Print Friendly and PDF

HİKEM-İ ATÂİYYE ŞERHİ EL-MUHKEM Fİ ŞERHİ’L-HİKEM 1




Ibn Atâullah el-Iskenderî Hazretlerinin meşhur eserinin ismi “Hikem”dir. “Hikmet” kelimesinin çoğulu olan “Hikem”, “hikmetler” anlamına gelir. Hikmet felsefe, din ve ahlâk alanlarında kullanılan geniş kapsamlı bir terimdir. İnsanı iyi olana yönlendiren, çirkin ve kötü olandan alıkoyan söz olarak tarif edildiği gibi, “insanın gücü ölçüsünde nesnelerin mahiyet ve hakikatlerini bilmesidir” şeklinde de tanımlanmıştır. Hakikat ulemâsınca, daha çok faydalı ilim ve salih amel beraberliği şeklinde anlaşılmış, Kur’an’ın incelikleri ve sırları manasına geldiği de söylenmiştir.

“Allah hikmeti dilediğine verir; kime de hikmet verilirse, ona bol bol hayır verilmiş demektir. ” (Bakara/269) ayeti hikmetin Allah vergisi olduğunu ve yüksek değerini beyan etmektedir. Peygamber Efendimiz"’: “Hikmetin başı Allah korkusudur. ” ve “Hikmetin yayıldığı meclis ne güzeldir. ” buyurmuşlar, Kur’an-ı Kerim’i “hikmetin nuru” olarak nitelendirmişlerdir. “Hikmet mü minin yitiğidir, onu bulduğu yerde alır. ” hadisi, Müslümanların işlerine yarayan bilgiyi ve doğru sözü kimden ve nereden geldiğine bakmaksızın almalarına ruhsat vererek başka kültürlerden faydalanma yolunu açmaktadır. Efendimizin<sas) Abdullah b. Abbas hakkındaki, “Allah’ım, ona hikmeti ve kitabın tevilini öğret!” duasındaki hikmetten kastın, Kur’an’la amel etmek, sünnet, sözde isabet, haşyet, üstün akıl, kendisiyle ilham ve vesvesenin ayırt edildiği nur olduğu hadis şârihlerince belirtilmiştir.

“Hak Teâlâ yeryüzünü sizin için alçalttı, onun üstünde yürüyün, Hakk’ın rızkından yiyin/' (Mülk/15) ayetini Hazreti Mevlana şöyle yorumlamıştır: ‘Hakk’m rızkından yiyin/ ayetindeki rızkı sen ekmek anladın; halbuki onun manası hikmet ve mârifettir. Fakat o sana yaramaz, senin boğazına durur. Mideyi gül ve reyhan gibi olan hikmete alıştır ki, peygamberlerin hikmet rızkını bulasın.

İmam Gazali Hazretleri Esmâul-Hüsnâ Şerhi adlı eserinde hikmet hakkında demiştir ki: “Hikmet en yüce varlığı en değerli ilimle kavramaktır. Hikmet ilimlerin en büyüğüdür. İlmin büyüklüğü de bilinenin büyüklüğüne bağlıdır. Allah’tan daha yüce ve üstün varlık yoktur. Kim Allah’ı tanırsa, her ne kadar diğer bilinen ilimlerde kudreti az, lisanı ve beyanı kıt ise de hakimdir. Cenab-ı Hak: ‘Kime de hikmet verilmişse ona büyük hayır verilmiştir. Bunu ise yalnız akıl sahipleri anlayabilir. ’ (Bakara/269) buyurmuştur. Evet, kim Allah’ı tanırsa onun sözü başkalarının sözüne uymayabilir. Çünkü onun sözleri külli ile ilgilidir, cüz’iyatla ilgisi pek azdır; geçici olan dünya faydalarıyla alakası yoktur, ahiret menfaatlerine dairdir.”

Hikmet-i ilâhiyenin sayısı, sonu yoktur; insan havsalasına sığmaz. Ancak İlâhî hikmetlerin bir nebzesinin bilinmesi o işin işlenmesinin muharrikidir, istidatlı insanı bu alana çeken kuvvetler gibi müessir olur.

Muhyiddin Arabi Hazretleri “Fusûsu’l-Hikem” dibacesinde, Hak Teâlâ’nın hikmeti dilediği insanların kalbine istidatları ölçüsünde tedricen indirdiğini söylemiştir. Mârifet-i ilâhiyye ile alakası bakımından halkın anlayacakları açık manalar taşıyan sözler söyleyenlere “hakim” derler.

Büyük hakimlerden Atâullah Iskenderî Hazretlerinin mârifet ve hakikat taliplerine çok özlü ve pek değerli öğütler ihtiva eden eşsiz eserinin parlak bir şerhini sunuyoruz. Bu eserin yüksek kıymetini belirtmek için denmiştir ki: “Namazda Kur’an’dan başka bir kitap okumak caiz olsaydı, ‘Hikem’ okunurdu.”

Islâm âleminde pek meşhur olan bu eserin pek çok şerhleri yapılmıştır. Kastamonulu âlim, ârif, seyyid Ahmed Mahir Hazretlerinin “El Muhkem fi Şerhi’l-Hikem” adlı bu eseri Türkçe şerhlerin en muteberi ve en kapsamlısıdır. 11. Abdülhamid Han emriyle iki cildi bir arada olarak bastırılmıştır. Edebî bir üslupla kaleme alman eserde Ibn Atâullah Hazretlerinin hikmet ifadeleri önce nesir, sonra nazım olarak çevrilmiş, büyük velilerin sözlerinden alıntılarla, ibretli kıssalarla açıklanmıştır. Her hikmet şerhinin sonunda -bazısı Farsça ve Arapça olmak üzere- muhtelif şairlerin konuyla ilgili mısra ve beyitlerine de yer verilmiştir.

Şarihin dili ağır ve edebîdir. Şarihin ağdalı ifadeler kullanması, eseri herkesin anlamasını istememiş olmasından ileri gelebilir. Zira bu bilgiler çok kıymetli inciler gibidir, ehil olmayanın eline geçmesi zayi edilmesi demektir. Hikmetin yanlış anlaşılmasına veya kadrinin bilinmemesine sebep olmak zulümdür, açıklanmasında mesuliyet bahis konusudur. Biz de bu inceliğe dikkat ederek sadeleştirmede aşırı gitmedik. Istılahları bilen asgari bir tasavvuf kültürü sahiplerine hitap ettiğini göz önüne alıp asıl üslubuna sadık kalmaya özen göstererek sadeleştirmeye çalıştık. Yüksek bir irfan, derin bir ilim, geniş bir kültür ve büyük ustalık eseri olduğunda şüphe olmayan “Hikem-i Atâiyye Şerhi”ni melhûz yanlışlarımız için bağışlanma dileyerek, aziz müellifin ve muhterem şârihin kutsal ruhlarına dualar ederek, faydalanan irfan taliplerinden dua bekleyerek sunuyoruz.

Tahir Galip Seratlı

ÖNSÖZ

“îlim mü minin yitiğidir, onu nerede bulursa alır. ” (Hadis-i şerif)

“Kitap ne güzel dosttur. Onunla baş başa kaldığında sana iyi vakit geçirtir. Oysa sana bazı sevdiklerin sana ihanet edebilir.

Ona bir sır emanet edilince onu saklar, ifşa etmez. Kitaptan doğru ve hikmetli şeyler öğrenilerek faydalanılır. ” (Arapça şiir)

Eylerim hamd ü sipâs-ı bî-kıyas

Hazreti Hallâk-ı nev’-i âdeme

Söylerim hem de selâm-ı bı-giran

Seyyidü ’l-Kevneyn Fahr-i Alem "e

(İnsanı yaratan Hak Teâlâ’ya sonsuz hamdler ve iki cihan efendisi, âlemlerin övüncü Peygamber Efendimize salât ve selâmlar olsun.)

Hikem-i Atâiyye nin her cümlesi, “İçinde hayırlı güzeller var. ” (Rahman/70) ayeti anlamınca birer irfan gelin odasıdır. Her fıkrası, amber kokulu belâgat elbisesine bürünmüş ledün hakikatleri ve Kur’an sırlarıdır. Onun için “Neredeyse Kuran olacaktı.” denilecek kadar değerlidir.

Öyle gönül alıcı bir akıcılığı, öyle düzenli bir güzelliği hâizdir ki, irfan gözüne ilişir ilişmez, hoş manaların şahidi için yüksek bir maârif sarayı veya vahdetin en yüce sultanının oturacağı süslü ve parlak bir köşk olduğu anlaşılır. Çünkü o yüksek yapı, gönüle doğan vâridat nurlarından yapılmıştır, onun temeli mübarek ilhamlardır. O sarayın odaları tarikat tavırlarının örnekleridir. Etrafı da şeriat hükümlerinin sağlam duvarlarıyla düzenlenip çevrilmiştir.

Sır hâzineleri olan her penceresi birer yükselme burcudur, belagatinin her bir bölümü fazilet girişi olduğundan bütün sofiler feyzinden faydalar kazanırlar, ârif muhakkıkların hepsi onun sözlerinden istifade etmeye koşarlar.

Böyle bir sır ve incelikler yumağını gereğine uygun bir şekilde tercüme edip açıklamaya, zamanın kötüye götürdüğü talihle yuvarlana yuvarlana aciz kalmış, halktan uzaklaşıp, perişan bir duruma düşmüş, binlerce yara almış bir beyinden çıkan sözlerin yetebileceği düşünülebilir mi?

Lâkin tamamı anlaşılıp elde edilemeyen bir şeyin hepsini bırakmak doğru değildi. İlâhî feyizlerin bol bol aktığı ramazan aylarında uğraştığım Kur’an tefsir derslerini, tasavvuf hakikatleriyle de aydınlatmak maksadıyla bu kitabı incelerken, manzum ve mensur olarak tercüme etmeye ve açıklamaya muvaffak oldum. “Muhkem” denilen bu “Şerh-i Hikem” kitabı, İnsanların Efendisi’nin yüce halifesi Gazi Sultan Abdülhamid Hazretlerinin ilerleme asrına yakıştı. Onun şerefler ve ilimler gül bahçesine ve gelişme çiçekliğine nağmeler eklemekle nur üstüne nur oldu. O yüce sultan, manaların beyaz sayfaları üzerinde satırları çoğaltan güzelliktir, cihan sultanlarının başının tacıdır, hüner ve maârifin koruyucusu, yükseklik saçan padişahtır.

Maksat, feyizlerinden arta kalan kırıntılarla geçindiğimiz hakikat erlerinin yüksek sözlerini satırlara indirip ortaya çıkarmakla, ince manalarının incelenmesinden az çok aydınlanarak faydalanacak olan insaf ve irfan sahiplerinin iyilikle anmaları sayesinde ikinci bir hayat kazanmaktır.

Olgun ve aydın kimselerce bilindiği üzere büyüklük, bu gibi naçiz eserleri beğenip övmeyi engellemez. Gerçek yükseklik ise eksik ve aciz kimselerin yanlışını çıkarıp suçlamak değil, onların yanlışlıklarını düzeltmek ve eksiğini tamamlamak gibi bir meziyettir.

Böyle yokluk yolunda tozlara batmış ve dağılmış bir çalışma saksısına üstünlük ve şeref makamından bir beğeni ve takdir sözü lütfetmek onları alçaltmayacak, zaten yüksek ilim ve irfan makamlarını bir kat daha yükseltecektir.

O yüzden pek çok eksikliklerimin göstergesi olarak görülecek noksanlıklarımdan dolayı özür dilemeye gerek duymuyor, bu hususta bir şey yazıp usanç vermekten geri duruyorum. Yalnız ârif ve üstün kimselerin bağışlamalarına sığınıyor ve dua beklediğimi arz ediyorum.

Fakir Seyyid Hafız Ahmed Mahir

Bin Seyyid Hafız Muhammed Said bin Seyyid Hafız Muhammed Nureddin Kastamonî Ballıklı Efendizâde

Kastamonulu Seyyid Ahmed Mahir Hazretleri

Son dönem din âlimi ve siyaset adamlarından olan Ahmed Mahir Efendi Kastamonu’da doğmuştur. Ailesi Ballıklı Efendizâde lakabıyla tanınmaktaydı. Dedesi Hafız Mehmed Nureddin Efendi, babası Kastamonu Ticaret Reisliği yapmış olan Seyyid Hafız Mehmed Said’dir. İlk öğrenimini Nasrullah Mektebi’nde aldıktan sonra Merdiyye Medresesine devam ederek Ahmed Hicâbî’den icazet aldı (1882-83). Kastamonu İstinaf Mahkemesi üyeliğinde bulundu. Çeşitli mahkemelerde üyelik, başkanlık görevlerinde bulundu. II. Meşrutiyet’in ilânından sonra Kastamonu mebusu olarak Meclis-i Mebusan’a girdi. Bir süre Şûrâ-yı Evkâf Başkanlığı yaptı. Darülfiinûn İlahiyat Fakültesinde ve Medresetü’l-Vâizîn’de tefsir ve kelâm dersleri okuttu. İstanbul pâyesi, ikinci rütbe Mecîdî ve üçüncü rütbe Osmânî nişanlarını alan Ahmed Mahir Efendi’ye, ayrıca Sultan V. Mehmed Reşad tarafından da kıymetli bir kürk, ferâce, değerli bir teşbih ve kırmızı mineli saat hediye edilmiştir. TBMM’nin ikinci döneminde de milletvekili olarak görev yapmıştır. 4 Eylül 1925 tarihinde Kastamonu’da vefat etmiştir.

HİKEM-İ ATÂİYYE ŞERHİ EL-MUHKEM Fİ ŞERHİ’L-HİKEM /1.
CİLT

1.    Hikmet

Günah işleme ve hataya düşme zamanında ümidin azalması, amele güvenmenin alâmetlerindendir.

İtimâd-ı tâate oldu delil

Mâsiyet vaktinde noksân-ı recâ

ibadet ve tâat gibi güzel amellerine güvenenler iki kısımdır: Biri âbidler ve zâhidler, diğeri müridler ve sâlikler.

Birinci kısım, cennete girerek orada sonsuz nimetlerle mutlu olmak ve İlâhî azaptan kurtulmak için ibadetlerine güvenirler, ikinci kısım ise, Hakk’ın yüzünü örten mâsiva perdesini açıp kalplerin yüz görümlüğü olan gayp keşiflerini ve İlâhî sırları elde etmek için amellerine güvenirler.

Her iki itimat da hakikat erlerince kötü sayılır. Çünkü nefsi görmekten ileri gelir ve fiil ile amelleri kendine nisbet etmekten doğar. O yüzden bu itimat makbul sayılmaz ve amellere güvenenler daima ayıplanır.

Büyük ârifler kendilerinde güvenilmeye değer bir hal görmezler. Kendilerinden çıkan fiil, hareket ve hareketsizliklerin, bütün hallerin hakiki fâili olarak Cenab-ı Hakk’ı görürler. Kendilerini Hakk’ın birbirinden farklı isim ve sıfatlarının mazharı bildikleri için bir kabahat işlediklerinde ümitleri ve emniyetleri azalmaz, ibadet ettikleri zaman havf ve haşyetleri eksilmez.

Bunlar Hak Teâlâ’nın zatında fâni olanlardır. O yüzden hallerinin ortaya çıkışını Hak’tan bilir, Hakk’ın tasarrufu olarak görürler. Onlar vahdet denizinin yüzücüleridir. Her iki halde de havf ve recâyı seyr ü sülûkta iki kanat yaparak vuslat meydanına doğru yüzer, uçar ve at sürerler.

O halde Cenab-ı Rabbü’l-âlemin’e itimad, tevhid sırrına eren âriflerin işidir. Ondan başka şeylere güvenmek ise ayrılıkçı gafillerin vasfıdır.

Maksat sülük erbabını bu yüksek himmete davet ederek, hakikatten mahrum olmalarını önlemektir. Yoksa Hakk’a ermenin normal sebebi olan güzel amellerde ve bu amellerin kazandıracağı hallerde şüphe bırakmak değildir.

İbadet ve kulluk etmenin âlemlerden ganî olan Cenab-ı Hakk’ın lütufları karşısında değeri yoktur. Hak cemâlinin tecelli yeri olan cennet ve nimetleri; O’nun fazlının, bağışlarının sonucudur. Hak celâlinin tecelli yeri olan cehennem ve azabı, O’nun adaletinin gereğidir.

Resulullah’ın(sas) buyurduğuna göre, uzun ömrünü ibadetle geçiren bir Musevi’nin bütün ibadetleri, hesap görülmesi sırasında varlık nimetini bile karşılamamış tır. Diğer nimetlerin şükrünün yapılmamış olduğu anlaşılınca da cezalandırılması emredilmiş, bu âbid ve zâhid kişi kurtulmasının ancak Cenab-ı Hakk’ın lütfü ve inâyetine bağlı olduğunu anlamasıyla kurtulabilmiştir.

İki Cihan Efendisi Efendimizin(sas); “Sana hakkıyla ibadet edemedik ey Mâbud!” buyruğu, bu bakımdan ümmetine bir hikmet dershanesi olacak kadar anlamlı ve ibretlidir.

Cürmünü mu ’terifol tâate mağrur olma

Ki şifâhâne-i hikmette sakîm isterler

(Suçunu itiraf et, taatine gururlanma. Çünkü hikmet hastanesine suçlu olanı kabul ederler.)

2.    Hikmet

Ey Allah’ın kulu, Hak Teâlâ senin kazancını sebeplere bağlamışken sebepleri bırakıp inzivaya çekilmen, nefsinin gizli bir şehvetindendir. Rahman’ın cezbesi seni sebeplerden kurtarıp tecrid eylemişken, sebeplere yapışman ise himmetinin düşüklüğündendir.

îkame ettiği halde seni esbâb içinde Hak

Talebkâr-ı tecerrüd olduğun bir gizli şehvettir

Tecerrüdle dahi âlî iken kadrin senin elhak

Tevessül eylemek esbâba da tenzil-i himmettir

Sebepler dünya menfaatlerinin elde edilmesine vasıta olan mallar ve eşyalardır. Tecrid ise bu sebeplerle ilgilenmemektir.

Hakk’ın insanı sebeplere bağlamasının alâmeti, zâhirî sebeplerle geçim zorlaştığında din selâmetini koruyabilmektir. Sebeplere yapışarak yaşayıp kazanmak sırasında, insanların malına tamah etmeyerek zâhirî ve bâtınî kulluk vazifelerinin yerine getirilmesidir.

Tecridde yaşamanın alâmeti ise ummadığı yerlerden rızıklanarak mutlu olmak, bu şekilde yaşamak zorlaştığında da Cenab-ı Hakk’a tevekkülü bırakmamak, kalbini bozmamak, gönül hoşluğu içinde ibadete devam ederek feyizlenmektir.

Sebeplere bağlı kimsenin tecerrüd etmesi gizli şehvetinden ileri gelir. Şu bakımdan ki, feyiz ve hayır Cenab-ı Hakk’ın elindedir. İlâhî iradenin kulun isteğine uygun olup olmadığı bilinemediği halde kulun belirlenmiş kaderden çıkmak ve mücerred olmak istemesi, insanlardan uzaklaşması; Cenab-ı Hakk’a yaklaşma bahanesi altında, insanlarca sayılıp sevilmeyi istemek gibi nefsanî bir düşünceye dayanır. İnsanların sevip saymalarını istemek ise, tecrid ehlini yüksek derecelere çıkmaktan alıkoyar ve yoldan saptırır. Bu yüzden ârifler bunu öldürücü bir zehir bilmişlerdir.

Bir tecrid ehlinin yani insanlardan uzak yaşayan bir kimsenin sebeplere yapışmak istemesi, himmetinin tükenmiş olduğunu gösterir. Çünkü tecerrrüd Hakk’a bağlanmaktır ve muvahhidlerin, ariflerin en üstünlerine mahsustur. Halka dönmek ve inmek demek olan ve eksikli kişilerin hali bulunan sebeplere yapışmak, yüksek makamı alçak menzile değişmek gibi aşağılık bir iştir. Zira himmet kalp hallerindedir; ilgili olduğu şeye göre yükselir, alçalır.

Hak yolunda olan basiret sahipleri, ezelde belli edilmiş yerlerine bakarlar ve İlâhî takdire daima razı olurlar. Sebepler onları terk etmedikçe onlar sebepleri bırakmazlar. Sebeplerin dairesinden çıkarılmadıkça, kendiliklerinden tecerrüd tarafına geçmek istemezler. “Hayır, iyilik, Allah'ın seçtiğindedir.”

Bazı hakikat erleri şöyle anlatmıştır:

“Birçok sene sebepleri terk ettim; mücerred yani halktan uzak yaşadım. Fakat sonra yine sebeplere döndüm. Sonra sebepler beni terk etti, tecerrüde düştüm; bir daha da geri dönemedim.

Şeyh Şâzelî’nin(ks) huzurlarına gelmiştim. Zâhirî ilimlerle uğraşmanın, halk arasında bulunmanın Hakk’a erişmeye engel olacağı düşüncesindeydim. Tecerrüd halinde, halktan uzak yaşamak istiyordum.

Şeyh Hazretleri hiçbir şey sormadan bana şöyle buyurdu:

‘Zâhirî ilimde ilerlemiş bir âlim, işini terk edip sohbetimize devam etmek maksadıyla bize gelmişti. Ona dedik ki: Olduğunuz hal üzere kalınız. Eğer bizden bir nasibiniz varsa hâsıl olur. Cenab-ı Hakk’ın takdir ettiği şey, hiç değişmez, size ulaşır.’

Sonra bana bakarak:

‘Sıddıklara ve âriflere yakışan, bir şey reddetmemek ve istememektir!’ buyurdu.

Böylece içimdekileri keşfetti ve gönlümü şüpheden kurtardı.”

Hadis-i şerifte şu mealde buyrulmuştur: “Onlar, cehennemliklerle birlikte olmazlar. ”

İşte bu, ârif zümresini bu yüce mertebeye eriştiren rıza kapısında daima beklemek ve şu hadis-i şerife uymaktır: “Bir maksat gütmeyiniz. Zira bir kimseden istemeden olursa, Allah sizi muvaffak etmiş demektir, birine başvurursanız yardım görmezsiniz. ”

İrâde etse bu emrin taalluk fethine Nâbî

Ana etrâfı nâ-me'mulden esbâb olur peydâ

(Bir işin olmasını Hak Teâlâ dilemişse, ona umulmadık taraflardan sebepler meydana çıkar.)

3.     Hikmet

Himmetler ne kadar ileri, istekler ne kadar yüksek olursa olsun, Cenab-ı Hakk’ın kader surlarını yıkamaz.

Ne kadar olsa müessir himmet

Yine sûr-ı kaderi hark edemez

Burada geçen “himmet”ten murad, eşyada Allah’ın izniyle etkili olan nefs kuvvetidir. Bunlar evliya için keramet, sihirbazlar için istidrac olur.

Nazar değmesi de bunun gibidir. Sihir ve nazar esersiz sebeptir. Hakiki müessir ise sihir ve nazar değil, hayır ve şerrin yaratıcısı Cenab-ı Hak’tır. O halde himmet, keramet ve istidrac takdir surlarını geçemiyorsa, adi himmetin ezelde belirlenmiş kader karşısında ne önemi olabilir?

Sülük erbabını yani Hak yoluna girmiş kimseleri, Cebriye mezhebine davet etmek değildir. Cebriye mezhebi şeriat yükümlülüklerini kaldıranların yoludur, ona doğrudur denilemez ama âriflerin vahdet makamına ulaşmalarına gayret vermesi için gerekli sayılır. Bu makam, onlara hakikatin halvet yeridir. Hakikat ortaya çıktığında şeriat hükümlerine yer kalmaz ve cebr, hayret ve iskat-ı izafât burada irfanın kendisi olur. Burası vuslat olduğundan caizdir; ibadet artık külfet olmaktan çıkmış, zevk ve lezzetle yapılmaktadır.

Hazreti Ebu Zer Gıfarî, nefsânî şehvetlerden, şeytanî düşüncelerden kurtulmak için her şeyden elini eteğini çekmek, halktan uzak yaşamak hususunda Hazreti Resulullah’tan(sas) izin isteyince, Efendimizden şu cevabı aldı: “Kalem İlâhî muradları irade levhine yazdı ve kurudu, ister halka karış, ister kenara çekil. ” Yani olacak oldu, ister öyle yaşa, ister böyle.

Ariflerin sultanı Bayezid Bestâmî Hazretlerine: “Evliya zina eder mi?” diye sordular. “Allah’ın takdir ettiği ne ise o olur!” buyurdu. Bu cevap, hikmet bahçesinin turfanda burhanlarındandır.-

Cebr olmayıp irâde-i cüziyye olsa da

Kim filini muhâlif-i hükm-i kader eder

(Gerçi cebr yoktur, cüz’i irâde vardır. Ama yine de kim kaderin hükmünün tersine bir şey yapabilir? Kimse kaderin hükmünden dışarı çıkamaz, ona aykırı bir iş işleyemez.)

4.    Hikmet

Ey mürid, dünya işlerini düzene koymaya çalışma, onlar için tedbir alma külfetini bırak. Zira tedbir, ilâhı irâde ve takdire bağlıdır. Başkasının senin için yaptıklarını sen kendi üzerine alma ve nefsinle hareket etme.

Terk edip tedbîrini ol müsterih

Emr-i gayri etme cana iltizâm

(Tedbir almayı bırak, rahat ol. Kendine başka bir işi gerekli kılma.)

Bütün yaratılmış olanlar ve bütün varlıklar, Hakk’ın varlığının karşısında bulunduklarına göre, Hakk’ın takdirine karşı kulların tedbir almaya kalkmaları fuzûlî ve akla uymayan bir iş olmaz mı? Gerçekten bu, akıl sahiplerinin haline aykırı bir davranıştan başka bir şey değildir. Çünkü işleri takdir eden Cenab-ı Hak, tedbiri kendi üzerine almış, tevekkül edip işleri kendisine bırakmayı da kullara vermiş, bunu kulluk gereği saymıştır. Buna göre tedbir etmek isteyen kul, kulluk görevini bırakıp rablik hükmüyle İlâhî kazayı kaldırmaya ve ezelî kaderle çekişmeye kalkmış olur. Bu da helâk, hüsran, uzaklık ve ayrılık sebebidir. Bu Cenab-ı Hakk’ın özel yakınlığına girmek isteyeni engelleyen şeytanî bir vesvesedir. Hakk’ın zatına yönelen sâliklerin yolunu kesen nefsânî bir iştir. Çok zikirlerle, devamlı tefekkür ve murakabe ile hasta kalpten onu çıkarmak ve tevhid nurlarıyla kalbi doldurarak buna çare bulmak gerekir.

Hikmetin neticesi tamamen tedbiri bırakmak değildir. Takdir hükmünü unutturan, uzun emele matuf olan tedbiri terk etmelidir. “Tedbir geçimin yarısıdır. ” denildiğine göre geçimini sağlamak ve yaşam sebepleri olan tabiî kuvvetleri korumak ve sağlamlaştırmak için kolay bir şekilde geçim işlerinde tedbir almak hikmete ve şeriata uygundur.

Şu kadar var ki, hakikat erleri tedbirin bu derecesini de caiz görmüyorlar. Hatta Sehl bin Abdullah Tüsterî Hazretleri: “İnsanların geçimini karartan, mutluluğunu bulandıran tedbiri bırakın.” buyurmuşlardır.

Şeyh Ebu’l-Hasan Şâzelî Hazretleri de: “Gerçi zaruri tedbir gerekliyse de, tedbir etmemek için tedbir edin.” demiştir.

Tedbîrini terk eyle takdirHüdanındır

Sen yoksun o benlikler hep vehm ü gümânındır

5.    Hikmet

Ey sâlik, senin rızkını Allah Teâlâ üzerine almış ve buna kefil olmuşken, ezelde takdir edilmiş rızkın için çalışıp çabalaman ve senden istenen amel ve ibadetlerde tembellik ve gevşeklik göstermen, kalp gözünün körlüğüne delâlet eder.

Rızk-ı mazmunda gayretle ibadette kusur

Oldu kör olduğuna dıde-i kalbin burhan

(Kefil olunmuş rızkın için çabalamanla, ibadet etmekte kusur etmen; kalbinin kör olduğunun burhanıdır.)

Hûd suresinin 6. ayetinde belirtildiği üzere rızık, bağış ve ihsan suretiyle Cenab-ı Hakk’ın kefilliğindedir. Kulluk ve amel etmek, var olmanın gereğidir. Zira “İnsanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yar attım T ÇLtây&tl'SG) ve “İnsana çalışmasından başka bir şey yoktur.K (Necm/39) buyrulmuştur. Virdlere, zikirlere, ibadete ve taate devam etmek insanın yaratılış sebebidir.

Kula lazım olan Hakk’a hizmet ve kulluk etmek, Hakk’a düşen de karşılığını verip yardım etmek olduğu halde, istenen vazifeyi bırakıp gerçek âmirin işlerine karışmak, lâzım olanı bırakıp lüzumsuzla uğraşmak, basiret nurunun kaybolduğunu göstermez mi?

Basarın gözle görülenleri idrak ettiği gibi aklî ve manevî işleri de idrak eden kalp gözüdür. Onun nurunun kaybolması, Rab sırlarını müşahededen ve mârifet nurlarını mükâşefeden mahrum kalmaktır. Buna sonsuza dek süren kalp körlüğü denir. Bu körlük, geçici olarak maddî halleri görmemekten ibaret olan göz körlüğüne kıyas olunamaz. O yüzden Kur’an’da: “Gerçekten gözler kör olmaz fakat asıl sinelerin içindeki kalpler kör olur. ” (Hac/46) buyrulmuştur. Yani hakiki körlük, görme nimetinden mahrumluk değil, Hakk’ın isteği olan taati bırakmakla basiretin kapanmasıdır.

Hadis-i kudsîde şöyle buyrulmuştur:

“Ey kulum, bana itaat et de, senin hakkında hayırlı olan şeyi bana öğretme! Yani onu ben bilirim. ”

Gerçi işlerin düzeltilmesi Allah Teâlâ üzerine gerekli değildir ama her fiilinde binlerce ıslah sebebi ve hikmet olduğu da âşikârdır. Bu yüzden kulları hakkındaki her takdiri pek çok faydalar ihtiva eder. Bu yüzdendir ki Seyyidü’l-Enbiyâ Efendimiz(sas) buyurmuşlardır:

“Şunlar nasıl insanlar ki, bozguncuları saygın ve şerefli sayarlar; ibadet edenleri hor görürler. Kur anJm arzularına uygun olan hükümleriyle amel ederler de heva ve heveslerine ters gelen hükümlerini bilmez ve görmezden gelirler. Allah ın kitabının bir kısmına mü ’min, bir kısmına kâfir olurlar. Takdir edilmiş kader, belirlenmiş ecel ve ayrılmış rızık gibi çalışmaksızın idrak olunacak işler için gayret edip çabalarlar da çalışmaya bağlı olan; karşılığı bol, makbul ve çok kârlı şeylerde çalışmayı bırakırlar. ”

Hikmetin neticesi kulları geçinme sebeplerine yapışmada tembel davranmaya davet değildir. Onları Hak Teâlaya ibadet etmeyi bırakıp da bütün vakitlerini geçim için harcamaktan alıkoymak, bu suretle gafleti gidermektir. Şu halde sıkıntı çekmek, Allah’ın emirlerinde kusur etmeksizin geçinme sebepleri istemek basiret körlüğüne delâlet etmez, şeriata aykırı gelmez, tarikata ters düşmez. Fakat belli olan rızıklarını elde edenlerin artık Hakk’ın kullarının kapısına varmaları gerekmez. Dünya işlerinde rızık için çabalayanlar, Hakk’ın rızasını kazanmaya da çalışsalar hem rızkı, hem Rezzak’ı elde ederek iki yönlü olsalar, daha fazla mutlu olmazlar mı?

Aşağıdaki kıssa buna güzel bir örnektir:

Bir gün Harun Reşid cariyeleri toplayarak hâzinesinden en kıymetli mücevheri almalarını emretti. Bunlar mücevherleri paylaşırlarken cariyenin biri halifenin önünde durdu. Harun ona;

“Sen niçin beğendiğini almıyorsun?” diye sordu.

“Benim beğendiğim ancak zatınızdır, ben de efendimizi aldım!” diye cevap aldı.

Böylece o cariye, halifenin gönlünü kazanıp has odasına girdi ve bütün hâzineyi elde etmiş oldu.

Ne çare ki şimdiki dünyayı bırakıp geleceği (ahireti) kazanmaya çalışmak kısa görüşlüler için tabiat hükmüne aykırı görülür. Bu yüzden bazı ârifler; “Cenab-ı Hak bizim için ahireti kendi üzerine alıp, bizden dünya için çalışmamızı isteseydi ne olurdu?” diye temennide bulunmaktan çekinmemişlerdir.

6.    Hikmet

Ey talip, duada ısrarlı olduğun halde kabulünün gecikmesi seni umutsuzluğa düşürmesin.

Çünkü Cenab-ı Hak, senin istediğin şeyi, istediğin anda kabul etmeyi vaat etmedi, senin için dilediği şeyi, kendi seçtiği zamanda kabul etmeyi vaat etti.

Devam üzre duâ eyler iken dergâh-ı Yezdan "a

Teehhür mûcib-iye’s olmasın hiç vakt-i ıtâda

Fakat ber-vejk-i kâm olmaz kabulü çünkü zâmindir

İrâde ettiği yerde murad ettiği eşyâda

(Hak Teâlaya duada devam ederken kabulünün gecikmesi, umudunu kırmasın. Çünkü kendi dilediği şeyde, dilediği şeyi vermeyi üzerine almıştır.)

Kul mutluluğu kendi iradesinde değil, Hakk’ın iradesinde aramalıdır. Çünkü Cenab-ı Hak işlerin sonunu bilir. Başta görülen hal işin sonunu ve gerçek durumunu değiştiremediği için başta kötü görülen haller, güzel ve iyi olarak ortaya çıkabildiği gibi, güzel görülen çok işlerin sonu kötü gelebilir. Bakara suresi 216. ayeti bu hikmeti gösterir: “Hoşlanmadığınız bir şey hakkınızda hayır olabildiği gibi, sevdiğiniz bir şey de hakkınızda kötü olabilir. ”

Duanın kabulünün gecikmesi ümitsizlik ve usanç vermemelidir. Mademki Mü’min suresi 60. ayetinde duaya icabet edeceğini vaat etmiştir, kabul eserlerinin erken veya geç ortaya çıkmasında başka hikmet bulunduğu düşünülmelidir. Hekim hastanın istediği gibi değil, hastalığın gerektirdiği şekilde tedavi eder. Cenab-ı Hak da bu hikmet şifahanesinde tabii hallerin ve nefsânî arzuların hastası olan kullarına tedavi kabilinden olan icabet eserlerini, onların istediği şeylerde değil, onların menfaatine kendi seçtiği yerde, onların dilediği vakitte değil, kendi dilediği zamanda ortaya çıkarır. Kulların acele etmesi, İlâhî takdiri çabuklaştırmaz, onların gecikmesi geciktirmez.

Ebu’l-Hasan Şazelî Hazretleri:

“Sadık mürid olan kimseler, dünya işlerinden bir işi seçmemelidir. Seçmek gerekirse seçmemeyi seçmeli, bundan da Cenab-ı Hakk’a kaçmalıdır.” buyurmuştur.

Kasas suresi 68. ayetinde: “Rabbin dilediğini yaratır ve seçer. ” Zâriyat suresi 50. ayetinde: “Allah "a kaçın!” buyrulmuştur.

Yatalak olan Ebu’l Abbas Mürsî Hazretlerini ziyarete gelen bir kimse:

“Allah afiyet versin!” diye hatır sorduğunda cevap vermemiş, üç defa tekrar edince sabredemeyerek:

“Senin istediğin afiyeti ben istemem, benim afiyetim şu uğradığım haldir. Zira Habib-i Ekrem Efendimiz'"’ Cenab-ı Hak’tan afiyet dilemişken Hayber fethinde Yahudi’nin getirdiği zehirli kuzuyu yemeleri ve zehrin seneler sonra ortaya çıkıp tesir etmesiyle vefat eylemişlerdir. Yine halifeleri hazretleri de her biri afiyet istemişken bir şekilde şehid olmuşlardır. Eğer afiyet istersen, günah hastasına afiyet bağışlayan Allah’ın istediği afiyeti iste!” buyurmuşlardır.

Resul-i Ekrem(sas):

“Bir kimse günah olan veya merhamet kesici olan bir şey için dua etmedikçe, Cenab-ı Hak onun duasına icabet eder, istediğini verir veya istediği şey kadar günahını siler ve gelecek musibetleri ondan kaldırır. ” buyurmuşlardır.

Şartını yerine getirerek duaya el kaldıran her duacı mutlaka duasına icabet elde eder. Fakat istediği şey hayırlı olmazsa, kabul edilmemesi bazen icabetin ta kendisidir veya ahirete bırakılması hikmete ve işin gereğine uygundur.

Cenab-ı Hak mahşerde huzuruna getirilen bir kula hitaben:

“Ben sana bütün ihtiyaçlarını bana arz et, benden başkasına ihtiyaç arz etme buyurmadım mı!” diye azarladığında;

“Evet Yarabbi, ben de ihtiyaçlarımı hep zatına arz etmiştim...” diye cevap verip bazı duasının kabul edilmediğini belli etmesi üzerine Hak Teâlâ:

“Ben senin her duana icabet ettim, her istediğini verdim. Bazısının icabet eserini bugüne bırakarak senin için sakladım. Şimdi onu al, gözün aydın olsun!” buyurur.

O kulun icabet eseri olarak gözler görmedik nimetleri müşahede ettiği anda:

“Ne olaydı, dualarımın hiçbiri dünyada kabul edilmeseydi de icabet eserlerini burada görseydim!” diyerek esef edeceği hadis-i şerifte bildirilmiştir.

Şu halde icabette acele etmek hikmete uymadığı gibi, her duanın kabulünde acele edilmedikçe kabul hedefine ulaşacağı Peygamber Efendimiz(sas) tarafından haber verilmiştir.

“Günahkârların inlemesi, âbidlerin teşbihinden daha sevgilidir. ” hadisine bakarsak, dua edenin Cenab-ı Hak tarafından sevilmesi bazen kabulünü geciktiriyor. Tersine dua edene gazap edilmesi ise kabulünü çabuklaştırıyor.- Bu hususta başka birçok hadis-i şerifler vardır.

Dua şartlarına gelince, bazısı bilinemez. Bilinmeyen şart da yerine getirilmeyeceğinden duada icabet eseri görülmez. Bazısı ise şu hadis ve ayette belirtilmiştir. Hadis-i şerif:

“Yediği, içtiği, giydiği ve hareketleri haram olduğu halde dua edenin duası nasıl kabul edilir!”

Nemi suresi 62. ayet: “Yoksa sıkıntıya düşen kimseye, kendine dua ettiği zaman ona icabet edip fenalığını gideren ve sizi yeryüzünün halifeleri kılan mı!”

Buna dayanarak bazı ârifler:

“Cenab-ı Hak bir kulunun duasına icabet etmek isterse onu zora sokar.” demişlerdir.

Şiir (Arapça):

“Duaların etkisi mükemmeldir, ancak bunu dalalette olanlar kabul etmez. ”

7.     Hikmet

Ey sâlik, zamanı belli olsa bile vaat edilen işin olmaması, seni Hakk’ın vaadinde şüpheye düşürmesin. Çünkü bu şüphe, basiretin körelmesine ve sır nurlarının sönmesine sebep olur.

Çıkmazsa da ger fı’le yine vad-i Muin

Sıdkmda gümân etme ki kalbin kala pür-nûr

(Hakk’ın vaadi gerçekleşmezse de sen doğruluğundan şüphe etme ki, kalbin hep nurlu kalsın.)

İlâhî vaat, Kur’an’da duaya icabet olunacağının bildirilmesi gibidir: “Kullarım bana dua ettiklerinde dualarına icabet ederim. ” (Bakara/186) Şu halde her duanın kabul edilmesi, Hakk’ın vaadinden dönmemesi lâzım gelir; ancak bu icabet bazı sebep ve şartlara bağlıdır. Bu sebepler ve şartlar olmayınca vaat gerçekleşmeyebilir. Fakat bir hikmet gereği İlâhî vaadin ortaya çıkmaması, doğruluğu hususunda şüphe getirmemelidir.

İlâhî vaat, uykuda veya melek diliyle yahut ilham suretiyle de olur. Azap olunacağına dair sözün yerine gelmemesi, sırf lütfundan ve bağışlamasındandır. Zamanı belli edilmiş olsa bile vadinin gerçekleşmemesi, sözünden dönmesi sayılmamalı, şüpheye düşürmemelidir. Zira işin ortaya çıkış zamanın gecikmesi de kâinat yaratıcısının ilim ve iradesine bağlı olduğundan, insan bunun hikmetini kavrayamaz. Onun için Hakk’ın vaadinde sadık olduğuna inanmalı, vaadin zamanından önce yerine gelmesini ve gecikmesini hikmetine vermeli, kulluk edebini korumalıdır. Böylece itikad nuru şüpheden temiz, vicdan aynası zandan uzak olur. Her şeye ibretle bakanların basiretleri aydın, sırları parlak olur.

Peygamber Efendimizin(sas) başından da böyle bir şey geçmiştir. Şöyle ki:

Mekke’nin fethi, Fetih suresinde müjde olunduğu, bu müjde Hudeybiye’de ashaba iletildiği halde, o sene gerçekleşmedi, ertesi seneye bırakıldı. Bu gecikme ashabı çok üzmüşse de Hudeybiye anlaşmasından sonra Mekke’nin fethine kadar arka arkaya gelen fetihleri kolaylaştıracak birtakım olaylar meydana gelmiş, Efendimiz(sas), vaat edilen bu işin binlerce hikmet taşıyan gecikmesinden dolayı zerre kadar şüphe duymamışlar, işin gerçek yüzünü bilmeyen fethe susamış gönül sahiplerinin üzüntüsünü, daha işin başında güzel sonucu müjdeleyen öncü fetihlerle gidermeye çalışmışlardır.

Ana sundu ezel sâkî-i kudret câm-ı irfânı

Ana tertîb olundu hezm-i dünyâ meclis-i ukbâ

(Kudret sakisi ezelde irfan şerbetini Peygamber Efendimize sunmuş, dünya ve ahiret işleri onun yüzü hürmetine düzenlenmiştir.)

8.    Hikmet

Ey irfan talibi, sana ilâhı marifetten bir kapı açılırsa, artık amelinin azlığına bakma. Çünkü Hak Teâlâ bu mârifet kapısını kendini sana bildirmek, sana yardım etmek ve seni feyizlendirmek için açtı. Bilmez misin ki sana bu irfanı veren, sana bu ameli yaptıran Hak Teâlâ ve ameli işleyen de senin gibi bir günahkâr kuldur. O halde Rabb’in bağışı olan mârifetle, kulluk hediyesi olan ibadet kıyas olunabilir mi?

Taarrüfden sana bir bâb açınca Hazreti Mâlik

Mübâlât etme artık kıllet-i a’mâle ey sâlik

Sana ol bâbı ancak Fâtihü İ-Ebvâb olan Mevlâ

Bilinmek hikmetinden nâşi açtı şüphesiz cânâ

Anın mu "tisi Hak bilmez misin mehdı-i a mâl

Hediyenle senin artık nasıl siyyân olur efdâl

(Sana Hak Teâlâ bir mârifet kapısı açınca, amel azlığına dikkat ederek kaygılanma artık ey mürid! Kapılar açıcı Hazreti Mevlâ, sana o kapıyı bilinmek için açtı. Onu verenin ve ameli yaptıranın Cenab-ı Hak olduğunu bilmiyor musun? O halde senin nâçiz hediyenle, o üstün olan ihsan nasıl eşit olur?)

Hak yoluna giren kimsenin, nefsanî ve şehvanî tehlikelerden sakınması ve asıl maksadı olan Hakk’a vâsıl olmak için çok amellerle halini düzeltmesi gerekir. Bunun için mücahede ederek çalışıp çabalarken, beşeriyet gereği gevşeklik göstererek nafile ibadetlerinde, evrad ve ezkârında kusur edivermesi onu derin bir üzüntüye düşürebilir. Bu üzüntülerin kendisini umutsuzluğa sürüklemesi, şeytanın aldatmasıyla devam ettiği ibadetleri tamamen bırakması da muhtemeldir. Çünkü “İnsan çok acelecidir.” (Isrâ/11) Hâlbuki o devamlı mücahedesi ile tecellilerin ilk mertebesi olan “ef âl tecellisi” gibi bir mârifete erişebilir. Bu sırada düştüğü umutsuzluk ise yalnız ibadetin kazancı olan mârifeti değil, kulluk sermayesi olan ibadetleri de mahveder. İşte bu hikmet, dervişleri bu bakımdan aydınlatıcıdır.

İbadet, Hakk’a yakınlık ve mârifet elde etmek içindir. Kalbe bir mârifet yerleştiğine göre, bu İlâhî bağışa adi sebeplerden olan zâhirî amellerden bazısını yapamadım diye üzüntü çekmeye ve ilerleme yolunda umutsuzluğa düşmeye ne gerek var? Bir de ibadet azlığı, bazen binlerce senelik ibadete denk olan musibet veya hastalıktan da ileri gelmiş olabilir. Uğradığı bu musibeti Allah’tan bilir ve bunu ibadet ve afiyetin ta kendisi, hatta ibadetlerden daha hayırlı olduğunu kavrarsa artık ibadet azlığını nasıl kayırır, nasıl kale alır?

Hikmetin neticesi mârifet elde edildiğinde ibadeti kesmek değil, İlâhî hediyesi olan mârifete nazaran kulluk armağanı olan ibadetin önemsiz olduğunu göstermektir. Çünkü ibadet ne kadar çok olursa olsun, ibadet edene aittir, mârifet ne derece az olursa olsun Hak Teâlâ’nın lütfudur. Yaratıcı yüce Rab, ibadetten faydalanmaz ama Hak armağanı olan mârifetten kul fayda görür.

Ihlâssız mârifet olmaz, ihlâssız ibadet boş uğraştır. Bu yüzden mârifet en yüksek amaçtır, ibadet ne kadar az olsa da Hak katında mârifetsiz taatten üstün ve makbuldür. Bir sâlik, mârifet elde etmeye başladığı zaman amelden ziyade ona özen göstermeli, onunla meşgul olarak kalp huzuru ile Cenab-ı Hakk’a yönelmelidir. Bazı ibadetlerden nefs hoşlanır. Nefs hazzından korunmuş olan mârifet, nefs hazzı ile karışık ibadetten daha iyidir.

Hadis-i kudsî: “Bir kuluma, bir hastalık verdiğim vakitte, gelmiş olsuna gelenlere şikâyet etmezse, ona afiyet veririm. Hastalıktan erimiş ve eksilmiş olan etinin ve kanının yerine hayırlı et ve kan bağışlarım. ”

Ebu’l-Abbas Îbnü’l-Arîf, Bağdat’ta doksan yaşını geçmiş olduğu halde âzâd edilmemiş köleydi ve Ebu’l-Hayyar diye anılırdı. Vücudunu cüzzam illeti kaplamıştı. Kokması gerekirken, uzağından bile misk kokusu duyulurdu. Bunun su üzerinde batmayarak namaz kıldığını gören bir kimse, Muhammed el-Esfencî Hazretlerinin de baras illetine tutulmuş olduğunu görünce hayrete düşerek ona:

“Ey evliyanın efendisi, Cenab-ı Hak bu belâyı verecek düşmanlarından kimse bulmadı mı da, keramet sahibi bir veli olduğunuz halde sizi bu hastalığa uğrattı?” diye sorunca ona şöyle buyurdu:

“Sus, edepsizlik etme! Ben Hak Teâlâ’nın ihsan hâzinelerinden bilgi sahibi olduğumda, musibet ve belâlardan daha üstün hiçbir nimet görmedim de onu ben kendim istedim. Eğer sen zâhidlerin seyyidi, evtâd velilerin imamı olan Kutup Hazretlerinin halini görseydin ne derdin? Tarsus’taki mağarada tutulduğu hastalıktan dolayı vücudundaki etlerin ve derilerin döküldüğünü, göz göz olmuş bedeninin her tarafından kanlar ve irinler aktığını, sinekler ve karıncaların üzerinde dolaştığını ve gecenin girmesiyle birlikte yine bu hale ve zikir şüküre kanaat etmeyerek kendisini demir zincirlerle bağlayıp Hak Teâlâ’ya yönelip sabaha kadar oturduğunu ve bütün ömrünü bu şekilde geçirdiğini görseydin acaba ne derdin?”

Can verip canana ermektir kemâli âşıkm

Vermeyen can itirâf etmek gerek noksânına

(Aşkın zirve noktası, sevgilisine erişmek için âşıkın canını vermesidir. Canını vermeyen âşık, aşkının noksanlığını itiraf etmelidir.)

9.    Hikmet

Amellerin başka başka olması, kalp hallerinin ve manevî varidatın değişik olmasındandır.

Tenevvu’ etmeseydi dilde ahvâl

Tenevvu' eylemezdi cins-i a mâl

(Gönül halleri türlü türlü olmasaydı, amellerin cinsleri de değişik olmazdı.)

Vâridâtın yani gönle doğan manaların, hallerle alâkası, sıfatın sıfatlanana olan ilgisi gibidir. Bunun için hallerin vâridâtı demek, vâridenin hali demektir. Hallerin vâridesi, sâliklerin gönlünde güzel ahlâk gerektiren maârif ve sırlardan meydana gelir.

Vâridâtın bazısı müridin kalbinde heybet, bazısı üns ve sevinç, bazısı darlık ve sıkıntı, kimisi genişlik ve ferah gibi muhtelif haller meydana getirir. Zâhirî ameller, bâtınî hallere bağlı ve onun eserleri olduğundan ve hallerin vârideleri de çeşitli bulunduğundan, hallerin gerektirdiği ameller de zaruri olarak türlü türlü olur. Onun için ibadette, kalbin meyli gözetilmelidir. Farzlarda ve vâciplerde kalp temayülü aranılmaz ama diğer amellerde şahsî istidada bakılmalıdır. Bazı sâlik namazdan aldığı tadı oruçtan alamaz, bazısı da tersine oruçtan aldığı lezzeti namazda bulamaz. Bazısı vecd ve sema’dan hoşlanır, bazısı da evliya ile sohbeti tercih eder.

Amellerin vâridatla olan bu ilgisini yeni başlayan sâlik bilemez ve kalbinin meyletmediği ameller yüzünden usanç, bıkkınlık hisseder. Usanç ise tecellileri durdurur. Yanlış yola sapmamak ve boşuna uğraşmamak için bir mürşidin irşadı gerekli olur.

Sâlikin istidadı aranmalıdır. Farz namazlarının, secde, rükû gibi çeşitli şekil ve hareketlerde olması bu hikmete dayanır.

Peygamber Efendimiz(sas) geceyi ihya etmek için nafile ibadet edenlere rahat ettikleri kadar ibadet, ibadet ettikleri kadar rahat etmelerini, usanç gelirse başka ibadete geçmelerini emretmişlerdir.

10.    Hikmet

Zâhir ameller, hareketli suretlerdir. Bunların ruhu, onlardaki ihlâs sırrıdır.

Suver-i kaime oldu a mâl

Rûhtur anda vücûd-ı ihlâs

İnsanların halleri nasıl çeşit çeşit olursa, ihlâsları da öylece türlü türlüdür. Her kulun ibadetindeki ihlâsı, kulluktaki derece ve makamına göredir.

Ebrar zümresinin ihlâs derecesi, amellerinin açık ve gizli riyadan, nefs ve heva hazzından uzak olmasıdır. Bunlar ibadeti, sevap kazanmak ve Allah’ın cezalandırmasından kurtulmak için yaparlar. “İyyâke na’büdü” (Yalnız sana ibadet ederiz) ayetini gerçekleştirirler. Nefsi görmek ve ibadete güvenmek bunlarda mevcutsa da halka bakmaz, halkın övme ve yermelerine önem vermezler.

Muhabbet ve zevk erbabının itilâsı ise, ibadetleri sevap kazanmak ve ikabdan çekinmek değil, yalnız Hakk’ı ululamaktır. Bununla beraber bunların ibadetinde de nefs kokusu vardır.

Hazreti Râbiatü’l-Adeviyye’nin münâcatında: “Yarabbi, ben sana cehenneminin korkusundan ve cennet isteğinden dolayı ibadet etmedim.” buyurması bu muhabbet ehlinin ihlâsım gösterir.

Ihlâsın bir üçüncü derecesi mukarreb âriflere mahsustur. Bunlar ibadetlerinde, taatlerinde, hareketlerinde ve hareketsizliklerinde kendilerinde asla kuvvet ve varlık görmeksizin bütün amellerinde Hakk’ı müşahede eder ve ibadette bir maksat gütmezler. Ihlâsın bu derecesi, “Mak’ad-ı sıdk ve yakîn” makamıdır ve “iyyâke nesteîn” (yalnız senden yardım isteriz) ayetinin manası burada gerçekleşir.

Muhiblerin ihlâsı ile bunların ihlâsı arasındaki fark şöyledir:

Muhiblerin ibadeti Allah için, âriflerinki Allah iledir. Allah için yapılan ameller, karşılık ve sevap getirir. Allah ile olan amel yakınlık getirir. Allah için ibadet, ibadetin tahkikini, Allah’la ibadet iradenin tashihini gerektirir. “Amel-i lillah” (Allah için amel) âbidlerin, “amel-i billah” (Allah’la amel) Hakk’a yakın kimselerin vasfıdır. Allah için amel zâhir hükümlerle, Allah’la amel kalp sırlarıyla yerine getirilir.

Her âbidin ihlâsı, ibadet suretlerinin ruhlarıdır. İbadetler ihlâs ruhu ile hayat bulur, Hakk’a yaklaşmaya elverişli hâle gelirler. İhlâssız ameller ise, ruhsuz cesetler, anlamsız sözler gibi değersizdir. Onun için bazı şeyhler demişlerdir ki, amel ihlâs ile düzeltilir. İhlâs da kuvvetten ve varlıktan uzaklaşmakla düzeltilir.

Hakperestim arz-ı ihlâs ettiğim dergâh bir

Bir nefes ayrılmadım tevhidden Allah bir

11.    Hikmet

Kendi varlığının tohumunu bilinmezlik toprağına göm yani adsız sansız ol. Çünkü toprağa karışıp kaybolmayan tohum yeşerse de fayda vermez.

Vücûdun tohmunu arz-ı humule eyle defn ey dil

Ki medfûn olmadan nâbit olan dâne müfid olmaz

“Humûl”ün manası toprak gibi durmak ve alçak olmaktır. Vücudun gömülmesi; şöhret sebeplerini terk etmek demektir. Şöhretten sonra Hak yoluna girilse, yine alçaklık göstermek ve nefsi görmemek gerekir. Zira toprak gibi alçak olmayan gönülde hikmet nebatı bitmez. Toprağın altında gömülü olmayan tohum bitse bile faydalı olmaz.

Sülûkunun başında şöhret sebeplerine düşkün olan sâlik, işin sonunda pek az feyiz bulur. Çünkü ihlâsın gerçekleşme derecesi, bilinmezlik, adı sanı bulunmamak derecesiyle orantılıdır. Bu yüzden her sâlikin şöhret sebeplerinden kaçması ve halkla kaynaşmaktan çekinmesi lazımdır. Şu kadar ki, bekabillah, seyr-i ilâllah makamlarından sonra İlâhî irade ister kulunu ortaya çıkarır, isterse gizler.

Ebu Sitretü’l-Abbas(ks) buyurdu:

“Her kim ortaya çıkmayı severse ortaya çıkıp görünmenin kulu olur. Gizli kalmayı seven ise gizliliğin kuludur. Her kim Allah’ın kulu olursa, Hak onu meydana çıkarsın veya gizlesin fark etmez.”

İbrahim Edhem<ks) buyurdu: “Şöhreti seven Allah’a sadık olamaz.”

Eyüb Sahtiyânî(ks) buyurdu: “Ancak Cenab-ı Hakk’a sadık olan hâlis kul, yerinin bilinmemesiyle sevinç duyandır.”

“Bana öğüt verin.” diyen birine Bişr bin Haris Hazretleri şöyle buyurdu: “Namını ve şanını belirsiz ve yiyeceğini helâl den temin et!”

Bazı ârifler: “Halk arasında tanınmayı seven kimse, ahiret tadını bulamaz.” demişlerdir.

Şan kazanmayı ve yükselmeyi sevmenin, şöhretin en büyük zararı, saadet sermayesi olan ibadet ihlâsını bozmasıdır. Zira Hicr suresi 40. ayetine göre feyiz ve felâhın sebebi olan ihlâs, Hak muamelelerinden halkı çıkarmaktır.

insana nisbetle ilk yaratılan insanın nefsidir. Onu gözden çıkarmak ancak bilinmezlikle olduğundan bazı evliya, insanların haklarındaki hüsnüzannım gidermeye çalışırken şeriatta mubah olan fakat insanlar arasında çirkin ve ayıp sayılan bazı tabiî hallerde bulunmuşlardır.

Devrin hükümdarı kendini ibadete veren meşhur bir âbidin ziyaretine geldiğinde, hükümdarın kendisini hor görmesi için laubali bir şekilde bakla yemeğe başlamış, bunu gören hükümdar onun hakkında iyi düşüncesinden dönmüştür.

Hatta tasavvuf imamları, kulların kalbindeki mevki sevgisini tedavi etmek için şeriatta terk edilmesi yeğ tutulan şeyleri de kullanmışlar, sâliklere de kullandırmışlardır.

Buna bir örnek olarak şu menkıbe anlatılır:

Hamama giren bir zat, elbisesi altına dışarıdan da görülebilir şekilde kıymetli bir elbise giymiş. Bunun çalıntı olduğu sanılsın diye korkak tavırlarla yürümüş, insanlar onu görüp halk arasında elbisesini çıkartmışlar ve adı hamam hırsızı olarak anılmıştı.

Bu hususlardaki hadislerden ikisi şöyledir:

Ebu Hureyre’den<ra): “Saçları dağınık, yüzleri toz içinde, eski elbiseli, halk içinde hor görülen çok kimse vardır ki, yemin ederlerse, Cenab-ı Hak onları yalancı çıkarmaz, istediklerini onlara verir. ”

Muaz ibni Cebel’den(ra): “Hakikaten riyanın azı bile şirktir. Bir kimse evliyadan bir veliye karşı düşmanlık gösterirse, şüphesiz Cenab-ı Hakk’a savaş açmış olur. Cenab-ı Hak, görülmedikleri vakitte aranılmayan, hazır bulundukları zamanda davet olunmayan ve tanınmayan gizli takva sahiplerini sever. Onların gönülleri hidayet kandilleridir. Onlar tozlu, topraklı karanlık yerlerde görünürler.”

Ebu Hureyre(a) anlatmıştır:

Bazı ashab ile beraber Resul Efendimizin yanında bulunuyorduk. Efendimiz(sas) buyurdu:

“Yarın muhakkak cennetliklerden bir adam sizinle beraber namaz kılacak!”

Kendi kendime, onun ben olmalığımı arzu ettim. Ertesi gün, Resul Efendimizin arkalarında namaz kılıp cemaat dağılıncaya kadar mescitte bekledim. Resul aleyhisselamla yalnız kaldığım sırada bez parçasına sarınmış, yamalı bir gömlek giymiş, siyah bir adam göründü. Gelip elini Hazreti Resul Efendimizin elinin içine koydu ve şehitlik rütbesine erişmek için dua istedi.

Resul Efendimiz de ona şehit olarak vefat etmesi için dua buyurdular.

O sırada o kimseden misk kokusu geliyordu.

“Ya Resulallah, o buyurduğunuz adam bu mudur?” dedim.

“Evet, budur! Filan adamın kölesidir. ” dediler.

“Ya Nebiyyallah, onu satın alıp da âzâd buyursanız olmaz mı?” dedim.

“Cenab-ı Hak onu cennet hükümdarlarından kılmak istiyorsa, benim için onu satın almanın imkânı nerdedir? Ey Ebu Hureyre, cennettekilerin melikleri ve efendileri vardır. İşte bu zenci de onlardan birisidir.

Ey Ebu Hureyre, Cenab-ı Mevlâ; kullarından saçları dağınık, yüzleri toz içinde, karınları helâl kazancından aç kalmış olan, büyüklerle görüşmek isteyince kendilerine izin verilmeyen, evlenmek istediklerinde evlenilmeyen, olmadıkları zaman aranılmayan, hazır olduklarında davet olunmayan, göründükleri zaman görünüşlerinden hoşlanılmayan, hastalıklarında ziyaret edilmeyen, öldüklerinde haklarında şahitlik edilmeyen gizli saf kimseleri sever. ”

Bunu işiten ashab-ı kiram:

“Ya Resulallah, onlardan birini bize târif buyursanız!” dediklerinde, Resul Efendimiz:

“İşte o Veysel Karânî’dir!” dediler.

“Veysel Karânî nasıl kimsedir?” diye sorulduğunda;

“Koyun gözlü, kızıl saçlı, iki omzunun arası geniş, orta boylu, benzi gayet sarı, çenesini göğsüne dayamıştır. Gözünü secde yerine dikmiş, sağ elini sol elinin üzerine koymuş, Kur’an okur. Nefsinin haline ağlar, iki eski elbisesi var, kendisine saygı gösterilmez, yün elbise giyer. Yeryüzünde tanınmaz, gökyüzünde bilinir. Yemin etse, Cenab-ı Hak onu yemininde doğru çıkarır. Dikkat edin, sol omzunun altında beyaz bir parlaklık vardır. Bilin ki kıyamette kullara "Cennete girin!’ denildiğinde, Veysel Karânîye "Sen dur da, şefaat et!’ buyrulur. Rebia ve Mizar kabilelerinin fertleri adedince, cehennemi hak etmiş olanlar hakkında şefaati kabul edilir.

Ey Ömer ve ey Ali, eğer onunla karşılaşırsanız, ondan sizin için istiğfar etmesini isteyin de Cenab-ı Hak sizi mağfiret etsin!” buyurdular.

Başka bir hadiste: “Ona benden sonra kim kavuşursa, selâmımı ona tebliğ etsin. ” buyurdular.

Bir zaman sonra Hazreti Ömer ve Hazreti Ali, Hazreti Uveys’le karşılaştılar ve kendisine kim olduğunu sordular.

“Koyun çobanı ve bir kavmin ücretli işçisiyim!” cevabını verdi, ismini sakladı.

İsmini sordular;

“Abdullah! Yani Allah’ın kulu” dedi.

Annesinin verdiği ismi sorduklarında cevap vermedi.

Peygamber Efendimizin kendisi hakkında bildirdiği nitelikleri anlatıp kendisini tanıdıklarını söylediler.

“Belki o başka biridir!” dedi.

“Peygamber Efendimiz, senin sol omzunun altında bir parlak işaret olduğunu bize haber verdi, aç da görelim!” dediklerinde, artık onu göstermekten başka çare bulamadı. Bunun üzerine dua istediler.

Bundan sonra Hazreti Ömer, kendisiyle ara sıra buluşmak teklif etti. Hazreti Üveys:

“Ya Emirü’l-Mü’minin, seninle buluşmaya söz veremem. Bugünden sonra da ne ben seni bileyim, ne de sen beni bil!” cevabını verdi. Ondan sonra da gütmekte olduğu develeri sahiplerine geri verip çobanlıktan vazgeçti. Bu buluşma Hazreti Ömer’in(ra) halifeliği zamanında ve vefat edecekleri senede, Hac için Arafat’ta bulundukları sırada olmuştu. Hazreti Üveys, oradan Irak’a giderek İran üzerine yapılan gazalardan Azerbaycan gazasında bulunduktan sonra dönüşte yolda vefat etti. Defnolunmak üzere inildiğinde kazılmış kabir, yerden kaynayan su ve kokulanmış kefen hazır görüldü. Yıkanıp kefenlendi, namazı kılınıp defnedildi. Fakat sonra ziyaret için arandığında kabrinden hiçbir eser görülemedi.

Bazı rivayete göre, yine Hazreti Ömer’in(ra) halifeliği zamanında gaza için Yemen gazileriyle Medine’ye gelip oradan Irak’a gitmiş ve Hazreti Ali’nin(ra) halifeliği zamanına kadar yaşamış, Sıffin vakasında da bulunup Hazreti Ali yanında bulunma şerefini kazanarak şehit olmuştur. Fırat kenarında defnedildiği halde sonra kabirleri kaybolmuş, hayatlarında olduğu gibi vefatlarından sonra da gizlenip belirsiz kalmıştır.

Ashab-ı kiramın en büyüklerinden olan Hazreti Ömer(ra) ve Hazreti Ali’nin(ra) tâbiînden üstün oldukları halde Hazreti Üveys’ten dua ve istiğfar istemeleri ve buna dair Peygamber Efendimizin emirleri garip karşılanmamahdır. Resul-i Ekrem Efendimiz(sas) bir sahabiye;

“Ey kardeş, duana bizi de kat!” buyurmuştur ki bu, dua edenin dua isteyenden üstün olması gerekmediğini gösterir. İyi kimselerin dualarını ganimet bilmelidir.

Hazreti Üveys, şekle, surete, güzel görünmeye asla önem vermemiş, eski püskü elbiseleri yüzünden dış görünüşleriyle eğri bakışlılar tarafından bazen horlanmıştır.

Zâhir halde Peygamber Efendimizle görüşmemişse de, bâtın halde daimi murakabe ile huzurunda bulunma zevkine ererlerdi. Böyle vasıtasız Hakk’a ulaşanların yoluna “Üveysî Tarikatı” denilir.

12.    Hikmet

Kalp şehsuvarına, tefekkür meydanına girerek at oynatmak için insanlardan uzak durmak (uzlet) kadar faydalı bir şey yoktur.

Alem-ifikret içinde cevelân etmek için

Uzlet-âsâ olamaz kalbe müsâid bir hâl

(Tefekkür âleminde dolaşmak için yalnız başına, halktan uzak kalmak kadar uygun bir hâl yoktur.)

Kötü ahlâk gibi nefs hastalıklarından kalbi temizlemek ve kalp sırlarını saflaştırmak her mürid için gereklidir. Çünkü tecelli o takdirde ortaya çıkar. Nefsânî hastalıkların meydana gelmesinin sebepleri, uygunsuz kimselerle arkadaşlık etmek, alışkanlıklara bağlı kalmak, nefs heveslerine uymakla birlikte insanlarla çok kaynaşmak ve maddî âlemle ilgiyi devam ettirmektir. Bu sebeplerin kökten kesilmesi için yapılacak ilk iş, insanlardan uzaklaşmaktır. Nefs hastalıklarının tedavisi ise Cenab-ı Hakk’ı tefekküre bağlıdır. Halktan uzak olmadıkça göz neredeyse gönül oradadır. Kalp, his ve şehadet âleminde görülen şeyleri düşünmekle uğraşırsa, gayp ve melekût âleminin tecellilerinden gafil olur. Bu sebepten dolayı hadiste, bir saat tefekkürün yetmiş senelik ibadetten hayırlı olduğu buyrulmuştur. Fikir meydanında dolaşmak isteyen kimse ilk iş olarak insanlardan uzaklaşmalıdır.

Tabiat yani huylar bulaşıcı, yakınlık ise maneviyat hırsızıdır. Bundan dolayı kötü ahlâk ve hallerden kurtulmak ancak insanlardan ayrı kalmakla mümkündür. Tefekkür olmadıkça tecelli kapıları ve müşahede meydanları açılamaz. Bu yüzden gayp hâzineleri olan kalplerin nefs hastalıklarından boşaltılması uzletle olur; maârif nurları ve rabbânî tecellilerle doldurulması da tefekkürledir.

En takvalı sahabelerden irfan sahibi Ebu’d-Derdâ’dan(ra) zevcesi en üstün ameli sormuş, o da: “O dürr-i saadet âlâ-i ilâhîyede fıkret idi!” cevabını vermiş, yani tefekkür olduğunu söylemiştir.

Haşan Basri Hazretleri şöyle buyurmuştur: “Murakabe ve tefekkür, mütefekkirlerin iyiliklerini kabahatlerinden ayrı olarak gösteren bir hakikat aynasıdır. İlâhî sanat ve ayetlerde tefekkür, açık lütufları, gizli nimetleri bilmeye sebep olur. Bu bilgiyle gönülde bazı haller meydana gelir. Kalp hastalıklarının artık tamamen giderilmiş olmasıyla manevî afiyet olan istikamet artmaya başlar.”

Hazreti İsa(as): “Sözü zikir, susması fikir ve bakışı ibret olan kimse ne mutludur. İnsanların en zekisi, daima nefsini hesaba çeken ve ömründen sonrası için amel edendir.” derdi.

Şu halde asıl maksat fikrettir ve uzlet buna vesiledir. Fikret olmayan uzlette fayda yok, zarar çoktur. Uzletin fikretin vesilesi olması tarikatın dört esasından biri olan halveti içine almasındandır. Diğer üç esas, susmak, açlık, uyumamaktır (sumt, cû’, seher). Tam tedavi ve velilik bu dördünün birleşmesiyle elde edilir. Sehl Tüsterî Hazretleri, bütün iyiliklerin bu dördünün bir araya gelmesinde olduğunu söylerdi.

Hikmetin neticesi sâlikleri rahipliğe davet değildir. Arkadaşlıkları gıybet, sevgileri kötülemek, ihlâsları riya, özellikleri eziyet, inançları anlamsız, ibadetleri taklit ve âdet gibi olan zamanın çocuklarından ve kardeşlerinden çekinmeyi öğütlemektir.

Hazreti İsa(as): “Ölüyle oturmayın ki, gönülleriniz de ölmesin!” dediğinde;

“Ölü kimlerdir?” diye soranlar:

“Dünyayı sevenler ve geçici dünya süsü olan hallerden hoşlananlardır!” cevabını almışlardır.

Hadis-i şerifte mealen buyruldu: “Ümmetim için en korktuğum şey, gafilleri görmekten ve katı kalplilerin arasına karışmaktan meydana gelen zafi-ı yakîndir. ”yani kesin imanın zayıflamasıdır.

Arifin birisi demiştir ki:

“Hakikat kıblesine dönmüş olan ebdâlden sordum: Hak ve hakikat yoluna ulaşmanın rehberi nedir?”

Mahlûkattan muhabbet nazarını kesmektir!”

“Niçin?”

“Çünkü onlara bakmak zulmetin ta kendisidir.”

“Toplum içinde yaşıyorum, onlara karışmam zaruridir.”

“Sözlerini dinleme ki, kasvettir. Kalbi katılaştırır.”

“Onlarla konuşmak zorundayım.”

“Bari onlarla muamelede bulunma ki, hüsran ve vahşettir.”

“Onların içindeyim, muamelede bulunmam, onlarla iş yapmam lazımdır.”

“Bari hareketlerine ve hareketsizliklerine uyma ki, helâk ve hasrettir.”

“Öyle yapmam da gereklidir.”

“Öyleyse sen oyuncuların bakışıyla bakıyor, cahillerin sözlerini dinliyorsun. Ağırcanlı, gevşek tabiatlı, tembellerle iş görüyor, helâke uğramışlarla arkadaşlık yapıyorsun! Bir de tatmin olmuş kalp sahibi olmak mı istiyorsun? ibadet tadını duymak ve kulluk sırrını bulmak mı arzu ediyorsun? Heyhat!” dedi.

Buna göre uzlet şu vasıftaki kimselerle beraber olmamak değildir: Hidayet yoluna girenler, zühd ve takvaya düşkün olanlar, Allah muhabbetinin meyhanesinde neşe bulanlar, sözleri “Din nasihattir. ” hadisine uygun şekilde öğüt olanlar, fiilleri Allah’ın yaratıklarına şefkat göstermek olanlar, mü’minler, muvahhidler, vecd ve yakîn sahipleri. Bu gibi kimselerden kaçınmak şeriata ve hikmete aykırıdır. Zira Kur’an-ı Kerim’de: “Ey iman edenler, Allah'tan korkun ve sadık kimselerle beraber olun. ” (Tevbe/19) buyrulmuştur.

Vâsıllar ve bekabillah makamına eren ârifler için bütün yaratıkların fiilleri İlâhî fiillerdir. Bütün her şey ve kâinat, İlâhî esma ve sıfat mazharlarıdır. Onlar cem’ü’1-cem’ zümresidir; Allah’tan başka bir şey görmezler. Bunlar için uzlet söz konusu değildir. Onlar vahdet ülkesinin hükümranı olarak kesrette uzlet bulurlar.

13.     Hikmet

Kalp aynası yaratılmışların suretleriyle kararmış ve isyan tozlarıyla kirlenmişken irfanla nasıl parlayabilir? Nefsânî şehvetlere, hayvanı hazlara, uzun emellere bağlıyken vahdete erişme yolunda nasd ilerleyebilir? Gaflet suçundan kendini temizlemediği halde Hak huzuruna nasıl girer, cemal müşahedesini nasıl ümit edebilir? Yanlışlıklarda ve günahlarda ısrar edip dururken sırların inceliklerini nasıl idrak eder? Hür kişilerin hakikatlerini anlamayı nasıl arzular?

Intıbâ’-ı suver-i halk ile muzlim-i vicdan

Nur-ı Hak onda ne keyfiyetle olur berk-efiân

Yol alır mı acaba Hakk’a esir-i şehvet

Olmayan pâk ola mı dâhil-i bezm-i Hazret

Fehm-i esrâr-ı İlâhîyi nasıl eyler ümıd

Târik-i tövbe olan abd-i günahkâr-ı anîd

(Yaratılmışların suretlerinin, vicdanında iz bırakıp kararttığı kimsede Hak nuru nasıl parlayabilir? Şehvetine esir olan Hakk’a doğru yol alabilir mi? Temiz olmayan kimse, Hakk’ın huzur meclisine girebilir mi? Tövbe etmeyi bırakmış günahkâr ve inatçı kul İlâhî sırları anlamayı nasıl umar?)

Sükûn ve hareket, aydınlık ve karanlık gibi zıtların bir araya gelmesi muhal olduğundan bu sayılan şeyler de bir araya gelemez.

îman nuru ile yaratılmışlara güvenmekten dolayı kalbe dolan karanlık birbirine zıttır.

Nefs ve heva cezalarının kesilmesiyle ele giren seyr-i ilallah mertebesiyle, tabiat zindanında hapis kalmak ve mevki sevgisine esir olmak birbirine terstir.

Kalp ve vicdan temizliği gerektiren Hak huzuru, hicap ve hasret getiren şehvet ve gaflete ters düşer. Zühd ve takva meyvesi olan incelikleri anlama hasleti, kasıtsız da olsa günahta ısrara aykırıdır. Mâsivaya meyletmek ve sevgi beslemekle, feyiz ve mârifet arzusu birbiriyle uyuşmaz.

“Padişah konmaz saraya hâne ma ’mûr olmadan ”

Heves ve şehvete bağlanıp kalan bir kimsenin, seyr-i ilallah fezasında menzile yol alması mümkün müdür?

“Hakk’ayol almaz imiş dest-i tabiatde esir”

Şeriat, dışı pis olan kimseyi camiye girmekten men ederse; hakikat, gerçekten pis olan gafilleri vahdet sofrasına, Hak huzuruna sokar mı?

“Aşinâ-yı ezelîyâr-ı kadîm isterler”

Esrarın incelikleri, zühd ve takva ile aydınlanmaya bağlı olunca, yasaklanan şeylerde ısrarlı olan onu nasıl anlasın?

“Allah’tan korkun ki, Allah size öğretsin. ”

İmam Ahmed bin Hanbelî Hazretleri, bir gün Ahmed bin Ebi’l-Havarî’ye rastladı ve ondan üstadı Ebi’l-Süleyman’dan bir kıssa anlatmasını istedi.

Ebi’l-Havarî Hazretleri söyleyeceklerinin pek acayip olduğunu belirterek:

“Önce sübhanallah deyiniz!” dedi.

Hanbel Hazretleri bunun üzerine uzunca bir “sübhanallah!” çekince şöyle nakletti:

“Üstadım Süleyman Dârânî şöyle buyururlardı: İnsan nefsleri, eğlenceyi ve günah işlemeyi bırakır ve bu halde devam ederlerse, melekût âleminde gezip dolaşırlar, bir öğreticiden faydalanmaksızın az bulunur hikmetlerle donanarak sahiplerine geri dönerler.”

İmam Hazretleri bu hakikati işitince, vecde gelip üç kere kalkıp oturarak:

“İslam diyarında bundan daha acayip bir şey işitmedim!” buyurdu ve bunu “Bildiğiyle amel edene Allah bilmediklerini öğretir. ” hadisinin doğruladığını bildirdi.

Sikender-seyr isen de sedd-i nutk etpîş-i kâmilde

Aristo-yı hakîkat-bîne nakl-i macerâ olmaz

(İskender gidişli biri olsan dahi üstadın karşında dilini tut. Gerçek görüşlü Aristo’ya hikâye anlatılmaz.)

14.    Hikmet

Bütün kâinat yokluk ve karanlıktır. Yaratılmışları Hakk’ın zuhur tecellisi var edip aydınlattı.

Her kim yaratılmışları görür de, onda veya onunla beraber veya ondan evvel veya ondan sonra yaratıcı Hakk’ı görmezse, şüphesiz nurlardan ayrı kalır. İlâhî maârif güneşi, yaratılmış şeylerin bulutlarıyla örtülüdür.

Zulmet-âbâd idi işbu ekvân

Etti izhâr anı nur-ı Yezdan

Alemi ruyet edip de anda

Görmeyen Hakk’ı dahi her yanda

Şüphesiz berk-i vücûd-ı envâr

Anı fevt ettiği artık derkâr

Neyyir-i evc-i semâ-yı irfan

Ebr-i âsâr ile andan pinhân

(Bu kâinat yokluk karanlığı içindeyken Hakk’ın nuru onu ortaya çıkardı. Kâinata bakıp da her yanda Hakk’ı görmeyen şüphe yok ki, varlığın parlak nurlarını kaybetmiştir. O kimse için irfan göğünün burcundaki güneş, eserlerin yani yaratılmışların bulutlarıyla örtülüdür.)

Yokluk karanlık, varlık aydınlıktır. Yaratıklar aslında karanlık bir yokluktur ve (adem-i muzlim) Cenab-ı Hakk’ın nurunun tecelli yeri ve zuhur aynası olmakla aydınlanırlar. Şu halde ekvana (yaratılmışlara) mevcut demek mazhar olmak bakımından mecazdır. Hakiki mevcut, Cenab-ı Hak’tır. Çünkü âlemde bazısı yaratıcı, bazısı yaratılmışlarla varlık kazanan birçok varlık olamaz.

Yaratılmışların var olması demek, varlığın yaratılmakla varlık kazanması demek değildir. Bizatihi var olup vacibü’l-vücud olan hakiki varlığa yaratılmışların bir tür bağlılığıdır.- Bu alaka, genişleten, daraltan, kahreden, acıyan gibi birbirine zıt İlâhî isimlerin suretleri olan ayân-ı sabite üzerine, İlâhî tecelli zamanında meydana çıkar. Tecelli ise ancak Cenab-ı Hakk’ın bildiği, akıl sahiplerinin bilemediği bir şeydir.

Birbirinden farklı olan bu ayân-ı sabite mazharlardır. Allah’ın varlığı ve sıfatları bu ayanda kendi özellikleriyle (istidatlarıyla) meydana çıkar. Bu ayan, istidat farklarından dolayı bu geçici âlemde birbirine zıt olarak suret giyerler.

Varlıklardaki çokluk, bu istidatların çeşitliliğinden ve çokluğundan ileri gelir. Bunun örneği, bu çeşitli görünüşteki varlıklara göre bir kişinin eğri, doğru, uzun, kısa, büyük, küçük görünmesi; bununla birlikte bu kişinin bu vasıfların hepsinden uzak bulunmasıdır.

Hakiki mevcut, her ne kadar vahid (bir) ise de tecelli sırasında bütün yaratılmışlar üzerine yayılmıştır. Fakat bu yayılma, girme, birleşme ile değil, zuhur iledir. Ekvana var demek, hakiki varlığa ilgisi bakımından ve mazhar olma yönünden mecazdır. Bu alaka kesilse yaratıklara artık ne sahiden, ne de mecaz olarak var denemez.

Özet olarak mevcut ekvan, mazhar olmak şartıyla ayân-ı sabiteden ibarettir. Onlara kendileriyle var olmadıklarından gerçekten mevcut denemez. Ezelî ve ebedî olarak yok ve karanlıktırlar, işte bu yüzden sofiler, “Ayân-ı sabite varlık kokusunu alamamışlardır.” derler.

Bir kimse, ekvanın vehim ve hayal olan varlığını görmekle ekvanın yaratıcısından uzaklaşsa, mârifet güneşi onun basiret gözünden eserlerin bulutlarıyla elbette perdelenir.

Ekvanı görmekle ekvanın yaratıcısından perdeli olmayanlar da sülük derecelerine göre çeşitlidir. Bazıları Hakk’ı ekvandan önce görerek müessirle eserlere delil bulurlar. Bazıları da ekvandan sonra görüp eserlerle hakiki müessiri ispat ederler. Bir kısmı da yaratıcıyı yaratılanlarla beraber görüp müessire irfan bulur. Fakat bu birliktelik eğer ulaşma, kavuşma (ittisal) birlikteliği ise, bunlar Cenab-ı Hakk’ı ekvanda müşahede ederler. Eğer ayrılma (infisal) birlikteliği ise Cenab-ı Hakk’ı ekvan indinde müşahede ederler.

“Nerede olursanız olun, O sizinle birliktedir. " müjdesinin belirttiği yakınlık, cevherin cevhere, arazın araza yakınlığı gibi değildir. Gerçek başlangıcın, başlangıcı olanla bir araya gelmesinden ibarettir, burada madde ve mekân söz konusu değildir. Yalnız etki ve etkilenme ile yorumlanır, ittisal ve infisal maiyetinden anlaşılanların burada yeri yoktur. Birleşme, ayrışma gibi anlamlar ekvandandır. Bu tabirler, manevî sırları ve zevk hallerini sâliklere söz ve yazıyla anlatmak için kullanılır.

15.    Hikmet

Ey mürid, hakikatte var olmayan, karanlık ve yokluk olan ekvanın (âlem) Hakk’ın müşahedesinde sana engel oluşu, İlâhî kahrın hir delilidir.

Sana Hak'tan bu kevn-i bî-vücudun olması hâcib

Vücûd-ı kahrına olHâlik’ın elbette burhandır

Mâsiva sırf yokluktan ibarettir, Allah’a nisbetle varlığı yoktur. Var olursa tevhide aykırı şirk ve ikilik gerekeceği ârif ve muhakkıkların birleştiği bir gerçektir.

Tevhidde ihlâs, mâsivadan varlığı tamamen kaldırmak ve kelime-i tevhidi “Lâ mevcude (Allah’tan başka mevcut yoktur) manasında anlamakla elde edilir.

“Allah'tan başka her şey helâktedir. " (Kasas/88) ayeti ve şu beyit bunu gösterir:

“Allah dışında ne varsa hepsi bâtıldır. Ne kadar nimet varsa hepsi yok olacaktır. "

Hazreti Lebid’in bu beyti hadis-i şerifle doğrulanıp övülmüştür.

Bu tevhid, mecaz aşağılığından hakikat yüceliğine yükselmekle, âlemde Allah’tan başka hiçbir varlık görmeyen en üstün velilerin (hassü’l-havas) tevhididir. Tevhidin hakikati de budur.

Bir de birinci mertebedeki mü’minlerin avamı için ve ikinci mertebedeki sâliklerin havassı için birer tevhid daha vardır.

Avamın tevhidi, “Lâ ilâhe illallah" kelimesinin, “Lâ ma'bude illallah" (Allah’tan başka mabut yoktur) manasında anlaşılmasıdır. Yani putlar gibi ilâh sayılan birtakım bâtıl ilâhları yok edip gerçek mabut olarak Cenab-ı Hakk’ı ispat etmektir. Heva ve hevese bağlı olmak, heva ve heves sahipleri için mabut derecesinde olduğundan, bu tevhid ile yok edilemez. Heva şirki yüzünden bu tevhid sakıncalıdır.

Havassın tevhidi, tevhid kelimesini “Lâ maksûde illallah" (Allah’tan başka maksat yoktur) manasında düşünmektir. Burada Hakk’ı mabut olarak tevhid etmekle beraber hakiki maksut olduğu da ispat edilmekte, diğer amaçlar yok edilip ayrılmaktadır. Muvahhid (tevhid eden) diğer maksatları nefyederek “maksat ne ise, mabut odur” hükmünden sıyrılırsa da, mâsivadan varlığı kaldırmadığı için varlık şirkinden kurtulamaz. Halbuki vücud (varlık), kemâlâtın mebdei olduğundan Cenab-ı Hakk’a mahsustur. Adem (yokluk), noksanlıkların ve yanlışlıkların menşei olduğundan mâsivaya mahsustur. İlâhî zatın aynı olan varlığı, sırf yokluk olan mâsivaya teşmil etmek pek büyük bir bencilliktir. Çünkü hadiste: “Senin varlığın, başka bir günahla kıyaslanmayacak kadar büyük bir günahtır. ” buyrulmuşum

Mâsivanın yani bütün mükevvenatın, yokluk ve karanlık olduğu halde Cenab-ı Hakk’a perde olması ve ferdin mevcut vehmederek onu var görmesi Allah’ın kahrının alâmetidir. Hakiki varlık Hakk’a mahsus olduğu halde yine ekvandan başka bir şey görmemesi, “kulları üzerine kahredici olan” (En’am/18) Cenab-ı Hakk’ın, “hayvanlar gibidirler, belki onlardan da aşağı” (A’raf/179) zümresinden olan avam hakkındaki kahrının bir delilidir.

İşte âlemde Cenab-ı Hak’tan başka gerçek mevcut olmadığından bu hususta sekr fazlalığı ve zevk, şevk coşmasıyla;

Cüneydi Bağdâdî’nin: “Cübbemin içinde Allah’tan başka bir şey yok”,

Bayezid Bestâmî’nin: “Şanımı teşbih ederim, ne kadar büyüktür”,

Mansur Hallac’ın: “Ene’l-Hak” sözleri gibi çok sözler vardır.

İbn Atâ buyurdu:

“İrfan ehline göre ekvan, varlıkla da, yoklukla da vasfedilemez. Çünkü Allah’ın varlığına karşı, mâsivanın zaten varlığı yoktur. Bir şeyin yokluğu, varlığından sonra tasavvur edilebilir. O yüzden varlık ile de, yokluk ile de nitelenemez. Vehim perdesi aradan kalkmış olsa, ayanın yokluğu açıkça görülür ve îkan nuru parlardı. Ekvanın varlığı tamamen örtülü kalırdı.”

Şeyh-i Ekber Muhyiddin Arabî Hazretleri üç tecelliye (efâl, sıfat, zat) işaret buyurarak: “Her kim halkı Allah efâlinin masdarı görürse, fâiz-i necah olur (kurtulur). Sıfatullahın mazharını görürse, ârif olur. Sırf yok olduğunu anlarsa vâsıl-ı ilâllah olur. (Allah’a kavuşur)” buyurmuştur. (Yaratıkların Hakk’ın fiillerinden çıktığı gören kurtulur, Hak sıfatlarından meydana geldiğini gören irfan sahibi olur, yok olduklarını anlayan Hakk’a erişir.)

Şeyh-i Ekber Hazretlerinin sözlerindeki inceliği anlayamayanlar, şeriat ve dini yeniden dirilten o büyük veliyi “Vücûdiyye” denen sapkın görüşlülere katarak ona kâfir diyecek kadar cüret göstermişlerdir. Hâlbuki Vücûdiyye denen sapkın zümre, Hak Teâlâ’nın âlem parçalarından ayrı bir varlık olmadığını ileri sürerler. Bu sapıtmışlara göre Hakk’ın âlemin parça ve fertlerine nisbeti, bir bütünün cüzlerine nisbeti gibidir. Bunlara göre Allah, âlemdir. Allah denilmek için, âlemden başka bir şey mevcut değildir. İşte bu görüş, sırf kâfirlik ve dinsizliktir, imandan uzaktır. Şeyh-i Ekber Hazretlerinin mezhebi ise bu gibi saçmalıklardan ve küfürden yücedir, kendisinin değeri pek yüksektir. Çünkü Hazreti Şeyh bu Vücûdiyye mezhebini “Risale el-Mârifet” adlı eserinde red ve iptal etmiştir.

Şu kadar ki, “Fütûhât-ı Mekkiye”de Cenab-ı Hakk’a vücûd-ı mutlak demesi onun bu mezhepten sanılmasına sebep oldu. Çünkü bazıları vücûd-ı mutlak’ı genel varlık olarak anlamışlardı. Böylece vücûd-ı mutlak’ın dışarıda varlığı olmamasından dolayı Hak Teâlâ’nın da hariçte tahakkuk etmesi için ezelen ve ebeden mazharlarının lüzumuyla âlemin kadîm olduğunu söylemesi Şeyh Hazretlerini de o bâtıl mezhepten saydırtmıştır. Halbuki Şeyh Hazretleri bu kitapta âlemin kadîm olmadığını, sonradan yaratıldığını, Cenab-ı Hakk’ın kadîm olduğunu ve vücûd-ı mutlak’tan muradın Hakk’ın bizatihi mevcut olmasından ve illetli olmadığı gibi bir şeyin illeti de olmamasından ibaret olduğunu açıkça belirtip ispat etmiştir.

Bununla beraber Hak Teâlâ âlemin yaratıcısı ve fâili olduğundan lügat manasınca âlem için illet olması, ıstılah manasınca illet olmaması da ayrıca Hakk’ın iradesini ispattır.

Şu halde nerede muvahhidlerin sultanı Hazreti Muhyiddin, nerede dinsiz Vücûdiyye mezhebinin bâtıl zanları.

16.    Hikmet

Bir şeyin Cenab-ı Hakk’ı perdelemesi nasıl düşünülebilir ki, o her şeyi izhar edip ortaya çıkarandır. Her bir şeyle, her bir şeyde, her bir şey için o zahir ve peydadır.

Nasıl mahcûb olur bir şey ile Hak

Odur izhâr eden eşyayı ancak

Nasıl mestûr olur bir şeyle Kadir

Odur her şey ile peydâ vü zahir

Nasıl hâil olur bir şey Hüdâ’ya

Odur zâhir mezâhir cümle sâye

Nasıl hâcib olur Mevlâ’ya ekvan

Odur her şey için her dem nümâyan

(Hak Teâlâ bir şeyle nasıl perdelenebilir ki, bütün her şeyi ortaya çıkaran O’dur. Nasıl bir şeyle örtülebilir ki, her şeyle birlikte meydana çıkan kendisidir. Bir şey Hakk’a nasıl engel teşkil edebilir ki, meydanda açıkça görünen O’dur ve diğer her şey gölgeden başka bir şey değildir. Her şey için açıkça meydanda iken yaratılmışlar O’na nasıl engel olabilir ki?)

Cenab-ı Hakk’ın bütün her şeyi izharı şöyledir:

Alem yokluk karanlığında iken nurunu bağışlamasıyla var oldu. Eşyanın ortaya çıkması, kâinatın nuru olan Hakk’ın eşyada zuhuruyla oldu. Hakk’ın zuhuru, eşyanın zuhurunun sebebidir. Bir şeyin ortaya çıkarılması ortaya çıkaranın gizli kalmasını gerektirmez. Ortaya çıkarılan bir şeyin, kendisini meydana çıkaranı engellemesi nasıl düşünülebilir?

Aslında yok olan eşya, ayân-ı sabite olarak Allah’ın ilmindeyken, bunlara varlık vererek ortaya çıkarmıştır. Buna değişik şekil ve renklerdeki camlara güneşin vurması, bu sebeple yere rengârenk şekiller yansıması bir örnektir. Göklerin ve yerin nuru olan Cenab-ı Hak güneşe, eşyaya varlık vermesi güneş ışıklarının renkli camlara vurmasına, çeşitli özelliklerde (istidat) olan İlâhî ilim suretleri (ayân-ı sabite) renkli camlara, yaratıkların türlü şekil ve eserlerle ortaya çıkması da camlardaki renklerin yere düşmesine misaldir.

Yaratıkların yere düşen renkler gibi olmasına bakılırsa Hak varlığı güneş ışığı gibidir. Eşya, türlü renkler gibi mevhumdur (sanal) ve Hak varlığıyla varlık kazanmıştır. Renk çeşitliliği ise güneşin ışığından değil, camlar dolayısıyla meydana gelmiştir. Yaratıkların çok olması, Hakk’ın kendisinin değil, ayân-ı sabitenin çok oluşundandır. Işığının gerçek olduğu anlaşıldığında, yaratıkların gölge gibi oldukları bilinir.

Yansıyan çeşitli renkler, ışık ve renk olmak üzere iki yönlüdür. Yaratıkların da biri başlangıç, biri mahiyet olmak üzere iki yönü vardır. İlk yöne hakikat ve rububiyet, ikinci yöne mahlukiyet ve ubudiyet (kulluk) denir.

İkinci yön, imkân ve kulluk yeri olduğundan yük yükleme, (teklif) nimet verme, azap etme buraya dönüktür. Tasavvuf dilinde buna “fark makamı” derler. Bir kimse bu makamda “Ene’l- Hak” (Ben Hakk’ım) demiş olsa dinden çıkar.

Birinci yön hakikat ve rablik makamı olup bir sâlikin bu makamda “Ene’l-Hak” demesi, Hakk’ın birliğini ifade etmektir.

Binaenaleyh “Âlem heme ez ost” (Âlem O’ndandır) diyenler “fark” rengine, “âlem heme ost” (âlem O’dur) diyenler, “cem” nuruna bakanlardır.

Bu konudaki ince manaya, Rahman suresinin 19 ve 20. ayetlerinde işaret olunmuştur: “iki denizi salıvermiştir, nerdeyse birbirine kavuşacaklardır. Aralarında engel olduğundan birbirine geçemezler. ”

Bir mücevher nasıl olur da içinde bulunduğu hâzineyi örtüp perdeleyebilir?

Cenab-ı Hak bütün eşya ile zâhir olduğundan delil bulucular, Fussılet suresinin 53. ayetine dayanarak Hakk’ın varlığını eşya ile ispat etmeye kalkıştılar: “Onlara hem dışlarında, hem kendilerinde ayetlerimizi göstereceğiz. Öyle ki, onun hak olduğu açıkça belli olacak. ”

Hakk’ın eşyada zâhir olması, şuhûd ehline göre zatıyla, perdeli olanlara göre esma ve sıfatlarıyladır.

Çünkü bunların nazarında eşya, sıfat manalarının tafsili olan esma manalarının mazharlarıdır. Bu yüzden el-Muiz (yücelten) isminin tecellisi, şeref ve kudret sahiplerinde görünecek, el-Müzill (alçaltan) isminin tecellisi alçaklarda ortaya çıkacaktır. El-Muhyî (dirilten) isminin tecellisi canlılarda, el-Mümit (öldüren) isminin tecellisi ölülerde görülecektir. Bağışlar vaktinde el-Mu’tî (veren), duaların kabulü zamanında el-Mücîb (icabet eden) ismi tecelli edecektir. Zarar görmede ed-Darr (zarara uğratan) isminin, faydalanmalarda en-Nâfî (fayda veren) isminin tecellileri zuhur edecektir.

“Fâtıra’s-semâvâti ve’l-arz” (göklerin ve yerin yaratıcısı) zuhurunun manası da her bir yaratık için özel bir tecelli ile tecelli buyurarak ona ma’bud olmasıdır. “Güneş ve ay bir hesapla düzen içindedir, yıldız ve ağaç ona secde eder. ” ayetinin belirttiği gibi bütün unsurların ona boyun eğip başını yere koymuş olmalarıdır. “Onu övmeyen ve teşbih etmeyen hiçbir şey yoktur ama onların teşbih edişlerini siz anlayamazsınız.” ayetinin açıkladığı gibi her bir şeyin onu övmesidir.

17.    Hikmet

Kâinatın Hakk’ın zatını marifet sahiplerinin kalp gözlerinden perdeleyebileceği nasıl düşünülebilir ki, ayân-ı sabite henüz varlık kokusunu koklamamışken zahir olan Hak, yerin göğün yaratıcısıdır. Mevcudatın “Vahid” sıfatlı olan Hakk’ı hakikatin ibretli nazarlarından saklayabileceği nasıl hayal edilebilir ki; O, her şeyden fazla zahir olan kâinatın yaratıcısıdır. Hakk’a yönelip kulluk etmeye yaratıkların engel olabileceği nasıl varsayılabilir ki, hiçbir mevcut O’nun varlığına nisbetle varlığı hâiz değildir. O hakiki vahiddir, varlığı gerekli olandır (vacib’ül-vücud).

Yaratıkların senin vahdet sarayına ulaşmana mani olabilecekleri nasıl zannedilebilir ki, sana her şeyden yakın olan O’dur, O iyilik ve cömertlik sahibidir.

Sonradan yaratılmış olan şeylerin Hakk’ın kudretini örtebileceği nasıl akla gelebilir ki? O’nun varlığı olmasaydı, bütün kâinat ezelden bu varlık sahasına asla çıkamazdı.

En çok şaşılacak şey Hak zatının aynı olan varlığın nurlarının nuru, yokluk karanlığı olan eşyada nasıl ortaya çıkabiliyor? Her an yoklukta olan sonradan olma varlıklar Kadîm olan âlemlerin yaratıcısı Hak Teâlâ ile nasıl meydana çıkabiliyor bilmem!-

Nasıl mahcûb olur bir şey ile Hak

O ’dur her şeyden evvel zâhirü ’l-Hak

Nasıl mestur eder Mevlayı ekvan

O’dur her şeyden azher hem nümâyan

Nasıl manî olur eşyâ Hüdâ’ya O’dur te’sîr eden arz u semâya

Nasıl hâil olur Allah ’a âlem

O ’dur her şeyden akreb sana her dem

Nasıl ihfâ eder Hallâk’ı hâdis

Vücûd-ı âleme zîrâ o bâis

Değil mi hayrete şâyan şu demde

Nasıl zâhir vücud olmuş ademde

Ne keyfiyet ile sâbittir âya

Kadîm Allah ile mevhûm-ı eşya

(Her şeyden evvel zâhir olan Hak nasıl bir şeyle perdelenebilir? Yaratılmışlar Mevlâ’yı nasıl örtebilir ki, her şeyden fazla açık ve âşikâr olan O’dur. Bir şeyler nasıl Hakk’a engel olabilir ki, yere ve göğe tesir eden O’dur. Alem Allah’a nasıl perde olabilir ki, sana her anda her şeyden yakın olan O’dur. Her şeyin yaratıcısını, sonradan yaratılmış olan bir şey nasıl gizleyebilir? Alemin varlığının sebebi kendisidir. Yoklukta varlığın oluşup ortaya çıkması şaşılacak şey değil midir? Kadîm olan Allah ile birlikte aslında yok hükmündeki bu şeyler acaba nasıl varlık kazanıyor?)

Cenab-ı Hakk’ın her şeyden evvel âşikâr olması, ez-Zâhir isminin ezelî ebedî olarak gerçekleşmesinden dolayıdır. Çünkü Hakk’ın zuhuru, Hak için zâtidir; sonradan kazanılmış bir şey değildir. Bir başka şeyden faydalanmadığı gibi illetli de değildir. Yaratılmış olan âlem ve içindekilerin ortaya çıkması ise Hakk’ın zuhur sıfatı ile tecellisinden meydana gelmiştir. Bu halde varlıkların yaratıcısı, her şeyin varlığından evvel zâhir olmaz mı?

Cenab-ı Hakk’ın her şeyden evvel zâhir olması, varlığın yokluktan ziyade zâhir olmasından ve zâti zuhurun geçici zuhurdan, mutlak zuhurun şartlı zuhurdan, dâimi zuhurun kesintili zuhurdan daha kuvvetli bulunmasından dolayıdır.

Hakk’ın zuhuruyla birlikte akıl ve idraklerin kendisinden uzak olması, gizli oluşundan değil, görüşü zayıf olanların zuhurun şiddetine takat getirememesindendir. Yarasanın gece görüp de gündüz görememesi, gündüzün gizli olmasından değil, gözünün zayıflığından dolayı güneşe dayanamamasındandır.

Cenab-ı Hakk’ın bize bizden ziyade yakın olması ezelî ve devamlı oluşunun her şeyi kapsamasındandır. Bu yakınlık şuhûd ehline göre zatıyla, perdeli olanlara göre ise ilmi, kudreti ve iradesiyledir.

Şuhûd erbabı Hak varlığının eşyanın varlığına sebep olmasına göre şuhûd erbabı, Hak varlığına eşyanın varlığıyla delil bulmazlar. Tersine Hakk’ın varlığıyla eşyanın varlığına istidlâl ederler. Böylece “Rab binin her şeye şahit olması kâfi değil mi?” (Fussılet/53) ayetinin anlamını gerçekleştirirler.

Varlık aydınlık, yokluk karanlıktır. Kadîm haktır, gerçek ve doğrudur, hâdis yani sonradan yaratılmışlar ise bâtıldır. Bunlar birbiriyle birleşemeyen, bir araya gelemeyen, birbirine zıt şeylerdir. Böyle olduğu halde bir araya gelip yoklukta varlık olarak nasıl ortaya çıktılar? Bu hayret verici bir iştir. Hayret ise mârifetin neticesidir. O yüzden Peygamber Efendimiz1’: “Yarabbi, şendeki hayretimi artır. ” diye dua etmiştir.

Bu hikmeti yazan îbn Atâ Hazretleri de hikmetin sonunda şaşkınlığını ifade etmiştir.

Zâhir olup görünen, ortaya çıkaran mevcut, ancak Cenab-ı Hak’tır. Bundan dolayı varlıkların Hakk’a zarf ve yer olması gerekmez. Mesela bir şeyi almak için el açmak veya almamak için elini kapamak, elin sahibinin ilmine ve iradesine bağlıdır. İlim ve irade o elin açılıp kapanmasında tasarruf etmektedir. Fakat el, ilim ve iradenin zarfı değildir, bu yüzden ittihat da lazım gelmez.

18.    Hikmet

Zamanın eserleri ve tecellilerinden başka bir şey ortaya koymak isteyen kimse, cahilliğinden hiçbir şey terk etmemiştir.

Cehlden etmedi bir şeyi terk ol kimse âlemde

Hilâf-ı cilve-i Yezdân ’ı ihdâs murâd eyler

Sofilere göre vakit, seçme özgürlüğümüz olmadan rastladığımız İlâhî mukadderat halleridir. Onlara göre vakit kılıç gibidir. Kılıç çarptığı şeyi nasıl keserse, vakit de kaza olarak çarptığı şeye galip olur. Keskin bir kılıç gayet yumuşak olan şeyleri kesmediği gibi, vakit de kendisinde ortaya çıkan hükümlere karşı sertlik göstermeyerek razı olma dairesinde kalıp teslim olanlara zarar vermez. Çünkü zamanın hükümlerine karşı durmak, gayet şiddetli bir akıntıya karşı tek kürekli bir kayıkla yol almak istemeye benzer.

Mürid zamana sertçe karşı çıkarsa, vakte çetinlik gösterirse düşmanlık bulur. Bu “ebu’l-vakt” olmak demektir, vakte hükmetmek istemektir.

îbnü’l-vakt olmak ise, vakte müsaade etmek, vaktin hükümlerine uymak çocuğun babasına davrandığı gibi davranmak demektir.

İnsanın kurtuluşu ve mutluluğu da şüphesiz ibnü’l-vakt olmasındadır. Onun için Hazreti Mevlânâ: “Sofi, vaktin çocuğu olmalıdır arkadaş!” buyurarak zamanın hükmüne tâbi olanları övmüştür.

Bu dünyada geçici haller karşılığında kalıcı haller elde etmek, kulluk sermayesi olan zamana bağlıdır. Alışveriş pazarında sermayesi olmayanlar kaybederler. Bu yüzden “vakit nakittir” denilmiştir.

Genelde zamanın hükmüne boyun eğilir ve ona karşı çıkmaktan çekinilir. Şeriat gereğince Allah’ın emirlerine uymak, yasakladıklarından yüz çevirmek de zamanın hükmüne boyun eğmektir. Çünkü hadis-i şeriflerde; “Dehre, zamana sövmeyin, zaman Allah ’tır.” “Zamanının hükmünü bilmeyen cahildir. ” buyrulmuştur ki, bu hikmetin başka bir ifadesidir.

Bir tarikat sâlikinin şeriatın kötü görmediği beden hallerinde ve iradelerinde güzel edebini koruması, başka bir hale geçinceye kadar Hakk’ın rızasına boyun eğmesi kulluk gereklerindendir.

Kabz, bast, üns ve vahşet gibi kalp halleri, kalpleri dilediği hallere sokan Hakk’ın kudret ve tasarrufundadır. Bunlardan herhangi bir halin ortaya çıkmasında Hak rızasına uyarken yine başka bir hale geçmeyi Hakk’ın kazasından beklememek edepsizlik ve cahilliktir. Ebu Osman Hazretleri şöyle buyurmuştur: “Kırk senedir Cenab-ı Hakk’ın beni yaşattığı halden başka bir hale geçmeyi arzu etmedim ve geçirdiği bir halden dolayı da hiç gücenmedim.”

İşte bu, sağlam iman ve yüksek bir imanın meyvesidir. Bunun tersi ise zamanla ve zaman hükmüyle çekişmektir ki, sofilere göre özel günahların en büyüğü olan cahillik ve nâdanlığın neticesidir.

“Zamanın hükmüne vakıf olmayan kimse var ya; işte cahil odur. ”

19.    Hikmet

Ey talip, ibadet etmeyi boş vakit bulma şartına bağlaman ve ertelemen, nefs-i emmârenin ahmaklığmdandır.

Hamâkattir ferâgat vaktine a mâlini ta 'lîk

Sâlikin Hakk’ın rızasını kazandıracak amelleri, dünya işlerinden arta kalan boş zamanlara bırakması şeytan aldatmaları gibi olduğundan ahmaklıktır.

İlk olarak dünya işlerine öncelik tanımak ve ahiret amellerine tercih etmek, fani hayatı seçerek ebedi saadeti geriye atmaktır. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de: “Siz dünya hayatını seçiyorsunuz. Hâlbuki ahiret hayatı daha hayırlı ve devamlıdır. ”(A’lâ/16) buyrulmuştur.

ikinci olarak, amelleri kesinlikle belli olmayan boş zaman ve geleceğe bırakmak, şimdiki zamanı kaybetmek ve boşa vermektir.

Üçüncü olarak, boş vakitte niyet zayıflığı ve değişikliği yüzünden güzel amel işleyememek ihtimali vardır. Bu da fikir öldürmek ve fırsat kaybetmek demektir.

Bu hikmeti şu hadis-i şerifler pek güzel açıklar: “Geri bırakanlar helâk oldu. ” “Hayırlı işler

geriye bırakılmaz. ”

N’eylersen eyle elde iken fırsatı koma

“E’d-dehrü lâyüsâidyevmen aleİ-vüsûl”

(Ne yaparsan yap da elindeki fırsatı kaçırma. Çünkü zaman senin başka bir güne ulaşmanı mümkün kılmaz.)

20.      Hikmet

Ey talip, seni din ve dünya işlerinden başka bir halde kullanması için, bulunduğun halden çıkartmasını Cenab-ı Hak’tan isteme. Çünkü dilese, seni o halden çıkarmadan kullanır ve rızasına uygun bir amele muvaffak eder.

Talebkâr-ı hurûc olma tahakkuk ettiğin halden

Murad etse seni Mevlâ bilâ ihrâc eder imâl

Bir sâlik, sanat gibi dünyevî ve ilim öğrenmek gibi dinî bir işi, kendisini vuslata götürmez sanarak değiştirmek istememelidir. Çünkü Hak o sâliki severse ve o sâlik de Hakk’a yönelirse, bulunduğu halden çıkarmadan onu güzel amellere muvaffak eder.

Bundan önceki hikmette belirtildiği gibi ezelî iradeye karşı amel seçmek, zamanın hükmüne karşı gelmek ve Hakk’ın seçtiğiyle çarpışmak demek olduğundan kulluk edebine uymaz.

Güzel edep, Hakk’ın iradesini kendi iradesine üstün tutmak ve kendisine tecelli eden hüküm dâhilinde hoşnutlukla çalışıp “Akıbet takva sahiplerinindir.” (Kasas/83) ayetinin manasını gözetmektir.

“Kitabü’t-Tenvir”de şöyle yazılıdır:

Ariflerden biri, çalışmadan kendisine günde yalnız iki dilim ekmek verilmesini, böylece geçim sıkıntısından kurtularak rahat bir şekilde yaşamayı istiyordu. Bir zaman sonra bilinmeyen bir sebeple hapse düştü. Burada kendisine günde iki dilim ekmek veriliyordu. Bu hal uzayınca sıkıldı ve hapse düşmesinin sebebini araştırmaya başladı. Bunun üzerine ona hâtiften şöyle seslenildi:

“Ey kulum, benden günde iki dilim ekmekle, çalışıp kazanma meşakkatinden kurtulmak istemedin miydi? Dileğini yerine getirdim, seni geçim sıkıntısından kurtardım. ”

Arif, talep ve ihtiyarından dolayı bu cezaya uğramış olduğunu anlayarak dilemiş olduğu şeyden derhal istiğfar etti ve hapisten çıkarıldı.

Mülkünde Hak tasarruf eder “keyfe mâ-yeşâ ”

İsterse kevni yok eder isterse var eder

21.      Hikmet

Sâlike mükâşefeler açıldığında onunla kanaat edip kalırsa, hakikat hatifleri ona şöyle hitap ederler: “Durma! Kavuşmak istediğin gerçek sevgili ileridedir. ”

Kendisine zahirî güzellikler yüz gösterdiğinde onun hakikatleri şöyle derler: “Biz fitneyiz, bize

aldanıp kalma, marifetten mahrum olma!” (Bakara/102)

Bir makamda sâlikin etse tevakkuf himmeti

Hâtif-i hak durma git matlûbun önde der ana

Zahiri dünyânın eylerse eğer arz-ı cemal

Bâtını biz fitneyiz aldanma asla der sana

Hâtif, sâlikin kalbine İlâhî hakikat yönünden hal diliyle nidâ edici demektir. Bir sâlik seyr ü sülûkünde can gözüne görünen maârif ve tecellilerin en yüksek amaç olduğuna inanıp orada durursa, İlâhî feyizlere son olmadığı, hakiki maksadın ileride olduğu sâlikin kalbine ilham olunur.

Yaratılmış şeylerin zâhirinin açılması; halkın itaat etmesi, sevgi ve ilgi göstermesi, olağanüstü şeylerin meydana çıkması gibi tecelli vaktinde zuhur eden güzellikler, müridin meylini ölçen imtihanlardır. Bu sırada bâtın hakikatleri hikmet diliyle bu fitneyi haber verir, bunların deneme olduğunu belirterek bu dış güzelliklere bakıp da aldanmaması için uyarır. Manevî miraç ve ilerlemede müridi geri bıraktırıp sonu kötüye varan şehvetlere takılıp kalmamasını söyler. “Bakışı şaşmadı ve sapmadı.” (Necm/17) sürmesiyle gözünü nurlandırmasını ve “Kâfirleri fitneye düşürmek için onlardan bir kısmına dünya hayatının süsleri olarak birkaç çiftini tattırdığımız şeylere sakın gözünü dikme. ” (Tâhâ/131) mealindeki ayetten feyiz ve ilham alarak lâmekân âlemine, Hak yakınlığına erişme gereğini bildirir.

Hikmetteki “Biz şüphesiz deneme ve sınav için gönderildik, sakın kâfir olmayın. ” mealindeki cümle Kur’an-ı Kerim’de Hârut ve Marût kıssasını anlatan Bakara suresi 102. ayetinden alınmıştır. Bu kıssada sebep ve âdetlerin üstüne çıkmak demek olan mucize ile sihir arasındaki fark belirtilmektedir. Mucize Allah’ın iradesine bağlı olarak yalnız peygamberlere bağışlanmış olağanüstü işlerdir. Peygamberlere uyanların saadete erecekleri, sihir ve sihirbazlara uyanların istikbalinin kötü olacağı bildirilmiştir.

Nûr-ı zât-ı Hakk’ı hakkıyla şuhûd et ey gönül

Bunda yârin görmeyen yarın dahi a’mâ imiş

22.    Hikmet

Ey talip, senin Hak’tan bir şey istemen O’nu suçlamaktır. O’nu istemen O’nda kaybolmaktır. O’ndan başkasını istemen utanma azlığındandır. O’ndan başkasından bir şey istemen O’ndan uzak olduğundandır.

Taleb bir ni’meti Hak’tan ana isnâd-ı töhmettir

Talebkâr-ı huzûr olmak da andan hükm-i gaybettir

Hayâsızlıktır Allah’ı koyup meyi eylemek gayre

Sivâdan arzu-yı matlab etmek de ne gaflettir

Sâlik için dört türlü talep tasavvur edilebilir. Bunların dördü de hakikatte edep ve kulluğa göre kusurdur. Bunlar Allah’tan talep, Allah’ı talep, Allah’tan başkasını talep ve Allah’tan başkasından taleptir.

Birincisi: Hak Teâlâ’nın bütün işlerin takdir edicisi ve hayrın ve şerrin yaratıcısı olduğunu, garazlardan uzak olarak bağışlarda bulunduğunu, bağışlarının istemeye ve karşılığa bağlı olmadığını bildiği halde O’ndan bir şey istemek, O’na bağlılığın ve güvenin yokluğunu gösterir, O’na töhmet etmek sayılır.

İkincisi: Kâinat O’nun varlığının görüntüleri olduğundan her neye bakılsa hakikat gözüne görünen O’nun nurudur. Böyle hazır mabudu istemeye kalkmak Hak huzuruna aykırıdır ve Hak’tan gaybubeti (kaybolmayı) gösterir.

Üçüncüsü: Allah rızası ancak O’nun takdirine razı olmakla elde edilir. Müride yakışan mukadderatından ne ortaya çıkarsa hoşnutlukla karşılamak, onu nimetin ta kendisi bilmektir. Kulluğun gereği budur. Hayatın geçici süslerini sevmemek, onlara meyletmemek, keşif ve keramet istememek lazım gelir. Böyleyken dünyevî ve manevî terakkiler istemek, başka amaçlar gütmek kalplerdekini bilen Allah’tan utanmadığını gösterir. Edepsizlikten ileri gelen bu istekler makbul değildir.

Dördüncüsü: Sadık bir kulun yaratılmışlardan hiçbirine ihtiyaç arz etmemesi hakiki mabuduna karşı kulluk edebidir; Cenab-ı Hakk’a yakınlık, mâsivadan uzaklaşmaktır. Böyle olduğu halde ihsan edici mabudu bırakıp da kul kapısına sığınmak ve bir şey istemek Hak’tan gafil olmanın, Hak’tan uzak bulunmanın eseri olduğu için kötü sayılır.

Hikmetin neticesi kulluk edebine ve Hakk’a itaate uymayan, yokluk ve muhtaçlık içermeyen taleplerin, gerek Hak’tan ve gerekse halktan istensin, muvahhidlerce makbul sayılmadığını belirtmektir. Zira onlara göre irade ve ihtiyar, Cenab-ı Hakk’ı dileyip O’nu seçmektir. Onlara göre talepsizlik talep etmenin ta kendisidir. Geçici istekler bâkîye göre edepsizliktir. Aşağıdaki kıssa bu manayı çok güzel açıklar:

Hâcegândan Abdülhâlik Gücdevânî Hazretlerinin huzuruna yeni bir mürid gelip dedi ki:

“Kıyamet gününde cennetle cehennem arasında seçme hakkına sahip olsam, nefs arzusuna uygun olduğundan cenneti değil, nefs rızasına ters düştüğü için cehennemi seçerim.”

Şeyh Hazretleri şöyle buyurdu:

“Ey derviş, cehennemden evvel susmayı ihtiyar et, bencil iradeni göstererek edepsizlik etme. Cennet Cenab-ı Hakk’ın cemal tecellisinin yeridir, cehennem ise celal yeridir. Kulunu bu iki yerden birinde bulundurmak Hakk’ın işidir. Mürid ise iradesiz ve ihtiyarsız olur, onun iradesine bağlı kalır.”

23.    Hikmet

Ey insan, hayatının sayılı nefeslerinin her birinde Cenab-ı Hakk’ın senin için takdir ettiği bir iş vardır ki, onu elbette icra eder.

Teneffüs ettiğin her bir nefes hakkında ey sâlik

Tecelligâh-ı takdîr-i kadîm-i Rabb-i îzzet’tir

Nefesler Hak Teâlâ’nın biçtiği kaderin zarflarıdır. Her bir nefeste nimet, belâ, tâat ve mâsiyetten her ne takdir olunmuşsa, elbette onu Cenab-ı Hak ortaya çıkaracaktır.

“Nefesin canı var, tutmayana ziyanı var.”

Bu söz, insana ait sayılı nefeslerin, kaderinin zarfları olduğunu belirtir. Nefesler insana verilmiş emanetlerdir, çünkü ömür sermayesidir, izzet ve saadet mayasıdır. Onun daralması ölümdür, genişlemesi ise hayat...

Ezelde yazılmış olan kaderin hükümleri, kulun işlerinin teferruatını kaplayıp kuşatmıştır, onların hepsi ilâhı hakları gerektirir. İlahî hakların insan nefesleriyle ortaya çıkmış olması, insan nefeslerinden ahirette hesap sorulmasını icap ettirmiştir. Bu durum nefeslerin dünya işlerinde Allah rızasına uygun olarak harcanmadığında, kişinin cezaya uğramasını gerekli kılar.

Şu halde edepli sâlik, her nefeste edebi korumalı ve Rabbini düşünmelidir ki, bütün işlerinde Hak yolunda gidebilsin ve kudsî nefes sahiplerine uyabilsin.

“Allah’a giden yollar, mahlûkatın nefesleri sayısıncadır.” sözünün manası işte budur.

24.     Hikmet

Ey mürid, ağyardan, Allah’tan başka her şeyden kalbinin boşalmasını bekleme. Çünkü bu bekleyiş seni asd vazifen olan murakabeden alıkoyar.

İntizâr etme ferâğ-ı ağyârdan

Tâ ki dûr olmayasın dildârdan

(Yabancıların vazgeçip bırakıp gitmesini bekleme. Yoksa sevgiliden uzak kalırsın.)

Ağyar, dünya endişeleriyle müridin kalbine gelen ve Mevlâ’nın şuhûduna, huzur ve safaya engel olan karanlıklardır. Bundan kalbin tamamen boşalmasını ve temizlenmesini gözlemek, kulluk görevlerinde gecikmeye sebep olur. Cenab-ı Hakk’ın takdir edip bir sebepte görevlendirdiği bir müride gerekli olan, elden geldiğince onun hakkını vermek ve Mevlâ murakabesine devam etmektir. Edebi koruyarak boş kalbe imkân verecek bir vakti gözetmemelidir. Çünkü bu gözetleme, müridi aldatır, görevlendiği kulluk gereklerinden saptırır. Çünkü sevgiliyi ağyarsız aramak, gülü dikensiz aramak gibidir, muhaldir.

Ebu Hafs Hazretleri buyurdu: “Sadık mürid, zamanın hükmünü yerine getirendir. Eğer zamanın hükmünden onu işgal edecek bir hâl meydana gelirse, ondan da çekinmelidir.”

Sehl bin Abdullah Tüsterî Hazretleri buyurdu: “Güneşin batmasıyla gece karanlığının başladığı vakitte gecenin hakkını yerine getirmek ve nefsine öğüt verebilmek için boş zamanı ganimet bilmeli ve gündüzü beklememelidir.”

Yine o Hazret’e soruldu:

“Gerçek derviş ne vakit rahat bulur?”

Cevap verdiler:

“içinde bulunduğu vakit ve zamandan başka vakit ve an düşünmediği vakitte rahat bulur.”

Bu yüzden “Sizi bir imtihan olarak bir şer ve hayırla deneyeceğiz. ” mealinde Enbiyâ suresi 35. ayetini îmam Begavî, darlık ve bolluk, sıhhat ve hastalık, zenginlik ve fakirlikle tefsir etmiştir.

Bazıları da ayeti “sevilen” ve “sevilmeyen”le tefsir ederek dediler ki: “Cenab-ı Hakk’ın şer ve hayırla sınaması, bir kulun hayırla karşılaştığında şükrü, şerre uğradığında sabrı seçmek hikmetini açıklar.”

Değildir âlem âzâdegî-i hengâme-i âlem

Cihanda herkesi bir güne derde mübtelâ buldum

25.     Hikmet

Bu dünyada üzüntü ve dertlere uğramayı garipseme. Çünkü bu dünya kendine yakışanı, tabiatının gereği olan şeyi ortaya çıkarır.

Olma müstagrib-i âlâm ü nakm

Dâim oldukça bu dâr-ı gamda

Hayyiz-ifı’le çıkan derd ü elem

Hükm-i Hak'tır ezelî âlemde

(Bu dert diyarında bulunduğun sürece, karşılaştığın kötülüklere ve düştüğün elemlere şaşma. Ortaya çıkan bu dertler ve kederler, Cenab-ı Hakk’ın ezelde takdir ettiği, mutlaka yaşanacak hallerdir.)

Dünya, suret güzergâhı ve ahiret tarlası olarak kurulmuş bir mihnethanedir. Orada içilenler zehir, nimetler intikamlardır. Her insan, bu mihnetli yere, ihsan yurdu olan ahirette dünyevî amellerinin karşılığını görmek üzere gelmiş, ihtiyaçlarını ve isteklerini tam olarak elde edememekten ötürü kederlere uğramış bir şehvet esiridir. Fiilleri ve amelleri ise heva ve hevese uymak veya uymamaktan ibarettir. Bu iki hal ya isteneni ve sevgiliyi temin eder yahut da cezaya uğramasını gerektirir.

Bu vefasız dünya, zarar ve üzüntüler yeri olmak üzere yaratılmış bir bela hayalhanesi olduğundan meydana gelen işlerin hepsi de köhne dünyaya yakışan, onun tabiatının gereği olan işlerdir. Dünyanın kederler yurdu ve ahiretin nurlar diyarı olmasındaki hikmet, mü’minleri fanilikten bakiliğe davet etmek ve sonsuz nimetlere dikkatlerini çekmektir. Bu da ancak dünya dertlerine tahammül etmekle ve nefsanî şehvetlerden uzaklaşmakla olabilir.

Hadis-i şerifte “Cennetin etrafı dertler ve sıkıntılarla, cehennemin etrafı da şehvet ve nefs düşkünlükleriyle çevrilidir. ” buyrulmuştur.

İmam Cafer Hazretleri: “Henüz yaratılmayan bir şeyi isteyen yorulursa da, onunla rızıklanamaz, onu elde edemez.” buyurdu.

“O nedir ya imam?” dediler.

Şöyle cevap verdi: “Dünyada rahattır.”

Hazreti Ali Efendimiz(ra) buyurdu:

“İnsan elde edilmesi mümkün olmayan beş şeyi sever ki, boş meşakkattir: Nefsi sever, o nefsin hevası içindir. Ruhu sever, o Allah içindir. Malı sever, o vârisler içindir. Tamamlanması kabil olmayan iki şeyi, ferah ve rahatı ister; hâlbuki bu ikisi de cennettedir.”

Bazı hikmet sahipleri demiştir ki: “Eğer dünya tiksinilecek şeyler üzerine kurulmasaydı, kara helilenin- faydası badem helvasında olurdu.”

Bazı edebiyatçılar demişlerdir ki: “Bu alışkanlıklar ve tehlikeler diyarında selâmet arayan, yılanlar ve akrepler üzerinde yuvarlanan kimse gibidir.”

Şu halde sadık mü’mine lâzım olan sabır ve metanettir.

Hazreti Ömer(ra) buyurdu: “Eğer sabredersen hakkındaki kader hükmü gerçekleşir fakat ecir kazanırsın. Şikâyet edersen İlâhî emir yine yerini bulur fakat azarlanırsın.”

26.     Hikmet

Ey mürid, Allah’ın yardımını istersen işin zorlaşmaz ama bizzat takip ettiğin amaçlar zorlaşır, kolaylaşmaz.

Tevakkuf eylemez bir maksad-ı aksâ ki âlemde

Anın sen avn-i Yezdân ile oldun talibi ey dil

Dahi şol matlab-ı a’lâ ki bizzat eyledin ta’kîb

Husulü hayyiz-i imkânda sehl olmaz olur müşkil

Bu istekler, dinî ve dünyevî arzuların hepsidir. Sadık mürid beşerî ihtiyaçlarını ve bütün hacetlerini Allah’a bırakıp her halde ve her yerde İlâhî ihsana sığınırsa, her bir işinde onun lütfuna güvenirse, işleri kolaylaştıran Allah da onun bütün müşküllerini çözer, uzak olan isteklerini yaklaştırır. Kendi bilgisine ve zekâsına güveneni, kendi gücüne dayananı kendi haline bırakır, mahrum edip üzüntüye düşürür.

Bir kimse değil sırr-ı kaderden âgâh

Mâni* de ve Mu *tî de Cenâb-ı Allah

Lâzımsa da esbâba tevessül etmem

Lâ havle velâ kuvvete illâ billah

(Kimse kader sırrını bilemez. Men edip vermeyen de, veren de Cenab-ı Hak’tır. Gerçi gerekiyor ama yine de sebeplere yapışmam. Çünkü Allah’tan başkasında havi ve kuvvet yoktur.)

27.     Hikmet

Başlangıçta Allah’a dönmek, sonunda emniyet ve kurtuluşun alâmetlerindendir.

Sülûkünde Hüdâ nın emrine tabî olan sâlik

Olur hâl-i vusulünde emînü 7- ‘âkıbe dâim

Her sadık mürid için bir başlangıç ve bir de son vardır. Başlangıcı “sülük” yani Hak yoluna giriş, sonu “vusûl” yani kavuşmadır. Cenab-ı Hakk’a dönerek, kendi amellerine güvenmeyerek, Hak’tan yardım isteyerek ve ona tevekkül ederek başlangıcını düzelten mürid, yolunun sonu olan vusûle ulaşır, geri dönüşlerden ve duraklamalardan emin olarak kurtuluşa erer.

Bunu doğrulamak üzere bazı muhakkıklar demişlerdir ki: “Hak’tan dönen kimse, vuslat elde etmeksizin ancak yolundan geri döner. Eğer asıl maksada ulaşsaydı dönmezdi.”

Halini bu şekilde düzeltmeyen bir mürid sonunda perdelenir; İlâhî feyiz alamaz ve geldiği yola geri döner. Bazı âlimlerin: “Her kim Allah’a vuslatın Allah’tan başkasıyla olduğunu zannederse uzaklaşmış olur. Her kim ibadette nefsinden yardım isterse, nefsine bırakılır.” buyurması bu son cümleyi doğrular.

Özetle sadık mürid bidayet ve nihayetinde, bütün hallerinde Allah’a tevekkül etmeli ve Allah’tan yardım dilemeli, kendinde kuvvet ve ibadete kudret görmemelidir. îşte sülûkün Allah yapısı olan tarikat esası da budur.

Sal keşti-i umurunu bahr-i tevekkülde ak

Aç bâdbân-ı himmetin yan gel de seyre bak

(İşlerinin gemisini tevekkül denizine bırakarak yol al, himmet yelkenlerini açarak seyret.)

28.      Hikmet

Başlangıcı parlak olanın sonu da parlak olur.

Evveli parlak olan âhiri de parlak olur

Başlangıcın parlak olması demek, müridin her türlü ibadetler ve her nevi evrad ve taat ile vakitlerini süslemesi, mamur etmesi, kalbini zikir nurlarıyla aydınlatması demektir.

Sonun parlaklığının manası da ibadete devam ve ihlâsla, feyiz ve tecelli pınarlarının kalbinde kaynaması, sâlikle Hak arasına girerek maârif nurunun zuhuruna engel olan nefsanî bulanıklığın kalkmasıdır.

Sâlik başlangıçta az gayret ederse, sonunda tam parlaklık elde edemez. Ona feyiz kapısı açılsa da tam manasıyla açılmadığından devamından ve kalıcılığından emin olunamaz.

Baştaki parlaklık Hakk’a dönüp sığınmak, sondaki parlaklık da vuslata ermek ve Hak tecellisinin devam etmesidir.

29.      Hikmet

Kalplere verilen sır hâzineleri ve maârif nurları, azalarda ortaya çıkar.

Serâirde olan bâtın

Zevâhirde olur zâhir

(İç gizlilikler dış yüzde ortaya çıkar.)

Her şeyin dış yüzü, içinin unvanıdır. Kalplere hâkim olan hallerin eserleri daima yüzde ve zâhirde kendini gösterdiğinden, yüce şeriat dil ile belirtmeyi ve amelleri imanın hakikati olan kalp tasdikine delil etmiş, sevilmek ve arkadaş edinilmek istenen kimsenin iç halleri dış yüzünden anlaşılagelmiştir. Hatta Ebu Hafs-ı Kebir Hazretleri; “Zâhir edebin güzelliği iç edebinin güzelliğinin aynasıdır.” der ve bu sözüne Peygamber Efendimizin bir adamı işaret ederek; “Eğer şu adamın kalbi Allah ’a karşı huşu sahibi olsaydı, azalarından alçakgönüllülük gözükürdü.” hadisini delil gösterirdi.

Ebu Hafs-ı Kebir Hazretlerinin Irak’a gelişlerinde Hazreti Cüneyd ziyaretine gitti. Hafs’ın müridlerinin şeyhlerine pek itaatli ve edepli olduklarını görerek dedi ki:

“Ya Eba Hafs, müridlerinizi bir padişaha yakışır şekilde yetiştirmişsiniz!”

Ebu Hafs cevap verdi:

“Öyle değil ey Cüneyd, lâkin müridlerimin dış edepleri bâtın edeplerini gösterir.”

O halde sâlikler, kötülüğü emreden nefslerinin garaz ve emellerinden daima basiret üzere olmalıdır. Hallerinin dış görünüşünü bırakmamalı, kalplerinin düzgünlüğünde şüphe veren iş ve ameller sebebiyle tuzağa düşmemelidir. Çünkü bu hal suretsiz sîreti, kabuksuz özü, sözsüz manayı istemek gibidir.

Bir kimse kalbinden mârifetullah ve Resul muhabbetini iddia ettiği halde söz ve fillerinde İlâhî emirlere uymaz, yasak edilenlerden sakınmaz ve sünnete satılmazsa, o kimse elbette cehenneme yakışır bir yalancıdır. Mâide Suresi 18. ayetinde: “Yahudiler ve Hıristiyanlar; biz Allah’ın oğulları ve sevgilileriyiz, dediler. De ki: Öyleyse niçin size günahlarınızdan dolayı azap ediyor?” buyrulur. Eğer bu iddiacı bâtınen iddiasına aykırı davranışlarda bulunuyorsa, zâhiren de itidalden sapmışsa şüphesiz yalancıdır. Hali ve sözü, şirk ve nifaka yakın olduğundan ondan Allah’a sığınırız.

“Hevasını ilâh edineni gördün mü?” (Furkan/43)

30.    Hikmet

Mâsivanın varlığına Hakk’ı delil edenlerle, mâsiva ile Hakk’ın varlığına delil arayanlar arasında büyük fark vardır. Hak ile halkın varlığını anlayan, varlığın kadîm olan Hakk’a mahsus olduğunu anladı, yaratılmışların mevhum (sanal) varlığının Hak’tan geldiğini ispat etti.

Yaratıklarla Hakk’a delil getirmek, Hakk’a vâsıl olmamaktandır. Yoksa Hak ne zaman gaip oldu ki, hazır şeylerle O’na istidlal edilsin. O en yakın iken ne zaman uzak oldu ki, yakın eserlerle O’na ulaşılsın.

Vücûd-ı Hak ile ekvâna istidlâl eden âkil

O ekvânı delîl-i Hak edenden oldu çok fâzıl

Vücud-ı Hak ile eşyâya istidlâl eden şol zat

Verip Hakk’a vücûdu eyledi isbât-ı mevcûdat

Vücûd-ı Hakk’a âsârıyla istidlâle kalkışmak

Anın mahcûbu olmaktan gelen bir haldir mutlak

Aceb gâib mi kim muhtâc-ı istidlâl ola Mevlâ

Baîd olmuş mu hiç tâ ki ana mûsıl ola eşya

İnsanoğlu yaratılışının başında cahildi, eşyayı bilmiyordu. "Allah sizi annelerinizin karnından, hiçbir şey bilmez olduğunuz halde çıkardı. ” (Nahl/78) ayetinin hükmüyle daracık ana rahminden geniş varlık sahrasına gelmişler ve bazıları; “Size kulaklar, gözler ve kalpler verdi. ” (Nahl/78) ayetinin İlâhî nimet sofrasından mârifet toplayarak inayet ve velâyet devşirip has kul olmuşlardır. Bu büyük nimet şükür gerektirdiğinden ayetin sonu “şükretsinler diye”şeklinde gelir.

Şükredici grup iki kısımdır: Muradlar ve müridler. Başka bir tabirle meczublar ve sâlikler olarak ikiye ayrılır.

Murâdân veya meczubân denilen birinci kısım İlâhî tarafa baştan cezbedilmişlerse ehl-i şuhûd adını alır. Sülûktan sonra meczub (çekilmiş) olanlara ise ârifler denir. Bu fırka-i nâciye (kurtulmuş fırka) âlemde Hak’tan başka bir şey görmez. Hak Teâlâ onlara vech-i kerimiyle yüz gösterdiğinden ve gönüllerine mârifet nuruyla kendini bildirmiş olduğundan, onlar ancak Hak varlığıyla varlıkları istidlâl eder ve “Lâ mevcûde illâ hû ” (Allah’tan başka var olan yoktur) deyip dururlar.

Gerçi ârifler zümresi de şuhûd ehli gibi cezbe ehlindendir fakat bunlar hallerinde çok temkinlidirler. O yüzden âriflerin aşk ve cezbesi, şuhûd ehlinde olduğu gibi ortaya çıkmaz, görünmez. Bundan dolayı hakikat erbabı derler ki, sülük ehlinin nihayeti cezbe ehlinin hidâyetidir yani başlangıcıdır. Cezbe ehlinin en büyüklerinin resul ve nebiler olduğu bildirilmiştir.

ikinci kısım müridler yani sâlikler, ağyarı ve eserleri görerek Hak’tan perdelenmişlerdir. Hak onlar için gaybdadır. Sâlikler önceki hallerinde Hakk’ı göremediklerinden, halk ile Hakk’a istidlâl ettiler. Meçhul eşyayı malum yaratıcıya, yok olan ekvanı var olan Hakk’a, hayalî olan âlemi zâhir olan Hakk’a delil ettiler. Bunların bu sapması perdeden, sebeplerden ve yaklaşamamaktan ileri gelmektedir.

Muradlar ise âlemde Hak’tan başka mevcut görmeyip bütün ekvanı Hak’tan öğrenerek Hak’la halka istidlâl ettiler. O yüzden bu iki fırka arasında büyük bir fark meydana geldi.

Şuhûd ehlinin istidlâli cezbe halinde değil, ayık ve uyanık iken olur. Onların istidlâlleri aklî delil ve fikrî nazar ile de değildir. Eşya için vücut yani varlık yok ki, Hak varlığına ulaştırsın; vuzuh ve zuhur yok ki, yerin ve göğün nurunu göstersin. Deliller ve burhanlar gaib ve matlûb içindir, hâzır ve meşhûd için değil. Zira görünenin açıkça görünmesi sebebiyle delile ihtiyacı yoktur. Şu halde açıkça ortada olan bir şey, sonradan ortaya çıkan bir delile muhtaç olmuyorsa, her şeyin yaratıcısının elbette hiç ihtiyacı olmaz.

Zuhuru perde olmuştur zuhura

Gözü olan delil ister mi nura

31.    Hikmet

“Hali vakti iyi olanlar bolca nafaka versin, ” ayetindeki Cenab-ı Hakk’ın emri, Hakk’a vâsıl olan zümreye hitap eder. “Maddî vaziyeti sıkışık olan, durumuna göre nafaka versin,” (Talâk/7) ayeti ise sâlikleri muhatap tutar.

Ehl-i kudret vüsât hâlince infâk eylesin

Böyle emretti Hüdâ bundan muradı vasilin

Bulduğundan eylesin infâk rızkı dar olan

İşbu fermânıyla da ma na ricâl-i sâlikin

Talâk suresinin 7. ayeti boşanan emzikli kadınlar hakkındadır ve karısını boşayan kocanın, durumu geniş olsun, dar olsun nafaka vermesini emreder. Zengin kocalar bolca, fakir kocalar az da olsa nafaka vermelidir. Birinci kısımdakiler vâsıllar için, ikinci kısım sâlikler için bir başka mana daha ihtiva etmektedir.

Vâsıllar kocakarı olan dünyayı boşamış ve ağyarı görme hapishanesinden tevhidin geniş fezasına çıkmışlardır. Görüş sahaları genişlediğinden istidatlı mürid ve kâmiller istedikleri gibi infak ve tasarruf ederler.

Sâliklerin ise henüz irfan ve ilimleri azdır, hayal ve âdetlerinin alanı dardır. Nefs ve şeytan tuzağında olduklarından, onlar da güçleri yettiği kadar hallerinin nakdini dağıtırlar. Böylece kendi âlemlerinde ve fillerinde hükümran olurlar.

32.    Hikmet

Seyr ü sülük erbabı teveccüh yani Allah’a yönelme nurlarıyla hidayet buldu. Vuslata erenler ise muvâcehe yani Hak Teâlâ ile karşı karşıya bulunma nurlarıyla saadete erdi. Birinciler nura muhtaçtır, İkinciler ise mâsivadan sıyrılmış, Hak ile gerçekleşmiş olduklarından nurları sabit ve kararlıdır. Ey mürid, Allah de! Bundan sonra mâsivanın kullarını heva ve heves havuzlarında oynamalarına bırak.

Buldu envâr-ı teveccühle hüdâ

Hakk’a rıhlet eyleyen ehl-i safâ

Vâsıline oldu envâr-ı şuhûd

Muktezâ-yı feyz-i Mevlâ-yı Vedûd

Râhilin envâra hâdim oldular

Vâsılin envâr-ı lâzım oldular

Çünkü mahsus-ı Hüdâ ’dır vâsılın

Onlar olmaz mâsivaullâha karin

Ey mürid Allah de et terk-i sivâ

Oynasın havzında varsın zi-hevâ

(Hakk’a göç eden zatlar, hidayeti ve nuru Hakk’a yönelmekte buldular. Hakk’a erişenler, nurları Hakk’ın feyzi sayesinde gördüler. Hakk’a göç edenler nurlara hizmet etti, nurlar ise Hakk’a ulaşanların emrine girdi. Çünkü ulaşanlar yalnızca Hakk’a aittir, onlar Allah’tan başka hiçbir şeye yaklaşmazlar. Ey mürid, Allah de ve O’ndan başka her şeyi bırak. Nefsinin heveslerine uyanlar varsın havuzlarında oynasınlar.)

Teveccüh nurlarından maksat; ibadetler, muameleler, riyazetler ve mücahedelerle siliklerin kalplerinde ortaya çıkan ve vuslata yol veren mârifet nurlarıdır. Muvâcehe nurlarından maksat, ezelde has kulları hakkında vermiş olduğu hüküm gereği İlâhî irade ve inayetten doğan, Hakk’ın ilminden yüz gösteren cezbe ve muhabbet nurlarıdır.

Maksatlarına erişmelerine vesile olduğundan, silikler mârifet nurlarına muhtaçtır. Cezbe ve muhabbet nurları ise vuslata ermişlerindir, zira onlar her şeyden müstağnidir. Onlar göklerin ve yerin nuru olan Hak Teâlâ’nın meczubudurlar.

"Allah de!” yani nurlara ve ağyara meyletme! “Bundan sonra mâsiva kullarını heva havuzlarında oynar oldukları halde terk et!” Enam suresinin 91. ayetinin mealidir.

Cenab-ı Hak “insanlara hiçbir şey inmedi” diyerek Tevrat ve Kur’an’ı inkâr eden Yahudi kavmi için Peygamber Efendimize böyle hitap etmiştir. Yahudi hahamlarından Maliki, düşmanlığının şiddetiyle ve kızgınlıkla Tevrat’ın Hak Teâlâ tarafından indiğini de inkâr edince Yahudi kavmince hahamlıktan azledilmiş yerine Kâb ibn Eşref getirilmişti. Bu ayet-i kerimenin bunun üzerine indiği bildirilmiştir.

Buna göre ağyara bakmamak ve hakkal-yakîn, vâsılların özelliğidir. Mâsivayı görmek ise havuz ve oynamak olduğundan mahcupların yani Hak’tan perdeli olanların sıfatıdır.

Bununla birlikte bu dalıcı ve oyuncu kavmin perdeli olduklarını ayetler de göstermektedir: “Biz dalanlarla beraber dalanlardandık. ” (Müddessir/45) “Hayır, onlar şüphe içinde oynayıp duruyorlar. ” (Duhân/9)

33.    Hikmet

Ey mürid, içindeki gizli ayıpları keşfetmeye çalışman, senden perdelenmiş olan gaybları araştırmaktan daha hayırlıdır.

Talebkâr-ı guyub olmaktan elbet

‘Uyûb-ı zâtını bilmek güzeldir

(Gizli ilimleri bilmekten ise kendi ayıplarını bilmek daha iyidir.)

İnsanın riya (ikiyüzlülük), kötü huy, müdahene (yalancıktan yüzüne karşı övmek) baş olmayı sevmek gibi nefs ayıplarını bilerek riyâzet, mücahede ve ibadetle onları yok etmeye çalışması; kader sırları, İlâhî sırlar, ledün maârifleri, keramet ve kalp mükâşefesi gibi melekût gizliliklerini müşahede etmesinden elbette daha hayırlıdır. Zira ayıpları gidermek Hakk’ı istemenin gereğidir; gaybları keşfetmek ise nefsin emelidir. İbadetle gaybları keşfetmek arzusuna düşmek, ubûdiyetle Hakk’ın rızasını kazanmaya ters düşer. Keramet göstermeye alışıp tutulan gönül, vuslat zevkinden mahrum kalır.

Kâmil insana lazım olan keramet istemek değil, istikamete rağbet etmektir. Zira keramet kul isteği, istikamet Rab isteğidir. Kulluk vazifesinin tam olarak yerine getirilmesi için Rabb’in isteği tercih olunmalıdır. İstikamet elde etmek için de nefs ayıplarını bilmek ve gidermeye çalışmak gerekir ki ameller afetlerden korunsun; iyi haller meydana gelsin ve zat aynasından cahillik tozu ve gurur kiri silinsin.

“Men arefe nefsehu fekad arefe rabbehu” yani “Nefsini bilen Rabbini bilir.” hadis-i şerifinden anlaşılan manaya göre nefsi bilmekten murad, nefsin ayıplarını bilerek giderilmesine gayret etmek, Hakk’ın nurunu müşahede etmektir.

Nefs ayıplarını bilmek için dört yol gösterilmiştir:

1)    Kâmil mürşidler: Irşad eteğine satılanları Hak yoluna yöneltir ve nefs ayıplarını ve şehvet tehlikelerini gösterirler. Kendisi irşada muhtaç olan sahte şeyhlerin bu hususta yeri olmadığı açıktır.

2)    Sadık ve iyi huylu arkadaş: Sohbet ve öğütleriyle arkadaşını ayıplardan ve amel noksanlıklarından kurtarır. Sevgileri ve dostlukları nefsanî olan zamane kardeşleri lazım değildir.

3)    Ayıp arayan düşmanlar: Bunlar düşmanlık ettikleri kimselerin daima ayıplarını yüzüne vurur ve noksanlıklarını ortaya dökerler. Onların dillerinden korunmak ve kurtulmak için kötü sıfat ve ayıplarını bırakmaya gayret ettirirler.

îmam Şafiî: “Dostumdan ziyade düşmanım benim için hayırlıdır. Çünkü dost, ayıplarımı örter ve beni eksik bırakır. Düşmanım ise noksanlıklarımı göstereceğinden beni olgunlaştırır.” buyurmuştur.

4)         Halka karışmak: İnsan başkalarında gördüğü kazanından elde etmeye ve eksikliklerini gidermeye çalışır, insan kendisine cahil denilmesinden hoşlanmaz. Çünkü ilmin olgunluk, cahilliğin noksanlık olduğunu bilir. O yüzden kötü ahlâklılar da iyi ahlâkı sever, ister ve takdir ederler, insan halk arasında iyiliği kötülükle kıyaslayarak iyiliğe meyleder.

Hazreti Lokman’a edebi kimden öğrendiği sorulduğunda;

“Edepsizlerden öğrendim. Çünkü onların edepsizliğinden rahatsız oldukça edebe sarıldım.” demiştir.

Bu dört tezkiye sebebinden birincisi bulunursa diğerlerine lüzum kalmaz.

Benî İsrail zahidlerinden biri, her sene yalnız altı gün dışında, yetmiş senesini oruç tutarak geçirmiş. Bir gün Cenab-ı Hakk’a şeytanın nasıl aldattığını öğrenmek için dua etmiş. Duasında ısrar etmişse de dileği kabul edilmemiş.

Bir kere de dönüp “kendi hatalarımı bilsem daha iyi olur” diyerek istiğfar edince, Cenab-ı Hak derhal bu son istiğfarının yetmiş senelik ibadetinden daha makbul olduğunu bildirmiş ve basiretini açarak şeytanın aldatma şekillerini kendisine göstermiş.

Çeşm-i insaf gibi kâmile mizan olmaz

Kişi noksanını bilmek gibi irfân olmaz

34.      Hikmet

Hak Teâlâ örtülü değildir, sen onu görmekten perdelisin. Zira eşyadan bir şey O’nu perdeleseydi, O’nun varlığını kuşatmış olurdu. O’nu hasr eden, kısıtlayan ise O’nu kahreder.

Kahir ancak Hak’tır. Bilmiyor musun "O kullan üzerine hâkimdir, kahredicidir, ” (En’am/18)

Değil mahcûb-ı eşya Hazreti Hak

Ana mahcub nazardan sensin ancak

Eğer olsaydı Hak mahcûb-ı eşya

Hicâbı setr ederdi anı zira

Anın ’çün varsa mefrûz olsa sâtir

Olur sâtir vücud-ı Hakk’ı hâsır

Olur kahir olan birşey’i hâsır

Hüdâ ’dır halbuki âlemde Kahir

Gözlere apaçık zâhir olan Hak Teâlâ örtülü değildir. Perdeli olan ancak nefsanî sıfatlarla sıfatlı olan insandır. Hakk’a kavuşmak isteyen kimsenin öncelikle nefsanî sıfatlardan ve tabiî kesafetinden temizlenmesi gerekir. Hak Teâlâ vacibü’l-vücûd olduğundan O’nun perdelenmesi muhaldir, insan ise “var gibi görünen yok” olduğundan örtülür, kaybolur. Hakk’a bir şey perde olsaydı Hakk’ın varlığını kısıtlardı. Kısıtlayan ise kısıtladığına tasarruf eder, hükmü altında tutar, kahreder. Hâlbuki kahredici Hak’tır.

Ayetteki üstünlük mekân üstünlüğü değil, mekânet ve celâlet üstünlüğüdür.

Yokluk hicaptır. Hicaptan ibaret olan yoklukla zuhurun ta kendisi olan varlık arasında münasebet yoktur. Yine de Hak Teâlâ dilediği kimseden, dilediği şekilde, dilediği zamanda yokluk perdesini kaldırır. Gözünü şuhûd nuruyla aydınlatır ve hicabın nerede ve kimde olduğunu gösterir.

“O’nun benzeri yoktur. O işitir ve görür. ” (Şûra/11)

Hıyre-çeşm etti beni berk-i ruhu tutmuş meğer

Mihre karşı ol meh-i nâ-mihribân âyineyi

(Yanağının parlaklığı gözümü kamaştırdı. Meğer o merhametsiz ay [sevgili] aynayı güneşe karşı tutmuş.)

35.    Hikmet

Ey mürid, kulluğa ters düşen beşerî sıfatlardan sıyrılırsan Hakk’ın davetine icabet etmiş ve Hakk’a yaklaşmış olursun.

Rezâilden tecerrüd etmedikçe bir zaman dil

Mücîb-i dâvet-i Hak hem karib-i Hazret olmazsın

Din emri zâhirî ve bâtınîdir. Azalara ve kalbe dair emirlere “amel”, bâtını olanlara “akide” denir. Ameller İlâhî emre muvafık olursa taat, aykırı olursa mâsiyettir. Akidelerin İlâhî emre uygun olanı imandır, aykırı olanı nifak veya cehalettir. Zâhiri ile ilgili olanlara “fıkıh”, bâtınına dair olanlara “tasavvuf’ denir. İnsan bu iki kısımdan ibarettir. Zâhirî haller bâtının hükümlerine tâbidir. Çünkü yaratılış kanununa göre vücud ülkesinin hükümdarı kalptir, azalar onun emri altındaki halk ve askerlerdir. Bunun delili olan hadis-i şerifte buyruldu: “İnsan vücudunda bir et parçası vardır ki, sağlığı vücudun sağlıklı olmasını, bozulması vücudun bozulmasını gerektirir. Bu da çam kozalağı şeklinde olan kalptir. ”

Kalbin sağlığı kötü sıfatlardan temizlenip iyi vasıflarla doldurulmasıyla hâsıl olur. Kulluğa ters düşen beşerî sıfatlar, işte bu kötü vasıflardır. Yoksa iman, taat, huşû, haşyet gibi ubûdiyetin ta kendisi olan güzel sıfatlardan sıyrılmak, yakınlık değil tersine uzaklık ve dalalet getirir.

Kötü vasıfların aslı ve kökü; kibir, ucb (kendini beğenmişlik), kin, riya, haset, mal ve mevki sevgisidir. Bu gibi kötü sıfatlar ahlâk düşüklüğünün esasıdır. Dalları ise şunlardır: Buğz, düşmanlık, zenginlere saygı göstermek fakirleri hor görmek, tevekkülsüzlük, itimatsızlık, pintilik, korkusuzluk, uzun emel, övünmek, çok sevinmek, yapmacık davranmak, vesvese, yüze gülücülük, katılık, sertlik, kabalık, gaflet, acele, hiddet, hayâsızlık, kanaatsizlik, merhametsizlik, göğüs darlığı, baş olmayı sevmek gibi şeylerdir. Bu kötü vasıfların kaynağı nefs-i emmareye değer vermek, emrini gözetmek, hastalık ve garazlarına razı olmaktır. İşte kâfirin küfrüne, münafığın nifakına, âsinin isyanına sebep olup kulluktan çıkaran bu hallerdir. Bunun çaresi de riyazet ve mücahede ile beşerî sıfatları temizleyip beşerî sıfatları melekî sıfatlara, şeytan vasıflarını mü’min ahlâkına, hayvanî tabiatı ruhanî tabiata döndürmektir.

Bu suretle kalp temizliğine, nefs tezkiyesine erişen mürid güzel sıfatlar kazanarak tevazu, huşû, Allah’ın emirlerine tâzim, yarattıklarına şefkat, hududu korumak, heybet, havf, tezellül, haşyet, ihlâs, rıza, minneti tanımak gibi güzel eserlere mazhar olur. İrfan, refet, merhamet, rıfk, göğüs genişliği, şefkat, merhamet, tahammül, atıfet, nezahet, emanet, teenni, vakar, cömertlik, hayâ, güleryüzlülük, nasihat, kemal ve saadet getiren iman ahlâkı ile dolar.

Sofiler buna yani kötü ahlâktan güzel ahlâka dönmeye “tezkiye” ve “tahliye” derler. Bu iki iş sülûkun hakikatidir. Sâlikler bunu gerçekleştirerek başka bir kulluk hakikatine erişirler. Emmareden yakalarını kurtarır, Hakk’a yakınlık ve mârifet elde eder, rabbani huzur ve vuslata kavuşurlar. Can ve cennet çağrısına yani ilâhı davete icabet ederler. Hak’tan uzaklaştıran nefsin hazzını terk edip Hakk’ın huzuruna yaklaşırlar. En güzel amellerden hoşlanır, yük almaktan korunurlar.

Bu sebeptendir ki mahfuzluk evliyaya, mâsumluk enbiyaya mahsustur. Evliya mahfuzdur, korunmuştur. Günah işleyebilir ama günahta ısrar etmez, tövbe ve istiğfara sarılırlar. Mâsumluk ise günahın asla kast olunmamasından ibarettir ve peygamberlere özgüdür.

Özetle Hakk’a yakınlık ve huzur, nefsin alçaklığını bilmeye ve kötü ahlâkın giderilmesine bağlıdır. Hak’tan uzaklık ve hicran ise nefse köle olmaya, heva ve hevese uymaya bağlıdır.

Hevâ-yı nefsten sermâye-i izzettir istiğna

Aziz olmazdı Yûsuf çekmese dâmen Züleyhâ 'dan

(Üstünlük sermayesi, nefsin heveslerine minnet etmemektir. Yusufas) Züleyha’nın eteğinden elini çekmeseydi, üstünlük kazanamazdı [yahut] Mısır’a aziz [sultan] olmazdı.)

36.    Hikmet

Nefs-i emmareden razı olmak, her mâsiyet, şehvet ve gafletin esasıdır. Nefsten razı olmamak bütün taat, uyanıklık ve iffetin aslıdır.

Rızâ-yı nefstir aslu ’r-rezâil

Anı itham ise ümmü ’l-fezâil

(Nefsten razı olmak rezilliklerin aslıdır, onu suçlamak ise faziletlerin anasıdır.)

Bütün kötü sıfatların esası nefs rızası ve bütün güzel vasıfların asıl menşei nefsten razı olmamaktır. Nefs-i emmâreden razı olmak, onun ayıplarına ve kötülüklerine göz yummak ve gaflet etmektir. Razı olmamak, kötü hallerini araştırarak onu suçlamakla olur. Gaflet, kalp hükümranlığını şehvet ordusuna yağmalattırarak iyilikleri yok eder ve mârifetten uzaklaştırır.

Nefsi suçlamak daima kalbi temizler ve terbiye ederek kemal derecesine çıkarır, zevk ve huzur kazandırır. Bu yüzden nefs rızası Hakk’ın razı olmamasından ibarettir. İlâhî rıza da nefsin razı olmamasındadır. Çünkü nefs rızası gafleti, gaflet şehveti, şehvet de mâsiyeti gerektirir. Nefs suçlanmaktan hoşlanmaz. Suçlamak uyanıklık hâsıl eder. Uyanıklık basireti açar, basiret de şehvetin kovulmasını temin eder, iffeti sağlar. İffet de taat getirir, nefs-i emmâreyi suçlayarak daima hoşlanacağı şeylerin tersine davranmayı öğütler.

Ebu Hafs Hazretleri şöyle buyurdu: “Devamlı olarak nefsini itham etmeyen ve onun hoşlanacağı şeylerin tersini yapmayan kimse mağrur ve kirlidir. Nefsine itibar edip emellerini güzel gören kimse helâk olur.”

Kur’an-ı Kerim’de Hz. Yusuf un(as) şöyle dediği anlatılır: “Ben nefsimi temize çıkarmam, o hep kötülüğü emreder. ” (Yusuf/53)

Masum olduğu halde Yusufas) nefsine güvenmediğini söylerse, kötü nefs sahibinin nefs rızasına uyması artık nasıl caiz olabilir?

Cüneyd Bağdadî Hazretleri: “Nefs-i emmâre her ne kadar Allah’a taatte boyun eğer görünse de yine de güvenmemek lazımdır.” buyurdu.

Ebu Yusuf Dârânî Hazretleri demiştir ki: “Göz yumup açıncaya kadar bile nefs-i emmâreye güvenmedim ve değer vermedim.”

Özetle nefs hileleri bilinmedikçe ruh güzellikleri elde edilemez. Hilelerin topu nefs rızasında, güzel şeylerin hepsi de nefs rızasının hilafındadır.

Kendi aybın görmeğe âyine gayrın aybıdır

Halka ta’n etme hele bir kere var gör sen seni

(Başkasının ayıpları, kendi ayıplarını görmek için bir aynadır. Kendi ayıpların başkaların aynasında sana yansır, gördüklerin kendi ayıplarındır aslında. Halkı ayıplamayı bırak, kendine bak.)

37.    Hikmet

Nefsinden razı olmayan bir cahil ile arkadaşlık etmek, kendini beğenen bir âlimle beraber olmaktan hayırlıdır. Zira bencil âlim için hangi ilim faydalı olabilir? Nefs rızasını terk etmeyi bilen cahil için hangi cehalet zararlı olabilir?

Rızâ-yı nefsini terk eyleyen câhil ile sohbet

Olur hayr âlim-i hodbin ile elbette sohbetten

Nasıl âlim olur nefs-i içiminden olan râzı

Teberri eyleyen câhil olur mu nefie hizmetten

(Nefsinin isteklerini yerine getirmeyen cahil bir adamla arkadaşlık, sırf kendini düşünen âlim birisiyle yakın olmaktan hayırlıdır. Kötü nefsinden hoşnut olan kimse âlim, nefsine hizmet etmeyi bırakan kişi cahil olabilir mi?)

Rezilliğin anasının ancak nefsten razı olmaktan ibaret olduğu bildirilmiştir. Bu ekseriya zâhir ilimlerle sıfatlı, kendini beğenmiş âlimlerde hüküm sürer. Arkadaşlık etmenin faydası, olgunluk kazanmakta ve halini iyileştirmektedir. Bu rüsûm uleması, her ne kadar ilimle sıfatlanmışlarsa da kendilerine varlık vermek gibi büyük bir cahillikten yakalarını kurtaramamışlardır. Hâlen cahil kalmaları sebebiyle sohbetleri, dostlukları hiçbir vakitte fayda getiremez.

Cahil ise tam zillet ve miskinlikle sıfatlı olarak nefsini daima suçlar, aşağılar ve böylece Hak rızasını kazanır. Arkadaş arkadaşının hırsızıdır, tabiatından çalar. Tabiatın geçmesi yüzünden cahilin yakınlığı bencil âliminkinden iyidir. Çünkü ilimden murad, varlığını yok ederek Hakk’ı var etmektir. Yokluktan fazla varlık getiren ilim sahibi, her ne kadar âlim ise de bu hakikatin cahilidir. Onun ilmi faydasızdır ve sırf kötülükten ibarettir.

Varlığı yok eden bir cahil, dış görünüşte cahil olursa da hâl ilmini bildiğinden onun bilmezliği faydalıdır. Bir de söz ilmi, hâl ilminin delilidir. Medlûlü olmayan delil, ruhsuz beden gibidir. Bedensiz ruhun gerçekleşmesi muhakkaktır. Ruh mertebesinde olan hâl ilmi, beden gibi olan söz ilmi olmadan gerçekleşir ve fayda verir.

38.    Hikmet

Basiret ışığı sana Hakk’ın yakınlığını gösterir, basiretin kendisi de O’nun varlığıyla senin yokluğunu belli eder. Basiretin hakikati ise senin ne var, ne yok olduğunu, sadece Hakk’ın var olduğunu öğretir.

Nur-ı akl eyler sana işhâd-ı kurb-ı Kird-gâr

Varlığından yokluğunda nur-ı ilm eyler haber

Nur-ı Hak da zât-ıpâk-i Hakk’ı işhâd eyleyip

Varlığından yokluğundan eylemez izhâr eser

(Hakk’ın yakınlığı sana akıl nuruyla delil getirir, var olmadığını öğretip aslında senin yok olduğunu ispat eder. Hakk’ın nuru ise Hakk’ın zatını şahid göstererek varlığından veya yokluğuna dair hiçbir eser bırakmaz. Bu konuyla meşguliyetini keser.)

Basiretin ışığı demek akıl nuru demektir, buna “ilmel-yakîn” denir. Basiret gözü ise ilim nurudur, ona “aynel-yakîn” denilir. Basiretin hakikati ise Hakk’ın nurudur, ona da “hakkal- yakîn derler.

Basiret ışığı, akıl nuruyla nefslerine bakarak Hakk’ın ilmiyle kendilerine yakın olduğunu ve Kayyum olarak kendilerini kaplayıp kuşattığını gören akıl sahiplerine mahsustur. Basiret gözü, ilim nuruyla nefslerinin Hakk’ın varlığında yok olduğunu anlayan âlimlere mahsustur. Basiretin hakikati ise, Hak nuruyla Hakk’ın zatını müşahede ederek âlemde Allah’tan başka var görmeyen âriflerin muhakkıklarına mahsustur. Sâlikin kalbine İlâhî nurlar tecelli ettiğinde bu şekilde ifade olunur.

Sadık mürid tevazuun hakikatine, kalbinin penceresine nur vurduğu vakit erişir. Çünkü bu hâlde baş kaldıran nefs, niyaz makamına ulaşır; Hakk’ın itaatine girer. Ancak o zaman yaratılmış eserleri yok eder, alevi söner, toz haline gelip boyun eğer.

Şu hâlde akıl nuruyla Hak yakınlığı açılır. Bu mertebedekiler murakabe ve hayâ ile sıfatlanır ki bu makamın semeresidir. İlim nuru ile de her bir mevcudun Hak varlığında yok olduğu anlaşılır, hakiki varlığın ancak Hakk’a mahsus olduğu, mâsiva varlığının gölge ve âriyet olduğu açığa çıkar. Bu makamdakiler dayanacak ve yaklaşılacak bir şey görmezler. Tevekkül edip işlerini Hakk’a verirler, razı ve teslim olurlar. Bu sıfatlar bu makamın meyvesi ve neticesidir. Hakk’ın nuru ile bizzat mukaddes zat-ı ilâhiyye müşahedesi açılır. Bu makama ulaşanlar beka-billâh dehlizi olan tam fenâya erişir, Hakk’ın varlığında yok olurlar. Öyle ki kendi varlıklarından yokluklarından habersiz olur, idraksiz kalırlar. Bu “fenâ-yı etemm” yani tamamen yok olmak, bu makamın özelliğidir.

Sâlikler için en yüce maksat beka makamıdır. Beka makamı tam fenâ halinden sonra ele geçebilir. Fenâ makamında olanlar Hak’la Hak’tan perdelenirler ama beka makamındakiler ne Hak ile halktan, ne halk ile Hak’tan mahcup olurlar. İşte bu makam peygamberler için risalet (resullük), veliler için irşad (mürşidlik) derecesidir.

Sofiler “kabe kavseyn” makamına fenâ, “ev ednâ” makamına beka derler. Fenâya nisbetle beka, nübüvvete (nebilik) nisbetle risalet derecesindedir ve bu yüzden en şerefli, en üstün makamdır. Hüdâyî bu sebeple şöyle buyurmuştur:

Kabe kavseyn z geçip eriş sarây-ı vahdete

Sırr-ı ev ednâ Hüdâyî cümleden a ’lâ imiş

39.    Hikmet

Hak Teâlâ kendisiyle beraber hiçbir şey mevcut olmadığı halde var idi. Yine hâlâ öyledir.

Var idi Allah yok idi eşya

Öylece el'an oldu hükümran

Ekvan ve âsâr yani kâinat ve içindekiler rabbani fiillerin, bu fiillerdeki sıfatların ve bu sıfatlardaki İlâhî zatın tecelli aynasıdır. Şu halde Allah’ın fiilleri ekvan ve âsâr ile örtülüdür. Sıfatları fiillerle, zatı ise sıfatlarıyla perdelenmiştir. Sâlikte ekvan perdesi kalkınca ef âl tecellilerine mazhar olur, ekvanda ve âsârda Allah’ın fiillerinden başka bir şey görmez. Sıfat hicabı kalkarsa sıfat tecellisine mazhar olur, o zaman fiillerin esmâ ve sıfat muktezası olduğunu anlar ve onlardan başka bir şey görmez. Sıfat hicabı kalkınca zat tecellisine erişir. Fenâ makamında ise vahdet denizinde boğulur. Tam fenâ ile vuslat çölünün mecnunu olur; âlemde ilâhı varlıktan başka hiçbir şey görmez. Bu üç derecenin birincisine “tevhid-i efâl”, İkincisine “tevhid-i sıfat”, üçüncüsüne “tevhid-i zat” denir.

Tevhid erbabının hakiki muvahhid olması ancak üçüncü derecenin ele girmesine bağlıdır. Bu hikmetin hakikati o zaman ortaya çıkar. Çünkü Cenab-ı Hakk’ın hiçbir şey yok iken var olduğunu ve şimdi de yine O’ndan başka bir şey olmadığını zevk etmek, tevhid-i zat ile muvahhid olan âriflere mahsustur. Bunlara göre efâl ve sıfat perdeleri kalkmış ve zat tecellisi açılmış olduğundan zat-ı İlâhîden başka hiçbir şey göremezler. Bu makamlara ulaşamayanlar için âsâr, efâl ve sıfat perdeleri zatın şuhûduna engel olur. Onlar “Her gün yeni bir İlahî tasarrufladır. ” (Rahman/29) ayetinin sırrına ulaşırlar. Bunlar ancak perde arkasından “Onlaryeni yaratılıştan şüphe duyarlar.” (Kaf/15) ayet manasının tecellisinden nasip ve zevk alırlar.

Muhakkıklara göre zaman da vehimlerdendir, ahadiyet makamıyla zamanın alâkası yoktur. Çünkü zaman dediğimiz miktar göklerin hareketidir, bir değişkenin başka bir değişkene nispetinden ibarettir. Zaman değişken olan insan ömrünü, değişken olan yer küresinin güneş etrafındaki dönüş hareketiyle mukayese etmektir. Değişken olan zamanın, sâbit ve kadîm olan yaratılışın başlangıcına nisbetine “dehr” diyoruz. Kadîm ve sabit başlangıç ise Allah’ın sıfatıdır. Cenab-ı Hak ezelîdir. Ezel kadîmin kadîme yani sıfatın zata nispetinden hâsıl olur. Öyleyse ezelde zaman olmadığı gibi Hak Teâlâ’da da zaman yoktur. Zamanın hükümlerinden olan ekvan ve âsâr da yoktur. Şu halde Allah hiçbir şey yokken var olduğu gibi şimdi de yine öyledir. Allah vardır, ondan başka hiçbir şey yoktur.

40.    Hikmet

Ey talip, himmetin Hak’tan başkasına geçmesin, O’nu aşmasın. Zira emeller ve ümitler Kerîm olan Hak Teâlâ’yı geçemez.

Hûda dan gayre etme arz-ı ahvâl

Kerîm z çün tecâvüz etmez âmâl

Yüksek himmet sahipleri Ekremü’l-Ekremîn olan Allah’tan başkasına hacetini arz etmez. Kerîm olmayanın işleri maksada bağlıdır. O yüzden emeller kerîm olmayana yönelmez. Kerem karşılık gözetmeden ehline layık olanı vermektir. Kerem maddî ve manevî hiçbir ivaz beklememek ve maksat gütmemektir. Övülmek ümidi, iyi görülmek niyeti de kereme uymaz. Fayda ve zararını fark etmeyen küçük bir çocuğun eline bıçak vermek yakışık almadığından kereme terstir.

Allah’ın lütfü ve ihsanı ümmetin günahkârları için umut kıblesidir. îhsan-ı İlâhî kulların günahları ile kesilmez, hiçbir sebebe bağlı değildir. Allah’ın fiillerinin ve takdirlerinin her birinde binlerce hikmet gizlidir ve bu hikmetler o fiilden istifade edene aittir. Hakk’ın kendisiyle ilgisi yoktur, kemalini de artırmaz. Cenab-ı Hak zaten kemal sıfatlarıyla muttasıftır. Onun için Allah’tan başka kerîm yoktur, kerem O’na mahsustur. Hakk’ın her fiili mahlûkatı için hikmet ve hayır doludur.

Bunun bir örneği hâzık tabibin hastayı tedavi etmesi, ona ilaç vermesidir. Tedavinin neticesi olan sıhhat ve tedavi olmazsa doğacak zararlar hastaya râcidir, tabibe değil. Tabip ne hastanın sıhhatiyle kemal bulur, ne doğacak zararla zarar görür. Tabibin kemali hastaya hastalığına göre gereken ilacı vermek ve tedavi etmekle belli olur. Nefsanî hastalıkları güzel amellerle tedavi eden Hak Teâlâ da mâsiyet hastalığından şifa bulan kullarının manevî sıhhatinden fayda görmez. Amellerin terk edilmesiyle yani tedavinin bırakılmasıyla müzmin mâsiyetlerden şifa bulamayan ve sonunda hakiki ölüm ve ayrılık cehenneminden kurtulamayan suçluların zarar görmesinden mutazarrır olmaz. Burada fayda ve zarar ancak kullara aittir. Bu yüzden her iki yönün de sebeplerini göstererek kudretini ve hikmetini ispat eden Hak’tan başka kerîm olmadığı âşikârdır. Ondan başkasına hacet arz etmek yakışıksız ve yersizdir.

Cüneyd Bağdadî Hazretleri: “Kerîm seni arz-ı hacete muhtaç etmeyendir.” dedi.

Hârisî Muhasibi Hazretleri: “Kerîm ihsan edeceği kimse hakkında kayırmayandır.” dedi.

Bazıları: “Ümit edenlerini mahrum etmeyendir.” dediler.

Kerîm şöyle târif edilmiştir: Bir suçluyu cezalandırmaya gücü yeterken affeden (âfi), söz verdiği bir şeyi yerine getiren (vâfi), vermesi umut edilenden yüksek olan (âlî), verdiği miktarı ve verdiği yeri önemsemeyen, kendisinden başkasına hacet dilenmesine razı olan, cefaya uğradığında sebebini araştırmayan, lütfuna sığınanları hayal kırıklığına uğratmayan kimseye kerîm denir. Bu sıfatlarla sıfatlanan Allah’tan başkası olmaz. O halde O’nu geçmek yakışık alır mı?

Şu kadar var ki halka hacet arz etmek, Hak’tan gaflet ederek istemek ve istediği kimseye güvenmek kulluğa ters düşer. Ama mahlûkatı İlâhî lütfa sebep ve İlâhî inayete vesile tanıyarak, asıl verici Hak’tır inancı olursa kulluğa ters düşmez.

Tehâlüfsuretâ mâni"değildir vahdete asla

Olur bir şahtan sürh-i sefid ü hâr u gülpeydâ

(Dış görünüşte değişiklik ve farklılık vahdete engel olmaz. Bir daldan kırmızı, beyaz güller ve dikenler biter.)

41.     Hikmet

Ey mürid, Allah’ın vermiş olduğu bir haceti mâsivadan isteme. Kendinden ihtiyacı gideremeyen bir kimse, başkasının ihtiyacını nasıl giderebilir?

Ref-i hâcet etme gayre kim anı mevrid Hüdâ

Vâzı 'ı Hallâk olan bir şeyi ref etmez sivâ

Kendisinden ref-i hâcet etmeğe âciz olan

Gayriden mümkin mi olsun ref ine kudret-nümâ

(Allah’tan başkasına el açma, varılacak yer Hak’tır. Yaratıcının koyduğu bir şeyi O’ndan başkası kaldıramaz. Kendisinin ihtiyacını gidermeğe gücü olmayan, başkasınınkini giderebilir mi?)

Allah’ın getirdiği bir ihtiyacı elbette O’ndan başkası gideremez. Çünkü tevhidin kısımlarından biri de âlemde Allah’tan başka fâil olmadığını gösteren tevhid-i efâldir. Bir şeyi koyan Allah olunca mâsiva onun kaldırıcısı, gidericisi olamaz, insanın kendi ihtiyacını gidermeye gücü yetmezse, başkasının ihtiyacını gidermesi düşünülemez. Çünkü insan en mükemmel varlıktır, kendisi her şeyden önce gelir. O aciz kalırsa, muhtaç birine ihtiyaç arz etmek akla yakışmaz. Nerde kaldı ki sülük erbabına yakışsın?

Sofiler dediler ki: “Mâsivaya güvenmek dâimi olmayan kararsız bir şeye dayanmaktır. Her anda ve zamanda daima fazl ve ihsanda bulunan dâim ve kadîm olan Hak’tır. Ancak O’na güvenilir, O’na dayanılır.”

Atâî Horasanî Hazretleri, Veheb bin Münebbih’ten ezberlenebilecek bir hadis istedi. O da bunun üzerine şu hadis-i kudsîyi söyledi:

“Ya Davud, izzet ve celâlim hakkı için, bir insan mahlûku bırakıp da benden imdat istediğinde, inancının doğruluğunu bilirsem, ona bütün kâinat düşmanlık ve hile yapsalar da ben ona yine kurtuluş veririm. Ya Davud, azamet ve kemalim hakkı için bir kimse beni bırakıp da başka kapıya sığınırsa, onun korunmasından bütün sebepleri keserim. Kendisini helâk vadisine sokar, hüsrana uğratırım.”

Bu yüzden insana Cenab-ı Hakk’a güvenmeyi bırakıp dilenmek haramdır. Çünkü nefse hakarettir.

Etmez tarîk-i Hak'ta olan halka ser-fürû

Eğmez minâre kametini bâd eserse de

(Hak yolunda olan yaratılmışlara baş eğmez. Minare ne kadar rüzgâr esse de eğilmez.)

42.     Hikmet

Ey mürid, Hakk’a vasıflarından dolayı hüsnüzan etmezsen bari sana güzel muamelesinden dolayı zannını güzelleştir. Zira sana yapmayı âdet ettiği ihsan ve inayetler, verdiği nimetler sonsuzdur.

Kemâlinden için ger eylemezsen hüsn-i zan Hakk’a

Cemâlinden için gel bâri kıl zannın güzel cânâ

Sana ihsandan özge etmedi bir şeyi çün âdet

Dahi nimetlerinden gayri bir şey etmedi isdâ

(Cenab-ı Hakk’a kemal vasıflarından ötürü hüsnüzan beslemezsen, bari cemalinden dolayı O’na karşı zannını güzelleştir. Hak Teâlâ sana iyilikten başka bir şey yapmadı, yapmaz da; nimetlerden başka bir şey de vermedi.)

Cenab-ı Hakk’a güzel zan beslemek yakîn ehlinin makamlarındandır. Bu hususta ehl-i tevhid iki kısımdır: Hak Teâlâ’ya kemalinden dolayı hüsnüzan eden havas, nimetlerinden fazl ve kereminden ötürü hüsnüzan eden avam. Bu iki makam arasındaki fark, İkincilerde duyulan değişme korkusunun birinci kısımdakilerde olmamasıdır. Çünkü birinci makamdakiler, kemal sıfatlarıyla muttasıf olan Hak Teâlâ’mn mârifetini gerçekleştirmiş âriflerdir. Bunların gönlü yakîn nuru ile aydın ve mutmain olduğundan nefsleri sükûnet bulmuştur; töhmete ve suizanna mecalleri yoktur. İkinci makamdakiler tevhid-i efâl mertebesini henüz aşamamışlardır. Her an değişen Allah’ın fiillerinde ruhanî kuvvetlerinin dayanamayacağı haller ortaya çıktığında suizandan kurtulamazlar. Hakiki kemal ise faydalara ulaştıran, zararları uzaklaşmanın ancak Hak Teâlâ olduğuna kesin imanla inanarak hüsnüzan etmek ve mâsivaya yönelmemektir. Havas kadar olmasa bile hiç olmazsa avam kadar hüsnüzan etmelidir ki, kulluk vazifesi yapılmış sayılsın.

Cenab-ı Hakk’ın sıfatlarına olan havassın hüsnüzanlarının semeresi Hak muhabbetidir, tevekküldür ve sağlam itimattır. Hak Teâlâ’nın muamelesine göre hüsnüzannın neticesi ise nimete şükürdür; ihsanını ve mağfiretini beklemektir. Bu hüsnüzan ya dünya işinde yahut ahiret işinde olur. Dünya işlerindeki hüsnüzan, insanın takdire uygun olan maksat ve menfaatlerini sebeplere yapışsa da, yapışmasa da er geç Hak Teâlâ’nın yaratacağına güvenmektir. Hele musibet zamanlarında daha ziyade mutmain olmaktır. İşte bu hüsnüzan, insana beden ve gönül rahatı getirir, hâl ve istikbal emniyeti sağlar. Ahiret işlerindeki hüsnüzan, güzel amellerin kabul edileceğini, karşılığında ecir verileceğini kuvvetle ümit etmektir. Bu da amelleri çoğaltmayı ve güzelleştirmeyi gerektirir.

Yahya bin Muaz Hazretleri: “Bir müridin Cenab-ı Hak’tan umudu umutların en sağlamı, hüsnüzannı da zanların en doğrusudur.” buyurdu.

Abdülaziz Hazretleri de: “Cenab-ı Hakk’a hüsnüzan, olacak ve olmayacak gibi evhamdan kurtulmaktan ibarettir.” buyurdu.

Hüsnüzannın en gerekli olduğu zaman ölüm sekeratı anıdır. Çünkü: “Sizler Cenab-ı Hakk’a ancak hüsnüzan ederek vefat etmeye çalışın ” mealinde Hazreti Câbir’den(ra) rivayet olunan bir hadis- i şerif vardır ki Resulullah Efendimiz(sas) şu mealdeki ayeti okumuşlardı: “İşte sizi Rabbinize beslediğiniz o zannınız helâke sürükledi. ” (Fussılet/23)

Ebu Talib Mekkî Hazretleri, Ibn Mesud’un(ra) yemin ederek şunları anlattığını söylemiştir:

“Cenab-ı Hakk’a hüsnüzanla beslenen bir emeli Hak Teâlâ ihsan eder. Çünkü hayır O’nun kudret elindedir. Mademki ona bu hüsnüzannı vermiştir, umduğunu da vereceğine şüphe yoktur. Zira kendisine hüsnüzan olunan Hak Teâlâ, o güzel zannın gerçekleşmesini dileyen de Hak Teâlâ’dır.”

Ebu Said el-Hudrî(ra) şu mealde bir hadis-i şerif rivayet etmiştir:

Efendimiz(sas> bir hastayı ziyaretinde sordular:

“Cenab-ı Hakk’a olan zannın ne yoldadır?”

“Hüsnüzandır ya Resulallah!”

“Her nasıl istersen öyle zannet. Zira çaresizlerin imdadına yetişen Hak Teâlâ kulunun zannı katindadır. ”buyuran Efendimiz11 “Ene inde zann-ı abdı” yani “Ben kulumun zannı katındayım. ” mealindeki hadis-i kudsîyi beyan buyurdular.

Ebu Hureyre’den(ra> rivayet edilen hadis-i şerifte, güzel zannın güzel ibadetten doğduğu bildirilmiştir.

43.     Hikmet

En şaşılacak şey, kendinden asla ayrılmayan Allah’tan kaçıp bekası olmayan mâsivayı istemektir.

Bu hâl gerçek körlüğün kalbi kaplamasından meydana gelir.

Taaccüb şol kişiden ki kaçar ol Rabb-i dâimden

Olur sonra talebkâr-ı fenâ-yı bî-beka hayfâ

Amâ-yı kalbi eyler işbu hâlet şüphesiz isbat

Kör olmaz çünkü göz zâtında lâkin kalb olur âmâ

(Bâki olan Rabbinden kaçıp geçici olandan bir şey isteyen kişiye şaşılır. Bu hâl onun kalbinin körlüğünün delilidir. Çünkü gözler değil kalpler körleşir.)

Cenab-ı Hak bize bizden yakındır ve ayrılması kabil değildir. Zira “Nerede olursanız olun, Allah sizinle beraberdir. ” (Hadid/4) Başta sonda varılacak yer O’dur. “Elbette gidilecek son yer Rabbindir. ” (Necm/42) Tabiî kesafetimizi artıracak nefsanî şehvetlere düşkünlüklerle İlâhî huzurdan kaçıp uzaklaşmak, “O nun vechinden başka her şey helâktedir. ” ayetinin anlamınca kalıcı olmayan mâsivayı istemek, körlükten başka bir şey olamaz. Zira “Şüphesiz gözler kör olmaz velâkin göğüslerdeki kalpler körleşir. ” (Hac/46) buyrulmuştur.

Ebedî saadeti bir günlük dünyaya değişerek heves şarabıyla sarhoş olmak, basiret gözünün körleştiğinin açık delilidir. Basar yani baş gözü kendi hissi çevresiyle sınırlı olduğundan yalnız şekilleri ve suretleri algılayıp görebilir. Basiret ise şekil ve suretleri var eden, ortaya çıkaran İlâhî nuru müşahede eder. Görme duygusunun dışındaki maneviyatı görmek kalp gözüne verilmiş bir özelliktir. Göz körlüğü bu suret âlemini görmeye nasıl engel ise, manevî körlük de gerçek yüzünü müşahedeye manidir.

“Gözü kaymadı” (Necrn!ayetinin sürmesiyle can gözünü aydınlatmak; mal, menal sevgisini bırakıp melekût mihrabına yönelmekle elde edilir. Bu yüzden anadan doğma manevî körlükten, âlem fezasının temaşa sahasının görücülüğüne çıkılması şu ayetle emredilmiştir:

“Burada kör olan ahir ette de kördür. ” (Isrâ/72)

44.    Hikmet

Ey talib, bir şeyden diğer bir şeye gidip durma. Yoksa devamlı yürüdüğü halde vardığı yer, başladığı yer olan değirmen eşeği gibi olursun. Yaratılmışlardan Yaratıcı’ya yürü ki, yaratılmışların tümünün varacağı yer Alemlerin Rabbi’dir.

Sakın bir kevnden bir kevne rıhlet eyleyip durma

Hâr-ı tâhun-âsâ kim eder bir noktada deveran

Velî ekvandan kıl irtihal o Hâlıku ’l-Kevn ’e

O Rabbü’l-Izze’dir çün müntehâ-yı cümle-i ekvan

(Sakın bir oluştan bir oluşa yürüyüp durma. Çünkü su değirmeni eşeği bir noktada dönüp durur. Yaratılmışlardan Yaratıcıya yürü. Çünkü bütün yaratıkların son durağı O’dur.)

Bu hikmet bütün kâinatın er geç Cenab-ı Hakk’a dönüp gideceğine delil olan şu mealdeki ayetle bitmektedir: “Elbette gidilecek son yer Rabbindir. ” (Necm/42) Çünkü âlem ve insan, yaratıcının gölgesi gibi izafi bir varlığa sahiptir. Gölgenin varlığı, gölge sahibinin varlığına delil olduğu gibi, İlâhî gölge olan âlem de Hakk’ın zatına ulaştıran bir burhandır. Hak varlığının nuru, yaratılmış mazharlarda ne derece zâhir olmuşsa Hak Teâlâ ancak o kadar bilinebilir, hakikati ve hüviyeti yönünden bilinemez. Bu yüzden Cenab-ı Hak bir yönden mâlum, bir yönden meçhul kalmıştır. Bilinmesi yaratıklardaki zuhurudur, bilinmezliği tecellilerinin sonsuzluğu bakımındandır. Ahadiyet mertebesinde zatı mutlak hüviyetiyle kaimdir ki bu “Alemlerden ganîdir”sırrının tecelli ettiği lâ-taayyün mertebesidir.

Hak Teâlâ bu yönüyle idrak olunamazsa da, âlemde varlığının nuruyla ve bu zuhurun sürekli olmasıyla idrak olunur. Mutlak varlığın nuru, zuhur ve mazharlar bakımından sınırlı olduğu gibi, insanlık âlemi de O’nu idrak etmede mertebeler itibariyle mahdut ve mukayyettir. Mesela yalnız taayyünata bakanlar yalnız yaratılmışları görürler. Eşya suretlerinde tecelli gösteren ahadî varlığı görenler ise yalnız yaratıcının vechini müşahede ederler. Yaratılmışlarla yaratıcıyı birlikte gören sâlik, hakikî vâhidi iki yüzden görmüş olur. Bütün kâinatın bir hakikatle belirdiğini lâkin ahadiyet sırrının nispetler ve izafetlerle çoğaldığını bilen insan, ârif-i billâh olur.-

Fenâ erbabı yaratılmışları yaratıcıda, beka ehli yaratıcıyı yaratılmışlarda müşahede eder. Yaratılmışlarla uğraşıp yaratıcıdan gaflet eden ise bayağı his erbabıdır, değirmenin dönmesi için kullanılan hayvan gibidir. Abidlerin ibadetleri de yaratılmışlardan sayılır. Ameller Hakk’ın vechi gözetilmeyerek yapılırsa, halkı görmekle karışık olursa bu ibadetler de yaratılmışlarda gezip dolaşmadan ibaret olur; şeriatça kötü sayılır. Eğer ameller nefs mücahedesi ile riyadan temiz ve yalnız İlâhî mükâfat kastı ve ahirette derecelere erişmek niyetiyle işlenirse şeriatça makbuldür ama ârifler katında kötülenmiştir. Çünkü özel istekler de yaratılmışlardan sayılır. Yaratılmışlar her ne kadar güzel ameller gibi nur görünürse de, genellikle ağyar demektir. Amellerle mertebe kazanmayı, mükâfat elde etmeyi istemek, Hak rızasına nefsânî emelleri tercih etmek demektir ki değersizdir.

ibadet ve ubudiyeti dünyevî hazlardan, uhrevî karşılıklardan kurtarmak ve Cenab-ı Hakk’a tahsis etmek gerektir. Allah’ın kulu olmalısın, Hakk’ın huzuruna yürümelisin, “Allaha kaçınız. ” (Zâriyat/50) sırrını gerçekleştirmeksin ki değirmen eşeği olmaktan kurtulabilesin.

Râbiatü’l-Adeviyye Hazretleri şöyle münacat ederdi:

“Ey musibetin karanlık gecesinde, gizli yalvarışlarla senden medet isteyen çaresizlere imdat eden Allah! Ben sana cennet şevkiyle ve cehennem korkusuyla ibadet etmedim. Ancak kulluğumun vazifelerini yerine getirdim.”

Yârab hemîşe lütfunu et reh-nümâ bana

Gösterme ol tarîki gitmez sana bana

45.     Hikmet

Ey mürid, Peygamber Efendimizin şu hadisine dikkat et: “Her kimin niyeti Hakk’a ve Resulüne hicret ise, onun gidişi Allah ve Resulünedir. Kimin maksadı dünya elde etmek ve güzel kadınla evlenmek ise onun gidişi de dünya ve güzel kadınadır. "Akim şuurun varsa bu hadis-i şerifin mânasını düşün ve anla.

Bak hadis-i Şeh-i Kevneyn "e teemmül eyle

Ne buyurdu o kerem-kâm taakkul eyle

Niyyeti Hak ve Resûl-i Hak olan hicretle

Bulur Allah ile peygamberi bu niyyetle

Hicreti devlet-i dünyâya zen-i hüsnâya

Her kimin olsa bulur niyyeti üzre vâye

Anla bu kavl-i İmâm-ı Resul’ü hoş ey dil

Kıl tefekkür anı sen oldun ise ger âkil

Bu hikmet bir önceki hikmetin tamamlayıcısıdır. Hikmette geçen hadis-i şerifi Hz. Omer(ra) rivayet etmiştir. Hadisin başlangıcı hikmette yazılmamıştır ki bu cümle şu mealdedir: “Ameller şüphesiz niyetlere bağlıdır, insan için niyet ettiği fiil ve hareket hâsıl olur. ”

Bundan, kabul edilmenin hüsn-i niyete bağlı olduğu anlaşılmaktadır. Şu halde hicretten muradı Hak Teâlâ ve Resulü olan kimse yaratılmışlardan yaratıcıya gitmiş olur yani isteği olan maksadına ulaşır. Bu, hadis-i şerifte açıkça belirtilmiştir. Maksadı başka olan kimse yaratılmışlar arasında dönüp dolaşır. Onun yaratıcıya gidenin eriştiği vuslattan ve yakınlıktan nasibi yoktur. İşte düşünülecek yer burasıdır ve bu husus hadis-i şerifte açıkça belirtilmemiş, dünya ve güzel kadınla işaret olunmuştur.

Sâlik her hâlükârda himmetini yüksek tutmalı, Hak Teâlâ’dan başkasına yönelmemelidir.

Bayezid Bestamî Hazretlerinden birisi nasihat istemiş ve şu cevabı almıştır: “Eğer sana arştan ferşe kadar bütün dünya verilse de yine mâsivayı isteme!”

Süleyman Dârânî Hazretleri dedi ki: “Benim iki rekât namazla cennet arasında tercih hakkım olsa, namazı tercih ederim. Zira cennet benim, namaz ise Rabbimin rızası içindir. Allah rızasını nefsimin rızasına üstün tutarım.”

Şiblî Hazretleri şöyle buyurmuştur: “Her ne kadar; "Yiyiniz, içiniz...’ (Bakara/60) ayetiyle yemek, içmek emredilmişse de yine Hakk’ın mekrinden çekinmek gerekir. Çünkü yemenin, içmenin zâhiri ikramdır fakat bâtını imtihandır. Sâlik yemeyi ve içmeyi bırakmalı, güzelce imtihan vererek manevî nimetlere ve tecellilere gark olmalıdır.”

Tecellî neşvesin ehl-i şikem idraki kabil mi

Behişt andıkça zahid eki ü şurbun lezzetin söyler

(Yemeye düşkün olan kimse tecelli zevkinden ne anlar? Zâhit cennetten ancak yemek-içmek anlar, cenneti o tatlarla anlatır.)

46.    Hikmet

Hâli ve yaşayışı seni Hakk’a yöneltmeyen, sözü Hak yolunu göstermeyen kimseyle arkadaşlık etme.

Sakın şol şahsile hem-bezm-i sohbet olma ey derviş

Özü feyz-âver-i himmet sözü Allah ’a dâl olmaz

(Özü feyiz vermeyen, sözü Allah’a götürmeyen kimseyle sakın arkadaş olma.)

Tarikatın usullerinden biri de sohbettir. Her sâlikin bir mürşide bağlılığı ve bir de şeyh sohbeti vardır. Sohbetin manevî faydaları çoktur, eskiden beri tarikat ehli sohbette yetişir. Sohbetin faydalarından biri ve en büyüğü hâl olarak feyiz vermesi, söz olarak Hakk’a delâlet etmesidir. Sözü dinleyeni istikamete getiren, İlâhî vahdete sevk eden zatların himmetleri Hakk’a dönük, kalpleri mâsiva alâkalarından kesik olur. Zaruri ihtiyaçlarında Hakk’a sığınırlar, işlerinde Hakk’a tevekkül ederler. Fayda ve zararın yaratıcısının Hak Teâlâ olduğunu idrak ettiklerinden insanlara önem ve değer vermezler. İlâhî fillerin kendilerinden çıktığını bilen, iradelerini bırakan hakikat erbabıdırlar. Amellerini şeriata uygun olarak yaparlar, ifrattan ve tefritten kaçındıkları için nafile ibadetleri fazla olmazsa da, sohbetleri emniyet verir, akıbetleri güzel olur.

Sohbet hırsızdır, tabiat serpicidir. Sohbet edenin ahlâkının çok güzel olması şart değildir. Çünkü çok güzel ahlâk kolay kolay bulunacak haslet değildir. Sohbet ettiği kişilerden üstün olması, onlara olgunluk ifade edecek derecede bulunması yeterlidir. Bu sıfatlarda olmayan, yapmacık davranış sahipleri güzel muamele etmekten başka bir işe yaramazlar. Onların sohbetleri fayda değil, zarar vereceğinden onlardan sakınmak ve saklanmak lazımdır.

Yusuf bin Hüseyin Râzî Hazretleri şöyle buyurmuştur: “Bütün günahları yüklenmiş olarak Allah’ın huzuruna varmak, zerre kadar, hatta zerreden de küçük yapmacık ve gösterişle varmaktan daha hayırlıdır.”

Ariflerden birine, “Filan seni çok seviyor, her an seni övüp duruyor!” dediler. Arif şöyle dedi: “Bilirim, o benim dostumdur. Fakat düşmanlığı belli olan şeytanla günde bin defa karşılaşmayı, onunla bir kere buluşmaktan daha az zararlı görürüm. Çünkü birbirimize yapmacık davranma sakıncası vardır.”

Çünkü insan övülmeyi sever, kötülenmekten nefret eder. Övülmek için yapmacıklı davranır, kötülenmemek için hâlini güzel gösterir. Bu da ameli iptal eder, istikbali mahveder. O yüzden böyle müdahene ve ikiyüzlülük yapanlardan ihlâs erbabı çok korkarlar.

Süfyân Sevrî Hazretleri buyurdu: “insanlarla iç içe yaşayan adam, müdâraya ve müdâra yüzünden riyaya mecbur olacağından selametle terakki edemez ve en yüksek mertebeye varamaz.

Bazıları, kızgınlık, hoşnutluk, tamah ve heva zamanlarının her birinde başka başka hâller takınan ve davranışlar sergileyen kimse ile arkadaşlık etmeyi doğru bulmamışlardır. Çünkü bu hâller arkadaşlığın aslını da değiştirecektir.

Sehl bin Abdullah Tüsterî Hazretleri gafillerle, yüze gülücülerle ve cahil sofilerle sohbet etmeyi yasaklamıştır. Bunlarla sohbet etmenin faydadan ziyade zarar getireceğini söylemiştir. Davranışları madden ve mânen örnek olacak, sözleri dünyevî ve uhrevî fayda ve mutluluk verecek olan mârifet ve fazilet sahipleriyle sohbet edilmeli, arkadaşlık yapılmalıdır.

Akla mağrûr olma Eflâtun-ı vakt olsan eğer

Bir edıb-i kâmili gördükde tıfl-ı mekteb ol

(Eflatun gibi zamanının en ileri fikirli, en yüksek akıllısı olsan bile aklınla gururlanma. Edepli ve olgun bir kimse gördüğünde karşısında okul çocuğu gibi ol.)

47.    Hikmet

Ey sâlik, bazen kötülükte bulunabilirsin. Fakat hâli senden daha kötü biriyle arkadaşlık yapman sana o kötülüğü iyilik olarak gösterir.

îsâet üzre de olsan yine madun ile sohbet

Edip tezyin sû-i hâlin ihsan gösterir elbet

(Kötülük yapmakta devam etsen de kendinden aşağıda olanla arkadaşlık etme! Zira o senin kötülüklerini süsleyip sana iyilik gibi gösterir.)

İnsan istifade edip faydalanmak için kendinden daha üstün kimselere yakın olmalıdır. Akranıyla kendisi gibilerle arkadaş olmak, fayda getirmezse de zararlı da olmaz. Lâkin hâl ve söz olarak kendinden aşağı kimselerle arkadaşlık etmenin pek büyük zarar getireceğini bu hikmet belirtiyor. Çünkü kendinden daha aşağı olanlar daima senin ayıbını saklar, iyiliklerini gösterir; böylece seni memnun etmeye çalışır. Övmenin ve saygı görmenin sarhoşu olursun, nefsine hüsnüzannın artar. Amelini de övdüğü için o amellere kanaat edersin ve kalırsın, ilerleyemezsin. Terakkiye ve feyizlere mani olduğu için hataların temeli budur.

İrfan sahipleriyle sohbet iki türlüdür:

1)    İrade sohbeti: Müridin mürşidle olan sohbetidir. Bunun birtakım şartları vardır. Bu şartların özeti müridin ölü yıkayıcının elindeki ölü gibi olmasıdır.

2)    Teberrük sohbeti: Bu sohbet şartlara bağlı değildir. Yalnız sohbet edenin yolunda ve meşrebinde olmayı amaçlar. Onun kıyafetini, duruşunu, hareketini takınarak “Kim bir kavme benzerse, ondan sayılır. ” hadis-i şerifi gereğince benzemek yoluyla feyizlerinden pay almaktır.

Her iki sohbette de maddî ve manevî zararlardan uzak kalmak şarttır. Şeriat dairesi dışında arkadaşlığın ve yakınlık kurmanın caiz olamayacağı âşikârdır.

48.    Hikmet

Dünyayı terk eden zahidin kalbinden çıkan amel az olmaz. Mâsivaya rağbet edenin gönlünden doğan amel çok olmaz.

Az olmaz şol amel ki menşei zühd ü reşâdettir

Çok olmaz şol amel de menba z dünyâya rağbettir

(Dünyaya rağbet etmemek ve doğru yoldan sapmamaktan doğan amel az olmadığı gibi, kaynağı dünyayı sevmek olan amel çok sayılmaz.)

Ameller kalbin haliyle değerlendirilir. Zühd ve takva sahiplerinin amelleri az olursa da hakikatte çoktur, kuvvetlidir ve sağlamdır. Dünya sevenlerin amelleri çok olsa da hakikatte pek az olur. Çünkü zâhidler dünyayı terk etmişler, Rab rızasına rağbet etmişlerdir. Riya ve gösteriş gibi ihlâsı gideren dinî afetlerden ve dünyevî karşılıklardan ameli temizlemişlerdir. Bunların ameli ihlâs nuru ile aydın ve makbul olur, çoğalır. Dünya isteyenlerin amelleri ise dünyevî maksatlar, beşerî karşılıklardan temiz olamayacağından şüphesiz kabul görmez, reddedilir. Kabul edilmeyen ameller çok olsa da azdır, değersizdir.

Hazreti Ali Efendimiz(ra): “Amellerinizin makbul olması için yine amel etmek suretiyle özen gösterin.” buyurmuştur.

Takva ile kabule ulaşan amel hiç az olmaz. Zira Cenab-ı Hak ihlâsla yapılan mü’min ve muvahhidin zikrini çoklukla vasıflandırmış tır: “Ey iman edenler, Allah z çok zikrederek zikredin.” (Ahzab/41) Münafıkların zikrini, riya ve ihlâssızlıkla yapıldığından azlıkla târif buyurmuştur: “İnsanlara gösteriş yaparlar ve Allah z az zikrederler. ” (Nisâ/142)

Ibn Mesud Hazretleri şöyle buyurdu: “Bir zâhid âlimin iki rekât namazı, ibadet edicilerin kıyamete dek ibadetinden hayırlıdır.”

Ashab-ı kiramdan bazıları tâbiînden çok ibadet edenlere: “Sizin çalışmalarınız ve ibadetleriniz sahabîlerin ibadetlerinden fazlaysa da, yine onlar çok zâhid ve muttaki olduklarından dolayı sizden hayırlıdır.” derdi.

Süleyman Dârânî Hazretleri anlatmıştır:

Mâruf Kerhî Hazretlerine sordular:

“Taat erbabı Cenab-ı Hakk’a ibadete nasıl kudret bulur?”

Şu cevabı verdi:

“Gönüllerinden dünyayı ve dünya sevgisini çıkarmakla! Kalbinde bir dünya emeli olduğu halde secde etse, secdesi sağlıklı olmaz.”

Bazılarının ârif bir zata: “ibadet ediyorsam da halâvetini bulamıyorum.” diyerek şikâyet etmesi üzerine Ebu Abdullah Karşî Hazretleri dedi ki:

“Senin yanında İblis’in kızı olan dünya vardır. Bir baba elbette kızını evinde ziyarete gelecektir. O ev de senin kalbindir. Şeytanın kalbe girmesinin fesat getireceğinden şüphen var mı?

Dünya Hak 'tan gafil edendir

Kumaş, deve, oğul ve kadın değil

49.     Hikmet

Amellerdeki güzellik, hâllerdeki güzelliğin neticesidir. Hâllerin güzelliği ise, âriflerin gönlüne inen makamlarla gerçekleşmenin semeresidir.

Menşe’-i hüsn-ı ameldir hüsn-i hâl

Hüsn-i hâl de oldu âsâr-ı kemal

Güzel ameller, özel şartlarıyla, şeriat edepleriyle, riyasız ve mâsiva bağlarından temiz olarak yapılan ibadetlerdir. Güzel hâller, dünyevî hazla ve uhrevî sevapla ilgili olmayarak yalnızca kulluk icabı yapılan ibadette kalbe dolan ihlâs, zühd ve takva ile hususîleşmektir. İnen makamlarla gerçekleşmek ise manevî yönden zaman zaman gelen ilim ve mârifetle kalbin kaplanmasıdır. Cennet arzusu, cehennem korkusu, mâsiva meyli gibi ihlâsa engel olan halleri terk etmek hususunda kalbin sağlamlaşmasıdır.

İşte bu üç hâl sâliklerin menzillerinin özetidir ve âriflerin mertebelerinin sonucudur. Bu makamlardan her mertebede ilim, amel, hâl olmalı; bu üç meziyet ve kemal bulunmalıdır. Çünkü ilim hâli, hâl de ameli doğurur. Bunlardan biri eksik olsa ilerleme durur. Nasıl ki ağaç olmayan yerde dallar, dal bulunmayan ağaçta meyve olmazsa; kalp zeminine irfan ağacı ekmeyen müridde hâl dalı olmaz. Hâl dalıyla gerçekleşmeyen kimsede amel meyvesi bitmez.

Ameller meyve, ahvâl oldu agsân

Topu eşcar-ı irfandan nümâyan

(Haller dal, meyveler ise amellerdir. Hepsi de irfan ağacından ortaya çıkıp görünür.)

50.      Hikmet

Allah’ı zikrederken kalp huzurunu bulamazsan da zikri bırakma. Zira zikirden gafil olmak, zikir vaktindeki gafletten daha beterdir. Cenab-ı Hak seni gafletle zikirden yakaza zikrine ulaştırır, uyanık haldeki zikirden huzur zikrine yükseltir ve kalp huzuru ile yapdan zikirden mâsivayı unutarak yapdan zikre eriştirir. Bu Cenab-ı Hak için zor değildir.

Bulmuyorsan da yine ey dil huzur

Zikr-i Mevlâ 'dan sakın sen olma dur

Zikr-i Hak’tan gafil olmak bir zaman

Zikr-i Hak ’ta gaflet etmekten yaman

Çün Hüdâ gafletle zikrinden sana

intibah üzre eder zikrin atâ

Zikrederken de teyakkuz üzre sen

Hak sana eyler huzur-ı kalbi men

Zikr-iMevlâ’da huzur-ı kalb ile

Mâsiva ul-mezkûru kalbinden sile

işbu ihsân-ı ilâhı işbu hâl

Olmadı Allah için asla muhâl

Cenab-ı Hakk’a vuslat için en kısa yol zikrullahtır. Zikir velilik beratıdır ve veliliğinin alâmetidir. Zikre muvaffak olanlar velilik beratıyla şereflenir ve zikri olmayanlar yoldan atılıp kovulurlar.

Ebu Kasım Kuşeyrî Hazretleri şöyle buyurmuştur: “Zikir, veliliğin unvanı ve hidayetin nurudur. Zikir, irade ve ihlâsı gerçekleştirir, başlangıçtaki hâlin sıhhat ve selâmete ulaşmasını sağlar. Zikir son hâlin sefasına kılavuz olur. Zikir en yüce maksada erişme yoludur.”

Özetle bütün güzel hâllerin sonu zikir olduğu gibi başlangıcı da zikirdir. Zikrin üstünlüklerine ve bu hususta gelen ayet ve hadislere son yoktur.

“Ey kullarım, beni ihlâs diliyle zikredin ki ben de sizi kudret diliyle zikredeyim, yani lütuf ve ihsanla size tecelli edeyim. " (Bakara/152)

Hadis-i kudsî:

“Ben azîmüşşan kulumun bana olan zannı katındayım. Yani bana her ne zannerderse onu yaratırım ve beni zikrettiği vakitte kulumla beraberim. Eğer beni gizli zikrederse, ben de onu gizli zikrederim. Eğer beni insanların büyükleri içinde zikrederse, ben de kulumu insanlardan daha hayırlı olan mukarreb melekler içerisinde zikrederim. Eğer kulum bana bir karış yaklaşırsa, ben ona bir arşın, bir arşın yaklaşırsa ben ona bir kulaç yaklaşırım. Bana yürüyerek gelirse, ben ona koşarak varırım. Yani bana zikir ile yaklaşmak isteyenler için aradan imkân hicabını kaldırarak onlara yaklaşır ve tecellilerin nurunu arz eylerim. "

Zikrin vakte bağlı olmaması, her an ve her zaman kulun zikrullah ile mesul ve mükellef olması zikrin özelliklerindendir.

İbn Abbas(ra> buyurdu: “Cenab-ı Hak kullarına emrettiği farzları sınırlayıp belli etti. Yükümlü mâzur ise özrünü kabul ederek lütuf dairesini genişletti. Fakat zikir için bir sınır koymadı. Akıldan mahrum olanlardan başka hiçbir kimseyi zikri terk etmede mâzur görmedi. Mümkün olan hâllerin topunda çokça zikretmeyi emretti. Herkesi zikirle yükümlü kıldı ve bununla ilgili ayetler indirdi.”

“Allah'ı ayakta, oturarak ve yanlarınızın üzerinde zikrediniz. ”(Nisâ/103)

“Ey iman edenler, Allah'ı çok zikretmekle zikrediniz." (Ahzab/41)

İmam Mücâhid Hazretleri şöyle buyurmuştur: “Çok zikirden murad, Cenab-ı Hakk’ı ebediyen unutmamaktır.”

“Allah 'ı o kadar çok zikredin ki, sizi görenler deli desinler. " (Hadis-i şerif)

Şu halde iman ehline lazım olan bütün hâllerinde Allah’ı çok zikretmek, zikrin feyzine gark olarak bütün vakitlerini gaflet şirklerinden temizlemektir.

Zikir sırasında gelen gaflet, zikirden gaflet etmeye göre ehven olduğundan hiçbir şey zikri bırakmaya sebep olmamalıdır. Çünkü zikri bırakmak Cenab-ı Hak’tan kalp ve dil olarak uzaklaşmayı getirir. Kalp her ne kadar gafil olursa da yine dil ile zikre devam etmek, sonunda uyanıklığı sağlar. İşte bu hâldeki zikir akıllıların işidir. Uyanık olarak zikir ise, kalp huzuru ile yapılan zikre eriştirir. Bu zikir de âlimlerin zikridir. Huzur nuru ile yapılan zikir, müridi mâsivadan kaybolarak yapılan zikre erdirir ve beka-billah sırrını açar. Bu yüksek evliyaların mertebesidir.

“Rabbini unuttuğunda zikret. ” (Kehf/24) ayeti; mâsivayı unuttuğun vakitte zikret ki, hakiki zikri gerçekleştirmiş olasın anlamındadır. Onun için veliliğin son mertebesini gösterir. Bu yüksek makamda dil ile zikir kesilir, kaybolur. Mürid hakkanî varlıkta mahvolup kendinden geçer. O zaman kalbi Hakk’ın tecelli yeri olur ve kalp sahibi mâsivadan geçmeyi başarır.

Yüksek âriflere mahsus olan bu vahdet makamında zikir de mâsivadan sayılır. Çünkü mürid bu makamda zikrin ve tevhidin aynı olur. O yüzden dil zikri kasıtsız olarak, kendiliğinden zuhur eder. Bu fâni müride hulûl ve ittihat asla vaki olmaz, yalnız Hakk’ın hikmeti ve kudreti yetişip inayet ederek Bâkî Allah varlık izhar eder. O mürid artık Hakk’ın diliyle konuşur, Hakk’ın eliyle tutar ve alır, Hakk’ın duyması ile duyar, Hakk’ın görmesiyle görür. Onun bütün azası Hakk’ın emrine gireceğinden Hakk’ın zikrinde tekellüften temizlenir, ibadetlerde ve taatlerde zahmet ve meşakkatten kurtulur. “Bu Allah’ın bir fazlıdır, dilediğine verir. ”

İmam Vâsıtî Hazretlerinin; “Zikir ehli, Hakk’ın zikrini unutanlardan ziyade gafildir ve ikan mahrumudur.” buyurması, bu beka mertebesinde zikrin de mâsiva olduğunu belirtir. Vecd ve hâl erbabının bu mertebesi, sülük ve mârifet sahipleri için zevk, ilim olarak ve fazilet erbabı için itikat olarak bilinebilir. O yüzden bu hususta inkâr vadisine sapıp dalalete düşülmemelidir. İşte bunu tembih etmek için hikmet ibaresine şu ayet alınmıştır: “Bu Allah için zor değildir. ” (İbrahim/20)

Vahdet konukevine erişmiş olan yüce Peygamberimiz Efendimiz'"’ bu hakikate kurb-ı nevâfil ve kurb-ı ferâizle ilgili meşhur hadis-i şerifiyle işaret buyurmuştur.

51.    Hikmet

Ey mürid, işlemediğin amellere üzülmemen ve işlediğin günahlara pişman olmaman, kalbinin ölmüş olduğunu gösterir.

Gönül ölmüş ise etmez teessüffevt-i tâate

Peşîmanlık dahi göstermez asla fi’l-i zellâta

(Ölmüş olan gönül kaçırdığı ibadetlere üzülmez, yaptığı hatalara asla pişman olmaz.)

Taatsizlikten dolayı üzülmemek ve günahlardan ötürü pişman olmamak kalbin ölmesinin alâmeti olunca, güzel amellerden memnun, kötü hâllerden kederli olmak da mârifet nuruyla kalbin aydınlanmış olduğuna delil sayılır. Bu yüzden şöyle buyurmuşlardır: “Her kim hasenesiyle sevinir, seyyiesiyle üzülürse mü’min-i kâmil olur.”

Kalbin ölü ve diri oluşunun iyi ve kötü amellerden anlaşılmasının hikmeti, amelin ya İlâhî rıza veya İlâhî gazabın varlığına delâlet etmesidir. Zira Cenab-ı Hak bir mü’mini güzel amellere muvaffak ederse, bu hâl Hak rızasının alâmeti olduğundan sevinç doğurur. Bu hâlde kulluğun iki kanadı olan havf ve recâdan, recâ yönü korkuya üstün gelir.

Eğer o imanlı kimseyi Hak Teâlâ korumazsa, o kimse günah işlemeye cesaret eder ki bu Hakk’ın gücenmesinin sonucudur; o yüzden keder ve hüzün verir. Bu takdirde havf, recâ üzerine galip olur.z İyi amelin sevinç, kötü fiillerin keder doğurması evliyanın hâlidir.

Abdullah bin Mesud Hazretlerinden rivayet edilen aşağıdaki hadis-i şerif irade sahiplerinin hâlini ve alâmetini pek güzel tasvir etmektedir:

Bir gün Resulullah’ın(sas) huzurunda iken birden muhterem bir zat göründü. Bizi görünce devesini çöktürüp bize doğru yürüdü. Resulullah Efendimizin*"’ önüne gelip edeple:

“Ya Resulallah, dokuz günlük yoldan geliyorum. Altı gündür meşakkat içinde beni rahatsız edip uyutmayan iki meseleyi sormak için susuz, uykusuz yolculuk yaptım.” dedi.

Resulullah1’:

“Sen kimsin?” buyurdular.

“Zeyd el-Hayl!” diye cevap verdi. Peygamber Efendimiz:

“Hayır, Zeyd el-Hayr’sın! Ben çok müşkül işleri çözdüm. Sen de müşkülünü söyle bakalım!" buyurdu.

Zeyd bunun üzerine Allah’ın, haklarında hayır dilediği ve dilemediği kimselerin sıfatlarını ve bunun alâmetlerinin ne olduğunu sordu.

Efendimiz adamın sualini güzel bulup takdir ettikten sonra, ona geceyi nasıl geçirdiğini sordu. Adam cevaben dedi ki:

“iyiliği, iyilik yapmayı ve iyilik edenleri severek, hayır ve hasenattan bir şey yapamadığım için üzülerek, az çok sâlih bir amel işlediğimde sevabına inanıp sevinerek sabahladım.”

Bunun üzerine Resulullah*15’ Efendimiz şöyle buyurdular:

“İşte sorunun tam cevabı da budur. Sen Allah "m hakkında hayır dilediği kimsesin. Eğer Cenab-ı Hak senin hakkında hayır değil de şer dilemiş olsaydı, seni ona hazırlardı, sen de ona göre hareket ederdin. O zaman hangi vadide helâk olursan, ona da aldırmazdı. ”

Bunu işiten Zeyd, bu cevabın kendisine yettiğini, meselesinin halledildiğini beyan etti ve dönüp yoluna gitti.

Erbâb-ı şuhûdun sühanı keşf-i hikemdir

Makbûl-i sanâdîd-i sühandân-ı ümemdir

(Basiret sahiplerinin sözü hikmetlidir, ümmetin büyüklerince beğenilir.)

52.      Hikmet

Ey günahkâr, günahını hüsnüzannını engelleyecek derecede gözünde büyütme. Arifler Hakk’ın af ve keremine karşı günahlarını küçük görürler.

Hüsn-i zandan Hazreti Hakk’a seni men etmesin

Cürm ü isyânın ne rütbe olsa da zenb-i kebîr

Mârifetle kalbini tezyin eden ehl-i kemâl

Zenbini aff-ı Hüdâ’ya karşı addeyler sağır

Günah işleyenler günahlarını iki yönden büyük sayarlar: Pişmanlık ve tövbeye sebep olması ve yeis ve umutsuzluk doğurması. Birinci cihet tövbeye devam etmeyi, Cenab-ı Hakk’a dönüp sığınmayı gerektirdiğinden güzel ve muteberdir, iman eserlerindendir.

Ibn Mesud Hazretleri'1’: “Bir mü’min işlediği günahları üzerine yıkılacak kadar korkunç bir dağ gibi görür. Münafıksa onu üzerine konmuş da hareket edince uçup gidecek bir sinek gibi küçümser.” buyurdu.

Denilmiştir ki: “Taat küçük görüldükçe büyür, mâsiyet büyütüldükçe küçülür.”

İkinci cihet İlâhî rahmetten mahrumluk getireceği ve imanı bozacağından ötürü kötüdür ve günahın kendisinden bile şerlidir. Bu umutsuzluk Hak Teâlâ’nın cömertliğini ve keremini bilmemektir. Bütün âlemlerin günahları toplansa, rahmet deryası yanında bir damla bile olamayacağı halde İlâhî rahmeti daraltmaktır. İtaat edenlerin ibadetinden faydalanmayan, isyan edenlerin mâsiyetlerinden zarar görmeyen Cenab-ı Hakk’ın azametini, sınırlı akıl ve idrak ile ölçmektir. Hakk’ın büyüklüğünü beşerî hâllere benzetmek gibi ahmakça ve şeytanca bir cesarettir. Eğer bir mürid, mağfiret etmek için bahane arayan Cenab-ı Hakk’ın cemal sıfatlarını bilse, mârifet nuru ile aydınlanıp ârif-i billâh olsa, elbette Allah’ın sonsuz fazlına ve keremine karşı günahını küçümser, mağfiretin genişliğine göre suç ve günahlarını hor görür de İlâhî affa uğramayacak hiçbir günah tasavvur edemez. Bununla birlikte âlemde bu geniş rahmet ve mağfirete ve Peygamber Efendimizin umumi şefaatine mazhar olmak üzere günah işlemeyi âdet eden bir fırkanın da olması hikmet gereğidir. Zira şu mealde hadisler vardır:

“Siz günah işlemeseniz, Cenab-ı Hak istiğfar edecek ve mağfiret olunacak günahkâr bir kavmi sizin yerinize getirirdi.”

“Benim şefaatim, ümmetimin büyük günah işleyenlerine mahsustur. ”

Bu hadisler işte bu İlâhî hikmeti açıklayıp yorumlamaktadır.

Şeyh Ebi Haşan Şâzelî Hazretlerine biri gelip etrafında bazı günahların işlendiğini çok garip görerek anlatınca, Şeyh Hazretleri çok şaşarak:

“Acaba sen Cenab-ı Hakk’ın mülkü olan bu âlemde isyan olmamasını mı istiyorsun? Hiç günah işlenmemesini mi arzu ediyorsun? Hâlbuki Allah’ın ülkesinde günah olmamasını arzu etmek, Cenab-ı Hakk’ın mağfiretinin, Muhammedi şefaatin olmamasını istemek demektir. Bu, hikmete uygun düşmez. Zira çok günahkâr vardır ki sayısız günah işlediği hâlde yine affa ve mağfirete nâil olur.” demiştir.

Hikmetin neticesi mâsiyete teşvik değil, rahmet deryasının dairesini genişletmektir. Çünkü haddinden ziyade büyütülen günahlar, mağfiretten umut kesmeyi getirir ki bu küfürdür. İman gereği ise havf ve recâ arasında Cenab-ı Hakk’a dönerek af dilemektir. Zira kendini kusursuz görmek de caiz değildir; ameli bozar, ucba düşürür, yani kendini beğenmeye sebep olur. Bu hususta şu hadis-i şerif vardır; “Bir mü ’min için günah, ucbdan hayırlı olmasaydı; Cenab-ı Hak bir mü ’min ile günahının arasını asla boş bırakmazdı.”

Ucb ehli (kendini beğenenler) daima nefslerine bakarlar ve ibadetlerini önemseyip büyük görürler. Günah işleyenler ise her zaman korku ve ümit arasında dönüp dururlar. Kul ile Rab arasında en büyük perde ucbdur. Ucbun tek engelleyicisi günahkârlık düşüncesidir. Çünkü kendini beğenmek insanı Rahman yanından isyan vadisine, günahkârlık düşüncesi ise isyan vadisinden affa ve Rahman tarafına çevirir. Ucb nefs ve heva yönüne, günahlar Mevlâ yanma meyletmenin sebebidir. Kendini beğenmek ihtiyaçsızlığa, kibirlenmeye sebep olur. Günahlar acze ve yokluğa götürür. Kulluğa yakışan Rabbine ihtiyaç ve yokluk arz etmek; iman ehline düşen, Hakk’a döndüren ve kavuşturan hâlleri gerçekleştirmek ve orada durmaktır.

Sen heman eyle hulûs ile rücû ’

Afv-i Bârı bulur elbette vuku’

53.     Hikmet

Ey günahkâr, Cenab-ı Hak sana adaletiyle muamele ederse, küçük günah diye bir şey olmaz.

Lütfuyla muamele ederse, hiçbir günah büyük olmaz.

Adl-i Hakk’a karşı yok zenb-i sağır

Fazlına nisbetle de olmaz kebîr

Sagîre denilen küçük günahlar, küfür, şirk ve kebîre denilen büyük günahların maadası olan günahlardır. Kebâir veya kebîre denilen büyük günahlar, adam öldürmek, zina, yalan yere yemin, yalancı şahitlik, ana babaya isyan, hırsızlık, içki içmek gibi günahlardır.

İlâhî sıfatların hükmü ortaya çıkarsa, ameller ortadan kalkar.- Eğer mutlak âdil olan Hak Teâlâ Hazretlerinin gazap ettiği, buğz ettiği isyancılara karşı “Adi” yani adalet sıfatı zuhur ederse yapmış oldukları iyi ameller derhal bâtıl olur, küçük günahları büyüğe döner. Çünkü adalet, Cenab-ı Hakk’ın mülkünde dilediği gibi tasarruf etmesinden ibarettir. Eğer sevdiği iman ehli hakkında fazlı ve keremiyle muamele ederse işledikleri küçük günahlar mahvolur, büyük günahlar küçülür. Zira fazlı, karşılıksız vermekten ibarettir.

Yahya bin Muaz Hazretlerinin, “Eğer Cenab-ı Hak isyan edenlere adaletiyle muamele ederse, onlar için hiçbir güzel amel kalmaz. Fazlına nâil olabilirlerse, asla kötü amel kalmaz.” buyurması bu hikmeti açıklar.

Bu Hazret münâcatında şöyle niyaz ederdi: “Yarabbi, eğer beni seversen insanlık hâli olan günahlarımı mağfiret edersin. Eğer beni dergâhından reddedersen, hasenatımı kabul etmezsin.”

Şeyh Ebu’l-Hasan Şazelî Hazretleri “Hizbü’l-Berr” adlı virdinde ne güzel münâcat etmiştir: “Yarabbi, benim seyyiâtımı makbul kullarının seyyiâtı gibi kıl, hasenâtımı reddettiklerinin hasenâtı gibi kılma. Zira iyilik sen kabul etmediğin hâlde menfaat vermez; kötülük senin muhabbetinle birlikte zararlı olmaz.”

Müstaid kıl yogise lûtfuna istidâdım

Sana yokluk mu var ey şâh-ı kerem-mutâdım

54.     Hikmet

Ey talip, senin küçümsediğin amel, kalbinin düzelip dirilmesi bakımından en güzel ameldir.

Her hangi amel ki nazarında ola nâçiz

Şâyân-ı kabûl andan iyi bir amel olmaz

Değer vermediğin, küçük ve hor gördüğün amel kadar kabul edilmesi umulan hiçbir amel yoktur. Zira ameli görmek, Hakk’ı müşahedeye engel olur, ibadeti görmemek küçük görmek feyiz sağlar; lütfa sebep olur. Amellere değer verildikçe amelin esiri olunur. Ameli görmedikçe

Rab dergâhına yaklaşılır. Amelin kabul edilmesinin şartı onu görmemek ve değer vermemektir. Hakk’ın kulluğunda kusurlu olduğunu bilmek ve kusuru görmek gerektir.

Şu hâlde mürid, kulluğa ve ibadete muvaffak edenin Hak Teâlâ olduğunu bilmeli, ameline önem ve değer vermemelidir. Yüksek bir makama erişmeye ibadetin sebep olmadığını idrak ederek ameline güvenmemelidir. Eğer tersine ameline itibar ederse, amelinin boşa gitmesine sebep olan kendini beğenmişliğin hücumuna uğrar ve hüsranlarda yuvarlanır, “Dünyayı da, ah ir eti de kaybeder. ” (Hac/11)

Ebu Süleyman Dârânî Hazretleri, “Ben bir amelimi güzel bulmadım ki, karşılığında ecir bekleyeyim.” buyururdu.

İmam Zeynel Abidin (Ali bin Hüseyin) Hazretleri de: “Değer verilen herhangi bir amel kabul edilmez, itibar edilmeyen amel ise elbette makbul olur.” buyurmuştur.

Bazı âriflere “Amelin kabulünün alâmeti nedir?” diye sorulduğunda; “Ameli unutmak ve değer vermemektir.” cevabını vermişler ve buna şu mealdeki ayeti delil göstermişlerdir: “Güzel sözler O'na yükselir, o sözleri de güzel ameller yükseltir.” (Fâtır/10) Çünkü salih amelin kabule yükselmesinin alâmeti kulun nezdinde kalmamasıdır. Mademki bir amele itibar edilmektedir, o amel itibar bağıyla bağlıdır, nasıl yükselebilsin?

Dervişe lazım olan amelini unutup İlâhî fazlı gözlemek; suçunu, kusurunu itiraf edip kendini beğenmişlikten ve gururdan uzak olmaktır.

Azâzil olmasaydı şânına mağrur u müstekbir

D er-i dîvân-ı Mevlâ dan acep matrûd olur muydu

(İblis gururlanıp kibirlenmeseydi, Mevlâ dergâhının kapısından kovulur muydu?)

55.    Hikmet

Ey mürid, Cenab-ı Hak seni huzuruna kabul etmek için feyizlerinden bir varideyi sana vesile olarak ihsan eder.

Sana bir feyzi îrâd etmesinde hikmet-i Mevlâ

Senin olfeyz ile dergâhına ancak vürudundur

“Varide” tasavvuf dilinde kalbe rabbani maârif ve ruhanî letâiften gelen hâllerdir ki mürid onunla göğüs genişliği ve kalp aydınlığı elde eder. Hakkı hak, bâtılı bâtıl olarak görür de ahadiyet dergâhına ve Hazret huzuruna girmeye salahiyet kazanır. Zira Hakk’ın huzuruna dünyevî garazlarla, nefsanî şehvetlerle kalbi kararmış olanlar giremez.

îhlâslı kalp sahipleri ise Hakk’ın tecellileriyle nurlanmış ve “Allah bes bâkî heves”2 şarabından neşe bulmuşlardır. Bu vârid yani feyiz, Rabb’in huzurunun yolunu göstermek için, karşılayıcı olarak gönderilmiş ışıktır. İşte buna şu hadis-i şerif eşsiz bir delildir:

“Her ne kadar müftüler sana fetva vermiş ve yol gösteren çok olmuşsa da, sen her işi Allah'ın ilham yeri olan kalbinden sor, ondan fetva iste. ”

Ne istersen yürü var andan iste

Hüdâ ’nın ulu dergâhı gönüldür

56.    Hikmet

Ey mürid, Cenab-ı Hakk’ın sana feyiz vermesi, seni ağyar olan dünyevî garazların esaretinden ve nefsânî şehvet kulluğundan kurtarmak, hür kılmak içindir.

Mevrid-i feyz ü tecellî eyledi Mevlâ seni

Pençe-i ağyârdan tahlîs ü hür etmek için

“Ağyar” dünya garazlarından ve şehvet eserlerinden ibarettir. Muhabbet ve tecelli cazibesiyle çekilip cilalanmayan bir kalp elbette garazların esiri ve şehvetlerin kölesi olur. Kalbi dünya maksatlarından ve nefs şehvetlerinden kurtararak sahibini özgür kılacak hâl ise, yalnız Hak Teâlâ’nın tecellisidir. Tecelliler ve feyizler kalbe geldiğinde kalbi zapt eden ağyarın karanlığı gider, kaybolur. Vâridat ve tecellilere mazhar olmayan müridler ise mâsivanın kölesi olduklarından hürriyet şerefinden mahrum kalır, Hak ve hakikatten gafil olur.

Cenab-ı Hak kuluna vâridat ve tecelli ihsan ederek manevî esirlikten kurtarır. Kendisinden başkasının ortaklığını ve nasibini keserek kendi zatına tahsis eder. İşte bu hikmet gerçeğini, şu ayet-i kerime ifade eder: “Birbiriyle çekişen birçok ortakların sahip olduğu bir köle ile sadece bir kişiye ait olan bir köleyi Allah örnek olarak gösterir. Bu ikisi eşit olabilir mi?” (Zümer/29)

Arif isen ol perde ber-endâz-ı hafâya

Tâ kim olasın mahrem halvet-geh-i mâna

(Arif isen gizlilik perdesini aradan kaldır ki, mana dergâhına giresin.)

57.    Hikmet

Ey sâlik, Cenab-ı Hak seni tabiat hapishanesinden ve varlık bağından çıkarıp müşahede fezasına yükseltmek için feyizlendirdi.

Şâhid-i irfanına etti seni Hak cilvegâh

Sicn-i hestîden fezâ-yı vahdete ihrâc için

Varlık hapishanesi Hak şuhûduna engel olan beşerî tabiatın sıfatıdır. Hapishane nasıl mahpus olan suçluyu şahsî hürriyetten engellerse, bu tabiî sıfat da tabiatına yenilen müridleri müşahede fezasına çıkmaktan ve gerçek özgürlükten öyle engeller.

Şuhûdun fezaya benzetilmesi, şuhûd zamanında cemal müşahedesine mani olacak bir şeyin olmamasından dolayıdır. Bazı muhakkıklar: “Hapishane nefs-i emmaredir yani tabii duygulardır. İnsan ne zaman ona esir olmaktan kurtulursa, ebedî rahat ve nimetlere erişir.” dedi.

Sâlikîn Hak yolunda bu üç hikmette belirtilen vâridelere sırasıyla erişmelidir ki hakikat menziline varabilsin. Çünkü bundan önceki iki hikmetin birincisinde, vâride müridi Hakk’ın kulluğuna sevk eder. Mürid kulluğun gereği olarak ibadet ve mücahedelerle meşgul olur, fakat yine tabiî vasıflar ve nefs şehvetleri ihlâsı kaybettirebilir. Bu halde ikinci hikmetteki vâride ile İlâhî tecelliye muhtaçtır, ikinci tecelli müridi ihlâsa kavuşturur. Ama bazen ihlâsına güvenir ve keşfine meyleder ki bu bâtıldır. O yüzden Cenab-ı Hak bu müride üçüncü hikmetteki vâride ile tecelli eder. Bu tecelli ile onu, nefsi ve halkı görmekten kendi müşahedesine yükseltir.

İşte şu hadis-i şerif bu hikmeti gösterir: “Senin varlığın başka günahlarla kıyaslanamayacak kadar büyük bir günahtır. ”

Bu üç vârideye nâil olan mürid; ef âl, sıfat ve zat tecellilerini gerçekleştirmiştir.

Ariflerin sultanı Bayezid Bestamî’nin:

“Yarabbi, senin huzuruna nasıl varayım?” münâcatına Cenab-ı Hak:

“Ey Bayezid, varlığını terk etmedikçe bana vâsıl olamazsın, varlığını bırak öyle gel!” buyurmuştur.

58.    Hikmet

Nurlar kalpleri ve sırları Cenab-ı Hakk’a ulaştıran bineklerdir.

Envâr ile vâsıl olur Allah’a olanlar

Vicdân ü dilin çün bineği nûr-ı Hüdâ ’dır

“Nur” maddî ve manevî rü’yet vasıtası olan tecelli eserleridir. Basar yani baş gözü için maddî nurlar eşyayı görmek için vasıta olduğu gibi, zikirler ve riyazetlerden hâsıl olan manevî nurlar da kalp gözü yani basiret için esmâ ve sıfat hakikatlerinin açılmasına sebep olur.

Ayrıca nur, İlâhî zatın aynı olup varlıkların ortaya çıkmasını sağlar. “Allah göklerin ve yerin nurudur. ” (Nûr/35) ayetindeki nuru hakiki varlık olarak anlayan sofiler bütün kâinatı aynadaki yansımalar gibi görürler ve bu akislerin gölge ve hayal olduğunu söylerler. Gölgeyi gösterenin güneş ışığı olduğu, ışık olmadan gölgeyi görmek mümkün olmadığı gibi, hakiki varlık nurunun yansıması olan bu kâinatı bize gösteren de Cenab-ı Hak’tır. Cenab-ı Hak olmasa âlem de olmazdı derler. Göklerin ve yerin ortaya çıkmasına sebep olan ve insanın görmesini sağlayan nur, Hak varlığının nurunun nurudur. “Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığını görmedin mi! Dileseydi onu elbet hareketsiz kılardı. Sonra güneşi o gölgeye delil kıldık. ” (Furkan/45) ayeti bu manayı açıklar.

Hikmetteki nurdan murad ise Cenab-ı Hakk’ın âriflerin kalplerine bıraktığı mârifet ve tecelli ışığıdır. Işığın hızına bakılırsa, nurları kalp sırrını binek yapan âriflerin bir anda uzak diyarlardaki olayları keşfetmesine ve görmesine şaşılmaz. Artık bu mübareklerin bedenleri, ruhlarına ve kalplerine tâbidir. Bunlar hiçbir zaman ruhları bedenlerinde mahpus olan insanlara benzemezler. Sır kalbin bâtınıdır ki, buna vicdan diyoruz. Bu da kalpteki rahmani latife ile yorumlanır. Onun için tasavvuf ıstılahında sır ile kalp bir değildir.

Kalplerin ve sırların sahipleri, asıl maksat olan Hak vahdethanesine mârifet nurlarıyla ulaşırlar. Nur bineklerine binemeyenler ise tabiatın korkunç vadisinde kalır, vuslat mutluluğundan mahrum olup giderler.

59.    Hikmet

Karanlık kötü nefsin askeri olduğu gibi, nur da kalbin ordusudur. Cenab-ı Hak kuluna yardım etmek dilerse, nur ordusuyla imdat eder; karanlığın ve mâsivanm yardımını keser.

Nûr ceyş-i kalb ve zulmet asker-i nefs-i leîm

Her ne dem nusret murâd etse kula Rabb-i Kerîm

Asker-i envâr ile eyler heman imdâd ana

Zulmetin kat’ eyleyip imdâdm andan ol Rahim

En mükemmel varlık olan insan, esmâ ve sıfatın birbirine üstün gelmeye uğraştıkları yerdir. İnsan hayvanlığın sureti, melekliğin sîretidir. Sureti hayvanlığın, sîreti melekliğin çıkış yeridir. Kalbiyle cemâli sıfatların, nefsiyle celâli sıfatların mazharıdır. İnsan vücub ve imkân sahilleriyle çevrili, vahdet incisiyle dopdolu bir hikmet denizidir. Vücub ve imkânın hükümran olduğu ülke insan vücududur. Mârifet cennetleri ve cehalet cehennemleri onda toplanmıştır. Hidayet gündüzü olan kalbin ve dalâlet gecesi olan nefsin ortaya çıktığı varlık ve yokluk âlemidir. İnsan nur ordusuyla zulüm ve ağyar askerinin savaş alanıdır. Kalp başbuğunun, nefs kumandanının çarpıştığı yer insandır. Bu yüzden kalp başbuğu, mârifet nurlarının ordusuyla vuslat ülkesini almak istediği zaman, nefs kumandanı mâsiva ve mâsiyet karanlığının askerleriyle ona karşı koyar. Cenab-ı Hak ezelde hidayet yazdığı bir kuluna yardım etmek dilediğinde, ona nurların ordularıyla imdat edip ondan mâsiva sevgisi ve mâsiyet karanlığının yardım kuvvetini keserek yenilip perişan olmasını önler. Tersine cehennemlik yazılmış olan bir kulunun mahvolmasını dilerse, mâsiyetin zulüm yardımını kesmeyerek onu nefs ve hevanın mağlubu, şehvetlerinin esiri ve dünya sevgisinin bağlısı kılar.

Kalp gelecekteki (uhrevî) lezzetlere ve güzel amellere, nefs de şimdiki (dünyevî) şehvete ve kötü amellere meyillidir. Kalp mârifet nurundan, nefs tabiat zulmetinden yardım alarak savaşa hazır olur. Savaş bu iki ordu arasında cereyan eder. Zafer Cenab-ı Hakk’ın hangi tarafa yardım edeceğine bağlıdır. Eğer o harp meydanı olan müride ezelde hidayet yazılmışsa, mârifet nuruyla Hakk’ın nusretine mazhar olarak uhrevî lezzetlere, güzel amellere yol bulur. Tersine cehennemlik ise, İlâhî yardım alamaz, tabiat zulmeti içerisinde kalarak dünyevî şehvetlerle yasaklara ve günahlara cesaret eder.

60.    Hikmet

Sırların keşfi, mârifet nuru içindir. Hüküm ve karar, can gözü olan basirete aittir. Bu hükme karşı tavır almak, yönelmek ve yüz çevirmek kalbin işidir.

Nur içindir keşf-i esrar ve basiret hükmeder

Şân-ı kalb ise gehi ikbâl ü gâh idbârdır

“Nur” Cenab-ı Hakk’ın müridin kalbine bağışladığı feyiz ve tecelli hâlleridir. Maddî şeyler güneş ve lamba gibi zâhirî ışıklarla göründüğü gibi, gayb manaları ve aklî kavramlar da tecelli nuru ile idrak olunur. Zâhirî nurlarla eşyayı algılayan gözdür, yani basardır. Tecelli ile aklî kavramları idrak eden ise basirettir.

Basiret idrak ve müşahededen ibarettir. Hak Teâlâ’nın kudret parmakları arasında olan kalp her an değişebilir; eğer basiretin gördüklerinin gereğiyle amel ederse mutluluk kazanır, ameli bırakırsa bedbaht olur.

Gayb mânaları ibadetin güzelliği ve mâsiyetin çirkinliği gibi şeriat hükümleridir. Mârifet nuru onu ortaya çıkardığında, basiret hemen onu idrak edip görür. Eğer insanın kaderinde cennetlik olmak varsa, kalp ibadete döner, günah işlerden nefret edip yüz çevirir. Beden azalan da kalbe tâbî olur. Çünkü kalp beden ülkesinin hükümdarıdır.

Gerçi iç duygular beyinde oluşur ve tıp ilminde bedenin padişahı beyindir. Fakat beynin ihtiva ettiği beş duyguya kalp tasarruf eder. Onun için ikbal ve idbarını kalbe nispet etmek, kalbin eseri olduğunu söylemek mecazdır. Ordunun kazandığı zaferi, kumandanın kazandığını söylemek gibidir. Çünkü bu duygular kalp idrakinin aletleridir.

Dildedir mihrin ko hâk olsun yolunda cân ü ten

Ben ölürsem âlem-i manîde hâkidir gönül

61.      Hikmet

Yaptığın ibadetler seni sevindirip övündürmesin. Ancak Cenab-ı Hakk’ın seni ibadete muvaffak ettiği için sevinmelisin. Zira Cenab-ı Hak Kur’an’da buyurmuştur: “De ki, Allahın ihsan ve rahmetiyle sevinç duysunlar, ancak bununla sevinip övünsünler. Bu onların toplayıp biriktirdiklerinden daha hayırlıdır. ” (Yunus/58)

Olma tâatle sakın sen fâhir

Oldu senden kim o tâat zâhir

İftihâr eyle ibâdetle heman

Olduğuyçün sana Hak'tan ihsan

Bak ne emretti Şeh-i Kevneyn 'e

Hazreti Hak Sebeb-i Dâreyn 'e

De habîbim bu kitâb-ı ekmel

Fazl-ı Mevlâ ile oldu münzel

Ümmetin fahr edeceklerse eğer

Böyle ihsân ile fahr etsinler

Anlara kim bu hayırlı ancak

Cem '-i mal etmelerinden elhak

ibadetle ferahlanmak biri kötü ve biri iyi olmak üzere iki türlüdür. Kötü sayılan sevinç, ibadet edenin ibadet ve taatin kendi ihtiyarı ve kuvvetiyle yapıldığını sanmaktan dolayı hâsıl olan sevinçtir. Bu bir nevi ucb yani kendini beğenmedir ve küfran-ı nimettir. İyi olan ferah ise, ibadet edenin kendisinden zuhur eden ibadetleri İlâhî ihsan görerek, Allah’ın başarı vermesinin sonucu ve tecellilerin semeresi bilerek, yalnızca bu fazl ve kereme karşı şükran duyup sevinmesi, övünmesidir. Hikmetin sonunda belirtilen ayet, işte bu ikinci kısım sevince delâlet etmektedir.

İbadet, âbidden çıkması ve âbidin fiili olması bakımından sevinmeye, övünmeye şâyan değildir. İbadet, âbide Cenab-ı Hak’tan bir nimet, ibadet edenin elinden çıkmış bir ilâhı fiil ve başarı olması bakımından mârifet sahiplerinin övüncü olur.

Tâat-i bisyâra bakmazlar hulûsun var ise

Senden ancak bir rızâ-yı pak-i Rahmandır garaz

62.      Hikmet

Cenab-ı Hak sâlikleri ve vâsılları amellerini görmekten ve kalp hâllerine bakmaktan men etti.

Sâlikleri yani Hak yoluna gidenleri amellerini görmekten men etmesinin sebebi, onların amel ve hâllerde sıdk ile tahakkuk edememelerindendir. Vâsılların yani Hakk’a kavuşanların görmemesi ise, hakiki zatı müşahedeleri ile amel ve hâllerinden kaybolduklarındandır.

Sâlikîn ü vâsılîni ruyet-iamalden

Bunları men ’ eyledi Hak hem şuhûd-ı hâlden

Sâlikîn a ’mâlde çünki nevâkıs buldular

Vâsılın amma şuhûd-ı Hak’ta gâib oldular

Sâlikler ve vâsıllar Hak cezbesinin yolunda feyiz ve yakîn riyazetindedirler. Hak Teâlâ bu iki zümre hakkında ebedî nimetini ve sonsuz saadetini yalnızca onları mâsivadan uzaklaştırmak ve vahdet-hanesine yaklaştırmak için tamamlamıştır. Vuslata erenler bu İlâhî tecelliye isteyerek erişmişlerdir. Sâliklerden ise bu tecelli kerhen zuhur etmiştir. Bunun delili şu ayet-i kerîmedir: “Göklerdekiler ve yerde kiler Allah’a isteyerek ve istemeyerek secde ederler. ” (Ra’d/15)

Sâlikler amellerini hakkıyla ve kalp huzuruyla yapamadıklarını düşündüklerinden dolayı amellerini görmekten kesilmişlerdir. Onların kalplerinde henüz mârifet sabahının sefası hâsıl olmamıştır. Nefslerini daima ibadet eksikliğiyle suçlar, hep mâsiyette görürler. Yolun sonuna erenler ise zat şuhûduyla ahadiyet nurlarına boğulduklarından dolayı amellerinden perdelenirler. Onlar Hak müşahedesiyle beraber mâsivayı göremezler, bu muhaldir. Vâsılların bu makamı, sâliklerin mertebesine göre daha yüksek olduğundan Şeyh Vâsıtî Hazretleri, Ebu Osman Rabbani’nin müridlerine sordu:

“Şeyhiniz sizi ne ile görevlendirdi?”

Onlar dediler ki:

“Şeyhimiz bize daima taatte bulunmamızı ve ibadetimizi hep eksik görmemizi emretti.”

Şeyh bunun üzerine şöyle buyurmuştur:

“Vah vah! Şeyhiniz size sırf Mecûsî olmanızı emretmiş. Keşke ibadet ve taatten perdelenmenizi ve kaybolmanızı emretseydi, daha iyi olurdu.”

Vâsıtî bu sözleri onları küçük düşürmek için değil, onlara irfan makamını göstermek ve onları yüksek maksada teşvik etmek için söylemiştir.

Nehr Cevrî Hazretleri şöyle buyurmuştur:

“Kalp hâllerini gözetleyip kontrol eden ve kalbinin idarecisi olan mürid, tam ihlâslı olmalı, zikrinde gaflet bulunmamalı, sıdkında kusur olmamalı, mücahededen usanmamak, samimi olarak çok muhtaç olduğunu düşünmelidir. Bütün davranış ve düşüncelerini Hak rızasına muhalif görmeli ki Hak yolunda ihtiyacı artsın ve mâsivadan koparak Rabbinde fâni olsun. ”-

Bazı büyükler de: “Bir kimsenin mârifetinin saf ve yüksek olması için bütün hallerinin iddiadan ve bütün fiillerinin ikiyüzlülükten ibaret olduğuna inanması şarttır.” demişlerdir.

Arif odur ki mu ’terifi acz olup Ziya

Bu hâdisât-ı câriyeden itibâr eder

(Ey Ziya, ârif; aczini itiraf edip olayların gidişinden ibret alandır.)

63.    Hikmet

Zillet ağacının dalları, ancak tamah tohumları üstünde büyüyüp uzar.

Dıraht-ı zilletin ağsânı ancak

Bulur neşv ü nema tohm-ı tama 'dan

Kalp tarlasına tamah tohumunu ekme ki, ondan zillet ağacı biterek dal budak salmasın. Çünkü zilletin her çeşidi tamah tohumundan meydana gelir. Tamah nefsanî âfetlerin ve kulluğu bozan beşerî ayıpların en büyüğü ve bütün afetlerin aslı ve kaynağıdır. Zira tamah, Hakk’ı bırakıp da halka bağlanmak, Rabb’i koyup insanlara sığınmak demektir. Bu da bütün her şeyin öncelikle bizzat dayanağı olan Hakk’ı unutarak insanlara güvenmekten doğar ki, bunun getireceği alçaklık ve ihanetin çeşitleri ve sayıları sayılamayacak kadar çoktur. Kâmil bir mü’min için nefsini alçaltmak helâl olmadığı gibi, zaruret olmadan alçalmayı istemek de haramdır.

Tamahın başka bir sebebi de Hakk’ın takdirine şüphe duyulmasıdır. Ebu Bekir Verak Hazretleri şöyle buyurmuştur: “Tamaha baban kimdir denilse, İlâhî mukadderatta şüphedir; sanatı sorulsa alçaklık ve horluktur; fayda ve sonun nedir diye sorulsa hüsran ve mahrumluktur, cevabını verir.”

Tamah şerefli iman hakikatine aykırıdır. Çünkü; “izzet, Allah'ın ve Resulünün ve müminlerindir." (Münafikun/8) ayetinin bildirdiği gibi şeref ve izzet mâsivaya ilgi duymakla değil, Allah’a bağlılıkla, Allah’a güvenmekle, Allah’ın takdirine tam bir itminan içinde kalbini bağlamakla hâsıl olur. Bu, iman sahiplerinin meziyetidir. Alçaklık ise, “Allah'a ve Resulüne düşman olanlar şüphesiz alçaklık içindedirler." (Mücadele/20) ayetinin belirttiği üzere kâfir ve münafıkların sıfatlarındandır. Bu yüzden tamah dini bozar.

Hazreti Ali(ra) Basra’yı şereflendirip camiye girdiğinde vaaz verip kıssa anlatan, boş konuşan birtakım kimseler görmüş. Bunları derhal camiden çıkarttıktan sonra Haşan Basri Hazretlerine dönmüşler:

“Senden bir mesele soracağım, doğru cevap verirsen bırakırım, aksi halde seni de atarım!” buyurarak:

“Dini muhafaza eden nedir?” diye sormuşlar;

“Verâdır!” cevabını almaları üzerine bu defa:

“Dini bozan nedir?” demişler.

“Tamahdır!” cevabı üzerine de şöyle buyurmuşlardır:

“Öyle ise irşad kürsüsüne çık, otur! Zira insanlara vaaz ve nasihat edecek ve Hak yolunu gösterecek zatlar senin gibi olur.”

Haşan Basri Hazretlerinin tamaha karşı gösterdiği verâ, havasa mahsus olan tam itminandır. Bu da Hakk’a tam bağlanma, himmetini O’na bağlama ve O’nunla kalbin sükûn bulması demektir. Yoksa şüpheli şeyleri terk etme demek olan avamın verâ’ı değildir.

Bu hikmete göre şöyle denilebilir:

“Dıraht-ı izzetin agsânı ancak

Bulur neşv ü nema tohm-ı verâdan ”

Bazı muhakkıklar dediler ki: “Tamah kelimesinin harflerinin hepsi içi boş harflerdir (tı, mim, ayın). Onun için tamah sahipleri asla doymaz.

Yahya bin Muaz Hazretleri tamahın karşıtı olan verâ’yı zâhirî ve bâtınî olarak ikiye ayırmış ve demiştir ki: “Birincisi uzuvların hareketinin ancak Allah için olmasıyla elde edilir. İkincisi ise Hakk’ın tecelli ettiği yer olan kalbe Allah’tan başka bir şey koymamakla hâsıl olur.”

Şeyh Abdülaziz Hazretleri: “Verâ, kulun kalbine rızık düşüncesinin gelmemesidir. Rızık ile kul arasında hiçbir münasebet bulunmamasıdır.” dedi. Başka bir defasında:

“Verâ müridin hareket ederken ve dururken Hakk’ı müşahede etmesi, müşahedeyle beraber hareket ve sükûnun kaybolup Hak’la bâkî kalmasıdır.” buyurdu. İşte bu söz, bazı büyüklerin: “Ben neye bakrımsa, onda Hakk’ı gördüm. Allah’ın rü’yetiyle beraber eşya fânî ve Allah bâkî oldu.” sözünün başka ifadesidir.

Sehl bin Abdullah Tüsterî Hazretleri: “İman ile birlikte sebepler yoktur, sebepler İslâm’ın gereğidir.” buyurdu. Bunun üzerine Ebu Talib Mekkî Hazretleri:

“Bu ince sözün manası imanın hakikati ile mü’min olan ârif, sebepleri görmez demektir. Zira sebeplere yapışmak ve sebepleri görmek ve bu yüzden halkta hâsıl olan tamah ve zillet İslâmiyet makamının gereğidir demektir.” dedi.-

64.    Hikmet

Vehim kadar sana boyun eğdiren hiçbir şey yoktur.

Yok seni vehm gibi kendine münkad edecek

Bu hikmet, bir önceki tamahın neden meydana geldiğini açıklamak için beyan edilmiştir. Şu halde tamah kuvvetlerin sultanı olan vehimden doğar. Vehim hayalî hesaplardan ibarettir ve aslı olmayan bir şeydir. Eksikli nefsin kendisi de mevhumdur ve bu bakımdan vehimle aralarında aslî bir münasebet mevcuttur. İşte bu sebeple sabit hakikatlerden ziyade, aralarındaki aslî münasebet yüzünden bu bâtıl vehme inanır. Nasıl ki akıl bir ölünün dirilmeyeceğini, zarar ve fayda veremeyeceğini, korkacak bir şey olmadığını bildiği halde, insanın nefsi burada akla uymaz ve vehim kuvvetiyle ölüden ürküp çekinir.

Hakk’ı bırakıp İlâhî takdir altında bulunan halktan bir şey ümit ve tamah etmek, boş yere bâtıl vehimlere kapılmaktır. Bu, himmetleri boşa harcamak demektir. Hakikat erbabının himmetleri ise Hak Teâlâ’ya dönüktür. Onların himmetleri, temiz bir hayat sürmek, geçiminden razı olmak bakımından Hakk’a bağlıdır ve tevekkül etmekle alâkalıdır. Onların gayb hâzinesi olan kalpleri de mahlûkatla ilgili şeylere bağlanmaktan uzaktır. Onlar kanaat kapısında ve verâdadırlar. Yüksek düşünceleri, rızkın geniş olmasıyla ilgili değildir, dünya süslerinden temizdir. “Ona temiz bir hayat yaşatacağız” (Nahi/97) ayetinin müjdelediği tayyip hayattan muradın, kanaatle yaşamak olduğu bildirilmiştir.

“Kanaat tükenmez bir hazinedir”

65.      Hikmet

Ey mürid, umut kestiğin şeyden hürsün, ümit beslediğin şeyin kölesisin.

Hürrüsün kat’-ı ümîd eylediğin eşyanın

Hangi şey ki ona tâmi’ olasın bendesisin

İnsan için en büyük şeref ve meziyet hürriyet, en alçak hâl ise bağlılıktır. Hürriyet şerefi, umutsuz olmanın ve kanaat etmenin neticesi, kölelik de tamah ve ümidin semeresidir. Tamah ve ümit, bir şeye duyulan aşırı sevginin ve ihtiyaç şiddetinin delilidir. Umut kesmek ve kanaat, ondan kalbin feragat ettiğinin ve muhtaçsızlığının (gınanın) burhanıdır.

Sevgi ve ihtiyaç şüphesiz köleliktir, vazgeçmek ve ihtiyaç duymamak da hürriyettir. Tamah eden kuldur, umut kesen hürdür. “Tamah ettirmek olmasaydı, hür ve asil yaratılışta olanlar hiçbir şeyle köleleştirilemezlerdi.” denmiştir. Yükseklerde uçan bir kartalı tuzağa düşüren tamah değil de nedir?

Bu hususta gayet belagatli bir beyit söylenmiştir:

Hâlini gördüm esir oldum kemend-i zülfüne

Dâne için kendimi saldım düşürdüm dâme ben

(Yüzündeki beni görünce saçının esiri oldum. Tane için alçaldım, tuzağa düştüm.)

Aşağıdaki hikâye de bu hikmeti tasvir eden garip olaylardandır:

Feth-i Musulî Hazretleri bir gün etrafında oynayan çocukları seyrediyordu. Bu sırada biri gelip Hazret’e sordu:

“Heva ve heveslerine uyan, nefs ve şehvetlerine esir olanların özellikleri nedir?”

Bu sırada çocukların birinin elinde ekmek, diğer birinde ekmek ve katık vardı. Katıksız olan çocuk öbüründen katık istedi. O da:

“Köpek olursan veririm!” dedi. Katık isteyenin boynuna ip bağladı ve arkasından koşturmaya başladı.

Musulî Hazretleri buyurdu:

“İşte nefsanî şehvetlerine tâbî olanların hâli, şu köpek gibi sürünmekte olan çocuğun hâlinin aynıdır. Zira bu çocuk yalnız ekmeğe kanaat edip katık tamahında bulunmasaydı, bu garip duruma düşer miydi?”

66.      Hikmet

Bir kimse lütuf ve ihsanla Cenab-ı Hakk’a yönelip boyun eğmezse, mihnet ve imtihan zincirleriyle ona boyun eğdirilir.

Lûtfu ihsân ile Allah "a kim etmez ikbâl

Kayd-ı mihnetle olur emr-i Hüdâ’ya münkad

İlâhî ihsana erişen iman sahipleri, iki sebeple dünyadan yüz çevirip Allah’a yönelirler:

1)     Lütuflara, ihsanlara, muhabbete ve nimetlere erişmek için,

2)          Zincirler gibi birbirine ulanan imtihanlara, mal ve beden zararlarına, belâlara uğradıkları için.

Birincisi iyi nefs sahiplerine, ikinci kısım kötü nefslilere mahsustur. Mü’min bir kul iyi nefs sahibi olmuşsa, onun Hakk’a yönelmesi Allah’ın bir lütfudur. Zira yüce şereflere erişmek, yüce kimselere mahsustur.- Kötü nefs sahibi olan bir kulun Hakk’a dönmesi ve iyi hâl kazanması ise musibetlere, mal kaybına uğramasına bağlıdır. “Bir musibet bin nasihatten yeğdir” sözü bunların durumunu özetlemektedir.

Cenab-ı Hakk’ın muradı, kulunun isteğiyle veya zorla kutsal tarafa dönmesi, Hakk’a yönelmesidir.

insan olup enmûzec-i küll-i zât ü sıfata

Pes mazhar-ı tam oldu bu cümle hazerâta

(İnsan Hakk’ın zatına ve bütün sıfatlarına mazhar olmanın örneğidir.)

67.    Hikmet

Nimetlere şükretmeyen kimse nimeti kaybeder, şükreden kimse ise nimeti kendisine bağlar.

Nimetin ister zevâlin her kim oldu kâfiri

Nimeti eyler ikaliyle mukayyed şâkiri

(Şükretmeyen nimetin kaybolup gitmesini istemiş, şükreden nimeti yularıyla bağlamıştır.)

“Şükür” nimeti sözle, fiille, inançla karşılamaktır. Devenin kaçmaması için ayağına vurulan kösteğe “ikal” denir. “Akıl” sözü bu kelimeden türemiştir. İnsanı hidayet caddesinden çıkarıp helâk vadisine gitmekten alıkoyan sağlam kuvvete akıl dediler. Şükretmek nimetin artmasına, şükürsüzlük nimetin azalmasına ve elden gitmesine sebep olur. “Şükrederseniz artırırım/ (İbrahim/7) ayeti birinci hükmü, “Allah, bir kavme kendilerini değiştirmedikçe verdiklerini değiştirmez.” (Ra’d/11) ayeti ikinci hükmü doğrulayıp ispat eder. İkinci ayetteki kavmin değişmesi nimete şükretmeleridir, Hakk’ın değiştireceği hâller de o kavme ait ihsan ve inayettir.

Alimler demişlerdir ki, şükür mevcut nimet için bir bağ, mevcut olmayan nimet için avdır.

Şükür üç şekilde yapılır:

1)    Kalbin şükrü; mevcut nimetlerin hepsinin İlâhî lütuflar olduğunu bilmektir. Nahl suresi 53. ayeti bunun delilidir.

2)    Dilin şükrü; Cenab-ı Hakk’a hamd ü senâ ederek şükür vazifesini yapmak, nimeti şeriata uygun bir şekilde dile getirmektir. “Rabbinin nimetini söyle. ” (Duhâ/10) ayeti buna delildir. Bu sebepten ötürü Emevî hükümdarlarından olan ve kemalinden dolayı hülefa-yı raşidîne katılan Halife Ömer bin Abdülaziz Hazretleri şöyle buyurdu: “İlâhî nimetleri anın, zira nimeti dile getirmek nimete şükürdür.”

Nimetin ortaya çıkmasına ve ulaşmasına sebep ve vasıta olanlara da dua edip övmek de nimete dil ile şükretmenin içinde sayılır. Zira Peygamber Efendimiz(sas> şu mealde buyurmuştur: “Aza şükretmeyen, çoğa da şükretmez. Nimete vasıta olan insanlara şükretmeyen insanların Rabbine de şükretmez. ” “İnsanların Cenab-ı Hakk’a çok şükredenleri, insanlara fevkalâde şükredenleridir. ”

3)      Beden uzuvlarıyla şükür; “Ey Davud ailesi, şükretmek için amel işleyin. ” (Sebe/13) ayetinde belirtildiği üzere salih amel işlemektir. Güzel amelin şükür kabilinden olması Peygamber Efendimizin'"’ aşağıdaki hadisinden de belli olmaktadır:

Bu ayet-i kerime ile Resulullah’ın(sas) gece namazlarına kalkıp çok namaz kılmasından ötürü ayaklarının şişmesi üzerine Ashab-ı kiram sordular:

“Ya Resulallah, niçin vücudunuza bu kadar eziyet ediyorsunuz? Hâlbuki Cenab-ı Hak sizin geçmiş ve gelecek günahlarınızı af ve mağfiret buyurdu.”

Peygamber Efendimiz<sas) şöyle cevap verdiler:

“Rabbim Teâlâ Hazretleri için şükreden bir kul olmayayım mı?”

Bir kimse Eba Hâzim Hazretlerine gözün şükründen sordu.

“Gözle bir hayır görüldüğünde ilân etmek, kötü bir şey görüldüğünde gizlemek gözün şükrüdür.” buyurdu.

“Kulağın şükrü nedir?” dediler;

“Hayır işittiğinde bellemek, şer işittiğinde unutmaktır.” diye cevap verdi.

“Ellerin şükrü nedir?”

“Sana helâl olmayan bir şeye yapışmamak ve İlâhî haklara engel olmamak elin şükrüdür.”

“Karnın şükrü nedir?”

“En aşağısı sabır, en yükseği ilimdir. Yani karından sayılan cinsel uzuvları sabrederek haramdan korumak, kalp evini ilim ve irfan nuru ile aydınlatıp doldurmaktır.”

“Fercin yani cinsel uzvun şükrü nedir?” diye sorulduğunda şu ayeti okudu: “Irzlarını korurlar... ”(Mü’minûn/5) Sonra: “Cenab-ı Hak böyle belli etti, iffetli yaşamaktır.” dedi.

“Ayakların şükrü nedir?” dendiğinde de şu cevabı verdi:

“Hakk’ın rızasına uygun yerlerde kullanmak, razı olmadığı yerde kullanmamaktır.”

Yalnız diliyle şükredip de uzuvlarıyla şükretmeyen kimse, bir tarafı giyimli, diğer tarafı çıplak olan gibidir. O yarım elbise onu sıcaktan, soğuktan korumadığı gibi, şükrü yalnız diliyle yapanın şükrü de nimetin kaybolup gitmesinden muhafaza edemez.

Şükür kalp ile mârifet, dil ile anmak, azalarla ameldir.

Cüneyd Bağdadî Hazretleri yedi yaşındayken Sırrı Sakatî Hazretlerinin yanma vardığında Şeyh, Cüneyd’e sordu:

“Evlâdım şükür nedir?”

“Cenab-ı Hakk’a âsi olmamaktır!” diye cevap aldı.

Bunun üzerine Şeyh Hazretleri şöyle buyurdu:

“Ey Cüneyd, ümit ederim ki, yakında senin İlâhî feyizlerden nasibin lisan talâkati (düzgün konuşmak) olacaktır.”

Şeyh Hazretleri bu sözüyle Cüneyd’in ledün ilminin ve tasavvufun müşküllerini çözeceğine ve feyz kapılarını açacağına işaret etmişti.

Bu işarete göre onun kemalinin ancak lisanına münhasır kalacağı da anlaşılacağından Hazreti Cüneyd buyururdu ki:

“Ben sonsuza kadar bu söz üzerine ağlar ve feryat ederim.”

Endîşe değil âlem-i mânâdır bu

Esmâ deme kim ayn-ı müsemmâdır bu

Esrâr-ı hakayık olmuş anda, pinhân

Dil nâmına bir nüsha-i kübrâdır bu

68.     Hikmet

Ey mü’min, Cenab-ı Hakk’ın lütuflarına karşı günah işlemeye devam ederken yine lütuflar devam ederse, bu hâlin istidrac olacağından kork. Zira Cenab-ı Hak: “Onları bilmedikleri yönlerden, yavaş yavaş helake yaklaştırırız. ” (Tevbe/182) buyurdu.

Devâm-ı mâsiyetle lûtfu ihsân-ı İlâhîden

Hazer et ki senin ’çün olmasın belki bu istidrac

Hüdâ Kur’an-ı zî-şânında şöyle eyledi ferman

Habersiz eyleriz erbâb-ı isyânı biz istidrac

Cenab-ı Hakk’ın nimetler vererek istidrac etmesinden korkmak mü’minlerin sıfatıdır. İsyanda devam ederken istidracdan korkmamak kâfirlerin hâlidir. Hatta demişlerdir ki: “Istidracın alâmeti günaha devam ve ısrar etmek, mühlet tanındığında ferahlanmak, cezanın geri bırakılmasını hayra kavuşmak zannetmek, gurur ve kibirdir.” Bu hâller A’raf suresinin 182. ayeti gereğince Hayru’l-mâkîrin olan Cenab-ı Hakk’ın gizli mekridir.

Hak Teâlâ zâlimleri ve âsileri yavaş yavaş intikam zamanına yaklaştırır. “Allah’ı zikretmeyi unuttukları zaman üzerlerine her şeyin kapısını açıverdik. Onlarla ferahlandıkları sırada ansızın kendilerini tutuverdik. ” (En’am/44) ayetiyle emredileni unuttular, afiyet sebeplerini hazır ve refah kapılarını açık buldular. Dünya bazlarının en yüksek bir hâle eriştiği sırada ve nimete şükretmedikleri, Hakk’a dönmedikleri bir hâlde ansızın tutulup azaba uğratılırlar.

Sehl bin Abdullah Tüsterî Hazretleri, “Onları yavaş yavaş helâke yaklaştırırız. ” mealindeki istidrac ayetini şöyle tefsir etmiştir: “Biz isyan edenlere nimetleri artırarak mühlet verir, nimetin şükrünü unuttururuz. Onlar nimete sevindikleri ve nimet verenden uzaklaştıkları zaman derhal onları tutuklarız. ”

Ebu Abbas bin Atâullah Hazretleri de şöyle tefsir etti: “İsyanda ısrar edenler günah işledikçe, biz nimetleri yenileriz, tövbe ve istiğfarı gönüllerinden uzaklaştırırız. ”

Bu hikmet, bir önceki hikmetten çıkması muhtemel olan şu sualin cevabıdır.

Nimete şükretmemek nimetin elden gitmesini gerektirirse, şükretmeyen isyancıların dünyada asla nimet elde etmemeleri lazım gelir. Hâlbuki şükretmeyenlerin pek çoğu nimetlere gark olmuştur.

Cevap: Bu hâl istidracdır ve gizli mekrdir.

Şendendir ilâhı yine bu mekr bu fitne Bu mekr bu fitne yine şendendir ilâhı

69.      Hikmet

Bir müridin edepsizlik edip de gereken cezanın gecikmesi üzerine “Eğer bu hareketim edepsizlik olsaydı, Cenab-ı Hak’tan yardım kesilirdi” demesi, hâlin iç yüzünü bilmediğindendir. Zira bu hâl, ondan İlâhî yardımı bilmediği bir yönden keser. Eğer yardım kesilmese de, yardımın artması durdurulsa elbette ona yeter. Mürid bilmediği şekilde uzaklaştırılır. Eğer Cenab-ı Hak uzaklaştırmasa da seni kendi dileklerinle baş başa bırakıp yardım etmese, yine kâfidir.

Mürîd-i feyz-i Mevlâ sâlik-i râh

Edip sû-i edeb bir gün ol âgâh

Teehhür eylese ondan ukubet

Bu istidrâc ana verse cesâret

Dese bu mâ-vaka bu vaz' bu hâl

Eğer sû-i edeb olsaydı derhâl

Ederdi Kibriyâdan kat'-ı imdâd

Dahî îcâb ederdi Hak'tan ib’âd

Müridin muktezâ-yı cehlidir bu

Meded kim munkatı' vâkıf değil o

Mededger munkatı olmazsa da vah

Eder men-i mezıd elbette Allah

Makamı bu d olur hem de mekânı

Hayfler ki değil vâkıf o cânı

Bu ib ’âd olmasa farz et ki cânâ

Eder hâli seni kâmınla Mevlâ

Edepsizlik ya Hakk’a yahut halka karşı olur. Hakk’a karşı olan edepsizlik Allah’ın ef âline itiraz ve takdir hilafına çabalama ve rabbani kazadan elem duyup halka şikâyet etme gibi kulluğa yakışmayan hâllerdir.

Bir gün rahatsızlanan Cüneyd Bağdadî Hazretleri:

“Yarabbi, bana afiyet ihsan et!” diye dua etmiş. Bunun üzerine hâtiften kendisine şöyle seslenilmiş:

“Ey Cüneyd, sana ne oldu ki, benimle benim mülküm olan vücudun arasına girerek afiyet istiyorsun?”

Halka karşı edepsizlik, şeyhine, hocalarına veya insanlara yahut müridin kendi nefsine karşı yapılabilir. Şeyhlere, üstadlara karşı edepsizlik onların yaptıklarına karşı çıkmak, emirlerini kabul etmemektir. En büyük edepsizlik budur. Zira ehlullah demişlerdir ki: “Üstadlara isyan etmek, tövbe kabul etmez bir günahtır. Şeyhlerin emirlerine karşı sebep aramak da mahvolmaya götürür.” îmam Kuşeyrî Hazretleri dedi ki: “Bir kimse âgâh gönüllü bir şeyh bulduktan sonra kalbiyle ona itirazda bulunursa, sohbet ahdini bozmuş olacağından ona tövbe etmek vâcip olur.”

Evet, itiraz edilemeyecek olan şeyhler, elbette enbiya vârisi olan kâmil mürşidler, müttakî âlimlerdir. Yoksa zamane şeyhleri gibi yemek maksadıyla şekil değiştiren, ilmi ve dini dünyevî menfaatlerinin vesilesi yapan müteşeyyihler (sahte şeyhler) değildir. Dünya elde etmek için dünyayı terk eylemiş olan mutasalliflere (şarlatanlara) itaat etmek gerekmez. Hele şeriata muhalif olan hâllerde bunlara uymak müdaheneden (dalkavukluk) ibarettir. Bunlara yakın olmanın, maddî ve manevî zarara girmekten başka bir netice vermeyeceği açık bir hakikattir.

Kendi gibi insanlara karşı edepsizlik; nefsin mukayese meyline uyarak, bir kimsenin ezelden belli edilmiş taayyününe itiraz edip karışmaktır. Buna şeriat dilinde zem ve gıybet denir. Cenab-ı Hak gıybeti, “Sizin biriniz kardeşinizin ölü olarak etini yemeyi sever misiniz?” (Hucurât/12) ayetiyle haram etmiştir.

Cüneyd Hazretleri bunu şu davranışıyla göstermiştir:

Bir gün dilencilik eden bir fakir görerek kendi kendine:

“Eğer bu adam bir iş tutmuş olsaydı da, şu aşağılık işten kendini korusaydı daha iyi olurdu.” der.

O gece istiğrak âleminde iken, kalabalık bir topluluk bir sofrada pişmiş yemek gibi o fakiri getirerek etinden yemesini teklif ederler. Bu teklifin, kendisinin ayık hâlinde yaptığı gıybet yüzünden meydana geldiğini anlayıp dehşet içinde kendine gelen Cüneyd, hemen o dilenciyi arar, bulur. Selâm verdiğinde dilenci Cüneyd’i keşifle bilir ve:

“Ey Cüneyd, bir daha gıybete dönmez misin?” deyince;

“Hayır, dönmem!” cevabını verir.

Dilenci o zaman:

“Seni günahları bağışlayan Cenab-ı Hak af ve mağfiret etsin!” duasıyla teselli edip gider ve dilenci suretinde kâmil bir er olduğunu belli eder.

Müridin nefsine karşı yaptığı edepsizlik, nefsânî isteklerini dilediği gibi yerine getirmesi, Cenab-ı Hakk’a yaklaştıran işleri yapmamasıdır.

İşte bütün bu edepsizliklerden dolayı doğacak İlâhî cezaların gecikmesiyle birlikte dört çeşit ukubet olur: Dünya hayatında karşılaşılan cezalar (ukubet-i muaccele), ahirette görülecek cezalar (ukubet-i müeccele), açık (celî) cezalandırmalar, gizli (hafi) cezalandırmalar.

Açık ukubet azapla, gizli ukubet perdelemekle olur. Azaplı ukubet, hata yapanlara, günah işleyenlere, perdeli ukubet Allah huzurunda edepsizliğe kalkışanlara mahsustur.

Bazen mürid için vadeli yani müeccel ve gizli ukubet, muaccel ve açık ukubetten daha şiddetli olur ki bu, Hak Teâlâ’nın müridden manevî yardımını kesmesi ve uzaklaştırmasıdır. Bunun arkasında İlâhî rahmet gelmezse, Allah’ın gözünden düşer- ve kalbine karanlık perde iner, artık müridin eski hâline dönmesi mümkün olmaz. Zira gelen yardım ve vâridatlar kesilmiştir ve müridin irfan güneşi tutulmuştur.

Açık ve muaccel ukubetin gecikmeyerek gelmesi ise bir uyandırma kamçısı olur. Mürid bununla yaptığı sû-i edebin edepsizlik olmadığını düşünmekten vazgeçer, amellerini beğenip güzel görmenin, hâline razı olmanın İlâhî yardımın kesilmesine sebep olduğunu anlar.

Hâline razı olmaya ve amelleri güzel görmeye ise, yardım artışının durması sebep olmuştur. Yani İlâhî yardım azalınca hâlinden razı olmaya, amellerini güzel görmeye başlar. Eğer İlâhî yardım edepsizlikle beraber yine müride ulaşsaydı, edepsizlikten doğan hareket İlâhî lütfa ihtiyaç gerektirirdi. Mürid Hak huzuruna eğilerek, mekrden korkarak istiğfar getirirdi de hâlini güzel görmeye asla cesaret edemezdi. Zira İlâhî edebin semeresi olan bir edepsizlik, edebin tâ kendisi olur. Amelleri güzel görmeyi gerektiren hâllerin biri de uzaklıkta kalmasıdır. Çünkü mürid yakınlık makamında olsa, nefsini görmekten uzak bulunur, nefsanî isteklerinden dolayı kendini suçlar ve Allah’ın muradını bilirdi. Bu mürid kendi irade ve şehvetiyle bir işe giriştiğinde Cenab-ı Hak onu korumaz, emellerini geciktirmezdi.

Buna göre başarı alâmetleri üç kısımdır: 1) Kasıt olmadan salih amellere muvaffak olmak. 2) Mâsiyete çalıştığı hâlde becerememek. 3) İhtiyaç kapısı daima açık bulunmak.

Perişan olup alçalmak ve yardımsız kalmak da üç kısımdır: 1) Çalıştığı hâlde taat ve ibadetin zorlaşması. 2) Korkup çekindiği hâlde günah işlenmesi. 3) İhtiyaç olmaması ve duanın terk edilmesi.

Özetle edep sultanının tasavvuf ülkesinde yüksek mevkii ve şerefli mertebesi vardır.

Ebu Hafs Kebîr Hazretleri şöyle buyurdu: “Tasavvufun tamamı edeptir. Zira her vaktin edebi, her hâlin edebi, her makamın edebi vardır. Vakit edeplerine riayet eden ricâlullaha ulaşır. Edebi kaybeden mürid, yaklaşmak istediği taraftan uzaklaşır, kabul beklediği yerden kovulur.”

Ruveym Hazretleri: “Amel tuz gibi, edep ise un gibidir. Her ikisinin vücut sofrasında birleşmesi kalp duygularına lezzet verir.” demiştir.

Bazı büyükler de: “Edebe bir yönden değil, hem dıştan, hem içten uyulup devam etmelidir. Zira bir sâlik zâhiren edepsizlik ederse, zâhiren cezalandırılır; bâtınen edepsizlik eden bâtınen azaba uğrar.” demişlerdir.

Zünnûn Mısrî Hazretleri buyurmuştur: “Edep sınırını aşan müridin, düşen insanın yerden kalktığı gibi, çıktığı yerden dönmesi lazımdır.”

îbn Mübarek Hazretleri buyurdu: “Mürid çok ilimden ziyade, az edebe muhtaçtır.”

Sevrî Hazretleri buyurdu: “Vakit için edep göstermeyen sâlikîn vakti maktten- ibarettir.”

Edepsizlik pek büyük bir kusur olduğundan bir ârife:

“Ey edepsiz!” demişler.

Ârif:

“Ben edepsiz değilim!” diye cevap vermiş.

“Seni kim edeplendirdi?” diye sorulunca:

“Soft taifesi!” cevabını vermiş.

Mürid zâhir ve bâtın edeplerine uymalıdır. Zâhir edepler bâtın edeplerine tâbidir. Bâtın âdâbı ise güzel ahlâk ile dolmak ve güzel sıfatlarla süslenmektir.

Peygamberimiz Efendimiz(sas) şöyle buyurmuştur:

Beni Rabbim terbiye etti, bana ne güzel edep verdi. Sonra güzel ahlâkla emretti ve buyurdu: "Affı al, mâruf ile emret, cahillerden yüz çevir.’

70.     Hikmet

Ey talip, Hak Teâlâ’nın evradına devam ettirdiği ve yardıma devam ettiği bir kulunu gördüğünde onda ârif siması ve muhib yüzü göremezsen, Cenab-ı Hakk’ın verdiği evradı ve ezkârı küçümseme. Zira ona İlâhî vâride olmasaydı, virdi ve zikri olmazdı.

Görürsen bir kulu ey merd-i dâim

Hüdâ kılmış anı virdiyle kaim

Anı etmiş idâme hem de Yezdân

Edip imdâd o evrâd üzre her an

Bu lutf-ı Hakk’ı tahkir eyleme sen

Deyip onda mahâsin görmedim ben

Eğerçi olmasaydı vârid-i Hak

Teyessür eylemezdi vird-i mutlak

Allah’ın has kulları “mukarrebîn” ve “ebrar” olmak üzere iki kısımdır. Mukarrebler nefsânî bazlardan ve zâti vâridattan fânî olarak Cenab-ı Hakk’ın rıza kapısında, kulluk yolunda bulunan âşıklar ve âriflerdir. Ebrar nefsânî bazlardan ve zâtî vâridattan tamamen fânî olmayıp salih ameller ve taatlerde bulunan ve cennetlerde yüksek derecelere eren âbidlerle zâhidlerdir.

Bunların her biri bulunduğu makamın gereğince İlâhî yardıma mazhar olur. Bunlardan bir âbid virdlere ve zikirlere devam etmeye muvaffak olduğu halde, yani bu hususta İlâhî yardım aldığı halde, o kulda îkan alâmetleri görülmeyebilir. Yani zâtî bazlardan, nefsânî dileklerden kurtulma, irade ve ihtiyarını terk etme, mâsivadan yüz çevirme, sabretme, manevî rızayı sevme, Hak aşkına hizmet etme gibi irfan siması görülmeyebilir. Bu hâl, onun devam ettiği ezkâr ve evradının önemsiz olduğunu göstermez. Zira ona Hak’tan bir feyiz tecellisi olmasaydı, virdine devam etmezdi. Yani o kimse kendi iradesiyle ibadet ve taat yapmazdı. Virdine devam etmesi, onun Hakk’ın korumasında olduğunu gösterir. Küçümsemek bilgisizlikten ve edepsizlikten ileri gelir-

Ekser kişinin suretine sîreti uymaz

Yârab bu ne hikmettir ilâhı bu ne hâlet

71.     Hikmet

Cenab-ı Hak bir kavmi ibadet için seçmiş, bir kavmi de muhabbetine ayırmıştır. Kur’an’da

“Dünya ve ukbâ ehlinden iki fırkaya da imdâd ederiz. Rabbin atâ’sından kimse mahrum olmadı.” (Isrâ/20) buyrulmuştur.

Hizmetiyçün eyledi bir kavmi Allah ihtiyar

Etti hubbuyçün diğer bir kavmi de ol ihtisas

Her iki kavme dedi biz ancak imdâd eyleriz

Olmadı lûtf-ı Hüdâ memnu’ ve hem mahsûsa has

Cenab-ı Hak has kullarından bir kısmını ibadet ve hizmeti için seçti ve onlar bu suretle cennetlik oldu. Bir kısmını da aşk ve muhabbeti için seçti; onlar da kurb (yakınlık) makamına vahdet misafirhanesine girdi. Birinci zümre zâhidler, İkincisi âriflerdir. Gerçi her ikisi de Hakk’a hizmet etmekteyseler de zâhidlerin hizmetlerinin çoğu azalarıyla, âriflerin hizmetlerinin çoğu kalpleriyle olmak bakımından farklıdır.

Yahya bin Muaz Hazretleri dedi ki: “Zâhid dünya dediğimiz şu suret âleminden, ârif ahiret âlemi ve cennet bahçesinden Hakk’ın avıdır.”

Şu hâlde Hak talibi bir önceki hikmette geçen hor görmeden kaçınır, Hak Teâlâ’ya tefviz-i umûr eyleyip işlerini O’na bırakarak ârif kul olur.

Bayezid Bestamî Hazretleri şöyle buyurmuştur: “Cenab-ı Hak evliyanın kalbini bildiğinden, mârifet emanetine dayanamayan zâhidleri ibadetle meşgul eder.”

Ebu Abbas Dinorî Hazretleri: “Cenab-ı Hakk’ın bir kısım kulları vardır ki, İlâhî mârifete kabiliyetleri olmadığından onları ibadetiyle ve hizmetiyle meşgul eder. Diğer kısım kulları vardır ki, hizmet ve ibadetten ziyade, mârifet-i ilâhîyeye kabiliyetli olduklarından onlara da mârifet emaneti verir.” dedi.

Bil geldiğini mülk-i vücûda ne içindir

Say et olasın pâdişeh-i kişver-i irfan

(Varlık âlemine niçin geldiğini anla. Çalış da irfan ülkesinin hükümdarı ol.)

72.    Hikmet

Kabiliyete bağlı olduğu zannedilmesin diye vâridat kalbe umulmadık anda gelir.

Hüdâ’nın varidatı bağteten vâki"olur ekser

Ihâdullah anı zannetmesin ki feyz-i istidâd

Kullarda vâridat, ezkâr ve evrada çalışmakla hak edilir zannedilmemesi için İlâhî vârideler ibadet, taat ve istidat olmaksızın aniden gelir. “Kulum hana nafile ibadetlerle yaklaşır da ben onu severim... ” mealindeki hadis-i kudsîye göre çok ibadet etmenin Hakk’a yaklaştırdığı zannolunabilir. Hâlbuki böyle kullar, himmetlerinin Hakk’a değil, ahirete dönük olduğunu bilmediklerinden ne mârifet, ne de vâridat elde edebilirler. Vâridat İlâhî bir ihsan ve hediyedir. Hiçbir sebebe bağlı değildir. Amelin karşılığı olamaz. Vâridâtın ibadet ve taatten hâsıl olduğu düşünülemez.

ibadetin hemen ardından vâridâtın husûle gelmesi pek seyrek olur. Vâridat yalnızca İlâhî bir lütuf ve bağıştır, çoğunlukla birdenbire gelir. İlâhî feyizler istidada bağlı olmadığından, bu hikmet Allah’ın takdirini istidada bağlayan hükemâ görüşlerini reddeder.

73.    Hikmet

Her sorulana cevap veren, her gördüğünü anlatan, her bildiğini söyleyen kişinin cahil olduğunu anla.

Her suâle her kimi görsen eder ıtâ cevab

Her şuhûdun keşfeder her bildiğin ityân eder

Eyle istidlâl ü fehm ey ârif-i sırr-ı Hüdâ

Kim bu hâliyle o sâlik cehlini ilân eder

Bu hikmette cehalet emaresi olarak üç hâl sayılmıştır.

1)    Her sorulana derhal cevap vermek, sonu olmayan ilim ve fenlerin hepsini bilmeye bağlıdır. Bu da sınırlı olan insan için olmayacak bir şeydir. Zira Kur’an’da: “Size ilimden çok az bir şey verildi/' (Isrâ/85) buyrulmuştur. Her sualin cevabını bildiğini iddia etmek, ilmin mahiyetini bilmemenin sonucudur. Ayrıca soranın durumuna, akıl ve idrakine göre cevap vermek gerekir. Soranın vereceği cevaba ehil olup olmadığını bilmeden cevap vermek, ehil olmayana vermek olur.

Peygamber Efendimiz1"’ garip ilimleri öğrenmek isteyen birine zaruri olarak bilmesi gereken bir şey sorup doğru cevabı aldıktan sonra:

“Git, şu bildiğin ile amel ettikten sonra gel, sana garip ilimlerden öğreteyim!" buyurdular.

Hak Teâlâ ezel âleminde ilmi ehlinden gizlememeleri hususunda din ulemasından ahit aldığı gibi, ehlinden başkasına ilim tevdi etmemek üzere de söz almıştır. Efendimiz şöyle buyurmuşlardır: “îlim üçtür: Biri farzlar, diğeri sünnetler, biri de lâedrî’dir yani her suale cevap vermeye kalkışmayarak bilmiyorum demektir. ” Bu hadis-i şerife göre bazen bir şeyin idrakinden acz göstermek de bir nevi ilimdir.

2)    Maddî ve manevî müşahedelerinden bahsetmek, insanların içindeki düşünceleri okuyup açıklamaktır. Bu saklanması gereken sırrın ifşa edilmesi olduğu için cehil alâmetlerindendir. Zira “Kulûbü’l-ahrar kubûrü’l-esrar” yani hür kişilerin kalpleri sırların kabirleridir. Bu sırlar Hak Teâlâ’nın kuluna tevdi ettiği bir emanettir. Onu ifşa etmek hıyanettir. “Allah hainleri sevmez.” (Enfal/58)

Manevî işler işaret ve ima ile ifade edilir, açıkça anlatılmaz. Açıkça söylemek değerini azaltır, dile düşürür. Hâlbuki manevî müşahede zevke dairdir, hakikatinin sözle anlatılıp idrak edilmesi mümkün değildir. Sözle ifade edildiği zaman inkâr ve kötülenmeye sebep olan muğlak sözler fayda vermez. Zararlı olan ve fayda vermeyen söz ise cehalet eseridir. Ebu Ali Ruzbârî Hazretleri: “Âriflerin ilmi, ima ve işaretlere bağlıdır. Söz ve ibare elbisesi giyerse gizlenir.” buyurdular.

3)    Her bildiğini söylemek de cahillik alâmetidir. Zira âlim olan söylenmesi doğru olanla olmayanı ayırabilseydi, bazısının sonradan inkâr edilmesine, zarar ve fesat doğmasına sebep olacağını anlar, susardı. Çünkü istidatlar farklı olduğundan idrak edilmesinin de farklı olacağı aşikârdır. Birinin idrak edebildiği şey, başkasının havsalasına sığmayabilir ve söylenmesi garipsenip inkâr edilir.

Resulullah Efendimiz1"’ buyurmuştur: “Delinmiş inci gibi yani fevkalade kıymetli bir ilim vardır ki, onu ancak ârifler bilir. Eğer bu ilmi açıklamış obalar, hüsran ehli onu inkâr ederler. ”

Din imamlarından Zeynel Abidin Hazretleri(ra) manzum olarak şu hikmetleri söylemiştir: “Bazı ilim vardır ki ben onu açıklasam, benim putperest olduğum zannolunur. Birtakım Müslümanlar da kanımı dökmeyi helâl sayarlar, yaptıkları bu çirkin işi güzel görürlerdi. O yüzden idrak edemeyen suret-perestler şaşırmasın diye ilim hâzinemden cevahiri elbette gizlerim.”

Ebu Hureyre(ra) şöyle buyurdu: “Ben İlâhî ilim şehri olan Resul Efendimizden iki dağarcık ilim öğrendim, onun birini açıklayıp yaydım. Eğer diğerini de ilan etmiş olsam benim boğazımı kesersiniz.”

Bu sebeptendir ki Hallaç Mansur Hazretleri İlâhî sırlardan bir sırrı ifşa edip kendisinden Cenab-ı Hakk’ı soran birine üzerindeki cübbeyi göstererek: “Bunun altında Allah’tan başka bir şey yoktur.” cevabını verdiğinden yani “Ene’l-Hak” dediğinden katlolunmuştur. Halbuki “Cübbemin içinde Allah’tan başka bir şey yok” sözünden muradı kendi varlığı da dâhil olmak üzere her şeyin İlâhî varlıkla kaim olduğuna ve İlâhî mutlak varlığın da ancak eşyada zuhur eylediğine işaret etmekten ibarettir.

Mâsiva, gizli aşikâr bütün nefsleri, ruhları ve cisimleri içine alan imkân fezasıdır. Akıl sahipleri mâsivanın Cenab-ı Hak’la olan münasebetinde ihtilaf etmişlerdir. Sofiler bu hususta; “Cenab-ı Hak âlemin ne içinde, ne dışındadır. Bütün cihetlerden münezzeh olduğu hâlde, her yerde hazır ve nâzırdır.” diyerek nefy ve ispat arasında bir yol seçmişlerdir. Şu hâlde mâsiva için varlık yoktur. Eğer aklın hükmüyle bir başka mana düşünmek gerekse, mâsiva İlâhî malumat suretleri olan âyân-ı sâbitenin taayyünlerinden ibaret olur. İlâhî malumat suretleri olan âyân, taayyünlerle çoğalır. Bu varlıklar İzafî sayılsa, ona Allah’ın mâsivası ve âlem müsemması denilir.

İşte bu bakımdan mâsiva denilen şeylerin varlığının, mutlak varlık olan Cenab-ı Hakk’a nisbeti, gölgenin şahsa nisbeti gibidir. Yani gölge aslında yoktur; varlığı şahsın varlığına bağlıdır, kişinin varlığıyla var olur. Cenab-ı Hakk’ın gölgesi olan varlıklar da kendiliğinden mevcut olmayıp Cenab-ı Hakk’ın varlığıyla kaim ve daimdir. Eşyaya, Cenab-ı Hakk’ın varlığına izafetle mâsiva denir. Aslında varlık, Cenab-ı Hakk’ın aynı olan tek bir hakikattir. Mansur’un “Cübbemin içinde Allah’tan başka bir şey yok.” sözü de bu inceliğe dayanmaktadır. Bazıları bu sözü Cüneyd’in söylediğini, Mansur’un yalnızca “Ene’l-Hak” dediğini ileri sürmüşlerdir.

Şeyh Vefa Hazretlerine:

“Mansur’un ‘ene’l-Hak’ dediğine ne buyurursunuz?” diye sorulunca:

“Ene’l-bâtıl mı demeliydi?” cevabını verdi.

Şeyh Hazretleri bu cevabıyla âlemde varlık gösteren hiçbir şeyde bâtıl tasavvur edilemeyeceğini belirterek Mansur Hazretlerinin sözünü yorumlamıştır. Zira Kur’an’da: “Rab b imiz, bütün bunları bâtıl olarak yaratmadın. ”(Al-i Imran/191) buyrulmuştur.

Gerçi tabiatçılar âlemde mevcudatın dış görünüşünden başka bir şey görmezlerse de Şeyh Hazretleri gibi zulmanî taayyünat perdelerini yırtan muhakkıklar, tek bir hakikat olan Hak varlığını gayb hadiselerinden ve maddî suretlerden müşahede ederler. Hakk’ın nurunu halk karanlığında ve halkı Hakk’ın nuruyla aynel-yakîn müşahede ederler. Şu halde bundan ne Hakk’ın halk, ne de halkın Hak olması lâzım gelir, Mansur’un öldürülmesi de gerekmez. Tatmayan bilmez.

74.    Hikmet

Cenab-ı Hakk’ın ahiret yurdunu mü’min kullarına mükafat yeri yapması, onlara vereceği nimetlerin bu dünya yurduna sığmamasındandır. Onların değerini, bu kalıcı olmayan yerde mükafatlandırmaktan yüksek tutmuştur.

Heman ukbâyı kıldı Hazreti Hak

Cezâ-yı mü ’mine cay ancak

Murâdı üzre Hakk’ın fazlı zira

Sığışmaz işbu fânî dâra asla

Dahi kadr-i ibâdı etti a’lâ

Cezâdan bî-beka dünyâda Mevlâ

Cenab-ı Hakk’ın ahireti iman sahiplerine sevap vermek için belirlemesi, iki hikmete dayanır: Birincisi vermeyi dilediği sonsuz nimetlerin hissi ve manevî olarak dünyaya sığamayacağı içindir. Hissi olarak nasıl yetsin ki, mü’minlerin avamından bir kimseye şu küçük yer küresinin yetmiş kat büyüklüğünde ve genişliğinde gayet gönül alıcı bir cennet ihsan edeceğini Resulullah Efendimiz(sas) bildirmişlerdir.

Mü’minlerin havassına gelince onların erişeceği İlâhî bağışlar, artık şu âlemlere göre bir zerre bile olamayan bu dünyaya nasıl sığabilir? İman ehline ezelde vaat edilen ebedi devlet ve sonsuz nimet çok şereflidir, mihnet yeri olan dünya ise alçak ve kötüdür. Çünkü Efendimiz(sas): “Rıza bahçesi olan cennetin bir karış yeri, dünyadan ve içindekilerden hayırlıdır. Bir hurisinin bileziğinin parıltısı, güneş ışığından üstündür. ” buyurdu. Yine hadis-i kudsîde buyruldu ki: “Salih kullarıma hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir kalbe gelmeyecek nimetimi hazırladım. ”

İkincisi Cenab-ı Hak mü’minlerin değerini öyle yükseltmiştir ki, her şeyiyle yok olmaya mahkûm ve her sevinci üzüntüsüne eşit olan bu belâ ve imtihan yerinde onların ibadetlerinin karşılığını vermeyi uygun görmemiştir. Zira fânî olan her şey, müddeti ne kadar uzun olursa olsun, kıyamette yok olacaktır. Hayy ve Bâkî olan Cenab-ı Hakk’ın ihsanı da bâkî, nimet bahşişi de ebedî ve daimî olmalıdır. Bu hususta bir tefsirde yazılı olan şu ibretli kıssayı anlatmayı yerinde buldum:

Cenab-ı Hak bir veli kuluna bir melekle bir mağfiretname gönderir ve meleğe: “İzni olmazsa huzuruna girme, geri dön!” diye de emreder. Müsaadesini alarak huzuruna giren meleğin veliye sunduğu kâğıtta şöyle yazılıdır:

“Ey seçkin kulum, seni çok özledim, artık mihmanhane-i vahdetime teşrif etmez misin?”

Veli bu daveti okuyunca sevincinden coşup hemen meleğe:

“Yanında burak var mı?” diye sorar.

Melek yanında burağın bulunduğunu bildirirse de, onun iştiyakı burağa binmeye bile imkân bırakmayacak kadar şiddetli olduğundan, hemen burağı da geride bırakacak bir süratteki şevk tecellisine binerek İlâhî vuslata erişir.

Yarabbi, bizi de vuslata erenlerden eyle.-

Süvâr-ı esb-i himmet ol güzer kıl vâdi-i tengı

Bu yolda menzil-i evvelde kaldı üştür-i Nâmus

(Himmet atma binerek bu dar vadiyi geç. Bu yolda Cebrail’in devesi ilk menzilde kaldı.)

75.     Hikmet

Dünyada iken amelinin semeresini bulmak, amelinin ahirette kabul olunacağına işarettir.

Kim ki dünyada bulursa amelin lezzetini

Ahirette bu kabûl-i amele burhandır

Amel ve ibadetin semeresi, onda zevk ve halâvet olmasıdır. Bu da çoğu amellerde sıdk ile devam etmekle hâsıl olur. Hazreti Ali Efendimiz(ra) şöyle buyurmuştur: “Bir sâlik ibadetinde sadık olursa daha ibadete başlamadan evvel tadını bulur, ihlâs ederse başladığı sırada bulur. Böyle ibadet makbul olur.”

Utbetü’l-Gulam Hazretleri dedi ki: “Geceleri kalkarak ibadet etmekte yirmi sene sıkıntı çektim. Sonra devam ederek diğer yirmi senede lezzet bulup tat aldım.”

Sabit Benânî Hazretleri: “Yirmi sene Kur’an okumada çok zahmet çektikten sonraki yirmi yılda Kur’an okumada nimet buldum.” dedi.

Bu lezzet her amelin neticesi değildir, riyadan temiz olan amelin meyvesidir. Çünkü hadis-i şerifte mürainin ve gösteriş yapanların amelinin kabul edilmeyeceği haber verilmiştir. Kur’an’da: “Allah ancak muttakılerden kabul eder. ” (Mâide/27) buyrulmuştur.

Bir amelin kabul edilmesi ona hemen sevap verilmesi demektir ki ahirette karşılığı olacağına delildir.

Ebu Süleyman Dârânî Hazretleri: “Dünyada sevap getirmeyen amel, ahirette de karşılık görmez.” dedi.

Haşan Basri Hazretleri şöyle buyurdu: “Ey âbidler, siz üç türlü ibadette halâveti kaybedersiniz: 1) Kur’an okumak, 2) Zikir, 3) Secde. Bunlarda tat bulursanız sizi müjdelerim, amelinizde devam edin. Eğer bu amellerde zevk almıyorsanız, feyiz kapısı size kapalıdır.”

Bazıları bu üç ibadete sadakayı ve seher vaktini de ilâve ettiler.

“Rabbinin makamından korkan kimseye iki cennet vardır. ” (Rahman/46) ayetinin tefsirinde şöyle denildi:

“Allah’tan korkan mü’mine verilecek iki cennetin biri muaccele, biri de müecceledir. Muaccel olan cennet ibadette tat, münâcatta lezzet, manevî mükâşefe ile alışıklık (üns) ve insanlardan yüz döndürmektir. Müeccel cennet ise sevap yani ecir (karşılık) çeşitleri ve yüksek derecelerdir.”

Fakat bu tatların mâsiyetin tersi olan özel mârifete mahsus olduğunu hatırlatmaya gerek yoktur.

Ariflere soruldu: “Sen Cenab-ı Hakk’ı bilir misin?”

Bu suale bazı ârifler kızarak:

“Bilmediğim zata nasıl ibadet edebilirim?” cevabını vermişlerdir.

“Cenab-ı Hakk’ı bildiğini nasıl biliyorsun?” denilen bazı ârifler de:

“Cenab-ı Hakk’a mâsiyet yapmak istediğimde kalbime gelen hayâ duygusundan!” cevabını verdi.

İsmail bin Necid Hazretleri şöyle buyurmuştur: “Emre uymadaki gevşeklik, emir verenin yükseklik derecesini az bilmekten ileri gelir. Zira irfan halinde isyan, düşünülemeyecek kadar uzak olur. Eğer bir âriften “Allah’ın emri takdir edilmiş bir kaderdir.” (Ahzab/38) ayetince kendisinden bir zelle (ufak hata) çıkar da bu yüzden kalbinde elem duyarsa, bu acı onun ibadette bulduğu lezzetin delilidir.”

Buraya kadarki halâvet, havassın amelinin ölçüsüdür. Havastan aşağıda olan sâlikler için bazı ibadetlerde ara sıra gelen tat ise, gizli sebeplere bağlı olduğundan değersizdir. Ama ibadete teşvik edici tesiri olabilir. Yoksa güvenilmez, ferah vermez. Keza karşılık için yapılan ibadet de kulluk edebine yakışmaz. Çünkü saflığı, sıdkı ve ihlâsı bozar. Hatta İmam Vâsıtî Hazretleri: “Taatte halâvet öldürücü zehirdir.” buyurmuştur.

Adem ana derler ki garazdan ola sâlim

Nefsinde dahî eyleye icrâ-yı adalet

76,    Hikmet

Ey sâlik, Cenab-ı Hakk’ın yanındaki kadrini bilmek istersen, seni hangi hâllerde bulundurduğuna bak.

Kadrini ister isen bilmeği nezd-i Hak’ta

Nazar et ki nede etmiş seni Hak istimal

Sâlik Cenab-ı Hakk’ın katında makbul saidlerden mi yoksa merdûd şakilerden mi olduğunu bilmek için hususî hâllerine bakmalıdır. Eğer cennetlik ve kabul edilmişlerden ise Allah tarafından çeşitli taatlerde, razı olduğu yerlerde kullanılır. Tersine cehennemliklerden ise mâsiyet ve razı olmadığı hâllerde kalır da kendisine mühlet verilir. Bu mü’minlerin avamı için geçerli bir ölçüdür. Fakat havas için mukarreblerden midir, değil midir bilmek için doğru ölçü, azamet ve celâlet nurlarının idrakinden doğarak kalp aynasına yansıyan tecellilerin eserlerine bakılmasıdır.

Hadis-i şerifte şu mealde buyrulmuştur:

“Bir kimse Rabbinin yanındaki derecesini bilmek isterse, kalbindeki Cenab-ı Hakk’ın derecesine baksın, bu onun ölçüsüdür. ”

Fudayl lyaz Hazretleri: “Kulun Cenab-ı Hakk’a kulluğu, Cenab-ı Hakk’ın nezdindeki derecesinin miktarına göredir.” dedi.

Ebu Talib Mekkî Hazretleri buyurdu: “Kul Mevlâ’sının emirlerini hürmetle karşılar, haramlarına saygı duyar, razı olduğu işleri çabuklaştırırsa; Mevlâ da o kulun kendisini hürmetli kılar, şanını yükseltir, ona lütfunu çabuklaştırır. Kulun hâli tersine olursa, rabbani hüküm de aksine zuhur eder.”

Veheb bin Münebbih Hazretleri, Cenab-ı Hakk’ın şöyle buyurduğunu eski kitaplardan nakletmiştir:

“Ey insanoğlu, sana emrettiğim şeylerde bana itaat et de sana lâyık olan yardımlarımda bana yol gösterme. Zira ben gizli açık her şeyi bilirim. Bana ibadetle ikram edene mükâfat vererek ikram ederim, emirlerimi önemsemeyerek ihanet edeni cezalandırırım. Eğer kulum benim rızamı gözetmezse, ben de onun hakkında lütuf ve mağfiret düşünmem.”

Ümidin sâmı-i bîçâre kat’ etmez şefaatten

O dergâh-ı kerem-pîrâda hâşâ reddola hâcet

77.     Hikmet

Ey talip, Cenab-ı Hak seni taatle ve kendisiyle, seni taatten müstağni kılacak şekilde rızıklandırdığı zaman bil ki zahir ve bâtın bütün nimetlerini senin üzerine tamamlamıştır.

Her ne dem merzuk ederse Hak seni

Tâat ve tâatten istiğnâ ile

Bil ki isbâğ eyledi Hak nimetin

Zâhir ü bâtın sana ifâ ile

“Taat” İlâhî emirlere uymak ve yasakladıklarından çekinmektir. Cenab-ı Hak ile ibadetten istiğna demek, dileğine ulaşmak için ibadete meyil olmamakla birlikte kalbin Cenab-ı Hakk’a tamamıyla bağlanması ve mâsivadan uzaklaşmasıdır. Zâhirî nimet taattir, bâtınî nimet mağfirettir.

Şu hâlde müridden istenen şeyler:

1)    Zâhirde İlâhî emirlerde durmak ve yapmak,

2)    Bâtında Hak Teâlâ’nın zatına bağlanmak ve sığınmaktır. Bu da ister ibadet olsun, ister ibadetten başka bir şey olsun mâsivadan Allah ile istiğnadır. Bu iki vazife ile rızıklanan sâlik İlâhî nimetlerin hepsine erişmiş demektir.

78.     Hikmet

Ey talip, senin Cenab-ı Hak’tan istediklerinin hayırlısı, Cenab-ı Hakk’ın senden istedikleridir.

Senin Hak'tan talebkâr olduğun a mâlin a'lâsı

Hüdânın senden ey sâlik talebkâr olduğu şeydir

Cenab-ı Hakk’ın kulundan istediği; “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” (Hûd/112) diye emrettiği gibi kulluk yolunda istikamettir. Vâsıl olanlar için aslında talep caiz değildir. Yani onların Cenab-ı Hak’tan bir şey istemeleri doğru olmaz. İnsan beşeriyet icabı bir şey istemek zorunda kalırsa, Cenab-ı Hakk’ın istediği bu istikamet istenmelidir. Çünkü bu istek nefsânî bazlardan ve şahsî dileklerden hayırlıdır, Hakk’ın rızasına uygundur. Nefs bazlarına ve emellere kavuşmak istenirse, bu istek gecikebilir. Vâsıllara lazım olan hüsn-i edep bu isteklerle kaybolur gider. Yani edebe uygunsuzluk olur.

Ebu Hüseyin Deylemî Hazretleri Antakya’da bir zencinin kalplerdekini okuyup söylediğini duymuş. Ondan çok övülerek bahsedildiğini görünce kalkıp yürüyerek Antakya’ya gelmiş. Orada o Arab’ı satıcı olarak görmüş. Denemek için ondan bir şey almak isteyince Arap demiş ki:

“Sen iki günlük yoldan geliyorsun. Yorgunsun ve açsın. Otur, biraz sabret şu sattıklarımın kazancından sana da veririm, ihtiyacını giderirsin!”

Şeyh yine bir malı satın almak ister gibi eline alınca, aynı sözü tekrarlamış. Şeyh Arab’ın keşif erbabından olduğunu anlayıp oturmuş, biraz bekledikten sonra Arap, Şeyh’e bir miktar para verip gitmiş.

Şeyh onu takip edince, adam dönmüş ve şu sözlerle onu irşad etmiş:

“Ey Ebu Hüseyin, senin bir hacetin olunca onu İlâhî murad derecesine indir. Eğer o hacette nefs hazzı varsa, o hacet seni Allah’tan uzaklaştırır.”

Cüneyd Bağdadî Hazretleri şöyle dua ederdi:

“Yarabbi, senden ne istedimse, bana dua etmemi emrettiğin için istedim. Bari benim istediklerimi sevdiklerinin istedikleri gibi kıl ve beni duasıyla nefsin hazlarım isteyen kullarından eyleme. Beni İlâhî vecibenin hukuku ile kıyamı isteyen âriflerden eyle. Yarabbi, ben senden senin sevdiğini isterim ve seni gazaba getiren her şeyden sana sığınırım. Yarabbi, beni sana kavuşmaktan meşgul eden insanların işiyle uğraştırma, meğerki o istek senin sevdiğin istek olsun. Yarabbi, beni zikriyle senden ancak senin muradın olan şeyleri dileyen kimsenin zikri gibi seni zikredenlerden eyle. Yarabbi, benim sana en yüksek maksadımı senin maksudun olan hâl kıl, benim senden istediğim emeller kılma.”

Tâbende-i hurşîd-i tecelli ile dâim

Kalbim güher-i aşkına kân eyle ilâhı

79.    Hikmet

Taat etmediği halde taatin yokluğuna üzülmek gurur alâmetidir.

ibadetle kıyam etmez iken fıkdanına hüznün

Esası olmayan bir şeye mağrur olduğundandır

Taat yokluğu gerçekten bir sâlike üzüntü verse, o sâlik taatsizlikte kalmazdı. O yüzden bu hüzün yalancı hüzündür. Denilmiştir ki: “Çok insanlar vardır ki, gönülleri katı olduğu hâlde gözleri ağlayıcıdır. Bu hâl ise, saadetin sermayesi olan kalp uyanıklığına engel olan, gurur getiren üzüntüdür ve ağlamayı veren Cenab-ı Hayrü’l-mâkirîn’in mekr-i hafisidir.”

Gerçek hüzün, güzel amellere çalışmaktan ve ibadet ederek dünya hallerinden çekinmekten doğar. Bu hüzün hikmetteki üzüntünün tersine, sâliklerin tecelli basamaklarından başka bir makamdır. Şeyh Ebu Dekkak Hazretleri işte bu hüznü kastederek: “Hüzünlü mürid, hüzünsüz sâlikin senelerce katedeceği yolu bir ayda geçer.” dedi.

Peygamber Efendimiz'1’: “Allah her mahzun gönlü sever. ” buyurdular. Kendileri hep hüzünlü ve düşünceli idiler.

Tevrat’ta şöyle yazılıdır: “Hak Teâlâ bir kulunu sevdiğinde, kalbini elemlerle yaralar ve mahzun eder. Buğz eylediği kulun gönlünü sevinçle doldurup memnun eder.”

Demişlerdir ki: “Bir kalp üzüntüden uzak olursa harap olur. Hüznü tatmayan, ibadetlerinde lezzet bulmaz.”

Nâle-zen candan bezen elden ele dâim gezen

Pür-mihen derd-âşinâ bir nây bir ben bir gönül

(inleyen, canından bezen, elden ele gezen, mihnet ve dertlerle dolu olan bir ben varım, bir ney var, bir de gönül.)

80.     Hikmet

Hak Teâlâ’yı işaret ettiğinde O’nu kendine işaretinden daha yakın bulan ârif değildir. Gerçek ârif kendi varlığından ve şuhûdundan fâni olan ve işareti de olmayandır.

Değil ârif o sâlik ki işâret etse Mevlâ ya

Bulur Hakk’ı ziyâde kendine nezdîk işâretten

Odur ârif ki fâni olduğu yçün zât-ı şahsından

Tecerrüd etti imâyı koyup bilcümle hâletten

“îşaret” ifade etmek ve açıkça belirtmekten daha incedir. Siliklerin İlâhî sırlara, ledün ilimlerine dair keşiflerine remz ve ima suretiyle aralarında kullandıkları kinayelerdir, işaretini düşünen mürid, Hak’tan gaib olmadığı için Hakk’ı kendine işaretinden daha yakın bulursa da, ağyarı görmesi sebebiyle hakiki ârif olamaz. Zira mürid işaret zamanında kendisinin işaret eden, Hakk’ın işaret edilen ve kendinden çıkan sözün işaret olduğunu biliyorsa, nefsinden fâni ve his dairesinden hariç olmadığından, gerçek irfanı elde etmiş sayılamaz. Ârif-i billah ise varlığından fânî ve işaretten gaib olmakla irfanın en yüksek yerine ulaşmıştır.

Şeyh Ebu Ali Dekkak Hazretleri, müridi “Hakk’ı işaret ettiği vakitte Hak Teâlâ’nın zatını nefs işaretiyle bulandır.” diye târif etmiştir.

“Hâlinde müstağrak olup kendinde olmayan kimdir?” diye sorulduğunda: “işareti bırakıp Hakk’a vâsıl olandır.” demiştir.

Şiblî Hazretleri buyurdu: “Halkın Hakk’a ettikleri işaretin hepsi, Hak ile Hakk’a işaret etmedikçe aleyhlerine döndürülür. Hâlbuki Hak ile Hakk’a işarete yol yoktur.”

Bestamî Hazretleri de: “İnsanların Cenab-ı Hakk’a en uzak olanı, işareti çok olandır.” buyurdu.

Ârif cem makamında olduğundan, bu makamın erbabı da nefsini görmekten gaib olduklarından arada ayrılık düşünülemez. Bu yüzden Yusuf Acemi Hazretleri: “Cem makamında konuşan mürid değildir, müridin diliyle konuşan Hak’tır.” dedi.

İşte bu hakikate, “Onunla işitir\ onunla, görür, onunla konuşurum... ” mealindeki hadis-i kudsîsi delildir.

Dil-şifte-i hüsn-i ezel-i çeşm-i şuhûduz

Hayret-zede-i âyine-i reng-i vücûduz

81.     Hikmet

Gerçek recâ amel ile olandır. Yoksa arzu ve umuttan başka bir şey olamaz.

Amelle berâber olandır recâ

Ve illâ o ümniyyedir şüphesiz

Hakiki recâ, yakîn makamlarından bir makamdır. Daima güzel ameller işlemeye, zahmete girmeye, mücahedeye sebep olur. Zira bir şeyi rica eden onu ister ve bir şeyden korkan ondan kaçıp saklanır. Amelle birlikte olmayan recânın sahibi ameli bırakır da günaha girerse, sofiler buna recâ değil ümniyye ve iğtirar (gururlanma) derler. Amelle beraber olmayan temenninin sahipleri de dünya sevgisiyle sarhoştur. Bu halde af ve mağfiret istedikleri için Cenab-ı Hak onlara Kur’an’da “halef’ demiş ve: “Onların ardından gelenler kitaba sahip olup değersiz dünya malını almaya başladılar ve nasıl olsa bağışlanacağız dediler. ” (A’raf/169) ayetiyle zemmetmiştir.

Mâruf Kerhî Hazretleri buyurmuştur: “Amel etmeden cennet istemek günahtır. Sebepsiz şefaat beklemek gururdur. İtaat etmediği kimseden lütuf ve merhamet ümit etmek cahillik ve ahmaklıktır.” Yine “Kulluğunda bulunmadığın zattan ihsan beklemek mahrumluktur.” dedi.

İman sahiplerinin Cenab-ı Hakk’a karşı daima havf ve recâ arasında bulunması kulluk gereğidir. Çünkü Cenab-ı Hakk’ın fiilleri azabından emin kılmaz, rahmetinden umut kesmeye mani olur. “Allah’ın rahmetinden umut kesmeyiniz.” (Zümer/53) “Allah’ın mekrinden emin olunmaz. ” (A’raf/99)

Demişlerdir ki: “Günah işlemekte ısrar etmekle birlikte Hakk’ın lütfunu istemek, kabir içinde rüzgâr, deniz altında ateş istemek gibi muhaldir.”

Hadis-i şerifte buyruldu: “Akıllı kişi nefsini daima hesaba çeken ve ahiret için amel edendir. Aciz kimse de nefsine ve hevasına uymakla Cenab-ı Hak’tan isteklerine ulaştırmasını temenni edendir. ”

Haşan Basri Hazretleri şöyle buyurdu: “Mağfiret maksadıyla amel ve ibadet etmekten uzaklaşan kavim, öbür âleme göçtükleri vakit amelsizlik yüzünden azarlandıklarında özür beyan edip derler ki:

‘Biz Rabbimize hüsnüzan ettiğimiz için amel işlemedik’.

Onlara denir ki:

‘Eğer Hazreti Hakk’a hüsnüzan etmiş olsaydınız, emrettiği gibi güzel amel de ederdiniz.’ Bunun delili şu ayet-i kerimedir: “İşte Rabbinize beslediğiniz o zannınız sizi helâke sürükledi, sonunda hüsrana uğrayanlardan oldunuz. ”(Fussılet/23)

Yine derlerdi ki:

“Ey Allah’ın kulları, amel etmeden umut beslediğiniz için Allah’tan korkun. Zira umut beslemek korkunç bir helâk vadisidir ki, siz ona her an giriyorsunuz. Allah’a yemin ederim ki umut beslemek, isteklerinize kavuşturmaz. Ummakla Cenab-ı Hak hiçbir kuluna dünyada da, ahirette de ihsanda bulunmaz.”

Ebu Umeyr el-Mansur Hazretleri, müridlerine bir mektubunda şöyle yazdı: “Uzun ömür ümit etmek ve amelsiz istemek soğuk demir dövmek gibidir.”

Yüzümüz yok Hüdâ ’ya yalvaracak

Bilemem hâlimiz neye varacak

82.     Hikmet

Arifler Cenab-ı Hak’tan kulluk ve Rablik haklarını tam olarak yerine getirmeyi isterler.

Arifinin matlab-ı âlâsı Rabbun-nastan

Kulluğunda sıdk ve hakkıyla kıyam u ictihad

Ariflerin gayesi diğerlerinden yüksektir. Kullukta sadakat ve Rab haklarıyla kıyamdır. Bu irfanın gereğidir. Çünkü bu yüksek maksat nefsanî hazlardan ve nefs ile kalmaktan uzaktır, temizdir. Diğer mü’minlerin maksadı nefsanî hazlara bağlıdır ve sırf kulluktan mahrumdur. Ebu Medyen Hazretleri:

“Maksadı alçak ve kusurlu olan zâhid ve âbidlerle, gayesi perdeleri kaldırmak ve Hak huzurunun devamı olan ârifler arasında pek büyük mesafe vardır.” buyurdu.

Kullukta sadakat; kulluk edeplerine riayet, kulluk ahlâkıyla ahlâklanmak ve Rab haklarını yerine getirmektir. Bu da kulun ilâhı nimetlere şükretmesi, belâlara sabretmesi, Hakk’ın düşmanına düşman, dostlarına dost olması, tedbirini terk etmesi, murakabeye devam etmesi, takdire rıza göstermesi, ahadiyet kapısında alçakgönüllü bulunması, ihtiyacını yalnız Hakk’a arz etmesi, recânın sağlam ipine yapışması, haşyet duyması ve Hakk’a bağlanmasıdır.

Rab hakları ise zâhirde kesret ve taatle, bâtında murakabe, huzur ve vahdetle bulunmaktır.

insana sadâkat yakışır görse de ikrah

Yardımcısıdır doğruların Hazreti Allah

83.     Hikmet

Ey arif, Hak Teâlâ seni kabz hâlinde bırakmamak için bast hâline, bast hâlinde bırakmamak için kabz hâline geçirdi. Kendisinden başkasına bağlanmaman için de seni kabz ve bast dairesinden çıkardı.

Seni bast eyledi cânâ Mevlâ

Kabz ile etmemek için ibka

Seni kabz eyledi hem ol Yezdân

Bast ile koymamak için her an

Dahi etti ikisinden hâli

Gayrinin olmaman için mâlî

“Bast” cemâli vâridatın kalpte tecelli etmesinden hâsıl olan manevî hâldir. “Kabz” da celâli vâridatın kalpte tecelli etmesinden meydana gelen hâldir. Kabz ve bastın kuvvetli ve zayıf olması, bu vâridatın kuvvetli ve zayıf olmasına bağlıdır. Kabz ve bast temkine ulaşmaya vesile olurlarsa da, itidale göre eksik vasıflardır.

“Kabz” hakikatlerin bir araya gelmesine ve müridin tabiî şehvetlerden vazgeçmesine sebep olduğundan müridin başlangıçtaki halidir.

“Bast” İlâhî feyizlerle kuvvet bulan, mâsivadan uzaklaştıracak fetihlerle irfan kazanan âriflerin hâlidir. Buna “işrak” da denir.-

Kabz ve bast hâllerinden çıkmakla hâsıl olan “itidal” ise, kemale ulaşmış, son dereceye erişmiş muhakkıkların hâlidir. İtidal makamında ameller saftır, hâller istikametlidir. Burası rububiyet hukuku ile kıyamı ve hiçbir garaz olmaksızın devamlı olarak ilâhı huzurda bulunmayı gerektiren yüksek bir makamdır. Çünkü bir ârifin kabz ve bast hâllerinden sonra nefsinden fâni ve Hak’la bâkî olarak itidale ulaşması özel bir İlâhî lütuftur.

Bidayet ve işrak makamındakiler kabz ve bastta, havf ve recâda olurlar. Korkutucu bir olay havfî, sevimli bir hadise recâyı meydana getirir. Kabz ve bast ise herhangi bir sebebe bağlı değildir.

Fâris Hazretleri demiştir ki: “Müridin kalbinde önce kabz tecelli eder, sonra bast gelir, üçüncü olarak gelen de bunlardan tecerrüddür. “Tecerrüd” nefsin hükmünden geçip fenâ bulmak ve Hak ile bâkî olmaktır. Bu da varlık halinde olmayacağına göre kabz ve bast, fenâ ve beka ile bir arada olmaz.”

Cüneyd Bağdadî Hazretleri buyurdu: “Havf beni kabz eder, recâ bast eder. Hakikat beni toplar, Hak ayırır. Hak beni havf ile kabz ettiği vakitte beni benden alır, fâni eder. Recâ ile bast ettiğinde beni bana geri döndürür. Hak beni hakikatte cem ettiği vakit zevk ve huzura kavuşturur. Hak ile ayırdığı zaman bana benden başkasını gösterir, sonra o başkasından beni perdeleyip örter. Bu hâllerin hepsinde beni harekete geçiren ve durduran Hak’tır. Şu hâlde benim huzur hissim varlık tadını tatmak içindir. Keşke beni bende ifnâ edip faydalandıraydı yahut beni benden gaib edip de serinleteydi.”

84.    Hikmet

Arifler bast hâlinde iken, kabz halindekinden daha çok korkarlar. Onların bast hâlinde iken edep haddinde bulunanı pek azdır.

Hâl-i kabzından ziyâde ârifân

Hâl-i bastında eder havf-i Çelil

Herkes olmaz bastta ehl-i edeb

Olmuşu var ise ancak pek kalîl

Ariflerin bast hâlinde iken kabzdan ziyade korkularının artması, bastın nefsin hevasına uygun düşmesinden ve bundan dolayı kovulmak ve uzaklaşmak ihtimali olmasındandır. Çünkü bast sebebiyle hâllerinden ve keşiflerinden bahsederek nefsanî zevkle söylenmesi doğru olmayan sözler konuşarak üns dairesinden uzaklaştırılma ihtimali vardır. Kabzda bu ihtimal yoktur.

Yusuf Razî Hazretleri, Cüneyd Bağdadî Hazretlerine yazdığı mektupta, basttan çekinmesi gerektiğini bildirmek için şöyle demiştir:

“Allah sana nefs tadı tattırmasın. Zira onunla bir kere zevklenmek, ebediyen hayır tatmamayı mucip olur.”

“Letâifü ’l-Minen” adlı kitapta şunlar yazılıdır:

“Bast âriflerin ayağının kaydığı yerdir. Bu yüzden çok korkulması, çekinilmesi gereken bir hâldir. Kabz ise kulların ikametgâhı olduğundan selamet getirir. Zira kul, kudret kabzasının esiridir. Sıfatı acz ve esir olan, kayyumiyet dairesinin kuşatması altında bulunan kul nasıl olur da, vakit hükmünden çıkarak bast hâline gelebilir? Hâlbuki sonu belirsizdir, geçmiş hâlleri meçhuldür, İlâhî haklarla yükümlüdür. Bu gam ve hüzün kulübesine yakışan hâl, kabzdan başka olamaz.”

Tahkik olunsa nakş-ı temâsîl-i kâinat

Ya hâb veyâ hayâl veyâhut bir fesânedir

(Araştırılsa bu kâinattaki süsler, güzel şekiller, ya rüyadır, ya hayaldir veya masaldır.)

85.      Hikmet

Nefs-i emmare bast hâlinde haz ve ferah duyar, kabz hâlinde nefsin hazzı ve nasibi yoktur.

Ferahla alır basttan nefs haz

Fakat kabzda hazz-ı nefs olmadı

Bast hâlinde edebi muhafaza etmek güçtür. Çünkü onda nefs hazzı bulunduğundan neşe ve ferah hâsıl olarak gaflet gelmesi, rububiyet hukukunun unutulması, keramet iddia edilmesi, sırların ve keşiflerin açığa vurulmasıyla edepsizlikte bulunmak çok muhtemeldir. Kabz ise nefs hazzından yoksun olduğundan sağlam ve selametli hâldir.

Ebu Ali Dekkak Hazretleri buyurdu: “Kabz Cenab-ı Hakk’ın kullarından hakkıdır. Bast ise kulların Cenab-ı Hak’tan istihkakıdır. Kulun kendi hak ettiğini bırakıp Cenab-ı Hakk’ın haklarıyla kaim olması elbette hayırlıdır.”

Kabz ve bast, “Allah kabz eder ve bast eder. ” (Bakara/245) ayetinin gereğidir; cemal ve celâl tecellilerinin yansımasından doğan eserlerdir.

Kabz ve bastta zâhir sebepleri de olabilir. O yüzden müridin kabz ve bastın meydana geliş nedenlerini bilmesi gerekir. Çünkü ancak sebepleri bilinerek giderilebilir.

Kabz ve bast gece ve gündüz gibi birbirini takip ettiğinden mürid onlardan kurtulamaz. Cenab-ı Hak ise o hâllerde de kulluk edebi ister. Sebepleri bilinmeden bu edep yerine getirilemez. Sebepleri bulunamazsa kabz hâlinde en sağlam yol teslim olup rıza göstermektir. Bastta ise sözlerde, fiillerde, iradede sâkin durmak ve edebe uymak gerekir.

Kabzın bilinen sebepleri üç kısımdır:

1)     insanlık icabı günah işlenmesi,

2)      Dünya rahatının ve mutluluk sebeplerinin azalması,

3)      Düşmanların saldırısı.

Birincisi tövbe ve istiğfarla giderilir. İkincisi razı ve teslim olmakla kaybolur. Üçüncüsü sabır ve tahammülle izale edilir.

Bastın sebepleri de üçtür:

1)     Fazla ibadet, ilim ve mârifet,

2)      Dünya nimetlerinin fazlalığı, malının kıymetlenmesi, alışverişte kârlılık,

3)      Halk arasında övülmek, kendisinden dua istenmesi, saygı gösterilip elinin öpülmesi.

Birinci ve İkincide ibadet fazlalığını, malının artmasını kendisine nisbet etmemek, bunları ilâhı nimet bilmek gerekir. Üçüncüsünde kulluk yapmak isteniyorsa vazifesini sürdürmek, hamd ve senaya devam etmek lazım gelir.-

Şükrün ifâ edegör Yezdan ’ın

Kadrini anlayarak ihsanın

86.     Hikmet

Ey mürid, Cenab-ı Hak bazen sana dünyadan bir şey verir ama taatine muvaffak etmez, Hakk’ın zatına dönmeni engeller. Bazen de seni dünyadan engelleyip kendine dönmeni ve ibadeti nasip eder.

Eder i’tâ sana dünyâyı gâhî

Fakat tevfiki senden men’ eder ha

Dahî dünyâyı bazen men’ ederse

Eder terfikini elbette ıtâ

Cenab-ı Hakk’ın kulunu nefsanî şehvet ve kötü âdetlerden men etmesi büyük bir ihsandır. Zira bununla kul Hak ile beka bulur, nefsanî hazlardan ve dünya garazlarından kesilir. Tersi ise dıştan bağış gibi göründüğü halde aslında engellemedir. Şu halde men etmenin dış görünüşüne değil iç yüzüne bakıp ihtiyarı bırakmak ve tefviz-i umûr etmek gerekir.

Şeyh-i Ekber Hazretleri şöyle buyurmuştur:

“Cenab-ı Hakk’ın ihsanının dış görünüşü, alıkoymasının aynıdır. Vermemesinin sureti de ihsanın ta kendisidir. Bu hususta almaktansa terk etmek elbette daha iyidir.”

87.     Hikmet

Ey mürid, ne zaman sana bu men ile (nimet vermemekle) anlayış kapısı açılırsa, bu men atanın ta kendisi olur.

Ne dem mefiûh olursa men-i Hak’ta bâb-ı fehm ey dil

Eder men ’-i Hüdâ ayn-ı atâya şüphesiz avdet

“Atâ” tabiata ve hevaya uygun olan, “men” (vermeme) tab’a ve hevaya uygun olmayan keyfiyettir. Nefsanî dileklerden kurtulmuş müridler için ne olursa atâdır, bağıştır. Vermemekte açılacak anlayış kapısı, vermemenin tıpkı vermek gibi İlâhî inayet olduğunu bilmektir; ihsandır. Hayırlı olmasaydı Cenab-ı Hakk’ın onu takdir etmeyeceğini idrak etmektir.

Şu halde kısa görüşlüler için vermemek şeklinde ortaya çıkan her rabbani takdir, şüphesiz ki vermekten başka bir şey değildir. Çünkü Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur:

“Tiksindiğiniz, çirkin gördüğünüz bir şey sizin için hayırlı olabildiği gibi, hoşlandığınız bir şey de sizin için kötü olabilir. ”(Bakara/216)

Sadık mürid için selamet sahili, işlerini Allah’a ısmarlayıp kullukta bulunmaktır.

Mihneti kendine zevk etmedir âlemde hüner

Gam ü şâdî-i felek öyle gelir böyle gider

88.    Hikmet

Ekvanın dışı gaflet, içi ibrettir. Nefsin gözü dışına, kalp gözü ise içine bakar.

Alem-i sûret olan işb 3u güzel ekvanın

Zahiri gurret ve hem bâtını olmuş ibret

Nefs-i emmâre eder zahirine vakfı nazar

îbret-i bâtınını kalb eder ancak ruyet

Alem dediğimiz şu ekvan, insanın belâ ve imtihan yeri olan dünya ve içindekilerdir. Her ne kadar zâhir sade ise de içinin çirkin olduğunu basiret sahipleri bilirler. Sureti güzel görünür ama sîreti pis, çirkin ve kabadır. Dış görünüşü, kış görmüş yılan gibi rengârenk ve nakışlıysa da, hakikati öldürücü zehirdir. Nimeti dertle, sevinci hüzünle ikizdir. Dış yüzü aldatıcı, iç yüzü değer vericidir. Nefs-i emmare daima dünyanın gönül alıcı süslerine bakıp meyleder ve nefsine tâbi olan müridi helâk eder. Selim bir kalp ise ekvanın içinin çirkinliğini görüp meyletmekten kaçınır, sonunun fenâsından ibret alarak selamet sahiline çıkar, kalp sahipleri de saadet bulur.

Eski kitaplarda yazıldığına göre havariler Hazreti İsa’dan^ evliyayı târif etmesini istediklerinde şöyle buyurmuştur:

“Evliya Allah’ın kitabıdır. Allah’ın kitabıyla konuşur, kitapla söyler. Kitabın mânası onlarla anlaşılır ve gerçekleşir; onlar kitapla bilinir. Kitabın hükmü onlarla kaim ve bâkîdir. İnsanlar dünyanın dış yüzündeki süsüne, onlarsa hakikatlerine bakarlar. İnsanlar bu dünyayı gördüklerinde, onlar dünyanın geleceğinde müşahede ederler. Onlar dünyada kendilerini helâk edecek şeyi helâk ederler ve kendilerini kısa sürede terk eden mâsiva metaını terk ederler. Onların zikirleri susmak, sevinçleri hüzündür. Onlar dünyanın kendilerine yüz döndürecek hâllerinden yüz çevirirler. Hak yönünün gayrısından yüz gösteren eşyayı görmezden gelirler. Dünyanın metaı onların indinde eskimiştir, mamurluğu harap olmuştur, tamir etmezler. Dünyanın akıl alıcı sevgililerinden gönülleri alaka kesmiştir. Ahireti tahrip ederek dünya evini imara kalkışmazlar. Daima ölüm zikrini diriltir, hayat zikrini öldürürler. Cenab-ı Hakk’a gönül bağlamakla zikrine devam ederler, mâsivadan kaçınırlar. Cenab-ı Hakk’ın tecelli güneşinden aydınlanır ve Rab nuruyla halkı ışıklandırırlar.”

Bazı veliler demiştir ki: “Her ne zaman dünya ziyneti bana göründüyse, fenâ dolu bâtını da göründü ve ondan yüz çevirmemi sağladı.”

Ebu Talib Mekkî Hazretleri şöyle buyurdu: “Dünyadan çekinmek, Cenab-ı Hakk’ın evliyaya bir inayetidir. Her kim dünyayı ilk vasfıyla görürse, son vasfıyla aldanır. Dünyanın iç yüzünü bilen kimse dışındaki süslere kanmaz.”

Hakayık-ı âşinâ-yı âleme bigânedir dünya

îmâretyâb-ı istignâya bir vîrânedir dünya

89.    Hikmet

Ey aziz, eğer kalıcı bir şerefle şereflenmek istiyorsan, geçici olan dünya şerefiyle asla ilgilenme.

Eğerçi istiyorsan izz-i bâkî

Sakın olma esîr-i ızz-i fânî

Kalıcı şeref, Aziz ve Bâkî olan sebeplerin yaratıcısıyla maddî sebeplerin topundan müstağni olmaktır. Geçici şeref, sebepleri yaratan Bâkî Hak’tan gaflet ederek geçici sebeplerle zenginleşmektir. Aziz ve Bâkî olan Cenab-ı Hakk’a bağlanmak kalıcı şeref, geçici sebeplere bağlanmak geçici şereftir. Cenab-ı Hak’la aziz olan bir kimseyi, kimse zelil edemez. Mâsiva ile şereflenen kimse, mâsivanın yok olmasıyla zelil olup gider.

Hocası ölen bir talebe ağlıyordu. Onu gören ârif bir kişi neden ağladığını sordu.

“Üstadım öldü, ondan ağlıyorum!” deyince ârif:

“Niçin ölmeyecek birini üstad tutmadın?” diyerek irşad etti.

Abbasi halifesi Harun Reşid’i bir veli, emr-i bil-maruf ile ikaz etti. Halife buna çok kızdı. Katır çiftesiyle idamı için, çok çifteli bir katırla ahıra bağlanmasını emretti.

Uzun müddet geçtiği halde katırın veliye kuzu gibi itaat ettiği, bir zarar vermediği görüldü. Halife bunu duyunca daha çok öfkelendi, bir odaya kapatılıp kapısının taşla örülmesini emretti.

Bir süre sonra mahpusun saray bahçesinde gezip dolaştığını gördüler. Halife bu sefer veliyi çağırıp sordu:

“Seni oradan kim çıkardı?”

Veli şöyle cevap verdi:

“Beni bahçeye sokan!”

“Kim seni bahçeye soktu?”

“Hapisten çıkaran!”

Bu cevaplardan halife adamın ârif bir kişi olduğunu anladı ve güzel bir Arap atma bindirip sokaklarda dolaştırdı. Yanında bir tellal daima şöyle ilan ediyordu:

“Cenab-ı Hakk’ın aziz ettiği kimseyi, Harun’un zelil etmeye gücü yetmedi.”

Harun Reşid bu suretle kusurunu affettirip Cenab-ı Hakk’ın rızasını kazanmak istedi.

Mekke’de Harem-i Şerif te bir grup adam hacıları itip kakıyor, ihtişamlı bir adamın tavaf etmesi için ona yol açıyorlardı. O görkemli kişi de gösterişli bir şekilde rahatça tavafını yaptı.

Bundan bir müddet sonra yol üzerinde dilencilik eden birini, o gösterişle tavaf yapan adama benzettiler. Kendisine gerçekten o kimse olup olmadığını sordular.

Dilenci dedi ki:

“Evet, ben o gördüğünüz kimseyim. Şimdi dilencilik ediyorum. Bütün insanların alçakgönüllü davrandığı o tecelli mevkiinde kibirli davrandığım için Cenab-ı Hak, herkesin gösterişle yürüdüğü bu geçiş yolunda, beni alçak bir duruma düşürdü.”

Geçici mallarla izzetlenen bir kimsenin sonunda zillete düşeceğini anlattı.

90.      Hikmet

Hakiki tayy-ı mekan, ahireti sana senden daha yakın görünceye kadar dünya mesafesini dürüp kısaltmaktır.

Tayy-ı hakikî ey tâlib-i Hak

Tayy-ı seccil-i düny 5âdır ancak

Senden sana olsun tâ ki akreb

Dârü 's-sevâb-ı Feyyâz-ı Mutlak

“Tayy” dürmek demektir. Bir mürid daimî riyazet ve mücahedelerle tabiî kesafetini giderir. Sâlik kurb makamına ulaştığında, zaman ve mekânı kısaltıp uzatabilir. Bir yıllık mesafeyi, tecelli şimşeğinin süratine göre bir günde veya bir saatte veya bir anda geçer.

Bunun ayetle sabit bir örneği Hazreti Resulullah’ın(sas) Miraç gecesinde bir anda Kudüs’e varmaları ve veziri Asaf bin Berhiyâ’nın Hazreti Süleyman’a karşı “Ben Belkıs’ın tahtım göz yumup açıncaya kadar huzurunuza getiririm. ” (Neml/40) dediği anda Hazreti Süleyman’ın(as) bu tahtı önünde bulmasıdır.

Tayy-ı zaman ise birçok ayları ve asırları bir an ve daha az bir süreye çevirmektir. Bast-ı zaman, bunun aksidir. Yani bir anlık sürenin bir sene olması, daha doğrusu müridin mesela bir senenin hükmüyle tahakkuk etmesidir. Nitekim Peygamber Efendimiz(sas) Miraç gecesinin küçük bir kısmında yüce âleme yükselip Hak Teâlâ’nın büyük ayetlerini seyir ve temaşa eyleyip cennet ve cehennem katlarını gezip görerek dönmüş oldukları hadis-i şerifle sabittir.

“Bast-ı mekân” mesela bir saatlik mesafenin yıllarca gidildiği halde geçilemeyecek bir şekilde uzamasıdır. Israiloğulları’nın Tîh çölünde günlerce yürüdükleri halde yine o çölden çıkamayıp Arz-ı Mukaddes’e girememeleri ve kırk yıl bu çölde kalmaları bunun bir örneğidir (ilgili olarak bkz. Mâide/26). İşte bu tayy ve bast peygamberler için mucize, evliya için keramettir.

Hikmette bahsedilen tayy ise bunun gibi değildir. Bir müridin tayy-ı mekân etmesi mekr ve istidrac olabileceğinden değersizdir. Bir âbidin devamlı namaz ve oruçla tayy-ı zaman eylemesi de ucb (kendini beğenme) ve riya getirmesi ihtimaline göre gerçek tayy sayılmaz.

Ariflerin gerçek tayyı, dünya lezzet ve şehvetleriyle uğraşmamak, gönül alıcı süslerine iltifat etmemek, dünya ve dünyadakilerden gaib olmak suretiyle emellerinin mesafesini dürmektir. Böylece ahireti her an ve saat hazır ve mevcut bilerek göz önünde tutmak ve tercih etmektir.

Bu hakiki tayy ancak müridin kalbinde yakîn nurunun parlamasıyla hâsıl olur. Müridin hakikati gören gözünde bundan böyle dünya ve dünyadakiler yok olur, ahiret ve ahirettekiler hazır, mevcut görünür. Kendisi de yok olup, ona en yakın şeyler ahiret neşesi olur. Bu müşahedeleri gerçekleştiren mürid fânî sevgiden bâkîye döner. Dünyaya rağbet yakîn zayıflığından meydana gelir.

îltifât-ı çerhi görmem nâ-becâ bigâneye

Düşmen-i irfân olur elbette nâdân âşinâ

(İrfanın yabancısı olanlara zaman yüz gösterdiği için, irfansız olan nadanlar elbette irfana düşman olur.)

91.    Hikmet

Halkın vermesi mahrumluk, Hakk’ın vermemesi ihsandır.

Mahlûk-ı bî-vefânın oldu atâsı hırman

Hallâk-ı Lâ-yezârin her men z ayn-ı ihsan

Halk tarafından bir şey verildiği zaman onun gerçek vericisi olan Hak’tan gaflet edilirse, halkın vermesi mahrumluk olur. Bu dışarıdan ihsan gibi görünürse de, aslında mâsiva gözetilmiş olması ve nefsânî hazlar bulunması bakımından mahrumluktur.

Hak Teâlâ’nın vermemesinin ihsan olması ise, insan kalbinin bu men zamanında halktan gafil ve Hakk’a bağlı bulunmasından dolayıdır. Bu dıştan her ne kadar vermemek ve mahrumluk olursa da, hakikatte Hak Teâlâ kulunu mahrum ederek ihsan kapısına sığınmaya mecbur kıldığından aradan perde kalkar, nur açılır. Bu yüzden büyük nimettir.

Özetle halkın atâsı halka sevgi ve minnet doğurması ihtimali yüzünden mahrumluktur. Cenab-ı Hakk’ın men etmesi, vermemesi; gerçek sevgili olduğu için, her işi güzel olduğu için ihsandır. Hazreti Ali Efendimizin"’ vasiyetnamesindeki şu sözler bu hikmeti yorumlar: “Ey mü’min, Allah ile kendi aranda ganimet kabul etme ve kulların bağışını kendine borç ve diyet bil.”^

Bazıları şöyle demiştir: “Mahlûkun ihsanının minnet borcu, yoksunluğa sabırdan daha ağırdır.” Bazıları da: “Nezahet şerefi, menfaat neşesinden daha fazla sefa verir.” demişlerdir.

Ol mey ki neşvesinde ola buy-ı imtinan

Seng-i kaza dokunması yeğdir sebûsuna

(Verdiği neşede minnet borcu kokusu duyuluyorsa, o şarabın testisi kazaen kırılsa daha iyidir.)

92.    Hikmet

Kul peşin verdiği hâlde, Allah’ın mükâfatı veresiye olur mu?

Abde derhâl etmemekten ecr ü ihsanın ata

Oldu Hak âli kul âmil olduğu halde peşin

Hikmet ibaresinde geçen “nesîe” sözü veresiye mal vermeye denir. Bunda faiz şüphesi olduğundan hadis-i şerifte nesîede ribâ olduğu buyrulmuştur, meğerki süre belirlensin. Bu hikmetten ibadet ve taatlerin mükâfatının sırf ahirete münhasır kalmadığı anlaşılıyor. Bazı evliyaya, ahiretteki karşılığın bir numunesi olmak üzere dünyada da mükâfat verildiği görülmüştür. Bu, ibadetin bir kat daha artmasına sebep olur, tembelliği ve gevşekliği terk ettirir.

Peygamberlerden Davud, Süleyman, Yusuf, Ibrahim(as) ahirette görecekleri nimetlerin pek küçük bir örneği olmak üzere dünyada da saltanat ve servetlere sahip olmuşlardır.

Ashab-ı kiramdan Hazreti Osman, Abdurrahman bin Avfra) ve din imamlarından İmam-ı Azam Ebu Hanife, büyük evliyadan Abdülkadir Geylânî, Hâce Abdullah Ahrar Semerkandî de dünyada pek çok lütuf ve ihsana gark edilmiştir. Abdurrahman bin Avf Hazretlerinin vefatlarında dört hanımından birine doksan bin dinar verildiği, Hazreti Osman’ın diğer mallarından başka beş yüz kölesi olduğu, îmam-ı Azam’ın ticaret için çeşitli memleketlere Kûfe’den kervanlar ve kafileler gönderdiği, Gavs-ı Âzam’ın sofralarında bütün Bağdat fakirlerinin beslendiği, Hâce Ahrar’ın koyun sürülerindeki köpeklerin boyunlarındaki tasmaların halis gümüşten olduğu tarih kitaplarında yazılıdır.

Şu halde zarar veren, Hak’tan perdeleyip uzaklığa sebep olan dünya değil, dünya sevgisidir, Allah yolunda infak olunmayan mal ve eşyadır. Dünya sevgisinin bütün hataların başı olduğu hadis-i şerifle sabittir. Helalinden kazanılan ve Hak yolunda sarf edilen mal selamet ve kurtuluşa sebep olur. Hadis-i şerifte: “Hayırlı mal Allah yolunda infak edilendir,” ve “Salih kul için salih mal, ne güzel maldır. ” buyrulmuştur.

Dış yüzünden bakma dünyâya seni magbun eder

İç yüzünden gör ki bir âyine-ı vahdet-nüma

(Dünyanın dış yüzüne bakarsan seni aldatır. İç yüzüne bak da vahdet gösteren bir ayna olduğunu anla.)

93.     Hikmet

Ey mürid, Cenab-ı Hakk’ın seni kendisine ibadet etmeye nasipli kılması, ibadetine karşılık mükafat olarak sana yeter.

Hüdânın ettiğin tâat için ecr ü sevabından

Seni ol tâate ehl ettiği elbette kâfidir

Dünyada salih amelin karşılığından biri de o amele Cenab-ı Hakk’ın kulunu lâyık görüp ehil etmesi, muvaffakiyet vermesidir. Mademki Hak Teâlâ bir kuluna ibadet etmeyi nasip etmiştir, bu başarı dünyevî bir karşılıktır. Kul tabiat pisliğine bulaşmış, kirli, aşağılık bir mahlûk olduğu halde, nasıl olur da bütün kâinatın mâliki olan Cenab-ı Hakk’ın hizmet ve ibadetine liyakat kazanıp hak eder? Mademki Cenab-ı Hak o kulun ibadetini nasip ve kabul etmiştir; şüphesiz bu büyük bir devlet, dünyada ihsan edilmiş büyük bir nimettir.

94.     Hikmet

Cenab-ı Hakk’ın amel sahiplerine, mükafat olarak açtığı maarif kapısı ve bağışladığı yakınlık yeterlidir.

Cezâ olmak için eyler kifayet vakt-i tâatte

Kulûbunda ibâdet ehline Hakk’ın tecellîsi

Olur kâfi dahi bu zümre-i ehl-i kerâmâta

Arûs-ı bezm-gâh-ı üns-i Yezdân ’ın tedellîsi

(ibadet edicilere mükâfat olmak üzere onların taat vaktinde Cenab-ı Hakk’ın kalplerine tecellisi yeter. Bu keramet sahibi zatların Cenab-ı Hakk’ın dostluk dergâhına yaklaştırılmaları da kâfi gelir.)

Amellere şimdiden gelen (muaccel) karşılıklardan biri de taat halinde ledün ilhamlarından açılan maârif kapısıdır. İbadetten sonra Cenab-ı Hak’la ünsiyetten gelen nurlardır. Bunlar rızanın yansımasıdır.

“Üns” sevgilinin cemalinin müşahedesinden kalpte meydana gelen sevinçtir. Üns müridi yaşamından razı eder, vaktini zevk ve hoşnutlukla doldurur. Sofilere göre bu mutluluk cennetliklerin sefasına benzer. Bu zevkler Hak âşıklarının geceleyin yalnız başına ibadet ettiklerinde ve münacatlarında hissedilir. Alemde bu zevk ve sefa kadar hoş olan hiçbir duygu yoktur.

îbn Ebu’l-Havârî Hazretleri anlatıyor:

Bir gün Ebu Süleyman Dârânî Hazretlerinin huzuruna vardım. Gördüm ki pek çok ağlıyorlar, şaştım ve sebebini sordum. Dediler ki:

“Ya Ebu’l-Havârî, gece karanlığı bütün ufku kaplayıp gafil gözler tecelli nurundan kapandığı (uyuduğu) ve her dost dostuyla yalnız kalarak vuslat neşesine daldığı zaman muhabbet ehlinin tam bir incelik ve hassasiyetle azalan yumuşar, hasret gözyaşları yüzlerine akmaya, çenelerinden damlamaya başlar. İşte o vakitte Cenab-ı Hak Hazretleri Cebrail’e iltifat eyleyip buyur ki:

‘Ey Sidre’nin simurgu, yeryüzünde kim benim sözümle tatlanır, zikrimle rahatlarsa ben onların odalarındaki hasretli hallerini bilirim, âşıkça inlemelerini işitirim. Doğruca içlerine in ve onlara de ki: Ey âşıklar, siz sevdiğini üzen bir sevgili gördünüz mü? Hiçbir dost dostuna azap eder mi? Karanlık gecelerde bârgâh-ı sübhânîsine sığınanları azarlayıp suçlar mı? Bu Cenab-ı Hakk’ın şanına yakışır mı? Ben ulûhiyetime kasem ederim ki, onlar yevm-i kıyamette huzuruma geldiklerinde vech-i kerîmimden yetmiş bin perdeyi kaldırarak arz-ı cemâl ederim.’

Artık ben nasıl ağlamayayım?”

Kalksa geceler aşk ile Allah dese bir kul

Lebbeyk der ana lûtfile Yezdan gecelerde

95.    Hikmet

Cenab-ı Hakk’a sevap kazanmak veya cezadan kurtulmak için ibadet eden kimse, Hakk’ın sıfatına uygun davranmış olmaz ve kulluk vazifesini hakkıyla yapmış sayılmaz.

Hüdâya her kim eylerse ibâdet

Berâ-yı ecr ü def-i kahr-ı Yezdan

O âbid olmadı hayfâ ki kaim

Hüdânın hakk-ı evsâfıyla bir an

Sevap kazanmak ve ceza kaldırmak için yapılan ibadet makbul ve kulluk edeplerine uygun değildir. Zira İlâhî sıfatların haklarını yerine getirmek, ibadetlerin nefsanî bazlardan uzak olarak yapılmasına bağlıdır. Sevap kazanmak ve cezadan kurtulmak ise nefs bazlarından sayılır. Çünkü Cenab-ı Hak, zatında ibadete müstahaktır. İbadete karşılık olarak sevap vermek ve cezadan korumakla mukayyet değildir. Kul, kullukla mükelleftir. Cenab-ı Hakk’a ibadet etmekle yükümlü ve sorumludur. Allah’ı seven kul bu yüksek mertebede sevilenin rızasına bağlıdır. Bütün dileği şüphesiz sevdiğinin dileğinin aynıdır. Artık ibadetin zatının hakkını yerine getirmek için yapılması, nefsanî bazlardan uzak tutulması gereklidir.

Cahiller nefs bazlarından olan sevaba ulaşmak ve cezadan kurtulmak için ibadet ettiklerinden zevkten ve mârifetten mahrum kalırlar.

Sehl bin Abdullah Tüsterî Hazretleri buyurmuştur: “Güneşin batıp doğmasıyla yeryüzünde gün geçiren insanların topu Hak ve ibadet cahilidir. İrfan sahipleri ise Cenab-ı Hakk’ı nefslerine, canlarına ve cennetlere tercih ederler.”

Eski semavî kitaplarda yazıldığına göre Cenab-ı Hak Hazreti Davud’a şöyle buyurdu: “Benim dostlarımın en sevgilisi, sevap isteklisi olmayarak, yalnız rububiyet hakkını ifa etmek için bana ibadet edendir.”

Zebur’da da şöyle buyurmuştur: “Cennet isteği ve cehennem korkusu dolayısıyla bana ibadet eden insandan daha zalim kim olabilir? Ben cennet ve cehennemi yaratmamış olsaydım, acaba ibadete müstahak olmaz mıydım?”

Hazreti İsa(as> seyahati sırasında ibadet ateşiyle bedenleri eskimiş bir kavme rastladığında:

“Siz kimsiniz?” diye sordu.

“Biz Allah’ın kullarıyız!” dediler.

“Neden ibadet ediyorsunuz?”

“Cehennem korkusundan!”

Bunun üzerine onlara şöyle diyerek yoluna devam etti:

“Cenab-ı Hakk’ın sizi korktuğunuzdan emin etmesi haktır!”

Daha sonra devamlı olarak zikir ve ibadetle meşgul olan bir kavme rastlayıp onlara da niçin ibadet ettiklerini sordu.

“Cennet ve nimet umudu için!” cevabını verdiler.

“Umduğunuzu vermek ulûhiyetinin şanındandır.” buyurarak yoluna devam etti.

Bir ibadet edici taifeye daha rastladı, onlara da aynı soruyu sorduğunda;

“Biz muhabbet ehliyiz. Ne cennet arzusuyla, ne de cehennem korkusuyla ibadet ederiz. Bütün amacımız Hakk’ın rızasıdır!” cevabını aldı.

Bunun üzerine:

“Siz Allah’ın evliyası ve beraber olmakla emrolunduğum kullarısınız!” buyurdu ve onların arasında kaldı.

Ebu Hâzım Medenî Hazretleri şöyle buyurmuştur: “Mabuduma azap korkusundan dolayı ibadet edip de korkmadıkça iş görmeyen kötü kul sayılmaktan; sevap için taat eyleyip de ücreti verilmedikçe çalışmayan kötü amele olmaktan utanırım. O’na şevk ve sevgimden dolayı ibadet ederim.”

Hadis-i şerifte buyruldu: “içinizden biri korktuğundan dolayı ibadet eden kötü kul ve ücreti verilmedikçe çalışmayan kötü ücretçi gibi olmasın.”

Ebu Talib Mekkî Hazretleri anlatmıştır:

Ali bin el-Muvaffak rüyasında cennette çeşitli nimetler içinde, etrafında gılmanların kendisine hizmet ettiği birini gördü. Bir de cennet kapısında durarak giriş yerlerini araştıran, bazı yerleri girişe müsait, bazılarını kapalı bulan bir kimse gördü.

Sonra daha yükseğe çıkarak Hazretü’l-Kuds’e erişip arş sarayının içinde Allah’ın cemalinden asla gözlerini ayırmayan, vahdet nurlarına gark olmuş bir zat daha gördü. Bunların kimler olduğunu cennet hizmetlilerinden sorduğunda dediler ki:

“Üçüncü zat, cennet şevki ve cehennem korkusu olmaksızın, yalnız muhabbet ve irfan ile ibadet eden Maruf Kerhî Hazretleridir. Kıyamete kadar cemal müşahedesiyle vuslat nurlarına gark olacaktır. Birincisi Bişr bin el-Hâris, İkincisi Ahmed bin Hanbel’dir.”

Süfyan Sevrî Hazretleri, Rabiatü’l-Adeviyye Hazretlerine; “Sizin imanınızın hakikati nedir?” diye sordu. “Cenab-ı Hakk’a cehennem korkusu ve cennet şevkiyle ibadet etmem, ancak muhabbet zevki ve vuslat şevkiyle ibadet eylerim. İmanın hakikati budur!” cevabını aldı.

96.     Hikmet

Ey sâlik, Cenab-ı Hak sana verdiğinde ihsanını, vermediğinde kahrını göstermiş, her iki halde de sana kendini bildirmiş ve nazar etmiştir.

Her ne dem ıtâ ederse ol Hüdâ

Ey mürid işhâd eden birrin sana

Men’ ederse Hak seni de her ne dem

Gösterir kahrın sana bî-şüphe hem

Her iki halde sana mâruftur

Lûtfile ikbâl ile mevsûfiur

“Birr” cömertlik, kerem, lütuf ve ihsan gibi cemal sıfatıdır. “Kahr” zorlamak, büyüklük göstermek, izzet ve istiğna gibi celal sıfatıdır. Men etmenin ve vermenin açıklaması yukarıda yapılmıştı.

Kullardan istenen ancak Cenab-ı Hakk’ı sıfat ve esması ile bilmektir. Bu mârifet ancak Allah’ın bildirmesiyle gerçekleşir. Bu da celâli veya cemâli sıfat tecellileriyle hâsıl olur. Cenab-ı Hak has kullarına bu iki tecellisiyle, yani vererek veya vermeyerek kendini bildirir. Bu tecellilerin ikisi de lütuftur, çünkü böylece kuluna yönelmiştir. Allah’ın âdeti budur.

Süfyan Sevrî Hazretleri anlatıyor:

Beni asla görmemiş olan Eba Habîbü’l-Bedevî Hazretlerinin huzuruna vardım, selâm verdim. Bana dedi ki:

“Sen ‘Süfyan şöyle dedi, böyle dedi’ denilerek sözleri anlatılan Süfyan Sevrî değil misin?” “Evet!” dedim.

“Allah’tan başka kimseden hayır görmedik, öyle değil mi?”

Tasdik ettim. Bu defa:

“Bütün iyilikleri, lütufları kendisinden gördüğümüz zatla buluşmayı niçin istemiyoruz? Ey Süfyan, Cenab-ı Hakk’ın vermemesi cimrilikten, yokluktan değil, nazar ve imtihandan dolayı olduğundan sırf atânın kendisidir. Ey Süfyan, senin bir dostun ve bir işin olduğunu hissediyorum!” deyip benden ayrıldı ve güttüğü koyunların yanına gitti.

Gerçi buhl olmazsa da Feyyâz-ı Mutlak’tayine

Muntazamdır cümle eşya silk-i isti'dâd ile

97.      Hikmet

Ey mürid, Cenab-ı Hakk’ın vermemesinden dolayı üzülmen Cenab-ı Hakk’ı bilmediğindendir.

Olsaydı Hak'tan eğer fehmin ey gönül

Men 'iyle olmaz idin eseryâb-ı gam

Vermesi de, vermemesi de Cenab-ı Hakk’ın müride iki büyük nimeti olduğu için her iki halde de zevk ve sefa almak gerekir. Yalnız atâ ile rahatlayıp, vermemesiyle elemlenmek İlâhî tecelliden habersiz olmaya delil olur. Çünkü Allah’ın vermemesi, müridi âlemlerin sığınağı olan ahadiyet dergâhına sevk etmek, sevdiği evliyasından kılmak içindir. Dünya ise velilere haramdır.

Cenab Fudayl Hazretleri: “Yarabbi, beni ve ayalimi acıttın ve dünyadan ayırdın. Bu men edişin ve ayırışın has kullarına mahsus büyük bir lütuftur. Buna ne yüzden nâil oldum?” diye münacat ederdi.

Bu men, Cenab-ı Hakk’ın geçici nimete ve geçici dünyaya müridi layık görmemesinden de olabilir. Mürid bu manayı anlarsa, o atâdan ziyade men’den zevk ve tat alır.

İbrahim Havvas Hazretleri buyurdu: “Fakr sıfatı fakir için iki haslet olmadıkça sahih olmaz:

1)     Cenab-ı Hakk’a itimat,

2)      Kendisine verilmeyen şeylere şükretmek.

Fakir olan kimsede men halindeki ilâhı nazar, atâdaki ilâhı nazardan üstün olmadıkça mükemmellik hâsıl olmaz. Bu mükemmelliğin alâmeti de atâda bulmadığı lezzeti, men işinde bulmaktır.”

Derdi tefrik eyleyen dermandan âşık değil

Aşık oldur derdine derdi yine derman ola

98.      Hikmet

Ey mürid, Cenab-ı Hak çok defa sana taat kapısı açar da kabul kapısını açmaz. Bazen de işlediğin bir günah, seni Hakk’a eriştirir.

Fetheder Allah sana çok kere bâb-ı tâati

Halbuki bâb-ı kabulü eylemez feth ü küşâd

Bazı kere zenb ile eyler sana hükm ü kaza

Vasl-ı Hak'ta halbuki bu zenb olur râh-ı sedâd

Müride gereken, eşyanın suretlerine değil hakikatlerine nazar etmektir. Zira taatin sureti, ihlâsı bozan birtakım afetleri içerdiğinden kabulü iktiza etmez. Günahın sureti (dış görünüşü) de bazen Hakk’a yaklaşmaya ve ulaşmaya sebep olur; uzaklaşıp kovulmayı gerektirmez. Hatta bazı günahlar vardır ki sahibini cennete sokar.

Taat dairesinde bazen kabul kapısının açılmaması, taatin ucb ve riyayı getirmesinden, kulun taate güvenip kibirlenmesinden, günahkârları hor görmesinden dolayıdır. Bunlar ihlâsı bozan taat afetleridir.

Bazı günahların vuslata ulaştırması ise günah işleyenin mağfiret kapısına sığınmasına, özür dileyip nefsini kötüleyerek saf ruhları yardıma çağırmasına sebep olduğundandır.

Ebu Hâzim Hazretleri dedi ki: “Müridi sevindiren hasene kadar zararlı bir seyyie olamaz, günahkârı üzen günah kadar faydalı bir güzel amel bulunamaz. Zira sevinç veren iyilik, güven ve büyüklenme getirir. Hüzün veren günah ise korku ve haşyet doğurur. Günah işleyeni ahirete yöneltir ve daha sonra Cenab-ı Hakk’ın rızasına sebep olabilir.”

99.    Hikmet

Zül ve iftikar veren mâsiyet, izzet ve büyüklük veren taatten hayırlıdır.

Olur bir mâsiyet ki iftikar u zilleti muris

O kibr ü izzet îrâs eyleyen taatten evlâdır

Şüphe yoktur ki alçaklık ve muhtaçlık kulluk vasıflarından bir vasıftır. İzzet ve büyüklük de Rablik sıfatlarından birer sıfattır. Bir mürid kendi beşerî sıfatıyla tahakkuk ederse, mutlaka Rahman’ın feyzine erişir. Rablik sıfatıyla sıfatlanmaya kalkışırsa zillete düşer, hüsrana uğrar.

O yüzden insanın kendi sıfatıyla sıfatlanmasına sebep olan mâsiyet, şüphesiz Cenab-ı Hakk’ın sıfatıyla sıfatlanmaya sebep olan taatten hayırlıdır.

Ebu Medyen Mağribî Hazretleri: “Âsinin inkisarı, mutînin celâdetinden evlâdır.” dedi.

Ebu’l-Abbas Mürsî Hazretleri merhametli, şefkati bol bir kimseydi. Günahkâr yahut itaatli, yaramaz veya iyi herkese hürmet ve ikram ederdi. Günahkârlara, itaatli mü’minlerden ziyade saygı gösterirdi.

Hazreti Isa(as) bir gün sâlih bir kişiyle birlikte Mescid-i Aksâ’ya gitti. İkisi bir köşeye çekilip oturdular, onları takip eden fâsık bir kişi de diğer tarafa oturdu. Bu günahkâr kişi yaptığı günahları düşünüp af ve mağfiret dilerken, Hazreti İsa’nm(as) yanındaki adam bu fâsıkı görüp nefretle küçümseyerek; “Yarabbi, şu fâsıkla beni ahirette aynı yere koyma!” diye dua ediyordu.

Hak Teâlâ derhal Hazreti İsa’ya vahiy indirerek; sâlihin de, fâsıkın da duasını kabul ettiğini yani fâsıkı af ve mağfiretle cennetlik, sâlihi de kibri ve ucbu yüzünden amelini silip cehennemlik ettiğini ve onu fâsıkla bir arada bulundurmayacağını bildirdi.”

Eban bin lyaş Hazretleri anlatıyor:

Ben Basra’da Ashab-ı Kiram’dan Enes bin Malik’in yanından çıkıp giderken dört zencinin bir cenazeyi götürdüğünü gördüm. Hiç cemaati olmamasına hayret edip üzülerek onları takip ettim. Musallaya varınca cenaze namazı için imam olmamı istediler. Namazı kıldırdım ve onlara cenazenin kim olduğunu sordum. Orada bulunan bir kadını işaret ederek:

“Bizi şu kadın kiraladı, getirtti!” dediler.

Defnettikten sonra o kadın sevinç içinde gülerek kalktı, gitti. Merak edip arkasından yetiştim: “Cenaze kimindi ve niçin güldün?” diye sıkıştırdım.

Mecbur kalıp anlattı:

“Bu benim oğlumdur, dünyada işlemedik günah bırakmadı. Nihayet üç gün kadar hastalık çekip yattı ve bana vasiyet edip dedi ki:

‘Anneciğim, ben son nefesimi verince komşulara ve kimseye haber verme ki sevinirler ve cenazeme gelmezler. Seni biraz daha üzerler. Yalnız şu yüzüğüm üzerine kelime-i şehadet yazdırıp kefenimin içine koy! Umarım ki af ve mağfirete uğrarım. Ayağınla yüzüme basarak, işte Rabbine âsi olanın cezası budur, de! Bir de beni defnettikten sonra iki elini göğe kaldır da; Yarabbi, ben bu oğlumdan razıyım, sen de razı ol diye dua et!’

Ben bu vasiyeti yerine getirip dua ederken oğlum yukarıda açıkça göründü ve gayet anlaşılacak bir dille;

‘Anneciğim, gözün aydın! Ben rahmeti sonsuz ve âsilere keremi daha çok olan Rabbimin huzuruna affedilerek geldim!’ dedi. Onun için güldüm.”

100.     Hikmet

İki nimet vardır ki ondan hiçbir mevcut hariç değildir ve her mevcut için lazımdır. Bunlar icat ve imdat nimetidir.

Hazreti Hakk’ın iki nimeti var

Zerre hâriç değil andan asla

Dahî her kâin için de lâzım

Feyz-i îcâd ile ımdâd-ı Hüdâ

İcat ve imdat nimetleri her şeye lazım olan iki nimettir. Zira yoktan var olmak için icat nimetine, var olduktan sonra varlığını devam ettirmek için faydalı olanları almak, zararlı olanlardan korunmak bakımından imdat nimetine muhtaçtırlar. Bir başka deyişle icat nimeti önceki yokluğu, imdat nimeti varlığa bu yokluğun ulaşmasını kaldırır.

Eğer icat nimeti olmasa, âlemde hiçbir varlık yokluk sahrasından çıkamazdı. İmdat nimeti yetişmese hiçbir varlık varlığını sürdüremezdi, varlığı tam olmazdı. Onun için bu iki nimet her şeyin ihtiyacıdır. Bu ihtiyaç onlardan asla ayrılmaz.

Ebu Medyen Mağribî Hazretleri:

“Ekvan, müstakil ve hakiki mevcut olan Vâcibü’l-Vücud’dan yardım alıp varlık kazandığı gibi, kâinatın maddesi de bu varlıktan sızar (mütereşşih), bu bakımdan maddenin kesilmesi (inkıta-ı madde) şüphesiz varlığın yıkılmasını mucip olur”, diyerek bu hikmete işaret etmiştir.

101.     Hikmet

Ey mürid, Cenab-ı Hak seni yoktan var ederek önce icat nimeti verdi, sonra sürekli yardım ederek sana imdat nimetini ihsan etti.

Hazreti Feyyâz-ı Mutlak eyledi ihsan sana

îbtidâ îcâd ile hem sâniyen imdâd ile

Bir insan bâtından zâhire çıkmasının önce Cenab-ı Hakk’ın varlık vermesine, sonra varlığını sürdürmesinin O’nun yardımına bağlı olduğunu bilirse, yoksunluk ve muhtaçlığının kendisinin zatî bir sıfatı olduğunu, daima Cenab-ı Hakk’ın yardımına muhtaç bulunduğunu aynel-yakîn idrak eder.

İnsan beden ve ruhtan mürekkeptir. Bu bakımdan varlığını devam ettiren yardımlar çeşitlidir. Bu imdatların bir kısmı beşerî varlığa ait olan yiyecek, içecek gibi bedenini ayakta tutan maddî kuvvetlerdir. Bazısı da ruhun gıdası olan iman, irfan, dinî ilimler gibi manevî kuvvetlerdir. Birincisi icat nimetidir ve mü’min, kâfir, münafık, sâlih, fâsık ayırmaksızın herkese ulaşır. İkincisi ise mü’minlere mahsustur. Bazısı da yüksek fenler, sanat bilgileri gibi akıl kuvvetiyle ilgilidir.

Şu halde saadet ehlinin kalplerindeki iman ve taat muhabbeti, küfür ve mâsiyetten nefret etmeleri İlâhî icatlardandır. Mü’minler Cenab-ı Hakk’ın bu iki nimetine erişmeselerdi, hayatları boyunca dalalet vadisinde ve cehalet karanlığında kalırlardı. İşte buna Cenab-ı Hak Kur’an-ı Hakîm’inde şu ayet-i kerîme ile işaret buyurmuştur: “Fakat Allah imam size sevdirmiş ve onu kalplerinize güzel; fışkı, küfrü ve isyanı çirkin göstermiştir. İşte doğru yolda olanlar bunlardır. Bu, Allah’tan bir lütuf ve nimettir. ” (Hucurât/7)

İmam Kuşeyrî Hazretleri şöyle buyurdu: “Bir mü’min ilk önce dalâlet çeşitlerine, bâtıl yolların çokluğuna, bid’atler ve hevalarda insanı yanıltanların şiddetine ve aradaki birbiriyle uyuşmayan bunca insanın fikir hareketlerine baksa; ikinci olarak bedeninin zayıflığına, aklının eksikliğine, işlerdeki bilgisizliğine, şahsî hallerinde karşılaştığı zorluklardaki ihtiyacının şiddetine ibretle nazar etse; üçüncü olarak dininin sağlamlığını, tevhidinin şirkten, irfanının şüpheden temizliğini düşünse; bu nimetin kendi gayreti ve çalışması sayesinde hâsıl olmadığını, sırf İlâhî fazlın ve keremin semeresi olduğunu yakînen bilir. Zira; “sizlere açık ve gizli nimetlerini bolca ihsan etti.” (Lokman/20) ayeti anlamınca Cenab-ı Hak iman ehline nimetleriyle hep yardım edicidir, nimet eserleri tevhid ehline devamlı yardımcı olmakta, keremi irfan sahiplerine sürekli olarak zuhur etmektedir.”

Bu sözlerden anlaşıldığına göre sâlik, bu nimetin kadrini bilip onun korunmasında ve üzerinde kalmasında ancak Cenab-ı Hakk’a tevekkül etmeli, aklına ve ameline güvenmemelidir.

Bazı ârifler dedi ki: “Her kim Cenab-ı Hakk’ın tevhidinde aklına tâbî olursa, onun tevhid nuru cehennem ateşinden kurtaramaz.”

Bayezid Bestamî Hazretleri buyurdular: “Ben Hakk’ı Hak ile, mâsivayı Hakk’ın nuruyla bildim.”

102.    Hikmet

Ey talip, yoksunluğun ve muhtaçlığın zatîdir. Bu ıztırarın yenilenerek, değişerek devam etmesi zatî yoksunluğunu sana bildirmek içindir. Zatî yoksunluğu arızalar ortadan kaldıramaz.

Senin ’çün fakr u fâka şüphesiz bir emr-i zâtidir

Müzekkirdir sana gizli olan akşamını esbab

Seni ger nimet-i icâd u imdâd etse de iğna

Avârız eylemez zâti olan bir fâkayı izhâb

insan için yokluk ve yoksunluğun zatî olması, icat ve imdat nimetinin her mevcut için olduğu gibi insan için de gerekli olmasından dolayıdır. Çünkü bu iki nimet olmasa, insan ortaya çıkmazdı, insan, varlığının başında ve devamında Cenab-ı Hakk’a ve icat ile imdat nimetine muhtaçtır. Her ne kadar beden sıhhati, mal çokluğu sebebiyle ihtiyacı gizlenirse de bu haller değişip kaybolabildiği için insan yaratılışının özelliği olarak muhtaçlığı bu geçici arızalarla ortadan kalkmaz.

Nimete erenler için açlık, susuzluk, hastalık, keder gibi celâlî tecelli eserleri; bu gizli muhtaçlığı andırıp gaflete düşmekten uyaran İlâhî nimetlerdir. Zenginliğe ve refaha ulaşmış olan kimse ummadığı bir musibete uğrayıp acze düşerse, derhal uyanarak zatî muhtaçlığını idrak eder. Kulluk vazifelerine döner, istidracdan kurtulur. Sağlığı ve zenginliği devam ederse, halinin düzgünlüğüne aldanarak hüsrana uğrayanlar arasına katılır.

Bu yüzden bazı ulema demişlerdir ki: “Firavun’un tanrılık iddiasına kalkışması, zenginliğinin, sıhhat ve afiyetinin dört yüz sene kadar devam etmesinden ve her türlü istidrac harikalarını becererek, başı ağrımaksızın, dişi sızlamaksızın fevkalade bir debdebe ile emellerine uygun hüküm sürmesinden dolayıdır. Eğer onu bir musibet yahut hastalık kederlendirseydi, tanrılık davasına kalkışmazdı.”

Bununla birlikte afiyetin ve nimetin devamının gaflet getirmesi ve gelen ıstırabın muhtaçlığını hatırlatması insanların çoğuna göre geçici bir uyarı olur. Bunlar muhtaçlığa düşünce hemen Cenab-ı Hakk’a ihtiyaçlarını arz eder, ihtiyaçları ortadan kalkınca muhtaçlıklarını yine unuturlar.

“İnsan bir zorluğa uğrayınca bize yalvarır.” (Zümer/49) ve “Denizde başınıza bir belâ geldiğinde, Allah'tan başka bütün yalvardıklannız kaybolup gider. Derken o sizi kurtarıp karaya çıkardığında, yine yüz çevirirsiniz.” (Isrâ/67) ayetleri bu manayı gösteren ayetlerdir.

Ama ârif-i billâh olanlar daima zatî yoksunluklarını görürler ve yüksek manevî derecelere ulaşırlar. O yüzden bu hatırlatma sebeplerine muhtaç olmazlar. Eğer bunlar kahrî sebeplere maruz kalırlarsa bu, ikaz için değil kulluk mertebesindeki sadakatlerini göstermek ve mükâfatlarını artırmak, derecelerini yükseltmek içindir. Çünkü yoksunluk (fakr) üç kısımdır:

1)    Avam için olan yaratılıştan ileri gelen yoksunluk,

2)    Havassa ait olan yoksunluk sıfatı,

3)    Havassın da üstündekilerin hali olan yoksunluk.

Bunları biraz açarsak;

1)    Zatî yoksunluk hatırlatmaya muhtaçtır.

2)    Sıfat yoksunluğu; dünya ve dünyaya dair olanlardan, ahiret ve ahiretle ilgili şeylerden sıyrılmak ve Hakk’a yönelmektir. Bunun sıfat yoksunluğu olması, beşerî sıfatlardan sıyrılmakla hâsıl olduğundandır. Çünkü ihtiyacın sebebi beşerî sıfatlardır. Fakrın bu kısmıyla sıfatlanan evliyalar için hatırlatma sebepleri meydana gelirse de bu, terakki içindir.

3)         Ehass-i havassın yoksunluğu; Hakk’ın varlığıyla var olma ve fani varlıktan sıyrılmadır ki, tam ihtiyaçsızlıktır. Bunda hatırlatmaya ihtiyaç asla tasavvur edilemez.

Bu fakrla sıfatlanabilmek için bütün dünya ve dünya ilgili şeyleri terk etmiş, cennet arzusundan sıyrılmış olan bir ârife hüsnüzannından dolayı bir kese altın sunmak isteyen cömert bir zengin, hediyesini kabul etmek yerine şu irfanlı cevapla karşılaşmıştır:

“Ben gınanın (zenginliğin, ihtiyaçsızlığın) aynı olan bu fakrı; dünyayı, ukbâyı ve kıymet biçilmez pek çok mal mülk vermekle satın alabildim. İnsaf et, senin şu bir parça dirhemlerine mukabil onu nasıl satabilirim?”

Surette gedâyân-ı nemed-pûş-ı melâmet

Mânâda selâtîn-i mülk-i hayl ü haşemdir

(Dış görünüşte keçeye ve melâmete bürünmüş dilenciler, hakikatte maiyeti kalabalık ve malları çok olan sultanlardır.)

103.     Hikmet

Ey talip, senin için vakitlerin en hayırlısı, yoksunluğu gördüğün, zillete döndüğün vakittir.-

Hayırlı en ziyâde vaktin âlemde senin ey dil

Zamân-ı fâka ve vakt-i rücû-ı fakr u zillettir

Yoksunluk ancak dünya ve şehvetlerinin zaruri olarak kaybolmasıyla görülebilir. Bu vakitte mürid yoksunluğa ve muhtaçlığa dönerek sebeplerden umudunu keser; kalbi İlâhî huzurla, üns zevkiyle dolar. Artık onun için yoksunluk ve muhtaçlık vakti en şerefli vakitken, zenginlik vakti ona en kötü zaman görünür.

Atâ Süllemî gibi ârif bir zat, birkaç gün yemek yemeden oruçlu olup hiçbir şeye gücü kalmayınca kalbi zevklerle dolmuş. Coşkuyla ellerini kaldırıp yalvararak:

“Yarabbi, eğer beni üç gün daha yemeksiz bırakırsan, rızan için yüz rekât nafile namaz kılarım.” diyerek yoksunluğu görme vaktinin yüksekliğini belirtmiştir.

Fethi Musûlî Hazretleri de bir gece evine geldiğinde ne yiyecek, ne içecek, ne yakacak bir şey bulamamış, hemen şükretmeye başlayıp;

“Yarabbi, hangi sebep ve vesile ile beni büyük evliyalarına ettiğin bu muameleye lâyık kıldın ve beni feyiz ve atâlara gark ettin?” demiştir.

Fudayl bin lyaz Hazretleri ihtiyaç vaktinde;

“Yarabbi, bu lütfa hangi amel sebebiyle mazhar eyledin? Bana bunu ilham et ki o amele kıyamete kadar devam edeyim.” diyerek münacatta bulunmuştur.

İleri zâhidlerden Rebî bin Haysem’e pazarda fiyatların arttığı haber verilince şöyle buyurmuştur:

“Bizi aç koymasından korkmayın! Zira açlık susuzluk evliyaya nasip olur.”

Sıdk ile dâde-i takdîr-i Hüdâ ol

Verme helecan kalbine tedbîr ile asla

104.     Hikmet

Ey talip, Cenab-ı Hak seni halktan soğutursa, sana dostluğunun kapısını açacak demektir.

Ne dem eylerse mahlûkundan ol Mevlâ seni îhaş

Teyakkun et ki bâb-ı ünsü fethetmek murâd eyler

İlâhî üns kapısı insanlardan uzak durmakla açılır. Mârifet ehlinin insanlarla dostluk pazarı kurması hakikatte iflâs alâmetidir. Çünkü ne zaman ilâhı üns kapısı açılırsa, halktan uzaklaşma ve Hak huzurunda tahakkuk ve vahdet hâsıl olur. Halktan soğumak diye tercüme ettiğimiz “vahşet”in manası halktan kalbiyle uzaklaşmak, yüz çevirmek, içten nefret etmek, onlardan daralmak, sıkılmaktır. Bu yüzden melekût âleminin acayipliklerini müşahede eden Bayezid Bestamî Hazretlerine; “Hoşuna giden bir şey gördün mü?” diye soranlara; “Beğendiğim hiçbir şey görmedim!” cevabını vermiş, has bir kul olduğunu göstermiştir. Bu hal üns makamında tahakkuk etmenin gereğidir.

Mestâne-i serbâz-ı tarab-hâne-i cân ol

Müstağnî-i işret-gede-i her dü cihân ol

(Neşe evinin sarhoşu ol, iki cihanın meyhanesine de muhtaç olma.)

105.     Hikmet

Cenab-ı Hak senin dilini talep ve dua için çözdüğünde, istediğini vermek istiyor demektir.

Duâya her ne dem tevfik ederse Hak seni ey can

Bunu bil ki murâd etmiştir elbette sana ihsan

Zatî yoksunluğu görmekle, dilinden susmak (samt) düğümünü çözerek isteyen ve dua eden, dileğine kavuşur. Zira ıztırar diliyle dua edenin dualarına icabet edileceği ayetle vaat olunmuştur: “Allah sözünden dönmez. ” (Al-i Imran/9, Ra’d/31)

Resulullah Efendimiz'"’ buyuruyor: “Kendisine dua verilen, duaya muvaffak edilen kimse; icabet eserinden mahrum olmaz. ”

Yine hadis-i şerifte: “Sizden her kime dua için izin verilirse, yani duaya muvaffak olursa, ona rahmet kapıları açılır. Allah 'tan isteyeceği şeylerden ona dünya ve ahirette af ve afiyet istemekten daha güzel bir şey olamaz. ” buyrulmuştur.

Şeyh Ebu Bekir Haffaf Hazretleri demiştir ki: “Cenab-ı Hak şüphesiz dua edenin sesini sever. O halde duayı nasıl kabul etmez? Eğer dua edenin feryadını sevmemiş olsaydı, dua kapısını ona açmazdı.”

Hadis-i şerif: “Allah bir kulunu sevdiği vakitte onu belâya uğratır. O kul dua ettiği zaman melekler:

‘Bu sefa veren bir sestir.’ derler.

Cebrail de:

‘Yarabbi, bu dua eden kulunun duası kabule layıktır.’ der.

Cenab-ı Hak onlara:

‘Ey meleklerim, kulumu kendi haline bırakın, istediği gibi dua etsin. Ben onun sesini işitmeyi severim.’ buyurur.

Dua eden kul:

‘Yarabbi!’ dedikçe;

Allah Teâlâ ona şöyle buyurur:

‘Lebbeyk kulum, her ne yolda dua edersen icabet ederim, ne istersen verir, yardım ederim. Şu kadar ki ya istediğini hemen ortaya çıkarırım yahut daha üstününü hâzinemde senin için biriktiririm yahut istediğinden daha büyük belâyı bu duan sebebiyle üzerinden kaldırırım.”

106.     Hikmet

Arifin muhtaçlık hali hiç gitmez, o Allah’tan başka bir şeyde karar kılmaz.

Ne zâildir ârifin ıztırârı

Ne gayrullah ile vardır kararı

Arif olan kimse ıstırap ve ıztırardan hiçbir zaman kurtulamaz. Çünkü ârif kâinatı kuşatan kudret kabzasının şümûlünü ve nefsini bilir. İdrak ettiği zâti yoksunluğu ve Cenab-ı Hakk’a ihtiyacını her nefesinde müşahede eder. Bu yüzden de artık mâsivaya meyil ve istinat edemez.

Avam ise hislerinin esiridir, müessir sebepler ortaya çıktığında derhal etkilenip ıztırara düşer. Sebeplerin ortadan kalkmasıyla birlikte sevinmeye başlar. Onların duaları ve zaruret halleri devamlı olamaz. Çünkü Cenab-ı Hakk’ı ve hükmünü bilmek nefsini bilmek derecesine bağlıdır; “Nefsini bilen Rabbini bilir. ” buyrulmuştur. Bir kimse İlâhî kudret kabzasının her şeyi ihata ettiğini idrak ettiğinde derhal Cenab-ı Hakk’a ihtiyacının daimi ve sürekli olduğunu anlar. Çaresiz, ıztırardan kurtuluş bulunmadığını bilir.

Ebu’l-Abbas Mürsî Hazretleri: “Allah muztar olanların dualarını kabul edip sıkıntılarını giderir... ” (Neml/62) ayetinin tefsirinde; “Veli olan kimse, devamlı olarak ıztırardadır, muztar olmakta berdevam olur.” buyurdu.

Nasıl olmazdım vuslatta âşık-ı âteşîn-meşreb

Firâk eyyamının fıkr-i hıred-sûzıyla yandıkça

(Ayrılık günlerinin yakıcı düşüncesiyle yandıkça, vuslat sırasında nasıl ateşli âşık olmam?)

107.     Hikmet

Cenab-ı Hak kâinatın dış yüzünü eserlerinin nurlarıyla, sırlarını ise sıfatlarının nurlarıyla aydınlattı. Zahirin aydınlığı kaybolursa da kalplerin ve sırların nurları sönmez. Bu yüzden denildi ki: “Gündüz güneşi akşam olunca batar, kalplerin güneşi ise asla batmaz.”

Hüdâ envâr-ı âsârıyla etti âlemi tenvir

Dahî envâr-ı evsâfıyla sırr u bâtını ey pir

Bu hikmetten zevâhir nuru dâim olmada âfil

Dil ü vicdânın envârı ise olmaz ebed zâil

Anın ’çün dendi şebde âfiâb-ı rûz olur ğârib

Kulûbun şems-i irfânıysa olmaz bir zaman gâib

Eserler Cenab-ı Hakk’ın kudret ve irade gibi zatî sıfatının mazharları olan güneş ve ay gibi yıldızlardır. Kâinatın dış yüzü bunların ışıklarıyla açılıp görünür. Ondan hayatın beşerî faydaları sağlanır ve eşyadaki tabiî zararların giderilmesi sebepleri elde edilir.

“Sır” kalbin bâtını demektir. Ariflerin kalplerinde şimşek gibi zuhur eden ve sıfat tecellisinden doğan ilim ve irfanlarla Cenab-ı Hak kalplerinin bâtınını aydınlatınca, o sırlardaki örtülü vasıflar açılır, görünür. Sırların sahipleri de açılan bu vasıfların zararlı olanlarından çekinerek, faydalı olanlarıyla vasıflanarak şuhûd ve îkan mertebesine erişirler.

Şu halde zâhir nurları eşyayı aydınlatan ışıklı yıldızlardır, kalplerin nurları da ilim ve maâriftir. Güneşin ışığı gece olunca, yıldızların ışığı gündüzün görünmez, yani batar. Fakat kalplerde ve sırlarda ortaya çıkan tecelli nurları İlâhî vasıflardan doğduğundan asla batmaz. Çünkü menşei kadîm ve dâimdir. Ondan parlayan nur da devamlıdır. Her ne kadar beşerî sıfatların bulutlarıyla geçici olarak örtülürse de yine kalpte ve sırlarda sürekli sâbit kalır.

Zâhir nurlarından murad, kulların zâhirinin sıfatlandığı idraklerin suretleri, yani hisler ve hareketlerdir. Kalp ve sırrından maksat da kulların bâtınlarının ihtiva ettiği ilimler, yani ince idrak ve anlayışlardır. Binaenaleyh zâhir nurları, yaratılmış olanların eserleriyle, sırların nurları kadîm sıfatlarla ilgilidir. Her iki yoruma göre de, müridin fani işlere itibar etmeyerek kalıcı işlere değer verilmesi gerektiği anlaşılır. Bu hikmete “Batanları sevmem. ” (En’am/76) ayetiyle işaret buyrulmuştur.

Sehl bin Abdullah Tüsterî Hazretlerine birisi;

“Kuvvet nedir?” diye sordu.

“Hiç ölmeyen, hep diri kalandır!” dedi.

Adam:

“Ben hayatta kalmaktan soruyorum!” deyince;

“Varlığın devamı ilimledir!” cevabını verdi.

Bu sefer adam dedi ki:

“Canım ben gıdadan soruyorum.”

Şeyhin cevabı;

“İnsanın gıdası zikirdir!” oldu.

Adam yine:

“Gıdadan maksadım cesedin yiyeceğidir, bana ondan haber verin!” dedi.

Şeyh Hazretleri dedi ki:

“Bırak şu cesedin gıdasını! Onu vermeyi başta üzerine alan, sonunda da gereğini yapar.- Eğer ceset acıkırsa, sen onu yapana götürmenin çaresine bak. Görmez misin, aldığın bir alet bozulursa yapana götürüp tamir ettirir, düzeltirler.”

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar