HİKEM-İ ATÂİYYE ŞERHİ EL-MUHKEM Fİ ŞERHİ’L-HİKEM 3
Ey talip, halka güvenmeyesin diye Cenab-ı Hak halkın
eliyle sana eziyet verdi. Kendisinden başkasıyla uğraşmayasın diye mâsivayı
rahatsız edici kıldı.
Vüsuk u itimadın olmasın diye nâsa deyu ancak
Azâbı ellerinden etti icra anların Mevlâ
Murad etti dahi her şeyden iz'ac etmeyi tâ kim
Seni kendinden işgal etmesin bir mâsiva asla
Öteden beri insanların eziyetlerine uğramak salihler için büyük bir
nimettir. Özellikle kendisine iltifat ve ikramda bulunagelen dostlar ve
yakınlarından bir haksızlık görürse, bundan da büyük faydalar elde eder. Çünkü
iyiliklerine alıştığı insanların haksız davranışlarıyla karşılaşınca onların
değişebileceğini ve kendilerine güvenilemeyeceğini, Cenab-ı Hak’tan başkasına
itimat edip dayanmanın doğru olmayacağını anlar. Halktan soğuyup ürkerek kulluk
görevlerini yapmaya ve rablik haklarını yerine getirmeye, böylece ebedî
saadetin gereklerine uymaya başlar.
Ebu’l-Hasan
Şazelî Hazretleri şöyle buyurdu: “Bana birisi fazlaca eziyet etmiş, pek üzgün
olarak uyumuştum. Rüyamda bana ‘Sıddıklığın alâmeti düşmanlarının çok olması ve
sıddık olanın buna aldırış etmemesidir’ dediler.”
Bazı ârifler de dediler ki: “Düşmanların bağırmaları, evliyanın kalpleri
insanlara meylettiğinde Allah’ın onlara vurmak için kullandığı kamçıdır.
Allah’ın bu kırbacı olmasa, veliler dünyanın mevki ve şeref gölgesi altında
uyuşup kalır, Hak huzurundan uzak düşerlerdi.”
Ebu’l-Hasan
Verak Nişaburî Hazretleri buyurdu: “İnsanlarla dostluk kurmak, yalnız kalmak,
onlarla rahat bulmak ahmaklıktır. İnsanlara dayanmak acizliktir. Onlara güvenmek
zayıflık ve zarara uğramanın sebebidir.”
İnsanların
avamı için Allah’a yaklaşmak niyetiyle yoksullara sadaka vermek üzre
cüzdanından para çıkarmak gerekli olduğu gibi, havas kullar için de
kalplerinden mâsivayı çıkarmak da öylece lazımdır. Hatta Cenab-ı Hak, evliyayı
sülûklarının başlangıçlarında tabiatlarından temizlemek, İnsanî meziyetlerle
tamamlamak, halka güvenip dayanmaktan uzak tutmak için onlara halkı musallat
eder. Çünkü “insan abîdü’l-ihsandır” yani “insan ihsanın kuludur”. Onun için
bir kimseye iyilik eden, onu minnet ettirerek kölesi yapar; eziyet ettiğinde de
onu azad eder.
Kalbin halkın ihsan bağından kurtulması, Hakk’a bağlanmasına sebep olur.
Bu yüzden Peygamber Efendimiz'1’: “Bir kimse meşru bir hediye
verirse, ona bir iyilikle karşılık veriniz. Veremezseniz ona hayırlı dua
ediniz. ” buyurmuştur.
Şazelî Hazretleri buyurdu: “İnsanların kötülüğünden ziyade iyiliğinden
kaçınılmalıdır. Zira iyilik kalbe, kötülük bedene dokunur. Bedenden isabet
almak, kalbe dokunmaktan daha ehvendir. İnsana Hakk’a ulaştıran düşman, Hak’tan
ayıran dosttan daha hayırlı ve güzeldir.”
Şazelî
Hazretleri, şeyhi Abdüsselam Hazretlerinin ilk defa huzuruna varıp halini
sorduğunda: “Senin tedbir ve ihtiyar hararetinden şikâyet ettiğin gibi, ben de
rıza ve teslim soğukluğundan Cenab-ı Hakk’a yakınıyorum.” diye cevap verdi.
Şazelî Hazretleri: “Ben tedbir ve ihtiyar harareti tadıp hâlâ onun tesirinde
bulunduğum için şikâyetim bellidir. Fakat sizin rıza ve teslimdeki soğukluğunuz
nedir? Şikâyetiniz nedendir anlayamadım.” deyince şeyh söyle buyurdu: “Rıza ve
teslim gibi iki güzel halden duyduğum zevk, bende soğukluk doğuruyor. Çünkü bu
zevkin
Cenab-ı Hak’tan
beni meşgul edeceğinden korkuyorum.”
Ebu’l-Abbas Mürsî Hazretleri:
“Cenab-ı Hak ile kul arasında nefsânî haller nasıl perde oluyorsa, lütuf
tecellileri de hicap olur.” buyurdu. Bunların manası sâlikin o lütuflarla
tatmin olup yetinerek ilerisinden mahrum olmasıdır. Bazı ârifler demişlerdir
ki: “Kalbi bütün yaratılmışlardan uzaklaşarak her işinde Hakk’a yönelmeyen
sâlik hiçbir vakit kâmil olamaz.” Bu hakikati ispat eden delillerden biri de
Muhammed bin Haşan Hazretlerinin anlattığıdır:
Ben bir gün âriflerin çok
dolaştıkları Lübnan dağında geziyordum. Birden perişan kılıklı fakat irfan
tavırlı bir gence rastladım. Beni görür görmez kaçmaya başladı. Arkasından
yetişip bana yalnız bir sözle öğüt vermesini rica ettim. Bana dedi ki:
“Kıskançların kıskancı olan Rab Teâlâ’dan sakın! Zira kulunun kalbinde
kendinden başkasını görmek istemez.”
Cüneyd Bağdadî Hazretleri şöyle buyurmuştur: “Allah’ı zikretmekle beraber
mâsivaya güvenen bir sâliki Cenab-ı Hak belâya uğratır ve zikrini onun
kalbinden dürer de o ancak diliyle zikreder. Eğer uyanarak güvenini halktan
keser ve zikrettiği Hakk’a dönerse, Hak Teâlâ onun üzerinden belâyı kaldırır.
Eğer bağlandığı mâsivadan kesilmez ve halka güvenmeye devam ederse, halkın
kalbinden ona karşı merhameti giderir, ona hırs ve tamah elbisesi giydirir. Bu
yüzden halkın ona merhameti kalmaz, onun ise halka rağbeti artar. Artık hayatı
acizlik ve usançtan, ölümü keder ve kuburdan, feryadı üzüntü ve teessüften ve
sonu hasret ve yazıktan ibaret olur. Allah’tan başka şeylerle sükûnet bulmaktan
Allah’a sığınırız.
Ey insan, şeytanın senden gafil
olmadığını bildiğinde, sen de tasarrufu altında bulunduğun Hak’tan gafil olma.
Azâzil’i bilince senden olmaz bir zaman gafil
Hûda dan gaflet üzre olma artık sen dahi ey dil
Şeytanın
varlığı Kur’an ayetleriyle sabittir. Ateşten yaratılmış hafif cisimlerden olup
İlâhî yükümlülüklerle yükümlü ve sorumlu bulunan cin topluluğundandır. Hafif
cisimler ateşten ve ışıktan olmak üzere iki cinstir. Işıktan olanı melekler,
ateşten olanı bir tür cindir. Nurdan olan melekler erkeklik ve dişilik gibi
maddî hallerden ve Cenab-ı Hakk’a karşı gelmekten uzaktırlar. Fakat ateş, duman
maddesiyle ışıktan oluştuğu için ateşten olan cin türü tabiat dairesinden
çıkamamışlardır. Kendi âlemlerine göre doğup doğurur, ölürler. Günah işler,
günahta inat edebilirler. Bunların kumandanı olan şeytana, Hazreti Adem’e secde
etmesi emredilmişti.
Gerek melekler zümresi ve gerek
cin taifesi istedikleri surete girebilir ve çok zahmetli hizmetlere dayanırlar.
Bunları asıl suretlerinde görme imkânı yoktur. Ancak Cenab-ı Cibril’in insan
suretinde Hazreti Meryem’e ve Dihyetü’l-Kelbî adlı sahabe suretinde Peygamber
Efendimize'"' göründüğü gibi cisim suretlerine girdikleri zaman
görülürler. Çünkü bu âlemde kesif cisimler aynada hafif olarak göründüğü gibi,
hafif cisimler de cisim suretlerine girdiklerinde maddî olarak ortaya çıkarlar.
Ateş tabiatının gereği olan yükseklik ve büyüklenmenin tesiriyle şeytan Hazreti
Âdem’e secde etmekten çekindiği için Hak dergâhından kovulmuştur. İlim ve
hikmet icabı kıyamet gününe kadar kendisine mühlet verilerek yer küresi
üzerinde Allah’ın halifesi olan âdemoğullarını azdırıp kandırmak müsaadesini
almıştır.
Bir ismi İblis, birisi de Azazil
olup künyesi Ebu Mürre’dir. İnsanoğlunun güzergâhı olan bu âlem, ahiret
saadetinin kazanılması için bir hikmet pazarı ve ahiret tarlası olduğundan
peygamberler bu pazarda selamet ve hidayet rehberleri, şeytan ise azgınlık ve
sapıklık tellalı olmak üzere tayin edilmiştir. Cin türünün kâfirleri ve
insanların sapkınları, hileci îblis’in arkadaşlarıdır. Hayvani arzular, nefsanî
heva ve hevesler de onun kötülüklerde yardımcılarıdır.
Hazreti Adem’e secde edip saygı
göstermediğinden dolayı lânet halkası boynuna geçirildiğinden, intikam almak
amacıyla insanlara daima musallat olup saldırır. Her çeşit vasıtayla onları Hak
yakınlığından mahrum etmeye uğraşır.
Sonsuz cenneti bir buğday
tanesine değişerek yeryüzüne inan Hazreti Adem’in oğullarını A’raf suresi 17.
ayeti anlamınca dört yanından girerek kandırıp azdırmaktan gerek bizzat, gerek
yardakçıları ve yardımcıları vasıtasıyla hiçbir vakit geri durmaz. Bu yüzden
“Acaba şeytan uyur mu?” sorusuna bir ârif: “Eğer şeytan uyumuş olsaydı, âlemde
bir an rahat yüzü görmüş olurduk.” cevabını vermiştir.
Lânetli şeytan kandırıp
azdırmaktan bir an geri durmadığına göre, insanların da âlemin tasarrufu kudret
elinde bulunan Cenab-ı Hak’tan gafil olmaması lazım gelir. Cenab-ı Hak’tan
gaflet etmemek de kulluğu gerçekleştirmekle, teslim olup bağlanmakla, şeriatın
sağlam ipine sarılmakla, bütün beşerî hallerde yoksun olmakla, şeytanın
kötülüğünden Hakk’a sığınmakla ve haşyetle olur. Bu hali gerçekleştiren irfan
sahipleri Nahl suresi 99. ve Hicr suresi 42. ayetleri gereğince şeytandan ve
yardımcılarının tasallutundan güvendedirler.
Ebu’I-Abbas
Mürsî Hazretleri “Şeytan sizin düşmanmızdır, siz de onu düşman sayın!”
(Fâtır/6) ayetinin manası hakkında şöyle demiştir: “İnsanların bir kısmı,
bundan şeytana düşman olmakla emrolunduklarım anladılar ve bu şeytan düşmanlığı
onları Hakk’ı sevmekten alıkoydu. Bir kısmı da, şeytan size düşmandır ve ben
size dostum, diye anlayarak Allah sevgisiyle meşgul oldu.”
Ebu’l-Hâzım
Hazretleri buyurmuştur ki: “Şeytan kimdir ki, ondan korkulsun? Yemin ediyorum
ki, şeytana uymanın fayda vermediği gibi, isyan etmenin de zararı dokunmadı.”
Bazı ârifler de: “Bu âlemde kötülükler, masiyetler, bozgunluklar şeytanın
üzerine atılır. Böylece edepli davranılarak bu halleri Cenab-ı Hakk’a nisbet
etmekten çekinilir. Şeytan bu bakımdan bir taharet bezinden başka bir şey
değildir. Hayır gibi şerrin yaratıcısı Cenab-ı Hak olduğu halde kötülükler,
günahlar şeytana nisbet olunarak edebin gereği yerine getirilmektedir. Bu da
Cenab-ı Hakk’ın "Bana onu hatırlamayı ancak şeytan unutturdu/
(Kehf/63) ve Bu şeytanın işidir/ (Kasas/15) ayetlerinin gösterdiği gibi
icat ve kudret sırrıdır. Yoksa şeytanda fayda ve zarar verici bir kuvvet
düşünülemez.” diyerek gerçeğin yüzünü açmışlardır.
Ebu Süleyman
Dârânî Hazretleri demiştir ki: “Cenab-ı Hak şeytandan daha ehven cihanda bir
mahlûk yaratmadı. Gerçi "Kovulan şeytandan Allah'a sığının/
ayetiyle Hak Teâlâ istiazeyi emretmemiş olmasaydı, ondan sığınmaya asla
tenezzül etmezdim.”
Bir ârife,
“îman düşmanı olan şeytanla nasıl savaşıyorsunuz?” diye sorulduğunda şu cevabı
verdi: “Biz öyle bir taifeyiz ki, kulluk himmetlerimiz mabudumuza münhasırdır;
onun lütfü da madununa karşı bize yardımcıdır ve bize dönüktür. Şu halde
şeytanın ne ehemmiyeti vardır?”
Şeytan
vesvesesini bazı ârifler şöyle târif etti: “Her insan için kalbinde yayılan ve
hortumunu onun göğsüne doğru sokan Allah tarafından musallat ve görevli bir
Vesvas vardır. Ne zaman insan gaflete düşerse, derhal ona saldırarak kuruntular
ve isyan düşünceleri bırakır. Zikrullah ile canını ve gönlünü aydınlattığında
da geri dönüp kahkaha ile kaçar.”
Yahya ibn Muaz Hazretleri de:
“Şeytan pek eskidir, insan ise yenidir. Şeytan kırık, insan tamdır.- Şeytan
hiçbir vakit insanı unutmadığı ve insandaki nefs-i emmare gibi yardımcısı da
olduğu halde, insan onu daima unutur.” diyerek şeytana önem verdi. Bazıları da:
“Şeytan bir düşmandır ki, insanın göğsü onun meskeni, damarları onun aktığı
yerdir. Şu halde Allah’ın yardımı olmazsa ona direnmek nasıl mümkün olur?”
diyerek önemini artırdı. İnsanın kan damarlarının şeytanların aktığı yer
(mecra) olduğunu Peygamber Efendimiz(sas) haber vermiş, omuzların
arasından kan aldırmayı öğütlemiştir. Tam hidayetin mazharları olan nebi ve
resullerin de şeytanın tesir ve iğvasından uzak bulunmadıklarından
peygamberlerin başbuğu Efendimiz Hazretleri: “Her insanın bir şeytanı
vardır. Benimki hamdolsun bana teslim olup boyun eğdi. ” buyurdular. Fakat
bu teslim oluş, ahmedî hakikatte, şeytanın vesvese bırakmasına vesile olacak tabiî
kesafet ve zulmet olmadığındandır; yahut Muhammedi yakınlık bereketiyle
şeytanın ateş özelliğinin nura dönüşmesinden dolayıdır. Bu konuda Malik bin
Dinar Hazretleri: “Bir düşman ki, seni görür, sen onu görmezsin. Cenab-ı Hak
yardım etmedikçe ona karşı savunma yapmak pek zordur.” dedi. Zünnun Mısrî
Hazretleri de: “îman düşmanı olan şeytan onu görmediğin halde seni görüyorsa,
gören ve kudretli Mevlâ da onu, onun Mevlâ’yı görmediği noktadan görüp duruyor.
Bu yüzden şeytan hilesine karşı ancak Cenab-ı Hak’tan yardım istemekten başka
çare yoktur.” buyurdu.
Ebu Said el-Hudrî’nin(ra)
rivayet ettiği şu mealdeki hadis-i şerif mü’minlerin günahkârları için pek
teselli verici bir müjdedir:
“Şeytanın
Cenab-ı Hakk’a ‘Yarabbi, izzet ve celâlin hakkı için insanoğlunu bedenleri,
ruhları oldukça kandırıp azdırmaktan geri durmam.’ demesiyle Cenab-ı Hak da:
‘Ey şeytan, celâl ve ceberutum hakkı içim ben de onları istiğfara devam ettikçe
af ve mağfiret etmekten geri kalmam.’ buyurmuştur.”
Ey mü’min, Cenab-ı Hak sana şeytanı
onunla korkutup kendisine sığınman için düşman kıldı. Daima kendisine yönelmen
için nefs-i emmareyi sana musallat etti.
Kendine ettirmek üzre ilticâ
Kıldı şeytânı sana düşman Hüdâ
Nefsi sevk etti aleyhinde müdâm
Tâ ki ikbâlin devam etsin ana
Bu hikmetten şeytanın insanlara düşmanlığının çok değerli bir nimet
olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü insan kâinatın en zayıfı olduğu için şeytan gibi
hileci bir düşmanla savaşamaz. İnsanlardan asla gafil olmayan böyle bir düşmana
karşı kendini savunmasında kullanacağı kuvvet olan insanın kendi nefsânî gücü
ve hayvani duyguları da yine şeytanın saldırı aletlerindendir. O halde artık
insan için Kaviyy ve Metîn olan Cenab-ı Hak’tan yardım ve imdat istemekten,
merhametine sığınmaktan ve Hak yolunu gösterip ulaştırmasını dilemekten başka
çare olamayacağı açıktır. Bu sığınma ve yardım isteme sâliki maksadına
eriştireceğinden, şeytanın düşmanlığının, şükrünün ifa edilmesi mümkün olmayan
bir İlâhî lütuf olduğu şüpheden uzaktır. Ancak şeytan gibi bir düşmanın Cenab-ı
Hakk’a sığınmaya mecbur ettiği insan, “Senin kullarım üzerinde bir hükmün
yoktur. ” (Hicr/42) ayetince şeytanın tasallutundan mahfuz olan havas
kullar değil, mü’minlerin avamıdır. Havas ise Hak ile Hak olmuş, nefs ve
şeytanın tesirleri altından çıkarak hakikat potasında eriyip kalmışlardır.
Artık onlar şeytandan sığınmazlar, tersine şeytan onlardan kaçar. Peygamber
Efendimiz ’’: “Şeytan Ömer'den kaçar." buyurmuştur. Cenab-ı Hakk’ın
ezelî ilmi gereğince şehvet ve heva istekleriyle nefsi insanlar aleyhinde
kışkırtması yani beşerî tabiatın heva ve şehvete, fısk ve masiyete düşkünlük
vermesi ve bundan kurtulmayı ancak kendisine devamlı olarak yönelmeye ve kulluk
etmeye bağlaması büyük bir lütuf ve nimettir. Zira nefs-i emmare şeytan gibi
dışarıdan bir düşman değil, şeytanın azdırmak için kullandığı dahilî bir din ve
iman düşmanıdır, içteki bir düşmana karşı savunma ise, dıştaki düşmanla
çarpışmak kadar kolay değildir. Bu yüzden Peygamber Efendimiz(sas)
gazadan döndüklerinde: “Düşmanla yaptığınız küçük cihattan, nefs-i emmareyle
yapılacak olan büyük cihada döndük.” buyururlardı.
İnsan din
düşmanlarıyla yapılacak savaşta ölürse şehit, öldürüp yenerse gazi olacağından,
her iki halde de büyük mükâfatlar elde eder. İnsanın nefsi ile mücahedesinde
galip geldiği zaman mutluluğa ereceği aşikâr ise de, nefse yenilip heva
tarafından öldürülürse Allah korusun büyük mahrumluğa uğrayacağı açıkça
bellidir. Yani nefs ile mücahedede bir yönden sakınca olmamasına karşılık,
diğer yandan büyük bir tehlike bahis konusudur. İşte bundan dolayı Peygamber
Efendimiz'"’ nefs ile yapılan manevî gazaya “cihad-ı ekber” demişlerdir.
Ey insan, sen kendini yüksek gördüğün
zaman kibirli olduğunda şüphe yoktur. Tevazu kendini yüksek görmekten doğduğu
için, nefsi için tevazu eden kimse aslında kibirlidir.
Ederse her kim isbat-ı tevazu zı-tekebbürdür
Tevazu çünkü rifatten tevellüd ettiği derkâr
Ne dem ki sen de rif ati nefsine eyler isen isbat
Hakikatte tekebbür ehlisin bî-iştibâh ey yar
“Tevazu” çoğunlukla aslı olmayan bir şeyi göstermek
anlamındadır. Nitekim “tefâül” babından olan “tecâhül” bilmezlikten gelme,
“tegâfül” anlamamış gibi davranma, “temâruz” kendini hasta gibi gösterme
demektir. Yani aslında mevcut olmayan cehalet, gaflet, hastalık gibi bir sıfatı
göstermektir.
Güzel ahlâk
özelliklerinden olan “tevazu”, gerçekte mevcut olmayan alçaklığın gösterilmesi
demektir. Bunun sebebi de tevazu etmek isteyen bir insanın aslında kibir ve
yükseklikle sıfatlanmış olmasından ibarettir. Zira büyüklenme ve yükseklik
kendisinde olmasaydı, zıddı olan alçaklık olurdu ve artık onu göstermeye gerek
kalmazdı. Şu halde insandan kibrin ortadan kalkması, ancak alçaklığın mevcut
olmasıyla mümkündür. Kendisinde alçaklık vasfı bulunuyorsa bunun belli
edilmesine gerek olmadığından, artık insanın yoktan nefsi için ispata çalıştığı
tevazu ile mevcut kibrin yok olamayacağı açıktır. En yüksek maksat ise
alçakgönüllülüğü göstermek değil, gerçekten alçakgönüllülükle sıfatlanmak ve
kibirden tamamen sıyrılmaktır.
îşte bu hikmetten ötürü Cüneyd Bağdadî Hazretleri: “Tevazu şirktir. Çünkü
tevazu, insanın kendine varlık verdikten sonra varlığını yok etmeye ve
yokluğunu göstermeye çalışmaktır. Mutlak İlâhî varlığa karşı varlık göstermenin
şirk olduğunda şüphe var mıdır?” dedi.
Hâl-i mahviyetle kaimdir esâs-ı kâinat
Bin vücudu olsa âkil nefsine vermez vücud
Tevazu ettiğinde kendisini yaptığı
işten daha üstün gören kimse mütevazı değildir. Mütevazı kişi tevazu ettiğinde
kendisini yaptığı işin aşağısında görendir.
Gören fevkinde kendin ficinin olmaz tevâzukâr
Tevâzu fı’linin dûnunda görmektir kişi kendin
Bir kimse
mesela girdiği bir toplantının tevazu ederek en aşağısına oturmakla birlikte
kendisini başköşede oturmaya layık görürse, o kimse mütevazı değil
mütekebbirdir. Mütevazı kimse bir toplantıda üst tarafa yakın, ortada bir yere
oturduğu halde, kendisini o meclisin en aşağı tarafına müstahak gören ve ortada
oturduğundan dolayı da utanan kimsedir.
Şu halde
alçakgönüllü olmanın hakikati, insanın kendisindeki değer düşüklüğü,
hatırlanmamak ve horluk gibi hallerinin tevazu göstermesine engel olmasıdır. Bu
yüzden de hakikaten mütevazı olan kimse, hiçbir vakit tevazu etmez. Çünkü
tevazu kendisinde varsa, onu göstermeye gerek duymaz. Yok ise onu göstermeye
kalkışmak, yükselme sebeplerini tamamlamak gibi bir nevi kibirlilik olur- ve
gerçekten alçakgönüllü olan kimsenin nefsi için tevazu ispat etmeyeceği açıklık
kazanır.
Tevazu
yükseklik gerektireceği ve her mütevazıda da kibir bulunacağı için Şeyh Sadi
Hazretleri şöyle buyurdu: “Tevazu, mal ve mevkice önde gelenlerden çıkarsa
iyidir. Eğer dilenci tevazu ederse, onun huyudur.”
Özetle kendisini esasen küçük gören bir kimse mütevazı davranır ve
kendisini o davranışının altında görürse, tevazu göstermek suretiyle kibirli
davranmış olmaz. Fakat nefsini bu alçakgönüllü hareketin üstünde gördüğü halde,
o davranışla tevazu göstermek istiyorsa, tevazu etmek suretiyle kibirlenmiş
olur. Bu sebepten Şeyh Şiblî Hazretleri demiştir ki: “Kendinde değer gören
kimse tevazudan pay alamaz.” Ebu Abdullah Karşî Hazretleri: “Alçaklıktan zevk
alıp övünen müridde kibirden arta kalanlar vardır.” dedi. Ebu Süleyman Dârânî
Hazretleri: “İnsan kendi nefsini bilmedikçe, Cenab-ı Hakk’a karşı mütevazı
olamaz.” dedi.
Bayezid
Bestamî Hazretleri de: “İnsan âlemde kendisinden daha kötü bir kimse olduğunu
zannettikçe kibirden yakasını kurtaramaz.” buyurdu. “O halde mütevazı kimdir?”
sorusuna da: “Nefsi için âlemde yüksek bir makam ve şerefli hal görmeyen ve
herkese irfan derecesine göre tevazu eyleyen kimsedir.” cevabını verdi.
En büyük tevazu insanın
kendisini hor ve zelil görmesinden ibaret olduğundan ve vuslat şerefine ulaşmak
da zilletle husule geldiğinden Dârânî Hazretleri dedi ki: “Bütün âlem halkı
beni alçaltmak için bir araya gelse, nefsimin yanındaki alçaklığım kadar beni
alçaltamazlar.”
Hacdan dönen
Ebu Yunus Hazretleri: “Hac yapanların İlâhî rahmete mazhar olacağından şüphe
etmezdim, fakat içlerinde ben bulunmasaydım.” diyerek tevazuun anlamını
açıkladı. îbn Mukatil Hazretlerine, “Bize dua ediniz!” dediklerinde ağlamaya
başlayarak; “Keşke ben sizin helâkinize sebep olmasaydım, istediğiniz dua
yerine geçerdi.” buyurdu.
Hakiki tevazu ile gerçekleşmenin
alâmetine gelince o da tevazu gösteren kimsenin ayıplandığı ve küçük
düşürüldüğü vakitte kızgınlık göstermemesi ve övülmekle yerilmenin yanında eşit
olması, büyük günahlarla suçlansa bile üzülmemesi, insanlar arasında saygıdeğer
değil, tersine adsız sansız olmaya şiddetle düşkün bulunması, insanların
gözünde saygı göreceği bir mevki hak ettiğini asla düşünmemesi ve her halde
doğru ve dürüst olmaya özen göstermesi gibi hallerdir.
Bu alâmetlerle gerçekleşen
büyüklerden biri de, Cüneyd Bağdadî Hazretlerinin şeyhi olan Ebu’l-Hasan Nuri
Hazretleridir. Bu hazret bir eve üç defa davet olunup geri çevrildikten sonra
dördüncü defa yapılan davete yine icabet etmekten geri durmamış ve bu hakarete
tahammül etmesinin sebebi sorulduğunda demiştir ki: “Yirmi senedir nefsimi
horluğa alıştırdım. Onun bu halde kalmasını arzu ediyorum. Değil üç defa, elli
kere davet olunup reddedildikten sonra bile tekrar çağrılsam, yine giderdim.”
Şehabeddin
Sühreverdî Hazretlerinin anlattığına göre Şeyh Ebu’n-Necib Sühreverdî Şam’da
bulunduğu sırada zengin kimseler kendisine saygılarını göstermek üzere Frenk
kölelerin ve esirlerin başlarında taşıdıkları yemekler göndermişlerdi. Sofra
kurulup yemek yeneceği sırada Şeyh Hazretleri yemek getiren esirleri de oradaki
müridler ve fakirlerle birlikte sofraya oturttu. Kendisi de seccadesinden
kalkarak bu sofraya oturup, gösterilen bunca ihtiramat ve üstün tâzimata rağmen
onlarla beraber yemek yedi. Böylece tevazu şeklinde manevî yüksekliklerini ve
aslında şeref olan zilletlerini göstermekle kendisinden sonrakilere sülük ve
ahlâk örneği vermişlerdir.
“Kitab-ı
Bağiyyetü’t-Talib”eserinin sahibi Ebu’l-Hasan Kurtubî Hazretleri de şunu
anlatmıştır:
Ebu Muhammed
bin Abdullah yağmurlu bir günde gitmekteyken bir köpeğe rastladı. Onun geçmesi
için duvara dayanarak yol verdi ve epeyce bekledi. Köpek kendisine doğru
yaklaşmaya başlayınca, durduğu yerden ayrılıp yolun çamurlu olan karşı tarafına
geçerek düzgün taraftan yol verdi. Yanma gelince üzerinin çamurlanmış olduğunu
gördüm. Elbisesinin kirlenmiş olmasından dolayı üzüldüm. Neden böyle yapıp
kendisini çamurların içine attığını sordum. Şöyle cevap verdi:
“Bu köpeği yolun çamurlu tarafında bırakıp temiz düzgün yolu kendime
ayırdığımda hemen büyük bir günah işlediğim aklıma geldi. Köpek Cenab-ı Hakk’a
karşı mükellef olmadığı için günahsızdı. Benden fazla saygı gösterilmeye
layıktı. Yolun iyi tarafını ona bırakmaya mecbur oldum. Eğer beni af ve
mağfiret etmezse benden daha hayırlı olan bir mahlûka önce nefsimi tercih
ettiğimden ötürü Allah’ın gazabından korkuyorum.”
Etmesin kadr-i girânın seni asla mağrur
Nâkısın kefe’-i mizanda yeri âlâdır
(Değerinin çok olması seni asla gururlandırmasın. Terazinin hafif olan
kefesi yukarı kalkar, yani yeri yüksektir.)
Hakiki tevazu, Cenab-ı Hakk’ın
azametini müşahededen ve sıfatının tecellisinden kaynaklanan tevazudur.
Hakikatte tevazu ’ şol sıfat ki neş "et etmiştir
Şuhûd-ı Kibriyâ-yı zat ile nûr-ı sıfatından
Hak Teâlâ’nın
azametini müşahede etmek ve İlâhî sıfat tecellisine mazhar olmak nefsin ateşini
söndürüp şehvet ve nefs arzularını gidereceğinden hakiki tevazuu
gerektireceğinde şüphe yoktur. Zira Cenab-ı Hak neye tecelli ederse onu
alçaltır ve azametini ona göstererek başını eğdirir. Şu halde gönlü kaplayan;
baş olmak sevdası ve büyüklenmeyi yıkıp yok eden şeriat yükümlülükleri ve
ameller değil, Cenab-ı Hakk’ın azametinin tecellileridir.
Şehabeddin
Sühreverdî Hazretleri buyurdu: “Sâlik, tevazu kapısında hakikat sırrına ancak
tecelli yeri olan kalbinde müşahede nurunun parladığı zaman erişebilir. Çünkü
müşahede nurunun parlaması nefs davetini ucb ve kibirden temizleyip safasım
temin eder. Sâlik o zaman mütevazı olur.”
Zünnun Mısrî Hazretleri de: “Her
kim tevazu etmek isterse nefsini İlâhî azamete çevirsin. Zira nefsin kesafet
düğümü ancak Hakk’ın azametini müşahede etmekle çözülür. Ucb, tecelli nuruyla
eriyip gider. Yine basiret gözüyle rabbanî saltanata bakan mürid, her şeyin
Hakk’ın heybetine karşı pek hakir olduğunu idrak ederek nefsin penceresinden
yakasını kurtarır. En şerefli tevazu, insanın Cenab-ı Hakk’ı bırakıp da ayrıca
nefsine bakmamasıdır.” buyurdu.
Peygamber
Efendimiz'"’ buyurmuştur: “Cenab-ı Hak mütevazı olan kimsenin
derecelerini yükseltir, kibirli ve bencil olanı da alçaltır. ” Bu hadis-i
şerif, zatın büyüklüğünü görmekle nefsin eridiğini, günahların yok olduğunu,
sıfat tecellisine mazhar olmakla dereceleri yükselen mütevazı kimseyi Cenab-ı
Hakk’ın hakikat ilmine ulaştıracağını, hayvanlık yularıyla şehvet ahırına bağlı
olan kibirli kişinin de tabiat ateşinin en dibine indirileceğini sehl-i mümteni
olarak bildirmektedir.
Seni kendi
özelliklerinden ancak rabbanî vasfın müşahedesi çıkarır.
Seni vasfindan ihrâc eylemez
âlemde hiçbir şey
Şuhûd-ı vasf-ı rabbânî bu babda oldu müstesna
Bu hikmet bir önceki hikmeti ispat eden güzel bir delildir. Çünkü bir
önceki hikmette hakiki tevazuun İlâhî azamet ve rabbanî tecelli sıfatından
doğduğu bildirilmişti. Bu hikmette de sâlikin kibir, gurur gibi nefsanî
beşeriyetten çıkmasıyla tevazu ve huşu gibi Muhammedi vasıfları kazanmasının
sırf İlâhî azameti görmek ve sıfat tecellisine mazhar olmakla elde edileceğini;
yani nefsanî sıfatları zayıflatmaktan ve rabbanî vasıfları görmekten başka bir
imkân bulunmadığını beyan etmektedir. Mesela Hakk’ın büyüklüğünü görmek kibir
ve gururu giderir. Mevlâ’nın ihtiyaçsızlığım düşünmek ona daima ihtiyaç
olduğunu ortaya çıkarır. İlâhî kudreti düşünmek insanda kuvvet bulunmadığını
belli eder. Hatta “İlâhî vasıfları daima müşahede eden bir müridin kendinden
hiç haberi olmaz.” denilmiştir.
Özetle tevazuun hakikati İlâhî azameti düşünmenin sonucu ve tecelli
etmesinin neticesidir. O yüzden mütevazı olan insanlarda rabbanî sıfatlar hakim
olur. Şu kıssa bu meseleyi açıklayıcıdır:
İstanbul’un fethedileceğini müjdeleyen ve fetih sırasında da hazır
bulunan Akşemseddin Hazretleri zahir ilimlerini tahsil ettikten sonra bâtın
ilminden de nasip almak maksadıyla kerametleri dillerde dolaşan Hacı Bayram
Hazretlerine bağlanmak için Ankara’ya gelmişti. Ama Hacı Bayram Hazretlerinin
daima insanların işlerine, fakirlere yardım ettiğini görünce bu halini
beğenmedi ve Halep’te irşad seccadesinde oturan Şeyh Zeyneddin Hafi
Hazretlerinden el almak için yola çıktı. Daha Haleb’e varmadan rüyasında
boynuna bağlanan ve ucu Hacı Bayram’da olan bir zincirle Ankara’ya çekildiğini
görmesi üzerine, kendisini ancak onun irşad edeceğini anlayarak gerisin geri
Ankara’ya döndü. Şeyh Hazretleri dervişlerini toplamış, bağını kazdırıyordu.
Kendisine hiç yüz vermediği gibi, yemek vakti herkes takım takım kurulan
sofralardayken hiç kimse onu yemeğe çağırmadı. Bundan dolayı çok üzgün bir
halde bir köşeye çekilip düşünürken Şeyh Hazretlerini beğenmeyip Haleb’e
gitmesinden ötürü bu muameleye uğradığını anladı. Kendilerine atılan ekmek
parçalarını kapışan köpeklerin arasına sokularak onlardan kapabildiklerini
yemeye başlamışken bu halini gören Şeyh Hazretleri dayanamayıp:
“Gel artık
köse, beni yaktın!” buyurunca ona bağlanma nasibine ermiş ve maneviyat yolunda
şöhret bulan terakkiler kazanmıştır ki, gösterdiği gerçek tevazuun
bereketlerindendir.
Göynük’teki türbesinde şu kıta yazılıdır:
Kara gün dostu imiş Fatih ’in Akşemseddin
Ki yüzünden lemean etti anın feth-i mühîn
Nusreti çeşm-i hakikatle görüp verdi haber
Her işi böyle uzaktan görür erbâb-ı yakîn
Ey mürid, mü’min-i kâmilin Cenab-ı Hakk’ı sena etmesi,
kendi nefsini beğenmesini engellediği gibi, Allah’ın haklarını yerine
getirmekle uğraşması da nefslerinin bazlarını düşünmekten alıkoyan
Mumin-i kâmil odur kim Hak Teâlâ ya sena
Nefsini vassafü şâkir olmadan işgal eder
Hem hukukullahı ifâya kıyam ü rağbeti
Kendi âmâlin de zâkir olmadan işgal eder
“Sena” Cenab-ı Hakk’ı güzel vasıflarla nitelemek demektir. Nefsi beğenmek
güzel amelleri ve halleri nefse mal etmektir. Mesela ben namaz kıldım, oruç
tuttum, hacca gittim, sadaka, zekât verdim, demektir. Hâlbuki bunların ve bunun
gibi bütün amellerin hepsinde müessir ve hakiki fail Cenab-ı Hak’tır. İnsan
ancak bu İlâhî fillerin çıkış yeridir. Şu halde bu amelleri nefsine mal ederek
benlik gösteren, Allah’ın filleriyle kendisini öven mürid gaflettedir; ne kâmil
mü’min ne de Cenab-ı Hakk’ı sena edenlerden olabilir. Nefs hazlarını düşünmenin
manası da, yaptığı ibadet karşılığında bir sevap elde edeceğini ve cennete
gideceğini düşünmektir. Buna inanmak ise Allah’ın haklarıyla gerçekleşmeye
aykırıdır. Çünkü Rab haklarını yerine getirmek, kulluk vazifelerini yapmak ve
ibadet etmek karşılığında da cennete girmek, sevap kazanmak gibi bir umut
beslememektir. Zira kulluk ve ibadet etmek Hak Teâlâ Hazretlerinin ezelen ve
ebeden hakkıdır. Onu insanın kendi menfaatlerine, nefs rızalarına bağlaması
kulluk edebine hiçbir zaman uymaz. Bir mü’minin kendi nefs hazlarını asla
düşünmemesi, istememesi ve her şeyi yaratan Cenab-ı Hakk’a nisbet etmesi
gerekir.
işte bu yüksek makamın ileri gelenlerinden olan
Rabiatü’l-Adeviye Hazretleri önceden de beyan edildiği üzere bir münacatında;
“Yarabbi, ben sana cennet ümidi ve cehennem korkusuyla ibadet etmedim. Benim
sana olan ibadetim ancak kulluk yapmak ve rablik haklarını yerine getirmekten
ibarettir.” diyerek bu hikmete dair bir mârifet dersi vermiştir.
Ey mürid, sevgilisinden bir şey uman veya ondan bir şey
isteyen kimse onu gerçekten sevmiyor demektir. Çünkü gerçek âşık karşılıksız
sana verendir, senin kendisine ihsan ettiğin değil.
Muhibb-i sâdık olmaz şol kişi
kim dil-rübasından
Ricâ-vâr-ı ‘ivazyâhud talebkâr-ı garaz her bar
Sana ihsân edendir yâr-ı sâdık
çünkü ey sâlik
Değilsen kendine lütfettiğin kimse hakiki yar
İnsanın
sevgisi kalbinin meyletmesidir. Cenab-ı Hakk’ın sevmesi ise yarattığının
fiillerinden ve sözlerinden razı olmasıdır. İnsanın sevgisi duygularının bir
noktada toplanması ve Allah’tan başka şeylerle ilgilenmemesidir.
Gerçekten sevenin sevgilisinin hoşnutluğunu kazanma yolunda karşılık
beklemeksizin ve istemeksizin her şeyini vermesi gerekir. En büyük hazzı ve
mutluluğu da sevdiğini hoşnut etmektir. Bazı ârifler bu anlamı “îsar”
kelimesiyle ifade ederek “Sevgi dost yolunda bütün servetini ve varlığını,
canını dahi feda etmektir.” demişlerdir. Aslı Arapça olan şu beyit meali bu manayı
açıklar: “Gerçekten seven kişi sevgilisine hakkıyla muhabbet gösterir. Alemde
verilmesi mümkün olmayan şeyi sevgilinin yolunda vermekle ona kavuşursun.” Ebu
Abdullah Karşî Hazretleri: “Hakiki muhabbet, sevdiğinin yolunda varlığından bir
zerre bile kalmayıncaya kadar her şeyini feda etmektir.” dedi. Ebu Yakub Sûsî
Hazretleri ise muhabbeti, “Seven kulun hakiki sevgili olan Hak’tan haz ve
nasibi ve Hak’la ilgili ihtiyaçlarını unutmasıdır.” diye târif etti. Buna göre
Cenab-ı Hakk’a cennet için ibadet eden bir kimsenin hakikat cemali âşıkı
olmaktan ziyade, cennet seven biri olduğu açığa çıkar.
Bütün mal ve
menalini aşk yolunda yağma ettiren, cismini canını muhabbet yolunda feda eden
bir Hak âşığına bu halinin sebebi sorulduğunda;
“İki sevgili arasında geçen bir
konuşma yüzündendir.” diye cevap vermiş ve o konuşmanın şöyle cereyan ettiğini
söylemiştir:
“Sadık âşık
şikâyet makamında; ‘Ey sevgilim, seni sevdiğimin şahidi olan kalbimin en derin
duygularıyla sevdikçe, âşıkların görmeye can attıkları güzel yüzünü benden
çevirerek beni ayrılık karanlığında bırakıyorsun!’ deyince sevgilisi kayıtsızca
sordu:
‘Eğer beni
dediğin gibi seviyorsan benim yolumda ne feda ettin?’
Aşığın cevabı
şu oldu:
‘Ey kızgın
sevgili, başka delile ne gerek var? Neyim varsa hepsini sana hediye ediyorum ve
bununla birlikte canımı da yolunda feda etmeye hazırım!”
Bu konuşmanın
iki yaratılmış arasında geçtiği dikkate alınırsa, bir kulun yaratıcısı olan
mabuduna karşı göstereceği muhabbetin nasıl olması gerektiği belli olur. İşte
gerçek sevgiye lazım gelen haller bu söylenenlerden ibarettir. Sevgiliden bir
şey ummak ve istemek muhabbet makamıyla ilgili değildir; recâ makamında bulunan
sâlikin hallerindendir. Çünkü sevgi karşılığında ecir ve mükâfat beklemek, bir
hâkimin bir davaya bakması için rüşvet alması gibi muhabbet kanununa aykırıdır.
Bu yüzden Ruveym Hazretleri: “Bir şey istemek sevilenin buğz etmesine sebep
olur.” dedi.
Hazreti İsa’ya
vahyolunan muhabbet hükümlerinden biri şöyledir: “Cenab-ı Hak daima insanın
kalbine nazar eder. Dünya ve ukba sevgisinden eser bulmadığı zaman kendi
sevgisiyle doldurur.”
Meyseretü’l-Hâdim
Hazretleri bu hususta şu ibretli kıssayı anlatmıştır:
“Din ve vatan
için yapılan bazı gazalarda ağır yaralar almış olan bir kahraman düşman
ordusunun bir kere sağ cenahına, bir kere sol cenahına, üçüncü defa tam
ortasına hücum edip her hücumunda önüne gelen düşmanı öldürdükten sonra savaşma
sebebini şu şiirle ifade etti:
‘Ey heva
peşinde olan nefs, cihanı yaratan Mevlâ’na hüsnüzan eyle ki, arzu ettiğin
şehitlik işte önündedir.
Ey muhabbetimin
yöneldiği cennet hurileri, siz de ayrı durun ki, biz ne sizin için ölmeye, ne
de bir kimseyi öldürmeye giriştik.
Lâkin biz sizin
seyyidiniz olan Hak Teâlâ’ya kavuşma iştiyakındayız.
O bütün
gizlilikleri bilir. Bizim açık ve gizliliklerimizi bildiğinden de şüphe
edilemez.’
Bundan sonra o
cesur genç düşman saflarına hücum ederek birçok din düşmanını yere serdiği ve
düşman da saldırıp cenk kızıştığı sırada şu şiiri okudu:
‘Ben şüphesiz
bugün isteğimin yerine geleceğini umuyorum.
Ey gözümün önüne
şu köşkleri, gılman ve hurileri seren Rabbim!
Sen olmasaydın
bu eşsiz cennet de, bu zevkler de güzel olmazdı.’
Bundan sonra o
genç üçüncü defa düşmanın içine daldı. Birçok düşmanı perişan edip öldürdükten
sonra şu şiiri söyledi:
‘Ey cennet
bağının eğlenceleri, durun da dinleyin!
Bizim savaşıp
çarpışmamız sizin için değildir, bizden elinizi çekin, geldiğiniz yere gidin!
Durmayın,
cennet bahçelerine süratle ulaşın. Tekrar tekrar hatırlatıyorum ki, bizim için
hırslı ve tamahlı olmayın!’
Bu kahraman
genç düşmanla savaşa savaşa şehitlik rütbesine erişti. Muhabbet haklarının ne
olduğunu kendinden sonra gelenlere gösterip ispat etti. Allah rahmet eylesin.”
Bir hadis-i şerifte: “Cenab-ı
Mevlâ’yı seven belâya hazır olsun.” buyrulmuştur ki, dünya belâlarının
hepsi muhabbet makamının gereğidir. Bu yüzden bazı ârifler: “Gerçi Cenab-ı Hak
da sadık müride dert ve belâ verirse bu hal onun sevgisinin gerçek olduğunu
gösterir.” demişlerdir.
İlham sahibi
bir şeyh huzuruna gelerek muhabbet sırlarından bazı hale mazhar olduğunu
söyleyen müride önce: “Ey derviş, Cenab-ı Hak imtihandan geçirmediği, belâlar
vererek sınamadığı kimselere muhabbet cevheri vermez!” diyerek hakikat yolunu
göstermiştir.
İbrahim Edhem
Hazretleri anlatmıştır:
“Cenab-ı Hak şöyle dua etmemi
buyurdu: Allahümme razzinı bi-kazaike ve sabbirnî ala belâike ve evzanîşükri
na’maike?
Muhabbet erbabının, fiillerinde
ve amellerinde değil, düşüncelerinde bile pek ince vusûl perdeleri
bulunduğundan, mâsivadan pek değersiz bir şeye meyletmek sebebiyle manevî
makamlarından düştükleri pek çok görülür. Bu yüzden Muhammed Sehl el-Tüsterî
Hazretleri şöyle buyurmuştur: “Sadık bir muhibbin mâsivadan bir şeye meyletmesi
yüzünden Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştu: Bereh, iyi kuldur, hoş kuldur ama
seher yeli ile ferahlanır. Bu da onun ayıbıdır. Hakk’ı seven Hak’tan başka bir
şeyle ferahlanmaz ve teselli bulmaz.”
İbn Fârız Hazretleri ölüm döşeğinde iken gözünün önüne getirilen cennet
dereceleri ve hurilerin görüntüsünden pek üzülüp ağlamaya başlamış ve şu mealde
şiir söylemiştir: “Yarabbi, eğer muhabbet derecelerinden senin katında
kazandığım mertebe, şu gördüğüm yüksek cennetler ve nimetler ise yazık ki
ömrümü zayi etmişim. Bunca zamandır ruhumun tek emeli olan en büyük maksadıma
göre bu gördüklerimi anlamsız rüya sayıyorum.” Bu niyazından sonra Hakk’ın
didarını görmek suretiyle nurlarla gark olarak vefat ettiği keşif sahiplerince
bildirilmiştir.
İnsan nefislerinin şehvet ve
alışkanlık meydanları olmasaydı, Hak yolu yolculuğu yani seyr ü sülük
gerçekleşmezdi. Ey sâlik, seninle Cenab-ı Hak arasında geçilecek bir mesafe
olmadığı gibi, kavuşmakla giderilecek bir kesinti de yoktur.
Nüfusun olmasaydı ülf-i
şehvetten meyâdini
Tahakkuk sâlikinin seyri etmezdi ebed zira
Mesafe Hak ile beyninde yok kim
tayy ede rıhlet
Dahi yok inkıta’ Hak’tan ki vuslat eylesin inhâ’
Bu hikmette
nefslerin alışkanlıkları, âdetleri ve şehvanî istekleri meydanlara
benzetilmiştir. Atlar meydanlarda nasıl koşup gezerse, insan nefsleri de tabiî
isteklerinde öylece dolaşır. Bu yüzden eğer nefs-i emmarenin şehvetler ve
âdetler âleminde bu dolaşmaları olmasaydı, sâlik Cenab-ı Hakk’ı göremezdi.”
Ebu’l-Abbas Mürsî Hazretleri: “Allah’ın huzuruna iki kapıdan girilir. Biri
fenâ-yı ekber, diğeri fenâ-yı asgar kapısıdır. Fenâ-yı ekber tabiî ölümdür.
Fenâ-yı asgar tasavvufta fenâ-fıllah denilen yüksek makamdır.” dedi. “Ölmeden
evvel ölünüz. ” hadis-i şerifi bu hikmeti ifade eder.
Bazı ârifler demiştir ki:
“Kalbin yaşaması nefsin ölümüyle hâsıl olur.” Bazısı da: “Nefs-i emmareden
çıkmak ve yükselmek Hak’la insan arasında en büyük engel olduğundan büyük
nimettir.” dediler. Hâtem Asâm Hazretleri de şöyle buyurdu: “Bizim yolumuza
giren müridin dört çeşit ölümle ölmesi gerekir. Birisi beyaz ölüm denilen
açlıktır. İkincisi siyah ölüm denilen halkın eziyetine tahammüldür. Üçüncüsü kızıl
ölüm denilen nefs ve hevaya karşı çıkmaktır. Dördüncüsü yeşil ölüm diye ifade
edilen yamalı elbise giymek yani yoksul kılığında olmaktır.”
İnsan nefsinin yere ve göğe ait
yedi tane perdesi vardır. Nefs-i emmaresini yerden yere gömen insanın kalbi
gökten göğe yükselir. Eğer nefs-i emmare yerin altına gömülürse, insanın kalbi
de arş-ı âlâya ulaşır. Nefsi öldürerek yere gömmek heva ve hevesine karşı
koymak demektir. Bu da her hacetini Hakk’a arz etmek ve O’na sığınmak, bütün
dünya ve ahiret emellerinden korkup çekinmekle gerçekleşir. Bu sebepten bazı
ârifler dediler ki: “Nefs dairesinden çıkmak, nefsle mümkün olmaz; ancak Allah
ile mümkün olur.” Nefsi bu şekilde nefs dairesinden çıkarıp öldürmek, böylece
kalbi diriltmek ve hakikat âlemine döndürmek çok zor olduğundan sâlik müridin
halvet, uzlet, zikir ve riyazet yapıp alışkanlıklarını ve âdetlerini bırakması
gerekli olmuştur.
Ebu Osman el-Mağribî Hazretleri
buyurmuştur: “Halveti sohbetten üstün tutup vahdeti kesrete tercih eden sâlik,
zikrullahdan başka bir şey anmaksızın ve Allah’ın rızasından başka hiçbir şey
düşünmeksizin bütün sebeplerden kesilmedikçe, halvette nefsiyle dostluk
kurmaktan ve vahdette kesrette kalmaktan uzaklaşamaz. Bu yüzden de manevî fitne
ve belâlara uğramaktan kurtulamaz.”
Ebu Abdullah el-Karşî Hazretleri
buyurdu: “Karşılığını görmek ve Allah katında sevap kazanmak için ibadet eden
sâlikin ibadetindeki niyeti kulluk vazifesini ve Allah haklarını yerine
getirmek olmadıkça feyizlenmez ve ona fütuhat kapısı açılamaz.” İşte bu
şartlarla ibadet etmeyen müridin uzlet etmesi, dünya menfaati için inzivaya
çekilen rahiplerin riyazeti gibi değersizdir.
Açıklamalardan anlaşıldığı üzere
seyr ü sülük yalnız başına gidilecek yol değildir; bir yol gösterici ve mürşide
muhtaçtır. Bu yolda birçok tehlikeler bulunduğundan her sâlikin nefsini ve
ahlâkını düzeltmiş ve kalbini temizlemiş kâmil bir mürşide bağlanması lazım
gelir. Onun sohbeti, yol göstermesi, terbiye ve irşad etmesi için ona uymalı,
tereddüt etmeden, şüphe getirmeden ne derse kabul edip yerine getirmelidir.
Ancak o zaman onun kalbinin nuruyla aydınlanıp mâsiva karanlığından çıkar.
İrşad yıldızının feyziyle maksadının yolunu bulur. Şeytan aldatmalarından, nefs
vesveselerinden yakasını kurtarır. Bu yüzden “Şeyhi olmayan kimsenin şeyhi
şeytan olur.” dediler.
Ebu Ali
es-Sakafî Hazretleri buyurdu: “Bir insan bütün ilim ve fenleri öğrenmiş ve
bütün insan gruplarıyla sohbet etmiş olsa yine bir mürşid-i kâmilin terbiyesi
altında riyazet ve halvetle nefsini ve ahlâkını güzelleştirmedikçe kemale
ulaşamaz.”
Mürşid ve şeyh
demek zamanımızın yemek için şekil değiştiren sahte şeyhleri demek değildir.
Kendisi bir mürşide bağlanmaksızın yalnız babalarından verasetle geçen tekke ve
zaviyelerle sahip olmakla, dini, tarikatı ve İslam şiarlarını geçinme ve övünme
sebebi eyleyen sahte şeyhler düşünülmemelidir. Mürşid-i kâmiller fazilet ve
kemal ehlidirler; din ve tarikatla bütünleşmişlerdir. Ötekilerse et üzerine
konmuş sinekler gibi tarikatla geçinen, taç ve hırkayla süslenen birtakım
hevalarına bağlı deccallardır. Bu gibi cahil şeyhlere uymak ömür ve amel
kaybından başka bir şey değildir.
Ebu Medyen
Mağribî Hazretleri buyurdu ki: “Muhammedi edeple edeplenmiş olanlardan edep
almamış ve onlara bağlanmamış şeyhlere uymak pişmanlık ve umutsuzluk sebebidir.
Sâliklerin bağlanacağı şeyh tarikat ve din yolunu gösteren, kalp ve vicdanın
doğrulayarak, sır ve irfanın kendisine saygı gösterilmesini öngörüp şahitlik
ettiği kâmil insandır. Şeyh seni ahlâkıyla güzelleştirerek, susmasıyla
edeplendirerek, nurlarıyla aydınlatarak kendine bağlayan ârif-i billâhtır. Şeyh
seni, huzurunda iken düşüncelerine hükmederek, gıyabında mesuliyet
sebeplerinden koruyarak Hak yoluna ileten tasarruf sahibi mürşiddir.”
“Letaiful-Minen” adlı
eserde denilmiştir ki: “Şeyh, kendisinden söz dinlenilen değil, sır ve hal
alınandır.- Şeyh, sözleri yüze karşı okunan değil, işaret ettiği meramı kalpte
hükümran olandır. Şeyh, Mevlâ kapısına müridi çağıran değil, müridiyle Cenab-ı
Hak arasındaki perdeyi kaldırandır. Şeyh, dervişi sözleriyle irşad eden değil,
haliyle maksada eriştirip mutlu edendir. Şeyh, dervişi Allah’a kavuşturan ve
kalbini tecelli nurlarıyla doldurandır.” İşte böyle bir şeyhe bağlanmak her
sâlike gereklidir. Şeyhin razı olmadığı hareketlerde bulunmak ise elbette
mahrumluğa ve pişmanlığa sebep olur. Öteden beri şeyhin hoşnut olmadığı
hareketlerde bulunmanın Allah rızasına muhalefet etmek olduğu muhakkik evliya
tarafından ifade edilegelmiştir. Bu gibi şeyhlere bağlanan müridlerin mürşidin
izni olmadan bir nefes bile almamalarının sülûkün şartı olduğunu İmam Kuşeyrî
Hazretleri beyan etmiştir. İşte bu gibi seyr ü sülük eden sâlik, artık vuslat-ı
ilallah nimeti ile nimetlenerek; “Allah onlardan razı, onlar da Allah'tan
razı olur." (Mâide/119) derecesine yükselirler. Her an ve zaman “Ey
mutmain nefs, Rabbine razı olarak ve razı olunarak geri dön!"
(Fecr/27) çağrısına uyarak vahdet sarayında kendilerinden geçerler. Bu yüksek
makama geçen sâlikler bütün halleri aynı seviyede görür; âlemin dedikodusundan
ve kendisiyle ilgili, ilgisiz hiçbir fiilden etkilenmezler.
Ebu Osman Hayri
Hazretleri dedi ki: “Bir sâlik dört hale aynı gözle bakmadıkça kemale
ulaşamaz.”
İbrahim Edhem
Hazretleri de şöyle buyurdu: “İslam âleminde birkaç kez sevindiğim kadar
dünyada asla sevinç duymadım. Bunlardan biri şudur: Bir gün bir kervanla
beraber yolculuk ederken gülünç hikâyeler anlatarak yolcuları güldüren, tuhaf
hareketleriyle arkadaşlarını eğlendiren bir kişi bir savaşta yaptığı
kahramanlığı anlatıyordu. Düşmanını nasıl öldürdüğünü göstermek için beni
sakalımdan tutup ortaya sürükledi. Boğazıma sarılıp hançer saplıyormuş gibi
birtakım küçük düşürücü hareketlerde bulunarak yolcuları güldürdü. Onun gözünde
kervan halkı içinde benden daha hor ve hakir kimse bulunmaması beni çok
sevindirmişti. İkincisinde ise bir kenarda yalnız oturmakta iken birisi koşarak
geldi ve üzerime kasten bevletti.”
Vâsıl olmanın
daha açık bir alâmeti Allah’a kavuşmaya duyduğu şiddetli iştiyaktan dolayı
ölmeyi istemek ve bu geçici dünyada ömür sürmekten nefret etmektir. Bunu
doğrulayan âriflerin sözü şudur: “Müridin kalbinden dünya heva ve hevesinin
kaybolması; beşerî hallerden hiçbirini istemeyerek Allah’a kavuşmaya düşkünlüğü
ve ölmeyi arzu etmesi demektir.”
Vuslat alâmetlerini gerçekleştiren sâlik beşeriyet ve
suret âlemlerinden uzaklaşıp yükselir, kudsî hakikat âlemine ulaşmakla zevk ve
safa içinde mutlu olur.
Ey insan, Cenab-ı Hak senin mahlûkat
arasında yüksek değerini bildirmek için seni melekût ve şebadet âlemleri
arasında, orta bir âlemde yarattı. Çünkü sen bütün yaratılmışları içine alan
bir cevhersin.
Alem-i gayb ü şehâdet arasında
kıldı
Seni ey ekmel-i eşya mutavassıt-ı âlem
Fazlını cevher-i kevn olduğunu
bu yüzden
Sana bildirmek için Hazreti Rabb-i erham
Muhakkik ârifler varlıkları cevher ve arazdan ibaret sayarlar; bunların
her türünü ayrı birer âlem kabul ederler. Bu bakımdan âlemlerin sayısı sonsuz
olduğu halde başlıca iki kısma ayrılır: Biri gayb ve melekût âlemi, diğeri mülk
ve şehadet âlemi. Birincisi duyguların ötesindeki mana âlemi, öbürü hissiyat
dairesindeki suret âlemidir. Tasavvuf erbabı âlemlere “hazerat-ı hamse” (beş
hazret) derler ve şöyle isimlendirirler: Ceberut, lâhut, melekût, misal-i
mutlak, mülk ve şehadet. Mülk ve şehadet âleminin dışındakilere gayb ve melekût
âlemleri derler. Ceberut âlemi, Hakk’ın zatına mahsustur, ilim sırları ve ezelî
iş ve olaylar bu âlemin eserleridir. Buna gayb-ı mutlak âlemi, hüviyet âlemi de
derler. Lâhut âlemi; ceberut ile melekût âlemleri arasındadır ve bütün kudsî
ruhları, mücerret nefsleri içine alır. Melekût âlemi; lâhut ile mülk ve
şehadetin arasındadır. Ruhanî hakikat suretleri ve cismanî suretlerin
hakikatleri burada tecelli eder. Misal-i mutlak âlemi; melekût ile mülk ve
şehadetin karşısındadır. Bu iki âlemde ne varsa onların şekilleri, hayal
suretleri gibi burada ortaya çıkar. Rüyada görülenler bu âlemden yansıdığı için
rüya âlemine mukayyet misal âlemi denilmiştir.
Mülk ve şehadet âlemi, dünya ve içindekilerdir. Buna his âlemi, cisim
âlemi, kevn ve fesat âlemi de derler. Bu âlemler her ne kadar birbirinin
üstünde olarak ayrı ayrı belirtilmişlerse de mülk ve şehadet, misal âlemiyle;
misal, melekût âlemiyle; melekût, lâhut âlemiyle ve lâhut ceberut âlemiyle
çevrili olduğundan aslında tek bir varlıktır. Yine Cenab-ı Hakk’ın Bâtın ve
Zahir olması yani bütün iç ve dışları kapsaması bakımından gayb ve şuhûd ortaya
çıkmış, İlâhî takdirler, mertebeler olarak başka başka belirmiştir. Yani kimisi
maddeye karışmaksızın gayb suretleri olarak, kimisi terkip elbisesine girerek
suretler olarak görünür; vahdeti kesret nakışları kaplamıştır. Ama aslında
hepsi de ahadiyet cemalinin mazharlarının görüntüleridir. Alçak veya yüksek
eşya suretlerinden can gözüne görünen ancak Cenab-ı Hakk’ın vech-i kerimidir.
İnsan ise, cismi, canı, nefsi ve ruhu yani emr ve halk âlemini içine alır. Bu
sebeple suret ve hakikati, gayb ve şehadeti, mülk ve melekûtu, cevher ve manayı
kendinde toplamıştır. Ne sırf mülk ve şehadet âleminden, ne de yalnızca gayb ve
melekût âlemindendir. Beş âlemi de havi olarak bu iki âlemin arasında manen
ortadadır. Cismanî, ruhanî, semavî ve arzîdir. Yani hem cisme, hem ruha, hem
göğe ve hem de yere ait, küçük fakat yüce ve büyük bir âlem olmuştur. İnsanın
hissî olarak orta âlem olmasının sebebi, yerde, gökte denizde ve karadaki bütün
varlıkların insana faydalı hizmetlerde bulunması içindir. Zira bir hadis-i
kudsîde: “Ey insan, her şeyi senin için ve seni de kendim için yarattım. O
yüzden sana ait olan şeyler, ait olduğun Hak Teâlâ dan seni meşgul etmesin. ”
buyrulmuştur. Ebu’l-Abbas Mürsî Hazretleri buyurdu: “Yaratılmış ne varsa, hepsi
de insanın emrinin altında olan kullarıdır, insan ise Allah’ın kuludur.”
İnsanın
manevî olarak orta âlem olmasının delili, insan türünün en güzel yaratılışta
yaratılmış olması, bütün varlıkların sırlarını, ulvî ve süflî, latîf ve kesîf
içine almasıdır. Mesela insan, melek sıfatlarından akıl, mârifet, itaat ve
ibadet sıfatlarına sahip olduğu gibi şeytan sıfatlarından aldatma, inatçılık,
isyan ve günah işleme özelliklerine de maliktir. Hayvan sıfatlarından;
kızgınlık zamanlarında aslan, şehvet vaktinde domuz, hırs ve tamahta köpek,
hilede kurt gibi olmak hallerini ve diğer hayvanların böylece en az birer
sıfatını hâizdir. Nebat sıfatlarından olan yetişip büyümek, nem, kuruluk ve
acılık vasıfları insanda da vardır. Yine insan, yüksek gök gibi gizli işlerin
ve şafak ışıklarının doğduğu mahal, toprak gibi güzel ahlâk çiçeklerinin
çıktığı yerdir. Beşeriyet hallerinin nebatları onda bitip yetişir, tabiî kuvvet
ağaçları onu kaplamıştır. Rahman’ın arş’ı gibidir. Hak tecellileri onda ortaya
çıkar. Kalem-i a’lâ gibi hikmet eserlerinin kaynağıdır. Levh-i mahfuz gibi ilim
ve maârif hâzinesidir. Cennet gibi nimet, iyilik ve bağış bahçesidir. Tuba
ağacı gibi lütuf ve ihsan gölgeliğidir. Kevser havuzu gibi irfan ve feyiz
dağıtan cemal nurlarının tecelli yeridir. Bununla beraber bazen cehennem gibi
dünyanın çer çöpüne yani malına mülküne dayanarak servetini çoğalttıkça “Daha
fazlası var mı?” deyip hırslanır. Hemcinslerine kötülük edip saldırır,
başkasının zararında menfaat gözetir ve bundan haz alarak Cenab-ı Hakk’ın
gazabını üzerine çeker. Hak Teâlâ’nın kudret burhanı olan insanın bu şekilde
âlemleri ve âlemdekileri içine aldığı ve kâinatın göz bebeği olduğu belli
olunca, insan hüviyetinin paha biçilmez bir cevher ve bütün mükevvenatın onu
korumak üzere yaratılmış bir sadef (kap) olduğu anlaşılmaz mı?
Mükevvenat
sadetlerinin insan cevheri üzerine katlanıp dürülmesi de belirtilen sırların ve
hallerin hepsini ve mükevvenatın tümünün sıfatlarını kendinde toplamasıdır.
İşte bu ezelî sırdan ötürü Cenab-ı Hak insan türünü kendi sıfatları üzerine
yaratıp tasvir etmiş, bütün mahlûkata karşı emirlerinin infazında ve
yasaklarının tebliğinde kendisine halife kılmıştır. Yaratılmış âlemde böyle bir
yönü Hak’la, bir yönü halkla ilgili olmak üzere iki ciheti kendisinde toplayan
insandan başka bir mahlûk yaratılmamıştır.
insandan sonra en üstün mahlûk olan meleklerin bile yalnız hakkanî bir
yönü vardır. O yüzden Adem’e secde etmeleri emredilmiştir. Gerçi bu büyük şeref
her bir insan için ezelde bağışlanmış İlâhî bir ihsan ise de, hayvanı
taraflarına mağlup olarak nefsanî heveslerine düşkün olmakla tabiî
isteklerinden vazgeçemediklerinden dolayı bu şereften mahrum olan bazı
insanlar; değil meleklerden üstün olmak, hayvanlardan bile alçak ve azgın
olurlar. Bu kemal mertebesine ulaşmak ancak nefsi ve kalbi temizlemekle mümkün
olacağından Cenab-ı Hak insanlara bir şeriat yolu ile ibadet, mücahede, tarikat
usulü, dünya terki ve riyazeti emrederek lütuf ve inayet buyurmuştur. Bu yüzden
kâinatın en mükemmeli olan insan, değerinin yüksekliğini ve işinin önemini
idrak ederek; şanına ve mertebesine yakışan güzel amellere, hayırlı işlere
devam ve mâsivayı terk edip ârif-i billah olmaya gayret etmek
mükellefiyetindedir. Çünkü insanın, bütün ekvanın bizzat veya vasıtalı olarak
hükmü altına verilmesi suretiyle üstün olması; bu ekvandan bir şeyi Cenab-ı
Hakk’a tercih etmemesi ve ibadetten başka bir şeyle uğraşmaması hikmetine
dayanmaktadır. İmam Vâsıtî Hazretleri de bu manayı: “Biz andolsun ki insanı
üstün kıldık. K (İsrâ/70) ayetinin tefsirinde beyan etmiştir.
Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dıde-i ekvân olan âdemsin sen
(Kendine iyi dikkat et ki, sen âlemin özüsün ve yaratılmışların gözünün
bebeği olan insansın.)
Ey insan, bu kainat
senin ancak cismini kuşatır, ruhunu kuşatacak kadar geniş değildir.
Muhât-ı âlem-i kevn olduğun cismiyyetindendir
Sübût-ı ruhuna nisbet sana olmaz cihan vâsi
İç yüzünden
Hakk’a, dış yüzünden halka dönük olan mülk ve melekûtun sırlarını kendisinde
toplamış bulunan kâmil insanı mükevvenatın kuşatmış olması cismanî yönü
bakımındandır. Çünkü insan bu yönüyle ekvanın bir parçasıdır ve onunla
kuşatılmış durumdadır. Tabiî hükümler ve unsurlardan ibaret olup beşerî
ihtiyaçları ekvanın İçindendir ve ekvana bağlıdır. Fakat emr âleminden olan
ruhu yüzünden kuşatılması mümkün değildir. Zira ruhun halk âleminden olan
ekvanla ilgisi yoktur. Ayn-ı sabitesinin özelliği daima kâinatın yaratıcısına
bağlı olmayı gerektirir. Onun bu kevn âlemine inmesi, bir kartalın avlanmak
arzusu yüzünden tuzağa düşmesi gibidir. Şu halde insana gerekli olan, tabiî karanlık
ve unsur kesafetinde mahpus ve ekvana bağlanmış olan ruhunu devamlı zikir,
riyazet, tefekkür ve mücahedelerle tamamlayıp temizlemek, beşerî bulanıklıktan
kurtararak asıl vatanına yani hakikat âlemine kavuşturmaktır.
Cisim olarak ihtiyaçlarını karşılamayı Cenab-ı Hak üstlenmiştir. Hayvani
duyguları artırıp güçlendirecek yiyecek ve içecekler için gereğinden fazla çaba
sarf etmemelidir. İşte bu hikmetten dolayı, “insan yaşamak için yiyip içmeli,
yiyip içmek için yaşamamalı.” demişlerdir.
Ebu Abdullah
Cellab Hazretleri şöyle buyurdu: “Himmeti yüksek olan vuslat tecellisine mazhar
olur. Himmeti ekvandan bir şeye takılıp kalan, Cenab-ı Hakk’ın ortağı
bulunmadığı için tecelliden mahrum olur.”
Ahmed bin Hadraveyh Hazretleri: “Kalbi mâsivaya
meyletmekten korumak en üstün ibadettir.” dedi.
İnsan, güçlendirilmesi mahrumluğa sebep olan cismiyle
değil, mârifet zirvesinde uçan ruhuyla insandır.
Dünyada kendisine gayb meydanları
açılmayan kimse, tabiî şehvetlerle kuşatılmış ve ten kafesinde hapsedilmiştir.
Der-i gayb-ı İlâhî kendine açılmayan insan
Esîr-i ülfü şehvet heykel-i zâtında mescundur
Dünya
süslerine düşkün, şehvet ve âdetlere esir olup kötü sıfatlarla sıfatlanan
insana melekûtun gayb meydanları ve ezelî işlerin kapıları açılmaz. Yiyecek,
içecek ve giyecek alışkanlıkları gibi tabiî ihtiyaçların ve beşerî âdetlerin
hapishanesinde kalan bu insan, cisminin yani kalıbının kölesi ve bağımlısıdır.
Ruhanî yönü nefsanî hallerine mağlup olarak hayvanlığın en aşağı katında kalmış
olan bu zavallının sıfatları, cehennemliklerin sıfatı olduğundan ahirette
gideceği yer dünyada belli olmuş demektir. ''Allah'ın saptırdığına kimse
hidayet veremez." (Ra’d/33) ayetiyle beyan olunan ezelî sırrın açığa
çıkmasına açık bir örnektir. Zira en ağır azap hapsedilmek, kahredilip baskı
altına alınmaktır. Cenab-ı Hak; "Cehennemlik olanlar cehennemden gayet
dar bir yere zincirlerle bağlanmış halde konulduklarında yok olmak için
dualarla feryat ederler." (Furkan/13) buyurmaktadır. Hadis-i şerifte: "Şehvetlerin
ateşiyle çevrilidirler." buyrulduğuna göre heva ve şehvetine mağlup
olan kimse, daha dünyadayken cehennem ateşiyle buluşmuş demektir. Bir insanın
dünyada iken şehvet ve lezzetlerde hapis kalmış, âdetlere bağlılıkla kuşatılmış
olması; ileride cehennemin en şiddetli azabı olan hapis ve tazyik suretiyle
göreceği cezaların örneği olmak üzere uyarıcı bir ön haberdir. Yine Cenab-ı
Hak; "Onları ateş perdeleri kuşatır.” (Kehf/29) buyurarak ateşin
müşrik ve kâfirleri kuşattığını onların ateş azabından kaçamayacaklarını beyan
buyurmuştur. Bu yüzden tabiatın hapsinde hakikat nurlarından habersiz olarak
kalmanın cehennemliklerin yaratılış sırrı olduğuna; böyle kalanların Hak
vuslatından uzak ve vahdet şarabının neşesinden nasipsiz olduklarına işaret
edilmiştir.
Cenab-ı Hakk’ın şöyle buyurduğu kudsî eserlerden rivayet edilmiştir: "Ey
kulum, amellerini bana yönelt ki, senin her maksat ve isteğine yeterli olayım.
Ben seninle oldukça sen uzakta, sen benimle oldukça yakındasın. Artık sen
kendine layık olanı tercih et. ”
Hak Teâlâ her an bizimle birlikteyken bizim O’ndan uzak olmamızın
hikmeti, Allah ile birlikte olmak ezelden ebede kadar tecelli ettiği halde,
bizim bunun farkında olmayarak Cenab-ı Hak’tan perdelenmemizdir. Biz Cenab-ı
Hak ile zaten beraber olduğumuz halde Hakk’a yakın olmamızın manası, bu ezelî
beraberliği bilmemizdir.
Ey insan, sen kainatın yaratıcısını
görmedikçe ekvan ile berabersin. Onu müşahede ettiğin zaman ekvan seninle
beraber olur.
Eğer meşhudun olmazsa Mükevvin
Olursun tâbi-i ekvân ü esmâ
Şuhûd eyler isen ger Hakk z ey dil
Sana tâbi olur bilcümle eşya
İnsanın ekvanla
birlikte olmasıyla, ekvanın insanla beraber olması arasında fark vardır,
insanın ekvanla beraber olması demek, insanın ekvana bağlı olması demektir.
Ekvanın insana tâbî olması ise, ekvanın insanla beraberliğidir. O halde
yaratıcıyı düşünmeksizin ekvana tâbi olmak, insanın ekvana bağlanmasını
gerektirir ki, Hak’tan ve Hakk’a tevekkül etmekten uzaklaşmaya sebep olur.
Tersine ekvanla hakiki yaratıcıyı müşahede ederek ekvanın kendisine tâbi
olması, ekvana hükmetmeyi ve ekvana muhtaç olmamayı gerektirir ve hürriyete
kavuşturur. Böylece ekvan insanın emri altına girer ve ona hizmet eder ki, bu
âriflere göre yüksek bir makamdır.
Bir hadis-i kudsîde şöyle
buyrulmuştur: “Ey dünya, bana hizmet eden insana sen hizmet et, beni bırakıp
da sana hizmet edene sıkıntı çektir!”
Bununla beraber ekvana baktığı
halde hakiki yaratıcıya yönelen sâlik, bütün ekvanı fani görür ve ancak İlâhî
hükümlerin icrasına bir yol telakki ederse, hiçbir sakınca söz konusu değildir.
Her ne kadar dünya eşyasından bir şeyi ekvandan isteyip umut ederse de,
hakikatte hakiki verenin Hak olduğu bilinciyle istediğinden ötürü, aslında
Allah’tan niyaz etmiş demektir. O yüzden istediği hemen gerçekleşir ve İlâhî
lütuflara erişir. Bunun örnekleri çoktur. Hatta bütün evliyadan pek çoğunun
ufak bir işaretiyle yağmur yağması ve emri üzerine deniz dalgalarının durulması
binlerce kimse tarafından görülüp rivayet edilmiş kerametlerdendir.
Peygamberlerin mucizeleri, velilerin kerametleri daha önce de belirtildiği gibi
gerçektir ve Kur’an ayetleriyle sabittir. Bu da Hak şuhûdu ile cisim kalıbından
ve Hak tecellisiyle beşeriyet özelliklerinden kaybolmanın neticesidir. Şuhûd
nurlarına gark olup kendilerinden geçen evliya, ekvanda Hak cemalinden başka
bir şey görmemeleri ve ona kulluk bağıyla bağlı olmaları sebebiyle bütün
ekvandan hür ve azadedirler.
Şeyh Şiblî
Hazretleri: “Arif-i billâh olan insanın vicdanına asla ekvan düşüncesi gelmez.”
demiştir. Bazı meşayih de: “Ben ne zaman çarşıya alışverişe gelsem, bütün
mallar bana ihtiyaç ve iştiyak duyduklarını söyledikleri halde, ben onların
hepsinden hür ve azade bulunuyorum.” derdi.
İbrahim Havvas
Hazretlerinin bazı seyahatlerinde yanında bulunmuş olan Şeyh Mezin-i Kebir şunu
anlatmıştır:
İbrahim Havvas
Hazretlerinin ayağının üzerinde bir akrebin yürüdüğünü görüp onu öldürmek
istediğimde bana şöyle buyurdu:
“Ey Mezin,
dokunma, onu haline bırak! Her şey bize muhtaçtır; bizimse hiçbir şeye
ihtiyacımız yoktur.”
Muhammed bin
el-Mübarek Hazretleri anlatmıştır: Ebu Ishak, İbrahim bin Edhem’le birlikte
kırda dolaşırken kuşluk zamanı bir nar ağacının yanına varıp iki rekât namaz
kıldık. Otururken ağaçtan bir ses geldi. Diyordu ki:
“Ey Ebu Ishak,
lütfen narımdan birini koparıp ye, bize ikram ve ihsan etmiş olursun!”
Ebu Ishak başını önüne eğerek
murakabeye vardı. Böyle aynı şekilde üç defa ses geldiği halde, hazret kayıtsız
kalınca, bana hitap etti:
“Ey Muhammed,
bari kutup hazretlerinin bizden bir nar koparıp yemesi için sen rica et!”
Ben de:
“Ey Ebu Ishak,
ağacın dediğini duyuyorsun değil mi?” deyince ağaçtan iki nar koparıp birini
bana verdi, birini kendi yedi.
Narlar küçük ve
ekşiydi. Ancak ondan sonra duasının bereketiyle iri ve tatlı olmakla birlikte,
senede iki defa meyve vermeye başladı ve civarda meşhur oldu.
Sehl bin
Abdullah Tüsterî Hazretlerine de çok kere aslan, kaplan gibi bazı yırtıcı
hayvanların geldiği, onun da tekkesinde onları beslediği öteden beri
anlatılagelen kıssalardandır.
İbrahim Havvas Hazretleri ıssız
yerlerde seyahat ettiği sırada öğle vakti bir ağacın altına oturmuştu. Korkunç
bir aslan ortaya çıkıp geldi ve önüne çökerek pençesini kendisine uzattı.
Pençesinde iltihaplanmış bir yara vardı. Hazreti şeyh hemen yerden sivri bir
ağaç parçası bulup bununla yarasını deşti, iltihabını akıttı. Aslan bundan
sonra kalkıp gitti. Bir saat kadar sonra aslan, yavrularıyla birlikte tekrar
huzuruna gelip yaltaklanmaya, kendi haliyle teşekküre başladı. Bunu bizzat
kendisi anlatmıştır.
İbrahim Edhem
Hazretleri bostan bekçiliği yaparken gayet büyük bir yılanın ağzına bir nergis
çiçeği alarak onun huzuruna geldiğini bazı itikatlı kişiler görüp
anlatmışlardır.
Ebu Ishak
Sa’lûkî Hazretleri de aşağıdaki garip olayı anlatmıştır:
Hicaz’a
giderken çölde yolumu kaybedip şaşkın ve müşkül bir duruma düşmüştüm. Güneş
battı, hava karardı. Birden civarımdan üzüntülü bir sesle biri seslendi:
“Ey Ebu Ishak,
seni sabahtan beri bekliyorum, yanıma gelsene!”
Şaşırdım ve hemen yanma
vardığımda ölmek üzere olan gayet zayıf bir gencin yattığını gördüm. Dört yanı
rengârenk, oralarda yetişmesi mümkün olmayan çiçeklerle kaplıydı. Halini
sordum. Semeysat denen bir yerden olduğunu, beldenin en zengin ve saygın
ailesinden bulunduğunu, birden İlâhî cezbeye mazhar olmakla çaresiz onun
zevkine kapılıp yerini yurdunu terk edip ıssız yerlere geldiğini anlattı.
“Şimdi ölmek
üzereyim.” dedi; “Cenab-ı Hak’tan bu sırada yanımda bir Allah velisinin
bulunmasını niyaz etmiştim. Hamdolsun, senin gelmenle bu duamın kabul
edildiğini anlıyorum.”
“Çocuğun var
mı?” diye sordum.
“Çocuklarım da
var, oğlan ve kız kardeşlerim de...” dedi.
Onları özleyip
özlemediğini sordum.
“Şimdiye kadar
kimseye meyi ve muhabbet duymamıştım ama şimdi onların hasretini hissettim ve
onlara kavuşmak arzusuna düştüm. Bunun üzerine ne kadar yabani hayvan varsa
etrafıma toplandı, benimle beraber ağlaşarak çeşitli çiçekler getirerek teselli
verdiler.” diye cevap verdi.
Ben de gencin
haline üzülmüştüm, gözlerimden yaşlar dökülmeye başladı. Bu sırada ağzında bir
demet nergis olduğu halde büyük bir yılan çıkıp geldi. Hal diliyle bana şöyle
hitap etti:
“Bu vahdet sarayının gelininden, velâyet meydanının erinden uzak dur!
Zira Hak Teâlâ evliyası hakkında çok gayyur ve kıskançtır.”
Bunu duyunca
kendimden geçip bayıldım, düştüm. Ayıldığımda kendimi Hicaz yolunda buldum.
Haccımı yaptıktan sonra doğruca o delikanlının memleketi olan Semeysat’a doğru
yola düştüm.
Şehre
vardığımda o gence pek benzeyen bir kadın karşıma çıktı. Bana;
“Nerde kaldın
ey Ebu Ishak? Uç aydır senin gelmeni gözlüyorum!” diyerek o delikanlıdan haber
sordu. Ben gördüklerimi anlatıp;
“Şimdi onların
hasretini çekiyorum, kavuşmak arzusu duyuyorum.” dediğini söyleyince kadın:
“Ah onun
hasretini çektiği muhabbet kokusu canına ulaştı!” deyip ruhunu teslim etti.
Hemen etraftan
önleri peştemallı ve elbiseleri yamalı birtakım kızlar çıktı. Bu şehit kadının
teçhiz ve defnedilmesi gereklerini yerine getirdiler. Ben de gönlü yaralı
olarak oradan ayrıldım.
İşte Allah’a hizmet eden bir ârife kâinatın hizmetkâr, yaratılmışlara
hizmet edenin de maâriften mahrum olacağı bu geniş açıklamalardan anlaşılmakla
artık bundan fazla söze lüzum görülmemiştir.
Hak Teâlâ ile hususi hallerin elde
edilmesi beşerî özelliklerin kaybolmasını gerektirmez. Hususiyet güneşin doğuşu
gibidir. Güneş gökte ortaya çıkar ama göğün bir parçası değildir. Hak Teâlâ’nın
sıfat güneşleri bazen senin varlığının gecesinde doğar. Bazen de o tecelliyi
perdeleyip seni beşeriyetine geri döndürür. Öyleyse hususiyet güneşi senden de
değildir, senin de değildir; fakat senin üzerine doğmaktadır.
Sâbit olmakla husûsiyet-i hal
Adem olmaz beşeriyet ki muhal
Hem misal oldu hususiyete bak
Rûz-ı rûşende güneşte işrak
Olmamışken ufkun zâtı bu nur
Oluyor anda ziyâ-pâş-ı zuhur
Hakk’ın evsâfı şümûsu yek-bâr
Şeb-i evsâfını etmekte nehâr
Bir de kabz ile bu işrak-ı Hüdâ
Seni evsâfına eyler iclâ ’
Hâsılı olmadı gündüz senden
Ne de râcı sana ol nûr-ı efken
Şu kadar ki o sana ey zâhid
Cânib-i Hazreti Hak’tan vârid
Fenâ-fillâh ve
beka-billâh tabirleriyle ifade edilen Allah’a vuslat makamı, beşeriyet
vasıflarından kaybolmak demektir. Bunu, beşerî vasıfların yok olup yerini rabbanî
vasıfların alması olarak anlamak dalalet ve zındıklıktır. Beşerî vasıflar
sâlikin kendisinden hiçbir zaman ayrılmayan aslî vasıflardır.
Fenâ-fillâh ve beka-billâh
mertebelerine erişen sâlikin keramet salahiyeti kazanmasına hususiyet denir.
Cenab-ı Hakk’ın rabbanî vasıflarına mazhar ettiği sâlikin yaratılmışlara
tasarruf etmesi, gayb hallerini bilmesi halinde onun aslî vasıfları olan
zayıflık, muhtaçlık, acizlik, cahillik gibi beşeriyet vasıflarının kendisinden
ayrılması gerekmez. Ancak bu vasıflar kendisine hâkim ve galip olmaz.
Müellif bu
manayı anlatmak için bir misal vermiş, İlâhî vasıfların sâlikte tecelli
etmesini güneşin doğmasına benzetmiştir. Güneşin doğmasıyla beraber sema
ışıklara boğulup aydınlanırsa da güneş batınca asıl karanlığına geri döner.
Çünkü bu güneş ve aydınlık göğün kendi zatî vasıflarından değildir. Bunun gibi
İlâhî sıfat güneşleri de beşerî vasıflar ufkunda parlayınca bu vasıfların
karanlığını giderir. Sâlik kendine geldiğinde de İlâhî vasıfların güneşleri
batar, asıl beşerî sıfatlarına geri döner. Acizlik, zayıflık gibi tabiî haller
kendisinde yeniden ortaya çıkar.
işte bu hikmetten ötürü deniz
üzerinde batmadan yürüyen bir veli, ufacık bir havuzda yüzemez de boğulur
gider. Kudret sıfatının tecellisine mazhar olarak koca dağları alt üst eden bir
Hak eri, aciz bir kimseden başını kurtaramaz, onun esiri olup kalır. Yine ilim
tecellisine mazhar olarak bütün İlâhî işlerin, sırların tercümanı olan âlim bir
veli, bu tecelli kendisinden kaldırıldığında zaruri bilgileri bile “bilmiyorum”
demekten başka bir çare bulamaz.
Peygamber
Efendimizin: “Benim Cenab-ı Hak'la beraber olduğum bir vakit vardır ki, ona
ne mukarreb melek, ne de mürsel nebi sığabilir.” buyurmaları da İlâhî sıfat
tecellisinin insanın kendisinde olmadığını, arada bir kaybolacağını gösterir.
Bu yüzden “Ebrarın müşahedesi tecelli ve perdeleme arasındadır.” buyrulmuştur.
Bir velinin ölüleri diriltmesi, “El-Muhyî” İlâhî isminin tecellisiyle olur.
Dirileri öldürmesi “El-Mümît” isminin tecellisinden meydana gelir. Bu
tecellinin kalkması halinde fark âlemine geri dönen veli evvelce binlerce ölüyü
diriltmişse de kendisine kast eden aciz bir insanın hançerinden korunamaz da
şehit olur gider. Şu halde gündüzün aydınlık olması göğün kendi vasfından
değil, güneşin doğmasındandır. Bunun gibi “hususiyet” denilen keramet
salahiyeti de velinin kendi vasfından olmayıp Hakk’ın özel tecellisiyle meydana
gelir. Fakat bu hususiyet bazen kaybolsa da hususiyetin aslı olan kalp nurları
yani ledün ilimleri ve sırları kaybolmaz.
Cenab-ı Hak eserlerini isimlerine,
isimlerini sıfatlarına, sıfatlarını da zatının varlığına delil etmiştir. Çünkü
sıfat kendi kendine ortaya çıkamaz. Cenab-ı Hak âşıklarına ve meczuplara önce
İlâhî kemalini gösterir, sonra onları sıfatlarına, daha sonra isimlerine, en sonunda
da eserlere yönlendirir. Sâliklerin hali ise onların tersinedir. Zira
sâliklerin son hali meczupların en baştaki halleridir. Sâliklerin bidayeti de
meczupların nihayetidir. Lâkin bunun anlamı farklıdır. Biri çıkıyorken öbürü
inmektedir.
Cümle âsârdan Hüdâ-yı bî-adîl
Hestî-i
esmasına etti delil
Hem de esmasıyla Rabb-i kâinat
Eyledi bı-şüphe isbât-ı sıfat
Zât-ı Hakk’a oldu hem evsâfı dal
Kim kıyamı bin-nefs vasfın muhal
Kefolur erbâb-ı cezbe evvelâ
Şol kemâl-i zât-ı baht-ı Kibriyâ
Sonra evsâfın şuhûda Kird-gâr
Reddeder bu zümreyi bı-ihtiyar
Sonra da esmâsma Mevlâ-yı Berr
Eylemek üzere taalluk sevk eder
Bad-ezin bu zümreyi Rabb-i Ehad
Eyler âsârın şuhûda sevk ü red
Aksine oldu mecâzibin tamam
Sâlikân-ı rah-ı Mevlâ-yı inâm
Oldu artık intihâsı sâlikin
Ibtidâsı cezb ü aşka mâlikin
Sâlikine hem olan şey mübtedâ
Oldu meczubîn için ol müntehâ
Şol kadar var ki bu iki kavm-i hâd
Etmediler her cihetten ittihad
Bâzı kere bu iki smf-ı safâ
Râh-ı Mevlâ ’da ederler iltika
Lîk sâlik halktan Hakk’a çıkar
Ehl-i cezbe Hak’tan ol halka iner
Arifler ve vâsıllar iki kısımdır. Biri meczuplar, diğeri sâlikler.
Sâlikler Cenab-ı Hakk’a ekvân ve eserlerle delil getirirler. Bunlar “Biz âlemde
neyi görmüşsek, ondan sonra Cenab-ı Hakk’ı görmüşüzdür.” derler. Meczuplar ise
eşyanın varlığına Cenab-ı Hak’tan delil bulduklarından, “Biz neyi görmüşsek
ondan evvel Hakk’ı gördük.” derler. Delil delâlet ettiği şeyden daha açıktır.
Bu yüzden sâliklerin en önce gördükleri eserler “efâlullah” yani Allah’ın
fiilleridir. Bunlar eserleri görüp eserlere hükmeden İlâhî isimlere, isimlerin
gerektirdiği ilâhı sıfatlara ve sıfatlardan da Hakk’ın zatına delil getirirler.
Gidişleri halktan Hakk’a, eşyadan yaratıcıya, aşağıdan yukarıya doğrudur.
Bunların makamlarına “sümme denâ” derler. Meczuplar ise bunun tersine önce Hak
Teâlâ’yı şuhûd tecellisine erişmişler, sonra Allah’ın isimlerine dönmüşlerdir.
Bir başka ifadeyle onlar Esma-ı Hüsna’nın eser ve fiillerle ilgisini gördükten
sonra eserlerin İlâhî isimlerden çıktığını müşahede ederler. Bunların hali
daima Hak’tan halka, yukarıdan aşağıya doğrudur. Makamları “fetedellâ”dır.
İşte böylece
sâliklerin nihayeti, meczupların bidayeti; meczupların bidayeti, sâliklerin
nihayeti olmuştur. Sâliklerin başlangıcı olan eserlerin şuhûdu ve ef âl
tecellisi meczupların son hali olduğu gibi, meczupların baştaki halleri olan
Hakk’ın hakikatinin keşfi ve zat tecellisi de seyr ü sülûkun son durağıdır.
Fakat bunların halinde eşitlik değil, büyük fark vardır. Zira sâliklerin son
durağı olan şuhûd tecellisinde cezbe varsa da bu cezbe birçok mücahedeler,
riyazetler ve meşakkatler çekilerek elde edilmiştir. Onların cezbeleri tarikat
usullerine uymaya ve nefs mârifetini elde etmeye bağlıdır. Meczupların ilk
hallerindeki cezbe ise, hiçbir çalışma yapılmaksızın hâsıl olmuştur.
Meczuplar beşerî
hislerden kopmuşlardır. Akılları rabbanî tecellilerle örtüldüğünden şeriat
hükümlerinin yükümlülüğü altına girmezler. Cezaî ehliyetleri yoktur. Bunlar
için; “Dîvâne-râ kalem nîst” (deli olana kalem yok) derler ki, onların muaf
olduklarını ifade eder. Allah katında mazur tutulup affa uğramışlardır.
Sâlikler ilk başta eserleri
görürken esma ve sıfatı görmezler. Hâlbuki meczupların eserleri görmesinde esma
ve sıfat şuhûdu vardır. Çünkü sâlikler ayık ve kendinde oldukları halde
eserleri görürken, meczuplar kendilerinden çıkıp fenâ sarhoşluğuna düştükten
sonra eserleri müşahede ederler. Sâlikler seyr ü sülûkta adım adım ilerleyerek
yükseldikleri halde, meczuplar ayılıp kendilerine döndükleri beka haline
indiklerinde kemale ermiş haldedirler. Sâliklerin maksadı eşyayı Hak Teâlâ için
görmektir. Meczupların amacı ise dünya ve ahireti ancak Cenab-ı Hak ile
görmektir. İki fırkadan biri yükselirken diğeri inmektedir; bu gidişle bir
yerde karşılaşıp buluşurlar. Mesela esma ve sıfat tecellisinde aynı mertebede
bulunurlar. Ama sâlik zat tecellisine yükselmekte, meczup eserlerin şuhûduna
inmektedir. Aralarındaki fark bu bakımdandır.
Sâlikler irşad edici olarak dine ve müridlere fayda sağlayacakları için
meczuplardan üstün sayılırlar. Meczupların mürşid olabilmeleri ise pek nadir
görülür. Seyyid Ahmed el-Bedevî bunlardan biridir. Sâliklerin de meczuplar gibi
ilim ve mârifetleri Allah vergisidir; amellerinin semeresi değildir. Meczuplar
cezbe halinde tarikat makamlarını ve nefs özelliklerini bilmediklerinden irşad
edici olamazlar. Sâlikler de zat tecellisine erişmedikçe eksik sayılır ve irşad
edemezler. Hidayet kaynağı olan peygamber varisleri ise hem cezbeye nail olmuş,
hem sülûku tamamlamış olan peygamber halifeleridir.
Geçip bâb-ı fenadan vâsıl-ı serhadd-i irfan ol
Beka-yı Hak ile istersen olmak kaim ü bâkî
Göğün aydınlığı bu dünyada ortaya
çıktığı gibi, kalplerin aydınlığı da ahirette meydana çıkar, kıymeti ancak
orada bilinir.
Kadr-i envâr-ı kulûb ü esrar
Bilinir münhasıran ukbâda
Nitekim gökyüzünün envân
Görünür münhasıran dünyada
Ledün ilmi ve maârif denilen kalp nurlarının değeri ancak ahirette
ortaya çıktığında anlaşılır. Bu nurlar, dünyada görünen gökyüzündeki ay, güneş,
yıldızlar gibi ışıklı cisimlere benzetilmiştir. Tevhid ve mârifet göğünden
kalplere ve sırlara yansıyan ledün maârifi ve rabbanî tecellilerin kıymeti
ahirette belli olur. Eşyayı aydınlatıp gösteren güneş, ay ve yıldızları
ışıkları mülk ve şehadet âlemi olan dünya yurdunda görülür. Bu yüzden her kim
gayb, melekût ve ahirete iman edip nefsini terbiye ederek bu nurları kazanırsa,
onun aydınlığı sayesinde kabrin karanlığından, kıyametin dehşetinden, sırat ve
cehennem korkusundan kurtulacaklardır. “Erkek ve kadın müminleri o gün,
nurları önlerinde ve sağlarında olmak üzere koşarken göreceksin/' (Hadid/12)
ayetinin müjdesiyle gözleri aydınlanıp sevineceklerdir.
Dünyada sema ışıklarından faydalanamayanlar ancak
görme nimetinden mahrum olan âmâlar olduğu gibi, ahirette de kalp ve sır
nurlarından pay alamayanlar da “Velâkin göğüslerdeki kalpler körleşir. ”
(Hac/20) ayeti anlamınca basiret gözünden mahrum olanlardır.
Anadan dogma gözsüzler kemâ-hî görmez eşyayı
Niyâzı vech-i dildârı ulü’l-ebsar olandan sor
ibadetin mükâfatını dünyada görmek,
ibadet edenlerin ahirette amellerinin karşılığını göreceklerinin müjdesidir.
Amiline âcilen bulmak semâr-ı tâati
Acilen ecrin vücûduyla beşârettir heman
Taatin dünyadaki neticeleri iman ve yakîn, dünyayı
terk edip ahirete yönelmek, basiret gözünün açılması, Allah’a yakınlık ve
kavuşmak zevki, kalbin tatmin bulması ve irfan nuru elde etmektir. Bir hadis-i
şerifte: “Kırk gün ihlâsla Cenab-ı Hakk’a ibadet eden müminin kalbinde
hikmet pınarları kaynayıp dilinden akar.” buyrulmuştur. Bu müjde ibadetin
dünyadaki karşılığı olan mükâfatla ilgilidir. İşte bu mükâfat ahirette göreceği
mükâfatın öncüsü sayılmalıdır.
Görür ehl-i hakikat müntehâ-yı emrini bunda
Cihanın çünkü ey dil zahiri unvân-ı bâtındır
Ey mürid, yaptığın ibadete nasıl karşdık
bekleyebilirsin? Onu Cenab-ı Hak sana bir sadaka olarak nasip etmiştir. İtilâsına
karşdık nasd bir şey isteyebilirsin? İhlâs Cenab-ı Hakk’ın sana bir
hediyesidir.
Nasıl ecr ü mükâfat istiyorsun bir amel üzre
Anı etti tasadduk Hak sana ey sâlik-i dânâ
Nasıl ya istiyorsun sıdk u ihlâs üzre de ihsan
Sana ancak anı ol Zü ’l-minen ’dir eyleyen ihdâ
Bir önceki hikmetten, “ibadetin karşılığının dünyada görülmesi,
ahirette de mükâfatlanacağına işaret ve beşarettir.” denilmesinde ecir ve
mükâfat maksadıyla ibadet etmenin uygun olacağı manası çıkarılabilir. Bu
hikmette bunun asla caiz olmayacağı belirtilmektedir.
Karşılık
için ibadet etmek kulluk edeplerine aykırıdır. Zira bir insanın bir işten
karşılık beklemesi için yaptığı işten bir kimseyi faydalandırması ve kendisinin
fayda görmemesi lazımdır. Salih amellerin yararı ise işleyenin kendisinedir.
Cenab-ı Hak güzel ameldeki ihlâstan da, neticesinden de fayda görmez. Asinin
günah işlemesinden zarar görmediği gibi... Bundan dolayı salih amelinden
mü’minin karşılık istemesi ve beklemesi şaşılacak bir şeydir. Üstelik o ameli
ve ihlâsı yaratan da Cenab-ı Hak’tır. Kur’an’da: “Sizi ve amellerinizi Allah
yarattı.” (Saffât/96) buyrulmaktadır.
“ihlâs” yüksek makam sahiplerine
sunulan hediye gibidir ve amelin kabul edilme sebebidir. Bu bakımdan bâtın
amellerinin en üstünü sayılır. Fakir ve hor kimselere verilen sadaka gibi olan
zahirî ameller ihlâsa dayanmadıkça fayda vermez, ihlâstan “hediye”, zahir
amelden “sadaka” diye bahsedilmesi aralarındaki büyük farkı da belli
etmektedir.
İmam Vâsıtî
Hazretleri: “Taat için karşılık beklemek, Allah’ın lütfunu unutmanın
sonucudur.” buyurdu. Ebu’l-Abbas bin Atâullah Hazretlerine; “Cenab-ı Hakk’ın
gazabına en yakın haller nedir?” diye sorulduğunda şu cevap alınmıştır: “Nefsi
ve nefsin emellerini görmektir. Bundan daha şiddetlisi nefs amelleri için
karşılık istemektir.”
Geçtim ecr-i uhrevîden işbu halde Mâhira
Tek beni Rabbim ibâdâtımda mes’uletmesin
Bazı
insanların nurları zikirlerinin önüne geçer. Bir kısım insanların da zikirleri
nurlarını geçer.
Bir kısmının zikirleri nurlarına
eşittir. Bir kısmın da ne zikirleri, ne de nurları vardır ki, bunlardan Allah’a
sığınırız.
Eder envârı sebk ezkârını bir fırka uşşakın
Eder ezkârını bir fırkanın da sebk envârı
Diğer bir fırkanın envâr ü ezkârı müsâvîdir
Maazallah bir kavmin de yok envâr ü ezkârı
Nurları zikirlerinin önüne
geçenler meczuplardır. Cenab-ı Hak meczupları önce nurlarıyla talep edip
cezbesiyle kendilerinden geçirerek meczup kıldığından, bunların zikirleri ve
virdleri yoktur. Meczuplar, “Allah dilediğini kendine seçer.” (Şûra/13)
ayeti anlamınca Cenab-ı Hakk’a yaklaşıp kavuşmuşlardır.
Zikirleri nurlarının önüne geçenler ise zikir ve riyazetlerle vuslata
erenlerdir. Cenab-ı Hak onları şu ayet-i kerime ile övmektedir: “Bizim için
mücahede edenleri yolumuza iletiriz. ” (Ankebût/69) Ebu’l-Abbas Mürsî
Hazretleri bu hususta şöyle buyurmuştur: “insanlar iki kısımdır: Bir kısmı
kerametlerle Allah’ın taatine erer, diğer kısmı taatle kerametlere erişir.”
Başlangıcı ibadet olan sâliklerin varacakları yer vuslat, başlangıcı vuslat
olan meczupların ulaşacakları da zevk ve hayrettir. Zikirleri nurlarına eşit
olan irfan sahipleri hem seyr ü sülûku, hem İlâhî cezbeyi kendilerinde toplamış
olanlardır. Zikirlerden ve nurlardan uzak olan heva ehli ise hayvanlık
ahırında, tabiat otlağında özelliklerinden ve ruhanî gereklerden mahrum olan
şehvet esiri uğursuzlardır. Bunlara benzemekten Cenab-ı Hakk’a sığınmak lazım
gelir.
Zikri Hak'tan nûr-ı
irfandan nasibi olmayan îbret-efzâ şekl-i insanide bir mahlûktur
Bazı kimseler kalbini Hurlandırmak
için, bazıları da kalbini nurlandırdıktan sonra zikrederler. Meczupların
nurlarıyla zikirleri eşit olduğundan zikirleriyle de, nurlarıyla da hidayet
bulunur.
Zikr edip zâkir olur bir fâni
Müstenir olmak için vicdanı
Dil evvelce olup pür-nur
Ba de zâkir olur bir zekkâr
Şol kemâl ehli ki oldu siyyân
Nûr-ı vicdânı ile zikri heman
Zikridir hâdı-i erbâb-ı dalâl
Nurudur kudve-i ashâb-ı kemal
Sâlikler zikir nuruyla kalplerini aydınlatırlar. Meczuplar ise kalpleri
nurlarla aydınlandıktan sonra zikrederler. Sâliklerin zikir ve tevhidleri
kalplerine ve dillerine ağırlık verir. Meczuplar için ise bu, nefes almak kadar
kolay ve tabiîdir. Sâlikler manevî makamlara mücahede ve riyazetlerle
yükselirken meczuplar amel etmeksizin vuslata erişirler. O yüzden sâliklerin
makamı meczuplardan üstün sayılmış ve meczupların tarikatının olmaması buna
delil gösterilmiştir. Fakat bunun istisnaları görülmüştür. Mesela Seyyid Ahmed
Bedevî Hazretleri gibi bazı meczuplar seyr ü sülük etmişler ve tarikatlarından
hiçbir zaman çıkmamışlardır. Ancak onlar riyazet ve mücahedelerinde hiç zahmet
çekmezler. Bunlarla sâliklerin hali, tayy-ı mekân ederek kolayca bir yere varan
keramet sahibiyle, çeşitli vasıtalarla yolculuk ederek meşakkatle yine aynı
beldeye ulaşan yolcu gibidir.
Hakikat sahasında bu d u kurba olmadı imkân
Eder bir anda bin âlem temâşa ârif i billâh
Zahirî zikir ancak
bâtmî müşahede ve tefekkürden sonra hâsd olur.
Bir sebebden zikr-i zâhir olmadı hâsıl heman
Etti neş'et bâtınen Hakk’ı şuhûd u fikirden
Bu hikmet “zahir batının unvanıdır” sözünü doğrulamak için beyan
olunmuştur. Zahirin batının unvanı olması, zahir amellerin ve dil ile zikrin
kalp tefekküründen doğması demektir. Kalp vücud ülkesinin hükümdarıdır, bütün
azalar ona tâbidir. Kalp Hakk’ın şuhûdu ve tefekkürüyle zevklenmedikçe, azalar
ibadet tadını, dil zikir lezzetini bulamaz. Bu yüzden dil, kalbin tercümanıdır
demişlerdir. Gerek meczuplar, gerekse sâlikler ilk önce Cenab-ı Hakk’ı müşahede
ve tefekkür ile irfan sahibi olup saf bir hale geldikten sonra zikir ve
ibadetle dillerini, azalarını süslerler. Ancak meczuplar bu hali daima idrak
ettikleri halde, sâlikler beşeriyet katılığının araya girmesi yüzünden bazen
idrak edemezler.
Nüfuz eylerse kalbe nûr-ı îman
Cevârihte olur tâat nümâyan
(İman nuru kalbe işlerse, azalarında onun taatı ortaya çıkar, görünür.)
Ey mürid, Hak Teâlâ senden şahitlik
etmeni istemeden önce sana tecelli edip şahit oldu. Zahir O’nun ilâh olduğumu
bildirdi, batın O’nun birliğini anladı.
Taleb etmezden evvel Hak şehâdet senden ey sâlik
Sana birliğini etti kemâl-i lûtfile işhad
Bu yüzden oldu mâbudiyyetiyle cism ü can nâtık
Dil ü sır oldu vahdâniyetin tahkik ile âbâd
Cenab-ı Hak kullarından ibadet ve taatle kendi
azametine şahitlik yapmalarını istemeden evvel, onların kalplerine tevhid ve
iman nuruyla tecelli etmiştir. Zikir ve ibadet, zikredilenin ve ibadet edilenin
büyüklüğüne şahitlik etmek ve O’nun bir olduğunu söylemektir. Ezelî İlâhî
tecellinin eseri olan iman kalpte hükmetmezse vücut azalarında zikir ve ibadet
ortaya çıkmaz. İman nuru kalbin süveydasına girip canı ve gönlü aydınlattığında,
uzuvlar Allah’ın varlığına delil olan ibadet ve taate girişir, dil birliğini
söylemeye başlar. İbadet ve taat devamlı olursa tabiî kesafet gider. Hakikat
açılarak tecelli nuru meydana çıkar. Kalp Allah’ın birliğini müşahede eder.
Uzuvların zahirî ibadetle meşgul olması, Hakk’ın ulûhiyetini belirtmesi
demek ve buna şahitlik etmektir. Hakk’ın birliğini gerçekleştirmek de şahit
göstermektir. Şahit olmak “elest günü”nde mü’min ve ârif ruhların Hakk’ın
varlığını ve birliğini açıkça görmeleri, ruhların zat nurlarında yok olarak bu
tecelliyle gerçekleşmeleridir. Ruhlar dünyaya geldikten sonra peygamberin
haberleri üzerine bu ezelî hakikate, Cenab-ı Hakk’ın Rab olduğuna şahitlik
ederler. Bu şahitlik her insanın istidat ve kabiliyetine göre haliyle ve diliyle
gerçekleşir.
İman sahiplerinin Allah’ın vahdaniyetine bu his ve şehadet âleminde,
peygamberin şahitlik istemelerine uyarak şahitlik etmeleri, ezelde ruhlar
âlemindeki şahitliklerinin neticesidir. Şu halde insanın kalbi bakımından zaten
şahit olması, cem’ makamının vasfıdır. Cisim olarak şahitliği ise, fark
mertebesinin özelliğidir. Bir tarikata girip seyr ü sülük ederek bu iki yönü
bir arada gerçekleştirmek lazımdır. O yüzden sûfîler, “Farksız cem’ zındıklık,
cem’siz fark şirktir.” dediler.
Cüneyd Bağdadî Hazretleri buyurdu: “Cem’ sâlikin
Cenab-ı Hakk’a zevkle yaklaşmasından, fark beşeriyette kaybolmasından
ibarettir.”
Vâdi-i vahdet hakikatte makam-ı aşktır
Kim müşahhas olmaz ol vâdide sultandan gedâ
(Vahdet
vadisi aslında aşkı makamıdır. Orada padişah kim, dilenci kim belli olmaz.)
Ey mürid, Cenab-ı
Hak sana üç türlü keramet ihsan etti. Birincisi kendisini sana zikrettirdi.
Hakk’ın bu bağışı olmasa sen zikir
ehli olamazdın. İkinci ikramı, sana ilgisini gösterip zikrettirerek seni halk
arasında zakir olarak tanıtmasıdır. Üçüncü ihsanı ise seni zikretmesi ve bu
suretle nimetini tamamlamasıdır.
Üç kerâmât ile Mevlâ sana ikrâm etti
îbtidâ
kendine zâkir edip in ’âm etti
Olmayaydı eğer olmaz idi ihsân-ı Hüdâ
Cân ü dil
zikr-i İlâhîye bi-hakkm mecra
Sâniyen zikr ile kıldı seni meşhûr-ı cihan
Sende
isbât ederek nisbetini ol Yezdan
Sâlisen eyleyip "indinde seni hem mezkûr
Nimetin
etti tamâmen sana îfâ o Gafûr
Cenab-ı Hakk’ın şükredilmesi
gerekli olan üç ikramı vardır ki, övünülecek şeylerin hepsini ihtiva eder.
Bunlardan birincisi dil ve kalp ile yapılan zikirdir. Zahir ve batın
ibadetlerle Cenab-ı Hakk’ı zikretmek mü’min için büyük bir nimettir. Cenab-ı
Hakk’ın bu ihsanı olmasaydı, insan O’nu her an zikretmeye yol bulamazdı. Çünkü
insanın yaratılışında acizlik, noksanlık, tembellik ve bıkıp usanma vardır.
Cenab-ı Hakk’ın kulunu ibadete muvaffak ederek kalbinde mârifet nuru
uyandırması; onu korktuğundan emin etmesi ve umutlarına eriştirmesi demektir.
Nitekim Rabiatü’l-Adeviye Hazretleri demiştir ki: “Cenab-ı Hak, hikmet pınarı
yaptığı bir kalbi ateşte yakmaz.”
Bir cariye geceleyin yalnız
başına secdeye kapanmış şöyle dua ediyordu:
“Yarabbi, bana olan muhabbetin
hakkı için beni af ve mağfiret eyle!”
Efendisi bunu duyup dedi ki:
“Bu nasıl duadır? Cenab-ı
Hakk’ın seni sevdiğini ne biliyorsun?”
Cariye şu cevabı verdi:
“Eğer Cenab-ı Hak beni
sevmeseydi, bu karanlık gecede rahatımı ve uykumu terk ettirir de kulluk
secdesine kapandırır mıydı? Dua ve zikrullah etmemi nasip edip hasret ateşiyle
yanan kalbimi feyizlendirir miydi?”
Cenab-ı Hakk’ın ikinci büyük
nimeti, Allah’ı zikreden kimsenin halk arasında veli ve ârif olarak tanınıp
anılmasıdır. Bu şöhret, zikreden kulun Cenab-ı Hakk’a manevî yakınlığının
semeresidir. Zira iyilikle anılmak insanın ikinci hayatıdır. Gerçi insan
öldüğünde zikri de ölür. Fakat insan-ı kâmil olanlar daima rahmetle anılır;
madden değilse de manen yaşamlarını sürdürürler. On beş asırdan beri vefat eden
milyonlarca mü’min kabristanın çiçekleridir. Bunların içinde; “Evliyam
kubabım altında gizlidir, onları benden başka kimse bilmez. ” hadis-i
kudsîsi anlamınca binlerce gönül eri ârif ve vâsıl vardır. Ez-Zahir ismine
mazhar olan evliyaların ruhaniyetlerine sığınılır ve manevî yardımlarına
başvurulur. Böyle kabri nurlu zatların az sayıda olduklarına bakılırsa, havas
kul olarak şöhret bulmanın kolay ele geçen bir nimet olmadığı belli olur.
Üçüncü büyük
nimet, zikreden kulun Mevlâ’nın yanında zikredilip övülmesidir. Seyr ü sülûktan
maksat bu yüce mertebeye erişmektir. Ankebût suresi 45. ayetinde: "'Allah'ın
zikri en büyüktür." buyrulmuştur. Hazreti Mevlâ’nın bir kulunu
zikretmesi, o kulun O’nu zikretmesinden elbette üstün ve yüksektir. Çünkü ulu
hükümdarın andığı sadık bir köle, kölelerin en üstünü olarak sonsuz bir nimete
erişmiş olur. Bu yüzden padişahlar padişahı olan Allah’ın zikrettiği zakir bir
kulun ne olması gerektiği bir düşünülsün. İşte bu hususta Cenab-ı Hak şöyle
buyurmuştur: "Her kim beni nefsinde zikrederse, onu nefsimde; topluluk
içinde zikreylerse ben de onu topluluğundan daha hayırlı bir cemaat içinde
zikrederim. " Diğer bir rivayette: "Ben kulumun zannettiği
gibi tecelli ederim. Beni zikrettiği vakitte kendisiyle beraberim. Beni
nefsinde zikrederse, ben de onu nefsimde; beni cemaat içerisinde zikrederse,
ben de onun cemaatinden daha hayırlı bir cemaat içerisinde zikrederim. Bana bir
karış yaklaşırsa, ben ona bir arşın yaklaşırım. Bana bir arşın yaklaşırsa, ona
bir kulaç yaklaşırım. Eğer bana yürüyerek gelirse, ben ona seğirterek varırım.
Yani kulumun ibadetine göre tecelli ederim. "
Peygamber
Efendimiz(sas) buyurmuştur: "Müslimler bir mecliste
zikrederek otururken melekler onları çevreler, Allah'ın rahmeti onları örter,
İlâhî sekînet onların üzerine iner. Cenab-ı Hak da onları kendi katindakiler
yanında zikreder. "
Yahya bin Muaz
Hazretleri buyururdu: “Ey cahil, ey gafil, eğer kudret kaleminin seni levh-i
mahfuza zikredip yazarken cızırtısını duysaydın, zevkinden ve neşenden can
verirdin.”
Peygamber
Efendimiz(sas), ashab-ı kiramın karilerinden Ubey bin Kâ’b’a(ra):
“Ey Ubey, sana
Kur’an okumakla görevlendim!” buyurması üzerine Ubey:
“Ya Resulallah,
beni Allah sana andı mı?” diye sormuş, Hazreti Resul:
“Evet, andı!”
buyurduktan sonra şu mealdeki ayeti okumuştur: "De ki, bu Allah'ın
lütuf ve rahmetidir, bununla ferahlansınlar. ”(Yunus/58)
Ubey Habbetü’l-Bedhî
Hazretleri şöyle rivayet etmiştir: “Beyyine suresi indiği vakitte Cebraillas>
bu surenin Ubey bin Kâ’b Hazretlerine özellikle okunmasını Hazreti Resulullah’a
bildirdi. Peygamber Efendimizin bu İlâhî lütfü Ubey Hazretlerine müjdelemesi
üzerine Ubey bin Kâ’b(ra>: ‘Aman ya Resulallah, ben Allah’ın
huzurunda anıldım mı?’ diye sordu. ‘Evet!’ cevabı alınca fevkalâde sevindi,
gözlerinden sevinç gözyaşları dökerek şükranlarını arz eyledi.”
Şu kim âl-i cenâb-ı Mustafâ 'dır
Semâ-yı himmete necm-i hüdâdır
(Peygamber Efendimizin ehl-i beyti ve yakınları himmet semasında hidayet
yıldızlarıdır.)
Bazı ömürler uzun olur ama faydası
azdır. Bazı ömürler kısa fakat bereketli olur.
Bâzı ömrün oldu âmâdı vesı imdâdı az
Bâzı ömrün de kalîl âmâdı imdâdı kesir
İnsan ömrünün
uzun ve kısa olması aslında çok veya az yaşamakla değil, hayatta kazanılan
faydalarla alâkalıdır. Çünkü Cenab-ı Hak’tan gafil olarak ve nefsanî
arzularıyla uğraşan bir kimse her ne kadar uzun yaşarsa da hayatını güzel
kullanamayıp ömrü süresince güzel hal kazanamadığından, onun ömrü manen kısa ve
manevî fayda bakımından az sayılır. Fakat hayat sermayesini boşa harcamayarak
eserleri kıyamete kadar kalacak olan güzel ameller, faydalı ilimler ve
sadaka-yı câriye gibi genel menfaatlerin sebeplerini tamamlamak ve elde etmek
yolunda feda edenin ömrü, fayda çokluğu yüzünden manen uzun olur. Binaenaleyh “Sadaka
belâyı durdurur ve ömrü uzatır. ” gibi ömrün artabileceğini belirten
hadislerin fayda çokluğuna ve bereketin artmasına dair olduğu anlaşılmıştır. Şu
halde insan ömrünün faydaları, zaman ve vakitlerin miktarına bağlı değildir.
Ömrü kısa olan bir kimse ondan kat kat fazla yaşamış bir başka kimsenin elde
edemediği binlerce faydayı kazanmayı başarır. Arkasında dua edilmesine ve
hayırla anılmasına sebep olacak işler yapar, böylece onun ikinci bir hayatı
varmış gibi mânen daha uzun yaşamış olur.
Dokuz sene
gibi kısa bir süre içinde onca büyük fetihlerle hükümdarlığını süsleyen Yavuz
Sultan Selim Hazretleri hakkında allâme Ibn Kemal Paşa’nın söylediği şu beyit
bu manayı pek güzel gösterir:
Şems-i asr idi, asrda şemsin
Zilli
memdud olur zamanı kasîr
(Döneminin güneşiydi, ikindi
güneşinin zamanı kısa olsa da gölgesi uzun olur.)
Ümmetin büyüklerinin hayatları
incelenirse, içinde uzun ömürlü olanların pek az olduğu görülür. Mesela, Şeyh-i
Ekber Hazretlerinin her biri hakikatler kitaplığı olan eserleri gözden
geçirilirse, bu eserlerin ömründe uyku ve rahat yüzü görmeden ve asla durup
dinlenmeden yazıldığı düşünülse bile, yine hayatı müddetine sığdırılamaz. Keza
Hüccetü’l-İslam İmam Gazali’nin Ihyaul-Ulûm\ı ve İsmail Hakkı
Bursevî’nin Ruhu’l-Beyan tefsiri tabiî ömürle yaşamış bir âlimin hayat
süresine pek güç sığışabileceği gibi, her birinin 200’ü geçen diğer eserleri
için zaman bulunabilmesi pek güçtür. Abdülkâdir Geylani ve Ahmed Rufai,
Ebu’l-Hasan Şazelî, Şaban Veli Hazretleri gibi büyük pirlerin irşad eserleriyle
bütün İslam âlemini tutmuş olan tarikatlarının bağlılarına insafla bakılsa, her
birinin yetmişe yaklaşmayan hayat sürelerine ve hele Nakşibendî tarikatının
şubesini kuran Mevlana Halid’in elli iki senelik ömründe on seneden ibaret
bulunan irşad zamanına inanılamaz.
Özetle ömürlerin uzunluğu zaman
uzunluğuyla değil, fayda ve menfaat çokluğuyladır. Kemal erbabı insan
kemalâtının hangi noktasını tamamlamak için gelmişse, bunu gerçekleştirince
hakikat âlemine göçüyor. Çünkü faydasız dünyada durmak, hayvan otlağında gün
geçirmek gibi abestir.
İlahî vâridat ezelî istidada
bağlıdır. Ezelde feyizlere istidatlı olarak yaratılmış olan bir kimse ne kadar
az yaşasa da yine kabiliyeti çerçevesinde feyiz alacağından ömrün uzun ve kısa
olmasının bu hususta rolü düşünülemez. İnsan için imanın kemali ve irfanın
tamamı gibi İlahî yardımlara erişmede ömrün uzun ve kısa olmasının tesiri
yoktur. Bu saadet sırf Allah’ın lütfü ve ihsanıdır. İslam ümmetinin ömürleri,
geçmiş ümmetlerin ömürlerinden nisbetsizce kısa olduğu halde, hiçbir kavme
ihsan olunmamış olan bunca feyizlere ve tevhid-i zat kemaline mazhar olarak “Siz
insanlar arasından çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. ” (Âl-i İmran/110)
ayetince en üstün ümmet olması bu hikmetin en güzel ve en açık örneğidir.
Ahmed bin Ebi
Havari Hazretleri, Ebu Süleyman Hazretlerine: “Uzun ömürlü olduklarından dolayı
Benî İsrail’e gıpta ediyorum.” deyince şu cevabı almıştır:
“Ben de seni gıpta etmek için güzel bir sebep buldun da öyle söylüyorsun
sandım. Cenab-ı Hak, Muhammed ümmetinin çok yaşaması sebebiyle vücudundaki
derilerin kemiklerine sarılmış olmasını ve kuru ağaç gibi arz-ı endam etmesini
hiçbir zaman istemez. Bu ümmetten ancak amelde ihlâs ve hüsn-i niyet ister. Kim
Allah’ın bu dileğini kısa müddet içinde gerçekleştirirse, binlerce sene
yaşamakla elde edilecek feyizlere, fetihlere erişir.”
Eğer bir zâtın olsayâveri Hak
Olur az günde çok hayra muvaffak
Ömrü bereketli olan kimse kısa zaman
içinde sözle, yazı ile anlatılamayacak ve hiçbir şekilde işaret olunamayacak
ihsanlara ulaşır.
Olursa her kimin ömrü mübârek
Erer az günde çok ihsana bı-şek
Sığışmaz taht-ı tâbire o minnet
Erişmez hem ana remz ü işâret
Ömrün bereketi, insanın salih
amellere girişmesi için zamanı ganimet bilecek bir basirete sahip olması; bunu
bir onur sayıp buna fırsat ve kolaylık bularak vakti değerlendirme başarısına
ulaşmasıdır. Cenab-ı Hakk’ın buna muvaffak ettiği kâmil insan, ömrü ne kadar az
olsa da, kaleme ve dile gelmeyecek şekilde yüksek feyizlere, vâridelere erişir.
Mesela âbid, bir mücahidin bin ayda elde edemediği mükâfatı bir ayda kazanır.
Bu kurtulmuş fırkanın her gecesi Kadir gecesi gibidir. Nail oldukları İlahî
tecelli nurlarının her parçası dolunaya benzer.
“Devran olalı devran erbâb-ı
safânındır” mısraındaki mana bu âriflerin halini ifade eder. Bu yüzden bazı
ârifler: “Arifin her gecesi leyle-i Kadir gibidir.” dediler. Ebu’l-Abbas Mürsî
Hazretleri: “Hamdolsun ki, bütün gecelerimiz Kadir gecesi olmuştur.” buyurdu.
işte zamanı uzun ve müddeti çok olmayan ömrün bereketi bundan ibarettir. “Güzel
amel ömrü arttırır. ” hadis-i şerifinden anlaşılan mana yukarıda anlatılan
berekettir.
Ey talip, mahrumluğun en beteri;
meşguliyetlerden kurtulup fırsat bulduğun halde Cenab-ı Hakk’a yönelmemek ve
maddî engeller azalmışken O’na doğru gitmemektir.
Şevâgilden teferruğla teveccüh
etmemek Hakk’a
Avâik az iken bî-rağbet olmak da ne hizlân ’dır
Bir insanın dünya gaileleri yüzünden ve beşerî ihtiyaçları karşılama
meşguliyetleri sebebiyle Cenab-ı Hakk’a yönelememesi elbette mahrumluk ve
kayıptır. Ama geçimini temin edecek kadar bir gelire sahip olduğu için artık
dünya işleriyle uğraşmak zorunda kalmadığı halde yine Cenab-ı Hakk’a
yaklaştıracak amellerden geri durması, kalben Cenab-ı Hakk’a yönelmemesi pek
büyük bir hüsrandır. Afiyette olup Cenab-ı Hakk’a seyr ü sülük etmesini
güçleştirecek tabiî engeller azalmışken yine Hak rızasını kazanmaya rağbet
göstermemesi çok büyük perişanlıktır. Çünkü ‘İnsanları ve cinleri sadece
ibadet etsinler diye yarattım. ” (Zâriyât/56) ayetince bu âleme gelmekten
asıl maksat ibadet ve mârifettir. Dünya işleriyle imkân ve uygun zaman bulduğu
kadar uğraşmalı, asıl amaç olan Allah’la meşgul olmalıdır. Aksi halde sonuç
mahrumluk ve hüsran kaçınılmaz olur. Bu yüzden ârifler demişlerdir ki: “Cenab-ı
Hakk’a gönlü kırık bir halde yönelmeye devam etmeli, vücut sağlığı
beklenmemelidir. Zira bu beklenti bir tür gevşekliğe ve fırsatın kaçmasına
sebep olur. Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de: “Gerek hafifi gerekse ağır olarak
hep birlikte savaşa çıkın. Genç, yaşlı, binekli, bineksiz, hasta veya sağlıklı
herkes savaşa çıksın. Her ne durumda olursanız olun, savaşa mutlaka katılın.
Zengin, fakir, zor kolay demeden herkes savaşa iştirak etsin. ” (Tevbe/41)
buyurmuştur. Allah’ın kelimesini yükseltmek uğrunda zorluk ve kolaylığa
bakmadan ashab-ı kiram ve onların vasıtasıyla bütün mücahede erbabına bu
şekilde davranmaları emredilmiştir.
İmam Kuşeyrî Hazretleri şöyle buyurmuştur: “Kalbin dünya işlerinden boş
kalması, Cenab-ı Hakk’a yönelmek için büyük bir nimettir. Nefs ve hevaya,
şehvet ve dünyaya uyarak nimete şükretmeyen kimsenin kalbini Cenab-ı Hak
karıştırır, düşüncelerini perişan eder.”
Tefekkür, kalbin
mâsiva meydanlarında dolaşmasıdır.
Tefekkür meyâdîn-i ağyarda
Dilin ser-te-ser seyr ü cevelânıdır
Ağyar meydanları demek Allah’ın
yarattıkları ve yaptıklarıdır. Asılları mâsiva olduğundan müellif onları
yarışma meydanlarına, kalbi de hızlı koşan bir ata benzetmiş, düşünceleri gezip
tozma olarak ifade etmiştir. Bundan anlaşılacak mana; “Aklını kullanacak
kavim için şüphesiz deliller vardır.” (Rûm/34) ve “Basiret sahipleri
için bunda deliller vardır.” (Al-i İmran/190) ayetleriyle emredilmiş olan
yer, gök ve bütün kâinatta düşünceleri dolaştırmak, yaratılmışlarda gizli
hakikatleri ortaya çıkararak Hakk’ın cemal ve celal sıfatları hakkında irfan
sahibi olmak lüzumudur. Çünkü mevcudat sahasında dolaşan düşünce, bu kudret
imalathanesinde bir yaratıcının bulunduğunu gösterir, Hakk’ın varlığını
birliğini anlamaya götürür; şüpheden iman yakasını kurtarmaya sebep olur. Buna
avam tefekkürü derler. Bir de âbidlerin tefekkürü vardır ki güzel ameller
işlemeyi, iyilikler yapmayı, bunlardan elde edilecek sevap ve mükâfatları,
günah işlemenin, kötülük yapmanın sebep olacağı azapları düşünmektir. Abidler
bu tefekkürle salih amellere rağbet edip kötülük yapmaktan kaçınırlar.
Bunlardan başka bir de zahidlerin tefekkürü vardır. Zahidler, dünyanın vehim ve
hayalden veyahut yokluk aynasında bir akis ve gölgeden ibaret olduğunu,
buradaki sevinçlerin kederlere, sefanın cefaya dönüştüğünü, her nimetinde bir
ceza, her kemalinde bir zeval bulunduğunu düşünerek böyle vefasız, kararsız ve
geçici bir âleme sevgi duymaz, rağbet etmezler. Toplumdan uzak ve yalnız
yaşamayı seçerler. Bunlardan daha üstün bir tefekkür ise âriflerin
tefekkürüdür. Ârifler yalnızca nimetleri düşünerek nimet verene ulaşır ve Hak
Teâlâ ya şükretme gereğini idrak ederler. Sonsuz şükürleri ve gittikçe artan
Allah sevgisi kalplerinin nur üstüne nur olması neticesini doğurur.
Tefekkürün ağyar meydanlarında
dolaşmak şeklinde nitelenmesi ve yaratıklar üzerinde tefekkür etmenin
öğütlenmesi Allah’ın zatı hakkında tefekkür etmenin caiz ve mümkün
olmadığındandır. Zira Allah’ın zatında tefekkür edilemez. Nasıl edilebilsin ki,
Allah’ın zatı akla, fikre, vehme ve hayale gelen düşünce ve tasavvurların
tümünün hilafınadır. Bu yüzden tefekkür edenler daima İlahî ayetlerde tefekkür
ederler ve hakikatini düşünmekten korkarlar.
Peygamberlerin serveti Peygamber
Efendimiz(sas) bir gün ashab-ı kiramından bir topluluğa rastladı ve
ne yaptıklarını sordu. Onların kâinatın yaratıcısı Hak Teâlâ Hazretlerini
tefekkür ettiklerini söylemeleri üzerine ancak Allah’ın mahlûkatında tefekkür
edip kâinatın yaratıcısının zatı hakkında düşünmemelerini çünkü Allah’ın
hakikatini idrak edemeyeceklerini emrettiler.
idrakten
aciz olduğunu anlamak idraktir, Allah’ın zatının sırrından konuşmak şirktir.
Tefekkür kalbin kandilidir. Tefekkür
giderse kalbin ışığı söner.
Sirâc-ı kalb ü vicdandır tefekkür
Giderse
fikr kalmaz kalb için nur
Gönül İlâhî bir vahdethanedir.
Düşünce onun, her şeyin aslını anlamasını sağlayan bir ışık kaynağıdır. İşlerin
hakikatleri onunla aydınlığa kavuşup anlaşılır, doğru ve yanlış onunla belli
olur. Gönül fikirden geri kalırsa, karanlık ev gibi ışıktan da yoksun olur.
Karanlık kalpte ise artık cahillik zulmetinden başka bir şey bulunamaz, bulunsa
da görülemez.
Güneş de
kandile benzetilmiştir fakat güneş göğün kandilidir. Düşünce ise canı ve gönlü
aydınlatan ışıktır. Güneş semaların kandilidir. Düşünce göklerin ve yerin
yaratıcısının kandilidir.- Güneş, toprağın ve suyun, düşünce canın ve gönlün
kandilidir. Güneş ateşten bir küredir, düşünce nurdur.
İmam Kuşeyrî Hazretleri fikri şöyle târif etmiştir: “Hakikat talibinin
sıfatı olup semeresi ilim ve irfan şartıyla Cenab-ı Hakk’a vuslattır.” Şu halde
güneş geçim yolunu gösterir, fikir hidayet yolunu ortaya çıkarır. Bu yüzden
Cüneyd Bağdadî Hazretleri şöyle buyurmuştur: “Dünyada en yüksek meclislerin en
şerefli ve en yüce makamı, tevhid meydanında tefekkür ile oturmaktır.”
Saray-ı lî-meallah gönüldür
Tecellihâne vallah gönüldür
Tefekkür, doğrulayıp inanma ve görüp
anlamak üzere iki çeşittir. Birincisi sâliklerin, İkincisi basiret sahiplerinin
tefekkürüdür.
Tefekkür mâsivaullahda iki kısm üzre vâki’dir
Birisi fikr-i iman diğeri fikr-i ‘ıyân oldu
Olup
evvelki fikr âlemde şân-ı ehl-i istidlâl
İkinci fikr ise erbâb-ı istibsâra şân oldu
Kalbin yaratıklarda gezip dolaşması ve onları düşünerek kendinden
geçmesi iki türlüdür. Biri yükselip ilerlemek, diğeri inip alçalmaktır.
Yükselip ilerlemek, eserlerle hakiki müessir olan Hak Teâlâ’ya delil bulan
siliklerin vasfıdır. Bunların tefekkürleri, tasdik ve imandan dolayı
yakînlerini artırmaya ve ilerlemeye yöneliktir. Bu yüzden tasdik ve iman tefekkürüne
“terakki düşüncesi” de denilir. İnip alçalmak ise hakiki müessir ile eserlerin
varlığına delil bulan şuhûd ve basiret sahiplerinin sıfatıdır. Bu yüksek zümre,
alçalmakta olan meczuplardır. Meczupların tefekkürleri de şuhûddan dolayı
farkın artmasına ve inmeye dönüktür. Bu bakımdan şuhûd tefekkürüne “alçalma
tefekkürü” de denir ve meczuplara mahsustur. Meczupların bazıları daima cezbe
halinde olduklarından tefekkür etmedikleri gibi, inişten ve çıkıştan da
habersizdirler. Tefekkürün bu iki türü de, Hak ile hak olmaya çalışan irfan
sahipleri içindir. Bunların dışındaki avam ise henüz tasdik edip iman
tamamlamak için tefekkür ederler. Onlardan terakki ve şuhûd tefekkürü
beklenmez.
MÜELLİF HAZRETLERİNİN DOSTLARINA YAZDIKLARI
MEKTUPLARDAN HİKMETLER
* Her işin başlangıcı, sonunun
nasıl geleceğini gösterir. Kimin başlangıcı mücahede ve Cenab-ı Hak'tan yardım
isteyerek olursa, nihayeti Allah'a vuslat olur.
Dedi faslu ’l-hitâbı mahmedetle bir kitâbında
Anı yazmış idi İbn Atâ kim bâzı ihvana
Bidâyatı umûrun hep muhakkak
Nihâyâta mecâlî oldu mutlak
Kimin Hak olsa bî-şek ibtidâsı
Olur bezm-i ilâhı müntehâsı
Müellif Atâullah Hazretleri, buraya kadar beyan ettikleri hikmetlere bazı
dostlarına yazdığı mektupları da eklemiştir. Bu mektuplar kulaklara küpe
edilmeye değer tasavvuf hakikatleri, seyr ü sülük bahisleri, yükseliş ve iniş
meseleleri ihtiva etmektedir. Üçüncü şahıs diliyle “dedi” diyerek ifade edilen
bu bilgilere Allah’a hamd ve peygambere salâvatla başlanmış, belagatli üslubu
hikmetlere ayrı ve çok güzel bir renk vermiştir.
İşlerin başlangıçlarının sonların zuhur mahalli olması, bir müridin son
halinin daha başlangıçta açıkça belli olması demektir. Çünkü başlarda ibadet ve
riyazetle çaba gösteren bir sâlikin kısa zamanda büyük İlahî fetihlere
erişeceği, aksine başlangıçta gevşek ve zayıf davranan bir müridin sonunun
feyiz eksikliği ve pişmanlığa varacağı denenmiştir. Bu yüzden mücahede ve bütün
ibadetlerini Cenab-ı Hakk’a güven ve bağlılıkla yerine getirip rabbani yardım
alarak başlangıçta mârifetullah elde eden sâlikin sonunda vuslata erişmesi
muhakkaktır.
*
Meşgul olunması gereken iş, senin severek yerine getirmeye gayret
ettiğin güzel amellerdir. Yapılmaması lazım gelen işler ise, Cenab-ı Hakk'a
yönelmekten alıkoyan nefs ve şehvet bazlarına uymaktır.
Dahi ikbâle şol amal şayan
Sevip de kendine oldun şitâbân
Şu hal ki oldu araza sezâ-var
Olunmuştur ana karşı Hak îsar
Müellif bu
hikmette işlediği amelleri övüp yüz çevirdiği işleri kötüleyerek sâliki Hak
yolunda teşvik etmektedir. Güzel bir ameli içten bir sevgiyle, özen ve önemle
işlemeye koşan bir sâlike şöyle demektedir: “İşte, uğraşılacak amel, işlemeye
koştuğun bu ameldir. Sakın bu ameli küçümseme, bu amelden geri durma!
Kaçınılması gereken amel de Cenab-ı Hakk’a yönelmeye tercih ettiğin işlerdir,
aman bu işlerden geri dur! Cenab-ı Hakk’a yönelmeyi her işten üstün tut ve
tercih et. Zira meşgul olduğun bu ameller Cenab-ı Hakk’a seni ulaştıracak olan
güzel hallerdir. Yüz çevirdiğin işler de seni Cenab-ı Hak’tan uzaklaştıracak
nefs hazları ve şehvet emelleridir.” Bu sözler elbette sâlikin şevkini bir kat
daha artıracaktır. Bu özendirmenin manevî etkisine açık bir örnek olarak
Abdullah bin İshak el-Hafıkî’nin şöyle buyurduğunu Ebu Kasım Sakalı
nakletmektedir:
“Bir kimsenin duasından
faydalandığım kadar hiçbir şeyden faydalanmadım. Hac için Mekke’de bulunduğum
sırada bir seher vakti Kâbe’yi tavaf etmek için Harem’e girmiştim. Birden gözüm
toprak yalamakta olan bir kişiye ilişti. İçimden bu adam ya riyazet ehlidir
yahut aklını yitirmiş diye geçirdikten sonra ona;
‘Yahu, toprak
mı yalıyorsun?’ dedim.
Bana hayretle
bakıp;
‘Bu yaladığım
toprak mıdır?’ diyerek elime bir avuç toprak verdi. Bir de bakınca kavuttan
yahut şekerden farkı olmayan, belki onlardan da lezzetli bir şey gördüm. Deli
zannettiğim adamın artık bir veli olduğundan şüphem kalmadı. Hemen huzurunda
iki dizimin üzerine çökerek bana dua etmesi için yalvardım. Ricamı kırmadı ve
bana şöyle dua etti:
‘Cenab-ı Hak sana istediğin hallerin kadrini bildirsin. İstemeyip terk
ettiğin şeylerden dolayı sana üzüntü vermesin.”
Bilip ehl-i hakikat nakd-i hâlin kadr-i vicdânın
Teessüf eylemez mâziye istikbâle de im ân
* Cenab-ı Hakk'ın kendisini kulluk yapması için
istediğini idrak eden kimse, Cenab-ı Hakk'ı talepte sadık olur. Bütün işlerin
Cenab-ı Hakk'ın kudret elinde bulunduğunu bilen kimse, Allah'a tevekkül edip
güvenir, kendisini toparlar. Varlık âlemi geçicidir. Elbette yıkılacak,
güzelliği kalmayacaktır.
Ederse şüphesiz her kim ki ikan
Eder kendin taleb Hallâk-ı ekvân
Olur bî-iştibâh ol merd-i âşık
Talebde Hazreti Mevlâ’yı sâdık
Bilirse
hangi merd-i deşt-i irfan Yed-i kudrettedir bil-cümle ekvân
Eder
Hakk’a tevekkül her işinde
Ana dil bağlayıp her gûşişinde
Zarurîdir bu mebnâ-yı ten-i hûb
Olur viran dahi enfâsı meslûb
Cenab-ı Hakk’ın insanı kulluk vazifelerinin ifasıyla istemesi; onu akıl,
ilim ve irfanla üstün kılmasıdır. Cenab-ı Hakk’ın bu talebinin sonucu olan
mükemmellik ve yükseklik de doğrudan doğruya yine O’na ait olmasındandır. Bunu
idrak eden her akıllı insanın artık Cenab-ı Hakk’a sıdk ile yönelerek ibadet
etmesi ve Hak rızası için salih amellerde bulunması, nefs hazlarını, beşerî
arzuları terk edip şeriat uyarınca davranması, Hak Teâlâ’ya bağlanıp güvenerek
bütün işlerinde Allah’a tevekkül etmesi gereklidir. Bütün yaratılmışların
Hakk’ın tasarrufu altında bulunduğunu bilen insan, kulluk vazifelerini hakkıyla
yerine getirmeye çalışır.
Hakiki iman, şeriat hükmüyle hakikat tavrını birleştirmekle elde
edildiğinden, müellif, sâliki vazgeçtiği nefs bazlarından dolayı teselli
etmekte, dünya ve içindekilerin ya birtakım felaketler sebebiyle veya sâlikin
rastladığı olumsuzluklarla kaybedileceğini bildirmektedir. Bunların geçici
olduklarını düşünmesi gerektiğini, aslında bunların yok olduklarının idraki
içinde olursa, kendi iradesiyle onlardan vazgeçerken bir üzüntü de duymayacağını
belirtmektedir.
*
Akıllı insan bu fani dünyadan ziyade baki olan âlemle sevinir. O akıl sahibinin
bu seçiminin nuru gönlünde parlar ve yüzünde onun müjdesi açıkça görünür.
Olan âkil hülâsa oldu memnun
Heman bâkî ile fâniden efoun
Dilinde parladı envâr-ı ifan
Yüzünde oldu âsârı nümâyan
Dünya
dediğimiz bu ibret hayalhanesi, bölünmez cüzlerin birleşmesinden oluşmuş bir
hikmet âlemidir. Bu cüzlerin (parçacıkların) her biri daima değişip dururken ve
birleşik cüzlerin her an ve saat birbirinden ayrılıp dağılması mümkün iken
dünyanın artık tümüyle sonradan yaratıldığında, geçici olduğunda ve her
yaratığın da birbirine bağlı özelliklerle meydana geldiğinde şüphe var mıdır?
Dünya mademki sebepler ve müsebbipler zincirine bağlı bir geçicilik yurdudur,
elbette bu zincirler olmaksızın ileride bir kudret dairesine dönüşeceği
bellidir. Bu kudret dairesi de ukba denilen ahiret yurdudur. Fenâ yani
geçicilik dediğimiz şey de aslında sebepler ve müsebbiplerin birbirine düzenli
bağlılığının bozulması demektir. Öyleyse sebeplerin müsebbiplerle olan geçici
alakası kaybolup kudret kendini gösterecek, ahiret denilen gerçek durum ortaya
çıkacaktır. Bu gerçek yurdun bozulmaktan uzak, daimi bir âlem olacağı tabiîdir.
O halde akıl sahibi olgun kişi fani cihanla sevinmez, tersine ondan nefret edip
yüz çevirir. Çünkü geçicilikle sevinmek de geçicidir. O da sevindiği şey gibi
kaybolacaktır. Bu yüzden aklıselim sahibi kimse, ona asla değer vermez.
Akıl ve
hikmetin gereği, devamlı olan sevince yönelmektir, daim ve bâki olanla
sevinmektir. Sehl bin Tüsterî Hazretleri şöyle buyurmuştur: “Sevinilmemesi
gereken hallerle sevinen kimse sonsuz bir üzüntüyü kendine çeker.”
Dünyayı terk eden, ahirete rağbet eden mürid, şüphesiz akıl ve zühd
sahibidir. Zühd ve takva da insanın gönlünde ortaya çıkacağından zühd ve irfan
nuru önce gönülde parlar. Sonra kabul ve ihlâs müjdesi onun azalarında ve
özellikle yüzünde ortaya çıkıp görünür, “zahir bâtının unvanıdır” sırrı açılır.
Bu nur ve müjde, zühd makamının gerçekleşmesinin neticesi olmakla birlikte, dünyada
zühd ve takva ile vasıflı kişi, ahiret ekinliği ve insanlık kazancının
sermayesini de elde etmiş olur. Bunun elde edilmesi elbette bu yönden de sevinç
getirir. Fakat daim ve bâki ile daha çok ferahlanıp sevinmek gerekeceğini de
müellif ibarede özellikle belirtmiştir.
*
Zühd ve takva sahibi kişi bu geçici dünyaya göz yumup ondan yüz
çevirdi, onu ne yurt, ne de mesken tuttu. Tersine mâsiva meydanı olan dünyada
himmet atını İlahî vuslat sarayına doğru süratle sürdü. Allah'ın yardımını
dileyerek O'na gitti.
Gözün dünyadan etti artık iğmaz
Bakıp
nefretle kıldı andan ırâz
Vatan addetmedi ol çayı asla
Dahi ol
bî-bekada kılmadı ca
Heman tevcîh-i himmet etti Hakk’a
Bi-avnillah
anda gitti Hakk’a
Zühd nurunun
kalbinde parlayışı, ihlâs ve kabul müjdesinin yüzünde belirmesi sebebiyle sâlik
dünya ve içindekilerden yüz çevireceğinden, artık dünyayı ne zahiren vatan
tutar, ne de bâtınen sevip mesken edinir. Himmet atını mâsiva meydanı olan fani
cihanda asıl maksadına yöneltip sürer. Kendi ameliyle olmayarak, sırf İlahî yardım
sayesinde bu gidişini yani seyr ü sülûkunu tamamlar. Çünkü dünya hakikat
erbabına bir imtihan yeridir, orada sabır ve tahammül güzel amellerin sermayesi
olduğundan, Allah’ın yardımı ve lütfü olmadıkça huzur zevkine erişilemez. Bu
yüzden Ebu Muhammed el-Harirî Hazretleri buyurdu: “Her kim kendi amellerinin
her türlü emellerine ulaştıracağını ümit ederse, Hak yolundan sapmış olur. Zira
Peygamber Efendimiz: "Sizden hiçbirinizi ameli korktuğundan kurtarmaz.
’ buyurmuştur. Buna göre korkulu bir halden kurtarmayan bir amel, insanı kutsal
ümidine nasıl ulaştırabilir? Bu maksada erişmek umudu, ancak Allah’ın lütfuna
güvenen zühd sahipleri için vardır.”
* Dünyaya yüz çevirenlerin azim ve
himmet bineği devamlı yol alır. Hiçbir yerde durmaksızın üns sofrasına varıncaya
kadar ilerler. Burası mukaddes huzurdur; fütuhat, Hakla buluşma (muvacehe),
O'nunla birlikte olma (mücalese), O'nunla konuşma (mükâleme), O'nun cemal
nurunu görme (müşahede), O'nun sırlarını inceleme (mütalaa) yeridir. Şu halde
yüksek huzur onların kalplerinin yuvasıdır, orada barınıp kalırlar.
Olup imdi semend-i azmi rahvan
Karar etmeksizin seyrinde bir an
Olur tâ müstakarr-ı hazreti kuds
Bisât-ı efruz-ı bezm-i vuslat-ı üns
Fütûhâtın mahallidir o hazret
Teveccüh-gâh-ı âlîdir o hazret
Huzûr-ı Hakk’ın oldu cilvegâhı
Hükümran anda teklîm-i İlâhî
Şuhûd-ı kalb ile meşhûd olur Hak
Zuhur eyler o câ 'da gayb-ı mutlak
Hülâsa işbu cem ’ü ’l-cem *-i mâna
Kulûb-ı vâsılîne oldu me’va
Ana nâzil olup erbâb-ı vuslat
Anı eyler neşîmengâh-ı vahdet
Müellif bu
hikmete kadar seyr ü sülük eden sâliklerin neleri gerçekleştirip ne yolda
davranarak ve ne gibi vasıflar taşıyarak vuslatın esası olan zühdü nasıl elde
edebileceklerini bildirmişti. Bundan sonra bu hikmette azim ve himmet atının
nefs meydanlarında ve tabiat ovalarındaki hakikat ülkesi yolculuğu, yani seyr ü
sülük ve bunun sonu olan cem’ ve fenâ makamları beyan edilmiştir.
Zühd makamını gerçekleştiren bir sâlikin azim atı bir kere sülük yoluna
girerse artık hiçbir yerde durmayarak ve ulaştığı her makamın bir üstüne geçerek
nihayet ilahi vahdethaneye ve cem’ ve fenâ âlemine erişinceye kadar beşerî ve
manevî mertebeleri deveran etmekten geri kalmaz. Cem’ ve fenâ âleminde mukaddes
huzur ve üns sofrasına varmaktan, mükâşefeler ve kerametlerle kabul şerefine
erişmekten sâliki saptıracak ve geciktirecek bir hal varsa, o da dünya ve nefs
alakalarına bağlanmaktır. Bu engeller bir kere aşıldıktan sonra artık
niteliksiz; “Biz ona şah damarından daha yakınız. ” sırrı açılır.
Müellif
Hazretleri cem’ ve fenâ âlemine “hazreti kuds” demiş, bu makamın Hak zatının
âlemi olması yüzünden münezzehliğini gözeterek onu “üns sofrası” olarak ifade
etmiştir. Bir de, her ulu padişahın kıymetli misafirlerine saygı göstermek
üzere ziyafet vermesi âdettendir. Bu bakımdan fenâ makamına vasıl olan sâlikler
de Rab Teâlâ’nın misafirleri olduğundan onlara da üns ve muhabbet sofrasının
açılması seyr-i fillah âlemlerinin kutsal hallerindendir.
Bu kudsî
makam başlangıçtır. Aradan perdenin kalkmasıyla sâlik fütuhatın başlangıcı olan
bu nur makamlarına erişir. Yüce bir hükümdarın huzuruna kabul edilme şerefine
erişen bu sâlike ilk önce “ledün fetihleri” ikram edilir. Bundan sonra bu
makamda “müvacehe” yani yüz yüze gelme, muhatap olma tecellisi gerçekleşir.
Ondan sonra “mücalese” tecellisi ortaya çıkar. Vâsıl sâlik, ikbal şerefine
kavuştuktan sonra Hak ile Hak olarak elde edeceği huzur zevkiyle nur üstüne nur
tecellisine mazhar olur. Hükümdarın huzuruna girmek şerefine erişen kimsenin bu
teveccüh sayesinde o yüksek mevkide oturabilmek onuruyla da yükseklik ve değer kazandığı
gibi... Ondan sonra ilahi maârifin sâlikin kalbine ilham olunması ve sâlikin
münacat eylemesiyle bu makam “muhadese” yeri olur. Sonra sâlik beşerî
hislerinden sıyrılarak cemali tecellilere boğulur ve “müşahede” gerçekleşir.
Bundan sonra fani sâlik gayb ilimlerine, melekût sırlarına ve ceberut nurlarına
muttali olur ki, bu suretle özel meclisin mahremi olacağından bu makam
“mütalaa” yeri olur.
İşte bu yüce
mertebeye erişen sâlik ilahi feyiz ve vâridata mazhar olmakla iman ehlinin
rehberi olur. Artık onun himmeti ve azmi işbu ahadiyet huzurudur. Bütün
âriflerin meskeni ve yuvası da bu vahdet tecellihanesidir. Bu konuda bundan
fazla tafsilat vermek kalemin ve dilin gücü dışındadır. Bu manevî terakkilerin
anlaşılıp bilinmesi ancak zevk ve hal ile olur. Söylenmesi ve hakikatinin
açılması muhaldir.
* Vâsıl sâliklerfenâ makamının sidre-i müntehasından
kulluk gereklerinin semasına veya nefsânî hazların arzına ancak ilahi müsaade
ile temkin ve yakîn ruhsatıyla inerler. Bunlar kulluk vazifelerinde edepsizlik ve
gaflet etmedikleri gibi nefsânî hazlarına kapılmaz, şehvet ve menfaat arzusu
duymazlar. Bu kudsî zümre bu menzillerin her birine Allah'ın yardımıyla,
Allah'ın rızasını dileyerek, Allah'ın emrine uyarak ve Allah'ı vesile edinerek
girerler.
Semâvât-ı hukûka etseler ger
Veyâ
arz-ı huzûza işbu erler
inerler Tanrı ’nın izniyle elhak
Kemâl-i
mârifetten sonra ancak
Hukûka bunlar etmez şol haseble
Ne
gafletle ne de su-i edeble
Huzûz-ı nefse de etmezler asla
Tarîk-i
nefl ü şehvetten hemâna
Girer bunlar bu emre belki billâh
Dahi
lillâh minallah ilallâh
Bu hikmette seyr ü sülûkun sonu
olan mahv ü fenâ makamına ulaşan sâlikin cem’ü’l-cem âleminin hallerini
gerçekleştirdikten sonra fark âlemi denilen beka makamına inmesi ve insanlar
arasına karışması ile buradaki davranışları beyan edilmiştir. Kulluk gerekleri;
fark ve taayyün âlemindeki halk ve Hakk’a karşı vazifelere dair şeriat
hükümleridir. Yükselişteki zorluk yüce semaya benzetilmiştir. Nefsânî hazlar,
unsurî mizaçların ve beşerî ihtiyaçların gerektirdiği tabiî hükümlerdir,
inişteki kolaylık ise toprağa, yere benzetilmiştir. Kulluk gerekleri göğe,
nefsânî hazlar yere benzetilerek sâlikin bunlardan birine inişi, yükseliş
seferine karşılık iniş seferi sayılmıştır. Yani yükselişin sonuna vardıktan
sonra zaruri olarak iniş başlangıcı olan cem’ makamı, beşer aklının son idrak
noktası bulunan sidretü’l-münteha’ya benzer. Sâlikin bu çıkış ve iniş seferi de
Peygamberler Sultanı’nın(sas) miracının örneğidir. Yükselme
bakımından “sümme denâ” ayet manasını, iniş yönünden “fetedellâ”
sırrım belirtir. Bu iki manayı kapsayan cem’ü’l- cem makamının halleri ise “fekâne
kabe kavseyni ev edna ” ayetinin sırlarını gösterir. Bu yorum bazı
müfessirlerin görüşleridir. Buna göre anlam şöyle ifade edilebilir: “Bundan
sonra Cenab-ı Hak, Hazreti Peygamber’e(sas> yakın oldu da hulûl
ve ittihattan uzak olarak ona indi ve fazlaca yaklaştı. Öyle ki bu yakınlık iki
yay kadar hatta ondan da yakın oldu.”
İlahî
yaklaşmada mesafe ve ölçü düşünülemeyeceğinden ayette iki yaydan söz edilmesi
Arap hükümdarlarının öteden beri birbiriyle anlaşmak istediklerinde yaylarını
meydana çıkarıp onları birbirine birleştirerek her işte müttefik ve
birbirlerinin koruyucusu olduklarını gösterip bildirdiklerinden dolayıdır.
Tasavvufta yükselme seferine ahadiyet yayı, iniş yolculuğuna vahidiyet yayı
denilmesi de bu manaya dayanır.
Ahadiyetin zatla, vahidiyetin sıfatla ilgili olması bakımından Cenab-ı
Hak en mükemmel yaratık olan insanı, iç yüzünden zat sırrının ve dış yüzünden
sıfat hükmünün mazharı olarak yaratmış ve ruhen yükselme ile istidatlı
kılmışken bedenlerini inişle kayıtlamıştır. Hak ile halk bir “lâm” harfiyle,
İlahî sıfatların tam mazharı bulunan Ahmed ile Ahad de bir “mim” ile
birbirinden ayrılmıştır. “Lâm” Hak’la ilgili lütuf, “mim” ise Ahmed’le ilgili
imkân manası taşır.
Ah ad’den Ahmed'in farkı heman bir mim-i
imkândır
Bu farkı fark eden fark-ı farık-i sırr-ı Furkan dır
Cenab-ı Hak
bize bizden yakın olduğu halde bu yakınlığı bulmak için seyr ü sülûku
gerektiren; Cenab-ı Hakk’ın lütfü, yaratılıştaki kesafet, Cenab-ı Hak’taki
vücub, ekvan ve insana hükmeden imkândır. Sülûkun bu son mertebesine ilimle,
sözle varılamaz. Ancak şuhûd ve hal kuvvetiyle vâkıf olunabilir. Ondan sonra
şeriat ve beşerî hazların imkân dairesine iniş ve halk arasına karışmak da,
vâsıl olan sâlikin arzusuna değil, Hak Teâlâ’nın müsaadesine bağlıdır.
Cem’ makamındakilerin beka ve fenâsı kendi iradelerine bağlı olsaydı,
fark ve bekayı terk ederler, cem’ ve fenâyı seçmeye mecbur olurlardı.
Bayezid Bestamî Hazretleri halka karışıp insanları irşad etmekle
görevlendiğinde yani fark ve beka âlemine indirilmesi emredildiğinde büyük bir
sayha çekerek feryat etmeye başlamıştı. Bunun üzerine Cenab-ı Hak meleklerine: “Kulum
Bayezid’i cem ’ ve vahdet âlemine geri döndürün! Zira o benim ayrılığıma
dayanamaz. ” buyurmuştur.
Hüdâyî Hazretlerinin;
Kabe kavseyn z geçip eriş saray-ı vahdete
Sırr-ı ev-ednâ Hüdâyî cümleden a ’lâ imiş
buyurması da
bu hikmetten ötürüdür. Çünkü beka âlemi belâ âlemidir. Yalnız Allah’ın izni ve
bu âleme iniş, beşerî ve İçtimaî hallere tahammül etmeye yetmez. Onun için bu
beka erbabı da kuvvetli mârifet sahibi, insanların eziyetlerine dayanabilecek
güçte, temkinli ve kudretli olurlar. Bunlar şeriat gereklerini yerine
getirirlerken edep dışına çıkmaz, gaflete düşmez, beşerî hazlara, tabiî meşru
hükümlerde şehvete ve menfaate asla yaklaşmazlar. Gördükleri her şeyin
gerisinde Cenab-ı Hakk’ı müşahede eder, ne çeşit bir eziyetle karşılaşırlarsa
onda bir manevî terbiye veya gizli bir hikmet düşünürler. Nereye gider ve
nereye dönerlerse, onda Hakk’ın iradesinin bulunduğunu bilirler. Yaptıkları her
iş ibretli ve hikmetlidir.
Özetle bu
din önderleri şeriat gereklerini beşerî haz ve nefsanî maksatları için ifa
etmezler. Her hallerinde Cenab-ı Hak’tan yardım ve rıza dilerler. İşledikleri
işlerin hepsini, Allah’ın iradesi dâhilinde yerine getirmeyi esas tutarlar. Bu
suretle esirlikten kulluk yakasını kurtarır, gerçek hürriyetle şeref
kazanırlar.
Şikâr-ı dâm hubb-ı mâsivâdır hep benî âdem
Meğerki
Hakk’a kullukla ola ol damdan âzad
(İnsanoğlu daima mâsiva sevgisinin tuzağındadır. O bu tuzaktan ancak
Hakk’a kul olmakla kurtulur.)
* Ey sâlik, şöyle dua et: Yarabbi, beni huzuruna
sadık olduğum halde kabul et ve ondan sadakatle çıkar. Beni huzuruna kabul
ettiğin vakitte senin havi ve kuvvetinden başka bir şey görmeyeyim. Halkı irşad
vazifesi yüklendiğim vakitte zatına teslim olmuş ve boyun eğmiş olayım.
Yardımın bana ve din kardeşlerime olsun, aleyhimdeki başkasına değil. Bana aciz
nefsimi görerek yardım eden, beni his ve idrakimden uzak tutan yardımcı ihsan eyle.
Mürîdâ arz-ı hâcât eyle şöyle
Deyip
yârabbi evvel sonra söyle
Huzûra sâdıkane koy beni sen
Dahi et
sıdk ile ihrâc andan
Ki havlin tâ ki olsun nazragâhım
Beni
ettikde seni idhâl ilâhım
Ola tâ inkıyadım da sana hem
Beni kim
halka ihrâc ettiğin dem
Benim ’çün kıl ilâhı avn-i kahir
Bana
olsun dahi ihvâna nâsır
Aleyhimde benim a dâya asla
Kerem kıl
etmesin nusret Hüdâyâ
Nasır olsun şuhûd-ı nefsime tâ
Beni
hissimden etsin hem de ifnâ
Müellif, sâlikin Cenab-ı Hakk’a vâsıl olmasıyla fenâ makamındaki
cem’ü’l-cem’ sefasını ve Hak ile baki olduğu halde insanları irşad etmekle
görevlendirilmesini, fark ve halk âlemine inmesiyle beka makamındaki ibtila
durumunu açıkladıktan sonra sâlike nasıl dua etmesinin uygun olacağını
gösteriyor. İsrâ suresi 80. ayetinde Cenab-ı Hakk’ın Peygamber Efendimize
emrettiği gibi dua etmesini öğütlüyor. Ayette geçen “medhal-i sıdk” yani
doğruluk girişi demek, sâlikin mâsivayı görmekten fani olarak Hakk’ın huzuruna
girişi demektir.
“Mahrec-i sıdk” yani doğruluk
çıkışı da Cenab-ı Hak’la baki olarak insanların irşadı için fark âlemine
çıkışıdır. Yani giriş yükselme seferi, çıkış ise iniş yolculuğudur. Giriş ve
çıkış sadakati de sâlikin fenâ-fillâh ve beka-billâh makamıyla bütünleşmesinden
ibarettir. Bu iki çıkış ve girişin Cenab-ı Hak’tan niyaz edilmesindeki hikmete
gelince: Bir sâlikin seyr ü sülûkun sonu olan fenâ makamı ve beka mertebesine
ulaşmasını ancak nefsini görmek ve mâsiva ilgisi engeller. Bunlardan sıyrılıp
yükselerek, İlâhî kuvveti müşahede eder ve izafetleri keser. Halkla münasebet
kurmak için fark ve sahv âlemine geri dönüş yolu olan iniş yolculuğunda Cenab-ı
Hakk’a tam teslim olarak beşerî haz ve isteklerden tamamen kopar. Bunu başarmak
ise Allah’ın yardımına bağlıdır, insanın cüz’î iradesiyle muvaffakiyet imkânı
yoktur. Bu yüzden sâlike amelle ilgisi olmayan bu İlâhî yardım için dua etmesi
öğütlenmiştir. Zira imdad-ı rabbanî olmazsa başlangıçtaki sâlik nefsin
tehlikesinden kurtulup hevasım, hissini yok edemez. Yolun sonuna gelmiş olan
sâlik de Allah yardımı olmadan irşad ve rehberlik vazifesini yapamaz.
Şurası da muhakkaktır ki, İlâhî nusret ezeldeki İlâhî iradeye bağlıdır.
Cenab-ı Hak dilemezse sâlikin hiçbir amel, fiil ve harekete gücü yetmez.
Yaptığı tüm ameller ef âlullah olup sâlik onların ancak ortaya çıkış
vasıtasıdır. Bu İlâhî yardım sayesinde his ve idrak dairesinden fani olmakla
beraber zaten bütün ekvan ve mükevvenat esma mazharlarıdır. Bazen cemalî, bazen
celâlî sıfatların mağlubu olmasından dolayı artık onda “İki cihanda da
Allah’tan başka bir şey yoktur.” sırrı açılır. Şu kadar ki sâlikin kendi
aleyhinde yardım edilmesi nefsânî hükümlerin ve tabiî eserlerin üstün
olmasındandır. O da başarısızlık ve mahrumiyetten ibarettir. Bu yüzden müellif
onu istememiştir.
Yarabbi lisânım heme zikrin olsun
Kalbim
ola sun ’-ı ezelinden agâh
Her işte penâh ü istinâdım sensin
Lâ havle
velâ kuvvet illâ billâh
* Kalp gözü lütuf ve ihsanında Allah'ın birliğini
müşahede ederse de, şeriata göre, nimetlerin ortaya çıkış vasıtaları olan
mahlûkata da teşekkür etmek icap eder.
Görürse dîde-i can minnetinde
Hüdâ’yı bî-şerik ol nimetinde
Yine icâb eder şer-i muazzam
Ibâdullâha da şükretmeyi hem
Şeriata bağlı olmayan hakikatin,
mârifet neticesine ulaştıramayacağı gibi, hakikatle gerçekleşmeyen şeriatın da
vuslata eriştiremediği esasına göre sâlike mârifet yolu gösterilmektedir. Kalp
gözü hakiki körlüğün tersi olan basirettir. Basiret, aklî nesneleri görme
vasıtası olduğu gibi, hissî olan şeyleri görmek için de bir hakikat dürbünüdür.
Her kim bu manevî aleti yoluyla kullanırsa görür ki, hakiki verici (Mu’tî)
âlemde yalnız Cenab-ı Hak’tır. Bütün her şey, nimette ve minnette benzersiz bir
tanrının lütuf ve ihsanının ortaya çıkmasına vasıtalardan ibarettir.
Binaenaleyh onun ilim ve maârif gibi dinî, yiyecek ve içecekler gibi dünyevî
nimetleriyle yetişen insan iki vazife ile yükümlüdür. Birinci vazife, hakikat
yönüne uyarak gelen nimetle Hak Teâlâ’nın birliğini müşahede etmek, O’nun
gerçek veren olduğunu, arada ortaya çıkış vasıtaları olan insanların ise ancak
o nimeti ulaştırmaya mecbur olduklarını düşünerek Allah’a hemen hamd ve
şükretmektir. Tevhidin hakkı işte budur. İkinci vazife şeriata uyarak lütuf ve
nimetin aracı olan cömert insanlara dua etmektir. Lokman suresi 14. ayetinde: “Anana
babana şükret”, hadis-i şerifte: “Aza şükretmeyen kimse çoğa da şükretmez.
İnsanlara şükretmeyen Allah'a da şükretmez. ” buyrulmuştur. Hazreti
Usame’den(ra) rivayet edilen bir hadis-i şerifte şöyle
buyrulmaktadır: “Cenab-ı Hakk’a halkın en fazla şükredenleri, insanlara çok
teşekkür edenlerdir. ”
Şükrün lügat anlamı güzel vasıftır. Anlaşılan yaygın manası, bütün
azalarım yaratılış amacına uygun olarak kullanmaktır. Tasavvufta şükrün manası
ise çok başkadır. Cüneyd Bağdadî Hazretleri demiştir ki: “İnsanın kendini
nimete layık görmemesine şükür denir.” Şeyh Şiblî Hazretleri ise: “Şükür nimeti
değil, nimet vereni görmektir.” demiştir. İbn Havas Hazretleri şöyle
buyurmuştur: “Avam meskene, yiyecek, giyecek, içeceklere şükreder. Havassın
şükrü ise kalplere gelen vâridat üzerinedir.” Tasavvuf erbabı demişlerdir ki:
“Şükür üç türlüdür. Birincisi İlahî nimeti bilmek, İkincisi Allah’ın
yarattıkları üzerinde tefekkür etmek, üçüncüsü dünya işlerinde aşağıya
bakmaktır.” Bazı mutasavvıflar da: “Şükrün yolu nimeti bilmek, nimetle
ferahlanmak ve nimeti İlahî taatte kullanmaya çalışmaktır.” dediler.
* İnsanlar şükür konusunda üç kısımdır. Birinci
kısım, hayvanî his tarafı kuvvetli, basiret gözü kapalı olduğundan nimet ve
ihsanı ancak yarattıklarından görüp âlemlerin Rabbini müşahede etmeyen
gafillerdir. Onların bu hali inançlarından doğuyorsa açık şirktir;
sebeplere
dayanıyorsa gizli şirktir.
Dahi şükr ü senâda cümle insan
Muhakkak oldu üç kısm üzre ey can
Birinci kısmı şol insân-ı gafil
Sönüp nur-ı dili hassas-ı câhil
Görür ihsânı imdi halk Hak’tan
Şuhûdetmez anı Rabbü’l-felak’tan
Bu hâli itikad etmişse bî-şek
Olur şirki anın artık celi pek
Ger esbâba ederse atf-ı ihsân
Anın oldu şu halde şirki pinhân
Tevhidin
hakikatini, vasıtaları ve kulları görme bakımından insanlar şükür mevzuunda üç
kısımdır. Avam, havas ve ehassü’l-havas. Avamın hayvanî hisleri ruhanî
idraklerinden üstündür. Nefsanî heveslerine ve tabiî isteklerine düşkündürler.
Basiretleri beşerî ihtiyaçlarla kaplı ve kapalıdır. Bunlar zahir erbabı
denilen, dışla ilgili rüsum ehlidir. Bu gafil zümre hayvanî his dairesinden
dışarı çıkmayarak tabiat zindanında mahpus kalmışlardır. Eşyanın hakikatini
idrak ve müşahedeye yarayan basiret nurundan mahrumdurlar. Bu yüzden bunlar
ihsan ve nimeti yalnız yaratıklardan bilir, onlara tapıp onlara güvenirler.
Sebeplerin yaratıcısı (Müsebbibü’l- esbab) olan Hak Teâlâ’yı hakiki müessir
olarak müşahede edemediklerinden küfran-ı nimette bulunur, Hak’tan
uzaklaşırlar. Onların bu gafleti ya inançlarından veya sebeplere
güvenmektendir. Eğer inançlarından dolayı gaflet ediyorlarsa yani nimete
aracılık eden mahlûkatın gerçek verici olduğuna inanıyorlarsa durumları açık
bir kâfirliktir. Çünkü ekvan ve bütün varlıklar Hak Teâlâ nın tasarrufu
altındadır. Şu halde yaratıcıyı bırakıp da yaratıklarda hakiki tesir tasavvur
edip inanmak açık şirk ve küfür olmaz da ne olur? Eğer avam zümresinin bu hali
inançtan ileri gelmeyip sebeplere güvenmekten doğuyorsa, yani gerçek ihsan
edicinin Cenab- ı Hak olduğuna inanmakla birlikte gelen nimeti etkileyici sebep
olmayarak mahlûkattan biliyorlarsa, “Gerçekte veren Cenab-ı Hak’tır; fakat
arada mahlûkat da olmasa sebep; sebep olmazsa müsebbip de olmaz.” kabilinden
olarak ihsan ve ita da meydana gelmezdi diye düşünürlerse, mahlûkatı Hak
Teâlâ’ya ortak koşmuş olurlar ki, bu da bir şirk-i hafidir. Şirk-i hafi (gizli
şirk) insanı iman hakikatlerinden çıkarır. Kötü sonuca götürür, imanı tehlikeye
sokar.
Mülkünde Hüdâ ‘keyfe yeşâ’ etmede tedbir
Olma ana
mahlûkunu teşrik ile müşrik
(Cenab-ı Hak
âlemde dilediği gibi hükmeder. O’nun yarattıklarını O’na ortak koşarak müşrik
olma.)
*
İkincisi Cenab-ı Hakk'ı müşahede ederek, halkı görmekten geçen
Müsebbibü'l-esbabı şuhûdla, vasıta ve sebeplerden fani olan hakikat sahibidir.
O hakikate yönelerek kulluk eden, hakikatin parıltısı kendinde açıkça görünen
tarikat bağlısıdır. Yolun sonuna varmış, nurlara gark olmuştur. Sekri sahvından
üstündür. Cemi fazlına, fenâsı bekasına, gaybeti huzuruna galip gelmiştir.
ikinci kısmı şol sâhib-hakîkat
Şuhûd-ı Hakla halktan ettigaybet
Şuhud-ı Hâliku ’l-esbâb ile hem
Fenâ buldu sebeblerden demâdem
Odur abd-i teveccühgâh-ı Hazret
Tecellîgâh-ı envâr-ı hakikat
Tarik-i Hakk’a sâlik merd-i kâmil
Muhakkak gayet-i esrâra vâsıl
Fakat müstagrak-ı envârdır ol
Sivâdan katı u ’l-enzârdır ol
Olup sahv üzre galib sekr ü şevki
Dahi fark üzre galib cem ’ ü zevki
Bekası üzre galib mahv u hayret
Huzûru üzre de müstevli gaybet
Bu hikmette
geçen hakikat eri havastan örnek bir zattır. Havas şükür ve sena mevzuunda üç
kısma ayrılır. Bunlar Cenab-ı Hakk’ı müşahede ile halkı görmekten gaib ve artık
mahlûkatla ilgilenmez olmuşlar; sebeplerin yaratıcısı Hak Teâlâ’yı şuhûdları
vesilesiyle vasıta ve sebeplerden kesilmişlerdir. Mâsivada tesir ve fiil görmez
ve düşünmezler. Daima Cenab-ı Hak’la adeta yüz yüze (müvacehe) bulundukları
için hakikat nurları bunlar üzerinde tecelli eder. Onlar asıl büyük maksat olan
vuslat yolunun yolcuları, yani tarikat silikleridir.
Havas zümresi
her ne kadar gafil zümresine göre çok yüksek derecede iseler de
ehassü’l-havassa nisbetle yine noksan sayılmışlardır. Zira bunlar tevhid
denizinde boğulmakla vasıta ve eserleri görmediklerinden sekrleri sahvlarına
galiptir. Cem’leri (yalnız Hakk’ı şuhûdları) farklarından yani Hak ile beraber
cem’ makamında halkı görmelerinden üstündür. Fenâları (Hak varlığında yok
olmaları), bekaları (fenâ makamında halkı idrakleri) üzerine galiptir. Yine
gaybetleri (halkın hallerini görmemeleri), halkla birlikte olmalarından daha
baskındır.
Ehassü’l-havas ise bu zikredilen sülük mertebelerinin her iki tarafına
eşit olarak sahiptirler ve bu yüzden de havastan üstündürler.
Hüdâ mâ-dâme kim mevsûfı evsafı kemâl oldu
Ana her
kim karîb olmuş ise elbette kâmildir
* Üçüncüsü o hakikat sahibinden daha üstün ve
mükemmeldir. Tevhid şarabını içtikçe ayıklığı, ağyarı görmekten uzaklaştıkça
huzuru artar. Hak müşahedesi onun halkı görmesine engel olmadığı gibi, halkı
görmek de Hak şuhûdunu perdelemez. Ne Hak varlığında tükenmek halkı idrak
etmekten ayırır, ne de halkı idrak etmek Hak varlığında fani olmasını engeller.
Her şeyin hakkını yerine getirir, her pay sahibinin nasibini verir.
îkinci kısmdan olmuştur ekmel
Üçüncü
kısm şol abd-i mükemmel
Ki nuş ettikçe sahbâ-yı tevâcüd
Eder
huşyârıi vü sahvı tezâyüd
Sivâdan gaib oldukça bu âdem
Huzuru
izdiyâd eyler demâdem
Ne cem ’/ hâl-i farktan oldu hâcib
Ne farkı
cem "ini de oldu sâlib
Bekasında hicâb olmaz fenâsı
Fenâsından
değil mânı bekası
Eder her hissedâra kıstın ıtâ
Dahi her
müstahakka hakkın ifâ
Üçüncü kısımdan ehassü’l-havas sekr ve sahvı, cem’ ve farkı, fenâ ve
bekayı, gaybet ve huzuru kendisinde toplayarak en mükemmel makama erişmiş,
peygamberlerin ilmine varis ve halifelik sırrına sahip olmuştur. Bunlar hakikat
ve vahdet şarabını içtikçe ayılır, ağyar görmekten göz yumdukça huzur zevkini
tadarlar. Hak huzuru bunları halkı görmekten alıkoymadığı gibi, halkı görmeleri
de Hak müşahedelerine engel olmaz.
Hak’ta fani olmaları halk ile baki olmalarına, halkla bekaları Hak’tan
fani olmalarını engellemez. Bunlar Hak yolunun bütün hallerine malik olmuş,
hakikat makamlarına ulaşmış olduklarından hem yaratılmışların, hem yaratıcının
hak ve vazifelerini yerine getirir, hem de bütün mertebelerin haklarını
verirler. Hakk’a şükredicilerdir. Halka karışmakla Hak Teâlâ’dan gaflet
etmezler. Ihlâsla zikir ve tefekkür ederler. Bu yüksek vasıflar, vicdan ve
görüş genişliğinin, tam irfan ve basiretin gereğidir. Bu fevkalade vasıflara sahip
olan sıddıklık makamına ermiştir. Bu yüzden müellif sıddıkların piri, Peygamber
Efendimizin mağara arkadaşı Ebubekir Hazretlerini'”’ örnek vererek aşağıdaki
hikmeti beyan etmektedir:
Yegâne sâhib-i Nûr-ı
Hüdâ sıddık-ı a ’zamdır Bu unvânı ona ihsân eden Hallâk-ı âlemdir
*
Hazreti Ebubekir Sıddık'ra) mü'minlerin annesi Hazreti Aişe'ye
yapılan iftiradan beraatını belirten ayet indiğinde kızına dedi ki: "Ey
Aişe, Resulullah'a teşekkür et!" Hazreti Aişe şöyle cevap verdi:
"Vallahi, Allah'tan başkasına şükretmem." Hazreti Ebubekir(ra)
kızına Hak ile birlikte halkı görmeyi ve eserlerin ispatını gerektiren en
yüksek makam olan beka makamını göstermişti. Nitekim Hak Teâlâ kendisine ve
ebeveynine şükretmeyi emretmiş ve; "Bana ve anana babana şükret!" (Lokman/14) buyurmuştur. Hadis-i şerifte de: "İnsanlara şükretmeyen Allah'a da
şükretmez." buyrulmuştur.
Hazreti Aişe<ra) validemiz o sırada beşeriyet hükmünden çıkmış
bulunuyordu, hislerinden kesilmiş olup Vahidü'l- Kahhar'dan başka bir şey
görmüyordu.
Dedi
Sıddık-ı azam hayr-ı ümmet
Kızı Sıddıkaya
ber-vefk-i hikmet
Gelince
ifk-i vâkiden berâat
Fem-ipeygamber üzre
âyet âyet
Resululllah"aya
Sıddıka şükür et
Bu tenzihe sebebdir
çünki fikr-i âyet
Dedi vallâhi ben
âlemde ser-pâ Hüdâ dan gayriye şükretmem asla Anı etmiş idi ol hayr-ı ümmet
Makam-ı ekmeFe sevk ü delâlet
O âlî mertebe cây-ı
bekadır O câda halkı ruyet muktezâdır Kitâbmda buyurdu öyle Mevlâ Bana hem
vâlideyne şükrü ifâ
Buyurdu hem resûl-i sidre-pâye
Kim etmez
halka şükr etmez Hûda ya
O demde hâlbuki olpâk-dâmen
Tecerrüd
eylemişti mâsivadan
Anın ’çün görmedi âlemde mevcud
Ana oldu
heman Allah meşhûd
Sıddık-ı A’zam, Peygamber
Efendimizin halifesi, ashabın üstünü, hulefa-i râşidin hazretlerinin birincisi,
öncekilerin ve sonrakilerin öncüsü Hazreti Ebubekir’dir. Asıl adı Abdullah,
babasının adı Ebu Kuhafe olup ilk oğlu Bekir’e izafetle Ebubekir künyesiyle
anılır. Daha dünyada iken cennetle müjdelenen (aşere-i mübeşşere) on
sahabedendir. Resulullah’a(sas) hür kimselerden ilk iman getiren,
Sıddık unvanıyla süslenen, elli bin dinara yakın servetini Islâm’ın güçlenmesi
ve Resul sevgisi için feda edip yamalı elbise giydiğinden “Zül-hilal” lakabıyla
anılan odur.
Peygamberlerin Sultanı
Efendimizin vefatlarına yakın hastalıkları sırasında on yedi vakit namazda
imametle vekil olma şerefi bahşedilerek de ümmet içinde üstünlük sahibi
olmuştur. Peygamber Efendimizin Medine’ye hicretlerinde yoldaş olma şerefi
kazanmış, “Üzülme, çünkü Allah bizimledir. ” (Tevbe/40) ayetinin sırrına
mazhar olmuştur. Peygamber Efendimizin ahirete gidişlerinde bütün sahabeler
ayrılık ateşiyle perişan oldukları, hatta Efendimizin vefatlarına
inanamadıkları bir sırada sıddıkıyetli bir temkinle minbere çıkarak can yakıcı
vefatı ilan etmiş, gerek Fahr-i Cihan’ın, gerek her canlının ölümü
tadacaklarını haber veren “Muhammedyalnızca bir resuldür, ondan önce de
resuller gelip geçtiler. Öyleyse o ölür veya öldürülürse gerisin geriye eski
halinize mi döneceksiniz?” (Al-i Imran/144) ve “Şüphesiz sen ölümü
tadacaksın ve şüphesiz onlar da ölüp gidecek. ” (Zümer/30) ayetlerini
okuyarak karışık zihinleri düzeltmiştir. Müslümanların kamu işlerinin dayanağı
olan halifeliği kurmuş, ashabın kendisine bağlanmalarıyla namını Peygamberlerin
Efendisinin Halifesi diye tescil edip süslemiştir. Halifeliğinin başlangıcında
Arabistan yarımadasında dininden dönmüş olan kabileler üzerine pek az bir
askerle kılıç çekip yürüyerek onları akıllara hayret veren bir şekilde yeniden
İslam dairesine sokmuştur. Ashabın ellerinde parça parça dağınık bir halde
bulunan Kur’an yazmalarını toplayıp mushaf şeklinde yazdırmıştır. Dinin
yenileyicisi olarak tam bir adaletle iki sene üç ay halifelik yaptıktan sonra
altmış üç yaşında ahirete göçmüş, son sözü de: “Yarabbi, benim canımı,
Müslüman olarak al ve beni iyiler arasına kat. ” (Yusuf/101) olmuştur.
Hazreti
Sıddık’ın vicdanı İlâhî müşahedelerle her an nurlanmaktaydı. Bu ilahı müşahede
işlerin görülmesine ve halkın arasına karışmasına engel olmayarak halifelik
görevini yapıyor; Hakk’a da, halka da şükür ve hizmet ediyordu, iftiradan
kurtulduğu, tertemiz olduğu müjdelenen Hazreti Aişe’ye<ra> bu
beka makamı gereğince, buna aracı olan Peygamber Efendimize teşekkür etmesini
söylemişti. Hazreti Aişe(ra) ise o vakitte cem’ ve fenâ makamında
bulunuyordu. Bu makam gereğince de Cenab-ı Hak’tan başka bir şey görmüyordu. O
yüzden yalnızca Cenab-ı Hakk’a şükrediyordu. Bununla birlikte bu makamdan
yükselip beka makamına erişmiş olduğu şu hadis-i şeriften anlaşılır: “Dininizin
üçte birini Hazreti Aişeden öğreniniz. ”
Hicretten sekiz ay sonra
Peygamber Efendimizle evlenmiş olan Hazreti Aişe(ra), Hazreti
Haticetü’1-Kübra(ra) validemizden sonra nasihat, belagat, ilim ve
faziletçe mü’minlerin analarının en üstünüydü, Fahr-i Alem Efendimizin(sas)
çok sevdiği, gözünün bebeğiydi. Zaten hakkında buyrulan yukarıdaki hadis-i şerif
gereğince hayatı süresince dini sorunların çözümlenmesi için hep kendisine
danışılmıştır. Muaviye’nin halifeliği sırasında Medine’de ahirete göçmüştür.
Uğradığı
iftirada, iftiraya uğrayan ümmet için teselli bulmak gibi gizli rahmanı bir
hikmet olmasa, bu iftiranın ortaya çıkması şöyle dursun, vehme ve hayale bile
sığmaz hallerden olduğuna şüphe edilemezdi. Çünkü başkasına yaklaştığını
varsaymak değil, hatta yabancıların dilinden bunu söze getirmek bile Nûr suresi
16. ayetince Cenab-ı Hakk’ın azarına uğratır.
Bir resul ki şanının
yüksekliğini herkese göstermek için üzerine sinek bile konmazdı. Ümmetin
düşkünlerine bir saadet hüması olduğunda şüphe bulunmayan gölgesi yere
düşmezdi. Toprağı insanların ve cinlerin gözüne sürme olan kudsî nalınlarına
bulaşmış en ufak bir pisliğin temizlenmesi için derhal Hazreti Cebrail inerdi.
Kendilerinden sonra temiz zevcelerinin bir başkası tarafından nikâhlanması
yasaklandığı gibi, kendilerine ve ailesine insan elinden sadaka almak da men
edilmişti. Atalarından, analarından hiçbirinde kötülük vukua gelmemiş, soyları
hep sahih nikâhla devam edegelmişti. Bu gibi yüksek özelliklerle peygamberlik
meydanında tanınan Resul-i Ekrem’in hareminin goncası bulunan cisimlenmiş bir
nura iftira atmaya cesaret etmek kadar âlemde bir kötülük tasavvur olunur mu?
Bu iftira ashab-ı kiramın gönüllerini bu bakımdan fevkalade yaralamıştı.-
Bizzat bulundukları gazalarda,
ezvâc-ı tahirattan bazıları Peygamber Efendimizin beraberinde gelirdi. Mürsiye
gazvesi de denilen Benî Mustalik kabilesine karşı yapılan gazvede Hazreti Aişe(ra)
validemiz beraberce getirilmişti. Gazadan sonra Peygamber Efendimizin(sas)
ordusuyla dönüşleri sırasında Medine’ye yakın bir yerde mola verildikten sonra
tekrar hareket edilmişti. Bu sırada Hazreti Aişe<ra> validemiz
de abdest tazelemek üzere çadırından çıkıp gözlerden ırak olmak için uzağa
gitmiş ve orada akikten yapılma bir gerdanlığını düşürmüştü. Döndükten sonra
farkına varıp onu bulmak için abdest tazelediği yere tekrar gittiği sırada ise
ordu hareket etmiş, kendisini “hevdec” denilen deve üstündeki örtülü “mahfe”si
içinde olduğunu sanan hizmetçiler deveyi çekip götürmüştü. Hazreti Aişe(ra)
validemiz gerdanlığını bularak döndüğünde ordunun hareket ettiğini görüp üzüntü
ve şaşkınlık içinde kalmıştı. Ordunun daima gerisinde bulunarak geride kalan
askerleri sevk etmek vazifesi gören ve “Ben ondan hayırdan başka bir şey
bilmedim. ” hadis-i şerifiyle övülen kahraman sahabilerden Safvan bin
Muattal el-Zekvanî(ra) orduyu denetlediği sırada mü’minlerin anası
hazretlerini orada görmüş ve derhal devesini çöktürüp büyük bir saygıyla
bindirerek orduya yetiştirmişti. Bunun üzerine münafıkların başı Abdullah ibn
Selûl bu olayı fırsat bilerek cibilliyeti gereği o temizlik zirvesi nuruna
iftira dilini uzatmaya cesaret etti ve münafıklar da buna uydu. İslam
şairlerinden Hassan bin Sabit ve Bedir ashabından Mistah bin Esase gibi bazı
saf kişiler de bu konuda dedikoduya karışınca Peygamber Efendimizin ilâhı
gaybların haznesi olan gönüllerinde kırıklık eserleri görülmeye başladı.
Medine’ye varıldığında hasta olan Hazreti Aişe(ra) validemiz ise
öteden beri mazhar olageldiği iltifatlarından mahrum kalınca hastalığı
ağırlaştı, iftira dedikoduları kulağına gelince üzüntüsü şiddetlendi ve
babasının evine dönmek mecburiyeti hissetti. Bu korkunç hadiseyi öğrenen
ebeveyni üzüntüler içinde baş başa vererek gözyaşı dökmekteydi. Gönül
tırmalayan bu olay dolayısıyla fevkalade hüzünlenen Peygamber Efendimiz ise
ashabından ve Hazreti Aişe(ra> validemizin hizmetçilerinden
meseleyi derinlemesine soruşturmuşlar, asılsız olduğunun anlaşılmasından ve bu
hususta bir vahiy gelmemiş olmasından ötürü üzüntüleri bir parça azalmıştı.
Hazreti Aişe(ra> validemizi ebeveyninin evinde ziyaret edip
hatırını sorduktan sonra buyurdular: “Ya Aişe, gerçi hakkında çıkan dedikodudan
uzak ve temiz isen de bunu İlâhî vahyin müjdelemesi için Cenab-ı Hakk’a başvur
ve günahlarına tövbe ve istiğfar et!”
Hazreti Aişe(ra>
şu yolda cevap verdi: “Ya Resulallah, bu hususta masum olduğum Hak Teâlâ’ya
malum ve benim bir iftiradan temize çıkmam da rabbani yardıma bağlıdır. Hazreti
Yakub’un dediği gibi: Artık bana düşen güzelce sabretmektir. Bu anlattığınız
haksızlığa karşı bana dayanma gücü bahşetmesi için kendisine yönelebileceğim
yegâne hâmi Allah ’tır. ’ (Yusuf/18) diyerek Cenab-ı Hakk’a halimi arz
etmekten başka çare kalmadı.”
Bu etkileyici ifade gerek babası
Sıddık-ı A’zam’da gerek annesinde derin bir teessür meydana getirerek evlerini
bir matem evine döndürdü. Bunun üzerinden pek az bir vakit sonra Hazreti
Peygamber’in(sas) mübarek yüzünde ilahi vahiy işaretleri peyda oldu.
Hemen üzerleri örtüldü. Peygamber Efendimiz(sas) Hakk’ın tecellisi
ile baş başa kaldıktan sonra tebessümle yüzleri ışıldayarak başlarını
kaldırdılar ve buyurdular: “Ya Aişe, sana müjdeler olsun. Cenab-ı Hak
iftiradan beraatini vahyetti ve işte şu mealdeki ayetleri indirdi: Başkalarını
yalan yere iffetsizlikle suçlayanlar içinizden bir güruhtur. Fakat siz bu
haksız suçlamaya maruz kalanlar, bunu kendiniz için kötü bir şey sanmayın,
tersine bu sizin için hayırdır. ’ (Nûr/11) “Kötü kadınlar kötü
erkeklere, kötü erkekler kötü kadınlara; namuslu kadınlar namuslu erkeklere,
namuslu erkekler namuslu kadınlara yaraşır. Bunlar (namuslular), onların
dediklerinden çok uzaktırlar. Kendilerine bir bağışlanma ve değerli bir rızık
vardır. ” (Nûr/26)
Müjde üzerine
Ebubekir Efendimiz büyük sevinçle muhterem kızının alnından öperek tebrik etti
ve kendisine müjde veren Resulullah’ın mübarek ellerinden öpmesini,
şükranlarını sunmasını istedi. Fakat Aişe validemiz henüz fark âleminde
değildi, Cenab-ı Hak’tan başka bir şey müşahede etmiyordu. Bu yüzden: “Hayır,
vallahi ben Cenab-ı Hak’tan başka kimseye teşekkürlerimi arz etmem.” cevabını
verdi. Bundan sonra Peygamber Efendimiz(sas) mescidlerine gidip inen
Kur’an ayetlerini ashabına okudu. Açıkladığı hakikatle mü’minlerin kalplerine
gelen şüphe kirini giderdi, iftira dedikodularını çıkaran dört kişiye gereken
şeriat cezasının uygulanmasını emrettiler. Birinci ayette, iman sahibi olduğu
halde iftiraya cüret eden Abdullah bin Ubey, Zeyd bin Rifaa, Hassan bin Sabit,
Mistah bin Esase ve Hamme binti Cahş gibi saf akıllıların iftiralarının sırf
kötülük olmadığı, belki günahların kefaretine, derecelerin yükselmesine sebep
olduğundan iyilik olduğu belirtildi.- İkinci ayetle de “Fena sözler kötü
adamlara, kötü adamlar da fena sözlere yaraşır. İyi sözler iyi adamlara, iyi
adamlar da iyi sözlere layıktır. ” buyrularak Hazreti Peygamber ile Hazreti
Aişe ve Hazreti Safvan’ın atılan iftiradan uzak ve temiz oldukları bildirildi.
Safvan(ra)
temiz ahlâkı ilâhı vahiy ile tescil edilmiş olan büyük sahabilerdendir.
Peygamber Efendimizin şairi Hassan’ı bu iftirada münafıklara uyduğu için
kılıçla yaralayarak: “Ben şair değilim; şiirle kötülendiğimde sözle değil
kılıçla karşılık veririm.” demişti. Hassan(ra) Safvan’ı Peygamber
Efendimize şikâyet etmiş, Efendimiz de aralarını bulup barıştırmışlardır.
Hazreti Safvan(ra) Hazreti Ömer’in(ra) halifeliği
sırasında Hicri 17. tarihinde Ermeniyye savaşlarında şehit olmuş, Samsat’ta
(Adıyaman) defnedilmiştir.
* Hak müşahedesiyle meydana gelen sonsuz sevinç, Hak
mârifeti derecesine göre olur. Hiç kimse Peygamber Efendimiz kadar Hak
mârifetine sahip olmadığından onun sevindiği gibi kimse sevinç duyamaz.
Şüphesiz şol kurretü ’l-ayn-ı şuhûd
Hakk’a irfana göre buldu vücud
Hakk’ı Peygamber gibi imedi hemîn
Bilmedi dünyâda bir kimse yakîn
Bu sebepten etmedi hiçbir sürür
Kurretü ’l-ayn-ı Resul-âsâ zuhur
Bu hikmet ve sonraki hikmetler şu mealdeki hadis-i
şerife dair sorulan sorulara cevap mahiyetindedir: “Bana dünyanızdan güzel
kokulu şey ile kadınlar, Allah tarafından sevdirildi. Benim gözümün aydınlığı
namazda oldu. ”
Qwl aydınlığı ferah ve sevinç olduğuna göre
Peygamber Efendimiz: “Benim en büyük sevincim Cenab-ı Hakk’ı müşahede yeri
olan namazdadır. ” buyuruyorlar. Güzel koku mukaddes ruhları, nuranî
cisimleri celb edici ve maddî pislikleri giderici olduğundan, Peygamber
Efendimiz de daima ruhu’l-kuds olan Cebrail(as) ile birlikte ve
ruhanî sırların mahremi bulunduğundan, güzel koku kendilerinin sevdiği
şeylerdendir. Kadınlara muhabbet etmesi ise akıl ve hikmet bakımından İnsanî
kemalâttan sayılan tabiî erkeklik kuvvetine manevî kutsal kuvvet de
eklendiğinden, yaratılış sırrı özelliklerinde de fevkalade güçlü olmalarından
dolayıdır. Göz aydınlığının namazda meydana gelmesi ise namazın İlahî müşahedeye
tecelli yeri olmasındandır. Bu husustaki hadis-i şerifler gereğince namazın
mü’minlerin miracı olduğu ve kulun rabbine fevkalade yakın olduğu ibadetin
namaz olduğu düşünülürse, her mü’minin en fazla namazda zevk ve sevinç duyacağı
ortaya çıkar. Namazdaki göz aydınlığının yalnız Peygamber Efendimize mahsus
bulunmaz. Namazdaki göz aydınlığı Hak müşahedesinden meydana gelir. Müşahede
Hak mârifetine göre değişik olur. Hak mârifeti nefs kuruntularının, şeytan
vesveselerinin giderilmesiyle huşûnun devamıyla ele girer. Peygamber
Efendimizin Cenab-ı Hakk’a şuhûd ve mârifeti herkesten fazla olduğundan, onun
göz aydınlığı başkalarınınkinden daha büyük ve üstündür.
Düşüncelere dalarak namaz kılanlarda kalp huzuru çok
eksik olur. Kendilerini toparlamadan, kalp huzurunu bulamadan namazlarını
bitirenlerin durumu düşünülmeli, bu hususa azamî dikkat gösterilmelidir.
Kıble-i mânâyı fehm eylemeyen kec-revler
Sehv ile secde edip ecr-i azîm isterler
*
Biz Resulullah'ın göz aydınlığının, mabudunu müşahede sebebiyle, ancak namazda
olduğunu söyledik. Çünkü hadis-i şerifte “Göz aydınlığım namazdadır." buyrulmuş, "namazladır" denmemiştir. Çünkü Resulullah'ın
gözleri başka bir şeyle değil, ancak Rabbinin müşahedesiyle aydın olur. Bir
başka hadis-i şerifte bu makamı gösterip “Cenab-ı Hakk'ı görüyormuş gibi ibadet et!" diye başkalarına da emretmişlerdir. Peygamber
Efendimizin Cenab-ı Hakk'ı görüp de onunla birlikte başka bir şey görmesi
imkânsızdır.
Biz dedik ki kurretü İ-ayn-ı Resul
Buldu
rüyetle namazında, husûl
Çün işâret kendisi etti buna
“Fissalât”
kavli ile Mustafa
“Bissalât” demedi çün ol Beşîr
Kim gözü
olmaz sivâ ile karır
Hiç olur mu gayr ile mesrur u şâd
Ol karırü
’l-ayn vasl-ı Rabb-i hâd
Kendi oldu bu makama çün delil
Gayra
verdi hem dahi emr-i çelil
Kim ibâdet et buyurdu ol nebi
Hazreti
Hakk'ı şuhûd eyler gibi
Hakk'ı eylerken şuhûd olpür-kemal
Mâsivâyı
eylemek ruyet muhal
Peygamber Efendimizin göz
aydınlığının sebebinin yalnızca namaz olmadığı hadis-i şerifteki “namazda”
ifadesinden anlaşılmaktadır, zira “namazla” buyrulmamıştır. Peygamber
Efendimizin göz aydınlığı namazın kendisi değil, namazın edası sırasında Hak
Teâlâ yı müşahede eylemesidir. Bu yüzden ümmetine de Hakk’ı görürcesine ibadet
etmeyi emretmişlerdir. Hakk’ı görmekte iken mâsivâyı da görmek, güneşin doğuşuyla
birlikte yıldızları görmek gibi imkânsızdır. Çünkü yaratılmış şeyler, ilahi
nurun tecellisi ortaya çıkınca gözden kaybolurlar.
Cebrail(as)
bir gün insan kıyafetinde Peygamber Efendimizin huzuruna gelerek birtakım dinî
sorular sormuş, cevaplar almış, böylece ashab-ı kirama bilgiler verilmiştir. Bu
hadisi rivayet eden Hazreti Ömer’dir. Hazreti Ömer(ra) Cebrail
olduğunu sonradan anladığı bir adamın Efendimizle diz dize oturup ellerini onun
uyluklarına koyarak sorular sorduğunu anlatmıştır. Önce “Islâm nedir?” diye
sormuş, Efendimiz de(sas> “İslam dini kelime-i şehadet, namaz
kılmak, zekât vermek, ramazanda oruç tutmak, hali vakti yerinde olmak kaydıyla
haccetmektir. " diye cevap vermişlerdir. Bu cevabın doğru olduğunu
belirttikten sonra ikinci olarak imandan sormuş, “İman Cenab-ı Hakk'ın
varlığına, kemal sıfatlarına, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret
gününe, kaza ve kadere inanmaktır." şeklinde cevap almıştır. Adam bunu
da doğrulamış ve bu defa “Ihsan nedir?” diye sormuş. Peygamber Efendimiz de cevap
olarak: “İhsan Cenab-ı Hakk'a görürcesine ibadet etmektir. Zira sen onu
görmezsen de o seni görür. " demişlerdir.
Şu halde namaz Cenab-ı Hakk’ın kullarına bağışladığı hediyelerin en
büyüğüdür. Hak ile yalnız kalıp münacat etmek, mâsivadan kesilip Hak’la
yakınlık kurarak hitabına mazhar olmak ancak namaz âlemine mahsustur. Allah ile
kullar arasındaki perde ancak namazda kalkar; nur ışıltıları ve hakikat sırları
da namazda ortaya çıkar. Bu yüzden Peygamber Efendimiz: “Mümin kula âlemde
kıldığı iki rekât namazdan hayırlı bir şey verilmedi. ” buyurmuşlardır. Bir
hadiste: “Namaz nurdur. ” bir başka hadiste: “Cenab-ı Hak mü ’min kul
namazda olduğu müddetçe ona zatının nuruyla tecelli eder. Sizden biriniz Hak
Teâlâya yöneldiği sürece O da ona yönelir. ” Bir başka hadiste: “Namaz
dinin direğidir. Bu direği yıkan yani namaz kılmayan muhakkak din binasını
yıktı. ” buyurdular.
Muhammed bin
Ali Tirmizî Hazretleri şöyle demiştir: “Namaz din binasının direği ve
Müslümanlar üzerine Cenab-ı Hakk’ın ilk olarak farz ettiğidir. Namaz kılanlar
kulluğa uygun şekilde teslim olup alçalarak Hakk’a yöneldiklerinde, Cenab-ı Hak
da tam bir merhamet ve iltifatla onlara yönelir. Bundan dolayı namaz kılanın
ilk tekbiri teslim, ayakta duruşu itaat, Kur’an okuması tâzimdir; rükû’u alçalma,
secdeleri huşû, oturması rağbet, şehadet getirmesi sevgi arz etmektir. Her kim
böyle namaz kılarsa, Hak Teâlâ da onu tecellilerine mazhar eder.”
Namazın bu sırlarına göre kulların göz aydınlığının namazda ve namazla
olmasında şüphe yoktur. Fakat insanların huşu ve şuhûd bakımından namaz
kılışlarındaki farklılıklar; nur, tevhid ve feyizlerle ilgili zevk, şevk,
sevinç ve huzurun da değişik olmasını gerektirir. Şuhûd ve mârifet bakımından
kâinatın en üstün ve en mükemmeli olan Peygamber Efendimizin namazdaki göz
aydınlığı âlemde hiçbir namaz kılanın göz aydınlığına denk olmamıştır.
Peygamber Efendimiz, namazda derecesi kadar göz aydınlığını elde edebilmek için
Hakk’ı görür gibi ibadet etmek gerektiğini ümmetine ve ashabına
bildirmişlerdir.
Ashab-ı
kiramdan Abdullah bin Ömer(ra) Kâbe’yi tavaf ettiği sırada,
kendisinden kızıyla evlenmek için izin isteyen Urve bin Zübeyr’e(ra>
evet veya hayır manasında hiçbir cevap verememiş. Ibn Omer(ra) bu
duruma üzülen Urve bin Zübeyr’in daha sonra gönlünü almış ve şöyle özür
dilemiştir: “Biz ibadet ettiğimiz sırada Cenab-ı Hakk’ı önümüzde görürcesine
hareket ettiğimiz için size cevap veremedim.”
Şu halde bu gibi görüş sahiplerinin göz aydınlığının
namazla olmaktan ziyade namazda olacağı, namazın tam tecelli ve hakiki şuhûd yeri
olduğunda şüphe yoktur.
Namazdır bâb-ı dergâh-ı tecelli
Girer andan huzûra her musallî
* Cenab-ı Hak Kur'an'da: "De ki, Allah'ın fazlı ve rahmetiyle, onunla sevinip ferahlansınlar." (Yunus/58) buyurur. Bu ayet, "Cenab-ı Hakk'ın
bir lütfü olan namazla insan nasıl göz aydınlığı bulmaz ve ferahlanmaz?"
sualinin cevabını işaret etmektedir.
Ayette Cenab-ı Hak "Sen sevin ey Resulüm!" değil, "sevinsinler"
buyurmaktadır. Bunun manası "Onlara ihsan ve lütufla ferahlanmalarını
söyle. Lâkin senin ferah ve sevincin bunları veren Rabbinle olsun."
demektir.
Nitekim
başka bir ayette: "Allah de, sonra onları bırak, daldıkları
bataklıkta oynayadursunlar." (En'am/91) buyrulmuştur.
Ger suâl eylerse bir sâil sürür
Şüphe yoktur ki namaz ile olur
Çün namaz ihsân-ı Hak fazl-ı
azim
Ayn-ı minnet lûtf-ı Hallâk-ı kerîm
Hiç olunmaz mı anınla pür-hubûr
Olmaz anda ya nasıl zevk ü sürür
Hak Teâlâ hâlbuki peygambere
Şöyle ferman eyledi ol servere
Ey habıbim söyle var imâniyân
Fazl-ı Hak'la olsun anlar şâdman
Bil ki âyet etti îmâ-yı cevab
Vâkıfı sırr-ı hitâba bâ-savab
Çünkü Hak ümmet ferahlansın
dedi
Sen ferahlan ya Muhammed demedi
Söyle kim ihsân-ı Hak fazl-ı
Hüdâ
Anları etsin müferrih dâima
Lîk olsun bâis-i zevkin heman
Muhsin ü mufazzıl olan ol bı-mekân
Ayet-i uhrâda da ol bî-zaman
Etti Fahr-ı Alem 'e emr ü beyan
Sen heman Allah deyip
olpür-sürûr
Eyle kendinden hevâdarânı dür
Şöyle bir
sual sorulsa: “Namaz iman sahiplerine bir lütuf ve ihsan olduğu ve ayette
Cenab-ı Hakk’ın lütuf ve ihsanıyla ferahlanmak emredildiği halde, namaz nasıl olur
da sevinç ve ferah kaynağı olmaz? Buna ne engel olabilir?”
Bu sualin cevabı şudur: Namaz perdeli olanlara sevinç ve ferah verir;
fakat peygamber gibi nefslerinden fani, Hak ile baki, zevk ve huzuru Hakk’ın
şuhûduna bağlı olan tecelli ehlinin sevincini gerekli kılmaz. Hakk’ı gören
peygamber için sevinç verecek şey namaz değil, namazda Hakk’ın müşahedesidir.
Anılan ayette zaten ilahi ihsan ile sevinmesi emredilen Resul-i Ekrem(sas)
değil, ashab ve iman sahipleridir. Cenab-ı Hak bu ayette Peygamber Efendimizin
mü’minlere ilahi lütufla ferahlanmalarını emretmesini istiyor, kendisini hariç
tutuyor. Bundan Resul’ün göz aydınlığının lütuf ve ihsanla değil, Hakk’ın
müşahedesiyle hâsıl olacağı anlaşılır. “Allah de, sonra bırak onları
daldıkları bataklıkta oyalansınlar.” mealindeki ayet de bunu
göstermektedir. Çünkü peygambere “Allah de!” emri “Zevkin, sevincin ancak Allah
ile olsun.” demektir. “Onları dünyaya ait havuzlarında oyalanmaya bırak.”
ifadesi de; “Nefs-i emmarelerinden geçemeyen ve şeytanî vesveselerin etkisinden
kurtulamayan dünyaya bağlı kimselerin sevinci zaten Hak’tan gafil olduklarından
mâsiva görmekle hâsıl olur. Onun için sen onların bu gaflet dolu haline değer
verme!” anlamındadır.
Namaz kılan diğerlerinin ferah ve sevincine gelince, onların göz aydınlığı
namazda hâsıl olacağı gibi namazla da gerçekleşir. Onlar da peygamberin bu
özelliğinden manevî dereceleri nisbetinde pay alır, zevk ve sevince ulaşırlar.
Namazda huşû duymayan ve şeytan vesveselerine kapılan gafiller ise, namazda ve
namazla sevinç duymak şöyle dursun; tersine onlar için namaz vesvese ve
sıkıntıların sebebi olur. Artık bunları giderip huzur ve huşû bulmak için
namazda birçok uğraşmak zorunda kalırlar. Bu yüzden onlar zevk ve sevinç yerine
kuruntu duyar, huzur ve tad yerine üzüntü hissederler. Onlar için artık göz
aydınlığı bahis konusu olamaz.
Abdülaziz
Mehdevî Hazretleri demiştir ki: “Namazdaki göz aydınlığı nefs ve şeytan
vesveseleriyle uğraşmak durumunda kalanlarda olmaz. Bu göz aydınlığı onları
defetmekle uğraşma külfetinden uzak olan müşahede ehline mahsustur.”
Bazı ârifler
ise şöyle demişlerdir: “Namazdaki göz aydınlığı Peygamber Efendimize mahsus
özelliklerdendir. Zira Efendimizin göz nuru olan yüksek vasıflarında benzeri ve
ortağı olmadığı gibi, ileri olmakta da, temizlikte de, ilimde de emsali
yoktur.” Bu mana hadis-i şerif anlamına uygundur. Çünkü “Bana dünyanızdan üç
şey sevdirildi. Biri güzel koku, biri kadındır.” buyurduktan sonra ifade tarzı
değişerek “göz aydınlığım da namazda kılındı” buyruluyor. Bunda da Hazreti Resul’e
namazda olan İlahî tecellilerin hiçbir kimseye nasip olamayacağı anlaşılır.
Namaz dünya işlerindendir ve en büyük ibadettir. Bu hususta tereddüde
yer yoktur. Güzel koku ve kadın sevgisi Cenab-ı Hak tarafından verilmiştir.
Yoksa Efendimizin kendine mahsus çok güzel bir kokusu olduğu, dokunduğu yerde
ve hatta geçtiği sokaklarda bile bu güzel kokunun açıkça duyulduğu bilinirdi.
Kendilerine kalsa kadına asla yaklaşmayacakları da açıklamaya gerek
duyurmayacak kadar aşikârdır. Her iki bakımdan da sevgileri kendi iradeleriyle
olmayıp Allah tarafından ita kılınmış özelliklerindendir.
Etemm-i mazhar-ı Hak Mustafa "dır
Bütün
efâli efâl-i Hûda'dır
(Peygamber Efendimiz15’ Hak Teâlâ’nın en
mükemmel, noksansız mazharıdır. Bütün fiilleri Hakk’ın fiilleridir.)
* Nimetlerin gelişi bakımından insanlar üç kısımdır.
Bir kısmı nimetlerle sevinir, nimet verenle sevinçlerinin ilgisi olmaz. Bunlar
gaflet ehlidir ve şu mealdeki ayet onlar hakkındadır: "Kendilerine verilenle sevince
daldıklarında onları ansızın yakaladık." (En'am/44)
Bir
kısım insanlar da nimetlerle sevinir, nimet göndereni bilirler. Bunlar
hakkındaki ayet şu mealdedir: "De ki, Allah'ın lütfuyla, rahmetiyle, ancak
onunla sevinsinler. Bu onların yığdıklarından daha hayırlıdır." (Yunus/58)
Üçüncü kısım Allah ile sevinip ferahlanır, nimetlerin
faydalarıyla ilgilenmezler. Allah ile meşgul olmaları mâsiva ile uğraşmalarını
engeller. Onlarla ilgili ayet meali şöyledir: "Allah
de, sonra bırak onları daldıkları
bataklıkta oynayadursunlar." (En'am/91)
Nimet-i Hakk’ın vürûdunda hemın
Münkasım oldu üçe ashâb-ı din
Oldu bir kısmı ni’âmla şâd-dil
Hâlık ve Mu ’tî’ye nisbetle değil
Belki nimetle anın ol ferhati
Olduğu’yçün anda nef ü mut’ati
Bunlar ehl-i gaflete lâhik olur
Haklarında kavl-i Hak sâdık olur
Şöyle kim emretti Kur’an ’da Hüdâ
Gafiline eyleriz bezi ü atâ
Tâ olurlar tam lütfün mazharı
Ansızın ahzeyleriz biz onları
Oldu bir kısmı dahi hem neşve-yâb
Nimet-i Mevlâ ile bî-irtiyâb
Gördüğünden nâşi cümle nimeti
Sâiku’l-akdar Hakk’ın minneti
işbu kısm-ı kâmile sâdık olur
Kavl-i Hak fermân-ı Mevlâ-yı Gafur
Söyle ey hurşid-i evc-i ıstıfâ
Fazl-ı Hak’la ehl-i din bulsun safâ
Bu ziyâde hayrdır her hâlden
Onların cem ’ ettiği emvâlden
Oldu bir kısmı dahi Allah ile
Münşerih baştan başa ol şâh ile
Zâhir ü bâtın ni’âmla bu sudûr
Hak’tan olmazlar ebed meşgul ü dur
Belki istiğrâk-ı envâr anları
Mâsivâdan eyler işgal ü beri
Mâsivâ-yı Hakk’ı etmezler şuhûd
Bunlara sâdık olur kavl-i Vedûd
Ey şeh-i taht-ı risâlet Mustafa
Sen heman Allah de et terk-i sivâ
Bu hikmet
müellifin bazı ihvanına yazdığı mektuplardan olup kitabın son hikmetidir.
Bundan sonra münacat ve dualar yer almaktadır. Bu hikmet şöyle açıklanabilir:
İnsanlar ilahi nimete ulaştıkları sırada iyi ve kötü halleri bakımından üç
kısma ayrılırlar. Bir kısmı çok alçak ve tamahkârdır. Bir kısmı şerefli ve
yüksektir. Üçüncü kısım ise iki sınıfla ilişkisi dolayısıyla orta
derecededirler.
Birinci kısım
Cenab-ı Hakk’ı düşünmeksizin, hiç aklına getirmeksizin yalnız faydalanma ve
nefs isteklerine uygun olma dolayısıyla sevinen gafillerdir. Bunlar yaratıcıdan
gafil oldukları halde, yalnızca tabiî isteklerine uyarak günlerini hayvan gibi
geçirdiklerinden haklarında: “Kendilerine verilene sevindiklerinde ansızın
onları yakaladık.” (En’am/44) ayeti gelmiştir. Kötü halleri yüzünden
ulaştıkları nimetler mekr ve istidracdır. Sonunda İlahî gazaba uğrarlar. Çünkü
nimetin istidrac olarak gelmesi Allah’tan uzaklaşmaya ve gaflete, gaflet de
küfran-ı nimete sebep olur. Cenab-ı Hak onları habersiz oldukları halde ansızın
gazaba uğratır. Bunların nimetleri felâkete dönüp pişmanlık getirir; fayda
vermez.
İkinci
kısımdakilerin bütün dikkat ve muhabbetleri Hakk’ın müşahedesinedir. Sevinçleri
nimet veren Hak Teâlâ ile hâsıl olur. Beşerî amaçlarına yarayan nimetlerin
zahirine değil, nimet veren Cenab-ı Hakk’ın inayetine bakar, nimetin bâtınına
da önem vermezler. Hak müşahedesiyle mâsivadan alaka kesmiş irfan ve hayret
sahipleridirler. Ağyardan uzak ve vahdanî hakikatlerle sıfatlı oldukları için
haklarında: “Allah de, onları bırak, havuzlarında oyalansınlar.K (En’am/91)
ayeti gelmiştir. Onlar gerçekten övülmüşler, her türlü rabbani tecellileri hak
etmişlerdir. Onların hali gaflet şaibesinden temiz olduğundan şükürleri gerçek
şükür, hamdleri yüksektir. Çünkü hakiki nimet veren Cenab-ı Hakk’ı müşahede
eden şükredici kul nefs bazlarından uzaktır; eşyanın hepsini nimet bilir. Ona
göre yoklukla varlığın, nimet almakla almamanın farkı yoktur. O yüzden sebepler
ve fiiller değişince korku, çekinme hissetmezler.
Ebu Muhammed el-Cerirî Hazretleri şöyle buyurur: “Nimeti görüp de nimet veren
Hak Teâlâ’yı görmeyen insanın şükrü perdelidir. Nimetin elden gidişiyle ancak
gerçek nimet vericiyi gören kimse ise gerçek şükredicidir.”
Abdülaziz Mehdevî Hazretleri: “Hakiki nimet vereni görmeyen kimse, nimet
geldiğinde rahatlar, nimet kaybolduğunda rahatsız olur. Onun için hakkında
istidrac ve mekr bahis konusudur.” dedi.
Üçüncü kısım
insanlar da nimet Allah’tan geldiği için sevinirler. Nimeti Hak’tan gördükleri
için şereflidirler. Fakat nimetle nefs hazzı duyduklarından dolayı da alçak ve
cimri sayılır, böylece orta derecede bulunurlar. Bunlar nimet vereni gördükleri
için birinci kısımdan yüksek, ancak ikinci kısma göre aşağıdadırlar. Bunların
hakkındaki ayet: “De ki, Allah'ın fazlı ve rahmetiyle sevinsinler. ”
(Yunus/5 8)
Özetle birinci kısım nimetin sırf zahirini görüp onunla sevindiklerinden
dolayı şükürsüz, ikinci fırka nimetin zahirini görmekle birlikte nimetin bâtını
olan Cenab-ı Hakk’ı da müşahede
ettiklerinden
şükür sahibi, üçüncü kısım ise âlemde hakiki nimet verici olan Hak’tan başka
bir şey görmediklerinden ötürü hakiki şükredicilerdir.
Bu üç fırkaya şu ayette işaret
olunmuştur: “Biz bu ilahi vahyi kullarımızdan seçtiklerimize miras olarak
bahşettik. Onlardan bazısı kendilerine zulmeder. Bazısı doğru ile eğri arasında
ara yolu tercih eder. Bir kısmı da Allah ’ın izniyle iyilikte başı çekenlerden
olur ki, bu en büyük fazilettir.” (Fâtır/32)
Buna göre birinci fırka nefsine
zulmeden gafiller, ikinci fırka orta yoldakiler, üçüncü fırka Allah’ın izniyle
öncülerdir. Buna şöyle bir örnek gösterilebilir: Seyahate çıkmak isteyen bir
hükümdar bir kimseye bir at bağışlasa, onun üç yönden sevinmesi düşünülebilir.
Birincisi bu bağışlanan şeyin bir at, faydalanabileceği bir mal, amacına uygun
kıymetli bir binek olması ve hızlı gitmesi bakımından sevinmesidir. Bu kişi bu
atı kırda bulsaydı yine böyle sevinecekti. Sevinmesinin hükümdarla alakası
yoktur; amacı ancak attan ibaret bulunanların sevincidir. İkincisi onun at
olması bakımından değil, hükümdarın kendisine olan teveccühüne değer vermesi
yönünden sevinmektir. Onu kırda bulsa veya hükümdardan başkası vermiş olsaydı
memnun olmazdı. Üçüncüsü o ata binerek hükümdara hizmet etmek için seyahate
çıkıp yol meşakkatine katlanmak, böylece hükümdara yakın olmakla vezirlik
derecesine erişmek için sevinmektir. Zira bu kimse hükümdarın kalbinde
kendisine at hediye edilen ve hakkında o kadarcık bir teveccüh gösterilen kimse
derecesinde yer tutmaya kanaat etmemektedir. Hükümdarın hiçbir kimseye kendi
aracılığı olmaksızın bir şey hediye etmemesini istemektedir.
Vezirlikten maksadı vezir olmak
değil, hükümdarı görmek ve ona yakın olmaktır. Hatta vezir olmaksızın yakınlık
ile yakın olmaksızın vezirlik arasında seçim hakkı tanınsa, vezir olmadan
yakınlığı tercih edeceğinde şüphe yoktur. İşte bu üç dereceden birincisinde asla
şükür anlamı yoktur. Zira sırf ata bakmaktadır ve sevinmesi at iledir, onu
bağışlayanla değil. Bu nimetin tadıyla ve amacına uygun olmasıyla sevinen
kimselerin halidir. İkincisi bağışlayanla sevinmek bakımdan şükür manası taşır.
Fakat bu da bağışlayanın kendisiyle değil kendisine gelecekte de bağış sağlayan
teveccüh sebebiyledir. Bu hal Cenab-ı Hakk’a azabından korkup sevabını
umduklarından dolayı ibadet ve şükreden salihlerin halidir. Tam şükür ise ancak
üçüncü sevinçtedir. Bu sevinç nimet vasıtasıyla ilahi yakınlığa erişmeye ve
Hakk’ı devamlı olarak müşahede etmeye sebep olan memnuniyettir ki bu en yüksek
derecedeki ferahtır. Bu mertebenin sahipleri dünyadan ancak ahiret ekinliği
olanıyla ve ahiretin ele geçmesine yarayanıyla memnun olur ve Hakk’ı zikretmeyi
engelleyen her şeyle üzülürler. Zira bu ârifler zümresi nimeti tatlı olduğu
için arzu etmezler. At sahibinin atı kıymetli olduğu için istemediği, hükümdara
götürmesi için ona binmek istediği gibi... Bu sebeple Şeyh Şiblî Hazretleri:
“Şükür ancak nimet vereni görmektir, nimeti görmek değil.” demiştir.
Havvas Hazretleri de: “Avamın şükrü yiyecek, giyecek, havassın şükrü ise
kalp vârideleri üzerinedir.” dedi.
*
Cenab-ı Hak Hazreti Davud'a şöyle vahyetti: "Ey Davud, sıddık
olanlara söyle, benimle ferahlasınlar ve benim zikrimle nimetlensinler."
Ey kardeşler, Hak Teâlâ bizim ve sizin ferah ve
mutluluğunu kendisiyle ve kendi rızasıyla ihsan eylesin, bizi gafillerden
eylemesin. Minnet ve keremiyle bizi takva sahiplerinin yoluna iletsin.
Eyledi ferman ü îhâ bı-güman
Hazreti
Dâvud’a ol Müstean
Söyle ey peygamber-i âliyet-bar
Kavm-i
sıddıkîne tebliğ eyle var
Olsun anlar tâ benimle münşerih
Hem benim
zikrimle dil-sîr ü ferik
Eylesin Mevlâ bizi ey mü minin
Zât-ı
pâkiyleferah-nâk ü emin
Kendisinden fehm-i esrâr eyleyen
Zümreden
kılsın bizi ol zü ’l-minen
Kılmasın biz kulların bı-iştibah
Ehl-i
gaflet zümresinden ol ilâh
Lûfu ihsânı bizi etsin hemın
Sâlik-i
râh-ı kavım-i muttakın
Bu hikmet
sadık kulların sıdkının mahiyetini açıklıyor ve önceki hikmette belirtilen üç
kısımdan en yüksek derecedekileri bu İlâhî vahyi delil göstererek yüceltiyor.
Bu fırkanın sevinçleri Hakk’ı müşahededen ileri geldiği gibi, zikirden başka
bir şeyle de nimetlenip gıdalanmamaktadırlar. Bu yüzden insanlığın imrenilecek
en yüksek bir derecesindedirler. Çünkü bu mertebede İlahî rububiyet açıkça
gerçekleşmekte ve en şerefli yaratık olan insan halis ve sadık bir kul olarak
ortaya çıkmaktadır. Hikmetle ilgili olarak şu olayı anlatalım:
Abdulgulam
Hazretleri bir gün sırtında yeni bir gömlek olduğu halde, hiç yapmadığı bir
şekilde salına salına Rabiatü’1-Adeviyye Hazretlerinin huzuruna gelmiş. Adeviye
Hazretleri onu böyle görünce: “Ey Utbe, şimdiye kadar sende hiç görmediğim bu
övünme ve kendini beğenme hali neden ileri geliyor?” diye sormuş. Bunun üzerine
Abdulgulam Hazretleri şu cevabı vermiş: “Ey Rabia, Cenab-ı Hak benim efendim ve
ben onun sadık kulu olursam salma salına yürümek en çok bana yakışır!”
Bazı ârifler şöyle
anlatmışlardır:
Garip bir âşıkın hacca gitmekte olduğu sırada elindeki mushafa bakarak
raks ettiğini görüp sormuşlar: “Ey şeyh, neden raks edip oynayarak gidiyorsun?”
şu cevabı almışlar: “Beni halime bırakın! Ben kimin kuluyum, ben kimin
sözlerini okuyorum ve hangi zatın evini ziyarete gidiyorum diye düşününce hemen
bir cezbeye kapıldım ve vecde gelerek raks etmeye başladım.”
Açıklamalardan
anlaşıldığı üzere “zikrimle nimetlensinler” cümlesi “sıddıklar nefs tatlarına,
dünyevî şehvetlere meyletmeyerek ancak beni zikrederek nimetlensinler ve
mâsivaya yönelmesinler” yolunda tefsir olunmuştur. Zira Hak zikri ile meşgul
olan kimsede tecelli lezzeti ve manevî üns hâsıl olur, “Rab b im in katında
gecelerim, beni yedirir, içirir. ” mealindeki hadis-i şerifin sırrı açığa
çıkar. Artık onlardan dünyevî lezzet ve nefs şehvetine düşkünlük kalkar. Bu hadis-i
şerif, savm-ı visal denilen ardı ardına oruç tutmaktan ashab-ı kiramı alıkoymak
için gelmiştir. Peygamber Efendimiz(sas) kendilerinin Hak katında
yedirilip içirildiğinden dolayı ardı ardına oruç tuttuklarını, fakat ashabın
böyle tutamayacaklarını beyan etmişlerdir.
Bir başka mana da şudur: Gönülde
mâsiva bulunmadığı halde “Allah” demek, ism-i azam ve Allah zikri en büyük ve
tam cihad sayılmıştır. Bu cümle: “Muhlis kullarım ancak benim onları ezel
âleminde zikretmemle nimetlensinler. Zira onlar varlık kokusunu henüz
koklamadıkları halde, benim ilmimin nuru ve iradem ezeldeki varlıklarına
iliştiğinde varlık kazandılar. ” yolunda da tefsir olunabilir. Bu şekilde
insanlık âleminde var olan âriflerin sevinçleri Cenab-ı Hakk’ı devamlı müşahede
ile meydana geleceğinden müellif kitabı bu dua ile tamamladı.
Bir de
bizzat sırları Cenab-ı Hak’tan öğrenip anlayanlardan olmayı ve mâsiva ile
birlikte olmak sebebiyle Hak’tan Hakk’ın muradından gafil olmamayı diledi.
Çünkü bu anlayış sahipleri Cenab-ı Hakk’ın kullarından istediğinin mâsivayı
bırakıp kendisine yönelmek ve ibadet etmek olduğunu, her nerede bulunsalar
Cenab-ı Hakk’ın kendileriyle beraber olduğunu bilirler. Cenab- ı Hakk’ın eşyada
bizzat kaim olup bu eşyanın aslında sırf yokluktan ortaya çıktığını, Cenab-ı Hakk’ın
kendileriyle beraber olmasının öyle delilcilerin dediği gibi yalnız ezelî ilmi
ile olmayıp şuhûd ehlinin gördüğü gibi zatıyla olduğunu idrak ederler. Bütün
fiil, amel, hareket ve hareketsizliklerinde Cenab-ı Hakk’a murakabeye devam
ederler. Eşyaya ne zarar gidermek, ne fayda sağlamak için bakar; önemsemezler.
Bu manevî derece küfür ve şirkten sakınmak, günahlardan ve şehvetlerden
çekinmekten üstün bir takva derecesidir ki varlık günahından uzak durmaktır. Bu
mertebe gerçekleşmedikçe bizzat Cenab-ı Hak’tan irade alınamayacağı cihetle
müellif, muttakîlerin yani takva sahiplerinin yoluna girmek için dua ederek
bitirmiştir.
Al benliğimi kayd-ı sivâdan beni kurtar
Tâ vâsıl
o lam ruyet-i dildâra İlâhî
*
Yarabbi, ben zenginliğin içinde fakirim, muhtaç olduğum halde nasıl fakir
olmam? Yarabbi, ben ilmimle cahilim, bilmediğim halde nasıl cahil olmam?
Gmâ hâlinde yâr ab ben fakirim
Nasılfakr âleminde sâil olmam
İlim hâlinde yârab câhilim ben
Nasıl cehl âleminde câhil olmam
İnsan ne kadar da huzur ve rahatı,
zenginlik ve serveti elde ederse etsin yine yoksulluk ve ihtiyaçtan yakasını
kurtaramaz. Zira fakirlik ve muhtaçlık insanın aslî sıfatlarındandır. Zenginlik
ise kaybolup gidecek geçici şeylerden olduğundan zengin olsa da fakir olsa da
insan yoksuldur, eksiktir. Hele dünyaya ilgisi fazla olan insanların gerek
diğer insanlara, gerek topluma muhtaçlığı yoksul yaşayanlardan daha fazladır.
Zaten içinde yaşadığımız dünyanın alışveriş sermayesi yoksunluk ve ihtiyaç
olduğundan Hak Teâlâ: “Allah zengindir, siz fakirsiniz. ” (Muhammed/38)
buyurmuştur. Bu yoksunluk ve muhtaçlık yüzünden insan hiçbir zaman Cenab-ı
Hakk’a el açmaktan, ona karşı bir dilenci durumunda bulunmaktan kurtulamaz.
Bazı ârifler şöyle demişlerdir: “Başımda tac olsa bile ben sana ömrüm oldukça
muhtacım. Bir insan bütün ilim ve fenleri öğrenmiş olsa da elde edeceği netice
acizlikten ve cahillikten başka bir şey değildir. Çünkü ilmin çoğalması idrak
perdesinin gerisinde kalan cahilliği ortaya çıkarır. İlim ve idrak halinde
cahil olan bir kimsenin, cahillik halinde çok daha cahil kalacağı açıktır.”
Özetle
gerçek kulluğun gereği Cenab-ı Hakk’a karşı eksiklik ve alçaklığını itiraf
etmektir. Duadan önce acizliğini ve yoksulluğunu Cenab-ı Hakk’a arz etmek,
sonra dileklerini dile getirmek uygun olduğu için müellif duasına aczini,
fakirliğini ve cahilliğini beyan ederek başlamıştır. Ebu’l-Hasan Şazelî
Hazretleri demiştir ki: “Önce kötülüğümü arz edip belirtmedikçe Cenab-ı Hak’tan
hiçbir şey istemedim.” Ebu Osman Hazretleri de, “Rabbinize alçakgönüllüce ve
yüreğinizin ta derinlerinden dua edin. ” ayetinin tefsirinde şöyle
demiştir: “Duada candan ve gönülden yalvarmak demek, bağış ve ihsanı hak
ettiğini gösteren amellerini anarak dua etmemek demektir. Acizliğini ve
yoksulluğunu öne çıkararak sebepsiz af ve merhamet istemek, duayı kabul
dergâhına yükseltir.” Vâsıtî Hazretleri tazarru’u yani can ve gönülden
yalvarmayı kulluk alçaklığıyla yorumladı. Sehl bin Tüsterî Hazretleri de dedi
ki: “Bir kul kendi başına gelen bir şeyde dua ederken Cenab-ı Hakk’a karşı yoksulluğunu
öne sürerse Hak Teâlâ meleklerine şöyle buyurur: “Eğer bu kulum hitabıma
dayanabilseydi, ona lebbeyk diyerek icabet ederdim.”
* Yarabbi, senin işleri yürütmendeki değişkenlik ve
takdirinin çok çabuk gelip çatması, ârifleri senin bağışlarına güvenmekten men
etti; dert ve bela zamanında onları umutsuzluğa düşmekten alıkoydu.
Yarabbi ihtilâfı tedbîrin
Hem
sürat-i hulûl-i takdirin
Men’ etti asfiyâ-yı ebrârı
Yâni ki
ârifin-i esrârı
Etmekten istinad imdâda
Hemye’sten
zamân-ı ibtilâda
İşlerin değişmesine bir örnek olarak; hayatından umut kesilmiş bir insanı
Cenab-ı Hakk’ın iyileştirmesi, çok fakir bir kimseyi zenginleştirmesi
gösterilebilir. Cenab-ı Hakk’ın takdirine hiçbir şey mani olamaz; hükmedilen
kader derhal ortaya çıkar. İlâhî takdirin hiçbir zaman değişmeyeceğini kesin
olarak bilen, kâinatın her an yeni bir elbise giydiğini gören ârifler; İlâhî
bağışlara tam olarak güvenmez, İlâhî mekirden emin olmazlar. Başlarına bir bela
geldiğinde de, umutsuzluğa düşmezler. Sihir süslerine benzeyen İlâhî işleri
“varlık gösteren bir yokluk” veya rüyanın tabir ile tasvir edilmesi gibi anlar,
nasıl yorumlanırsa öyle ortaya çıkan bir hayal farz ederler.- O yüzden onlara
önem vermez, ancak tek varlık olan Cenab-ı Hakk’ın müşahedesine kilitlenirler.
İşte bu hal, âriflerin vasfı olan Hak Teâlâ’ya bağlılıktır.
* Yarabbi, benden kötülüğüme
yakışan haller, senden de kerimliğine yakışan fiiller çıkar.
Hüdâyâ lüûmuma lâyık olan
benden sudur eyler
Kerim "sin şanına lâyık olan senden sudûr
eyler
Varlıkların en mükemmeli olan insan, akıl ve şehvetten terkip edilmiş
olduğundan bazen akıl ve hikmetle hareket eder. Ama çokça hayvani şehvetine
uyup şeriatın dışına çıkar, büyük ve küçük günahlara cüret ederek Cenab-ı
Hakk’a âsi olur. Zira insan unutkan olduğu için Allah’ın haklarını yerine
getirmede gevşek davranır. Hatta ezelden verdiği sözü unutanların ilki atamız
Hazreti Âdem’dir.
Şu halde insanın tabiî özelliklerine bağlı ve günah işlemeye meyilli
olmasına karşılık, Cenab-ı Hakk’ın hükümranlığına hiçbir tesiri olmayan
günahları bağışlayıcı, tövbeleri kabul edici ve yardım edici olduğu aşikârdır.
Ümmetinin asilerini daima İlâhî azapla korkutan bir peygambere bir
günahkârın: “Ben şimdiye kadar Allah’ın pek çok emrine karşı gelmişsem de,
azabıyla korkuttuğun Rab Teâlâ beni hiç cezalandırmadı.” demesi üzerine Cenab-ı
Hak o peygambere: “Benim o asi kuluma mühlet verip hemen ceza vermeyişim,
benim keremli Rab, onun kötü kul olduğunu bildirmek hikmetindendir. ”
buyurmuştur.
Peygamber Efendimizin5"’ işlenen
günahlara karşı daima hoşgörülü ve bağışlayıcı davranarak kâinata örnek
oldukları siyer kitaplarında yazılıdır. Hazreti Isa da(as) kendisine
dil uzatan kötü bir kimseye iyilikle davrandığında, bir havari şaşırıp itiraza
kalkışınca ona şöyle demiştir: “Neden şaşırıyorsun? O tabiatının kesesinden
harcadı; biz de fıtratımızın heybesinden sarf ettik. Her insan kendi kesesinden
harcar.”
*
Yarabbi, sen yüksek zatını benim zayıf ve muhtaç varlığım yaratılmadan
önce lütuf ve şefkatle vasfettin. Zayıf varlığım ortaya çıktıktan sonra benden
lütfunu ve keremini esirger misin?
Hüdâyâ lûtfu refetinle bana
vasfeyledin zâtın
Vücud-ı fakr u zafım olmamıştı ol zaman peyda
Beni ol lûtfu refetinden aceb
lâyık mı men’etmek
Bu acz u ihtiyâcım olduğu halde vucûd-ı efza
Lütuf ilimle, merhamet iradeyle ilgilidir ve ikisi de insanların henüz
acizliği ve zayıflığıyla var olmadan önce ezel âleminde Cenab-ı Hakk’ın
vasıflandığı sıfatlardır. Esma ve sıfat âlemi olan ezelde “insan zayıf
olarak yaratıldı. ” (Nisa/28) sırrı açığa çıktıktan ve insan aciz ve muhtaç
olarak nitelendikten sonra da bu sıfatların eserleri görülmek gerekir. Bu lütuf
ve merhametin eserleri de Cenab-ı Hakk’ın nimetlerini aciz kulları hakkında
tamamlamak, ihsanını zayıf insana lütfederek ulaştırmaktan ibarettir. Şu halde
insan için zayıf varlığının meydana gelmesiyle birlikte ihtiyaç duyduğu lütuf
ve merhamet eserlerinin esirgenmesi nasıl düşünülebilir?
* Yarabi, benden iyilik çıkarsa o senin
lütfundandır ve ben minnettar olurum. Benden kötülük çıkarsa, bu senin
adaletindendir ve aleyhimde delil olur.
Hüdâvendâ zuhûr eylerse benden tâat ü ihsan
Senin fazlmladır lâyık sana etmek bana minnet
Eğer benden olursa cürm ü isyan zâhir ü peydâ
Senin adlinledir hem de şenindir şüphesiz hüccet
Bir insandan
ibadet ve güzel sıfatlar ortaya çıkması; ‘Allah rahmetini dilediğine mahsus
kılar.K (Bakara/105) ayeti gereğince Allah’ın bir lütfudur. Bir
insanın günah işlemesi de; ‘Allah'ın saptırdığını doğru yola getirecek
yoktur.” (A’raf/186) ayetince Allah’ın adaletidir. Zira Cenab-ı Hak kendi
mülkü olan kâinatta dilediği gibi tasarruf eder, istediğini sıddıkların,
dilediğini zındıkların başı kılar. Bu yüzden iyilik yapan bir sıddık, bu güzel
işi ezelden hak etmemiştir. Bu güzel amel sırf Allah’ın bir lütfü olarak
meydana geldiğinden, bunu sıddıkın başına kakmak Cenab-ı Hakk’ın hakkıdır.
Kötülük işleyenin zındıklığı da zulüm değil, tersine Cenab-ı Hakk’ın mülkünde
dilediği gibi hükmetmesindendir ve Allah’ın adaleti olarak ortaya çıkar. Bu
yüzden; “Ey kulum, niçin hana karşı geldin?” diye azarlaması doğru ve
uygundur. Yani ahirette cezalandıracak olan hal, bir günahkârın ezelden
kötülüğe yakın olmasıdır. Bir kulun mükâfatlandırılması da onun ezelden ibadet
edici bulunmasıdır.
Günah
işlemenin İlahî takdir ile meydana gelmesi ve Cenab-ı Hakk’ın bunu ezelden
bilmesi, günahkârın cezalandırılmasını engellemez, bir günahkâr kendini bu
delille savunamaz. Çünkü ilim maluma tabidir. Cenab-ı Hakk’ın bunu ezelden
bilmiş olması, günah işlemenin sebebi olamaz. Akıl sahiplerinin üzerine düşen,
Cenab-ı Hakk’ın dilediğini işlediğini bilerek; “O yaptığından sorumlu olmaz.
” (Enbiyâ/23) kaidesine razı olmak ve Cenab-ı Hakk’a sığınmaktır. Minnet
altına almak yani yaptığı iyilikleri sayıp dökerek başa kakmak şeriata ve akla
uygun düşmezse de terbiye edip öğretmek, aydınlatmak için caizdir. Cenab-ı Hakk’ın
kullarını, Peygamber Efendimiz ümmetini, ebeveyn evladını, öğretmen
talebelerini, şeyh dervişlerini terbiye ve imtihan eder.
Bu münacatın
anlamı Eş’arî mezhebinin ve cebriyenin anlayışına benzemektedir. Muhakkik
sofilerin mükâşefe neticesi olan tahkikleri orta derecedeki cebriyedir ve
müellif de muhakkik sufilerdendir. Amel ile kazanma ve irade-i cüz’iye
bağlamındaki Mâtüridî mezhebi, işlerin hakikatleriyle ilgili olan müellifin
mezhebine aykırı düşmez. Aşağıdaki büyük veliler tarafından anlatılmış olan
kıssa, bu yolda yapılan duaların kabul edildiğini göstermektedir:
Arif olduğu
hal ve tavrından belli olan bir genç Kâbe’nin örtüsüne yapışarak:
“Yarabbi, senin ortağın yok ki ona varıp halimi arz
edeyim. Hükümranlığında vezirin yok ki onu dileklerime aracı yapayım. Sana
itaat etmişsem bu senin fazlından ve ihsanındandır, başıma kakman sana
layıktır. Günah işlemiş, isyan etmişsem o da senin adaletin ve takdirinden
meydana gelmiştir. Benim buna itiraz edecek bir delilim olamaz. Senin delilin
geçerlidir. Bu gerçek hakkı için beni bağışla!” diyerek münacat etmesi üzerine
hâiften:
“Bana hacet arz eden bu sadık kul, cehennem ateşinden azad edilmiştir.
” yolunda bir ses işitilmiştir.
“Yarabbi günahkâr kulun kapma geldi; isyan ettiyse
de sana yalvarıyor.
Bağışlarsan sen bağışlarsın, kovarsan da bana merhamet edecek yok.”
*
Yarabbi sen bana ezelden vekil oldun, beni nasıl nefsime bırakırsın?
Sen benim her zaman yardımcımsın, o halde ben nasıl hor ve hakir olurum? Sen
daima lütufla muamele edersin, o halde ben nasıl kaybeder de zarara uğrarım?
Havâle nefse eylersin nasıl sen
Beni yârab vekilim olmuş iken
Nasıl hâsıl olur bende mezellet
Ederken sen bana her bâr nusret
Nasıl ya ben o lam ma ’rûz-ı hüsran
Bana eyler iken sen lûrfu ihsan
El-Vekil, en-Nasır, el-Hafî isimleri Allah’ın isimleridir ve şüphesiz
menfaat, zafer gibi eserleri gerektirir. O halde bu eserlerin yokluk ve hacet
vaktinde Allah’ın kullarından ayrılması düşünülemez. Zira: “O her şeye
vekildir.” (En’am/102) ayeti gereğince Allah Teâlâ bütün her şeyin ve özellikle
kullarının vekilliğini ezelde üzerine almıştır. Artık O müvekkilini başkasına
muhtaç eder mi? Yardımcısı Allah olan bir insanın düşkün ve hor olması mümkün
olabilir mi? Mademki: “Allah kullarına lütuflarda bulunandır. ”
(Şûra/19) ayetinin tecellileri her zaman görülüp durmaktadır ve Allah,
kullarının bütün gizli işlerini ve hallerini bilmektedir; o halde Hak yolundaki
bir kulun en yüksek isteğinden mahrum kalması nasıl tasavvur olunur?
Nefsim hevesiyle beni sen
derbeder etme
Isyânım ile eyleme âvâre ilâhı
*
Yarabbi, işte bu muhtaçlığımla ve yoksulluğumla sana yaklaşıyorum.
Hâlbuki sana ulaşamayacak bir hal ile sana nasıl yaklaşırım? Sana malum olan
sıkıntılarımdan, sana nasıl şikâyette bulunurum?
Senden
olan ve sana ait bulunan gizli iç hallerimi nasıl dile getiririm?
Hepsi
de sana yönelmiş olan emellerim nasıl kaybolup umutsuzluğa dönüşür?
Seninle
var ve sana ait olan hallerim nasıl güzel olmaz?
Sana ben işte acz ü iftikarım
Vesile eyledim ey Kird-gârım
Nasıl ettim anınla ben tevessül
Ne mümkin ol sana etsin tavassul
Nasıl ya eylerim şekvâ Hüdâyâ
O halden ki sana olmuş hüveydâ
Nasıl arz edeyim mâ-fız-zamîrim
Sen intâk eyledin sensin habîrim
Nasıl ya olmaz âmâlim müyesser
Sana vâfid iken elhak çü asker
Nasıl ahvâlim olmaz hûb her dem
Seninle kaim ü râcı sana hem
“Tevessül”
takarrüb (yaklaşma) demektir. Vesile kendisiyle yaklaşılan şeydir. İnsanı
Cenab-ı Hakk’a yaklaştıran vesilelerin en büyüğü, ilâhı rızayı gerektiren hal
ile gerçekleşmektir. Bu da Cenab-ı Hakk’a her halükârda ihtiyaç ve iftikardır.
Çünkü ameller nefs vesveseleri ve tabiî isteklerle karışık filler olduğu için
sakattır. İnsan için kabul ve terakki vesilesi ancak yokluk ve muhtaçlıktır. Ne
var ki yokluk ve muhtaçlık insanın ayrılmaz vasfıdır ve bu vasfın zengin olan
Cenab-ı Hak’la hiçbir ilgisi yoktur. Bu yüzden müellif bu münacatında
yoksulluğu yaklaşmaya vesile ettiğini beyan ettikten sonra, Cenab-ı Hakk’a
yaklaştırması imkânsız bir sıfatı vesile ettiğine şaştığını da belirtiyor. Zira
vesile edilen yoksulluk ile Hak Teâlâ arasında bir münasebet olması gerekir.
Hâlbuki mesela padişah ile dileklerin aracı olan vezir arasındaki gibi bir
alaka ve münasebet, yoksulluk ve Cenab-ı Hak arasında yoktur. O halde
yoksulluğun ulaştırma vesilesi olması için yoksulun yoksulluğunu kaybetmesi
gerekir.
“Bir fakirin Cenab-ı Hakk’a sunacağı şey nedir?” diye Ebu Hafs Kebir
Hazretlerine sorulduğunda şu cevabı vermiştir: “Fakirin yoksulluğundan başka
sunmaya değer nesi olur?”
Bayezid Bestamî Hazretleri demiştir ki: “İstiğrak halindeyken İlahî
taraftan sırrıma şöyle seslenildi: ‘Ey Bayezid, bizim gayb hâzinelerimiz şan ve
şevketle doludur. Bizi istiyorsan zilletten ve muhtaçlıktan ayrılma!”
İşte
kaybedilmesi gereken yoksulluk Bayezid Hazretlerine emrolunan bir fakirliktir.
Yoksa fakir olan bir kimse devamlı yoksulluğunu görerek onu ulaşmaya vesile
eder, ona güvenirse; sakat bir sebebe yapışmış olur. Bu Hak Teâlâ’ya yaklaşmaya
vesile olmadığı gibi Hakk’ın rızası da kazanılamaz.
Abdüsselam
Hazretleri, Ebu Haşan Şazelî’ye Cenab-ı Hakk’a ne ile yaklaşacağını sordu. O
da: “Yoksulluk ve muhtaçlıkla!” diye cevap verdi. Şeyhi ona dedi ki: “Vallahi
ey Haşan, eğer Cenab-ı Hakk’a yoksulluğunla kavuşmak istersen, ona ortak
koştuğun büyük bir putla varmış olursun. Çünkü yoksulluğun hakikati fakirliği
görmemektir. Yoksa yoksulluğuyla övünenler dünyanın en büyük zenginleridir.” Bu
söz Cenab-ı Hakk’a, Hak’tan başka vesile olmadığını belirtmektedir.
Müellif
bundan sonra, halinden Cenab-ı Hakk’a şikâyet etmeyi garip karşılamıştır. Zira
şikâyet, halini bilmeyen kimseye yapılır. Hak Teâlâ’nın ilim dairesinden bir
zerre bile hariç olmadığından İbrahim(as) en dar zamanında bile:
“Allah’ın halimi biliyor olması, beni talepten alıkoyuyor.” diyerek şikâyet
etmekten çekinmiştir. Muhakkıklar: “Ancak Hak Teâlâ’ya şikâyet edilir.” sözü
gafillerin sözüdür demişlerdir.
Müellif
içindekileri söze getirdiğinden de şaşkınlık duymuştur. Hâlbuki “Bizi, her
şeyi konuşturan Allah konuşturdu. ” (Fussılet/21) ayetince Allah her şeyi
konuşturmaya kadirdir ve her şeyin yaratıcısı olduğundan yarattığının bütün özelliklerini
ve hallerini bilir. O halde kalp emellerini ve vicdanî düşüncelerini dile
getirmeye kalkışmak gerçekten şaşılacak şeydir.
Bir de
insanın emelleri, -işi olanların devlet kapılarına gidişleri gibi- Cenab-ı
Hakk’ın manevî tarafına daima akıp gider. Hak Teâlâ ise çok cömert olduğundan
kendisine gelen emelleri geri çevirmez, kulunu mahrum etmez. Müellif bu yüzden
umutların kesilmesine de şaştığını ifade ediyor.
Muhakkıklar mâsivâyı görmekten tamamen kesilmiş ve
bütün halleri Hakk’a nisbet etmişlerdir. İnsanın bütün hallerinin Hak’tan
kaynaklandığını ve Hakk’a döndüğünü bilirler, güzel ve doğru görürler. Müellif
bu yüzden onların iç ve dış hallerinin Allah katında makbul olacağını
belirtmiştir.
* Yarabbi, bu büyük cahilliğime
rağmen bana ne kadar lütuflarda bulunuyor, ne çok yardım ediyorsun. Bu çirkin
fiillerime rağmen bana ne kadar merhametlisin.
Şu cehlimle nedir bu lûtfu ihsanın banayârab
Nasıl rahmeyledin bunca kusurumla banayârab
Hak yolundaki bir kul için bu hikmetteki manayı idrak
etmek Cenab-ı Hakk’a karşı utanmayı gerektiren bir meziyettir. Âlemde
sayılamayacak kadar çok olan İlahî nimetleri itiraf etmek kadar güzel bir şey
yoktur. İnsan hallerin dış görünüşlerine bakar ve işlerin nereye varacağını,
nasıl sonuçlanacağını bilmez. Hastalıklar ve musibetlerin günahlara keffaret
olduğunu veya manevî dereceleri yükselttiğini düşünemeyerek afiyet ve nimet
ister. Hâlbuki onlar, şükredilmesi kabil olmayan lütuf ve inayetlerdir. Hak
Teâlâ kulunun bu cahilliğine ve çirkinliğine bakmayarak lütfunu ve yardımını
bol bol ulaştırır, af ve mağfiret etmekten geri durmaz. “O Gafur ve Rahim
’dir.” (Yunus/107)
* Yarabbi, sen bana ne kadar da
yakınsın; ben ise senden ne kadar uzaktayım.
Nasıl ben mücrim ü âciz kula yârab karîb oldun
Ne yolda ben de senden ey Hüdâ dur u baîd oldum
Cenab-ı Hak
âriflere ve şuhûd ehline göre zatıyla, perdelilere göre ilmiyle kuluna
yakındır. Bu yakınlık, “Hak Teâlâ her nerede olursanız sizinle beraberdir.”
(Meryem/4) ve “Biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kaf/16)
ayetlerinde belirtilir. Bütün yaratıklar Hak varlığıyla var olduğundan O’ndan
ayrı var olması düşünülemez, hepsi de tecelli yollarıdır. Her biri insanı
Hakk’a ulaştırmaya vesiledir. însanı Cenab-ı Hak’tan uzaklaştıranlar ise
Cenab-ı Hakk’ı görmeyi engelleyen beşerî sıfatlar ve tabiî hükümlerdir. Beşerî
özellikler ve tabiî hükümler uzaklığın vehmedilmesine sebep olurlar. Eğer
mevhum uzaklığı gerektiren beşerî sıfatlar ve tabiat hükümleri olmasaydı,
Cenab-ı Hakk’ı istemek abes olurdu. Zira bir şey istemek isteyenin istediğinden
uzak olduğunu gösterir. Şu halde Allah’a yakın oluş, devamlı Hak kapısında
durmayı ve mâsivadan umut kesmeyi gerektirir. Mevhum uzaklık da yakınlık
istemeyi ve dua etmeyi icap ettirir.
Ebu’l-Mürsî
Hazretleri şöyle dua ederdi: “Yarabbi, sen yakınsın, ben uzağım. Bana
yakınlığın mâsivadan umutlarımı kesti. Benden uzaklığın da daima seni istemeye
alıştırdı. Bana lütfunla muamele et de benim bu isteğim senin talebin sebebiyle
yok olsun. Ya Kavî, ya Aziz...”
Lütfet beni mahcub-ı vücûd eyleme yârab
Nâmahrem-i âsâr-ı şuhûd eyleme yârab
*
Yarabbi, sen bana ne kadar merhametli ve şefkatlisin. Buna karşılık
beni senden uzaklaştırıp perdeleyen nedir?
Seni bunca bana rahm ettiren hikmet nedir yârab
Beni mahcûb eden senden şu halde hangi dâ ’îdir
Allah’ın kullarına merhametinin çok şiddetli olduğunu görmek, nefsi ve
nefs sıfatlarını görmemeyi gerektirir. Bu da Hak ile kul arasında perde ve
engellerin kalkması demektir. Peki, Allah’ın kula yakınlığı ezelden ebede kadar
bâki olduğu halde insanın Hak’tan perdelenmesi nedendir? Bunun sebebi yoktur ve
müellif buna şaşkınlığını belli etmektedir.
Şensin bize bizden yakın
Görünmezsin hicab nedir
* Yarabbi, eserlerin ve tavırların
değişmesinden anladım ki sen bana her şeyde kendini bildirmek istiyorsun. O
kadar ki, hiçbir şeyde senin hakkında cahil kalmayayım.
Bildim yâ Hüdâvend-i milket-i teâlâ
Âsârın ihtilâf u tenakkulünden elhak
Bilinmek olduğun kim benden senin muradın
Bir şeyde olmayam tâ câhil sana ben ancak
(Tavırlarımı
sürekli değiştiren eserlerinin değişmesinden anladım ki, senin muradın bana her
şeyde kendini bildirmektir.)
Hastalık ve
sağlık, zenginlik ve yoksulluk, saygın olmak ve alçalmak, darlık ve genişlik,
taat ve isyan, yokluk ve varlık gibi haller, bu babdandır. Allah’ın işi olan bu
haller, ilâhı sıfatların eserleridir. Bu hallerin değişmesi insana Allah’ın
büyüklüğünü, birliğini, celal ve cemalini bildirmek içindir. Eğer öyle olmasa
yani insan, seçip razı olacağı bir tavırda olsa, âriflerin Cenab-ı Hak
hakkındaki mârifeti eksik kalırdı. Mesela bir insan hastalandığı veya yoksulluğa
düştüğü zaman Cenab-ı Hakk’ın kendisini iyileştireceğini veya muhtaçlıktan
kurtaracağını, zaten bu hastalığı yoksulluğu kendisine takdir edenin Hak Teâlâ
olduğunu bilirse şüphesiz teselli bulur, sabreder. Sonra da hastalığın sağlığa,
fakirliğin zenginliğe döndüğünü gördüğünde şükrünü artırır. Cenab-ı Hak bu
tavırlardan birini mesela zenginlik ve sihhati insanda daimî kılsa, bunun tersi
bir tecelli hiç çıkmamış olsa, hastalık ve yoksulluğu giderecek İlahî kudret
bilinemez ve Hakk’ın bu tecellisi ortaya çıkmaz, örtülü kalırdı. Böylece
mârifetullah eksik olur, Hakk’ın bu eserleri görülemezdi. Hâlbuki insan her an
ibadet ve mücahedesine göre mârifetullah bahçesinde gezinmeli, onun ebedî
zevklerine dalınalı, bu nimetlerin tamamına erişmek için beşerî hallerin
hiçbirinde gafil olmamalıdır.
Bazı ârifler: “Kim ahiret ekinliği olan dünyadaki cennete girerse,
ahiretteki cennete arzu duymaz ve âlemdeki hiçbir halden ürkmez. Bu dünyadaki
cennet mârifetullahtır.” demişlerdir.
Malik bin Dinar Hazretleri: “İnsanlar en güzel şeyi
tanımadan dünyadan çıkıp gidiyorlar.” demiş. “En güzel şey nedir?” sualine ise:
“Mârifetullahtır!” cevabını vermiştir.
* Yarabbi, kötülüğüm ve günahlarım
beni dilsiz ettikçe, lütuf ve keremin beni söyletiyor. Kötü vasıflarım beni
umutsuzluğa düşürdükçe cömertliğin ve ihsanın umutlandırıyor.
Beni lüûmum ne dem lâl etse yâr
ab
Yine intâk eder ikrâmın elbet
Ne dem me’yûs beni evsâfım etse
Yine itma eder in âmin elbet
İlâhî emirlere uymayıp Cenab-ı Hakk’a itaat etmeme kötülüğü, insanı dua
etmekten alıkoyar. Hak Teâlâ’nın lütfü, ihsanı ise: “Kerem gördükçe ey Bâkî
gedâlardan recâ artar”- mısraı anlamınca istemeye cesaret ettirir, yalvarmaya
sebep olur. İnsanın kötü vasıfları ve nefsinin tabiatı: “Emrolunduğun gibi
dosdoğru ol” (Hûd/12) ayetince Hak rızasına uygun davranmaktan umut
kestirir. Fakat iyiye, kötüye, mü’mine, münafığa erişen Hak rahmeti ve
nimetler; insana kulluk edebine uymak hususunda cesaret verir, teselli edip
isteklendirir.
Arsa-yı idrâk-i fevz ü re fetin
dârü ’l-emân
Rışte-yi ümmîd-i feyz-i rahmetin hablü ’l-metîn
(Merhamet ve şefkatini idrak ermenin arsası, emniyet
beldesidir. Rahmet inen feyzini ümit etmenin ipi en sağlam iptir.)
* Yarabbi, iyilikleri kötülük olan
kimsenin kötülükleri artık nasıl kötülük olmaz. Hakikatleri kuru davadan başka
bir şey olmayan kimsenin iddiaları, boş laf olmaz da ne olur?
Bir kes ki meâlısi mesâvıdir
ilâhı
Olmaz mı mesâvîsi anın gayri mesâvı
Şol kul ki deâvî oluyor cümle
‘ulûmu
Artık anın olmaz mı deâvısi deâvî
Bu münacat insana tanınan üstünlüğün aslında tam bir noksanlık olduğunu
belirtmektedir. O halde insanın kendine mahsus eksikliğine artık ne denebilir?
iyilikler güzel amellerdir; kötülükler günahlardır. Hakikatler ilim ve
irfandır; iddialar asılsız şeylerdir, iyiliklerin kötülük olması, gizli ucb ve gizli
riyadan dolayıdır. Güzel ameller ucb (kendini beğenme) ve riya ile karışık
olursa, doğrudan doğruya işlenen günahlar kötülüğün ta kendisi olmaz da ne
olur? ilim, irfan insanın inancına göre doğru ve gerçek olmadığından boş sözler
olunca, aslında iddiadan başka bir şey olmayan zanlar, sırf iddiadan ibaret
olmaz mı?
Özetle insan bütün hallerde kusurludur ve Cenab-ı Hakk’ın af ve
mağfiretine muhtaçtır.
Ey Kadîr-i her ins ü can
Dârende-i kevn ü mekân
Dânende-i râz-ı nihân
Dermanda em feryâd-res-
*
Yarabbi, karşı konulmaz hükmün, ezici iraden söz sahibine söz, hal
erbabına hal bırakmadı.
Kazâ-yı nafizin terk etmedi ey Hâk im-i kahir
Ne ehl-i
nutka akvâlin ne sahib-i hâle de hâlin
Hüküm, “Bir şeyi dilediğinde
ol der, olur.” (Yâsin/82) ayetinin belirttiği yaratılış emrine işarettir.
Hükümden kasıt ezelî ilim de olabilir. Burada kaza manasına geldiği
söylenmiştir. Kaza lügatte hükümlerle birlikte fiildir. Eş’arî mezhebine göre
kaza, eşyanın ezeldeki halleriyle ilgili olan İlâhî iradedir. Hükemaya göre,
yaratılış yolunda bütün varlıkların akıl âlemindeki toplu varlığından
ibarettir.- Bu varlığın en güzel şekilde coşup çoğalması için ezeldeki İlahî
yardımdır. İrade, takdir edilen iki şeyin bir vakitte meydana çıkmasını
gerektiren sıfattır. Burada hüküm ve kazanın bir yorumu olarak kullanılmıştır.
İradenin ezici olması belaların meydana geliş sebebi olması bakımındandır.
Nimetin meydana geliş sebebi olarak ezici denilemez. Kader, mevcudatın dış
görünüşlerindeki ayrıntılar ve cisim olarak teker teker tasarım halindeki görüntülerdir.-
Kader manasını gösteren ayet: “Hâzinesi (kaynağı) bizim katımızda olmayan
hiçbir şey yoktur. Ancak biz onu belli bir ölçüyle indiririz. ” (Hicr/21)
Bu münacat ile müellif Hak yolundaki kimselere havf (korku) makamının
gerekliliğini tembih ediyor. Çünkü Cenab-ı Hakk’ın “istediğini yapıp dilediğine
hükmeden” olduğunu bilen ârifler, İlahî hakikatler ve ledün ilimlerinden
konuşup keşif ve kerametlerde bulunurlarsa da, İlahî hükme karşı
konulamadığını, İlahî iradenin kahredici olduğunu hiç hatırlarından
çıkarmazlar. Bel’am bin Baur ve Bersisa gibi manevî gücü yüksek olan kimselerin
sonunda kahra uğrayıp sonsuza dek mahrum kaldıklarını düşünerek korkarlar.
Hallerine güvenmez, mekr-i İlahîden emin olmazlar.
* Yarabbi, senin adlin yaptığım
ibadetlere, düzeltip güzelleştirdiğim hallere itimadımı yıktı. Fazlın ve
ihsanın ise onlara güvenmemi engelledi.
Hüdâyâ gerçi ettim çok amel çok hâli de teşyîd
Fakat hedmetti adlin itimâdım işbu a’mâle
İkale eyledi belki beni ey vâhibü ’l-âmâl
O a mâle taalluktan nazar ihsân ü efdâle
Taat, Hak
yolundaki kulun zahir sıfatı, hal batın sıfatıdır. Kul bütün şart ve
edepleriyle emredildiği gibi ibadet ettiği, halini koruyup ihlâsla süslediğinde
bile kendini güvende hissetmez. Cenab-ı Hakk’ın “Adi” sıfatını düşünmesi buna
mani olur. Çünkü adi, Cenab-ı Hakk’ın amel edenlerin amellerine bakmayıp
kudretini dilediği gibi tecelli ettirmesidir. Cenab-ı Hakk’ın rahmet denizinin
genişliğini düşündüğünde ibadetine güvenmekten vazgeçer, buna karşılık fazlına
ve ihsanına itimad eder.
Fazlınla nazar kıl bu günahkâra ilâhı
*
Yarabbi, sen biliyorsun ki ibadetim devamlı değil; fakat azim ve
muhabbet yönünden daimî olduğunda şüphe yok.
İlâhî sen bilirsin gerçi benden
tâatin filen
Devâm etmezse de azm ü muhabbet dâim olmuştur
“Yarabbi sen benim ibadete olan hüsn-i niyet ve muhabbetimi
biliyorsun.” anlamındadır. Kulluk ibadete kusursuz olarak devam etmeyi icap
ettirirse de, beşeriyet gereği acizlikten dolayı devamsızlık olabilir. Yalnız
taate azim ve muhabbetin devamı da taatin ta kendisidir. Devamsızlıkla birlikte
niyetin ve muhabbetin de bulunmaması tam mahrumluktur. Bu yüzden müellif taate
azim ve muhabbetini de vesile ederek affedilmesi için münacatta bulunmuştur.
*
Yarabbi, sen kahredicisin, o halde taate nasıl azmederim? Fakat
azmetmemi emrediyorsun, o halde nasıl azmetmem?
Hüdâyâ ben nasılazmeylerim sen
çünkü Kahirsin
Nasıl terk eylerim azmi ki sen Cebbar u Amirsin
Taat eden, Cenab-ı Hakk’ın yapmamayı emrettiği şeylere
niyet etmeyi aklına bile getirmez ve her şeyde Allah’ın kahrını müşahede eder.
Allah’ın kahrını görüp düşünenin niyeti olmaz. Çünkü Hak her işinde galiptir,
asla yenilmez. İlâhî emirleri görüp işitmek, hemen işlemeyi ve ihmal etmemeyi
gerektirir. O halde insan her halinde tedbirden aciz ve işlerin takdirinde
şaşkındır. Cenab-ı Hakk’a teslim olup tevekkül etmekten başka çare
olmadığından, ârifler hiçbir halde ve hiçbir şeyde kesinlik görmezler, işlerini
daima Cenab-ı Hakk’a bırakırlar. Bu yüzden; “Ârif kişinin kalbi yoktur.”
demişlerdir.
* Yarabbi, yaratılmışlara ve
eserlere dayanmak ve onları delil saymak sana ulaşmaktan beni uzaklaştırır.
Beni sana ulaştıracak hizmette bulundur.
Hüdâyâ kâinata nisbetim teb’îd
eder senden
Beni bâri sana mûsıl olan hizmetle kıl meşgul
Eserlerle ilgilenmek ve onlara dayanmak Cenab-ı Hakk’a ulaşmaktan uzaklaştıracağı
gibi, eserlerle delil getirmeye kalkışmak da insanı İlâhî müşahede
tecellilerinden ayrı kılar. Çünkü delil getiren, müessiri görmediği için delil
aramaktadır. Hakikat erbabı ise tersine, müessirle eserlere delil getiren
müşahede sahipleridir. Zikirler, riyazetler, ameller ve mücahedelerle kalbin
eserlere, keşiflere, hallere, makamlara itimadı ve ilgisi kesilmelidir ki,
vahdet sırrı ve vuslat zevki elde edilsin.
Gayra bakmaz dâimâ sırr-ı sarâym pâk eder
Âşıkm zira muradı Hazreti Mevlâ imiş
*
Yarabbi, varlığı sana muhtaç olan bir şeyle sana nasıl delil getirilir?
Senden başka bir şeyin zuhuru mümkün müdür ki, o seni izhar ve ispat etsin? Ne
zaman kayboldun ki, seni gösterecek bir delile muhtaç olasın? Ne zaman
uzaklaştın ki, eserlerin seni buldursun?
Vücûdunda sana muhtaç olan bir
şeyle ey Fa’âl
Nasıl mümkin olur etmek sana anınla istidlâl
Olur mu gayr için vâki’zuhur
olmaz isen zâhir
Ki imkân var mıdır hattâ o gayr olsun seni müzhir
Ne dem oldun ki gâib olasın
muhtâc-ı istidlâl
Ba’ıdoldun ne dem ki tâ sana âsâr ede ısâl
“Delil” delalet ettiği şeyden daha açık olmalıdır. Aksi takdirde delil
sayılamaz. Bu sebeple Hak nuru ile zuhur eden yaratılmışlarla yaratana delil
getirmek pek çirkin görülmüş ve böyle delil getirenler şuhûd sahiplerine göre
avam sayılmıştır.
Ebubekir Muhammed bin Ali Sektanî Hazretleri dedi ki: “Varlık Hak
vergisidir, şuhûd ‘yaratılmış’ demektir. Zira Hak her şeyin delilidir. Hakk’ın
delil olduğu yaratılmışlar, yaratıcıya artık nasıl delil olabilir?”
“Letâifü’l-Minen”şöyle yazılıdır: “Delil getirenlerin şuhûd ehline
göre avam sayılması, şuhûd sahiplerinin delil getiricilere karşı Cenab-ı Hakk’ı
zuhur mertebesinde delile ihtiyaçtan üstün bulduklarından ileri gelir. Şu halde
delilleri yaratan, yaratılanın deliline muhtaçtır denilir mi? Delilleri
kullarına bildiren Cenab-ı Hakk’ın burhan ve delil ile bilineceği söylenebilir
mi?”
Haşan Şazelî Hazretleri: “Her şeyden önce var olan Cenab-ı Hak, sonradan
var olmuş şeylerle nasıl bilinir?” dedi.
Şeyh Ruşen-zamir de: “Cenab-ı Hak nerdedir?” diye soran bir müridine:
“Yazık sana, hiç göz ile birlikte ‘nerede’ istenir mi? Yani zaman ve mekân
kendi varlığının gölgesinden ibaret olan Hak, mekânda aranır mı?”
Mahveyle gönülden eser-i nakş-ı
sivâyı
Gayriyyeti bî-nam ü nişân eyle İlâhî
* Yarabbi, üzerinde seni
gözetleyici olarak görmeyen göz kördür. Muhabbet hâzinenden nasip vermediğin
kul, ticaretinde ziyan etmiştir.
Seni yâr ab rakîb addetmeyen
göz oldu nâ-bînâ
Nasibi olmayan aşkından oldu tâcir-i hâsir
Gözden murad, basiret yani kalp gözüdür. “Rakîb” murakabe
eden, denetleyen demektir. Cenab-ı Hakk’ı bütün halleri bilen, gören ve bütün
iyilikleri, kötülükleri gözetleyen olarak bilirse, çirkin ve kötü iş yapmaya
utanır, korkar. Basiretleri körelmiş kimseler ise bu vasıfta olamayacaklarından
her türlü günahı işlemekten çekinmezler.
Peygamber
Efendimiz bu yüzden şöyle buyurmuşlardır: “İnsanın en üstün imanı, her
nerede olursa Cenab-ı Hakk’ın kendisiyle beraber olduğuna kesin olarak
inanmasıdır. ”
“Bir insan günah işleyecekse,
Cenab-ı Hakk’ın görmeyeceği bir yerde işlemelidir.” denilerek günah işlenmesi
engellenmek istenmiştir.
“Yasaklanan
işlerden sakınmak için nasıl dua etmelidir?” diye sorulan bir ârif şu cevabı
vermiştir: “Her işlenilen günahı Cenab-ı Hakk’ın göreceğine kesin olarak
inanmak için Hakk’ın yardımı istenmelidir.”
Hak Teâlâ: “Ne iş yaparsanız
yapın, siz bu işe giriştiğiniz an üzerinizde gözlemci bulunuyoruz. Çünkü ne
yerde, ne gökte tartıya gelmeyecek kadar küçük şeyler bile senin Rabbinin
bilgisinden kaçamaz, ne bundan daha da küçüğü, ne de bundan büyüğü yoktur ki,
apaçık onun takdirinde olmasın. ”(Yunus/61) buyurmuştur.
Cenab-ı Hakk’ın kuluna
muhabbeti, onun yaptıklarından razı olması, onu övmesi, ona rahmet ve ihsan
etmesidir. Kulların Hak Teâlâ’ya sevgisi de; emirlerine uyması, yasaklarından kaçınması,
gönülden saygı ve sevgi beslemesidir. Hikmette geçen muhabbet kelimesi Hakk’ın
kula ya da kulun Hakk’a sevgisi olarak iki anlama da gelir. Fakat “Allah
onları sever, onlar da Allah’ı severler.” (Mâide/54) ayetinden Allah’ın
sevgisinin kullarınkinden önce zikredilmesi, Allah’ın sevgisinin kulun
sevgisinin aslı ve sebebi olduğunu gösterir. Allah kime muhabbetinden bir zerre
ihsan etse, o kimse dünya ve ahirette kazanmış demektir. Muhabbet neşesinden
mahrum olan kimse de tersine iki cihanda kaybetmiş, sırların zevklerinden ayrı
kalmış demektir.
Semavî
kitapların bazılarında şöyle buyrulduğu rivayet edilmiştir: “Ey kulum, ben
seni seviyorum. Benim senin üzerindeki bu hakkım hürmetine sen de beni sev. ”
Zeyd bin Eşlem Hazretleri demiştir ki: “Cenab-ı Hak kulunu o kadar sever
ki şöyle diyecek mertebeye varır: Ey kulum, her neyi istersen işle, ben seni
ya günahlardan korurum veya tövbe etmeye muvaffak ederim ve seni bağışlarım”
* Yarabbi, eserlere geri dönmeyi emrettin. Beni
nuranî bir kıyafet ve basiret dolu bir hidayetle onlara döndür ki, onlardan
sana dönebileyim. Bana yardım et ki sırrım onlara bakmak ve takılıp kalmaktan
korunmuş olsun da eserlere güvenmekten uzaklaşmış olayım ve senin huzuruna
gireyim. "Muhakkak sen her şeye kadirsin " (Tahrim/8)
Emr ü fermân eyledin avdetle çün âsâra sen
Kisve-i nur ile ircâ ’ et beni ey zü ’l-minen
Tâ ki ol âsârdan ben bezmgâh-ı vuslata
Varayım andan nasıl oldumsa dâhil hazrete
Sırrım ol âsârda olsun taalluktan masun
Anlara gönlümde de hiç itimâdım olmasın
Ey müfizul-hayr ve’l-cûdu eyâ rabb-i habîr
Şüphe yoktur bunda kim her mümkine sensin Kadir
Eserlerden murad aile, evlad ve mallar gibi
mahlûkattır. Eserlere geri dönmek; Cenab-ı Hakk’a vasıl olup halktan tamamen
kesildikten sonra, tekrar ayıklık âlemine dönüp halka karışmaktır. Ancak halka
karışmak bazen Hak’tan perdelenmeye sebep olur. Hak’tan perdelenmeyerek halka
karışmak için nur elbisesine bürünmek gerektiği gibi, basiretin de hidayetle
aydınlanması lazım gelir. O zaman halk ile beraber olsa bile Hak’tan perdelenmez.
Sâlikin sülûkunun başlarında, halktan Hakk’a yükselmesi de bu suretle olmuştu.
Yani sırrında ve niyetinde ne fayda ümidi, ne de zarar korkusu vardı.
Yaratılmışlara o nazarla bakmıyor, onlara güvenmiyordu. Sâlik başlangıçta halka
ve eserlere ilgisi dolayısıyla Hak’tan ayrı iken ilâhı tecelli ile Hakk’a vasıl
olmuşsa, yolun sonunda da eserlerin tesirinden kurtulmak için bu hali kazanmak
gerekir. Aksi halde kurtuluş mümkün olmaz.
*
Yarabbi, benim hor ve hakir oluşum senin katında aşikârdır, bu halim sana gizli
değildir. Sana vasıl olmayı ancak senden dilerim ve ancak sana seninle delil
ararım. Sana giden yolu nurunla göster ve beni sadık bir kul eyle.
Benim züllüm huzurunda senin
zâhirdir ey Mevlâ
Hafi olmaz sana hâlim benim ey hâliku ’l-eşyâ
Sana senden talebkâr-ı vusûlüm
dâimâyârab
Seni ancak sana hem eylerim ben reh-nümâ yârab
Sana artık beni nur-ı kemâlinle
hidâyet kıl
Huzurunda ubudiyetle sâdık et ikamet kıl
Cenab-ı
Hakk’a karşı zavallılığını itiraf etmek şeref ve saygınlıktır. Duada aczini,
zilletini arz etmek kabul edilmesinin sebebidir. Bu yüzden müellif münacatında
acizliğini dile getiriyor.
Zünnun Mısrî Hazretleri demiştir ki: “Cenab-ı Hak bir kulunu nefsinin
zilletini göstermek kadar yüksek bir şerefle yüceltmemiş, nefsinin horluğundan
gafil etmek gibi bir horlukla alçaltmamıştır.”
Arif bir kişi
Mekke’de sıkıntıya düşmüş. Sıkıntısından kurtulmak için başvurduğu zatların
kimi oruç tutmasını, kimi geceleri ibadetle geçirmesini tavsiye etmişler.
Söylenenleri yaptığı halde fayda görmeyince halini arz ettiği Nehri Cevrî
Hazretleri ona şöyle demiş: “Sana oruç ve gece ibadeti tavsiye edenler halini
karmakarışık etmişler. Sen hemen doğruca Harem’e git. Kâbe ile Hacer-i Esved
arasındaki Mültezem denilen mübarek yerde insanlar uykuda iken şöyle diyerek
yalvar: Yarabbi, zor durumda kaldım, şaşkınlığa düştüm, bana yardımcı ol.”
Adam
dediklerini yapıp o şekilde niyaz edince üzüntü ve sıkıntıdan kurtulmuş,
böylece duada aczini ve zilletini dile getirmenin kabule sebep olduğu belli
olmuştur.
însan nasıl
zelil olmaz, çünkü acizlik ve yoksunluk yaratılışının vasıflarıdır. Bu yüzden
Hakk’a ulaşması ancak Hakk’ın yol göstermesiyle mümkün olabilir. Vasıl
olanların irfanı da Hak feyziyle olgunlaşır. Arifler Hak Teâlâ’dan başka bir
şeyle ilgilenmezler; hatta Hak Teâlâ’dan Hak’tan başka bir şey istemezler. Zira
Cenab-ı Hak bütün âlemleri kaplamış, kuşatmış olduğundan Hakk’a ulaşınca bütün
âlemler elde edilmiş olur. Hak Teâlâ bütün varlıklardan evvel zahir olmuş, her
şey onun ruhuyla gizlilik perdesinden çıkmıştır. Bundan dolayı Hak Teâlâ’yı
kendi nurundan başka bir şey izhar edemez. Hiçbir şey ona kavuşmanın yolunu
gösteremez.
Bayezid Bestamî Hazretlerine “Hakk’ı ne ile bildin?” diye sorulunca;
“Yine kendisiyle bildim. Eğer nuru ortaya çıkmasaydı Rabbimi asla bilemezdim.”
demiştir.
Ebu Kasım
Nasr Abâdî Hazretleri demiştir ki: “Bütün her şey Cenab-ı Hakk’a yine Cenab-ı
Hak tarafından yol göstericidir. Şu halde Cenab-ı Hakk’a kendisinden başka ne
yol gösterebilir?”
Ahmed bin Ebi’l-Havârî Hazretleri: “Cenab-ı Hakk’a
kendisinden başka delil olamaz. İlimler, irfanlar ise ancak kulluk edeplerini
ve vazifeleri hakkıyla yerine getirilmek için istenir.” demiştir.
Sana vâsıl olur elbette kalmaz
râh-ı gurbette
Olursa her kime nûr-ı cemâlin reh-nümâ yârab
* Yarabbi, bana kendi katındaki
ledün ilmini öğret ve beni mahfuz olan isminle muhafaza et.
Bana ilm-i ledünnîden edip ta
’lim inâyet kıl
Dahi ism-i masununla beni yârab siyânet kıl
Ledün ilmi
Cenab-ı Hakk’ın çok yüksek ve özel velilerine ihsan ettiği pek değerli bir
ilimdir. Bu ilmin kıymeti Cenab-ı Hakk’ın Hazreti Hızır hakkında: “Biz ona
katımızdan ilim öğrettik,K (Kehf/65) buyurmasından belli
olmaktadır. Peygamber Efendimiz de şöyle buyurmuştur: “İlâhî ilimlerden paha
biçilmez inci gibi yüksek bir ilim vardır; onu âriflerden başka kimse bilmez.
Arifler bu hususta bir hakikat bildirdikleri vakit her vicdan sahibi bunu kabul
ve tasdik eder. Fakat şeytanın aldattığı kısa görüşlüler bunu inkâr ederler. ”
Büyük evliyadan bazıları demişlerdir ki: “İlm-i ledün işitme ve okuma
olmadan Cenab-ı Hakk’ın peygamberlerine, velilerine ve üstün âriflere ilham
edip öğrettiği gizli ilimdir. Bu ancak has kullara nasip olur.”
Ebubekir Vâsıtî Hazretleri: “ilimde rasih olanlar... ” (Al-i
İmran/7) ayetinde belirtilen rasih âlimler, sırrın sırrında ve gayb içinde gayb
âleminde kutsal ruhlarıyla rasih olurlar. İlâhî maârif, kalplerine ilham
edilerek kendilerine Allah tarafından bildirilir. O ilim ve irfan deryasına
daldıkça her harf ve cümlenin derinliğinde, her ayet ve surenin
sınırsızlığındaki mana hâzinelerinden ve acayip sırlardan nice nice ilim
incileri ve irfan cevherleri kendilerine açılır. Onlar insanları irşad etmek
için hikmet söyleyen kâmil insanlardır, buyurmuştur.
Rumûz-ı aşkını kıl zîver-i
hüsn-i beyan yârab
Lisân-ı gayba olsun tâ zebânım tercüman yârab
* Yarabbi, beni sana yakın
olanların hakikatlerine erdir. Cezbe ve muhabbet ehline yoldaş eyle.
Sana kurb ehlinin ahvâli ile
Beni mevsûfu tahkik eyle yârab
Dahi cezb ehlinin mesleklerine
Beni islâk ü tevfik eyle yârab
Yakınlık ehlinin hakikatleri demek, fenâ makamına
erişip sebepleri görmeyen ve bütün perdeleri kalkmış olan tevhid erlerinin
makamları demektir. Bunlar âlem aynasında Hak cemalinden başka bir şey
görmeyen, takdire razı olup mâsivaya şikâyet etmeyen hakikat erbabıdır. Cezbe
ehli ise, önce İlâhî cezbeye kapılmış, sonra seyr ü sülük deryasına dalmış
evliyadır. Kim bunların yakınlığına girerse sülük mertebelerini kolayca geçer.
Kısa süre içinde zahmetsizce vuslat denizinin kıyısına ulaşır. Hak Teâlâ onları
tabiat zindanından lütfuyla kurtarıp, cezbesiyle hemen özel mertebeye
eriştirir.
Bedreka-yı kurb-ı Hüdâ cezbedir
Rehber-i erbâb-ı hüdâ cezbedir
(Hak yakınlığının kılavuzu ve Hak erlerinin rehberi cezbedir.)
* Yarabbi, beni tedbirinle tedbirinden, iradenle
irademden müstağni kıl. Hep zaruret hallerimin merkezinde bulundur.
Beni yarabbi tedbirinle tedbirimden ignâ et
Gani kıl ihtiyârınla beni hem ihtiyârımdan
Beni hem sâbit eyle acz ü züll ü fakr u fâkamda
Ayırma lütfedip yârab mahall-i ıztırârımdan
Zaruret merkezleri insanın kendinden ayrılmayan acizlik,
yoksulluk ve zillet özellikleridir. Daire çizgisine ve diğer kuvvetler merkeze
bağlı olduğu gibi, bu üç tabiî özellik de insan dairesinin merkezindedir ve
dünya işleri bunlara tâbidir. Bu sıfatı daima hatırda tutup Cenab-ı Hakk’a
muhtaçlığımızı hiç unutmamamız icap eder. Çünkü tedbir, ihtiyar, irade ve
kudret Cenab-ı Hakk’ın yedindedir. Tedbir, ihtiyar ve iktidar ile sıfatlanıp
iddiaya kalkışan, Cenab-ı Hak’la çekişmeye girişmiş ve kulluk halkasını
boynundan çıkarmış olur. Müellif irfan ehline yakışmayan bu halden sakınmayı,
kendi tedbir ve ihtiyarından kurtulmayı niyaz ediyor.
Tedbirini terk eyle
Takdirini derk eyle
Hakk’a belin berk eyle
Mevlâ görelim n ’eyler
N’eylerse güzel eyler
* Yarabbi, beni kendi nefsimin zilletinden kurtar,
kabre girmezden önce şirk ve şüphe kirinden temizle. Yalnız senden yardım
istiyorum, bana yardım et. Her şeyde sana güvenip tevekkül ediyorum, beni
başkasına bırakma. Yalnız sana el açıyorum, hüsrana uğratma. Senin lütfunu
gözlüyorum, mahrum etme. Yalnız sana bağlandım, beni uzaklaştırma. Sadece senin
ihsanının kapısında duruyorum, kapından kovma.
Hüdâyâ züll-i nefsimden benim ihrâcım et takdir
Dahi girmezden evvel kabre şek ü şirkten tathîr
Heman şendendir istinsârım et nusret bana şâhım
Beni
gayre havâle kılma sensin istinadgâhım
Benim matlûbum ancak sensin etme sen beni hâib
Beni dur
etme fazlından ki oldum ben ana râgıb
Hem ettim zâtına ben intisâb etme beni teb ’îd
Kapında
bir fakîr-i vâkıfım etme beni tatrîd
Müellifin burada kurtulmak
istediği zillet, hırs ve tamah yüzünden mâsivaya karşı gösterilen alçalmadır.
İnsan yaratılışında bulunan bu zillet özelliği, kulluk mükellefiyetlerinin de
esasıdır; bir önceki hikmette istenilen zillet ve acizlik değildir. Buradaki
kötülenmiş olan zillet, hırs ve tamahtan doğar. Bunun sebebi de şirk ve
şüphedir.
Şüphe çirkin bir iş sırasında
hissedilen gönül darlığıdır. Gönlün bu sıkıştırmasından üzüntü ve sıkıntı
meydana gelir. Kesin bilginin aydınlığı ise kalp temizliğini ve huzur hissini
doğurur. Kalp yakîn nuruna muttali oldukça genişleyip açılır; darlık ve sıkıntı
kaybolur. Kesin bilginin derecesine göre rahatlık gelir, üzüntüler gider.
Peygamber Efendimiz(sas) şöyle buyurmuştur: “Cenab-ı Hak
adaletinin gereği olarak rahatlığı ve üzüntüsüzlüğü rızasında, vehim ve
üzüntüyü şüphe ve kızgınlıkta kıldı. ”
Şirk, kalp kuşunun Hak’tan gafil
olduğu ve Hakk’ı unuttuğu vakitte avın tuzağa düşmesi gibi sebep ve vesilelere
alaka göstermesinden ibarettir. Bu gaflet ise şüphe karanlığının kalbi
kaplamasının sonucu olarak meydana gelen şehvet heyecanıdır. Bu sırada insan
istediğini elde etmek için sebeplere sığınmaya koşarak sebeplerin yaratıcısı
olan Hak Teâlâ’yı görmez. Kalp aynasını kirden temizlemek de ancak şirkin zıttı
olan ve mârifet elde edildiğinde kalbe dolan tevhid nuru ile mümkün olur. Nefs böylece
saflaşıp tatmin olur; uğradığı kötülükten temizlenip sakinleşir. Tevhid nurunun
parlaklık derecesine göre şirk kirinden temiz olacağından Cenab-ı Hak da o
kalbe hidayet ve mârifet bağışlar.
Cenab-ı Hak Hazreti Davud’a şöyle buyurmuştur: “Ya Davud, ben
kullarıma ne zaman mârifet bağışlarım bilir misin? Kullarım gönüllerini şirk
kirinden temizleyip şüphe karanlığını gidererek yakîn ve tevhid nuru ile
aydınlattığı zamanda. ”
Derûnum gülşen-i sıdk u safa kıl sû-be-sû yârab
Gel i
fânimi etme esîr-i reng ü bû yârab
* Yarabbi, senin rızan, seninle ilgili bir sebebe
bağlı olmaktan uzaktır. O halde benimle ilgili bir sebep nasıl düşünülebilir?
Senden sana gelen bir faydadan bile müstağnisin, artık benden nasıl müstağni
olmazsın?
Rızân oldu senin ey Zül-meâlî
Muallel
bil-garaz olmaktan âlî
Ne suretle olur ol vasfa "illet
Benim a
mâlim ey mevsûf-ı kudret
Ganîsin
zât-ı pâkinle heman sen
Sana
senden vusûl-ı menfaatten
Ne keyfiyetle olmazsın Hüdâyâ
Ganî
benden ve a "mâlimden âyâ
Allah’ın
rızası Rab Teâlâ’nın kadim sıfatlarındandır. Hiçbir illet ve sebebin ona
önceliği olamaz. Eğer ilâhı rıza Hak zatıyla ilgili illetten münezzeh olmasa,
Cenab-ı Hak o illete muhtaç olurdu ki, bu muhaldir. İlâhî sıfat Hakk’ın
zatından çıkan illetlerden uzak olursa, mâsivanın hal ve amelleriyle illetli
olması artık nasıl düşünülebilir? Allah’ın rızası için illet ve sebep bahis
konusu değildir. Tersine bütün amel edenlerin iyi ve kötü amellerinin sebebi
Hak Teâlâ’nın rızası veya gazabıdır. Cenab-ı Hak bir milletten hoşnut olursa,
onları razı olduklarına mahsus olan yoldaki hizmetlerde kullanır. Eğer bir
topluluğa gazap ederse onları, cezalandırılmayı gerektiren uzaklıkla ve hicaba
sebep olan işlerle uğraştırır.
Ebubekir Vâsıtî Hazretleri: “Gazap ve rıza, makbul olanları ve gazaba
uğrayanları belli eden iki İlâhî sıfattır. Ezelden beri böyledir. Kabul
edilenlerin işareti ışık saçar, kovulanların alâmetleri de onları karanlık ve
usanç kaplamasıdır. Onun için sararmış benizler, kısaltılmış yenler, şişmiş
ayaklarla yani şekil ve kılıklarla hakikat erbabını taklit etmek boşunadır,
hiçbir fayda vermez.” buyurmuştur.
Vesile eyleyip zühd ü salâhı devr-i ebvâba
Ridâ vü
taylesan ile asadan geçmedin gittin
*
Yarabbi, kaza ve kader beni mağlup etti. Heva ve heves de şehvet bağlarıyla
esir edip bağladı. Yardımcı ol da bana ve benim sebebimle din kardeşlerime
yardım edesin. Beni fazlınla ve ihsanınla gani kıl da senden bir şey istememe
gerek kalmasın.
İlâhî bana galib oldu heman
Kaza vü
kader iki sırr-ı nihân
Beni etti şehvet kuyûduyla pes
Esir-i
mukayyed hevâ vü heves
Bana bâri sen ol nasîr ey Muîn
Meded et
bana hem benimle hemin
Beni eyle fazlınla iğnâ Hüdâ
Seninle
seni hem talebden de tâ
Kaza irade
edilenle ilgili olan Hak iradesidir. Kader, Cenab-ı Hakk’ın her bir şeyi belli
bir ölçü ve miktar üzerine yaratmasıdır. Hazreti Ali Efendimize(ra)
kaza ve kader hakkında sorulduğunda: “Onlar gizli birer İlâhî sırdır. Aslını
araştırarak zihinleri bulandırmayın.” buyurmuştur. Heva, isteklere ve arzu
edilen şeylere nefsin meyletmesidir.
Müellif bu münacatında kusurlarını itiraf ediyor.
Cenab-ı Hak, özür dileyerek dergâhına sığınan kulunun özrünü reddetmez.
Kusurunu itiraf ile günahlarının affını dileyen kimseyi geri çevirmez. Hatta
hadis-i şerifte bildirildiğine göre günahkâr kul özür dileyerek niyazda
bulundukça Hak Teâlâ ona: “Ey kulum, eğer özrünü kabul etmemiş olsaydım,
seni özür dilemeye muvaffak etmezdim. ” buyurur.
Kettânî
Hazretleri de şöyle ifade etmiştir: “Cenab-ı Hak kendisine mağfiret kapısını
açmayacağı mü’mine özür diletmez.” Bu yüzden müellif burada Cenab-ı Hakk’ın hem
kendisine, hem kendisi sebebiyle yakınlarına yardım eylemesini dilemiş hatta
Hak ile istiğna sebebiyle Hak’tan bir şey istemekten müstağni kalmayı bile
istemiştir.
Ebu’l-Hasan
Şazelî Hazretleri: “Hizbü’l-berr” adlı hizbinde şöyle dua etmiştir: “Yarabbi,
beni evliya kulların için gına sebebi ve onlarla din düşmanları arasında engel
kıl.” Başka bir yerde de şöyle demiştir: “Saadetli kul aslında senin gayb
hâzinenden bir şey istemekten seninle müstağni olan tevhid ehlidir.”
*
Yarabbi, veli kullarının kalplerini nurlandırdın da seni bilip tevhid ettiler.
Dostlarının kalplerinden ağyarı çıkardın da senden başkasını sevmediler, senden
başkasına sığınmadılar. Sen onlara dost olduğun için bütün malları,
arkadaşları, çocukları ve ilgilendikleri şeyler onlara yabancı geldi. Sen
onları hakikat yoluna ilettiğin için bütün tevhid delilleri onlara aşikâr oldu.
Yarabbi,
seni kaybeden ne buldu ve seni bulan ne kaybetti? Sana karşılık dünyaya razı
olan kimse mahrum oldu. Senden yüz çevirerek başka bir şey isteyen hüsrana
uğradı.
Kılıp evliyâda yâ ilâhı
Ziyâdâr
ettin envârı kemâ-hî
Yakînen bildiler tâ ki seni Hak
Sana
gösterdiler tevhid-i mutlak
Ahibbânın kulubundan Hüdâyâ îzâle
eyledin ağyârı Hakk’a
Anın ’çün sevmediler mâsivâyı
Sivâya
etmediler ilticâyı
Enîsi anların sensin ki yâra Av âlim
oldu vahşi anlara hep
Eden hem anları sensin hidâyet Ki oldu
anlara zâhir hakikat
Seni vâcid ne şeyi
fâkıd oldu Seni fâkıd ne şeyi vâcid oldu Olursa gayriye her kim ki tâlib Ne
şüphe oldu ol vallâhi hâib
Çevirdi kim ki vechin senden ey Hak O
bî-şek mazhar-ı hüsran mutlak
Evliyanın
mâsivadan nefret edip ürkmesinin sebebi mâsivanın, yani Allah’tan başka her
şeyin yoksulluk ve muhtaçlıkla vasıflanmış olmasıdır. Gerçi mâsivanın her biri
tabiî eksikliklilerini tamamlamak için çekicidirler ve türlerini devam ettirmek
için tabiî hazlarını başkasından isterler. Fakat Cenab-ı Hak bütün âlemlerden
gani ve müstağnidir. Cenab-ı Hak çok ihsan edicidir. Kullarına lütfedici
şefkatli bir kâinat hükümdarıdır. Bu gerçeği gören ve bilen bir velinin bütün
âlemlerden ürkeceği, Hak müşahedesinden bir tecellinin zerresine erişen bir
ârifin dostunun ancak büyük yaratıcı olacağı, bütün mâsivanın artık ona
perdeleneceği, âlemde Hak varlığından başka bir şey görmeyeceği aşikârdır. Şu
fıkralar bu münacatı bir kat daha açıklayıcı bir anlam taşımaktadır:
Zünnun Mısrî Hazretleri çölde dolaşırken irfan sahibi bir kadınla
karşılaşır. Kadın ona: “Sen kimsin?” diye sorar. Zünnun’un: “Gurbete düşmüş bir
adamım!” diye cevap vermesi üzerine kadın şöyle hitap eder: “Cenab-ı Hak’la
beraber olan kimse hiç gurbet üzüntüsü hisseder mi?”
Arif
kişilerden olan Mutarrif bin Abdullah Emevî hükümdarlarından olup dört
halifenin yolundan giden Ömer bin Abdülaziz Hazretlerine demiş ki: “Ey Ömer,
Hak ile dostluk kur ve Hakk’a ulaşarak halktan alakanı kes! Zira Cenab-ı
Hakk’ın birtakım kulları vardır ki, ancak onun İlâhî huzuruna alışıktırlar.
Onunla dost olduklarından, yalnız kaldıkları halde insanların dostlarının
yanındayken duyduklarından daha fazla dostluk hissederler. İnsanların çok
ürktükleri, onların en çok yakınlaştıklarıdır. İnsanların dost oldukları,
onları en çok ürkütenlerdir.”
Bu kemal
mertebesi ancak Hakk’ın nuruyla elde edilebileceğinden bu yüksek dereceye
erişen sâlik için artık tevhid ve hakikat yolları, mârifet feyizleri açılarak
kalp gözünün tabiî kesafetinin gideceği, vicdanın müşahede nurları ve Hak
tecellileriyle süsleneceği şüphesizdir. Bundan anlaşılıyor ki, Cenab-ı Hak’tan
kaybolan hiçbir şeyi bulmuş olamaz. Çünkü âlem karanlıktır ve yokluktur. Mutlak
varlık ve nur ise insanı yaratandır. Hakk’ı bulup da fani ve Hak ile bâkî olan
ârif kişi artık âlemde bir şey kaybetmiş olur mu? Tersine âlem ona hizmetçi
olur.
Ebubekir Dekkak Hazretleri, Ebu Ali Ruzbarî Hazretlerinden sormuş: “Fakir
sofiler niçin geçinecek kadar bile bir şey almazlar?” O da şöyle cevap vermiş:
“Onlar Mu’tî
olan Cenab-ı Hak ile verilen şeylerden müstağni olmuşlardır da onun için...”
Ruzbarî Hazretleri demiş ki: “Evet, dediğin gibidir ama bence bunda başka
bir mana daha vardır. Sofi fakirler öyle kudsî bir zümredir ki, yoksullukları
Cenab-ı Hak’tan olduğu için onlara varlık menfaat vermez. Varlıkları da yine
Cenab-ı Hak’tan olduğundan, yoksunluktan da zarar görmezler.”
Şu halde
Hakk’ı bulan kimse bütün mükevvenatı, yaratılmış şeylerin hepsini bulmuş demek
olacağından Hakk’ın yerine nefsânî şehvet, dünyevî lezzet ve ahiret
maksatlarına razı olmak mahrumluktur. Hele Hak yolunda, Hak cemali
müşahedesinden yüz çevirerek mükâşefe ve kerametlere meyletmek telafi
edilemeyecek hüsrandır.
Bazı büyüklerin anlattığına göre, on üç sene gece gündüz daima ibadet ede
ede kötürüm olmuş bir adam, her ikindi namazının ardından kıbleye dönüp şöyle
diyor ve akşama kadar hiç konuşmuyordu: “Yarabbi, şu halka şaşıyorum. Seni
bırakıp da dünya ve ahiret şehvetlerini nasıl arzu ediyorlar? Hele senden
başkasıyla dost olup safa arayanlara daha çok hayret ediyorum.”
Şeyh Şiblî Hazretlerini vefatından sonra rüyada gören bir kimse ondan
Cenab-ı Hakk’ın kendisine ne muamelede bulunduğunu sormuş ve şu cevabı almış:
“Cenab-ı Hak benim sözlerime karşı hiçbir burhan istemedi. Ancak bir gün,
cennetten mahrum olup cehenneme girmekten büyük bir hüsran yoktur demiştim.
îşte bu sözümden ötürü Cenab-ı Hak: "Ey Şiblî, benim cemalimi müşahede
etmekten mahrum olmak kadar büyük hüsran var mıdır ki, sen onu unutup da böyle
dersin?buyurdu.”
*
Yarabbi, sen ihsanı kesmemişken senden başkasından nasıl bir şey
umulur? Cömertlik âdetin değişmemişken senden başkasından nasıl bir şey
istenir?
Recâ mümkin mi artık mâsivadan
ey kerîm Allah
Henüz sen kat’-ı ihsân etmemişken kimseden asla
Nasıl gayrından olmak tâlib-i
âmâl câizdir
Sen ise âdet-i ihsânı tebdil etmedin hâlâ
Cenab-ı
Hak’tan başkasından bir şey ümit etmek kalbin o umduğu şeye alakası ve
bağlılığı demektir. Mâsivadan bir şey istemek de, isteyenin o mâsivaya tamamen
yönelmesidir. Cenab-ı Hakk’ın ihsanı devam etmekteyken, cömertlik âdeti
değişmemişken bu hal doğru olabilir mi?
Hal sahibi bir kimsenin mâsivayı Cenab-ı Hakk’ın
vesileleri bilerek halktan bir şey istemesi caizdir. Fakat halktan bir şey
isteyenlerin binde biri bile bu irfana sahip olmadığından sâlik için doğru
değildir ve halktan istemesi şaşılacak bir şeydir.
* Muhabbetinle dostluğunu
tattırdıkların senin huzurunda saygıyla eğilirler. Omuzlarına heybet hil'ati
giydirdiğin büyük veliler şeref kazanıp mâsivadan yüz çevirirler.
Zevk-i ünsü ey ahibbâya izâka
eyleyen
Oldular nezdinde bi’t-temelluk ol rical
Evliyâya ey libâs-ı heybetin
ilbâs eden
İzzetinle tâ ki izzet buldular ol ehl-i hal
Dostluk diye tercüme ettiğimiz “muâneset” sevgilinin
cemalini görmekle kalbin sevinmesidir. Heybet velilerinin omuzlarına Hak
tarafından giydirilen yetki, kuvvet ve büyüklüktür ki onları görenler manevî
bir korkuya kapılır, huzurlarında şaşırıp susar kalırlar. İlâhî heybet ile
şereflenmek kalbin mâsivaya bağlı olmaktan kesilmesidir. Bu yüzden denilmiştir
ki: “Mârifetullah, Cenab-ı Hakk’ın kudretinden başka bütün güçleri aşağılamak
ve Hak zikrinden başka zikirleri yok etmektir.” Bazı ârifler de şöyle
demişlerdir: “Gönülde Hak büyüdükçe, halk gözünde küçülür.” Bazı büyükler: “Dilediğini
aziz kılar. ”(Al-i İmran/26) ayetinin tefsirinde şöyle demişlerdir:
“Cenab-ı Hakk’ın izzet verdiği kimsenin şerefi; Hak huzurunda, Hak ile beraber,
Hak’la ilgili olduğu halde, Hakk’a mahsus olmakla hâsıl olur.”
* Yarabbi, sen zikredenler yaratılmazdan
önce onları zikredensin. İbadet edenler sana yönelmezden evvel onlara ihsan
eyleyensin. Seni talep edenlerin isteklerinden önce lütfedici ve cömert
olansın. Vehhab isminle hep verensin, sonra bize bağışladıklarını borçlanansın.
Zâkirîn olmazdan evvel ey Hüdâ
Anlan sen eyledin zikr ü senâ
Eyledin ihsan ile sen ibtidâ
Âbidin etmezden evvel ilticâ
Sensin ol Mu "ti ve Muhsin-i bî-sebeb
Tâlibîn etmezden evvelce taleb
Sensin ol Vehhab ki ba’de’l-atâ
Oldun istikrâz edenlerden şehâ
Cenab-ı Hakk’ın
zikredenleri önceden zikretmesi, ezelde onların varlığını dilemesidir, işte bu
ezelî irade, kulları kendisini zikretmenin daha kokusunu duymamışken Cenab-ı
Hakk’ın kullarını zikretmesi demektir. Bir başka deyişle Allah’ın zikretmesi,
onları zikre ve tevhide muvaffak etmesidir. Zira Allah başarı vermekle yardım
etmese, kimse zikir ve tevhide erişemezdi.
Her şeyde
öncelik Rab Teâlâ’nın özelliğidir. Çünkü Cenab-ı Hak, bütün âlemler varlık
kokusunu koklamazdan evvelce cömertlik, ihsan, bağış vasıflarıyla sıfatlıydı.
Cömertlik eseri olarak yokluk gizliliğinden varlık sahrasına çıkardı da
zakirlerinin dilinin süsü, taliplerin en yüce maksadı ve ibadet edenlerin
kıblesi oldu.
Bayezid Bestamî Hazretleri
mevzuya binaen şöyle demiştir: “Ben ilk başlarda dört şeyde yanıldım.
Sanıyordum ki, Cenab-ı Hakk’ı ben zikrediyorum, ben seviyorum ve ben istiyorum.
Maksada vâsıl olunca gördüm ki, Hak beni benden önce zikretmiş, beni benim
bilmemden önce bilmiş, Hakk’ın muhabbeti ve talebi de benim sevgim ve
istememden evvelmiş.”
Öncelik Cenab-ı
Hakk’a mahsus olunca, sâlik bir kul için kulluğu vesile kılmak hususunda fazl
ve keremden başka vesile düşünülemez.
Cüneyd Bağdadî: “Yarabbi,
katında makbul olanlar senin iznin ve iradenle başkasına şefaat edenler, seni
zikrederek kalplerini nurlandıranlar ancak senin fazlınla seni zikreyler ve
ibadette bulunurlar.” diye münacat ederdi.
Cenab-ı Hakk’ın
bir şeyi ihsan ettikten sonra onu borçlanmasının anlamı: “Kim Allah "a
güzel bir borç verecek?” (Bakara/245) ayetince kuluna hediyesi olan güzel
ameller karşılığında bir borçlunun borcunu ödemesi gibi dünya ve ahirette büyük
bağışlarda bulunmasıdır. Bu İlâhî lütuf ise kulunun değerini fevkalade
yükselten, şerefini yücelten sınırsız bir bağıştır. Bazı büyükler bu hususta
şöyle demişlerdir: “Cenab-ı Hak bir şeyi kuluna verdikten sonra onun kendisine
bağlılığını ispat için tekrar onu satın alır sonra satın aldığını borçlanır.
Bundan sonra da onun üzerine kat kat mükâfatlarla borcunu öder.”
îşte böylelikle İlâhî nimetlerin sebebe bağlı olmadığı açıkça belli
olmuştur.
* Yarabbi, beni rahmetinle kendine
yaklaştır da sana vâsıl olayım. Beni nimetinle kendine çek de sana yöneleyim.
Rahmetinle beni yârab taleb et
Sana tâ
ki olayım ben vâsıl
Minnetinle dahi cezbeyle beni
Olayım tâ
ki sana ben mukbil
İnsanın
Cenab-ı Hakk’a vâsıl olmasına İlâhî rahmetinden başka vesile yoktur. Çünkü
sebeplere bağlı olan kulların amelleri, sebep ve noksandan münezzeh olan Hak
Teâlâ’ya erişme vesilesi olamaz. Bir de, öteden beri aşağı olandan gelen
isteğin sonuca ulaşması güçleşir, yüksek olandan çıkan talep kolaylıkla
gerçekleşir. İzzet perdesiyle yüce ve kutsal varlığa doğrudan doğruya yönelmek
de mümkün olmadığından, Cenab-ı Hakk’a yönelmeyi gerektiren bir ihsan cazibesi
lazımdır. Bu yüzden müellif iki yönlü dua etmiş, vuslatın en yakın yolunu
seçmiştir.
* Yarabbi, sana ne kadar isyan
edersem edeyim, senden ümidim kesilmez. Sana ne kadar ibadette bulunursam
bulunayım, senden korkum eksilmez.
Ümidim kesmezem senden Hüdâyâ müznib olsam da
Nasıl ki
havfim olmaz zâil olsam da muti’asla
Korku ve ümit İlâhî sıfatların
müşahedesi neticesinde kalbe ardı ardına gelen iki haldir. İlâhî sıfatlarda
farklılık olmadığı gibi bunların şuhûdunda da fark olmadığından, korku ve ümidi
farklı bulan her şuhûd noksan demektir. Bu iki halde kemal mertebesi yani eksiksiz
müşahede, terazinin iki kefesi veya kuşun iki kanadı gibi birbirini ağdırmayan
denklik ve eşitliktir. Bu hikmetten ötürü hakikat erbabının olağanüstü
ibadetlerine rağmen korkuları devam etmiş, günah işlediklerinde de ümitleri
kaybolmamıştır. Bununla beraber, ümidin korkuyu geçmesi caizdir. Zira “Rahmetim
gazabımı geçti.” mealindeki hadis-i kudsî ümit gerektiren rahmetin, korku
veren gazabı geçtiğini haber vermektedir. Buna karşılık korkuya mağlup olarak
İlâhî rahmetten umut kesmek mahrumluktan olduğu gibi, ümit ve recâya kapılıp
mekr-i İlâhîden emin olmak da hüsrana uğramaya sebeptir. Cenab-ı Hak dilediğini
işlediğinden, taatte bulunmak gazap ihtimalini ortadan kaldırmadığı gibi, ihsan
sahibi olan Cenab-ı Hakk’a karşı günah işlemek de umutsuz olmayı gerektirmez.
Yahya bin Muaz Hazretleri şöyle
münacat ederdi: “Yarabbi, sana karşı çok günah işlemekle beraber mağfiret
ummak, güzel amelle inayet beklemekten daha üstün geliyor. Zira amellerimin
ihlâslı olduğuna güveniyorum. Hâlbuki bunca nefsânî kusurlarımla amellerimi
nasıl halis edebilirim? Günahlarım konusunda ise affına güveniyorum. Senin af
ve ihsanın apaçık belli olduğuna göre günahlarımı nasıl bağışlamazsın?”
Ebu’l-Abbas Mürsî Hazretleri de
şöyle dua ederdi: “Yarabbi, sana masiyet beni taate, sana itaat beni masiyete
çağırıyor. Bu iki halin hangisinde korkayım, hangisinde ihsanını niyaz edeyim?
Eğer günahların yüzünden kork dersen, bana ihsanla karşılıkta bulunarak korkumu
gideriyorsun. Eğer taat sebebiyle ihsan iste buyurursan, adlinle karşılık verip
ümit ipimi kesiyorsun. Yarabbi, bunca lütuf ve ihsanlarına karşı ben amelime
nasıl değer verebilirim? Yahut işlediğim bunca günahlarla beraber bana olan
ihsanları nasıl bilmezden gelirim?”
Şu söz de o zata aittir: “Avam Hak’tan korkutulursa
korkar; umut verilirse ihsan ister. Havas tersine korkutulurlarsa inayet
bekler; umut verildiğinde ise korkarlar.”
Ne rütbe ehl-i irfan olsa da
müstagrak-ı isyan
Yine lûtf-ı İlâhîden recâsı artar eksilmez
* Yarabbi, bütün âlemler beni sana yöneltip
ulaştırdı. Senin cömertliğini bilmem ise kapında durdurdu.
Beni etti sana yârab ‘âvâlim
sevk bı-şübhe
Kapında eyledi vâkıf beni hem lûtfuna ilmim
Alemlerin sâliki Cenab-ı Hakk’a yöneltip ulaştırması, sâlikin bir şey
istediği kimselerin; “Allah versin, O’ndan başka Mutî yok. Allah yardım etsin,
Allah’tan başka yardım edici yok!” diyerek ona Hak kapısını göstermeleridir.
Yahut sâlikin tevhidin sırrını bilip eşyanın hakikatine vakıf olunca her şeyin
hal diliyle şöyle hitap etmesidir: “Boş yere bana sevgiyle bağlanma, zira ben geçici
ve ölümlüyüm. Sana lazım olan bakî olan Cenab-ı Hakk’a kullukla bağlanmaktır.”
Yahut âlemlerde ürkütücü sofralar bulunması sebebiyle sâlikin hakiki dost
olarak Cenab-ı Hakk’a dönmesidir.
Behlül Dânâ,
aralarına katılması için insanların ısrar etmeleri üzerine biraz müsaade
isteyip doğru abdesthaneye gider. Sonra şöyle cevap verir: “Ben helâda insanlar
içine gireyim mi diye danıştım. Onlar dediler ki: ‘Bizim halimize bak, ibret al
da ona göre karar ver. Biz bir zamanlar nefis yemekler idik. İnsanların içine
girdiğimiz için bu iğrenç duruma düştük.’ Kusura bakmayın ben bozulup kötü
hallere düşmek istemiyorum.”
Hakk’ın cömertliğini anlaması sâliki İlâhî kapıya sığındırır. Çünkü
cömertliği ile tanınmış bir zatın kendinden bir şey isteyenleri kovmayacağını
herkes bilir. Bu bilgi, sâlikin Cenab-ı Hakk’ın kapısına başvurmasını
gerektirir. Cömert olan Hak’tan çekinilmez. Huyları değişik olan insanlarla
birlikte olmakta rahat yoktur.
Kalp gözü
açık bir kimse hep günlerini kabristanda geçirirmiş. Ona sormuşlar: “Niçin
dirileri bırakıp da ölülerle beraber oluyorsun?” “Ellerinden dillerinden bir
zarar görmeyeceğimden eminim de onun için!” diye cevap vermiş.
Keşif sahiplerinin anlattığı şu kıssa da ibret vericidir: Bir kapıdan
diğer kapıya başvurarak günlük yiyeceğini sağlamaya çalışan ve “İnayet ola,
Allah versin!” denilerek binlerce kapıdan kovulan bir dilenci vadesi gelip
vefat eder. Kabre konulduğunda hemen başına Münker Nekir adlı melekler gelip:
“Rabbin kim? Dinin ne? Peygamberin kim? Kitabın ne? Kıblen neresi?” diye
sorgulamaya başlayınca dilenci bir kahkaha kopararak şu cevabı verir: “Ben
şimdiye kadar ömrümü dilencilikle geçirdim. Hangi kapıya vardımsa; “Allah
versin!” deyip beni bu kapıya gönderdiler. îşte bugün insanların ve cinlerin
sığınağı olan Hak kapısına geldim. Burada siz de benden Rabbimi soruyorsunuz.”
Bunun üzerine İlâhî mağfiret denizi dalgalanmış ve “Onu haline bırakın!”
fermanı gelmiş. Sonsuz nimetlere erişmiş ve kabri cennet bahçesine dönmüş.
*
Yarabbi, ben nasıl emelime erişmeyeyim, emelim sensin. Nasıl zelil
olurum, sana güvenip tevekkül ediyorum.
Ben nasıl hâib olurum
Ey Hüdâ sensin emelim
Ben nasıl zillet bulurum
Olunca sen mütekellim
Bir sâlik Hak
Teâlâ’ya tam manasıyla tevekkül edip yönelse şüphesiz takdire uygun düşen her
murada erer, en yüce maksada ulaşır. Onun hayırlı isteklerinde hüsrana
uğramayacağı, hiçbir zaman zillete düşmeyeceği şüphesizdir.
Allah'a tevekkül edenin yaveri Hak'tır
Nâ-şâdgönül
bir gün olur şâd olacaktır
*
Yarabbi, sen beni zillette sabit kıldığın halde nasıl izzet ve şeref
isteyebilirim? Beni kendine nisbet ettiğin halde nasıl aziz olmam? Nasıl yoksul
olmam ki, beni yoksulluk dairesine yerleştirdin. Nasıl yoksul olurum ki,
cömertliğinle ihsanınla beni zengin ettin.
Ben ne yolda eylerim izzet recâ
Sen beni zillette rekzettin şehâ
Ya nasıl da eylemem izzet ümid
Kendine ettin beni nisbet bedîd
Ya nasıl olmam fakir ü bî-nevâ
Fakrdan ettin beni çün ser-nümâ
Ya nasıl fakr eylerim izhâr ben
Eyledin iğnâ beni cûdunla sen
Zillet insanın
yaratılış özelliğidir. Yani insan kulluk ve zillet özelliğinde yaratılmıştır.
Hakk’a nisbet edilmesi ise hususi yaklaşma ve ulaşmadır. Bu nisbeti elde
edenlere evliya denir ve derin bir saygı gösterilir. Yoksunluk, muhtaçlık,
izzet ve istiğna manasına da gelir. Çünkü yoksunlukta yerleşmiş olmak onun insandan
ayrılmaz bir özelliği olmasıdır. Ancak bu zillet Hak cemalinin müşahedesiyle
izzete döner, şeref ve yükseklik olur. Yani yoksunluk zillete, zillet izzete
dönüşür. Bu yüzden bazı ârifler: “Her zelilin zilletini gördükçe, zilletim
onların zilletinden fazlalaşır. Her azizin izzetini gördükçe onların izzetinin
üstünde izzetim artar.” dedi.
Şeyh Şiblî Hazretleri demiştir ki: “O kadar zelil oldum ki, bana göre her
zelil aziz oldu. O kadar izzet buldum ki, her aziz benimle ve kendisiyle
izzetlendiğim Hak ile aziz oldu.”
Eden arz-ı mezellet bâr-gâh-ı izzete karşı
Olur sertâc-ı vehhâc-ı azîzan her dü âlemde
(Cenab-ı Hakk’a karşı zilletini itiraf eden, iki cihan azizlerinin
başlarının tacı olur.)
*
Yarabbi, senden başka âlemde ilâh yoktur. Sen kendini her şeye tanıtıp
bildirdiğin için seni bilmeyen yoktur. Sen her şeyde bana kendini
bildirdiğinden, seni her şeyde apaçık gördüm. Çünkü sen her şeyde zahirsin.
Şensin ol mâbûd-ı bil-hak pâdişâh
Yerde gökte senden özge yok ilâh
Sen olup her şey için hestî-nümâ
Olmadı bir şey cehûl asla sana
Şensin ol bir hâlık-ı arz u sema
Kendini her şeyde bildirdin bana
Gördüm artık zâhir eşyâda seni
Şensin ol her şey için zâhir Ganî
Tam zuhur ile zahir ve her bakımdan aşikâr olmak Cenab-ı Hakk’a
mahsustur. Bütün kâinat Allah’ın nuru ile ortaya çıktı. Kâinat ve içindeki
şeylerin üzerindeki bu nur kesilmiş olsa âlemde hiçbir varlık kalmazdı. Bizim
gibi manaları görmeyen yarasa gözlülere Cenab-ı Hakk’ın gizli kalması ise
zuhurunun şiddetinden dolayıdır.
Hak'tan ‘ayan bir nesne yok
Gözsüzlere pinhân imiş
*
Ey rahmanlığıyla arşı kaplayan Rabbim, âlemler senin arşında kaybolduğu
gibi arş da rahmanlığında kaybolmuştur. Rahmet eserin olan arş ile diğer
eserleri yok ettiğin gibi, sınırsız gökler misali nurlarla da ağyarı yok
eyledin.
Ey eden arş üzre rahmâniyyetiyle istivâ
Etti rahmâniyyetinde arş-ı a 'lâ intıvâ'
Bu münacatta
müteşabih ayetlerden Furkan suresi 59. ve Tâhâ suresi 5. ayetlerinde geçen
“istivâ” sırrına işaret olunmaktadır. Müteşabih ayetler, bazı surelerin
başlarındaki “ha-mim, ta- sin” gibi mukattaa harfleri gibi lafz veya “Allah'ın
eli onların ellerinin üstündedir. ”(Kehf/10) ayeti gibi mana olarak
tefsirinde güçlük bulunan ayetlerdir. “İstiva” lügatte eşitlik anlamında olup
bu ayetin anlamına göre Hak varlığının arş ile eşit bulunmasını, bu da Hakk’ın
cisim olmasını gerektirir. Bunun aklen ve naklen muhal olmasından dolayı bu
ayetin tefsirinden çekinilmiş, “anlamını Cenab-ı Hak bilir” denilmiştir.
Ahmed bin
Hanbel Hazretleri demiştir ki: “İstiva biliniyorsa da nasıl olduğunu Allah’tan
başka kimse bilmez.” Büyük âlimler: “Müteşabih ayetlerin manası ancak Peygamber
Efendimiz için malum ve aşikâr birtakım sır ve hakikatlerin sembolleridir.
Bunların din düşmanları tarafından yanlış yorumlara uğratılmaması için akıl ve
hikmete uygun şekilde tevil olunması caizdir. Nitekim Al-i Imran suresi 7.
ayetinde geçen “rasih âlimler”in bunları bilecekleri belirtilmiştir. Alimlerin
yorumlarına göre istiva “kahr”, “galebe” manasına da geldiğinden, “Hak Teâlâ
rahmanlığıyla bütün âlemleri kaplayıp kuşatan arşa hükümrandır” manası çıkar.
Zuhur etme ve
var olma hakiki olarak ne arş için, ne de âlemler için mümkündür. Onların
varlığı gölge ve hayaldir. Hakiki varlık ve tam zuhur ancak Hak Teâlâ’ya
mahsustur, demek olur. Rahmanlık Hak Teâlâ’nın Rahman olmasıdır. “Rahman”
Esma-i Hüsna’dan her şeyin varlığını gerektiren mübarek bir isimdir. Rahman
kelimesinden türemiş olan “rahmet”, Allah’ın ilmi gibi her şeyi kaplayan genel
rahmettir. Yaratılışla ilgili bütün isimler “Rahman” isminin hükmü altındadır.
Münacattaki iki eserden biri bütün âlemler, diğeri âlemleri kuşatıp
kaplayan arştır. Arştan yeryüzüne kadar bütün âlemler İlâhî ihsan olan rahmet
sayesinde var olur. Eğer Cenab-ı Hak varlık rahmetini ihsan etmese hiçbir
mevcut yokluktan varlığa ulaşamazdı. Ağyar dediği de arş olup onu yok eden
nurlar da İlâhî isim ve sıfatlardır.
Kenz-i mahfiden zuhûra geldi eşyâ lâ-cerem
Bâd-ı hubbıyla temevvüc etti çün deryâ-yı aşk
(Şüphesiz sevgi rüzgârıyla aşk deryası dalgalandı da her şey gizli
hâzineden ortaya çıktı.)
* Ey gözlerin zatını görmesini izzet perdeleriyle
engelleyen Rab Teâlâ, ey âriflerin kalplerine kemaliyle tecelli eden ve kalp
sırlarının kadrini, sonsuz rahmetini gerçekleştiren Samed; nasıl gizli
olabilirsin ki, her şeyde zahir, hazır ve gözetleyicisin.
Ey hıyâm-ı izzetinde ihticâb etmiş Ahad
Kuvve-i ebrâr ile idrâk olunmaktan ebed
Ey ki esma vü sıfatıyla tecellî eyleyüb
Kibriyâsıyla eden esrarı ebvâb-ı guyub
Sen nasıl mahfi olursun sensin âlemde ‘ayan
Ya nasıl gâib olursun sensin e Van dîde-bân
Cenab-ı Hakk’ın izzeti burada perdelere benzetilmiştir, izzet sahibi
azizin manası kendisine ulaşılmaz demektir. Cenab-ı Hakk’ı dünyada görmek
mümkün değildir. Ahirette beşerî vasıflardan sıyrılıp insan suretinin hakikate
dönüşmesiyle iman sahipleri için bu mümkündür. Miraç âlemi ahiret âlemi
olduğundan Peygamber Efendimize mahsus olmak üzere miraç gecesinde vaki
olmuştur. “O gün bazı yüzler Rablerine bakarken mutlulukla parlayacaktır.K
(Kıyâmet/22) ayeti ve “Rabbinizi, ayın on dördü gibi göreceksiniz.
” hadisi ahirette görmenin delilleridir.
Cenab-ı Hakk’ın izzeti, fani olan dünyada bütün halkın baki olan zatını
görmekten perdeledi. Çünkü bakiyi görmek için baki göz lazımdır. Fakat kalp
gözü açık olanlara perdeler açılır; bütün her şeyde kaim ve her şeyi kuşatmış
olarak basiret nuruyla görünür. Elbette bu görme tecelli şeklinde bir açılıştır
ve gerçek görme değildir. Cenab-ı Hakk’ı rüyada gördüklerini söyleyen Imam-ı
Azam, Tirmizî, Hamza el-Karî gibi zatların müşahedeleri de böyledir. Hatta İmam
Azam Efendimiz mükâşefe âleminde Cenab-ı Hakk’ı görüp, kulların ahiret
şiddetinden nasıl kurtulabileceğini sormuş ve şu duayı okuyanların kurtulacağı
cevabını almıştır:
“Sübhane’l-ebediyyü’l-ebed,
sübhaneb-vâhidüb-ahad, sübhane’l-ferdü’s-samed, sübhane men rafea’s-semâü
bi-gayri amed, sübhane men besate’l-arzu alâ mâin cemed, sübhane men kaseme
r- nzku velem yense ehad, sübhanellezi lem yettehız sâhibeten velâ veled,
sübhanellezi lem yelid velem yûled velem yekûn lehû küfüven ah ad”
İmam Tirmizî rüyasında Cenab-ı
Hakk’ı görmüş ve imanını kaybetmekten korktuğunu arz etmiş, bunun çaresi olarak
her sabah namazının sünnetiyle farzı arasında şu duayı okuması öğütlenmiştir:
“Allahümmeyâ
hayyu yâ kayyum yâ bedîa’s-semâvâti ve’l-arzyâ ze’l-celâli ve’l-ikram es’elüke
en tuhyî kalbi binûri ma’rifetike ebeden yâ Allah yâ Allah yâ Allah”
Anadan doğma âmâ olan İmam Hamza
istiğrak halinde İlâhî huzurda Kur’an’ı okuyup hatmetmişti. “Ve hüvel kahirü
fevka ibâdihi” (En’am/18) ayetine gelince Cenab-ı Hak’tan “Ey Hamza,
‘ente’l-kahirü fevka ibâdihi’ diye oku!”buyurduğunu anlatmıştır.
Cenab-ı Hakk’ın rüyada cisim
olarak görülmesi onu gerçekten görmek değildir. Zira Hak Teâlâ cisim olmaktan
münezzehtir. Gören kimsenin kendisinin manevî misalini görmesidir.
Azizin bir anlamı da akıl
sahiplerinin başını döndüren, kalp sahiplerini şaşkın ve hayran bırakan
âlimleri övmekte dilsiz eden, yazarları vasfını anlatmakta acze mahkûm edendir.
Bu bakımdan Peygamber Efendimiz1"': “Sen zatını sena ettiğin
gibi ben seni övemem ve vasıflarını saymakla bitiremem. ” buyurmuştur.
Cenab-ı Hakk’ın
zuhuru ya şuhûd erbabının dediği gibi bütün her şeyde zatıyla yahut perdeli
insanların söylediği gibi bütün âlemlerde fiil ve tasarruflarının ortaya
çıkmasıyladır.
Cenab-ı Hakk’ın gözetleyici olması da her halimizi ve bütün kâinatı her
an görüp bilmesidir. “Çünkü Rab bin şüphesiz her zaman gözetleyip
durmaktadır. ” (Fecr/14)
Ey varlığına olmayan âgâz u nihâyet
Oldu dü cihan nur-ı vücûdunla nümâyan
Mümkin değil idrak seni eylesin ebsâr
Sen hâlbuki oldun bütün ekvâna nigeh-bân
Hikem-i Atâiyye’yi
birkaç sene ramazan aylarındaki incelemelerim sonunda nazım, nesir ve açıklama
olarak, ikinci cildini de Hicri 23 Zilkade 1317 (R. 12 Mart 1316 - M. 25 Mart
1900) pazar gecesinde bitirdim. Bu esere “Hikem-i Atâiyye” denilmesi müellifin
dedesi Atâullah el- îskenderiye’ye izafetle İbn Atâ diye tanınmasındandır.
Kendisinin asıl adı Taceddin ebu Fazl Ahmed bin Muhammed bin Abdülkerim bin
Atâullah el-Iskenderânî’dir. Şazelî tarikatının eşine az rastlanır büyük
velilerindendir. İskenderiye şehrinde dünyaya gelmiştir. Şazelî tarikatının
kurucusu büyük şeyh Seyyid Ebu’l-Hasan Ali bin Abdullah Şazelî Hazretlerinin
manevî vârisi İmam Şehabeddin Ebu’I-Abbas Ahmed bin Ömer el-Ensarî el-Mürsî
Hazretlerinin dergâhında yetişmiştir. Sonra H. 686 senesinde Şeyh Hazretleri
vefat eyleyince, yerine geçen Habeşli şeyh Yakut Arşî Hazretlerine bağlanmış ve
burada yüksek maârif kazanmıştır.
Şazelî Hazretleri Batı Afrika’da
Şazle beldesinde doğmuş, İskenderiye’de yetişmiş, hacca giderken yol üzerindeki
Kayzab çölünde H.656 (M. 1258) yılı zilkade ayında ahirete göçmüştür. Hayatı
müddetince hep müridlerini irşad etmekle meşgul olmuş, hiçbir eser yazmamıştır.
Kendisine: “Siz niçin bir eser yazıp yadigâr bırakmıyorsunuz?” diye
sorulduğunda “Bizim kitaplarımız yolumuzdan giden müridlerimizdir. Bizim
yazacağımız eserler birer dilsiz kitaptır. Müridlerimizden her biri ise bir
konuşan kitaptır. O halde eser yazmaya hacet var mıdır?” diye cevap vermiştir.
Gerçekten tarikatından feyizlenmiş Ibn Atâullah Hazretleri gibi hidayet imamları
kısa zaman içinde ortaya çıkmışlar, ilim ve maârif eserleriyle cihanda
parlamışlardır ki Şeyh Hazretlerinin kerametlerinden sayılır.
Müellifin diğer
kıymetli eserleri: Kitabü’l-Minen, Kıtabut-Tenvir Sır hâzineleri olan bu
ölmez eserler hakkıyla incelenecek olursa Ibn Atâullah Hazretlerinin nasıl bir
dâhi, bir edebiyat üstadı olarak yaratılmış olduğu görülür.
Zahirî ve batınî ilimleri
yayarak geçirdiği ömrünü H. 707 (M. 1308) tarihinde veya Keşfil’z- Zünûnda.
yazıldığına göre H. 709 senesinde tamamlamış ve Kahire’de Karafe kabristanına
defnedilmiştir. Aynı yıl içinde mürşidi Yakut Arşî Hazretleri de İskenderiye’de
bu fani âleme veda eylemiştir.
Yarabbi ruhaniyetlerinin
yardımıyla bize yardım eyle.
Velhamdülillahi rabbi hâlemin
Fakir
Seyyid Hafız Ahmed Mahir bin Seyyid Hafız Muhammed Said bin Seyyid Hafız
Muhammed Nureddin Kastamonî Ballıklı Efendizâde
a’mâl: Ameller.
âbid: İbadet edici.
adem: Yokluk.
âfil: Batan,
ufûl eden, kaybolan.
ağsan: Ağaç
dalları.
ağyar: Yabancılar,
Allah’tan başka şeyler.
ahibbâ: Dostlar,
arkadaşlar.
alız: Almak.
akdar: Kudretler.
âkil: Akıllı.
akreb: En
yakın.
aksa: En
son, en yüksek.
aksam: Kısımlar.
âlî: Yüksek.
amal: Emeller.
arus: Gelin.
avâik: Engeller.
avalim: Alemler.
avarız: Arızalar, engeller.
avn: Yardım.
aya: Acaba.
bab: Kapı.
bağteten: Birdenbire, ansızın.
baîd: Uzak.
bâis: sebep olan, icap ettiren.
bariz: Açık, aşikâr.
bast: Ferahlık, rahatlık.
bedreka: Delil, mürşid.
bende: Kul, köle.
bezi: Bol bol verme.
bezm: Meclis.
bî-çûn: Eşsiz, emsalsiz.
bî-güman: Şüphesiz.
bisat: Sofra.
bisyar: Çok.
buhl: Cimrilik.
büruz: Belirme, meydana çıkma.
câ: Yer, makam, mevki.
cay: (bkz. câ)
cebr: Zorlama.
cedir: Layık, uygun.
cehl: Cehalet.
cevarih: Uzuvlar.
ceyş: Ordu.
dâd: Adalet.
dâî: Dua eden, çağıran.
dana: Bilgili, âlim.
dest: El.
dıraht: Ağaç.
dil-sır: Gözü gönlü tok.
dil-şifte: Tutkun, meftun.
dur: Uzak.
echel: En cahil.
ecram: Cisimler, yıldızlar.
efdal: Üstün.
ekmel: En mükemmel.
ekvan: Alemler, varlıklar.
emval: Mallar.
enfas: Nefesler.
enmûzec: Örnek, misal.
envar: Nurlar.
esb: At.
esbab: Sebepler.
esman Semereler, meyveler.
etemm: En mükemmel,
noksansız.
eve: Zirve, en yüksek
nokta.
evkat: Vakitler.
eyyam: Günler.
fâdd: Üstün kimse, fazıl.
fakr u faka: Yokluk ve
muhtaçlık.
fakr: Dünyadan hiçbir şeye
ilgi duymayarak elindekileri Hak rızasına sunmak.
fazl; İyilik, fazla.
fehm: Anlayış.
ferâiz: Farzlar.
ferhat: Sevinç.
ferih: Sevinçli, ferahlı.
fesane: Efsane.
fevt: Elden çıkarma,
kaybetme, ölüm.
fıkdan: Yokluk.
fikret: Düşünme, fikir.
firak: Ayrılık.
fiirûz: Parlatan, aydınlatan.
fiiyûzât: Feyizler.
gabî: Ahmak.
gerdun: Dünya, felek.
giyah: Ot.
gurret: Parlaklık, başlangıç.
guyûb: Gayblar.
hâb: Uyku.
hadim: Hizmet eden.
hadis: Sonradan olma, kadîm olmayan.
hâib: Mahrum, umutsuz, korkan, utanan.
hâil: Perde, engel.
hâk: Toprak.
hakayık: Hakikatler.
hamakat: Ahmaklık.
hâsir: Hasret çeken, meramına eremeyen.
haşyet: Korku.
hâtif: Seslenen, kendisi görülmeden sesi
duyulan.
havf: Korku.
hemişe: Daima.
hergiz: Asla.
hesti: Varlık, var olma.
hevâdarân: Nefsine uymuş kimseler.
hıred-sûz: Akıl yakıcı.
hırman: Mahrumluk.
himmet: Gayret, kalbin Hakk’a yönelmesi.
hiras: Korkma, ürkme.
hizlan: İflas etme, rezil olma.
hubb: Sevgi.
hubûr: Sevinç, ferahlık.
humul: Adı belirsiz olma.
hurşid: Güneş.
huruç: Çıkma.
ibâd: Kullar.
ibdal: Değiştirme.
ibtizal: Ayağa düşmek, değerini yitirmek.
idbar: Talihsizlik, geri dönüş.
ifiıam: Anlatma.
ifna: Yok etme.
iftikar: Muhtaç olma.
iğnâ: zengin etme.
îhâ: Sevk etme.
ihdas: Yeni bir şey meydana çıkarma.
ihticâb: Örtünme, perdelenme.
ikal: Ayak bağı.
ikan: Sağlam ve kesin bilme.
ikbal: Talih, mutluluk.
ikdar: Kudret verme.
ikrah: Zorlama, iğrenme.
iktiran: Yaklaşma.
iltika: Kavuşma, buluşma.
indihâş: Çok korkma, dehşete düşme.
infak: Nafaka verme.
infial: Gücenme, darılma.
infîkak: Yerinden ayrılma, sökülme.
infisah Ayrılma.
intibah: Uyanma.
îras: Sebep olma.
irtihâl: Göç etme.
irtiyâb: Şüphelenme.
isâet: Kötülük.
isal: Ulaştırma.
İslak: Düzenleme, sıraya koyma.
istar: Örtme, perdeleme.
istibta’: Gecikmek.
istidlâl: Delil ile anlama.
istidrac: Fâsık bir kişinin gösterdiği
harika.
istihkar: Horlamak, hakir görmek.
iştihar: Tanınma, ün alma.
itminan: Emin olma, kesin olarak inanma.
ittibâ’: Tâbi olma, uyma.
ittihâd: Bir olma, birleşme.
ittisâf: Vasıflanma, nitelenme.
ittisal: Bitişme, kavuşma.
ityân: Bildirme, ispat.
ivaz: Bedel, karşılık.
izhâb: Giydirme.
izhâr: Gösterme, meydana çıkarma.
kabz: Darlık, sıkıntı.
kadim: Başlangıcı olmayan.
kahir: Ezen, kahreden.
kalil: Az.
kan; Kaynak.
karîb: Yakın.
karin: Yakın.
kemâ-hî: Olduğu gibi.
kesir: Çok.
kesret: Çokluk.
kevn: Varlık.
kevneyn: Dünya ve ahiret.
keyfe mâ-yeşa: İstediği gibi.
kifaf: Yetecek kadar olma.
kisve: Elbise, kılık.
kulûb: Kalpler.
kurb: Yakınlık.
kübra: Büyük.
küşad: Açma.
lâbis: Giyinmiş.
lâ-cerem: Şüphesiz, elbette.
lâhik: Eklenen, katılan.
lezzât: Lezzetler.
ma’dud: Sayılan.
ma’dum: Yok.
mağbun: Aldanmış, şaşkın.
mahcûb: Perdeli, örtülü.
mantuk: Söz, mana.
mâsiva: Allah’tan başka her şey.
matlab: İstek.
me’zûn: İzinli.
meâsî: Günahlar.
medfun: Gömülü.
mefruz: Farz olunmuş, bölünmüş.
mefsedet: Bozukluk, fenalık, fesatçılık.
meftuh: Açık.
meh: Ay.
mekr: Hile.
melal: Üzüntü, iç sıkıntısı.
melekût: Gayb âlemi, melek ve ruhların
âlemi.
merzuk: Rızıklanmış.
meslûb: Soyulmuş, giderilmiş.
mestur: Örtülü.
meşiyyet: İrade, dileme.
mevhum: Vehmedilmiş, aslı olmayan.
mevrid; Varılan yer.
meyâdin: Meydanlar.
mezahir: Mazharlar, eşyanın göründüğü
yerler.
mihr: Güneş. Muhabbet.
miknet: Kuvvet, kudret.
mir’at: Ayna.
mizaç: Huy, tabiat.
mufazzd: İyilik eden, nimet veren.
muhib: Seven.
muhsin: İyilik eden.
muhteceb: Perdeli, örtünmüş.
mukarreb: Yakın.
munbasıt: Ferahlanmış, rahatlamış.
munkabız: Daralmış, sıkıntılı.
murakabe: Kendi iç âlemine dalma.
mûris: Veren, getiren.
musaffa: Temizlenmiş, saflaşmış.
musalli: Namaz kılan.
mûsıl: Ulaştıran.
mustağrib: Garip karşılamış, şaşırmış.
muti: İtaatli.
muttaki: Takva sahibi.
muvakkit: Vakti belli eden.
muzlim: Karanlık.
mücahede: Nefsle çarpışma.
mücmel: Öz söz.
mücrim: Suçlu.
müdbir: Talihsiz, düşkün.
müferrih: Ferahlandıran.
müfîd: Faydalı.
mükaşefe: Gizli şeyleri açmak.
mültebis: Karıştırmış olan, karışık olan.
münir: Nurlu, ışık veren.
münkad: Boyun eğen.
münşerih: Neşeli.
münzel: İnmiş.
mürâi: İkiyüzlü.
müsri’: Hızlandıran.
müstağni: Kimseye ihtiyacı olmayan.
müstefîd: İstifade eden.
müstetâb: İyi, güzel.
müzekkir: Zikrettiren, andıran, zikreden.
müznib: Günahkâr.
nâfi’: Faydalı.
nâle: İnilti.
nas: İnsanlar.
nâşi: Neşet eden, dolayı.
neşât: Neşe.
neşv ü nema: Büyüme
yetişme.
nevâfil: Nafileler.
nevâkıs: Noksanlıklar.
nevmîd: Ümitsiz.
nezdîk: Yakın.
ni’âm: Nimetler.
nihan: Gizli.
nikab: Örtü.
nusret: Yardım.
nümâyan: Görünen, aşikâr
olan.
pertev: Işık.
pinhan: Gizli.
râci’: Rica eden. Geri
dönen.
rah: Yol.
râhil: Göç eden.
recâ: Ümit.
riyazet: Nefsi kırma, az,
yemek, az içmek, az uyumak.
rû-nümâ: Yüz gösteren,
meydana çıkan.
rü’yet; Görmek.
sâdır: Çıkan.
sagir: Küçük.
sâik: Sevk eden.
sâil: İsteyen, soran.
sâkit: Sessiz duran.
sâlik: Giden, hak yoluna
giren, mürid.
sâmit: Susan, konuşmayan.
sâtir: Örten.
sebk: Öne geçme.
sebû: Testi.
sedad: Doğruluk,
hatasızlık, haklı olan.
sehl: Kolay.
serâir: Sırlar.
ser-te-ser: Baştan başa.
setr: Örtme.
seyr ü sülük: Bir terbiye yoluna girip devam
etme, tarikatta yetişme.
seyyiât: Günahlar.
sıdk: Doğruluk.
silk: Dizi, sıra yol.
sîret: Bir kimsenin iç hali, ahlâkı.
siva: Allah’tan gayrı olan şeylerin hepsi,
mâsiva.
siyyân: Eşit.
subh: Sabah.
sudur: Çıkma.
suver: Suretler.
sühan: Söz.
süllem: Merdiven.
süvâr: Binen.
şâdman: Sevinçlilik, bahtiyar.
şâkir: Şükreden.
şârık: Doğan, parlayan.
şeb: Gece.
şeb-i yeldâ: En uzun gece.
şevâgil: Uğraşılar, meşguliyetler.
şuhûd: Görme.
ta’lik: Asmak, geciktirmek.
taabbüd: ibadet etmek, kulluk etmek.
tahassül: Hâsıl olmak, husûle gelmek.
tahfif: Hafifletme.
tahlis: Kurtarmak.
tahyir; İki şeyden birini seçme durumunda
bırakmak.
takarrüb: Yaklaşma.
takva: Bütün günahlardan kendini korumak.
takyid: Bağlama, kayıtlama.
tâli’: Tulü’ eden, doğan.
tamı’: Tamah eden.
tathir: Temizlemek.
tavassul: Vasıl olma, ulaşma.
tebyin: Belirtme, açıkça
anlatma, ispat.
tecelli: Hakk’ın zat ve
sıfatının zuhuru.
tecerrüd: Allah’a yönelip
ibadetle meşgul olma.
tecrid: Dünya alakalarını
kalpten çıkarıp, Allah’a yönelmek.
teehhür: Gecikme.
teemmül: Derin derin
düşünmek.
tefrid: Dünya alakalarını
kalpten çıkarıp, ibadetle meşgul olmak.
tefrik: Birbirinden
ayırmak.
tefviz: İşini Allah’a bırakma.
tekellüm: Söyleme.
televvün: Renk değiştirme.
temâsil: Timsaller,
suretler.
temevvüc: Dalgalanma.
teng: Dar.
tenvir: Nurlandırma,
aydınlatma.
tesâdüm: Çarpışma, vuruşma.
teşrik: Ortak etme.
teşyîd: Sağlamlaştırma.
tevakkuf: Duraklama.
tevali: Uzayıp gitmek,
devam etmek.
tevcih: Yöneltmek.
tevfik: Başarı verme, uygun
düşme.
teyakkun: İyi araştırıp
kesin bilgiye ulaşmak.
teyessür: Kolaylıkla elde
etme.
tezkir: Hatırlatma.
töhmet: Suçlama.
tufeyli: Sahte, fazladan.
ubudiyet: Kulluk.
ukubet: Eziyet, ceza.
urefâ: Arifler.
uyûb: Ayıplar.
uzlet: İnsanlardan uzak ve
yalnız kalmak.
ümniyye: Umut, beklenti.
üns: Alışkanlık, alışma.
üştür: Deve.
vabeste: Bağlı.
vârid: Gelen, akla gelen.
vâridat: Kalbe doğan
tecelliler.
vâride: Kalbe gelen İlâhî
tecelli.
vâsılın: Hakk’a kavuşanlar.
vird: Devam edilen dua.
vürûd: Gelme, vârid olma.
vüs’at: Genişlik.
yakîn: Şüphesiz, kesin
olarak bilme.
Yezdan: Cenab-ı Hak.
zâhid: Dünyadan elini
eteğini çekip ibadet eden, sofu.
zâil: Geçen, kaybolan.
zemm: Kötüleme.
zen; Kadın.
zenb: Günah.
zevâhir: Dış görünüşler.
zî-heva: Hevesine düşkün.
zulmet: Karanlık.
zühd: Dünyadan yüz
çevirmek.
j.Gülzar-ı
hikmetin nevbâve-i berâhînindendir.
2
Dâînin mahbubiyeti bazen
teehhür-i icabeti ve mağdûbiyeti ise bilakis kabulde sürati icab ediyor.
3
Mümkinatın mevcud
olmaklığının manası; vücudun mümkinat ile kaim olması demek olmayıp belki
bizatihi kaim-i ayn-ı zat
vâcibü'l-vücud
olan mebde'-i âsâr-ı hariciye ile müfesser bulunan vücud-ı hakikîye mümkinatın
bir nevi taallukla müntesib olmasıdır.
4
En ziyade şâyân-ı hayret ve
sezâ-vâr-ı taaccüb olan cihet, ayn-ı zat-ı Kird-gâr olan nurü'l-envar-ı vücud,
zulmet-âbâd-ı adem olan
eşyada nasıl
ayan ü zahir, her dem rehîn-i adem olan hâdis mevcud mevsuf-ı na't-ı kıdem
bulunan Hallak-ı âlem'le ne güne sabit ve bahir oluyor bilmem!
5
Kara helile: Tadı çok acı
olan bir bitki tohumu.
6
Şu insan-ı kâmil ki, cemî
ekvanın hakikat-i vahide ile müteayyin lâkin sırr-ı ahadiyetin niseb ve izafat
ile mütekessir olduğunu
bilirse
şüphesiz ârif-i billah'dır.
7
Ve eğer ehl-i iman Cenab-ı
Hallak-ı Cihan, anı daire-i hıfz u ismette tutmayıp da meâsîye mücaseret eyler
ise, bu keyfiyet de saht-ı
rabbaninin
semeresi bulunduğu cihetle müstelzim-i hüzn ü keder olacağından bu takdirce de
havf ciheti recâ üzerine galebe eyler. Recâ ise, Rabbü'l-ibad'a ubudiyet ve
ibadette bâis-i ictihad olup terk edilen ibadet ve ibadâttan mâfât için emn ü
gurur yüzünden adem-i hüzün ve adem-i kedûreti iktiza etmediği gibi, havf de
ictinab-ı measî ve seyyiatda cehd ü gayreti mucib olup hasebü'l-beşeriye vuku
bulan masiyet ve fiil-i masiyet üzerine ye's ü kanût sebebiyle adem-i teessüf
ve adem-i nedamet icab eylemez; şu suretle a'mâl-i hasenenin mucib-i sürür ve
efâl-i seyyienin müstevcib-i kedûr olması, salifü'z-zikr mahbûbîn-i Yezdan olan
evliya-yı müridinin hâl ü şanıdır.
8
Sıfat-ı seniyye-i ilâhiyye
tezahür-i efzâ-yı ahkâm olduğu vakitte âmâl-i âmilin bâtıl olur gider.
9
Allah yeter, gerisi
hevesten ibarettir.
10
Çünkü makam-ı sâlikîn de
kıblegâh-ı erbâb-ı yakîndir. Hatta Nehr Cevrî Hazretleri: "Ahvâl-i
kalbiyyesine mütevelli, kalbine vâlî olan mürid-i müteâlînin alâmeti; halâsında
noksan ve ezkârında gaflet ve sıdkında kusur ve mücahedesinde fütur ve fakrında
kıllet ü mürâat müşahede etmekir ki, tâ ki cemi'-i ahvâl ü efkârı kendince
muhalif-i rıza-yı Bârî addolunmakla seyr ü sülûkünde Cenab-ı Rabb-i bî-endâd'a
fakr u ihtiyacı müzdâd ve bilcümle mâsivadan fânî fî-Rabbü'l-ibâd olsun."
11
"Bu kelâm-ı dakîkin
manası: Hakikat-i iman ile mü'min olan ârif, esbâbı görmez. Zira esbâba
teşebbüs ve esbâbı rü'yet ve bu yüzden halkta hasıl olan tamah ve zillet
muktezâ-yı makam-ı Islâmiyettir demektir." dedi.
12
Neyl-i meâlî mahsus-ı
eâlîdir.
15 ... anın iştiyak-ı sâmânsûzu buraka rükûba da imkân ve mahal
bırakmayarak belki o râh-ı visalde burak-ı berk-efrûz-ı beka da geri kalarak
heman can ü cenanını müstağrak-ı envar-ı safa eden şevk-i tecelli-nüma-yı
manaya râkib olduğu halde bisat-ı likaya vasıl olur. Allahümmec'alna
mine'l-vasılîn.
16 Bast, nesemat-ı ilâhiyye ve ve şevahid-i rıza-yı sübhaniyyeden
lemean ve cereyan eden füyûzat-ı ledünniyye ve işrakat-ı maneviyye ile
istirsal-i kavî ve isti'ane-i avâlim hasıl olmak için mebâdi-i fütuhat üzerine
işrak eden erbab-ı irfanın halidir.
17
Mübteğâ-yı abdiyet ise
ifa-yı vezaif-i şükr-i güzârî ve mahmidettir.
18
Allah ile kendi beyninde
mağnem ittihaz etme ve nimet-i mahluku kendine mağrem bil.
19
Evkat-ı ma'dûdenin en
hayırlısı vücud-ı fâkayı kendisinde şuhûd, vücud-ı zillete rücu' ve vürûd
ettiğin vakittir.
20
Ana bidayeten mütevelli
olan kimse nihayeten de mütevelli olur.
21
Şems-i tâbân için sehâbın,
hüsn-i hûban için nikabın lüzumu teslim-gerde-i ulü'l-elbabdır.
25
... ta ki, her umurda ikdam
ve ihcamı, vücud-ı basiret ve hüsn-i muvaffakiyete iktiran edebilsin.
26 Ta ki bu zümre-i mukaddese anda ayn-ı basiretle müşahid-i nur-ı
rü'yet olsunlar ve dide-i sûrî ile müşahede-i didar edemediklerinden hâsıl olan
aşk ve iştiyak sebebiyle maiyyet-i ihtisasiyyeyi ve maiyyet-i ihtisasiyye
sebebiyle de devam-ı huzur ve müşahedeyi ihraz etsinler.
27
Şaban ayının son günü mü,
yoksa ramazan ayının ilk günü mü olduğunda şüpheye düşülen gün.
28 Menat-ı teklif ve cezada irade-i külliye-i ilâhiyyenin medar-ı
taalluku olup hal kabilinden olan ve ma'dum-ı muteber olup halk kendisine
taalluk etmeyen kesb ü sarf ile müfesser irade-i cüz'iyyedir. Binaenaleyh
a'mâlde kesbden ve irade-i külliye-i mahlukayı sarfdan başka asla nisbet ve
medhali olmayan âbid için mahluk-ı İlâhî olan ibadet de hâhişger-i ivaz ü
mükâfat olmak artık nasıl muvafık-ı hakikat olur?
29
El üznü teaşşaka
kable'l-aynu ahyanen
30 İnsanlar a'mâl-i hâlisa ile mutalebe olunur ise amelleri perişan
ve berbad, perişanî-i amel de fakr u fâka için mucib-i izdiyâd olur. Şu halde
insanların en ziyade kendilerinden zuhura gelen ahvalden teberrî etmesi
lazımdır.
31 ... irtikâb-ı menâhî ile su-i muamele ve mutalebedir ki senden
iğtinam-ı evkat ü saat ile tezyin-i zat u sıfata mübaderet derecesine vaz'-ı
kadem-i ikbal eyler.
32
Asarın zulmeti sabit olunca
müessirin ahadiyeti artık nasıl nesh kabul edebilir? Çünkü bir şey ancak
misliyle teşeffu' eder.
33
Vücud-ı ebsar mükevvenat
üzerinde vuku'-yafte-i ibtisar olmazdı.
34
Cenab-ı mükevvinü'l-ekvanın
bizim gibi şebpere-çeşm olanlar için zuhuru, vera-yı hicab-ı mükevvenattan
doğrudur.
35
Vücud-ı zıllî ile ma'dum-ı
mevcud-nüma olan ise mâsivaullahdır.
36
Ehl-i nifak olan ehl-i
İraktansın.
37 Zira meydan-ı visale kadem-nihade-i husûl olan sâlike hal-i
vuslata münafî bir ârız-ı mu'teriz olmayacağı gibi neşve-mendi olduğu rahik-i
tahkik-i visalde de zevk-i balî ana lâ-cerem cemî'-i mâsivayı ifnâ ve izhâl
eder.
38 ... kadr ü kıymetin, ulviyet ve celâletin eyâdî-i nasda
tedavülden teâlî ile matmah-ı enzar-ı rağbet ve rehin-i nedret olmakla meydana
geldiği tahakkuk edeceğine mebnî artık o esrar beyne'n-nas zâhir ü aşikâr ve
müşarün bil-benân-ı iştihâr olmak bir nevi ihanet olduğu vareste-i iştibâh
olur.
39
Âmirzigâr: (fa.)
Yarlıgayıcı, bağışlayıcı.
40 İbadın dua ile her halde zat-ı pâk-i rabbanisine olan ihtiyaç ü
fâkasını ve eltaf-ı ilâhiyyesinden adem-i istiğnasını ve kudret-i
sübhaniyyesine karşı za'f-ı zillet-peymâsını izhar u ilam ve bu veçhile
rububiyet-i samedâniyyeye ait olan hukuk-ı mukaddesenin ifasına kıyam etmeleri
hikmetine mübtenîdir.
41
Henüz illet mevcut olmadığı
halde malûl hayyiz-ârâ-yı vücuddur.
42 Bilcümle ekvan evvel ü ahir mâ-halak lehine teysîr olunacağı
maktû' bulunmasına mebnî ibadullaha terettüb eden vazife; ifa-yı ahkâm-ı
ubudiyet ü mükellefiyet ve Cenab-ı Hakk'a ait olan emir ise irade-i
ezeliyyesinin taallukatı dairesinde icra-yı hukuk-ı rububiyyettir.
43
... su-i sena ile ifrat-ı
kelâm etmiş oldun.
44
... bir işte husûl-i
tevfiki o işin en ziyade talep ve teşebbüssüz hayyiz-arâ-yı zuhur olmasıyla
meşrût kılmıştır.
45
Cür'et-i cenan, intak-ı
lisan ve ıtlak-ı beyan eder.
46
Ârif-i billâh eltaf-ı
câriye-i ilâhiyyede şedâid-i zamanı, ihsanât-ı vakıa-ı sübhaniyyede isâet ü
isyanı bilen ehl-i dil-âgâhdır.
47
Amelde şuhûd-ı taksir,
takdir-i Rabb-ı Kadir'de mûris-i şaibe-i şirk olmaktan hâlî olamaz.
48
... nur-ı lâmi' gibi
enzar-ı halkı tenvir ve taltif eder.
49
Cenab-ı Vâhibü'l-Atâyâ'nın
evliya-ı kiramına ecell-i mevâhib-i ilâhiyyesi hüsn-i tabir ve ifade-i
hakikattir.
50
"Ma-arefnâke hakka
ma'rifetike ya Ma'ruf"
51
"Araftüke hakka
ma'rifetik"
52 Ya Ömer, sana ihsan ettiğimi al da mütemevvil veyahut anınla
mutasaddık ol. Bir rivayette: 'Anınla tevsî'-i rızk et. Eğer müstağnî isen
senden ziyade muhtaç olana i'tâ eyle. Zira istişraf ve sualsiz gelen malı kabul
etmek ve aksi halde de nefsini peyrev-i emval ü âmâl-i dünya etmemek lazımdır.'
53 Şol zatın taamını tenâvül et ki senin o taamı eki ü tenâvülünde
taamdan ziyade fazilet tasavvur ve taamı kendi nezdinde gayra eklettirmek için
vedia ve emanet addeder. Kendisi zahid olmakla beraber seni it'âm etmekle
mesrur olur. Taamından ziyade seni tafdîl ve takdir eyler.
54 ... bilakis hal-i men'de yedullahı, muvafık-ı ilm olmayan
atiyyeyi red ile kendi yedi zımnında görerek binaenaleyh nehy-i samedanîye ve
adem-i izn-i İlâhîye ittibaen atiyye-i mezkûreyi ahz u kabul etmemesi de tecvîz
olunur.
55 ... fermanber-i sultan-ı muhabbet ve neşvedar-ı zevk-i ibadet
olamayarak ubudiyetleri tevhid-i zattan, ibadetleri ifa-yı vacibât ile terk-i
muharremâttan ibaret bulunan zuafâ-yı ehl-i iman içindir.
56
Kadr-i âb-ı revânı
merba'-nişin-i şâti'-i enhâr olanlar bilmez, belki teşnegân-ı bâdiye-i ekdâr
olanlar bilir.
57
"Allahümme arrefnâ
ni'metike bi-devâmihâ velâ ta'riflenâ bi-zevâlihâ."
58
Zaten merd-i said de
ebnâ-yı cinsinin ahvaliyle mütte'izolan racul-i reşiddir.
59
Cenab-ı Mevlâ'dan ihsan ve
nevâli istibtâ' etme; lâkin nefsinden ana vücûd-ı ikbali istibtâ' et.
60
"Sofi ibnü'l-vakt
başed ey refik"
61 İnsanın kendisinde fevt ettiğini idrak ve kaza, imâte ettiğini
iade ve ihya eylediği bakiye-i ömrü için âlemde semen-i mukavvim bulunamaz.
62 Zat-ı baht-ı İlâhî bilcümle tasavvurât ve tecelliyâttan ârî
hatta kayd-ı ıtlaktan dahi beridir. Şu halde kâinat vücud-ı Hak ile kaim ve
merâyâ-yı sıfat-ı mülk daim olduğu derkâr iken anda nasıl olur da ikbal-i
mukbilîn ziyadelik, idbâr-ı müdbirîn noksanlık îras eder? "Teâlâ şanuhu
ulüvven kebîra"
63 Cenab-ı Hâlık'ın esrar-ı ârifîne ucb ve davadan beraat,
rıkkıyyet-i ağyârdan istihsal-i hürriyet ve nefehat-ı kudsiyye-i ilâhiyyeye
taarruz ve mübaderet ettikleri vakitte "min-gayr-i taallümin" kazf ve
ilka eylediği ulûm-ı ledünniyedir. Kulûb-ı sâlikîne hâl-i tecellîde mücmelen
vârid ü mütebadir; fakat meânîsi ve cihet-i hakikati gayr-i zahir olur.
64 Fakat bu hakayıkın hal-i şuhûda bi't-teemmül dekayık-ı efkâr ile
tebeyyün edebileceğini müellif-i maârif-istinas Kur'an-ı Azimüşşan'dan
bi'l-iktibas Cenab-ı Hakk'ın resul-i sadıkına esrar ve meânîyi zaman-ı
vahiydeki hal-i tecelliye mukarin kıraat-i Kur'an'dan sonra beyan ve ilâm
edeceğine mütedair bulunan "feiza kara'nahu..." ayet-i kerime-i
sübhaniyyesiyle bi'l-istidlâl ibraz-ı fazl u mârifet ve şeriatsiz hakikat
batıl, hakikatsiz şeriat atıl olduğu ittifak-kerde-i mutasavvıfîn
bulunduğu'yçün ilm-i hakikatin ilm-i şeriata muvafakati lüzumuna dair
beyne'l-muhakkıkîn meşhur ve müteârif olan mesele-i dakikaya da işaret
buyurmuşlardır.
65 Gûya ki, bu ehl-i hakikat dest-i neyzende nağme-tıraz-ı neva
olan ney gibi, yed-i kudrette nefehat-ı kudsiyye-i tecelliyyeye mazhariyyetle
ber-vech-i irade-i İlâhî safir-efzayı beyan ve hikâyettir.
66
Keyfiyyat-ı ubudiyetle
zahir batınlarının tekeyyüf etmesinden ibarettir.
67
... mücaleset-i ilâhiyyenin
ni'âm-ı cinan-ı ebediyyeyi müstev'ibolduğuna ilm-i yakîn-i acizanemdir.
68
... kalb-i âlisinin
vâridatı tecelliyât-ı kalb-i İbrahim'i irae ediyor idi.
69
Ehl-i cennetin ekserisi
ashab-ı safvet ve ukalâ ise neşîmengâh-ı 11liyyinde nail-i zevk-i hazrettir.
71 Şems-i tâban tulu' ve gurub etmez. Ancak yanında ins ü cinnin
gayrı halayı kın işiteceği surette iki melek-i müvekkel "Ey nas rabbinize
gelin! Zira dünyadan kalil ve kâfi olan kesir ve mebzul olandan ve Cenab-ı
Hak'dan sizi meşgul edenden hayırlıdır." diyerek nida ettikleri halde
tâli' ve gârib olurlar.
72
Şeytan kesîr, insan ise
selimü'n-nahiyedir.
73
... istikmal-i esbâbı
teâlîetmek kabilinden...
74
... kendisinde istimâ'-ı
akvâl olunan değil, ahz-ı esrâr ve ahvâl olunandır.
75
Hurşid sirac-ı eflâk, fikr
sirac-ı Hallak-ı sema vü hâktir.
76
Suret-i ifk ü iftira şu
yolda hatır-hıraş-ı ashab-ı resul-i Hüdâ olmuştur.
77 ... sade-dilânın bu ifk ü iftiraları sırf şer olmayıp belki
tekfir-i seyyiâtı ve terfi-i derecâtı istilzam ettiğinden dolayı mahz-ı hayr
olduğunu...
78 Takdir-i İlâhînin bir vakitte tebdil ve tağyiri kabil
olamayacağını aynel-yakin malum-ı ârifaneleri bulunan ve bilcümle kâinatın
telvîn-i ahkâm ile kisve-i lebs-i cedidde arz-ı endam etmekte olduğunu müşahede
eden havass-ı ibad, ne atâyâ-yı ilâhiyyeye tamamiyle emniyet ederek mekr-i
rabbaniden emin olurlar, ne de belâyâ ve mesâible ibtila halinde lûtf-ı
İlâhîden kat'-ı ümid ederek meyus kalırlar. Belki şuûnat-ı ilâhiyyeyi ya
nukuş-ı simyaya müşabih bir nistî-i hestî-nüma veyahud rüyanın tabir ile
tasviri kabilinden olarak nasıl anlaşılır ve ne yolda mana verilirse o suretle
taayyün eder bir heyula farz ederek andan kat'-ı nazar-ı meyi ve iltifat ile
ancak vacibü'l-vücud hazretlerine vakf-ı dide-i şuhûd ve hasr-ı vücud eylerler.
İşte bu hal na't-ı ârifîn olan taalluk-bi'l- Müteâl'dir.
79
Mısra büyük şair
Bakî'nindir: "Ey Bâkî, cömertlik gören dilencilerin umutları artar."
80
Şems-i Tebrizî
Hazretlerinin şiiridir.
81
... alâ sebilü'l-ibda'
müctemi'a olduğu halde âlem-i aklîde cemî'-i mevcudatın vücudundan ibarettir.
82 Kader, mevcudatın ber-tafsil-i mevadd-ı hâriciyesinde ve
heyûla-yı cismaniyyesinde "vâhiden ba'de vahidin" vücudundan
ibarettir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar