HİKEM-İ ATÂİYYE ŞERHİ EL-MUHKEM Fİ ŞERHİ’L-HİKEM 1
Ibn Atâullah el-Iskenderî Hazretlerinin meşhur eserinin
ismi “Hikem”dir. “Hikmet” kelimesinin çoğulu olan “Hikem”, “hikmetler” anlamına
gelir. Hikmet felsefe, din ve ahlâk alanlarında kullanılan geniş kapsamlı bir
terimdir. İnsanı iyi olana yönlendiren, çirkin ve kötü olandan alıkoyan söz
olarak tarif edildiği gibi, “insanın gücü ölçüsünde nesnelerin mahiyet ve hakikatlerini
bilmesidir” şeklinde de tanımlanmıştır. Hakikat ulemâsınca, daha çok faydalı
ilim ve salih amel beraberliği şeklinde anlaşılmış, Kur’an’ın incelikleri ve
sırları manasına geldiği de söylenmiştir.
“Allah
hikmeti dilediğine verir; kime de hikmet verilirse, ona bol bol hayır verilmiş
demektir. ” (Bakara/269) ayeti hikmetin
Allah vergisi olduğunu ve yüksek değerini beyan etmektedir. Peygamber
Efendimiz"’: “Hikmetin başı Allah korkusudur. ” ve “Hikmetin
yayıldığı meclis ne güzeldir. ” buyurmuşlar, Kur’an-ı Kerim’i “hikmetin
nuru” olarak nitelendirmişlerdir. “Hikmet mü minin yitiğidir, onu bulduğu
yerde alır. ” hadisi, Müslümanların işlerine yarayan bilgiyi ve doğru sözü
kimden ve nereden geldiğine bakmaksızın almalarına ruhsat vererek başka
kültürlerden faydalanma yolunu açmaktadır. Efendimizin<sas)
Abdullah b. Abbas hakkındaki, “Allah’ım, ona hikmeti ve kitabın tevilini
öğret!” duasındaki hikmetten kastın, Kur’an’la amel etmek, sünnet, sözde
isabet, haşyet, üstün akıl, kendisiyle ilham ve vesvesenin ayırt edildiği nur
olduğu hadis şârihlerince belirtilmiştir.
“Hak
Teâlâ yeryüzünü sizin için alçalttı, onun üstünde yürüyün, Hakk’ın rızkından
yiyin/' (Mülk/15) ayetini Hazreti Mevlana
şöyle yorumlamıştır: ‘Hakk’m rızkından yiyin/ ayetindeki rızkı sen ekmek
anladın; halbuki onun manası hikmet ve mârifettir. Fakat o sana yaramaz, senin
boğazına durur. Mideyi gül ve reyhan gibi olan hikmete alıştır ki,
peygamberlerin hikmet rızkını bulasın.
İmam
Gazali Hazretleri Esmâul-Hüsnâ Şerhi adlı eserinde hikmet hakkında demiştir
ki: “Hikmet en yüce varlığı en değerli ilimle kavramaktır. Hikmet ilimlerin en
büyüğüdür. İlmin büyüklüğü de bilinenin büyüklüğüne bağlıdır. Allah’tan daha
yüce ve üstün varlık yoktur. Kim Allah’ı tanırsa, her ne kadar diğer bilinen
ilimlerde kudreti az, lisanı ve beyanı kıt ise de hakimdir. Cenab-ı Hak: ‘Kime
de hikmet verilmişse ona büyük hayır verilmiştir. Bunu ise yalnız akıl
sahipleri anlayabilir. ’ (Bakara/269) buyurmuştur. Evet, kim Allah’ı
tanırsa onun sözü başkalarının sözüne uymayabilir. Çünkü onun sözleri külli ile
ilgilidir, cüz’iyatla ilgisi pek azdır; geçici olan dünya faydalarıyla alakası
yoktur, ahiret menfaatlerine dairdir.”
Hikmet-i
ilâhiyenin sayısı, sonu yoktur; insan havsalasına sığmaz. Ancak İlâhî
hikmetlerin bir nebzesinin bilinmesi o işin işlenmesinin muharrikidir,
istidatlı insanı bu alana çeken kuvvetler gibi müessir olur.
Muhyiddin Arabi Hazretleri “Fusûsu’l-Hikem”
dibacesinde, Hak Teâlâ’nın hikmeti dilediği insanların kalbine istidatları
ölçüsünde tedricen indirdiğini söylemiştir. Mârifet-i ilâhiyye ile alakası
bakımından halkın anlayacakları açık manalar taşıyan sözler söyleyenlere
“hakim” derler.
Büyük hakimlerden Atâullah Iskenderî Hazretlerinin mârifet
ve hakikat taliplerine çok özlü ve pek değerli öğütler ihtiva eden eşsiz
eserinin parlak bir şerhini sunuyoruz. Bu eserin yüksek kıymetini belirtmek
için denmiştir ki: “Namazda Kur’an’dan başka bir kitap okumak caiz olsaydı,
‘Hikem’ okunurdu.”
Islâm âleminde pek meşhur olan bu eserin pek çok şerhleri
yapılmıştır. Kastamonulu âlim, ârif, seyyid Ahmed Mahir Hazretlerinin “El
Muhkem fi Şerhi’l-Hikem” adlı bu eseri Türkçe şerhlerin en muteberi ve en
kapsamlısıdır. 11. Abdülhamid Han emriyle iki cildi bir arada olarak
bastırılmıştır. Edebî bir üslupla kaleme alman eserde Ibn Atâullah
Hazretlerinin hikmet ifadeleri önce nesir, sonra nazım olarak çevrilmiş, büyük
velilerin sözlerinden alıntılarla, ibretli kıssalarla açıklanmıştır. Her hikmet
şerhinin sonunda -bazısı Farsça ve Arapça olmak üzere- muhtelif şairlerin
konuyla ilgili mısra ve beyitlerine de yer verilmiştir.
Şarihin
dili ağır ve edebîdir. Şarihin ağdalı ifadeler kullanması, eseri herkesin
anlamasını istememiş olmasından ileri gelebilir. Zira bu bilgiler çok kıymetli
inciler gibidir, ehil olmayanın eline geçmesi zayi edilmesi demektir. Hikmetin
yanlış anlaşılmasına veya kadrinin bilinmemesine sebep olmak zulümdür,
açıklanmasında mesuliyet bahis konusudur. Biz de bu inceliğe dikkat ederek
sadeleştirmede aşırı gitmedik. Istılahları bilen asgari bir tasavvuf kültürü
sahiplerine hitap ettiğini göz önüne alıp asıl üslubuna sadık kalmaya özen
göstererek sadeleştirmeye çalıştık. Yüksek bir irfan, derin bir ilim, geniş bir
kültür ve büyük ustalık eseri olduğunda şüphe olmayan “Hikem-i Atâiyye Şerhi”ni
melhûz yanlışlarımız için bağışlanma dileyerek, aziz müellifin ve muhterem
şârihin kutsal ruhlarına dualar ederek, faydalanan irfan taliplerinden dua
bekleyerek sunuyoruz.
Tahir Galip Seratlı
“îlim
mü minin yitiğidir, onu nerede bulursa alır. ” (Hadis-i şerif)
“Kitap ne güzel dosttur. Onunla baş başa kaldığında sana
iyi vakit geçirtir. Oysa sana bazı sevdiklerin sana ihanet edebilir.
Ona bir sır emanet edilince onu saklar, ifşa etmez.
Kitaptan doğru ve hikmetli şeyler öğrenilerek faydalanılır. ” (Arapça şiir)
Eylerim hamd ü sipâs-ı bî-kıyas
Hazreti Hallâk-ı nev’-i âdeme
Söylerim hem de selâm-ı bı-giran
Seyyidü ’l-Kevneyn Fahr-i Alem "e
(İnsanı yaratan Hak Teâlâ’ya sonsuz hamdler ve iki cihan
efendisi, âlemlerin övüncü Peygamber Efendimize salât ve selâmlar olsun.)
Hikem-i
Atâiyye nin her cümlesi, “İçinde
hayırlı güzeller var. ” (Rahman/70) ayeti anlamınca birer irfan gelin
odasıdır. Her fıkrası, amber kokulu belâgat elbisesine bürünmüş ledün
hakikatleri ve Kur’an sırlarıdır. Onun için “Neredeyse Kuran olacaktı.”
denilecek kadar değerlidir.
Öyle gönül alıcı bir akıcılığı, öyle düzenli bir güzelliği
hâizdir ki, irfan gözüne ilişir ilişmez, hoş manaların şahidi için yüksek bir
maârif sarayı veya vahdetin en yüce sultanının oturacağı süslü ve parlak bir
köşk olduğu anlaşılır. Çünkü o yüksek yapı, gönüle doğan vâridat nurlarından
yapılmıştır, onun temeli mübarek ilhamlardır. O sarayın odaları tarikat
tavırlarının örnekleridir. Etrafı da şeriat hükümlerinin sağlam duvarlarıyla
düzenlenip çevrilmiştir.
Sır hâzineleri olan her penceresi birer yükselme burcudur,
belagatinin her bir bölümü fazilet girişi olduğundan bütün sofiler feyzinden
faydalar kazanırlar, ârif muhakkıkların hepsi onun sözlerinden istifade etmeye
koşarlar.
Böyle bir sır ve incelikler yumağını gereğine
uygun bir şekilde tercüme edip açıklamaya, zamanın kötüye götürdüğü talihle
yuvarlana yuvarlana aciz kalmış, halktan uzaklaşıp, perişan bir duruma düşmüş,
binlerce yara almış bir beyinden çıkan sözlerin yetebileceği düşünülebilir mi?
Lâkin tamamı anlaşılıp elde edilemeyen bir şeyin hepsini
bırakmak doğru değildi. İlâhî feyizlerin bol bol aktığı ramazan aylarında
uğraştığım Kur’an tefsir derslerini, tasavvuf hakikatleriyle de aydınlatmak
maksadıyla bu kitabı incelerken, manzum ve mensur olarak tercüme etmeye ve
açıklamaya muvaffak oldum. “Muhkem” denilen bu “Şerh-i Hikem”
kitabı, İnsanların Efendisi’nin yüce halifesi Gazi Sultan Abdülhamid
Hazretlerinin ilerleme asrına yakıştı. Onun şerefler ve ilimler gül bahçesine
ve gelişme çiçekliğine nağmeler eklemekle nur üstüne nur oldu. O yüce sultan,
manaların beyaz sayfaları üzerinde satırları çoğaltan güzelliktir, cihan
sultanlarının başının tacıdır, hüner ve maârifin koruyucusu, yükseklik saçan
padişahtır.
Maksat, feyizlerinden arta kalan kırıntılarla geçindiğimiz
hakikat erlerinin yüksek sözlerini satırlara indirip ortaya çıkarmakla, ince
manalarının incelenmesinden az çok aydınlanarak faydalanacak olan insaf ve
irfan sahiplerinin iyilikle anmaları sayesinde ikinci bir hayat kazanmaktır.
Olgun ve aydın kimselerce bilindiği üzere büyüklük,
bu gibi naçiz eserleri beğenip övmeyi engellemez. Gerçek yükseklik ise eksik ve
aciz kimselerin yanlışını çıkarıp suçlamak değil, onların yanlışlıklarını
düzeltmek ve eksiğini tamamlamak gibi bir meziyettir.
Böyle yokluk yolunda tozlara batmış ve dağılmış
bir çalışma saksısına üstünlük ve şeref makamından bir beğeni ve takdir sözü
lütfetmek onları alçaltmayacak, zaten yüksek ilim ve irfan makamlarını bir kat
daha yükseltecektir.
O yüzden pek çok eksikliklerimin göstergesi
olarak görülecek noksanlıklarımdan dolayı özür dilemeye gerek duymuyor, bu
hususta bir şey yazıp usanç vermekten geri duruyorum. Yalnız ârif ve üstün
kimselerin bağışlamalarına sığınıyor ve dua beklediğimi arz ediyorum.
Fakir
Seyyid Hafız Ahmed Mahir
Bin
Seyyid Hafız Muhammed Said bin Seyyid Hafız Muhammed Nureddin Kastamonî
Ballıklı Efendizâde
Kastamonulu Seyyid Ahmed Mahir Hazretleri
Son dönem din âlimi ve siyaset adamlarından
olan Ahmed Mahir Efendi Kastamonu’da doğmuştur. Ailesi Ballıklı Efendizâde
lakabıyla tanınmaktaydı. Dedesi Hafız Mehmed Nureddin Efendi, babası Kastamonu
Ticaret Reisliği yapmış olan Seyyid Hafız Mehmed Said’dir. İlk öğrenimini
Nasrullah Mektebi’nde aldıktan sonra Merdiyye Medresesine devam ederek Ahmed
Hicâbî’den icazet aldı (1882-83). Kastamonu İstinaf Mahkemesi üyeliğinde
bulundu. Çeşitli mahkemelerde üyelik, başkanlık görevlerinde bulundu. II.
Meşrutiyet’in ilânından sonra Kastamonu mebusu olarak Meclis-i Mebusan’a girdi.
Bir süre Şûrâ-yı Evkâf Başkanlığı yaptı. Darülfiinûn İlahiyat Fakültesinde ve
Medresetü’l-Vâizîn’de tefsir ve kelâm dersleri okuttu. İstanbul pâyesi, ikinci
rütbe Mecîdî ve üçüncü rütbe Osmânî nişanlarını alan Ahmed Mahir Efendi’ye,
ayrıca Sultan V. Mehmed Reşad tarafından da kıymetli bir kürk, ferâce, değerli
bir teşbih ve kırmızı mineli saat hediye edilmiştir. TBMM’nin ikinci döneminde
de milletvekili olarak görev yapmıştır. 4 Eylül 1925 tarihinde Kastamonu’da
vefat etmiştir.
HİKEM-İ ATÂİYYE ŞERHİ
EL-MUHKEM Fİ ŞERHİ’L-HİKEM /1.
CİLT
Günah işleme ve hataya
düşme zamanında ümidin azalması, amele güvenmenin alâmetlerindendir.
İtimâd-ı tâate oldu
delil
Mâsiyet vaktinde noksân-ı recâ
ibadet ve tâat gibi güzel amellerine güvenenler
iki kısımdır: Biri âbidler ve zâhidler, diğeri müridler ve sâlikler.
Birinci kısım, cennete girerek orada sonsuz nimetlerle
mutlu olmak ve İlâhî azaptan kurtulmak için ibadetlerine güvenirler, ikinci
kısım ise, Hakk’ın yüzünü örten mâsiva perdesini açıp kalplerin yüz görümlüğü
olan gayp keşiflerini ve İlâhî sırları elde etmek için amellerine güvenirler.
Her iki itimat da hakikat erlerince kötü
sayılır. Çünkü nefsi görmekten ileri gelir ve fiil ile amelleri kendine nisbet
etmekten doğar. O yüzden bu itimat makbul sayılmaz ve amellere güvenenler daima
ayıplanır.
Büyük ârifler kendilerinde güvenilmeye değer
bir hal görmezler. Kendilerinden çıkan fiil, hareket ve hareketsizliklerin,
bütün hallerin hakiki fâili olarak Cenab-ı Hakk’ı görürler. Kendilerini Hakk’ın
birbirinden farklı isim ve sıfatlarının mazharı bildikleri için bir kabahat
işlediklerinde ümitleri ve emniyetleri azalmaz, ibadet ettikleri zaman havf ve
haşyetleri eksilmez.
Bunlar Hak Teâlâ’nın zatında fâni olanlardır. O yüzden
hallerinin ortaya çıkışını Hak’tan bilir, Hakk’ın tasarrufu olarak görürler.
Onlar vahdet denizinin yüzücüleridir. Her iki halde de havf ve recâyı seyr ü
sülûkta iki kanat yaparak vuslat meydanına doğru yüzer, uçar ve at sürerler.
O halde Cenab-ı Rabbü’l-âlemin’e itimad, tevhid
sırrına eren âriflerin işidir. Ondan başka şeylere güvenmek ise ayrılıkçı
gafillerin vasfıdır.
Maksat
sülük erbabını bu yüksek himmete davet ederek, hakikatten mahrum olmalarını
önlemektir. Yoksa Hakk’a ermenin normal sebebi olan güzel amellerde ve bu
amellerin kazandıracağı hallerde şüphe bırakmak değildir.
İbadet ve kulluk etmenin âlemlerden ganî olan Cenab-ı Hakk’ın
lütufları karşısında değeri yoktur. Hak cemâlinin tecelli yeri olan cennet ve
nimetleri; O’nun fazlının, bağışlarının sonucudur. Hak celâlinin tecelli yeri
olan cehennem ve azabı, O’nun adaletinin gereğidir.
Resulullah’ın(sas)
buyurduğuna göre, uzun ömrünü ibadetle geçiren bir Musevi’nin bütün ibadetleri,
hesap görülmesi sırasında varlık nimetini bile karşılamamış tır. Diğer
nimetlerin şükrünün yapılmamış olduğu anlaşılınca da cezalandırılması
emredilmiş, bu âbid ve zâhid kişi kurtulmasının ancak Cenab-ı Hakk’ın lütfü ve
inâyetine bağlı olduğunu anlamasıyla kurtulabilmiştir.
İki Cihan Efendisi Efendimizin(sas);
“Sana hakkıyla ibadet edemedik ey Mâbud!” buyruğu, bu bakımdan ümmetine
bir hikmet dershanesi olacak kadar anlamlı ve ibretlidir.
Cürmünü mu ’terifol tâate mağrur olma
Ki şifâhâne-i hikmette sakîm isterler
(Suçunu itiraf et, taatine gururlanma. Çünkü hikmet
hastanesine suçlu olanı kabul ederler.)
Ey Allah’ın kulu, Hak
Teâlâ senin kazancını sebeplere bağlamışken sebepleri bırakıp inzivaya
çekilmen, nefsinin gizli bir şehvetindendir. Rahman’ın cezbesi seni sebeplerden
kurtarıp tecrid eylemişken, sebeplere yapışman ise himmetinin düşüklüğündendir.
îkame ettiği halde seni esbâb içinde Hak
Talebkâr-ı tecerrüd olduğun bir gizli şehvettir
Tecerrüdle dahi âlî iken kadrin senin
elhak
Tevessül eylemek esbâba da tenzil-i himmettir
Sebepler dünya menfaatlerinin elde edilmesine vasıta olan
mallar ve eşyalardır. Tecrid ise bu sebeplerle ilgilenmemektir.
Hakk’ın
insanı sebeplere bağlamasının alâmeti, zâhirî sebeplerle geçim zorlaştığında
din selâmetini koruyabilmektir. Sebeplere yapışarak yaşayıp kazanmak sırasında,
insanların malına tamah etmeyerek zâhirî ve bâtınî kulluk vazifelerinin yerine
getirilmesidir.
Tecridde yaşamanın alâmeti ise ummadığı yerlerden
rızıklanarak mutlu olmak, bu şekilde yaşamak zorlaştığında da Cenab-ı Hakk’a
tevekkülü bırakmamak, kalbini bozmamak, gönül hoşluğu içinde ibadete devam
ederek feyizlenmektir.
Sebeplere
bağlı kimsenin tecerrüd etmesi gizli şehvetinden ileri gelir. Şu bakımdan ki,
feyiz ve hayır Cenab-ı Hakk’ın elindedir. İlâhî iradenin kulun isteğine uygun
olup olmadığı bilinemediği halde kulun belirlenmiş kaderden çıkmak ve mücerred
olmak istemesi, insanlardan uzaklaşması; Cenab-ı Hakk’a yaklaşma bahanesi
altında, insanlarca sayılıp sevilmeyi istemek gibi nefsanî bir düşünceye
dayanır. İnsanların sevip saymalarını istemek ise, tecrid ehlini yüksek
derecelere çıkmaktan alıkoyar ve yoldan saptırır. Bu yüzden ârifler bunu
öldürücü bir zehir bilmişlerdir.
Bir
tecrid ehlinin yani insanlardan uzak yaşayan bir kimsenin sebeplere yapışmak
istemesi, himmetinin tükenmiş olduğunu gösterir. Çünkü tecerrrüd Hakk’a
bağlanmaktır ve muvahhidlerin, ariflerin en üstünlerine mahsustur. Halka dönmek
ve inmek demek olan ve eksikli kişilerin hali bulunan sebeplere yapışmak,
yüksek makamı alçak menzile değişmek gibi aşağılık bir iştir. Zira himmet kalp
hallerindedir; ilgili olduğu şeye göre yükselir, alçalır.
Hak yolunda olan basiret sahipleri, ezelde belli edilmiş
yerlerine bakarlar ve İlâhî takdire daima razı olurlar. Sebepler onları terk
etmedikçe onlar sebepleri bırakmazlar. Sebeplerin dairesinden çıkarılmadıkça,
kendiliklerinden tecerrüd tarafına geçmek istemezler. “Hayır, iyilik,
Allah'ın seçtiğindedir.”
Bazı hakikat erleri şöyle anlatmıştır:
“Birçok sene sebepleri terk ettim; mücerred yani halktan
uzak yaşadım. Fakat sonra yine sebeplere döndüm. Sonra sebepler beni terk etti,
tecerrüde düştüm; bir daha da geri dönemedim.
Şeyh Şâzelî’nin(ks) huzurlarına gelmiştim.
Zâhirî ilimlerle uğraşmanın, halk arasında bulunmanın Hakk’a erişmeye engel
olacağı düşüncesindeydim. Tecerrüd halinde, halktan uzak yaşamak istiyordum.
Şeyh Hazretleri hiçbir şey sormadan bana şöyle buyurdu:
‘Zâhirî
ilimde ilerlemiş bir âlim, işini terk edip sohbetimize devam etmek maksadıyla
bize gelmişti. Ona dedik ki: Olduğunuz hal üzere kalınız. Eğer bizden bir
nasibiniz varsa hâsıl olur. Cenab-ı Hakk’ın takdir ettiği şey, hiç değişmez,
size ulaşır.’
Sonra bana bakarak:
‘Sıddıklara ve âriflere yakışan, bir şey reddetmemek ve
istememektir!’ buyurdu.
Böylece içimdekileri keşfetti ve gönlümü şüpheden
kurtardı.”
Hadis-i şerifte şu mealde buyrulmuştur: “Onlar,
cehennemliklerle birlikte olmazlar. ”
İşte bu, ârif zümresini bu yüce mertebeye
eriştiren rıza kapısında daima beklemek ve şu hadis-i şerife uymaktır: “Bir
maksat gütmeyiniz. Zira bir kimseden istemeden olursa, Allah sizi muvaffak
etmiş demektir, birine başvurursanız yardım görmezsiniz. ”
İrâde etse bu emrin
taalluk fethine Nâbî
Ana etrâfı nâ-me'mulden esbâb olur peydâ
(Bir işin olmasını Hak Teâlâ dilemişse, ona
umulmadık taraflardan sebepler meydana çıkar.)
Himmetler ne kadar ileri,
istekler ne kadar yüksek olursa olsun, Cenab-ı Hakk’ın kader surlarını yıkamaz.
Ne
kadar olsa müessir himmet
Yine sûr-ı kaderi hark edemez
Burada geçen “himmet”ten murad, eşyada Allah’ın
izniyle etkili olan nefs kuvvetidir. Bunlar evliya için keramet, sihirbazlar
için istidrac olur.
Nazar değmesi de bunun gibidir. Sihir ve nazar esersiz
sebeptir. Hakiki müessir ise sihir ve nazar değil, hayır ve şerrin yaratıcısı
Cenab-ı Hak’tır. O halde himmet, keramet ve istidrac takdir surlarını
geçemiyorsa, adi himmetin ezelde belirlenmiş kader karşısında ne önemi
olabilir?
Sülük
erbabını yani Hak yoluna girmiş kimseleri, Cebriye mezhebine davet etmek
değildir. Cebriye mezhebi şeriat yükümlülüklerini kaldıranların yoludur, ona
doğrudur denilemez ama âriflerin vahdet makamına ulaşmalarına gayret vermesi
için gerekli sayılır. Bu makam, onlara hakikatin halvet yeridir. Hakikat ortaya
çıktığında şeriat hükümlerine yer kalmaz ve cebr, hayret ve iskat-ı izafât
burada irfanın kendisi olur. Burası vuslat olduğundan caizdir; ibadet artık
külfet olmaktan çıkmış, zevk ve lezzetle yapılmaktadır.
Hazreti Ebu Zer Gıfarî, nefsânî şehvetlerden, şeytanî
düşüncelerden kurtulmak için her şeyden elini eteğini çekmek, halktan uzak
yaşamak hususunda Hazreti Resulullah’tan(sas) izin isteyince,
Efendimizden şu cevabı aldı: “Kalem İlâhî muradları irade levhine yazdı ve
kurudu, ister halka karış, ister kenara çekil. ” Yani olacak oldu, ister
öyle yaşa, ister böyle.
Ariflerin sultanı Bayezid Bestâmî Hazretlerine:
“Evliya zina eder mi?” diye sordular. “Allah’ın takdir ettiği ne ise o olur!”
buyurdu. Bu cevap, hikmet bahçesinin turfanda burhanlarındandır.-
Cebr olmayıp irâde-i cüziyye olsa da
Kim filini muhâlif-i hükm-i kader eder
(Gerçi cebr yoktur, cüz’i irâde vardır. Ama
yine de kim kaderin hükmünün tersine bir şey yapabilir? Kimse kaderin hükmünden
dışarı çıkamaz, ona aykırı bir iş işleyemez.)
Ey mürid, dünya işlerini düzene
koymaya çalışma, onlar için tedbir alma külfetini bırak. Zira tedbir, ilâhı
irâde ve takdire bağlıdır. Başkasının senin için yaptıklarını sen kendi üzerine
alma ve nefsinle hareket etme.
Terk edip tedbîrini ol müsterih
Emr-i gayri etme cana iltizâm
(Tedbir
almayı bırak, rahat ol. Kendine başka bir işi gerekli kılma.)
Bütün yaratılmış olanlar ve bütün varlıklar, Hakk’ın
varlığının karşısında bulunduklarına göre, Hakk’ın takdirine karşı kulların
tedbir almaya kalkmaları fuzûlî ve akla uymayan bir iş olmaz mı? Gerçekten bu,
akıl sahiplerinin haline aykırı bir davranıştan başka bir şey değildir. Çünkü
işleri takdir eden Cenab-ı Hak, tedbiri kendi üzerine almış, tevekkül edip
işleri kendisine bırakmayı da kullara vermiş, bunu kulluk gereği saymıştır. Buna
göre tedbir etmek isteyen kul, kulluk görevini bırakıp rablik hükmüyle İlâhî
kazayı kaldırmaya ve ezelî kaderle çekişmeye kalkmış olur. Bu da helâk, hüsran,
uzaklık ve ayrılık sebebidir. Bu Cenab-ı Hakk’ın özel yakınlığına girmek
isteyeni engelleyen şeytanî bir vesvesedir. Hakk’ın zatına yönelen sâliklerin
yolunu kesen nefsânî bir iştir. Çok zikirlerle, devamlı tefekkür ve murakabe
ile hasta kalpten onu çıkarmak ve tevhid nurlarıyla kalbi doldurarak buna çare
bulmak gerekir.
Hikmetin neticesi tamamen tedbiri bırakmak değildir. Takdir
hükmünü unutturan, uzun emele matuf olan tedbiri terk etmelidir. “Tedbir
geçimin yarısıdır. ” denildiğine göre geçimini sağlamak ve yaşam sebepleri
olan tabiî kuvvetleri korumak ve sağlamlaştırmak için kolay bir şekilde geçim
işlerinde tedbir almak hikmete ve şeriata uygundur.
Şu kadar var ki, hakikat erleri tedbirin bu derecesini de
caiz görmüyorlar. Hatta Sehl bin Abdullah Tüsterî Hazretleri: “İnsanların
geçimini karartan, mutluluğunu bulandıran tedbiri bırakın.” buyurmuşlardır.
Şeyh Ebu’l-Hasan Şâzelî Hazretleri de: “Gerçi zaruri tedbir
gerekliyse de, tedbir etmemek için tedbir edin.” demiştir.
Tedbîrini terk eyle takdirHüdanındır
Sen
yoksun o benlikler hep vehm ü gümânındır
Ey sâlik, senin rızkını Allah Teâlâ üzerine
almış ve buna kefil olmuşken, ezelde takdir edilmiş rızkın için çalışıp
çabalaman ve senden istenen amel ve ibadetlerde tembellik ve gevşeklik
göstermen, kalp gözünün körlüğüne delâlet eder.
Rızk-ı mazmunda gayretle ibadette kusur
Oldu
kör olduğuna dıde-i kalbin burhan
(Kefil
olunmuş rızkın için çabalamanla, ibadet etmekte kusur etmen; kalbinin kör
olduğunun burhanıdır.)
Hûd
suresinin 6. ayetinde belirtildiği üzere rızık, bağış ve ihsan suretiyle
Cenab-ı Hakk’ın kefilliğindedir. Kulluk ve amel etmek, var olmanın gereğidir.
Zira “İnsanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yar attım T
ÇLtây&tl'SG) ve “İnsana çalışmasından başka bir şey yoktur.K (Necm/39)
buyrulmuştur. Virdlere, zikirlere, ibadete ve taate devam etmek insanın
yaratılış sebebidir.
Kula lazım olan Hakk’a hizmet ve kulluk etmek, Hakk’a düşen
de karşılığını verip yardım etmek olduğu halde, istenen vazifeyi bırakıp gerçek
âmirin işlerine karışmak, lâzım olanı bırakıp lüzumsuzla uğraşmak, basiret
nurunun kaybolduğunu göstermez mi?
Basarın
gözle görülenleri idrak ettiği gibi aklî ve manevî işleri de idrak eden kalp
gözüdür. Onun nurunun kaybolması, Rab sırlarını müşahededen ve mârifet
nurlarını mükâşefeden mahrum kalmaktır. Buna sonsuza dek süren kalp körlüğü
denir. Bu körlük, geçici olarak maddî halleri görmemekten ibaret olan göz
körlüğüne kıyas olunamaz. O yüzden Kur’an’da: “Gerçekten gözler kör olmaz
fakat asıl sinelerin içindeki kalpler kör olur. ” (Hac/46) buyrulmuştur.
Yani hakiki körlük, görme nimetinden mahrumluk değil, Hakk’ın isteği olan taati
bırakmakla basiretin kapanmasıdır.
Hadis-i
kudsîde şöyle buyrulmuştur:
“Ey kulum, bana itaat et de, senin hakkında hayırlı olan
şeyi bana öğretme! Yani onu ben bilirim. ”
Gerçi işlerin düzeltilmesi Allah Teâlâ üzerine gerekli
değildir ama her fiilinde binlerce ıslah sebebi ve hikmet olduğu da âşikârdır.
Bu yüzden kulları hakkındaki her takdiri pek çok faydalar ihtiva eder. Bu
yüzdendir ki Seyyidü’l-Enbiyâ Efendimiz(sas) buyurmuşlardır:
“Şunlar nasıl insanlar ki, bozguncuları saygın ve şerefli
sayarlar; ibadet edenleri hor görürler. Kur anJm arzularına uygun
olan hükümleriyle amel ederler de heva ve heveslerine ters gelen hükümlerini
bilmez ve görmezden gelirler. Allah ın kitabının bir kısmına mü ’min, bir
kısmına kâfir olurlar. Takdir edilmiş kader, belirlenmiş ecel ve ayrılmış rızık
gibi çalışmaksızın idrak olunacak işler için gayret edip çabalarlar da çalışmaya
bağlı olan; karşılığı bol, makbul ve çok kârlı şeylerde çalışmayı bırakırlar. ”
Hikmetin neticesi kulları geçinme sebeplerine yapışmada
tembel davranmaya davet değildir. Onları Hak Teâlaya ibadet etmeyi bırakıp da
bütün vakitlerini geçim için harcamaktan alıkoymak, bu suretle gafleti
gidermektir. Şu halde sıkıntı çekmek, Allah’ın emirlerinde kusur etmeksizin
geçinme sebepleri istemek basiret körlüğüne delâlet etmez, şeriata aykırı
gelmez, tarikata ters düşmez. Fakat belli olan rızıklarını elde edenlerin artık
Hakk’ın kullarının kapısına varmaları gerekmez. Dünya işlerinde rızık için
çabalayanlar, Hakk’ın rızasını kazanmaya da çalışsalar hem rızkı, hem Rezzak’ı
elde ederek iki yönlü olsalar, daha fazla mutlu olmazlar mı?
Aşağıdaki kıssa buna güzel bir örnektir:
Bir
gün Harun Reşid cariyeleri toplayarak hâzinesinden en kıymetli mücevheri
almalarını emretti. Bunlar mücevherleri paylaşırlarken cariyenin biri halifenin
önünde durdu. Harun ona;
“Sen niçin beğendiğini almıyorsun?” diye sordu.
“Benim beğendiğim ancak zatınızdır, ben de efendimizi
aldım!” diye cevap aldı.
Böylece o cariye, halifenin gönlünü kazanıp has odasına
girdi ve bütün hâzineyi elde etmiş oldu.
Ne çare ki şimdiki dünyayı bırakıp geleceği (ahireti)
kazanmaya çalışmak kısa görüşlüler için tabiat hükmüne aykırı görülür. Bu
yüzden bazı ârifler; “Cenab-ı Hak bizim için ahireti kendi üzerine alıp, bizden
dünya için çalışmamızı isteseydi ne olurdu?” diye temennide bulunmaktan
çekinmemişlerdir.
Ey talip, duada ısrarlı olduğun halde kabulünün
gecikmesi seni umutsuzluğa düşürmesin.
Çünkü Cenab-ı Hak, senin
istediğin şeyi, istediğin anda kabul etmeyi vaat etmedi, senin için dilediği
şeyi, kendi seçtiği zamanda kabul etmeyi vaat etti.
Devam üzre duâ eyler
iken dergâh-ı Yezdan "a
Teehhür mûcib-iye’s olmasın hiç vakt-i ıtâda
Fakat ber-vejk-i kâm
olmaz kabulü çünkü zâmindir
İrâde ettiği yerde murad ettiği eşyâda
(Hak Teâlaya duada devam ederken kabulünün gecikmesi,
umudunu kırmasın. Çünkü kendi dilediği şeyde, dilediği şeyi vermeyi üzerine almıştır.)
Kul
mutluluğu kendi iradesinde değil, Hakk’ın iradesinde aramalıdır. Çünkü Cenab-ı
Hak işlerin sonunu bilir. Başta görülen hal işin sonunu ve gerçek durumunu
değiştiremediği için başta kötü görülen haller, güzel ve iyi olarak ortaya
çıkabildiği gibi, güzel görülen çok işlerin sonu kötü gelebilir. Bakara suresi
216. ayeti bu hikmeti gösterir: “Hoşlanmadığınız bir şey hakkınızda hayır
olabildiği gibi, sevdiğiniz bir şey de hakkınızda kötü olabilir. ”
Duanın kabulünün gecikmesi ümitsizlik ve usanç vermemelidir.
Mademki Mü’min suresi 60. ayetinde duaya icabet edeceğini vaat etmiştir, kabul
eserlerinin erken veya geç ortaya çıkmasında başka hikmet bulunduğu
düşünülmelidir. Hekim hastanın istediği gibi değil, hastalığın gerektirdiği
şekilde tedavi eder. Cenab-ı Hak da bu hikmet şifahanesinde tabii hallerin ve
nefsânî arzuların hastası olan kullarına tedavi kabilinden olan icabet
eserlerini, onların istediği şeylerde değil, onların menfaatine kendi seçtiği
yerde, onların dilediği vakitte değil, kendi dilediği zamanda ortaya çıkarır.
Kulların acele etmesi, İlâhî takdiri çabuklaştırmaz, onların gecikmesi
geciktirmez.
Ebu’l-Hasan Şazelî Hazretleri:
“Sadık mürid olan kimseler, dünya işlerinden bir işi
seçmemelidir. Seçmek gerekirse seçmemeyi seçmeli, bundan da Cenab-ı Hakk’a
kaçmalıdır.” buyurmuştur.
Kasas
suresi 68. ayetinde: “Rabbin dilediğini yaratır ve seçer. ” Zâriyat
suresi 50. ayetinde: “Allah "a kaçın!” buyrulmuştur.
Yatalak olan Ebu’l Abbas Mürsî Hazretlerini ziyarete gelen
bir kimse:
“Allah afiyet versin!” diye hatır sorduğunda cevap
vermemiş, üç defa tekrar edince sabredemeyerek:
“Senin
istediğin afiyeti ben istemem, benim afiyetim şu uğradığım haldir. Zira Habib-i
Ekrem Efendimiz'"’ Cenab-ı Hak’tan afiyet dilemişken Hayber fethinde
Yahudi’nin getirdiği zehirli kuzuyu yemeleri ve zehrin seneler sonra ortaya
çıkıp tesir etmesiyle vefat eylemişlerdir. Yine halifeleri hazretleri de her
biri afiyet istemişken bir şekilde şehid olmuşlardır. Eğer afiyet istersen,
günah hastasına afiyet bağışlayan Allah’ın istediği afiyeti iste!”
buyurmuşlardır.
Resul-i Ekrem(sas):
“Bir
kimse günah olan veya merhamet kesici olan bir şey için dua etmedikçe, Cenab-ı
Hak onun duasına icabet eder, istediğini verir veya istediği şey kadar günahını
siler ve gelecek musibetleri ondan kaldırır. ” buyurmuşlardır.
Şartını yerine getirerek duaya el kaldıran her duacı
mutlaka duasına icabet elde eder. Fakat istediği şey hayırlı olmazsa, kabul
edilmemesi bazen icabetin ta kendisidir veya ahirete bırakılması hikmete ve
işin gereğine uygundur.
Cenab-ı Hak mahşerde huzuruna getirilen bir kula hitaben:
“Ben sana bütün ihtiyaçlarını bana arz et, benden başkasına
ihtiyaç arz etme buyurmadım mı!” diye
azarladığında;
“Evet Yarabbi, ben de ihtiyaçlarımı hep zatına
arz etmiştim...” diye cevap verip bazı duasının kabul edilmediğini belli etmesi
üzerine Hak Teâlâ:
“Ben senin her duana icabet ettim, her istediğini verdim.
Bazısının icabet eserini bugüne bırakarak senin için sakladım. Şimdi onu al,
gözün aydın olsun!” buyurur.
O
kulun icabet eseri olarak gözler görmedik nimetleri müşahede ettiği anda:
“Ne olaydı, dualarımın hiçbiri dünyada kabul edilmeseydi de
icabet eserlerini burada görseydim!” diyerek esef edeceği hadis-i şerifte
bildirilmiştir.
Şu halde icabette acele etmek hikmete uymadığı gibi, her
duanın kabulünde acele edilmedikçe kabul hedefine ulaşacağı Peygamber Efendimiz(sas)
tarafından haber verilmiştir.
“Günahkârların
inlemesi, âbidlerin teşbihinden daha sevgilidir. ” hadisine bakarsak, dua edenin Cenab-ı Hak tarafından
sevilmesi bazen kabulünü geciktiriyor. Tersine dua edene gazap edilmesi ise
kabulünü çabuklaştırıyor.- Bu hususta başka birçok hadis-i şerifler vardır.
Dua şartlarına gelince, bazısı bilinemez. Bilinmeyen şart
da yerine getirilmeyeceğinden duada icabet eseri görülmez. Bazısı ise şu hadis
ve ayette belirtilmiştir. Hadis-i şerif:
“Yediği,
içtiği, giydiği ve hareketleri haram olduğu halde dua edenin duası nasıl kabul
edilir!”
Nemi suresi 62. ayet: “Yoksa sıkıntıya düşen kimseye,
kendine dua ettiği zaman ona icabet edip fenalığını gideren ve sizi yeryüzünün
halifeleri kılan mı!”
Buna
dayanarak bazı ârifler:
“Cenab-ı
Hak bir kulunun duasına icabet etmek isterse onu zora sokar.” demişlerdir.
Şiir
(Arapça):
“Duaların etkisi mükemmeldir, ancak bunu dalalette olanlar
kabul etmez. ”
Ey sâlik, zamanı belli olsa bile vaat
edilen işin olmaması, seni Hakk’ın vaadinde şüpheye düşürmesin. Çünkü bu şüphe,
basiretin körelmesine ve sır nurlarının sönmesine sebep olur.
Çıkmazsa da ger fı’le yine vad-i Muin
Sıdkmda gümân etme ki kalbin kala pür-nûr
(Hakk’ın
vaadi gerçekleşmezse de sen doğruluğundan şüphe etme ki, kalbin hep nurlu
kalsın.)
İlâhî
vaat, Kur’an’da duaya icabet olunacağının bildirilmesi gibidir: “Kullarım
bana dua ettiklerinde dualarına icabet ederim. ” (Bakara/186) Şu halde her
duanın kabul edilmesi, Hakk’ın vaadinden dönmemesi lâzım gelir; ancak bu icabet
bazı sebep ve şartlara bağlıdır. Bu sebepler ve şartlar olmayınca vaat
gerçekleşmeyebilir. Fakat bir hikmet gereği İlâhî vaadin ortaya çıkmaması,
doğruluğu hususunda şüphe getirmemelidir.
İlâhî
vaat, uykuda veya melek diliyle yahut ilham suretiyle de olur. Azap olunacağına
dair sözün yerine gelmemesi, sırf lütfundan ve bağışlamasındandır. Zamanı belli
edilmiş olsa bile vadinin gerçekleşmemesi, sözünden dönmesi sayılmamalı,
şüpheye düşürmemelidir. Zira işin ortaya çıkış zamanın gecikmesi de kâinat
yaratıcısının ilim ve iradesine bağlı olduğundan, insan bunun hikmetini
kavrayamaz. Onun için Hakk’ın vaadinde sadık olduğuna inanmalı, vaadin
zamanından önce yerine gelmesini ve gecikmesini hikmetine vermeli, kulluk
edebini korumalıdır. Böylece itikad nuru şüpheden temiz, vicdan aynası zandan
uzak olur. Her şeye ibretle bakanların basiretleri aydın, sırları parlak olur.
Peygamber Efendimizin(sas) başından
da böyle bir şey geçmiştir. Şöyle ki:
Mekke’nin fethi, Fetih
suresinde müjde olunduğu, bu müjde Hudeybiye’de ashaba iletildiği halde, o sene
gerçekleşmedi, ertesi seneye bırakıldı. Bu gecikme ashabı çok üzmüşse de
Hudeybiye anlaşmasından sonra Mekke’nin fethine kadar arka arkaya gelen
fetihleri kolaylaştıracak birtakım olaylar meydana gelmiş, Efendimiz(sas),
vaat edilen bu işin binlerce hikmet taşıyan gecikmesinden dolayı zerre kadar
şüphe duymamışlar, işin gerçek yüzünü bilmeyen fethe susamış gönül sahiplerinin
üzüntüsünü, daha işin başında güzel sonucu müjdeleyen öncü fetihlerle gidermeye
çalışmışlardır.
Ana
sundu ezel sâkî-i kudret câm-ı irfânı
Ana tertîb olundu hezm-i
dünyâ meclis-i ukbâ
(Kudret sakisi ezelde irfan
şerbetini Peygamber Efendimize sunmuş, dünya ve ahiret işleri onun yüzü
hürmetine düzenlenmiştir.)
Ey irfan talibi, sana
ilâhı marifetten bir kapı açılırsa, artık amelinin azlığına bakma. Çünkü Hak
Teâlâ bu mârifet kapısını kendini sana bildirmek, sana yardım etmek ve seni
feyizlendirmek için açtı. Bilmez misin ki sana bu irfanı veren, sana bu ameli
yaptıran Hak Teâlâ ve ameli işleyen de senin gibi bir günahkâr kuldur. O halde
Rabb’in bağışı olan mârifetle, kulluk hediyesi olan ibadet kıyas olunabilir mi?
Taarrüfden
sana bir bâb açınca Hazreti Mâlik
Mübâlât etme artık
kıllet-i a’mâle ey sâlik
Sana
ol bâbı ancak Fâtihü İ-Ebvâb olan Mevlâ
Bilinmek hikmetinden nâşi
açtı şüphesiz cânâ
Anın
mu "tisi Hak bilmez misin mehdı-i a mâl
Hediyenle senin artık
nasıl siyyân olur efdâl
(Sana Hak Teâlâ bir mârifet kapısı açınca, amel
azlığına dikkat ederek kaygılanma artık ey mürid! Kapılar açıcı Hazreti Mevlâ,
sana o kapıyı bilinmek için açtı. Onu verenin ve ameli yaptıranın Cenab-ı Hak
olduğunu bilmiyor musun? O halde senin nâçiz hediyenle, o üstün olan ihsan
nasıl eşit olur?)
Hak yoluna giren kimsenin, nefsanî ve şehvanî
tehlikelerden sakınması ve asıl maksadı olan Hakk’a vâsıl olmak için çok
amellerle halini düzeltmesi gerekir. Bunun için mücahede ederek çalışıp
çabalarken, beşeriyet gereği gevşeklik göstererek nafile ibadetlerinde, evrad
ve ezkârında kusur edivermesi onu derin bir üzüntüye düşürebilir. Bu
üzüntülerin kendisini umutsuzluğa sürüklemesi, şeytanın aldatmasıyla devam
ettiği ibadetleri tamamen bırakması da muhtemeldir. Çünkü “İnsan çok
acelecidir.” (Isrâ/11) Hâlbuki o devamlı mücahedesi ile tecellilerin ilk
mertebesi olan “ef âl tecellisi” gibi bir mârifete erişebilir. Bu sırada
düştüğü umutsuzluk ise yalnız ibadetin kazancı olan mârifeti değil, kulluk
sermayesi olan ibadetleri de mahveder. İşte bu hikmet, dervişleri bu bakımdan
aydınlatıcıdır.
İbadet,
Hakk’a yakınlık ve mârifet elde etmek içindir. Kalbe bir mârifet yerleştiğine
göre, bu İlâhî bağışa adi sebeplerden olan zâhirî amellerden bazısını yapamadım
diye üzüntü çekmeye ve ilerleme yolunda umutsuzluğa düşmeye ne gerek var? Bir
de ibadet azlığı, bazen binlerce senelik ibadete denk olan musibet veya
hastalıktan da ileri gelmiş olabilir. Uğradığı bu musibeti Allah’tan bilir ve
bunu ibadet ve afiyetin ta kendisi, hatta ibadetlerden daha hayırlı olduğunu
kavrarsa artık ibadet azlığını nasıl kayırır, nasıl kale alır?
Hikmetin
neticesi mârifet elde edildiğinde ibadeti kesmek değil, İlâhî hediyesi olan
mârifete nazaran kulluk armağanı olan ibadetin önemsiz olduğunu göstermektir.
Çünkü ibadet ne kadar çok olursa olsun, ibadet edene aittir, mârifet ne derece
az olursa olsun Hak Teâlâ’nın lütfudur. Yaratıcı yüce Rab, ibadetten
faydalanmaz ama Hak armağanı olan mârifetten kul fayda görür.
Ihlâssız
mârifet olmaz, ihlâssız ibadet boş uğraştır. Bu yüzden mârifet en yüksek amaçtır,
ibadet ne kadar az olsa da Hak katında mârifetsiz taatten üstün ve makbuldür.
Bir sâlik, mârifet elde etmeye başladığı zaman amelden ziyade ona özen
göstermeli, onunla meşgul olarak kalp huzuru ile Cenab-ı Hakk’a yönelmelidir.
Bazı ibadetlerden nefs hoşlanır. Nefs hazzından korunmuş olan mârifet, nefs
hazzı ile karışık ibadetten daha iyidir.
Hadis-i kudsî: “Bir kuluma, bir hastalık verdiğim
vakitte, gelmiş olsuna gelenlere şikâyet etmezse, ona afiyet veririm.
Hastalıktan erimiş ve eksilmiş olan etinin ve kanının yerine hayırlı et ve kan
bağışlarım. ”
Ebu’l-Abbas
Îbnü’l-Arîf, Bağdat’ta doksan yaşını geçmiş olduğu halde âzâd edilmemiş köleydi
ve Ebu’l-Hayyar diye anılırdı. Vücudunu cüzzam illeti kaplamıştı. Kokması
gerekirken, uzağından bile misk kokusu duyulurdu. Bunun su üzerinde batmayarak
namaz kıldığını gören bir kimse, Muhammed el-Esfencî Hazretlerinin de baras
illetine tutulmuş olduğunu görünce hayrete düşerek ona:
“Ey evliyanın efendisi, Cenab-ı Hak bu belâyı verecek
düşmanlarından kimse bulmadı mı da, keramet sahibi bir veli olduğunuz halde
sizi bu hastalığa uğrattı?” diye sorunca ona şöyle buyurdu:
“Sus, edepsizlik etme! Ben Hak Teâlâ’nın ihsan
hâzinelerinden bilgi sahibi olduğumda, musibet ve belâlardan daha üstün hiçbir
nimet görmedim de onu ben kendim istedim. Eğer sen zâhidlerin seyyidi, evtâd
velilerin imamı olan Kutup Hazretlerinin halini görseydin ne derdin?
Tarsus’taki mağarada tutulduğu hastalıktan dolayı vücudundaki etlerin ve
derilerin döküldüğünü, göz göz olmuş bedeninin her tarafından kanlar ve irinler
aktığını, sinekler ve karıncaların üzerinde dolaştığını ve gecenin girmesiyle
birlikte yine bu hale ve zikir şüküre kanaat etmeyerek kendisini demir
zincirlerle bağlayıp Hak Teâlâ’ya yönelip sabaha kadar oturduğunu ve bütün
ömrünü bu şekilde geçirdiğini görseydin acaba ne derdin?”
Can verip canana ermektir kemâli âşıkm
Vermeyen
can itirâf etmek gerek noksânına
(Aşkın zirve noktası, sevgilisine erişmek için
âşıkın canını vermesidir. Canını vermeyen âşık, aşkının noksanlığını itiraf
etmelidir.)
Amellerin
başka başka olması, kalp hallerinin ve manevî varidatın değişik olmasındandır.
Tenevvu’ etmeseydi dilde
ahvâl
Tenevvu' eylemezdi cins-i a mâl
(Gönül halleri türlü türlü olmasaydı, amellerin cinsleri de
değişik olmazdı.)
Vâridâtın yani gönle doğan manaların, hallerle alâkası,
sıfatın sıfatlanana olan ilgisi gibidir. Bunun için hallerin vâridâtı demek,
vâridenin hali demektir. Hallerin vâridesi, sâliklerin gönlünde güzel ahlâk
gerektiren maârif ve sırlardan meydana gelir.
Vâridâtın
bazısı müridin kalbinde heybet, bazısı üns ve sevinç, bazısı darlık ve sıkıntı,
kimisi genişlik ve ferah gibi muhtelif haller meydana getirir. Zâhirî ameller,
bâtınî hallere bağlı ve onun eserleri olduğundan ve hallerin vârideleri de
çeşitli bulunduğundan, hallerin gerektirdiği ameller de zaruri olarak türlü
türlü olur. Onun için ibadette, kalbin meyli gözetilmelidir. Farzlarda ve
vâciplerde kalp temayülü aranılmaz ama diğer amellerde şahsî istidada
bakılmalıdır. Bazı sâlik namazdan aldığı tadı oruçtan alamaz, bazısı da tersine
oruçtan aldığı lezzeti namazda bulamaz. Bazısı vecd ve sema’dan hoşlanır,
bazısı da evliya ile sohbeti tercih eder.
Amellerin vâridatla olan bu ilgisini yeni başlayan sâlik
bilemez ve kalbinin meyletmediği ameller yüzünden usanç, bıkkınlık hisseder.
Usanç ise tecellileri durdurur. Yanlış yola sapmamak ve boşuna uğraşmamak için
bir mürşidin irşadı gerekli olur.
Sâlikin istidadı aranmalıdır. Farz namazlarının, secde,
rükû gibi çeşitli şekil ve hareketlerde olması bu hikmete dayanır.
Peygamber Efendimiz(sas) geceyi ihya
etmek için nafile ibadet edenlere rahat ettikleri kadar ibadet, ibadet
ettikleri kadar rahat etmelerini, usanç gelirse başka ibadete geçmelerini
emretmişlerdir.
Zâhir ameller, hareketli
suretlerdir. Bunların ruhu, onlardaki ihlâs sırrıdır.
Suver-i kaime oldu a mâl
Rûhtur anda vücûd-ı ihlâs
İnsanların halleri nasıl çeşit çeşit olursa, ihlâsları da
öylece türlü türlüdür. Her kulun ibadetindeki ihlâsı, kulluktaki derece ve
makamına göredir.
Ebrar
zümresinin ihlâs derecesi, amellerinin açık ve gizli riyadan, nefs ve heva
hazzından uzak olmasıdır. Bunlar ibadeti, sevap kazanmak ve Allah’ın
cezalandırmasından kurtulmak için yaparlar. “İyyâke na’büdü” (Yalnız
sana ibadet ederiz) ayetini gerçekleştirirler. Nefsi görmek ve ibadete güvenmek
bunlarda mevcutsa da halka bakmaz, halkın övme ve yermelerine önem vermezler.
Muhabbet ve zevk erbabının itilâsı ise, ibadetleri sevap
kazanmak ve ikabdan çekinmek değil, yalnız Hakk’ı ululamaktır. Bununla beraber
bunların ibadetinde de nefs kokusu vardır.
Hazreti Râbiatü’l-Adeviyye’nin münâcatında: “Yarabbi, ben
sana cehenneminin korkusundan ve cennet isteğinden dolayı ibadet etmedim.”
buyurması bu muhabbet ehlinin ihlâsım gösterir.
Ihlâsın bir üçüncü derecesi mukarreb âriflere mahsustur.
Bunlar ibadetlerinde, taatlerinde, hareketlerinde ve hareketsizliklerinde
kendilerinde asla kuvvet ve varlık görmeksizin bütün amellerinde Hakk’ı
müşahede eder ve ibadette bir maksat gütmezler. Ihlâsın bu derecesi, “Mak’ad-ı
sıdk ve yakîn” makamıdır ve “iyyâke nesteîn” (yalnız senden yardım isteriz)
ayetinin manası burada gerçekleşir.
Muhiblerin
ihlâsı ile bunların ihlâsı arasındaki fark şöyledir:
Muhiblerin
ibadeti Allah için, âriflerinki Allah iledir. Allah için yapılan ameller, karşılık
ve sevap getirir. Allah ile olan amel yakınlık getirir. Allah için ibadet,
ibadetin tahkikini, Allah’la ibadet iradenin tashihini gerektirir. “Amel-i
lillah” (Allah için amel) âbidlerin, “amel-i billah” (Allah’la amel) Hakk’a
yakın kimselerin vasfıdır. Allah için amel zâhir hükümlerle, Allah’la amel kalp
sırlarıyla yerine getirilir.
Her âbidin ihlâsı, ibadet suretlerinin ruhlarıdır.
İbadetler ihlâs ruhu ile hayat bulur, Hakk’a yaklaşmaya elverişli hâle
gelirler. İhlâssız ameller ise, ruhsuz cesetler, anlamsız sözler gibi
değersizdir. Onun için bazı şeyhler demişlerdir ki, amel ihlâs ile düzeltilir.
İhlâs da kuvvetten ve varlıktan uzaklaşmakla düzeltilir.
Hakperestim arz-ı ihlâs ettiğim dergâh
bir
Bir nefes ayrılmadım tevhidden Allah bir
Kendi varlığının tohumunu
bilinmezlik toprağına göm yani adsız sansız ol. Çünkü toprağa karışıp
kaybolmayan tohum yeşerse de fayda vermez.
Vücûdun tohmunu arz-ı humule eyle defn ey
dil
Ki medfûn olmadan nâbit olan dâne müfid olmaz
“Humûl”ün manası toprak gibi durmak ve alçak olmaktır.
Vücudun gömülmesi; şöhret sebeplerini terk etmek demektir. Şöhretten sonra Hak
yoluna girilse, yine alçaklık göstermek ve nefsi görmemek gerekir. Zira toprak
gibi alçak olmayan gönülde hikmet nebatı bitmez. Toprağın altında gömülü
olmayan tohum bitse bile faydalı olmaz.
Sülûkunun
başında şöhret sebeplerine düşkün olan sâlik, işin sonunda pek az feyiz bulur.
Çünkü ihlâsın gerçekleşme derecesi, bilinmezlik, adı sanı bulunmamak
derecesiyle orantılıdır. Bu yüzden her sâlikin şöhret sebeplerinden kaçması ve
halkla kaynaşmaktan çekinmesi lazımdır. Şu kadar ki, bekabillah, seyr-i ilâllah
makamlarından sonra İlâhî irade ister kulunu ortaya çıkarır, isterse gizler.
Ebu
Sitretü’l-Abbas(ks) buyurdu:
“Her
kim ortaya çıkmayı severse ortaya çıkıp görünmenin kulu olur. Gizli kalmayı
seven ise gizliliğin kuludur. Her kim Allah’ın kulu olursa, Hak onu meydana
çıkarsın veya gizlesin fark etmez.”
İbrahim
Edhem<ks) buyurdu: “Şöhreti seven Allah’a sadık olamaz.”
Eyüb
Sahtiyânî(ks) buyurdu: “Ancak Cenab-ı Hakk’a sadık olan hâlis kul,
yerinin bilinmemesiyle sevinç duyandır.”
“Bana öğüt verin.” diyen birine Bişr bin Haris Hazretleri
şöyle buyurdu: “Namını ve şanını belirsiz ve yiyeceğini helâl den temin et!”
Bazı
ârifler: “Halk arasında tanınmayı seven kimse, ahiret tadını bulamaz.”
demişlerdir.
Şan
kazanmayı ve yükselmeyi sevmenin, şöhretin en büyük zararı, saadet sermayesi
olan ibadet ihlâsını bozmasıdır. Zira Hicr suresi 40. ayetine göre feyiz ve
felâhın sebebi olan ihlâs, Hak muamelelerinden halkı çıkarmaktır.
insana nisbetle ilk yaratılan insanın nefsidir. Onu gözden
çıkarmak ancak bilinmezlikle olduğundan bazı evliya, insanların haklarındaki
hüsnüzannım gidermeye çalışırken şeriatta mubah olan fakat insanlar arasında
çirkin ve ayıp sayılan bazı tabiî hallerde bulunmuşlardır.
Devrin hükümdarı kendini ibadete veren meşhur bir âbidin
ziyaretine geldiğinde, hükümdarın kendisini hor görmesi için laubali bir
şekilde bakla yemeğe başlamış, bunu gören hükümdar onun hakkında iyi
düşüncesinden dönmüştür.
Hatta
tasavvuf imamları, kulların kalbindeki mevki sevgisini tedavi etmek için
şeriatta terk edilmesi yeğ tutulan şeyleri de kullanmışlar, sâliklere de
kullandırmışlardır.
Buna
bir örnek olarak şu menkıbe anlatılır:
Hamama giren bir zat, elbisesi altına dışarıdan da
görülebilir şekilde kıymetli bir elbise giymiş. Bunun çalıntı olduğu sanılsın
diye korkak tavırlarla yürümüş, insanlar onu görüp halk arasında elbisesini
çıkartmışlar ve adı hamam hırsızı olarak anılmıştı.
Bu
hususlardaki hadislerden ikisi şöyledir:
Ebu Hureyre’den<ra): “Saçları dağınık,
yüzleri toz içinde, eski elbiseli, halk içinde hor görülen çok kimse vardır ki,
yemin ederlerse, Cenab-ı Hak onları yalancı çıkarmaz, istediklerini onlara
verir. ”
Muaz
ibni Cebel’den(ra): “Hakikaten riyanın azı bile şirktir. Bir
kimse evliyadan bir veliye karşı düşmanlık gösterirse, şüphesiz Cenab-ı Hakk’a
savaş açmış olur. Cenab-ı Hak, görülmedikleri vakitte aranılmayan, hazır
bulundukları zamanda davet olunmayan ve tanınmayan gizli takva sahiplerini
sever. Onların gönülleri hidayet kandilleridir. Onlar tozlu, topraklı karanlık
yerlerde görünürler.”
Ebu
Hureyre(a) anlatmıştır:
Bazı
ashab ile beraber Resul Efendimizin yanında bulunuyorduk. Efendimiz(sas)
buyurdu:
“Yarın
muhakkak cennetliklerden bir adam sizinle beraber namaz kılacak!”
Kendi
kendime, onun ben olmalığımı arzu ettim. Ertesi gün, Resul Efendimizin
arkalarında namaz kılıp cemaat dağılıncaya kadar mescitte bekledim. Resul
aleyhisselamla yalnız kaldığım sırada bez parçasına sarınmış, yamalı bir gömlek
giymiş, siyah bir adam göründü. Gelip elini Hazreti Resul Efendimizin elinin
içine koydu ve şehitlik rütbesine erişmek için dua istedi.
Resul
Efendimiz de ona şehit olarak vefat etmesi için dua buyurdular.
O
sırada o kimseden misk kokusu geliyordu.
“Ya
Resulallah, o buyurduğunuz adam bu mudur?” dedim.
“Evet,
budur! Filan adamın kölesidir. ” dediler.
“Ya
Nebiyyallah, onu satın alıp da âzâd buyursanız olmaz mı?” dedim.
“Cenab-ı
Hak onu cennet hükümdarlarından kılmak istiyorsa, benim için onu satın almanın
imkânı nerdedir? Ey Ebu Hureyre, cennettekilerin melikleri ve efendileri
vardır. İşte bu zenci de onlardan birisidir.
Ey
Ebu Hureyre, Cenab-ı Mevlâ; kullarından saçları dağınık, yüzleri toz içinde,
karınları helâl kazancından aç kalmış olan, büyüklerle görüşmek isteyince
kendilerine izin verilmeyen, evlenmek istediklerinde evlenilmeyen, olmadıkları
zaman aranılmayan, hazır olduklarında davet olunmayan, göründükleri zaman
görünüşlerinden hoşlanılmayan, hastalıklarında ziyaret edilmeyen, öldüklerinde
haklarında şahitlik edilmeyen gizli saf kimseleri sever. ”
Bunu
işiten ashab-ı kiram:
“Ya
Resulallah, onlardan birini bize târif buyursanız!” dediklerinde, Resul
Efendimiz:
“İşte
o Veysel Karânî’dir!” dediler.
“Veysel
Karânî nasıl kimsedir?” diye sorulduğunda;
“Koyun gözlü, kızıl saçlı, iki omzunun arası geniş, orta
boylu, benzi gayet sarı, çenesini göğsüne dayamıştır. Gözünü secde yerine
dikmiş, sağ elini sol elinin üzerine koymuş, Kur’an okur. Nefsinin haline
ağlar, iki eski elbisesi var, kendisine saygı gösterilmez, yün elbise giyer.
Yeryüzünde tanınmaz, gökyüzünde bilinir. Yemin etse, Cenab-ı Hak onu yemininde
doğru çıkarır. Dikkat edin, sol omzunun altında beyaz bir parlaklık vardır.
Bilin ki kıyamette kullara "Cennete girin!’ denildiğinde, Veysel Karânîye "Sen
dur da, şefaat et!’ buyrulur. Rebia ve Mizar kabilelerinin fertleri adedince,
cehennemi hak etmiş olanlar hakkında şefaati kabul edilir.
Ey
Ömer ve ey Ali, eğer onunla karşılaşırsanız, ondan sizin için istiğfar etmesini
isteyin de Cenab-ı Hak sizi mağfiret etsin!”
buyurdular.
Başka
bir hadiste: “Ona benden sonra kim kavuşursa, selâmımı ona tebliğ etsin. ”
buyurdular.
Bir
zaman sonra Hazreti Ömer ve Hazreti Ali, Hazreti Uveys’le karşılaştılar ve
kendisine kim olduğunu sordular.
“Koyun
çobanı ve bir kavmin ücretli işçisiyim!” cevabını verdi, ismini sakladı.
İsmini
sordular;
“Abdullah!
Yani Allah’ın kulu” dedi.
Annesinin
verdiği ismi sorduklarında cevap vermedi.
Peygamber Efendimizin kendisi hakkında bildirdiği
nitelikleri anlatıp kendisini tanıdıklarını söylediler.
“Belki
o başka biridir!” dedi.
“Peygamber Efendimiz, senin sol omzunun altında bir parlak
işaret olduğunu bize haber verdi, aç da görelim!” dediklerinde, artık onu
göstermekten başka çare bulamadı. Bunun üzerine dua istediler.
Bundan sonra Hazreti Ömer, kendisiyle ara sıra buluşmak
teklif etti. Hazreti Üveys:
“Ya Emirü’l-Mü’minin, seninle buluşmaya söz veremem.
Bugünden sonra da ne ben seni bileyim, ne de sen beni bil!” cevabını verdi.
Ondan sonra da gütmekte olduğu develeri sahiplerine geri verip çobanlıktan
vazgeçti. Bu buluşma Hazreti Ömer’in(ra) halifeliği zamanında ve
vefat edecekleri senede, Hac için Arafat’ta bulundukları sırada olmuştu.
Hazreti Üveys, oradan Irak’a giderek İran üzerine yapılan gazalardan Azerbaycan
gazasında bulunduktan sonra dönüşte yolda vefat etti. Defnolunmak üzere
inildiğinde kazılmış kabir, yerden kaynayan su ve kokulanmış kefen hazır
görüldü. Yıkanıp kefenlendi, namazı kılınıp defnedildi. Fakat sonra ziyaret
için arandığında kabrinden hiçbir eser görülemedi.
Bazı
rivayete göre, yine Hazreti Ömer’in(ra) halifeliği zamanında gaza
için Yemen gazileriyle Medine’ye gelip oradan Irak’a gitmiş ve Hazreti Ali’nin(ra)
halifeliği zamanına kadar yaşamış, Sıffin vakasında da bulunup Hazreti Ali
yanında bulunma şerefini kazanarak şehit olmuştur. Fırat kenarında defnedildiği
halde sonra kabirleri kaybolmuş, hayatlarında olduğu gibi vefatlarından sonra
da gizlenip belirsiz kalmıştır.
Ashab-ı
kiramın en büyüklerinden olan Hazreti Ömer(ra) ve Hazreti Ali’nin(ra)
tâbiînden üstün oldukları halde Hazreti Üveys’ten dua ve istiğfar istemeleri ve
buna dair Peygamber Efendimizin emirleri garip karşılanmamahdır. Resul-i Ekrem
Efendimiz(sas) bir sahabiye;
“Ey kardeş, duana bizi de kat!” buyurmuştur ki bu, dua edenin dua isteyenden üstün olması
gerekmediğini gösterir. İyi kimselerin dualarını ganimet bilmelidir.
Hazreti
Üveys, şekle, surete, güzel görünmeye asla önem vermemiş, eski püskü elbiseleri
yüzünden dış görünüşleriyle eğri bakışlılar tarafından bazen horlanmıştır.
Zâhir halde Peygamber Efendimizle görüşmemişse
de, bâtın halde daimi murakabe ile huzurunda bulunma zevkine ererlerdi. Böyle
vasıtasız Hakk’a ulaşanların yoluna “Üveysî Tarikatı” denilir.
Kalp şehsuvarına, tefekkür
meydanına girerek at oynatmak için insanlardan uzak durmak (uzlet) kadar
faydalı bir şey yoktur.
Alem-ifikret içinde
cevelân etmek için
Uzlet-âsâ olamaz kalbe müsâid bir hâl
(Tefekkür âleminde dolaşmak için yalnız başına, halktan
uzak kalmak kadar uygun bir hâl yoktur.)
Kötü
ahlâk gibi nefs hastalıklarından kalbi temizlemek ve kalp sırlarını
saflaştırmak her mürid için gereklidir. Çünkü tecelli o takdirde ortaya çıkar.
Nefsânî hastalıkların meydana gelmesinin sebepleri, uygunsuz kimselerle
arkadaşlık etmek, alışkanlıklara bağlı kalmak, nefs heveslerine uymakla
birlikte insanlarla çok kaynaşmak ve maddî âlemle ilgiyi devam ettirmektir. Bu
sebeplerin kökten kesilmesi için yapılacak ilk iş, insanlardan uzaklaşmaktır.
Nefs hastalıklarının tedavisi ise Cenab-ı Hakk’ı tefekküre bağlıdır. Halktan uzak
olmadıkça göz neredeyse gönül oradadır. Kalp, his ve şehadet âleminde görülen
şeyleri düşünmekle uğraşırsa, gayp ve melekût âleminin tecellilerinden gafil
olur. Bu sebepten dolayı hadiste, bir saat tefekkürün yetmiş senelik ibadetten
hayırlı olduğu buyrulmuştur. Fikir meydanında dolaşmak isteyen kimse ilk iş
olarak insanlardan uzaklaşmalıdır.
Tabiat yani huylar bulaşıcı, yakınlık ise maneviyat
hırsızıdır. Bundan dolayı kötü ahlâk ve hallerden kurtulmak ancak insanlardan
ayrı kalmakla mümkündür. Tefekkür olmadıkça tecelli kapıları ve müşahede
meydanları açılamaz. Bu yüzden gayp hâzineleri olan kalplerin nefs
hastalıklarından boşaltılması uzletle olur; maârif nurları ve rabbânî
tecellilerle doldurulması da tefekkürledir.
En takvalı sahabelerden irfan sahibi Ebu’d-Derdâ’dan(ra)
zevcesi en üstün ameli sormuş, o da: “O dürr-i saadet âlâ-i ilâhîyede fıkret
idi!” cevabını vermiş, yani tefekkür olduğunu söylemiştir.
Haşan Basri Hazretleri şöyle buyurmuştur:
“Murakabe ve tefekkür, mütefekkirlerin iyiliklerini kabahatlerinden ayrı olarak
gösteren bir hakikat aynasıdır. İlâhî sanat ve ayetlerde tefekkür, açık
lütufları, gizli nimetleri bilmeye sebep olur. Bu bilgiyle gönülde bazı haller
meydana gelir. Kalp hastalıklarının artık tamamen giderilmiş olmasıyla manevî
afiyet olan istikamet artmaya başlar.”
Hazreti İsa(as): “Sözü zikir, susması fikir ve
bakışı ibret olan kimse ne mutludur. İnsanların en zekisi, daima nefsini hesaba
çeken ve ömründen sonrası için amel edendir.” derdi.
Şu halde asıl maksat fikrettir ve uzlet buna
vesiledir. Fikret olmayan uzlette fayda yok, zarar çoktur. Uzletin fikretin
vesilesi olması tarikatın dört esasından biri olan halveti içine almasındandır.
Diğer üç esas, susmak, açlık, uyumamaktır (sumt, cû’, seher). Tam tedavi ve
velilik bu dördünün birleşmesiyle elde edilir. Sehl Tüsterî Hazretleri, bütün
iyiliklerin bu dördünün bir araya gelmesinde olduğunu söylerdi.
Hikmetin neticesi sâlikleri rahipliğe davet
değildir. Arkadaşlıkları gıybet, sevgileri kötülemek, ihlâsları riya,
özellikleri eziyet, inançları anlamsız, ibadetleri taklit ve âdet gibi olan
zamanın çocuklarından ve kardeşlerinden çekinmeyi öğütlemektir.
Hazreti İsa(as): “Ölüyle oturmayın
ki, gönülleriniz de ölmesin!” dediğinde;
“Ölü kimlerdir?” diye soranlar:
“Dünyayı sevenler ve geçici dünya süsü olan
hallerden hoşlananlardır!” cevabını almışlardır.
Hadis-i şerifte mealen buyruldu: “Ümmetim
için en korktuğum şey, gafilleri görmekten ve katı kalplilerin arasına
karışmaktan meydana gelen zafi-ı yakîndir. ”yani kesin imanın
zayıflamasıdır.
Arifin birisi demiştir ki:
“Hakikat kıblesine dönmüş olan ebdâlden sordum:
Hak ve hakikat yoluna ulaşmanın rehberi nedir?”
Mahlûkattan muhabbet nazarını kesmektir!”
“Niçin?”
“Çünkü onlara bakmak zulmetin ta kendisidir.”
“Toplum içinde yaşıyorum, onlara karışmam zaruridir.”
“Sözlerini dinleme ki, kasvettir. Kalbi katılaştırır.”
“Onlarla konuşmak zorundayım.”
“Bari onlarla muamelede bulunma ki, hüsran ve vahşettir.”
“Onların içindeyim, muamelede bulunmam, onlarla iş yapmam
lazımdır.”
“Bari hareketlerine ve hareketsizliklerine uyma ki, helâk
ve hasrettir.”
“Öyle yapmam da gereklidir.”
“Öyleyse sen oyuncuların bakışıyla bakıyor, cahillerin
sözlerini dinliyorsun. Ağırcanlı, gevşek tabiatlı, tembellerle iş görüyor,
helâke uğramışlarla arkadaşlık yapıyorsun! Bir de tatmin olmuş kalp sahibi
olmak mı istiyorsun? ibadet tadını duymak ve kulluk sırrını bulmak mı arzu
ediyorsun? Heyhat!” dedi.
Buna göre uzlet şu vasıftaki kimselerle beraber olmamak
değildir: Hidayet yoluna girenler, zühd ve takvaya düşkün olanlar, Allah
muhabbetinin meyhanesinde neşe bulanlar, sözleri “Din nasihattir. ”
hadisine uygun şekilde öğüt olanlar, fiilleri Allah’ın yaratıklarına şefkat
göstermek olanlar, mü’minler, muvahhidler, vecd ve yakîn sahipleri. Bu gibi
kimselerden kaçınmak şeriata ve hikmete aykırıdır. Zira Kur’an-ı Kerim’de: “Ey
iman edenler, Allah'tan korkun ve sadık kimselerle beraber olun. ”
(Tevbe/19) buyrulmuştur.
Vâsıllar ve bekabillah makamına eren ârifler
için bütün yaratıkların fiilleri İlâhî fiillerdir. Bütün her şey ve kâinat,
İlâhî esma ve sıfat mazharlarıdır. Onlar cem’ü’1-cem’ zümresidir; Allah’tan
başka bir şey görmezler. Bunlar için uzlet söz konusu değildir. Onlar vahdet
ülkesinin hükümranı olarak kesrette uzlet bulurlar.
Kalp aynası
yaratılmışların suretleriyle kararmış ve isyan tozlarıyla kirlenmişken irfanla
nasıl parlayabilir? Nefsânî şehvetlere, hayvanı hazlara, uzun emellere
bağlıyken vahdete erişme yolunda nasd ilerleyebilir? Gaflet suçundan kendini
temizlemediği halde Hak huzuruna nasıl girer, cemal müşahedesini nasıl ümit
edebilir? Yanlışlıklarda ve günahlarda ısrar edip dururken sırların
inceliklerini nasıl idrak eder? Hür kişilerin hakikatlerini anlamayı nasıl
arzular?
Intıbâ’-ı suver-i halk
ile muzlim-i vicdan
Nur-ı Hak onda ne keyfiyetle olur berk-efiân
Yol alır mı acaba Hakk’a
esir-i şehvet
Olmayan pâk ola mı dâhil-i bezm-i Hazret
Fehm-i esrâr-ı İlâhîyi
nasıl eyler ümıd
Târik-i tövbe olan abd-i günahkâr-ı anîd
(Yaratılmışların
suretlerinin, vicdanında iz bırakıp kararttığı kimsede Hak nuru nasıl
parlayabilir? Şehvetine esir olan Hakk’a doğru yol alabilir mi? Temiz olmayan
kimse, Hakk’ın huzur meclisine girebilir mi? Tövbe etmeyi bırakmış günahkâr ve
inatçı kul İlâhî sırları anlamayı nasıl umar?)
Sükûn
ve hareket, aydınlık ve karanlık gibi zıtların bir araya gelmesi muhal
olduğundan bu sayılan şeyler de bir araya gelemez.
îman nuru ile yaratılmışlara güvenmekten dolayı kalbe dolan
karanlık birbirine zıttır.
Nefs ve heva cezalarının kesilmesiyle ele giren seyr-i
ilallah mertebesiyle, tabiat zindanında hapis kalmak ve mevki sevgisine esir
olmak birbirine terstir.
Kalp
ve vicdan temizliği gerektiren Hak huzuru, hicap ve hasret getiren şehvet ve
gaflete ters düşer. Zühd ve takva meyvesi olan incelikleri anlama hasleti,
kasıtsız da olsa günahta ısrara aykırıdır. Mâsivaya meyletmek ve sevgi
beslemekle, feyiz ve mârifet arzusu birbiriyle uyuşmaz.
“Padişah konmaz saraya hâne ma ’mûr olmadan ”
Heves ve şehvete bağlanıp kalan bir kimsenin, seyr-i
ilallah fezasında menzile yol alması mümkün müdür?
“Hakk’ayol almaz imiş dest-i tabiatde esir”
Şeriat,
dışı pis olan kimseyi camiye girmekten men ederse; hakikat, gerçekten pis olan
gafilleri vahdet sofrasına, Hak huzuruna sokar mı?
“Aşinâ-yı ezelîyâr-ı kadîm isterler”
Esrarın incelikleri, zühd ve takva ile aydınlanmaya bağlı
olunca, yasaklanan şeylerde ısrarlı olan onu nasıl anlasın?
“Allah’tan korkun ki, Allah size öğretsin. ”
İmam Ahmed bin Hanbelî Hazretleri, bir gün Ahmed bin Ebi’l-Havarî’ye
rastladı ve ondan üstadı Ebi’l-Süleyman’dan bir kıssa anlatmasını istedi.
Ebi’l-Havarî Hazretleri söyleyeceklerinin pek acayip
olduğunu belirterek:
“Önce sübhanallah deyiniz!” dedi.
Hanbel Hazretleri bunun üzerine uzunca bir “sübhanallah!”
çekince şöyle nakletti:
“Üstadım Süleyman Dârânî şöyle buyururlardı: İnsan
nefsleri, eğlenceyi ve günah işlemeyi bırakır ve bu halde devam ederlerse,
melekût âleminde gezip dolaşırlar, bir öğreticiden faydalanmaksızın az bulunur
hikmetlerle donanarak sahiplerine geri dönerler.”
İmam Hazretleri bu hakikati işitince, vecde gelip üç kere
kalkıp oturarak:
“İslam diyarında bundan daha acayip bir şey
işitmedim!” buyurdu ve bunu “Bildiğiyle amel edene Allah bilmediklerini
öğretir. ” hadisinin doğruladığını bildirdi.
Sikender-seyr isen de
sedd-i nutk etpîş-i kâmilde
Aristo-yı hakîkat-bîne nakl-i macerâ olmaz
(İskender gidişli biri olsan dahi üstadın karşında dilini
tut. Gerçek görüşlü Aristo’ya hikâye anlatılmaz.)
Bütün kâinat yokluk ve karanlıktır. Yaratılmışları
Hakk’ın zuhur tecellisi var edip aydınlattı.
Her kim yaratılmışları görür de, onda veya
onunla beraber veya ondan evvel veya ondan sonra yaratıcı Hakk’ı görmezse,
şüphesiz nurlardan ayrı kalır. İlâhî maârif güneşi, yaratılmış şeylerin bulutlarıyla
örtülüdür.
Zulmet-âbâd idi işbu
ekvân
Etti izhâr anı nur-ı Yezdan
Alemi ruyet edip de
anda
Görmeyen Hakk’ı dahi her yanda
Şüphesiz berk-i
vücûd-ı envâr
Anı fevt ettiği artık derkâr
Neyyir-i evc-i semâ-yı
irfan
Ebr-i âsâr ile andan pinhân
(Bu kâinat yokluk karanlığı içindeyken Hakk’ın nuru onu
ortaya çıkardı. Kâinata bakıp da her yanda Hakk’ı görmeyen şüphe yok ki,
varlığın parlak nurlarını kaybetmiştir. O kimse için irfan göğünün burcundaki
güneş, eserlerin yani yaratılmışların bulutlarıyla örtülüdür.)
Yokluk karanlık, varlık aydınlıktır. Yaratıklar aslında
karanlık bir yokluktur ve (adem-i muzlim) Cenab-ı Hakk’ın nurunun tecelli yeri
ve zuhur aynası olmakla aydınlanırlar. Şu halde ekvana (yaratılmışlara) mevcut
demek mazhar olmak bakımından mecazdır. Hakiki mevcut, Cenab-ı Hak’tır. Çünkü
âlemde bazısı yaratıcı, bazısı yaratılmışlarla varlık kazanan birçok varlık
olamaz.
Yaratılmışların var olması demek, varlığın
yaratılmakla varlık kazanması demek değildir. Bizatihi var olup vacibü’l-vücud
olan hakiki varlığa yaratılmışların bir tür bağlılığıdır.- Bu alaka,
genişleten, daraltan, kahreden, acıyan gibi birbirine zıt İlâhî isimlerin
suretleri olan ayân-ı sabite üzerine, İlâhî tecelli zamanında meydana çıkar.
Tecelli ise ancak Cenab-ı Hakk’ın bildiği, akıl sahiplerinin bilemediği bir
şeydir.
Birbirinden farklı olan bu ayân-ı sabite
mazharlardır. Allah’ın varlığı ve sıfatları bu ayanda kendi özellikleriyle
(istidatlarıyla) meydana çıkar. Bu ayan, istidat farklarından dolayı bu geçici
âlemde birbirine zıt olarak suret giyerler.
Varlıklardaki çokluk, bu istidatların
çeşitliliğinden ve çokluğundan ileri gelir. Bunun örneği, bu çeşitli
görünüşteki varlıklara göre bir kişinin eğri, doğru, uzun, kısa, büyük, küçük
görünmesi; bununla birlikte bu kişinin bu vasıfların hepsinden uzak
bulunmasıdır.
Hakiki mevcut, her ne kadar vahid (bir) ise de tecelli
sırasında bütün yaratılmışlar üzerine yayılmıştır. Fakat bu yayılma, girme,
birleşme ile değil, zuhur iledir. Ekvana var demek, hakiki varlığa ilgisi
bakımından ve mazhar olma yönünden mecazdır. Bu alaka kesilse yaratıklara artık
ne sahiden, ne de mecaz olarak var denemez.
Özet olarak mevcut ekvan, mazhar olmak şartıyla
ayân-ı sabiteden ibarettir. Onlara kendileriyle var olmadıklarından gerçekten
mevcut denemez. Ezelî ve ebedî olarak yok ve karanlıktırlar, işte bu yüzden
sofiler, “Ayân-ı sabite varlık kokusunu alamamışlardır.” derler.
Bir kimse, ekvanın vehim ve hayal olan varlığını görmekle
ekvanın yaratıcısından uzaklaşsa, mârifet güneşi onun basiret gözünden
eserlerin bulutlarıyla elbette perdelenir.
Ekvanı görmekle ekvanın yaratıcısından perdeli olmayanlar
da sülük derecelerine göre çeşitlidir. Bazıları Hakk’ı ekvandan önce görerek
müessirle eserlere delil bulurlar. Bazıları da ekvandan sonra görüp eserlerle
hakiki müessiri ispat ederler. Bir kısmı da yaratıcıyı yaratılanlarla beraber
görüp müessire irfan bulur. Fakat bu birliktelik eğer ulaşma, kavuşma (ittisal)
birlikteliği ise, bunlar Cenab-ı Hakk’ı ekvanda müşahede ederler. Eğer ayrılma
(infisal) birlikteliği ise Cenab-ı Hakk’ı ekvan indinde müşahede ederler.
“Nerede olursanız olun, O sizinle birliktedir. " müjdesinin belirttiği yakınlık, cevherin cevhere, arazın
araza yakınlığı gibi değildir. Gerçek başlangıcın, başlangıcı olanla bir araya
gelmesinden ibarettir, burada madde ve mekân söz konusu değildir. Yalnız etki
ve etkilenme ile yorumlanır, ittisal ve infisal maiyetinden anlaşılanların
burada yeri yoktur. Birleşme, ayrışma gibi anlamlar ekvandandır. Bu tabirler,
manevî sırları ve zevk hallerini sâliklere söz ve yazıyla anlatmak için
kullanılır.
Ey mürid, hakikatte var
olmayan, karanlık ve yokluk olan ekvanın (âlem) Hakk’ın müşahedesinde sana
engel oluşu, İlâhî kahrın hir delilidir.
Sana Hak'tan bu kevn-i
bî-vücudun olması hâcib
Vücûd-ı kahrına olHâlik’ın elbette burhandır
Mâsiva sırf yokluktan ibarettir, Allah’a nisbetle varlığı
yoktur. Var olursa tevhide aykırı şirk ve ikilik gerekeceği ârif ve
muhakkıkların birleştiği bir gerçektir.
Tevhidde ihlâs, mâsivadan
varlığı tamamen kaldırmak ve kelime-i tevhidi “Lâ mevcude (Allah’tan
başka mevcut yoktur) manasında anlamakla elde edilir.
“Allah'tan başka her şey helâktedir. " (Kasas/88) ayeti ve şu beyit bunu gösterir:
“Allah dışında ne varsa hepsi bâtıldır. Ne kadar nimet
varsa hepsi yok olacaktır. "
Hazreti Lebid’in bu beyti hadis-i şerifle doğrulanıp
övülmüştür.
Bu tevhid, mecaz aşağılığından hakikat yüceliğine
yükselmekle, âlemde Allah’tan başka hiçbir varlık görmeyen en üstün velilerin
(hassü’l-havas) tevhididir. Tevhidin hakikati de budur.
Bir de birinci mertebedeki mü’minlerin avamı için ve ikinci
mertebedeki sâliklerin havassı için birer tevhid daha vardır.
Avamın
tevhidi, “Lâ ilâhe illallah" kelimesinin, “Lâ ma'bude
illallah" (Allah’tan başka mabut yoktur) manasında anlaşılmasıdır.
Yani putlar gibi ilâh sayılan birtakım bâtıl ilâhları yok edip gerçek mabut
olarak Cenab-ı Hakk’ı ispat etmektir. Heva ve hevese bağlı olmak, heva ve heves
sahipleri için mabut derecesinde olduğundan, bu tevhid ile yok edilemez. Heva
şirki yüzünden bu tevhid sakıncalıdır.
Havassın tevhidi, tevhid kelimesini “Lâ maksûde
illallah" (Allah’tan başka maksat yoktur) manasında düşünmektir.
Burada Hakk’ı mabut olarak tevhid etmekle beraber hakiki maksut olduğu da ispat
edilmekte, diğer amaçlar yok edilip ayrılmaktadır. Muvahhid (tevhid eden) diğer
maksatları nefyederek “maksat ne ise, mabut odur” hükmünden sıyrılırsa da,
mâsivadan varlığı kaldırmadığı için varlık şirkinden kurtulamaz. Halbuki vücud
(varlık), kemâlâtın mebdei olduğundan Cenab-ı Hakk’a mahsustur. Adem (yokluk),
noksanlıkların ve yanlışlıkların menşei olduğundan mâsivaya mahsustur. İlâhî
zatın aynı olan varlığı, sırf yokluk olan mâsivaya teşmil etmek pek büyük bir
bencilliktir. Çünkü hadiste: “Senin varlığın, başka bir günahla
kıyaslanmayacak kadar büyük bir günahtır. ” buyrulmuşum
Mâsivanın
yani bütün mükevvenatın, yokluk ve karanlık olduğu halde Cenab-ı Hakk’a perde
olması ve ferdin mevcut vehmederek onu var görmesi Allah’ın kahrının
alâmetidir. Hakiki varlık Hakk’a mahsus olduğu halde yine ekvandan başka bir
şey görmemesi, “kulları üzerine kahredici olan” (En’am/18) Cenab-ı
Hakk’ın, “hayvanlar gibidirler, belki onlardan da aşağı” (A’raf/179)
zümresinden olan avam hakkındaki kahrının bir delilidir.
İşte
âlemde Cenab-ı Hak’tan başka gerçek mevcut olmadığından bu hususta sekr
fazlalığı ve zevk, şevk coşmasıyla;
Cüneydi Bağdâdî’nin: “Cübbemin içinde Allah’tan başka bir
şey yok”,
Bayezid Bestâmî’nin: “Şanımı teşbih ederim, ne kadar
büyüktür”,
Mansur Hallac’ın: “Ene’l-Hak” sözleri gibi çok sözler
vardır.
İbn Atâ buyurdu:
“İrfan
ehline göre ekvan, varlıkla da, yoklukla da vasfedilemez. Çünkü Allah’ın
varlığına karşı, mâsivanın zaten varlığı yoktur. Bir şeyin yokluğu, varlığından
sonra tasavvur edilebilir. O yüzden varlık ile de, yokluk ile de nitelenemez.
Vehim perdesi aradan kalkmış olsa, ayanın yokluğu açıkça görülür ve îkan nuru
parlardı. Ekvanın varlığı tamamen örtülü kalırdı.”
Şeyh-i
Ekber Muhyiddin Arabî Hazretleri üç tecelliye (efâl, sıfat, zat) işaret
buyurarak: “Her kim halkı Allah efâlinin masdarı görürse, fâiz-i necah olur
(kurtulur). Sıfatullahın mazharını görürse, ârif olur. Sırf yok olduğunu
anlarsa vâsıl-ı ilâllah olur. (Allah’a kavuşur)” buyurmuştur. (Yaratıkların
Hakk’ın fiillerinden çıktığı gören kurtulur, Hak sıfatlarından meydana
geldiğini gören irfan sahibi olur, yok olduklarını anlayan Hakk’a erişir.)
Şeyh-i Ekber Hazretlerinin sözlerindeki inceliği
anlayamayanlar, şeriat ve dini yeniden dirilten o büyük veliyi “Vücûdiyye”
denen sapkın görüşlülere katarak ona kâfir diyecek kadar cüret göstermişlerdir.
Hâlbuki Vücûdiyye denen sapkın zümre, Hak Teâlâ’nın âlem parçalarından ayrı bir
varlık olmadığını ileri sürerler. Bu sapıtmışlara göre Hakk’ın âlemin parça ve
fertlerine nisbeti, bir bütünün cüzlerine nisbeti gibidir. Bunlara göre Allah,
âlemdir. Allah denilmek için, âlemden başka bir şey mevcut değildir. İşte bu
görüş, sırf kâfirlik ve dinsizliktir, imandan uzaktır. Şeyh-i Ekber
Hazretlerinin mezhebi ise bu gibi saçmalıklardan ve küfürden yücedir,
kendisinin değeri pek yüksektir. Çünkü Hazreti Şeyh bu Vücûdiyye mezhebini “Risale
el-Mârifet” adlı eserinde red ve iptal etmiştir.
Şu kadar ki, “Fütûhât-ı Mekkiye”de
Cenab-ı Hakk’a vücûd-ı mutlak demesi onun bu mezhepten sanılmasına sebep oldu.
Çünkü bazıları vücûd-ı mutlak’ı genel varlık olarak anlamışlardı. Böylece
vücûd-ı mutlak’ın dışarıda varlığı olmamasından dolayı Hak Teâlâ’nın da hariçte
tahakkuk etmesi için ezelen ve ebeden mazharlarının lüzumuyla âlemin kadîm
olduğunu söylemesi Şeyh Hazretlerini de o bâtıl mezhepten saydırtmıştır.
Halbuki Şeyh Hazretleri bu kitapta âlemin kadîm olmadığını, sonradan
yaratıldığını, Cenab-ı Hakk’ın kadîm olduğunu ve vücûd-ı mutlak’tan muradın
Hakk’ın bizatihi mevcut olmasından ve illetli olmadığı gibi bir şeyin illeti de
olmamasından ibaret olduğunu açıkça belirtip ispat etmiştir.
Bununla beraber Hak Teâlâ âlemin yaratıcısı ve fâili
olduğundan lügat manasınca âlem için illet olması, ıstılah manasınca illet
olmaması da ayrıca Hakk’ın iradesini ispattır.
Şu halde nerede muvahhidlerin sultanı Hazreti
Muhyiddin, nerede dinsiz Vücûdiyye mezhebinin bâtıl zanları.
Bir şeyin Cenab-ı Hakk’ı
perdelemesi nasıl düşünülebilir ki, o her şeyi izhar edip ortaya çıkarandır.
Her bir şeyle, her bir şeyde, her bir şey için o zahir ve peydadır.
Nasıl mahcûb olur bir
şey ile Hak
Odur izhâr eden eşyayı ancak
Nasıl mestûr olur bir
şeyle Kadir
Odur her şey ile peydâ vü zahir
Nasıl hâil olur bir şey
Hüdâ’ya
Odur zâhir mezâhir cümle sâye
Nasıl hâcib olur
Mevlâ’ya ekvan
Odur her şey için her dem nümâyan
(Hak Teâlâ bir şeyle nasıl perdelenebilir ki, bütün her şeyi
ortaya çıkaran O’dur. Nasıl bir şeyle örtülebilir ki, her şeyle birlikte
meydana çıkan kendisidir. Bir şey Hakk’a nasıl engel teşkil edebilir ki,
meydanda açıkça görünen O’dur ve diğer her şey gölgeden başka bir şey değildir.
Her şey için açıkça meydanda iken yaratılmışlar O’na nasıl engel olabilir ki?)
Cenab-ı Hakk’ın bütün her şeyi izharı şöyledir:
Alem yokluk karanlığında iken nurunu bağışlamasıyla var
oldu. Eşyanın ortaya çıkması, kâinatın nuru olan Hakk’ın eşyada zuhuruyla oldu.
Hakk’ın zuhuru, eşyanın zuhurunun sebebidir. Bir şeyin ortaya çıkarılması
ortaya çıkaranın gizli kalmasını gerektirmez. Ortaya çıkarılan bir şeyin,
kendisini meydana çıkaranı engellemesi nasıl düşünülebilir?
Aslında yok olan eşya, ayân-ı sabite olarak
Allah’ın ilmindeyken, bunlara varlık vererek ortaya çıkarmıştır. Buna değişik
şekil ve renklerdeki camlara güneşin vurması, bu sebeple yere rengârenk
şekiller yansıması bir örnektir. Göklerin ve yerin nuru olan Cenab-ı Hak
güneşe, eşyaya varlık vermesi güneş ışıklarının renkli camlara vurmasına,
çeşitli özelliklerde (istidat) olan İlâhî ilim suretleri (ayân-ı sabite) renkli
camlara, yaratıkların türlü şekil ve eserlerle ortaya çıkması da camlardaki
renklerin yere düşmesine misaldir.
Yaratıkların yere düşen renkler gibi olmasına bakılırsa Hak
varlığı güneş ışığı gibidir. Eşya, türlü renkler gibi mevhumdur (sanal) ve Hak
varlığıyla varlık kazanmıştır. Renk çeşitliliği ise güneşin ışığından değil,
camlar dolayısıyla meydana gelmiştir. Yaratıkların çok olması, Hakk’ın
kendisinin değil, ayân-ı sabitenin çok oluşundandır. Işığının gerçek olduğu
anlaşıldığında, yaratıkların gölge gibi oldukları bilinir.
Yansıyan çeşitli renkler, ışık ve renk olmak
üzere iki yönlüdür. Yaratıkların da biri başlangıç, biri mahiyet olmak üzere
iki yönü vardır. İlk yöne hakikat ve rububiyet, ikinci yöne mahlukiyet ve
ubudiyet (kulluk) denir.
İkinci yön, imkân ve kulluk yeri olduğundan yük yükleme,
(teklif) nimet verme, azap etme buraya dönüktür. Tasavvuf dilinde buna “fark
makamı” derler. Bir kimse bu makamda “Ene’l- Hak” (Ben Hakk’ım) demiş olsa
dinden çıkar.
Birinci yön hakikat ve rablik makamı olup bir
sâlikin bu makamda “Ene’l-Hak” demesi, Hakk’ın birliğini ifade etmektir.
Binaenaleyh “Âlem heme ez ost” (Âlem O’ndandır)
diyenler “fark” rengine, “âlem heme ost” (âlem O’dur) diyenler, “cem” nuruna
bakanlardır.
Bu konudaki ince manaya, Rahman suresinin 19 ve
20. ayetlerinde işaret olunmuştur: “iki denizi salıvermiştir, nerdeyse
birbirine kavuşacaklardır. Aralarında engel olduğundan birbirine geçemezler. ”
Bir mücevher nasıl olur da içinde bulunduğu
hâzineyi örtüp perdeleyebilir?
Cenab-ı Hak bütün eşya ile zâhir olduğundan
delil bulucular, Fussılet suresinin 53. ayetine dayanarak Hakk’ın varlığını
eşya ile ispat etmeye kalkıştılar: “Onlara hem dışlarında, hem kendilerinde
ayetlerimizi göstereceğiz. Öyle ki, onun hak olduğu açıkça belli olacak. ”
Hakk’ın eşyada zâhir olması, şuhûd ehline göre zatıyla,
perdeli olanlara göre esma ve sıfatlarıyladır.
Çünkü bunların nazarında eşya, sıfat manalarının tafsili
olan esma manalarının mazharlarıdır. Bu yüzden el-Muiz (yücelten) isminin
tecellisi, şeref ve kudret sahiplerinde görünecek, el-Müzill (alçaltan) isminin
tecellisi alçaklarda ortaya çıkacaktır. El-Muhyî (dirilten) isminin tecellisi
canlılarda, el-Mümit (öldüren) isminin tecellisi ölülerde görülecektir.
Bağışlar vaktinde el-Mu’tî (veren), duaların kabulü zamanında el-Mücîb (icabet
eden) ismi tecelli edecektir. Zarar görmede ed-Darr (zarara uğratan) isminin,
faydalanmalarda en-Nâfî (fayda veren) isminin tecellileri zuhur edecektir.
“Fâtıra’s-semâvâti
ve’l-arz” (göklerin ve yerin yaratıcısı)
zuhurunun manası da her bir yaratık için özel bir tecelli ile tecelli buyurarak
ona ma’bud olmasıdır. “Güneş ve ay bir hesapla düzen içindedir, yıldız ve
ağaç ona secde eder. ” ayetinin belirttiği gibi bütün unsurların ona boyun
eğip başını yere koymuş olmalarıdır. “Onu övmeyen ve teşbih etmeyen hiçbir
şey yoktur ama onların teşbih edişlerini siz anlayamazsınız.” ayetinin
açıkladığı gibi her bir şeyin onu övmesidir.
Kâinatın Hakk’ın zatını
marifet sahiplerinin kalp gözlerinden perdeleyebileceği nasıl düşünülebilir ki,
ayân-ı sabite henüz varlık kokusunu koklamamışken zahir olan Hak, yerin göğün
yaratıcısıdır. Mevcudatın “Vahid” sıfatlı olan Hakk’ı hakikatin ibretli nazarlarından
saklayabileceği nasıl hayal edilebilir ki; O, her şeyden fazla zahir olan
kâinatın yaratıcısıdır. Hakk’a yönelip kulluk etmeye yaratıkların engel
olabileceği nasıl varsayılabilir ki, hiçbir mevcut O’nun varlığına nisbetle
varlığı hâiz değildir. O hakiki vahiddir, varlığı gerekli olandır
(vacib’ül-vücud).
Yaratıkların senin vahdet
sarayına ulaşmana mani olabilecekleri nasıl zannedilebilir ki, sana her şeyden
yakın olan O’dur, O iyilik ve cömertlik sahibidir.
Sonradan yaratılmış olan
şeylerin Hakk’ın kudretini örtebileceği nasıl akla gelebilir ki? O’nun varlığı
olmasaydı, bütün kâinat ezelden bu varlık sahasına asla çıkamazdı.
En çok şaşılacak şey Hak
zatının aynı olan varlığın nurlarının nuru, yokluk karanlığı olan eşyada nasıl
ortaya çıkabiliyor? Her an yoklukta olan sonradan olma varlıklar Kadîm olan
âlemlerin yaratıcısı Hak Teâlâ ile nasıl meydana çıkabiliyor bilmem!-
Nasıl mahcûb olur bir şey ile Hak
O ’dur her şeyden evvel zâhirü ’l-Hak
Nasıl mestur eder Mevlayı ekvan
O’dur her şeyden azher hem nümâyan
Nasıl manî olur eşyâ Hüdâ’ya O’dur te’sîr eden arz u semâya
Nasıl hâil olur Allah ’a âlem
O ’dur her şeyden akreb sana her dem
Nasıl ihfâ eder Hallâk’ı hâdis
Vücûd-ı âleme zîrâ o bâis
Değil mi hayrete şâyan şu demde
Nasıl zâhir vücud olmuş ademde
Ne keyfiyet ile sâbittir âya
Kadîm Allah ile mevhûm-ı eşya
(Her
şeyden evvel zâhir olan Hak nasıl bir şeyle perdelenebilir? Yaratılmışlar
Mevlâ’yı nasıl örtebilir ki, her şeyden fazla açık ve âşikâr olan O’dur. Bir
şeyler nasıl Hakk’a engel olabilir ki, yere ve göğe tesir eden O’dur. Alem
Allah’a nasıl perde olabilir ki, sana her anda her şeyden yakın olan O’dur. Her
şeyin yaratıcısını, sonradan yaratılmış olan bir şey nasıl gizleyebilir? Alemin
varlığının sebebi kendisidir. Yoklukta varlığın oluşup ortaya çıkması şaşılacak
şey değil midir? Kadîm olan Allah ile birlikte aslında yok hükmündeki bu şeyler
acaba nasıl varlık kazanıyor?)
Cenab-ı Hakk’ın her şeyden evvel âşikâr olması, ez-Zâhir
isminin ezelî ebedî olarak gerçekleşmesinden dolayıdır. Çünkü Hakk’ın zuhuru,
Hak için zâtidir; sonradan kazanılmış bir şey değildir. Bir başka şeyden
faydalanmadığı gibi illetli de değildir. Yaratılmış olan âlem ve içindekilerin
ortaya çıkması ise Hakk’ın zuhur sıfatı ile tecellisinden meydana gelmiştir. Bu
halde varlıkların yaratıcısı, her şeyin varlığından evvel zâhir olmaz mı?
Cenab-ı Hakk’ın her şeyden evvel zâhir olması, varlığın
yokluktan ziyade zâhir olmasından ve zâti zuhurun geçici zuhurdan, mutlak
zuhurun şartlı zuhurdan, dâimi zuhurun kesintili zuhurdan daha kuvvetli
bulunmasından dolayıdır.
Hakk’ın zuhuruyla birlikte akıl ve idraklerin kendisinden
uzak olması, gizli oluşundan değil, görüşü zayıf olanların zuhurun şiddetine
takat getirememesindendir. Yarasanın gece görüp de gündüz görememesi, gündüzün
gizli olmasından değil, gözünün zayıflığından dolayı güneşe
dayanamamasındandır.
Cenab-ı
Hakk’ın bize bizden ziyade yakın olması ezelî ve devamlı oluşunun her şeyi
kapsamasındandır. Bu yakınlık şuhûd ehline göre zatıyla, perdeli olanlara göre
ise ilmi, kudreti ve iradesiyledir.
Şuhûd
erbabı Hak varlığının eşyanın varlığına sebep olmasına göre şuhûd erbabı, Hak
varlığına eşyanın varlığıyla delil bulmazlar. Tersine Hakk’ın varlığıyla
eşyanın varlığına istidlâl ederler. Böylece “Rab binin her şeye şahit olması
kâfi değil mi?” (Fussılet/53) ayetinin anlamını gerçekleştirirler.
Varlık aydınlık, yokluk karanlıktır. Kadîm haktır, gerçek
ve doğrudur, hâdis yani sonradan yaratılmışlar ise bâtıldır. Bunlar birbiriyle
birleşemeyen, bir araya gelemeyen, birbirine zıt şeylerdir. Böyle olduğu halde
bir araya gelip yoklukta varlık olarak nasıl ortaya çıktılar? Bu hayret verici
bir iştir. Hayret ise mârifetin neticesidir. O yüzden Peygamber Efendimiz1’:
“Yarabbi, şendeki hayretimi artır. ” diye dua etmiştir.
Bu
hikmeti yazan îbn Atâ Hazretleri de hikmetin sonunda şaşkınlığını ifade
etmiştir.
Zâhir olup görünen, ortaya çıkaran mevcut, ancak Cenab-ı
Hak’tır. Bundan dolayı varlıkların Hakk’a zarf ve yer olması gerekmez. Mesela
bir şeyi almak için el açmak veya almamak için elini kapamak, elin sahibinin
ilmine ve iradesine bağlıdır. İlim ve irade o elin açılıp kapanmasında tasarruf
etmektedir. Fakat el, ilim ve iradenin zarfı değildir, bu yüzden ittihat da
lazım gelmez.
Zamanın eserleri ve
tecellilerinden başka bir şey ortaya koymak isteyen kimse, cahilliğinden hiçbir
şey terk etmemiştir.
Cehlden etmedi bir şeyi terk ol kimse
âlemde
Hilâf-ı cilve-i Yezdân ’ı ihdâs murâd eyler
Sofilere
göre vakit, seçme özgürlüğümüz olmadan rastladığımız İlâhî mukadderat
halleridir. Onlara göre vakit kılıç gibidir. Kılıç çarptığı şeyi nasıl keserse,
vakit de kaza olarak çarptığı şeye galip olur. Keskin bir kılıç gayet yumuşak
olan şeyleri kesmediği gibi, vakit de kendisinde ortaya çıkan hükümlere karşı
sertlik göstermeyerek razı olma dairesinde kalıp teslim olanlara zarar vermez.
Çünkü zamanın hükümlerine karşı durmak, gayet şiddetli bir akıntıya karşı tek
kürekli bir kayıkla yol almak istemeye benzer.
Mürid
zamana sertçe karşı çıkarsa, vakte çetinlik gösterirse düşmanlık bulur. Bu
“ebu’l-vakt” olmak demektir, vakte hükmetmek istemektir.
îbnü’l-vakt olmak ise, vakte müsaade etmek, vaktin
hükümlerine uymak çocuğun babasına davrandığı gibi davranmak demektir.
İnsanın
kurtuluşu ve mutluluğu da şüphesiz ibnü’l-vakt olmasındadır. Onun için Hazreti
Mevlânâ: “Sofi, vaktin çocuğu olmalıdır arkadaş!” buyurarak zamanın hükmüne
tâbi olanları övmüştür.
Bu dünyada geçici haller karşılığında kalıcı haller elde
etmek, kulluk sermayesi olan zamana bağlıdır. Alışveriş pazarında sermayesi
olmayanlar kaybederler. Bu yüzden “vakit nakittir” denilmiştir.
Genelde zamanın hükmüne boyun eğilir ve ona karşı çıkmaktan
çekinilir. Şeriat gereğince Allah’ın emirlerine uymak, yasakladıklarından yüz
çevirmek de zamanın hükmüne boyun eğmektir. Çünkü hadis-i şeriflerde; “Dehre,
zamana sövmeyin, zaman Allah ’tır.” “Zamanının hükmünü bilmeyen cahildir. ”
buyrulmuştur ki, bu hikmetin başka bir ifadesidir.
Bir tarikat sâlikinin şeriatın kötü görmediği beden
hallerinde ve iradelerinde güzel edebini koruması, başka bir hale geçinceye
kadar Hakk’ın rızasına boyun eğmesi kulluk gereklerindendir.
Kabz, bast, üns ve vahşet gibi kalp halleri, kalpleri
dilediği hallere sokan Hakk’ın kudret ve tasarrufundadır. Bunlardan herhangi
bir halin ortaya çıkmasında Hak rızasına uyarken yine başka bir hale geçmeyi
Hakk’ın kazasından beklememek edepsizlik ve cahilliktir. Ebu Osman Hazretleri
şöyle buyurmuştur: “Kırk senedir Cenab-ı Hakk’ın beni yaşattığı halden başka
bir hale geçmeyi arzu etmedim ve geçirdiği bir halden dolayı da hiç
gücenmedim.”
İşte bu, sağlam iman ve yüksek bir imanın meyvesidir. Bunun
tersi ise zamanla ve zaman hükmüyle çekişmektir ki, sofilere göre özel
günahların en büyüğü olan cahillik ve nâdanlığın neticesidir.
“Zamanın hükmüne vakıf olmayan kimse var ya;
işte cahil odur. ”
Ey talip, ibadet etmeyi
boş vakit bulma şartına bağlaman ve ertelemen, nefs-i emmârenin
ahmaklığmdandır.
Hamâkattir ferâgat vaktine a mâlini ta 'lîk
Sâlikin Hakk’ın rızasını kazandıracak amelleri, dünya
işlerinden arta kalan boş zamanlara bırakması şeytan aldatmaları gibi olduğundan
ahmaklıktır.
İlk olarak dünya işlerine öncelik tanımak ve ahiret
amellerine tercih etmek, fani hayatı seçerek ebedi saadeti geriye atmaktır.
Çünkü Kur’an-ı Kerim’de: “Siz dünya hayatını seçiyorsunuz. Hâlbuki ahiret
hayatı daha hayırlı ve devamlıdır. ”(A’lâ/16) buyrulmuştur.
ikinci olarak, amelleri kesinlikle belli olmayan boş zaman
ve geleceğe bırakmak, şimdiki zamanı kaybetmek ve boşa vermektir.
Üçüncü
olarak, boş vakitte niyet zayıflığı ve değişikliği yüzünden güzel amel
işleyememek ihtimali vardır. Bu da fikir öldürmek ve fırsat kaybetmek demektir.
Bu hikmeti şu hadis-i şerifler pek güzel açıklar: “Geri
bırakanlar helâk oldu. ” “Hayırlı işler
geriye bırakılmaz. ”
N’eylersen eyle elde iken fırsatı koma
“E’d-dehrü lâyüsâidyevmen aleİ-vüsûl”
(Ne yaparsan yap da elindeki fırsatı kaçırma. Çünkü zaman
senin başka bir güne ulaşmanı mümkün kılmaz.)
Ey talip, seni din ve
dünya işlerinden başka bir halde kullanması için, bulunduğun halden
çıkartmasını Cenab-ı Hak’tan isteme. Çünkü dilese, seni o halden çıkarmadan
kullanır ve rızasına uygun bir amele muvaffak eder.
Talebkâr-ı hurûc olma tahakkuk ettiğin
halden
Murad etse seni Mevlâ bilâ ihrâc eder imâl
Bir sâlik, sanat gibi dünyevî ve ilim öğrenmek gibi dinî
bir işi, kendisini vuslata götürmez sanarak değiştirmek istememelidir. Çünkü
Hak o sâliki severse ve o sâlik de Hakk’a yönelirse, bulunduğu halden
çıkarmadan onu güzel amellere muvaffak eder.
Bundan
önceki hikmette belirtildiği gibi ezelî iradeye karşı amel seçmek, zamanın
hükmüne karşı gelmek ve Hakk’ın seçtiğiyle çarpışmak demek olduğundan kulluk
edebine uymaz.
Güzel
edep, Hakk’ın iradesini kendi iradesine üstün tutmak ve kendisine tecelli eden
hüküm dâhilinde hoşnutlukla çalışıp “Akıbet takva sahiplerinindir.”
(Kasas/83) ayetinin manasını gözetmektir.
“Kitabü’t-Tenvir”de şöyle yazılıdır:
Ariflerden biri, çalışmadan kendisine günde yalnız iki
dilim ekmek verilmesini, böylece geçim sıkıntısından kurtularak rahat bir
şekilde yaşamayı istiyordu. Bir zaman sonra bilinmeyen bir sebeple hapse düştü.
Burada kendisine günde iki dilim ekmek veriliyordu. Bu hal uzayınca sıkıldı ve
hapse düşmesinin sebebini araştırmaya başladı. Bunun üzerine ona hâtiften şöyle
seslenildi:
“Ey kulum, benden günde iki dilim ekmekle, çalışıp kazanma
meşakkatinden kurtulmak istemedin miydi? Dileğini yerine getirdim, seni geçim
sıkıntısından kurtardım. ”
Arif, talep ve ihtiyarından dolayı bu cezaya
uğramış olduğunu anlayarak dilemiş olduğu şeyden derhal istiğfar etti ve
hapisten çıkarıldı.
Mülkünde Hak tasarruf eder “keyfe mâ-yeşâ
”
İsterse kevni yok eder isterse var eder
Sâlike mükâşefeler
açıldığında onunla kanaat edip kalırsa, hakikat hatifleri ona şöyle hitap
ederler: “Durma! Kavuşmak istediğin gerçek sevgili ileridedir. ”
Kendisine zahirî güzellikler yüz gösterdiğinde onun hakikatleri
şöyle derler: “Biz fitneyiz, bize
aldanıp
kalma, marifetten mahrum olma!” (Bakara/102)
Bir makamda sâlikin etse tevakkuf himmeti
Hâtif-i hak durma git matlûbun önde der ana
Zahiri dünyânın eylerse eğer arz-ı cemal
Bâtını biz fitneyiz aldanma asla der sana
Hâtif,
sâlikin kalbine İlâhî hakikat yönünden hal diliyle nidâ edici demektir. Bir
sâlik seyr ü sülûkünde can gözüne görünen maârif ve tecellilerin en yüksek amaç
olduğuna inanıp orada durursa, İlâhî feyizlere son olmadığı, hakiki maksadın
ileride olduğu sâlikin kalbine ilham olunur.
Yaratılmış
şeylerin zâhirinin açılması; halkın itaat etmesi, sevgi ve ilgi göstermesi,
olağanüstü şeylerin meydana çıkması gibi tecelli vaktinde zuhur eden güzellikler,
müridin meylini ölçen imtihanlardır. Bu sırada bâtın hakikatleri hikmet diliyle
bu fitneyi haber verir, bunların deneme olduğunu belirterek bu dış güzelliklere
bakıp da aldanmaması için uyarır. Manevî miraç ve ilerlemede müridi geri
bıraktırıp sonu kötüye varan şehvetlere takılıp kalmamasını söyler. “Bakışı
şaşmadı ve sapmadı.” (Necm/17) sürmesiyle gözünü nurlandırmasını ve “Kâfirleri
fitneye düşürmek için onlardan bir kısmına dünya hayatının süsleri olarak
birkaç çiftini tattırdığımız şeylere sakın gözünü dikme. ” (Tâhâ/131)
mealindeki ayetten feyiz ve ilham alarak lâmekân âlemine, Hak yakınlığına
erişme gereğini bildirir.
Hikmetteki “Biz şüphesiz deneme ve sınav için
gönderildik, sakın kâfir olmayın. ” mealindeki cümle Kur’an-ı Kerim’de
Hârut ve Marût kıssasını anlatan Bakara suresi 102. ayetinden alınmıştır. Bu
kıssada sebep ve âdetlerin üstüne çıkmak demek olan mucize ile sihir arasındaki
fark belirtilmektedir. Mucize Allah’ın iradesine bağlı olarak yalnız
peygamberlere bağışlanmış olağanüstü işlerdir. Peygamberlere uyanların saadete
erecekleri, sihir ve sihirbazlara uyanların istikbalinin kötü olacağı
bildirilmiştir.
Nûr-ı zât-ı Hakk’ı hakkıyla şuhûd et ey
gönül
Bunda yârin görmeyen yarın dahi a’mâ imiş
Ey talip, senin Hak’tan
bir şey istemen O’nu suçlamaktır. O’nu istemen O’nda kaybolmaktır. O’ndan
başkasını istemen utanma azlığındandır. O’ndan başkasından bir şey istemen
O’ndan uzak olduğundandır.
Taleb bir ni’meti Hak’tan ana isnâd-ı
töhmettir
Talebkâr-ı huzûr olmak da andan hükm-i gaybettir
Hayâsızlıktır Allah’ı koyup meyi eylemek
gayre
Sivâdan arzu-yı matlab etmek de ne gaflettir
Sâlik
için dört türlü talep tasavvur edilebilir. Bunların dördü de hakikatte edep ve
kulluğa göre kusurdur. Bunlar Allah’tan talep, Allah’ı talep, Allah’tan başkasını
talep ve Allah’tan başkasından taleptir.
Birincisi:
Hak Teâlâ’nın bütün işlerin takdir edicisi ve hayrın ve şerrin yaratıcısı
olduğunu, garazlardan uzak olarak bağışlarda bulunduğunu, bağışlarının istemeye
ve karşılığa bağlı olmadığını bildiği halde O’ndan bir şey istemek, O’na
bağlılığın ve güvenin yokluğunu gösterir, O’na töhmet etmek sayılır.
İkincisi: Kâinat O’nun varlığının görüntüleri olduğundan
her neye bakılsa hakikat gözüne görünen O’nun nurudur. Böyle hazır mabudu
istemeye kalkmak Hak huzuruna aykırıdır ve Hak’tan gaybubeti (kaybolmayı)
gösterir.
Üçüncüsü:
Allah rızası ancak O’nun takdirine razı olmakla elde edilir. Müride yakışan
mukadderatından ne ortaya çıkarsa hoşnutlukla karşılamak, onu nimetin ta
kendisi bilmektir. Kulluğun gereği budur. Hayatın geçici süslerini sevmemek,
onlara meyletmemek, keşif ve keramet istememek lazım gelir. Böyleyken dünyevî
ve manevî terakkiler istemek, başka amaçlar gütmek kalplerdekini bilen
Allah’tan utanmadığını gösterir. Edepsizlikten ileri gelen bu istekler makbul
değildir.
Dördüncüsü:
Sadık bir kulun yaratılmışlardan hiçbirine ihtiyaç arz etmemesi hakiki mabuduna
karşı kulluk edebidir; Cenab-ı Hakk’a yakınlık, mâsivadan uzaklaşmaktır. Böyle
olduğu halde ihsan edici mabudu bırakıp da kul kapısına sığınmak ve bir şey
istemek Hak’tan gafil olmanın, Hak’tan uzak bulunmanın eseri olduğu için kötü
sayılır.
Hikmetin neticesi kulluk edebine ve Hakk’a itaate uymayan,
yokluk ve muhtaçlık içermeyen taleplerin, gerek Hak’tan ve gerekse halktan
istensin, muvahhidlerce makbul sayılmadığını belirtmektir. Zira onlara göre
irade ve ihtiyar, Cenab-ı Hakk’ı dileyip O’nu seçmektir. Onlara göre
talepsizlik talep etmenin ta kendisidir. Geçici istekler bâkîye göre
edepsizliktir. Aşağıdaki kıssa bu manayı çok güzel açıklar:
Hâcegândan Abdülhâlik Gücdevânî Hazretlerinin huzuruna yeni
bir mürid gelip dedi ki:
“Kıyamet gününde cennetle cehennem arasında seçme hakkına
sahip olsam, nefs arzusuna uygun olduğundan cenneti değil, nefs rızasına ters
düştüğü için cehennemi seçerim.”
Şeyh Hazretleri şöyle buyurdu:
“Ey derviş, cehennemden evvel susmayı ihtiyar
et, bencil iradeni göstererek edepsizlik etme. Cennet Cenab-ı Hakk’ın cemal
tecellisinin yeridir, cehennem ise celal yeridir. Kulunu bu iki yerden birinde
bulundurmak Hakk’ın işidir. Mürid ise iradesiz ve ihtiyarsız olur, onun
iradesine bağlı kalır.”
Ey insan, hayatının sayılı
nefeslerinin her birinde Cenab-ı Hakk’ın senin için takdir ettiği bir iş vardır
ki, onu elbette icra eder.
Teneffüs
ettiğin her bir nefes hakkında ey sâlik
Tecelligâh-ı takdîr-i
kadîm-i Rabb-i îzzet’tir
Nefesler Hak Teâlâ’nın biçtiği kaderin zarflarıdır. Her bir
nefeste nimet, belâ, tâat ve mâsiyetten her ne takdir olunmuşsa, elbette onu
Cenab-ı Hak ortaya çıkaracaktır.
“Nefesin canı var, tutmayana ziyanı var.”
Bu söz, insana ait sayılı nefeslerin, kaderinin zarfları
olduğunu belirtir. Nefesler insana verilmiş emanetlerdir, çünkü ömür
sermayesidir, izzet ve saadet mayasıdır. Onun daralması ölümdür, genişlemesi
ise hayat...
Ezelde
yazılmış olan kaderin hükümleri, kulun işlerinin teferruatını kaplayıp
kuşatmıştır, onların hepsi ilâhı hakları gerektirir. İlahî hakların insan
nefesleriyle ortaya çıkmış olması, insan nefeslerinden ahirette hesap
sorulmasını icap ettirmiştir. Bu durum nefeslerin dünya işlerinde Allah
rızasına uygun olarak harcanmadığında, kişinin cezaya uğramasını gerekli kılar.
Şu halde edepli sâlik, her nefeste edebi korumalı ve
Rabbini düşünmelidir ki, bütün işlerinde Hak yolunda gidebilsin ve kudsî nefes
sahiplerine uyabilsin.
“Allah’a giden yollar, mahlûkatın nefesleri sayısıncadır.”
sözünün manası işte budur.
Ey mürid, ağyardan,
Allah’tan başka her şeyden kalbinin boşalmasını bekleme. Çünkü bu bekleyiş seni
asd vazifen olan murakabeden alıkoyar.
İntizâr etme ferâğ-ı ağyârdan
Tâ ki dûr olmayasın dildârdan
(Yabancıların
vazgeçip bırakıp gitmesini bekleme. Yoksa sevgiliden uzak kalırsın.)
Ağyar,
dünya endişeleriyle müridin kalbine gelen ve Mevlâ’nın şuhûduna, huzur ve
safaya engel olan karanlıklardır. Bundan kalbin tamamen boşalmasını ve temizlenmesini
gözlemek, kulluk görevlerinde gecikmeye sebep olur. Cenab-ı Hakk’ın takdir edip
bir sebepte görevlendirdiği bir müride gerekli olan, elden geldiğince onun
hakkını vermek ve Mevlâ murakabesine devam etmektir. Edebi koruyarak boş kalbe
imkân verecek bir vakti gözetmemelidir. Çünkü bu gözetleme, müridi aldatır,
görevlendiği kulluk gereklerinden saptırır. Çünkü sevgiliyi ağyarsız aramak,
gülü dikensiz aramak gibidir, muhaldir.
Ebu Hafs Hazretleri buyurdu: “Sadık mürid, zamanın hükmünü
yerine getirendir. Eğer zamanın hükmünden onu işgal edecek bir hâl meydana
gelirse, ondan da çekinmelidir.”
Sehl
bin Abdullah Tüsterî Hazretleri buyurdu: “Güneşin batmasıyla gece karanlığının
başladığı vakitte gecenin hakkını yerine getirmek ve nefsine öğüt verebilmek
için boş zamanı ganimet bilmeli ve gündüzü beklememelidir.”
Yine o
Hazret’e soruldu:
“Gerçek
derviş ne vakit rahat bulur?”
Cevap
verdiler:
“içinde
bulunduğu vakit ve zamandan başka vakit ve an düşünmediği vakitte rahat bulur.”
Bu
yüzden “Sizi bir imtihan olarak bir şer ve hayırla deneyeceğiz. ”
mealinde Enbiyâ suresi 35. ayetini îmam Begavî, darlık ve bolluk, sıhhat ve
hastalık, zenginlik ve fakirlikle tefsir etmiştir.
Bazıları da ayeti “sevilen” ve “sevilmeyen”le tefsir ederek
dediler ki: “Cenab-ı Hakk’ın şer ve hayırla sınaması, bir kulun hayırla
karşılaştığında şükrü, şerre uğradığında sabrı seçmek hikmetini açıklar.”
Değildir
âlem âzâdegî-i hengâme-i âlem
Cihanda herkesi bir
güne derde mübtelâ buldum
Bu dünyada üzüntü ve
dertlere uğramayı garipseme. Çünkü bu dünya kendine yakışanı, tabiatının gereği
olan şeyi ortaya çıkarır.
Olma müstagrib-i âlâm
ü nakm
Dâim oldukça bu dâr-ı gamda
Hayyiz-ifı’le çıkan
derd ü elem
Hükm-i Hak'tır ezelî âlemde
(Bu dert diyarında bulunduğun sürece,
karşılaştığın kötülüklere ve düştüğün elemlere şaşma. Ortaya çıkan bu dertler
ve kederler, Cenab-ı Hakk’ın ezelde takdir ettiği, mutlaka yaşanacak
hallerdir.)
Dünya, suret güzergâhı ve ahiret tarlası olarak kurulmuş
bir mihnethanedir. Orada içilenler zehir, nimetler intikamlardır. Her insan, bu
mihnetli yere, ihsan yurdu olan ahirette dünyevî amellerinin karşılığını görmek
üzere gelmiş, ihtiyaçlarını ve isteklerini tam olarak elde edememekten ötürü
kederlere uğramış bir şehvet esiridir. Fiilleri ve amelleri ise heva ve hevese
uymak veya uymamaktan ibarettir. Bu iki hal ya isteneni ve sevgiliyi temin eder
yahut da cezaya uğramasını gerektirir.
Bu vefasız dünya, zarar ve üzüntüler yeri olmak üzere
yaratılmış bir bela hayalhanesi olduğundan meydana gelen işlerin hepsi de köhne
dünyaya yakışan, onun tabiatının gereği olan işlerdir. Dünyanın kederler yurdu
ve ahiretin nurlar diyarı olmasındaki hikmet, mü’minleri fanilikten bakiliğe
davet etmek ve sonsuz nimetlere dikkatlerini çekmektir. Bu da ancak dünya
dertlerine tahammül etmekle ve nefsanî şehvetlerden uzaklaşmakla olabilir.
Hadis-i şerifte “Cennetin etrafı dertler ve
sıkıntılarla, cehennemin etrafı da şehvet ve nefs düşkünlükleriyle çevrilidir.
” buyrulmuştur.
İmam Cafer Hazretleri: “Henüz yaratılmayan bir
şeyi isteyen yorulursa da, onunla rızıklanamaz, onu elde edemez.” buyurdu.
“O nedir ya imam?” dediler.
Şöyle cevap verdi: “Dünyada rahattır.”
Hazreti Ali Efendimiz(ra) buyurdu:
“İnsan elde edilmesi mümkün olmayan beş şeyi sever ki, boş
meşakkattir: Nefsi sever, o nefsin hevası içindir. Ruhu sever, o Allah içindir.
Malı sever, o vârisler içindir. Tamamlanması kabil olmayan iki şeyi, ferah ve
rahatı ister; hâlbuki bu ikisi de cennettedir.”
Bazı hikmet sahipleri demiştir ki: “Eğer dünya
tiksinilecek şeyler üzerine kurulmasaydı, kara helilenin- faydası badem
helvasında olurdu.”
Bazı edebiyatçılar demişlerdir ki: “Bu alışkanlıklar ve
tehlikeler diyarında selâmet arayan, yılanlar ve akrepler üzerinde yuvarlanan
kimse gibidir.”
Şu halde sadık mü’mine lâzım olan sabır ve metanettir.
Hazreti Ömer(ra) buyurdu: “Eğer
sabredersen hakkındaki kader hükmü gerçekleşir fakat ecir kazanırsın. Şikâyet
edersen İlâhî emir yine yerini bulur fakat azarlanırsın.”
Ey mürid, Allah’ın
yardımını istersen işin zorlaşmaz ama bizzat takip ettiğin amaçlar zorlaşır,
kolaylaşmaz.
Tevakkuf eylemez bir maksad-ı aksâ ki
âlemde
Anın sen avn-i Yezdân ile oldun talibi ey dil
Dahi şol matlab-ı a’lâ ki bizzat eyledin
ta’kîb
Husulü hayyiz-i imkânda sehl olmaz olur müşkil
Bu istekler, dinî ve dünyevî arzuların hepsidir.
Sadık mürid beşerî ihtiyaçlarını ve bütün hacetlerini Allah’a bırakıp her halde
ve her yerde İlâhî ihsana sığınırsa, her bir işinde onun lütfuna güvenirse,
işleri kolaylaştıran Allah da onun bütün müşküllerini çözer, uzak olan
isteklerini yaklaştırır. Kendi bilgisine ve zekâsına güveneni, kendi gücüne
dayananı kendi haline bırakır, mahrum edip üzüntüye düşürür.
Bir kimse değil sırr-ı kaderden âgâh
Mâni* de ve Mu *tî de Cenâb-ı Allah
Lâzımsa da esbâba tevessül etmem
Lâ havle velâ kuvvete illâ billah
(Kimse kader sırrını bilemez. Men edip vermeyen
de, veren de Cenab-ı Hak’tır. Gerçi gerekiyor ama yine de sebeplere yapışmam.
Çünkü Allah’tan başkasında havi ve kuvvet yoktur.)
Başlangıçta
Allah’a dönmek, sonunda emniyet ve kurtuluşun alâmetlerindendir.
Sülûkünde Hüdâ nın
emrine tabî olan sâlik
Olur hâl-i vusulünde emînü 7- ‘âkıbe dâim
Her
sadık mürid için bir başlangıç ve bir de son vardır. Başlangıcı “sülük” yani
Hak yoluna giriş, sonu “vusûl” yani kavuşmadır. Cenab-ı Hakk’a dönerek, kendi amellerine
güvenmeyerek, Hak’tan yardım isteyerek ve ona tevekkül ederek başlangıcını
düzelten mürid, yolunun sonu olan vusûle ulaşır, geri dönüşlerden ve
duraklamalardan emin olarak kurtuluşa erer.
Bunu doğrulamak üzere bazı muhakkıklar demişlerdir ki: “Hak’tan
dönen kimse, vuslat elde etmeksizin ancak yolundan geri döner. Eğer asıl
maksada ulaşsaydı dönmezdi.”
Halini
bu şekilde düzeltmeyen bir mürid sonunda perdelenir; İlâhî feyiz alamaz ve
geldiği yola geri döner. Bazı âlimlerin: “Her kim Allah’a vuslatın Allah’tan
başkasıyla olduğunu zannederse uzaklaşmış olur. Her kim ibadette nefsinden
yardım isterse, nefsine bırakılır.” buyurması bu son cümleyi doğrular.
Özetle sadık mürid bidayet ve nihayetinde, bütün hallerinde
Allah’a tevekkül etmeli ve Allah’tan yardım dilemeli, kendinde kuvvet ve
ibadete kudret görmemelidir. îşte sülûkün Allah yapısı olan tarikat esası da
budur.
Sal keşti-i umurunu
bahr-i tevekkülde ak
Aç bâdbân-ı himmetin yan gel de seyre bak
(İşlerinin gemisini tevekkül denizine
bırakarak yol al, himmet yelkenlerini açarak seyret.)
Başlangıcı parlak olanın sonu da parlak olur.
Evveli parlak olan âhiri de parlak olur
Başlangıcın parlak olması demek, müridin her türlü
ibadetler ve her nevi evrad ve taat ile vakitlerini süslemesi, mamur etmesi,
kalbini zikir nurlarıyla aydınlatması demektir.
Sonun
parlaklığının manası da ibadete devam ve ihlâsla, feyiz ve tecelli pınarlarının
kalbinde kaynaması, sâlikle Hak arasına girerek maârif nurunun zuhuruna engel
olan nefsanî bulanıklığın kalkmasıdır.
Sâlik
başlangıçta az gayret ederse, sonunda tam parlaklık elde edemez. Ona feyiz
kapısı açılsa da tam manasıyla açılmadığından devamından ve kalıcılığından emin
olunamaz.
Baştaki parlaklık Hakk’a dönüp sığınmak, sondaki parlaklık
da vuslata ermek ve Hak tecellisinin devam etmesidir.
Kalplere
verilen sır hâzineleri ve maârif nurları, azalarda ortaya çıkar.
Serâirde olan bâtın
Zevâhirde olur zâhir
(İç
gizlilikler dış yüzde ortaya çıkar.)
Her şeyin dış yüzü, içinin unvanıdır. Kalplere hâkim olan
hallerin eserleri daima yüzde ve zâhirde kendini gösterdiğinden, yüce şeriat
dil ile belirtmeyi ve amelleri imanın hakikati olan kalp tasdikine delil etmiş,
sevilmek ve arkadaş edinilmek istenen kimsenin iç halleri dış yüzünden
anlaşılagelmiştir. Hatta Ebu Hafs-ı Kebir Hazretleri; “Zâhir edebin güzelliği
iç edebinin güzelliğinin aynasıdır.” der ve bu sözüne Peygamber Efendimizin bir
adamı işaret ederek; “Eğer şu adamın kalbi Allah ’a karşı huşu sahibi
olsaydı, azalarından alçakgönüllülük gözükürdü.” hadisini delil gösterirdi.
Ebu
Hafs-ı Kebir Hazretlerinin Irak’a gelişlerinde Hazreti Cüneyd ziyaretine gitti.
Hafs’ın müridlerinin şeyhlerine pek itaatli ve edepli olduklarını görerek dedi
ki:
“Ya
Eba Hafs, müridlerinizi bir padişaha yakışır şekilde yetiştirmişsiniz!”
Ebu
Hafs cevap verdi:
“Öyle
değil ey Cüneyd, lâkin müridlerimin dış edepleri bâtın edeplerini gösterir.”
O
halde sâlikler, kötülüğü emreden nefslerinin garaz ve emellerinden daima
basiret üzere olmalıdır. Hallerinin dış görünüşünü bırakmamalı, kalplerinin
düzgünlüğünde şüphe veren iş ve ameller sebebiyle tuzağa düşmemelidir. Çünkü bu
hal suretsiz sîreti, kabuksuz özü, sözsüz manayı istemek gibidir.
Bir
kimse kalbinden mârifetullah ve Resul muhabbetini iddia ettiği halde söz ve
fillerinde İlâhî emirlere uymaz, yasak edilenlerden sakınmaz ve sünnete
satılmazsa, o kimse elbette cehenneme yakışır bir yalancıdır. Mâide Suresi 18.
ayetinde: “Yahudiler ve Hıristiyanlar; biz Allah’ın oğulları ve sevgilileriyiz,
dediler. De ki: Öyleyse niçin size günahlarınızdan dolayı azap ediyor?”
buyrulur. Eğer bu iddiacı bâtınen iddiasına aykırı davranışlarda bulunuyorsa,
zâhiren de itidalden sapmışsa şüphesiz yalancıdır. Hali ve sözü, şirk ve nifaka
yakın olduğundan ondan Allah’a sığınırız.
“Hevasını ilâh edineni gördün mü?” (Furkan/43)
Mâsivanın varlığına Hakk’ı
delil edenlerle, mâsiva ile Hakk’ın varlığına delil arayanlar arasında büyük
fark vardır. Hak ile halkın varlığını anlayan, varlığın kadîm olan Hakk’a
mahsus olduğunu anladı, yaratılmışların mevhum (sanal) varlığının Hak’tan
geldiğini ispat etti.
Yaratıklarla Hakk’a delil
getirmek, Hakk’a vâsıl olmamaktandır. Yoksa Hak ne zaman gaip oldu ki, hazır
şeylerle O’na istidlal edilsin. O en yakın iken ne zaman uzak oldu ki, yakın
eserlerle O’na ulaşılsın.
Vücûd-ı Hak ile ekvâna istidlâl eden âkil
O ekvânı delîl-i Hak edenden oldu çok fâzıl
Vücud-ı Hak ile eşyâya istidlâl eden şol
zat
Verip Hakk’a vücûdu eyledi isbât-ı mevcûdat
Vücûd-ı Hakk’a âsârıyla istidlâle
kalkışmak
Anın mahcûbu olmaktan gelen bir haldir mutlak
Aceb gâib mi kim muhtâc-ı istidlâl ola
Mevlâ
Baîd olmuş mu hiç tâ ki ana mûsıl ola eşya
İnsanoğlu
yaratılışının başında cahildi, eşyayı bilmiyordu. "Allah sizi
annelerinizin karnından, hiçbir şey bilmez olduğunuz halde çıkardı. ”
(Nahl/78) ayetinin hükmüyle daracık ana rahminden geniş varlık sahrasına
gelmişler ve bazıları; “Size kulaklar, gözler ve kalpler verdi. ”
(Nahl/78) ayetinin İlâhî nimet sofrasından mârifet toplayarak inayet ve velâyet
devşirip has kul olmuşlardır. Bu büyük nimet şükür gerektirdiğinden ayetin sonu
“şükretsinler diye”şeklinde gelir.
Şükredici grup iki kısımdır: Muradlar ve müridler. Başka
bir tabirle meczublar ve sâlikler olarak ikiye ayrılır.
Murâdân
veya meczubân denilen birinci kısım İlâhî tarafa baştan cezbedilmişlerse ehl-i
şuhûd adını alır. Sülûktan sonra meczub (çekilmiş) olanlara ise ârifler denir.
Bu fırka-i nâciye (kurtulmuş fırka) âlemde Hak’tan başka bir şey görmez. Hak
Teâlâ onlara vech-i kerimiyle yüz gösterdiğinden ve gönüllerine mârifet nuruyla
kendini bildirmiş olduğundan, onlar ancak Hak varlığıyla varlıkları istidlâl
eder ve “Lâ mevcûde illâ hû ” (Allah’tan başka var olan yoktur) deyip
dururlar.
Gerçi
ârifler zümresi de şuhûd ehli gibi cezbe ehlindendir fakat bunlar hallerinde
çok temkinlidirler. O yüzden âriflerin aşk ve cezbesi, şuhûd ehlinde olduğu
gibi ortaya çıkmaz, görünmez. Bundan dolayı hakikat erbabı derler ki, sülük
ehlinin nihayeti cezbe ehlinin hidâyetidir yani başlangıcıdır. Cezbe ehlinin en
büyüklerinin resul ve nebiler olduğu bildirilmiştir.
ikinci
kısım müridler yani sâlikler, ağyarı ve eserleri görerek Hak’tan
perdelenmişlerdir. Hak onlar için gaybdadır. Sâlikler önceki hallerinde Hakk’ı
göremediklerinden, halk ile Hakk’a istidlâl ettiler. Meçhul eşyayı malum
yaratıcıya, yok olan ekvanı var olan Hakk’a, hayalî olan âlemi zâhir olan
Hakk’a delil ettiler. Bunların bu sapması perdeden, sebeplerden ve
yaklaşamamaktan ileri gelmektedir.
Muradlar ise âlemde Hak’tan başka mevcut görmeyip bütün
ekvanı Hak’tan öğrenerek Hak’la halka istidlâl ettiler. O yüzden bu iki fırka
arasında büyük bir fark meydana geldi.
Şuhûd ehlinin istidlâli cezbe halinde değil, ayık ve uyanık
iken olur. Onların istidlâlleri aklî delil ve fikrî nazar ile de değildir. Eşya
için vücut yani varlık yok ki, Hak varlığına ulaştırsın; vuzuh ve zuhur yok ki,
yerin ve göğün nurunu göstersin. Deliller ve burhanlar gaib ve matlûb içindir,
hâzır ve meşhûd için değil. Zira görünenin açıkça görünmesi sebebiyle delile
ihtiyacı yoktur. Şu halde açıkça ortada olan bir şey, sonradan ortaya çıkan bir
delile muhtaç olmuyorsa, her şeyin yaratıcısının elbette hiç ihtiyacı olmaz.
Zuhuru perde olmuştur zuhura
Gözü olan delil ister mi nura
“Hali vakti iyi olanlar
bolca nafaka versin, ” ayetindeki Cenab-ı Hakk’ın emri, Hakk’a vâsıl
olan zümreye hitap eder. “Maddî vaziyeti sıkışık olan, durumuna göre nafaka
versin,” (Talâk/7) ayeti ise sâlikleri muhatap tutar.
Ehl-i kudret vüsât hâlince infâk eylesin
Böyle emretti Hüdâ bundan muradı vasilin
Bulduğundan eylesin infâk rızkı dar olan
İşbu fermânıyla da ma na ricâl-i sâlikin
Talâk
suresinin 7. ayeti boşanan emzikli kadınlar hakkındadır ve karısını boşayan
kocanın, durumu geniş olsun, dar olsun nafaka vermesini emreder. Zengin kocalar
bolca, fakir kocalar az da olsa nafaka vermelidir. Birinci kısımdakiler
vâsıllar için, ikinci kısım sâlikler için bir başka mana daha ihtiva
etmektedir.
Vâsıllar
kocakarı olan dünyayı boşamış ve ağyarı görme hapishanesinden tevhidin geniş
fezasına çıkmışlardır. Görüş sahaları genişlediğinden istidatlı mürid ve
kâmiller istedikleri gibi infak ve tasarruf ederler.
Sâliklerin ise henüz irfan ve ilimleri azdır,
hayal ve âdetlerinin alanı dardır. Nefs ve şeytan tuzağında olduklarından,
onlar da güçleri yettiği kadar hallerinin nakdini dağıtırlar. Böylece kendi
âlemlerinde ve fillerinde hükümran olurlar.
Seyr ü sülük erbabı teveccüh yani Allah’a yönelme
nurlarıyla hidayet buldu. Vuslata erenler ise muvâcehe yani Hak Teâlâ ile karşı
karşıya bulunma nurlarıyla saadete erdi. Birinciler nura muhtaçtır, İkinciler
ise mâsivadan sıyrılmış, Hak ile gerçekleşmiş olduklarından nurları sabit ve
kararlıdır. Ey mürid, Allah de! Bundan sonra mâsivanın kullarını heva ve heves
havuzlarında oynamalarına bırak.
Buldu envâr-ı teveccühle hüdâ
Hakk’a rıhlet eyleyen ehl-i safâ
Vâsıline oldu envâr-ı şuhûd
Muktezâ-yı feyz-i Mevlâ-yı Vedûd
Râhilin envâra hâdim oldular
Vâsılin envâr-ı lâzım oldular
Çünkü mahsus-ı Hüdâ ’dır vâsılın
Onlar olmaz mâsivaullâha karin
Ey mürid Allah de et terk-i sivâ
Oynasın havzında varsın zi-hevâ
(Hakk’a göç eden zatlar, hidayeti ve nuru Hakk’a yönelmekte
buldular. Hakk’a erişenler, nurları Hakk’ın feyzi sayesinde gördüler. Hakk’a
göç edenler nurlara hizmet etti, nurlar ise Hakk’a ulaşanların emrine girdi.
Çünkü ulaşanlar yalnızca Hakk’a aittir, onlar Allah’tan başka hiçbir şeye
yaklaşmazlar. Ey mürid, Allah de ve O’ndan başka her şeyi bırak. Nefsinin
heveslerine uyanlar varsın havuzlarında oynasınlar.)
Teveccüh nurlarından maksat; ibadetler, muameleler, riyazetler
ve mücahedelerle siliklerin kalplerinde ortaya çıkan ve vuslata yol veren
mârifet nurlarıdır. Muvâcehe nurlarından maksat, ezelde has kulları hakkında
vermiş olduğu hüküm gereği İlâhî irade ve inayetten doğan, Hakk’ın ilminden yüz
gösteren cezbe ve muhabbet nurlarıdır.
Maksatlarına
erişmelerine vesile olduğundan, silikler mârifet nurlarına muhtaçtır. Cezbe ve
muhabbet nurları ise vuslata ermişlerindir, zira onlar her şeyden müstağnidir.
Onlar göklerin ve yerin nuru olan Hak Teâlâ’nın meczubudurlar.
"Allah
de!” yani nurlara ve ağyara meyletme! “Bundan
sonra mâsiva kullarını heva havuzlarında oynar oldukları halde terk et!” Enam
suresinin 91. ayetinin mealidir.
Cenab-ı
Hak “insanlara hiçbir şey inmedi” diyerek Tevrat ve Kur’an’ı inkâr eden Yahudi
kavmi için Peygamber Efendimize böyle hitap etmiştir. Yahudi hahamlarından
Maliki, düşmanlığının şiddetiyle ve kızgınlıkla Tevrat’ın Hak Teâlâ tarafından
indiğini de inkâr edince Yahudi kavmince hahamlıktan azledilmiş yerine Kâb ibn
Eşref getirilmişti. Bu ayet-i kerimenin bunun üzerine indiği bildirilmiştir.
Buna göre ağyara bakmamak ve hakkal-yakîn,
vâsılların özelliğidir. Mâsivayı görmek ise havuz ve oynamak olduğundan
mahcupların yani Hak’tan perdeli olanların sıfatıdır.
Bununla birlikte bu dalıcı ve oyuncu kavmin
perdeli olduklarını ayetler de göstermektedir: “Biz dalanlarla beraber
dalanlardandık. ” (Müddessir/45) “Hayır, onlar şüphe içinde oynayıp
duruyorlar. ” (Duhân/9)
Ey mürid, içindeki gizli
ayıpları keşfetmeye çalışman, senden perdelenmiş olan gaybları araştırmaktan
daha hayırlıdır.
Talebkâr-ı guyub olmaktan elbet
‘Uyûb-ı zâtını bilmek güzeldir
(Gizli
ilimleri bilmekten ise kendi ayıplarını bilmek daha iyidir.)
İnsanın riya (ikiyüzlülük), kötü huy, müdahene (yalancıktan
yüzüne karşı övmek) baş olmayı sevmek gibi nefs ayıplarını bilerek riyâzet,
mücahede ve ibadetle onları yok etmeye çalışması; kader sırları, İlâhî sırlar,
ledün maârifleri, keramet ve kalp mükâşefesi gibi melekût gizliliklerini
müşahede etmesinden elbette daha hayırlıdır. Zira ayıpları gidermek Hakk’ı
istemenin gereğidir; gaybları keşfetmek ise nefsin emelidir. İbadetle gaybları
keşfetmek arzusuna düşmek, ubûdiyetle Hakk’ın rızasını kazanmaya ters düşer.
Keramet göstermeye alışıp tutulan gönül, vuslat zevkinden mahrum kalır.
Kâmil
insana lazım olan keramet istemek değil, istikamete rağbet etmektir. Zira
keramet kul isteği, istikamet Rab isteğidir. Kulluk vazifesinin tam olarak
yerine getirilmesi için Rabb’in isteği tercih olunmalıdır. İstikamet elde etmek
için de nefs ayıplarını bilmek ve gidermeye çalışmak gerekir ki ameller
afetlerden korunsun; iyi haller meydana gelsin ve zat aynasından cahillik tozu
ve gurur kiri silinsin.
“Men arefe nefsehu fekad arefe rabbehu” yani “Nefsini bilen Rabbini bilir.” hadis-i
şerifinden anlaşılan manaya göre nefsi bilmekten murad, nefsin ayıplarını
bilerek giderilmesine gayret etmek, Hakk’ın nurunu müşahede etmektir.
Nefs
ayıplarını bilmek için dört yol gösterilmiştir:
1)
Kâmil mürşidler: Irşad eteğine satılanları Hak yoluna yöneltir ve nefs
ayıplarını ve şehvet tehlikelerini gösterirler. Kendisi irşada muhtaç olan
sahte şeyhlerin bu hususta yeri olmadığı açıktır.
2)
Sadık ve iyi huylu arkadaş: Sohbet ve öğütleriyle arkadaşını ayıplardan
ve amel noksanlıklarından kurtarır. Sevgileri ve dostlukları nefsanî olan
zamane kardeşleri lazım değildir.
3)
Ayıp arayan düşmanlar: Bunlar düşmanlık ettikleri kimselerin daima
ayıplarını yüzüne vurur ve noksanlıklarını ortaya dökerler. Onların dillerinden
korunmak ve kurtulmak için kötü sıfat ve ayıplarını bırakmaya gayret ettirirler.
îmam Şafiî: “Dostumdan ziyade düşmanım benim için
hayırlıdır. Çünkü dost, ayıplarımı örter ve beni eksik bırakır. Düşmanım ise
noksanlıklarımı göstereceğinden beni olgunlaştırır.” buyurmuştur.
4)
Halka karışmak: İnsan başkalarında gördüğü kazanından elde etmeye ve
eksikliklerini gidermeye çalışır, insan kendisine cahil denilmesinden
hoşlanmaz. Çünkü ilmin olgunluk, cahilliğin noksanlık olduğunu bilir. O yüzden
kötü ahlâklılar da iyi ahlâkı sever, ister ve takdir ederler, insan halk
arasında iyiliği kötülükle kıyaslayarak iyiliğe meyleder.
Hazreti Lokman’a edebi kimden öğrendiği sorulduğunda;
“Edepsizlerden öğrendim. Çünkü onların
edepsizliğinden rahatsız oldukça edebe sarıldım.” demiştir.
Bu dört tezkiye sebebinden birincisi bulunursa diğerlerine
lüzum kalmaz.
Benî İsrail zahidlerinden biri, her sene yalnız
altı gün dışında, yetmiş senesini oruç tutarak geçirmiş. Bir gün Cenab-ı Hakk’a
şeytanın nasıl aldattığını öğrenmek için dua etmiş. Duasında ısrar etmişse de
dileği kabul edilmemiş.
Bir kere de dönüp “kendi hatalarımı bilsem
daha iyi olur” diyerek istiğfar edince, Cenab-ı Hak derhal bu son istiğfarının
yetmiş senelik ibadetinden daha makbul olduğunu bildirmiş ve basiretini açarak
şeytanın aldatma şekillerini kendisine göstermiş.
Çeşm-i insaf gibi
kâmile mizan olmaz
Kişi noksanını bilmek gibi irfân olmaz
Hak Teâlâ örtülü değildir,
sen onu görmekten perdelisin. Zira eşyadan bir şey O’nu perdeleseydi, O’nun
varlığını kuşatmış olurdu. O’nu hasr eden, kısıtlayan ise O’nu kahreder.
Kahir ancak Hak’tır. Bilmiyor musun "O kullan üzerine
hâkimdir, kahredicidir, ” (En’am/18)
Değil mahcûb-ı eşya
Hazreti Hak
Ana mahcub nazardan sensin ancak
Eğer olsaydı Hak
mahcûb-ı eşya
Hicâbı setr ederdi anı zira
Anın ’çün varsa mefrûz
olsa sâtir
Olur sâtir vücud-ı Hakk’ı hâsır
Olur kahir olan
birşey’i hâsır
Hüdâ ’dır halbuki âlemde Kahir
Gözlere apaçık zâhir olan Hak Teâlâ örtülü değildir.
Perdeli olan ancak nefsanî sıfatlarla sıfatlı olan insandır. Hakk’a kavuşmak isteyen
kimsenin öncelikle nefsanî sıfatlardan ve tabiî kesafetinden temizlenmesi
gerekir. Hak Teâlâ vacibü’l-vücûd olduğundan O’nun perdelenmesi muhaldir, insan
ise “var gibi görünen yok” olduğundan örtülür, kaybolur. Hakk’a bir şey perde
olsaydı Hakk’ın varlığını kısıtlardı. Kısıtlayan ise kısıtladığına tasarruf
eder, hükmü altında tutar, kahreder. Hâlbuki kahredici Hak’tır.
Ayetteki üstünlük mekân üstünlüğü değil, mekânet ve celâlet
üstünlüğüdür.
Yokluk hicaptır. Hicaptan ibaret olan yoklukla
zuhurun ta kendisi olan varlık arasında münasebet yoktur. Yine de Hak Teâlâ
dilediği kimseden, dilediği şekilde, dilediği zamanda yokluk perdesini
kaldırır. Gözünü şuhûd nuruyla aydınlatır ve hicabın nerede ve kimde olduğunu
gösterir.
“O’nun benzeri yoktur. O işitir ve görür. ” (Şûra/11)
Hıyre-çeşm etti beni
berk-i ruhu tutmuş meğer
Mihre karşı ol meh-i nâ-mihribân âyineyi
(Yanağının parlaklığı gözümü kamaştırdı. Meğer
o merhametsiz ay [sevgili] aynayı güneşe karşı tutmuş.)
Ey mürid, kulluğa ters düşen beşerî sıfatlardan
sıyrılırsan Hakk’ın davetine icabet etmiş ve Hakk’a yaklaşmış olursun.
Rezâilden tecerrüd
etmedikçe bir zaman dil
Mücîb-i dâvet-i Hak hem karib-i Hazret
olmazsın
Din emri zâhirî ve bâtınîdir. Azalara ve kalbe dair
emirlere “amel”, bâtını olanlara “akide” denir. Ameller İlâhî emre muvafık
olursa taat, aykırı olursa mâsiyettir. Akidelerin İlâhî emre uygun olanı
imandır, aykırı olanı nifak veya cehalettir. Zâhiri ile ilgili olanlara “fıkıh”,
bâtınına dair olanlara “tasavvuf’ denir. İnsan bu iki kısımdan ibarettir.
Zâhirî haller bâtının hükümlerine tâbidir. Çünkü yaratılış kanununa göre vücud
ülkesinin hükümdarı kalptir, azalar onun emri altındaki halk ve askerlerdir.
Bunun delili olan hadis-i şerifte buyruldu: “İnsan vücudunda bir et parçası
vardır ki, sağlığı vücudun sağlıklı olmasını, bozulması vücudun bozulmasını
gerektirir. Bu da çam kozalağı şeklinde olan kalptir. ”
Kalbin sağlığı kötü sıfatlardan temizlenip iyi vasıflarla
doldurulmasıyla hâsıl olur. Kulluğa ters düşen beşerî sıfatlar, işte bu kötü
vasıflardır. Yoksa iman, taat, huşû, haşyet gibi ubûdiyetin ta kendisi olan
güzel sıfatlardan sıyrılmak, yakınlık değil tersine uzaklık ve dalalet getirir.
Kötü vasıfların aslı ve kökü; kibir, ucb (kendini
beğenmişlik), kin, riya, haset, mal ve mevki sevgisidir. Bu gibi kötü sıfatlar
ahlâk düşüklüğünün esasıdır. Dalları ise şunlardır: Buğz, düşmanlık, zenginlere
saygı göstermek fakirleri hor görmek, tevekkülsüzlük, itimatsızlık, pintilik,
korkusuzluk, uzun emel, övünmek, çok sevinmek, yapmacık davranmak, vesvese,
yüze gülücülük, katılık, sertlik, kabalık, gaflet, acele, hiddet, hayâsızlık,
kanaatsizlik, merhametsizlik, göğüs darlığı, baş olmayı sevmek gibi şeylerdir.
Bu kötü vasıfların kaynağı nefs-i emmareye değer vermek, emrini gözetmek,
hastalık ve garazlarına razı olmaktır. İşte kâfirin küfrüne, münafığın
nifakına, âsinin isyanına sebep olup kulluktan çıkaran bu hallerdir. Bunun
çaresi de riyazet ve mücahede ile beşerî sıfatları temizleyip beşerî sıfatları
melekî sıfatlara, şeytan vasıflarını mü’min ahlâkına, hayvanî tabiatı ruhanî
tabiata döndürmektir.
Bu
suretle kalp temizliğine, nefs tezkiyesine erişen mürid güzel sıfatlar
kazanarak tevazu, huşû, Allah’ın emirlerine tâzim, yarattıklarına şefkat,
hududu korumak, heybet, havf, tezellül, haşyet, ihlâs, rıza, minneti tanımak
gibi güzel eserlere mazhar olur. İrfan, refet, merhamet, rıfk, göğüs genişliği,
şefkat, merhamet, tahammül, atıfet, nezahet, emanet, teenni, vakar, cömertlik,
hayâ, güleryüzlülük, nasihat, kemal ve saadet getiren iman ahlâkı ile dolar.
Sofiler buna yani kötü ahlâktan güzel ahlâka dönmeye
“tezkiye” ve “tahliye” derler. Bu iki iş sülûkun hakikatidir. Sâlikler bunu
gerçekleştirerek başka bir kulluk hakikatine erişirler. Emmareden yakalarını
kurtarır, Hakk’a yakınlık ve mârifet elde eder, rabbani huzur ve vuslata
kavuşurlar. Can ve cennet çağrısına yani ilâhı davete icabet ederler. Hak’tan
uzaklaştıran nefsin hazzını terk edip Hakk’ın huzuruna yaklaşırlar. En güzel
amellerden hoşlanır, yük almaktan korunurlar.
Bu sebeptendir ki mahfuzluk evliyaya, mâsumluk enbiyaya
mahsustur. Evliya mahfuzdur, korunmuştur. Günah işleyebilir ama günahta ısrar
etmez, tövbe ve istiğfara sarılırlar. Mâsumluk ise günahın asla kast
olunmamasından ibarettir ve peygamberlere özgüdür.
Özetle Hakk’a yakınlık ve
huzur, nefsin alçaklığını bilmeye ve kötü ahlâkın giderilmesine bağlıdır.
Hak’tan uzaklık ve hicran ise nefse köle olmaya, heva ve hevese uymaya
bağlıdır.
Hevâ-yı nefsten
sermâye-i izzettir istiğna
Aziz olmazdı Yûsuf çekmese dâmen Züleyhâ
'dan
(Üstünlük sermayesi, nefsin
heveslerine minnet etmemektir. Yusufas) Züleyha’nın eteğinden elini
çekmeseydi, üstünlük kazanamazdı [yahut] Mısır’a aziz [sultan] olmazdı.)
Nefs-i emmareden razı
olmak, her mâsiyet, şehvet ve gafletin esasıdır. Nefsten razı olmamak bütün
taat, uyanıklık ve iffetin aslıdır.
Rızâ-yı nefstir aslu
’r-rezâil
Anı itham ise ümmü ’l-fezâil
(Nefsten razı olmak rezilliklerin aslıdır, onu suçlamak ise
faziletlerin anasıdır.)
Bütün kötü sıfatların esası nefs rızası ve bütün güzel
vasıfların asıl menşei nefsten razı olmamaktır. Nefs-i emmâreden razı olmak,
onun ayıplarına ve kötülüklerine göz yummak ve gaflet etmektir. Razı olmamak,
kötü hallerini araştırarak onu suçlamakla olur. Gaflet, kalp hükümranlığını
şehvet ordusuna yağmalattırarak iyilikleri yok eder ve mârifetten uzaklaştırır.
Nefsi suçlamak daima kalbi temizler ve terbiye ederek kemal
derecesine çıkarır, zevk ve huzur kazandırır. Bu yüzden nefs rızası Hakk’ın
razı olmamasından ibarettir. İlâhî rıza da nefsin razı olmamasındadır. Çünkü
nefs rızası gafleti, gaflet şehveti, şehvet de mâsiyeti gerektirir. Nefs
suçlanmaktan hoşlanmaz. Suçlamak uyanıklık hâsıl eder. Uyanıklık basireti açar,
basiret de şehvetin kovulmasını temin eder, iffeti sağlar. İffet de taat
getirir, nefs-i emmâreyi suçlayarak daima hoşlanacağı şeylerin tersine
davranmayı öğütler.
Ebu Hafs Hazretleri şöyle buyurdu: “Devamlı olarak nefsini
itham etmeyen ve onun hoşlanacağı şeylerin tersini yapmayan kimse mağrur ve
kirlidir. Nefsine itibar edip emellerini güzel gören kimse helâk olur.”
Kur’an-ı Kerim’de Hz. Yusuf un(as)
şöyle dediği anlatılır: “Ben nefsimi temize çıkarmam, o hep kötülüğü
emreder. ” (Yusuf/53)
Masum olduğu halde Yusufas) nefsine
güvenmediğini söylerse, kötü nefs sahibinin nefs rızasına uyması artık nasıl
caiz olabilir?
Cüneyd
Bağdadî Hazretleri: “Nefs-i emmâre her ne kadar Allah’a taatte boyun eğer
görünse de yine de güvenmemek lazımdır.” buyurdu.
Ebu Yusuf Dârânî Hazretleri demiştir ki: “Göz yumup
açıncaya kadar bile nefs-i emmâreye güvenmedim ve değer vermedim.”
Özetle nefs hileleri bilinmedikçe ruh güzellikleri
elde edilemez. Hilelerin topu nefs rızasında, güzel şeylerin hepsi de nefs
rızasının hilafındadır.
Kendi aybın görmeğe âyine gayrın aybıdır
Halka ta’n etme hele bir kere var gör sen seni
(Başkasının ayıpları, kendi ayıplarını görmek
için bir aynadır. Kendi ayıpların başkaların aynasında sana yansır, gördüklerin
kendi ayıplarındır aslında. Halkı ayıplamayı bırak, kendine bak.)
Nefsinden razı olmayan bir
cahil ile arkadaşlık etmek, kendini beğenen bir âlimle beraber olmaktan
hayırlıdır. Zira bencil âlim için hangi ilim faydalı olabilir? Nefs rızasını
terk etmeyi bilen cahil için hangi cehalet zararlı olabilir?
Rızâ-yı nefsini terk
eyleyen câhil ile sohbet
Olur hayr âlim-i hodbin ile elbette
sohbetten
Nasıl âlim olur nefs-i
içiminden olan râzı
Teberri eyleyen câhil olur mu nefie hizmetten
(Nefsinin
isteklerini yerine getirmeyen cahil bir adamla arkadaşlık, sırf kendini düşünen
âlim birisiyle yakın olmaktan hayırlıdır. Kötü nefsinden hoşnut olan kimse
âlim, nefsine hizmet etmeyi bırakan kişi cahil olabilir mi?)
Rezilliğin
anasının ancak nefsten razı olmaktan ibaret olduğu bildirilmiştir. Bu ekseriya
zâhir ilimlerle sıfatlı, kendini beğenmiş âlimlerde hüküm sürer. Arkadaşlık
etmenin faydası, olgunluk kazanmakta ve halini iyileştirmektedir. Bu rüsûm
uleması, her ne kadar ilimle sıfatlanmışlarsa da kendilerine varlık vermek gibi
büyük bir cahillikten yakalarını kurtaramamışlardır. Hâlen cahil kalmaları
sebebiyle sohbetleri, dostlukları hiçbir vakitte fayda getiremez.
Cahil
ise tam zillet ve miskinlikle sıfatlı olarak nefsini daima suçlar, aşağılar ve
böylece Hak rızasını kazanır. Arkadaş arkadaşının hırsızıdır, tabiatından
çalar. Tabiatın geçmesi yüzünden cahilin yakınlığı bencil âliminkinden iyidir.
Çünkü ilimden murad, varlığını yok ederek Hakk’ı var etmektir. Yokluktan fazla
varlık getiren ilim sahibi, her ne kadar âlim ise de bu hakikatin cahilidir.
Onun ilmi faydasızdır ve sırf kötülükten ibarettir.
Varlığı yok eden bir cahil, dış görünüşte cahil olursa da
hâl ilmini bildiğinden onun bilmezliği faydalıdır. Bir de söz ilmi, hâl ilminin
delilidir. Medlûlü olmayan delil, ruhsuz beden gibidir. Bedensiz ruhun
gerçekleşmesi muhakkaktır. Ruh mertebesinde olan hâl ilmi, beden gibi olan söz
ilmi olmadan gerçekleşir ve fayda verir.
Basiret ışığı sana Hakk’ın yakınlığını
gösterir, basiretin kendisi de O’nun varlığıyla senin yokluğunu belli eder.
Basiretin hakikati ise senin ne var, ne yok olduğunu, sadece Hakk’ın var
olduğunu öğretir.
Nur-ı akl eyler sana
işhâd-ı kurb-ı Kird-gâr
Varlığından yokluğunda nur-ı ilm eyler
haber
Nur-ı Hak da
zât-ıpâk-i Hakk’ı işhâd eyleyip
Varlığından yokluğundan eylemez izhâr eser
(Hakk’ın yakınlığı sana akıl nuruyla delil
getirir, var olmadığını öğretip aslında senin yok olduğunu ispat eder. Hakk’ın
nuru ise Hakk’ın zatını şahid göstererek varlığından veya yokluğuna dair hiçbir
eser bırakmaz. Bu konuyla meşguliyetini keser.)
Basiretin ışığı demek akıl nuru demektir, buna
“ilmel-yakîn” denir. Basiret gözü ise ilim nurudur, ona “aynel-yakîn” denilir.
Basiretin hakikati ise Hakk’ın nurudur, ona da “hakkal- yakîn derler.
Basiret ışığı, akıl nuruyla nefslerine bakarak Hakk’ın
ilmiyle kendilerine yakın olduğunu ve Kayyum olarak kendilerini kaplayıp
kuşattığını gören akıl sahiplerine mahsustur. Basiret gözü, ilim nuruyla nefslerinin
Hakk’ın varlığında yok olduğunu anlayan âlimlere mahsustur. Basiretin hakikati
ise, Hak nuruyla Hakk’ın zatını müşahede ederek âlemde Allah’tan başka var
görmeyen âriflerin muhakkıklarına mahsustur. Sâlikin kalbine İlâhî nurlar
tecelli ettiğinde bu şekilde ifade olunur.
Sadık mürid tevazuun hakikatine, kalbinin penceresine nur
vurduğu vakit erişir. Çünkü bu hâlde baş kaldıran nefs, niyaz makamına ulaşır;
Hakk’ın itaatine girer. Ancak o zaman yaratılmış eserleri yok eder, alevi
söner, toz haline gelip boyun eğer.
Şu hâlde akıl nuruyla Hak yakınlığı açılır. Bu
mertebedekiler murakabe ve hayâ ile sıfatlanır ki bu makamın semeresidir. İlim
nuru ile de her bir mevcudun Hak varlığında yok olduğu anlaşılır, hakiki
varlığın ancak Hakk’a mahsus olduğu, mâsiva varlığının gölge ve âriyet olduğu
açığa çıkar. Bu makamdakiler dayanacak ve yaklaşılacak bir şey görmezler.
Tevekkül edip işlerini Hakk’a verirler, razı ve teslim olurlar. Bu sıfatlar bu
makamın meyvesi ve neticesidir. Hakk’ın nuru ile bizzat mukaddes zat-ı ilâhiyye
müşahedesi açılır. Bu makama ulaşanlar beka-billâh dehlizi olan tam fenâya
erişir, Hakk’ın varlığında yok olurlar. Öyle ki kendi varlıklarından
yokluklarından habersiz olur, idraksiz kalırlar. Bu “fenâ-yı etemm” yani
tamamen yok olmak, bu makamın özelliğidir.
Sâlikler için en yüce maksat beka makamıdır.
Beka makamı tam fenâ halinden sonra ele geçebilir. Fenâ makamında olanlar
Hak’la Hak’tan perdelenirler ama beka makamındakiler ne Hak ile halktan, ne
halk ile Hak’tan mahcup olurlar. İşte bu makam peygamberler için risalet
(resullük), veliler için irşad (mürşidlik) derecesidir.
Sofiler “kabe kavseyn” makamına fenâ, “ev
ednâ” makamına beka derler. Fenâya nisbetle beka, nübüvvete (nebilik) nisbetle
risalet derecesindedir ve bu yüzden en şerefli, en üstün makamdır. Hüdâyî bu
sebeple şöyle buyurmuştur:
Kabe
kavseyn z geçip eriş sarây-ı vahdete
Sırr-ı ev ednâ Hüdâyî
cümleden a ’lâ imiş
Hak Teâlâ kendisiyle
beraber hiçbir şey mevcut olmadığı halde var idi. Yine hâlâ öyledir.
Var idi Allah yok idi
eşya
Öylece el'an oldu hükümran
Ekvan ve âsâr yani kâinat ve içindekiler
rabbani fiillerin, bu fiillerdeki sıfatların ve bu sıfatlardaki İlâhî zatın
tecelli aynasıdır. Şu halde Allah’ın fiilleri ekvan ve âsâr ile örtülüdür.
Sıfatları fiillerle, zatı ise sıfatlarıyla perdelenmiştir. Sâlikte ekvan
perdesi kalkınca ef âl tecellilerine mazhar olur, ekvanda ve âsârda Allah’ın
fiillerinden başka bir şey görmez. Sıfat hicabı kalkarsa sıfat tecellisine
mazhar olur, o zaman fiillerin esmâ ve sıfat muktezası olduğunu anlar ve
onlardan başka bir şey görmez. Sıfat hicabı kalkınca zat tecellisine erişir.
Fenâ makamında ise vahdet denizinde boğulur. Tam fenâ ile vuslat çölünün
mecnunu olur; âlemde ilâhı varlıktan başka hiçbir şey görmez. Bu üç derecenin
birincisine “tevhid-i efâl”, İkincisine “tevhid-i sıfat”, üçüncüsüne “tevhid-i
zat” denir.
Tevhid erbabının hakiki muvahhid olması ancak
üçüncü derecenin ele girmesine bağlıdır. Bu hikmetin hakikati o zaman ortaya
çıkar. Çünkü Cenab-ı Hakk’ın hiçbir şey yok iken var olduğunu ve şimdi de yine
O’ndan başka bir şey olmadığını zevk etmek, tevhid-i zat ile muvahhid olan
âriflere mahsustur. Bunlara göre efâl ve sıfat perdeleri kalkmış ve zat
tecellisi açılmış olduğundan zat-ı İlâhîden başka hiçbir şey göremezler. Bu
makamlara ulaşamayanlar için âsâr, efâl ve sıfat perdeleri zatın şuhûduna engel
olur. Onlar “Her gün yeni bir İlahî tasarrufladır. ” (Rahman/29)
ayetinin sırrına ulaşırlar. Bunlar ancak perde arkasından “Onlaryeni
yaratılıştan şüphe duyarlar.” (Kaf/15) ayet manasının tecellisinden nasip
ve zevk alırlar.
Muhakkıklara göre zaman da vehimlerdendir, ahadiyet
makamıyla zamanın alâkası yoktur. Çünkü zaman dediğimiz miktar göklerin
hareketidir, bir değişkenin başka bir değişkene nispetinden ibarettir. Zaman
değişken olan insan ömrünü, değişken olan yer küresinin güneş etrafındaki dönüş
hareketiyle mukayese etmektir. Değişken olan zamanın, sâbit ve kadîm olan
yaratılışın başlangıcına nisbetine “dehr” diyoruz. Kadîm ve sabit başlangıç ise
Allah’ın sıfatıdır. Cenab-ı Hak ezelîdir. Ezel kadîmin kadîme yani sıfatın zata
nispetinden hâsıl olur. Öyleyse ezelde zaman olmadığı gibi Hak Teâlâ’da da
zaman yoktur. Zamanın hükümlerinden olan ekvan ve âsâr da yoktur. Şu halde
Allah hiçbir şey yokken var olduğu gibi şimdi de yine öyledir. Allah vardır,
ondan başka hiçbir şey yoktur.
Ey talip, himmetin Hak’tan
başkasına geçmesin, O’nu aşmasın. Zira emeller ve ümitler Kerîm olan Hak
Teâlâ’yı geçemez.
Hûda dan gayre etme arz-ı ahvâl
Kerîm z çün tecâvüz
etmez âmâl
Yüksek
himmet sahipleri Ekremü’l-Ekremîn olan Allah’tan başkasına hacetini arz etmez.
Kerîm olmayanın işleri maksada bağlıdır. O yüzden emeller kerîm olmayana
yönelmez. Kerem karşılık gözetmeden ehline layık olanı vermektir. Kerem maddî
ve manevî hiçbir ivaz beklememek ve maksat gütmemektir. Övülmek ümidi, iyi
görülmek niyeti de kereme uymaz. Fayda ve zararını fark etmeyen küçük bir
çocuğun eline bıçak vermek yakışık almadığından kereme terstir.
Allah’ın
lütfü ve ihsanı ümmetin günahkârları için umut kıblesidir. îhsan-ı İlâhî kulların
günahları ile kesilmez, hiçbir sebebe bağlı değildir. Allah’ın fiillerinin ve
takdirlerinin her birinde binlerce hikmet gizlidir ve bu hikmetler o fiilden
istifade edene aittir. Hakk’ın kendisiyle ilgisi yoktur, kemalini de artırmaz.
Cenab-ı Hak zaten kemal sıfatlarıyla muttasıftır. Onun için Allah’tan başka
kerîm yoktur, kerem O’na mahsustur. Hakk’ın her fiili mahlûkatı için hikmet ve
hayır doludur.
Bunun
bir örneği hâzık tabibin hastayı tedavi etmesi, ona ilaç vermesidir. Tedavinin
neticesi olan sıhhat ve tedavi olmazsa doğacak zararlar hastaya râcidir, tabibe
değil. Tabip ne hastanın sıhhatiyle kemal bulur, ne doğacak zararla zarar
görür. Tabibin kemali hastaya hastalığına göre gereken ilacı vermek ve tedavi
etmekle belli olur. Nefsanî hastalıkları güzel amellerle tedavi eden Hak Teâlâ
da mâsiyet hastalığından şifa bulan kullarının manevî sıhhatinden fayda görmez.
Amellerin terk edilmesiyle yani tedavinin bırakılmasıyla müzmin mâsiyetlerden
şifa bulamayan ve sonunda hakiki ölüm ve ayrılık cehenneminden kurtulamayan
suçluların zarar görmesinden mutazarrır olmaz. Burada fayda ve zarar ancak
kullara aittir. Bu yüzden her iki yönün de sebeplerini göstererek kudretini ve
hikmetini ispat eden Hak’tan başka kerîm olmadığı âşikârdır. Ondan başkasına
hacet arz etmek yakışıksız ve yersizdir.
Cüneyd
Bağdadî Hazretleri: “Kerîm seni arz-ı hacete muhtaç etmeyendir.” dedi.
Hârisî
Muhasibi Hazretleri: “Kerîm ihsan edeceği kimse hakkında kayırmayandır.” dedi.
Bazıları:
“Ümit edenlerini mahrum etmeyendir.” dediler.
Kerîm
şöyle târif edilmiştir: Bir suçluyu cezalandırmaya gücü yeterken affeden (âfi),
söz verdiği bir şeyi yerine getiren (vâfi), vermesi umut edilenden yüksek olan
(âlî), verdiği miktarı ve verdiği yeri önemsemeyen, kendisinden başkasına hacet
dilenmesine razı olan, cefaya uğradığında sebebini araştırmayan, lütfuna
sığınanları hayal kırıklığına uğratmayan kimseye kerîm denir. Bu sıfatlarla
sıfatlanan Allah’tan başkası olmaz. O halde O’nu geçmek yakışık alır mı?
Şu kadar var ki halka hacet arz etmek, Hak’tan gaflet
ederek istemek ve istediği kimseye güvenmek kulluğa ters düşer. Ama mahlûkatı
İlâhî lütfa sebep ve İlâhî inayete vesile tanıyarak, asıl verici Hak’tır inancı
olursa kulluğa ters düşmez.
Tehâlüfsuretâ mâni"değildir vahdete
asla
Olur
bir şahtan sürh-i sefid ü hâr u gülpeydâ
(Dış görünüşte değişiklik ve farklılık vahdete
engel olmaz. Bir daldan kırmızı, beyaz güller ve dikenler biter.)
Ey mürid, Allah’ın vermiş
olduğu bir haceti mâsivadan isteme. Kendinden ihtiyacı gideremeyen bir kimse,
başkasının ihtiyacını nasıl giderebilir?
Ref-i hâcet etme gayre kim anı mevrid
Hüdâ
Vâzı 'ı Hallâk olan bir şeyi ref etmez sivâ
Kendisinden ref-i hâcet etmeğe âciz olan
Gayriden mümkin mi olsun ref ine kudret-nümâ
(Allah’tan başkasına el açma, varılacak yer Hak’tır.
Yaratıcının koyduğu bir şeyi O’ndan başkası kaldıramaz. Kendisinin ihtiyacını
gidermeğe gücü olmayan, başkasınınkini giderebilir mi?)
Allah’ın
getirdiği bir ihtiyacı elbette O’ndan başkası gideremez. Çünkü tevhidin
kısımlarından biri de âlemde Allah’tan başka fâil olmadığını gösteren tevhid-i
efâldir. Bir şeyi koyan Allah olunca mâsiva onun kaldırıcısı, gidericisi
olamaz, insanın kendi ihtiyacını gidermeye gücü yetmezse, başkasının ihtiyacını
gidermesi düşünülemez. Çünkü insan en mükemmel varlıktır, kendisi her şeyden
önce gelir. O aciz kalırsa, muhtaç birine ihtiyaç arz etmek akla yakışmaz.
Nerde kaldı ki sülük erbabına yakışsın?
Sofiler dediler ki: “Mâsivaya güvenmek dâimi olmayan
kararsız bir şeye dayanmaktır. Her anda ve zamanda daima fazl ve ihsanda
bulunan dâim ve kadîm olan Hak’tır. Ancak O’na güvenilir, O’na dayanılır.”
Atâî Horasanî Hazretleri, Veheb bin Münebbih’ten
ezberlenebilecek bir hadis istedi. O da bunun üzerine şu hadis-i kudsîyi
söyledi:
“Ya
Davud, izzet ve celâlim hakkı için, bir insan mahlûku bırakıp da benden imdat
istediğinde, inancının doğruluğunu bilirsem, ona bütün kâinat düşmanlık ve hile
yapsalar da ben ona yine kurtuluş veririm. Ya Davud, azamet ve kemalim hakkı
için bir kimse beni bırakıp da başka kapıya sığınırsa, onun korunmasından bütün
sebepleri keserim. Kendisini helâk vadisine sokar, hüsrana uğratırım.”
Bu yüzden insana Cenab-ı Hakk’a güvenmeyi bırakıp dilenmek
haramdır. Çünkü nefse hakarettir.
Etmez tarîk-i Hak'ta olan halka ser-fürû
Eğmez minâre kametini bâd eserse de
(Hak yolunda olan yaratılmışlara baş eğmez. Minare ne kadar
rüzgâr esse de eğilmez.)
Ey mürid, Hakk’a
vasıflarından dolayı hüsnüzan etmezsen bari sana güzel muamelesinden dolayı
zannını güzelleştir. Zira sana yapmayı âdet ettiği ihsan ve inayetler, verdiği
nimetler sonsuzdur.
Kemâlinden için ger
eylemezsen hüsn-i zan Hakk’a
Cemâlinden için gel bâri kıl zannın güzel
cânâ
Sana ihsandan özge
etmedi bir şeyi çün âdet
Dahi nimetlerinden gayri bir şey etmedi isdâ
(Cenab-ı Hakk’a kemal vasıflarından ötürü hüsnüzan
beslemezsen, bari cemalinden dolayı O’na karşı zannını güzelleştir. Hak Teâlâ
sana iyilikten başka bir şey yapmadı, yapmaz da; nimetlerden başka bir şey de
vermedi.)
Cenab-ı
Hakk’a güzel zan beslemek yakîn ehlinin makamlarındandır. Bu hususta ehl-i tevhid
iki kısımdır: Hak Teâlâ’ya kemalinden dolayı hüsnüzan eden havas, nimetlerinden
fazl ve kereminden ötürü hüsnüzan eden avam. Bu iki makam arasındaki fark,
İkincilerde duyulan değişme korkusunun birinci kısımdakilerde olmamasıdır.
Çünkü birinci makamdakiler, kemal sıfatlarıyla muttasıf olan Hak Teâlâ’mn
mârifetini gerçekleştirmiş âriflerdir. Bunların gönlü yakîn nuru ile aydın ve
mutmain olduğundan nefsleri sükûnet bulmuştur; töhmete ve suizanna mecalleri
yoktur. İkinci makamdakiler tevhid-i efâl mertebesini henüz aşamamışlardır. Her
an değişen Allah’ın fiillerinde ruhanî kuvvetlerinin dayanamayacağı haller
ortaya çıktığında suizandan kurtulamazlar. Hakiki kemal ise faydalara
ulaştıran, zararları uzaklaşmanın ancak Hak Teâlâ olduğuna kesin imanla inanarak
hüsnüzan etmek ve mâsivaya yönelmemektir. Havas kadar olmasa bile hiç olmazsa
avam kadar hüsnüzan etmelidir ki, kulluk vazifesi yapılmış sayılsın.
Cenab-ı Hakk’ın sıfatlarına olan havassın hüsnüzanlarının
semeresi Hak muhabbetidir, tevekküldür ve sağlam itimattır. Hak Teâlâ’nın
muamelesine göre hüsnüzannın neticesi ise nimete şükürdür; ihsanını ve
mağfiretini beklemektir. Bu hüsnüzan ya dünya işinde yahut ahiret işinde olur.
Dünya işlerindeki hüsnüzan, insanın takdire uygun olan maksat ve menfaatlerini sebeplere
yapışsa da, yapışmasa da er geç Hak Teâlâ’nın yaratacağına güvenmektir. Hele
musibet zamanlarında daha ziyade mutmain olmaktır. İşte bu hüsnüzan, insana
beden ve gönül rahatı getirir, hâl ve istikbal emniyeti sağlar. Ahiret
işlerindeki hüsnüzan, güzel amellerin kabul edileceğini, karşılığında ecir
verileceğini kuvvetle ümit etmektir. Bu da amelleri çoğaltmayı ve
güzelleştirmeyi gerektirir.
Yahya bin Muaz Hazretleri: “Bir müridin Cenab-ı Hak’tan
umudu umutların en sağlamı, hüsnüzannı da zanların en doğrusudur.” buyurdu.
Abdülaziz Hazretleri de: “Cenab-ı Hakk’a hüsnüzan, olacak
ve olmayacak gibi evhamdan kurtulmaktan ibarettir.” buyurdu.
Hüsnüzannın en gerekli olduğu zaman ölüm sekeratı anıdır.
Çünkü: “Sizler Cenab-ı Hakk’a ancak hüsnüzan ederek vefat etmeye çalışın ”
mealinde Hazreti Câbir’den(ra) rivayet olunan bir hadis- i şerif
vardır ki Resulullah Efendimiz(sas) şu mealdeki ayeti okumuşlardı: “İşte
sizi Rabbinize beslediğiniz o zannınız helâke sürükledi. ” (Fussılet/23)
Ebu Talib Mekkî Hazretleri, Ibn Mesud’un(ra)
yemin ederek şunları anlattığını söylemiştir:
“Cenab-ı Hakk’a hüsnüzanla beslenen bir emeli Hak Teâlâ
ihsan eder. Çünkü hayır O’nun kudret elindedir. Mademki ona bu hüsnüzannı
vermiştir, umduğunu da vereceğine şüphe yoktur. Zira kendisine hüsnüzan olunan
Hak Teâlâ, o güzel zannın gerçekleşmesini dileyen de Hak Teâlâ’dır.”
Ebu
Said el-Hudrî(ra) şu mealde bir hadis-i şerif rivayet etmiştir:
Efendimiz(sas>
bir hastayı ziyaretinde sordular:
“Cenab-ı
Hakk’a olan zannın ne yoldadır?”
“Hüsnüzandır
ya Resulallah!”
“Her
nasıl istersen öyle zannet. Zira çaresizlerin imdadına yetişen Hak Teâlâ
kulunun zannı katindadır. ”buyuran
Efendimiz11 “Ene inde zann-ı abdı” yani “Ben kulumun zannı
katındayım. ” mealindeki hadis-i kudsîyi beyan buyurdular.
Ebu Hureyre’den(ra> rivayet edilen hadis-i
şerifte, güzel zannın güzel ibadetten doğduğu bildirilmiştir.
En
şaşılacak şey, kendinden asla ayrılmayan Allah’tan kaçıp bekası olmayan
mâsivayı istemektir.
Bu hâl gerçek körlüğün
kalbi kaplamasından meydana gelir.
Taaccüb şol kişiden ki kaçar ol Rabb-i
dâimden
Olur sonra talebkâr-ı fenâ-yı bî-beka hayfâ
Amâ-yı kalbi eyler işbu hâlet şüphesiz
isbat
Kör olmaz çünkü göz zâtında lâkin kalb olur âmâ
(Bâki olan Rabbinden kaçıp geçici olandan bir şey isteyen kişiye
şaşılır. Bu hâl onun kalbinin körlüğünün delilidir. Çünkü gözler değil kalpler
körleşir.)
Cenab-ı
Hak bize bizden yakındır ve ayrılması kabil değildir. Zira “Nerede olursanız
olun, Allah sizinle beraberdir. ” (Hadid/4) Başta sonda varılacak yer O’dur.
“Elbette gidilecek son yer Rabbindir. ” (Necm/42) Tabiî kesafetimizi
artıracak nefsanî şehvetlere düşkünlüklerle İlâhî huzurdan kaçıp uzaklaşmak, “O
nun vechinden başka her şey helâktedir. ” ayetinin anlamınca kalıcı olmayan
mâsivayı istemek, körlükten başka bir şey olamaz. Zira “Şüphesiz gözler kör
olmaz velâkin göğüslerdeki kalpler körleşir. ” (Hac/46) buyrulmuştur.
Ebedî
saadeti bir günlük dünyaya değişerek heves şarabıyla sarhoş olmak, basiret
gözünün körleştiğinin açık delilidir. Basar yani baş gözü kendi hissi
çevresiyle sınırlı olduğundan yalnız şekilleri ve suretleri algılayıp
görebilir. Basiret ise şekil ve suretleri var eden, ortaya çıkaran İlâhî nuru
müşahede eder. Görme duygusunun dışındaki maneviyatı görmek kalp gözüne
verilmiş bir özelliktir. Göz körlüğü bu suret âlemini görmeye nasıl engel ise,
manevî körlük de gerçek yüzünü müşahedeye manidir.
“Gözü
kaymadı” (Necrn!ayetinin sürmesiyle can
gözünü aydınlatmak; mal, menal sevgisini bırakıp melekût mihrabına yönelmekle
elde edilir. Bu yüzden anadan doğma manevî körlükten, âlem fezasının temaşa
sahasının görücülüğüne çıkılması şu ayetle emredilmiştir:
“Burada
kör olan ahir ette de kördür. ” (Isrâ/72)
Ey talib, bir şeyden diğer
bir şeye gidip durma. Yoksa devamlı yürüdüğü halde vardığı yer, başladığı yer
olan değirmen eşeği gibi olursun. Yaratılmışlardan Yaratıcı’ya yürü ki,
yaratılmışların tümünün varacağı yer Alemlerin Rabbi’dir.
Sakın bir kevnden bir kevne rıhlet eyleyip
durma
Hâr-ı tâhun-âsâ kim eder bir noktada deveran
Velî ekvandan kıl irtihal o Hâlıku ’l-Kevn
’e
O Rabbü’l-Izze’dir çün müntehâ-yı cümle-i ekvan
(Sakın bir oluştan bir oluşa yürüyüp durma. Çünkü su
değirmeni eşeği bir noktada dönüp durur. Yaratılmışlardan Yaratıcıya yürü.
Çünkü bütün yaratıkların son durağı O’dur.)
Bu
hikmet bütün kâinatın er geç Cenab-ı Hakk’a dönüp gideceğine delil olan şu
mealdeki ayetle bitmektedir: “Elbette gidilecek son yer Rabbindir. ”
(Necm/42) Çünkü âlem ve insan, yaratıcının gölgesi gibi izafi bir varlığa
sahiptir. Gölgenin varlığı, gölge sahibinin varlığına delil olduğu gibi, İlâhî
gölge olan âlem de Hakk’ın zatına ulaştıran bir burhandır. Hak varlığının nuru,
yaratılmış mazharlarda ne derece zâhir olmuşsa Hak Teâlâ ancak o kadar
bilinebilir, hakikati ve hüviyeti yönünden bilinemez. Bu yüzden Cenab-ı Hak bir
yönden mâlum, bir yönden meçhul kalmıştır. Bilinmesi yaratıklardaki zuhurudur,
bilinmezliği tecellilerinin sonsuzluğu bakımındandır. Ahadiyet mertebesinde
zatı mutlak hüviyetiyle kaimdir ki bu “Alemlerden ganîdir”sırrının
tecelli ettiği lâ-taayyün mertebesidir.
Hak
Teâlâ bu yönüyle idrak olunamazsa da, âlemde varlığının nuruyla ve bu zuhurun
sürekli olmasıyla idrak olunur. Mutlak varlığın nuru, zuhur ve mazharlar
bakımından sınırlı olduğu gibi, insanlık âlemi de O’nu idrak etmede mertebeler
itibariyle mahdut ve mukayyettir. Mesela yalnız taayyünata bakanlar yalnız
yaratılmışları görürler. Eşya suretlerinde tecelli gösteren ahadî varlığı
görenler ise yalnız yaratıcının vechini müşahede ederler. Yaratılmışlarla
yaratıcıyı birlikte gören sâlik, hakikî vâhidi iki yüzden görmüş olur. Bütün
kâinatın bir hakikatle belirdiğini lâkin ahadiyet sırrının nispetler ve
izafetlerle çoğaldığını bilen insan, ârif-i billâh olur.-
Fenâ
erbabı yaratılmışları yaratıcıda, beka ehli yaratıcıyı yaratılmışlarda müşahede
eder. Yaratılmışlarla uğraşıp yaratıcıdan gaflet eden ise bayağı his erbabıdır,
değirmenin dönmesi için kullanılan hayvan gibidir. Abidlerin ibadetleri de
yaratılmışlardan sayılır. Ameller Hakk’ın vechi gözetilmeyerek yapılırsa, halkı
görmekle karışık olursa bu ibadetler de yaratılmışlarda gezip dolaşmadan ibaret
olur; şeriatça kötü sayılır. Eğer ameller nefs mücahedesi ile riyadan temiz ve
yalnız İlâhî mükâfat kastı ve ahirette derecelere erişmek niyetiyle işlenirse
şeriatça makbuldür ama ârifler katında kötülenmiştir. Çünkü özel istekler de
yaratılmışlardan sayılır. Yaratılmışlar her ne kadar güzel ameller gibi nur
görünürse de, genellikle ağyar demektir. Amellerle mertebe kazanmayı, mükâfat
elde etmeyi istemek, Hak rızasına nefsânî emelleri tercih etmek demektir ki
değersizdir.
ibadet
ve ubudiyeti dünyevî hazlardan, uhrevî karşılıklardan kurtarmak ve Cenab-ı
Hakk’a tahsis etmek gerektir. Allah’ın kulu olmalısın, Hakk’ın huzuruna
yürümelisin, “Allaha kaçınız. ” (Zâriyat/50) sırrını gerçekleştirmeksin
ki değirmen eşeği olmaktan kurtulabilesin.
Râbiatü’l-Adeviyye Hazretleri şöyle münacat ederdi:
“Ey musibetin karanlık gecesinde, gizli yalvarışlarla
senden medet isteyen çaresizlere imdat eden Allah! Ben sana cennet şevkiyle ve
cehennem korkusuyla ibadet etmedim. Ancak kulluğumun vazifelerini yerine
getirdim.”
Yârab hemîşe lütfunu et
reh-nümâ bana
Gösterme ol tarîki gitmez sana bana
Ey mürid, Peygamber
Efendimizin şu hadisine dikkat et: “Her kimin niyeti Hakk’a ve Resulüne
hicret ise, onun gidişi Allah ve Resulünedir. Kimin maksadı dünya elde etmek ve
güzel kadınla evlenmek ise onun gidişi de dünya ve güzel kadınadır.
"Akim şuurun varsa bu hadis-i şerifin mânasını düşün ve anla.
Bak hadis-i Şeh-i
Kevneyn "e teemmül eyle
Ne buyurdu o kerem-kâm taakkul eyle
Niyyeti Hak ve Resûl-i
Hak olan hicretle
Bulur Allah ile peygamberi bu niyyetle
Hicreti devlet-i dünyâya
zen-i hüsnâya
Her kimin olsa bulur niyyeti üzre vâye
Anla bu kavl-i İmâm-ı
Resul’ü hoş ey dil
Kıl tefekkür anı sen oldun ise ger âkil
Bu hikmet bir önceki hikmetin tamamlayıcısıdır. Hikmette
geçen hadis-i şerifi Hz. Omer(ra) rivayet etmiştir. Hadisin
başlangıcı hikmette yazılmamıştır ki bu cümle şu mealdedir: “Ameller
şüphesiz niyetlere bağlıdır, insan için niyet ettiği fiil ve hareket hâsıl
olur. ”
Bundan, kabul edilmenin hüsn-i niyete bağlı olduğu
anlaşılmaktadır. Şu halde hicretten muradı Hak Teâlâ ve Resulü olan kimse
yaratılmışlardan yaratıcıya gitmiş olur yani isteği olan maksadına ulaşır. Bu,
hadis-i şerifte açıkça belirtilmiştir. Maksadı başka olan kimse yaratılmışlar
arasında dönüp dolaşır. Onun yaratıcıya gidenin eriştiği vuslattan ve
yakınlıktan nasibi yoktur. İşte düşünülecek yer burasıdır ve bu husus hadis-i
şerifte açıkça belirtilmemiş, dünya ve güzel kadınla işaret olunmuştur.
Sâlik her hâlükârda himmetini yüksek tutmalı, Hak Teâlâ’dan
başkasına yönelmemelidir.
Bayezid Bestamî Hazretlerinden birisi nasihat istemiş ve şu
cevabı almıştır: “Eğer sana arştan ferşe kadar bütün dünya verilse de yine
mâsivayı isteme!”
Süleyman
Dârânî Hazretleri dedi ki: “Benim iki rekât namazla cennet arasında tercih
hakkım olsa, namazı tercih ederim. Zira cennet benim, namaz ise Rabbimin rızası
içindir. Allah rızasını nefsimin rızasına üstün tutarım.”
Şiblî Hazretleri şöyle buyurmuştur: “Her ne
kadar; "Yiyiniz, içiniz...’ (Bakara/60) ayetiyle yemek, içmek
emredilmişse de yine Hakk’ın mekrinden çekinmek gerekir. Çünkü yemenin, içmenin
zâhiri ikramdır fakat bâtını imtihandır. Sâlik yemeyi ve içmeyi bırakmalı,
güzelce imtihan vererek manevî nimetlere ve tecellilere gark olmalıdır.”
Tecellî neşvesin ehl-i şikem idraki kabil
mi
Behişt andıkça zahid eki ü şurbun lezzetin söyler
(Yemeye düşkün olan kimse tecelli zevkinden ne
anlar? Zâhit cennetten ancak yemek-içmek anlar, cenneti o tatlarla anlatır.)
Hâli ve yaşayışı seni
Hakk’a yöneltmeyen, sözü Hak yolunu göstermeyen kimseyle arkadaşlık etme.
Sakın şol şahsile hem-bezm-i sohbet olma
ey derviş
Özü feyz-âver-i himmet sözü Allah ’a dâl olmaz
(Özü
feyiz vermeyen, sözü Allah’a götürmeyen kimseyle sakın arkadaş olma.)
Tarikatın
usullerinden biri de sohbettir. Her sâlikin bir mürşide bağlılığı ve bir de
şeyh sohbeti vardır. Sohbetin manevî faydaları çoktur, eskiden beri tarikat
ehli sohbette yetişir. Sohbetin faydalarından biri ve en büyüğü hâl olarak
feyiz vermesi, söz olarak Hakk’a delâlet etmesidir. Sözü dinleyeni istikamete
getiren, İlâhî vahdete sevk eden zatların himmetleri Hakk’a dönük, kalpleri
mâsiva alâkalarından kesik olur. Zaruri ihtiyaçlarında Hakk’a sığınırlar,
işlerinde Hakk’a tevekkül ederler. Fayda ve zararın yaratıcısının Hak Teâlâ
olduğunu idrak ettiklerinden insanlara önem ve değer vermezler. İlâhî fillerin
kendilerinden çıktığını bilen, iradelerini bırakan hakikat erbabıdırlar.
Amellerini şeriata uygun olarak yaparlar, ifrattan ve tefritten kaçındıkları
için nafile ibadetleri fazla olmazsa da, sohbetleri emniyet verir, akıbetleri
güzel olur.
Sohbet
hırsızdır, tabiat serpicidir. Sohbet edenin ahlâkının çok güzel olması şart
değildir. Çünkü çok güzel ahlâk kolay kolay bulunacak haslet değildir. Sohbet
ettiği kişilerden üstün olması, onlara olgunluk ifade edecek derecede bulunması
yeterlidir. Bu sıfatlarda olmayan, yapmacık davranış sahipleri güzel muamele
etmekten başka bir işe yaramazlar. Onların sohbetleri fayda değil, zarar
vereceğinden onlardan sakınmak ve saklanmak lazımdır.
Yusuf
bin Hüseyin Râzî Hazretleri şöyle buyurmuştur: “Bütün günahları yüklenmiş
olarak Allah’ın huzuruna varmak, zerre kadar, hatta zerreden de küçük yapmacık
ve gösterişle varmaktan daha hayırlıdır.”
Ariflerden birine, “Filan seni çok seviyor, her an seni
övüp duruyor!” dediler. Arif şöyle dedi: “Bilirim, o benim dostumdur. Fakat
düşmanlığı belli olan şeytanla günde bin defa karşılaşmayı, onunla bir kere
buluşmaktan daha az zararlı görürüm. Çünkü birbirimize yapmacık davranma sakıncası
vardır.”
Çünkü
insan övülmeyi sever, kötülenmekten nefret eder. Övülmek için yapmacıklı
davranır, kötülenmemek için hâlini güzel gösterir. Bu da ameli iptal eder,
istikbali mahveder. O yüzden böyle müdahene ve ikiyüzlülük yapanlardan ihlâs
erbabı çok korkarlar.
Süfyân Sevrî Hazretleri buyurdu: “insanlarla iç içe yaşayan
adam, müdâraya ve müdâra yüzünden riyaya mecbur olacağından selametle terakki
edemez ve en yüksek mertebeye varamaz.
Bazıları, kızgınlık, hoşnutluk, tamah ve heva zamanlarının
her birinde başka başka hâller takınan ve davranışlar sergileyen kimse ile
arkadaşlık etmeyi doğru bulmamışlardır. Çünkü bu hâller arkadaşlığın aslını da
değiştirecektir.
Sehl bin Abdullah Tüsterî
Hazretleri gafillerle, yüze gülücülerle ve cahil sofilerle sohbet etmeyi
yasaklamıştır. Bunlarla sohbet etmenin faydadan ziyade zarar getireceğini
söylemiştir. Davranışları madden ve mânen örnek olacak, sözleri dünyevî ve
uhrevî fayda ve mutluluk verecek olan mârifet ve fazilet sahipleriyle sohbet
edilmeli, arkadaşlık yapılmalıdır.
Akla
mağrûr olma Eflâtun-ı vakt olsan eğer
Bir edıb-i kâmili
gördükde tıfl-ı mekteb ol
(Eflatun gibi zamanının en
ileri fikirli, en yüksek akıllısı olsan bile aklınla gururlanma. Edepli ve
olgun bir kimse gördüğünde karşısında okul çocuğu gibi ol.)
Ey sâlik, bazen kötülükte
bulunabilirsin. Fakat hâli senden daha kötü biriyle arkadaşlık yapman sana o
kötülüğü iyilik olarak gösterir.
îsâet üzre de olsan yine madun
ile sohbet
Edip tezyin sû-i hâlin
ihsan gösterir elbet
(Kötülük yapmakta devam etsen de kendinden
aşağıda olanla arkadaşlık etme! Zira o senin kötülüklerini süsleyip sana iyilik
gibi gösterir.)
İnsan istifade edip faydalanmak için kendinden
daha üstün kimselere yakın olmalıdır. Akranıyla kendisi gibilerle arkadaş
olmak, fayda getirmezse de zararlı da olmaz. Lâkin hâl ve söz olarak kendinden
aşağı kimselerle arkadaşlık etmenin pek büyük zarar getireceğini bu hikmet
belirtiyor. Çünkü kendinden daha aşağı olanlar daima senin ayıbını saklar,
iyiliklerini gösterir; böylece seni memnun etmeye çalışır. Övmenin ve saygı
görmenin sarhoşu olursun, nefsine hüsnüzannın artar. Amelini de övdüğü için o
amellere kanaat edersin ve kalırsın, ilerleyemezsin. Terakkiye ve feyizlere
mani olduğu için hataların temeli budur.
İrfan sahipleriyle sohbet iki türlüdür:
1)
İrade
sohbeti: Müridin mürşidle olan sohbetidir. Bunun birtakım şartları vardır. Bu
şartların özeti müridin ölü yıkayıcının elindeki ölü gibi olmasıdır.
2)
Teberrük
sohbeti: Bu sohbet şartlara bağlı değildir. Yalnız sohbet edenin yolunda ve
meşrebinde olmayı amaçlar. Onun kıyafetini, duruşunu, hareketini takınarak “Kim
bir kavme benzerse, ondan sayılır. ” hadis-i şerifi gereğince benzemek
yoluyla feyizlerinden pay almaktır.
Her iki sohbette de maddî ve
manevî zararlardan uzak kalmak şarttır. Şeriat dairesi dışında arkadaşlığın ve
yakınlık kurmanın caiz olamayacağı âşikârdır.
Dünyayı terk eden zahidin kalbinden çıkan amel az olmaz. Mâsivaya
rağbet edenin gönlünden doğan amel çok olmaz.
Az
olmaz şol amel ki menşei zühd ü reşâdettir
Çok olmaz şol amel de
menba z dünyâya rağbettir
(Dünyaya rağbet etmemek ve doğru yoldan
sapmamaktan doğan amel az olmadığı gibi, kaynağı dünyayı sevmek olan amel çok
sayılmaz.)
Ameller kalbin haliyle değerlendirilir. Zühd ve
takva sahiplerinin amelleri az olursa da hakikatte çoktur, kuvvetlidir ve
sağlamdır. Dünya sevenlerin amelleri çok olsa da hakikatte pek az olur. Çünkü
zâhidler dünyayı terk etmişler, Rab rızasına rağbet etmişlerdir. Riya ve
gösteriş gibi ihlâsı gideren dinî afetlerden ve dünyevî karşılıklardan ameli
temizlemişlerdir. Bunların ameli ihlâs nuru ile aydın ve makbul olur, çoğalır.
Dünya isteyenlerin amelleri ise dünyevî maksatlar, beşerî karşılıklardan temiz
olamayacağından şüphesiz kabul görmez, reddedilir. Kabul edilmeyen ameller çok
olsa da azdır, değersizdir.
Hazreti Ali Efendimiz(ra):
“Amellerinizin makbul olması için yine amel etmek suretiyle özen gösterin.”
buyurmuştur.
Takva ile kabule ulaşan amel hiç az olmaz. Zira Cenab-ı Hak
ihlâsla yapılan mü’min ve muvahhidin zikrini çoklukla vasıflandırmış tır: “Ey
iman edenler, Allah z çok zikrederek zikredin.” (Ahzab/41)
Münafıkların zikrini, riya ve ihlâssızlıkla yapıldığından azlıkla târif
buyurmuştur: “İnsanlara gösteriş yaparlar ve Allah z az zikrederler.
” (Nisâ/142)
Ibn Mesud Hazretleri şöyle buyurdu: “Bir zâhid âlimin iki
rekât namazı, ibadet edicilerin kıyamete dek ibadetinden hayırlıdır.”
Ashab-ı kiramdan bazıları tâbiînden çok ibadet
edenlere: “Sizin çalışmalarınız ve ibadetleriniz sahabîlerin ibadetlerinden
fazlaysa da, yine onlar çok zâhid ve muttaki olduklarından dolayı sizden
hayırlıdır.” derdi.
Süleyman Dârânî Hazretleri anlatmıştır:
Mâruf Kerhî Hazretlerine sordular:
“Taat erbabı Cenab-ı Hakk’a ibadete nasıl
kudret bulur?”
Şu cevabı verdi:
“Gönüllerinden dünyayı ve dünya sevgisini
çıkarmakla! Kalbinde bir dünya emeli olduğu halde secde etse, secdesi sağlıklı
olmaz.”
Bazılarının ârif bir zata: “ibadet ediyorsam da
halâvetini bulamıyorum.” diyerek şikâyet etmesi üzerine Ebu Abdullah Karşî
Hazretleri dedi ki:
“Senin yanında İblis’in kızı
olan dünya vardır. Bir baba elbette kızını evinde ziyarete gelecektir. O ev de
senin kalbindir. Şeytanın kalbe girmesinin fesat getireceğinden şüphen var mı?
Dünya
Hak 'tan gafil edendir
Kumaş, deve, oğul ve
kadın değil
Amellerdeki güzellik, hâllerdeki güzelliğin
neticesidir. Hâllerin güzelliği ise, âriflerin gönlüne inen makamlarla
gerçekleşmenin semeresidir.
Menşe’-i hüsn-ı
ameldir hüsn-i hâl
Hüsn-i hâl de oldu âsâr-ı kemal
Güzel ameller, özel şartlarıyla, şeriat
edepleriyle, riyasız ve mâsiva bağlarından temiz olarak yapılan ibadetlerdir.
Güzel hâller, dünyevî hazla ve uhrevî sevapla ilgili olmayarak yalnızca kulluk
icabı yapılan ibadette kalbe dolan ihlâs, zühd ve takva ile hususîleşmektir.
İnen makamlarla gerçekleşmek ise manevî yönden zaman zaman gelen ilim ve
mârifetle kalbin kaplanmasıdır. Cennet arzusu, cehennem korkusu, mâsiva meyli
gibi ihlâsa engel olan halleri terk etmek hususunda kalbin sağlamlaşmasıdır.
İşte bu üç hâl sâliklerin
menzillerinin özetidir ve âriflerin mertebelerinin sonucudur. Bu makamlardan
her mertebede ilim, amel, hâl olmalı; bu üç meziyet ve kemal bulunmalıdır.
Çünkü ilim hâli, hâl de ameli doğurur. Bunlardan biri eksik olsa ilerleme
durur. Nasıl ki ağaç olmayan yerde dallar, dal bulunmayan ağaçta meyve olmazsa;
kalp zeminine irfan ağacı ekmeyen müridde hâl dalı olmaz. Hâl dalıyla
gerçekleşmeyen kimsede amel meyvesi bitmez.
Ameller meyve, ahvâl
oldu agsân
Topu eşcar-ı irfandan nümâyan
(Haller dal, meyveler ise amellerdir. Hepsi
de irfan ağacından ortaya çıkıp görünür.)
Allah’ı zikrederken kalp huzurunu
bulamazsan da zikri bırakma. Zira zikirden gafil olmak, zikir vaktindeki
gafletten daha beterdir. Cenab-ı Hak seni gafletle zikirden yakaza zikrine
ulaştırır, uyanık haldeki zikirden huzur zikrine yükseltir ve kalp huzuru ile
yapdan zikirden mâsivayı unutarak yapdan zikre eriştirir. Bu Cenab-ı Hak için
zor değildir.
Bulmuyorsan da yine ey
dil huzur
Zikr-i Mevlâ 'dan sakın sen olma dur
Zikr-i Hak’tan gafil
olmak bir zaman
Zikr-i Hak ’ta gaflet etmekten yaman
Çün Hüdâ gafletle
zikrinden sana
intibah üzre eder zikrin atâ
Zikrederken de
teyakkuz üzre sen
Hak sana eyler huzur-ı kalbi men
Zikr-iMevlâ’da huzur-ı
kalb ile
Mâsiva ul-mezkûru kalbinden sile
işbu ihsân-ı ilâhı
işbu hâl
Olmadı Allah için asla muhâl
Cenab-ı Hakk’a vuslat için en kısa yol
zikrullahtır. Zikir velilik beratıdır ve veliliğinin alâmetidir. Zikre muvaffak
olanlar velilik beratıyla şereflenir ve zikri olmayanlar yoldan atılıp
kovulurlar.
Ebu
Kasım Kuşeyrî Hazretleri şöyle buyurmuştur: “Zikir, veliliğin unvanı ve
hidayetin nurudur. Zikir, irade ve ihlâsı gerçekleştirir, başlangıçtaki hâlin
sıhhat ve selâmete ulaşmasını sağlar. Zikir son hâlin sefasına kılavuz olur.
Zikir en yüce maksada erişme yoludur.”
Özetle bütün güzel hâllerin sonu zikir olduğu gibi
başlangıcı da zikirdir. Zikrin üstünlüklerine ve bu hususta gelen ayet ve
hadislere son yoktur.
“Ey kullarım, beni ihlâs diliyle zikredin ki ben de sizi
kudret diliyle zikredeyim, yani lütuf ve ihsanla size tecelli edeyim. " (Bakara/152)
Hadis-i kudsî:
“Ben azîmüşşan kulumun bana olan zannı katındayım. Yani
bana her ne zannerderse onu yaratırım ve beni zikrettiği vakitte kulumla
beraberim. Eğer beni gizli zikrederse, ben de onu gizli zikrederim. Eğer beni
insanların büyükleri içinde zikrederse, ben de kulumu insanlardan daha hayırlı
olan mukarreb melekler içerisinde zikrederim. Eğer kulum bana bir karış
yaklaşırsa, ben ona bir arşın, bir arşın yaklaşırsa ben ona bir kulaç
yaklaşırım. Bana yürüyerek gelirse, ben ona koşarak varırım. Yani bana zikir
ile yaklaşmak isteyenler için aradan imkân hicabını kaldırarak onlara yaklaşır
ve tecellilerin nurunu arz eylerim. "
Zikrin vakte bağlı olmaması, her an ve her zaman kulun
zikrullah ile mesul ve mükellef olması zikrin özelliklerindendir.
İbn
Abbas(ra> buyurdu: “Cenab-ı Hak kullarına emrettiği farzları
sınırlayıp belli etti. Yükümlü mâzur ise özrünü kabul ederek lütuf dairesini
genişletti. Fakat zikir için bir sınır koymadı. Akıldan mahrum olanlardan başka
hiçbir kimseyi zikri terk etmede mâzur görmedi. Mümkün olan hâllerin topunda
çokça zikretmeyi emretti. Herkesi zikirle yükümlü kıldı ve bununla ilgili
ayetler indirdi.”
“Allah'ı ayakta, oturarak ve yanlarınızın üzerinde
zikrediniz. ”(Nisâ/103)
“Ey iman edenler, Allah'ı çok zikretmekle zikrediniz." (Ahzab/41)
İmam Mücâhid Hazretleri şöyle buyurmuştur: “Çok zikirden
murad, Cenab-ı Hakk’ı ebediyen unutmamaktır.”
“Allah 'ı o kadar çok zikredin ki, sizi görenler deli
desinler. " (Hadis-i şerif)
Şu halde iman ehline lazım olan bütün hâllerinde Allah’ı
çok zikretmek, zikrin feyzine gark olarak bütün vakitlerini gaflet şirklerinden
temizlemektir.
Zikir sırasında gelen gaflet, zikirden gaflet etmeye göre
ehven olduğundan hiçbir şey zikri bırakmaya sebep olmamalıdır. Çünkü zikri
bırakmak Cenab-ı Hak’tan kalp ve dil olarak uzaklaşmayı getirir. Kalp her ne
kadar gafil olursa da yine dil ile zikre devam etmek, sonunda uyanıklığı
sağlar. İşte bu hâldeki zikir akıllıların işidir. Uyanık olarak zikir ise, kalp
huzuru ile yapılan zikre eriştirir. Bu zikir de âlimlerin zikridir. Huzur nuru
ile yapılan zikir, müridi mâsivadan kaybolarak yapılan zikre erdirir ve
beka-billah sırrını açar. Bu yüksek evliyaların mertebesidir.
“Rabbini unuttuğunda zikret. ” (Kehf/24) ayeti; mâsivayı unuttuğun vakitte zikret ki,
hakiki zikri gerçekleştirmiş olasın anlamındadır. Onun için veliliğin son
mertebesini gösterir. Bu yüksek makamda dil ile zikir kesilir, kaybolur. Mürid
hakkanî varlıkta mahvolup kendinden geçer. O zaman kalbi Hakk’ın tecelli yeri
olur ve kalp sahibi mâsivadan geçmeyi başarır.
Yüksek âriflere mahsus olan bu vahdet makamında zikir de
mâsivadan sayılır. Çünkü mürid bu makamda zikrin ve tevhidin aynı olur. O
yüzden dil zikri kasıtsız olarak, kendiliğinden zuhur eder. Bu fâni müride
hulûl ve ittihat asla vaki olmaz, yalnız Hakk’ın hikmeti ve kudreti yetişip
inayet ederek Bâkî Allah varlık izhar eder. O mürid artık Hakk’ın diliyle
konuşur, Hakk’ın eliyle tutar ve alır, Hakk’ın duyması ile duyar, Hakk’ın
görmesiyle görür. Onun bütün azası Hakk’ın emrine gireceğinden Hakk’ın zikrinde
tekellüften temizlenir, ibadetlerde ve taatlerde zahmet ve meşakkatten
kurtulur. “Bu Allah’ın bir fazlıdır, dilediğine verir. ”
İmam Vâsıtî Hazretlerinin; “Zikir ehli, Hakk’ın zikrini
unutanlardan ziyade gafildir ve ikan mahrumudur.” buyurması, bu beka mertebesinde
zikrin de mâsiva olduğunu belirtir. Vecd ve hâl erbabının bu mertebesi, sülük
ve mârifet sahipleri için zevk, ilim olarak ve fazilet erbabı için itikat
olarak bilinebilir. O yüzden bu hususta inkâr vadisine sapıp dalalete
düşülmemelidir. İşte bunu tembih etmek için hikmet ibaresine şu ayet
alınmıştır: “Bu Allah için zor değildir. ” (İbrahim/20)
Vahdet konukevine erişmiş olan yüce
Peygamberimiz Efendimiz'"’ bu hakikate kurb-ı nevâfil ve kurb-ı ferâizle
ilgili meşhur hadis-i şerifiyle işaret buyurmuştur.
Ey mürid, işlemediğin
amellere üzülmemen ve işlediğin günahlara pişman olmaman, kalbinin ölmüş
olduğunu gösterir.
Gönül ölmüş ise etmez
teessüffevt-i tâate
Peşîmanlık dahi göstermez asla fi’l-i
zellâta
(Ölmüş olan gönül kaçırdığı ibadetlere üzülmez, yaptığı
hatalara asla pişman olmaz.)
Taatsizlikten dolayı üzülmemek ve günahlardan ötürü pişman
olmamak kalbin ölmesinin alâmeti olunca, güzel amellerden memnun, kötü
hâllerden kederli olmak da mârifet nuruyla kalbin aydınlanmış olduğuna delil
sayılır. Bu yüzden şöyle buyurmuşlardır: “Her kim hasenesiyle sevinir,
seyyiesiyle üzülürse mü’min-i kâmil olur.”
Kalbin
ölü ve diri oluşunun iyi ve kötü amellerden anlaşılmasının hikmeti, amelin ya
İlâhî rıza veya İlâhî gazabın varlığına delâlet etmesidir. Zira Cenab-ı Hak bir
mü’mini güzel amellere muvaffak ederse, bu hâl Hak rızasının alâmeti olduğundan
sevinç doğurur. Bu hâlde kulluğun iki kanadı olan havf ve recâdan, recâ yönü
korkuya üstün gelir.
Eğer o imanlı kimseyi Hak Teâlâ korumazsa, o kimse günah işlemeye
cesaret eder ki bu Hakk’ın gücenmesinin sonucudur; o yüzden keder ve hüzün
verir. Bu takdirde havf, recâ üzerine galip olur.z İyi amelin
sevinç, kötü fiillerin keder doğurması evliyanın hâlidir.
Abdullah bin Mesud Hazretlerinden rivayet edilen aşağıdaki
hadis-i şerif irade sahiplerinin hâlini ve alâmetini pek güzel tasvir
etmektedir:
Bir gün Resulullah’ın(sas) huzurunda iken birden
muhterem bir zat göründü. Bizi görünce devesini çöktürüp bize doğru yürüdü.
Resulullah Efendimizin*"’ önüne gelip edeple:
“Ya Resulallah, dokuz günlük yoldan geliyorum. Altı gündür
meşakkat içinde beni rahatsız edip uyutmayan iki meseleyi sormak için susuz,
uykusuz yolculuk yaptım.” dedi.
Resulullah1’:
“Sen kimsin?”
buyurdular.
“Zeyd el-Hayl!” diye cevap verdi. Peygamber Efendimiz:
“Hayır, Zeyd el-Hayr’sın! Ben çok müşkül işleri çözdüm. Sen
de müşkülünü söyle bakalım!" buyurdu.
Zeyd bunun üzerine Allah’ın, haklarında hayır dilediği ve
dilemediği kimselerin sıfatlarını ve bunun alâmetlerinin ne olduğunu sordu.
Efendimiz adamın sualini güzel bulup takdir ettikten sonra,
ona geceyi nasıl geçirdiğini sordu. Adam cevaben dedi ki:
“iyiliği, iyilik yapmayı ve iyilik edenleri severek, hayır
ve hasenattan bir şey yapamadığım için üzülerek, az çok sâlih bir amel
işlediğimde sevabına inanıp sevinerek sabahladım.”
Bunun üzerine Resulullah*15’ Efendimiz şöyle
buyurdular:
“İşte sorunun tam cevabı da budur. Sen Allah "m
hakkında hayır dilediği kimsesin. Eğer Cenab-ı Hak senin hakkında hayır değil
de şer dilemiş olsaydı, seni ona hazırlardı, sen de ona göre hareket ederdin. O
zaman hangi vadide helâk olursan, ona da aldırmazdı. ”
Bunu işiten Zeyd, bu cevabın kendisine
yettiğini, meselesinin halledildiğini beyan etti ve dönüp yoluna gitti.
Erbâb-ı şuhûdun sühanı
keşf-i hikemdir
Makbûl-i sanâdîd-i
sühandân-ı ümemdir
(Basiret sahiplerinin sözü
hikmetlidir, ümmetin büyüklerince beğenilir.)
Ey günahkâr, günahını
hüsnüzannını engelleyecek derecede gözünde büyütme. Arifler Hakk’ın af ve
keremine karşı günahlarını küçük görürler.
Hüsn-i zandan Hazreti Hakk’a seni men etmesin
Cürm ü isyânın ne rütbe olsa da zenb-i kebîr
Mârifetle kalbini tezyin eden ehl-i kemâl
Zenbini aff-ı Hüdâ’ya karşı addeyler sağır
Günah işleyenler günahlarını iki yönden büyük sayarlar:
Pişmanlık ve tövbeye sebep olması ve yeis ve umutsuzluk doğurması. Birinci
cihet tövbeye devam etmeyi, Cenab-ı Hakk’a dönüp sığınmayı gerektirdiğinden
güzel ve muteberdir, iman eserlerindendir.
Ibn Mesud Hazretleri'1’: “Bir mü’min işlediği
günahları üzerine yıkılacak kadar korkunç bir dağ gibi görür. Münafıksa onu
üzerine konmuş da hareket edince uçup gidecek bir sinek gibi küçümser.”
buyurdu.
Denilmiştir
ki: “Taat küçük görüldükçe büyür, mâsiyet büyütüldükçe küçülür.”
İkinci
cihet İlâhî rahmetten mahrumluk getireceği ve imanı bozacağından ötürü kötüdür
ve günahın kendisinden bile şerlidir. Bu umutsuzluk Hak Teâlâ’nın cömertliğini
ve keremini bilmemektir. Bütün âlemlerin günahları toplansa, rahmet deryası
yanında bir damla bile olamayacağı halde İlâhî rahmeti daraltmaktır. İtaat
edenlerin ibadetinden faydalanmayan, isyan edenlerin mâsiyetlerinden zarar
görmeyen Cenab-ı Hakk’ın azametini, sınırlı akıl ve idrak ile ölçmektir.
Hakk’ın büyüklüğünü beşerî hâllere benzetmek gibi ahmakça ve şeytanca bir
cesarettir. Eğer bir mürid, mağfiret etmek için bahane arayan Cenab-ı Hakk’ın
cemal sıfatlarını bilse, mârifet nuru ile aydınlanıp ârif-i billâh olsa,
elbette Allah’ın sonsuz fazlına ve keremine karşı günahını küçümser, mağfiretin
genişliğine göre suç ve günahlarını hor görür de İlâhî affa uğramayacak hiçbir
günah tasavvur edemez. Bununla birlikte âlemde bu geniş rahmet ve mağfirete ve
Peygamber Efendimizin umumi şefaatine mazhar olmak üzere günah işlemeyi âdet
eden bir fırkanın da olması hikmet gereğidir. Zira şu mealde hadisler vardır:
“Siz günah işlemeseniz, Cenab-ı Hak istiğfar edecek ve
mağfiret olunacak günahkâr bir kavmi sizin yerinize getirirdi.”
“Benim
şefaatim, ümmetimin büyük günah işleyenlerine mahsustur. ”
Bu
hadisler işte bu İlâhî hikmeti açıklayıp yorumlamaktadır.
Şeyh Ebi Haşan Şâzelî Hazretlerine biri gelip etrafında
bazı günahların işlendiğini çok garip görerek anlatınca, Şeyh Hazretleri çok
şaşarak:
“Acaba
sen Cenab-ı Hakk’ın mülkü olan bu âlemde isyan olmamasını mı istiyorsun? Hiç
günah işlenmemesini mi arzu ediyorsun? Hâlbuki Allah’ın ülkesinde günah
olmamasını arzu etmek, Cenab-ı Hakk’ın mağfiretinin, Muhammedi şefaatin
olmamasını istemek demektir. Bu, hikmete uygun düşmez. Zira çok günahkâr vardır
ki sayısız günah işlediği hâlde yine affa ve mağfirete nâil olur.” demiştir.
Hikmetin neticesi mâsiyete teşvik değil, rahmet deryasının
dairesini genişletmektir. Çünkü haddinden ziyade büyütülen günahlar,
mağfiretten umut kesmeyi getirir ki bu küfürdür. İman gereği ise havf ve recâ
arasında Cenab-ı Hakk’a dönerek af dilemektir. Zira kendini kusursuz görmek de
caiz değildir; ameli bozar, ucba düşürür, yani kendini beğenmeye sebep olur. Bu
hususta şu hadis-i şerif vardır; “Bir mü ’min için günah, ucbdan hayırlı
olmasaydı; Cenab-ı Hak bir mü ’min ile günahının arasını asla boş bırakmazdı.”
Ucb ehli (kendini beğenenler) daima nefslerine bakarlar ve
ibadetlerini önemseyip büyük görürler. Günah işleyenler ise her zaman korku ve
ümit arasında dönüp dururlar. Kul ile Rab arasında en büyük perde ucbdur. Ucbun
tek engelleyicisi günahkârlık düşüncesidir. Çünkü kendini beğenmek insanı
Rahman yanından isyan vadisine, günahkârlık düşüncesi ise isyan vadisinden affa
ve Rahman tarafına çevirir. Ucb nefs ve heva yönüne, günahlar Mevlâ yanma
meyletmenin sebebidir. Kendini beğenmek ihtiyaçsızlığa, kibirlenmeye sebep
olur. Günahlar acze ve yokluğa götürür. Kulluğa yakışan Rabbine ihtiyaç ve
yokluk arz etmek; iman ehline düşen, Hakk’a döndüren ve kavuşturan hâlleri
gerçekleştirmek ve orada durmaktır.
Sen
heman eyle hulûs ile rücû ’
Afv-i Bârı bulur elbette
vuku’
Ey günahkâr, Cenab-ı Hak sana adaletiyle muamele ederse, küçük
günah diye bir şey olmaz.
Lütfuyla
muamele ederse, hiçbir günah büyük olmaz.
Adl-i
Hakk’a karşı yok zenb-i sağır
Fazlına nisbetle de olmaz
kebîr
Sagîre denilen küçük
günahlar, küfür, şirk ve kebîre denilen büyük günahların maadası olan
günahlardır. Kebâir veya kebîre denilen büyük günahlar, adam öldürmek, zina,
yalan yere yemin, yalancı şahitlik, ana babaya isyan, hırsızlık, içki içmek
gibi günahlardır.
İlâhî sıfatların hükmü ortaya çıkarsa,
ameller ortadan kalkar.- Eğer mutlak âdil olan Hak Teâlâ Hazretlerinin gazap
ettiği, buğz ettiği isyancılara karşı “Adi” yani adalet sıfatı zuhur ederse
yapmış oldukları iyi ameller derhal bâtıl olur, küçük günahları büyüğe döner.
Çünkü adalet, Cenab-ı Hakk’ın mülkünde dilediği gibi tasarruf etmesinden
ibarettir. Eğer sevdiği iman ehli hakkında fazlı ve keremiyle muamele ederse
işledikleri küçük günahlar mahvolur, büyük günahlar küçülür. Zira fazlı,
karşılıksız vermekten ibarettir.
Yahya bin Muaz Hazretlerinin,
“Eğer Cenab-ı Hak isyan edenlere adaletiyle muamele ederse, onlar için hiçbir
güzel amel kalmaz. Fazlına nâil olabilirlerse, asla kötü amel kalmaz.”
buyurması bu hikmeti açıklar.
Bu Hazret münâcatında şöyle niyaz ederdi:
“Yarabbi, eğer beni seversen insanlık hâli olan günahlarımı mağfiret edersin.
Eğer beni dergâhından reddedersen, hasenatımı kabul etmezsin.”
Şeyh Ebu’l-Hasan Şazelî
Hazretleri “Hizbü’l-Berr” adlı virdinde ne güzel münâcat etmiştir: “Yarabbi,
benim seyyiâtımı makbul kullarının seyyiâtı gibi kıl, hasenâtımı
reddettiklerinin hasenâtı gibi kılma. Zira iyilik sen kabul etmediğin hâlde
menfaat vermez; kötülük senin muhabbetinle birlikte zararlı olmaz.”
Müstaid
kıl yogise lûtfuna istidâdım
Sana yokluk mu var ey
şâh-ı kerem-mutâdım
Ey
talip, senin küçümsediğin amel, kalbinin düzelip dirilmesi bakımından en güzel
ameldir.
Her
hangi amel ki nazarında ola nâçiz
Şâyân-ı kabûl andan iyi
bir amel olmaz
Değer vermediğin, küçük ve
hor gördüğün amel kadar kabul edilmesi umulan hiçbir amel yoktur. Zira ameli
görmek, Hakk’ı müşahedeye engel olur, ibadeti görmemek küçük görmek feyiz
sağlar; lütfa sebep olur. Amellere değer verildikçe amelin esiri olunur. Ameli
görmedikçe
Rab dergâhına yaklaşılır. Amelin kabul edilmesinin şartı
onu görmemek ve değer vermemektir. Hakk’ın kulluğunda kusurlu olduğunu bilmek
ve kusuru görmek gerektir.
Şu hâlde mürid, kulluğa ve ibadete muvaffak edenin Hak
Teâlâ olduğunu bilmeli, ameline önem ve değer vermemelidir. Yüksek bir makama
erişmeye ibadetin sebep olmadığını idrak ederek ameline güvenmemelidir. Eğer
tersine ameline itibar ederse, amelinin boşa gitmesine sebep olan kendini
beğenmişliğin hücumuna uğrar ve hüsranlarda yuvarlanır, “Dünyayı da, ah ir
eti de kaybeder. ” (Hac/11)
Ebu
Süleyman Dârânî Hazretleri, “Ben bir amelimi güzel bulmadım ki, karşılığında
ecir bekleyeyim.” buyururdu.
İmam Zeynel Abidin (Ali bin Hüseyin) Hazretleri de: “Değer
verilen herhangi bir amel kabul edilmez, itibar edilmeyen amel ise elbette
makbul olur.” buyurmuştur.
Bazı
âriflere “Amelin kabulünün alâmeti nedir?” diye sorulduğunda; “Ameli unutmak ve
değer vermemektir.” cevabını vermişler ve buna şu mealdeki ayeti delil
göstermişlerdir: “Güzel sözler O'na yükselir, o sözleri de güzel ameller
yükseltir.” (Fâtır/10) Çünkü salih amelin kabule yükselmesinin alâmeti
kulun nezdinde kalmamasıdır. Mademki bir amele itibar edilmektedir, o amel
itibar bağıyla bağlıdır, nasıl yükselebilsin?
Dervişe lazım olan amelini unutup İlâhî fazlı
gözlemek; suçunu, kusurunu itiraf edip kendini beğenmişlikten ve gururdan uzak
olmaktır.
Azâzil olmasaydı şânına
mağrur u müstekbir
D er-i dîvân-ı Mevlâ dan acep matrûd olur
muydu
(İblis gururlanıp kibirlenmeseydi, Mevlâ
dergâhının kapısından kovulur muydu?)
Ey mürid, Cenab-ı Hak seni
huzuruna kabul etmek için feyizlerinden bir varideyi sana vesile olarak ihsan
eder.
Sana bir feyzi îrâd
etmesinde hikmet-i Mevlâ
Senin olfeyz ile dergâhına ancak vürudundur
“Varide”
tasavvuf dilinde kalbe rabbani maârif ve ruhanî letâiften gelen hâllerdir ki
mürid onunla göğüs genişliği ve kalp aydınlığı elde eder. Hakkı hak, bâtılı
bâtıl olarak görür de ahadiyet dergâhına ve Hazret huzuruna girmeye salahiyet
kazanır. Zira Hakk’ın huzuruna dünyevî garazlarla, nefsanî şehvetlerle kalbi
kararmış olanlar giremez.
îhlâslı kalp sahipleri ise Hakk’ın tecellileriyle nurlanmış
ve “Allah bes bâkî heves”2 şarabından neşe bulmuşlardır. Bu vârid
yani feyiz, Rabb’in huzurunun yolunu göstermek için, karşılayıcı olarak
gönderilmiş ışıktır. İşte buna şu hadis-i şerif eşsiz bir delildir:
“Her ne kadar müftüler sana fetva vermiş ve
yol gösteren çok olmuşsa da, sen her işi Allah'ın ilham yeri olan kalbinden
sor, ondan fetva iste. ”
Ne istersen yürü var
andan iste
Hüdâ ’nın ulu dergâhı gönüldür
Ey mürid, Cenab-ı Hakk’ın
sana feyiz vermesi, seni ağyar olan dünyevî garazların esaretinden ve nefsânî
şehvet kulluğundan kurtarmak, hür kılmak içindir.
Mevrid-i feyz ü
tecellî eyledi Mevlâ seni
Pençe-i ağyârdan tahlîs ü hür etmek için
“Ağyar” dünya garazlarından ve şehvet eserlerinden
ibarettir. Muhabbet ve tecelli cazibesiyle çekilip cilalanmayan bir kalp
elbette garazların esiri ve şehvetlerin kölesi olur. Kalbi dünya maksatlarından
ve nefs şehvetlerinden kurtararak sahibini özgür kılacak hâl ise, yalnız Hak
Teâlâ’nın tecellisidir. Tecelliler ve feyizler kalbe geldiğinde kalbi zapt eden
ağyarın karanlığı gider, kaybolur. Vâridat ve tecellilere mazhar olmayan
müridler ise mâsivanın kölesi olduklarından hürriyet şerefinden mahrum kalır,
Hak ve hakikatten gafil olur.
Cenab-ı Hak kuluna vâridat
ve tecelli ihsan ederek manevî esirlikten kurtarır. Kendisinden başkasının
ortaklığını ve nasibini keserek kendi zatına tahsis eder. İşte bu hikmet
gerçeğini, şu ayet-i kerime ifade eder: “Birbiriyle çekişen birçok
ortakların sahip olduğu bir köle ile sadece bir kişiye ait olan bir köleyi
Allah örnek olarak gösterir. Bu ikisi eşit olabilir mi?” (Zümer/29)
Arif isen ol perde
ber-endâz-ı hafâya
Tâ kim olasın mahrem halvet-geh-i mâna
(Arif isen gizlilik perdesini aradan kaldır
ki, mana dergâhına giresin.)
Ey sâlik, Cenab-ı Hak seni
tabiat hapishanesinden ve varlık bağından çıkarıp müşahede fezasına yükseltmek
için feyizlendirdi.
Şâhid-i irfanına etti
seni Hak cilvegâh
Sicn-i hestîden fezâ-yı vahdete ihrâc için
Varlık hapishanesi Hak şuhûduna engel olan
beşerî tabiatın sıfatıdır. Hapishane nasıl mahpus olan suçluyu şahsî
hürriyetten engellerse, bu tabiî sıfat da tabiatına yenilen müridleri müşahede
fezasına çıkmaktan ve gerçek özgürlükten öyle engeller.
Şuhûdun fezaya benzetilmesi, şuhûd zamanında
cemal müşahedesine mani olacak bir şeyin olmamasından dolayıdır. Bazı
muhakkıklar: “Hapishane nefs-i emmaredir yani tabii duygulardır. İnsan ne zaman
ona esir olmaktan kurtulursa, ebedî rahat ve nimetlere erişir.” dedi.
Sâlikîn Hak yolunda bu üç hikmette belirtilen vâridelere
sırasıyla erişmelidir ki hakikat menziline varabilsin. Çünkü bundan önceki iki
hikmetin birincisinde, vâride müridi Hakk’ın kulluğuna sevk eder. Mürid
kulluğun gereği olarak ibadet ve mücahedelerle meşgul olur, fakat yine tabiî
vasıflar ve nefs şehvetleri ihlâsı kaybettirebilir. Bu halde ikinci hikmetteki
vâride ile İlâhî tecelliye muhtaçtır, ikinci tecelli müridi ihlâsa kavuşturur.
Ama bazen ihlâsına güvenir ve keşfine meyleder ki bu bâtıldır. O yüzden Cenab-ı
Hak bu müride üçüncü hikmetteki vâride ile tecelli eder. Bu tecelli ile onu,
nefsi ve halkı görmekten kendi müşahedesine yükseltir.
İşte şu hadis-i şerif bu hikmeti gösterir: “Senin
varlığın başka günahlarla kıyaslanamayacak kadar büyük bir günahtır. ”
Bu üç
vârideye nâil olan mürid; ef âl, sıfat ve zat tecellilerini gerçekleştirmiştir.
Ariflerin
sultanı Bayezid Bestamî’nin:
“Yarabbi,
senin huzuruna nasıl varayım?” münâcatına Cenab-ı Hak:
“Ey Bayezid, varlığını terk etmedikçe bana vâsıl olamazsın,
varlığını bırak öyle gel!” buyurmuştur.
Nurlar
kalpleri ve sırları Cenab-ı Hakk’a ulaştıran bineklerdir.
Envâr ile vâsıl olur
Allah’a olanlar
Vicdân ü dilin çün bineği nûr-ı Hüdâ ’dır
“Nur” maddî ve manevî rü’yet vasıtası olan tecelli
eserleridir. Basar yani baş gözü için maddî nurlar eşyayı görmek için vasıta
olduğu gibi, zikirler ve riyazetlerden hâsıl olan manevî nurlar da kalp gözü
yani basiret için esmâ ve sıfat hakikatlerinin açılmasına sebep olur.
Ayrıca nur, İlâhî zatın aynı olup varlıkların ortaya
çıkmasını sağlar. “Allah göklerin ve yerin nurudur. ” (Nûr/35)
ayetindeki nuru hakiki varlık olarak anlayan sofiler bütün kâinatı aynadaki
yansımalar gibi görürler ve bu akislerin gölge ve hayal olduğunu söylerler.
Gölgeyi gösterenin güneş ışığı olduğu, ışık olmadan gölgeyi görmek mümkün
olmadığı gibi, hakiki varlık nurunun yansıması olan bu kâinatı bize gösteren de
Cenab-ı Hak’tır. Cenab-ı Hak olmasa âlem de olmazdı derler. Göklerin ve yerin
ortaya çıkmasına sebep olan ve insanın görmesini sağlayan nur, Hak varlığının
nurunun nurudur. “Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığını görmedin mi! Dileseydi
onu elbet hareketsiz kılardı. Sonra güneşi o gölgeye delil kıldık. ”
(Furkan/45) ayeti bu manayı açıklar.
Hikmetteki
nurdan murad ise Cenab-ı Hakk’ın âriflerin kalplerine bıraktığı mârifet ve
tecelli ışığıdır. Işığın hızına bakılırsa, nurları kalp sırrını binek yapan
âriflerin bir anda uzak diyarlardaki olayları keşfetmesine ve görmesine
şaşılmaz. Artık bu mübareklerin bedenleri, ruhlarına ve kalplerine tâbidir.
Bunlar hiçbir zaman ruhları bedenlerinde mahpus olan insanlara benzemezler. Sır
kalbin bâtınıdır ki, buna vicdan diyoruz. Bu da kalpteki rahmani latife ile
yorumlanır. Onun için tasavvuf ıstılahında sır ile kalp bir değildir.
Kalplerin ve sırların sahipleri, asıl maksat olan Hak
vahdethanesine mârifet nurlarıyla ulaşırlar. Nur bineklerine binemeyenler ise
tabiatın korkunç vadisinde kalır, vuslat mutluluğundan mahrum olup giderler.
Karanlık kötü nefsin
askeri olduğu gibi, nur da kalbin ordusudur. Cenab-ı Hak kuluna yardım etmek
dilerse, nur ordusuyla imdat eder; karanlığın ve mâsivanm yardımını keser.
Nûr ceyş-i kalb ve
zulmet asker-i nefs-i leîm
Her ne dem nusret murâd etse kula Rabb-i
Kerîm
Asker-i envâr ile eyler heman imdâd ana
Zulmetin kat’ eyleyip imdâdm andan ol
Rahim
En mükemmel varlık olan insan, esmâ ve sıfatın birbirine
üstün gelmeye uğraştıkları yerdir. İnsan hayvanlığın sureti, melekliğin
sîretidir. Sureti hayvanlığın, sîreti melekliğin çıkış yeridir. Kalbiyle cemâli
sıfatların, nefsiyle celâli sıfatların mazharıdır. İnsan vücub ve imkân
sahilleriyle çevrili, vahdet incisiyle dopdolu bir hikmet denizidir. Vücub ve
imkânın hükümran olduğu ülke insan vücududur. Mârifet cennetleri ve cehalet
cehennemleri onda toplanmıştır. Hidayet gündüzü olan kalbin ve dalâlet gecesi
olan nefsin ortaya çıktığı varlık ve yokluk âlemidir. İnsan nur ordusuyla zulüm
ve ağyar askerinin savaş alanıdır. Kalp başbuğunun, nefs kumandanının
çarpıştığı yer insandır. Bu yüzden kalp başbuğu, mârifet nurlarının ordusuyla
vuslat ülkesini almak istediği zaman, nefs kumandanı mâsiva ve mâsiyet
karanlığının askerleriyle ona karşı koyar. Cenab-ı Hak ezelde hidayet yazdığı
bir kuluna yardım etmek dilediğinde, ona nurların ordularıyla imdat edip ondan
mâsiva sevgisi ve mâsiyet karanlığının yardım kuvvetini keserek yenilip perişan
olmasını önler. Tersine cehennemlik yazılmış olan bir kulunun mahvolmasını
dilerse, mâsiyetin zulüm yardımını kesmeyerek onu nefs ve hevanın mağlubu,
şehvetlerinin esiri ve dünya sevgisinin bağlısı kılar.
Kalp gelecekteki (uhrevî)
lezzetlere ve güzel amellere, nefs de şimdiki (dünyevî) şehvete ve kötü
amellere meyillidir. Kalp mârifet nurundan, nefs tabiat zulmetinden yardım
alarak savaşa hazır olur. Savaş bu iki ordu arasında cereyan eder. Zafer
Cenab-ı Hakk’ın hangi tarafa yardım edeceğine bağlıdır. Eğer o harp meydanı
olan müride ezelde hidayet yazılmışsa, mârifet nuruyla Hakk’ın nusretine mazhar
olarak uhrevî lezzetlere, güzel amellere yol bulur. Tersine cehennemlik ise,
İlâhî yardım alamaz, tabiat zulmeti içerisinde kalarak dünyevî şehvetlerle
yasaklara ve günahlara cesaret eder.
Sırların keşfi, mârifet
nuru içindir. Hüküm ve karar, can gözü olan basirete aittir. Bu hükme karşı
tavır almak, yönelmek ve yüz çevirmek kalbin işidir.
Nur içindir keşf-i
esrar ve basiret hükmeder
Şân-ı kalb ise gehi ikbâl ü gâh idbârdır
“Nur” Cenab-ı Hakk’ın müridin kalbine bağışladığı feyiz ve
tecelli hâlleridir. Maddî şeyler güneş ve lamba gibi zâhirî ışıklarla göründüğü
gibi, gayb manaları ve aklî kavramlar da tecelli nuru ile idrak olunur. Zâhirî
nurlarla eşyayı algılayan gözdür, yani basardır. Tecelli ile aklî kavramları
idrak eden ise basirettir.
Basiret idrak ve müşahededen ibarettir. Hak
Teâlâ’nın kudret parmakları arasında olan kalp her an değişebilir; eğer
basiretin gördüklerinin gereğiyle amel ederse mutluluk kazanır, ameli bırakırsa
bedbaht olur.
Gayb mânaları ibadetin güzelliği ve mâsiyetin
çirkinliği gibi şeriat hükümleridir. Mârifet nuru onu ortaya çıkardığında,
basiret hemen onu idrak edip görür. Eğer insanın kaderinde cennetlik olmak
varsa, kalp ibadete döner, günah işlerden nefret edip yüz çevirir. Beden azalan
da kalbe tâbî olur. Çünkü kalp beden ülkesinin hükümdarıdır.
Gerçi iç duygular beyinde oluşur ve tıp ilminde bedenin
padişahı beyindir. Fakat beynin ihtiva ettiği beş duyguya kalp tasarruf eder.
Onun için ikbal ve idbarını kalbe nispet etmek, kalbin eseri olduğunu söylemek
mecazdır. Ordunun kazandığı zaferi, kumandanın kazandığını söylemek gibidir.
Çünkü bu duygular kalp idrakinin aletleridir.
Dildedir mihrin ko hâk olsun yolunda cân ü
ten
Ben ölürsem âlem-i manîde hâkidir gönül
Yaptığın ibadetler seni
sevindirip övündürmesin. Ancak Cenab-ı Hakk’ın seni ibadete muvaffak ettiği
için sevinmelisin. Zira Cenab-ı Hak Kur’an’da buyurmuştur: “De ki, Allahın
ihsan ve rahmetiyle sevinç duysunlar, ancak bununla sevinip övünsünler. Bu
onların toplayıp biriktirdiklerinden daha hayırlıdır. ” (Yunus/58)
Olma tâatle sakın sen fâhir
Oldu senden kim o tâat zâhir
İftihâr eyle ibâdetle heman
Olduğuyçün sana Hak'tan ihsan
Bak ne emretti Şeh-i Kevneyn 'e
Hazreti Hak Sebeb-i Dâreyn 'e
De habîbim bu kitâb-ı ekmel
Fazl-ı Mevlâ ile oldu münzel
Ümmetin fahr edeceklerse eğer
Böyle ihsân ile fahr etsinler
Anlara kim bu hayırlı ancak
Cem '-i mal etmelerinden elhak
ibadetle ferahlanmak biri kötü ve biri iyi olmak üzere iki
türlüdür. Kötü sayılan sevinç, ibadet edenin ibadet ve taatin kendi ihtiyarı ve
kuvvetiyle yapıldığını sanmaktan dolayı hâsıl olan sevinçtir. Bu bir nevi ucb
yani kendini beğenmedir ve küfran-ı nimettir. İyi olan ferah ise, ibadet edenin
kendisinden zuhur eden ibadetleri İlâhî ihsan görerek, Allah’ın başarı
vermesinin sonucu ve tecellilerin semeresi bilerek, yalnızca bu fazl ve kereme
karşı şükran duyup sevinmesi, övünmesidir. Hikmetin sonunda belirtilen ayet,
işte bu ikinci kısım sevince delâlet etmektedir.
İbadet, âbidden çıkması ve âbidin fiili olması
bakımından sevinmeye, övünmeye şâyan değildir. İbadet, âbide Cenab-ı Hak’tan
bir nimet, ibadet edenin elinden çıkmış bir ilâhı fiil ve başarı olması
bakımından mârifet sahiplerinin övüncü olur.
Tâat-i bisyâra bakmazlar hulûsun var ise
Senden ancak bir rızâ-yı pak-i Rahmandır garaz
Cenab-ı
Hak sâlikleri ve vâsılları amellerini görmekten ve kalp hâllerine bakmaktan men
etti.
Sâlikleri yani Hak yoluna
gidenleri amellerini görmekten men etmesinin sebebi, onların amel ve hâllerde
sıdk ile tahakkuk edememelerindendir. Vâsılların yani Hakk’a kavuşanların
görmemesi ise, hakiki zatı müşahedeleri ile amel ve hâllerinden kaybolduklarındandır.
Sâlikîn ü vâsılîni
ruyet-iamalden
Bunları men ’ eyledi Hak hem şuhûd-ı hâlden
Sâlikîn a ’mâlde çünki
nevâkıs buldular
Vâsılın amma şuhûd-ı Hak’ta gâib oldular
Sâlikler ve vâsıllar Hak cezbesinin yolunda feyiz ve yakîn
riyazetindedirler. Hak Teâlâ bu iki zümre hakkında ebedî nimetini ve sonsuz
saadetini yalnızca onları mâsivadan uzaklaştırmak ve vahdet-hanesine
yaklaştırmak için tamamlamıştır. Vuslata erenler bu İlâhî tecelliye isteyerek
erişmişlerdir. Sâliklerden ise bu tecelli kerhen zuhur etmiştir. Bunun delili
şu ayet-i kerîmedir: “Göklerdekiler ve yerde kiler Allah’a isteyerek ve
istemeyerek secde ederler. ” (Ra’d/15)
Sâlikler amellerini hakkıyla ve kalp huzuruyla
yapamadıklarını düşündüklerinden dolayı amellerini görmekten kesilmişlerdir.
Onların kalplerinde henüz mârifet sabahının sefası hâsıl olmamıştır. Nefslerini
daima ibadet eksikliğiyle suçlar, hep mâsiyette görürler. Yolun sonuna erenler
ise zat şuhûduyla ahadiyet nurlarına boğulduklarından dolayı amellerinden
perdelenirler. Onlar Hak müşahedesiyle beraber mâsivayı göremezler, bu
muhaldir. Vâsılların bu makamı, sâliklerin mertebesine göre daha yüksek
olduğundan Şeyh Vâsıtî Hazretleri, Ebu Osman Rabbani’nin müridlerine sordu:
“Şeyhiniz sizi ne ile görevlendirdi?”
Onlar dediler ki:
“Şeyhimiz bize daima taatte bulunmamızı ve ibadetimizi hep
eksik görmemizi emretti.”
Şeyh bunun üzerine şöyle buyurmuştur:
“Vah vah! Şeyhiniz size sırf Mecûsî olmanızı emretmiş.
Keşke ibadet ve taatten perdelenmenizi ve kaybolmanızı emretseydi, daha iyi
olurdu.”
Vâsıtî bu sözleri onları küçük düşürmek için değil, onlara
irfan makamını göstermek ve onları yüksek maksada teşvik etmek için
söylemiştir.
Nehr Cevrî Hazretleri şöyle buyurmuştur:
“Kalp
hâllerini gözetleyip kontrol eden ve kalbinin idarecisi olan mürid, tam ihlâslı
olmalı, zikrinde gaflet bulunmamalı, sıdkında kusur olmamalı, mücahededen
usanmamak, samimi olarak çok muhtaç olduğunu düşünmelidir. Bütün davranış ve
düşüncelerini Hak rızasına muhalif görmeli ki Hak yolunda ihtiyacı artsın ve
mâsivadan koparak Rabbinde fâni olsun. ”-
Bazı büyükler de: “Bir kimsenin mârifetinin saf
ve yüksek olması için bütün hallerinin iddiadan ve bütün fiillerinin
ikiyüzlülükten ibaret olduğuna inanması şarttır.” demişlerdir.
Arif odur ki mu ’terifi
acz olup Ziya
Bu hâdisât-ı câriyeden itibâr eder
(Ey Ziya, ârif; aczini itiraf edip olayların gidişinden
ibret alandır.)
Zillet
ağacının dalları, ancak tamah tohumları üstünde büyüyüp uzar.
Dıraht-ı zilletin
ağsânı ancak
Bulur neşv ü nema tohm-ı tama 'dan
Kalp tarlasına tamah tohumunu ekme ki, ondan zillet ağacı
biterek dal budak salmasın. Çünkü zilletin her çeşidi tamah tohumundan meydana
gelir. Tamah nefsanî âfetlerin ve kulluğu bozan beşerî ayıpların en büyüğü ve
bütün afetlerin aslı ve kaynağıdır. Zira tamah, Hakk’ı bırakıp da halka
bağlanmak, Rabb’i koyup insanlara sığınmak demektir. Bu da bütün her şeyin
öncelikle bizzat dayanağı olan Hakk’ı unutarak insanlara güvenmekten doğar ki,
bunun getireceği alçaklık ve ihanetin çeşitleri ve sayıları sayılamayacak kadar
çoktur. Kâmil bir mü’min için nefsini alçaltmak helâl olmadığı gibi, zaruret
olmadan alçalmayı istemek de haramdır.
Tamahın başka bir sebebi de Hakk’ın takdirine şüphe
duyulmasıdır. Ebu Bekir Verak Hazretleri şöyle buyurmuştur: “Tamaha baban
kimdir denilse, İlâhî mukadderatta şüphedir; sanatı sorulsa alçaklık ve
horluktur; fayda ve sonun nedir diye sorulsa hüsran ve mahrumluktur, cevabını
verir.”
Tamah şerefli iman hakikatine aykırıdır. Çünkü; “izzet,
Allah'ın ve Resulünün ve müminlerindir." (Münafikun/8) ayetinin bildirdiği
gibi şeref ve izzet mâsivaya ilgi duymakla değil, Allah’a bağlılıkla, Allah’a
güvenmekle, Allah’ın takdirine tam bir itminan içinde kalbini bağlamakla hâsıl
olur. Bu, iman sahiplerinin meziyetidir. Alçaklık ise, “Allah'a ve Resulüne
düşman olanlar şüphesiz alçaklık içindedirler." (Mücadele/20) ayetinin
belirttiği üzere kâfir ve münafıkların sıfatlarındandır. Bu yüzden tamah dini
bozar.
Hazreti Ali(ra) Basra’yı
şereflendirip camiye girdiğinde vaaz verip kıssa anlatan, boş konuşan birtakım
kimseler görmüş. Bunları derhal camiden çıkarttıktan sonra Haşan Basri
Hazretlerine dönmüşler:
“Senden bir mesele soracağım, doğru cevap verirsen
bırakırım, aksi halde seni de atarım!” buyurarak:
“Dini muhafaza eden nedir?” diye sormuşlar;
“Verâdır!” cevabını almaları üzerine bu defa:
“Dini bozan nedir?” demişler.
“Tamahdır!” cevabı üzerine de şöyle buyurmuşlardır:
“Öyle ise irşad kürsüsüne çık, otur! Zira insanlara vaaz ve
nasihat edecek ve Hak yolunu gösterecek zatlar senin gibi olur.”
Haşan Basri Hazretlerinin tamaha karşı
gösterdiği verâ, havasa mahsus olan tam itminandır. Bu da Hakk’a tam bağlanma,
himmetini O’na bağlama ve O’nunla kalbin sükûn bulması demektir. Yoksa şüpheli
şeyleri terk etme demek olan avamın verâ’ı değildir.
Bu hikmete göre şöyle denilebilir:
“Dıraht-ı izzetin agsânı ancak
Bulur neşv ü nema tohm-ı verâdan ”
Bazı muhakkıklar dediler ki: “Tamah kelimesinin harflerinin
hepsi içi boş harflerdir (tı, mim, ayın). Onun için tamah sahipleri asla
doymaz.
Yahya bin Muaz Hazretleri tamahın karşıtı olan verâ’yı
zâhirî ve bâtınî olarak ikiye ayırmış ve demiştir ki: “Birincisi uzuvların
hareketinin ancak Allah için olmasıyla elde edilir. İkincisi ise Hakk’ın
tecelli ettiği yer olan kalbe Allah’tan başka bir şey koymamakla hâsıl olur.”
Şeyh Abdülaziz Hazretleri: “Verâ, kulun kalbine rızık
düşüncesinin gelmemesidir. Rızık ile kul arasında hiçbir münasebet
bulunmamasıdır.” dedi. Başka bir defasında:
“Verâ
müridin hareket ederken ve dururken Hakk’ı müşahede etmesi, müşahedeyle beraber
hareket ve sükûnun kaybolup Hak’la bâkî kalmasıdır.” buyurdu. İşte bu söz, bazı
büyüklerin: “Ben neye bakrımsa, onda Hakk’ı gördüm. Allah’ın rü’yetiyle beraber
eşya fânî ve Allah bâkî oldu.” sözünün başka ifadesidir.
Sehl bin Abdullah Tüsterî Hazretleri: “İman ile birlikte sebepler
yoktur, sebepler İslâm’ın gereğidir.” buyurdu. Bunun üzerine Ebu Talib Mekkî
Hazretleri:
“Bu ince sözün manası imanın hakikati ile
mü’min olan ârif, sebepleri görmez demektir. Zira sebeplere yapışmak ve
sebepleri görmek ve bu yüzden halkta hâsıl olan tamah ve zillet İslâmiyet
makamının gereğidir demektir.” dedi.-
Vehim
kadar sana boyun eğdiren hiçbir şey yoktur.
Yok seni vehm gibi kendine münkad edecek
Bu hikmet, bir önceki tamahın neden meydana geldiğini
açıklamak için beyan edilmiştir. Şu halde tamah kuvvetlerin sultanı olan
vehimden doğar. Vehim hayalî hesaplardan ibarettir ve aslı olmayan bir şeydir.
Eksikli nefsin kendisi de mevhumdur ve bu bakımdan vehimle aralarında aslî bir
münasebet mevcuttur. İşte bu sebeple sabit hakikatlerden ziyade, aralarındaki
aslî münasebet yüzünden bu bâtıl vehme inanır. Nasıl ki akıl bir ölünün
dirilmeyeceğini, zarar ve fayda veremeyeceğini, korkacak bir şey olmadığını
bildiği halde, insanın nefsi burada akla uymaz ve vehim kuvvetiyle ölüden ürküp
çekinir.
Hakk’ı bırakıp İlâhî takdir altında bulunan halktan bir şey
ümit ve tamah etmek, boş yere bâtıl vehimlere kapılmaktır. Bu, himmetleri boşa
harcamak demektir. Hakikat erbabının himmetleri ise Hak Teâlâ’ya dönüktür.
Onların himmetleri, temiz bir hayat sürmek, geçiminden razı olmak bakımından
Hakk’a bağlıdır ve tevekkül etmekle alâkalıdır. Onların gayb hâzinesi olan
kalpleri de mahlûkatla ilgili şeylere bağlanmaktan uzaktır. Onlar kanaat
kapısında ve verâdadırlar. Yüksek düşünceleri, rızkın geniş olmasıyla ilgili
değildir, dünya süslerinden temizdir. “Ona temiz bir hayat yaşatacağız”
(Nahi/97) ayetinin müjdelediği tayyip hayattan muradın, kanaatle yaşamak olduğu
bildirilmiştir.
“Kanaat tükenmez bir hazinedir”
Ey
mürid, umut kestiğin şeyden hürsün, ümit beslediğin şeyin kölesisin.
Hürrüsün kat’-ı ümîd
eylediğin eşyanın
Hangi şey ki ona tâmi’ olasın bendesisin
İnsan için en büyük şeref ve meziyet hürriyet, en alçak hâl
ise bağlılıktır. Hürriyet şerefi, umutsuz olmanın ve kanaat etmenin neticesi,
kölelik de tamah ve ümidin semeresidir. Tamah ve ümit, bir şeye duyulan aşırı
sevginin ve ihtiyaç şiddetinin delilidir. Umut kesmek ve kanaat, ondan kalbin
feragat ettiğinin ve muhtaçsızlığının (gınanın) burhanıdır.
Sevgi ve ihtiyaç şüphesiz köleliktir, vazgeçmek ve ihtiyaç
duymamak da hürriyettir. Tamah eden kuldur, umut kesen hürdür. “Tamah ettirmek
olmasaydı, hür ve asil yaratılışta olanlar hiçbir şeyle köleleştirilemezlerdi.”
denmiştir. Yükseklerde uçan bir kartalı tuzağa düşüren tamah değil de nedir?
Bu hususta gayet belagatli bir beyit
söylenmiştir:
Hâlini gördüm esir
oldum kemend-i zülfüne
Dâne için kendimi saldım düşürdüm dâme ben
(Yüzündeki beni görünce saçının esiri oldum. Tane için
alçaldım, tuzağa düştüm.)
Aşağıdaki hikâye de bu hikmeti tasvir eden garip olaylardandır:
Feth-i Musulî Hazretleri bir gün etrafında
oynayan çocukları seyrediyordu. Bu sırada biri gelip Hazret’e sordu:
“Heva ve heveslerine uyan, nefs ve şehvetlerine esir
olanların özellikleri nedir?”
Bu sırada çocukların birinin elinde ekmek, diğer birinde
ekmek ve katık vardı. Katıksız olan çocuk öbüründen katık istedi. O da:
“Köpek olursan veririm!” dedi. Katık isteyenin
boynuna ip bağladı ve arkasından koşturmaya başladı.
Musulî Hazretleri buyurdu:
“İşte nefsanî şehvetlerine tâbî olanların
hâli, şu köpek gibi sürünmekte olan çocuğun hâlinin aynıdır. Zira bu çocuk
yalnız ekmeğe kanaat edip katık tamahında bulunmasaydı, bu garip duruma düşer
miydi?”
Bir kimse lütuf ve ihsanla Cenab-ı Hakk’a
yönelip boyun eğmezse, mihnet ve imtihan zincirleriyle ona boyun eğdirilir.
Lûtfu ihsân ile Allah
"a kim etmez ikbâl
Kayd-ı mihnetle olur emr-i Hüdâ’ya münkad
İlâhî ihsana erişen iman sahipleri, iki sebeple dünyadan
yüz çevirip Allah’a yönelirler:
1)
Lütuflara,
ihsanlara, muhabbete ve nimetlere erişmek için,
2)
Zincirler
gibi birbirine ulanan imtihanlara, mal ve beden zararlarına, belâlara
uğradıkları için.
Birincisi
iyi nefs sahiplerine, ikinci kısım kötü nefslilere mahsustur. Mü’min bir kul
iyi nefs sahibi olmuşsa, onun Hakk’a yönelmesi Allah’ın bir lütfudur. Zira yüce
şereflere erişmek, yüce kimselere mahsustur.- Kötü nefs sahibi olan bir kulun
Hakk’a dönmesi ve iyi hâl kazanması ise musibetlere, mal kaybına uğramasına
bağlıdır. “Bir musibet bin nasihatten yeğdir” sözü bunların durumunu
özetlemektedir.
Cenab-ı Hakk’ın muradı, kulunun isteğiyle veya
zorla kutsal tarafa dönmesi, Hakk’a yönelmesidir.
insan olup enmûzec-i
küll-i zât ü sıfata
Pes mazhar-ı tam oldu bu cümle hazerâta
(İnsan Hakk’ın zatına ve bütün sıfatlarına
mazhar olmanın örneğidir.)
Nimetlere
şükretmeyen kimse nimeti kaybeder, şükreden kimse ise nimeti kendisine bağlar.
Nimetin
ister zevâlin her kim oldu kâfiri
Nimeti eyler ikaliyle
mukayyed şâkiri
(Şükretmeyen nimetin kaybolup gitmesini istemiş, şükreden
nimeti yularıyla bağlamıştır.)
“Şükür” nimeti sözle, fiille, inançla karşılamaktır.
Devenin kaçmaması için ayağına vurulan kösteğe “ikal” denir. “Akıl” sözü bu
kelimeden türemiştir. İnsanı hidayet caddesinden çıkarıp helâk vadisine
gitmekten alıkoyan sağlam kuvvete akıl dediler. Şükretmek nimetin artmasına,
şükürsüzlük nimetin azalmasına ve elden gitmesine sebep olur. “Şükrederseniz
artırırım/ (İbrahim/7) ayeti birinci hükmü, “Allah, bir kavme
kendilerini değiştirmedikçe verdiklerini değiştirmez.” (Ra’d/11) ayeti
ikinci hükmü doğrulayıp ispat eder. İkinci ayetteki kavmin değişmesi nimete
şükretmeleridir, Hakk’ın değiştireceği hâller de o kavme ait ihsan ve
inayettir.
Alimler demişlerdir ki, şükür mevcut nimet için bir bağ,
mevcut olmayan nimet için avdır.
Şükür üç şekilde yapılır:
1)
Kalbin
şükrü; mevcut nimetlerin hepsinin İlâhî lütuflar olduğunu bilmektir. Nahl
suresi 53. ayeti bunun delilidir.
2)
Dilin
şükrü; Cenab-ı Hakk’a hamd ü senâ ederek şükür vazifesini yapmak, nimeti
şeriata uygun bir şekilde dile getirmektir. “Rabbinin nimetini söyle. ”
(Duhâ/10) ayeti buna delildir. Bu sebepten ötürü Emevî hükümdarlarından olan ve
kemalinden dolayı hülefa-yı raşidîne katılan Halife Ömer bin Abdülaziz
Hazretleri şöyle buyurdu: “İlâhî nimetleri anın, zira nimeti dile getirmek
nimete şükürdür.”
Nimetin ortaya çıkmasına ve ulaşmasına sebep ve vasıta
olanlara da dua edip övmek de nimete dil ile şükretmenin içinde sayılır. Zira
Peygamber Efendimiz(sas> şu mealde buyurmuştur: “Aza
şükretmeyen, çoğa da şükretmez. Nimete vasıta olan insanlara şükretmeyen
insanların Rabbine de şükretmez. ” “İnsanların Cenab-ı Hakk’a çok şükredenleri,
insanlara fevkalâde şükredenleridir. ”
3)
Beden
uzuvlarıyla şükür; “Ey Davud ailesi, şükretmek için amel işleyin. ”
(Sebe/13) ayetinde belirtildiği üzere salih amel işlemektir. Güzel amelin şükür
kabilinden olması Peygamber Efendimizin'"’ aşağıdaki hadisinden de belli
olmaktadır:
Bu ayet-i kerime ile Resulullah’ın(sas) gece
namazlarına kalkıp çok namaz kılmasından ötürü ayaklarının şişmesi üzerine
Ashab-ı kiram sordular:
“Ya Resulallah, niçin vücudunuza bu kadar
eziyet ediyorsunuz? Hâlbuki Cenab-ı Hak sizin geçmiş ve gelecek günahlarınızı
af ve mağfiret buyurdu.”
Peygamber Efendimiz<sas) şöyle
cevap verdiler:
“Rabbim Teâlâ Hazretleri için şükreden bir
kul olmayayım mı?”
Bir kimse Eba Hâzim Hazretlerine gözün
şükründen sordu.
“Gözle bir hayır görüldüğünde ilân etmek, kötü
bir şey görüldüğünde gizlemek gözün şükrüdür.” buyurdu.
“Kulağın şükrü nedir?” dediler;
“Hayır işittiğinde bellemek, şer işittiğinde
unutmaktır.” diye cevap verdi.
“Ellerin şükrü nedir?”
“Sana helâl olmayan bir şeye yapışmamak ve
İlâhî haklara engel olmamak elin şükrüdür.”
“Karnın şükrü nedir?”
“En aşağısı sabır, en yükseği ilimdir. Yani karından
sayılan cinsel uzuvları sabrederek haramdan korumak, kalp evini ilim ve irfan
nuru ile aydınlatıp doldurmaktır.”
“Fercin yani cinsel uzvun şükrü nedir?” diye
sorulduğunda şu ayeti okudu: “Irzlarını korurlar... ”(Mü’minûn/5) Sonra:
“Cenab-ı Hak böyle belli etti, iffetli yaşamaktır.” dedi.
“Ayakların şükrü nedir?” dendiğinde de şu
cevabı verdi:
“Hakk’ın rızasına uygun yerlerde kullanmak,
razı olmadığı yerde kullanmamaktır.”
Yalnız diliyle şükredip de uzuvlarıyla şükretmeyen kimse,
bir tarafı giyimli, diğer tarafı çıplak olan gibidir. O yarım elbise onu
sıcaktan, soğuktan korumadığı gibi, şükrü yalnız diliyle yapanın şükrü de
nimetin kaybolup gitmesinden muhafaza edemez.
Şükür kalp ile mârifet, dil ile anmak, azalarla
ameldir.
Cüneyd Bağdadî Hazretleri yedi yaşındayken
Sırrı Sakatî Hazretlerinin yanma vardığında Şeyh, Cüneyd’e sordu:
“Evlâdım şükür nedir?”
“Cenab-ı Hakk’a âsi olmamaktır!” diye cevap
aldı.
Bunun üzerine Şeyh Hazretleri şöyle buyurdu:
“Ey Cüneyd, ümit ederim ki, yakında senin İlâhî
feyizlerden nasibin lisan talâkati (düzgün konuşmak) olacaktır.”
Şeyh Hazretleri bu sözüyle Cüneyd’in ledün
ilminin ve tasavvufun müşküllerini çözeceğine ve feyz kapılarını açacağına
işaret etmişti.
Bu işarete göre onun kemalinin ancak lisanına münhasır
kalacağı da anlaşılacağından Hazreti Cüneyd buyururdu ki:
“Ben sonsuza kadar bu söz üzerine ağlar ve feryat ederim.”
Endîşe değil âlem-i mânâdır bu
Esmâ deme kim ayn-ı müsemmâdır bu
Esrâr-ı hakayık olmuş anda, pinhân
Dil nâmına bir nüsha-i kübrâdır bu
Ey mü’min, Cenab-ı Hakk’ın
lütuflarına karşı günah işlemeye devam ederken yine lütuflar devam ederse, bu
hâlin istidrac olacağından kork. Zira Cenab-ı Hak: “Onları bilmedikleri
yönlerden, yavaş yavaş helake yaklaştırırız. ” (Tevbe/182) buyurdu.
Devâm-ı mâsiyetle lûtfu ihsân-ı İlâhîden
Hazer et ki senin ’çün olmasın belki bu istidrac
Hüdâ Kur’an-ı zî-şânında şöyle eyledi
ferman
Habersiz eyleriz erbâb-ı isyânı biz istidrac
Cenab-ı
Hakk’ın nimetler vererek istidrac etmesinden korkmak mü’minlerin sıfatıdır.
İsyanda devam ederken istidracdan korkmamak kâfirlerin hâlidir. Hatta
demişlerdir ki: “Istidracın alâmeti günaha devam ve ısrar etmek, mühlet
tanındığında ferahlanmak, cezanın geri bırakılmasını hayra kavuşmak zannetmek,
gurur ve kibirdir.” Bu hâller A’raf suresinin 182. ayeti gereğince
Hayru’l-mâkîrin olan Cenab-ı Hakk’ın gizli mekridir.
Hak
Teâlâ zâlimleri ve âsileri yavaş yavaş intikam zamanına yaklaştırır. “Allah’ı
zikretmeyi unuttukları zaman üzerlerine her şeyin kapısını açıverdik. Onlarla
ferahlandıkları sırada ansızın kendilerini tutuverdik. ” (En’am/44)
ayetiyle emredileni unuttular, afiyet sebeplerini hazır ve refah kapılarını
açık buldular. Dünya bazlarının en yüksek bir hâle eriştiği sırada ve nimete
şükretmedikleri, Hakk’a dönmedikleri bir hâlde ansızın tutulup azaba
uğratılırlar.
Sehl bin Abdullah Tüsterî Hazretleri, “Onları yavaş
yavaş helâke yaklaştırırız. ” mealindeki istidrac ayetini şöyle tefsir
etmiştir: “Biz isyan edenlere nimetleri artırarak mühlet verir, nimetin
şükrünü unuttururuz. Onlar nimete sevindikleri ve nimet verenden uzaklaştıkları
zaman derhal onları tutuklarız. ”
Ebu Abbas bin Atâullah Hazretleri de şöyle tefsir etti: “İsyanda
ısrar edenler günah işledikçe, biz nimetleri yenileriz, tövbe ve istiğfarı
gönüllerinden uzaklaştırırız. ”
Bu
hikmet, bir önceki hikmetten çıkması muhtemel olan şu sualin cevabıdır.
Nimete şükretmemek nimetin elden gitmesini gerektirirse,
şükretmeyen isyancıların dünyada asla nimet elde etmemeleri lazım gelir.
Hâlbuki şükretmeyenlerin pek çoğu nimetlere gark olmuştur.
Cevap:
Bu hâl istidracdır ve gizli mekrdir.
Şendendir ilâhı yine bu mekr bu fitne Bu mekr bu fitne yine
şendendir ilâhı
Bir müridin edepsizlik
edip de gereken cezanın gecikmesi üzerine “Eğer bu hareketim edepsizlik
olsaydı, Cenab-ı Hak’tan yardım kesilirdi” demesi, hâlin iç yüzünü
bilmediğindendir. Zira bu hâl, ondan İlâhî yardımı bilmediği bir yönden keser.
Eğer yardım kesilmese de, yardımın artması durdurulsa elbette ona yeter. Mürid
bilmediği şekilde uzaklaştırılır. Eğer Cenab-ı Hak uzaklaştırmasa da seni kendi
dileklerinle baş başa bırakıp yardım etmese, yine kâfidir.
Mürîd-i feyz-i Mevlâ sâlik-i râh
Edip sû-i edeb bir gün ol âgâh
Teehhür eylese ondan ukubet
Bu istidrâc ana verse cesâret
Dese bu mâ-vaka bu vaz' bu hâl
Eğer sû-i edeb olsaydı derhâl
Ederdi Kibriyâdan kat'-ı imdâd
Dahî îcâb ederdi Hak'tan ib’âd
Müridin muktezâ-yı cehlidir bu
Meded kim munkatı' vâkıf değil o
Mededger munkatı olmazsa da vah
Eder men-i mezıd elbette Allah
Makamı bu d olur hem de mekânı
Hayfler ki değil vâkıf o cânı
Bu ib ’âd olmasa farz et ki cânâ
Eder hâli seni kâmınla Mevlâ
Edepsizlik ya Hakk’a yahut halka karşı olur. Hakk’a karşı
olan edepsizlik Allah’ın ef âline itiraz ve takdir hilafına çabalama ve rabbani
kazadan elem duyup halka şikâyet etme gibi kulluğa yakışmayan hâllerdir.
Bir
gün rahatsızlanan Cüneyd Bağdadî Hazretleri:
“Yarabbi,
bana afiyet ihsan et!” diye dua etmiş. Bunun üzerine hâtiften kendisine şöyle
seslenilmiş:
“Ey Cüneyd, sana ne oldu ki, benimle benim mülküm olan
vücudun arasına girerek afiyet istiyorsun?”
Halka
karşı edepsizlik, şeyhine, hocalarına veya insanlara yahut müridin kendi
nefsine karşı yapılabilir. Şeyhlere, üstadlara karşı edepsizlik onların
yaptıklarına karşı çıkmak, emirlerini kabul etmemektir. En büyük edepsizlik
budur. Zira ehlullah demişlerdir ki: “Üstadlara isyan etmek, tövbe kabul etmez
bir günahtır. Şeyhlerin emirlerine karşı sebep aramak da mahvolmaya götürür.”
îmam Kuşeyrî Hazretleri dedi ki: “Bir kimse âgâh gönüllü bir şeyh bulduktan
sonra kalbiyle ona itirazda bulunursa, sohbet ahdini bozmuş olacağından ona
tövbe etmek vâcip olur.”
Evet,
itiraz edilemeyecek olan şeyhler, elbette enbiya vârisi olan kâmil mürşidler,
müttakî âlimlerdir. Yoksa zamane şeyhleri gibi yemek maksadıyla şekil
değiştiren, ilmi ve dini dünyevî menfaatlerinin vesilesi yapan müteşeyyihler
(sahte şeyhler) değildir. Dünya elde etmek için dünyayı terk eylemiş olan
mutasalliflere (şarlatanlara) itaat etmek gerekmez. Hele şeriata muhalif olan
hâllerde bunlara uymak müdaheneden (dalkavukluk) ibarettir. Bunlara yakın
olmanın, maddî ve manevî zarara girmekten başka bir netice vermeyeceği açık bir
hakikattir.
Kendi
gibi insanlara karşı edepsizlik; nefsin mukayese meyline uyarak, bir kimsenin
ezelden belli edilmiş taayyününe itiraz edip karışmaktır. Buna şeriat dilinde
zem ve gıybet denir. Cenab-ı Hak gıybeti, “Sizin biriniz kardeşinizin ölü olarak
etini yemeyi sever misiniz?” (Hucurât/12) ayetiyle haram etmiştir.
Cüneyd
Hazretleri bunu şu davranışıyla göstermiştir:
Bir
gün dilencilik eden bir fakir görerek kendi kendine:
“Eğer
bu adam bir iş tutmuş olsaydı da, şu aşağılık işten kendini korusaydı daha iyi
olurdu.” der.
O gece istiğrak âleminde iken, kalabalık bir topluluk bir
sofrada pişmiş yemek gibi o fakiri getirerek etinden yemesini teklif ederler.
Bu teklifin, kendisinin ayık hâlinde yaptığı gıybet yüzünden meydana geldiğini
anlayıp dehşet içinde kendine gelen Cüneyd, hemen o dilenciyi arar, bulur.
Selâm verdiğinde dilenci Cüneyd’i keşifle bilir ve:
“Ey
Cüneyd, bir daha gıybete dönmez misin?” deyince;
“Hayır,
dönmem!” cevabını verir.
Dilenci
o zaman:
“Seni günahları bağışlayan Cenab-ı Hak af ve mağfiret
etsin!” duasıyla teselli edip gider ve dilenci suretinde kâmil bir er olduğunu
belli eder.
Müridin
nefsine karşı yaptığı edepsizlik, nefsânî isteklerini dilediği gibi yerine
getirmesi, Cenab-ı Hakk’a yaklaştıran işleri yapmamasıdır.
İşte bütün
bu edepsizliklerden dolayı doğacak İlâhî cezaların gecikmesiyle birlikte dört
çeşit ukubet olur: Dünya hayatında karşılaşılan cezalar (ukubet-i muaccele),
ahirette görülecek cezalar (ukubet-i müeccele), açık (celî) cezalandırmalar,
gizli (hafi) cezalandırmalar.
Açık ukubet azapla, gizli ukubet perdelemekle olur. Azaplı
ukubet, hata yapanlara, günah işleyenlere, perdeli ukubet Allah huzurunda
edepsizliğe kalkışanlara mahsustur.
Bazen
mürid için vadeli yani müeccel ve gizli ukubet, muaccel ve açık ukubetten daha
şiddetli olur ki bu, Hak Teâlâ’nın müridden manevî yardımını kesmesi ve
uzaklaştırmasıdır. Bunun arkasında İlâhî rahmet gelmezse, Allah’ın gözünden
düşer- ve kalbine karanlık perde iner, artık müridin eski hâline dönmesi mümkün
olmaz. Zira gelen yardım ve vâridatlar kesilmiştir ve müridin irfan güneşi
tutulmuştur.
Açık
ve muaccel ukubetin gecikmeyerek gelmesi ise bir uyandırma kamçısı olur. Mürid
bununla yaptığı sû-i edebin edepsizlik olmadığını düşünmekten vazgeçer,
amellerini beğenip güzel görmenin, hâline razı olmanın İlâhî yardımın
kesilmesine sebep olduğunu anlar.
Hâline
razı olmaya ve amelleri güzel görmeye ise, yardım artışının durması sebep
olmuştur. Yani İlâhî yardım azalınca hâlinden razı olmaya, amellerini güzel
görmeye başlar. Eğer İlâhî yardım edepsizlikle beraber yine müride ulaşsaydı,
edepsizlikten doğan hareket İlâhî lütfa ihtiyaç gerektirirdi. Mürid Hak
huzuruna eğilerek, mekrden korkarak istiğfar getirirdi de hâlini güzel görmeye
asla cesaret edemezdi. Zira İlâhî edebin semeresi olan bir edepsizlik, edebin
tâ kendisi olur. Amelleri güzel görmeyi gerektiren hâllerin biri de uzaklıkta
kalmasıdır. Çünkü mürid yakınlık makamında olsa, nefsini görmekten uzak
bulunur, nefsanî isteklerinden dolayı kendini suçlar ve Allah’ın muradını bilirdi.
Bu mürid kendi irade ve şehvetiyle bir işe giriştiğinde Cenab-ı Hak onu
korumaz, emellerini geciktirmezdi.
Buna göre başarı alâmetleri üç kısımdır: 1) Kasıt olmadan
salih amellere muvaffak olmak. 2) Mâsiyete çalıştığı hâlde becerememek. 3)
İhtiyaç kapısı daima açık bulunmak.
Perişan olup alçalmak ve yardımsız kalmak da üç kısımdır:
1) Çalıştığı hâlde taat ve ibadetin zorlaşması. 2) Korkup çekindiği hâlde günah
işlenmesi. 3) İhtiyaç olmaması ve duanın terk edilmesi.
Özetle
edep sultanının tasavvuf ülkesinde yüksek mevkii ve şerefli mertebesi vardır.
Ebu
Hafs Kebîr Hazretleri şöyle buyurdu: “Tasavvufun tamamı edeptir. Zira her
vaktin edebi, her hâlin edebi, her makamın edebi vardır. Vakit edeplerine
riayet eden ricâlullaha ulaşır. Edebi kaybeden mürid, yaklaşmak istediği
taraftan uzaklaşır, kabul beklediği yerden kovulur.”
Ruveym Hazretleri: “Amel tuz gibi, edep ise un gibidir. Her
ikisinin vücut sofrasında birleşmesi kalp duygularına lezzet verir.” demiştir.
Bazı
büyükler de: “Edebe bir yönden değil, hem dıştan, hem içten uyulup devam
etmelidir. Zira bir sâlik zâhiren edepsizlik ederse, zâhiren cezalandırılır;
bâtınen edepsizlik eden bâtınen azaba uğrar.” demişlerdir.
Zünnûn Mısrî Hazretleri buyurmuştur: “Edep sınırını aşan
müridin, düşen insanın yerden kalktığı gibi, çıktığı yerden dönmesi lazımdır.”
îbn
Mübarek Hazretleri buyurdu: “Mürid çok ilimden ziyade, az edebe muhtaçtır.”
Sevrî
Hazretleri buyurdu: “Vakit için edep göstermeyen sâlikîn vakti maktten-
ibarettir.”
Edepsizlik
pek büyük bir kusur olduğundan bir ârife:
“Ey
edepsiz!” demişler.
Ârif:
“Ben
edepsiz değilim!” diye cevap vermiş.
“Seni
kim edeplendirdi?” diye sorulunca:
“Soft
taifesi!” cevabını vermiş.
Mürid zâhir ve bâtın edeplerine uymalıdır. Zâhir edepler
bâtın edeplerine tâbidir. Bâtın âdâbı ise güzel ahlâk ile dolmak ve güzel
sıfatlarla süslenmektir.
Peygamberimiz Efendimiz(sas) şöyle buyurmuştur:
Beni Rabbim terbiye etti, bana ne güzel edep
verdi. Sonra güzel ahlâkla emretti ve buyurdu: "Affı al, mâruf ile emret,
cahillerden yüz çevir.’
Ey talip, Hak Teâlâ’nın
evradına devam ettirdiği ve yardıma devam ettiği bir kulunu gördüğünde onda
ârif siması ve muhib yüzü göremezsen, Cenab-ı Hakk’ın verdiği evradı ve ezkârı
küçümseme. Zira ona İlâhî vâride olmasaydı, virdi ve zikri olmazdı.
Görürsen bir kulu ey
merd-i dâim
Hüdâ kılmış anı virdiyle kaim
Anı etmiş idâme hem de
Yezdân
Edip imdâd o evrâd üzre her an
Bu lutf-ı Hakk’ı tahkir
eyleme sen
Deyip onda mahâsin görmedim ben
Eğerçi olmasaydı vârid-i
Hak
Teyessür eylemezdi vird-i mutlak
Allah’ın has kulları “mukarrebîn” ve “ebrar” olmak üzere
iki kısımdır. Mukarrebler nefsânî bazlardan ve zâti vâridattan fânî olarak
Cenab-ı Hakk’ın rıza kapısında, kulluk yolunda bulunan âşıklar ve âriflerdir.
Ebrar nefsânî bazlardan ve zâtî vâridattan tamamen fânî olmayıp salih ameller
ve taatlerde bulunan ve cennetlerde yüksek derecelere eren âbidlerle
zâhidlerdir.
Bunların her biri bulunduğu makamın gereğince İlâhî yardıma
mazhar olur. Bunlardan bir âbid virdlere ve zikirlere devam etmeye muvaffak
olduğu halde, yani bu hususta İlâhî yardım aldığı halde, o kulda îkan
alâmetleri görülmeyebilir. Yani zâtî bazlardan, nefsânî dileklerden kurtulma,
irade ve ihtiyarını terk etme, mâsivadan yüz çevirme, sabretme, manevî rızayı
sevme, Hak aşkına hizmet etme gibi irfan siması görülmeyebilir. Bu hâl, onun
devam ettiği ezkâr ve evradının önemsiz olduğunu göstermez. Zira ona Hak’tan
bir feyiz tecellisi olmasaydı, virdine devam etmezdi. Yani o kimse kendi
iradesiyle ibadet ve taat yapmazdı. Virdine devam etmesi, onun Hakk’ın korumasında
olduğunu gösterir. Küçümsemek bilgisizlikten ve edepsizlikten ileri gelir-
Ekser kişinin suretine
sîreti uymaz
Yârab bu ne hikmettir ilâhı bu ne hâlet
Cenab-ı Hak bir kavmi ibadet için seçmiş, bir kavmi de muhabbetine
ayırmıştır. Kur’an’da
“Dünya ve ukbâ ehlinden
iki fırkaya da imdâd ederiz. Rabbin atâ’sından kimse mahrum olmadı.” (Isrâ/20) buyrulmuştur.
Hizmetiyçün eyledi bir
kavmi Allah ihtiyar
Etti hubbuyçün diğer bir kavmi de ol ihtisas
Her iki kavme dedi biz ancak imdâd eyleriz
Olmadı lûtf-ı Hüdâ memnu’ ve hem mahsûsa has
Cenab-ı
Hak has kullarından bir kısmını ibadet ve hizmeti için seçti ve onlar bu
suretle cennetlik oldu. Bir kısmını da aşk ve muhabbeti için seçti; onlar da
kurb (yakınlık) makamına vahdet misafirhanesine girdi. Birinci zümre zâhidler,
İkincisi âriflerdir. Gerçi her ikisi de Hakk’a hizmet etmekteyseler de
zâhidlerin hizmetlerinin çoğu azalarıyla, âriflerin hizmetlerinin çoğu
kalpleriyle olmak bakımından farklıdır.
Yahya bin Muaz Hazretleri dedi ki: “Zâhid dünya dediğimiz
şu suret âleminden, ârif ahiret âlemi ve cennet bahçesinden Hakk’ın avıdır.”
Şu
hâlde Hak talibi bir önceki hikmette geçen hor görmeden kaçınır, Hak Teâlâ’ya
tefviz-i umûr eyleyip işlerini O’na bırakarak ârif kul olur.
Bayezid Bestamî Hazretleri şöyle buyurmuştur: “Cenab-ı Hak
evliyanın kalbini bildiğinden, mârifet emanetine dayanamayan zâhidleri ibadetle
meşgul eder.”
Ebu Abbas Dinorî Hazretleri: “Cenab-ı Hakk’ın bir kısım
kulları vardır ki, İlâhî mârifete kabiliyetleri olmadığından onları ibadetiyle
ve hizmetiyle meşgul eder. Diğer kısım kulları vardır ki, hizmet ve ibadetten
ziyade, mârifet-i ilâhîyeye kabiliyetli olduklarından onlara da mârifet emaneti
verir.” dedi.
Bil geldiğini mülk-i vücûda ne içindir
Say et olasın pâdişeh-i kişver-i irfan
(Varlık âlemine niçin geldiğini anla. Çalış da irfan
ülkesinin hükümdarı ol.)
Kabiliyete bağlı olduğu
zannedilmesin diye vâridat kalbe umulmadık anda gelir.
Hüdâ’nın varidatı bağteten vâki"olur
ekser
Ihâdullah anı zannetmesin ki feyz-i istidâd
Kullarda vâridat, ezkâr ve evrada çalışmakla hak edilir
zannedilmemesi için İlâhî vârideler ibadet, taat ve istidat olmaksızın aniden
gelir. “Kulum hana nafile ibadetlerle yaklaşır da ben onu severim... ”
mealindeki hadis-i kudsîye göre çok ibadet etmenin Hakk’a yaklaştırdığı
zannolunabilir. Hâlbuki böyle kullar, himmetlerinin Hakk’a değil, ahirete dönük
olduğunu bilmediklerinden ne mârifet, ne de vâridat elde edebilirler. Vâridat
İlâhî bir ihsan ve hediyedir. Hiçbir sebebe bağlı değildir. Amelin karşılığı
olamaz. Vâridâtın ibadet ve taatten hâsıl olduğu düşünülemez.
ibadetin hemen ardından vâridâtın husûle gelmesi pek seyrek
olur. Vâridat yalnızca İlâhî bir lütuf ve bağıştır, çoğunlukla birdenbire
gelir. İlâhî feyizler istidada bağlı olmadığından, bu hikmet Allah’ın takdirini
istidada bağlayan hükemâ görüşlerini reddeder.
Her sorulana cevap veren,
her gördüğünü anlatan, her bildiğini söyleyen kişinin cahil olduğunu anla.
Her suâle her kimi görsen eder ıtâ cevab
Her şuhûdun keşfeder her bildiğin ityân eder
Eyle istidlâl ü fehm ey ârif-i sırr-ı
Hüdâ
Kim bu hâliyle o sâlik cehlini ilân eder
Bu
hikmette cehalet emaresi olarak üç hâl sayılmıştır.
1)
Her
sorulana derhal cevap vermek, sonu olmayan ilim ve fenlerin hepsini bilmeye
bağlıdır. Bu da sınırlı olan insan için olmayacak bir şeydir. Zira Kur’an’da: “Size
ilimden çok az bir şey verildi/' (Isrâ/85) buyrulmuştur. Her sualin
cevabını bildiğini iddia etmek, ilmin mahiyetini bilmemenin sonucudur. Ayrıca
soranın durumuna, akıl ve idrakine göre cevap vermek gerekir. Soranın vereceği
cevaba ehil olup olmadığını bilmeden cevap vermek, ehil olmayana vermek olur.
Peygamber Efendimiz1"’ garip ilimleri
öğrenmek isteyen birine zaruri olarak bilmesi gereken bir şey sorup doğru
cevabı aldıktan sonra:
“Git,
şu bildiğin ile amel ettikten sonra gel, sana garip ilimlerden öğreteyim!" buyurdular.
Hak
Teâlâ ezel âleminde ilmi ehlinden gizlememeleri hususunda din ulemasından ahit
aldığı gibi, ehlinden başkasına ilim tevdi etmemek üzere de söz almıştır.
Efendimiz şöyle buyurmuşlardır: “îlim üçtür: Biri farzlar, diğeri sünnetler,
biri de lâedrî’dir yani her suale cevap vermeye kalkışmayarak bilmiyorum
demektir. ” Bu hadis-i şerife göre bazen bir şeyin idrakinden acz göstermek
de bir nevi ilimdir.
2)
Maddî
ve manevî müşahedelerinden bahsetmek, insanların içindeki düşünceleri okuyup
açıklamaktır. Bu saklanması gereken sırrın ifşa edilmesi olduğu için cehil
alâmetlerindendir. Zira “Kulûbü’l-ahrar kubûrü’l-esrar” yani hür kişilerin
kalpleri sırların kabirleridir. Bu sırlar Hak Teâlâ’nın kuluna tevdi ettiği bir
emanettir. Onu ifşa etmek hıyanettir. “Allah hainleri sevmez.” (Enfal/58)
Manevî
işler işaret ve ima ile ifade edilir, açıkça anlatılmaz. Açıkça söylemek
değerini azaltır, dile düşürür. Hâlbuki manevî müşahede zevke dairdir,
hakikatinin sözle anlatılıp idrak edilmesi mümkün değildir. Sözle ifade
edildiği zaman inkâr ve kötülenmeye sebep olan muğlak sözler fayda vermez.
Zararlı olan ve fayda vermeyen söz ise cehalet eseridir. Ebu Ali Ruzbârî
Hazretleri: “Âriflerin ilmi, ima ve işaretlere bağlıdır. Söz ve ibare elbisesi
giyerse gizlenir.” buyurdular.
3)
Her
bildiğini söylemek de cahillik alâmetidir. Zira âlim olan söylenmesi doğru
olanla olmayanı ayırabilseydi, bazısının sonradan inkâr edilmesine, zarar ve
fesat doğmasına sebep olacağını anlar, susardı. Çünkü istidatlar farklı
olduğundan idrak edilmesinin de farklı olacağı aşikârdır. Birinin idrak
edebildiği şey, başkasının havsalasına sığmayabilir ve söylenmesi garipsenip
inkâr edilir.
Resulullah Efendimiz1"’ buyurmuştur: “Delinmiş
inci gibi yani fevkalade kıymetli bir ilim vardır ki, onu ancak ârifler bilir.
Eğer bu ilmi açıklamış obalar, hüsran ehli onu inkâr ederler. ”
Din
imamlarından Zeynel Abidin Hazretleri(ra) manzum olarak şu
hikmetleri söylemiştir: “Bazı ilim vardır ki ben onu açıklasam, benim putperest
olduğum zannolunur. Birtakım Müslümanlar da kanımı dökmeyi helâl sayarlar,
yaptıkları bu çirkin işi güzel görürlerdi. O yüzden idrak edemeyen
suret-perestler şaşırmasın diye ilim hâzinemden cevahiri elbette gizlerim.”
Ebu Hureyre(ra) şöyle buyurdu: “Ben İlâhî ilim
şehri olan Resul Efendimizden iki dağarcık ilim öğrendim, onun birini açıklayıp
yaydım. Eğer diğerini de ilan etmiş olsam benim boğazımı kesersiniz.”
Bu
sebeptendir ki Hallaç Mansur Hazretleri İlâhî sırlardan bir sırrı ifşa edip
kendisinden Cenab-ı Hakk’ı soran birine üzerindeki cübbeyi göstererek: “Bunun
altında Allah’tan başka bir şey yoktur.” cevabını verdiğinden yani “Ene’l-Hak”
dediğinden katlolunmuştur. Halbuki “Cübbemin içinde Allah’tan başka bir şey
yok” sözünden muradı kendi varlığı da dâhil olmak üzere her şeyin İlâhî
varlıkla kaim olduğuna ve İlâhî mutlak varlığın da ancak eşyada zuhur
eylediğine işaret etmekten ibarettir.
Mâsiva, gizli aşikâr bütün nefsleri, ruhları ve cisimleri
içine alan imkân fezasıdır. Akıl sahipleri mâsivanın Cenab-ı Hak’la olan
münasebetinde ihtilaf etmişlerdir. Sofiler bu hususta; “Cenab-ı Hak âlemin ne
içinde, ne dışındadır. Bütün cihetlerden münezzeh olduğu hâlde, her yerde hazır
ve nâzırdır.” diyerek nefy ve ispat arasında bir yol seçmişlerdir. Şu hâlde
mâsiva için varlık yoktur. Eğer aklın hükmüyle bir başka mana düşünmek gerekse,
mâsiva İlâhî malumat suretleri olan âyân-ı sâbitenin taayyünlerinden ibaret
olur. İlâhî malumat suretleri olan âyân, taayyünlerle çoğalır. Bu varlıklar
İzafî sayılsa, ona Allah’ın mâsivası ve âlem müsemması denilir.
İşte bu bakımdan mâsiva denilen şeylerin varlığının, mutlak
varlık olan Cenab-ı Hakk’a nisbeti, gölgenin şahsa nisbeti gibidir. Yani gölge
aslında yoktur; varlığı şahsın varlığına bağlıdır, kişinin varlığıyla var olur.
Cenab-ı Hakk’ın gölgesi olan varlıklar da kendiliğinden mevcut olmayıp Cenab-ı
Hakk’ın varlığıyla kaim ve daimdir. Eşyaya, Cenab-ı Hakk’ın varlığına izafetle
mâsiva denir. Aslında varlık, Cenab-ı Hakk’ın aynı olan tek bir hakikattir.
Mansur’un “Cübbemin içinde Allah’tan başka bir şey yok.” sözü de bu inceliğe
dayanmaktadır. Bazıları bu sözü Cüneyd’in söylediğini, Mansur’un yalnızca
“Ene’l-Hak” dediğini ileri sürmüşlerdir.
Şeyh Vefa Hazretlerine:
“Mansur’un ‘ene’l-Hak’ dediğine ne buyurursunuz?” diye
sorulunca:
“Ene’l-bâtıl mı demeliydi?” cevabını verdi.
Şeyh Hazretleri bu cevabıyla âlemde varlık gösteren hiçbir
şeyde bâtıl tasavvur edilemeyeceğini belirterek Mansur Hazretlerinin sözünü
yorumlamıştır. Zira Kur’an’da: “Rab b imiz, bütün bunları bâtıl olarak
yaratmadın. ”(Al-i Imran/191) buyrulmuştur.
Gerçi
tabiatçılar âlemde mevcudatın dış görünüşünden başka bir şey görmezlerse de
Şeyh Hazretleri gibi zulmanî taayyünat perdelerini yırtan muhakkıklar, tek bir
hakikat olan Hak varlığını gayb hadiselerinden ve maddî suretlerden müşahede
ederler. Hakk’ın nurunu halk karanlığında ve halkı Hakk’ın nuruyla aynel-yakîn
müşahede ederler. Şu halde bundan ne Hakk’ın halk, ne de halkın Hak olması
lâzım gelir, Mansur’un öldürülmesi de gerekmez. Tatmayan bilmez.
Cenab-ı Hakk’ın ahiret
yurdunu mü’min kullarına mükafat yeri yapması, onlara vereceği nimetlerin bu
dünya yurduna sığmamasındandır. Onların değerini, bu kalıcı olmayan yerde
mükafatlandırmaktan yüksek tutmuştur.
Heman ukbâyı kıldı Hazreti Hak
Cezâ-yı mü ’mine cay ancak
Murâdı üzre Hakk’ın fazlı zira
Sığışmaz işbu fânî dâra asla
Dahi kadr-i ibâdı etti a’lâ
Cezâdan bî-beka dünyâda Mevlâ
Cenab-ı
Hakk’ın ahireti iman sahiplerine sevap vermek için belirlemesi, iki hikmete
dayanır: Birincisi vermeyi dilediği sonsuz nimetlerin hissi ve manevî olarak
dünyaya sığamayacağı içindir. Hissi olarak nasıl yetsin ki, mü’minlerin
avamından bir kimseye şu küçük yer küresinin yetmiş kat büyüklüğünde ve
genişliğinde gayet gönül alıcı bir cennet ihsan edeceğini Resulullah Efendimiz(sas)
bildirmişlerdir.
Mü’minlerin
havassına gelince onların erişeceği İlâhî bağışlar, artık şu âlemlere göre bir
zerre bile olamayan bu dünyaya nasıl sığabilir? İman ehline ezelde vaat edilen
ebedi devlet ve sonsuz nimet çok şereflidir, mihnet yeri olan dünya ise alçak
ve kötüdür. Çünkü Efendimiz(sas): “Rıza bahçesi olan cennetin bir
karış yeri, dünyadan ve içindekilerden hayırlıdır. Bir hurisinin bileziğinin
parıltısı, güneş ışığından üstündür. ” buyurdu. Yine hadis-i kudsîde
buyruldu ki: “Salih kullarıma hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın
işitmediği ve hiçbir kalbe gelmeyecek nimetimi hazırladım. ”
İkincisi Cenab-ı Hak mü’minlerin değerini öyle
yükseltmiştir ki, her şeyiyle yok olmaya mahkûm ve her sevinci üzüntüsüne eşit
olan bu belâ ve imtihan yerinde onların ibadetlerinin karşılığını vermeyi uygun
görmemiştir. Zira fânî olan her şey, müddeti ne kadar uzun olursa olsun,
kıyamette yok olacaktır. Hayy ve Bâkî olan Cenab-ı Hakk’ın ihsanı da bâkî,
nimet bahşişi de ebedî ve daimî olmalıdır. Bu hususta bir tefsirde yazılı olan
şu ibretli kıssayı anlatmayı yerinde buldum:
Cenab-ı
Hak bir veli kuluna bir melekle bir mağfiretname gönderir ve meleğe: “İzni
olmazsa huzuruna girme, geri dön!” diye de emreder. Müsaadesini alarak huzuruna
giren meleğin veliye sunduğu kâğıtta şöyle yazılıdır:
“Ey
seçkin kulum, seni çok özledim, artık mihmanhane-i vahdetime teşrif etmez
misin?”
Veli
bu daveti okuyunca sevincinden coşup hemen meleğe:
“Yanında
burak var mı?” diye sorar.
Melek yanında burağın bulunduğunu bildirirse de, onun
iştiyakı burağa binmeye bile imkân bırakmayacak kadar şiddetli olduğundan,
hemen burağı da geride bırakacak bir süratteki şevk tecellisine binerek İlâhî
vuslata erişir.
Yarabbi,
bizi de vuslata erenlerden eyle.-
Süvâr-ı esb-i himmet ol güzer kıl vâdi-i
tengı
Bu yolda menzil-i
evvelde kaldı üştür-i Nâmus
(Himmet atma binerek bu
dar vadiyi geç. Bu yolda Cebrail’in devesi ilk menzilde kaldı.)
Dünyada
iken amelinin semeresini bulmak, amelinin ahirette kabul olunacağına işarettir.
Kim ki
dünyada bulursa amelin lezzetini
Ahirette bu kabûl-i amele
burhandır
Amel ve ibadetin semeresi, onda zevk ve halâvet olmasıdır.
Bu da çoğu amellerde sıdk ile devam etmekle hâsıl olur. Hazreti Ali Efendimiz(ra)
şöyle buyurmuştur: “Bir sâlik ibadetinde sadık olursa daha ibadete başlamadan
evvel tadını bulur, ihlâs ederse başladığı sırada bulur. Böyle ibadet makbul
olur.”
Utbetü’l-Gulam Hazretleri dedi ki: “Geceleri kalkarak
ibadet etmekte yirmi sene sıkıntı çektim. Sonra devam ederek diğer yirmi senede
lezzet bulup tat aldım.”
Sabit Benânî Hazretleri: “Yirmi sene Kur’an
okumada çok zahmet çektikten sonraki yirmi yılda Kur’an okumada nimet buldum.”
dedi.
Bu lezzet her amelin neticesi değildir, riyadan
temiz olan amelin meyvesidir. Çünkü hadis-i şerifte mürainin ve gösteriş
yapanların amelinin kabul edilmeyeceği haber verilmiştir. Kur’an’da: “Allah
ancak muttakılerden kabul eder. ” (Mâide/27) buyrulmuştur.
Bir amelin kabul edilmesi ona hemen sevap
verilmesi demektir ki ahirette karşılığı olacağına delildir.
Ebu Süleyman Dârânî Hazretleri: “Dünyada sevap
getirmeyen amel, ahirette de karşılık görmez.” dedi.
Haşan Basri Hazretleri şöyle buyurdu: “Ey âbidler, siz üç
türlü ibadette halâveti kaybedersiniz: 1) Kur’an okumak, 2) Zikir, 3) Secde.
Bunlarda tat bulursanız sizi müjdelerim, amelinizde devam edin. Eğer bu
amellerde zevk almıyorsanız, feyiz kapısı size kapalıdır.”
Bazıları bu üç ibadete sadakayı ve seher
vaktini de ilâve ettiler.
“Rabbinin makamından korkan kimseye iki
cennet vardır. ” (Rahman/46) ayetinin tefsirinde
şöyle denildi:
“Allah’tan korkan mü’mine verilecek iki
cennetin biri muaccele, biri de müecceledir. Muaccel olan cennet ibadette tat,
münâcatta lezzet, manevî mükâşefe ile alışıklık (üns) ve insanlardan yüz
döndürmektir. Müeccel cennet ise sevap yani ecir (karşılık) çeşitleri ve yüksek
derecelerdir.”
Fakat bu tatların mâsiyetin tersi olan özel mârifete mahsus
olduğunu hatırlatmaya gerek yoktur.
Ariflere soruldu: “Sen Cenab-ı Hakk’ı bilir
misin?”
Bu suale bazı ârifler kızarak:
“Bilmediğim zata nasıl ibadet edebilirim?”
cevabını vermişlerdir.
“Cenab-ı Hakk’ı bildiğini nasıl biliyorsun?”
denilen bazı ârifler de:
“Cenab-ı Hakk’a mâsiyet yapmak istediğimde
kalbime gelen hayâ duygusundan!” cevabını verdi.
İsmail bin Necid Hazretleri şöyle buyurmuştur:
“Emre uymadaki gevşeklik, emir verenin yükseklik derecesini az bilmekten ileri
gelir. Zira irfan halinde isyan, düşünülemeyecek kadar uzak olur. Eğer bir
âriften “Allah’ın emri takdir edilmiş bir kaderdir.” (Ahzab/38) ayetince
kendisinden bir zelle (ufak hata) çıkar da bu yüzden kalbinde elem duyarsa, bu
acı onun ibadette bulduğu lezzetin delilidir.”
Buraya kadarki halâvet,
havassın amelinin ölçüsüdür. Havastan aşağıda olan sâlikler için bazı
ibadetlerde ara sıra gelen tat ise, gizli sebeplere bağlı olduğundan
değersizdir. Ama ibadete teşvik edici tesiri olabilir. Yoksa güvenilmez, ferah
vermez. Keza karşılık için yapılan ibadet de kulluk edebine yakışmaz. Çünkü
saflığı, sıdkı ve ihlâsı bozar. Hatta İmam Vâsıtî Hazretleri: “Taatte halâvet
öldürücü zehirdir.” buyurmuştur.
Adem
ana derler ki garazdan ola sâlim
Nefsinde dahî eyleye
icrâ-yı adalet
Ey sâlik, Cenab-ı Hakk’ın
yanındaki kadrini bilmek istersen, seni hangi hâllerde bulundurduğuna bak.
Kadrini ister isen bilmeği
nezd-i Hak’ta
Nazar et ki nede etmiş seni Hak istimal
Sâlik Cenab-ı Hakk’ın katında makbul saidlerden mi yoksa
merdûd şakilerden mi olduğunu bilmek için hususî hâllerine bakmalıdır. Eğer
cennetlik ve kabul edilmişlerden ise Allah tarafından çeşitli taatlerde, razı
olduğu yerlerde kullanılır. Tersine cehennemliklerden ise mâsiyet ve razı
olmadığı hâllerde kalır da kendisine mühlet verilir. Bu mü’minlerin avamı için
geçerli bir ölçüdür. Fakat havas için mukarreblerden midir, değil midir bilmek
için doğru ölçü, azamet ve celâlet nurlarının idrakinden doğarak kalp aynasına
yansıyan tecellilerin eserlerine bakılmasıdır.
Hadis-i şerifte şu mealde buyrulmuştur:
“Bir kimse Rabbinin yanındaki derecesini
bilmek isterse, kalbindeki Cenab-ı Hakk’ın derecesine baksın, bu onun
ölçüsüdür. ”
Fudayl lyaz Hazretleri: “Kulun Cenab-ı Hakk’a
kulluğu, Cenab-ı Hakk’ın nezdindeki derecesinin miktarına göredir.” dedi.
Ebu Talib Mekkî Hazretleri buyurdu: “Kul
Mevlâ’sının emirlerini hürmetle karşılar, haramlarına saygı duyar, razı olduğu
işleri çabuklaştırırsa; Mevlâ da o kulun kendisini hürmetli kılar, şanını
yükseltir, ona lütfunu çabuklaştırır. Kulun hâli tersine olursa, rabbani hüküm
de aksine zuhur eder.”
Veheb bin Münebbih Hazretleri, Cenab-ı Hakk’ın şöyle
buyurduğunu eski kitaplardan nakletmiştir:
“Ey insanoğlu, sana emrettiğim şeylerde bana
itaat et de sana lâyık olan yardımlarımda bana yol gösterme. Zira ben gizli
açık her şeyi bilirim. Bana ibadetle ikram edene mükâfat vererek ikram ederim,
emirlerimi önemsemeyerek ihanet edeni cezalandırırım. Eğer kulum benim rızamı
gözetmezse, ben de onun hakkında lütuf ve mağfiret düşünmem.”
Ümidin sâmı-i bîçâre
kat’ etmez şefaatten
O dergâh-ı kerem-pîrâda hâşâ reddola hâcet
Ey talip, Cenab-ı Hak seni
taatle ve kendisiyle, seni taatten müstağni kılacak şekilde rızıklandırdığı
zaman bil ki zahir ve bâtın bütün nimetlerini senin üzerine tamamlamıştır.
Her ne dem merzuk ederse
Hak seni
Tâat ve tâatten istiğnâ ile
Bil ki isbâğ eyledi Hak
nimetin
Zâhir ü bâtın sana ifâ ile
“Taat” İlâhî emirlere uymak ve yasakladıklarından
çekinmektir. Cenab-ı Hak ile ibadetten istiğna demek, dileğine ulaşmak için
ibadete meyil olmamakla birlikte kalbin Cenab-ı Hakk’a tamamıyla bağlanması ve
mâsivadan uzaklaşmasıdır. Zâhirî nimet taattir, bâtınî nimet mağfirettir.
Şu hâlde müridden istenen şeyler:
1)
Zâhirde
İlâhî emirlerde durmak ve yapmak,
2)
Bâtında
Hak Teâlâ’nın zatına bağlanmak ve sığınmaktır. Bu da ister ibadet olsun, ister
ibadetten başka bir şey olsun mâsivadan Allah ile istiğnadır. Bu iki vazife ile
rızıklanan sâlik İlâhî nimetlerin hepsine erişmiş demektir.
Ey talip, senin Cenab-ı
Hak’tan istediklerinin hayırlısı, Cenab-ı Hakk’ın senden istedikleridir.
Senin Hak'tan talebkâr
olduğun a mâlin a'lâsı
Hüdânın senden ey sâlik talebkâr olduğu
şeydir
Cenab-ı Hakk’ın kulundan istediği; “Emrolunduğun gibi
dosdoğru ol!” (Hûd/112) diye emrettiği gibi kulluk yolunda istikamettir.
Vâsıl olanlar için aslında talep caiz değildir. Yani onların Cenab-ı Hak’tan
bir şey istemeleri doğru olmaz. İnsan beşeriyet icabı bir şey istemek zorunda
kalırsa, Cenab-ı Hakk’ın istediği bu istikamet istenmelidir. Çünkü bu istek
nefsânî bazlardan ve şahsî dileklerden hayırlıdır, Hakk’ın rızasına uygundur.
Nefs bazlarına ve emellere kavuşmak istenirse, bu istek gecikebilir. Vâsıllara
lazım olan hüsn-i edep bu isteklerle kaybolur gider. Yani edebe uygunsuzluk
olur.
Ebu Hüseyin Deylemî Hazretleri Antakya’da bir
zencinin kalplerdekini okuyup söylediğini duymuş. Ondan çok övülerek
bahsedildiğini görünce kalkıp yürüyerek Antakya’ya gelmiş. Orada o Arab’ı
satıcı olarak görmüş. Denemek için ondan bir şey almak isteyince Arap demiş ki:
“Sen iki günlük yoldan geliyorsun. Yorgunsun ve açsın.
Otur, biraz sabret şu sattıklarımın kazancından sana da veririm, ihtiyacını
giderirsin!”
Şeyh
yine bir malı satın almak ister gibi eline alınca, aynı sözü tekrarlamış. Şeyh
Arab’ın keşif erbabından olduğunu anlayıp oturmuş, biraz bekledikten sonra
Arap, Şeyh’e bir miktar para verip gitmiş.
Şeyh onu takip edince, adam dönmüş ve şu sözlerle onu irşad
etmiş:
“Ey Ebu Hüseyin, senin bir hacetin olunca onu İlâhî murad
derecesine indir. Eğer o hacette nefs hazzı varsa, o hacet seni Allah’tan
uzaklaştırır.”
Cüneyd Bağdadî Hazretleri şöyle dua ederdi:
“Yarabbi, senden ne istedimse, bana dua etmemi
emrettiğin için istedim. Bari benim istediklerimi sevdiklerinin istedikleri
gibi kıl ve beni duasıyla nefsin hazlarım isteyen kullarından eyleme. Beni
İlâhî vecibenin hukuku ile kıyamı isteyen âriflerden eyle. Yarabbi, ben senden
senin sevdiğini isterim ve seni gazaba getiren her şeyden sana sığınırım. Yarabbi,
beni sana kavuşmaktan meşgul eden insanların işiyle uğraştırma, meğerki o istek
senin sevdiğin istek olsun. Yarabbi, beni zikriyle senden ancak senin muradın
olan şeyleri dileyen kimsenin zikri gibi seni zikredenlerden eyle. Yarabbi,
benim sana en yüksek maksadımı senin maksudun olan hâl kıl, benim senden
istediğim emeller kılma.”
Tâbende-i hurşîd-i
tecelli ile dâim
Kalbim güher-i aşkına kân eyle ilâhı
Taat etmediği halde taatin
yokluğuna üzülmek gurur alâmetidir.
ibadetle kıyam etmez
iken fıkdanına hüznün
Esası olmayan bir şeye mağrur olduğundandır
Taat
yokluğu gerçekten bir sâlike üzüntü verse, o sâlik taatsizlikte kalmazdı. O
yüzden bu hüzün yalancı hüzündür. Denilmiştir ki: “Çok insanlar vardır ki,
gönülleri katı olduğu hâlde gözleri ağlayıcıdır. Bu hâl ise, saadetin sermayesi
olan kalp uyanıklığına engel olan, gurur getiren üzüntüdür ve ağlamayı veren
Cenab-ı Hayrü’l-mâkirîn’in mekr-i hafisidir.”
Gerçek hüzün, güzel amellere çalışmaktan ve ibadet ederek
dünya hallerinden çekinmekten doğar. Bu hüzün hikmetteki üzüntünün tersine,
sâliklerin tecelli basamaklarından başka bir makamdır. Şeyh Ebu Dekkak
Hazretleri işte bu hüznü kastederek: “Hüzünlü mürid, hüzünsüz sâlikin senelerce
katedeceği yolu bir ayda geçer.” dedi.
Peygamber Efendimiz'1’: “Allah her mahzun
gönlü sever. ” buyurdular. Kendileri hep hüzünlü ve düşünceli idiler.
Tevrat’ta şöyle yazılıdır: “Hak Teâlâ bir kulunu
sevdiğinde, kalbini elemlerle yaralar ve mahzun eder. Buğz eylediği kulun
gönlünü sevinçle doldurup memnun eder.”
Demişlerdir ki: “Bir kalp üzüntüden uzak olursa harap olur.
Hüznü tatmayan, ibadetlerinde lezzet bulmaz.”
Nâle-zen
candan bezen elden ele dâim gezen
Pür-mihen derd-âşinâ bir
nây bir ben bir gönül
(inleyen, canından bezen,
elden ele gezen, mihnet ve dertlerle dolu olan bir ben varım, bir ney var, bir
de gönül.)
Hak Teâlâ’yı işaret
ettiğinde O’nu kendine işaretinden daha yakın bulan ârif değildir. Gerçek ârif
kendi varlığından ve şuhûdundan fâni olan ve işareti de olmayandır.
Değil
ârif o sâlik ki işâret etse Mevlâ ya
Bulur Hakk’ı ziyâde
kendine nezdîk işâretten
Odur
ârif ki fâni olduğu yçün zât-ı şahsından
Tecerrüd etti imâyı koyup
bilcümle hâletten
“îşaret” ifade etmek ve açıkça belirtmekten
daha incedir. Siliklerin İlâhî sırlara, ledün ilimlerine dair keşiflerine remz
ve ima suretiyle aralarında kullandıkları kinayelerdir, işaretini düşünen
mürid, Hak’tan gaib olmadığı için Hakk’ı kendine işaretinden daha yakın bulursa
da, ağyarı görmesi sebebiyle hakiki ârif olamaz. Zira mürid işaret zamanında
kendisinin işaret eden, Hakk’ın işaret edilen ve kendinden çıkan sözün işaret
olduğunu biliyorsa, nefsinden fâni ve his dairesinden hariç olmadığından,
gerçek irfanı elde etmiş sayılamaz. Ârif-i billah ise varlığından fânî ve
işaretten gaib olmakla irfanın en yüksek yerine ulaşmıştır.
Şeyh Ebu Ali Dekkak Hazretleri, müridi “Hakk’ı
işaret ettiği vakitte Hak Teâlâ’nın zatını nefs işaretiyle bulandır.” diye
târif etmiştir.
“Hâlinde müstağrak olup kendinde olmayan kimdir?” diye
sorulduğunda: “işareti bırakıp Hakk’a vâsıl olandır.” demiştir.
Şiblî Hazretleri buyurdu: “Halkın Hakk’a
ettikleri işaretin hepsi, Hak ile Hakk’a işaret etmedikçe aleyhlerine
döndürülür. Hâlbuki Hak ile Hakk’a işarete yol yoktur.”
Bestamî Hazretleri de: “İnsanların Cenab-ı
Hakk’a en uzak olanı, işareti çok olandır.” buyurdu.
Ârif cem makamında olduğundan, bu makamın
erbabı da nefsini görmekten gaib olduklarından arada ayrılık düşünülemez. Bu
yüzden Yusuf Acemi Hazretleri: “Cem makamında konuşan mürid değildir, müridin
diliyle konuşan Hak’tır.” dedi.
İşte bu hakikate, “Onunla
işitir\ onunla, görür, onunla konuşurum... ” mealindeki hadis-i kudsîsi
delildir.
Dil-şifte-i
hüsn-i ezel-i çeşm-i şuhûduz
Hayret-zede-i âyine-i
reng-i vücûduz
Gerçek
recâ amel ile olandır. Yoksa arzu ve umuttan başka bir şey olamaz.
Amelle berâber olandır
recâ
Ve illâ o ümniyyedir
şüphesiz
Hakiki recâ, yakîn makamlarından bir makamdır. Daima güzel
ameller işlemeye, zahmete girmeye, mücahedeye sebep olur. Zira bir şeyi rica
eden onu ister ve bir şeyden korkan ondan kaçıp saklanır. Amelle birlikte
olmayan recânın sahibi ameli bırakır da günaha girerse, sofiler buna recâ değil
ümniyye ve iğtirar (gururlanma) derler. Amelle beraber olmayan temenninin
sahipleri de dünya sevgisiyle sarhoştur. Bu halde af ve mağfiret istedikleri için
Cenab-ı Hak onlara Kur’an’da “halef’ demiş ve: “Onların ardından gelenler
kitaba sahip olup değersiz dünya malını almaya başladılar ve nasıl olsa
bağışlanacağız dediler. ” (A’raf/169) ayetiyle zemmetmiştir.
Mâruf Kerhî Hazretleri buyurmuştur: “Amel etmeden cennet
istemek günahtır. Sebepsiz şefaat beklemek gururdur. İtaat etmediği kimseden
lütuf ve merhamet ümit etmek cahillik ve ahmaklıktır.” Yine “Kulluğunda
bulunmadığın zattan ihsan beklemek mahrumluktur.” dedi.
İman sahiplerinin Cenab-ı Hakk’a karşı daima havf ve recâ
arasında bulunması kulluk gereğidir. Çünkü Cenab-ı Hakk’ın fiilleri azabından
emin kılmaz, rahmetinden umut kesmeye mani olur. “Allah’ın rahmetinden umut
kesmeyiniz.” (Zümer/53) “Allah’ın mekrinden emin olunmaz. ”
(A’raf/99)
Demişlerdir ki: “Günah işlemekte ısrar etmekle birlikte
Hakk’ın lütfunu istemek, kabir içinde rüzgâr, deniz altında ateş istemek gibi
muhaldir.”
Hadis-i şerifte buyruldu: “Akıllı kişi nefsini daima
hesaba çeken ve ahiret için amel edendir. Aciz kimse de nefsine ve hevasına
uymakla Cenab-ı Hak’tan isteklerine ulaştırmasını temenni edendir. ”
Haşan
Basri Hazretleri şöyle buyurdu: “Mağfiret maksadıyla amel ve ibadet etmekten
uzaklaşan kavim, öbür âleme göçtükleri vakit amelsizlik yüzünden
azarlandıklarında özür beyan edip derler ki:
‘Biz Rabbimize hüsnüzan ettiğimiz için amel işlemedik’.
Onlara denir ki:
‘Eğer Hazreti Hakk’a hüsnüzan etmiş olsaydınız, emrettiği
gibi güzel amel de ederdiniz.’ Bunun delili şu ayet-i kerimedir: “İşte
Rabbinize beslediğiniz o zannınız sizi helâke sürükledi, sonunda hüsrana
uğrayanlardan oldunuz. ”(Fussılet/23)
Yine derlerdi ki:
“Ey Allah’ın kulları, amel etmeden umut beslediğiniz için
Allah’tan korkun. Zira umut beslemek korkunç bir helâk vadisidir ki, siz ona
her an giriyorsunuz. Allah’a yemin ederim ki umut beslemek, isteklerinize
kavuşturmaz. Ummakla Cenab-ı Hak hiçbir kuluna dünyada da, ahirette de ihsanda
bulunmaz.”
Ebu Umeyr el-Mansur Hazretleri, müridlerine bir mektubunda
şöyle yazdı: “Uzun ömür ümit etmek ve amelsiz istemek soğuk demir dövmek
gibidir.”
Yüzümüz yok Hüdâ ’ya
yalvaracak
Bilemem hâlimiz neye varacak
Arifler
Cenab-ı Hak’tan kulluk ve Rablik haklarını tam olarak yerine getirmeyi
isterler.
Arifinin matlab-ı
âlâsı Rabbun-nastan
Kulluğunda sıdk ve hakkıyla kıyam u
ictihad
Ariflerin gayesi diğerlerinden yüksektir. Kullukta sadakat
ve Rab haklarıyla kıyamdır. Bu irfanın gereğidir. Çünkü bu yüksek maksat
nefsanî hazlardan ve nefs ile kalmaktan uzaktır, temizdir. Diğer mü’minlerin
maksadı nefsanî hazlara bağlıdır ve sırf kulluktan mahrumdur. Ebu Medyen
Hazretleri:
“Maksadı alçak ve kusurlu olan zâhid ve âbidlerle, gayesi
perdeleri kaldırmak ve Hak huzurunun devamı olan ârifler arasında pek büyük
mesafe vardır.” buyurdu.
Kullukta sadakat; kulluk edeplerine riayet, kulluk ahlâkıyla
ahlâklanmak ve Rab haklarını yerine getirmektir. Bu da kulun ilâhı nimetlere
şükretmesi, belâlara sabretmesi, Hakk’ın düşmanına düşman, dostlarına dost
olması, tedbirini terk etmesi, murakabeye devam etmesi, takdire rıza
göstermesi, ahadiyet kapısında alçakgönüllü bulunması, ihtiyacını yalnız Hakk’a
arz etmesi, recânın sağlam ipine yapışması, haşyet duyması ve Hakk’a
bağlanmasıdır.
Rab hakları ise zâhirde kesret ve taatle,
bâtında murakabe, huzur ve vahdetle bulunmaktır.
insana sadâkat yakışır
görse de ikrah
Yardımcısıdır doğruların Hazreti Allah
Ey arif, Hak Teâlâ seni
kabz hâlinde bırakmamak için bast hâline, bast hâlinde bırakmamak için kabz
hâline geçirdi. Kendisinden başkasına bağlanmaman için de seni kabz ve bast
dairesinden çıkardı.
Seni bast eyledi cânâ
Mevlâ
Kabz ile etmemek için ibka
Seni kabz eyledi hem
ol Yezdân
Bast ile koymamak için her an
Dahi etti ikisinden
hâli
Gayrinin olmaman için mâlî
“Bast” cemâli vâridatın kalpte tecelli etmesinden hâsıl
olan manevî hâldir. “Kabz” da celâli vâridatın kalpte tecelli etmesinden
meydana gelen hâldir. Kabz ve bastın kuvvetli ve zayıf olması, bu vâridatın
kuvvetli ve zayıf olmasına bağlıdır. Kabz ve bast temkine ulaşmaya vesile
olurlarsa da, itidale göre eksik vasıflardır.
“Kabz” hakikatlerin bir araya gelmesine ve
müridin tabiî şehvetlerden vazgeçmesine sebep olduğundan müridin başlangıçtaki
halidir.
“Bast” İlâhî feyizlerle kuvvet bulan, mâsivadan
uzaklaştıracak fetihlerle irfan kazanan âriflerin hâlidir. Buna “işrak” da
denir.-
Kabz ve bast hâllerinden çıkmakla hâsıl olan “itidal” ise,
kemale ulaşmış, son dereceye erişmiş muhakkıkların hâlidir. İtidal makamında
ameller saftır, hâller istikametlidir. Burası rububiyet hukuku ile kıyamı ve
hiçbir garaz olmaksızın devamlı olarak ilâhı huzurda bulunmayı gerektiren
yüksek bir makamdır. Çünkü bir ârifin kabz ve bast hâllerinden sonra nefsinden
fâni ve Hak’la bâkî olarak itidale ulaşması özel bir İlâhî lütuftur.
Bidayet ve işrak makamındakiler kabz ve bastta, havf ve
recâda olurlar. Korkutucu bir olay havfî, sevimli bir hadise recâyı meydana
getirir. Kabz ve bast ise herhangi bir sebebe bağlı değildir.
Fâris Hazretleri demiştir ki: “Müridin kalbinde
önce kabz tecelli eder, sonra bast gelir, üçüncü olarak gelen de bunlardan
tecerrüddür. “Tecerrüd” nefsin hükmünden geçip fenâ bulmak ve Hak ile bâkî
olmaktır. Bu da varlık halinde olmayacağına göre kabz ve bast, fenâ ve beka ile
bir arada olmaz.”
Cüneyd Bağdadî Hazretleri
buyurdu: “Havf beni kabz eder, recâ bast eder. Hakikat beni toplar, Hak ayırır.
Hak beni havf ile kabz ettiği vakitte beni benden alır, fâni eder. Recâ ile
bast ettiğinde beni bana geri döndürür. Hak beni hakikatte cem ettiği vakit
zevk ve huzura kavuşturur. Hak ile ayırdığı zaman bana benden başkasını
gösterir, sonra o başkasından beni perdeleyip örter. Bu hâllerin hepsinde beni
harekete geçiren ve durduran Hak’tır. Şu hâlde benim huzur hissim varlık tadını
tatmak içindir. Keşke beni bende ifnâ edip faydalandıraydı yahut beni benden
gaib edip de serinleteydi.”
Arifler bast hâlinde iken,
kabz halindekinden daha çok korkarlar. Onların bast hâlinde iken edep haddinde
bulunanı pek azdır.
Hâl-i
kabzından ziyâde ârifân
Hâl-i bastında eder
havf-i Çelil
Herkes
olmaz bastta ehl-i edeb
Olmuşu var ise ancak pek
kalîl
Ariflerin bast hâlinde iken kabzdan ziyade korkularının
artması, bastın nefsin hevasına uygun düşmesinden ve bundan dolayı kovulmak ve
uzaklaşmak ihtimali olmasındandır. Çünkü bast sebebiyle hâllerinden ve
keşiflerinden bahsederek nefsanî zevkle söylenmesi doğru olmayan sözler
konuşarak üns dairesinden uzaklaştırılma ihtimali vardır. Kabzda bu ihtimal
yoktur.
Yusuf Razî Hazretleri, Cüneyd Bağdadî
Hazretlerine yazdığı mektupta, basttan çekinmesi gerektiğini bildirmek için
şöyle demiştir:
“Allah sana nefs tadı tattırmasın. Zira onunla
bir kere zevklenmek, ebediyen hayır tatmamayı mucip olur.”
“Letâifü ’l-Minen” adlı kitapta şunlar yazılıdır:
“Bast âriflerin ayağının
kaydığı yerdir. Bu yüzden çok korkulması, çekinilmesi gereken bir hâldir. Kabz
ise kulların ikametgâhı olduğundan selamet getirir. Zira kul, kudret kabzasının
esiridir. Sıfatı acz ve esir olan, kayyumiyet dairesinin kuşatması altında
bulunan kul nasıl olur da, vakit hükmünden çıkarak bast hâline gelebilir?
Hâlbuki sonu belirsizdir, geçmiş hâlleri meçhuldür, İlâhî haklarla yükümlüdür.
Bu gam ve hüzün kulübesine yakışan hâl, kabzdan başka olamaz.”
Tahkik
olunsa nakş-ı temâsîl-i kâinat
Ya hâb veyâ hayâl veyâhut
bir fesânedir
(Araştırılsa bu kâinattaki
süsler, güzel şekiller, ya rüyadır, ya hayaldir veya masaldır.)
Nefs-i emmare bast hâlinde
haz ve ferah duyar, kabz hâlinde nefsin hazzı ve nasibi yoktur.
Ferahla alır basttan
nefs haz
Fakat kabzda hazz-ı nefs olmadı
Bast hâlinde edebi muhafaza etmek güçtür. Çünkü onda nefs
hazzı bulunduğundan neşe ve ferah hâsıl olarak gaflet gelmesi, rububiyet
hukukunun unutulması, keramet iddia edilmesi, sırların ve keşiflerin açığa
vurulmasıyla edepsizlikte bulunmak çok muhtemeldir. Kabz ise nefs hazzından
yoksun olduğundan sağlam ve selametli hâldir.
Ebu Ali Dekkak Hazretleri buyurdu: “Kabz Cenab-ı Hakk’ın
kullarından hakkıdır. Bast ise kulların Cenab-ı Hak’tan istihkakıdır. Kulun
kendi hak ettiğini bırakıp Cenab-ı Hakk’ın haklarıyla kaim olması elbette
hayırlıdır.”
Kabz
ve bast, “Allah kabz eder ve bast eder. ” (Bakara/245) ayetinin
gereğidir; cemal ve celâl tecellilerinin yansımasından doğan eserlerdir.
Kabz ve bastta zâhir sebepleri de olabilir. O yüzden
müridin kabz ve bastın meydana geliş nedenlerini bilmesi gerekir. Çünkü ancak
sebepleri bilinerek giderilebilir.
Kabz
ve bast gece ve gündüz gibi birbirini takip ettiğinden mürid onlardan
kurtulamaz. Cenab-ı Hak ise o hâllerde de kulluk edebi ister. Sebepleri
bilinmeden bu edep yerine getirilemez. Sebepleri bulunamazsa kabz hâlinde en
sağlam yol teslim olup rıza göstermektir. Bastta ise sözlerde, fiillerde,
iradede sâkin durmak ve edebe uymak gerekir.
Kabzın bilinen sebepleri üç kısımdır:
1)
insanlık
icabı günah işlenmesi,
2)
Dünya
rahatının ve mutluluk sebeplerinin azalması,
Birincisi tövbe ve istiğfarla giderilir. İkincisi razı ve
teslim olmakla kaybolur. Üçüncüsü sabır ve tahammülle izale edilir.
Bastın sebepleri de üçtür:
1)
Fazla
ibadet, ilim ve mârifet,
2)
Dünya
nimetlerinin fazlalığı, malının kıymetlenmesi, alışverişte kârlılık,
3)
Halk
arasında övülmek, kendisinden dua istenmesi, saygı gösterilip elinin öpülmesi.
Birinci ve İkincide ibadet fazlalığını, malının
artmasını kendisine nisbet etmemek, bunları ilâhı nimet bilmek gerekir.
Üçüncüsünde kulluk yapmak isteniyorsa vazifesini sürdürmek, hamd ve senaya
devam etmek lazım gelir.-
Şükrün ifâ edegör Yezdan ’ın
Kadrini anlayarak ihsanın
Ey mürid, Cenab-ı Hak
bazen sana dünyadan bir şey verir ama taatine muvaffak etmez, Hakk’ın zatına
dönmeni engeller. Bazen de seni dünyadan engelleyip kendine dönmeni ve ibadeti
nasip eder.
Eder i’tâ sana dünyâyı
gâhî
Fakat tevfiki senden men’ eder ha
Dahî dünyâyı bazen
men’ ederse
Eder terfikini elbette ıtâ
Cenab-ı Hakk’ın kulunu nefsanî şehvet ve kötü âdetlerden
men etmesi büyük bir ihsandır. Zira bununla kul Hak ile beka bulur, nefsanî hazlardan
ve dünya garazlarından kesilir. Tersi ise dıştan bağış gibi göründüğü halde
aslında engellemedir. Şu halde men etmenin dış görünüşüne değil iç yüzüne bakıp
ihtiyarı bırakmak ve tefviz-i umûr etmek gerekir.
Şeyh-i Ekber Hazretleri şöyle buyurmuştur:
“Cenab-ı Hakk’ın ihsanının dış görünüşü,
alıkoymasının aynıdır. Vermemesinin sureti de ihsanın ta kendisidir. Bu hususta
almaktansa terk etmek elbette daha iyidir.”
Ey mürid, ne zaman sana bu
men ile (nimet vermemekle) anlayış kapısı açılırsa, bu men atanın ta kendisi
olur.
Ne dem mefiûh olursa men-i Hak’ta bâb-ı fehm ey dil
Eder men ’-i Hüdâ ayn-ı atâya şüphesiz avdet
“Atâ” tabiata ve hevaya uygun olan, “men” (vermeme) tab’a
ve hevaya uygun olmayan keyfiyettir. Nefsanî dileklerden kurtulmuş müridler
için ne olursa atâdır, bağıştır. Vermemekte açılacak anlayış kapısı, vermemenin
tıpkı vermek gibi İlâhî inayet olduğunu bilmektir; ihsandır. Hayırlı olmasaydı
Cenab-ı Hakk’ın onu takdir etmeyeceğini idrak etmektir.
Şu halde kısa görüşlüler için vermemek şeklinde
ortaya çıkan her rabbani takdir, şüphesiz ki vermekten başka bir şey değildir.
Çünkü Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur:
“Tiksindiğiniz, çirkin gördüğünüz bir şey
sizin için hayırlı olabildiği gibi, hoşlandığınız bir şey de sizin için kötü
olabilir. ”(Bakara/216)
Sadık mürid için selamet sahili, işlerini Allah’a
ısmarlayıp kullukta bulunmaktır.
Mihneti kendine zevk etmedir âlemde hüner
Gam ü şâdî-i felek öyle gelir böyle gider
Ekvanın
dışı gaflet, içi ibrettir. Nefsin gözü dışına, kalp gözü ise içine bakar.
Alem-i sûret olan işb
3u güzel ekvanın
Zahiri gurret ve hem bâtını olmuş ibret
Nefs-i emmâre eder
zahirine vakfı nazar
îbret-i bâtınını kalb eder ancak ruyet
Alem dediğimiz şu ekvan, insanın belâ ve
imtihan yeri olan dünya ve içindekilerdir. Her ne kadar zâhir sade ise de
içinin çirkin olduğunu basiret sahipleri bilirler. Sureti güzel görünür ama
sîreti pis, çirkin ve kabadır. Dış görünüşü, kış görmüş yılan gibi rengârenk ve
nakışlıysa da, hakikati öldürücü zehirdir. Nimeti dertle, sevinci hüzünle
ikizdir. Dış yüzü aldatıcı, iç yüzü değer vericidir. Nefs-i emmare daima
dünyanın gönül alıcı süslerine bakıp meyleder ve nefsine tâbi olan müridi helâk
eder. Selim bir kalp ise ekvanın içinin çirkinliğini görüp meyletmekten
kaçınır, sonunun fenâsından ibret alarak selamet sahiline çıkar, kalp sahipleri
de saadet bulur.
Eski kitaplarda yazıldığına göre havariler Hazreti İsa’dan^
evliyayı târif etmesini istediklerinde şöyle buyurmuştur:
“Evliya Allah’ın kitabıdır. Allah’ın kitabıyla konuşur,
kitapla söyler. Kitabın mânası onlarla anlaşılır ve gerçekleşir; onlar kitapla
bilinir. Kitabın hükmü onlarla kaim ve bâkîdir. İnsanlar dünyanın dış yüzündeki
süsüne, onlarsa hakikatlerine bakarlar. İnsanlar bu dünyayı gördüklerinde,
onlar dünyanın geleceğinde müşahede ederler. Onlar dünyada kendilerini helâk
edecek şeyi helâk ederler ve kendilerini kısa sürede terk eden mâsiva metaını
terk ederler. Onların zikirleri susmak, sevinçleri hüzündür. Onlar dünyanın
kendilerine yüz döndürecek hâllerinden yüz çevirirler. Hak yönünün gayrısından
yüz gösteren eşyayı görmezden gelirler. Dünyanın metaı onların indinde
eskimiştir, mamurluğu harap olmuştur, tamir etmezler. Dünyanın akıl alıcı
sevgililerinden gönülleri alaka kesmiştir. Ahireti tahrip ederek dünya evini
imara kalkışmazlar. Daima ölüm zikrini diriltir, hayat zikrini öldürürler.
Cenab-ı Hakk’a gönül bağlamakla zikrine devam ederler, mâsivadan kaçınırlar.
Cenab-ı Hakk’ın tecelli güneşinden aydınlanır ve Rab nuruyla halkı
ışıklandırırlar.”
Bazı veliler demiştir ki: “Her ne zaman dünya
ziyneti bana göründüyse, fenâ dolu bâtını da göründü ve ondan yüz çevirmemi
sağladı.”
Ebu Talib Mekkî Hazretleri şöyle buyurdu:
“Dünyadan çekinmek, Cenab-ı Hakk’ın evliyaya bir inayetidir. Her kim dünyayı
ilk vasfıyla görürse, son vasfıyla aldanır. Dünyanın iç yüzünü bilen kimse
dışındaki süslere kanmaz.”
Hakayık-ı âşinâ-yı
âleme bigânedir dünya
îmâretyâb-ı istignâya bir vîrânedir dünya
Ey
aziz, eğer kalıcı bir şerefle şereflenmek istiyorsan, geçici olan dünya
şerefiyle asla ilgilenme.
Eğerçi istiyorsan izz-i
bâkî
Sakın olma esîr-i ızz-i fânî
Kalıcı şeref, Aziz ve Bâkî olan sebeplerin yaratıcısıyla
maddî sebeplerin topundan müstağni olmaktır. Geçici şeref, sebepleri yaratan
Bâkî Hak’tan gaflet ederek geçici sebeplerle zenginleşmektir. Aziz ve Bâkî olan
Cenab-ı Hakk’a bağlanmak kalıcı şeref, geçici sebeplere bağlanmak geçici
şereftir. Cenab-ı Hak’la aziz olan bir kimseyi, kimse zelil edemez. Mâsiva ile
şereflenen kimse, mâsivanın yok olmasıyla zelil olup gider.
Hocası ölen bir talebe ağlıyordu. Onu gören ârif bir kişi
neden ağladığını sordu.
“Üstadım öldü, ondan ağlıyorum!” deyince ârif:
“Niçin ölmeyecek birini üstad tutmadın?” diyerek irşad
etti.
Abbasi halifesi Harun Reşid’i bir veli, emr-i bil-maruf ile
ikaz etti. Halife buna çok kızdı. Katır çiftesiyle idamı için, çok çifteli bir
katırla ahıra bağlanmasını emretti.
Uzun müddet geçtiği halde katırın veliye kuzu
gibi itaat ettiği, bir zarar vermediği görüldü. Halife bunu duyunca daha çok
öfkelendi, bir odaya kapatılıp kapısının taşla örülmesini emretti.
Bir süre sonra mahpusun saray bahçesinde gezip
dolaştığını gördüler. Halife bu sefer veliyi çağırıp sordu:
“Seni oradan kim çıkardı?”
Veli şöyle cevap verdi:
“Beni bahçeye sokan!”
“Kim seni bahçeye soktu?”
“Hapisten çıkaran!”
Bu cevaplardan halife adamın ârif bir kişi
olduğunu anladı ve güzel bir Arap atma bindirip sokaklarda dolaştırdı. Yanında
bir tellal daima şöyle ilan ediyordu:
“Cenab-ı Hakk’ın aziz ettiği kimseyi, Harun’un zelil etmeye
gücü yetmedi.”
Harun Reşid bu suretle kusurunu affettirip Cenab-ı Hakk’ın
rızasını kazanmak istedi.
Mekke’de Harem-i Şerif te bir grup adam hacıları itip
kakıyor, ihtişamlı bir adamın tavaf etmesi için ona yol açıyorlardı. O görkemli
kişi de gösterişli bir şekilde rahatça tavafını yaptı.
Bundan bir müddet sonra yol üzerinde dilencilik
eden birini, o gösterişle tavaf yapan adama benzettiler. Kendisine gerçekten o
kimse olup olmadığını sordular.
Dilenci dedi ki:
“Evet, ben o gördüğünüz kimseyim. Şimdi dilencilik
ediyorum. Bütün insanların alçakgönüllü davrandığı o tecelli mevkiinde kibirli
davrandığım için Cenab-ı Hak, herkesin gösterişle yürüdüğü bu geçiş yolunda,
beni alçak bir duruma düşürdü.”
Geçici mallarla izzetlenen bir kimsenin
sonunda zillete düşeceğini anlattı.
Hakiki tayy-ı mekan, ahireti sana senden daha yakın görünceye
kadar dünya mesafesini dürüp kısaltmaktır.
Tayy-ı hakikî ey
tâlib-i Hak
Tayy-ı seccil-i düny 5âdır ancak
Senden sana olsun tâ
ki akreb
Dârü 's-sevâb-ı Feyyâz-ı Mutlak
“Tayy” dürmek demektir. Bir mürid daimî riyazet ve
mücahedelerle tabiî kesafetini giderir. Sâlik kurb makamına ulaştığında, zaman
ve mekânı kısaltıp uzatabilir. Bir yıllık mesafeyi, tecelli şimşeğinin süratine
göre bir günde veya bir saatte veya bir anda geçer.
Bunun ayetle sabit bir örneği Hazreti Resulullah’ın(sas)
Miraç gecesinde bir anda Kudüs’e varmaları ve veziri Asaf bin Berhiyâ’nın
Hazreti Süleyman’a karşı “Ben Belkıs’ın tahtım göz yumup açıncaya kadar
huzurunuza getiririm. ” (Neml/40) dediği anda Hazreti Süleyman’ın(as)
bu tahtı önünde bulmasıdır.
Tayy-ı zaman ise birçok ayları ve asırları bir an ve daha
az bir süreye çevirmektir. Bast-ı zaman, bunun aksidir. Yani bir anlık sürenin
bir sene olması, daha doğrusu müridin mesela bir senenin hükmüyle tahakkuk
etmesidir. Nitekim Peygamber Efendimiz(sas) Miraç gecesinin küçük
bir kısmında yüce âleme yükselip Hak Teâlâ’nın büyük ayetlerini seyir ve temaşa
eyleyip cennet ve cehennem katlarını gezip görerek dönmüş oldukları hadis-i
şerifle sabittir.
“Bast-ı mekân” mesela bir saatlik mesafenin yıllarca gidildiği
halde geçilemeyecek bir şekilde uzamasıdır. Israiloğulları’nın Tîh çölünde
günlerce yürüdükleri halde yine o çölden çıkamayıp Arz-ı Mukaddes’e
girememeleri ve kırk yıl bu çölde kalmaları bunun bir örneğidir (ilgili olarak
bkz. Mâide/26). İşte bu tayy ve bast peygamberler için mucize, evliya için
keramettir.
Hikmette bahsedilen tayy ise bunun gibi
değildir. Bir müridin tayy-ı mekân etmesi mekr ve istidrac olabileceğinden
değersizdir. Bir âbidin devamlı namaz ve oruçla tayy-ı zaman eylemesi de ucb
(kendini beğenme) ve riya getirmesi ihtimaline göre gerçek tayy sayılmaz.
Ariflerin gerçek tayyı, dünya lezzet ve şehvetleriyle
uğraşmamak, gönül alıcı süslerine iltifat etmemek, dünya ve dünyadakilerden
gaib olmak suretiyle emellerinin mesafesini dürmektir. Böylece ahireti her an
ve saat hazır ve mevcut bilerek göz önünde tutmak ve tercih etmektir.
Bu hakiki tayy ancak müridin kalbinde yakîn
nurunun parlamasıyla hâsıl olur. Müridin hakikati gören gözünde bundan böyle
dünya ve dünyadakiler yok olur, ahiret ve ahirettekiler hazır, mevcut görünür.
Kendisi de yok olup, ona en yakın şeyler ahiret neşesi olur. Bu müşahedeleri
gerçekleştiren mürid fânî sevgiden bâkîye döner. Dünyaya rağbet yakîn
zayıflığından meydana gelir.
îltifât-ı çerhi görmem
nâ-becâ bigâneye
Düşmen-i irfân olur elbette nâdân âşinâ
(İrfanın yabancısı olanlara zaman yüz
gösterdiği için, irfansız olan nadanlar elbette irfana düşman olur.)
Halkın vermesi mahrumluk,
Hakk’ın vermemesi ihsandır.
Mahlûk-ı
bî-vefânın oldu atâsı hırman
Hallâk-ı Lâ-yezârin her
men z ayn-ı ihsan
Halk tarafından bir şey verildiği zaman onun
gerçek vericisi olan Hak’tan gaflet edilirse, halkın vermesi mahrumluk olur. Bu
dışarıdan ihsan gibi görünürse de, aslında mâsiva gözetilmiş olması ve nefsânî
hazlar bulunması bakımından mahrumluktur.
Hak Teâlâ’nın vermemesinin ihsan olması ise,
insan kalbinin bu men zamanında halktan gafil ve Hakk’a bağlı bulunmasından
dolayıdır. Bu dıştan her ne kadar vermemek ve mahrumluk olursa da, hakikatte
Hak Teâlâ kulunu mahrum ederek ihsan kapısına sığınmaya mecbur kıldığından
aradan perde kalkar, nur açılır. Bu yüzden büyük nimettir.
Özetle halkın atâsı halka sevgi ve minnet
doğurması ihtimali yüzünden mahrumluktur. Cenab-ı Hakk’ın men etmesi,
vermemesi; gerçek sevgili olduğu için, her işi güzel olduğu için ihsandır.
Hazreti Ali Efendimizin"’ vasiyetnamesindeki şu sözler bu hikmeti
yorumlar: “Ey mü’min, Allah ile kendi aranda ganimet kabul etme ve kulların
bağışını kendine borç ve diyet bil.”^
Bazıları şöyle demiştir:
“Mahlûkun ihsanının minnet borcu, yoksunluğa sabırdan daha ağırdır.” Bazıları
da: “Nezahet şerefi, menfaat neşesinden daha fazla sefa verir.” demişlerdir.
Ol
mey ki neşvesinde ola buy-ı imtinan
Seng-i kaza dokunması
yeğdir sebûsuna
(Verdiği neşede minnet borcu
kokusu duyuluyorsa, o şarabın testisi kazaen kırılsa daha iyidir.)
Kul peşin verdiği hâlde,
Allah’ın mükâfatı veresiye olur mu?
Abde
derhâl etmemekten ecr ü ihsanın ata
Oldu Hak âli kul âmil
olduğu halde peşin
Hikmet ibaresinde geçen “nesîe” sözü veresiye mal vermeye
denir. Bunda faiz şüphesi olduğundan hadis-i şerifte nesîede ribâ olduğu
buyrulmuştur, meğerki süre belirlensin. Bu hikmetten ibadet ve taatlerin
mükâfatının sırf ahirete münhasır kalmadığı anlaşılıyor. Bazı evliyaya,
ahiretteki karşılığın bir numunesi olmak üzere dünyada da mükâfat verildiği
görülmüştür. Bu, ibadetin bir kat daha artmasına sebep olur, tembelliği ve
gevşekliği terk ettirir.
Peygamberlerden Davud, Süleyman, Yusuf, Ibrahim(as)
ahirette görecekleri nimetlerin pek küçük bir örneği olmak üzere dünyada da
saltanat ve servetlere sahip olmuşlardır.
Ashab-ı kiramdan Hazreti
Osman, Abdurrahman bin Avfra) ve din imamlarından İmam-ı Azam Ebu
Hanife, büyük evliyadan Abdülkadir Geylânî, Hâce Abdullah Ahrar Semerkandî de
dünyada pek çok lütuf ve ihsana gark edilmiştir. Abdurrahman bin Avf
Hazretlerinin vefatlarında dört hanımından birine doksan bin dinar verildiği,
Hazreti Osman’ın diğer mallarından başka beş yüz kölesi olduğu, îmam-ı Azam’ın
ticaret için çeşitli memleketlere Kûfe’den kervanlar ve kafileler gönderdiği,
Gavs-ı Âzam’ın sofralarında bütün Bağdat fakirlerinin beslendiği, Hâce Ahrar’ın
koyun sürülerindeki köpeklerin boyunlarındaki tasmaların halis gümüşten olduğu
tarih kitaplarında yazılıdır.
Şu halde zarar veren, Hak’tan perdeleyip uzaklığa sebep
olan dünya değil, dünya sevgisidir, Allah yolunda infak olunmayan mal ve
eşyadır. Dünya sevgisinin bütün hataların başı olduğu hadis-i şerifle sabittir.
Helalinden kazanılan ve Hak yolunda sarf edilen mal selamet ve kurtuluşa sebep
olur. Hadis-i şerifte: “Hayırlı mal Allah yolunda infak edilendir,” ve “Salih
kul için salih mal, ne güzel maldır. ” buyrulmuştur.
Dış yüzünden bakma dünyâya seni magbun
eder
İç yüzünden gör ki bir âyine-ı vahdet-nüma
(Dünyanın dış yüzüne bakarsan seni aldatır. İç
yüzüne bak da vahdet gösteren bir ayna olduğunu anla.)
Ey mürid, Cenab-ı Hakk’ın
seni kendisine ibadet etmeye nasipli kılması, ibadetine karşılık mükafat olarak
sana yeter.
Hüdânın ettiğin tâat için ecr ü
sevabından
Seni ol tâate ehl ettiği elbette kâfidir
Dünyada salih amelin karşılığından biri de o amele Cenab-ı
Hakk’ın kulunu lâyık görüp ehil etmesi, muvaffakiyet vermesidir. Mademki Hak
Teâlâ bir kuluna ibadet etmeyi nasip etmiştir, bu başarı dünyevî bir
karşılıktır. Kul tabiat pisliğine bulaşmış, kirli, aşağılık bir mahlûk olduğu
halde, nasıl olur da bütün kâinatın mâliki olan Cenab-ı Hakk’ın hizmet ve
ibadetine liyakat kazanıp hak eder? Mademki Cenab-ı Hak o kulun ibadetini nasip
ve kabul etmiştir; şüphesiz bu büyük bir devlet, dünyada ihsan edilmiş büyük
bir nimettir.
Cenab-ı Hakk’ın amel
sahiplerine, mükafat olarak açtığı maarif kapısı ve bağışladığı yakınlık
yeterlidir.
Cezâ olmak için eyler
kifayet vakt-i tâatte
Kulûbunda ibâdet ehline Hakk’ın tecellîsi
Olur kâfi dahi bu
zümre-i ehl-i kerâmâta
Arûs-ı bezm-gâh-ı üns-i Yezdân ’ın
tedellîsi
(ibadet edicilere mükâfat olmak üzere onların taat vaktinde
Cenab-ı Hakk’ın kalplerine tecellisi yeter. Bu keramet sahibi zatların Cenab-ı
Hakk’ın dostluk dergâhına yaklaştırılmaları da kâfi gelir.)
Amellere şimdiden gelen (muaccel) karşılıklardan biri de
taat halinde ledün ilhamlarından açılan maârif kapısıdır. İbadetten sonra
Cenab-ı Hak’la ünsiyetten gelen nurlardır. Bunlar rızanın yansımasıdır.
“Üns” sevgilinin cemalinin müşahedesinden kalpte meydana
gelen sevinçtir. Üns müridi yaşamından razı eder, vaktini zevk ve hoşnutlukla
doldurur. Sofilere göre bu mutluluk cennetliklerin sefasına benzer. Bu zevkler
Hak âşıklarının geceleyin yalnız başına ibadet ettiklerinde ve münacatlarında
hissedilir. Alemde bu zevk ve sefa kadar hoş olan hiçbir duygu yoktur.
îbn Ebu’l-Havârî Hazretleri anlatıyor:
Bir gün Ebu Süleyman Dârânî Hazretlerinin
huzuruna vardım. Gördüm ki pek çok ağlıyorlar, şaştım ve sebebini sordum.
Dediler ki:
“Ya Ebu’l-Havârî, gece karanlığı bütün ufku kaplayıp gafil
gözler tecelli nurundan kapandığı (uyuduğu) ve her dost dostuyla yalnız kalarak
vuslat neşesine daldığı zaman muhabbet ehlinin tam bir incelik ve hassasiyetle
azalan yumuşar, hasret gözyaşları yüzlerine akmaya, çenelerinden damlamaya
başlar. İşte o vakitte Cenab-ı Hak Hazretleri Cebrail’e iltifat eyleyip buyur
ki:
‘Ey Sidre’nin simurgu, yeryüzünde kim benim sözümle
tatlanır, zikrimle rahatlarsa ben onların odalarındaki hasretli hallerini
bilirim, âşıkça inlemelerini işitirim. Doğruca içlerine in ve onlara de ki: Ey
âşıklar, siz sevdiğini üzen bir sevgili gördünüz mü? Hiçbir dost dostuna azap
eder mi? Karanlık gecelerde bârgâh-ı sübhânîsine sığınanları azarlayıp suçlar
mı? Bu Cenab-ı Hakk’ın şanına yakışır mı? Ben ulûhiyetime kasem ederim ki,
onlar yevm-i kıyamette huzuruma geldiklerinde vech-i kerîmimden yetmiş bin
perdeyi kaldırarak arz-ı cemâl ederim.’
Artık ben nasıl ağlamayayım?”
Kalksa geceler aşk ile
Allah dese bir kul
Lebbeyk der ana lûtfile Yezdan gecelerde
Cenab-ı Hakk’a sevap
kazanmak veya cezadan kurtulmak için ibadet eden kimse, Hakk’ın sıfatına uygun
davranmış olmaz ve kulluk vazifesini hakkıyla yapmış sayılmaz.
Hüdâya her kim eylerse
ibâdet
Berâ-yı ecr ü def-i kahr-ı Yezdan
O âbid olmadı hayfâ ki
kaim
Hüdânın hakk-ı evsâfıyla bir an
Sevap kazanmak ve ceza kaldırmak için yapılan
ibadet makbul ve kulluk edeplerine uygun değildir. Zira İlâhî sıfatların
haklarını yerine getirmek, ibadetlerin nefsanî bazlardan uzak olarak
yapılmasına bağlıdır. Sevap kazanmak ve cezadan kurtulmak ise nefs bazlarından
sayılır. Çünkü Cenab-ı Hak, zatında ibadete müstahaktır. İbadete karşılık
olarak sevap vermek ve cezadan korumakla mukayyet değildir. Kul, kullukla
mükelleftir. Cenab-ı Hakk’a ibadet etmekle yükümlü ve sorumludur. Allah’ı seven
kul bu yüksek mertebede sevilenin rızasına bağlıdır. Bütün dileği şüphesiz
sevdiğinin dileğinin aynıdır. Artık ibadetin zatının hakkını yerine getirmek
için yapılması, nefsanî bazlardan uzak tutulması gereklidir.
Cahiller nefs bazlarından olan sevaba ulaşmak ve cezadan
kurtulmak için ibadet ettiklerinden zevkten ve mârifetten mahrum kalırlar.
Sehl bin Abdullah Tüsterî Hazretleri buyurmuştur: “Güneşin
batıp doğmasıyla yeryüzünde gün geçiren insanların topu Hak ve ibadet
cahilidir. İrfan sahipleri ise Cenab-ı Hakk’ı nefslerine, canlarına ve
cennetlere tercih ederler.”
Eski
semavî kitaplarda yazıldığına göre Cenab-ı Hak Hazreti Davud’a şöyle buyurdu:
“Benim dostlarımın en sevgilisi, sevap isteklisi olmayarak, yalnız rububiyet
hakkını ifa etmek için bana ibadet edendir.”
Zebur’da
da şöyle buyurmuştur: “Cennet isteği ve cehennem korkusu dolayısıyla bana
ibadet eden insandan daha zalim kim olabilir? Ben cennet ve cehennemi
yaratmamış olsaydım, acaba ibadete müstahak olmaz mıydım?”
Hazreti
İsa(as> seyahati sırasında ibadet ateşiyle bedenleri eskimiş bir
kavme rastladığında:
“Siz
kimsiniz?” diye sordu.
“Biz
Allah’ın kullarıyız!” dediler.
“Neden
ibadet ediyorsunuz?”
“Cehennem
korkusundan!”
Bunun
üzerine onlara şöyle diyerek yoluna devam etti:
“Cenab-ı
Hakk’ın sizi korktuğunuzdan emin etmesi haktır!”
Daha sonra devamlı olarak zikir ve ibadetle meşgul olan bir
kavme rastlayıp onlara da niçin ibadet ettiklerini sordu.
“Cennet
ve nimet umudu için!” cevabını verdiler.
“Umduğunuzu
vermek ulûhiyetinin şanındandır.” buyurarak yoluna devam etti.
Bir
ibadet edici taifeye daha rastladı, onlara da aynı soruyu sorduğunda;
“Biz
muhabbet ehliyiz. Ne cennet arzusuyla, ne de cehennem korkusuyla ibadet ederiz.
Bütün amacımız Hakk’ın rızasıdır!” cevabını aldı.
Bunun
üzerine:
“Siz Allah’ın evliyası ve beraber olmakla emrolunduğum
kullarısınız!” buyurdu ve onların arasında kaldı.
Ebu
Hâzım Medenî Hazretleri şöyle buyurmuştur: “Mabuduma azap korkusundan dolayı
ibadet edip de korkmadıkça iş görmeyen kötü kul sayılmaktan; sevap için taat
eyleyip de ücreti verilmedikçe çalışmayan kötü amele olmaktan utanırım. O’na
şevk ve sevgimden dolayı ibadet ederim.”
Hadis-i şerifte buyruldu: “içinizden biri korktuğundan
dolayı ibadet eden kötü kul ve ücreti verilmedikçe çalışmayan kötü ücretçi gibi
olmasın.”
Ebu
Talib Mekkî Hazretleri anlatmıştır:
Ali
bin el-Muvaffak rüyasında cennette çeşitli nimetler içinde, etrafında
gılmanların kendisine hizmet ettiği birini gördü. Bir de cennet kapısında
durarak giriş yerlerini araştıran, bazı yerleri girişe müsait, bazılarını
kapalı bulan bir kimse gördü.
Sonra
daha yükseğe çıkarak Hazretü’l-Kuds’e erişip arş sarayının içinde Allah’ın
cemalinden asla gözlerini ayırmayan, vahdet nurlarına gark olmuş bir zat daha
gördü. Bunların kimler olduğunu cennet hizmetlilerinden sorduğunda dediler ki:
“Üçüncü zat, cennet şevki ve cehennem korkusu olmaksızın,
yalnız muhabbet ve irfan ile ibadet eden Maruf Kerhî Hazretleridir. Kıyamete
kadar cemal müşahedesiyle vuslat nurlarına gark olacaktır. Birincisi Bişr bin
el-Hâris, İkincisi Ahmed bin Hanbel’dir.”
Süfyan Sevrî Hazretleri, Rabiatü’l-Adeviyye Hazretlerine;
“Sizin imanınızın hakikati nedir?” diye sordu. “Cenab-ı Hakk’a cehennem korkusu
ve cennet şevkiyle ibadet etmem, ancak muhabbet zevki ve vuslat şevkiyle ibadet
eylerim. İmanın hakikati budur!” cevabını aldı.
Ey sâlik, Cenab-ı Hak sana
verdiğinde ihsanını, vermediğinde kahrını göstermiş, her iki halde de sana
kendini bildirmiş ve nazar etmiştir.
Her ne dem ıtâ ederse ol
Hüdâ
Ey mürid işhâd eden birrin sana
Men’ ederse Hak seni de
her ne dem
Gösterir kahrın sana bî-şüphe hem
Her iki halde sana
mâruftur
Lûtfile ikbâl ile mevsûfiur
“Birr” cömertlik, kerem, lütuf ve ihsan gibi cemal
sıfatıdır. “Kahr” zorlamak, büyüklük göstermek, izzet ve istiğna gibi celal
sıfatıdır. Men etmenin ve vermenin açıklaması yukarıda yapılmıştı.
Kullardan istenen ancak Cenab-ı Hakk’ı sıfat ve esması ile
bilmektir. Bu mârifet ancak Allah’ın bildirmesiyle gerçekleşir. Bu da celâli
veya cemâli sıfat tecellileriyle hâsıl olur. Cenab-ı Hak has kullarına bu iki
tecellisiyle, yani vererek veya vermeyerek kendini bildirir. Bu tecellilerin
ikisi de lütuftur, çünkü böylece kuluna yönelmiştir. Allah’ın âdeti budur.
Süfyan Sevrî Hazretleri anlatıyor:
Beni asla görmemiş olan Eba Habîbü’l-Bedevî Hazretlerinin
huzuruna vardım, selâm verdim. Bana dedi ki:
“Sen ‘Süfyan şöyle dedi, böyle
dedi’ denilerek sözleri anlatılan Süfyan Sevrî değil misin?” “Evet!” dedim.
“Allah’tan başka kimseden hayır
görmedik, öyle değil mi?”
Tasdik
ettim. Bu defa:
“Bütün iyilikleri, lütufları kendisinden
gördüğümüz zatla buluşmayı niçin istemiyoruz? Ey Süfyan, Cenab-ı Hakk’ın
vermemesi cimrilikten, yokluktan değil, nazar ve imtihandan dolayı olduğundan
sırf atânın kendisidir. Ey Süfyan, senin bir dostun ve bir işin olduğunu
hissediyorum!” deyip benden ayrıldı ve güttüğü koyunların yanına gitti.
Gerçi
buhl olmazsa da Feyyâz-ı Mutlak’tayine
Muntazamdır cümle eşya
silk-i isti'dâd ile
Ey
mürid, Cenab-ı Hakk’ın vermemesinden dolayı üzülmen Cenab-ı Hakk’ı bilmediğindendir.
Olsaydı
Hak'tan eğer fehmin ey gönül
Men 'iyle olmaz idin
eseryâb-ı gam
Vermesi de, vermemesi de Cenab-ı Hakk’ın müride iki büyük
nimeti olduğu için her iki halde de zevk ve sefa almak gerekir. Yalnız atâ ile
rahatlayıp, vermemesiyle elemlenmek İlâhî tecelliden habersiz olmaya delil
olur. Çünkü Allah’ın vermemesi, müridi âlemlerin sığınağı olan ahadiyet
dergâhına sevk etmek, sevdiği evliyasından kılmak içindir. Dünya ise velilere
haramdır.
Cenab Fudayl Hazretleri: “Yarabbi, beni ve
ayalimi acıttın ve dünyadan ayırdın. Bu men edişin ve ayırışın has kullarına
mahsus büyük bir lütuftur. Buna ne yüzden nâil oldum?” diye münacat ederdi.
Bu men, Cenab-ı Hakk’ın geçici nimete ve geçici
dünyaya müridi layık görmemesinden de olabilir. Mürid bu manayı anlarsa, o
atâdan ziyade men’den zevk ve tat alır.
İbrahim Havvas Hazretleri buyurdu: “Fakr sıfatı
fakir için iki haslet olmadıkça sahih olmaz:
2)
Kendisine
verilmeyen şeylere şükretmek.
Fakir olan kimsede men
halindeki ilâhı nazar, atâdaki ilâhı nazardan üstün olmadıkça mükemmellik hâsıl
olmaz. Bu mükemmelliğin alâmeti de atâda bulmadığı lezzeti, men işinde
bulmaktır.”
Derdi
tefrik eyleyen dermandan âşık değil
Aşık oldur derdine derdi
yine derman ola
Ey mürid, Cenab-ı Hak çok
defa sana taat kapısı açar da kabul kapısını açmaz. Bazen de işlediğin bir
günah, seni Hakk’a eriştirir.
Fetheder
Allah sana çok kere bâb-ı tâati
Halbuki bâb-ı kabulü
eylemez feth ü küşâd
Bazı
kere zenb ile eyler sana hükm ü kaza
Vasl-ı Hak'ta halbuki bu
zenb olur râh-ı sedâd
Müride gereken, eşyanın suretlerine değil
hakikatlerine nazar etmektir. Zira taatin sureti, ihlâsı bozan birtakım
afetleri içerdiğinden kabulü iktiza etmez. Günahın sureti (dış görünüşü) de
bazen Hakk’a yaklaşmaya ve ulaşmaya sebep olur; uzaklaşıp kovulmayı
gerektirmez. Hatta bazı günahlar vardır ki sahibini cennete sokar.
Taat dairesinde bazen kabul kapısının
açılmaması, taatin ucb ve riyayı getirmesinden, kulun taate güvenip
kibirlenmesinden, günahkârları hor görmesinden dolayıdır. Bunlar ihlâsı bozan
taat afetleridir.
Bazı
günahların vuslata ulaştırması ise günah işleyenin mağfiret kapısına
sığınmasına, özür dileyip nefsini kötüleyerek saf ruhları yardıma çağırmasına
sebep olduğundandır.
Ebu Hâzim Hazretleri dedi ki: “Müridi
sevindiren hasene kadar zararlı bir seyyie olamaz, günahkârı üzen günah kadar
faydalı bir güzel amel bulunamaz. Zira sevinç veren iyilik, güven ve büyüklenme
getirir. Hüzün veren günah ise korku ve haşyet doğurur. Günah işleyeni ahirete
yöneltir ve daha sonra Cenab-ı Hakk’ın rızasına sebep olabilir.”
Zül ve iftikar veren
mâsiyet, izzet ve büyüklük veren taatten hayırlıdır.
Olur bir mâsiyet ki
iftikar u zilleti muris
O kibr ü izzet îrâs eyleyen taatten evlâdır
Şüphe yoktur ki alçaklık ve muhtaçlık kulluk vasıflarından
bir vasıftır. İzzet ve büyüklük de Rablik sıfatlarından birer sıfattır. Bir
mürid kendi beşerî sıfatıyla tahakkuk ederse, mutlaka Rahman’ın feyzine erişir.
Rablik sıfatıyla sıfatlanmaya kalkışırsa zillete düşer, hüsrana uğrar.
O yüzden insanın kendi sıfatıyla sıfatlanmasına sebep olan
mâsiyet, şüphesiz Cenab-ı Hakk’ın sıfatıyla sıfatlanmaya sebep olan taatten
hayırlıdır.
Ebu Medyen Mağribî Hazretleri: “Âsinin inkisarı, mutînin
celâdetinden evlâdır.” dedi.
Ebu’l-Abbas Mürsî Hazretleri merhametli, şefkati bol bir
kimseydi. Günahkâr yahut itaatli, yaramaz veya iyi herkese hürmet ve ikram
ederdi. Günahkârlara, itaatli mü’minlerden ziyade saygı gösterirdi.
Hazreti
Isa(as) bir gün sâlih bir kişiyle birlikte Mescid-i Aksâ’ya gitti.
İkisi bir köşeye çekilip oturdular, onları takip eden fâsık bir kişi de diğer
tarafa oturdu. Bu günahkâr kişi yaptığı günahları düşünüp af ve mağfiret
dilerken, Hazreti İsa’nm(as) yanındaki adam bu fâsıkı görüp nefretle
küçümseyerek; “Yarabbi, şu fâsıkla beni ahirette aynı yere koyma!” diye dua
ediyordu.
Hak Teâlâ derhal Hazreti İsa’ya vahiy indirerek; sâlihin
de, fâsıkın da duasını kabul ettiğini yani fâsıkı af ve mağfiretle cennetlik,
sâlihi de kibri ve ucbu yüzünden amelini silip cehennemlik ettiğini ve onu
fâsıkla bir arada bulundurmayacağını bildirdi.”
Eban bin lyaş Hazretleri anlatıyor:
Ben
Basra’da Ashab-ı Kiram’dan Enes bin Malik’in yanından çıkıp giderken dört
zencinin bir cenazeyi götürdüğünü gördüm. Hiç cemaati olmamasına hayret edip
üzülerek onları takip ettim. Musallaya varınca cenaze namazı için imam olmamı
istediler. Namazı kıldırdım ve onlara cenazenin kim olduğunu sordum. Orada
bulunan bir kadını işaret ederek:
“Bizi şu kadın kiraladı,
getirtti!” dediler.
Defnettikten sonra o kadın
sevinç içinde gülerek kalktı, gitti. Merak edip arkasından yetiştim: “Cenaze
kimindi ve niçin güldün?” diye sıkıştırdım.
Mecbur kalıp anlattı:
“Bu benim oğlumdur, dünyada işlemedik günah
bırakmadı. Nihayet üç gün kadar hastalık çekip yattı ve bana vasiyet edip dedi
ki:
‘Anneciğim, ben son nefesimi verince komşulara
ve kimseye haber verme ki sevinirler ve cenazeme gelmezler. Seni biraz daha
üzerler. Yalnız şu yüzüğüm üzerine kelime-i şehadet yazdırıp kefenimin içine
koy! Umarım ki af ve mağfirete uğrarım. Ayağınla yüzüme basarak, işte Rabbine
âsi olanın cezası budur, de! Bir de beni defnettikten sonra iki elini göğe
kaldır da; Yarabbi, ben bu oğlumdan razıyım, sen de razı ol diye dua et!’
Ben bu vasiyeti yerine getirip dua ederken
oğlum yukarıda açıkça göründü ve gayet anlaşılacak bir dille;
‘Anneciğim, gözün aydın! Ben
rahmeti sonsuz ve âsilere keremi daha çok olan Rabbimin huzuruna affedilerek
geldim!’ dedi. Onun için güldüm.”
İki nimet vardır ki ondan
hiçbir mevcut hariç değildir ve her mevcut için lazımdır. Bunlar icat ve imdat
nimetidir.
Hazreti
Hakk’ın iki nimeti var
Zerre hâriç değil andan
asla
Dahî
her kâin için de lâzım
Feyz-i îcâd ile ımdâd-ı
Hüdâ
İcat ve imdat nimetleri her şeye lazım olan iki
nimettir. Zira yoktan var olmak için icat nimetine, var olduktan sonra
varlığını devam ettirmek için faydalı olanları almak, zararlı olanlardan
korunmak bakımından imdat nimetine muhtaçtırlar. Bir başka deyişle icat nimeti
önceki yokluğu, imdat nimeti varlığa bu yokluğun ulaşmasını kaldırır.
Eğer icat nimeti olmasa, âlemde hiçbir varlık
yokluk sahrasından çıkamazdı. İmdat nimeti yetişmese hiçbir varlık varlığını
sürdüremezdi, varlığı tam olmazdı. Onun için bu iki nimet her şeyin
ihtiyacıdır. Bu ihtiyaç onlardan asla ayrılmaz.
Ebu Medyen Mağribî Hazretleri:
“Ekvan, müstakil ve hakiki mevcut olan Vâcibü’l-Vücud’dan
yardım alıp varlık kazandığı gibi, kâinatın maddesi de bu varlıktan sızar
(mütereşşih), bu bakımdan maddenin kesilmesi (inkıta-ı madde) şüphesiz varlığın
yıkılmasını mucip olur”, diyerek bu hikmete işaret etmiştir.
Ey mürid, Cenab-ı Hak seni
yoktan var ederek önce icat nimeti verdi, sonra sürekli yardım ederek sana
imdat nimetini ihsan etti.
Hazreti
Feyyâz-ı Mutlak eyledi ihsan sana
îbtidâ îcâd ile hem
sâniyen imdâd ile
Bir insan bâtından zâhire çıkmasının önce
Cenab-ı Hakk’ın varlık vermesine, sonra varlığını sürdürmesinin O’nun yardımına
bağlı olduğunu bilirse, yoksunluk ve muhtaçlığının kendisinin zatî bir sıfatı
olduğunu, daima Cenab-ı Hakk’ın yardımına muhtaç bulunduğunu aynel-yakîn idrak
eder.
İnsan
beden ve ruhtan mürekkeptir. Bu bakımdan varlığını devam ettiren yardımlar
çeşitlidir. Bu imdatların bir kısmı beşerî varlığa ait olan yiyecek, içecek
gibi bedenini ayakta tutan maddî kuvvetlerdir. Bazısı da ruhun gıdası olan
iman, irfan, dinî ilimler gibi manevî kuvvetlerdir. Birincisi icat nimetidir ve
mü’min, kâfir, münafık, sâlih, fâsık ayırmaksızın herkese ulaşır. İkincisi ise
mü’minlere mahsustur. Bazısı da yüksek fenler, sanat bilgileri gibi akıl
kuvvetiyle ilgilidir.
Şu halde saadet ehlinin kalplerindeki iman ve taat
muhabbeti, küfür ve mâsiyetten nefret etmeleri İlâhî icatlardandır. Mü’minler
Cenab-ı Hakk’ın bu iki nimetine erişmeselerdi, hayatları boyunca dalalet
vadisinde ve cehalet karanlığında kalırlardı. İşte buna Cenab-ı Hak Kur’an-ı
Hakîm’inde şu ayet-i kerîme ile işaret buyurmuştur: “Fakat Allah imam size
sevdirmiş ve onu kalplerinize güzel; fışkı, küfrü ve isyanı çirkin
göstermiştir. İşte doğru yolda olanlar bunlardır. Bu, Allah’tan bir lütuf ve
nimettir. ” (Hucurât/7)
İmam
Kuşeyrî Hazretleri şöyle buyurdu: “Bir mü’min ilk önce dalâlet çeşitlerine,
bâtıl yolların çokluğuna, bid’atler ve hevalarda insanı yanıltanların şiddetine
ve aradaki birbiriyle uyuşmayan bunca insanın fikir hareketlerine baksa; ikinci
olarak bedeninin zayıflığına, aklının eksikliğine, işlerdeki bilgisizliğine,
şahsî hallerinde karşılaştığı zorluklardaki ihtiyacının şiddetine ibretle nazar
etse; üçüncü olarak dininin sağlamlığını, tevhidinin şirkten, irfanının
şüpheden temizliğini düşünse; bu nimetin kendi gayreti ve çalışması sayesinde
hâsıl olmadığını, sırf İlâhî fazlın ve keremin semeresi olduğunu yakînen bilir.
Zira; “sizlere açık ve gizli nimetlerini bolca ihsan etti.” (Lokman/20)
ayeti anlamınca Cenab-ı Hak iman ehline nimetleriyle hep yardım edicidir, nimet
eserleri tevhid ehline devamlı yardımcı olmakta, keremi irfan sahiplerine
sürekli olarak zuhur etmektedir.”
Bu sözlerden anlaşıldığına göre sâlik, bu nimetin kadrini
bilip onun korunmasında ve üzerinde kalmasında ancak Cenab-ı Hakk’a tevekkül
etmeli, aklına ve ameline güvenmemelidir.
Bazı
ârifler dedi ki: “Her kim Cenab-ı Hakk’ın tevhidinde aklına tâbî olursa, onun
tevhid nuru cehennem ateşinden kurtaramaz.”
Bayezid Bestamî Hazretleri buyurdular: “Ben
Hakk’ı Hak ile, mâsivayı Hakk’ın nuruyla bildim.”
Ey talip, yoksunluğun ve
muhtaçlığın zatîdir. Bu ıztırarın yenilenerek, değişerek devam etmesi zatî
yoksunluğunu sana bildirmek içindir. Zatî yoksunluğu arızalar ortadan
kaldıramaz.
Senin ’çün fakr u fâka
şüphesiz bir emr-i zâtidir
Müzekkirdir sana gizli olan akşamını esbab
Seni ger nimet-i icâd
u imdâd etse de iğna
Avârız eylemez zâti olan bir fâkayı izhâb
insan
için yokluk ve yoksunluğun zatî olması, icat ve imdat nimetinin her mevcut için
olduğu gibi insan için de gerekli olmasından dolayıdır. Çünkü bu iki nimet
olmasa, insan ortaya çıkmazdı, insan, varlığının başında ve devamında Cenab-ı
Hakk’a ve icat ile imdat nimetine muhtaçtır. Her ne kadar beden sıhhati, mal
çokluğu sebebiyle ihtiyacı gizlenirse de bu haller değişip kaybolabildiği için
insan yaratılışının özelliği olarak muhtaçlığı bu geçici arızalarla ortadan
kalkmaz.
Nimete
erenler için açlık, susuzluk, hastalık, keder gibi celâlî tecelli eserleri; bu
gizli muhtaçlığı andırıp gaflete düşmekten uyaran İlâhî nimetlerdir. Zenginliğe
ve refaha ulaşmış olan kimse ummadığı bir musibete uğrayıp acze düşerse, derhal
uyanarak zatî muhtaçlığını idrak eder. Kulluk vazifelerine döner, istidracdan
kurtulur. Sağlığı ve zenginliği devam ederse, halinin düzgünlüğüne aldanarak
hüsrana uğrayanlar arasına katılır.
Bu yüzden bazı ulema demişlerdir ki: “Firavun’un tanrılık
iddiasına kalkışması, zenginliğinin, sıhhat ve afiyetinin dört yüz sene kadar
devam etmesinden ve her türlü istidrac harikalarını becererek, başı
ağrımaksızın, dişi sızlamaksızın fevkalade bir debdebe ile emellerine uygun
hüküm sürmesinden dolayıdır. Eğer onu bir musibet yahut hastalık
kederlendirseydi, tanrılık davasına kalkışmazdı.”
Bununla
birlikte afiyetin ve nimetin devamının gaflet getirmesi ve gelen ıstırabın
muhtaçlığını hatırlatması insanların çoğuna göre geçici bir uyarı olur. Bunlar
muhtaçlığa düşünce hemen Cenab-ı Hakk’a ihtiyaçlarını arz eder, ihtiyaçları
ortadan kalkınca muhtaçlıklarını yine unuturlar.
“İnsan bir zorluğa uğrayınca bize yalvarır.” (Zümer/49) ve “Denizde başınıza bir belâ geldiğinde,
Allah'tan başka bütün yalvardıklannız kaybolup gider. Derken o sizi kurtarıp
karaya çıkardığında, yine yüz çevirirsiniz.” (Isrâ/67) ayetleri bu manayı
gösteren ayetlerdir.
Ama
ârif-i billâh olanlar daima zatî yoksunluklarını görürler ve yüksek manevî
derecelere ulaşırlar. O yüzden bu hatırlatma sebeplerine muhtaç olmazlar. Eğer
bunlar kahrî sebeplere maruz kalırlarsa bu, ikaz için değil kulluk
mertebesindeki sadakatlerini göstermek ve mükâfatlarını artırmak, derecelerini
yükseltmek içindir. Çünkü yoksunluk (fakr) üç kısımdır:
1)
Avam
için olan yaratılıştan ileri gelen yoksunluk,
2)
Havassa
ait olan yoksunluk sıfatı,
3)
Havassın
da üstündekilerin hali olan yoksunluk.
Bunları biraz açarsak;
1)
Zatî
yoksunluk hatırlatmaya muhtaçtır.
2)
Sıfat
yoksunluğu; dünya ve dünyaya dair olanlardan, ahiret ve ahiretle ilgili
şeylerden sıyrılmak ve Hakk’a yönelmektir. Bunun sıfat yoksunluğu olması,
beşerî sıfatlardan sıyrılmakla hâsıl olduğundandır. Çünkü ihtiyacın sebebi
beşerî sıfatlardır. Fakrın bu kısmıyla sıfatlanan evliyalar için hatırlatma
sebepleri meydana gelirse de bu, terakki içindir.
3)
Ehass-i
havassın yoksunluğu; Hakk’ın varlığıyla var olma ve fani varlıktan sıyrılmadır
ki, tam ihtiyaçsızlıktır. Bunda hatırlatmaya ihtiyaç asla tasavvur edilemez.
Bu fakrla sıfatlanabilmek için bütün dünya ve dünya ilgili şeyleri
terk etmiş, cennet arzusundan sıyrılmış olan bir ârife hüsnüzannından dolayı
bir kese altın sunmak isteyen cömert bir zengin, hediyesini kabul etmek yerine
şu irfanlı cevapla karşılaşmıştır:
“Ben gınanın (zenginliğin, ihtiyaçsızlığın) aynı olan bu fakrı;
dünyayı, ukbâyı ve kıymet biçilmez pek çok mal mülk vermekle satın alabildim.
İnsaf et, senin şu bir parça dirhemlerine mukabil onu nasıl satabilirim?”
Surette gedâyân-ı
nemed-pûş-ı melâmet
Mânâda selâtîn-i mülk-i hayl ü haşemdir
(Dış görünüşte keçeye ve melâmete bürünmüş
dilenciler, hakikatte maiyeti kalabalık ve malları çok olan sultanlardır.)
Ey talip, senin için
vakitlerin en hayırlısı, yoksunluğu gördüğün, zillete döndüğün vakittir.-
Hayırlı en ziyâde vaktin
âlemde senin ey dil
Zamân-ı fâka ve vakt-i rücû-ı fakr u
zillettir
Yoksunluk
ancak dünya ve şehvetlerinin zaruri olarak kaybolmasıyla görülebilir. Bu
vakitte mürid yoksunluğa ve muhtaçlığa dönerek sebeplerden umudunu keser; kalbi
İlâhî huzurla, üns zevkiyle dolar. Artık onun için yoksunluk ve muhtaçlık vakti
en şerefli vakitken, zenginlik vakti ona en kötü zaman görünür.
Atâ Süllemî gibi ârif bir zat, birkaç gün yemek yemeden
oruçlu olup hiçbir şeye gücü kalmayınca kalbi zevklerle dolmuş. Coşkuyla
ellerini kaldırıp yalvararak:
“Yarabbi,
eğer beni üç gün daha yemeksiz bırakırsan, rızan için yüz rekât nafile namaz
kılarım.” diyerek yoksunluğu görme vaktinin yüksekliğini belirtmiştir.
Fethi Musûlî Hazretleri de bir gece evine geldiğinde ne
yiyecek, ne içecek, ne yakacak bir şey bulamamış, hemen şükretmeye başlayıp;
“Yarabbi, hangi sebep ve vesile ile beni büyük evliyalarına
ettiğin bu muameleye lâyık kıldın ve beni feyiz ve atâlara gark ettin?”
demiştir.
Fudayl bin lyaz Hazretleri ihtiyaç vaktinde;
“Yarabbi,
bu lütfa hangi amel sebebiyle mazhar eyledin? Bana bunu ilham et ki o amele
kıyamete kadar devam edeyim.” diyerek münacatta bulunmuştur.
İleri zâhidlerden Rebî bin Haysem’e pazarda fiyatların
arttığı haber verilince şöyle buyurmuştur:
“Bizi aç koymasından korkmayın! Zira açlık
susuzluk evliyaya nasip olur.”
Sıdk ile dâde-i takdîr-i
Hüdâ ol
Verme helecan kalbine tedbîr ile asla
Ey
talip, Cenab-ı Hak seni halktan soğutursa, sana dostluğunun kapısını açacak
demektir.
Ne dem eylerse
mahlûkundan ol Mevlâ seni îhaş
Teyakkun et ki bâb-ı ünsü fethetmek murâd
eyler
İlâhî üns kapısı insanlardan uzak durmakla açılır. Mârifet
ehlinin insanlarla dostluk pazarı kurması hakikatte iflâs alâmetidir. Çünkü ne
zaman ilâhı üns kapısı açılırsa, halktan uzaklaşma ve Hak huzurunda tahakkuk ve
vahdet hâsıl olur. Halktan soğumak diye tercüme ettiğimiz “vahşet”in manası
halktan kalbiyle uzaklaşmak, yüz çevirmek, içten nefret etmek, onlardan
daralmak, sıkılmaktır. Bu yüzden melekût âleminin acayipliklerini müşahede eden
Bayezid Bestamî Hazretlerine; “Hoşuna giden bir şey gördün mü?” diye soranlara;
“Beğendiğim hiçbir şey görmedim!” cevabını vermiş, has bir kul olduğunu
göstermiştir. Bu hal üns makamında tahakkuk etmenin gereğidir.
Mestâne-i
serbâz-ı tarab-hâne-i cân ol
Müstağnî-i işret-gede-i her dü cihân ol
(Neşe evinin sarhoşu ol, iki cihanın meyhanesine de muhtaç
olma.)
Cenab-ı Hak senin dilini
talep ve dua için çözdüğünde, istediğini vermek istiyor demektir.
Duâya her ne dem tevfik ederse Hak seni
ey can
Bunu bil ki murâd etmiştir elbette sana ihsan
Zatî yoksunluğu görmekle, dilinden susmak (samt) düğümünü
çözerek isteyen ve dua eden, dileğine kavuşur. Zira ıztırar diliyle dua edenin
dualarına icabet edileceği ayetle vaat olunmuştur: “Allah sözünden dönmez. ”
(Al-i Imran/9, Ra’d/31)
Resulullah Efendimiz'"’ buyuruyor: “Kendisine dua
verilen, duaya muvaffak edilen kimse; icabet eserinden mahrum olmaz. ”
Yine
hadis-i şerifte: “Sizden her kime dua için izin verilirse, yani duaya
muvaffak olursa, ona rahmet kapıları açılır. Allah 'tan isteyeceği şeylerden ona
dünya ve ahirette af ve afiyet istemekten daha güzel bir şey olamaz. ”
buyrulmuştur.
Şeyh Ebu Bekir Haffaf Hazretleri demiştir ki: “Cenab-ı Hak
şüphesiz dua edenin sesini sever. O halde duayı nasıl kabul etmez? Eğer dua
edenin feryadını sevmemiş olsaydı, dua kapısını ona açmazdı.”
Hadis-i
şerif: “Allah bir kulunu sevdiği vakitte onu belâya uğratır. O kul dua ettiği
zaman melekler:
‘Bu
sefa veren bir sestir.’ derler.
Cebrail
de:
‘Yarabbi,
bu dua eden kulunun duası kabule layıktır.’ der.
Cenab-ı
Hak onlara:
‘Ey meleklerim, kulumu kendi haline bırakın,
istediği gibi dua etsin. Ben onun sesini işitmeyi severim.’ buyurur.
Dua eden kul:
‘Yarabbi!’ dedikçe;
Allah Teâlâ ona şöyle buyurur:
‘Lebbeyk kulum, her ne yolda
dua edersen icabet ederim, ne istersen verir, yardım ederim. Şu kadar ki ya
istediğini hemen ortaya çıkarırım yahut daha üstününü hâzinemde senin için
biriktiririm yahut istediğinden daha büyük belâyı bu duan sebebiyle üzerinden
kaldırırım.”
Arifin muhtaçlık hali hiç
gitmez, o Allah’tan başka bir şeyde karar kılmaz.
Ne zâildir ârifin
ıztırârı
Ne gayrullah ile vardır kararı
Arif olan kimse ıstırap ve ıztırardan hiçbir
zaman kurtulamaz. Çünkü ârif kâinatı kuşatan kudret kabzasının şümûlünü ve
nefsini bilir. İdrak ettiği zâti yoksunluğu ve Cenab-ı Hakk’a ihtiyacını her
nefesinde müşahede eder. Bu yüzden de artık mâsivaya meyil ve istinat edemez.
Avam ise hislerinin esiridir, müessir sebepler ortaya
çıktığında derhal etkilenip ıztırara düşer. Sebeplerin ortadan kalkmasıyla
birlikte sevinmeye başlar. Onların duaları ve zaruret halleri devamlı olamaz.
Çünkü Cenab-ı Hakk’ı ve hükmünü bilmek nefsini bilmek derecesine bağlıdır; “Nefsini
bilen Rabbini bilir. ” buyrulmuştur. Bir kimse İlâhî kudret kabzasının her
şeyi ihata ettiğini idrak ettiğinde derhal Cenab-ı Hakk’a ihtiyacının daimi ve
sürekli olduğunu anlar. Çaresiz, ıztırardan kurtuluş bulunmadığını bilir.
Ebu’l-Abbas Mürsî
Hazretleri: “Allah muztar olanların dualarını kabul edip sıkıntılarını
giderir... ” (Neml/62) ayetinin tefsirinde; “Veli olan kimse, devamlı
olarak ıztırardadır, muztar olmakta berdevam olur.” buyurdu.
Nasıl olmazdım vuslatta
âşık-ı âteşîn-meşreb
Firâk eyyamının fıkr-i hıred-sûzıyla
yandıkça
(Ayrılık günlerinin yakıcı düşüncesiyle
yandıkça, vuslat sırasında nasıl ateşli âşık olmam?)
Cenab-ı Hak kâinatın dış
yüzünü eserlerinin nurlarıyla, sırlarını ise sıfatlarının nurlarıyla
aydınlattı. Zahirin aydınlığı kaybolursa da kalplerin ve sırların nurları
sönmez. Bu yüzden denildi ki: “Gündüz güneşi akşam olunca batar, kalplerin
güneşi ise asla batmaz.”
Hüdâ envâr-ı âsârıyla etti âlemi tenvir
Dahî envâr-ı evsâfıyla sırr u bâtını ey
pir
Bu hikmetten zevâhir nuru dâim olmada âfil
Dil ü vicdânın envârı ise olmaz ebed zâil
Anın ’çün dendi şebde âfiâb-ı rûz olur
ğârib
Kulûbun şems-i irfânıysa olmaz bir zaman
gâib
Eserler Cenab-ı Hakk’ın kudret ve irade gibi zatî sıfatının
mazharları olan güneş ve ay gibi yıldızlardır. Kâinatın dış yüzü bunların
ışıklarıyla açılıp görünür. Ondan hayatın beşerî faydaları sağlanır ve eşyadaki
tabiî zararların giderilmesi sebepleri elde edilir.
“Sır” kalbin bâtını demektir. Ariflerin
kalplerinde şimşek gibi zuhur eden ve sıfat tecellisinden doğan ilim ve
irfanlarla Cenab-ı Hak kalplerinin bâtınını aydınlatınca, o sırlardaki örtülü
vasıflar açılır, görünür. Sırların sahipleri de açılan bu vasıfların zararlı
olanlarından çekinerek, faydalı olanlarıyla vasıflanarak şuhûd ve îkan
mertebesine erişirler.
Şu halde zâhir nurları eşyayı aydınlatan ışıklı
yıldızlardır, kalplerin nurları da ilim ve maâriftir. Güneşin ışığı gece
olunca, yıldızların ışığı gündüzün görünmez, yani batar. Fakat kalplerde ve
sırlarda ortaya çıkan tecelli nurları İlâhî vasıflardan doğduğundan asla
batmaz. Çünkü menşei kadîm ve dâimdir. Ondan parlayan nur da devamlıdır. Her ne
kadar beşerî sıfatların bulutlarıyla geçici olarak örtülürse de yine kalpte ve
sırlarda sürekli sâbit kalır.
Zâhir nurlarından murad, kulların zâhirinin sıfatlandığı
idraklerin suretleri, yani hisler ve hareketlerdir. Kalp ve sırrından maksat da
kulların bâtınlarının ihtiva ettiği ilimler, yani ince idrak ve anlayışlardır.
Binaenaleyh zâhir nurları, yaratılmış olanların eserleriyle, sırların nurları
kadîm sıfatlarla ilgilidir. Her iki yoruma göre de, müridin fani işlere itibar
etmeyerek kalıcı işlere değer verilmesi gerektiği anlaşılır. Bu hikmete “Batanları
sevmem. ” (En’am/76) ayetiyle işaret buyrulmuştur.
Sehl bin Abdullah Tüsterî Hazretlerine birisi;
“Kuvvet nedir?” diye sordu.
“Hiç ölmeyen, hep diri kalandır!” dedi.
Adam:
“Ben hayatta kalmaktan soruyorum!” deyince;
“Varlığın devamı ilimledir!” cevabını verdi.
Bu sefer adam dedi ki:
“Canım ben gıdadan soruyorum.”
Şeyhin cevabı;
“İnsanın gıdası zikirdir!” oldu.
Adam yine:
“Gıdadan maksadım cesedin yiyeceğidir, bana ondan haber
verin!” dedi.
Şeyh Hazretleri dedi ki:
“Bırak şu cesedin gıdasını! Onu vermeyi başta
üzerine alan, sonunda da gereğini yapar.- Eğer ceset acıkırsa, sen onu yapana
götürmenin çaresine bak. Görmez misin, aldığın bir alet bozulursa yapana
götürüp tamir ettirir, düzeltirler.”
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar