Print Friendly and PDF

HİKEM-İ ATÂİYYE ŞERHİ EL-MUHKEM Fİ ŞERHİ’L-HİKEM 3

Bunlarada Bakarsınız



68.    Hikmet

Ey talip, halka güvenmeyesin diye Cenab-ı Hak halkın eliyle sana eziyet verdi. Kendisinden başkasıyla uğraşmayasın diye mâsivayı rahatsız edici kıldı.

Vüsuk u itimadın olmasın diye nâsa deyu ancak

Azâbı ellerinden etti icra anların Mevlâ

Murad etti dahi her şeyden iz'ac etmeyi tâ kim

Seni kendinden işgal etmesin bir mâsiva asla

Öteden beri insanların eziyetlerine uğramak salihler için büyük bir nimettir. Özellikle kendisine iltifat ve ikramda bulunagelen dostlar ve yakınlarından bir haksızlık görürse, bundan da büyük faydalar elde eder. Çünkü iyiliklerine alıştığı insanların haksız davranışlarıyla karşılaşınca onların değişebileceğini ve kendilerine güvenilemeyeceğini, Cenab-ı Hak’tan başkasına itimat edip dayanmanın doğru olmayacağını anlar. Halktan soğuyup ürkerek kulluk görevlerini yapmaya ve rablik haklarını yerine getirmeye, böylece ebedî saadetin gereklerine uymaya başlar.

Ebu’l-Hasan Şazelî Hazretleri şöyle buyurdu: “Bana birisi fazlaca eziyet etmiş, pek üzgün olarak uyumuştum. Rüyamda bana ‘Sıddıklığın alâmeti düşmanlarının çok olması ve sıddık olanın buna aldırış etmemesidir’ dediler.”

Bazı ârifler de dediler ki: “Düşmanların bağırmaları, evliyanın kalpleri insanlara meylettiğinde Allah’ın onlara vurmak için kullandığı kamçıdır. Allah’ın bu kırbacı olmasa, veliler dünyanın mevki ve şeref gölgesi altında uyuşup kalır, Hak huzurundan uzak düşerlerdi.”

Ebu’l-Hasan Verak Nişaburî Hazretleri buyurdu: “İnsanlarla dostluk kurmak, yalnız kalmak, onlarla rahat bulmak ahmaklıktır. İnsanlara dayanmak acizliktir. Onlara güvenmek zayıflık ve zarara uğramanın sebebidir.”

İnsanların avamı için Allah’a yaklaşmak niyetiyle yoksullara sadaka vermek üzre cüzdanından para çıkarmak gerekli olduğu gibi, havas kullar için de kalplerinden mâsivayı çıkarmak da öylece lazımdır. Hatta Cenab-ı Hak, evliyayı sülûklarının başlangıçlarında tabiatlarından temizlemek, İnsanî meziyetlerle tamamlamak, halka güvenip dayanmaktan uzak tutmak için onlara halkı musallat eder. Çünkü “insan abîdü’l-ihsandır” yani “insan ihsanın kuludur”. Onun için bir kimseye iyilik eden, onu minnet ettirerek kölesi yapar; eziyet ettiğinde de onu azad eder.

Kalbin halkın ihsan bağından kurtulması, Hakk’a bağlanmasına sebep olur. Bu yüzden Peygamber Efendimiz'1’: “Bir kimse meşru bir hediye verirse, ona bir iyilikle karşılık veriniz. Veremezseniz ona hayırlı dua ediniz. ” buyurmuştur.

Şazelî Hazretleri buyurdu: “İnsanların kötülüğünden ziyade iyiliğinden kaçınılmalıdır. Zira iyilik kalbe, kötülük bedene dokunur. Bedenden isabet almak, kalbe dokunmaktan daha ehvendir. İnsana Hakk’a ulaştıran düşman, Hak’tan ayıran dosttan daha hayırlı ve güzeldir.”

Şazelî Hazretleri, şeyhi Abdüsselam Hazretlerinin ilk defa huzuruna varıp halini sorduğunda: “Senin tedbir ve ihtiyar hararetinden şikâyet ettiğin gibi, ben de rıza ve teslim soğukluğundan Cenab-ı Hakk’a yakınıyorum.” diye cevap verdi. Şazelî Hazretleri: “Ben tedbir ve ihtiyar harareti tadıp hâlâ onun tesirinde bulunduğum için şikâyetim bellidir. Fakat sizin rıza ve teslimdeki soğukluğunuz nedir? Şikâyetiniz nedendir anlayamadım.” deyince şeyh söyle buyurdu: “Rıza ve teslim gibi iki güzel halden duyduğum zevk, bende soğukluk doğuruyor. Çünkü bu zevkin

Cenab-ı Hak’tan beni meşgul edeceğinden korkuyorum.”

Ebu’l-Abbas Mürsî Hazretleri: “Cenab-ı Hak ile kul arasında nefsânî haller nasıl perde oluyorsa, lütuf tecellileri de hicap olur.” buyurdu. Bunların manası sâlikin o lütuflarla tatmin olup yetinerek ilerisinden mahrum olmasıdır. Bazı ârifler demişlerdir ki: “Kalbi bütün yaratılmışlardan uzaklaşarak her işinde Hakk’a yönelmeyen sâlik hiçbir vakit kâmil olamaz.” Bu hakikati ispat eden delillerden biri de Muhammed bin Haşan Hazretlerinin anlattığıdır:

Ben bir gün âriflerin çok dolaştıkları Lübnan dağında geziyordum. Birden perişan kılıklı fakat irfan tavırlı bir gence rastladım. Beni görür görmez kaçmaya başladı. Arkasından yetişip bana yalnız bir sözle öğüt vermesini rica ettim. Bana dedi ki: “Kıskançların kıskancı olan Rab Teâlâ’dan sakın! Zira kulunun kalbinde kendinden başkasını görmek istemez.”

Cüneyd Bağdadî Hazretleri şöyle buyurmuştur: “Allah’ı zikretmekle beraber mâsivaya güvenen bir sâliki Cenab-ı Hak belâya uğratır ve zikrini onun kalbinden dürer de o ancak diliyle zikreder. Eğer uyanarak güvenini halktan keser ve zikrettiği Hakk’a dönerse, Hak Teâlâ onun üzerinden belâyı kaldırır. Eğer bağlandığı mâsivadan kesilmez ve halka güvenmeye devam ederse, halkın kalbinden ona karşı merhameti giderir, ona hırs ve tamah elbisesi giydirir. Bu yüzden halkın ona merhameti kalmaz, onun ise halka rağbeti artar. Artık hayatı acizlik ve usançtan, ölümü keder ve kuburdan, feryadı üzüntü ve teessüften ve sonu hasret ve yazıktan ibaret olur. Allah’tan başka şeylerle sükûnet bulmaktan Allah’a sığınırız.

69.    Hikmet

Ey insan, şeytanın senden gafil olmadığını bildiğinde, sen de tasarrufu altında bulunduğun Hak’tan gafil olma.

Azâzil’i bilince senden olmaz bir zaman gafil

Hûda dan gaflet üzre olma artık sen dahi ey dil

Şeytanın varlığı Kur’an ayetleriyle sabittir. Ateşten yaratılmış hafif cisimlerden olup İlâhî yükümlülüklerle yükümlü ve sorumlu bulunan cin topluluğundandır. Hafif cisimler ateşten ve ışıktan olmak üzere iki cinstir. Işıktan olanı melekler, ateşten olanı bir tür cindir. Nurdan olan melekler erkeklik ve dişilik gibi maddî hallerden ve Cenab-ı Hakk’a karşı gelmekten uzaktırlar. Fakat ateş, duman maddesiyle ışıktan oluştuğu için ateşten olan cin türü tabiat dairesinden çıkamamışlardır. Kendi âlemlerine göre doğup doğurur, ölürler. Günah işler, günahta inat edebilirler. Bunların kumandanı olan şeytana, Hazreti Adem’e secde etmesi emredilmişti.

Gerek melekler zümresi ve gerek cin taifesi istedikleri surete girebilir ve çok zahmetli hizmetlere dayanırlar. Bunları asıl suretlerinde görme imkânı yoktur. Ancak Cenab-ı Cibril’in insan suretinde Hazreti Meryem’e ve Dihyetü’l-Kelbî adlı sahabe suretinde Peygamber Efendimize'"' göründüğü gibi cisim suretlerine girdikleri zaman görülürler. Çünkü bu âlemde kesif cisimler aynada hafif olarak göründüğü gibi, hafif cisimler de cisim suretlerine girdiklerinde maddî olarak ortaya çıkarlar. Ateş tabiatının gereği olan yükseklik ve büyüklenmenin tesiriyle şeytan Hazreti Âdem’e secde etmekten çekindiği için Hak dergâhından kovulmuştur. İlim ve hikmet icabı kıyamet gününe kadar kendisine mühlet verilerek yer küresi üzerinde Allah’ın halifesi olan âdemoğullarını azdırıp kandırmak müsaadesini almıştır.

Bir ismi İblis, birisi de Azazil olup künyesi Ebu Mürre’dir. İnsanoğlunun güzergâhı olan bu âlem, ahiret saadetinin kazanılması için bir hikmet pazarı ve ahiret tarlası olduğundan peygamberler bu pazarda selamet ve hidayet rehberleri, şeytan ise azgınlık ve sapıklık tellalı olmak üzere tayin edilmiştir. Cin türünün kâfirleri ve insanların sapkınları, hileci îblis’in arkadaşlarıdır. Hayvani arzular, nefsanî heva ve hevesler de onun kötülüklerde yardımcılarıdır.

Hazreti Adem’e secde edip saygı göstermediğinden dolayı lânet halkası boynuna geçirildiğinden, intikam almak amacıyla insanlara daima musallat olup saldırır. Her çeşit vasıtayla onları Hak yakınlığından mahrum etmeye uğraşır.

Sonsuz cenneti bir buğday tanesine değişerek yeryüzüne inan Hazreti Adem’in oğullarını A’raf suresi 17. ayeti anlamınca dört yanından girerek kandırıp azdırmaktan gerek bizzat, gerek yardakçıları ve yardımcıları vasıtasıyla hiçbir vakit geri durmaz. Bu yüzden “Acaba şeytan uyur mu?” sorusuna bir ârif: “Eğer şeytan uyumuş olsaydı, âlemde bir an rahat yüzü görmüş olurduk.” cevabını vermiştir.

Lânetli şeytan kandırıp azdırmaktan bir an geri durmadığına göre, insanların da âlemin tasarrufu kudret elinde bulunan Cenab-ı Hak’tan gafil olmaması lazım gelir. Cenab-ı Hak’tan gaflet etmemek de kulluğu gerçekleştirmekle, teslim olup bağlanmakla, şeriatın sağlam ipine sarılmakla, bütün beşerî hallerde yoksun olmakla, şeytanın kötülüğünden Hakk’a sığınmakla ve haşyetle olur. Bu hali gerçekleştiren irfan sahipleri Nahl suresi 99. ve Hicr suresi 42. ayetleri gereğince şeytandan ve yardımcılarının tasallutundan güvendedirler.

Ebu’I-Abbas Mürsî Hazretleri “Şeytan sizin düşmanmızdır, siz de onu düşman sayın!” (Fâtır/6) ayetinin manası hakkında şöyle demiştir: “İnsanların bir kısmı, bundan şeytana düşman olmakla emrolunduklarım anladılar ve bu şeytan düşmanlığı onları Hakk’ı sevmekten alıkoydu. Bir kısmı da, şeytan size düşmandır ve ben size dostum, diye anlayarak Allah sevgisiyle meşgul oldu.”

Ebu’l-Hâzım Hazretleri buyurmuştur ki: “Şeytan kimdir ki, ondan korkulsun? Yemin ediyorum ki, şeytana uymanın fayda vermediği gibi, isyan etmenin de zararı dokunmadı.” Bazı ârifler de: “Bu âlemde kötülükler, masiyetler, bozgunluklar şeytanın üzerine atılır. Böylece edepli davranılarak bu halleri Cenab-ı Hakk’a nisbet etmekten çekinilir. Şeytan bu bakımdan bir taharet bezinden başka bir şey değildir. Hayır gibi şerrin yaratıcısı Cenab-ı Hak olduğu halde kötülükler, günahlar şeytana nisbet olunarak edebin gereği yerine getirilmektedir. Bu da Cenab-ı Hakk’ın "Bana onu hatırlamayı ancak şeytan unutturdu/ (Kehf/63) ve Bu şeytanın işidir/ (Kasas/15) ayetlerinin gösterdiği gibi icat ve kudret sırrıdır. Yoksa şeytanda fayda ve zarar verici bir kuvvet düşünülemez.” diyerek gerçeğin yüzünü açmışlardır.

Ebu Süleyman Dârânî Hazretleri demiştir ki: “Cenab-ı Hak şeytandan daha ehven cihanda bir mahlûk yaratmadı. Gerçi "Kovulan şeytandan Allah'a sığının/ ayetiyle Hak Teâlâ istiazeyi emretmemiş olmasaydı, ondan sığınmaya asla tenezzül etmezdim.”

Bir ârife, “îman düşmanı olan şeytanla nasıl savaşıyorsunuz?” diye sorulduğunda şu cevabı verdi: “Biz öyle bir taifeyiz ki, kulluk himmetlerimiz mabudumuza münhasırdır; onun lütfü da madununa karşı bize yardımcıdır ve bize dönüktür. Şu halde şeytanın ne ehemmiyeti vardır?”

Şeytan vesvesesini bazı ârifler şöyle târif etti: “Her insan için kalbinde yayılan ve hortumunu onun göğsüne doğru sokan Allah tarafından musallat ve görevli bir Vesvas vardır. Ne zaman insan gaflete düşerse, derhal ona saldırarak kuruntular ve isyan düşünceleri bırakır. Zikrullah ile canını ve gönlünü aydınlattığında da geri dönüp kahkaha ile kaçar.”

Yahya ibn Muaz Hazretleri de: “Şeytan pek eskidir, insan ise yenidir. Şeytan kırık, insan tamdır.- Şeytan hiçbir vakit insanı unutmadığı ve insandaki nefs-i emmare gibi yardımcısı da olduğu halde, insan onu daima unutur.” diyerek şeytana önem verdi. Bazıları da: “Şeytan bir düşmandır ki, insanın göğsü onun meskeni, damarları onun aktığı yerdir. Şu halde Allah’ın yardımı olmazsa ona direnmek nasıl mümkün olur?” diyerek önemini artırdı. İnsanın kan damarlarının şeytanların aktığı yer (mecra) olduğunu Peygamber Efendimiz(sas) haber vermiş, omuzların arasından kan aldırmayı öğütlemiştir. Tam hidayetin mazharları olan nebi ve resullerin de şeytanın tesir ve iğvasından uzak bulunmadıklarından peygamberlerin başbuğu Efendimiz Hazretleri: “Her insanın bir şeytanı vardır. Benimki hamdolsun bana teslim olup boyun eğdi. ” buyurdular. Fakat bu teslim oluş, ahmedî hakikatte, şeytanın vesvese bırakmasına vesile olacak tabiî kesafet ve zulmet olmadığındandır; yahut Muhammedi yakınlık bereketiyle şeytanın ateş özelliğinin nura dönüşmesinden dolayıdır. Bu konuda Malik bin Dinar Hazretleri: “Bir düşman ki, seni görür, sen onu görmezsin. Cenab-ı Hak yardım etmedikçe ona karşı savunma yapmak pek zordur.” dedi. Zünnun Mısrî Hazretleri de: “îman düşmanı olan şeytan onu görmediğin halde seni görüyorsa, gören ve kudretli Mevlâ da onu, onun Mevlâ’yı görmediği noktadan görüp duruyor. Bu yüzden şeytan hilesine karşı ancak Cenab-ı Hak’tan yardım istemekten başka çare yoktur.” buyurdu.

Ebu Said el-Hudrî’nin(ra) rivayet ettiği şu mealdeki hadis-i şerif mü’minlerin günahkârları için pek teselli verici bir müjdedir:

“Şeytanın Cenab-ı Hakk’a ‘Yarabbi, izzet ve celâlin hakkı için insanoğlunu bedenleri, ruhları oldukça kandırıp azdırmaktan geri durmam.’ demesiyle Cenab-ı Hak da: ‘Ey şeytan, celâl ve ceberutum hakkı içim ben de onları istiğfara devam ettikçe af ve mağfiret etmekten geri kalmam.’ buyurmuştur.”

70.    Hikmet

Ey mü’min, Cenab-ı Hak sana şeytanı onunla korkutup kendisine sığınman için düşman kıldı. Daima kendisine yönelmen için nefs-i emmareyi sana musallat etti.

Kendine ettirmek üzre ilticâ

Kıldı şeytânı sana düşman Hüdâ

Nefsi sevk etti aleyhinde müdâm

Tâ ki ikbâlin devam etsin ana

Bu hikmetten şeytanın insanlara düşmanlığının çok değerli bir nimet olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü insan kâinatın en zayıfı olduğu için şeytan gibi hileci bir düşmanla savaşamaz. İnsanlardan asla gafil olmayan böyle bir düşmana karşı kendini savunmasında kullanacağı kuvvet olan insanın kendi nefsânî gücü ve hayvani duyguları da yine şeytanın saldırı aletlerindendir. O halde artık insan için Kaviyy ve Metîn olan Cenab-ı Hak’tan yardım ve imdat istemekten, merhametine sığınmaktan ve Hak yolunu gösterip ulaştırmasını dilemekten başka çare olamayacağı açıktır. Bu sığınma ve yardım isteme sâliki maksadına eriştireceğinden, şeytanın düşmanlığının, şükrünün ifa edilmesi mümkün olmayan bir İlâhî lütuf olduğu şüpheden uzaktır. Ancak şeytan gibi bir düşmanın Cenab-ı Hakk’a sığınmaya mecbur ettiği insan, “Senin kullarım üzerinde bir hükmün yoktur. ” (Hicr/42) ayetince şeytanın tasallutundan mahfuz olan havas kullar değil, mü’minlerin avamıdır. Havas ise Hak ile Hak olmuş, nefs ve şeytanın tesirleri altından çıkarak hakikat potasında eriyip kalmışlardır. Artık onlar şeytandan sığınmazlar, tersine şeytan onlardan kaçar. Peygamber Efendimiz ’’: “Şeytan Ömer'den kaçar." buyurmuştur. Cenab-ı Hakk’ın ezelî ilmi gereğince şehvet ve heva istekleriyle nefsi insanlar aleyhinde kışkırtması yani beşerî tabiatın heva ve şehvete, fısk ve masiyete düşkünlük vermesi ve bundan kurtulmayı ancak kendisine devamlı olarak yönelmeye ve kulluk etmeye bağlaması büyük bir lütuf ve nimettir. Zira nefs-i emmare şeytan gibi dışarıdan bir düşman değil, şeytanın azdırmak için kullandığı dahilî bir din ve iman düşmanıdır, içteki bir düşmana karşı savunma ise, dıştaki düşmanla çarpışmak kadar kolay değildir. Bu yüzden Peygamber Efendimiz(sas) gazadan döndüklerinde: “Düşmanla yaptığınız küçük cihattan, nefs-i emmareyle yapılacak olan büyük cihada döndük.” buyururlardı.

İnsan din düşmanlarıyla yapılacak savaşta ölürse şehit, öldürüp yenerse gazi olacağından, her iki halde de büyük mükâfatlar elde eder. İnsanın nefsi ile mücahedesinde galip geldiği zaman mutluluğa ereceği aşikâr ise de, nefse yenilip heva tarafından öldürülürse Allah korusun büyük mahrumluğa uğrayacağı açıkça bellidir. Yani nefs ile mücahedede bir yönden sakınca olmamasına karşılık, diğer yandan büyük bir tehlike bahis konusudur. İşte bundan dolayı Peygamber Efendimiz'"’ nefs ile yapılan manevî gazaya “cihad-ı ekber” demişlerdir.

71.    Hikmet

Ey insan, sen kendini yüksek gördüğün zaman kibirli olduğunda şüphe yoktur. Tevazu kendini yüksek görmekten doğduğu için, nefsi için tevazu eden kimse aslında kibirlidir.

Ederse her kim isbat-ı tevazu zı-tekebbürdür

Tevazu çünkü rifatten tevellüd ettiği derkâr

Ne dem ki sen de rif ati nefsine eyler isen isbat

Hakikatte tekebbür ehlisin bî-iştibâh ey yar

“Tevazu” çoğunlukla aslı olmayan bir şeyi göstermek anlamındadır. Nitekim “tefâül” babından olan “tecâhül” bilmezlikten gelme, “tegâfül” anlamamış gibi davranma, “temâruz” kendini hasta gibi gösterme demektir. Yani aslında mevcut olmayan cehalet, gaflet, hastalık gibi bir sıfatı göstermektir.

Güzel ahlâk özelliklerinden olan “tevazu”, gerçekte mevcut olmayan alçaklığın gösterilmesi demektir. Bunun sebebi de tevazu etmek isteyen bir insanın aslında kibir ve yükseklikle sıfatlanmış olmasından ibarettir. Zira büyüklenme ve yükseklik kendisinde olmasaydı, zıddı olan alçaklık olurdu ve artık onu göstermeye gerek kalmazdı. Şu halde insandan kibrin ortadan kalkması, ancak alçaklığın mevcut olmasıyla mümkündür. Kendisinde alçaklık vasfı bulunuyorsa bunun belli edilmesine gerek olmadığından, artık insanın yoktan nefsi için ispata çalıştığı tevazu ile mevcut kibrin yok olamayacağı açıktır. En yüksek maksat ise alçakgönüllülüğü göstermek değil, gerçekten alçakgönüllülükle sıfatlanmak ve kibirden tamamen sıyrılmaktır.

îşte bu hikmetten ötürü Cüneyd Bağdadî Hazretleri: “Tevazu şirktir. Çünkü tevazu, insanın kendine varlık verdikten sonra varlığını yok etmeye ve yokluğunu göstermeye çalışmaktır. Mutlak İlâhî varlığa karşı varlık göstermenin şirk olduğunda şüphe var mıdır?” dedi.

Hâl-i mahviyetle kaimdir esâs-ı kâinat

Bin vücudu olsa âkil nefsine vermez vücud

72.    Hikmet

Tevazu ettiğinde kendisini yaptığı işten daha üstün gören kimse mütevazı değildir. Mütevazı kişi tevazu ettiğinde kendisini yaptığı işin aşağısında görendir.

Gören fevkinde kendin ficinin olmaz tevâzukâr

Tevâzu fı’linin dûnunda görmektir kişi kendin

Bir kimse mesela girdiği bir toplantının tevazu ederek en aşağısına oturmakla birlikte kendisini başköşede oturmaya layık görürse, o kimse mütevazı değil mütekebbirdir. Mütevazı kimse bir toplantıda üst tarafa yakın, ortada bir yere oturduğu halde, kendisini o meclisin en aşağı tarafına müstahak gören ve ortada oturduğundan dolayı da utanan kimsedir.

Şu halde alçakgönüllü olmanın hakikati, insanın kendisindeki değer düşüklüğü, hatırlanmamak ve horluk gibi hallerinin tevazu göstermesine engel olmasıdır. Bu yüzden de hakikaten mütevazı olan kimse, hiçbir vakit tevazu etmez. Çünkü tevazu kendisinde varsa, onu göstermeye gerek duymaz. Yok ise onu göstermeye kalkışmak, yükselme sebeplerini tamamlamak gibi bir nevi kibirlilik olur- ve gerçekten alçakgönüllü olan kimsenin nefsi için tevazu ispat etmeyeceği açıklık kazanır.

Tevazu yükseklik gerektireceği ve her mütevazıda da kibir bulunacağı için Şeyh Sadi Hazretleri şöyle buyurdu: “Tevazu, mal ve mevkice önde gelenlerden çıkarsa iyidir. Eğer dilenci tevazu ederse, onun huyudur.”

Özetle kendisini esasen küçük gören bir kimse mütevazı davranır ve kendisini o davranışının altında görürse, tevazu göstermek suretiyle kibirli davranmış olmaz. Fakat nefsini bu alçakgönüllü hareketin üstünde gördüğü halde, o davranışla tevazu göstermek istiyorsa, tevazu etmek suretiyle kibirlenmiş olur. Bu sebepten Şeyh Şiblî Hazretleri demiştir ki: “Kendinde değer gören kimse tevazudan pay alamaz.” Ebu Abdullah Karşî Hazretleri: “Alçaklıktan zevk alıp övünen müridde kibirden arta kalanlar vardır.” dedi. Ebu Süleyman Dârânî Hazretleri: “İnsan kendi nefsini bilmedikçe, Cenab-ı Hakk’a karşı mütevazı olamaz.” dedi.

Bayezid Bestamî Hazretleri de: “İnsan âlemde kendisinden daha kötü bir kimse olduğunu zannettikçe kibirden yakasını kurtaramaz.” buyurdu. “O halde mütevazı kimdir?” sorusuna da: “Nefsi için âlemde yüksek bir makam ve şerefli hal görmeyen ve herkese irfan derecesine göre tevazu eyleyen kimsedir.” cevabını verdi.

En büyük tevazu insanın kendisini hor ve zelil görmesinden ibaret olduğundan ve vuslat şerefine ulaşmak da zilletle husule geldiğinden Dârânî Hazretleri dedi ki: “Bütün âlem halkı beni alçaltmak için bir araya gelse, nefsimin yanındaki alçaklığım kadar beni alçaltamazlar.”

Hacdan dönen Ebu Yunus Hazretleri: “Hac yapanların İlâhî rahmete mazhar olacağından şüphe etmezdim, fakat içlerinde ben bulunmasaydım.” diyerek tevazuun anlamını açıkladı. îbn Mukatil Hazretlerine, “Bize dua ediniz!” dediklerinde ağlamaya başlayarak; “Keşke ben sizin helâkinize sebep olmasaydım, istediğiniz dua yerine geçerdi.” buyurdu.

Hakiki tevazu ile gerçekleşmenin alâmetine gelince o da tevazu gösteren kimsenin ayıplandığı ve küçük düşürüldüğü vakitte kızgınlık göstermemesi ve övülmekle yerilmenin yanında eşit olması, büyük günahlarla suçlansa bile üzülmemesi, insanlar arasında saygıdeğer değil, tersine adsız sansız olmaya şiddetle düşkün bulunması, insanların gözünde saygı göreceği bir mevki hak ettiğini asla düşünmemesi ve her halde doğru ve dürüst olmaya özen göstermesi gibi hallerdir.

Bu alâmetlerle gerçekleşen büyüklerden biri de, Cüneyd Bağdadî Hazretlerinin şeyhi olan Ebu’l-Hasan Nuri Hazretleridir. Bu hazret bir eve üç defa davet olunup geri çevrildikten sonra dördüncü defa yapılan davete yine icabet etmekten geri durmamış ve bu hakarete tahammül etmesinin sebebi sorulduğunda demiştir ki: “Yirmi senedir nefsimi horluğa alıştırdım. Onun bu halde kalmasını arzu ediyorum. Değil üç defa, elli kere davet olunup reddedildikten sonra bile tekrar çağrılsam, yine giderdim.”

Şehabeddin Sühreverdî Hazretlerinin anlattığına göre Şeyh Ebu’n-Necib Sühreverdî Şam’da bulunduğu sırada zengin kimseler kendisine saygılarını göstermek üzere Frenk kölelerin ve esirlerin başlarında taşıdıkları yemekler göndermişlerdi. Sofra kurulup yemek yeneceği sırada Şeyh Hazretleri yemek getiren esirleri de oradaki müridler ve fakirlerle birlikte sofraya oturttu. Kendisi de seccadesinden kalkarak bu sofraya oturup, gösterilen bunca ihtiramat ve üstün tâzimata rağmen onlarla beraber yemek yedi. Böylece tevazu şeklinde manevî yüksekliklerini ve aslında şeref olan zilletlerini göstermekle kendisinden sonrakilere sülük ve ahlâk örneği vermişlerdir.

“Kitab-ı Bağiyyetü’t-Talib”eserinin sahibi Ebu’l-Hasan Kurtubî Hazretleri de şunu anlatmıştır:

Ebu Muhammed bin Abdullah yağmurlu bir günde gitmekteyken bir köpeğe rastladı. Onun geçmesi için duvara dayanarak yol verdi ve epeyce bekledi. Köpek kendisine doğru yaklaşmaya başlayınca, durduğu yerden ayrılıp yolun çamurlu olan karşı tarafına geçerek düzgün taraftan yol verdi. Yanma gelince üzerinin çamurlanmış olduğunu gördüm. Elbisesinin kirlenmiş olmasından dolayı üzüldüm. Neden böyle yapıp kendisini çamurların içine attığını sordum. Şöyle cevap verdi:

“Bu köpeği yolun çamurlu tarafında bırakıp temiz düzgün yolu kendime ayırdığımda hemen büyük bir günah işlediğim aklıma geldi. Köpek Cenab-ı Hakk’a karşı mükellef olmadığı için günahsızdı. Benden fazla saygı gösterilmeye layıktı. Yolun iyi tarafını ona bırakmaya mecbur oldum. Eğer beni af ve mağfiret etmezse benden daha hayırlı olan bir mahlûka önce nefsimi tercih ettiğimden ötürü Allah’ın gazabından korkuyorum.”

Etmesin kadr-i girânın seni asla mağrur

Nâkısın kefe’-i mizanda yeri âlâdır

(Değerinin çok olması seni asla gururlandırmasın. Terazinin hafif olan kefesi yukarı kalkar, yani yeri yüksektir.)

73.    Hikmet

Hakiki tevazu, Cenab-ı Hakk’ın azametini müşahededen ve sıfatının tecellisinden kaynaklanan tevazudur.

Hakikatte tevazu ’ şol sıfat ki neş "et etmiştir

Şuhûd-ı Kibriyâ-yı zat ile nûr-ı sıfatından

Hak Teâlâ’nın azametini müşahede etmek ve İlâhî sıfat tecellisine mazhar olmak nefsin ateşini söndürüp şehvet ve nefs arzularını gidereceğinden hakiki tevazuu gerektireceğinde şüphe yoktur. Zira Cenab-ı Hak neye tecelli ederse onu alçaltır ve azametini ona göstererek başını eğdirir. Şu halde gönlü kaplayan; baş olmak sevdası ve büyüklenmeyi yıkıp yok eden şeriat yükümlülükleri ve ameller değil, Cenab-ı Hakk’ın azametinin tecellileridir.

Şehabeddin Sühreverdî Hazretleri buyurdu: “Sâlik, tevazu kapısında hakikat sırrına ancak tecelli yeri olan kalbinde müşahede nurunun parladığı zaman erişebilir. Çünkü müşahede nurunun parlaması nefs davetini ucb ve kibirden temizleyip safasım temin eder. Sâlik o zaman mütevazı olur.”

Zünnun Mısrî Hazretleri de: “Her kim tevazu etmek isterse nefsini İlâhî azamete çevirsin. Zira nefsin kesafet düğümü ancak Hakk’ın azametini müşahede etmekle çözülür. Ucb, tecelli nuruyla eriyip gider. Yine basiret gözüyle rabbanî saltanata bakan mürid, her şeyin Hakk’ın heybetine karşı pek hakir olduğunu idrak ederek nefsin penceresinden yakasını kurtarır. En şerefli tevazu, insanın Cenab-ı Hakk’ı bırakıp da ayrıca nefsine bakmamasıdır.” buyurdu.

Peygamber Efendimiz'"’ buyurmuştur: “Cenab-ı Hak mütevazı olan kimsenin derecelerini yükseltir, kibirli ve bencil olanı da alçaltır. ” Bu hadis-i şerif, zatın büyüklüğünü görmekle nefsin eridiğini, günahların yok olduğunu, sıfat tecellisine mazhar olmakla dereceleri yükselen mütevazı kimseyi Cenab-ı Hakk’ın hakikat ilmine ulaştıracağını, hayvanlık yularıyla şehvet ahırına bağlı olan kibirli kişinin de tabiat ateşinin en dibine indirileceğini sehl-i mümteni olarak bildirmektedir.

74.    Hikmet

Seni kendi özelliklerinden ancak rabbanî vasfın müşahedesi çıkarır.

Seni vasfindan ihrâc eylemez âlemde hiçbir şey

Şuhûd-ı vasf-ı rabbânî bu babda oldu müstesna

Bu hikmet bir önceki hikmeti ispat eden güzel bir delildir. Çünkü bir önceki hikmette hakiki tevazuun İlâhî azamet ve rabbanî tecelli sıfatından doğduğu bildirilmişti. Bu hikmette de sâlikin kibir, gurur gibi nefsanî beşeriyetten çıkmasıyla tevazu ve huşu gibi Muhammedi vasıfları kazanmasının sırf İlâhî azameti görmek ve sıfat tecellisine mazhar olmakla elde edileceğini; yani nefsanî sıfatları zayıflatmaktan ve rabbanî vasıfları görmekten başka bir imkân bulunmadığını beyan etmektedir. Mesela Hakk’ın büyüklüğünü görmek kibir ve gururu giderir. Mevlâ’nın ihtiyaçsızlığım düşünmek ona daima ihtiyaç olduğunu ortaya çıkarır. İlâhî kudreti düşünmek insanda kuvvet bulunmadığını belli eder. Hatta “İlâhî vasıfları daima müşahede eden bir müridin kendinden hiç haberi olmaz.” denilmiştir.

Özetle tevazuun hakikati İlâhî azameti düşünmenin sonucu ve tecelli etmesinin neticesidir. O yüzden mütevazı olan insanlarda rabbanî sıfatlar hakim olur. Şu kıssa bu meseleyi açıklayıcıdır:

İstanbul’un fethedileceğini müjdeleyen ve fetih sırasında da hazır bulunan Akşemseddin Hazretleri zahir ilimlerini tahsil ettikten sonra bâtın ilminden de nasip almak maksadıyla kerametleri dillerde dolaşan Hacı Bayram Hazretlerine bağlanmak için Ankara’ya gelmişti. Ama Hacı Bayram Hazretlerinin daima insanların işlerine, fakirlere yardım ettiğini görünce bu halini beğenmedi ve Halep’te irşad seccadesinde oturan Şeyh Zeyneddin Hafi Hazretlerinden el almak için yola çıktı. Daha Haleb’e varmadan rüyasında boynuna bağlanan ve ucu Hacı Bayram’da olan bir zincirle Ankara’ya çekildiğini görmesi üzerine, kendisini ancak onun irşad edeceğini anlayarak gerisin geri Ankara’ya döndü. Şeyh Hazretleri dervişlerini toplamış, bağını kazdırıyordu. Kendisine hiç yüz vermediği gibi, yemek vakti herkes takım takım kurulan sofralardayken hiç kimse onu yemeğe çağırmadı. Bundan dolayı çok üzgün bir halde bir köşeye çekilip düşünürken Şeyh Hazretlerini beğenmeyip Haleb’e gitmesinden ötürü bu muameleye uğradığını anladı. Kendilerine atılan ekmek parçalarını kapışan köpeklerin arasına sokularak onlardan kapabildiklerini yemeye başlamışken bu halini gören Şeyh Hazretleri dayanamayıp:

“Gel artık köse, beni yaktın!” buyurunca ona bağlanma nasibine ermiş ve maneviyat yolunda şöhret bulan terakkiler kazanmıştır ki, gösterdiği gerçek tevazuun bereketlerindendir.

Göynük’teki türbesinde şu kıta yazılıdır:

Kara gün dostu imiş Fatih ’in Akşemseddin

Ki yüzünden lemean etti anın feth-i mühîn

Nusreti çeşm-i hakikatle görüp verdi haber

Her işi böyle uzaktan görür erbâb-ı yakîn

75.    Hikmet

Ey mürid, mü’min-i kâmilin Cenab-ı Hakk’ı sena etmesi, kendi nefsini beğenmesini engellediği gibi, Allah’ın haklarını yerine getirmekle uğraşması da nefslerinin bazlarını düşünmekten alıkoyan

Mumin-i kâmil odur kim Hak Teâlâ ya sena

Nefsini vassafü şâkir olmadan işgal eder

Hem hukukullahı ifâya kıyam ü rağbeti

Kendi âmâlin de zâkir olmadan işgal eder

“Sena” Cenab-ı Hakk’ı güzel vasıflarla nitelemek demektir. Nefsi beğenmek güzel amelleri ve halleri nefse mal etmektir. Mesela ben namaz kıldım, oruç tuttum, hacca gittim, sadaka, zekât verdim, demektir. Hâlbuki bunların ve bunun gibi bütün amellerin hepsinde müessir ve hakiki fail Cenab-ı Hak’tır. İnsan ancak bu İlâhî fillerin çıkış yeridir. Şu halde bu amelleri nefsine mal ederek benlik gösteren, Allah’ın filleriyle kendisini öven mürid gaflettedir; ne kâmil mü’min ne de Cenab-ı Hakk’ı sena edenlerden olabilir. Nefs hazlarını düşünmenin manası da, yaptığı ibadet karşılığında bir sevap elde edeceğini ve cennete gideceğini düşünmektir. Buna inanmak ise Allah’ın haklarıyla gerçekleşmeye aykırıdır. Çünkü Rab haklarını yerine getirmek, kulluk vazifelerini yapmak ve ibadet etmek karşılığında da cennete girmek, sevap kazanmak gibi bir umut beslememektir. Zira kulluk ve ibadet etmek Hak Teâlâ Hazretlerinin ezelen ve ebeden hakkıdır. Onu insanın kendi menfaatlerine, nefs rızalarına bağlaması kulluk edebine hiçbir zaman uymaz. Bir mü’minin kendi nefs hazlarını asla düşünmemesi, istememesi ve her şeyi yaratan Cenab-ı Hakk’a nisbet etmesi gerekir.

işte bu yüksek makamın ileri gelenlerinden olan Rabiatü’l-Adeviye Hazretleri önceden de beyan edildiği üzere bir münacatında; “Yarabbi, ben sana cennet ümidi ve cehennem korkusuyla ibadet etmedim. Benim sana olan ibadetim ancak kulluk yapmak ve rablik haklarını yerine getirmekten ibarettir.” diyerek bu hikmete dair bir mârifet dersi vermiştir.

76.    Hikmet

Ey mürid, sevgilisinden bir şey uman veya ondan bir şey isteyen kimse onu gerçekten sevmiyor demektir. Çünkü gerçek âşık karşılıksız sana verendir, senin kendisine ihsan ettiğin değil.

Muhibb-i sâdık olmaz şol kişi kim dil-rübasından

Ricâ-vâr-ı ‘ivazyâhud talebkâr-ı garaz her bar

Sana ihsân edendir yâr-ı sâdık çünkü ey sâlik

Değilsen kendine lütfettiğin kimse hakiki yar

İnsanın sevgisi kalbinin meyletmesidir. Cenab-ı Hakk’ın sevmesi ise yarattığının fiillerinden ve sözlerinden razı olmasıdır. İnsanın sevgisi duygularının bir noktada toplanması ve Allah’tan başka şeylerle ilgilenmemesidir.

Gerçekten sevenin sevgilisinin hoşnutluğunu kazanma yolunda karşılık beklemeksizin ve istemeksizin her şeyini vermesi gerekir. En büyük hazzı ve mutluluğu da sevdiğini hoşnut etmektir. Bazı ârifler bu anlamı “îsar” kelimesiyle ifade ederek “Sevgi dost yolunda bütün servetini ve varlığını, canını dahi feda etmektir.” demişlerdir. Aslı Arapça olan şu beyit meali bu manayı açıklar: “Gerçekten seven kişi sevgilisine hakkıyla muhabbet gösterir. Alemde verilmesi mümkün olmayan şeyi sevgilinin yolunda vermekle ona kavuşursun.” Ebu Abdullah Karşî Hazretleri: “Hakiki muhabbet, sevdiğinin yolunda varlığından bir zerre bile kalmayıncaya kadar her şeyini feda etmektir.” dedi. Ebu Yakub Sûsî Hazretleri ise muhabbeti, “Seven kulun hakiki sevgili olan Hak’tan haz ve nasibi ve Hak’la ilgili ihtiyaçlarını unutmasıdır.” diye târif etti. Buna göre Cenab-ı Hakk’a cennet için ibadet eden bir kimsenin hakikat cemali âşıkı olmaktan ziyade, cennet seven biri olduğu açığa çıkar.

Bütün mal ve menalini aşk yolunda yağma ettiren, cismini canını muhabbet yolunda feda eden bir Hak âşığına bu halinin sebebi sorulduğunda;

“İki sevgili arasında geçen bir konuşma yüzündendir.” diye cevap vermiş ve o konuşmanın şöyle cereyan ettiğini söylemiştir:

“Sadık âşık şikâyet makamında; ‘Ey sevgilim, seni sevdiğimin şahidi olan kalbimin en derin duygularıyla sevdikçe, âşıkların görmeye can attıkları güzel yüzünü benden çevirerek beni ayrılık karanlığında bırakıyorsun!’ deyince sevgilisi kayıtsızca sordu:

‘Eğer beni dediğin gibi seviyorsan benim yolumda ne feda ettin?’

Aşığın cevabı şu oldu:

‘Ey kızgın sevgili, başka delile ne gerek var? Neyim varsa hepsini sana hediye ediyorum ve bununla birlikte canımı da yolunda feda etmeye hazırım!”

Bu konuşmanın iki yaratılmış arasında geçtiği dikkate alınırsa, bir kulun yaratıcısı olan mabuduna karşı göstereceği muhabbetin nasıl olması gerektiği belli olur. İşte gerçek sevgiye lazım gelen haller bu söylenenlerden ibarettir. Sevgiliden bir şey ummak ve istemek muhabbet makamıyla ilgili değildir; recâ makamında bulunan sâlikin hallerindendir. Çünkü sevgi karşılığında ecir ve mükâfat beklemek, bir hâkimin bir davaya bakması için rüşvet alması gibi muhabbet kanununa aykırıdır. Bu yüzden Ruveym Hazretleri: “Bir şey istemek sevilenin buğz etmesine sebep olur.” dedi.

Hazreti İsa’ya vahyolunan muhabbet hükümlerinden biri şöyledir: “Cenab-ı Hak daima insanın kalbine nazar eder. Dünya ve ukba sevgisinden eser bulmadığı zaman kendi sevgisiyle doldurur.”

Meyseretü’l-Hâdim Hazretleri bu hususta şu ibretli kıssayı anlatmıştır:

“Din ve vatan için yapılan bazı gazalarda ağır yaralar almış olan bir kahraman düşman ordusunun bir kere sağ cenahına, bir kere sol cenahına, üçüncü defa tam ortasına hücum edip her hücumunda önüne gelen düşmanı öldürdükten sonra savaşma sebebini şu şiirle ifade etti:

‘Ey heva peşinde olan nefs, cihanı yaratan Mevlâ’na hüsnüzan eyle ki, arzu ettiğin şehitlik işte önündedir.

Ey muhabbetimin yöneldiği cennet hurileri, siz de ayrı durun ki, biz ne sizin için ölmeye, ne de bir kimseyi öldürmeye giriştik.

Lâkin biz sizin seyyidiniz olan Hak Teâlâ’ya kavuşma iştiyakındayız.

O bütün gizlilikleri bilir. Bizim açık ve gizliliklerimizi bildiğinden de şüphe edilemez.’

Bundan sonra o cesur genç düşman saflarına hücum ederek birçok din düşmanını yere serdiği ve düşman da saldırıp cenk kızıştığı sırada şu şiiri okudu:

‘Ben şüphesiz bugün isteğimin yerine geleceğini umuyorum.

Ey gözümün önüne şu köşkleri, gılman ve hurileri seren Rabbim!

Sen olmasaydın bu eşsiz cennet de, bu zevkler de güzel olmazdı.’

Bundan sonra o genç üçüncü defa düşmanın içine daldı. Birçok düşmanı perişan edip öldürdükten sonra şu şiiri söyledi:

‘Ey cennet bağının eğlenceleri, durun da dinleyin!

Bizim savaşıp çarpışmamız sizin için değildir, bizden elinizi çekin, geldiğiniz yere gidin!

Durmayın, cennet bahçelerine süratle ulaşın. Tekrar tekrar hatırlatıyorum ki, bizim için hırslı ve tamahlı olmayın!’

Bu kahraman genç düşmanla savaşa savaşa şehitlik rütbesine erişti. Muhabbet haklarının ne olduğunu kendinden sonra gelenlere gösterip ispat etti. Allah rahmet eylesin.”

Bir hadis-i şerifte: “Cenab-ı Mevlâ’yı seven belâya hazır olsun.” buyrulmuştur ki, dünya belâlarının hepsi muhabbet makamının gereğidir. Bu yüzden bazı ârifler: “Gerçi Cenab-ı Hak da sadık müride dert ve belâ verirse bu hal onun sevgisinin gerçek olduğunu gösterir.” demişlerdir.

İlham sahibi bir şeyh huzuruna gelerek muhabbet sırlarından bazı hale mazhar olduğunu söyleyen müride önce: “Ey derviş, Cenab-ı Hak imtihandan geçirmediği, belâlar vererek sınamadığı kimselere muhabbet cevheri vermez!” diyerek hakikat yolunu göstermiştir.

İbrahim Edhem Hazretleri anlatmıştır:

“Cenab-ı Hak şöyle dua etmemi buyurdu: Allahümme razzinı bi-kazaike ve sabbirnî ala belâike ve evzanîşükri na’maike?

Muhabbet erbabının, fiillerinde ve amellerinde değil, düşüncelerinde bile pek ince vusûl perdeleri bulunduğundan, mâsivadan pek değersiz bir şeye meyletmek sebebiyle manevî makamlarından düştükleri pek çok görülür. Bu yüzden Muhammed Sehl el-Tüsterî Hazretleri şöyle buyurmuştur: “Sadık bir muhibbin mâsivadan bir şeye meyletmesi yüzünden Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştu: Bereh, iyi kuldur, hoş kuldur ama seher yeli ile ferahlanır. Bu da onun ayıbıdır. Hakk’ı seven Hak’tan başka bir şeyle ferahlanmaz ve teselli bulmaz.”

İbn Fârız Hazretleri ölüm döşeğinde iken gözünün önüne getirilen cennet dereceleri ve hurilerin görüntüsünden pek üzülüp ağlamaya başlamış ve şu mealde şiir söylemiştir: “Yarabbi, eğer muhabbet derecelerinden senin katında kazandığım mertebe, şu gördüğüm yüksek cennetler ve nimetler ise yazık ki ömrümü zayi etmişim. Bunca zamandır ruhumun tek emeli olan en büyük maksadıma göre bu gördüklerimi anlamsız rüya sayıyorum.” Bu niyazından sonra Hakk’ın didarını görmek suretiyle nurlarla gark olarak vefat ettiği keşif sahiplerince bildirilmiştir.

77.    Hikmet

İnsan nefislerinin şehvet ve alışkanlık meydanları olmasaydı, Hak yolu yolculuğu yani seyr ü sülük gerçekleşmezdi. Ey sâlik, seninle Cenab-ı Hak arasında geçilecek bir mesafe olmadığı gibi, kavuşmakla giderilecek bir kesinti de yoktur.

Nüfusun olmasaydı ülf-i şehvetten meyâdini

Tahakkuk sâlikinin seyri etmezdi ebed zira

Mesafe Hak ile beyninde yok kim tayy ede rıhlet

Dahi yok inkıta’ Hak’tan ki vuslat eylesin inhâ’

Bu hikmette nefslerin alışkanlıkları, âdetleri ve şehvanî istekleri meydanlara benzetilmiştir. Atlar meydanlarda nasıl koşup gezerse, insan nefsleri de tabiî isteklerinde öylece dolaşır. Bu yüzden eğer nefs-i emmarenin şehvetler ve âdetler âleminde bu dolaşmaları olmasaydı, sâlik Cenab-ı Hakk’ı göremezdi.” Ebu’l-Abbas Mürsî Hazretleri: “Allah’ın huzuruna iki kapıdan girilir. Biri fenâ-yı ekber, diğeri fenâ-yı asgar kapısıdır. Fenâ-yı ekber tabiî ölümdür. Fenâ-yı asgar tasavvufta fenâ-fıllah denilen yüksek makamdır.” dedi. “Ölmeden evvel ölünüz. ” hadis-i şerifi bu hikmeti ifade eder.

Bazı ârifler demiştir ki: “Kalbin yaşaması nefsin ölümüyle hâsıl olur.” Bazısı da: “Nefs-i emmareden çıkmak ve yükselmek Hak’la insan arasında en büyük engel olduğundan büyük nimettir.” dediler. Hâtem Asâm Hazretleri de şöyle buyurdu: “Bizim yolumuza giren müridin dört çeşit ölümle ölmesi gerekir. Birisi beyaz ölüm denilen açlıktır. İkincisi siyah ölüm denilen halkın eziyetine tahammüldür. Üçüncüsü kızıl ölüm denilen nefs ve hevaya karşı çıkmaktır. Dördüncüsü yeşil ölüm diye ifade edilen yamalı elbise giymek yani yoksul kılığında olmaktır.”

İnsan nefsinin yere ve göğe ait yedi tane perdesi vardır. Nefs-i emmaresini yerden yere gömen insanın kalbi gökten göğe yükselir. Eğer nefs-i emmare yerin altına gömülürse, insanın kalbi de arş-ı âlâya ulaşır. Nefsi öldürerek yere gömmek heva ve hevesine karşı koymak demektir. Bu da her hacetini Hakk’a arz etmek ve O’na sığınmak, bütün dünya ve ahiret emellerinden korkup çekinmekle gerçekleşir. Bu sebepten bazı ârifler dediler ki: “Nefs dairesinden çıkmak, nefsle mümkün olmaz; ancak Allah ile mümkün olur.” Nefsi bu şekilde nefs dairesinden çıkarıp öldürmek, böylece kalbi diriltmek ve hakikat âlemine döndürmek çok zor olduğundan sâlik müridin halvet, uzlet, zikir ve riyazet yapıp alışkanlıklarını ve âdetlerini bırakması gerekli olmuştur.

Ebu Osman el-Mağribî Hazretleri buyurmuştur: “Halveti sohbetten üstün tutup vahdeti kesrete tercih eden sâlik, zikrullahdan başka bir şey anmaksızın ve Allah’ın rızasından başka hiçbir şey düşünmeksizin bütün sebeplerden kesilmedikçe, halvette nefsiyle dostluk kurmaktan ve vahdette kesrette kalmaktan uzaklaşamaz. Bu yüzden de manevî fitne ve belâlara uğramaktan kurtulamaz.”

Ebu Abdullah el-Karşî Hazretleri buyurdu: “Karşılığını görmek ve Allah katında sevap kazanmak için ibadet eden sâlikin ibadetindeki niyeti kulluk vazifesini ve Allah haklarını yerine getirmek olmadıkça feyizlenmez ve ona fütuhat kapısı açılamaz.” İşte bu şartlarla ibadet etmeyen müridin uzlet etmesi, dünya menfaati için inzivaya çekilen rahiplerin riyazeti gibi değersizdir.

Açıklamalardan anlaşıldığı üzere seyr ü sülük yalnız başına gidilecek yol değildir; bir yol gösterici ve mürşide muhtaçtır. Bu yolda birçok tehlikeler bulunduğundan her sâlikin nefsini ve ahlâkını düzeltmiş ve kalbini temizlemiş kâmil bir mürşide bağlanması lazım gelir. Onun sohbeti, yol göstermesi, terbiye ve irşad etmesi için ona uymalı, tereddüt etmeden, şüphe getirmeden ne derse kabul edip yerine getirmelidir. Ancak o zaman onun kalbinin nuruyla aydınlanıp mâsiva karanlığından çıkar. İrşad yıldızının feyziyle maksadının yolunu bulur. Şeytan aldatmalarından, nefs vesveselerinden yakasını kurtarır. Bu yüzden “Şeyhi olmayan kimsenin şeyhi şeytan olur.” dediler.

Ebu Ali es-Sakafî Hazretleri buyurdu: “Bir insan bütün ilim ve fenleri öğrenmiş ve bütün insan gruplarıyla sohbet etmiş olsa yine bir mürşid-i kâmilin terbiyesi altında riyazet ve halvetle nefsini ve ahlâkını güzelleştirmedikçe kemale ulaşamaz.”

Mürşid ve şeyh demek zamanımızın yemek için şekil değiştiren sahte şeyhleri demek değildir. Kendisi bir mürşide bağlanmaksızın yalnız babalarından verasetle geçen tekke ve zaviyelerle sahip olmakla, dini, tarikatı ve İslam şiarlarını geçinme ve övünme sebebi eyleyen sahte şeyhler düşünülmemelidir. Mürşid-i kâmiller fazilet ve kemal ehlidirler; din ve tarikatla bütünleşmişlerdir. Ötekilerse et üzerine konmuş sinekler gibi tarikatla geçinen, taç ve hırkayla süslenen birtakım hevalarına bağlı deccallardır. Bu gibi cahil şeyhlere uymak ömür ve amel kaybından başka bir şey değildir.

Ebu Medyen Mağribî Hazretleri buyurdu ki: “Muhammedi edeple edeplenmiş olanlardan edep almamış ve onlara bağlanmamış şeyhlere uymak pişmanlık ve umutsuzluk sebebidir. Sâliklerin bağlanacağı şeyh tarikat ve din yolunu gösteren, kalp ve vicdanın doğrulayarak, sır ve irfanın kendisine saygı gösterilmesini öngörüp şahitlik ettiği kâmil insandır. Şeyh seni ahlâkıyla güzelleştirerek, susmasıyla edeplendirerek, nurlarıyla aydınlatarak kendine bağlayan ârif-i billâhtır. Şeyh seni, huzurunda iken düşüncelerine hükmederek, gıyabında mesuliyet sebeplerinden koruyarak Hak yoluna ileten tasarruf sahibi mürşiddir.”

“Letaiful-Minen” adlı eserde denilmiştir ki: “Şeyh, kendisinden söz dinlenilen değil, sır ve hal alınandır.- Şeyh, sözleri yüze karşı okunan değil, işaret ettiği meramı kalpte hükümran olandır. Şeyh, Mevlâ kapısına müridi çağıran değil, müridiyle Cenab-ı Hak arasındaki perdeyi kaldırandır. Şeyh, dervişi sözleriyle irşad eden değil, haliyle maksada eriştirip mutlu edendir. Şeyh, dervişi Allah’a kavuşturan ve kalbini tecelli nurlarıyla doldurandır.” İşte böyle bir şeyhe bağlanmak her sâlike gereklidir. Şeyhin razı olmadığı hareketlerde bulunmak ise elbette mahrumluğa ve pişmanlığa sebep olur. Öteden beri şeyhin hoşnut olmadığı hareketlerde bulunmanın Allah rızasına muhalefet etmek olduğu muhakkik evliya tarafından ifade edilegelmiştir. Bu gibi şeyhlere bağlanan müridlerin mürşidin izni olmadan bir nefes bile almamalarının sülûkün şartı olduğunu İmam Kuşeyrî Hazretleri beyan etmiştir. İşte bu gibi seyr ü sülük eden sâlik, artık vuslat-ı ilallah nimeti ile nimetlenerek; “Allah onlardan razı, onlar da Allah'tan razı olur." (Mâide/119) derecesine yükselirler. Her an ve zaman “Ey mutmain nefs, Rabbine razı olarak ve razı olunarak geri dön!" (Fecr/27) çağrısına uyarak vahdet sarayında kendilerinden geçerler. Bu yüksek makama geçen sâlikler bütün halleri aynı seviyede görür; âlemin dedikodusundan ve kendisiyle ilgili, ilgisiz hiçbir fiilden etkilenmezler.

Ebu Osman Hayri Hazretleri dedi ki: “Bir sâlik dört hale aynı gözle bakmadıkça kemale ulaşamaz.”

İbrahim Edhem Hazretleri de şöyle buyurdu: “İslam âleminde birkaç kez sevindiğim kadar dünyada asla sevinç duymadım. Bunlardan biri şudur: Bir gün bir kervanla beraber yolculuk ederken gülünç hikâyeler anlatarak yolcuları güldüren, tuhaf hareketleriyle arkadaşlarını eğlendiren bir kişi bir savaşta yaptığı kahramanlığı anlatıyordu. Düşmanını nasıl öldürdüğünü göstermek için beni sakalımdan tutup ortaya sürükledi. Boğazıma sarılıp hançer saplıyormuş gibi birtakım küçük düşürücü hareketlerde bulunarak yolcuları güldürdü. Onun gözünde kervan halkı içinde benden daha hor ve hakir kimse bulunmaması beni çok sevindirmişti. İkincisinde ise bir kenarda yalnız oturmakta iken birisi koşarak geldi ve üzerime kasten bevletti.”

Vâsıl olmanın daha açık bir alâmeti Allah’a kavuşmaya duyduğu şiddetli iştiyaktan dolayı ölmeyi istemek ve bu geçici dünyada ömür sürmekten nefret etmektir. Bunu doğrulayan âriflerin sözü şudur: “Müridin kalbinden dünya heva ve hevesinin kaybolması; beşerî hallerden hiçbirini istemeyerek Allah’a kavuşmaya düşkünlüğü ve ölmeyi arzu etmesi demektir.”

Vuslat alâmetlerini gerçekleştiren sâlik beşeriyet ve suret âlemlerinden uzaklaşıp yükselir, kudsî hakikat âlemine ulaşmakla zevk ve safa içinde mutlu olur.

78.    Hikmet

Ey insan, Cenab-ı Hak senin mahlûkat arasında yüksek değerini bildirmek için seni melekût ve şebadet âlemleri arasında, orta bir âlemde yarattı. Çünkü sen bütün yaratılmışları içine alan bir cevhersin.

Alem-i gayb ü şehâdet arasında kıldı

Seni ey ekmel-i eşya mutavassıt-ı âlem

Fazlını cevher-i kevn olduğunu bu yüzden

Sana bildirmek için Hazreti Rabb-i erham

Muhakkik ârifler varlıkları cevher ve arazdan ibaret sayarlar; bunların her türünü ayrı birer âlem kabul ederler. Bu bakımdan âlemlerin sayısı sonsuz olduğu halde başlıca iki kısma ayrılır: Biri gayb ve melekût âlemi, diğeri mülk ve şehadet âlemi. Birincisi duyguların ötesindeki mana âlemi, öbürü hissiyat dairesindeki suret âlemidir. Tasavvuf erbabı âlemlere “hazerat-ı hamse” (beş hazret) derler ve şöyle isimlendirirler: Ceberut, lâhut, melekût, misal-i mutlak, mülk ve şehadet. Mülk ve şehadet âleminin dışındakilere gayb ve melekût âlemleri derler. Ceberut âlemi, Hakk’ın zatına mahsustur, ilim sırları ve ezelî iş ve olaylar bu âlemin eserleridir. Buna gayb-ı mutlak âlemi, hüviyet âlemi de derler. Lâhut âlemi; ceberut ile melekût âlemleri arasındadır ve bütün kudsî ruhları, mücerret nefsleri içine alır. Melekût âlemi; lâhut ile mülk ve şehadetin arasındadır. Ruhanî hakikat suretleri ve cismanî suretlerin hakikatleri burada tecelli eder. Misal-i mutlak âlemi; melekût ile mülk ve şehadetin karşısındadır. Bu iki âlemde ne varsa onların şekilleri, hayal suretleri gibi burada ortaya çıkar. Rüyada görülenler bu âlemden yansıdığı için rüya âlemine mukayyet misal âlemi denilmiştir.

Mülk ve şehadet âlemi, dünya ve içindekilerdir. Buna his âlemi, cisim âlemi, kevn ve fesat âlemi de derler. Bu âlemler her ne kadar birbirinin üstünde olarak ayrı ayrı belirtilmişlerse de mülk ve şehadet, misal âlemiyle; misal, melekût âlemiyle; melekût, lâhut âlemiyle ve lâhut ceberut âlemiyle çevrili olduğundan aslında tek bir varlıktır. Yine Cenab-ı Hakk’ın Bâtın ve Zahir olması yani bütün iç ve dışları kapsaması bakımından gayb ve şuhûd ortaya çıkmış, İlâhî takdirler, mertebeler olarak başka başka belirmiştir. Yani kimisi maddeye karışmaksızın gayb suretleri olarak, kimisi terkip elbisesine girerek suretler olarak görünür; vahdeti kesret nakışları kaplamıştır. Ama aslında hepsi de ahadiyet cemalinin mazharlarının görüntüleridir. Alçak veya yüksek eşya suretlerinden can gözüne görünen ancak Cenab-ı Hakk’ın vech-i kerimidir. İnsan ise, cismi, canı, nefsi ve ruhu yani emr ve halk âlemini içine alır. Bu sebeple suret ve hakikati, gayb ve şehadeti, mülk ve melekûtu, cevher ve manayı kendinde toplamıştır. Ne sırf mülk ve şehadet âleminden, ne de yalnızca gayb ve melekût âlemindendir. Beş âlemi de havi olarak bu iki âlemin arasında manen ortadadır. Cismanî, ruhanî, semavî ve arzîdir. Yani hem cisme, hem ruha, hem göğe ve hem de yere ait, küçük fakat yüce ve büyük bir âlem olmuştur. İnsanın hissî olarak orta âlem olmasının sebebi, yerde, gökte denizde ve karadaki bütün varlıkların insana faydalı hizmetlerde bulunması içindir. Zira bir hadis-i kudsîde: “Ey insan, her şeyi senin için ve seni de kendim için yarattım. O yüzden sana ait olan şeyler, ait olduğun Hak Teâlâ dan seni meşgul etmesin. ” buyrulmuştur. Ebu’l-Abbas Mürsî Hazretleri buyurdu: “Yaratılmış ne varsa, hepsi de insanın emrinin altında olan kullarıdır, insan ise Allah’ın kuludur.”

İnsanın manevî olarak orta âlem olmasının delili, insan türünün en güzel yaratılışta yaratılmış olması, bütün varlıkların sırlarını, ulvî ve süflî, latîf ve kesîf içine almasıdır. Mesela insan, melek sıfatlarından akıl, mârifet, itaat ve ibadet sıfatlarına sahip olduğu gibi şeytan sıfatlarından aldatma, inatçılık, isyan ve günah işleme özelliklerine de maliktir. Hayvan sıfatlarından; kızgınlık zamanlarında aslan, şehvet vaktinde domuz, hırs ve tamahta köpek, hilede kurt gibi olmak hallerini ve diğer hayvanların böylece en az birer sıfatını hâizdir. Nebat sıfatlarından olan yetişip büyümek, nem, kuruluk ve acılık vasıfları insanda da vardır. Yine insan, yüksek gök gibi gizli işlerin ve şafak ışıklarının doğduğu mahal, toprak gibi güzel ahlâk çiçeklerinin çıktığı yerdir. Beşeriyet hallerinin nebatları onda bitip yetişir, tabiî kuvvet ağaçları onu kaplamıştır. Rahman’ın arş’ı gibidir. Hak tecellileri onda ortaya çıkar. Kalem-i a’lâ gibi hikmet eserlerinin kaynağıdır. Levh-i mahfuz gibi ilim ve maârif hâzinesidir. Cennet gibi nimet, iyilik ve bağış bahçesidir. Tuba ağacı gibi lütuf ve ihsan gölgeliğidir. Kevser havuzu gibi irfan ve feyiz dağıtan cemal nurlarının tecelli yeridir. Bununla beraber bazen cehennem gibi dünyanın çer çöpüne yani malına mülküne dayanarak servetini çoğalttıkça “Daha fazlası var mı?” deyip hırslanır. Hemcinslerine kötülük edip saldırır, başkasının zararında menfaat gözetir ve bundan haz alarak Cenab-ı Hakk’ın gazabını üzerine çeker. Hak Teâlâ’nın kudret burhanı olan insanın bu şekilde âlemleri ve âlemdekileri içine aldığı ve kâinatın göz bebeği olduğu belli olunca, insan hüviyetinin paha biçilmez bir cevher ve bütün mükevvenatın onu korumak üzere yaratılmış bir sadef (kap) olduğu anlaşılmaz mı?

Mükevvenat sadetlerinin insan cevheri üzerine katlanıp dürülmesi de belirtilen sırların ve hallerin hepsini ve mükevvenatın tümünün sıfatlarını kendinde toplamasıdır. İşte bu ezelî sırdan ötürü Cenab-ı Hak insan türünü kendi sıfatları üzerine yaratıp tasvir etmiş, bütün mahlûkata karşı emirlerinin infazında ve yasaklarının tebliğinde kendisine halife kılmıştır. Yaratılmış âlemde böyle bir yönü Hak’la, bir yönü halkla ilgili olmak üzere iki ciheti kendisinde toplayan insandan başka bir mahlûk yaratılmamıştır.

insandan sonra en üstün mahlûk olan meleklerin bile yalnız hakkanî bir yönü vardır. O yüzden Adem’e secde etmeleri emredilmiştir. Gerçi bu büyük şeref her bir insan için ezelde bağışlanmış İlâhî bir ihsan ise de, hayvanı taraflarına mağlup olarak nefsanî heveslerine düşkün olmakla tabiî isteklerinden vazgeçemediklerinden dolayı bu şereften mahrum olan bazı insanlar; değil meleklerden üstün olmak, hayvanlardan bile alçak ve azgın olurlar. Bu kemal mertebesine ulaşmak ancak nefsi ve kalbi temizlemekle mümkün olacağından Cenab-ı Hak insanlara bir şeriat yolu ile ibadet, mücahede, tarikat usulü, dünya terki ve riyazeti emrederek lütuf ve inayet buyurmuştur. Bu yüzden kâinatın en mükemmeli olan insan, değerinin yüksekliğini ve işinin önemini idrak ederek; şanına ve mertebesine yakışan güzel amellere, hayırlı işlere devam ve mâsivayı terk edip ârif-i billah olmaya gayret etmek mükellefiyetindedir. Çünkü insanın, bütün ekvanın bizzat veya vasıtalı olarak hükmü altına verilmesi suretiyle üstün olması; bu ekvandan bir şeyi Cenab-ı Hakk’a tercih etmemesi ve ibadetten başka bir şeyle uğraşmaması hikmetine dayanmaktadır. İmam Vâsıtî Hazretleri de bu manayı: “Biz andolsun ki insanı üstün kıldık. K (İsrâ/70) ayetinin tefsirinde beyan etmiştir.

Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen

Merdüm-i dıde-i ekvân olan âdemsin sen

(Kendine iyi dikkat et ki, sen âlemin özüsün ve yaratılmışların gözünün bebeği olan insansın.)

79.    Hikmet

Ey insan, bu kainat senin ancak cismini kuşatır, ruhunu kuşatacak kadar geniş değildir.

Muhât-ı âlem-i kevn olduğun cismiyyetindendir

Sübût-ı ruhuna nisbet sana olmaz cihan vâsi

İç yüzünden Hakk’a, dış yüzünden halka dönük olan mülk ve melekûtun sırlarını kendisinde toplamış bulunan kâmil insanı mükevvenatın kuşatmış olması cismanî yönü bakımındandır. Çünkü insan bu yönüyle ekvanın bir parçasıdır ve onunla kuşatılmış durumdadır. Tabiî hükümler ve unsurlardan ibaret olup beşerî ihtiyaçları ekvanın İçindendir ve ekvana bağlıdır. Fakat emr âleminden olan ruhu yüzünden kuşatılması mümkün değildir. Zira ruhun halk âleminden olan ekvanla ilgisi yoktur. Ayn-ı sabitesinin özelliği daima kâinatın yaratıcısına bağlı olmayı gerektirir. Onun bu kevn âlemine inmesi, bir kartalın avlanmak arzusu yüzünden tuzağa düşmesi gibidir. Şu halde insana gerekli olan, tabiî karanlık ve unsur kesafetinde mahpus ve ekvana bağlanmış olan ruhunu devamlı zikir, riyazet, tefekkür ve mücahedelerle tamamlayıp temizlemek, beşerî bulanıklıktan kurtararak asıl vatanına yani hakikat âlemine kavuşturmaktır.

Cisim olarak ihtiyaçlarını karşılamayı Cenab-ı Hak üstlenmiştir. Hayvani duyguları artırıp güçlendirecek yiyecek ve içecekler için gereğinden fazla çaba sarf etmemelidir. İşte bu hikmetten dolayı, “insan yaşamak için yiyip içmeli, yiyip içmek için yaşamamalı.” demişlerdir.

Ebu Abdullah Cellab Hazretleri şöyle buyurdu: “Himmeti yüksek olan vuslat tecellisine mazhar olur. Himmeti ekvandan bir şeye takılıp kalan, Cenab-ı Hakk’ın ortağı bulunmadığı için tecelliden mahrum olur.”

Ahmed bin Hadraveyh Hazretleri: “Kalbi mâsivaya meyletmekten korumak en üstün ibadettir.” dedi.

İnsan, güçlendirilmesi mahrumluğa sebep olan cismiyle değil, mârifet zirvesinde uçan ruhuyla insandır.

80.    Hikmet

Dünyada kendisine gayb meydanları açılmayan kimse, tabiî şehvetlerle kuşatılmış ve ten kafesinde hapsedilmiştir.

Der-i gayb-ı İlâhî kendine açılmayan insan

Esîr-i ülfü şehvet heykel-i zâtında mescundur

Dünya süslerine düşkün, şehvet ve âdetlere esir olup kötü sıfatlarla sıfatlanan insana melekûtun gayb meydanları ve ezelî işlerin kapıları açılmaz. Yiyecek, içecek ve giyecek alışkanlıkları gibi tabiî ihtiyaçların ve beşerî âdetlerin hapishanesinde kalan bu insan, cisminin yani kalıbının kölesi ve bağımlısıdır. Ruhanî yönü nefsanî hallerine mağlup olarak hayvanlığın en aşağı katında kalmış olan bu zavallının sıfatları, cehennemliklerin sıfatı olduğundan ahirette gideceği yer dünyada belli olmuş demektir. ''Allah'ın saptırdığına kimse hidayet veremez." (Ra’d/33) ayetiyle beyan olunan ezelî sırrın açığa çıkmasına açık bir örnektir. Zira en ağır azap hapsedilmek, kahredilip baskı altına alınmaktır. Cenab-ı Hak; "Cehennemlik olanlar cehennemden gayet dar bir yere zincirlerle bağlanmış halde konulduklarında yok olmak için dualarla feryat ederler." (Furkan/13) buyurmaktadır. Hadis-i şerifte: "Şehvetlerin ateşiyle çevrilidirler." buyrulduğuna göre heva ve şehvetine mağlup olan kimse, daha dünyadayken cehennem ateşiyle buluşmuş demektir. Bir insanın dünyada iken şehvet ve lezzetlerde hapis kalmış, âdetlere bağlılıkla kuşatılmış olması; ileride cehennemin en şiddetli azabı olan hapis ve tazyik suretiyle göreceği cezaların örneği olmak üzere uyarıcı bir ön haberdir. Yine Cenab-ı Hak; "Onları ateş perdeleri kuşatır.” (Kehf/29) buyurarak ateşin müşrik ve kâfirleri kuşattığını onların ateş azabından kaçamayacaklarını beyan buyurmuştur. Bu yüzden tabiatın hapsinde hakikat nurlarından habersiz olarak kalmanın cehennemliklerin yaratılış sırrı olduğuna; böyle kalanların Hak vuslatından uzak ve vahdet şarabının neşesinden nasipsiz olduklarına işaret edilmiştir.

Cenab-ı Hakk’ın şöyle buyurduğu kudsî eserlerden rivayet edilmiştir: "Ey kulum, amellerini bana yönelt ki, senin her maksat ve isteğine yeterli olayım. Ben seninle oldukça sen uzakta, sen benimle oldukça yakındasın. Artık sen kendine layık olanı tercih et. ”

Hak Teâlâ her an bizimle birlikteyken bizim O’ndan uzak olmamızın hikmeti, Allah ile birlikte olmak ezelden ebede kadar tecelli ettiği halde, bizim bunun farkında olmayarak Cenab-ı Hak’tan perdelenmemizdir. Biz Cenab-ı Hak ile zaten beraber olduğumuz halde Hakk’a yakın olmamızın manası, bu ezelî beraberliği bilmemizdir.

81.    Hikmet

Ey insan, sen kainatın yaratıcısını görmedikçe ekvan ile berabersin. Onu müşahede ettiğin zaman ekvan seninle beraber olur.

Eğer meşhudun olmazsa Mükevvin

Olursun tâbi-i ekvân ü esmâ

Şuhûd eyler isen ger Hakk z ey dil

Sana tâbi olur bilcümle eşya

İnsanın ekvanla birlikte olmasıyla, ekvanın insanla beraber olması arasında fark vardır, insanın ekvanla beraber olması demek, insanın ekvana bağlı olması demektir. Ekvanın insana tâbî olması ise, ekvanın insanla beraberliğidir. O halde yaratıcıyı düşünmeksizin ekvana tâbi olmak, insanın ekvana bağlanmasını gerektirir ki, Hak’tan ve Hakk’a tevekkül etmekten uzaklaşmaya sebep olur. Tersine ekvanla hakiki yaratıcıyı müşahede ederek ekvanın kendisine tâbi olması, ekvana hükmetmeyi ve ekvana muhtaç olmamayı gerektirir ve hürriyete kavuşturur. Böylece ekvan insanın emri altına girer ve ona hizmet eder ki, bu âriflere göre yüksek bir makamdır.

Bir hadis-i kudsîde şöyle buyrulmuştur: “Ey dünya, bana hizmet eden insana sen hizmet et, beni bırakıp da sana hizmet edene sıkıntı çektir!”

Bununla beraber ekvana baktığı halde hakiki yaratıcıya yönelen sâlik, bütün ekvanı fani görür ve ancak İlâhî hükümlerin icrasına bir yol telakki ederse, hiçbir sakınca söz konusu değildir. Her ne kadar dünya eşyasından bir şeyi ekvandan isteyip umut ederse de, hakikatte hakiki verenin Hak olduğu bilinciyle istediğinden ötürü, aslında Allah’tan niyaz etmiş demektir. O yüzden istediği hemen gerçekleşir ve İlâhî lütuflara erişir. Bunun örnekleri çoktur. Hatta bütün evliyadan pek çoğunun ufak bir işaretiyle yağmur yağması ve emri üzerine deniz dalgalarının durulması binlerce kimse tarafından görülüp rivayet edilmiş kerametlerdendir. Peygamberlerin mucizeleri, velilerin kerametleri daha önce de belirtildiği gibi gerçektir ve Kur’an ayetleriyle sabittir. Bu da Hak şuhûdu ile cisim kalıbından ve Hak tecellisiyle beşeriyet özelliklerinden kaybolmanın neticesidir. Şuhûd nurlarına gark olup kendilerinden geçen evliya, ekvanda Hak cemalinden başka bir şey görmemeleri ve ona kulluk bağıyla bağlı olmaları sebebiyle bütün ekvandan hür ve azadedirler.

Şeyh Şiblî Hazretleri: “Arif-i billâh olan insanın vicdanına asla ekvan düşüncesi gelmez.” demiştir. Bazı meşayih de: “Ben ne zaman çarşıya alışverişe gelsem, bütün mallar bana ihtiyaç ve iştiyak duyduklarını söyledikleri halde, ben onların hepsinden hür ve azade bulunuyorum.” derdi.

İbrahim Havvas Hazretlerinin bazı seyahatlerinde yanında bulunmuş olan Şeyh Mezin-i Kebir şunu anlatmıştır:

İbrahim Havvas Hazretlerinin ayağının üzerinde bir akrebin yürüdüğünü görüp onu öldürmek istediğimde bana şöyle buyurdu:

“Ey Mezin, dokunma, onu haline bırak! Her şey bize muhtaçtır; bizimse hiçbir şeye ihtiyacımız yoktur.”

Muhammed bin el-Mübarek Hazretleri anlatmıştır: Ebu Ishak, İbrahim bin Edhem’le birlikte kırda dolaşırken kuşluk zamanı bir nar ağacının yanına varıp iki rekât namaz kıldık. Otururken ağaçtan bir ses geldi. Diyordu ki:

“Ey Ebu Ishak, lütfen narımdan birini koparıp ye, bize ikram ve ihsan etmiş olursun!”

Ebu Ishak başını önüne eğerek murakabeye vardı. Böyle aynı şekilde üç defa ses geldiği halde, hazret kayıtsız kalınca, bana hitap etti:

“Ey Muhammed, bari kutup hazretlerinin bizden bir nar koparıp yemesi için sen rica et!”

Ben de:

“Ey Ebu Ishak, ağacın dediğini duyuyorsun değil mi?” deyince ağaçtan iki nar koparıp birini bana verdi, birini kendi yedi.

Narlar küçük ve ekşiydi. Ancak ondan sonra duasının bereketiyle iri ve tatlı olmakla birlikte, senede iki defa meyve vermeye başladı ve civarda meşhur oldu.

Sehl bin Abdullah Tüsterî Hazretlerine de çok kere aslan, kaplan gibi bazı yırtıcı hayvanların geldiği, onun da tekkesinde onları beslediği öteden beri anlatılagelen kıssalardandır.

İbrahim Havvas Hazretleri ıssız yerlerde seyahat ettiği sırada öğle vakti bir ağacın altına oturmuştu. Korkunç bir aslan ortaya çıkıp geldi ve önüne çökerek pençesini kendisine uzattı. Pençesinde iltihaplanmış bir yara vardı. Hazreti şeyh hemen yerden sivri bir ağaç parçası bulup bununla yarasını deşti, iltihabını akıttı. Aslan bundan sonra kalkıp gitti. Bir saat kadar sonra aslan, yavrularıyla birlikte tekrar huzuruna gelip yaltaklanmaya, kendi haliyle teşekküre başladı. Bunu bizzat kendisi anlatmıştır.

İbrahim Edhem Hazretleri bostan bekçiliği yaparken gayet büyük bir yılanın ağzına bir nergis çiçeği alarak onun huzuruna geldiğini bazı itikatlı kişiler görüp anlatmışlardır.

Ebu Ishak Sa’lûkî Hazretleri de aşağıdaki garip olayı anlatmıştır:

Hicaz’a giderken çölde yolumu kaybedip şaşkın ve müşkül bir duruma düşmüştüm. Güneş battı, hava karardı. Birden civarımdan üzüntülü bir sesle biri seslendi:

“Ey Ebu Ishak, seni sabahtan beri bekliyorum, yanıma gelsene!”

Şaşırdım ve hemen yanma vardığımda ölmek üzere olan gayet zayıf bir gencin yattığını gördüm. Dört yanı rengârenk, oralarda yetişmesi mümkün olmayan çiçeklerle kaplıydı. Halini sordum. Semeysat denen bir yerden olduğunu, beldenin en zengin ve saygın ailesinden bulunduğunu, birden İlâhî cezbeye mazhar olmakla çaresiz onun zevkine kapılıp yerini yurdunu terk edip ıssız yerlere geldiğini anlattı.

“Şimdi ölmek üzereyim.” dedi; “Cenab-ı Hak’tan bu sırada yanımda bir Allah velisinin bulunmasını niyaz etmiştim. Hamdolsun, senin gelmenle bu duamın kabul edildiğini anlıyorum.”

“Çocuğun var mı?” diye sordum.

“Çocuklarım da var, oğlan ve kız kardeşlerim de...” dedi.

Onları özleyip özlemediğini sordum.

“Şimdiye kadar kimseye meyi ve muhabbet duymamıştım ama şimdi onların hasretini hissettim ve onlara kavuşmak arzusuna düştüm. Bunun üzerine ne kadar yabani hayvan varsa etrafıma toplandı, benimle beraber ağlaşarak çeşitli çiçekler getirerek teselli verdiler.” diye cevap verdi.

Ben de gencin haline üzülmüştüm, gözlerimden yaşlar dökülmeye başladı. Bu sırada ağzında bir demet nergis olduğu halde büyük bir yılan çıkıp geldi. Hal diliyle bana şöyle hitap etti:

“Bu vahdet sarayının gelininden, velâyet meydanının erinden uzak dur! Zira Hak Teâlâ evliyası hakkında çok gayyur ve kıskançtır.”

Bunu duyunca kendimden geçip bayıldım, düştüm. Ayıldığımda kendimi Hicaz yolunda buldum. Haccımı yaptıktan sonra doğruca o delikanlının memleketi olan Semeysat’a doğru yola düştüm.

Şehre vardığımda o gence pek benzeyen bir kadın karşıma çıktı. Bana;

“Nerde kaldın ey Ebu Ishak? Uç aydır senin gelmeni gözlüyorum!” diyerek o delikanlıdan haber sordu. Ben gördüklerimi anlatıp;

“Şimdi onların hasretini çekiyorum, kavuşmak arzusu duyuyorum.” dediğini söyleyince kadın:

“Ah onun hasretini çektiği muhabbet kokusu canına ulaştı!” deyip ruhunu teslim etti.

Hemen etraftan önleri peştemallı ve elbiseleri yamalı birtakım kızlar çıktı. Bu şehit kadının teçhiz ve defnedilmesi gereklerini yerine getirdiler. Ben de gönlü yaralı olarak oradan ayrıldım.

İşte Allah’a hizmet eden bir ârife kâinatın hizmetkâr, yaratılmışlara hizmet edenin de maâriften mahrum olacağı bu geniş açıklamalardan anlaşılmakla artık bundan fazla söze lüzum görülmemiştir.

82.      Hikmet

Hak Teâlâ ile hususi hallerin elde edilmesi beşerî özelliklerin kaybolmasını gerektirmez. Hususiyet güneşin doğuşu gibidir. Güneş gökte ortaya çıkar ama göğün bir parçası değildir. Hak Teâlâ’nın sıfat güneşleri bazen senin varlığının gecesinde doğar. Bazen de o tecelliyi perdeleyip seni beşeriyetine geri döndürür. Öyleyse hususiyet güneşi senden de değildir, senin de değildir; fakat senin üzerine doğmaktadır.

Sâbit olmakla husûsiyet-i hal

Adem olmaz beşeriyet ki muhal

Hem misal oldu hususiyete bak

Rûz-ı rûşende güneşte işrak

Olmamışken ufkun zâtı bu nur

Oluyor anda ziyâ-pâş-ı zuhur

Hakk’ın evsâfı şümûsu yek-bâr

Şeb-i evsâfını etmekte nehâr

Bir de kabz ile bu işrak-ı Hüdâ

Seni evsâfına eyler iclâ ’

Hâsılı olmadı gündüz senden

Ne de râcı sana ol nûr-ı efken

Şu kadar ki o sana ey zâhid

Cânib-i Hazreti Hak’tan vârid

Fenâ-fillâh ve beka-billâh tabirleriyle ifade edilen Allah’a vuslat makamı, beşeriyet vasıflarından kaybolmak demektir. Bunu, beşerî vasıfların yok olup yerini rabbanî vasıfların alması olarak anlamak dalalet ve zındıklıktır. Beşerî vasıflar sâlikin kendisinden hiçbir zaman ayrılmayan aslî vasıflardır.

Fenâ-fillâh ve beka-billâh mertebelerine erişen sâlikin keramet salahiyeti kazanmasına hususiyet denir. Cenab-ı Hakk’ın rabbanî vasıflarına mazhar ettiği sâlikin yaratılmışlara tasarruf etmesi, gayb hallerini bilmesi halinde onun aslî vasıfları olan zayıflık, muhtaçlık, acizlik, cahillik gibi beşeriyet vasıflarının kendisinden ayrılması gerekmez. Ancak bu vasıflar kendisine hâkim ve galip olmaz.

Müellif bu manayı anlatmak için bir misal vermiş, İlâhî vasıfların sâlikte tecelli etmesini güneşin doğmasına benzetmiştir. Güneşin doğmasıyla beraber sema ışıklara boğulup aydınlanırsa da güneş batınca asıl karanlığına geri döner. Çünkü bu güneş ve aydınlık göğün kendi zatî vasıflarından değildir. Bunun gibi İlâhî sıfat güneşleri de beşerî vasıflar ufkunda parlayınca bu vasıfların karanlığını giderir. Sâlik kendine geldiğinde de İlâhî vasıfların güneşleri batar, asıl beşerî sıfatlarına geri döner. Acizlik, zayıflık gibi tabiî haller kendisinde yeniden ortaya çıkar.

işte bu hikmetten ötürü deniz üzerinde batmadan yürüyen bir veli, ufacık bir havuzda yüzemez de boğulur gider. Kudret sıfatının tecellisine mazhar olarak koca dağları alt üst eden bir Hak eri, aciz bir kimseden başını kurtaramaz, onun esiri olup kalır. Yine ilim tecellisine mazhar olarak bütün İlâhî işlerin, sırların tercümanı olan âlim bir veli, bu tecelli kendisinden kaldırıldığında zaruri bilgileri bile “bilmiyorum” demekten başka bir çare bulamaz.

Peygamber Efendimizin: “Benim Cenab-ı Hak'la beraber olduğum bir vakit vardır ki, ona ne mukarreb melek, ne de mürsel nebi sığabilir.” buyurmaları da İlâhî sıfat tecellisinin insanın kendisinde olmadığını, arada bir kaybolacağını gösterir. Bu yüzden “Ebrarın müşahedesi tecelli ve perdeleme arasındadır.” buyrulmuştur. Bir velinin ölüleri diriltmesi, “El-Muhyî” İlâhî isminin tecellisiyle olur. Dirileri öldürmesi “El-Mümît” isminin tecellisinden meydana gelir. Bu tecellinin kalkması halinde fark âlemine geri dönen veli evvelce binlerce ölüyü diriltmişse de kendisine kast eden aciz bir insanın hançerinden korunamaz da şehit olur gider. Şu halde gündüzün aydınlık olması göğün kendi vasfından değil, güneşin doğmasındandır. Bunun gibi “hususiyet” denilen keramet salahiyeti de velinin kendi vasfından olmayıp Hakk’ın özel tecellisiyle meydana gelir. Fakat bu hususiyet bazen kaybolsa da hususiyetin aslı olan kalp nurları yani ledün ilimleri ve sırları kaybolmaz.

83.    Hikmet

Cenab-ı Hak eserlerini isimlerine, isimlerini sıfatlarına, sıfatlarını da zatının varlığına delil etmiştir. Çünkü sıfat kendi kendine ortaya çıkamaz. Cenab-ı Hak âşıklarına ve meczuplara önce İlâhî kemalini gösterir, sonra onları sıfatlarına, daha sonra isimlerine, en sonunda da eserlere yönlendirir. Sâliklerin hali ise onların tersinedir. Zira sâliklerin son hali meczupların en baştaki halleridir. Sâliklerin bidayeti de meczupların nihayetidir. Lâkin bunun anlamı farklıdır. Biri çıkıyorken öbürü inmektedir.

Cümle âsârdan Hüdâ-yı bî-adîl

Hestî-i esmasına etti delil

Hem de esmasıyla Rabb-i kâinat

Eyledi bı-şüphe isbât-ı sıfat

Zât-ı Hakk’a oldu hem evsâfı dal

Kim kıyamı bin-nefs vasfın muhal

Kefolur erbâb-ı cezbe evvelâ

Şol kemâl-i zât-ı baht-ı Kibriyâ

Sonra evsâfın şuhûda Kird-gâr

Reddeder bu zümreyi bı-ihtiyar

Sonra da esmâsma Mevlâ-yı Berr

Eylemek üzere taalluk sevk eder

Bad-ezin bu zümreyi Rabb-i Ehad

Eyler âsârın şuhûda sevk ü red

Aksine oldu mecâzibin tamam

Sâlikân-ı rah-ı Mevlâ-yı inâm

Oldu artık intihâsı sâlikin

Ibtidâsı cezb ü aşka mâlikin

Sâlikine hem olan şey mübtedâ

Oldu meczubîn için ol müntehâ

Şol kadar var ki bu iki kavm-i hâd

Etmediler her cihetten ittihad

Bâzı kere bu iki smf-ı safâ

Râh-ı Mevlâ ’da ederler iltika

Lîk sâlik halktan Hakk’a çıkar

Ehl-i cezbe Hak’tan ol halka iner

Arifler ve vâsıllar iki kısımdır. Biri meczuplar, diğeri sâlikler. Sâlikler Cenab-ı Hakk’a ekvân ve eserlerle delil getirirler. Bunlar “Biz âlemde neyi görmüşsek, ondan sonra Cenab-ı Hakk’ı görmüşüzdür.” derler. Meczuplar ise eşyanın varlığına Cenab-ı Hak’tan delil bulduklarından, “Biz neyi görmüşsek ondan evvel Hakk’ı gördük.” derler. Delil delâlet ettiği şeyden daha açıktır. Bu yüzden sâliklerin en önce gördükleri eserler “efâlullah” yani Allah’ın fiilleridir. Bunlar eserleri görüp eserlere hükmeden İlâhî isimlere, isimlerin gerektirdiği ilâhı sıfatlara ve sıfatlardan da Hakk’ın zatına delil getirirler. Gidişleri halktan Hakk’a, eşyadan yaratıcıya, aşağıdan yukarıya doğrudur. Bunların makamlarına “sümme denâ” derler. Meczuplar ise bunun tersine önce Hak Teâlâ’yı şuhûd tecellisine erişmişler, sonra Allah’ın isimlerine dönmüşlerdir. Bir başka ifadeyle onlar Esma-ı Hüsna’nın eser ve fiillerle ilgisini gördükten sonra eserlerin İlâhî isimlerden çıktığını müşahede ederler. Bunların hali daima Hak’tan halka, yukarıdan aşağıya doğrudur. Makamları “fetedellâ”dır.

İşte böylece sâliklerin nihayeti, meczupların bidayeti; meczupların bidayeti, sâliklerin nihayeti olmuştur. Sâliklerin başlangıcı olan eserlerin şuhûdu ve ef âl tecellisi meczupların son hali olduğu gibi, meczupların baştaki halleri olan Hakk’ın hakikatinin keşfi ve zat tecellisi de seyr ü sülûkun son durağıdır. Fakat bunların halinde eşitlik değil, büyük fark vardır. Zira sâliklerin son durağı olan şuhûd tecellisinde cezbe varsa da bu cezbe birçok mücahedeler, riyazetler ve meşakkatler çekilerek elde edilmiştir. Onların cezbeleri tarikat usullerine uymaya ve nefs mârifetini elde etmeye bağlıdır. Meczupların ilk hallerindeki cezbe ise, hiçbir çalışma yapılmaksızın hâsıl olmuştur.

Meczuplar beşerî hislerden kopmuşlardır. Akılları rabbanî tecellilerle örtüldüğünden şeriat hükümlerinin yükümlülüğü altına girmezler. Cezaî ehliyetleri yoktur. Bunlar için; “Dîvâne-râ kalem nîst” (deli olana kalem yok) derler ki, onların muaf olduklarını ifade eder. Allah katında mazur tutulup affa uğramışlardır.

Sâlikler ilk başta eserleri görürken esma ve sıfatı görmezler. Hâlbuki meczupların eserleri görmesinde esma ve sıfat şuhûdu vardır. Çünkü sâlikler ayık ve kendinde oldukları halde eserleri görürken, meczuplar kendilerinden çıkıp fenâ sarhoşluğuna düştükten sonra eserleri müşahede ederler. Sâlikler seyr ü sülûkta adım adım ilerleyerek yükseldikleri halde, meczuplar ayılıp kendilerine döndükleri beka haline indiklerinde kemale ermiş haldedirler. Sâliklerin maksadı eşyayı Hak Teâlâ için görmektir. Meczupların amacı ise dünya ve ahireti ancak Cenab-ı Hak ile görmektir. İki fırkadan biri yükselirken diğeri inmektedir; bu gidişle bir yerde karşılaşıp buluşurlar. Mesela esma ve sıfat tecellisinde aynı mertebede bulunurlar. Ama sâlik zat tecellisine yükselmekte, meczup eserlerin şuhûduna inmektedir. Aralarındaki fark bu bakımdandır.

Sâlikler irşad edici olarak dine ve müridlere fayda sağlayacakları için meczuplardan üstün sayılırlar. Meczupların mürşid olabilmeleri ise pek nadir görülür. Seyyid Ahmed el-Bedevî bunlardan biridir. Sâliklerin de meczuplar gibi ilim ve mârifetleri Allah vergisidir; amellerinin semeresi değildir. Meczuplar cezbe halinde tarikat makamlarını ve nefs özelliklerini bilmediklerinden irşad edici olamazlar. Sâlikler de zat tecellisine erişmedikçe eksik sayılır ve irşad edemezler. Hidayet kaynağı olan peygamber varisleri ise hem cezbeye nail olmuş, hem sülûku tamamlamış olan peygamber halifeleridir.

Geçip bâb-ı fenadan vâsıl-ı serhadd-i irfan ol

Beka-yı Hak ile istersen olmak kaim ü bâkî

84.    Hikmet

Göğün aydınlığı bu dünyada ortaya çıktığı gibi, kalplerin aydınlığı da ahirette meydana çıkar, kıymeti ancak orada bilinir.

Kadr-i envâr-ı kulûb ü esrar

Bilinir münhasıran ukbâda

Nitekim gökyüzünün envân

Görünür münhasıran dünyada

Ledün ilmi ve maârif denilen kalp nurlarının değeri ancak ahirette ortaya çıktığında anlaşılır. Bu nurlar, dünyada görünen gökyüzündeki ay, güneş, yıldızlar gibi ışıklı cisimlere benzetilmiştir. Tevhid ve mârifet göğünden kalplere ve sırlara yansıyan ledün maârifi ve rabbanî tecellilerin kıymeti ahirette belli olur. Eşyayı aydınlatıp gösteren güneş, ay ve yıldızları ışıkları mülk ve şehadet âlemi olan dünya yurdunda görülür. Bu yüzden her kim gayb, melekût ve ahirete iman edip nefsini terbiye ederek bu nurları kazanırsa, onun aydınlığı sayesinde kabrin karanlığından, kıyametin dehşetinden, sırat ve cehennem korkusundan kurtulacaklardır. “Erkek ve kadın müminleri o gün, nurları önlerinde ve sağlarında olmak üzere koşarken göreceksin/' (Hadid/12) ayetinin müjdesiyle gözleri aydınlanıp sevineceklerdir.

Dünyada sema ışıklarından faydalanamayanlar ancak görme nimetinden mahrum olan âmâlar olduğu gibi, ahirette de kalp ve sır nurlarından pay alamayanlar da “Velâkin göğüslerdeki kalpler körleşir. ” (Hac/20) ayeti anlamınca basiret gözünden mahrum olanlardır.

Anadan dogma gözsüzler kemâ-hî görmez eşyayı

Niyâzı vech-i dildârı ulü’l-ebsar olandan sor

85.    Hikmet

ibadetin mükâfatını dünyada görmek, ibadet edenlerin ahirette amellerinin karşılığını göreceklerinin müjdesidir.

Amiline âcilen bulmak semâr-ı tâati

Acilen ecrin vücûduyla beşârettir heman

Taatin dünyadaki neticeleri iman ve yakîn, dünyayı terk edip ahirete yönelmek, basiret gözünün açılması, Allah’a yakınlık ve kavuşmak zevki, kalbin tatmin bulması ve irfan nuru elde etmektir. Bir hadis-i şerifte: “Kırk gün ihlâsla Cenab-ı Hakk’a ibadet eden müminin kalbinde hikmet pınarları kaynayıp dilinden akar.” buyrulmuştur. Bu müjde ibadetin dünyadaki karşılığı olan mükâfatla ilgilidir. İşte bu mükâfat ahirette göreceği mükâfatın öncüsü sayılmalıdır.

Görür ehl-i hakikat müntehâ-yı emrini bunda

Cihanın çünkü ey dil zahiri unvân-ı bâtındır

86.    Hikmet

Ey mürid, yaptığın ibadete nasıl karşdık bekleyebilirsin? Onu Cenab-ı Hak sana bir sadaka olarak nasip etmiştir. İtilâsına karşdık nasd bir şey isteyebilirsin? İhlâs Cenab-ı Hakk’ın sana bir hediyesidir.

Nasıl ecr ü mükâfat istiyorsun bir amel üzre

Anı etti tasadduk Hak sana ey sâlik-i dânâ

Nasıl ya istiyorsun sıdk u ihlâs üzre de ihsan

Sana ancak anı ol Zü ’l-minen ’dir eyleyen ihdâ

Bir önceki hikmetten, “ibadetin karşılığının dünyada görülmesi, ahirette de mükâfatlanacağına işaret ve beşarettir.” denilmesinde ecir ve mükâfat maksadıyla ibadet etmenin uygun olacağı manası çıkarılabilir. Bu hikmette bunun asla caiz olmayacağı belirtilmektedir.

Karşılık için ibadet etmek kulluk edeplerine aykırıdır. Zira bir insanın bir işten karşılık beklemesi için yaptığı işten bir kimseyi faydalandırması ve kendisinin fayda görmemesi lazımdır. Salih amellerin yararı ise işleyenin kendisinedir. Cenab-ı Hak güzel ameldeki ihlâstan da, neticesinden de fayda görmez. Asinin günah işlemesinden zarar görmediği gibi... Bundan dolayı salih amelinden mü’minin karşılık istemesi ve beklemesi şaşılacak bir şeydir. Üstelik o ameli ve ihlâsı yaratan da Cenab-ı Hak’tır. Kur’an’da: “Sizi ve amellerinizi Allah yarattı.” (Saffât/96) buyrulmaktadır.

“ihlâs” yüksek makam sahiplerine sunulan hediye gibidir ve amelin kabul edilme sebebidir. Bu bakımdan bâtın amellerinin en üstünü sayılır. Fakir ve hor kimselere verilen sadaka gibi olan zahirî ameller ihlâsa dayanmadıkça fayda vermez, ihlâstan “hediye”, zahir amelden “sadaka” diye bahsedilmesi aralarındaki büyük farkı da belli etmektedir.

İmam Vâsıtî Hazretleri: “Taat için karşılık beklemek, Allah’ın lütfunu unutmanın sonucudur.” buyurdu. Ebu’l-Abbas bin Atâullah Hazretlerine; “Cenab-ı Hakk’ın gazabına en yakın haller nedir?” diye sorulduğunda şu cevap alınmıştır: “Nefsi ve nefsin emellerini görmektir. Bundan daha şiddetlisi nefs amelleri için karşılık istemektir.”

Geçtim ecr-i uhrevîden işbu halde Mâhira

Tek beni Rabbim ibâdâtımda mes’uletmesin

93.    Hikmet

Bazı insanların nurları zikirlerinin önüne geçer. Bir kısım insanların da zikirleri nurlarını geçer.

Bir kısmının zikirleri nurlarına eşittir. Bir kısmın da ne zikirleri, ne de nurları vardır ki, bunlardan Allah’a sığınırız.

Eder envârı sebk ezkârını bir fırka uşşakın

Eder ezkârını bir fırkanın da sebk envârı

Diğer bir fırkanın envâr ü ezkârı müsâvîdir

Maazallah bir kavmin de yok envâr ü ezkârı

Nurları zikirlerinin önüne geçenler meczuplardır. Cenab-ı Hak meczupları önce nurlarıyla talep edip cezbesiyle kendilerinden geçirerek meczup kıldığından, bunların zikirleri ve virdleri yoktur. Meczuplar, “Allah dilediğini kendine seçer.” (Şûra/13) ayeti anlamınca Cenab-ı Hakk’a yaklaşıp kavuşmuşlardır.

Zikirleri nurlarının önüne geçenler ise zikir ve riyazetlerle vuslata erenlerdir. Cenab-ı Hak onları şu ayet-i kerime ile övmektedir: “Bizim için mücahede edenleri yolumuza iletiriz. ” (Ankebût/69) Ebu’l-Abbas Mürsî Hazretleri bu hususta şöyle buyurmuştur: “insanlar iki kısımdır: Bir kısmı kerametlerle Allah’ın taatine erer, diğer kısmı taatle kerametlere erişir.” Başlangıcı ibadet olan sâliklerin varacakları yer vuslat, başlangıcı vuslat olan meczupların ulaşacakları da zevk ve hayrettir. Zikirleri nurlarına eşit olan irfan sahipleri hem seyr ü sülûku, hem İlâhî cezbeyi kendilerinde toplamış olanlardır. Zikirlerden ve nurlardan uzak olan heva ehli ise hayvanlık ahırında, tabiat otlağında özelliklerinden ve ruhanî gereklerden mahrum olan şehvet esiri uğursuzlardır. Bunlara benzemekten Cenab-ı Hakk’a sığınmak lazım gelir.

Zikri Hak'tan nûr-ı irfandan nasibi olmayan îbret-efzâ şekl-i insanide bir mahlûktur

94.     Hikmet

Bazı kimseler kalbini Hurlandırmak için, bazıları da kalbini nurlandırdıktan sonra zikrederler. Meczupların nurlarıyla zikirleri eşit olduğundan zikirleriyle de, nurlarıyla da hidayet bulunur.

Zikr edip zâkir olur bir fâni

Müstenir olmak için vicdanı

Dil evvelce olup pür-nur

Ba de zâkir olur bir zekkâr

Şol kemâl ehli ki oldu siyyân

Nûr-ı vicdânı ile zikri heman

Zikridir hâdı-i erbâb-ı dalâl

Nurudur kudve-i ashâb-ı kemal

Sâlikler zikir nuruyla kalplerini aydınlatırlar. Meczuplar ise kalpleri nurlarla aydınlandıktan sonra zikrederler. Sâliklerin zikir ve tevhidleri kalplerine ve dillerine ağırlık verir. Meczuplar için ise bu, nefes almak kadar kolay ve tabiîdir. Sâlikler manevî makamlara mücahede ve riyazetlerle yükselirken meczuplar amel etmeksizin vuslata erişirler. O yüzden sâliklerin makamı meczuplardan üstün sayılmış ve meczupların tarikatının olmaması buna delil gösterilmiştir. Fakat bunun istisnaları görülmüştür. Mesela Seyyid Ahmed Bedevî Hazretleri gibi bazı meczuplar seyr ü sülük etmişler ve tarikatlarından hiçbir zaman çıkmamışlardır. Ancak onlar riyazet ve mücahedelerinde hiç zahmet çekmezler. Bunlarla sâliklerin hali, tayy-ı mekân ederek kolayca bir yere varan keramet sahibiyle, çeşitli vasıtalarla yolculuk ederek meşakkatle yine aynı beldeye ulaşan yolcu gibidir.

Hakikat sahasında bu d u kurba olmadı imkân

Eder bir anda bin âlem temâşa ârif i billâh

95.     Hikmet

Zahirî zikir ancak bâtmî müşahede ve tefekkürden sonra hâsd olur.

Bir sebebden zikr-i zâhir olmadı hâsıl heman

Etti neş'et bâtınen Hakk’ı şuhûd u fikirden

Bu hikmet “zahir batının unvanıdır” sözünü doğrulamak için beyan olunmuştur. Zahirin batının unvanı olması, zahir amellerin ve dil ile zikrin kalp tefekküründen doğması demektir. Kalp vücud ülkesinin hükümdarıdır, bütün azalar ona tâbidir. Kalp Hakk’ın şuhûdu ve tefekkürüyle zevklenmedikçe, azalar ibadet tadını, dil zikir lezzetini bulamaz. Bu yüzden dil, kalbin tercümanıdır demişlerdir. Gerek meczuplar, gerekse sâlikler ilk önce Cenab-ı Hakk’ı müşahede ve tefekkür ile irfan sahibi olup saf bir hale geldikten sonra zikir ve ibadetle dillerini, azalarını süslerler. Ancak meczuplar bu hali daima idrak ettikleri halde, sâlikler beşeriyet katılığının araya girmesi yüzünden bazen idrak edemezler.

Nüfuz eylerse kalbe nûr-ı îman

Cevârihte olur tâat nümâyan

(İman nuru kalbe işlerse, azalarında onun taatı ortaya çıkar, görünür.)

96.     Hikmet

Ey mürid, Hak Teâlâ senden şahitlik etmeni istemeden önce sana tecelli edip şahit oldu. Zahir O’nun ilâh olduğumu bildirdi, batın O’nun birliğini anladı.

Taleb etmezden evvel Hak şehâdet senden ey sâlik

Sana birliğini etti kemâl-i lûtfile işhad

Bu yüzden oldu mâbudiyyetiyle cism ü can nâtık

Dil ü sır oldu vahdâniyetin tahkik ile âbâd

Cenab-ı Hak kullarından ibadet ve taatle kendi azametine şahitlik yapmalarını istemeden evvel, onların kalplerine tevhid ve iman nuruyla tecelli etmiştir. Zikir ve ibadet, zikredilenin ve ibadet edilenin büyüklüğüne şahitlik etmek ve O’nun bir olduğunu söylemektir. Ezelî İlâhî tecellinin eseri olan iman kalpte hükmetmezse vücut azalarında zikir ve ibadet ortaya çıkmaz. İman nuru kalbin süveydasına girip canı ve gönlü aydınlattığında, uzuvlar Allah’ın varlığına delil olan ibadet ve taate girişir, dil birliğini söylemeye başlar. İbadet ve taat devamlı olursa tabiî kesafet gider. Hakikat açılarak tecelli nuru meydana çıkar. Kalp Allah’ın birliğini müşahede eder.

Uzuvların zahirî ibadetle meşgul olması, Hakk’ın ulûhiyetini belirtmesi demek ve buna şahitlik etmektir. Hakk’ın birliğini gerçekleştirmek de şahit göstermektir. Şahit olmak “elest günü”nde mü’min ve ârif ruhların Hakk’ın varlığını ve birliğini açıkça görmeleri, ruhların zat nurlarında yok olarak bu tecelliyle gerçekleşmeleridir. Ruhlar dünyaya geldikten sonra peygamberin haberleri üzerine bu ezelî hakikate, Cenab-ı Hakk’ın Rab olduğuna şahitlik ederler. Bu şahitlik her insanın istidat ve kabiliyetine göre haliyle ve diliyle gerçekleşir.

İman sahiplerinin Allah’ın vahdaniyetine bu his ve şehadet âleminde, peygamberin şahitlik istemelerine uyarak şahitlik etmeleri, ezelde ruhlar âlemindeki şahitliklerinin neticesidir. Şu halde insanın kalbi bakımından zaten şahit olması, cem’ makamının vasfıdır. Cisim olarak şahitliği ise, fark mertebesinin özelliğidir. Bir tarikata girip seyr ü sülük ederek bu iki yönü bir arada gerçekleştirmek lazımdır. O yüzden sûfîler, “Farksız cem’ zındıklık, cem’siz fark şirktir.” dediler.

Cüneyd Bağdadî Hazretleri buyurdu: “Cem’ sâlikin Cenab-ı Hakk’a zevkle yaklaşmasından, fark beşeriyette kaybolmasından ibarettir.”

Vâdi-i vahdet hakikatte makam-ı aşktır

Kim müşahhas olmaz ol vâdide sultandan gedâ

(Vahdet vadisi aslında aşkı makamıdır. Orada padişah kim, dilenci kim belli olmaz.)

97.     Hikmet

Ey mürid, Cenab-ı Hak sana üç türlü keramet ihsan etti. Birincisi kendisini sana zikrettirdi.

Hakk’ın bu bağışı olmasa sen zikir ehli olamazdın. İkinci ikramı, sana ilgisini gösterip zikrettirerek seni halk arasında zakir olarak tanıtmasıdır. Üçüncü ihsanı ise seni zikretmesi ve bu suretle nimetini tamamlamasıdır.

Üç kerâmât ile Mevlâ sana ikrâm etti

îbtidâ kendine zâkir edip in ’âm etti

Olmayaydı eğer olmaz idi ihsân-ı Hüdâ

Cân ü dil zikr-i İlâhîye bi-hakkm mecra

Sâniyen zikr ile kıldı seni meşhûr-ı cihan

Sende isbât ederek nisbetini ol Yezdan

Sâlisen eyleyip "indinde seni hem mezkûr

Nimetin etti tamâmen sana îfâ o Gafûr

Cenab-ı Hakk’ın şükredilmesi gerekli olan üç ikramı vardır ki, övünülecek şeylerin hepsini ihtiva eder. Bunlardan birincisi dil ve kalp ile yapılan zikirdir. Zahir ve batın ibadetlerle Cenab-ı Hakk’ı zikretmek mü’min için büyük bir nimettir. Cenab-ı Hakk’ın bu ihsanı olmasaydı, insan O’nu her an zikretmeye yol bulamazdı. Çünkü insanın yaratılışında acizlik, noksanlık, tembellik ve bıkıp usanma vardır. Cenab-ı Hakk’ın kulunu ibadete muvaffak ederek kalbinde mârifet nuru uyandırması; onu korktuğundan emin etmesi ve umutlarına eriştirmesi demektir. Nitekim Rabiatü’l-Adeviye Hazretleri demiştir ki: “Cenab-ı Hak, hikmet pınarı yaptığı bir kalbi ateşte yakmaz.”

Bir cariye geceleyin yalnız başına secdeye kapanmış şöyle dua ediyordu:

“Yarabbi, bana olan muhabbetin hakkı için beni af ve mağfiret eyle!”

Efendisi bunu duyup dedi ki:

“Bu nasıl duadır? Cenab-ı Hakk’ın seni sevdiğini ne biliyorsun?”

Cariye şu cevabı verdi:

“Eğer Cenab-ı Hak beni sevmeseydi, bu karanlık gecede rahatımı ve uykumu terk ettirir de kulluk secdesine kapandırır mıydı? Dua ve zikrullah etmemi nasip edip hasret ateşiyle yanan kalbimi feyizlendirir miydi?”

Cenab-ı Hakk’ın ikinci büyük nimeti, Allah’ı zikreden kimsenin halk arasında veli ve ârif olarak tanınıp anılmasıdır. Bu şöhret, zikreden kulun Cenab-ı Hakk’a manevî yakınlığının semeresidir. Zira iyilikle anılmak insanın ikinci hayatıdır. Gerçi insan öldüğünde zikri de ölür. Fakat insan-ı kâmil olanlar daima rahmetle anılır; madden değilse de manen yaşamlarını sürdürürler. On beş asırdan beri vefat eden milyonlarca mü’min kabristanın çiçekleridir. Bunların içinde; “Evliyam kubabım altında gizlidir, onları benden başka kimse bilmez. ” hadis-i kudsîsi anlamınca binlerce gönül eri ârif ve vâsıl vardır. Ez-Zahir ismine mazhar olan evliyaların ruhaniyetlerine sığınılır ve manevî yardımlarına başvurulur. Böyle kabri nurlu zatların az sayıda olduklarına bakılırsa, havas kul olarak şöhret bulmanın kolay ele geçen bir nimet olmadığı belli olur.

Üçüncü büyük nimet, zikreden kulun Mevlâ’nın yanında zikredilip övülmesidir. Seyr ü sülûktan maksat bu yüce mertebeye erişmektir. Ankebût suresi 45. ayetinde: "'Allah'ın zikri en büyüktür." buyrulmuştur. Hazreti Mevlâ’nın bir kulunu zikretmesi, o kulun O’nu zikretmesinden elbette üstün ve yüksektir. Çünkü ulu hükümdarın andığı sadık bir köle, kölelerin en üstünü olarak sonsuz bir nimete erişmiş olur. Bu yüzden padişahlar padişahı olan Allah’ın zikrettiği zakir bir kulun ne olması gerektiği bir düşünülsün. İşte bu hususta Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Her kim beni nefsinde zikrederse, onu nefsimde; topluluk içinde zikreylerse ben de onu topluluğundan daha hayırlı bir cemaat içinde zikrederim. " Diğer bir rivayette: "Ben kulumun zannettiği gibi tecelli ederim. Beni zikrettiği vakitte kendisiyle beraberim. Beni nefsinde zikrederse, ben de onu nefsimde; beni cemaat içerisinde zikrederse, ben de onun cemaatinden daha hayırlı bir cemaat içerisinde zikrederim. Bana bir karış yaklaşırsa, ben ona bir arşın yaklaşırım. Bana bir arşın yaklaşırsa, ona bir kulaç yaklaşırım. Eğer bana yürüyerek gelirse, ben ona seğirterek varırım. Yani kulumun ibadetine göre tecelli ederim. "

Peygamber Efendimiz(sas) buyurmuştur: "Müslimler bir mecliste zikrederek otururken melekler onları çevreler, Allah'ın rahmeti onları örter, İlâhî sekînet onların üzerine iner. Cenab-ı Hak da onları kendi katindakiler yanında zikreder. "

Yahya bin Muaz Hazretleri buyururdu: “Ey cahil, ey gafil, eğer kudret kaleminin seni levh-i mahfuza zikredip yazarken cızırtısını duysaydın, zevkinden ve neşenden can verirdin.”

Peygamber Efendimiz(sas), ashab-ı kiramın karilerinden Ubey bin Kâ’b’a(ra):

“Ey Ubey, sana Kur’an okumakla görevlendim!” buyurması üzerine Ubey:

“Ya Resulallah, beni Allah sana andı mı?” diye sormuş, Hazreti Resul:

“Evet, andı!” buyurduktan sonra şu mealdeki ayeti okumuştur: "De ki, bu Allah'ın lütuf ve rahmetidir, bununla ferahlansınlar. ”(Yunus/58)

Ubey Habbetü’l-Bedhî Hazretleri şöyle rivayet etmiştir: “Beyyine suresi indiği vakitte Cebraillas> bu surenin Ubey bin Kâ’b Hazretlerine özellikle okunmasını Hazreti Resulullah’a bildirdi. Peygamber Efendimizin bu İlâhî lütfü Ubey Hazretlerine müjdelemesi üzerine Ubey bin Kâ’b(ra>: ‘Aman ya Resulallah, ben Allah’ın huzurunda anıldım mı?’ diye sordu. ‘Evet!’ cevabı alınca fevkalâde sevindi, gözlerinden sevinç gözyaşları dökerek şükranlarını arz eyledi.”

Şu kim âl-i cenâb-ı Mustafâ 'dır

Semâ-yı himmete necm-i hüdâdır

(Peygamber Efendimizin ehl-i beyti ve yakınları himmet semasında hidayet yıldızlarıdır.)

98.    Hikmet

Bazı ömürler uzun olur ama faydası azdır. Bazı ömürler kısa fakat bereketli olur.

Bâzı ömrün oldu âmâdı vesı imdâdı az

Bâzı ömrün de kalîl âmâdı imdâdı kesir

İnsan ömrünün uzun ve kısa olması aslında çok veya az yaşamakla değil, hayatta kazanılan faydalarla alâkalıdır. Çünkü Cenab-ı Hak’tan gafil olarak ve nefsanî arzularıyla uğraşan bir kimse her ne kadar uzun yaşarsa da hayatını güzel kullanamayıp ömrü süresince güzel hal kazanamadığından, onun ömrü manen kısa ve manevî fayda bakımından az sayılır. Fakat hayat sermayesini boşa harcamayarak eserleri kıyamete kadar kalacak olan güzel ameller, faydalı ilimler ve sadaka-yı câriye gibi genel menfaatlerin sebeplerini tamamlamak ve elde etmek yolunda feda edenin ömrü, fayda çokluğu yüzünden manen uzun olur. Binaenaleyh “Sadaka belâyı durdurur ve ömrü uzatır. ” gibi ömrün artabileceğini belirten hadislerin fayda çokluğuna ve bereketin artmasına dair olduğu anlaşılmıştır. Şu halde insan ömrünün faydaları, zaman ve vakitlerin miktarına bağlı değildir. Ömrü kısa olan bir kimse ondan kat kat fazla yaşamış bir başka kimsenin elde edemediği binlerce faydayı kazanmayı başarır. Arkasında dua edilmesine ve hayırla anılmasına sebep olacak işler yapar, böylece onun ikinci bir hayatı varmış gibi mânen daha uzun yaşamış olur.

Dokuz sene gibi kısa bir süre içinde onca büyük fetihlerle hükümdarlığını süsleyen Yavuz Sultan Selim Hazretleri hakkında allâme Ibn Kemal Paşa’nın söylediği şu beyit bu manayı pek güzel gösterir:

Şems-i asr idi, asrda şemsin

Zilli memdud olur zamanı kasîr

(Döneminin güneşiydi, ikindi güneşinin zamanı kısa olsa da gölgesi uzun olur.)

Ümmetin büyüklerinin hayatları incelenirse, içinde uzun ömürlü olanların pek az olduğu görülür. Mesela, Şeyh-i Ekber Hazretlerinin her biri hakikatler kitaplığı olan eserleri gözden geçirilirse, bu eserlerin ömründe uyku ve rahat yüzü görmeden ve asla durup dinlenmeden yazıldığı düşünülse bile, yine hayatı müddetine sığdırılamaz. Keza Hüccetü’l-İslam İmam Gazali’nin Ihyaul-Ulûm\ı ve İsmail Hakkı Bursevî’nin Ruhu’l-Beyan tefsiri tabiî ömürle yaşamış bir âlimin hayat süresine pek güç sığışabileceği gibi, her birinin 200’ü geçen diğer eserleri için zaman bulunabilmesi pek güçtür. Abdülkâdir Geylani ve Ahmed Rufai, Ebu’l-Hasan Şazelî, Şaban Veli Hazretleri gibi büyük pirlerin irşad eserleriyle bütün İslam âlemini tutmuş olan tarikatlarının bağlılarına insafla bakılsa, her birinin yetmişe yaklaşmayan hayat sürelerine ve hele Nakşibendî tarikatının şubesini kuran Mevlana Halid’in elli iki senelik ömründe on seneden ibaret bulunan irşad zamanına inanılamaz.

Özetle ömürlerin uzunluğu zaman uzunluğuyla değil, fayda ve menfaat çokluğuyladır. Kemal erbabı insan kemalâtının hangi noktasını tamamlamak için gelmişse, bunu gerçekleştirince hakikat âlemine göçüyor. Çünkü faydasız dünyada durmak, hayvan otlağında gün geçirmek gibi abestir.

İlahî vâridat ezelî istidada bağlıdır. Ezelde feyizlere istidatlı olarak yaratılmış olan bir kimse ne kadar az yaşasa da yine kabiliyeti çerçevesinde feyiz alacağından ömrün uzun ve kısa olmasının bu hususta rolü düşünülemez. İnsan için imanın kemali ve irfanın tamamı gibi İlahî yardımlara erişmede ömrün uzun ve kısa olmasının tesiri yoktur. Bu saadet sırf Allah’ın lütfü ve ihsanıdır. İslam ümmetinin ömürleri, geçmiş ümmetlerin ömürlerinden nisbetsizce kısa olduğu halde, hiçbir kavme ihsan olunmamış olan bunca feyizlere ve tevhid-i zat kemaline mazhar olarak “Siz insanlar arasından çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. ” (Âl-i İmran/110) ayetince en üstün ümmet olması bu hikmetin en güzel ve en açık örneğidir.

Ahmed bin Ebi Havari Hazretleri, Ebu Süleyman Hazretlerine: “Uzun ömürlü olduklarından dolayı Benî İsrail’e gıpta ediyorum.” deyince şu cevabı almıştır:

“Ben de seni gıpta etmek için güzel bir sebep buldun da öyle söylüyorsun sandım. Cenab-ı Hak, Muhammed ümmetinin çok yaşaması sebebiyle vücudundaki derilerin kemiklerine sarılmış olmasını ve kuru ağaç gibi arz-ı endam etmesini hiçbir zaman istemez. Bu ümmetten ancak amelde ihlâs ve hüsn-i niyet ister. Kim Allah’ın bu dileğini kısa müddet içinde gerçekleştirirse, binlerce sene yaşamakla elde edilecek feyizlere, fetihlere erişir.”

Eğer bir zâtın olsayâveri Hak

Olur az günde çok hayra muvaffak

99.     Hikmet

Ömrü bereketli olan kimse kısa zaman içinde sözle, yazı ile anlatılamayacak ve hiçbir şekilde işaret olunamayacak ihsanlara ulaşır.

Olursa her kimin ömrü mübârek

Erer az günde çok ihsana bı-şek

Sığışmaz taht-ı tâbire o minnet

Erişmez hem ana remz ü işâret

Ömrün bereketi, insanın salih amellere girişmesi için zamanı ganimet bilecek bir basirete sahip olması; bunu bir onur sayıp buna fırsat ve kolaylık bularak vakti değerlendirme başarısına ulaşmasıdır. Cenab-ı Hakk’ın buna muvaffak ettiği kâmil insan, ömrü ne kadar az olsa da, kaleme ve dile gelmeyecek şekilde yüksek feyizlere, vâridelere erişir. Mesela âbid, bir mücahidin bin ayda elde edemediği mükâfatı bir ayda kazanır. Bu kurtulmuş fırkanın her gecesi Kadir gecesi gibidir. Nail oldukları İlahî tecelli nurlarının her parçası dolunaya benzer.

“Devran olalı devran erbâb-ı safânındır” mısraındaki mana bu âriflerin halini ifade eder. Bu yüzden bazı ârifler: “Arifin her gecesi leyle-i Kadir gibidir.” dediler. Ebu’l-Abbas Mürsî Hazretleri: “Hamdolsun ki, bütün gecelerimiz Kadir gecesi olmuştur.” buyurdu.

işte zamanı uzun ve müddeti çok olmayan ömrün bereketi bundan ibarettir. “Güzel amel ömrü arttırır. ” hadis-i şerifinden anlaşılan mana yukarıda anlatılan berekettir.

100.    Hikmet

Ey talip, mahrumluğun en beteri; meşguliyetlerden kurtulup fırsat bulduğun halde Cenab-ı Hakk’a yönelmemek ve maddî engeller azalmışken O’na doğru gitmemektir.

Şevâgilden teferruğla teveccüh etmemek Hakk’a

Avâik az iken bî-rağbet olmak da ne hizlân ’dır

Bir insanın dünya gaileleri yüzünden ve beşerî ihtiyaçları karşılama meşguliyetleri sebebiyle Cenab-ı Hakk’a yönelememesi elbette mahrumluk ve kayıptır. Ama geçimini temin edecek kadar bir gelire sahip olduğu için artık dünya işleriyle uğraşmak zorunda kalmadığı halde yine Cenab-ı Hakk’a yaklaştıracak amellerden geri durması, kalben Cenab-ı Hakk’a yönelmemesi pek büyük bir hüsrandır. Afiyette olup Cenab-ı Hakk’a seyr ü sülük etmesini güçleştirecek tabiî engeller azalmışken yine Hak rızasını kazanmaya rağbet göstermemesi çok büyük perişanlıktır. Çünkü ‘İnsanları ve cinleri sadece ibadet etsinler diye yarattım. ” (Zâriyât/56) ayetince bu âleme gelmekten asıl maksat ibadet ve mârifettir. Dünya işleriyle imkân ve uygun zaman bulduğu kadar uğraşmalı, asıl amaç olan Allah’la meşgul olmalıdır. Aksi halde sonuç mahrumluk ve hüsran kaçınılmaz olur. Bu yüzden ârifler demişlerdir ki: “Cenab-ı Hakk’a gönlü kırık bir halde yönelmeye devam etmeli, vücut sağlığı beklenmemelidir. Zira bu beklenti bir tür gevşekliğe ve fırsatın kaçmasına sebep olur. Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de: “Gerek hafifi gerekse ağır olarak hep birlikte savaşa çıkın. Genç, yaşlı, binekli, bineksiz, hasta veya sağlıklı herkes savaşa çıksın. Her ne durumda olursanız olun, savaşa mutlaka katılın. Zengin, fakir, zor kolay demeden herkes savaşa iştirak etsin. ” (Tevbe/41) buyurmuştur. Allah’ın kelimesini yükseltmek uğrunda zorluk ve kolaylığa bakmadan ashab-ı kiram ve onların vasıtasıyla bütün mücahede erbabına bu şekilde davranmaları emredilmiştir.

İmam Kuşeyrî Hazretleri şöyle buyurmuştur: “Kalbin dünya işlerinden boş kalması, Cenab-ı Hakk’a yönelmek için büyük bir nimettir. Nefs ve hevaya, şehvet ve dünyaya uyarak nimete şükretmeyen kimsenin kalbini Cenab-ı Hak karıştırır, düşüncelerini perişan eder.”

101.    Hikmet

Tefekkür, kalbin mâsiva meydanlarında dolaşmasıdır.

Tefekkür meyâdîn-i ağyarda

Dilin ser-te-ser seyr ü cevelânıdır

Ağyar meydanları demek Allah’ın yarattıkları ve yaptıklarıdır. Asılları mâsiva olduğundan müellif onları yarışma meydanlarına, kalbi de hızlı koşan bir ata benzetmiş, düşünceleri gezip tozma olarak ifade etmiştir. Bundan anlaşılacak mana; “Aklını kullanacak kavim için şüphesiz deliller vardır.” (Rûm/34) ve “Basiret sahipleri için bunda deliller vardır.” (Al-i İmran/190) ayetleriyle emredilmiş olan yer, gök ve bütün kâinatta düşünceleri dolaştırmak, yaratılmışlarda gizli hakikatleri ortaya çıkararak Hakk’ın cemal ve celal sıfatları hakkında irfan sahibi olmak lüzumudur. Çünkü mevcudat sahasında dolaşan düşünce, bu kudret imalathanesinde bir yaratıcının bulunduğunu gösterir, Hakk’ın varlığını birliğini anlamaya götürür; şüpheden iman yakasını kurtarmaya sebep olur. Buna avam tefekkürü derler. Bir de âbidlerin tefekkürü vardır ki güzel ameller işlemeyi, iyilikler yapmayı, bunlardan elde edilecek sevap ve mükâfatları, günah işlemenin, kötülük yapmanın sebep olacağı azapları düşünmektir. Abidler bu tefekkürle salih amellere rağbet edip kötülük yapmaktan kaçınırlar. Bunlardan başka bir de zahidlerin tefekkürü vardır. Zahidler, dünyanın vehim ve hayalden veyahut yokluk aynasında bir akis ve gölgeden ibaret olduğunu, buradaki sevinçlerin kederlere, sefanın cefaya dönüştüğünü, her nimetinde bir ceza, her kemalinde bir zeval bulunduğunu düşünerek böyle vefasız, kararsız ve geçici bir âleme sevgi duymaz, rağbet etmezler. Toplumdan uzak ve yalnız yaşamayı seçerler. Bunlardan daha üstün bir tefekkür ise âriflerin tefekkürüdür. Ârifler yalnızca nimetleri düşünerek nimet verene ulaşır ve Hak Teâlâ ya şükretme gereğini idrak ederler. Sonsuz şükürleri ve gittikçe artan Allah sevgisi kalplerinin nur üstüne nur olması neticesini doğurur.

Tefekkürün ağyar meydanlarında dolaşmak şeklinde nitelenmesi ve yaratıklar üzerinde tefekkür etmenin öğütlenmesi Allah’ın zatı hakkında tefekkür etmenin caiz ve mümkün olmadığındandır. Zira Allah’ın zatında tefekkür edilemez. Nasıl edilebilsin ki, Allah’ın zatı akla, fikre, vehme ve hayale gelen düşünce ve tasavvurların tümünün hilafınadır. Bu yüzden tefekkür edenler daima İlahî ayetlerde tefekkür ederler ve hakikatini düşünmekten korkarlar.

Peygamberlerin serveti Peygamber Efendimiz(sas) bir gün ashab-ı kiramından bir topluluğa rastladı ve ne yaptıklarını sordu. Onların kâinatın yaratıcısı Hak Teâlâ Hazretlerini tefekkür ettiklerini söylemeleri üzerine ancak Allah’ın mahlûkatında tefekkür edip kâinatın yaratıcısının zatı hakkında düşünmemelerini çünkü Allah’ın hakikatini idrak edemeyeceklerini emrettiler.

idrakten aciz olduğunu anlamak idraktir, Allah’ın zatının sırrından konuşmak şirktir.

102.    Hikmet

Tefekkür kalbin kandilidir. Tefekkür giderse kalbin ışığı söner.

Sirâc-ı kalb ü vicdandır tefekkür

Giderse fikr kalmaz kalb için nur

Gönül İlâhî bir vahdethanedir. Düşünce onun, her şeyin aslını anlamasını sağlayan bir ışık kaynağıdır. İşlerin hakikatleri onunla aydınlığa kavuşup anlaşılır, doğru ve yanlış onunla belli olur. Gönül fikirden geri kalırsa, karanlık ev gibi ışıktan da yoksun olur. Karanlık kalpte ise artık cahillik zulmetinden başka bir şey bulunamaz, bulunsa da görülemez.

Güneş de kandile benzetilmiştir fakat güneş göğün kandilidir. Düşünce ise canı ve gönlü aydınlatan ışıktır. Güneş semaların kandilidir. Düşünce göklerin ve yerin yaratıcısının kandilidir.- Güneş, toprağın ve suyun, düşünce canın ve gönlün kandilidir. Güneş ateşten bir küredir, düşünce nurdur.

İmam Kuşeyrî Hazretleri fikri şöyle târif etmiştir: “Hakikat talibinin sıfatı olup semeresi ilim ve irfan şartıyla Cenab-ı Hakk’a vuslattır.” Şu halde güneş geçim yolunu gösterir, fikir hidayet yolunu ortaya çıkarır. Bu yüzden Cüneyd Bağdadî Hazretleri şöyle buyurmuştur: “Dünyada en yüksek meclislerin en şerefli ve en yüce makamı, tevhid meydanında tefekkür ile oturmaktır.”

Saray-ı lî-meallah gönüldür

Tecellihâne vallah gönüldür

103.    Hikmet

Tefekkür, doğrulayıp inanma ve görüp anlamak üzere iki çeşittir. Birincisi sâliklerin, İkincisi basiret sahiplerinin tefekkürüdür.

Tefekkür mâsivaullahda iki kısm üzre vâki’dir

Birisi fikr-i iman diğeri fikr-i ‘ıyân oldu

Olup evvelki fikr âlemde şân-ı ehl-i istidlâl

İkinci fikr ise erbâb-ı istibsâra şân oldu

Kalbin yaratıklarda gezip dolaşması ve onları düşünerek kendinden geçmesi iki türlüdür. Biri yükselip ilerlemek, diğeri inip alçalmaktır. Yükselip ilerlemek, eserlerle hakiki müessir olan Hak Teâlâ’ya delil bulan siliklerin vasfıdır. Bunların tefekkürleri, tasdik ve imandan dolayı yakînlerini artırmaya ve ilerlemeye yöneliktir. Bu yüzden tasdik ve iman tefekkürüne “terakki düşüncesi” de denilir. İnip alçalmak ise hakiki müessir ile eserlerin varlığına delil bulan şuhûd ve basiret sahiplerinin sıfatıdır. Bu yüksek zümre, alçalmakta olan meczuplardır. Meczupların tefekkürleri de şuhûddan dolayı farkın artmasına ve inmeye dönüktür. Bu bakımdan şuhûd tefekkürüne “alçalma tefekkürü” de denir ve meczuplara mahsustur. Meczupların bazıları daima cezbe halinde olduklarından tefekkür etmedikleri gibi, inişten ve çıkıştan da habersizdirler. Tefekkürün bu iki türü de, Hak ile hak olmaya çalışan irfan sahipleri içindir. Bunların dışındaki avam ise henüz tasdik edip iman tamamlamak için tefekkür ederler. Onlardan terakki ve şuhûd tefekkürü beklenmez.

MÜELLİF HAZRETLERİNİN DOSTLARINA YAZDIKLARI
MEKTUPLARDAN HİKMETLER

*    Her işin başlangıcı, sonunun nasıl geleceğini gösterir. Kimin başlangıcı mücahede ve Cenab-ı Hak'tan yardım isteyerek olursa, nihayeti Allah'a vuslat olur.

Dedi faslu ’l-hitâbı mahmedetle bir kitâbında

Anı yazmış idi İbn Atâ kim bâzı ihvana

Bidâyatı umûrun hep muhakkak

Nihâyâta mecâlî oldu mutlak

Kimin Hak olsa bî-şek ibtidâsı

Olur bezm-i ilâhı müntehâsı

Müellif Atâullah Hazretleri, buraya kadar beyan ettikleri hikmetlere bazı dostlarına yazdığı mektupları da eklemiştir. Bu mektuplar kulaklara küpe edilmeye değer tasavvuf hakikatleri, seyr ü sülük bahisleri, yükseliş ve iniş meseleleri ihtiva etmektedir. Üçüncü şahıs diliyle “dedi” diyerek ifade edilen bu bilgilere Allah’a hamd ve peygambere salâvatla başlanmış, belagatli üslubu hikmetlere ayrı ve çok güzel bir renk vermiştir.

İşlerin başlangıçlarının sonların zuhur mahalli olması, bir müridin son halinin daha başlangıçta açıkça belli olması demektir. Çünkü başlarda ibadet ve riyazetle çaba gösteren bir sâlikin kısa zamanda büyük İlahî fetihlere erişeceği, aksine başlangıçta gevşek ve zayıf davranan bir müridin sonunun feyiz eksikliği ve pişmanlığa varacağı denenmiştir. Bu yüzden mücahede ve bütün ibadetlerini Cenab-ı Hakk’a güven ve bağlılıkla yerine getirip rabbani yardım alarak başlangıçta mârifetullah elde eden sâlikin sonunda vuslata erişmesi muhakkaktır.

*    Meşgul olunması gereken iş, senin severek yerine getirmeye gayret ettiğin güzel amellerdir. Yapılmaması lazım gelen işler ise, Cenab-ı Hakk'a yönelmekten alıkoyan nefs ve şehvet bazlarına uymaktır.

Dahi ikbâle şol amal şayan

Sevip de kendine oldun şitâbân

Şu hal ki oldu araza sezâ-var

Olunmuştur ana karşı Hak îsar

Müellif bu hikmette işlediği amelleri övüp yüz çevirdiği işleri kötüleyerek sâliki Hak yolunda teşvik etmektedir. Güzel bir ameli içten bir sevgiyle, özen ve önemle işlemeye koşan bir sâlike şöyle demektedir: “İşte, uğraşılacak amel, işlemeye koştuğun bu ameldir. Sakın bu ameli küçümseme, bu amelden geri durma! Kaçınılması gereken amel de Cenab-ı Hakk’a yönelmeye tercih ettiğin işlerdir, aman bu işlerden geri dur! Cenab-ı Hakk’a yönelmeyi her işten üstün tut ve tercih et. Zira meşgul olduğun bu ameller Cenab-ı Hakk’a seni ulaştıracak olan güzel hallerdir. Yüz çevirdiğin işler de seni Cenab-ı Hak’tan uzaklaştıracak nefs hazları ve şehvet emelleridir.” Bu sözler elbette sâlikin şevkini bir kat daha artıracaktır. Bu özendirmenin manevî etkisine açık bir örnek olarak Abdullah bin İshak el-Hafıkî’nin şöyle buyurduğunu Ebu Kasım Sakalı nakletmektedir:

“Bir kimsenin duasından faydalandığım kadar hiçbir şeyden faydalanmadım. Hac için Mekke’de bulunduğum sırada bir seher vakti Kâbe’yi tavaf etmek için Harem’e girmiştim. Birden gözüm toprak yalamakta olan bir kişiye ilişti. İçimden bu adam ya riyazet ehlidir yahut aklını yitirmiş diye geçirdikten sonra ona;

‘Yahu, toprak mı yalıyorsun?’ dedim.

Bana hayretle bakıp;

‘Bu yaladığım toprak mıdır?’ diyerek elime bir avuç toprak verdi. Bir de bakınca kavuttan yahut şekerden farkı olmayan, belki onlardan da lezzetli bir şey gördüm. Deli zannettiğim adamın artık bir veli olduğundan şüphem kalmadı. Hemen huzurunda iki dizimin üzerine çökerek bana dua etmesi için yalvardım. Ricamı kırmadı ve bana şöyle dua etti:

‘Cenab-ı Hak sana istediğin hallerin kadrini bildirsin. İstemeyip terk ettiğin şeylerden dolayı sana üzüntü vermesin.”

Bilip ehl-i hakikat nakd-i hâlin kadr-i vicdânın

Teessüf eylemez mâziye istikbâle de im ân

* Cenab-ı Hakk'ın kendisini kulluk yapması için istediğini idrak eden kimse, Cenab-ı Hakk'ı talepte sadık olur. Bütün işlerin Cenab-ı Hakk'ın kudret elinde bulunduğunu bilen kimse, Allah'a tevekkül edip güvenir, kendisini toparlar. Varlık âlemi geçicidir. Elbette yıkılacak, güzelliği kalmayacaktır.

Ederse şüphesiz her kim ki ikan

Eder kendin taleb Hallâk-ı ekvân

Olur bî-iştibâh ol merd-i âşık

Talebde Hazreti Mevlâ’yı sâdık

Bilirse hangi merd-i deşt-i irfan Yed-i kudrettedir bil-cümle ekvân

Eder Hakk’a tevekkül her işinde

Ana dil bağlayıp her gûşişinde

Zarurîdir bu mebnâ-yı ten-i hûb

Olur viran dahi enfâsı meslûb

Cenab-ı Hakk’ın insanı kulluk vazifelerinin ifasıyla istemesi; onu akıl, ilim ve irfanla üstün kılmasıdır. Cenab-ı Hakk’ın bu talebinin sonucu olan mükemmellik ve yükseklik de doğrudan doğruya yine O’na ait olmasındandır. Bunu idrak eden her akıllı insanın artık Cenab-ı Hakk’a sıdk ile yönelerek ibadet etmesi ve Hak rızası için salih amellerde bulunması, nefs hazlarını, beşerî arzuları terk edip şeriat uyarınca davranması, Hak Teâlâ’ya bağlanıp güvenerek bütün işlerinde Allah’a tevekkül etmesi gereklidir. Bütün yaratılmışların Hakk’ın tasarrufu altında bulunduğunu bilen insan, kulluk vazifelerini hakkıyla yerine getirmeye çalışır.

Hakiki iman, şeriat hükmüyle hakikat tavrını birleştirmekle elde edildiğinden, müellif, sâliki vazgeçtiği nefs bazlarından dolayı teselli etmekte, dünya ve içindekilerin ya birtakım felaketler sebebiyle veya sâlikin rastladığı olumsuzluklarla kaybedileceğini bildirmektedir. Bunların geçici olduklarını düşünmesi gerektiğini, aslında bunların yok olduklarının idraki içinde olursa, kendi iradesiyle onlardan vazgeçerken bir üzüntü de duymayacağını belirtmektedir.

* Akıllı insan bu fani dünyadan ziyade baki olan âlemle sevinir. O akıl sahibinin bu seçiminin nuru gönlünde parlar ve yüzünde onun müjdesi açıkça görünür.

Olan âkil hülâsa oldu memnun

Heman bâkî ile fâniden efoun

Dilinde parladı envâr-ı ifan

Yüzünde oldu âsârı nümâyan

Dünya dediğimiz bu ibret hayalhanesi, bölünmez cüzlerin birleşmesinden oluşmuş bir hikmet âlemidir. Bu cüzlerin (parçacıkların) her biri daima değişip dururken ve birleşik cüzlerin her an ve saat birbirinden ayrılıp dağılması mümkün iken dünyanın artık tümüyle sonradan yaratıldığında, geçici olduğunda ve her yaratığın da birbirine bağlı özelliklerle meydana geldiğinde şüphe var mıdır? Dünya mademki sebepler ve müsebbipler zincirine bağlı bir geçicilik yurdudur, elbette bu zincirler olmaksızın ileride bir kudret dairesine dönüşeceği bellidir. Bu kudret dairesi de ukba denilen ahiret yurdudur. Fenâ yani geçicilik dediğimiz şey de aslında sebepler ve müsebbiplerin birbirine düzenli bağlılığının bozulması demektir. Öyleyse sebeplerin müsebbiplerle olan geçici alakası kaybolup kudret kendini gösterecek, ahiret denilen gerçek durum ortaya çıkacaktır. Bu gerçek yurdun bozulmaktan uzak, daimi bir âlem olacağı tabiîdir. O halde akıl sahibi olgun kişi fani cihanla sevinmez, tersine ondan nefret edip yüz çevirir. Çünkü geçicilikle sevinmek de geçicidir. O da sevindiği şey gibi kaybolacaktır. Bu yüzden aklıselim sahibi kimse, ona asla değer vermez.

Akıl ve hikmetin gereği, devamlı olan sevince yönelmektir, daim ve bâki olanla sevinmektir. Sehl bin Tüsterî Hazretleri şöyle buyurmuştur: “Sevinilmemesi gereken hallerle sevinen kimse sonsuz bir üzüntüyü kendine çeker.”

Dünyayı terk eden, ahirete rağbet eden mürid, şüphesiz akıl ve zühd sahibidir. Zühd ve takva da insanın gönlünde ortaya çıkacağından zühd ve irfan nuru önce gönülde parlar. Sonra kabul ve ihlâs müjdesi onun azalarında ve özellikle yüzünde ortaya çıkıp görünür, “zahir bâtının unvanıdır” sırrı açılır. Bu nur ve müjde, zühd makamının gerçekleşmesinin neticesi olmakla birlikte, dünyada zühd ve takva ile vasıflı kişi, ahiret ekinliği ve insanlık kazancının sermayesini de elde etmiş olur. Bunun elde edilmesi elbette bu yönden de sevinç getirir. Fakat daim ve bâki ile daha çok ferahlanıp sevinmek gerekeceğini de müellif ibarede özellikle belirtmiştir.

*    Zühd ve takva sahibi kişi bu geçici dünyaya göz yumup ondan yüz çevirdi, onu ne yurt, ne de mesken tuttu. Tersine mâsiva meydanı olan dünyada himmet atını İlahî vuslat sarayına doğru süratle sürdü. Allah'ın yardımını dileyerek O'na gitti.

Gözün dünyadan etti artık iğmaz

Bakıp nefretle kıldı andan ırâz

Vatan addetmedi ol çayı asla

Dahi ol bî-bekada kılmadı ca

Heman tevcîh-i himmet etti Hakk’a

Bi-avnillah anda gitti Hakk’a

Zühd nurunun kalbinde parlayışı, ihlâs ve kabul müjdesinin yüzünde belirmesi sebebiyle sâlik dünya ve içindekilerden yüz çevireceğinden, artık dünyayı ne zahiren vatan tutar, ne de bâtınen sevip mesken edinir. Himmet atını mâsiva meydanı olan fani cihanda asıl maksadına yöneltip sürer. Kendi ameliyle olmayarak, sırf İlahî yardım sayesinde bu gidişini yani seyr ü sülûkunu tamamlar. Çünkü dünya hakikat erbabına bir imtihan yeridir, orada sabır ve tahammül güzel amellerin sermayesi olduğundan, Allah’ın yardımı ve lütfü olmadıkça huzur zevkine erişilemez. Bu yüzden Ebu Muhammed el-Harirî Hazretleri buyurdu: “Her kim kendi amellerinin her türlü emellerine ulaştıracağını ümit ederse, Hak yolundan sapmış olur. Zira Peygamber Efendimiz: "Sizden hiçbirinizi ameli korktuğundan kurtarmaz. ’ buyurmuştur. Buna göre korkulu bir halden kurtarmayan bir amel, insanı kutsal ümidine nasıl ulaştırabilir? Bu maksada erişmek umudu, ancak Allah’ın lütfuna güvenen zühd sahipleri için vardır.”

*    Dünyaya yüz çevirenlerin azim ve himmet bineği devamlı yol alır. Hiçbir yerde durmaksızın üns sofrasına varıncaya kadar ilerler. Burası mukaddes huzurdur; fütuhat, Hakla buluşma (muvacehe), O'nunla birlikte olma (mücalese), O'nunla konuşma (mükâleme), O'nun cemal nurunu görme (müşahede), O'nun sırlarını inceleme (mütalaa) yeridir. Şu halde yüksek huzur onların kalplerinin yuvasıdır, orada barınıp kalırlar.

Olup imdi semend-i azmi rahvan

Karar etmeksizin seyrinde bir an

Olur tâ müstakarr-ı hazreti kuds

Bisât-ı efruz-ı bezm-i vuslat-ı üns

Fütûhâtın mahallidir o hazret

Teveccüh-gâh-ı âlîdir o hazret

Huzûr-ı Hakk’ın oldu cilvegâhı

Hükümran anda teklîm-i İlâhî

Şuhûd-ı kalb ile meşhûd olur Hak

Zuhur eyler o câ 'da gayb-ı mutlak

Hülâsa işbu cem ’ü ’l-cem *-i mâna

Kulûb-ı vâsılîne oldu me’va

Ana nâzil olup erbâb-ı vuslat

Anı eyler neşîmengâh-ı vahdet

Müellif bu hikmete kadar seyr ü sülük eden sâliklerin neleri gerçekleştirip ne yolda davranarak ve ne gibi vasıflar taşıyarak vuslatın esası olan zühdü nasıl elde edebileceklerini bildirmişti. Bundan sonra bu hikmette azim ve himmet atının nefs meydanlarında ve tabiat ovalarındaki hakikat ülkesi yolculuğu, yani seyr ü sülük ve bunun sonu olan cem’ ve fenâ makamları beyan edilmiştir.

Zühd makamını gerçekleştiren bir sâlikin azim atı bir kere sülük yoluna girerse artık hiçbir yerde durmayarak ve ulaştığı her makamın bir üstüne geçerek nihayet ilahi vahdethaneye ve cem’ ve fenâ âlemine erişinceye kadar beşerî ve manevî mertebeleri deveran etmekten geri kalmaz. Cem’ ve fenâ âleminde mukaddes huzur ve üns sofrasına varmaktan, mükâşefeler ve kerametlerle kabul şerefine erişmekten sâliki saptıracak ve geciktirecek bir hal varsa, o da dünya ve nefs alakalarına bağlanmaktır. Bu engeller bir kere aşıldıktan sonra artık niteliksiz; “Biz ona şah damarından daha yakınız. ” sırrı açılır.

Müellif Hazretleri cem’ ve fenâ âlemine “hazreti kuds” demiş, bu makamın Hak zatının âlemi olması yüzünden münezzehliğini gözeterek onu “üns sofrası” olarak ifade etmiştir. Bir de, her ulu padişahın kıymetli misafirlerine saygı göstermek üzere ziyafet vermesi âdettendir. Bu bakımdan fenâ makamına vasıl olan sâlikler de Rab Teâlâ’nın misafirleri olduğundan onlara da üns ve muhabbet sofrasının açılması seyr-i fillah âlemlerinin kutsal hallerindendir.

Bu kudsî makam başlangıçtır. Aradan perdenin kalkmasıyla sâlik fütuhatın başlangıcı olan bu nur makamlarına erişir. Yüce bir hükümdarın huzuruna kabul edilme şerefine erişen bu sâlike ilk önce “ledün fetihleri” ikram edilir. Bundan sonra bu makamda “müvacehe” yani yüz yüze gelme, muhatap olma tecellisi gerçekleşir. Ondan sonra “mücalese” tecellisi ortaya çıkar. Vâsıl sâlik, ikbal şerefine kavuştuktan sonra Hak ile Hak olarak elde edeceği huzur zevkiyle nur üstüne nur tecellisine mazhar olur. Hükümdarın huzuruna girmek şerefine erişen kimsenin bu teveccüh sayesinde o yüksek mevkide oturabilmek onuruyla da yükseklik ve değer kazandığı gibi... Ondan sonra ilahi maârifin sâlikin kalbine ilham olunması ve sâlikin münacat eylemesiyle bu makam “muhadese” yeri olur. Sonra sâlik beşerî hislerinden sıyrılarak cemali tecellilere boğulur ve “müşahede” gerçekleşir. Bundan sonra fani sâlik gayb ilimlerine, melekût sırlarına ve ceberut nurlarına muttali olur ki, bu suretle özel meclisin mahremi olacağından bu makam “mütalaa” yeri olur.

İşte bu yüce mertebeye erişen sâlik ilahi feyiz ve vâridata mazhar olmakla iman ehlinin rehberi olur. Artık onun himmeti ve azmi işbu ahadiyet huzurudur. Bütün âriflerin meskeni ve yuvası da bu vahdet tecellihanesidir. Bu konuda bundan fazla tafsilat vermek kalemin ve dilin gücü dışındadır. Bu manevî terakkilerin anlaşılıp bilinmesi ancak zevk ve hal ile olur. Söylenmesi ve hakikatinin açılması muhaldir.

* Vâsıl sâliklerfenâ makamının sidre-i müntehasından kulluk gereklerinin semasına veya nefsânî hazların arzına ancak ilahi müsaade ile temkin ve yakîn ruhsatıyla inerler. Bunlar kulluk vazifelerinde edepsizlik ve gaflet etmedikleri gibi nefsânî hazlarına kapılmaz, şehvet ve menfaat arzusu duymazlar. Bu kudsî zümre bu menzillerin her birine Allah'ın yardımıyla, Allah'ın rızasını dileyerek, Allah'ın emrine uyarak ve Allah'ı vesile edinerek girerler.

Semâvât-ı hukûka etseler ger

Veyâ arz-ı huzûza işbu erler

inerler Tanrı ’nın izniyle elhak

Kemâl-i mârifetten sonra ancak

Hukûka bunlar etmez şol haseble

Ne gafletle ne de su-i edeble

Huzûz-ı nefse de etmezler asla

Tarîk-i nefl ü şehvetten hemâna

Girer bunlar bu emre belki billâh

Dahi lillâh minallah ilallâh

Bu hikmette seyr ü sülûkun sonu olan mahv ü fenâ makamına ulaşan sâlikin cem’ü’l-cem âleminin hallerini gerçekleştirdikten sonra fark âlemi denilen beka makamına inmesi ve insanlar arasına karışması ile buradaki davranışları beyan edilmiştir. Kulluk gerekleri; fark ve taayyün âlemindeki halk ve Hakk’a karşı vazifelere dair şeriat hükümleridir. Yükselişteki zorluk yüce semaya benzetilmiştir. Nefsânî hazlar, unsurî mizaçların ve beşerî ihtiyaçların gerektirdiği tabiî hükümlerdir, inişteki kolaylık ise toprağa, yere benzetilmiştir. Kulluk gerekleri göğe, nefsânî hazlar yere benzetilerek sâlikin bunlardan birine inişi, yükseliş seferine karşılık iniş seferi sayılmıştır. Yani yükselişin sonuna vardıktan sonra zaruri olarak iniş başlangıcı olan cem’ makamı, beşer aklının son idrak noktası bulunan sidretü’l-münteha’ya benzer. Sâlikin bu çıkış ve iniş seferi de Peygamberler Sultanı’nın(sas) miracının örneğidir. Yükselme bakımından “sümme denâ” ayet manasını, iniş yönünden “fetedellâ” sırrım belirtir. Bu iki manayı kapsayan cem’ü’l- cem makamının halleri ise “fekâne kabe kavseyni ev edna ” ayetinin sırlarını gösterir. Bu yorum bazı müfessirlerin görüşleridir. Buna göre anlam şöyle ifade edilebilir: “Bundan sonra Cenab-ı Hak, Hazreti Peygamber’e(sas> yakın oldu da hulûl ve ittihattan uzak olarak ona indi ve fazlaca yaklaştı. Öyle ki bu yakınlık iki yay kadar hatta ondan da yakın oldu.”

İlahî yaklaşmada mesafe ve ölçü düşünülemeyeceğinden ayette iki yaydan söz edilmesi Arap hükümdarlarının öteden beri birbiriyle anlaşmak istediklerinde yaylarını meydana çıkarıp onları birbirine birleştirerek her işte müttefik ve birbirlerinin koruyucusu olduklarını gösterip bildirdiklerinden dolayıdır. Tasavvufta yükselme seferine ahadiyet yayı, iniş yolculuğuna vahidiyet yayı denilmesi de bu manaya dayanır.

Ahadiyetin zatla, vahidiyetin sıfatla ilgili olması bakımından Cenab-ı Hak en mükemmel yaratık olan insanı, iç yüzünden zat sırrının ve dış yüzünden sıfat hükmünün mazharı olarak yaratmış ve ruhen yükselme ile istidatlı kılmışken bedenlerini inişle kayıtlamıştır. Hak ile halk bir “lâm” harfiyle, İlahî sıfatların tam mazharı bulunan Ahmed ile Ahad de bir “mim” ile birbirinden ayrılmıştır. “Lâm” Hak’la ilgili lütuf, “mim” ise Ahmed’le ilgili imkân manası taşır.

Ah ad’den Ahmed'in farkı heman bir mim-i imkândır

Bu farkı fark eden fark-ı farık-i sırr-ı Furkan dır

Cenab-ı Hak bize bizden yakın olduğu halde bu yakınlığı bulmak için seyr ü sülûku gerektiren; Cenab-ı Hakk’ın lütfü, yaratılıştaki kesafet, Cenab-ı Hak’taki vücub, ekvan ve insana hükmeden imkândır. Sülûkun bu son mertebesine ilimle, sözle varılamaz. Ancak şuhûd ve hal kuvvetiyle vâkıf olunabilir. Ondan sonra şeriat ve beşerî hazların imkân dairesine iniş ve halk arasına karışmak da, vâsıl olan sâlikin arzusuna değil, Hak Teâlâ’nın müsaadesine bağlıdır.

Cem’ makamındakilerin beka ve fenâsı kendi iradelerine bağlı olsaydı, fark ve bekayı terk ederler, cem’ ve fenâyı seçmeye mecbur olurlardı.

Bayezid Bestamî Hazretleri halka karışıp insanları irşad etmekle görevlendiğinde yani fark ve beka âlemine indirilmesi emredildiğinde büyük bir sayha çekerek feryat etmeye başlamıştı. Bunun üzerine Cenab-ı Hak meleklerine: “Kulum Bayezid’i cem ’ ve vahdet âlemine geri döndürün! Zira o benim ayrılığıma dayanamaz. ” buyurmuştur.

Hüdâyî Hazretlerinin;

Kabe kavseyn z geçip eriş saray-ı vahdete

Sırr-ı ev-ednâ Hüdâyî cümleden a ’lâ imiş

buyurması da bu hikmetten ötürüdür. Çünkü beka âlemi belâ âlemidir. Yalnız Allah’ın izni ve bu âleme iniş, beşerî ve İçtimaî hallere tahammül etmeye yetmez. Onun için bu beka erbabı da kuvvetli mârifet sahibi, insanların eziyetlerine dayanabilecek güçte, temkinli ve kudretli olurlar. Bunlar şeriat gereklerini yerine getirirlerken edep dışına çıkmaz, gaflete düşmez, beşerî hazlara, tabiî meşru hükümlerde şehvete ve menfaate asla yaklaşmazlar. Gördükleri her şeyin gerisinde Cenab-ı Hakk’ı müşahede eder, ne çeşit bir eziyetle karşılaşırlarsa onda bir manevî terbiye veya gizli bir hikmet düşünürler. Nereye gider ve nereye dönerlerse, onda Hakk’ın iradesinin bulunduğunu bilirler. Yaptıkları her iş ibretli ve hikmetlidir.

Özetle bu din önderleri şeriat gereklerini beşerî haz ve nefsanî maksatları için ifa etmezler. Her hallerinde Cenab-ı Hak’tan yardım ve rıza dilerler. İşledikleri işlerin hepsini, Allah’ın iradesi dâhilinde yerine getirmeyi esas tutarlar. Bu suretle esirlikten kulluk yakasını kurtarır, gerçek hürriyetle şeref kazanırlar.

Şikâr-ı dâm hubb-ı mâsivâdır hep benî âdem

Meğerki Hakk’a kullukla ola ol damdan âzad

(İnsanoğlu daima mâsiva sevgisinin tuzağındadır. O bu tuzaktan ancak Hakk’a kul olmakla kurtulur.)

* Ey sâlik, şöyle dua et: Yarabbi, beni huzuruna sadık olduğum halde kabul et ve ondan sadakatle çıkar. Beni huzuruna kabul ettiğin vakitte senin havi ve kuvvetinden başka bir şey görmeyeyim. Halkı irşad vazifesi yüklendiğim vakitte zatına teslim olmuş ve boyun eğmiş olayım. Yardımın bana ve din kardeşlerime olsun, aleyhimdeki başkasına değil. Bana aciz nefsimi görerek yardım eden, beni his ve idrakimden uzak tutan yardımcı ihsan eyle.

Mürîdâ arz-ı hâcât eyle şöyle

Deyip yârabbi evvel sonra söyle

Huzûra sâdıkane koy beni sen

Dahi et sıdk ile ihrâc andan

Ki havlin tâ ki olsun nazragâhım

Beni ettikde seni idhâl ilâhım

Ola tâ inkıyadım da sana hem

Beni kim halka ihrâc ettiğin dem

Benim ’çün kıl ilâhı avn-i kahir

Bana olsun dahi ihvâna nâsır

Aleyhimde benim a dâya asla

Kerem kıl etmesin nusret Hüdâyâ

Nasır olsun şuhûd-ı nefsime tâ

Beni hissimden etsin hem de ifnâ

Müellif, sâlikin Cenab-ı Hakk’a vâsıl olmasıyla fenâ makamındaki cem’ü’l-cem’ sefasını ve Hak ile baki olduğu halde insanları irşad etmekle görevlendirilmesini, fark ve halk âlemine inmesiyle beka makamındaki ibtila durumunu açıkladıktan sonra sâlike nasıl dua etmesinin uygun olacağını gösteriyor. İsrâ suresi 80. ayetinde Cenab-ı Hakk’ın Peygamber Efendimize emrettiği gibi dua etmesini öğütlüyor. Ayette geçen “medhal-i sıdk” yani doğruluk girişi demek, sâlikin mâsivayı görmekten fani olarak Hakk’ın huzuruna girişi demektir.

“Mahrec-i sıdk” yani doğruluk çıkışı da Cenab-ı Hak’la baki olarak insanların irşadı için fark âlemine çıkışıdır. Yani giriş yükselme seferi, çıkış ise iniş yolculuğudur. Giriş ve çıkış sadakati de sâlikin fenâ-fillâh ve beka-billâh makamıyla bütünleşmesinden ibarettir. Bu iki çıkış ve girişin Cenab-ı Hak’tan niyaz edilmesindeki hikmete gelince: Bir sâlikin seyr ü sülûkun sonu olan fenâ makamı ve beka mertebesine ulaşmasını ancak nefsini görmek ve mâsiva ilgisi engeller. Bunlardan sıyrılıp yükselerek, İlâhî kuvveti müşahede eder ve izafetleri keser. Halkla münasebet kurmak için fark ve sahv âlemine geri dönüş yolu olan iniş yolculuğunda Cenab-ı Hakk’a tam teslim olarak beşerî haz ve isteklerden tamamen kopar. Bunu başarmak ise Allah’ın yardımına bağlıdır, insanın cüz’î iradesiyle muvaffakiyet imkânı yoktur. Bu yüzden sâlike amelle ilgisi olmayan bu İlâhî yardım için dua etmesi öğütlenmiştir. Zira imdad-ı rabbanî olmazsa başlangıçtaki sâlik nefsin tehlikesinden kurtulup hevasım, hissini yok edemez. Yolun sonuna gelmiş olan sâlik de Allah yardımı olmadan irşad ve rehberlik vazifesini yapamaz.

Şurası da muhakkaktır ki, İlâhî nusret ezeldeki İlâhî iradeye bağlıdır. Cenab-ı Hak dilemezse sâlikin hiçbir amel, fiil ve harekete gücü yetmez. Yaptığı tüm ameller ef âlullah olup sâlik onların ancak ortaya çıkış vasıtasıdır. Bu İlâhî yardım sayesinde his ve idrak dairesinden fani olmakla beraber zaten bütün ekvan ve mükevvenat esma mazharlarıdır. Bazen cemalî, bazen celâlî sıfatların mağlubu olmasından dolayı artık onda “İki cihanda da Allah’tan başka bir şey yoktur.” sırrı açılır. Şu kadar ki sâlikin kendi aleyhinde yardım edilmesi nefsânî hükümlerin ve tabiî eserlerin üstün olmasındandır. O da başarısızlık ve mahrumiyetten ibarettir. Bu yüzden müellif onu istememiştir.

Yarabbi lisânım heme zikrin olsun

Kalbim ola sun ’-ı ezelinden agâh

Her işte penâh ü istinâdım sensin

Lâ havle velâ kuvvet illâ billâh

* Kalp gözü lütuf ve ihsanında Allah'ın birliğini müşahede ederse de, şeriata göre, nimetlerin ortaya çıkış vasıtaları olan mahlûkata da teşekkür etmek icap eder.

Görürse dîde-i can minnetinde

Hüdâ’yı bî-şerik ol nimetinde

Yine icâb eder şer-i muazzam

Ibâdullâha da şükretmeyi hem

Şeriata bağlı olmayan hakikatin, mârifet neticesine ulaştıramayacağı gibi, hakikatle gerçekleşmeyen şeriatın da vuslata eriştiremediği esasına göre sâlike mârifet yolu gösterilmektedir. Kalp gözü hakiki körlüğün tersi olan basirettir. Basiret, aklî nesneleri görme vasıtası olduğu gibi, hissî olan şeyleri görmek için de bir hakikat dürbünüdür. Her kim bu manevî aleti yoluyla kullanırsa görür ki, hakiki verici (Mu’tî) âlemde yalnız Cenab-ı Hak’tır. Bütün her şey, nimette ve minnette benzersiz bir tanrının lütuf ve ihsanının ortaya çıkmasına vasıtalardan ibarettir. Binaenaleyh onun ilim ve maârif gibi dinî, yiyecek ve içecekler gibi dünyevî nimetleriyle yetişen insan iki vazife ile yükümlüdür. Birinci vazife, hakikat yönüne uyarak gelen nimetle Hak Teâlâ’nın birliğini müşahede etmek, O’nun gerçek veren olduğunu, arada ortaya çıkış vasıtaları olan insanların ise ancak o nimeti ulaştırmaya mecbur olduklarını düşünerek Allah’a hemen hamd ve şükretmektir. Tevhidin hakkı işte budur. İkinci vazife şeriata uyarak lütuf ve nimetin aracı olan cömert insanlara dua etmektir. Lokman suresi 14. ayetinde: “Anana babana şükret”, hadis-i şerifte: “Aza şükretmeyen kimse çoğa da şükretmez. İnsanlara şükretmeyen Allah'a da şükretmez. ” buyrulmuştur. Hazreti Usame’den(ra) rivayet edilen bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmaktadır: “Cenab-ı Hakk’a halkın en fazla şükredenleri, insanlara çok teşekkür edenlerdir. ”

Şükrün lügat anlamı güzel vasıftır. Anlaşılan yaygın manası, bütün azalarım yaratılış amacına uygun olarak kullanmaktır. Tasavvufta şükrün manası ise çok başkadır. Cüneyd Bağdadî Hazretleri demiştir ki: “İnsanın kendini nimete layık görmemesine şükür denir.” Şeyh Şiblî Hazretleri ise: “Şükür nimeti değil, nimet vereni görmektir.” demiştir. İbn Havas Hazretleri şöyle buyurmuştur: “Avam meskene, yiyecek, giyecek, içeceklere şükreder. Havassın şükrü ise kalplere gelen vâridat üzerinedir.” Tasavvuf erbabı demişlerdir ki: “Şükür üç türlüdür. Birincisi İlahî nimeti bilmek, İkincisi Allah’ın yarattıkları üzerinde tefekkür etmek, üçüncüsü dünya işlerinde aşağıya bakmaktır.” Bazı mutasavvıflar da: “Şükrün yolu nimeti bilmek, nimetle ferahlanmak ve nimeti İlahî taatte kullanmaya çalışmaktır.” dediler.

* İnsanlar şükür konusunda üç kısımdır. Birinci kısım, hayvanî his tarafı kuvvetli, basiret gözü kapalı olduğundan nimet ve ihsanı ancak yarattıklarından görüp âlemlerin Rabbini müşahede etmeyen gafillerdir. Onların bu hali inançlarından doğuyorsa açık şirktir;

sebeplere dayanıyorsa gizli şirktir.

Dahi şükr ü senâda cümle insan

Muhakkak oldu üç kısm üzre ey can

Birinci kısmı şol insân-ı gafil

Sönüp nur-ı dili hassas-ı câhil

Görür ihsânı imdi halk Hak’tan

Şuhûdetmez anı Rabbü’l-felak’tan

Bu hâli itikad etmişse bî-şek

Olur şirki anın artık celi pek

Ger esbâba ederse atf-ı ihsân

Anın oldu şu halde şirki pinhân

Tevhidin hakikatini, vasıtaları ve kulları görme bakımından insanlar şükür mevzuunda üç kısımdır. Avam, havas ve ehassü’l-havas. Avamın hayvanî hisleri ruhanî idraklerinden üstündür. Nefsanî heveslerine ve tabiî isteklerine düşkündürler. Basiretleri beşerî ihtiyaçlarla kaplı ve kapalıdır. Bunlar zahir erbabı denilen, dışla ilgili rüsum ehlidir. Bu gafil zümre hayvanî his dairesinden dışarı çıkmayarak tabiat zindanında mahpus kalmışlardır. Eşyanın hakikatini idrak ve müşahedeye yarayan basiret nurundan mahrumdurlar. Bu yüzden bunlar ihsan ve nimeti yalnız yaratıklardan bilir, onlara tapıp onlara güvenirler. Sebeplerin yaratıcısı (Müsebbibü’l- esbab) olan Hak Teâlâ’yı hakiki müessir olarak müşahede edemediklerinden küfran-ı nimette bulunur, Hak’tan uzaklaşırlar. Onların bu gafleti ya inançlarından veya sebeplere güvenmektendir. Eğer inançlarından dolayı gaflet ediyorlarsa yani nimete aracılık eden mahlûkatın gerçek verici olduğuna inanıyorlarsa durumları açık bir kâfirliktir. Çünkü ekvan ve bütün varlıklar Hak Teâlâ nın tasarrufu altındadır. Şu halde yaratıcıyı bırakıp da yaratıklarda hakiki tesir tasavvur edip inanmak açık şirk ve küfür olmaz da ne olur? Eğer avam zümresinin bu hali inançtan ileri gelmeyip sebeplere güvenmekten doğuyorsa, yani gerçek ihsan edicinin Cenab- ı Hak olduğuna inanmakla birlikte gelen nimeti etkileyici sebep olmayarak mahlûkattan biliyorlarsa, “Gerçekte veren Cenab-ı Hak’tır; fakat arada mahlûkat da olmasa sebep; sebep olmazsa müsebbip de olmaz.” kabilinden olarak ihsan ve ita da meydana gelmezdi diye düşünürlerse, mahlûkatı Hak Teâlâ’ya ortak koşmuş olurlar ki, bu da bir şirk-i hafidir. Şirk-i hafi (gizli şirk) insanı iman hakikatlerinden çıkarır. Kötü sonuca götürür, imanı tehlikeye sokar.

Mülkünde Hüdâ ‘keyfe yeşâ’ etmede tedbir

Olma ana mahlûkunu teşrik ile müşrik

(Cenab-ı Hak âlemde dilediği gibi hükmeder. O’nun yarattıklarını O’na ortak koşarak müşrik olma.)

* İkincisi Cenab-ı Hakk'ı müşahede ederek, halkı görmekten geçen Müsebbibü'l-esbabı şuhûdla, vasıta ve sebeplerden fani olan hakikat sahibidir. O hakikate yönelerek kulluk eden, hakikatin parıltısı kendinde açıkça görünen tarikat bağlısıdır. Yolun sonuna varmış, nurlara gark olmuştur. Sekri sahvından üstündür. Cemi fazlına, fenâsı bekasına, gaybeti huzuruna galip gelmiştir.

ikinci kısmı şol sâhib-hakîkat

Şuhûd-ı Hakla halktan ettigaybet

Şuhud-ı Hâliku ’l-esbâb ile hem

Fenâ buldu sebeblerden demâdem

Odur abd-i teveccühgâh-ı Hazret

Tecellîgâh-ı envâr-ı hakikat

Tarik-i Hakk’a sâlik merd-i kâmil

Muhakkak gayet-i esrâra vâsıl

Fakat müstagrak-ı envârdır ol

Sivâdan katı u ’l-enzârdır ol

Olup sahv üzre galib sekr ü şevki

Dahi fark üzre galib cem ’ ü zevki

Bekası üzre galib mahv u hayret

Huzûru üzre de müstevli gaybet

Bu hikmette geçen hakikat eri havastan örnek bir zattır. Havas şükür ve sena mevzuunda üç kısma ayrılır. Bunlar Cenab-ı Hakk’ı müşahede ile halkı görmekten gaib ve artık mahlûkatla ilgilenmez olmuşlar; sebeplerin yaratıcısı Hak Teâlâ’yı şuhûdları vesilesiyle vasıta ve sebeplerden kesilmişlerdir. Mâsivada tesir ve fiil görmez ve düşünmezler. Daima Cenab-ı Hak’la adeta yüz yüze (müvacehe) bulundukları için hakikat nurları bunlar üzerinde tecelli eder. Onlar asıl büyük maksat olan vuslat yolunun yolcuları, yani tarikat silikleridir.

Havas zümresi her ne kadar gafil zümresine göre çok yüksek derecede iseler de ehassü’l-havassa nisbetle yine noksan sayılmışlardır. Zira bunlar tevhid denizinde boğulmakla vasıta ve eserleri görmediklerinden sekrleri sahvlarına galiptir. Cem’leri (yalnız Hakk’ı şuhûdları) farklarından yani Hak ile beraber cem’ makamında halkı görmelerinden üstündür. Fenâları (Hak varlığında yok olmaları), bekaları (fenâ makamında halkı idrakleri) üzerine galiptir. Yine gaybetleri (halkın hallerini görmemeleri), halkla birlikte olmalarından daha baskındır.

Ehassü’l-havas ise bu zikredilen sülük mertebelerinin her iki tarafına eşit olarak sahiptirler ve bu yüzden de havastan üstündürler.

Hüdâ mâ-dâme kim mevsûfı evsafı kemâl oldu

Ana her kim karîb olmuş ise elbette kâmildir

* Üçüncüsü o hakikat sahibinden daha üstün ve mükemmeldir. Tevhid şarabını içtikçe ayıklığı, ağyarı görmekten uzaklaştıkça huzuru artar. Hak müşahedesi onun halkı görmesine engel olmadığı gibi, halkı görmek de Hak şuhûdunu perdelemez. Ne Hak varlığında tükenmek halkı idrak etmekten ayırır, ne de halkı idrak etmek Hak varlığında fani olmasını engeller. Her şeyin hakkını yerine getirir, her pay sahibinin nasibini verir.

îkinci kısmdan olmuştur ekmel

Üçüncü kısm şol abd-i mükemmel

Ki nuş ettikçe sahbâ-yı tevâcüd

Eder huşyârıi vü sahvı tezâyüd

Sivâdan gaib oldukça bu âdem

Huzuru izdiyâd eyler demâdem

Ne cem ’/ hâl-i farktan oldu hâcib

Ne farkı cem "ini de oldu sâlib

Bekasında hicâb olmaz fenâsı

Fenâsından değil mânı bekası

Eder her hissedâra kıstın ıtâ

Dahi her müstahakka hakkın ifâ

Üçüncü kısımdan ehassü’l-havas sekr ve sahvı, cem’ ve farkı, fenâ ve bekayı, gaybet ve huzuru kendisinde toplayarak en mükemmel makama erişmiş, peygamberlerin ilmine varis ve halifelik sırrına sahip olmuştur. Bunlar hakikat ve vahdet şarabını içtikçe ayılır, ağyar görmekten göz yumdukça huzur zevkini tadarlar. Hak huzuru bunları halkı görmekten alıkoymadığı gibi, halkı görmeleri de Hak müşahedelerine engel olmaz.

Hak’ta fani olmaları halk ile baki olmalarına, halkla bekaları Hak’tan fani olmalarını engellemez. Bunlar Hak yolunun bütün hallerine malik olmuş, hakikat makamlarına ulaşmış olduklarından hem yaratılmışların, hem yaratıcının hak ve vazifelerini yerine getirir, hem de bütün mertebelerin haklarını verirler. Hakk’a şükredicilerdir. Halka karışmakla Hak Teâlâ’dan gaflet etmezler. Ihlâsla zikir ve tefekkür ederler. Bu yüksek vasıflar, vicdan ve görüş genişliğinin, tam irfan ve basiretin gereğidir. Bu fevkalade vasıflara sahip olan sıddıklık makamına ermiştir. Bu yüzden müellif sıddıkların piri, Peygamber Efendimizin mağara arkadaşı Ebubekir Hazretlerini'”’ örnek vererek aşağıdaki hikmeti beyan etmektedir:

Yegâne sâhib-i Nûr-ı Hüdâ sıddık-ı a ’zamdır Bu unvânı ona ihsân eden Hallâk-ı âlemdir

* Hazreti Ebubekir Sıddık'ra) mü'minlerin annesi Hazreti Aişe'ye yapılan iftiradan beraatını belirten ayet indiğinde kızına dedi ki: "Ey Aişe, Resulullah'a teşekkür et!" Hazreti Aişe şöyle cevap verdi: "Vallahi, Allah'tan başkasına şükretmem." Hazreti Ebubekir(ra) kızına Hak ile birlikte halkı görmeyi ve eserlerin ispatını gerektiren en yüksek makam olan beka makamını göstermişti. Nitekim Hak Teâlâ kendisine ve ebeveynine şükretmeyi emretmiş ve; "Bana ve anana babana şükret!" (Lokman/14) buyurmuştur. Hadis-i şerifte de: "İnsanlara şükretmeyen Allah'a da şükretmez." buyrulmuştur. Hazreti Aişe<ra) validemiz o sırada beşeriyet hükmünden çıkmış bulunuyordu, hislerinden kesilmiş olup Vahidü'l- Kahhar'dan başka bir şey görmüyordu.

Dedi Sıddık-ı azam hayr-ı ümmet

Kızı Sıddıkaya ber-vefk-i hikmet

Gelince ifk-i vâkiden berâat

Fem-ipeygamber üzre âyet âyet

Resululllah"aya Sıddıka şükür et

Bu tenzihe sebebdir çünki fikr-i âyet

Dedi vallâhi ben âlemde ser-pâ Hüdâ dan gayriye şükretmem asla Anı etmiş idi ol hayr-ı ümmet Makam-ı ekmeFe sevk ü delâlet

O âlî mertebe cây-ı bekadır O câda halkı ruyet muktezâdır Kitâbmda buyurdu öyle Mevlâ Bana hem vâlideyne şükrü ifâ

Buyurdu hem resûl-i sidre-pâye

Kim etmez halka şükr etmez Hûda ya

O demde hâlbuki olpâk-dâmen

Tecerrüd eylemişti mâsivadan

Anın ’çün görmedi âlemde mevcud

Ana oldu heman Allah meşhûd

Sıddık-ı A’zam, Peygamber Efendimizin halifesi, ashabın üstünü, hulefa-i râşidin hazretlerinin birincisi, öncekilerin ve sonrakilerin öncüsü Hazreti Ebubekir’dir. Asıl adı Abdullah, babasının adı Ebu Kuhafe olup ilk oğlu Bekir’e izafetle Ebubekir künyesiyle anılır. Daha dünyada iken cennetle müjdelenen (aşere-i mübeşşere) on sahabedendir. Resulullah’a(sas) hür kimselerden ilk iman getiren, Sıddık unvanıyla süslenen, elli bin dinara yakın servetini Islâm’ın güçlenmesi ve Resul sevgisi için feda edip yamalı elbise giydiğinden “Zül-hilal” lakabıyla anılan odur.

Peygamberlerin Sultanı Efendimizin vefatlarına yakın hastalıkları sırasında on yedi vakit namazda imametle vekil olma şerefi bahşedilerek de ümmet içinde üstünlük sahibi olmuştur. Peygamber Efendimizin Medine’ye hicretlerinde yoldaş olma şerefi kazanmış, “Üzülme, çünkü Allah bizimledir. ” (Tevbe/40) ayetinin sırrına mazhar olmuştur. Peygamber Efendimizin ahirete gidişlerinde bütün sahabeler ayrılık ateşiyle perişan oldukları, hatta Efendimizin vefatlarına inanamadıkları bir sırada sıddıkıyetli bir temkinle minbere çıkarak can yakıcı vefatı ilan etmiş, gerek Fahr-i Cihan’ın, gerek her canlının ölümü tadacaklarını haber veren “Muhammedyalnızca bir resuldür, ondan önce de resuller gelip geçtiler. Öyleyse o ölür veya öldürülürse gerisin geriye eski halinize mi döneceksiniz?” (Al-i Imran/144) ve “Şüphesiz sen ölümü tadacaksın ve şüphesiz onlar da ölüp gidecek. ” (Zümer/30) ayetlerini okuyarak karışık zihinleri düzeltmiştir. Müslümanların kamu işlerinin dayanağı olan halifeliği kurmuş, ashabın kendisine bağlanmalarıyla namını Peygamberlerin Efendisinin Halifesi diye tescil edip süslemiştir. Halifeliğinin başlangıcında Arabistan yarımadasında dininden dönmüş olan kabileler üzerine pek az bir askerle kılıç çekip yürüyerek onları akıllara hayret veren bir şekilde yeniden İslam dairesine sokmuştur. Ashabın ellerinde parça parça dağınık bir halde bulunan Kur’an yazmalarını toplayıp mushaf şeklinde yazdırmıştır. Dinin yenileyicisi olarak tam bir adaletle iki sene üç ay halifelik yaptıktan sonra altmış üç yaşında ahirete göçmüş, son sözü de: “Yarabbi, benim canımı, Müslüman olarak al ve beni iyiler arasına kat. ” (Yusuf/101) olmuştur.

Hazreti Sıddık’ın vicdanı İlâhî müşahedelerle her an nurlanmaktaydı. Bu ilahı müşahede işlerin görülmesine ve halkın arasına karışmasına engel olmayarak halifelik görevini yapıyor; Hakk’a da, halka da şükür ve hizmet ediyordu, iftiradan kurtulduğu, tertemiz olduğu müjdelenen Hazreti Aişe’ye<ra> bu beka makamı gereğince, buna aracı olan Peygamber Efendimize teşekkür etmesini söylemişti. Hazreti Aişe(ra) ise o vakitte cem’ ve fenâ makamında bulunuyordu. Bu makam gereğince de Cenab-ı Hak’tan başka bir şey görmüyordu. O yüzden yalnızca Cenab-ı Hakk’a şükrediyordu. Bununla birlikte bu makamdan yükselip beka makamına erişmiş olduğu şu hadis-i şeriften anlaşılır: “Dininizin üçte birini Hazreti Aişeden öğreniniz. ”

Hicretten sekiz ay sonra Peygamber Efendimizle evlenmiş olan Hazreti Aişe(ra), Hazreti Haticetü’1-Kübra(ra) validemizden sonra nasihat, belagat, ilim ve faziletçe mü’minlerin analarının en üstünüydü, Fahr-i Alem Efendimizin(sas) çok sevdiği, gözünün bebeğiydi. Zaten hakkında buyrulan yukarıdaki hadis-i şerif gereğince hayatı süresince dini sorunların çözümlenmesi için hep kendisine danışılmıştır. Muaviye’nin halifeliği sırasında Medine’de ahirete göçmüştür.

Uğradığı iftirada, iftiraya uğrayan ümmet için teselli bulmak gibi gizli rahmanı bir hikmet olmasa, bu iftiranın ortaya çıkması şöyle dursun, vehme ve hayale bile sığmaz hallerden olduğuna şüphe edilemezdi. Çünkü başkasına yaklaştığını varsaymak değil, hatta yabancıların dilinden bunu söze getirmek bile Nûr suresi 16. ayetince Cenab-ı Hakk’ın azarına uğratır.

Bir resul ki şanının yüksekliğini herkese göstermek için üzerine sinek bile konmazdı. Ümmetin düşkünlerine bir saadet hüması olduğunda şüphe bulunmayan gölgesi yere düşmezdi. Toprağı insanların ve cinlerin gözüne sürme olan kudsî nalınlarına bulaşmış en ufak bir pisliğin temizlenmesi için derhal Hazreti Cebrail inerdi. Kendilerinden sonra temiz zevcelerinin bir başkası tarafından nikâhlanması yasaklandığı gibi, kendilerine ve ailesine insan elinden sadaka almak da men edilmişti. Atalarından, analarından hiçbirinde kötülük vukua gelmemiş, soyları hep sahih nikâhla devam edegelmişti. Bu gibi yüksek özelliklerle peygamberlik meydanında tanınan Resul-i Ekrem’in hareminin goncası bulunan cisimlenmiş bir nura iftira atmaya cesaret etmek kadar âlemde bir kötülük tasavvur olunur mu? Bu iftira ashab-ı kiramın gönüllerini bu bakımdan fevkalade yaralamıştı.-

Bizzat bulundukları gazalarda, ezvâc-ı tahirattan bazıları Peygamber Efendimizin beraberinde gelirdi. Mürsiye gazvesi de denilen Benî Mustalik kabilesine karşı yapılan gazvede Hazreti Aişe(ra) validemiz beraberce getirilmişti. Gazadan sonra Peygamber Efendimizin(sas) ordusuyla dönüşleri sırasında Medine’ye yakın bir yerde mola verildikten sonra tekrar hareket edilmişti. Bu sırada Hazreti Aişe<ra> validemiz de abdest tazelemek üzere çadırından çıkıp gözlerden ırak olmak için uzağa gitmiş ve orada akikten yapılma bir gerdanlığını düşürmüştü. Döndükten sonra farkına varıp onu bulmak için abdest tazelediği yere tekrar gittiği sırada ise ordu hareket etmiş, kendisini “hevdec” denilen deve üstündeki örtülü “mahfe”si içinde olduğunu sanan hizmetçiler deveyi çekip götürmüştü. Hazreti Aişe(ra) validemiz gerdanlığını bularak döndüğünde ordunun hareket ettiğini görüp üzüntü ve şaşkınlık içinde kalmıştı. Ordunun daima gerisinde bulunarak geride kalan askerleri sevk etmek vazifesi gören ve “Ben ondan hayırdan başka bir şey bilmedim. ” hadis-i şerifiyle övülen kahraman sahabilerden Safvan bin Muattal el-Zekvanî(ra) orduyu denetlediği sırada mü’minlerin anası hazretlerini orada görmüş ve derhal devesini çöktürüp büyük bir saygıyla bindirerek orduya yetiştirmişti. Bunun üzerine münafıkların başı Abdullah ibn Selûl bu olayı fırsat bilerek cibilliyeti gereği o temizlik zirvesi nuruna iftira dilini uzatmaya cesaret etti ve münafıklar da buna uydu. İslam şairlerinden Hassan bin Sabit ve Bedir ashabından Mistah bin Esase gibi bazı saf kişiler de bu konuda dedikoduya karışınca Peygamber Efendimizin ilâhı gaybların haznesi olan gönüllerinde kırıklık eserleri görülmeye başladı. Medine’ye varıldığında hasta olan Hazreti Aişe(ra) validemiz ise öteden beri mazhar olageldiği iltifatlarından mahrum kalınca hastalığı ağırlaştı, iftira dedikoduları kulağına gelince üzüntüsü şiddetlendi ve babasının evine dönmek mecburiyeti hissetti. Bu korkunç hadiseyi öğrenen ebeveyni üzüntüler içinde baş başa vererek gözyaşı dökmekteydi. Gönül tırmalayan bu olay dolayısıyla fevkalade hüzünlenen Peygamber Efendimiz ise ashabından ve Hazreti Aişe(ra> validemizin hizmetçilerinden meseleyi derinlemesine soruşturmuşlar, asılsız olduğunun anlaşılmasından ve bu hususta bir vahiy gelmemiş olmasından ötürü üzüntüleri bir parça azalmıştı. Hazreti Aişe(ra> validemizi ebeveyninin evinde ziyaret edip hatırını sorduktan sonra buyurdular: “Ya Aişe, gerçi hakkında çıkan dedikodudan uzak ve temiz isen de bunu İlâhî vahyin müjdelemesi için Cenab-ı Hakk’a başvur ve günahlarına tövbe ve istiğfar et!”

Hazreti Aişe(ra> şu yolda cevap verdi: “Ya Resulallah, bu hususta masum olduğum Hak Teâlâ’ya malum ve benim bir iftiradan temize çıkmam da rabbani yardıma bağlıdır. Hazreti Yakub’un dediği gibi: Artık bana düşen güzelce sabretmektir. Bu anlattığınız haksızlığa karşı bana dayanma gücü bahşetmesi için kendisine yönelebileceğim yegâne hâmi Allah ’tır. ’ (Yusuf/18) diyerek Cenab-ı Hakk’a halimi arz etmekten başka çare kalmadı.”

Bu etkileyici ifade gerek babası Sıddık-ı A’zam’da gerek annesinde derin bir teessür meydana getirerek evlerini bir matem evine döndürdü. Bunun üzerinden pek az bir vakit sonra Hazreti Peygamber’in(sas) mübarek yüzünde ilahi vahiy işaretleri peyda oldu. Hemen üzerleri örtüldü. Peygamber Efendimiz(sas) Hakk’ın tecellisi ile baş başa kaldıktan sonra tebessümle yüzleri ışıldayarak başlarını kaldırdılar ve buyurdular: “Ya Aişe, sana müjdeler olsun. Cenab-ı Hak iftiradan beraatini vahyetti ve işte şu mealdeki ayetleri indirdi: Başkalarını yalan yere iffetsizlikle suçlayanlar içinizden bir güruhtur. Fakat siz bu haksız suçlamaya maruz kalanlar, bunu kendiniz için kötü bir şey sanmayın, tersine bu sizin için hayırdır. ’ (Nûr/11) “Kötü kadınlar kötü erkeklere, kötü erkekler kötü kadınlara; namuslu kadınlar namuslu erkeklere, namuslu erkekler namuslu kadınlara yaraşır. Bunlar (namuslular), onların dediklerinden çok uzaktırlar. Kendilerine bir bağışlanma ve değerli bir rızık vardır. ” (Nûr/26)

Müjde üzerine Ebubekir Efendimiz büyük sevinçle muhterem kızının alnından öperek tebrik etti ve kendisine müjde veren Resulullah’ın mübarek ellerinden öpmesini, şükranlarını sunmasını istedi. Fakat Aişe validemiz henüz fark âleminde değildi, Cenab-ı Hak’tan başka bir şey müşahede etmiyordu. Bu yüzden: “Hayır, vallahi ben Cenab-ı Hak’tan başka kimseye teşekkürlerimi arz etmem.” cevabını verdi. Bundan sonra Peygamber Efendimiz(sas) mescidlerine gidip inen Kur’an ayetlerini ashabına okudu. Açıkladığı hakikatle mü’minlerin kalplerine gelen şüphe kirini giderdi, iftira dedikodularını çıkaran dört kişiye gereken şeriat cezasının uygulanmasını emrettiler. Birinci ayette, iman sahibi olduğu halde iftiraya cüret eden Abdullah bin Ubey, Zeyd bin Rifaa, Hassan bin Sabit, Mistah bin Esase ve Hamme binti Cahş gibi saf akıllıların iftiralarının sırf kötülük olmadığı, belki günahların kefaretine, derecelerin yükselmesine sebep olduğundan iyilik olduğu belirtildi.- İkinci ayetle de “Fena sözler kötü adamlara, kötü adamlar da fena sözlere yaraşır. İyi sözler iyi adamlara, iyi adamlar da iyi sözlere layıktır. ” buyrularak Hazreti Peygamber ile Hazreti Aişe ve Hazreti Safvan’ın atılan iftiradan uzak ve temiz oldukları bildirildi.

Safvan(ra) temiz ahlâkı ilâhı vahiy ile tescil edilmiş olan büyük sahabilerdendir. Peygamber Efendimizin şairi Hassan’ı bu iftirada münafıklara uyduğu için kılıçla yaralayarak: “Ben şair değilim; şiirle kötülendiğimde sözle değil kılıçla karşılık veririm.” demişti. Hassan(ra) Safvan’ı Peygamber Efendimize şikâyet etmiş, Efendimiz de aralarını bulup barıştırmışlardır. Hazreti Safvan(ra) Hazreti Ömer’in(ra) halifeliği sırasında Hicri 17. tarihinde Ermeniyye savaşlarında şehit olmuş, Samsat’ta (Adıyaman) defnedilmiştir.

* Hak müşahedesiyle meydana gelen sonsuz sevinç, Hak mârifeti derecesine göre olur. Hiç kimse Peygamber Efendimiz kadar Hak mârifetine sahip olmadığından onun sevindiği gibi kimse sevinç duyamaz.

Şüphesiz şol kurretü ’l-ayn-ı şuhûd

Hakk’a irfana göre buldu vücud

Hakk’ı Peygamber gibi imedi hemîn

Bilmedi dünyâda bir kimse yakîn

Bu sebepten etmedi hiçbir sürür

Kurretü ’l-ayn-ı Resul-âsâ zuhur

Bu hikmet ve sonraki hikmetler şu mealdeki hadis-i şerife dair sorulan sorulara cevap mahiyetindedir: “Bana dünyanızdan güzel kokulu şey ile kadınlar, Allah tarafından sevdirildi. Benim gözümün aydınlığı namazda oldu. ”

Qwl aydınlığı ferah ve sevinç olduğuna göre Peygamber Efendimiz: “Benim en büyük sevincim Cenab-ı Hakk’ı müşahede yeri olan namazdadır. ” buyuruyorlar. Güzel koku mukaddes ruhları, nuranî cisimleri celb edici ve maddî pislikleri giderici olduğundan, Peygamber Efendimiz de daima ruhu’l-kuds olan Cebrail(as) ile birlikte ve ruhanî sırların mahremi bulunduğundan, güzel koku kendilerinin sevdiği şeylerdendir. Kadınlara muhabbet etmesi ise akıl ve hikmet bakımından İnsanî kemalâttan sayılan tabiî erkeklik kuvvetine manevî kutsal kuvvet de eklendiğinden, yaratılış sırrı özelliklerinde de fevkalade güçlü olmalarından dolayıdır. Göz aydınlığının namazda meydana gelmesi ise namazın İlahî müşahedeye tecelli yeri olmasındandır. Bu husustaki hadis-i şerifler gereğince namazın mü’minlerin miracı olduğu ve kulun rabbine fevkalade yakın olduğu ibadetin namaz olduğu düşünülürse, her mü’minin en fazla namazda zevk ve sevinç duyacağı ortaya çıkar. Namazdaki göz aydınlığının yalnız Peygamber Efendimize mahsus bulunmaz. Namazdaki göz aydınlığı Hak müşahedesinden meydana gelir. Müşahede Hak mârifetine göre değişik olur. Hak mârifeti nefs kuruntularının, şeytan vesveselerinin giderilmesiyle huşûnun devamıyla ele girer. Peygamber Efendimizin Cenab-ı Hakk’a şuhûd ve mârifeti herkesten fazla olduğundan, onun göz aydınlığı başkalarınınkinden daha büyük ve üstündür.

Düşüncelere dalarak namaz kılanlarda kalp huzuru çok eksik olur. Kendilerini toparlamadan, kalp huzurunu bulamadan namazlarını bitirenlerin durumu düşünülmeli, bu hususa azamî dikkat gösterilmelidir.

Kıble-i mânâyı fehm eylemeyen kec-revler

Sehv ile secde edip ecr-i azîm isterler

* Biz Resulullah'ın göz aydınlığının, mabudunu müşahede sebebiyle, ancak namazda olduğunu söyledik. Çünkü hadis-i şerifte “Göz aydınlığım namazdadır." buyrulmuş, "namazladır" denmemiştir. Çünkü Resulullah'ın gözleri başka bir şeyle değil, ancak Rabbinin müşahedesiyle aydın olur. Bir başka hadis-i şerifte bu makamı gösterip “Cenab-ı Hakk'ı görüyormuş gibi ibadet et!" diye başkalarına da emretmişlerdir. Peygamber Efendimizin Cenab-ı Hakk'ı görüp de onunla birlikte başka bir şey görmesi imkânsızdır.

Biz dedik ki kurretü İ-ayn-ı Resul

Buldu rüyetle namazında, husûl

Çün işâret kendisi etti buna

“Fissalât” kavli ile Mustafa

“Bissalât” demedi çün ol Beşîr

Kim gözü olmaz sivâ ile karır

Hiç olur mu gayr ile mesrur u şâd

Ol karırü ’l-ayn vasl-ı Rabb-i hâd

Kendi oldu bu makama çün delil

Gayra verdi hem dahi emr-i çelil

Kim ibâdet et buyurdu ol nebi

Hazreti Hakk'ı şuhûd eyler gibi

Hakk'ı eylerken şuhûd olpür-kemal

Mâsivâyı eylemek ruyet muhal

Peygamber Efendimizin göz aydınlığının sebebinin yalnızca namaz olmadığı hadis-i şerifteki “namazda” ifadesinden anlaşılmaktadır, zira “namazla” buyrulmamıştır. Peygamber Efendimizin göz aydınlığı namazın kendisi değil, namazın edası sırasında Hak Teâlâ yı müşahede eylemesidir. Bu yüzden ümmetine de Hakk’ı görürcesine ibadet etmeyi emretmişlerdir. Hakk’ı görmekte iken mâsivâyı da görmek, güneşin doğuşuyla birlikte yıldızları görmek gibi imkânsızdır. Çünkü yaratılmış şeyler, ilahi nurun tecellisi ortaya çıkınca gözden kaybolurlar.

Cebrail(as) bir gün insan kıyafetinde Peygamber Efendimizin huzuruna gelerek birtakım dinî sorular sormuş, cevaplar almış, böylece ashab-ı kirama bilgiler verilmiştir. Bu hadisi rivayet eden Hazreti Ömer’dir. Hazreti Ömer(ra) Cebrail olduğunu sonradan anladığı bir adamın Efendimizle diz dize oturup ellerini onun uyluklarına koyarak sorular sorduğunu anlatmıştır. Önce “Islâm nedir?” diye sormuş, Efendimiz de(sas> “İslam dini kelime-i şehadet, namaz kılmak, zekât vermek, ramazanda oruç tutmak, hali vakti yerinde olmak kaydıyla haccetmektir. " diye cevap vermişlerdir. Bu cevabın doğru olduğunu belirttikten sonra ikinci olarak imandan sormuş, “İman Cenab-ı Hakk'ın varlığına, kemal sıfatlarına, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, kaza ve kadere inanmaktır." şeklinde cevap almıştır. Adam bunu da doğrulamış ve bu defa “Ihsan nedir?” diye sormuş. Peygamber Efendimiz de cevap olarak: “İhsan Cenab-ı Hakk'a görürcesine ibadet etmektir. Zira sen onu görmezsen de o seni görür. " demişlerdir.

Şu halde namaz Cenab-ı Hakk’ın kullarına bağışladığı hediyelerin en büyüğüdür. Hak ile yalnız kalıp münacat etmek, mâsivadan kesilip Hak’la yakınlık kurarak hitabına mazhar olmak ancak namaz âlemine mahsustur. Allah ile kullar arasındaki perde ancak namazda kalkar; nur ışıltıları ve hakikat sırları da namazda ortaya çıkar. Bu yüzden Peygamber Efendimiz: “Mümin kula âlemde kıldığı iki rekât namazdan hayırlı bir şey verilmedi. ” buyurmuşlardır. Bir hadiste: “Namaz nurdur. ” bir başka hadiste: “Cenab-ı Hak mü ’min kul namazda olduğu müddetçe ona zatının nuruyla tecelli eder. Sizden biriniz Hak Teâlâya yöneldiği sürece O da ona yönelir. ” Bir başka hadiste: “Namaz dinin direğidir. Bu direği yıkan yani namaz kılmayan muhakkak din binasını yıktı. ” buyurdular.

Muhammed bin Ali Tirmizî Hazretleri şöyle demiştir: “Namaz din binasının direği ve Müslümanlar üzerine Cenab-ı Hakk’ın ilk olarak farz ettiğidir. Namaz kılanlar kulluğa uygun şekilde teslim olup alçalarak Hakk’a yöneldiklerinde, Cenab-ı Hak da tam bir merhamet ve iltifatla onlara yönelir. Bundan dolayı namaz kılanın ilk tekbiri teslim, ayakta duruşu itaat, Kur’an okuması tâzimdir; rükû’u alçalma, secdeleri huşû, oturması rağbet, şehadet getirmesi sevgi arz etmektir. Her kim böyle namaz kılarsa, Hak Teâlâ da onu tecellilerine mazhar eder.”

Namazın bu sırlarına göre kulların göz aydınlığının namazda ve namazla olmasında şüphe yoktur. Fakat insanların huşu ve şuhûd bakımından namaz kılışlarındaki farklılıklar; nur, tevhid ve feyizlerle ilgili zevk, şevk, sevinç ve huzurun da değişik olmasını gerektirir. Şuhûd ve mârifet bakımından kâinatın en üstün ve en mükemmeli olan Peygamber Efendimizin namazdaki göz aydınlığı âlemde hiçbir namaz kılanın göz aydınlığına denk olmamıştır. Peygamber Efendimiz, namazda derecesi kadar göz aydınlığını elde edebilmek için Hakk’ı görür gibi ibadet etmek gerektiğini ümmetine ve ashabına bildirmişlerdir.

Ashab-ı kiramdan Abdullah bin Ömer(ra) Kâbe’yi tavaf ettiği sırada, kendisinden kızıyla evlenmek için izin isteyen Urve bin Zübeyr’e(ra> evet veya hayır manasında hiçbir cevap verememiş. Ibn Omer(ra) bu duruma üzülen Urve bin Zübeyr’in daha sonra gönlünü almış ve şöyle özür dilemiştir: “Biz ibadet ettiğimiz sırada Cenab-ı Hakk’ı önümüzde görürcesine hareket ettiğimiz için size cevap veremedim.”

Şu halde bu gibi görüş sahiplerinin göz aydınlığının namazla olmaktan ziyade namazda olacağı, namazın tam tecelli ve hakiki şuhûd yeri olduğunda şüphe yoktur.

Namazdır bâb-ı dergâh-ı tecelli

Girer andan huzûra her musallî

* Cenab-ı Hak Kur'an'da: "De ki, Allah'ın fazlı ve rahmetiyle, onunla sevinip ferahlansınlar." (Yunus/58) buyurur. Bu ayet, "Cenab-ı Hakk'ın bir lütfü olan namazla insan nasıl göz aydınlığı bulmaz ve ferahlanmaz?" sualinin cevabını işaret etmektedir.

Ayette Cenab-ı Hak "Sen sevin ey Resulüm!" değil, "sevinsinler" buyurmaktadır. Bunun manası "Onlara ihsan ve lütufla ferahlanmalarını söyle. Lâkin senin ferah ve sevincin bunları veren Rabbinle olsun." demektir.

Nitekim başka bir ayette: "Allah de, sonra onları bırak, daldıkları bataklıkta oynayadursunlar." (En'am/91) buyrulmuştur.

Ger suâl eylerse bir sâil sürür

Şüphe yoktur ki namaz ile olur

Çün namaz ihsân-ı Hak fazl-ı azim

Ayn-ı minnet lûtf-ı Hallâk-ı kerîm

Hiç olunmaz mı anınla pür-hubûr

Olmaz anda ya nasıl zevk ü sürür

Hak Teâlâ hâlbuki peygambere

Şöyle ferman eyledi ol servere

Ey habıbim söyle var imâniyân

Fazl-ı Hak'la olsun anlar şâdman

Bil ki âyet etti îmâ-yı cevab

Vâkıfı sırr-ı hitâba bâ-savab

Çünkü Hak ümmet ferahlansın dedi

Sen ferahlan ya Muhammed demedi

Söyle kim ihsân-ı Hak fazl-ı Hüdâ

Anları etsin müferrih dâima

Lîk olsun bâis-i zevkin heman

Muhsin ü mufazzıl olan ol bı-mekân

Ayet-i uhrâda da ol bî-zaman

Etti Fahr-ı Alem 'e emr ü beyan

Sen heman Allah deyip olpür-sürûr

Eyle kendinden hevâdarânı dür

Şöyle bir sual sorulsa: “Namaz iman sahiplerine bir lütuf ve ihsan olduğu ve ayette Cenab-ı Hakk’ın lütuf ve ihsanıyla ferahlanmak emredildiği halde, namaz nasıl olur da sevinç ve ferah kaynağı olmaz? Buna ne engel olabilir?”

Bu sualin cevabı şudur: Namaz perdeli olanlara sevinç ve ferah verir; fakat peygamber gibi nefslerinden fani, Hak ile baki, zevk ve huzuru Hakk’ın şuhûduna bağlı olan tecelli ehlinin sevincini gerekli kılmaz. Hakk’ı gören peygamber için sevinç verecek şey namaz değil, namazda Hakk’ın müşahedesidir. Anılan ayette zaten ilahi ihsan ile sevinmesi emredilen Resul-i Ekrem(sas) değil, ashab ve iman sahipleridir. Cenab-ı Hak bu ayette Peygamber Efendimizin mü’minlere ilahi lütufla ferahlanmalarını emretmesini istiyor, kendisini hariç tutuyor. Bundan Resul’ün göz aydınlığının lütuf ve ihsanla değil, Hakk’ın müşahedesiyle hâsıl olacağı anlaşılır. “Allah de, sonra bırak onları daldıkları bataklıkta oyalansınlar.” mealindeki ayet de bunu göstermektedir. Çünkü peygambere “Allah de!” emri “Zevkin, sevincin ancak Allah ile olsun.” demektir. “Onları dünyaya ait havuzlarında oyalanmaya bırak.” ifadesi de; “Nefs-i emmarelerinden geçemeyen ve şeytanî vesveselerin etkisinden kurtulamayan dünyaya bağlı kimselerin sevinci zaten Hak’tan gafil olduklarından mâsiva görmekle hâsıl olur. Onun için sen onların bu gaflet dolu haline değer verme!” anlamındadır.

Namaz kılan diğerlerinin ferah ve sevincine gelince, onların göz aydınlığı namazda hâsıl olacağı gibi namazla da gerçekleşir. Onlar da peygamberin bu özelliğinden manevî dereceleri nisbetinde pay alır, zevk ve sevince ulaşırlar. Namazda huşû duymayan ve şeytan vesveselerine kapılan gafiller ise, namazda ve namazla sevinç duymak şöyle dursun; tersine onlar için namaz vesvese ve sıkıntıların sebebi olur. Artık bunları giderip huzur ve huşû bulmak için namazda birçok uğraşmak zorunda kalırlar. Bu yüzden onlar zevk ve sevinç yerine kuruntu duyar, huzur ve tad yerine üzüntü hissederler. Onlar için artık göz aydınlığı bahis konusu olamaz.

Abdülaziz Mehdevî Hazretleri demiştir ki: “Namazdaki göz aydınlığı nefs ve şeytan vesveseleriyle uğraşmak durumunda kalanlarda olmaz. Bu göz aydınlığı onları defetmekle uğraşma külfetinden uzak olan müşahede ehline mahsustur.”

Bazı ârifler ise şöyle demişlerdir: “Namazdaki göz aydınlığı Peygamber Efendimize mahsus özelliklerdendir. Zira Efendimizin göz nuru olan yüksek vasıflarında benzeri ve ortağı olmadığı gibi, ileri olmakta da, temizlikte de, ilimde de emsali yoktur.” Bu mana hadis-i şerif anlamına uygundur. Çünkü “Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi. Biri güzel koku, biri kadındır.” buyurduktan sonra ifade tarzı değişerek “göz aydınlığım da namazda kılındı” buyruluyor. Bunda da Hazreti Resul’e namazda olan İlahî tecellilerin hiçbir kimseye nasip olamayacağı anlaşılır.

Namaz dünya işlerindendir ve en büyük ibadettir. Bu hususta tereddüde yer yoktur. Güzel koku ve kadın sevgisi Cenab-ı Hak tarafından verilmiştir. Yoksa Efendimizin kendine mahsus çok güzel bir kokusu olduğu, dokunduğu yerde ve hatta geçtiği sokaklarda bile bu güzel kokunun açıkça duyulduğu bilinirdi. Kendilerine kalsa kadına asla yaklaşmayacakları da açıklamaya gerek duyurmayacak kadar aşikârdır. Her iki bakımdan da sevgileri kendi iradeleriyle olmayıp Allah tarafından ita kılınmış özelliklerindendir.

Etemm-i mazhar-ı Hak Mustafa "dır

Bütün efâli efâl-i Hûda'dır

(Peygamber Efendimiz15’ Hak Teâlâ’nın en mükemmel, noksansız mazharıdır. Bütün fiilleri Hakk’ın fiilleridir.)

* Nimetlerin gelişi bakımından insanlar üç kısımdır. Bir kısmı nimetlerle sevinir, nimet verenle sevinçlerinin ilgisi olmaz. Bunlar gaflet ehlidir ve şu mealdeki ayet onlar hakkındadır: "Kendilerine verilenle sevince daldıklarında onları ansızın yakaladık." (En'am/44)

Bir kısım insanlar da nimetlerle sevinir, nimet göndereni bilirler. Bunlar hakkındaki ayet şu mealdedir: "De ki, Allah'ın lütfuyla, rahmetiyle, ancak onunla sevinsinler. Bu onların yığdıklarından daha hayırlıdır." (Yunus/58)

Üçüncü kısım Allah ile sevinip ferahlanır, nimetlerin faydalarıyla ilgilenmezler. Allah ile meşgul olmaları mâsiva ile uğraşmalarını engeller. Onlarla ilgili ayet meali şöyledir: "Allah

de, sonra bırak onları daldıkları bataklıkta oynayadursunlar." (En'am/91)

Nimet-i Hakk’ın vürûdunda hemın

Münkasım oldu üçe ashâb-ı din

Oldu bir kısmı ni’âmla şâd-dil

Hâlık ve Mu ’tî’ye nisbetle değil

Belki nimetle anın ol ferhati

Olduğu’yçün anda nef ü mut’ati

Bunlar ehl-i gaflete lâhik olur

Haklarında kavl-i Hak sâdık olur

Şöyle kim emretti Kur’an ’da Hüdâ

Gafiline eyleriz bezi ü atâ

Tâ olurlar tam lütfün mazharı

Ansızın ahzeyleriz biz onları

Oldu bir kısmı dahi hem neşve-yâb

Nimet-i Mevlâ ile bî-irtiyâb

Gördüğünden nâşi cümle nimeti

Sâiku’l-akdar Hakk’ın minneti

işbu kısm-ı kâmile sâdık olur

Kavl-i Hak fermân-ı Mevlâ-yı Gafur

Söyle ey hurşid-i evc-i ıstıfâ

Fazl-ı Hak’la ehl-i din bulsun safâ

Bu ziyâde hayrdır her hâlden

Onların cem ’ ettiği emvâlden

Oldu bir kısmı dahi Allah ile

Münşerih baştan başa ol şâh ile

Zâhir ü bâtın ni’âmla bu sudûr

Hak’tan olmazlar ebed meşgul ü dur

Belki istiğrâk-ı envâr anları

Mâsivâdan eyler işgal ü beri

Mâsivâ-yı Hakk’ı etmezler şuhûd

Bunlara sâdık olur kavl-i Vedûd

Ey şeh-i taht-ı risâlet Mustafa

Sen heman Allah de et terk-i sivâ

Bu hikmet müellifin bazı ihvanına yazdığı mektuplardan olup kitabın son hikmetidir. Bundan sonra münacat ve dualar yer almaktadır. Bu hikmet şöyle açıklanabilir: İnsanlar ilahi nimete ulaştıkları sırada iyi ve kötü halleri bakımından üç kısma ayrılırlar. Bir kısmı çok alçak ve tamahkârdır. Bir kısmı şerefli ve yüksektir. Üçüncü kısım ise iki sınıfla ilişkisi dolayısıyla orta derecededirler.

Birinci kısım Cenab-ı Hakk’ı düşünmeksizin, hiç aklına getirmeksizin yalnız faydalanma ve nefs isteklerine uygun olma dolayısıyla sevinen gafillerdir. Bunlar yaratıcıdan gafil oldukları halde, yalnızca tabiî isteklerine uyarak günlerini hayvan gibi geçirdiklerinden haklarında: “Kendilerine verilene sevindiklerinde ansızın onları yakaladık.” (En’am/44) ayeti gelmiştir. Kötü halleri yüzünden ulaştıkları nimetler mekr ve istidracdır. Sonunda İlahî gazaba uğrarlar. Çünkü nimetin istidrac olarak gelmesi Allah’tan uzaklaşmaya ve gaflete, gaflet de küfran-ı nimete sebep olur. Cenab-ı Hak onları habersiz oldukları halde ansızın gazaba uğratır. Bunların nimetleri felâkete dönüp pişmanlık getirir; fayda vermez.

İkinci kısımdakilerin bütün dikkat ve muhabbetleri Hakk’ın müşahedesinedir. Sevinçleri nimet veren Hak Teâlâ ile hâsıl olur. Beşerî amaçlarına yarayan nimetlerin zahirine değil, nimet veren Cenab-ı Hakk’ın inayetine bakar, nimetin bâtınına da önem vermezler. Hak müşahedesiyle mâsivadan alaka kesmiş irfan ve hayret sahipleridirler. Ağyardan uzak ve vahdanî hakikatlerle sıfatlı oldukları için haklarında: “Allah de, onları bırak, havuzlarında oyalansınlar.K (En’am/91) ayeti gelmiştir. Onlar gerçekten övülmüşler, her türlü rabbani tecellileri hak etmişlerdir. Onların hali gaflet şaibesinden temiz olduğundan şükürleri gerçek şükür, hamdleri yüksektir. Çünkü hakiki nimet veren Cenab-ı Hakk’ı müşahede eden şükredici kul nefs bazlarından uzaktır; eşyanın hepsini nimet bilir. Ona göre yoklukla varlığın, nimet almakla almamanın farkı yoktur. O yüzden sebepler ve fiiller değişince korku, çekinme hissetmezler.

Ebu Muhammed el-Cerirî Hazretleri şöyle buyurur: “Nimeti görüp de nimet veren Hak Teâlâ’yı görmeyen insanın şükrü perdelidir. Nimetin elden gidişiyle ancak gerçek nimet vericiyi gören kimse ise gerçek şükredicidir.”

Abdülaziz Mehdevî Hazretleri: “Hakiki nimet vereni görmeyen kimse, nimet geldiğinde rahatlar, nimet kaybolduğunda rahatsız olur. Onun için hakkında istidrac ve mekr bahis konusudur.” dedi.

Üçüncü kısım insanlar da nimet Allah’tan geldiği için sevinirler. Nimeti Hak’tan gördükleri için şereflidirler. Fakat nimetle nefs hazzı duyduklarından dolayı da alçak ve cimri sayılır, böylece orta derecede bulunurlar. Bunlar nimet vereni gördükleri için birinci kısımdan yüksek, ancak ikinci kısma göre aşağıdadırlar. Bunların hakkındaki ayet: “De ki, Allah'ın fazlı ve rahmetiyle sevinsinler. ” (Yunus/5 8)

Özetle birinci kısım nimetin sırf zahirini görüp onunla sevindiklerinden dolayı şükürsüz, ikinci fırka nimetin zahirini görmekle birlikte nimetin bâtını olan Cenab-ı Hakk’ı da müşahede

ettiklerinden şükür sahibi, üçüncü kısım ise âlemde hakiki nimet verici olan Hak’tan başka bir şey görmediklerinden ötürü hakiki şükredicilerdir.

Bu üç fırkaya şu ayette işaret olunmuştur: “Biz bu ilahi vahyi kullarımızdan seçtiklerimize miras olarak bahşettik. Onlardan bazısı kendilerine zulmeder. Bazısı doğru ile eğri arasında ara yolu tercih eder. Bir kısmı da Allah ’ın izniyle iyilikte başı çekenlerden olur ki, bu en büyük fazilettir.” (Fâtır/32)

Buna göre birinci fırka nefsine zulmeden gafiller, ikinci fırka orta yoldakiler, üçüncü fırka Allah’ın izniyle öncülerdir. Buna şöyle bir örnek gösterilebilir: Seyahate çıkmak isteyen bir hükümdar bir kimseye bir at bağışlasa, onun üç yönden sevinmesi düşünülebilir. Birincisi bu bağışlanan şeyin bir at, faydalanabileceği bir mal, amacına uygun kıymetli bir binek olması ve hızlı gitmesi bakımından sevinmesidir. Bu kişi bu atı kırda bulsaydı yine böyle sevinecekti. Sevinmesinin hükümdarla alakası yoktur; amacı ancak attan ibaret bulunanların sevincidir. İkincisi onun at olması bakımından değil, hükümdarın kendisine olan teveccühüne değer vermesi yönünden sevinmektir. Onu kırda bulsa veya hükümdardan başkası vermiş olsaydı memnun olmazdı. Üçüncüsü o ata binerek hükümdara hizmet etmek için seyahate çıkıp yol meşakkatine katlanmak, böylece hükümdara yakın olmakla vezirlik derecesine erişmek için sevinmektir. Zira bu kimse hükümdarın kalbinde kendisine at hediye edilen ve hakkında o kadarcık bir teveccüh gösterilen kimse derecesinde yer tutmaya kanaat etmemektedir. Hükümdarın hiçbir kimseye kendi aracılığı olmaksızın bir şey hediye etmemesini istemektedir.

Vezirlikten maksadı vezir olmak değil, hükümdarı görmek ve ona yakın olmaktır. Hatta vezir olmaksızın yakınlık ile yakın olmaksızın vezirlik arasında seçim hakkı tanınsa, vezir olmadan yakınlığı tercih edeceğinde şüphe yoktur. İşte bu üç dereceden birincisinde asla şükür anlamı yoktur. Zira sırf ata bakmaktadır ve sevinmesi at iledir, onu bağışlayanla değil. Bu nimetin tadıyla ve amacına uygun olmasıyla sevinen kimselerin halidir. İkincisi bağışlayanla sevinmek bakımdan şükür manası taşır. Fakat bu da bağışlayanın kendisiyle değil kendisine gelecekte de bağış sağlayan teveccüh sebebiyledir. Bu hal Cenab-ı Hakk’a azabından korkup sevabını umduklarından dolayı ibadet ve şükreden salihlerin halidir. Tam şükür ise ancak üçüncü sevinçtedir. Bu sevinç nimet vasıtasıyla ilahi yakınlığa erişmeye ve Hakk’ı devamlı olarak müşahede etmeye sebep olan memnuniyettir ki bu en yüksek derecedeki ferahtır. Bu mertebenin sahipleri dünyadan ancak ahiret ekinliği olanıyla ve ahiretin ele geçmesine yarayanıyla memnun olur ve Hakk’ı zikretmeyi engelleyen her şeyle üzülürler. Zira bu ârifler zümresi nimeti tatlı olduğu için arzu etmezler. At sahibinin atı kıymetli olduğu için istemediği, hükümdara götürmesi için ona binmek istediği gibi... Bu sebeple Şeyh Şiblî Hazretleri: “Şükür ancak nimet vereni görmektir, nimeti görmek değil.” demiştir.

Havvas Hazretleri de: “Avamın şükrü yiyecek, giyecek, havassın şükrü ise kalp vârideleri üzerinedir.” dedi.

* Cenab-ı Hak Hazreti Davud'a şöyle vahyetti: "Ey Davud, sıddık olanlara söyle, benimle ferahlasınlar ve benim zikrimle nimetlensinler."

Ey kardeşler, Hak Teâlâ bizim ve sizin ferah ve mutluluğunu kendisiyle ve kendi rızasıyla ihsan eylesin, bizi gafillerden eylemesin. Minnet ve keremiyle bizi takva sahiplerinin yoluna iletsin.

Eyledi ferman ü îhâ bı-güman

Hazreti Dâvud’a ol Müstean

Söyle ey peygamber-i âliyet-bar

Kavm-i sıddıkîne tebliğ eyle var

Olsun anlar tâ benimle münşerih

Hem benim zikrimle dil-sîr ü ferik

Eylesin Mevlâ bizi ey mü minin

Zât-ı pâkiyleferah-nâk ü emin

Kendisinden fehm-i esrâr eyleyen

Zümreden kılsın bizi ol zü ’l-minen

Kılmasın biz kulların bı-iştibah

Ehl-i gaflet zümresinden ol ilâh

Lûfu ihsânı bizi etsin hemın

Sâlik-i râh-ı kavım-i muttakın

Bu hikmet sadık kulların sıdkının mahiyetini açıklıyor ve önceki hikmette belirtilen üç kısımdan en yüksek derecedekileri bu İlâhî vahyi delil göstererek yüceltiyor. Bu fırkanın sevinçleri Hakk’ı müşahededen ileri geldiği gibi, zikirden başka bir şeyle de nimetlenip gıdalanmamaktadırlar. Bu yüzden insanlığın imrenilecek en yüksek bir derecesindedirler. Çünkü bu mertebede İlahî rububiyet açıkça gerçekleşmekte ve en şerefli yaratık olan insan halis ve sadık bir kul olarak ortaya çıkmaktadır. Hikmetle ilgili olarak şu olayı anlatalım:

Abdulgulam Hazretleri bir gün sırtında yeni bir gömlek olduğu halde, hiç yapmadığı bir şekilde salına salına Rabiatü’1-Adeviyye Hazretlerinin huzuruna gelmiş. Adeviye Hazretleri onu böyle görünce: “Ey Utbe, şimdiye kadar sende hiç görmediğim bu övünme ve kendini beğenme hali neden ileri geliyor?” diye sormuş. Bunun üzerine Abdulgulam Hazretleri şu cevabı vermiş: “Ey Rabia, Cenab-ı Hak benim efendim ve ben onun sadık kulu olursam salma salına yürümek en çok bana yakışır!”

Bazı ârifler şöyle anlatmışlardır:

Garip bir âşıkın hacca gitmekte olduğu sırada elindeki mushafa bakarak raks ettiğini görüp sormuşlar: “Ey şeyh, neden raks edip oynayarak gidiyorsun?” şu cevabı almışlar: “Beni halime bırakın! Ben kimin kuluyum, ben kimin sözlerini okuyorum ve hangi zatın evini ziyarete gidiyorum diye düşününce hemen bir cezbeye kapıldım ve vecde gelerek raks etmeye başladım.”

Açıklamalardan anlaşıldığı üzere “zikrimle nimetlensinler” cümlesi “sıddıklar nefs tatlarına, dünyevî şehvetlere meyletmeyerek ancak beni zikrederek nimetlensinler ve mâsivaya yönelmesinler” yolunda tefsir olunmuştur. Zira Hak zikri ile meşgul olan kimsede tecelli lezzeti ve manevî üns hâsıl olur, “Rab b im in katında gecelerim, beni yedirir, içirir. ” mealindeki hadis-i şerifin sırrı açığa çıkar. Artık onlardan dünyevî lezzet ve nefs şehvetine düşkünlük kalkar. Bu hadis-i şerif, savm-ı visal denilen ardı ardına oruç tutmaktan ashab-ı kiramı alıkoymak için gelmiştir. Peygamber Efendimiz(sas) kendilerinin Hak katında yedirilip içirildiğinden dolayı ardı ardına oruç tuttuklarını, fakat ashabın böyle tutamayacaklarını beyan etmişlerdir.

Bir başka mana da şudur: Gönülde mâsiva bulunmadığı halde “Allah” demek, ism-i azam ve Allah zikri en büyük ve tam cihad sayılmıştır. Bu cümle: “Muhlis kullarım ancak benim onları ezel âleminde zikretmemle nimetlensinler. Zira onlar varlık kokusunu henüz koklamadıkları halde, benim ilmimin nuru ve iradem ezeldeki varlıklarına iliştiğinde varlık kazandılar. ” yolunda da tefsir olunabilir. Bu şekilde insanlık âleminde var olan âriflerin sevinçleri Cenab-ı Hakk’ı devamlı müşahede ile meydana geleceğinden müellif kitabı bu dua ile tamamladı.

Bir de bizzat sırları Cenab-ı Hak’tan öğrenip anlayanlardan olmayı ve mâsiva ile birlikte olmak sebebiyle Hak’tan Hakk’ın muradından gafil olmamayı diledi. Çünkü bu anlayış sahipleri Cenab-ı Hakk’ın kullarından istediğinin mâsivayı bırakıp kendisine yönelmek ve ibadet etmek olduğunu, her nerede bulunsalar Cenab-ı Hakk’ın kendileriyle beraber olduğunu bilirler. Cenab- ı Hakk’ın eşyada bizzat kaim olup bu eşyanın aslında sırf yokluktan ortaya çıktığını, Cenab-ı Hakk’ın kendileriyle beraber olmasının öyle delilcilerin dediği gibi yalnız ezelî ilmi ile olmayıp şuhûd ehlinin gördüğü gibi zatıyla olduğunu idrak ederler. Bütün fiil, amel, hareket ve hareketsizliklerinde Cenab-ı Hakk’a murakabeye devam ederler. Eşyaya ne zarar gidermek, ne fayda sağlamak için bakar; önemsemezler. Bu manevî derece küfür ve şirkten sakınmak, günahlardan ve şehvetlerden çekinmekten üstün bir takva derecesidir ki varlık günahından uzak durmaktır. Bu mertebe gerçekleşmedikçe bizzat Cenab-ı Hak’tan irade alınamayacağı cihetle müellif, muttakîlerin yani takva sahiplerinin yoluna girmek için dua ederek bitirmiştir.

Al benliğimi kayd-ı sivâdan beni kurtar

Tâ vâsıl o lam ruyet-i dildâra İlâhî

MÜNÂCATLAR

* Yarabbi, ben zenginliğin içinde fakirim, muhtaç olduğum halde nasıl fakir olmam? Yarabbi, ben ilmimle cahilim, bilmediğim halde nasıl cahil olmam?

Gmâ hâlinde yâr ab ben fakirim

Nasılfakr âleminde sâil olmam

İlim hâlinde yârab câhilim ben

Nasıl cehl âleminde câhil olmam

İnsan ne kadar da huzur ve rahatı, zenginlik ve serveti elde ederse etsin yine yoksulluk ve ihtiyaçtan yakasını kurtaramaz. Zira fakirlik ve muhtaçlık insanın aslî sıfatlarındandır. Zenginlik ise kaybolup gidecek geçici şeylerden olduğundan zengin olsa da fakir olsa da insan yoksuldur, eksiktir. Hele dünyaya ilgisi fazla olan insanların gerek diğer insanlara, gerek topluma muhtaçlığı yoksul yaşayanlardan daha fazladır. Zaten içinde yaşadığımız dünyanın alışveriş sermayesi yoksunluk ve ihtiyaç olduğundan Hak Teâlâ: “Allah zengindir, siz fakirsiniz. ” (Muhammed/38) buyurmuştur. Bu yoksunluk ve muhtaçlık yüzünden insan hiçbir zaman Cenab-ı Hakk’a el açmaktan, ona karşı bir dilenci durumunda bulunmaktan kurtulamaz. Bazı ârifler şöyle demişlerdir: “Başımda tac olsa bile ben sana ömrüm oldukça muhtacım. Bir insan bütün ilim ve fenleri öğrenmiş olsa da elde edeceği netice acizlikten ve cahillikten başka bir şey değildir. Çünkü ilmin çoğalması idrak perdesinin gerisinde kalan cahilliği ortaya çıkarır. İlim ve idrak halinde cahil olan bir kimsenin, cahillik halinde çok daha cahil kalacağı açıktır.”

Özetle gerçek kulluğun gereği Cenab-ı Hakk’a karşı eksiklik ve alçaklığını itiraf etmektir. Duadan önce acizliğini ve yoksulluğunu Cenab-ı Hakk’a arz etmek, sonra dileklerini dile getirmek uygun olduğu için müellif duasına aczini, fakirliğini ve cahilliğini beyan ederek başlamıştır. Ebu’l-Hasan Şazelî Hazretleri demiştir ki: “Önce kötülüğümü arz edip belirtmedikçe Cenab-ı Hak’tan hiçbir şey istemedim.” Ebu Osman Hazretleri de, “Rabbinize alçakgönüllüce ve yüreğinizin ta derinlerinden dua edin. ” ayetinin tefsirinde şöyle demiştir: “Duada candan ve gönülden yalvarmak demek, bağış ve ihsanı hak ettiğini gösteren amellerini anarak dua etmemek demektir. Acizliğini ve yoksulluğunu öne çıkararak sebepsiz af ve merhamet istemek, duayı kabul dergâhına yükseltir.” Vâsıtî Hazretleri tazarru’u yani can ve gönülden yalvarmayı kulluk alçaklığıyla yorumladı. Sehl bin Tüsterî Hazretleri de dedi ki: “Bir kul kendi başına gelen bir şeyde dua ederken Cenab-ı Hakk’a karşı yoksulluğunu öne sürerse Hak Teâlâ meleklerine şöyle buyurur: “Eğer bu kulum hitabıma dayanabilseydi, ona lebbeyk diyerek icabet ederdim.”

* Yarabbi, senin işleri yürütmendeki değişkenlik ve takdirinin çok çabuk gelip çatması, ârifleri senin bağışlarına güvenmekten men etti; dert ve bela zamanında onları umutsuzluğa düşmekten alıkoydu.

Yarabbi ihtilâfı tedbîrin

Hem sürat-i hulûl-i takdirin

Men’ etti asfiyâ-yı ebrârı

Yâni ki ârifin-i esrârı

Etmekten istinad imdâda

Hemye’sten zamân-ı ibtilâda

İşlerin değişmesine bir örnek olarak; hayatından umut kesilmiş bir insanı Cenab-ı Hakk’ın iyileştirmesi, çok fakir bir kimseyi zenginleştirmesi gösterilebilir. Cenab-ı Hakk’ın takdirine hiçbir şey mani olamaz; hükmedilen kader derhal ortaya çıkar. İlâhî takdirin hiçbir zaman değişmeyeceğini kesin olarak bilen, kâinatın her an yeni bir elbise giydiğini gören ârifler; İlâhî bağışlara tam olarak güvenmez, İlâhî mekirden emin olmazlar. Başlarına bir bela geldiğinde de, umutsuzluğa düşmezler. Sihir süslerine benzeyen İlâhî işleri “varlık gösteren bir yokluk” veya rüyanın tabir ile tasvir edilmesi gibi anlar, nasıl yorumlanırsa öyle ortaya çıkan bir hayal farz ederler.- O yüzden onlara önem vermez, ancak tek varlık olan Cenab-ı Hakk’ın müşahedesine kilitlenirler. İşte bu hal, âriflerin vasfı olan Hak Teâlâ’ya bağlılıktır.

*    Yarabbi, benden kötülüğüme yakışan haller, senden de kerimliğine yakışan fiiller çıkar.

Hüdâyâ lüûmuma lâyık olan benden sudur eyler

Kerim "sin şanına lâyık olan senden sudûr eyler

Varlıkların en mükemmeli olan insan, akıl ve şehvetten terkip edilmiş olduğundan bazen akıl ve hikmetle hareket eder. Ama çokça hayvani şehvetine uyup şeriatın dışına çıkar, büyük ve küçük günahlara cüret ederek Cenab-ı Hakk’a âsi olur. Zira insan unutkan olduğu için Allah’ın haklarını yerine getirmede gevşek davranır. Hatta ezelden verdiği sözü unutanların ilki atamız Hazreti Âdem’dir.

Şu halde insanın tabiî özelliklerine bağlı ve günah işlemeye meyilli olmasına karşılık, Cenab-ı Hakk’ın hükümranlığına hiçbir tesiri olmayan günahları bağışlayıcı, tövbeleri kabul edici ve yardım edici olduğu aşikârdır.

Ümmetinin asilerini daima İlâhî azapla korkutan bir peygambere bir günahkârın: “Ben şimdiye kadar Allah’ın pek çok emrine karşı gelmişsem de, azabıyla korkuttuğun Rab Teâlâ beni hiç cezalandırmadı.” demesi üzerine Cenab-ı Hak o peygambere: “Benim o asi kuluma mühlet verip hemen ceza vermeyişim, benim keremli Rab, onun kötü kul olduğunu bildirmek hikmetindendir. ” buyurmuştur.

Peygamber Efendimizin5"’ işlenen günahlara karşı daima hoşgörülü ve bağışlayıcı davranarak kâinata örnek oldukları siyer kitaplarında yazılıdır. Hazreti Isa da(as) kendisine dil uzatan kötü bir kimseye iyilikle davrandığında, bir havari şaşırıp itiraza kalkışınca ona şöyle demiştir: “Neden şaşırıyorsun? O tabiatının kesesinden harcadı; biz de fıtratımızın heybesinden sarf ettik. Her insan kendi kesesinden harcar.”

*    Yarabbi, sen yüksek zatını benim zayıf ve muhtaç varlığım yaratılmadan önce lütuf ve şefkatle vasfettin. Zayıf varlığım ortaya çıktıktan sonra benden lütfunu ve keremini esirger misin?

Hüdâyâ lûtfu refetinle bana vasfeyledin zâtın

Vücud-ı fakr u zafım olmamıştı ol zaman peyda

Beni ol lûtfu refetinden aceb lâyık mı men’etmek

Bu acz u ihtiyâcım olduğu halde vucûd-ı efza

Lütuf ilimle, merhamet iradeyle ilgilidir ve ikisi de insanların henüz acizliği ve zayıflığıyla var olmadan önce ezel âleminde Cenab-ı Hakk’ın vasıflandığı sıfatlardır. Esma ve sıfat âlemi olan ezelde “insan zayıf olarak yaratıldı. ” (Nisa/28) sırrı açığa çıktıktan ve insan aciz ve muhtaç olarak nitelendikten sonra da bu sıfatların eserleri görülmek gerekir. Bu lütuf ve merhametin eserleri de Cenab-ı Hakk’ın nimetlerini aciz kulları hakkında tamamlamak, ihsanını zayıf insana lütfederek ulaştırmaktan ibarettir. Şu halde insan için zayıf varlığının meydana gelmesiyle birlikte ihtiyaç duyduğu lütuf ve merhamet eserlerinin esirgenmesi nasıl düşünülebilir?

* Yarabi, benden iyilik çıkarsa o senin lütfundandır ve ben minnettar olurum. Benden kötülük çıkarsa, bu senin adaletindendir ve aleyhimde delil olur.

Hüdâvendâ zuhûr eylerse benden tâat ü ihsan

Senin fazlmladır lâyık sana etmek bana minnet

Eğer benden olursa cürm ü isyan zâhir ü peydâ

Senin adlinledir hem de şenindir şüphesiz hüccet

Bir insandan ibadet ve güzel sıfatlar ortaya çıkması; ‘Allah rahmetini dilediğine mahsus kılar.K (Bakara/105) ayeti gereğince Allah’ın bir lütfudur. Bir insanın günah işlemesi de; ‘Allah'ın saptırdığını doğru yola getirecek yoktur.” (A’raf/186) ayetince Allah’ın adaletidir. Zira Cenab-ı Hak kendi mülkü olan kâinatta dilediği gibi tasarruf eder, istediğini sıddıkların, dilediğini zındıkların başı kılar. Bu yüzden iyilik yapan bir sıddık, bu güzel işi ezelden hak etmemiştir. Bu güzel amel sırf Allah’ın bir lütfü olarak meydana geldiğinden, bunu sıddıkın başına kakmak Cenab-ı Hakk’ın hakkıdır. Kötülük işleyenin zındıklığı da zulüm değil, tersine Cenab-ı Hakk’ın mülkünde dilediği gibi hükmetmesindendir ve Allah’ın adaleti olarak ortaya çıkar. Bu yüzden; “Ey kulum, niçin hana karşı geldin?” diye azarlaması doğru ve uygundur. Yani ahirette cezalandıracak olan hal, bir günahkârın ezelden kötülüğe yakın olmasıdır. Bir kulun mükâfatlandırılması da onun ezelden ibadet edici bulunmasıdır.

Günah işlemenin İlahî takdir ile meydana gelmesi ve Cenab-ı Hakk’ın bunu ezelden bilmesi, günahkârın cezalandırılmasını engellemez, bir günahkâr kendini bu delille savunamaz. Çünkü ilim maluma tabidir. Cenab-ı Hakk’ın bunu ezelden bilmiş olması, günah işlemenin sebebi olamaz. Akıl sahiplerinin üzerine düşen, Cenab-ı Hakk’ın dilediğini işlediğini bilerek; “O yaptığından sorumlu olmaz. ” (Enbiyâ/23) kaidesine razı olmak ve Cenab-ı Hakk’a sığınmaktır. Minnet altına almak yani yaptığı iyilikleri sayıp dökerek başa kakmak şeriata ve akla uygun düşmezse de terbiye edip öğretmek, aydınlatmak için caizdir. Cenab-ı Hakk’ın kullarını, Peygamber Efendimiz ümmetini, ebeveyn evladını, öğretmen talebelerini, şeyh dervişlerini terbiye ve imtihan eder.

Bu münacatın anlamı Eş’arî mezhebinin ve cebriyenin anlayışına benzemektedir. Muhakkik sofilerin mükâşefe neticesi olan tahkikleri orta derecedeki cebriyedir ve müellif de muhakkik sufilerdendir. Amel ile kazanma ve irade-i cüz’iye bağlamındaki Mâtüridî mezhebi, işlerin hakikatleriyle ilgili olan müellifin mezhebine aykırı düşmez. Aşağıdaki büyük veliler tarafından anlatılmış olan kıssa, bu yolda yapılan duaların kabul edildiğini göstermektedir:

Arif olduğu hal ve tavrından belli olan bir genç Kâbe’nin örtüsüne yapışarak:

“Yarabbi, senin ortağın yok ki ona varıp halimi arz edeyim. Hükümranlığında vezirin yok ki onu dileklerime aracı yapayım. Sana itaat etmişsem bu senin fazlından ve ihsanındandır, başıma kakman sana layıktır. Günah işlemiş, isyan etmişsem o da senin adaletin ve takdirinden meydana gelmiştir. Benim buna itiraz edecek bir delilim olamaz. Senin delilin geçerlidir. Bu gerçek hakkı için beni bağışla!” diyerek münacat etmesi üzerine hâiften:

“Bana hacet arz eden bu sadık kul, cehennem ateşinden azad edilmiştir. ” yolunda bir ses işitilmiştir.

“Yarabbi günahkâr kulun kapma geldi; isyan ettiyse de sana yalvarıyor.

Bağışlarsan sen bağışlarsın, kovarsan da bana merhamet edecek yok.”

*      Yarabbi sen bana ezelden vekil oldun, beni nasıl nefsime bırakırsın? Sen benim her zaman yardımcımsın, o halde ben nasıl hor ve hakir olurum? Sen daima lütufla muamele edersin, o halde ben nasıl kaybeder de zarara uğrarım?

Havâle nefse eylersin nasıl sen

Beni yârab vekilim olmuş iken

Nasıl hâsıl olur bende mezellet

Ederken sen bana her bâr nusret

Nasıl ya ben o lam ma ’rûz-ı hüsran

Bana eyler iken sen lûrfu ihsan

El-Vekil, en-Nasır, el-Hafî isimleri Allah’ın isimleridir ve şüphesiz menfaat, zafer gibi eserleri gerektirir. O halde bu eserlerin yokluk ve hacet vaktinde Allah’ın kullarından ayrılması düşünülemez. Zira: “O her şeye vekildir.” (En’am/102) ayeti gereğince Allah Teâlâ bütün her şeyin ve özellikle kullarının vekilliğini ezelde üzerine almıştır. Artık O müvekkilini başkasına muhtaç eder mi? Yardımcısı Allah olan bir insanın düşkün ve hor olması mümkün olabilir mi? Mademki: “Allah kullarına lütuflarda bulunandır. ” (Şûra/19) ayetinin tecellileri her zaman görülüp durmaktadır ve Allah, kullarının bütün gizli işlerini ve hallerini bilmektedir; o halde Hak yolundaki bir kulun en yüksek isteğinden mahrum kalması nasıl tasavvur olunur?

Nefsim hevesiyle beni sen derbeder etme

Isyânım ile eyleme âvâre ilâhı

*      Yarabbi, işte bu muhtaçlığımla ve yoksulluğumla sana yaklaşıyorum. Hâlbuki sana ulaşamayacak bir hal ile sana nasıl yaklaşırım? Sana malum olan sıkıntılarımdan, sana nasıl şikâyette bulunurum?

Senden olan ve sana ait bulunan gizli iç hallerimi nasıl dile getiririm?

Hepsi de sana yönelmiş olan emellerim nasıl kaybolup umutsuzluğa dönüşür?

Seninle var ve sana ait olan hallerim nasıl güzel olmaz?

Sana ben işte acz ü iftikarım

Vesile eyledim ey Kird-gârım

Nasıl ettim anınla ben tevessül

Ne mümkin ol sana etsin tavassul

Nasıl ya eylerim şekvâ Hüdâyâ

O halden ki sana olmuş hüveydâ

Nasıl arz edeyim mâ-fız-zamîrim

Sen intâk eyledin sensin habîrim

Nasıl ya olmaz âmâlim müyesser

Sana vâfid iken elhak çü asker

Nasıl ahvâlim olmaz hûb her dem

Seninle kaim ü râcı sana hem

“Tevessül” takarrüb (yaklaşma) demektir. Vesile kendisiyle yaklaşılan şeydir. İnsanı Cenab-ı Hakk’a yaklaştıran vesilelerin en büyüğü, ilâhı rızayı gerektiren hal ile gerçekleşmektir. Bu da Cenab-ı Hakk’a her halükârda ihtiyaç ve iftikardır. Çünkü ameller nefs vesveseleri ve tabiî isteklerle karışık filler olduğu için sakattır. İnsan için kabul ve terakki vesilesi ancak yokluk ve muhtaçlıktır. Ne var ki yokluk ve muhtaçlık insanın ayrılmaz vasfıdır ve bu vasfın zengin olan Cenab-ı Hak’la hiçbir ilgisi yoktur. Bu yüzden müellif bu münacatında yoksulluğu yaklaşmaya vesile ettiğini beyan ettikten sonra, Cenab-ı Hakk’a yaklaştırması imkânsız bir sıfatı vesile ettiğine şaştığını da belirtiyor. Zira vesile edilen yoksulluk ile Hak Teâlâ arasında bir münasebet olması gerekir. Hâlbuki mesela padişah ile dileklerin aracı olan vezir arasındaki gibi bir alaka ve münasebet, yoksulluk ve Cenab-ı Hak arasında yoktur. O halde yoksulluğun ulaştırma vesilesi olması için yoksulun yoksulluğunu kaybetmesi gerekir.

“Bir fakirin Cenab-ı Hakk’a sunacağı şey nedir?” diye Ebu Hafs Kebir Hazretlerine sorulduğunda şu cevabı vermiştir: “Fakirin yoksulluğundan başka sunmaya değer nesi olur?”

Bayezid Bestamî Hazretleri demiştir ki: “İstiğrak halindeyken İlahî taraftan sırrıma şöyle seslenildi: ‘Ey Bayezid, bizim gayb hâzinelerimiz şan ve şevketle doludur. Bizi istiyorsan zilletten ve muhtaçlıktan ayrılma!”

İşte kaybedilmesi gereken yoksulluk Bayezid Hazretlerine emrolunan bir fakirliktir. Yoksa fakir olan bir kimse devamlı yoksulluğunu görerek onu ulaşmaya vesile eder, ona güvenirse; sakat bir sebebe yapışmış olur. Bu Hak Teâlâ’ya yaklaşmaya vesile olmadığı gibi Hakk’ın rızası da kazanılamaz.

Abdüsselam Hazretleri, Ebu Haşan Şazelî’ye Cenab-ı Hakk’a ne ile yaklaşacağını sordu. O da: “Yoksulluk ve muhtaçlıkla!” diye cevap verdi. Şeyhi ona dedi ki: “Vallahi ey Haşan, eğer Cenab-ı Hakk’a yoksulluğunla kavuşmak istersen, ona ortak koştuğun büyük bir putla varmış olursun. Çünkü yoksulluğun hakikati fakirliği görmemektir. Yoksa yoksulluğuyla övünenler dünyanın en büyük zenginleridir.” Bu söz Cenab-ı Hakk’a, Hak’tan başka vesile olmadığını belirtmektedir.

Müellif bundan sonra, halinden Cenab-ı Hakk’a şikâyet etmeyi garip karşılamıştır. Zira şikâyet, halini bilmeyen kimseye yapılır. Hak Teâlâ’nın ilim dairesinden bir zerre bile hariç olmadığından İbrahim(as) en dar zamanında bile: “Allah’ın halimi biliyor olması, beni talepten alıkoyuyor.” diyerek şikâyet etmekten çekinmiştir. Muhakkıklar: “Ancak Hak Teâlâ’ya şikâyet edilir.” sözü gafillerin sözüdür demişlerdir.

Müellif içindekileri söze getirdiğinden de şaşkınlık duymuştur. Hâlbuki “Bizi, her şeyi konuşturan Allah konuşturdu. ” (Fussılet/21) ayetince Allah her şeyi konuşturmaya kadirdir ve her şeyin yaratıcısı olduğundan yarattığının bütün özelliklerini ve hallerini bilir. O halde kalp emellerini ve vicdanî düşüncelerini dile getirmeye kalkışmak gerçekten şaşılacak şeydir.

Bir de insanın emelleri, -işi olanların devlet kapılarına gidişleri gibi- Cenab-ı Hakk’ın manevî tarafına daima akıp gider. Hak Teâlâ ise çok cömert olduğundan kendisine gelen emelleri geri çevirmez, kulunu mahrum etmez. Müellif bu yüzden umutların kesilmesine de şaştığını ifade ediyor.

Muhakkıklar mâsivâyı görmekten tamamen kesilmiş ve bütün halleri Hakk’a nisbet etmişlerdir. İnsanın bütün hallerinin Hak’tan kaynaklandığını ve Hakk’a döndüğünü bilirler, güzel ve doğru görürler. Müellif bu yüzden onların iç ve dış hallerinin Allah katında makbul olacağını belirtmiştir.

*    Yarabbi, bu büyük cahilliğime rağmen bana ne kadar lütuflarda bulunuyor, ne çok yardım ediyorsun. Bu çirkin fiillerime rağmen bana ne kadar merhametlisin.

Şu cehlimle nedir bu lûtfu ihsanın banayârab

Nasıl rahmeyledin bunca kusurumla banayârab

Hak yolundaki bir kul için bu hikmetteki manayı idrak etmek Cenab-ı Hakk’a karşı utanmayı gerektiren bir meziyettir. Âlemde sayılamayacak kadar çok olan İlahî nimetleri itiraf etmek kadar güzel bir şey yoktur. İnsan hallerin dış görünüşlerine bakar ve işlerin nereye varacağını, nasıl sonuçlanacağını bilmez. Hastalıklar ve musibetlerin günahlara keffaret olduğunu veya manevî dereceleri yükselttiğini düşünemeyerek afiyet ve nimet ister. Hâlbuki onlar, şükredilmesi kabil olmayan lütuf ve inayetlerdir. Hak Teâlâ kulunun bu cahilliğine ve çirkinliğine bakmayarak lütfunu ve yardımını bol bol ulaştırır, af ve mağfiret etmekten geri durmaz. “O Gafur ve Rahim ’dir.” (Yunus/107)

*    Yarabbi, sen bana ne kadar da yakınsın; ben ise senden ne kadar uzaktayım.

Nasıl ben mücrim ü âciz kula yârab karîb oldun

Ne yolda ben de senden ey Hüdâ dur u baîd oldum

Cenab-ı Hak âriflere ve şuhûd ehline göre zatıyla, perdelilere göre ilmiyle kuluna yakındır. Bu yakınlık, “Hak Teâlâ her nerede olursanız sizinle beraberdir.” (Meryem/4) ve “Biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kaf/16) ayetlerinde belirtilir. Bütün yaratıklar Hak varlığıyla var olduğundan O’ndan ayrı var olması düşünülemez, hepsi de tecelli yollarıdır. Her biri insanı Hakk’a ulaştırmaya vesiledir. însanı Cenab-ı Hak’tan uzaklaştıranlar ise Cenab-ı Hakk’ı görmeyi engelleyen beşerî sıfatlar ve tabiî hükümlerdir. Beşerî özellikler ve tabiî hükümler uzaklığın vehmedilmesine sebep olurlar. Eğer mevhum uzaklığı gerektiren beşerî sıfatlar ve tabiat hükümleri olmasaydı, Cenab-ı Hakk’ı istemek abes olurdu. Zira bir şey istemek isteyenin istediğinden uzak olduğunu gösterir. Şu halde Allah’a yakın oluş, devamlı Hak kapısında durmayı ve mâsivadan umut kesmeyi gerektirir. Mevhum uzaklık da yakınlık istemeyi ve dua etmeyi icap ettirir.

Ebu’l-Mürsî Hazretleri şöyle dua ederdi: “Yarabbi, sen yakınsın, ben uzağım. Bana yakınlığın mâsivadan umutlarımı kesti. Benden uzaklığın da daima seni istemeye alıştırdı. Bana lütfunla muamele et de benim bu isteğim senin talebin sebebiyle yok olsun. Ya Kavî, ya Aziz...”

Lütfet beni mahcub-ı vücûd eyleme yârab

Nâmahrem-i âsâr-ı şuhûd eyleme yârab

*    Yarabbi, sen bana ne kadar merhametli ve şefkatlisin. Buna karşılık beni senden uzaklaştırıp perdeleyen nedir?

Seni bunca bana rahm ettiren hikmet nedir yârab

Beni mahcûb eden senden şu halde hangi dâ ’îdir

Allah’ın kullarına merhametinin çok şiddetli olduğunu görmek, nefsi ve nefs sıfatlarını görmemeyi gerektirir. Bu da Hak ile kul arasında perde ve engellerin kalkması demektir. Peki, Allah’ın kula yakınlığı ezelden ebede kadar bâki olduğu halde insanın Hak’tan perdelenmesi nedendir? Bunun sebebi yoktur ve müellif buna şaşkınlığını belli etmektedir.

Şensin bize bizden yakın

Görünmezsin hicab nedir

*    Yarabbi, eserlerin ve tavırların değişmesinden anladım ki sen bana her şeyde kendini bildirmek istiyorsun. O kadar ki, hiçbir şeyde senin hakkında cahil kalmayayım.

Bildim yâ Hüdâvend-i milket-i teâlâ

Âsârın ihtilâf u tenakkulünden elhak

Bilinmek olduğun kim benden senin muradın

Bir şeyde olmayam tâ câhil sana ben ancak

(Tavırlarımı sürekli değiştiren eserlerinin değişmesinden anladım ki, senin muradın bana her şeyde kendini bildirmektir.)

Hastalık ve sağlık, zenginlik ve yoksulluk, saygın olmak ve alçalmak, darlık ve genişlik, taat ve isyan, yokluk ve varlık gibi haller, bu babdandır. Allah’ın işi olan bu haller, ilâhı sıfatların eserleridir. Bu hallerin değişmesi insana Allah’ın büyüklüğünü, birliğini, celal ve cemalini bildirmek içindir. Eğer öyle olmasa yani insan, seçip razı olacağı bir tavırda olsa, âriflerin Cenab-ı Hak hakkındaki mârifeti eksik kalırdı. Mesela bir insan hastalandığı veya yoksulluğa düştüğü zaman Cenab-ı Hakk’ın kendisini iyileştireceğini veya muhtaçlıktan kurtaracağını, zaten bu hastalığı yoksulluğu kendisine takdir edenin Hak Teâlâ olduğunu bilirse şüphesiz teselli bulur, sabreder. Sonra da hastalığın sağlığa, fakirliğin zenginliğe döndüğünü gördüğünde şükrünü artırır. Cenab-ı Hak bu tavırlardan birini mesela zenginlik ve sihhati insanda daimî kılsa, bunun tersi bir tecelli hiç çıkmamış olsa, hastalık ve yoksulluğu giderecek İlahî kudret bilinemez ve Hakk’ın bu tecellisi ortaya çıkmaz, örtülü kalırdı. Böylece mârifetullah eksik olur, Hakk’ın bu eserleri görülemezdi. Hâlbuki insan her an ibadet ve mücahedesine göre mârifetullah bahçesinde gezinmeli, onun ebedî zevklerine dalınalı, bu nimetlerin tamamına erişmek için beşerî hallerin hiçbirinde gafil olmamalıdır.

Bazı ârifler: “Kim ahiret ekinliği olan dünyadaki cennete girerse, ahiretteki cennete arzu duymaz ve âlemdeki hiçbir halden ürkmez. Bu dünyadaki cennet mârifetullahtır.” demişlerdir.

Malik bin Dinar Hazretleri: “İnsanlar en güzel şeyi tanımadan dünyadan çıkıp gidiyorlar.” demiş. “En güzel şey nedir?” sualine ise: “Mârifetullahtır!” cevabını vermiştir.

*    Yarabbi, kötülüğüm ve günahlarım beni dilsiz ettikçe, lütuf ve keremin beni söyletiyor. Kötü vasıflarım beni umutsuzluğa düşürdükçe cömertliğin ve ihsanın umutlandırıyor.

Beni lüûmum ne dem lâl etse yâr ab

Yine intâk eder ikrâmın elbet

Ne dem me’yûs beni evsâfım etse

Yine itma eder in âmin elbet

İlâhî emirlere uymayıp Cenab-ı Hakk’a itaat etmeme kötülüğü, insanı dua etmekten alıkoyar. Hak Teâlâ’nın lütfü, ihsanı ise: “Kerem gördükçe ey Bâkî gedâlardan recâ artar”- mısraı anlamınca istemeye cesaret ettirir, yalvarmaya sebep olur. İnsanın kötü vasıfları ve nefsinin tabiatı: “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” (Hûd/12) ayetince Hak rızasına uygun davranmaktan umut kestirir. Fakat iyiye, kötüye, mü’mine, münafığa erişen Hak rahmeti ve nimetler; insana kulluk edebine uymak hususunda cesaret verir, teselli edip isteklendirir.

Arsa-yı idrâk-i fevz ü re fetin dârü ’l-emân

Rışte-yi ümmîd-i feyz-i rahmetin hablü ’l-metîn

(Merhamet ve şefkatini idrak ermenin arsası, emniyet beldesidir. Rahmet inen feyzini ümit etmenin ipi en sağlam iptir.)

*    Yarabbi, iyilikleri kötülük olan kimsenin kötülükleri artık nasıl kötülük olmaz. Hakikatleri kuru davadan başka bir şey olmayan kimsenin iddiaları, boş laf olmaz da ne olur?

Bir kes ki meâlısi mesâvıdir ilâhı

Olmaz mı mesâvîsi anın gayri mesâvı

Şol kul ki deâvî oluyor cümle ‘ulûmu

Artık anın olmaz mı deâvısi deâvî

Bu münacat insana tanınan üstünlüğün aslında tam bir noksanlık olduğunu belirtmektedir. O halde insanın kendine mahsus eksikliğine artık ne denebilir? iyilikler güzel amellerdir; kötülükler günahlardır. Hakikatler ilim ve irfandır; iddialar asılsız şeylerdir, iyiliklerin kötülük olması, gizli ucb ve gizli riyadan dolayıdır. Güzel ameller ucb (kendini beğenme) ve riya ile karışık olursa, doğrudan doğruya işlenen günahlar kötülüğün ta kendisi olmaz da ne olur? ilim, irfan insanın inancına göre doğru ve gerçek olmadığından boş sözler olunca, aslında iddiadan başka bir şey olmayan zanlar, sırf iddiadan ibaret olmaz mı?

Özetle insan bütün hallerde kusurludur ve Cenab-ı Hakk’ın af ve mağfiretine muhtaçtır.

Ey Kadîr-i her ins ü can

Dârende-i kevn ü mekân

Dânende-i râz-ı nihân

Dermanda em feryâd-res-

*    Yarabbi, karşı konulmaz hükmün, ezici iraden söz sahibine söz, hal erbabına hal bırakmadı.

Kazâ-yı nafizin terk etmedi ey Hâk im-i kahir

Ne ehl-i nutka akvâlin ne sahib-i hâle de hâlin

Hüküm, “Bir şeyi dilediğinde ol der, olur.” (Yâsin/82) ayetinin belirttiği yaratılış emrine işarettir. Hükümden kasıt ezelî ilim de olabilir. Burada kaza manasına geldiği söylenmiştir. Kaza lügatte hükümlerle birlikte fiildir. Eş’arî mezhebine göre kaza, eşyanın ezeldeki halleriyle ilgili olan İlâhî iradedir. Hükemaya göre, yaratılış yolunda bütün varlıkların akıl âlemindeki toplu varlığından ibarettir.- Bu varlığın en güzel şekilde coşup çoğalması için ezeldeki İlahî yardımdır. İrade, takdir edilen iki şeyin bir vakitte meydana çıkmasını gerektiren sıfattır. Burada hüküm ve kazanın bir yorumu olarak kullanılmıştır. İradenin ezici olması belaların meydana geliş sebebi olması bakımındandır. Nimetin meydana geliş sebebi olarak ezici denilemez. Kader, mevcudatın dış görünüşlerindeki ayrıntılar ve cisim olarak teker teker tasarım halindeki görüntülerdir.- Kader manasını gösteren ayet: “Hâzinesi (kaynağı) bizim katımızda olmayan hiçbir şey yoktur. Ancak biz onu belli bir ölçüyle indiririz. ” (Hicr/21)

Bu münacat ile müellif Hak yolundaki kimselere havf (korku) makamının gerekliliğini tembih ediyor. Çünkü Cenab-ı Hakk’ın “istediğini yapıp dilediğine hükmeden” olduğunu bilen ârifler, İlahî hakikatler ve ledün ilimlerinden konuşup keşif ve kerametlerde bulunurlarsa da, İlahî hükme karşı konulamadığını, İlahî iradenin kahredici olduğunu hiç hatırlarından çıkarmazlar. Bel’am bin Baur ve Bersisa gibi manevî gücü yüksek olan kimselerin sonunda kahra uğrayıp sonsuza dek mahrum kaldıklarını düşünerek korkarlar. Hallerine güvenmez, mekr-i İlahîden emin olmazlar.

*    Yarabbi, senin adlin yaptığım ibadetlere, düzeltip güzelleştirdiğim hallere itimadımı yıktı. Fazlın ve ihsanın ise onlara güvenmemi engelledi.

Hüdâyâ gerçi ettim çok amel çok hâli de teşyîd

Fakat hedmetti adlin itimâdım işbu a’mâle

İkale eyledi belki beni ey vâhibü ’l-âmâl

O a mâle taalluktan nazar ihsân ü efdâle

Taat, Hak yolundaki kulun zahir sıfatı, hal batın sıfatıdır. Kul bütün şart ve edepleriyle emredildiği gibi ibadet ettiği, halini koruyup ihlâsla süslediğinde bile kendini güvende hissetmez. Cenab-ı Hakk’ın “Adi” sıfatını düşünmesi buna mani olur. Çünkü adi, Cenab-ı Hakk’ın amel edenlerin amellerine bakmayıp kudretini dilediği gibi tecelli ettirmesidir. Cenab-ı Hakk’ın rahmet denizinin genişliğini düşündüğünde ibadetine güvenmekten vazgeçer, buna karşılık fazlına ve ihsanına itimad eder.

Fazlınla nazar kıl bu günahkâra ilâhı

*    Yarabbi, sen biliyorsun ki ibadetim devamlı değil; fakat azim ve muhabbet yönünden daimî olduğunda şüphe yok.

İlâhî sen bilirsin gerçi benden tâatin filen

Devâm etmezse de azm ü muhabbet dâim olmuştur

“Yarabbi sen benim ibadete olan hüsn-i niyet ve muhabbetimi biliyorsun.” anlamındadır. Kulluk ibadete kusursuz olarak devam etmeyi icap ettirirse de, beşeriyet gereği acizlikten dolayı devamsızlık olabilir. Yalnız taate azim ve muhabbetin devamı da taatin ta kendisidir. Devamsızlıkla birlikte niyetin ve muhabbetin de bulunmaması tam mahrumluktur. Bu yüzden müellif taate azim ve muhabbetini de vesile ederek affedilmesi için münacatta bulunmuştur.

*    Yarabbi, sen kahredicisin, o halde taate nasıl azmederim? Fakat azmetmemi emrediyorsun, o halde nasıl azmetmem?

Hüdâyâ ben nasılazmeylerim sen çünkü Kahirsin

Nasıl terk eylerim azmi ki sen Cebbar u Amirsin

Taat eden, Cenab-ı Hakk’ın yapmamayı emrettiği şeylere niyet etmeyi aklına bile getirmez ve her şeyde Allah’ın kahrını müşahede eder. Allah’ın kahrını görüp düşünenin niyeti olmaz. Çünkü Hak her işinde galiptir, asla yenilmez. İlâhî emirleri görüp işitmek, hemen işlemeyi ve ihmal etmemeyi gerektirir. O halde insan her halinde tedbirden aciz ve işlerin takdirinde şaşkındır. Cenab-ı Hakk’a teslim olup tevekkül etmekten başka çare olmadığından, ârifler hiçbir halde ve hiçbir şeyde kesinlik görmezler, işlerini daima Cenab-ı Hakk’a bırakırlar. Bu yüzden; “Ârif kişinin kalbi yoktur.” demişlerdir.

*    Yarabbi, yaratılmışlara ve eserlere dayanmak ve onları delil saymak sana ulaşmaktan beni uzaklaştırır. Beni sana ulaştıracak hizmette bulundur.

Hüdâyâ kâinata nisbetim teb’îd eder senden

Beni bâri sana mûsıl olan hizmetle kıl meşgul

Eserlerle ilgilenmek ve onlara dayanmak Cenab-ı Hakk’a ulaşmaktan uzaklaştıracağı gibi, eserlerle delil getirmeye kalkışmak da insanı İlâhî müşahede tecellilerinden ayrı kılar. Çünkü delil getiren, müessiri görmediği için delil aramaktadır. Hakikat erbabı ise tersine, müessirle eserlere delil getiren müşahede sahipleridir. Zikirler, riyazetler, ameller ve mücahedelerle kalbin eserlere, keşiflere, hallere, makamlara itimadı ve ilgisi kesilmelidir ki, vahdet sırrı ve vuslat zevki elde edilsin.

Gayra bakmaz dâimâ sırr-ı sarâym pâk eder

Âşıkm zira muradı Hazreti Mevlâ imiş

*     Yarabbi, varlığı sana muhtaç olan bir şeyle sana nasıl delil getirilir? Senden başka bir şeyin zuhuru mümkün müdür ki, o seni izhar ve ispat etsin? Ne zaman kayboldun ki, seni gösterecek bir delile muhtaç olasın? Ne zaman uzaklaştın ki, eserlerin seni buldursun?

Vücûdunda sana muhtaç olan bir şeyle ey Fa’âl

Nasıl mümkin olur etmek sana anınla istidlâl

Olur mu gayr için vâki’zuhur olmaz isen zâhir

Ki imkân var mıdır hattâ o gayr olsun seni müzhir

Ne dem oldun ki gâib olasın muhtâc-ı istidlâl

Ba’ıdoldun ne dem ki tâ sana âsâr ede ısâl

“Delil” delalet ettiği şeyden daha açık olmalıdır. Aksi takdirde delil sayılamaz. Bu sebeple Hak nuru ile zuhur eden yaratılmışlarla yaratana delil getirmek pek çirkin görülmüş ve böyle delil getirenler şuhûd sahiplerine göre avam sayılmıştır.

Ebubekir Muhammed bin Ali Sektanî Hazretleri dedi ki: “Varlık Hak vergisidir, şuhûd ‘yaratılmış’ demektir. Zira Hak her şeyin delilidir. Hakk’ın delil olduğu yaratılmışlar, yaratıcıya artık nasıl delil olabilir?”

“Letâifü’l-Minen”şöyle yazılıdır: “Delil getirenlerin şuhûd ehline göre avam sayılması, şuhûd sahiplerinin delil getiricilere karşı Cenab-ı Hakk’ı zuhur mertebesinde delile ihtiyaçtan üstün bulduklarından ileri gelir. Şu halde delilleri yaratan, yaratılanın deliline muhtaçtır denilir mi? Delilleri kullarına bildiren Cenab-ı Hakk’ın burhan ve delil ile bilineceği söylenebilir mi?”

Haşan Şazelî Hazretleri: “Her şeyden önce var olan Cenab-ı Hak, sonradan var olmuş şeylerle nasıl bilinir?” dedi.

Şeyh Ruşen-zamir de: “Cenab-ı Hak nerdedir?” diye soran bir müridine: “Yazık sana, hiç göz ile birlikte ‘nerede’ istenir mi? Yani zaman ve mekân kendi varlığının gölgesinden ibaret olan Hak, mekânda aranır mı?”

Mahveyle gönülden eser-i nakş-ı sivâyı

Gayriyyeti bî-nam ü nişân eyle İlâhî

*     Yarabbi, üzerinde seni gözetleyici olarak görmeyen göz kördür. Muhabbet hâzinenden nasip vermediğin kul, ticaretinde ziyan etmiştir.

Seni yâr ab rakîb addetmeyen göz oldu nâ-bînâ

Nasibi olmayan aşkından oldu tâcir-i hâsir

Gözden murad, basiret yani kalp gözüdür. “Rakîb” murakabe eden, denetleyen demektir. Cenab-ı Hakk’ı bütün halleri bilen, gören ve bütün iyilikleri, kötülükleri gözetleyen olarak bilirse, çirkin ve kötü iş yapmaya utanır, korkar. Basiretleri körelmiş kimseler ise bu vasıfta olamayacaklarından her türlü günahı işlemekten çekinmezler.

Peygamber Efendimiz bu yüzden şöyle buyurmuşlardır: “İnsanın en üstün imanı, her nerede olursa Cenab-ı Hakk’ın kendisiyle beraber olduğuna kesin olarak inanmasıdır. ”

“Bir insan günah işleyecekse, Cenab-ı Hakk’ın görmeyeceği bir yerde işlemelidir.” denilerek günah işlenmesi engellenmek istenmiştir.

“Yasaklanan işlerden sakınmak için nasıl dua etmelidir?” diye sorulan bir ârif şu cevabı vermiştir: “Her işlenilen günahı Cenab-ı Hakk’ın göreceğine kesin olarak inanmak için Hakk’ın yardımı istenmelidir.”

Hak Teâlâ: “Ne iş yaparsanız yapın, siz bu işe giriştiğiniz an üzerinizde gözlemci bulunuyoruz. Çünkü ne yerde, ne gökte tartıya gelmeyecek kadar küçük şeyler bile senin Rabbinin bilgisinden kaçamaz, ne bundan daha da küçüğü, ne de bundan büyüğü yoktur ki, apaçık onun takdirinde olmasın. ”(Yunus/61) buyurmuştur.

Cenab-ı Hakk’ın kuluna muhabbeti, onun yaptıklarından razı olması, onu övmesi, ona rahmet ve ihsan etmesidir. Kulların Hak Teâlâ’ya sevgisi de; emirlerine uyması, yasaklarından kaçınması, gönülden saygı ve sevgi beslemesidir. Hikmette geçen muhabbet kelimesi Hakk’ın kula ya da kulun Hakk’a sevgisi olarak iki anlama da gelir. Fakat “Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler.” (Mâide/54) ayetinden Allah’ın sevgisinin kullarınkinden önce zikredilmesi, Allah’ın sevgisinin kulun sevgisinin aslı ve sebebi olduğunu gösterir. Allah kime muhabbetinden bir zerre ihsan etse, o kimse dünya ve ahirette kazanmış demektir. Muhabbet neşesinden mahrum olan kimse de tersine iki cihanda kaybetmiş, sırların zevklerinden ayrı kalmış demektir.

Semavî kitapların bazılarında şöyle buyrulduğu rivayet edilmiştir: “Ey kulum, ben seni seviyorum. Benim senin üzerindeki bu hakkım hürmetine sen de beni sev. ”

Zeyd bin Eşlem Hazretleri demiştir ki: “Cenab-ı Hak kulunu o kadar sever ki şöyle diyecek mertebeye varır: Ey kulum, her neyi istersen işle, ben seni ya günahlardan korurum veya tövbe etmeye muvaffak ederim ve seni bağışlarım”

* Yarabbi, eserlere geri dönmeyi emrettin. Beni nuranî bir kıyafet ve basiret dolu bir hidayetle onlara döndür ki, onlardan sana dönebileyim. Bana yardım et ki sırrım onlara bakmak ve takılıp kalmaktan korunmuş olsun da eserlere güvenmekten uzaklaşmış olayım ve senin huzuruna gireyim. "Muhakkak sen her şeye kadirsin " (Tahrim/8)

Emr ü fermân eyledin avdetle çün âsâra sen

Kisve-i nur ile ircâ ’ et beni ey zü ’l-minen

Tâ ki ol âsârdan ben bezmgâh-ı vuslata

Varayım andan nasıl oldumsa dâhil hazrete

Sırrım ol âsârda olsun taalluktan masun

Anlara gönlümde de hiç itimâdım olmasın

Ey müfizul-hayr ve’l-cûdu eyâ rabb-i habîr

Şüphe yoktur bunda kim her mümkine sensin Kadir

Eserlerden murad aile, evlad ve mallar gibi mahlûkattır. Eserlere geri dönmek; Cenab-ı Hakk’a vasıl olup halktan tamamen kesildikten sonra, tekrar ayıklık âlemine dönüp halka karışmaktır. Ancak halka karışmak bazen Hak’tan perdelenmeye sebep olur. Hak’tan perdelenmeyerek halka karışmak için nur elbisesine bürünmek gerektiği gibi, basiretin de hidayetle aydınlanması lazım gelir. O zaman halk ile beraber olsa bile Hak’tan perdelenmez. Sâlikin sülûkunun başlarında, halktan Hakk’a yükselmesi de bu suretle olmuştu. Yani sırrında ve niyetinde ne fayda ümidi, ne de zarar korkusu vardı. Yaratılmışlara o nazarla bakmıyor, onlara güvenmiyordu. Sâlik başlangıçta halka ve eserlere ilgisi dolayısıyla Hak’tan ayrı iken ilâhı tecelli ile Hakk’a vasıl olmuşsa, yolun sonunda da eserlerin tesirinden kurtulmak için bu hali kazanmak gerekir. Aksi halde kurtuluş mümkün olmaz.

* Yarabbi, benim hor ve hakir oluşum senin katında aşikârdır, bu halim sana gizli değildir. Sana vasıl olmayı ancak senden dilerim ve ancak sana seninle delil ararım. Sana giden yolu nurunla göster ve beni sadık bir kul eyle.

Benim züllüm huzurunda senin zâhirdir ey Mevlâ

Hafi olmaz sana hâlim benim ey hâliku ’l-eşyâ

Sana senden talebkâr-ı vusûlüm dâimâyârab

Seni ancak sana hem eylerim ben reh-nümâ yârab

Sana artık beni nur-ı kemâlinle hidâyet kıl

Huzurunda ubudiyetle sâdık et ikamet kıl

Cenab-ı Hakk’a karşı zavallılığını itiraf etmek şeref ve saygınlıktır. Duada aczini, zilletini arz etmek kabul edilmesinin sebebidir. Bu yüzden müellif münacatında acizliğini dile getiriyor.

Zünnun Mısrî Hazretleri demiştir ki: “Cenab-ı Hak bir kulunu nefsinin zilletini göstermek kadar yüksek bir şerefle yüceltmemiş, nefsinin horluğundan gafil etmek gibi bir horlukla alçaltmamıştır.”

Arif bir kişi Mekke’de sıkıntıya düşmüş. Sıkıntısından kurtulmak için başvurduğu zatların kimi oruç tutmasını, kimi geceleri ibadetle geçirmesini tavsiye etmişler. Söylenenleri yaptığı halde fayda görmeyince halini arz ettiği Nehri Cevrî Hazretleri ona şöyle demiş: “Sana oruç ve gece ibadeti tavsiye edenler halini karmakarışık etmişler. Sen hemen doğruca Harem’e git. Kâbe ile Hacer-i Esved arasındaki Mültezem denilen mübarek yerde insanlar uykuda iken şöyle diyerek yalvar: Yarabbi, zor durumda kaldım, şaşkınlığa düştüm, bana yardımcı ol.”

Adam dediklerini yapıp o şekilde niyaz edince üzüntü ve sıkıntıdan kurtulmuş, böylece duada aczini ve zilletini dile getirmenin kabule sebep olduğu belli olmuştur.

însan nasıl zelil olmaz, çünkü acizlik ve yoksunluk yaratılışının vasıflarıdır. Bu yüzden Hakk’a ulaşması ancak Hakk’ın yol göstermesiyle mümkün olabilir. Vasıl olanların irfanı da Hak feyziyle olgunlaşır. Arifler Hak Teâlâ’dan başka bir şeyle ilgilenmezler; hatta Hak Teâlâ’dan Hak’tan başka bir şey istemezler. Zira Cenab-ı Hak bütün âlemleri kaplamış, kuşatmış olduğundan Hakk’a ulaşınca bütün âlemler elde edilmiş olur. Hak Teâlâ bütün varlıklardan evvel zahir olmuş, her şey onun ruhuyla gizlilik perdesinden çıkmıştır. Bundan dolayı Hak Teâlâ’yı kendi nurundan başka bir şey izhar edemez. Hiçbir şey ona kavuşmanın yolunu gösteremez.

Bayezid Bestamî Hazretlerine “Hakk’ı ne ile bildin?” diye sorulunca; “Yine kendisiyle bildim. Eğer nuru ortaya çıkmasaydı Rabbimi asla bilemezdim.” demiştir.

Ebu Kasım Nasr Abâdî Hazretleri demiştir ki: “Bütün her şey Cenab-ı Hakk’a yine Cenab-ı Hak tarafından yol göstericidir. Şu halde Cenab-ı Hakk’a kendisinden başka ne yol gösterebilir?”

Ahmed bin Ebi’l-Havârî Hazretleri: “Cenab-ı Hakk’a kendisinden başka delil olamaz. İlimler, irfanlar ise ancak kulluk edeplerini ve vazifeleri hakkıyla yerine getirilmek için istenir.” demiştir.

Sana vâsıl olur elbette kalmaz râh-ı gurbette

Olursa her kime nûr-ı cemâlin reh-nümâ yârab

*    Yarabbi, bana kendi katındaki ledün ilmini öğret ve beni mahfuz olan isminle muhafaza et.

Bana ilm-i ledünnîden edip ta ’lim inâyet kıl

Dahi ism-i masununla beni yârab siyânet kıl

Ledün ilmi Cenab-ı Hakk’ın çok yüksek ve özel velilerine ihsan ettiği pek değerli bir ilimdir. Bu ilmin kıymeti Cenab-ı Hakk’ın Hazreti Hızır hakkında: “Biz ona katımızdan ilim öğrettik,K (Kehf/65) buyurmasından belli olmaktadır. Peygamber Efendimiz de şöyle buyurmuştur: “İlâhî ilimlerden paha biçilmez inci gibi yüksek bir ilim vardır; onu âriflerden başka kimse bilmez. Arifler bu hususta bir hakikat bildirdikleri vakit her vicdan sahibi bunu kabul ve tasdik eder. Fakat şeytanın aldattığı kısa görüşlüler bunu inkâr ederler. ”

Büyük evliyadan bazıları demişlerdir ki: “İlm-i ledün işitme ve okuma olmadan Cenab-ı Hakk’ın peygamberlerine, velilerine ve üstün âriflere ilham edip öğrettiği gizli ilimdir. Bu ancak has kullara nasip olur.”

Ebubekir Vâsıtî Hazretleri: “ilimde rasih olanlar... ” (Al-i İmran/7) ayetinde belirtilen rasih âlimler, sırrın sırrında ve gayb içinde gayb âleminde kutsal ruhlarıyla rasih olurlar. İlâhî maârif, kalplerine ilham edilerek kendilerine Allah tarafından bildirilir. O ilim ve irfan deryasına daldıkça her harf ve cümlenin derinliğinde, her ayet ve surenin sınırsızlığındaki mana hâzinelerinden ve acayip sırlardan nice nice ilim incileri ve irfan cevherleri kendilerine açılır. Onlar insanları irşad etmek için hikmet söyleyen kâmil insanlardır, buyurmuştur.

Rumûz-ı aşkını kıl zîver-i hüsn-i beyan yârab

Lisân-ı gayba olsun tâ zebânım tercüman yârab

*    Yarabbi, beni sana yakın olanların hakikatlerine erdir. Cezbe ve muhabbet ehline yoldaş eyle.

Sana kurb ehlinin ahvâli ile

Beni mevsûfu tahkik eyle yârab

Dahi cezb ehlinin mesleklerine

Beni islâk ü tevfik eyle yârab

Yakınlık ehlinin hakikatleri demek, fenâ makamına erişip sebepleri görmeyen ve bütün perdeleri kalkmış olan tevhid erlerinin makamları demektir. Bunlar âlem aynasında Hak cemalinden başka bir şey görmeyen, takdire razı olup mâsivaya şikâyet etmeyen hakikat erbabıdır. Cezbe ehli ise, önce İlâhî cezbeye kapılmış, sonra seyr ü sülük deryasına dalmış evliyadır. Kim bunların yakınlığına girerse sülük mertebelerini kolayca geçer. Kısa süre içinde zahmetsizce vuslat denizinin kıyısına ulaşır. Hak Teâlâ onları tabiat zindanından lütfuyla kurtarıp, cezbesiyle hemen özel mertebeye eriştirir.

Bedreka-yı kurb-ı Hüdâ cezbedir

Rehber-i erbâb-ı hüdâ cezbedir

(Hak yakınlığının kılavuzu ve Hak erlerinin rehberi cezbedir.)

* Yarabbi, beni tedbirinle tedbirinden, iradenle irademden müstağni kıl. Hep zaruret hallerimin merkezinde bulundur.

Beni yarabbi tedbirinle tedbirimden ignâ et

Gani kıl ihtiyârınla beni hem ihtiyârımdan

Beni hem sâbit eyle acz ü züll ü fakr u fâkamda

Ayırma lütfedip yârab mahall-i ıztırârımdan

Zaruret merkezleri insanın kendinden ayrılmayan acizlik, yoksulluk ve zillet özellikleridir. Daire çizgisine ve diğer kuvvetler merkeze bağlı olduğu gibi, bu üç tabiî özellik de insan dairesinin merkezindedir ve dünya işleri bunlara tâbidir. Bu sıfatı daima hatırda tutup Cenab-ı Hakk’a muhtaçlığımızı hiç unutmamamız icap eder. Çünkü tedbir, ihtiyar, irade ve kudret Cenab-ı Hakk’ın yedindedir. Tedbir, ihtiyar ve iktidar ile sıfatlanıp iddiaya kalkışan, Cenab-ı Hak’la çekişmeye girişmiş ve kulluk halkasını boynundan çıkarmış olur. Müellif irfan ehline yakışmayan bu halden sakınmayı, kendi tedbir ve ihtiyarından kurtulmayı niyaz ediyor.

Tedbirini terk eyle

Takdirini derk eyle

Hakk’a belin berk eyle

Mevlâ görelim n ’eyler

N’eylerse güzel eyler

* Yarabbi, beni kendi nefsimin zilletinden kurtar, kabre girmezden önce şirk ve şüphe kirinden temizle. Yalnız senden yardım istiyorum, bana yardım et. Her şeyde sana güvenip tevekkül ediyorum, beni başkasına bırakma. Yalnız sana el açıyorum, hüsrana uğratma. Senin lütfunu gözlüyorum, mahrum etme. Yalnız sana bağlandım, beni uzaklaştırma. Sadece senin ihsanının kapısında duruyorum, kapından kovma.

Hüdâyâ züll-i nefsimden benim ihrâcım et takdir

Dahi girmezden evvel kabre şek ü şirkten tathîr

Heman şendendir istinsârım et nusret bana şâhım

Beni gayre havâle kılma sensin istinadgâhım

Benim matlûbum ancak sensin etme sen beni hâib

Beni dur etme fazlından ki oldum ben ana râgıb

Hem ettim zâtına ben intisâb etme beni teb ’îd

Kapında bir fakîr-i vâkıfım etme beni tatrîd

Müellifin burada kurtulmak istediği zillet, hırs ve tamah yüzünden mâsivaya karşı gösterilen alçalmadır. İnsan yaratılışında bulunan bu zillet özelliği, kulluk mükellefiyetlerinin de esasıdır; bir önceki hikmette istenilen zillet ve acizlik değildir. Buradaki kötülenmiş olan zillet, hırs ve tamahtan doğar. Bunun sebebi de şirk ve şüphedir.

Şüphe çirkin bir iş sırasında hissedilen gönül darlığıdır. Gönlün bu sıkıştırmasından üzüntü ve sıkıntı meydana gelir. Kesin bilginin aydınlığı ise kalp temizliğini ve huzur hissini doğurur. Kalp yakîn nuruna muttali oldukça genişleyip açılır; darlık ve sıkıntı kaybolur. Kesin bilginin derecesine göre rahatlık gelir, üzüntüler gider. Peygamber Efendimiz(sas) şöyle buyurmuştur: “Cenab-ı Hak adaletinin gereği olarak rahatlığı ve üzüntüsüzlüğü rızasında, vehim ve üzüntüyü şüphe ve kızgınlıkta kıldı. ”

Şirk, kalp kuşunun Hak’tan gafil olduğu ve Hakk’ı unuttuğu vakitte avın tuzağa düşmesi gibi sebep ve vesilelere alaka göstermesinden ibarettir. Bu gaflet ise şüphe karanlığının kalbi kaplamasının sonucu olarak meydana gelen şehvet heyecanıdır. Bu sırada insan istediğini elde etmek için sebeplere sığınmaya koşarak sebeplerin yaratıcısı olan Hak Teâlâ’yı görmez. Kalp aynasını kirden temizlemek de ancak şirkin zıttı olan ve mârifet elde edildiğinde kalbe dolan tevhid nuru ile mümkün olur. Nefs böylece saflaşıp tatmin olur; uğradığı kötülükten temizlenip sakinleşir. Tevhid nurunun parlaklık derecesine göre şirk kirinden temiz olacağından Cenab-ı Hak da o kalbe hidayet ve mârifet bağışlar.

Cenab-ı Hak Hazreti Davud’a şöyle buyurmuştur: “Ya Davud, ben kullarıma ne zaman mârifet bağışlarım bilir misin? Kullarım gönüllerini şirk kirinden temizleyip şüphe karanlığını gidererek yakîn ve tevhid nuru ile aydınlattığı zamanda. ”

Derûnum gülşen-i sıdk u safa kıl sû-be-sû yârab

Gel i fânimi etme esîr-i reng ü bû yârab

* Yarabbi, senin rızan, seninle ilgili bir sebebe bağlı olmaktan uzaktır. O halde benimle ilgili bir sebep nasıl düşünülebilir? Senden sana gelen bir faydadan bile müstağnisin, artık benden nasıl müstağni olmazsın?

Rızân oldu senin ey Zül-meâlî

Muallel bil-garaz olmaktan âlî

Ne suretle olur ol vasfa "illet

Benim a mâlim ey mevsûf-ı kudret

Ganîsin zât-ı pâkinle heman sen

Sana senden vusûl-ı menfaatten

Ne keyfiyetle olmazsın Hüdâyâ

Ganî benden ve a "mâlimden âyâ

Allah’ın rızası Rab Teâlâ’nın kadim sıfatlarındandır. Hiçbir illet ve sebebin ona önceliği olamaz. Eğer ilâhı rıza Hak zatıyla ilgili illetten münezzeh olmasa, Cenab-ı Hak o illete muhtaç olurdu ki, bu muhaldir. İlâhî sıfat Hakk’ın zatından çıkan illetlerden uzak olursa, mâsivanın hal ve amelleriyle illetli olması artık nasıl düşünülebilir? Allah’ın rızası için illet ve sebep bahis konusu değildir. Tersine bütün amel edenlerin iyi ve kötü amellerinin sebebi Hak Teâlâ’nın rızası veya gazabıdır. Cenab-ı Hak bir milletten hoşnut olursa, onları razı olduklarına mahsus olan yoldaki hizmetlerde kullanır. Eğer bir topluluğa gazap ederse onları, cezalandırılmayı gerektiren uzaklıkla ve hicaba sebep olan işlerle uğraştırır.

Ebubekir Vâsıtî Hazretleri: “Gazap ve rıza, makbul olanları ve gazaba uğrayanları belli eden iki İlâhî sıfattır. Ezelden beri böyledir. Kabul edilenlerin işareti ışık saçar, kovulanların alâmetleri de onları karanlık ve usanç kaplamasıdır. Onun için sararmış benizler, kısaltılmış yenler, şişmiş ayaklarla yani şekil ve kılıklarla hakikat erbabını taklit etmek boşunadır, hiçbir fayda vermez.” buyurmuştur.

Vesile eyleyip zühd ü salâhı devr-i ebvâba

Ridâ vü taylesan ile asadan geçmedin gittin

* Yarabbi, kaza ve kader beni mağlup etti. Heva ve heves de şehvet bağlarıyla esir edip bağladı. Yardımcı ol da bana ve benim sebebimle din kardeşlerime yardım edesin. Beni fazlınla ve ihsanınla gani kıl da senden bir şey istememe gerek kalmasın.

İlâhî bana galib oldu heman

Kaza vü kader iki sırr-ı nihân

Beni etti şehvet kuyûduyla pes

Esir-i mukayyed hevâ vü heves

Bana bâri sen ol nasîr ey Muîn

Meded et bana hem benimle hemin

Beni eyle fazlınla iğnâ Hüdâ

Seninle seni hem talebden de tâ

Kaza irade edilenle ilgili olan Hak iradesidir. Kader, Cenab-ı Hakk’ın her bir şeyi belli bir ölçü ve miktar üzerine yaratmasıdır. Hazreti Ali Efendimize(ra) kaza ve kader hakkında sorulduğunda: “Onlar gizli birer İlâhî sırdır. Aslını araştırarak zihinleri bulandırmayın.” buyurmuştur. Heva, isteklere ve arzu edilen şeylere nefsin meyletmesidir.

Müellif bu münacatında kusurlarını itiraf ediyor. Cenab-ı Hak, özür dileyerek dergâhına sığınan kulunun özrünü reddetmez. Kusurunu itiraf ile günahlarının affını dileyen kimseyi geri çevirmez. Hatta hadis-i şerifte bildirildiğine göre günahkâr kul özür dileyerek niyazda bulundukça Hak Teâlâ ona: “Ey kulum, eğer özrünü kabul etmemiş olsaydım, seni özür dilemeye muvaffak etmezdim. ” buyurur.

Kettânî Hazretleri de şöyle ifade etmiştir: “Cenab-ı Hak kendisine mağfiret kapısını açmayacağı mü’mine özür diletmez.” Bu yüzden müellif burada Cenab-ı Hakk’ın hem kendisine, hem kendisi sebebiyle yakınlarına yardım eylemesini dilemiş hatta Hak ile istiğna sebebiyle Hak’tan bir şey istemekten müstağni kalmayı bile istemiştir.

Ebu’l-Hasan Şazelî Hazretleri: “Hizbü’l-berr” adlı hizbinde şöyle dua etmiştir: “Yarabbi, beni evliya kulların için gına sebebi ve onlarla din düşmanları arasında engel kıl.” Başka bir yerde de şöyle demiştir: “Saadetli kul aslında senin gayb hâzinenden bir şey istemekten seninle müstağni olan tevhid ehlidir.”

* Yarabbi, veli kullarının kalplerini nurlandırdın da seni bilip tevhid ettiler. Dostlarının kalplerinden ağyarı çıkardın da senden başkasını sevmediler, senden başkasına sığınmadılar. Sen onlara dost olduğun için bütün malları, arkadaşları, çocukları ve ilgilendikleri şeyler onlara yabancı geldi. Sen onları hakikat yoluna ilettiğin için bütün tevhid delilleri onlara aşikâr oldu.

Yarabbi, seni kaybeden ne buldu ve seni bulan ne kaybetti? Sana karşılık dünyaya razı olan kimse mahrum oldu. Senden yüz çevirerek başka bir şey isteyen hüsrana uğradı.

Kılıp evliyâda yâ ilâhı

Ziyâdâr ettin envârı kemâ-hî

Yakînen bildiler tâ ki seni Hak

Sana gösterdiler tevhid-i mutlak

Ahibbânın kulubundan Hüdâyâ îzâle eyledin ağyârı Hakk’a

Anın ’çün sevmediler mâsivâyı

Sivâya etmediler ilticâyı

Enîsi anların sensin ki yâra Av âlim oldu vahşi anlara hep

Eden hem anları sensin hidâyet Ki oldu anlara zâhir hakikat

Seni vâcid ne şeyi fâkıd oldu Seni fâkıd ne şeyi vâcid oldu Olursa gayriye her kim ki tâlib Ne şüphe oldu ol vallâhi hâib

Çevirdi kim ki vechin senden ey Hak O bî-şek mazhar-ı hüsran mutlak

Evliyanın mâsivadan nefret edip ürkmesinin sebebi mâsivanın, yani Allah’tan başka her şeyin yoksulluk ve muhtaçlıkla vasıflanmış olmasıdır. Gerçi mâsivanın her biri tabiî eksikliklilerini tamamlamak için çekicidirler ve türlerini devam ettirmek için tabiî hazlarını başkasından isterler. Fakat Cenab-ı Hak bütün âlemlerden gani ve müstağnidir. Cenab-ı Hak çok ihsan edicidir. Kullarına lütfedici şefkatli bir kâinat hükümdarıdır. Bu gerçeği gören ve bilen bir velinin bütün âlemlerden ürkeceği, Hak müşahedesinden bir tecellinin zerresine erişen bir ârifin dostunun ancak büyük yaratıcı olacağı, bütün mâsivanın artık ona perdeleneceği, âlemde Hak varlığından başka bir şey görmeyeceği aşikârdır. Şu fıkralar bu münacatı bir kat daha açıklayıcı bir anlam taşımaktadır:

Zünnun Mısrî Hazretleri çölde dolaşırken irfan sahibi bir kadınla karşılaşır. Kadın ona: “Sen kimsin?” diye sorar. Zünnun’un: “Gurbete düşmüş bir adamım!” diye cevap vermesi üzerine kadın şöyle hitap eder: “Cenab-ı Hak’la beraber olan kimse hiç gurbet üzüntüsü hisseder mi?”

Arif kişilerden olan Mutarrif bin Abdullah Emevî hükümdarlarından olup dört halifenin yolundan giden Ömer bin Abdülaziz Hazretlerine demiş ki: “Ey Ömer, Hak ile dostluk kur ve Hakk’a ulaşarak halktan alakanı kes! Zira Cenab-ı Hakk’ın birtakım kulları vardır ki, ancak onun İlâhî huzuruna alışıktırlar. Onunla dost olduklarından, yalnız kaldıkları halde insanların dostlarının yanındayken duyduklarından daha fazla dostluk hissederler. İnsanların çok ürktükleri, onların en çok yakınlaştıklarıdır. İnsanların dost oldukları, onları en çok ürkütenlerdir.”

Bu kemal mertebesi ancak Hakk’ın nuruyla elde edilebileceğinden bu yüksek dereceye erişen sâlik için artık tevhid ve hakikat yolları, mârifet feyizleri açılarak kalp gözünün tabiî kesafetinin gideceği, vicdanın müşahede nurları ve Hak tecellileriyle süsleneceği şüphesizdir. Bundan anlaşılıyor ki, Cenab-ı Hak’tan kaybolan hiçbir şeyi bulmuş olamaz. Çünkü âlem karanlıktır ve yokluktur. Mutlak varlık ve nur ise insanı yaratandır. Hakk’ı bulup da fani ve Hak ile bâkî olan ârif kişi artık âlemde bir şey kaybetmiş olur mu? Tersine âlem ona hizmetçi olur.

Ebubekir Dekkak Hazretleri, Ebu Ali Ruzbarî Hazretlerinden sormuş: “Fakir sofiler niçin geçinecek kadar bile bir şey almazlar?” O da şöyle cevap vermiş:

“Onlar Mu’tî olan Cenab-ı Hak ile verilen şeylerden müstağni olmuşlardır da onun için...”

Ruzbarî Hazretleri demiş ki: “Evet, dediğin gibidir ama bence bunda başka bir mana daha vardır. Sofi fakirler öyle kudsî bir zümredir ki, yoksullukları Cenab-ı Hak’tan olduğu için onlara varlık menfaat vermez. Varlıkları da yine Cenab-ı Hak’tan olduğundan, yoksunluktan da zarar görmezler.”

Şu halde Hakk’ı bulan kimse bütün mükevvenatı, yaratılmış şeylerin hepsini bulmuş demek olacağından Hakk’ın yerine nefsânî şehvet, dünyevî lezzet ve ahiret maksatlarına razı olmak mahrumluktur. Hele Hak yolunda, Hak cemali müşahedesinden yüz çevirerek mükâşefe ve kerametlere meyletmek telafi edilemeyecek hüsrandır.

Bazı büyüklerin anlattığına göre, on üç sene gece gündüz daima ibadet ede ede kötürüm olmuş bir adam, her ikindi namazının ardından kıbleye dönüp şöyle diyor ve akşama kadar hiç konuşmuyordu: “Yarabbi, şu halka şaşıyorum. Seni bırakıp da dünya ve ahiret şehvetlerini nasıl arzu ediyorlar? Hele senden başkasıyla dost olup safa arayanlara daha çok hayret ediyorum.”

Şeyh Şiblî Hazretlerini vefatından sonra rüyada gören bir kimse ondan Cenab-ı Hakk’ın kendisine ne muamelede bulunduğunu sormuş ve şu cevabı almış: “Cenab-ı Hak benim sözlerime karşı hiçbir burhan istemedi. Ancak bir gün, cennetten mahrum olup cehenneme girmekten büyük bir hüsran yoktur demiştim. îşte bu sözümden ötürü Cenab-ı Hak: "Ey Şiblî, benim cemalimi müşahede etmekten mahrum olmak kadar büyük hüsran var mıdır ki, sen onu unutup da böyle dersin?buyurdu.”

*    Yarabbi, sen ihsanı kesmemişken senden başkasından nasıl bir şey umulur? Cömertlik âdetin değişmemişken senden başkasından nasıl bir şey istenir?

Recâ mümkin mi artık mâsivadan ey kerîm Allah

Henüz sen kat’-ı ihsân etmemişken kimseden asla

Nasıl gayrından olmak tâlib-i âmâl câizdir

Sen ise âdet-i ihsânı tebdil etmedin hâlâ

Cenab-ı Hak’tan başkasından bir şey ümit etmek kalbin o umduğu şeye alakası ve bağlılığı demektir. Mâsivadan bir şey istemek de, isteyenin o mâsivaya tamamen yönelmesidir. Cenab-ı Hakk’ın ihsanı devam etmekteyken, cömertlik âdeti değişmemişken bu hal doğru olabilir mi?

Hal sahibi bir kimsenin mâsivayı Cenab-ı Hakk’ın vesileleri bilerek halktan bir şey istemesi caizdir. Fakat halktan bir şey isteyenlerin binde biri bile bu irfana sahip olmadığından sâlik için doğru değildir ve halktan istemesi şaşılacak bir şeydir.

*    Muhabbetinle dostluğunu tattırdıkların senin huzurunda saygıyla eğilirler. Omuzlarına heybet hil'ati giydirdiğin büyük veliler şeref kazanıp mâsivadan yüz çevirirler.

Zevk-i ünsü ey ahibbâya izâka eyleyen

Oldular nezdinde bi’t-temelluk ol rical

Evliyâya ey libâs-ı heybetin ilbâs eden

İzzetinle tâ ki izzet buldular ol ehl-i hal

Dostluk diye tercüme ettiğimiz “muâneset” sevgilinin cemalini görmekle kalbin sevinmesidir. Heybet velilerinin omuzlarına Hak tarafından giydirilen yetki, kuvvet ve büyüklüktür ki onları görenler manevî bir korkuya kapılır, huzurlarında şaşırıp susar kalırlar. İlâhî heybet ile şereflenmek kalbin mâsivaya bağlı olmaktan kesilmesidir. Bu yüzden denilmiştir ki: “Mârifetullah, Cenab-ı Hakk’ın kudretinden başka bütün güçleri aşağılamak ve Hak zikrinden başka zikirleri yok etmektir.” Bazı ârifler de şöyle demişlerdir: “Gönülde Hak büyüdükçe, halk gözünde küçülür.” Bazı büyükler: “Dilediğini aziz kılar. ”(Al-i İmran/26) ayetinin tefsirinde şöyle demişlerdir: “Cenab-ı Hakk’ın izzet verdiği kimsenin şerefi; Hak huzurunda, Hak ile beraber, Hak’la ilgili olduğu halde, Hakk’a mahsus olmakla hâsıl olur.”

*    Yarabbi, sen zikredenler yaratılmazdan önce onları zikredensin. İbadet edenler sana yönelmezden evvel onlara ihsan eyleyensin. Seni talep edenlerin isteklerinden önce lütfedici ve cömert olansın. Vehhab isminle hep verensin, sonra bize bağışladıklarını borçlanansın.

Zâkirîn olmazdan evvel ey Hüdâ

Anlan sen eyledin zikr ü senâ

Eyledin ihsan ile sen ibtidâ

Âbidin etmezden evvel ilticâ

Sensin ol Mu "ti ve Muhsin-i bî-sebeb

Tâlibîn etmezden evvelce taleb

Sensin ol Vehhab ki ba’de’l-atâ

Oldun istikrâz edenlerden şehâ

Cenab-ı Hakk’ın zikredenleri önceden zikretmesi, ezelde onların varlığını dilemesidir, işte bu ezelî irade, kulları kendisini zikretmenin daha kokusunu duymamışken Cenab-ı Hakk’ın kullarını zikretmesi demektir. Bir başka deyişle Allah’ın zikretmesi, onları zikre ve tevhide muvaffak etmesidir. Zira Allah başarı vermekle yardım etmese, kimse zikir ve tevhide erişemezdi.

Her şeyde öncelik Rab Teâlâ’nın özelliğidir. Çünkü Cenab-ı Hak, bütün âlemler varlık kokusunu koklamazdan evvelce cömertlik, ihsan, bağış vasıflarıyla sıfatlıydı. Cömertlik eseri olarak yokluk gizliliğinden varlık sahrasına çıkardı da zakirlerinin dilinin süsü, taliplerin en yüce maksadı ve ibadet edenlerin kıblesi oldu.

Bayezid Bestamî Hazretleri mevzuya binaen şöyle demiştir: “Ben ilk başlarda dört şeyde yanıldım. Sanıyordum ki, Cenab-ı Hakk’ı ben zikrediyorum, ben seviyorum ve ben istiyorum. Maksada vâsıl olunca gördüm ki, Hak beni benden önce zikretmiş, beni benim bilmemden önce bilmiş, Hakk’ın muhabbeti ve talebi de benim sevgim ve istememden evvelmiş.”

Öncelik Cenab-ı Hakk’a mahsus olunca, sâlik bir kul için kulluğu vesile kılmak hususunda fazl ve keremden başka vesile düşünülemez.

Cüneyd Bağdadî: “Yarabbi, katında makbul olanlar senin iznin ve iradenle başkasına şefaat edenler, seni zikrederek kalplerini nurlandıranlar ancak senin fazlınla seni zikreyler ve ibadette bulunurlar.” diye münacat ederdi.

Cenab-ı Hakk’ın bir şeyi ihsan ettikten sonra onu borçlanmasının anlamı: “Kim Allah "a güzel bir borç verecek?” (Bakara/245) ayetince kuluna hediyesi olan güzel ameller karşılığında bir borçlunun borcunu ödemesi gibi dünya ve ahirette büyük bağışlarda bulunmasıdır. Bu İlâhî lütuf ise kulunun değerini fevkalade yükselten, şerefini yücelten sınırsız bir bağıştır. Bazı büyükler bu hususta şöyle demişlerdir: “Cenab-ı Hak bir şeyi kuluna verdikten sonra onun kendisine bağlılığını ispat için tekrar onu satın alır sonra satın aldığını borçlanır. Bundan sonra da onun üzerine kat kat mükâfatlarla borcunu öder.”

îşte böylelikle İlâhî nimetlerin sebebe bağlı olmadığı açıkça belli olmuştur.

*    Yarabbi, beni rahmetinle kendine yaklaştır da sana vâsıl olayım. Beni nimetinle kendine çek de sana yöneleyim.

Rahmetinle beni yârab taleb et

Sana tâ ki olayım ben vâsıl

Minnetinle dahi cezbeyle beni

Olayım tâ ki sana ben mukbil

İnsanın Cenab-ı Hakk’a vâsıl olmasına İlâhî rahmetinden başka vesile yoktur. Çünkü sebeplere bağlı olan kulların amelleri, sebep ve noksandan münezzeh olan Hak Teâlâ’ya erişme vesilesi olamaz. Bir de, öteden beri aşağı olandan gelen isteğin sonuca ulaşması güçleşir, yüksek olandan çıkan talep kolaylıkla gerçekleşir. İzzet perdesiyle yüce ve kutsal varlığa doğrudan doğruya yönelmek de mümkün olmadığından, Cenab-ı Hakk’a yönelmeyi gerektiren bir ihsan cazibesi lazımdır. Bu yüzden müellif iki yönlü dua etmiş, vuslatın en yakın yolunu seçmiştir.

*    Yarabbi, sana ne kadar isyan edersem edeyim, senden ümidim kesilmez. Sana ne kadar ibadette bulunursam bulunayım, senden korkum eksilmez.

Ümidim kesmezem senden Hüdâyâ müznib olsam da

Nasıl ki havfim olmaz zâil olsam da muti’asla

Korku ve ümit İlâhî sıfatların müşahedesi neticesinde kalbe ardı ardına gelen iki haldir. İlâhî sıfatlarda farklılık olmadığı gibi bunların şuhûdunda da fark olmadığından, korku ve ümidi farklı bulan her şuhûd noksan demektir. Bu iki halde kemal mertebesi yani eksiksiz müşahede, terazinin iki kefesi veya kuşun iki kanadı gibi birbirini ağdırmayan denklik ve eşitliktir. Bu hikmetten ötürü hakikat erbabının olağanüstü ibadetlerine rağmen korkuları devam etmiş, günah işlediklerinde de ümitleri kaybolmamıştır. Bununla beraber, ümidin korkuyu geçmesi caizdir. Zira “Rahmetim gazabımı geçti.” mealindeki hadis-i kudsî ümit gerektiren rahmetin, korku veren gazabı geçtiğini haber vermektedir. Buna karşılık korkuya mağlup olarak İlâhî rahmetten umut kesmek mahrumluktan olduğu gibi, ümit ve recâya kapılıp mekr-i İlâhîden emin olmak da hüsrana uğramaya sebeptir. Cenab-ı Hak dilediğini işlediğinden, taatte bulunmak gazap ihtimalini ortadan kaldırmadığı gibi, ihsan sahibi olan Cenab-ı Hakk’a karşı günah işlemek de umutsuz olmayı gerektirmez.

Yahya bin Muaz Hazretleri şöyle münacat ederdi: “Yarabbi, sana karşı çok günah işlemekle beraber mağfiret ummak, güzel amelle inayet beklemekten daha üstün geliyor. Zira amellerimin ihlâslı olduğuna güveniyorum. Hâlbuki bunca nefsânî kusurlarımla amellerimi nasıl halis edebilirim? Günahlarım konusunda ise affına güveniyorum. Senin af ve ihsanın apaçık belli olduğuna göre günahlarımı nasıl bağışlamazsın?”

Ebu’l-Abbas Mürsî Hazretleri de şöyle dua ederdi: “Yarabbi, sana masiyet beni taate, sana itaat beni masiyete çağırıyor. Bu iki halin hangisinde korkayım, hangisinde ihsanını niyaz edeyim? Eğer günahların yüzünden kork dersen, bana ihsanla karşılıkta bulunarak korkumu gideriyorsun. Eğer taat sebebiyle ihsan iste buyurursan, adlinle karşılık verip ümit ipimi kesiyorsun. Yarabbi, bunca lütuf ve ihsanlarına karşı ben amelime nasıl değer verebilirim? Yahut işlediğim bunca günahlarla beraber bana olan ihsanları nasıl bilmezden gelirim?”

Şu söz de o zata aittir: “Avam Hak’tan korkutulursa korkar; umut verilirse ihsan ister. Havas tersine korkutulurlarsa inayet bekler; umut verildiğinde ise korkarlar.”

Ne rütbe ehl-i irfan olsa da müstagrak-ı isyan

Yine lûtf-ı İlâhîden recâsı artar eksilmez

* Yarabbi, bütün âlemler beni sana yöneltip ulaştırdı. Senin cömertliğini bilmem ise kapında durdurdu.

Beni etti sana yârab ‘âvâlim sevk bı-şübhe

Kapında eyledi vâkıf beni hem lûtfuna ilmim

Alemlerin sâliki Cenab-ı Hakk’a yöneltip ulaştırması, sâlikin bir şey istediği kimselerin; “Allah versin, O’ndan başka Mutî yok. Allah yardım etsin, Allah’tan başka yardım edici yok!” diyerek ona Hak kapısını göstermeleridir. Yahut sâlikin tevhidin sırrını bilip eşyanın hakikatine vakıf olunca her şeyin hal diliyle şöyle hitap etmesidir: “Boş yere bana sevgiyle bağlanma, zira ben geçici ve ölümlüyüm. Sana lazım olan bakî olan Cenab-ı Hakk’a kullukla bağlanmaktır.” Yahut âlemlerde ürkütücü sofralar bulunması sebebiyle sâlikin hakiki dost olarak Cenab-ı Hakk’a dönmesidir.

Behlül Dânâ, aralarına katılması için insanların ısrar etmeleri üzerine biraz müsaade isteyip doğru abdesthaneye gider. Sonra şöyle cevap verir: “Ben helâda insanlar içine gireyim mi diye danıştım. Onlar dediler ki: ‘Bizim halimize bak, ibret al da ona göre karar ver. Biz bir zamanlar nefis yemekler idik. İnsanların içine girdiğimiz için bu iğrenç duruma düştük.’ Kusura bakmayın ben bozulup kötü hallere düşmek istemiyorum.”

Hakk’ın cömertliğini anlaması sâliki İlâhî kapıya sığındırır. Çünkü cömertliği ile tanınmış bir zatın kendinden bir şey isteyenleri kovmayacağını herkes bilir. Bu bilgi, sâlikin Cenab-ı Hakk’ın kapısına başvurmasını gerektirir. Cömert olan Hak’tan çekinilmez. Huyları değişik olan insanlarla birlikte olmakta rahat yoktur.

Kalp gözü açık bir kimse hep günlerini kabristanda geçirirmiş. Ona sormuşlar: “Niçin dirileri bırakıp da ölülerle beraber oluyorsun?” “Ellerinden dillerinden bir zarar görmeyeceğimden eminim de onun için!” diye cevap vermiş.

Keşif sahiplerinin anlattığı şu kıssa da ibret vericidir: Bir kapıdan diğer kapıya başvurarak günlük yiyeceğini sağlamaya çalışan ve “İnayet ola, Allah versin!” denilerek binlerce kapıdan kovulan bir dilenci vadesi gelip vefat eder. Kabre konulduğunda hemen başına Münker Nekir adlı melekler gelip: “Rabbin kim? Dinin ne? Peygamberin kim? Kitabın ne? Kıblen neresi?” diye sorgulamaya başlayınca dilenci bir kahkaha kopararak şu cevabı verir: “Ben şimdiye kadar ömrümü dilencilikle geçirdim. Hangi kapıya vardımsa; “Allah versin!” deyip beni bu kapıya gönderdiler. îşte bugün insanların ve cinlerin sığınağı olan Hak kapısına geldim. Burada siz de benden Rabbimi soruyorsunuz.” Bunun üzerine İlâhî mağfiret denizi dalgalanmış ve “Onu haline bırakın!” fermanı gelmiş. Sonsuz nimetlere erişmiş ve kabri cennet bahçesine dönmüş.

*      Yarabbi, ben nasıl emelime erişmeyeyim, emelim sensin. Nasıl zelil olurum, sana güvenip tevekkül ediyorum.

Ben nasıl hâib olurum

Ey Hüdâ sensin emelim

Ben nasıl zillet bulurum

Olunca sen mütekellim

Bir sâlik Hak Teâlâ’ya tam manasıyla tevekkül edip yönelse şüphesiz takdire uygun düşen her murada erer, en yüce maksada ulaşır. Onun hayırlı isteklerinde hüsrana uğramayacağı, hiçbir zaman zillete düşmeyeceği şüphesizdir.

Allah'a tevekkül edenin yaveri Hak'tır

Nâ-şâdgönül bir gün olur şâd olacaktır

*      Yarabbi, sen beni zillette sabit kıldığın halde nasıl izzet ve şeref isteyebilirim? Beni kendine nisbet ettiğin halde nasıl aziz olmam? Nasıl yoksul olmam ki, beni yoksulluk dairesine yerleştirdin. Nasıl yoksul olurum ki, cömertliğinle ihsanınla beni zengin ettin.

Ben ne yolda eylerim izzet recâ

Sen beni zillette rekzettin şehâ

Ya nasıl da eylemem izzet ümid

Kendine ettin beni nisbet bedîd

Ya nasıl olmam fakir ü bî-nevâ

Fakrdan ettin beni çün ser-nümâ

Ya nasıl fakr eylerim izhâr ben

Eyledin iğnâ beni cûdunla sen

Zillet insanın yaratılış özelliğidir. Yani insan kulluk ve zillet özelliğinde yaratılmıştır. Hakk’a nisbet edilmesi ise hususi yaklaşma ve ulaşmadır. Bu nisbeti elde edenlere evliya denir ve derin bir saygı gösterilir. Yoksunluk, muhtaçlık, izzet ve istiğna manasına da gelir. Çünkü yoksunlukta yerleşmiş olmak onun insandan ayrılmaz bir özelliği olmasıdır. Ancak bu zillet Hak cemalinin müşahedesiyle izzete döner, şeref ve yükseklik olur. Yani yoksunluk zillete, zillet izzete dönüşür. Bu yüzden bazı ârifler: “Her zelilin zilletini gördükçe, zilletim onların zilletinden fazlalaşır. Her azizin izzetini gördükçe onların izzetinin üstünde izzetim artar.” dedi.

Şeyh Şiblî Hazretleri demiştir ki: “O kadar zelil oldum ki, bana göre her zelil aziz oldu. O kadar izzet buldum ki, her aziz benimle ve kendisiyle izzetlendiğim Hak ile aziz oldu.”

Eden arz-ı mezellet bâr-gâh-ı izzete karşı

Olur sertâc-ı vehhâc-ı azîzan her dü âlemde

(Cenab-ı Hakk’a karşı zilletini itiraf eden, iki cihan azizlerinin başlarının tacı olur.)

*    Yarabbi, senden başka âlemde ilâh yoktur. Sen kendini her şeye tanıtıp bildirdiğin için seni bilmeyen yoktur. Sen her şeyde bana kendini bildirdiğinden, seni her şeyde apaçık gördüm. Çünkü sen her şeyde zahirsin.

Şensin ol mâbûd-ı bil-hak pâdişâh

Yerde gökte senden özge yok ilâh

Sen olup her şey için hestî-nümâ

Olmadı bir şey cehûl asla sana

Şensin ol bir hâlık-ı arz u sema

Kendini her şeyde bildirdin bana

Gördüm artık zâhir eşyâda seni

Şensin ol her şey için zâhir Ganî

Tam zuhur ile zahir ve her bakımdan aşikâr olmak Cenab-ı Hakk’a mahsustur. Bütün kâinat Allah’ın nuru ile ortaya çıktı. Kâinat ve içindeki şeylerin üzerindeki bu nur kesilmiş olsa âlemde hiçbir varlık kalmazdı. Bizim gibi manaları görmeyen yarasa gözlülere Cenab-ı Hakk’ın gizli kalması ise zuhurunun şiddetinden dolayıdır.

Hak'tan ‘ayan bir nesne yok

Gözsüzlere pinhân imiş

*    Ey rahmanlığıyla arşı kaplayan Rabbim, âlemler senin arşında kaybolduğu gibi arş da rahmanlığında kaybolmuştur. Rahmet eserin olan arş ile diğer eserleri yok ettiğin gibi, sınırsız gökler misali nurlarla da ağyarı yok eyledin.

Ey eden arş üzre rahmâniyyetiyle istivâ

Etti rahmâniyyetinde arş-ı a 'lâ intıvâ'

Bu münacatta müteşabih ayetlerden Furkan suresi 59. ve Tâhâ suresi 5. ayetlerinde geçen “istivâ” sırrına işaret olunmaktadır. Müteşabih ayetler, bazı surelerin başlarındaki “ha-mim, ta- sin” gibi mukattaa harfleri gibi lafz veya “Allah'ın eli onların ellerinin üstündedir. ”(Kehf/10) ayeti gibi mana olarak tefsirinde güçlük bulunan ayetlerdir. “İstiva” lügatte eşitlik anlamında olup bu ayetin anlamına göre Hak varlığının arş ile eşit bulunmasını, bu da Hakk’ın cisim olmasını gerektirir. Bunun aklen ve naklen muhal olmasından dolayı bu ayetin tefsirinden çekinilmiş, “anlamını Cenab-ı Hak bilir” denilmiştir.

Ahmed bin Hanbel Hazretleri demiştir ki: “İstiva biliniyorsa da nasıl olduğunu Allah’tan başka kimse bilmez.” Büyük âlimler: “Müteşabih ayetlerin manası ancak Peygamber Efendimiz için malum ve aşikâr birtakım sır ve hakikatlerin sembolleridir. Bunların din düşmanları tarafından yanlış yorumlara uğratılmaması için akıl ve hikmete uygun şekilde tevil olunması caizdir. Nitekim Al-i Imran suresi 7. ayetinde geçen “rasih âlimler”in bunları bilecekleri belirtilmiştir. Alimlerin yorumlarına göre istiva “kahr”, “galebe” manasına da geldiğinden, “Hak Teâlâ rahmanlığıyla bütün âlemleri kaplayıp kuşatan arşa hükümrandır” manası çıkar.

Zuhur etme ve var olma hakiki olarak ne arş için, ne de âlemler için mümkündür. Onların varlığı gölge ve hayaldir. Hakiki varlık ve tam zuhur ancak Hak Teâlâ’ya mahsustur, demek olur. Rahmanlık Hak Teâlâ’nın Rahman olmasıdır. “Rahman” Esma-i Hüsna’dan her şeyin varlığını gerektiren mübarek bir isimdir. Rahman kelimesinden türemiş olan “rahmet”, Allah’ın ilmi gibi her şeyi kaplayan genel rahmettir. Yaratılışla ilgili bütün isimler “Rahman” isminin hükmü altındadır.

Münacattaki iki eserden biri bütün âlemler, diğeri âlemleri kuşatıp kaplayan arştır. Arştan yeryüzüne kadar bütün âlemler İlâhî ihsan olan rahmet sayesinde var olur. Eğer Cenab-ı Hak varlık rahmetini ihsan etmese hiçbir mevcut yokluktan varlığa ulaşamazdı. Ağyar dediği de arş olup onu yok eden nurlar da İlâhî isim ve sıfatlardır.

Kenz-i mahfiden zuhûra geldi eşyâ lâ-cerem

Bâd-ı hubbıyla temevvüc etti çün deryâ-yı aşk

(Şüphesiz sevgi rüzgârıyla aşk deryası dalgalandı da her şey gizli hâzineden ortaya çıktı.)

* Ey gözlerin zatını görmesini izzet perdeleriyle engelleyen Rab Teâlâ, ey âriflerin kalplerine kemaliyle tecelli eden ve kalp sırlarının kadrini, sonsuz rahmetini gerçekleştiren Samed; nasıl gizli olabilirsin ki, her şeyde zahir, hazır ve gözetleyicisin.

Ey hıyâm-ı izzetinde ihticâb etmiş Ahad

Kuvve-i ebrâr ile idrâk olunmaktan ebed

Ey ki esma vü sıfatıyla tecellî eyleyüb

Kibriyâsıyla eden esrarı ebvâb-ı guyub

Sen nasıl mahfi olursun sensin âlemde ‘ayan

Ya nasıl gâib olursun sensin e Van dîde-bân

Cenab-ı Hakk’ın izzeti burada perdelere benzetilmiştir, izzet sahibi azizin manası kendisine ulaşılmaz demektir. Cenab-ı Hakk’ı dünyada görmek mümkün değildir. Ahirette beşerî vasıflardan sıyrılıp insan suretinin hakikate dönüşmesiyle iman sahipleri için bu mümkündür. Miraç âlemi ahiret âlemi olduğundan Peygamber Efendimize mahsus olmak üzere miraç gecesinde vaki olmuştur. “O gün bazı yüzler Rablerine bakarken mutlulukla parlayacaktır.K (Kıyâmet/22) ayeti ve “Rabbinizi, ayın on dördü gibi göreceksiniz. ” hadisi ahirette görmenin delilleridir.

Cenab-ı Hakk’ın izzeti, fani olan dünyada bütün halkın baki olan zatını görmekten perdeledi. Çünkü bakiyi görmek için baki göz lazımdır. Fakat kalp gözü açık olanlara perdeler açılır; bütün her şeyde kaim ve her şeyi kuşatmış olarak basiret nuruyla görünür. Elbette bu görme tecelli şeklinde bir açılıştır ve gerçek görme değildir. Cenab-ı Hakk’ı rüyada gördüklerini söyleyen Imam-ı Azam, Tirmizî, Hamza el-Karî gibi zatların müşahedeleri de böyledir. Hatta İmam Azam Efendimiz mükâşefe âleminde Cenab-ı Hakk’ı görüp, kulların ahiret şiddetinden nasıl kurtulabileceğini sormuş ve şu duayı okuyanların kurtulacağı cevabını almıştır:

“Sübhane’l-ebediyyü’l-ebed, sübhaneb-vâhidüb-ahad, sübhane’l-ferdü’s-samed, sübhane men rafea’s-semâü bi-gayri amed, sübhane men besate’l-arzu alâ mâin cemed, sübhane men kaseme r- nzku velem yense ehad, sübhanellezi lem yettehız sâhibeten velâ veled, sübhanellezi lem yelid velem yûled velem yekûn lehû küfüven ah ad”

İmam Tirmizî rüyasında Cenab-ı Hakk’ı görmüş ve imanını kaybetmekten korktuğunu arz etmiş, bunun çaresi olarak her sabah namazının sünnetiyle farzı arasında şu duayı okuması öğütlenmiştir:

“Allahümmeyâ hayyu yâ kayyum yâ bedîa’s-semâvâti ve’l-arzyâ ze’l-celâli ve’l-ikram es’elüke en tuhyî kalbi binûri ma’rifetike ebeden yâ Allah yâ Allah yâ Allah”

Anadan doğma âmâ olan İmam Hamza istiğrak halinde İlâhî huzurda Kur’an’ı okuyup hatmetmişti. “Ve hüvel kahirü fevka ibâdihi” (En’am/18) ayetine gelince Cenab-ı Hak’tan “Ey Hamza, ‘ente’l-kahirü fevka ibâdihi’ diye oku!”buyurduğunu anlatmıştır.

Cenab-ı Hakk’ın rüyada cisim olarak görülmesi onu gerçekten görmek değildir. Zira Hak Teâlâ cisim olmaktan münezzehtir. Gören kimsenin kendisinin manevî misalini görmesidir.

Azizin bir anlamı da akıl sahiplerinin başını döndüren, kalp sahiplerini şaşkın ve hayran bırakan âlimleri övmekte dilsiz eden, yazarları vasfını anlatmakta acze mahkûm edendir. Bu bakımdan Peygamber Efendimiz1"': “Sen zatını sena ettiğin gibi ben seni övemem ve vasıflarını saymakla bitiremem. ” buyurmuştur.

Cenab-ı Hakk’ın zuhuru ya şuhûd erbabının dediği gibi bütün her şeyde zatıyla yahut perdeli insanların söylediği gibi bütün âlemlerde fiil ve tasarruflarının ortaya çıkmasıyladır.

Cenab-ı Hakk’ın gözetleyici olması da her halimizi ve bütün kâinatı her an görüp bilmesidir. “Çünkü Rab bin şüphesiz her zaman gözetleyip durmaktadır. ” (Fecr/14)

Ey varlığına olmayan âgâz u nihâyet

Oldu dü cihan nur-ı vücûdunla nümâyan

Mümkin değil idrak seni eylesin ebsâr

Sen hâlbuki oldun bütün ekvâna nigeh-bân

SONSÖZ

Hikem-i Atâiyye’yi birkaç sene ramazan aylarındaki incelemelerim sonunda nazım, nesir ve açıklama olarak, ikinci cildini de Hicri 23 Zilkade 1317 (R. 12 Mart 1316 - M. 25 Mart 1900) pazar gecesinde bitirdim. Bu esere “Hikem-i Atâiyye” denilmesi müellifin dedesi Atâullah el- îskenderiye’ye izafetle İbn Atâ diye tanınmasındandır. Kendisinin asıl adı Taceddin ebu Fazl Ahmed bin Muhammed bin Abdülkerim bin Atâullah el-Iskenderânî’dir. Şazelî tarikatının eşine az rastlanır büyük velilerindendir. İskenderiye şehrinde dünyaya gelmiştir. Şazelî tarikatının kurucusu büyük şeyh Seyyid Ebu’l-Hasan Ali bin Abdullah Şazelî Hazretlerinin manevî vârisi İmam Şehabeddin Ebu’I-Abbas Ahmed bin Ömer el-Ensarî el-Mürsî Hazretlerinin dergâhında yetişmiştir. Sonra H. 686 senesinde Şeyh Hazretleri vefat eyleyince, yerine geçen Habeşli şeyh Yakut Arşî Hazretlerine bağlanmış ve burada yüksek maârif kazanmıştır.

Şazelî Hazretleri Batı Afrika’da Şazle beldesinde doğmuş, İskenderiye’de yetişmiş, hacca giderken yol üzerindeki Kayzab çölünde H.656 (M. 1258) yılı zilkade ayında ahirete göçmüştür. Hayatı müddetince hep müridlerini irşad etmekle meşgul olmuş, hiçbir eser yazmamıştır. Kendisine: “Siz niçin bir eser yazıp yadigâr bırakmıyorsunuz?” diye sorulduğunda “Bizim kitaplarımız yolumuzdan giden müridlerimizdir. Bizim yazacağımız eserler birer dilsiz kitaptır. Müridlerimizden her biri ise bir konuşan kitaptır. O halde eser yazmaya hacet var mıdır?” diye cevap vermiştir. Gerçekten tarikatından feyizlenmiş Ibn Atâullah Hazretleri gibi hidayet imamları kısa zaman içinde ortaya çıkmışlar, ilim ve maârif eserleriyle cihanda parlamışlardır ki Şeyh Hazretlerinin kerametlerinden sayılır.

Müellifin diğer kıymetli eserleri: Kitabü’l-Minen, Kıtabut-Tenvir Sır hâzineleri olan bu ölmez eserler hakkıyla incelenecek olursa Ibn Atâullah Hazretlerinin nasıl bir dâhi, bir edebiyat üstadı olarak yaratılmış olduğu görülür.

Zahirî ve batınî ilimleri yayarak geçirdiği ömrünü H. 707 (M. 1308) tarihinde veya Keşfil’z- Zünûnda. yazıldığına göre H. 709 senesinde tamamlamış ve Kahire’de Karafe kabristanına defnedilmiştir. Aynı yıl içinde mürşidi Yakut Arşî Hazretleri de İskenderiye’de bu fani âleme veda eylemiştir.

Yarabbi ruhaniyetlerinin yardımıyla bize yardım eyle.

Velhamdülillahi rabbi hâlemin

Fakir Seyyid Hafız Ahmed Mahir bin Seyyid Hafız Muhammed Said bin Seyyid Hafız Muhammed Nureddin Kastamonî Ballıklı Efendizâde

LÜGATÇE

a’mâl: Ameller.

âbid: İbadet edici.

adem: Yokluk.

âfil: Batan, ufûl eden, kaybolan.

ağsan: Ağaç dalları.

ağyar: Yabancılar, Allah’tan başka şeyler.

ahibbâ: Dostlar, arkadaşlar.

alız: Almak.

akdar: Kudretler.

âkil: Akıllı.

akreb: En yakın.

aksa: En son, en yüksek.

aksam: Kısımlar.

âlî: Yüksek.

amal: Emeller.

arus: Gelin.

avâik: Engeller.

avalim: Alemler.

avarız: Arızalar, engeller.

avn: Yardım.

aya: Acaba.

bab: Kapı.

bağteten: Birdenbire, ansızın.

baîd: Uzak.

bâis: sebep olan, icap ettiren.

bariz: Açık, aşikâr.

bast: Ferahlık, rahatlık.

bedreka: Delil, mürşid.

bende: Kul, köle.

bezi: Bol bol verme.

bezm: Meclis.

bî-çûn: Eşsiz, emsalsiz.

bî-güman: Şüphesiz.

bisat: Sofra.

bisyar: Çok.

buhl: Cimrilik.

büruz: Belirme, meydana çıkma.

câ: Yer, makam, mevki.

cay: (bkz. câ)

cebr: Zorlama.

cedir: Layık, uygun.

cehl: Cehalet.

cevarih: Uzuvlar.

ceyş: Ordu.

dâd: Adalet.

dâî: Dua eden, çağıran.

dana: Bilgili, âlim.

dest: El.

dıraht: Ağaç.

dil-sır: Gözü gönlü tok.

dil-şifte: Tutkun, meftun.

dur: Uzak.

echel: En cahil.

ecram: Cisimler, yıldızlar.

efdal: Üstün.

ekmel: En mükemmel.

ekvan: Alemler, varlıklar.

emval: Mallar.

enfas: Nefesler.

enmûzec: Örnek, misal.

envar: Nurlar.

esb: At.

esbab: Sebepler.

esman Semereler, meyveler.

etemm: En mükemmel, noksansız.

eve: Zirve, en yüksek nokta.

evkat: Vakitler.

eyyam: Günler.

fâdd: Üstün kimse, fazıl.

fakr u faka: Yokluk ve muhtaçlık.

fakr: Dünyadan hiçbir şeye ilgi duymayarak elindekileri Hak rızasına sunmak.

fazl; İyilik, fazla.

fehm: Anlayış.

ferâiz: Farzlar.

ferhat: Sevinç.

ferih: Sevinçli, ferahlı.

fesane: Efsane.

fevt: Elden çıkarma, kaybetme, ölüm.

fıkdan: Yokluk.

fikret: Düşünme, fikir.

firak: Ayrılık.

fiirûz: Parlatan, aydınlatan.

fiiyûzât: Feyizler.

gabî: Ahmak.

gerdun: Dünya, felek.

giyah: Ot.

gurret: Parlaklık, başlangıç.

guyûb: Gayblar.

hâb: Uyku.

hadim: Hizmet eden.

hadis: Sonradan olma, kadîm olmayan.

hâib: Mahrum, umutsuz, korkan, utanan.

hâil: Perde, engel.

hâk: Toprak.

hakayık: Hakikatler.

hamakat: Ahmaklık.

hâsir: Hasret çeken, meramına eremeyen.

haşyet: Korku.

hâtif: Seslenen, kendisi görülmeden sesi duyulan.

havf: Korku.

hemişe: Daima.

hergiz: Asla.

hesti: Varlık, var olma.

hevâdarân: Nefsine uymuş kimseler.

hıred-sûz: Akıl yakıcı.

hırman: Mahrumluk.

himmet: Gayret, kalbin Hakk’a yönelmesi.

hiras: Korkma, ürkme.

hizlan: İflas etme, rezil olma.

hubb: Sevgi.

hubûr: Sevinç, ferahlık.

humul: Adı belirsiz olma.

hurşid: Güneş.

huruç: Çıkma.

ibâd: Kullar.

ibdal: Değiştirme.

ibtizal: Ayağa düşmek, değerini yitirmek.

idbar: Talihsizlik, geri dönüş.

ifiıam: Anlatma.

ifna: Yok etme.

iftikar: Muhtaç olma.

iğnâ: zengin etme.

îhâ: Sevk etme.

ihdas: Yeni bir şey meydana çıkarma.

ihticâb: Örtünme, perdelenme.

ikal: Ayak bağı.

ikan: Sağlam ve kesin bilme.

ikbal: Talih, mutluluk.

ikdar: Kudret verme.

ikrah: Zorlama, iğrenme.

iktiran: Yaklaşma.

iltika: Kavuşma, buluşma.

indihâş: Çok korkma, dehşete düşme.

infak: Nafaka verme.

infial: Gücenme, darılma.

infîkak: Yerinden ayrılma, sökülme.

infisah Ayrılma.

intibah: Uyanma.

îras: Sebep olma.

irtihâl: Göç etme.

irtiyâb: Şüphelenme.

isâet: Kötülük.

isal: Ulaştırma.

İslak: Düzenleme, sıraya koyma.

istar: Örtme, perdeleme.

istibta’: Gecikmek.

istidlâl: Delil ile anlama.

istidrac: Fâsık bir kişinin gösterdiği harika.

istihkar: Horlamak, hakir görmek.

iştihar: Tanınma, ün alma.

itminan: Emin olma, kesin olarak inanma.

ittibâ’: Tâbi olma, uyma.

ittihâd: Bir olma, birleşme.

ittisâf: Vasıflanma, nitelenme.

ittisal: Bitişme, kavuşma.

ityân: Bildirme, ispat.

ivaz: Bedel, karşılık.

izhâb: Giydirme.

izhâr: Gösterme, meydana çıkarma.

kabz: Darlık, sıkıntı.

kadim: Başlangıcı olmayan.

kahir: Ezen, kahreden.

kalil: Az.

kan; Kaynak.

karîb: Yakın.

karin: Yakın.

kemâ-hî: Olduğu gibi.

kesir: Çok.

kesret: Çokluk.

kevn: Varlık.

kevneyn: Dünya ve ahiret.

keyfe mâ-yeşa: İstediği gibi.

kifaf: Yetecek kadar olma.

kisve: Elbise, kılık.

kulûb: Kalpler.

kurb: Yakınlık.

kübra: Büyük.

küşad: Açma.

lâbis: Giyinmiş.

lâ-cerem: Şüphesiz, elbette.

lâhik: Eklenen, katılan.

lezzât: Lezzetler.

ma’dud: Sayılan.

ma’dum: Yok.

mağbun: Aldanmış, şaşkın.

mahcûb: Perdeli, örtülü.

mantuk: Söz, mana.

mâsiva: Allah’tan başka her şey.

matlab: İstek.

me’zûn: İzinli.

meâsî: Günahlar.

medfun: Gömülü.

mefruz: Farz olunmuş, bölünmüş.

mefsedet: Bozukluk, fenalık, fesatçılık.

meftuh: Açık.

meh: Ay.

mekr: Hile.

melal: Üzüntü, iç sıkıntısı.

melekût: Gayb âlemi, melek ve ruhların âlemi.

merzuk: Rızıklanmış.

meslûb: Soyulmuş, giderilmiş.

mestur: Örtülü.

meşiyyet: İrade, dileme.

mevhum: Vehmedilmiş, aslı olmayan.

mevrid; Varılan yer.

meyâdin: Meydanlar.

mezahir: Mazharlar, eşyanın göründüğü yerler.

mihr: Güneş. Muhabbet.

miknet: Kuvvet, kudret.

mir’at: Ayna.

mizaç: Huy, tabiat.

mufazzd: İyilik eden, nimet veren.

muhib: Seven.

muhsin: İyilik eden.

muhteceb: Perdeli, örtünmüş.

mukarreb: Yakın.

munbasıt: Ferahlanmış, rahatlamış.

munkabız: Daralmış, sıkıntılı.

murakabe: Kendi iç âlemine dalma.

mûris: Veren, getiren.

musaffa: Temizlenmiş, saflaşmış.

musalli: Namaz kılan.

mûsıl: Ulaştıran.

mustağrib: Garip karşılamış, şaşırmış.

muti: İtaatli.

muttaki: Takva sahibi.

muvakkit: Vakti belli eden.

muzlim: Karanlık.

mücahede: Nefsle çarpışma.

mücmel: Öz söz.

mücrim: Suçlu.

müdbir: Talihsiz, düşkün.

müferrih: Ferahlandıran.

müfîd: Faydalı.

mükaşefe: Gizli şeyleri açmak.

mültebis: Karıştırmış olan, karışık olan.

münir: Nurlu, ışık veren.

münkad: Boyun eğen.

münşerih: Neşeli.

münzel: İnmiş.

mürâi: İkiyüzlü.

müsri’: Hızlandıran.

müstağni: Kimseye ihtiyacı olmayan.

müstefîd: İstifade eden.

müstetâb: İyi, güzel.

müzekkir: Zikrettiren, andıran, zikreden.

müznib: Günahkâr.

nâfi’: Faydalı.

nâle: İnilti.

nas: İnsanlar.

nâşi: Neşet eden, dolayı.

neşât: Neşe.

neşv ü nema: Büyüme yetişme.

nevâfil: Nafileler.

nevâkıs: Noksanlıklar.

nevmîd: Ümitsiz.

nezdîk: Yakın.

ni’âm: Nimetler.

nihan: Gizli.

nikab: Örtü.

nusret: Yardım.

nümâyan: Görünen, aşikâr olan.

pertev: Işık.

pinhan: Gizli.

râci’: Rica eden. Geri dönen.

rah: Yol.

râhil: Göç eden.

recâ: Ümit.

riyazet: Nefsi kırma, az, yemek, az içmek, az uyumak.

rû-nümâ: Yüz gösteren, meydana çıkan.

rü’yet; Görmek.

sâdır: Çıkan.

sagir: Küçük.

sâik: Sevk eden.

sâil: İsteyen, soran.

sâkit: Sessiz duran.

sâlik: Giden, hak yoluna giren, mürid.

sâmit: Susan, konuşmayan.

sâtir: Örten.

sebk: Öne geçme.

sebû: Testi.

sedad: Doğruluk, hatasızlık, haklı olan.

sehl: Kolay.

serâir: Sırlar.

ser-te-ser: Baştan başa.

setr: Örtme.

seyr ü sülük: Bir terbiye yoluna girip devam etme, tarikatta yetişme.

seyyiât: Günahlar.

sıdk: Doğruluk.

silk: Dizi, sıra yol.

sîret: Bir kimsenin iç hali, ahlâkı.

siva: Allah’tan gayrı olan şeylerin hepsi, mâsiva.

siyyân: Eşit.

subh: Sabah.

sudur: Çıkma.

suver: Suretler.

sühan: Söz.

süllem: Merdiven.

süvâr: Binen.

şâdman: Sevinçlilik, bahtiyar.

şâkir: Şükreden.

şârık: Doğan, parlayan.

şeb: Gece.

şeb-i yeldâ: En uzun gece.

şevâgil: Uğraşılar, meşguliyetler.

şuhûd: Görme.

ta’lik: Asmak, geciktirmek.

taabbüd: ibadet etmek, kulluk etmek.

tahassül: Hâsıl olmak, husûle gelmek.

tahfif: Hafifletme.

tahlis: Kurtarmak.

tahyir; İki şeyden birini seçme durumunda bırakmak.

takarrüb: Yaklaşma.

takva: Bütün günahlardan kendini korumak.

takyid: Bağlama, kayıtlama.

tâli’: Tulü’ eden, doğan.

tamı’: Tamah eden.

tathir: Temizlemek.

tavassul: Vasıl olma, ulaşma.

tebyin: Belirtme, açıkça anlatma, ispat.

tecelli: Hakk’ın zat ve sıfatının zuhuru.

tecerrüd: Allah’a yönelip ibadetle meşgul olma.

tecrid: Dünya alakalarını kalpten çıkarıp, Allah’a yönelmek.

teehhür: Gecikme.

teemmül: Derin derin düşünmek.

tefrid: Dünya alakalarını kalpten çıkarıp, ibadetle meşgul olmak.

tefrik: Birbirinden ayırmak.

tefviz: İşini Allah’a bırakma.

tekellüm: Söyleme.

televvün: Renk değiştirme.

temâsil: Timsaller, suretler.

temevvüc: Dalgalanma.

teng: Dar.

tenvir: Nurlandırma, aydınlatma.

tesâdüm: Çarpışma, vuruşma.

teşrik: Ortak etme.

teşyîd: Sağlamlaştırma.

tevakkuf: Duraklama.

tevali: Uzayıp gitmek, devam etmek.

tevcih: Yöneltmek.

tevfik: Başarı verme, uygun düşme.

teyakkun: İyi araştırıp kesin bilgiye ulaşmak.

teyessür: Kolaylıkla elde etme.

tezkir: Hatırlatma.

töhmet: Suçlama.

tufeyli: Sahte, fazladan.

ubudiyet: Kulluk.

ukubet: Eziyet, ceza.

urefâ: Arifler.

uyûb: Ayıplar.

uzlet: İnsanlardan uzak ve yalnız kalmak.

ümniyye: Umut, beklenti.

üns: Alışkanlık, alışma.

üştür: Deve.

vabeste: Bağlı.

vârid: Gelen, akla gelen.

vâridat: Kalbe doğan tecelliler.

vâride: Kalbe gelen İlâhî tecelli.

vâsılın: Hakk’a kavuşanlar.

vird: Devam edilen dua.

vürûd: Gelme, vârid olma.

vüs’at: Genişlik.

yakîn: Şüphesiz, kesin olarak bilme.

Yezdan: Cenab-ı Hak.

zâhid: Dünyadan elini eteğini çekip ibadet eden, sofu.

zâil: Geçen, kaybolan.

zemm: Kötüleme.

zen; Kadın.

zenb: Günah.

zevâhir: Dış görünüşler.

zî-heva: Hevesine düşkün.

zulmet: Karanlık.

zühd: Dünyadan yüz çevirmek.

j.Gülzar-ı hikmetin nevbâve-i berâhînindendir.

2      Dâînin mahbubiyeti bazen teehhür-i icabeti ve mağdûbiyeti ise bilakis kabulde sürati icab ediyor.

3      Mümkinatın mevcud olmaklığının manası; vücudun mümkinat ile kaim olması demek olmayıp belki bizatihi kaim-i ayn-ı zat

vâcibü'l-vücud olan mebde'-i âsâr-ı hariciye ile müfesser bulunan vücud-ı hakikîye mümkinatın bir nevi taallukla müntesib olmasıdır.

4      En ziyade şâyân-ı hayret ve sezâ-vâr-ı taaccüb olan cihet, ayn-ı zat-ı Kird-gâr olan nurü'l-envar-ı vücud, zulmet-âbâd-ı adem olan

eşyada nasıl ayan ü zahir, her dem rehîn-i adem olan hâdis mevcud mevsuf-ı na't-ı kıdem bulunan Hallak-ı âlem'le ne güne sabit ve bahir oluyor bilmem!

5      Kara helile: Tadı çok acı olan bir bitki tohumu.

6      Şu insan-ı kâmil ki, cemî ekvanın hakikat-i vahide ile müteayyin lâkin sırr-ı ahadiyetin niseb ve izafat ile mütekessir olduğunu

bilirse şüphesiz ârif-i billah'dır.

7      Ve eğer ehl-i iman Cenab-ı Hallak-ı Cihan, anı daire-i hıfz u ismette tutmayıp da meâsîye mücaseret eyler ise, bu keyfiyet de saht-ı

rabbaninin semeresi bulunduğu cihetle müstelzim-i hüzn ü keder olacağından bu takdirce de havf ciheti recâ üzerine galebe eyler. Recâ ise, Rabbü'l-ibad'a ubudiyet ve ibadette bâis-i ictihad olup terk edilen ibadet ve ibadâttan mâfât için emn ü gurur yüzünden adem-i hüzün ve adem-i kedûreti iktiza etmediği gibi, havf de ictinab-ı measî ve seyyiatda cehd ü gayreti mucib olup hasebü'l-beşeriye vuku bulan masiyet ve fiil-i masiyet üzerine ye's ü kanût sebebiyle adem-i teessüf ve adem-i nedamet icab eylemez; şu suretle a'mâl-i hasenenin mucib-i sürür ve efâl-i seyyienin müstevcib-i kedûr olması, salifü'z-zikr mahbûbîn-i Yezdan olan evliya-yı müridinin hâl ü şanıdır.

8      Sıfat-ı seniyye-i ilâhiyye tezahür-i efzâ-yı ahkâm olduğu vakitte âmâl-i âmilin bâtıl olur gider.

9      Allah yeter, gerisi hevesten ibarettir.

10  Çünkü makam-ı sâlikîn de kıblegâh-ı erbâb-ı yakîndir. Hatta Nehr Cevrî Hazretleri: "Ahvâl-i kalbiyyesine mütevelli, kalbine vâlî olan mürid-i müteâlînin alâmeti; halâsında noksan ve ezkârında gaflet ve sıdkında kusur ve mücahedesinde fütur ve fakrında kıllet ü mürâat müşahede etmekir ki, tâ ki cemi'-i ahvâl ü efkârı kendince muhalif-i rıza-yı Bârî addolunmakla seyr ü sülûkünde Cenab-ı Rabb-i bî-endâd'a fakr u ihtiyacı müzdâd ve bilcümle mâsivadan fânî fî-Rabbü'l-ibâd olsun."

11  "Bu kelâm-ı dakîkin manası: Hakikat-i iman ile mü'min olan ârif, esbâbı görmez. Zira esbâba teşebbüs ve esbâbı rü'yet ve bu yüzden halkta hasıl olan tamah ve zillet muktezâ-yı makam-ı Islâmiyettir demektir." dedi.

12     Neyl-i meâlî mahsus-ı eâlîdir.

13     Aynullah'dan sâkıt olur.

14      Makt: Buğz, kin, adavet.

15 ... anın iştiyak-ı sâmânsûzu buraka rükûba da imkân ve mahal bırakmayarak belki o râh-ı visalde burak-ı berk-efrûz-ı beka da geri kalarak heman can ü cenanını müstağrak-ı envar-ı safa eden şevk-i tecelli-nüma-yı manaya râkib olduğu halde bisat-ı likaya vasıl olur. Allahümmec'alna mine'l-vasılîn.

16 Bast, nesemat-ı ilâhiyye ve ve şevahid-i rıza-yı sübhaniyyeden lemean ve cereyan eden füyûzat-ı ledünniyye ve işrakat-ı maneviyye ile istirsal-i kavî ve isti'ane-i avâlim hasıl olmak için mebâdi-i fütuhat üzerine işrak eden erbab-ı irfanın halidir.

17    Mübteğâ-yı abdiyet ise ifa-yı vezaif-i şükr-i güzârî ve mahmidettir.

18    Allah ile kendi beyninde mağnem ittihaz etme ve nimet-i mahluku kendine mağrem bil.

19    Evkat-ı ma'dûdenin en hayırlısı vücud-ı fâkayı kendisinde şuhûd, vücud-ı zillete rücu' ve vürûd ettiğin vakittir.

20    Ana bidayeten mütevelli olan kimse nihayeten de mütevelli olur.

21    Şems-i tâbân için sehâbın, hüsn-i hûban için nikabın lüzumu teslim-gerde-i ulü'l-elbabdır.

22    Hadis-i şerif

23    Haşhaşa

24    Nevâvisin yanlarında...

25    ... ta ki, her umurda ikdam ve ihcamı, vücud-ı basiret ve hüsn-i muvaffakiyete iktiran edebilsin.

26 Ta ki bu zümre-i mukaddese anda ayn-ı basiretle müşahid-i nur-ı rü'yet olsunlar ve dide-i sûrî ile müşahede-i didar edemediklerinden hâsıl olan aşk ve iştiyak sebebiyle maiyyet-i ihtisasiyyeyi ve maiyyet-i ihtisasiyye sebebiyle de devam-ı huzur ve müşahedeyi ihraz etsinler.

27    Şaban ayının son günü mü, yoksa ramazan ayının ilk günü mü olduğunda şüpheye düşülen gün.

28 Menat-ı teklif ve cezada irade-i külliye-i ilâhiyyenin medar-ı taalluku olup hal kabilinden olan ve ma'dum-ı muteber olup halk kendisine taalluk etmeyen kesb ü sarf ile müfesser irade-i cüz'iyyedir. Binaenaleyh a'mâlde kesbden ve irade-i külliye-i mahlukayı sarfdan başka asla nisbet ve medhali olmayan âbid için mahluk-ı İlâhî olan ibadet de hâhişger-i ivaz ü mükâfat olmak artık nasıl muvafık-ı hakikat olur?

29    El üznü teaşşaka kable'l-aynu ahyanen

30 İnsanlar a'mâl-i hâlisa ile mutalebe olunur ise amelleri perişan ve berbad, perişanî-i amel de fakr u fâka için mucib-i izdiyâd olur. Şu halde insanların en ziyade kendilerinden zuhura gelen ahvalden teberrî etmesi lazımdır.

31 ... irtikâb-ı menâhî ile su-i muamele ve mutalebedir ki senden iğtinam-ı evkat ü saat ile tezyin-i zat u sıfata mübaderet derecesine vaz'-ı kadem-i ikbal eyler.

32    Asarın zulmeti sabit olunca müessirin ahadiyeti artık nasıl nesh kabul edebilir? Çünkü bir şey ancak misliyle teşeffu' eder.

33    Vücud-ı ebsar mükevvenat üzerinde vuku'-yafte-i ibtisar olmazdı.

34    Cenab-ı mükevvinü'l-ekvanın bizim gibi şebpere-çeşm olanlar için zuhuru, vera-yı hicab-ı mükevvenattan doğrudur.

35    Vücud-ı zıllî ile ma'dum-ı mevcud-nüma olan ise mâsivaullahdır.

36    Ehl-i nifak olan ehl-i İraktansın.

37 Zira meydan-ı visale kadem-nihade-i husûl olan sâlike hal-i vuslata münafî bir ârız-ı mu'teriz olmayacağı gibi neşve-mendi olduğu rahik-i tahkik-i visalde de zevk-i balî ana lâ-cerem cemî'-i mâsivayı ifnâ ve izhâl eder.

38 ... kadr ü kıymetin, ulviyet ve celâletin eyâdî-i nasda tedavülden teâlî ile matmah-ı enzar-ı rağbet ve rehin-i nedret olmakla meydana geldiği tahakkuk edeceğine mebnî artık o esrar beyne'n-nas zâhir ü aşikâr ve müşarün bil-benân-ı iştihâr olmak bir nevi ihanet olduğu vareste-i iştibâh olur.

39    Âmirzigâr: (fa.) Yarlıgayıcı, bağışlayıcı.

40 İbadın dua ile her halde zat-ı pâk-i rabbanisine olan ihtiyaç ü fâkasını ve eltaf-ı ilâhiyyesinden adem-i istiğnasını ve kudret-i sübhaniyyesine karşı za'f-ı zillet-peymâsını izhar u ilam ve bu veçhile rububiyet-i samedâniyyeye ait olan hukuk-ı mukaddesenin ifasına kıyam etmeleri hikmetine mübtenîdir.

41    Henüz illet mevcut olmadığı halde malûl hayyiz-ârâ-yı vücuddur.

42 Bilcümle ekvan evvel ü ahir mâ-halak lehine teysîr olunacağı maktû' bulunmasına mebnî ibadullaha terettüb eden vazife; ifa-yı ahkâm-ı ubudiyet ü mükellefiyet ve Cenab-ı Hakk'a ait olan emir ise irade-i ezeliyyesinin taallukatı dairesinde icra-yı hukuk-ı rububiyyettir.

43    ... su-i sena ile ifrat-ı kelâm etmiş oldun.

44    ... bir işte husûl-i tevfiki o işin en ziyade talep ve teşebbüssüz hayyiz-arâ-yı zuhur olmasıyla meşrût kılmıştır.

45    Cür'et-i cenan, intak-ı lisan ve ıtlak-ı beyan eder.

46    Ârif-i billâh eltaf-ı câriye-i ilâhiyyede şedâid-i zamanı, ihsanât-ı vakıa-ı sübhaniyyede isâet ü isyanı bilen ehl-i dil-âgâhdır.

47    Amelde şuhûd-ı taksir, takdir-i Rabb-ı Kadir'de mûris-i şaibe-i şirk olmaktan hâlî olamaz.

48    ... nur-ı lâmi' gibi enzar-ı halkı tenvir ve taltif eder.

49    Cenab-ı Vâhibü'l-Atâyâ'nın evliya-ı kiramına ecell-i mevâhib-i ilâhiyyesi hüsn-i tabir ve ifade-i hakikattir.

50    "Ma-arefnâke hakka ma'rifetike ya Ma'ruf"

51    "Araftüke hakka ma'rifetik"

52 Ya Ömer, sana ihsan ettiğimi al da mütemevvil veyahut anınla mutasaddık ol. Bir rivayette: 'Anınla tevsî'-i rızk et. Eğer müstağnî isen senden ziyade muhtaç olana i'tâ eyle. Zira istişraf ve sualsiz gelen malı kabul etmek ve aksi halde de nefsini peyrev-i emval ü âmâl-i dünya etmemek lazımdır.'

53 Şol zatın taamını tenâvül et ki senin o taamı eki ü tenâvülünde taamdan ziyade fazilet tasavvur ve taamı kendi nezdinde gayra eklettirmek için vedia ve emanet addeder. Kendisi zahid olmakla beraber seni it'âm etmekle mesrur olur. Taamından ziyade seni tafdîl ve takdir eyler.

54 ... bilakis hal-i men'de yedullahı, muvafık-ı ilm olmayan atiyyeyi red ile kendi yedi zımnında görerek binaenaleyh nehy-i samedanîye ve adem-i izn-i İlâhîye ittibaen atiyye-i mezkûreyi ahz u kabul etmemesi de tecvîz olunur.

55 ... fermanber-i sultan-ı muhabbet ve neşvedar-ı zevk-i ibadet olamayarak ubudiyetleri tevhid-i zattan, ibadetleri ifa-yı vacibât ile terk-i muharremâttan ibaret bulunan zuafâ-yı ehl-i iman içindir.

56    Kadr-i âb-ı revânı merba'-nişin-i şâti'-i enhâr olanlar bilmez, belki teşnegân-ı bâdiye-i ekdâr olanlar bilir.

57    "Allahümme arrefnâ ni'metike bi-devâmihâ velâ ta'riflenâ bi-zevâlihâ."

58    Zaten merd-i said de ebnâ-yı cinsinin ahvaliyle mütte'izolan racul-i reşiddir.

59    Cenab-ı Mevlâ'dan ihsan ve nevâli istibtâ' etme; lâkin nefsinden ana vücûd-ı ikbali istibtâ' et.

60    "Sofi ibnü'l-vakt başed ey refik"

61 İnsanın kendisinde fevt ettiğini idrak ve kaza, imâte ettiğini iade ve ihya eylediği bakiye-i ömrü için âlemde semen-i mukavvim bulunamaz.

62 Zat-ı baht-ı İlâhî bilcümle tasavvurât ve tecelliyâttan ârî hatta kayd-ı ıtlaktan dahi beridir. Şu halde kâinat vücud-ı Hak ile kaim ve merâyâ-yı sıfat-ı mülk daim olduğu derkâr iken anda nasıl olur da ikbal-i mukbilîn ziyadelik, idbâr-ı müdbirîn noksanlık îras eder? "Teâlâ şanuhu ulüvven kebîra"

63 Cenab-ı Hâlık'ın esrar-ı ârifîne ucb ve davadan beraat, rıkkıyyet-i ağyârdan istihsal-i hürriyet ve nefehat-ı kudsiyye-i ilâhiyyeye taarruz ve mübaderet ettikleri vakitte "min-gayr-i taallümin" kazf ve ilka eylediği ulûm-ı ledünniyedir. Kulûb-ı sâlikîne hâl-i tecellîde mücmelen vârid ü mütebadir; fakat meânîsi ve cihet-i hakikati gayr-i zahir olur.

64 Fakat bu hakayıkın hal-i şuhûda bi't-teemmül dekayık-ı efkâr ile tebeyyün edebileceğini müellif-i maârif-istinas Kur'an-ı Azimüşşan'dan bi'l-iktibas Cenab-ı Hakk'ın resul-i sadıkına esrar ve meânîyi zaman-ı vahiydeki hal-i tecelliye mukarin kıraat-i Kur'an'dan sonra beyan ve ilâm edeceğine mütedair bulunan "feiza kara'nahu..." ayet-i kerime-i sübhaniyyesiyle bi'l-istidlâl ibraz-ı fazl u mârifet ve şeriatsiz hakikat batıl, hakikatsiz şeriat atıl olduğu ittifak-kerde-i mutasavvıfîn bulunduğu'yçün ilm-i hakikatin ilm-i şeriata muvafakati lüzumuna dair beyne'l-muhakkıkîn meşhur ve müteârif olan mesele-i dakikaya da işaret buyurmuşlardır.

65 Gûya ki, bu ehl-i hakikat dest-i neyzende nağme-tıraz-ı neva olan ney gibi, yed-i kudrette nefehat-ı kudsiyye-i tecelliyyeye mazhariyyetle ber-vech-i irade-i İlâhî safir-efzayı beyan ve hikâyettir.

66    Keyfiyyat-ı ubudiyetle zahir batınlarının tekeyyüf etmesinden ibarettir.

67    ... mücaleset-i ilâhiyyenin ni'âm-ı cinan-ı ebediyyeyi müstev'ibolduğuna ilm-i yakîn-i acizanemdir.

68    ... kalb-i âlisinin vâridatı tecelliyât-ı kalb-i İbrahim'i irae ediyor idi.

69    Ehl-i cennetin ekserisi ashab-ı safvet ve ukalâ ise neşîmengâh-ı 11liyyinde nail-i zevk-i hazrettir.

70    Altın yapma ilmi, simya.

71 Şems-i tâban tulu' ve gurub etmez. Ancak yanında ins ü cinnin gayrı halayı kın işiteceği surette iki melek-i müvekkel "Ey nas rabbinize gelin! Zira dünyadan kalil ve kâfi olan kesir ve mebzul olandan ve Cenab-ı Hak'dan sizi meşgul edenden hayırlıdır." diyerek nida ettikleri halde tâli' ve gârib olurlar.

72    Şeytan kesîr, insan ise selimü'n-nahiyedir.

73    ... istikmal-i esbâbı teâlîetmek kabilinden...

74    ... kendisinde istimâ'-ı akvâl olunan değil, ahz-ı esrâr ve ahvâl olunandır.

75    Hurşid sirac-ı eflâk, fikr sirac-ı Hallak-ı sema vü hâktir.

76    Suret-i ifk ü iftira şu yolda hatır-hıraş-ı ashab-ı resul-i Hüdâ olmuştur.

77 ... sade-dilânın bu ifk ü iftiraları sırf şer olmayıp belki tekfir-i seyyiâtı ve terfi-i derecâtı istilzam ettiğinden dolayı mahz-ı hayr olduğunu...

78 Takdir-i İlâhînin bir vakitte tebdil ve tağyiri kabil olamayacağını aynel-yakin malum-ı ârifaneleri bulunan ve bilcümle kâinatın telvîn-i ahkâm ile kisve-i lebs-i cedidde arz-ı endam etmekte olduğunu müşahede eden havass-ı ibad, ne atâyâ-yı ilâhiyyeye tamamiyle emniyet ederek mekr-i rabbaniden emin olurlar, ne de belâyâ ve mesâible ibtila halinde lûtf-ı İlâhîden kat'-ı ümid ederek meyus kalırlar. Belki şuûnat-ı ilâhiyyeyi ya nukuş-ı simyaya müşabih bir nistî-i hestî-nüma veyahud rüyanın tabir ile tasviri kabilinden olarak nasıl anlaşılır ve ne yolda mana verilirse o suretle taayyün eder bir heyula farz ederek andan kat'-ı nazar-ı meyi ve iltifat ile ancak vacibü'l-vücud hazretlerine vakf-ı dide-i şuhûd ve hasr-ı vücud eylerler. İşte bu hal na't-ı ârifîn olan taalluk-bi'l- Müteâl'dir.

79    Mısra büyük şair Bakî'nindir: "Ey Bâkî, cömertlik gören dilencilerin umutları artar."

80    Şems-i Tebrizî Hazretlerinin şiiridir.

81    ... alâ sebilü'l-ibda' müctemi'a olduğu halde âlem-i aklîde cemî'-i mevcudatın vücudundan ibarettir.

82 Kader, mevcudatın ber-tafsil-i mevadd-ı hâriciyesinde ve heyûla-yı cismaniyyesinde "vâhiden ba'de vahidin" vücudundan ibarettir.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar