Print Friendly and PDF

TALEBE DEFTERİ (1913-1919)




 

Hazırlayan: Kâmile ŞENDİL /İstanbul-2008

Kaynak: TALEBE DEFTERİ (1913-1919)1-  67. SAYILAR İNCELEME, TAHLÎLÎ FİHRİST, SEÇİLMİŞ YAZILAR

Osmanlı Devleti için bir dönüm noktası olan Tanzimat Devri pek çok alanda olduğu gibi yazım alanında da önemli yeniliklere sahne olmuştur. Buna paralel olarak basın yayın hayatını da etkilemiştir . Takip eden süreçte I. ve II. Meşrutiyet ilan edilmiş değişme ve yenileşme sürmüştür. Bilhassa II. Meşrutiyet’in îlanı ve matbuat üzerindeki sansürün kaldırılması yeni gazete ve dergi basımında rol oynamıştır. Patlak veren Birinci Dünya Savaşı ile ciddi ekonomik sıkıntılar yaşanmış, matbuat hayatı, siyasi ve sosyal sebeplerin yanı sıra maddi sıkıntılardan da olumsuz etkilenmiştir.

Bu çalışmada Muallim Ahmet Hâlit (Yaşaroğlu) tarafından 1913-1919 yılları arasında 68 sayı halinde çıkarılmış olan Talebe Defteri adlı derginin 64 nüshası incelenmiştir. Ekonomik sebepler, dergiyi, yayımına son vermeye zorlamıştır.

İncelemesini yaptığımız ‘Talebe Defteri’ adlı dergi hitap ettiği kitleye yani öğrencilere, içinde bulunduğumuz kötü şartlardan ve geri kalmışlıktan; çalışarak, üreterek, öğrenerek, iktisat yaparak kurtulabileceğimiz mesajını verir. Dergi, kendisi de öğretmen olan Ahmet Hâlit ve meslektaşları tarafından çıkarılır. Batıdaki yeniliklerden övgüyle bahseder. Avrupa modelli yeni sistem eğitim öğretimi savunur.

Türk Edebiyatı’nda daha sonra önemli yer edinecek yazar ve şairlerin genç yaşta kaleme aldıkları yazı ve şiirleri “Talebe Defteri”nde yayımlanmıştır. Dergide edebiyatın hemen her türünün örneklerine rastlanır. Bu örnekler çoğu zaman dönemin orta öğrenim düzeyinde ele alınmıştır. Zamanın önde gelen yazar ve şairleri dergiye katkıda bulunmuşlardır.

1913 - 1919 yılları arasında çıkan dergi hakkındaki bu çalışma, dönemin çocuk edebiyatına ışık tutmayı amaçlamıştır. Bunun yanı sıra yazılı basının ve maarif hayatının aydınlanmasına da yardımcı olacaktır.

Türkçe Kitabet Dersi Mekteplerimizde Ne Haldedir?

-Müsabakamız Vesilesiyle-

Defterin on sekizinci nüshasında bir yazı müsabakası açmıştık. Mevzû’-ı tahrîr olmak üzere de iki nefis tablonun çinko-grafya ile küçültülmüş ve istinsah edilmişlerini vermiş idik. Biri, fakir bir balıkçının sefalet-i hayatiyesini, öbürü birtakım zuafânın bir darulaceze bahçesindeki hal-i elîmini tasvir ediyordu.

Uzun bir zaman beklediğimiz halde aldığımız cevaplar ancak sekizden ibarettir. Halbuki bundan evvel muhtelif mevzular üzerine, deftere derci gayrı kabil yazılar gönderenler aşerât ve hatta miât ile sayılabilecek derecede çoktur. Maamafih esasen varid olan kâğıtların adedine değil, kıymetine ehemmiyet vermek isteriz. Ve işte bu maksatla müsabakaya iştirak eden genç kârilerimizin müsveddelerini okuduk... Bu kıraatın dimağımızda husule getirdiği tesir pek.. pek nahoştur, müellimdir, son derece endişe-bahşâdır.

Mevzu ile müsveddelerin ne dereceye kadar muvafık düştüğünü bilmukayese anlamaya medâr olmak üzere balıkçı tablosunu tekrar derc ediyoruz. (zaten darulaceze hakkında hiçbir cevap varid olmamıştır)

Elimizdeki sekiz müsvedde tahrîrin hiçbir kaidesine, hiçbir tarassut ve müşahedeye riayet edilmeden vücuda getirilmiştir, evvela, lügat, sarf ve nahv hatalarıyla mâlâ mâldır.

Genç kârilerimize bütün açıklığıyla hakikati söylemek mecburiyet-i vicdaniyesini duyduğumuz için hissiyatımızı, teessüfatımızı ketm etmek elimizden gelmezdi.

Bu akıl ve hayale gelmek mümkün olmayan hatalara dair keyfe mâ-ittifak birkaç misal:

İstanbul Sultanîsi’nden bir efendinin müsveddesi şöyle başlıyor:

“Sıcak ve muattar hücre-i istirahatlerinde türlü türlü önlerine konan nefis yemekler arasında bir de balığın mevcudiyetini bir arzu-yı umumi şeklinde istemeleri hasebiyle mübareze-i hayatı kîselerinin muhteviyatıyla mübadele ederek tesis-i refaha muvaffak olanların hâdim ... [okunamuyor] olan bu zavallı insanlar cidal-gâh-ı maîşetin en sefil pehlivanlarıdır.”

Bu cümleden kâtibin fikrini anlamak mümkün mü? Ancak birkaç defa okuduktan sonra insan anlıyor ki muharrir balıkçıları: “mücadele-i hayatın kahramanları” olarak takdim etmek, zenginleri de bu sefaletlere karşı la-kayd, “sıcak ve muattar hücre-i istirahatlerinde” evkat-güzâr göstermek istiyor. Fakat daha başta (hücre) kelimesiyle genç muharririn imlâdan tamamıyla bî-behre olduğu şiddetle nazara çarptıktan sonra “arzu-yı umumi şeklinde istemeleri hasebiyle” gibi bârid ve gayrı me’nûs hayallerden geçerken zihin büyük bir nefret duyuyor... Ve müsvedde bu minval üzere devam edip gidiyor

Çengelköy Havuzbaşı Merkez Rüşdiyesi’nden bir efendinin müsveddesi:

Bu kâtib sefil balıkçıya, ailesine, çıplak.. aç yavrusuna hiçbir nazar atfetmeksizin, hiçbir merhamet duymaksızın zavallıyı:

“Sinn-i tufûliyetinde iken menba-ı feyz ve irfan olan mektebe devam etmeye ehemmiyet vermediğinden dolayı mevsim-i şitânın dehşetli soğuğu ve mevsim-i sayfin hararetli sıcağı altında bir köhne kayık ile balıkçılık eden bu adam...”

Suretinde takdim ediyor ve müsveddenin nihayetine kadar muhayyel arkadaşlarına nasayîh-i hakîmâne ibzâliyle iktifa eyliyor.

Bu müsveddenin nakledilen cümlesi istisnâ edilecek olursa mevzû-ı tahrîr ile hiçbir alakasını keşf etmek mümkün değildir. Muharrir levhayı tarassut ve tedkik etmemiş, neye delalet ettiğini anlamaya.. hissetmeye çalışmamış; daha doğrusu şimdiye kadar tahrîr için mevzuu anlamak, ihata etmek, tarassut ve tedkik etmek ve mevzuun haricine çıkmamak gerektiğini kimseden işitip öğrenmemiş!

Cümlelerinde büyük sarf ve nahiv kusurları yoktur, bu da bize muharririn herhalde sınıfta iyi bir mevki sahibi olduğunu ifhâm eder. Fakat ne çare ki tahrîr dersi kendisine o derece fena gösterilmiş!

Evvela hataları: hasta yerine (ha ile hasta), hisse yerine (sin ile hisse), hâhiş yerine (ha ile hâhiş), hizmet yerine (ha ile hizmet), ilh.

Kesret-i münderecâtından dolayı tashihat ve mütalaatımızı gelecek nüshaya terk ediyoruz.

Defter

(c.1 Nu.22 s.353)

 Mekteblerimizde Türkçe Kitabet - 2

“Her ne kadar kitabete mugâyir ise de” mukaddimesiyle gönderilen diğer bir müsvedde ise bakınız nasıl başlıyor:

“Denizin reng-i laciverdîsini heva-yı nesîminin okşayarak sürüklediği hâl-i cereyaniyeye rakîb olduğum sandalım ile - tebaiyyet ederek ilerliyordum.”

Bu tek cümle tekmil müsvedde hakkında bir fikir vermeye kâfi, değil mi? “Hâl-i cereyâniye” terkbinin tamamıyla yanlış ve mânâsız olmasından sarf-ı nazarla bu cümleden genç muharririn ne kasd ettiğini anlamak istesek güç muvaffak oluruz.

“Denizin reng-i laciverdîsini” mefulün sarîhi hangi fiile aid?

“Heva-yı nesîminin okşayarak sürüklediği”... ne?

Müsveddenin alt taraflarına bir göz gezdirdiğimiz gibi bakınız nelere tesadüf ediyoruz! “Sahilin âğûş-u zümrüdînine mülteca”, “Fakr-u zaruretin yâdigârı! yırtık, yamalı bir gömleği lâbis bir çocuk”, “Ve bunun kâbus-u şebabetinden tahliye ve teselli edilebilmesi için hararet-i şemsden rengi kararmış, -ihtimal ki açlıktan- yanakları birbirine göçmüş...” ilh. Bu yazıların sarf ve nahve muvafık olmasını aramaktan haydi vazgeçelim, fakat hiç olmazsa bir mânâ çıkmalı değil midir?

Bi’zzarûre bu müsveddeyi de bir tarafa bırakıyor; diğer birine geçiyoruz:

Menbai’l İrfan talebesinden birinin müsveddesidir. Tevfik Fikret Bey’in neşîde-i garrâsından müfrez: “Şafak sökerken o yalnız, bir eski tekneciğin.” kıtasını müsveddenin baş tarafına yazan bu genç kâtip herhalde bir eser-i vukûf göstermiş demektir.

Fakat müsveddenin daha başında (vahdet-i mevzû)yu şiddetle ihlâl ederek söylenişlere başlıyor ve diyor ki:

“Hayır ondan herkes nefret ediyor. Fakirliği kendilerine bulaşır zannediyorlar. Lakin Hanry samimi idi. Âşinalarını sever onlara karşı iyi kalp besler kendisini hiç düşünmez. O yalnız çocuklarını düşünür, evet onlar için çalışır çabalar. Fakat feleğin cilvesi hakkında zalim olur, kahharane hareket eder...”

Görülüyor ki âşinaların muamelesi ile mevzû arasında, hiç olmazsa, müsveddenin başında münasebet-i baîde bile yoktur. Müsveddeye iyi bir “tarassut ve müşahede”ye müstenid bir tasvir ile girişilmeli idi. Sefalet bütün acılığı ile meydana çıkartılmalı idi. Nihayetinde insanların bu gibi elvâh-ı sefalete karşı lakaydlığı da müessir bir surette, kısaca nazar-ı ibrete çarptırılmalı idi.

Bu muharririn sîgaları istimalde zaafı, imla hataları da vazıh surette göze çarpar. Biz zaten tekmil bu müsveddeler arasında düzgün bir imlaya rast gelemedik.

Kadıköy’den ... imzasıyla vârid olan müsvedde de şu suretle başlıyor: “İşte size hayatını, bunca ömrünü kayıklar içerisinde, denizler ortasında, dereler, nehirler kıyılarında: iskeleler kenarında mahv ve heba eden bir adam...”

Bu muharrir ıtnaba, haşviyyata meraklı. (Hayatını) dedikten sonra (bunca aziz) demeye ne lüzum vardır? (Bunca) sıfat-ı mübhemesi (bütün)ün yerini tutabilir mi?

Sonra, müselsel olarak gelen zarflar yekdiğerini ikmal ediyor mu?

Alt tarafa seri bir nazar: “Medar-ı maîşeti olan parasını tedarik...” görülüyor, yine bir haşv!

Muharrir tasvire şu suretle devam ediyor: “Başı önüne düşmüş, elleri kavuşmuş, yüzünden -açlık hasebiyle- kan çekilmiş, elbisesi yırtılmış, vücudunun kısm-ı ulyasını setr eden kolsuz bir paçavra ile -garip olduğu kadar- hazin bir vaziyetle kımıldamaksızın mütevekkilâne balıkların ağa düşmesini bekleyen...”

İşte tarassut ve müşahedenin müdakkikane olması bu gibi zehablara mahal verir. Resimde gösterilen fakir balıkçı, balıkların ağa düşmesini mi bekliyor? Böyle bir hüküm nasıl verilebilir?

İstanbul İnas Sultanîsi’nden varid olan diğer bir müsvedde de şöyle ibtida ediyor:

“Ruh-feza yaz günlerinin birinde zümrüdîn şahikalarla müzeyyen olan sahil-i bahrin ilticâ gâh-ı inzivasına gizlenir. Senelerden beri aç, çıplak, sefil bir maziyi güzeran eden bu zavallı balıkçı hurda, eski kayığının içinde vurarak attığı oltanın meşûm taliîne tesadüf ettireceği balığı bekliyor.”

Yine yanlış tarassut ve müşahede! Atılan olta nerede? Daha kayık denize bile çekilmemiş. Sonra, zümrüdîn şahikaları muharrire nerede görüyor, acaba? Öyle bir sefalet levhasının tasvirine (ruh-feza), (müzeyyen), (zümrüdîn) gibi şetareti, inşirahı mübeyyin sıfatlarla başlamak ne derece mukteza-yı hâle mutabık gelir? (İlticagâh-ı inziva) ne demektir? (Güzeran etmek) denilir mi?

Bütün bu hatalara rağmen müsveddenin hey’et-i umumiyesinde amîk bir hiss­i şefkat, duyan bir kalp farz edildiği ve bazı yerlerde muharrire hissiyatını ifadeye muvaffak olduğu için ikinci derecede iyi bulduk...

Diğer bir muharrir de müsveddesine şöyle başlıyor:

“Sahilde uzak ve yabancı bir köyde, kayalar arasına gömülmüş, küçük harabezâr hanesinde ailesiyle beraber eski teknecik, çürük ipliklerden yapılmış ağır bir iki kırpıntı ile doldurulmuş minderler, bütün bu sefaletler arasında inleyen şu fakir, yüzü sararmış, benzi solmuş, üstü paçavra ile mestûr kolsuz gömleği kendisinin fakir bir balıkçı olduğunu irâe ediyordu.”

Bu, şüphesiz bir tasvirdir. Fakat evvel emirde (irâe ediyordu) sîga-i hikâyesine ne için ihtiyaç görülmüş? Ondan sonra şu cümleyi tahlile girişelim:

“Sahilde uzak ve yabancı bir köy” deniliyor; uzak, nereden uzak? Yabancı, kimlere yabancı? Görülüyor ki bu sıfatların mânâsı düşünülmeden kullanılmış. Ya (köy nerede?) diye sorulsa ne cevap verilecek? Biz hatta kayaları da görüyoruz. (Harabezâr hane) nin mânâsı var mıdır? (Harap-hane) mi demek isteniliyor?

Nihayet şu itiraz vardır: Muharrir ne için meydandaki balıkçının kendisini, çoluğunu çocuğunu bırakmış da hiç görülmeyen köyünü, evini; barkını tasvire kalkışıyor? Görülüyor ki bu müsvedde de muvaffakiyetli değildir. Hele alt tarafında bundan daha bariz müşahede, lisan, üslup hataları pek çoktur.

En son müsvedde: Üsküdar’dan genç bir muharrire tarafından gönderilmiştir:

“İşte şu balıkçının da bir hayatı var, fakat onunki hayatın ne kadar sûzişnâk bir sahifesidir. Yaşadığı her dakika buruşuk alnına ayrı bir hatt-ı elem çeker. Gittikçe derinleşen girive-i felaketi önünde fersiz nazarları bîhareket kalıyor, şuât-ı enzarı bu girdaba dalıyor, kayboluyor...”

Bu cümleleri beğenmemek elimizden gelmez. İşte tam, hazin, müessir bir tasvir! Alt taraf da kuvvetini kaybetmeden şöyle devam ediyor:

“Kimbilir belki zaruret ummanında bir katre-i reha, bir şule-i hayat arıyor. Oh, bütün bir aile bir lokma nan için çırpınıyor.” Ve:

“Artık bundan daha muharrik ve elim yaşamak mı olur? Mevt de bunun gibi bînihaye bir ademdir. Fakat hiç olmazsa hissiz, azabsız bir ademdir..”

Müsvedde burada bitseydi pek daha iyi olurdu. Muharrire, bilmem ki hangi sebebe mebni, zihninin başka bir silsile-i hayalâtına kapılarak bu hayatta bile bir güzellik arıyor; lüzumsuz, garip tasvirlere, gayrı mantıkî istidlallere düşüyor:

“Sefalet ve zaruretin gayede olması hassas ve kâmil bir insan için ölmekten daha latiftir. Pür-ihtiyaç ve adeta hayal kadar boş ve tenha, öyle olduğu için de o derece esatîrî olan bir hissiyat nasıl daha hakîr olabilir? Çünkü mücessem bir şiir ve hayaldir, hayattır... Hakikaten pek ulûhî bir varlık!”

Bu hayaller ne kadar müphemdir? Keşke kâtip bunlara lüzum görmese idi! Maamafîh bütün aldığımız müsveddelerin en güzeli budur, genç muharriresini tebrik ederiz..

Defter

(c.1 Nu:23 s. 369-371)

 Yapraklar Dökülüyor

Bütün ormanda bir hazin ses var..

Âh, bunlar kopup ölen evrâk..

Hepsi bir pâre-i ezâ-yı firak;

En zayıf, en kavîyle hicretkâr

Kimi bir nazra-i bahâr-ı tebah

-Gibi hâlâ güzel, tebessümlü-

Andırır bir şikeste, hasta gülü;

Kimi bir kalb-i münkesir ki: Siyah..

Kimi müphem, ağır ağır perrân,

Kimi bir aşiyan için sûzan,

Kimi lerzân u muzdarip.. kimi de

Atılır tavr-ı işve-kârıyla..

Dökülür dallara hiras-ı şitâ

Rüzgârın en ufak temasıyla;

Dallar ağlar ve sanki yaprakla

Merhamet istiyor, düşüp hâke!..

Ne bir âvâze-i reha, ne çiçek!

Orman artık biraz zaman sonra

Büsbütün muhtazır kalıp gidecek...

Mürde bir kuş misali her yaprak,

Her ağaç bir sütûn-ı istiğrak!

Kış gelir şimdi, ormanım, ağla!..

Osman Fahri

(c.1 Nu.13 s.197)

 Türk Kızı Diyorki...

Ben bir Türk kızıyım. Yüreğim sızlar, Bağrımda yurdumun yarası kanar... Gözümün önünde bir kalın duman İçinde bir levha: ateş, ölüm, kan... Gözleri kararmış bir sürü haydut, Kudurur, saldırır, öldürür, ezer, Masum kanlarının içinde yüzer; Hepsinin üstünde bir kanlı bulut... Boğulur kadınlar, yakılır kızlar; Camiler, kaleler, şehirler yanar... Topların ağzı ateşler saçar, Kahramanlar ölür, alçaklar kaçar... Tütmez ocaklarda garip kumrular, Başlara yıkılmış çatılar, damlar, Yollara dökülmüş şaşkın adamlar, Çıplak kucaklarda cansız yavrular,

Ağarmış sakallar, bükülmüş beller,

Bulanmış bakışlar, titreyen eller...

Hepsinin kırılmış kanadı, kolu;

Hepsinin baktığı İstanbul yolu...

Çökmüş her tarafa bozgunun yası, Toprağın mahsulü: insan kafası!

Canlanır, kımıldar kesilmiş başlar, Etsiz dudakları daima inler...

Kulaklarım bütün onları dinler;

Akar gözlerimden kanayan yaşlar; Bağırmak isterim. Kısılır sesim... Ey anavatanım, ey mübarek yurt, Senin hayalâtın bu kanlı resim, Senin düşmanların bu bir sürü kurt. Her zaman felaket, her yerde enîn. Ey yurdum, bu mudur nasibin senin? Yok, hayır, bu senin son felaketin, Bu son didikleniş, son koparılış,

Artık yok verecek toprak bir karış, Ben Türk’üm, imanım, ümidim metin; “Ümitsizlik” değil Türkçe kelime. Yarın yetişecek yeni bir nesil, Ben onun kızıyım! Düşman. İyi bil, Benim de yaraşır tüfek elime!

Türk kızı boynunu zincirde görmez Düşmanın elleri yurdun başına Belalar örerken tentene örmez, Benzetmez kendini mezar taşına. Maziye baksan a, Türk’ün kadını Kalmamış erkeğinden bir adım geri. Kandan kızıl olmuş ak bilekleri.

Tarihe kılıçla yazmış adını! Damarımdaki kan onların.

Ruhumda onların büyük imanı,

Ben de büyüyorum, hazır ol, düşman,

Bir gün yine bürür etrafı duman...

Silahım yurt aşkı, kurşunum meram,

 

 

 

 Beklediğim yarın. Kasdım intikam!...


14 Kânûn-u Evvel 1329

Celal Sahir

(c.1 Nu.16 s 247)


 

 

 

 

 Anadolu

Anadolu!.. Sultan Osman’ın yurdu Tuğrul Bey’in konağıdır o iller!

Milletimiz orda doğdu, büyüdü, Bize ana kucağıdır o iller!..

Osmanlılar unutmasın soyunu!..

Anadolu’dan aştık hudud boyunu;

Orda oldu zorlu ateş oyunu, Ataların ocağıdır o iller...

Bu devlete orda temel atıldı;

O meydanda canlar alıp satıldı;

Yaylasında, zağlı silah çatıldı

Kahramanlar otağıdır o iller!..

Hep gaziler, ordan gelip geçtiler;

O çaylardan abdest alıp, içtiler.

Memleketler feth eyleyip göçtüler.

Erenlerin durağıdır o iller!..

Bir zamanlar krallardan tac aldık!..

Akan sudan, uçan kuştan bac aldık!..

Nice yavuz düşmandan öç aldık!

Bu kuvvetin kaynağıdır o iller!..

Her bir viran köşesinde bir er var!..

Türbelerde nice nice sürur var!..

Bilmem nerde böyle mutlu bir yer var?!..

Ulu Kâbe toprağıdır o iller!..

Ormanında türlü kuşlar ötüşür;

Çayırında gürbüz koçlar itişir;

Tarlasında altın başak yetişir;

Gölgesinde gam dağıtır o iller!...

Ordadır asıl Türk’ün oymağı;

Cevahirdir bütün taşı toprağı;

Gümüş akar, çiçek kokar ırmağı,

Defineler yatağıdır o iller!...

Sılasıdır, Türk’ün, serde sevdası;

Memlekettir gece gündüz rüyası.

Askerlerin odur gelin odası, Gönüllerin bucağıdır o iller!...

“Rıza”!. canım o illere kurbandır!.

Sinesinde yatan anan, atandır!

Anadolu nasıl eski vatandır!...

Metin Kutusu: [Peyam - Nüsha-i Edebiye - 21]
Rıza Tevfik
Metin Kutusu: (c.1 Nu.21 s. Sayfa 340)Anamızın kucağıdır o iller!..

Âh...Ey Vatan!

Süleyman Nesib Beyefendi’ye:

23 Kânun-u Sânî 1328

Mabed yıkık, makhûr ibad;

Al bayrak olmuş târumâr..

Ağlar hilal, ağlar cihad;

Tarih-i şan üstünde âr;

Mazi bahar, âtî mezar!..

Bizler mi biz hâsir kalan?.

Şiirim figan ile nizar:

Âh.. ey vatan, âh.. ey vatan!..

***

Yıldızlar etmiş incimâd..

Feryadım eyler - bîkarar,

Öksüz ve yorgun - imtidad...

Tekrar eder âfak-ı târ

Aciz rebabımdan çıkan

Efgânı tard eyler, atar:

Âh.. ey vatan, âh.. ey vatan!..

***

Bir an edin tarihi yâd:

Âh.. ey fezalar, dalgalar,

Sizlerdiniz pür itikad

Ecdadımın haşmet-nisar,

Yüksek senden râşe-dâr, Mağrur olanlar bir zaman!..

Tekrar o sesdir nâle-kâr:

Âh.. ey vatan, âh.. ey vatan!..

***

Tekrar o ses gökten necât,

Gökten hayat ister, arar..

Hain, denî bir girdbâd

Eyler bu sesten ahz-ı sâr!

Düşman bulur bir şevk-ı hâr

Köyler yanarken bî-eman

Gülzar olurken nevha-zâr

Âh.. ey vatan, âh.. ey vatan!..

***

Tahkîr ettin inkıyad!..

Feryadlar.. feryadlar!..

Gel, nerdesin, âh.. ey memât.

Kâfi bu sûzân-ı ihtizâr!..

Yok, istemem bir mevt-i âr;

Zilletle ölmez merd olan..

Namus için ol payidar,

Âh.. ey vatan, âh.. ey vatan!..

***

Hislerde yoktur ıttırad:

Bazen susar bî-ihtiyar;

Bazen de eyler iştidad

Her kalp olur pergâr-zâr,

Gözlerde şimşekler yanar,

Sesler uğuldar mest şan

Artık bütün bir sayha var:

Âh.. ey vatan, âh.. ey vatan!..

***

“Hâtime”

Mecrûh olup göğsüm kanar;

Yakut millettir o kan..

Olsun kanım bir yadigâr,

Metin Kutusu: Enis BehiçMetin Kutusu: (c.1 Nu.16.s.251)Âh.. ey vatan, âh.. ey vatan!..

 Üstad Ekrem’e...

Fikrin ser nazânına zerbâf-ı nezâhet

Bir hâle-i perrân dokuyan, rikkat-i hissin

Efkâra verip rûh-u nevîn, rûh-ı bekâret

Anlattı bütün rûhunu, mânâsını şiirin.

Yazdın bu muhitin ser-ni’sâline zerrin

Bir lemha-i üslup ile manzume-i irfan

Telkîn ediyor kalplere eşâr-ı güzinin

Bir rikkat-i nûşîn ile şi’riyyete iman..

Ey neyyir-i mânâ-yı hüsn-i ye’s-i gurûbun

Bir leyl-i hurûşan açacak ufk-u edebde

Bir leyl-i hurûşan-ı ebed, bir leyle-i mel’ûn

Tel’in edecek bizleri hep nağmelerinde..

Tel’în edecek.. etmeli küfrânına karşı..

Yok namını te’yid edecek heykel-i şükrân

Yok nâmını tezkâr edecek, şanına karşı,

Bir levha-i takdir-i sipas, âbide-i şan!..

Bir zümre-i mümtaz-ı edeb, sevgili üstad

Hep kalb-i dimağında tutar nâmını zinde,

Bir hürmet-i hâmuş-u tahassüsle kılar yâd;

Saklar seni hep hâtıra-i şi’ri içinde.

Metin Kutusu: Suat FâhirMetin Kutusu: (c.1 Nu.19 s.313)19 Kânûn-u Sânî 329 Pazar

 İlk Tayyare Kurbanları

Semamızı siyahlatan bulutları yırtarak

Şu zavallı yurdumuza biraz ziya verecek,

Neticesi bir hakiki saadete erecek

Bir yol açmak dileğiyle semalara uçarak

Hayatını vatan için feda eden vicdanlı

Kahramanlar.. bu takdirin kasdı nedir bilinmez,

Fakat Fethi, Sadık ismi yüreklerden silinmez

Nâmınızı takdis eder her yürekli Osmanlı

Vatan için şehid olan topraklara atılmaz Güneşlenen sineleri zulmetlere katılmaz Unutursa sa’yinizi bu millete yazıktır!...

Düşmek değil şimdi yere yükseklere uçtunuz

Şehadetin, saadetin her zevkini duydunuz;

 

 

 

 Cennetlerin kapıları ruhunuza açıktır


Suat Fâhir

(c.1 Nu.21 s. Sayfa 341)


 

 

 

 Kelebek

Bakınız bembeyaz , pamuk eller Koparıp hep didik didik saçmış, Küçücük bir şükûfe-i ter.

O çiçekler bütün cenah açmış Uçuyorlar!.. Koşun, koşun bakalım Acaba yasemin mi, zambak mı?

Durunuz kaçmasın çabuk tutalım Ne tuhaf yemyeşil bu yaprak mı?

Kaçacak titriyor aman durunuz Kanadı mavi benli gül rengi... O nasıl pek güzel mi tuttuğunuz? Minicik, bembeyaz ipek sanki?..

En ufak bir nefes eder mecrûh Ne kadar nazlıdır gelin bakınız!

Bu küçük, nazenin ve tüy gibi şûh

 Kelebekler nedir bilir misiniz?

Küçücük bir zavallı ve tozlu böcek

Çalışır hep ipek kanatlar vurup

Geçirir bir zaman olur kelebek

Bu hakiki misâl-i sa’yi görüp

Geliniz biz de zevke dalmayalım

Çalışan el ridâ-yı cehli açar

Çalışıp cehl içinde kalmayalım

Çalışanlar ipek kanatla uçar...

Metin Kutusu: Suat Fahir
Metin Kutusu: (c.1 Nu.1 s.10)


 Ordu

Adûdan intikam almak merâmı;

Sükût, ikdâm ve gayrettir nizâmı;

Kıyâmetten alâmettir kıyâmı...

Şimal ü garbı pâmâl etmek ister.

Kılar her emre rûhuyla ita’at;

Müeyyeddir sufûfunda uhuvvet;

Hayat ancak vezâiften ibâret;

Ölüm bir şey ki duymuştur mukadder.

Uzaktır, mücteniptir hay u hûdan;

Safâdan, cenk-ü sevdâdan, sebûdan;

Hususiyle vatansız güft-ü gûdan;

Şimal ü garba nâzır tend ü muğber.

Süleyman Nesib (c.1 Nu.2 s.21 )

Ben ve Tabiat

Yürü ömrüm, biraz da köyde yürü.

İşitirdim ki: Her köyün ömrü

Bir akarsu ciyâdetiyle geçer.

Köylüler âsmâna benzerler:

Saf ve sakin, elemsiz, âsûde...

Tarlalar, bahçeler zümrütse,

Köylü kızlar da en güzel inci:

Yaşıyor her biri birer şiiri.

Yürü ömrüm, biraz da kırda yürü.

İşitirdim: Çayırların ömrü

Bir gelincik ve bir papatya gibi

Âteşîndir, beyazdır... Şiiri

Toplar insan çiçek ufuklardan...

Yuvalardan teraneler coşan,

Jalelerden mücevherîn görünür,

Her taraf... Her taraf emel bürünür...

Yürü ömrüm, biraz da dağda yürü...

İşitirdim ki: dağların ömrü

Bir kanatlı hayaldir -yüksek-

Güneşin zevkine temas ederek

Her buluttan birer de bûse alır...

Gece yıldızların içinde kalır...

Dağlılar âf-tâba benzerler:

-Her zaman bir tulûu nakş eyler!-

Yürü ömrüm, biraz denizde yürü.

İşitirdim: denizlerin ömrü,

Sanki bir katre giryedir, bazen,

Neş’eden, bazen ızdıraplardan, Coşar, inler, uyur.. .Coşar tekrar, Mevcâtında bir hıyanet var...

Şüphesiz daima denizdekiler!

Karalardan selam beklerler...

Köyde, kırda , denizde, dağda yürü...

Yürü ömrüm...Bütün şu gördüğünü Sakla rûhunda, hatıranda uyut, Derdini köyde, kırda, dağda avut... 1328 Nisan - “Aydın”

Metin Kutusu: Osman Fahri
(c.1 Nu.4 s.54)


 Hilâl Diyor ki...

Tam altı asır ey koca millet beni dinle!.

Hep çehre-i handan ile âfâkına doğdum, Mağrur ve muzaffer yaşadım ben şerefle: Vadileri, sahraları al mevceme boğdum.,

Bir hâle-i şan, nûr-ı zafer, mâh-ı zer oldum;

Çok çöllere indim, göğe çıktım, kaya aştım, Koştum, zedelendim.. .Yine kalbimdeki mahmûm

Hûnâbe-i kindâr ile coştum, yine taştım.

Bin hâile geçti bu felaketli serimden

Çeşmân-ı ‘aduv görmedi hiç alnımı yerde.

Lakin bu sefer ah! Bakın ağlıyorum ben, Hep şan yerine kan sızıyor zerrelerimde. Bir yaralı ahu gibi kandan kanadımla Ağlatma beni - ey yüce millet- kayalarda,

Kaldır o vakur alnı biraz süngünü salla,

Fatih kanı, Yavuz kanı coşsun o damarda.

Aç gözlerini kalb-i nizârımda elem var, Düşman kılıcı sine-i nazana dayandı... Silkin, yürü, peşinde eğilsin yüce dağlar, Öğret ki: Yeter şîr-i jiyân artık uyandı.

Hilâlin Cevabı:

Ah ey senelerden beri âfâka perişan

Bir kırmızı gül vaz’-ı yetîmiyle doğan mah! -Ey mah-ı felaket-zede,ey kevkeb-i hicran- Sisler mi kararttı o güzel çehreyi eyvah!

Gurbette o metrûk uyuyan türbe-i ecdâd Birden bire çâk olsa da bir sayha-i dehşet “Anlat ne için soldu hilalim?” dese heyhât!

Bir kavm-i muazzam susacak. ah bu millet,

En sonra bu zilletleri tarihine yazdı.

Lâkin yine bir subha erer her şeb-i yeldâ:

Avâre beşer şimdiye dek vâr olamazdı,

Her zahm ile bir sine yenilseydi cihanda...

Gel, şeh-per-i mecrûhunu ben bağlayayım gel,

Sen ağlama bir gün yine elbet doğacaksın

-Ey kevkeb-i hicran-zede, ey mâh-ı mübeccel-

Sahraları al mevcene bir gün boğacaksın:

Her zerre-i hûnumda hurûş etse de hicrân

Her katre kanım olsa da bir âteş-i gaddar,

Sen ağlama zirâ ki şebâbımda hurûşân

Bir sine-i ümnîd ile bir kalb-i azm var!...

H. Nihat

(c.1 Nu.11 s.166)

Hanımlar sahifesi

Kadınlığa Mihnet Veren Nine Sütü Emmeyendir

Yıllar, uzun, yıllar geçti

Cehlin kara kucağında..

Vatanım bir dikenlikti;

Ne dağında, ne bağında

Ne bir tatlı gül tebessüm,

Ne de bir neşeli gonca

Gördüm; hayretle yürüdüm

Bir sürü virane boyunca.

Ne yeşillik, ne ağaç var

Issız, kırlarda gezilmez.

Dere hicrân ile ağlar

Bülbül sesi nedir bilmez!..

Ninelerimiz bize dargın

Gibi gülmez, söylemezdi

Elem, keder yığın yığın

Hepmizi böyle üzdü

Erkeklerin tâliine

Kadınlar da ortak oldu, Gecelerden çıktık güne İşte artık güneş doğdu.

Bugün doğan sıcak güneş

Yüzümüzü güldürüyor

Kadın, erkek müsâvi, eş Kara cehli öldürüyor.

Bir zamanlar kadın erkek

Birbirine pek yabancı

Bir nazarla görülerek,

Hem pek çirkin, hem pek acı

Bir yanlış yol açılmıştı.

Kadın küçük, kadın zayıf..

Gibi sözler saçılmıştı!..

Bunlar hem boş, hem de sahîf.

Kadın nurdan ve safvetten

Yaratılmış bir hayattır.

Bizim için nezâhetten,

Muhabbetten bir kanattır.

Açar açmaz gözümüzü

Odur, bizi ilk okşayan;

Anlaşılmaz sözümüzü

Anlayıp da göz yummayan

O ne rahîm, hem ne iyi Bir beşiktir bizim için, O mukaddes ilk ninniyi Onda dinledik de niçin

Sonra reva görebildik

Böyle acı bir hayatı!

Neden, neden düşünmedik

Bizi mesud o yaşattı

Hayır, hayır unutulmaz

O hoş günler, o şefkatler,

Ana oğul düşman olmaz

Birbirini yine sever

Kadınları küçük gören

Daha aklı ermeyendir.

Kadınlığa mihnet veren

Nine sütü emmeyendir.

Bu en parlak bir hakikat:

Kadın feyyâz bir güneştir.

Onunla hep medeniyet

Feyizlenir, çiçeklenir.

Metin Kutusu: 10 Kânûn-u Sânî 332 Hisarlar
İsmail Hikmet
Metin Kutusu: (c.1 Nu.33 s.541)


 Esaretten Dönüş

“Gülcemal” Yunanistan’dan gelen üserânın iki binden fazlasını, Karadeniz limanlarına dağıtmak üzere, Ayestefanos’tan bindirmiş, Boğaz’dan çıkmış idi. Bu hamûleyi, ekseriyetle, Bîzanî ve Yanya müdafi’lerinden esaretin maddi manevi acılarına, elemlerine, mahrumiyetlerine gençlikleriyle.. dinçlikleriyle.. yaşamak ve bir gün öç almak hırs ve gayzıyla galebe çalabilenler teşkîl ediyordu... Anbar, güverte, kamara, kaptanın mevkiine kadar her taraf zayıf, gözlerinin feri uçmuş, avurtları çökmüş, sürünmeye bile mecali kalmamış vatan kuzularıyla dolmuştu. Aylardan beri bacaklardan, gövdelerden çıkartılmamış, lime lime olmuş, rengi belirsiz bir hale gelmiş paçavraların son himayesine iltica eden o bedbaht vücudlarda ızdırap duymak istadadı bile mahv olmuş gibi idi. Vatana avdetinden sonra, pek çıplak olanların üzerine atılabilen tek tük yağmurluklar o bîçare mevcudiyetlerden birkaçının birden soğuktan tahaffuzuna hizmet ediyordu. Bunlar, son kurşunlarına.. son avuç mısır unlarına kadar sekiz misli bir düşmana aylarla mukavemet etmiş nısflarından fazlasını şehid vermiş kahramanlar idi.

Vapur beşinci sabah Samsun limanına demir attığı zaman, hava yağmurlu ve üşütücü olmakla beraber iki bordadan indirilen iskeleleri yüzlerle sandal istila etmişti. Seyr-i sefâin acentesinden “Gülcemal”in terhis edilmiş askerlerle yüklü olduğunu haber alan şehir iki günden beri, heyecan içinde idi. İhtiyar nineler, babalar, zevceler, ablalar, kardeşler, çocuklar aylardan beri haber alınamayan muazzez vücudlara kavuşmak iştiyâkıyla sûzân-ı sînelerini, âkıbet o gün, zülal-i vuslatla teşfiye etmek ümidini besliyorlardı.

Sandallar içinde pratika işaretini beklemekte sabırsızlanan bu hasret-zedelerle elîm yolcular arasında, daha uzaktan, en samimi bir ihtilât, bir musâfaha-i maneviye başlamıştı. Bedbahtlardan küpeştelere yaklaşabilip sandallara bakanlar, şüphesiz, en sağlamları.. en ayakta durabilenleri ve en ziyade çıplaklığı kabil-i izhar olanlar olduğu için geminin gizlediği sefalet henüz bütün dehşetiyle nazarlara çarpmamış, pür-ümid koşan gözleri, zıll-i ye’s donuklaştırmamıştı. Fakat bir kere karantinadan

verilen işaret üzerine sarı filamanın alınmasıyla gemiye hücum eden iştiyak ve hasret dalgaları, hakikatin hissisiz kayalarına çarpmış, acı boğuk iniltilerle ortalığı kaplamıştı. İhtiyar ninelerin, pederlerin, zevcelerin çoğu kavuşmak ve kucaklamak için koştuğu evladdan veya kocadan, hayat ve memat hakkında müphem, öldürücü, ciğere hançer gibi saplanan bir iki haberden başka bir şeye nâil olamamıştı; henüz babasız kaldıklarına vâkıf olmayan masumların gözlerinden öksüzlük yaşları akmıştı. Dünya muradına erebilenlerin hisse-i sürûru ise karşılarına çıkan canlı cenazeleri mağmûm mağmûm, sâkit sâkit ağûş-u şefkatlerine basıp ısıtmaktan ibaret kalmıştı.

Yarım saatten beri, bu iştiyâk-zede ailelerden biri, başta, birbirine yardım ederek yürüyebilen, ak sakallı bir ihtiyar ile titrek vücutlu bir kadın nine olduğu halde en büyük müşkilata göğüs gererek iskeleden çıkabilmişlerdi; arkadan kırk beş- ellilik bir erkek, şüphesiz bir asker babası, diğer bir kadını elinden tutuyordu. Bunları kolları arasında yirmi aylık kadar zannolunan beyaz hotozlu bir çocuk tutan bir genç kadın, bir zevce, bir de yedi-sekiz yaşlarında bir erkek çocuk ile el ele veren on bir, on iki yaşlarında, başörtülü bir kız, iki genç kardeş takip ediyordu. Sandal daha uzaktan gelirken gözleri küpeştelere merkûz kalmıştı... İskeleye yanaştıkları vakit, yine hepsinin başları yukarda, nazarları endişe-nâk bir taharri ile meşgul idi. Bekledikleri mütebessim, şetaretli çehrenin istikbaline mazhar olmayınca, yavaş yavaş son iki senelik elemler, ızdıraplar, kara haberlerden mütevellit acılar bütün huşûnet ve zulmetleriyle ruhlarının âmâkından kesif bir bulut gibi koparak gözlerini buruşturmuştu. Şimdi iskelenin üst başından biraz ötede, matemden nümune-nüma bir küme teşkîl ediyorlar idi. Ellilik erkek, baba, aşağıya yukarıya koşuyor, sağa sola baş vuruyor, gelenler arasında tanıdıklarının elini, imkân bulduğu mertebe mütebessim bir çehre ile, sıkıyor ve Hasan’ını, oğlunu soruyordu.

Hasan, evet, Ayestefanos’da beraber idi.. fakat vapura binmemiş mi idi, pek bilemiyorlardı. Vapur bir kasaba kadar büyük görünüyordu; kimsenin, yanındaki beş on kişiden başka, kimseden haberi yoktu...

İhtiyar nine meraklanıyor, yanından geçenlere hitap ediyor: “Oğlum, bizim Hasan Bey’i görmediniz mi?” diye soruyordu. “Hasan Bey mi, hangi Hasan Bey!” bir omuz silkip geçiyorlardı... Şunun bununla uğraşacak halleri mi vardı?.. Nihayet Hasan Bey, iştiyak-nâk ailesinin muazzez yolcusu, baş anbarda züefâ arasında, yağmurluğuna sarılmış bir iskelet halinde keşfolundu... Babası o hazin manzara karşısında titredi... Hastayı sinesine bastı ve adeta kucağına alarak yukarıya çıkardı, fakat kadınlara fazla bir dehşet vermemek için, kümeye yaklaştıkları zaman, yürümeye.. zavallı bacaklarını sürümeye çalıştı; babası da koltuğuna girerek muâvenet ediyordu.

Hasan Bey, idadîyi bitirdikten sonra babasıyla beraber dükkâna oturmuş, ticarete sülûk etmiş, ve kur’ası çıkınca seve seve askerliğini ifaya koşmuştu. İki sene evvel Samsun’dan ayrılırken memleket şevk ve şetaret içindeydi. Bedel vermek hatıra bile gelmiyordu. Feyz-i meşrutiyet kalblere nüfuz etmiş, vatan muhabbetini gereği gibi ilkâ etmişti. Ordumuz, hâki elbisesiyle, kalpağıyla, dolaklarıyla bütün gençlerin askerlik hevesini artırmıştı. Hasan da öyle bir aşk ve şevk ile elbiseyi giymiş idi, gitmeden evvel de arkadaşlarıyla bir hafta eğlenmiş, ailesiyle büyük ve mesrûr bayram günleri geçirmişti... Şimdi ise vücudu sefaletle kemirilmiş, gözleri sönmüş, kalbi kurumuş, ruhu sıkılmış bir tayftan ibaret idi. Onu doğuran annesi bile ancak o çakır gözlerinden.. yüksek güzel alnından tanıyabilmiş idi.

Üç gün sonra Hasan, aile kucağında gördüğü ihtimâm ile, biraz canlanmıştı. Akşam üzeri bütün aile: ihtiyar nine, ak sakallı büyük peder, valide, zevce, abla, küçük kardeşler, kendisi askerliğe gittikten sonra doğmuş olan yavru, hizmetçi kıza kadar hep onun odasında toplanmışlardı. Onun bîçare çehresinde teressüm etmeye başlayan her tebessüm bütün aile için bir müjde-i saadet idi. Onu nasıl memnun edeceklerini bilemiyorlardı: bisküviler, mandalinalar; tütünler, cigaralar, mendiller, kokular; işlemeli takyeler, terlikler; entariler, gömlekler; her şey gösteriyorlar, gösteriyorlar.. tatmaya.. tecrübe etmeye rica ediyorlardı.

O, daima mağmûm, kalbini dolduran acıları, zihnini tırmalayan endişeleri dökmek, herkese tanıtmak, hasıl ettiği fikirlere herkesi iştirak ettirmek arzusundan başka bir his beslemiyordu. Eliyle hepsine dinlemek için geniş bir işaret yaptıktan sonra:

Bütün bu hediyelere, bu ihtimamlara benden ziyade muhtaç biri var, o da cümlemizin validemiz vatandır... Yaralı, kanlı kefenlere bürünmüş, parçalanmış vatan.. Bizi mağlup edenler, esir tutanlar, doya doya hakaret.. işkence yapanlar kimlerdir, biliyor musunuz? Dünkü çobanlarımız, dünkü kölelerimiz.. Ah, bu millet bu büyük hakarete tahammül etmemelidir. Bize ne diyorlardı, biliyor musunuz!

“Türkî... Sicilya’ya...” ... “Türkler.. köpekler..” Âh, keşke orada, Bîzanî’de bir gülle ile kala idim de milletin o hakaretlerini görmeye idim.. çünkü o hakaret bana, benim şahsıma değil, anlıyor musunuz, milletimize vatanımıza idi!

Zavallı gözlerine âmâk-ı ruhundan kopan son birkaç katre sıcak yaş çıktı; sesini matem-i vatan hafakanı boğdu; zayıf etsiz eliyle işaret ederek:

Bunların hepsini, dedi. Donanma iânesine.. yoksa vatanın o güzel yerlerini, ecdadın o kıymetli yadigârlarını teslim ettiğimiz gibi...

Sesi büsbütün boğulmuştu. Cümlesi ağlıyordu...

O zamana kadar sükût içinde dinlemiş olan Mustafa, küçük kardeşi, ağabeyinin yatağına doğru atılarak:

-Ağlama, ağabey, ağlama! O yerleri inşallah biz geri alacağız! Mektepte bütün arkadaşların söylediği, düşündüğü hep bu! Nişan atıyoruz, askerlik yapıyoruz! Para için de artırma sandıkları açıyoruz! Hoca efendi bize: “Göreyim sizi, Rumeli’yi düşmandan kurtaracak siz olacaksınız! Diyor. Biz büyüyelim de!.. Düşmanlar görür...

Bütün nazarlar ona, o pür-şevk, o pür-ümit istikbale döndü; bütün kalpler o masum ağızdan çıkan sözlerle teselli buldu: bütün kucaklar o mücevher vücuda açıldı...

Ahmet Cevat

(c.1 Nu.16 s. 243-246)

 İmlâ Müsabakası

S... Mektebinin müdîr ve Türkçe muallimi Halim Bey altıncı sınıfta dersine girdi; kürsiye oturdu. Deftere nâ-mevcûdları kayd etti. Sıra önünde gezinerek müşfik nazarlarıyla talebesini süzdü. Birden kaşlarını hafifçe çattı ve öksürdü:

- Efendiler, dedi, bugün size biri iyi, diğeri fena iki haber vereceğim:

Birincisi, arkadaşlarınızdan 183 Turgut Ârif Efendi dünden beri mektebe gelmiyor; zira sevgili ve kıymetli babasını ebediyen kaybetti. Şimdi bu mahrumiyetle zavallı Turgutum kimbilir ne kadar elim tesirler içinde gözyaşları döküyor!. Allah babasına rahmetler, Turgut’a da sabırlar ihsan etsin.

Oğullarım, Turgut benim çok çalışkan ve halûk bir talebem olduğu gibi sizin de kıymettar bir arkadaşınızdır. Teselliyet ve taziyete koşarak lâzime-i refakat ve insaniyeti ifa edeceğinizden eminim.

Diğeri, isminin gizli kalmasını isteyen maarifperver bir zat mektebimizin altıncı sınıfına her sene başka bir dersten yapılacak bir müsabaka neticesinde muvaffak olana beş lira verilmek şartıyla yüz lira hediye etti. Bu senenin müsabakası imlâdan olacaktır. Müsabaka on beş gün sonra yani bu ayın yirmi yedinci Perşembe günü icra edilecektir; ona göre hazırlanınız.

Şimdi dersimize devam edelim.

Cenab Fazıl Efendi! Geçen dersimizde “tasarruf ve iktisad”dan neler söylenmişti, onları tekrar ediniz.

Cenab, sıranın kenarına çıktı; geçen hafta pek tatlı cereyan eden bu dersin hülâsâsını kendi fikirlerini, muhâkemelerini de ilave ederek tekrar etti.

Cenab Fazıl, on iki yaşlarında mütebessim çehreli, açık alınlı parlak ve zeki nazarlı bir çocuktu, babası gibi sert tavırlı değildi. Halim ve sakindi. Sınıfın en mümtaz talebesi idi.

Muallim:

Çok iyi, teşekkür ederim, dedi.

Çocuk yerine oturdu ve düşünmeye başladı. Zihnine hücum eden bin düşünce arasında o, yalnız zavallı ve yetim kalan arkadaşının halini tasavvur ediyordu.

Kendi kendine: “Şimdiye kadar Turgut’la samimi bir arkadaşlığım yoktu, diyordu; babamla onun rahmetli babası hiç mi, hiç sevişmiyorlardı. Ve galiba onlardan sirayet etmiş olacak ki Turgut’la diğer arkadaşlarım kadar samimi olamadım. En fenası arada bir sebep olmadığı halde birbirimizle konuşmamamızdı. Halbuki onu diğer arkadaşlarıma tercih edecek sebepler vardır. Bahusus şimdi, babacığını, kaybetti.

Şüphesiz, insaniyet, evine gidip elini sıkmayı ve ona teselli vermeyi emreder. Bu çok iyi! Fakat, ya beni evine kabul etmeyip reddederse?!”

Bu korku Cenab’ın cesaretini kırdı.

“Maamafîh bu hususta bir şey yapmak icap eder. Elbette düşünerek bir çare bulacağım. Bu dakikada ehemmiyetli mesele müsâbakadır. Acaba müsâbakayı ben kazanamaz mıyım? Niçin kazanmayayım? Sınıfta kim benim kadar imlâda kuvvetlidir, vâkıâ Turgut da var. Lâkin o daha ziyade hesapta kuvvetlidir. Halbuki imla müsabakasında kazanılacak paraya onun benden daha ziyade ihtiyacı vardır. Zaten babasının hayatında da o kadar zengin değildiler, hele şimdi!.”

Cenab, birden tasavvuratından kurtuldu, bir çeyrekten beri ders dinlemediğini anladı.

Muallim Bey tatlı ve neşeli bir surette anlatıyor. Sınıf büyük bir sükûn ve hürmetle dinliyor. Acaba muallim bey neden bahsediyordu? Dikkat etti. Mevzu “dostluk” idi. Muallim diyordu ki:

“Çocuklarım, siz, ilerde vefakâr bir arkadaşın, ne demek olduğunu daha iyi takdir edeceksiniz. Arkadaş o kimsedir ki size hayatın bütün kederlerine tahammül etmek hususunda yardımlar eder. Kederlerinizi meserretlerinizi sizinle beraber pay eder. Fakat hayatta her dost dost sayılmaz, buna dikkat etmelisiniz. Dostluk sarsılmaz ve samimi bir muhabbet ister, hududsuz, taksimsiz bir muhabbet. Teveccühlerinizi, samimiyetlerinizi şuna buna ibzal etmeyiniz. Onu mahdûd kalplere hasr ediniz. Ailelerinizden, kardeşlerinizden sonra dünyada size en yakın ve sevgili kimse arkadaşınız olmalıdır. Şunu da unutmayınız ki arkadaş rastgele, sathi bir tecrübe üzerine intihâp edilmez. Böyle yaparsanız nadim olursunuz, müteessir olursunuz. Arkadaşınız sizin muhabbetlerinize layık olsun, siz onu nasıl severseniz ve icâbında ona karşı nasıl fedakârlık ederseniz o da sizi öyle sevmeli ve öylece fedakârlıklara katlanmalıdır.”

***

Ders bitmişti, zil çaldı. Herkes kitaplarını alarak evlerine döndüler. Muallimin sınıftaki sözleri Cenab’ın, ta, ruhuna işlemişti. Yolda hep Turgut Ârife nasıl muamele edeceğini düşünüyordu. Eve geldi, endişesini annesine açtı. Annesi:

A, dedi; o kadar düşünülecek bir şey mi? Nasıl hareket etmek icab ederse, bir adam gibi öylece yaparsın. Evet, insan gibi hareket etmeli idi. Bir vâlide için bu nasihati vermek pek kolay idi. Fakat on iki yaşında bir çocuk için bu, o kadar kolay değildi. Ale’l-husus Cenab pek kararsızdı, ne yapacağını bilmiyordu.

Birdenbire sokağın müntehasından havayı fahr ve şerefle dolduran boru sesleri işitildi. Cenab pencereye koştu: bunlar kışlalarına avdet eden bir piyade bölüğü idi. Artık iç sıkan düşüncelere veda!.. Askerlerin rap rap ayak sesleri Cenab’ın bütün hissiyatını alt üst etti. Zihninde ne müsabaka, ne muallim ve ne de Turgut kalmıştı. Pencerden askerlere bakıyordu. Oh! Ne temiz ve ne kahraman askerler! Hepsinin gözlerinde zafer ve şeref vaadleri okunuyor; süngülerden uçan hüzme-i fahr-u gâzâ sokağı nurlara gark ediyor, borulardan kopan velvele-i kahr-u vegâ kalplerinin sadık tercümanı oluyordu.

Cenab kendisini muhârebeye gitmiş farz ediyordu. Orada vuruşuyor, mükâfaten çavuş oluyor, zabit oluyor, kumandan oluyordu!..

-Sonu gelecek sayıda-

Muallim Hulusi

(c.1 Nu.34 s. 555-556)

 Osmanlı Şiirinin Fatihası

Osmanlılar, Anadolu’nun garb-ı şimalî köşesinde tam bir asır, yedinci asr-ı hicrî zarfında, Selçuklulara sadık bir aşiret veya bir emaret-i tâbia halinde kalmıştır, bu seneler zarfında gerek Osmanlılardan, gerek umum Anadolu ahalisinden hiçbir şair zuhûr etmemiştir. Selçukluların daima muharebelerle geçen üç asırlık mevcudiyetleri esnasında dahi umum garp Türklerinden hiçbir şâir çıkmamış -daha ziyade doğru söylemiş olmak için- tekmil bu dört asırlık devre-i tarihiyeye ait tek bir mısra bile zamanımıza intikal etmemiştir. Halbuki bu asırlarda İran şiiri müntehâ-yı kemaline ermişti. Osmanlı şuârasının bilahere birer üstad-ı şiir ittihaz ettikleri “Enverî”ler, “Zahireddin Faryabî”ler, “Nizamî-i Gencî”ler Osmanlıların istiklalinden bir asır mukaddem vefat etmiş bulunuyorlardı.

Enverî ile Zahreddîn’in kasideleri, Nizamî’nin hamsesi ecdadımız indinde büyük bir şöhret ve itibar kazanmış ve şuarâ-yı kadîmemiz hep bu eserleri taklit ve tenzîr etmişlerdir. Hamse-i Nizamî: tasavvuf ve ahlâka müteallik “Mahzenü’l Esrar” ile muhayyel birtakım vekayi-i âşıkâneyi tasvîr eden “Hüsrev ve Şirin”, “Leyla ve Mecnun”, “Heft Peyker”den ve İskender-i Kebir’in hayalî bir hale getirilmiş vekayiini tasvir eden “İskendername”den ibarettir.

Daha sonra İran’da zuhur eden dühât-ı şuarâdan “Hafız” da şarkta gazelin üstadı addedilmiştir.

İran o tarihte, Anadolu ve sair memalik-i İslamiye-i şarkıyye gibi, Selçukluların, onların ricalinden olan Atabeylerin veya diğer Türk ümerâ ve mülûkunun taht-ı hakimiyetinde idi ve bu hakimiyet-i siyasiye sebebiyle İran edebiyatı adeta Türk ve İslam edebiyatı sayılıyordu. Rum Selçuklularının payitahtı olan “Konya” şehri yedinci asr-ı hicrî evâsıtında İran hikmet ve şiirinin ehemmiyetli bir merkezi halini almıştı. Nizamî-i Gencî tarafından parlak terakkilere mazhar ettirilen “tasavvufî, hayalî ve âşıkâne” tarzlarından memzûc şiir-i İranî memalik-i Rum’da yani Anadolu’da büyük bir itibar kazanmış idi, fakat en ziyade rağbet edilen kısım, tasavvuf idi. Esasen Nizamî’nin âşıkâne manzumeleri bile tasavvufa müstenid temsillerle doludur.

Bu itibarla garp Türklerinin kılıç hakkı olarak vatan ittihaz ettikleri Anadolu asırlarla şark Türklerinin hakimiyeti altında kalan İran’ın şiir ve edeb şakirdi vaziyetinde bulunmuş, garp Türkçesini garp Türkçesini mütekellim hiçbir şair yetiştirmemiştir. Nihayet Horasan’ın Belh şehrinde “604” tarih-i hicrîsinde tevellüd eden Celaleddin -ki muahharan “Celaleddin-i Rûmî” namıyla şöhret-şiar olmuştur- pek genç iken Konya’ya gelmiş ve meşhur “Mesnevî-i Mânevî”sini, divanını orada yazmıştır. Kendisi de altı yüz yetmiş ikide yine orada vefat eylemiştir. Mevlana’nın Mesnevî-i Şerifinde otuz bin kadar kıta, divanında “100.000” beyit mevcuttur. Fakat bir Türk şehrinde vücuda getirilmiş olan bu âbide-i şiir dahi lisan-ı Farisî üzere bina edilmiştir. Yalnız zîrdeki iki mülemma gazel parçasında Türkçeye, o da Horasan Türkçesine, tesadüf olunmaktadır:

Mevlana Celaleddin-i Rûmî’nin Bir Gazelinden:

Eger giydür karındaş yoksa yavuz

Uzun yolda budur sana kılavuz

Çobanı berk tut kurtlar öküşdür

İşit benden kara kuzum kara kuzum,

Eger Tatarsan ve ger Rumsan ve ger Türk

Zeban-ı bizebânâ nerâ beyamuz.

Bir tetebbu’ neticesi olarak mânâsı şudur:

“Kardeş iyi olsun fena olsun uzun yolda sana kılavuz odur; çobanı sıkı tut, kurtlar çoktur. Kara kuzum, kara kuzum, benden şunu dinle! İster İran’da, ister memalik-i Rûm’da ister Türkistan’da doğmuş ol, dilsizlerin dilini öğren.”

Görülüyor ki bu kıta da tasavvufa mütealliktir. Bir “çobana” yani bir mürşide intisabı ve “dilsizler dilinin” yani lisan-ı istiğrak ve tasavvufun taallümünü tavsiye ediyor.

Diğer gazel parçası da şudur:

Dânî ki men zi-âlem yalaguz severmin

Ger der-bezm-i nebâî ender gamet ölürmin

Rûzî nişesta-hâhem yalaguz senün katunda

Hem min çagır açarmin; hem min kâbis bilirmin

Tasavvufa ait olan bu parçanın da mânâsı:

“Bilirsin ki ben âlemde yalnız seni severim: Eğer sana vasıl olmazsam gamınla ölürüm. İstediğim: bir gün yalnız olarak senin yanında oturmaktır, hem seninle muaşeret etmek, hem dilini öğrenmek arzu ederim.”

***

Mevlana Hazretlerinin oğlu “Sultan Bahaeddin Ahmed Hazretleri” dahi büyük bir tasavvuf şairidir. Karaman’da doğup büyümüş olduğu halde “Rebab- name”sini lisan-ı Farisî ile yazmıştır. Ancak, Selçukî Türkçesiyle -Osmanlı lehçesiyle değil- birkaç yüz beyti vardır. Garp Türklerinin ilk eser-i şairânesi, fatihâ-i şiiri işte bu eser-i tasavvuf olmak lazım gelir.

Ondan birkaç beyit naklediyoruz:

Mevlanadır evliya kutbu bilin =

“Mevlana evliya kutbudur, bilin”

Na kim ol buyurdısa anı kılın =

“Her ne buyurduysa onu yapın”

Tengriden rahmettir anın sözleri =

“Onun sözleri Allah’tan rahmettir”

Körler okursa açıla gözleri =

“Körler okursa gözleri açılır.”

***

Mal topraktır bu sözler candır =

(Mal topraktır, bu sözler yani Mevlana’nın sözleri candır)

Uslular andan kaçar bunda durur =

(Akıllılar ondan yani maldan kaçar bunlara yani Mevlana’nın sözlerine koşar”

***

Türkçe bilseydim ideydim ben size

Sırları kim Tengriden değdi bize

Bildireydim söz ile bildiğimi

Dilerim ki göreler kamu ânı

Cümle yoksullar ola benden ganî

Mânâsı

Türkçe bilseydim de Allah’tan bize vasıl olan esrarı size açaydım! Bildiğimi söz ile bildire idim, bulduğumu size de bulduraydım! İsterim ki herkes o esrara vâkıf olsun, bütün yoksullar benden daha zengin olsun!”

***

Gövde görünür canı göz görmedi

Can niteligünü uslu sormadı

Can görünmez kim yüzün gözler göre

Gövde değil kim gele karşu dura

Mânâsı:

Cisim görünür fakat ruhu hiçbir göz göremez; ruhun nasıl olduğunu akıllı insan sormaz. Ruh görülmez ki simasını gözler görebilsin; cisim değildir ki gelsin de karşımızda durabilsin!”

***

Küçük dostlarım, şiirimizin karanlık ibtidası işte budur. Rebab-name’nin tarih-i ikmali “699” sal-i hicrîsidir ki istiklal-i Osmanî’ye de müsadiftir.

Tetebbuumuzdan şu istidlal olunuyor ki Osmanlıların istiklâline kadar garp Türklerinin ruhu, tam dört asır zarfında, askerlik ve tasavvufla beslenmiştir. Fatih devrine kadar yine hemen hemen aynı edebiyat ve hissiyat ile perverde olan ecdadımızın ruhu da bize kadar hiç şüphesiz intikal etmiştir. Halen de bu iki seciyeyi âmâk-ı ruhunda bulmayan bir garp Türk’ü, bir Osmanlı Türk’ü var mıdır?..

Naci-i Sağîr

(c.1 Nu.14 s.213-215)

 Yunus Emre

Sekizinci asr-ı hicrînin ümmî ve aşk-ı tasavvuf ile meczûb bir Türk şairidir. Lisanı, garp Türkçesi olmakla beraber Osmanlı lehçesi değildir. “Nahnü evresna’l ilmü mine’l hayyi la yemût” sırrına mazhar olanlardan addolunmaktadır; yani hiçbir kitap okumadığı halde ulûhiyeti düşünerek ve o zamanki meşâyihin hizmet ve musâhabetinde bulunarak esrâr-ı hilkat ve hâlikıyete vukûf peyda etmek kanaatini kalbinde hasıl etmiştir. Beyt-i âti (707) tarihinde tarik-i tasavvufa sülûk ettiğine delalet eder:

Tarih dahi yedi yüz yedi idi,

Yunus canı bu yolda kodu idi.

Şimdiki Kastamonu vilayeti dahilinde bulunan (Bolu) şehrinde ikamet etmekte olduğu şuarâ tezkirelerinde mezkûrdur. O zaman oralarda “Kızıl Ahmedli” imareti mevcûd idi.

Yunus Emre (âşık) ünvanını hâizdir ki âşık-ı billah demektir. Bu ünvan esasen umum tasavvuf şairlerine verilirdi.

Âşık Yunus evzân-ı İraniye’yi istimal etmemiştir. Tarz-ı nazmı, kâmilen parmak hesabıyla ve evzân-ı milliye üzerinedir. Maamafîh mesnevisi çok defa remel­i müseddes olan (fâilâtün, fâilâtün, fâilün) veznine mutâbık düşmektedir. Çok defa kafiyece de ibtidai bir muvaffakiyet ibraz edebilmiştir.

Bir gazel ile mesnevisinden birkaç beyit nakl ediyoruz:

Bir Gazelinden:

Yoldaş olalım ikimiz gel dosta gidelim gel

Hâldâş olalım ikimiz gel dosta gidelim gel

Bu dünyaya kalmayalım, fanidir aldanmayalım

İkimiz ayrılmayalım gel dosta gidelim gel.

Ölüm haberi gelmeden ecel yakamızı almadan

Azrail hamle kılmadan gel dosta gidelim gel.

Gerçek âşık görelim, Hakk’ın haberin alalım,

Âşık Yunus’u bulalım, gel dosta gidelim gel.

Mesnevisinden:

Yâ ilahî ger sual etsen bana

Bu durur anda cevabım uş sana

Ben bana zulm eyledim, ettim günah,

Neyledim nettim sana ey padişah?

Kıl gibi köprü yaparsın geç deyu

Yatağından gel sen seni seç deyu

Kıl gibi köprüden adam mı geçer?

Ya dayanur, ya urulur, ya uçar

Kulların köprü yaparlar hayır için

Hayrı oldu kim geçerler seyir için

Pes gerek vâsî ve muhkem ola ol

Kim geçenler diyeler uş doğru yol

Terazi kurdun hıyanet tartmaya

Kasd kıldın beni oda atmaya

Mizan ona yaraşır bakkal ola

Ya kuyumcu tacir ve attar ola

Sen Habîr’sin hod bilirsin hâlimi

Ne hacet ki tartarsın âmalimi

 

 

 

 Sen temaşa kılasın hoş ben yanam


Haşa Lillah senden ey Rabbü’l enam


Bir avuç toprağa bunca kîl-ü kâl


Ne gerektir ey Kerim-i Zü’lcelal?


Çünkü değmedi Yunus’tan bir ziyan


Sen bilirsin âşikârâ ve nihan.


Naci-i Sağîr


(c.1 Nu.15 s. 112)


 

 

 

 

 

 

 

 

 

  Âşık Paşa

Asıl ismi (Ali bin Muhlis bin İlyas)’dır. Büyük pederi (İlyas Baba) Horasanî lakabıyla yâd olunurdu; buna nazaran muma ileyhin Horasan’dan Rumeli’ye gelmiş, tarikat-i sûfiyeye sâlik bir şeyh olduğu anlaşılıyor; Selçukî Sultan Gıyaseddin-i Sânî zamanında tarikat-i sûfiye dervişlerinin bir ihtilal sebebiyle katl edildiği de tarihlerde mezkûrdur. Âşık Paşa’nın pederi (Muhlis Baba) dahi tarikat-i sûfiye meşayihinden idi; Karaman’da altı ay kadar dervişane bir icra-yı hâkimiyetten sonra mevkiini yeni teşekkül eden Karaman emâretine terke mecbur olduğu ve müesses devlet-i Osmaniye’ye, Osman Gazi hazretlerinin nezdine geldiği tezkire sahibi Taşköprüzade tarafından hikâye olunmuştur. Asıl şair (Âşık Paşa) ise Karaman’dan Kırşehri’ne gelmiş ve orada vefat etmiştir.

Eserlerinin nihayetinde, fihristten sonra görülen:

Amed ender ha’ be-alem baz şüd ender zelec

Sezde rûz ez safer şeb şeşenbih ey fülan

Beyti, (ha ve ayn =670) tarih-i hicrisinde tevellüd ve (zelec = 733) tarihinde, saferin on üçüncü salı gecesi vefat ettiğine delalet ediyor.

Âşık ismi kendisine, zamanın diğer tasavvuf şuarâsına olduğu gibi, âşık-ı billah mânâsına olmak üzere veriliyordu. Paşa ünvanı ise bir kelime-i tevkîriyeden ibaret idi.

“Garipname” veya “Maarifname” nâmında, mesnevi tarzında uzun bir eseri de vardır. Bu esere “Âşık Paşa Divanı” namı veriliyorsa da diğer divanlara asla müşâbeheti yoktur.

“Garipname” on bâba, her bâb on dasitana münkasımdır.

Şair gayet muhtelif mevzular üzerine, daima hikmet-i tasavvuf dairesinde bast-ı müfad eylemiştir. Zamanına göre büyük bir âlim ve büyük bir hakîm olduğu müstebândır.

Garipname’nin vezni evzân-ı İraniye’den remel-i müseddestir:

Fâilatün fâilatün fâilün Fâilatün fâilatün fâilün

Şu kadarki imaleleri ve zihafları gayet mebzûldür. (İmale) meddi icap etmeyen heceleri uzatma (zihaf) ise memdûd heceleri med etmemekdir, her ikisi şiirin uyûbundandır, fakat henüz Osmanlı ve umumiyetle Türk şiiri öyle bir hengâme-i tufûliyette idi ki bu gibi mübalatsızlıklar kusur sayılmazdı. Anadolu dahilinde avam şairleri arasında on bir hecalı vezn-i millînin müstamel olduğuna ve bundan remel-i müseddese geçildiğine hükm olunabilir. Yunus Emre’nin mesnevisi dahi çok defa bu vezne muvafık düşmekte idi; halbuki Âşık Yunus Kızıl Ahmedli, Âşık Paşa ise Karaman emaretinde bulunuyordu.

Kafiyelere gelince: onlar da ekseriya kusurlu olur idi: çok defa kayda ve tevcîhe riayet olunmadıktan başka redifin bile aynı olmasına itina olunmazdı. Bâhusus, o zamanın imlasında ekseriya hurûf-u savtiye kullanılmadığından “gel, kal, kıl, ol” gibi kelimeler (gel, kal, kıl, ol) suretlerinde yazılarak nazarî bir kafiye tahassul etmekte idi. Kezalik “bildire, doldura” gibi kelimeler (bildire, doldura) suretlerinde yazıldığından kafiye ittihaz olunmaları caiz görülürdü; kafiyenin sem’a tesirine ehemmiyet verilmezdi.

Âşık Paşa’nın kullandığı lisan garp Türkçesi ve Selçukî lehcesidir. Azeri şivesine muvafık kelimeler dahi isitmal etmektedir. O devirde garp lehcelerinin birbirlerine oldukça karışmaya başlamış ve henüz hiçbrinin diğerlerine bir fevkâniyet ihrâz etmemiş olduğu anlaşılmaktadır.

Garipnâme (730) tarihinde hitam bulmuştur:

“Bunun hatmi uş oldu tamam

Dopdolu yüz dâsitân oldu tamam

Yedi yüz otuz yılında hicretin

Sözü erdi hatmine bu fikretin”

Garipname’den:

Gör kim Allah neler kılmıştır

Kudret elinden neler gelmiştir

Diledi kim kendisini bildire

Mülk yarata mahlûk ile doldura

Her işi bir işe kıldı sebeb

Ol sebebden kamuya oldu şeb

Hiç sebebsiz dünyada iş olmadı

Hiç sebebsiz dünyaya halk gelmedi.

***

Âb ü ateş bâd ü hâk ad eyledi

Bunları bu mülke bünyad eyledi

Her birisi bir işe kâim durur

Bunlarınla(l) bu cihan daim durur

İşit imdi her birinin işini ne

Gör ki nice hoşnu işler işne

Birisinden taze olur deşt ü bağ

Biter(2) anın hasılından bal ü yağ

Birisi mülke çerağ olmuş durur

Aydınlığından bir düğün dolmuş durur

Birisi yeryüzünün feraşıdır

Hem siler hem süpürür hem arıtır

Birisi mahkûm(3) olup tuttu karar

Ta ki mahluk süre anda rüzgâr(4)

.Dünya işine vücuda gelmeye

Kim bulardan(l) anda mevcud olmaya

***

İmdi gel mânâ ile bak hâline

Âkil isen vâkıf ol ahvaline

Ne inayet kıldı sana ol hakîm

Ne keramet verdi sana ol kerîm

Gel bilirsen kadrini şükreyle gel

Dün(5) ve gündüz durmadan zikr eyle gel(6)

[Kavlehû Teâlâ lein şekertüm leezîdenneküm]

Şükredersen artıra bahşayişin

Dinle imdi ideyim(7) nedir işin

[Kavluhû Teâlâ ve emma bi-ni’meti rabbike fehaddis]

***

Her kimin kim aklı yoktur ilmi yok

Aklı kâmil kimsenin hod ilmi çok

Oldu mürd ilmi akılsız kişinin

Anınçün hâsılı yok işinin

Bu akıldır can-ı ilmin mutlaka

Akl-ı nakıs ilm ile ermez Hakk’a

Pes diri ilm oldur, kim akl âna

Yoldaş olmuştur bile önden(8) sona

İlmi bildik akl ile yemiş vermeyi

Aklı bir gör kim nice yemiş dirliği

Diri aklı aşk kokar belli ayan

Ölüdür aşksız akl belli beyan

Kangı akl kim Hakk’a âşık değil

Ol hakikat hazerata layık değil.

Mülahazat-ı Lisaniye

(1)     Zamanımızda müfredde (bununla), cem’de (bunlarla) suretinde kullanıyoruz. Sekizinci asırda ise müfredde olduğu gibi cem’de dahi muzafün ileyh halinde olarak (bunlarınla) deniliyormuş. (Bu)nun cem’i olmak üzere (bular) istimali Âzeri lehcesine muvafıktır.

(2)     Biter anın hasılından bal ve yağ (onun mahsulü olarak bal ve yağ olur)

(3)     Mahkum memur mânâsına kullanılmıştır. Mahkum olup, emir alıp demek oluyor.

(4)     Rüzgâr = zaman;

(5)     Dün gece.

(6)     Gel, Selçukî lisanında emirlere ilave olunan bir münteha mesabesindedir. Sekîllerde (gıl) şeklini iktisab etmektedir.

(7)     İdeyim (söyleyeyim) mânâsındadır.

(8)     Önden sona başa nihayete kadar demektir.

Naci-i Sağîr

(c.1 Nu.17 s.276-278)

Ekrem Bey Merhumun Mekteb-i Mülkiye Muallimliği

(Mekteb-i Mülkiye) 1293 Teşrîn-i Sanîsinin 21’inci Pazartesi günü küşâd olunmuştur. Müddet-i tedrisiyesi beş sene olup üç evvelki sınıflara (sınıf-ı idadîye) ve müntehâ sınıflara (sınıf-ı âliye) tesmiye olunur idi. O tarihte mekâtib-i tâliye namına mekteb-i sultanîden gayrı mektep yok idi. Hiçbir yerde mekteb-i idadî teşkil olunmamıştı. Binaen-aleyh sâl-ı küşâdında mekteb-i mülkiyenin birinci sınıfına mekâtib-i rüşdiye mezunları ve dördüncü sınıfına mekteb-i sultanî mezunları kabul olunarak yalnız iki sınıfı teşkil kılınmış ve giderek bütün sınıflar vücuda gelmiştir.

95-96 sene-i tedri siy esinde üçüncü sınıf teşekkül ediyordu. Programda münderiç olan dersler meyânında edebiyat-ı Osmaniye dahi bulunmak ve ders-i mezkûr için bir muallim-i cedid intihâbı lazım geldi. Ol zamanlarda her ders-i cedid için o dersin müteallik olduğu fennin mütehassıs-ı ma’rûfu arayıp bulmak ve rica ve minnetlerle muallimliği kabul ettirmek usûlü takip olunduğu cihetle bir ricaname tahrîriyle Ekrem Bey merhumu mektebe davet eyledim. İcabet edip geldi. Edebiyat-ı Osmaniye muallimliğini teklif eyledim. Birdenbire tevahhuş etti: aczinden, adem-i iktidârından bahs ile böyle bir emr-i mühimmi başa çıkaramayacağını ifade eyledi. Beyanatı, müsselem olan edep ve nezaketi dairesinde pek ciddi idi. Niyâzımı tekrar ettim; ısrar ettim, zihninde i’zam eylediği muallimliğe kifâyetine hiç şüphe olmamakla beraber himmet ve meram ile tarz-ı cedid üzere bir dersin, bir kürsünün tesis olunacağını ve kurulacak temel ile maarif-i âtimize büyük hizmet olunacağını ve bu hizmet-i cemileden vatanı mahrum etmemesini ve’l hasıl iknâ için lazım gelen sözleri söyledim. Nihayet mütereddidane bir tavır ile razı oldu kuvvet-i kalb ile kendine güvenemiyordu. Bittabi miktar-ı maaş asla mevzu olmamıştır. Edib-i muhteremin şu tereddüdü zamaneye mikyâs olabilir mi?

Ekrem Bey 21 Eylül sene 1295 tarihinde derse başladı. Ve az zaman içinde büyük istidad gösterdi. Esbak Hakkı Paşa ve Maarif Nazırı esbâkı Emrullah Efendi hazeratı ilk sene okuttuğu sınıf talebesindendir.

Ekrem Bey dershanede talebesine daima “zat-ı âlîniz” diye hitap ederdi. Tavrında, sözünde, muamelesinde hatta libâsında edeb ve terbiye ve nezaket ve zarafet bütün parlaklığı ile lemeân eylerdi. Setresini iliklemeden dershaneye girdi mi bilmem!! Yalnız fen muallimi değil bir terbiye numunesi idi. Talebenin kendisinden ne derece ahz-ı kemâlât eylediğini isbâta hâcet yoktur. Talebesiyle o kadar ihtirâm-ı mütekabil tesis eden muallim nadirdir zannederim. Defterinde bir kere ceza işareti görülmemiştir. En ağır muamelesi “Efendiler işitilen bazı sözlerimizi ihlâl ediyor” zemininde idi. Sıra gözlerinin kapağını açıp kapamak menfûru idi. Zira dersinde çıt olmaz ve olmasını da arzu etmez idi. Dershanesi bir nezâhet meclisi idi. Talebe vazifelerinin altına bir mütalaa-i edebiye veya bir fıkra-i teşvîkiye yazmak âdeti olduğundan iâde ettiği bu vazifelerden birçoğu belki ashabı yedinde mahfuzdur.

Bir gün ittifaken dershanenin köşesinden bir küçük fare çıkıp duvar kıyısını takip ile bir hayli ilerlemiş. Talebe hâlî! Nazar-ı dikkatleri o tarafa mün’atıf ve çehrelerde tebessümler peyda olmuş. Nihayet dershane yabancısı mîr-i merhumun da gözüne ilişmiş. Gayet ciddi bir vaz’ ile “Evet efendim. İlm ve irfan ile mütehallî efendiler gıda-yı fikr ve ruh olan ders ve kitabı bıraktılar da benimle meşgul oluyorlar diye zavallı hayvan izhar-ı tahayyür ediyor” demiş ve talebeyi derse ircâ eylemiştir.

Bu mertebe kıymetli olan bir vücudun mekteb-i mülkiyeden iftirâkı nasıl oldu? Takrîr ettiği derslerden “ta’lîm-i edebiyat” husule gelmiş ve tab’ ve neşr olunmuştu. Edebiyat-ı atîka taraftârânı itiraz ettiler bu itirazlar sahâif-i matbuatta bir hararetli münakaşa kapısı açtı ve hayli müddet temâdi eyledi Ekrem Bey âvân-ı şebabında genç Türklerin siyasetine karışmamış ise de Kemal Bey ve emsali ile muârafe ve mükâtebesi malûm olduğundan ve yeni şeyler tullâbın zihnini hürriyet filan gibi nâ-makûl hülyalar tevellüt etmesinden korkulmaya başlandığı bir devirde ta’lîm-i edebiyatın yeni tabirleri ve nev-zemin neşve ve hatta müellifinin şahsı bu korkulan şeylere karıştırıldığından muallimlikten azli mabeyn-i Hümayunca takarrür etmiş. Maarif nâzırı Münif Paşa bir gün bu âcizi çağırıp Ekrem Bey’in derslerinden istifade olunmadığı cihetle lüzum-ı tebdilini söyledi. Müdafaa ettim, kâr-ger olmadı, ben onu azl ettim dedi, yerine kimi koyacağız o kâbda muallim nerede bulacağız dediğimde: “Hacı İbrahim Efendi ehildir onun tayini tensîb olunmuştur.” cevabını verdi. Hacı İbrahim Efendi ise Ekrem Bey’in muterizi idi. Meğer Münif Paşa mabeynce verilen kararın icrâsını deruhde eylemiş imiş. Mesuliyetini üzerine alarak muktezâsını şu sûretle ifa etmiştir.

9 Rebîü’l Evvel 1332

O devirlerde Mekteb-i Mülkiye müdiri bulunan

Abdurrahman Şeref

(c.1 Nu.19 s.312-313)

 Babanzade İsmail Hakkı Bey

Daha dün dehâ-yı irfanın nurlarıyla müfekkiremi parlatmıştın. Bugünkü muvâcehe-i mevtin kalbimin en rengîn hislerini kararttı..

Tabiatin, zülal-i rahmetiyle reyyân ettiği hâtıra-i irfanına karşı dümû’-ı ye’s ü keder bari bana bir hiss-i teselliyet verebilse!!.

Cuma 13 Kânûn-u Evvel [Senetü’l Hüzün]

Muallim Ahmet Halit

Babanzâde İsmail Hakkı Bey

Senelerden beri merhûmun en takdirkâr kârilerindenim. Yazılarında öyle bir samimiyet, öyle bir kudret buluyordum ki ruhlarımız arasında benim için pek kıymettar bir muvâneset hasıl olmuştu. Daha bir gün evvel siyasi “Hasbihal”ini okurken hakiki bir vecd-i vatanperverîye gelmiştim. Bu muazzez enîs-i ruh ise bugün ebediyen ufûl etmiş bulunuyor.

Şimdi Tanîn’in nüshaları her gün elime onun yazılarından mahrum geldikçe ruhumda, heyhat, ilelebed tatmin edilemeyecek bir iştiyâkın matemleri alevleniyor. Ve benim gibi daha kimbilir kaç bin kârinin ruhunda, merhûmun büyük zekâsı, derin ilmi, muhlis vatanperverliği, hasılı kâbil-i nüfûz ve mümkinü’l ihtilat anâsır-ı ruhiyesi yaşamakta ber-devam olacak!

31 Mart’ta, müşevvikîn-i irticaiyyûnun en azılılarıyla yüz yüze gelmemiş, onların süngülerine karşı mertce müdafaaya cüret etmemiş miydi? Fakat esasen mertlik, samimilik, doğruluk onun mümeyyiz-i seciyesi değil mi idi?

İhtisâsın beyaban-ı kaht ve nedreti demek caiz olan memleketimizde merhum “Hukuk-u Esasiye”28 ve “Tarih-i Siyasi” gibi ilimlerde en büyük bir mütehassıs idi. Hukukumuzun en muktedir, en aşk-nâk müdafilerinden idi. Ve bugün bed-baht memleket o mahyâdan da mahrum kaldı.

Geçen sene yine böyle yağışlı bir günde Ali Nusret’i de gömmüştük. O da ulûm-u lisaniyede yegâne bir mütehassıs idi.

Daha birkaç ay evvel Bedî Nuri’nin de matemini çektik. O da imar-i mülk ve bilad fenlerinde hakiki bir mütehassıs idi.

Bu, ve diğer mütevalî darbelerde kahhar bir kudret-i sübhaniyenin ahkâmını mı görmek ıztırarı var? Ey Rabb-ü Kâinat, acı bize! Ahyâr-ı ibadını, bu (âmmü’l hüznü) bu günahkâr ümmete bir daha gösterme, hakiki ulemayı, verese-i enbiyayı aramızdan artık ayırma.

Ey Osmanlı talebesi, masum kalbinizle bu bedbaht vatan için merhamet, mağfûr için merhamet niyaz edin!..

Ahmet Cevat

(c.1 Nu.16 s. 264)

28 Defterin müessis ve müdîri tarafından beş sene evvel tab’ olunan Hukuk-u Esasiye’nin mevcudu kalmamasından ikinci defa tab’ına başlanmamış ve henüz hitam bulmuştu..

İlmî Terbiye

Serlevhamın maksadımı ifade edebileceğine pek de emin değilim, terbiyenin, ilm-i terbiyeye muvafakati lüzumundan bahs etmek istemiyorum. Terbiyede gayenin ilim, yani hakikat olması lüzumuna dair bir iki söz söyleyeceğim.

Fransa müverrihlerinden birisi aynı ırkdan olan iki kavmin, Ruslarla Lehlilerin mukadderat-ı tarihiyelerinden bahs ederken, Lehlilerin uğradığı elim akıbetin mühim sebeblerinden biri olmak üzere, aldıkları terbiyeyi gösteriyor: Lehliler, Latin-Katolik edebî mektebinde terbiye olunmuşlardı. Krallar, asilzadeler, hep Cizvitlerin şakirdleri idi; avam hakiki hayattan pek yüksek bir hayal arkasında koşarak, maddi sefaletini unuturdu. Leh nâciliyeti , hakiki hayatı, adeta yaşanan bir şiir ve hayale çevirmişti: ölümü hiçe sayan cüretli muharebelerden, derin bir iman ve vecd ile edilen ibadat ve ayinlerden boş kalan bütün zamanını, aşka, iyş ve işrete, musiki ve raksa vakf eylerdi.

Lehlilerin bu hayatı, onları iki deniz arasındaki geniş ve şevketli bir krallıktan bugünkü hale, yani üç imparatorluk arasında parçalanmış kanlı bir ceset haline getirdi..

Zamanımız idadî mekteblerinin türlü hırfet ve sanatlara has olanlarından gayrısı bile iki nevaya ayrılır: Klasik idadîler, reel mektepler.. Klasik idadîlerde talim ve terbiyenin temeli ölmüş diller ve edebiyattır; reellerde ise yaşayan dillerle müsbet ilimdir. Bugün garbın her tarafında ikinci neva mekteplerin birinciler ziyanına arttığı görülüyor. Öteden beri edebiyat ve hayali seven Katolik-Roman kavimlerde bile riyazî ve müsbet terbiye, daire-i istilasını genişletmektedir.

Osmanlı Türklerinin gerek eski medreselerinde gerek yeni mekteplerinde gerekse talim ve terbiyeye müteallik kitap ve mecmualarında, şimdiye kadar görülen gaye hep edebiyat, yani hayaldir. Bizde hesabcı, işci, müsbet, doğruyu görebilen, müstahsil ve müfid adamlar yetişmemesinin sebeblerinden biri bu kötü terbiye olduğuna hiç şüphe yok. Fikir sahasında çalışanlarımızın hepsi şair ve edibdir: nazırlarımız, valilerimiz, siyasilerimiz, mebuslarımız, muallimlerimiz... ilh. hemen hepsi ediblikden yetişmiştir, bizde tabib, mühendis, mimar, asker, işini gücünü bırakır, şiir ve hikâye yazmakla uğraşır. Mecmua müdürlüğünden biliyorum: Basit fakat hakiki vakaları görüp düzgünce yazacak bir mümeyyiz bulmakta bin müşkilat çekiyoruz da, Allah’ın her günü, postacı bize üç, beş manzume getirip sunmakta kusur etmiyor!.

Eğer terbiye mütehassıslarımız bu edebiyat afetinin önünü almazlar, bu hastalığa bir ilaç bulmazlarsa ilerideki siyasî ve içtimaî, hayatımızın, yaşayan bir hakikat değil, uçup dağılıveren bir hayal olmasından korkulabilir.

16 Kânûn-u Evvel 329

Akçuraoğlu Yusuf (c.1 Nu. 16 s. 265)

 Dirilen Bir Terbiye - Parklar

Üç asır var ki Mehmet Ağa isminde başı kavuklu, ayağı çarıklı bir adam, mimarlık âlemine bir harika göndermek emeliyle bugünkü Sultan Ahmet Camii’nin temel taşlarını atmıştı. Bu büyük camii, dört duvar üzerine yükselip de muazzam bir kütle teşkil eylediği zaman, Mehmet Ağa her şeyden büyük gördüğü ihtirâs-ı sanatını duyurmak ihtiyacıyla ona müstesna şekilde muazzam bir kubbe hediye etmeyi düşündü. Muazzam bir kubbe! Fakat bu, Bizanslıların Ayasofya’ya koydukları nısf küreyi, Mimar Sinan’ın Süleymaniye için zarafetle işlediği tacı tekrardan başka bir şey olamazdı. Bu tekrar, bu kayt ve esaret, Mehmet Ağa için pek elîm idi. O zaman düşündü, yokluk içinde bir varlık, asrın bütün kavâid-i sanatına isyan edici bir şahsiyet göstermek istedi: Üst üste üç tabakadan mürekkep bir kubbe yığını vücuda getirdi. Ve istedi ki bu muazzam kabartıların altında secde eden âbitler, nurlara gark olsun, o zaman bütün bu kubbelerin kenarlarını pencerelerle delik deşik etti. Mehmet Ağa’nın bu savlet-i rûhiyesine camiin duvarları mukavemet edemedi, adeta yıkılacaktı! O zaman mimar, kubbeleri hafifletmeği aklına bile getirmedi, bu muazzam nısf küreleri taşıtmak için içeriden demir payandalar vurdu. İçerisine koyduğu dört taş rükûnla mahv ve fenaya karşı isyan eylediğini anlattı. Mehmet Ağa bir yandan böyle muazzam ve müebbet bir mabet vücuda getirirken bir yandan da bu mabedi şanlı müzeyyen bir saray haline sokmayı düşünüyor, hep bu gaye-i hayal peşinde, içerisini mavi çiniler, dışarısını boylu boslu, müzeyyen kapılar, balkonlarla tezyin eyliyordu.

Camiin dışarısına öyle bir avlu, bu avlunun içerisine öyle bir şadırvan hediye etmişti ki burası bir mabet avlusundan ziyade bir saray medhaline benziyordu. Büyük mimar bu sefahatle de kanaat eylemedi. Bu sarayı koca bir bahçe ile bahçeyi gölgeli ağaçlarla tezyin eyledi. Mehmet bunu sırf bir sanat aşkıyla yapıyor, fakat hakikat-i halde üç yüz sene evvelki Osmanlı ruhunun ihtiyaçlarına hizmet ediyordu: Kendi kendine müstesna, şahsî bir mabet icat eyledim, diye gururlanan büyük sanatkâr, hakikat-i halde yeniçeri kazanının önünde eğiliyordu! Çünkü o zaman mabet namına saray, avlu, şadırvan, bahçe isteyen kuvvetli, dünyaperest bir millet vardı. Bu millet avlusuz, bahçesiz, ışıksız mabetleri mimarının başına yıkacak kadar kuvvetliydi. Evlerinin bahçesinde toprak, çiçek, ağaç, gölge muhabbetini doyuramayan koca kavuklu Türkler, bu muazzam mabedin geniş bahçesinde, ağaçların altında nefes alır, birbirleriyle görüşürlerdi. O asır-dîde ağaçların dili olsaydı bize üç yüz sene evvel gölgelerine sığınan kavukluların esrarengiz muhaverelerinden, parçalar naklederlerdi. Acaba bugün yine öyle kuvvetli, hırslı bir millet var mı?.. Kim bilir! Fakat herhalde bugün belki bir asırlık mahrumiyetten sonra bu millette yine bahçe, tabiat, çiçek, ağaç, mesafe ve yeşillik duygusu uyanıyor, bu millet dünkü geniş bahçelerini, bostanlarını telafi için bugün parklar, umumi bahçeler yapıyor. Fakat bugünün parkları, bahçeleri dünün bahçeleri, bostanları kadar mesut değil, çünkü bugün onları istihkâr edebilecek, “Bize park, bahçe lazım değil!” diyecek kafalar pek çok! Fakat kim ne derse desin, bu bahçeler, bu milletin yaşamak, hem de millet yaşamak kabiliyetinin en büyük delilidir. Çünkü parklarla bu memlekete giren toprak, çiçek, ağaç değil, sıhhat, hayat, kalp, ruh, terbiyedir.

Hiçbir mektep, bir memleket için parkların, bahçelerin yapacağı hayırlı tesirleri yapamaz. Bizim gibi bahçesiz, havasız, ağaçsız, çiçeksiz çöllerde yaşayan milletler, mekteplerinin, medreselerinin çokluğuna rağmen yine düşmeğe, yine parçalanmağa mahkûmdur. Çünkü parklar her şeyden ziyade terbiye-i hissiyye ve içtimaiyyenin vatanıdır.

Genç, ihtiyar, müslim, gayri müslim, teceddüdperver ve muhafazakâr... Bütün efrad-ı millet bu parkları alkışlamaya borçludur. Çünkü parkların tesisi, pek kuvvetli bir millet yetiştiren eski terbiyemize şanlı bir ricat teşkil eder...

Muallim İsmail Hakkı (c.1 Nu.8 s.118-119)

Sarayiçi Parkı

Yazın yakıcı harareti yavaş yavaş azalmaya, semanın zeval noktasından İstanbul üzerine ateşten demetler gönderen güneşin batıya doğru yürüyüşü hızlanmaya başladığı zaman mebzûl güneş hüzmeleri altında birkaç saatlik yanık ve çorak bir Sahrâ-yı Kebir günü geçiren bu bahçede canlı hayat nişanelerinin belirdiği görülür.

Artık akşam yaklaşmış, gündüzün, tahammülü aşkın sıcaklığı yerine, latif bir serinlik kâim olmuştur; şiddetli yaz hararetinin ağırlığı içinde, muntazam caddeleri, yüksek ve sâye-dâr ağaçları, latif yamaçları, şakrak kuşlarıyla beraber sanki bayılmış, ölmüş gibi duran bu yer şimdi canlanır..

Kalemlerinde, can sıkıcı masalar başında muttarid ve yeknesak kâğıtlarla akşama kadar boğulan kâtipler, mağazalarında heyecanlı kazanç gürültüleriyle bî-tâb düşen tâcirler, mekteblerinde bir günün müteaddid dersleriyle dimağları yorulan şâkirdler, akşamın yaklaşmasıyla yine her günkü güzellik ve tazeliğini kazanan; nice padişahların menâkıb-i saltanatıyla dolu bu Sarayiçi Parkı’na şitâb ederler. Ve artık, şimdi yüksek ve levend serviler, ötede beride Bizans ve Osmanlı tarihinin merak- engîz ve sır-âlûd hatırâtını muhafaza eden eserleri, Sarayburnu’na, Marmara’ya doğru uzanıp giden hıyâbânları ile burası sanki Telemak’ın behiştî ceziresine benzer... Yavaş yavaş esmerleşen semanın sükûneti altında, etrafa çöken durgunluğun müphem-i ebkemiyyeti içinde, yanlarında velospitleri, ellerinde uçurtmaları, kollarında kitaplarıyla muhtelif yaşta çocukların kumlu yollar üzerinde koşuştukları görülür.

Kanepelerin üstünde bir günlük yorgunluklarını bu yeşil yurdun sükûnetleriyle dinlendirmek, âsûde bir dakika-i istirahat geçirmek için gelmiş belleri bükük ihtiyarlar; kol kola, her günün şuûn-u şebâbını birbirlerine nakleden gençler; evlerinde bulamadıkları hava-yı istirahati buralarda arayan kadınlar Sarayiçi Parkı’nın her akşam görünen en vefakâr müdâvimleridir. Bu, nihayet dört beş saat devam eden bir dinlenme hayatıdır. Gecenin ilk karanlıkları yüksek servilerin gölgelerini daha ziyade koyulaştırmaya başladığı zaman ağaçlar arasından işitilen bir çıngırak sesi parkın kapanacağını ilan eder... O zaman, istirahatlerini henüz bulamayan bütün bu insanlar gezintilerine doymayan gençler, oyunlarını kâfi görmeyen çocuklar, gayrı memnun, kafile kafile büyük kapıya şitab ederler. Bu büyük bahçenin misafirleri azala azala nihayet biter, herkes çekilir, ve yine gündüzki yalnızlığına, kimsesizliğine kavuşan park, ertesi günün akşam hayatına, ertesi günün cennet saatlerine hazırlanmak üzere, artık tamamen hulûl eden gecenin zulmetlere boğulan sessizlikleri içinde medîd uykusuna dalar.. ve bütün gece uyur...

Hüseyin Ragıp

(c.1 Nu. 24 s.391)

Ahlâkî Musahabeler

Hased ve Tama’

Hasan ile Ahmed bir köyde otururlar, rençberlikle geçinirlerdi. Kapı bir komşu oldukları için tarlalarına birlikte giderler, akşam üstü yine birlikte avdet ederlerdi..

Ekseriya cuma günleri; öte beri satmak, biraz da gezip dolaşmak üzere kasabaya inerler, dönüşte o gün gördüklerini, işittiklerini, öğrendiklerini... birbirlerine anlatır dururlardı..

Yine böyle bir cuma günü idi, kasabaya inmişler, işlerini güçlerini bitirmişler; konuşa konuşa köylerine dönüyorlardı. Bunlardan Hasan; çok hasis idi. Sattığı mallardan, kazancından, hatta o gün beş on para sadaka verdiğinden bile yana yakıla bahs ediyor, “Yine ziyan ettik!.” diyordu. Arkadaşı, renkten renge girerek Hasan’ı dinledi.. O; kazancından bahsettikçe Ahmed; helecanlar geçiriyor, kıskançlığını belli etmemek için kendini zor tutabiliyordu. Nihayet o da söze karıştı:

-Bugün tuhaf bir şey gördüm. Çarşıda güya zenginlerden biri elli lira iâne vermiş...

Hasis arkadaşı kendini zabt edemedi. Gözlerini hayretle açarak: “Âh... sonra?.”

Ahmet devamla:

-Artık etrafına toplanan toplanmış, hep onu öğüp duruyorlar; bundan ne olur? Sanki çok para vermiş, ben daha çok verebilirim!..

Hasan sabırsızlıkla:

-Aman, birader! Daha ne versin.. Doğrusu onun da o kadar aklı yokmuş a...

İki arkadaş hararetle konuşurlarken birdenbire durdular. İkisi de hayretler içinde kalmışlardı:

Üstü başı eski, yırtık, dilenci kıyafetli bir adam derhal gözleri önünde tebdil-i kıyafet edivermiş.. Gür, süt gibi beyaz sakallı, melek çehreli, temiz ve muhterem bir ihtiyar oluvermişti.

Yavaş yavaş iki arkadaşa doğru ilerledikçe onlar; çeneleri kilitlenmiş, benizleri sararmış muttasıl geriliyorlardı. Bereket versin bu korkunç dakikar çok uzamadı; o meçhul ve esrarengiz ihtiyar gülümseyerek, müşfik ve mülayim bir tavırla:

Evlatlarım! Ben, kasabadan beri sizi takip ediyorum; bütün konuştuklarınızı işittim. Anlıyorum ki siz ikiniz de zengin olmak istiyorsunuz, size acıdım ve sizi mesud etmek, arzularınızı yerine getirmek için peşinizden buraya kadar geldim...

A..man!..

Fakat acele etmeyiniz.. Sonra kaybedersiniz.. Vâkıâ ben, her arzunuzu yerine getirmeye kâdirim; fakat bundan en ziyade, sonraya kalan istifade edecek, yani evvelce hanginiz bir dilek dilerse sonraya kalana onun iki mislini vereceğim!..

Bu son söz iki arkadaşın da gözlerini parlatmıştı. Biri hasisliğinden, diğeri kıskançlığından bir türlü evvelce istemiyorlar, ikisi de susuyor, ikisi de sonraya kalmak istiyorlardı. İhtiyarı fazla bekletmek de münasip değildi. Artık iki arkadaş evvela rica ile başlayarak işi kavgaya kadar çıkardılar; arkadaşlık filan her şey unutulmuştu... İkisinin de inatları o kadar kavi idi ki!. rica, minnet.. nihayet kavga ve döğüş bile onları yola getirememişti.

Ahmet, arkadaşının ısrarını görerek asabiyetle titredi ve dişlerini gıcırdatarak:

İkinci defaya mı kalmak istiyorsun? Dedi. İhtiyara yaklaştı: “Ben, bir gözümün kör olmasını istiyorum...” dedi.

Öte taraftan hasis arkadaşının da derhal iki gözü körlenmişti.

***

Bu hadise; Ahmed’e o kadar müdhiş bir tesir yapmıştı ki uyandığı zaman terler içinde elleriyle gözlerini yokluyordu...

Daru’l muallimîn-i âliye tatbikat mektebi muallimlerinden

Abdüllatif

(c.1 Nu.32 s.526-527)

 Coğrafya, Tarih

Oğlum,

Sana, evinde ne kadar oda olduğunu sorsalar tabii düşünmeden cevap verirsin, bilmezsen “budala” derler. Bunun gibi evvela memleketinin hududu içinde ne kadar vilayet, ne kadar sancak olduğunu öğreneceksin: Şunu iyi anlamalısın ki bilinmeyen şey sevilmez. Arslan, sende iyi veya fena bir his bırakmaz. Çünkü henüz görmedin. Fakat bunları Afrika’dakilere sor, sana bunlardan ya muhabbetle, ya nefretle uzun uzun bahsedecekler.

Oğlum biz, bizim yaşımızdakiler, bu memleketi kurtaramıyoruz, çünkü onu tanımıyoruz, ve tanımadığımız için sevemiyoruz. Bizim içimizde vatanını can verecek kadar seven ne kadar azdır, şarkılarımıza bakıp da memleketi fedakâr ile dolu zannetme, biz memleketten yalnız hoşlanıyoruz, insan hoşlandığı değil, aşk ile sevdiği şeyler uğrunda canını feda eder. Annene biri hücum etse hemen koluna sarılırsın, o kolda kama bile olsa... Fakat komşu kadına hücum etseler pek bıçaklı kola sarılamazsın. Çünkü birini aşk ile seversin, birinden sade hoşlanırsın.

Ben öyle adamlar biliyorum, ki İngiltere’nin en küçük şehirlerini bile tane tane sayarlar, nüfuslarını bilirler, sonra “Adana vilayeti nerde?” desen parmaklarını Karadeniz sahiline doğru uzatırlar. Bir Fransıza karşı Almanya’yı, bir Almana karşı Fransa’yı müdafaa ederler. Dikkat edersen görürsün ki bu iki adamdan biri Almanca bilir, Almanya coğrafyasını, tarihini bilir. Diğeri Fransızca bilir, Fransa coğrafyasını, tarihini bilir. Onun için biri Fransa’yı, biri Almanya’yı müdafaa eder, kendi memleketinden ziyade müdafaa eder. Türklere karşı taarruz eden bir ecnebi karşısında bulunsa yanındakine dönüp “Hakikat, böyleyiz” der. Biz ecnebilerin hakkımızda söylediği acı acı küfürleri darb-ı mesel diye kullanırız. Çünkü biz mekteplerimizde tarih okumadık, coğrafya hocamız cahildi, hiçbir şey anlamıyordu. Ecnebi memleketlerine gidenler ise o milletlerin coğrafyasını gördüler, tarihini iyi okudular. Ve hepsi kendi evinin kaç odası olduğunu bilmediği halde komşu evlerinin pencerelerini bile sayan birer budala insana döndüler. Birer vatansız, milletsiz oldular; halbuki kurt bile yattığı dağı sever; yabani atı altın ahıra koysan, kapıyı açık bulur bulmaz hemen dağlara, ormanlara yani kendi vatanına koşar. Ben öyle adamlar gördüm, ki “İstanbul’u İngilizler alsa daha çok rahat ederiz” diyordu. Anladın ya niçin Rumeli’yi verdik. Çünkü Rumeli’yi sevmedik, “Hepsi Allah’ın yeri değil mi? Bize Anadolu yeter” dedik.

Demek her şeyden evvel coğrafyanı, tarihini okuyacaksın; coğrafyanı, tarihini bileceksin.

Sana soruyorum: İstanbul’u niçin seviyorsun? Buna bütün cahillerin dediği gibi “Çünkü İstanbul dünyanın en güzel yerlerinden biridir” diye mi cevap vereceksin? Bu sözü söyleyenler taşı, toprağı, denizi daha güzel bir şehir olsa onu İstanbul’dan ziyade sevmek icap edecek. Sen İstanbul’u seviyorsun, çünkü orada doğdun, alnını yükselten Fatih onun etrafında muharebe etti, sen Türk’sün ve Türk’üm dediğin vakit göğsünü kabartan iftiharlı duygulardan birini de İstanbul’u feth edenlerin Türk olmasında buluyorsun. Eğer İstanbul’un nasıl feth olunduğunu bilmezsen, bu kaleler önünde kaç bin Türk’ün can verdiğini öğrenmezsen onu layıkıyla sevemezsin. İnsana vatanı sevdiren vatanın tarihi, mazisidir.

Daha izah edeyim: Bir arkadaşı hemen bir dakikada sevebilir misin? Hayır; ya ne yaparsın? Evvela konuşursun, her gün yeni bir huyunu beğenirsin, her gün biraz daha ısınırsın, bir gün gelir ki onu bütün kalbinle seversin. Çünkü sana “Arkadaşın yalancıdır” deseler, “Hayır ben onunla çok vakittir görüşüyorum, hiç yalan söylemedi” cevabını verirsin. “Korkaktır” deseler “Filan gün cesaretini gösterdi” dersin. Vatanın da tarihini bilirsen onu böyle seveceksin, “Sana Türkler korkaraktan” deyince Asya’da Avrupa’da, Afrika’da kıtalar feth eden Türklerin korkak olmayacağını söyleyeceksin; “Türkler medeni değildir” diyenlere “İşte camilerimiz, işte şairlerimiz, işte âlimlerimiz....” dersin. Eğer tarihini bilmezsen cevap veremezsin, bir gün gelir ki Türklerin korkak, barbar, cahil olduğuna sen de inanırsın; ve inandıkça onlardan uzaklaşırsın; ırkına, vatanına yabancı kalırsın.

Bâkî, her şeyden evvel tarihini, coğrafyanı bil, oğlum.

Munis Nejad

(c.1 Nu.26 s.419)

 Sabanımızı Niçin Değiştirmiyoruz?

Oğlum Cahit artık on beş yaşının verdiği ciddiyetle menafi-i hayatiyemizi düşünüyor, milletler arasında hâiz olduğumuz mevkii anlamak istiyor, geri kalışımızdan endişe-nâk oluyor. Müteselli olduğu bir cihet varsa o da memalikimizin vüsati, arazimizin -ihtimal biraz mübalağa-kârane- rivayet olunan feyz ve bereketidir. Fakat bunda da terakkiye teşne, refah ve saadete âşık, i’tilâya müncezib genç ruhu tamamıyla mutmain görünmüyor; ders kitaplarında gördüğü ziraat aletleri, o mükemmel makineler, fennin o havârik-i tatbikiyesi merakını tahrik ediyor, bunların bizim de memleketimizin her tarafında kullanılıp kullanılmadığını soruyor, her cevab-ı menfi kalbine zehirli bir ok gibi tesir ediyor.

Geçen gün yine hararetli hararetli “Fakat biz sabanımızı niçin değiştirmiyoruz?” diye sual ediyor ve bunun, cüzi bir himmetle mümkün olacağını farz ederek “Her vilayet senede beş yüz saban da mı mübayaa edemez?” gibi masumâne mülahazalar beyânından bile kendini alamıyordu. Bunun bir mübâyaa meselesi olmadığını, belki bir medeniyet-i umumiye tezahürü olduğunu söylediğim zaman gözlerini hem anlamak isteyen, hem de henüz inanmayan bir tavır ile açarak daha ziyade izahat vermeme muntazıran “Nasıl?” dedi.

Trablusgarp’da iken, bir gün belediye dairesinde pas içinde gördüğüm en yeni en mükemmel numunelerinden yirmi kadar Avrupa sabanını tahattur ederek vekayii kendisine naklettim: o zaman oranın belediye mühendisinden bu sabanların ne için böyle paslandırılıp ahaliye tevzî edilmediğini sormuştum; mühendis de:

Ahali bu sabanları kullanamıyor, azizim, demişti. Bir kere vilayetin hayvanat-ı bakariyesi bu iri demir sabanları çekecek boy ve kuvette, değildir. İri öküzü olanlar da nihayet iki üç ay, bir mevsim kullanabiliyor; sonra bir yerinde şayan-ı tamir bir şey oluyor ve tamir edecek demirci ustası bulunmadığından alet muattal olup kalıyor!

Ondan itibaren benim de zihnimi bu sabah tebdili meselesi işgalden hâlî kalmamıştır, ve her ne zaman bir vilayet veya liva tarafından mükemmel âlat-ı ziraiyye sipariş edildiğini gazetelerde görsem gözümün önüne o Trablusgarp belediye dairesinde gördüğüm paslı sabanlar gelir, mühendisin verdiği basit izâhâtı hatırlarım...

“Evet, oğlum, iyi anla: Bir millet kendisi imal ve tamir edebildiği âlât-ı kullanabilir. Başka milletlerin kendi memleketleri için, imal ettikleri âlâtı satın alarak füyûz-u medeniyeden müstefid olmaya rabt-ı kalp etmek tıpkı âriyet elbise ile ziyafete gitmeye benzer. Sabanı mübayaa etmeden, bozulduğu zaman nasıl tamir edileceğini düşünmek lazımdır. Âdi sabanı köylünün kendisi âdi bahçe bıçağı veya keserle tamir edebilir; çeliğinin suyunu yeniletmek ağzını, biletmek gibi ameliyatta seyyar kıptî ustaların çergesinde görülebilir. Fakat cesim demirhanelerden çıkan mükemmel sabanların tamiri yine cesim demirhanelerde vâkıf-ı erbâb-ı sanat tarafından icra olunabilir.”

Oğlum izâhâtımı lüzumundan fazla anlamıştır. İstediği süratle vatanın her köşesini mamur ve refîh görememekten mütevellid bir hararetle: “Peki, biz niye demirhaneler açmıyoruz?” dedi.

Cevap verdim: “Ne için demirhaneler açmadığımızı bilmem, fakat herhalde, memleketin her tarafında demirhaneler açılmadan, demir çelik köylerime kadar hulûl etmeden, senin gibi gençlerin kolları çekiç sallamadan ateş karşısında yanmadan sabanımızı bile değiştirmenin mümkün olmadığını bilirim.”

Bunun, üzerine, oğlum da, ben de sâkit, mebhût kaldık. O, ihtimal hemen kollarını sığayıp saylayacak çekiç genç arıyordu, ben de nesl-i hâzır-ı şebabı, demirhanelere sevk edecek erbâb-ı vatanın nihayet zuhûr edeceğini düşünüyordum..

Ahmet Cevat (c.1 Nu.33 s.533)

Çocuk ve Tabiat

Çocuklar bu baharda geldi geçiyor. Acaba siz onu layık olduğu derecede tarâvetten, sıhhatten, hayattan mensuc olarak getirdiği hediyelerden hissenizi aldınız mı?

Zannetmem... Eminim ki bu defa da siz ondan pek az istifade ederek elinizden kaçırıyorsunuz. O sizi aylarca mûnis koynunda barındırıp kışın bünyenizde icra ettiği tahribatı tamir etmek ve kanınızı yeşil kimya-hânesinde istihsal ettiği taze cevherli nesîmiyle tasfiye eylemek ister. Halbuki siz ondan kaçar veya pek az temas edersiniz. Bütün bahar mevsiminde tabiata on beş - yirmi günde bir temas etmek, nurlu güzelliklerini tozlu camlar ardından seyreylemek hiçbir vkitte kâfi değildir.

Mektep vakitlerinden mâadâ zamanınız tabiatın yeşil, mavi ağuşunda, serin koruların sedef kumlu sahillerin tozsuz, mikropsuz, ceyyid havasını bol bol emmekle geçmelidir.

İnsanlar tabiattan uzaklaştıkları nisbette sıhhatlerinden de kaybetmişlerdir. Mükellef salonların, yaldızlı avizelerinden süzülen ziyalar altında gittikçe asabîleşen yavrular! Sizi tabiatın feyizli sinesine iade etmelidir. İstikbâli ihya edecek medeniyet nurları, ancak akşam güneşlerinin tesirat-ı mu’tedile-i kimyeviyesi altında saf dağ veya deniz havası teneffüs ederek yetişecek ipek başlardan beklenebilir.

Kelebekleri bile incitmeyen saf havalarda rutubetsiz gecelerin bir kısmını da açıkta geçirebilirsiniz. Bu sayede idadî sınıflarında siyah tahtalar üzerinde bin zahmetle öğrenilmeye çalışılan burçlar, yıldızlarla kolayca kesb-i istînas edilir.

Fezanın ısrarlı, derin karanlıkları arasında büyük varlığın nukât-ı meş’aresi hükmünde dizilmiş duran yıldızlar zekî gözlerinize güzel bir isti’dâd-ı tetebbu verir.

Mavi, sarı, kırmızı pırlanta gibi parlayan sevabetten, kehkeşanlardan mürekkep manzûme-i kudreti her zaman görmeyen ve sema-yı mükevkebin lahûtî güzelliğini duya duya temâşâ etmeyen ruhlar yükselemez.

Fikr-i beşerî kanûn-ı ahâdiyete doğru cezb edip götürecek vasıtalar o nurlu izlerdir. Bazen sabah uykularını da feda edip kitâb-ı tabiatın jaledâr, mahmûr evrakını ve bu sihirle uyanan denizlerin ilk pembe emvâcını temâşâ etmeye de gayret ediniz. Sizde hiss-i bedii uyandıracak hakikati üryan güzelliğiyle gösterecek feyyaz-ı menâzırdır.

Velhasıl tabiattan uzaklaşanlar daima aldanmışlardır. Onun ceyyid derslerinde kuvvet ve hayat vardır, onun her varakında, her bir avuç toprağında bir fen bir hikmet mündemictir. Fikri ulûhiyete doğru yükseltecek bütün ma’lûmat onun her zaman herkese açık sehaifinde menkûştur.

Abdülfeyyaz Tevfik

( c.1. Nu1. s.6-7)

 Cennetten Çıkma

Sizin kadar beni de düşündüren bir mesele var: “ulûm ve maârif’ diyeceksiniz... Fakat hayır dayaktan bahsetmek istiyorum. Bu “cennetten çıkma (!)”nın tarihini siz ne kadar bilirsiniz bilmem. Fakat benim bildiğim bugün bile hatırladığım pek iyi bir şey varsa o da küçükken yediğim dayaklardır..! Benim yediğim dayaklar belki herkesi o derece alakadar etmez. Fakat dayak bahsinde herkesi, hele tarihçileri, lisancıları alakadar edecek bir şey var ki o da: “Dayak cennetten çıkma !”nın manasıdır. Bu sözden anlaşılan iki şey olabilir. Biri: “Cennetten çıkan dayaktır, başka şey değil”, diğeri de: “Dayak cennetten çıkmıştır, başka yerden değil.” Fakat benim anlayamadığım ve çok kere arkadaşlarıma sorduğum bir şey var: Dayak cennetten çıkmış ama ne kıyafetle çıkmış ve nasıl çıkmış?.. İşte bir nokta ki karanlıkça, tenvire muhtaç! Cennetten çıkıyor, ama ne sebepten? Buna türlü mana verenler var, bazıları: “Cennetten mezundur.” diyorlar, bazıları da “Cennetten kovulmadır.” diyorlar!.. Bunu mantıkla halletmek biraz güç olacak. Eğer cennetten çıkma başka şeyler olsaydı mukayese edilebilirdi. En doğrusu bu cennet meyvesini yiyip de duyanlara sormaktır. Bakalım dayağın lezzeti hangisini hatırlatıyor: cenneti mi cehennemi mi?!.

Her neyse bu menşee meselesini bir tarafa bırakalım da sizinle biraz da vekayı’ üzerinde düşünelim olmaz mı? Bizim bir kapı yoldaşı var, mekteplerde hocalık eder. Bakınız geçen gün bir mecliste otururken bize ne anlattı:

Evvelsi gün mektebe gitmiştim. Bir iş için müdürün yanına girmek lazım geldi, odasına doğru ilerlemiştim ki içerden bir gürültü işitir gibi oldum, evvela kahkahaya benzettim. Sonra dikkat ettim. Ne dersiniz, içerde dayak atıyorlar! Şöyle bir kapıyı aralık ettim. Baktım ki; müdür, muallim, mubassır; beş altı kişi birini yere yatırmışlar, çala sopa ediyorlar, vay hainler vay!.. Fakat yerde tepinen çocuğu bir türlü tanıyamadım, içeri girmeye de cesaret edemedim; geri döndüm. Sonra bir aralık yine gittim. Müdürün kapısının önünde bir efendi duruyordu. Fakat tuhaf! Bu efendi zıplar gibi bir şeyler yapıyor. Beni görünce birden durup dikildi, vaziyet aldı, askerce bir selam verdi. Fakat yüzünde hep elem çizgileri görünüyordu; anladım ki dayak yiyen çocuk budur. Zavallı bana teessürünü belli etmemek için cebr-i nefs ediyordu. Zavallı çocuk!.. İnanır mısın bu, benim nazarımda sınıfın en iyisidir. Fakat biraz canlıca, serbestçe... Dayağın sebebini sormağa lüzum yok değil mi?

Ben bu vak’ayı öğrenince menşei ne olursa olsun dayak yiyen çocuğa acıdım. Derken orada vak’ayı dinleyen arkadaşlardan biri:

-   Fakat siz ne kadar müteessir olursanız olunuz, ben nesl-i hâzırın dayak yemesi taraftarıyım! Demesin mi! Hep bir ağızdan:

-Oh! Oh! Diye bağırmaya başladık.

-   Fakat acele etmeyiniz. Bakın ben söyleyeyim de öyle. Siz dayağın aleyhindesiniz, pek güzel, fakat aleyhdâr olduğunuz bu dayağı nasıl kaldıracaksınız; milleti düşündürerek, dayağın fena olduğunu anlatarak değil mi? Halbuki millet düşünmeye yeni başladı. Mesela biz. Zaman-ı istibdatta dayak yerken düşünür müydük, yok! Fakat bugünkü çocuklar az çok düşünebiliyorlar. Çünkü bugünküler bizden çok serbest kalıyorlar. İşte bunlar hem düşünür hem dayak yerlerse daha iyi düşünür ve düşündükçe dayağın aleyhdârı olurlar? Bu suretle dayağın terbiyemizden çıkması da kolaylaşır. Yoksa daha çok zaman dayak, bu memlekette yaşayabilir. Biz arkadaşın nüktesini anladık:

-    Öyleyse biraz daha dövelim, yaşasın dayak! diye bağırdık.

Odada bizim eski mahalle mektebi hocalarından birisi bulunuyordu. Kulağı da biraz ağır işitiyor. Bizim “yaşasın dayak” diye bağrıştığımızı işitince gözleri açıldı, latife ettiğimizi anladı, kendisinden şüphe edilmesin için dedi ki:

İşte ben, tam istediğiniz muallim olurum, “Dayak atma, çocukları serbest bırak!” diyeceksiniz değil mi? Bunu ben herkesten iyi yaparım. Çocukları öyle bir mülayim tutarım ki şaşarsınız. Açınız yeni bir mektep de bakalım yapabiliyor muyum yapamıyor muyum, görürsünüz. Söz söyleyen arkadaşım gözlerini bir iki defa çevirdikten sonra hoca efendiye hitaben bağırarak dedi ki:

Fakat hoca efendi, farzediniz ki, bu serbest bıraktığınız çocuklar çığlığı bastılar, zıp zıp sıçradılar, mektebi bir düğün evine çevirdiler, her yeri alt üst etmeye başladılar...O zaman ne yapacaksınız? Hoca efendi şaşırdı, yüzünü gözünü buruşturdu. Dişlerini sıkarak, ellerini kollarını sallayarak:

Bak o zaman dayanılmaz, basarım sopayı.. dedi.

Talebe Defteri

(c.1 Nu.2 s.17-18)

 Talebe Yurdu Münasebetiyle

(Umum Taşralı Talebeye)

İlim ve sanat peşinde uzak yerlerden İstanbul’a kadar koşup gelen yavrular! İçinde yeni yaşamaya alışacağınız bu muhitte, sizin saf yurtlarınızın, ana ocaklarınızın, hâr, mûnis hevâ-yı samimiyetini hiç bulamazsınız. O sakin, tehlikesiz hayatı buralarda nâfile aramayınız.

Altınla vicdanın, menfaatle ahlakın, maddiyatla maneviyatın, hepsinden doğrusu, garp ile şarkın daimi boğuştuğu bu şehirde müşterek bir reng-i maîşet, esasî bir tarz-ı hayat bulmak mümkün değildir.

Burada yaşayanlara daima gözünü açmak, bütün tebessümleri menfaatle mağşûş , iltifatları riya ile meşbû’ farz etmek daha muvâfık ihtiyat olur.

Hele tüller, kadifeler altında gizlenmek, yaldızlar, parlak ziyalar içinde süslenmek istenen “levsiyyât”tan daima uzak durunuz. Zira bunların yumuşak cazip elyafı arasında nice zehirli mikroplar gizlenmiştir. O mikroplar ki sizi okşaya okşaya zehirler. Pûlâd beniyyelerinizi kemirdiği gibi bütün maneviyat ve ahlakiyâtınızı da tahrîp eder.

Aman evlatlar tekrar ediyorum. İpekler altında kaynaşan, dalgalanan o hâr, muğfil, zehirli kuvvetlere olanca kudretinizle mukavemet etmeye çalışınız. Zira sizden evvel o girdab-ı hevesâta kapılanların, aldananların uğradıkları zararlar, belalar yalnız kendi nefislerine münhasır kalmadı. Koca Anadolu’yu bir yangın bir âfet gibi sardı. Zavallı yurttaşlarınızın temiz damarları müstekreh, müteaffin gazviyât ile doldu. Beyoğlu’nun fuhşiyat çirkâblarından sıçrayan o veremli, firengili pis kanların üzerimizde icra eylediği tahribât o kadar büyük o derecede mühliktir ki onun yanında bu son Balkan Harbi’nin açtığı yaralar hükümsüz kalır.

Vücudunuza hücum eden gazviyât-ı muzırradan başka doğrudan doğruya ruhunuza, mukaddesat-ı ahlakiyenize musallat bir bela daha vardır.. (........................... )  evet, o

bela, o âfet sizi her gün geçeceğiniz yollarda, barınacağınız otellerde, hanlarda arkanızdan bir zıll melanet gibi takip eder. O menhûs gölgelerden ölüm kadar korkunuz, o siyah cepheli alçak gürûh, mübeccel, milli mirasınız olan iffetinizi kirli tırnaklarıyla parçalamak isterler.Bu melun maksatlarına ermek için bazen yüzünüze güler, sahte alicenaplıklar, muğfil sohbetler gösterirler. .Bazen de tehdit ve tahfife müracaat ederek zayıf noktalarınızı araştırırlar.

Milleti en can alacak yerinden vurmaktan ictinab etmeyen, alnı kirli, mazisi karanlık, efrâdın adedini çoğaltmaya sebep olmaktan haya etmeyen, titremeyen bu gürûh-u rezileye hele hiç kapılmayınız. Onlardan kaçınız daima uzak kaçınız.

Vaktiyle size bu nasihatı verip de ‘Nereye kaçalım? Nereye iltica edelim.?’ yollu bir suale maruz olsa idim, hakikaten bir müşkül mevkide kalacak idim. Fakat bugün elhamdülillah göğsümü kabartarak verebileceğim pek makul bir cevabım var: (Talebe Yurdu’na...)

Pek yakın bir zamanda meydana getirilecek olan bu yurt, sizin üzerinize bir cenâh-ı şefkat gibi açılacaktır. Orada idareli bir maişet, sıhhî bir mesken, bâhusus ahlakî bir sâye bulacaksınız. Artık gayr-ı sıhhî hanlardan, meşkûk otellerden, meş’um kahvehanelerden kurtulacaksınız.

Bu mübeccel tasavvurun bir an evvel meydana getirilmesi millî intibâhımızın en bahir bir nişânesi olacaktır.

Temenni edelim ki bu müessese-i mühimme memleketimizin ihtiyâcatıyla mütenasip umum bîkes talebenin barınmasına müsait bir mükemmeliyette meydana getirilsin, derûnunda müteaddid kütüphaneler, kıraathaneler. bulunsun ve bâhusus hüsn-i idare ve inzibatı fatîn ve halûk ellere tevdî edilmiş olsun.

Eğer böyle olacak olursa hakikaten bu mübeccel yurt memleketimizin gençliğine unutulmaz hizmetler îfa eder. Pak ve nezih zillinde koca bir milletin istikbalini, gençliğini koruyan, himaye eden melceler nice en muhteşem âbidelerden daha mükerremdir. Böyle bir tek insanî, ahlakî müesseseye bin ehrâm-ı zafer feda olsun.

Abdülfeyaz Tevfik

(c.1 Nu.11 s.161-162)

 Hanımlar Sahifesi

(Gelecek sayıda Şükûfe Nihal Midhat Hanımefedi’nin bir mensûreleri bulunacaktır.)

Âti Huzurunda Kadınlarımız

-Fatma Aliye Hanımefendi’ye:-

Osmanlılar, kadınları en fedakâr, en çalışkan akvâm meyanında sayılmaya bihakkın layıktır.. Millî hayatımızı istedikleri kadar eski zamanlara doğru, raculî bir nazarla tetebbu edenler, cehlin, taassubun şiddetle hakim olduğu zamanlarda bile Osmanlı kadınlarını vazifesi başında bulur. Ecdadımızı, Tuna yalılarında, Rus hududlarında, Yemek çöllerinde.. devletin varlığı, milletin şerefi, namus uğrunda bezl-i hayat ederken, necib, vefakâr hem-râzları ailenin bütün ihtiyâcâtını zayıf omuzlarına yüklenir; şehid ocaklarını sönmekten, yetimlerini sefalete düşmekten vikâye etmek gibi hakkı ödenemez, şükrü ifa olunamaz, hizmetlerde bulunurlardı; mülkümüzün neresinde olsa kadın eli değmemiş sapan işlemez, anaların, hemşirelerin cebîn-i pâkinden damlayan terlerle sulanmayan tarlalar yeşillenmez...

Kadınlarımızın mezâyâsı yalnız çalışkanlıktan, sabır ve tahammülden ibaret değildir; zeka inkişafına fıtrî istidadları da pek ziyadedir; hârice hiçbir şey aksettirmeyen Osmanlı evlerinde, o derin gölgeli sakflar altında ne nezih vicdanlar.. sa’ye, ilme, azimle müteveccih kabiliyetler yaşamıştır.

İşte bu, fahr ile, minnetle yâda layık kudretler, istidatlar.. intişâra müsâid bir zemin bulunca, bütün feyzini ortaya dökecekti; evet öyle de oldu, taassup baykuşunun siyah kanatları kırılınca âtilere devr edilecek, rüşeym-i irfanın mesuliyet-i neşvü nemâlarını yüklenecek olan kızlarımız, vazifelerinin ciddiyetini pek güzel takdir ettiler; bu hiss-i intibâh ümidin o derece fevkinde bir süratle inkişâfa mazhar oldu ki, birçok zamandan beri, müfettişlik, mümeyyizlik, şimdi de muallimlik gibi fırsatlarla temas ettiğim, bu âlemde gördüğüm şevk-i tahsil tecrübe itimadlarıma rağmen beni bile hayrete düşürdü!. Bil-münâsebe29 “İnkâr Edilemez Bir Hak” ünvanlı makale ile bu hayret ve şükrânımı efkâr-ı umumiye arz etmiş idim; artık her geçen zaman bu kanaatlerin serab değil, şayan-ı hürmet bir hakikat olduğunu isbat ediyor; zira adi bir heves, nümayiş-kâr bir arzu ile yapılan şeyler, kış mevsiminde güzel havalara aldanıp da açılan çiçeklere benzer, semere vermek şöyle dursun, temaşalarına bile vakit bulunamadan solup giderler.

Osmanlı kadınlarında görülen son ilmî intibah böyle solacak, dökülecek nev’den olsa idi, mekteblerimizin ilk senelerinde başlayan sevimli, ruh-nüvâz cıvıltılar susar, nur ile, irfan ile her gün biraz daha istinâs eden hassas, nerîm dimağlar faaliyetten kalır.. fıtrî inceliklerle göz nurlarının imtizacından meydana gelen huyût ile işlenmiş tüller, ipekli kumaşlar çoktan birer köşeye atılırdı; elhamdülillah böyle olmadı. O, yavru cıvıtılar yavaş yavaş büyüdü; birer aheng-i ciddiyet aldı; hayali hakikatten pek güzel tefrik eden zamanın sademâtına mukâvemet etti.

Şimdi bu büyük, ictimaî emelimizin husûlünü tes’îd etmek isteyenler, daru’l fünûnlara kadar yükselen, fennin en koyu, en derin, nurlarına azimle infaz-ı fikr ve nazar etmeye muvaffak olan kızlarımızı, pek layık oldukları takdir-kâr bir hürmetle alkışlayabilirler!..

İnâs daru’l fünûnu müderrislerinden, Mercan Sultanîsi müdîri:

Muallim Abdülfeyyaz Tevfik

(c.1 Nu.32 s.527- 528)

29 16 Temmuz 1330 tarihli Tanın gazetesi.

Muhterem Maarif Nâzırı Beyefendi’ye Açık Mektup

Nâzır Beyefendi,

Sizden evvel bu mevkiye gelip giden zevâta bu sahifelerde hayli yazılar yazmış, makamlarında hayli sözler dinletmiştim. Fakat bugüne kadar hiçbir va'adin husûlünü görmedim. Çünkü talebim, nefsime değil, bütün vatan evladına aitti. Ve bizde, umumi menfaatlerin, şahsi kanaatlere feda edilmesi bir adetti...

Selefleriniz, hakkımı tamamiyle teslim etmişlerdi. Hatta şifâhen ve tahriren, yanlışlığın ıslah edileceğine dair teminat da vermişlerdi. Mes'ele taliye ve iptidaiyye idarelerinin hatalarını tashih etmelerine vâbesteydi. Bu suretle talebe mağduriyetten, mektepler perişanlıktan kurtulacaktı. Fakat bu idareler sahih tabiriyle bir hareket-i mezbûhane bile göstermediler. Halep orada ise arşın burada!..

Ben artık muğfil vaatlerden, “inşallah” politikasından bir şey anlamıyorum. Bu memlekette yarına kalan herşeyin artık unutulacağına kaniyim.

Bugün görüyor ve anlıyorum ki sultanilerde iptidâilerde gayesiz, mefkûresiz ve tam manasıyla bir tarhana çorbası halindedir. Esasen bunu herkesten iyi sizin de bildiğinize                    eminim.   Nazır    olduğunuz için kanaatiniz        elbette   değişmemiştir.

Mamaafih    şüpheniz  varsa   lütfen geziniz, görünüz, o         zaman   daha iyi hak

vereceksiniz.

Bugün maarifin başında “siz” varsınız. Fakat sizin bulunmanız benim meddahlık yapmamı icap etmez, zira, size ait olmasa bile, meydanda ve göze batan öyle fahiş hatalar var ki!... Ben, seleflerinizin icrasına emir verdikleri yüzlerce işin hala yüz üstü durduğunu gördükçe, sizin de yalnız emir vermenizi beklemiyorum. Haksızlığın izale edildiğini gözlerimle görmek istiyorum ve ancak o zaman bir şey yapıldığına inanacağım. “bugüne kadar ne yapılmadı?” diyenlere, “ne yapıldı?” sualini sormaktan başka cevabım yoktur. Arz ettiğim gibi ümidim sizdedir. Siz de bu mesâili hasır altı etmelerine meydan verirseniz o zaman, talebe defterine de Çocuk Dünyası'na da, Maarif Mekteplerinin hocalığına da elveda... ve maarifin kapısına büyük bir “el-fatiha”!...

Ben, kendi hesabıma, maarifin ıslahı namına bilhassa şunların acilen yapılmasını bekliyorum:

1-    Altı sene iptidai mekteplerinde okuyan her talebe bu mektepleri ikmâl edince, tedrisat-ı tâliye programının sakâmeti yüzünden Sultanilerin altıncı sınıfına alınıyor; halbuki sultani iptidâilerinde beş sene okuyan talebe de bu hakka malik oluyor. Numune ve iptidaii mezunlarının böyle birer sene kaybetmeleri sarih bir haksızlıktır. Altıncı sınıfın içinden çıkılmaz ve her sene birçok talebenin sınıfta kalmasına sebebiyet veren programı ıslâh edilerek iptidai mezunları doğruca yedinci sınıfa alınmalıdır.

2-    İptidai mektepleri ve Sultaniler ecnebi lisanı tedris edilip edilmemek cihetinden oniki nev'e ayrılmıştır!!! bu, dünyanın hiçbir tarafında görülmemiş bir garibedir. Ya bütün iptidâilerde ecnebi lisanı olmalı, yahut hepsinden kalkmalıdır. Bu yüzden bilfarz semtini değiştiren bir talebe mektepten mahrum kalmakta, iptidâiyi bitirenler de istediği sultaniye girememektedirler. Tedriste vahdet lazımdır.

3-    Leylî zükûr sultanilerin hepsinde ecnebi lisanı birinci sınıftan başlar. Binaen-aleyh buraya ne taşra sultanilerinden gelen, ne İstanbul'un diğer mekteplerinde okuyan talebe giremez. Bu da azim bir hata, fahiş bir mantıksızlıktır.

İşte Nazır Beyefendi, sizden evvelki nazırların başlarını ağrıttığım dokuz mes'elenin üç tanesi... Diğerlerinden de ayrıca bahsetmek üzere şimdi, bugünün en mühim derdini arz edeceğim:

Dört seneden beri analarının kucağından alınan yavrular gibi, mekteplerinden çekilerek talim-gahlardaki haşin ellere, cephelerdeki bârid siperlere sevkedilen on beş - on altı yaşlarındaki ihtiyat zabit namzetleri bugün yavaş yavaş terhis edilmekte ve artık mekteplerine kavuşmaktadırlar. Bu zavallı madurlar için neler düşünüldüğünü, neler yapıldığını bilemem. Yalnız elinizden geleni yapmakta teahhur etmeyeceğinizden emin olduğum için ben de hatırladığım birkaç tedbiri söyleyeceğim.

Mes'ele, hayatının, birden dört seneye kadar, mühim zamanını mektep haricinde geçiren talebenin bu ayrılık noksanını serian izale ve telafiden ibarettir. Şu halde:

Evvela: Hürriyetin ilk senelerinde açılan, fakat bazı hususi maksatlara alet edildiği cihetle azami istifade temin edilemeyerek kapatılan Darülfünun İhzari Şubesi nevinden, ve ali mektepleri bir senede talebe yetiştirecek surette müessese vücuda getirilmelidir: buraya yalnız, ihtiyat zabit namzetleri alınacaktır.

Saniyen: yine, yalnız bu nev'i talebeye mahsus olmak üzere bir senede iki sınıf terfi' edebilmeleri hakkını bahşetmek ve mümkün olursa bu gibileri ayrı bir sultaniye toplayıp bir an evvel tahsillerinin ikmalini temin eylemek. Darülmuallimin için de hususi bir sınıf küşadi kabildir.

İşte, aklımızın yettiği kadar, düşündüklerimizi söyledik. İhtimal şu dakika nezaretiniz bu fikirden çok yüksek ve kıymetli tesbitlerde bulunmuştur. Eğer öyle ise Allah razı olsun.

Fakat tekrar edeyim, ben sizden, yani Talebe Defteri’ne maddi ve manevi dostluk ibrâz etmiş olan ve küçüklüğümden beri şahıslarına karşı derin bir hürmet taşımakta bulunduğum sevgili filozofumuzdan ne proje, ne de program istiyorum, haksızlığın izalesini, maarife muzır olan şahsi kanaatlerin ezilmesini, ve dairenize biraz faaliyet ruhu isâlesini bekliyorum. Bi-lâsebep mektepten mektebe tehcir edilen ve adam kayırmak için garip tecellilere mazhar olan muallime ve muallimlerin elim ahvalinden başka bir mecmua da ayrıca bahsederek mesullerinden mağdurlar nâmına sebep soracağım.

Bâki hürmetler efendimiz.

Muallim Ahmet Halit

Hamiş:

Benim öksüz kardeşim, maarifin yolsuz programları yüzünden bugün mektepsiz kalmıştır. Bebek'te ev bulamadığımız için koleje veremedik...Lisan mes'elesinden dolayı leylî sultaniler altıncı sınıfa verip senelerce süründürmeye de gönlüm tahammül etmedi...

İşte otuz senelik bir maarif memurunun oğlu, dokuz senelik bir mektep hocasının kardeşi böylece mektepsiz kaldı. Ben artık bu intizamsızlık ve haksızlık devam ettikçe kardeşimi katiyen Türk mekteplerine vermeyeceğim. Şiddetle aleyhtarı bulunduğum ecnebi mekteplerini şimdi bana dört gözle aratan maarif nezaretine bilmem ne diyeyim?

28 Teşrîn-I Evvel 1335

M. A. H.

(c.3. Nu.64. s.1026-1028)

Bir Talebe Mecmuası

Osmanlı Gençlerine:

Son zamanlara kadar bizde de talebenin, talebe-i Osmaniye’nin hiç olmazsa edebiyata hevesi görülüyordu. Pek çok mekteblerin dahilî mecmualar neşrine kadar ibrâz-ı himmet ettiğini de biliyoruz ki o mecmuaların en nefisi Galata Sultanîsi’nin neşr ettiği “Tiraje” idi. Genç kalemler için bu gibi teşebbüsatın ne kadar mühim bir medâr-ı teşcî’ olduğu her izahtan müstağnidir.

Hayfâ ki son iki sene-i meş’ûme zarfında gençliğin bu canlılığı da sönmeye yüz tuttu. Talebe-i Osmaniye, hususiyle liseler talebesi, bilmeyiz, neden artık hiçbir hareket-i edebiye izhar edemiyorlar; denilebilir ki yazı yazmasını unutmuşlar. İki ay mukaddem açtığımız müsabakaya iştirak edenlerin cevapları cidden pek zavallı yazılardı. Temenni ederiz ki gençlik yeniden ehemmiyet versin, iyi düşünmeye, iyi yazmaya başlasın, ümîd-i istikbal sayılacak eserler göstersin. Güzel yazı demek, güzel giydirilmiş fikirler demektir. Güzel fikirler, zihinlerde mevcûd ise, onlara sözün en nefis, en harîrî, en rengin kumaşlarından bir lisan-ı münasip biçip dikmek o kadar güç müdür? Zannetmeyiz... Ancak, heves, himmet, sebat ve ikdam lazımdır.

Bu satırları bize yazdıran sebep Fransa liselerinden birinde talebe tarafından neşr edilen bir mecmuanın sergüzeşt-i dilfirîbidir. Bu gençler, mecmualarına [Pervane] nam-ı zarîfini intihap etmişler, ser-levhanın altına da “İstikbale Doğru” cümlesini ilave etmişlerdir. Sade bu; [İstikbale Doğru - Pervane] mukâreneti o genç dimağların tekmil ümitlerini, tasvirlerini, âmâlini, tercümeye kâfi değil midir?

Bu latif mecmua nasılsa mektebin hey’eti idaresi tarafından tasvip edilmemiş, kapatılmak istenilmiş. Bunun üzerine, kalemlerinin nev-zâd-ı muazzezini böyle bir mevt-i muhakkaktan kurtarmak için genç muharrirler her çareye tevessül etmişler, bu meyanda bizzat reis-i cumhûra müracaatı düşünmüşler, mecmualarından bir nüsha da müşarün ileyhe takdim etmişlerdir.

Vatana gayûr bir gençlik yetiştirmeyi lise hey’et-i idaresinden pek daha iyi bilen, ruhu şi’r ve edebe meftûn reis-i cumhûr gençlerin müracaatına, mecmualarına kendi âsâr-ı şebâbından bir neşîde-i garrâ hediye etmekle mukabele etmiş ve bu şâhâne iltifatıyla fezâ-yı istikbâle pervâz etmek isteyen genç kanatları mahdud kafalı hey’etin tasallut-u tahripkârından kurtarmıştır.

Bu hadise-i bülend karşısında biz düşündük ve Osmanlı gençliğine:

‘Ey ümid-i vatan, yazılarınız, âsârınız nerede? İşte defterinizin sahifeleri onlara açıktır.’ Hitabını îrâd etmekten kendimizi alamadık.

Defter

(c.1 Nu.24 s.385-386)

 Gözlüklü Babanın Marifetleri

Taşı Yumrukla Kırmak

Bir gün gözlüklü babanın ziyaretine gittiğimiz zaman onu garip bir meşguliyet içinde bulduk:

Bir örsün üzerinde, birtakım taşları yumruğuyla kırıyordu. Evet yumruğuyla... O ihtiyar adam, sağ elini bir mendil ile sarmıştı; yumruğunu kaldırarak sol eliyle örsün üzerinde tuttuğu taşa uruyor: bir.. iki.. üç.. dört.. taş da parçalanıyordu.

Bana dönerek:

Küçük, dedi. Nasıl, sen de bu taşların bir tanesini kırar mısın? Haydi göreyim seni, benim elim yoruldu. Halbuki buna çok ihtiyacım var. Akşama kadar yüz elli kadar taş kırmalıyım. Bundan ehemmiyetli bir büyü yapacağım.

Korka korka örse yanaştım, mendille ben de sağ elimi bağladım, taşlardan birine şiddetli bir darbe indirdim, fakat derhal:

Aman, diyerek elimi çektim..

Yumruğum fena halde acımıştı.

Gözlüklü baba, tebessüm ederek:

Galiba pîr çarptı! dedi. Sahih sen şerbetli değilsin ki..

Daha ziyade tafsilat vermeye lüzum görmedi.

Küçük dostlarım, ihtiyar gözlüklü babanın nasıl bir kuvvetle taşları kırdığını öğrenmek ister misiniz? Bakınız bu marifette ne esasa müsteniddir:

Taşlar “atâlet” denilen kuvvetin tesiriyle kırılıyor. Yoksa yumrukla değil. Dikkat olunacak nokta şudur:

Sağ el şiddetle inerken sol el tuttuğu taşı hafif kaldıracaktır. Birkaç darbe üzerine taş sağ elin süratini iktisab eder. O süratle örse çarparak suhuletle kırılır.

***

Bu, gayet ehemmiyetsiz bir tecrübedir; dikkatle yapılır, taş da kolaylıkla kırılan bir moloz olarak intihab olunursa herkes buna muvaffak olur.

Örs bulunmazsa büyük bir taş da bu vazifeyi görebilir.

Bu suretle taş kıranlara halk hayretle bakmaktadır. Fakat fen bunun sebebini işte böyle suhuletle keşfeder ve hayret etmez. Esasen fen, ilim hiçbir şeye hayret etmez; her şeyin sebebini arar ve keşfeder.

Bazen taş kırmayı sanat ittihaz edenler bir hileye de müracaat ederler. Kıracakları taşı evvela hazırlarlar. Bu hazırlamak da taşları ateşte kızıl dereceye kadar ısıtmak, sonra suya sokmaktan ibarettir. Bu sayede, taş son derecede kırılır bir hale gelir.

Çırağı (c.1 Nu.18 s.302)

Oyuncak Sinematograf

Küçük dostlarım: Size (Hikmet-i Tabiiyye) esasına müstenid gayet sade ve yapılması kolay bir eğlence tarif edeceğim.

Bunun için masraf etmenize hiç de lüzum yoktur. Siyah renkte bir parça kâğıt, ufak bir mukavva, bir cetvel tahtası, bir toplu iğne lazım. Hepsini de evinizde bulursunuz. Şüphesiz bir çakı veya makasla bir aynanız da vardır.

Şimdi aşağıda gördüğünüz (2) numaralı şekle bakınız. Ne görüyorsunuz? Bir daire, etrafında sırasıyla sekiz şekil, kenarında da sekiz beyazlık var ki ortasında birer harf yazılı. Size bu dairenin ortasındaki sekiz şekil lazımdır. Gerçi gazeteyi oyarak da bunu çıkarmak kabildir. Fakat yazık değil mi? Daha iyisi siyah renkli bir kâğıdı aynı şekilde oyarsınız. Oyduğunuz sekiz şekli, dairevi bir mukavvaya resimdeki vaziyette yapıştırırsınız tabii mukavva dairenin etrafında 2 numaralı şeklin kenarında gördüğünüz (elif, be, ha, dal, sin, sad) harfleri yazılı olan boşlukları bir makasla yahut çakı ile açmayı unutmazsınız.

Bu iş de bitti mi dairenin ortasını iğne ile deliniz.. ve bir cetvel tahtası, yahut değnek alarak (şekil 1) de görüldüğü gibi, bir ucundan iğne ile bu açılan yere rabt ediniz.

Ancak cetveli dairenin resimli tarafına değil, mukavvanın resimsiz tarafına rabt edeceksiniz.

Şimdi ayna karşısında sinemayı seyretmek kalıyor.. Hazırladığınız bu aleti sol elinizle tutarak kenardaki delikleri gözünüzün hizasına getirdikten sonra sağ elinizle daireye bir hareket mihveri vereceksiniz, yani çevireceksiniz.. Mademki her şey tamam oldu, biraz evvel açtığınız deliklerden aynaya bakınız..

 Biliyor musunuz ne göreceksiniz? Bir kız elinde bir kadeh tutuyor ve onu mütemadiyen ağzına götürüp içiyor.. Daire döndüğü müddetçe bu ameliyat nâ- mahdut bir surette devam eder.

Büyük sinemalar da, aynı kaideye istinad etmektedirler, bizim resmimiz o kadar mükemmel değil.. Çünkü el ile yapılan bir resimde gösterilmek istenen hareket-i tabiî fotoğraf makinesinin vereceği sıhhat-i kat’iyyeyi haiz olamaz.

Siz buna benzer daha birçok şekiller yapabilirsiniz. Pek iyi muvaffak olduğunuzun eşkâlini bize gönderirseniz deftere derc ederiz.

Oyuncakçı

 Beyaz Ayı

Ayılar iki nevidir. Bir nevine tüylerinin renginden dolayı boz ayı derler. Bunlar Avrupa ve Asya’nın büyük dağlarında yaşarlar. Bir kısmına da beyaz ayı tabir olunur. Bunlar da kutup cihetlerinde bulunur. Ve evvelkilerine nisbetle daha büyük, daha kuvvetli ve daha tehlikelidirler. Boyları iki metreden ve ağırlıkları 1300 kilogramdan ziyadedir.

Beyaz ayıların vatanları olan aktar-ı kutbiyeye doğru gidenler daima bu nevahînin şaka bilmez hâkimlerine tesadüf ederler.

Beyaz ayılar, bu havalinin şedid soğuklarından katiyen korkmazlar ve müthiş kar fırtınalarına kemâl-i lâkaydî ile göğüs gererler.

Bunların binlercesi arazi-i hâliyede yaşarlar ve gayet iyi yüzdüklerinden haylice geniş boğazları kolayca geçerler.

Beyaz ayıların şikâr mahalleri kutup denizleridir. Bunların başlıca gıdaları balıktır.

Beyaz ayılar, bu avları kemal-i maharetle kolayca yakalarlar. Fakat alelekser bu civar sükkânından olan foklara kaptırırlar.

Beyaz ayılar pek aç kaldıkları vakit her hayvan üzerine saldırırlar. Bazen sürü ile balina enkazına üşüşürler. Beyaz ayılar pek tehlikelidir. Üzerlerine atılan zıpkınları bir kamış kalem gibi kırarlar. Ve kalbleriyle başlarına tesadüf etmeyen kurşunlar, bunları daha ziyade kızdırıp kudurtmaktan başka bir tesir hasıl etmez. Bu sebepten beyaz ayıyı avcılar hayatları pahasına avlarlar.

 Beyaz ayıların diğer boz ayılar gibi kış uykusuna yattıklarına dair sahih bir malumat yoktur. Bütün kış müddetince bunların sâbih buzlar üzerinde görülmeleri kış uykusuna yatmadıklarına delalet etmektedir.

Yalnız dişileri kışın en soğuk ayında bir müddet uykuya yatmaktadır. Bunların, boz ayıların olduğu gibi mağaraları olamayacağı tabiidir. Bunlar kar içine bir çukur kazarak içine girip yatarlar. Vücudlarının harareti etrafındaki karları eriterek yavaş yavaş daha derine doğru giderler. Bu esnada lâ-yenkatı’ üzerlerine kar yağar. Üzerlerinde kalan bir delikten yavaş yavaş vücudunun hararetinden mütevellid bir duman çıkar. Eskimolar bu duman delaletiyle beyaz ayıların yerlerini keşf ederek buraları kazar ve hayvanın üzerine çullanırlar. Eskimolar silahsız olmalarına rağmen beyaz ayılar ile göğüs göğüse mücadele ederler. Eskimolar, beyaz ayıların derilerinden, etlerinden ve yağlarından istifade ederler.

Muallim Harun er-Reşid

 Duyuru, Reklam, Teşekkür

Nestle Sütü İçmek Vatana Hıyanettir

Vatandaşlar: Gözlerinizi açınız... Memleketimizin latif ve kokulu otlarıyla, çiçekleriyle beslenen koyunlarımızın, ineklerimizin saf ve temiz sütleri dururken paramızı ecnebilere vermeyelim...

Çocuk Dünyası

Çocukların fikirlerinin açılmasına yardım eden bu müfîde mecmua her hafta istifadeli makaleleriyle muntazaman çıkmaktadır. Her peder oğluna, her muallim şakirdine bu sevimli çocuk gazetesini samimiyetle tavsiye edebilir. Sekiz sahife, ayrıca dört sahife kabıyla beraber yalnız (10) para, senelik abonesi (15) kuruştur. Müracaat mahalli: Cağaloğlu - Şeref Sokağında (17) numaralı dairedir.

Çalışalım

Genç ve çalışkan muharrirler tarafından çıkarılmaya başlayan bu güzel mecmuayı tavsiye eder, mesâî ve tekemmülde ilerlemesini temenni eyleriz.

Mekteb Müzesi

Kadınlıkla erkekliği ayırmayarak o sûretle çalışan bu refikimizin 6’ncı nüshası da pek kıymetli makalelerle müzeyyen olarak çıktı. Nüshası (60) paradır.

Resimli Mekteb Âlemi

4’üncü nüshası da çıkmıştır. Tanesi (50) paradır. Mercii: [Kâinat Kitaphanesi]

Mühim Bir İlan

İstediğiniz kitapları almak için Bayezid’de Maarif Kitap-hânesi her türlü teshîlâtı irâe ediyor. Bulunmayan kitapları buluyor. Aldatmıyor, oldukça ucuz veriyor. Taşra sipârişlerini sür’atle gönderiyor. Tarih, edebiyat, felsefe ve sâir bu gibi yazma ve basma kitapları değeriyle alıyor. Yalnız erbâb-ı müracaat kitap-hânenin levhalarına dikkat buyurmalıdırlar.

Mekteb-i Ümîd

Beşiktaş’a Aziziye Caddesinde Zükûr ve İnâs - İbtidaî, Rüşdî ve İdâdî Mektebin hey’et-i idaresi:

Midhat Sadullah, Osman Fahri, İbrahim Edhem

Hey’et-i Talimiye: Daru’l Fünûn mezûnlarından ve mekâtib-i sâirede tedrisâtla meşgul, mütehassıs zevâttan müteşekkildir. Tedrisâta başlanmıştır.

Her gün talebe kabul ve kayd olunur.

Umûmî Tarih

Muallim Ahmed Halid ve A. Memduh Beylerin eseridir. Kurûn-ı ûlâ ve vustâ kısmı çıkmıştır. Bî-sûd tafsilattan sarf-ı nazar edilerek bilhassa İslam, Türk ve Osmanlı tarihlerine ehemmiyet verilmiş, yani millî bir kitap olmuştur. (300) sahifeyi mütecâvizdir. Her yerde vardır. Fiyatı (10) kuruştur. Taşradan Cağaloğlu’nda 35 numaralı Talebe Defteri idare-hânesine sipariş edilebilirse posta ücreti alınmaz.

Talebe Defterine:

Şerâit-i İştirak

Mecmuanın bir senelik abone bedeli posta ücreti de dahil olduğu halde (10) kuruştur. Abone münhasıran idare-hânede kaydedilir.

Müracaat mahalli: Cağaloğlu’nda 35 numaralı dairedir.

İmzasız

(c.1 Nu.8 s.Kapak)

 Donanma İçin

Muhterem kâri ve kârielerimizden aldığımız müteaddid mektuplarda donanma için fevkalâde bir nüsha çıkarmaklığımız teklif ediliyordu. Esasen biz de böyle bir nüsha çıkararak donanmamıza naçizâne hizmet etmeyi tasavvur ediyorduk. Buna karar verdiğimiz sırada “Çocuk Dünyası” mecmuası kardeşimizin de aynı işi görmeye çalıştığını öğrendik ve ikinin, birden daha iyi yapacağını düşünerek birlikte çıkarmaya karar verdik. Zaten bu nüsha kolleksiyondan ayrı olarak çıkamazsa taşra abone ve bayilerimizin hesabları da karışacaktı, çünkü bu sayının gayri sâfî hasılatını, masrafımızı dahi almaksızın, donanmamıza terk edecektik.

İşte, refikimizle beraber verdiğimiz karara tevfikan, inşallah şubatın birinci günü en büyük muallimlerimizle üdebâmızın donanma hakkında yazdıkları kıymetli makale ve şiirlerini hâvi olacak fevkalâde nüshamızı çıkaracağız..

(36) sahifelik bu nüshanın fiyatı bir kuruş olacaktır. Kârilerimizin hususi müracaatları üzerine ayrıca (bir lira) ve (bir mecidiye) kıymetinde müstesna nüshalar da tab’ ettirerek bu miktarda para vereceklerin resimleriyle isimlerini mezkûr nüshaya derc edeceğiz. Binâen aleyh ibrâz-ı fedakârî isteyen kârilerimizin kânun-u sânînin (25)’inci günü akşamına kadar idarehaneye müracaatla verilecek makbuz mukabilinde iâneleriyle resimlerini tevdî ederlerse biz de vatanımız namına teşekkürlerimizi takdim ederiz.

İmzasız (c.1 Nu.18 s.289)

 Nestle Sütü İçmek Vatana Hıyanettir

Vatandaşlar: Gözlerinizi açınız... Memleketimizin latif ve kokulu otlarıyla, çiçekleriyle beslenen koyunlarımızın, ineklerimizin saf ve temiz sütleri dururken paramızı ecnebilere vermeyelim...

Çocuk Dünyası

Çocukların fikirlerinin açılmasına yardım eden bu müfîde mecmua her hafta istifadeli makaleleriyle muntazaman çıkmaktadır. Her peder oğluna, her muallim şakirdine bu sevimli çocuk gazetesini samimiyetle tavsiye edebilir. Sekiz sahife, ayrıca dört sahife kabıyla beraber yalnız (10) para, senelik abonesi (15) kuruştur. Müracaat mahalli: Cağaloğlu - Şeref sokağında (17) numaralı dairedir.

Mekteb Müzesi

Kadınlıkla erkekliği ayırmayarak o suretle çalışan bu refikimizin 6’ncı nüshası da pek kıymetli makalelerle müzeyyen olarak çıktı. Nüshası (60) paradır.

Resimli Mekteb Âlemi

Üçüncü nüshası da çıkmıştır. Tanesi (50) paradır. Mercii: [Kâinat Kitaphanesi]

İdman

Memlekette ispor hayatını ihyaya çalışan bu mecmuaya herkes muavenete borçludur. 5’incisi çıktı.

Resimli Kitap

Son numarası nefis tablolar, kıymetli makalelerle müzeyyen olarak çıktı herkese tavsiye ederiz.

Felsefe Mecmuası

Bu kıymetli ve yegâne mecmuayı bilumum erbab-ı felsefe ile mütefekkirîne tavsiye eyleriz. (40) paradır.

***

Mekteb-i Ümîd

Beşiktaş’da Aziziye Caddesinde Zükûr ve İnas - İbtidaî, Rüşdî ve İdadî Mektebin hey’eti idaresi:

Midhat Sadullah, Osman Fahri, İbrahim Edhem

Hey’et-i Talimiye: Daru’l Fünûn mezunlarından ve mekâtib-i sairede tedrisatla meşgul, mütehassıs zevattan müteşekkildir.

Her gün on ikiden beşe kadar bütün sınıflara talebe kabul ve kayd olunur.

Şimdilik ramazan programı ile derslerin müzakeresine başlanmıştır.

Rebab Salonu

Cağaloğlu’nda numara 40

Bütün lüzum-ı kırtasiyenizi, haftalık gazete ve romanlarınızı, yeni kitapları ve gayet zarif mektupluk kâğıtlarını, her nevi salon kartlarını Rebab Salonu’ndan alınız. Nefis ve ucuz...

Talebe Defterine

Şerâit-i İştirak

Mecmuanın bir senelik abone bedeli posta ücreti de dahil olduğu halde (10) kuruştur. Abone münhasıran idare-hânede kaydedilir.

(c.1 Nu. 7 s. Kapak)

 Yazı Müsabakası

Genç kârilerimizin seve seve iştirak edeceklerini ümit ettiğimiz yeni bir yazı müsabakası açıyoruz.

Bu nüshamıza Lüksemburg müzesinin iki tablosunu derc ediyoruz: Puvi Döşava’nın eseri olan biri, fakir bir balıkçıyı bütün sefalet-i hayatiyesi içinde tasavvur ediyor: Rafaelli ismindeki ressamın eseri olan diğeri de birtakım ihtiyar züefânın bir dar-ül âceze bahçesinde nekahat devirlerini geçirmelerini gösteriyor.

Bu iki levhadan herhangi biri hakkında nihayet otuz satırlık edebi, hissî bir makalecik istiyoruz. En iyi yazacak olan efendinin eseri deftere geçirilecek ve kendisine Tevfik Fikret Bey’in “Rubab-ı Şikeste”si mücellid olarak hediye edilecektir.

İkinciye de “Haluk’un Defteri” verilecektir.

Diğer muvaffak olacak kârilerimizin de isimleri neşr edilecek ve en ziyade muvaffakiyetli düşecek fıkraları yazılacaktır.

 Malûmat-ı Mütenevvia

“Talebe Defteri” kârilerinin daha ziyade istifadelerini temin için münderecatına bir sahife malûmat-ı mütenevvia ilave ediyor.

Bu malûmatın bir kısmı; bir nüshada, malûmat-ı fennîye, hesap, coğrafya, tarih ve sair mühim derslere ait meseleler tarzında tertip edilecek ve kârilerden ertesi nüsha için cevaplar istenecektir. Meselelere muvâfık cevaplar verenlere kura usûlüyle mükâfatlar verilecektir.

El-hâsıl bu sualler Talebe Defteri’nin faideli, terbiyevî bilmecelerini teşkil edecektir.

Suallerin cevapları ertesi nüshada derc edilecekdir.

***

Malûmat-ı Fennîye Meselesi - Nefesimizle hem ellerimizi ısıtıyoruz, hem icabında çorbamızı soğutuyoruz. Bir vasıta bazen ısıtmaya, bazen soğutmaya nasıl hizmet edebiliyor?

Coğrafya Meselesi - İki seyyah İstanbul’dan kalkarak biri daima şarka, diğeri de daima garba doğru hareket etmiş ve nihayet her ikisi de tekrar İstanbul’da birleşmişler. Fakat bunlar seyahatleri esnasında günlerini şaşırmışlar. Biri, günün pazartesi ve diğeri de çarşamba olduğunu iddia etmiş. Acaba hangisinin dediği doğru?

Hesap Meselesi - Bir Arap vefat ederken miras olarak bıraktığı 17 deveden nısfının büyük oğluna, üçte birinin ortanca oğluna ve dokuzda birinin de küçük

 oğluna verilmesini vasiyet etmiş. Bu vasiyeti icraya sizi memur etseler 17 deveyi vasiyet mucibince nasıl taksim edersiniz?

İktisat Meselesi - Bir müddetten beri tedavüle çıkarılan nikel kuruşlar çeyrek cesâmetinde olduğundan alışverişte yanlışlığı mûcib oluyor, bilhassa gece çeyrek yerine kuruş veya kuruş yerine çeyrek veriliyor. Böyle karışıklığa meydan kalmamak için hükûmet nasıl bir tedbir ittihaz edebilirdi?

Tarih Meselesi - Edirne’deki Sultan Selim Cami-i Şerifi kaçıncı Sultan Selim’indir. Mimarı kimdir. Bu mimarın daha başka meşhur âsârı var mıdır ve hangileridir?

***

Hepsine doğru cevap verenlerin kâffesine birer kitap, yalnız bir veya birkaç tanesini halledenlerden de kura ile ellinciye kadar takdir varakaları verilecektir...

***

Cevapların müddeti: Ağustosun 24. Cumartesi günü akşamına kadardır.

 Okuyucularımıza

“17 Temmuz 1330” tarihinde, sahifelerini muvakkaten kapamaya mecbur olan Defter; sevgili okuyucularından gördüğü samimi iltifatların edâ-yı şükr-ü için, her dakika, o yaprakları bir an evvel açmak, takdirkârlarına kavuşmak arzusunu taşıyordu. Maalesef, vesait-i maddiyenin fıkdânı bir müddet bu mukaddes emelin husûlüne mânî oldu. Fakat bugün, çok şükür, tekrar sahifelerini açtı; size kavuştu.. İnşallah, bundan böyle muntazaman vazifesini ifâya devam edecektir.

***

Üç senedir, sizin ruhî ve fikrî ihtiyaçlarınızı tatmin edecek hiçbir eser neş olunmadı. Bu, şüphesiz, büyük bir noksandır. Ben, birçoklarınızdan aldığım mektuplarda “Defter ne zaman çıkacak?” sualine maruz kaldıkça bu noksanı biraz daha çok hissediyor ve adeta kederleniyordum. İddia edebilirim ki bu ihtiyacınızı benim kadar duyan kimse olmamıştır. Zaten, bugün birçok maddi fedakârlıklar neticesinde, defterinizi tekrar neşre cesaret edişim de bundan mütevelliddir.

Defteriniz, mukaddes gâyesi uğrunda, yani, sizin manevi istifadeniz yolunda, uğrayacağı her türlü zararlara kemal-i iftiharla tahammül edecektir. Esasen sizin takdiriniz, teşvikiniz.. ve nihayet samimiyetiniz onun için en büyük mükâfat ve kazançtır..

Muallim Ahmed Hâlid

(c.1 Nu.32 s.513)

 İstanbul Maarif Müdîr-i Muhteremi Safvet Beyefendi’ye Teşekkür

“Talebe Defteri”nin intişar edeceğini haber alan birçok mekteb talebesi, müdîr ve muallimleri vesâtâtıyla idarehânemize müracaat ederek, maârif müdîr-i muhteremi Safvet Beyefendi’ye teşekkür ve minnettarlıklarının beyanını rica etmişlerdir. Bu sene, müşarün-ileyhin cidden şâyân-ı takdir olan lutf ve himmetleri sayesinde, mekâtib-i ibtidaiyye talebesinden muhtâc-ı muâvenet olanların bütün kitapları meccânen verilmiştir. Haber aldığımıza göre, maarif idare-i muhteremesi bu azim fedakârlığın icrası için (105.000) kuruş masraf ihtiyar etmiştir. Daima “Talebe” için çalışan “Defter” bu gibi hayırlı teşebbüslerin, en büyük senakârı olmak dolayısı ile muhterem Safvet Beyefendi’ye ayrıca bî-nihaye şükranlarını takdim eder.

Eytâm-ı Şühedaya

Bir insan tasavvur eder misiniz ki, bu isim duyulduğu zaman, vücudu elemle titremesin; kalbi, onlara karşı derin bir şefkat ve muâvenet hissi taşımasın? Elbet hayır!.. Hiç şüphesiz, bugün için en mühim bir vazifemiz, bu zavallılara yardım etmek, onların yaralı kalbine merhem-sâz olmaktır.

İşte bu cümleden olarak müşfik ve mürüvvetkâr hükûmetimiz memleketin her tarafında (daru’l eytâm)ları açmak suretiyle en büyük dest-i şefkat ve muâvenetini uzattı. Sevgili maarif nazırımız Şükrü Beyefendi hazretlerinin bu âbidat-ı hayriyeleri ilelebed bir lisan-ı şükrân ve tâzimle yâd edilecek, oraya giren her yetim, manevi pederlerinin cenâh-ı şefkatleri altında kimsesizliklerini hatırlarına bile getirmeyeceklerdir.

Hükûmet-i muazzamamızın bu cihan değer âtıfetlerine nâçiz bir zamîme olmak üzere bazı mekteblerimizin de hayırlı teşebbüslerde bulunduğunu haber vermekle mübâhî olacağız. Beşiktaş’da Barboros Numune Mektebi hey’et-i idare ve talîmiyesinin himmet ve fedakârlıkları sayesinde mezkûr mektepte her gün (40) bîkes talebeye meccanen sıcak yemek verilmektedir. Bu emr-i hayrın, pek yakında diğerlerine de hüsn-ü misal teşkil edeceğinden ümitvârız.

Genç Dernekleri ve Gürbüzler

Almanya’dan sûret-i mahsûsada celb edilen miralay Von Hof Bey’in himmetleriyle, teşekkül eden genç dernekleri teşkilatının günden güne tevessu’ ve terakki ettiğini iftiharla görüyoruz. [Sağlam vücudda sahih fikir] kâide-i meşhûresinin bu saha-i tatbiki, bilhassa öteden beri bedenî terbiyenin ehemmiyetini kârilerine telkîn eden bizi pek alakadar edeceği cihetle genç talebe kârilerimize peyderpey malumat vereceğiz

(c.1.Nu.31.s.Kapak)

 Şehzade-i Âli Nejad Devletlü Necabetlü Abdülmecid Efendi Hazretlerinin Bu Naçiz Defter Vasıtasıyla Osmanlı Gençliğine Tuhfe-i Efhamîleri

Osmanlı talebesine, naçiz defterleri, büyük bir müjde vermekle mübahî oluyor: Bu hafta, sahifeleri, en kıymettar bir eserle: Şehzade Abdülmecid Efendi Hazretlerinin dünyalar değer tablolarıyla müzeyyendir, şairlerimizden, ediplerimizden birkaç zata bu eser-i enfesin ilham ettiği neşideler, makaleler onun mahiyet-i cihan-kıymetini izah edecektir.

Ümid-i vatan Osmanlı yavrularının fikrî, hissî, vatanî terbiyesine hizmet etmekle iftihar eden “Talebe Defteri” mazhar olduğu lutf ve iltifat-ı âlü’l-âle, karşı teşekkürden âcizdir. Osmanlı gençliğinin akîde-i vataniyesini en bedî bir timsal ile tasvir eden, gençliğimizin ruhuna muayyen, metin, katî bir ukde-i vataniye telkin etmek kudret-i sanatkârânesini hâiz olan bu levhanın yalnız mânâsını takdir edebilmek, bizce, en mümkün mukâbele-i şükrâniyedir.

Defter

(c.1 Nu.16 s.241)

 

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar