Print Friendly and PDF

1001 Günlük Mevlevî Çilesi: MUTFAKTA PİŞEN CANLAR

Bunlarada Bakarsınız



Hazırlayan: Nuri ŞİMŞEKLER


Tarih 17 Aralık 1273; saat 16:00 civarı; gün başka coğrafyalarda doğmak üzere garbı kızıla bürürken, güneş batıyor gibi görünse de nöbeti gereği seyrini tamamlayıp bütün dünyayı aydınlatacaktı. Şems-i Tebrizî’nin aracılığı ve Yüce Allah’ın inayeti ile tüm dünyaya ışık olacak olan Mevlânâ güneşi de aynı saatlerde batıyor; ama bu gidiş Sevgili’yle buluşmanın kutlu bir habercisi olmakla birlikte, yakın zamanda bat­mamak üzere tekrar doğacağı müjdesini de veriyordu...

Mevlânâ Hakk’a yürümüş; yıllardır gönlüne sevgisini nakşettiği Sevgili’sine kavuşmuştu. Peki eserlerinde bazen açıkça, bazen sırlar ha­linde, bazen de en cahil kişinin dahi anlayabile­ceği tarzda ifade ettiği öğretileri, kendisinin Hakk’a yürümesiyle görevini tamamlayacak mıydı? Ya da örnek ve yerli yerinde hoşgörü dolu yaşam biçimi bir-iki kuşak dilden dile dolaşıp sonra unutulup gidecek miydi? işte bütün bu soruları kendi kendine soran oğlu Sultan Veled, yakın dostu Çelebi Hüsâmeddin ve diğer müritler bu görevi üslenmiş, beklentiler doğrultusunda Mevlevîliği kurmuşlar ve bir öğreti

“Canı Sen aldıktan sonra, Şeker gibi gelir ölüm bige;

Sana kavuşma olduktan sonra, Candan da tatlıdır ölüm bize.”

Hz. Mevlânâ

“duraganlık”ı terk edip sürekli yeni şeyler keş­fetme, kendini yenileme ve insanlara faydalı olmayı kendine düstur edinmeliydi. Bütün bun­ları yaparken de unutmaması gerektiği bu “yol”un “Islâm merkezli” olduğuydu.

Mevlânâ’nın döneminde oğlu Sultan Veled ve özellikle torunu Ulu Ârif Çelebi’nin yaptığı ziyaretler sonucu Anadolu’da yayılan Mevlevî kültürü, Osmanlı Devletinin kurulması ve genişlemesiyle devlet ileri gelenlerinin destek ve himayesiyle üç kıtaya yayılarak kurumsal hüviyetini ve nüfuzunu artırmıştı. Doğuda İran/Tebriz, Batıda Macaristan/Peçoy, Kuzey­de Ukrayna Kırım Özerk Bölgesi/Gözleve, Güneyde ise Arabistan/Mekke’yi içine alan geniş coğrafya içerisinde 140’a yakın noktada kurulan Mevlevîhâneler bölge insanlarına hem islâm’ı ve hem de dini güzel yaşama sırlarını öğretmiştir. Konya’da bulunan Merkez Dergâh (bugünkü Mevlânâ Müzesi) başta olmak üzere, Afyonkarahisar, Manisa, Kütahya, Halep, istan­bul’da bulunan Galata, Yenikapı, Beşiktaş ve Kasımpaşa, Bursa, Kastamonu, Eskişehir, Ka­hire, Gelibolu ve Rumeli Yenişehir (Yunanis­tan) Mevlevîhâneleri Çile çıkarılabilen ana Der­gâhlardı. Asitâne olarak adlandırılan bu Dergâh­ların haricinde Şeyh ve Dede unvanı alarak görev­lendirilen Mevlevî büyüklerinin idaresindeki bugünkü Türkiye Cumhuriyeti toprakları dahi­linde 80’in üzerinde, yukarıda çerçevesi çizilen Osmanlı toprakları içinde de 60’a yakın Zâviye vardı.

Bu bildirimizde tarihte uygulandığı şekliy­le Mevlevî olmanın, diğer bir tabirle pişip olgun­laşmanın “seyr u sülûk”unu anlatmaya çalışaca­ğız. Mevlevî matbahında (mutfak) başlayan 1001 günlük Mevlevî çilesinin, insan gibi insan olmanın aşamalarını Mevlânâ’nın şiirleri eşliğin­de aktarmaya çalışacağız...

“Bu semtten bir koku almayacaksan gelme! Bu ırmaktan testini doldurmayacaksan gelme!

Denizimize dalmayacaksan gelme!

Elbiselerinden arınıp bizim suyumuzla yıkanmayacaksan gelme!”

Hz. Mevlânâ

NASIL MEVLEVÎ OLUNURDU?

“Sen beni tanıdık biri sanma;

uzak yerlerden gelmiş, garip bir misafir olarak kabul et!

Beni bir emir, bir başbuğ olarak görme; kapına hizmetçi olarak kabul et!

Aşkına susamış olan şu zavallıyı, hasta yerine koyma; şifa ilacına muhtaç biri olarak kabul et!”

Hz. Mevlânâ

Mevlevîlik’e girecek aday adayı Dergâha gelir müracaat ederdi. Dergâhın iki üst görevlisi vardı. Birincisi Tarikatçı Dede, İkincisi Mevlânâ zamanında aşçılık görevini üstlendiği kaydedilen Âteşbâz-ı Velî’nin makamını temsil eden Aşçı Dede. Bunların başında da Mevlânâ soyundan olması gereken Dergâhın “Çelebi”si vardı. Mev- levî adayını önce Tarikatçı Dedeye götürürlerdi. Dede kendisini sıkı bir imtihana tabi tutar; ailesinden izin alıp almadığını sorar, Dergâhta nefse verilen eziyetlerle dolu 1001 gün çile çı­karmadan Mevlevî olunamayacağını, bu Yo/’dan dönüşün ise veballi olduğunu detaylarıyla anla­tarak adayın samimiyetini ölçerdi.

İkrar vererek; yani bütün şartları kabul ederek ilk aşamayı geçen aday önce hamama götürülüp beden temizliğinden geçirilir, sonra genellikle “Can” (bazen “Nev-niyâz” nadiren de “Sâlik”) ad ve sıfatıyla Dergâhın mutfağında (Matbah) bulunan Saka Postuna oturtulurdu. Can artık üç gün boyunca bu postta oturacak, yemek ve diğer zaruri haller dışında hiç kalkma­yacak; kimseyle konuşmayacak, kimse ona bir şey demeyecek ve kendisinden önce 1001 gün Çile çekip Dede olan Mevlevîleri seyredecektir. Tabiî ki bu sırada kendisi de ilgili Dede tarafın­dan gözlemlenmektedir. Can tavırları neticesin­de ya sınavın ilk aşamasını geçecek; ya da pos­tun ön tarafında uçları kendisine dönük ayakka­bıları ters çevrilerek nazikçe “bu işi başarama­yacaksın, evine geri dön” denilmiş olunacaktır.

Üç günü başarıyla geçirebilmiş Canı ise Aşçı Dede teslim alır; Can’la diz dize oturarak onun başını Kıbleye gelecek şekilde dizine yas­latır; Can’a giydireceği Sikke ve Tennureyi önce kalbine götürür, sonra öperek Can için Hz. Peygamber’den şefaat, Hz. Mevlânâ’dan him­met diler; üş defa Fâtiha, üç defa İhlâs surelerini okur; sonrasında üç defa tekbir getirerek yedi salâvât-ı şerîfe okur; devamında da üç kez daha tekbir getirerek ikinci tekbirde göğsü üzerinde tuttuğu Sikkeyi Can’ın başına giydirir. Buna Mevlevîlikte Sikke Tekbirlemek denir. Daha sonra Sikkesi tekbirlenen Can’ı alıp odasına götürür, karşısında bulunan bir posta oturtarak; “İşte üç günden beri Mevlevî Tarikatı’nın na­maz, niyâz, hizmet ve mihnetini gördün. Bu, tahammül ve sabır işidir. Birisi sana kötülükte bulunursa dahi, sakın karşılık verme; kimseye el, dil uzatma; herkese (eyvallah de; tevazûlu ol. Burada daha üç gün bulundun; daha görmedi­ğin ve bilmediğin çok şey var.” şeklinde nasihat eder; Mevlevîlik Tarikatı hakkında bilgi vererek; bu Yolun aslının edepten geçtiğini, beden temiz­liğinden daha önemli olan ruh temizliğinin esas olduğunu, bu sebeple de öncelikle nefsin istek­lerini terk etmek gerektiğini, tam bir niyâz ile dinî gerekleri yerine getirmesi gerektiğini iyice vurgulayarak, bu samimiyet ve özelliklerden dolayı devlet büyüklerinin bile Mevlevîlere saygı gösterdiklerinin altını çizerdi. Daha sonra adaya ebced hesabında karşılığı rıza olan 1001 gün içerisinde Dergâhtan hiç ayrılmadan (zaruri hallere Can dışarı çıkabilir, ancak gece mutlaka Dergâha dönmesi gerekirdi) birçok hizmeti yerine getirmesi gerektiğini söyler; ondan son bir kez daha söz (ikrâr) alırdı.

“Bu derdine dertle derman vereceğim ben, bu işini sabırla kolaylaştıracağım ben. Ya ayağını bu balçık bedenden kurtaracak, yada canını güzellere vakfedeceğim ben. ”

Hz. Mevlânâ

1001 GÜNLÜK “ÇİLE” EĞİTİMİ BAŞLIYOR

“Ey aşıklar kervanının yularını çeken! Başka yerde değilim, elinizdeyim ben.

Gece gündüz bu katarın içindeyim; sonsuzluğa doğru yol almadayım ben. ”

Hz. Mevlânâ

Aşçı Dede, Çan’dan “hepsine razıyım, hizmet ve ibadetle vaktimi geçireceğim.” cevabını aldıktan sonra onu Matbah-ı şerîf diye adlandırılan ve Mevlevîlikte kutsal sayılan mut­fağa alırdı. Bazen de bu 3 günlük imtihanın sonunda 18 günlük bir Çile dönemi daha geçiri­lerek asıl Çileye soyunulurdu. Böylece 1001 gün boyunca devam edecek ve Mevlânâ’nın bizzat kendi eliyle yazdığı Mesnevî’nin ilk 18 beytine istinaden 18 hizmetin birincisine başla­yan Can, burada da hizmetlerin her aşamasında olduğu gibi diğer Dedelerin gözlemlerinden oluşan imtihanlarla dolu dokuz gün daha geçi­rir, sonra çivili tahta üzerinde Semâ tâlim etme­ye başlardı. Bir taraftan 1001 günlük Çile hiz­metlerini yerine getiren Can, diğer taraftan mûsıkîye veya yetenekli olduğu diğer sanat ve işlerde eğitim almaya başlardı. Tamamen cahil olan Can’lara ise okuma yazma öğretildikten sonra diğer eğitimler verilirdi.

Artık Can için nefsin terbiyesinin ön planda tutulduğu imtihanlar başlamıştır. 1001 gün boyunca birçoğu eziyetlerle dolu hizmetler arka arkaya yapılacak; getir-götür işlerinin verildiği Ayakçılık hizmeti ile başlayıp, Dergâhın temiz­lenmesinin üstlenildiği Süpürgecilik görevi ile devam edecektir. Bu arada eksik olduğu veya yeteneği bulunduğu konularda da ilgili Dedeler­den sürekli eğitim görecektir.

Süpürgecilik görevini de başarıyla tamam­layan Can, kendisine hissettirilmeden her aşa­masında farklı sabır imtihanlarına da tâbi tutula­cağı Bulaşıkçılık, Pazarcılık, Dolapçılık (yemek kaplarının kalaylı ve temiz tutulması), Tahmisçi- lik (kahve hazırlama), Meydancılık, Kandilcilik (Dergâhın kandillerini yakıp söndürme), Somatçılık (sofra kurup kaldırma), Çamaşırcılık, Yalakçılık, Şerbetçilik gibi görevlerini yerine getirerek çeşitli aşamalardan geçecek; “artık yetiştim, olgunlaştım, kıdem kazandım” diye aklından geçirdiği zamanlarda ise hizmetlerin en aşağısı olan Abrîzçilik görevi verilecektir.

“Sedefe benzerim ben; kırdıkları zaman gülerim ben.

Rahatlığa ulaşınca değil; kırılıp ezildiğim zaman gülümserim ben. ”

Hz. Mevlânâ

MEVLEVÎNİN ÇİLESİ BİTMEZ

“Aşk ateşinden başka ne varsa tozdur, duman­dır.

Aşkın yakışından kaçma! Çünkü sana o dermandır. Duman seni pişirmez, olsa olsa karartır. Seni pişirmede usta olan ise ateştir, aşktır. Ateşi bırakıp dumana giden bulanır; aşka düşmediği için pişmez- ham kalır.”

Hz. Mevlânâ

Abrîzcilik görevi tuvalet temizliği işidir ve Can’ın Dede unvanı almadan önceki Çiledeki son hizmetidir. Fakat 1001 gün boyunca zaman ve tarih mevhumunu kaybeden Can, Çilesinin bitmek üzere olduğunun ve bu hizmetin son imtihanlardan en ağırı olduğunun farkına bile varmazdı.

1001 gün hizmeti boyunca birçok eziyet­lere katlanıp nefsini ayakları altında ezmeyi başarabilen ve tuvalet temizliği hizmetinden de başarıyla çıkıp sabırla hamlığını yok ederek Mevlevîlik’e ilk adımını atan Can, bunları yerine getirirken Dergâh görevlisi Dedeler tarafından da dinî bilgilerle birlikte Mesnevî ve Mevlevî- lik’in âdâb ve erkânının öğretildiği dersler alır­lardı.

Matbah-ı şerifte çiğ yiyeceklerin pişmesi gibi güç hizmet ateşinde pişen ve bu hizmetle­rin her aşamasını da başarıyla geçen Can, ilk liyâkatını elde etmiş; dünyevî ve uhrevî bilgilerle teçhiz olmak üzere derslerine daha da ağırlık vermeye başlamıştır...

Can, artık 3 gün Saka Postunda oturmuş, 1001 gün Çilesini tamamlamış ve 18 hizmeti yerine getirmiştir. Bu rakamların toplamı 1022 etmektedir ve bunun ebced karşılığı da rızaşşı Hû yani “Allah’ın kendisinden razılığıdır.” An­cak hizmet daha bitmemiştir. Meydancı Dede akşam üzeri elinde bir şamdanla Can’ı namaza götürür ve sonrasında da bir yemeğin ardından Dergâhın meydanında niyaz vaziyetinde durur­ken Tarikatçı Dede; “Vakt-i şerifler hayr ola, hayırlar feth ola, şerler def ola, derviş kardeşimizin niyazı kabûl ola, aşiyân-ı Mevleviyyede rahatı müzdad ola, demler-safalar ziyade ola; dem-i Hazret-i Mevlana, sırr-ı Şems-i 'Vebayı. kerem-i İmam-ı Ali; Hû diyelim, Hû...” şeklinde gülbang çekerek 3 gün sürecek hücreye kapanma günleri başlar. Can burada kendini iyice tanır sır olur; ama Çile henüz bit­memiştir... Eskilerin deyimiyle bu hâl; “Mevlevînin Çilesi bitmez” şekliyle dillerde dolanır ve bu Yol’a girenlerin hayatları boyunca her türlü cefa ve elemlere katlanması ve iradesi­nin güçlü olması gerektiği vurgulanırdı.

“Ağlasam da, inlesem de Sevgili duymaz beni; kulaklarına pamuk tıkamış asla dinlemez beni.

Cefalar eder durur bana; ama pişmanlık duy­maz;

yaptıkları kendinde kalır, cefaları incitmez be­ni.

Beni yok sayar, adam yerine koşmaz; sitemini kerem sayarım; asla üzmez ^ bu beni. ”

Hz. Mevlânâ

1001 GÜN 18 GÜNLÜK HÜCRE ÇİLESİ İLE SONA ERİYOR

‘Hakyolunda sefere çıkmak istiyorsan eğer; mana atına bin, yüksel, yücelere ulaş!

Hakikate susamış kişilerden ol; kanma suya;

yüksel, yükseldikçe de yüceliğe ulaş! Hem piş, hem de yakıcı ateş ol;

mest olup, kendinden geç, ‘ben ’siyliğe ulaş!”

Hz. Mevlânâ

Canın 3 günlük Çilesinin ardından Aşçı­başı yanına gelerek Can’a öğütler verecek ve çektiği; “Vakt-i şerifler hayr ola, hayırlar feth ola, şerler def ola, derviş kardeşimiyin hiymetleri mübarek ola; dem-i Hayret-i Mevlânâ, sırr-ı Şems-i Tebriyî, kerem-i İmâm-ı Ali; Hû diyelim, Hû...” gülbangiyle 18 gün daha Hücre Çilesine kapata­caktır.

18                    günlük son Çilesini de çıkararak Dede unvanı almaya hak kazanan Can, Meydancı tarafından Dergâhın Çelebisine götürülür, önünde diz çöker vaziyette oturtulurdu. Çelebi, Can’ın sağ elini kendi sağ eliyle tutarak; Kur’ân-ı Kerim’in ‘Muhakkak ki sana biat edenler ancak Allah’a biat etmektedirler. Allah’ın eli onların elleri­nin üyerindedir. Kim ahdini boyarsa, ancak kendi aleyhine boymuş olur. Kim de Allah ile olan ahdine vefa gösterirse Allah ona büyük bir mükâfat verecek­tir.” meâlindeki Fetih Suresi’nin 10. âyetini okur; daha sonra yanındaki makasla Can’ın kaşlarının ortasından ve bıyığından birkaç kıl keser ve Mevlevî hırkasını tekbirleyerek giydi­rirdi.

Üç sene kadar önce Dergâha Can olarak giren aday artık bu “insan gibi insan” yetiştirme okulunda Dede unvanı almış, olgunlaşma yo­lunda bir hayli yol kat etmiştir. Kendisine 2-3 Dede ile birlikte kalacağı bir hücre tahsis edilen Dede, artık hem kendini yetiştirmeye devam edecek, hem de Çile döneminde aldığı dersler neticesinde uzmanlaştığı konuda yeni gelen Çan’lara ders verecektir. Ya da kendi istediği takdirde                    başka         yerlerde        bulunan

Mevlevîhânelere aynı unvan ve görevle naklini isteyebilecektir...

Mevlevîlik tarihi boyunca 1001 günlük bu Çileye soyunan Can’lar genellikle bu zamanı başarıyla tamamlar ve Dede olurlardı. Ancak çeşitli vesilelerle Çileyi kıran yani yarım bırakan Çan’lar da olurdu. Bu Çan’lar ileriki bir zaman­da kendileri istedikleri takdirde Çilenin hangi döneminde Çileyi kırmış olurlarsa olsunlar Saka Postunda 3 gün oturmayla işe baştan başlarlardı. Tekrar Çile çıkarmak istemeyenler ise Dergâha gelip gitseler dahi hem kendilerinde bir eksiklik hissederler; hem de diğer Mevlevîler nezdinde daha az itibara sahip olurlardı.

“Şimdiye kadar Sevgiliden ne dertler çektim, ne cefalar gördüm, ne acılara katlandım;

Sevgili yüyünden çok belalara uğradım.

Sonunda çektiğim dertler, göyyaşlarıma karıştı­lar;

orayı vatan edinip, göyümden ayrılmay oldular.

Binlerce ateş, binlerce âh, binlerce gam, binlerce duman.

Bunun adı aşk! Binlerce dert, binlerce ıstırap, binlerce cefa.

Bunun adı Sevgili!”

Hz. Mevlânâ

MEVLEVÎLİK’TE “MUHİB” DERECESİ

Mevlevîlik’te genel çoğunluğu teşkil eden bir de muhib sınıfı vardır. Bunlar ikrâr vermeyip 1001 gün Çile çıkarmadan tarikata intisap eden­lere verilen sıfat olup bu Yol’un ilk halkasını oluşturur. Muhib olmak isteyen aday Dergâhın şeyhine müracaat eder, o da eğer reşit değilse velisinden izin almak şartıyla samimiyetine inandığı adayı karşısına alır, önce tam bir beden temizliğinden geçip abdest almasını söyler. Daha sonra kendisi de abdestli olduğu halde her ikisinin yüzleri de Kıbleye gelecek şekilde adayı soluna oturur. Şeyh; “Bilerek, veya bilmeyerek işledi­ğim günahlardan duyup bilen Allah’a sığınırım.” tarzında duada bulunurken aday da aynını tekrar eder. Bu duanın ardından adayın beraberinde getirdiği Sikkeyi iki eliyle tutan şeyh üç kez İhlâs Suresini okur ve Sikkenin her bir yönüne üfle­yerek, adayın başı Kıbleye gelecek ve ayakları toplu olacak vaziyette sol dizine yatırtır ve Sik­keyi Kıbleye karşı tutarak Mevlânâ’yı tavsif eden cümleler söyledikten sonra Sikkenin sağ, sol ve ön kısımlarını öper; adaya da aynı şekilde öp­türdükten sonra başına giydirir ve elini Sikkenin üzerine koymak suretiyle; “Allahu ekber, Allahu ekber, lâ ilâhe illallâhu vallâhu ekber, Allahu ekber ve li’llâhi’l hamd.” der ve adayın sırtını üç kez sıvaz­layarak dizinden kaldırır; sağ elini iki eliyle tutar, aday da aynı şekilde şeyhin elini tutar ve bu şekilde aynı anda birbirlerinin ellerini öperler. Artık aday muhib; yani Mevlânâ dostu olmuştur. Muhib bu törenin ardından sırtını şeyhe dön­meden geri geri giderek kapıdan çıkar; Mevlevî âdâbı, Semâ, mûsıkî, Mesnevî, güzel sanatlar vs. dersleri almak ve yetenekli olduğu konuda yetiş­tirilmek üzere ilgili Dedeye teslim edilirdi. Os­manlılar döneminde başta III. Selim, II. Mahmud ve Sultan Reşad olmak üzere bazı sultanlar ve çok sayıda devlet ileri gelenleri muhib sıfatıyla Mevlevîlik’e hizmetlerde bulun­muşlar; birçok şâir, yazar, edîb, hattât, hakkâk ve mûsıkîşinâs da aynı sıfatla eserler meydana getirmişlerdir.

“Yarın ihtiyarlayacak güyel değiliy biy;

ebediyyen genç kalacak hâlimiz.

Görmek istiyorsan sen de bizi, temizlen, arıt kirlerini!.

Böyle yapmayacaksan eğer, bizden uzak dur; başka yere et sefer!”

Hz. Mevlânâ

Son söz olarak I. Neşvegâh-ı Sûfiyâne Mevlânâ, Mevlevîlik ve Mesnevî Sempozyu- mu’nun düzenlenmesinde emeği geçen ve kat­kıda bulunan herkese teşekkür ve minnetlerimi sunar, Hz. Mevlânâ’nın Türbesinin kapı üze­rindeki anlamlı beyiti naklederek sözlerimi tamamlamak isterim:

“Kâbetü’l-uşşâk bâşed în makâm

Her ki nâkıs âmed încâ şod tamâm”

(Âşıkların kâbesidir bu makam Eksik gelen burda olur tamam)

KAYNAKÇA:

Divân-ı Kebîr ya Külliyât-ı Divân-ı Şems, Mevlânâ Celâleddin-i Rumî, I-II c., IV. Baskı, Tahran, 1374 hş./1995

Divan-ı Kebir’den Seçmeler, I-IV c., Çev. Şe­fik Can, Ötüken Yay., İstanbul, 2000

Veledname, Sultan Veled, Nşr. Celâleddîn- i Hümâî, Tahran, 1315     hş./1937, Çev.

Abdülbaki Gölpınarlı, İbtidânâme, Ankara, 1976

Risâle-i Sipehsâlâr be                            Menâkıb-ı

Hüdâvendigâr, Ferîdûn b. Ahmed-i Sipehsâlâr, Nşr. Sa’îd-i Nefîsî, ’Z.indegî-nâme-i Mevlânâ Celâleddin-i Mevlevî, Tahran, 1325 hş./1947, Çev. Tahsin Yazıcı, Mevlânâ ve Etrafındakiler, İstanbul, 1977

Menâkıbü’l-ârifîn, Şemseddin Ahmed-i Eflâkî, Nşr. Tahsin Yazıcı, I-II c., Ankara, 1976-1980, Çev. Tahsin Yazıcı, Âriflerin Men­kıbeleri, I-II c., İstanbul, 1986-1987

Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, Abdülbaki Gölpınarlı, II. Baskı İstanbul, 1983

Mecmû ’atü ’z-zprâ’if                Sandûkatü ’l-ma ’ârif,

Yahyâ Âgâh b. Sâlih el-İstanbulî, Hzl. M. Ser­han Tayşi, Tarikat Kıyafetlerinde Sembolizm, İstan­bul, 2002

Mevlânâ ve Mevlevilik, Mehmet Önder, İs­tanbul, 1998

Mevlevî Usûl ve Âdâbı, H. Hüseyin Top, İs­tanbul, 2001

Mevlevî Âdâb ve                   Erkânı,    Abdülbaki

Gölpınarlı, İnkılâp Kitabevi, İstanbul, 2006

Hatıralarım, Veled Çelebi İzbudak, İstan­bul, 1946

Meılâmâ ve Mevlevilik, Asaf Hâlet Çelebi, Hece Yay., Ankara, 2002

Mevlevîlikte Maîım Eğitim, Sâfi Arpaguş, Vefa Yay., İstanbul, 2009

Tarihi Boyunca Mevlevî Kıyafetleri, Hasan Özönder, Konya İl Kültür ve Turizm Müdürlü­ğü Yay., Konya, 2006

Canlandırma Matbah Fotoğrafları: Şerafettin Derin

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar