadınlığa Mihnet Veren Nine Sütü
Emmeyendir
Yıllar, uzun, yıllar geçti
Cehlin kara kucağında..
Vatanım bir dikenlikti;
Ne dağında, ne bağında
Ne bir tatlı gül tebessüm,
Ne de bir neşeli gonca
Gördüm; hayretle yürüdüm
Bir sürü virane boyunca.
Ne yeşillik, ne ağaç var
Issız, kırlarda gezilmez.
Dere hicrân ile ağlar
Bülbül sesi nedir bilmez!..
Ninelerimiz bize dargın
Gibi gülmez, söylemezdi
Elem, keder yığın yığın
Hepmizi böyle üzdü
Erkeklerin tâliine
Kadınlar da ortak oldu, Gecelerden çıktık güne İşte
artık güneş doğdu.
Bugün
doğan sıcak güneş
Yüzümüzü
güldürüyor
Kadın, erkek müsâvi, eş Kara cehli öldürüyor.
Bir zamanlar kadın
erkek
Birbirine pek yabancı
Bir nazarla
görülerek,
Hem pek çirkin, hem
pek acı
Bir yanlış yol
açılmıştı.
Kadın küçük, kadın
zayıf..
Gibi sözler
saçılmıştı!..
Bunlar hem boş, hem
de sahîf.
Kadın nurdan ve safvetten
Yaratılmış bir
hayattır.
Bizim için
nezâhetten,
Muhabbetten bir
kanattır.
Açar açmaz gözümüzü
Odur, bizi ilk
okşayan;
Anlaşılmaz sözümüzü
Anlayıp da göz
yummayan
O ne rahîm, hem ne iyi Bir beşiktir bizim için, O
mukaddes ilk ninniyi Onda dinledik de niçin
Sonra reva görebildik
Böyle acı bir hayatı!
Neden, neden
düşünmedik
Bizi mesud o yaşattı
Hayır, hayır
unutulmaz
O hoş günler, o
şefkatler,
Ana oğul düşman olmaz
Birbirini yine sever
Kadınları küçük gören
Daha aklı ermeyendir.
Kadınlığa mihnet veren
Nine sütü emmeyendir.
Bu en parlak bir hakikat:
Kadın feyyâz bir güneştir.
Onunla hep medeniyet
Feyizlenir, çiçeklenir.
“Gülcemal”
Yunanistan’dan gelen üserânın iki binden fazlasını, Karadeniz limanlarına
dağıtmak üzere, Ayestefanos’tan bindirmiş, Boğaz’dan çıkmış idi. Bu hamûleyi,
ekseriyetle, Bîzanî ve Yanya müdafi’lerinden esaretin maddi manevi acılarına,
elemlerine, mahrumiyetlerine gençlikleriyle.. dinçlikleriyle.. yaşamak ve bir
gün öç almak hırs ve gayzıyla galebe çalabilenler teşkîl ediyordu... Anbar,
güverte, kamara, kaptanın mevkiine kadar her taraf zayıf, gözlerinin feri
uçmuş, avurtları çökmüş, sürünmeye bile mecali kalmamış vatan kuzularıyla
dolmuştu. Aylardan beri bacaklardan, gövdelerden çıkartılmamış, lime lime
olmuş, rengi belirsiz bir hale gelmiş paçavraların son himayesine iltica eden o
bedbaht vücudlarda ızdırap duymak istadadı bile mahv olmuş gibi idi. Vatana
avdetinden sonra, pek çıplak olanların üzerine atılabilen tek tük yağmurluklar
o bîçare mevcudiyetlerden birkaçının birden soğuktan tahaffuzuna hizmet
ediyordu. Bunlar, son kurşunlarına.. son avuç mısır unlarına kadar sekiz misli
bir düşmana aylarla mukavemet etmiş nısflarından fazlasını şehid vermiş
kahramanlar idi.
Vapur
beşinci sabah Samsun limanına demir attığı zaman, hava yağmurlu ve üşütücü
olmakla beraber iki bordadan indirilen iskeleleri yüzlerle sandal istila
etmişti. Seyr-i sefâin acentesinden “Gülcemal”in terhis edilmiş askerlerle
yüklü olduğunu haber alan şehir iki günden beri, heyecan içinde idi. İhtiyar
nineler, babalar, zevceler, ablalar, kardeşler, çocuklar aylardan beri haber
alınamayan muazzez vücudlara kavuşmak iştiyâkıyla sûzân-ı sînelerini, âkıbet o
gün, zülal-i vuslatla teşfiye etmek ümidini besliyorlardı.
Sandallar
içinde pratika işaretini beklemekte sabırsızlanan bu hasret-zedelerle elîm
yolcular arasında, daha uzaktan, en samimi bir ihtilât, bir musâfaha-i maneviye
başlamıştı. Bedbahtlardan küpeştelere yaklaşabilip sandallara bakanlar,
şüphesiz, en sağlamları.. en ayakta durabilenleri ve en ziyade çıplaklığı
kabil-i izhar olanlar olduğu için geminin gizlediği sefalet henüz bütün
dehşetiyle nazarlara çarpmamış, pür-ümid koşan gözleri, zıll-i ye’s
donuklaştırmamıştı. Fakat bir kere karantinadan
verilen işaret
üzerine sarı filamanın alınmasıyla gemiye hücum eden iştiyak ve hasret
dalgaları, hakikatin hissisiz kayalarına çarpmış, acı boğuk iniltilerle
ortalığı kaplamıştı. İhtiyar ninelerin, pederlerin, zevcelerin çoğu kavuşmak ve
kucaklamak için koştuğu evladdan veya kocadan, hayat ve memat hakkında müphem,
öldürücü, ciğere hançer gibi saplanan bir iki haberden başka bir şeye nâil
olamamıştı; henüz babasız kaldıklarına vâkıf olmayan masumların gözlerinden
öksüzlük yaşları akmıştı. Dünya muradına erebilenlerin hisse-i sürûru ise
karşılarına çıkan canlı cenazeleri mağmûm mağmûm, sâkit sâkit ağûş-u
şefkatlerine basıp ısıtmaktan ibaret kalmıştı.
Yarım
saatten beri, bu iştiyâk-zede ailelerden biri, başta, birbirine yardım ederek
yürüyebilen, ak sakallı bir ihtiyar ile titrek vücutlu bir kadın nine olduğu
halde en büyük müşkilata göğüs gererek iskeleden çıkabilmişlerdi; arkadan kırk
beş- ellilik bir erkek, şüphesiz bir asker babası, diğer bir kadını elinden
tutuyordu. Bunları kolları arasında yirmi aylık kadar zannolunan beyaz hotozlu
bir çocuk tutan bir genç kadın, bir zevce, bir de yedi-sekiz yaşlarında bir
erkek çocuk ile el ele veren on bir, on iki yaşlarında, başörtülü bir kız, iki
genç kardeş takip ediyordu. Sandal daha uzaktan gelirken gözleri küpeştelere
merkûz kalmıştı... İskeleye yanaştıkları vakit, yine hepsinin başları yukarda,
nazarları endişe-nâk bir taharri ile meşgul idi. Bekledikleri mütebessim,
şetaretli çehrenin istikbaline mazhar olmayınca, yavaş yavaş son iki senelik
elemler, ızdıraplar, kara haberlerden mütevellit acılar bütün huşûnet ve
zulmetleriyle ruhlarının âmâkından kesif bir bulut gibi koparak gözlerini
buruşturmuştu. Şimdi iskelenin üst başından biraz ötede, matemden nümune-nüma
bir küme teşkîl ediyorlar idi. Ellilik erkek, baba, aşağıya yukarıya koşuyor,
sağa sola baş vuruyor, gelenler arasında tanıdıklarının elini, imkân bulduğu
mertebe mütebessim bir çehre ile, sıkıyor ve Hasan’ını, oğlunu soruyordu.
Hasan,
evet, Ayestefanos’da beraber idi.. fakat vapura binmemiş mi idi, pek
bilemiyorlardı. Vapur bir kasaba kadar büyük görünüyordu; kimsenin, yanındaki
beş on kişiden başka, kimseden haberi yoktu...
İhtiyar
nine meraklanıyor, yanından geçenlere hitap ediyor: “Oğlum, bizim Hasan Bey’i
görmediniz mi?” diye soruyordu. “Hasan Bey mi, hangi Hasan Bey!” bir omuz
silkip geçiyorlardı... Şunun bununla uğraşacak halleri mi vardı?.. Nihayet
Hasan Bey, iştiyak-nâk ailesinin muazzez yolcusu, baş anbarda züefâ arasında,
yağmurluğuna sarılmış bir iskelet halinde keşfolundu... Babası o hazin manzara
karşısında titredi... Hastayı sinesine bastı ve adeta kucağına alarak yukarıya
çıkardı, fakat kadınlara fazla bir dehşet vermemek için, kümeye yaklaştıkları
zaman, yürümeye.. zavallı bacaklarını sürümeye çalıştı; babası da koltuğuna
girerek muâvenet ediyordu.
Hasan
Bey, idadîyi bitirdikten sonra babasıyla beraber dükkâna oturmuş, ticarete
sülûk etmiş, ve kur’ası çıkınca seve seve askerliğini ifaya koşmuştu. İki sene
evvel Samsun’dan ayrılırken memleket şevk ve şetaret içindeydi. Bedel vermek
hatıra bile gelmiyordu. Feyz-i meşrutiyet kalblere nüfuz etmiş, vatan
muhabbetini gereği gibi ilkâ etmişti. Ordumuz, hâki elbisesiyle, kalpağıyla,
dolaklarıyla bütün gençlerin askerlik hevesini artırmıştı. Hasan da öyle bir
aşk ve şevk ile elbiseyi giymiş idi, gitmeden evvel de arkadaşlarıyla bir hafta
eğlenmiş, ailesiyle büyük ve mesrûr bayram günleri geçirmişti... Şimdi ise
vücudu sefaletle kemirilmiş, gözleri sönmüş, kalbi kurumuş, ruhu sıkılmış bir
tayftan ibaret idi. Onu doğuran annesi bile ancak o çakır gözlerinden.. yüksek
güzel alnından tanıyabilmiş idi.
Üç
gün sonra Hasan, aile kucağında gördüğü ihtimâm ile, biraz canlanmıştı. Akşam
üzeri bütün aile: ihtiyar nine, ak sakallı büyük peder, valide, zevce, abla, küçük
kardeşler, kendisi askerliğe gittikten sonra doğmuş olan yavru, hizmetçi kıza
kadar hep onun odasında toplanmışlardı. Onun bîçare çehresinde teressüm etmeye
başlayan her tebessüm bütün aile için bir müjde-i saadet idi. Onu nasıl memnun
edeceklerini bilemiyorlardı: bisküviler, mandalinalar; tütünler, cigaralar,
mendiller, kokular; işlemeli takyeler, terlikler; entariler, gömlekler; her şey
gösteriyorlar, gösteriyorlar.. tatmaya.. tecrübe etmeye rica ediyorlardı.
O,
daima mağmûm, kalbini dolduran acıları, zihnini tırmalayan endişeleri dökmek,
herkese tanıtmak, hasıl ettiği fikirlere herkesi iştirak ettirmek arzusundan
başka bir his beslemiyordu. Eliyle hepsine dinlemek için geniş bir işaret
yaptıktan sonra:
Bütün
bu hediyelere, bu ihtimamlara benden ziyade muhtaç biri var, o da cümlemizin
validemiz vatandır... Yaralı, kanlı kefenlere bürünmüş, parçalanmış vatan..
Bizi mağlup edenler, esir tutanlar, doya doya hakaret.. işkence yapanlar
kimlerdir, biliyor musunuz? Dünkü çobanlarımız, dünkü kölelerimiz.. Ah, bu
millet bu büyük hakarete tahammül etmemelidir. Bize ne diyorlardı, biliyor
musunuz!
“Türkî...
Sicilya’ya...” ... “Türkler.. köpekler..” Âh, keşke orada, Bîzanî’de bir gülle
ile kala idim de milletin o hakaretlerini görmeye idim.. çünkü o hakaret bana,
benim şahsıma değil, anlıyor musunuz, milletimize vatanımıza idi!
Zavallı
gözlerine âmâk-ı ruhundan kopan son birkaç katre sıcak yaş çıktı; sesini
matem-i vatan hafakanı boğdu; zayıf etsiz eliyle işaret ederek:
Bunların
hepsini, dedi. Donanma iânesine.. yoksa vatanın o güzel yerlerini, ecdadın o
kıymetli yadigârlarını teslim ettiğimiz gibi...
Sesi
büsbütün boğulmuştu. Cümlesi ağlıyordu...
O
zamana kadar sükût içinde dinlemiş olan Mustafa, küçük kardeşi, ağabeyinin
yatağına doğru atılarak:
-Ağlama,
ağabey, ağlama! O yerleri inşallah biz geri alacağız! Mektepte bütün
arkadaşların söylediği, düşündüğü hep bu! Nişan atıyoruz, askerlik yapıyoruz!
Para için de artırma sandıkları açıyoruz! Hoca efendi bize: “Göreyim sizi,
Rumeli’yi düşmandan kurtaracak siz olacaksınız! Diyor. Biz büyüyelim de!..
Düşmanlar görür...
Bütün
nazarlar ona, o pür-şevk, o pür-ümit istikbale döndü; bütün kalpler o masum
ağızdan çıkan sözlerle teselli buldu: bütün kucaklar o mücevher vücuda
açıldı...
Ahmet
Cevat
(c.1
Nu.16 s. 243-246)
S...
Mektebinin müdîr ve Türkçe muallimi Halim Bey altıncı sınıfta dersine girdi;
kürsiye oturdu. Deftere nâ-mevcûdları kayd etti. Sıra önünde gezinerek müşfik
nazarlarıyla talebesini süzdü. Birden kaşlarını hafifçe çattı ve öksürdü:
-
Efendiler, dedi, bugün size biri iyi, diğeri fena iki haber vereceğim:
Birincisi,
arkadaşlarınızdan 183 Turgut Ârif Efendi dünden beri mektebe gelmiyor; zira
sevgili ve kıymetli babasını ebediyen kaybetti. Şimdi bu mahrumiyetle zavallı
Turgutum kimbilir ne kadar elim tesirler içinde gözyaşları döküyor!. Allah
babasına rahmetler, Turgut’a da sabırlar ihsan etsin.
Oğullarım,
Turgut benim çok çalışkan ve halûk bir talebem olduğu gibi sizin de kıymettar
bir arkadaşınızdır. Teselliyet ve taziyete koşarak lâzime-i refakat ve
insaniyeti ifa edeceğinizden eminim.
Diğeri,
isminin gizli kalmasını isteyen maarifperver bir zat mektebimizin altıncı
sınıfına her sene başka bir dersten yapılacak bir müsabaka neticesinde muvaffak
olana beş lira verilmek şartıyla yüz lira hediye etti. Bu senenin müsabakası
imlâdan olacaktır. Müsabaka on beş gün sonra yani bu ayın yirmi yedinci
Perşembe günü icra edilecektir; ona göre hazırlanınız.
Şimdi
dersimize devam edelim.
Cenab
Fazıl Efendi! Geçen dersimizde “tasarruf ve iktisad”dan neler söylenmişti,
onları tekrar ediniz.
Cenab,
sıranın kenarına çıktı; geçen hafta pek tatlı cereyan eden bu dersin hülâsâsını
kendi fikirlerini, muhâkemelerini de ilave ederek tekrar etti.
Cenab
Fazıl, on iki yaşlarında mütebessim çehreli, açık alınlı parlak ve zeki nazarlı
bir çocuktu, babası gibi sert tavırlı değildi. Halim ve sakindi. Sınıfın en
mümtaz talebesi idi.
Muallim:
Çok
iyi, teşekkür ederim, dedi.
Çocuk
yerine oturdu ve düşünmeye başladı. Zihnine hücum eden bin düşünce arasında o, yalnız
zavallı ve yetim kalan arkadaşının halini tasavvur ediyordu.
Kendi
kendine: “Şimdiye kadar Turgut’la samimi bir arkadaşlığım yoktu, diyordu;
babamla onun rahmetli babası hiç mi, hiç sevişmiyorlardı. Ve galiba onlardan
sirayet etmiş olacak ki Turgut’la diğer arkadaşlarım kadar samimi olamadım. En
fenası arada bir sebep olmadığı halde birbirimizle konuşmamamızdı. Halbuki onu
diğer arkadaşlarıma tercih edecek sebepler vardır. Bahusus şimdi, babacığını,
kaybetti.
Şüphesiz,
insaniyet, evine gidip elini sıkmayı ve ona teselli vermeyi emreder. Bu çok
iyi! Fakat, ya beni evine kabul etmeyip reddederse?!”
Bu
korku Cenab’ın cesaretini kırdı.
“Maamafîh
bu hususta bir şey yapmak icap eder. Elbette düşünerek bir çare bulacağım. Bu
dakikada ehemmiyetli mesele müsâbakadır. Acaba müsâbakayı ben kazanamaz mıyım?
Niçin kazanmayayım? Sınıfta kim benim kadar imlâda kuvvetlidir, vâkıâ Turgut da
var. Lâkin o daha ziyade hesapta kuvvetlidir. Halbuki imla müsabakasında
kazanılacak paraya onun benden daha ziyade ihtiyacı vardır. Zaten babasının
hayatında da o kadar zengin değildiler, hele şimdi!.”
Cenab,
birden tasavvuratından kurtuldu, bir çeyrekten beri ders dinlemediğini anladı.
Muallim
Bey tatlı ve neşeli bir surette anlatıyor. Sınıf büyük bir sükûn ve hürmetle
dinliyor. Acaba muallim bey neden bahsediyordu? Dikkat etti. Mevzu “dostluk”
idi. Muallim diyordu ki:
“Çocuklarım,
siz, ilerde vefakâr bir arkadaşın, ne demek olduğunu daha iyi takdir
edeceksiniz. Arkadaş o kimsedir ki size hayatın bütün kederlerine tahammül
etmek hususunda yardımlar eder. Kederlerinizi meserretlerinizi sizinle beraber
pay eder. Fakat hayatta her dost dost sayılmaz, buna dikkat etmelisiniz.
Dostluk sarsılmaz ve samimi bir muhabbet ister, hududsuz, taksimsiz bir
muhabbet. Teveccühlerinizi, samimiyetlerinizi şuna buna ibzal etmeyiniz. Onu
mahdûd kalplere hasr ediniz. Ailelerinizden, kardeşlerinizden sonra dünyada
size en yakın ve sevgili kimse arkadaşınız olmalıdır. Şunu da unutmayınız ki
arkadaş rastgele, sathi bir tecrübe üzerine intihâp edilmez. Böyle yaparsanız
nadim olursunuz, müteessir olursunuz. Arkadaşınız sizin muhabbetlerinize layık
olsun, siz onu nasıl severseniz ve icâbında ona karşı nasıl fedakârlık
ederseniz o da sizi öyle sevmeli ve öylece fedakârlıklara katlanmalıdır.”
***
Ders
bitmişti, zil çaldı. Herkes kitaplarını alarak evlerine döndüler. Muallimin
sınıftaki sözleri Cenab’ın, ta, ruhuna işlemişti. Yolda hep Turgut Ârife nasıl
muamele edeceğini düşünüyordu. Eve geldi, endişesini annesine açtı. Annesi:
A,
dedi; o kadar düşünülecek bir şey mi? Nasıl hareket etmek icab ederse, bir adam
gibi öylece yaparsın. Evet, insan gibi hareket etmeli idi. Bir vâlide için bu
nasihati vermek pek kolay idi. Fakat on iki yaşında bir çocuk için bu, o kadar
kolay değildi. Ale’l-husus Cenab pek kararsızdı, ne yapacağını bilmiyordu.
Birdenbire
sokağın müntehasından havayı fahr ve şerefle dolduran boru sesleri işitildi.
Cenab pencereye koştu: bunlar kışlalarına avdet eden bir piyade bölüğü idi.
Artık iç sıkan düşüncelere veda!.. Askerlerin rap rap ayak sesleri Cenab’ın
bütün hissiyatını alt üst etti. Zihninde ne müsabaka, ne muallim ve ne de
Turgut kalmıştı. Pencerden askerlere bakıyordu. Oh! Ne temiz ve ne kahraman
askerler! Hepsinin gözlerinde zafer ve şeref vaadleri okunuyor; süngülerden
uçan hüzme-i fahr-u gâzâ sokağı nurlara gark ediyor, borulardan kopan velvele-i
kahr-u vegâ kalplerinin sadık tercümanı oluyordu.
Cenab
kendisini muhârebeye gitmiş farz ediyordu. Orada vuruşuyor, mükâfaten çavuş
oluyor, zabit oluyor, kumandan oluyordu!..
-Sonu
gelecek sayıda-
Muallim
Hulusi
(c.1 Nu.34 s.
555-556)
Osmanlılar,
Anadolu’nun garb-ı şimalî köşesinde tam bir asır, yedinci asr-ı hicrî zarfında,
Selçuklulara sadık bir aşiret veya bir emaret-i tâbia halinde kalmıştır, bu seneler
zarfında gerek Osmanlılardan, gerek umum Anadolu ahalisinden hiçbir şair zuhûr
etmemiştir. Selçukluların daima muharebelerle geçen üç asırlık mevcudiyetleri
esnasında dahi umum garp Türklerinden hiçbir şâir çıkmamış -daha ziyade doğru
söylemiş olmak için- tekmil bu dört asırlık devre-i tarihiyeye ait tek bir
mısra bile zamanımıza intikal etmemiştir. Halbuki bu asırlarda İran şiiri
müntehâ-yı kemaline ermişti. Osmanlı şuârasının bilahere birer üstad-ı şiir
ittihaz ettikleri “Enverî”ler, “Zahireddin Faryabî”ler, “Nizamî-i Gencî”ler
Osmanlıların istiklalinden bir asır mukaddem vefat etmiş bulunuyorlardı.
Enverî
ile Zahreddîn’in kasideleri, Nizamî’nin hamsesi ecdadımız indinde büyük bir
şöhret ve itibar kazanmış ve şuarâ-yı kadîmemiz hep bu eserleri taklit ve
tenzîr etmişlerdir. Hamse-i Nizamî: tasavvuf ve ahlâka müteallik “Mahzenü’l
Esrar” ile muhayyel birtakım vekayi-i âşıkâneyi tasvîr eden “Hüsrev ve Şirin”,
“Leyla ve Mecnun”, “Heft Peyker”den ve İskender-i Kebir’in hayalî bir hale
getirilmiş vekayiini tasvir eden “İskendername”den ibarettir.
Daha
sonra İran’da zuhur eden dühât-ı şuarâdan “Hafız” da şarkta gazelin üstadı
addedilmiştir.
İran
o tarihte, Anadolu ve sair memalik-i İslamiye-i şarkıyye gibi, Selçukluların,
onların ricalinden olan Atabeylerin veya diğer Türk ümerâ ve mülûkunun taht-ı
hakimiyetinde idi ve bu hakimiyet-i siyasiye sebebiyle İran edebiyatı adeta
Türk ve İslam edebiyatı sayılıyordu. Rum Selçuklularının payitahtı olan “Konya”
şehri yedinci asr-ı hicrî evâsıtında İran hikmet ve şiirinin ehemmiyetli bir
merkezi halini almıştı. Nizamî-i Gencî tarafından parlak terakkilere mazhar
ettirilen “tasavvufî, hayalî ve âşıkâne” tarzlarından memzûc şiir-i İranî
memalik-i Rum’da yani Anadolu’da büyük bir itibar kazanmış idi, fakat en ziyade
rağbet edilen kısım, tasavvuf idi. Esasen Nizamî’nin âşıkâne manzumeleri bile
tasavvufa müstenid temsillerle doludur.
Bu
itibarla garp Türklerinin kılıç hakkı olarak vatan ittihaz ettikleri Anadolu
asırlarla şark Türklerinin hakimiyeti altında kalan İran’ın şiir ve edeb
şakirdi vaziyetinde bulunmuş, garp Türkçesini garp Türkçesini mütekellim hiçbir
şair yetiştirmemiştir. Nihayet Horasan’ın Belh şehrinde “604” tarih-i
hicrîsinde tevellüd eden Celaleddin -ki muahharan “Celaleddin-i Rûmî” namıyla
şöhret-şiar olmuştur- pek genç iken Konya’ya gelmiş ve meşhur “Mesnevî-i
Mânevî”sini, divanını orada yazmıştır. Kendisi de altı yüz yetmiş ikide yine
orada vefat eylemiştir. Mevlana’nın Mesnevî-i Şerifinde otuz bin kadar kıta,
divanında “100.000” beyit mevcuttur. Fakat bir Türk şehrinde vücuda getirilmiş
olan bu âbide-i şiir dahi lisan-ı Farisî üzere bina edilmiştir. Yalnız zîrdeki
iki mülemma gazel parçasında Türkçeye, o da Horasan Türkçesine, tesadüf
olunmaktadır:
Mevlana
Celaleddin-i Rûmî’nin Bir Gazelinden:
Eger
giydür karındaş yoksa yavuz
Uzun
yolda budur sana kılavuz
Çobanı
berk tut kurtlar öküşdür
İşit
benden kara kuzum kara kuzum,
Eger
Tatarsan ve ger Rumsan ve ger Türk
Zeban-ı bizebânâ nerâ
beyamuz.
Bir
tetebbu’ neticesi olarak mânâsı şudur:
“Kardeş
iyi olsun fena olsun uzun yolda sana kılavuz odur; çobanı sıkı tut, kurtlar
çoktur. Kara kuzum, kara kuzum, benden şunu dinle! İster İran’da, ister
memalik-i Rûm’da ister Türkistan’da doğmuş ol, dilsizlerin dilini öğren.”
Görülüyor
ki bu kıta da tasavvufa mütealliktir. Bir “çobana” yani bir mürşide intisabı ve
“dilsizler dilinin” yani lisan-ı istiğrak ve tasavvufun taallümünü tavsiye
ediyor.
Diğer
gazel parçası da şudur:
Dânî
ki men zi-âlem yalaguz severmin
Ger
der-bezm-i nebâî ender gamet ölürmin
Rûzî
nişesta-hâhem yalaguz senün katunda
Hem
min çagır açarmin; hem min kâbis bilirmin
Tasavvufa
ait olan bu parçanın da mânâsı:
“Bilirsin
ki ben âlemde yalnız seni severim: Eğer sana vasıl olmazsam gamınla ölürüm.
İstediğim: bir gün yalnız olarak senin yanında oturmaktır, hem seninle muaşeret
etmek, hem dilini öğrenmek arzu ederim.”
***
Mevlana
Hazretlerinin oğlu “Sultan Bahaeddin Ahmed Hazretleri” dahi büyük bir tasavvuf
şairidir. Karaman’da doğup büyümüş olduğu halde “Rebab- name”sini lisan-ı
Farisî ile yazmıştır. Ancak, Selçukî Türkçesiyle -Osmanlı lehçesiyle değil-
birkaç yüz beyti vardır. Garp Türklerinin ilk eser-i şairânesi, fatihâ-i şiiri
işte bu eser-i tasavvuf olmak lazım gelir.
Ondan
birkaç beyit naklediyoruz:
Mevlanadır
evliya kutbu bilin =
“Mevlana
evliya kutbudur, bilin”
Na
kim ol buyurdısa anı kılın =
“Her
ne buyurduysa onu yapın”
Tengriden
rahmettir anın sözleri =
“Onun
sözleri Allah’tan rahmettir”
Körler
okursa açıla gözleri =
“Körler okursa
gözleri açılır.”
***
Mal topraktır bu
sözler candır =
(Mal topraktır, bu
sözler yani Mevlana’nın sözleri candır)
Uslular andan kaçar bunda durur =
(Akıllılar
ondan yani maldan kaçar bunlara yani Mevlana’nın sözlerine koşar”
***
Türkçe
bilseydim ideydim ben size
Sırları
kim Tengriden değdi bize
Bildireydim
söz ile bildiğimi
Dilerim
ki göreler kamu ânı
Cümle
yoksullar ola benden ganî
Mânâsı
Türkçe
bilseydim de Allah’tan bize vasıl olan esrarı size açaydım! Bildiğimi söz ile
bildire idim, bulduğumu size de bulduraydım! İsterim ki herkes o esrara vâkıf
olsun, bütün yoksullar benden daha zengin olsun!”
***
Gövde
görünür canı göz görmedi
Can
niteligünü uslu sormadı
Can
görünmez kim yüzün gözler göre
Gövde değil kim gele
karşu dura
Mânâsı:
Cisim
görünür fakat ruhu hiçbir göz göremez; ruhun nasıl olduğunu akıllı insan
sormaz. Ruh görülmez ki simasını gözler görebilsin; cisim değildir ki gelsin de
karşımızda durabilsin!”
***
Küçük
dostlarım, şiirimizin karanlık ibtidası işte budur. Rebab-name’nin tarih-i
ikmali “699” sal-i hicrîsidir ki istiklal-i Osmanî’ye de müsadiftir.
Tetebbuumuzdan
şu istidlal olunuyor ki Osmanlıların istiklâline kadar garp Türklerinin ruhu,
tam dört asır zarfında, askerlik ve tasavvufla beslenmiştir. Fatih devrine
kadar yine hemen hemen aynı edebiyat ve hissiyat ile perverde olan ecdadımızın
ruhu da bize kadar hiç şüphesiz intikal etmiştir. Halen de bu iki seciyeyi
âmâk-ı ruhunda bulmayan bir garp Türk’ü, bir Osmanlı Türk’ü var mıdır?..
Naci-i
Sağîr
(c.1 Nu.14 s.213-215)
Sekizinci
asr-ı hicrînin ümmî ve aşk-ı tasavvuf ile meczûb bir Türk şairidir. Lisanı,
garp Türkçesi olmakla beraber Osmanlı lehçesi değildir. “Nahnü evresna’l ilmü
mine’l hayyi la yemût” sırrına mazhar olanlardan addolunmaktadır; yani hiçbir
kitap okumadığı halde ulûhiyeti düşünerek ve o zamanki meşâyihin hizmet ve
musâhabetinde bulunarak esrâr-ı hilkat ve hâlikıyete vukûf peyda etmek
kanaatini kalbinde hasıl etmiştir. Beyt-i âti (707) tarihinde tarik-i tasavvufa
sülûk ettiğine delalet eder:
Tarih
dahi yedi yüz yedi idi,
Yunus
canı bu yolda kodu idi.
Şimdiki
Kastamonu vilayeti dahilinde bulunan (Bolu) şehrinde ikamet etmekte olduğu
şuarâ tezkirelerinde mezkûrdur. O zaman oralarda “Kızıl Ahmedli” imareti mevcûd
idi.
Yunus
Emre (âşık) ünvanını hâizdir ki âşık-ı billah demektir. Bu ünvan esasen umum
tasavvuf şairlerine verilirdi.
Âşık
Yunus evzân-ı İraniye’yi istimal etmemiştir. Tarz-ı nazmı, kâmilen parmak
hesabıyla ve evzân-ı milliye üzerinedir. Maamafîh mesnevisi çok defa remeli
müseddes olan (fâilâtün, fâilâtün, fâilün) veznine mutâbık düşmektedir. Çok
defa kafiyece de ibtidai bir muvaffakiyet ibraz edebilmiştir.
Bir
gazel ile mesnevisinden birkaç beyit nakl ediyoruz:
Bir Gazelinden:
Yoldaş olalım ikimiz gel dosta gidelim gel
Hâldâş olalım ikimiz gel dosta gidelim gel
Bu dünyaya kalmayalım, fanidir aldanmayalım
İkimiz ayrılmayalım gel dosta gidelim gel.
Ölüm haberi gelmeden ecel yakamızı almadan
Azrail hamle kılmadan gel dosta gidelim gel.
Gerçek âşık görelim, Hakk’ın haberin alalım,
Âşık Yunus’u bulalım, gel dosta gidelim gel.
Mesnevisinden:
Yâ ilahî ger sual etsen bana
Bu durur anda cevabım uş sana
Ben bana zulm eyledim, ettim günah,
Neyledim nettim sana ey padişah?
Kıl gibi köprü yaparsın geç deyu
Yatağından gel sen seni seç deyu
Kıl gibi köprüden adam mı geçer?
Ya dayanur, ya urulur, ya uçar
Kulların köprü yaparlar hayır için
Hayrı oldu kim geçerler seyir için
Pes gerek vâsî ve muhkem ola ol
Kim geçenler diyeler uş doğru yol
Terazi kurdun hıyanet tartmaya
Kasd kıldın beni oda atmaya
Mizan ona yaraşır bakkal ola
Ya kuyumcu tacir ve attar ola
Sen Habîr’sin hod bilirsin hâlimi
Ne hacet ki tartarsın âmalimi
Sen
temaşa kılasın hoş ben yanam |
Haşa Lillah senden ey Rabbü’l enam |
Bir avuç toprağa bunca kîl-ü kâl |
Ne gerektir ey Kerim-i Zü’lcelal? |
Çünkü değmedi Yunus’tan bir ziyan |
Sen bilirsin âşikârâ ve nihan. |
Naci-i Sağîr |
(c.1 Nu.15 s. 112) |
Asıl
ismi (Ali bin Muhlis bin İlyas)’dır. Büyük pederi (İlyas Baba) Horasanî
lakabıyla yâd olunurdu; buna nazaran muma ileyhin Horasan’dan Rumeli’ye gelmiş,
tarikat-i sûfiyeye sâlik bir şeyh olduğu anlaşılıyor; Selçukî Sultan
Gıyaseddin-i Sânî zamanında tarikat-i sûfiye dervişlerinin bir ihtilal
sebebiyle katl edildiği de tarihlerde mezkûrdur. Âşık Paşa’nın pederi (Muhlis
Baba) dahi tarikat-i sûfiye meşayihinden idi; Karaman’da altı ay kadar
dervişane bir icra-yı hâkimiyetten sonra mevkiini yeni teşekkül eden Karaman
emâretine terke mecbur olduğu ve müesses devlet-i Osmaniye’ye, Osman Gazi
hazretlerinin nezdine geldiği tezkire sahibi Taşköprüzade tarafından hikâye
olunmuştur. Asıl şair (Âşık Paşa) ise Karaman’dan Kırşehri’ne gelmiş ve orada
vefat etmiştir.
Eserlerinin
nihayetinde, fihristten sonra görülen:
Amed
ender ha’ be-alem baz şüd ender zelec
Sezde
rûz ez safer şeb şeşenbih ey fülan
Beyti,
(ha ve ayn =670) tarih-i hicrisinde tevellüd ve (zelec = 733) tarihinde,
saferin on üçüncü salı gecesi vefat ettiğine delalet ediyor.
Âşık
ismi kendisine, zamanın diğer tasavvuf şuarâsına olduğu gibi, âşık-ı billah
mânâsına olmak üzere veriliyordu. Paşa ünvanı ise bir kelime-i tevkîriyeden ibaret
idi.
“Garipname”
veya “Maarifname” nâmında, mesnevi tarzında uzun bir eseri de vardır. Bu esere
“Âşık Paşa Divanı” namı veriliyorsa da diğer divanlara asla müşâbeheti yoktur.
“Garipname”
on bâba, her bâb on dasitana münkasımdır.
Şair
gayet muhtelif mevzular üzerine, daima hikmet-i tasavvuf dairesinde bast-ı
müfad eylemiştir. Zamanına göre büyük bir âlim ve büyük bir hakîm olduğu
müstebândır.
Garipname’nin
vezni evzân-ı İraniye’den remel-i müseddestir:
Fâilatün
fâilatün fâilün Fâilatün fâilatün fâilün
Şu
kadarki imaleleri ve zihafları gayet mebzûldür. (İmale) meddi icap etmeyen
heceleri uzatma (zihaf) ise memdûd heceleri med etmemekdir, her ikisi şiirin
uyûbundandır, fakat henüz Osmanlı ve umumiyetle Türk şiiri öyle bir hengâme-i
tufûliyette idi ki bu gibi mübalatsızlıklar kusur sayılmazdı. Anadolu dahilinde
avam şairleri arasında on bir hecalı vezn-i millînin müstamel olduğuna ve
bundan remel-i müseddese geçildiğine hükm olunabilir. Yunus Emre’nin mesnevisi
dahi çok defa bu vezne muvafık düşmekte idi; halbuki Âşık Yunus Kızıl Ahmedli,
Âşık Paşa ise Karaman emaretinde bulunuyordu.
Kafiyelere
gelince: onlar da ekseriya kusurlu olur idi: çok defa kayda ve tevcîhe riayet
olunmadıktan başka redifin bile aynı olmasına itina olunmazdı. Bâhusus, o
zamanın imlasında ekseriya hurûf-u savtiye kullanılmadığından “gel, kal, kıl,
ol” gibi kelimeler (gel, kal, kıl, ol) suretlerinde yazılarak nazarî bir kafiye
tahassul etmekte idi. Kezalik “bildire, doldura” gibi kelimeler (bildire,
doldura) suretlerinde yazıldığından kafiye ittihaz olunmaları caiz görülürdü;
kafiyenin sem’a tesirine ehemmiyet verilmezdi.
Âşık
Paşa’nın kullandığı lisan garp Türkçesi ve Selçukî lehcesidir. Azeri şivesine
muvafık kelimeler dahi isitmal etmektedir. O devirde garp lehcelerinin
birbirlerine oldukça karışmaya başlamış ve henüz hiçbrinin diğerlerine bir
fevkâniyet ihrâz etmemiş olduğu anlaşılmaktadır.
Garipnâme (730) tarihinde hitam bulmuştur:
“Bunun hatmi uş oldu tamam
Dopdolu yüz dâsitân oldu tamam
Yedi yüz otuz yılında
hicretin
Sözü erdi hatmine bu
fikretin”
Garipname’den:
Gör kim Allah neler kılmıştır
Kudret elinden neler gelmiştir
Diledi kim kendisini bildire
Mülk yarata mahlûk ile doldura
Her işi bir işe kıldı sebeb
Ol sebebden kamuya oldu şeb
Hiç sebebsiz dünyada iş olmadı
Hiç sebebsiz dünyaya halk gelmedi.
***
Âb ü ateş bâd ü hâk ad eyledi
Bunları bu mülke bünyad eyledi
Her birisi bir işe kâim durur
Bunlarınla(l) bu cihan daim durur
İşit imdi her birinin işini ne
Gör ki nice hoşnu işler işne
Birisinden taze olur deşt ü bağ
Biter(2) anın hasılından bal ü yağ
Birisi mülke çerağ olmuş durur
Aydınlığından bir düğün dolmuş durur
Birisi yeryüzünün feraşıdır
Hem siler hem süpürür hem arıtır
Birisi mahkûm(3) olup tuttu karar
Ta ki mahluk süre anda rüzgâr(4)
.Dünya işine vücuda gelmeye
Kim bulardan(l) anda mevcud olmaya
***
İmdi gel mânâ ile bak hâline
Âkil isen vâkıf ol ahvaline
Ne inayet kıldı sana ol hakîm
Ne keramet verdi sana ol kerîm
Gel bilirsen kadrini şükreyle gel
Dün(5) ve gündüz durmadan zikr eyle gel(6)
[Kavlehû Teâlâ lein şekertüm leezîdenneküm]
Şükredersen artıra bahşayişin
Dinle imdi ideyim(7) nedir işin
[Kavluhû Teâlâ ve emma bi-ni’meti rabbike fehaddis]
***
Her kimin kim aklı yoktur ilmi yok
Aklı kâmil kimsenin hod ilmi çok
Oldu mürd ilmi akılsız kişinin
Anınçün hâsılı yok işinin
Bu akıldır can-ı ilmin mutlaka
Akl-ı nakıs ilm ile ermez Hakk’a
Pes diri ilm oldur, kim akl âna
Yoldaş olmuştur bile önden(8) sona
İlmi bildik akl ile yemiş vermeyi
Aklı bir gör kim nice yemiş dirliği
Diri aklı aşk kokar belli ayan
Ölüdür aşksız akl belli beyan
Kangı akl kim Hakk’a âşık değil
Ol hakikat hazerata layık değil.
Mülahazat-ı Lisaniye
(1)
Zamanımızda
müfredde (bununla), cem’de (bunlarla) suretinde kullanıyoruz. Sekizinci asırda
ise müfredde olduğu gibi cem’de dahi muzafün ileyh halinde olarak (bunlarınla)
deniliyormuş. (Bu)nun cem’i olmak üzere (bular) istimali Âzeri lehcesine
muvafıktır.
(2)
Biter
anın hasılından bal ve yağ (onun mahsulü olarak bal ve yağ olur)
(3)
Mahkum
memur mânâsına kullanılmıştır. Mahkum olup, emir alıp demek oluyor.
(6)
Gel,
Selçukî lisanında emirlere ilave olunan bir münteha mesabesindedir. Sekîllerde
(gıl) şeklini iktisab etmektedir.
(7)
İdeyim
(söyleyeyim) mânâsındadır.
(8)
Önden
sona başa nihayete kadar demektir.
Naci-i
Sağîr
(c.1 Nu.17 s.276-278)
Ekrem Bey Merhumun Mekteb-i
Mülkiye Muallimliği
(Mekteb-i
Mülkiye) 1293 Teşrîn-i Sanîsinin 21’inci Pazartesi günü küşâd olunmuştur.
Müddet-i tedrisiyesi beş sene olup üç evvelki sınıflara (sınıf-ı idadîye) ve
müntehâ sınıflara (sınıf-ı âliye) tesmiye olunur idi. O tarihte mekâtib-i
tâliye namına mekteb-i sultanîden gayrı mektep yok idi. Hiçbir yerde mekteb-i
idadî teşkil olunmamıştı. Binaen-aleyh sâl-ı küşâdında mekteb-i mülkiyenin
birinci sınıfına mekâtib-i rüşdiye mezunları ve dördüncü sınıfına mekteb-i
sultanî mezunları kabul olunarak yalnız iki sınıfı teşkil kılınmış ve giderek
bütün sınıflar vücuda gelmiştir.
95-96
sene-i tedri siy esinde üçüncü sınıf teşekkül ediyordu. Programda münderiç olan
dersler meyânında edebiyat-ı Osmaniye dahi bulunmak ve ders-i mezkûr için bir
muallim-i cedid intihâbı lazım geldi. Ol zamanlarda her ders-i cedid için o
dersin müteallik olduğu fennin mütehassıs-ı ma’rûfu arayıp bulmak ve rica ve
minnetlerle muallimliği kabul ettirmek usûlü takip olunduğu cihetle bir
ricaname tahrîriyle Ekrem Bey merhumu mektebe davet eyledim. İcabet edip geldi.
Edebiyat-ı Osmaniye muallimliğini teklif eyledim. Birdenbire tevahhuş etti:
aczinden, adem-i iktidârından bahs ile böyle bir emr-i mühimmi başa
çıkaramayacağını ifade eyledi. Beyanatı, müsselem olan edep ve nezaketi
dairesinde pek ciddi idi. Niyâzımı tekrar ettim; ısrar ettim, zihninde i’zam
eylediği muallimliğe kifâyetine hiç şüphe olmamakla beraber himmet ve meram ile
tarz-ı cedid üzere bir dersin, bir kürsünün tesis olunacağını ve kurulacak
temel ile maarif-i âtimize büyük hizmet olunacağını ve bu hizmet-i cemileden
vatanı mahrum etmemesini ve’l hasıl iknâ için lazım gelen sözleri söyledim.
Nihayet mütereddidane bir tavır ile razı oldu kuvvet-i kalb ile kendine
güvenemiyordu. Bittabi miktar-ı maaş asla mevzu olmamıştır. Edib-i muhteremin
şu tereddüdü zamaneye mikyâs olabilir mi?
Ekrem
Bey 21 Eylül sene 1295 tarihinde derse başladı. Ve az zaman içinde büyük
istidad gösterdi. Esbak Hakkı Paşa ve Maarif Nazırı esbâkı Emrullah Efendi
hazeratı ilk sene okuttuğu sınıf talebesindendir.
Ekrem
Bey dershanede talebesine daima “zat-ı âlîniz” diye hitap ederdi. Tavrında,
sözünde, muamelesinde hatta libâsında edeb ve terbiye ve nezaket ve zarafet
bütün parlaklığı ile lemeân eylerdi. Setresini iliklemeden dershaneye girdi mi
bilmem!! Yalnız fen muallimi değil bir terbiye numunesi idi. Talebenin
kendisinden ne derece ahz-ı kemâlât eylediğini isbâta hâcet yoktur. Talebesiyle
o kadar ihtirâm-ı mütekabil tesis eden muallim nadirdir zannederim. Defterinde
bir kere ceza işareti görülmemiştir. En ağır muamelesi “Efendiler işitilen bazı
sözlerimizi ihlâl ediyor” zemininde idi. Sıra gözlerinin kapağını açıp kapamak
menfûru idi. Zira dersinde çıt olmaz ve olmasını da arzu etmez idi. Dershanesi
bir nezâhet meclisi idi. Talebe vazifelerinin altına bir mütalaa-i edebiye veya
bir fıkra-i teşvîkiye yazmak âdeti olduğundan iâde ettiği bu vazifelerden
birçoğu belki ashabı yedinde mahfuzdur.
Bir
gün ittifaken dershanenin köşesinden bir küçük fare çıkıp duvar kıyısını takip
ile bir hayli ilerlemiş. Talebe hâlî! Nazar-ı dikkatleri o tarafa mün’atıf ve
çehrelerde tebessümler peyda olmuş. Nihayet dershane yabancısı mîr-i merhumun
da gözüne ilişmiş. Gayet ciddi bir vaz’ ile “Evet efendim. İlm ve irfan ile
mütehallî efendiler gıda-yı fikr ve ruh olan ders ve kitabı bıraktılar da
benimle meşgul oluyorlar diye zavallı hayvan izhar-ı tahayyür ediyor” demiş ve
talebeyi derse ircâ eylemiştir.
Bu
mertebe kıymetli olan bir vücudun mekteb-i mülkiyeden iftirâkı nasıl oldu?
Takrîr ettiği derslerden “ta’lîm-i edebiyat” husule gelmiş ve tab’ ve neşr
olunmuştu. Edebiyat-ı atîka taraftârânı itiraz ettiler bu itirazlar sahâif-i
matbuatta bir hararetli münakaşa kapısı açtı ve hayli müddet temâdi eyledi
Ekrem Bey âvân-ı şebabında genç Türklerin siyasetine karışmamış ise de Kemal
Bey ve emsali ile muârafe ve mükâtebesi malûm olduğundan ve yeni şeyler
tullâbın zihnini hürriyet filan gibi nâ-makûl hülyalar tevellüt etmesinden
korkulmaya başlandığı bir devirde ta’lîm-i edebiyatın yeni tabirleri ve
nev-zemin neşve ve hatta müellifinin şahsı bu korkulan şeylere
karıştırıldığından muallimlikten azli mabeyn-i Hümayunca takarrür etmiş. Maarif
nâzırı Münif Paşa bir gün bu âcizi çağırıp Ekrem Bey’in derslerinden istifade
olunmadığı cihetle lüzum-ı tebdilini söyledi. Müdafaa ettim, kâr-ger olmadı,
ben onu azl ettim dedi, yerine kimi koyacağız o kâbda muallim nerede bulacağız
dediğimde: “Hacı İbrahim Efendi ehildir onun tayini tensîb olunmuştur.”
cevabını verdi. Hacı İbrahim Efendi ise Ekrem Bey’in muterizi idi. Meğer Münif Paşa
mabeynce verilen kararın icrâsını deruhde eylemiş imiş. Mesuliyetini üzerine
alarak muktezâsını şu sûretle ifa etmiştir.
9
Rebîü’l Evvel 1332
O devirlerde Mekteb-i
Mülkiye müdiri bulunan
Abdurrahman
Şeref
(c.1
Nu.19 s.312-313)
Babanzade İsmail Hakkı Bey
Daha
dün dehâ-yı irfanın nurlarıyla müfekkiremi parlatmıştın. Bugünkü muvâcehe-i
mevtin kalbimin en rengîn hislerini kararttı..
Tabiatin,
zülal-i rahmetiyle reyyân ettiği hâtıra-i irfanına karşı dümû’-ı ye’s ü keder
bari bana bir hiss-i teselliyet verebilse!!.
Cuma 13 Kânûn-u Evvel
[Senetü’l Hüzün]
Muallim Ahmet Halit
Senelerden
beri merhûmun en takdirkâr kârilerindenim. Yazılarında öyle bir samimiyet, öyle
bir kudret buluyordum ki ruhlarımız arasında benim için pek kıymettar bir
muvâneset hasıl olmuştu. Daha bir gün evvel siyasi “Hasbihal”ini okurken hakiki
bir vecd-i vatanperverîye gelmiştim. Bu muazzez enîs-i ruh ise bugün ebediyen
ufûl etmiş bulunuyor.
Şimdi
Tanîn’in nüshaları her gün elime onun yazılarından mahrum geldikçe ruhumda,
heyhat, ilelebed tatmin edilemeyecek bir iştiyâkın matemleri alevleniyor. Ve
benim gibi daha kimbilir kaç bin kârinin ruhunda, merhûmun büyük zekâsı, derin
ilmi, muhlis vatanperverliği, hasılı kâbil-i nüfûz ve mümkinü’l ihtilat
anâsır-ı ruhiyesi yaşamakta ber-devam olacak!
31
Mart’ta, müşevvikîn-i irticaiyyûnun en azılılarıyla yüz yüze gelmemiş, onların
süngülerine karşı mertce müdafaaya cüret etmemiş miydi? Fakat esasen mertlik,
samimilik, doğruluk onun mümeyyiz-i seciyesi değil mi idi?
İhtisâsın
beyaban-ı kaht ve nedreti demek caiz olan memleketimizde merhum “Hukuk-u
Esasiye”28 ve “Tarih-i Siyasi” gibi ilimlerde en büyük bir mütehassıs idi.
Hukukumuzun en muktedir, en aşk-nâk müdafilerinden idi. Ve bugün bed-baht
memleket o mahyâdan da mahrum kaldı.
Geçen
sene yine böyle yağışlı bir günde Ali Nusret’i de gömmüştük. O da ulûm-u
lisaniyede yegâne bir mütehassıs idi.
Daha
birkaç ay evvel Bedî Nuri’nin de matemini çektik. O da imar-i mülk ve bilad
fenlerinde hakiki bir mütehassıs idi.
Bu,
ve diğer mütevalî darbelerde kahhar bir kudret-i sübhaniyenin ahkâmını mı
görmek ıztırarı var? Ey Rabb-ü Kâinat, acı bize! Ahyâr-ı ibadını, bu (âmmü’l
hüznü) bu günahkâr ümmete bir daha gösterme, hakiki ulemayı, verese-i enbiyayı
aramızdan artık ayırma.
Ey
Osmanlı talebesi, masum kalbinizle bu bedbaht vatan için merhamet, mağfûr için
merhamet niyaz edin!..
Ahmet
Cevat
28
Defterin müessis ve müdîri tarafından beş sene evvel tab’ olunan Hukuk-u
Esasiye’nin mevcudu kalmamasından ikinci defa tab’ına başlanmamış ve henüz
hitam bulmuştu..
Serlevhamın
maksadımı ifade edebileceğine pek de emin değilim, terbiyenin, ilm-i terbiyeye
muvafakati lüzumundan bahs etmek istemiyorum. Terbiyede gayenin ilim, yani
hakikat olması lüzumuna dair bir iki söz söyleyeceğim.
Fransa
müverrihlerinden birisi aynı ırkdan olan iki kavmin, Ruslarla Lehlilerin
mukadderat-ı tarihiyelerinden bahs ederken, Lehlilerin uğradığı elim akıbetin
mühim sebeblerinden biri olmak üzere, aldıkları terbiyeyi gösteriyor: Lehliler,
Latin-Katolik edebî mektebinde terbiye olunmuşlardı. Krallar, asilzadeler, hep
Cizvitlerin şakirdleri idi; avam hakiki hayattan pek yüksek bir hayal arkasında
koşarak, maddi sefaletini unuturdu. Leh nâciliyeti , hakiki hayatı, adeta yaşanan
bir şiir ve hayale çevirmişti: ölümü hiçe sayan cüretli muharebelerden, derin
bir iman ve vecd ile edilen ibadat ve ayinlerden boş kalan bütün zamanını,
aşka, iyş ve işrete, musiki ve raksa vakf eylerdi.
Lehlilerin
bu hayatı, onları iki deniz arasındaki geniş ve şevketli bir krallıktan bugünkü
hale, yani üç imparatorluk arasında parçalanmış kanlı bir ceset haline
getirdi..
Zamanımız
idadî mekteblerinin türlü hırfet ve sanatlara has olanlarından gayrısı bile iki
nevaya ayrılır: Klasik idadîler, reel mektepler.. Klasik idadîlerde talim ve
terbiyenin temeli ölmüş diller ve edebiyattır; reellerde ise yaşayan dillerle
müsbet ilimdir. Bugün garbın her tarafında ikinci neva mekteplerin birinciler
ziyanına arttığı görülüyor. Öteden beri edebiyat ve hayali seven Katolik-Roman
kavimlerde bile riyazî ve müsbet terbiye, daire-i istilasını genişletmektedir.
Osmanlı
Türklerinin gerek eski medreselerinde gerek yeni mekteplerinde gerekse talim ve
terbiyeye müteallik kitap ve mecmualarında, şimdiye kadar görülen gaye hep
edebiyat, yani hayaldir. Bizde hesabcı, işci, müsbet, doğruyu görebilen,
müstahsil ve müfid adamlar yetişmemesinin sebeblerinden biri bu kötü terbiye
olduğuna hiç şüphe yok. Fikir sahasında çalışanlarımızın hepsi şair ve edibdir:
nazırlarımız, valilerimiz, siyasilerimiz, mebuslarımız, muallimlerimiz... ilh.
hemen hepsi ediblikden yetişmiştir, bizde tabib, mühendis, mimar, asker, işini
gücünü bırakır, şiir ve hikâye yazmakla uğraşır. Mecmua müdürlüğünden
biliyorum: Basit fakat hakiki vakaları görüp düzgünce yazacak bir mümeyyiz
bulmakta bin müşkilat çekiyoruz da, Allah’ın her günü, postacı bize üç, beş
manzume getirip sunmakta kusur etmiyor!.
Eğer
terbiye mütehassıslarımız bu edebiyat afetinin önünü almazlar, bu hastalığa bir
ilaç bulmazlarsa ilerideki siyasî ve içtimaî, hayatımızın, yaşayan bir hakikat
değil, uçup dağılıveren bir hayal olmasından korkulabilir.
16 Kânûn-u Evvel 329
Akçuraoğlu
Yusuf (c.1 Nu. 16 s. 265)
Üç
asır var ki Mehmet Ağa isminde başı kavuklu, ayağı çarıklı bir adam, mimarlık
âlemine bir harika göndermek emeliyle bugünkü Sultan Ahmet Camii’nin temel
taşlarını atmıştı. Bu büyük camii, dört duvar üzerine yükselip de muazzam bir
kütle teşkil eylediği zaman, Mehmet Ağa her şeyden büyük gördüğü ihtirâs-ı
sanatını duyurmak ihtiyacıyla ona müstesna şekilde muazzam bir kubbe hediye
etmeyi düşündü. Muazzam bir kubbe! Fakat bu, Bizanslıların Ayasofya’ya
koydukları nısf küreyi, Mimar Sinan’ın Süleymaniye için zarafetle işlediği tacı
tekrardan başka bir şey olamazdı. Bu tekrar, bu kayt ve esaret, Mehmet Ağa için
pek elîm idi. O zaman düşündü, yokluk içinde bir varlık, asrın bütün kavâid-i
sanatına isyan edici bir şahsiyet göstermek istedi: Üst üste üç tabakadan
mürekkep bir kubbe yığını vücuda getirdi. Ve istedi ki bu muazzam kabartıların
altında secde eden âbitler, nurlara gark olsun, o zaman bütün bu kubbelerin
kenarlarını pencerelerle delik deşik etti. Mehmet Ağa’nın bu savlet-i
rûhiyesine camiin duvarları mukavemet edemedi, adeta yıkılacaktı! O zaman
mimar, kubbeleri hafifletmeği aklına bile getirmedi, bu muazzam nısf küreleri
taşıtmak için içeriden demir payandalar vurdu. İçerisine koyduğu dört taş
rükûnla mahv ve fenaya karşı isyan eylediğini anlattı. Mehmet Ağa bir yandan
böyle muazzam ve müebbet bir mabet vücuda getirirken bir yandan da bu mabedi
şanlı müzeyyen bir saray haline sokmayı düşünüyor, hep bu gaye-i hayal peşinde,
içerisini mavi çiniler, dışarısını boylu boslu, müzeyyen kapılar, balkonlarla
tezyin eyliyordu.
Camiin
dışarısına öyle bir avlu, bu avlunun içerisine öyle bir şadırvan hediye etmişti
ki burası bir mabet avlusundan ziyade bir saray medhaline benziyordu. Büyük
mimar bu sefahatle de kanaat eylemedi. Bu sarayı koca bir bahçe ile bahçeyi
gölgeli ağaçlarla tezyin eyledi. Mehmet bunu sırf bir sanat aşkıyla yapıyor,
fakat hakikat-i halde üç yüz sene evvelki Osmanlı ruhunun ihtiyaçlarına hizmet
ediyordu: Kendi kendine müstesna, şahsî bir mabet icat eyledim, diye gururlanan
büyük sanatkâr, hakikat-i halde yeniçeri kazanının önünde eğiliyordu! Çünkü o
zaman mabet namına saray, avlu, şadırvan, bahçe isteyen kuvvetli, dünyaperest
bir millet vardı. Bu millet avlusuz, bahçesiz, ışıksız mabetleri mimarının
başına yıkacak kadar kuvvetliydi. Evlerinin bahçesinde toprak, çiçek, ağaç,
gölge muhabbetini doyuramayan koca kavuklu Türkler, bu muazzam mabedin geniş
bahçesinde, ağaçların altında nefes alır, birbirleriyle görüşürlerdi. O
asır-dîde ağaçların dili olsaydı bize üç yüz sene evvel gölgelerine sığınan
kavukluların esrarengiz muhaverelerinden, parçalar naklederlerdi. Acaba bugün
yine öyle kuvvetli, hırslı bir millet var mı?.. Kim bilir! Fakat herhalde bugün
belki bir asırlık mahrumiyetten sonra bu millette yine bahçe, tabiat, çiçek,
ağaç, mesafe ve yeşillik duygusu uyanıyor, bu millet dünkü geniş bahçelerini,
bostanlarını telafi için bugün parklar, umumi bahçeler yapıyor. Fakat bugünün
parkları, bahçeleri dünün bahçeleri, bostanları kadar mesut değil, çünkü bugün
onları istihkâr edebilecek, “Bize park, bahçe lazım değil!” diyecek kafalar pek
çok! Fakat kim ne derse desin, bu bahçeler, bu milletin yaşamak, hem de millet
yaşamak kabiliyetinin en büyük delilidir. Çünkü parklarla bu memlekete giren
toprak, çiçek, ağaç değil, sıhhat, hayat, kalp, ruh, terbiyedir.
Hiçbir
mektep, bir memleket için parkların, bahçelerin yapacağı hayırlı tesirleri
yapamaz. Bizim gibi bahçesiz, havasız, ağaçsız, çiçeksiz çöllerde yaşayan
milletler, mekteplerinin, medreselerinin çokluğuna rağmen yine düşmeğe, yine
parçalanmağa mahkûmdur. Çünkü parklar her şeyden ziyade terbiye-i hissiyye ve
içtimaiyyenin vatanıdır.
Genç,
ihtiyar, müslim, gayri müslim, teceddüdperver ve muhafazakâr... Bütün efrad-ı
millet bu parkları alkışlamaya borçludur. Çünkü parkların tesisi, pek kuvvetli
bir millet yetiştiren eski terbiyemize şanlı bir ricat teşkil eder...
Muallim
İsmail Hakkı (c.1 Nu.8 s.118-119)
Yazın
yakıcı harareti yavaş yavaş azalmaya, semanın zeval noktasından İstanbul
üzerine ateşten demetler gönderen güneşin batıya doğru yürüyüşü hızlanmaya
başladığı zaman mebzûl güneş hüzmeleri altında birkaç saatlik yanık ve çorak
bir Sahrâ-yı Kebir günü geçiren bu bahçede canlı hayat nişanelerinin belirdiği
görülür.
Artık
akşam yaklaşmış, gündüzün, tahammülü aşkın sıcaklığı yerine, latif bir serinlik
kâim olmuştur; şiddetli yaz hararetinin ağırlığı içinde, muntazam caddeleri,
yüksek ve sâye-dâr ağaçları, latif yamaçları, şakrak kuşlarıyla beraber sanki
bayılmış, ölmüş gibi duran bu yer şimdi canlanır..
Kalemlerinde,
can sıkıcı masalar başında muttarid ve yeknesak kâğıtlarla akşama kadar boğulan
kâtipler, mağazalarında heyecanlı kazanç gürültüleriyle bî-tâb düşen tâcirler,
mekteblerinde bir günün müteaddid dersleriyle dimağları yorulan şâkirdler,
akşamın yaklaşmasıyla yine her günkü güzellik ve tazeliğini kazanan; nice
padişahların menâkıb-i saltanatıyla dolu bu Sarayiçi Parkı’na şitâb ederler. Ve
artık, şimdi yüksek ve levend serviler, ötede beride Bizans ve Osmanlı
tarihinin merak- engîz ve sır-âlûd hatırâtını muhafaza eden eserleri,
Sarayburnu’na, Marmara’ya doğru uzanıp giden hıyâbânları ile burası sanki
Telemak’ın behiştî ceziresine benzer... Yavaş yavaş esmerleşen semanın sükûneti
altında, etrafa çöken durgunluğun müphem-i ebkemiyyeti içinde, yanlarında
velospitleri, ellerinde uçurtmaları, kollarında kitaplarıyla muhtelif yaşta
çocukların kumlu yollar üzerinde koşuştukları görülür.
Kanepelerin
üstünde bir günlük yorgunluklarını bu yeşil yurdun sükûnetleriyle dinlendirmek,
âsûde bir dakika-i istirahat geçirmek için gelmiş belleri bükük ihtiyarlar; kol
kola, her günün şuûn-u şebâbını birbirlerine nakleden gençler; evlerinde
bulamadıkları hava-yı istirahati buralarda arayan kadınlar Sarayiçi Parkı’nın
her akşam görünen en vefakâr müdâvimleridir. Bu, nihayet dört beş saat devam
eden bir dinlenme hayatıdır. Gecenin ilk karanlıkları yüksek servilerin
gölgelerini daha ziyade koyulaştırmaya başladığı zaman ağaçlar arasından
işitilen bir çıngırak sesi parkın kapanacağını ilan eder... O zaman,
istirahatlerini henüz bulamayan bütün bu insanlar gezintilerine doymayan
gençler, oyunlarını kâfi görmeyen çocuklar, gayrı memnun, kafile kafile büyük
kapıya şitab ederler. Bu büyük bahçenin misafirleri azala azala nihayet biter,
herkes çekilir, ve yine gündüzki yalnızlığına, kimsesizliğine kavuşan park,
ertesi günün akşam hayatına, ertesi günün cennet saatlerine hazırlanmak üzere,
artık tamamen hulûl eden gecenin zulmetlere boğulan sessizlikleri içinde medîd
uykusuna dalar.. ve bütün gece uyur...
Hüseyin
Ragıp
(c.1
Nu. 24 s.391)
Ahlâkî Musahabeler
Hasan
ile Ahmed bir köyde otururlar, rençberlikle geçinirlerdi. Kapı bir komşu
oldukları için tarlalarına birlikte giderler, akşam üstü yine birlikte avdet
ederlerdi..
Ekseriya
cuma günleri; öte beri satmak, biraz da gezip dolaşmak üzere kasabaya inerler,
dönüşte o gün gördüklerini, işittiklerini, öğrendiklerini... birbirlerine
anlatır dururlardı..
Yine
böyle bir cuma günü idi, kasabaya inmişler, işlerini güçlerini bitirmişler;
konuşa konuşa köylerine dönüyorlardı. Bunlardan Hasan; çok hasis idi. Sattığı
mallardan, kazancından, hatta o gün beş on para sadaka verdiğinden bile yana
yakıla bahs ediyor, “Yine ziyan ettik!.” diyordu. Arkadaşı, renkten renge
girerek Hasan’ı dinledi.. O; kazancından bahsettikçe Ahmed; helecanlar
geçiriyor, kıskançlığını belli etmemek için kendini zor tutabiliyordu. Nihayet
o da söze karıştı:
-Bugün
tuhaf bir şey gördüm. Çarşıda güya zenginlerden biri elli lira iâne vermiş...
Hasis
arkadaşı kendini zabt edemedi. Gözlerini hayretle açarak: “Âh... sonra?.”
Ahmet
devamla:
-Artık
etrafına toplanan toplanmış, hep onu öğüp duruyorlar; bundan ne olur? Sanki çok
para vermiş, ben daha çok verebilirim!..
Hasan
sabırsızlıkla:
-Aman, birader! Daha
ne versin.. Doğrusu onun da o kadar aklı yokmuş a...
İki
arkadaş hararetle konuşurlarken birdenbire durdular. İkisi de hayretler içinde
kalmışlardı:
Üstü
başı eski, yırtık, dilenci kıyafetli bir adam derhal gözleri önünde tebdil-i
kıyafet edivermiş.. Gür, süt gibi beyaz sakallı, melek çehreli, temiz ve
muhterem bir ihtiyar oluvermişti.
Yavaş
yavaş iki arkadaşa doğru ilerledikçe onlar; çeneleri kilitlenmiş, benizleri
sararmış muttasıl geriliyorlardı. Bereket versin bu korkunç dakikar çok
uzamadı; o meçhul ve esrarengiz ihtiyar gülümseyerek, müşfik ve mülayim bir
tavırla:
Evlatlarım!
Ben, kasabadan beri sizi takip ediyorum; bütün konuştuklarınızı işittim.
Anlıyorum ki siz ikiniz de zengin olmak istiyorsunuz, size acıdım ve sizi mesud
etmek, arzularınızı yerine getirmek için peşinizden buraya kadar geldim...
A..man!..
Fakat
acele etmeyiniz.. Sonra kaybedersiniz.. Vâkıâ ben, her arzunuzu yerine getirmeye
kâdirim; fakat bundan en ziyade, sonraya kalan istifade edecek, yani evvelce
hanginiz bir dilek dilerse sonraya kalana onun iki mislini vereceğim!..
Bu
son söz iki arkadaşın da gözlerini parlatmıştı. Biri hasisliğinden, diğeri
kıskançlığından bir türlü evvelce istemiyorlar, ikisi de susuyor, ikisi de
sonraya kalmak istiyorlardı. İhtiyarı fazla bekletmek de münasip değildi. Artık
iki arkadaş evvela rica ile başlayarak işi kavgaya kadar çıkardılar; arkadaşlık
filan her şey unutulmuştu... İkisinin de inatları o kadar kavi idi ki!. rica,
minnet.. nihayet kavga ve döğüş bile onları yola getirememişti.
Ahmet, arkadaşının
ısrarını görerek asabiyetle titredi ve dişlerini gıcırdatarak:
İkinci
defaya mı kalmak istiyorsun? Dedi. İhtiyara yaklaştı: “Ben, bir gözümün kör
olmasını istiyorum...” dedi.
Öte taraftan hasis
arkadaşının da derhal iki gözü körlenmişti.
***
Bu
hadise; Ahmed’e o kadar müdhiş bir tesir yapmıştı ki uyandığı zaman terler
içinde elleriyle gözlerini yokluyordu...
Daru’l muallimîn-i
âliye tatbikat mektebi muallimlerinden
Abdüllatif
(c.1 Nu.32 s.526-527)
Oğlum,
Sana,
evinde ne kadar oda olduğunu sorsalar tabii düşünmeden cevap verirsin,
bilmezsen “budala” derler. Bunun gibi evvela memleketinin hududu içinde ne
kadar vilayet, ne kadar sancak olduğunu öğreneceksin: Şunu iyi anlamalısın ki
bilinmeyen şey sevilmez. Arslan, sende iyi veya fena bir his bırakmaz. Çünkü
henüz görmedin. Fakat bunları Afrika’dakilere sor, sana bunlardan ya
muhabbetle, ya nefretle uzun uzun bahsedecekler.
Oğlum
biz, bizim yaşımızdakiler, bu memleketi kurtaramıyoruz, çünkü onu tanımıyoruz,
ve tanımadığımız için sevemiyoruz. Bizim içimizde vatanını can verecek kadar
seven ne kadar azdır, şarkılarımıza bakıp da memleketi fedakâr ile dolu zannetme,
biz memleketten yalnız hoşlanıyoruz, insan hoşlandığı değil, aşk ile sevdiği
şeyler uğrunda canını feda eder. Annene biri hücum etse hemen koluna
sarılırsın, o kolda kama bile olsa... Fakat komşu kadına hücum etseler pek
bıçaklı kola sarılamazsın. Çünkü birini aşk ile seversin, birinden sade
hoşlanırsın.
Ben
öyle adamlar biliyorum, ki İngiltere’nin en küçük şehirlerini bile tane tane
sayarlar, nüfuslarını bilirler, sonra “Adana vilayeti nerde?” desen
parmaklarını Karadeniz sahiline doğru uzatırlar. Bir Fransıza karşı Almanya’yı,
bir Almana karşı Fransa’yı müdafaa ederler. Dikkat edersen görürsün ki bu iki
adamdan biri Almanca bilir, Almanya coğrafyasını, tarihini bilir. Diğeri
Fransızca bilir, Fransa coğrafyasını, tarihini bilir. Onun için biri Fransa’yı,
biri Almanya’yı müdafaa eder, kendi memleketinden ziyade müdafaa eder. Türklere
karşı taarruz eden bir ecnebi karşısında bulunsa yanındakine dönüp “Hakikat,
böyleyiz” der. Biz ecnebilerin hakkımızda söylediği acı acı küfürleri darb-ı
mesel diye kullanırız. Çünkü biz mekteplerimizde tarih okumadık, coğrafya
hocamız cahildi, hiçbir şey anlamıyordu. Ecnebi memleketlerine gidenler ise o
milletlerin coğrafyasını gördüler, tarihini iyi okudular. Ve hepsi kendi evinin
kaç odası olduğunu bilmediği halde komşu evlerinin pencerelerini bile sayan
birer budala insana döndüler. Birer vatansız, milletsiz oldular; halbuki kurt
bile yattığı dağı sever; yabani atı altın ahıra koysan, kapıyı açık bulur
bulmaz hemen dağlara, ormanlara yani kendi vatanına koşar. Ben öyle adamlar
gördüm, ki “İstanbul’u İngilizler alsa daha çok rahat ederiz” diyordu. Anladın
ya niçin Rumeli’yi verdik. Çünkü Rumeli’yi sevmedik, “Hepsi Allah’ın yeri değil
mi? Bize Anadolu yeter” dedik.
Demek
her şeyden evvel coğrafyanı, tarihini okuyacaksın; coğrafyanı, tarihini
bileceksin.
Sana
soruyorum: İstanbul’u niçin seviyorsun? Buna bütün cahillerin dediği gibi
“Çünkü İstanbul dünyanın en güzel yerlerinden biridir” diye mi cevap
vereceksin? Bu sözü söyleyenler taşı, toprağı, denizi daha güzel bir şehir olsa
onu İstanbul’dan ziyade sevmek icap edecek. Sen İstanbul’u seviyorsun, çünkü
orada doğdun, alnını yükselten Fatih onun etrafında muharebe etti, sen Türk’sün
ve Türk’üm dediğin vakit göğsünü kabartan iftiharlı duygulardan birini de
İstanbul’u feth edenlerin Türk olmasında buluyorsun. Eğer İstanbul’un nasıl
feth olunduğunu bilmezsen, bu kaleler önünde kaç bin Türk’ün can verdiğini
öğrenmezsen onu layıkıyla sevemezsin. İnsana vatanı sevdiren vatanın tarihi,
mazisidir.
Daha
izah edeyim: Bir arkadaşı hemen bir dakikada sevebilir misin? Hayır; ya ne
yaparsın? Evvela konuşursun, her gün yeni bir huyunu beğenirsin, her gün biraz
daha ısınırsın, bir gün gelir ki onu bütün kalbinle seversin. Çünkü sana
“Arkadaşın yalancıdır” deseler, “Hayır ben onunla çok vakittir görüşüyorum, hiç
yalan söylemedi” cevabını verirsin. “Korkaktır” deseler “Filan gün cesaretini
gösterdi” dersin. Vatanın da tarihini bilirsen onu böyle seveceksin, “Sana
Türkler korkaraktan” deyince Asya’da Avrupa’da, Afrika’da kıtalar feth eden
Türklerin korkak olmayacağını söyleyeceksin; “Türkler medeni değildir”
diyenlere “İşte camilerimiz, işte şairlerimiz, işte âlimlerimiz....” dersin.
Eğer tarihini bilmezsen cevap veremezsin, bir gün gelir ki Türklerin korkak,
barbar, cahil olduğuna sen de inanırsın; ve inandıkça onlardan uzaklaşırsın;
ırkına, vatanına yabancı kalırsın.
Bâkî, her şeyden evvel tarihini, coğrafyanı bil,
oğlum.
Munis Nejad
(c.1 Nu.26 s.419)
Sabanımızı Niçin Değiştirmiyoruz?
Oğlum
Cahit artık on beş yaşının verdiği ciddiyetle menafi-i hayatiyemizi düşünüyor,
milletler arasında hâiz olduğumuz mevkii anlamak istiyor, geri kalışımızdan
endişe-nâk oluyor. Müteselli olduğu bir cihet varsa o da memalikimizin vüsati,
arazimizin -ihtimal biraz mübalağa-kârane- rivayet olunan feyz ve bereketidir.
Fakat bunda da terakkiye teşne, refah ve saadete âşık, i’tilâya müncezib genç
ruhu tamamıyla mutmain görünmüyor; ders kitaplarında gördüğü ziraat aletleri, o
mükemmel makineler, fennin o havârik-i tatbikiyesi merakını tahrik ediyor,
bunların bizim de memleketimizin her tarafında kullanılıp kullanılmadığını
soruyor, her cevab-ı menfi kalbine zehirli bir ok gibi tesir ediyor.
Geçen
gün yine hararetli hararetli “Fakat biz sabanımızı niçin değiştirmiyoruz?” diye
sual ediyor ve bunun, cüzi bir himmetle mümkün olacağını farz ederek “Her
vilayet senede beş yüz saban da mı mübayaa edemez?” gibi masumâne mülahazalar
beyânından bile kendini alamıyordu. Bunun bir mübâyaa meselesi olmadığını,
belki bir medeniyet-i umumiye tezahürü olduğunu söylediğim zaman gözlerini hem
anlamak isteyen, hem de henüz inanmayan bir tavır ile açarak daha ziyade izahat
vermeme muntazıran “Nasıl?” dedi.
Trablusgarp’da
iken, bir gün belediye dairesinde pas içinde gördüğüm en yeni en mükemmel
numunelerinden yirmi kadar Avrupa sabanını tahattur ederek vekayii kendisine
naklettim: o zaman oranın belediye mühendisinden bu sabanların ne için böyle
paslandırılıp ahaliye tevzî edilmediğini sormuştum; mühendis de:
Ahali
bu sabanları kullanamıyor, azizim, demişti. Bir kere vilayetin hayvanat-ı
bakariyesi bu iri demir sabanları çekecek boy ve kuvette, değildir. İri öküzü
olanlar da nihayet iki üç ay, bir mevsim kullanabiliyor; sonra bir yerinde
şayan-ı tamir bir şey oluyor ve tamir edecek demirci ustası bulunmadığından
alet muattal olup kalıyor!
Ondan
itibaren benim de zihnimi bu sabah tebdili meselesi işgalden hâlî kalmamıştır,
ve her ne zaman bir vilayet veya liva tarafından mükemmel âlat-ı ziraiyye
sipariş edildiğini gazetelerde görsem gözümün önüne o Trablusgarp belediye
dairesinde gördüğüm paslı sabanlar gelir, mühendisin verdiği basit izâhâtı
hatırlarım...
“Evet,
oğlum, iyi anla: Bir millet kendisi imal ve tamir edebildiği âlât-ı
kullanabilir. Başka milletlerin kendi memleketleri için, imal ettikleri âlâtı
satın alarak füyûz-u medeniyeden müstefid olmaya rabt-ı kalp etmek tıpkı âriyet
elbise ile ziyafete gitmeye benzer. Sabanı mübayaa etmeden, bozulduğu zaman
nasıl tamir edileceğini düşünmek lazımdır. Âdi sabanı köylünün kendisi âdi
bahçe bıçağı veya keserle tamir edebilir; çeliğinin suyunu yeniletmek ağzını,
biletmek gibi ameliyatta seyyar kıptî ustaların çergesinde görülebilir. Fakat
cesim demirhanelerden çıkan mükemmel sabanların tamiri yine cesim
demirhanelerde vâkıf-ı erbâb-ı sanat tarafından icra olunabilir.”
Oğlum
izâhâtımı lüzumundan fazla anlamıştır. İstediği süratle vatanın her köşesini
mamur ve refîh görememekten mütevellid bir hararetle: “Peki, biz niye
demirhaneler açmıyoruz?” dedi.
Cevap
verdim: “Ne için demirhaneler açmadığımızı bilmem, fakat herhalde, memleketin her
tarafında demirhaneler açılmadan, demir çelik köylerime kadar hulûl etmeden,
senin gibi gençlerin kolları çekiç sallamadan ateş karşısında yanmadan
sabanımızı bile değiştirmenin mümkün olmadığını bilirim.”
Bunun,
üzerine, oğlum da, ben de sâkit, mebhût kaldık. O, ihtimal hemen kollarını
sığayıp saylayacak çekiç genç arıyordu, ben de nesl-i hâzır-ı şebabı,
demirhanelere sevk edecek erbâb-ı vatanın nihayet zuhûr edeceğini
düşünüyordum..
Ahmet
Cevat (c.1 Nu.33 s.533)
Çocuklar
bu baharda geldi geçiyor. Acaba siz onu layık olduğu derecede tarâvetten,
sıhhatten, hayattan mensuc olarak getirdiği hediyelerden hissenizi aldınız mı?
Zannetmem...
Eminim ki bu defa da siz ondan pek az istifade ederek elinizden kaçırıyorsunuz.
O sizi aylarca mûnis koynunda barındırıp kışın bünyenizde icra ettiği tahribatı
tamir etmek ve kanınızı yeşil kimya-hânesinde istihsal ettiği taze cevherli
nesîmiyle tasfiye eylemek ister. Halbuki siz ondan kaçar veya pek az temas
edersiniz. Bütün bahar mevsiminde tabiata on beş - yirmi günde bir temas etmek,
nurlu güzelliklerini tozlu camlar ardından seyreylemek hiçbir vkitte kâfi
değildir.
Mektep
vakitlerinden mâadâ zamanınız tabiatın yeşil, mavi ağuşunda, serin koruların
sedef kumlu sahillerin tozsuz, mikropsuz, ceyyid havasını bol bol emmekle
geçmelidir.
İnsanlar
tabiattan uzaklaştıkları nisbette sıhhatlerinden de kaybetmişlerdir. Mükellef
salonların, yaldızlı avizelerinden süzülen ziyalar altında gittikçe asabîleşen
yavrular! Sizi tabiatın feyizli sinesine iade etmelidir. İstikbâli ihya edecek
medeniyet nurları, ancak akşam güneşlerinin tesirat-ı mu’tedile-i kimyeviyesi
altında saf dağ veya deniz havası teneffüs ederek yetişecek ipek başlardan
beklenebilir.
Kelebekleri
bile incitmeyen saf havalarda rutubetsiz gecelerin bir kısmını da açıkta
geçirebilirsiniz. Bu sayede idadî sınıflarında siyah tahtalar üzerinde bin
zahmetle öğrenilmeye çalışılan burçlar, yıldızlarla kolayca kesb-i istînas
edilir.
Fezanın
ısrarlı, derin karanlıkları arasında büyük varlığın nukât-ı meş’aresi hükmünde
dizilmiş duran yıldızlar zekî gözlerinize güzel bir isti’dâd-ı tetebbu verir.
Mavi,
sarı, kırmızı pırlanta gibi parlayan sevabetten, kehkeşanlardan mürekkep
manzûme-i kudreti her zaman görmeyen ve sema-yı mükevkebin lahûtî güzelliğini
duya duya temâşâ etmeyen ruhlar yükselemez.
Fikr-i
beşerî kanûn-ı ahâdiyete doğru cezb edip götürecek vasıtalar o nurlu izlerdir.
Bazen sabah uykularını da feda edip kitâb-ı tabiatın jaledâr, mahmûr evrakını
ve bu sihirle uyanan denizlerin ilk pembe emvâcını temâşâ etmeye de gayret
ediniz. Sizde hiss-i bedii uyandıracak hakikati üryan güzelliğiyle gösterecek
feyyaz-ı menâzırdır.
Velhasıl
tabiattan uzaklaşanlar daima aldanmışlardır. Onun ceyyid derslerinde kuvvet ve
hayat vardır, onun her varakında, her bir avuç toprağında bir fen bir hikmet
mündemictir. Fikri ulûhiyete doğru yükseltecek bütün ma’lûmat onun her zaman
herkese açık sehaifinde menkûştur.
Abdülfeyyaz
Tevfik
( c.1. Nu1. s.6-7)
Sizin
kadar beni de düşündüren bir mesele var: “ulûm ve maârif’ diyeceksiniz... Fakat
hayır dayaktan bahsetmek istiyorum. Bu “cennetten çıkma (!)”nın tarihini siz ne
kadar bilirsiniz bilmem. Fakat benim bildiğim bugün bile hatırladığım pek iyi
bir şey varsa o da küçükken yediğim dayaklardır..! Benim yediğim dayaklar belki
herkesi o derece alakadar etmez. Fakat dayak bahsinde herkesi, hele
tarihçileri, lisancıları alakadar edecek bir şey var ki o da: “Dayak cennetten
çıkma !”nın manasıdır. Bu sözden anlaşılan iki şey olabilir. Biri: “Cennetten
çıkan dayaktır, başka şey değil”, diğeri de: “Dayak cennetten çıkmıştır, başka
yerden değil.” Fakat benim anlayamadığım ve çok kere arkadaşlarıma sorduğum bir
şey var: Dayak cennetten çıkmış ama ne kıyafetle çıkmış ve nasıl çıkmış?.. İşte
bir nokta ki karanlıkça, tenvire muhtaç! Cennetten çıkıyor, ama ne sebepten?
Buna türlü mana verenler var, bazıları: “Cennetten mezundur.” diyorlar,
bazıları da “Cennetten kovulmadır.” diyorlar!.. Bunu mantıkla halletmek biraz
güç olacak. Eğer cennetten çıkma başka şeyler olsaydı mukayese edilebilirdi. En
doğrusu bu cennet meyvesini yiyip de duyanlara sormaktır. Bakalım dayağın
lezzeti hangisini hatırlatıyor: cenneti mi cehennemi mi?!.
Her
neyse bu menşee meselesini bir tarafa bırakalım da sizinle biraz da vekayı’
üzerinde düşünelim olmaz mı? Bizim bir kapı yoldaşı var, mekteplerde hocalık
eder. Bakınız geçen gün bir mecliste otururken bize ne anlattı:
Evvelsi
gün mektebe gitmiştim. Bir iş için müdürün yanına girmek lazım geldi, odasına
doğru ilerlemiştim ki içerden bir gürültü işitir gibi oldum, evvela kahkahaya
benzettim. Sonra dikkat ettim. Ne dersiniz, içerde dayak atıyorlar! Şöyle bir
kapıyı aralık ettim. Baktım ki; müdür, muallim, mubassır; beş altı kişi birini
yere yatırmışlar, çala sopa ediyorlar, vay hainler vay!.. Fakat yerde tepinen
çocuğu bir türlü tanıyamadım, içeri girmeye de cesaret edemedim; geri döndüm.
Sonra bir aralık yine gittim. Müdürün kapısının önünde bir efendi duruyordu.
Fakat tuhaf! Bu efendi zıplar gibi bir şeyler yapıyor. Beni görünce birden
durup dikildi, vaziyet aldı, askerce bir selam verdi. Fakat yüzünde hep elem
çizgileri görünüyordu; anladım ki dayak yiyen çocuk budur. Zavallı bana
teessürünü belli etmemek için cebr-i nefs ediyordu. Zavallı çocuk!.. İnanır
mısın bu, benim nazarımda sınıfın en iyisidir. Fakat biraz canlıca,
serbestçe... Dayağın sebebini sormağa lüzum yok değil mi?
Ben
bu vak’ayı öğrenince menşei ne olursa olsun dayak yiyen çocuğa acıdım. Derken
orada vak’ayı dinleyen arkadaşlardan biri:
-
Fakat
siz ne kadar müteessir olursanız olunuz, ben nesl-i hâzırın dayak yemesi
taraftarıyım! Demesin mi! Hep bir ağızdan:
-Oh!
Oh! Diye bağırmaya başladık.
-
Fakat
acele etmeyiniz. Bakın ben söyleyeyim de öyle. Siz dayağın aleyhindesiniz, pek
güzel, fakat aleyhdâr olduğunuz bu dayağı nasıl kaldıracaksınız; milleti
düşündürerek, dayağın fena olduğunu anlatarak değil mi? Halbuki millet
düşünmeye yeni başladı. Mesela biz. Zaman-ı istibdatta dayak yerken düşünür
müydük, yok! Fakat bugünkü çocuklar az çok düşünebiliyorlar. Çünkü bugünküler
bizden çok serbest kalıyorlar. İşte bunlar hem düşünür hem dayak yerlerse daha
iyi düşünür ve düşündükçe dayağın aleyhdârı olurlar? Bu suretle dayağın
terbiyemizden çıkması da kolaylaşır. Yoksa daha çok zaman dayak, bu memlekette
yaşayabilir. Biz arkadaşın nüktesini anladık:
-
Öyleyse
biraz daha dövelim, yaşasın dayak! diye bağırdık.
Odada
bizim eski mahalle mektebi hocalarından birisi bulunuyordu. Kulağı da biraz
ağır işitiyor. Bizim “yaşasın dayak” diye bağrıştığımızı işitince gözleri
açıldı, latife ettiğimizi anladı, kendisinden şüphe edilmesin için dedi ki:
İşte
ben, tam istediğiniz muallim olurum, “Dayak atma, çocukları serbest bırak!”
diyeceksiniz değil mi? Bunu ben herkesten iyi yaparım. Çocukları öyle bir
mülayim tutarım ki şaşarsınız. Açınız yeni bir mektep de bakalım yapabiliyor
muyum yapamıyor muyum, görürsünüz. Söz söyleyen arkadaşım gözlerini bir iki
defa çevirdikten sonra hoca efendiye hitaben bağırarak dedi ki:
Fakat
hoca efendi, farzediniz ki, bu serbest bıraktığınız çocuklar çığlığı bastılar,
zıp zıp sıçradılar, mektebi bir düğün evine çevirdiler, her yeri alt üst etmeye
başladılar...O zaman ne yapacaksınız? Hoca efendi şaşırdı, yüzünü gözünü
buruşturdu. Dişlerini sıkarak, ellerini kollarını sallayarak:
Bak
o zaman dayanılmaz, basarım sopayı.. dedi.
Talebe Defteri
(c.1 Nu.2 s.17-18)
Talebe Yurdu Münasebetiyle
(Umum
Taşralı Talebeye)
İlim
ve sanat peşinde uzak yerlerden İstanbul’a kadar koşup gelen yavrular! İçinde
yeni yaşamaya alışacağınız bu muhitte, sizin saf yurtlarınızın, ana ocaklarınızın,
hâr, mûnis hevâ-yı samimiyetini hiç bulamazsınız. O sakin, tehlikesiz hayatı
buralarda nâfile aramayınız.
Altınla
vicdanın, menfaatle ahlakın, maddiyatla maneviyatın, hepsinden doğrusu, garp
ile şarkın daimi boğuştuğu bu şehirde müşterek bir reng-i maîşet, esasî bir
tarz-ı hayat bulmak mümkün değildir.
Burada
yaşayanlara daima gözünü açmak, bütün tebessümleri menfaatle mağşûş ,
iltifatları riya ile meşbû’ farz etmek daha muvâfık ihtiyat olur.
Hele
tüller, kadifeler altında gizlenmek, yaldızlar, parlak ziyalar içinde süslenmek
istenen “levsiyyât”tan daima uzak durunuz. Zira bunların yumuşak cazip elyafı
arasında nice zehirli mikroplar gizlenmiştir. O mikroplar ki sizi okşaya okşaya
zehirler. Pûlâd beniyyelerinizi kemirdiği gibi bütün maneviyat ve
ahlakiyâtınızı da tahrîp eder.
Aman
evlatlar tekrar ediyorum. İpekler altında kaynaşan, dalgalanan o hâr, muğfil,
zehirli kuvvetlere olanca kudretinizle mukavemet etmeye çalışınız. Zira sizden
evvel o girdab-ı hevesâta kapılanların, aldananların uğradıkları zararlar,
belalar yalnız kendi nefislerine münhasır kalmadı. Koca Anadolu’yu bir yangın
bir âfet gibi sardı. Zavallı yurttaşlarınızın temiz damarları müstekreh,
müteaffin gazviyât ile doldu. Beyoğlu’nun fuhşiyat çirkâblarından sıçrayan o
veremli, firengili pis kanların üzerimizde icra eylediği tahribât o kadar büyük
o derecede mühliktir ki onun yanında bu son Balkan Harbi’nin açtığı yaralar
hükümsüz kalır.
Vücudunuza hücum eden gazviyât-ı muzırradan başka
doğrudan doğruya ruhunuza, mukaddesat-ı ahlakiyenize musallat bir bela daha
vardır.. (........................... ) evet, o
bela, o âfet sizi her
gün geçeceğiniz yollarda, barınacağınız otellerde, hanlarda arkanızdan bir zıll
melanet gibi takip eder. O menhûs gölgelerden ölüm kadar korkunuz, o siyah
cepheli alçak gürûh, mübeccel, milli mirasınız olan iffetinizi kirli
tırnaklarıyla parçalamak isterler.Bu melun maksatlarına ermek için bazen
yüzünüze güler, sahte alicenaplıklar, muğfil sohbetler gösterirler. .Bazen de
tehdit ve tahfife müracaat ederek zayıf noktalarınızı araştırırlar.
Milleti
en can alacak yerinden vurmaktan ictinab etmeyen, alnı kirli, mazisi karanlık,
efrâdın adedini çoğaltmaya sebep olmaktan haya etmeyen, titremeyen bu gürûh-u
rezileye hele hiç kapılmayınız. Onlardan kaçınız daima uzak kaçınız.
Vaktiyle
size bu nasihatı verip de ‘Nereye kaçalım? Nereye iltica edelim.?’ yollu bir
suale maruz olsa idim, hakikaten bir müşkül mevkide kalacak idim. Fakat bugün
elhamdülillah göğsümü kabartarak verebileceğim pek makul bir cevabım var:
(Talebe Yurdu’na...)
Pek
yakın bir zamanda meydana getirilecek olan bu yurt, sizin üzerinize bir cenâh-ı
şefkat gibi açılacaktır. Orada idareli bir maişet, sıhhî bir mesken, bâhusus
ahlakî bir sâye bulacaksınız. Artık gayr-ı sıhhî hanlardan, meşkûk otellerden,
meş’um kahvehanelerden kurtulacaksınız.
Bu
mübeccel tasavvurun bir an evvel meydana getirilmesi millî intibâhımızın en
bahir bir nişânesi olacaktır.
Temenni
edelim ki bu müessese-i mühimme memleketimizin ihtiyâcatıyla mütenasip umum
bîkes talebenin barınmasına müsait bir mükemmeliyette meydana getirilsin,
derûnunda müteaddid kütüphaneler, kıraathaneler. bulunsun ve bâhusus hüsn-i
idare ve inzibatı fatîn ve halûk ellere tevdî edilmiş olsun.
Eğer
böyle olacak olursa hakikaten bu mübeccel yurt memleketimizin gençliğine
unutulmaz hizmetler îfa eder. Pak ve nezih zillinde koca bir milletin
istikbalini, gençliğini koruyan, himaye eden melceler nice en muhteşem
âbidelerden daha mükerremdir. Böyle bir tek insanî, ahlakî müesseseye bin
ehrâm-ı zafer feda olsun.
Abdülfeyaz
Tevfik
(c.1
Nu.11 s.161-162)
Hanımlar Sahifesi
(Gelecek
sayıda Şükûfe Nihal Midhat Hanımefedi’nin bir mensûreleri bulunacaktır.)
-Fatma
Aliye Hanımefendi’ye:-
Osmanlılar,
kadınları en fedakâr, en çalışkan akvâm meyanında sayılmaya bihakkın layıktır..
Millî hayatımızı istedikleri kadar eski zamanlara doğru, raculî bir nazarla
tetebbu edenler, cehlin, taassubun şiddetle hakim olduğu zamanlarda bile
Osmanlı kadınlarını vazifesi başında bulur. Ecdadımızı, Tuna yalılarında, Rus
hududlarında, Yemek çöllerinde.. devletin varlığı, milletin şerefi, namus
uğrunda bezl-i hayat ederken, necib, vefakâr hem-râzları ailenin bütün
ihtiyâcâtını zayıf omuzlarına yüklenir; şehid ocaklarını sönmekten, yetimlerini
sefalete düşmekten vikâye etmek gibi hakkı ödenemez, şükrü ifa olunamaz,
hizmetlerde bulunurlardı; mülkümüzün neresinde olsa kadın eli değmemiş sapan
işlemez, anaların, hemşirelerin cebîn-i pâkinden damlayan terlerle sulanmayan
tarlalar yeşillenmez...
Kadınlarımızın
mezâyâsı yalnız çalışkanlıktan, sabır ve tahammülden ibaret değildir; zeka
inkişafına fıtrî istidadları da pek ziyadedir; hârice hiçbir şey aksettirmeyen
Osmanlı evlerinde, o derin gölgeli sakflar altında ne nezih vicdanlar.. sa’ye,
ilme, azimle müteveccih kabiliyetler yaşamıştır.
İşte
bu, fahr ile, minnetle yâda layık kudretler, istidatlar.. intişâra müsâid bir
zemin bulunca, bütün feyzini ortaya dökecekti; evet öyle de oldu, taassup
baykuşunun siyah kanatları kırılınca âtilere devr edilecek, rüşeym-i irfanın
mesuliyet-i neşvü nemâlarını yüklenecek olan kızlarımız, vazifelerinin
ciddiyetini pek güzel takdir ettiler; bu hiss-i intibâh ümidin o derece
fevkinde bir süratle inkişâfa mazhar oldu ki, birçok zamandan beri,
müfettişlik, mümeyyizlik, şimdi de muallimlik gibi fırsatlarla temas ettiğim,
bu âlemde gördüğüm şevk-i tahsil tecrübe itimadlarıma rağmen beni bile hayrete
düşürdü!. Bil-münâsebe29 “İnkâr Edilemez Bir Hak” ünvanlı makale ile bu hayret
ve şükrânımı efkâr-ı umumiye arz etmiş idim; artık her geçen zaman bu
kanaatlerin serab değil, şayan-ı hürmet bir hakikat olduğunu isbat ediyor; zira
adi bir heves, nümayiş-kâr bir arzu ile yapılan şeyler, kış mevsiminde güzel
havalara aldanıp da açılan çiçeklere benzer, semere vermek şöyle dursun,
temaşalarına bile vakit bulunamadan solup giderler.
Osmanlı
kadınlarında görülen son ilmî intibah böyle solacak, dökülecek nev’den olsa
idi, mekteblerimizin ilk senelerinde başlayan sevimli, ruh-nüvâz cıvıltılar
susar, nur ile, irfan ile her gün biraz daha istinâs eden hassas, nerîm
dimağlar faaliyetten kalır.. fıtrî inceliklerle göz nurlarının imtizacından
meydana gelen huyût ile işlenmiş tüller, ipekli kumaşlar çoktan birer köşeye
atılırdı; elhamdülillah böyle olmadı. O, yavru cıvıtılar yavaş yavaş büyüdü;
birer aheng-i ciddiyet aldı; hayali hakikatten pek güzel tefrik eden zamanın
sademâtına mukâvemet etti.
Şimdi
bu büyük, ictimaî emelimizin husûlünü tes’îd etmek isteyenler, daru’l fünûnlara
kadar yükselen, fennin en koyu, en derin, nurlarına azimle infaz-ı fikr ve
nazar etmeye muvaffak olan kızlarımızı, pek layık oldukları takdir-kâr bir
hürmetle alkışlayabilirler!..
İnâs
daru’l fünûnu müderrislerinden, Mercan Sultanîsi müdîri:
29 16
Temmuz 1330 tarihli Tanın gazetesi.
Muhterem Maarif Nâzırı
Beyefendi’ye Açık Mektup
Nâzır
Beyefendi,
Sizden
evvel bu mevkiye gelip giden zevâta bu sahifelerde hayli yazılar yazmış,
makamlarında hayli sözler dinletmiştim. Fakat bugüne kadar hiçbir va'adin
husûlünü görmedim. Çünkü talebim, nefsime değil, bütün vatan evladına aitti. Ve
bizde, umumi menfaatlerin, şahsi kanaatlere feda edilmesi bir adetti...
Selefleriniz,
hakkımı tamamiyle teslim etmişlerdi. Hatta şifâhen ve tahriren, yanlışlığın
ıslah edileceğine dair teminat da vermişlerdi. Mes'ele taliye ve iptidaiyye
idarelerinin hatalarını tashih etmelerine vâbesteydi. Bu suretle talebe
mağduriyetten, mektepler perişanlıktan kurtulacaktı. Fakat bu idareler sahih
tabiriyle bir hareket-i mezbûhane bile göstermediler. Halep orada ise arşın
burada!..
Ben
artık muğfil vaatlerden, “inşallah” politikasından bir şey anlamıyorum. Bu
memlekette yarına kalan herşeyin artık unutulacağına kaniyim.
Bugün görüyor ve anlıyorum ki sultanilerde
iptidâilerde gayesiz, mefkûresiz ve tam manasıyla bir tarhana çorbası halindedir.
Esasen bunu herkesten iyi sizin de bildiğinize eminim. Nazır olduğunuz
için kanaatiniz elbette değişmemiştir.
Mamaafih şüpheniz varsa lütfen
geziniz, görünüz, o zaman daha iyi hak
vereceksiniz.
Bugün
maarifin başında “siz” varsınız. Fakat sizin bulunmanız benim meddahlık yapmamı
icap etmez, zira, size ait olmasa bile, meydanda ve göze batan öyle fahiş
hatalar var ki!... Ben, seleflerinizin icrasına emir verdikleri yüzlerce işin
hala yüz üstü durduğunu gördükçe, sizin de yalnız emir vermenizi beklemiyorum.
Haksızlığın izale edildiğini gözlerimle görmek istiyorum ve ancak o zaman bir
şey yapıldığına inanacağım. “bugüne kadar ne yapılmadı?” diyenlere, “ne
yapıldı?” sualini sormaktan başka cevabım yoktur. Arz ettiğim gibi ümidim
sizdedir. Siz de bu mesâili hasır altı etmelerine meydan verirseniz o zaman,
talebe defterine de Çocuk Dünyası'na da, Maarif Mekteplerinin hocalığına da
elveda... ve maarifin kapısına büyük bir “el-fatiha”!...
Ben,
kendi hesabıma, maarifin ıslahı namına bilhassa şunların acilen yapılmasını
bekliyorum:
1-
Altı
sene iptidai mekteplerinde okuyan her talebe bu mektepleri ikmâl edince,
tedrisat-ı tâliye programının sakâmeti yüzünden Sultanilerin altıncı sınıfına
alınıyor; halbuki sultani iptidâilerinde beş sene okuyan talebe de bu hakka malik
oluyor. Numune ve iptidaii mezunlarının böyle birer sene kaybetmeleri sarih bir
haksızlıktır. Altıncı sınıfın içinden çıkılmaz ve her sene birçok talebenin
sınıfta kalmasına sebebiyet veren programı ıslâh edilerek iptidai mezunları
doğruca yedinci sınıfa alınmalıdır.
2-
İptidai
mektepleri ve Sultaniler ecnebi lisanı tedris edilip edilmemek cihetinden oniki
nev'e ayrılmıştır!!! bu, dünyanın hiçbir tarafında görülmemiş bir garibedir. Ya
bütün iptidâilerde ecnebi lisanı olmalı, yahut hepsinden kalkmalıdır. Bu yüzden
bilfarz semtini değiştiren bir talebe mektepten mahrum kalmakta, iptidâiyi
bitirenler de istediği sultaniye girememektedirler. Tedriste vahdet lazımdır.
3-
Leylî
zükûr sultanilerin hepsinde ecnebi lisanı birinci sınıftan başlar. Binaen-aleyh
buraya ne taşra sultanilerinden gelen, ne İstanbul'un diğer mekteplerinde
okuyan talebe giremez. Bu da azim bir hata, fahiş bir mantıksızlıktır.
İşte
Nazır Beyefendi, sizden evvelki nazırların başlarını ağrıttığım dokuz
mes'elenin üç tanesi... Diğerlerinden de ayrıca bahsetmek üzere şimdi, bugünün
en mühim derdini arz edeceğim:
Dört
seneden beri analarının kucağından alınan yavrular gibi, mekteplerinden
çekilerek talim-gahlardaki haşin ellere, cephelerdeki bârid siperlere
sevkedilen on beş - on altı yaşlarındaki ihtiyat zabit namzetleri bugün yavaş
yavaş terhis edilmekte ve artık mekteplerine kavuşmaktadırlar. Bu zavallı
madurlar için neler düşünüldüğünü, neler yapıldığını bilemem. Yalnız elinizden
geleni yapmakta teahhur etmeyeceğinizden emin olduğum için ben de hatırladığım
birkaç tedbiri söyleyeceğim.
Mes'ele,
hayatının, birden dört seneye kadar, mühim zamanını mektep haricinde geçiren
talebenin bu ayrılık noksanını serian izale ve telafiden ibarettir. Şu halde:
Evvela:
Hürriyetin ilk senelerinde açılan, fakat bazı hususi maksatlara alet edildiği
cihetle azami istifade temin edilemeyerek kapatılan Darülfünun İhzari Şubesi
nevinden, ve ali mektepleri bir senede talebe yetiştirecek surette müessese
vücuda getirilmelidir: buraya yalnız, ihtiyat zabit namzetleri alınacaktır.
Saniyen:
yine, yalnız bu nev'i talebeye mahsus olmak üzere bir senede iki sınıf terfi'
edebilmeleri hakkını bahşetmek ve mümkün olursa bu gibileri ayrı bir sultaniye
toplayıp bir an evvel tahsillerinin ikmalini temin eylemek. Darülmuallimin için
de hususi bir sınıf küşadi kabildir.
İşte,
aklımızın yettiği kadar, düşündüklerimizi söyledik. İhtimal şu dakika
nezaretiniz bu fikirden çok yüksek ve kıymetli tesbitlerde bulunmuştur. Eğer
öyle ise Allah razı olsun.
Fakat
tekrar edeyim, ben sizden, yani Talebe Defteri’ne maddi ve manevi dostluk ibrâz
etmiş olan ve küçüklüğümden beri şahıslarına karşı derin bir hürmet taşımakta
bulunduğum sevgili filozofumuzdan ne proje, ne de program istiyorum,
haksızlığın izalesini, maarife muzır olan şahsi kanaatlerin ezilmesini, ve
dairenize biraz faaliyet ruhu isâlesini bekliyorum. Bi-lâsebep mektepten
mektebe tehcir edilen ve adam kayırmak için garip tecellilere mazhar olan
muallime ve muallimlerin elim ahvalinden başka bir mecmua da ayrıca bahsederek
mesullerinden mağdurlar nâmına sebep soracağım.
Bâki
hürmetler efendimiz.
Muallim
Ahmet Halit
Hamiş:
Benim
öksüz kardeşim, maarifin yolsuz programları yüzünden bugün mektepsiz kalmıştır.
Bebek'te ev bulamadığımız için koleje veremedik...Lisan mes'elesinden dolayı
leylî sultaniler altıncı sınıfa verip senelerce süründürmeye de gönlüm tahammül
etmedi...
İşte
otuz senelik bir maarif memurunun oğlu, dokuz senelik bir mektep hocasının
kardeşi böylece mektepsiz kaldı. Ben artık bu intizamsızlık ve haksızlık devam
ettikçe kardeşimi katiyen Türk mekteplerine vermeyeceğim. Şiddetle aleyhtarı
bulunduğum ecnebi mekteplerini şimdi bana dört gözle aratan maarif nezaretine
bilmem ne diyeyim?
28 Teşrîn-I Evvel
1335
M.
A. H.
(c.3. Nu.64.
s.1026-1028)
Bir
Talebe Mecmuası
Osmanlı
Gençlerine:
Son
zamanlara kadar bizde de talebenin, talebe-i Osmaniye’nin hiç olmazsa edebiyata
hevesi görülüyordu. Pek çok mekteblerin dahilî mecmualar neşrine kadar ibrâz-ı
himmet ettiğini de biliyoruz ki o mecmuaların en nefisi Galata Sultanîsi’nin
neşr ettiği “Tiraje” idi. Genç kalemler için bu gibi teşebbüsatın ne kadar
mühim bir medâr-ı teşcî’ olduğu her izahtan müstağnidir.
Hayfâ
ki son iki sene-i meş’ûme zarfında gençliğin bu canlılığı da sönmeye yüz tuttu.
Talebe-i Osmaniye, hususiyle liseler talebesi, bilmeyiz, neden artık hiçbir
hareket-i edebiye izhar edemiyorlar; denilebilir ki yazı yazmasını unutmuşlar.
İki ay mukaddem açtığımız müsabakaya iştirak edenlerin cevapları cidden pek
zavallı yazılardı. Temenni ederiz ki gençlik yeniden ehemmiyet versin, iyi düşünmeye,
iyi yazmaya başlasın, ümîd-i istikbal sayılacak eserler göstersin. Güzel yazı
demek, güzel giydirilmiş fikirler demektir. Güzel fikirler, zihinlerde mevcûd
ise, onlara sözün en nefis, en harîrî, en rengin kumaşlarından bir lisan-ı
münasip biçip dikmek o kadar güç müdür? Zannetmeyiz... Ancak, heves, himmet,
sebat ve ikdam lazımdır.
Bu
satırları bize yazdıran sebep Fransa liselerinden birinde talebe tarafından
neşr edilen bir mecmuanın sergüzeşt-i dilfirîbidir. Bu gençler, mecmualarına
[Pervane] nam-ı zarîfini intihap etmişler, ser-levhanın altına da “İstikbale
Doğru” cümlesini ilave etmişlerdir. Sade bu; [İstikbale Doğru - Pervane]
mukâreneti o genç dimağların tekmil ümitlerini, tasvirlerini, âmâlini,
tercümeye kâfi değil midir?
Bu
latif mecmua nasılsa mektebin hey’eti idaresi tarafından tasvip edilmemiş,
kapatılmak istenilmiş. Bunun üzerine, kalemlerinin nev-zâd-ı muazzezini böyle
bir mevt-i muhakkaktan kurtarmak için genç muharrirler her çareye tevessül
etmişler, bu meyanda bizzat reis-i cumhûra müracaatı düşünmüşler,
mecmualarından bir nüsha da müşarün ileyhe takdim etmişlerdir.
Vatana
gayûr bir gençlik yetiştirmeyi lise hey’et-i idaresinden pek daha iyi bilen,
ruhu şi’r ve edebe meftûn reis-i cumhûr gençlerin müracaatına, mecmualarına
kendi âsâr-ı şebâbından bir neşîde-i garrâ hediye etmekle mukabele etmiş ve bu
şâhâne iltifatıyla fezâ-yı istikbâle pervâz etmek isteyen genç kanatları mahdud
kafalı hey’etin tasallut-u tahripkârından kurtarmıştır.
Bu
hadise-i bülend karşısında biz düşündük ve Osmanlı gençliğine:
‘Ey
ümid-i vatan, yazılarınız, âsârınız nerede? İşte defterinizin sahifeleri onlara
açıktır.’ Hitabını îrâd etmekten kendimizi alamadık.
Defter
(c.1
Nu.24 s.385-386)
Gözlüklü Babanın Marifetleri
Taşı
Yumrukla Kırmak
Bir
gün gözlüklü babanın ziyaretine gittiğimiz zaman onu garip bir meşguliyet
içinde bulduk:
Bir
örsün üzerinde, birtakım taşları yumruğuyla kırıyordu. Evet yumruğuyla... O
ihtiyar adam, sağ elini bir mendil ile sarmıştı; yumruğunu kaldırarak sol
eliyle örsün üzerinde tuttuğu taşa uruyor: bir.. iki.. üç.. dört.. taş da
parçalanıyordu.
Bana
dönerek:
Küçük,
dedi. Nasıl, sen de bu taşların bir tanesini kırar mısın? Haydi göreyim seni,
benim elim yoruldu. Halbuki buna çok ihtiyacım var. Akşama kadar yüz elli kadar
taş kırmalıyım. Bundan ehemmiyetli bir büyü yapacağım.
Korka
korka örse yanaştım, mendille ben de sağ elimi bağladım, taşlardan birine
şiddetli bir darbe indirdim, fakat derhal:
Aman, diyerek elimi çektim..
Yumruğum fena halde acımıştı.
Gözlüklü baba, tebessüm ederek:
Galiba pîr çarptı! dedi. Sahih sen şerbetli değilsin
ki..
Daha ziyade tafsilat vermeye lüzum görmedi.
Küçük
dostlarım, ihtiyar gözlüklü babanın nasıl bir kuvvetle taşları kırdığını
öğrenmek ister misiniz? Bakınız bu marifette ne esasa müsteniddir:
Taşlar
“atâlet” denilen kuvvetin tesiriyle kırılıyor. Yoksa yumrukla değil. Dikkat
olunacak nokta şudur:
Sağ
el şiddetle inerken sol el tuttuğu taşı hafif kaldıracaktır. Birkaç darbe
üzerine taş sağ elin süratini iktisab eder. O süratle örse çarparak suhuletle
kırılır.
***
Bu,
gayet ehemmiyetsiz bir tecrübedir; dikkatle yapılır, taş da kolaylıkla kırılan
bir moloz olarak intihab olunursa herkes buna muvaffak olur.
Örs
bulunmazsa büyük bir taş da bu vazifeyi görebilir.
Bu
suretle taş kıranlara halk hayretle bakmaktadır. Fakat fen bunun sebebini işte
böyle suhuletle keşfeder ve hayret etmez. Esasen fen, ilim hiçbir şeye hayret
etmez; her şeyin sebebini arar ve keşfeder.
Bazen
taş kırmayı sanat ittihaz edenler bir hileye de müracaat ederler. Kıracakları
taşı evvela hazırlarlar. Bu hazırlamak da taşları ateşte kızıl dereceye kadar
ısıtmak, sonra suya sokmaktan ibarettir. Bu sayede, taş son derecede kırılır
bir hale gelir.
Çırağı
(c.1 Nu.18 s.302)
Küçük
dostlarım: Size (Hikmet-i Tabiiyye) esasına müstenid gayet sade ve yapılması
kolay bir eğlence tarif edeceğim.
Bunun
için masraf etmenize hiç de lüzum yoktur. Siyah renkte bir parça kâğıt, ufak
bir mukavva, bir cetvel tahtası, bir toplu iğne lazım. Hepsini de evinizde
bulursunuz. Şüphesiz bir çakı veya makasla bir aynanız da vardır.
Şimdi
aşağıda gördüğünüz (2) numaralı şekle bakınız. Ne görüyorsunuz? Bir daire,
etrafında sırasıyla sekiz şekil, kenarında da sekiz beyazlık var ki ortasında
birer harf yazılı. Size bu dairenin ortasındaki sekiz şekil lazımdır. Gerçi
gazeteyi oyarak da bunu çıkarmak kabildir. Fakat yazık değil mi? Daha iyisi
siyah renkli bir kâğıdı aynı şekilde oyarsınız. Oyduğunuz sekiz şekli, dairevi
bir mukavvaya resimdeki vaziyette yapıştırırsınız tabii mukavva dairenin etrafında
2 numaralı şeklin kenarında gördüğünüz (elif, be, ha, dal, sin, sad) harfleri
yazılı olan boşlukları bir makasla yahut çakı ile açmayı unutmazsınız.
Bu
iş de bitti mi dairenin ortasını iğne ile deliniz.. ve bir cetvel tahtası,
yahut değnek alarak (şekil 1) de görüldüğü gibi, bir ucundan iğne ile bu açılan
yere rabt ediniz.
Ancak
cetveli dairenin resimli tarafına değil, mukavvanın resimsiz tarafına rabt
edeceksiniz.
Şimdi
ayna karşısında sinemayı seyretmek kalıyor.. Hazırladığınız bu aleti sol
elinizle tutarak kenardaki delikleri gözünüzün hizasına getirdikten sonra sağ
elinizle daireye bir hareket mihveri vereceksiniz, yani çevireceksiniz..
Mademki her şey tamam oldu, biraz evvel açtığınız deliklerden aynaya bakınız..
Biliyor musunuz ne göreceksiniz? Bir kız
elinde bir kadeh tutuyor ve onu mütemadiyen ağzına götürüp içiyor.. Daire
döndüğü müddetçe bu ameliyat nâ- mahdut bir surette devam eder.
Büyük
sinemalar da, aynı kaideye istinad etmektedirler, bizim resmimiz o kadar
mükemmel değil.. Çünkü el ile yapılan bir resimde gösterilmek istenen hareket-i
tabiî fotoğraf makinesinin vereceği sıhhat-i kat’iyyeyi haiz olamaz.
Siz
buna benzer daha birçok şekiller yapabilirsiniz. Pek iyi muvaffak olduğunuzun
eşkâlini bize gönderirseniz deftere derc ederiz.
Oyuncakçı
Ayılar
iki nevidir. Bir nevine tüylerinin renginden dolayı boz ayı derler. Bunlar
Avrupa ve Asya’nın büyük dağlarında yaşarlar. Bir kısmına da beyaz ayı tabir
olunur. Bunlar da kutup cihetlerinde bulunur. Ve evvelkilerine nisbetle daha
büyük, daha kuvvetli ve daha tehlikelidirler. Boyları iki metreden ve
ağırlıkları 1300 kilogramdan ziyadedir.
Beyaz
ayıların vatanları olan aktar-ı kutbiyeye doğru gidenler daima bu nevahînin
şaka bilmez hâkimlerine tesadüf ederler.
Beyaz
ayılar, bu havalinin şedid soğuklarından katiyen korkmazlar ve müthiş kar
fırtınalarına kemâl-i lâkaydî ile göğüs gererler.
Bunların
binlercesi arazi-i hâliyede yaşarlar ve gayet iyi yüzdüklerinden haylice geniş
boğazları kolayca geçerler.
Beyaz
ayıların şikâr mahalleri kutup denizleridir. Bunların başlıca gıdaları
balıktır.
Beyaz
ayılar, bu avları kemal-i maharetle kolayca yakalarlar. Fakat alelekser bu
civar sükkânından olan foklara kaptırırlar.
Beyaz
ayılar pek aç kaldıkları vakit her hayvan üzerine saldırırlar. Bazen sürü ile
balina enkazına üşüşürler. Beyaz ayılar pek tehlikelidir. Üzerlerine atılan
zıpkınları bir kamış kalem gibi kırarlar. Ve kalbleriyle başlarına tesadüf
etmeyen kurşunlar, bunları daha ziyade kızdırıp kudurtmaktan başka bir tesir
hasıl etmez. Bu sebepten beyaz ayıyı avcılar hayatları pahasına avlarlar.
Beyaz ayıların diğer boz ayılar gibi kış
uykusuna yattıklarına dair sahih bir malumat yoktur. Bütün kış müddetince
bunların sâbih buzlar üzerinde görülmeleri kış uykusuna yatmadıklarına delalet
etmektedir.
Yalnız
dişileri kışın en soğuk ayında bir müddet uykuya yatmaktadır. Bunların, boz
ayıların olduğu gibi mağaraları olamayacağı tabiidir. Bunlar kar içine bir
çukur kazarak içine girip yatarlar. Vücudlarının harareti etrafındaki karları
eriterek yavaş yavaş daha derine doğru giderler. Bu esnada lâ-yenkatı’
üzerlerine kar yağar. Üzerlerinde kalan bir delikten yavaş yavaş vücudunun
hararetinden mütevellid bir duman çıkar. Eskimolar bu duman delaletiyle beyaz
ayıların yerlerini keşf ederek buraları kazar ve hayvanın üzerine çullanırlar.
Eskimolar silahsız olmalarına rağmen beyaz ayılar ile göğüs göğüse mücadele
ederler. Eskimolar, beyaz ayıların derilerinden, etlerinden ve yağlarından
istifade ederler.
Muallim
Harun er-Reşid
Duyuru, Reklam, Teşekkür
Nestle Sütü İçmek Vatana
Hıyanettir
Vatandaşlar:
Gözlerinizi açınız... Memleketimizin latif ve kokulu otlarıyla, çiçekleriyle
beslenen koyunlarımızın, ineklerimizin saf ve temiz sütleri dururken paramızı
ecnebilere vermeyelim...
Çocukların
fikirlerinin açılmasına yardım eden bu müfîde mecmua her hafta istifadeli
makaleleriyle muntazaman çıkmaktadır. Her peder oğluna, her muallim şakirdine
bu sevimli çocuk gazetesini samimiyetle tavsiye edebilir. Sekiz sahife, ayrıca
dört sahife kabıyla beraber yalnız (10) para, senelik abonesi (15) kuruştur.
Müracaat mahalli: Cağaloğlu - Şeref Sokağında (17) numaralı dairedir.
Genç
ve çalışkan muharrirler tarafından çıkarılmaya başlayan bu güzel mecmuayı
tavsiye eder, mesâî ve tekemmülde ilerlemesini temenni eyleriz.
Kadınlıkla
erkekliği ayırmayarak o sûretle çalışan bu refikimizin 6’ncı nüshası da pek
kıymetli makalelerle müzeyyen olarak çıktı. Nüshası (60) paradır.
4’üncü nüshası da
çıkmıştır. Tanesi (50) paradır. Mercii: [Kâinat Kitaphanesi]
İstediğiniz
kitapları almak için Bayezid’de Maarif Kitap-hânesi her türlü teshîlâtı irâe
ediyor. Bulunmayan kitapları buluyor. Aldatmıyor, oldukça ucuz veriyor. Taşra
sipârişlerini sür’atle gönderiyor. Tarih, edebiyat, felsefe ve sâir bu gibi
yazma ve basma kitapları değeriyle alıyor. Yalnız erbâb-ı müracaat
kitap-hânenin levhalarına dikkat buyurmalıdırlar.
Beşiktaş’a
Aziziye Caddesinde Zükûr ve İnâs - İbtidaî, Rüşdî ve İdâdî Mektebin hey’et-i
idaresi:
Midhat
Sadullah, Osman Fahri, İbrahim Edhem
Hey’et-i
Talimiye: Daru’l Fünûn mezûnlarından ve mekâtib-i sâirede tedrisâtla meşgul,
mütehassıs zevâttan müteşekkildir. Tedrisâta başlanmıştır.
Her
gün talebe kabul ve kayd olunur.
Muallim
Ahmed Halid ve A. Memduh Beylerin eseridir. Kurûn-ı ûlâ ve vustâ kısmı
çıkmıştır. Bî-sûd tafsilattan sarf-ı nazar edilerek bilhassa İslam, Türk ve
Osmanlı tarihlerine ehemmiyet verilmiş, yani millî bir kitap olmuştur. (300)
sahifeyi mütecâvizdir. Her yerde vardır. Fiyatı (10) kuruştur. Taşradan
Cağaloğlu’nda 35 numaralı Talebe Defteri idare-hânesine sipariş edilebilirse
posta ücreti alınmaz.
Talebe Defterine:
Mecmuanın bir senelik
abone bedeli posta ücreti de dahil olduğu halde (10) kuruştur. Abone münhasıran
idare-hânede kaydedilir.
Müracaat mahalli:
Cağaloğlu’nda 35 numaralı dairedir.
İmzasız
(c.1
Nu.8 s.Kapak)
Muhterem
kâri ve kârielerimizden aldığımız müteaddid mektuplarda donanma için fevkalâde
bir nüsha çıkarmaklığımız teklif ediliyordu. Esasen biz de böyle bir nüsha
çıkararak donanmamıza naçizâne hizmet etmeyi tasavvur ediyorduk. Buna karar
verdiğimiz sırada “Çocuk Dünyası” mecmuası kardeşimizin de aynı işi görmeye
çalıştığını öğrendik ve ikinin, birden daha iyi yapacağını düşünerek birlikte
çıkarmaya karar verdik. Zaten bu nüsha kolleksiyondan ayrı olarak çıkamazsa
taşra abone ve bayilerimizin hesabları da karışacaktı, çünkü bu sayının gayri
sâfî hasılatını, masrafımızı dahi almaksızın, donanmamıza terk edecektik.
İşte,
refikimizle beraber verdiğimiz karara tevfikan, inşallah şubatın birinci günü
en büyük muallimlerimizle üdebâmızın donanma hakkında yazdıkları kıymetli
makale ve şiirlerini hâvi olacak fevkalâde nüshamızı çıkaracağız..
(36)
sahifelik bu nüshanın fiyatı bir kuruş olacaktır. Kârilerimizin hususi
müracaatları üzerine ayrıca (bir lira) ve (bir mecidiye) kıymetinde müstesna
nüshalar da tab’ ettirerek bu miktarda para vereceklerin resimleriyle
isimlerini mezkûr nüshaya derc edeceğiz. Binâen aleyh ibrâz-ı fedakârî isteyen
kârilerimizin kânun-u sânînin (25)’inci günü akşamına kadar idarehaneye
müracaatla verilecek makbuz mukabilinde iâneleriyle resimlerini tevdî ederlerse
biz de vatanımız namına teşekkürlerimizi takdim ederiz.
İmzasız
(c.1 Nu.18 s.289)
Nestle Sütü İçmek Vatana Hıyanettir
Vatandaşlar:
Gözlerinizi açınız... Memleketimizin latif ve kokulu otlarıyla, çiçekleriyle
beslenen koyunlarımızın, ineklerimizin saf ve temiz sütleri dururken paramızı
ecnebilere vermeyelim...
Çocukların
fikirlerinin açılmasına yardım eden bu müfîde mecmua her hafta istifadeli
makaleleriyle muntazaman çıkmaktadır. Her peder oğluna, her muallim şakirdine
bu sevimli çocuk gazetesini samimiyetle tavsiye edebilir. Sekiz sahife, ayrıca
dört sahife kabıyla beraber yalnız (10) para, senelik abonesi (15) kuruştur.
Müracaat mahalli: Cağaloğlu - Şeref sokağında (17) numaralı dairedir.
Kadınlıkla
erkekliği ayırmayarak o suretle çalışan bu refikimizin 6’ncı nüshası da pek
kıymetli makalelerle müzeyyen olarak çıktı. Nüshası (60) paradır.
Üçüncü
nüshası da çıkmıştır. Tanesi (50) paradır. Mercii: [Kâinat Kitaphanesi]
Memlekette
ispor hayatını ihyaya çalışan bu mecmuaya herkes muavenete borçludur. 5’incisi
çıktı.
Son
numarası nefis tablolar, kıymetli makalelerle müzeyyen olarak çıktı herkese
tavsiye ederiz.
Bu
kıymetli ve yegâne mecmuayı bilumum erbab-ı felsefe ile mütefekkirîne tavsiye
eyleriz. (40) paradır.
***
Beşiktaş’da
Aziziye Caddesinde Zükûr ve İnas - İbtidaî, Rüşdî ve İdadî Mektebin hey’eti
idaresi:
Midhat
Sadullah, Osman Fahri, İbrahim Edhem
Hey’et-i
Talimiye: Daru’l Fünûn mezunlarından ve mekâtib-i sairede tedrisatla meşgul,
mütehassıs zevattan müteşekkildir.
Her
gün on ikiden beşe kadar bütün sınıflara talebe kabul ve kayd olunur.
Şimdilik
ramazan programı ile derslerin müzakeresine başlanmıştır.
Cağaloğlu’nda
numara 40
Bütün
lüzum-ı kırtasiyenizi, haftalık gazete ve romanlarınızı, yeni kitapları ve
gayet zarif mektupluk kâğıtlarını, her nevi salon kartlarını Rebab Salonu’ndan
alınız. Nefis ve ucuz...
Talebe
Defterine
Mecmuanın
bir senelik abone bedeli posta ücreti de dahil olduğu halde (10) kuruştur.
Abone münhasıran idare-hânede kaydedilir.
(c.1 Nu. 7 s. Kapak)
Genç
kârilerimizin seve seve iştirak edeceklerini ümit ettiğimiz yeni bir yazı
müsabakası açıyoruz.
Bu
nüshamıza Lüksemburg müzesinin iki tablosunu derc ediyoruz: Puvi Döşava’nın
eseri olan biri, fakir bir balıkçıyı bütün sefalet-i hayatiyesi içinde tasavvur
ediyor: Rafaelli ismindeki ressamın eseri olan diğeri de birtakım ihtiyar
züefânın bir dar-ül âceze bahçesinde nekahat devirlerini geçirmelerini
gösteriyor.
Bu
iki levhadan herhangi biri hakkında nihayet otuz satırlık edebi, hissî bir
makalecik istiyoruz. En iyi yazacak olan efendinin eseri deftere geçirilecek ve
kendisine Tevfik Fikret Bey’in “Rubab-ı Şikeste”si mücellid olarak hediye
edilecektir.
İkinciye
de “Haluk’un Defteri” verilecektir.
Diğer
muvaffak olacak kârilerimizin de isimleri neşr edilecek ve en ziyade
muvaffakiyetli düşecek fıkraları yazılacaktır.
“Talebe
Defteri” kârilerinin daha ziyade istifadelerini temin için münderecatına bir
sahife malûmat-ı mütenevvia ilave ediyor.
Bu
malûmatın bir kısmı; bir nüshada, malûmat-ı fennîye, hesap, coğrafya, tarih ve
sair mühim derslere ait meseleler tarzında tertip edilecek ve kârilerden ertesi
nüsha için cevaplar istenecektir. Meselelere muvâfık cevaplar verenlere kura
usûlüyle mükâfatlar verilecektir.
El-hâsıl
bu sualler Talebe Defteri’nin faideli, terbiyevî bilmecelerini teşkil
edecektir.
Suallerin
cevapları ertesi nüshada derc edilecekdir.
***
Malûmat-ı
Fennîye Meselesi - Nefesimizle hem ellerimizi ısıtıyoruz, hem icabında
çorbamızı soğutuyoruz. Bir vasıta bazen ısıtmaya, bazen soğutmaya nasıl hizmet
edebiliyor?
Coğrafya
Meselesi - İki seyyah İstanbul’dan kalkarak biri daima şarka, diğeri de daima
garba doğru hareket etmiş ve nihayet her ikisi de tekrar İstanbul’da
birleşmişler. Fakat bunlar seyahatleri esnasında günlerini şaşırmışlar. Biri,
günün pazartesi ve diğeri de çarşamba olduğunu iddia etmiş. Acaba hangisinin
dediği doğru?
Hesap
Meselesi - Bir Arap vefat ederken miras olarak bıraktığı 17 deveden nısfının
büyük oğluna, üçte birinin ortanca oğluna ve dokuzda birinin de küçük
oğluna verilmesini vasiyet etmiş. Bu vasiyeti
icraya sizi memur etseler 17 deveyi vasiyet mucibince nasıl taksim edersiniz?
İktisat
Meselesi - Bir müddetten beri tedavüle çıkarılan nikel kuruşlar çeyrek
cesâmetinde olduğundan alışverişte yanlışlığı mûcib oluyor, bilhassa gece
çeyrek yerine kuruş veya kuruş yerine çeyrek veriliyor. Böyle karışıklığa
meydan kalmamak için hükûmet nasıl bir tedbir ittihaz edebilirdi?
Tarih
Meselesi - Edirne’deki Sultan Selim Cami-i Şerifi kaçıncı Sultan Selim’indir.
Mimarı kimdir. Bu mimarın daha başka meşhur âsârı var mıdır ve hangileridir?
***
Hepsine
doğru cevap verenlerin kâffesine birer kitap, yalnız bir veya birkaç tanesini
halledenlerden de kura ile ellinciye kadar takdir varakaları verilecektir...
***
Cevapların
müddeti: Ağustosun 24. Cumartesi günü akşamına kadardır.
“17
Temmuz 1330” tarihinde, sahifelerini muvakkaten kapamaya mecbur olan Defter;
sevgili okuyucularından gördüğü samimi iltifatların edâ-yı şükr-ü için, her
dakika, o yaprakları bir an evvel açmak, takdirkârlarına kavuşmak arzusunu
taşıyordu. Maalesef, vesait-i maddiyenin fıkdânı bir müddet bu mukaddes emelin
husûlüne mânî oldu. Fakat bugün, çok şükür, tekrar sahifelerini açtı; size
kavuştu.. İnşallah, bundan böyle muntazaman vazifesini ifâya devam edecektir.
***
Üç
senedir, sizin ruhî ve fikrî ihtiyaçlarınızı tatmin edecek hiçbir eser neş
olunmadı. Bu, şüphesiz, büyük bir noksandır. Ben, birçoklarınızdan aldığım
mektuplarda “Defter ne zaman çıkacak?” sualine maruz kaldıkça bu noksanı biraz
daha çok hissediyor ve adeta kederleniyordum. İddia edebilirim ki bu
ihtiyacınızı benim kadar duyan kimse olmamıştır. Zaten, bugün birçok maddi
fedakârlıklar neticesinde, defterinizi tekrar neşre cesaret edişim de bundan
mütevelliddir.
Defteriniz,
mukaddes gâyesi uğrunda, yani, sizin manevi istifadeniz yolunda, uğrayacağı her
türlü zararlara kemal-i iftiharla tahammül edecektir. Esasen sizin takdiriniz,
teşvikiniz.. ve nihayet samimiyetiniz onun için en büyük mükâfat ve kazançtır..
Muallim Ahmed Hâlid
(c.1 Nu.32 s.513)
İstanbul Maarif Müdîr-i Muhteremi Safvet Beyefendi’ye Teşekkür
“Talebe
Defteri”nin intişar edeceğini haber alan birçok mekteb talebesi, müdîr ve
muallimleri vesâtâtıyla idarehânemize müracaat ederek, maârif müdîr-i muhteremi
Safvet Beyefendi’ye teşekkür ve minnettarlıklarının beyanını rica etmişlerdir.
Bu sene, müşarün-ileyhin cidden şâyân-ı takdir olan lutf ve himmetleri
sayesinde, mekâtib-i ibtidaiyye talebesinden muhtâc-ı muâvenet olanların bütün
kitapları meccânen verilmiştir. Haber aldığımıza göre, maarif idare-i
muhteremesi bu azim fedakârlığın icrası için (105.000) kuruş masraf ihtiyar
etmiştir. Daima “Talebe” için çalışan “Defter” bu gibi hayırlı teşebbüslerin,
en büyük senakârı olmak dolayısı ile muhterem Safvet Beyefendi’ye ayrıca
bî-nihaye şükranlarını takdim eder.
Bir
insan tasavvur eder misiniz ki, bu isim duyulduğu zaman, vücudu elemle
titremesin; kalbi, onlara karşı derin bir şefkat ve muâvenet hissi taşımasın?
Elbet hayır!.. Hiç şüphesiz, bugün için en mühim bir vazifemiz, bu zavallılara
yardım etmek, onların yaralı kalbine merhem-sâz olmaktır.
İşte
bu cümleden olarak müşfik ve mürüvvetkâr hükûmetimiz memleketin her tarafında
(daru’l eytâm)ları açmak suretiyle en büyük dest-i şefkat ve muâvenetini
uzattı. Sevgili maarif nazırımız Şükrü Beyefendi hazretlerinin bu âbidat-ı
hayriyeleri ilelebed bir lisan-ı şükrân ve tâzimle yâd edilecek, oraya giren
her yetim, manevi pederlerinin cenâh-ı şefkatleri altında kimsesizliklerini
hatırlarına bile getirmeyeceklerdir.
Hükûmet-i
muazzamamızın bu cihan değer âtıfetlerine nâçiz bir zamîme olmak üzere bazı
mekteblerimizin de hayırlı teşebbüslerde bulunduğunu haber vermekle mübâhî
olacağız. Beşiktaş’da Barboros Numune Mektebi hey’et-i idare ve talîmiyesinin
himmet ve fedakârlıkları sayesinde mezkûr mektepte her gün (40) bîkes talebeye
meccanen sıcak yemek verilmektedir. Bu emr-i hayrın, pek yakında diğerlerine de
hüsn-ü misal teşkil edeceğinden ümitvârız.
Almanya’dan
sûret-i mahsûsada celb edilen miralay Von Hof Bey’in himmetleriyle, teşekkül
eden genç dernekleri teşkilatının günden güne tevessu’ ve terakki ettiğini
iftiharla görüyoruz. [Sağlam vücudda sahih fikir] kâide-i meşhûresinin bu
saha-i tatbiki, bilhassa öteden beri bedenî terbiyenin ehemmiyetini kârilerine
telkîn eden bizi pek alakadar edeceği cihetle genç talebe kârilerimize
peyderpey malumat vereceğiz
(c.1.Nu.31.s.Kapak)
Şehzade-i
Âli Nejad Devletlü Necabetlü Abdülmecid Efendi Hazretlerinin Bu Naçiz Defter
Vasıtasıyla Osmanlı Gençliğine Tuhfe-i Efhamîleri
Osmanlı
talebesine, naçiz defterleri, büyük bir müjde vermekle mübahî oluyor: Bu hafta,
sahifeleri, en kıymettar bir eserle: Şehzade Abdülmecid Efendi Hazretlerinin
dünyalar değer tablolarıyla müzeyyendir, şairlerimizden, ediplerimizden birkaç
zata bu eser-i enfesin ilham ettiği neşideler, makaleler onun mahiyet-i
cihan-kıymetini izah edecektir.
Ümid-i
vatan Osmanlı yavrularının fikrî, hissî, vatanî terbiyesine hizmet etmekle
iftihar eden “Talebe Defteri” mazhar olduğu lutf ve iltifat-ı âlü’l-âle, karşı
teşekkürden âcizdir. Osmanlı gençliğinin akîde-i vataniyesini en bedî bir
timsal ile tasvir eden, gençliğimizin ruhuna muayyen, metin, katî bir ukde-i
vataniye telkin etmek kudret-i sanatkârânesini hâiz olan bu levhanın yalnız mânâsını
takdir edebilmek, bizce, en mümkün mukâbele-i şükrâniyedir.
Defter
(c.1 Nu.16 s.241)
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar